I
Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı
Y A Ş A R Ç A Ğ B A Y IR (a-den)
OTUKEN
YAYIN NU: 683 KÜLTÜR SERİSİ: 336
ISBN 978-975-437-623-4 (Tk. No) ISBN 978-975-437-624-1
T.C. KÜLTÜR ve TURİZM BAKANLIĞI SERTİFİKA NUMARASI 1206-34-003178
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.® İstiklâl Cad. Ankara Han 65/3 34433 Beyoğlu-İstanbul Tel: (0212) 251 03 50 • 293 88 71 - Faks: (0212) 251 00 12 Ankara irtibat bürosu: Yüksel Caddesi: 33/5 Yenişehir - Ankara Tel: (0312) 431 96 49 İnternet: www.otuken.com.tr E-posta:
[email protected]
Kapak Tasarımı: grataNONgrata Dizgi - Tertip: İskender Türe Baskı: Şenyıldız Matbaası Cilt: Yedigün Mücellithanesi İstanbul - 2007
“
•'■■■-:
.-
'B -
,
'?'
............
. ■
v ':- - '
. ■>'*&''4j
'
Ş!x>ç;.>
‘ ,
1
’
İS M
. ■
'
■■■■■■
.."
’ -
'
' '■
-
:
■
'
■■ ■
*1 1 / ’
,
-;v
. ^
;
*'
- a
h M f ’ --{Ar. *A.lri ' • •
r ■'
s?:
' ’ ■:
^
"«
‘
'‘
"
:■
-
^
*
' 1 "
.îS r«<,„• V . ! * 3j •----- 1.'. ., ••'΄.<.i2 â..I,
'
-i i .
. -d
.............
SMM&EİâS§M~
Bu eserin otuz beş yıldır kahrını çeken hayat arkadaşıma "
l!
8
mm. İ jU
A İ ji
4 m »\po \
j i
« U o l '••U—
. _/l*ı
~ ^^ j y
ts*" *S^^s "-^J? Ö^ jU-j' ı_5“"->*^J* _ )'j? a i ^ > - j 3 '_!as~ « w i ->j' a i l j l t l_5'“*1 J 1
i)
j
^ y r a j‘
'J -’' ı_5^'' > j—*
cs^ 3^*
'~ “) “IJ'İ '
J
ı j V j l ı»i^Xi
jl*vi
>)'
jU jl Wp
V j
l5^ J“'" -?*'^5**y'*
‘J p ^ ö J-y J
■'S~? JyÇ ■.—>^a 0.'jl (jV*\j
oUolcİ>Lo\y
> ' ~ ' _>jlJ î )j al
w
Lügati ve kavâidi mazbut olmayan lisanın hiçbir vakit elsine-i edebiyeden addolunmak iddiasına salâhiyeti olamaz; zira bu iki kitap edebiyatın esasıdır. Bina-yi edebiyat ancak bunlar üzerine tesis olunabilir. Lisanın tedennisine karşı bir set yerini tutacak dahi ancak bu iki kitaptır. Mükemmel bir kamusu olmayan lisan seryet-i tabiiyesi demek olan lügatlerini günden güne kaybederek, kendi sermayesiyle bir şey ifade edemeyecek derecede dar olur; ve muntazam bir sarf ve nahiv kitabı olmayan lisan doğru söylenmeyi temin edemeyip, gittikçe daha yanlış söylenir ve nihayet büsbütün galat bir lisan hâlini alır.
Şemsettin Sami (Kamus-i Türkî, İfade-i Meram’dan, 1900)
“Sözlüğü ve dilbilgisi sağlam olmayan dilin hiçbir zaman edebî dilden sayılmak gibi bir iddiaya yetkisi olamaz; çünkü bu iki kitap edebiyatın temelidir. Edebiyatın yapısı ancak bunlar üzerine kurulabilir. Dilin gerilemesine karşı bir set görevini üstlenecek olan ancak bu iki kitaptır. Yetkin bir sözlüğü olmayan dil, doğal zenginliği demek olan kelimelerim günden güne kaybederek kendi varlığı ile bir şey anlatamayacak derecede dar kalır; ve düzgün bir dilbilgisi kitabı olmayan dil, doğru kullanmayı sağlayamayıp gittikçe daha yanlış söylenir ve büsbütün yanlışlarla dolu bir dil hâlini alır.”
Şemsettin Sami (Kamus-i Türkî’nin Ön Sözünden, 1900)
İÇİNDEKİLER Ö N S Ö Z .....................................................................................11 S Ö Z L Ü K T E N Y A R A R L A N M A ............................................ 15 • Kelimelerin Sıra lan ışı...........................................................15 • Madde İçi Sözlük Birimlerinin Sıra la n ışı............................. 16 • Kelimelerin Y a zım ı.............................................................. 16 • Ç evriyazı...............................................................................17 • G önderm eler........................................................................ 17 • Eş Sesli K elim eler................................................................ 17 • Çok Anlamlı K elim eler.........................................................18 • Eş ve Yakın Anlam lılık......................................................... 18 • Alıntı K elim eler....................................................................18 • Süreksiz ve Tonsuz Ünsüzler(ç, k, p, t)'in Tonlulaşması... 19 • Kelime Sonunda Bulunan ikiz Ünsüzlerden Düşmüş Olan Ünsüzün Tekrar Ortaya Çıkışı (Şedde belirm esi).............. 19 • Son Hecedeki Dar Ünlülerin D üşm esi................................ 19 • İnce Ünsüzlerle Biten Kelimelere Getirilen E k le r..............19 • Ünlü ile Bitmesine Karşılık Doğrudan Ünlü ile Başlayan Bir Ek Alan K elim eler.............................................................20 • Belirtisiz İsim Tamlaması Biçimindeki Birleşik isim ler.... 20 • Arapça Nispet î'si ile Biten S ıfa tla r .................................... 21 • E k le r .....................................................................................21 • Yerel K elim eler................................................................... 21 • Kelimenin Kökeni.......................................................... .
21
• Sözcüğün S ö yle n işi............................................................ 22
• İki Ünsüzle Başlayan Alıntı Kelimelerin Sö yle n işi......... 23 • Sözcüğün Ait Olduğu D önem ......................................... 23 • Geniş Zaman E k i............................................................. 23 • Şimdiki Zaman Çekimi Sırasında Geriye Benzeşme .... 24 • Fiillerin Ç a tısı.................................................................. 24 • Kelimelerin Gramer Kategorileri.................................... 24 • Yansımalar (Onomathopie / Ses Taklidi).......................25 • Kelimelerin Dilbilgisi Ö zellikleri.......... ........................... 25 • Kelimelerin Toplum Yargısına Göre Taşıdığı D eğ er..... 25 • T e rim ler...........................................................................25 • Arapça ve Farsçadaki Çoğul Sıfatlar.............................. 26 • Arapça ve Farsça Tamlamaların Y azım ı........................26 • Eş ve Yakın Anlamlı Sayılan Açıklam alar......................26 • Arapçadaki Dişillik / Erillik Durum u...............................26 • Osmanlıca Dizin...............................................................26 ARAP ASILLI TÜRK ALFABESİNİN ÇEVRİYAZI KARŞILIKLARI.. 27 KISALTMALAR...................................................................... 29 KAYNAK KISALTMALARI........ .............................................. 30 İŞARETLER........................................................................... 30 KAYNAKLAR..........................................................................31 MAKALELER......................................................................... 36 SÖZLÜK veya DİZİNLERİNDEN YARARLANILAN ve KISMEN TARANAN ESERLER............................................ 37
ÖN SÖZ
Bir dilin kelimelerini alfabe sırasına göre toplayan ve bunların tür, köken, tanım, kullanış ve söyleyişle-
ÖIİİM
ri ile ilgili bilgileri veren öğretici kitap demek olan sözlük, çoğunlukla öğrencilerin ellerinden düşürme-
\
dikleri kaynak kitaplardandır. Amaç ve alan bakımından olduğu kadar bir ya da birden çok dile ilişkin
SÖ2LÖH
olmak gibi özellikleri ile de oldukça çok sayıda ve değişik nitelikte sözlükler vardır. Bugün piyasada var olan Türkçe sözlükler ya şu anda kullanılmakta olan ortak dilin ya belli bir alanın ya da Türkçenin belli bir tarihî dönemine ilişkin kelimeleri içermektedir. Elinizdeki sözlük, bugüne ka dar karşılaştığınız Türkçe sözlüklerden farklılıklar arz etmektedir. En belirgin özelliği tarihî ve etimolo jik nitelik taşımasının yanında ortak dille birlikte yerel kelimelere de ağırlık vermiş olmasıdır. Türk dilinin yayıldığı alan göz önüne alındığı zaman kaba çizgileri ile doğuda Pasifik Okyanusu kıyıla rından batıda Baltık Denizi kıyılarına, kuzeyde Kuzey Buz Denizi kıyılarından güneyde Basra Körfezi kı yılarına kadar uzanan geniş bir coğrafya akla gelir. Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan böy le bir dilin birbirinden farklı kol ve dallarının bulunması çok doğaldır. Ana Türkçeden ayrılarak lehçe ve bağımsız dil durumuna gelmiş olan bu dil ve lehçelerin bir takımı birbirine komşu topraklarda kul lanılmasına rağmen pek çoğu da birbirinden uzak alanlarda konuşulmaktadır. Bu alanlardan birisi de Türkiye’dir. Anadolu, Trakya, Kıbrıs, Kerkük ve Balkanlar ile Türkiye’den işçi alan Avrupa ülkelerinde konuşulan Türkçeye, Türkiye Türkçesi adı verilmektedir. Türkiye Türkçesi ile diğer Türk dil ve lehçelerinin tarihte ortaklıkları vardır. Bu ortaklık aynı kökene bağlı olmaktan kaynaklanmaktadır. Türkiye Türkçesinin gelişiminde, bu dili konuşan Türkiye Türkle rinin Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’ya gelişlerinde izledikleri yollarda karşılaştıklan kültür ve medeni yetlerle, İmparatorluk döneminde yayıldıkları Avrupa içleri ile Akdeniz ada ve kıyılannda kurulmuş bu lunan kültür merkezleri ve yaygın kültür ortamlarının etkisi görülür. Yakın zamanlara kadar Türkçe’nin bilinen yazılı belgeleri 8. yy.’a ait Orhun ve ona yakın çağlara ilişkin Yenisey yazıtlan olarak biliniyordu. Ancak 1969 yılında Kazakistan’da Issık Göl yakınındaki Esik kur ganından çıkan Altın Elbiseli Prens’in mezarı ile ilgili olduğu görülen dört bin kadar eşya arasında yer alan bir çanakta yazılı 26 harflik bir yazı Orhun alfabesiyle benzerlik göstermektedir. Bu mezarda yapı-
m
ÖIİİM
lan radyo-karbon incelemesi sonucunda bu prensin milattan önce beş ya da dördüncü yüzyılda yaşadı-
m
ğı anlaşılmıştır. Türkçe ile ilgilenen bilim adamları bu veri karşısında Türk dilinin, en iyimser tahmin-
SÖM
le üç bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu kanısına varmış bulunmaktadırlar. Türkçe’nin ilk devirlerine
rn
ilişkin kaynaklar gün geçtikçe artmakta ve pek çok konu yavaş yavaş aydınlığa kavuşmaktadır. Orta As ya’da yeni kazılar yapıldıkça ve bu kazılarda elde edilen veriler sergilendikçe Türkçenin tarihi daha da açıklık kazanacak demektir. Geçmişi, sözü edilen döneme kadar uzanan Türkiye Türkçesi, Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Oğuz boylan ile Türkmenlerin bu yeni coğrafyada geliştirdikleri yeni yazı dilinin de vamıdır. Önceleri Selçuklu Devleti ve Anadolu Beylikleri ile üç kıtada egemenlik kurmuş bulunan Osmanlı Devletinin ve en son olarak da Türkiye Cumhuriyetinin resmî dili olmuştur. Kültür dili kadar yerel konuşmalarla, halkın büyük bir kısmının anlaşma gereksinimini karşılayan ağız lara ilişkin kelimeler de bir dilin söz varlığı içinde yer almalıdır kanısında olduğumuzu da belirtelim. Bu sebeple yerel ağızlara ilişkin kökeni açıklığa kavuşmuş kelimelerle kökeni açıklanamayan fakat yay gın kullamma sahip olanlar da sözlüğümüze alındı. Sözlüğümüzde Orhun Yazıtlarından günümüze uzanan vadide Türkiye Türkçesinin söz varlığını sergi lemeye çalıştık. Bilim dünyasında daha değişik adlandırma ve daha geniş bölümleme ile ele alınmasına rağmen biz bir sözlük için fazlaca karışıklığa sebep olmamak için şöyle bir sınıflama yaptık: 1. Eski Türkçe: Orhun yazıtlarından On Üçüncü yüzyıla kadar. 2. Eski Anadolu Türkçesi: On Üçüncü yüzyıldan İstanbul’un fethine (kısmen 16. yy.’a) kadar. 3. Osmanh Türkçesi: On Beşinci yüzyıldan Cumhuriyete kadar. (Arapça, Farsça, Türkçe karması) 4. Türkiye Türkçesi: Cumhuriyet döneminde kullanılan kültür dili. 5. Ağızlar: Bugün Anadolu’nun değişik bölgelerinde, Kıbns, Kerkük, Trakya, Balkanlar ve kısmen Ka radeniz’de kıyısı bulunan ülkelerde yaşayan Türkler tarafından konuşulan Türkçe yerel sözler.
Bu sözlüğün akademik olmak gibi bir iddiası yoktur. Bir teknisyen edası ile hazırlanmıştır. Çünkü üni versitelerde yapılan akademik araştırmaların sonuçlannm yüksek okul öğrencileri ile ortaöğretim ve il köğretim öğretmenlerinin düzeyine indirgenmesinin gerekliliği uzun meslek yaşamımız boyunca hisse dilmiştir. Bu araştırmalann bir çoğuna teknik olarak bir kısmına da maddî olanaklann elverişsizliği yü zünden ulaşmanın zorluğunu yaşamışızdır. Türkçe Sözlük akademik çalışmaları, öğretmen ve öğrenci lerin seviyesine indirgemektedir. Bu da demektir ki mevcut bilimsel verilerden olanaklar çerçevesinde yararlanılmıştır. Bilimsel inceleme ve araştırmalar gözden geçirildikçe görüldü ki pek çok konu henüz bilim adamları arasında yeterince açıklığa kavuşturulmuş, görüş birliği sağlanmış değildir. Böyle kelimelerde her görü şe de yer verilmek durumunda kalındı. Bu sözlük hazırlanırken Türk dilinin Cumhuriyet döneminde girdiği sadeleşme akımı dışında, çeşitli ideolojik arenalara çekilen özleşme-yozlaşma tartışması gibi yapay akımlarda yan tutulmamıştır. Kul landığı dil yazann kendi yetiştiği dönem ve edindiği kültürün ürünü olarak algılanmalıdır. Yazım ko nusunda ölçünlü olmak kaygısı ile Türk Dil Kurumunun “Yazım Kılavuzu”na uyulmuştur. Kelimeler yeni-eski, uydurma-yapma gibi ölçütlere bakılmaksızın alınmıştır. Çünkü sözlük, kişinin söz dağarcığı nın dışındaki kelimelerin anlamını bulabilmek için vardır. Bu anlayışın sonucu olarak kelimelere çeşit li ideolojik akımlarca yüklenen kavramlar da açıklandı. Bu sözlüğün diğerlerinden bir farkı da arama ve bulmada kolaylık sağlaması için madde başlarına tek bir kelime almış olmasıdır. Ayn yazılan birleşik kelimelerle, ikilemeler, terimler, deyimler iç madde ola rak açıklanmışlardır. İç maddede yer alan bazı kelime gruplarının sözlüksel (leksik) birim niteliği taşı dığı bir gerçektir. Aranan kelime ya da kelime grubunun kolay bulunması amaçlandığından iç madde lerin sıralanışında arada boşluk yok sayılarak alfabetik sıralamaya gidilmiştir. Bu durum kelime ya da kelime grubunun aranma ve bulunmasında karşılaşılan güçlüğü ortadan kaldırmaktadır. Esas olarak, yeğlenen sözcüğün kullanımını yaygınlaştırmayı amaçlamaktan çok, okuyucunun karşılaştığı kelime dağarcığı dışı bir sözcüğün anlamım doğru algılamasına yardımcı olmak yolu güdülmüştür.
Bu sözlükte bulunan bütün kelimeler yazarına aynı mesafededir. Biri diğerine tercih edilmemiştir. Kul lanılan dil ise yazann yetiştiği ortam ve döneme ilişkin kültürel edinimlerin ürünü sayılmalıdır. Öğrencilik ve öğretmenlik yıllarımda Türk dilinin, özellikle Türkiye Türkçesi-nin bütün söz varlığını içeren bir sözlüğün ihtiyacını derinden hissetmişimdir. Mevcutlar içinde böyle bir ve bütün sözlüğü bu lamadığım için yıllar önce bu işi kendim yapmaya karar verdim. Sonra da yavaş yavaş fişleme çalışmalanna giriştim. Koliler dolusu fişleri ev değiştirdikçe en değerli eşyalanmla birlikte korudum. Bilgisayar çıkınca -yine fişsiz olmamakla birlikte- iş epey kolaylaştı. Tamamı otuz sekiz yıllık bir çalışmayı gerek tiren bu sözlüğün sadece bilgisayar ortamına aktanmı bile günde sekiz-on saat çalışmak suretiyle tam sekiz yılımı aldı. Uzun ve yorucu olmasına rağmen oldukça büyük zevk duyduğum bir çalışmanın ürünü olan bu Söz lük başvuranların yararlandığı ölçüde bana mutluluk verecektir. Çalışmamın her evresinde bana her türlü destek, ilgi ve sevgiyi esirgemeyen, zaman zaman kapıldığım sıkıntılara göğüs germemi öğütleyen ve bana en büyük desteği veren sevgili eşim Gönül'e minnettanm. Bu eser, onun desteği ve anlayışlı tu tumu olmasaydı belki de meydana gelemezdi. Yine bu eserle ilgili başvurularda yer alan İngilizce me tinlerin çevirilerini zaman zaman oğullanm ODTÜ mezunu Mimar Çağlayan ve İnşaat Mühendisi Çağ lar Çağbayır yapmışlardır. Kendilerine müteşekkirim. Sözlüğümüzün emsallerinden önemli bir farkı da sonunda eski alfabemiz nazar-ı dikkate alınarak alfa betik bir Osmanlıca Dizin verilmiş olmasıdır. Bunda, birkaç türlü okunabilen, her okunuşu değişik an lamlar taşıyan Osmanlı Türkçesindeki kelimelerin hangi sayfalarda geçtiğini göstermek suretiyle, ihti yaç duyanlara büyük kolaylık sağlanması hedeflenmiştir. Burada Dizin’in hazırlanmasında büyük gay ret gösteren ve Osmanlı Türkçesi yazımlannı yapan İskender Türe’ye ve eser bittikten sonra baştan so na kadar imla hatalannı düzeltmek lütfunda bulunan Ötüken Neşriyat’tan Erol Kılmç ile özellikle bu eserin basımını üstlenen Ötüken Neşriyat yetkililerine ve çalışanlanna teşekkür ederim. Bu eserde görülen eksiklikler tamamen bana aittir. Türk dili uzmanlarının ve bilim adamlarının eleşti ri ve yardımlarına tamamen açık olduğum gibi yapılacak her türlü eleştirinin Türkçeye katkı olacağı inancını taşıdığımın bilinmesini isterim.
Söke, 3 Mayıs 2006
Yaşar ÇAĞBAYIR
SÖZLÜKTEN YARARLANMA
Bir kimsenin kelime dağarcığındaki kelimeler ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi, duy duğunda ve okuduğunda anlamını tam olarak kavramakla birlikte ihtiyaç duyduğu zaman doğru olarak kullanabildiği kelimeler. İkincisi ise kendisinin kullanmadığı ancak duydu ğu ve okuduğu zaman anlamını çıkarabildiği kelimeler. Bunların dışındakiler kişiye ya bancı olan, daha genel söylemi ile bilmediği, kelime dağarcığının dışında kalan kelime lerdir. Kişi bu türden kelimelerle karşılaştığında sözlüğe bakmak ihtiyacını duyar. Bu yüzden, Türkçe Sözlük’ün güttüğü amaç, kişiye karşılaştığı fakat kendisine yabancı olan sözcüğün anlamını kavramakta yardımcı olmaktır. Belirli bir dil yönlendirmesi yapmak, bir görüşü benimsetmek gibi bir amaç güdülmediğinden hemen her sözcüğün anlamı açıklanmış; göndermeler en aza indirilmeye çalışılmıştır. Kelime yeğlemesine yer veril memiş, bir başka söyleyişle yeğlenmeyen kelimeler için eş anlamlılarına göndermeler yapılmamıştır.
1. Kelimelerin Sıralanışı Kelimeler Türk Alfabesindeki harf sırasına uygun olarak dizilmişlerdir. Sözlükçülükte, yaygın eğilim şöyledir: Her sözlük birimi (bir kavramı karşılayan ke lime, ikileme, terim vb. kelime grupları) madde başı yapılır. Sınıflardaki uzun deneyim lerden sonra vardığımız tespit şudur: Öğrenci bu düzendeki sözlüklerden yararlanırken aynı kelimelerden oluşmuş ayrı yazılan ve bitişik yazılan sözlük (leksik) birimlerinin aranmasında güçlük çekmektedir. Bu yüzden sözlükte, madde başı olarak tek kelimeler ile bitişik yazılan birleşik keli meler ve ekler alınmıştır. Madde başları düz ve koyu harflerle yazılmış ve açıklamalardan virgül ile ayrılmıştır.
kamçı, kamçıbaşı, kamçıkuyruk, kamçılamak,
OrüMTlifflKîHÜL
SÖZLÜ KTEN YA R A R LA N M A
2. Madde İçi Sözlük Birimlerinin Sıralanışı Sözlüğümüz akademik olmaktan ziyade uygulamaya dönük hazırlandığından kelime grubu niteliği taşıyan ikileme, deyim, terim ve tamlamalar hangi tür kelime birimi özelli ği gösterirse göstersin, o grubun ilk sözcüğünün geçtiği madde içine alındı. Bunlar da alfabe sırasına alınarak açıklandı. Burada da yaygın olan anlayışın tersine grubu oluştu ran kelimelerin çekimli veya yalın olmalarına bakılmaksızın alfabe sırasına alındı. Bu durumun, aranan kelime grubunun kolaylıkla bulunmasına yardımcı olacağını sanıyoruz.
madde başı sözlük birimi
{
bağımsız tek kelimeler [sözlük (leksik) birimleri] r
S madde içi sözlük birimleri
^
türüne bakılmaksızın alfabe sırasına dizilmiş olarak deyim, terim, ikileme, kelime grubu vb.
bağır2, -ğrı ................................................ ........................................ S bağır geçmek, bağır içliği, bağır iğnesi, bağır yeleği, bağra basm ak, bağra taş basm ak, bağrı açık, bağrı bağdaş olmak, bağrı başlı, bağrı bitişik, bağrı bütün, bağrı kül olmak, bağrına basm ak, bağrına taş basm ak, bağrını delmek, bağrını yerden kaldırm ak, bağrı yanık vb.
asit, -di [Fr. acide] is. kim. 1. Suda çözündüğü zaman H3() iyonları veren, bazlar ve metaller üzerine etki ederek tuz oluşturan yakıcı sıvı; ekşit; hamız. 2. s f Asit özelliği gösteren. S asit alkol, kim. H em asit hem d e b a z niteliği taşıyan
asit baz dengesi, biy. K a n d a uygunpH 'yi devam ettirm ek üzere a sitle
rin b a z la ra o ran ın d aki denge.\\ asit borik, kim. B ord an türeyen H3B 0 3form ü lü ile g ö sterilen az etkili, s e d e f görünüm ünde bey az b ir toz. ||asit fenik, kim. B o y a c ılık ve bazı p lastik lerin üretim inde kullanılan m aden köm ürü katranın dan eld e ed ilen o ksijen li benzin türevi b ir sıvı; f e n o l .|| asit kaya, miri. G ranit gibi, y a p ısın d a yü zde altm ış beşten f a z la silis bulunan en dojen kaya. ||asit toprak, pH 'si 6.5'ten küçük o la n toprak. || asit yağm uru, H avanın nem i ile birleşen f a b r ik a ba ca la rın d a n çıka n sülfürik ve nitrik a sit iyonlarının oluşturduğu b itk ilere z ara rlı yağm u rlar.
3. Kelimelerin Yazımı: Madde başı olan kelimelerden; Günümüz Türkçesindekiler Türk Dil Kurumunun Yazım Kılavuzu’na uygun ola rak, Osmanlıca, Eski Anadolu ve Eski Türkçe ile ağızlara ilişkin olanlar şimdi kullan dığımız alfabe olanakları çerçevesinde en yakın söyleyişe göre yazılmışlardır. Eski Türkçe (1 3 . yy. öncesi) kelimelerin yazılışında bugünkü kullandığımız alfa be esas alınmıştır. Ancak köşeli parantez içinde bugünküne en yakın ve en uygun olabilen biçim kullanıldı. Aynı sözcüğün değişik kaynaklarda ve otoritelerde farklı biçimlerde yazıldığı gözlenm iştir. Bunlar içinden en çok tercih edileni almayı yeğle mekle birlikte, m evcut alfabe sistem im iz ve teknik olanakların elverdiği ölçüler için de kaldık. Bilimsel inceleme için belirtilmiş olan ana kaynağa gidilmesinde yarar umulur.
SÖZLÜ KTE N Y A R A R LA N M A
S I H H l f f i C E m O K .1 7
4. Çevriyazı: Osmanlı Türkçesi çevriyazı ile köşeli parantez içinde, orijinalinden önce ayrıca ve rilmiştir. Eski Türkçe ve Eski Anadolu Türkçesine ait olan kelimelerin kısmen çevriyazı ları verildi. bağız, [Ar. buğz (nefret) > bağız / bağiz j ü l;] (ba:g ız) {OsTf sf. Herkesten nefret eden. bagi, [Ar. bağy (serkeşlik) > bâği / bâği
(b a :g i) {OsTJ sf. Baş kaldıran; asi.
bağçe, [Far. bâğ-çe i*Ju] (b a :ğ ç e ) {OsTj is. 1. Küçük bağ. 2. Bahçe.
Eski Türkçe kelimelerin uzun söylenenleri özellikle belirtildi. Uzun seslerin anlam sal ayrımlamaya yaradıkları dilcilerin genel kabullerindendir. Çünkü uzun ses bir biçimbirim öğesidir. bod1, [böd] (b o :d ) {eTf is. 1. Boy; vücut; kamet; gövde. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [İKPÖy.] 2. Kurumlaşmış topluluk; boy; halk; aşiret; kabile; cemaat. [EUTS] [ETY] [Gabain] [İKPÖy.] 3. İttihat; birleşme; birlik. [ETY] bod2, [böd / boy] (b o :d ) {eT} is. Çok az bir misk kullanılarak yapılan makyaj malzemesi. [DLT] S bod moncuk, {eT} C ariyelerin takındığı boncuk. [DLT] bod’, [bod] {eT} is. Toy kuşu. [DLT]
Diğer dillerden gelen kelimelerin çevriyazıları verilmedi. Ancak Latin alfabesini kul lanan ülkelerin dillerinden (Latince, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Almanca, İspanyolca vb.) alman ödünç kelimeler asıllarına uygun olarak köşeli parantez içinde verildi. bagaj, [Lat. baga (sandık) + Fr. -age] is. 1. Yolcunun beraberinde götürdüğü giyim vb. eşyaları. 2. Tren, otobüs, uçak ve gemilerde yolcuların beraberinde götürdükleri eşyaların konulduğu özel yer. 3. Oto mobillerde eşya koymağa mahsus bölme. 4. argo. Kalça. S bagaja verm ek, (Yolcu için) b era b e rin d e götü rm ek istediği eşyaların ın taşıtın b a g a j bölüm üne konulm asını sağ lam ak.
5. Göndermeler: Göndermeler en aza indirildi. Yazımlarında farklılık bulunan kelimelerin hepsi sıradaki yerine alındı. Bunlardan en yaygın olanı açıklandı. Diğerleri için -*• ile ilgili olduğu madde başına gönderme yapıldı. alamuk, -ğu [ala-muk] {ağız} is. -+ alamık.
6. Eş Sesli Kelimeler: Yazılışları aynı olmakla birlikte anlamları farklı olan kelimelerin tümü sözlüğe alın dı. Çok kullanılandan az kullanılana ya da günümüzden eskiye doğru bir sıralama ile eş sesli kelimeler üst karakter olarak (J-2' 3 ) gibi rakamlarla birbirinden ayrıldı. Düzeltme işareti ( ^ ) , anlamsal ayrım yarattığından içinde ( ^ ) bulunan görünüşte eş sesli kelimeler numaralandırılmadan dizinin en başına alındı.
S Ö Z LÜ K T E N YA R A R LA N M A
û i m ı t s ö M .ı s
alaf1, [Ar. elf (bin) > alaf jilT] (a :la :f) {OsT} is. Binler. alaf2, [Ar. ‘ alef > a ’laf jiU I] (a -la :f) {OsT} is. 1. Ot ve saman gibi kuru hayvan yemi. 2. Otlar; samanlar. alaf3, [alav > alev / alaf] {ağız} is. Alev, sıcaklık, ateş. S alaf getirmek, {ağız} Suyu çek ilm ek ; y a n kuru mak.
Kesme işareti (') ile yazılmak durumunda olan kelimelere de aynı kural uygulandı. k a r’a, [Ar. kar‘a
j>] {OsT} is. bot. Su kabağı.
k a ra 1, [eT. kara] sf. Siyah. k ara2, [Ar. kârra%_,Ui ? / T. kara] is. Yeryüzünün denizler dışında kalan toprak bölümü; toprak. k ara3, [kara] (k a ra :) {eT} sf. Sıradan halk; sade vatandaş kara4, [eT. karak (haydutluk)} {ağız} is. 1. Suç. 2. İftira; leke. [DS] k a ra 5, [kara] {ağız} is. Gece bekçisi; jandarma. [DS]
7. Çok Anlamlı Kelimeler: Kelimelerin öncelikle temel anlamları verildi. Eğer bir sözcüğün birden çok anlamı varsa bunlar 1. 2 . 3. gibi koyu rakamlarla belirtildi. Madde içinde açık, eğik rakamlar (1. 2 .
3 . )
kullanıldı.
bakla, [Ar. baki (sebze, yeşillik) > bâkılâ 5UL] (b a :k ıla :) is. bot. 1. Baklagillerden yurdumuzun hemen her yerinde yetişen, taneleri badıç içinde bulunan bir yıllık bitki, (V icia fa b a ) . 2. Bu bitkinin yeşil veya ku ru olarak yenilen tohumu. 3. gnşl. Zinciri oluşturan halkalardan her biri; zincir halkası; {ağız} (aym). [DS] 4. {ağız} Fasulye. [DS]
8. Eş ve Yakın Anlamlılık: Sözcüğün açıklaması yapıldıktan sonra; aynı açıklamayı yapan başka kelimelerle ku rulu anlatımlar varsa bunlara da yer verildi. Ve aralarına (;) konuldu. Bundan sonra o sözcüğe ilişkin eş ya da yakın anlamlı kelime, ikileme, deyim, kelime grubu varsa onlar da (;) ile ayrılarak verildi. bakşi, [Sansk. bhiksu (m ü rebbi; mürşit) / Çin. pak shi] {eT} 1. Muallim; öğretmen. [EUTS] 2. Üstat; usta. [EUTS] 3. Hekim; doktor; tabip. [EUTS] 3. Eski Türk topluluklarında fala bakan, hastalan iyi eden ve aym zamanda kopuz çalıp şiir söyleyen bir çeşit din adamı; ozan; kam; çalgıcı; falcı; türkücü; şair.
9. Alıntı Kelimeler: Türkçeye yabancı dillerden girmiş kelimelerin alındığı dil köşeli parantez [...] içinde en başta kısaltma halinde belirtildi. baçak, [Soğd. pâmak (korunm ak) > pâç > baç-ağ / baç-ak] {eT } is. 1. Oruç. [Gabain] [EUTS] 2. Hristiyanların orucu; perhiz. [DLT] bafur, [İt. vapore (buhar)] {ağız} is. Buharla çalışan gemi; vapur.
Ü M IİİIC t S02İJÜIİ.
19
S Ö ZLÜ K TE N Y A R A R L A N M A
Kelimelerin hangi dilden geldiği bilinmiyorsa baş tarafa (?) konuldu. baduka, [? baduka] {ağız} is. Patates.
10. Süreksiz ve Tonsuz Ünsüzler(ç, k, p, t)'in Tonlulaşması: Birden çok heceli kelimelerin sonunda bulunan / ç / , /k /, /p /, / t / ünsüzleri iki ünlü arasında kalınca tonlulaşarak / c / , /ğ /, /b /, / d / ’ye dönüşürler. Bu olaya, ünsüzlerle biten bir kelimeye ünlü ile başlayan bir ek geldiğinde rastlanır (geriye benzeşim). Tek heceli ke limeler genel olarak bu kuralın dışındadır. Ancak tek heceli olduğu hâlde ünlü ile başla yan bir ek aldığında sonunda bulunan süreksiz, tonsuz ünsüzü tonlulaşan kelimelerimiz de vardır. Bunlar da diğer tonlulaşmalarla birlikte Türk Dil Kurumunun Yazım Kılavuzu’d â belirlenen ölçütlere göre gösterilmiştir. Böyle bir kelimeye dar ünlü getirildiği var sayılmıştır: gök, -ğü arpacık, -ğı
but, -du avurt, -du
kap, -bı şurup, -bu
uç, -cu ağaç, -cı
11. Kelime Sonunda Bulunan İkiz Ünsüzlerden Düşmüş Olan Ünsüzün Tekrar O rtaya Çıkışı (Şedde belirmesi): Türkçede, Arapların “şedde” adını verdiği ikiz ünsüz bulunmaz. Arapçadan alınmış olan sonu ikiz ünsüzle biten kelimelerin sonundaki bu ikiz ünsüzlerden biri düşer: hak (hakk), his (hiss), ret (redd) gibi. Bu tür kelimelere ünlü ile başlayan bir ek getirildiğinde düşmüş olan ikiz ünsüzün tekrar ortaya çıktığı görülür: hak -*• hakk-ı, his — hiss-i, ret -* redd-i gibi. Bu durum sözlükte belirtilmiştir. hak, -kkı
his, -ssi
ret, -ddi
şek, -kki
12. Son Hecedeki Dar Ünlülerin Düşmesi: İkinci hecesinde dar ünlü bulunan bazı kelimelerimize ünlü ile başlayan bir ek geti rildiğinde bu dar ünlü düşer: ağız > ağzı, beyin > beyninde, göğüs > göğsümüz, oğul > oğlu gibi. Bu tür kelimeler sözlükte belirtilmiştir. ağız, -ğzı
beyin, -yni
göğüs, -ğsü
oğul, -ğlu
13. İnce Ünsüzlerle Biten Kelimelere Getirilen Ekler: Dilimizde hem kalın, hem de ince söylenişi bulunan / ! / , /k /, /g /, / t / , / d / ünsüzleri hecedeki ünlünün kalın veya ince oluşuna göre söylenirler. Yani ünlü kalın ise bu ünsüz ler de kalın, ünlü ince ise bu ünsüz de ince olur: arkadaş, kedi, leylek, alabalık, karga, gelin cik, topal, tünel gibi. Ancak dilimizdeki bazı alıntı kelimelerin sonlarındaki hecenin ünlüsü kalın olmasına rağmen ona bağlı ünsüz ince olabilmektedir: sem bol, saat, harf, idrak gibi. Bu tür kelimelere getirilen Türkçe ekler ince sıradan olmaktadır. Bu durum sözlükte belirtilmiştir. idrak, -ki
am iral, -li
saat, -ti
harf, -fi
■ M K E HUR.»
S Ö ZLÜ K T E N YA R A R LA N M A
14. Ünlü ile Bitmesine Karşılık Doğrudan Ünlü ile Başlayan Bir Ek Alan Kelimeler: Dilimize Arapça’dan girmiş bazı kelimeler Arapça’da bir gırtlak ünsüzü olan ayın ile bitmektedir: bayi, cami, memba, mısra, sanayi. Bu sözcüklerden sonra iyelik eki (-i) gelirse araya (-s-) yardımcı sesi girmez, menbaı, mısraı, sanayii gibi. Ancak cami ve bayi kelimeleri her iki hâlde de yazılabilir; köyün camii / kasabanın camisi, ilaç bayii / ilaç bayisi gibi. Bu kelimeler ismin hâl eklerini alınca araya (-y-) yardımcı sesi girebileceği gibi, doğ rudan iki ünlü yan yana da yazılabilir: camiye / camie, camiyi / camii, bayiye / bayie, bayiyi / bayii, membayı / membaı, membaya / membaa, mısrayı / mısraı, mısraya / mısraa, sanayiye / sanayie, sanayiyi / sanayii gibi. Bunun dışında bu gırtlak ünsüzü kelime sonlarında erimiştir: cüz, def, men gibi. Yalın hâlde iken bu ünsüz gösterilmez. Ancak iyelik eki aldıklarında bu ünsüz ortaya çıkar. Bunu da (’) işareti ile gösteririz; hastalığın nev’i, cemaatin bir cüz’ü, belanın d efi, tecavüzün men’i gibi. Bu durum sözlükte belirtilmiştir. nev, -v’i
cüz, -z’ üdef,- f i
men, -n ’i
15. Belirtisiz İsim Tamlaması Biçimindeki Birleşik İsimler: Dilimizde kelime yapma yollarından birisi de birleştirmedir. Birleştirme çoğunlukla sıfat tamlaması veya belirtisiz isim tamlaması biçiminde olmaktadır. Belirtisiz isim tam laması biçiminde olan ve bitişik yazılan birleşik isimler sonlarına ek alırken bir takım değişiklik gösterirler. a) Ünlü ile başlayan bir ek getirildiğinde belirtisiz isim tamlamasında olduğu gibi doğrudan -n- yardımcı (kaynaştırma) ünsüzünü alması gerektiği hâlde kimi zaman -yyardımcı ünsüzünü alanlar da olmaktadır. balkabağı > balkabağı-n-ı,
ebegömeci > ebegömeci-n-i
dayıbaşı > dayıbaşı-n-ı / dayıbaşı-y-ı
Bu özellikler sözlükte madde başından sonra belirtilmiştir. denizaltı«, -yı, -nm [deniz+altı-cı] is. Denizaltında görevli subay ve erlere verilen isim, denizaltı, -yı, -nın [deniz+alt-ı] is. as. Dalmış durumda seyretmek üzere yapılmış savaş gemisi, denizaşırı, -yı, -sı [deniz+aşırı] sf. Denizlerin ötesinde bulunan.
b) Bu tür birleşik isimlerin çoklukları da aynı biçimde belirtisiz isim tamlaması ku rallarına göre yapılmaktadır. balkabağı > balkabak-lar-ı
ebegömeci > ebegömeç-ler-i
Bu özellikler sözlükte madde başından sonra belirtilmiştir.
o
n
n u ra h
SÖZLÜ KTE N Y A R A R LA N M A
. »
denizanası, -nı, -a la n [deniz+ana-sı] is. zool. Selenterelerden, yassı bir diske benzeyen, saydam, ser bestçe yüzebilen bir deniz hayvanı; medüz, denizaslanı, -nı, -nları [deniz+aslan-ı] is. z oo l. İri kulaklıgillerden, Büyük Okyanus ve güney denizle rinde yaşayan kısa ve kaba kıllı postlarının altında ikinci bir kıllı ve ince tabaka bulunan kıvrak yapılı bir deniz memelisi, (E u m etopias ju batu s). denizatı, -nı, -tları [deniz+at-ı] is. zool. Başı at başına benzeyen, suda dik duran, kuyruk yüzgeci olma yan, on beş santim kadar boyunda bir deniz hayvanı; {eAT} (aynı), (H ippocam pu s hippocam pus).
16. Arapça Nispet î'si ile Biten Sıfatlar: Bilindiği gibi nispet î’si ( <-s= iyy / î) Arapçada isimden, mastardan aidiyet (ilişkinlik) sıfatları yapar: m illî, dinî, vb. Arapça nispet î’si (yâ-yı nisbî) ile biten sıfatlar (ism-i m en sup / aidiyet sıfatları) TDK’nun Yazım Kılavuzu’n d aki esaslara uygun olarak belirtildi. Şöyle ki, bu tür bir sözcüğün ismin belirtme durumu ve iyelik ekiyle karışmasını önle mek için ( ~ ) kullanıldı. Uzun söylenmesine rağmen böyle bir karışıklığın söz konusu olmayan hâllerde söz konusu aidiyet sıfatlarında (i)’nin üzerine ( ~ )
konulmadı.
TDK'nun koyduğu kurallara uyuldu. Örnek olarak, a h la k î değil ah la k i, şa h sî değil şah si biçiminde yazıldı. Çünkü a h la k ve şah ıs kelimeleri belirtme durumu ve iyelik eki alınca a h la k ı ve şah sı şeklinde yazılmaktadırlar. Farsçadan geçen ve Arapça nispet î’sine benzerlik gösteren yâ-yı vahdet (tekillik) ve yâ-yı masdariyet (eylem adı) yapan (î) belirtilmemiştir. Ancak sözcüğün telaffuzunda bu “yâ” uzun söylenmesi gerektiğinden (i:) biçiminde gösterilmiştir. ] (da:meni:) {OsT} is. 1. Eteklik. 2. Kadın başörtüsü.
dameni, [Far. dâmenî
17. Ekler: Türkçe, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ekler alfabe sırasındaki yerlerinde madde başı olarak verildi.
18. Yerel Kelimeler: Anadolu, Rumeli, Kıbrıs ve Kerkük ağızlarından kökenleri açıklanabilenler sözlüğe alındı. Bunun yanında kökeni açıklanamayan fakat yaygın kullanıma sahip olanlara da yer verildi. Bu kelimelerin kullanıldığı bölge belirtilmedi. Bu konuda akademik araştırmada bulunmak isteyenler, belirtilen kaynağa başvurmalıdırlar.
19. Kelimenin Kökeni: Madde başından sonra gelen köşeli parantez içi sözcüğün köken bilgisini içermekte dir. kelam, [Ar. kelâm]
ateşin, [Far. âteşin]
aygır, [eT. adğır]
Sözcüğün kökeni bilim dünyasında yapılmış olan açıklamalar dikkate alınarak bura da belirtildi. Türkçe kelimelerde bilinen kökler ve onlara getirilen ekler aralarına küçük
Ö1MIİİ1CES0Mİ.22
S Ö ZLÜ K TEN Y A R A R LA N M A
çizgi (-) konularak ayrıldı. Türetme sırasında değişen sesler ise ( ) içine alınarak değiş miş şekli verildi. gidermek, [git-mek > gi(d)-er-mek]
artıkçılık, -ğı [art-ık-çı-lık]
İki ayrı yabancı dilden alınma kelimelerle yapılmış birleşik kelimeler arasına + işare ti konulmuştur. beyanname, [Ar. beyân + Far. nâme (mektup)']
Yabancı bir dilden girmiş olan kelimeden Türkçe bir ekle türetilmiş olanlar da küçük çizgi ile ayrıldı. Bu tür kelimelerde kökün hangi dilden geldiği ilgili maddede belirtildiği için tekrar yazılmadı. Bir bakıma Türkçeleşmiş sayıldı. balerin, [Fr. ballerine]
balerinlik, -ği [balerin-lik]
Osmanlı Türkçesi ile çalışma yapacak olanlara yardımcı olmak düşüncesiyle Arapça ve Farsça ile diğer dillerden girmiş Osmanlı Türkçesine ait kelimeler, Arap alfabesi ile köşeli parantez içinde çevriyazıdan sonra belirtildi. Madde içi açıklamalarda hacmi artır mamak için buna yer verilmedi. enkaz, [Ar. nukz (yıkıntı) > enkaz ^Uıl] (en ka:z) {OsT} is. 1. Yıkıntı; çöküntü; döküntü. 2. Bina yıkıntıları. 3. Eski hayvanların kalıntıları. S1 enkâz-ı beşer, {OsT} İnsan dökü ntüleri; kopm uş o rg a n la r ve p a r ç a la r ı.|| enkâz-ı rem îme, {OsT} K a z a y a uğram ış ve a sıl ö ğ e le r i dağılm ış tekne parçaları.\\ enkâz-ı ümmîd, {OsT} Ümit yıkıntısı. ennihayet, [Ar. fî’n-nihâyeti ii^dl ^j] ( e ’nnihayet) {OsT} zf. En sonunda; nihayet.
İki ve daha çok ayrı kelimeden oluşmuş birleşik kelimelerin arasına da + işareti ko nulmuştur: [bey+ağa+bey]
helvacıyan, [Ar. helva + T. - c ı + Far. (y)-ân]
İki ayrı kökenden geldiği sanılan ya da hangisinden kaynaklandığı açıklanamayan durumlarda her iki köken de belirtilmiş ve araya ( / ) konulmuştur, bıngıl, [bıng (yans) / eT. ban-ıl (geçkin m eyve) / bıng-ıl] ünl.
2 0 . Sözcüğün Söylenişi: Alfabemizdeki harflerle uzun söylenen ünlüler ve vurgulu heceler belirtilememektedir. Uzun ünlülerle vurgulu heceleri belirtmek için ayrı işaretlerin kullanılması doğaldır. Uzun heceler köşeli parantez içinde çevriyazı sistemi ile, ayrıca köşeli parantezden sonra parantez içinde eğik yazıyla gösterildi. ateşin, [Far. ateşin] (a:teşi:n )
tarih, [Ar. târih] (ta:rih)
örneğinde birinci ve üçüncü hece ünlülerinin uzun okunacağını gösterir. örneğinde ise ilk hece ünlüsü uzun söylenecektir.
Söyleyişle ilgili işaretlerde genel uygulama esas alındı. (:) uzun ünlüyü, (’) vurgulu heceyi,
« M
İ M
E
S
M
SÖZLÜ KTEN Y A R A R LA N M A
. 23
(-) ise Arapça kelimelerdeki gırtlak ünsüzü olan £_(ayn) harfinin söylenişini belirtmektedir:
eş'ar (eş-ar), an'ane (an-ane) k ıt'a (kıt-a)
Türkçe kelimelerde ilk hecenin sonunda bulunan ünsüz arkadan gelen hecenin ünlüsüne kayar. (gel-+-en => ge-len) Arapça kelimelerde ise ayn £_(“) ünsüz olduğu için hece
>
“ayırı”d m önceki ünsüzde biter. Yani ünsüz kendisini
k u r'a (kur-a)
takip eden heceye kaymaz.
21. İki Ünsüzle Başlayan Alıntı Kelimelerin Söylenişi: Dilimize batı dillerinden giren bazı kelimeler asıllarında iki ünsüz ile başlamaktadır. Bu tür Batı kökenli alıntılar, baştaki bu iki ünsüz arasına ünlü konulmadan yazılırlar. Bunların söylenişleri de eğik olarak parantez içinde verilmiştir. Ne var ki bu iki ünsüz arasında belli belirsiz olarak çıkarılan ünlü üst karakter ile gösterilmiştir. francala, [İt. frangiula] ( f r a ’n cala)
plan, [Lat. planum (düzlem) > Fr. plan] (p'lân)
tren, [Fr. traîner (sürüklem ek) > train] (t'ren)
2 2 . Sözcüğün A it Olduğu Dönem: Büyük parantez içindeki kısaltma, o sözcüğün hangi döneme ait olduğunu
belirtir.
{eT }
On üçüncü yüzyıldan öncesi döneme ilişkin.
{eA T }
On üçüncü yy. ile 15. yy. arasına ilişkin,
{O sT }
On beşinci yy.dan itibaren Cumhuriyete kadar Arapça ve Farsça’dan girmiş olan kelimelerdir).
{ ağız}
Bugün Türkiye’de yer alan bölgesel ağızlarla Rumeli, Trakya, Kıbrıs, Kerkük, kıs men de Kırım etkisindeki ağızlara ilişkin kelimeleri belirtmektedir.
geçen döneme ilişkin (çoğunlukla
Hiçbir açıklama konulmamış olanlar ise bugün Türkiye Cumhuriyetinde kullanılan ölçünlü Türkçenin kelimeleridir.
2 3 . Geniş Zaman Eki: Bilindiği gibi Türkiye Türkçesinde geniş zaman eki “-r”dir. Kök veya gövdesi ünlü ile biten fiillerin çekiminde bu ek olduğu gibi kullanılır: oku-mak > oku-r, taşı-mak > taşı-r gibi. Ancak sonu ünsüzle biten kimi fiillere “-er / -ar” gibi geniş sıradan, kimi fiillere de “-ir / -ır / -ur / -ür” gibi dar sıradan olan biçimi getirilir. Bununla ilgili geniş araştırmalar yapılmış olmasına rağmen bu konu henüz dilbilgisi kitaplarında yerini almış değildir. Bu konuda da kılavuzluk yapılmıştır. Fiilin aldığı geniş zaman çekim eki [-r], [-ar], [-er], [ır], [-ir], [-ur], [-ür] şeklinde belirtilmiştir. gelmek, [gel-mek] gçsz. f . [-ir ]
yazm ak, [yaz-mak] gçl. f . [ - a r ]
ö iü m iû ic e m .
S Ö ZLÜ K TEN YA R A R LA N M A
2 4 . Şimdiki Zaman Çekimi Sırasında Geriye Benzeşme: Türkiye Türkçesinde şimdiki zaman kipinin çekimi “-yor" eki ile yapılır. Bu ekin ses bilgisi bakımından bazı özellikleri vardır. Ünlü uyumu kuralları dışında kaldığı gibi ek lendiği fiil kök veya gövdesinde geriye benzeşim yapar. Geniş ünlü ile biten fiil kök veya gövdelerine getirildiği zaman son ünlüyü darlaştırır. [-(i)-yor] [-(ı)-yor] [-(ü)-yor] [-(u)-yor] O fiilin şimdiki zaman kipi çekilirken köşeli parantez [ ] içindeki biçimi alacağını belirtir. anla-mak > anl(ı)-yor [-l(ı)-y o r]
homurda-mak > homurd(u)-yor [-d (u )-y o r]
dişle-mek > dişl(i)-yor [-(i)-y o r]
kütürde-mek > kütürd(ü)-yor [-d(ü )-y or]
Şimdiki zaman çekim biçimi yalnızca fiil kökü veya gövdesi geniş, düz ünlü (/a /, /e / ) ile bitenler için verildi.
2 5 . Fiillerin Çatısı: Fiillerin çatı bakımından gösterdikleri özellikler de belirtildi. gçl. geçişli (nesne alan) fiil, gçsz. geçişsiz (nesne almayan) fiil, edil, edilgen fiil, işteş, işteşlik fiili, dörtşl. dönüşlü fiil.
Buradan, a) geçişli fiillerin hem etken oldukları hem de nesne aldıkları; b) geçişsiz fiillerin etken olmakla beraber nesne almadıkları; c) edilgen fiillerin öznesiz kullanıldıkları; d) işteş fiillerin birden çok eyleyicisi bulunduğu; e) dönüşlü fiillerde ise özne ve nesnesinin aynı kişi olduğu anlaşılmalıdır.
Karışıklığı azaltmak için ettirgen ve oldurgan gibi ikinci dereceden geçişlilik terimle rine yer verilmedi. Fiillerin en sonuncu yapıları dikkate alındı.
26. Kelimelerin Gramer Kategorileri: Kelimelerin türü açıklamalara başlamadan önce verildi: is. (isim), f . (fiil), 7,m. (zamir), sf. (sıfat), zf. (zarf), e. (edat), bağ . (b a ğ la ç) ünl. (ünlem).
Madde açıklamalarında, kelimenin gramer kategorisi kelime ile ilgili etimolojik ve telaffuz bilgilerinden hemen sonra kısaltma olarak verilmiştir. Birden çok anlamı olan kelimelerde takip eden gramer kategorisi kısaltmasına kadar önceki kategori sürmekte-
dik", [Çin. chih /diak / Moğ. çike ?/ eT. ting (a y ağ a kalkm a) > dik] sf. 1. Yatay bir eksene göre yer çeki mi doğrultusunda duran; eğik olmayan. 2. (Yol, yamaç için) eğimi çok az olan; çok yokuş. 3. Sert. 4. Aksi, ters. 5. mat. Aralarında 90 ° açıklık bulunan. 6. zf. Dik olarak; dik açı yapar biçimde. 7. Hırçın ve ters biçimde. 8. is. müz. Türk müziğinde önüne geldiği perde adını bir veya üç koma tiz yapan terim.
m
m
n ı s a z u ı i f .*
SÖZLÜ KTE N Y A R A R LA N M A
2 7. Yansımalar (Onomathopie / Ses Taklidi): Her dilde olduğu gibi Türkçede de tabiattaki ses ya da olaylardan öykünme yoluyla edinilmiş kelime sayısı oldukça fazladır. Özellikle ağızlarda bu sayı daha da çoktur. Yan sımalı kelimelerin kökünde çok defa ses taklidi yer alır. Bu kökün üzerine fiil, sıfat, isim gibi kelimeleri kurmak dilimizde oldukça kolaydır. Sözlükte madde başı olarak bu köklerin hangi ses ve durumları yansıttığı belirtildi. c ırt1, [cırd / cırt / cört (yans)] ünl. Bir yerde tutulan, sıkıştırılan sıvı ve diğer akışkanların veya domates vb. meyvelerin ezilmesiyle içindeki sıvıların dışarıya çıkmaları, fırlamaları, tepilmeleri sırasında çıkan sesi anlatan kök. cırt, cırt-a-t-m ak, cırt+ at-an , cırt-da-m ak, cırl-da-k, cırt-la-m ak, cırt-la-k, cırt-lambuk, cırt-la-m ıık, cırt-la-n, cırt-la-v-uk, cırt-la-m a, cırt-tır'-mak. cırt2, [cırt (yans)] is. Kâğıt, kumaş gibi şeylerin yırtılırken çıkardığı ses. cırt3, [cırt (yans)] ünl. Ansızın yırtılma ve bu biçimde kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan sesi anlatan kök. cırt-ık, cırt-m ak, cırt-an, cırt-la-m ıık, cırt-lak.
Daha sonra da bu kökle kurulmuş gövde ve kelimeler (yans) şeklinde köken bilgisi bölümünde verildi. cırtlak, -ğı [cırt (yans) > cırt-la-k] sf. 1. (Meyve için) olgunlaşmak ya da çok beklemekten dolayı yumu şamış, çatlamış. 2. {ağız} (Hayvan ya da çocuk için) sık sık pisleyen. 3. (Ses için) kulağı rahatsız edecek derecede ince ve tırmalayıcı. 4. {ağız} Kendini beğenmiş; şımarık. 5. {ağız} Her söze karışan. 6. {ağız} (Kişi için) biçimsiz, kuru ve ince yapılı. 7. {ağız} is. Kötü cins erik, cırtlam a, [cırt-la-ma] is. Cırtlak duruma gelme eylemi. cırtlam ak, [cırt (yans) > cırt-la-mak] g ç s z .f. [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Sebze ve meyve için) olgunlaşmak ya da çok beklemekten dolayı yumuşak bir hal almak veya çatlamak. 2. (Kâğıt, kumaş için) ses çıkararak yır tılmak. 3. {ağız} (Kuş ve kümes hayvanları için) pislemek. 4. {ağız} Fışkırmak. 5. {ağız} Düşünmeden konuşmak. 6. {ağız} (At için) dörtnala kaçmak.
2 8 . Kelimelerin Dilbilgisi Özellikleri: Kelimelerin yapılarım ilgilendiren birleştirme, pekiştirme ve grupsal özellikleri belir tildi: ikile, (ikilem e), p ek şt. (pekiştirm e), is. t. (isim tam lam ası), sf. t. (sıfat tam lam ası) vb.
2 9 . Kelimelerin Toplum Yargısına Göre Taşıdığı Değer: Kelimelerin toplum yargılarına göre taşıdığı değerler açıklama numaralarından he men sonra italik olarak verildi, argo. kaba. vb.
3 0 . Terimler: Terimlerin hangi bilim, meslek ya da sanat dalı ile ilgili olduğu belirtildi: mim. tekst, spor. tıp. as. dnz. vb.
ö I İ İ H I İ l M t S O M . 26
S Ö ZLÜ K TEN Y A R A R LA N M A
31. Arapça ve Farsçadaki Çoğul Sıfatlar: Arapça ve Farsçada çoğul sıfatlar bulunmasına rağmen Türkçede böyle bir şey yok tur. Sıfatlar çoğul olduklarında isimleşirler. Onun için bu tür kelimeler isim olarak göste rildi. büsre, [Ar. büsre] fOsT} sf. Taze. bisar, [Ar. büsre > bisâr] (bisa :r) {OsT} is. Tazeler. büzürg, [Far. büzürg] {OsT} sf. Ulu; büyük. büzürgân, [Far. büzürg > büzürgân] (büzürgâ:n) {OsT} is. Büyükler; ulular.
3 2 . Arapça ve Farsça Tamlamaların Yazımı: Arapça ve Farsça tamlamaların günümüz Türkçesinde kullanılmayanları madde için de 5 ” den sonra açıklandı. Bunların yazımında Yazım Kılavuzu esasları dışına çıkıldı. Uzatılan ünlüler (â, ü, ü, î) ile belirtildi. Diğer çevriyazı işaretleri kullanılmadı. bedayi, -i’ i [Ar. bedi‘a (güzel şey) > bedayi1] (b ed a.y i) {OsT} 1. Geçmişte görülmemiş, yeni icat edilmiş güzel şeyler. 2. Güzel konuşmalar. S1 bedâyi-âşinâ, {OsT} G üzelliği tanıyan; güzellikten anlayan. || bedâyi-i âsâr, {OsT} E serlerin gü zellikleri.|| bedâyi-i lâfziye, {OsT} Ş ekil g ü z ellik leri; sö z g ü zellikleri.|| bedâyi-i mâneviye, {OsT} K a v ra m sal güzellikler.\\ bedâyi-perver, {OsT} S a n a tk âr.|| bedâyi-pesend, {OsT} G ü zelleri ve gü zellikleri sev en .||bedâyi-şinâs, {OsT} G ü zelliği tanıyan; g ü zelden anlayan.
3 3. Eş ve Yakın Anlamlı Sayılan Açıklamalar: Farklı ortam ve kesimden kişilerin anladığı, bildiği kelime ve anlatım farklı olacağı düşüncesi ile kavramlar açıklanırken aynı anlama gelen kelime, cümle, deyim ve benzeri açıklamalar aralarına (;) konularak sıralandı. ■5 bilâ-ihtâr, {OsT} H atırlatm adan ; ikaz etm eden ; uyarm adan. bildirilmek, [bil-dir-il-mek] edil. f . [-ir ] Başkası tarafından bildirme işi yapılmak; haber verilmek; duyu rulmak. bildirim, [bil-dir-im] is. İ. Yazılı açıklama. 2. Yazılı bildirme; tebliğ. 3. Yazılı duyurunun yapıldığı kâ ğıt; ihbarname. S bildirim ödencesi, huk. S özleşm e g e r e ğ i h a b e r v erm eden y a p ıla n b ir tica r î uygula m adan k a r şı tarafın uğradığı z a r a rı k a r şıla m a k ü zere y a p ıla n ö d em e; ih b a r tazminatı.
3 4 . Arapçadaki Dişillik / Erillik Durumu: Arapça isimlerde dişillik (müennes) ve erillik (müzekker) söz konusudur. Açıklamalar erillere aittir. Dişiller ancak ayrı bir anlamda kullanılmış ise ayrı bir madde başı yapılarak açıklanmıştır. Diğer hallerde dişil biçimi köken bilgisi içinde / (eğik çizgi) ile ayrılarak verilmiştir. hafîd, [Ar. hafîd a*İ=-] (h afı:d ) is. Çocuğun erkek çocuğu; erkek torun, hafide, [Ar. hafide
(h a fı:d e) is. Kız torun.
3 5. Osmanlıca Dizin: Osmanlıca çalışma yapacaklara kolaylık olması bakımından sözlüğün sonuna Osman lIca Dizin konulmuştur. Dizin Osmanlı Türkçesi alfabe sırasına göredir.
ARAP ASILLI TÜRK ALFABESİNİN ÇEVRİYAZI KARŞILIKLARI Adı
Temel şekil
Çevriyazı
Temel Şekil
Adı
Çevriyazı
â
a*
sad
ş
dad
z/d
elif (medli) elif (ötreli) elif (esreli) elif (üstünlü)
T î
I 'l
ö, ü i
i
tı
t
a
i
zı
z
3
f-
hemze
j'
elif+vav (başta)
0, ö, u, ü, ü
t
elif+ye (başta)
1, İ, 1
be
O
t
c
gayın
g
lİ
fe
f
b
3
kaf
k
pe
p
il
kef
k
te
t
S
gef
g n g /fl
ö
se (peltek)
s
S
sağır kef (kef-i nünî)
c
cim
c
J
lâm
1
c
ha
h
r
mim
m
c
hı (hırıltılı)
h
ü
nun
n
i
dal
d
3
vav
V
i
zel (peltek)
z
3
uzatan vav
ö, ü
J
rı
r
A
he
h
j
ze
z
“ 4.
güzel he
e, a
3
je
j
iJ
ye
y
lT
sin
s
Lf *
uzatan ye
I
J 1
şın
Ş
Eski Türkçe kelimelerde yukarıdakilerden farklı olarak kullanılanlar: (Çift dudak v ’si = w) v (suv, ivmek) i
aym
(D/Z arası Y )
d (budun, adak)
KISALTMALAR
{ağız} akust. Alm. anat. antr. Ar. Argıı. Arn. as. aynı. Az. b. bağ. e. bağ. balkç. bank. baynd bilş. biy. biy-kim. bol. Brez. bsy. çev. coğ. Çağ. çocuk d. çok. darl. dbl. diplms. dm. dönşl. [DS] dy. e. ecz. ed. edil. eğit. ekon. elkt. elktron. Erme. {eAT} {eT} f Far. fel. fiz. fizy. folk.
ağızlar akustik Almanca anatomi Antropoloji Arapça Arguca Arnavutça askerlik aynı anlamda Azerice birleşik bağlama edatı bağlaç balıkçılık bankacılık bayındırlık bilişim biyoloji biyo-kimya botanik Brezilya yerli dili bilgisayar çevre bilimi coğrafya Çağatayca çocuk dili. çokluk (çoğul) anlam daralması dilbilgisi diplomasi denizcilik dönüşlü fiil Derleme Sözlüğü demiryolu edat eczacılık edebiyat edilgen (pasifi fiil eğitim ekonomi elektrik elektronik Ermenice Eski Anadolu Türkçesi Eski Türkçe fiil Farsça felsefe fizik fizyoloji folklor
fotoğrafçılık Fransızca geçişli fiil gçi geçişsiz fiil gçsz. geom. geometri anlam genişlemesi gnşl. gök bilimi gök b. Gürcüce Güre. güz/, sntl. güzel sanatlar hattatlık hat. havacılık havc. Hint dilleri Hint. Hristiyanlık hrist. hukuk huk. İbra. İbranice ikile. ikileme iletişim iletş. İngilizce Ing. inş. inşaat İrlanda dili (Keltçe) İri. isim is. isim tamlaması is. t. İsi. fel. İslam felsefesi İspanyolca Isp. istatistik. istk. işteş fiil işteş. İtalyanca İt. jeol. jeoloji kısalt. kısaltma küçült. küçültme kütüphanecilik kütp. hat. Latince Macarca Mac. maden. madencilik mal. maliye mantık man. matematik mat. matbaacılık matb. mecaz. mecaz anlam mekanik mek. meteoroloji meteo. metalürji metlj. meyve. meyvecilik mimarlık mim. mineraloji min. Moğolca Moğ. muhasebecilik muh. müzik müz. Norv. Norveççe nükleer fizik nükl. olumsuz otsuz. org-kim. organik kimya
fot. Fr.
ormancılık Osmanlı Türkçesi otomobilcilik özlük ismi pekiştirme Portekizce psikoloji psikiyatri radyoculuk ve radyo tekniği resim Rusça Sagayca Sanskritçe sanayi sıfat sf sıfat tamlaması sf. t. Sinemacılık sin. siyaset siy. Slavca Slav. Soğdca Soğd. sosy. sosyoloji spor. spor standart stand. süslemecilik süsl. Türkçe T. tarihle ilgili tarih tasvf. tasavvuf teknik tek. tekstil tekst. telkom. telekomünikasyon terz. terzilik tıp tıp. Tibetçe. Tib. ticaret tic. tiyatro tiy. teklifsiz tkz. Toh. Toharca topografya topg. televizyonculuk tv. Ukrayna dili Ukr. ulaştırma ulaş. uzay uz. ünlem ünl. vet. veterinerlik Yansıma (onomatophie) yans. yar d. f. yardımcı fiil yönetim yönt. Yun. Yunanca zarf z/ zamir zm. zooloji zool.
orm. {OsT} oto. öz. pekşt. Port. psikol. psyk. rady. res. Rıts. Sagay. Sansk. sany.
KAYNAK KISALTMALARI (Kitap bilgileri için KAYNAKLAR’a bakınız.) [AAS] Aydın Ağzı ve Sözlüğü.
[KB] Kutadgu Bilig
[ARAT] Eski Türk Şiiri
[L.V. Dmitrieva] The Language of Barabin Tatars
[AVP] Lehce-i Osmanî
[L] / [ML] Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansik lopedi.
[Bahşayiş] Bahşayiş Lügati [BERKE VARDAR] Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü [Brockelman] Osttürkische der islamischen Litteratursprachen Mittelasiens
[Mirşan] Alfabetik Yazı Başlangıcı, Prototürkçe Ya zıtlar Hakkında Konferans, Alfabetik Yazı Başlan gıcı [Mühennâ] İbn-i Mühennâ Lügati
[Bürhan-ı Katı’] Mütercim Âsim Efendi
[Naîma] Naima Tarihi
[Clauson] An Etymological Dictionary of PreThirteenth-Century Turkish
[Nevâyî] Muhakemet’ül-Lügateyn
[DD] Derleme Dergisi
[Nişanyan] Sözlerin Soyağacı [OKD] Oğuz Kağan Destanı
[Deny] Grammaire de la Laguage Turque [Deş] Farsça-Türkçe Sözlük, Amasyalı Deşişî Mehmet Efendi
[Olcay] Erzurum Ağzı [Starostin] Turkic Etymology
[DK] Dede Korkut Kitabı
[T. GÜLENSOY] Makaleler
[DLT] Divanü Lügat-it-Türk
[Tekin] Orhon Yazıtları
[DS] Derleme Sözlüğü
[Tietze] 1. Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lü gati 2. Anadolu Türkçesindeki Yunanca, İslavca. Arapça ve Farsça Ödünçlemeler Sözlüğü
[EG] Erzurum İli Ağızları [EREN] Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü [ETY1 Eski Türk Yazıtları
[TS] TDK, Tarama Sözlüğü.
[EUTS] Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü
[Tzitzilis] Griechische Lehnwörter im Türkischen
[Eyuboğlu] Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü
[Üç İtigsizler] Üç İtigsizler
[Fatih’in Yarlığı] Fatih Sultan Mehmed’in Yarlığı
[Vâsıf] Divan-ı Vâsıf
[Gabain] Eski Türkçenin Grameri
[YE] Yunus Emre
[İKPÖy.] İyi Kötü Prens Öyküsü
[Yüknekî] Atabet’ül-Hakayık
[Kadı Burhaneddin] Divan-ı Kadı Burhaneddin
[Zülfikar] Türkçede Ses Yansımalı Kelimeler
İŞARETLER S
Madde başında açıklanan kelimeyle başlayan de yim, terim, ikileme ve çeşitli kelime gruplarına başlangıç yeri. Deyim, terim, ikileme ve çeşitli kelime grupları arası açıklama sonu.
;
Madde başı ya da açıklamalarla ilgili eş anlamlı ve yakın anlamlı kelime ve kelime grupları ayrımı
:
Uzun hece (bu işaretten önceki ünlü uzun söyle nir.)
’
Vurgulu hece (bu işaretin bulunduğu ünlüyü ta şıyan hece vurgulu söylenir.)
:’
Vurgulu ve uzun hece (bu işaretin bulunduğu ün lüyü taşıyan hece hem uzun hem de vurgulu söy lenir.)
-*■ Açıklaması için gönderme yapdan sözcüğe bakı nız. > ....’den gelmiştir. (eski > yeni) (adığ > ayı) ayı, kelimesinin eski bi çimi “adığ”dır. (Yabancı dil > aynı yabancı dil) (Ar. bâb (kapı) > bevvâb) “bevvâb” sözcüğü Arapça’da “bâb” söz cüğünden gelmedir. (Yabancı dil > başka yabancı dil) [Lat. baccalarius (genç adam) > Fr. baccalaurat] “bakalorya” söz cüğü Latinceden Fransızcaya, oradan da alıntı ola rak dilimize geçmiştir. => Başka dilden alınan ve ses değişikliğine uğramış kelime (Far. culahm => çulha) [ ] fiilin geniş zaman ve şimdiki zaman çekimlerinde aldığı ek.
KAYNAKLAR Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Prof. Dr. Berke VARDAR ve ark. ABC Kitabevi, 2. b. İs tanbul, 1998
Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü II, Deyimler Söz lüğü, Ömer Asım AKSOY, Türk Dil Kurumu 325/2, Ankara, 1976
Açıklamalı-Notlu Divan Şiiri Antolojisi, H. Erdo ğan CENGtZ, Aydın Kitabevi, Ankara, 1967
Atebetü’l-Hakayık, Edib Ahmet b. Mahmud Yüknekî, haz. Reşit Rahmeti ARAT, TDK y. 2. bas. Ankara, 1992 [Yüknekî]
Ağız Araştırmaları Bilgi Şöleni, TDK. y. 1999. VI+138 s. Alfabetik Yazı Başlangıcı, Kâzım Mirşan, 1994 Anadilden Derlemeler, [Derleyenler] Hamit Zübeyr [KOŞAY]- İshak Refet [IŞITMAN], Ankara, 1932 Anadilimizin Söz Denizinde, Prof. Dr. Doğan AK SAN, Bilgi y. Şubat 2002, İstanbul. Anadolu Ağızlarında İsim Çekim (Hâl) Ekleri. Ahmet BURAN, TDK. y. 1996. XVII+326 s. Anadolu Ağızlarında Sıfat-Fiil Ekleri, Ahad ÜSTÜNER, TDK. y. 2000. XXIII+196 s. Anadolu Ağızlarından Toplamalar, Ahmet CAFEROĞLU, TDK. y. 1994. XXIV+269 s. Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması, Leyla KARAHAN, TDK. y. 1996. XVII+203 s. + har.
A Turkish and English Lexicon, J. W. REDHOUSE, Constantinople, 1890 Aybastı Ağzı (İnceleme-Metin-Sözlük), Mehmet AYDIN, TDK. y. 2002. XVIII+167 s. Aydın Ağzı ve Sözlüğü, Arif A. UYG UÇ, Aydın, Eylül 2005 Azerbaycan Dilinin Dialektoloji Lügeti, (Red.) R. E. RÜSTEMOV, M. Ş. ŞİRALİYEV, Bakı 1964. Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügeti, (Red.) E.E. ORUÇOV, 4 c. Bakı, 1964-1987 Azerbaycan Türkçesi Sözlüğü I-II, Seyfettin ALTAYLI, Millî Eğitim Bakanlığı Y. 2468, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 640, Sözlük Dizisi: 1, İstanbul, 1994
Anadolu Dialektolojisi Üzerine Malzeme I, Ahmet CAFEROĞLU, TDK. y. 1994. XIII+216 s.
Bahşayiş Lügati (Eski Oğuzca Satırarası Tematik Sözlük), Fikret TURAN, Bilimsel Akademik Y a yınlar, İstanbul, 2001
Anadolu Dialektolojisi Üzerine Malzeme II , Ah met CAFEROĞLU, TDK. y. 1994. VI+171 s.
Bartın ve Yöresi Ağızları, Zeynep KORKMAZ: TDKy. Ankara 1994.
Anadolu İlleri Ağızlarından Derlemeler, Ahmet CAFEROĞLU, TDK. y. 1995. XXIII+288 s.
Başlangıcından Günümüze K adar Büyük Türk Klasikleri, Tarih, Antoloji, Ansiklopedi, 1-10, Ötüken- Söğüt Y. İstanbul, 1985-1990
Anadolu İlleri Ağızlarından Derlemeler. Ahmet CAFEROĞLU: 2. bs. TDK y. Ankara 1995. Anadolu Türkçesindeki Yunanca, tslavca, Arapça ve Farsça Ödünçlemeler / Wörterbuch der griechischen, slavischen, arabischen und persischen Lehnwörter im Anatolischen Türkisch, Andreas Tietze, Derleyen Mehmet Ölmez, Simurg, Istanbul, 1999 [TIETZE] An Etymological Dictionary of Pre-ThirteenthCentury Turkish, Gerard CLAUSON, Oxford, 1972 [Clauson]
Batı Dilleri Kelimelerine Karşılıklar Kılavuzu, Ke mal DEMİRAY, TDK Ankara, 1972 Biyoloji Terimleri Sözlüğü, [haz] Prof. Dr. Sevinç KAROL - Prof. Dr. Zekiye SULUDERE - Prof. Dr. Cevat AYVALI, Ankara, TDK, 1998 Bölge Ağızlarında Atasözleri ve Deyimler (I)-II, Ömer Asım AKSOY ve ark. TDK Ankara, 1996 Budunbilim Terimleri Sözlüğü, Prof. Dr. Sedat Veyis ÖRNEK, TDKy. 1973
Anlambilim - Anlambilim Konuları ve Türkçenin Anlambilimi, Prof. Dr. Doğan AKSAN, Engin y. Ankara 1998
Burhân-ı Katı, MÜTERCİM ÂSİM EFENDİ: (Tür kiye Türkçesi Sözlükleri Projesi Eski Sözlükler Dizisi: 2) (hzl.). Prof. Dr. Mürsel ÖZTÜRK-Dr. Derya ÖRS. TDK y. Ankara 2000.
Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Doç. Dr. Mücteba UĞUR, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınla rı: 76, Ankara 1992
Büyük Fransızca-Türkçe Sözlük (Grand Dictionnaire Français-Turc), Tahsin Saraç, Adam y. 1994/ 1999
An Uyghur-English Dictionary, Henry G. SCH WARZ, Bellingham, 1992
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Gazetesi
Arapça-Türkçe Sözlük, Hikmet Özdemir-Suat Ce beci, Alcçağ y. 1996
Büyük Türk Lügati, I (1927) MEB, II (1928) MEB, III (1943) TDK, IV (1945) TDK yay Hüseyin Kâzım Kadri, İstanbul.
Arpaçay Köylerinden Derlemeler, Selahâttin OL CAY - A. Bican ERCİLASUN - Ensar ASLAN, 1988.398 s.
Büyük Türk Sözlüğü, (Hayat) (Şevket RADO), İs tanbul, tarihsiz.
KAYNAKLAR
ÜTÖMIUlCtSöM.
Büyük Türkçe Sözlük, D. Mehmet DOĞAN ve ark. Birlik Yayınları, Ankara, 1986
Eski Türkçede İsim-Fiiller, Doç. Dr. Kemal ERASLAN, İ.Ü. Ed. F. y. İstanbul, 1980
Çuvaş Sözlüğü, H. Paasonen, TDKy. İstanbul, 1950
Eski Türkçenin Grameri, A. Von GABAİN, Çev. Mehmet AKALIN, TDK. y. Ankara, 1988 [Gabain]
Dede Korkut Kitabı II, İndeks-Oramer, Doç. Dr Muharrem ERGİN, TDK. y. Ankara 1963 [DK| Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar, Semih Tezcan, Yapı Kredi Yayınları, 1. bs. İstanbul, Ni san 2001
Eski Türkçenin İzlerinde, (Prof. Dr.) Doğan AK SAN, Simurg y. İstanbul, 2000
Derleme Sözlüğü 11+ Ek e. 2. bs. TDK y. Ankara 1993. [DS]
Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Ahmet Talat ONAY, haz: Doç. Dr. Cemal KURNAZ, TDV y. Ankara, 1992.
Derleme Sözlüğü ve Kavramlar Dizini I. Tomris TUNÇ, TDK. y. 1995. 985 s.
Eski Türkiye Türkçesinde Edatlar ve Zarf-Fiiller, Kamil TİKEN, TDK. y. 2004. XX+177 s.
Derleme Sözlüğü ve Kavramlar Dizini II. Tomris TUNÇ, TDK. y. 1995.991 s.
Eski Türkiye Türkçesi XV. yüzyıl. Gramer-metinsözlük, Faruk K. TlMURTAŞ, İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi y. 1977.
Derleme Sözlüğü ve Kavramlar Dizini III. Tomris TUNÇ, TDK. y. 1994. 945 s. Dictionnaire Larousse Ansiklopedik Sözlük, Milli yet Gazetecilik A.Ş. 1993-1994 Dilbilgisi ve Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Dr. Meh met HENGİRMEN, Ankara 1999 Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, Prof. Dr. Berke VARDAR, Multilingual, İstanbul, 1998 Divanü Lûgat-it-Türk Dizini, TDK y. Ankara 1972. Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi I-IV. Besim ATALAY, 3. bs, TDKy. Ankara, 1992 Divân-ı Vâsıf, Vasıf Osman Bey (Enderunlu), Takvim-i Vekayi, (İstanbul), 1841. Diyarbakır İli Çüngüş ve Çermik Yöresi Ağzı, Sadettin ÖZÇELİK-Erdoğan BOZ, TDK. y. 2001. X + 252 s. Doğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar, Ahmet CAFEROĞLU, TDK. y. 1995. Doğu Rodop Türk Ağızları Sözlüğü, Mefküre MOLLOVA, TDK. y. Doğu Trakya Yerli Ağzı (İnceleme-Derleme-Dizin), Selahattin OLCAY, TDK. y. 1995. 92 s. Edebiyat Lügati, Tahir ONGUN, İstanbul, 1936 Edebiyat ve Tenkit Sözlüğü, Mustafa Nihat ÖZÖN, İnkılap, İstanbul, 1954 Edirne İli Ağızları, Emin KALAY, TDK. y. 1998. 268 s. Elazığ Yöresi Ağızlarından Derlemeler I . , TDK. y. Tuncer GÜLENSOY - Ahmet BURAN, TDK. y. 1994. 239 s. Erken-Türk Devletleri ve Türük Bil, Kâzım Mirşan Erzincan ve Yöresi Ağızları (İnceleme-MetinlerSözlük), Mukim SAĞIR, TDK. y.. 1995. XIII+ 435 s. Erzurum Ağzı, Selahattin OLCAY: (İnceleme-Derleme-Sözlük). TDKy. Ankara 1995. Erzurum İli Ağızları, 3 c. Efrasiyap GEMALMAZ. Atatürk Ü. y. Ankara 1978. [EG]
Eski Türk Şiiri, Reşid Rahmeti ARAD, TDK y. Ankara, 1965 [ARAT] Eski Türk Yazıtları, Hüseyin Namık ORKUN, TDK. Ankara, 1987 [ETY] Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, A. CAFEROĞLU, TDKy. İstanbul, 1968 [EUTS] Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Ali Osman TATLISU, Anka ra, 1963 Eşanlamlılık Sorunu ve Türk Yazı Dilinin Eskili ğinin Saptanmasında Eşanlamhlardan Y a ra r lanma, Prof. Dr. Doğan AKSAN, Türkoloji Der gisi, VI/1, Ankara: DTCF, 1-14 (Bu yazı ayrıca I. Türk Dili Bilimsel Kurultayına Sunulan Bildiriler 1972 [Ankara: TDK, 1975, 531-542] içinde ya yınlanmıştır). Et-T uh fetü ’s-Seniyye ilâ H azreti’l Haseniyye, (Farsça-Türkçe Sözlük), Amasyalı Deşişî Mehmet Efendi, (1580). (TDK Tarama Sözlü ğü’nden) Fatih Sultan M ehm ed’in Yarlığı, Prof. Dr. R. Rahmeti Arat, Makaleler C. l.'T K A E , Ankara 1987:s.738 [Fatih ’in Yarlığı] Felsefe Terimleri Sözlüğü, Prof. Dr. Bedia AKAR SU, g. 3. bs. Savaş y. Ankara 1984 Fransızca-Türkçe / Türkçe-Fransızca Bilge Büyük Sözlük (Okunuşlu, Örnekli, Açıklamalı), Ah met Çetin Ertürk, Kendi y. 1999 “Griechische Lehnwörter im Türkischen (mit besonderer Berücksihtungung der Anatolischen Dialekte)”, Christos TZİTZİLİS, Österreiche Akademie der Wissenschaften, philosop hisch-historische Klasse. Shiriften der Balkan kommission, lingustusche Abteilung 33. Wien, 1987 Güney-Batı Anadolu Ağızları, Zeynep KORKMAZ, TDK. y. 1994. XXXVII+130 s. Güneydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar, Ahmet CAFEROĞLU, TDK. y. 1995. XVIII+ 318 s.
H M N S X M .»
Güzel Sanatlar Terimleri Sözlüğü, Adnan TURA NI, TDK. y. Ankara, 1968 G ram m aire de la Language Turque (dialecte Osmanli), Jean Deny, Paris 1921, Bibliotèque de l’é Ecole des Langues Oriantales Vivantes Griechische Lehnw örter im Türkischen, (mit besonderer Berücksichtigung der anatolischen Dialekte) Wien, 1987. (Linguistische Abtei lung)
KAYNAKLAR
Kazak Türkçesi Sözlüğü, Tere. Hasan ORALTAY, Doç. Dr. Nuri YÜCE, Saadet Pınar, Türk Dünya sı Araştırmaları Yayını: 8, İstanbul, 1984 Kırgız Sözlüğü, 1 Prof. K. K. YUDAHİN: (A-J) (Çev. Abdullah Battal TAYMAS. TDK y. Anka ra 1945. Kırgız Sözlüğü, II Prof. K. K. YUDAHİN: (K-Z) Çev. Abdullah (Battal) TAYMAS, TDK y. Anka ra 1945
Halkbilim Terimleri Sözlüğü, Prof. Dr. Orhan ACIPAYAMLI, TDK y. Ankara, 1978
Kuşlar- Türkiye’nin Av ve Yaban Hayvanları, 2. kitap, Nihat Turan, OGM Ankara, 1990
Hayeran Parkirk (Ermenice Sözlük - Türkçe Karşılıklarıyla) Armenian Dictionary, Keğam Kerovpyan, Aras y. 2002
Kutadgu Bilig III İndeks, Reşid Rahmeti ARAT, Haz: Kemal ERASLAN, Osman F. SERTKAYA, Nuri YÜCE, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1979 [KB]
İbni-Mühennâ Lügati, Abdullah Battal TAYMAS, TDKy. Ankara 1997. 3. bs. imla Kılavuzu, Türk Dil Kurumu, Ankara, 1996 2000 İngilizce - Türkçe Sözlük, Hamit Atalay 2 Cilt Türk Dil Kurumu Yayınları, 1999 İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Selahaddin ŞAR, İs tanbul, 1964 İslâmî, İlmî, Edebî, Felsefî Yeni Lügat, Abdullah YEĞİN, Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1992 İştikakçınm Köşesi, Şinasi TEKİN, Simurg, İstan bul, 2001 İyi ve Kötü Prens Öyküsü, (Dunhuang Mağarasında Bulunmuş Buddhacılığa İlişkin Uygurca El Yaz ması İyi ve Kötü Prens Öyküsü) HAMİLTON, James Russel, Çev. Vedat KÖKEN, TDK. Anka ra, 1998 [İKPÖy.] İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, Necmeddin Halil ONAN, İstanbul, 1940 İzahlı Edebî Sanatlar Antolojisi, Mehmet KARA CA, İstanbul, 1960 Kamus-ı Osmânî, Mehmet Salahı, İstanbul, 1313 Kamus-i Türkî, Şemseddin Sami, Çağrı y. 7. b. İstanbul 1996 (Dersaadet İkdam Matbaası, Babıali Caddesinde daire-i mahsusasında, 1317, sahip ve naşiri: Ahmed Cevad) tıpkıbasımı, Karaçay-M alkar Türkçesi Sözlüğü, Ufuk TAVKUL, TDK. y. 2000. VIII+510 s. Kars İli Ağızları (Ses Bilgisi), Ahmet B. ERCİLASUN,TDK. y. 2002.VIII+386s. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü I-II, Kül tür Bakanlığı Yayınları, 1371, Kaynak Eserler Dizisi: 54, Başbakanlık Basımevi, Ankara Keban, Baskil ve Ağın Yöresi Ağızları, Ahmet BU RAN, TDK. y. 1997.224 s. Kırşehir ve Yöresi Ağızları (İnceleme-MetinlerSözlük), Ahmet GÜNŞEN, TDK. y. 2000. XXIV+506 s. Kütahya Yöresi Ağızları, Tuncer Gülensoy, TDK. y. 1988. X X X +257 s.
Kuzeydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar. Ahmet CAFEROĞLU: 2. bas. TDK y. Ankara 1994. Kuzeydoğu Bulgaristan Türk Ağızları Üzerine Araştırmalar, Hüseyin DALLI, TDK. y. 1991. 201 s. Latince Türkçe Sözlük, Sina Kabaağaç - Erdal Alova, 1995. Lehce-i Osmanî, Ahmet Vefik Paşa, (tabıcedit) İs tanbul, 1306 (1888/1889) Lehce-i Osmanî, Ahmet Vefık Paşa, Haz. Prof. Dr. Recep TOP ARLI, TDK Ankara; 2000 Lehcetü’l-Lügat, ŞEYHÜLİSLAM MEHMED ESAD EFENDİ: (Türkiye Türkçesi Sözlükler Proje si Eski Sözlükler Dizisi: 1) (hzl.). Doç. Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ. TDKy. Ankara 1999 Lûgat-ı Nâci, Muallim Nâci, İstanbul. Lûgat-i Çağatay ve Türki-i Osmanî, Süleyman (Şeyh Süleyman Efendi-yi Buharı), İstanbul, 1298 (1881) Makedonya ve Kosova Türklerince Kullanılan Atasözleri ve Deyimler, HAMDİ HAŞAN, TDK. y. 1997. Malatya İli Ağızları, Cemil GÜLSEREN: (İnceleme-Metinler-Sözlük ve Dizinler). TDK y. Ankara 2000 . Mantık Terimleri Sözlüğü, Doç. Dr. Teo GRÜNBERG- Dr. Adnan ONART, TDK. y. Ankara 1976 Matematik Terimleri Sözlüğü, Hilmi HACISALİHOĞLU - Akif HACIYEV - Varga KALANTAROV - Arif SABUNCUOĞLU - Lawrecne M. BROWN - Ertan İBİKLİ - MSC SEVİM BROWN, TDK y., Ankara 2000. Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, İstanbul, 1973. 12 c. Muhakemetü’l-Lügateyn (İki Dilin Muhakemesi), Ali Şîr Nevâyî, TDK, Ankara 1998 (Haz. F. Se ma BARUTÇU ÖZÖNDER) [Nevâyî]
İ M M® SOM. M
KAYNAKLAR
Naima Tarihi, Mustafa Naîma Efendi, Zuhuri Da nışman Yay. (t. ?) [Naîma] Nevşehir ve Yöresi Ağızlan, Zeynep KORKMAZ: TDK y. Ankara 1994. XVI+ 230 s. Nükleer Enerji Terimleri Sözlüğü, Mazhar BOY LA-Yılmaz CANKÜYER, TDK, Ankara, 1995 Oğuz Destanı, (Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili), Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi TOOAN, 2. bs. İstanbul, 1982 Oğuz Kağan Destanı, W. Bang-G.R. Rahmeti (Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1936’dan ayrı bas.) MEB, İstanbul, 1970 [OKD] XV . Yüzyıl Başlarında Yapılmış «Satır Arası» K ur’an Tercümesi, İkinci Cilt (Sözlük), Mu hammet Bin Hamza, Haz. Dr. Ahmet TOPALOĞLU, Kültür Bakanlığı, 300, Araştırma ve İn celeme Eserleri: 5, İstanbul, 1978 X I. Yüzyıl Türk Şiiri, Divanü Lugati’t-Türk’teki Manzum Parçalar, Prof. Dr. Talat TEKİN, Türk Dil Kurumu Yayınları: 541, Ankara 1989 X III. Asırdan Günümüze K adar Kitaplardan Toplanan Tanıklarıyla Taram a Sözlüğü, T.D.K. y. 5 c, İstanbul, 1943-1957 XIII. Yüzyıldan Beri Türkiye Türkçesi ile Yazıl mış Kitaplardan Toplanan Tanıklarıyla Ta rama Sözlüğü, T.D.K. y. 8 c, Ankara, 1963-1977 [T.S.]
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü IIII, Mehmet Zeki PAKALIN, MEB, İstanbul 1971. Osmanlı Türkçesi Grameri. Eski yazı ve imla Arapça-Farsça- Eski Anadolu Türkçesi. Faruk K. TİMURTAŞ, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1979. Osmanlı Türkçesinde Yeni Farsça Alıntılar Sözlü ğü, S. Stachowski, Simurg y. 1998 Osttürkische der islamischen L itteratu rsp rachen Mittelasiens, Brockelman, Carl, Leiden, 1954 Prototürkçe Yazıtlar Hakkında Konferans, Kâzım Mirşan. Resimli Türkçe Kamus, Raif Necdet Kestelli, Hazır layanlar: Prof. Dr. Recep TOPARLI, Belgin Tezcan AKSU, Canan Selvi KANOĞLU, Seyfullah TÜRKMEN, Türk Dil Kurumu Yayınları: 842, Ankara 2004, XI+741 s. Rize İli Ağızları, Turgut GÜNAY, TDK. y. 2002. 335 s. Rusça Temel Sözlük (Rusça-Türkçe / TürkçeRusça), Tamara Ribaçenko, Multilingual Y. Dil. y. 2004 Sanat Terimleri Sözlüğü, Adnan TURANI, Remzi K. 7. b. İstanbul, 1998 Sevda Lügati, Mehmet Celal, İstanbul, 1330
Ordu İli ve Yöresi Ağızları (İnceleme-Metin-Sözlük), Necati DEMİR, TDK. y. 2001. 359 s.
Sivas ve Tokat İlleri Ağızlarından Toplamalar. Ahmet CAFEROĞLU: 2. bs. TDK y. Ankara 1994.
Orhon Türkçesi Grameri, Talat TEKİN, (Yay: Mehmet Ölmez) Türk Dilleri Araştırmaları Dizi si, Ankara 2000
Sosyoloji Sözlüğü, Gordon MARSHALL, Çev. Os man AKINHAN-Derya KÖMÜRCÜ, Bilim ve Sanat y. Ankara, 1999
Orhon Yazıtları, Prof. Dr. Talat TEKİN - TDK. An kara, 1988 [Tekin]
Taram a Sözlüğü I- VIII, TDK 2. b. Ankara, 1996
O rta Anadolu Ağızlarından Derlemeler, Ahmet CAFEROĞLU: 2. bs. TDKy. Ankara 1995. O rta Asya'da Bulunmuş Kur'an Tefsirinin Söz Varlığı (XII.-XIII. Yüzydlar), A K. BOROVKOV, (çev.) H. İ. USTA-E. AMANOĞLU, TDK. y. 2002. 366 s. Osmaniye-Tatar Ağzı, Fatma ÖZKAN, TDK. y. 1997. VI11+152 s. Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ferit DEVELLİOĞLU, (Y. hz. Aydın Sami Güneyçal) Aydın Kitabevi, Ankara, 2000 Osmanlıca-Türkçe Sözlük, Mustafa Nihat ÖZÖN, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1959 OsmanlIlardaki Tıp Eserlerinin Tıbbi Terminoloji Açısından Kısa Bir Değerlendirilmesi, Esin KAHYA, Journal of Turkish Studies (Türklük Bilgisi Araştırmaları) Dosya: In Memoriam Agah Sırrı Levend 3 (Hatıra Sayısı) Sayı: 24 / 3, 2000 Harvard University
Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati, Andreas TİETZE, C. 1, A-E, Simurg, Österreiche Akademie Der Wissenschaften, Istanbul-Wien 2002 [Tietze] Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Prof. Dr. Özer OZANKAYA, g.3.b. Savaş y. Ankara, 1984 Temel Türkçe Sözlük, Kemal DEMİRAY, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1982 Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştirilmiş ve Genişle tilmiş Kâmûs-ı Türkî, Tercüman Gazetesi/ Yapı Kredi Bankası, İstanbul, 1985 The
Language
of
Barabin T atars, (33MK L. V. Dmitrieva, Lening
6apa6n H C K H X T aT ap )
rad, 1981 Trabzon-Maçka Etimoloji Sözlüğü, Kudret EMİROĞLU, 1989 Türk Atalar Sözü Hâzinesi, İ. Hilmi SOYKUT, Ülker Yayınları, İstanbul, 1974 Türkçe Bitki Adları Sözlüğü, Prof. Dr. Turhan BAYTOP, 2. b. TDKy. Ankara, 1997
ı r a i n t » i i i i . 35 Türkçede Eklerin Kullanılış Şekilleri ve Ek Kalıp laşması Olayları, Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ, TDK. Ankara, 1994 Türkçede Fiilimsiler, Nesrin BAYRAKTAR, TDK. y. 2004. XVIII+397 s. Türkçede Fiillerden Türetilmiş İsimlerin Morfolo jik ve Semantik Yönden İncelenmesi, Güler MUNGAN, Simurg y. İstanbul, 2002 Türkçede Ses Yansımalı Kelimeler, İnceleme-Sözlük, Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR, TDK Ankara, 1996. [Zülfıkar] Türkçedeki Yabancı Kelimeler Sözlüğü, Gökdal Okay, 2001 Art Basın Yayın Türkçede Yakın ve K arşıt Anlamlılar Sözlüğü, Özcan YALIM, 1. b. İmge y. Ankara 1998 Türkçe - Fransızca Büyük Sözlük, Yalçın Kocabay kendi y. 5. bs. Türkçe İlk Kur'an Tercümesi, Karahanlı Türkçesi, Prof. Dr. Aysu ATA, TDK. y. XXXVIII + 964 s.
KAYNAKLAR
Türkisch-Deutsches Wörterbuch, Türkçe- Almanca Sözlük, von Karl STEUERWALD, Otto HARRASOWiTZ Verlag, Wiesbaden, ABC Yayınevi, İstanbul. Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi IIII, Türk Dil Kurumu, İstanbul, 1939-1940-1942 [DD) Türklerde Halıcdık Terimleri ve Halıcılığın Men şei, Lydia RÂSONYİ, Türk Kültürü, s. 103, s. 614(46). Türk Sözünün Aslı, Hüseyin Namık ORKUN, TDK. y. 2004. 36 s. Urfa Ağzı. URFALI KEMAL EDİP: TDK y. Ankara 1991. 2. bs. Urfa Merkez Ağzı, Sadettin ÖZÇELİK, TDK. y. 1997. XIX+271 s. Uşak İli Ağızları (Dil Özellikleri-Metinler-Sözlük), Gürer GÜRSEVİN, TDK. y. 2002. XV+396 s. Uygur Sözlüğü. Birinci bölüm A-K. Ahmet CAFEROĞLU, İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, 1934.
Türkçenin Büyük Argo Sözlüğü, (Tanıklarıyla), Hulki AKTUNÇ, YK Y. İstanbul 1998
Uygur Sözlüğü. İkinci bölüm K-S. Ahmet CAFEROĞLU, İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, 1937.
Türkçenin Ekleri, Prof. Dr. Vecihe HATİBOĞLU, TDK y. Ankara, 1974
Uygur Sözlüğü. Üçüncü bölüm S-Z. Ahmet CAFEROĞLU, İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, 1938.
Türkçe / Osmankca-İngilizce Redhouse Sözlüğü, Sofi Huri, V. Bahadır Alkım, Robert Avery, Fa hir İz, Nazime Antel, Janos Eckmann, Mecdud Mansuroğlu, Andreas Tietze Redhouse Y. 18. bs.
Üç İtigsizler, F. Sema BARUTÇU ÖZÖNDER (Abidarım kıınlıg koşavarti şastirtakı çınkirtü yörtiglerning kingürüsi’nden) Giriş-metin-tercüme-notlar-indeks-xxx levha, TDK y. Ankara, 1998. [Üç İtigsizler]
2000
Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İsmet Zeki EYUBOĞLU, 4. bs. 1998
Versuch eines etymologischen Wörterbuch der Türksprachen, Martti Räsänen, Helsinki 1969
Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Haşan EREN, Ankara, 1999
Yabancı Kelimelere Karşılıklar, Türk Dil Kurumu, 631, Ankara, 1995
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi 1-7, Devirler / İsimler / Eserler/ Terimler, Dergâh Yayınları, 1977
Yabancı Kelimelere Karşıkklar- İkinci Kitap, TDK, Ankara, 1998
Türk Dillerinde Akrabalık Adları, Yong-Söng Li, Simurg y. İstanbul, 1999 Türk Hukuk Lügati, Türk Hukuk Kurumu, Ankara, 1944 Türk Lehçeleri Üzerine Denemeler, Prof. Dr. Saadet ÇAĞATAY, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Cografya Fakültesi Yayınları No; 279, An kara 1978 Türkçe Tâbirler Sözlüğü I (A-D), Mustafa Nihat ÖZÖN, İstanbul, 1943 Türkçe Yabancı Kelimeler Sözlüğü, Mustafa Nihat ÖZÖN, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1962 Turkic Etym ology, The Tower of Babel, An In ternational Etymological Database Project, Sergei Anatolyevich Starostin, 1998-2005
Yabanî Bitkiler Sözlüğü, 1. [Haza Fihrist-i Risale-i Feyziye fı Lugat-ı Müfredati’t-Tıbbiye], Hayati Zade Mustafa Feyzi Efendi, (Sadeleştiren, Hadiye TUNCER) Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakan lığı y. Atak Matbaası, 1978 Yeni İslam Dini Ansiklopedisi, A. Zuhurî DANIŞ MAN, İstanbul, 1964 Yeni Taram a Sözlüğü, Cem DİLÇİN, Türk Dil Kurumu Yayınları: 503, Ankara, 1983 Yeni Türkçe Lügat, M. Bahaeddin, 2. b. İstanbul. Yunanca - Türkçe, Türkçe - Yunanca Sözlük, Az mi Aksoy, Alfa. Y. 2003 Zonguldak-Bartın-Karabük İlleri Ağızları, Emin EREN, TDK. y. 1997. 196 s.
MAKALELER ASLAN, Sema (2002) “Türkiye Türkçesinde Kü çültme ve Pekiştirme Kavramları ve -CIK Eki Üzerine”, Türk D ili, TDK, 603:224-228 BURAN, Ahm et, “Derleme Sözlüğü’ne Katkılar”, Türk D ili, Sayı: 535, Cilt 1996/2, s. 38-43. C A FE R O Ğ L U , A. (1969), “Milletlerarası Kültür Sözlüğündeki Bazı Türkçe Unsurlar”, Türk D i li A raştırm aları Yıllığı, B elleten , 1969:25-53 ÇA Ğ A TA Y, Saadet (1977), “Türkçede Çocuk Kavramı” Türk D ili A raştırm aları Yıllığı, B e l leten, 1977:1-16 D EM İR , Doç. Dr. Necati (2002) “Değirmen Ke limesi Üzerine”, Türk D ili, TDK, 607:209-213 E R C İLA S U N , A hm et B. (1979-1983), “Geniş Zaman Ekine Dair Bazı Düşünceler”, Türk Kültürü A raştırm aları, X V II-X X I/1-2:115119
molojik Sözlük Üzerine Notlar”, Türk Dili, 627:204-222 GÜNGÖRDÜ, D r. E ro l (2003), “tu- Fiili Üzeri ne”, T ü rkD ili, 622:475-483 H A T İB O Ğ LU , Prof. D r. Vecihe, (1972) “Ağaç ve Iğ”, B ilim sel B ild iriler,T D K , 1972:165-171 H A T İB O Ğ L U , Prof. Dr. Vecihe, (1972), “Ağaç ve Su”, Türk D ili A raştırm aları Yıllığı, B e lle ten, 1972:263-281 K A L A Y , Em in, “Edime îli Ağızlarından D erlem e Sözlüğü'ne Katkılar”, T ürk Dili, Sayı: 547, s. 25. K A R A Ö R S, M etin, “Kayseri, İsparta, Adana İlle rimizden Derlemeler”, Türk Dili, Sayı: 505, s. 65-67. S Ö Z B İL İC İ, Şaban (2002) “Ağıt Kelimesinin Kökeni”, TDK, 604:325-332 T ü rkD ili
E R E N , Haşan (1958), “Türkçe Folluk Kelimesi Üzerine”, Türk D ili A raştırm aları Yıllığı, B e l leten, 1958, 2. bs. 13-15
ŞAN LI, Cevdet, “Anadolu ve Rumeli Ağızların dan D erlem e Sözlü ğü’n e Katkılar II”, Tiirk Di li, Sayı: 572, s. 670.
E R E N , Prof. Dr. Haşan (2004), “Anadolu Ağız larında “Ağaç Sürgünü””, Türk D ili, Nisan 2004
ŞAN LI, Cevdet, “Kırıkkale, Erzurum ve Artvin İllerimizden D erlem e Sözlüğü'ne Katkılar”, T ürkD ili, Sayı: 552, s. 542.
E R E N , Prof. Dr. Haşan (1960), “Anadolu Ağız larında Rumca, İslavca ve Arapça Kelimeler”, Türk D ili A raştırm aları Yıllığı, B elleten , 1960: 295-371
T E K İN , T alat (1960), ““Amca ve Teyze” Keli meleri Hakkında”, Türk D ili A raştırm aları Yıl lığı, B elleten , 1960:283-294
E R E N , Prof. Dr. H aşan, (1993), “Balıklava”, T ürkD ili, 500:111-117
T E Z C A N , Semih (1977) “Eski Türkçe buyla ve bağa Sanları”, Türk D ili A raştırm aları Yıllığı., B elleten , 1977:53-69
G Ü LEN SO Y, Doç. Dr. Tuncer (1984), “Divanü Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig’deki Moğolca Kelimeler Üzerine”, Türk Kültürü A raştırm a ları, X X II/l-2 :9 0 -1 0 3
T U R G U T E R , Necip (2002) “Demirbaş Kelime sinin Kökeni Üzerine”, Türk D ili, TDK, 602: 166-168
G Ü LEN SO Y, Prof. Dr. Tuncer (2004), “Bir Eti
Z İE M E , P. (1968), “Türkçe Bir Mani Şiiri”, Türk D ili A raştırm aları Yıllığı, B elleten , 1968:45-51
SÖZLÜK veya DİZİNLERİNDEN YARARLANILAN ve KISMEN TARANAN ESERLER (T aram ada çekilen güçlük yüzünden yeni harfli eserlerin toplam sayfa sayısının seçkisiz onda biri, eskilerin seçkisiz on sayfası taranm ıştır. T aram a sonucu bulunan kelim eler “K a y n a klar”d a verilen sözlü klerle karşılaştı rılmış, ayrılığı y o ksa herhangi bir kayıt düşülm eden olduğu g ibi alınm ış; anlam farklılığ ın ın bulunması duru munda ise ayrı m adde ve kay n ak notu ile belirtilm iştir. D izin ve sözlüğü bulunanlarda ise taram a yapılm aksızın doğrudan dizin veya sözlük kısm ından y a ra rla nılmıştır. Y azım da çok değişik biçim lerle karşılaşıldığı için öncelikle Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuzu, Türkçe Sözlük; O sm anlıca m etinlerde Ferit D evellioğlu’nun Ansiklopedik Osm anlıca Lügat başta olm ak üzere sırasıyla Türkçe / Osm anlıca - İngilizce Redhouse Sözlüğü, Kamus-i Türkî ve T D K ’nun Tanıklarıyla Taram a Sözlüğü referans o la ra k alınm ıştır. A ğ ızlarla ilgili olan kelim elerde ise herhangi bir düzenleyici yazım a başvurulm adan söylenişe en y akın bi çim esas alınmış, çoğunlukla Derlem e Sözlüğü ve Derlem e Dergisinde yer alan biçim lere uyulmuştur.)
Abdal, Divan-ı Abdal, İstanbul, tarihsiz, (es.h.). Abdullah Cevdet, Masumiyet, İstanbul, 1311, (es.h.) Abdiilbâki Gölpmarlı, Divan, M evlânâ Celâleddin; (çevr.), İnkılap ve Aka kitabevleri, İstanbul, 1974 Abdiilbâki Gölpınarlı, Divan, Yunus Emre, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1948 Acaroğlu, M. Türker, En Ünlü Dünya Yazarları- H a yatları, Sanatları, Eserleri, Kaya Yayınevi, İstan bul, 1988. Acaroğlu, M. Türker, Ozanlar ve Yazarlar, 3. bs. Ör gün Yayınları, İstanbul, 1982. Adıvar, Halide Edib, A kile Hanım Sokağı, İstanbul, 1958.
Adıvar, Halide Edib, Sonsuz Panayır, İstanbul, Rem zi Kitabevi, 1946. Adıvar, Halide Edib, Türk'ün A teşle imtihanı: Kurtu luş Savaşı Anıları. 10. bs. Atlas Kitabevi, İstanbul 1992. Adıvar, Halide Edib, Vurun Kahpeye, İstanbul, Rem zi Kitabevi, 1963. Adıvar, Halide Edib, Yeni Turan, 3. bs. Atlas Ki tabevi, İstanbul 1967. Adıvar, Halide Edib, Yolpalas Cinayeti, İstanbul, 1957. Adıvar, Halide Edib, Zeyno’nun Oğlu, İstanbul, Rem zi Kitabevi, 1967. Ağaoğlu, Ahmed, Kuvayı Milliye Ruhu, İstanbul 1944.
Adıvar, Halide Edib, Ateşten Gömlek, İstanbul, 1957.
Ağaoğlu, Ahmed, Üç Medeniyet, İstanbul 1927.
Adıvar, Halide Edib, D ağ a Çıkan Kurt, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1963.
Ağaoğlu, Samet, H ücredeki Adam, İstanbul, Ağaoğlu Yayınları, tarihsiz.
Adıvar, Halide Edib, D ön er Ayna, İstanbul, 1954.
Ağaoğlu, Samet, Katırın Ölümü, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1965.
Adıvar, Halide Edib, Handan, İstanbul, 1963, Adıvar, Halide Edib, H ayat P arçaları, İstanbul, Rem zi Kitabevi, 1963. Adıvar, Halide Edib, K alp Ağrısı, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1962, 263 s , , Adıvar, Halide Edib, Mev'ut Hüküm, İstanbul, Atlas Kitabevi, 1968. Adıvar, Halide Edib, Raik'in Annesi, İstanbul, Atlas Kitabevi, 1967. Adıvar, Halide Edib, Seviyye Talip, İstanbul, Atlas Kitabevi, 1967. Adıvar, Halide Edib, Sinekli Bakkal, İstanbul, Mual lim Ahmet Halit Kitabevi, 1942. Adıvar, Halide Edib, Son Eseri, İstanbul, Ahmet Ha lit Kitabevi, 1944.
Ağırnaslı, Niyazi, Elem Kaynağı, İstanbul, 1941. Ahmed Cevad, Yabancılara G öre Eski Türkler, İstan bul. (?) Ahmed Cevdet, B elagat-i Osmaniyye, İstanbul, 1310. Ahmed Fakih, Kitabu Evsafı M esacidi 'ş-Şerife, yay. Hasi.be Mazıoğlu, Ankara, Türk Dil Kurumu Ya yınlan, 1974. Ahmed Lütli, D ivançe-i Vakaniivis Ahmet Lütfi, İstan bul, 1302. (es.h.). Ahmed Rıza, Batının Kültür Politikasının Ahlaken İflâsı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1988. Ahmed-i Yesevî, Divan-ı Hikmet'ten Seçm eler, haz. Kemal Eraslan, Kültür Bakanlığı, Ankara 1991. Ahmet Haşim, Ahmet Haşim'in Şiirleri, İstanbul, 1933.
ÛIÜMIÜK M . 36
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
Ahmet Haşim, B ize G öre; G urebâhânei Lâklâkân; Frankfurt Seyahatnamesi, haz. Mehmet Kaplan, 2. bs. Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1989.
Ahmet Mithat Efendi, Yeryüzünde B ir Melek, İstan bul, 1296, (es.h.).
Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, Bugünkü D ile Çeviriler, Sözlükler ve Notlar, haz. Asım Bezirci, Cem Yayı nevi, İstanbul 1983.
Ahmet Rasim, Fuhş-i Atik ve H am amcı Ülfet, İstan bul, 1958.
Ahmet Midhat Efendi, A caib-i Âlem, İstanbul, 1293, (es.h.).
Ahmet Mithat Efendi, Zabit, İstanbul, 1308, (es.h.).
Ahmet Rasim, Ham amcı Ülfet, İstanbul, 1338, (es.h.). Ahmet Rasim, İki Günahsız Sevda, İstanbul, 1339, (es.h.).
Ahmet Midhat Efendi, Ahmet Metin ve Şirzad, İstan bul, 1309, (es.h.).
Ahmet Rasim, ik i Güzel Günahkar-Bedia-Eleni, İs tanbul, 1338, (es.h.).
Ahmet Midhat Efendi, Beliyat-ı Miidhike, İstanbul, 1298, (es.h.).
Ahmet Rasim, İstibdaddan Hakimiyet-i Milliyeye, İstanbul, 1342
Ahmet Midhat Efendi, Cellad, İstanbul, 1301, (es.h.).
Ahmet Rasim, Romanya Mektupları, İstanbul, 1333,
Ahmet Midhat Efendi, Çengi, İstanbul, 1294, (es.h.).
Ahmet Talat, Türk Şiirlerinin Vezni, İstanbul, 1933.
Ahmet Midhat Efendi, Dünyaya İkinci Geliş yahud İstanbul'da N eler Olmuş, İstanbul, 1291, (es.h.).
Ahmetbeyoğlu, Ali, Avrupa Hunları, Türk Dünyası Araştırma Vakfı, İstanbul.
Ahmet Midhat Efendi, D ürdane Hanım, İstanbul, 1299, 123 (es.h.).
Aka Gündüz, Bozgun, M illî Vatani Şiirler, İstanbul, 1918, (es.h.).
Ahmet Midhat Efendi, Edvar-ı Askeriye, İstanbul, 1308, (es.h.).
Aka Gündüz, Çapkın Kız, İstanbul, Ahmet Halit Kitaphanesi, 1930.
Ahmet Midhat Efendi, Esrar-ı Cinayet, İstanbul, 1301, (es.h.).
Aka Gündüz, Dikmen Yıldızı, Toker Yayınevi, İstan bul 1990.
Ahmet Midhat Efendi, Felatun Bey ile Rakım Efendi, İstanbul, 1292, (es.h.).
Aka Gündüz, İki Süngü Arasında, İstanbul, 1929.
Ahmet Midhat Efendi, F en n î B ir Roman yahud A m erika Doktorları, İstanbul, 1305, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Fürs-i K adim de B ir F a cia yahu d Siyavuş, İstanbul, 1301, (es.h.).
Aka, İsmail, Timur ve Devleti, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1991. Aka, İsmail, Timurlular, Türkiye Diyanet Vakfı, An kara.
1314,
Akansel, Mustafa Hakkı, Türk'ün Kitabı, Akbaba Yayınevi, İstanbul 1943.
Ahmet Midhat Efendi, H ace-i Evvel, İstanbul, 1287, (es.h.).
Akbaş, Ali, M asal Çağı, Ocak Yayınevi, Ankara 1983.
Ahmet Midhat Efendi, Gönüllü, (es.h.).
İstanbul,
Ahmet Midhat Efendi, Hallü'l-ukad, İstanbul, 1307, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Haydut Montari, İstanbul, 1305, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Hayret, İstanbul, 1302, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Henüz On Yedi Yaşında, İstanbul, 1298, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Hikmet-i Peder, İstanbul, 1316, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Ilham at ve Tagligat, İstanbul, 1302, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Jö n Türk, İstanbul, 1326, (es.h.). Ahmet Midhat Efendi, Karnaval, İstanbul, 1298, (es.h.). Ahmet Mithat Efendi, Pariste B ir Tiirk, İstanbul, 1293, (es.h.). Ahmet Mithat Efendi, Sevda-yı Sa'y ü Amel, İstanbul, 1296, (es.h.). Ahmet Mithat Efendi, T aaffü f İstanbul, 1313, (es.h.)
Akansel, Mustafa Hakkı, Yurt İçin, Ankara 1933. A. K. Borovkov, Orta Asya'da Bulunmuş Kur'an Tefsirinin Söz Varlığı (XII.-XIII. Yüzyıllar), (çev.) H. İ. Usta-E. Amanoğlu, TDK y. 2002. Akçura, Yusuf, Osmanlı Devletinin D ağılm a D evri (XVIII. ve XIX. Asırlarda), 2. bs. Türk Tarih Kuru mu, Ankara 1985. Akçura, Yusuf, Türkçülük, Toker Yayınevi, İstanbul. Akçura, Yusuf, Türkçülük, Türkçülüğün Tarihi Geli şimi, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1978. Akçura, Yusuf, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Haz. Nejat Sefercioğlu, Kültür Bakanlığı, Ankara 1981. Akdağ, Mustafa, Türkiye'nin İktisadî ve İçtim aî Tari hi, 2 C., Cem Yayınevi, İstanbul. Akdemir, Rıza, D inî ve M illî Şiirler Antolojisi, Türki ye Diyanet Vakfı, Ankara 1991. Akdemir, Rıza, Türk Gençliğine Mektuplar, Derya Yayınevi, İstanbul 1979. Akengin, Yahya, Ç ağ Sürgünü, Ankara, Hisar Yayın ları, 1977.' Akengin, Yahya, Dönüş Acıları, Birlik Yayınlan, Ankara 1983.
lO M liR M .a s
YA R A R LA N ILA N E S ER LER
Akengin, Yahya, K im selere Anlatmadım, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988.
Alptekin, Mahmut, Bağımsızlık Bekçisi, Atatürk'e Şi irler, İstanbul, 1981.
Akengin, Yahya, Saatler ve Çehreler, Ocak Yayınevi, Ankara 1982.
Altan, Çetin, Büyük Gözaltı, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1972.
Akın, Gülten, Ağıtlar ve Türküler, İstanbul, Cem Yayınevi, 1976.
Altaylı, Enver, Komünist Teoriler ve Sovyet Yayılma Siyaseti, Yeni Yayınlar, İstanbul 1980.
Akkoç, Hüseyin Şevket, Atatürk'ün Vefatı Milletin Feryadı, İstanbul, 1938.
Altıkulaç, Tayyar, Yüce Kitabımız Hz. Kur'an, Türki ye Diyanet Vakfı, Ankara 1986.
Akkoç, Hüseyin Şevket, Felaketzedegâna Yardım, İstanbul, 1940.
Altınay, Ahmet Refik, Anadolu'da Türk Aşiretleri, Enderun Yayınları, İstanbul 1989.
Akkutay, Ülker, Enderun Mektebi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi, Ankara 1984.
Altınay, Ahmet Refik, K afkas Yollarında - H atıralar ve Tahassüsler -, Haz. İbrahim Demirci, Öncü Kitabevi, Ankara 1992.
Aksal, Sabahattin Kudret, Çizgi, Yayınevi, 1976.
İstanbul, Cem
Aksal, Sabahattin Kudret, Şiirler, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1979. Aksan, Doğan, Türkçenin Gücü - Türk Dilinin Zengin liklerine Tanıklar, Türkiye İş Bankası, Ankara 1987. Akseki, Ahmet Hamdi, İslâm Dini, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1970. Akseki, Ahmet Hamdi, Namaz Surelerinin Türkçeye Tercüme ve Tefsiri, 13. bs. Diyanet İşleri Başkan, lığı, Ankara 1992.
Altınay, Ahmet Refik, Osmanlı Zaferleri, Timaş Y a yınları, İstanbul. Altıner, Hakan, Seçilmiş M illî Şiirler Antolojisi, Bakış Yayınları, İstanbul 1982. Altıntaş, Hayranî, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversi tesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1986. Altunbay, Mehmet, Hürriyete Uçan Türk, haz. Melâhat Altunbay, Azerbaycan Kültür Demeği, Ankara 1989. Amicis, Edmondo de, Çocuk Kalbi, haz. İbrahim Alaettin, İstanbul, 1930.
Aksoy, Yaşar, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Şiirleri, İzmir, 1981.
Amri, Divan, haz. Mehmed F. Çavuşoğlu, İstanbul, 1979, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Akün, Ömer Faruk, Türk D ili K arşısında Türk Mü nevveri, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul.
Anday, Melih Cevdet, Gizli Emir, Ankara, Bilgi Ya yınevi, 1970.
Akyol, Taha, Azerbaycan, Sovyetler ve Ötesi, Burak Yayınevi, İstanbul 1990.
Anday, Melih Cevdet, Güneşte, İstanbul, Adam Y a yınları, 1989.
Akyüz, Kenan, Ahmet Flaşim - Şiirler - Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı, İstanbul, 1973.
Andrich, Ivo, D rina Köprüsü, tere. N. Müstakimoğlu, H. A. Ediz, Altın Kitaplar, İstanbul 1963.
Akyüz, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojosi, 1860-1923, İstanbul, İnkılap Yayınevi, 1986.
Ann Bridge, İzmir A teşler İçinde, çev.: Emel Bilge Azizoğlu, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1972
Akyüz, Kenan, Çağdaş Türk Edebiyatının Ana Çizgi leri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul.
Apaydın, Talip, Yoz Davar, İstanbul, Cem Yayınevi, 1972.
Alasya, Halil Fikret, Tarihte Kıbrıs, Kıbrıs Türk Kül tür Demeği, Ankara 1988.
Arat, Reşid Rahmeti, Eski Türk Şiiri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1965,.
Ali Süha, İkinci Gençlik, İstanbul, 1923, (es.h.).
A rat, Reşit Rahmeti, Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib, Türk Tarih Kummu, Ankara 1994.
Alkan, Ahmet Turan, Ateş Tecrübeleri, Ötüken Neş riyat, İstanbul. Alkan, Ahmet Turan, Üç Noktanın Söylediği, İnsan Yayınları, İstanbul. Alphonse Baudet, Ja ck, çev. Nebil Otman, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1948.
Araz, Nezihe, D ertli D olap - Yunus Emre'nin H ayat H ikayesi ve Şiirleri, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1979. Arel, Hüseyin Sadettin, Türk Musikisi Kimindir?, Kültür Bakanlığı, Ankara 1988. Arıca, Erdoğan, Güneşin Utancı, İstanbul, 1977.
Alptekin, Erkin, D oğu Türkistan'dan Hicretimizin 40. Yılı, Erciyes Dergisi, Kayseri 1990.
Arıç, Sabahattin, M asonların Dünyası, Tekin Yayı nevi, İstanbul.
Alptekin, İsa Yusuf, D oğu Türkistan Davası, Marifet Yayınevi, İstanbul 1981.
Arık, Mustafa Arif, Güzeller Treni, Ankara 1959.
Alptekin, İsa Yusuf, E sir Doğu Türkistan İçin, Der. M. Ali Taşçı, Doğu Türkistan Neşriyat Merkezi, İstanbul 1985.
Arık, Remzi Oğuz, Coğrafyadan Vatana, 3. bs. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1986. Arık, Remzi Oğuz, İd ea l ve İdeoloji, Burhan Ki tabevi, İstanbul 1965.
ÛIüM IİİM M .
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
Arık, Remzi Oğuz, K öy Kadını- M em leket Parçaları, Hareket Yayınevi, İstanbul 1967.
Âşık Hüdai, Yaşamı, Kişiliği, Sanatı ve Şiirler, haz. Zeynep Başaran, İstanbul, 1980.
Arık, Remzi Oğuz, M eseleler, Hareket Yayınevi, İs tanbul.
Âşık Ömer, Divan-ı Aşık Ömer: Şah İsm ail ile Gülizar D erdi Yok ile Zülfü Siyah Vasıf Gazeliyatı, İstan bul, tarihsiz, (es.h.).
Arık, Remzi Oğuz, Milliyetçilik, Hareket Yayınevi, İstanbul 1974. Arısoy, M. Sunuilah, Deste, Yeni Tiirk Şiiri, Ankara, Kaynak Yayınları, 1953. Armaoğlu, Fahir, XIX. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Türk Ta rih Kurumu, Ankara 1996. Arpaeminizade Mustafa Sami, Divan-ı Sami, İstan bul, 1253. (es.h.). Arsal, Sadri Maksııdî, Milliyet Duygusunun Sosyolo j i k Esasları, İstanbul 1965. Arslangiray, Ahmet Suha, Kırım Hanlığı- Menşei, Kuruluşu ve Osmanlı im paratorluğuna Bağlanm a sı, Kırım Kültür Demeği, İstanbul 1959. Artan, Atillâ, Türk Cumhuriyetlerinin Sosyo-Ekonom ik Analizleri ve Türkiye İlişkileri, Türkiye Millî Kültür Vakfı, İstanbul. Arvasi, S. Ahmet, İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri, Doğan Güneş Yayınevi, İstanbul 1965. Arvasî, S. Ahmet, Size Sesleniyorum, Model Y ayınevi, İstanbul 1989. Arvasî, S. Ahmet, Şiirlerim, Berekât Yayınevi, İstan bul 1989. Arvasî, Seyit Ahmet, Türk-İslâm Ülküsü, 5. bs. Burak Yayınevi, İstanbul 1990. Asarcıklı, Hayreddin, G erçek H ayat H ikayesi ile Çakıcı M ehmet Efe, İstanbul, Yağmur Yayınevi, 1973.
Âşık Veysel, D ostlar B eni Hatırlasın, Türkiye İş Ban kası Kültür Yayınlan, Ankara, 1970. Âşık Veysel, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul, İstanbul Maarif Kitaphanesi, 1963. Âşık Zülkifar Divani, Evreninde B ir Nokta, İstanbul, 1973. Aşkım,Vehbi 1937.
Cem,
Merzifon
Şairleri,
Merzifon,
Atabinen, Reşit Saffet, Türklük ve Türkçülük İzleri, Türk Ocakları İlim ve Sanat Hey'eti, Ankara 1930. Ataç, Nuruüah, ik i Gelinin Hatıraları, Honore de Balzac, çeviri, Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı Ya yınları, 1953. Atagün, S. İrfan, Osmanlı P adişahları, İhlâs A.Ş., İstanbul 1983. Atalay, Besim, B aş B elaları, İstanbul, 1926 (es.h.). Atalay, Besim, Divanü Lugat-it-Tiirk Dizini - endeks Ankara, 1943, Türk Dil Kurumu Yayınları. Atalay, Besim, Divanü Lugat-it-Tiirk Tercümesi, Kaşgarlı Mahmut, Ankara, 1992, 1998. 4. cilt. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu. Türk Dil Ku rumu Yayınları Atatürk Aşkı, Çınar Yayınları, Samsun, 1960. Atatürk Şiirleri Antolojisi, İstanbul, Kültür Kitabevi, 1968,.
Asimov, Isaac, Kan D am arlarında Yolculuk, çev. Reha Pınar, İstanbul, Okat Yayınevi, 1971.
Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, Yay. haz. Kemal Aytaç, Ankara Üniv. Türk İnkılâp Ta rihi Enstitüsü, Ankara 1984.
Aslanoğlu, İbrahim, Kul Himmet Üstadım, Sivas, 1976.
Atatürk, Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Ankara, 1927, (es.h.).
Asya, Arif Nihat, Basam aklar, Didakta Yayınları, Ankara, 1971.
Atatürk, Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Ankara, 1927, Ek.l: Vesikalar, (es.h.).
Asya, Arif Nihat, B ir B ayrak Rüzgar Bekliyor, İstan bul, 1967.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Türk Tarih Enstitü sü Yayınları, (c. 1. 1919-1920; c. 2. 1920-1927; c. 3. Vesikalar) İstanbul, 1967.
Asya, Arif Nihat, D ualar ve Aminler, İstanbul, Ötüken Yayınevi, 1976. Asya, Arif Nihat, K ova Burcu, Ankara, Defne Yayın ları, 1967. Asya, Arif Nihat, K ökler ve Dallar, İstanbul, Ötilken Yaymevi, 1976.
Atatürk, Nutuk, bugünkü dille yay. haz.: Zeynep Korkmaz, 3 C., Ankara 1983. Atatürk'ün Maarife Ait Direktifleri, M illî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1990. Atay, Falih Rıfkı, Taymis Kıyıları, Ankara, 1934.
Asya, Arif Nihat, Kundaklar, Ankara, Didakta Yayın ları, 1969.
Atay, Hüseyin, Kur'an'a G öre İslâmın Temel K uralla rı, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara.
Asya, Arif Nihat, Şiirler, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1971.
Atılhan, Cevat Rifat, Türk, İşte Düşmanın, Uğur Yayınları, İstanbul 1971.
Âşık Demman’i Baba, Hayatı ve Şiirleri, haz. Adil Ali Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1982.
Atsız, 900'üncü Yıldönümü: Devletimizin Kuruluşu, İstanbul 1955.
Âşık Gevheri, Mehmet Halit Bayrı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1958.
Atsız, H. Nihal, Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul, Türki ye Yaymevi, 1969.
»
H
I
M
! . «
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
Atsız, H. Nihal, Bozkurtların Ölümü, İstanbul, Türki ye Yayınevi, 1958
Aytmatov, Cengiz, Dişi Kurdun Rüyaları, çev. Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1991.
Atsız, H. Nihal, Çanakkale'ye Yürüyüş, Baysan Basım ve Yayın A.Ş., İstanbul 1992.
Aytmatov, Cengiz, T oprak Ana, çev. Ülkü Tamer, İs tanbul, Gün Yayınları, 1968.
Atsız, H. Nihal, D eli Kurt, Baysan Basım ve Yayın, İstanbul 1992.
Aytmatov, Cengiz, Güm Olur A sra Bedel, çev. Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1991.
Atsız, H. Nihal, Ruh Adam, İstanbul, Ötüken Yayme vi, 1972.
Aytmatov,Cengiz, Kazanm ak ve Kaybetmek, çev. Zeyyat Özalpsan, İstanbul, Günce Yayınları, 1973.
Atsız, H. Nihal, Türk Edebiyatı Tarihi, Baysan Basım ve Yayın A.Ş., İstanbul 1982.
Ayvazoğlu, Beşir, Defterim de 40 Suret, Ötüken Neş riyat, İstanbul 1996.
Atsız, H. Nihal, Yolların Sonu, İstanbul, Barıman Ya yınevi, 1946.
Ayverdi, Samiha, İbrahim E fendi Konağı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1964.
Atsız, Yağmur, Günlerimiz, İstanbul, Yarın Yayınları, 1986.
Ayverdi, Sâmiha, M illî Kültür M eseleleri ve M aarif Dâvamız, Kültür Bakanlığı, Ankara 1976.
Attilâ, Osman, Başlangıçtan Bugüne Türk K ahram an lık Şiirleri Antolojisi, Ak Yayınları, İstanbul 1967.
Ayverdi, Samiha, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, 2 C., 2. bs. Damla Yayınevi, İstanbul 1977-78.
Attilâ, Osman, Baştan başa Şiirler, Ankara, 1950.
Azbî Mısrî, Divan-ı AzbîM ısrî, İstanbul, 1294, (es.h.).
Attilâ, Osman, Büyük M em leket Şiirleri Antolojisi, İstanbul, İtimat Kitabevi, 1964.
Aziz Mehmed Efendi, Divan-ı Aziz M ehm ed EfendiTarikatname, yayın yeri ve tarihi yok. (es.h.).
Attilâ, Osman, M emleket Şiirleri Antolojisi, Selek Yaymevi, İstanbul 1958.
Babinger, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve E serle ri, çev. Coşkun Üçok, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1982.
Attilâ, Osman, Türk K ahram anlık Şiirleri Antolojisi, Ak Yayınları, İstanbul, 1967. Atun, İ. Hakkı, Bağbozumu, Şiirler, Ankara, 1985. Austen, Jane, Gurur ve Aşk, çev. Beria Okan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1950. Austruy, Jacques, Kapitalizm, Marksizm ve Islâm, çev. Agâh Oktay Güner, 2. bs. Hülbe Yayınları, Ankara 1975. Avcı, Talat, Mustafa K em al Destanı, İzmir, 1987. Ayaz, Ahmet, Antep Şiirleri, Antep İçin Yazdılar Antep için Söylediler, 1998. Ayaz, Hayrettin, Harputlu A bdülham id Hazmi Diva nı, İstanbul, 1998, Elazığ Kültür ve Yardımlaşma Derneği Yayınları.
Bâbur, Zahirüddin Muhammed, Bâburnâm e, yay. haz. Reşit Rahmeti Arat, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara, 1986. Bacı, Sinem, Dünden Bugüne Aşık İhsani, İstanbul, May Yayınları, 1976. Bahauddin Nakşibendi, Divan-ı Şâh-ı Nakşibend, İstanbul, 1282. (es.h.). Bakiler, Yavuz Bülent, Duvak, Ankara, Hisar Yayın ları, 1971. Bakiler, Yavuz Büîent, Karslı Aşık Hasreti / Sadi D eğer, Ankara, Esengür Matbaa, (tarihsiz). Bakiler, Yavuz Bülent, Şiirimizde Ana, Ankara, 1967.
Ayda, Adile, B öyle İdiler Yaşarken, Ankara 1984.
Bâkiler, Yavuz Bülent, Türkistan, Türkistan, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara.
Aydemir, Şevket Süreyya, T oprak Uyanırsa, İstan bul, Remzi Kitabevi, 1963.
Bâkiler, Yavuz Bülent, Üsküp'ten Kosova'ya, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara.
Aydın, Gürel, Bu Toprağın Güneşleri, İzmir, 1977.
Bala, Mirza Mehmetzade, M illî Azerbaycan H areke ti, Azerbaycan Kültür Derneği, Ankara 1991.
Aydın, Mehmet, Aybastı Ağzı (Inceleme-M etin-Sözlük), TDK y. 2002. Aygen, Reşat Enis, T oprak Kokusu, İstanbul, Semih Lütfı Kitabevi, 1944. Aykaç, Fazıl Ahmet, İkinci Sis, İstanbul, 1951. Aymutlu, Ahmed, Fatih ve Şiirleri, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992. Aymutlu, Ahmed, Süleyman Ç elebi ve M evlid-i Ş erif İstanbul, 1958. Ayni, Divan-ı Ayni, İstanbul, 1258. (es.h.). Aynî, Mehmet Ali, İslâm Tasavvuf Tarihi, sad. Hüse yin Rahmi Yananlı, Akabe Yayınevi, İstanbul.
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı, Türke Doğru, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1994. Balzac, Honore de, Albay Chabert, çev. Yaşar Nabi Nayır, İstanbul, Maarif Vekaleti Neşriyatı, 1944. Balzac, Honore de, G oriot B aba, çev. Nahid Sırrı Örik, Maarif Vekaleti Neşriyatı, Ankara, 1943. Balzac, Honore de, K öy Hekimi, çev. Nasuhi Baydar, Maarif Vekaleti Neşriyatı, İstanbul, 1945. Balzac, Honore de, Vadideki Zambak, çev. Nahid Sırrı Örik, Maarif Vekaleti Neşriyatı, 1941. Banark, Nihad Sami, D evlet ve D evlet Terbiyesi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1985.
« D IC E S H I*«
YA RARLANILAN ESER LER
Banarlı, Nihad Sami, Kültür Köprüsü- Süleyman Çelebi'den M ehm ed A k if e, Kubbealtı Vakfı, İstanbul 1985. Banarh, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, 2 c„ Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara. Banarh, Nihad Sami, Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1984. Banarh, Nihad Sami, Türkçenin Sırları, 10. bs. Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1987. Bang, W., Oğuz K ağan Destanı, çev. Reşit Rahmeti Arat, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970. Banguoğlu, Tahsin, D il Bahisleri, Kubbealtı Neşriya tı, İstanbul. Baranus, Osman Numan, Günberi, Ankara, Özün Yayınları, 1985. Gökalp, Mehmet, Bardızlı Aşık Nihani, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Ankara, 1988. Barthold, V.V., İslâm M edeniyeti Tarihi, haz. M. Fuat Köprülü, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara. Barthold, V.V., M oğol İstilâsına K a d ar Türkistan, haz. Hakkı Dursun Yıldız, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1990. Basri İmece, K ooperatifçilik Şiirleri Antolojisi, Anka ra, 1967. Başgil, Ali Fuat, Din Nedir, Din Hürriyeti Ne D em ek tir? İstanbul 1954. Başgil, Ali Fuat, Din ve Lâiklik, 6. bs., Yağmur Yayı nevi, İstanbul 1991. Başgil, Ali Fuat, G ençlerle B aşbaşa, Yağmur Yayıne vi, İstanbul. Başgöz, İlhan, Âşık Ali İzzet Özkan, Yaşamı, Sanatı, Şiirleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1979. Başgöz, İlhan, K aracaoğlan, İstanbul, Cem Yaymevi, 1977. Battal-Taymas Abdullah, Kazan Türkleri: Türk Ta rihinin Hazin Yaprakları, genş. 3. bs. Türk Kültü rünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1988. Bayar, Celal, Atatürk Gibi Düşünmek: Atatürk'ün M etodolojisi, deri. İsmet Bozdağ, İstanbul, 1998. Tekin Yayınları.
Hitabe, Beyanat, H asbıhal, haz: Nazmi Sevgen, İs tanbul, 1951. Bayar, Celal, C elal Bayar'ın Söylev ve D em eçleriD em ob-at Parti'nin Kuruluşundan İktidara K adar Politik K onuşm alar 1946-1950; topl. Özel Şahingiray, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1956. Bayar, Celal, C elal Bayar'ın Söylev ve D em eçleri- Dış Politika 1933-1955, topl. Özel Şahingiray, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1956. Bayar, Celal, C elal Bayar'ın Söylev ve D em eçleriE konom ik K onulara D air 1921-1938, topl. Özel Şahingiray, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1955. Bayar, Celal, C elal Bayar'ın T.B.M. M eclisinde Yap tığı Kanun Tekliflerinin E sbabı M ucibeleri, 19201938, topl. Özel Şahingiray, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1955. Bayburtlu (es.h.).
Zihni, Divan-ı Zihni,
İstanbul,
1263.
Baydur, Midhat Efendi, Milliyetçilik, Ağaç Yayıncı lık, İstanbul. Baykurt, Fakir, Can Parası, İstanbul, Remzi Kita bevi, 1973. Baykurt, Fakir, Köygöçüren, İstanbul, Remzi Kita bevi, 1973. Bayraktar, Nesrin, Türkçede Fiilim siler, TDK y. 2004. Behram, Nihat, Hayatı Tutuşturan Acılar, İstanbul, May Yayınları, 1978. Behram, Nihat, Hayatımız Üzerine Şiirler, İstanbul, Cem Yayınevi, 1974. Behramoğlu, Ataol, Dörtlükler, İstanbul, Varlık Ya yınları. Behramoğlu, Ataol, B ir Gün Mutlaka, İstanbul, De Yaymevi, 1970. Bekir, İlhami, Altın Destan M ustafa K em al Atatürk, Maarif Kitabevi, 1973. Belli, Şemsi, B aşşehir Sokağı, İstanbul, Kültür Kita bevi, 1975. Belviranh, Ali Kemal, İslâm Prensipleri, Nedve Ya yınları, İstanbul 1979.
Bayar, Celal, Atatürk'ten Hatıralar, İstanbul, Sel Ya yınları, 1955.
Bener, Hikmet Erhan, B ah arla Gelen, İstanbul, Ağa oğlu Yaymevi, 1969.
Bayar, Celal, Atatürk'ün M etodolojisi ve Günümüz, deri: İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, İstanbul, 1978.
Benice, Etem İzzet, B eş H asta Var, İstanbul, 1932.
Bayar, Celal, Başvekilim Adnan M enderes, deri: İsmet Bozdağ (tarihsiz).
Berin, Şaziye Baybiçe, İstanbul, Milli Eğitim Vekaleti Yayınları, 1933.
Bayar, Celal, Ben de Yazdım, İstanbul, 1965, (c. 1, 2, 3, 4: Milli Mücadeleye gidiş; c. 5, 6, 7, 8: Milli Mücadeleye giriş).
Berk, Ilhan, Kül, İstanbul, Adam Yayınları, 1992.
Bayar, Celal, C elal B ayar D iyor ki; 1920-1950 Nutuk,
Berfe, Süreyya, H ayat İle Şiir, İstanbul, Hür Yayın, 1980.
Berk, İlhan, Atlas, Ada Yayınları, İstanbul, 1976. Berköz, Haydar, İkinci Ergenekon, İstanbul, 1965, 2 cilt.
5 IÖ ffiliru W tlM .4 3
YA R A R LA N ILA N E SE R LER
Bernardin de Saint-Pierre, Paul ile Virginie, çev. Ali Kami Akyüz, Maarif Vekaleti Neşriyatı, Ankara, 1944.
Bolay, Süleyman Hayri, Türkiye'de Ruhçu ve M adde ci Görüşün M ücadelesi, Akçağ Yayınevi, Ankara 1991.
Beyatlı, Yahya Kemal, 24 Şiir ve Leyla, 1932. Bey atlı, Yahya Kemal, Aziz İstanbul, 1964.
Boratav, Pertev Nailî, Anadolu Destanları, deri. Ah met Şükrü Esen, Kültür Bakanlığı, Ankara 1991.
Beyatlı, Yahya Kemal, Bitmemiş Şiirler, İstanbul, 1976.
Bostancı, M. Naci, Kültür ve Değişme, Hamle Yayı nevi, İstanbul.
Beyatlı, Yahya Kemal, E ski Şiirin Rüzgarıyla, Yalıya Kemal Enstitüsü, İstanbul, 1962.
Boşnakoğlu, Haşan, İstiklal Marşı Şairimizin İstiklal H arbindeki Vaazları, İstanbul, 1981.
Beyatlı, Yahya Kemal, Kendi G ök Kubbemiz, İstan bul, Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, 1961.
Boyunağa, Yılmaz, Hazin Göç, Timaş Yayınevi, İs tanbul 1988.
Beyatlı, Yahya Kemal, Rubailer, İstanbul, Yahya Kemal Enstitüsü, 1963.
Boyunağa, Yılmaz, Malazgirt'in Üç Atlısı, 3. bs. Berekât Yayınevi, İstanbul.
Beyaz, Zekeriya, İslam a G öre Milliyetçilik, 4. bs. Sancak Yayınevi, İstanbul 1980. Beytur, Midhat Bahari, Divan-ı Kebir'den Seçm e Şiirler-Mevlana Celaleddin Rumi, İstanbul, Maarif Vekaleti Yayınları, 1959. Bezirci, Asım, Dünden Bugüne Türk Şiiri, Antoloji, İstanbul, May Yayınları, 1968. Bezirci, Asım, Halkımızın D iliyle B arış Şiirleri, İstan bul, Su Yayınevi, 1986. Bezirci, Asım, Haluk'un Defteri, Şermin, Son Şiirler (Tevfık Fikret) İstanbul, Can Yayınları, 1984. Bice, Hayati, Divan-ı Hikmet- H oca Ahmet Yesevi, Ankara, 1993 Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Bilbaşar, Kemal, Ay Tutulduğu Gece, İstanbul, Tekin Yayınevi, (tarihsiz). Bilbaşar, Kemal, B aşka Olur Ağaların Düğünü, İstanbul, Cem Yayınevi, 1972. Bilbaşar, Kemal, Cemo, İstanbul, Evren Yayınları, (tarihsiz). Bilbaşar, Kemal, Yeşil Gölge, İstanbul, May Yayınla rı, 1970. Bilge, Rifat, Divanı Lugat'it Türk ve Emiri Efendi- B ir Kitabın Hikâyesi, Ankara, Onur Yayıncılık, 1992, Kilis Kültür Demeği Yayınları. Bilgiç, Emin, M aa rif Davamız, Boğaziçi Yayınevi, İstanbul 1986. Bilgin, İsmet, Türkiye'de Sağ ve Sol Akımlar ve Tatbi katı, İstanbul 1969. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, sad. Ali Fikri Yavuz, Bilmen Yayınevi, İstanbul 1992. Binat, Tarık, M illî Kültür ve Ahlâk, İstanbul 1972. Birinci Ankara Halk Ozanları Şiir Yarışması, 4-5 Haziran 1983, Ankara, 1984. Birinci, Necat, Kahram anlık Şiirleri Antolojisi, İstan bul, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987. Birsel, Salah, Bütün Şiirleri, İstanbul, Ada Yayınları, 1986. Birsel, Salah, K öçekçeler, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1980.
Boyunağa, Yılmaz, Tiirk-İslâm Sentezi, Yağmur Y a yınevi, İstanbul 1970. Boztepe, Halil Nihad, Ayine-i Devran, İstanbul, 1924, (es.h.). Brion, Marcel, Hunlann Hayatı, çev. M. Reşat Üzmen, Orkun Yayınevi, İstanbul 1981. Buğra, Mehmet Emin, D elhi K onferansı ve Tibet, Ankara 1960. Buğra, Mehmet Emin, Doğu Türkistan Tarihi, 2. bs. Ankara 1987. Buğra, Mehmet Emin, Doğu Türkistan'ın Hürriyet D âvası ve Çin Siyaseti, İstanbul 1954. Buğra, Mehmet Emin, Taşkent Konferansının İçyüzü ve Komünist M em leketlerdeki Yazarların Durumu, Ankara 1959. Buğra, Mehmet Emin, Tibet ve D oğu Türkistan H akkında Bilinmeyen Siyasî Konular, Ankara 1959. Buğra, Tarık, Dönem eçte, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1980. Buğra, Tank, Firavun İmanı, 3. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1983. Buğra, Tarık, Gençliğim Eyvah, Ötüken Neşriyat, İs tanbul. Buğra, Tarık, H ikâyeler, Millî Eğitim Bakanlığı, An kara 1969. Buğra, Tarık, Küçük Ağa, Yağmur Yayınları, İstan bul, 1963. Buğra, Tarık, Osmancık- Cihan Devletini Kuran İrade, Şuur ve K arakter, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1983. Buğra, Tarık, Yağmur Beklerken, 2. bs. Ötüken Neş riyat, İstanbul 1987. Buran, Ahmet, Anadolu Ağızlarında İsim Çekim (Hâl) E kleri, TDK y. 1996. Buran, Ahmet, Keban, Baskil ve Ağın Yöresi Ağızları, TDK y. 1997. Burdurlu, İbrahim Zeki, Atatürkiim, Ankara, 1959. Bursalı Mehmed Tahir Efendi, D ivançe-i Tahir, İstanbul, 1318, (es.h.).
Ö IÜ M IİİM İSÖ M .
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
Bursavî İffet Seyit Emin, Divan-ı Bursavî İffet Seyit Emin, İstanbul, 1257, (es.h.).
Castagne, Joseph, Türkistan M illî Kurtuluş H areketi: Ekim 1917 - Ekim 1924. Orkun Yayınevi, İstanbul 1980.
Büyükarkm, Bekir, B ir Sel Gibi, 5. bs. Arkın Ki tabeyi, İstanbul 1980.
Cebesoy, Ali Fuat, İstiklâl H arbi H atıraları.
Büyükarkm, Bekir, Bozkırda Sabah (Kurtuluş Sava şımızın Romanı), Hakan Yayınevi, İstanbul 1969.
Cemil Cahit, B ir Kedinin Devriâlemi, İstanbul, Te feyyüz Kitaphanesi, 1931.
Büyükarkm, Bekir, Kutlııdağ, Arkın Kitabevi, İstan bul 1979.
Cenap Şahabettin, Afak-ı Ira k - Kızıldeniz'den B ağ dat'a H atıralar- haz. Bülent Yorulmaz, İstanbul, Dergah Yayınları 2002.
Büyükarkm, Bekir, Son Akın, Arkın Kitabevi, İstan bul. Büyükarkm, Bekir, Suların Gölgesinde, 4. bs. Arkın Kitabevi, İstanbul 1981. Caferoğlu, Ahmet, Anadolu Ağızlarından Toplama lar, TDK y. 1994. Caferoğlu, Ahmet, Anadolu D ialektolojisi Üzerine Malzeme, TDKy. 1994. Caferoğlu, Ahmet, Güneydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplam alar, TDK y. 1995. Caferoğlu, Ahmet, Sivas ve Tokat İlleri Ağızlarından Toplam alar, TDKy. 1994. Caferoğlu, Ahmet, Anadolu D ialektolojisi Üzerine Malzeme, TDKy. 1994. Caferoğlu, Ahmet, Anadolu İlleri Ağızlarından D er lem eler, TDK y. 1995.
Cenap Şahabettin, Avrupa 1335. (es.h.).
Mektupları,
İstanbul,
Cenap Şahabettin, H ac Yolunda, İstanbul, Kanaat Kütüphanesi, 1341. (es.h.). Cenap Şahabettin, N esr-i H arb N esr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri, Dersaadet, Kanaat Kütüphanesi, 1334. (es.h.). Cenap Şahabettin, Tiıyaki Sözleri, haz. Orhan F. Köprülü, Reyan Erben, İstanbul. Kervan Kitap çılık, 1978. Cenap Şahabettin'in Bütün Şiirleri, Kaplan (ve ark), İstanbul, 1984.
haz. Mehmet
Cengiz, Halil Erdoğan, Divan Şiiri Antolojisi- Açık lamalı, Nottu, Aydm Kitabevi, Ankara, 1967. Cervantes, Miguel de, Don Kişotıın M aceraları, İstanbul, Akşam Kitaphanesi, 1933.
Caferoğlu, Ahmet, D oğu İllerimiz Ağızlarından Top lamalar, TDKy. 1995.
Cillov, Halûk, Türk Ekonomisi, İstanbul 1970.
Caferoğlu, Ahmet, Kuzeydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplam alar, TDKy. 1994.
Coşkuner, Kemal Fedai, Neşriyatı, İzmir 1970.
Caferoğlu, Ahmet, Orta Anadolu Ağızlarından D er lemeler, TDKy. 1995.
Crossman, Richard, Aldatan Put, çev. Emine Gedik, Tur Yayınları, Ankara.
Caferoğlu, Ahmet, Türle D ili Tarihi, Enderun Kita bevi, İstanbul.
Cumah, Necati, Susuz Yaz, Cem Yayınları, 1968.
Caferoğlu, Ahmet, Tiirk Kavimleri, Enderun Kitabevi, İstanbul. Cahen, Claude, Türklerin Anadolu'ya İlk Girişi- XI. Yüzyılın İlk Yarısı, çev.: Yaşar Yücel, Bahaeddin Yediyıldız, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1988. Cahit Külebi, Yaşamı, Şiiri, Yapıtları, Seçm eler, haz. Muzaffer Uyguner, İstanbul, Altın Kitaplar Yayı nevi, 1991.
Vatanda Gurbet, Fedai
Cumhuriyet Döneminde Türk Şiiri, haz. İlhan Ge çer, 2. bs. Kültür Bakanlığı, Ankara 1990. Cıınbur, Dr. Müjgan, K aracaoğlan, Bütün Şiirleri, İstanbul, 2001. Cunbur, Müjgan - Neriman Duranoğlu, Türk K adı nının Şiiri, Kadmm Sosyal Hayatını Tetkik Kuru mu Yayınları, Ankara. Cunbur, Müjgan, Atatürk ve M illî Kültür, gen. 2. bs. Kültür Bakanlığı, Ankara 1981.
Cahiz, Amr b. Bahr, H ilafet Ordusunun M enkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, çev.: Ramazan Şeşen, 2. bs. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1988.
Cunbur, Müjgan, B aşakların Sesi, deri. Poyraz Rek lam Yayınları, Ankara, 1968.
Cahun, Leon, Gökbayrak, Yağmur Yayınevi, İstanbul. Caıı, Nurullah, Şiir Güzeldir, İstanbul, 1990.
Çağatay, Neşet, B ir Türk Kurumu Olan Ahilik, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1989.
Cansever, Edip, Ben Ruhi B ey Nasılım, İstanbul, Koza Yayınları, 1976,.
Çağatay, Tahir, Günün Sosyolojisine Giriş, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987.
Cansever, Edip, İlk)>az Şikayetçileri, İstanbul, Adam Yayıncılık, 1984. Cansever, Haşan Ferit, Türkçülük Nedir?, Toprak Dergisi, İstanbul 1959.
Cunbur, Müjgan, K aracaoğ lan -Şiirler - Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı, Ankara, 1973.
Çağatay, Tahir, Kızıl Emperyalizm, İstanbul 1967. Çağatay, Tahir, Türkistan Kurtuluş H areketi ile İlgili O laylardan Sahneler, İstanbul 1959. Çağlar, Behçet Kemal, Benden İçeri, Ankara 1966.
i i B
r a i C
t B
i .4 5
Y A R A R LA N ILA N ES E R LER
Çağlar, Behçet Kemal, Erciyastan K opan Çığ, İstan bul, Ahmet Halit Kitaphanesi, 1932.
Çokum, Sevinç, Rozalya Ana, Ötüken Neşriyat, İstan bul 1996.
Çağlar, Behçet Kemal, Kur'arı-t Kerim'den İlham lar, İstanbul, Minnetoğlu Kitabevi, (tarihsiz).
Çokum, Sevinç, Zor, 3. bs. Türk Edebiyatı Vakfı, İs tanbul 1978.
Çağlar, Behçet Kemal, Türk Şiirinde Aşk, Baki Süha Ediboğlu, İstanbul, 1968.
Çubukçu, İbrahim Agah, Bahar, Ankara, 1986.
Çakıcı, Lâtif, Tiirk Ekonom isi Üzerine Düşünceler, Ankara 1984.
Çubukçu, İbrahim Agah, Dilek, Diyanet İşleri Baş kanlığı Yayınları, Ankara, 1984.
Çakmak, M. Sırrı, M areşal M. Fevzi Çakmak, Ölümünde Şiirler ve D üşünceler- Ankara, 1970.
Çubukçu, İbrahim Agâh, İslâm Düşünürleri, Geniş. 2. bs. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, An kara 1983.
Çamlıbel, Faruk Nafiz, B ir Ömür B öyle Geçti, İnkı lâp ve Aka Kitabevi, İstanbul 1966.
Çubukçu, İbrahim Agâh, Islâm m Temel Bilgileri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara.
Çamlıbel, Faruk Nafiz, Han Kitabevi, İstanbul, 1978.
Atlas
Dadaîoğlu, Nebi, Gardaşlarım Ellerim iz Gıllı Çarık, İstanbul, 1979.
Çamlıbel, Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, İstanbul, 1967.
Dağcı, Cengiz Yurdunu K aybeden Adam, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1966.
Çankaya, Ali, Yeni Mülkiye Tarihi ve M ülkiyeliler (Mülkiye Ş e r e f Kitabı) 1759- 1967, 8 C., Ankara 1968-1971.
Dağcı, Cengiz, Genç Temtıçin, Ötüken Neşriyat, İs tanbul.
Duvarları,
Çantay, Haşan Basri, Kıır'anı Hakim ve M eali Kerîm, İstanbul 1965. Çapanoğlu, Münir Süleyman, İstanbul Şairi Yahya Kemal, İstanbul, 1958. Çatak, Ali, Derdin Derdim Anadolu, der. Abdullah Satoğlu, İstanbul, 1985. Çavuşoğlu, Zekeriya, Anadolu Destanı, Çanakkale Destanı, Kurtuluş Savaşı Destanı, Samsun, 1986. Çay, M. Abdülhalûk, Ulıığ Türkistan, Orkun Yayıne vi, İstanbul 1980. Çelebi, Asaf Halet, Divan Şiirinde İstanbul, İstanbul Fethi Derneği Yayınları, İstanbul, 1953. Çelik, Mustafa, Adın K aldı Bir, Akabe Yayınları, İstanbul, 1986. Çetin, Osman, Anadolu'da İslâmiyetin Yayılışı, 2. bs. Marifet Yayınevi, İstanbul 1990. Çınarlı, Mehmet, Güzelliklere Doymam, Ecdâd Yayım-Pazarlama, Ankara 1995. Çınarlı, Mehmet, H alkım ız ve Sanatımız, Hisar Y a yınları, Ankara 1970. Çınarlı, Mehmet, Zaman Perdesi, Dergâh Yayınevi, İstanbul 1983. Çırak, Osman, Acıpayam, İstanbul, 1979. Çiftçi, Hüseyin, Gün D alında Güzel, Sivas, 1979. Çokuıtı, Sevinç, Bizim Divar, Ötüken Neşriyat, İstan bul 1996. Çokum, Sevinç, H ilâl Görününce, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1991.
Dağcı, Cengiz, K olhozda Hayat. İstanbul, Kağan Ki tabevi, 1966. Dağcı, Cengiz, Korkunç Yıllar. 6. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1991. Dağcı, Cengiz, O T opraklar Bizimdi, Ötüken Neşriyat, İstanbul. Dağcı, Cengiz, Onlar d a İnsandı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1990. Dağcı, Cengiz, Ölüm ve Korku Günleri, 2. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1991. Dağcı, Cengiz, Yansılar, 5 C., Ötüken Neşriyat, İstan bul 1988-1994. Dağcı, Cengiz, Yurdunu Kaybeden Adam, 4. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1991. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, İstiklal Savaşı, Samsun'dan Ankara'ya, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1951. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Anıtkabir, Yenilik Yayınevi, İstanbul, 1953. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Asu, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul, 1999. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Çanakkale Destanı, İstanbul Fetih Destanı, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1987. Dağiarca, Fazıl Hüsnü, Çocuk ve Allah, 1935-1939 Kitap Yayınlan, İstanbul, 1966. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Çukurova K oçaklam ası, Cem Yayınevi, İstanbul, 1979. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, D aha, Doğan Kitap Yayınla rı, İstanbul, 1999. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, D ört Kanatlı Kuş, Seçilmiş Şiirler, Varlık Yayınevi, İstanbul 1970.
Çokum, Sevinç, K aranlığa D irenen Yıldız, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996.
. Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Gazi M ustafa K em al Atatürk, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1973.
Çokum, Sevinç, Onlardan Kalan, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996.
Dağlarca, Fazıl Hüsnü, H avaya Çizilen Dünya, İs tanbul, Özgür Yaym-Dağıtım, 1985.
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
0 İ H I Î İ M Î S K İ J Ü 1 İ .4 6
Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Horoz, Cem Yayınevi, İstan bul, 1977.
Demirci, Rasih, Ekonominin Temelleri, Türkiye Di yanet Vakfı, Ankara.
Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Türk Olmak, Kitap Yayınlan, İstanbul, 1963.
Demirel, Hamide, Türk Destanları, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Üç Şehitler Destanı, İstanbul, Kitap Yayınları, 1964.
Demirel, J.Ö ğ.Yb. İbrahim - J.Öğ.Kd.Yzb Yüksel Alıç, Şiirlerle Jan darm a, Jandarma Genel Komu tanlığı Eğitim ve Okullar Daire BaşkanlığıYaym Kurulu, Ankara, 2001.
Dağlarca, Fazıl Hüsnü, Üç Şehitler Destanı, M alaz girt Ululaması, Yedi Memetler, Yurdana (Nene Hatun Görüntüsü), Kubilay Destanı, İstanbul, İn kılap Kitabevi, 1988.
Deniz, Sadık, Divan Şiiri-Bugünün Diliyle, İstanbul, 1983.
Dağlı, Abay Mirza, Balam B alam Destanı, Ankara 1958.
Denktaş, Rauf, Kur'andan İlham lar, Yeni Asya Yayı nevi, İstanbul 1986.
Dallı, Hüseyin, Kuzeydoğu Bulgaristan Türk Ağızları Üzerine Araştırmalar, TDK y. 1991.
Deny, Jean, Türk Dili Grameri, (Osmanlı Lehçesi), çev. Ali Ulvi Elöve, Maarif Vekaleti, İstanbul, 1941.
Damar, Arif, Günden Güne, Cem Yayınevi, İstanbul, 1986. Danışman, Zuhuri, B alak Gazi, İstanbul, 1957. Danışman, Zuhuri, K ahram anlar Geçidi, İstanbul, 1958. Danışman, Zuhuri, Lala Mustafa P aşa Kıbrıs Önle rinde, İstanbul, 1957. Danışman, Zuhurî, Osmanlı İm paratorluğu Tarihi, Ankara. Danışman, Zuhuri,Z afırenin Oğlu, İstanbul, 1958. Danişmend, İsmail Hâmi, Batı M enbalarına G öre İslâm Medeniyeti, 9. bs. Yağmur Yayınevi, İstan bul 1989. Danişmend, İsmail Hâmi, Garp M enbalarına G öre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, 3. bs. İstanbul Kita bevi, İstanbul 1982. Danişmend, İsmail Hâmi, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4 C., Türkiye Yayınevi, İstanbul 1947-61. Danişmend, İsmail Hâmi, Türklük M eseleleri, 3. bs. İstanbul Kitabevi, İstanbul 1983. Danişmend, İsmail Hâmi, Türklük ve Müslümanlık, Okat Yayınevi, İstanbul 1959. Darendelioğlu, İlhan E., Türkiye'de Komünist H are ketleri, 2 Cilt, Toprak Dergisi, İstanbul 1963.
Dertli, Divan-ı Dertli, İstanbul, tarihsiz (es.h.). Devlet, Nadir, Rusya Türklerinin M illî M ücadele Tarihi, 1905-1917. Türk Kültürünü Araştırma Ens titüsü, Ankara 1985. Devlet, Nadir, SSCB'deki Türkler Ağırlıklı Çağdaş Türk Dünyası, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1989. Devletşin, Tamurberg, Sovyet Tataristanı, çev. Mehmet Demircan, Kültür Bakanlığı, Ankara 1981. Dido Sotiriyu, Benden Selam Söyle Anadolu'ya, çev. Attila Tokatlı, Sander Yayınları, İstanbul 1970. Dilçin, Dehri, Divanii Lugat-it-Türk Dizini, , Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1957. Dilçin, Dehri, Yusuf ve Z eliha / Şeyyad Hamza, İstan bul, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1946. Dilibal, Hilmi, Şiirlerle Atatürk, İstanbul, Renk Yayı nevi, 1967. Dinamo, Haşan İzzettin, Ateş Yılları, İstanbul, Ararat Yayınları 1968. Dinamo, Haşan İzzettin, Kutsal Barış-U lusal Kurtu luş Savaşı Sonrasının G erçek Hikâyesi, İstanbul, Yurt-Yayın, 1971.
Dede Korkut Hikâyeleri, Bugünkü Türkçemizle, haz. Cevdet Kudret, İstanbul, 1970.
Dinamo, Haşan İzzettin, Kutsal İsyan-M illî Kurtuluş Savaşı'mn G erçek Hikâyesi, May Yayınları, İstan bul, 1966.
Dede Korkut Kitabı, (Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisanı Taife'i Oğuzan) haz. Cevdet Kudret, İstanbul, 1977.
Dinamo, Haşan İzzettin, Savaş ve Açlar, İstanbul, 1968.
Defne, Zeki Ömer, Denizden Çalınmış Ülke, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1971. Dehri, D ivançe-i Dehri, İstanbul, 1330, (es.h.). Demir, Necati, Ordu İli ve Yöresi Ağızları (İncelem eMetin-Sözlük), TDK y. 2001. Demirci, Fazıl, Irak Türklerinin Dünü-Bugiinü, Anka ra 1991. Demirci, Mehmet, Türkistan Notları, Kubbealtı Neş riyatı, İstanbul.
Dinamo, Haşan İzzettin, Tııyuğlar, Gerçek Sanat Ya yınları, İstanbul, 1990. Divançe-i Süleyman Fehim, İstanbul, 1262, (es.h.). Divan-ı Arif Hikmet Beyefendi, (es.h.).
İstanbul
1283,
Divanı Muhasebat Vezaifine Müteallik Bazı K a nunlar, Nizamnameler ve Talimatnameler ile M ükerrerat-ı Mâliyeyi Muhtevi Mecmua, İstan bul, 1926. (es.h.).
ö
i m
m
p k
.4 7
YA R A R LA N ILA N ES E R LER
Divan-ı Osman Nevres, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1290 (es.h.)
Elçin, Şükrü, Çocuklarım ıza Şiirler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986.
Divan-ı Refi, İstanbul, 1284 (es.h.)
Elçin, Şükrü, -Muhtar Tevfikoğhı, Yeni Türk N esri Antolojisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987.
Divan-ı Sabrî, (Deri.): Hüdayi Yağız, Ankara, 1984. Divan-ı Seyit Nigari, İstanbul, 1301. (es.h.). Divan-ı Süleyman Sadi, İstanbul, 1325, (es.h ). Divan-ı Şeref Hanım, İstanbul, 1292. (es.h.). Divan-ı Yunus Em re, İstanbul, tarihsiz, (es.h.). Divanü Lugat-it-Türk Tıpkıbasımı, Türk Dil Kuru mu Yayınları, Ankara, 1941, Dizdaroğlu, Hikmet, Cenap Şehabettin, Hayatı, Sa natı, Eserleri, Varlık Yayınları, İstanbul, 1964. Djilas, Milovan, Stalin'le Konuşmalar, Ötüken Neşri yat, İstanbul. Doğan, Avni, Bütün Şiirleri, Ankara, 2003. Doğan, D. Mehmet, B atılılaşm a İhaneti, 2. bs. Beyan Yayınevi, İstanbul 1986. Doğan, D. Mehmet, Dil, Kültür ve Yabancılaşma, Be yan Yayınevi, İstanbul 1990. Doğan, D. Mehmet, Kültürel Savaş ve Savaş Kültürü, Nehir Yayınevi, İstanbul, 1992. Doğan, Mehmed, Kur'an ve Tarih Önünde Türk'ün M uhasebesi, 4. bs. Ankara 1983. Doğan, Mehmed, Tiirk'im Güç K aynağı: D evlet B ab a Geleneği, Ankara 1983. Dora, Celâl, K o re Savaşında Türkler, İstanbul 1963.
1950-1951,
Dostoyevski, Fyodor, K aram azov K ardeşler, çev. Nihal Yalaza Taluy, Maarif Vekaleti Yayınları, İs tanbul, 1958. Dranas, Ahmet Muhip, Şiirler, Kültür ve Turizm Ba kanlığı, Ankara, 1988. Duygulu, Melih, A levi-Bektaşi Müziğinde Deyişler, İstanbul, 1997. Dülgerzade Rızaettin, Divan-ı Rızaettin, İstanbul, 1262, (es.h.). Dündar, Gülsün, Türkçülüğün Alfabesi, Su Yayınları, İstanbul 1979.
Elçin, Şükrü, Şiirle Selâm, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1984. Elgün, Abdullah Çağrı, Düşten Öteye, Kayseri, 1983. Eloğlu, Metin - Tansel, Oğuz, B ektaşi D edikleri, Tür kiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1970. Emin Osman, Hadikat'ül E diba -Edibay-ı Asrın Asarı Bergüzidelerini Muhtevi M üntehibat M ecmuası dır- deri. İstanbul, 1299, (es.h.). Emine Işınsu, Ak Topraklar, Ötüken Neşriyat, İstan bul 1971. Emine Işınsu, Azap Toprakları, 13. bs. Ötüken Neşri yat, İstanbul 1993. Emine Işınsu, Sancı , 10. bs. Töre-Devlet Yayınevi, Ankara 1980. Em ir Osman el Haşimi, D ivançe-i Haşimî, İstanbul, 1329, (es.h.). Em ir Seyyid Ömer Han, Divan-ı Emir, İstanbul, 1299, (es.h.). Enisdede, Divan-ı E nisdede Tercüme-i Hali, İstanbul, (tarihsiz), (es.h.). Eraslan, Kemal, Divan-ı H ikm et’ten Seçm eler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlan, Ankara, 1983. Ercilasun, Ahmet B., K ars İli Ağızları (Ses Bilgisi), TDK y. 2002. Ercilasun, Ahmet Bican, D ilde Birlik, Ecdad Yayıne vi, Ankara. Ercilasun, Ahmet Bican, M oğolistan ve Çin Günlüğü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1991. Ercilasun, Ahmet Bican, Türk Dünyası Üzerine M akaleler - İncelem eler, Ankara 1992. Erdem, Galip, Mektuplar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1979. Erdoğan, Bekir Sıtkı, D ostlar Başına, İstanbul 1965.
Ebubekir Rıfat, Divan-ı Rıfat Efendi, İstanbul, 1254. (es.h.).
Eren, Emin, Zonguldak-Bartın-Karabük illeri Ağızla rı, TDK y. 1997.
Ebulkemal Kemahî, Divan-ı E bulkem al Kem ahi, İs tanbul, 1326, (es.h.).
Ergin, Muharrem, D ede Korkut Kitabı, Türk Dil Kurumu, Ankara 1989.
Ebuzziya Tevflk, Nunıune-i Edebiyyat-ı Osmaniyye, İstanbul, 1308.
Ergin, Muharrem, Orhun Âbideleri, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970.
Ecevit, Bülent, Ecevit'in Şiirleri, haz. Mehmed Ke mal, İstanbul, May Yayınları, 1976.
Ergin, Muharrem, Türkiye'nin Bugünkü M eseleleri, 3. bs. İstanbul 1975.
Ediboğlu, Baki Süha, Bizim K uşak ve Ötekiler, 36 Şair Üstüne Anılar ve Şiirler, İstanbul, 1968.
Ergun, Sadettin Nüzhet, Bektaşi Şairleri, Maarif Ve kaleti Yayınları, İstanbul, 1930.
Ege, İskender Cenap, B ir Yaprak Değdi, (yayın yeri ve tarihi yok)
Ergun, Sami, Manzum N asreddin H oca F ıkra ve H ikayeleri, Ankara, 1950.
Ege, İskender Cenap, Ege'den Esintiler, Ankara, 1994.
Ergüven, Abdullah Rıza, Güneşe Açılmak, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1978.
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
Erh at, Azra, Mavi Yolculuk, İstanbul, 1962. Erkal, Mustafa, 101 Soruda Az Gelişmişlik, Der Ya yınevi, İstanbul. Erkal, Mustafa, Sosyal M eselelerim iz ve Sosyal D e ğişme, Mayaş Yayınları, Ankara 1984. Erkent, Dr. M. Kazım, Gaziantep Ağzıyla Nostaljik, Folklorik Deyişler, Gaziantep, 2000. Erm an, Nüzhet, Anadolu 1970, Ceylan Yayınevi, İs tanbul, 1970. Eroğlu, Hamza, Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1992. Erol, Safiye, Ciğerdelen, İstanbul 1946. Eröz, Mehmet, D oğu Anadolu'nun Türklüğü, 2. bs. irfan Yayınevi, İstanbul 1982. Eröz, Mehmet, Hıristiyanlaşan Türkler, Türk Kültü rünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1983. Eröz, Mehmet, M illî Kültürümüz ve Meselelerimiz, Doğuş Yayım ve Dağıtım, İstanbul 1983. Eröz, Mehmet, Türk Ailesi, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1972. Ersavaş, Fahri, H am asî Türk Şiiri Antolojisi, Ankara 1965. Ersavaş, Fahri, K ıbrıs Şiirleri Antolojisi, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1965. Ersen, Cavid, Hürriyet M ücadelesi, Ankara, 1972. Ersoy, Mehmed Akif, M ehm ed A k if Külliyatı, Açıklam alı ve Liigatçeli- haz. İsmail Hakkı Şengüler, İstanbul, 1990. Ersoy, Mehmed Akif, Safahat, haz. Mehmet Ertuğnıl Düzdağ, İstanbul, Gonca Yayınevi, 1987. Ersoy, Mehmed Akif, Safahat, haz. Ömer Rıza Doğ rul, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1943. Ersoy, Mehmed Âkif, Safahat, İstanbul, 1933, (es.h.). Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, haz. Orhan Akay, Mustafa İsen, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1991. Ertaylan, İsmail Hikmet, Hurufı Edebiyatı Örnekleri, - c. 1. G encnam e-i Re.fi'i, c. 2. M esnevi-i Penahiİ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1946. Ertekin, Fazlı, B ir Teselli Aradım, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1976. Ertem , Ali, N am ık Kemal'in Şiirleri, İstanbul, İstanbul Kitabevi, 1957.
ÛIÜMIİİMt S Û M . Ertürk, Selahattin, Kükreyiş, Kars, Aylı Kurt Yayın ları, 1950. Ertüzün, Fikret, İktisat Politikası M odelleri, İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi, İstanbul 1984. Erzurumî, Haşan Basri, Kur'ânı K erim e G öre Sağcı lık ve Solculuğun M anası ve Solcu Yazarlara C e vap, Türk M illiyetçilerinin E l Kitabı, İstanbul 1968. Erzurumlu Emrah, Divan-ı Emrah, İstanbul, 1332. (es.h.). Erzurumlu Emrah, D ost Elinden Gelen Turna, Erzu rumlu Emrah, Hayatı, Şiirleri, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1976. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Divan-ı İbrahim Hakkı Erzurumî, İstanbul, 1263. (es.h.). Esendal, Memduh Şevket, Ayaşlı ve K iracıları, 4. bs. Bilgi Yayınevi, Ankara 1988. Esendal, Memduh Şevket, Otlakçı, 5. bs. Bilgi Yayı nevi, Ankara 1989. Esin, Emel, Türk Kültür Tarihi- İç Asya'daki Erken Safhalar, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1985. Esitı, Emel, Türkistan Seyahatnamesi, Türk Tarih Ku rumu. E srar Dede, Divan-ı E srar Dede, İstanbul, 1257. (es.h.). Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş, Divan-ı Hulusi-i Darendevi, hazlr. Muhsin Kalkışım, Lütfi Alıcı, Ahmet Yeııikale, Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1997, 2 c. (ikinci c .’de eski harfli metin var). Eteni İzzet, On Yılın Romanı, Maarif Vekaleti Yayın ları, İstanbul, 1933. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, haz. Zuhuri Danışman, İstanbul, 1969. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul, 1314, (1-8. ciltleri eski, diğerleri Latin harfli). Evliya Çelebi Seyahatnamesi, sad. Tevfik Temel Kuran, İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1975-78. Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler, haz. H. Nihal Atsız, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İs tanbul, 1971. Evliyagil, Necdet, Altınkıım Vapuru, İstanbul Şiirleri, Ajans-Türk Yayınları, Ankara, 1975.
Ertepınar, Coşkun, Güzel Dünya, Ankara, 1969.
Evliyagil, Necdet, Çocukların Görkemli Düşü ve Acı Gülüşü, Ankara, Ajans-Türk, 1979.
Ertepınar, Coşkun, Küçük Dünyamın İçinden, Anka ra, 1982.
Evliyagil, Necdet, Düş ve Gerçek, Ankara, Ajans-Türk Matbaacılık, 1978.
Ertepınar, Coşkun, Şiir İklim inde B ir Ömür (Hepsi B ir Arada), Ankara 1995.
Evliyagil, Necdet, İstanbul Düşü, Ankara, 1982.
Ertürk, Selahattin, Mehmetçiğin İsyanı, İzmir, 1946.
Eyuboğlu, İsmet Zeki, Divan Şiirinde Sapık Sevgi, İstanbul, 1968, Okat Yayınları.
Ertürk, Selâhattin, Kükreyiş, 2. bs. Tanrı dağı Yayı nevi, İstanbul 1952.
Eyuboğlu, İsmet Zeki, Hz. Ali'nin Şiirleri, İstanbul, Pencere Yayınları, 1997.
YA R A R LA N ILA N ES E R LER
.4 9
Eyuboğlu, İsmet Zeki, Yedi Askı, A rap Şiirinin İlk P arlak Dönemi, İstanbul, Adam Yayınları, 1985.
Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1963.
Eyuboğlu, Sabahattin, P ir Sıdtan Abdal, İstanbul, Cem Yayınevi, 1977.
Genç, Reşat, Karahanlı D evlet Teşkilâtı: XI. Yüzyıl Tiirk Hâkimiyet Anlayışı ve K arahanlılar, Kültür Bakanlığı, Ankara 1981.
Faik Ali, F ani Teselliler, Bursa, 1324, (es.h.). Fakir Baykurt, Kaplum bağalar, İstanbul, Remzi Ki tabevi, 1967. Fatin, Divan-ı Fatin, İstanbul, 1288, (es.h.).
Genç, Reşat, Türk İnanışları ile Millî G eleneklerinde Renkler ve Sarı, Kırmızı, Yeşil, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1997.
Fazlı Necip, Kiilhani Edipler, İstanbul, 1930.
Gençosmanoğlu, Niyazi Yıldırım, D estanlar Burcu, İstanbul 1990.
Feraizci Mehmet Şakir, M enazır-ül-Letaif —Evhami - haz. Cevdet Kudret, İstanbul, 1974.
Gençosmanoğlu, Niyazi Yıldırım, D estanlarda Uyaıımak, İstanbul, Cönk Yayınları, 1984.
Ferid, Vahdet-i Vücud, İstanbul, 1331, (es.h.). Feyzullah Sacit, Hayyamm R ubaileri ve Manzum Tercümeleri, İstanbul, Cihan Kütüphanesi, 1929.
Georges-Gauli Berthe, Kurtuluş Savaşı Sırasında Tiirk Milliyetçiliği, çev. Cenap Yazansoy, Rado Yayınları, İstanbul 1981.
Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri, Sosyalizm; Eflâtun'dan M arks'a K adar, İstanbul 1965.
Gezen, Müjdat, Acayip Şiirler Antikalojisi, İstanbul, 1987.
Firuz Ahmet, İttihat ve Terakki; Jö n Tiirkler, İstanbul 1971.
Giridi Ali Aziz Efendi, Muhayyelat-ı Aziz Efendi, Akçağ Yay.
Fitnat Zübeyde, Divan-ı Fitnat, (es.h.).
Gocul, Basri, Türk M illî Destanı Oğuzlama, 1950
İstanbul,
1286,
Flaubert, Gustave, M adam e Bovarv, çevl. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1967. Fuat Bayramoğlu'nun Rubaileri, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,1976. Fuzuli Divanı, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, İn kılap Yayınları, 1985. Fuzuli, hazl. Nazım İbrahimov -Yaşar Garayev, Ankara, Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Yayın ları, (tıpkıbasım ekli), Azerbaycan. Fuzuli, Divan-ı Fuzuli, İstanbul, 1331. (es.h.). Fuzuli, Fuzuli Divanı, bas. hazl. Kenan Akyüz [ve diğerleri.], Ankara, Akçağ, 2000. Füruzan, Kuşatma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973. Garaudy, Roger, İslâmın Vadettikleri, 3. bs. Pınar Ya yınevi, İstanbul 1983. Garaudy, Roger, Sosyalizmin Büyük Dönem eci, Mil liyet Yayınları, İstanbul 1970. Garibi, Divan-ı Garibi, İstanbul, tarihsiz (es.h.). Gazali, İhyây-ı Ulûm ’üd-din, tere. Ahmet Serdaroğlu, İrfan Yayınevi, İstanbul. Gazeteci, Haşan, 23 Nisan Çocuk Şiirleri, İstanbul, İtimat Kitabevi, 1975. Gelibolulu Mustafa Ali, Cami'u'l-Buhur d er M ecalis-i Sur, edisyon kritik ve tahlil Ali Öztekin, Türk Ta rih Kurumu Yayınları Ankara, 1996, Index. Gemalnıaz, Efrasiyap, Erzurum ili Ağızları I-II-III, TDK y. 1995. Gemuhluoğlu, Fethi, Dostluk Üzerine, Boğaziçi Ya yınevi, İstanbul 1978. Gencosman, Mehmed Nuri, Hayyam'dan Rubailer,
Goethe, Johann Wolfgang von, Faust, çev. Recai Bilgin, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1966. Gorki, Maksim, Ana, İstanbul, May Yayınları, 1971. Gökalp,Ziya Türk Töresi, haz. Yalçın Toker, Toker Yayınevi, İstanbul 1987. Gökalp, Ziya , Türkçülüğün Esasları, haz. Yalçın Toker, Toker Yayınevi, İstanbul 1989. Gökalp, Ziya, Türkleşmek, İslâmlaşm ak, M uasırlaş mak, sad. Yalçın Toker, 2. bs. Toker Yayınevi, İs tanbul 1992. Gökalp, Ziya, Yeni Türkiye'nin H edefleri (Hikmet Tanyu'mm B ir İncelem esi ile), Hür Basım ve Ya yınevi, Ankara 1965. Gökalp, Ziya, Çınaraltı Konuşmaları, Diyarbakır'ı Tanıtma ve Kültür Demeği, Ankara 1966. Gökalp, Ziya, Kızıl Elma, İstanbul, 1941. Gökalp, Ziya, Şiirler ve H alk M asalları, haz. Fevziye Abdullah Tansel, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1977. Gökalp, Ziya, Yeni Hayat, İstanbul, 1918 (es.h.). Gökalp, Ziya, Yeni Hayat, İstanbul, İkbal Kitabevi, 1941. Gökalp, Ziya, Eski Tiirk Dinî Tarihi, İstanbul 1988. Gökalp, Ziya, Hususî M ektuplarına Göre Ziya Gökalp'in H ayat Görüşü, Der.: Önder Göçgün, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1992. Gökalp, Ziya, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Tem elle ri, haz. Rıza Kardaş, Millî Eğitim Bakanlığı, An kara 1973. Gökalp, Ziya, Türk Ahlâkı, haz. Yalçın Toker, Toker Yayınevi, İstanbul 1989. Gökalp, Ziya,Türk Medeniyeti Tarihi, haz. Yalçın To ker, Toker Yayınevi, İstanbul 1989.
DİMİCE SOM. 50
YA RA R LA N ILA N ESER LER
Gökdemir, Sevgi - Ayvaz, Yunus Emre, Güldeste, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990.
Gülensoy, Tuncer, Kütahya Yöresi Ağızları, TDK y. 1988.
Göktürk, M. Gündüz, Burası 27 Mayıs Ankarası, Bursa, 1963.
Gülensoy, Tuncer, Orhun'dan Anadolu'ya Türk Dam g a la rı: D am galar, İmler, Enler. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1989.
Gökyay, Orhan Şaik, B irkaç Şiir, İstanbul, Hilal Mat baası, 1976. Gökyay, Orhan Şaik, Bugünkü D ille D ede Korkut, Remzi Kitabevi, İstanbul 1963. Gölpınarh, Abdülbâki, 100 Soruda Türkiye'de Mez h epler ve Tarikatlar, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1969.
Güler, Abdülkadir, Harran'da Atatürk Çiçeği, İzmir, 1986. Güler, Abdülkadir, Mardin Folkloru G elenekler G ö renekler, 1998. Güler, Abdülkadir, Söke Şairleri Antolojisi, Söke, 1990.
Gölpınarh, Abdülbâki, Divan- M evlana Celaleddin Rumi, çev. İstanbul, 1971, Milliyet Yayınları.
Güler, Halit, Tuna N ehri Konuşsaydı, Türkiye Diya net Vakfı, Ankara.
Gölpınarh, Abdülbâki, Divan Şiiri, e. 1. XV-XVI. yy. c. 2. XVII. yy. e. 3. XVIII. yy. c. 4. XIX. yy. c. 5. X X . yy. İstanbul, 1954.
Gülpınar Taranoğlu, Güzide, B ir D alda Bin Çiçek, Şiirlerimin Demeti, Ankara, 1997.
Gölpınarh, Abdülbâki, Divan-ı K eb ir - giildesteM evlana C elaleddin Rumi, İstanbul, 1955.
Gülpınar-Taranoğlu, Güzide, Huzur Çağı, Ankara, 1981. Gülseren, Cemil, Malatya İli Ağızları, TDK y. 1 2000 .
Gölpınarh, Abdülbâki, Divan-ı Kebir'den Seçm elerM evlana Celaleddin ifa/m'Kültür Bakanlığı Yayınları,, Ankara, 1995.
Gümülcineli Esad, H alk Şiirleri, (es.h.).
Gölpınarh, Abdülbâki, Fuzuli Divanı, İstanbul, 1961.
Günay, Turgut, Rize İli Ağızları, TDK y. 2002.
Gölpınarh, Abdülbâki, Hayyam ve Rubaileri, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1973.
Gündüz, Aka, Bu Toprağın Kızları, İstanbul, 1973.
Gölpınarh, Abdülbâki, Nedim Divanı, İstanbul, İnkı lap Kitabevi, 1972. Görkem, Rauf, Heyecanlarım, Ankara, 1970. Göze, Ergıın, Bulunmuş D efterden Cuma Düşünceleri, Boğaziçi Yayınevi, İstanbul 1989. Gözler, H. Fethi Edebiyatım ızdaki Dinî, Tasavvufı ve Hikmetli Manzum Sözlerden B ir Demet, Kültür Bakanlığı, Ankara 1989. Gözler, H. Fethi, Vatan ve Kahram anlık Şiirleri An tolojisi, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1965. Gözler, H. Fethi, Yunus'tan Bugüne Türk Şiiri, Defiıe Yayınları, Ankara 1964. Güfta, Dr. Hüseyin Divan Şiirinde İlim, Ankara, 2004. Gül, Muhsin, H alk Ozanı Sıdki B ab a Hayatı ve Şiirle ri, Ankara, 1984. Gülahmedoğlu, Azmi, Yemin, İstanbul 1952. Güldeste, Türk Edebiyatından Seçilmiş Beyit ve Mıs ralar, Ankara 1991. Güleç, Azmi, Ağustos Güneşi, Destan, Defne Yayınları, Ankara 1967. Güleç, Azmi, Azmi'den Rubailer, Defne Yayınları, Ankara 1970. Güleç, Azmi, Fetih Yıldızı, Destan, Ankara 1958.
İstanbul,
1339,
Güner, Ahmet, Tarikatlar Ansiklopedisi, haz. Milliyet Yayınları, İstanbul 1991. Güney, Eflatun Cem - Güney, Çetin Eflatun, Aşık Mesleki, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1953. Güney, Eflatun Cem - Güney, Çetin Eflatun, Âşık Ruhsati, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul Maarif Ki taphanesi, İstanbul, 1963. Güney, Eflatun Cem, Erzurumlu Emrah, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul Maarif Kitaphanesi, 1960. Güney, Eflâtun Cem, H alk Şiiri Antolojisi, 6. bs. Varlık Yayınevi, İstanbul 1980. Güngör, Erol, Dünden Bugünden Tarih, Kültür, Mil liyetçilik, 4. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1988. Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun M eseleleri, Ötü ken Neşriyat, İstanbul. Güngör, Erol, Kültür D eğişm eleri ve Milliyetçilik, 2. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1984. Güngör, Erol, Sosyal M eseleler ve Aydınlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul. Güngör, Erol, Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İs tanbul 1983. Güngör, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1978. Günşen, Ahmet, K ırşehir ve Yöresi Ağızları (İnceleme-Metinler-Sözlük), TDK y. 2000.
Güleç, Azmi, Kapısız Sokaklar, Ankara 1962.
Gün tekin, Reşat Nuri, Acımak, İstanbul, 1957.
Gülensoy, Tuncer, - Buran, Ahmet, E lazığ Yöresi Ağızlarından D erlem eler I, TDK y. T 994.
Güntekin, Reşat Nuri, Akşam Güneşi, İstanbul, 1928, (es.h.).
o i « n i K
®
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
ö i i .5 i
Güntekin, Reşat Nuri, Ateş Gecesi, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1953.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, E şkıya İninde, İstanbul. 1963.
Güntekin, Reşat Nuri, B ir Kadın Düşmanı, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1958.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Gulyabani, İstanbul, Hil mi Kitabevi, 1960.
Güntekin, Reşat Nuri, Çalıkuşu, 37. bs. İnkılâp Ki tabevi, İstanbul 1992. Güntekin, Reşat Nuri, Çalıkuşu, İstanbul, (es.h.).
1928,
Güntekin, Reşat Nuri, Damga, İstanbul, İnkılap ve Aka, 1968. Güntekin, Reşat Nuri, Değirmen, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1958. Güntekin, Reşat Nuri, Dudaktan K albe, İstanbul, 1932.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, İffet, İstanbul, 1966. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, İnsanlar Maymun muy du? İstanbul, 1982. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Kaderin Cilvesi, İstanbul, Pınar Y ayınevi, 1964. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, K adınlar Vaizi, İstanbul, 1966. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Kaynanam N asıl Kudur du?, İstanbul, 1964.
Güntekin, Reşat Nuri, Eski Hastalık, İstanbul, 1958.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, K esik Baş, 1963.
Güntekin, Reşat Nuri, Gizli El, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1969.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, K okotlar Mektebi, İstan bul, 1981.
Güntekin, Reşat Nuri, Gökyüzü, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1958.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Kuyruklu Yıldız Altında B ir Evlenme, İstanbul, 1969.
Güntekin, Reşat Nuri, Kan Davası, İnkılap Kitabevi, 1960. Güntekin, Reşat Nuri, K ızılcık Dalları, İstanbul, 1957. Güntekin, Reşat Nuri, M iskinler Tekkesi, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1958. Güntekin, Reşat Nuri, Son Sığmak, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1961. Güntekin, Reşat Nuri, Tanrı Misafiri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1970. Güntekin, Reşat Nuri, Yaprak Dökümü, İstanbul, Ahmet Halit Kitaphanesi, 1930. Güntekin, Reşat Nuri, Yeşil Gece, İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1968. Gürgen, Ali Gündüz, Mevlana'dan Günümüze K a d ar Dini Şiirleri Antolojisi, Konya, 1966. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Aşk Batağı, B ir M uadelei Sevda, İstanbul, 1983. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Ben D eli miyim?, İstan bul, 1965. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Billur Kalp, İstanbul, 1967.
İstanbul.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Metres, İstanbul, 1965. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, M ezarından K alkan Şe hit, İstanbul, 1966. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Mürebbiye, 1960.
İstanbul,
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Namuslu Kokotlar, İstan bul, 1984. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Nimetşinas, İstanbul, 1965. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Şık, Kütüphane-i İslam ve Askerî, İstanbul, 1336, (es.h.). Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Şık, İstanbul, 1964. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Şıpsevdi, İstanbul, 1965. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Tesadüf, İstanbul, 1984. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Tutuşmuş Gönüller, İs tanbul, 1968. Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Utanmaz Adam, İstanbul, 1984. Gürsevin, Gürer, Uşak İli Ağızları (Dil ÖzellikleriMetinler-Sözliik), TDKy. 2002.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Cadı, İstanbul, 1967.
Gürtunca, Mehmet Faruk, Bu Arslana Dokunmayın, İstanbul, Ülkü Kitap Yurdu, 1939.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Can Pazarı, İstanbul, 1968.
Gürün, Kâmuran, Türkler ve Türk D evletleri Tarihi, 2. bs. Bilgi Yayınevi, Ankara 1984.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Cehennemlik, İstanbul, 1966.
Güipınar Taranoğlu, Güzide, Aşk Yıllara Yenilmez, Ankara, (tarihsiz).
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, D eli Filozof, İstanbul, 1964.
Hacıeminoğlu, Necmettin, Türkçenin K aranlık Gün leri, İstanbul.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Dirilen iskelet, İstanbul, 1984.
Hacıeminoğlu, Necmettin, Yeni B ir Dünya, TöreDevlet Yayınevi, Ankara 1976.
Gürpınar, Hüseyin Rahmi, Efsuncu B aba, İstanbul, Atlas Kitabevi, 1966.
Hafız Mehmet Sabatüddin, Divan-ı Hafız Mehmet Sebatüddin, İstanbul, 1309. (es.h.).
YA RA R LA N ILA N ESER LER ______________________________
Hafız Ulvi, Divan-ı H afız Ulvi, İstanbul, 1290. (es.h.). Halıcı, Feyzi, -Ahmet Özdemir, P era P alas Gönül Sohbetleri Güldestesi, Ankara, 1999.
_____________________ m e n iiC E M . Hazik Mehmed, Divan-ı Hazilc Efendi, İstanbul, 1318. (es.h.).
Halıcı, Feyzi, Dinle Neyden, Konya, 1984.
Hector Malot, Bilgiç Kız, çev. Ahmet Midhat Efendi, İstanbul, 1305, (es.h.).
Halıcı, Feyzi, Konya Şiirleri, Konya Ticaret Odası Kültür ve Eğitim Yayınları, Konya, (tarihsiz).
Helaki, Divan, (Haz.) Mehmed F. Çavuşoğlu, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul. 1982.
Halıcı, Feyzi, Parlam enter Şairler, T.B.M.M. Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1990.
Hemingway, Ernest, Ç anlar Kimin İçin Çalıyor, çev. Nurettin Özyürek, Varlık Yayınları, İstanbul, 1966.
Halıcı, Feyzi, Yaşama Sevinci, Ankara 1983. Halikarnas Balıkçısı, Aganta Bıırina Bıırirıata, İstan bul, 1946. Halil Rüşdü, H adikat-ı M arifet Teranelerim, İstanbul, 1312, (es.h.). Halim Giray, Divan-ı H alimgiray Sultan, İstanbul, 1257. (es.h.). Halit Efendi, Divan-ı Halit Efendi, İstanbul, 1257. (es.h.). Halman, Talat Sait, Eski Uygarlıkların Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1974. Hamamizade İhsan, Divan-ı İhsan, İstanbul, 1928. (es.h.).
Henry, Paul, M illiyetler M eselesi, çev. Fehmi Baldaş, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939. Hersekli Arif Hikmet, Divan-ı A rif Hikmet, İstanbul, 1335, (es.h.). Heyd, Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, çev. Kadir Günay, Kültür Bakanlığı, Ankara 1979. Hız, Salih, Atatürk B aba, Samsun, 1961. Hilmi, Divan-ı Hilmi, İstanbul, tarihsiz, (es.h.). Hire, Jean de La, ik i Çocuğun Devriâlemi, İstanbul, 1924, (es.h.). Hisar, Abdülhak Şinasi, Fahim B ey ve Biz, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1966.
Hamdi Haşan, M akedonya ve K osova Türklerince Kullanılan Atasözleri ve Deyimler, TD K y. 1997.
Hugo, Victor N otre-D am e d e Paris, çev. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, 2 c, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1947.
Hamidullah, Muhammed, İslâm a Giriş, Beyan Ya yınları, İstanbul 1996.
Hüseyin Şevket, K a ra (es.h.).
Hamii Amidi, Divan-ı Hamii Amidi, İstanbul, 1272, (es.h.).
Hüseyini, Hüseyin Mirza Baykara, Divan-ı Sultan Hüseyn Mirza B aykara, haz. İsmail Hikmet Ertaylan, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstan bul, 1946.
Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, yay. çev. Mümin Çevik, Erol Kılınç, 2. bs. Üçdal, İkra ve Okusan Yayınevleri, İstanbul 1989.
Günlerde,
İstanbul,
1926,
Hüzni, Divan-ı Hüzni, İstanbul, 1310, (es.h.).
Hamsun, Knut, Düğüm, çev. Hüseyin Tüztin, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1971.
İlgaz, Rıfat, Karadenizin Kıyıcığında, Cem Yayınevi, İstanbul, 1969.
Hanhan, Ziya, Baltaoğlu Bizans'ta, Türkiye Yayıncı lık, İstanbul, 1971.
Işık, İhsan, Kültürümüzün Kimliği, Beyan Yayınları, İstanbul 1982.
Hanhan, Ziya, E feler Şahlanıyor, G ökçen Efe, Yeni İstanbul Yayınları, İstanbul, 1969.
İdil, M. Ayas İshakî, Üyge Taba (Eve Doğru), Ötüken Neşriyat, İstanbul 1965,
Hanyavi Şefik Efendi, D ivançe-i Hanyavi Şefik E fen di, İstanbul, 1293. (es.h.).
İlhan, Attila, Ayrılık Sevdaya Dahil, Bilgi Yayınları, Ankara, 1993.
Haşan Hilmi, Divan-ı Haşan Hilmi, İstanbul, 1290, (es.h.).
İlhan, Attila, Böyle B ir Sevmek, Ankara, Bilgi Yayın ları, 1977.
Haşek, Jaroslav, Aslan A sker Şvayk, çev. Ayşegül Günkut, İstanbul, 1964.
İlhan, Attila, Duvar, Bilgi Yayınları, Ankara, 1977.
Hatem Ahmed, Divan-ı Hatem, İstanbul, tarihsiz, (es.h.). Hatipoğlu, Aydın, Beynim Yüreğim, İstanbul, 1978. Hatipoğlu, Aydın, Çöm çe Gelin, İstanbul, 1966. Hayıt, Baymirza, E sir Türkler, çev. Şekip Engineri, Kişisel Kitaplar, Ankara, (tarihsiz). Hayreti, Divan, (tenkidli basım) haz. Mehmed F. Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri, İ.Ü. Edebiyat Fakülte si Yayınları, İstanbul, 1981.
İlhan, Attila, Zenciler Birbirine Benzemez, Yayınları, Ankara, 1957.
Dost
İmriül Kays, Mııallakat, çev. Mehmed Şerefeddin Yaltkaya, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstan bul, 1989. İnal, Ayhan, Dostlarım, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1977. İnal, Ayhan, Ölümsüzlük Türküsü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987. İnal, İbnü'l-Emin Mahmud Kemal, Son Asır Türk
B
I B
I K
»
®
. «
YA R A R LA N ILA N ES E R LER
Şairleri, -Kemalü'ş-Şuara- haz. Hidayet Özcan, Atatürk Yüksek Kurumu - Atatürk Kültür Merkezi Yayım, Ankara, 2000.
ferd en Sonra Mudanya M ütarekesi ve Lozan Ant laşması, 1998. (Cumhuriyet gazetesinin armağanı dır).
İnal, İbnülemin Mahmut Kemal, Son Sadrazamlar, 3. bs. Dergâh Yayınevi, İstanbul 1982.
İnönü, İsmet, İsm et İnönü'nün T.B.M.M.'deki konuş m aları 1920-1973, deri: Ali Rıza Cihan, Ankara, 1992. T.B.M.M. Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları: 56 (c. 1. 1920-1938, c. 2. 1939-1960, c. 3. 1961-1973, E -l: Dizin).
İııan, Abdülkadir, Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Ba kanlığı, Ankara 1976. İnan, Abdülkadir, M akaleler, İncelem eler, 2 e. 2. bs. Türk Tarih Kurumu, Ankara 1987. İnan, Abdülkadir, M anas Destanı, Kültür Bakanlığı, Ankara 1985. İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1954. İnönü, İsmet, Lozan B arış Konferansı- Konuşma, Demeç, M akale, Mesaj, Anı ve Söyleşileri, haz: İl han Turan, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu- Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2003. İnönü, İsmet, Millet ve insaniyet (İsmet İnönü'nün nutuklarından seçm eler), deri: Herbert Melzig, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1943.
İnönü, İsmet, M illî Şefin Şöylev, D em eç ve M esajları, deri: Kadri Kemal Kop, Akay Kitabevi, İstanbul, 1945. İnönü, İsmet, M uallimler B irliği K ongresinde İsm et P aşa Hazretlerinin Nutukları, Ankara, 1341, (es.h.). İnönü, İsmet, Muhalefet'te ism et İnönü: Konuşmaları, D em eçleri, M esajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla, deri: Sabahat Erdemir, İstanbul, 1956. İpekten, Haluk, Divan Edebiyatında E d eb î Muhitler, İstanbul, 1996, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İsmail Hakkı Bursevî Divanı, (Haz.) Dr. Murat Yurt sever, Arasta Yayınları, Bursa, 2000. İsmeti, Divan-ı İsmetî, İstanbul, 1291, (es.h.).
İnönü, İsmet, Millî Ş e f Cumhurreisi ism et İnönü 'nün Türkiye Büyük M illet Meclisinin J.n ci İntihap Devresinin 2 'inci Toplanm a Yılını Açış Nutku 1.11.1944, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekre terliği Yayınları, Ankara, 1944.
İz, Mahir, Tasavvuf- Mahiyeti, Büyükleri ve Tarikat lar, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1990.
İnönü, İsmet, Aziz Atatürk, , Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1963.
İzbudak, Veled Çelebi, Divan-ı Tiirki-i Sultan Veled, Musahhihi Kilisli Rıfat, İstanbul, 1341, (es.h.).
İnönü, İsmet, Cumhuriyet H alk Partisi Üsnomal Biiyük Kurultayda G enel Başkan İnönü Tarafından Söylenen Nutuk 26.12.1938.
Johnstone, H.A. ve Butler, Muuro, Tiirkler: K a ra k terleri, Terbiyeleri ve... çev. Hüseyin Kılıç, Türki ye Diyanet Vakfı, Ankara.
İnönü, İsmet, D efterler: 1919-1973, haz: Ahmet Demirel, [önsöz Erdal İnönü], İstanbul, 2001, 2 c. Fotoğraflı. Yapı Kredi Yayınları (c. 1. 1919-1955 - c. 2. 1956-1973).
Kabaklı, Ahmet, Kültür Emperyalizmi, Toker Yayı nevi, İstanbul 1971.
İnönü, İsmet, D evlet Kurucusu Atatürk, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969. (Belleten, Cilt XXXIII, Sayı 129 (Ocak 1969)'dan ayrıbasım). İnönü, İsmet, E bedi Ş e f Atatürk'ün Ölümü D olayısıyla Milli Ş e f ism et İnönü'nün Türk M illetine Beyan namesi, Ankara, 1938. İnönü, İsmet, H atıralar: B irinci Dünya Harbi, haz: Nurer Uğurlu, Ankara, 1999, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları İnönü, İsmet, Hatıralarım, Genç Subaylık Yılları: 1884-1918, haz: Sabahattin Selek, İstanbul, 1969. İnönü, İsmet, İhtilalden Sonra İsm et İnönü: Konuşm a ları, Dem eçleri, M esajları, Sohbetleri ve Yazılarıy la, deri: Sabahat Toktamış, İstanbul, 1962. İnönü, İsmet, İnönü'nün Söylev ve D em eçleri, c. 1. Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları [T.B.M. Meclisinde ve C.H.P. Kurultaylarında (19191946)] İstanbul, 1946. İnönü, İsmet, ism et İnönü'nün H atıraları: Büyük Za
İstiklal Uğrunda Şiirler Mecmuası, Azerbeycan Neş riyatı, İstanbul, 1928, (es.h.).
Kabaklı, Ahmet, M âbet ve Millet, Toker Yayınevi, İstanbul 1970. Kabaklı, Ahmet, Müslüman Türkiye, Toker Yayınevi, İstanbul 1970. Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, 5 c., Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul. (1. c. 1965, diğerleri değişik tarih li) Kadı Burhaneddin, Divan-ı K adı Burhaneddin, İstan bul, 1922. (es.h.). Kafesoğlu, İbrahim, Bulgarların Kökeni, Türk Kültü rünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1985. Kafesoğlu, İbrahim, H arzem şahlar D evleti Tarihi, 3. bs. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara 1992. Kafesoğlu, İbrahim, Kutadgu B ilig ve Kültür Tarihi mizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı, Ankara 1980. Kafesoğlu, İbrahim, Türk B ozkır Kültürü, Ankara 1987. Kafesoğlu, İbrahim, Türk M illî Kültürü, düzl. ve genş. 14. bs. Boğaziçi Yayınevi, İstanbul 1996.
ÖIüMMESÖM.54
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milliyetçiliğinin M eseleleri, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970.
K ara, Mehmet, Gün D oğm ak Üzerine, Koza Yayınla rı, Ankara, 1990.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk-lslâm Sentezi, Aydınlar Ocağı, İstanbul 1985.
Karaalioğlu, Seyyit Kemal, Edebiyatım ızda Şair ve Yazarlar, 3. bs. İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstan bul 1984.
Kafesoğlu, İbrahim, Türkler ve Medeniyet, İstanbul Yayınları, İstanbul 1957. Kahraman, Mehmet Divan Edebiyatı Üzerine Tar tışmalar, İstanbul, 19Ş6. Kahramanlık Şiirleri Antolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul, 1972. Kahun, Leon, G ök Bayrak, çev. Galip Bahtiyar, İs tanbul, 1970. Kakınç, Tarık Dursun, Denizin Kanı, Cem Yayınevi, İstanbul, 1968. Kakınç, Tarık Dursun, D eve T ellal P ire B erb er İken, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1970.
Karaalioğlu, Seyyit Kemal, Türk E debiyatı Tarihi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul. Karabekir, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, İstanbul 1988. Karabekir, Kâzım, İstiklâl Harbinin Esasları, der. Nihat Uzcan, İstanbul 1982. Karabulut, Halil, D am lada D erya Gizlidir, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araş., Ankara, 1988. Karacaoğlan, Bütün Şiirleri, haz. Cahit Öztelli, Milli yet Yayın Ltd. Şti., İstanbul 1978.
Kalay, Emin, Edirne İli Ağızları, TDK y. 1998. Kamil, Divan-ı Kamil, İstanbul, 1325, (es.h.). Kandemir, Feridun Kudret, Kendi Ağzından Rıza Tevfik, -Hayatı, Felsefesi, Şiirleri- Remzi Kita bevi, İstanbul, 1943. Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, 34. bs. Adam Ya yınevi, İstanbul 1991. Kansu, Ceyhun Atuf, Sakarya Meydan Savaşı, D es tan, Bilgi Yayınevi, Ankara 1970. Kanuni Sultan Süleyman, Divan-ı Muhibbi, Kanuni Sultan Süleyman'ın Şiirleri, haz. Vahit Çabuk, İs tanbul, 1980, 3 c. Tercüman Yayınları. Kaplan, Mehmet - Birinci, Necat, Atatürk Şiirleri Antolojisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990. Kaplan, Mehmet, Büyük Türkiye Rüyası, İstanbul 1969. Kaplan, Mehmet, H ikâye Tahlilleri, 4. bs. Dergâh Yayınevi, İstanbul 1991. Kaplan, Mehmet, Kültür ve Dil, 4.bs. Dergâh Yayı nevi, İstanbul 1986. Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, 5. bs. Dergâh Ya yınevi, İstanbul 1991. Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri, Yayınevi, İstanbul 1991.
Karaalioğlu, Seyyit Kemal, Resimli Türk E debiyatçı ları Sözlüğü, genşl. 2. bs. İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1982.
11. bs. Dergâh
Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri, A kif Paşa'dan Yahya Kem al'e Kadar, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1954.
K araer, Mustafa Necati, Güvercin Uçurmak, İstan bul, 1977. K araer, Mustafa Necati, K uşlar ve İnsanlar, Ankara, 1982. Karagöz, M. Berdan, Güneş Yüzlüm, Ankara, 1989. Karahan, Abdülkadir, Şirazlı Hafız ve Şiirlerinden Seçm eler, Ankara, 1988. Karahan, Leylâ, Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılma sı, TDK y. 1996. Karakan, Hüseyin, Şiirimizin Cumhuriyeti, İstanbul, 1958. Karakan, Hüseyin, Türkçe Hayyam, İstanbul, 1962. Karakoç, Abdurrahim, Bütün Şiirleri, Fetih Yayıne vi, İstanbul, 1973. Karakoç, Abdurrahim, D osta Doğru, Ankara, Ocak Yayınları, 1984. Karakoç, Abdürrahim, Vur Emri, 15. bs. Ocak Yayı nevi, Ankara 1990. Karakoç, Bahattin, İlkyazda, İstanbul, Cönk Yayınla rı, 1984. Karakoç, Bahattin, K ar Sesi, Ocak Yayınları, Anka ra, 1983. Karakoç, M. Sezai, H ikâyeler, 2 c., 2. bs. Diriliş Yayınevi, İstanbul 1988. Karakoç, Sezai, Alınyazısı Saati, İstanbul, Diriliş Ya yınları, 1989.
Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1975.
Karakoç, Sezai, Ateş Dansı, Diriliş Yayınları, İstan bul, 1987.
Kaplan, Mehmet, Tanpınar'ın Şiir Dünyası, Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1963.
İ.Ü.
Karakoç, Sezai, Hızırla K ırk Saat, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989.
Kaplan, Mehmet, Tiirk Millletinin Kültürel D eğerleri, Kültür Bakanlığı, Ankara 1987.
Karakoç, Sezai, Şiirler, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1978.
Kaplancalı, Kemal, Bir Fikrin Adamları, İstanbul, 1946.
K arakurt, Esat Mahmut, Ölünceye K adar, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1969.
ö
i ü
m
i M
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
i . 5 5
K arakurt, Esat Mahmut, İlk ve Son, inkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1969.
Kemal Tahir, Yediçınar Yaylası, Bilgi Yayınevi, An kara, 1970.
Karal, Enver Ziya, Osmanh Tarihi, 9 c., Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Kemal Tahir, Yol Ayrımı, Sander Yayınları, İstanbul, 1971.
K araman, Hayrettin, İslâm Hukukunda Mezhepler, İrfan Yayınevi, İstanbul 1971.
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, Remzi Kitabevi, İstan bul, 1965.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ankara, Ankara, 1934.
Keskioğlu, Osman, Kur'an Tarihi ve Kur'an H akkın d a Ansiklopedik Bilgiler, Nebioğlu Yayınevi, İs tanbul 1953.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Hüküm Gecesi, İs tanbul, 1927, (es.h.). Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, K iralık Konak, İstan bul, 1974. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, M illî Savaş H ikâye leri, haz. Atillâ Özkırımlı, İletişim Yayınevi, İs tanbul 1990. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Panoram a, İstanbul, 1971. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Sodom ve Gomore, Ankara, 1966. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Yaban, Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul, 1932
Muallim
Karay, Refik Halid, Bugünün Saraylısı, inkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1965.
Keskioğlu, Osman, Siyer-i N ebî: H azret-i P eygam be rin Hayatı, 12. bs. Diyanet İşleri Başkanlığı, An kara 1991. Kethiidazade Arif, Divan-ı K ethüdazade Arif, İstan bul, 1271, (es.h.). Kılkış, Hüseyin Hüsnü, Türk Sözü, M alta'da Esir İken Yazdıklarım, Ankara, 1930. Kırımer, Cafer Seydahmet, M efkure ve Türkçülük, deri. İbrahim Otar, Emel Yayınları, İstanbul 1965. Kırımer, Cafer Seydahmet, Ülkii ve Türkçülük, Ham le Yayınevi, İstanbul. Kırımlı, Hakan, Kırım Tatarlarında M illî Kim lik ve M illî H areketler, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Karay, Refik Halid, Gurbet H ikâyeleri, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul, 1940
Kırkıhç, H. Ahmet, Sultan Üçüncü Murad, Hayatı, Edeb i Kişiliği, E serleri ve Divanından Seçm eler, Kültür ve Turizm Bak., Ankara, 1988.
Karay, Refik Halid, İstanbul'un B ir Yüzü, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1972.
Kısakürek, Necip Fazıl, Ben ve Ötesi, Sühulet Kütüp hanesi, 1932.
Karay, Refik Halid, K adın lar Tekkesi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1964.
Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, 18. bs, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul 1992.
Karay, Refik Halid, Sonuncu Kadeh, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1965.
Kısakürek, Necip Fazıl, Çöle İnen Nûr; Ç öle ve Bütün Zaman ve Mekâna. 6. bs. Büyük Doğu Y a yınevi, İstanbul 1979.
Karay, Refik Halid, Sürgün, Semih Lütfı Kitabevi, İstanbul 1941. Kayacan, Isa, Ağaç ve Ormanla İlgili Şiirler, Ankara, 1980. Kayacan, İsa, Ağaç ve Orman Kültürü, Orman Bakan lığı Yayınları, Ankara, 1997. Kayacan, İsa, M akale ve Şiirlerle Çeşitleme, Ankara, 1983. Kayral, S. Sami, D enem eler, İstanbul, 1970. Kazım Paşa, D ivançe-i Kazım P aşa, İstanbul, tarihsiz, (es.h.).
Kısakürek, Necip Fazıl, H esaplaşm a, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul 1985 Kısakürek, Necip Fazıl, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul 1983. Kısakürek, Necip Fazıl, O ve Ben, 8. bs. Büyük Doğu Yayınevi, İstanbul 1992. Kısakürek, Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, haz. M. Kemaleddin Keçeci, Toker Yayınları, İs tanbul, 1969.
Kefeli, Seyfettin, Gül Yağmurları, Ankara, 1990.
Kısakürek, Necip Fazıl, Türkiye'nin Manzarası, To ker Yayınevi, İstanbul 1968.
Kemal Tahir, D evlet Ana, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1967.
Kitapçı, Zekeriya, Yeni İslâm Tarihi ve Türkistan, Otağ Yaymevi, İstanbul 1986.
Kemal Tahir, E sir Şehir, Sander Yayınları, İstanbul, 1974, (c. 1. Esir Şehrin İnsanları c. 2. Esir Şehrin Mahpusu)
Kocagöz, Samim, Kalpaklılar, Ataç Kitabevi, İstan bul, 1962.
Kemal Tahir, G öl İnsanları, Bilgi Yayınevi, Ankara 1970.
Kocagöz, Samim B ir Çift Öküz, Ararat Yayınları, İstanbul, 1970.
Kemal Tahir, Kurt Kanunu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Divan Şiiri Antolojisi - ter cüm eleriyle- İstanbul, 1947.
Kocagöz, Halil, Bütün Eserleri, Şiirler, İzmir, 1986,.
O ira iÜ M tS öM .
YA RA R LA NILA N ESER LER
Kocatürk, Vasfl Mahir, Divan Şiirinde Meşhur B e yitler, Edebiyat Yayınevi, Ankara, 1963.
Koksal, Ahmet, İlkokul Ünitelerine G öre Ç ocuk Şiir leri, İstanbul, 1973.
Kocatürk, Vasfi Mahir, H ayat Şarkıları, Ankara, Edebiyat Yayınevi, (tarihsiz).
Köprülü, M. Fuad, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1988.
Kocatürk, Vasfi Mahir, N am ık Kemal'in Şiirleri, 3. bs. Edebiyat Yayınevi, Ankara 1966.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, 2. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1980.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Nedim Divanından Seçilmiş En Güzel Şiirler, Edebiyat Yayınevi, Ankara, 1968.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıf lar, 5. bs. Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1984.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Ömer Hayyam'ın Rubaileri, Buluş Yayınevi, Ankara, 1962.
Köprülü, M. Fuat, Türk Saz Şairleri, Millî Kültür Yayınları, Ankara 1962.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Şiir Defteri, Yunus Emre'den Bugüne K a d ar Türk Edebiyatının H er Çeşitten En Güzel Şiirleri. ? 1954.
Köprülü, Orhan F., Türk K lasikleri - Yunus Emre'den Âşık Veysel'e - İstanbul, 1984.
Kocatürk, Vasfi Mahir, Türk Edebiyatı Tarihi, B aş langıçtan Bugüne K ad ar Türk Edebiyatının Tarihi, Tahlili ve Tenkidi, Edebiyat Yayınevi, Ankara, 1970.
Köprülüzade Mehmet Fuad, M illî E debiyat Ceryanının İlk M iıbeşşirleri ve Divan-ı Tiirki-i Basit, İs tanbul, 1928.
Koçak, Aşur, Aşık K ul Aştır D iyor ki, İstanbul, 1977.
Kösoğlu, Nevzat, Türk Dünyası Tarihi ve Türk M ede niyeti Üzerine Düşünceler, Ötüken Neşriyat, İs tanbul 1990.
Koçer, Haşan Ali, Türkiye'de Modern Eğitimin D oğu şu, 1773-1923. Ankara 1982.
Kösoğlu, Nevzat, Türk Kim liği ve Türk Dünyası, Ötü ken Neşriyat, İstanbul 1996.
Koçman, Gülgün, B ir B ah a r Akşamı, Ankara, 1977.
Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İm parator luğu Tarihi, 5 C., Türk Tarih Kurumu, Ankara 1991-93.
Koçu, Reşat Ekrem, E rkek Kızlar, Koçu Yayınları, İstanbul, 1962. Koçu, Reşat Ekrem, F orsa Halil, İstanbul, 1962.
Köymen, Mehmet Altay, Selçuklu D evri Türk Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1993.
Koçu, Reşat Ekrem, Türk Zaferleri, Nebioğlu Yayı nevi, İstanbul 1966.
Kuddusi, Divan-ı Kuddusi, İstanbul, 1291, (es.h.).
Korkmaz, Zeynep, Bartın ve Yöresi Ağızları, TDK y. 1994. Korkmaz, Zeynep, Güney-Batı Anadolu Ağızları, TDKy. 1994. Korkmaz, Zeynep, N evşehir ve Yöresi Ağızları, TDK y. 1994. Korkmazgil, Haşan Hüseyin, Acıyı B a l Eyledik, Bilgi Yayınları, Ankara, 1983. Korkmazgil, Haşan Hüseyin, Kızılırmak, Yayınları, Ankara, 1966.
Bizim
Koryürek, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, Ankara, 1951. Koşay, Hâmit Zübeyr, Etnografya, Folklor, Dil, Ta rih vd. Konularda M akaleler ve incelem eler, An kara 1974. Koşay, Hamit Zübeyr, Yuvaktaşı, İstanbul, 1947. Koşukçu, Ali Cemal, H ayal Gücü, İstanbul, 1984. Kozanoğlu, Abdullah Ziya, Atlı Han, İstanbul, 1946. Kozanoğlu, Aptullah Ziya, Patronalılar, İstanbul, 1962. Kozanoğlu, Abdullah Ziya, Büyük Tiirk Romanı, Gültekin, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1958. Kozanoğlu, Abdullah Ziya, H ilal ve Salip, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1961. Kozanoğlu, Abdullah Ziya, Kızıl Tuğ, İstanbul, 1950.
Kudret, Cevdet, Divan Şiirinde Üç Büyükler, İstan bul, 2003. 3 c. [1. Fuzuli, 2. Baki, 3. Nedim]. Kudret, Cevdet, Eşref, Hayatı, Sanatı, Eseri, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1977. Kudret, Cevdet, E debiyat B ilgileri -örneklerle-, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980. Kudret, Cevdet, Abdülhamit D evrinde Sansür, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1977. Kudret, Cevdet, Ahmet Mithat, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1962. Kudret, Cevdet, Batı Edebiyatından Seçm e Parçalar, İstanbul, 1972. Kudret, Cevdet, Benim Oğlum Bina Okur, İstanbul, 1983. Kudret, Cevdet, D illeri Var Bizim D ile Benzemez, Ankara, 1966. Kudret, Cevdet, Divan Şiirinde Üç Büyükler, İstan bul, 1985.. Kudret, Cevdet, Eşref, -hayatı, sanatı, eseribul, 1977.
İstan
Kudret, Cevdet, Fuzuli, -hayatı, sanatı, şiirleri- İs tanbul, 1974. Kudret, Cevdet, H alk Şiirinde Üç Büyükler, 1. Yımus Emre, İstanbul, 1985. Kudret, Cevdet, H alk Şiirinde Üç Büyükler, 2. Pir Sultan Abdal, İstanbul, 1985.
İ M
! ®
İ
l i .
57
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
Kudret, Cevdet, H alk Şiirinde Üç Büyükler, 3. K aracaoğlan, İstanbul, 1985.
1908. çev. Şevket Serdar Türet, Rekin Ertem, Fah ri Erdem, Kervan Yayınları, İstanbul 1979.
Kudret, Cevdet, Hüseyin Rahmi Gürpınar, -hayatı, sanatı, eserleri- Varlık Yayınları, İstanbul, 1975.
Kuşoğlu, Mehmet Zeki, Dünkü Sanatımız, Kültürü müz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994.
Kudret, Cevdet, K aragöz, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1968.
Kutay, Cemal, Tarihte Türkler, Araplar- H ilafet M e selesi, İstanbul 1970.
Kudret, Cevdet, Ortaoyunu, Türkiye İş Bankası Kül tür Yayınlan, Ankara, 1973.
Kutay, Cemal, Türk Nedir, Ne Değildir?, İstanbul 1986.
Kudret, Cevdet, Örnekli Türk Edebiyatı Tarihi, başlangıçtan 15. yy. ortalarına kadar- Kültür Ba kanlığı, Ankara, 1995.
Kutkan, Şevket, Kayının Rüyası, Toprak Dergisi, İs tanbul 1960.
Kudret, Cevdet, P ir Sultan Abdal, Yedi Tepe Yayın ları, İstanbul, 1965. Kudret, Cevdet, S ın ıf Arkadaşları, İnkilap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1976. Kudret, Cevdet, Türk Edebiyatında H ikâye ve Roman, c. 1. Tanzimattan Meşrutiyete k ad a r 1859-1910, Bilgi Yayınları, Ankara, 1971. Kudret, Cevdet, Tiirk Edebiyatında H ikâye ve Roman, c. 2. Meşrutiyetten Cumhuriyete kadar, Bilgi Ya yınları, Ankara, 1971. Kudret, Cevdet, Türk Edebiyatından Seçm e P arçalar, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1973. Kudret, Cevdet, Ziya Gökalp, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1963. Kukul, M. Halistin, Ayçiçek'le Nurdede, Kültür Ba kanlığı Yayınları, Ankara, 1989. Kukul, M. Halistin, Şiirlerle Nasreddin H oca F ık ra ları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Türk Edebiyatı, Ankara, 1989. Kuntay, Mithat Cemal, Türkün Şehnamesinden Seç meler, haz. Faruk K. Timurtaş, Milli Eğitim Ba kanlığı, İstanbul, 1971. Kuntay, Mithat Cemal, Türk'ün Şehnamesinden, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970.
Kutlu, Mustafa, Yokuşa Akan Sular, Dergâh Yayıne vi, İstanbul, [1979?] Kutlu, Şemsettin, Başlangıçtan Günümüze K a d ar Türk Romanları, genşl. 3. bs. Toker Yayınevi, İs tanbul 1980. Kutlu, Şemsettin, Divan Edebiyatı Antolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1983. Kutlu, Şemsettin, Divan Edebiyatı Antolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983. Kuyucuklu, Yusuf, İktisadî O laylar Tarihi, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi, İstanbul 1982. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden Ulusal Şiir ler, Lefkoşa, 1985. Küçükavcılar, Abidin - Yerlikaya, Ahmet, K onya Ş airler Antolojisi, Konya, 1982. Külebi, Cahit, Bütün Şiirleri, 5. bs. Adam Yayınevi, İstanbul 1992. Külebi, Cahit, Bütün Şiirleri, İstanbul, 1982. Leskofçalı Galip, Divan-ı Galip, (es.h.).
İstanbul,
1335,
Levend, Agâh Sırrı, Divan Edebiyatı - K elim eler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, Niğde Hal kevi Yayınları, İstanbul, 1941.
Kuntay, Mithat Cemal, Üç İstanbul, Sander Yayınla rı, İstanbul, 1976.
Levend, Agah Sırrı, Divan Edebiyatı, K elim eler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1984.
Kuran, Ercüment, Türkiye'nin Batılılaşm a ve M illî M eseleler, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1995.
Levend, Agâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, 3. bs. Türk Tarih Kurumu, Ankara 1988.
Kurat, Akdes Nimet, Türkiye ve İdil Boyu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, An kara 1966.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, 2. bs. Türk Tarih Kurumu, Ankara 1984.
Kurat, Yuluğ Tekin, Osmanlı İmparatorluğunun Pay laşılması, 2. bs. Turhan Kitabevi, Ankara 1986.
Ligeti, Lajos, Bilinmeyen İç Asya, çev. Sadrettin Karatay, 2 C., Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970.
Kurban, İlkil, Ş arkî Türkistan Cumhuriyeti, 19441949, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1992.
Loti, Pierre Aziyade, çev. Nahid Sırrı Örik, Hüseyin Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1967
Kurdakul, Şükran, A cılar Dönemi, Cem Yayınevi, İstanbul, 1977.
Löker, Erhan, B eşerî Alemin R asathanesi O larak Türkiye, Ankara İçtimaiyat Enstitüsü, Ankara 1955.
Kurtkan-Bilgiseven, Amiran, İslâm m Kültürel Özel likleri ve İslâm î Kavramlar, Filiz Yayınevi, İstan bul 1989. Kushner, David, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-
Löker, Erhan, Dünya Sosyolojisi, Ankara 1953. Löker, Erhan, Türk Milliyetçiliğinin M eseleleri, An kara Altınışık Yayınları, Ankara 1952.
ÖIÜM TİKÇE S flM . 58
YA RA R LA NILA N E SER LER
Mahmud Celaleddin Paşa, Divan-ı Asaf, İstanbul, 1314, (es.h.). Makal, Tahir Kutsi, Türk H alk Şiiri, İstanbul, Toker Yayınları, 1978.
Mengi, Mine, Divan Şiirinde Rindlik, Ankara, 1985. Merçil, Erdoğan, G azneliler D evleti Tarihi, Türk Ta rih Kurumu, Ankara 1989.
Malazgirt ve Alparslan Şiirleri, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1971.
Merçil, Erdoğan, Müslüman Türk D evletleri Tarihi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1985.
Mantıki, D ivançe-i Mantıkî Efendi, İstanbul, 1284, (es.h.).
Meriç, Cemil, Kültürden İrfana, İnsan Yayınevi, İs tanbul 1986.
Manya, İlkin, H alk Şiirinde Ana Sesi, Kadın H alk Ozanları Antolojisi, İnanç Yayınları, 1983.
Meriç, Nezihe, Korsan Çıkmazı, Ankara, Dost Yayın ları, 1961.
Marx, Karl, Kapital, çev. Mahmut Selek, 1966.
Meriçboyu, A. Kadir, Bugünün D iliyle Hayyam, ÖmerHayyam, İstanbul, 1964.
Mazıoğlu, Hasibe, Fuzuli ve Türkçe Divanından Seç meler, Ankara, 1992. Mc Gahan, Henry, Türkmenlerin Destanı, İstanbul 1970. Mefharet Nazmi, İki Can Yoldaşı, İstanbul, 1930. Mehmed Ata, İktitaf, İstanbul, 1328, (es.h.). Mehmed Celal, Fatih Sultan M ehm ed Han Sani Yahut İstanbul Fatihi, İstanbul, 1308, (es.h.). Mehmed Cevdet, Resim li Asar-ı Nefise, Fevziye Kütüphanesi, İstanbul, 1335, (es.h.). Mehmed Emin Beliğ, Divan-ı Beliğ, İstanbul, 1258. (es.h.). Mehmed Emin Hilmi, Divan-ı M ehmet Emin Hilmi Efendi, Trabzon, 1294. (es.h.). Mehmed Esad Paşa, D ivançe-i E sad Paşa, İstanbul, 1268, (es.h.). Mehmed Esad, Divan-ı Esad, İstanbul, 1337, (es.h.). Mehmed Memduh Paşa, Divan-ı Eşar, İstanbul, 1332. (es.h.). Mehmed Niyazi, Yazılamamış Destanlar, Neşriyat, İstanbul 1995.
Ötüken
Mehmed Rauf, Eylül, İnkılap K. 2003 Mehmed Süreyya, Tarikat-ı Aliyye-i Bektaşiyye, (Yü ce Bektaşi Tarikatı), sad. Ahmet Gürtaş, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995.
Meriçboyu, A. Kadir, Bugünün Diliyle Mevlana, Hilal Matbaacılık, 1976. Mete, İzzettin, Dünyaya Hükmetmek İçin Gelmiş Olan Yüce Türk Ulusuna, İstanbul, 1976. Mete, İzzettin, Tarihimizin İhtişamı ve Cihandaki Ye rimiz, İstanbul 1967. Mete, İzzettin, Türklük En Yüce Gayemizdir, İstanbul 1965. Metin, Meretiko, A dige P raşe / Çerkez Kızı, Memle ket Yayınları, Ankara, 1989. Mevlana Celaleddin Rumi, A çıklam aları İle Mesnevi Ummanından 18 H akikat İncisi ve Türkçe Nazmedilmiş Seçm e Beyitler, haz. Kemal Sönmez, Anka ra, 1968. Mevlana Celaleddin Rumi, Divan, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1957-74. Mevlana Celaleddin Rumi, R ubailer, çev. Feyzi Halıcı, Konya, 1986. Millî Egemenlik Halk Şiirleri, T.B.M.M. Kültür, Sa nat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1985. Millî Egemenlik ve Barış Şiirleri, T.B.M.M. Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1987. Millî Tetebbular Mecmuası, 1. c. Asar-ı İslâmiye ve Milliye Tetkik Encümeni, 1331, (es.h.)
Mehmet Emin Sabri, Divan-ı Sabrı, İstanbul, 1292. (es.h.).
Millî Tetebbular Mecmuası, 2. c. Asar-ı İslâmiye ve Milliye Tetkik Encümeni, 1331, (es.h.)
Mehmet Emin, İstanbul'dan Orta Asya'ya Seyahat, haz. Rıza Akdemir, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1986.
Miyasoğlu, Mustafa, Devran, İstanbul, 1978.
Mehmet İzzet, Milliyet N azariyeleri ve M illî Hayat, haz. Halil Açıkgöz, 3. bs. Ötüken Neşriyat, İstan bul 1981.
Molla M urat, Divan-ı M olla Murat, İstanbul, 1290, (es.h.).
Mehmet Rauf, Şeyhî Divanı Tarama Sözlüğü, İstan bul, 1317, (es.h.).
Miyasoğlu, Mustafa, D önemeç, Suffe Yayınları, İs tanbul.
Mollova, Mefküre, D oğu R odop Türk Ağızları Sözlü ğü, TDK y.
Mehmet Sadık, Ergenekon Yolları, İstanbul, 1935.
Morkaya, Burhan Cahit, Gurbet Yolcusu, İstanbul, 1934.
Melville, Herman, Moby Dick, Beyaz Balina, çevl. Sabahattin Eyuboğlu, Mina Urgan, Cem Yayınevi, İstanbul, 1972.
Muhammed Emin Sabri, Divan-ı Sabri, Hüdavendigar, 1292, (es.h.).
Menemenlizade Tahir, Osmanlı Edebiyatı, İstanbul, 1314.
Mustafa Aczî, Divan-ı E drem idi M üridzade Mustafa A czîAğa, İstanbul, 1280. (es.h.).
öI
Ü
I H
M
M
. 5 9
YA R A R LA N ILA N ES E R LER
Mustafa Eşref Paşa, Divan-ı E ş r e f üş-Şuara, İstanbul, 1278. (es.h.).
Nazım Hikmet, Henüz Vakit Varken Gülüm, Özgün Yayınları, İstanbul, 1976.
Mustafa Rona, 50 Yıllık Türk Musikisi, B estekarları ve B esteleri Güfteleriyle, Türkiye Yayınevi, İstan bul, 1960.
Nazım Hikmet, Kan Konuşmaz, Pınar Yayınevi, İs tanbul, 1965.
Mutafçiyeva, Vera, Cem Sultan olayı, çev. Naime Yılmazer, May Yayınları, İstanbul, 1971. Mutluay, Rauf, Tanzimattan Günümüze K a d ar Türk Şiiri, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1973. Mutluay, Rauf, Türk H alk Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972.
Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanı, İstanbul, 1979. Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye, Bilgi Yayınları, An kara, 1968. Nazım Hikmet, Memleketimden insan M anzaraları, De Yayınevi, İstanbul, 1966.
Müftüoğlu, Ahmed Hikmet, Çağlayanlar, İstanbul, 1338 (es.h.).
Nazım Hikmet, Taranta Babu'ya M ektuplar ve Simavna K adısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı, İstan bul, 1974.
Müftüoğlu, Ahmed Hikmet, Gönül Hanım, haz. Fethi Tevetoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İs tanbul, 1971.
Nazım Hikmet, Yaşamak Güzel Şey Bekardeşim , Gün Yayınları, İstanbul, 1967.
Müftüoğlu, Ahmed Hikmet, Haristan, İstanbul, 1324, (es.h.). Münif Mustafa Hezari, Divan-ı Münif, İstanbul, ta rihsiz, (es.h.). Müsellem, Divan-ı Müsellem, İstanbul, 1326. (es.h,). Nabi, Divan-ı Nabi, Mısır, 1257. (TBMM kütüphane si mikrofilm no. 78(1216) (es.h.). Nabizade Nazım, H eves Ettim, İstanbul, 1302, (es.h.). Na'ili-i Kadim, N aili-i Kadim Divanı, haz. Haluk İpekten, İstanbul, 1970. Namık Kemal, intibah, Ali B e y ’in Sergüzeştini havi dir, İstanbul, 1291, (es.h.). Nasrattınoğlu, İrfan Ünver, A şıklardan Yüce Ata türk'e Deyişler, Doğumunun 110. Yıldönümü D o layısıyla, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Ku rumu, Ankara. Nayır, Y aşar Nabi, Âdem ve Havva, Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul, 1932. Nayır, Y aşar Nabi, Başlangıcından Bugüne Türk Şiiri Antolojisi, Varlık Yayınlan, İstanbul, 1974. Nayır, Y aşar Nabi, Kahram anlar, Ahmet Halit Kü tüphanesi, İstanbul, 1929. Nayır, Y aşar Nabi, Türk Şiiri Antolojisi, Başlangıcın dan Bugüne, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1968. Nazım Hikmet, 835 Satır, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul, 1932. Nazım Hikmet, B enerci Kendini Niçin Öldürdü? (ya yın yeri ve yayımcı yok) 1932. Nazım Hikmet, Bu M em leket Bizim, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974. Nazım Hikmet, D estanlar, hazl. Süleyman Nebioğlu, İstanbul, 1974. Nazım Hikmet, F erh at ile Şirin, Bir Aşk Masalı, An kara, 1965. Nazım Hikmet, Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü ler, haz. Asım Bezirci, Sanat Emeği Yayınları, İs tanbul, 1979.
Nazif, Divan-ı Nazif, İstanbul, 1266, (es.h.). Nazif, Süleyman, B atarya ile Ateş, Millî Hareket Y a yınevi, İstanbul 1969. Nebioğlu, Haşan, G eycekli Aşık H aşan Nebioğlu'nun Şiirleri, Kayseri, 1985. Necatigil, Behçet, Divançe, ["Evler", "Eski Toprak", "Yaz Dönemi", "İki Başına Yürümek", "En/cam", "Zebra"], De Yayınevi, İstanbul, 1968. Necatigil, Behçet, Atatürk Şiirleri, deri. Türk Dil Ku rumu Yayınları, Ankara, 1963. Necatigil, Behçet, Edebiyatım ızda İsim ler Sözlüğü, 12. bs. Varlık Yayınevi, İstanbul 1985. Necdet, Ahmet, Tekke Şiiri, Dini ve Tasavvufı Şiirler Antolojisi, İnkılap Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997. Necmeddin Veysi, B ir M uaşakanın Sonu, Amasya, 1931. Necmeddin Veysi, Mavi Alevler, İstanbul, 1934. Necmi, Divan-ı Necmi, İstanbul, 1289. (es.h.). Nedim, Nedim Divanı, haz. Muhsin Macit, Ankara, 1997. Nefi, haz. Ebüzziya Tevfık, Kitabhane-i Ebüzziya, İstanbul, 1311, (kitapta 5 eser bir arada olup eski harflidir). N efi, N efi Divanından Seçmeler, haz. Abdulkadir Karahan, Ankara, 1992. Nemeth, Gyula, Attilâ ve Hunları, çev. Şerif Baştav, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakül tesi, Ankara, 1982. Nev'i, Divan, (hazl.) A. Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1977. Neyzen Tevfik, Hiç, İstanbul, 1919, (es.h.). Niyazi Divanı, -Tam ve Tekmil Yeni İlavelerle-, İstan bul Maarif Kitaphanesi, 1963. Niyazi, D ivançe-i Niyazi, İstanbul, 1291, (es.h.). Nizami Gencevi, İnciler, TT. akt. Orhan Tan, Kültür Bakanlığı -Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Mat
ö iü m ib ic e m .
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
buat Komitesi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Anka ra, 1994.
Ensar, A rpaçay Köylerinden D erlem eler, TDK y. 1988.
Nizami, Hüsrev ve Şirin, çev. Sabri Sevsevil, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1967.
Onan, K , Hiciv Üstadları Neyzen Tevfık, Şair E ş r e f Biyografileri, H atıraları, Şiir ve H icivleri - İstan bul, 1961.
Numan Mahir, Divarı-ı Nııman, (es.h.).
İstanbul,
1288.
Nur, Rıza, Türk Tarihi, 14 o., Hazırl: E. Kılıç, Toker Yayınevi, İstanbul. Nur, Dr. Rıza, Arap Şiir B iligi Yahut El-Aruz, Sinop, 1926 (es.h.). Octave Fouillet, B ir F a k ir Delikanlının Hikâyesi, çev. Ahmet Midhat Efendi, İstanbul, 1298 (es.h.).
Onan, Necmettin Halil, Divan Şiiri Antolojisi- izahlı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1991. Onan, Necmettin Halil, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, Maarif Vekaleti Yayınları, 493, İstanbul, 1940. Oraltay, Haşan, Hürriyet Uğrunda- Doğu Türkistan K azak Türkleri, İzmir 1961. Orhan Kemal, 72'nci Koğuş, İstanbul, 1967.
Ağaoğlu Yayınevi,
Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, çev. ve haz: Zeki Velidî Togan, 2. bs. Enderun Yayınevi, İs tanbul 1982.
Orhan Kemal, Müfettişler Müfettişi, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1966.
Oğuzbaş, Turhan, İspanyol M eyhanesinde Seni Ara dım, İstanbul, 1968.
Orhan Kemal, Sokakların Çocuğu, Altın Kitaplar Ya yınevi, İstanbul, 1970.
Oğuzcan, Ümit Yaşar, Acılar Denizi, İstanbul, 1977.
Orhan Kemal, B ereketli Topraklar Üzerinde, 10. bs. Can Yayınları, İstanbul 1989
Oğuzcan, Ümit Yaşar, En Eski Yalnızlığımdır Aşk Benim, İstanbul, 1978. Oğuzcan, Ümit Y aşar, Halktan Yana, D ost Bildikle rim, İstanbul, 1969. Oğuzcan, Ümit Y aşar - Eloğlu, Metin, Garip Şiirler Antolojisi, İstanbul, 1968. Oğuzcan, Ümit Y aşar, Rubailer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1972. Oğuzcan,Ümit Y aşar - Kakınç, Tarık Dursun, Şii rimizde Aşk ve Kadın, Ümit Yaşar Yayınları, İs tanbul, 1961. Oğuzcan,Ümit Y aşar - Kakınç, Tarık Dursun, Şii rimizde Ölüm, Ümit Yaşar Yayınları, İstanbul, 1961. Oğuzcan,Ümit Y aşar - Tarık Dursun Kakınç, Şiiri mizde Tabiat, İstanbul, Ümit Yaşar Yayınları, 1962. Oğuzcan,Ümit Y aşar - Kakınç, Tarık Dursun, Şiiri mizde Taşlama, Ümit Yaşar Yayınları, İstanbul, 1962.
Orhan Kemal, Önce Ekmek, 4. bs. Tekin Yayınevi, Ankara 1988. Orhan Ural, Cumhuriyet D önem i Türk Şiiri, 19231983, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1984. Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Can Yayınları, İstanbul, 1981. Orhan, Muhterem, Ergin Gölgeler, İzmir, Ticaret Matbaası, 1977. Orhon, Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, İstanbul, 1335, (es.h.). Orhon, Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, İstanbul, 1928, (es.h.). Orhon, Orhan Seyfi, İstanbul'un Fethi, -Beş Yüzüncü Yıldönümü İçin- İstanbul Fethi Demeği Yayınları İstanbul, 1953. Orhon, Orhan Seyfi, Orhan Seyfi Orhon'dan Şiirler, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1970. Orhon, Orhan Seyfi, Şiirler, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970.
Oğuzcan,Ümit Yaşar, Mihriban'a Şiirler ve Mektup lar, İstanbul, 1976.
Orkun, Hüseyin Namık, Eski Tiirk Yazıtları, Türk Dil Kurumu, Ankara 1986.
Okay, Haşini Nezihi, Âşık Sümmani Hayatı ve Şiirle ri, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul 1963.
Orkun, Hüseyin Namık, Türk Dünyası, Muallim Ah met Halit Kitaphanesi, İstanbul 1932.
Okay, Haşini Nezihi, Bolulu D erdli Divanı (17721845), Hayatı ve Şiirleri, İstanbul Maarif Kitap hanesi, İstanbul, 1960.
Orkun, Hüseyin Namık, Türk Sözünün Aslı, TDK y. 2004.
Okay, Haşim Nezihi, Develi'li (Everekli) Seyrani, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1963. Olcay, Selâhattin, D oğu Trakya Yerli Ağzı (İncelem eDerleme-Dizin), TDK y. 1995. Olcay, Selâhattin, Erzurum Ağzı (İncelem e-D erlem eSözlük), TDK y. 1995. Olcay, Selahâttin, - Ercilasun A. Bican- Aslan,
Orkun, 3f»seysa Namık, Türk Tarihi, 4 c. Akba Kitabevi, Ankara 1946. Orkun, Hüseyin Namık, Türkçülüğün Tarihi, Berkalp Kitabevi, Ankara 1944. Orkun, Hüseyin Namık, Yeryüzünde Türkler, Çınaraltı Yayınları, İstanbul 1944. örw ell, George, 1984, çev. Haldun Derin, Maarif Ve kaleti Yayınları, Ankara, 1960.
m ilt lM M .6 1
Orwell, George, Hayvan Çiftliği, çev. Halide Edib Adıvar, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1954. Osman Nevres, Divan-ı Osman Nevres, İstanbul, 1290. (es.h.). Osmay, Nüvit, Dostların Yanında, Serbest Nazım D e nemeleri, Ankara, 1979.
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
Ömer Seyfeddin, Turan Devleti, 3. bs. Su Yayınevi, İstanbul 1980. Ömer Seyfeddin, Türklük Ülküsü, haz. Yalçın Tolcer, Toker Yayınevi, İstanbul 1990. Ömer Seyfeddin, Yarınki Turan Devleti, Millî Hareket Yayınevi, İstanbul 1971.
Oyat, Fazıl, Türk Yiğitlemesi, Ankara 1960.
Özcan, Salih, Siyonizmin Gayeleri, Hilâl Yayınları, Ankara 1961.
Ozan, Hüseyin Avni, İzmir Şairleri Antolojisi, İzmir, 1934.
Özçelik, Sadettin - Boz, Erdoğan, D iyarbakır İli Çüngüş ve Çermik Yöresi Ağzı, TDK y. 2001.
Ozan, Hüseyin Avni, Kalbim in İşıkları, İzmir, 1933.
Özçelik, Sadettin, Urfa M erkez Ağzı, TDKy. 1997.
Ozankan, Cenab, Atatürk, Zamanı Aşan Adam, İnkı lap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981.
Özdek, Refik, Ocağımız Sönmesin, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1989.
Ozankan, Cenab, Destan Adam Atatürk, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1972.
Özdek, Refik, Vietnam Çıkmazı, Yağmur Yayınevi, İstanbul.
Ozankan, Cenab, Mustafa Kem alin A nafartalar D es tanı, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981.
Özdemir, Mehmet Niyazi, Türkiye'nin M eseleleri, 2 c., Marifet Yayınevi, İstanbul 1992.
Ozansoy, Halit Fahri, Cenk Duyguları, İstanbul, 1333 (es.h.).
Özdemir, Nurettin, Yağmur Sonrası, İstanbul Yayı nevi, İstanbul 1955.
Ozansoy, Munis Faik, K aybolan Dünya, Hisar Yayın ları, Ankara, 1971.
Özden, Yekta Güngör, B ir Gün Belki, Ankara, 1981.
Öcal, Cemal Oğuz, H erşey Vatan İçin, Eskişehir 1953. Öcal, Fazlıoğlu Cemal Oğuz, B ir M illet Şahlanıyor, İstanbul, 1968. Ögel, Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Kültür Bakanlığı, Ankara 1980. Ögel, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş - Göktiirklerden Osm anlılara - 9 C., Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1985-1986. Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün G elişm e Çağları, gnşl. 3. bs. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İs tanbul 1988.
Özdenoğlu, Şinasi, Acısıyla Yanmak Türkiye'nin, An kara, 1975. Özdenoğlu, Şinasi, M emleketi Sevmek Suçu, Eroğlu Yayınevi, Ankara, 1978. Özdenoğlu, Şinasi, Özgürlük İçin Ölmek, Eroğlu Y a yınevi, Ankara, 1974. Özdeş, Oğuz, Ş afak Sökerken, 7. bs. Tekin Yayınevi, İstanbul 1984. Özdeş, Oğuz, Vatan Borcu, 7. bs. Tekin Yayınevi, İs tanbul 1983. Özdeş, Oğuz, Yavuz'un Pençesi, Tekin Yayınevi, İs tanbul, 1973.
Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, 2 c., Türk Tarih Kurumu, Ankara 1993-1995.
Özfatura, Mustafa Necati, Unutulan Vatan D oğu Türkistan ve İsa Yusuf Alptekin, Sinan Yayınevi, İstanbul 1996.
Ögel, Bahaeddin, Islâmiyetten Önce Türk Kültür Ta rihi, 9 c., Türk Tarih Kurumu, Ankara 1991.
Özgedik, Orhan Gökalp, Tanrı Türk'ü Korusun, Bur han Basım ve Yayınevi, İstanbul 1951.
Ögel, Bahaddin, Türklerde D evlet Anlayışı, 13. yüzyıl Sonlarına K adar, Ankara 1982,
Özgül, Metin Kayahan, Yenişehirli Avni H ayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990.
Ömer Bin Mezid, Mecmu'atii'n-Neza'ir, haz. Mustafa Canpolat, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1982.
Özkan, Fatm a, Osmaniye-Tatar Ağzı, TDKy. 1997.
Ömer I Sayvam, Bütün Dörtlükleri, çev. Sabahattin Eyuboğlu, Cem Yayınevi, İstanbul, 1977. Ömer Hayyam, Rubailer, çev. Hamamizade İhsan, İs tanbul, 1966. Ömer Hayyam, Rubailer, çev. Rüştü Şardağ, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1966. Ömer Seyfeddin, D il Konusunda Yazılar, haz. Muzaf fer Uyguner, Bilgi Yayınevi, Ankara Ömer Seyfeddin, M illî Tecrübelerden Çıkarılmış Am elî Siyaset, Göktuğ Yayınevi, İstanbul 1971.
özkan, Hnfâr, Aynalı Çarşılar, Yeni Pan Yayınları, İstanbul, 1988. Özkan, Hakkı, Güneşli, İstanbul, 1983. Özker, Yaşıtı, M ehm etçik Kıbrıs'ta, İstanbul, 1960. Özkırımlı, ÂtMİâ, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, 4 e., Cem Yayraevi, İstanbul 1982. özkişi, Baaaeddin, G öç Zamsm, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1975. özkişi, Bahaeddin, K ö se Kadı, 3. bs. Ötüken Neşri yat, İstanbul 1988. Özkişi, Bahaeddin, Sokakta, Ötüken Yayınevi, İstan bul, 1975.
o r u M T Ü M M .«
YA RA R LA N ILA N E SER LER
Özmen, İsmail, Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, An kara, Kültür Bakanlığı Yay., 1998.
Porter, Eleanor H., Pollyanna- Mutluluk Yolu- çev. Gülten Suveren, İstanbul, 1967.
Öztelli, Cahit, Bektaşi Gülleri, Bektaşi-Alevi Şiirleri Antolojisi, Özgür Yayınları, İstanbul, 1985.
Puzo, Mario B aba, çev. Özay Süsoy, İstanbul, 1969.
Öztelli, Cahit, B elg elerle Yunus Emre, Matbaası, Ankara, 1977.
Ayyıldız
Öztelli, Cahit, K aracaoğlan, Bütün Şiirleri, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1970. Öztelli, Cahit, K öroğlu ve D adaloğlu, -Hayatı, Sanatı, Şiirleri - Varlık Yayınlan, İstanbul, 1977. Öztuna, Yılmaz, Osmanlı Devleti Tarihi, 2 c., İstanbul 1986. Öztuna, Yılmaz, Tarih Sohbetleri, Ötüken yayınevi, İstanbul 1988.
Pülten, Selim Sabit, E zberlen ecek Atatürk Şiirleri Antolojisi, Pülten Ajans Yayınevi, Söke 1984. Püsküllüoğlu, Ali, 10 Kasım Atatürk İçin Şiirler, Ç ocuk Şiirleri Antolojisi, İstanbul, [tarihsiz], Püsküllüoğlu, Ali, Yaşar K em al Sözlüğü, Ankara, 1974 Radloff, W ., Sibirya'dan Seçm eler, çev. Ahmet Temir, Kültür Bakanlığı, Ankara 1986. Ragıp Paşa, Divan-ı Ragıp Paşa, İstanbul, 1276, (es.h.). Rasim, Divan-ı Rasim, İstanbul, 1272, (es.h.).
Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara.
Rasonyi, Lâzlö, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1971.
Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, 14 c. Ötüken Yayınevi, İstanbul 1977-79.
Refiğ Kalayini, Divan-ı R efiğ Kalayini, İstanbul, 1284. (es.h.).
Öztuna, Yılmaz, D evletler ve H anedanlar, 5 c. Kültür Bakanlığı, Ankara 1996.
Resimli, Haritah, Mufassal Osmanlı Tarihi, İskit Yayınevi, İstanbul 1957.
Öztürkmen, Ömer, Bilimden Damlalar, Ötüken Neş riyat, İstanbul, 1995.
Resulzade, Mehmet Emin, Azerbaycan Kültür G ele nekleri ve Ç ağdaş A zerbaycan Edebiyatı, Azer baycan Kültür Demeği, Ankara 1984.
Öztürkmen, Ömer, Gözyaşı Medeniyeti, Ötüken Neş riyat, İstanbul, 1994. Öztürkmen, Ömer, Zihniyet İnkılâbı, Ötüken Neşri yat, İstanbul, 1995. P., Sales, A çık Kum ral Saç, çev. Nüzhet, İstanbul, 1307, 295 (es.h.). Pala, İskender, A nsiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İs kender Pala, Ankara, 1995. Pala, İskender, Divan Edebiyatı, İstanbul, 1992, Pala, İskender, Divane Güzeller, İstanbul, 2004. Par, Arif Hikmet, K artal Bakışlı D eha, İstanbul, 1981. Parmaksızoğlu, İsmet, Tarih Boyunca Türkkürtleri ve Tiırkmenler, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1983.
Resulzâde, Mehmet Emin, M illî Tesaniid, Azerbay can Kültür Demeği, Ankara 1978. Reşat Ekrem Koçu, P atron a Halil, Koçu Yayınları, İstanbul, 1967. Reşat Enis, Kanun Namına, Sühulet Kütüphanesi, İstanbul, 1932. Reşat Enis, K a ra Toprak, Ararat Yayınevi, İstanbul, 1969. Reşit Süreyya, B ir Tılsımın Nakışları, Sudi Kitapha nesi, İstanbul, 1929. Reşit, Muzaffer, Atatürk Şiirleri Antolojisi, Varlık Yaymevi, İstanbul, 1961. Reşit, Muzaffer, En Güzel Koşm alar, Varlık Yayme vi, İstanbul 1962.
Parmaksızoğlu, İsmet, Türklerde Devlet Anlayışı (İm paratorluk Devri, 1299-1789), Ankara 1982.
Rıfat, Oktay, Ç obanıl Şiirler, Adam Yayınları, İstan bul, 1983.
Paşazade Kemal, Divan-ı K em al Paşazade, İstanbul, 1313, (es.h.).
Rodinson, Maxime, Batıyı Bütünleyen Islâm, çev. Cemil Meriç, Pınar Yaymevi, İstanbul 1983.
Pazarlı, Osman, Islâm da Ahlâk, Remzi Kitabevi, İs tanbul.
Saatçi, Suphi, K erkük Güldestesi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997.
Perim, Mehmet Behçet, Geçit Ver Kamçı, İzmir, 1960.
Saba, Ziya Osman, Bütün Şiirleri, G eçen Zaman, N efes Almak, Varlık Yayınları, İstanbul, 1991.
Pertev Paşa, Divan-ı Pertev Paşa, İstanbul, 1256, (es.h.).
Sabahattin Ali, Değirmen, D ağlar ve Rüzgar, Varlık Yayınlan, İstanbul, 1965.
Pir Sultan Abdal, Hayatı ve Şiirleri, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1966.
Sabahattin Ali, İçim izdeki Şeytan, Varlık Yayınları, İstanbul, 1966.
Pir Sultan Abdal, Bütün Şiirleri, haz. Cahit Öztelli, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1978.
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, Varlık Yayınlan, İstanbul, 1965.
Ö l M I l K M .e a
Y A R A R LA N ILA N ESER LER
Sabahattin Âli, Kürk Mantolu M adonna, Varlık Ya yınları, İstanbul, 1966.
Saraç, Tahsin, Güvercin Kasapları, Cem Yayınları, İstanbul, 1978.
Sâbis Ali İhsan, H arp H atıralarım -Birinci Cihan H ar bi, Nehir Yayınevi, İstanbul 1991.
Saray, Mehmet, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995.
Sabri Şakir, Divan-ı Sabri Şakir, İstanbul, 1296, (es.h.).
Saray, Mehmet, Rus İşgali D evrinde Osmanlı Devleti ile Türkistan H anlıkları Arasında Siyasî M ünase betler, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1994.
Sabri, Sinan, B elasın a Sevdalandığım B ebek, Komal Yayınları, İstanbul, 1976. SadriEthem , Çıkı-ıklar Durunca, İstanbul, 1930, Safa, Peyami, Attila, İstanbul, 1931. Safa, Peyami, B ir Tereddüdün Romanı, Ötüken Yayı nevi, İstanbul, 1968. Safa, Peyami, Din, İnkılâp, İrtica, deri. Ergun Göze ve Nevzat Kösoğlu, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1971. Safa, Peyami, Doğu-Batı Sentezi, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1963. Safa, Peyami, Dokuzuncu H ariciye Koğuşu, 13. bs. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1987. Safa, Peyami, Fatih-H arbiye, Ötüken Yayınları, İs tanbul, 1968. Safa, Peyami, Mahşer, İstanbul, Ötüken Yayınevi, 1973. Safa, Peyami, M atmazel Noraliya'nın Koltuğu, Ötü ken Yaymevi, İstanbul 1972. Safa, Peyami, Nasyonalizm, Bâbıâli Yayınevi, İstan bul 1961. Safa, Peyami, Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca, Ötü ken Yayınevi, İstanbul 1970. Safa, Peyami, Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken Yayı nevi, İstanbul 1971. Safa, Peyami, Sosyalizm, Bâbıâli Yayınevi, İstanbul 1961. Safa, Peyami, Yalnızız, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın ları, İstanbul, 1971. Sağır, Mukim, Erzincan ve Yöresi A ğızlan (İncelem eMetinler-Sözlük), TDK y. 1995. Sait Faik, M edarı M aişet Motoru, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1970. Sakaoğlu, Prof. Dr. Saim, K onya Üzerine Şiirler, Konya Ticaret Odası Yayınları, Konya, 2002. Salihoğlu, Mehmet, B an a Şensin Yaşamak, Ankara, 1966. Sâmanoğlu, Gültekin, Alacakaranlık, Hisar Yayınları, Ankara 1970. Samanoğlu, Gültekin, Uzun Vuran Gölge, İstanbul, 1983. Sançar, Nejdet, Tarihte Türk-ltalyan Savaşları, İstan bul 1942. Sançar, Nejdet, Türk K ahram anlan, Afşin Yayınları, Ankara 1965. Sançar, Nejdet, Türklük Sevgisi, Tanrıdağı Yayınları, İstanbul 1952.
Saray, Mehmet, Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve G aspıralı İsm ail Bey, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1968. Saray, Mehmet, Türkistan Türkleri: Rus ve Çin İd a re sinde Yaşayan Türklerin M illî M ücadele Tarihleri, Veli Yayınevi, İstanbul 1984. Sarıhan, Zeki, Dünyanın Bütün Çiçekleri, Öğretmen Yayınları, Ankara, 1984. Sarıoğlu, Sezai, Güneş İşle Mendilime, Emek Yayın cılık, İstanbul, 1988. Sartre, Jean-Paul, Akıl Çağı, Hürriyetin Yolları, çev. Gülseren Devrim, Nobel Yayınları, İstanbul, 1964. Sartre, Jean-Paul, İş İşten Geçti, çev. Zübeyir Bensan, Varlık Yayınları, İstanbul, 1966 Satoğlu, Abdullah, H alk Şairi Molu'lu Revai, Ankara, 1980. Satoğlu, Abdullah, M imar Sinan Şiirleri Antolojisi, Ankara, 1988. Sayılgan, Açlan, İnkâr Fırtınası, İstanbul 1962. Sayılgan, Açlan, Komuna, Millî Hareket Yayınevi, İstanbul 1968. Seçm e Rom anlar: Yazarları, Özetleri, Eleştiriler, Kaynaklar, Haz. Refika Tamer, Asım Bezirci, 3. bs. Varlık Yayınevi, İstanbul 1983. Sefercioğlu, M. Nejat, D ivançe-i Seferi, İstanbul 1997. Seferoğlu, Şükrü Kaya ve Başbuğ, Hayri, M illet ve M illî Birlik Bilinci, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1985. Selami, Divan-ı Selami, İstanbul, 1287, (es.h.). Selat, Azmi, Bingöller, Ankara, 1945. Semih, Mehmet, Türk Şiirinde Hiciv, Taşlama, Yergi, İstanbul, 1983. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, ... ve Ç anakkale 1: Geldiler, 2. bs. İrfan Yayınevi, İstanbul 1990. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, ... ve Ç anakkale 2: Gördüler, irfan Yayınevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, ... ve Ç anakkale 3: Döndüler, İrfan Yaymevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Anahtar, İrfan Yayme vi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Bu Atlı G eçide Gider, İrfan Yaymevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Can O cağında Pişen Aş, İrfan Yayınevi, İstanbul.
Y A R A R LA N ILAN ESER LER
Ö IÜ M IİlftS Ö M .
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Cevahir ile Sadık Çavu şun Buğday Kamyonu, İrfan Yayınevi, İstanbul.
Seyyid Mustafa Haşem el Üsküdari, Divan-ı Haşim Efendi, İstanbul, 1252, (es.h.).
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Çatı, 12. bs. İrfan Ya yınevi, İstanbul 1989.
Seyyid Yusuf Hakkı, Divan-ı Hakkı, haz. Haşan Mo ğol, Ankara, 1996.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, D arağacı, 5. bs. İrfan Yayınevi, İstanbul, 1989.
Sezayi-i Gülşeni Divanı, haz. Şahver Çelikoğlu.; İstanbul, 1985,
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Fatih Ü çlemesi: Ebem Kuşağı, 4. bs. İstanbul.
Sıtkı Kesriyeli, D ivançe-i Şinaver, İstanbul, 1330, (es.h.).
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, G ece Yarısı Gün D ö nümü, İrfan Yayınevi, İstanbul.
Sinanoğlu, Oktay, Bye Bye Türkçe, B ir New York Rü yası, Otopsi Yayınları, 2000.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Geçitteki Ülke, 6. bs. İrfan Yayınevi, İstanbul 1989
Sofuoğlu, M. Cemal, İslâm Dini İnanç, İbadet, Ahlâk Esasları, İzmir 1996.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Güneşin Dört Köşesi, İrfan Yayınevi, İstanbul 1983.
Soysal, İlhami, 20. Yiizyı! Tiirk Şiiri Antolojisi, Bilgi Yayınları, İstanbul, 1973.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Kapı. İrfan Yayınevi, İstanbul.
Soyuer, Halil, Anılarla Şiirler Albümü, Ankara, 1982.
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Karanlıkta Mum Işığı, İrfan Yayınevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Karşılaştırm alı Türk Destanları, İrfan Yayınevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Kilit, İrfan Yay. İstan bul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati; Konak, İrfan Yaymevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Sabır, İrfan Yaymevi, İstanbul. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Üçler, Yediler, Kırklar, 11. bs. İrfan Yayınevi, İstanbul 1989. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Yaratılış ve Türeyiş, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1969. Serbestzade Ahmet Hamdi İskilibi, Divan-ı Hamdi, haz. Dr. İsmail Güleç, Pan Yayınları, İstanbul, 2004. Sermet, Divan-ı Sermet, İstanbul, tarihsiz, (es.h.). Sertelli, İskender Fahreddin, Sümer Kızı, Akşam Kitaphanesi, İstanbul, 1933. Sertkaya, Osman Fikri, Göktürk Tarihinin M eselele ri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1995. Sertoğlu, M urat, Şeyh Şamil, İtimat Kitabevi, İstan bul, 1972. Sevilen, Muhittin, Karagöz, M.E.B., İstanbul, 1969. Sevim, Ali ve Merçil, Erdoğan Selçuklu D evletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995. Sevim, Ali, Anadolu'nun Fethi: Selçuklular Dönemi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1988. Sevim, Ali, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1989. Seyfeddin, Ömer, Bütün Eserleri, 2 C., Bilgi Yayıne vi, Ankara 1970. Seyid Mehmed Nesib, Divan-ı Seyid M ehm ed Nesib, İstanbul, 1261. (es.h.).
Soyuer, Halil, Liman, Gerçek Yayınevi, Ankara, 1950. Steinbeck, John, G azap Üzümleri, çev. Ergün İlgin, Halk Yaymevi, Ankara, 1974. Stendhal, Henri K ızıl ile K ara, çev. Nurullah Ataç, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1966. Sultan Beyazıd, Divan-ı Adli, İstanbul, 1308, - (es.h.). Sultan Veled, Divan-ı Sultan Veled, haz. Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul, 1941, (metnin Osmanlıcası var). Sultan Veled, Divan-i Türki-i Sultan Veled, İstanbul, 1341 (es.h.). Sutüven, Mustafa Seyit, Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1976. Suud Saffet, Şiiri Hayal, İstanbul, 1339, (es.h.). Süleyman Çelebi, Mevlid, haz. Faruk K. Timurtaş, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1970. Süleyman Nazif, Firak-ı Ira k - M esaib-i Vatana Ağlayan B irkaç Neşide-, Dersaadet, 1918, (es.h.). Süleyman Nazif, M alta G eceleri, F irak-ı Ira k ve Galiçya, haz. İhsan Erzi, Tercüman Yayınları, İs tanbul, 1979. Sümbülzade Vehbi, Divan-ı Vehbi, İstanbul, 1287, 77 (1216) TBMM Kütüphanesi Mikrofilm Bölümü, (es.h.). Sümer, Faruk, K ara Koyunlular, Başlangıçtan Cihan Şah'a Kadar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1992. Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, Türk Dünyası Araştırma Vakfı, İstanbul. Sümer, Faruk, Selçuklular D evrinde Doğu Anadolu' da Türk Beylikleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1990. Süreya, Cemal, Mülkiyeli Şairler, İstanbul, 1966. Süreya, Cemal, Üvercinka, De Yayınevi, İstanbul, 1966. Şapolyo, Enver Behnan, Ayşim, Ankara, 1934.
ı m
ı ı r a ’ü i . e s
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
Şapolyo, Enver Behnan, Selçuklu İmparatorluğu Ta rihi, Ankara 1972.
Şinasi, Müntahabat-ı Eş'ar, haz. Süheyl Beken, DünBugün Yayınevi, Ankara, 1960.
Şapolyo, Enver Behnan, Yayla Gülü, Ankara, 1944.
Şinasi, Müntahabat-ı Eş'arım, Divan, Akba Kitabevi, İstanbul, 1945.
Şardağ, Rüştü, K lasik Divan Şiirimiz, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1976. Şardağ, Rüştü, Şair Sultanlar, Türkiye İş Bankası Ya yınları, Ankara, 1982.
Elçin, Şükrü, Şiirle Selam, Antoloji. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1984. Şüküfe Nihal, Ç ölde S abah Oluyor, İstanbul, 1951.
Şatıroğlu, Âşık Veysel, D ostlar Beni Hatırlasın, Bü tün Şiirleri, 9. bs. der. Ümit Yaşar Oğuzcan, Özgür Yayın-Dağıtım, İstanbul 1991.
Tahiroğlu, Tayyar, Kırkıncı Bahar, İzmir, 1988.
Şatim, Mustafa, M eşhur Şair E şrefin Hayatı, İzmir, 1943.
Tamer, Ülkü, Varlık Şiirleri Antolojisi 1933-1966, Yarlık Yayınevi, İstanbul, 1966.
Şemseddin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, haz. Se dat Yüksel, Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1964.
Tan, M. Turhan, Cengiz Han, Kitabevleri, İstanbul, (tarihsiz).
Şemseddin Sivasi Divanı, deri. Recep Toparlı, Gurbet yay., Sivas 1984. Şenol, Erol, Giilden Güle Dam lalar, Geçmişten G ele ceğ e H alk Ezgilerimiz ve Anıları, Ankara, 1985. Şensoy, Ferhan, Gündeşte, Ortaoyuncuları Yayınları, İstanbul, 1986. Şentürk, Ahmet Tufan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Ankara, 1988. Şerefli, Ahmet Şerif, Türk Doğduk, Türk Öldük, Kül tür Bakanlığı, Ankara 1990. Şeşen, Ramazan, İslâm C oğrafyacılarına G öre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1985. Şeyh Galib, Şeyh Galib Divanı, haz. Muhsin Kalkı şım, Ankara, 1994. Şeyh Galip, Eserlerinin D il ve Sanat Değeri, haz. Şedit Yüksel, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınla rı, 1980. Şeyh Galip, Seçm eler, haz. Abdülbaki Gölpmarlı, Mil li Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, İs tanbul, 1986. Şeyh Suzi Ahmet, Divan-ı Suzi, İstanbul, 1290. (es.h.) Şeyh Zekai Mustafa, Divan-ı Zekai, İstanbul, 1258. (es.h.). Şeyhi, Divan-ı Şeyhi, basım yeri ve tarihi yok, (TBMM. Küt. Mikrofilm no. 76(1203). Şeyhülislam Arif Hikmet, Divan-ı Şeyhülislam A rif Hikmet Bey, yayın yeri ve tarihi yok. (es.h.). Şeyhülislam Asım, Divan-ı Asım Efendi, İstanbul, 1268, (es.h.). Şeyhülislam Yahya, Divan-ı Yahya, İstanbul, 1334, (es.h.). Şiir Defteri, deri. Fahri Kurtuluş, 1931, (eski yazılı). Şimşir, Bilâl N., Bulgaristan Türkleri, 1878-1985, Bilgi Yayınevi, Ankara 1986. Şinasi, Divan-ı Şinasi, Kitabhane-i Ebüzziya, İstanbul, 1303, (7 eser birarada, eski harfli).
Tahiroğlu, Tayyar, Sonbaharın Getirdikleri, İzmir, 1985.
İnkılap ve Aka
Tan, M. Turhan, Tarihi M uhasebe, İstanbul, 1937. Tan, Nail - Özkubat, Tevfîk Borlu K em ali B a b a Aşık Kem ali, Ankara, 1975. Taner, Haldun, Hikâyeler, Bilgi Yayınevi, Ankara 1970. Taner, Haldun, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Bilgi Yayınevi, Ankara. Taneri, Aydın, Harezmşahlar, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara. Taneri, Aydın, Türk Kavramının Gelişmesi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara 1983. Tanpınar, Ahmet Hamdi, 19'uncu Asır Türk E d eb i yatı, 7. bs. Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1988. Tanpmar, Ahmet Hamdi, B eş Şehir, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Ankara 1985. Tanpınar, Ahmet Hamdi, Bütün Şiirleri, İstanbul, Dergah Yayınları, 1976. Tanpmar, Ahmet Hamdi, E debiyat Üzerine M akale ler, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara 1969. Tanpmar, Ahmet Hamdi, H ikâyeler, 2. bs. Dergâh Yaymevi, İstanbul 1991. Tanpmar, Ahmet Hamdi, Huzur, İstanbul, 1949. Tanpmar, Ahmet Hamdi, M âhur Beste, Dergâh Ya yınevi, İstanbul. Tanpınar, Ahmet Hamdi, N am ık K em al Antolojisi, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1944. Tanrıöver, Hamdullah Suphi, Günebakan, haz. Fethi Tevetoğlu, Kültür Bakanlığı, Ankara 1987. Tansel, Fevziye Abdullah, Atatürk H akkında Aydın S ın ıf Şairlerimizin Yazdığı Şiirler 1915-38, Anka ra, 1981, (Belleten 45. Cilt, 177. Sayı, Ocak 1981'den Ayrı Basım). Tansel, Fevziye Abdullah, Çocuklar İçin Dini Şiirler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1961. Tansel, Fevziye Abdullah, M ehm ed Emin Yurdakul 'un Eserleri, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara, 1989.
Y A R A R LA NILA N ESER LER
İMIÜKCESM.86
Tansel, Fevziye Abdullah, Mehmet Emin Yurdakul, Şiirler - Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1969.
Tarlan, Prof. Dr. Ali Nihat, Fuzuli Divanı Şerhi, Akçağ Yay.
Tansel, Fevziye Abdullah, Servet-i Fünun ve Son D evir Edebiyatında Dini Şiirler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1962.
Taşağd, Ahmet, Gök-Türkler, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995.
Tansel, Fevziye Abdullah, Tanzimat D evri E debiya tında Dini Şiirler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayın ları, Ankara, 1962. Tanyu, Hikmet, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, İlv. 2. bs. Töre-Devlet Yayınevi, Ankara 1981. Tanyu, Hikmet, İnsan ve Dünya, Şiirler, Emel Yayın ları, Ankara, 1978. Tanyu, Hikmet, İslâmlıktan Önce Tiirklerde Tek Tanrı İnancı, 2. bs. Boğaziçi Yayınevi, İstanbul 1986. Tanyu, Hikmet, Tevfık Fikret ve Din, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1972.
Taşer, Suat, H araç Mezat, Seçilmiş Hikayeler Dergisi Kitapları, Ankara, 1954. Taşer, Suat, İkinci Kurtuluş, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1960. Taşlıcalı Yahya Bey, Yahya B ey ve Divanından Ör nekler, hazl. Mehmed Çavuşoğlu, Kültür ve Tu rizm Bak., Ankara, 1983. Tatçı, Mustafa, Yunus Em re Divanı, Kültür Bak., An kara, 1990. Tatçı, Mustafa, Yunus Emre, Yunus E m re Divanı- Risaletü'n Nushiye, (tenkitli metin) Kültür Bakanlığı, Ankara 1991.
Tanyu, Hikmet, Türkçülük ve G erçek D emokrasi, İstanbul 1945.
Tatçı, Yard. Doç. Dr. Mustafa, Yunus Emre, Divan ve Risaletü 'n-Nushiyye, (Sahaflar Kitap Sarayı, İst. 2005
Tanyu, Hikmet, Ziya G ökalp ve Türk Milliyetçiliği, İstanbul 1962.
Tavkul, Ufuk, K araçay-M alkar Türkçesi Sözlüğü, TDKy. 2000.
Tarancı, Cahit Sıtkı, Bütün Şiirleri, Can Yayınları, İstanbul, 1983.
Tecer, Leyla, Ahmet Kutsi Tecer'in Bütün Şiirleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001
Tarancı, Cahit Sıtkı, Otuz B eş Yaş, Varlık Yayınları, 1946.
Tekin, Yalçın, Gazi'nin Destanı, İnkılap Tarihi, Mual lim Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul, 1932.
Tarancı, Cahit Sıtkı, Otuzbeş Yaş, Biitün Şiirleri, der. Asım Bezirci, 7. Baskı.
Tepeyran, Ebubekir Hazım, Küçük Paşa, İstanbul, 1326, c, (es.h.).
Tarhan, Abdülhak Hamid, Bütün Şiirleri, Dergah Yayınları, İstanbul, 1979.
Tepeyran, Ebubekir Hazım, K a r Çiçekleri, İstanbul, 1932.
Tarhan, Abdiilhak Hamid, İlham -ı Vatan, İstanbul, 1334, (es.h.).
Terci-i Bend-i Ruhi ile Sami'nin ve Ziya Paşa'nın Nazireleri, Kitabhane-i Ebüzziya, İstanbul, 1304, (es.h.).
Tarhan, Abdülhak Hamid, M akber ve Ölü, İstanbul, 1922, (es.h.). Tarhan, Abdülhak Hamid, Tarık Yahud Endülüs Fethi, İstanbul, 1335, (es.h.). Akalın, Mehmet, (çev.) Tarihî Türk Şiveleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1988. Tarlan, Ali Nihad, Divan Edebiyatında Tevhidler, İ.Ü. Yayınları, İstanbul, 1936, Tarlan, Ali Nihad, Ahm ed P aşa Divanı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1966. Tarlan, Ali Nihad, Divan Edebiyatında Muamma, İ Ü. Yayınları, İstanbul, 1936.
Tevetoğlu, Fethi, Atatürk'le Samsun'a Çıkanlar, Kül tür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987. Tevetoğlu, Fethi, M illî M ücadele Yıllarındaki Kuru luşlar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1991. Tevfik Fikret, Bütün Şiirleri, haz. Prof. Dr. İsmail Parlatır, Doç. Dr. Nurullah Çetin, Türk Dil Kuru mu Yayınları, Ankara, 2001. Tevfik Fikret, Haluk'un Defteri, İstanbul, 1327, (es.h.) Tevfik Fikret, Rübab-ı Şikeste ve Bütün Eserleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul. Tevfik Fikret, Haluk'un Defteri, İstanbul, 1945.
Tarlan, Ali Nihad, Divan Şiiri, Rahmi ve Fevri XVI. ve XVII. asır, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi y., İstanbul, 1948.
Tevfik Fikret, Rubab-ı Şikeste, İstanbul, 1945.
Tarlan, Ali Nihad, Genceli Nizami Divanı, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1944.
Tevfik Fikret, Tarihi Kadim D oksan B eşe Doğru, eklemelerle yayına haz,- Canan Yücel Eronat, An kara, 1998.
Tarlan, Ali Nihad, İkbal'den Şiirler, Şarktan H aber ve Zebur-ı Acem - Muhammed İk ba l - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1971. Tarlan, Ali Nihad, N ecatibeg Divanı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1963.
Tevfik Fikret, Tarihi Kadim - Doksan B eşe Doğru, İs tanbul, 1928.
Tevfikoğlu, Muhtar, H ikâyeler, Kültür Bakanlığı, Ankara 1980. Thomas A. Gaddis, Alkatraz Kuşçusu, çev. Naci Serez, İstanbul, 1965.
■ M K E S O I .«
Y A R A R LA N ILA N ES E R LER
Tietze, Andreas, The Kom an riddles an d Turkic fo lk lore, Berkeley, University of California Press, 1966.
Toy, Erol, İmparator, May Yayınları, İstanbul, 1973.
Tiken, Kamil, E ski Türkiye Türkçesinde E datlar ve Zarf-Fiiller, TDK y. 2004.
Tuncalp, Enver, Bağlıyız Atatürke, Ankara, 1981.
Tuğ, Salih, İslâmiyet ve Millet Gerçeği, Aydınlar Ocağı, İstanbul 1990.
Timurtaş, Faruk K , Yunus Em re Divanı'ndan Seçm e ler, 3. bs. Kültür Bakanlığı, Ankara 1989.
Tuncor, Ferit Ragıp, 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos ve 29 Ekim Şiirleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İs tanbul, 1980.
Timurtaş, Faruk Kadri, D il D avası ve Ziya Gökalp, İstanbul 1965.
Tuncor, Ferit Ragıp, Atatürk Şiirleri, haz. Ankara, 1958.
Timurtaş, Faruk Kadri, M ehm ed  k if ve Cemiyeti miz, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1962.
Tuncor, Ferit Ragıp, Atatürk ve K ahram anlık Şiirleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981.
Timurtaş, Faruk Kadri, Şeyhi'nin H arnamesi, İstan bul, 1981.
Tunç, Tomris, D erlem e Sözlüğü ve Kavram lar Dizini I, TDK y. 1995.
Timurtaş, Faruk Kadri, Tarih İçinde Türk Edebiyatı, 2. bs. Boğaziçi Yayınevi, İstanbul 1990.
Tunç, Tomris, D erlem e Sözlüğü ve K avram lar Dizini II, TDK y. 1995.
Togan, Zeki Velidî, H âtıralar, İstanbul 1969.
Tunç, Tomris, D erlem e Sözlüğü ve Kavram lar Dizini III, TDK y. 1994.
Togan, Zeki Velidî, Oğuz Destanı, Kayı Yayınevi, İs tanbul 1972. Togan, Zeki Velidî, Umumî Türk Tarihine Giriş, 3. bs. Enderun Kitabevi, İstanbul 1982. Tolasa, Harun, Ahmet Paşa'nın Şiir Dünyası, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1973.
Tunçer, Vahap, B ir Eski, B ir Yeni, Şiir Antolojisi, Bolu, 1950. Turabi, Divan-ı Turabi, İstanbul, 1291, (es.h.). Tural, Sadık K., Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1988.
Tolga, Osman, Ziya G ökalp ve İktisadî Fikirleri, İs tanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İçtimaiyat Enstitüsü, İstanbul.
Turan, Osman, Doğu Anadolu Türk D evletleri Tarihi: Saltuklular, Sökmenliler, D ilm aç Oğulları ve Artukluların Siyasî Tarihi ve Medeniyetleri, 2. bs. Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1980.
Tolstoy, Lev, Gençlik, çev. Rana Çakıröz, Cengiz Ekinci, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1947.
Turan, Osman, İslâm iyet ve Selçuklular, Turan Neş riyat Yurdu, İstanbul 1971.
Tolstoy, Lev, H acı Murat, çev. Nihal Yalaza Taluy, İstanbul, 1966. Tolstoy, Lev, H arb ve Sulh, çev. Ali Kami Akyüz, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1938. Tolstoy, Lev, İlk Gençlik, çev. Rana Çakıröz, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1946. Topaloğlu, Bekir, İslâm da Kadın, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1970. Topçu, Nurettin, A hlâk Nizamı, Hareket Yaymevi, İstanbul. Topçu, Nurettin, Büyük Fetih, Hareket Yayınevi, İs tanbul 1968.
Turan, Osman, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm M ede niyeti, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1969. Turan, Osman, Selçuklular D evrinde Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul 1972. Turan, Osman, Selçuklular ve İslâmiyet, Nakışlar Y a yınevi, İstanbul 1980. Turan, Osman, Tarihî Akışı İçinde Din ve Medeniyet, Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1980. Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti M ejkûresi Tarihi: Türk Dünya Nizamının Millî, İslâmî, İnsanî E sasları, 2 C., 4. bs. Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1980. Turan, Osman, Türkiye Selçukluları H akkında Resm î Vesikalar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1988.
Toplu, Abdülhâdi, Tarih için de Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ocak Yayınları, Ankara 1996.
Turan, Osman, Türkiye'de M anevî Buhran: Din ve Lâiklik, 2. bs. Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1978.
Toprak, Burhan, Yunus Em re Divanı, Eskişehir Odunpazarı Belediyesi, Eskişehir, 2004.
Turan, Osman, Türkiye'de Siyasî Buhranın K aynakla rı, Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1979.
Toprak, Yunus, Yunus Em re Divanı, Türkiye İş Ban kası Yayınları, Ankara, 1966.
Turan, Şerafettin, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1994.
Toros, Taha, D adaloğlu, X IX . Asır Çukurova Sazşairi, Adana, 1940.
Turanlıoğlu, Uluğ, Türk Ozanları Antolojisi, İstanbul, Oluş Y aymevi, 1971.
Toroslu, Abdullah, K aracaoğlan, Maya Matbaası, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1979.
Turgenyev, Ivan Sergeyeviç, K aderci, çev. Nihal Y a laza Taluy, İstanbul, 1967.
YA R A R LA N ILA N ESER LER
OlMIÖIttlM.SS
Turgenyev, Ivan Sergeyeviç. İlk Aşk, çev: Haydar Rifat Yorulmaz, İstanbul, 1931.
Türk İstiklal Savaşı Destanları, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982
Turgut, Mehmet, Taşkent'e Doğru, İlaveli 4. bs. Bo ğaziçi Yayınevi, İstanbul 1988.
Türk ve Türklük, Türk Standardları Enstitüsü, Anka ra 1984.
Turhan, Mümtaz, Kültür D eğişm eleri: Sosyal P siko loji Bakımından B ir Tetkik, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı, İstanbul 1987.
Türk, Cezmi, Dünyanın Çatısı Turan ve Rus Kafası, Toprak Yayınevi, İstanbul 1964.
Turhan, Mümtaz, Maarifimizin Ana D âvaları, Yağ mur Yayınevi, İstanbul. Turhan, Mümtaz, Üniversite Problem i, Yağmur Ya yınevi, İstanbul 1967. Tülbentçi, Feridun Fazıl, İstanbul Kapılarında, İn kılap Kitabevi, İstanbul, 1954 Tülbentçi, Feridun Fazıl, İstanbul’un Fethi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1984. Tülbentçi, Feridun Fazd, K ahram anlar Geçiyor, 8. bs. 4 C., İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1984. Tülbentçi, Feridun Fazıl, Osmanoğulları, İnkılap Ki tabevi, İstanbul, 1958. Tülbentçi, Feridun Fazıl, Serhadlerin Çocuğu Yıldı rım Bayezid, Akba Kitabevi, Ankara, 1947. Tülbentçi, Feridun Fazıl, Sultan Yıldırım Bayezid, İstanbul, 1957. Tülbentçi, Feridun Fazıl, Sultanların Aşkı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, tarihsiz. Tülbentçi, Feridun Fazıl, Şah İsmail, İnkılap Ki tabevi, İstanbul, 1956.
Türk, Cezmi, M illiyetçilik Anlayışımız ve Komünistlik, Toprak Dergisi, İstanbul 1959. Türk, İbrahim, Türk Toplumıında Sosyal Sınıflar, Öncü Kitabevi, İstanbul 1970. Türkçülük Armağanı, Akademi Kitabevi, İzmir. Türkdoğan, Orhan, A vm pa'daki İşçilerim iz ve Ço cukları: İkinci Neslin Dramı, Orkun Yayınevi, İs tanbul 1984. Türkdoğan, Orhan, Aydınlıktakiler ve K aranhktakiler (Toplumumuzun Dramı), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982. Türkdoğan, Orhan, Değişme, Kültür ve Sosyal Çö zülme, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1988. Türkdoğan, Orhan, D oğu Anadolu'nun Sosyal Yapısı, Azerbaycan Kültür Demeği, Ankara 1987. Türkdoğan, Orhan, K em alist M odelde F ert ve Devlet İlişkileri, 3. bs. İstanbul Kitabevi, İstanbul 1982. Türkdoğan, Orhan, Niçin M illetleşme? Türk Dünyası Araştırma Vakfı, İstanbul.
Tülbentçi, Feridun Fazıl, Turgut Reis, İnkılap Ki tabevi, İstanbul, 1958.
Türkdoğan, Orhan, Ziya G ökalp Sosyolojisinin Tem el İlkeleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anka ra 1982.
Tülbentçi, Feridun Fazıl, Türk Tarihinden Sayfalar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1986.
Türkistan ile İlgili Makaleler, Kültür Bakanlığı, Ankara 1971.
Tülbentçi, Feridun Fazıl, Yavuz Sultan Selim Ağlıyor, Akba Kitabevi, Ankara, 1947.
Türkiyat Mecmuası, 1925 l.C. İstanbul, 1925
Türk Millî Bütünlüğünde Doğu Anadolu, haz. Bahaeddin Ögel, vb. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1985.
Türkiyat Mecmuası, 1934 4.C. İstanbul, 1934
Türk Dil Kurumu, Türk Şiiri Özel Sayısı, Divan Şiiri, Ankara, 1986, Türk Dili Dergisi'nin 415-416417/Temmuz-Ağustos-Eylül 1986 Özel Sayısı. Türk Dil Kurumu, Türk Şiiri Özel Sayısı, Eski, Türk Şiiri, Ankara, 1986, Türk Dili Dergisi, Ocak 1986 Özel Sayısı. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 8 C., Dergâh Yayınevi, İstanbul 1976. Türk Dünyası El Kitabı, 3 C., 2. bs. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1992. Türk Edebiyatında Kahramanlık Hikâyeleri, Anto loji, Der.: Şemsettin Kutlu, İstanbul 1981. Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, haz. Cemil Yener, 2. bs. İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1989. Türk Hikâye Antolojisi, haz. Seyit Kemal Karaalioğlu, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1984.
Türkiyat Mecmuası, 1926 2.C. İstanbul, 1927 Türkiyat Mecmuası, 1926 3.C. İstanbul, 1935 Türkiyat Mecmuası, 1935 5.C. İstanbul, 1935 Türkiyat Mecmuası, 1936-9 6.C. İstanbul, 1939 Türkmen, Ahmed Faik, M ufassal H atay Tarihi, 4 c. Antakya, 1939. Türközü, Halil Kemal, Osmanlı ve Erm eni B elg ele riyle Erm eni Mezalimi, haz. Türk Kültürünü Araş tırma Enstitüsü, Ankara 1982. Uğurlu, Nurer, Anadolu'nun Türküsü, Ok Yayınları, İstanbul, 1984. Uluçay, Çağatay, İlk Müslüman Türk Devletleri, Millî Eğitim Bakanlığı Ankara 1965. Uraz, M urat, Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, Tefey yüz Kitabevi, İstanbul, 1941. Urfalı Kemal Edip, UrfaAğzı, TDK y. 1991. Uşaki-Zade Halid Ziya, Aşk-ı Memnu, İstanbul, 1316 Halil Nihad, Ayine-i Devran, Y .Y , 1342.
m u n asM . Uşaklı, Ömer Bedrettin, Bütiin Eserleri, haz. İnci Enginün, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1988. Uşaklı, Ömer Bedrettin, Bütün Şiirleri, der. İnci Enginün, Türk Dil Kurumu, Ankara 1988. Uşaklıgil, Halid Ziya, Aşlc-ı Memnu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1963. Uşaklıgil, Halid Ziya, K ırık Kayatlar, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1968. Uşaklıgil, Halit Ziya, M ai ve Siyah, yay. haz. Şemset tin Kutlu, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1988. Uyaroğlu, İsmail, Giil Sağnağı, İstanbul, 1976. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, 14 ve 15. A sırlarda Ana dolu B eyliklerinde Toprak ve H alk İdaresi, İstan bul, 1937.
Y A R A R LA N ILA N E S ER LER
B ir Bakış, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1984. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı D evleti Teşkila tından Kapukıılu Ocakları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1944. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti'nin M er kez ve B ahriye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Ya yınlan, Ankara,1948. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı D evletinin Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1984. Uzunçarşdı, İsmail Hakkı, Osmanlı D evletinin Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, 4 C., Türk Tarih Kurumu, Ankara 1994-1995.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Alem dar M ustafa Paşa, Meşhur Rumeli Ayanlarından Tirsinikli İsmail, Yı lık Oğlu Süleyman Ağalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1942.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı- Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Ya yınları, 1961.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Anadolu B eylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, 4. bs. Türk Tarih Kurumu, Ankara 1985.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Sivas Şehri: Anadolu Türk Tarihi Tetkikatından, Rıdvan Nafiz, Maarif Veka leti Yayınları, İstanbul, 1928, (es. h.)
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Anadolu B eylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1937
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Vezir H akkı M ehm ed Paşa, VlI’nci Cilt, Türkiyat Mecmuasından a.b. İs tanbul,1939.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Çandarlı Vezir Ailesi, An kara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1974.
Üftade, Divan-ı Üftade, İstanbul, 1328, (es.h.).
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, K aresi (Balıkesir) Vilayeti Tarihçesi, İstanbul, 1928. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, K aresi M eşahiri, İstanbul, 1341. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, K itabeler ve Sahip, Saruhan, Aydın, Menteşe, inanç, H am itoğulları H ak kında Malumat, İstanbul, Maarif Vekaleti Yayınla rı, 1929. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Kütahya Şehri: Bizans ve Selçukilerle Germiyan ve Osman Oğulları Zama nında, Maarif Vekaleti Yayınları, İstanbul, 1932. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, M ekke-i M ükerreme Emirleri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1972. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, M idhat P aşa ve T aif Mahkumları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Anka ra, 1950. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, M idhat ve Rüştü P aşala rın Tevkiflerine D air Vesikalar, Türk Tarih Kuru mu Yayınları, Ankara,1946. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı D evleti Teşkila tına M edhal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstan bul, 1941. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı D evleti T eşkila tına M edhal: Büyük Selçukiler, Anadolu Selçukileri, Anadolu Beylikleri, Ilhaniler, Karakoyunlu ve Akkoyunlularla M em lüklerdeki D evlet Teşkilatına
Ülken, Hilmi Ziya, İçtim aî D oktrinler Tarihi, İstanbul 1941. Ülken, Hilmi Ziya, Toplum Yapısı ve Soya Çekme, Doruktekin Yayınevi, İstanbul 1971. Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’d e Ç ağdaş Düşünce Tarihi, 3. bs. Ülken Yayınları, İstanbul 1992. Ülkfisal, Müstecip, D obn ıca ve Türkler, Türk Kültü rünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1987. Ülküsal, Müstecip, Kırım Türk-Tatarları: Dünü, Bu günü, Yarını, İstanbul 1980. Ünal, Tahsin, 1700'den 1958'e K ad ar Türk Siyasî Tarihi, ilav. 2. bs. Ankara 1958. Ünal, Tahsin, Karam anoğulları Tarihi, Ankara 1957. Ünal, Tahsin, OsmanlIlarda F azilet M ücadelesi, Sebil Yayınevi, İstanbul 1968. Ünsel, Kemal Edip Fatih'in Şiirleri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1946, (eski harfli metin de var). Ünver, Bekir Sami, Kadından Yana, Ankara, 1969. Üsküblü İshak Çelebi, Divan, haz. Mehmed F. Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri, Mimar Sinan Üniversite si Fen-Edebiyat Fakültesi, İstanbul, 1989, Üsküdarlı Mustafa Ma'nevi, D ivançe-i İlahiyat, haz. Dr. Mustafa Tatcı, Kaknüs Yayınları, Istanb'd, 2003. Üstün, Nevzat, H ey Sen Amerikalı, Var Yayınevi, İs tanbul, 1967.
ÖIÜKEMÜİCESÖZLÜK.7o
YARARLANILAN ESERLER
Üstüner, Ahad, Anadolu Ağızlarında Sıfat-Fiil Ekleri, TDK y. 2000. Üzgör, Tahir, Fehim -i Kadim, Hayatı, Sanatı, Divanı ve Metnin Bugünkü Tiirkçesi, AKM, Ankara, 1991. Vahabzade, Bahtiyar, Gün Var Bin Aya Değer, Nil Yayınevi, İzmir 1993. Valdemar Bonsels, Arı Maya ve Başından Geçenler, çev. Nihat Adil, İstanbul, 1932. Vasfî, Divan, (tenkitli basım) haz. Mehmed F. Çavuşoğlu, İstanbul, 1980. Vecdi, Divan-ı Vecdi Efendi, İstanbul, 1291, (es.h.). Washington, Booker Tagliaferro, Kölelikten Kurtu luş- B ir Zencinin Hikâyesi, çev. Ayşe (Pertev) Akıncı, İstanbul, 1968. Yağcıoğlu, Halim - Dil, Şahinkaya, Türk Kadın Şa irleri Antolojisi, Ankara, 1966. Yağcıoğlu, Halim, Destan Türk, Mustafa K em aller Tükenmez, Türkiye Kemalist Yazarlar ve Sanatçı lar Demeği, Ankara, 1974. Yağız, Süleyman, B erçenekli Aşık Mahzuni, May Yayınları, İstanbul, 1976. Yahyâ Bey, Divan, Hazırlayan, Mehmed Çavuşoğlu, Tenkidli bsm, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak., İstan bul, 1977.
Yavuz, Orhan, Kansu Gavri'nin Türkçe Divanı (Metin-İncelem e-Tıpkıbasım ) Selçuk Üniv., Konya, 2002.
Yeniterzi, Emine, Divan Şiirinde Na't, Türkiye Diya net Vakfı Yayınları, Ankara, 1993. Yetiş, Kâzım, Türkçenin Nakışları, Kubbealtı Neşriya tı, İstanbul 1993. Yetkiner, Ayhan, A şıkİhsan i Kimdir? İstanbul, 1967. Yıldız, Ali, B eyaz Hürriyet, Ankara, 1964. Yılmaz Güney, Boynu Bükük Öldüler, Dost Kitabevi, Ankara, 1971. Yılmaz, Ali, Kanuni Sultan Süleyman'a Yazılan K asi deler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996. Yılmaz, Durali, Akrebin Dansı, Yedi İklim Yayınevi, İstanbul 1989. Yılmaz, Kaşif, III. Selim (İlhami),Hayatı, E debi Kişi liği ve Divanın Tenkitli Metni, Trakya Üniv., Edir ne, 2001. Yılmaz, M. Kemal, Denizin Getirdiği Ölü Asker, İs tanbul, 1975. Yılmaz, M. Kemal, Umurlu Çiçekleri, Üç Şiir Demeti, Denizin Getirdiği Ölü Asker, Toprak Soyu, Yağ mur, Aydın, 2001. Yılmaz, Nahide, Şiirlerle İl İl Türkiye, İzmir, 1997.
Yahya Kemal, Tarih M usahebeleri, 2. bs. Yahya Ke mal Enstitüsü, İstanbul 1991.
Yınanç, Mükrimin Halil, M illî Tarihimizin Adı, Ha reket Yayınevi, İstanbul.
Yahya Kemal, E debiyata Dair, İstanbul Fetih Cemi yeti, İstanbul 1971.
Yınanç, Refet, D ulkadir Beyliği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1989.
Yahya Kemal, Kendi G ök Kubbemiz, 8. bs, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1987.
Yırcalı, Sıtkı, Kilitlenmiş Dünya, Ankara, 1958.
Yahya Kemal, Siyasî Hikâyeler, İstanbul Fetih Cemi yeti, İstanbul 1968. Yamakoğlu, Cihan, İnsan İlişkileri: Ailede, Toplum da... B eşerî Münasebetler, 2. bs. Ankara 1987. Yaşa, Dursun, K ahram anlık Şiirlerimizden B ir Demet, Ankara 1984. Y aşar Kemal, Ağrıdağı Efsanesi, Cem Yayınları, İs tanbul, 970.
Yolsal, Tayfun, H ayat Sevince Güzel, İstanbul, Hüsnü Tabiat Matbaası, 1976. Yuan-Xin,W ang, Ç in ’deki Türk D iyalektleri Araştır m aları Tarihi, TDK y. 1994. Yunus Em re, Divan ve Risaletü'n-Nııshiyye, haz. Abdülbaki Gölpmarlı, Der Yayınevi, İstanbul, 1991. Yurdakul, Mehmet Emin, D icle Önünde, İstanbul, 1332, (es.h.).
Y aşar Kemal, Ç akırcalı Efe, Ararat, İstanbul, 1972.
Yurdakul, Mehmet Emin, H asta B akıcı Hanımlar, İstanbul, 1333, (es.h.).
Y aşar Kemal, İnce Memed, Remzi Kitabevi, İstan bul,1960.
Yurdakul, Mehmet Emin, Turan'a Doğru Ey Türk Uyan, Ergenekon Yayınevi, İstanbul, 1973.
Yaşar Kemal, Yer D em ir G ök Bakır, Ant Yayınları, İstanbul, 1968.
Yurdakul, Mehmet Emin, Türk Sazı, İstanbul, 1979.
Yaşın, Özker, Kıbrıs Benim Vatanım, İstanbul, 1986.
Y u rt Duyguları, Antoloji, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1990.
Yaşın, Özker, K ıbrıs Mektubu, Varlık Yayınevi, İs tanbul, 1958.
Yücebaş, Hilmi, Bütün C epheleriyle Rıza Tevfık, Şiir ler, M akaleler, İstanbul, 1950.
Yavuz Sultan Selim Divanı, haz. Ali Nihad Tarlan, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1946.
Yücebaş, Hilmi, F ilo z o f Rıza Tevfık, Hayatı, Şiirleri, H atıraları, İstanbul, 1958.
Yavuz, A. Fikri, İslâm Fıkhı ve Hukuku, İrfan Yayı nevi, İstanbul.
Yücebaş, Hilmi, Rıza Tevfık, -Hayatı, Hatıraları, Şiir leri- İstanbul, 1968.
Yavuz, Hilmi, Bedrettin Üzerine Şiirler, Cem Yayıne vi, İstanbul, 1975.
Yücebaş, Hilmi, Şair E ş r e f -Bütün Şiirleri ve 80 Yıllık H atıraları- İstanbul, 1978
le H ü C E M .n
Yücel, Can, Şiir Alayı, İstanbul, 1981. Yücel, Can, Altısıbiyerde,İstanbul, 1988. Yücel, Can, Kuzgunun Yavrusu, İstanbul, 1990. Yücel, Haşan Ali, Allah Bir, Ankara, 1961. Yücel, Yaşar, Anadolu B eylikleri H akkında Araştır malar, 2 C., Türk Tarih Kurumu, Ankara 1989. Yücel, Yaşar, M acaristan ve Bulgaristan'daki Türk Sanat Eserleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1991. Yücel, Yaşar, Timur'un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları, 1393-1402, Türk Tarih Kurumu, An kara 1989. Yüksel, Nevzat, Türkiye'de G ençlik Sournları ve Çözüm Yolları, Bayrak yayınevi, İstanbul 1988. Zati, Divan-ı Zati, İstanbul, 1257, (es.h.). Zelyut, Rıza, H alk Şiirinde Başkaldırı, İstanbul, 1989. Zelyut, Rıza, H alk Şiirinde G erçekçilik, İstanbul, 1982. Zeren, Mehmet, Divan Şiiri I- Açıklamalı, İstanbul, 1986. Zeybek, Namık Kemal, M illî Kültür Meselemiz, İs tanbul 1989.
YA R A R LA N ILA N E S ER LER
Zeytinoğlu, Erol, Ekonom ik Doktrinler, genşl. 2. bs. Marmara Üniversitesi Eğitim ve Yardım Vakfı, İs tanbul 1986. Zihni Çermiki, Divan-ı Zihni, İstanbul, 1291. (es.h.). Ziya Paşa, Edibi Muhterem Merhum Ziya P a ş a ’nm Rüyası, İstanbul, 1932. Ziya Paşa, M ukaddeme-i H arabat, Kitabhane-i Ebüzziya, İstanbul, 1311, (es.h.). Ziyaettin Halit, Divan-ı Ziyaettin Halit, İstanbul, 1260, -(es.h.). Zola, Emile, D öl Bereketi, çev. Hamdi Varoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1945. Zola, Emile, B ir Aşk Sayfası, çev. Hamdi Varoğlu, Maarif Vekaleti Neşriyatı, İstanbul, 1944. Zola, Emile, Hakikat, çev. Reşat Nuri Oüntekin, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1945. Zola, Emile, Hülya, çev. Hamdi Varoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1945. Zorlutuna, Halide Nusret, Büyükanne, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1971. Zorlutuna, Halide Nusret, Ellerim Bom boş, Kür Y a yınları, İstanbul, 1967.
a, [a / A] is. dbl. Latin asıllı Türk alfabesinin ilk harfi. Ses bilgisi bakımından geniş, düz, orta da mak ünlüsüdür. Çıkış anında ses yolu gerilmez. Ses yolu açıklığında yedinci sıradadır. Ağız biraz açılır, küçük dil geniz yolunu kapatır, dil hafifçe alçalır ve öne doğru kayarak ses tellerinden gelen titreşim li havaya yol verir. Titreşimli hava hiçbir engele uğramadan ağız boşluğunda a s e s i meydana gelir. Orta uzunlukta, boğaz yakınından ve donuk olarak telaffuz edilir. Ağız boşluğu geniş, dudaklar düz hâlde iken ağzın arka bölümünden çıktığı için g e niş, düz, kalın olarak nitelendirilir, fi1 a ’dan z ’ye, B aştan s o n a kadar, bütiinüyle.\\ a takımı, S eçm e oyunculardan kurulm uş oyun takımı. a, [Ar. â T] (a :) is. Arap asıllı Türk alfabesinin ilk harfi olan elif,
- a 1, [-a / -e / -y-a / -y-e] çek. e. İsmin hâl eki; ad durum eki. İsmi çekimli fiile, fiilimsiye veya edat lara bağlayan isim çekim eki; asıl sözcükteki anla ma “döniiş, y ö n elm e ” kavramı sağlar; “için, ile” edatlarının görevini üstlenir; yönelme durumu eki; e hâli eki. {eT'} (aynı). -a2, [-a / -e / -y-a / -y-e] çek. e. 1. “İstek, niyet, arzu” kavramlarını ifade eder, “istek kipi” çekimini oluş turur; (eAT} (aym): gel-e-y-im , al-a-sınız, yapayım (bak-a-y-tm ), g id esin (git-e-sin), y a z a (yaz-a). 2. Kök veya gövdesi ünsüz ile biten fiillerin geniş zaman çekiminde bağlantı ünlüsü olarak görev alır: git-e-r, g eç-e-r, yaz-a-r. 3. Şart kipi ikinci teklik ya da çokluk kişi çekimli fiillerin sonuna gelerek uyarı anlamı katan ünlemler yapar; gel-se-n -e, bak-sa-n a, tut-sa-nız-a.
- a - , [-a- / -e-] yap. e. 1. İsimden fiil türetir: b o şa m a k (boş-a-m ak), oyn am ak (oy-urı-a-m ak) {eAT} (aym). bengiz-e-m ek, k a n -a-m ak 2. Fiile durum, nicelik anlamları katarak zarf yapar: g eçe , g ü le güle. 3. Yeterlik, sürerlik ve yalcınlık bildiren birleşik fiil lerde esas fiil ile yardımcı fiil arasında bir zarf fiil eki olarak yer alır: y a p a b ilm ek (yap-a-bilm ek), ç ı k a g elm ek (çık-a -g el-m ek), b a k ad ıırm ak (bak-a-du rm ak), g id ed u rm ak (gid-e-dur-m ak), dü şeyazm ak (diiş-e-yazm ak). 4. Türettiği zarflar zamanla kalıp laşarak isim yapma eki durumunu almıştır; tamam lanmış bir işin, tarzına bağlı olarak ortaya çıkmış olan ürün anlamı katar: o y a (oy-a), çev r e (çev-ir-e), k o şa (k oş-a "binaların üstüne kon ulan kalın y u var lak m erte k ’). 5. Fiil çatı değişimlerinde ettirgen ve oldurgan fiillerin kuruluşunu sağlayan -r ekinden önce gelerek bağlantı ünlüsü görevini üstlenir: gite-r-m ek, göst-e-r-m ek, kot-a-r-m ak. 6. {e l } İsimden fiil türetir, a t-a -m a k (a d verm ek)
-a3, [-a / -e / -y-a /-y-e] {eAT} ç e k e. 1. Şimdiki zaman çekim eki. 2. Geniş zaman çekim eki “-ar, -ır” de ğerinde kullanılır. “K ayn atsa, sııyıın içse m idesin a rıd a (a rıtır).” Müfredat-ı İbni Baytar Tercemesi 3. Emir eki “-sın” değerinde kullanılır. “K im in gön lü var ise bıında du ra (dursun). " Süheyl ü Nevbahar. 4. Ulaç eki “-arak ve -ıp” değerinde kullanı lır, “Sen bu ev e u ça (u çarak) gelm iş olasın. ” Mantıkuttayr. 5. “-ırsa, -arsa” anlamında kullanılır. “Sevdiğin kim g e le (gelirse) o d a n a sevin ç ey le g ö nül. ” Divan-ı Türki-i Basit 6. Ortaç eki “-acak” de ğerinde kullanılır. "Bilm ezem bundan so n ra b a ş la rın a n e g e le (gelecek). ” Saadetname. 7. Bağ fiil “mağa” değerinde kullanılır. "Yedi kişi, P ey g a m b er H azretin g ö r e (görm eğ e) geldük. ” Yüz Hadis Ter cümesi. 8. Dilek şert eki “-sa” değerinde kullanılır. “îstim aın dan n o la h a y y o la la r (hay olsalar). ” S -a mı? {eAT} -a r mı? -ır m ı?- a c a k mı? -a -b ilir mi?\\ a yoru r, {eAT} On beşin ci yüzyıldan so n ra şim diki zam an çekim ek i o la r a k kullan ılm aya başlam ıştır; bugünkü “-iy o r; -m aktadır; -m akta ” g ö rev iy le kul lanılm ıştır.
-a-2, [-a- / -e- / -ı- / -i- /-u- / -Ü-] feT} yap. e. Fiilden fiil yapma eki; pekiştirmede kullanılır, k a l-a -m a k (saklam ak).
-a4, [-a /-e] {eAT} çek. e. 1. Yükleme durum eki (-ı) olarak kullanılır. "Sen m eğ er bu dine (dini) inkâr ey ledin. ” Vahdetname. 2. Bulunma durum eki “-da”
a, [Ar. a
is. Arap asıllı Türk alfabesinin yirmi bi
rinci harfi olan ayn harfi. Gırtlak ünsüzüdür.
B iis ıg ı.»
A olarak kullanılır. “B ir bunun şek lin e (şeklinde) kişi görm edim . ” Mantıkuttayr. 3. “..ile” anlamında kul lanılır. “B iz m allarım ıza, tavarlarım ıza m eşgu l idik. ” Münteha. 4. “... a değin” anlamında kullanı lır. “İğ n eden ipliğ e â lem leri gözden geçirip... ” Alî Divanı. -a5, [-a / -e] {eAT} çek. e. Anlamı pekiştirmek için emir kipinin tekili sonuna eklenir. “E y d il g e le (g el de) sen K a le n d e n ol. ” Tazarruname. -a6, [-a / -e] yap. e. 1. Fiilden isim türeten ek. Fiilin belirttiği eyleme bağlı olarak oluşan, ortaya çıkan durum veya nesne, yer, yöre kavramı katarak isim ve sıfatlar yapar: dize, doğa, çevre, öte, sap a, y ara. 2. Fiilden isim yapma eki. Zamana bağlı veya za man kavramı taşıyan isim yapar: {eT} (aynı), oz-a (önce), g e c e , süre. 3. Fiillerden ulaçlar yapar: a ğ la y-a, b a t-a çık-a. 4. Bazı kelimelerin pekiştirmesin de görev alır: sa p -a + sa ğ la m , düp-e+düz. 5. Eski Türkçede zarf fiil eki olan bu ek Eski Anadolu Türkçesinde kalıplaşarak edat yapar, gör-e, öt-e. -a7, [eT. -ğa /-ge > -a / -e] y a p e. Geçişli fiillerden sıfat yapar, {eAT} (aynı). k ıs-ğ a > kıs-a. -a8, [-a /-e] yap. e. İsimler ve isim soylu kelimelerden isimler türeten ek. İlgili olma, dayanaklık etme kavramı katarak isimler yapar: göze, tüze, ilke, e r ke. göz-e, ög-e, uc-a. -a9, [-a / -e / -ı / -i / -u / -ü / -y-a / -y-e / -y-ı / -y-i / -yu / -y-ü] {eAT} yap . e. 1. Fiillerden hâl zarf fiilleri türeten ek. 2. Kurallı birleşik fiillerin kuruluşunda yer alan tasvirî fiillerin başına getirilerek “yeterlik, sürerlik, yaklaşma” kavramları taşıyan birleşik fiil ler kurar, a l-a + b ilm ek, b a k -a+ k alm ak , dü ş-e+ yazm ak. “N e g elü r n e h o d g id e bilür öte. ” Miftahu’lFerec. 3. İkilemeler kurar. “K a n a k an a içtim. ” Tıbb-ı Nebevî. 4. “Görmek” tasvirî fiilinden önceki fiile gelir ve istek kipi değerinde kullanılır. “U lular gitdügi y o lc a g id e g ör. ” 5. Bugünkü “-maya” gö reviyle eşdeğerdir. "... özr id e b a şla d ıla r... ” Miftahü’l-Cenne. 6. Bugünkü “-arak ve -ıp” zarf fiilleri gibi kullanılır. "... evvelki g ökten g e ç e ikinci g ö g e irişecek... ” Miftahü’l-Cenne. {eT}(aym). sev -e ba k tı (sev erek baktı) ö -a+dur, {eAT} 1. G e le c ek zam anın kesinliğin i bildiren k o ş a ç “-o ca k tır " “-ar, - ı r ” d eğ erin d e kullanılır. “M azlum a sen kıyarsan A llah s a n a kıyadu r (kıyacaktır). ” Niyazi Divanı. 2. " -m ak tad ır” g ö rev in d e kullanılır. “E c e l ö k çen i basu ba n kov a d u r (kovm aktadır). ” Salâtinname.|| a+durm ak, {eAT} S ü rerlik (-m akta olm ak, -m ak) an lam ı veren ek. “A n cak b a k ıc a k tem am a ta sı g ö redu ru r (görm ektedir) sanurdu. ” Yüz Hadis Ter cümesi.]! -a+düşmek, {eAT} T ezlik “-ı-verm ek, -tırı-v er-m ek" anlam ı veren ek. “C ezire karşu dan g ö rünedüşdi (görünüverdi). ” Solakzade Tarihi.|| a+gelmek, {eAT) 1. G eçm işten b eri olag elm ek, d a im a g örü lm ek an lam ı verir. “N içe sencileyin taze fid a n ın /A ç ıla n g ü lleri solagelm iştir. ” Kâtibî. 2.
m ağ a b a ş la m a k ”. “A şk denizinin m evci başım dan a şa g eld i (a şm ağ a başlad ı). ” Eşrefoğlu.|| -a+görmek, {eAT} 1. -m ağ a devam etm ek. 2. - m a ğ a ç a lış m ak .|| -a+kom ak, {eAT} -ıv e r m e k ; -ıp bırakmak.\\ ı+ turur, {eAT} S ey rek o la r a k kullanılan şim diki zam an çekim eki. -a 10, [Ar. â / yâ T/L] (a :) ünl. Ey! a- [Fr. a-] önek. Başma getirildiği Fransızca kelime lere (-siz, -sız) anlamı katar, «a-n orm al, a-priori, a-politik, a -s o s y a l» a 1, [a (yans.)\ is. 1. Öksürme, balgam çıkarmayı an latan kök. 2. Anırma, haykırma ve bağırmayı anla tan kök. a -g ır-m a k (anırm ak) a2, [a] (a :) ünl. 1. Sevgi ve şefkat ifadesi katarak ça ğırma, seslenme bildirir. «A yiğ idin gen ci, ben a d am ı gözü nden tanırım .» Eflâtun Cem Güney 2. Azarlama ifadesi katarak seslenme bildirilir. «A uğursuz, y in e kimin evini b a şın a yıktın d a dönüyor sun?» Eflâtun Cem Güney 3. Yazıklanma ile bir likte bir hatırlatma bildirilir. «A Icuzucuğum, sazım y o k ki sözüm dinlensin.» E. Cem Güney 4. İnan mazlık veya şaşma bildirir. 5. Kabullenememe, ret bildirir. a3, [e / a] {eT} ünl. 1. Seslenme ünlemi; ey! [EUTS] “a n d a sakıntım a ! (o zam an düşündüm iş te !)” 2. Şaşırmayı anlatır. [DLT] a4, [aha / â] (a :) {ağız}] e. İşte. [DS] a5, [Far. â / yâ] (a :) {OsT} ünl. Hitaplardan sonra “ey!” anlamında kullanılır. A. [A] kısalt. 1. as. A lay kelimesinin kısaltmasıdır. 2. g ö k b. A lp h a y ıld ız la r gru bu 'nun sembolüdür. 3. Avusturya’nın uluslararası trafik işaretidir. 4. biykim. Yağda çözünen bir vitamin grubunun adı. (A vitam ini) 5. fiz . Elektrikte a m p e r’in kısaltmasıdır. 6. kim. Atomda kütle sayısının sembolüdür. 1 . müz. Harfli notada la sesinin işaretidir. 8. Bir kâğıt boyu (A 4:21cm x29,7cm ) standardı. 9. tıp. Bir kan grubu adı. 10. Madde sıralamalarında birin ci ’yi belirtir. A kim. A rgon 'un sembolüdür. A.S. [Ar. ‘aleyh’is-selâm] ünl. Peygamberlerin adın dan sonra “S elam onun üzerine olsun. ” anlamında söylenen duanın kısaltması, aaa, [aaa] (a ’a :a :) ünl. Güçlü bir şaşma, inanmama anlatır. aah, [a’ah] ünl. 1. {ağız} Olumsuzluk ve ret bildiren halk ifadesi. [DS] 2. Pişmanlık bildirir. 3. Acıma bildirir. 4. İstek, dilek bildirir. 5. Kızgınlık bildirir. ab 1, [ab /ap (yans.)] is. Düzensiz adım atma, sende leme, emekleme, şişmanlıktan yürüyememe du rumlarını bildiren kök. a b -a l abal, a b -ıl abıl. ab2, [âb / aw] (a :b ) {eT} is. Av. [EUTS] [ETY] ab3, [Far. âb ^T] (a :b ) {OsT} is. 1. Su. 2. m ec. Şarap. 3. Kanlı göz yaşı. S
âba düşmek, {OsT} Suya
ır a i « ™
. 75
düşmek, b o ş a çıkm ak.|| âb-bâz, {OsT} Su ca m b az ı.|| âb-berîn, {OsT} Su k ıyıların da gö rü len oyuklar.\\ âb-câm e, {OsT} Su kabı. ||âb -çerâ, {OsT} K ahvaltı, jj âb-çîn, {OsT} Ölü yıkay ıcıların kullandığı kuru la m a bezi; p eş tem a l.|| âb-dâde, {OsT} Su verilm iş. || âb-dân, {OsT} 1. Su kabı. 2. S idik to rb a sı; m esa n e.,|| âb -dâr, {OsT} 1. Sulu; taze. 2. P arlak. 3. S ağ lam bünyeli. 4. Nükteli. 5. H oş; z a rif; güzel. 6. Su veren kim se; su cu.|| âb-dendân, {OsT} 1. Ş aşkın; s a f; bön. 2. Yenilm iş; m ağlup.|| âb-dîh, {OsT} Gü z ellik ve in celik katan. || âb-emdâz, {OsT} Su mü h en disi,|| âb-gîne, {OsT} 1. Billur. 2. Ş işe; sürahi. 3. Ayna. 4. E lm as. 5. Sevgilinin kalbi. 6. Şarap. 7. Gözyaşı. 8. K ılıç; k a m a ; bıçak.\\ âb-gîr, {OsT} 1. Su biriken y e r ; havuz. 2. D oku m acı fır ç a s ı. || âb-gûn, {OsT} 1. Suya benzer. 2. M avi renk. 3. Gökyüzü. 4. (K ılıç vb. için) p a rla k . 5. N işasta. |j âb-gûh-kafes, {OsT} Gökyüzü. || âb-hîz, {OsT} Yükselen su d a lg a sı.|| âb-hıırde, {OsT} Su içen.\\ âb-ı âbistenî, {OsT} 1. Sperm . 2. B itkileri büyütüp besley en su veya yağmur).\\ âb-ı adalet, {OsT} D oğruluğun verim li liği.|| âb-ı ahtrıer, 1. Kırm ızı su. 2. Şarap. 3. M az lumun gözyaşı.\\ âb-ı âşâmî, {OsT} 1. İ ç ile b ilir su.\\ âb-ı âteşin, {OsT} 1. A teşli su. 2. Şarap. 3. M azlu mun gözyaşı.\\ âb-ı âteş-m izâc, {OsT} 1. A teş y a r a dılışlı su. 2. Şarap.\\ âb-ı âteşnâk, {OsT} 1. A teşli su. 2. Ş arap. 3. M azlumun gözyaşı.\\ âb-ı âteşp âre, {OsT} 1. A teş p a r ç a s ı g ib i su. 2. Şarap. \\ âb-ı âteşnümâ, {OsT} 1. A teşi g ö steren su. 2. Şarap. || âb-ı âteş-reng, {OsT} 1. A teş ren kli su. 2. Ş a ra p .|| âb-ı âteş-sây, {OsT} 1. A teşlendiren su. 2. Şarap. || âb-ı âteş-zede, {OsT} 1. Ateş vurmuş su. 2. Şarap. |j âb-ı âzer-sâ, {OsT} 1. A teş g ib i su. 2. Ş a ra p .|| âb-ı bâde-reng, {OsT} 1. Ş a ra p ren gin deki su. 2. Karılı g özy aşı.|| âb-ı b ârân , {OsT} 1. Yağm ur suyu. 2. Yağmur.\\ âb-ı bekâ, {OsT} 1. Sonsuzluk suyu. 2. -*■ abıhayat.|| âb-ı beste, {OsT} 1. D onm uş su ; buz; dolu ; kırağı. 2. m ec. K rista l; billu r; ş işe.|| âb-ı bün, {OsT} A ğ a ç k a r a s ı; a ğ a ç çürüğü.}] âb-ı câvid, {OsT} 1. Sonsuzluk suyu. 2. - * abıhayat.|| âb-ı câvidân, {OsT} 1. Sonsuzluk suyu. 2. - * abıhayat.|| âb-ı cevânî, {OsT} 1. G en çlik suyu. 2. -*• abıhayat.|| âb-ı ciğer, {OsT} 1. C iğ er suyu. 2. Gözyaşı.\\ âb-ı ciğerhûn, {OsT} 1. C iğ eri kan ayanın döktüğü su. 2. Üzüntüden dökü len g ö zy a şı.|| âb-ı çeşni, {OsT} G özyaşı.|| âb-ı dehân, {OsT} Ağız suyu; sa ly a .||âbı dehen, {OsT} A ğız suyu; salya.\\ âb-ı dendân, {OsT} 1. D iş suyu; sa ly a ; tükürük. 2. Tükürülüp atılm ış nesne. 3. D işin g ü z elliğ i. \\ âb-ı dîde, {OsT} 1. G özyaşı. 2. A lça k gönüllü b a k ış . \\ âb-ı dîde-i câm, {OsT} 1. K a d eh in gözyaşı. 2. m ec. Ş a ra p .||âbı engür, {OsT} 1. Üzüm suyu; şıra. 2. Ş a ra p .|| âb-ı ergavânî, {OsT} 1. E rguvan ren kli su. 2. Şarap. 3. Mazlumun gözyaşı.\\ âb-ı eyyâm, {OsT} 1. Günlerin suyu. 2. Gün ışığı. 3. Ay ışığı.|| âb-ı füsürde, {OsT} 1. D onmuş su ; buz; d olu ; kar. 2. P elte. 3. m ec. K ı
AB lıç; h a n ç er vb. 4. B illu r; kristal; £ije.|| âb-ı gerdende, {OsT} 1. D önen su (billur). 2. G ök kubbesi.\\ âbı güşt, {OsT} E t suyu.|| âb-ı güşade, {OsT} 1. A çıl mış su. 2. Sulandırılm ış ş a r a p ; kötü ş a r a p ; bey az şa ra p . 3. R a kı.|| âb-ı güvâre, {OsT} İçim i g ü zel ve sindirim i k olay s«.|| âb-ı haclet, {OsT} Utanç suyu; utanmanın verdiğ i sıkıntı ile çıkan ter. || âb-ı h â râ bat, {OsT} 1. H ara b elerin suyu. 2. M eyhanelerin suyu; ş a r a p .|| âb-ı haram , {OsTf 1. H aram su; y a s a k su. 2. Şarap.\\ âb-ı hasret, {OsT} 1. H asret su yu ; 2. m ec. A yrılık g ö z y a ş ı.|| âb-ı h âtır, {OsT} 1. Anı suyu. 2. G üzel düş.\\ âb-ı hayât, {OsT} 1. H ı zır ’ı?ı içtiği söylen en ölüm süzlük suyu; bengisu. 2. m ec. Yumuşak ve tatlı su .|| âb-ı hayât-ı la’l, {OsT} 1. D udağın dirilten suyu. 2. D udağın c a n a can k a tan niteliği.|| âb-ı hayât-ı tesliyet, {OsT} Avuntunun can lan d ırıcılığ ı,|| âb-ı hayvân, {OsT} -*■ ab-ı hayat; bengisu.|| âb-ı hazân, {OsT} S o n b a h a r suyu; güz yağm u ru.|| âb-ı faufte, {OsT} 1. Uyuyan su. 2. D ur gun su. 3. D onmuş su ; buz; kar, kırağı, çiy. 4. B il lur; kristal; ca m ; b a rd a k ; şişe. 5. K ın ın da duran kılıç vb.|| âb-ı Hızır, {OsT} H ızır'ın içtiği söylen en ölüm süzlük suyu; bengisu.|| âb-ı hürşîd, {OsT} 1. Güneşin suyu. 2. Gün ışığı. 3. Sonsuz ca n lılık veren su. || âb-ı huşk, {OsT} 1. Kuru su. 2. B illu r; ca m ; kristal. 3. Cam b a r d a k veya kadeh. 4. Şişe. || âb-ı İskender, {OsT} 1. İsk en d er suyu. 2. Abıhayat.\\ âbı işret, {OsT} 1. İşret suyu. 2. Şarap. || âb-ı kâr, {OsT} 1. İşin suyu. 2. B a ş a r ı; refah. || âb-ı kebüd, {OsT} 1. M avi su. 2. Çin D enizi.|| âb-ı kevser, {OsT} C ennet'te b ir su. ||âb-ı la ’lî, {OsT) 1. K ızıl su. 2. Şarap. 3. G özyaşı.|| âb-ı lûtf, {OsT} 1. Lütfün suyu. 2. L ü tufkârlık,|| âb-ı M eryem , {OsT} 1. M er yem suyu; M eryem çeşm esi. 2. Hz. M eryem ’in d o ğ ruluğu ve iffeti. 3. Ş ıra; şa ra p . || âb-ı meygûn, {OsT} i . Ş a ra p ren kli su. 2. Şarap. 3. G özyaşı)] âbı muallak, {OsT} i. B oşlu kta asılı duran su. 2. Gökyüzü. 3. G üzellerin çenesi.\\ âb-ı musaffâ, {OsT} Arıtılmış .sw.|| âb-ı m ün’akid, {OsT} 1. D on muş su ; buz. 2. K ılıç, h a n çer vb. 3. Ş işe; cam ; bil lur. || âb-ı müncemid, {OsT} i . D onm uş su. 2. B il lur; cam . 3. H an çer; k ılıç.|| âb-ı m ürde, {OsT} A k m ayan su ; durgun su.\\ âb-ı miirgân, {OsT} i. K u ş ların suyu. 2. Suyu, götürüldüğü y e r d e içinden ç ı kan sığ ırcık kuşlarının çev r ed e k i ç ek irg ele ri y ed iğ i efsan ev i b ir çeşm e)] âb-ı m ürvarid, {OsT} i. İn ci suyu. 2. Aksu; katarakt. || âb-ı nâb, {OsT} 1. S a f su. 2. Ş a ra p .|| âb-ı nâlt’ , {OsT} i. Yararlı su. 2. Ş a rap.]] âb-ı nâr, {OsT} i. Ateşin suyu. 2. K ırm ızı ş a rap.]] âb-ı nârdan, {OsT} i. E kşi n ar suyu. 2. K ır mızı şa ra p . 3. Kan. 4. Gözyaşı. || âb-ı neşât, {OsT} i. N eşe suyu. 2. Sperm ; meni.]] âb-ı puhte, {OsT} 1. K ayn am ış su. 2. E t suyu. 3. P e lte .|| âb-ı püşt, {OsT} i. B e l suyu; meni. 2. Omurilik.]] âb-ı rengîn, {OsT} 1. R en kli su. 2. Şarap. 3. Gözyaşı. || âb-ı revân, {OsT} i. A karsu. 2. m ec. H ayat.|| âb-ı rez, {OsT} 1.
AB
öIÜ M
IÜ T O M Î.76
A sm a kütüğünden dam layan su. 2. Şarap.\\ âb-ı ab5, [Ar. ‘ab (a ;b ) {OsT} is. Ayıp; kusur; eksik rezân, {OsTj 1. A sm a kütüğünden dam layan su. 2. lik. Şarap. |j Sb-ı rû, {OsT} 1. Yüz suyu. 2. N am us; ş e ab6, -bbı [Ar. 'abb ı_~p] {OsT} is. Işık. re f; haysiyet.\\ âb-ı rflşen, (OsT) 1. P a r la k su ; 2. ab a1, [aba] {eT} is. Ayı. [DLT] S aba başı, {eT} m ec. Yüz suyu; nam us; ş e r e f; haysiyet; izzetinefis; D a ğ la r d a y etişip b ir tür h ıy ar g ib i y em len dikenli ırz; iffet; ik b a l; itib ar; m evki.|| âb-ı rüy, {OsTj 1. b ir ot; y e r m ürveri; çed e n e ; ken dirik; ken dir otu, Yüz suyu. 2. N am us; ş e r e f; haysiyet.|| âb-ı sebiik, (C am ıabis sativa). [DLT] { OsT} 1. H a f i f su. 2. Sindirim i k olay y iy ec e k veya içecek.\\ âb-ı siyâh, {OsT} 1. K a ra su. 2. Tufan. 3. aba2, [eT. aba / apa 1/0 {ağız} is. 1. {ağız} Abla; büyük Şarap. 4. K a ra su ; g lo k o m .|| âb-ı surh, (OsT} 1. kız kardeş; {eT} (aynı). [DS] 2. {ağız} Üvey anne. K ırm ızı su. 2. Şarap.\\ ab-ı şakayık, {OsT} 1. Ş a k a [DS] 3. {ağız} Büyük anne; {eAT} (aynı). [DS] 4. y ık suyu. 2. Şarap. 3. Gözyaşı.\\ âb-ı şeng, {OsT} 1. {ağız} Kaynana. [DS] 5. {ağız} Teyze. [DS] 6. {eT} H avuz suyu. 2. B an y o .|| ab-ı şengerfî, {OsT} 1. Al {eAT} Ana. [DLT] 7. {eT} Baba. [DLT] ren k li su. 2. Şarap. 3. Gözyaşı\\ âb-ı şîrîn, {OsT} aba3, - a ’i [Ar. lçabâ / ’aba (üstlük) > U ] (a b a :) {OsT} 1 .Tatlı su. 2. Ş erb et.|| âb-ı şör, {OsT} 1. A cı su. 2. is. 1. Yünden dövülerek yapılan cüppe, hırka, po Tuzlu jw.II âb-ı şür, {OsT} Tuzlu sı/.j| âb-ı tarab , tur, çakşır, kalçın ve terlik yapımında kullanılan {OsT} 1. Sevinç, coşku suyu. 2. Şarap. || âb-ı telh, kaba ve kalın kumaş; çuha; kepenek; barak; çul; {OsT} 1. A cı su. 2. Şarap. 3. G özyaşı.|| âb-ı tîğ, keçe; şayak. 2. Bu kumaştan yapılmış, yakasız {OsT} K ılıcın suyu.\\ âb-ı yâkût, {OsT} 1. Yakut uzun ve bol üst elbisesi. 3. Bu tür kumaştan yapıl ren k li su. 2. Ş a ra p .|| âb-ı yeh, {OsT} I. E riyen bu mış önü açık, bol derviş hırkası. 4. sf. Bu kumaştan zun suyu. 2. Buzlu s«.|| âb-ı zehre, {OsT} 1. Safra. 2. Şarap. 3. Ş a fa k aydınlığı\\ âb-ı zer, {OsT} 1. Altın yapılmış olan (elbise ve eşya) « B aşta a b a n î sarık, ten de h ilâ li g ö m lek ; / B e ld e lâhu r şalı, üstünde o suyu; yaldız. 2. S afran suyu. 3. Altın ren kli şa ra p . j| som sırm a y elek .» Mehmet Akif Ersoy 5. mec. âb-ı zerd, {OsT} 1. Sarı su. 2. K e d e r gözyaşı.\\ âb-ı Yoksulluk sembolü. «A ba d a b ir k e b e d e b ir g iy e zindegânî, {OsT} D irilik suyu; bengisu. j| âb-ı zinn e / G üzel d e b ir çirkin d e b ir sev en e.» Atasözü. S1 degî, {OsT} D irilik suyu; bengisu. || âb-ı zîr-i kah, aba altında er var, Giyim kuşam insanın g e r ç e k {OsT} 1. F a rk ın a varılm aksızın sızan su. 2. Gizli d eğ e ri için b ir ö lçü olamaz.\\ aba altından değnek y ete n ek ; tanınm ayan kabiliyet. 3. İkiyüzlü. 4. D ü göstermek, 1. Üstü k a p a lı o la r a k tehdit etm ek. 2. z en ; d o la p ; entrika. ||âb-ı zülal, {OsT} 1. B e r r a k su. G örü nü rdeki uysallığın a uym ayan gizli p la n la rı 2. B illu r; cam . 3. Altın ren kli şarap.\\ âb-kend, bulunmak.\\ aba atm ak, {ağız} 1. K en disin i kurtar {OsT} 1. Su g eç id i; dere. 2. Havuz.\\ âb-kûr, {OsT} mak. 2. B irin e y ü k olm ak. [DS]|| aba gibi atm ak, P is s u y o lu veya çukuru.|| âb-nâk, {OsT} 1. Sulu. 2. {ağız} 1. B üyük sö z sö y lem ek ; m ü b alağ a lı konuş Is la k ; nemli. ||âb olmak, Erim ek, su hâlin e g elm ek ; mak. 2. P a la v r a a tm a k; yüksekten atm ak. 3. Öğiintövbeyi bozm ak. || âb -râh , {OsTj Su yolu. || âb-râhe, nıek. 4. (K a r için) la p a lapa, iri p a r ç a la r h âlin de {OsT} Su yolu.\\ âb-râne, {OsT} Su m ühendisi.j| âbyağm ak. [DS]|| aba giymek, D ervişliğ e soyun m ak.|| seyr, {OsT} Su g ib i akan. || âb-süvâr, {OsT} 1. Su aba güreşi, spor. K eç ed en yap ılm ış y e le k giym ek üstünde yüzen. 2. Su yü zeyindeki kabarcık.\\ âbsu retiyle y a p ıla n b ir g ü reş türü.|| aba kebe, {ağız} süvârân, {OsT} Su veya ş a r a p üzerin deki köpü k Uygunsuz; densiz. [DS]|| abası yanık, m ec. Âşık, le r ,|| âb -şâr, {OsT} Su şarıltısı; ş e la le .|| âb-şîb, sev d a lı.|| abaya bürünm ek, m ec. Ö lm ek.|| aba ye {OsTj D ere g ib i a şa ğ ıla r a doğru a ka n su; akarsu . || ninden atm ak, {ağız} Öğünmek. [DS]|| aba yenin âb-şinâs, {OsT} 1. Sudan anlayan. 2. Su y o lu y a p an den yıldız göstermek, K an dırm aya ça lışm a k .|| akim se. 3. G em i kılavuzu.|| âb-tâb, {OsT} G üzellik; bayı atm ak, Yükümlülükten kurtulm ak; y ap m ak p a r la k lık ,|| âb-tâbe, {OsTj 1. Su k ov a sı; bahçıvan zoru n da olduğu işleri d ev retm ek veya bırakmak.\\ ibriği. 2. Güneş biçim in de y a p ıla n m ücevher. ||âb ü abayı sermek, T eklifsizce y er le şm ek ; p o stu s e r dâne, {OsT} Su ve ek m ek.|| âb ü kil, {OsT} 1. Su ve m ek .j| abayı yakm ak, A şık olm ak, birin e tutulmak. k il; yer. 2. F a n i vücut.\\ âb ü hevâ, {OsT} 1. Su ve h a v a ; 2. B ir yerin sa ğ lık açısın dan taşıdığı y a ş a aba4, [Ar. eb (b a b a ) > âba U ] (a :b a :) {OsT} is. 1. n a b ilir iklim özellikleri.\\ âb ü tâb, {OsT} 1. Güzel Babalar. 2. Atalar; erkek atalar. 3. m ec. Büyükler; lik ; p a r la k lık ; tazelik. 2. Yol; usul. 3. Ağustos.\\ âbileri gelenler. S âbâ-i ulviye, {OsTj E sk i f e l s e f e ile vend, {OsT} Su k a b ı; m aşra p a; b a rd a k .|| âb-verz, yıld ız bilim inde, toprak, su, hava, a teş g ib i y e r yüzü {OsT} Suda oynayan ; su da yüzen; yüzgeç.\\ âb-yâr, g ü çleri ile insanların talih lerin e hükm ettiği sanılan {OsT} 1. Sulayan; sulayıcı. 2. mec. B ollu k g etiren ; y ıld ız la ra verilen a d ; p ed e ra n -ı bülend. || âba ve b ereketlen d iren ,|| âb-yârî, {OsT} 1. Sulayıcılık. 2. ecdâd, {OsT} A talar; b a b a la r ; dedeler. m ec. Yardım.\\ âb-yâr-i himmet, {OsT} H im m et a ’ba5, [Ar. a‘bâ L^l] (a -b a :) {OsT} is. 1. Yükler; ay a rd ım ı.]| âb-zîh, {OsT} 1. Su sızıntısı. 2. Gözyaşı. ğırlıklar. 2. Sorumluluklar. 3. Bir çift sandık veya ab4, [Ar. âb > Far. âb *_jT] (a ;b ) {OsT} is. Ağustos ayı. denk.
ABA ab’ab, [Ar. ‘ab'ab
(a b -a :b ) {OsT} is. Sözü kar
nından söyler gibi konuşan adam, abab, [Ar. ebb > abâb
(a b a :b ) {OsT} is. Otu çok
abaft, [Far. âbâft o i U ] (a :b a :ft) {OsT} is. Çok sağ lam ve sık dokunmuş bir tür kalın kumaş,
olan yerler; çayırlar; meralar, ababil, [Ar. ebabil] {ağız} is. 1. Kırlangıç. 2. Kırlan gıç yavrusu. [DS] ababiyet, [Ar. ‘ab'âbiyyet
bad şehrinde üretilen açık sarı renkli yarı mat, kaim tarihî ipek kâğıt türü,
(a b -a:b iy et) {OsT}
is. Sözü kamından söylermiş gibi konuşabilme. ab-absürdo, [Lat. ab-absurdo (sa çm a y o lu y la a n la tım)] is. man. Olmayana ergi, abacı, [aba-cı] is. 1. Aba yapım, üretim ve satım işi ile uğraşan kimse. 2. m ec. Bedavacı, başkalarının sırtından geçinen; bedavadan yiyip içen; asalak. 3. {ağız} Yalan söyleyen; atıcı. [DS] S abacı kebeci, 1. Olur olm az kim seler. 2. {ağız} U zak y akın a k r a ba, tam dık ve dostlar. [DS]|| Aba kebeci, ya sen neci? 1. H iç ilgisi bulunm ayan kim se. 2. ",Sen b ı r a k d a ilg ililer konuşsun; sa n a d a n e olu yor? ” an lam ların d a küçü m sem e y o llu uyarm a.
abaga, [Moğ. abagka / abaka] {eT} is. Babanın ağa beyi; babanın küçük kardeşi; amca. [Nevâyî] [Mühennâ] abahan, [? abalcan / abahan] {ağız} sf. 1. Tembel; u~ yuşuk. 2. Şaşkm. 3. Kaba adam. [DS] ab ajur, [Fr. abatre (kırm ak) > abat-jour] is. 1. Lamba ışığının göze doğrudan gelmemesi için üzerine ge çirilen buzlu cam, kâğıt gibi maddelerden yapılmış huni' biçimindeki örtü. 2. Abajur siperliği bulunan masa veya köşe lambası, abajurcu, [abajur-cu] is. Abajur üreten, satan kişi, ab ak ’, -ğı [abak] {ağız} is. Çocuk oyunlarında sayı; kama; gol. [DS] S abak atm ak, {ağız} Oyunda g o l a tm a k; sayı kazan m ak; kam a basm ak. [DS] abak2, [abak] {eAT} is. Put; suret; heykel. abak% [abak] {eAT'} is. Koku kutusu.
abacık, -ğı [aba-cık] {ağız} is. Anne. [DS]
abak4, [Lat. abacus > Fr. abaque] is. -* abaküs,
abacdık, -ğı [aba-cı-lık] is. Aba yapım, üretim ve giyecek yapımı, satımı işi.
abakı, [aba-kı] {eT} is. Bostan korkuluğu. [DLT]
abaç, -cı [aba-ç] {ağız} sf. (Çocuk için) annesi gibi; annesine çeken; annesi ahlakında. [DS] abaçı, [aba-çı] {eTj is. 1. Çocuk korkutulan hayalî bir varlık; umacı. 2. Ağır basma; kâbus. [DLT] a ’bad, [Ar. ‘abd > a'bâd ^ ' ] (a -b a:t) {OsT} is. Kö leler. abad1, [Ar. ebed > âbâd jIjT] (a ;b a :d ) {OsT} is. Son suz gelecek zamanlar. abad2, [Far. âbâd ibT] (a :b a :d ) {OsT} sf. 1. (Y er için) bayındır; imar edilmiş, mâmur; şenlikli. 2. is. Yer, şehir, kent. 3. (K elim e so n la rın a getirildiğin de) çokluk, aşırılık, doluluk, bolluk bildirir. «Ş erefabat, S a d a b a t.» S1 abad etmek, Mutlu kılm ak, n e şelendirm ek, donatm ak, gönendirmek.\\ abad ol mak, Mutlu kılınm ak, neşelendirilm ek. abadan1, [aba-dan] {ağız} is. 1. Sofra örtüsü. 2. Bir tür ince battaniye. 3. Geniş omuz örtüsü. 4. Kalın kumaştan yapılma işlemeli ve cepkene benzer bir tür ceket; aba. [DS] abadan2, [Far. âbâdân jb tT ] (a :b a :d a :n ) {OsT} sf. 1. Mamur; bayındır. 2. Zengin. abadan3, [Far. habbe (köpük) > aba-dan] {ağız} zf. (Konuşma için) mesnetsiz; dayanaksız; asılsız. [DS] abadan4, [hop / ab (yans.) > ab-adan] {ağız} zf. Ansı zın; habersiz; birdenbire. [DS] abadani, [Far. âbâdânî ^yblıT] ( a :b a :d a :n i:) {OsT} is. Bayındırlıklar; mamurluklar; şenlikler, abadi, [Far. âbâdı ıpljT] (a :b a :d i:) {OsT} is. 1. Bayın dırlık; mamurluk; şenlik. 2. Hindistan’ın Devleta-
abaküs, [Yun. abaks > Lat. abacus] ( a b a ’kus) is. 1. mim. Eski Yunan mimarisinde Dor üslûbu sütunla rın üzerindeki kare şeklinde, profili yayvan çanak biçimli başlıklar. 2. Birimlere göre sütunlara bö lünmüş tablodan ibaret basit parmak hesabı yap mada kullanılan sayı tablosu, abaküs, [Yun. abaks / Lat. abacus] is. mat. Dörtgen bir çerçeve içine onarlı sıralar hâlinde dizili sayı boncukları. abal, [Ar. âbâl JM ] (a :b a :l) {OsT} is. Develer. abalak, -ğı [ab (yans.) > ab-a-la-k] {ağız} sf. 1. Tom bul; şişman; etli. 2. is. Meme çocuğu. [DS] abalam ak1, [aba-la-mak] {ağız} g ç l . f [ - r ] [-l(ı)-y o r] Yeni elbise giydirip kuşatmak. [DS] abalam ak2, [ab (yans.) > ab-a-la-mak / apalamak] {ağız} g ç s z .f. [ -r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Çocuk için) emek lemek; arada sırada yürümeye çalışmak; ilk adım larım atmaya başlamak. 2. Yerde sürünmek; sürü nerek yürümek; eğilip emekler gibi yürümek. [DS] ö abalayıp gitmek, A p al a p a l yürüm ek; p a y ta k p a y ta k yürüm ek; to p a lla y a ra k yürüm ek. abalam ak", [aba-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-l(ı)y o r ] Korkmak. [DS] abalanm ak, [aba-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Bi rinin üzerine çullanmak; abanmak. [DS] abalı1, [abalı] {eT} iinl. Bir şeyi azımsama sırasında söylenir. [DLT] abalı2, [aba-lı] sf. 1. Aba sahibi, aba giyen. 2. m ec. Tasavvufa giren kimse; derviş. 3. Yoksul. 4. (ağız} Köylü. [DS] 5. Becerikli; yiğit. S abalı fîrenk, {ağız} K urnaz; cin fik irli. [DS]
Ö IÜ M I Ü IC E S Ö M .7 8
ABA ab am 1, [aba-m] {eT} zf. 1. Şimdi. [Gabaitı] 2. Eğer; şayet. [EUTS] fi3 abam birük, E ğ e r; şa y et; b ir d e f a . [EUTS] abam 2, [Far. âbâm j»UT] (a ;b a :m ) {OsT} is. 1. Kule. 2. Güvercin kulesi. 3. Burçlarla ilgili bir işaret, abam ak, [aba-mak] gçl. f . [ - r ] [-b (ı)-y o r] 1. (Çirkin ve kusurlu bir kız için) birini kandırarak o kız ile evlendirmek. 2. Kusurlu bir malı, malın kusurunu gizleyerek ya da başka yollarla kandırmak suretiyle birine satmak. 3. Bir şeyi birine zorla yaptırmak. 4. Bir suçu, ilgisi olmayan birine yüklemek, iftira et mek. 5. Birini işten, çalışmaktan alıkoymak. 6. Gi yilecek bir nesneyi omzuna atmak, abamu, [? abamu] {eT} sf. Daimi; ebedî; ölmez; mengü; bengü; sonsuz. [EUTS] abamulug, [abamu-luğ] {eT} sf. Daimi olan; ebedî; bengü; ölmez. [EUTS] aban, [Far. âbân OU] (a :b a :n ) {OsT} is. 1. İran tak viminde Güneş yılının sekizinci ayına verilen ad. 2. İran mitolojisinde bu ayda olacaklara hükmeden meleğin adı. fi1 âbân-gâh, {OsT} Güneş yılının onuncu günü. 2. Ira n m itolojisin de bu onuncu gün le g ö rev li m elek. ab an a1, [Far. âb-âne] is. 1. Suyu bol memleket. 2. Ana su. abana2, [Yun. a-pona] {ağız} sf. Bedava. [DS] abandırm a, [aba-n-dır-ma] is. Abandırmak işi. abandırm ak, [aba-n-dır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Birinin abanma işini yapmasını sağlamak. 2. {ağız} Deveyi yere çökertmek; ıhtırmak; diz çöktürmek. [DS] abandone, [Fr. abandone] is. spor. Boksta taraflar dan birinin döviişemeyecek duruma gelip maçı terk etmesi. abang, [abang] (aban ) {eT} e. Şart edatı; şayet; eğer. [DLT] [EUTS] abanges, [Yun. apangios] {ağız} sf. Beceriksiz; akıl sız; aklı kıt. [DS] abani, [Ar. âbâm
(a b a :n i:) (OsT} is. 1. Krem
rengi pamuklu dokuma üzerine turuncu ipekle kas nakta işlenmiş kumaş. 2. sf. Bu tür kumaştan ya pılmış elbise, sarık, bohça, yorgan yüzü ve kundak, abanlam ak, [aban-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Yürürken adımlarını uzun atmak; geniş adımlarla yürümek; arşınlamak. 2. Bir engelden ve ya arktan atlayarak geçmek; uzun atlamak. 3. Emeklemek; emekleyerek yürümek. [DS] abanm a, [aban-ma] is. Abanmak fiili ve durumu; ardılma. abanm ak, [eT. abm-mak > aban-mak] dönşl. f. [-ır] 1. B ir şeyin üzerine kapanmak, gövdesinin büyük bir bölümü ile üzerini kaplamak; çullanmak; da yanmak; istinat etmek; yaslanmak; yastanmak; yu mulmak. 2. B ir nesnenin üzerinden eğilip uzanarak sarkmak; eğilmek. 3. Birinin veya bir şeyin üzerine
ağırlığının büyük bölümünü verecek şekilde yas lanmak. 4. {ağız} Birinin sırtından geçinmek; asalak yaşamak; geçimini başkasına yüklemek. [DS] 5. {ağız} Yüz üstü düşmek. [DS] 6. Yüz üstü yere uza nıp yatmak. abannam ak, [aban-la-mak / abannamak] {ağız} gçsz. f [->'] [-n(ı)-yor) 1. Abanlamak. 2. Koşmak. 3. Boş yere bir iş yapmaksızın gidip gelmek. 4. Emekle mek. 5. Geniş adımlarla bir yeri ölçmek; adımla mak. 6. Bir işe hızla girişmek; işe koyulmak. [DS] abanoz, [Yun. ebenos / Ar. abnüs] (a b a n o z ) is. bot. 1. Hindistan’da yetişen sert, siyah ve ağır keresteli bir ağaç (D iospyros ebenum ). 2. Uzun süre su için de bırakılmak suretiyle siyahlaşması sağlanan ağaç. 3. argo. Genelev (İstanbul'un A ban oz sem tinden) 4. sf. (Abanoz gibi) sert ve siyah olan. 5. sf. Aba nozdan yapılmış olan. S abanoz kesilmek, 1. Aban oz g ib i sertleşm ek. 2. K irden veya güneşten aba n o z g ib i kararmak.\\ abanoz yürekli, A cım asız kişi. abanozgiller, [abanoz-gil-ler] is. bot. Sıcak ülkelerde yetişen 350 kadar türü bulunan kerestesi sert ve siyah ağaççıklar familyası, (D io sp y ra cea e). abanozlaşm a, [abanoz-la-ş-ma] is. Abanozlaşmak işi. abanozlaşm ak, [abanoz-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. (Kereste için) uzun süre suda bırakıldığında sert leşmek ve siyahlaşmak. 2. Güneşte yanmak; plaj larda güneşlenme yüzünden deri kalınlaşmak ve esmerleşmek; bronzlaşmak. abansız1, [aban-sız] sf. Davranışları kaba, özensiz olan. abansız2, [ap+a/n-sız > aban-sız] {ağız} zf. Ansızın; birdenbire; apansız. [DS] abanlanm ak, [Ar. ahbâb + T. -la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Tanışmak; arkadaşlık, dostluk kur mak. [DS] abapuş, [Ar. ‘aba + Far. püş
(a b a .p u .ş) {OsT}
sf. 1. Aba giyen; derviş. 2. Yoksul. 3. Keyif ehli; rint. a b a r1, [Ar. bi’r > âbâr jU ] (a :b a :r ) {OsT} is. Su ku yuları. ab ar2, [Far. âbâr jU ] (a :b a :r ) {OsT} is. Hesap defte ri. 0 âb âr-gîr, {OsT} H esa p defterin i tutan; m uha s e b e c i; saym an. a b a ra 1, [Ar. ‘abâre] {ağız} is. 1. Buğday ambarı. 2. Hayvan yemliği. 3. Geniş delikli kalbur. 4. Buğ dayla karışık saman. [DS] ab ara2, [Ar. (Suriye) ‘abbâra] {ağız} is. 1. Su değir menlerinde, suyun basıncını artırmak amacıyla ya pılmış huni şeklindeki büyük ağaç oluk. 2. Tarlada suyu akıtmaya yarayan üstü açık ağaç oluk; kanal. 3. Çift sürerken sabanın toprakta açtığı arklar; çizi.
ABA
1 M İK 5 S M .7 9
4. Ahşap köy evlerinin tavanlarında iki direk arası boşluk. [DS]
g ç l.f. [-ır ] 1. Bir şeye olduğundan çok
ab arm ak 1, [ab (yans.) > abar-mak] gçsz. f . [ -ır ] 1. Kabarmak. 2. Şişirilmek; abartılmak. 3. {ağız} Ken dine güvenmek. [DS]
önem vermek; aşırı büyütmek; büyüksemek; bü yütmek; dallandırmak; izam etmek; mübalağa et mek; şişirmek. 2. Bir olayı aktarırken aşırı davran mak; ölçüyü kaçırmak. {eAT} (aynı) 3. Alışılmışın dışında gerçekleştirmek. 4. {ağız} Yalan söylemek. [DS] 5. {ağız} Aşırı övmek; pohpohlamak. [DS]
ab arm ak 2, [eT. apar-mak > abar-mak] {ağız} g ç l . f [ır] 1. Almak; alıp götürmek. 2. Alıvermek. [DS]
ab artm ak 2, [apar-t-mak / abartmak] gçl. f . [- ır ] 1. Aşırmak; çalmak. 2. Takas yapmak; değiştirmek,
abartı, [ab (yans.) > abar-t-ı] is. 1. Bir şeyi olduğun dan büyük ve aşırı gösterme. 2. ed. Aşırılık sanatı; mübalağa. 3. ünl. {ağız} Korkutma bağırtısı. [DS] S abartıyı basm ak, {ağız} K arşısın d akin i korku tm ak için bağ ırm ak. [DS]
abartm alı, [abar-t-ma-lı] sf. ve zf. Abartılmış olarak; abartılı; ilaveli; mübalağalı, abartm asız, [abar-t-ma-sız] sf. ve zf. 1. Aşırı ve ölçüsüz bir durumu bulunmayan; gerçekte olduğu gibi. «M akalelerd e, ileri sürülen g ö rü ş le r a b a r t m asız e le a lın m a lıd ır.» 2. İnanılması mümkün ol masa bile gerçekte olduğu gibi; mübalağasız; hilaf sız. «U lu dağ ’d a k i k a r abartm asız iki m etre v a rd ı.»
abarık, [abar-ık] (a b a n :k ) {ağız} is. Telaş ve heyecan bildirir. [DS]
abartıcı, [ab (yans.) > abar-t-ı-cı] is. ve sf. Olayları abartarak anlatmayı alışkanlık edinmiş kişi; palav racı. abartıcılık, -ğı [ab (yans.) > abar-t-ı-cı-lık] is. Bir şeyi veya olayı olduğundan daha büyük veya aşırı gösterme huyu; mübalağacılık, abartılı, [ab (yans.) > abar-t-ı-lı] sf. 1. Büyütmede ölçüsüzce davranılmış; çok aşırı büyütülmüş; mü balağalı. 2. Alışılmışın dışma taşan, yadırganacak ölçüde. S1 abartılı rol, tiy. Oyun esn a sın d a j e s t ve m im iklere, s e s e a şırı r o l y ü k lem e; m etne a şırı e k lem elerd e bulunma.
abası, [aba sub > aba-sı] {eT} is. Eski Türk inancında kötü ruhlara verilen ad. abaş, [aba-ç / abaş] {ağız} ünl. Sevgi ifadesi ile söy lenen kız kardeş sözü. [DS] abaşo, [İt. abasso (aşağ ı)] (a b a 'şo ) sf. dnz. Gemi yelkenleri için "Aşağı indir! ” komutu, abat, [Far. ibt > âbât J»U] (a :b a :t) {OsT} is. Koltuk altları.
abartılm a, [ab (yans.) > abar-t-ıl-ma] is. Abartma işine uğrama.
abayı, [Ar. kaba / ’aba (üstlük) > ‘abayı] (a ba :y i)
abartılm ak, [ab (yans.) > abar-t-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Birisi veya bir olay hakkında abartmada bulunul mak; abartmak işi yapılmak; mübalağa edilmek. «K onu m ed y a d a a b a rtıld ı.»
ab aytaran , [Ar. ‘abaysarân jlJ ^ ] {OsT} is. Kekik
ab artm a, [ab (yans.) > abar-t-ma] is. 1. Aşırı önem vermeden dolayı olduğundan büyük veya üstün gösterme; mübalağa. 2. ed. Anlatımı daha etkili ve güzel kılmak için bir olayı, bir düşünceyi veya ger çeği aşırı büyütme veya küçültme şeklinde yapılan edebî sanat; mübalağa sanatı. 3. Bir metni okurken dinleyicilerin ilgisini çekebilmek için sesi yükselt me, alçaltma yanında bazı ses ve heceleri uzatma gibi ses oyunlarına başvurmak. 4. Yazarken oku yucunun ilgisini çekmek için kelimelerle aşırı süs leme yapmak sanatı; tumturak, ö ab artm a sanat ları, 1. Ç o k sık kullanılm ış a k la yatkın a b a rtm a la r (T ebliğ ); 2. Ç o k se y rek kullanılm ış a k la yatkın ab a rtm a la r (İğ rak); 3. A kla yatkın olm ayan ve h iç bir kim se tarafın dan kullanılm am ış a b a rtm a la r (Gulüv). abartm acı, [ab (yans.) > abar-t-ma-cı] is. Bir olayı olduğundan daha büyük ve aşırı göstermeyi huy edinmiş kişi; abartıcı; mübalağacı, abartm acılık, -ğı [ab (yans.) > abar-t-ma-cı-lık] is. Bir olayı olduğundan daha büyük ve aşırı gösterme tutumu; abartıcılık; mübalağacılık. ab artm ak 1, [ab (yawj.j>obar-t-mak / abar-t-mak ?
{OsT} is. Keçi kılından yapılan bir dokuma ve giye cek. gibi güzel kokulu bir ot; biberiye; mercanköşk, abaytı, [? abaytı] {ağız} sf. 1. Çirkin. 2. Kötü huylu. [DS] abaz, [? abaz] {ağız} sf. 1. Fesatçı. 2. İddiacı; inatçı. 3. Dangalak. 4. Şişman; etli; gürbüz. 5. is. Ayı yav rusu. [DS] S abaz abaz olmak, R en gi so lm a k ; benzi uçm ak; kan sız h â le gelm ek. || abaz abaz ye mek, Ağzını d old u ra d o ld u ra y em ek ; obu r g ibi yutm ak. ||abaz abaz yürümek, Büyük a d ım la r a ta r a k yürüm ek; sa lla p a ti yürüm ek. Abaza, [abhaz] is. 1. Bir Kafkas kavmi. 2. Bu ka vimden olan kimse; Abhaz. A bazaca, [Abaza-ca] is. Abazalarm konuştuğu dil. 56 çeşit sesleri vardır. Tamlama ve cümle yapısı bakımından Türkçe’ye benzer, abazan, [Çing. habe (yiyecek) > abazan ?] is. argo. 1. Uzun süre cinsel ilişkide bulunmadığı için şid detli bir arzu içinde bulunan erkek. 2. A ç ve yoksul kimse. S abazan kalmak, Uzun sü re cin sel ilişki d e bulunam am ış o lm a k .|| abazan olmak, K a d ın a karşı istekli olm ak. abazanlık, -ğı [abaz-an-lık] is. Uzun süre cinsel iliş kide bulunamama hâli, abazımak, [abaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] 1. (Ağaç
O T Ü M I Ü fC tS Ö M .B o
ABA
için) kabarmak; şişmek. 2. (Yara için) şişmek. [DS] abazırm ak, [aba-z-ır-mak] gçsz. f . [-ır ] {ağız} 1. Uzun süre yorucu işlerde çalışmaktan dolayı yorgun, hâlsiz düşmek. 2. İçi boşalmak; içi çürümek; kof laşmak. [DS] abba, [Aramca. abba (b a b a )] is. 1. Doğu kilisesinde piskoposlara verilen ad. 2. {ağız} Dede; büyük ba ba. [DS] 3. Yabancı büyük kadın veya kız. abbak, -ğı [ap+a/k / abbak # 1] {ağız} sf. 1. Bembe yaz. {eAT} (aynı) 2. Beyaz tenli; sarışın. 3. Kel; saç sız. [DS] abbas, [Ar. ‘abbâs ^ L ^] (a b b a :s ) {OsT} is. Aslan. Abbasi, [Abbâs (Hz. M u h am m ed ’in am cası) > Ab basî
(a b b a :s i:) sf. 1. Hz. Muhammed’in am
cası Abbas’m soyundan gelen halife ailesi ile ilgili. 2. İslam tarihinde Emevilerin yerini alan halifeler hanedanı. 3. is. Bir mecidiye değerindeki eski bir İran parası. abbaz, [Far. âb (su) + bâz (oynayan) jU <_>!] (a :b b a :z ) {OsT} is. Su cambazı,
ri dervişleri. 3. {ağız} Düğünlerde davul zuma çal mak suretiyle insanları eğlendiren kimse; abdal davulcuları. [DS] 4. Perişan kılıklı kimse. 5. {ağız} Dilenci. [DS] 6. (15. yy.dan sonra) dervişlerin kılı ğına bürünerek dolaşan akıl hastası; deli; meczup; mecnun; divane; tilbe; ahmak; bön. {ağız} (aynı) [DS] 7. Temiz yürekli, hile bilmez; safderun. 8. {ağız} Çingene. [DS] 9. {ağız} Serseri. [DS] 10. {ağız} Sünnetçi. [DS] 11. {ağız} Avare. [DS] 12. {ağız} Tembel. [DS] 13. {ağız} Beceriksiz. [DS] 14. {ağız} İtibarsız. [DS] 15. {ağız} Tamahkâr. [DS] 0 Abdala malum olur, B ir işin o la ca ğ ın ı bazı k iş iler ö n c e den sezince, onun d oğru bildiğin i y a n şa k a ile ifa d e etm ek. (T ürkçe a p ta l k elim esi ile karıştırılarak)\\ Abdal ata binmiş, bey oldum sanmış, L a y ık o l m adığı b ir m ak am a g eç e n kim senin kendini o ra y a layık g ö rm esi.|| Abdal dili, A n a d o lu ’d a A bdal, G ey g el ve C a rc a r a d ı verilen Yörüklerin ken di a r a ların d a konuştukları g izli dil. || Abdalın karnı do yunca gözü pabuçlarında olur, K en d i çıkarım düşünen kim selerin dostluğu a n ca k işi bitinceye k a d a r sürer.\\ abdal otu, {ağız} A fyon; esrar. [DS]
abbi, [Ar. habbe] {ağız} is. Darı. [DS] S abbisi başı
abdalan, [Ar. abdâl > abdâlân j^İJoT] (a b d a :la :n )
na, D arısı başına. abca, [abı-ca / abu-ca] {ağız} is. Amca. [DS]
{OsT} is. Abdallar, abdallanm ak, [abdal-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Dilenmek. [DS]
abcal, [apış / apıç > apıç-al > abcal ?] {ağız} sf. Bir sakatlığı olmadığı hâlde topal gibi yürüyen. [DS] S abcal abcal yürüm ek, {ağız} İk i y a n a ç o k ç a eğ ile r e k yü rü m ek; ö rd ek g ib i yürüm ek. [DS] abcalak, -ğı [abcal-a-k] {ağız} sf. -*■ abcal. [DS] abcalam ak, [abcal-a-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Bacaklarını ayırarak yürümek. [DS]
abdan, [Far. âb-dân OI-bT] (a :b d a :n ) {OsT} is. Su ka bı. abdar, [Far. âb-dâr (su tutan) _>İJuT] (a :b d a :r ) {OsT} sf. 1. (Meyve için) taze ve sulu. 2. Suyu bol; sulak. 3. (Mücevher için) renkli ve parıltılı. 4. m ec. (Söz ve şiir için) güzel nükteli, ince ve zarif anlamlı. 5. (Kılıç, kama vb. için) keskin, parlak ve zağlı,
abcallam ak, [abcal-la-malc] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Sık ve telaşlı adımlarla yürümek. 2. Boca lamak; şaşırmak. 3. Büyük adımlarla yürümek. [DS] abçı, [ab (av) > ab-çı / aw-çı] {eT} is. Av hayvanları nı bir yere doğru süren; avcı. [ETY] [İKPÖy.]
abdeslik, -ği [abdest > abdes-lik] {ağız} is. 1. Evlerde el yüz vb. yıkanan yer. 2. Banyo. [DS]
abd, [Ar. ‘abd -u*-] {OsT} is. 1. Allah’a göre insan. 2.
abdest, [Far. âb (su) + dest (el) o-.jbT] {OsT} is. 1. El
Köle; bende. 0 abd-i âsim, Suçlu kul. || abd-i dâl, K asıtsız o la r a k yolunu k ay b ed en ve sahibin in evini bu lam ayan köle. || abd-i m ahcur, N ikâh, alım s a tım, borç, rehin g ib i bir takım k işisel tasarru fları yapm aktan y a sa k lı köle. || abd-i m asur, D üşm ana e s ir düşen köle. ||abd-i mezun, M utlak y a d a b e d e l k arşılığ ın d a azat ed ileb ilm esi için ticaret y a p m a sı na izin verilen k ö le .|| abd-i miişterâ, P a r a ile satın alınm ış köle.
suyu. 2. İslamiyet’te ibadetten önce Kur’an’da emredildiği gibi dirseklere kadar elleri, yüzü ve ayak ları yıkamak, başı ve kulakları meshetmekten ibaret olan temizlik. 3. örtm ece. Dışkı; idrar. S1 abdest alm ak, İb a d e t ö n cesin d e fa r z ve sü nn etlerine riayet e d e r e k tem izlenm ek. «A bdest aldılar, nam az k ıldı
abdal, [Ar. bedel / bedii (tanık) > abdâl Jl-M] (abd a :l) {OsT} is. tasvf. 1. Nefsini terbiye etmek üzere dünya işlerinden uzaklaşarak Allah’a ibadet ve zik re yönelmiş kimse; abit; zahit; veli; sofu; derviş. {eAT} (aynı) 2. B ir şeye akıl yormaz, kalender yaşa yışlı gezgin dervişler; Kalenderiye grubunun serse
abdendan, [Far. âb-dendân
(a :bd en d a :n )
{OsT} is. Şaşkın; saf; bön.
lar, tek b ir çektiler, h ela lleştiler.» Ö m er Seyfettin.|| abdest bozmak, K ü çü k veya büyiık tuvalet ihtiya cını giderm ek.]] abdesti bozulmak, A bdestin şa rt ların dan birin i kaybetm iş olm ak, yen iden a b d est a lm a g e r e ğ i olm ak]] abdesti gelmek, Tuvalete gitm e ihtiyacı duymak.]] abdestinde namazında, İb a d eti ile m eşgu l d in d ar (kişi).|| abdestinden şüphe olm amak, K en disin e güveni tam olm ak}] abdestsiz yere basm am ak, D in î em ir ve y a s a k la r a
0 İ H İ R İ M .81
ABE
uym akta titiz davranmak.\\ abdest tazelemek, A b desti bozu lm adığı h â ld e tek ra r a b d es t alm ak. «M escit odasın ın önün deki taş y a la kta , iki büklüm, abdestin i tazeliyordu.» Ö m er Seyfettin.|| abdest vermek, B irin i kusurlu davran ışı veya dikkatsizliği yüzünden azarlam ak, uyarm ak, dikkatini çekmek', a b d est aldırm ak. {eATj (aynı) || abdest virmek, {eAT} iy ic e d a rılm a k ; haşlam ak.
abece1, [A-Be-Ce] is. Alfabe; elifba. (A lfabem izdeki ilk üç harfin okunuşu a lın a ra k y apılm ış y en i k eli m e.)
abdestaıı, [Far. âbdest-ân OU-JuT] (a :b d esta :n ) {OsT}
abede, [Ar. ‘âbid > ‘abede »J-^] {OsT} is. İbadet e-
is. Su ibriği. abdestbozan, [abdest+boz-an] is. Tenya, kıl kurdu. 0 abdestbozan otu, bot. G ü lgillerden g ü zel k ok u lu kan kırm ızısı ç iç e k le r a ça n b ir ot, (Poterium spinosıım). abdestdan, [Far. âbdest-dân
(a :b d estd a :n )
{OsT} is. Su ibriği, abdesthane, [Far. âbdest-hâne .üU^juT] (a b d esth a:ne) {OsT} is. 1. Abdest almak için özel olarak ya pılmış yer. 2. Doğal boşaltım ihtiyaçlarının gideril diği yer; ayakyolu; hela; kenef; memişane; memşa; tuvalet; yüznumara; W C; 00. abdestli, [abdest-li] sf. (Kişi için) abdest almış ve ab desti bozulmamış olan, abdestlik, -ği [abdest-lik] is. 1. Abdest almak için özel olarak yapılmış yer. 2. Eskiden abdest almak için giyilen kolları kolayca sıvanabilen geniş ve hafif elbise. 3. {ağız} Eski din adamlarının en üste giydikleri önü açık boy elbisesi. [DS] abdestsiz, [abdest-siz] sf. 1. (Kişi için) abdesti bo zulmuş olan, ibadet edebilmek için abdest almak zorunda olan. 2. m ec. Günaha girmiş olan. 3. {ağız} Korkmaz, çekinmez; senli benli; saygısız. [DS] abdi, [Ar. ‘abd (köle, kul) > ‘abdı ı_S-^] (a b d i:) {OsT} sf. 1. Köleye ait. 2. Hizmetkâra ait. abdiâciz, [Ar. > Far. ‘abd âciz
(a bd ia:ciz )
{OsT} sf. Aciz kul; (A lçak g ön ü llü lü k ifa d e etm ek üzere söylenir.) abdiyet, [Ar. abdı > abdiyyet] {OsT} is. Tanrıya kul luk etme; ibadet etme; kulluk, abdülbatın, [Ar. ‘abdHil-batn
-ut] {OsT} sf. O-
bur. abdülleziz, [Ar. habbü’l-lezîz 1.JUJI
] {OsT} is. 1.
Akdeniz çevresi ile Afrika’nın kumluk alanlarında yetişen, eskiden papirüs yapılan çok yıllık bir ot, (Cyperus esculentus). 2. Bu bitkinin yenebilen, tatlı ve bol nişastalı küçük yer altı yumruları; yer bade mi. abdüsselam, [Ar. yabruh’uş-şanem
j-jjh.] {OsT}
is. bot. Kökü küçük bir adama benzer bitki; adamo tu, (M an drogora offıcin aru m ). abe, [a (yans.) + be (yans.)] {ağız} ( a ’be) ünl. “Hey” anlamında kullanılan bir seslenme ve dikkati çek me sözü. [DS]
abece2, [Ar. ‘abece
{OsT} is. Ahmak kimse,
abecesel, [a-be-ce-sel] sf. 1. Alfabe ile ilgili. 2. Alfa betik. 3. Alfabedeki harf sırasıyla, abeci, [? abe-ci] sf. argo. 1. Aptal. 2. {ağız} Palavracı. [DS] denler; tapanlar. S abede-i esnam , P uta tapan lar. || abede-i evsân, P uta tapanlar. abefşan, [Far. âb-efşân ulisl <_jT] (a :b e fşa :n ) {OsT} sf. 1. Su saçan. 2. {OsT} İşeyen. S abefşâm etmek, {OsT} İşem ek. abeft, [Far. âbeft cuiî] (a :b eft) {OsT} is. Çok sağlam ve sık dokunmuş bir tür kalın kumaş, abek, [Far. âbek
(a :b e k ) {OsT} is. 1. Sulu şeyler;
içi su dolu nesneler. 2. Cıva. 3. Sivilce; çıban; ka barcık. a ’bel, [Ar. a'bel J ^ l] (a-bel) {OsT} sf. 1. (Taş için) çok sert. 2. is. Taşlık dağ. abendam, [Far. âbendâm
^_jT] (a:ben d âm ) {OsT}
is. Güzel ve yakışıklı boy bos; düzgün endam, aberasyon, [Lat. aberare > Fr. aberration] is. fız . 1. Sapma; inhiraf. 2. mec. Sapıtma. 3. g ö k b. Yer yü zündeki bir gözlemcinin ışığın hızına göre göz ardı edilemeyecek bir hızla yer değiştirmesi sonucu meydana gelen optik kayma; sapınç. aberat, [Ar. ‘abre > ‘aberât o ljs-] (a b er a :t) {OsT} is. Gözyaşları. abes, [Ar. ‘abes ıt^p] {OsT} sf. 1. Akla ve sağduyuya aykırı olan; mantık dışı; saçma. 2. Gereksiz, boş yere; lüzumsuz; malayani. 3. Yersiz; münasebetsiz. 4. Karışık; düzensiz. S1 abese irca, mant. O lm aya na er g i metodu.\\ abes-gû, B o ş sö z söy ley en ; sa ç m a sa p a n kon uşan.|| abes kaçm ak, Uygun düşm eyen, yersiz ve g erek siz sözler, davranışlar. || abesle işti gal etmek, G ereksiz ve boş şe y le rle zam an h a r c a ma} 1.1| abesle uğraşm ak, G ereksiz ve b o ş şey lerle zam an h a rca m a k, {eAT} y e l kov m ak; y e l koğm ak. abese, [Ar. ‘abese
{OsT} is. ‘‘Yüzünü ek şitti” an
lamında Abese Suresinin ilk kelimesi. S Abese Suresi, K u r ’an-ı K erim ’in seksen in ci suresinin adı. abesen, [Ar. ‘abeş-en 1 ^ ] (a b e ’sen ) {OsT} zf. Boşu na; lüzumsuz yere, abesi, [ebe-s-i / abesi] {ağız} is. Bir işin ustası. [DS] abesiyat, [Ar. ‘abeşiyyât o l i ^ ] (a b esiy a :t) {OsT} is. 1. Boş ve gereksiz şeyler. 2. Akla ve mantığa aykırı şeyler. abeslik, -ği [abes-lik] is. 1. Abes olma durumu. 2. Akla, mantığa aykırı olma durumu.
O I Ü M I Ü I I C E S oM . 3 2
ABE abeş1, [? abeş] {ağız} sf. 1. Dönek; hileci. 2. Çirkin; kötü. 3. Gülünç. 4. Saçma sapan. 5. Söz dinlemez; aksi. 6. (Hayvan için) insana yakın olmayan; yaba ni. [DS] abeş2, [Ar. abraş => abeş ?] {ağız/ is. 1. Kula rengin de at. 2. Açık pembe renk. 3. Alnı akıtmalı hayvan. 4. Derisi alacalı hayvan veya insan. [DS] abeşivermek, [aba-mak > aba-ş-mak > abaş-ı+vermek] {ağızj gçsz. f. [-ır] Sarmaşmak; kucaklaşmak. [DS] abet, [Rus. obat] {ağız} is. Öğle yemeği. [DS] abgâh, [Far. âb-gâh ot&T] (a:bgâ:h) {OsT} is. 1. Su biriken yer; havuz. 2. anat. Kamın üst bölümü, ka burgaların hemen alt kısmı, abgine, [Far. âb-gîne a-^T] (a:bgi:ne) {OsT} is. 1. Cam; kristal; billur. 2 . Kadeh; sürahi; şişe. 3. A y na. 4. Elmas. 5. Kılıç; hançer; bıçak. 6. mec. Şarap; âşığın gözyaşı; âşığın kalbi. abgûn, [Far. âb-gün OjSjÎ] (a:bgû:n) {OsT} sf. 1. Su rengi. 2. Mavi; gök mavisi, abhane, [Far. âb-hâne üUS-T] {OsT} is. 1. Tuvalet; abdesthane. 2. Lağım çukur, abher, [Ar. ‘abher j^s-\ {OsT} is. bot. Nergis, abherî, [Ar. ‘abherî cS _^ ] (abheri:) {OsT} sf. Nergis kokulu. Nergise benzer; nergis renginde olan,
(a:bho:rd) {OsT} is. 1.
Sulak yer. 2. Su içen kimse. 3. Su içecek kap. 4. mec. Kısmet. abhorde, [Far. âb-hörde
(a:bho:rde) {OsT} sf.
Su içmiş; su içen, abhun, [Far. âb-hün o^-T] (a:bhu:n) {OsT} is. 1. Ada. 2. Sel suyunun oyduğu yer; çukur. 3. Orman içindeki bataklık. 4. Çeşme; su yolu, abhurd, [Far. âb-hürd
abıhayat, [Far. âb-ı + Ar. hayât û U
i_jT] (a:bıha~
ya:t) {OsT} is. 1. Hayat suyu; dirilik suyu; bengi su; mengü suyu; {eAT} (aynı). 2. İçenleri ölümsüzlüğe kavuşturacağı söylenen efsanevi su; bengi su. 3. tasvf. mec. Sonsuz hayat kazandıran İlahî aşk; ilm-i ledün. 4. sf. mec. (Söz için) ince; güzel; hoş. 5. sf. mec. (İçecek için) ferahlık verici; dinlendirici özel liği olan; serinletici, canlandırıcı ve tatlı. S abıha yat çeşmesi, {eAT} Ö lümsüzlük suyu akan çeşme. || abıhayat içmiş, (Kişi için) çok yaşlı olmasına rağmen dinç ve genç görünen.\\ abıhayat gibi,
(İçecek için) içene fera h lık ve canlılık veren. abık1, -ğı [eT. abı-mak > abı-k] {ağız} sf. 1. Bozuk. 2. (Hayvan için) erbezleri kamının içinde olan. [DS] 0 abık sabık, {ağız} Saçm a sapan; gelişi güzel; ileri geri; boş söz; abuk sabuk. [DS] abık2, -ğı [Ar. âbık JjT] (a:bık) {OsT} is. 1. Bir sebep olmaksızın efendisinin yanından kaçan köle. 2. Cı va. abıkevser, [Far. âb Ar. kevsero T] (a;bıkevser)
{OsT} is. isi. Cennette bulunduğuna inanılan, Kev
abherin, [Ar. ‘abher > Far. ‘abherîn y . j ^ ] {OsT} sf.
abhord, [Far. âb-hörd
abıçm ak, [abıç-mak] gçl. f. [-ır] Çocuğu arkasına al mak; sırtına bindirmek, abıdık, [? abıd-ık] {ağız} sf. Beceriksiz; elinden iş gelmeyen. [DS] abıdmak, [ab-ıt-mak / abıd-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Saklamak; gizlemek. [DLT]
y^~\] (a:bhu:rd) {OsT} is. 1.
Sulak yer. 2. İçme suyu bulunan yer. 3. Su içen kimse. 4. Su içecek kap. 5. mec. Kısmet, abhurde, [Far. âb-hürde oJj^S-T] (a:bhu:rde) {OsT} sf. Su içmiş; su içen, abhust, [Far. âb-hüst c~»_j3-T] (a:bhu:st) {OsT} is. 1. Ada. 2. Sel suyunun oyduğu yer; çukur. 3. Orman içindeki bataklık. 4. Çeşme; su yolu, abıca, [aba (baba) > abıca 4^1] {eAT} is. Amca.
ser ırmağının suyu, abıla, [abla > abıla] {ağız} is. 1. Abla. 2. Karı; zevce. 3. Görümce. 4. Üvey kız kardeş. 5. Umacı. [DS] abılabut, [abulabut / abılabut] {ağız} sf. 1. Çirkin; gösterişsiz. 2. İri; şişman. 3. İki tarafına sallanarak yürüyen. 4. Kaba ve anlayışsız. 5. Geveze; çenesi düşük. [DS] abıldanm ak, [ab-ıl-da-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] (Çocuk için) emeklemeye hazırlanmak. [DS] abım ak, [ab-ı-mak] {eT} gçl. f. [-r] Örtmek; gizle mek. [DLT] abın, [ab-m] {eT} sf. Tane; adet. [EUTS] abm ç, [ab-mç / av-ınç] {eT} is. 1. Teselli; avunç; avunma; sevinç. [Gabain] [EUTS] [ETY] 2. Rahat; sükûnet; rahatlık; refah. [EUTS]. [ETY] abınçu, [ab-m-mak (avunmak) > abm-çı / ab-mçı] {eT} is. 1. Avunma; teselli; sevinç. [EUTS] 2. Cari ye. [ETY] abıneşat, [Far. âb-ı + Ar. neşât iL ü ı_ıT] (a:bıneşa:t)
is. Sevinç suyu; şarap, abıneşet, [Far. âb-ı + Ar. neş’et ö l ü ı__>T] (a:bmeş-et)
abıç, [ap-ış / ab-ıç] {ağız} is. İki bacak arası; apış. [DS] S abıç kurm ak, Bağdaş kurup oturmak.
{ağız} is. Meni; er suyu; döl; sperma. [DS] abınık, [ab-m-mak (avunmak) > ab-m-ık] {eT} sf. Dölek; sakin; mutlu; huzurlu. [EUTS]
abıçka, [aba /apa (baba) > aba-ç (babacık) > abıçka] {eT} is. Yaşlı insan. [İKPÖy.]
abınm ak1, [ab-m-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Avunmak. [ETY]
S İM İM M
. 83
abınmak2, [aba-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Düşe yazmak; yürürken ayağı kaymak. [DS] ab ır1, [? abir / abır] is. Küçük çocukların pişiklerini önlemek için kasık ve koltuk altlarına sürülen nane, mersin, kekik, gül ve cennet süpürgesi yaprakları nın dövülmesinden elde edilen toz. abır2, [Far. âb-ı rü j j o Tl {OsT} is. 1. Yüz suyu. 2. Utanma; hicap. 3. Haysiyet; namus,
ABİ abidane, [Ar. ‘abid + Far. ane
(a :b id a ;n e)
{OsT} zf. İbadet edenlere yakışır biçimde, fi1 abida ne yaşam ak, D ünyadan elini eteğ in i ç e k e r e k k en dini yaln ız ib a d ete vermek. abidat1, [Ar. âbide > âbidât oİJuT (doğrusu evâbid) Juljl] ( a b id a .t ) {OsT} is. Abideler; anıtlar. S âbidât-ı atîka, {OsT} E ski anıtlar.
abırcın, [? abır-cm] {ağız} sf. 1. Memnun. 2. Sersem; seme. 3. zf. İşte çabukluk, gayret bildirir. [DS] 0 abırcın olmak, {ağız} 1. U sanm ak; bıkm ak. 2. Mi s a fir e fa z l a ikram d a bulunm aya ça lışm a k; ikram için ça b a la m a k . [DS]
abidat2, [Ar. ‘âbide > ‘âbidât ol-L.lt] (a :b id a :t) {OsT}
abırevan, [Far. âb-ı revân j l j j o î ] {OsT} is. Akarsu.
abide1, [Ar. ‘âbid > ‘âbide (dişil) oJuU] (a :b id e)
abıru, [Far. âb-ı rü / âb-ı rüy lSjj oT / j j >_jT] (a :bıru :) {OsT} is. 1. Yüz suyu. 2. m ec. Gurur; onur; şeref; haysiyet. S âbırfi dökmek, {OsT} Yalvarıp y a k a rm a k ; yüz suyu dökm ek. abış, [apış / abış] {ağız} is. 1. Apış; iki bacak arası. 2. Bacağın diz kapağından yukarısı. 3. Adım. [DS] abışka, [aba / apa (b a b a ) > aba-ç (b a b a cık ) > abıçka] {eAT} sf. Yaşlı; ihtiyar,
is. İbadet eden kadınlar; inanmış kadınlar, a ’ bide, [Ar. ‘abd > a‘bide oJupI] (a-bide) {OsT} is. Köleler.
{OsT} is. İbadet eden kadın; dindar kadın. abide2, [Ar. ebed > âbide °.ijT] (a :b id e ) {OsT} is. 1. Bir olayı veya tanınmış örnek bir kişiyi gelecek nesillere tanıtmak, hatırlatmak için yapılmış eser; anıt. «O rhun a b id e le r i bin üç yüz y ıl ön cesin den biz g e n ç le r e h a y kırm ak ta d ır.» 2. Bir özelliğin aşı rılığı dolayısıyla örneklik edecek kimse veya nes ne. «D oğru lu k abidesi, küfür a b id e s i.» 3. Herhangi
bir değeri dolayısıyla gelecek çağlara kalacak eser. abışmak, [ap-ış-mak / ab-ış-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Apışmak. 2. Afallamak; şaşırmak; susmak. 3. 4. m ec. Büyüklüğü ve değeri mukayese kabul edil meyen şey. (Çocuk için) sırta binmek. 4. Eyersiz veya semersiz bir hayvana binmek. 5. Bir şey üzerine bacaklarını abideleşme, [abide-le-ş-me] ( a b id e le ş m e ) is. Abide leşmek işi; abide durumuna gelme, açarak oturmak. [DS] abıtgan, [abıt-ğan] {eT} sf. Daima gizleyen; sakla abideleşmek, [abide-le-ş-mek] (a :b id eleşm ek ) dönşl. f . [ -ir ] 1. Ülke ve toplum için yaptığı işler veya yan. [DLT] kişiliği dolayısıyla büyük takdir toplamak, herkes abıtmak, [abıt-mak / abıd-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] 1. tarafından beğenilmek. 2. Adı unutulmaz büyükler Saklamak; gizlemek. [DLT] 2. Teskin etmek; avut arasına karışmak. 3. Yaptığı eserleri uzun yıllar mak. [EUTS] ayakta kalan sanatçı, abızülal, -ii [Far. âb-ı zülâl J ’ij k-J] {OsT} (a b ız ü abideleştirilme, [abide-le-ş-tir-il-me] ( a b id e le ş t ir il lâ:l) is. Duru su. m e) is. Abideleştirilmek işi. abi1, [ağabey > âbi] {ağız} (a :b i) is. Ağabey. [DS] abideleştirilmek, [abide-le-ş-tir-il-mek] ( a b id e le ş t i abi2, [Far. âbı ^T] (a :b i :) {OsT} sf. 1. Sulu; sulandı rilm ek) edil. f . [ -ir ] 1. Abide durumuna getirilmek. 2. Birisi tarafından abidesi yapılmak. 3. mec. B aş rılmış. 2. Suda yaşayan. 3. Akıcı. 4. Açık mavi. 5. kaları tarafından çok yüceltilmek, çok övülmek, is. Ayva. abi3, [Ar. ibâ > âbı ^T] (a :b i:) {OsT} sf. 1. Çekinen; sakınan. 2. Tiksinen. 3. Nazlanan, abiçi, [Sansk. abijit] {eT} is. Bir yıldız adı. [EUTS] abid1, [Ar. âbid Ju l] (a :b id ) {OsT} is. Yanıltmaç; me sel. abid2, [Far. âbid J^T] (a .b i.d ) {OsT} is. Kıvılcım. abid3, [Ar. cabd > 'abîd Ju^] (a b i.d ) {OsT} is. Kullar; köleler. abid4, [Ar. 'ibâdet > ‘âbid / ‘âbide »JjU / juU] (a :bid) {OsT} sf. is. İbadet eden; kulluk eden; tapman, abidan, [Ar. ‘âbid > ‘âbidân jİJ^p] (a :b id a :n ) {OsT} is. İbadet edenler; abitler.
abideleştirme, [abide-le-ş-tir-me] (a b id e le ş tir m e ) is. Çok fazla değer verme, yüceltme, abideleştirmek, [abide-le-ş-tir-mek] (a b id e le ş t ir m ek) gçl. f [-ir ] 1. Uzun yıllar hatırlanacak bir ya pı hâline getirmek. 2. m ec. Çok aşırı yüceltmek, çok fazla değer vermek, abidemsi, [abide-msi] (a b id e m s i) sf. 1. Abide gibi, abideyi andıracak şekilde; abidevi. 2. Çok büyük ve gösterişli. abidevi, [Ar. âbidevî lsj-İjT] ( a b id e v i:) {OsT} sf. 1. Abide gibi, abideyi andıracak şekilde; abidemsi. 2. m ec. Çok büyük ve gösterişli, abidik, -ği [? abidik] {ağız) is. 1. Dalavere. 2. Atak; acul. 3. Külhanbeyi; haylaz. [DS] S abidik ku-
Ü IO W T ü fflT O S O M .8 4
ABİ
bidik, a rgo. 1. T em bellik; iş gö rm ez lik ; d algacılık. 2. Saçm a sapan.
abit, -di [Ar. 'ibâdet > ‘abid JuU] (a:bit) {OsT} is. 1.
(a :b id i:n ) {OsTJ
Bir varlığa tapan; ona kul olan. 2. isi. Allah’ın emirlerini yerine getiren; Allah’a kulluk eden; Al lah’a tapan. 3. Kendini tamamen ibadete veren,
abil, [Ar. âbil J-J] (a :b il) {OsTf sf. 1. (Kişi için) sü
abita, [Sansk. amitâbha] {eT} is. Burhan; tanık; delil. [EUTS]
abidîn, [Ar. ‘âbid > 'âbidîn is. İbadet edenler; tapmanlar.
rüye iyi bakan adam. 2. (Hayvan için) çayırda ot ladığı için suya muhtaç olmayan, abile, [Far. âbile 4İjT] (a :b ile) {OsT} is. 1. Su ka barcığı. 2. Küçük çıban; sivilce. S âbile-i pistân, {OsT} M em e ucu.|| âbile-i rüh-i felek, g ö k b. Yıldız lar. ||âbile-i rûz, {OsT} Giineş. a b ir1, [Ar. ‘âbir ^U ] (a :b ir) {OsT} sf. Bir yerden ge çen; geçici. abir2, [Ar. 'abır _&*■] (a bi:r) {OsT} is. Eskiden safran, amber ve misk karışımından elde edilen bir tür gü zel koku. abirîn, [Ar. ‘âbirîn
(abi:ri:rı) {OsT} is. Ge
çenler; geçip gidenler, abirun, [Ar. ‘âbirün ojjjU-] (abi:ru :n ) {OsT} is. -*■ aabis1, [Ar. ‘abis ıi~)W] (a :b is) {OsT} sf. Alaycı; say
kız için) yüzünü utançla örten. abiye3, [Fr. habillé (resm î giyinm iş o la ra k )] sf. (Elbi se, kıyafet için) bir törene veya davete uygun şık ve gösterişli. abiyogenez, [Fr. a-biogenèse] ( a ’biyogenez) sf. (Teori için) hayatın, cansız maddeden kendi kendi ne meydana geldiğini savunan, abiyotik, -ği [Yun. abiatikos] sf. 1. (Ortam için) hayatın, canlılığın mümkün olmadığı. 2. (Hint fa kirlerinin durumu için) bütün hayati işlevlerini en aza indirgeyerek yaşayan, Bir tür turşu veya salata; piyaz, ab kâr, [Far. âbkâr jlSöT] (a :b k â :r ) {OsT} is. 1. Sucu;
gısız. (a :b is) {OsT} sf. Asık suratlı;
yüzü ekşi. abis3, [Yun. abyssos (dipsiz)] is. dnz. Okyanuslardaki iki bin metreden daha derin ve karanlık olan yerler, abisal, [Fr. abyssal] sf. Okyanusların ışık görmeyen derin kısımları ile ilgili, abist, [Far. ab iste—J ] (a:bist) {OsT} sf. Gebe, abistan, [Far. âbistân O U -J] (a :bista :n ) {OsT} sf. 1. Gizli. 2. Gebe, abisten, [Far. abisten
kadın için) güzel; zarif. abiye2, [Ar. âbiye
abkâm e, [Far. âbkâme -ulSLT] (a :b k â :m e) {OsT} is.
birin.
abis2, [Ar. 'âbis
abiye1, [Ar. ‘âbiye ^Lp] (a :b iy e) {OsT} sf. (Kız veya
(a:bisten ) {OsT} sf. 1.
saka. 2. Kadeh sunucu; saki. 3. Şarap tüccarı. 4. Şarabı çok içen; ayyaş, abkâri, [Ar. 'abkâr (Y em en ’d e b ir kent) > 'abkârı tSjlSLp] (a :b k â :r ) {OsT} s f (Kumaş için) ince ve çok güzel. abkeş, [Far. âb-keş jiSoï] {OsT} is. 1. Tekkelerde su çekenlere verilen ad. 2. Kevgir. 3. Sucu; saka. 4. Kadeh sunan; saki. 5. Şarap alışkanlığı olan; ayyaş, abkın, [ab-kın ?] {ağız} sf. 1. Atılgan; girişken. 2. Aç gözlü. [DS]
abla, [ağa+bala > abla ?] ( a b l a ) is. 1. Yaş bakımın dan büyük olan kız kardeş. 2. Kardeşlik ilişkisi ol mamakla beraber abla sayılacak yaştaki kadına söylenen saygı sözü. 3. Meslekte kıdemli kadın; abistenî, [Far. âbistenî ( / s - J ] (a :bisten i;) {OsT} is. okulda ileri sınıflarda bulunan kız öğrenci. 4. ünl. Genel yerlerde halk adamlarının kadınlara hitap Gebelik. ederken kullandıkları seslenme sözü. 5. ünl. Eski abişhor, [Far. âbiş-hör (a :b iş h o :r) {OsT} is. den, İstanbul’da zenci kalfalara hitap ederken kul 1. Hayvan sulama yeri. 2. İçecek kabı. 3. Günlük lanılan seslenme sözü; bacı. 6. {ağız} Ahlaksız ka yiyecek. 4. Dinlenmek için kısa süre duraklama, dın. [DS] S abla olmak, 1. (Kız çocuğuiçin) yen i abiştengâh, [Far. âbişten-gâh (a ;b işten g â :h ) b ir k a rd eşi doğm ak. 2. B e b e k lik y a şı dışın a çıkm ış o lm a k ; a b la d e n ile c e k y a ş a g elm ek, büyümek. {OsT} is. 1. Gizli yer; gizlenecek yer. 2. Aptesane. abiştgâh, [Far. âbişt-gâh ol5xioT] (a :b iştg â :h ) {OsT} ablacı, [abla-cı] {ağız} sf. 1. Ablasına çok düşkün olan. 2. Sevici kadm. [DS] is. 1. Gizli yer; gizlenecek yer. 2. Aptesane. ablak, -ğı [Ar. eblak (a la ca )] sf. 1. İki renkli; beyaz abiştgeh, [Far. âbiştgeh &u±Â] (a:biştg eh ) {OsT} is. ve siyahlı. 2. (Yüz için) geniş, yuvarlak ve dolgun. -*■ abiştgâh. 3. (Kişi için) böyle bir yüze sahip olan. 4. m ec. abişik, [Sansk. abhiseka] {eTf is. Takdis etmek; kut (Yüz için) kaba, kocaman ve ahmak görünüşlü. 5. samak. [EUTS] {ağız} Çok beyaz. [DS] 6. {ağız} (Ağaç için) budakGebe; yüklü. 2. m ec. İhtiva eden; bulunduran; sak layan; içeren, fi1 abisten-gâh, {OsT} 1. G e b e lik y e r i; rahim . 2. D ünya; âlem .
İ M İ R İ M . 85
ABR
sız; düz. [DS] 7. {ağız} Açık; geniş; belli. [DS] 8. {ağız} Koyulaştırılmış şeker. [DS] 9. {ağız} Tüy te mizlemekte kullanılan ağda. [DS] 10. {ağız} Cevizin mobilyaya uygun iç tahtası. [DS]
abone, [Fr. abonné] is. 1. Gazete ve dergi gibi belirli aralıklarla çıkan yayınları çıktıkça edinmek üzere önceden para veren kişi; sürdürümcü. «A ylık d er g i lerin abon esi, g ü n lü kyayın ların kin den ço ktu r.» 2.
ablakça, [ablak-ça] sf. ve zf. Ablak bir duruma ya kın, ablak gibi görünen; ablak gibi,
Belli şartlarla kabul edilen hizmet müşterisi; sürdü rümcü. «T elefon , su, havagazı, d o ğ a l g a z a b o n e le r i.» 3. Alışkanlık edinme; dadan m a. «A dam sa n k i kahvenin abon esi. » S abone etmek, Birinin a b o n e
ablalık, -ğı [abla-lık] is. 1. Abla olma durumu veya niteliği. 2. Abla gibi davranma durumu. ablalık etmek, 1. A b la lık g ö rev in i y er in e g etirm ek ; 2. A b lası o lm a m a kla b e r a b e r b ir a b la g ib i koruyııp g ö zetm ek. ablamak, [ab (av) > ab-la-mak] {eT} gçl. f . [- r ] A v lamak. [ETY] ablatif, [Lat. ablativus > Fr. ablatif] is. dbl. İsmin ayrılma hâli; çıkma hâli; uzaklaşma hâli; -den hâli; m e f ulü anh; m e f ulü minh. ablatya, [Yun. apladia] ( a b l a ’tya) is. Lüfer avlamak için kullanılan geniş gözlü ağ. abli, [Yun. aple] (a'bli) dnz. is. Yelkenli gemilerde serenleri rüzgârın yönüne göre ayarlamaya yarayan düzenek, fi1 abliyi bırakm ak, (a rg o) Soğu kkan lılı ğını kaybetm ek. || abliyi kaçırm ak, Ş aşkın lık için de ne y a p a ca ğ ın ı bilememek.\\ abliyi koyuvermek, İpin ucunu kaçırm ak. abluka, [İt. ablöca] (a b lu k a ) is. 1. Bir ülkeyi, bir şehri veya bir limanı dışarıyla ilişkisini kesecek şekilde kuşatma. 2. Bir limana giriş ve çıkışları kontrol altında tutma. 3. Bir kimsenin serbest hare ket etmesine engel olma. S abluka etmek, A blu ka altın a almak.\\ abluka filosu, L im an d aki ablu kayı kon trol altın d a tutan deniz gü cü .|| abluka hattı, A blu ka ed ilen lim an veya ülkenin giriş ve çıkış kontrolünün y a p ıld ığ ı sın ır çizgisi.\\ abluka ilanı, A bluka altın a a lm a işinin bütiin d ev letlere duyu ru lm ası.|| abluka kaçağı, A b lu ka hattını a ş a n .|| ablukayı bozmak, Z or k u lla n a ra k a b lu k a hattını geçmek.\\ ablukayı kaldırm ak, A blu kadan vaz g eçm e k a r a rı alm ak. abmak, [ab-mak] {eT} gçsz. f . [ - a r ] Fışkırarak çık mak; akmak; fışlamak. [EUTS] abname, [Far. âb-nâme ‘u b l] (a .b n a .m e) {OsT} is. ed. Suya, suyun güzelliğine ilişkin yazılmış olan kaside. abnus, [Far. âbnüs
(a :b n u :s) {OsT} is. bot. A-
banoz. 0 abnus ok, 1. A ban oz a ğ a cın d a n yapılm ış ok. 2. m ec. K irpik. abnusi, [Far. âbnüs!
(a :b n u :si:) {OsT} sf. 1.
Abanoz gibi sert ve siyah. 2. is. Abanozdan yapıl mış eşya. abnusiye, [Far. âbnüsiyye
(a:bn u :siy e) {OsT}
is. bot. Abanozgiller, abo, [aboo (yans) / abuu / abuv] {ağız} ünl. 1. Şaşma, korkma gibi duyguları ifade etmekte kullanılan söz. [DS] 2. Sıkıntı, usanç ve bıkkınlık bildirir.
olm asın ı sağ lam ak, a b o n e kaydetm ek.|| abone ol mak, A b on e sö z leşm esi ile b a ğ lan m a k ,|| abone üc reti, A b on e olunan yayın ve hizm et için öd en en p a r a .|| abone yapm ak, A bonm an şa rtları için de b ir i nin a bo n eliğ in i k ab u l etm ek. || aboneyi kesmek, T ek taraflı o la r a k a b o n e sözleşm esin i s o n a erd irm ek. || aboneyi yenilemek, A b on elikle ilgili sö z le ş m eyi b elirli b ir sü re d a h a uzatmak. abonelik, -ği [abone-lik] is. 1. Abone olma hâli; sürdürümcülük. 2. sf. Belirli sayıda abonenin yararına ayrılmış bulunan. « B eş bin a b o n elik telefon sa n tra lı.» abonman, [Fr. abonnement] is. 1. Abone olma du rumu. 2. Bir ürünü veya hizmeti belirli süre içinde sabit fiyat garantisi ile düzenli olarak sunmak ama cıyla yapılan sözleşme; sürdürüm. 3. Aboneliği belgeleyen kâğıt, aborda, [İt. abbordo] (a b o ’rd a) is. dnz. Bir geminin iskeleye veya başka bir gemiye yanını vererek bor dasından yanaşması. S aborda etmek, 1. G em ile rin y a n lam a sın a yan aşm ası. 2. Vücudunu y a sla m a k veya bedeninin büyük b ir kısm ı ile dayanm ak. abore, [Yun. appore] {ağız} sf. 1. Beceriksiz. 2. De ğersiz. [DS] abosa, [İt. abozza] ünl. Bırak! S1 abosa etmek, dnz. 1. İş i bırakm ak. 2. Stop etm ek; durm ak. 3. a rg o. Zorunlu o la r a k durmak. aboşimas, [Yun. apohimaso] {ağız} is. Fırtınaya tu tulma. [DS] 0 aboşimas olmak, {ağız} E kilm iş ta r lanın yağm u rdan z a r a r görm esi. [DS] aboşkevaris, [Yun. apoşkeveriso] {ağız} is. Etrafı toplayıp çeki düzen verme. [DS] abov, [a-buu / a-bovv] (a ’b o w ) {ağız} ünl. Korku ve şaşkınlık bildiren ünlem. [DS] a b ra 1, [abra] {eT} is. 1. Arpa. [EUTS] 2. Eski Türk dini olan Gök Tanrı inancına göre yer altındaki bü yük denizde yaşadığına inanılan timsahı andırır efsanevi canavar. ab ra2, [Erme, apray] {ağız} is. 1. Dara. 2. Karşılıklı mal değişiminde maddi değer bakımından eşitliği sağlamak için üste verilen para veya mal; üst. 3. Bir terazinin kefelerinin denkliğini sağlamak için hafif gelen tarafa konulan ağırlık. 4. Denge; muva zene. 5. Uçurtmanın terazisi; rüzgârın itme gücü ile çekme ipini karşılayarak belirli açıda kalmasını sağlayan saçaklı kuyruk. 6. Yük; angarya. 7. Min net. 8. Kifayet; yeterlik. [DS]
ölülü l i r a m o n .
ABR abracı, [abra-cı] {ağız} is. İdare eden; zor durumdan kurtaran; aracı. [DS] ab rak adab ra, [Yun. abrasaks] (a b ra 'k a d a b ra ) is. İlk Çağ’da bazı hastalıkları iyi etmek için kullanılan, büyülü ve tılsımlı olduğuna inanılan kabala sözü, abralı, [abra-lı] {ağız} sf. 1. (Terazi için) dengesi sağlanmış; dengeli. 2. (Terazi için) dengeyi sağla mak için ağırlık konulmak zorunda olan. [DS] abram a, [abra-ma] is. Abramak durumu, abram ak, [Moğ. abura-mak > abra-mak / eT. opramalc] g ç l . f [-r ] [-r(ı)-y or] 1. Fırtınalı havalarda bir deniz taşıtını gemicilik kurallarına ve havanın de ğişkenliğine göre kullanmak. 2. {ağız} Becermek; hakkından gelmek; başarmak; üstesinden gelmek. [DS] 3. {ağız} Bir şeye hakim olmak. [DS] 4. {eAT} {ağız} Korumak; muhafaza etmek; kollamak. [DS] 5. {ağız) Zor durumdan kurtarmak. [DS] 6. {ağız} İdare etmek; kullanmak. [DS] 7. gçsz. f . {ağız} Eksi ği tamamlamak. [DS] 8. {ağız} Becermek; üstesin den gelmek. [DS] 9. {ağız} Kendini koruyacak kadar büyümek, gelişmek; kendini kurtarmak. [DS] 10. {ağız} Ancak yetmek. [DS] abran, [? abran] is. Hayvanların yemlerinden yiyemeyip ayırdıkları kaim parçalar; kes. abraş, [Ar. abraş
(a :b r a :ş) {OsT} sf. 1. Alaca
renkli. 2. (At için) vücudunda alaca benekleri bulu nan. 3. {ağız} Saçında, yüzünde veya gözlerinde beklenilen rengin dışında beyazlık veya çok açık sarı benekler bulunan kişiler için halk arasında kul lanılan bir söz. [DS] 4. Tekstilde boyama sırasında kumaşta enlemesine şeritler hâlinde kalan boyan mamış kısım veya değişik renkler. 5. İpek kumaş larda çözgü ipliğinin kalitesizliğinden dolayı mey dana gelen renk değişiklikleri. 6. {eAT} Ala tenli. 7. {ağız} (At, inek vb. için) alnındaki beyazlık üst du dağına kadar inen. [DS] 8. {ağız} Doru at. [DS] 9. {ağız} A laca bulaca; karışık renkli. [DS] 10. {ağızf Halıdaki renk bozukluğu nedeniyle ortaya çıkan alacalık. [DS] 11. {ağız} Biçimsiz; çirkin. [DS] 12. {ağız} Çarpık. [DS] 13. {ağız} Şaşı. [DS] 14. {ağız} Sert huylu; ters; kaba; görgü kurallarını bilmez. [DS] 15. Sözü hoşa gitmeyen; patavatsız. S ' abraş oturm ak, {ağız} Yan oturm ak. [DS] abraşm ak, [abra-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Ol duğu yerde kalmak; kalakalmak. 2. Bacakları aç mak. [DS] ab raz, [? abraz] {ağız} sf. (Kadın ve dişi hayvan için) kısır. [DS] ab re, [Ar. ‘abre o>^] {OsT} is. Gözyaşı, ab ret, [Ar. ‘ abret öj^] {OsT} is. Gözyaşı. abrık, -ğı [abrı-k j^T] {eAT} sf. Birbirinin üstüne eğilmiş; üst üste yığılmış, ab rd , [Yun. abrilios Jj.^1] {Os T} {eAT} is. Nisan.
abrdm ak, [abrı-l-mak] {eAT} dönşl. f . [-u r] Bir şeyin üzerine kapamrcasma eğilmek; yaslanmak; aban mak. abrış, [Far. ebrü-veş] {OsT} is. Okçulukta idman yapmak için kullanılan havada yavaş seyreden ok türü; ibriş; ebruş; ebruveş abrışm ak, [eT. op-mak > abrı-ş-mak] dönşl. f . [-ır] {ağız} 1. (Çocuk için) annesinin arkasına sarılmak; sırnaşmak; direnmek. 2. Birden hücum etmek; sal dırmak. [DS] abril, [Yun. apriles > Erm. april] is. Nisan, abrile, [İt. imbroglia] ünl. d m . "Yelkeni s a r m a la !” komutu. abrin, [Far. aferin > abrin] {eT} ünl. Aferin. [ETY] abris, [Erme, abril (yaşam ak) > abris] {ağız} ünl. 1. Bravo; yaşa. 2. Düğünlerde oynayanların heyecanla çektikleri bağrış. [DS] abriz, [Far. âb-riz jjjiT] (a :b ri:z ) {OsT} sf. 1. Su dö ken. 2. is. İbrik; kova; testi. 3. Abdesthane; lazım lık. abroşan, [Far. ab-ı rüşen > abroşan] {eT} is. Aydın latma; tenvir. [ETY] abru, [Far. âb-rü jy. T] (a :b r u :) {OsT} sf. En başta yer alan; en önemli; özel; ekstra, abrud, [Far. âb-rüd
(a :b ru :d ) {OsT} is. 1.
Sümbül. 2. Nilüfer, absal, [Far. âb-sâl JL^T] (a :b s a :l) {OsT} is. 1. Bahçe. 2. Koru; park, absalan, [Far. âb-sâlân
(a :b s a :la :n ) {OsT} is.
1. Bahçe. 2. Koru; park, abse, [Fr. abcès] is. {OsT} -*■ apse absent, [Yun. absinthion / Lat absinthium > Fr. absinthe] is. bot. 1. Pelin otu; melek otu; anjelik. 2. Pelinden yapılan sert bir alkollü içki, absentizm, [Fr. absinthisme] is. tıp. Çok miktarda absent içmekten ileri gelen hastalık; pelin zehir lenmesi. absimisa, [Yun. apsimitza] {ağız} is. Ateş böceği. [DS] absolûsyon, [Fr. absolution] is. hrist. Günah çıkaran kimsenin papaz tarafından bağışlanması, absorbe, [Fr. absorber] is. Emme, yok etme; soğur ma. fi1 absorbe etmek, K oku, ışık, gaz, sıvı g ib i g eçişm e, y a y ılm a ö zelliğ i bulunan şey leri d oku ları a ra sın a a lıp ortam dan kaldırabilm ek. absorpsiyon, [Fr. absorption] is. 1. İçme; emme. 2. Soğurma; imtisas; mas. 3. fız . Bir gazın katı ya da sıvı bir madde içine girmesi, abstre, [Lat. abstrahere (b ir şeyden çık a rm a k ; so y m ak) > Fr. abstrait] sf. 1. Gerçek varlığı olmaksızın zihinde tasarlanabilmiş olan; soyutlamanın sonucu. 2. Soyut. S abstre sanat, Duyu o rg a n ları ile kav ran an g er çek le rin d eğ il d e ses, ren k ve m addenin
AC
D ie iü R S o M . 8 7
bilinen fo r m la r dışın da şekillen d irilm esi görüşü.\\ abstre sayı, Önüne b ir v a rlık a d ı getirilm em iş, h e r hangi b ir çokluğun m iktarı ile ilgili olm ayan s a y ı; soyut sayı. «Ü ç, beşten küçüktür.»
abuli, [Fr. aboulie] is. fe l. 1. İrade kaybı. 2. p sik ol. Ne yapmak gerektiğini düşünebildiği hâlde yapa mamak veya yapmak için harekete geçememek şeklinde ortaya çıkan bir ruh hastalığı,
abşak, [apış-mak / apışık / ab-şa-k j^ T ] {eAT} sf. 1.
abullabut, [? abullabut] sf. Duygularındaki kabalık ve olumsuzlukları davranışlarına ve dış görünüşüne de yansıtarak insanlar üzerinde itici etki bırakan (kimse); anlayışsız; kaba saba; hantal; yontulma dık; ahmak; budala; sersem; aptal.
(Kişi için) bacakları ayrık, ayakları birbirine yakın olan. 2. {ağız} Tembel. [DS] 3. {ağız} Beceriksiz. [DS] 4. {ağız} Paytak; apışı ayrık. [DS] abşar, [Fr. âb-şâr j U j ] (a .b ş a .r ) {OsT} is. Çağlayan; şelale. abt, [Ar. 'abt iı^ ] {OsT} is. 1. Yalan. 2. Kuşku veren davranış. abu, [Far. âbü j J ] (a :b u :) {OsT} is. Nilüfer, abu, [abo / abuu / abov y~\\ (abu :) {ağız} ünl. 1. Şaş kınlık, korku ve hayret anlatır; aboo; abov; abuu; abuv. {eAT} (aynı) 2. Hayır; ret. [DS] abuçka, [aba / apa (b a b a ) > aba-ç (b a b a cık ) > abıçka / abuç-ka] {eT} is. Koca; ihtiyar; kocamış kimse. [EUTS] abudane, [Far. âb (su) û dâne (buğday) ■üb j ı_,T] (a :b u d a :n e) {OsT} is. Ekmek ve su gibi bir insanın zaruri ihtiyaçları; azık; nzık. abuhava, [Far. âb ü hevâ Ija j oT] (a :b ü h a v a :) {OsT} is. 1. Bir yerin su ve hava bakımından özel likleri. «Altında mı üstünde m idir cen n et-i â lâ ? / E lh a k bu n e hâlet, bu n e h o ş â b u hev âd ır.» Nedim 2. İklim. 3. m ec. Bir yerin insanı etkisi altına alan durumu. «H oş g eld i b a n a m eygedenin â b u havâsı, / B illâh g ü zel y e r d e y a p ılm ış y ıkılası.» Bâki abuk1, [abuğ / abuk] {ağız} is. Umut; güven. [DS] abuk2, -ğu [eT. ab-uk JjjI] {eAT} is. 1. Avurdu şişirip parmakla vurarak çıkarılan ses. 2. sf. Anlaşılama yan. 3. {ağız} Sersem; kötü adam. [DS] S abuk sa buk, 1. (Düşünce, iş ve sö z için) a ra sın d a m antıki b a ğ kuru lam ayan; an lam sız; sa ç m a sapan . 2. (H a reket, d avran ış için) yersiz, ölçüsüz, düzensiz. abukat, [avukat > abukat] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Çok bilmiş. 3. is. Avukat. [DS] abuklandırm ak, [abuk-la-n-dır-mak] {ağız} gçl. f . [ır] Umutlandırmak. [DS] abuklanmak, [abuk-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Güvenmek; bel bağlamak; ümitlenmek. [DS] abul1, [ab (yans) > ab-ul / ap-ul] {ağız} zf. 1. Yavaş yavaş; ağır ağır. 2. (Yürümek için) iki yana sallana rak. [DS] abul2, [abul] {ağız} sf. 1. Aptal. 2. Kemiksiz et. [DS] 0 abul üstü, D ört a y a k üstü; y e r e eğ ilm iş durum da. abulavut, [? abulabut / abulavut] {ağız} sf. 1. Bece riksiz; dangalak. 2. Yolda iki yana sallanarak yürü yen. 3. Yolda önüne ardına bakmadan giden. [DS]
ab u r1, [Erme, abur / apur (ço rb a )] {ağız} is. Kara lahana, mısır unu ve fasulye ile yapılan bir yemek. [DS] ö abur cubur, 1. Şu bu ; ö te b e ri; u fak tefek şeyler. 2. B esin değ eri, tadı ve lezzet sıra sı b irb iri ne uym ayan y iy e c e k çeşidi. 3. m ec. Yersiz, asılsız söz. 4. Sıradan, basit, kültürsüz (kişiler). abur2, [? abur] {ağız} sf. 1. Namus; şeref. 2. Kılık kıyafet. 3. Övme. [DS] abus, [Ar. ‘ubüset (som urtkanlık) > 'abüs ^ j ^ ] (abu :s) {OsT} sf. 1. (Kişi için) asık suratlı; somurtkan. 2. (Yüz için) asık, dargın. 3. m ec. is. Sert, kızgın, çatık yüz. 4. m ec. (Zaman için) felaketin meydana geldiği. «Abus y ıllar.» ö abüsü’l-vech, {OsT} S o m urtkan yüzlü kimse. abuskal, [Yun. aposkalin] {ağız} is. Sonradan ta mamlanmak üzere yarım bırakılan iş. [DS] abuşak, -ğı [apış-mak > abu-ş-ak] {ağız} sf. Becerik siz; başarısız. [DS] abuşka, [aba / apa (b a b a ) > aba-ç (b a b a cık ) > abıçka > abuşka] {eAT} sf. Yaşlı; ihtiyar, abut, [abut] {ağız} sf. İş bilmez; sersem. [DS] abuv, [abuvv] {ağız} ünl. 1. Şaşma ve heyecan bildi rir. 2. Acı bildirir. [DS] abuzam bak, [Ar. ebü zamzak] {ağız} sf. 1. Saçma sapan, gelişigüzel konuşan. 2. Eşek arısı. [DS] abü, [Fr. abus] is. Aşırılık; ifrat, abütab, [Far. âb ü tâb (parlaklık) u t j l_>T] (a :bü ta:b) {OsT} is. 1. Tazelik; canlılık. 2. Parlaklık; ih tişam; gösteriş. 3. m ec. Güzellik; letafet, abyari, [Far. âbyârı ^ jL ;!] (a :b y a :r i:) {ağız} is. 1. Sulayıcılık. 2. m ec. Yardım. 3. Bir tür ince kumaş. [DS] abzen, [Far. âb-zen l)jjT] (a:bzen ) {OsT} is. 1. Küçük havuz. 2. Banyo, abzürüft, [Far. âb-zürüft cjjJoT] (a:bzürüft) {OsT} sf. (Kavun, karpuz vb. için) bozulmuş, A c, [Fr. actinium] kısalt, kim. Atom numarası 89 olan ve A c227 ve Ac228 olmak üzere iki izotopu bu lunan radyo aktif element olan aktinyumun sembo lü. a c 1, [aç / ac ^1] {eAT} sf. A ç. S ac dirilmek, {eAT} A ç y a şa m a k .|| ac itmek, {eAT} A ç b ırakm ak .|| ac tutm ak, {eAT} A ç bırakm ak.
I M I Ü M M .e o
AC
ac3, -ccı [Ar. ‘acc ^c-] {OsT} is. Bağırma; nara.
-acaksız, [-acak-sız / -ecek-siz / -y-acak-sız / -yecek-siz] {eAT} çek. e. Gelecek zaman çokluk ikinci kişi eki (-acaksınız).
ac4, -ccı [Ar. Câcc / ‘âcce £*• t *=-U] (a :c) {OsT} is.
acal, [Ar. ecel > âcâl JU-T] (a :c a :l) {OsT} is. 1. Va
ac2, [Far. âc ç j ] (a :c ) {OsT} is. bot. Ilgın.
Kalabalık.
deler. 2. Eceller; doğal ömürlerin sonları,
ac5, [Ar. ‘âc ^U ] (a :c) {OsT} is. Fil dişi,
acale, [Ar. icâle / acâle J M ] (aca. le) {OsT} is. Do laştırma; gezdirme; dolandırma; cevelan ettirme,
acab, [Ar. ‘aceb v - ^ 1 {OsT} zf. - * acep. acab, [Ar. a'ceb v - ^ ] {eAT} {OsT} sf. Daha da şaş kınlık uyandıran; çok acayip; pek acayip. 0 görmek, {eAT} Ş aşm ak; h ayrete düşmek.
acab
acaba, [Ar. ‘ acib (şa şıla c a k şey) > ‘acabâ L»«p] (a'~ c a b a :) zf. 1. Şaşırma ve tereddüt ifade eden soru edatı; acayip; acep; bakalım; ister misin; sakın; yoksa.. « A ca b a m eyl-i tea li n e d em ek on larca? » Mehmet Âkif Ersoy 2. {eAT} Ola mı? 3. is. Şüphe. S acabada kalmak, {ağız} K ara rsız o lm a k; şü p h e d e kalm ak. [DS] acablam ak, [acab-la-mak] {eAT} {OsT} g ç s z .f. [-r ] [l(ı)y or] Hayret etmek; şaşmak, acabola, [Ar. ‘aceb + T. ol-a] (a c a 'b o la ) {ağız} zf. Acaba. [DS] acac, [Ar. ‘acâc jr W**1] (a c a .c ) {OsT} is. 1. Bulut. 2. Duman. acafet, [Ar. ‘acâfet c j U t ] (a ca:fet) {OsT} is. Zayıf
acalet, [Ar. ‘acele > ‘ıcâlet / ‘acâlet i)U ^] (a ca:let) {OsT} is. 1. Acele ile yapılan iş. 2. El kitabı, acaleten, [Ar. ‘acele > ‘ıcâleten / ‘acâleten ÜUj-] (ac a : l e ’ten) {OsT} zf. Acele olarak; çabucak; çarça buk. acalm ak, [ac-al-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] {ağız} 1. (Makine dişlileri için) fazla kullanmaktan dolayı aşınmak. 2. Çaptan düşmek. 3. Acıkmak. [DS] A cam , [Ar. ‘acem > a‘câm
(a -ca:m ) {OsT} is.
1. Araplara göre Arap olmayan halklar. 2. Acem ler; İranlılar; Persler. acam , [Ar. ecme > âcâm j>U-T] (a :ca :m ) {OsT} is. Meşelikler; ağaçlıklar; kamışlıklar, acarın, [acemi > acamı] {ağız} sf. 1. Eli işe alışma mış; toy; tecrübesiz. 2. Genç; delikanlı. 3. Çırak. 4. Bir yerin yabancısı. 5. Çifte alışmamış tosun. 6. Bineğe alışmamış tay. [DS]
-acagın, [-acağ-m / -eceg-in / -y-acağ-ın / -y-eceg-in] {eAT} çek. e. Gelecek zaman teklik birinci kişi eki.
-acan, [-a-can / -e-cen / -can] yap. e. Yakınlık, ben zerlik anlamları katan sıfat ya da isimler türetir. b a b a -ca n , ev-e-cen , sev-e-cen .
a c a ’ib, [Ar. ‘aceb > ‘acâ’ib
acan, [Far. âcân OU-T] (a :c a :n ) {OsT} is. Polis.
lık; çelimsizlik.
(a c a .ib ) {OsT}
■s/Çolc şaşırtıcı; çok tuhaf; çok acayip; anlaşılmaz, a c a ’ibat, [Ar. ‘acâibât oLsU^t] (a c a :ib a :t) {OsT} is.
acan ta, [acente > acanta] sf. (Makine, otomobil vb için) yepyeni,
acaplam ak, [acaip > acap-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r ] 1. Acayip şeyler. 2. Olağanüstü yaratıkları incele [-l(ı)-y o r] Kınamak; ayıplamak. [DS] yen bilim. 3. Olağanüstü yaratıklar, a c a r 1, [Ar. ecr > âcâr jU-T] (a :c a :r ) {OsT} is. 1. Ki a c a ’iz, [Ar. ‘acüz / ‘acüze > ‘acâ’iz ^W«p] (a ca:iz ) ralar. 2. Ödüller; mükâfatlar. {OsT} is. Kocakarılar. -a c a k 1, [-acak / -ecek / y-acak / -y-ecek] çek. e. Ge a c a r2, [Ar. V c â r _>U^I] {ağız} sf. 1. Becerikli, tuttu lecek zaman kip eki; fiillerin gelecek zamana bağlı olarak çekimini sağlar: oku yacağım (oku -y-acakım), g id ecek-sin (git-ecek-sin), d u ra ca k (dur-acak) {eAT} (aynı). -acak 2, [-acak / -ecek / -y-acak / -y-ecek] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdelerinden belli bir amaca tahsis olunma, ilgili olma anlamları ile sıfat ve isimler yapar: y iy ecek, içecek, y iy ece k (ekm ek), g elec ek , g e le c e k (konuk). 2. Fiillerden, eylemin belirttiği işle ilgili araç ve gereç isimleri yapar: tutacak, s ile cek, a ça ca k . 3. {eAT} Fiillerden gelecek zaman sıfat fiili yapan ek; işlektir; eski Türkçede yoktur, eski Anadolu Türkçesi devresinde ortaya çıkmıştır. Bu y ık ıl-ıç a k ev d e un yok. Dede Korkut Kitabı, acak, -ğı [Far. âcâkdU-T] (a .c a .k ) {OsT} is. Toprak.
ğunu koparan, hamarat, iş bilir. 2. Cesur; kabadayı; atılgan; yiğit; taşkın; atak; gözü pek; cesur. 3. Çe vik; enerjik; tez canlı. 4. Yeni, 5. Besili ve semiz hayvan; şişman; etli. 6. Taze. 7. Kuvvetli; gürbüz; dinç; iriyarı. 8. Açıkgöz; zeki. 9. Çapkın. 10. Kes kin; sert. 11. Acımsı. 12. Şiddetli. [DS] S acar ayaklı, Uzun boy lu ; iriyarı. || a c a r tav, {ağız} 1. S ü rü lecek tarlanın şııb a t ayı için deki tavı. 2. Tam tav. 3. Yeni sökülm ü ş tarlanın ilk ekim tavı. 4. in san ların en güçlii oldu kları d elikan lılık ve olgunluk çağı. [DS] acarcan a, [acar-ca-n-a] {ağız} zf. 1. Oldukça sert. 2. Oldukça atik. [DS] acarık , -ğı [acar-ık / acar-uk] {ağız} sf. 1. Yoksul; yarı aç; çıplak; sefil. 2. Zayıf; cılız; hastalıklı. [DS]
İ iH I I f îM
ACE
.8 9
acarlam ak, [acar-la-mak] {ağız} g ç l . f [ - r ] [-l(ı)-y o r] Yenilemek. [DS] acarlaşm a, [acar-la-ş-ma] is. Acarlaşmak işi. acarlaşm ak, [acar-la-ş-mak] dönşl. f . [- ir ] 1. Acar olmak, acar duruma gelmek. 2. {ağız} Kuvvetlen mek; gürbüzleşmek; gelişmek. [DS] 3. {ağız} Terbi yeli, ağır, uslu olmak. [DS] acarlı, [acar-lı] {ağız} sf. 1. Sert; keskin. 2. Yaramaz; haşarı. 3. {OsT} Yeni. [DS] acarlık, -ğı [acar-lık] is. A car olma; acarca davran ma. ö acarlık etmek, S abırsız davranm a, hem en atılm a. acat, [Ar. hacet > acat] {ağız} is. 1. Alet; aygıt. 2. Ev eşyası. acayip, -bi [Ar. ‘aceb / ‘acibe > ‘acâib
(a c a :-
yip) sf. (A rapça a c e b kelim esin in çoğu lu olm asın a rağm en T ü rkçe'de tekil o la r a k kullanılır.) 1. Alı şılmışın dışında, şaşılacak, garip karşılanacak dav ranışlar; garip; tuhaf; acaip; acibe; acip; garibe; garip; gayri tabii; şaşılası; tuhaf; ucube; yabansı. 2. ünl. Çok beğenilen, abartılı olarak beğenilen. 3. zf. Kuşkulu bulma. S1 acayibe kalmak, {eAT} H ayret etm ek; şa şırm a k .|| acayibine gitmek, A lışılm am ış ve şa şırtıcı bu lm ak; bö y le b ir durumıı veya d a v ra nışı beklememek.\\ acayip acayip, A lışılagelm işin dışında ş a ş ıla c a k b ir durum kaz an m a k acayipçe, [acayip-ce] ( a c a .y i’p ç e ) zf. Yadırgatıcı olarak. acayipleşme, [acayip-le-ş-me] (a ca.y ip leşm e) is. Acayipleşmek durumu, acayipleşmek, [acayip-le-ş-mek] (a c a y ip le ş m e k ) dönşl. f . [-ir ] Alışılagelmişin dışına çıkarak şaşırtı cı, yadırgatıcı bir duruma gelmek, acayipleştirme, [acayip-le-ş-tir-me] (a c a y ip le ş t ir me) is. Birini veya bir şeyi acayipleştirmek duru mu. acayipleştirmek, [acayip-le-ş-tir-mek] ( a c a y ip le ş tirm ek) gçl. f . [-ir ] Birini veya bir şeyi tuhaf ve ya dırganacak bir hâle getirmek, acayiplik, -ği [acayip-lik] (a c a y ip lik ) is. 1. Şaşırta cak şekilde garip olma niteliği; tuhaflık; gariplik; 2. p sikol. Şizofren birinin karşısındaki kimsede bırak tığı davranış ve konuşma tutarsızlığı izlenimi, acaz, [Ar. ‘acz (güçsüzlük) > ‘âciz > a’câz
(a-
ca:z) {OsT} is. Acizler, accac, [Ar. ‘accâc
(a c c a :c ) {OsT} sf. 1. Gürül
tülü; fırtınalı. 2. (At için) soylu; has kan. accık, -ğı [azıcık > accık] {ağız} zf. Biraz; azıcık; pek az. [DS]
aceb, [Ar. ‘aceb
{OsT} is. Şaşılacak şey; garip
lik. fi1 acebe kalmak, {eAT} Şaşakalm ak. aceba, [Ar. ‘aceb > ‘acebâ
(a c e b a :) {OsT} e. -*■
acaba. aceblemek, [aceb-le-mek] {eAT} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] Hayret etmek; şaşırmak; şaşakalmak, a ’cef, [Ar. a 'c e f^ J^ I] {OsT} sf. Zayıf; ince, a ’cel, [Ar. a‘cel
{OsT} sf. Çok acele eden; pek
aceleci. acelaca'ib, [ Ar. ‘acebü’l-'acâ’ib => ‘acel-‘acâ5ib (a 'c e la c a :ib ) {OsT} zf. Çok acayip, acele, [Ar. ‘acl > ‘acele
is. 1. Bir şeyi yapmak
veya bitirmek için çabuklanma; çabukluk; sabırsız lık; ivme; ivedi; tez; hemen. 2. İşlem görmede ve cevaplandırmada önceliği olan resmî yazı ve ya zışma türü. 3. sf. Çabuk yapılması gereken. 4. A ce lesi olan. 5. zf. Çabuk olarak, fi1 acele acele, H ızlı hızlı, ça b u k o la r a k .|| acele etmek, Ç a b u k d av ran m ak, ça b u k y a p m a ğ a davran m ak; || acele ile, Ç abuk.\\ acele işe şeytan karışır, Yeteri k a d a r d ü şünm eden, iyi p lan la n m a d an başla n a n işten isteni len olum lu sonu ç alın am az.|| acelesi v ar, Birinin ça b u k d avran m a zorunda, b ekley em ez durum da oluşu. || acelesi yok, H em en yapılm asın ın g e r e ğ i yok, b ek ley e b ilir durumda.\\ acele telgraf, Yerine u laştırm ada d iğ er telg ra fla ra g ö r e ö n c elik sıra sı olan telgraf. || aceleye gelmek, Zam an d arlığ ı s e b eb iy le y a p ıla n b ir iş için y ete ri k a d a r zam an ve em ek harcayamamak.\\ aceleye getirmek, 1. B ir şey i k ısa sü re için de g erek tiğ i k a d a r e m ek ve z a man h arca y am ad a n yapm ak. 2. Zam an yetersizliğ i yüzünden karşısındakinin y ete ri k a d a r in celey em em esi, düşün em em esi durum undan y a r a r la n a r a k kan dırm ak, aldatm ak. aceleci, [acele-ci] is. 1. Bir işi yapmakta çabukluk gösteren, sabırsız. 2. sf. (Kişi için) telaş içinde ça buk iş görme alışkanlığında olan, acelecilik, -ği [acele-ci-lik] is. Bir işin yapılmasında, bir şeyin gerçekleşmesini beklemekte sabırsız dav ranma durumu, aceleleştirme, [acele-le-ş-tir-me] is. Aceleleştirmek durumu. aceleleştirmek, [acele-le-ş-tir-mek] g ç l f . [-ir ] Bir işin yapılmasını, bitirilmesini çabuklaştırmak; hız landırmak; ivedileştirmek, aceleten, [Ar. ‘aceleten
(a ’celeten ) zf. Acele o-
larak; ivedilikle. Acem , [Al', ‘acem (Arap olm ayan ; A r a p ç a ’y ı kon u
ace, [Ar. ‘âce 4^-U] (a :c e ) {OsT} is. Bir tek fil dişi.
şam ayan ) |*^] {OsT} is. 1. Yabancı; tat. {eAT} (ay
a’ceb, [Ar. a‘ceb
nı) 2. {eAT} İranlı; Tat. 3. Arapların, Arap ırkı dı şında olanlara verdikleri isim. 4. Fars ırkından ol mayan İran yerlisi. 5. İran ülkesi; İran toprakları. 6.
{OsT} is. Daha garip; pek şa
şırtıcı; çok garip. S a ’ cebü’l-acâib, {OsT} Ç o k ş a şırtıcı ve gülünç olan.
ACE Azerbaycan’daki Şiî Türkler. 7. müz. Musikide bir makam ismi. S A cem ağzı, D oğu A n adolu 'da İran A zerilerin in söyleyişin i taklit e d e r e k türkü söy lem e edası.\\ A cem aslanı, S ahte kah ram an (E ski Iran b a y ra ğ ı üzerin deki a slan resm in den dolayı). || Acem bahçesi, E trafı y ü k sek d u v a rla rla çevrili, iç e risin de ç eş it çeşit g ü ller bulunan havuzlu ve f ıs k i y e li İran bahçeleri.\\ Acem çadırı, O sm anlı sultan larının atlı g ez ile re çıktıkların da ku llan dıkları ç a dır. || Acem çapkını, E skiden şeh irlerin etrafın da gezin ti y a p m a k için kiralan an at. || Acem gömleği, İş g ö m leğ i.|| Acem halısı, İ r a n ’d a doku nan ip ek halı. ||A cem işi, R en kli ip ek le işlenm iş ve üzeri a l tın, güm üş p u l veya bon cu k la rla süslenm iş d ö şem e lik kum aşlar. || Acem kaması, İn ce keskin kam a. || Acem kılıcı, İki y a n ı d a keskin k ılıç .|| Acem kılıcı gibi, K im den y a n a olduğu belli olm ayan, ikili oy nayan veya tuttuğu ta ra fa düşm anlık edebilen.\\ A cem koşması, A n ad o lu ’d a k i sa z şairlerin in düz v ey a cin aslı o la r a k sö y led iğ i ve A zerilere h a s bir m ak am la söylen en k oşm a türü. Ö lçü o la r a k aruzun fâilâtü n , fâ ilâ tü n kalıb ı kullanılır.\\ Acem kösteği, E sk i y azm a k ita p la r ciltlendikten so n r a kitabın a r k a sın a y apıştırılm ış ince deri. ||Acem lalesi, bot. ir i s a r ı veya turuncu ren kte ç iç ek le ri bulunan b ir süs bitkisi; a te ş topu.\\ Acem makam ı, A cem p e r d e s in d en b a şla y a r a k ça rg â h p e r d e s i üzerin deki ça rg â h dörtlüsünün ısra rla kullanıldığı k la sik Türk müziği makamı.\\ Acem manisi, B içim ve ezgi bakım ından A zerbay can ’a özgü olup D oğ u A nadolu ’d a d a sö y len en b ir cin aslı m ani türü. || Acem mübalağası, A b artm a a şırılığ ı; p a la v r a .|| Acem ocağı, {ağız} M altız; ızgaralı d em ir o cak . [DS]|| Acem perdesi, Türk m üziğinde tiz sekizlid eki fa . || Acem şeytanı, {ağız} Zayıf, esm er adam . [DS]|| Acem şikestesi, H azin ve doku n aklı bir türkü ezg isi.|| Acem tıraşı, B aşın iki tarafı ile tep esin d eki sa ç la r ı kesip s a d e c e a rk a sın d a b ıra k m a k su retiyle y a p ıla n tıraş şekli. || Acem yahnisi, (eATj S alm a aşı. A ’cem , [Ar. â'cem
{OsT} is. Arap halkından ol
mayan kimse. A cem ane, [Ar. ‘acem + Far. -âne
(a cem a;n e)
{OsT} zf. 1. Acemlere yakışır biçimde; İran tarzın da. 2. m ec. Ölçüsüz derecede abartılı; çok mübala ğalı. acem aşiran, [Ar. ‘acemaşır + Far. -ân
ı*-^] (a-
cem a şi:r a :n ) {OsT} is. müz. Klasik Türk müziğinde bir makamın ve perdenin ortak adıdır. S acem a şirân makam ı, A cem m akam ına, a cem aşiran p e r d e s i üzerin deki ça rg â h beşlisinin eklen m esiy le eld e edilmiştir.\\ acem aşirân perdesi, O rta sekiz lid ek i fa acem borusu, -nu [acem+boru-s-u] is. Genellikle ağustos ve eylül aylarında boru şeklinde turuncu sarı renkte çiçekler açan kalın gövdeli ağaçlara tırma nan sarmaşık, (B igon ia radicam s).
acembuselik, -ği [Ar. ‘acem + Far. buselik liü] (a cem bu ;selik ) {OsT} is. müz. Acem makamının buselik dörtlüsü veya beşlisi ile sona eren birleşik bir Türk müziği makamı. Acem ce, [acem-ce] ( a c e ’m ce) is. Farsça, acem ırak, [Ar. ‘ acem -‘ırâk j
l
(a cem ıra;k)
{OsT} is. müz. Bir makam adı. A ’ cemi, [Ar. a'cemî ,j^ -\ \ (a-cem i:) {OsT} sf. 1. Y a bancıya ait. 2. Araplara göre Araplar dışındaki halktan olan. 3. Araplara göre Arapçadaki yabancı kelimeler. 4. {eAT} Arapçadan başka dilde olan. 5. Cahilliği vb. nedenlerle doğru ve düzgün konuşa mayan. 6. Dilsiz; tat; ahraz. acem i, [Ar. ‘acemi
(a cem i:) {OsT} sf. 1. Bir iş
te henüz ustalaşmamış, işin gereği olan ustalığı ve beceriyi kazanamamış; deneyimsiz; beceriksiz; toy. 2. {OsT} Saraya yeni alınmış, İslam örf ve adetleri ni, okuma ve yazmayı, saraydaki görevinin ne ol duğunu henüz öğrenememiş cariye. S acemi ağa sı, O sm anlı sa ra y ın d a h arem hizm etlerin den s o rumlu z en ci hadım a ğ a la r d a n b ir bölümü.\\ acemi çaydanlık, D eneyim siz; beceriksiz. ||acem i çaylak, B ir işe y en i girm iş, den eyim i ve b e c e r is i olm ayan kim se. ||Acem i çaylak bu k ad ar u çar, B ilg i ve d e neyim i kıt o la n la rd an f a z l a b e c e r i g erektiren iş beklen m ez; (A cem i bü lbü l bö y le öter.) || acemi er, A skere y en i alınm ış ve tem el a sk erlik eğitim ini ta m am lam am ış e r .|| Acem i nalbant gâvur eşeğinde öğrenir, H enüz m esleğ in in g erek tird iğ i b e c e r i ve ustalığı kazan am am ış kişi tem rin m alzem esi o la ra k d e ğ e r verilm em iş şey leri kullan ır; b ir ustanın y a p tığı işte iyi m alzem e kullanm am ası veya g er ek li titizliği gösterm em esi. || Acem i nalbant gibi kâh nalına vu ru r, kâh mıhına. H içb ir işi düzenli ve ku ralın a uygun o la r a k y a p am am ak, b ecerik siz lik .|| acem i ocağı, im p a ra to rlu k d ev ri d ev let teşkilatında kapıku lu o c a k la rın a a lın a c a k erleri yetiştiren a s k e r î kurum. ||acemi oğlanı, O sm anlı dev let teşkilatın d a esirlerd en veya devşirm elerden Y eniçeri o c a ğ ı na alın m a k ü zere eğ itilm ek ve y etiştirilm ek için a cem i o c a ğ ın a g ö n d erilen g en ç ler; to rb a oğ lan ı; şadi. ||acemisi olm ak, i . B ir işi y a p m a k ta veya a le ti kullan m akta b e c e r is i bulunm am ak. 2. B ir yerin y a b a n cısı olm ak. acem ice, [acemi-ce] (acem i ’ce) zf. 1. Ustaya yakış mayacak şekilde, ancak acemilerin yapabileceği biçimde. 2. Düşünüp taşınmadan, kârını ve zararını hesaplamadan, ön araştırma ve planlama yapma dan. acemileşme, [acemi-le-ş-me] is. Acemileşmek işi. acemileşmek, [acemi-le-ş-mek] d ö n şl.f. [ -ir ] 1. Usta ve tecrübeli bir kimsenin çeşitli sebeplerden gerek tiği şekilde ustalığını, becerisini gösterememesi. 2. Bocalamak.
ACI
I M I K S öM İ.9 1
acemilik, -ği [acemi-lik] is. 1. Deneyimi ve ustalığı oJL^iS"] (a cem zi:rkeşi:d e) {OsT} is. müz. Bir makam bulunmamak; tecrübesizlik; deneyimsizlik; toyluk. adı. 2. Beceriksizlik. 3. Ürkeklik, çekingenlik. 4. Y a acene, [Far. ajana (delgi)] {ağız} is. Tırpanın sap ge bancılık. 5. Osmanlı sarayına alman cariyelerin ilk çecek deliğini delmeye yayan çelik alet; zımba. hizmet dönemi. 6. Osmanlı sarayında iç oğlanlarına [DS] ilk alındıkları zaman verilen para. 7. Silahtarlık, acente, [İt. agente] ( a c e ’nte) is. 1. Ticarî konularda çuhadarlık ve bostancılık kethüdalıklarına atanan belirli işleri üstlenen ve kendisine verilen yetki çer lara ilk ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla verilen çevesinde aracılık eden kurum veya kişi. 2. Taşıma para. S acemilik çekmek, Yeni g ird iğ i işle veya şirketi veya banka gibi yaygın kuruluşların şubeleri gittiği y a b a n cı b ir y e r d e bilg i v e becerisin in ek sik veya temsilcilikleri. 3. Bu şubenin başında bulunan liğinden dolayı sıkıntı çekm ek, bocalamak.\\ acemi kimse; temsilci. 4. Bir kuruluşun ticarî işlerini yü lik etmek, Yeteri k a d a r bilg i ve b e c er iy e sa h ip o l rüten ticarethane. S acenteden çıkma, (M otorlu duğu h â ld e dü şü n cesizce iş y a p m a k ; sa h ip olduğu a r a ç için) y en i alınm ış; ikinci e l değil. ustalığı veya b eceriy i g ö sterem em ek ; g a fle t g ö sacentelik, -ği [acente-lik] is. Acente ile ilgili işleri term ek. ||acemilik göstermek, A cem ilik etm ek. yürüten kurum, kişi veya bu işlerin yapıldığı bina, Acem istan, [Ar. ‘acem + Far. -istân OU— (a cebüro gibi yerler, m ista. n) {OsT} is. İran ülkesi, acep, [Ar. ‘aceb (şaşm a) ( a ‘cep) zf. 1. Acaba acemiyan, [Ar. ‘acemî > ‘acemiyân j L ^ t ] (acem iy a :n ) {OsT} sf. 1. Acemiler; toylar; deneyimsizler; tecrübesizler. 2. is. Yeniçeri ocağına giren acemi oğlanları. 3. öz. is. (Baş harfi büyük yazılır) İranlI lar. acemkürdi, [Ar. ‘acem + Far. kürdi tp £
^ - ] {OsT}
is. müz. Klasik Türk müziğinde Acem makamının sonuna bir kürdi dörtlü eklenerek meydana getiril miş bir birleşik makam. Acemleşme, [acem-le-ş-me] is. Acemleşmek işi; İranlılaşma. Acemleşmek, [acem-le-ş-mek] d ö n ş l.f. [-ir ] 1. İranlı gibi olmak; İranlıya benzemek; İranlı gibi davran mak. 2. İran kültürü ve medeniyeti içinde eriyerek kendi millî benliğini yitirmek. Acemperest, [Ar. ‘acem + Far. perest
A ^s-\
{OsT} sf. 1. Klasik Türk edebiyatında biçim ve üs lûp bakımından İran’ı taklit eden. 2. Sanat ve ede biyatta İran hayranı ve İran kültürüne düşkün olan. Acemperestlik, -ği [Acemperest-lik] is. İran hayran lığı. Acemperestî, [Ar. ‘acem + Far. perestı
^ -]
(a cem p eresti:) {OsT} is. İmparatorluk döneminde, sanat ve kültürde İran hayranlığına verilen ad; Acemperestlik. acempuselik, -ği [Ar. ‘acem + Far. püselik
<^
ıiü] (a cem p u :selik) {OsT} is. müz. -*■ acembuselik, acem rast, [Ar. ‘acem+ Far. rast c —j ^ s - ] {OsT} is. müz. Bir makam adı. acemuşşak, [Ar. ‘acem-'uşşâk J l i t |V=^] {OsT} is. müz. Bir makam adı. Acemzade, [Ar. ‘acem+ Far. zade o-slj
(acem -
za:d e) {OsT} is. Acemoğlu; İranlı atalardan gelme, acemzirkeşide, [Ar. ‘acem + Far. zırkeşîde
(soru). «A cep g eld i m i? » 2. Nasıl, nasıl da... (kuv vetlendirm e). «P ilavın y an ın d a h o ş a f a c e p g id e r .» 3. Yoksa (tereddüt). « A cep bu lam adı m ı? » 4. Kim bilir (m erak). «A cep kim inle g ez ip tozu yor.» 5. sf. Tuhaf; garip; acayip; şaşılır. «Bu k a d a rc ık m a l dünya p a r a , a c e p ş e y !» S aceb degül, G arip d e ğ il; şaşılm az; şa şılır m ı?|| acebe kalmak, {eATf H ayrette k alm ak ; şaşakalm ak. aceplemek, [acep-le-mek] gçsz. f . [-r ] [-l(i)-y o r] {ağız} Şaşmak. [DS] acepleşme, [acep-le-ş-me] is. Acepleşmek işi. acepleşmek, [acep-le-ş-mek] dönşl. f . [ - ir ] Şaşmak; garip karşılamak, acer, [Ar. 5a‘cer
=> acer] {ağız} sf. (Eşya için)
kullanılmamış; eskimemiş. [DS] a ’cez, [Ar. a‘cez j>*s-1] (a-cez) {OsT} sf. Çok âciz ve güçsüz. aceze, [Ar. ‘âciz > ‘ aceze
{OsT} is. Güçsüzler,
zavallılar, düşkünler; beceriksizler; zayıflar. S aceze-i eytam, D üşkün v e korum ası olm ayan y e timler.\\ aceze-i küttâb, O kulda öğren im g ö rm ed en dev let d a iresin e girm iş a cem i m em u rlar.|| aceze-i mttslimîn, K oru m ası olm ayan düşkün M üslüm anlar. acı1, [eT. âç-ığ > acı] is. ve sf. 1. Bir yiyeceğin veya bir maddenin dilde bıraktığı yakıcı, kavurucu tat. 2. Tadı yakıcı, kavurucu yiyecek, içecek. 3. Bir dış etkenin veya mikroorganizmaların vücudun her hangi bir yerinde meydana getirdiği ezilme, yırtıl ma, sıkıştırılma veya dokuların tahribi gibi sebep lerle meydana gelen dayanılması güç duyu; ağrı. 4. m ec. İnsana büyük üzüntü veren olay; dert; keder; elem; azap; ıstırap; kahır. « İlk sev g iy e benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! / Yüreğimin yaktığ ı a teşle h a v a ılık.» Faruk Nafiz Çamlıbel. 5. mec. Şiddetli ve sert. «Acı p o y ra z yüzümüzü kavurdu». 6. Kırıcı,
ACI hırpalayıcı. «Onun a cı sözlerin i ç ek m ek zoru n da m ıyım ?» 7. Hüzün verici ve dokunaklı; kederli; hü zünlü; elemli. « K o c a Ali, y in e cev a p verm edi. A cı a c ı gülüm sedi.» Ömer Seyfettin. 8. Çarpıcı; göz alıcı. 9. Istıraplı; pahalıya mal olmuş, fi1 acı acı, Üzüldüğünü belli e d e c e k ş e k ild e ç o k keskin ve dokunaklı. ||acı acıyı bastırır, H er y en i fe la k e t, insanı b ir öncekin den d a h a ç o k y ıp ra tır veya ön cekin i unutturur. \\acı ağaç, bot. Odunu h a lk hekim liğin de tentür h â lin d e tonik ve iştah a ç ıc ı o la r a k kullanılan b ir a ğ a ççık, kav a sy a (Q uassia amara).\\ acı ba dem, G ü lgillerden bir m eyve a ğ a c ı (Amygdalus a m a ra ) ve acım tırak, keskin kokulu m eyvesi. || acı badem kurabiyesi, H azırlan an ham uruna h a fi f b ir a c ılık ve koku verm esi için a c ı ba d em ezm esi k a rış tırıla ra k y a p ıla n k u rabiy e cin si.|| acı badem yağı, A cı ba d em koku su n da p a rfü m erid e kullanılan nitrobenzen.\\ acı bakla, bot. Tohumu veya otu in sa n ve hay v an lar için z eh irli olan b ir çeşit süs bit k isi; kurt b a k la sı; Yahudi b a k la sı; M ısır baklası, (Lupinus termiş).|| acı bal, D eli b a l.|| acı balık, zoo l. A vrupa ’d a v e A n adolu 'nun kuzey ta rafların d a y a şa y an eti a c ı b ir tür tatlı su ba lığ ı; gördek, (R hodeu s amarus).\\ acı basm ak, D erde, ked ere, sıkın tıya uğram ak. || acı çekmek, 1. Ağrı sızı duy m ak, ca m yanm ak. 2. B aşın dan üzüntülü o la y la r g eçm iş olm ak. 3. Yokluk ve sıkıntı çekm ek. || acı çiğdem, bot. Taşıdığı a lk a lo itler yüzünden zehirli olan, tohum ları ve yum ru k ö k le ri rom atizm a a ğ r ı ların ı g eç ir m e d e kullanılan bir çiğ dem türü; güz çiğ d em i; m ahrut; sürincan (C olchicu m autumnale). || acı dil, 1. K on u şm aların da karşısın dakin i kıran, kötü leyen ve iğneleyen kim se. 2. {eAT} Acı s ö z ; dedikodu.\\ acı dil virmek, {eAT} A cı sö z sö y lem ek ,|| acı ekmeği, {ağız} Ölü evine kom şu ların g ö n d erd iğ i yem ek. [DS]|| acı elma bot. E lm a büyük lüğündeki m eyveleri m üshil o la r a k kullanılan b a k lag illerd en sürüngen b ir bitki; eb u c e h il karpuzu; k a r a döleğ i, (Citrullus colocynthis). ||acı fındık, is. bot. S o n b ah a rd a n k ışa k a d a r ç iç e k açan, bu s e b e p le b a h ç e le r d e sü s o la r a k yetiştirilen, y a p ra k la rın d an ve kabu kların dan d a m a r h a stalıkla rın d a y a rarla n ıla n ça lı türü a ğ a ççık, (H am am elis virginiana).\\ acı gelmek, H o şa gitm em ek, üzüntü y a ra t m ak]] acı geyrek, {ağız} M ide ek şim esi ve sindirim zorlu ğu yüzünden çıkan geğirti. [DS]|| acı gici, {ağız} A cı tatlı h e r şey. [DS]|| acı günek, {ağız} bot. H in diba. [DS]|| acı haber, Ölüm, yangın, deprem g ib i insanı derin den üzen olayın bildirilm esi, duyu ru lm ası.|| acı hıyar, bot. E lm a büyüklüğündeki m ey v eleri m üshil o la r a k kullanılan b a k la g illerd en sürüngen b ir bitki; eb u ce h il karpuzu, k a r g a düğleği. (Citrullus colocynthis)]\ acı kahve, 1. Ş ek er siz, s a d e kahve. 2. m ec. D avette alçakgön ü llü dav ra n a ra k y ap ılan ikram. «Buyurunuz, bir a c ı k a h vem izi için iz.»|| acı kavun, bot. K a b a kg illerd en
S IM M S M
.,2
tırm anıcı, y a b a n i otsu b ir bitki; e ş e k hıyarı (E c ballium elaterium)]\ acı kuvvet, K a rşı kon ulm ası z o r ez ici favve/.|| acı m arul, bot. G övdesin den y a tıştırıcı ve uyuşturucu süt çıka n sa rı çiçek li ve dişli y a p ra k lı tadı a c ı b ir y a b a n i m aru l ç eş id i; hindiba, (L actu ca virosa). {eAT} (aynı)|| acı ot, bot. B ileşik g illerd en sa rı ç iç e k li y o l k en a rla rın d a ve k ırla rd a biten b ir ot; dövülm üş av rat otu, (Tom us com m ıınis). || acısı çıkm ak, D a h a ön ced en yap tığ ı haksız lığın veya kötülüğün son u cu olsun veya olm asın ken d isi d e üzüntülü ve sıkın tılı g ü n ler g eçirm ek .|| acısı içine çökmek (işlemek), B ed en en veya m anen y a şa d ığ ı büyük bir üzüntünün sıkıntısını bütün b en liğiyle hissetm ek. || acısına dayanam am ak, Ç ok sev ilen birinin ölüm ünden, rahatsızlığından duydu ğu üzüntüden d olay ı sa ğ lığ ı bozu lm ak veya ölmek.\\ acısını alm ak, 1. A cı tadını g id erm ek. «Acısını a l m a k için satın aldığ ım zeytini bira z su ya ıslattım .» 2. A ğrı ve sızısını dindirm ek. «P ansum an ayağ ım d a k i yaran ın acısın ı a lıv erd i.»|| acısını bağrına basm ak, Ş ikâyetlen m eden üzüntüsünü gizlem ek, ıstıra b a katlan m ak.|| acısını çekmek, Yaptığı kötü ve y a n lış davran ışların cezasın ı ilerid e görmek.\\ acısını çıkarm ak, 1. E ld e bulunm ayan s e b e p le r yüzünden y a p ıla m a y an b ir şey i b a ş k a şe k ille rd e tela fi etm eye çalışm ak. 2. K en d isin e z a r a r veren kişiy e d a h a so n r a fır s a t g eçtiğ in d e m u kabil b ir z a r a r verm ek, intikam alm ak. 3. Ö jkesini veya hırsını ken disin e z a r a r v eren v ey a buna s e b e p olan dan d eğ il d e gücünün yettiğ i kendisin den d a h a z a y ıf k iş iler e kötü d a v ra n a ra k ra h a tla m a k ; (bir p s ik o lo j i k rahatsızlıktır)]] acısını görm ek, S evilen birinin öliim ü ile p s ik o lo jik sarsın tıya girm ek. || acısını içi ne gömmek, Üzüntü ve a c ıla r a sızlanm adan, y a kın m adan katlan m ak,|| acı söylemek, Birinin yan lış ve olum suz d av ran ışları s e b e b iy le g e r ç e k le r i old u ğ u g ib i söyleyip uyarm aya çalışm ak. «D ost a cı s ö y le r .» | acı söz, K ırıcı v e ç o k fa z l a üzüntüye s e b e p o la c a k söz]] acı su, 1. İç ile c e k nitelikte o lm a y a n (tuzluluk oran ı 0.50 ile 17 a rasın d aki) su. 2. {ağız} M aden suyu. [DS] 3. Yara y a d a yanığın için d ek i sa rı su ; iltihap]] acı tatlı, S evinçli ve hüzünlü b ir a ra d a . «Ş u rada a c ı tatlı b eş yılım ız geçti. »\\ acı tecrübe, Istıraplı, üziicü, p a h a lıy a m al olm uş ve sıkıntı için d e g e ç e n den eyim ler ve b ö y le y aşan an günler. || acı verm ek, 1. B irin in canını y akm ak, a cı ç ek m esin e y o l açm ak. 2. Üzmek]] acıya koymak, {eAT} Istıra b a so k m a k ; z ah m et verm ek.|| acı yav şan, {eAT} {ağız} Yavşan o tu ;p e lin ; veron ica. [DS]|| acı yeri, {ağız} Ölü evi. [DS]|| acı yeşil, {ağız} K oyu y eş il; y a p r a k y eşili. [DS]|| acı yitimi, tıp. B ed en sel b ir acın ın a lg ılan m a sın d a ve tepki g ö sterm e gü cü nde a z a lm a şeklin d e b eliren b ir sin irsel rahatsız lık ; h ip oa lji]] acı yonca, bot. Y aprakları tıpta kul lan ılan ç o k a c ı ve kötü kokulu b ir bitki; su yon cası. acı2, [acı-cık] {eAT} s f Azıcık; pek az.
0 1 1 «
ACI
S ö M . 93
acıcık, -ğı [az-ıcık] {ağız} zf. Pak az; azıcık. [DS]
acılanm a, [acı-la-n-ma] is. Acı olma durumu, acılı hâle gelme.
acıdıcı, [acı-t-ıcı] {eAT} sf. Elem verici; acıklı; şid detli.
acılanm ak, [acı-la-n-mak] dönşl. f . [-ır] 1. Tadı acı hâle gelmek. 2. {ağız} Üzülmek, kederlenmek. [DS]
acıg, [ac-ığ / ac-ık / aç-ığ / aç-ık / aç-uk j=rT] {eT}
acılaşm a, [acı-la-ş-ma] is. Acı hâle gelme durumu,
acıca, [acı-ca] sf. Tadı acıya yakın; acımsı,
{eAT} sf. Acı; dert; ıstırap. [Yüknekî] S açığını al mak, {eAT} İntikam ım alm a k .|| açığını çıkarm ak, {eAT} İntikam ım almak.\\ acıgı tutm ak, {eAT} Ö fke lenm ek]| acıg itmek, {eAT} Istırap verm ek; üzüntü için de bırakmak.\\ acıg olm ak, {eAT} C am acım ak. acıgan, [acı-ğan jU ^ T ] {eAT} sf. Çok acıyan; çok üzülen. acık1, [eT. ac-ığ / ac-ık / aç-uk j^-T] {eAT} is. Acı; dert; sıkıntı; ıstırap. S acık etmek, {eAT} A cı v er m ek; ıstırap verm ek; üzüntü için d e bırakm ak. acık2, [eT. açık] {ağız} is. Öfke. [DS] acık3, [az-ıcık] {ağız} zf. Pek az; azıcık. [DS] acıkdurm ak, [acık-dur-mak] {eAT} gçl. f . [-u r] 1. Acıkmasına yol açmak. 2. Aç bırakmak, acıkılma, [acık-ıl-ma] is. Acıkma durumu, acıkılmak, [acık-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Yemek ihtiyacı duyulmak.
acılaşm ak, [acı-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Acı bir tat kazanmak, tadı bozulmak. 2. Konuşmalarında kırı cı ve sert bir ifade kullanmaya başlamış olmak. 3. Sesinde hüzünlü ve kederli bir hava belirmek, acılaştırm a, [acı-la-ş-tır-ma] is. Acı duruma getirme işi. acılaştırm ak, [acı-la-ş-tır-mak] gçl. f i [ - ır ] Acı hâle getirmek. acılı, [acı-lı] sf. 1. (Yiyecek maddesi için) içine acı katılmış. «Acılı A dan a k ö fte s i.» 2. (Yiyecek için) acısı fazla olan. 3. Üzüntülü ve sıkıntılı. « Ç o k a cılı gü n ler g e ç ir d i.» 4. (Kişi için) bir yakınının ölümü nü yaşamış olan. «Acılı gününde bu o n a y a k ışır m ıydı?» ö acılı gicili, A cı ile d iğ er b a h a ra t ve s o s ları konulm uş (yem ek). «O na şim di a cılı g icili y e m ek ler d oku n u yor.» acılık, -ğı [acı-lık
is. 1. Tat bakımından acı ol
ma durumu. 2. Acı miktarı. « Ç iğ k öftey e a c ılık verm ek için bira z d a h a b ib e r koyunuz.» 3. Buruk luk, dokunaklılık; kederlilik. 4. {eAT} Istırap; ezi yet; sıkıntı.
acıklı, [acı-k-lı] sf. 1. Acıma duygusu uyandıran; acı verecek nitelikte. 2. Kendisi için üzüntü ve acıma duyulmasını isteyen kimsenin tutumu; acındırıcı; acındırmaya çalışan. 3. Dokunaklı; ağlatıcı; hazin. acım a, [acı-ma] is. 1. Acımak işi. 2. Başkalarının 4. (Edebî eser için) acı olaylara dayalı; dramatik. 5. mutsuzlukları, kederleri ve üzüntüleri karşısında Bir uğraşma ve çabanın boşa çıkması ile ortaya insanı üzülmeye iten duygu; merhamet. çıkan gülünç durum; garip. 6. A cı ve keder içinde acım ak 1, [acı-mak] gçsz. f . [-r ] 1. Bedeninin bir ye kalmış kimse; yaslı; matemli, rinde fiziksel bir etki veya mikrobik bir yaradan acıkma, [a(ç)-ık-ma] is. Aç hâle gelme, dolayı acı hissetmek. «A m eliyat yerim ç o k a c ıy o r .» acıkmak, [eT. âç-ık-mak] gçsz. f . [ -ır ] 1. Midenin 2. (Yiyecek ve içecek için) tadı bozulmak; acı bir boşalması ve kandaki şeker miktarının azalması hâl kalmak; acılaşmak; acılık kesbetmek. « T erey a sonucu besin alma, yeme ihtiyacı ortaya çıkmak; ğının tadı bozulmuş, tuzlam adığım ız için a c ım ış.» açlık duymak. 2. m ec. Bir şeye karşı şiddetli istek 3. Birine yakın, sevecen ve hoşgörülü davranmak; duymak; çok arzu etmek, merhamet etmek; rahmetmek; yazıklanmak. « Y ok acıksınmak, [acı-k-sı-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Mütees su l kadının h â lin e acıyan o lm a d ı.» 4. Birinin gör sir olmak, üzülmek, düğü zarardan veya başına gelen bir felaketten do acıktırm a, is. [acık-tır-ma] Aç hâle getirme, layı üzülmek. «D eprem son rası evsiz yurtsuz k alan acıktırm ak, [acık-tır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Açlık duy D in arlılara acıyan, y a rd ım a k oştu .» 5. (Olumsuz masına sebep olmak. 2. Uzun süre yemek yemesini çekimiyle) Cimrilik etmemek, masraftan kaçınma engelleyerek çok aç kalmasını sağlamak; aç koy mak. « P a ra y a acım ad an b ir g ü zel b o y a m ış.» 6. mak. 3. (Yiyecek vb. için) iştahını açmak, Küçük görmek; yazıklanmak; teessüf etmek. « B ir acıla, [ac-ı-la / aç-la tU-T] {eAT} zf. A ç iken, koltuk için bu k a d a r küçüldim . A cıyorum s a n a .» 7. acılaca, [ac-ı-la-ca a»- aU-T] {eAT} zf. A ç olarak; aç acına. acılama, [acı-la-ma] {ağız} is. 1. Acılamak işi. 2. Şalgam yemeği. [DS] acılam ak1, [acı-la-mak] gçl. f i f - r [-l(ı)-y o r] İçine acı koymak; acılı hâle getirmek. acılamak2, [acı-la-mak] gçl. f i [ - r [-l(ı)-y o r] Hırpa layarak sevmek; hırpalamak.
{ağız} Sevmek; okşamak. [DS] acım ak2, [eT. açT-mak > acı-mak j^ ^ T ] {eAT} gçsz. fi. [- r ] Eziyet görmek; ıstırap çekmek; acı duymak, acımaklı, [acı-mak-lı] sf. (Ses için) acıklı, dokunaklı, hazin. acım an, [acı-man] {ağız} is. Anların petek gözlerine doldurdukları acı madde. [DS] acımasız, [acı-ma-sız] is. v e s f. 1. işine ve yargılarına
BÜKÇE H
ACI sevgilerini ve insani duygularını karıştırmayan; kendinden af dileyene duyarsız kalan; katı; merha metsiz; zalim; ceberut; gaddar. 2. Değerlendirme lerinde hiçbir kusuru, boşluğu affetmeyen; katı; insafsız. 3. Sebep sonuç ilişkisinin kesinliğini ifade eden zarf. «B ilm eyen e tabiat acım asızdır.» acımasızca, [acı-ma-sız-ca] (acım ası ’z ca ) zf. Acıma duygusu taşımadan; gaddarca; zalimce; insafsızca, acımasızlık, -ğı [acı-ma-sız-lık] is. 1. Acımasız olma durumu; acımasız olan kişinin tutumu; merhamet sizlik; gaddarlık; insafsızlık; taş yüreklilik. 2. zf. Bir şeyin acımasızca gerçekleştirilme durumu, acımazlık, [acı-maz-lık] is. Acıma duygusu taşıma ma hâli; gaddarlık; merhametsizlik, acımık, -ğı [acı-m-ık] is. bot. 1. Karanfilgillerden yaprakları karşılıklı pembe ve mor çiçek açan ya bani ot; belemir; delice; karamuk. 2. {ağız} Çok sık dallı, acı ve fena kokulu bir yabancı ot. [DS] 3. {ağız} Sütleğen. [DS] 4. Merhamet. 5. İnsana sımsı kı sarılan sırnaşık kimse. S acımık torbası, {ağız} anat. S a fra kesesi. [DS] acımıktı, [acı-mık-lı] {ağız} sf. Yufka yürekli; mer hametli. [DS] acım sam ak, [acı-msa-mak] gçsz. f . [-r ] [-s(ı)-y or] A cır gibi olmak; biraz acımak, acımsı, [acı-msı] sf. 1. Tadı acıya yakın, biraz acı olan; acımtırak; az acı; acıya çalan. 2. Duygusal yönden dokunaklı,
.
m
züntü duyulmak. 2. Teselli edilmek. 3. döniiş. f . Bir olay karşısında kendi kendine üzülmek; hayıflan mak. acınm ak2, [acı-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Dert yan mak; başkasında merhamet uyandırmaya çalışmak; sızlanmak. [DS] acınm ak3, [acı-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Birine acımak; merhamet duymak, acır, [Ar. ‘acür => acır >=-T] {ağız} is. bot. Buruşuk kabuklu, açık renkli bir tür hıyar; acur, (Cucum is an guria). [DS] a cırak 1, -ğı [acı-rak ı3j=-T] {eAT} sf. Acımsı, acımtı rak; az acı; hafif acı. acırak 2, -ğı [aç-(ı)rak] {ağız} sf. Biraz aç; iyice doy mamış. [DS] acırga, [Moğ. acırga] is. bot. Yaban turpu, turp otu. acırm ak, [ac-ır-mak / ac-ur-mak Jv?-T] {eAT} gçl. f i [-u r ] 1. Acıktırmak. 2. Bağlı ve metbu durumda bulundurmak, acısız, [acı-sız] sf. 1. İçine acılık verecek herhangi bir şey katılmamış olan. «A cısız A dan a k öftesi y e d ik .» 2. m ec. Hiçbir üzüntüsü, derdi, kederi olmama. 3. Ağrı, sızı duyulmadan olan; acı vermeyen; acıtma yan. «A cısız a m eliy a t.» acışıklık, [acı-ş-ık-lık
{eAT} is. Acı; ağrı.
acışrnak1, [acı-ş-mak iy ^ r T] {eAT} dönşl. f i [-ır ]
acım tırak, -ğı [acı-mtırak] sf. Tadı acıya yakın biraz acı olan; acımsı, acım tırakkk, [acı-mtırak-lık] is. Acıya yakın bir tat bulunma durumu,
[eAT.. -ur] 1. Ağrımak; sızlamak; için için acımak. 2. {ağız} Üzülmek; acı duymak; kederlenmek. [DS] 3. Canı yanmak. 4. işteş, f . {ağız} Birisinin ölümü ne, felaketine hep birlikte üzülmek. [DS]
acın, [ac-ın ^ T ] {eAT} zf. A ç olarak; açlıkla; açlık
acışm ak2, [ac-ış-mak] {ağız} işteş f i [-ır ] Sevişmek. [DS] acıştırm ak, [ac-ış-tır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] Acıt mak; canını yakmak. [DS]
tan. S acın ölmek, {eAT} 1. A çlıktan ölm ek. 2. Aç o la r a k ölm ek. acınacak, -ğı [acı-n-acak] sf. Acıma duygusu uyandı racak biçimde; acıklı; üzüntü verici, acınaklı, [acı-n-ak-lı] {ağız} sf. Kederli; üzüntülü; acılı; elemli. [DS] acınası, [acı-n-ası] zf. Acınacak, merhamet edilecek durum. acındırm a, [acı-n-dır-ma] is. Acındırmak işi. acındırm ak, [acı-n-dır-mak] gçl. f . [ -ir ] 1. Başkala rının kendisine acımasını sağlamak. 2. Bir kimseyi merhamete getirmek; yumuşatmak. 3. Kendisini zavallı durumda göstermek suretiyle karşısındaki nin merhamet duymasını sağlamak, açınılma, [acı-n-ıl-ma] is. Açınılmak işi. açınılmak, [acı-n-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Bir kişiye veya canlıya başkaları tarafından acınmak: merhamet edilmek. (Bu f i i l cü m lede özrıesiz o la r a k kullanılır.) «Onun bu durum una açın ılm az m ı? » acınma, [acı-n-ma] is. Acınmak işi. acınm ak1, [acı-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Keder ve ü
acıtgan, [acı-t-ğan / acı-t-kan
{eAT} sf. Çok a-
cıtan; çok ıstırap veren, acıtıcı, [acı-t-ıcı] sf. A cı veren; ağrı, sızı veren, acıtkan, [acı-t-ğan / acı-t-kan j ^ T ] {eAT} sf. -*• acıtgan. acıtm a, [acı-t-ma] is. Acıtmak durumu, fiili, acıtm ak, [acı-t-mak] gçl. f i [-ır ] [eAT, -ur] 1. Canım yakmak, fiziksel olarak ağrı sızı vermek; ağrıtmak; sızlatmak. 2. Tadını acı hâle getirmek; acılaştır mak. 3. {eAT} İncitmek, acıyıcı, [acı-y-ıcı] sf. Acıyıveren, merhamete gelive ren; acıyan. aciz, [Ar. ‘âciz => âciz] {eAT} sf. Gücü yetmeyen; âciz. S âciz eylemek, {eAT} Güçsüz ve ça resiz bı ra k m a k .|| âciz eyleyici, {eAT} Güçsüz ve ça resiz b ıra k a n .|| âciz olm ak, {eAT} Gücü yetm em ek ; aciz g österm ek.
o b iiiic e
sözüm. M
Âci
aci, [Ar. ‘âcî ^ U ] (a:ci:) {OsT} sf. İ . Fildişi ile ilgili. 2.
Fildişinden. 3. Fildişi satıcısı,
değişmiş su; bozuk su.
acib, [Ar. ‘aceb (hayret, g a rip lik ) > ‘acıb ı_-
(a-
ci:b ) {OsT} sf. Alışılmış olanın dışında; garip; tu haf; acayip; şaşılacak; hayret verici, t? acîbü’lkıyâfe, {OsT} Giyimi a ca y ip olan. acib, [Ar. ‘aceb (hayret, gariplik) > ‘âcib
(a ~
ci:b) {OsT} is. Alışılmışın dışında olan şey; şaşıla cak şey. acibane, [Ar. ‘acıb + Far. -âne
L
(a c i:b a :n e)
{OsT} zf. Şaşılacak tarzda; hayret verici biçimde, acibe, [Ar. ‘acıb / ‘acîbe
(a c i:b e ) {OsT} is.
Alışılmışın dışında, bugüne kadar hiç görülmemiş şey; tuhaf; garip; acayip; anormal. S acibe-i hil kat, A cayip yaratık. acibüleda, [Ar. ‘acıbü’l-edâ
(a ci;b ü le-
d a :) {OsT} sf. Güzelliğiyle hayrete düşüren. acil1, [Ar. ‘acele (çabu k) > ‘âcil
(a :cil) {OsT}
sf. Çok acele, beklemeğe zamanı ve tahammülü olmayan; derhâl yerine getirilmesi gerekli olan; bekletilemez. S acil durum , H em en m ü dahaleyi veya ted b ir alm ayı g erek tiren kritik durum. || acil vaka, 1. Z a b ıtaca zam an kay b etm ed en m ü d ah ale edilm esini g erek tiren gü ven lik tedbiri. 2. H ekim lik ç e hem en g e r e k li tedavi işlem inin y apılm asın ı g e rekli kılan sa ğ lık problemi.\\ acil servis, H astan e lerd e hem en tedavi altın a alın m ası g e r e k li h a sta la rı k ab u l ve tedavi ed en bölüm.\\ acil şifalar dile mek, H asta olan birinin k ısa zam an d a sa ğ lığ ın a kavuşm ası için du a etm ek, d ilekte bulunm ak; g e ç miş olsun dileğ in d e bulunmak. acil2, [Ar. ecel > âcil / âcile J=rT] (a :cil) {OsT} sf. 1. Vadeye bağlı; vadesi geldiğinde yapılacak olan. 2. Erteli. acilane, [Ar. ‘âcil + Far. -âne
(a :cila :n e)
{OsT} zf. 1. Acele olarak; acele ile. 2. Acele edenle re özgü; aceleci kimselere yakışır biçimde. acilen1, [Ar. ‘âcil > ‘âcilen
(a :ci'len ) {OsT} zf.
1. Acil olarak, geciktirmeden, hemen; ivedilikle; gecikmeden. 2. Vakti zamanı geldiğinde yapılmak üzere. acilen2, [Ar. âcil > âcilen Ü>-T] ( a ı c i ’len) {OsT} zf. Zamanı geldiğinde yapılmak üzere; ertelenmiş ola rak. aciliyet, [Ar. ‘âciliyyet c~U-U] (a:ciliy et) {OsT} is. İvedilik. acin1, [Ar. ‘acn (yoğurma) > ‘acîn
acin2, [Ar. âcin ^ 1 ] (a;cin ) {OsT} is. Rengi ve tadı acinî, [Ar. ‘acım
(a ci.n i:) {OsT} sf. 1. Hamur
gibi; hamur kıvamında. 2. kim. Hamurumsu, aciniyet, [Ar. ‘acîniyyet
(aci:n iyet) {OsT} is.
Hamur gibi olma; macunlaşma, acir, [Ar. ecr (kiraya verm ek) > âcir yr-T] (a :cir) {OsT} sf. Kiraya veren; kiralayan; mucir, aciş, [Far. âcış
(a :c i:ş ) {OsT} is. Üşüme.
acitato, [İt. agitato] is. müz. (Çalınmak işi için) canlı ve coşkun, aciyo, [İt. aggio] (a ’cyo) is. -+• acyo, âciz, [Ar. ‘acz > ‘âciz
(a:ciz) sf. 1. Bir işi ya
pabilecek gücü, becerisi ve yeteneği olmayan; güç süz; iktidarsız; çaresiz. 2. Zavallı; zayıf. 3. Yoksul; düşkün. 4. Himayesiz; kimsesiz. 5. Şaşırmış. S âciz bırakm ak, B irin i b ir iş y a p am az veya işin içinden çıkam az h â le so k m a k; b u n a l t m a k . âciz kalmak, Bütün ç a b a la rın a rağm en bir işi y a p am az durum a düşm ek; ça resiz kalmak.\\ âcizleri, (eski) Yazma ve k on u şm alard a kendisinden b a h setm ek g erek tiğ i zam an a lç a k gönüllülük ve sa y g ı g ö ster m ek için "ben ” y erin e kullanılan k elim e; âcizan e. aciz, -czi [Ar. acz
is. 1. Güçsüzlük, yetersizlik;
iktidarsızlık; 2. Beceriksizlik. 3. tic. huk. Ödeme günü gelmiş olan borçlarını ödeyemeyecek duruma düşmek. 4. Bir şeyin son bölümü; arka taraf. 5. anat. Vücudun arka tarafı; kıç; (insan ve hayvan için) kalça; sakrum. 6. ed. Beyitte ikinci mısraın son kısmı. S aciz hâli, İfla s h â lin d e birisinin m ah k em ey e b a şv u ra ra k durumunun tespitini istem e durumu.\\ aciz belgesi, A cze düşmüş b ir tüccarın h acizli m alların ın p a r a y a çevrilm esin den so n ra ala cağ ın ın tam am ını alam am ış bulunan a la c a k lıy a icra d a ir esi tarafından verilen a la cağ ın ın k alan m iktarını belirten belge. âcizan, [Ar. ‘âciz > ‘âcizân
(a ;ciza ;n ) {OsT}
is. Acizler; zavallılar, âcizane, [Ar. ‘âciz + Far. âne
(a :ciz a ;n e)
{OsT} sf. ve zf. 1. Âciz kimselere yakışır şekilde. 2. Konuşma ve yazmalarda karşısındakine saygı duy duğunu belirtmek veya alçak gönüllü davranmak için kendisinden bahsederken kullanılan ifade. âcizî1, [Ar. ‘âciz + Far. - ı tsyr^ ] (a :ciz i:) {OsT} is. 1. Acizlik; güçsüzlük; yetersizlik; beceriksizlik. 2. Al çak gönüllülük.
(aci:n) {OsT}
âcizî2, [Ar. ‘âciz + Far. -î iSyr lt] (a ;ciz i:) {OsT} sf. 1.
is. 1. Hamur ya da macun hâline getirme; yoğurma.
Alçak gönüllü kimseye ait. 2. Alçak gönüllülük göstermek için “bana ait, benimki” yerine kullanı lır.
2. Macun; hamur. 3. sf. Yoğrulmuş; hamur veya macun hâline getirilmiş.
n m u K H .M
ÂCİ âciziyet, -ti [Ar. ‘âciz! > ‘aciz-iyyet cojş-U ] (a:ciziy et) {OsT} is. 1. Yeteneksizlik; âcizlik. 2. Yoksul luk. 3. Alçak gönüllülük, âcizlik, -ği [âciz-lik] (cı:cizlik) sf. 1. Aciz olma hâli; düşkünlük; yoksulluk. 2. Beceriksizlik, güçsüzlük; iktidarsızlık. 3. Yetersizlik, açm ak, [âc-mak / âç-mak
{eAT} gçsz. f . [-a r ]
Acıkmak. acmiy, -yyi [Ar. ‘acmiyy
{OsT} sf. 1. Akıllı;
anlayışlı. 2. İnce düşünceli,
acyo, [İt. aggio] ( a ’cyo) is. 1. Bankaların yaptıkları işlemlerden dolayı aldıkları komisyon ve ücretlerin toplamı. 2. Bonoların bankalarca nakde dönüştü rülmesi sırasında verilen para ile üzerinde yazılı olan miktar arasındaki fark; kırım; ıskonto, acyocu, [acyo-cu] is. Borsa işlemleri yapan; borsacı; komisyoncu. acz, [Ar. ‘acz
{OsT} is. 1. Beceriksizlik. 2. ed.
Düz yazıda bir bölümün son cümlesi. 3. Manzume de bir beytin ikinci dizesinin son yarısı. S acz-i ikdam, Ç alışıp ç a b a la y ıp b ir şe y yapam am a.
acn, [Ar. ‘ acn y * * ] {OsT} is. Yoğurma; macun kıva
-a ç 1, [-aç / -eç / -ıç / -iç / -uç / -üç] yap. e. -*■ -ç.
mına getirme, aco, [eT. aça] {ağız} is. Amca. [DS]
-aç2, [-aç / -eç] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdelerinden içinde bulunulan duram kavramı katarak sıfatlar yapar: gü leç. 2. Fiillerden, eylemin belirttiği işle ilgili araç ve gereç isimleri yapar: büyüteç, k ald ı raç, üreteç. 3. Benzerlik kavramı ile isimlerden isim yapan ek: bozaç, topaç, k ü p eç ‘kü çü k küp ’. 4. {eT} Fiilden isim yapma eki. k ö m -eç (kül p id esi) 5. {eAT) Fiilden isim yapan ek; alet isimleri yapar. kısaç. -aç3, [-aç, / -eç] {eT} yap. e. İsimden isim yapma eki. b e g - e ç (beyceğiz)
acube, [Ar. ‘ucübe
(a cu :b e) {OsT} is. - * ucube,
-acuk, [-a-cuk] {eAT} yap. e. Sıfatta dereceyi düşüren isimden isim yapma eki. az-acuk. acuk, [eT. açık] is. Dert, acuk, [aç-uk / ac-uk Jj»-T] {eAT} sf. Açık, acul, -lü [Ar. ‘acele > ‘acul Jj= ^ ] (acu :l) {OsT} sf. (Kişi için) işini yaparken çok acele eden; aceleci; tez canlı; içi tez; sabırsız; evegen; telaşçı.
-aç4, [-aç] {eAT} yap. e. Renk adlarından o sıfata yakınlık bildiren isimler yapan isimden isim yapma {OsT} sf. ve zf. Çok acele olarak; aceleci kimsenin eki. boz-aç. davranışına uygun, a ç 1, [eT. âç-mak > âç > aç] sf. 1. (Kişi, hayvan için) acun, [Soğd. âcün] {eT} is. Dünya; âlem. [Mühennâ] yemek ihtiyacı içinde bulunan; acıkmış. {eT} (a :ç) (aynı). [DLT] [Gabain] [Tekin] [EUTS] [ETY] 2. Yeme a c u r 1, [Ar. ‘acür j .^ ] is. 1. Kabakgillerden hıyara içme, giyinme ve barınma gibi en doğal ihtiyacını benzer bir çeşit sebze; (Cucum is flex u o su s). {eAT} karşılayamayacak derecede yoksul kimse. 3. Ne (aynı) 2. arg o. Münasebetsiz, belalı, şirret. 3. {ağız} kadar çok kazınırsa kazansın bunlarla yetinmeyen Olgunlaşmış tohumluk hıyar. [DS] 4. {ağız} San ve sürekli kazanma ve biriktirme arzusu içinde olan; uzun bir tür kavun. [DS] 5. {ağız} Ham kavun. [DS] 6. {ağız} Bir tür pancar otu. [DS] 7. {ağız} Yemeğe açgözlü; haris; gözü doymaz; tamahkâr. 4. Kurak lıktan dolayı kurumuş, kavrulmuş durumdaki top konulan yağ, soğan, salça gibi şeyler. [DS] rağın hâli; susuz. 5. Çok istekli, özlem çeken; do acu r, [acur] {eAT} sf. Kurtlanmış, yumsuz. 6. {ağız} Yoksul. [DS] 7. {ağız} A ç gözlü. acurm ak, [ac-ır-mak / ac-ur-mak {eAT} gçsz. [DS] S aç açık, Yoksulluk içinde, evsiz barksız.\\ aç f . [-u r] -*■ acırmak. açık kalm ak, E vsiz ba rk sız ve y o k su l durum a düş acuz, [Ar. ‘ acüz (acu:z) {OsT} is. Kocakarı, m ek]|| aç acına, A ç o la ra k, a ç olduğu h âlde. || Aç ayı oynam az. Ü creti verilm eyen işçiden y ete ri k a acuze, [Ar. ‘acüz > ‘acüze oj.y ^ \ (acu :ze) {OsT} is. 1. d a r iş y a p m a sı beklen em ez. || aç bırakm ak, 1. Ye Kocakarı, ihtiyar kadın. 2. Huysuz ve geçimsiz ka m ek v erm em ek veya verm ekte gecikm ek. 2. H aksız dın. 3. Çirkin; suratsız. 4. m ec. Büyücü, ara bozucu lık y a p a r a k birin i y o k su l h â le düşürm ek]] aç bîilaç, kadm; cadı. B akım sız, kim sesiz; yoksu llu k içinde. ]\ aç boğaz, acül, [Far. âcül J^-T] (a:cü l) {OsT} is. Geğirme, {ağız} 1. A ç g özlü ; gözü doymaz. 2. Yiyip içm esi ken din e ait o la r a k tutulan gün delikçi. [DS]|| aç a cü r, [Ar. âcür yrT] (a:cü r) {OsT} is. 1. Kiremit. 2. çard ak , {ağız} H ela. [DS]|| aç çıplak, Yoksulluk ve Tuğla. 3. Kerpiç, ihtiyaç için d e.|| aç dirilmek, {eAT} A ç y a şa m a k .|| acüri, [Ar. âcürı ıZj=r~\] (a :cü ri:) {OsT} is. Kiremitçi; Aç doym am, tok acıkm am sanır, İnsan içinde tuğlacı. bulunduğu durumun h iç d eğ işm ey eceğ in i sanır. ||aç doyurm ak, Y oksullara p a r a ve y iy e c e k g iy ece k acüssin, -nni [Ar. ‘âcü’s-sinn ^Lt] (a:cü ssin ) v er ere k y a rd ım d a bulunm ak]] aç gezmek (dolaş {OsT} is. Fil dişi, mak), Yiyecek, iç e c e k ve barın m a g ib i zorunlu ihti acve, [Ar. ‘ acveoj^t] {OsT} is. Hurma ezmesi. y a çla rın ı k arşd ay a m ad a n sıkıntı için de y aşam ak]]
aculane, [Ar. ‘acül + Far. âne
(a cu :la :n e)
AÇI
im iw a i.9 7 Aç gezmekteııse tok ölmek yeğdir. Yoksulluk ölümden daha zor dur.\\ aç göz, 1. D oym ak bilmez bir iştah sahibi. 2. İhtiras sahibi; muhteris .|| aç gözlü, Azı ile yetinmeyen, ihtiyacından çok fa zla sı
açasıya, [aç-a-s-ı-y-a] {ağız} zf. Açmadan önce; açıncaya kadar. [DS]
nı isteyen; haris; çingene; doymaz; hırslı; muhte ris; tamahkâr.\\ aç gözlülük, Aza kanaat etmeme, aç gözlii davranma hâli .|| açından ölmek, 1. Çok acıkmak. 2. Büyük bir yoksulluk içinde olmak. || aç itmek, {eAT} A ç bırakmak.\\ aç kabadayı, {ağız} 1. K abadayılık yapan yoksul kimse. 2. Yoksul olduğu hâlde başkalarına yardım eden. [DS] |] aç kalmak, Yiyecek bir şey bulamamak; karnını doyuramamak; sıkıntıya düşmek. \\ aç karnına, A ç iken, henüz y e mek yemeden. || aç koymak (bırakmak), Yiyecek vermemek .|| aç k urt gibi (saldırmak), 1. Aşırı bir istekle... 2. Büyük bir iştahla...\\ aç susuz, Büyük bir yoksulluk ve sıkıntı içinde. \\ A ç tavuk kendini darı am barında sanır. İnsan çok fa zla ihtiyaç duyduğu şeyler için olm adık hayaller kurar.\\ aç tutm ak, {eAT} A ç bırakmak. aç2, [aç] {eT} is. Birini çağırmakta kullanılan ünlem;
aççelerando, [İt. accelerandum] zf. miiz. (Çalmak için) gittikçe hızlanarak, açdurm ak, [aç-mak > aç-dur-mak / aç-tır-mak] gçl. f. [-ur] Birinin bir şey açmasına yol açmak: açma sını sağlamak; açtırmak,
çağırma; ünde. [DLT]
açavele, [İt. braccia in vela] is. dnz. Serenlerin son derece prasye olunma durumu,
açgı, [aç-gı] {ağız} is. Halı, kilim gibi yaygı. [DS] açgu, [aç-ğu] {eT} is. Anahtar. [Miihennâ] açguçu, [açğu-çu] {eT} is. Kan alıcı. [Miihennâ] a ç ı1, [aç-ı] is. mat. 1. Başlangıç noktaları ortak iki yarı doğru arasındaki açıklık. 2. mec. Anlayış şekli; olayları anlama, ele alma biçimi; görüş; fikir; dü şünce. S açı aldanması, Açıların değeri ile ilgili olarak göz yanılması.\\ açı ölçümü, A çı ölçme ku
ral ve teknikleri. açı2, [eT. açığ] {eT} sf. A cı; acı olan; ekşi. [DLT] S açı su, {eT} Tuzlu sw.|| açı teniz, {eT} Suyu tuzlu olan deniz. ||açı tiniz, {eT} -*■ açı teniz,
aça, [aça] {eT} is. -*■ eçü. [ETY]
açı’, [eT. açığ > açı ^ î ] {eAT} Acı; dert; keder; ıs
açacak, -ğı [aç-mak > aç-acak] is. 1. Şişe ve konser ve kutusu gibi yiyecek içecek maddelerinin konul duğu kapların kapaklarını açmaya yarayan araç. 2. Kitap ve zarf kenarlarını kesmeye yarayan kâğıt bıçağı. 3. {ağız} Anahtar. [DS] 4. {ağız} Bilmece. [DS] açag, [aç-ağ] {eT} sf. Acı. [EUTS]
tırap. açı4, [eçü / açı] {eT} is. Yaşlı kadın; hanım nine. [DLT] açıcı, [aç-ıcı] sf. 1. Açma işini sürekli yapan. 2. mec. Artıran; ferahlatan. «İştah açıcı, gönül açıcı, zihin açıcı.» 3. Bir ülkeyi açan, alan; fetheden; fatih. 4. is. Gümrüklerde kontrolü gerekli bavul, sandık, çanta, paket gibi eşyaları açmakla görevli kimse. 5. Açm a işinde kullanılan alet. 6. Kâğıt hamuru hazır lama sırasında liflerin parçalanarak sıvı içinde asılı olarak kalmasını sağlayan araç. 7. Tekstilde balya hâlinde gelen pamuk veya yünü çözüp dağıtmaya yarayan makine.
açagatık, [ak-ça+kat-ık > ağçalcatık] (a:çagatık) {ağız} is. Yağsız ve süzülmüş yoğurttan yapılan pey nir. [DS] açagram yılan, {eT} is. zool. Boa yılanı. [EUTS] açağız, [aç-ık + ağız] (a:çağız) {ağız} s f Boşboğaz; ukala. [DS] açalya, [Lat. azalea] (aça ’lya) is. bot. Güzel ve gös terişli çiçekleri dolayısıyla saksılarda yetiştirilen orman gülü, (Rhododendron indicum).
açıg1, [âç-ığ] (a:çıg) {eT} sf. 1. Acı; ıstırap. [ETY] [Gabain] [Yüknekî] [EUTS] 2. Hiddetli; güçlü; pek [Gabain] [Yüknekî] 3. Ekşi; acımtırak. [EUTS] 4. is. Öfke; kızma; hiddet, fi1 açıg a, N e acı!
açan1, [aç-mak > aç-an] is. 1, anat. Oynak kemikler açıg2, [aç-mak > aç-ığ] {eT} is. 1. Bolluk içinde ya arasındaki açıyı genişletmeye yarayan kaslar; bâsıt. 2. mat. Bir eğri üzerine sarılmış ve bir ucundan şama; nimet içinde yaşayış; bolluk. [DLT] [İKPÖy.] 2. Hediye; armağan. [EUTS] [Gabain] 3. Devlet bü bağlı ip çekildiğinde öbür ucunun çizdiği eğri. yüklerinin bahşişi; hanın verdiği bahşiş. [İKPÖy.] açan2, [eT. kaçan > haçan] {ağız} zf. O zaman; öyley [DLT] se. [DS] açıglı, [aç-ığ-lı] {eT} sf. Açık; açılmış olan. [EUTS] açani, [Sansk. âjâneya] {eT} is. 1. Soy; ırk. 2. Soylu açıglıg1, [açığ-lığ / açıg-lık] {eT} sf. 1. Ekşili. 2. İçine kök. 3. İmtiyaz. 4. sf. Soylu. [EUTS] konulanı ekşiten. [DLT] açar1, [aç-mak > aç-ar] {ağız} is. Anahtar. [DS] açıghg2, [aç-ığ-lığ] {eT} sf. Bolluk içinde bulunan açar2, [aç-mak > aç-ar] {ağız} is. Turşu; aperatif. [DS] (kimse). [DLT] fi1 açıghg tutm ak, İyi gıdalar ile açar3, [Erme, açar] {ağız} is. Yeni doğmuş erkek bu beslenmek. [DLT] zağı. [DS] açıglık, [açığ-lık] {eT} is. Acılık. [DLT] açari, [Sansk. âcârya] {eT} is. Öğretmen; hoca; üstat. açıgsam ak, [açığ-sa-mak] {eT} f. Canı ekşi istemek. [EUTS] [Gabain] ’[DLT] açasına, [aç-a-s-ı-n-a] {ağız} zf. Açık olacak biçimde; açık olarak. [DS]
açığ, [aç-ığ] {eT} sf. Acı. [Mühennâ] S1 açığ su, {eT} Acı su; tuzlu su [Mühennâ]
Ö IÜ M I Ö IC tS Ö M .9 8 açık1, [eçü > açı-k ?] {e l } is. Büyük kardeş. [DLT] açık2, -ğı [eT. aç-uk > aç-ık
sf. 1. Açılmış olan;
katlı, sanlı, örtülü, kapalı durumda olmayan. 2. Herhangi bir kuşkuya, tartışmaya meydan verme yecek şekilde belirgin ve kesin olan; belirli; aşikâr; görünür. 3. m ec. Kolay anlaşılabilir olan; sarih; sade; vazıh. 4. Çalışmalarını sürdürebilir durumda olmak. 5. Görevlendirilmiş sorumlusu bulunmayan makam; münhal; boş. 6. Düz ve engebesiz arazi. 7. Gizli, saklı bir düşünce ve planları bulunmayan. 8. Ön yargı beslemeden yenilikleri ve olumlu değişik likleri kabullenebilir olan; benimsemeğe, anlamaya yatkın. 9. (Toplantı veya görüşme için) girilmesi, geçilmesi serbest; herkesin katılabileceği, izleyebi leceği. 10. (Y er vb. için) rahatça girilip çıkılabilir; engelsiz; geçişe uygun. 11. Görenlerin cinsel açı dan tahrik olmasına sebep olacak ve utanma duy gusunu yaralayacak şekilde cinselliği işleyen; ero tik; pornografik; müstehcen. 12. Renk bakımından koyu olmayan. 13. (Gökyüzü, hava için) güneşli ve bulutsuz. 14. (Elbise için) vücudu yeteri kadar ört meyen; çıplak; üryan; dekolte. 15. (Yara için) iyile şip kapanmayan, akıntısı veya kanaması bulunan. 16. (Yüzey, alan için) oldurulmamış; boş. 17. Biti şik veya yakın durumda bulunmayan; aralıklı ve genişçe; seyrek. 18. Rüzgâr veya fırtınaya karşı bir engeli bulunmayan. 19. İşten çıkarılmış. 20. Korunaksız olan, muhafazası bulunmayan, ambalajsız. 21. (Y er için) üstü kapalı, örtülü olmayan; çatısız. 22. İçinde gizli bir maksat bulunmayan, samimi. 23. Uçsuz bucaksız, engin. 24. İç açıcı, ferah, neşe li, mutlu. 25. Duyurulmuş, bildirilmiş ve ilan edil miş olan. 26. (Radyo ve televizyon için) sesi çok yüksek. 27. {eAT} Serbest; laubali. 28. {ağız}] Uzak; ırak. [DS] 29. {ağız} Kızlığı bozulmuş. [DS] 30. is. Denizin kıyıdan oldukça uzak yeri. 31. Muhasebe kayıtlarına göre sorumlusunun elinde bulunmayan para veya mal. 32. {ağız} Kahve cezvesi. [DS] 33. Kusur, suç, zaaf. 34. {ağız} Orman içindeki ağaçsız, çıplak yer. [DS] 35. zf. Ortada, meydanda, aleni. S açığa alınma, H akkın da a ç ığ a a lm a işlem inin uy gu lan m ası,|| açığa almak, 1. H akkın da kam u d a v a sı açılm ış bulunan dev let memurunu d a v a so n u çla n ın caya k a d a r g örev d en uzaklaştırm ak. 2. B ir d e niz taşıtını kıyıdan denizin için e doğru bira z uzaklaştırm ak. || açığa çekmek, K ıyıdan u zağa doğru seyretmek.\\ açığa çıkarm a, 1. İdaren in teşkilatta d eğ işik lik y a p a rk en bazı k a d r o la r ı kaldırm ası s e b e b iy le bazı m em urların k a d ro dışı kalm ası. 2. Toplum u ilgilen diren gizli ve y a s a k olan b ir işi d e lilleriy le birlikte kam uya duyurm ak; h erkesin b il m esini, tanım asını sağ lam a. || açığa çıkarm ak, Uçu cu b ir kim yasal ürünü tutunduğu ve oluştuğu ortam dan ayırm ak. «Suyun elektrolizin den hidrojen ve oksijen a ç ığ a ç ık a r.» || açığa çıkmak, 1. kim. K im y a sa l b ir işlem sonu cun da d iğ er m ad d e veya
elem en tlerden ayrı o la r a k oluşm ak, en erji oluşm ak, b elirm ek; olu şm ak; m ey d an a gelm ek. «H idrojen ile oksijen tepkim eye g ir e r e k suyu m eydan a getirirken büyük b ir en erji a ç ığ a ç ık a r .» 2. K im y a sa l tepkim e son u cu n da h a v ay a karışm ak. 3. G izli y a n ı k a lm a m ak; h erk es tarafın dan öğren ilm ek. 4. B ir geçitten, b ir k an ald an d ışa rıy a çıkmak.\\ açığa imza, K işileri hukuken b a ğ la y a c a k b ir sen et veya sö z leşm e g ib i belg elerin m etin kısm ı y a zılm ad an k a r şıd a bulunan kim seye gü vendiğin i belirtm ek için b ir kâğ ıd ın alt bölüm ün e atılan im za.|| açığa vurm ak, Gizli tutu lan b ir o lay ı veya b ir duyguyu, düşünceyi fa r k ın a varm adan ipu çları v e r e r e k b e lli etm ek. || açığı çık m ak, Zim m etinde bulunan m a l veya p a ra n ın ek sik olduğunun anlaşılması,\\ açığını kapatm ak, 1. M al veya p a r a o la r a k zim m etinde g örü len eksikliğ i g i derm ek. 2. B ir işletm enin g e lir ek sik liğ i ile g id er fa z la lığ ı a ra sın d a k i d en g ey i sa ğ la m a k ; z a r a r et m ekten k u rta rm a k 3. B ilg i v e b e c e r i bakım ından eksikliğ in i g id erm ek ; u stalığ ın daki ek sik lik leri ta m am lam ak. 4. B aşkasın ın kusurunu g izlem ek; a ç ı ğını örtm ek.|| açığını yakalam ak (görmek, bul mak), Birinin eksiğini, kusurunu veya zaafın ı bul m ak, o rtay a çıkarmak.\\ açık açık, H içb ir şey g iz lem eden , g e r ç e k te oldu ğu g ib i; d o sd o ğ ru ; doğru o la r a k ; a ç ık ç a .|| açık ağız, 1. Aptal, sersem ; h er o la y d a ve durum da h akkı o la n çıka rla rın ı koru m a sını bilem eyen. 2. {ağız} B o ş b o ğ a z ; geveze. [DS] || açık ağızlı, 1. A hm ak, sersem . 2. {ağız} Tem bel. [DS]|| açık akış, Sıvı ve g azların bo ru la rd a n h içb ir en g elle (vana) k a r şıla şm ad a n a kıp geçmesi.\\ açık alınla, H içb ir kanunsuz ve a h la k dışı tutumu o lm a dan, y aptıkların ın doğruluğundan em in o la r a k ; şerefle.\\ açık arazi, as. D üşm an tarafından g ö rü l m eyi en g elley ec e k b ir sütrenin bulunm adığı arazi. || açık artırm a, A lıcı o lm a k isteyenlerin g ö zleri önün de a ç ık ç a fiy a t ö n e r e r e k ve en ç o k fiy a tı veren kişiye y a p ıla n satış işlem i. || açık ateş, S ip ere g ir m eden düşm an a a teş etm e. ||açık atış, H ed efi g ö r e r e k y a p ıla n a tış. \\ açık ayak, {ağız} B ir tür tulum b a c ı yürüyüşü. [DS]|| açık bilet, B elirli b ir sü re için d e ku llan ılm ak ü zere satın a lm a sıra sın d a h a re k e t tarihi y azılm am ış a n c a k h a rek et gününün y a zılm asıyla g e ç e r lik kazan an y o lcu lu k bileti.|| açık bono, 1. Ö d en ecek p a r a m iktarı y azılm adan düzen lenm iş ve im zalanm ış senet. 2. m ec. Sınırsız güven ve y etk i.|| açık boyam ak, R en k bakım ından biraz d a h a ay d ın lığ a k a ça n ton ile b o y a y apm ak. || açık bölge, 1. D ev letler a ra sı ticaret ilişkilerin de h er han gi b ir kısıtlam anın bulunm adığı alışv eriş b ö lg e si. 2. G iriş ve çıkışların h erh an g i b ir kısıtlam a ve kon trole ta bi tutulm adığı yer.\\ açık börek, {ağız} O rtası a ç ık b ır a k ıla r a k p işirilen börek. [DS]|| açık bütçe, G eliri g id erin i karşılam ay an bütçe. || açık bütçe politikası, Ü lkede görü len ek o n o m ik dur gun luk z am an ların d a devletin tam istihdam ı s a ğ
M V R K C E H . lam a k için e k kam u h a rc a m a la rı y a p a r a k g e lir a r tırm a şekli.\\ açık celse, M ah k em elerd e tarafların dışın da sey irci ve basın mensubunun d a bu lu n abil diği duruşm a şekli. || açık ciro, T ahsil e d e c e k ş a h sın a d ı y azılm ad an ciro edilm iş senet. ||açık cezae vi, 1. H üküm lülerin s e r b e s tç e d o la şa b ild iğ i, k a ç m aya karşı h erh an g i b ir m addi en gelin bulunm adı ğ ı cezaevi. 2. m ec. K o la y k a çıla n vey a idaren in h a tası yüzünden ç o k f i r a r o la n cezaevi. || açık çek, 1. Ü zerine ö d en m esi g er ek en m iktar yazılm ad an dü zenlen m iş ve im zalanm ış çek. 2. Tam an lam ıyla g ü ven duyma.\\ açık deniz, 1. Ü lkelerin k a r a su ları dışın da k alan ve bütün ülkelerin kullanm a hakkı bulunan deniz. 2. K a ra y a y akın olm ayan, k arad a n ç o k uzakta bulunan, karan ın görü n m ediği büyiik den iz; en gin ; okyanus. 3. Savunm asız deniz. || açık deniz teknolojisi, D en izd e p e t r o l a r a m a k için ku rulan p la tfo r m la r v e kuyu açm a, p e t r o l çıka rm a konusunda g eliştirilen teknoloji.\\ açık devre, 1. İçin den akım g e ç m e y e c e k ş e k ild e b ir y a lıtka n la k e silm iş devre. 2. Term ik sa n tra llerd e bu harın - su devresin in ısısını den ize vey a ırm ağ a b ıra k an s o ğutm a sistem i türü.[| açık dilltt, (eATj K ek elem ed en söyleyen ; düzgün konuşan.\\ açık dizi, oyunlarında oyuncuların a r a d a a ç ık lık b ır a k a r a k oluşturdukları dizi; a ç ık oyun. || açık dolaşım sistemi, E k lem b a c a k lıla rla b ir kısım yu m u şakçaların b ir a ta r d a m a r ve kan boşluğu ndan m eydan a g elen d olaşım sistemi. || açık durm ak, K en d isin i ilgilen dirm em ekle b e r a b e r a r a c ılık e d e b ile c e k veya ta rafları y atıştı ra b ile c e k kom ım d a iken k arışm a m ak ; m esa feli durmak.\\ açık duruşm a, M a h k em elerd e d av alı ve davacı ta raflard an b a ş k a basın ve izleyicilerin d e bu lunabildiği duruşm a şekli. ||açık düşme, G ü reşte kıçının üstüne dü şm ek su retiyle yen ilm ek. || açık düşmek, 1. (P ehlivan için) y a ğ lı g ü reşte rakibin in oyunu veya ken d i h a tası yüzünden sırt üstü düşm ek, (güreşte m ağlup o lm a se b e b id ir .) 2. H e d e fe g ö r e fa r k lı m esa fed e bulunmak.\\ açık e, Yazı dilin deki / e / ile / a / s e s i a ra sın d a k i yaygın ve g en iş b ir ağız ha rek etiy le söy len en / e / s e s i: e.|| açık eğretileme, ed. B ir varlığı ken d i a d ı y erin e h erh an g i b ir b a kım dan ben zetildiğ i b ir b a ş k a nesnenin a d ıy la a n m a sanatı. (B enzetm e ö ğ elerin d en y a ln ız ca ken d i sin e benzetilen kullanılır.) a ç ık istiare; istiare-i m usarraha. || açık ekmek, {ağız} 1. P id e ; in ce tan dır ekm eği. 2. Yufka ekm eği. [DS]|| açık ekonomi, U lu slararası ticari ilişk ileri bulunan ülkelerin e k o nom ik sistemi.\\ açık eksiltme, Satın a lın a c a k m al için çeşitli kişi veya fir m a la r ın karşılıklı o la r a k fiy a tı indirm ek y a rışı şek lin d e y a p ıla n alım şekli. || açık el, {ağız} C öm ert kişi. [DS]|| açık elbise, G ö ğüs, sırt, om uz veya k o lla rı a çık ta bırakan kadın elbisesi. || açık elli, C öm ert davran an ; y a rd ım se verli açık ellilik, C öm ertlikli açık fikirli, 1. Yeni likleri k olay benim seyen, tutucu olm ayan ; ileri g ö
AÇI rüşlü. 2. D üşündüklerini oldu ğu g ib i söyleyen.\\ açık eşkin, {ağız} Atın sık ve çev ik a d ım larla y ürü yüşü. [DS]|| açık fikirlilik, A çık fik ir li olm a h â li.|| açık finansman, Ü lkedeki iktisadi durgunluk d ö nem inde hükümetin g elirlerin d en fa z l a h a rca m a d a bulunm asıyla o rtay a çıkan bü tçe açığı.\\ açık geç mek, (G em i için) b ir kıyıdan, b a şk a b ir g em id en veya b ir y erd en uzak seyretm ek. || açık giyinmek, Yakasını, göğsiinii, omzunu, sırtını ve kolunu n o r m al sayılan ö lçü ler dışın da a çık ta b ır a k a c a k ş e k il d e giyinm ek. || açık görüş, C ezaev lerin d eki tutukluların y a kın la rıy la a r a d a h erh an g i b ir en g el o lm a d a n ,b ir a r a d a o la r a k görüşebilm eleri.^ açık hava, 1. K a p a lı y erlerin dışında, a tm o sferle ilişiği k e s il m em iş; kır, p a r k ve b a h ç elik y er. 2. Bulutsuz, a y dın lık ve p a r la k g ü n eşli hava. || açık halka dizilişi, fo lk . O yunlarında oyuncuların a ra la rın d a a ç ık lık b ır a k a r a k m eydan a g etird ik leri h a lk a şeklin d eki diziliş.\\ açık hava müzesi, Rüzgâr, yağm ur, k a r ve g ü n eş g ib i ta b ii etken lerden z a r a r g ö r m e y e c e k ta rih î eserlerin serg ilen d iğ i üstü örtiilü olm ayan m ü ze. || açık hava okulu, D erslik leri ve d iğ er bölü m leri öğ ren cilerin güneşten ve d iğ er ta b ii o rtam lar dan y ararlan m aların ı sa ğ la m a k üzere y a p ıla n d ırıl m ış eğitim kurumu.\\ açık hava oteli, G eceleyin pa rk ta , s o k a k ta yatan ların g e c e le d ik le r i bu tür y e r le r e v erd ikleri isim. || açık hava sineması, Üstü k a p a lı olm ayan, y a z lık sin em a.|| açık hava tiyat rosu, A m fiteatr şeklin d e düzenlenm iş iistii örtülü olm ayan tiyatro sahn esi. || açık hece, Son sesi ünlü o la n h ece. (Aruz ölçü sü nde k ıs a h e c e denir.) || açık işletme, M aden cilikte m aden y a tağ ın a u la şa b ilm ek için üstte bulunan toprağın b a ş k a y e r le r e atılm ası su retiyle çalışm a. || açık işsiz, G e çerli ü cretle p i y a s a d a iş bu lam ayan kimse.H açık işsizlik, Az g e lişm iş ü lk elerd e gizli işsizlik karşıtı o la r a k ku l lan ılan ek o n o m ik terim ; gizli işsiz o lm a durumu. || açık kalp ameliyatı, K a lb in g ö r e v i y a p a y bir k a lb e d ev red ilm ek su retiyle kan dolaşım ı sağ lan dıktan so n r a kalp üzerinde y a p ıla n c erra h i işlem . || açık kalpli, Samimi, dürüst, hoşgörü lü d avran an ; a ç ık yürekli-H açık kalplilik, Sam im ilik, dürüstlük, hoş görü lü davran ış; a ç ık y ü rek lilik .|| açık kapı, 1. D avran ış serb estliğ i sa ğ la m a durumu. 2. Bütün şartların olum suz ve aley h te g ib i göründüğü du ru m larda olum lu kiiçük b ir ihtim alin o rtay a çık m a sı. 3. {ağız} M isafiri b o l ev. [DS] 4. {ağız} H erk es e a ç ık olan m isafirh an e; köy odası. [DS]|| açık kapı bırakm ak, Tartışılan b ir kon u da g örü şü ile ilgili o la r a k son ve kesin sözü söy lem ed en g er i dönüş im kânı b ıra k m a k; kestirip atm am ak. || açık kapı bırakm am ak, 1. Tartışılan kon u da iddiasından v a z g e ç ec ek b ir im kân b ıra k m a m a k 2. H er türlü tedbiri a la r a k rakibin işine y a r a y a c a k ip ııcu b ı rakm am aktı a Ç!k kapı siyaseti, B ir devletin ken d i to p rakların d a d iğ er d ev letlere s e r b e s t ticaret h akkı
Û IÜ M IİM M . o» tanım ası; a ç ık k a p ı politikası.\\ açık k art verm ek, 1. B ir kim seye b e lir li b ir kon u da tam y etk i vermek. 2. Tutarı yazılm am ış ç e k verm ek. || açık kaş, (Kişi için) k aşla rı a ra sın d a ki m esa fe fa z la o la n .|| açık kefalet, R ehin ve ip otek istem eden k a b u l edilen kefıllik\\ açık keşide, K anunen y azılm ası g er ek li o la n kısım ları a la c a k lı tarafından düzenlenen p o li ç e veya bon o. ||açık kredi, Şahsın s a d e c e im zasına g ü v en ilerek a çıla n kredi.\\ açık koy, 1. Rüzgâra, fırtın ay a k arşı koru n aklı olm ayan d em irlem e yeri. 2. D üşm an sa ld ırısın a k arşı korunm asız dem irlem e yeri.\\ açıklar alayı, {ağız} işsiz güçsüz, b o ş g ez en le r takımı. [DS]|| açıklar livası, İşsiz güçsüz takım ı; b o şta gezenler.\\ açık liman, 1. Bütün gem ilerin güm rü ğe ta bi olm ad an m a l taşıdıkları lim an. 2. R üzgâr ve fırtın ay ı k e s e c e k b ir tabii en g ele sa h ip olm ayan liman.\\ açık maaşı, A çığ a alınm ış b ir dev let m em uruna a çık ta k ald ığ ı sü rece ö d en en üçte iki oran ın d aki m aaş. || açık mavi, R en k tonu b a k ı m ından b ey a z a y a kın m avilikte o la n ; h a v ai m avi.|| açık mektup, Kam uoyunun bilg i edinm esini ve desteğ in i s a ğ la m a k a m a cıy la b ir y etk ili kişiye s e s len en m ektup şeklin d e k a le m e a lın a ra k b a sın d a yayın lan an makale.\\ açık okumak, D uyulur b ir s e s le o ku m a k.||açık olmak, Sam im i ve dürüst dav ran m ak .|| açık ordugâh, A çık arazide, sa h ra d a, d a ğ d a kurulan ça d ırlı ordugâh.]] açık oturum , G ü n cel kon uların ve p ro b lem lerin d eğ işik g ö rü ş lerd e k i k iş iler tarafından d in ley iciler önünde tartı şıldığ ı toplan tı;pan el.]] açık oy, K ullananın kim liği ve oylanan konu h a kk ın d ak i görü şü b e lli o la n oy. || açık oynam ak, F u tb o l g ib i takım oyu n ların da s a vunm aya f a z l a ön em verm eden oynam ak. || açık öğretim , D erslerin h a b er le şm e a r a ç la r ı ile takip e d ilere k başarın ın b elirli z am an lard a toplu ca y a p ı lan sın a v larla ölçüldüğü öğretim şekli. || açık öz, tok söz, Olduğu gibi, çekin m eden sö y lem ek ; özü sözü bir.\] açık p azar, 1. S erb est p iy asa. 2. Gümrük vergisi alınm ayan, h e r d ev let veya şirk et tarafından alım satım y a p ıla b ilen ş e h ir veya ülke]] açık piya sa işlemleri, E kon om ik şa rtla ra g ö r e ban kaların likidite hacm in i düzenlem ek, arz ve talep yolu yla p a r a p iy a sa sın d a f a i z h a d lerin i dü zen lem ek g ib i b a n k a c ılık fa a liy e tle ri]] açık poliçe, K anunen d o l durulm ası zorunlu olan kısım ları y azılm ad an ilgili y e istediği m iktarı, tarihi veya ism i y azm a s e rb est liğ i tanınan p o liç e ]] açık pozisyon, F iyatların yük s e le c e ğ i um uduyla ç o k sa y ıd a m enkul kıym et satın a la n bir b o rsacın ın fiy a tların düşm esi sonucu için d e bulunduğu sıkıntılı durum, z arar]] açık rejim, Yönetim fon ksiyon ların ın kam uoyuna a ç ık o la r a k h iç b ir ba sk ı altın da kalm aksızın yürütüldüğü d e m okratik yönetim . (Karşıtı dikta rejim i veya d ikta törlük)]] açık rey, H erkesin g ö r e b ile c e ğ i v e tanı y a b ile c e ğ i şe k ild e verilen oy. ||açık saçık, 1. Vücu dun gizli k alm ası g er ek en y erlerin i örtm eyen kıya
fe t. 2. C in sel ilişk ileri çağ rıştıran , yüz kızartıcı ifa d e le r bulunduran sö z v e yazılar, resim ler; m üsteh cen ; edepsiz. || açık sarı, U çuk sarı, bey az katılm ış sarı. || açık sayım, Seçm en oyların ı kam uoyunun g ö r e b ile c e ğ i b ir ş e k ild e sa y ıp d eğ erlen d irm e]] açık seçik, H erhan gi b ir yoru m vey a a ç ık la m a g e r e k tirm ey ecek nitelikte a n la ş ılır o la n ; vazıh; aydın lık; tereddütsüz; belirli.]] açık senet, K anunen dold u rulm ası zorunlu olan kısım ları yazılm ad an ilgiliye istediğ i m iktar, tarih veya ism i y a zm a serb estliğ i tanınan sen et]] açık sırt, K itap ciltlem ed e kitabın sırtı k arto n a tutturulduktan so n r a takılan sa b it k a p a k .|| açık sözltt, 1. G erç e k ler i v e düşün celerin i gizlem eyen. 2. Söziinii çekin m ed en sö y ley en ; sözü nü esirgem ez. 3. D üşü ndü kleriyle sö y led ik leri ve y a p tık la rı birbirin i tutan; özü sözü bir.]] açık sözlü lük, A çık sözlü o lm a hâli.]] açık şehir, 1. Savunm a ted b irleri bulunm ayan, dü şm an a karşı k oy am ay a c a k durum da olduğunu ta ra fla r a ilan ed en şehir. 2. S av aşta askersizleştirilen , için d e h iç b ir a s k e r î h e d e f (a s k e r î kuvvet, a s k e r î tesis, a s k e r î depo, sa v a ş levazım ve m ühimm atı, ve bunların y a p ıld ığ ı f a b r i k a la r ile bu nları y a p a n la r ve a s k e r î a m a ç la ku lla nılan ulaştırm a y o lla rı) bulunm ayan tarafsız ş e hir]] açıkta bırakm ak, E vsiz barksız kalm asın a s e b e p olm ak]] açıkta kalm ak, 1. E vsiz barksız kalm ak, sığ ın a ca k ve b a rın a c a k b ir y e r i o lm a m a k 2. İşten çıkarılm ak, işsiz kalm ak. 3. B elirli say ıd a a lın a c a k elem a n la r a ra sın a katılam am ak.]] açık tan, (K azan ç için) em eksizce, h es a p ve p la n dışı]] açıktan açığa, D oğ ru dan doğruya, düpedüz, s a k lam aksızın]] açıktan alm ak, B ir a r a c ı kullanan sürücünün b ir virajı g en iş b ir kavis ç iz e rek g eç m e si]] açıktan kazanm ak, E m e k v e serm a y e koy m a dan kazan m ak]] açıktan p ara alm ak, B ir iş veya m a l için a n laşıla n m iktarın dışın da fa z la d a n p a r a a lm a k ; rüşvet almak.]] açıktan p ara verm ek, B ir m a la veya işe k a rarla ştırıla n m iktar dışın da f a z l a dan e k p a r a verm ek; rüşvet verm ek. || açıktan ta yin, B ir dev let m em urluğu g ö rev in e alışılm ış usul le r dışında, alt k ad em elerd en y ü k se le re k gelm iş o la n la rd an d eğ il d e g e r e k li şa rtla rı taşım am ış o la n la rd an a ta m a y a p ılm ası]] açıktan uydurmak, D oğru dan y a la n söy lem ek]] açık tarlalar, Ayrı ayrı işletm elere a it o lm a sın a rağ m en a ra la rın d a çit v e buna ben z er en g ellerin bulunm adığı bitişik tar la la r ,|| açık taşıt, Üstü örtülm em iş araç.]] açık tekne, G üvertesiz gem i]] açık teşekkür, Birinin ilgi ve y ardım ı d o la y ısıy la ken disin e basın yolu yla duyurulan teşekkür]] açık tohum lular, Tohum ları a ç ık o la r a k y a p r a k la r ü zerin de bulunan bitkiler]] açık tribün, A çık a la n la rd a y a p ıla n sp o r m ü saba k a la rın d a üzeri örtülm em iş yağm ur, gü n eş ve rüz g â r g ib i d o ğ a l etk en lere m aruz k alın a bilen seyirci y eri]] açık tutm ak, B ir d ev let g ö rev i kadrosu n a a tam a y a p m a y a r a k b o ş tutmak. || açık vagon, K e
AÇI n arları veya üstü k a p a lı olm ayan, h a v a şa rtların mak, 1. Ayrıntılı bilgi sunm ak; izah etm ek; izah at dan z a r a r g ö rm ey ec e k y ü k leri taşım aya y a ra y an verm ek; izahatta bulunmak. 2. Yanlış duyulan, y a n vagon. ||açık verm ek, 1. B ü tçed e veya tuttuğu mu lış bilinen b ir olayın doğrusunu sö y lem ek ; y a n lışlığı düzeltm ek; tavzih etm ek. h a seb e ve k a s a kayıtların da ek sik p a r a bulunmak. 2. Gizli, sa k lı işlerin i b a şk a la rın a sezd irm ek ; k en açıklam ak, [aç-ık-la-mak Ja-U^T] gçl. f . [ - r ] [~l(ı)~ dini e le verm ek. ||açık yaka, B oyun ve en se kısmını y o ı ] 1. {18. yy.} Açık duruma getirmek; ortaya gereğ in den fa z l a a çık ta bıra k an e lb is e y a k a s ı.|| koymak. 2. (Bilinmeyen veya anlaşılması güç bir açık yeşil, K oyu olm ayan, sa rısı veya beyazı biraz konu için) kolayca öğrenilmesini, kavranmasını d a h a fa z l a olan y e ş il tonu. || açık yir, {eAT} F e z a ; sağlamak amacıyla anlatımda bulunmak; açımla boşluk.|| açık yiv, {ağız} 1. Üst d u dakta bıyıkların mak; izah etmek. 3. Gizli tutulan, saklanan bir ger ortasında, burun altın a d oğru uzanan çukurluk. 2. çeği söylemek; itiraf etmek. « S an ık m a h k em ed e E lbiselerin dikiş yeri. [DS]|| açık yürekli, Duygu ve h e r şey i a ç ık la d ı.» 4. Kamuoyuna duyurmak. 5. düşüncelerini olduğu g ib i sö y ley en ; iki yüzlülük Belli etmek. 6. (Gizli kalması gereken belgeler ve etm eyen; içi dışı b ir; sam im i; düriist.\\ açık yürek bilgi için) sorumlu kamu görevlisi tarafından baş lilik, A çık y ü rek li o lm a hâli.\\ açık zincir, İki ayrı kalarına duyurmak; ifşa etmek. 7. Bir toplantıda ucu olan k a rb o n zinciri. veya karar verme yetkisi olan makamda alman ka açıkağız, [açık+ağız] is. bot. Turpgillerden bir bitki, rarları duyurmak; ilan etmek. 8. Hükmü açıkça an (H esperis acris). laşılmayan bir kanun, tüzük veya yönetmelik mad açıkça, [aç-ık-ça] (a çı ’k ç a ) zf. Meydanda olan, âşikar desini daha anlaşılır hâle getirmek. 9. Anlaşılama olarak; alenen; aşikâre; yürekten, yan bir olay için kendine göre izah tarzı bulmak; açıkçası, [açık-ça-s-ı] zf. Daha doğrusu; aslında, yorumlamak; tabir etmek; şerh etmek, açıkçı, [aç-ık -çı] is. Borsada tahvillerin düşmesinden açıklamalı, [aç-ık-la-ma-lı] sf. Açıklaması bulunan; yararlanarak çok miktarda tahvil satm alıp değer izahlı. «A çıklam alı D ivan Şiiri A n tolojisi.» lendiği zaman satış yapan borsacı; spekülatör, açıklanm a, [aç-ık-la-n-ma] is. Açıklama yapılmak açıkgöz, [açık+göz] sf. (Kişi için) fırsatları değerlen işi. dirmesini bilen çıkarcı; uyanık, açıklanm ak, [aç-ık-la-n-mak] edil. f. [-ır ] 1. Açık açıkgözlük, [açık+göz-lük] is. Açık göz olma duru lamak işi yapılmak. «Sınav son u çları henüz a ç ık mu. lanm adı. » 2. Açık ve anlaşılır hâle getirilmek; ale açıkgözlük, [açık+göz-lü-lük] is. 1. Açıkgöz olanın nileşmek; ayan olmak. 3. Duyurulmak; ilan edil durumu. 2. Açıkgöze yakışacak davranış, mek; anlaşılmak, açıklama, [aç-ık-la-ma] is. 1. Açıklamak işi. 2. açıklar, [açık-lar] is. tar. İmparatorluk döneminde Geniş bir kitleyi ilgilendiren konuyla ilgili olarak Tuna nehri üzerinde karşıdan karşıya yük ve yolcu araştırma neticesinde elde edilen bilgilerin yetkili taşıyan üstü açık deniz taşıtlarına verilen ad. S biri tarafından kamuoyuna duyurulması; bilgilen açıklar ağası, tar. Tuna nehri üzerinde ta şım a cılık dirme; izahat. 3. Bir yazıda anlaşılması güç olan ta kullanılan üstü a ç ık taşıtların bakım ve don atı kısımları anlaşılır hâle getirme; yorum; tefsir. 4. m ıyla g ö rev li kimse. Birbiri ile sebep sonuç ilişkisi içinde bağlı olan an açıklaşm a, [aç-ık-la-ş-ma] is. Açıklaşmak işi. laşılması herkesçe mümkün olmayan olayları veya açıklaşmak, [aç-ık-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] Bir nes problemleri çözüme kavuşturduktan sonra aydın nenin renginin koyuluğunun gitmesi; tonu biraz latma. 6. Bir kitabı değerlendirmek, tenkit etmek, açılmak; rengi açık hâle gelmek; rengi açılmak, açıklamak ve yorumlamak için daha anlaşılır hâle açıklaştırm a, [aç-ık-la-ş-tır-ma] is. Açıklaştırmak getirmek suretiyle meydana getirilmiş eser veya işi. yazılar; şerh; açımlama. 7. Yanlış anlaşılmaya mü açıklaştırm ak, [aç-ık-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Bir sait davranışlar için gerekli düzeltmeyi yapmak nesnenin renginin tonunun açık hâle gelmesini sağ veya bu konuda hesap vermek. 8. Bir kitap veya lamak; açmak, makalede asıl metinden ayrı bir bölüm hâlinde ve açıklatm a, [aç-ık-la-t-ma] is. Birine yaptırılan açık rilen aydınlatıcı, tamamlayıcı bilgiler; notlar. S lama işi. açıklama cümlesi, B ir cü m led e, b ir öğen in duru munu veya niteliğini a ç ık la m a k için eklen en cüm le açıklatm ak, [aç-ık-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Başkasına açıklama işini yaptırmak. «Ö ğretm en sın avda b a n a veya sö z le r; a r a sö z ; a r a cüm le. «Bu ez a n lar -ki “Su K a sid esV ’ni a çık lattı.» şahadetleri dinin temeli- / E b e d î yurdum un üstünde benim inlem eli.» M ehm et  k if Ersoy\\ açıklam ada bulunmak, 1. Ayrıntılı b ilg i su n m ak; izah etm ek; izahat verm ek; izahatta bulunm ak. 2. Yanlış duyu lan, yan lış bilin en b ir olayın doğrusunu sö y lem ek ; yanlışlığı düzeltm ek; tavzih etm ek.|| açıklam a yap
açıklattırm ak, [aç-ık-la-t-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] Açık lamak işini birine, başka birisinin aracılığı ile yap tırmak. açıklayıcı, [aç-ık-la-y-ıcı] 1. sf. Açıklamaya yarayan; aydınlatıcı. «Bu a ra cın e l kitabın d a y ete ri k a d a r
AÇI
B Ü K E S U . i«
a çık lay ıcı bilgi y o k .» 2. is. Açıklama yapan ldmse; açıklayan; izah eden, açıklayış, [aç-ık-la-y-ış] is. 1. Açıklama işi; «Bunu a çık lay ışı h o ş o lm a d ı.» 2. Açıklama biçimi, açıklık, -ğı [aç-ık-lık
T] is. 1. İki nesne arasın
daki uzaklık; mesafe. 2. Üzerinde bina, ağaç bu lunmayan düz, geniş, boş saha; alan; meydan. 3. Kır, 4. Renklerin koyu olmaması durumu. 5. Bulut suzluk. 6. m ec. Netlik, anlaşılırlık; vuzuh; fasihlik; fesahat; aleniyet; bedahet; belginlik; belirginlik; {eAT} (aynı). 7. Objektiflerde ışığın geçtiği deliğin genişliği. 8. Gizli olmayan, kamu işlerinin halkın bilgisi dahilinde yapılması. 9. İffet bakımından ol dukça serbest davranma. 10. g ö k b. Bir yıldız ile gözlemevinin bulunduğu yerin düşeyinden meyda na gelen düzlem ile gözlemevinin boylam düzlemi arasındaki açı; azimut. S açıklığa kavuşm ak, An laşılm ış o lm a k .|| (olanca) açıklığıyla, H içb ir şey g izlem ed en ; a p açık. || açıklık getirmek, D oğrusu v e g e r ç e ğ i y eterin ce an laşılam ay an tartışm alı bir konuyu aydın lığ a kavuşturm ak; tavzih etm ek. || açıklık kazanm ak, B erraklaşm ak, a n laşılır olmak.\\ açıldık m astarı, D em iryolların da rayların h a t g e nişliğini d en etlem ek için kullanılan gabari.\\ açık lık yer, B in a la r veya o rm an la rla örtülü olm ayan g en iş ve b o ş alan. açıklıkölçer, [açık-lık+ölç-er] is. Bir mikroskobun açıklığını ölçmeye yarayan aygıt, açıkm ak, [aç-ık-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Acıkmak. [DLT] açıksımak, [açı-k-sı-mak] {eT} gçsz. f . [- r ] Acılaş mak; ekşimek. [DLT] açılam a, [aç-ı-la-ma] is. K eşif ve araştırma, açılam ak, [aç-ı-la-mak] gçl. f . [- r ] [~l(ı)-yor] Askerî hedeflerin topografık ölçüm açılarını tespit için yapılan keşif, açılım, [aç-ıl-ım] is. 1. Açılmak işinin sonucu; yeni boyutlar kazanma, genişleme. 2. Bugüne kadar ge çerli olan biçimlerin ve konuların dışına çıkış, açılış, [aç-ıl-ış] is. 1. Açılma biçimi. 2. Yeni kurulan bir işletme veya binanın hizmete başlayışı. 3. Belir li bir sıra veya düzen içinde bulunan askerî tim ve ya sporcu dizisinin birbirinden dengeli bir biçimde uzaklaşması. 4. Muhasebe kaydının başlaması. S açılış konuşması, A çılış tören in de kurumun y a p ılı şı, v ereceğ i hizm etin ön em i ve yap ım ın d a hizm eti g eç e n ler h akk ın d a y ap ılan konuşma.\\ açılış töreni, Tören d ü zen leyerek y a p ıla n açılış.\\ açılışını yap mak, B ir kurumu tören dü zen leyerek hizm ete s o k mak. açılma, [aç-ıl-ma] is. 1. Açılmak fiili ve eylemi. 2. Bitki tohumlarını koruyan kozalakların çatlaması, kanatlarının birbirinden ayrılması; çatlama. açdm adıcak, [aç-ıl-ma-dıcak
{eAT} zf. 1.
Açılmadıkça. 2. sf. (Tomurcuk için) açılmamış. 2. ed. (Sevgilinin dudağı için) mini mini. açılm ak, [aç-ıl-mak
edil. f . [-ır ] 1. (Kapalı,
katlı, örtülü, sarılı ve dolaşık durumda bulunan bir nesne için) açık duruma getirilmek; kapalı olma hâli kaldırılmak; açılmış olmak. {eT} {eAT} (aynı). [EUTS] [Mühennâ] [DLT] 2. {eAT} Fetholunmak. 3. (Yapışık nesneler için) birbirinden ayrılmak. « F e r m uarı a çılm ış .» 4. Faaliyete geçirilmek. « F a b r ik a y en i a ç ıld ı.» 5. (Kadro için) boşalmak. 6. Soyul mak. «Şirketin k a s a sı a çılm ış.» 7. dönşl. f . Açık ve berrak hâle gelmek. « H av a a ç ıld ı.» 8. (Sis, duman, efkâr vb. için) dağılmak veya yoğunluğunu kay betmek. «Sis a ç ıld ı.» 9. {eAT} Zahir olmak; aşikâr olmak. 10. Genişlemek. «A yakkabılarım a ç ıld ı.» 11. Uzaklaşmak, deniz yolculuğuna başlamak. 12. Dağılmak, yol vermek. «Açılın, p a d iş a h g eliy o r !» 13. Bağlantısı olmak. «K apım ız doğru dan a n a c a d d ey e a ç ılıy o r .» 14. Rengi solmak. «H alının rengi a çılm ış .» 15. Hastalığın verdiği sıkıntıyı atlatmak. «Kom şunun g etird iğ i ıhlam ur çayını için ce biraz a ç ıld ı.» 16. Sırrım açığa vurmak, derdini dökmek. «A nnesine a çılm ayı b ir türlü a k ıl ed e m e d i.» 17. Sıkılganlıktan, utangaçlıktan kurtulmak, serbest leşmek. « G e le li b ir h a fta olm ad ı a m a bizim çıra k m aşallah iyi a ç ıld ı.» 18. Tutukluluğu gitmek, alış mak. «O tom obili y en i aldı, d a h a m otoru b ile a ç ıl m a d ı.» 19. Konunun dışına çıkmak. 20. Belirlenen istikametten uzaklaşmak. « A vcılar s a ğ a doğru aç ıld ıla r .» 21. Fazla borçlanmak. « T atilde ç o k aç ıld ık .» 22. Yönelmek. «T an zim at’la birlikte batı y a a ç ıld ık .» 23. {eAT} Ortadan kaybolmak; görün mez olmak. 24. {eAT} Yanlmak. 25. {eAT} Çözül mek. S A çıla açıl! {eAT} Ç ekilin ; savulun! ||açılıp saçılmak, A çık e lb is e le r giym eye başlam ak. açılmış, [aç-ıl-mış
{eAT} sf. Açıklanmış; şerh
edilmiş. açım, [aç-ım] is. Bir eserin veya kanun maddesinin anlaşılması zor kısımlarını açıklamak; şerh. açım ak 1, [açığ > açı-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] 1. A cı mak; ekşimek [Gabain] [EUTS] [Mühennâ] 2. (Vücut ve organ için) acımak. [DLT] açım ak2, [aç-mak (m erham et duym ak) > aç-ı-malc] {eT} gçsz. f . [-r ] Acımak; merhamet etmek. [İKPÖy.] açım lam a, [aç-ım-la-ma] is. 1. Bir konuyu derinle mesine araştırıp gerçeği ortaya çıkarma. 2. İncele mek maksadıyla cesedi yarma, kesip parçalara ayır ma; otopsi; teşrih. 3. Açıklama yazısı, metni; şerh yazısı. açım lam ak, [aç-ım-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. En ince ayrıntısına kadar incelemek ve anlatmak. 2. Ölüm nedenini araştırmak amacıyla cesedi kesip
o m
l e t K M I İ . 103
parçalamak; otopsi yapmak. 3. Yorumlamak, şerh etmek. açımlanm a, [aç-ım-la-n-ma] is. Açımlama yapılma işi. açımlanm ak, [aç-ım-la-n-mak] edil. f i [-ır ] Açım ve ya otopsi yapılmak, açın, [aç-m] {eT} zf. A ç olarak. açındırm a, [aç-m-dır-ma] is. 1. Geliştirme; inkişaf ettirme. 2. fo t o . Film üzerindeki resmi özel kimya sal maddeler konulmuş sıvı içinde banyo ederek görünür hâle getirme; developman. 3. Geometrik bir cisme ait bir yüzeyi bir düzlem üzerine serme, açındırmak, [aç-ın-dır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Geliştir mek; inkişaf ettirmek. 2. fo to . Fotoğraf filmi üze rindeki resmi görünür hâle getirmek; develope et mek. 3. Cisimlerin yüzeyini düzlem üzerine ser mek. açınılmak, [aç-m-ıl-mak] {eAT} dönşl. f . [-u r] Açıl mak; toplanıp sıvanmak, açınım, [aç-ın-ım] is. 1. Teknik resimde geometrik bir cismin bütün yüzeylerinin izdüşümünü alarak görünüşünü bir tek düzlem üzerinde göstermek. 2. Gelişim; inkişaf, açınma, [aç-m-ma] is. 1. Açınmak fiili. 2. Tohumun ■çimlenme ortamında gelişmesi. 3. Üzerinde bulu nan örtülerin açılması. «U yurken açın m a g ib i bir huyu v a r.» 4. Açık giyinmeye başlama. «M od a d e nilen şey açın m a ve örtünm e telaşın dan b a şk a bir şey d eğ ild ir.» açınm ak1, [aç-ı-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] 1. A cı mak; ihtimam etmek. [Gabain] 2. Temizlenmek; arılanmak; arınmak. [EUTS] açınmak2, [aç-ın-mak j ^ - T ] dönşl. fi. [ -ır ] 1. To humun çimlenme gelişmesini tamamlamak. 2. U y kuda üzerindeki örtüleri atmak. 3. Açık giyinmeye başlamak. 4. Açığa vurmak; açıklamak; itiraf et mek; ikrar etmek. {eT} (aynı) [Gabain] [EUTS] 5. {eT} {eAT} Açılmak; görünmek. [DLT] 6. {eT} Açar gibi görünmek. [DLT] açınmak3, [aç-mak (m erh am et duym ak) > aç-ı-mak > aç-ı-n-mak / aç-(ı)n-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r ] 1. Bakmak; beslemek; yiyecek vermek. [İKPÖy.] [DLT] 2. Bakmak; tedavi etmek. [İKPÖy.] 3. Kaygı lanmak. [İKPÖy.] 4. Özen göstermek; büyük ilgi göstermek; meşgul olmak; özenmek; itina etmek; ihtimam göstermek. [EUTS] [İKPÖy.] açınsama, [aç-m-sa-ma] is. Bir yerin coğrafi özellik lerini belirlemek amacıyla yerinde yapılan ayrıntılı araştırma ve inceleme; istikşaf, açınsamak, [aç-ın-sa-mak] gçl. fi. [-r ] [-s(ı)-y o r] Bir yerin coğrafi özelliklerini belirlemek amacıyla ye rinde ayrıntılı olarak araştırma ve inceleme yap mak; istikşaf etmek, açıortay, [aç-ı+orta-y] is. Bir açının tepe noktasın
dan çıkarak o açıyı iki eşit açıya bölen yarı doğru; « ik i kom şu y a rı doğrunun açıo rta y ı bu nlardan eşit u zaklıkta bulunan n oktaların kü m esidir.» fi1 açıor tay düzlemi, İk i düzlem li b ir açın ın k e n a r ayrıtın dan çıkan ve o açıyı iki eşit düzlem liye bö len y a r ı düzlem. açıölçer, [aç-ı+ölç-er] is. Açı ölçmede kullanılan aletlerin genel adı; iletki; gonyometre. açırgam ak, [açı-r-ğa-mak] {eAT} gçl. f i [ - r ] Acımak; acınmak. açırganm ak, [aç-ır-ğa-n-mak] {eAT} dönşl. fi. [-u r ] Pişman olmak, açısal, [aç-ı-sal] sf. Açı ile ilgili; açı türünden olan. fi1 açısal bölge, B ir a çı ile onun k ap sam ış olduğu alan ın kesişm esin den m eydana g elen düzlem p a r ç a sı.|| açısal çap, Güneş ve Ay g ib i g ö k cisim lerinin g ö zlem ciy e g ö r e veya ön ced en b elirlen en bir düz lem e g ö r e a ç ıs a l uzaklıkları.\\ açısal hız, S abit bil eksen etrafın d a dön m e h a rek eti y a p a n cism in birim uzaklıktaki bir noktasının b elirli bir zam an için d e a ldığı y o l veya bu noktayı ek se n e bağ lay an d oğru p a ça sın ın birim zam an d a taradığ ı açı.\\ açısal hız birimi, R adyan / san iye (rad/sn) ’dir. B ununla ilgili o la r a k dön m e hızları d ev ir (360° lik a çı) ile h e s a p lan ır: devir/saat, devir/san iye gibi. || açısal ivme, A çısa l hızın birim zam an da değ işen niteliği veya a ç ıs a l hızın d eğ işm e hızı. || açısal yol, H arek et h â lin deki b ir cism in s a b it bir n oktad aki g ö zlem ciy e g ö r e ald ığ ı yol. açış, [aç-ış] is. 1. Açma işi. 2. Açm a biçimi, açma tarzı. 3. Bir kuruluşu hizmete sokma, işletmeye açma. 4. Bir faaliyeti, gösteriyi harekete geçirme. 5 1 açış konuşması, B ir kuruluşun hizm ete g eçm esi, bir şenliğin toplu ca kutlanm ası veya eylem in b a ş lam ası için y a p ıla n ilk konuşm a. açışm ak1, [aç-ış-mak
"I {eT} işteş, f i [-u r] 1.
Birlikte açmak; açmakta yardım ve yarış etmek. [DLT] 2. {eAT} Birlikte açmak; müşavere etmek; danışmak. açışm ak2, [açı-ş-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Acılaşmak; ekşimek. [DLT] açıt, [aç-ıt] is. İnşaatlarda kapı ve pencere için du varda bırakılan boşluk. S açıt dikmesi, A çıtların iki y a n ın d a bulunan taşıyıcı ve koruyucu dikm eler. || açıt tepeliği, B ir a çıt üzerine veya alın lığ ın a y e r leştirilen h a fi f üçgen duvar. açıtgan, [açı-t-ğan] {eT} sf. Daima ekşiten; acıtan; ekşitici. [DLT] açıtm ak 1, [aç-ı-t-mak] {eT} {eAT} gçl. f i [-u r] 1. Acıtmak; ağrıtmak. 2. Gönül kırmak. 3. A cı duymak. [EUTS] [Yüknekî] açıtm ak2, [açı-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Ekşitmek; acıtmak. [DLT] açita, [Sanslc. açita] {eT} is. Semavi çalgıcı; göksel çalgıcı. [EUTS]
Ö ID M IÜ K K C îM .
AÇK açkaç, [aç-kaç] {eT} is. Anahtar [Gabain] açkah, [Erme, açk] {ağız} is. Gözde çıkan arpacık. [DS] açkı, [aç-kı / aç-ku] {ağız} is. 1. Bir yüzeyi düz ve kaygan hâle getirmek işlemi; perdah. 2. Metal işçi liğinde delikleri genişletmek için kullanılan alet. 3. Anahtar; açacak; açar. 4. Cila; perdah. 5. Oklava ile açılmış hamur; yufka. 6. Hah; kilim gibi yere serilen şeyler. 7. Tahtaları birbirine eklemek için kullanılan marangoz aleti. 8. Tabaklanmış derinin yüzünü parlatmaya yarayan kaim camdan silindir biçimindeki alet. 9. Oklava. [DS] S açkı açm ak, Yufkayapmak.\\ açkı aleti, D ericinin üzerinde d eri leri yum uşattığı yarım d a ir e şeklin d e tablası bulu nan seh p a. || açkı bıçağı, D erinin pü rtü klerin i y o k etm ek için kullanılan k ö r b ıça kla r]] açkı çubuğu, D ericilikte, tabaklan m ış d erileri p a rla tm a y a y a r a y a n düz cam silindir]] açkı makinesi, D erinin yu m u şak tarafın d aki p ü rü zleri alm a y a y a ra y an çark.]] açkı tahtası, 1. K uyum cuların altın v a ra k y apım ve p a rlatım ın d a ku llan dıkları sert, bııdaksız şim şir a ğ a cın d a n tahta m asa. 2. Ü zerinde y u fka a çıla n y a d a ham u r işleri y ap ılan y u v a rla k düzgün tahta ta b la. açkıcı, [aç-kı-cı] is. 1. Açkı yapan kimse; perdahçı. 2. Anahtarcı. açkılam a, [aç-kı-la-ma] is. 1. Bir yüzeyi sert cisim lerle sürterek parlak ve kaygan hâle getirme. 2. Al tından yapılmış parçaları veya altınla işlenmiş süs leri açkı tahtası üzerinde mühreyle parlatma işi. açkılam ak, [aç-kı-la-mak] gçl. f. [- r ] [-l(ı)-y o r] Sert cisimlerle sürterek bir yüzeyi parlak ve kaygan hâle getirmek; perdahlamak; parlatmak; cilalamak, açkılanm a, [aç-kı-la-n-ma] is. Açkılanmak işi. açkılanm ak, [aç-kı-la-n-mak] edil. f . [-ır ] Açkılama eylemine uğramak; perdahlanmak; cilalanmak, açkılı, [aç-kı-lı] sf. Parlatılmış, perdahlanmış; per dahlı. açkılık, -ğı [aç-kı-lık] {ağız} is. 1. Yufka açmak için kullanılan un, nişasta vb.; uğra. 2. Hamur açmaya yarayan özlü un. [DS] açkınça, [aç-kı-nça] {eTj zf. Açınca. [EUTS]
■
açkısız, [aç-kı-sız] sf. Parlatılmamış, perdahlanma mış. açku, [aç-ku j^=-T] {eATf is. 1. Açacak, parlatacak şey; cila. 2. Anahtar, açkuç, [aç-kuç] {eAT} is. Anahtar, açla, [aç-la / acı-la 2.
/ iU-T] {eT} zf. 1. Aç olarak.
{eAT} A ç iken,
açlıh, [aç-lıh] {eAT} is. Açlık. açlık, -ğı [aç-lık] is. 1. Midenin boşalmasıyla birlikte yeme ihtiyacını hissettiren biyolojik olgu; yemek yeme isteği; acıkmak hâli; ezinti; kıyıntı. « B ir g e c e d e açlıktan ö len insanı tarih kaydetm em iştir.»
Reşat Nuri Güntekin 2. İnsan kalabalıklarını tehdit eden kıtlık veya yetersiz yahut dengesiz beslenme durumu. 3. Bir şeye karşı aşırı istek; iştaha. S aç lık beynine (başına) vurm ak, A çlığın şiddetin de davran ışların ı k on trol ed e m e y ec e k durum a g elm ek ; şe k ersiz kalm ak]] açlık çekmek, 1. A şırı y oksu llu k çek m ek 2. K ıtlık ç ek m ek vey a y etersiz beslen m ek]] açlık grevi, A ç k a lm a k y o lu y la gö sterilen direniş]] açlığını bastırm ak, Tam doym adan a n c a k a ç lık duygusunu h a fifle te c e k k a d a r y em ek]] açlıktan ne fesi kokmak, A sg ari şa rtla rd a b ile karnını doyura m a y a c a k k a d a r y oksu llu k için de bulunm ak]] aç lıktan ölmek (başı dönmek, bayılmak), D ayan ıl m ası mümkün o lm a y a c a k d e r e c e d e acıkm ak]] aç lıktan ölmeyecek k adar kazanm ak, A n cak tem el ihtiyaçların ı k arşıla y aca k , hayatta k a la b ile c e k k a d a r kazan m ak]] açlıktan ölmeyecek k adar ye mek, A n cak tem el ihtiyaçlarım karşıla y aca k , h a y a tta k a la b ile c e k k a d a r y em ek]] açlık ile tokluğun arası yarım yufka, A ç g özlü ve h ırslı olm ayan lar ihtiyaçların ı g id erm ek için ç o k şey istemez. açIınmak, [aç-(ı)l-m-mak] {eT} f . Açılmak, [DLT] açlışmak, [aç-(ı)-l-ış-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Açıl mak. [DLT] açm a, [aç-ma] is. 1. Açmak işini yapma; kapalı bir şeyi açık hâle getirme. 2. Mayalı ve yağlı hamurla yapılan tekerlek biçimli bir simit veya çörek çeşidi. 3. Ormandan bir kısım ağaçlar kesilerek tarla hâli ne getirilmiş yer. 4. Ham topraktan, meradan işle yerek ekime elverişli bir tarla edinme. 5. Renklerin tonunu biraz daha açık hâle getirme. 6. Cerrahide yüzeye yalcın bir toplar daman meydana çıkarma. 7. Eldivenleri kalıba geçirme işlemi. 8. Kâğıt sa nayiinde kâğıt ve kartonları sıvı içinde eriterek katı maddeleri asılı bir vaziyete getirme işi. 9. {ağız} Erik, kayısı kurusu. [DS] 10. {ağız} Atın hızım ar tırma. [DS] 11. {ağız} Sabahtan öğleye kadar devam eden kadın hamamı. [DS] açm acı, [aç-ma-cı] is. Açma yapan veya açma satan simitçi. açm ah, [aç-mah] {eAT} g ç l.f. [ - a r ] Açmak. açm ak 1, [eT. aç-mak] gçl. f . [ - a r ] 1. Kapalı, sarılı, bağlı, katlı, dürülü veya buruşuk vaziyetteki bir nesneyi açık, düz hâle getirmek; çözmek; düzelt mek; aralamak; aralık etmek. 2. Engeli kaldırıp tı kanıklığı gidermek; geçilir hâle getirmek. 3. Bir ye ri genişletmek veya görüşü önleyen engelleri orta dan kaldırmak. 4. Delmek, oymak, kazmak. 5. Do laşık, karışık veya ilikli bir şeyi çözmek. 6. İki nes neyi veya iki ucu birbirinden uzaklaştırmak. «P en senin ağzım bira z d a h a a ç .» 7. Ucunu sivriltmek, keskinletmek. « K a lem i a ç tı.» 8. Açığa vurmak; ortaya koymak; söylemek. {eAT} (aynı) «Size d er dim i a ç a b ilir m iyim ?» 9. Derinleştirmek, yeniden başlatmak. «B u m eseley i bira z a ç a lım .» 10. Anla
AÇLI
n a ı m c E a z M i .i H şılır duruma getirmek, izah etmek. 11. Savaşarak almak; fethetmek; almak; zapt etmek. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] «K ayı boyu B izan s 'la m ü ca d ele e d e r e k Söğüt çev resin i a çtı ve yu rt k a z a n d ı.» 12. Sıkıntısı nı gidermek, ferahlatmak. «B u g ü zel b a h ç e bizi a ç tı.» 13. Başlatmak; lcüşat etmek. «G azi, 9 Şubat 1924 günü Türk O cağı S ö k e Şu besini a ç tı.» 14. Uygulamayı başlatmak. «H üküm etin y en i açtığ ı usul, sın ıfta kalm ayı ortad a n k a ld ırıy o r .» 15. Ge rekli hazırlıkları tamamladıktan sonra çalışmaya veya işletmeye başlamak. «Ö ğretm en evi bu y ıl ba şın d a a ç ıla c a k .» 16. Yakışmak. «B u takım sen i ç o k iyi a ç tı.» 17. Düzenlemek; «Altı E ylü l'de S ö k e Tarım F u arı a ç ıld ı.» 18. Ayırmak, vermek; tahsis etmek. «Siiit od ay ı b a şk a n a a ç t ık .» 19. Bir aracın sesini yükseltmek. «R adyoyu biraz d a h a a ç .» 20. Renklerin koyuluğunu azaltmak. «Şu y eş ili biraz d a h a a ç .» 21. Bozmak, fitne sokmak. «A ralarını a çm a k istem em .» 22. Arzu ve istek duyar hâle gel mek. « İştahı a ç ıld ı.» 23. Söz etmek, sırrını söyle mek. «Sıkıntılarınızı h ek im e a ça b ilirsin iz .» 24. Tıbbî işlem için bir organı kesmek, meydana çı karmak. «D oktor, y aran ın etrafın ı a ç tı.» 25. Çöz mek, yaymak. 26. gçsz. Çiçeklenmek. « G ü ller a ç tı.» 27. {eT} {eAT} Çözmek; yaymak. [EUTS] [IKPÖy.] [ETY] 28. {eT} Açık söyleyip anlatmak. [Mühennâ] 29. {eT} Aramak. 30. {eAT} Parlatmak; perdahlamak. 31. {eAT} Uzağa sürmek. 32. {eAT} Yaymak. 33. {eAT} Aşmak. 34. {eAT} Bol bol ver mek. 35. {eAT} Uzaklaştırmak; gidermek. 0 aça görmek, {eAT} A çm aya b a k m a k ; a çm a y a ç a lış m ak,|| A ç ağzını yum gözünü. G en ellikle ç o c u k la ra sürpriz y a p m a k için g özlerin i k a p a ta r a k ağzın a ço k hoşlan dığ ı b ir y iy ec e ğ i verm ek için sö y len ir.|| Aç gözünü, a çarlar gözünü. Y apılm akta o la n işte daim a dikkatli ve uyanık bulunm alı, y o k s a y ap ılan hata unutulmaz b ir z a r a r v ereb ilir. \\ A çtı ağzını, yumdu gözünü. A zarlam a ve söv m e nevinden a ğ zına g elen i sö y led i; ç o k sö y len d i; ç o k a zarladı. açmak2, [aç-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Merhamet duy mak. [İKPÖy.] açmak3, [aç-mak
(a :çm ak ) {eT} {eAT} gçsz. f .
[-u r] Acıkmak; aç olmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [Ga bain] [Tekin] açmalık, -ğı [aç-ma-lık] is. Kir çıkarmaya yarayan katkı maddeleri; sabun, deterjan cinsi maddelerin genel adı; temizlik maddesi. açmaz, [aç-maz jU^-l] is. 1. Kararsız ve çaresiz du rum; çıkmaz. 2. argo. Oyun, dalavere. 3. Satranç ve dama oyununda rakibe kesin yenilgiyi kabul et tiren hamle. 4. sf. Ağzından sır çıkmaz; ketum. 5. Sahilden şiddetli rüzgâr estiği zaman gemilerin açığa sürüklenmemesi için sahilden dikine verilen halat, 6. m ec. Söz tuzağı, mantık oyunu. S açm aza
düşmek, 1. için d en çıkılm ası g ü ç b ir durum a dü ş m ek; 2. argo. Birinin oyununa gelmek.\\ açm aza getirmek, argo. Oyuna g etirm ek .|| açm az komak, {eAT} Yüzüstü b ıra k m a k; olduğu g ib i terk etm ek.|| açm az vermek, Ortaoyunu v e tuluatta k arşısın d a kinin nükteli b ir sö z ed eb ilm esi için uygun b ir s ö z veya cü m le söylem ek. açm azdan, [aç-maz-dan
{eAT} zf. Asıl niye
tini belli etmeksizin; gizlice, açm azlanm ak,
[aç-maz-la-n-mak
{eAT}
d ö n şl.f. [-u r] Açılmak istememek, açmazlık, -ğı [aç-maz-hk] is. Sır saklama, ağzı sıkı olma; ketumluk, açmegu, [Erme, arç (ayı) + meğu (arı)] {ağız.} is. Eşek arısı. açril, [Güre, açril] {ağız} is. Kesilmiş süt; kesik. [DS] açsam ak, [aç-mak > aç-sa-mak] {eT} f Açmak iste mek; açmayı arzulamak. [DLT] açsık, [âç-sık] (a ;çsık ) {eT} sf. 1. A ç [Gabain], 2. is. Acıksama; açlık; acıkma. [ETY] [EUTS] 3. Acıka cak olma; mutlak acıkacak olma; aç olma; acıkma. [ETY] [Tekin] açsız, [aç-sız] {eT} sf. Tok; tokluk. [EUTS] açtırm a, [aç-tır-ma] is. Açtırmak işi. açtırm ak, [aç-tır-mak] g ç l .f . [ -ır ] 1. Birisine açmak işini yaptırmak. 2. Açmağa zorlamak. S A çtırm a kutuyu, söyletme kötüyü. B irisinin f a z l a ileri g it m esi d o la y ısıy la h akkın d a h o ş olm ayan g e r ç e k le r i sö y lem ek zoru n da kalın acağ ın ı ikaz etm ek. (Seninle ilgili bazı şey leri sö y lem ey e ben i m ecbu r etm e.) açtırtm ak , [aç-tır-t-mak] gçl. f . [ -ır ] Birine, bir şeyi açtırma eylemini yaptırmak; açmak işini biri aracı lığı ile bir başkasına yaptırtmak, açturm ak, [aç-tur-mak] {eT} f i Açtırmak. [DLT] açuğ, [aç-uğ] {eAT} sf. Açık, açuh, [aç-uh] {eAT} sf. Açık. açuk 1, [a ç -u k ^ T ] {eAT} is. Acı; dert; ıstırap. açuk2, [aç-uk
{eT} sf. 1. Açık. [Gabain] [DLT]
[EUTS] 2. {eAT} Güler yüzlü; şen. S açuk boya mak, {eAT} B ir işi a ç ık ç a yapmak.\\ açuk gönüllü, {eAT} Tem iz kalpli.\\ açuk okımak, {eAT} 1. A n laşı lır b ir d ille oku m ak; tan e tan e s ö y ley er ek okum ak. 2. A ğır a ğ ır okum ak. açukluk, [aç-uk-luk
{eAT} is. Saflık; temizlik,
açuklug, [aç-uk-luğ] {eT} is. 1. Açıklık. [DLT] 2. Gü zel huylu; koçak. [DLT] açurgan,[aç-ur-ğan] {eT} sf. Çok acıktıran; çabuk acıktıran. [DLT] açurm ak, [aç-ur-mak] {eT} f i 1. Acıktırmak. 2. A ç bırakmak. [DLT] -ad- [ad-mak (b a şk a o lm a k ; fa r k lı olm ak) > -ad- / ed-] {eT} yap. e. Kökün anlamındaki düşünceye, duruma gelmek, getirmek; o yönde değiştirmek, o
O l M I İ l H R C E S Ö M .1 0 6
AD durumu kazandırmak, kılmak, etmek anlamı ka zandıran isimden fiil yapma eki. ku d -ad -m ak (mut lu kılm ak) ad1, [ e l ât > ad] is. 1. Bir varlığı cins veya özel olarak diğer varlıklardan ayırt etmeye yarayan ke lime; isim. 2. Kişilerin ilk adları. 3. {eT} {eAT} Ün; şöhret; çav; san; nam. [EUTS] 4. {eT} İyilik ve uğur belgisi. [DLT] 5. {ağız} Anılacak değer; önem. [DS] S ad alm ak, K en disin e b ir isim se ç m ek .|| ad bağ lamak, {eAT} A d o la r a k a lm a k .|| ad bolmak, {eT} İy ilik getirm ek. [DLT] j| ad cümlesi, Yüklemi isim ve isim soylu olan cümle. |j ad çekici, {ağız} 1. ifti ra c ı; müzevir. 2. Yaygaracı. [DS]|| ad çekimi, isim leri isim çekim ek leri g etire rek sıra y la söylem ek. || ad çekme, K u ra ç ek m ek işi. || ad çekmek, 1. Üze rin de isim yazılı k âğ ıtla rı ç ek m ek su retiyle b a ş vu rulan ku ra işlem i. 2. {ağız} B ir kişi veya a ile için kötü şe y le r sö y lem ek ; ded ikod u etm ek. [DS]j| ad çektirm e, K u ra çek tirm ek işi. ||ad çıkarm ak, {eAT} Ün sa lm a k ; şö h ret kazanmak.]] ad durum u, İsim le rin cü m lede yü k lem e bağ lan ırken kazan dıkları özellikler ve so n la rın a a ld ık la rı ekler.]] ad eri, {eAT} İyi a d la tanınm ış olan.]] ad eylemek, {eAT} A d verm ek; adlandırm ak.]] ad gövdesi, Yapım eki alm ış ve y en i k elim e türetm ede kullanılan isim ler.|| adı anılmamak, Sözü edilm em ek, unutulmak,|| adı batm ak, Unutulmak, sözü ed ilm em ek; soyu k esil m ek (Ç ocu klara h ep ataların ın a d la rı verildiği için, adın ı v e r e c e k çocuğunun olm am ası dolayısıyla.)]] adı belirsiz, N eseb i a ç ık o la r a k bilinm eyen, k arı şık.]] adı belli, {ağız} 1. İyi. 2. A çık; b e lli; a şikâr. 3. T am am en; başlı b a şın a ; tem elli; b a ri oldu o lacak. [DS]|| adı belli olmak, {ağız} B ir şeyin m iktar ve d eğ eri bilinm ek. [DS]|| adı bellisiz, {ağız}] Verem. [DS || adı bellfi, {eAT} M eşhur; ünlü.|| adı çekil mek, {ağız} (K adın veya kız için) h akkın d a olumsuz sö z le r söy len m ek; a d ı kötü ye çıkm a k; dedikodu su yapılm ak. [DS]|| adı çıkmak, 1. (K işi için) b elirli b ir niteliği ile m eşhu r olm ak. 2. K ötü şö h re t k a zanmak.]] Adı çıktı dokuza, inmez sekize. İnsan b ir k e r e n a sıl tanınırsa hep ö y le bilinir.]] adı geçen, Ö nceden sözü edilen.\\ adı geçmek, K en disinden s ö z edilmek.]] adı gezmek, Hükmü g eçm ek ; sözü dinlenmek.]] adı ile yaşasın, H oşa giden, beğ en ilen b ir sö z ed e n ler için iyi d ile k sözü. || adı kaale alın m am ak, Şahsın a önem verilm em ek,|| adı kalmak, S a d ec e a d ı ile an ılır olm ak. || adı karışm ak, Uy gunsuz b ir olayın kişileri a ra sın d a bulunduğu s a n ılm ak vey a bizzat olayın için de y e r alm ış olm ak. j| adı kötrülmüş, {eT} İk tid a r sahibi. [EUTS]|| adı kötüye çıkm ak, K ötü bir şö h ret s a h ib i olmak.]] adı lazım değil, Adının söylen m esi g erek m iy o r.|| adı na, H esabın a. || adına gölge düşürmek, Şanına uygun davran am am ak. ]] adına ne düşerse, {eAT} Ş anın a n e y a k ışırs a .|| adın çekmek, {eAT} Adını sa y m ak ; an m ak; söylem ek.]] adım almak, B a ş k a
birinin adın ı ken disin e a d o la r a k seçm ek.]] adını anm ak, B irin den bahsetm ek, ha tırla m ak ,|| adını anm am ak, Unutmak, y o k saym ak, d e ğ e r verm e mek.]] adını bağışlam ak, N ezaket g e r e ğ i birinin adın ı ö ğ ren m ek için söy len en söz. Lütfen adınızı sö y ler m isiniz?|| ... adını dakınm ak, {eAT}.... adını a lm a k ; ... a d ıy la anılmak.]] adını koymak, Fiyatın ı belirlem ek.]] adını silmek, Yok sa y m ak .|| adını ta şımak, A taların dan birinin a d ıy la y a şa m a k ; sah ip oldu ğu adın sorum luluğunu bilm ek. || adını yire bırahm ak, {eAT} Ş erefin i düşürmek.]] adı olmak, H aksız o la r a k tanınmak.]] adı sanı, Kim liği, soyu ve şö h retiy le.|| adı üstünde, B e s b e lli.]] adı üstüne, N am ına, nam ını o rtay a k o y m a k suretiyle.]] adı ya man, {ağız} 1. Adının söy len m esin d e sa k ın ca g ö rü len şey lerd en sö z ed ilirken kullanılır. 2. Şeftali. 3. B adem . 4. İncir. 5. Ayı. 6. Domuz. 7. D eri altın daki m or lek eler. [DS]|| adıyla anılmak, B a ş k a birinin ism iyle tanınıp çağ rılm ak. || adıyla sanıyla, Bütün y ö n leriy le.|| ad issi, {eAT} M eşhu r; ünlü.]] ad itmek (etmek), {eAT} A d bırakm ak.]] ad kazanm ak, {eAT} Ş ö h ret bu lm ak; ün sa lm a k .|| ad kontak, {eAT} A d verm ek; a d koymak.]] ad koym ak, B ir varlığa, bir ço cu ğ a b a şk a la rın d a n ayırt etm ek üzere isim vermek. ||ad kökü, dbl. H iç b ir y ap ım ek i alm am ış y en i k elim e y a p m a k ta ku llan ılan isim ler. || adlı adıyla, Olduğu gibi, bütün açıklığ ıyla. || adlı sanlı, Ç ok tanınmış, ç o k m eşhu r olmuş.]] ad san, {eAT} Ün; şöhret. || ad takmak, B irin e belirgin ö z ellikleri d o layısıyla ikinci b ir a d verm ek. ||ad tam lam ası, dbl. B ird en ç o k isim ile m eydan a g etirilen tam lam alar; isim t a m la m a s ı,|| ad urm ak, {eAT} A d verm ek; a d koym ak. ||ad urunm ak, {eAT} A d takınm ak; ... a d ı nı almak.]] ad verm ek, A dlandırm ak, isim koy mak.]] ad virilmiş, {eAT} B e lli edilm iş; takdir ed il miş.]] ad virinilmek, {eAT} A dlan dırılm ak; isim verilmek.]] ad virm ek, {eAT} A dlan dırm ak; isim vermek.]] ad vurm ak, {eAT} A d koy m ak; a d verm ek .|| ad yapm ak, B ir kon u da b a şa rılı olm ak, a d ı nı bu b a şa rısı sa y esin d e duyurm ak; kendini otorite o la r a k k a b u l ettirm ek.|| ad yavuzlugı, {eAT} A d kötülüğü; kötü adlılık. ad2, [ad] {eT} is. İpekli kumaş ve benzeri dokuma cinsinden sanat eseri olan her şey. [DLT] a d ’, -ddi [Ar. ‘add -lp] {OsT} is. 1. Sayı; sayma; 2. (Öyle) kabul etme. ad, [Ar. ‘âd j U] (a:d) {OsT} is. Âdetler; gelenekler. A DA1, [İlk kadın programcı sayılan Lord Byron’un kızı Ada’nm adından alınmıştır.] öz. is. Sayısal ve rilerin işlenmesi, temel yazılımların paralel olarak çalışması esasına dayanan büyük işletmelerin kul landığı standart bilgi işlem dili. ADA2, kısalt, kim. Adenozin di-fosforik asidin kı saltması.
ADA
a ’ d a1, [Ar. acdâ ıj-Lcl] (a -d a :) {OsT} sf. Pek zalim; en acımasız. a’da2, - a ’i [Ar. ‘adüvv > a‘dâ’ s IjipI] (a -d a :) (OsT) is. Düşmanlar, fi1 a ’d â’-i dîn, {OsT} D in düşm anlan. ad a1, [ada] {eT} is. 1. Tehlike; felaket; musibet; bela. [Gabain] [EUTS], [İKPÖy.] 2. Baskı. [EUTS] ada2, [ada] {eT} is. Gereksinim; ihtiyaç. [EUTS] ada3, [ada] {eT} zf. Başkası; diğeri; öteki. [EUTS] ada4, [ata / ada] {eT} is. Baba; ata. [EUTS] ada5, [eT. atağ [Râsânân]] is. 1. Dört tarafı da deniz ile çevrili kara parçası. 2. Şehir plancılığında so kaklarla ayrılmış birbirine bitişik bulunan parseller topluluğu. 3. Kümeler hâlinde bir arada yığılmış nesneler topluluğu. «O rm an da gördüğü n şu siyah a d a c ık la r yangın y e r le r i o lm a lı.» 4. {ağız} İçi dü den, bataklık ve sazlıklarla kaplı, kenarlan kovalık ve çayırlarla kaplı otlak. [DS] ö ada balığı, zool. G en ellikle y a ğ ı (isperm eçet) için avlan an tro p ika l ve a stro p ika l b ö lg e den izlerin de rastlan an yirm i m etreye varan b o y d a ve 100 k ilo a ğ ırlığ ın d a b ir dişli ba lin a türü; a m b er b a lığ ı; kaşalot. || ada çayı, bot. B a llıb a b a g ille r fa m ily a sın d a n fera h la tıc ı, g ö ğ sü yum uşatıcı etkisi d o la y ısıy la y a p ra k la r ı ça y g ib i d em len erek içilen b ir şifalı bitki, (Salvia offıcinalis). || ada düdüğü, {ağız} 1. A ğ açtan yap ılm ış uzun kaval. 2. Söğüt d alın dan yap ılm ış düdük. [DS]|| ada leyleği, {ağız} Ç o k uzun boylu adam . [DS]|| ada soğanı, bot. 1. Z am bakgillerden s o n b a h a rd a mavi, beyaz, eflatun, p e m b e ren kli ç iç e k le r a ça n soğ an lı bir Akdeniz bitkisi; işkil; a k so ğ a n ; ayı so ğ a n ı; b e yaz so ğ a n ; loteşir so ğ a n ı; nuteşir so ğ a n ı; ölü s o ğ an ı; (U rgin ea Scilla). 2. Bu bitkinin h ekim likte id ra r artırıcı ve k alp kuvvetlen dirici o la r a k kullanı lan z eh irli soğanı.\\ ada tavşanı, zool. K ü rk ve d e risi için avlanan, tavşan gillerden kü çü k y a p ılı ve kulakları kü çü k b ir tavşan türü, (O ryctolagus cuniculus). |j ada yavrusu, İsta n b u l’d a B o ğ a z içi b a lıkçılarının kullandığı iki veya üç çifte kü rekli bir tekne türü. adab, [Ar. edeb (terbiye, iyi a h la k) > âdâb v*'M] (a :d a :b ) {OsT} is. 1. Toplumun değerlerine uygun olan, ahlaklılık. 2. Bir işi yapmanın kuralları; usul ler; yollar; metotlar. 3. huk. Herhangi bir ahlak ku ralının uyulmasını mecbur saydığı; bir toplumdaki dürüst insanların çoğunluğunun kabul ettiği ahlaki esasların bütünü. S adaba aykırı, (D avranış için) toplum da a h la k a aykırı sayılan.\\ âdâb-ı asr, {OsT} Zamanın u su lleri.|| adâb-ı m uaşeret, {OsT} -*• adabımuaşeret.ll âdâb-ı m utavaat, {OsT} İtaa t usulle ri,|| âdâb-ı m ünazara, {OsT} K on u şm a ve tartışm a kuralları. || adabına uygun, O lm ası g erek tiğ i ş e k il de, ku ralların a uygun o la ra k . || âdâb-ı umûmiye, {OsT} G en el a h la k ve dav ran ış kur alları.\\ âdâb-ı umûmiye aleyhine cürüm ler, Türk C eza Kanunu
nun g e n e l a d a p ve a ile nizam ı a ley h in e işlen en su ç ları k apsayan bölümü.\\ âdâbuT-bahs, {OsT} T ar tışm ada ra k ib i susturm anın usullerinin ö ğ retild iğ i m an tığa dayalı kon uşm a bilg isi.] âdâb ve erkân, {OsT} D oğru ve yerin d e d avran m a; m etot; yön tem ; sıra ve saygı. adabım uaşeret, [Ar. âdâb-ı mu'âşeret o y ıU » ^bT] (a :d a :b ım u a :ş er et) {OsT} is. 1. Toplum içinde in sanların birbirleriyle ilişkilerinde uymaları gereken kurallar; görgü kuralları. 2. Herhangi bir toplantıda benimsenmesi ve uyulması gereken ahlak, görgü ve nezaket kuralları, adacık, -ğı [ada-cık] is. Çok küçük ada. adacyo, [İt. adagio] ( a d a ’cyo) zf. müz. 1. Yavaşça. 2. is. Bu hızla çalman müzik parçası. 3. Ağır hareket lerle yapılan alıştırmalar veya bir balenin ağır ola rak oynanan bölümü. a ’ dad1, [Ar. a‘ded > a‘dâd JİJıtl] (a -d a :d ) {OsT} is. 1. Sayılar; rakamlar. 2. Cari hesap ve faiz hesaplan masında ana paranın faiz getireceği günlerin sayısı ile çarpımından elde edilen rakamın muhasebecilik terimi. S a ’dâd-ı asliye, {OsT} mat. A sıl sa y ıla r; tam sa y ıla r.|| a ’dâd-ı kesriye, {OsT} mat. K esirli sayılar. || a ’dâd-ı mütebâyine, {OsT} mat. A sal s a y ıla r; o rtak bö len leri olm ayan sa y ıla r,|| a ’dâd-ı rütbiye, {OsT} dbl. S ıra sayıları.\\ a ’dâd-ı tevziiye, {OsT} dbl. Ü leştirm e say ılan . a ’dad2, [Ar. a‘dad > a‘dâd iU itl] (a -d a :d ) {OsT} is. 1. Kollar; pazılar. 2. Havuz kenarındaki düzgün taşlar veya duvarlar. a ’dad3, [Ar. a'dad -uatl] (a-dad) {OsT} sf. (Kişi için) ince ve kısa kollu, adadiyoz, [Yun. o tetoios (filan)] sf. argo. Kabadayı kıyafetinde; kopuk kılıklı, adag, [adağ] {eT} is. Ada. [Mühennâ] adagide, is. [Ödemiş’in Adagide (Ovakent) bucağın da el tezgâhlarında dokunduğu için böyle adlandı rılmıştır.] Bordo zemin üzerine beyaz çizgili pa muklu veya ipek karışımlı bürümcek, adagietto, [İt. adagio] ( a d a ’g ietto) is. müz. İçten ve ağır tempolu kısa süren müzik parçası, adagio, [İt. adagio] (a d a ’g io ) is. müz. Bir parçanın ağır tempoyla seslendirileceğini belirten terim; adacyo. adagöde, [ada+göde] {ağız} zf. (İnsan ve hayvan vücudunda görülen şişlik için) aşırı derecede. [DS] adahi, [Ar. udhiyye > adabı ^ U o l] (a d a :h i:) {OsT} is. Kurbanlar. adahik, [Ar. adahik dl^Uil] (a d a:h ik ) {OsT} is. Gü lünecek şeyler; şakalar, adahlu, [ad-ahlu / ad-ak-lu jl^ol] {eAT} sf. Nişanlı; yavuklu.
ADA
-ad ak, [-a-da-k / -edek] yap. e. Ses yansımalı kökler den isim türeten bir ektir; türetilen zarflar hareket tarzı ifade eder. Bu ekin ünsüz+ünlü+ünsüz (bab) yapısındaki köklerden türettiği kelime sayısı azdır: p a ta d a k . Buna rağmen ünsüz+ünlü+ünsüz+ünsüz (babb) yapısındaki köklerden türetmeye oldukça elverişlidir: hartadak, zın gadak. Birinci hâlde ek öncesinde ünsüz türemesi görülür: şa p a d a k > ş a p padak. ad ak 1, -ğı [ada-mak > ada-lc] is. 1. Bir dileği gerçek leştiği takdirde yerine getirilmek üzere Allah’a ve rilen söz. 2. Adanmış olan şey; sungu; nezir. 3. {ağız} Yağlı çörek. [DS] 4. fağız} El büyüklüğünde küçük ekmek. [DS] 5. (ağız} Küçük çocuklara per şembe günleri dağıtılan şeker, üzüm, badem içi vb. çerez. [DS] t5 adak aşı, fo lk . Yağm ur d u ası ö n c e sin d e ev lerd en toplan an y iy ec e k ler le y a p ıla n y em ek .j| adak çocukları, K urban v e R am azan b a y ram ı a rife le rin d e evlerden h ay ır o la r a k y em iş ve y iy ec e k to p la m a k iizere d o la şa n ço c ıık topluluğu.\\ adak etmek, {ağız}!. A dam ak; v a at etm ek. 2. A d a ğ ı y erin e getirm ek. 3. H ayır y a p a r a k öksüz ve y o k su lları doyurm ak. [DS] || adak kurbanı, A d a k o la r a k k esilen koyun, keçi, sığ ır ve d ev e cinsinden hayvan. || adak mevlidi, fo lk . D oğum, evlenm e, ev v e iş sa h ib i o lm a g ib i du ru m larda şükür ifa d esi o la r a k okutulan mevlit. adak2, [ya-mak (yaymak, serm ek) > ya-d-malc > yad-ak > ad-mak > ad-ak (yere y ayılan şey)] (adhak) {e l '} is. 1. Ayak [İKJPÖy.] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] [EUTS] [DLT] [ETY] 2. {ağız} Çocuğun ilk adımları. [DS] S1 adak kam şatm ak, K a rışıklık çıkarm ak. [Gabain] adak3, [adak] {eT'} is. Kap. [Mühennâ] adak4, [Far. âdâkilbl] (a :d a :k ) {OsT} is. Ada. adak5, -kkı [Ar. adakk J-il] {OsT} is. Daha ince; en ince; çok dakik, adaklam ak, [adak (ayak) > adak-la-mak] g ç s z .f. [-r ] [-l(ı)-y o r] {ağız} 1. (Küçük çocuklar için) yürüme ye başlamak; ilk adımını atmak. [DS] 2. {eT} Ayak ile vurmak. [DLT] adaklanm a, [adak-la-n-ma] is. Nişanlanma. ■ ad aklanm ak1, [adak-la-n-mak] {eT} dönşl.. f . [-u r] Ayak sahibi olmak; ayaklanmak. [DLT] adaklanm ak2, [adak-la-n-mak] dönşl. f . [-ir ] Nişan lanmak
hayvan; 2. Nişan ve söz kesmek üzere düşünülen (kişi). 3. is. Tapmaklarda adak sunulan yer. adaklu, [adak-lu] {eAT} sf. Nişanlı; yavuklu, a ’dal, [Ar. ı'dl > a'dal Jl-isl] (a -d a :l) {OsT) is. 1. Denkler. 2. Eşitler, adal, -Ilı [Ar. adali J-il] {OsT} sf. 1. Doğruluktan, doğru yoldan pek uzak olan; çok sapıtmış olan; çok kötü yol tutmuş olan. 2. Pek çok yanlışı bulunan. adaiam ak1, [ada-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] {ağız} (Yağmur suları tarafından) bir yerin etrafını doldu rarak ada hâline getirmek; ada görünümü vermek. [DS] adaiam ak2, [ada-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Tar tışmak; münakaşa etmek, adalanm ak, [ada-la-n-mak] {eT} f . 1. Tehlikeye düş mek; tehlikeli duruma düşmek; kötü hâlde olmak; [Gabain] 2. Kötü duruma sokmak. [EUTS] adalat, [Ar. ‘adale > ‘adalât
(ad ala. t) {OsT}
is. Kaslar; adaleler, fi1 adalât-ı inebiye, {OsT} anat. G ö z b eb eğ i k a s la r ı.|| adalât-ı mücevvefe, {OsT} a nat. K a lp kasları. adale, [Ar. ‘adale (fare) aU^\ {OsT} is. Vücut hare ketlerini sağlayan sinir ve boyuna liflerden oluş muş doku; kas. S adale-i cebhiye, {OsT} anat. Alın k a s ı.||adale-i cildiye-i unk, {OsT} anat. Boyun d eri k a s ı.|| adale-i dâliye, {OsT} anat. D elta k ası.|| ada le-i fahziye, {OsT} anat. Uyluk kası. || adale-i hicâb-ı haciz, {OsT} anat. D iyafram kası. || adale-i kalb, {OsT} anat. Yürek kası. || adale-i madgıye, {OsT} anat. Ç iğnem e kası.\\ adale-i medâriye, {OsT} anat. Ç ev re k a s ı.|| adale-i melsâ, {OsT} anat. Yalız t e . || adale-i m uassıra, {OsT} anat. Büzgen kas. || adale-i mudhike, {OsT} anat. Güldürücü k a s .|| adale-i m uhatta, {OsT} anat. Ç izgili kas.\\ adale-i mukabile, {OsT} anat. K a rşıt k a s.|| adale-i muştiye, {OsT} anat. T arak kası.\\ adale-i m ürabb a’-ı m ünharife, {OsT} anat. Yamuk kas.\\ adale-i müsennene, {OsT} anat. D işli k a s .|| adale-i n a’liye, {OsT} anat. N alınsı kas.\\ adale-i rahm iye, {OsT} anat. R ahim k a s ı; d öly atağ ı kası. || adale-i sadriye, {OsT} anat. G öğüs k a s ı.|| adale-i savtiye, {OsT} anat. Ses k a s ı.|| adale-i şeddadiye, {OsT} anat. Tıkay ıcı k a s.|| adale-i ev’emiye-i sakiye, {OsT} anat. B a ld ır ikiz kası. || adale-i zâttt’r-rüü s-i selâse, {OsT} anat. Üç b a şlı kas.
adaklı, [ad-a-lc-lı] sf. 1. Adak adamış olan. 2. {ağız} Varlığı kutsal bir şey uğruna feda edilmiş; adan mış; nezredilmiş. [DS] 3. {ağız} Nişanlı kız; sözlü; yavuklu. [DS]
adaleli, [adale-li] sf. Kasları gelişmiş ve güçlü olan,
adaklıg, [ adak-lığ] {eT} sf. Ayaklı. [ETY] [DLT] [EUTS] adaklık1, [adalç-lık] {eT} is. Üzüm çardaklarına ayak yapılacak ağaç. [DLT]
adalet, [Ar. ‘adi > ‘adalet cJİJlp] (a d a:let) {OsT} is. 1.
adaklık2, -ğı [adak-lık] sf. 1. Adak olarak seçilmiş
adalesiz, [adale-siz] sf. Kasları yeterince gelişmemiş, gücü kuvveti olmayan, İnsanlar arasında hakkı koruyup eziyet ve zulüm olgularını kaldırma işi; dad; denkserlik; hakkani yet. 2. Haksızlık eden suçluyu cezalandırmak ve hakkı gasp edilen mağdura hakkını iade etme örgü
O M
IIK E H
ADA
• 109
tü. 3. Devletin yargılama yetkisi ve gücü. 4. Hakka saygıyı esas alan ahlak ilkesi. 5. Doğru ve dürüst olmak, insaflı davranmak, vicdanlı olmak, herkese hakkını vermek erdemliliği. 6. Yönetimi ve göze timi altındakilere karşı adil, insaflı ve merhametli davranma. 7. Adliye kuruluşu. 3 adalet bakanı, A dalet B akan lığının g ö rev lerin i y ürütm ekle g ö rev li hüküm et üyesi.\\ adalet bakanlığı, Türkiye Cum huriyeti devleti için d e a d a le t işlerinin yürütülm esi için g erekli, y a sa l, p a r a s a l ve yönetim şartların ı d ü zen lem ekle g ö rev li bakanlık.\\ adalet dağıtmak, K anunların sa ğ la d ığ ı h a k la rı sa h ip lerin e verm ek, tanımak.\\ A dalet Divanı L a h ey A d alet D ivanı y e rine 1946 y ılın d a B irleşm iş M illetler y ayasın ın 92. m addesin e g ö r e kurulm uş b ir u lu slararası y a r g ı lam a kurulu. || adalet em ri, H a lk a zulüm y a p ılm a m ası için sa d ra za m tarafın dan v a lilere g ön d erilen yazılı em ir. || adalet kapısı, H a k ve hukukun k o runm ası için b a ş vurulan kurum ; m ah k em e; ad liye. || adalet em ri, H a lk a zulüm ve haksız m u am ele y apılm am ası için sa d ra z a m la r tarafın dan v a lilere g ön d erilen em ir. || adalete teslim etmek, Suçluyu y a rg ıla n m a k üzere m ah k em ey e teslim etm ek. || ada lete teslim olm ak, (Suçlu, s a n ık vb. için) y a r g ı lan m ak ü zere ilgili m ak am lara kendiliğinden teslim olm ak. || adaletine sığınmak, B irinin ken d isi hakkm d aki k ararın d a bağ ışlayıcı, â d il ve m erham etli olm asını d ilem ek; in safın a sığmmak.\\ adâlet-i şühüd, {OsTj T anıkların adil, dürüst ve gü ven ilir o l m a özellikleri.\\ adalet mahkemesi, huk. İd a ri y a r gı dışın da y e r a la n k iş iler a ra sı hukukla ilgili y a rg ı kurıımları.\\ adâlet-nâm e, Y öneticilerin h a lk a zu lüm ve h a ksız lık etm em elerin i ö n lem ek için p a d i şah ların tahta çıktıkları zam an k a d ıla ra g ö n d erd ik leri em ir; a d a le t ferm a m . || adalet sarayı, huk. B ü tün y a rg ı kurum larını için d e toplayan m ah kem e bin ası.||adaletten kaçm ak, (Y argılanm ası g er ek en suçlu veya zan lı için) m ah k em ed e yargılan m aktan kaçın m ak; teslim olm am ası. ||adalet yılı, 5 E ylül ile 20 Temmuz tarih leri a ra sın d a k i y a rg ıla m a dönem i. adaletçi, [adalet-çi] (a d a ;le tçi) is. 1. Adalet taraftarı, 2. Adalet Partisi taraftarları, bu partiden olan siya siler. adaletkâr, [Ar. 'adalet + Far. -kâr
(a d a .le t-
k â :r) {OsT} sf. Adil davranan, adaletli, adaletkârane, [Ar. ‘adalet + Far. -kâr-âne (a d a ;le tk â ;r a ;n e ) {OsT} zf. Adilce, adilane, adaletli olarak, adaletkâri, [Ar. ‘adalet + Far. -kârı
(a d a :-
letkâ. ri;) {OsT} is. Adillik; adil olma, adaletli, [adalet-li] (a d a d etli) sf. 1. Hak ve hukuk gözeten, hukuk kurallarına göre davranan; adalet duygusu taşıyan; âdil; dürüst. 2. Hukuk kuralları ile hakkaniyet ölçüsü açısından yerinde olan. 3. zf.
Hukuk kuralları ile doğruluk ilkelerine uygun ola rak. adaletlilik, -ği [adalet-li-lik] (ada.Tetlilik) is. Adaletli olma vasfı. adaletpenah, [Ar. ‘adalet + Far. penâh
(a-
d a :letp en a :h ) (OsT) sf. Adaletli, adil, adaletin ken disine sığındığı, adaletperest, [Ar. ‘adalet + F. perest] (a d ad etp erest) {OsT} sf. Adalete bağlı, adaleti çok seven, adaletsiz, [adalet-siz] (ad ad etsiz) sf. 1. Adalet ve hu kuk kurallarına aykırı davranan; hak gözetmeyen. 2. Hak ve hukuka aykırı, dürüstlük ve doğruluk ilkelerine ters davranan; eşit muamelede buluna mayan. 3. zf. Adalet ve dürüstlük ilkelerine bağlı olmadan. adaletsizlik, -ği [adalet-siz-lik] (ada.letsizlik) is. 1. Adalet noksanlığı, adil olmayan kimsenin veya adi lane olmayan şeyin özelliği. 2. Doğru ve dürüst olmayan karar ve iş. adalı, [ada-lı] is. ve sf. 1. Ada halkından olan kimse. 2. Adadan gelen (kimse) adalıg, [ada-lığ] {eT} sf. Tehlikeli; korkulu. [EUTS] adalî, [Ar. ‘adalı LSJ
(a d ali:) {OsT} sf. 1. Kaslarla
ilgili olan; kas doku. 2. Adaleli. Adam , [Ar. âdem joT] {eT} öz. is. Hz. Adem. [EUTS] adam , [Ar. âdem joT] is. 1. (Cinsiyeti dikkate alın madan) insan; kişi {eAT} (aynı). 2. Bir tek kişi. 3. Cinsiyeti erkek olan kişi. 4. Yetişkin erkek. 5. Yüksek makam sahibi, tanınmış kişi. 6. İnsana ya kışır olumlu nitelikleri bulunan, erdem sahibi ol muş, kendisine güvenilir, dürüst kişi. 7. Mesleğinin hakkını veren, çalışma alanı ve kişisel davranışları ile tanınan, işinin ehli olan kişi. 8. Görevli, çalışan, müstahdem, hizmetli. 9. (Kadına göre) Erkek eş, koca. 10. Destekçi; koruyucu. « B ak an lık ta adam ın y o k s a senin iş y a t a r .» 11. Birinin tarafını tutan, tarafsız olamayan, yardakçılık eden. «O na güven olm az, patron u n a d a m ıd ır.» 12. Karşı taraf veya rakip (çokluk hâlde). « A dam lar bizi p e s tile çev ird i le r .» 13. Belirsiz şahıs; gayri muayyen kimse. «A dam ın tep esi a tıy o r.» 14. Birinin koruduğu kişi. 15. (Kişi için) alçakgönüllülük göstermek amacıyla kendisinden bahsederken kullandığı söz. "Adamın içi p a r ç a la n ır yahu buna. ” 16. iinl. Alay ederek bir teklifi reddetmede kullanılır. “A dam (sen de), eski d elile r d e k a lm a d ı!" Ahmet Rasim. S adam a ben zemek, D üzelm ek, ken disin e ç e k i düzen verm ek. || adam adam a savunm a, B a s k e tb o l v ey a fu t b o l g ibi takım oyunlarında, karşı takım oyuncularının h er birinin b a şın a b ir oyuncu g ö rev len d ir er ek onun h a rek etlerin i karşı savunm a ile en g elley ip sayı y a p m a sın a izin vermemek.\\ adam alm ak, 1. Sevdi ğ i erk eğ i g iz lice evine k ab u l etm ek. 2. İş y erin d e
0 I İM I İ İR S M .1 1 O
ADA ç a lıştırm a k üzere işçi alm ak. || adam alm am ak, Ç o k kalabalıklaşmak.\\ adam ardınca yavuz söyleyici, {eAT} D edikodu cu ; çekiştiren.\\ adam ayır m ak, in sa n la r a ra sın d a çeşitli s e b e p le r le fa r k lı davranm ak, eşit davranm am ak.]] adam azmanı, N orm al ölçü lerin dışın da ç o k iri insan.|| adam ba şına, H er kişiye, h e r birin e.|| adam beğenmemek, H erk este kusur bulm ak, kusur a ra m a k ; b a şk a la rın d a ek sik lik bulm ayı huy edinm ek. ||adam boyu, B ir a d a m yü ksekliğ in d eki k ab ata slak , o rtala m a ölçü. \\ adam dan saym ak, A dam y erin e konulm ak, d eğ e r verilmek.\\ adam değil cüdam , in sa n y erin e koy m ay a değ m ez; insanlıktan n asibin i almamış.\\ ad am değilim, (Sözünde d u raca ğ ın a veya dediğinin o la c a ğ ın a dair) y em in sözü.\\ adam eti yemek, D e dikod u etm ek. || adam etmek, 1. Yetiştirmek, eğ it m ek ; iş ve m eslek s a h ib i y apm ak. 2. K ötü durum da o la n bir y e r i y a şa n ılır veya kötü b ir şey i kullan ılır durum a getirm ek ; iyi b ir h â le koymak.\\ adam ev ladı, İyi d a v ra n ışla ra sahip, soylu .|| adam gibi, 1. İn san a y a k ışır tarzda, efen d ice; 2. İstenilen şekilde, işe y a r a r b ir biçim d e.|| (bir şeyin) adam ı olmak, B ir işin ustası o lm a k .|| (birinin,) adam ı olmak, B ir kim senin hizm etinde bulunmak.]] adam ına çatm ak, A ksi ve beceriksiz, karşılaşılm ası arzu edilm eyen b irin e rastlamak.]] adam ına düşmek, 1. İyi, b e c e rik li ve u sta bir kişiy le iş g ö rm ek ; 2. A ksi ve b e c e riksiz bir a d a m la iş y a p m a k .j| adamına göre, İn s a n la r a ra sın d a ayrım y a p a r a k .|| adamın biri, Ör n eklen d irm ek için isim verm ek istem ediğim iz z a m an anlattığım ız olayın kah ram an ı.|| adamını bulmak, işin ehlini, ustasını; arabu lu cu kişiyi bul mak.]] adam ı tanım ak, İn san la r h a kk ın d a b ilg i ve deneyim sa h ib i olmak.]] adam içine çıkam am ak, Toplumun h o ş k arşılam ad ığ ı bir tutum veya suçtan d o la y ı in san lar a ra sın a karışam an ıak, o n la r a g ö rünememek.]] adam içine çıkmak, H alkın a ra sın a katılm ak, başkaların ın d eğ erlen d ireceğ i b ir iş y a p m ak. ||adam ister, B ir işi h erkesin b a şa ra m a y a c a ğını, taliplilerin in b elirli ö z ellik lere sa h ip olm ası gerek tiğ in i ifa d e için kullanılır.]] adam kaldırma, B irin i z o r ku llan m ak su retiyle k a çırm a k ; z o r la a lı koymak.]] adam kayırm ak, T a r a f tutmak, iltim as geçm ek. || adam kıtlığı, A ranan nitelikte kişi bu la mamak.]] adam kollamak, B irin i takip etm ek; kü çü k h a taların a g ö z yum m ak. || adam kullanmak, işlerin i b a şk a la rın a yaptırm anın y o lla rın ı bilmek.]] adam olmak, 1. Yetişip m evki ve m akam sa h ib i o l m ak. 2. (E rk ek ç o c u k için) büyüm ek; ergin lik ç a ğ a n a gelm iş olm ak. 3. (Eşya, y e r için) onarım ve b a kım y a p ıla r a k k u llan ılab ilir ve y a şa n a b ilir h â le g elm ek .|| adam öldürme, Silah la veya b a şk a usul le r le birini öldürme.]] adam sarrafı, İn san ları ve insan p sik olojisin i iyi bilen, iyi ve kötü k işileri h e m en tanıyabilen kişi. || adam sen de, “H iç umu ru m da değil, ön em i y o k ! ” an lam ın da b ir ünlem .||
adam sendeci, K en d i çıkarın d an b a ş k a h iç b ir şeyi ken din e d ert edinm eyen; nem elazım cı. ||adam sıra sına girmek, 1. H atırı sa y ılır kişilerd en olm ak, iti b a r g ö rm ey e başlam ak. 2. (E rk ek ç o c u k için) y etiş kin e r k e k olm ak. || adam testi, T este tabi tutulacak çocuğun yap tığ ı insan resm in e g ö r e zih in sel duru munu in celem e tekniği. || adam yerine konmak, D e ğ e r verip say g ı g ö ster m e k ; ad am d an saym ak. adam a, [ad-a-ma] is. Adak dileme işi; nezretme. ad am ak 1, [eT. ad > ad-a-mak
g ç l .f . [-r ] [-d (ı)-
y o r ] 1. (eT) {eAT} Ad koymak; adlandırmak; söy lemek. [EUTS] 2. Allah’a bir dileği gerçekleştiği takdirde yerine getirmek amacıyla vaatte bulun mak; nezretmek; {eAT} (aynı). 3. Yemin niteliğinde söz vermek; harcamak; feda etmek; bağlanmak; hasretmek. 4. {eAT} Vaat etmek. adam ak2, [ad-a-mak] {eT} gçl. f . [- r ] Birisine zarar vermek. [EUTS] adamakıllı, [adam + akıl-lı] ( a d a ’m akıllı) sf. 1. Mü kemmel olarak, yerli yerinde; esaslı; güzelce; layıkıyla; mükemmelen. 2. zf. Küçümsenemeyecek kadar; gereğinden çok 3. Tamamıyla, iyice; alabil diğine; büsbütün, adam ca, [adam-ca] ( a d a ’m ca) zf. 1. Adam olarak, adam bakımından. 2. İnsan sayısı olarak, adam cağız, [adam-cağız] is. İnsanda acıma ve sevgi duygusu uyandıran erkek, adam casına, [adam-ca-sı-na] zf. Adam gibi, adama yakışır biçimde, adam cık, -ğı [adam-cık] is. 1. Kendisine acıma ve sevgi duyulan erkek kişi. 2. İnsan yerine konmaya cak derecede kötülük dolu kimseler; aşağılık kişi. adam cıl, [adam-cıl J ^ T ] sf. 1. {eAT} (Hayvan için) insana saldıran. 2. İnsandan kaçan, insan arasına katılmaktan hoşlanmayan kimse. 3. [O lum lu ve olum suz iki zıt an lam ı b ir a r a d a bulunduran bu kelim en in olum lu an lam ı so n rad a n o rtay a çıkm ış tır. E sk i an lam ı y a v a ş y a v a ş unutulm aktadır.] İn sanları seven, onlara merhamet besleyen, insan ara sına karışmaktan hoşlanan kimse, adam cıllanm ak,
[adam-cıl-la-n-mak
çöl]
{eAT} dönşl. f . [-u r] Adam gibi görünmek; adamlık taslamak. adamcıllık, -ğı [adam-cıl-lık] sf. Adamcıl olma du rumu. adam et, [Ar. ‘adâmet o-oİJıt] (ad a.m et) {OsT} is. Akılsızlık; aptallık; budalalık, adam i, [Ar. 'âdemi] ( a :d a m i :) is. İnsan; beşer, fi1 âdam î dakı p errî, {eAT} İn san la r ve cinler. adamkökü, -nü, -kleri [adam+kök-ü] is. Adamotu bitkisinin kökü, adamlık, -ğı [adam-lık jU^T] is. 1. İnsana yakışır hâl
O M lM M U in ve hareket. «B ırak, a d a m lık se n d e k a lsın .» 2. sf. Halk arasında bayram ve törenler için giyilen elbi seye verilen isim. «G öriicii g e lec eğ in i duyunca, a d am lıklarm ı g iy d i.» 3 . {ağız} İçi pamuklu erkek hır kası. [DS] 4. {eAT} Olgunluk; erginlik. 5. {ağız} Ev lerde erkeklerin oturduğu yer; sedir. [DS] 6. {ağız} Misafir odası. [DS] adamotu, -nu, -tları [adam+ot-u] is. t. bot. Kökleri insan vücudu biçiminde oluşundan dolayı büyücü lükte, yumruları ise halk hekimliğinde ilaç olarak kullanılan, Akdeniz çevresinde yetişen bir bitki; abdüsselam, (M an dragora offıcin ariu m ) adamsız, [adam-sız] is. 1. Yardımcısız, hizmetçisiz. 2. sf. (Kadın için) kocasız kalmış, adamsızlık, -ğı [adam-sız-lık] is. 1. Personel azlığı; yetişmiş eleman yokluğu; kaht-ı ricâl. 2. (Kadın için) eşi olmama durumu, adan, [adan] {eT} zf. Başkası; diğeri; başka türlü; bundan başka. [EUTS] adanat, [Yun. anadoti] {ağız} is. Ekin demetlerini kağnıya yüklemekte kullanılan üç çatal ağızlı araç. [DS] adanılmak, [ad-an-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-u r ] Tayin ve takdir edilmek, adanümış, [adan-ıl-mış] {eAT} sf. Tayin ve takdir edilmiş. adanlu, [ad-a-n-mak > ada-n-lu ^ b l ] {eAT} sf. ... ad lı;... adını takınmış, adanm a, [ad-a-n-ma] is. Adak dileğinde bulunulma işi. adanm ak1, [ad-a-n-mak J ^ î ] {eAT} dönşl. f . [-u r] 1. Ad almak; ad takınmak. 2. edil. f . Ad takılmak; la kap takılmak. adanmak2, [ada-n-mak] edil. f . [ -ır ] Adak dileğinde bulunulmak; adak edilmek, adanmış, [ada-n-mış jiijT ] {eAT} sf. Muayyen; be lirli. S1 adanmış vakt, {eAT} M uayyen zam an. adaptasyon, [Fr. adaptation] (a d ap ta ’syon) Bir şeyin başka bir şeye uydurulması; bir varlığın bir başka varlık ile veya ortam ile bağdaşması; uyarlama; intibak. adapte, [Fr. adapter > adapté] sf. 1. Uymuş. 2. (Bir eser için) yazıldığı toplumun gelenek ve görenekle rinden farklı bir toplumunkine uydurulmuş olan. 3. (Bir türe uygun olarak yazılmış bir eser için) başka bir türe uyarlanmış olan, ö adapte etmek, Uyarlam ak.|| adapte olm ak, 1. U yarlanm ak. 2. Uymak. adaptör, [Fr. adaptateur] is. Bir iş için üretilmiş bir alet veya parçayı ölçü ve standardı değişik başka bir alet ile kullanmak için arada uyumu sağlayan ara parça; uyarlayıcı; uyarlaç. ad ar1, [? adar] {ağız} is. Olgunluk. [DS] adar2, [Ar. ‘adar / Far. adar] (a d a :r) {ağız} is. Mart. [DS]
ADA ad ar, -rrı [Ar. adarr ^ 1 ] {OsT) s f En zararlı. S ad arr-ı müskirat, {OsT} İçkilerin en zararlısı. ad ara, [ada-r-a] {eT} is. Ayrıntılı; inceden inceye; te ferruatlı. [EUTS] ad arm ak , [ad-ar-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Ayırmak. [EUTS] adartm ak, [ada-r-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Zarar ver mek; tehlikeye atmak, ad artu , [adar-t-u] {eT} sf. Tehlikeli. [ETY] a ’das, [Ar. ‘ades > a'dâs
{OsT} is. Mercimek
ler. ' adaşız, [ada-sız] {eT} sf. Korkusuz; tehlikesiz; baskı olmadan; baskısız. [EUTS] adaş, [ad-daş > adaş] is. 1. Aynı adı taşıyanlardan birine göre diğeri. 2. {eT} Dost; arkadaş; eş; yoldaş. [Gabain] [ETY] [DLT] [EUTS] 3. {ağız} Kardeş edi nilmiş olan. [DS] S adaş kadaş, {eT} A rkad aş; d o st; a h b a p ; so y sop. [EUTS] adaşlık, -ğı [adaş-lık] is. 1. Adaş olma, aynı adı taşıma durumu. 2. {eT} Arkadaşlık; dostluk. [DLT] adaşm ak, [ad-aş-mak] işteş, f . [-ır ] (Çocuklar için) oyuna başlamadan ad seçerek eşleşmek, adat, [Ar. ‘âdet > ‘âdât o b U ] (a :d a ;t) {OsT} is. Âdetler; alışkanlıklar; görenekler; usuller ve tabiat lar. 0 âdât-ı medeniyet, {OsT} U ygarlık g e le n e k leri.,|| âdât ü ahlak, {OsT} Töre. adatm ak, [ad-a-t-mak] gçl. f . [ -ır ] Birinin bir adakta bulunmasını sağlamak; adama işini yaptırmak, adavet, [Ar. ‘adavet ojI-lp] (ada:vet) {OsT} is. Düş manlık; kin. aday, [ad-ay] sf. 1. Bir iş, bir görev veya siyâsi ma kama gelmek için istekli olan; namzet; gönüllü; talip. 2. Belirli staj dönemini geçirdikten sonra işe alınacak olan; yetiştirilmekte, eğitilmekte olan; stajyer. 3. Bir göreve getirilmesi beklenen. 4. is. Nişanlı; sözlü. £? aday adayı, İlk elem ey e k a tıla ra k seçild iğ i takd ird e a d a y o la c a k kişi. ||(birini, bir ese ri) aday göstermek, A daylığı uygun g ö r e r e k ö n er m ek.|| aday olmak, K en disin i uygun g ö r e r e k istekli o lm a k ; talip olm ak. || aday yoklam ası, G en el s e çim lere k a tıla c a k m illetvekili adayların ı tespit et m ek üzere p a r t i ku ru lların ca y a p ıla n seçim işi. adayavrusu, [ada+yavru-s-u] is. İstanbul’da Boğazi çi balıkçılarının kullandığı iki veya üç çifte kürekli bir tekne türü, adaylık, -ğı, [ad-ay-lık] is. Aday olma durumu; namzetlik. S adaylık eğitimi, B elirlen m iş ş a rtla n taşıyan kişilerin b elirli bir d a ld a unvan kazan m a ları v e y etişm eleri için y a p ıla n sü reli hazırlayıcı çalışm a. || adaylık süresi, B ir işe veya m esleğ e g irm ek için a d a y o la n kişinin eğitim i ve yetiştiril m esi için g e r e k li o la n zam an dilim i. || adaylığını
D İ M İ C E S Ö M . 12
ADA
koymak, S eçilm e y eterliliğ in e sa h ip b ir kişinin a d a y lık için başvurması.\\ adaylıktan çekilmek, A daylar a ra sın d a bulunm asına rağm en ken d i isteği ile seçim e katılm aktan vazgeçtiğini ilan etm ek, s e ç im e katılm ayı istem em ek. adayu, [ada-yu] {eTj sf. 1. Sevimli; aziz; değerli. 2. Yavru. [EUTS] adcı, [ad-cı] sf. fe l. Adcılık öğretisine bağlı olan; nominalist; ismiye. adcılık, -ğı [ad-cı-lık] is. fel. 1. Görünen şeylerin kendi başlarına birer varlıkları bulunmadığını an cak bunların zihnimizde canlandırdığımız görüntü leri ile var gibi sandığımızı savunan felsefî görüş; nominalizm; ismiyyun. 2. Bu felsefi görüşün etkisi ile para biriminin aslında bir değerinin bulunmadı ğını savunan İktisadî görüş. addar, [Ar. ‘addâr jI-lp] (a d d a:r) is. Denizci; gemici, addedilme, [Ar. ‘add + T. edil-me <1^.1
] ( a ’d d e-
dilm e) is. (Öyle) sayılma, addedilmek, [Ar. ‘add + T. edil-mek ■iÜJu.l J•*-] ( a ’ddetm ek) e d il.f. [ -ir ] (Öyle) sayılmak, addetme, [Ar. ‘add + T. et-me
jp] ( a ’ddetm ek)
is. (Öyle) sayma, addetmek, [Ar. ‘add + T. et-mek
aded-i gayr-i muntak, {OsT} mat. O ranlanam az sa y ı; irrasy on el sayi.|| aded-i hakikî, {OsT} mat. G e rç e k sayı.\\ aded-i kesrî, {OsT} mat. K esirli s a yı]] aded-i menfi, {OsT} mat. Sıfırdan küçük sayı; n e g a t if sayı.\\ aded-i mevhum, {OsT} mat. S an al sayı.\\ aded-i m untak, {OsT} mat. O ran lan abilen sa y ı; ra sy o n el sayı. || aded-i m öretteb, {OsT} mat. Tam sayı. |[ aded-i müsbet, {OsT} mat. Sıfırdan bü y ü k sa y ı; p o z it if sayı.\\ aded-i rütbî, {OsT} dbl. Sıra bildiren sa y ı.|| aded-i rüüs, {OsT} huk. K işi sayısı.\\ aded-i silsile-i ale’l-vilâ, {OsT} mat. Aritm etik dizi.|| aded-i tâm m , {OsT} mat. Tam sa y ı.j| aded-i tevziî, {OsT} mat. Ü leştirm e bildiren sayı. adlıg, [ad-lığ] {e l } sf. 1. Adlı; sanlı; ünlü; tanınmış kimse; ad almış. [EUTS] 2. Atlı; sipahi; süvari. [EUTS] adeden, [Ar. ‘adeden üjip] ( a d e ’den) {OsT} zf. Sayı olarak; sayıca; miktarca, adedî, [Ar. ‘aded! tp .it] (a d ed i:) {OsT} sf. Sayı ile ilgili; sayısal. adedim ürettep, -bi [Ar. ‘aded-i müretteb ^ y
n*-]
( a d e d i’m ürettep) {OsT} is. Bir meclisi, bir kurulu meydana getiren üyelerin belirlenen sayısı; üye tam sayısı.
-u] ( a ’d d et
adediyat [Ar. ‘adediyyât oU^Jip] (ad ed iy a:t) {OsT}
m ek) gçl. f . [~ (d)-er] [~e(d)iyor] 1. (Bir şeyi, bir şey) saymak; bilmek; farz etmek; telakki etmek. 2. m ec. Öyle kabul etmek; tutmak. « H er şey a p a çık
is. 1. Sayı ile ilgili olanlar. 2. Sayılabilen şeyler. S adediyât-ı mütefâvite, {OsT} B irim leri a ra sın d a d e ğ e r fa r k ı bulunan şeyler.\\ adediyât-ı m ütekaribe, { OsT} B irim leri a ra sın d a d e ğ e r fa r k ı bulun m ayan şeyler.
o rta d a iken o bunu y o k a d d ed iy o r .» 3. Sanmak. «B u n lar d a ken d ilerim p o litik a c ı addediyor, öy le m i? » addın, [ad-dın] {eT} zf. 1. Diğer; başka; başkası. 2. sf. Yabancı, yad. [EUTS] addınçıg, [ad-d-ınçığ] feT} sf. Başka; başkaca; çeşit li; özel; seçkin; mümtaz; üstün derecede; hayrete değer; şaşırtıcı. [EUTS] addınk, -ğı [ad-dır-ık?] {ağız} sf. Kahpe; orospu. [DS] addırm ak, [at-tır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] 1. Bir sıvıyı fışkırtmak. 2. (Küçük çocuklar için) sidiği ileri doğru fışkırtarak işemek. [DS] addolunma, [Ar. ‘add + T. ol-un-ma
j j -\
( a ’d
detm ek) is. (Öyle) kabul edilme, addolunmak, [Ar. ‘add + T. ol-un-mak
«l jp]
( a ’ddetm ek) e d il.f. [-u r] (Öyle) kabul edilmek, ade, [Ar. ‘âdet > âde coU] (a :d e) is. Arapça kurallara göre yapılan birleşik kelimelerde usul, y o l anlamı na gelen âdet kelimesinin aldığı biçim, fev k 'a l-â d e , a le ’l-âde. aded, [Ar. ‘aded j-lp] {OsT} is. -* adet, ö aded-i âsam , {OsT} mat. K esirli sa y ı; rasy on el sayı. ||aded-i aslî, {OsT} mat. A sıl «7}7.|| aded-i âşârî, {OsT} mat. O nluk sa y ı.|| aded-i ferd, {OsT} mat. T ek sa y ı.||
a ’del, [Ar. a'del J-lpI] (a-d el) {OsT} sf. Daha adil; en adil; pek adil; çok doğru. S a ’ delü’l-âdilîn, {OsT} 1. A dillerin en adili. 2. Allah. âdem, [Ar. / İbr. âdem joT] (a:d em ) {OsT} is. 1. İnsan, adam; kişi. 2. m ec. İnsanda bulunması gereken er demlere sahip (kimse) 3. öz. is. İlk yaratılan insan; insanlığın babası; Hz. Adem, fi1 Adem baba, argo. 1. A fyonkeş, uyuşturucu alışkan lığ ı olan. 2. H ap is h a n eler d e h a r a ç ç ıla r a y a rd a k ç ılık ed en .|| Adem elması, anat. in san boynunun ön bölüm ünde y e r a la n g ırtlak çıkıntısı.|| Adem evladı, İnsan ı ö zellik leri ken disin de toplayan ca n lı; insan. || âdem -hâr, {OsT} İnsan yiyici.\\ âdem-kiiş, {OsT} İnsan öldüren .|| Adem oğlanı, {eATj İnsanoğlu.\\ Adem oglı, {eAT} İn san oğ lu ,|| âdem -pirâ, {OsT} B ilgili a d am ; olgun insan.|| Adem tonına girmek, {eAT} İnsan kılığın a girm ek. adem, [Ar. ‘ adem
{OsT} is. 1. Yokluk; hiçlik;
ölüm. 2. “-s iz lik ’’ anlamı vermek için bazı kelime lerin başına getirilmiştir: a d em -i dikkat (dikkat sizlik), a d em -i im kân (im kânsızlık), a d em -i sa la h i y et (yetkisizlik) ö adem -abâd, {OsT} I. Yokluk ül kesi. 2. Ölüm. || adem-i basiret, {OsT} U zak g örü ş
8M İR İM İ. 113
ADE
g â :h ) {OsT} İnsan olan yer; insanların yerleştiği sa h ibi o la m a m a ; basiretsizlik,|| adem-i dikkat, yer. {OsT} D ikkatsizlik.|| adem-i emniyet, {OsTj Güven lik yokluğu.\\ adem-i ifâ, {OsT} Yerine g etirem em e; ademîlik, [âdemî-lik] {eAT} is. İnsanca davranış; yu yapamama.\\ adem-i ihtimâl, {OsT} Olamamazlık.\\ muşaklık. adem-i iktidar, {OsT} 1. Gücü y etm em e; güçsüz ademimerkeziyet, [Ar. adem-i + merkeziyyet lük. 2. C in sel gü ç yoklu ğ u ; iktidarsızlık,|| adem-i cojS”y:] ( a d e ’m im erkeziyet) {OsT} is. siy. Yönetimin imkân, {OsT} O lam azlık; im kânsızlık.j| adem-i bir merkezden değil de yerinden yapılması gerekti imtizaç, {OsT} 1. U yuşam am a; bağ daşm azlık. 2. ğini savunan siyasi görüş; yerinden yönetim, Geçim sizlik.|| adem-i inkıta, {OsT} Kesilmezlik.\\ adem-i inzibat, {OsT} T ertipsizlik; düzensizlik,|| ademimerkeziyetçi, [adem-i+merkeziyyet-çi] (a d e ’m im erkeziyetçi) sf. Yerinden yönetim görüşünü sa adem-i irtibat, {OsT} mant. B ağ lan tısızlık; ay rık vunan (kimse), lık,|| adem-i istikrar, {OsT} K a ra rsız lık .|| adem-i istim â’, {OsT} huk. (D ava için) d in lem e yokluğu.\\ ademimüdahale, [Ar. adem-i+müdâhale 4JJ-I.U adem-i iştihâ, {OsT} İştahsızlık.|| adem-i itaat, ( a d e ’m im ü da:hale) {OsT} is. siy. Doğrudan ilişkisi {OsT} B uyruk d in lem ezlik; itaatsizlik.\\ adem-i ihti olmadıkça bir devletin, başka bir devletin iç işleri laf, {OsT} U yuşm azlık y oklu ğ u ; an laşm azlık y o k lu ne karışmaması. ğu.\\ adem-i i’tim ât, {OsT} G üvensizlik.|| adem-i âdemiyan, [Ar. âdemî + Far. -yân ol^oT] (a :d em i:kabili, {OsT} K a b u l etm em e durumıı.\\ adem-i ki y a:n ) {OsT} is. İnsanlar, fayet, {OsT} Yetmezlik. || adem-i levn, {OsT} biy. A kşınlık; albin izm .|| adem -i lüzum, {OsT} G e rek âdemiyane, [Ar. âdemî + Far. -yâne -uL-oT] (a :d e sizlik.|| adem-i merkeziyet, {OsT} 1. M erkez y o k lu m i:ya:n ) {OsT} zf. İnsanca; adamca; erkekçe. ğu. 2. K uruluşların m erkezden d eğ il d e ken di k en âdem iyet1, [Ar. âdemiyyet o-^oî] (a.dem iyet) {OsT} dilerini yön etm esi sistem i; y erin den yönetim . |j is. 1. İnsanlık. 2. Erkeklik. 3. Terbiyeli insan olma. adem-i mes’ ûliyet, {OsT} Sorum suzluk.|| adem-i ınevcfldiyet, / OsT} Yokluk; bulunm am a durumu.\\ ademiyet2, [Ar. cademî > ‘âdemiyyet c~oj^] {OsT} sf. adem-i m utâbakat, {OsT} U yuşm azlık; uymazlık.\\ 1. Yoklukla ilgili. 2. Ölümle ilgili, adem-i m uvafakat, {OsT} O lursuzluk; razı o lm a âdemizad, [Ar. âdemî + Far. -zâd joT] (a ;d em a durumu.|| adem-i muvaffakiyet, {OsT} B aşarım iza:d) {OsT} is. İnsanoğlu; insandan doğmuş, sızlık.\\ adem-i m üdâhale, {OsT} K a rışm az lık.|| âdemlenmek, [âdem-le-n-mek] {OsT} dönşl. f . [ - ir ] adem-i müsâade, {OsT} İzinsizlik.|| adem-i müsâ1. İnsanlaşmak. 2. İnsanlık taslamak, vât, {OsT} E şitsizlik; den g esizlik.|| adem-i nezâfet, âdemoğlu, -nu, -ğulları [Ar. âdem + T. oğ(u)l-u] {OsT} Tem izlik yoklu ğ u ; p is lik .|| adem-i riâyet, (a:dem oğ lu ) is. 1. İnsan türü, 2. m ec. Dürüst ve iyi {OsT} Saygısızlık; k u ra lla ra uymazlık.\\ adem-i insan. selâhiyet, {OsT} Yetkisizlik.|| adem-i sebat, {OsT} Ç abu k bıkıp usan m a durum u; d iren m ezlik; s e b a t âdemotu, -nu, -tları [Ar. âdem + T.ot-u] (a:dem otu ) is. bot. - * adamotu, (M an d rag ora officinarium ) sızlık; s e b a t yokluğu.\\ adem-i tâbiiyet, {OsT} B a adenalji, [Fr. adénalgie] is. tıp. Lenf düğümü mer ğım sızlık.,|| adem-i ta ’kib, {OsT} huk. K ovuşturm a kezlerinde bulunan ağrı, yokluğu ; takipsizlik:|] adem-i tecâvüz, {OsT} S a l dırm azlık:.|| adem-i te’diye, {OsT} Ö dem em e duru adenandra, [Lat. adenandra] is. bot. Sedefotugiller familyasından Güney Afrika kökenli idrar söktürümu; ö d em ezlik.|| adem-i tenâzur, {OsT} Sim etrisiz cü ve uyarıcı olarak halk hekimliğinde kullanılan lik; bakışım sızlık.|| adem-i temyîzü’l-elvân, {OsT} bir bitki, (R utacae). R enk indisi.|| adem-i teslîm, {OsT} E v ra k vb. teslim adenantera, [Lat. adenanthera] is. bot. Baklagiller etm em e durumu. den, tohumlarından yağ elde edilen bir tropik bitki; ademan, [Ar. âdemân OL«iT] (a d em a:n ) {OsT} is. AAmerikan baklası, damlar; insanlar. adenaz, [Fr. adénase] is. fızyol. Adeninin parçalana Ademcilik, -ği [âdem-ci-lik] (a :d em cilik ) is. Ortaçağ rak sindirilmesini sağlayan bir çeşit pankreas salgı Avrupa’sında Adem ile Havva’yı taklit ettiklerini sı. iddia ederek çıplak yaşamayı savunan tarikat; bo adenektomi, [Fr. adénectomie] is. tıp. 1. Lenf bezi hem. nin ameliyatla alınması. 2. Bez dokularda oluşan âdemî1, [Ar. âdemî (a :d em i;) {OsT} sf. 1. İn zararsız urların alınması ameliyatı, sanla ilgili. 2. Âdemle ilgili. adeni, [Fr. adénie] is. tıp. Lenf bezlerinde lenfoit (a d e
dokunun bölünüp çoğalması ile ortaya çıkan hasta lık.
ademigâh, [Ar. âdem + Far. -gâh *\S joT] (a .d em i:-
adenilik, [Fr, adénylique] sf. biy-kim . Kasların ka
ademî2, [Ar. ‘ademî / ‘ademiyye m i:) {OsT} sf. Yoklukla ilgili.
orüMiıctsezıı. m
ADE sılmasında rol oynayan fosforik asidin bir çeşit tü revi; adenozintrifosforik.
m ediği, içten g e le r e k y a p m a d ığ ı h â ld e ; b a şk a la rı y a p ıy o r d esin ler diye.
adenilsiklaz, [Fr. adénylcyclase] is. biy-kim. Gliko jenin yapım ve yıkımında, ayrıca yağların parça lanmasında rolü olan zar enzimi,
adet, -di [Ar. ‘aded jj^] {O s T} is. 1. Sayı. 2. Birim
adenin, [Fr. adénine] is. biy-kim , org-kim . Nükleik asitlerin birleşimine girerek adenozin ve dezoksiadenozin oluşumunda görev alan pürik baz; formü lü: C5H5N 5 adenit, [Fr. adénite] is. tıp. Lenfatik damarların lenf düğümlerine bağlandıkları yerlerde meydana gelen iltihaplı hastalık. ad e r1, [Ar. âder jjT] (a :d er) {OsT} sf. (Kişi için) ka sık fıtığı olan. ad er2, [Far. âder _pT] (a :d er) {OsT} is. Ateş, ades, [Ar. ‘ades
{OsT} is. Mercimek,
adesat, [Ar. ‘adese (m ercim ek tanesi) > ‘adesât oL-Jlc-] (a d esa :t) {OsT} is. 1. Mercimekler. 2. Mer
âdeta, [Ar. ‘âdet > ‘âdetâ ta it] (a ;d e ta :) {OsT} zf. 1. Alışılageldiği gibi. 2. Neredeyse; hemen hemen; sanki. 3. is. Atın, sağ arka ile sol ön, sol arka ile sağ ön ayaklarını eş zamanlı olarak kaldırıp basa rak en yavaş yürüyüşü, âdetçe, [âdet-çe] {eAT} zf. Alışılageldiği gibi; âdet üzere; âdete uygun, adetçe, [adet-çe] ( a d e ’tçe) zf. Sayıca; miktar bakı mından; adeten. âdeten, [Ar. ‘âdet-en s^U] ( a . d e ’ten) {OsT} zf. Adet üzerine; âdet olduğu gibi, âdetullah, [Ar. ‘âdet’Allah > ‘âdetuJllâh 4JJI c o lt] {OsT} is. Allah’ın koyduğu değişmez düzen ve ka nunlar; sünnetullah. âdetperest, [Ar. ‘âdet + Far. perest] (a:d etp erest) sf.
cekler. adese, [Ar. ‘ades (m ercim ek) > ‘adese 4-ap] {OsT} is. fız . Mercek. S adese-i ayniye, {OsT} fız . G özlem e m erc eğ i; okü ler. ||adese-i m er’iye, {OsT} fız . N esn e m erc eğ i; objektif.\\ adese-i mütekarib, {OsT} fız. Y akınsak m ercek. adesî, [Ar. ‘ades > ‘adesı
olarak kabul edilmiş şeylerden her biri; tane,
&] (a d esi:) {OsT} s f 1.
Mercimekle ilgili. 2. Mercimeğe benzeyen; merci mek gibi. 3. Mercekle ilgili, âdet, -ti [Ar. ‘âde > Far. ‘âdet co U ] (a :d et) {OsT} is. 1. Alışılmış faaliyet. 2. Toplum içinde yapıla yapıla alışılmış olan; usul; kaide; anane; gelenek; göre nek; örf; teamül; töre; yapılageliş. 3. Bir kimsenin sık sık tekrarlamak suretiyle edinmiş bulunduğu davranış değişiklikleri, yapısında var olan huy ve tabiatı; huy; tarz. 4. eski. Vergi. 5. örtm ece. Kadın ların aybaşı durumu. S âdet çıkarm ak, Yeni bir dav ran ış çeşid i başlatmak.\\ âdet edinmek, B ir davran ışı so n rad a n a lışk an lık h â lin e getirm ek. Ye ni bir huy sa h ib i olm ak. ||âdet etmek, B ir davranışı so n rad a n a lışk an lık h â lin e getirm ek. Yeni b ir huy s a h ib i olm ak. || âdet görmek, K adın ların ay h âli olmaları.\\ âdet-i agnâm, {OsT} Koyun v e keçid en alın an vergi. ||âdet-i gulâmiye, {OsT} D evlet işleri ni g örd ü rm ek için çalıştıralan insanların ü cretleri ni ö d em ek için alın an vergi.|| âdeti veçhiyle, A lış m ış oldu ğu şekliyle. || âdet olduğu gibi, A lışılm ış şekliy le.|| âdet olduğu üzere, A lışılm ış şekliyle.\\ âdet olm ak, B ir davranışın g e le n e k hâlin e g elm esi.|| âdet rom anı, G ö ren ekleri tem a o la r a k alm ış bulunan rom an. ||âdetten kesilmek, K adın ların bir d a h a ay h â li durum una gelmemeleri.\\ âdetu’llâh, A lla h ’ın töresi.|| âdet yerini bulsun diye, Arzu et
Adetlere bağlı; muhafazakâr, adevan, [Ar. ‘âdevân oljAt] (a :d ev a ;n ) {OsT} is. Hız la koşma. adezyon, [Lat. adhaesion > Fr. adhésion] is. fız . Birbi rine değmekte olan iki katı veya katilarla sıvılar arasındaki moleküler çekim kuvveti, adgançsız, [ad-ğanç-sız] {eT} sf. Başına buyruk; öz gür; hür; serbest. [EUTS] adgangu, [ad-ğa-nu] {eT} is. Temyiz; tefrik; ayırt et me; ayıklama. [EUTS] S adgangu törü, huk. [EUTS] A yıklam a tö resi; tem yiz töresi. [EUTS] adganm ak, [ad-ğan-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Bağ lanmak. [EUTS] adgar, [ad-ğar] {eT} is. Aygır. [EUTS] adgas, [Ar. dağs > ‘ âdğâs ^IİJlp] (a d ğ a ;s) {OsT} is. Rüya karışıklığı, adgır, [ad-ğır] {eT} is. Aygır. [Gabain] [Tekin] [DLT] [EUTS] [ETY] adgırak, [ad-ğır-ak] {eT} is. Kulakları beyaz vücudu nun diğer tarafları kara olan erkek geyik; dağ keçi sinin erkeği; dağ tekesi. [EUTS] [DLT] adgırıg, [ad-ğır-ığ] {eT} sf. Aykırı. [ETY] adgırlanm ak, [ad-ğır-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] 1. Aygır almak; aygır sahibi olmak. 2. Aygırlaşmak. [DLT] adgırlık, [ad-ğır-lık] {eT} sf. 1. Aygır olacak; aygır olabilecek. [ETY] 2. is. Aygırlık; hara. [Gabain] 3. Yılkı. [EUTS] adguk, [ad-ğuk] {eT} is. Kim olduğu belli olmayan sığıntı kimse. [DLT] adha, [Ar. adhâ U ^ l] (a d h a :) {OsT} is. Kurbanlar; kurbanlık hayvanlar.
İ B
M CE S İ M . 115
adtaam, [Ar. adham ^ i> \] {OsT'} sf. (Kişi için) iri yapılı. -adı, [-adı / -edi] {eAT} ç e k e. îstek kipinin hikâye “a-y-dı” ve şart kipinin hikâye “sa-y-dı” değerinde kullanılır. “Z iyaret edü p cem alin g ö r e d i (g ö rsey di). ” Velâyet-i Hacı Bektaş. adı, [adi > adı] {ağız} sf. 1. Serseri; ahmak. 2. İnsan içine girmeyen; yabani. [DS] adıg, [ad-ığ] {eT} is. Ayı. [ETY] [DLT] [EUTS] S adıg merdegi, Ayı yavrusu. [DLT] adıg, [ad-ığ] {eT} sf. Ayık. adıglamak, [adığ-la-mak] {eT} gçsz. f . [ -r ] Şaşala mak. [DLT] adıglıg, [adığ-lığ] {eT} sf. Ayısı çok olan yer. [DLT] adıl, [ad-ıl] is. dbl. Kendisi isim olmadığı hâlde ismin yerini tutan ve isim gibi çekimlenebilen ke lime; zamir. adıllurak, [Ar. ‘âdil => adıl-lu-rak] {eAT} sf. Daha doğru; adalete daha uygun, adılmak, [ad-ıl-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Ayılmak. [DLT] adım, [at-mak > ad-ım] is. 1. Yürümek veya koşmak için bir ayağı diğerinden belirli bir uzaklığa götür me hareketi. 2. Yürüme sırasmda iki ayak arasın daki uzaklık. 3. Eskiden kullanılan bir uzunluk öl çüsü birimi (75.711 cm .) 4. Teşebbüs, hamle. 5. Yeryüzündeki kısa mesafeler için yakınlık anla mında kullanılır. « İk i adım ö ted ek i b a k k a la g id em iyorm u ş.» 6. Yapılan bir işte geçilen basamaklar dan her biri. 7. zf. as. (Yürüyüş için) adımlarına belirtilen biçim verilerek. S adım adılmak, {eAT} Adım atılmak.\\ adım adım 1. A ğır ağır, 2. D ikkat le, 3. B elir li a şa m a la rı g eç e re k , 4. Israrlı ve sü rekli bir şe k ild e]] adım adm ak, {eAT} Adım atm ak]] adım atlam aca, Yere çizilen b ir çizgiye b a s a r a k bir a d ım d a ileriy e sıç r a m a şeklin d e oynanan bir ço cu k oyunu.\\ adım atm ak, I. Yürüm ek için g e r e k li olan h a rek eti yap m ak. 2. T eşebbü s etm ek, g iriş m ek..|| adım atm am ak, Yürüm em ek; ıram am ak .|| adıma vu rm ak, {ağız} B ir y e r i a d ım la y a ra k ö lç mek. [DS]|| adım başı, I. H er adım da, 2. Sık adımını açm ak, A dım larını uzun a tm ak veya hızlı yürüm ek. || adımını atsan p ara, H er şey p a r a y a dayanıyor, p a r a s ız h iç b ir şe y y a p m a k mümkün d e ğil]] adımını dek atm ak, {ağız} T edbirli d av ran mak. [DS]|| adımını denk atm ak, T edbirli ve uya nık o lm a k .||adım kalgımak, {eAT} 1. Adım atm aya çalışm ak. 2. A y a ğ a k alkm a y a ç a b a la m a k ,|| adımla rı gçri geri gitmek, B ir y e r e g id erk en isteksiz d a v ran m ak; g itm ek istem em ek. || adımlarını açm ak, Hızlı yü rü m ek.|| adım larını seyrekleştirmek, Hızlı yürüm ekte iken y a v a ş la m a k .|| adımlarını sıklaş tırm ak, K ıs a f a k a t hızlı yürüm ek]] (üç) adımlık yer, B elirtilen y erin ç o k u zak olm adığ ın ı ifa d e için
AD I
kullan ılır,|| adım sekitmek, {ağız} 1. D urduğu y e r den s ıç r a y a r a k uzaklaşm aya kalkışm ak. 2. D urdu ğu y erd en sıçrayıp u zaklaşm asın a m eydan vermek. [DS]|| adım uydurm ak, /. B e r a b e r yü rü m ek için aynı z am an d a adım atm ak, 2. Aynı ça ğ ı y a ş a y a b il m ek için aynı ça lışm a la rı y a p m a k ve aynı başarıyı gösterm ek]] adım yirde, {eAT} Adım başın a. adımak, [ad-ı-mak / ad-a-mak ja>T] {eAT} f . Adlan dırmak; ad vermek, adım lam a, [adım-la-ma] is. Bir yeri adım adım dolaşma veya adımları ile ölçme işi. adımlamak, [adım-la-mak j*-boT / j/d o l] g ç l.f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir uzaklığı eşit adımlar atarak adım cinsinden ölçmek. 2. Bir yerde gayesiz dolaşmak, gezinmek. 3. {eAT} Yürümek, adımlık, -ğı [ad-ım-lık] sf. 1. Bir yerin yakınlığını üç, beş gibi küçük sayılarla ifade etmek için kulla nılan sıfat. 2. Adım ile ilgili, adın, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ın] {eT} s f 1. B aş ka; diğer; ayrı. [DLT] [ETY] [Üç İtigsizler] [Yüknekî] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Başkası; yabancı; yad. [EUTS] S adın adın, Ayrı ayrı [Gabain] adına, [ad-ı-n-a] zf. (Biri için) hesabına; onu temsilen; vekaleten; yerine; onun ağzından, adına, [Far. âdına] {eT} is. Cuma. [EUTS] admagu [adm-ağu / adnağu] {eT} zm. Başkası. [EUTS] [Gabain] t? admagunı, B aşkasın ı. [EUTS] adınaguka, [ad-ın-ağu-ka] {eT} is. kişiler; ayrı ayrı kimseler. [EUTS]
Başka başka
adınç, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ınç] {eT} is. Seç me; seçim; seçkinlik. [İKPÖy.] adm ççıg, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-mç-sıg > admç-(ç)ıg] {eT} zf. Benzersiz; olağanüstü. S adınççıg b ark , Ş a şılası bir an ıt m ezar. adınçıg [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ın-çı-ğ / admçık / adınsığ] {eT} sf. 1. Seçilmiş; olağanüstü; özel; seç kin; mümtaz; üstün derecede; hayrete değer; şaşır tıcı; harikulade [İKPÖy.] [Tekin] [EUTS] [Gabain] 2. Başka; diğer; ayrı; başka türlü; başkaca; çeşitli. [EUTS] [Gabain] [ETY] adınçsıg, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ınç-sığ] {eT} zf. Benzersiz; olağan üstü. [ETY] adınm ak1, [ad-ın-mak] {eAT} dönşl. f. [-u r] Adımını atmak; kendi gitmek; yürümek. adınm ak2, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-m-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] Değişmek, iyileşmek; başkalaşmak; ayrılmak. [Gabain] [EUTS] adınm ak3, [adm-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] Taaccüp etmek; hayret etmek; şaşmak. [EUTS] adınsıg, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ın-sığ] {eT} zf. Başka; başkaca; çeşitli; özel; seçkin; mümtaz; üs tün derecede; hayrete değer; şaşırtıcı. [EUTS] adm ta, [adın-ta] {eT} Diğer yandan; diğer taraftan. [EUTS] [Gabain]
IH IIK Q 1 1 D IK E E S M I.il«
ADI a d ır1, [Sansk. Ardrâ] {e l } is. Ardra yıldızı. [EUTS] adır2, [Kürt, âdır] {ağız} is. Ateş. [DS] ad ıra, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ıra] {eT} zf. 1. İn ceden inceye; derinden derine; etraflı. [EUTS] 2. Ötede beride; orada burada. [EUTS] S adıra ödürü, {eTf Ö teye b e riy e; o r d a bu rad a. [Gabain] adırguluk, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ır-ğu-luk] {eT} sf. Ayrılacak; ayıracak. [EUTS] adırılmak, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-(ı)r-ıl-mak > ad-r-ıl-mak] {eT} dönşl. f i [-u r ] 1. Ayrılmak. [ETY] [EUTS] [Üç İtigsizler] 2. m ec. Ölmek. [ETY] [EUTS] adırılmaklıg, [adır-ıl-mak-lığ] {eT} sf. Ayrılmaklı olan. [EUTS] adırınm ak, [adır-m-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Ayrıl mak. [ETY] adırm ak, [adır-mak / edirmek / ödürmek / udurmak / iidürmek] {eT} gçl. f . [-u r] Ayırmak; tefrik etmek. [EUTS] [ETY] [DLT] [Üç İtigsizler] [Gabain] [İKPÖy.] ad ırt, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ır-t] {eT} is. 1. Farklı; fark; ayrılık; ayırma; ayırt. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Tıpkı; aynı. [EUTS] adırtık, [ad-ır-t-ık] {eT} is. Ayrılık; fark. [EUTS] adırtlam ak, [ad-ır-t > ad-ır-t-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] Ayırt etmek; bölmek; tefrik etmek; ayırmak; ayık lamak. [Üç İtigsizler] [Gabain] adırtlayu, [adır-t-layu] {eT} zf. İnceden inceye; derin; teferruatıyla; ayrıntılarıyla. [EUTS] adırtlıg, [adır-t > adır-t-lığ] {eT} sf. Açık; ayrıntılı; kesin; belli; sarih. [Gabain] [Üç itigsizler] adırtsız, [adır-t-sız] {eT} zf. Ayırt etmeden; ayrılma dan. [EUTS] adışmak, [ad-mak > ad-ış-mak] {eT} dönşl. f i [-u r ] 1. Apışmak. 2. Ayrılmak. [DLT]
kim se. || adi şirket, tic. huk. T escil zorunluluğu o l m ayan, tüzel kişiliğ i bulunm ayan, ortakların o rtak lık b o rçla rın d a n m ü teselsilen sorum lu oldu kları ortaklık. || adi tono, B ir uçağın uçuş yönü b o zulm aksızın k a n a tla n ü zerin de d ö n er ek yaptığı h a va m an evrası. || adi toplantı, R esm î kurum veya kuruluşların tüzükleri g er eğ in c e h e r zam an y a p tık ları toplantı. ||adi yargılam a, h u k K anunların ö z e l bir y a rg ıla m a usulüne ta bi tutmadığı, g en el y a rg ı lam a k u ralların a b a ğ lı o la r a k y a p ıla n y argılam a. adice [adi-ce] (a :d i: ’c e ) zf. 1. Adi sayılacak şekilde; adi biçimde. 2. Ahlak dışı, hoşa gitmeyen şekilde. adid1, [Ar. ‘adıd / 'adîde hOj-ip / Juj^] (adi:d) {OsT} sf. 1. Çok sayıda. 2. Birbirine denk. adid2, [Ar. ‘adıd
(a d i:d ) {OsT} is. 1. Lokma.
2. Isırma. 3. Arkadaş. 4. Düşman, adidas, [İng. adidas (A m erikan tic. kuruluşu)] is. Bir tür hafif spor ayakkabısı. Adige, [adige] (a d i ’g e) öz. is. Çerkez. Adigece, [adige-ce] (a d ig e ’c e) öz. is. Çerkezce. adil1, [Ar. ‘adi > ‘adıl J a ^ ] (a d i:l) {OsT} is. Eş; denk; benzer. adil2, [Ar. ‘adi > ‘âdil / ‘ âdile
/ J^U] (a:d il)
{OsT} sf. 1. Hareketlerinde, kararlarında hak, hukuk ve eşitlik ilkelerine bağlı kalan (kimse); adaletli. 2. Hukuk kurallarına, hak ve eşitlik ilkelerine uygun olan (şey). 3. zf. Hak. hukuk ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak; adaletle, adilane, [Ar. ‘âdil + Far. âne «ü'iblt] (a :d ila :n e) {OsT} zf. Adilce. adilce, [adil-ce] (a :d ilc e ) zf. Adalete uygun şekilde, doğrulukla; hakça; adilane,
adıştit, [Toh. / Skr. adhisthia] {eT} is. Mukadderat; kader; alm yazısı. [EUTS]
adile, [Ar. ‘âdil > ‘âdile
adi, [Ar. ‘âdı ıp U ] (a :d i:) {OsT} sf. 1. Âdet olan. 2.
adileşme, [adi-le-ş-me] (a :d i:leş m e ) is. Adileşmek işi.
Hiçbir üstünlüğü olmayan, her zaman görülebilen cinsten; sıradan; olağan; basit; alelade. 3. Kibarlık tan uzak, incelikten yoksun; bayağı; basit. 4. Ah lakça düşük, niyeti ve davranışları kötü, tiksindi ren, utanma duygusunu inciten; aşağılık. 5. (Niteli ği düşük mallar için) kalitesiz. 6. Hain, fi1 adi adım, 1. N orm al yürüyüş adım ı. 2. A skerlikte ra h a t yürüyüş, a y a k uydurm adan y a p ıla n yürüyüş.\\ adi defter, B ir ticarethanen in yaptığ ı a lışv erişleri bü tünüyle kaydettiği, fa k a t h erhan gi b ir resm iyeti o l m ayan defter. || adi gün, B ayram ve tatiller dışın d a k i günler.\\ adi kesir, mat. B ay a ğ ı kesir. || adi mektup, Taahhütlü, uçak, a c e le (aps) veya eksp res kaydı konulm am ış mektup.\\ adi senet, B ir iş g ö r dürm ek, b ir iş y a p m a k veya yapm am ak, b o r ç veya hakkın kurulm ası için düzenlenen ve s a d e c e soru m lu tarafından im zalanm ış senet.|| adi suçlu, huk. A ğır cezay ı gerektirm eyen b a sit su çları işleyen
letli kadın; doğru kadın,
adileşmek,[adi-le-ş-mek] (a :d i:leşm ek ) dönşl. f i [-ir ] Kendini küçük düşürecek, bayağı hâle gelmek, adileştirme, [adi-le-ş-tir-me] (a :d i:leştirm e) is. Bir kimseyi küçük ve bayağı gösterme, adileştirmek, [adi-le-ş-tir-melc] (a :d i:leştirm ek) gçl. f i [-ir ] Birini küçük ve bayağı göstermek, adilî, [Ar. ‘âdil + Far. -î
(a :d ili:) {OsT} is. Ada
let; doğruluk. adilik, -ği [adi-lik] (a. di. lik) is. 1. Adi olma durumu, bayağılık. 2. Aşağılık birinden beklenebilecek bir davranış. adilimit, [ak dirmit [TİETZE]] {ağız} is. Bir üzüm tü rü. [DS] adim, [Ar. ‘adem > ‘adım (H.-^] (adi:m ) {OsT} sf. 1. Bulunmayan; yok; namevcut. 2. (Bir şeyi) olma yan; o şeyden yoksun olan. 0 adînıü’l-imkân,
Ö lM İİİIît S IM Ü .
117
ADL
{Os T} İm kânsız; olam az. || adîm ü heder eylemek, adlam ak2, [ayıt-la-mak > adla-mak] {ağız} g ç l . f [-r ] fOsT} y o k etm ek; ziyan etm ek.|[ adîmetü’ l-cenâh, [-l(ı)-y o r] Ayıklamak. [DS] {OsT} zool. Yeni Z e la n d a ’d a y a şa y an b ir ku ş; a p te adlandırılma, [ad-la-n-dır-ıl-ma] is. 1. Adlandırıl riks. || adîm etü’l-ercül, {OsT} z oo l. A yaksızlar. || mak işi; ad verilme. 2. O şekilde değerlendirilme; adîmetü’l-tüveyc, {OsT} bot. Taçsızlar.\\ adîm ü’nöyle sayılma. nazîr, {OsT} E şi olm ay an ; eşsiz. adlandırılmak, [ad-la-n-dır-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Ad verilmek. 2. Öyle sayılmak; o şekilde değerlen adine, [Ar. âdın (a :d i:n e) {eAT} {OsT} is. Cuma dirilmek. günü. adipoliz, [Fr. adipolyse] is. Vücutta yedek olarak depolanmış olan yağların parçalanması, adiposit, [Fr. adipocyte] is. Vücuttaki yağ hücreleri, adipoz, [Fr. adipose] is. Dokularda gereğinden çok yağ birikmesi, adipsi, [Fr. adipsie] is. Su içme arzusunun kaybol ması şeklindeki rahatsızlık, adisababa, [Addis Ababa (H a b eşista n ’ın başkenti)] is. 1. Bir kâğıt oyunu; kaptıkaçtı. 2. Bir pasta türü, adisyon, [Fr. addition (toplam a)] is. Lokanta ve gazino gibi yerlerde ödeme yapılacak miktarı gös teren dökümlü hesap pusulası; hesap, adiş, [Ar. âdış j - o l ] (a :d i:ş ) {OsT} is. Ateş. aditya, [Skr. âditya] {eT} is. 1. Yıldız; güneş. [EUTS] 2. Cuma günü. [EUTS], adiyabatik, -ği [Fr. adiabatique] ( a ’d iyabatik) sf. 1. (Isı için) deniz dibinde, su basıncının etkisi ile olu şan. 2. ( Eğri için) yükselen hava katmanının sıcak lık değişimini gösteren. 3. Termodinamik bir or tamda dışarı ile ısı alışverişi olmayan. S adi yabatik dönüşttm, T erm odin am ik b ir sistem d e dış ortam la h iç ısı a lışv erişi olm aksızın m eydan a g elen dönüşüm.
adlandırm a, [ad-la-n-dır-ma] is. 1. Bir şeye ad ver me eylemi; tanımlamanın ters işlemi. 2. Öyle de ğerlendirme; öyle nitelendirme. adlandırm ak, [ad-la-n-dıı-mak] g ç l .f . [-ır ] 1. Yeni bir nesneye ad koymak. 2. Bir niteliğe uygun ola rak değerlendirmek. «Bunu a p tallık o la r a k a d la n dırırlar. » adlanm a, [ad-la-n-ma] is. Adlanmak durum ve ey lemi. adlanm ak, [ad-la-n-mak
edil. f . [ - ır ] 1. Ad
verilmek; anılmak; denilmek. 2. dönşl. f . Ad sahibi olmak. 3. Meşhur olmak, tanınmak; ün kazanmak; şöhret kazanmak; nam salmak; {eAT} (aynı). 4. Adı kötüye çıkmak. adlı, [(eT. ad-lığ > ad-lı] sf. 1. Adı olan. 2. Ünlü, meşhur; tanınmış. 3. (Belirtilen biçimde, nitelikte) ada sahip olan. S adlı adınca, 1. G e r ç e k ism ini sö y ley erek ; (Adı söy len in ce ay ıp olan ve k a b a k a çan durum lar ve varlıklar için kullanılır.) 2. İsim lerin e g öre. 3. A dlarım bir b ir s a y a r a k ||adlı sanlı, (K işi için) ün sa h ib i; h e r k e s ç e tanınan; tanınmış, m eşhur. adlıg, [ad-lığ] {eT} sf. Adlı; sanlı; şöhretli; ünlü. [EUTS]
adiyat, [Ar. ‘âdiye > ‘âdiyât oIjJl*-] (a :d iy a:t) {OsT}
adlî, [Ar. ‘adi > ‘adlı ^ J ^ ] (a d li:) {OsT} sf. 1. Ada
is. Her zaman olagelen şeyler; olağanlıklar; alışılmışlıklar. S adiyât-ı um ur, {OsT} Günlük, olağ an işler.
letle ilgili; adalete ait. 2. Adalet teşkilatını ilgi lendiren. S adlî am ir, G örev a la n la rı için d e a s k e r î m ah k em eler kurabilen , ilk ve so n soru ştu rm aları y aptırabilen , verilen c ez a la rı uygulayabilen k u m an dan.|| adlî evrak, Suçluların y arg ılan m ası ile ilgili o la r a k başlan g ıçtan itibaren hüküm k esin le şin cey e k a d a r tutulan b e lg e n iteliğ in deki h er türlü y azı ve karar. \\adlî hata, huk. H akim in verdiği k a rarda, hükm üne es a s tuttuğu su çu oluşturan m addi unsurun varlığı, ö zelliğ i veya şa rtla rın d a yanılm ış olm ası h â li.|| adlî idare rejimi, Yönetim e a d li a y rı calığ ın tanınm adığı yönetim biçim i. || adlî işlem. huk. D avanın açılm asın dan k a r a r kesin leşin cey e k a d a r y ap ılan d a v a ile ilgili o la r a k y a p ıla n h er tür lü işlem ; a d li m u am ele.|| adlî m erci, A dliye ile ilg i li işleri yürüten kurum.\\ adlî muamele, hu k.-* adli
adiye, [Ar. ‘âdiye
j^] (a :d iy e) {OsT} sf. Alışkanlık
edilmiş; alışılmış, adiyeıı, [Ar. ‘âdiye > ‘ âdiyen Ç.j^] ( a :d i ’y en ) {OsT} z f 1. Her zamanki gibi. 2. Bayağı; basbayağı, adi, [Ar. ‘adi Jjlp] {OsT} is. Adalet; adillik. S adi eylemek, {eAT} A daletli o la r a k d av ran m ak.|| adi eyleyici, {eAT} A dil d a v ra n a n ; a d a letle h a rek et eden. ||adl-penâh, 1. A daletin barın dığ ı y er. 2. A d a lete sığm an k em se.|| adi saklamaktık, {eAT} H akkı gözetm e; a d a le tle h a rek et etm e.|| adi u dâd, {OsT} Adalet. adla, -a ’ı [Ar. dil5 (ken ar) > adlâ’ jOLil] (a d la :) {OsT} is. 1. Kenarlar. 2. dbl. Sayı kökleri. 3. Ka burgalar. adlam ak1, [ad-la-mak JİM ] {eAT} g ç l . f [- r ] Ad ver mek; adlandırmak.
işlem.|| adlî müzaheret, huk. M addi gücünün z a yıflığ ı dolay ısıy la d a v a a ç a m a y a c a k v e kendisin i sa v u n am a y aca k durum da y o k su l o la n la ra devletin yap tığ ı maddiyardım.\\ adlî sicil, huk. B ir kim senin a d li b ir su ç işleyip işlem ediği, bö y le b ir suçtan d o
■ M K E SOU.
ADL
layı kesin leşm iş b ir hakim k a r a rı bulunup bulun m adığ ı hususunda tutulan kayıt.\\ adlî subay, as. huk. Alay kom utanlarının y an ın d a hakim g ib i g ö rev y a p a n subay.\\ adlî tabip, huk. A dli tıp sa h a sın d a ihtisas y a p m ış olan hekim . || adlî tatil, huk. K an u nunda belirtilen o la y la r dışın da a d li işlem y a p ıl m ayan (20 Temmuz ile 5 Eylül tarih leri a ra sı) dev re]] adlî tıp, huk. H ekim liğin hukuku ilgilendiren kon u lard a ça lışa n bilim dalı.\\ adlî tevbih, H a k i min su çluya hüküm y olu y la verdiği sözlü c e z a .|| adlî yardım , M ahkem elerin birbirlerin e, zabıtanın m ahkem e veya sa v cılık la ra k arşı sorum lu oldu kları işbirliği. || adlî yıl, huk. M ahkem elerin y ıl için de a d lî tatil dışın da ça lışm a k zoru n da oldu kları d ö nem .|| adlî zabıta, huk. Suç işlen m esi durum unda h a rek ete g eçen , d eliller i ve su çlu ları soru ştu rarak tespit eden ve koru m a altın a alıp a d lî m akam lara bildiren güvenlik görevlisi. adliye, [Ar. ‘adi > ‘adliyye] fOsT} is. 1. Hukuk ve yargı görevini yerine getiren devlet teşkilatı. 2. Hukuk ve yargı işlerinin yerine getirildiği resmî bina. S adliye aleyhine işlenen suçlar, huk. Yar g ıla m a işlem inin yürütülm esini zorlaştırm a ve y a r g ıç la r ı yan ıltm a su çu.|| adliye encümeni, huk. TBM M ’n de A dalet B akan lığının g ö rev ler i ve a d a letle ilgili kon u ları görü şen alt kurul; a d a let k o m isyonu; a d a le t encüm eni. || adliye mahkemesi, huk. A n ayasa m ahkem esi, a s k e r î m ah kem e v e İdarî m ah kem elerin g ö rev ler i dışın da k alan bütün d a v a ve an laşm azlıkları y a rg ıla m a k üzere kurulan m ah k em eler; um umî m ah k em eler; a d i m ah k em eler.|| adliye nezareti, yönt. O sm anlı devletin de batı usu lünde kurulan a d a le t işlerinin yürütülm esi için g e rekli, y a sa l, p a r a s a l ve yönetim şartların ı düzen le m ek le g ö rev li b a k an lık ; A d alet B ak an lığ ı; A dliye Vekaleti.
adnagu, [ad-na-ğu] {eT} sf. Yabancı; başkası. [DLT] [EUTS] adnam ak, [ad-na-mak] {eT} gçsz. f . 1. Rengi atmak. [Mühennâ] 2. Değişmek; bozulmak. [DLT] ad ra, [ad-(ı)r-a] {eT} sf. Ayrılmış. [EUTS] ad ras, [Ar. dırs > adrâs ^.1j~i>I] (a d ra :s) {OsT} is. 1. Dişler. 2. Azı dişleri, adrahş, [Far. adrahş ^^->>1] {OsT} is. 1. Şimşek. 2. Yıldırım. 3. Gök gürültüsü, adrenalin, [Lat. ad (üzerinde) + ren (b ö b rek ) > Fr. adrénaline] is. biy-kim . Böbrek üstü bezlerinin üret tiği difenolik aminoalkol; OH2C6CaH2-CHOHCH2NHCH3 adrenalinemi, [Fr. adrénalinémie] is. tıp. Kanda ad renalin bulunması, adreng, [Far. adreng <ü_pl] {OsT} is. Sıkıntı; mihnet; keder. adres, [Fr. adresse] 1. Bir kimsenin arandığında bu lunabileceği yer; oturduğu yer. 2. Posta maddeleri nin gönderildiği kimsenin eline ulaşabileceği yeri belirten bilgiler; bu bilgileri taşıyan yazılar. 3. Bil gisayar hafızasında bir bilginin kotlanmış olduğu yer. S adres bırakm ak, K en disin i arayan ların b u la b ilece ğ i veya g ö n d erilen p o s ta m addelerin in u la şa b ile c eğ i y e r i b ild irm ek; a d res gösterm ek. || adres defteri, A dreslerin y a zılı oldu ğu defter. ||ad res değiştirmek, a rgo. Ö lm ek; ö b ü r dünyaya git m ek]] adresini değiştirmek, arg o. Ö ldürm ek]] ad res k artı, A dreslerin a lfa b e tik s ır a d a y a z ıla ra k dizildiği bilg i fiş le rin d e n h e r biri]] adres kitabı, B ir ala n ı ilgilendiren m eslek ve iş sahiplerin in a d reslerin in yazılı olduğu kitap]] adres makinesi, A d resleri o tom atik o la r a k h ızla b a sa n bü ro m aki nesi.]] adres rehberi, A lfab etik o la r a k düzenlenm iş a d res kitabı vey a defteri.
adliyeci, [adliye-ci] is. huk. Adliye teşkilatında çalı şan devlet memuru.
adresleme, [adres-le-me] is. bsy. Bilgisayar hafıza sında bilgi için bir yer kotlama işi.
adlu, [ad-lu jbT] {eAT} sf. Meşhur; ünlü.
adreslemek, [adres-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] bsy. Bir bilgiyi bilgisayar hafızasına kotlamak ve bu bilgiye nasıl ulaşılabileceğini tanımlamak, adreslenebilir, [adres-le-n-e-bil-ir] sf. bsy. Bir bilgi nin arandığında bu bilgilerin konumunu belirten adreslerin kullanımı suretiyle ulaşılabilen (hafıza), adresli, [adres-li] sf. Üzerinde adresi yazılı olan, adressiz, [adres-siz] sf. Üzerinde adresi yazılı olma yan. a d n , [ad-(ı)r-mak > adr-ı] {eT} is. Buğday saplarını karıştırmak için kullanılan araç; yaba; dirgen; çatal; çatal değnek. [DLT] adrı budlug, A yrık b a c a k lı; eğ ri b a ca klı. [DLT] adrılguluk, [adrı-l-mak > adrı-l-ğuluk] {eTjis. Ayrı lık [Gabain]
adm a, [ad-ma] {eT} sf. Bırakılan; salıverilen; başı boş. [DLT] adm ak1, [ad-mak] {eT} gçsz. f . [ - a r ] Farklı olmak; değişik olmak. [ETY] adm ak2, [ad-mak] {eT} gçsz. f . [ - a r ] 1. Şafak sök mek; tan atmak. [EUTS] 2. Hedefe silah atmak; ni şan almak. [EUTS] 3. Fışkırmak, akmak; çağlamak. [EUTS] 4. g ç l . f Vurmak; dövmek. [EUTS] adm ak3, [at-malc J^ T ] {eAT} g ç l .f . [-u r ] (Adım için) atmak; yürümek; ayak basmak. adn, [İbr. üdhen > Ar. cadn Ojui] {OsT} is. 1. Konut. 2. Cennet. adna, [Far. âdîna] {OsT} is. 1. Cuma günü. 2. Per şembe.
adrdm ak, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-(ı)r-ıl-mak] {eT} f . Ayrılmak. [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] S adrıl-
AER
m m c E x i i i i x .i i . mak yangılmak, A yrılm ak ve ihan et etm ek. || adrdm ak sâçlinmek, A yrılm ak ve se çilm ek ; ölmek.\\ adrdu barınak, A yrılıp gitm ek. adrım , [ad-rı-m] {eT} sf. Eyerin altına, iki yana konu lan keçe; teğelti. [DLT] adrınm ak, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ır-mak > ad(ı)r-m -m ak ]/ Ayrılmak. [ETY] adrış, [ad-(ı)r-ış] {eT} is. 1. Ayrılış. 2. İkiye ayrılan yolun başı. [DLT] adrışm ak, [ad-(ı)r-ış-mak] {eT} işteş f . [-u r ] Ayrış mak; birbirinden ayrılmak. [DLT] adrudaçı, [ad-(ı)r-u-daçı] {eT} sf. Ayırıcı; ayıran. [EUTS] adrudm ak, [ad-(ı)r-ud-mak] {eT .} g çl. f. [-u r ] Ayır mak. [EUTS] adruk, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-(ı)-r-uk / ar-t-uk] {eT} sf. 1. Farklı; çeşitli; başka; bundan başka; baş ka başka; ayrı; çeşitli; ayrı ayn; çeşitli türden. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] 2. Üstün; seçkin; üstünlük; vasıf. [DLT] [Üç İtigsizler] [İKPÖy.] 3. Artık; başka. [EUTS] 4. Olduğu gibi; tamamıyla. [EUTS] S adruk adruk, Ayrı a y rı; h e r türlü; türlü türlü. [EUTS] adruklug, [adru-k-lug /ar-t-uk-lug] {eT} sf. Fevkala de; parlak; üstün. [EUTS] [Gabain] adrum ak, [adru-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Seçmek. [Gabain] [EUTS]’ adrutaçı, [adru-taçı] {eT} sf. Ayırıcı; ayıran. [EUTS] adrutm ak, [adru-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Ayırmak. [EUTS] adsız, [eT. ât-sız > âd-sız ;~oT] sf. 1. Adı konulmamış
adudi, [Ar. ‘adud! / ‘adudiye ^ y iıs -] (ad u ;d i:) {OsT} is. Kolla ilgili; pazı kemiğine ait. adug, [ad-uğ / adlğ] {eT} is. Ayı. [EUTS] adugun, [ad-u-gun] {eT} is. A t (sürüsü); yılkı [Ga bain] aduk, [ad-uk] [DLT]
{eT} sf.
Tanınmayan; bilinmeyen.
aduklamak, [ad-uk-la-mak] {eT} f . 1. Tanınmamak. 2. Garip görmek; yadırgamak. [DLT] adunçsuz, [ad-unç-suz] {eT} sf. Değişmeyen. [EUTS] adurt, [adur-t] {eT} is. Avurt; yanak içi. [Gabain] [EUTS] ' adut, [adut] {eT} is. 1. Avuç. [Gabain] 2. sf. Avuç dolusu. [EUTS] adutlam ak, [adut-la-mak] {eT} g ç l .f . [ - r ] Avuçlamak. [DLT] adttv, -vvii [Ar. ‘adüvv j-i*] {Os T} is. Düşman. S adüvv-i can, Can düşmanı. adyende, [Far. âdyende ojubiî] {Os T} is. Gökkuşağı. aerob, [İng. aerobe] sf. biy. Yalnızca serbest oksijen bulunan ortamlarda yaşayabilen bakteriler (mikro organizmalar), aerobik, [İng. aérobics] is. spor. Solunumu hızlandı rarak dokulara daha çok oksijen gitmesini sağla mak amacıyla müzik eşliğinde hızlı bir ritimle ya pılan jimnastik, aerobiyoloji, [Fr. aérobiologie] is. biy. Hava akımla rıyla sürüklenerek atmosferde yaşayan mikroorga nizmaları inceleyen biyoloji dalı, aerobiyoz, [Fr. aérobiose] is. biy. Serbest oksijenli ortamlarda yaşayabilen bakterilerin yaşama biçimi,
olan (kimse). 2. Fazla tanınmayan; ünlü olmayan. 3. {eAT} - * adsuz. fi1 adsız kahram an, Büyük k a h aerodinamik, -ği [Fr. aérodynamique] is. fız . 1. Gazlar, özellikle hava içinde hareket eden cisimlere ra m an lık la rd a bulunm uş o lm a sın a rağ m en a d ı bu etki eden kuvvetleri ve etkilerini inceleyen bilim güne k a d a r duyulmamış, unutulmuş k im se.|| adsız dalı. 2. sf. Hızla yol alabilmesi için hava tarafından parm ak, S e rç e p a rm a ğ ın yan ın daki, baştan d ö r en az direnç gösterebilecek şekilde tasarlanmış düncü p a r m a k ; yüzük p a rm ağ ı. (uçak, oto vs.) 3. Havanın, hareket hâlindeki cisim adsorpsiyon, [Fr. adsorptione] is. 1. Katı veya sıvı ler üzerindeki direnci ile ilgili olan. «A erodin am ik maddelerin gazları emip dağıtması. 2. Hücre içine sarsıntı. » veya organizmanın içine dıştan gelen maddelerin girmesi. adsuz, [ad-suz >oT] {eAT} sf. 1. Adsız. 2. Kötü tanın mış; şerefsiz. 3. Şöhretten düşmüş; unutulmuş. 4. Aşağılık; namert, adsuzlık, [ad-suz-lık
{eAT} is. Şöhretsizlik.
adu, [Ar. ‘adüvv j - l&] (ad u ;) {OsT} is. Düşman. adud1, [Ar. ‘adud -uat] {OsT} is. 1. Kol. 2. Pazı. 3. Yardımcı. S adudü’d-devle, D evletin kolu (devlet ad am ların a verilen b ir unvan).
aerodinamikçi, [aerodinamik-çi] is. Gazların hareket eden cisimler üzerindeki etkilerini inceleyen bilim adamı. aerodinamiktik, -ği [aerodinamik-lik] is. Hava içindeki hareketli bir cismin havanın gösterdiği direnci yenmedeki uyumluluk biçimi, aerofaji, [Fr. aérobhagie] is. tıp. Havanın yutulmak suretiyle yemek borusuna gitmesi sonucu mide ve bağırsaklarda meydana gelen şişkinlik,
(ad u :d ) {OsT} sf. 1. Bir
aerogastri, [Fr. aérogastrie] is. tıp. Sindirim bozuk luğuna ve ağrıya sebep olan midede hava bulunma sı hastalığı.
lokma; bir ısırımlık. 2. (Durum için) acıklı; ıstırap verici. 3. Zalim.
aerokoli, [Fr. aérocolie] is. tıp. Sindirim sisteminde aşırı derecede gaz birikimi rahatsızlığı.
adud2, [Ar. ‘adüd
O T Ù M ÏÜ M C E S Ô M . , ,
AER
aerolik, -ği [Fr. aéraulique] is. fız . Gazların borular içindeki doğal akışını inceleyen bilim dalı, aerolit, [Fr. aérolite] is .je o l. Silikattı göktaşı, aeroloji, [Fr. aérologie] is. fız . Atmosferin yeryüzü engebelerinin etkilerinin dışında kalan 3000 m. den yüksek katmanlarını inceleyen bilim dalı, aerolojik, -ği [Fr. aérologique] s f fız. Atmosfer şartlarıyla ilgili. S aerolojik dUzeltme, as. B ir silahın atış çizelg elerin d e rüzgâr, sıcaklık, basın ç g ib i a tm o sfer etkileri d olay ısıy la y a p ıla n düzeltme. aérosol, -lü [Fr. aérosol] is. fız . Sıvı ve katı parçacık ların basınçla sıvılaştırılmış gaz içindeki asıltısı, aerostatik, -ği [Yun. aer (hava) + statikos (den ge) > Fr. aérostatique] is. fız . Gazların denge kanunu, aeroterm ik,-ği [Fr. aérothermique] sf. fız. Çok büyük bir hız ile akan havanın sebep olduğu ısı ve direnç etkisi. aeroterm odinam ik, [Fr. aérothermodynamique] is. fız. Çok yüksek hızlarda hava akışlarının yol açtığı ısı ve ısı duvarının oluştuğu yüksek hız alanındaki ısı geçişi olaylarını inceleyen bilim dalı, aerotren, [Fr. aérotrain] is. Hava yastığı denilen özel sistemle tek ray üzerinde büyük bir hızla ilerleyen tren. af1, [af (yans)] is. 1. Havlama ve havlarcasma bağır ma bildiren kök. af-kır-m ak, af-gıır-m ak. 2. Rüzgâr, soluk sesini vb. bildiren kök. a f-ıl afıl, a f-ıl uful. af2, -ffı [Ar. ‘afv y s- => af] is. 1. İşlenen bir suç karşılığında ceza vermekten vazgeçme; bağışlama. 2. Özrünü kabul etme; mazur görme. 3. Bir iş veya görevden çıkarılma; azil. 4. huk. Kamu yararı göze tilerek çıkarılan veya daha önce çıkarılmış bulunan bir kanunla sanık hakkmdaki hukukî kovuşturma dan vazgeçilmesi; hüküm giymiş olan mahkûmun cezasının bir kısmın veya tamamının kaldırılması, ö af buyurun, B irinin yanlışın ı düzeltm ek, g ö rü şü n e karşı çıkm ak, k a b a b ir sözü sö y lem ek zoru n da k a la n k ib a r kişilerin m u hatabın a k arşı sö y led ikleri b ir n ezaket ifadesi.\\ af çıkmak, B ir a f kanununun v ey a kararın ın yürürlü ğe girm esi.|| af dilemek, 1. B ir su ç v ey a kusurun bağ ışlan m asın ı istem ek. 2. B ir işi veya g ö rev i y ap am ay a ca ğ ın ı veya reddetti ğ in i saygı ile bild irm ek,|| affa uğram ak, C ezalan m a söz konusu iken cezası, uygulam adan kaldırılm ak .|| aff-ı İlâhî, {OsTj A lla h ’ın bağ ışlam ası. A l lah 'in 99 ism inden birisi A füvv’dür. Allah, b a ğ ışla y ıc ıd ır; m utlak b a ğ ışlay ıcı olm asının y an ın d a kul ların d a a ffe d ic i olm aların ı em re d er . \\ affını iste m ek, B ir g ö rev i y a p a m a y a ca ğ ı için istifasını ince lik le ifa d e etm ek. ||affınıza m ağruren, {OsTj "Affe d eceğ in iz e in a n a ra k ve sizin bu büyüklüğünüzden gu ru r d u y a ra k ” an lam ın da eskiden kullanılan bir n eza k et sözü.\\ affınıza sığınarak, "M erham et e d e ceğ in ize g ü v en erek ; an layışla karşılay acağ ın ızı d ü şü n erek ” an lam ın da kullanılan b ir n ezaket sözü ;
affın ıza ilticaen. || af kanunu, hıık. TBM M tarafın dan çıka rılan han gi su çla r a ait han g i tür cezaların a ffed ileceğ in i belirten kanun. af3, -ffı [Ar. ‘aff •-is-} {OsT} is. Namus; iffet. af4, -ffı [Ar. 'aff / ‘affe
/ <-&-] {OsTj sf. (Kadın i-
çin) namuslu; iffetli, afacan, [Far. âfet-i cân => afacan] (a fa 'can ) is. ve sf. 1. (Çocuk için) yerinde duramaz, zeki ve sevimli; yaramaz; haşarı; azgın; bastıbacak; haylaz; kudu ruk; yumurcak. 2. {ağız} Zehir gibi acı. [DS] 3. {ağız} (Kesici alet için) çok keskin. [DS] afacanlaşm a, [afacan-la-ş-ma] is. Bir çocuğun git tikçe yaramaz duruma gelmesi, afacanlaşm ak, [afacan-la-ş-mak] dönşl. f . [-ir ] Git tikçe yaramaz duruma gelmek, afacanlık, -ğı [afacan-lık] is. Sevimli fakat yaramaz olma niteliği. afaf, [Ar. ‘afaf Uus-] {OsT} is. 1. Temiz olma; temiz lik. 2. Günah işlemekten kaçınma, afafet, [Ar. ‘afafe / ‘afafet «ıslip / o iU t] (a fa .fet) {OsT} is. 1. Temiz olma; temizlik. 2. Günahtan ka çınma. afaif, [Ar. 'afife > ‘afa’if ^ s li-] (a fa :if) {OsT} is. Na muslu, iffetli kadınlar, afak, [Ar. ’ufk > âfak jliT] (a :fa :k ) {OsT} is. 1. Ufuklar; gök ile yerin birleşmiş gibi göründüğü yer ler. 2. Kenar; sınır; etraf; çevre. 3. m ec. İnsanın dışında gözle görülebilen bütün varlık âlemi; dün ya. S gfâk-gîr, 1. U fukları tutmuş. 2. A lem e y a yılm ış. 3. D ünyayı fetheden.\\ afaki tutm ak, (Adı veya şöhreti) h e r ta ra fa yayılm ış o lm a k; h erkes tarafından bilinm ek. afakan, [Ar. hafakan (çarpıntıj] ( a f a ’kan) is. 1. Sı kıntı; iç daralması; yürek oynaması; fenalık; hafa kan. 2. {ağız} Öfke; sinirlilik. [DS] 3. {ağız} Nefesi kesen sürekli öksürük. [DS] S afakanı kalkmak, Ç arpıntısı tutmak.|| afakanlar basm ak, S ıkılm ak; bunalmak.\\ afakan tutm ak, {ağız} K ızm ak; sin ir len m ek; öfkelen m ek. [DS] afaki, [Ar. âfak > âfak! JSliT] (a :fa :k i.) {OsT} sf. 1. (Söz, konuşma vb. için) belirli bir konudan uzak, darmadağınık; dereden tepeden. 2. (Düşünce için) dayanağı olmayan. 3. Nesnel; objektif. 4. (Kişi için) dışa dönük karakterde. 5. is. Mekkeli olmayıp da hac için dışarıdan gelenler, afakilik, -ği [afaki-lik] (a :fa :k i:lik ) is. Objektiflik, nesnellik. afal, [Kürt, aval > afal] sf. Şaşkın; aptal; bön. S afal afal, N e y a p a ca ğ ın ı bilem ed en ; şaşkın şaşkın ; bön b ö n ; a v a l aval. ||afal tafal, A p ar topar. afala, [Yun. falla] {ağız} is. Yunus balığı. [DS]
1 M IİİC Î » 1.121
AFE
afalak, -ğı [apa-la-k / afalak] {ağız} sf. îriyan, salla pati adam. [DS] afaUahüanh, [Ar. ‘a f allâhü-‘ anh
4JJI
(a fa l
la :hüanh) {OsT} ünl. Allah onu affetsin! afallam a, [afal-la-ma] is. Ne yapacağım bilememe; şaşırma. afallam ak, [afal-la-mak] gçsz. f . [ - r ] Beklenmedik bir olay karşısında ne yapacağını şaşırmak, afallaşmak, [afal-la-ş-mak] dönşl. f . [ - ır] Beklenme dik bir durum karşısında ne yapacağını bilememek, çok şaşırmak, afallaştırm a, [afal-la-ş-tır-ma] is. Birini şaşırtma, afallaştırm ak, [afal-la-ş-tır-mak] gçl. f. [ - ır ] Birini şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez duruma düşür mek, çok şaşırtmak,
afatlam ak, [afat-la-mak] is. Öfke ile küfretmek, afazi, [Fr. aphasie] ( a fa z i) is. tıp. Dilin iki yönünü ilgilendiren anlama ve anlatma bozukluğu has talığı; söz yitimi; zıyâ-ı kelam afçı, [af-çı] is. argo. 1. Genel af çıkma olasılığını düşünerek suç işleyen kimse. 2. Çıkacak olan aftan yararlanacak durumda olan tutuklu ya da hükümlü, afen, [Ar. ‘afen ji c ] {OsT} is. Çürüme, afend, [Far. âfend -ijT] {OsT} is. Kavga; dövüş; sa vaş. afendak, [Far. âfendakJI-usT] {OsT} is. Gökkuşağı, a ’fer, [Ar. a'fer y ip] {OsT} sf. Pek ak; bembeyaz, aferide, [Far. âferîde oJo.yT] (a :fe r i:d e ) {OsT} sf. Yaratılmış; meydana getirilmiş; mahlûk,
afallatm a, [afal-la-t-ma] is. Ne yapacağını bilememe durumuna düşürme,
aferidegâr, [Far. âferîde-gâr
afallatm ak, [afal-la-t-mak] gçl. f . [ -ır ] Birini şaşırt mak.
aferidegâri, [Far. âferîde-gârî ^jlS'.byT] (a .fe r i.d e -
(a :fe r i:d e g â :r )
{OsT} is. Yaratıcı; yaratan; Tanrı, g â :r i:) {OsT) is. Yaratıcılık; Tanrılık,
afana, [Yun. afanos] {ağız} sf. Hareketsiz. [DS] S afana etmek, Ç arçu r etm ek; ziyan etm ek.
aferidekâr, [Far. âferide-kâr jlS'-byl] (a :fe r i:d e k â :r )
afanitik, [Fr. aphanitique] is. j e o l. Çıplak gözle kris tali seçilemeyen püskürük kayaç dokusu,
aferidekâri, [Far. âferîde-kârî (jjlS'ju.yT] (a :fe r i:d e -
afara, [Ar.- ‘afare (b a şa kla m a )] {ağız} is. Ana ürün alındıktan soma harman yerinde kalan taş, toprak ve saman karışımı artıklar. [DS] afaracı, [afara-cı] {ağız} is. 1. Harman yerindeki ka lıntıları toplayan kişi; başakçı. 2. Harman işçisi. 3. Bağ ve bahçelerde, hasat sonu kalan döküntü mey veleri toplayan kimse. [DS] afaralam a, [afara-la-ma] is. Afaralamak işi; başak lama. afaralam ak, [afara-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] {ağız} 1. Harman yerinde kalan taş, toprak ve kesmikli ürün kalıntısını toplamak. 2. Harman yerini süpürmek. 3. Bahçede kalan döküntü meyveleri toplamak. 4. Bir şeyin irisini ufağından ayırmak. [DS] alaret, [Ar. ‘afaret OjUp] (a fa :ret) {OsT} is. Kötü ni yet ve kötü düşünce; şeytanî düşünce; ifritçe niyet, afarit, [Ar. ‘ifrit > ‘afarît c-._>Up] (a fa :r i:t) {OsT} is. Şeytanlar, ifritler, afarna, [Yun. phalaina (balin a)] [a ğ ız is. Yunus ba lığı. [DS] afaronto, [İt. affront] is. Kötü muamele, afartm ak, [abar-t-mak / afar-t-mak] gçl. f . [-ır ] Ça ğız} Abartmak. [DS] afat1, [Ar. âfet> afat o s l] (a :fet) {OsT) is. Felaket. afat2, [Ar. âfet > afat o lil] (a ;fa :t) {OsT} is. Felaket ler. fi1 âfât-ı arzıye, {OsT} D eprem , yangın, to p rak kaym ası g ib i yeryüzü felaketleri.\\ âfât-ı semaviye, {OsT} Şim şek, yıldırım , tufan g ib i gökyüzü afetleri.
{OsT} is. -*■ aferidegâr. k â :r i:) {OsT} is. -*• aferidegâri. aferidgâr, [Far. âferîd-gâr jlif-b /l]
(a :feri:d g â :r)
{OsT) is. -*■ aferidegâr. aferidgâri, [Far. âferîd-gârî (_sJ U>JoJs]ı] (a :fe r i:d g â :ri:) {OsT} is. Yaratıcılık; Tanrılık, aferidkâr, [Far. âferîd-kâr jli'jojT] (a :feri:d k â :r ) {OsT} is. -*• aferidegâr. aferidkâri, [Far. âferîd-kârî
(a .fe r i.d k â :-
ri:) {OsT} is. -*■ aferidegâri. a fer im, [Far. aferin
T] {ağız} ünl. -*■ aferin. [DS]
-aferin, [Far. âferlden (yaratm ak) > aferin
-]
(a :feri:n ) {OsT) son ek. Osmanlıcada eklendiği ke limelere “y a r a t a n ” anlamı vererek birleşik sıfatlar yapan son ek. aferin, [Far. aferin
(a: fe r in ) ünl. 1. Olumlu ve
beğenilen bir davranıştan dolayı söylenen beğenme sözü; bravo; yaşa; berhudar ol; bin yaşa; ceddine rahmet; diline sağlık. 2. (a .fe r i: ’n) (Değişik bir vurgu ile) yakışık almayan bir iş dolayısıyla azar lama veya alay sözü; aşk olsun; canına yandığımın; helal olsun; kutlarım; tebrikler. 3. {OsT} Eskiden öğrencilerin başarı derecelerini gösteren belge; te şekkür belgesi. «Ü ç d e fa a ferin a la n a b ir tahsin v erilir.» fi1 aferin almak, 1. B ir b a şk a sı tarafın dan beğ en ilm ek, övücü sö z le r duymak. 2. {OsT}. B a ş a r ı b e lg e si alm ak. aferinende, [Far. aferin > âferinende oJcujjiT] (a :feri:n en de) {OsT) sf. 1. Yaratıcı. 2. Yaratan.
Dli)IltM ESÖ M .i22
AFE aferinhan, [Far. âferîn-hân jU - jjjiT] (a :feri:n h a :n ) aferiniş, [Far. âferîniş
affettirm e, [Ar. ‘afv => aff + T. et-tir-me
y^\
is. Affettirmek işi.
{OsT} sf. “Aferin” diyen, (a :feri:n iş) {OsT} is. 1.
Yaratılış; hilkat; fıtrat. 2. Hz. Âdem’in ve âlemin yaratılışı. 3. Yaratılmışlık; âlem, aferist, [Fr. affairiste] is. Sürekli kendi çıkarım dü şünen; çıkar sağlamak için fırsat kollayan kişi; çı karcı; dalavereci; düzenbaz; vurguncu. afet1, [Ar. a'fet cOtl] {OsT} sf. 1. Solak. 2. Aptal; akılsız. 3. En güç şey. afet2, [Ar. âfet oiT] ( a fe t ) {OsT} is. 1. Büyük maddî zararlara, çok sayıda can ve mal kaybına yol açan olağandışı olay; felaket. 2. m ec. İnsan için çok kötü bir durum; musibet; bela. 3. Çok sayıda insan ve hayvanın ölümüne yol açan salgın hastalık. 4. Ola ğanüstü güzelliğe sahip kadın, S âfet-i âb, {OsT} 1. Su afeti. 2. Su kızı; deniz kızı. || âfet-i cân, {OsT} 1. Canın bela sı. 2. m ec. G ü zelliğiyle insanı etk ile yen kadın.|| âfet-i cân-ı cihan, {OsT} D ünya gü ze li,|| âfet-i devrân, {OsT} Ç ağın en gü zeli.|| âfetnümfin, {OsT} B e la g ö steren .|| âfet-resân, {OsT} B e la getiren. || afet teorisi, Yeryüzünde m eydana g elen büyük d eğ işm eleri ve bu a r a d a ca n lıla r a r a sın daki d eğ işm eleri a fe tle rle a çıklay an teo ri; k atastrofızm.
affettirmek, [Ar. ‘afv => aff + T. et-tir-mek
ys-
gçl. f i [ -ir ] Affedilmeyi sağlamak, bağış latmak; affı gerçekleştirmek, affeyleme, [Ar. ‘afv = > aff + T. eyle-me ■u-LJ y*\ is. Affetme; bağışlama, affeylemek, [Ar. ‘afv => aff + T. eyle-mek
ys-]
gçl. f i [ - r ] Affetmek, bağışlamak, affolunma, [Ar. ‘afv => aff + T. ol-un-ma
ys-]
is. Affa uğrama; affedilme; bağışlanma, affolunmak, [Ar. ‘afv => aff + T. ol-un-mak
ys-
edil, f i [-u r ] A ffa uğramak, affedilmek; ba ğışlanmak. afgan, [Far. efğân] is. Uzun tüylü bir köpek cinsi, afgurm ak, [af (yans) > af-gur-mak] {ağız} gçsz. f i [ur] (Köpek için) havlamak. [DS] afi1, [Ar. ‘âfî
(a :fi:) {OsT} sf. 1. Silen. 2. Silin
{OsT} is. ve sf. 1. Afete uğramış; bir afet olayından zarar görmüş olan kimse. 2. sf. m ec. Manen bir be laya, felakete uğramış. S âfetzede-gân, {OsT} B e lay a u ğ ram ışlar; afetzed eler.
miş. 3. Bağışlayan; affeden. 4. Bağışlanmış; affe dilmiş af!2, [Yun. afi] is. a rg o. 1. Gösteriş; çalım; caka. 2. Kabadayılık; külhanbeylik. 3. Yalan. S1 afi atm ak, Yalan sö y lem ek ; g ö steriş y a p m a k ; böbü rlen m ek; k a b a d a y ıc a d a v ra n ışlard a bulunmak.\\ afi kesmek, B öb ü rlen m ek ; üstünlük ta slam ak ; k a b a d a y ılık tas la m a k ,|| afi yapm ak, G österiş y a p m a k ; c a k a sa t m ak; fiy a k a yapmak.\\ afisi sökmez, "Fiyakası, gösterişi, k a b a d a y ı d av ran ışları etkilem ez" a n la m ın da ihtar ve tehdit sözü.
affedilme, [Ar. ‘afv => aff + T. e(d)-il-me «i Jul ys-]
afif, [Ar. ‘iffet > ‘afif ^ L it] (afiv.f) {OsT} sf. 1. Temiz,
afetzede, [Ar. âfet + Far. -zede oi^âT] (a fe tz e d e )
is. A ffa uğrama, bağışlanma, affedilmek, [Ar. ‘afv => aff + e(d)-il-mek dUjjl ys.] edil. f . [-ir ] Affetmek fiiline konu olmak; affa uğ ramak; bağışlanmak, affetme, [Ar. ‘afv => aff + T. et-me
y^\ is. Af
fetmek işi; bağışlama, affetmek, [Ar. ‘afv => aff + T. et-mek
doğru, dürüst; çekingen. 2. Namuslu, iffetli. 3. Say gıdeğer. afifane, [Ar. ‘afif + Far. -âne -bU^it] (a fı.fa .n e) {OsT} zf. İffetli olarak; namusluca, afife, [Ar. ‘afif > ‘afife « ^ ] ( a fi f i) {OsT} sf. (Kadın için) iffet sahibi, namuslu, temiz ve saygıdeğer.
y e ] gçl.
f . [(d )-er ] 1. Sonuç itibariyle bir cezayı gerektiren suç, kusur, kabahat veya günah için ceza vermek ten vazgeçmek, bağışlamak. 2. Kendine karşı kötü, kırıcı veya kaba bir davranışı olmamış saymak; özrünü kabul etmek; mazur görmek. 3. Birini her hangi bir sorumluluktan ayrı tutmak veya görevin den almak, işine son vermek. S affetmişsin, "Hiç d e öyle değil, y an ılıy orsu n ” an lam ın da n azik bir itiraz sözü. affetmemek, [Ar. ‘afv => aff + T. et-me-mek
y*
dU^.1] gçl. f i [-m ez ] Karşısındakinin kusurunu, açığını iyi kollayıp değerlendirmek; müsamaha göstermemek. « T ra fik hatayı a ffetm ez.»
afik1, [Ar. âfık JiT ] ( a fi k ) {OsT} sf. Yalancı. afik2, [Ar. ‘afik j ^ ] (afv.k) {OsT} sf. Çok aptal, afil, [Ar. uful > âfıl JsT] ( a f i l ) {OsT} sf. Batan, kay bolan; görünmez olan, afili, [afı-li] sf. arg o. Afisi olan; afi ile yapılan; fiya kalı; gösterişli, afir, [Ar. ‘afir
ys-]
{OsT} sf. Çok kötü niyetli,
afiş, [Fr. affıche] is. 1. Herkesin görebileceği bir du vara veya ilan yerlerine yapıştırılan özel olarak ha zırlanmış resimli veya sadece yazılı duyuru kâğıtla rı. 2. argo. Hile; dalavere; yalan. S afiş asmak, D u v a rlara veya ilan p a n o la rın a a fiş yapıştırm ak.^ afiş olm ak, a rg o. K ötü b ir yönü, b ir suçu, gizli b ir
iraiöR E » 1.123
A FR
yönü, işi o rtay a çıkm a k.|| afişte kalmak, (Sinem a ve tiyatro için) uzun sü re oynam ak, sa h n elen m ek ,|| afişten inmek, (Sinem a veya tiyatro için) g ö steri m e ve sa h n elen m esin e son verm ek. afişçi, [afış-çi] is. 1. Afiş hazırlayan sanatçı; afiş grafıkeri. 2. Duvarlara afiş yapıştıran kimse, afişçilik, -ği [afış-çi-lik] Afiş hazırlama veya asma işini kendisine meslek edinmiş kimse, afişe, [Fr. affıcher] sf. Duyurulan; ilan edilen. «B uğ dayın a fiş e fiy a tı ile p iy a s a fiy a tı ç o k f a r k l ı .» ff afişe edilmek, G izliliği o rtad an k ald ırılm ak ; duyu ru lm ak; ilan edilm ek]] afişe etmek, Gizli kalm ası g er ek en b ir şey i a çık la m a k ; duyurm ak; ilan etm ek; a çık la m a ; ifşa etm ek. || afişe olmak, G izlediği şey m eydan a çıkm a k; teşh ir ed ilm ek; açıklan m ak. afişleme, [afiş-le-me] is. Afiş yapıştırma işi. afişlemek, [afış-le-mek] gçl. f . [-r ] 1. Duyurusu ya pılacak bir haberi afiş hâline getirmek; afiş yap mak. 2. m ec. (Birinin) gizli saklı veya bilinmeyen kötülüklerini açığa vurmak. afitab, [Far. âf (güneş) + tâb (aydınlık)
( a fi-
ta:p) {OsT} -*■ afitap. afitap, [Far. âf (güneş) + tâb (aydınlık) >_>UsT] (a ;fita;p) {OsT} is. 1. Güneş; güneş ışığı. 2. m ec. Güzel, dilber; güzel yüz. S Âfitâb-ı K ureyş, {OsT} 1. Kureyş güneşi. 2. Hz. Muhammed.\\ âfitâb-iştihâr, Ünlü; namlı.\\ âfitâb-perest, 1. G ü neşe tapan. 2. zool. K a y a keleri. 3. bot. m ec. A yçiçeği. ||âfitâb-ru, Güneş g ib i ay dın lık ve g ü zel yüzlü.\\ âfitâb-süvâr, S a b a h ları p e k erken kalkan.
veya psikolojik bir sebepten dolayı sesin tamamen yok olması, konuşamama. aforizm , [Lat. aphorismus / Yun. aphorismos (tanım lam a) > Fr. aphorisme] is. ed. Bir konu üzerinde bilinmesi gerekenleri ana fikir hâlinde birkaç keli me ile özetleyebilen sözler; özlü söz; öz deyiş; ve cize; aforizma. aforoz, [Yun. aphorizein] is. 1. Yahudilik ve Hıristi yanlıkta dinî kurallara uymayanlara verilen toplu luk dışında bırakma cezası. 2. argo. Dışarıya atma; ilgisini kesme. S aforoz etmek, 1. K ilise huku kunda k ilise birliğin den çıka rm a cezası. 2. gnşl. B ir topluluğun, b ir grubun dışın a ç ık a rm a k ; dışarı a t m ak. «Kulüp b ir oyuncuyu d a h a a fo ro z etmiş. » aforozlam a, [aforoz-la-ma] is. Aforoz etme, aforozlam ak, [aforoz-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Aforoz etmek, aforozlu, [aforoz-lu] sf. Aforoz edilmiş olan, dışlan mış (kimse) afra, [Ar. tavr => tafra / afra] {ağız} is. Bağırıp ça ğırma; etrafı korkutma. [DS] S afra satm ak, {ağız} Ç alım satm ak. [DS]|| afra tafra, {ağız} Ç alım ; üs tünlük taslayış; fiy a k a ; caka. [DS] afragar, [Ar. alzancâr] is. Simyacıların bakır yeşiline verdikleri ad. afrab, [afra-lı] {ağız} sf. Afrası olan; çalımlı. [DS] S afralı tafralı, Çalım lı, üstünlük taslayan ; fiy a k a lı; cakalı. afraze, [Far. âfrâze °j'yT] (a :fra :z e) {OsT} is. 1. A y dınlık; ışık. 2. Mum veya kandil fitili.
afiyet, [Ar. 'afiyet c~sU] ( a fiy e t) is. 1. Sağlık; sıh
Afrika, [Lat. africa / Ar. ‘ifrikîya] ( a ’f r ik a ) öz. is.
hat; esenlik. 2. Şifa. 3. Bahtiyarlık, mutluluk; ağız tadı. S afiyet bulm ak, İyileşm ek, sa ğ lığ ın a k a vuşm ak]|| afiyet olsun, (Y em ek y iy en lere) “ağız tadıyla, şifa niyetine y iyesin iz" an lam ın d a iyi d ile k sözü. || afiyette bulunmak, S a ğ lık durum u iyi olm ak.|| afiyet üzre olm ak, S ağ lıklı ve rahatı y erin d eo lm a k; huzurlu olm ak.
Beş büyük kıt’adan birinin adı. S Afrika domuzu, zool. A fr ik a ’nın E kv a toral b ö lg elerin d e y a şa y an k a b a postlu, büyük ağızlı b ir domuz, (H ylochoeru s meinertzhageni).\\ Afrika menekşesi, bot. Y aprak ları tüylü ro z et hâlinde, koyu mavi, m o r veya p e m b e ren kli çiç ek le ri in ce sa p ların ucundan d em et h â lin d e sa rk an bir sa k sı çiçeğ i. (Sainpaulia ion an tha).|| Afrika sümbülü, bot. Geniş, etli, ucu sivri y a p ra k lı; yazın uzun b ir sa p ü zerin de çan biçim li ağzı a şa ğ ı b a k an s a rk ık ç iç e k le r açan , z am b a kg il lerden bir p a r k ve b a h ç e ç iç e ğ i; y a z sümbülü, (C alton ia can dicam )
afkalamak, [eT. uv-mak (sıkıştırm ak) > avk-mak > avk-ala-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] f-l(ı)-y o r ] 1. Karış tırmak; alt üst etmek; kabartmak. 2. Elle örsele mek; buruşturmak; hırpalamak. 3. Ovalamak. 4. (Kişiyi) dövmek; hırpalamak. 5. gçsz. f . Dayaktan sersemlemek; sarsılmak; afallamak. [DS] afkalanmak, [avk-ala-n-mak] {ağız} edil, f i [-ır ] 1. Sersem edilmek. 2. Isırılmak. [DS] afkın, [Erme, albm / albun > afkm / ahbın / ahbun] {ağız} is. 1. Gübre. 2. Gübreli toprak. [DS] afkınlamak, [afkın-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(l)yor) Toprağı gübrelemek; gübreyi toprağa karış tırmak. [DS]
Afrikalı, [Afrika-lı] sf. ve is. Afrika’da doğup büyü yen veya Afrika halkından olan (kimse). A frikaner, [Alm. afrikaner] sf. ve is. Güney Afrika Cumhuriyetinin eski HollandalI sömürgecilerine verilen ad. afrikat, [İng. affricate] sf. dbl. (Ünsüz için) yarı kapantılı. afrit, [Fr. affrite] {ağız} sf. Zevkle yaşanan. [DS]
aflakçı, [afla-k-çı?] {ağız} sf. Yalancı; düzenci. [DS]
afriyolant, [Fr. affriolant (ço k lezzetli)] sf. 1. İlgi çekici; cazip. 2. Baş döndürücü,
afoni, [Fr. aphonie] is. tıp. Gırtlak rahatsızlığından
afrodizyak, [Fr. aphrodisiaque] is. ve sf. Kullanıldı
n K i u M K s a ı ı .ı»
ÂFR ğında cinsel arzuyu artırdığı sanılan baharat türü maddeler veya haplar; kuvvet macunu; mesir ma cunu. afruşe, [Far. âfrüşe
(a ;fru ;şe) {OsT} is. Un
helvası. afruze, [Far. âfrüze ojjjsT] (a ;fru ;şe) {OsT} is. - * afraze. afs, [Ar. ‘afş
k im se.|| âftâs-perest, {OsT} 1. G ü neşe tapan. 2. N ilüfer. 3. A yçiçeği. 4. z oo l. K a y a keleri. || âftâbrü, {OsT} 1. Güneş yüzlü. 2. Sevim li; dilber. 3. Gü n eşe karşı olan. || âftâb-ruh, {OsT} G iineş yüzlü. || âftâb-süvâr, {OsT} Gün d oğ m ad an kalkm ayı a lış k an lık h â lin e g etirm iş olan. aftabe, [Far. âftâbe
{OsT} is. 1. Mazı. 2. sf. Kekre,
afsun, [Far. efsun] {OsT} is. İnsanlar ve diğer canlılar üzerinde söz ve işaretle iyi veya kötü bir etki bı rakma işi; büyü; sihir. S1 afsun eyleyici, {eAT} B ü yü cü ; hastayı büyü ile tedavi eden. afsuncu, [afsun-cu] is. Büyücü, üfürükçü, afsunlama, [afsun-la-ma] is. 1. Doğa üstü veya do ğal güçler ile ruhlar üzerinde etkili olduğu öne sü rülen ezgili veya ezgisiz bir takım sözler söylemek suretiyle büyü yapma işi. afsunlamak, [afsun-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(u )-y or] 1. Büyü yapmak, büyülemek. 2. m ec. Etkisi altında bırakmak. afsunlanma, [afsun-la-n-ma /afsun-la-n-ma] is. Af sunlanmak işi. afsunlanmak, [afsun-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Biri tarafından büyülenmek; büyü yapılmak. 2. dönşl. f . Büyülenmek; kendine büyü yaptırmak, afsunlu, [afsun-lu] sf. 1. (Hazine, eşya, insan vb. için) yabancıların dokunmasına ve yaklaşmasına karşı afsunlanmak suretiyle korunan; büyülü; tıl sımlı. 2. (Kişi için) zehirli hayvanların sokmalarına karşı afsunlanmak suretiyle bağışıklık kazanmış olan; şerbetli. A fşar, [Kazan, avş-mak (itaat etm ek, m ü saad e et m ek) > afş-ar] ( a fş a r ) öz. is. Oğuzların 24 boyun dan en kalabalık olanı, afşar, [afş-ar] sf. 1. İşini tez yapan. 2. İtaatli. 3. is. Muhafız. 4. {ağız} Bir şeyin zıddı, aksi. [DS] afşarı, [afşar+ Ar. -ı] {ağız} is. Bel bıçağı; kama. [DS] afşarsız, [afşar-sız] {ağız} sf. Gelişigüzel. [DS] aft1, [aft (yans.)] is. Havlama ve havlarcasma bağır ma bildiren kök. aft-ıl-de-m ek. aft2, [Yun. aphthe (yanm ak) > Fr. aphte] is. tıp. Yanakların iç kısmı, dudaklar ve dil etrafı gibi ağız içi mukozasında kırmızı çizgili kabarcıklar hâlinde oluşan bir mikrobik hastalık, aftab, [Far. âf-tâb <_jbsT] (a.fta. b) {OsT} is. 1. Güneş. 2. Güneş ışığı. 3. Güzel yüz. 4. Şarap. 5. sf. (Kadın için) güzel, S âftâb-gerdân, {OsT} 1. Güneşten koru n m ak için giyilen başlık. 2. Avcı kulübesi]] âftâb-gerdek, {OsT} 1. A yçiçeği. 2. zool. K a y a k e leri]] âftâb-gerdîş, {OsT} 1. Yeıyüzü. 2. sf. Güneş g ö ren y er. 3. z o o l K a y a k e le r i.|| âftâb-gîr, {OsT} 1. Şem siye. 2. G üneşli yer.\\ aftâb-ı mağribî, {OsT} Kılıç]\ aftab-iştihar, {OsT} Büyük ve ç o k tanınm ış
aftabe, [Far. âb-tâbe / âftâbe <4^1 / -bU^T] {eT} is. Kova; güğüm. [DLT] aftave, [Far. âftâve ojl^T] (a :fta :v e) {OsT} is. Su kabı, aftos, [Yun. aftos (o, bilinen)'] is. argo. 1. Bir erkeğin evlilik dışı ilişki kurup gönül eğlendirdiği kadın; metres; oynaş; nikâhsız karı; kapatma. 2, Bir kadı nın nikâhsız olarak yaşadığı erkek; dost, fi1 aftos piyos, Yun. (Bu kim ?) argo. 1. (K işi için) önem siz; d eğ ersiz ; uyduruk. 2. “B u d a kim olu y or? " a n la m ın da kullanılır. afur, [Ar. ‘afur j j i ^ ] (a :fu :r) {OsT} is. Bela kasırga sı. 0 Çalım , g ö ster iş .|| afura tafu ra gelmemek, Birinin çalım satm asın dan h o şlan m a m ak ; böyle d a v ra n ışlara k arşı g elm ek. afüv, -vvü [Ar. ‘afüvv y± ] {OsT} sf. 1. Merhametli; daima suç bağışlayan. 2. Allah, afv, [Ar. ‘afv y a ] {OsT} is. 1. Birinin suçunu bağış lama. 2. Özür dileme. 3. Görevden alma. S afv eyleyici, {eAT} 1. B ağ ışlay a n ; affeden . 2. Ç o k b a ğ ışlay an (Allah)]| afv olmak, {eAT) A ffedilm ek.|| afv olunmak, {eAT} A ffedilm ek. afyon, [Yun. opion / Lat. opium / Far. efyün] is. ecz. Haşhaş bitkisinin kapsüllerinden elde edilen, ecza cılıkta kullanılan bileşiminde morfin, kodein gibi alkaloitler bulunduran uyuşturucu madde; haşhaş; kodein; morfin. S afyon çekmek, Afyon dum anını k e y if v erici m ad d e o la r a k s ig a r a g ib i için e ç ek m ek]] afyon ruhu, Sulandırılm ış sa fra n lı a lk o l için d e afyon eritilerek e ld e ed ilen çözelti. || afyon sakızı, H enüz olgu n laşm am ış h a şh a ş bitkisinin k o z a la k la rı b ıç a k la çizildiğ in de çıkan bey az f a k a t h a va ile tem as ettiğin de esm erleşen a s ıl afyon m ad d e si]] afyonu başına vurm ak, K en din i bilm ez d e r e c e d e ö fk elen m ek; ö fk ed en n e yaptığını bilem ez h â le g elm ek .|| (birinin) afyonunu patlatm ak, argo. K en di hâlin d e sakin birin i rah atsız ed ip ö fk elen dirmek.^ afyon yutm ak, Afyonu küçü k p a r ç a c ık la r h â lin e g etirip uyuşturucu o la r a k ağızdan alm ak]] afyon yutmuş gibi, Uyuşuk, dalgın ve sü n epe bir hâlde. afyonkeş, [Far. efyün-lceş ^ıSjjJI] {OsT} is. ve sf. Uyuşturucu olarak afyon içen, afyon dumanını içi ne çeken ve bunu alışkanlık hâline getiren, afyonkeşlik, -ği [afyonkeş-lik] is. Afyon yutma ve çekme alışkanlığı.
« IIK E » 1.125
AGA
afyonlama, [afyon-la-ma] is. 1. Afyonlamak işi. 2. Sağlıklı düşünmeyi engelleme. 3. Afyonla uyuş turma. afyonlamak, [afyon-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Afyon maddesi karıştırmak. 2. m ec. Bir kimseyi, bir topluluğu etki altına bırakarak doğru düşünme sini, gerçekleri bulmasını önlemek, afyonlanma, [afyon-la-n-ma] is. Afyonlanmak işi; afyon alma; afyon katılma, afyonlanmak, [afyon-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. Af yonlu hâle getirilmek. 2. m ec. Çeşitli etkiler altında kalarak doğru düşünemeyecek, gerçekleri göreme yecek hâle gelmek, afyonlu, [afyon-lu] sf. 1. İçine afyon karıştırılmış; afyon içeren. 2. is. Afyon kullanmış olan. 3. m ec. (Kişi için) uyuşuk. 4. öz. is. Afyon ilinden olan kimse. Ag. [Lat. argentum] kısalt, kim. Parlak beyazımsı gri renkte, kolay işlenebilen, tel hâline getirilebilen; oksitlenmeyen, atom sayısı, 47, atom ağırlığı 107.88, yoğunluğu 10.5 olan, 960°C ’de ergiyebilen bir element olan gümüşün sembolü. ag1, [ag /ağ (yansj\ is. Ağlama, inleme eylemi, ağrı, sızı durumları bildiren kök. ag-la-m ak. ag2, [ağ M] {eT} {eAT} is. İki bacak arasındaki açık lık; iki bacak arasındaki boşluk. [EUTS] [ETY] [DLT] ag\ [ağ j j ] {eAT} sf. 1. Ak; beyaz. 2. Duru; berrak. O ag ban iv, B üyük ç a d ır ; otağ. || aga çıkarm ak, {ağız} Tem ize çıkarm ak. [DS]|| aga çıkm ak, {ağız} Temize çıkm ak. [DS]|| agı karası, {eAT} İyisi, kötü sü; h er türden olanı. ag4, [ağ j j ] {eAT} is. Ağ. S ag kurdı, {eAT} zool. A ğ kurdu; a ğ ö ren b ö c e k ; tırtıl. aga, [ağa UT] {eT} is. 1. Büyük erkek kardeş; ağabey; aka; {eAT} (aynı). [Nevâyî] [EUTS] 2. {eAT} Baba; ata. 3. {eAT} Büyük; amir; efendi. 4. {ağız} Ağa. [DS] B aga kadın, {eAT} B üyük k ad ın ; h an ım efen di. agac, [eT. ığaç > ağaç j-UT /
{eAT} is. -*■ ağaç.
S agac delegen, {eAT} Ağaçkakan.\\ agac delen, {eAT} A ğ a çka k an .|| agacıla öldürilmiş, {eAT} (H ay van için) odun d a r b e s i ile öldürülmüş.\\ agac kavunı, {eAT} Turunç.|| agac köpügi, {eAT} A ğ a ç zamkı. ağaçlamak, [ağac-la-mak
{eAT} gçl. f . [-r ]
Sopa ile dövmek; dayak atmak, ağaçlanmak, [ağac-la-n-mak j*-ds-lpT] {eAT} edil. f . [-ur] Sopa ile dövülmek; dayak atılmak; dayak ye mek. agaç, [eT. ığaç > ağaç
/ ^Ul] {eAT} is. 1. Sopa;
değnek. 2. Aşağı yukarı bir kilometre gelen uzun
luk ölçüsü. 3. Uzunluk ölçüsü aracı olarak 68 cm boyunda ağaç; arşın. S agaç çanak, {eAT} A ğ a ç k a p .|| agaç ev eylemek, {eAT} K ovan yapmak.\\ agaç ev yapm ak, {eAT} A hşap ev y a p m a k .|| agaç karası, {eAT} Çürük ceviz a ğ a c ı kökü n de bulunan siyah y a p ışka n m ad d e.|| agaç pusı, {eAT} A ğ a ç zam kı.|| agaç püsi, {eAT} A ğ a ç zam kı.|| agaç urm ak, {eAT} S o p a ile dövm ek.|| agaç yarıcı yil, {eAT} A ğ açların tozlaşm asını sa ğ la y a n rü zgâr.|| agaçdan yap rak indürmek, {eAT} A ğ açtan y a p r a k düşürm ek. agaçdelegen, [ağaç+del-egen] {eAT} is. zool. A ğaç kakan. agaçdelen, [ağaç+del-en] {eAT} is. zool. Ağaçkakan. agaçlu, [agaç-lu] {eAT} sf. Ağaçlı. agâh, [Far. agâh / âgeh *S~\ / ol?T] (a :g â :h ) {OsT} sf. 1. Uyanık. 2. Bir konuda bilgi sahibi olan; bilgi sahibi; haberdar; farkında. 3. Bir şeyin derinliğine anlamını, sırrım, hikmetini kavramış olan. S agâh olmak, 1. B ilg i edinm ek, bilg i sa h ib i olm ak. 2. tasvf. M evlevi d erg âh ın d a s a b a h nam azı için uyan dırılm ak. agâhan, [Far. âgâhân
(a :g â :h a :n ) {OsT} is.
Bilenler. agâhi, [Far. âgâhı
(a ;g â ;h i;) {OsT} is. 1. Bir
şeyden haberi olma. 2. Uyanıklık; basiret. -agan, [-a-ğan / -e-gen / -y-a-ğan / -y-e-gen / -a-ğan > -e-gen / -eğen / -ağan] yap. e. 1. Fiil kök ve göv delerinden süreklilik kavramı katarak isimler ya par; {eT} {eAT} (aynı): gez-egen , ak-agan , yat-ağ an . 2. Elverişlilik, uygunluk, çabukluk kavramları ka tarak sıfatlar yapar: olağ an , p işeğ en . 3. Huy, tabiat kavramları katarak sıfatlar yapar: küseğen, g e z e ğen, k el-eg en (gelm eyi a lışk an lık edinen) , b a r ağ a n (sü rekli giden, gitm eyi a lışk a n lık edinm iş olan ) 4. Fiilden "o eylem i ç o k ç a y a p a n ” anlamında sıfat türetir, ol-agan , yi-y-egen. agan 1, [ağan] {eT} is. Ceza; cezaya çarpma; hüküm giyme; kefaret. [EUTS] agan2, [ağan] {eT} sf. Genizden konuşan. G enizden kon u şan ; gen zek. [DLT]
agan er,
aganigi, [Ar. a’ni (bundan an laşılan şudur) > Kuş dili, a-ga-ni-gi] is. argo. Sevişme; cinsel ilişki, aganta, [İt. agguanta] (a g a ’nta) ünl. dnz. Akan halatı veya zinciri bir müddet tutmak, bırakmamak için verilen emir; tut! agar, [ağ-ar / ağ-ır] {eT} sf. 1. Ağır, değerli; şerefli; oturaklı. [EUTS] [Gabain] 2. Derin; fevkalade; ola ğanüstü. S ag ar ayagm , D erin hürm etle. [EUTS] agarager, [Malayca, agar-agar] is. Uzakdoğu deniz lerinde yetişen bir tür kırmızı su yosunundan elde edilerek eczacılıkta, kozmetik sanayiinde ve aşçı lıkta kullanılan bir çeşit jöle.
Ö IÜ M IÜ IC E M .m
AGA agardıca, [ağ-ar-dı-ca
1] {eAT} zf. Ağarırken.
agarlag, [ağ-ar-lağ] {eT} sf. Saygıdeğer; hürmete layık; şerefli. [EUTS] ağarm ak, [ığ (su) > ağ (su beyazı) > ak-ar-mak] {eT} g ç s z .f. [-ıır ] Beyazlamak. [ETY] agartgu, [ağ-ar-t-ğu] {eT} is. Buğdaydan yapılan bir içki; bir çeşit buğday birası. [DLT] agaş, [ağaç > ağaş] {eAT} is. Ağaç, agayıl, [ak+ağ-ıl > ağayıl JjliT / Jj.U-I] {eAT} is. 1. Ağıl. [DK] 2. Koyun sürüsü, agaz, [ağaz] {eT} is. Ağız. [EUTS]
agende, [Far. âgenden (doldu rm ak) > âgende o-u?T] (a :g en d e) {OsT} sf. Doldurulmuş; tıkalı; dolu, agendeguş, [Far. âgende-güş J - Ş
ojj^T] (a :g en d e-
gû :ş) {OsT} sf. 1. Sağır. 2. m ec. Söz dinlemez; asi; günahkâr. agene, [Far. âgene
T] (a :g en e) {OsT} sf. Doldurul
muş; dolu; dolmuş, agenezi, [Fr. agenesie] is. tıp. Embriyonun gelişme sinde doku farklılaşmaları sırasında bir takım ak saklıklar sonucu bazı organların meydana gelme mesi.
agazlam ak, [ağaz-la-mak / ağız-la-n-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Söylemek. [Gabain]
ageste, [Far. âgeste T] (a .g eş te) {OsT} sf. 1. Is
ağca, [ak > âğ-ca
ageşte, [Far. âgeşteT] (a .g eşte) {OsT} sf. 1. Is
(a :ğ ca ) {eAT} sf. 1. Akça;
beyazca. 2. is. Atın alnından burnuna doğru inen beyazlık; akıtma, agcam , [ak > âğ-ca-m
lanmış; ıslak. 2. Yoğurulmuş. 3. Bulaşmış, lanmış; ıslak. 2. Yoğurulmuş. 3. Bulaşmış. agı1, [ağ-ı ytT] {eT} is. 1. Servet; varlık; çok değerli
{eAT} sf. Akça; beyazca,
mal mülk; hazine. [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] 2. (Çin’den gelen) ipekli kumaş; Çin ipeği. [ETY] [Te kin] [İKPÖy.] {eAT}. S1 agı b arım , 1. Var y o k ; s e r Biraz ak; beyaza çalar, vet; varlık. [EUTS] 2. Altın veya güm üş ile işlenmiş, agdarm ak, [ağ-(ı)d-ar-mak ja jjiT ] {eAT} g ç l . f [-u r] sırm alı ip ek kum aş. [DLT] 1. Altmı üstüne getirmek; aktarmak. 2. Y ere yıkagı2, [ağ-ı] {eT} is. Göz yaşı. [EUTS] mak; devirmek; yenmek; alt etmek, agı3, [akı / ahi > ağ-ı] {eAT} sf. Cömert; eli açık, ağdık, -ğı [ağ-dık J-u-T] {eAT} sf. 1. Karışık. 2. Ters. agıçı, [ağ-ı-çı] {eT} is. 1. İpek kumaşları muhafaza eden kimse. [DLT] [EUTS] 2. Hazine bekçisi; hazi 3. Kusurlu; eksik; aksak. 4. Bozuk, neci. hazinedar. [İKPÖy.] S agıçı ulugı, B a ş hazi agdınmak, [ağ-dı-n-mak / ağ-(ı)d-m-mak] {eT} nedar. [EUTS] dönşl. f . [-u r] Kalkmak; kalkınmak; yükselmek. agcarak , [ak > âğ-ca-rak ö j ^ T ] (a :ğ ca ) {eAT} sf.
[EUTS] ağdırm ak, [ağ-dır-mak
ağıl, [ağ-ıl JiT ] {eT} {eAT} is. 1. Ağıl; koyun yatağı. / j^ jip T ] {eAT} gçsz.
f . [-u r] 1. Yukarı çıkarmak; yükseltmek; kaldır mak. 2. (Hayvan için) çiftleştirmek; aştırmak, agduk, [ağ-du-k / aduk / adğuk jjJlpT] {eT} {eAT} sf. 1. Kusurlu; çürük; bozuk; harap; fena. [İKPÖy] [Gabain] 2. Değişik; belirsiz; garip; karışık. [DLT] 3. Aşağılık. [İKPÖy.] 4. Yoldan çıkmış. [İKPÖy.] 5. {eAT} Ters; aksak. 6. Akça; beyazca. S1 agduk kişi, K im olduğu belli olm ayan sığıntı kişi. [DLT] agduklık, [ağ-duk-lık jJâJiT] {eAT} is. Terslik; aksi lik. 2. Eksiklik; kusur,
ji^ L iT ] {eAT} dönşl. f . [-u r ] (Ay için) hâlelenmek;
agdurılm ak, [ağ-dur-ıl-mak jljJ-c-T] {eAT} edil. f . [u r] Yukarı çıkarılmak; yükseltilmek, agdurm ak, [ağ-dur-mak
{eAT} g ç l . f [-u r ] 1.
Yukarı çıkarmak; yükseltmek; kaldırmak. 2. (Hay van için) çiftleştirmek; aştırmak, ageh, [Far. âgeh4?I] (a :g eh ) {OsT} sf. -*• agâh, agel, [Ar. ikâl] is. Arap erkeklerinin başlarına örttük leri kefiyenin düşmemesi için üzerine geçirdikleri yünden yapılma çember, agen, [Far. âgen ^~\] (a:g en ) {OsT} is. Yastık, min der gibi doldurulmuş şeyler.
[ETY] [EUTS] 2. Koyun pisliği. [DLT] 3. {eAT} (Ay ve Güneş için) çevrelerinde görülen beyaz halka; hâle. S ağıl eyleyici, {eAT} H ayvan ağılın ı düzen leyen. agüam ak, [ağ-ı-la-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Ağlamak. [EUTS] agılık, [ağ-ı-lık] {eT} is. 1. Devlet hâzinesi. [Gabain] [İKPÖy.] 2. Değerli eşyaların saklandığı yer; hazi ne. 3. Depo; antrepo; ambar. [EUTS] [İKPÖy.] 4. Badisatva unvanlarından biri. [EUTS] ağıllanmak, [ağ-ıl-la-n-mak / ağ-ul-la-n-mak harmanlanmak, agıllık, -ğı [ağıl-lık] {eAT} is. Aym çevresindeki be yazlık; hâle. ağım, [ağ-ı-m] {eT} is. Yükselme; çıkım; yükselim. [DLT] agım ak, [ağ-mak (ağm ak) > ağ-ı-mak] {eT} gçl. f . [r ] Püskürtmek. [ETY] ağın, [ağ-ın ^ T ] {eAT} sf. 1. Cimri; pinti; hasis. 2. Zorba; haydut, ağm am ak, [ağ-(ı)n-a-mak / ağ-na-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] Arkası üstü yere sürünmek; debelenmek; ağ namak; yuvarlanmak. [Gabain] [EUTS]
oku i r ®
1.127
AG I
agınçsız, [ağ-ı-nç-sız] {eT} sf. 1. Yerinden oynamaz; sabit; sağlam; sarsılmaz. [Gabain] [EUTS] 2. Sağlam seciye. [Gabain] [EUTS] ağınmak, [ağ-m ak> ağ-ın-mak] {e.AT} d ö n ş l.f. [-u r] Yukarı çıkmak; yükselmek; ağmak, agınanmak, [ağ-mak > ağ-ın-a-n-mak] {eA T} dönşl. f [-u r] Yukarı çıkmak; yükselmek; ağmak, ağındırmak, [ağ-mak > ağ-m-dır-mak] feAT} gçl. f . [-u r] Yukarı çıkartmak; yükseltmek, agıngaç, [ağ-mak > ağ-m-ğaç] feAT} is. Merdiven, agmgıç, [ağ-mak > ağ-ın-ğıç] feAT} is. Merdiven, agınguç, [ağ-mak > ağ-ın-ğuç] {eAT} is. Merdiven.
itibar etmek; ikram ve ihsanda bulunmak; ulula mak; yüceltmek. [DLT] [EUTS] 2. Şerefli tutmak. 3. Büyük tanımak; tazim etmek. ağırlanm ak, [ağ-ır-la-n-mak
>T ] {eT} {eAT} edil,
f . [-u r] 1. İkram edilmek; ağırlanmak; saygı göste rilmek; ululanmak; yüceltilmek. 2. Pahalı bulun mak. [DLT] 3. dönşl. f . Ağırlaşmak; üzerine ağırlık çökmek. ağırlanm ış, [ağır-la-n-mış] {eAT} sf. Saygı gören; itibar edilenen; sayılan, ağırlatm ak, [ağ-ır-la-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Ağır latmak; hürmet ettirmek; saydırmak. [EUTS]
agırlıg, [ağ-ır-lığ] {eT) {eAT} sf. 1. Muhterem; saygı ya değer; değerli; kıymetli; şerefli; saygın. [İKPÖy.] [DLT] [EUTS] 2. Önemli; değerli. [ETY] 3. Şanlı; 2. Ağırlanmış; ağırlanan. [EUTS] [Gabain] [DLT] 3. saygıdeğer; şerefli; değerli; itibarlı. [EUTS] [Gabain] Gebe; hamile. [EUTS] [Gabain] [Tekin] 4 {eAT} Üstün; değerli; tercih edilir. 5. {eAT} (İçki vb. için) sert; keskin. 6. {eAT} Kalaba ağırlık1, [ağ-ır-lık {eAT} is. 1. {eAT} Nikâhta lık; çok; bol. 7. {eAT} Ağırlık.8. {eAT} Zahmetli; kız tarafına verilen hediye, para; başlık. 2. {eAT} Ev çetin; zorlu. 9. {eAT} Kaim dayanıklı. S ağır ağır, eşyası. 3. {eAT} Karşılık; bedel. {eT} P e k cid d i; a ğ ırb a ş lı; tem kinli; şerefli. [EUTS] || ağırlık2, [ağ-ır-lık > T] {eT} is. 1. İkram; ağırlayış. ağır baş, {eAT} 1. A ğır başlı. 2. V akar; tem kin.|| [DLT] 2. {eAT} sf. Ağır; değerli. 3. {eAT} Saygınlık; ağır düşmek, {eAT} Ağırlaşmak.\\ ağır eylemek, itibar; değer. 4. {eAT} Vakar; temkin, ö ağırlık {eAT} 1. A ğ ırlaştırm ak; a ğ ırlık la çökertm ek. 2. Yük bulm ak, {eAT} Saygı g ö rm ek ; ken disin e hürm et altında zorlam ak. || ağır kelmek, {eAT} Üstün tu edilmek]\ ağırlık etmek, {eAT} Ağırlamak; ikramda tulm ak; tercih edilmek.\\ ağır könülli, {eAT} K o r bulunmak; saygı göstermek. kak.\\ ağır olınmış, {eAT} A ğır y ü k altın a girm iş.|| ağırlık3, [ağır-lık jjJ>T] {eAT} is. Karabasan; kâbus. ağır olmak, {eAT} 1. A ğır g elm ek ; a ğ ır basm ak. 2. (G eb e için) doğum u y a k la ş m a k ; a ğ ırlaşm ak. 3. agırhk4, [agır-lık] {eAT} is. 1. Yük; ağırlık. 2. Büyük T em bellik ed ip y a v a ş davran m ak.|| ağır yük, {eAT} sorumluluk; ağır yük. 3. Az işitme; sağırlık. 1. Ağırlık. 2. Yerine g etirilm esi g ü ç teklif; büyük agırlıklu, [ağ-ır-lık-lu {eAT} sf. Saygıdeğer; sorumluluk. 3. G ünah; vebal. || ağır yüklenmiş, sayın; değerli, {eAT} 1. A ğır y ü k altın a girm iş. 2. A ğır yüklenm iş. agırm ak, [an-ır-mak > ağ-ır-mak > T] {eAT} g ç s z .f. ağır2, [ağ-ır j^T / T] {eA T .} is. Karabasan; kâbus. S
ağır1, [ağ-ır / ağ-ar j-~\\ {eT} sf. 1. Ağır; çetin. [ETY]
.
ağır basan, {eAT} K â b u s.|| ağır basm a, {eAT} K â bus]] ağır basm ak, {eAT} K â b u s g örm ek. ağır3, [ağ-ır js  !>T] {eAT} sf. Can sıkıcı. S ağır kel mek, {eAT} Can sıkılm ak. agırçak, [ağ-ır-ça-k] {eT} is. Ağırşak. [ETY] ağırı, [ağır-ı ı ^ T ] {eAT} sf. 1. Ağırlığınca. 2. zm. Ağırlığı. agırılmak, [an-ır-mak > ağ-ır-ıl-mak jiy-T] {eAT} ed il.f. [-u r] (Boru için) yüksek sesle çalınmak. ağırın1, [ağır-ın
{eAT} sf. ... ağırlığında olanı;
... ağırlığmdakini. ağırın2, [ağır-mca
{eAT} sf. Ağırlığınca,
agırınmak, [ağ(ı)rı-n-mak] {eT} d ö n şl.f. [-u r ] 1. Sız lamak; hafifçe ağrımak. [EUTS] 2. Yalvarmak; hün gür hüngür ağlamak. [EUTS] agırlalmak, [ağ-ır-la-l-mak] {eT} edil. f . [-u r ] İkram olunmak. [DLT] ağırlamak, [ağ-ır-la-mak
{eT} {eAT} g ç l . f [- r ]
1. Ağırlamak; saygı göstermek; saymak; ihtiram ve
[-u r] 1. Anırmak. 2. Haykırmak; kükremek, ağırşak, [eT. agır-çak > ağır-şak
{eAT} is. 1.
İplik eğrilecek iğe takılan tahtadan yarım küre şek linde veya değirmi ağırlık; ağırşak. 2. Diz kapağı. 3. Aşık kemiği. ağırşaklanm ak, [ağırşak-la-n-mak
>T] {eAT}
dönşl. f . [-u r] (Erginlik çağındaki kızlar için) gö ğüsler kabarıp yumrulanmak. agırtm ak, [an-ır-t-mak > ağ-ır-t-mak ji> T ] {eAT} g ç l .f . [-u r ] 1. Anırtmak. 2. (Boru için) yüksek ses le çalmak, agıs, [ağ-ız / ağ-ıs] {eT} is. Ağız. [EUTS] ağış1, [ağ-ı (ipekli kum aş) > ağ-ı-ş] {eT} is. 1. Servet; mal mülk. [Tekin] [ETY] 2. Hazine. [ETY] 3. Değerli eşya. [ETY] ağış2, [ağ-mak (ağm ak) > ağ-ış] {eT} is. 1. Yükseliş; çıkış. [DLT] [ETY] 2. Yokuş. [ETY] agışmak, [ağ-ış-mak] {eT} işteş, f . [-u r] 1. Yüksel mekte, çıkmakta yarış etmek. 2. Kovmakta yarış etmek. [DLT]
ö iü r a iü fflftE S ö M .
A GI
{18. yy.} is. Ölü için tutulmuş
ağız5, [yağ-ız / anız > ağ-ız yÂ\ {eAT} is. (At için)
ücretli ağlayıcı kadın; ağıtçı; yasçı, agıtgan, [ağ-ıt-ğan] {eT} sf. Daima çıkartan; yüksel ten. [DLT] agıtm ak1, [ağ-ıt-mak / ak-ıt-mak] {eT} g ç l . f [-u r] 1. Akıtmak [Gabain] 2. Kovmak; kaçırtmak; sürmek. [ETY] [Tekin] [Gabain] 3. Hezimete uğratmak. [ETY] 4. Çıkarmak; belirtmek. [ETY]
yağız. ağızlanmak, [ağ-ız-la-n-mak / ağ-az-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] 1. Ağza vurmak [DLT] 2. Ağız aç mak; telaffuz etmek; söylemek; konuşmak. [Gabain] [DLT]
agıtcı, [ağıt-cı
agıtmak2, [ağ-ıt-mak] {eT} gçl. f . [-u r] 1. Yüksel mek. 2. Çıkarmak; yükseltmek; ağdırmak. [DLT] 3. (eAT} Dağıtmak; savurmak. ağız1, [ağ-ız / ağ-z jiT] {eT} {eAT} is. Ağız. [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî] [DLT] [EUTS] S agıza su virmek, {eAT} Ağzı su ile y ık a m a .|| ağız bir ey lemek, {eAT} Söz birliğ i yapmak.\\ ağız bir itmek, {eAT} Söz birliğ i y a p m a k .|| ağız birikdürm ek, {eAT} 1. Söz birliğ i yapm ak. 2. Aynı düşünce etra fın d a toplanmak.\\ ağız bucağı, {eAT} Avurt.|| ağız çakm ak, {eAT} H o ş a g id e c e k sö z sö y lem ek .|| ağız eğmek, {eAT} M innet etm ek; y alv a rm ak .|| ağız it mek, {eAT} O y ala y aca k s ö z le r sö y lem ek ; ağız y apm ak .|| ağız koklamak, {eAT} Ağız a ra m a k .|| ağız la ra düşmek, {eAT} H erk es çe duyulup bilin m ek; d iller e düşm ek.|| ağız olmak, {eAT} Ağız a ğrısın a tutulmak.\\ ağız otı, {eAT} 1. Ağız a ğ rıla rın d a kul lan ılan ilaç. 2. Tüfeğin ağzın a kon ulan baru t; a teş lem e barutu.|| ağız tüfeği, {eAT} 1. B ir tür esk i tü f e k . 2. {ağız} K uru tehdit. [DS]|| ağız tüfengi, {eAT} B ir tür es k i tüfek.|| ağız üşürm ek, {eAT} Ağız birli ğ i etm ek.|| ağız yarı, {eAT} S alya.|| ağız yel, {eT} B ir tür ağ ız hastalığı. [EUTS]|| ağzı açık, {eAT} H in d istan ’d a y etişen z a m b a k biçim in de ç içek le ri o la n b ir bitkinin ila ç o la r a k kullanılan nohut bü yüklüğün deki tan eleri.|| ağzı açuk, {eAT} -*■ ağzı açık-H ağzı bozuk, {eAT} (At için) n e tür g em vuru lu rsa vurulsun b ir türlü z ap t edilemeyen.\\ ağzı çe likli, {eAT} Ç en esi g ü çlü ; düzgün sö z söyleyebilen.\\ ağzı kutlu, {eAT} Ağzından h ep hayırlı s ö z le r ç ı k an ; h ep iyi ş e y le r söyleyen.\\ ağzına çalm ak, {eAT} A ğzına vurm ak.|| ağzının dadını virmek, {eAT} H addin i bild irm ek; ağzının p ay ın ı verm ek. || ağ zının kaşığı, {eAT} 1. B ir kim senin y a p a b ile c e ğ i; o kim seye y a k ışa n ; ken din e uygun gelen . 2. H erkesin ha kk ın d a ileri g e r i konuştuğu kim se. || agzmı poy raza açm ak, {eAT} B ir şeyden yoksun k alm ak ; eli b o ş a çıkm a k; ağzını h a v ay a açm ak. || ağzını yile açm ak, {eAT} B ir şeyden yoksun k alm ak ; eli b o ş a çıkm a k; ağzını h av ay a açm ak. || ağzının tadını vir mek, {eAT} H addini bildirm ek; ağzının p a y ım ver mek. ağız2, [ağ-ız y -T] {eAT} is. Sınır; uç; hudut. ağız3, [ağ-ız / ağ-z >T] {eAT} is. Defa; kere; kez. a Slz4’ [ağ-ız i*Tl (eATf is. Doğuran hayvanın ilk sütü.
ağızlık, [ağ-ız-lık JljiT ] {eAT} is. 1. Başlangıç. 2. Gemde atın ağzına yanlamasına giren parça. 3. Do kuma tezgâhlarında mekik atabilmek için çözgünün açılıp kapandığı yer. agızmak, [ağ-mak (akm ak) > ag-ız-mak] g ç l . f [-ır] [eAT, -u r] {eAT} {ağız} (Fasulye, nohut, mercimek gibi taneli şeyler için) akıtmak. [DS] agin, [Far. âgîn jJfT] (a :g i:n ) {OsT} sf. Doldurulmuş; dolu. -agin, [Far. âgîn yS\ -] (a ;g i;n ) {OsT} son ek. Ek lendiği Farsça kelimelere “d olm u ş" anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. agist, [Far. âgiste i^ S\ ] (a :g iste) {OsT} sf. Sımsıkı bağlanmış; düğümlenmiş, agiş, [Far. âgîşıden (iliştirm ek) > âgış J^ Ş T] (a ;g i;ş) {OsT} sf. 1. İlişik; yapışık; sarkık. 2. Uzatılmış, agitato, [İt. acitato] ( a g i’tato) zf. müz. Bir parçanın hızlı biçimde çalınacağını belirten terim, aglagan, [ağ-la-ğan jU iil /
{eAT} sf. Çok
ağlayan; sık sık ağlayan. aglak1, [ağ-lak] {eT} sf. 1. Issız; oturulmayan yer; boş ve ıssız yer. [EUTS]. 2. Çorak. [DLT] S1 aglak yer, B o ş yer. [DLT] aglak2, [Ar. ğalak > ağlak jl£l] {OsT} is. 1. Kilitler. 2. Kapalı, anlaşılmaz şeyler. ağlam ak1, [ağ-la-mak / yığ-la-mak] {eT} {eAT} gçsz. f . [-r ] Ağlamak [Gabain] [ETY] 0 aglam aglara urmak, {eAT} A ğ la r görü n m ek.|| ağlamış yüzlü, {eAT} E kşi suratlı. ağlam ak2, [ağ-la-mak
{eAT} gçsz. f . [- r ] Ak
saklık göstermek; aksamak. ağlam ak3, [ağ-la-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] 1. Yalnız ol mak. 2. Boş olmak. [DLT] ağlam ak4, [ag (ak) > ag-la-mak] {ağız} g ç l . f [ - r ] [l(ı)-y or] Ayıklamak; ayıklayarak temizlemek; ak lamak. [DS] aglam asım ak, [ağ-la-ması-mak j*
/
{eAT} gçsz. f . [- r ] 1. Ağlar duruma gelmek.
2. Ağlar gibi yapmak, aglam sım ak, [ağ-la-msı-mak ,3* -™ ^ !] {eAT} gçsz. f . [-r ] 1. Ağlar duruma gelmek. 2. Ağlar gibi yap mak. aglam sınmak, [ağ-la-msın-mak {eAT} dönşl. f . [-u r] 1. Ağlar duruma gelmek. 2. Ağlar gibi yapmak.
im mm a ı .129
AGR
ağlanmak, [ağ-la-n-mak JaİLpI /
{eAT} dönşl.
f . [-u r] İçin için ağlamak, aglasımak, [ağ-la-sı-mak
{eAT}
gçsz. f . [ -r ] 1. Ağlar duruma gelmek. 2. Ağlar gibi yapmak.
ağlaş, [ağ-la-ş jM-\ /
{eAT} is. 1. Ağlaşma. 2.
Ağlayış. aglaşdırmak, [ağ-la-ş-dır-mak jaj-LiJil / ^jjuî^U Î] {eAT} gçl. f . [-u r ] Birçok kişiyi hep birden ağlat mak; ağlaştırmak. ağlatm ak1, [ağ-la-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] 1. Sav mak; uzaklaştırmak; ıraklaştırmak. 2. Boşaltmak. [DLT] ağlatm ak2, [ağla-t-mak] {eAT} g ç l.f. [-u r] Ağlatmak, ağlayıcı, [ağla-y-ıcı] {eAT} sf. Ağlayan,
dirmek. 2. Dili buruşturmak; dili ağırlaştırmak. [DLT] agnostik, -ği [Fr. agnostique] sf. fe l . İnsan zekâsının m utlak’a erişemeyeceğini, dolayısıyla bilinmezlik içinde bulunduğumuzu savunan; Tanrı konusunda bir şey bilmenin olanaksızlığına inanan; bilinmezci. agnostisizm, [Fr. agnosticisme] is. fe l. Eşyanın öz ta biatı, kaynağı ve kaderi konusunda insan zekâsının yeterli olmadığını ileri süren felsefe öğretisi; bi linmezlik. agnozi, [Fr. agnosie] is. tıp. İlgili organ sağlam olmasıpa rağmen o organın ilettiği duyguyu algılayan beyin zarındaki dokunun bölgesel bozukluğu se bebiyle duyu organları aracılığıyla edinilen bilgileri tanıyamama hastalığı; bilmezlik.
dınların yüzlerine sürdükleri düzgün; üstübeç; pud ra.
Agop, [Erme, hakob / hagop (Yakup)] özl. is. Erme nice erkek adı. S A gop’un kazı gibi düşünmek, Uzun sü re ça resiz lik için de düşünm ek; afallamak.\\ A gop’un kazı gibi yemek, O bu rca yemek.\\ A gop’un kör kazı gibi tıkınmak (yutmak, tıkın mak), O bu rca yem ek.
agludaş, [ağlu-daş] {eAT} is. Komşu, aglütinasyon, [Fr. agglutination] is. 1. tıp. Antikorla.rın hastalık yapan bakterileri toplamak suretiyle hastalığın önlenmesi. 2. dbl. Kümeleşim,
agora, [Yun. agora] is. 1. Vatandaşlar meclisinin top landığı yer. 2. Eski Yunan’da din, devlet, siyaset, ticaret gibi toplum işlerinin icra edildiği etrafı ka mu binaları ile çevrili geniş meydan; kent meydanı,
agltttinin, [Fr. agglutinine] is. tıp. Kan serumunda yer alan bakteri, yabancı madde ve yabancı alyuvar gibi bir antijeni toplayarak etkisiz kılan antikor.
agorafobi, [Fr. agoraphobie] is. p sik ol. Büyük mey danlarda bulunma korkusu,
aglıg, [ağı-lık > ağ-lığ] {eT} is. -*• agılık. ağlık1, [ağ-ı-lık > ağ-lık] {eT} is. - * agılık.aglık2, [ağ lık / ak-lık jJiT ] {eAT} is. 1. Aklık; beyazlık. 2. Ka
ağmak, [ığ (su) > ığ-mak > ağ-mak
T] {eT} gçsz.
agra, -a ’i [Ar. ağrâ’ <■Iji-l] (a g ra :) {OsT} sf. Çok se vimli; çok yakışıklı, agraf, [Alm. krap > Fr. agrafe] is. 1. Kopça; kanca. 2. Broş; yaka iğnesi. 3. tıp. Kesiklerin iki karşılıklı kenarını bir araya getirmeye yarayan özel bir pens ile kullanılan metal yara dikiş malzemesi,
f. [ - a r ] 1. Su gibi akıp gitmek; kaymak. [ETY] 2. Ağmak; kalkmak; yukarı çıkmak; yükselmek; tır manmak; binmek; {eAT} (aynı). [Tekin] [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain] [DLT] 3. Aşmak. [DLT] 4. Yana yatmak; bir yana eğilmek; bükülmekaşağı inmek; agrafaj, [Fr. agrafage] 1. tıp. Kırık kemikleri agraflar yardımı ile birbirine tutturmak. 2. Sac kenarlarını ağır gelip aşağı meyletmek; dönmek. [DLT] [İKPoluk biçiminde kıvırarak üst üste getirip sıkıştır Öy.] {eAT} (aynı). 5. Belirmek. 6. Çökmek. [İKPÖy.] 7. Değişmek; başkalaşmak; bozulmak. [DLT] [İKP mak suretiyle birleştirme, Öy.] 8. {eAT} Kaplamak; bürümek. S1 ağası yir, agrafi, [Fr. agraphie] ( a ’grafı) is. p sikol. Yazma ye teneğinin kaybolması hastalığı, {eAT} Y ü kselecek y e r ; yükseklik. agrag, [ağ-(ı)r-ığ / ağ-(ı)r-ağ] {eT} is. Sızı; ağrı. agnagan, [ağ-na-ğan {eAT} sf. (Hayvan için) [EUTS] çok yuvarlanan; çok ağnayan. agrandism an, [Fr. agrandissement] is. fo t o . Fotoğraf agnak, [ağ-na-k J^ T ] {eAT} is. Hayvanların yatıp yu filmindeki görüntüyü büyütme işi; büyütme, varlandıkları yer; ağnak. agrandisör, [Fr. agrandisseur] is. fo to . Fotoğraf fil ağnamak, [ağ-mak (yana yatm ak, bükülm ek, ç ö k mindeki görüntüyü mercekler düzeneği ile büyüte rek kâğıt üzerine aktarmaya yarayan araç, m ek) > ağ-(ı)n-a-malc T] {eT} {eAT} gçsz. f . [-r ] 1. (Hayvan için) yatıp debelenmek ağnamak; yerde yuvarlanmak; kıvranmakarkası üstü yere sürün mek. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain], 2. Kekemeleşmek; dili tutulmak. [DLT] 3. {eAT} Bolluk içinde rahat yaşamak.
agranülositoz, [Fr. agranulocytose] is. tıp. Kanda granülosit denilen çok çekirdekli akyuvarların azalması. agreb, [Ar. ğarib > ağreb v J-\] {OsT} sf. En garip;
T] {eT} {eAT} gçl. f . [-
pek tuhaf, fi1 agrebü’l-garâib, Ş a ş ıla c a k şeylerin en şa şırtıcısı; g erip lerin en garibi.
u r] 1. Hayvanın debelenmesini sağlamak; debelen
agreje, [Fr. agrégé] is. eğit. Bazı ülkelerde bazı
agnatm ak, [ağ-na-t-mak
fllÜ M IÜ RSÛ M . 33
AGR dallarda öğretim üyeliği için yapılan yeterlilik sı navı. agreman, [Fr. agrément] is. Bir devletin kendi ülke sindeki bir yabancı elçiliğe atanan görevliyi tanıdı ğını ve göreve başladığını belirten belge. ağrı1, [eT. ağ(ı)r-ı-ğ > ağrı ^ > ”1] {eAT} is. Ağrı; acı; sancı; ıstırap; illet; dert. ağrı2, ağ(ı)r-ı] {eAT} is. 1. 96 miskal (yaklaşık 405,5 gr) tutarında bir ağırlık ölçüsü birimi. 2. Para; dir hem. agrıdıcı, [ağrı-t-ıcı] {eAT} sf. Acı verici; acıtıcı; acık lı; şiddetli.
agsag, [ağ-mak (yana yatm ak, bükülm ek, çölanek) > ağ-sa-ğ] {eT} sf. Aksak; topal. [EUTS] ağsak, [ağ-sa-k j-i-T ] {eAT} sf. Aksak; topal, agsaklık, [ağ-sa-k-lılç / ağ-şak-lık
/ jL ljJ]
{eAT} is. Aksaklık; topallık. agsam ak 1, [ağ-mak (kaym ak, akm ak) > ağ-sa-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] 1. Ağmak istemek. 2. Çıkmak is temek. [DLT] agsam ak2, [ağ-mak (yana yatm ak, bükülm ek, ç ö k m ek) > ağ-sa-mak / ak-sa-mak / ağ-şa-mak & T/
{eT} {eAT) gçsz. f . [-r ] Aksamak;
agrıg, [ağ(ı)r-ı-ğ] {eT} {eAT} is. Hastalık; ağrı; sızı; sancı. [EUTS] [Gabain] [DLT] agrıglanmak, [ağrığ-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Fenalaşmak; ağrıları artmak. [EUTS]
topallamak. agsanm ak, [ağ-sa-n-mak] {eT} f . Konuşmak; telaffuz etmek. [EUTS]
agrıglıg, [ağrığ-lığ] {eT} sf. Hastalıklı; ağrılı. [EUTS]
Aksırık. agsırm ak, [as (yans.) > as-ğır-mak > ağsır-mak /
agrık1, [ağ(ı)r-ı-k l?>T] {eT} {eAT} is. 1. Hasta; has talık. [EUTS] 2. {eAT} sf. Ağrılı; ağrıyan. agrık2, [ağ(ı)r-ık S J- Ï] {eAT} is. Ev eşyası; eşya; ağırlık. agrıkanm ak, [ağrı-k-an-mak] {eT} d ö n ş l.f. [-u r] A ğ rısından şikâyetçi olmak. [DLT] agrıklı, [ağrık-lı
{eAT} sf. Acıyan; ıstırap ve
agsırık, -ğı [as-ğır-mak > ağsır-ılç ^ .j—tT] {eAT) is.
ahsır-mak / ağsur-mak / ahsur-mak
{eAT}
gçsz. f . [-u r] Aksırmak, agsurm ak, [as (yans.) > as-ğır-mak > ağsır-mak / ahsır-mak / ağsur-mak / ahsur-mak l^«_r -i-T] {eAT} gçsz. f . [-u r ] Aksırmak, agşam, [ağ + Far. şâm > ahşam |vü-'] {eAT} is. A k
ren; ağrıyan. şam . ağrımak, [âğ(ı)r-ı-mak] (a:g rım ak) {eT} gçsz. f . [-r ] agta, [Ar. ‘akide => ağta aLpI] {eAT} is. Ağda. 1. Ağrımak [Gabain] [DLT] 2. Hastalanmak hasta agtarılm ak, [ağ-ta-r-ıl-mak / ağtılmak] {eT} e d il.f. [olmak; sayrılaşmak. [EUTS] [Tekin] [ETY] u r] 1. Yere vurulmak. 2. Sarsılmak. [DLT] 3. Dön ağrınm ak1, [âğ(ı)r-ı-n-mak] {eT} dönşl. f. [-u r] Ağ mek; eğilmek. [EUTS] rımak; acı duymak. [DLT] agtarm ak, [ağ-ta-r-mak / ahtarmak] {eT} g ç l . f [-u r] ağrınm ak2, [ağır-ı-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] İhti Aktarmak; devirmek; yenmek. [DLT] mam etmek; önem vermek; özen vermek. [EUTS] agtaru, [ağtar-u] {eT} sf. Çabuk; ivedilikle; acele; agrışm ak, [ağrı-ş-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Ağrışsüratle. [EUTS] mak; sızlanmak. [DLT] ağtılmak, [ağ-(ı)t-ıl-mak / ağtar-ıl-mak] {eT} edil. f . ağrıtm ak, [ağrı-t-malc] {eT} gçl. f . [-u r] Ağrı ver [-u r] 1. Yere vurulmak. 2. Sarsılmak. [DLT] mek; ağrıtmak; acıtmak. [EUTS] [DLT] agtınmak, [ağ-mak (yukarı çıkm ak) > ağ-(ı)t-magrug, [oğur-mak > oğ(u)r-uğ [Clauson] / ağruğ mak] {eT) dönşl. f . [-u r] 1. Çıkmak; yükselmek. 2. [DLT]] {eT} is. Kemiklerin ek yerleri; eklem, fi1 Binmek; ata binmek. 3. gçl. f . Çıkarmak; yükselt agrug süngügi, {eT} O m urga kem iklerinin birin ci mek. [EUTS] [Gabain] s i; birin ci omur. [DLT] agturm ak, [ağ-mak (yukarı çıkm ak) > ağ-tur-malc] agru k 1, [ag-(ı)r-u-k] {eT} is. Hasta. [EUTS] {eT} gçl. f . [-u r ] 1. Dağa ağdırmak. [ETY] 2. Yük agruk2, [ağ-(ı)r-u-mak (ağır olm ak) > ağr-u-k ö >T] seğe çıkartmak; aştırmak. [ETY] {eT} {eAT} is. 1. Yük; ağırlık; pılı pırtı; yol eşyası. -agu, [-ğu / -gü / ku / -kü / -a-ğu / -e-gü] {eT} y ap. e. [İKPÖy.] 2. Masraflı olan şey; ağırlık. [İKPÖy.] 3. sf. --g u . Ağır. [İK P Ö y.]® agruk çekmek, {eÂT} A ğır h â ld e agu 1, [agu (yans.)\ (agu :) is. Bebeklerin neşelendik bulunm ak; ağırlaşm ak. leri zaman çıkardıkları keyiflenme sözü. agruklanm ak, [ağ-(ı)r-uk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [agu2, [ağ-u jpI] {eT} is. Ağı; zehir [İKPÖy.] [Gabain] u r] (Bir iş veya yükü) ağır saymak; ağırsmmak. [Yüknekî] [EUTS] [DLT] S agu ağacı, {eAT} Zak[DLT] kum. || agu kurdı, Kuduz b ö ceğ i. || agu kunduz, agrum ak, [ağ-(ı)r-u-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Ağırlaş mak. [DLT] {eAT} A ksırtıcı bir ot. agruş, [ağ-(ı)r-uş] {eT} is. Hastalanma; ağrı; azap; agucuk, -ğu [agu-cuk] is. Bebekleri severken ve on ıstırap. [EUTS] [Gabain] ları neşelendirmek için söylenir. S agucuk bebek,
İ R
M
E
M
.
AĞ
131
Büyüdüğü h â ld e b e b e k liğ e özen en ; b e b e k g ib i dav ran an ,|| agucuk yapm ak, (B e b e k le r için) n eşelen d ikleri zam an agu s e si çık a rm a k ; agulam ak. aguj, [ağ-uz / aguj] {eT} is. Memeli hayvanların do ğurduklarında verdikleri ilk süt. [DLT] agujlug, [ağuj-luğ] {eT} sf. Ağızlı, ilk sütü bulunan. [DLT] agukmak, [ağ-u-k-mak] {eT} gçsz. f . [-u r ] Zehirlen mek; ağılanmak. [Gabain] [DLT] [EUTS] agul1, [ağ-ul JjpI] {eAT} is. Ağıl. agul2, [ağul] {eAT} is. 1. Görüş tarzı; zihniyet. 2. Gö nül. agıılama, [agu-la-ma] is. Bebeklerin neşeli anlarında agu sesi çıkarmaları; agulamak işi. agulamak1, [ağu-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] Ağılamak. [DLT] agulamak2, [agu (yans.) > agu-la-mak] g ç s z .f. [-r ] [l(u)-yor] (İki ile dokuzuncu aylar arasındaki bebek için) kendiliğinden sevinç belirtisi olan agu şeklin de ses çıkarmak, agullanmak, [ağul-la-n-mak
{eAT} dönşl. f .
[-u r] (Ay için) hâlelenmek; harmanlanmak, agulug, [ağu-luğ] {eT} sf. Ağılı; zehirli. [EUTS] [ETY] agumak, [ağu-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Ağılamak; zehir lemek. [EUTS] agun, [Far. âgıın ö^T] (a:gu :n ) {OsT} sf. 1. Baş aşağı; ters. 2. Uğursuz, agunde, [Far. âğunde »J-iT] ('a:günde) {OsT} sf. (Pa muk yumağı, yığını için) hallaç elinden çıkmış; atılmış. agur, [Far. âgür j j ? ! ] (a :g u :r) {OsT} is. 1. Tuğla. 2. Kerpiç. 3. Kiremit, agurçuk, -ğu [ağur-çuk] {eAT} is. Satranç, agurşak, [ağur-şa-k] {eT} is. Ağırşak. [DLT] aguz, [ağ-uz j^pl] {eT} {eAT} is. Memeli hayvanların doğurduklarında verdikleri ilk süt; ağız. [DLT] agüs, [Far. âgüs u^T] (a:gü s) {OsT} is. Taşçı kalemi, agz, [ağ-z] {eT} is. Ağız. [İKPÖy.] agzanmak, [ağ-(ı)z-an-mak / ağ-az-la-n-mak] dönşl. f [-u r] Telaffuz etmek; söylemek; konuşmak. [Gabain] [EUTS] ö agzanmış savıg, Söylenm iş söz; telaffuz etm ek. [EUTS] ağ1, [ag /ağ (yans.)] is. Ağlama, inleme eylemi, ağrı, sızı durumları bildiren kök; ağ -la-m ak. ağ2, [eT. ağ > ağ] is. 1. İp, tel vs.den düğümlemek suretiyle göz göz yapılmış örgü; ince iplik örgüsü; ablatya; çolun; ırıp; ığrıp. 2. Örümcek cinsi hay vanların salgıladıkları iplikçiklerle ördükleri av yuvaları. 3. gnşl. Kanal, yol, tel bağlantılarıyla oluşturulmuş sistem; şebeke. « D em ir y o lu ağı. T ele fo n a ğ ı» 4. m ec. Tuzak. «K u rtlara a ğ k u rm a k.» 5. spor. Tenis voleybol gibi oyunlarda oyun alanının
ortasına, akrobasi hareketlerinde havadaki jim nastik aletlerinin altına, futbolda kale direklerinin arkasına gerilen file. 6. {eT} Kafes şeklinde seyrek örgü [Mühennâ] 7. {ağız} Ay ağılı; hâle. [DS] 8. {ağız} Ara; iç. [DS] 9. {ağız} Ağaç dal ve yaprakları arasına ağ örerek yuva yapıp yaprak yiyen böcek; tırtıl; ağ kurdu. [DS] 10. {ağız} Tel örgü. [DS] 11. {ağız} Tarlaları sınırlayan dikenli çalı ve ağaçlar; çalı çit. [DS] fi1 ağ atıııak, B a lık tutm ak üzere a ğ la rı suya indirmek.\\ ağa vurm ak, (B alık için) a ğ g ö zlerin e takılmak.\\ ağ ayıklamak, Ağın g ö zlerin d e bulunan y a b a n cı m ad d eleri çıkarm ak, ağı tem izlem ek. || ağ biçimi, Z a r if ve k o la y b irleşm elere uy gun dikdörtgen prizm ası şeklin d ek i ta şla rla y ap ılan süslem e. |j ağ çatm ak, K ay d ırm a y a p a r a k ağın g ö z lerin i küçültm ek; a ğ daraltmak.\\ ağ çekmek, A ğ a takılm ış olan b a lık ları to p la m a k için a ğ ı sudan ç ı k a r m a k . || ağ donatm ak, B a lık y a k a la m a k için ku l la n ıla c a k ağı, kıyıda hazırlam ak. ||ağ dökmek, B a lık tutm ak için tekneden suya a ğ indirm ek. || ağ dö şemek, B a lık tutm ak için a ğ ı suyun d ibin e indir m ek .|[ ağ gemileri, Savaş z am an ların d a düşm an gem ilerinin g irişin i en g ellem ek için taşıdıkları ç e lik a ğ la rı lim anların ağzın a g e r m e k için kullanılan savunm a gemileri.\\ ağ gözü, Ağın düğüm leri a r a sın daki büyüklük.\\ ağ iğnesi, A ğ ö rm ekte kullanı lan tahta veya p la s tik iğ. || ağ ipliği, A ğ y a p m a kta kullanılan d eğ işik liflerden örülm üş ip ler.|| ağ ka yığı, B a lık ağı d ökm ey e veya top lam ay a uygun a r kası d a h a g en iş b ir k ay ık çeşidi.\\ ağ kepçe, B a lık çıların kullandığı ağd an y a p ılm a se p et şeklin d eki kepçe.\\ ağ kurdu, zool. Ö rdükleri a ğ için e g izlen e r e k beslen en m eyve a ğ a ç la r ı zararlısı, (ITyponomeuta). || ağ kurm ak, B ir kıışu veya a v hayvanını y a k a la m a k için a ğ y erleştirm ek. \\ağ kurşunu, B a lık a ğ la rın ı suyun için de d ik o la r a k tutmak için ağın alt ucuna g eçirilen d elikli ağırlıklar. || ağ m antarı, B a lık ağlarının su için de d ik durm asın a sa ğ la m a k için ağın üst kısm ına b a ğ lan an ve su üs tünde kalan içi h av a dolu ortası oyuk p la s tik h a lk a lar.,|] ağ m an tarlar, Ü rem e şe k ille ri ve sistem atik teki y e r i kesin o la r a k bilin em eyen ve in san larda çeşitli h a stalıkla ra s e b e p olan ilk el bir m an tar tü rü. (Hyphomycetes).\\ ağ örmek, A ğ ü retm ek ü zere ipleri usulüne g ö r e d ü ğ ü m lem ek || ağ reisi, B a lık çı ağların ın su ya atılm ası veya toplan m ası sıra sın d a g er ek li m an evraları yön eten kişi. ||ağ sermek, Ağı, ç e k e r e k g ö z leri b irb irin e k a rışm a y a ca k ve d o la ş m a y a ca k biçim d e tekneye y erleştirm ek. || ağ serp mek, E lle atılan d a ir e biçim in deki ağı m erk ez î y e rinden tu tarak ağırlıklı kısm ı a ç ıla c a k biçim d e a t m ak v e toplamak.\\ ağ şebeke, Bütün u çları a n a su boru ların dan beslen en p a r a le l bağ lan tılı şe h ir suyu şeb ek esi. j| ağ tabaka, Göz yu v arlağ ın d a g ö rm e sin ir uçlarının m eydan a g etird iğ i zar. || ağ tonoz, A ğ biçim in de p a r ç a lı k esişm elerd en m eydana g e ti
AĞ rilm iş g o tik m im arî tarzı ton oz.|| ağ toplam ak, b a lıkçı. Ağı denizden çık a rıp tekneye alm ak. || ağ vin ci, B alıkçı tekn elerin d e ağın su dan çekilm esin i k o laylaştıran vinç. || ağ yatak, F ile şeklin d e örülm üş ve karşılıklı iki a ğ a c a b a ğ la n a ra k kullanılan y a ta k ; ham ak. ağ3, [eT. ağ] is. Pantolon ve don gibi giyeceklerin iki bacak arasındaki üçgen kumaş dikişlerinin meyda na getirdiği şekil; apışlık, fi1 ağ açm ak, {ağız} (K a dın lar için) â d et so n rası h am am a g id ip tem izlen mek. [DS]|| ağı çalık, K öylü kadın ların iş y a p a rk en g iydikleri g en iş a ğ lı uzun p a ç a lı, uçkurlu şalvar. ağ4, [ağ / ak] {ağız} sf. Ak. [DS] ağa, [Moğ. âka > ağa] is. 1. Toplum ve aile içinde kendisine saygı duyulan erkek. 2. Büyük erkek kardeş; ağabey. 3. (Kadın için) eş; koca. 4. Yardım eden, cömert kimse. 5. Okuması yazması olmayan fakat köyün veya kasabanın ileri gelen saygıdeğer kişileri. 6. Kırsal kesimde büyük arazi sahipleri ve zengin kimse. 7. gnşl. Zalim kimse, istismarcı, hak yiyen. 8. İmparatorluk devrinde büyük konaklarda çalışan hizmetçilerin başkanı. 9. İmparatorluk dö nemi devlet teşkilatında belirli mevkilere gelmiş olan kişilere verilen unvan. « Y en içeri a ğ a s ı.» 10. {ağız} Şeyh. [DS] 11. {ağız} Hz. Peygamber soyun dan gelen kimse; seyit. [DS] 12. {ağız} Sevgili. [DS] 13. {ağız} Kayın baba; kaynata. [DS] S ağa b ayra ğı, Y en içeri a ğ a sın a ait b a y ra k la rd a n birisi.|| ağa bölüğü, Y eniçeri teşkilatında İstan bu l ağasının o d a s ı.|| ağa bölükleri, Y eniçeri teşkilatın da dev şirm elerd en kurulu birlikler.\\ ağa çırağı, D evşirm e k u ralın a aykırı o la r a k y en iç eri o c a ğ ın a alın an s a n a tk ârla r^ ağa divanı, Y eniçeri ağasın ın b a şk a n lığ ın da toplan an kurul. || ağa gediklileri, Y eniçeri ağasın ın k a ra rg â h ın d a g ö rev li 19 kişi. || ağa ima mı, Y eniçeri o ca ğ ın d a m ed rese öğren im i görm üş imam.\\ ağa kapısı, 1. Ağanın evi. 2. Y en içeri a ğ a larının ça lıştıkları resm î daire. || ağa kapısı zinda nı, Azılı su çlu larla suçlu y en içerilerin h a p sed ild iğ i zindan. || ağa kâtibi, A ğa kapısının y azışm aların ı düzen leyen görevli. || ağa paşa, Vezir rü tbesi ve rilm iş bulunan y en iç eri ağasın ın unvanı.|| ağa ya mağı, Y eniçeri ağasın ın hizm et erlerin den en düşük rütbelisi. ağababa, [ağa+baba] is. 1. Büyükbaba; dede. 2. Ağa çocuklarının babalarına hitap şekli. 3. Genel an lamda kendisi kıskanılan yaşlı ve zengin kimse. 4. Emsalleri arasında daha güçlü ve kıymetli olanı. 5. Uygunsuz bir işte ustalık kazanmış kişi. «H ırsız ların a ğ a b a b a s ı.» S ağababası, İm p arato rlu k s a ra y teşkilatın da h arem a ğaların ın başı. ağabanu, [Ar. ğabânî / ağabânü^Lil] {OsT} is. Sarık için kullanılan ince beyaz ipekli kumaş; abaniye. ağabeği, [ağa+beg-i] is. Ağabey. ağabey, [aga > ağa+bey] is. 1. Aile içinde yaşça bü
n e m c E S E iıi.m yük erkek kardeş; abi. 2. Tanıdık ve akrabalar ara sında yaşça büyük olanlar. 3. Hitaplarda bir kaç yaş büyük erkeklere saygı ifadesi. 4. Bir meslekte, bir kurumda daha eski olanlar. 5. Bir okulda üst sınıf larda bulunanlar, ağabeylik, -ği [ağa+bey-lik] is. Ağabey olma hâli; ağabey durumunda bulunmak. S ağabeylik et mek, A ğ a bey g ib i davran ıp birin i koruyup g ö zet mek. ağacalık, [ağa-ca-lık] (a ğ a ’ça lık ) is. 1. Oğlan evi ta rafından gelinin erkek kardeşine alman hediye elbi se. 2. Uzun süre çalışan işçilerin ve çobanların söz leşme süreleri dolduktan sonra da ücretsiz olarak çalışmaları. 3. Bir işte çalışana ücretinin dışında verilen bahşiş, ağacat, [ağaç+at] {ağız} is. Tabut. [DS] ağaç, -cı [eT. ı (bitki) > ı-ğaç [TİETZE]/ ağaç] is. 1. Boyu oldukça yüksek, dalları ve gövdesi ile geniş alan kaplayan uzun yıllar yaşayan odunsu bitki. 2. Kereste. 3. Tahta. 4. Odun. 5. Sopa; değnek; sırık; direk. 6. {eT} 12.000 adım gelen uzunluk birimi; değnek; fersah [Mühennâ] 7. {eAT} Erkeklik organı. 8. sf. Bu tür bitkiden kesilen odun, tahta ve keres teden yapılan; ahşap; tahtadan. 0 ağaç balı, Erik, kayısı, kiraz g ib i a ğ a çla r ın g öv d elerin d en akan y a p ışka n sıvı; kedi balı.|| ağaç baskı, A ğ a ç k a lıp la r üzerin e resim ve d es en le ri k az ıy a ra k b a sm a k su re tiyle e ld e ed ilen b a sk ı ij7.|| ağaç bayram ı, Ü lke m izde ağ a çlan d ırm a y ı yaygın laştırm ak, a ğ a ç sev gisin i a şıla m a k için h e r y ıl düzenlenen tören. ||ağaç bakımı, in san eliy le yetiştirilm iş o la n p a rk , b a h ç e vb. a ğ a çla r ın budam a, g ü b re le m e ve z a ra rlıla ra k arşı koru n m ası işlem leri. || ağaç bilimi, bot. B o ta niğin a ğ a ç la r ı ilgilendiren dalı. || ağaç biti, Yarım kan atlılard an sıçr a m a k su retiyle g ez en a ğ a ç p a r a ziti,|| ağaç çileği, bot. Ilım an iklim k u şağ ın da y eti şen gü lg illerd en b ir bitki ve bunun kırm ızı ren kli ve h o ş kokulu m eyvesi; ahududu ; frambuaz.\\ ağaç de len, zool. {ağız} A ğ açkakan . [DS] 11 ağaç denizi, K o c a e li ile B olu D ağ ı a ra sın d a k i g ü r orm an lar. ||ağaç engeli, A skerlikte düşm an g eçişin i en g ellem ek için p a tla y ıc ı d estek li devrilm iş a ğ a ç la r la yol, köprü tünel v e g eç it g ib i y erlerin kapatılması.\\ ağaç fulü, bot. B a h ç e le r d e y etiştirilen iri bey az ç iç ek li a ğ a ç çık, (Philadelphus)\\ ağaç göğsü, {ağız} K ö k n a r a ğ a cın d a biten v e y en en b ir m an tar türü. [DS]|| ağaç ham uru, K â ğ ıt üretim inde kullanılan lifli m ad d e .|| ağaç hatm i, bot. E b eg ü m eci fam ily asın d an g ö sterişli ç iç ek le ri s e b e b iy le p a r k ve b a h ç ele rd e y etiştirilen k ıs a boylu a ğ a ççık, (H ibiscus syriacu s).|| ağaç işçiliği, A hşaptan y a r a r la n a r a k kapı, p en c er e, tavan ve m ob ily a la rd a y a p ıla n sü sle m e c i l i k ağaç k abartan, {ağız} 1. I lık ilk b a h a r rüzgârı. 2. A ğ a ç kab u kların ı yiyen ve un h â lin e g e tiren b ir kurt. [DS]|| ağaç kaplam a, İn ce ah şa p lev h a la r y a p ış tır ıla ra k y a p ıla n sü slem e z'ji.|| ağaç
İ M
İ K
M
.
AĞA
133
karası, B azı a ğ a çla r d a n sızan koyu zam k.|| ağaç kavunu, bot. B uruşuk ve kalın kabu klu m eyvele rinden r e ç e l ve ş e k e rlem e y apılan , y a z kış y eş il y a p ra klı olu p A kdeniz kıyısı bulunan ü lk elerd e y e tişen o rta boylu b ir a ğ a ç, (Citrus m edica). || ağaç korunması, A ğ açların z a r a r g ö rm esin e s e b e p olan taban suyu, to p rak sıkıştırm ası, y a ra la n m a ve z a ra rlıla ra karşı alın an tedbirler.\\ ağaç köm ürü, Odunun y a kılm a sı su retiyle eld e ed ilen y a k a c a k maddesi.\\ ağaç kulak, {ağız} 1. K a r a sa ba n ın iki yan ın a takılan ve kazılan top rağ ı iki y a n a atan a ğ a ç p a rç a sı. 2. H ayvan a y ü k s a rılır k e n ip g e ç ir i len sem erin iki yan ın d a bulunan a ğ a ç çıkıntıları. [DS]|| ağaç kurbağası, zool. A ğ a çla rd a y a şa y an küçük yapılı, uzun b a ca klı, kuyruksuz b ir ku rb ağ a türü, (H yla a rb o re a ).|| ağaç kurdu, A ğ açların s e lülozunu k em ir ere k beslen en kurtçuklar. || ağaç m antarı, A ğ a çla r ü zerin de y etişen bazitli m an tar türü. ||ağaç minesi, bot. B a h ç e le r d e y etişen y a p r a ğı oyuklu ve k arşılıklı eflatun veya m avi çiçek li tırm anıcı ıtırlı bitki, (Lan tan a camara).\\ ağaç ol mak, 1. B irin i uzun sü re a y ak ta beklem ek. 2. Uzun sü re a y ak ta durm ak. || ağaç sakızı, Reçine.\\ ağaç sınırı, Y ükseklere ve kuzeye d oğru g id e r e k a ğ a ç la rın azald ığ ı ve boyların ın k ısald ığ ı c o ğ r a fi n okta lardan g eçtiğ i varsayılan çizgi. || ağaç şakayığı, bot. İlk b a h a r d a koru lu k y e r le r d e kırm ızı ve beyaz çiç ek le r a ç a n y a b a n çiçeğ i. (A nem one coronaria).\\ ağaç uğaç, {eATj Ç alı ç ırp ı.||A ğaç yaş iken eğilir. İnsan a lışk an lık la rı kü çü k y a ş la r d a kazanır, eğitim i d e bu d ön em d e b aşlam alıd ır. || ağaç yongıçı, {e l } Dülger. [Mühennâ] ağaççı, [ağaç-çı] {eAT} is. A ğaç kesen; oduncu, ağaççık, -ğı [ağaç-cık] is. Sapı dibinden itibaren dal lara ayrılan, boyu bir metreyi aşmayan odunsu bit kiler. ağaççılık, -ğı [ağaç-çı-lık] is. A ğaç yetiştirme işi. ağaçdelen, [ağaç+del-en] is. Ağaçkakan, ağaçkakan, [ağaç+kak-an] is. zool. Ağaç kabukla rındaki böceklerle beslenen gagası güçlü ve tırma nıcı bir kuş, (Picus). ağaçkesen [ağaç+kes-en] is. zool. Tırtıl biçimindeki larvası bitkilerin yapraklarını kemirerek zarar veren kara gövdeli, sarı karınlı, zar kanatlı böcek, (H ylotoma). ağaçlama, [ağaç-la-ma] is. 1. Ağaçlandırma. 2. Ham bakır, çinko ve kalayın tane küçültme işlemi sıra sında odun koyma işlemi, ağaçlamak, [ağaç-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Ağaçlandırmak. 2. Tahta ile kaplamak. 3. {eAT} So pa ile dövmek, ağaçlandırılma, [ağaç-la-n-dır-ıl-ma] is. Ağaç diki lerek yeşillendirilme, ağaçlandırılmak, [ağaç-la-n-dır-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Ağaç dikilerek yeşillendirilmek.
ağaçlandırm a, [ağaç-la-n-dır-ma] is. Yangın ve ke sim gibi sebeplerle yok olmuş orman bitkileri yeri ne yeniden ağaç dikerek yeşillendirme işi. ağaçlandırm ak, [ağaç-la-n-dır-mak] gçl. f [-ır ] Boş ve çıplak araziyi, yol ve bahçe gibi yerlere ağaç dikerek yeşillendirmek, ağaçlanm a, [ağaç-la-n-ma] is. Ağaçlı hâle gelme işi; ağaçla kaplanma, ağaçlanm ak, [ağaç-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Ağaçlı hâle gelmek, ağaçlarla donanmak, ağaçlaşm a, [ağaç-la-ş-ma] is. 1. Ağaçlaşmak işi. 2. Don olduğu zaman cam üzerinde ağaç şeklinde dal lı kristallerin oluşması. 3. Metalürjide maden filiz lerinin yüzeyinde veya içinde görülen ağaç şekilli desenler. ağaçlaşm ak, [ağaç-la-ş-mak] dönşl. f . [- ır ] 1. Ağaç hâline gelmek. 2. A ğaç kadar büyümek. 3. (Yeşil tüketilen bitkiler için) kartlaşmak, ağaçlı, [ağaç-lı] sf. Ağacı bulunan, üzerinde veya kenarında ağaçlar bulunan, ağaçlık, -ğı [ağaç-lık] is. 1. Ağaç kümesi; koru. 2. Üzeri ağaçlarla örtülü yer. ağaçsı, [ağaç-sı] sf. ve is. Yüksekliği çok olmayan, dibinden dallanan odunsu bitki, ağaçsıl, [ağaç-sıl] sf. 1. Ağaçla ilgili; ağaca ilişkin. 2. Ağaçlardan meydana gelen, ağaçsız, [ağaç-sız] sf. (Y er için) ağaç bulunmayan; çıplak. ağağbet, [ak + Ar. 'akıbet (son)] {ağız} is. Hayırlı son; iyi bitiş; akıbet. [DS] ağal1, [ağıl / ağal] {ağızjis. Açığa yapılan ağıl. [DS] ağal2, [Far. âğâl JliT] (a :g a :l) {OsT} is. 1. Darıltma. 2. Kışkırtma. 3. Ağıl. 4. Arı kovanı. 5. Çiğnemeden yutma. ağalam ak, [ağa-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Zenginleşmek. [DS] ağalanm a, [ağa-la-n-ma] is. Büyüklenme, ağalık tas lama. ağalanm ak, [ağa-la-n-mak] dönşl. f . [ -ır ] Böbürlenip caka yapmak; ağalık taslamak, ağalık, -ğı [ağa-lık] is. 1. Ağa olma hâli. 2. Ağa olan kimseden beklenen davranış; bağışlama, cömertlik, koruyuculuk, olgunluk. 3. {ağız} Düğün zamanı, kız babasına oğlan tarafının verdiği para. [DS] 4. {ağız} Hamamlarda zenginlerin soyunacağı kafesle bö lünmüş bir kişilik bölme. [DS] 0 ağalık etmek, 1. B irin e iyilik etm ek, büyüklük g ö sterip cö m ertçe davranm ak. 2. {ağız} B ah şiş verm ek. [DS]|| ağalık hakkı, İm p arato rlu k d evrin de has, z ea m et v e tım ar g ib i d irlik sah ip lerin d en birinin ölüm ü üzerin e ta s a r r u f hakkı b a ş k a birin e d ev red ilirken a lm an p a ra]] ağalık taslam ak, A ğa olm ad ığ ı h â ld e a ğ a g ibi davran m ak; böbü rlen m ek,|| ağalık tevcihi, İm p ara torlu k d ön em in de d ev let g ö rev lilerin e veya sav a şta
ö ie iü M iS ö M .
AĞA y a ra rlı olm uş b ir a s k e r e b ir tım ardan a ğ a lık veril m esi. ağaliş, [Far. âğâliş jilL iî] (a :g a :liş ) {OsT} is. Saldı rıya kışkırtma, ağan ağacı, [? ağan + ağa(ç)-ı] is. t. bot. Zakkum, -ağan, [-a-ğan > -e-gen / -eğen / -ağan] yap. e. -*■ agan.
ağavat, [T. ağa
+
Ar. ât
oljli-T]
(a g a:v a:t) {OsT} is.
Ağalar. ağayan, [ağa + Far. yân > âğâyân o^ U l] (a :g a :y a :n ) {OsT} is. Ağalar, ağayan, [T. ağa + Far. -ân OLIM] (a g a :y a :n ) {OsT}
(Yastık, minder vb. için) tepip sıkıştırılarak doldu rulmuş. 2. is. Bir tür zehirli örümcek; böy.
is. 1. Ağalar. 2. Eskiden saray, tarikat gibi kuruluş lardaki yöneticiler. S agayân-ı Bektaşiyân, K a p ı kulu ask erlerin d en p iy a d e sınıfı olan y en içerilerin üst rü tbed eki kum an dan larına, a ğ a la r ın a verilen ad.
ağani, [Ar. uğniyye > ağânî ^U-l] (ağa.rıi:) {OsT} is.
ağayane, [T. ağa + Far. -yâne ^.U-T] (ag ay a:n e)
ağande, [Far. âğande ojuil] (a ;g a n d e) {OsT} sf. 1.
Şarkılar; türküler; nağmeler; melodiler, ağantı, [ak > ağ-(a)ntı] {ağız} is. Sütün üstünde top lanan kaymak. [DS] ağar, -rrı [Ar. ağarr] {OsT} sf. 1. Açık tavırlı, sami mi. 2. (At için) alnında beyaz beneği olan, ağar, -rrı [Ar. ğurre (atın aln ın daki bey az lek e) > ağarr J-\] {OsT} sf. 1. (At için) alnında beyaz benek
{OsT} zf. Ağaya yakışır; ağa gibi; ağaca, ağaz, [Far. âğâziden (ba şla m a k) > âğâz jli- T ] (a :g a :z ) {OsT} is. 1. Başlama. 2. Başlangıç. S ağaz etmek, (Söz, m usiki vb. için) başlamak.\\ ağaz-ı destan, D esta n a b a şla m a ; m esn ev ilerd e s e b e b - i t e lif bölü m ünden so n r a g elen a s ıl kon uya b a şla m a ; hikâyeye başlam a.
bulunan. 2. Beyaz; ak. 3. Davranışlarında açık ve samimi olan. 4. Asil; şerefli; alicenap,
ağaze, [Far. âğâze «jltT] (a :g a :z e) {OsT} is. Müzik
ağaran, [ak > ağar-mak > ağar-an] {ağızf is. 1. Süt ve süt ürünleri. 2. Uzaktan çok az seçilebilen beyazlık ya da ışık. [DS]
ağazgâh, [Far. âğâzğâh olifjliT] (a :g a :z g â :h ) {OsT} 1.
ağaranlık, [ak > ağar-an-lık] {ağız} is. Keçi, koyun gibi süt veren hayvanlar. [DS] ağargan, [ak > ağar-mak > ağ-ar-gan] {ağız} sf. 1. Rengi uçmuş; ağarmış; solmuş. 2. Ağarmaya baş lamış. [DS] ağarık, -ğı [ak > ağar-ık] sf. Rengi solarak aklaşmış, ağarm a, [ak > ağ-ar-ma] is. Renk solması, aklaşma, ağarm ak, [ak > a(ğ)-ar-mak] gçsz. f . [-ır ] 1. Beyaz laşmak; aklaşmak; bembeyaz olmak; beyazlanmak; beyazlaşmak. 2. Rengi solmak, uçmak; kırçıllaş mak; kırlaşmak. 3. (Güneş için) doğmadan önce Dünya’yı aydınlatmaya başlamak. 4. {ağız} (Ekinler için) olgunlaşmaya başlamak. [DS] ağartı, [ağar-tı] is. 1. Bir yerde veya eşya üzerinde beliren aklık; hafif beyazlık. 2. {ağız} Süt ve süt ürünlerinin genel adı; ayran; katık; kesmik; 'kay mak; kurut; süt. [DS] 3. {ağız} Uzaktan ancak seçi lebilen beyazlık ya da ışık. [DS] 4. {ağız} Yara ya da çıbanın üzerinde görülen beyazlık. [DS] ağartm a, [ağar-t-ma] is. 1. Rengini açma işi. 2. Kim yasal maddeler kullanarak dokuma ve kâğıt ürün lerinin rengini giderip beyazlatma işi. 3. {ağız} Sa rımsak, tuz, ekşi ve zeytinyağı karışımı ile hazırla nan sos. [DS] 4. Ağartılmış nesne, ağartm ak, [ağar-t-mak] gçl. f . [-ır ] Ağarmasını sağ lamak, beyazlatmak. ağaşte, [Far. âğaşten (bu laşm ak) > âğaşte *xüT] (a :g a şte) {OsT} sf. 1. Bulaşmış; bulaşık. 2. Islanmış; ıslak.
başlangıcı; fasıl öncesi giriş, Başlama yeri ve zamanı; menşe. 2. g ö k b. Eskiden, dokuzuncu gök; felek-i atlas. 3. Her şeyin başlan gıcı olarak Tanrı, ağazkâr, [Far. âğâz-kâr jlS 'jlt l] (a :g a :z k â :r ) {OsT} is. Başlangıç. ağba, [Ar. âğbâ Lil] (a g b a :) {OsT} sf. 1. Daha koyu; en koyu. 2. Daha küt; en küt. ağban, [ak / ağ + Far. ban (dam )] {eAT} is. Ak çadır. fi1 agban iv, {eAT} Büyük ç a d ır ; otağ. ağbani, [Ar. ğabânı ^ L ^] (a ğ b a .n i;) {OsT} 1. Çoğun lukla sarık için kullanılan ince ipekli kumaş; abani. 2. Bu kumaştan yapılmış giyecek, ağbaş, [ak-baş / ağ+baş] {ağız} is. Hastalık nedeniyle tanelerinin içi dolmayan, içlenmemiş buğday başa ğı. [DS] ağbenek, -ği [ak+benek > ağbenek] is. zool. Arpa yapraklarında görülen kahverengi ağ biçiminde görüntüsü olan askılı mantar hastalığı, (P yrenoph o ra teres). ağbeneklilik, -ği [ağ+ben-ek-li-lik] is. Ağbenekli ol ma durumu, ağber, [Ar. âğber _*£!] {OsT} sf. Çok tozlu, ağbes, [Ar. âğbes
âğbiyâ LJ>I] (a g b a :) {OsT} is. Ka lın kafalılar; ahmaklar; budalalar, ağbörek, [ağ+börek] is. Yörük çuvallarındaki dört gen motiflerin çoğunlukta olduğu bir süsleme türü, ağca, [ağ-ca] {eAT} sf. 1. Akça; biraz ak. 2. is. Atın alnından burnuna doğru inen beyazlık; akıtma. 3.
AĞF
1 H Î0 H W » (« .1 3 5
Siyah ve beyaz beneklerin meydana getirdiği alaca renkli. [DS] S ağca ferikler, E rzurum-Kars yö re
sinde kızlar tarafından oynanan bir türkülü bar. ağcam, [ağ-ca-m] {eAT} sf. ve is. - * ağca, ağcarak, -ğı [ağ-ca-rak] {eAT} zf. Beyaza yakm; be yazımsı; akça, ağcı, [ağ-cı] is. 1. Ağ yapan veya satan kimse. 2. Balıkçı teknelerinde ağ atan veya toplayan kimse. 3. Ağla balık avlayan kimse, ağcık, -ğı [ağ-cık] is. 1. Küçük ağ. 2. bot. Palmiye lerde yaprak ve çiçek kınını saran lifler, ağcılık, -ğı [ağ-cı-lık] is. A ğ yapma veya ağ ile balık tutma işi. ağda, [Ar. ‘akide => ağda] is. Pekmez veya şekerli suya limon katılarak kaynatmak suretiyle yapılan macun. 0 ağda yapm ak, Vücuttaki istenmeyen
kılları veya tüyleri ağda yapıştırarak koparmak, temizlemek. ağdacı, [ağda-cı] is. 1. Şeker, tatlı ve helva gibi yi yecek maddelerini iş yerinde kendisi hazırlayan kimse. 2. Vücut kıllarını ağda ile temizleyen kişi. 3. mec. İnsana işkence edercesine can sıkan kişi, ağdalandırma, [ağda-la-n-dır-ma] is. 1. Ağdalı hâle getirme. 2. Abartma; mübalağa etme, ağdalandırmak, [ağda-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir tatlının şerbetini ağdalı hâle getirmek. 2. Abar tılı anlatmak, mübalağa etmek, ağdalanma, [ağda-la-n-ma] is. 1. Ağdalı hâle gelme. 2. Ağda bulaşma. ağdalanm ak1, [ağda-la-n-mak] e d ı l . f [-ır] 1. Ağdalı duruma getirilmek. 2. dönşl. f. (Tatlı veya şerbet için) koyu ağda hâline gelmek; koyulmak; kıvamı artmak. 3. {ağız} Böbürlenmek; kendini naza çek mek; ağır satmak. [DS] ağdalanmak2, [ağda-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Ağda bulaşmak. ağdalaşma, [ağda-la-ş-ma] is. Ağdalı hâle dönüşme, ağdalaşmak, [ağda-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] (Tatlı ve şerbet için) kaynatma sırasında koyuluğu artarak ağda hâline dönüşmek, ağdalaştırm a, [ağda-la-ş-tır-ma] is. Ağda durumuna getirme. ağdalaştırm ak, [ağda-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Tatlı ların şerbetini bilerek koyulmak suretiyle ağda du rumuna getirmek, ağdalı, [ağda-lı] sf. 1. (Tatlı şerbeti için) koyulaşıp ağda hâline gelmiş. 2. dbl. (Anlatım için) sık kulla nılmayan kelimelerle veya mantık açısından zor anlaşılır cümleler kullanılarak yapılan. S ağdalı küfür, Çok ağır hakaretler dolu sövme; okkalı kü
für; sunturlu küfür. ağdalık, -ğı [ağda-lık] sf. 1. Ağda yapmaya ayrılmış olan. 2. Yalnızca pekmez üretilebilecek nitelikteki üzüm. 3 .fız. Düzgün alcışlı ve türbülanssız bir sıvı
nın direnci; akmazlık; ağdalılık; viskozite. 4. {ağız} Şırahane. [DS] ağdam, [ağ-dam] {eT} is. Boyunduruk [Mühennâ] ağdık, -ğı [ağ-dulc > ağ-dık] is. 1. Eksiklik; hata; kusur. 2. {ağız} Minnet. [DS] 3. Kötülük. 4. sf. B o zuk; hatalı; kusurlu. 5. Çetin; sarp; ağır. 6. {ağız} (Kişi için) yaramaz; sırnaşık; densiz; münasebetsiz; nadan. [DS] 7. {ağız} (Ayakkabı, çorap vb. giyimi için) yanlış; değişik. [DS] 8. {ağız} (Söz için) yakı şıksız; yersiz. [DS] 9. {ağız} Dengesi bozuk; bir ta rafa doğru eğik. [DS] 10. {ağız} (Koku için) ağır; pis. [DS] ö ağdık ağdık konuşmak, {ağız} Yüksek sesle, bağırarak konuşmak. [DS] || ağdık boğaz, {ağız} Obur; pisboğaz. [DS]|| ağdık gelmek, {ağız} Yüksek gelmek. [DS] ağdırık, -ğı [ağ-dır-ılc] {ağız} sf. 1. (Yük için) denge siz; dengesi bozuk. 2. Kusur. 3. Tepenin arkası; görünmeyen yanı. 4. Ne oldum delisi; şımarık; ki birli. [DS] fi1 ağdırık olmak, Birine yü k olmak;
ağır görev üstüne bir de kendi işini yaptırm aya kalkışmak. ağdırıklı, [ağ-dır-ık-lı] {ağız} sf. 1. (Yük için) denge si bozuk. 2. (Kişi için) aksak; topallayarak yürü yen. [DS] ağdırm a, [ağ-dır-ma] is. Ağdırmak işi. ağd ırm ak 1, [eT. ağ-malc (eğilmek, sarkmak, inmek) > ağ-dır-mak] gçsz. f. [-ır] 1. (Yük için) yük hayvan larında bir taraftaki yükün diğerinden daha ağır olması sonucu o tarafa doğru yatmak veya devril mek. 2. (Terazi kefesi için) tartı sırasında kefeler den birinin daha ağır olması sebebiyle aşağıda kal mak; ibre dengede olmamak. 3. {ağız} Topallamak. [DS] 4. gçl. f. {ağız} Bir şeyi eğmek; bir yana doğru meylettirmek. [DS] 5. {ağız} Ağır basmak; çökert mek; bozmak. [DS] 6. {ağız} (Suç için) başkasına yüklemek. [DS] S ağdıran yandan asılmak, Gün
lük hayatın sıkıntıları içinde bunalmış hâlde iken birisi yeni bir sıkıntı daha ortaya çıkarmak. «Anne oyuna gitm ek için spor ayakkabılarını soran çocu ğuna çıkışır: -Akşam a yem ek yetişecek; ağdıran yandan asılm a.» || ağdır çöğdür yürüm ek, {ağız} Topallayarak güçlükle yürümek. [DS] ağdırm ak2, [eT. ağ-dur-mak (yükseltmek) > ağ-dırmak] gçl. f. [-ır] 1. Bir destek veya serene bağla mak suretiyle yukarılara tırmanmasını sağlamak. «Asmaları çardağa ağdırdı. » 2. {ağız} Havaya doğ ru kaldırmak; yükseltmek; omuzlara almak. [DS] 3. {ağız} (Sürü için) otlatırken yamaca doğru salıver mek. [DS] 4. {ağız} Yöneltmek; yönlendirmek; tev cih etmek. [DS] ağdiye, [Ar. ğıdâ > ağdiye
AĞI
-ağı, [-a-ğı > -ağı / -eği] yap. ek. İsim kök ve gövde lerinden isim türeten ek: aş-ağı, kaş-ağı, köz-eği >
kös-eği. ağı'1, [ağ-ı] {eT} is. 1. İbrişim giyim; ipek elbise [Mühennâ] 2. Altın ve gümüş sırmalı ipek kumaş. ağı2, [eT. ağu > ağu > ağı] is. Zehir; baldıran; sem; siyanür; toksin; zıkkım. S ağı ağacı, {ağız} Zak kum. [DS]|| ağı bardağı, {ağız} Sinirli; aksi; titiz. [DS]|| ağı böceği, Çamkesen böceği .|| ağı çalısı, {ağız} Zakkum. [DS]|| ağı çalm ak, {ağız} 1. Zehir
lenmek. 2. Acılaşmak; bozulmak; zehirleşmek. 3. Bir şeyin üzerine zehir sürmek. [DS]|| ağı çiçeği, {ağız} Zakkum. [DS]|| ağı gibi, 1. Çok acı, keskin (yiyecek). 2. İnsanı aşırı derecede üzen (söz). |] ağı içmek, 1. Zehir içmek. 2. Çok acı bir şey içmek .|| ağı kurdu, İspanyol sineği (Lytta vesictora ).|| ağı otu, bot. Maydanozgillerden gövdesi mor benekli, çok parçalı büyük yapraklı, şemsiye biçiminde kü çük beyaz çiçekler açan, tohumlarında zehirli bir alkaloit bulunduran yüksek gövdeli otsu bir bitki; baldıran, (Conium maculatum ),|| ağısını almak, {ağız} Acısını gidermek; sızısını dindirmek. [DS] ağıcık, -ğı [ağı-cık] {ağız} is. bot. Zakkum. [DS] ağıl, [eT. ağ-ıl / eA T ağ-ul] is. 1. Koyun ve keçi sü rülerinin etrafı çit çevrili gece barınağı; ağal; avul; ayil. 2. Ayevi; hâle. 3. gnşl. Sürü. 4. {ağız} Eve ya kın yerde etrafı çitle çevrili sebze bahçesi. [DS] S ağıl tutm ak, {ağız} 1. Tarlanın kenarlarım dikenli
ÛIİHIIÜMS SOM. «e ağıllanma, [ağıl-la-n-ma] is. Ağıla girme veya bir araya toplanma, ağıllanmak, [ağıl-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (Sürü için) toplanarak ağıla girmek. 2. (Sürü için) ağıla girmiş gibi bir arada toplanıp beklemek. 3. (Ay için) etrafında beyaz halka oluşmak; hâlelenmek. 4. {ağız} Çıbanın çevresi çember biçiminde kızarmak. [DS] ağım, [ağ-ım] {ağız} is. Ayağın parmaklar ile bilek arasında kalan tümsek kısmı. [DS] ağımlı, [ağ-ım-lı] {ağız} sf. (Ayak için) üstü çok tümsek, ağımı fazla. [DS] ağın, [ağ-ın] {eT} sf. 1. Dilsiz. [Mühennâ] 2. {ağız} Yaşlı; ihtiyar. [DS] 3. {ağız} Daha fazla. [DS] 4. {ağız} is. Aşk; sevda. [DS] ağınma, [ağ-m-ma] is. (Hayvanlar için) çayır veya yumuşak toprak üzerinde yatıp yuvarlanma işi; ağ nama. ağınm ak1, [ağ-mak > ağ-m-malc] {eT} dönşl. f. [-ur] Yukarı çıkmak. [Mühennâ] ağınmak2, [ağ-m-mak] dönşl. f. [-ır] {ağız} 1. (At ve eşek vb. için) çayırlık veya yumuşak topraklı yer lerde yatıp yuvarlanmak suretiyle sırtını kaşımak; ağnamak. 2. (Soğukta donan ve birden sıcağa tutu lan eller için) çok sızlamak. 3. Rengi uçmak; benzi solmak. [DS] ağınmak3, [ağ-m-mak] dönşl. f. [-ır] {ağız} Açlıktan ölmek. [DS]
ağır, [eT. ağ-mak (ağır gelmek) > ağ-ar > ağ-ır > ağ ır] sf. 1. Hafif olmayan; yerinden zor oynatılan; tartı bakımından ağırlığı çok olan; battal; sakil. {eT} (aynı) [Mühennâ] 2. Taşınması, kaldırılması güç olan. 3. (Hız için) yavaş. 4. (Kişi için) hareketleri yavaş olan. 5. (İş için) yapılamayacak derecede güç. 6. (Söz veya davranış için) nezaket kuralları dışına çıkan; onur kırıcı; yaralayıcı. 7. (Hastalık için) sağlık açısından tehlikeli olan; vahim. 8. (Ki Yiyecek ve içecek maddesinin içine zehir koymak. şi) davranışları dengeli; ciddi; olgun; terbiyeli; otu 3. Bitkileri ve hayvanları zararlılara karşı ilaçla raklı; aklı başında. 9. (Yemek için) sindirilmesi mak. 4. mec. Aldatmak, yanlış yönlendirmek, güç. 10. (Eser için) anlaşılması zor ve karmaşık ağılanma, [ağı-la-n-ma] is. Zehirlenme, olan. 11. (Eşya için) değeri çok; pahalı. 12. (Koku ağılanmak, [ağı-la-n-mak] {ağız} dönşl.f. [-ır] 1. Ze için) keskin ve rahatsız edici. 13. Yoğunluğu yük hirli olduğunu bilmediği bir şeyi yiyip içmek su sek. 14. Çapı ve boyutları büyük. 15. (Uyku için) retiyle zehirlenmek. 2. edil. f. Biri tarafından zehir derin; çevreden habersiz olan. 16. (Kulak için) lenmek. [DS] işitme güçlüğü olan. 17. Çetin. 18. {ağız} (Kişi için) ağılatm a, [ağı-la-t-ma] is. Ağılama işi yaptırma, saygıdeğer; şerefli; itibarlı. [DS] 19. zf. Ağırlığını ağılatm ak, [ağı-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Zehirleme hissettirecek biçimde. 20. Kişinin dayanma gücünü işini bir başkasına yaptırmak. 2. İlaçlama yaptır aşacak derecede. 21. Yavaş olarak. <5 ağır ağır, mak. Yavaş yavaş; sakin sakin. || ağır aksak, P ek yavaş; ağıb, [ağı-lı] sf. Yapısında zehir bulunan veya içine düzensiz olarak; gecikm eli .|| ağır aksak semaî, zehir katılmış. S ağılı bitkiler, Yapısında bulunan Türk müziğinde dokuz zam anlı altı vuruşlu yavaş zehirli madde ile yiyenleri zehirleyen bitkiler.\\ ağılı tempolu küçük bir usul. || ağıra satm ak, Çok naz böcek, Kınkanatlılardan m adenî parla k renkte etçil lanmak, değerini olduğundan fa zla göstermek.\\
çalılarla çevirmek. 2. Hayvanlar için açık havada barınak hazırlamak. [DS]|| ağıl oğlanları, İm para torluk döneminde kasaplara ve celeplere yardım eden esn a f grubu.\\ ağıl yapm ak, Biçilen ekini, ya da mısırı üst üste demetler hâlinde koyarak ay gibi yerleştirmek. ağılama, [ağı-la-ma] is. Ağı vererek zehirleme, ağılamak, [ağı-la-mak] gçl. f. [-r] 1. Zehirlemek. 2.
bir böcek. (Carabus). ağıllamak, [ağıl-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Sürüyü sağmak üzere ağıla kapamak. [DS]
ağır ayak, {ağız} 1. D oğumu yakın hamile kadın. 2.
Tembel; vurdumduymaz. 3. Yavaş yavaş; ağır ağır. [DS]|| ağır ayak gün, {ağız} K utsal gün. [DS]|| ağır
O lİ M M îS flM .1 3 7
basm ak, 1. Yük o la r a k d a h a a ğ ır g e lm e k 2. E tkisi d a h a ç o k olm ak. 3. Nüfuzlu olm ak. 4. Üstün g e l m ek.|| ağır canlı, {ağız) 1. (K adın için) doğu rm ası yakın. 2. Tem bel, uyuşuk; g e ç d av ran an ; ihm alkâr. [DS]|| ağır canlılık, T em bellik; ııyuşukluk.\\ ağır çekim, G österim sıra sın d a aslın dan d a h a y a v aş o y n a taca k ş e k ild e ö z e l çekim y ön tem i.|| ağır çek mek, T artıda d a h a a ğ ır gelm ek. || ağırdan almak, 1. B ir işi gönülsüz y apm ak. 2. Nazlanmak.\\ ağır davranm ak, Yeteri k a d a r önem verm em ek. || ağır deniz, D a lg a la r a ra sın d a büyük çu ku rlu klar m ey d an a g etiren ve g em iyi y ıp ratan fır tın a lı denizin durumu. ||ağır dil kullanmak, K ırıcı, sert ve küçül tücü sö z le r söylemek.\\ ağır divan rah tı, Altın işle m eli uzun ey e r örtüsü. || ağır dolu, (K ü rek çekiş için) kü rekleri su ya d erin ce d a ld ır a r a k y a v a ş y a v aş vücut h am lesi ileyapılan.\\ ağır duym ak (işitmek), İşitm e o rg a n ların d ak i rahatsızlıktan d olay ı az işit m ek.|| ağır elli, 1. Vurduğu zam an etkisi fa z l a olan. 2. {ağız} B orcun u g e ç ö d ey en ; elinden k olay k olay p a r a çıkm ayan. [DS]|| ağır ellilik, E li ile vuruldu ğunda etkisinin fa z l a o lm a durumu. || ağır endam fıstıkî m akam , a rg o. Yavaş ve a c e le etm eden ; s a l lan arak ; istifini bozmadan.\\ ağır engini, {ağız} Nezle. [DS]|| ağır gel, arg o. Yavaş ol, haddin i bil; ayağını d en k al. || ağır gelmek, 1. Söz ve dav ran ış lardan onuru y a ralan m ak. 2. Gücünün üstünde bil işle karşılaşmak.\\ ağır gitmek, N orm al tem posun dan d a h a y a v a ş ça lışm a k ; y a v a ş y a p m a k ; a k s a m ak,|| ağır gün, {ağızj K u tsal gün. [DS]|| ağır hapis cezası, huk. Altı ayı g eç e n bütün hürriyeti bağ lay ıcı cezalar.\\ ağır hastalık, Durum u cid d i ve tehlikeli hastalık.|| ağır hidrojen, Ç ek ird eğ in d e b ir nötron bir p ro to n bulunan ve D öteryum a d ı verilen H id ro jen in izotopu.\\ ağırına gitmek, Z oruna gitmek, kırılm ak, gücenm ek. || ağır iş, Ç alışm a şa rtla rı z o r ve tehlikeli !£.|| ağır işçi, 1. Z or ve teh likeli işlerd e çalışan işçi. 2. arg o. G en elev kadını.\\ ağır kaç mak, Saygı sınırını a ş a c a k d e r e c e d e kırıcı kon u ş m ak,|| ağır kanlı, D av ran ışları insanı b e z d ire c ek k a d a r y a v a ş olan. ||ağır konuşmak, Birinin onuru nu k ır a c a k veya onu küçü k d ü şü recek sö z le r sö y le m ek; h a k a ret etm ek. || ağır kayıp, Ç o k f a z l a ölüm ve y a ra la n m a olması.\\ ağır küre, je o l. Dünyayı m eydana g etiren k atm an lardan en içte bulunan sıc a k ve a ğ ır kısım .|| ağır lokma, Altından k alkılması ve b a şa rılm a sı g ü ç b ir İ£.|| ağır misafir, Önem verilen, s a y g ıd eğ er misafir.\\ ağır otlatm a, B ir m era otunun y arısın d an çoğunun hay v an lara yedirilmesi.\\ ağır para cezası, huk. M iktarı f a z la olan p a r a cez a sı.|| ağır sanayi, ekon. Üretim a r a ç larını, m akin e y a p a n m ak in eleri üreten sanayi. || ağır semai, miiz. K la s ik Türk m üziğinde birinci, ikinci ve dördün cü m ısraları aynı, m eyan a d ı v eri len üçüncü m ısraı d eğ işik m ak am d a b esteli a ğ ır b ir usul. || ağır sıklet, B azı s p o r d a lla rın d a k ilo c a en
AĞI
üst k a d e m e d e bulunan kategori. || ağır söz, S aygı sınırım a ş a c a k d ereced e, kırıcı, g ü cen d irici sö z ; hakaret.\\ ağır su, kim. H idrojen in izotopların dan olan D öteryum ile O ksijenden m eydan a g elen su ren k ve kıvam ın da bileşik ; D20 || ağır suç, huk. Cürüm. || ağır taban, {ağız} T em bel; vurdum duy maz. [DS]|| ağır tav, {ağız} Sü rerken toprağ ı s a b a n a y a p ış a c a k k a d a r çam u r h â lin d e olan tav. [DS]|| ağır top, 1. Ç apı 105 mm 'den büyük o la n a teşli s i lah. 2. m ec. Toplum da sözü g eçen , etkisi olan k işi; nüfuzlu k işi.|| ağır toprak, Sürülm esi z o r bünyesin d e yü zd e otuzdan f a z la kil bulunduran toprak. || ağır uyku, K o la y c a u y an ılm ayacak k a d a r dalgın ve derin uyku. ||ağır yağ, Gres. ağırbaşlı, [ağır+baş-lı] sf. 1. (Kişi için) ölçülü davra nan, olgun; ciddi; vakur; dingin; dölek; efendi; müteenni; rabıtalı; temkinli; vakarlı; vakur. 2. (E l bise için) klasik ölçülerde olan, göze batıcı, yadır gatıcı olmayan, ağırbaşlılık, -ğı [ağır+baş-lı-lık] is. Saygınlık, soylu luk kazandıran, olgunluk duygusu veren davranış ölçülülüğü; vakar; onurluluk; ciddiyet; ağırlık; cid dilik; oturaklılık, ağırçuk, [ağur-çak > ağır-çuk] {eT} is. Ağırşak. [Mühennâ] ağırdan, [ağır-dan] zf. Yavaş ve dikkatli olarak, ağırkanh, [ağır+kan-lı] sf. ve zf. Yavaş hareket eden, uyuşuk. ağırkanlılık, -ğı [ağır+kan-lı-lık] is. Yavaş davran ma; uyuşukluk, ağırlam a, [ağır-la-ma] is. 1. Misafire ikramda bulun ma; saygı gösterme; itibar etmek. 2. Bazı halk oyunlarının ağır oynanan ilk bölümü. 3. müz. Klasik Türk müziğinde Yürük aksak olan ritmik biçim. 4. Halk müziğinde, düğünlerde gelin veya damat kar şılamalarında çalınan kıvrak hava. 5. Orta oyunun da, oyun başlamadan önce zurna ve çifte nara ile çalman parça, ağırlam ak, [ağır-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı) -yor] 1. Misafire itibar edip ikramda bulunmak; eğlendir mek; ikram etmek; izaz etmek; kabul etmek; konuk etmek; konuklamak; misafir etmek; ululamak. 2. Saygı göstermek, ağırlanm a, [ağır-la-n-ma] is. 1. Ağırlanmak işi. 2. Kendisine ikram edilme, ağırlanm ak, [ağır-la-n-mak] edil, f i [-ır] 1. Ağırla mak işi uygulanmak. 2. Misafir olduğu yerde saygı ve itibar görmek; kendisine ikramda bulunulmak, ağırlaşm a, [ağır-la-ş-ma] is. Ağırlaşmak işi; ağır du ruma gelme. ağırlaşm ak, [ağır-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [-ır ] 1. Ağırlığı artmak. 2. m ec. Hızı ve temposu yavaşlamak. 3. İşler baş edilemez hâle gelmek. 4. (Hasta için) du rumu kötüleşmek. 5. (Hamile kadın için) doğumu yaklaşmak. 6. Hareketlerinde dikkatli ve ölçülü
AĞI
davranır olmaya başlamak. 7. (Hava, ortam vb. için) sıkıcı ve bunaltıcı hâle gelmek. 8. İçi karar mak, karamsarlaşmak. 9. (Yiyecek için) bozulmaya yüz tutmak. 10. (İnsan organları için) görevini ya pamaz hâle gelmek, ağırlaştırma, [ağır-la-ş-tır-ma] is. Ağır hâle getirme eylemi. ağırlaştırmak, [ağır-la-ş-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Ağır hâle getirmek; ağırlaşmasına sebep olmak. 2. m ec. Yavaşlatmak; hızını azaltmak, ağırlatma, [ağır-la-t-ma] is. Ağırlatmak işi. ağırlatmak, [ağır-la-t-mak] gçl. f [-ır ] Ağırlanması nı sağlamak. ağırlayış, [ağır-la-y-ış] is. Ağırlamak işi ve biçimi, ağırlık, -ğı [ağır-lık] is. 1. Yerçekiminin bir cisim üzerindeki etkisi. 2. Ağır olma hâli; sıklet. 3. Kıy metli olma hâli. 4. Saygıya değer oluş; vakar; hür met. 5. Sıkıntılı ve bunaltıcı durum. 6. Organlarda ki uyuşukluk, hâlsizlik veya ağrı gibi hâller. 7. Toplum içinde etkisinin fazla olması durumu. 8. as. Sefere çıkan ordunun donatımı için gerekli olan cephane, yiyecek, giyecek vb. malzemelerin tümü. 9. Ağırbaşlı olma hâli; vakar. 10. Oğlan tarafının gelin olacak kıza çeyiz hazırlığı için verdiği para. 11. Yük; sorumluluk; külfet. 12. Önem. 13. Yavaş davranma hâli; betaet. 14. {eAT} İkram; atiyye; he diye. 15. {ağız} Bütün ev eşyası. [DS] 16. {ağız} Yaylaya çıkarılan eşyanın tümü. [DS] S ağırlığın ca altın etmek, Kusursuz ve d eğ erli olm ak. || ağır lığını koymak, İsteğin i e ld e etm ek için, d ilediğ i k ararı a ld ıra b ilm e k için yetkisin i v e nüfuzunu kul lanm ak^ ağırlık basm ak, U ykuda k âb u s görmek.\\ ağırlık bitirmek, {ağız} D üğünden ö n ce kız ve o ğ lan tarafı b ir a ra y a g e le r e k y a p ıla c a k işleri g ö rü ş m ek, k a r a r a bağ lam ak. [DS]|| ağırlık çökmek, Ü zerine b ir uyuşukluk, bir h âlsizlik g elm ek, uykusu g elm ek. || ağırlık kazanm ak, Önem bakım ından ilk sıra la r a geçmek.\\ ağırlık merkezi, 1. fız . B ir cis min biitün n oktaların a etki eden y e r çekim i kuvve tinin bileşkesinin uygulam a noktası. 2. Ü zerinde durulan konunun en ön em li noktası, özü; a n a fikri.\\ ağırlık olmak, Yiik olm ak. ||ağırlık verm ek, Bütün dikkatini ve g ayretin i yoğunlaştırm ak. ağırlıklı, [ağır-lık-lı] is. 1. Önemi olan. 2. Yoğunlaş tırılmış. « F e n ağ ırlıklı p ro g ra m uygulanıyor.» ağırm ak, \eT. âkır-mak [T.Tekin] > ağır-mak] {eAT} gçsz. f. [ -ır ] (Hayvan için) bağırmak; böğürmek; anırmak. ağırra, [Ar. ğarîr > ağırrâ I>1] (.a g ır ra :) {OsT} is. De neyimsizler; tecrübesizler; acemiler,
ü T Ü M llC tS O M . ağırsak2, -ğı [ağırşak > ağırsak] {ağız} is. Koyunlarm doğurmaya yakm şişen memesi. [DS] ağırsam a, [ağır-sa-ma] is. Ağırsamak işi. ağırsam ak, [ağır-sa-mak] gçsz. f . [ - r ] [-s(ı) -y o r] 1. Birine istemediğini belli edecek şekilde soğuk dav ranmak. 2. Yavaş davranmak; savsaklamak. 3. Kendi görevi olmadığını düşünmek; yüksünmek. 4. {ağız} (Yiyecek için) kokmaya, bozulmaya yüz tutmak. [DS] ağırsm m ak, [ağır-sı-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır ] 1. Bir işi ağır bulmak; ağır saymak. 2. Yüksünmek; angarya saymak. 3. Hakaret saymak; ağırına git mek; alınmak. [DS] ağırşak, -ğı [e l ağır-çak > ağır-şalc] is. 1. Her türlü yassı ve değirmi nesne. 2. Değirmen, kirman, kağ nı, çadır gibi alet ve düzeneklere ağırlık merkezini aşağı indirmek amacıyla takılan ortası delik ağırlık diskleri. 3. Meme ucunu çevreleyen koyu renkli dairesel kısım. 4. Çıbanın etrafında beliren yuvar lak sertlik. 5. Çadır direğinin tepesine konulan de ğirmi başlık. 6. Diz kapağı kemiği. 7. Emzik ile şişe arasına konulan plastik yuvarlak. S ağırşak taşı, S a a tlerd e ba lan s üstündeki m aşay la bağ lan tı yı sa ğ la y a n itm e tırnağı. ağırşaklanm a, [ağırşak-la-n-ma] is. Ağırşaklanmak işi. ağırşaklanm ak, [ağırşak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır ] 1. Ağırşaklı hâle gelmek, ağırşak takılmak. 2. Çıbanın etrafında yuvarlak bir sertlik olmak. 3. (Ergenlik dönemine giren kız çocukları için) göğüsleri büyü meye başlamak, ağış, [ağ-ış] is. Ağma, yukarılara çıkma işi ve biçimi, ağıştırm ak, [an-mak > an-ış-tır-mak > ağış-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır ] 1. Üstü kapalı anlatmak; ima et mek. 2. Dolayısıyla duyurmak. [DS] ağıt1, -dı [ağ-mak (ağlam ak) > ağ-ıt] is. 1. Ölünün ardında onun iyiliklerini sayan övgülü şiir; ağlama; deme; mersiye; sağu. 2. Toplum üzerinde büyük etkisi olan felaketler için yazılmış şiir. 3. gnşl. A ğ layıp sızlama; dövünerek feryat etme. 4. Gelin gi den kızm ardından ağlaşarak söylenen şiir. 5. Be beğin yüksek sesle ve uzun uzun ağlaması. 0 ağıt etmek, {ağız} B ir ölüm dolay ısıy la sü rekli ağlam ak. [DS]|| ağıt koparm ak, B ir ölüm d olay ısıy la sü rekli ağlamak.\\ ağıt tutm ak, Ölünün ardından m akam la övücü sö z le r söylemek.\\ ağıt töreni, İ r a n ’d a Hz. P eygam berin torunları H aşan ve H ü sey in ’in katli y ıl dönüm lerin de düzenlenen dövünm e tören leri. || ağıt yakm ak, B ir ölüm veya a cık lı o la y için şiir söylemek.\\ ağıt yitirm ek, {ağız} A cıklı bir olayı a ğ la y a a ğ la y a anm ak. [DS]
ağırrak , -ğı [ağır-rak] {ağız} sf. Az ağır; ağır sayıla bilecek; ağırca. [DS]
ağıt2, [an > ağ-ıt] {ağız} is. İki tarlayı birbirinden ayı ran set; an. [DS]
ağırsak 1, -ğı [ağır-sa-k] {ağız} sf. 1. Ağır davranan; yavaş giden. 2. Topal koyunlardan ibaret sürü. [DS]
ağıt’, [ang-ut] {ağız} is. zool. Bir tür ördek; angıt. [DS]
..........
.139
ağıtçı, [ağıt-çı] is. 1. Ölen kişinin ardından ağıt ya kan ve bu yolda para kazanan kimse; ağlayıcı; yas çı; sağucu. 2. {ağız} Gelin giden kızın ardından me ziyetlerini sayıp dökerek ağıt yakan ve orada bulu nanları ağlatan kimse. [DS] ağıtlama, [ağıt-la-ma] is. Ölen bir kimseyi anmak için düzenlenen törenlerde yapılan övücü sözler ve ölen hakkında yazılan yazılar, ağıtlamak, [aıî-ıt-la-mak] [ağız} g ç l .f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] El kol ve vücut hareketleri ile karşısındakini sakın dırmak. [DS] ağıtm ak1, [ağ-ıt-mak] {ağız} gçsz. f . [- ir ] Ölen kişi nin iyiliklerini sayıp dökmek. [DS] ağıtmak2, [an-ıt-mak] {ağız} gçsz. f. [-ir ] Hiç görme diği ve bilmediği bir çevrede şaşkınlıktan ve yol bilmezlikten dolayı kendinden geçmiş gibi çevreye bakınmak; hayranlıkla seyretmek. [DS] ağıye, [Ar. ağıye ^ T ] (a:g ıy e) { OsT} is. İçine su bi riken çukur; gölcük. ağız1, -ğzı [eT. ağ-ız / ağ-z > ağız] is. 1. Vücudun baş kısmının ön alt tarafında bulunan sindirim sistemi nin başlangıcı, tat alma, nefes alıp verme ve ko nuşma gibi fonksiyonları yerine getiren organ. 2. gnşl. Dudaklarla beraber ağzın dış sınırı. 3. İçine bir şey konup çıkarılan nesnelerin giriş kısmı; açık lık. «K üfenin a ğ z ı.» 4. Nehirlerin denizlere dökül dükleri yer. 5. Yolların birleştiği yer. 6. Kesici alet lerin keskin tarafı. « B ıça ğ ın a ğ z ı.» 7. Başlangıç kısmı. «V adinin a ğ z ı.» 8. Kenar; kıyı. 9. Defa; ke re; kez; parti. 10. Boş ve ciddi olmayan sözler. 11. Konuşma biçimi, bir meslek mensubunun ifadesi. « B ırak bu p o litik a c ı a ğ ız la rın ı.» 12. dbl. Bir dilin farklı bölgelerde değişik söyleyişlere dayanan he nüz yazı diline geçmemiş konuşma biçimlerinden her biri. «Aydın ağzı. K astam on u ağzı. Erzurum a ğ z ı.» 13. İnşaatlarda kesik koni biçimindeki boş luklar. 14. j e o l. Bir volkanın krateri. 15. {ağız} Or mandan açılmış boz tarla. [DS] 16. {ağız} Bir hav zaya bakan dağ yamaçları; aklan. [DS] 17. {ağız} Ekin biçerken orakçı ya da tırpancının biçmeye ilk başladığı yer. [DS] 18. {ağız} Birkaç tarlanın bir arada bulunduğu tarım bölgesi. [DS] 19. {ağız} U ç; kenar; kıyı. [DS] 20. {ağız} Budanan bağ çubuğunun göze kadar kuruyan kısmı. [DS] 21. {ağız} miiz. Mu siki makamı; ezgi. [DS] S ağız ağza, H iç b o ş y e r k alm ay a cak k a d a r dolu olm ak. || ağız açıklığı, dbl. Sesleri çıka rırk en a lt ve üst çen en in birbirinden ayrılm a durum u; s e s yolunun a ç ık lık d erecesi. || ağız açkısı, B alıkçıların o lta iğ n elerim çıka rırk en balıkların ağzını a çm a kta ku llan dıkları y a y lı tel. || ağız ağrısı, tıp. Ç o cu k la rd a g ö rü len ağız yaraları.\\ ağız ağza verm ek, 1. B irbirin e y a kın durup gizli gizli konuşm ak. 2. {ağız} Ç en e yarıştırm ak. [DS]|| ağız alışkanlığı, Ç o k söylem ekten vey a b a ş k a p s i kolojik etk iler altın da bellen m iş b ir sözü, düşünce
AĞI
m ahsulü olm aksızın y er li y ersiz tek ra r etm e duru m u; d il pelesen gi.]] ağız aram ak, Tuzak so ru la rla birinin niyetini, sırrını ö ğ r e n e c e k şe k ild e kon u ş m ak,|| ağza tat, boğaza feryat, Y iyeceklerin a z lı ğı]] ağız atm ak, Övünmek]] ağız avlam ak, {ağız} Birinin b ir kon u da n e düşündüğünü öğren m ek; ağız aram ak. [DS]|| ağız ayırm ak, {ağız} A ptal a p tal bakm ak. [DS]|| ağız bağı, {ağız} 1. Ç uval ağzını b a ğ lam ak ta kullanılan ip vey a sicim . 2. H arm an d a ki öküzlerin sa p y em elerin i ö n lem ek için a ğ ız la rın a b a ğ lan an ip. 3. G ü reşlerd e dev elerin a ğ ız la rı nı ba ğ lam ak ta kullanılan ip. 4. Yalancı şa h id e v eri len ücret, rüşvet. 5. İstenilen b ir kızın verilm esin e k arşı çıkan y a kın la rın a e r k e k ta rafın ca verilen h e diye. [DS]|| ağız birliği etmek, A n laşarak, o rta k la ş a davranm ak]] ağız bozukluğu, H ak aret etm e, küfür etm e, ayıp say ılan sö z le ri söy lem ey i a lışk a n lık edinm iş o lm a hâli]] ağız burun birbirine ka rışm ak, Yüzünde yorgun lu k v e ö fk e izleri bulun m ak]] ağız dabıştısı, {ağız} K on u şm a biçim i; a n la tım tarzı. [DS]|| ağızda dağılmak, (Y iyecek m a d d e si için) ç o k taze ve yu m u şak olm ak. || ağız dadı, {ağız} B ıkkın lık; usanç. [DS]|| ağız dağıtmak, {ağız} A ğzına g elen i sö y lem ek ; kü fretm ek; a ğ ız bozm ak. [DS]|| ağız dalaşı, K arşılıklı atışm a; sözlü k a v g a ; k ırıcı sö z le rle y a p ıla n kavga]] ağızdan ağza, Sözlü o la ra k, h erk es birb irin e s ö y ley er ek yayılm ak]] ağızdan ağza düşmek, {ağız} H erk es tarafından duyulm ak; d ile düşm ek. [DS]|| ağızdan dolma, (Tü fe k , top vb. sila h için) baru t v e saçm an ın namlunun ağzından sıra y la y erleştirild iğ i ve sıkıştırıldığı tür den olan. || ağızdan gububuk akm ak, {ağız} Ç ok çirkin, iğ ren ç sö z le r söylem ek. [DS]|| ağızdan kapm a, D in ley erek bilg i edinm e]] ağız davıştısı, {ağız} K on u şm a biçim i; anlatım tarzı. [DS]|| ağız değişikliği, Uzun sü red ir y en ilen y em ek lerd e bir d eğ işik lik yap m a]] ağız değiştirmek, Yerine ve zam an ın a g ö r e söy led iklerin i değiştirm ek, y a la n söylem ek. ||ağız dil verm em ek, A ğır h a stalık d o la y ısıy la kon uşam am ak]] ağız dolusu, A ğızdan ç ık a b ile c e k kadar, ağzın a la b ild iğ i kad ar]] ağız eğmek, {ağız} B ir kişinin sözlerin i a la y lı biçim d e söylem ek. [DS]|| ağız ellemek, {ağız} Birinin b ir kon u da ne düşündüğünü öğ ren m ek; ağ ız aram ak. [DS]|| ağız eskitmek, B o ş y e r e aynı şe y le ri tek ra r ed ip du r mak.]] ağız etmek, {ağız} G e rçe ğ i sö y lem em ek ; iç ten konuşm am ak. [DS]|| ağız gevelemek, {ağız} S ö zü c e s a r e t g ö sterip d e tam o la r a k söyleyem em ek. [DS]|| ağız gevşekliği, Sır tutam am ak, b o şb o ğ a z lık]] ağız kâhyası, B aşkasın ın kon u şm asın a karışıp onu istediğ i g ib i kon uşm aya yön len dirm eye ç a lı şan]] ağız kalabalığı, K an d ırm ak için birbirin i tutmaz ve ça b u k ç a b u k söylen en sözler]] ağız ka labalığına getirmek, Ç abu k ç a b u k k o n u şa ra k b iri ni kan dırm aya y elten m ek]] ağız karası, K on u şm ak su retiyle y a p ıla n bozgunculuk, fitn e]] ağız kavafı,
AĞI
{ağız} G ev eze; ça lçen e. [DS]|| ağız kabağı, {ağız} Testiye su k oy m ak için huni y erin e kullanılan su k a b a ğ ı p a r ç a s ı. [DS]|| ağız kavalı, B irin i k an d ır m ak için ç o k kon u şan . \\ ağız kavgası, S a d e c e sö z lerle y a p ıla n kavga. ||ağız kirası, {ağız} R am azan da y e m e k veren kim senin, d a v etlilere y em ek son u n da v erdiğ i p a r a ; diş kirası. [DS]|| ağız kokusu, 1. B i rinin çekilm ez, sıkıntı veren sö z leri ve istekleri. 2. {ağız} K üfü r; iğren ç ve kötü söz. [DS]|| ağız kul lanmak, T a r a f tu tacak biçim d e veya ç ık a r s a ğ la y a c a k şe k ild e g e r ç e ğ i sa p tıra ra k konuşm ak. || ağız kuruluğu, tıp. Ç oğu nlukla y a şlıla rd a ve p sik o p a t la r d a gö rü len tükürük salgısın ın azlığı. || ağızlan uymak, F a rk lı kişilerin aynı o la y h akk ın d a sö y le d ik leri birbirin i tutmak, d estek lem ek,|| ağız m arjı, m atb. K itap la rd a d ış k en a r boşluğu. || ağız nişanı, S ö z le y a p ıla n nişan ; sö z kesme.\\ ağız öğretm ek, {ağız} Öğüt verm ek; a k ıl verm ek. [DS]|| ağız ökünm ek, {ağız} B ir kişinin söz lerin i a la y lı b içim d e sö y lem ek. [DS]|| ağız persengi (pelesengi), Zaman z am an y ersiz o la r a k tekrarlan an söz. || ağız salla m ak, B o ş a zam an h a rca m a k ; oyalan m ak. || ağız satm ak, Övünmek, yüksekten atm ak. || ağız suyu, S alya, tükürük.\\ ağız şakası, S özle takılm a.|| ağız tadı, 1. D irlik düzen lik için d e y a şa m a k ; ra h a t; hu zu r; afiyet, sa ğ lık ; şenlik. 2. {ağız} fo lk . N işan ve dü ğü n lerde oğlan tarafının kız evin e g ö n d erd iğ i tatlı, ş e k e r ve çer ez cinsi hediyeler. [DS] 3. B a y ram larda, nişanlının o ğ la n tarafın a g ö n d erd iğ i hediyeler. 4. Ölüm günü, ölü evin e g elen k ad ın la ra verilen helva, ekm ek, ş e rb et vb. şeyler. 5. {ağız} f o lk . G öz aydına, teb rike g e le n le r e tutulan şeker. [DS] 6. {ağız} En ç o k sev ilen ve y en m esi için en s o n a bırakılan yem ek. [DS]|| ağız tadı ile satmak, {ağız} Uygun fiy a tla satm ak. [DS]|| ağız tadı ver mek, {ağız} İyi b ir şey v aat etm ek. [DS]|| ağız tadıy la, Huzur ve güvenlik içinde.\\ ağız tam burası çalm ak, 1. S özle o y alam a y a ça lışm a k; b o şb o ğ a z lık etm ek. 2. Soğuktan çen esi b irb irin e v u racak şek ild e titrem ek.|| ağız tatlılığı, {ağız} N işan töreninden so n r a o ğ la n tarafın dan ça ğ rılıla r a içirilen şerb et y a d a ş e k e r li kahve. [DS]|| ağız tütünü, A ğızda çiğ n em ek için üretilm iş tütün. || ağız vermek, {ağız} 1. Öğüt verm ek; a k ıl verm ek; kışkırtm ak. 2. Söz ver m ek ; v aatte bulunmak. 3. B üyüğe karşı g elm ek ; k a r şılık verm ek. 4. Sır verm ek; a ç ığ a vurmak. 5. B itkilerin kökün e to p rak doldurm ak. 6. K es ic i a le tin ağzın a yen iden ç elik koydu rtm ak; çelikletm ek ; ağızlatm ak. [DS]|| ağız yanşam ak, {ağız} B ir kişi nin sözlerin i alaylı biçim d e söylem ek. [DS]|| ağız yapm ak, 1. K arşısın d akin i kan d ırm ak için düşün dü klerin den fa r k lı konuşm ak. 2. (K öye şeh ird en d ö nen kişi için) düzgün d ille konuşm ak]] ağız yarı, A ğız suyu; tükürük.\\ Ağız yer, yüz utanır. Rüşvet a la n kişi m uhatabının ricasın ı ken din e a ğ ır d a g e l s e y erin e g etirm ek zorundadır]] ağız ünlüsü, dbl.
O l M I Ü f C t M .4 0 A ğız boşlu ğ u n da m eydan a g elen ünlüler: lal, lel, lıl, lil, lol, löl, lul, lül.|| ağız yoklam ak, 1. Söylen m esi g er ek en şey leri s ö y letec e k şe k ild e konuşm ak. 2. {ağız} D üşü nce y o k la m a k ; ağız aram ak. [DS]|| ağız yorm ak, B o ş y e r e konuşm ak. || ağza alınma dık, Ç o k ağır, çirkin. || ağza alınm am ak, B a h si geçm em ek, sö z edilm em ek]\ ağza alınmaz, Söy lenm esi ayıp, ç o k k a b a v e çirkin söz, küfür.\\ ağza almak, Anmak, sözünü etm ek. || ağza almam ak, B ahsetm em ek, sözünü etm em ek. || ağza düşmek, H erk es tarafın dan h a k k ın d a konuşulur o lm a k; d e dikodusu yapılmak.\\ ağza ip ölçmek, {ağız} Birinin b ir kon u da n e düşündüğünü öğ ren m ek; ağız a r a m ak. [DS]|| ağza kom ak, {ağız} Yemek. [DS]|| ağzı açık, 1. S a f; şa şk ın ; b u d a la ; a v an ak ; aptal. 2. B o ş b o ğ a z ; g ev e z e ; s ır tutnıaz. 3. K a p ak sız du var d o la bı. 3. {ağız} H ırsız. [DS] 4. {ağız} K erpeten . [DS]|| ağzı açık ayran delisi, G ördüğü h er şey i şaşkın lık la sey red en ; a lık la şa n .|| ağzı açık kalmak, Şaşkın lıktan a p ta la d ön m ek; h a y r e t etmek.\\ ağzı aya, gözü çaya bakm ak, Yapılan işte elem a n ları dü zensiz y erleştirm ek ; r a s g e le yapm ak. || ağzı ayrıl mak, {ağız} B ir şey i hayran hayran d in lem ek veya seyretm ek. [DS]|| ağzı bir, B ir k on u d a aynı şey i sö y lem ek için an laşm ış o la n kim selerin ifa d e birli ğ i.|| ağzı bir karış açık kalmak, Şaşkınlıktan d o nup kalm ak. || ağzı boşuna, {ağız} B o ş y e r e ; fa y d a sız ; boşu boşuna. [DS]|| ağzı bozuk, Küfürbaz, s ö vüp saym ayı a lışk a n lık edilm iş]] ağzı bozulmak, K a b a ve küfürlü kon u şm aya başlamak.\\ ağzı b ur nu yerinde, Yakışıklı, g ü zel.|| ağzı büyük, K endini ç o k m etheden, a şırı övünen. ||ağzı çiriş çanağına dönmek, Ağzı kuruyup acılaşmak.\\ ağzı dili bağ lanmak, K orku, h ey ecan ve üzüntü g ib i çeşitli etki le r altın d a k a la r a k kon u şam az olm ak]] ağzı dili kurum ak, U sanıncaya k a d a r b ir şey i tek ra rla m ak.|| ağzı dolu, {ağız} K a b a kon u şan ; sövm eyi huy edinm iş. [DS]|| ağzı esenli, {ağız} Ağzından d u a e k s ik olm ay an ; tatlı dilli kim se. [DS]|| ağzı eğri, Uğursuz]] ağzı gevşek, Sır sa k la m a z ; geveze. ||ağzı güzel, {ağız} K ib a r kon u şan ; terbiy eli konuşan. [DS]|| ağzı havada, Olup biten den habersiz]] ağzı k ara, I. {ağız} F itn eci; a r a bozu cu ; ded ikod u cu ; kovcu. 2. K ötü h a b e r le r veren ; bö y le h a b er le ri ulaştırm aktan zev k alan. 3. K a v g a cı; dövüşken. 4. Yalancı. 5. iftiracı. 6. E vlen m e ça ğ ın d a o lu p d a ev len em em iş kim se. 7. Toy; henüz olgunlaşm am ış. 8. Yabancı. 9. T arikat dışın da o la n kim se. 10. S o f ta; m utaassıp. 11. T oprağın yüzün deki ç a tla k la rd a biriken su. [DS]|| ağzı k ara olmak, {ağız} S özle b o zu lm ak; susturulm ak; utandırılm ak. [DS]|| ağzı ke netli, S ır sa k la m a sın ı bilen ]] ağzı keşli, {ağız} 1. Yerli y ersiz kon u şan ; tatsız sö z le r sö y ley en ; can sık ıcı s ö z le r eden. 2. B oşb o ğ a z . 3. B ecerik siz ; bu d ala. 4. K onuşurken ağzının iki y an ın a tükürük top lan an kim se. [DS]|| ağzı kilitlenmek, {ağız} Söz
ö I ü M I İ I t l M .1 4 1
söyleyem em ek. [DS]|| ağzı kilitli, 1. Sır saklam asın ı bilen. 2. {ağız} Alt ve üst du dağ ı beyazlı at. [DS]|| ağzı köy çeşmesi, Ç o k konuşm ayı sev en ; küfürlü ve çirkin s ö z le r ed en .|| ağzı kulağına yakın, {ağız} U yanık; a klı b a şın d a ; an lay ışh [DS].|| ağzı kulakla rına varm ak, Ç o k sevinm ek, sev in ci d av ran ışla rından b e lli olm ak. j| ağzı liman, {ağız} A ğzına k a d a r dolu. [DS]|| ağzım kurusun, S öylediklerin den ç o k p işm an olm anın ifad esi. ||(birinin adım) ağzına abdestle alm ak, B irin den say g ı ile bahsetmek.\\ ağzına bakakalm ak, K on u şan birin i hay ran lıkla dinlem ek. || (birinin) ağzına bakm ak, 1. K a rşısın dakinin sö y ley ece ğ i sözü m era k la beklem ek. 2. B i rinin direktiflerin e g ö r e h a rek et etm ek .|| ağzına baktırm ak, K en disin i z ev k ve h ey e ca n la dinlet m ek; etkili ve g ü zel konuşmak.]] ağzına bir p a r mak bal çalm ak, H oşu n a g id e c e k v a atlerle kan dı rıp oyalam ak. || ağzına bir şey koymamış olmak, Ç ok a ç o lm a k ; h içb ir şe y y em em iş olmak.]] ağzına bir zeytin verip ardına tulum koymak, Verdiği az bir şe y e k a r şılık büyük b ir ç ık a r b e k lem ek ; az verip ç o k ummak.]] ağzına bir zeytin verip altına tulum tutm ak, Verdiği az b ir şe y e k a rşılık büyiik bir ç ık a r b e k lem ek ; a z verip ç o k ummak.]] ağzına deve tepmek, {ağız} B ir tartışm ada g er ek en k a r şı lığı verem em ek ; susm ak. [DS]|j (bir şey) ağzına düşmek, {ağız} H ad d in e dü şm ek; y a p ab ilm ek . [DS] ||ağzına etmek, B ir kim seye karşı k a b a ve saygısız davranmak.]] ağzına geldiği gibi, Sözün kim lere d oku nacağını veya n eye m al o la ca ğ ın ı düşünm e den; düşünüp taşınmadan.]] ağzına geleni söyle mek, D üşünm eden konuşmak.]] ağzına gem vur mak, Susturmak, konuşm asını en gellem ek. ||ağzına göre olmak, B a ş ed e b ilec ek , b a ş a r a b ile c e k du rum da olmak.]] ağzına k adar, İy ic e d olu ; tıka b a sa.]] ağzına kemik atm ak, R üşvete alışm ış kişiye az bir şey v er ere k b ir m üddet oyalan m asın ı s a ğ la mak.]] ağzına kilit vurm ak, K on u şm am ak; sır v er memek.]] ağzına kira istemek, S öylen m esi istenen şeyi söy lem ek te n azlan m ak; kendini a ğ ıra satm ak. || ağzına layık, Z evk ve d a m a k tadın a uygun lezzette bir yiyecek. || ağzına öykünmek, Birinin kon uş m alarını a la y lı b içim d e tekrarlam ak.]] Ağzına sağ lık! “Ç o k g ü zel söyledin. ” an lam ın da beğ en m e s ö zü.]] ağzına sakız olm ak, S öylem ekten v e d ed ik o dusunu yapm aktan vazgeçm em ek.]] ağzına sürm e mek, H iç yem em ek, tadın a b ile bakm am ak]] ağzı na taş almak, Söylem eyip s a b ır la su sm ak.|| ağzına tat bulaşmak, Ö nceden y a p tığ ı b ir işten kazan çlı çıkm ak ve aynı işi y a p m a y ı sürdürmek.]] ağzına tükürmek, Küfretm ek, sövmek.]] ağzına verilme sini beklemek, H az ıra k on m ak istem ek; h azırlık sırasın da em ek v erm eden y a ra rlan m a y ı ummak.]] ağzına vur lokmasını al, (K işi için) ç o k uysal ve sessiz; â ciz .|| ağzına yakışm am ak, K on u şan kim senin toplum için deki y erin e g ö re, itibarın a uygun
AĞ I
d ü ş ec e k şe k ild e konuşm adığını belirtmek.]] ağzına yüzüne bulaştırm ak, B ecerik siz lik gösterm ek.]] ağzında bakla ıslanmam ak, S ır saklayamamak.\] ağzında büyümek, S evm ediği için v ey a b a ş k a olum suz se b ep lerd en dolayı b ir y iy ec e ğ i ağzın da çiğ n em ek f a k a t yutam am ak.]] ağzında gevelemek, B ir şe y le r an latm aya çalışm ak, f a k a t b ir türlü a s ıl konuyu söy ley em em ek .|| (birinin) ağzından, 1. Duyduğu kim senin ifad esin e g ö r e konuşm ak. 2. B ir başkasın ın adına.]] ağzından baklayı çıkarm ak, S abırsızlık ed ip g izled iğ i şey i söylem ek. || ağzından bal akm ak, Ç o k h o ş kon u şm ak; dinleyenlerin s ı kılm adan zev k le d in ley eb ileceğ i üslûpta kon u ş mak.]] ağzından burnundan getirmek, Yaptığına pişm an etm ek; ç o k d a h a p a h a lıy a ödetm ek. || ağ zından çıkanı kulağı duymamak, Tartm adan, düşünm eden kon u şm ak; h a k a ret etmek.]] ağzından çıt çıkm am ak, H içb ir şey söylem em ek, kon uşm a mak.]] ağzından dökülmek, 1. S ö y lem ek istem ediği şeylerin kon uşm alarından anlaşılm ası. 2. D üşün düklerin i doğru dürüst ifa d e edem em ek. ||ağzından düşürmemek, Sık sık tek ra r etm ek.|| ağzından gi rip burnundan çıkmak, İk n a etm ek, razı etm ek için ç o k d il dökmek.]] ağzından kaçırm ak, S ö y le m ek istem ediği h â ld e b o ş bu lu n arak sö y ley iv er mek.]] ağzından konuşmak, B irin i taklit e d e r e k veya onun ad ın a konuşmak.]] ağzından laf alm ak, İlg isi olm ayan şe y le r konuşurken a sıl ö ğ ren ilm ek istenen şey i söyletiverm ek. ||ağzından la f kapm ak, Birinin söy led iklerin d en u stalıkla y a ra rla n ıp g iz le diği şey i ö ğren m ek.|| ağzından lafın dirhemle çıkması, K onuşm ası için büyük g a y ret edilm esin e rağ m en ç o k nazlı kon u şm ak; z o r la konuşturmak.]] ağzından lokmasını almak, H akkım elinden a l m ak, g a sp etmek.]] ağzından yel alsın, Kötü bir ihtim alden ba h sed ild iğ i zam an "Olayın vuku bu l m am ası ve s a d e c e sö z d e k a lm a sı" dileğ in d e bu lunmak.]] Ağzında torba mı v a r? N için konuşm u yorsun?]] ağzında tükürüğü kurum ak, U sanıncay a k a d a r tek ra r e d e r e k söy lem iş olmak.]] Ağzın fal ola! fağızf G e le c e ğ e ilişkin o la r a k söylen en b ir d i leğin y a d a sözün doğru çıkm ası için söylen en b ir tem enni sözü. [DS]|| Ağzını açacağına, gözünü aç! Uyanık bulunm ayı em retm ek için söylenir. || ağzını açıp gözünü yum m ak, Ö fkeden söylediklerin in sonunu düşünm eden konuşm ak, b a ğ ır m a k || ağzını açm ak, 1. K onuşm aya b aşlam ak. 2. A zarlam ak. 3. F ırsa tı değerlen direm em ek, a p ta l a p tal seyretm ek. || ağzını açm am ak, K onuşm am ak, tek k elim e s ö y le m em ek, susm ak. || (birine) ağzını açtırm ak, i. G iz lediğ i şey leri söyletm ek. 2. Birinin h o şa g itm ey ecek şe y le r söy lem esin e s e b e p olm ak. || ağzını açtırm a mak, B irinin kon uşm asına h iç fır s a t vermemek.]] (birinin) ağzını bağlatm ak, {ağız} Büyületm ek. [DS]|| ağzını bıçak açm am ak, Üzüntüden ve en d i şed en k o n u şa ca k durumu o lm a m a k; kon u şam a-
AĞI
m a k .|| ağzını bozmak, I. K a b a ve çirkin sö z le r söy lem ek. 2. {ağız}] H e r şey i a ç ığ a vurmak. [DS 3. (At için) g em in e ald ırış etm eden d iled iğ i y e r e gitm ek. 4. {ağızj Tatlının üzerine ek şi bir şey yem ek. [DS]|| ağzını çarşam ba pazarına çevirm ek, D öv erek ağzım , yiizünii y a ra la m a k . || ağzını dilini bağla mak, K on u şam ayacak, cev a p v erem ey ecek durum a getirm ek. ||ağzını gegelemek, {ağız} 1. Birinin söy lediklerin i alaylı b içim d e tekrarlam ak. 2. K e k e le mek. [DS]|| ağzını geveletmek, {ağız} L a f k arıştır m ak; sözü g evelem ek. [DS]|| ağzını h ayra açm ak, K ötü sö z le r sö y lem ey e ba şla y an birin e iyi sö z ler sö y lem esi için ikazd a bulunmak.\\ ağzını ıslatmak, İç k i içm ek.|| ağzını kapam ak, 1. (Konuşan ken disi için) susm ak. 2. (K arşı t a r a f için) susturm ak. 3. Rüşvet v er ere k susm asını sağ lam ak. [|ağzını kiraya vermek, K on u şm a ortam ın da suskun du rm ak; ıs r a r edildiğ i h â ld e b ir türlü kon uşm am akta diren m ek .|| ağzını koklamak, Yalvarm ak, m innet etm ek.|| (birinin) ağzını kullanmak, B aşka sın a ait fik ir le r i kendisininm iş g ib i sö y lem ek .|| ağzının aşı olmamak, Sözü ed ilen kişiyi küçü k görmek.\\ ağzı nın içine bakm ak, Birinin konuşm asını dikkatle dinlemek.\\ ağzının içine baktırm ak, E tkili ve gü z e l kon uşm ak; kon u şm ası se v iler ek dinlenmek.\\ ağzının içine girmek, Ç o k y a k la şm a k ; y a kın dur m ak^ ağzının kalayını verm ek, argo. H a k ettiği cev a b ı verm ek; ölçü lü davran m aya m ecb u r etm ek. || ağzının kaşığı olm amak, 1. Sözünü b ile ed em ey e c e ğ i k a d a r d eğ erli nesn e olm ak. 2. B ec er em ey e c eğ i nitelikte b ir iy.|| ağzının kaytanını çekmek, argo. 1. Kötü sö z le r söylem eyi kesm ek. 2. G evezeliğ i bı ra k m a k .|| ağzının kokusunu dinlemek, Birinin dayan ılm az davran ışların a katlan m ak,|| ağzının mührüyle, Oruçlu olarak. ||ağzının payını almak, H a k ettiği cev a b ı alm ış olm ak. || ağzının payını verm ek, B irin e h a k ettiği cev a b ı vermek.\\ ağzının perhizi yok, A ğzına g elen i sö y ler; sö y ley ece k ler i nin seçim in i y ap m az.|| ağzının suyu akm ak, Ç ok im renm ek, şid d etle arzu etm ek. || ağzının suyunu akıtmak, Ç ok imrendirmek.\\ ağzının tadı bozul mak, R ahat, huzur ve düzeni k alm am ak .|| ağzının tadını alm ak, K ötü bir deneyim y a ş a m a k \|ağzının tadını bilmek, H er şeyin iyisini ve güzelini bilip bu lm ak ve bu nlardan zev k alm ak. || ağzının tadı kaçm ak, Rahatı, huzur ve düzeni kalm am ak. II Ağ zını öpeyim. “Sevin dirici bir h a b e r verdiğin için teşekkü r ed e r im .” an lam ın da kullanılır.'^ ağzını poyraza açm ak, argo. 1. Umduğunu bu lam am ak. 2. Züğürt kalmak.\\ ağzını sangıtmak, {ağız} İki tarafın a şaşkın şaşkın bakınm ak. [DS]|| ağzını sıkı tutmak, Sır saklamak.\\ ağzını silmek, {ağız} B ir konu hakkın da sö z söy lem em ey e veya işe barışm am aya k a r a r verm ek. [DS]|| ağzını sulandırmak, im ren dirm ek^ Ağzını topla! “D ikkatli konuş, kötü sö z söylüyorsu n." an lam ın da uyarı.|) ağzını tu ta
Ö I Ü M IÜ M M .: m am ak, 1. Sözün d o ğ u ra ca ğ ı so n u çları düşünm e den konuşm ak. 2. Sır saklay am am ak. \\ ağzını tut mak, İleri g e r i kon u şm am ak; dikkatli kon u şm ak veya h iç kon u şm am ak^ ağzını yaym ak, {ağız} Yer siz ve ç o k konuşm ak. [DS]|| ağzını yaya yaya ko nuşmak, S ö y led ikleriy le övündüğünü belli e d e rek konuşm ak. || ağzını yorm ak, B o ş y e r e kon uşm ak; söylediklerin in etkisini görem em ek . || ağzım yu mak, {ağız} B ir konu h akkın d a sö z söy lem em ey e veya işe k arışm a m ay a k a r a r verm ek. [DS]|| ağzın kurusun, K ötü söy ley en lere, o la y la rı kötü ye çek en le r e beddııa.\\ ağzın laf yapm ası, G üzel ve etkili kon uşm a,|| Ağzın soğuya! “Öl, g e b e r " anlam ında b ir beddua.\\ Ağzın v ar olsun! Birinin iyi konuştu ğunu, doğruyu söy led iğ in i ifa d e için sö y len ir.|| ağzı oynam ak, A ralıksız o la r a k b ir şe y le r y em ek. || ağzı paça olmak, argo. Ç o k n eşeli v e keyifli olmak.\\ ağzı pek, Sır sa k la m a sın ı bilir; ketum. || ağzı pis, A çık s a ç ık konuşm ayı ve küfretm eyi a lışk an lık edinm iş.|| ağzı sıkı, Sır sa k la m a sın ı b ilir; ketum.\\ ağzı sulanmak, İm ren m ek; can ı çekm ek, || ağzı süt kokmak, G enç, toy, deneyim siz olm ak. ||ağzı tene keyle kaplı olm ak, Ç o k a c ı ve s ıc a k y iy ec e k ler e karşı duyarsız olmak.\\ Ağzı torba değil ki büze sin. K on u şm asın a ve d ed ikod u y a p m a sın a en g el o lm a k mümkün değil.\\ ağzı var, dili yok, Sessiz, sakin, uyumlu; y u m u şak huylu. || ağzı varm am ak, S öylem eye içi elv erm em ek; a çık la m a y a gönlü razı olmamak.\\ ağzı yanm ak, Ç o k z a r a r g ö rm ek ; p i ş m an o la c a k şe k ild e z a r a r g ö rm ek ve bundan ders alm ak. || (birinin) ağzıyla konuşmak, B aşkasın ın sö y led iğ i sö z leri tek ra rla m a k veya onun fik rin i ken di fik riy m iş g ib i komışmak.\\ ağzıyla kuş tut mak, H er türlü b e c e r i ve hüneri göstermek\\ ağzı yonılu, {ağız} Ağzı uğurlu; sözü hayırlı kim se. [DS]|| ağzı yukarı, 1. Sırt üstü. 2. {ağız} S atacağ ı m ala ç o k p a r a isteyen; p a z a rlığ ı y u k a rıd a tutan. [DS]|| ağzı yumuk, {ağız} 1. İç i kıym alı b ir tiir b ö rek. 2. Sessiz; sa k in ; g eçim li. 3. Sır saklam asın ı bilen ; ketum. [DS]|| ağzı yumulu, 1. Sır sa k la m a sı nı bilen. 2. {ağız} S ıkılgan ; sö z söyleyem eyen. [DS] ağız2, [eT. ağuz] is. Memelilerde doğumu takip eden günlerde süt bezleri tarafından üretilen bağışıklık öğelerince zengin sarımtırak süt; yeni doğuran hayvanın ilk sütü; {eT} (aynı) [Mülıennâ], ağızdan, [ağız-dan] zf. (Haber, bildirmek için) sözlü olarak; şifahen, ağızlama, [ağız-la-ma] is. 1. Ağızlamak işi. 2. {ağız} Tarlada kazılacak yer ile kazılan yerin başlangıcı arasındaki genişlik. [DS] ağızlamak, [ağız-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Birine bir konuda talimat vermek, öğütte bulun mak. 2. Başlanan işi bitirmeye yaklaşmak; kolay lamak. 3. Biri diğerinin içine girecek iki nesneyi geçmeyi kolaylaştırmak için karşı karşıya getir mek. 4. Bir boğaza, bir koya girecek olan deniz
İ M
İ K
S M . 143
taşıtını girişi ortalayacak şekilde yönlendirmek. 5. {ağız} Hazırlamak; hazır etmek. [DS] 6. Bir ağaç veya kereste üzerinde balta vb. kesici araçla, kesi lecek yeri belirlemek için hafif birkaç vuruş yapa rak çentik açmak. 7. {ağız} Birine bir iş başlamak. [DS] 8. {ağız} Hazırlamak; hazır etmek. [DS] 9. {ağız} Yolcu etmek; uğurlamak. [DS] 10. {ağız} Sü rüyü otlağa, yaylaya sürmek. [DS] 11. {ağız} Sula ma suyunu yönlendirmek; bir başka yöne çevir mek. [DS] 12. {ağız} Öğüt vermek; gerekli şeyleri söylemek. [DS] 13. {ağız} Yemeğin üstünden ye mek. [DS] 14. {ağız} Bir aracın ağız kısmım onar mak. [DS] 15. {ağız} gçsz. f. (Bitki için) yeşermek; büyümeye başlamak. [DS] ağızlandırma, [ağız-la-n-dır-ma] is. 1. Ağızlandırmak işi. 2. İki damarın veya sindirim kanalı parça sının birleşmesi, ağızlandırmak, [ağız-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] Ağızlanmasını sağlamak; ağızlanmasına neden ol mak. ağızlanmak, [ağız-la-n-mak] {eAT} dönşl. f . [-ır] A ğıza almak. ağızlaşma, [ağız-la-ş-ma] is. 1. Ağızlaşmak işi. 2. tıp. İki damarın iç içe geçmesi, iki sinir lifinin bir birine yaslanması. ağızlaşmak1, [ağız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Ağız durumuna gelmek. 2. tıp. Ameliyatla iki damar ve ya mide ve bağırsak bağlantısı birbiri içine geç mek. ağızlaşmak2, [ağız-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır] 1. Sözleşmek; anlaşmak. 2. (İş için) bitmesi kolay laşmak; sonuna yaklaşmak; az kalmak. 3. Zamanı; sırası gelmek. [DS] ağızlatma, [ağız-la-t-ma] is. Ağızlatmak işi. ağızlatmak, [ağız-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Keskinliği kaybolmuş bir kesici aleti bilemek. 2. {ağız} Kesici aletin ağzına yeniden çelik kaynattırmak; çelikletmek. [DS] 3. {ağız} Denk getirmek; yoluna koymak. [DS]
AĞL
{ağız} Bir şeyin başladığı yer. [DS] 11. {ağız} Yayık çömleğinin altına konulan deri kapak. [DS] 12. {ağız} Süt süzerken huni içine konulan ince bez. [DS] 13. {ağız} Kuzu ve oğlakların emmemeleri için ağızlarına takılan tel veya kirpi dikeninden yapıl mış kafes; burunsalık. [DS] 14. {ağız} Emzik. [DS] 15. {ağız} Su arkının sulanan yere açılan kısmı; ark başı; su yolu. [DS] 16. {ağız} Bellenirken belin top rakta açtığı ilk çukur; belleme derinliği. [DS] 17. {ağız} Fidan dikmek için açılan çukur. [DS] 18. {ağız} Odun kütüğünü parçalarken açılan yarık. [DS] 19. {ağız} Dokumacılıkta, mekiğin işlemesi için bırakılan boşluk. [DS] 20. {ağız} Hazırlık. [DS] 21. {ağız} Beş çile ipliğin hepsi. [DS] 22. {ağız} Düzgün konuşma; laf etme. [DS] 23. {ağız} Sıra; düzen. [DS] 24. {ağız} sf. (Sulama suyu için) bir kişinin sulamada yönetebileceği miktarda ölçü bi rimi. [DS] S ağızlık açm ak, {ağız} B ir şeye baş langıç yapmak. [DS]|| ağızlık almak, {ağız} Tarla ya, tavalara su yolu açmak. [DS]|| ağızlık değneği, {ağız} D okuma tezgâhında arışları ayırmakta kul lanılan tahta. [DS]|| ağızlık eğrisi, {ağız} Dokuma tezgâhında ipliğin bir tarafının gerilip diğer tarafı nın gevşeyip sarkması durumu. [DS] ağızlıkçı, [ağız-lık-çı] is. Ağızlık yapan veya satan kimse. ağızlıklamak, [ağız-lık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Doğru yolu göstermek. [DS] ağızotu, [ağız+ot (ateş) > ağız+ot-u] is. Eskiden ağızdan dolma silahların ateşlenmesi sırasında falya deliğine konulan ve ateşlemeyi sağlayan madde, ağızsı, [ağız-sı] sf. 1. Ağza benzer; ağız gibi. 2. dbl. (Ses için) art damağın kalkarak geniz boşluğunu kapatması suretiyle ön damak, ağzın yan çeperleri, dudaklar ve dil ile çevrili boşlukta meydana gelen, ağızsıl, [ağız-sı-1] sf. dbl. Ağız boşluğunda meydana gelen sesler. ağızsılaşma, [ağız-sı-la-ş-ma] is. dbl. Geniz sesinin ağız sesine dönüşmesi,
ağızlı, [ağız-lı] sf. 1. Ağzı bulunan; ağız sahibi olan. ağızsılaşmak, [ağız-sı-la-ş-mak] dönşl. f [-ır] dbl. 2. Belirtilen nitelikte ağıza sahip olan. «İki ağızlı Geniz sesi olmaktan çıkmak, tüfek, keçi ağızlı, susak ağızlı, şom ağızlı.» ağızsız, [ağız-sız] sf. 1. Ağzı olmayan. 2. {ağız} Söz söylemesini beceremeyen. [DS] ağızlık, -ğı [ağız-lık] is. 1. Sigara veya puro içmek için kullanılan ağaç veya kehribardan yapılmış içi ağızsızlık, -ğı [ağız-sız-lık] is. tıp. Doğuştan ağız delikli araç; çubuk; takım; zıvana. 2. Nargile maıyokluğu. pucunun ağza gelen kısmındaki parça; emzik. 3. ağil, [Far. âğîl J-iT ] (a:gi:l) { OsT} is. Göz ucuyla Kuyu ağızlarına konulan yuvarlak taş, beton veya bakma. metal bilezik. 4. Hayvanların ısırmaması veya za ağişte, [Far. âğaşten (bulanmak) > âğaşte ■uAiT] (a:rarlı ot yememeleri için ağızlarına geçirilen tel ka fes veya torba. 5. Telefonun konuşmaları aktaran gaşte) {OsT} sf. agaşte. kısmı; ahize. 6. Boruların veya hortumların ucun ağla, [ağ-la] {ağız} (a ğ la ) is. Tarla, bağ, bahçe gibi daki metal parça. 7. Meyve küfelerinin üstüne ko yerlerin etrafına hayvanların girmemesi için çalı nulan dal ve yaprak parçalarından yapılan örtü. 8. çırpıdan veya sırıkların uzunlamasına konulmasıyla Ekmek pişirilirken fırının ağzına konulan bir mik yapılan engel. [DS] tar odun parçası. 9. Sıvı koymaya yarayan huni. 10. ağlak, [ağ-la-k] {eT} sf. 1. Eksik. [Mühennâ] 2. {ağız}
ÛIHUÜffliffSİKbİ.
AĞL
Olur olmaz her şeye ağlayan; sulu gözlü. [DS] 3. {ağız} Oyunbozan; mızıkçı. [DS] 4. {ağız} Asma budanırken çubuğun kesilen yerinden akan su; asma özsuyu. [DS] 5. {ağız} Issız; tenha; boş. [DS]
(aglâ:l) {OsT} is. A-
ağlal1, [Ar. ğalel > ağlâl ğaçlar arasından akan sular. ağlal2, [Ar. ğull > ağlâl
(aglâ.l) {OsT} is. Eski
den mahkûm veya kölelerin boyunlarına ve bilek lerine bağlanan demir halkalar; kelepçeler; pranga lar. ağlam a, [ağ-la-ma] is. 1. Ağlama eylemi. 2. Bir üzüntü, korku ve acıdan ötürü duygusunu gözyaşı dökerek veya sesle ifade etme. 3. Hâlinden şikâyet çi olma; yakınma; dert yanma. S ağlam a duvarı,
K udüs ’ün Romalılarca yıkılışından dolayı Yahudilerin her Cuma gelip önünde ağladıkları Harem ü 'ş-Şerif yakınındaki çıkmaz sokakta bulunan du var.\\ ağlam a duvarına dönmek, H erkesin gelip dert yanmasından yakasını kurtaramamak. ağlam ak1, [eT. ığ-la-mak > ağ-la-mak > ağ-la-mak] gçsz. f. [-r] 1. Bir acıdan, üzüntüden dolayı inleye rek, hıçkırarak veya göz yaşı dökerek duygularını açığa vurmak. 2. Çok sevindirici bir olaydan ötürü göz yaşı dökmek. 3. mec. Üzülmek. 4. Yakınmak, dertlenmek. 5. Çok yalvarmak. 6. (Kesilen ağaç için) öz suyu damlamak; akmak, fi1 ağlaya ağlaya,
Ağlayarak. ağlam ak2, [an (sınır, an) > ağ-la-mak] gçl. f. [-r] [l(ı)-yor] Tarlayı çit ile çevirmek, ağlam aklı, [ağla-mak-lı] sf. 1. Ağlamaya hazır; ağ lamak üzere. 2. Ağlamayı andırır biçimde. 3. zf. Ağlayacakmış gibi. 0 ağlamaklı olmak, Ağlaya
cak hâle gelmek.
;
ağlantı, [ağla-n-tı] is. Alçak sesle hafif hafif ağlama durumu. ağlarca, [ağla-r-ca] {ağız} is. 1. Sahip olduğu şeyleri olduğundan daha az gösterip kendine açındıran kimse. 2. Olur olmaz her şeye ağlayan kimse. 3. Tenha yerlerde yaşadığına ve ağladığına inanılan görünmez varlık; bir tür şeytan. [DS] ağlaşm a1, [ağ-la-ş-ma] is. 1. Ağ hâline gelme duru mu; ağ oluşturma. 2. kim. Zincirleme olarak polimerlerin birbirine bağlanması. ağlaşm a2, [ağla-ş-ma] is. Ağlaşmak işi; birlikte ya pılan ağlama işi. ağlaşm ak1, [ağ-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Ağ durumu na gelmek; ağ oluşturmak; bir ağ oluşturacak şekil de birbirine bağlanmak. ağlaşmak2, [ağla-ş-mak] işteş, f. [-ır] 1. Birlikte ağlamak. 2. dönşl. Durumundan sürekli bir yakın ma içinde olmak. 3. gçsz. mec. Ağlama sesine ben zer sesler çıkarmak. ağlat, [Ar. galat > ağlat i Mfcl] (aglâ. t) {OsT} is. Yan lışlar; hatalar, ağlatı, [ağla-t-ı] is. tiy. Acıklı sahneleri bulunan ti yatro eseri; trajedi, ağlatıcı, [ağla-t-ı-cı] sf. (Durum için) ağlamaya sebep olacak. ağlatm a, [ağ-la-t-ma] is. Ağlatmak işi. ağlatm ak, [ağla-t-mak] gçl. f. [-ır] Birinin ağlaması na yol açmak. ağlayan1, [ağla-y-an] is. Ağlama işini yapan. ağlayan2, [ağla-y-an] {ağız} is. Dolu yağmadan bir kaç dakika önce duyulan uğultulu ses. [DS] ağlayıcı, [ağla-y-ıcı] is. Bir ölünün arkasından para ile tutulmuş yasçılar; ağıtçı kadın; yasçı,
ağlamalı, [ağla-ma-lı] sf. Ağlama özelliğini taşıyan; ağlar gibi; ağlayacak durumda,
ağlayık, -ğı [ağla-y-ık] {ağız} sf. 1. Ağladığı hâlinden belli olan; kederli. 2. Yerli yersiz çok ağlayan. [DS]
ağlamış, [ağla-mış] sf. 1. (Göz için) ağladığı belli olan. 2. (Yüz ifadesi için) kederli; üzgün; asık,
ağlayış, [ağla-y-ış] is. 1. Ağlama eylemi. 2. Ağlama biçimi. 3. mec. Şikâyet etme; sızlanma; feryat,
ağlam sam ak, [ağla-msa-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] [s(ı)-yor] Ağlamaklı olmak; ağlayacak gibi olmak. [DS] ağlamsı, [ağla-msı] {ağız} sf. Ağlayacak duruma gel miş; ağlamaklı. [DS] S ağlamsı olmak, Ağlayacak g ibi olmak; ağlamaklı olmak. || ağlamsı ağlamsı,
ağlaz , [ağla-mak > ağla-z] {ağız} sf. 1. Olur olmaz şeylere ağlayan kimse; sulu göz. 2. Oyunbozan; mızıkçı. [DS]
Ağlayacak hâle gelm iş bir durumda; ağlayacak g i bi. ağlançı, [ağla-n-çı] {eT} s f Çabuk ağlayan [Mühennâ] ağlanm a, [ağ-la-n-ma] is. Ağlanmak işi. ağlanm ak1, [ağ (tor) > ağ-la-n-mak] dönşl. f . [-ır] Ağ sahibi olmak; ağ edinmek. ağlanm ak2, [ağla-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Bir şey veya biri hakkında ağlama eylemi yapılmak. 2. dönşl. İçin için, kendi kendine ağlamak. 3. Hâlinden memnun olmamak ve bu hâlini dışarıya hissettir mek.
ağlaz2, [Ar. ğalîz (kaba) > ağlâz] (agla:z) {OsT} sf. Çok çirkin; pek kaba; pek yakışıksız, ağlazlam ak, [ağla-z-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)yor] Mızıkçılık ederek ağlamaklı olmak. [DS] ağlazlanm ak, [ağla-z-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Mızıkçılık etmek. [DS ağlazlık, -ğı [ağla-z-lık] is. Mızıkçılık; oyunbozan lık. ağleb, [Ar. ğâlib > ağleb
{OsT} sf. 1. Daha kuv
vetli; en kuvvetli. 2. Daha çok; pek çok; en çok. S agleb-i ihtimâl, En yüksek olasılık. || agleb-i zu hur, Olağan. ağlebiyet, [Ar. ağleb > ağlebiyyet o - J i l ] {OsT} is. 1.
ö lM
lK M
.u s
AĞR
Daha çok olma; pek çok olma. 2. Çok olma; çok luk. S1 aglebiyet üzre, {OsT} Ç o k d e fa ; çoğunluk la ; ekseriya. ağlef, [Ar. ağlef ı_il£l] {OsT} sf. 1. Sandıkta kapalı. 2. Siinnetsiz. 3. m ec. (Kalp için) katılaşmış; duygu suz. ağlez, [Ar. ğalîz > ağlez JâU-1] {OsT} sf. Daha kaba; pek kaba; çok çirkin. ağlı, [ağ-lı] sf. 1. Ağı bulunan. 2. (Şalvar için) ağı büyük ve sarkık. ağlime, [Ar. ğulâm > ağlime
{OsT} is. Oğlanlar.
ağm a, [ağ-ma] is. 1. Yukarı doğru tırmanma; tutuna rak uzayıp yükselme işi ve eylemi. 2. {ağız} Akan yıldız. [DS] ağmad, [Ar. ğımd > ağmâd
(ag m a.d ) {OsT} is.
Kılıç ve bıçak kını. S agm âd-ı süyüf, K ılıçların kınları. ağmak, [eT. âğ-mak > ağ-mak] gçsz. f . [ - a r ] 1. Su gibi akıp gitmek; kaymak. 2. Yerden göğe doğru yükselmek; yukarı çıkmak. 3. Sarkmak, yere doğru eğilmek. 4. (Terazinin kefelerinden birisi için) ağır basmak. 5. (Hayvanlara iki taraflı olarak yüklenmiş olan yük için) bir tarafı diğerinden daha ağır gele rek aşağı doğru basılmak; ağdırmak. 6. {ağız} Aş mak. [DS] 7. {ağız} Tırmanmak. [DS] 8. {ağız} (Yağmur için) inmek; düşmek; yağmak. [DS] 9. [DS] {ağız} (Yılan vb. [DS] için) kaymak. [DS] 10. {ağız} (Yıldız için) akmak; kaymak. [DS] 11. {ağız} Toplanmak; yığılmak; üşüşmek. [DS] 12. {ağız} (Güneş için) batmak. [DS] 13. {ağız} Oturmak; çö melmek; çökmek. [DS] 14. {ağız} Yatıp yuvarlan mak; debelenmek; ağnamak. [DS] 15. Bir kimseye çullanmak; yüklenmek. ağman, [ağ-man] {ağız} is. 1. Hata; kusur; eksik ta raf; organ eksikliği. 2. Sebep; fırsat; bahane. 3. En gel; yük; bela. 4. Ağır taraf; ağırlık. 5. Bir yükün hafif tarafı. [DS] ağm ar1, [Ar. ğamr > ağmâr
(ag m a:r) {OsT} is.
1. Büyük kişiler; ulular. 2. Seller.
ağnam , [Ar. ğanem > ağnam ^Ui-I] (ağn a:m ) {OsT} is. 1. Koyunlar. 2. {ağız} Hayvan vergisi. [DS] S ağ nam vergisi, im p a ra torlu k dön em in de koyun ve k eçid en alınan vergilerin bütünü. ağnam a, [ağ-na-ma] is. Hayvanların yerde yatıp yuvarlanarak kaşınmaları. ağn am ak 1, [eT. ağ-ın-a-mak > ağ(ı)n-a-mak] gçsz. f . [-r ] 1. (Hayvanlar için) yere yatıp sırtım kaşımak; debelenmek, kıvranmak. 2. {ağız} (Balık için) ken dine özgü hareketler yapmak. [DS] 3. {ağız} (Direk, duvar, yük gibi belli bir konumda veya dengede durması gereken şeyler için) eğilmek; bel vermek; yana meyletmek. [DS] 4. {ağız} (Kişi için) sevinçten koşup oynamak. [DS] ağnam ak2, [an-la-mak] {ağız} gçl. f. [ - r ] [-n (ı)-y or] Anlamak. [DS] ağnam cı, [ağnam-cı] is. İmparatorluk döneminde koyun ve keçi vergilerini toplamak üzere görevlen dirilen tahsildar, ağnık, -ğı [an-lık] {ağız} is. Sıralı, dizili odun yığını. [DS] ağniya, [Ar. ğanî > ağniyâ Lıi-I] (ağn iya:) {OsT} is. 1. Zenginler. 2. Gözü gönlü tok olanlar, ağniye, [Ar. ğınâ (şarkı) > ağniye
{OsT} is. Şar
kılar; türküler, ağram ak, [Çağ. arğamak] is. Kırım Tatarlarının saf kan atları. ağ rar, [Ar. ğırr > ağrâr jlJ-\\ (a g ra :r) {OsT} is. 1.
ağm ar2, [Ar. ğumr > ağmâr jU-tl] (ag m a:r) {OsT} is. Cahiller; bilgisizler; bön kimseler. ağmaşmak, [ağ-ma-ş-mak / ağ-ım-aş-mak] d ö n şl f . [-ir ] {ağız} 1. Yükselmek. 2. işteş, f . Çullanmak. [DS] ağmaz, [Ar. ğamz > ağmaz
yumuşak topraklı veya çayırlık yer. 2. {ağız} Keklik ve tavukların eşinmesi için dökülen toprak ya da kum. [DS] 3. {ağız} Eşilip debelenmekten çukurla şan tozlu yer. [DS] 4. {ağız} Sıcak kum; plaj kumu. [DS] 5. {ağız} Mandanın yattığı su birikintisi. [DS] 6. {ağız} Balıkların yumurtalarım bırakmak için suyun dibinde sürtünerek açtıkları çukur. [DS] 7. {ağız} Balığın gölde yüzmek için seçtiği kısım. [DS] 8. {ağız} Balıkların yumurta dökme zamanı. [DS] 9. sf. {ağız} Eğik. [DS] S ağnak vermek, (İzi sürülen av için) gittiği yönü kay b ettirm ek için izleri k a r ış tırmak.
(agm a:z) {OsT} is.
1. Göz kırpmalar; göz yummalar. 2. Göz yumma lar; müsamahalar; hoşgörüler; kolaylık gösterme ler. ağna, [Ar. ğani > ağnâ ^ 1 ] (a g n a :) {OsT} sf. Daha zengin; çok zengin; en zengin. ağnak, [ağ-na-k] is. 1. Hayvanların yatıp yuvarlana rak sırtlarını kaşıdıkları ve parazitleri döktükleri
Deneyimsizler. 2. Şaşkınlar; aptallar; beceriksizler, ağras, [Ar. ğars > ağrâs(a g ra :s) {OsT} is. Di kili ağaçlar; dikili fidanlar, ağraz, [Ar. garaz > ağrâz jlJ-l] (ag ra:z) {OsT} is. 1. Maksatlar; niyetler. 2. Kötü ve gizli niyetler. 3. Düşmanlıklar; kinler; husumetler, fi1 ağrâz-ı nefsâniye, N efsin niyetleri. ||ağrâz-ı şahsiye-i keyfiye, İsteğe, key fe ba ğ lı k işisel a m açlar. ağreb, [Ar. ğarîb > ağreb ^jJ-\] {OsT} sf. Çok tuhaf; şaşırtıcı; acayip. S ağrebü’l-garâib, Ş a şıla ca k şey lerin en şa şıla s ı olanı. ağ rı1, [eT. âğrı-mak > ağrığ > ağrı] is. 1. Duyu sinir
U H K f f S H .1 4 6
AĞR uçlarının şiddetli uyarılmasıyla ortaya çıkan, acı dan daha sürekli, sızıdan daha şiddetli bedenî ıstı rap; acı; buruntu; kulunç. 2. Doğum öncesi duyulan ıstırap. 3. Manevi olarak duyulan üzüntü, ıstırap. S ağrı eşiği, insanın gürültüye en fa zla dayanabildiği noktadaki sesin şiddeti. ||ağrı kaybı, Ağrılara karşı duyarsızlık kazanmak. || ağrı kesen, Ağrıyı kesen (ilaç ).|| ağ rı kesici, Ağrıyı kesen, y o k eden ilaç.\\ ağ rı kesinli, Ağrının dinmesi.\\ ağrı kesilmesi, A ğ
rıyı veya acıyı duymaz olmak; ağrı veren durumun ortadan kalkmış olm ası. ||ağrısı tutm ak, 1. Doğum sancısı başlamak. 2. (Bir organda zaman zaman beliren ağrılar için) tekrar ortaya çıkmak. || ağrı sızı, Ağrım a ve sızlam a biçiminde kendini gösteren rahatsızlıklar.\\ ağrı tutm ak, Doğum öncesi sancı ları başlamak.\\ ağrıya yatm ak, {ağız} 1. Tifo has talığına tutulmak. 2. Aleyhte bulunmak; çekiştir mek; yermek. [DS]|| ağrıyı dindirmek, İlaç vererek ağrılara karşı duyarsızlaştırmak ,|| ağrıyı kesmek, İlaç vererek ağrı duyulm az hâle getirmek. ağrı2, [ağ-arı] {ağız} zf. 1. Tarafından; ... yönünden; ...-den doğru; ...ya doğru; ...-m boyunca. 2. ... -den beri; ...-den sonra; ...-den itibaren. 3. Dolayı; ötürü; dolayısıyla. [DS] ağrıcak, -ğı [ağrı-cak] {ağız} is. Gözde sürekli çapak yapan bir göz hastalığı. [DS] ağrıcaklanm ak, [ağ-rı-cak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] (Göz için) hastalanmak. [DS] ağrıcaklı, [ağ-rı-cak-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) hasta lıktan kurtulamayan; hastalıklı; ağrılı; sızılı. 2. (Hayvan için) hastalıklı. [DS] ağrık 1, [ağrı-k > ağrı-ğ / ağru-ğ > ağrı-k j > ' ] is. 1. Vücudun belli bir yerinde duyulan ağrı, sızı; sancı; yel; {ağız} (aynı). [DS] 2. Hastalık, hasta. 3. {ağız} Sürüde yürüyemeyecek ya da zor yürüyebilecek durumda olan hayvan. [DS] ağrık2, -ğı [ağ-rık / ağ-dık / ağ-duk] {ağız} sf. Düş kün; müptela. [DS] ağrık3, -ğı [ağ(ı)r-ık] sf. (Yiyecek, özellikle et için) bozulmaya, kokmaya yüz tutmuş; ağırlaşmış. ağrık4, -ğı [ağır > ağ(ı)r-ık] {ağız}] is. 1. Yolcu eşya sı; ağırlık; yük. 2. Bir yere giderken yola çıkmadan önce gönderilen eşya. 3. Göç zamanı, dönüşte alınmak üzere bir yere bırakılan eşya; ağırlık. 4. Angarya iş. 5. Manevi yük. 6. Engel; mani. [DS] ağrıklı, [ağrık-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) hastalıktan kurtulamayan; müzmin hastalığa tutulmuş; hasta lıklı; ağrılı; sızılı. 2. Sar’aya benzer bir tür hastalı ğa tutulmuş. 3. Belalı; çileli. [DS] ağrılanm a, [ağrı-la-n-ma] is. Bir yerinde ağrı, sızı belirme. ağrılanm ak, [ağrı-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Vücu dunun herhangi bir yerinde ağrı belirmek. 2. (Ha mile kadınlar için) doğum sancıları başlamak. ağrılı1, [ağrı-lı] sf. 1. (Organ için) ağrıyan, ağrımakta
olan. 2. Ağrısı, ıstırabı olan. S ağrılı nokta, İnsan
vücudunda kendiliğinden veya üzerine bastırıldığı zam an ağrıyan sınırlı bölge. Ağrılı2, [Ağrı-lı] (a ğrılı) is. Ağrı ilinden olan kişi, ağrım a, [ağrı-ma] is. 1. Ağrımak işi. 2. Vücudun herhangi bir yerinde duyulan sürekli acıma. 3. Memeli hayvanlarda kenelerle bulaşan bir asalağın alyuvarlara yerleşmesi sonucu meydana gelen ateş li hastalık; babesiyoz. S ağrım a asalakları, Sığır,
koyun ve köpek gibi hayvanlarda asalak olarak yaşayan kenelerin bulaştırdığı bir çeşit alyuvar asalağı (Babesiadae). ağrım ak, [ağrı-mak] gçsz. f. [-r] 1. Vücudun her hangi bir yerinde rahatsız edici ağrı duymak; acı mak; sancımak; sızlamak; ağrıya duçar olmak; bur mak; burulmak; sancımak; zonklamak. {eT} (aynı) [Mühennâ] 2. Hasta olmak, hastalanmak. 3. {eT} İn cinmek. [Mühennâ] 4. {ağız} (Hayvanlar için) sıca ğın etkisi ile hastalanmak. [DS] ağrınm ak, [ağrı-n-mak] dönşl. f [-ır] 1. Birinin kırıcı davranışına gücenmek; alınmak. 2. {ağız} Bir şeyden incinerek sızlanmak; yakınmak. [DS] 3. Önem vermek, ihtimam göstermek, özenmek, ağrıntı, [ağrı-ntı] {ağız} is. Yük; manevi yük. [DS] S ağrıntı olmak, {ağız} Birine y ü k olmak. [DS] agrıg, [ağrığ] {eT} is. Ağrı [Mühennâ] agrırm ak, [ağrı-r-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Üşenip ağırlaşmak. [Mühennâ] ağrısız, [ağrı-sız] sf. 1. (Ameliyat, hastalık, doğum vb. için) ağrı ve acı vermeyen. 2. mec. Dertsiz, ta sasız; sorunsuz. 3. zf. Ağrıtmadan, acıtmadan; ağrı sız olarak. ® ağrısız başına kaşbastı bağlamak, H iç yoktan kendisine problem li bir iş çıkarmak. || ağrısız baş m ezarda gerek, Yaşayan her insanın
kendine göre bir derdi vardır; dertleri ve problem leri ancak ölüm temizler.\\ ağrısız baş yastık iste mez, Problemi olmayan insan çok rahattır, uyku sunu kaçıracak herhangi bir şey yoktur. ağrışak, -ğı [agır-çak / ağırşak] is. - * ağırşak, ağrıtm a, [ağrı-t-ma] is. Ağrımasına sebep olma. ağrıtm ak 1, [ağrı-t-mak] gçl. f. [-ır] Vücudun bir parçasının ağrımasına sebep olmak, acıtmak. ağrıtm ak2, [ak > ağ-ar-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] -* ağartmak. [DS] ağribe, [Ar. ğurâb > ağribe
t] {OsT} is. 1. Karga
lar. 2. Eski Araplarda, siyahî anadan doğmuş olan koyu renkli kişilere verdikleri isim. S ağribetü’lA rap , 1. Arap kargaları. 2. Derilerinin koyuluğu
dolayısıyla Sudanlılara verilen ad. 3. Siyah Araplar. ağsak, -ğı [ak-sa-k / ağ-sa-k] {ağız} sf. -*■ aksak. [DS] ağsan1, [Ar. ğuşn > ağşân O U il] (ağsa:n) {OsT} is. Dallar. ağsan2, [Ar. ğuşn > ağşân OU^I] (ağsa;n) is. Ağaç dalları.
Ö I İ İ M lu M M
AH
• 147
ağsem, [Ar. ağşem
{OsT} is. Beyazı, siyahından
daha çok saç veya sakal, ağser, [Ar. ağser
{OsTj is. 1. Boz ve esmer renk
li, kaba tüylü kilim veya aba. 2. Kurbağa yosunu. 3. Karabatak kuşu. 4. sf. (Kişi için) aşağılık; baya ğıağsı, [ağ-sı] sf. 1. Ağ gibi örülmüş. 2. Görünümü ağa benzeyen. S ağsı oluşum, B eyin kökü n de bulunan n öron ların u zan tıların dan m eydan a gelm iş, uyanık lık, yön, a y ak -g öz h a rek et uyumu, k a s g er ilm eler i nin denetim i, solunum, k alp kasılm ası ve da m a r basın cı g ib i fon ksiy o n la rın y ö n etild iğ i sin ir ağı. || ağsı tabaka, İşe m e d e büyük r o l oynayan id ra r tor basın d aki a ğ şeklin d ek i k as dem eti. ağsılaşma, [ağ-sı-la-ş-ma] is. Bazı yapıştırıcılarda uygun bir sertleştiricinin etkisiyle meydana gelen tersinmez dönüşüm, ağşa, [Ar. ağşâ Lül] (a g şa :) {OsT} sf. 1. (Kişi için) pek baygın. 2. (Hayvan için) bedeni kara yüzü be yaz. ağşak1, -ğı [ağ-(ı)-ış-ak > ağş-alc] {ağız} 1. Herhangi bir cismin dönmesi için takılan ağırca parça; volan. 2. Ağırşak. [DS] ağşak2, -ğı [aşak /aşağı] {ağız} sf. Alçak. [DS] ağşiya, [Ar. ğışâ > ağşiye
I] {OsT} is. 1. Örtüler;
perdeler. 2. Zarlar, ağtaş, [Ar. ağtaş
{OsTj sf. 1. Karanlık. 2. Zayıf
gözlü. ağtıye, [Ar. ğıtâ > ağtıye *J^I] {OsTj is. Perdeler; ör tüler. ağu, [ağu] is. ağı. ağul1, [Kaz. avıl / avul > ağıl / ağul] {ağız} is. 1. Açık alanda yapılan ağıl; ağal. 2. Eve yakın yerde etrafı çitle çevrili sebze bahçesi. [DS] ağul2, [Far. âğfıl J y - Î ] (a .g u .l) {OsT} is. Öfkeli öfkeli göz ucuyla bakma, ağulamak, [ağu-la-mak] {ağız} g ç l . f [ - r ] [-l(u )-y or] -» ağılamak. [DS] ağıllanmak, [ağu-la-n-mak] {ağız} e d il.fi [-ır ] ağı lanmak. [DS] ağustos, [Lat. Augustus (R om a im paratoru )] is. Yılın sekizinci ayı, otuz bir gündür, fi1 ağustos böceği, 1. Z ar kan atlılard an bitkilerin b e si suyu ile beslen en , g en ellik le y a z a y la rın d a o rtay a çıkan, erk ek leri karın altların d a ki z a r la rı titreterek kulağı rahatsız e d e c e k şe k ild e cırıltı çıka ra n b ir b ö cek , (C icad a p leb e ja ). 2. m ec. G eveze, y e r li y ersiz ç o k konuşup k afa şişiren kişi. ||ağustos böcekleri, z oo l. Ağustos b ö ceğ ig iller takım ından k ıs a duyargalı, eş kanatlı, ayakları üç p a r ç a lı b ö c e k le r alttakım ı, (C icadidae).\\ ağustos cevizi, Yuvarlak, sa rı ve ince kab u k lu f a k a t y a ğ lı b ir ceviz çeşidi. ||Ağustosta suya gir se balta kesmez buz olur. T alihsizlik bildirir.
ağıış, [Far. ağuş Jiji-'] (a:g u :ş) {OsT} is. 1. Kucak. 2. m ec. Yatak. 3. Sığınılacak yer. S âgüş be âgûş, K u c a k k u ca ğ a .|| âgûşunu açm ak, Sevgiyle k a r şı lam a k; k u ca k açm ak. ağuşte, [Far. âğüşte 4x i y J ] (a .g u .şte) {OsT} sf. Bu laştırılmış; kirletilmiş. ağuz1, [ağ-uz] {ağız}] is. -* ağız. [DS] ağuz2, [ak+yüz > ağuz] {ağız} sf. Namuslu. [DS] ağva, [Ar. âğvâ I^pT] (a ;g v a :) {OsT} sf. Sapıklığa en çok düşen; en sapık, ağvas, [Ar. ğavş > âğvâş ^ly^T] (a :g v a :s) {OsT} is. Yardım için bağırmalar, ağvat, [Ar. âğvât
(a :g v a :t) {OsT} is. 1. Ayak-
yolları; tuvaletler; aptesaneler. 2. Pislikler. 3. Çu kurlar. ağyar, [Ar. gayr (diğer) > ağyar jU l] (ag y a:r) {OsTj is. 1. Başkaları. 2. Tamdık olmayanlar. 3. Rakipler. 4. Yabancılar. 5. Düşmanlar. 6. tasvf. Allah’a nis petle insanlar; Tanrı olmayanlar, ağyaz, [Ar. ğayze > ağyâz ^ U l ] (agya:z) {OsT} is. Ağaçlıklar; meşelikler, ağyed, [Ar. ağyed -uil] {OsT} sf. 1. Esner vücutlu. 2. Tembel; uyuşuk; uykucu, ağyer, [Ar. gayret > ağyer j^l] {OsT} sf. Daha gay retli; pek gayretli; çok gayretli, ağza, -a ’i [Ar. ğazâ > ağza 5 >\y-\] (a ğ z a :) {OsT} is. Düşmanla savaşmalar; gazalar, ağzeb, [Ar. ğazab > ağzeb ı_~^pt] {OsT} sf. Pek öfke li; aşırı gazaplı, ağzef, [Ar. ağzef ^ ü l ] {OsT} sf. (Hayvan için) uzun ve sarkık kulaklı, ağzel, [Ar. gazel > ağzel J - ^ '] {OsT} sf. 1. Pek âşı kane. 2. is. En şiddetli sıtma, ağziye, [Ar. ğızâ > ağziye 4jİpI] {OsT} is. Yenip içi lecek şeyler; gıdalar. ah 1, [ah (yans.)] is. Öksürme, balgam çıkarmayı an latan kök. a h -ır-ak -lı (öksürüklü, balgam lı), ahm uk (balgam ). ah", [ah (yans.)] is. Derinden bir soluk verme eylemi ile birlikte pişmanlık, beğenmeme, yakınma vb. duygulan ifade eden kök. ah-la-m ak. ah3, [ah] (a :h ) is. İlenme, beddua, kötü dilek. S1 aha gelmek, B ed d u ay a u ğram ak.|| ah alm ak, B iri tara fın d a n bed d u a edilmek.\\ ah etmek, B ed d u a etm ek, ilenmek.\\ ahi göklere çıkm ak, Yakınm aları son sın ırın a gelmek.\\ ahi kalm ak, B irinin üzerine kötiı d ile k veya b ed d u a d a bulunmak.\\ ahi (yerde) kal m am ak, B ed d u a edilen, ilenilen birin e istenilen kötü lü k g elm iş olmak.\\ ahi k âr etmemek, D ert
Ö IÜ M Iİİ IC E M .1 4 8
AH lenmesi, şikây eti ve bed d u a sı b ir türlü y erin e g elm em ek. || ahım şahım, (K işi veya n esn eler için, olumsuz an latım larda) b e ğ e n ile c e k b ir yan ı o lm a yan ; orta h â ili; şö y le böyle.\\ ahım alm ak, Birinin beddu asın a uğram ak. || ahini çekmek, B ed d u a ed i le c e k b ir hatan ın karşılığ ın ı g ö rm ek ; aldığı bed d u anın b ed eli o la c a k kötü lü klere uğram ak. || ahi tut mak, B ed d u a eden birisinin dileğin in y erin e gelm iş olm ası. ah4, [ah] (a :h ) ünl. 1. Kendi başına anlamı bulun mamakla beraber kullanıldığı yere ve sesin taşıdığı tona göre; acı, özlem, beğenme, hayret, korku, beddua, üzüntü, dert, keder duygularım ifade eden edat. 2. Feryat; inilti. S ah çekmek, D erin b ir k e derin veya özlem in etkisi ile derin b ir n efes eşliğ in d e “A h!" sesin i çıkarmak.\\ Ah deme, ağyar duyar da “ O h!” der, Olumsuz bir olay k arşısın d a yan ıp yakılm an ın y a ra rı olmamak.\\ ah etmek, F e ry a t etm ek, iç çekm ek. || Ahi gitmiş, vahi kalmış. E sk i den gü zel v e ç ek ici olan birinin bu özelliklerin i y i tirdiğinin ifadesi. || ah ile, vah ile, Ş ikayet ve dert len m elerle. ah5, [Ar. ah
T] (a :h ) {OsT} is. 1. Erkek kardeş. 2.
Arkadaş; dost. S ah bi’l-libân, Süt kardeşi.\\ ah lieb, B a b a b ir an a ayrı k a r d eş.|| ah li-ebeveyn, Ana b a b a b ir kardeş. ah6, [Far. âh ^T] (a:h) (OsT) ünl. Aferin. ah7, [ak > ah] {eAT} sf. Ak; beyaz. aha1, [aha] ( a ’ha) {ağız} e. 1. “işte orada!” anlamında halk arasında gösterme edatı; işte {eAT} (aynı). [DS] 2. ünl. Hayret; korku; kızgınlık; alay; sevinç vb. bildirir. 3. {ağız} Evet. [DS] aha2, [Ar. âhâ U-T] (a :h a :) {OsT} is. 1. Kardeş. 2. Dost. ahab, -bbı [Ar. ahabb
{OsT} sf. Daha çok sevi
len, en çok sevilen; pek sevilen, ahabir, [Ar. haber > ahbâr (h a b erler) > ahâbir y . ^ ] (a h a:b ir) {OsT) is. Haberler; rivayetler. Ahabiş, [Ar. ahbeş > ahâbiş ^ U -l] (a h a :b iş) {OsT} sf. Habeşistanlı; Habeşistanlılar, ahacık, [aha-cık] ( a h a ’cık) e. “İşte, hemen oracıkta!” anlamında gösterme edatı. ahad1, [Ar. ehâd > âhâd jL^T] (a :h a :d ) {OsT} is. 1. Birler. 2. Fertler, halktan olan kişiler, sade vatan daş. 3. mat. Birden dokuza kadar olan sayılar. S âhâd hânesi, {OsT} B ir le r b a sa m a ğ ı.|| âhâd-ı nâs, {OsT} H alk ta b a k a sı; avam . ahad2, [Ar. ehad j^I] {OsT} is. 1. Bir; tek. 2. Fert; ki şi; birey. 3. mat. Birler hanesi. S alıadü-hüma, {OsT} İkiden biri.|| ahadü’l-ahadeyn, {OsT} E şsiz; ben zersiz; em salsiz. ahad3, [Ar. ahad -^1] {ağız} is. Pazar günü. [DS]
ahad4, -ddı [Ar. hadd > ahadd -^-1] {OsT} sf. Daha keskin; pek keskin; çok keskin, ahadid, [Ar. ühdüd > ahâdıd Jj.iU-T] (a :h a :d i:d ) {OsT} is. Vücutta kalan sopa veya kamçı izleri, ahadis, [Ar. hadis > ehâdîs ^ .j'j-1] (a h a :d i:s) {OsT} is. Hadisler. 0 ahâdis-i nebeviye, {OsT} isi. Hz. M u ham m ed’in sözleri. ahadiyet, [Ar. ehâdiyyet oj.:U I] {OsT} is. 1. Birlik, teklik anlamında sadece Allah’ın (sıfat) isimlerin den. 2. isi. Güvenilir birçok kişi tarafından değil de yalnız bir tek kişinin naklettiği hadisin durumu, ahaf, -ffı [Ar. hafif > ehaff ^M-\] {OsT} sf. Daha hafif; en hafif; pek hafif, ahail, [Ar. ahâil Js^-I] (a h a .il) {OsT} is. İri yapılı ve kibirli kişiler. ahak, -kkı [Ar. halçk > ehaldç js-l] {OsT} sf. 1. En haklı; daha çok haklı; pek haklı. 2. En fazla yetki verilmiş bulunan, ahal, -li [Far. âhâl JU-T] (a :h a :l) {OsT} is. Bir işe yaramadığı için atılacak olan şey; çerçöp. ahali1, [Ar. ehl (m ensup) > ehâll J U l ] (a h a :li:J {OsT} is. 1. Bir ülkedeki, şehirdeki insanlar; ortak özellik leri yalnız bir yerde oturmak veya bulunmak olan insan topluluğu. 2. Bir yerde toplanmış insan gru bu; kalabalık. 3. Uyruk. 4. Cemaat. ahali2, [Ar. ehil > ehâlî J'-* !] (a h a :li:) {OsT} sf. İyi bilenler; uzmanlar; eksperler. a h a r1, [eT. akur] {ağız} is. 1. Çay; dere; akarsu. 2. Hayvanların su içtiği ağaç, taş ya da beton yalak; çeşme yalağı. 3. Hayvan barınağı; ahır; tavla. 4. Hayvan yemliği. 5. Tahta dibek. [DS] ah ar2, [Ar. ahar >-T] (a .h a r) {OsT) sf. 1. Başka; di ğer.
2. İkinci; başkası.
ah ar3, -rrı [Ar. harâret > aharr j^t] {OsT} sf. Daha sı cak; çok sıcak; en sıcak. ah ar4, [Far. âhâr jUT / jl^T] (a h a ;r) {OsT} is. 1. Hat tatların kâğıdın yüzeyini kayganlaştırmak için kul landıkları yumurta ve nişasta karışımı cila maddesi. 2. Kahvaltı. 3. Bir tür çelik, ah arlam a, [ahar-la-ma] (a h a :rla m a ) is. Pürüzlü bir kâğıt üzerine ahar sürerek parlatma işi. aharlam ak, [ahar-la-malc] (a h a :ıia m a k ) g ç l . f [-l(ı)y o r ] Yıpranmış veya yüzeyi pürüzlü bir kâğıdı yazı yazılabilecek hâle getirmek için ahar sürerek par latmak, kalemin kaymasını sağlamak üzere cilala mak. ah arh , [ahar-lı] (a h a :rlı) sf. (Kâğıt için) ahar sürerek parlatılmış. ah as1, -ssı [Ar. haşş > ehaşş
{OsT} sf. 1,
AHÇ
01M « { î S I l ı I . 1 4 9 Daha özel; en özel; pek özel. 2. Daha yakın; en ya kın; pek yakın. 3. zf. Başlıca; belli başlı. ahas2, -ssı [Ar. hasis > ehass ^-=-1] {OsT} sf. 1. Daha cimri; en cimri; pek cimri. 2. (Kişi için) daha baya ğı; en bayağı. ahasını, [ak-mak > ah-a-s-ı-n-ı
{eAT'} zf. Nasıl
akacağını. ahasif, [Ar. ehâsıf
ahbari, [Ar. ahbâr > ahbârî lSjM-'] (a h b a :ri:) {OsT} sf. 1. Haber verici; rivayetçi. 2. Tarihçi, ahbas, [Ar. habs > ahbâs
(a h b a :s) {OsT} is. 1.
Hapishaneler; zindanlar. 2. Su bentleri. 3. Su bent lerinin oluşturduğu havuzlar. 4. Herhangi bir koşu la bağlı olmaksızın vakfedilen araziler, binalar vb. ahbaz, [Ar. hubuz (ekm ek) > ahbâz jM -'] (a h b a :z )
(a h a :si:f) {OsT} is. Top
rağı taşsız, yumuşak ve kumlu olan yerler,
{OsT} is. Ekmekler. ahbel1, [Ar. ahbel J ^ l ] {OsT} is. Böğrülce tanesi.
ahasin, [Ar. ahsen (ç o k güzel) > ehâsin *>»1^1] ( a h i sin) {OsT} sf. Çok güzel olan (şeyler), ahat, [Ar. 'ahd] {ağız} is. Çoğu zaman kendi kendine verilen söz. [DS] ahavat, [Ar. uht > ahavât olji-l] (alıava:t) {OsT} is.
ahbel2, [Ar. ahbel J —-I] {OsT} sf. Deli; kaçık; divane, ahben, [Ar. ahben ^ 1 ] {OsT} sf. Kamına su toplanan kimse. ahbes, [Ar. habîş > ahbeş c-^1] {OsT} is. Çok kötü;
en kötü; mundar, 1. Kız kardeşler. 2. Bayan arkadaşlar. 3. m ec. Bir ahbeseyn, [Ar. ahbes > ahbeseyn j ^ ~ '] {OsT} is. birine benzeyen şeyler. S ahavât-ı Hud, isi. H ııd Çok kötü olan iki şey. S u resi ve benzerleri. {OsT}
Ahbeş, [Ar. habeş > ahbeş J^=~\] {OsT} is. Habeş;
(a h a :v i:) {OsT} sf. 1.
Habeşistanlı. ahbın, [Erme, ağb(in)] {ağız} is. Gübre. [DS] S ahbın tarla, {ağız}l. G übrelenm iş tarla. 2. T oprağı kuvvetli tarla. [DS]
ahaveyn, [Ar. aha (kardeş) > ehaveyn is. İki kardeş. ahavi, [Ar. ahi > ahâvı
Kardeşe; kardeş gibi. 2. Ahilik örgütüne ilişkin, ahaz, -zzı [Ar. ahaz Jü-I] {OsT} sf. Daha mutlu; en mutlu; pek mutlu, ahba, [Ar. haba1 > ahbâ1 Ls~l] (a h b a :) {OsT} is. Saray adamları. ahbab, [Ar. habıb > ahbâb oL ^ I] (a h b a :b ) {OsT} is. -*■ ahbap. ahbap, -bı [Ar. habıb (dost) > ahbâb (dostlar) u U I ] is. (T ü rkçe'de teklik o la r a k kullanılır.) 1. Bildik; tanıdık; dost; arkadaş. 2. sf. Senli benli. 3. ünl. Ta nıdık olmayan birisine seslenmek, onun dikkatini çekmek için kullanılan seslenme sözü. S ahbap çavuşlar, H er zam an ve h e r y e r d e birlikte bulu nan lar.|| ahbap olmak, B ir kim sey le dost, a rk a d a ş olm ak.
ahbiye, [Ar. hıbâ > ahbiye -u^ı] {OsT} is. Kıl bedevi çadırı. ahbun, [Erme, ağb(m)] {ağız} is. -* ahbm. [DS] ahbunlam ak, [ahbun-la-mak] {ağız} gçl. f. [ - r ] [l(u )-yor] Toprağı gübrelemek; gübre dökmek. [DS] ahbunluk, -ğu [ahbun-luk] is. Gübre konulan yer; gübrelik. ahcal, -li [Ar. hacl > ahcâl JU ^ I] {OsT} is. 1. Topuklar. 2. Zincirler, ah car, [Ar. hacer (taş) > ahcâr
(a h ca .r) {OsT}
is. Taşlar. ahcen, [Ar. ahcen ahceste, [Far. ahceste
{OsT} sf. (Saç için) kıvırcık, {OsT} is. Kapı eşiği,
ahbapça, [ahbap-ça] zf. Samimi bir şekilde, dostça,
ahciyh, [Erme, ağçig (kız)] {eAT} - * ahçik.
ahbaplık, -ğı [ahbap-lık] is. Dost, arkadaş olma du rumu; dostluk; arkadaşlık, fi1 ahbaplık etmek, A r k a d a şlık etm ek; şundan bundan konuşm ak.
ahça, [ak-ça] {eAT} sf. 1. Beyazımtırak; akça. 2. gen ş. Para.
ah b ar1, [Ar. haber > ahbâr jM -'] (a h b a :r) {OsT} is. 1. Haberler, bilgiler. 2. Hikâyeler, rivayetler. 3. Tarih ler. 4. İyilikler. 5. Yazı mürekkepleri. ahbar2, [Ar. hibr (bilm ek) > ahbâr jl^ l] (a h b a ır) {OsT} is. 1. Bilginler; alimler. 2. Yahd. Tevrat hü kümlerine uygun biçimde içtihatta bulunan Yahudi bilginlerine verilen ad. ahbar3, [Erme, eğpayr] is. 1. Erkek kardeş. 2. ünl. Ermeni erkeklerden söz ederken ya da onlara ses lenirken söylenir. 3. {ağız} Orta yaşlı kimse ile alay etmek için söylenen söz. [DS]
ahçı1, [aş-çı > ah-çı] is. Yemek pişirme ve yapmayı meslek edinmiş olan kimse. S ahçı başı, M utfak ş e fi.|| ahçı dükkânı, M utfağında tek kişinin g ö r e v ald ığ ı küçü k lokanta.\\ ahçı güzeli, Y em eklerin üze rin e dökü len kızdırılm ış kırm ızı b ib e r ve s a lç a lı y a ğ ; 505.11 ahçı yam ağı, Y iyecek ayıklam a, tem iz lem e ve bu laşık y ık a m a g ib i işlerd e aşçıbaşın ın yardım cısı. ahçı2, [ah-çı] {ağız} is. Çoğu zaman yanık yanık ah çeken kimse. [DS] ahçılık, -ğı [a(ş)-çı-lık] is. Yemek yapma işi ve mes leği.
Ö IİH IIÖ H IICE SOZlıİİli.
AHÇ ahçik, [Erme, ağçilc] is. 1. Ermeni kızı. 2. argo. Yabancı kadın, kız; bayan turist. ahd1, [Ar. ‘ahd (yazılı sa y fa ; verilen söz) j**] {OsT} is. - * ahit, t? ahd bağlam ak, {eAT} Söz verm ek; an tlaşm ak; sözleşmek.\\ ahd eylemek, {eAT} Söz leşm ek ; antlaşmak.\\ ahdi sımak, {eAT} A nlaşm ayı bozm ak. || ahd ü peymân, {OsTf S özleşm e; a n tlaş m a; m ukavele. ahd2, [Ar. ‘ahd j^p] {OsT} is. Devir; zaman. S ahd-i
ahdetme, [Ar. ‘ahd+ T. et-me
( a ’hdetm e) b.
is. Ahdetmek işi; söz vermiş olma, ahdetmek, [Ar. ‘ahd+ T. et-mek iİUsjIJljp] ( a ’hdetm ek) gçsz. b . f . [(-d )-er ] 1. Kararlaştırıp kendi ken dine söz vermiş olmak. 2. Sözünü tutacağına dair Allah’a yemin etmek. 3. Sözleşmek; antlaşmak. 4. (Kızı için) kocaya vermek; evlendirmek, ahdî, [Ar. ‘ahd > ‘ahdî ıs-i**] (ah d i:) {OsT} sf. Sözleş
meye dayanan. evvel, İlk Ç ağ. || ahd-i kadîm, {OsT} E sk i zam an. || Ahdiatik, [Ar. ‘ahd-i atîk (eski sözleşm e)] (ah d iati.k) ahd-i karîb, {OsT} Yakın zam an. {OsT} is. 1. Hristiyanlarm Kitab-ı Mukaddes’inde ahda1, -a ’ı [Ar. ahda' {OsT} sf. Daha alçak İsa’dan önceki zamanlara ilişkin İbranice veya gönüllü; en alçak gönüllü. Aramice kitaplar. 2. Tevrat. ahda2, -a ’ı [Ar. hud'a > ahda' {OsT} sf. 1. En Ahdicedit, [Ar. ‘ahd-i cedît (yeni sözleşm e)] (ahdi aldatıcı; çok aldatıcı. 2. is. anat. İnsanın ensesine c e d ir ) {OsT} is. Flristiyanlarm Kitab-ı Mukadde yakın iki damar, s ’inde İsa’nın zamanına ve daha sonrasına ilişkin ahdak, [Ar. hadeka > ahdâk {OsT} is. Göz be kısımlar; İncil, bekleri. ahdname, [Ar. ‘ahd + Far. -nâme (ah d n a:ahdan, [Ar. hadin / hadîn > ahdân
(ahda;n )
m e) {OsT} is. İmparatorluk döneminde, yabancı bir devlet ile yapılan sözleşmenin yazılı örneği,
ahdar, [Ar. hazar (yeşil oluş) > ahdar jUü-l] {OsT} sf.
ahe, [Ar. âhî (kardeşim ) / eT. akı (cöm ert)] {eAT} is. Sevilen kimse; dost; {ağız} (aynı). [DS]
{OsT} is. Dert ortakları; dostlar; yoldaşlar, Yemyeşil. ahdariyet, [Ar. ahzar> ahdariyyet cojU ü-l] {OsT} is.
ahek, [Far. âhek dUT] (a :h ek ) {OsT} is. Kireç. S
âhek-i siyah, {OsT} D ayan ıklı b ir tür çimento.\\ Yeşil olma durumu; yeşillik, âhek-i tefte, {OsT} Sönm em iş kireç. ahdarm ak, [aktar-mak / ahtar-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] ahen, [Far. âhen ^ T ] (a ;h en ) {OsT} is. 1. Demir. 2. 1. Devşirmek; toplamak. 2. Karıştırmak; altüst et mek; çevirmek. 3. Dolu olan bir şeyi boşaltmak. 4. Kılıç, kama gibi silahlar. 3. Zincir. 4. sf. m ec. Sert; Baştan sonuna kadar okuyup bitirmek; hatmetmek. katı; merhametsiz. S âhen-âşiyân, {OsTf D ikiş 5. Aramak; araştırmak; soruşturmak. 6. Arayıp yüksüğü.|| âhen-be, {OsT} Ç ulhaların d o k u y a ca k la bulmak. 7. Çağırmak. 8. Tarlayı ikinci kez sürmek; rı bezin iki y a n ın a k oydu kları dem irli a ğ a ç. ||âhenaktarmak. [DS] ce, {OsT} D oku m acıların buruşm ayı ö n lem ek için d o ku y aca kla rı bezin iki tarafın a koydu kları dem irli ahdas, [Ar. hadeş > ahdâs (a h d a:s) {OsT} is. a ğ a ç .|| âhen-câm e, {OsTf 1. D em ir e lb is e ; zırh. 2. 1. Yeni meydana gelen olaylar. 2. m ec. Talih deği Sandıklara, fıç ıla r a takılan dem ir çember.\\ âhenşimleri. 3. Fenalıklar; belalar; musibetler. 4. Genç cân, {OsT} 1. D em ir canlı. 2. m ec. S a b ırlı; taham ler. m üllü; cefa k eş. 3. Katıyiirekli.\\ âhen-çflb, {OsTf 1. ahdeb1, [Ar. ahdeb {OsT} sf. 1. Kambur. 2. D em ir çu bu k; şiş. 2. Kepçe.\\ ahen-dest, {OsT} 1. mec. Şaşırtıcı; zor; müşkül. D em ir elli. 2. E li d em ir g ib i kuvvetli. || âhen-desahdeb2, [Ar. ahdeb {OsT} s f (Kişi için) baş tâne, {OsT} E li dem ir g ib i o la n a y a k ışırca sın a .|[ âhen-dîg, {OsT} D em ir kazan .|| âhen-dil, {OsT} 1. kalarının düşüncesine hiç değer vermeyen, uzun D em ir y ü rek li; k ah ram an ; cesur. 2. A cım asız; m er boylu ve ahmak, ham etsizdi âhen-ger, {OsT} D em irci.|| âhen-geri, ahdebiyet, [Ar. ahdebiyyet {Os T} is. Kam {OsT} Demircilik.\\ âhen-hâ, {OsT} G em i azıya alan burluk. sert ba şlı a t.|| âhen-hây, {OsT} G em i azıya alan aliden, [Ar. ‘ahd > ‘ahden fj^t] ( a ’hden) {OsT} zf. sert b a şlı a t.|| âhen-i cüft, {OsT} S aban dem iri.|| âhen-i gâv, {OsTf S aban dem iri.|| âhen-i nerm, Sözleşerek; taahhüt ederek. {OsT} Yumuşak dem ir. \\ âhen-i sebz, {OsT} İyi işle ahder1, [Ar. ahder {OsT} sf. Şaşı. n ebilen ç e l i k || âhen-i serd, {OsT} 1. S oğ u k dem ir. ahder2, [Far. ahder {OsT} is. Kardeş çocuğu; 2. m ec. İn safsız kalp. || âhen-i ter, {OsT} İyi işlen e yeğen. bilen ç elik .|| âhen-keş, {OsT} 1. D em ir çeken . 2. M ıknatıs.|| âhen-pâre, {OsT} D em ir parçası.\\ alıderiy, - y y j [Ar. ahderiyy {OsT} is. zool. âhen-pâye, {OsT} D em ir a y ak lı.|| âhen-püş, {OsT} Yaban eşeği.
AHF
■ H IK E SOR. m
D em ir kuşanm ış; zırh giymiş.\\ âlıen-reg, { OsT} 1. ahenkleştirme, [ahenk-le-ş-tir-me] (a ;h e;n k leştirm e) D em ir d a m a rlı; sa ğ la m ; dayanıklı. 2. K uvvetli at. || is. Ahenkli hâle getirme, âhen-rübâ, {OsT} Mıknatıs.\\ âhen-sâ, {OsT} 1. ahenkleştirmek, [ahenk-le-ş-tir-mek] ( a h e n k le ş tir E ğ e ; b ileğ i taşı. 2. Törpü.|| âhen-sây, {OsT} -*■ am ek) g ç l . f [-ir ] Uyum sağlar hâle getirmek, hen-sa. ahenkli, [ahenk-li] (a:hen kli) sf. Uyum içinde bulu nan; uygun, denk düşmüş, ahene, [Far. âhen > âhene
S
âheng-dâr, {OsT} Uyumlu; düzenli; ahenkli. || âheng-i esvât, {OsT} dbl. Ünlü uyumu.\\ âheng-i ezelî, {OsT} fe l. Ö ncel düzen .|| âheng-i savâit, {OsT} dbl. S esli uyumu.\\ âheng-i selâset, {OsT} ed. Akıcılık. || aheng-i taklidî, {OsT} dbl. Yansım alı söz cü k ler; onom atopi.
ahenklilik, -ği [ahenk-li-lik] (a:hen klilik) is. Uyum ve denge içinde bulunma durumu, ahenksiz, [ahenk-siz] (a:hen ksiz) sf. Uyum içinde bulunmayan; uygunsuz, denk düşmemiş, ahenksizlik, -ği [ahenk-siz-lik] (a:hen ksizlik) is. Uyumlu olmama durumu; düzensizlik; karmaşa, ahenktar, [Far. âheng-dâr
(a :h en kta :r) {OsT}
sf. Ahenk bulunan, ahenkli; uyumlu,
(a :h en g er) {OsT} is.
aher, [Ar. uhur (diğer) > âher > - T] (a ;h er) {OsT} sf.
ahenî, [Far. âhen > âhenî ^ T ] (a :h en i:) {OsT} sf. 1.
Başka; diğer; gayrı. S âherü’n-nehr, g ö k b. G ö k yüzünün gün ey yarım kü resin de y e r a la n en -N ehr adlı burcun en p a r la k yıld ızı; A chern ar.
ahenger, [Far. âhen-ger Demirci.
Demirden yapılmış. 2. m ec. Sert; katı. ahenîn, [Far. âhenî > âhenîn j^»T] (a ;h en i;n ) {OsT} sf. 1. Demirden yapılmış. 2. Demir gibi; sert; katı; sağlam. 0 âhenîn-cân, {OsT} K atı y ü rek li; m erham etsiz.||âhenîn-ciğer, {OsT} 1. D ayanıklı. 2. C esur.|| âhenîn-dîl, {OsT} 1. D em ir y ü rek li; cesu r; kahram an . 2. K atı y ü rek li; merhametsiz.\\ âhenînduş, {OsT} K uvvetli; m etin.|| âhenîn-kâbâ, {OsT} D em ir cü p p e; zırh. ||âhenîn-kem er, {OsT} 1. Sütun. 2. Canı p e k yiğ it; cen gâver. || âhenîn-reg, {OsT} B aşı s e rt at. ahenk, -gi [Far. âheng
(a. hen g) is. 1. Uyum. 2.
Seslerin uyumu. 3. Birbiri ardına gelen kelimelerin sesçe uyumu. 4. Aynı anda duyulan seslerin bağ daştırılması sistemi; uyum; armoni; akort. 5. Bir bütünün parçaları arasındaki uyum. 6. Duygular arasındaki uyumun verdiği rahatlama. 7. Müzikli toplantı, eğlence. 8. ed. Şiir veya düz yazıda, söz cük ve sözcük öbeklerinin ses ve yapı benzemesin den doğan güzellik. 9. fe l. Evrende görülen düzen. 10. mim. Bir eserin boyutları ile diğer öğeleri ara sındaki uyum. 11. müz. Sazların ve sesin belli bir şekilde düzenlenmesi. 12. müz. Bir parçadaki nota lar arasındaki armoni. S ahenge uymak, A lışm ak; katılm ak; in tibak etm ek. ||ahengi bozulmak, D irli ğ i düzeni kalm am ak, huzursuz olm ak. || ahengini bozmak, Huzurunu bozm ak, rahatın ı kaçırmak\\ ahenk etmek, Sazlı sözlü, içkili e ğ len c e tertiple m ek,|| ahenk eylemek, Sazlı sözlü, içkili eğ len ce tertiplem ek.^ ahenk kaidesi, dbl. Ünlü uyumu.\\ ahenk katm ak, B ir toplantının sıkıcılığ ın ı g id er mek, neşelendirmek.\\ ahenk kurm ak, Uyuşmak, anlaşmak.\\ ahenk sağlam ak, D üzene sokm ak, b ir lik sağlamak.\\ ahenk tahtası, müz. T elli sa z la rd a tellerin üstüne g erild iğ i k a p a k tahtası. || ahenk ye ri, {ağız} Oyun yeri. [DS]
aheste, [Far. aheste 4x~*T] (a :h este) {OsT} is. 1. Y a vaş, 2. Sakin, durgun. 3. Yumuşak, mülayim. 4. (Ses için) alçak; hafif. 5. müz. Bir müzik parçasının yavaş çalınması ve söylenmesi. 6. zf. Ağır ağır, ya vaşça. S aheste aheste, 1. A ğır ağır, sakin sakin. 2. A zar azar, ted rici o la ra k. || aheste beste, alay. K ırıla döküle, nazlı nazlı.|| âheste-rây (rey), {OsT} Yargısında itidalli; g ö rü şlerin d e m utedil olan h a kim. || âheste-rev, Yavaş yiirüyen.\\ âheste-suhân, {OsT} A lça k s e s le ; y a v a ş y a v a ş konuşan. ahestegî, [Far. âheste-gı
(a :h es teg i;) {OsT}
is. 1. Yavaşlık. 2. Durgunluk; sakinlik. 3. Yumu şaklık; mülayimlik. 4. (Ses için) hafiflik; tatlılık, ahfa, [Ar. hafi > ahfâ <_yü-T] (a h fa :) {OsT} sf. En gizli; pek gizli; çok gizli, ahfad, [Ar. hafîd > ahfâd
(a h fa :d ) {OsT} is. -*
ahfat. ahfas, [Ar. hıfs > ahfas oUs-l] (a h fa ;s) {OsT} is. İş kembeler. ahfat, -di [Ar. hafîd > ahfâd
(a h fa ;t) {OsT} is.
1. Torunlar; oğul oğulları; çocukların çocukları. 2. Gelecek nesiller. 3. m ec. Yardımcılar, hizmetçiler. ahfaz1, [Ar. hıfz > ahfaz
{OsT} sf. 1. Kuvvetli
hafız. 2. Kur’an-ı Kerim’i en güçlü bir şekilde ez berleyen. ahfaz2, [Ar. ahfaz
{OsT} sf. 1. (Y er için) alçak
ve çukur. 2. m ec. (Kişi için) alçak gönüllü, ahfeş, [Ar. hafeş > ahfeş
{OsT} is. 1. Gözleri
doğuştan küçük olduğu için iyi göremeyen kimse. 2. Yalnız gece görebilen. S Ahfeş’in keçisi gibi başını sallam ak, H er f ik r i k a b u l ed ip düşünm eden, yoru m lam adan k ab u l etm ek; din lem ediğ i h â ld e mu
O T Ü M T !« f S İ M . , «
AHF
hatabın ı dinliyorm uş veya anlıyorm ıtş görünüm ü verm ek. ahflye, [Ar. hıfa > ahfıye -uü-l] {OsT} is. 1. Gizli şey ler. 2. bot. Ağaçların çiçek tomurcuklarım örten dış kabuklar. ahger, [Far. ahger
1] {OsT} is. 1. Kor hâline gel
miş ateş; ateş közü. 2. m ec. Aşkın yakıcı sıcaklığı. S ahger-i süzân, {OsT} Yakan k o r ; y a k ıcı köz. ahgiil, [Far. ahgül
{OsT} is. Arpa ve buğday
başaklarının üst kısmı; başak kılçığı. ahi1, [ahi / akı] {eT} sf. Cömert. [Yüknekî] ahi2, [Ar. âhı (kardeşim ) ^ T ] {OsT} is. 1. Arkadaş; dost. 2. Cömert; yiğit. 3. {eAT} Bir kimsenin sevdi ği; en yakını.
ahırlatm ak, [ahır-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] {ağız} Playvanı ahıra alıştırmak. [DS] ahırm ak, [ak (yans.) > ah-ır-mak
1] {eAT} gçsz.
f. [-u r] Tükürmek; tükürük atmak. Ahıska gülü, is. fo lk . Kars’ta tek ya da çift olarak bayanlar tarafından oynanan halk oyunu. ahıtmak, [ağ-ıt-mak > ah-ıt-mak J * - ^ l ] {eT} {eAT} gçsz. f. [-u r] Akıtmak. [EUTS] ahi, [eT. akı (cöm ert) / Ar. âhı (kardeşim )
> ahi]
{OsT} is. 1. Bir kimsenin en çok sevdiği yakım; ar kadaş; dost. 2. Cömert. 3. Yiğit. 4. Ahilik ocağın dan olan kimse, ahibba, [Ar. habîb > ahibba L^l] (a h ib b a :) {OsT} is. 1. Sevgililer. 2. Dostlar; tanıdıklar.
ahi3, [eT. akı > ahi] {eAT} is. On dört ve on beşinci yüzyıllarda Anadolu’da yaygın bir sosyal güvenlik kurumu olan Ahilik ocağından olan kimse. S> ahi baba, E s n a f lon caların ın b a şın d a bulunan kim se.
ahid, [Ar. ‘ahd J ^ ] {OsT} is. -*■ ahit. S ahd bağ
ahi4, [ahi] {eAT} {OsT} e. 1. Kuvvetlendirme edatı. 2. {ağız} ünl. Oh olsun. [DS] 3. {OsT} Oysa ki.
ahidname, [Ar. Cahd+Far. nâme
ahıcı, [ak-mak > ahıcı Lf^ l ] {eAT} sf. Akıcı; seyyal.
ahiha, [Ar. âhıha
ahıl, [Ar. âhil (yerleşik)] {ağız} sf. Görmüş geçirmiş, yaşlı kimse. [DS] ahılgan, [? ahılgan] is. Arıların, kavak ve kızıl ağaç gibi bitkilerin taze tomurcuklarından toplayarak kovan içindeki çatlaklan, delikleri kapatmak ve petekleri kovana tespit etmekte kullandıkları reçi neli ve zamklı madde; pirebolu.
lam ak, {eAT} Söz vermek.\\ ahid-şiken, {OsT} Söz leşm eyi b o z an .|| ahd ü peymân, {OsT} Söz ve y e min]] ahd ü vefâ, {OsT} Söz ve vefa. {OsT} is.
Sözleşme. ] (a h i:h a ) {OsT} is. Bulamaç
yemeği. ahihte, [Far. âhıhte
(a :h i:h te) {OsT} sf. (Kılıç
için) kınından sıyrılmış; çekilmiş, ahikka, [Ar. hakik > ahikkâ U^l] (a h ik ka :, h kalın
söylen ir) {OsT} sf. Daha çok yetkili; en yetkili, ahilenmek, [ahi-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] Ahi gibi davranmak; ahilik etmek, ahilik, [ahl-lık / akı-lık J ^ - l ] {eT} {eAT} is. Cömert ahilik, -ği [ahi-lik] is. 1, On beş ve on altıncı yüzyıl lik. [Yüknekî] larda, esnaf ve sanatkârların kendi aralarında ku ahımsa, [Sansk. ahımsa] is. 1. Şiddete başvurmama. rumlaşarak oluşturdukları bir sosyal güvenlik örgü 2. Zarar vermeme. 3. Hint dinlerinde saldırmazlık tü. 2. Ahi olma durumu ve niteliği. 3. s f Cömertlik, prensibine dayanan ahlak ve siyasi davranış, yiğitlik. ahır, [Far. âhür / e T ak-ur j^-T] is. 1. Büyükbaş hay ahilla, [Ar. halıl > ahillâ ^-1] (a h illâ:, h kalın sö y vanların kapatıldığı, barındığı yer; dam; arkaç; çiten; gelembe. 2. m ec. Kirli, bakımsız, dağınık veya çok gürültülü yer. 3. {eT} Yemlik. [MühennâjS1 ahır ak tarm ası, Tarlanın ilk b a h a rd a ilk d e fa sürülm e si. || ahıra çekmek, H ayvanları a h ır a kapam ak. || ah ıra çevirm ek, m ec. Bakım sız, p is ve d ağ ın ık h â le g etirm ek .|| ahıra gelmek, Alışmak.\\ ahır ev, {ağız} K öy ev lerin d e a h ıra bitişik olan oda. [DS] ahırlam a, [ahır-la-ma] is. Ahırlamak işi; hayvanlan ahıra kapatma işi. ahırlam ak, [ahır-la-mak] gçsz. f. [-r ] 1. (Hayvanlar için) ahırda kapalı kalmak; bir süre ahırda tutul mak. 2. Ahırda uzun süre kapalı kalma yüzünden hamlamak; zayıflamak. 3. {ağız} (Hayvan için) ahı ra alışmak. [DS] ahırlanm ak, [ahır-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] {ağız} Ev cilleşmek. [DS]
lenir) {OsT} is. Sadık dostlar; candan arkadaşlar, ahille, [Ar. halıl > ahille 4UI] {OsT} is. 1. Çuvaldızlar. 2. Şişler. a h ir1, [Ar. uhur (geri) > ahir ^ 1 ] (ah i:r) {OsT} sf. 1. En sondaki, en sonuncu. 2. huk. Başkasının nikâh lısı ile cinsel ilişkide bulunan. ahir2, [Ar. uhur (geri) > âhir ^-T] (a.h ir) {OsT} sf. 1. Son; sondaki; en sondaki. 2. Allah’ın sıfatlanndan biri. 3. zf. Sonunda, nihayet, hasılı. S ahir güz, K asım ayı.|| âlıir-i çarşam ba, {OsT} S e fe r ayının son ç a rşa m b a sı.||âhir-i k âr, {OsT} 1. Son u ç; se m e r e ; m eyve. 2. En nihayet; işin sonunda. || ahir ne fes, Son n e fe s.|| âh irü ’l-em r, {OsT} N ihayet; en sonunda. ||ahir vakit, Son zam an, öm rün k alan son y ılla r ı.|| ahir zam an, 1. K ıy am ete y akın zam an. 2. D ünyanın sonu na doğru. 3. Dünyanın sonu.\\ ahir
Ö I Ü M R S ö M .ı»
AHL
zam an peygam beri, 1. En son p ey g a m b er. 2. Hz. M uhamm ed. ahirbin, [Ar. âhir + Far. -bîn
(a :h irb i:n ) {OsT}
sf. Yaptığı her işin sonunu önceden düşünen; tem kinli; tedbirli; uyanık; akıllı. ahire, [Ar. âhir / âhire v»-T] (a : h ır e, h kalın söylenir) (OsT) sf. Son. ahire, [Ar. ‘âhire
Uzun zamanlar, ahkad, [Ar. hukd > ahkâd
(a h ka :d ) {OsT} is.
Kinler; düşmanlıklar; garezler, ahkaf, [Ar. hukfe > ahkâf ı_sU=-l] (ahka:J) {OsT} is. Kum yığınları; kum tepeleri, ahkâm , [Ar. hükm (yargı) > ahkâm
(a :h ire) {OsT) sf. 1. Zina e-
den. 2. Kahpe. ahiren1, [Ar. ahiren ö_*=-'] (ah i:ren ) {OsT} zf. Son zamanlarda; şu yakınlarda; yakın geçmişte. ahiren2, [Ar. ahiren fjo-l] (a :h iren ) {OsT} zf. Sonra dan; en son olarak, ahiret, [Ar. uhur (geri) > ahiret o^J-T] (a:hiret) {OsT} is.-*- ahret. S ahiret oglı, {eAT} E vlatiık. ahiretlik, -ği [ahiret-lik] is. -*• ahretlik, ahirin, [Ar. âhir> âhirin
(a:hiri:n , h kalın sö y
lenir) {OsT} zf. Sonrakiler; en sonda olanlar; niha yette bulunanlar. ahirun, [Ar. âhir > âhirün jjjs-T] (a:hiru :n, h kalın söylenir) {OsT} zf. - * ahirin, ahissa, [Ar. hasis > ahissâ L^-l] (a h issa :) {OsT} Cim riler. ahit, -hdi [Ar. ‘ahd J4»] is. 1. Söz verme. 2. Yemin. 3. Antlaşma, ittifak. 4. Emir, buyruk. 5. Nikâh. ahde vefa, Sözünde durma.\\ ahitleşme, [ahit-le-ş-me] is. Sözleşme; antlaşma, ahitleşmek, [ahit-le-ş-mek] işteş, f . [-ir ] Sözleşmek; antlaşmak. ahitname, [Ar. ‘ahid + Far. -nâme
(ahit-
na:m e) {OsT} is. Taraflarca gerekli yerleri imza lanmış ve onaylanmış olan yazılı sözleşme metni, ahiyane, [Far. âhiyâne ?üL^T] (a :h iy a:n e) {OsT} is. 1. Damak. 2. anat. Boğaz. 3. B eyin kem iği. ahiye, [Ar. âhiyye ■u=-T] (a:hiye, h kalın söylenir) {OsT} is. 1. Ucu yere berkitilip halkasına hayvan bağlanan ip. 2. Sürekli felaket; musibet. ahiz1, -hzi [Ar. ahz İM] {OsT} is. Alma; kabul etme. (A rapça ve F a r s ç a kelim elerin b a ş tarafın a g etiri lerek ta m lam a la r y ap ılır.) ahiz2, [Ar. ahz > âhiz i»-T] (a:hiz, h kalın söylenir) {OsT} sf. Alan; alıcı; kabul eden, ahiz’, [Ar. ahz > ahîz 1^-1] (ahi:z, h kalın söylenir) {OsT} sf. Esir; tutsak, ahize, [Ar. âhiz > âhize
ahkab, [Ar. hukb > ahkab t_>Lî=-l] (a h k a :b ) {OsT} is.
piLolis-l] is. Tek söz sahibi, ahkar, [Ar. hakaret (horlam ak) > hakir (hor, bayağı) >
ahkar yis-1] {OsT} sf. En alçak; en âciz; en aşağı;
en hakir olan, ahkarane, [Ar. ahkar + Far. -âne
nir) {OsT} sf. 1. Alıcı; alan. 2. is. Telefonun ses alı cı kısmı; almaç.
(a h k a ra :n e)
{OsT} zf. Zavallı ve değersizlere yaraşır biçimde, ahkem, [Ar. hükm > ahkem
{OsT} sf. 1. En çok
hükmeden. 2. Daha kuvvetli. S ahkem ü’l-hâkimîn, {OsT} H akim lerin en ku dretlisi; Allah. ahker, [Far. ahker / ahger J j ~\ /
{OsT} is. Kor
hâline gelmiş ateş; ateş közü, ahkûk, [Far. ahkük iJjSÜ-l] (ahkû :k) {OsT} is. Ham zerdali. ahla, [Ar. hulv (tatlı) > ahlâ >UI] (a h lâ :) {OsT} sf. Daha tatlı; en tatlı; pek tatlı, ahlab, [Ar. hılb > ahlâb u t l ]
(a:hize, h kalın sö y le
(ahkâ.m )
{OsT} is. 1. Bir konuda şöyle veya böyle olduğu kanısına varma ve bunu söz ve yazı ile bildirme. 2. huk. Yargı kararları; hükümler. 3. Uyulması gerekli kararlar, hukuk kuralları; kanunlar. 4. gnşl. Yıldız ların hareketlerinden veya bazı tabiat olaylarının oluş biçimlerinden bir takım gelecek tahminleri. S ahkâm çıkarm ak, 1. K en d in e g ö r e bazı n etic eler ç ık a r m a k 2. Yersiz zan da bulunm ak. || ahkâm -ı adalet, {OsT} H ukuk hükümleri.\\ ahkâm -ı adliye, {OsT} 1. A d alete ait hüküm ler; hukukla ilgili düzen lem eler. 2. İm p arato rlu k d ön em in de A d a let B a k a n lığının adı.\\ ahkâm -ı âm ire, {OsT} E m red ici hukuk ku ralları.|| ahkâm -ı nahiye, {OsT} Y asaklayıcı hu ku k kuralları.]] ahkâm -ı nusret, {OsT} 1. Z afer hü küm leri. 2. Yasalar. 3. G ö k cisim lerinin h a rek etle rinden çıkarılan kurallar.\\ ahkâm -ı şahsiye, {OsT} K işi h a k la n ile ilgili kurallar. || ahkâm -ı şer’iye, {OsT} M ecelle hukukunda itikat, ibadet, m uam elat, nikâh v e c e z a la r a ait hüküm ler. || ahkâm -ı tefsiriye, {OsT} A çıklayıcı ku rallar)] ahkâm kesmek, Yetkisizce, g e r ç e ğ e aykırı kesin y a rg ıd a bulunmak.]] ahkâm yürütmek, Yetkisi dışın da k a r a rla r v er mek.]] ahkâm defteri, R esm î d a ir e le r c e tutulan, için e em ir ve talim atların y azıldığ ı defter. ahkâm üküm, [Ar. ahkâm (yargılar) + kum (sizin)
(a h lâ :b ) {OsT} sf.
Tırnaklar; pençeler. ahlaf1, [Ar. hılf > ahlâf lİ5U-I] (a h lâ :f) {OsT} is. Bir leşmiş olanlar; müttefikler; ittifak edenler.
İM T Ü M E S Ö M .
AHL
ahlaf2, [Ar. halef > ahlaf ıJ^U-l] (a h lâ :f) {OsT} is. 1. Yaşayanların arkasından gelecek olan nesil; halef ler. 2. Bir makamda, mevkide bulunan kişinin yeri ne geçecek olan kimseler. ahlak, [Ar. hulk > ahlâk
(a h lâ :k ) {OsT} is. 1.
İnsanın doğuştan getirdiği huylarla sonradan ka zandığı manevi yapısını sergileyen bir takım dav ranış ve tavırlar; aktöre; edep. 2. İyi özellikler; gü zel huylar; fazilet; erdem; hüsnühâl. 3. Allah’ın insanı yaratış fıtratına uygun davranışlar bütünü; tabiat. 0 ahlak bilimi, A h la k kavram ının konusu nu ve tabiatım in celeyen bilim .|| ahlak bozukluğu, İyi, gü zel sayılan davran ışların terk edilmesi.\\ ah lak dersi, A h la kla ilgili kon u ları benimsetme.\\ ah lak dışı, A h la k k u ra lla rın a aykırı olan. || ahlak dışıcılık, Bütün toplu m larda var olan a h la k k u ra lla rını reddetm e. (N ietzsch e’in f e l s e f i görüşü). \\ ahlak duygusu, A hlak k u ra lla rın a uygun o la n la o la m a y a n ı s e ç m e yetisi. || ahlak düşkünlüğü, Birinin a h la k dışı tutumlar için de bulunması.\\ ahlak hocalığı etmek, B irin e a h la k d ersi verm eye kalkışmak.\\ ah lakı mazbut, A h lak açısın dan ken disin e gü venilir kimse.\\ ahlaki vazife, K anun zoru o lm a m a kla b e r a b e r a h la k a çısın dan d oğru k a b u l ed ild iğ i için y a p ılm ası zorunlu işler.|| ahlâk-ı fâzıla, İy i ahlak, erd em li h â l ve tavırlar. || ahlâk-ı hamîde, Ö vülme y e d e ğ e r huylar.\\ ahlâk-ı hasene, İyi huylar, g ü zel ta v ırla r.|| ahlâk-ı zemîme, K ötülenen, b eğ en ilm e y en huylar, d av ran ışlar,|| ahlak kuralları, Toplu mun iyi ve g ü zel o la r a k k a b u l ettiği ve kendisin i geliştiren , iyileştiren k u ra lla r. \\ ahlak ve adaba aykırı muameleler, T oplum ca benim senm iş a h la k k u ra lla rın a ve tö reler e aykırı a n laşm a ve işlem ler. || ahlak ve adap, B ir toplum da kişilerin uym ak z o ru nda oldu ğu düzen, k u ra l ve h a rek etler . \\ ahlak yasası, f e l . İnsanın m utluluğa ulaşm ası için uym ası g er ek li k u ra lla r bütünü. «M utluluğa lâyık olm anın yolunu gösterm ekten b a şk a b ir n ed en e dayan m a y a n y a sa y a a h la k y a sa sı diyorum . K a n t»|| ahlak zabıtası, Büyük şe h ir halkının a h la k i d e ğ e r le r a ç ı sın dan sa ğ lık lı b ir hayat sü rdü rebilm esi için ku rulmuş z a b ıta teşkilatı. ahlakan, [Ar. ahlâk > ahlâkan Is'iU-l] ( a h l â : ’kan) {OsT} zf. Ahlakça, ahlakça, [ahlak-ça] (a h lâ : ’k ça ) zf. Ahlak yönünden, ahlak bakımından, ahlakçı, [ahlak-çı] (a h lâ :k çı) is. 1. Ahlaki konulan ve ahlaki değerleri ele alıp inceleyerek elde ettiği bulgulardan bir senteze varan filozof; ahlakiyim. 2. Edebiyatta, insanın ahlak yapısını inceleyen ve ku surlarını düzeltmek amacıyla eser veren yazarlar. 3. Çevresinde meydana gelen her şeyi ahlaki açıdan değerlendirip düşünce ve hareketlerini ahlaki esas lara göre düzenleyen kimse. 4. sf. Ahlaki esaslara
veya ahlakçılığa uygun olan. «Y azarın hikâyelerin i a h la k çı b ir y a k la ş ım la d eğ erlen d ird iğ im iz d e...» ahlakçılık, -ğı [ahlak-çı-lık] (a h lâ :k çılık ) is. İnsanla rın bütün davranışlarım ahlak kurallarına göre yön lendirmeleri gerektiğini; ahlakın araç değil de amaç olduğunu savunan idealist bir düşünce sistemi; mo ralizm. ahlaken, [Ar. ahlâk > ahlâken
( a h l â :’ken, k
kalın söylen ir) {OsT} zf. Ahlaki yönden, ahlak açı sından; ahlaki değerlendirme bakımından, ahlakıyat, [Ar. ahlâkî > ahlâkıyyât oLâ^U-l] (a h lâ :kıya:t) {OsT} is. Ahlak bilgisi, ahlakla ilgili konu lar, görüşler. ahlakıyet, [Ar. ahlâki > ahlâlpyyet c-â^U-l] (ahlâ:kıyet) {OsT} is. 1. Ahlaklılık. 2. fe l. Törelilik. ahlakıyun, [Ar. ahlâkî > ahlâkıyyün
(ah-
lâ:kıyu :n ) {OsT} is. Ahlak üzerine kitap yazan, gö rüş ortaya atan bilginler; ahlakçılar, ahlaki, [Ar. ahlâk > ahlâkî
(a h lâ :k :i, k kalın
söylen ir) {OsT} sf. Ahlaka ait, ahlak ile ilgili; ahlak kurallarına uygun, fi1 ahlaki hükümler, B ir Müs lüm an ’ın A llah ’a, kendisin e, m illetine, ü lkesin e ve d iğ er in san lara k arşı g ö rev lerin i ve soru m lu lu kla rını belirley en İla h î em ir ve y a sa klar. ahlaklı, [ahlak-lı] (a h lâ :k h ) sf. Hâl, hareket ve tavır ları ahlaki ilkelere uygun (kimse), ahlaklılık, -ğı [ahlak-lı-lık] (a h lâ :k lılık) is. 1. Ahlak kurallarına bağlı oluş. 2. Bir hâl ve hareketin ahlak kurallarına uygunluk derecesi. 3. Toplumda iyi ka bul gören adet ve geleneklere uygunluk, ahlaksız, [ahlak-sız] (ah lâ:ksız) is. 1. Ahlak kuralla rına uymayan, bu kuralları hiçe sayan kimse. 2. m ec. Toplumun ahlaki değerlerini, edep ve hayâyı çiğneyen kimse; hayasız; iffetsiz; karaktersiz; ter biyesiz; utanmaz, ahlaksızca, [ahlak-sız-ca] (a h lâ :k sı ’zca) zf. Ahlaksız biçimde; hayâsızca; terbiyesizce; utanmadan, ahlaksızlık, -ğı [ahlak-sız-lık] (ahlâ:ksızlık) is. 1. Ahlak kurallarına uymama. 2. Kötülük. 3. Ahlaksız kimsenin özelliği. S ahlaksızlık etmek, Ahlak kurallarına aykırı davranışlarda bulunmak; ahlaksız davranmak. ahlal, [Ar. hıll > ahlâl J }U-I] (a h lâ :l) {OsT} is. İçten dostlar; samimi arkadaşlar, ahlam , [Ar. hulm (rüya) > ahlâm
(ahlâ:m )
{OsT} is. 1. Düşler; rüyalar. 2. Açık saçık rüyalar. 3. Hayaller. 4. Düş azmaları, ahlam a, [ah (yans.) > ah-la-ma] is. Ahlamak, iç çek mek işi. ahlam ak, [ah (yans.) > ah-la-mak] g ç s z .f. [-r ] [-l(ı)y o r) Sıkıntı ve üzüntü sebebiyle “A h!” sesi çıkara rak iç çekmek; göğüs geçirmek. {eT} (aynı) [DLT] 0
S İ H
İ R
AHM
S İ İ M . 155
ahlayıp oflamak, D ertlenm ek, şik ây et etm ek, sız lanm ak. ahlas, [Ar. hulüş (temiz, katıksız) > hâliş (saf, iyi ni yetli) > ahlaş
{OsT} sf. 1. (Madde için) en
saf; hiç karışığı olmayan. 2. (Kişi için) çok temiz yürekli; iyi niyetli. ah lat1, [Ar. halt > ahlat .kU-l] {OsT'} « . Çok karışık; karmakarışık; en karışık. ahlat2, [Ar. hılt > ahlat İ5U-I] (a h lâ :t) {OsT} is. 1. Bir karışımı oluşturan parçaların her biri; öğeler; un surlar. 2. Karışık şeyler. 3. Beden yapısını oluştu ran öğeler, mizaçlar. S ahlât-ı erb aa, {OsT} E ski den, tıpta on dokuzuncu yüz y ıla k a d a r yaygın olan b ir g ö rü şe g ö r e alın an besin lerin insan vücudunda m eydan a g etird ik leri k a b u l ed ilen kan, sa fra , b a l gam, se v d a g ib i d en g eli d ö rt unsur. ||ahlât-ı faside, {OsT} 1. B ozu k ve uyumsuz ö ğ eler. 2. m ec. B ozu k m izaç.|| ahlat-ı m ahmûde, {OsT} 1. B ed en d ek i d ört unsurun d en g eli oluşu. 2. m ec. A hen kli m izaçlar. ahlatJ, -tı [Yun. ahladı] is. 1. Kırsal alanlarda yeti şen, gülgillerden yaban armudu (Pirus elea g rifo lia ) ve bunun küçük meyveleri. 2. arg o. Davranışları kaba kimse; bilgisiz; duygusuz. 3. {ağız} (Kişi için) ufak tefek. [DS] S ahlat ağa, K a b a kim se. ||A hla tın iyisini ayılar yer, İy i şe y le r lay ık olm ayan kim se le r elin d e h a rca n ır; a h m a k la r şan slı olur.\\ ahlat kurusu, Uzun boylu, z a y ıf ve a p ta l kişi. ahlef, [Ar. ahlefı-ii^l] {OsT} sf. Solak, ahles, [Ar. ahles
{OsT} is. Sırtında kızıl benek
ler bulunan siyah tüylü koyun, ahliya, -a ’i [Ar. hâli > ahliya’ >Uı4-l] (a h liy a:) {OsT} is. Boş şeyler. ahma1, [Ar. hamiyyet > ahmâ Ia^I] (ah m a:) {OsT} sf. Daha milliyetçi; en çok milliyetçi; en milliyetçi. ahma2, -a ’i [Ar. ahmâ 3 >U^I] (ah m a:) {OsT} is. K a yın biraderler. ahmak1, [ak-mak > ah-mak J«J-I] {eATf g ç s z .f. [ - a r ] Akmak. ahmak2, [ak-mak > ahmak] {eAT} gçsz. f . [ - a r ] Y ağ ma için akın yapmak. ahmak3, -ğı [Ar. humk > ahmak j ^ - l ] {OsT} sf. An lama ve kavrama yetenekleri gelişmemiş; aptal; ebleh; kafasız. S ahm ak hölüden, {ağız} İn ce ve sürekli y a ğ a n yağm ur. [DS]|| ahm ak yaşartan , {ağız} Güneş varken y a ğ a n h a fi f yağm ur. [DS]
ahmakıslatan, [ahmak+ıs-la-t-an] is. İnce ince çise leyerek yağan yağmur, ahmaki, [Ar. ahmak!
(ah m a.ki:, k kalın s ö y
lenir) {OsT} is. Ahmaklık; akılsızlık; bönlük, ahmakiyet, [Ar. ahmak! > ahmâkiyyet
ahm al, -li [Ar. hami (yük) > ahmâl JU ^I] (ah m a:l) {OsT} is. Yükler; ağırlıklar, ahm as, [Ar. humus > ahmâs
(a h m a :s) {OsT}
is. Beşte birler. S ahmâstt’l-kadem, {OsT} anat. A yak tabanı. ahmed, [Ar. hamd > ahmed -u^-l] {OsT} sf. 1. Çok övülmüş; methedilmiş; en çok minnettarlıkla anıl maya değer. 2. öz. is. (B aş h a rfi büyük yazılır) Hz. Muhammed’in adlarından biri. S ahmed çavuş, argo. Rüşvet. ahmedek, -ği [Far. ahmedek i-u^~l] is. 1. İç kale. 2. Asıl kalenin dışında küçük bir kale (?). Ahmedî, [Ar. ahmed > ahmed!
(ah m ed i:)
{OsT} sf. 1. Müslüman. 2. Hz. Muhammed ile ilgili nitelikler; onunla ilgili şeyler, ahmediye, [Ar. ahmediyye 4j-u^I] {Os T} is. Eski bir kumaş türü. ahmend, [Far. ahmend j-u-»T] (a:hm en d) {OsT} sf. Yalancı; düzenbaz, ahm er, [Ar. humret > ahmer y>^l] {OsT} is. Kırmızı; kızıl. S ahm er-i safra, {OsT} biy. Ö d sarısı. ahm eran, [Ar. ahmer > ahmeran jl_ ^ l] (a h m era:n ) {OsT} is. 1. Kırmızılar; kızıllar. 2. Şarap ile et. 3. Altın ile safran,
ahmakane, [Ar. ahmak + Far. -âne
ahm ereyn, [Ar. ahmer > ahmereyn
a:ne) {OsT} zf. Ahmakçasına; ahmağa yakışır suret te.
ahmes, [Ar. ahmes ,j~ ^ l] {OsT} sf.
ahmakça, [ahmak-ça] ( a h m a ’k ça ) sf. 1. Biraz ah mak. 2. zf. Bir ahmağa yakışır şekilde; bönce; anla yışı kıt olarak.
(ah-
m a:ki:, k kalın söylenir) {OsT} is. Akılsızlık; ah maklık. ahm aklaşm a, [ahmak-la-ş-ma] is. Ahmaklaşmak işi; ahmak durumuna gelme, ahm aklaşm ak, [ahmak-la-ş-mak] gçl. f . [ - ı ı ] 1. Bir an için şaşırmak; bocalamak. 2. Aklı, zekâsı gide rek işlemez duruma gelmek; aptallaşmak, ahm aklaştırm a, [ahmak-la-ş-tır-ma] is. Ahmaklaş tırmak işi; ahmak hâle getirme, ahm aklaştırm ak, [ahmak-la-ş-tır-mak] gçl. f. [ -ır ] Birini, aklı işlemez ve zekâsını kullanamaz hâle getirmek; ahmaklaşmasına neden olmak; aptallaş tırmak. ahmaklık, -ğı [ahmak-lık] is. 1. Anlama ve kavrama yeteneklerini kullanamama durumu; aptallık; kafa sızlık. 2. Ahmak kimselerin davranış biçimi,
{OsT} is.
İki kırmızı; ahmeran.
1. (Kişi için) en
kuvvetli; en yiğit. 2. (Y er için) katı, ahmet, [Ar. ahmed -u^l] sf. -*• ahmed.
İ M l i İ l f f S o M .ı s e
AHM ahmez, [Ar. ahmez
{OsT} sf. 1. Çok sağlam;
çok dayanıklı. 2. is. biy. Denizanası, ahna, -a’i [Ar. ahna’
(a h n a :) {OsT} is. 1. Çar-
paz ve aykırı işler. 2. Çarpık ve eğri şeyler, ahna, -a’ı [Ar. ahnac
{OsT} sf. (Kişi için) çok
alçak gönüllülük eden, ahnas, [Ar. hanes (kıvrım) > ahnâs olü-l] (ahn a:s) {OsT} is. Kıvrımlar; büklümler, ahnas, [Ar. hınş > ahnâs oUi-l] (ahrıa:s) {OsT} is. 1. Yalan yere edilen yeminler. 2. Yeminden dönme ler. ahnef, [Ar. ahnef ^ - 1 ] {OsT} sf. Ayakları çarpık, eğ ri büğrü olan, ahnes, [Ar. ahnes Lr^\] {OsT} sf. (Kişi için) basık ve sivri burunlu, ahpın, [Erme, ağb(in)] {ağız} is. 1. Gübre. 2. Gübre lenmiş tarla. 3. Ekime elverişli tarla. [DS] ahpunlam ak, [ahpun-la-mak] gçl. f i [-r ] [-l(u )y or] Gübrelemek; gübre atmak, ah ra, [Ar. ahrâ sj>-
(a h ra :) {OsT} sf. Daha uy
gun; en uygun; pek uygun, ah rab , [Ar. ahrab ^>-1] {OsT} sf. 1. (Kişi için) kulağı ah rac, [Ar. hırc > ahrâc £İj»-l] (a h ra :c) {OsT} is. Hayvanların palan, yular, tasma vb.lerine dikilen boncuklar. {OsT} sf. Pek tamahkâr; çok
pinti. ah rak , [Ar. ahrak J j~\] {OsT} sf. Sünepe; miskin. ahram , [Ar. harem > ahrâm M
(ah ra.m ) {OsT} is.
1. Yabancılara girmesinin, görmesinin, bilmesinin uygun görülmediği ortamlar, yerler; yasak bölgeler. 2 . Bir evde bulunan kadın, kız, hizmetçi ve kadın ziyaretçiler topluluğu. 3. Mukaddes topraklar. ah rar, [Ar. hürr > ahrâr j W 1 (a h ra :r) {OsT} is. 1. Özgür olanlar; hür olanlar; kul veya köle olmayan lar. 2. Özgürlükçüler; özgürlük taraftarları; hürri yetçiler. ah raran e, [Ar. ahrâr + Far. -âne
y~\] {OsT} sf. (Kişi için) kirpik
leri dökülmüş; çipil gözlü, ahre, [Ar. ahre
{OsT} sf. Borçla; veresiye,
ahreb, [Ar. harab > ahreb ı _ > {OsT} sf. 1. Çok ha rap; en harap; daha yıkık. 2. ed. Rubai vezinlerin den m e f ûlü ile başlayan ilk on iki cüze verilen ad. ahrec, [Ar. ahrec
J~\] {OsT} sf. (Kürk, deri, post vb.
için) alacalı; benekli. S ahrec don, A tlarda beyaz ve kırm ızı y a d a k a r a ve koyu ren kli kılların k a rış m asın dan m eydan a g elen don. ahrem , [Ar. ahrem çj~\] {OsT} is. 1. Göz kapağı, ku lağı yırtık ya da burun direği kırık olan kimse. 2. ed. Rubai vezinlerinden m e f ûlü cüzü ile başlayan on iki bahir; bu bahirlerden her biri. 3. anat. Omuz ucu. ahrem i, [Ar. ahremi ^ y - l ] (a h rem i:) {OsT} is. Omuz ucuna ait; omuz ucu ile ilgili, ahres, [Ar. ahres ^>-1] {OsT} sf. (Nesne için) eski, ahreş, [Ar. haraş > ahreş J v - ' ] {OsT} sf. 1. Kabuk gibi sert ve pürüzlü. 2. Balık pulu gibi; pul pul. 3. Deve sırtı gibi yamrı yumru ve sert. 4. (Yeni para için) sert ve keskin pürüzlü, ah ret, [Ar. uhur (geri) > ahiret / ahret
yarık. 2. is. Kulaktaki küpe deliği,
ahrad, [Ar. ahrad
ahraz2, [Ar. ahraz
j^l] (a h ra :ra :n e)
{OsT} zf. Özgür olanlara yakışır biçimde; özgürce. ah ras1, [Ar. haris > ahrâs ^ ı_,s-l] (a h ra :s) {OsT} is. Korumalar; koruyucular. ah ras2, [Ar. ahras ,^>-1] {OsT} sf. Dilsiz. ah raz1, [Ar. ahres ^ > - 0 {ağız} is. ve sf. 1. Konuşa mayan kimse; dilsiz; dilsiz ve sağır. 2. Akılsız; ahmak. [DS] fi1 ahraz olmak, D ili tutulmak, konu şam az h â le g elm ek.
1] {OsT} is.
Ölüm ile başlayan hayat; ölümden sonra gidilen yer; öbür dünya; kabir hayatı; arasat; mahşer. S ahiret oglı, {eAT} E vlatlık.|| ah ret adam ı, B u dün y a y a şa y ışı ile ilgisini hem en hem en kesm iş, ken d i sini ib a d ete verm iş kim se.|| ahrete gitmek, Ö lm ek.|| ahrete intikal etmek, Ö lm ek. || ah ret hakkı, Bu dün yada iken b ir b a ş k a insanın hakkın ı yiyenlerin ö b ü r dün yada h es a p günü ö d ey ec e k ler i m addi ve m an evi kul hakkı. || ah ret kardeşi, B irb irin e din î inanç yön ü yle b a ğ lı olan, bu b a ğ lılığ ı a h rette d e devam ettirecek lerin e inanan kim seler. || ahreti boylamak, Ölmek. || ahretini kazanm ak, M üslü m anlığın em ir ve y a sa k la r ın a uygun y a ş a y a r a k öbü r dünya için cen n etle öd ü llen dirilm ek,|| ahretini yapm ak, D ü n yadaki iyilikleri ile ö b ü r dünyada iyilik o la r a k ken d isin e v er ilec ek sev a p kazanmak.\\ ah ret korkusu, B u dün yada iken işlediğ i su çlar dan d olay ı ö b ü r dü n yada cez a g örm ekten duyulan korku. || ah ret suali, 1. Ö ldükten so n r a insanın bu hayatta yaptıkların ın tek tek h esabın ın sorulm ası. 2. gnşl. C evap verm esi güç, u san dırıcı bıktırıcı s o ru lar; a h ret sorusu. || ahrette iki eli (on parmağı) yakasında olm ak, Bu dün yada g ördü ğ ü b ir haksız lıktan d olay ı ö b ü r dün yada A lla h ’ın huzurunda d a v acı o lm a k; hakkın ı b a ğ ışlam am a k ,|| ah ret yol culuğu, Ölüm. ahretlik, -ği [ahret-lik
is. 1. Küçük yaştan
itibaren yetiştirilmiş hizmetçi kız; besleme; evlat
1 M
IM
M
AHŞ
İ.1 5 7
lık. 2. Birbirlerine kardeş gözü ile bakacağına, ah rette birbirlerinin lehine şahitlik edeceğine dair söz vermiş iki kadından birine göre diğeri. 3. Bu dün yayı terke hazır kimse. 4. {ağız} Kendinden geçmiş kimse. [DS] 0 ahretlik yoklaması, {ağız} B ir tür kan kardeşliği. [DS] ahrim an, [Zendce. (eski F a r.m n leh çesi) angra mainyu] is. Zerdüşt dininde, iyilik ilkesi sayılan Ahura-mazda (Hürmüz)’nm düşmanı olan iblisler top luluğunu yöneten kötülük ilkesi.
ahsentü, [Ar. ahsentü
sır-mak / ağsur-mak / ahsur-mak
{eT} {eAT}
g ç s z .f. [-u r] Aksırmak. [Mühennâ]ahsum, [? ahsum / ahsung] {eT} sf. Sarhoşlukta kavga eden. [DLT] ahsurm ak, [as (yans.) > as-ğır-mak > ağsır-mak / ahsır-mak / ağsur-mak / ahsur-mak
{eAT}
gçsz. f . [-u r] Aksırmak,
ahriyan1, [Yun. ahreinis (aşağ ılık) / Far. ahriyân (aptal, cah il) l Rus. ohreyan] {a ğ ız .} i s : 1. Doğu Karadeniz bölgesi halkının Kızılbaşlara verdiği ad. 2. Orta Rodoplarda yaşayan dili Bulgarca olan Müslüman; Pomak. 3. {eAT} sf. Çirkin; kaba; pis.
ahsttme, [Far. ahsüme
ahriyan2, [Far. ahriyân
ahşa2, [Ar. ahşâ
(ahriya:n ) {OsT} is.
( a h s e ’ntü) {OsT} ünl.
Aferin; bravo! ahsırm ak, [as (yans.) > as-ğır-mak / ağsır-mak / ah -
{OsT} is. Boza.
a h şa ',,-a ’i [Ar. hâşâ > ahşa5
(a h şa :) {OsT} is.
1. İnsan ve hayvanlann iç organları. 2. Taraflar, bölgeler. (a h şa :) {OsT} sf. Daha kor
Hediye için elverişli, değerli kumaş ve kumaş par çası. ahru, [ah-rı / ak-ru] {eT} sf. Yavaş. [Mühennâ]
kunç; en korkunç; çok korkunç, ahşab, [Ar. haşeb (a ğ a cın odun kısm ı) => ahşâb
ahruf, [Ar. harf > ahruf < J 1 ] {OsT} is. 1. Uçlar; ke
ahşam 1, [ak + Fa. -şâm > ahşam / Soğd. ahşam
narlar. 2. Lehçeler; şiveler,
/ j>Lü-l] {eT} {eAT} is. Akşam [Mühennâ] [DLT]
ahsa, [Ar. ahsa L_»-l] (a h sa :) {OsT} is. Çok kumlu, taşlı arazi. ahsak, [ah-sa-k] {eT} sf. Aksak, topal [DLT] [Mü hennâ] S ahsak buhsak, T op a l ve ço la k. [DLT] ahsamak, [ah-sa-mak
i-l] {eT} {eAT} gçsz.f[-r] Ak
samak topallamak. [Mühennâ] [DLT] ahsar, [Ar. ahşar
{OsT} is. sf. En kısa; pek kı
sa; daha kısa.
ahşam 2, [Ar. haşem> ahşâm
(ah şa.m ) {OsT}
is. Maiyetler; bir adamın maiyet erkânı, ahşam ın, [ahşam-m
{eAT} zf. Akşam
vakti; akşamleyin, ahşam lam ak, [ahşam-la-mak jjaJLoLü-I] {eAT} g ç s z .f. [ - r ] 1. Geceyi geçirmek. 2. Akşama yaklaşmak, ahşap, -bı [Ar. haşeb (ağ acın odun kısım ) > ahşâb ljIü -I] is. 1. Kereste, tahta, ağaç. 2. Ağaçtan ya
ahsas, [Ar. hiss > ahsâs
(a h sa :s) is. Duygu
lar; hisler. ahsatm ak, [ah-sa-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Aksatmak; topallatmak. [DLT] ahseb, [Ar. ahseb
ı_~ü-l] (a h şa :b ) {OsT} is. - * ahşap.
{OsT} sf. 1. Çok iyi hesap
edilmiş; münasip; uygun. 2. m ec. Çok cimri; pek hasis. 3. Esmer; koyu san. 4. Cüzamlı, ahsem, [Ar. ahsem pi»-!] {OsT} sf. 1. (Burun için) yas sı ve geniş. 2. (Kişi için) yassı ve geniş burunlu. 3. (Kılıç için) geniş yüzlü. 4. is. Aslan. ahsen, [Ar. hasen > ahsen
{OsT} sf. Daha gü
zel; en güzel; pek güzel. 0 ahsen-i takvim, {OsT} 1. En uygun ö lçü le rd e ; en uygun biçim de. 2. İnsan. || ahsen-i vech-i şebeh, {OsT} ed. B enzetm e y ön lerin den en uygun v e en g ü z el olanı. j| ahsenü’Ihalildn, {OsT} Y aratıcıların en g ü zeli; A llah.|| ahsenii’l-kısas, {OsT} K ıssaların , hikâyelerin en g ü zeli; K u r ’an -ı K e r im ’d ek i Y usuf hikâyesi. || ahsenü’l-vecheyn, {OsT} İk i y o ld a n ; iki m etottan in iyi olanı. ahsent, [Ar. ahsente (iyi ettin) iyi; çok güzel; mükemmel!
{OsT} ünl. Pek
pılmış bina vb. şeyler. 3. sf. İmalat malzemesi ola rak tahta kullanılmış; tahtadan yapılmış. 0 ahşap bina, Yapı m alzem esi o la r a k a ğ a ç kullanılm ış bina. ||ahşap çatı, Üzeri k ereste ile kapatılm ış dam . || ahşap iskele, B in a yap ım ın d a çalışan işçiler için k ere ste k u lla n ılarak y apılm ış g e ç ic i köprü. || ahşap iş, Yapının a ğ a ç kısımlara.\\ ahşap işçilik, A na m alzem e o la r a k a ğ a ç kullanılan y a p ı sanatı.\\ ah şap köprü, A yakları, taban k ap lam a sı vb. yerlerin büyük b ir kısm ı a ğ a çta n yap ılm ış olan köprü. || ah şap yapı, A na m alzem e o la r a k a ğ a ç kullanılan y a p ı biçim i. ahşef, [Ar. ahşef t-iü-l] (ahşef) {OsT} sf. (Kişi için) uyuz. ahşen, [Ar. ahşen j ü - l ] {OsT} sf. 1. Daha sert; en sert; pek sert. 2. (Kişi için) geçimsiz, ahşic, [Far. ahşıc
(a h şi:c) {OsT} sf. Zıt; uy
gunsuz. ahşican, [Far. ahşıcân
(a h şi:ca :n ) {OsT} is.
Zıtlar. ahşig, [Far, ahşîg tiLü-l] (ah şi:g ) {OsT} sf. Zıt; uy gunsuz.
ÜIİİMIİMCtSflM.
AHŞ ahşigan, [Far. ahşıgân û& jü-I] (a h şi:g a :n ) {OsT} is. Zıtlar. ahşişan, [Ar. ahşışân jU ~ ü -l] (a h şi:şa :n ) {OsT} is. Pek katı.
ter-şinâs, G ö k bilim i ile u ğ raşan ; m üneccim . || ahter-şüm âr, {OsT} 1. Yıldız sayan, m üneccim . 2. m ec. A şk belasın d an d olay ı g e c e le r i uyuyamayan, uykusuz. ahteran, [Far. ahter-ân
ahşüme, [Far. ahşüme -u-ü-t] {OsT} is. Boza.
(ah tera.n ) {OsT} is.
Yıldızlar.
ahta, [Far. âhte / Moğ. ahta / akta] {eT) is. 1. İğdiş edilmiş at. [Nevâyî] 2. Burulmuş manda.
ahterios, [Lat. october (sekizin ci a y ; y ılb a şı m art) / Yun. ohtovres] {OsT} is. Ekim ayı.
(a h ta .b ) {OsT} is.
ahtetmek, [Ar. ‘ahd + et-mek dU^jj^p] g ç s z .f. [-(d)-
ahtab, [Ar. hatab > ahtâb Odunlar.
e r ] {ağız} Nikâh kıymak. [DS]
ahtaçı, [ahta-çı] {eT} is. Seyis; öncü. [Nevâyî] ahtal, [Ar. ahtâl JIL^I] (ah ta:l) {OsT} sf. 1. (Kişi için) çabuk yürüyen. 2. Boşboğaz, ahtam , [Ar. ahtam
{OsT} is. (Kişi için) bumu
uzun; uzun burunlu, ahtan, [Ar. hatan > ahtân] (ahta:n) {OsT} is. Damat lar.
ahu', [ahu (yans)] {ağız} is zool. 1. Geceleri uçan bir kuş; puhu kuşu. 2. Sevimli hayvan. [DS] ahu2, [Ar. ahi (erk ek kard eşim ) > ahü js-l] (ahu:)
{OsT} is. I . Kardeş, 2. Arkadaş; dost. 3. {eAT} Bir kimsenin sevdiği en yakını. 4. {ağız} Ak sakallı, saygıdeğer yaşlı adam. [DS] 5. {ağız} Sevgili; se vimli kimse. [DS]
ahu3, [Far. âhü 5*1] (a :h u :) {OsT} is. 1. Ceylan; ka ahtapot, [Yun. octo (sekiz) + podos (ayak)] is. zool. raca; maral. 2. m ec. Zarif, latif delikanlı. 3. m ec. I. Kafadan bacaklılardan, eşit uzunlukta sekiz kolu Güzel, hoş ve çekici kız, kadın. 4. Kadife ğibi yu bulunan deniz canlısı; kalamar; mürekkep balığı; muşak, parlak, güzel bakışlı göz. S ahu bakışlı, 1. supya. (O ctopus vulgaris) 2. tıp. Daha çok burun C eylan bakışlı. 2. Tatlı y u m u şak bakışlı. || âhü-bezarı üzerinde görülen bir çeşit ur; polip. 3. argo. çe, {OsT} 1. C eylan yavrusu. 2. m ec. Ç ekingen, ür Sırnaşık. 4. argo. Çıkarcı; asalak. S ahtapot gibi, k e k güzel.\\ âhü-bere, {OsT} C eylan yavrusu. ||âhü1. Ç o k ısrarcı, sırnaşık, yapışkan , arsız, yüzsüz. 2. bere-i felek, {OsT} G ü neş.|| âhü-çerende, {OsT} G öz koyduğu şey i m utlaka e le g eçirm ey e çalışan, O tlayan ceylan. || âhü-çeşm , {OsT} C eylan gözlü. || hırslı, açgözlü, ç ık a rc ı.|| ahtapot gibi kanını em âhü-dil, {OsT} C eylan y ü rek li; korkak.\\ ahu gibi, mek, B irin i etkisi altın a a lıp iyice söm ü rm ek; onun {OsT} Ç o k g ü zel ve zarif. |j ahu gözlü, {OsT} K a d ife m addi ve m anevi y ön d en varlığını tüketmek. g ib i yu m u şak ve p a r la k bakışlı. || âhü-güzeşt, {OsT} ah tar, [Ar. hatar > ahtâr jUai-1] (ahta:r) {OsT} is. Ceylan g eç ti; fır s a t eld en gitti.\\ ahu-m ade, {OsT} Tehlikeler. D işi g ey ik.|| âhü-nigâh, {OsT} 1. C eylan bakışlı. 2. ahtarılm ak, [ah-ta-r-ıl-mak {eT} {eAT} dönşl. Yakınlıktan, y akın laşm aktan k a ça n güzel. || âhüşitab, {OsT} Ceylan g ib i seyirden güzel. \ âhfi-pâ, f . [-u r ] 1. Devrilmek; alt üst olmak; kendi kendine {OsT} C eylan a y a k lı; ay ağ ın a çev ik .|| âhü-pây, yıkılmak. [Mühennâ] 2. {eAT} Yüz çevirmek; başka {OsT} Ceylan g ib i a y a k lı; ay ağ ın a çevik. || âhü-yı yana dönmek. 3. {eAT} Başkası tarafından yıkıl âteşîn, {OsT} Sıcak, y a k ıc ı cey la n . \\ âhü-yı âteşînmak; düşürülmek, dem, {OsT} A teş n efesli cey la n .|| âhü-yı bezm, ahtarm ak, [ah-ta-r-mak / ağtar-mak {eT} gçl. {OsT} M eclisin cey lan ı; b ir toplulukta bulunan en f . [-u r] 1. Aktarmak; altını üstüne getirmek. {eAT} g ü zel. \ âhü-yı Çîn, {OsT} Çin k a r a c a s ı; Çin m isk (aynı) [DLT] 2. {eAT} {ağız} Yere yıkmak; devirmek; cey la n ı.||âhü-yi dünbâle-dâr, {OsT} Güzelin sih ir alt etmek; yenmek. [DS] 3. {ağız} Yiyip içeceğini li gözü.\\ âhü-yı dümbâle-keşide, {OsT} Kuyruklu vermek; beslemek. [DS] g ö z ; güzelin kuyruklu gözii.\\ âhü-yi felek, {OsT} ahte, [Far. âhte a i - T] (a :h te) {OsT} sf. 1. (Kılıç vb. G üneş.|| âhü-yi harem , {OsT} 1. K â b e sın ırları için de bulunan b ir tür ceylan. 2. m ec. E le g eçm e için) dışarı çıkarılmış; çekilmiş. 2. (Erkek hayvan yen g ü z el.|| âhü-yi hâverî, {OsT} G üneş.|| âhü-yi için) er bezleri çıkarılarak iğdiş edilmiş, Hoten, {OsT} H oten cey la n ı. \\ âhü-yi leng-giriften, ahtem, [Ar. ahtem ^ 1 ] {OsT} sf. Kara; siyah. {OsT} 1. T op al cey lan tutmak. 2. m ec. D üşkünlere, ah ter, [Far. ahter P - 1] {OsT} is. 1. Yıldız. 2. m ec. z a v a llıla ra karşı insafsız d av ran m ak; o n la ra mu s a lla t o!mak.\\ âhü-yi ner, {OsT} 1. E rk ek ceylan. 2. Şans; talih; uğur. S ahter-bîn, {OsT} Yıldıza bakıp A la calı e lb is e .|| âhü-yi sifîd, {OsT} Seçkin g ü z el.|| g elec ek ten h a b e r veren k işi; m üneccim. || ahter-i âhü-yi simîn, {OsT} ed. m ec. Saki. 3. Sevgili.]] âhüdün-bâle-dâr, Kuyruklu yıldız.|| ahter-gû, Yıldız yi şîr-efgen, {OsT} 1. A slan avlayan ceylan. 2. Ç ok la r la kon uşan; müneccim.\\ ahter-pâre, {OsT} Yıl ç ek ic i ve g ü zel kız veya delikanlı.]] âhü-yi şîr-gîr, dız parçacığı.\\ ahter-suhte, {OsT} 1. Yıldızı Güneş 1. A slan avlayan ceylan. 2. Ç o k ç e k ic i ve g ü zel kız ışığın da y o k olm uş. 2. m ec. Talihsiz, bed ba h t:J ah-
İ T ü M t » 1.159
AHY
veya erkek. || âhü-yi T a ta r, {OsT} T atar ceylan ı; g ö beğ in d en m isk e ld e ed ilen k a ra ca . |j âhü-yi mande-giriften, {OsT} 1. T o p a l cey lan tutmak. 2. mec. D üşkünlere, z av a llıla ra k arşı insafsız davran m ak; o n la ra m u sallat o lm a k.|| âhfl-yi sefid, {OsT} Seçkin ve m üstena güzel. || âhü-yı sîmîn, {OsT} 1. Gümüş kollu güzel. 2. m ec. İç k i sunan gü zel; saki. || âhfl-yi zerrîn, {OsT} Altın yaldızlı cey la n ; Güneş. ahubaba, [Ar. âhi+baba L>lyi-T] (a ;h u b a b a ) is. 1. Ba bacan ihtiyar; sevimli yaşlı. 2. Çok sigara içen ihti yar; ahıbaba; 3. {ağız} Esnaf birliği başkanı. [DS] ahududu, [Far. âhü (ceylan) + tüt (dut) + T. -u j i y>T] (a:hududu) is. bot. Ilıman iklim kuşağında
K işilerin m ed en î durum larında kanunla belirlen m iş d eğ işik likler: evlenm e, boşan m a, ç o cu k sa h ib i o lm a vs. |! ahvâl-i şairâne, {OsT} Ş a irc e tutumlar,|| ah vâl-i târihîye, {OsT} T arih î olaylar.]] ahvâl-i um u mîye, {OsT} G en el durumlar.]] ahvâl ü şerâit, D u ru m lar ve şartlar. ahval2, -li [Ar. hâl > ahvâl ahvas, [Ar. ahvâş
ahvat, [Ar. havt (göriip gözetm e) > ahvat
ahun, [Far. âhün jj^T] (a:h u :n ) is. 1. Delik; gedik;
ahvec, [Ar. ahvec
(a:hu ;n d) sf. 1. (Kişi için)
büyük; efendi. 2. is. Şiilerin din adamı; hoca. 3. Öğretmen. ahur, [Far. âhür j^-T] {OsT} is. -*• ahır, ff ahur-i çerb, 1. B o l b o l yiyip içm e ahırı. 2. B o l b o l yiyip içme. Ahuram azda, [Yesta d. (eski İran dilinin b ir leh çesi) ahura mazda] is. Zerdüşt dininde kutsal sayılan en yüce varlık; Hürmüz, ahuri, [Far. â h ü r i (a .h u .ri;) is. bot. Hardal, ahvad, [Ar. ahfad => ahvad
is. Yüksek aileden
torunlar. ahval2, -li [Ar. hâl > ahvâl J
l
(a h v ad ) {OsT} is. 1.
Hâller, durumlar, vaziyetler. 2. Tavırlar, davranış lar. 3. Olaylar, hadiseler. 4. Şartlar. S ahvâl-i âlem, {OsT} Dünyanın g id işi; dü n yada m eydan a gelen olaylar, bu o lay ların akışı.\\ ahvâl-i askeri ye, {OsT} A skerî durum .|| ahvâl-i belediye, {OsT} B eldenin durumu, işleri ve şartları.\\ ahvâl-i hâzı ra, {OsT} Şu a n d a ki şartlar, durumlar.\\ ahvâl-i hususîye, {OsT} Ö zel hâller.\\ ahvâl-i hususîye muharebeleri, {OsT} as. Ö zel harekât.\\ ahvâl-i isnı, {OsT} İsm in hâlleri.\\ ahvâl-i millîye, {OsT} Ulusal durum, ulu sal şa rtla r.|| ahvâl-i m u’tâde, {OsT} A lışıla g elen o la y la r; h e r zam an rastlan ır günlük olaylar. | ahvâl-i perîşân, {OsT} Üzücü olaylar. ]| ahvâl-i pür-m elâl, {OsT} Ç o k üzücü olaylar.|| ahvâl-i ruhiye, {OsT} R uhi hâller, p s ik o lo jik durum lar.|| ahvâl-i sıhhiye, S a ğ lık durumları.\\ ah vâl-i siyasiye, {OsT} S iyasi durum lar.|| ahvâl-i siyâsiye-i düveliye, D ev letlere ilişkin siy a si ortam lar veya durum lar,|| ahvâl-i şahsiye, {OsT} huk.
{OsT}
is. 1. Çok ihtiyatlı 2. Pek uygun; pek münasip. 3. Çok kapsamlı; bütünüyle içine alan. ahvaz, [Ar. ahvâz
ahund, [Far. âhünd
(ah v a:s) {OsT} sf. (Kişi
için) bir gözü küçük,
yetişen böğürtlene benzer kırmızı meyveleri olan gülgillerden bir çalı; ağaç çileği; frambuaz, (Rubus idaeus). yarık. 2. Lağım. S âhün-ber, {OsT} D uvar d elici; y e r kazıcı. 2. m ec. M aden arayıcı. 3. H ırsız. ||âhünbür, {OsT} D elik a ç a n ; y e r k az an ; lağım cı.
(ahva:l) {OsT/ is.
Annenin erkek kardeşleri; dayılar,
(ahva:z) {OsT} is. Havuz
lar. (ahvec) {OsT} sf. Çok muh
taç; en muhtaç; pek muhtaç; daha muhtaç, ahvef, [Ar. ahvef
(ahvef) {OsT} sf. 1. (Kişi i-
çin) en korkak. 2. Çok korkunç, ahvel, [Ar. havel > ahvel J y~\] {OsT} sf. 1. Şaşı; gözü şaşı olan. 2. m ec. Her şeyi ters gören; kurnaz; hilekâr. ahver, [Ar. ahver jjs-l] {OsT} sf. 1. (Kişi için) beyaz yüzlü; güzel gözlü. 2. (Göz için) ala ak, karası ka ra, iri ela. 3. (Kişi için) zeki; akıllı. 4. öz. is. Jüpiter gezegeni; Müşteri, ahves, [Ar. ahver
{OsT} sf. Cesur; yiğit; kahra
man. ahya, -a ’i [Ar. hayy (canlı) > ahyâ’
(ah y a:)
{OsT} is. Yaşamakta olanlar; canlılar; diriler, fi1 ahyâ vü emvât, D iriler ve ölüler. ahyaf, [Ar. hayf > ahyâf
(ahya:f) {OsT} is. 1.
Birbirinden farklı, çok çeşitli şeyler. 2. Süt kardeş ler. ahyal, [Ar. hayl > ahyâl JU -I] (ahya:l) {OsT} is. 1. At sürüleri. 2. Atlar. 3. sf. Atlı birlikler, alıyan, [Ar. hîn (zam an; sıra ) > ahyân o l^ l] (ahy a :n ) {OsT} is. Zamanlar; vakitler, ahyana, [Ar. ahyânâ UL^I] (a h y a:n a :) {OsT} zf. Za man zaman; ara sıra, ahyanen, [Ar. ahyânen
(ahya'm en ) {OsT} zf.
Zaman zaman; ara sıra, ahyani, [Ar. ahyânî
(ah y a:n i:) {OsT} zf. Ara
sıra; zaman zaman; vakit vakit, ahyar, [Ar. hayyir > ahyâr jU -l] (ah y a:r) {OsT} is. İyi, hayırlı ve erdemli olanlar, ahyat, [Ar. hayt > ahyât iU -l] (ahya:t) {OsT} is. İplikler; ipler.
■ H I V E X U . i«
AHY
ahyaz, [Ar. hayiz > ahyaz jM -'] (ahya:z) {OsT} is. ahyer, [Ar. ahyâr > ahyer je-l] {OsT} sf. En hayırlı; (ahyu:n) {OsT} is. bot. Y ı-
{OsT} A sker alm a. || ahz-ı asker şubesi, {OsT} A s k e r lik şubesi.\\ ahz-ı intikam, {OsT} İntikam alma.\\ ahz-ı intikam etmek, {OsT} İntikam a lm a k .|| ahz-ı istifa, {OsT} Tam am en bitirm e; tüket.me.\\ ahz-ı m evki’, {OsT} Yer a lm a.|| ahz-ı mevki’ etmek, {OsT} Y erleşm ek; y e r alm ak. || ahz-ı sâr, {OsT} Öç alm a. || ahz-ı sâr etmek, {OsT} Ö ç alm ak. || ahz ü grift, {OsT} Tutma; y a k a la m a ; e le g eç ir m e.|| ahz ü i’tâ, {OsT} 1. Alış v eriş; alım satım. 2. m ec. D ostluk a lışv erişi; dostluk ilişkileri.\\ ahz ü kabz, {OsT} B e lli bir p a ra n ın alın m ası ve h e s a b a yazılm ası. || ahz ü sirkat, ed. B a ş k a birinin yazdığım , sö y led i ğ in i biraz d eğ iştirerek veya değiştirm eden a lm a v ey a ken din e m al etme.\\ ahz ü siyâset, Y akalam a v e öldürm e. ahza, [Ar. ahzâ I>-1] (ah za:) {OsT} sf. (Kişi için) daha alçak; çok alçak; en alçak, (a h za :b )
{OsT} is. 1. Kütleler. 2. Bölükler; kısımlar; zümre ler; hizipler. 3. Kur’an-ı Kerim’in cüzlerinden her birinin dörtte birlik kısmı; beşer sayfalık bölümleri. 4. Kur’an-ı Kerim’in otuz üçüncü suresinin adı. ahzad, [Ar. ahzâd
(ah za;d ) {OsT} sf. Eğilip
bükülebilen; esnek, ahzak, [Ar. hazakat (m aharet) > ahzâk
(ah-
z a :k ) {OsT} sf. (Hekim için) en usta; en mahir, ahzan, [Ar. hüzn > ahzân
(ahza:n ) {OsT} is.
Üzüntüler; sıkıntılar; kederler; tasalar; hüzünler. ah zar1, [Ar. ahzâr
(ahza;r) {OsT} sf. Yeşil.
ahzar2, [Ar. ahzâr
(ah za:r) {OsT} is. Uyanıklık
veren kuşkular; ihtiyatlılıldar. ahzeka, [Ar. ahzekâ
(a h zek â :) {OsT} (k kalın
okunur) sf. (Kişi için) bodur ve büyük karınlı, ahzel, [Ar. ahzel J_^l] {OsT} sf. (Kişi için) beli kırık. ahzem, [Ar. ahzem
I] {OsT} sf. 1. (Kişi için) işi sı
kı tutan. 2. Tedbirli; ihtiyatlı. 3. (Y er için) yüksek. 4. (İnsan veya hayvan) göğsü büyük, ahzen, [Ar. hüzn > ahzen öy~\] {OsT} sf. Çok üzüntülü; çok kederli, ahzer, [Ar. ahzer jji-l] {OsT} sf. 1. (Kişi için) küçük gözlü. 2. Sürekli gözünü kırpan.
-u-l] (a'hzet-
ahzüita, [Ar. ahz ü i’tâ5
j -U-l] (ahzü i:ta:) {OsT}
is. Alış veriş.
lanbaş denilen bir ot, (Arisarum vulgare). ahz, [Ar. ahz İj-I] {Os T} is. -» ahiz. S ahz-ı asker,
ahzab, [Ar. hizb (bölük) > ahzâb
ahzetmek, [Ar. ahz + T. et-mek
m ek) g ç l . f [-(d )-e r ] Almak; kabullenmek,
daha hayırlı; pek hayırlı; fazla iyi olan, ahyun, [Far. ahyün
ahzetme, [Ar. ahz + T. et-me 4*^.1 ls-1] (a'hzetm e) {OsT} is. Kabul etme; alma,
Kapalı yerlerin bölümleri; odalar; bölmeler,
ahzükabz, [Ar. ahz ü kabz
j
iâ-l] {OsT} is. Alma
ve kabul etme, ai, [ay] {eT} is. Ay. [EUTS] a ’ib, [Ar. ’âib ı_*iT] (a :ib ) {OsT} sf. Geri dönen, a ’id, [Ar. ‘ avdet (geri dön m ek) > ‘âid
a sU ]
(a:id )
{OsT} sf. 1. İlgili; ilişkili. 2. Geri dönen. 3. Bir has tayı ziyaret eden, a ’idat, [Ar. 'aide (gelir) > 'âidât ol-tfU] (a :id a:t) {OsT} is. -*• aidat, aidat, [Ar. 'aide (gelir) > ‘âidât o IjjU ] (a :id a :t) is. 1. Gelirler, kârlar; kazançlar. 2. Vergi; harç. 3. huk. Demeklerin ve bazı kuruluşların üyelerinden belli miktarlarda aldıkları paralar; ödenti, a ’ide, [Ar. 'aide ojjU] (a :id e) {OsT} is. 1. Ait olan şey. 2. Gelir; kazanç; kâr. 3. Yarar; fayda. 4. Bağış; ihsan; lütuf. 5. huk. Birine ait olan hisse, a ’idiyet, [Ar. ‘âid > 'âidiyyet c-j.jjU] (a:idiyet) {OsT} is. -*■ aidiyet. aidiyet, [Ar. 'âid > 'âidiyyet OiJJU.] (a:idiyet) is. İlişkin olma durumu; ilişkinlik; aitlik; bağlılık; men supluk. S aidiyet eki, A itlik e k i; ilgi e k i; -ki. AİDS. [İng. acquired immune deficiency syndrome] is. Edinilmiş bağışıklık yetersizliği sendromu; ölet. a ’iffa, [Ar. 'afîf > a'iffa Ütl] (a iffa :) {OsT} is. İffetli ler. a ’iffe, [Ar. 'afif > a'iffe ‘â’ik jsU ] (a:ik, k kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Alıkoyan; engel olan; geciktiren. 2. is. Engel; mania, a ’ika, [Ar. 'a ’ ik > 'a 5ika 'â ’ilât o^bU ] (a :ilâ :t) {OsT} is. Aileler. a ’ile, [Ar. 'ıyâl (b ir kim senin b a k m a k zoru n da old u ğ u kim seler) > 'â ’ile
oma i r e « . ı s ı
AJM
aitlik, -ği [ait-lik] (a:itlik) is. dbl. Ait olma, ilgilen dirme hâli, fi1 aitlik eki, E klen d iğ i kelim ey e aitlik, aynı soy ve aynı atadan gelen kişilerin hepsi. 2. b a ğ lılık ve için de bulunm a an lam ı katan bir isim Aynı çatı altında yaşayan anne, baba ve çocuklar. den zam ir ve sıfa t türetm eye y a ra y an e k (-ki) ’tir. 3. Hanedan. 4. İnsanlar dışındaki varlıklardan bir « E vdeki h esa p ça rşıy a uym az.» birine yakın olan gruplar. 5. huk. Aralarında kan, {OsT} sf. 1. Karşılık olarak ve yakınlık veya sözleşme ile birbirine bağlılık bulu a ’iz, [Ar. ‘âiz nan ve ilişkileri medeni yasa ile düzenlenmiş toplu ren. 2. Karşılık olarak verilmiş, luk. S1 aile adı, B ir kim senin ken d i küçü k adın dan a ’izze, [Ar. ‘azız > a'izze oy-1] {OsT} is. Azizler, so n ra g elen soyun a a it o la n a d ; soyadı. (Ç o cu k la r aj, [Far. âj jT] (a :j) {OsT} is. Dinlenme; istirahat. babaların d an , k ad ın la r d a d ile rler se k o ca la rın d an g elen a ile adın ı kullan ırlar) || aile arasında, A ile ajan, [İt. agente > Fr. agent] is. 1. Bir kuruluş veya birey leri ve ç o k y akın b ir k a ç kişi a ra sın d a y ap ılan devlet hesabına gizli bilgiler sızdırmak için çalışan nişan, düğün, eğ len ce, kutlama.\\ aile bahçesi, A ile kişi; casus; çaşıt. 2. Bir kişi veya kuruluş adına iş o la r a k g id ilip otu ru labilecek, m eşru bat iç ile b ile c e k gören kimse, temsilci; mümessil. 3. Devletin haber yer. \\ aile boyu, 1. (İç e c e k için) b irk a ç kişiy e y e te alma örgütünde çalışan kişi. 4. Sporculann, artistle c e k büyüklükteki. 2. A ile üyelerinin tümü.\\ aile rin ve müzikle uğraşan sanatçıların temsilcileri; doktoru, A ile bireylerin in sa ğ lık durum larını takip menajer. S ajan provokatör, K ışkırtıcı a ja n ; b ir eden, hastalıkların ı tedavi eden, sa ğ lık p r o b le m le kuruluş veya d ev let için d e şid d ete d ay alı baskı y a rini yakın dan bilen hekim .|| aile dostu, A ilece tanı ratm ak için üyelerim veya ça lışa n la rı su ikast ve şılan ve g id ip g elin eb ilen y a kın a rk ad a ş. || aile ef d iğ er tedhiş y o lla rın a b a ş vurm aları için kışkırtan radı, A ileyi m eydan a g etiren bireyler.\\ aile faciası, kim se. A ile b irey leri a ra sın d a m eydan a g elen katil, y a r a ajanda, [Lat. agenda (y a p ıla c a k şey ler )] ( a j a ’nda) is. lam a veya fa c ia la r . || aile hastalığı, N esilden n esle Yapılacak şeylerin günü gününe not edildiği tarihli g eçen aynı ailen in fe r t le r i a ra sın d a g örü len kalıt defter. s a l hastalık.\\ aile kurm ak, E vlen ip ço lu k ç o c ıık ajanlık, -ğı [ajan-lık] is. Ajanın yaptığı iş, casusluk, sa h ib i o lm a k .|| aile ocağı, A ilenin kurulduğu, y e r ajans, [Fr. agence] ( a ’j a n s ) is. 1. Belirli bir alanda leştiği veya g eliştiğ i ev.\\ aile planlam ası, E vli çift müşterileri ile bilgi ve insan kaynakları arasında lerin d o ğ a c a k ço cu k la rın sayısın ı ve zam anını k en ticari açıdan aracılık eden kuruluş. « H a b er ajansı, di isteklerin e g ö r e d ü zen lem ek için doğum kontrolü ilan ve reklâm ajansı, m an ken lik aja n sı vs.» 2. uygu lam aları.|| aile reisi, A ilenin m addi v e m anevi (Radyo ve televizyon için) haber programı, haber sorumluğunu taşıyan sö z sa h ib i kişi. || aile saadeti, saati. E vde karı k o c a a ra sın d a g e ç e n b a rış ve mutluluk. ailece, [aile-ce] (a . i l e ’ce) zf. Aile fertlerinin hepsinin ajeh, [Far. âjeh y i ] (a ;jeh ) {OsT} is. Siğil,
aile, [Ar. ‘ıyal> ‘a’ile aİsU] (a :ile ) is. 1. Aynı kan,
katılımıyla, ailecek, [aile-cek] ( a :ile ’cek ) zf. Ailece, ailelik, -ği [aile-lik] (a :ilelik ) is. 1. Aile olma duru mu. 2. sf. Belirtilen sayıda aileyi alabilecek ölçüde olan. a ’ilevi, [Ar. ‘aile > ‘ailevî
(a :ilev i:) {OsT} sf.
Aile ile ilgili olan, ainç, [aynç] {eT} is. Korku. [EUTS] a’inne, [Ar. ‘mân (dizgin) > a'inne ^ 1 ] {OsT} is. Diz ginler.
(a.jen g) {OsT} is. Çeşitli se
beplerden yüzde beliren buruşukluk, ajiğ, [Far. âjîğ gjT] (a :ji:ğ ) {OsT} is. 1. Gücenme; kı ajih, [Far. âjîh j^jT] (a :ji:h ) {OsT} is. 1. Kir; pas. 2. Çapak. ajine, [Far. âjlne ^jT ] (a .ji.n e ) {OsT} is. Taş dişeğisi; dişengi.
a ’iş, [Ar. ‘ıyş (yaşam a) > 'a 3iş jîjU ] (a :iş) {OsT} sf. 1.
vası olarak çamur; harç, ajeng, [Far. âjeng
rılma. 2. Kıskançlık. 3. Kin; düşmanlık; nefret,
a ’ili, [Ar. ‘aile > ‘âilî <_sJLsU-] (a :ili:) {OsT} sf. Ailevi,
Yaşayan. 2. Rahat yaşayan,
a ’işe, [Ar. câiş > ‘ âişe
ajende, [Far. âjende »JJjT] (a .jen d e) {OsT} is. Bina sı
(a : işe) {OsT} sf. (Bayan
için) iyi yaşayan; yaşayan, ait, [Ar. ‘avdet (g eri dönm ek) > ‘â’id -ul*] (a:it) sf. 1. Bir kimseyle veya bir şeyle ilgili olan; alakalı; bağ lantılı; bağlı. 2. is. Sahibi ve malı olma. 3. e. Dair; hakkında; değgin; ilişik. 4. e. İlgili. S ait olmak, İlgili olm ak, ilgisi bulunm ak, birinin olm ak.
ajir, [Far. âjır ^jT] (a :ji:r) {OsT} is. 1. Su çukuru; havuz; göl. 2. Kalabalık; izdiham. 3. Bağırtı; nara. 4. sf. Hazır; amade. 5. Çekingen. 6. Açıkgöz; akıllı, ajirak , [Far. âjîrâk
(a :ji:r a :k ) {OsT} is. Gü
rültü; bağrı çağrış, ajitasyon, [Fr. agitation] is. p sik ol. Tutarsız davranış larla kendini gösteren bir ruhi rahatsızlık, ajm uk, [aj-muk] {eT} is. Ak şap. [DLT] ö ajm uk taz, B a ş ı ş a p la sıvanm ış g ib i k e l olan. [DLT]
AJU ajun, [Soğd. zwn (hayat) > ajun] {eT} is. 1. Varlık bi çimi; hayat. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Dünya; âlem. [Miihennâ] [Ytiknekî] [EUTS] [DLT] S bu ajun, Bu dün ya.||ol ajun, Ahret. [DLTJajunçı, [ajun-çı] {eT} is. Dünya iyesi; dünya sahibi [Mühennâ] ajunlug, [ajun-luğ] {eT} sf. Dünyevi; dünya ile ilgili. [EUTS] ajur, [Fr. â jour] is. 1. Kumaşlardan iplik çekme vb. yollarla açılan delikleri sarma tekniğiyle meydana getirilen işleme. 2. Mimarlıkta, ağaç ve metal işçi liğinde, oyma ve delme suretiyle meydana getirilen süslemeler. ajurlu, [ajur-lu] sf. 1. Ajuru olan. 2. Her yanı göze nekli biçimde işlenmiş olan. « A ju rlu y elek .» ajüg, [Far. âjüğ j j l ] (a.jü ğ) {OsT} is. 1. Ağaç bu dama. 2. Hurma lifi. -ak 1, [-ak / -ek] {eAT} çek. e. İstek kipinin çokluk birinci kişi eki “-alım” değeriyle kullanılır, g id -ek (gidelim ). -ak2, [-ak / -ek] yap. e. 1. Fiilden isim ve sıfat türeten ek. Fiilin belirttiği eyleme yoğun biçimde uğraya rak oluşan sonuç kavramı katan isimler ve sıfatlar yapar: erek, yığın ak, k a ç a k (eşya), b itek (top rak lar), siirek. 2. Fiil kökünün belirttiği eylemle ilgili olarak yer, yöre, mekân adları yapar: çatak, sığ ı nak, barınak, durak, kavşak. 3. Eylemi yapan veya yapmaya yarayan araç, gereç adları yapar: uçak, ö lçek, san cak, bıçak, b a y ra k (< bat-ır-ak), yatak. 4. Eylemin belirttiği işi sürekli yapan, huy ve tabiat hâline getirmiş anlamında sıfatlar yapar: k o r k a k (tüccar), d ö n ek (başkan ), ü rkek (kız). 5. Fiilin be lirttiği hareket eylemine hızlılık, seri olma anlamı katarak sıfatlar yapar: a k a k (çaylar). -ak3 [-ak / -ek]y a p . e. 1. İsimden isim yapma eki. Bir yerde, bir noktada toplanma ve yoğunlaşma anlamı katarak isimler yapar: başak, topak, odak. 2. Ek lendiği kelimeye darlık, küçüklük anlamları kata rak yeni isimler yapar: y o la k, o ğ la k (< oğul-ak), k ıs r a k (< kısırak). -ak4, [-ak / -ek] {eAT} yap. e. 1. “-ıcı” anlamında sıfat türeten ek. 2. Organ isimleri türeten isimden isim yapma eki. bög(ü)r-ek, yan g-ak. 3. Geçişsiz fiiller den yer isimleri yapar, tur-ak, yat-ak. 4. Geçişsiz fiillerden sıfatlar yapar, yu m u ş-ak -ak5, [eT. -gak > -k / -ak/ -ek] {eAT} y ap . e. -*■ -k. -ak6, [-k / -ak / -ek] yap. e. -*■ -k. ak 1, [eT. ağ (su beyazı) > âk jT] sf. 1. Gün ışığının bütün renklerini yansıtan; süt renginde olan; beyaz. 2. mec. Temiz; lekesiz. {eAT} (aynı) 3. gnşl. Sıkıntı sız, huzurlu. 4. (a :k ) {eT} Kır; beyaz. [DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] [Mühennâ] [Yüknekî] [EUTS] 5. is. {ağız} Baş örtüsü; tülbent; beyaz yaşmak. [DS] 6. {ağız} İç çamaşırı. [DS] 7. {ağız} Göz bebeğine inen beyaz leke; glokom. [DS] B ak ağa İm paratorlu k d ön em i sa ra y ın d a m abeyin d a ir eleri ile h arem b ö
ü IÜ M IÜ T O M . lüm lerini koru m akla g ö rev li Alm an ve M aca r esir lerin den s a r a y a alın ıp yetiştirilm iş hadım a ğ a la rı. || ak akçe, Gümüş p a r a . || ak alaca, B ey a z b e n e k ; b ey az la k arışık benekli. {eAT} (aynı)|| ak alem, S el çuklu sultanı tarafın dan O sm an B ey e g ö n d erild iğ i rivayet ed ilen sa ltan at san cağ ı. || ak altın, P latinin b ir b a şk a a d ı.|| ak altun, {eAT} H alis altın; d eğ erli altın.|| ak A rap , A rap kelim esin in z en ci an lam ın da kullanıldığı y e r le r d e A ra p la ra verilen ad. || ak aş, Sütlaç.|| ak aygır, {eT} İk i k a r d e ş le r takım yıldızı [Mühennâ]|| ak baht, {ağız}. İyi talih. [DS]|| ak bak la, {ağız} B eyaz kuru fasu ly e. [DS]|| ak bal, {eAT} B ey a z b a l; arı b a lı.|| ak basm a, tıp. G özlere beyaz lek e inm esi; aksu ; katarakt.\\ ak basm ak, {ağız} G ö zlere bey az lek e in m ek [DS]|| ak baş, {ağız} Ta n e tutmamış ça v d a r b a şa ğ ı. 2. K a rn a ba h a r. 3. (H ayvan için) alnı veya b a şı beyaz. [DS]|| ak ba şak, S o n b a h a rd a ekilen, k ış a dayan ıklı ve yu m u şak b ir bu ğday türü.|| ak bay, {eAT} B ey a z zengin.|| ak benek, tıp. Göziin saydam ta b a k a sın d a b ir y a r a veya çıban d an so n r a görü len p o rse le n beyazlığın d a k i le k e ; lökom . || ak benizli, Solgun, kan sız kim s e .|| ak bez, {ağız} B ey a z p a tis k a ; kap u t bezi. [DS]|| ak bi, {eT} K ır a t; b ey az at. [EUTS]|| ak biti, {eAT} İyi h â l k âğ ıd ı; iyi a m e l d efteri; berat.\\ ak boz, {eT} D onu bütün a k o la n at. [Mühennâ] ||ak börk, B eyaz k eçed e n y a p ıla n b ir tür b a şlık .|| ak buğday, bot. B ey a z kabuklu, k ış a ve sü rm eye dirençsiz, ku rağ a v e p a s a dayan ıklı f a k a t tan eleri ç o k dökü len bir ek m ek lik bu ğday türü. || ak bulut, {ağız} 1. Kışın gö rü len y ağ m u r bulutu; p a m u k bulutları. 2. Bulutlu h a v a la rd a k i bu naltıcı sıcaklık. [DS]|| ak burun, {ağız} Burnu bey az o la n köpek. [DS]|| ak cinni (cin li), {ağız} R akı. [DS]|| ak çakır, {eAT} A k d o ğ a n .|| ak çalı, {ağız} Çit y a p m a k ta kullanılan d iken li bir çalı. [DS]|| ak çalıbasan, B ir bu ğday çeşid i.|| ak çeltik, K ılçık la rı bey az b ir p irin ç türü. || ak dalak, {ağız} bot. 1. Yol k en a rla rın d a biten ısırgan otu. 2. A ğ kurdu. [DS]|| akdan karadan, {eAT} Olumlu veya olum suz n e o lu rsa olsun.|| ak darı, {ağız} 1. B ey a z mısır. 2. Küçük, beyaz, p a t la k mısır. [DS]|| ak dem ir, D övü lm ek üzere kızgın a teşte k o r hâlin e getirilm iş dem ir.|| ak dikmeler, {ağız} K ireç li top ra k ta k i düzenli s e l yarın tıları. [DS]|| ak don, {ağız} 1. S oğ u k g e c e le r d e donm uş çiy; kırağı. 2. Iç p a n to lonu. [DS]|| ak doncak, {ağız} Yarı giyin ik; iç p a n tolonu ile. [DS]|| ak dut, {ağız} B eyaz dut. [DS]|| ak düşmek, A ğ arm aya başlamak.\\ ak ev, K o n a r g ö ç e r Y örüklerde soylu ların çadırı.\\ ak fatm a, 1. {ağız} L o r tatlısı. 2. Ş ekerp a re. [DS]|| ak gice, (eAT} Mutlu g e c e .|| ak gök, {ağız} 1. (Sebze, m eyve için) iyi kötü ; y a rı olm uş, y a rı olm am ış. 2. B ir tür incir. 3. Ç eşitli sebze. [DS]|| ak göz, E g e b ö lg esin d e y e tiştirilen b a s ık ve şe k illi y uvarlak, eti beyazım tırak sarı, g ö z leri b ey az verim li ve tutulan b ir p a ta tes türü.||ak gözleme, {ağız} Yağsız ek m ek ; p id e. [DS]||
ö l l l l f f i » 1 .1 6 3
ak gözlü, zool. T ropik a la n la rd a y a şa y an k a h v e rengi, sa rı v e y e ş il tüylü, gözlerin in etrafın d a beyaz bir h a lk a bulunan ötücü b ir kuş türü (Zasterop).\\ ak gün, {ağız} Mutlu gün. [DS]|| ak günek, {ağız} K ırd a y etişen v e y en en b ir tür ot; hindiba. [DS]|| ak günlük, A rdıç zam kı; a rd ıç reçin esi. || ak gürgen, Kayın ağacın ın odun veya k erestesin e verilen ad. || ak haba, {ağız}] Yünden dokunm uş b ir tür kilim. [DS || ah hardal, {eA l} T ere tohum u.|| akı kara, karayı ak göstermek, O layları ters anlatm ak]] akı karadan seçmek, iy i ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden a y ırab ilm ek . ||ak kan, biy. L e n f d a m a r ların da d o la şa n renksiz b ir sıvı olu p kan p laz m ası ile len fositlerden olu şan k an a g ö r e d a h a ç o k su, üre f a k a t d a h a az p rotein , m in eral ve fıb rin o jen bulunduran sarım sı saydam sıv ı; vücut sıvısı; p la z ma.,|| ak kanat, {ağız} 1. Kuyruğu ve y e le s i beyaz at. 2. E sk i a s k e r î örgütte en so n a s k e r e ç a ğ r ıla c a k yaşlı grup. [DS]|| ak katık, {ağız} L o r ile karıştırı la r a k kurutulmuş yoğurt. [DS]|| ak kavuk, {ağız} B eyaz yünden y a p ıla n ve f e s e b en z er bir tür başlık. [DS]|| ak kaya bülbülü, {ağız} Görgüsüz, k a b a kim se. [DS]j| ak keçi, {ağız} Tiftik keçisi. [DS]|| ak kır, {ağız} Bütünüyle bey az o la n at; süt beyaz. [DS]|| Ak koyun k ara koyun geçit başında belli otar. K i min ne olduğu ön em li b ir d en em e sıra sın d a a n laşı lır.,|| ak kozak, {ağız} B ey a z ç iç ek li afyon bitkisi. [DS]|| ak kök, {eAT} M en ekşe kökü ; süsen kökü A ak kulak, {ağız} B ey a z m antar. [DS]|| ak kuş, 1. B eyaz güvercin. 2. {ağızj A tm aca. [DS][| ak kuşak, E lle örülm üş bey az yün kuşak. || ak kuyruk, {eAT} Siyah kanatlı, bey az kuyruklu b ir g ü v ercin ]| ak küf, Ç içek tozu bulunan p e t e k le r d e b ir tür m an ta rın y o l açtığ ı hastalık]] akla karayı seçmek, G üç lük çekm ek, ç o k sıkıntı çekm ek. || ak m adde, anat. Beyni m eydana g etiren iki m ad d ed en biri. || ak m antar, {eAT} B eyaz, kü çü k b ir tür mantar. || ak mık, {eAT} B oza. || ak oda, G elin odası, z if a f o d a sı]] ak olmaklık, {eAT} A ğ arm a; beyazlaşm a]] ak ot, {eAT} B ey a z çiçekli, bey az tohum lu b ir tür h a ş haş]] ak öy, {eTj A k k e ç e li ev ; yurt. [Nevâyî]|| ak paflak, {ağız} B ey a z ve şişm an yüzlü kim se. [DS]|| ak pak, Tertemiz. || ak pas, bot. L a h a n a cinsi s e b zelerin y a p r a k ve g ö v d elerin d e y er le şe n yosunum su zararlı m an tar (A lbugo candida).]] ak pullu, {ağız} K en arı işlem eli b a ş örtüsü; çevre. [DS]j| ak pür çek, {ağız} İhtiyar kadın. [DS]|| ak pürçekli, {ağız} (Kişi için) s a ç ı sa k a lı ağarm ış. [DS]|| ak saçlu, {eAT} Ç ok y a ş lı; ihtiyar]] ak sakal, 1. {eT} İhtiyar; saçı sa k a lı a ğ a rm ış; ihtiyarlam ış. [DLT] 2. Köyün veya kabilen in başı. 3. {ağız} E rm iş; evliya. [DS]|j ak sakal er, {eT} S a çı sa k a lı a ğ arm ış adam . [DLT]|| ak sakarca, {ağız} D a ğ tep elerin d e görü len beyaz bulut. [DS]|| ak sarm aşık, {eAT} A k asm a. || ak sa ya, {ağız} 1. B ey a z g öm lek. 2. G em ici g öm leğ i. 3. Yakası, k o l ve eteğ i işlem eli b ir ç eşit bey az ceket.
AKA
[DS]|j ak serçe, {ağız} B o z renkli, beyaz b en ekli b ir tür serçe. [DS]|| ak sıcak, K avurucu ve şiddetli g ü neş]] ak sıva, {ağız}] B eyaz badan a. [DS || ak soy muk, {ağız} D alg a la rın den izde m eydan a g etird iğ i bey az köpük. [DS]|j ak su, I. tıp. G öz m erceğin in saydam lığın ı k a y b ed er ek beyazlam asın dan m eyda na g elen b ir g ö z h astalığ ı; a k ba sm a ; k ata ra kt; p er d e. 2. {ağız} K a y alard an sızan tatlı v e b e rr a k su. [DS]|| ak sunkur, {eAT} D oğ an cinsinden bir k o ş ; a k doğan ]] ak süt, N am uslu ve iffetli anne]] ak süt emmiş, S oy ca a h la klı ve nam uslu a iled en g elen .|| aktan karadan, {eAT} {ağız} E vet v ey a h a y ır; olum lu veya olum suz; iki şeyden birisi. [DS]|| A k tan karadan haberi yok. Cahil, dünyadan h a b e r siz, oku m a y a zm a bilm iyor]] ak taş, {ağız} 1. K ilo m etre taşı. 2. K ireç taşı; m erm er. [DS]|| at tavşan, {eAT} A da tavşan ı.|| ak tavuk, {ağız} 1. G ü vercin e ben z er bir kuş. 2. ilk b a h a r d a açarı b ir tür çiğdem çiçeği. [DS]|j ak tıraş, S açı sa k a lı a ğ arm ış adam ]] ak tilki, Yumuşak kürkü ö zellikle g e c e elb is elerin d e kullanılan b ir cins tilki]] ak top, {ağız} K a r topu. [DS]|| ak toprak, {ağız} 1. T op rak evlerin sıvasın da k ir eç y erin e kullanılan b ir tür bey az teb eşirli to p rak. 2. P ekm ez toprağı. 3. Killi, k ireçli beyaz to p rak. [DS]|| ak tutm a, {ağız} tıp. İd ra rd a albüm in bulunm ası durum u; albiim ineri. [DS]|| ak yağ, {ağız} E ritilm iş in ek yağı. [DS]|| ak yalavuş, {ağız} Tatlı d illi; c a n a yakın. [DS]|| ak yağm ur, {ağız}l. ir i tan eli ve hızlı y a ğ a n yağm ur. 2. D olu. [DS]|| ak yanış, {ağız} Yalnız kilim lerd e kullanılan bir m otif. [DS]|| ak yaşmak, {ağız} D ört k ö ş e b ey az başörtü sü; tülbent. [DS]J| ak yavan, {ağız}] G ereksiz kon u şa n ; m ün asebetsiz kim se. [DS j| ak yel, {ağız} K im i y e r d e güneydoğudan, kim i y e r d e kuzeyden es en rü zg ârlara verilen ad. [DS]|| ak yem, B a lık tutm ak için o lta la rd a y em o la r a k kullanılan izm arit ve is tavrit g ib i kü çü k balık]] Ak Yıldız 1. g ö k b. Ç o ba n y ıldızı; Ç olp an ; Venüs 2. bot. Şem siyeye b en z er sa rı veya bey az ç iç e k le r açan z am ba kg illerd en kü çü k so ğ an lı b ir bitki; k ö p e k so ğ a n ı; tükürük otu, (O rnitho galium)\\ ak yüzlü, {ağız} Tem iz; doğ ru ; dürüst. [DS]|| ak yüzlük, {ağız} İffet; nam us; şe ref. [DS] ak2, [Çin. âk (kötü; n efret çeken )] {eT} sf. İğrenç; kötü; alçak; fena. [EUTS] [İKPÖy.] ak3, -kkı [Ar. ‘ukük (isyan etm e) > ‘âkk jU ] (a :k ) {OsT} sf. Dik başlı; inatçı; asi; serkeş. ak4, -kkı [Ar. ‘ukük (isyan etm e) > ‘akk j t ] {OsT} is. Anaya babaya karşı durma. aka, [Moğ. ağa / aka] {eT} is. 1. Büyük kardeş; ağa bey. [EUTS] 2. Ağa. 3. Bilgin. 4. {ağız} Baba. [DS] a ’ kab, [Ar. ‘akab > a'kâb cjÜpI] (a k a :b ) {OsT} is. E v latlar; torunlar. akab, [Ar. ‘akıb > ‘akab *_^ ] {OsT} is. 1. Topuk; ök
O TUM Î İ K C t S Ö M . 164
A KA
çe. 2. Son; netice. 3. Arka; art. 4. Bir olayın ya da zamanın hemen sonrası; hemen ardı. 5. mec. Evlat; torun; zürriyet; döl. S akab-gîr, {OsT} Birini veya bir şeyi kovalayan; ardına düşen. || akab-gîrân,
akagan, [ak-ağan OLt «T] { eAT} sf. Çok akan.
{OsT} Takip edenler; kovalayanlar; peşine düşen ler ,|| akab-ı leşker, {OsT} Bir askerî kıt'anın veya kolun hemen gerisi. || akab-rev, {OsT} 1. Arkadan gelen. 2. Ardına düşen; takip eden.
akaid, [Ar. 'akide > 'akâ’id Ju‘ U&] (aka:id) {OsT} is.
akabat, [Ar. 'akabe > ‘akabât o U it] (akaba.t) {OsT}
akaik, [Ar. 'akika > ‘akâ’ik jiU t] (aka:ik) {OsT} is.
is. 1. Aşılması zor dağlar tepeler, sırtlar, geçitler. 2. Korkunç olaylar; tehlikeli durumlar; korkulu daki kalar. akabe, [Ar. 'akabe vi&] {OsT} is. 1. Aşılması zor ge çit; dik yokuş; sarp yol; tepe; yokuş yer. 2. Bir du rumun ya da hastalığın en tehlikeli devresi. 3. mec. Tehlike; muhatara. 4. Nil’de çalışan bir tekne türü, akabi, [Ar. 'akabi
(akabi;) {OsT} sf. Önceye ait.
akabince, [akab-i-nce] {OsT} zf. Hemen ardından, akabinde, [akab-i-n-de] (aka.binde) zf. Hemen ar dından, bir olayın arkasından, ak aç, -cı [ak-mak > ak-aç] is. 1. Birikmiş sıvıyı çe şitli teknikler kullanmak suretiyle uzaklaştıran boru veya boşaltan, akıtan sistem. 2. Kanal, ark gibi su yolu. 3. Çok nemli arazide taban suyunu akıtmaya yarayan yer altı oluğu, akaçlam a, [ak-aç-la-ma] is. 1. Tarlada biriken suyu atmak için toprak içine delikli künkler döşemek veya toprak içinde suyun akacağı galeriler açacak şekilde sürme işi; drenaj; tefcir. 2. Vücudun her hangi bir yerinde birikmiş olan sıvıyı borular vası tası ile boşaltma, akaçlam ak, [ak-aç-la-mak] gçl. f. f-r] [-l(ı)-yor] İstenmeyen bir sıvıyı bulunduğu ortamdan çeşitli teknikler kullanarak uzaklaştırmak, atmak; tahliye etmek. akade, [Ar. 'âkid > 'akade =-ut| {OsT} is. 1. Bağla yanlar; düğümleyenler. 2. Sözleşme yapanlar, akadem i, [Yun. akademos (Plüton’un ders verdiği bahçe) / Lat. academia] is. 1. Bilim, kültür ve sa natla ilgili olarak söz sahibi kişilerin toplandığı kurul, demek. 2. Uygulamalı yüksek okul, akadem ici, [akademi-ci] is. Kendi özgün görüşleri yerine akademik görüşlere veya yerleşmiş gelenek lere bağlı kalarak eser veren sanatçı, akademicilik, -ği [akademi-ci-lik] is. Genel kabulle re veya resmî görüşlere uygun bir estetik anlayışına bağlılık. akadem ik, -ği [Fr. académique] sf. 1. (Eser, konfe rans, takvim vb. için) bilimsel niteliklere sahip. 2. Üniversitelerle ilgili olan, akademisyen, [Fr. académicien] is. Üniversite öğre tim görevlisi veya bir akademik kurulun üyesi olan kişi.
akağaç, -cı [ak+ağaç] (a ’kağaç) is. Karaağaçgiller den beyaz kabuklu huş ağacı, (Betula alba). -*■ akait, fi1 akâid-i diniye, {OsT} Dinî inanışlar; dinî esaslar. || akâid-i İslâmiye, {OsT} İslam dini nin esasları. Çocuk için kesilen adaklar. ak aim 1, [Ar. akvam (kavimler) > akâ’im f-ilil] (aka:-
itn) {OsT} is. Kavimler; milletler. akaim 2, [Ar. 'akamet (kısırlık) > 'akâ’im |*sUt] (a-
ka;im) {OsT} sf. (Kişiler için) kısır olan, akair, [Ar. 'akar > 'akâ’ir _^U&] (aka.ir) {OsT/ is. Ge lir getiren mülkler, gayrimenkullar; akarlar, akait, -di [Ar. 'akide > 'akâ’id JJU t] (aka. it) {OsT}
is. 1. İman ve itikatlar. 2. İbadet dışında itikat ve imanla ilgili dinî esasların, kaidelerin bütünü. 3. isi. Usul ilmine giriş olarak kabul edilen, imana ait İs lâmî esasların, kuralların tümü, fi1 akaid kitabı,
Dini inanışlardan, esaslardan bahseden kitap. akaju, [Port. acaju] is. 1. Tropikal iklim kuşağında yetişen meyvesi yenilebilen, kızıl kahve renkli ke restesinden mobilyacılıkta yararlanılan orman ağa cı; maun. 2. sf. Bu tür ağaçtan yapılmış olan, ak ’ak, [Ar. 'ak'ak <3* ^ ] {OsT} is. Saksağan. akak, -ğı [ak-mak > ak-ak] is. 1. Eğimi çok akarsu yatağı; mecra; yatak. 2. Irmak; dere; çak; küçük akarsu. 3. {ağız} Irmak ve dere suyunun hızlı aktığı yer; suyun ivinti yeri; çağlayan. [DS] 4. Eğimi ve inişi fazla yer. 5. {ağız} Kuru sel yarıntıları; dere yatağı. [DS] 6. {ağız} Cereyan; akıntı. [DS] 7. {ağız} sf. Çabuk meyleden; sebatsız; maymun iştahlı. [DS] akakır, [Ar. 'akkar > 'akâkir ,* 5 ^ ] (aka.ki.r, k ’ler
kalın söylenir) {OsT} is. Hekimlikte ilaç ve ilaç üre timinde kullanılan bitki kökleri. akal1, -li [Ar. 'akl (bilme, anlama) > a’kal J-itl]
{OsT} sf. Daha akıllı; en akıllı; çok akıllı. akal2, -İli [Ar. kıllet > akall Jil] {OsT} sf. 1. Daha az; en az. 2. Değer bakımından hiç önemi olmayan; önemsiz. S akall-i kalil, {OsT} Azın azı; pek az.|| akall-i mâyekûn, {OsT} En az muhtemel; olması en az mümkün.\\ akall-i müddet, {OsT} En kısa zaman
parçası. akal3, [Far. âkâl JüT] (a;ka;l) {OsT} is. Çer çöp. akala, [Akala (Meksika’da bir kent)] is. Amerikan pamuğundan Türkiye şartlarına göre geliştirilen uzun elyaflı bir pamuk cinsi, akalim, [Ar. iklim (memleket) > akâlim (v^lîl] (aka:-
merumtt s o m u 165
AKA
lim) (OsT} is. İklimler; memleketler; diyarlar. S akâlim -i seb’a, {OsT} Yedi iklim. akalli, [Ar. akall > akallî Jlü '] (akalli:) {OsT} zf. Hiç
akarat, [Ar. ‘akâr > ‘akârât ol_,Up] (aka:ra:t) {OsT}
is. Bağ, bahçe, tarla gibi arazi cinsinden mülk par
olmazsa; en azından, akalliyet, [Ar. akallî > akalliyet o J il] {OsT} is. 1. Küçük grup. 2. Bir topluluğun egemen öğeleri dı şında kalan, çoğunluk oluşturamayan etnik grup; azınlık; ekalliyet. akanı1, [Ar. ‘akam
Bir uyuz böceğinin larvası yüzünden armut ve as ma ağaçlarında oluşan mazı.
{OsT} is. Kısırlık.
akam2, [Ar. 'akâm j>Ut] (aka:m) {OsT} sf. 1. Kısır. 2. (Hastalık için) tedavisi mümkün olmayan, akamber, [ak+amber] sf. t. bot. Amber balığı (kaşa lot) iç yağından elde edilen bal mumu rengindeki kokulu madde, akamat, [Yun. akamatos (gen)\ {ağız} sf. Verimsiz toprak; işlenmemiş, genleşmiş toprak. [DS]
çaları; gayrimenkul mülk, 6 1 akârât-ı mevkûfe, {OsT} Cami, medrese, şifahane gibi dinî amaçlı
vakıflar için bağışlanmış taşınmazlar. akarca, [ak-mak > ak-ar-ca] {ağız} is. 1. Akarsu. 2. Sürekli olarak akan çeşme. 3. Kaplıca. 4. tıp. Sü rekli akıntı yapan yara; çıban; fıstül; sıraca. 5. Bel soğukluğu gibi sürekli akıntı yapan hastalık. 6. Kemik veremi. 7. Hayvanlarda görülen bulaşıcı beyin hastalığı; deli dana hastalığı. 8. Kaplıca. [DS] fi1 akarca su, {eAT} 1. Akarsu. 2. Güler yüzlü. akarcalı, [ak-ar-ca-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) başkası nın malına zarar veren. 2. Bünyesi zayıf; hastalıklı. [DS]
akamet, [Ar. ‘ ukm (kısır olma) > ‘akamet oj>Up]
akaret1, [Ar. ‘akâr > ‘ akârât o ljU t] (aka.ret) {OsT}
(aka:met) {OsT} is. 1. Kısırlık; verimsizlik. 2. Y an
is. 1. Gelir sağlayan ev, arsa, bahçe, çiftlik gibi mülk. 2. Kiraya verilmiş gelir getiren ev, dükkân vb.
yolda kalma; sonuçsuzluk. t? akamete uğramak,
1.
(İş için) sonuç alınamamak. 2. Kesilmek.
akan, [ak-mak > ak-an] sf. Akmakta olan. S Akan sular durur. Herkesçe kabul gören ve bilinen bir
gerekçe ortaya konduğunda aksini iddia etmek yer siz olur. || akan toprak, Sel sularının alıp götürdü ğü toprak\\ akan yıldız, gök b. Uzayda uçuşan ka yaların yer çekimi etkisiyle atmosfere girdikten sonra sürtünme sıcaklığıyla ergiyerek genleşme sonucunda tekrar atmosfer dışına çıkması ile görü len ışık çizgisi. akana, [aka+ana] is. 1. Büyük anne; nine. 2. Üvey ana; analık. [DS] akap, -bı [Ar. ‘ akıb > ‘akab
akaret2, [Ar. ‘akâret o jU t] (aka:ret) {OsT} is. Kısır olma hâli. ak arib 1, [Ar. ‘akreb > ‘akârib ojU p] (aka.rib) {OsT}
is. zool. Akrepler. akarib2, [Ar. akârib
(aka:rib) {OsT} is. Akra
balar. akarlar, [Lat. acarus] is. zool. Dik toparlak gövdeli meyve ağaçları ve insanlar için asalak olan kırmızı örümcekler alt sınıfını oluşturan zararlılar, (Aca-
rina). {OsT} is. -*• akab.
akar1, [ak-mak > ak-ar] is. ve sf. 1. Sıvı; akıcı. «Akaryakıt, akarsu vs.» 2. {ağız} Irmak; dere; çay; küçük akarsu. [DS] 3. {ağız} Çeşme; pmar; kaynak; su oluğu. [DS] 4. {ağız} Çeşme yalağı. [DS] 5. {eAT} Akan. ö akar akıllı, {ağız} Duygusu ile hareket eden kimse; iradesiz; dönek. [DS]|| akar amber,
bot. Sağlam keresteli, kabuğundan aselbent sıvısı elde edilen Asya kökenli büyük bir sıcak bölge ağacı (Liquidambar oriantalis).\\ akar bakar, {ağız} 1. Bakışımlı. 2. Toprağın eğimi. [DS]|| akar ırm ak, {eAT} Akan ırmak.|| akar kokar, Çabuk bozulan, çürüyen yiyecek, içecek maddeleri.\\ A k a rı, kokarı yok. Görünüşte belli bir kusuru yok.\\ akar oluk gibi, Arkası kesilmemecesine, bol bol, sürekli.|| akar su, {eAT} 1. Pınar. 2. -*■ akarsu. akar2, [Ar. ‘akâr jU t] (aka:r) {OsT} is. 1. Ev, dük kân, arsa, bağ, çiftlik ve tarla gibi gelir getiren mülk. 2. Bu mülklerden elde edilen gelir; hasılat. 3. Kısırlık. akar3, [Lat. acarus] is. zool. Kene, fi1 akar mazısı,
akarm ak, [ak-ar-mak ^ jil] {eT} {eAT} gçsz. f. [-ur] Ağarmak. [Mühennâ] akarsu1, [akar+su >^jlüT] {eAT} sf. Güler yüzlü; gü leç. akarsu2, [ak-mak > ak-ar+su] is. 1. Belirli bir yatak içinde akan çay, dere, ırmak ile yeraltında akan bütün sular; ırmak; nehir; çay; dere. 2. El tezgâhla rında dokunan sırma ve gümüş çizgili kadın kuma şı. 3. Tek sıra elmas veya pırlantadan ince platin levhalarla birbirine tutturulmuş gerdanlık. 4. sf. mec. Sürekli; kesintisiz; aralıksız. S akarsu ağı,
Bir akarsuyun kolları ile birlikte meydana getirdiği su akışı. || akarsu ağzı, Akarsuların denize veya göle döküldüğü yer. akartm ak, [ak-ar-t-mak j ^ y l ] {eAT} gçl. f. [-ur] Ağartmak; beyazlatmak, akaryakıt, [ak-ar+yak-ıt] is. Yakıt veya yakacak olarak kullanılan sıvı petrol ürünleri ile alkolün or tak adı. ö akaryakıt gemisi, Akaryakıt taşımak üzere imal edilmiş gemi.|| akaryakıt ikm ali, Araç-
ııeiiiesüM .
AKA la rd a k u lla n ılaca k akary akıtı ulaştırm ak, ek sik leri ni tam am lam ak. akas, [Ar. ‘akaş
{OsT'} is. Pis kokulu olma,
akasır, [Ar. cakşar > 'akâşır
{OsT} sf. Pek kı
akasi, [Ar. ‘akşâ > 'akaşı L5~ ^ ] (a k a .s i:, s kalın sö y lenir) {OsT) is. Çok uzaklar, akasim, [Ar. kısım (bölm e) > aksam > akâsîm *--131] (a k a .si.m ) {OsT} is. 1. Kısımlar; parçalar; bölümler. 2. Kısmetler; nasipler; hisseler, akasma, [ak+as-ma] is. bot. Düğün çiçeğigillerden bahçelerde süs olarak yetiştirilen filbahar, meryemana, yaban asması gibi tırmanıcı odunsu gövdeli çiçeklerin ortak adı. (C lem atis). akasya, [Yun. akakia / Lat. acacia > Fr. acacia] is. bot. 1. Küstüm otugiller (M im osa-ceae) familya sından çok değişik türleri bulunan, çoğu türleri yaprağını dökmeyen dikenli, çiçeklerinin güzelli ğiyle tanınan ağaççıklar. 2. Baklagillerden bir ağaççık, (R obin ia p s e u d o a c a c ia ). (a ka :v i:l)
{OsT} is. Kaviller; sözler; lakırdılar. S akâvil-i bâ tıla, {OsT} B a tıl sözler.]] akâvil-i kazibe, {OsT} Ya lan sözler. akavim, [Ar. kavm > akvam > akâvım (*jlîl] (ak a.v i.m ) {OsT} is. Kavimler, akay, [aka / akay] {ağız} is. Adam; erkek. [DS] akazdır, [Ar. al-haşdîr jfJ&jJt] {OsT} is. Simyacıların kalaya verdikleri ad. akbaba, [ak+baba / Ar. ‘ulcâb] ( a ’k b a b a ) is. zool. Kayalık yüksek dağlarda yaşayan, hayvan ölülerini yiyerek beslenen, başı ve boynu çıplak, iri ve yırtı cı bir kuş cinsinin genel adı, (Vultur). S akbaba lar gibi üşüşmek, P aylaşm an ın sö z konusu olduğu y e r e zam an kaybetm eden koşu p toplaşm ak. akbabagiller, [akbaba-gil-ler] is. zool. Akbaba türle rini içine alan kuşlar familyası, (Vulturidae). akbah, [Ar. kubh (çirkinlik) > akbeh
gözde. akbın, [Erme, ağb(in) > akbm / akbun] {OsT} is. Fışkılı sulama suyu ile sulanan tarla. akbiye, [Ar. lçabâ5 (üstlük) > akbiye
salar.
akavil, [Ar. kavi (söz) > alçâvll
akbel, [Ar. akbel J J İ ] {OsT} sf. En çok beğenilen;
{OsT} sf.
Daha çirkin; en çirkin; en uygunsuz; çok yakışık sız. akbakan, [ak+bak-an] {ağız} sf. Beceriksiz; budala. [DS] akbalık, -ğı [ak+balık] is. zool. Başı koyu renkli, levreğe benzer, kemikli 3-5 kg ağırlığında bir cins göl balığı (P araru tilu s frisii). akbalıkçıl, [ak+balık-çıl] is. zool. Üreme mevsimin de süslü tüyleri çıkan, beyaz veya kül rengi görü nümünde büyük bir su kuşu. (E gretta a lb a). akbaş, [ak+baş] is. 1. bot. Baklagillerden iki yıllık yem bitkisi, (M elilotus alba). 2. zool. Yazları soğuk bölgelerde yaşayan, kışları ılık kıyılara göç eden ince gagalı bir kaz türü; deniz kazı (B ern icla).
Üstlükler; üste giyilen elbiseler; kaftanlar, akbun, [Erme, ağb(in) > akbm / akbun] is. Su basan, gübreli, verimli tarla, akburçak, -ğı [ak+burçak] is. bot. Bir metre kadar boylanabilen bir çeşit burçak; Kanada mercimeği. ak ça1, [ak-ca a»«S1] {eAT} is. Aksu; katarakt. akça2, [ak-ca / ak-ça 4^1] {eAT} is. -*■ akçe. akcılrak, -ğı [alç-çıl-rak] {eAT} sf. Beyaza çalar; be yazımsı. akciğer, [ak+ciğer] is. anat. Doğrudan havayla solu num yapan canlılarda ve özellikle insanda oksije nin kana karışmasını sağlayan temel solunum or ganı. S akciğer göbeği, A kciğerin iç y a n yüzünün o rtasın d aki bronş, a k c iğ e r atard am arı, bron ş a ta r d am arı ve sinirlerin girdiği, a k c iğ e r top lard am arı ile akk an dam arının çıktığı y e r .|| akciğer kesecik leri, A k ciğ er lopçuğunun p ira m it biçim inde, 1-2 mm. gen işliğ in d eki parçaları.\\ akciğer lopçuğu, S a ğ a kciğ erin iki y a rıkla, s o l a kciğ erin bir y a rık la b eş p a r ç a y a bölü n m esi ile oluşm uş p a r ç a la r ; alveol. || akciğer peteği, K an ın g a z alışverişin i yaptığı, içi ve dışı p e k ç o k çu ku r ve k a b a r c ık la r la dolu a k ciğ erin en küçü k bölüm ü olan k e s e c ik le r . \\ akciğer zarı, A kciğ eri dıştan k ap lay a n s e rö z m a d d e; p lev ra. akciğerliler, [ak+ciğer-li-ler] is. zool. Karada ve tatlı sularda yaşayan, solunumlarını ilkel akciğer sayı lan solunum keseleri ile sağlayan karından bacaklı yumuşakçaların bir takımı. ak ça1, [ak-ça
/ *>«sl] ( a ’kça) sf. 1. Beyazımsı;
beyaza yakın renkte. 2. {ağız} Siyahlı beyazlı; ala ca. [DS] 3. {ağız} Pamuk ipliğinden dokunmuş çul. [DS] 0 akça bardak, bot. {ağız} K a rd elen ; k a r çi ç e ğ i; çiğdem . [DS]|| akça katık, {ağız} Tuzlanıp d eri tulum için d e sa k la n a n yoğurt. [DS]|| akça ka vak, {eAT} B ir tür söğüt. || akça koca, {ağız} Saçı sa k a lı beyazlaşm ış ihtiyar. [DS]|| akça pakça, E li yüzü temiz, bey az tenli, g ü zel.|| akça rü zgâr, {ağız} K uzeybatıdan esen yel. [DS]|| akça yel, Güney d o ğudan esen ılık rü zgâr, keşişleme. akça2, [eT. ağ! (servet, m al) > ağî-ça > ak-ça 4»j|] is. -*■ akçe. S akça assıya virmek, {eAT} F a iz le p a r a verm ek.|| akça assısı, {eAT} P a r a g e lir i; f a i z .|| akça assıya almak, F a iz le p a r a almak.\\ akça kaldır mak, {eAT} P a r a to p lam ak; avu ç dolusu p a r a edinmek.]] akça kesmek, {eAT} P a r a b a sm a k; sik k e kestirm ek.]] akça sayılmış kul, {eAT} P a r a ile ed i nilm iş köle.
İ M
İ K
A KD
m o n . 167
akçaagac, [ak-ça+ağac
4^51] {eAT} is. Akçaa
ğaçakçaağaç, -cı [ak-ça+ağaç] is. bot. Ilıman bölgelerde yetişen kerestesi sağlam ve hafif bir orman ağacı, (Acer). akçaağaçgilller, [ak-ça+ağaç-gil-ler] is. bot. Yaprak ları karşılıklı dizili ve parçalı, örneği akçaağaç olan yaklaşık yüz elli türün ortak adı, (A ceraceae).
zimmet, {OsT} huk. İslam olm ayan ların İslam d ev letinin tâbiiyetini k a b u l etmesi.\\ akd ü hal, {OsT} ed. K la s ik Türk E d ebiy atın d a n esri nazm a çev irm e y e akd, nazmı n esre çevirm eye d e h a l a d ı verilir. akdah, [Ar. kadeh (su k ab ı) > akdâh ^-üil] (a kd a :h ) {OsT} is. Bardak, maşrapa, kupa gibi su ve içki içe cek kaplar; kadehler, akdam , [Ar. kadem > akdâm j>lJil] (akd a:m ) {OsT} is.
akçakavak, -ğı [ak-ça+kavak] is. bot. Dünyanın pek çok yerinde yetişen park ve bahçeleri süsleyen, yapraklarının alt yüzü beyaz tüylü 20- 25 metre kadar boylanabilen bir ağaç, (P opu los alb a).
ak dar, [Ar. lçadr (değ er) > akdâr jİJil] (a kd a :r) {OsT}
akçakır, [ak+çalc-ır] {eAT} is. zool. Ak doğan,
ak daraç, -cı [aktar-mak > aktar+ağaç] {ağız} is. -*■ aktaraç. [DS]
akçalaşmak, [ak-çe / ak-ça-la-ş-mak] işteş, f . [-ır ] {ağız} Pazarlık etmek. [DS] akçalı, [akça-lı] sf. -*■ akçeli. akçalık, -ğı [akça-lık] {eAT} is. Para kesesi, akçamuk, -ğu [ak-ça-muk] {ağız} is. 1. Bütünüyle açılmış pamuk kozası. 2. Bir tür saçkıran hastalığı. [DS] akçe, [eT. ağ! (servet) > ağı-ça > ak-ça / ak-çe] is. 1. Küçük gümüş para. 2. Her çeşit madenî para. S1 akçe etmez, D eğersiz. || akçe kesmek, M ad en î p a ra basm ak. ||akçe şıkırtısı, P a r a h aberi, p a r a üm i di.|| akçesi ucuz olmak, C öm ert, e li a ç ık olm ak. akçeli, [ak-ça-lı] sf. Paralı, para ile ilgili, parasal. S akçeli işler, TBM M İçtüzüğüne g ö r e bü tçe ve h er türlü ö d en ekli işler. akçıl, [ak-çıl
/ J^>T] sf. Rengini atmış, yer yer
beyazlıkları olan; beyazımtırak, {eAT} (aynı).
Ayaklar. is. 1. Değerler; kıymetler. 2. Kudretler,
akdarı, [ak+darı] is. bot. Tohumları kuş yemi olarak kullanılan buğdaygillerden bir yıllık otsu bitki, (Panicum ). akdanlm ak, [alçdar-ıl-mak jij-isl] {eT} {eAT} dönşl. f . [-u r] Yüz çevirmek; başka yana dönmek, akdarm ak, [ağdar-mak / akdar-mak
{eAT}
gçl. f [-u r] 1. Yere yıkmak; alt etmek; devirmek; yenmek. 2. Altını üstüne getirmek; aktarmak, akdem, [Ar. kadem (ö n ce olm a) > alçdem ?Jil] {OsT} sf. 1. Önce. 2. Daha önce; ilk önce; en önce. 3. Ön de ve ilk planda olan; önemli. S1 akdem-i efkâr, {OsT} D üşü ncelerin en ön em lisi.|| akdem-i umflr, {OsT} işlerin en önem lisi. akdemin, [Ar. akdem > akdemin oe-“ '] (akdem i:n ) {OsT} is. 1. Önceden olanlar. 2. Geçmişler. 3. Önce yaşamış olanlar. 4. Eksikler,
akçıllanma, [ak-çıl-la-n-ma] is. Rengini atma, sol ma.
akdemiyet, [Ar. akdem > akdemiyyet c~o-ül] {OsT}
akçıllanmak, [ak-çıl-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Rengi ni atmak, beyazlanmaya başlamak,
sf. 1. Zaman bakımından eskilik; öncelik. 2. Değer ve liyakat bakımından öncelik; üstünlük.
akçıllaşma, [ak-çıl-la-ş-ma] is. Akçıl hâle gelme, akçıllaşmak, [alc-çıl-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] Rengini atmaya yüz tutmak,
akder, [Ar. kadr > akder j-ül] {OsT} sf. 1. Çok güçlü;
akçıllık, -ğı [ak-çıl-lık] is. Akçıl olma hâli,
akdes, [Ar. ltuddüs (kutsal) > akdes
akçın, [ak-çın] sf. -*■ akşın, akçınlık, -ğı [ak-çın-lık / akşın-lık] is. -*■ akşınlık, akçöpleme, [ak+çöp-le-me] is. Zambakgillerden iri yapraklı, beyaz salkım çiçekli zehirli, bir otsu bitki (Veratrum albüm ). akd, [Ar. ‘akd (düğüm atm ak) -iit] {OsT} is. - * akit.
en kudretli. 2. Kısa boylu. 3. Kısa boyunlu, {OsT} sf.
Daha mukaddes; en mukaddes, akdetme, [Ar. ‘akd+ T. et-me
{OsT} is.
Yapma; düzenleme, akdetmek, [Ar. ‘ akd+ T. et-mekdU^I .U&] {OsT} gçl. f . [-(d )-er] [-e(d )-iy or] Düzenlemek; yapmak, akdî, [Ar. 'akd > ‘akdi j - ü t ] (akd i:) {OsT} sf. Söz
S akd-i encümen, {OsT} huk. E ncüm en kurm a. || leşme ile belirlenmiş; sözleşmeden doğan. S akdî akd-i istikraz, {OsT} huk. B o r ç a lm a sö z leşm esi.|| faiz, {OsT} M iktarı sö z leşm e ile belirlen m iş o la n akd-i ittifak, {OsT} huk. D ev letlera ra sı antlaşma.\\ f a i z .|| akdî mes’uliyet, {OsT} S özleşm e koşullarının akd-i meclis, {OsT} huk. M eclis kurm a; kon uşm ak y erin e g etirilm esi sorum luluğu,|| akdî tazm inat, üzere toplanma.\\ akd-i muaveza, {OsT} huk. Ta {OsT} S özleşm e k oşu lların a uym ayan kim senin ra fla rca ivaz k a rşılığ ın d a y a p ıla n sözleşm e. || akd-i ö d em ek le yüküm lü olduğu ve sö z leşm e ile b e lir nikâh, {OsT} huk. E vlen m e sö z leşm esi; nikâh.\\ aklenm iş olan tazminat. din in’ikadı, {OsT} huk. Sözleşm enin kurulm ası. || akd-i pey, {OsT} huk. Satış sözleşm esi. || akd-i akdiken, [ak+dik-en] is. bot. Meyveleri hekimlikte
Ö H K H .1 6 8
AKD kullanılan bir alıç ağacı türü; geyik dikeni; karaça lı; (Rhamrıus). akdirmit, -di [ak + Yun. drimitis] {ağız} is. Küçük taneli bir tür üzüm. [DS] akdiye, [Ar. ‘akad (düğüm lem e) > ‘akdiyye 4iJûte] {OsT} is. anat. Eklemlerdeki boğumlar, düğümler, akdoğan, [ak+doğ-an] is. zool. Kuzey yarım kürenin bütün bölgelerinde yaşayan, deniz kuşları ve ke mirgenlerle beslenen ve yalıyarlara yuvalarını ku ran yırtıcı bir kuş cinsi, (F alcoru stu colııs). akduk, -ğu [eT. ağduk] {ağız} is. Kötü; fena; çirkin. [DS] akdurm ak, [ak-dur-mak
{eAT} gçl. f . [-u r]
Akıtmak. a’kef, [Ar. a‘kef ı_iSLpl] {OsT} sf. Çok akılsız; pek sersem. akese, [Far. âkese aS \ ] (a :k ese ) {OsT} sf. 1. Bir şeye yapışmış, ilişmiş. 2. Ökse, akfa, -a ’i [Ar. kafa (ense) > akta’ *liSl] ( a lfa :) {OsT} is. Başın arka tarafları; enseler, akfal, [Ar. kufi > akfal JUsl] (a kfa:l) {OsT} is. Kilit ler. ak far, [Ar. kufr > akfar jUsi] (a k fa .r) {OsT} is. Çöl ler. akfas, [Ar. kafaş > akfaş ^ IS t] (a k fa .s) {OsT} is. 1. Hamal küfeleri. 2. Kafesler. akfer, [Ar. akfer yöl] {OsT} s f Çok kısır, en kısır. akgöz, [ak+göz] {ağız} sf. 1. Korkak; budala; ahmak. 2. Her şeyde gözü olan; aç gözlü. 3. Fesat; hırçın. [DS] akgünlük, -ğü [ak+gün-lük] is. tıp. Bosvellia cinsi ağaçların kabuğundan sızdırılmak suretiyle elde edilen, şifalı, beyaz renkli, koyu kıvamlı bir tür reçine (O libanum ). akhaf, [Ar. lçıhf > akhâf ^iUsl] (a k h a .f) {OsT} is. 1. Kafataslan. 2. Ağaçtan yapılmış kaplar, akhardal, [ak+hardal] is. bot. Turpgiller familyasın dan tohumları sofra hardalı olarak kullanılan, taze yeşil yapraklan ise salata olarak yenen sarı çiçekli bir yıllık otsu bitki, (Sinapis alba). akher, [Ar. kahr > akher ^ 1 ] {OsT} sf. Çok kahredi ci; en kahredici. akı1, [ak-ı] {eT} {eAT} sf. 1. Cömert; eli açık. [DLT] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 2. Yiğit; koçak. akı2, [ak-mak > ak-ı] is. fiz. Bir kuvvet alanında, belli bir düzlemin belli bir kısmından geçtiği varsayılan kuvvet çizgileri; seyelan. akı3, [Ar. ‘akk > ‘âkı JiU ] (a :k ı:) {OsT} s f İsyan eden; baş kaldıran; asi.
akıbet, [Ar. ‘akıbet c J l t ] (a :k ıb et) {OsT} is. t. Son, bitim; sonuç. 2. Gelecek; istikbal. 3. Daha önce yapılan işlerin sonucu; netice. 4. Ölüm. 5. z f So nunda; neticede. S âkıbet-bîn, {OsT} Sonucu ön ced en g ö r e b ile n ; u zak görüşlü.\\ âkıbet-bînî, {OsT} U zak görürlülük.]] âkıbet-endîş, {OsT} Sonunu dü şünen.]] akıbeti hayrola, Sonunun iyi olm asın ı di lem ek için söylen en sö z veya dua. || âkıbetü’l-em r, {OsT} 1. B ir işin sonu. 2. işin son u n da; neticede. akıcı, [ak-ıcı] sf. 1. Kolay akan; sıvı. 2. m ec. Rahat, tabii, uyumlu. 3. Dil ve düşünce bakımından güç lük çıkarmadan, düşüncenin ve anlamanın akışım durdurmayan, kolay anlaşılır ve zevk verir bir ifade biçimi. ı? akıcı ünsüz, A kıcı b ir sö y len işi o la n L ve R ünsüzleri. akıcılık, -ğı [ak-ıcı-lık] is. 1. Akıcı olma hâli. 2. mec. Kolaylık; düzenlilik; rahatlık; selaset. akıdak, -ğı [ak-ıt-ak] is. 1. {ağız} Lazımlık; oturak. 2. Sidik. [DS] akıdık, -ğı [ak-ıt-ılc] {ağız} sf. 1. Her yere işeyen kimse. 2. Kararsız; ikiyüzlü; sebatsız; dönek. [DS] akıdılmak, [akıt-mak > akı(t)-ıl-mak] {eAT} edil. f . [ur] Akıtmak işi yapılmak; akıtılmak, akıdılmış, [akıdıl-mış] {eAT} sf. Akıp dağılan, akıdınılmak, [akıd-ın-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-u r ] 1. Akıtılmak. 2. Fışkırtılmak, akıg, [ak-ığ] {eT} is. 1. Akış; akma. [Üç İtigsizler] 2. Akıntı; cereyan [Gabain] [EUTS] 3. Göz yaşı. [EUTS] akıglıg, [ak-ığ-lığ] {eT} sf. Akan; akıcı; cereyanlı [Gabain] [Üç İtigsizler] [EUTS] akıgsız, [ak-ığ-sız] {eT} sf. Akıcı olmayan; akmayan; akıntısız; cereyansız. [EUTS] [Gabain] [Üç İtigsizler] akik, -ğı [ak-mak > ak-ık] sf. 1. Sulu. 2. Çapaklı, âkil, [Ar. ‘akl (köstek) > ‘âkil JîU-] (a:kıl) {OsT} sf. 1. Akıllı. 2. Anlayışlı. 3. Bilgin. 4. Mantıklı. 5. Düşü nen; mantıklı. 6. huk. Bir adam öldürme olayının kan bedelinin ödenmesine katılan akraba veya ar kadaş. S âkil baliğ olm ak, B ulûğa erm ek ; ergen o lm a k ; reşit o lm a k .|| âkılü’l-ukalâ, {OsT} A kıllıla rın akıllısı; en alallı. akıl, -klı [Ar. ‘akl (köstek) Jîs-] is. 1. İnsanın kendi davranışlarını tanımasına, bilmesine ve değerlen dirmesine yarayan kabiliyeti; anlak; beyin; derk; dimağ; havsala; izan; kafa; kavrayış; kiyaset; natı ka; us. 2. İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, gerçekle yalanı ayırt edebilme gücü; ufuk. 3. Bellek; hafıza. 4. Düşünce ve kanaat. 5. İdrak; anlayış; fahime; fetanet; feraset; basiret; müdrike; müfekkire. S akıl alm ak (danışmak), Birinin tavsiyesini alm ak. || akıl alm az, in an ılm ası mümkün olmayan.]] akıl çelmek, B irin i y o ld a n çıkarm ak, saptırm ak]] akıl da kalmak, H atırlam ak, unutmamak.]] akıldan çı karm ak , Unutmaya çalışm ak]] akıldan çözmek,
«
M
M
.
AKI
169
H erhan gi bir a r a c a g e r e k kalm ad an zihnen h e s a p lam ak.,|| akıldan geçirm ek, K ısa b ir zam an dü şünm ek]|| akıldan gitmemek, Unulamamak]\ akıl danışmak, Birinin tavsiyesini alm ak. \\akıl defteri, Birinin önem verdiğ i bazı şey le ri h a tırla m ak için tuttuğu not d efteri; ajan da. || akıl delisi, {ağız} Zeki fa k a t ç o k y a ra m a z çocuk. [DS]|| akıl dışı, M evcut bilg ilerle s a d e c e a k ıl yürütm ekle açıklan am ay an durum]\ akıl dişi, On y e d i ile otuz y a şla r ı a ra sın d a çıkan üçüncü azı d işi.|| akıl doktoru, A kıl h a sta la rını tedavi ed en hekim . || akıl durdurucu, Şaşırtıcı, hayret uyandırıcı]] akıl eksikliği, M uhakem e y e tersizliği,|| akıl erdirem emek, Sırrım çözem em ek; se b e p son u ç ilişkisini kavrayam am ak. ||akıl erm ezlik, {ağız} Cahillik. [DS]|| akıl etmek, H erh an g i bir durum k arşısın d a b ir ç a r e bu lab ilm ek ,|| akıl fıkarası, B aşkasın ın yardım ı olm ad an doğruyu bu la m ayan.|| akıl gitmek, {eAT} B ayılm ak]] akıl hastahanesi, Ruh ve a k ıl h a stalıkla rıy la ilgili hastan e. || akıl hastalığı, Ruhi fon ksiy o n la rın sü rekli bozuk luğu,|| akıl hocası, H erk es e a k ıl öğ retm ey e y e lte nen kim se. ||akıl için yol birdir, D oğru düşünüldü ğü zam an h erk es aynı k a n a a te varır. || akıl kârı, A kla yatkın. || akıl kethüdası, H erk es e a k ıl verm e m eraklısı olan kim se.|| akıl kumkuması, K ü çü k olm asın a rağm en a kıllı ve b ilg iç çocu k]] akıl kutu su, K ü çü k o lm asın a rağ m en a kıllı ve b ilg iç ço cu k .|| akıllara durgunluk verm ek, D ü şü n em eyecek du ruma getirm ek, ş o k etkisiyapmak.\\ akıllara z a ra r, A kılları m u hakem eden a lık o y a c a k k a d a r m antığa aykırı. || akıl öğretm ek, Yol gösterm ek, tavsiyede bulunmak.\\ akıl satm ak, B ilg iç g e ç in e r e k b a şk a sı na a k ıl verm eye kalkışm ak]] akıl terellelli, D en g e siz kim se. ||akıl v ar, izan v ar, D a h a ç o k b e lg e y e ve düşünmeye g e r e k yok.\\ akıl yorm ak, D üşünmek, hatırlam ak için kendini zorlam ak]] akıl zayıflığı, Sağlıklı düşün em em e; bunam a. || akla dammak, {ağız} A kla g elm ek ; sezm ek. [DS]|| akla dokunmak, Şaşırtm ak]] akla gelmedik, Düşünülm eyen, sü rp riz]] akla gelmek, D üşünm ek; an ım sam ak.|| akla hayale gelmez, İn an ılm ası güç, d eh şet v erici.|| ak la sinmek, {eAT} A kla y atm ak]] akla yakın, K a b u l edilebilir, m akul]] aklı alm am ak, O la bileceğ in i düşünem em ek, kav rayam am ak]] aklı başına gel mek, D oğruyu bulm ak, ayıkm ak]] aklı başında kalmamak, Şaşırm ak]] aklı başında, U yanık ve tedbirli]] aklı başından gitmek, Şaşırm ak, kendini kaybetm ek. || aklı başka yerde olmak, Yaptığı iş lerden b a ş k a kon u ları düşünm ek]] aklı bulanmak, {eAT} Aklı k arışm a k ; zihn i k arışm ak]] aklı çıkmak, Ç ok korkm ak]] aklı dağılmak, D üşü ncelerini bir konu üzerinde to p la y am a m a k ,|| aklı durm ak, D ü şünememek, ha y ret etm ek]] aklı eren, A nlayıp id ra k edebilen ]] aklı erm ek, B azı kon u ları a n lay a b i lec e k y eten ek te olm ak]] aklı fikri (bir şeyde) ol mak, D üşüncesini y aln ız o konu üzerinde top la
m ak]] aklı gitmek, Şaşırm ak]] aklı gözünde, An c a k g özü yle g ö rd ü k lerin e inanır. || aklı ırılmak, {eAT} Aklı gitm ek; bayılm ak]] aklı karışm ak, N e y a p a ca ğ ın ı bilem em ek.]] aklı kesmek, Y a p a b ilece ğin i düşünmek.]] aklı kıt, A nlayışı ve id ra ki sınırlı]] aklına düşmek, B ir şey i hatırlam ak]] aklına eseni yapm ak, İçin den g eld iğ i g ib i ani d a v ra n ışlard a bulunm ak]] aklına gelen başına gelmek, O lm a sından korktuğu b ir şey olm ak]] akima hiffet ge tirm ek, D elirm ek]] aklına koymak, B ir şeyi y a p m ağ a k a r a r verm ek. || aklına sığdıram am ak, İnanm am ak, tasavvur edem em ek]] aklına şaşmak, B irinin fik rin i veya davranışını beğenm em ek. || ak lına turp sıkmak, a rg o. B irin in fikrin i, yaptığını beğen m em ek. ||aklına uymak, Birinin uygunsuz b ir teklifini, görüşünü k a b u l etm ek, on a uymak.]] aklı na yer etmek, H iç unutm am ak]] aklından zoru olm ak, A kıl dışı d av ra n ışlard a bulunm ak]] aklın dan zoru olmak, A kılsızca iş y apm ak. || akimı al mak, Aklını m eşgu l etm ek]] aklını bozmak, S ap ıt m ak]] aklının terazisi bozulmak, D engesiz işler yapm ak.]] aklını peynir ekmekle yemek, A kıllıca dav ran m ak g erek irk en a k ıl dışı d avran ışta bulun mak.]] aklınla çok yaşa, 1. İsa b e tli b ir ikazdan ve y a hatırlatm adan dolayı övgü sözü. 2. O lm ayacak b ir şe y sö y ley en e söylen en a la y sözü.]] aklı oyna mak, K orkm ak]] aklı saplanmak, D evam lı o la r a k b ir şey i düşünmek]] aklı sıra, D üşü ncesine g ö re. || aklı şaşm ak, {eAT} D üşünem ez durum a g elm ek .|| aklı takılm ak, B ir şey i sü rekli o la r a k düşünm ek]] aklı tepesinden bir karış yukarıda, Sağduyudan u zak davranan]] aklı yatm ak, Uygun bulmak.]] aklı zıvanadan çıkm ak, K en din i k on trol ed em ey e c e k d e r e c e k ız m ak akılam ak1, [ak-ı(ğ)-la-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Ağla mak. [Gabain] afallamak2, [akı-la-mak] {eT} gçl. f. [ - r ] Cömert saymak; cömertliğe nispet etmek. [DLT] akılan, [Ar. ‘âkil > ‘akılan
(a .k ıla .n ) {OsT'} is.
Akıllı kişiler; akıllılar, akılane, [Ar. ‘âkil + Far. -âne
(a :k ıla ;n e)
{OsT} zf. Akıllıca; akıllı bir kimseye yakışır biçim de. akılat, [Ar. ‘âkil > ‘âkılât
(a :k ıla ;t) {OsT} is.
Akıllılar. akılcı, [akıl-cı] sf. 1. Akıl ve mantık verilerine daya nan. 2. fe l. Doğruluğu, akla uygunlukla açıklayan görüşten yana olan; rasyonalist. 3. {ağız} Akıl ve ren. [DS] akılcılık, -ğı [akıl-cı-lık] is. fe l. Doğruluk ölçüsü olarak ancak aklı ve mantığı esas alan felsefî görüş; rasyonalizm. akıldak, -ğı [akıl-dak] {ağız} sf. Aynı akılda olan; ka fa dengi. [DS]
le r iM
AKI akıldane, [Ar. ‘akil + Far. dânâ] (a kıld a :n e) sf. Çok akıllı. akile, [Ar. ‘âkil >(dişil) ‘âkile ^isU] (a :k ıle) {OsT} sf. (Bayan için) akıllı, akılga, [ak-mak > ak-ıl-ga] is. Sızıntı ya da yağmur sularının akması için çoğunlukla istinat duvarların da dikine boydan bırakılan yarık. akılgan1, [ak-ıl-gan] {ağız} s f 1. Akıntılı, hızlı akan su; akıntılı su kanalları. 2. Ağacın kabuğu ile göv desi arasındaki ince tabaka. [DS] akılgan2, [Ar. ‘akıl + T. -gan ?] {ağız} sf. Bilgiç; çok bilmiş. [DS] akılık, [akı-lık] {eT} is. Cömertlik; seleklik. [Yüknekî] [DLT] akıllandırma, [akıl-la-n-dır-ma] is. Eğiterek doğru ve kurallara göre davranmasını sağlama, akıllandırmak, [akıl-la-n-dır-mak] gçl. f . [ -ir ] Us landırmak, terbiye etmek; yola getirmek, akıllanma, [akıl-la-n-ma] is. 1. Akıllanmak işi. 2. Olayların kazandırdığı tedbirlilik, uyanıklılık, akıllanmak, [akıl-la-n-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. Başına gelen olaylardan ders alarak daha tedbirli davran mak, olması gerektiği gibi doğru hareket etmek. 2. Y ola gelmek; uslanmak, akıllanmaz, [akıl-la-n-maz] sf. Düzelmesi olanaksız; söz anlamaz; öğüt dinlemez, akıllı, [alcıl-lı] sf. 1. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt edebilecek durumda olan; âkil. 2. Aklı olan. 3. Zekâ seviyesi yüksek olan. 4. Doğru düşünen; sağ duyu ve anlayış sahibi; arif. 5. Ağır başlı; dikkatli; temkinli. 6. alay. Fırsat düşkünü, ö akıllı dav ranm ak, Aklını k u lla n a ra k ted b irli o lm a k .|| akıllı geçinmek, B aşka la rın ı k an d ırab ileceğ in i sanmak.\\ akıllı kârı, A n cak b ir akıllının y a p a c a ğ ı zj.|| akıllı uslu, T erbiyeli, a ğ ır başlı. akıllıca, [alcıl-lı-ca] zf. 1. Akla uygun gelecek şekil de. 2. Doğru. akıllılık, ğı [akıl-lı-lık] is. Akıllı olma durumu. S akıllılık etmek, Yerinde ve en uygun k a r a n verm ek. || akıllılık taslam ak, Akıllı olduğunu se z d ire r e k büyüklenm ek. akıllulık, [akıl-lu-lık] {eAT} is. Akıllılık. akılm ak1, [ak-ıl-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Akmak; yürümek. [Üç İtigsizler]akılmak2, [ak-ıl-mak] {eT} g ç l . f [-u r ] Şaşırtmak; şaşalatmak. [DLT] akılsız, [akıl-sız] sf. 1. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt edemeyen; ahmak; aymaz; basiretsiz; beyinsiz. 2. Zekâ düzeyi düşük; idraki yetersiz; alık; aptal; avanak. 3. Unutkan. 4. {eAT} Baygın, akılsızlık, -ğı [akıl-sız-lık] is. 1. Akıl eksikliği. 2. Düşünmeden iş yapma; aptallık. S akılsızlık et mek, D ü şü n cesizce davran m ak; isa betli k a r a r ve rem em ek.
M
.
akılsuz, [akıl-suz] {eAT} sf. 1. Baygın. 2. Ahmak; alcılsız; beyinsiz. ak ım 1, [ak-ım] is. 1. Bir akışkanın ve enerjinin belirli bir yönde hareketi; cereyan. 2. Sanatta, politikada, düşünce hayatında gruplaşmaya sebep olan görüş; çığır; dalga; hareket; moda. 3. Meyil; suya akış im kânı veren eğim; akıntı yönü. 4. {ağız} Ayağın üstü. [DS] S1 akım çatağı, {ağız} K ü çü k sellerin birleşm e yeri. [DS] akım2, [ak-ım] {eT} sf. Bir defada akacak kadar olan; akım. [DLT] akım3, [Ar. ‘akamet (kısırlık) > ‘âkım piU] (a:kım ) {OsT} sf. Kısır; verimsiz, akım toplar, [ak-ım+top-la-r] is. Üretilen elektrik enerjisinin fazlasını kimyasal enerji hâlinde toplayıp depolamaya yarayan araç; akümülatör, akın, [Harizm. ak-mak (baskın y a p m a k) > ak-ın] is. 1. Sürü hâlinde kesintisiz, hızlı ve yoğun bir akış hareketi. 2. Bir yere üşüşme; çok sayıda akarak gelip toplanma; tehacüm. 3. Askerî hücum. 4. Düşman topraklarına, sindirme ve korkutma ama cıyla hızla gerçekleştirilen talan ve yağma saldırısı. 5. Ülkeden ülkeye durmaksızın, akarcasına yapılan saldırı, savaş ve asker yürütme. 6. Göç. 7. {eT} is. Akıntı; sel. 8. {eAT} Dalga. S akın akın, A rdı a r kası kesilm ez k a la b a lık la rla . || akın çapm ak, {eAT} Akın etm ek; hücum etm ek; baskın yapmak.\\ akm etmek, 1. Sürü h â lin d e üşüşm ek, yürüm ek. 2. B a s kın tarzında düşm an ü lkesin e sa ld ırm a k ; s e fe r eylem ek.|| akm eylemek, {eAT} A km etm ek; hücum etm ek; baskın y a p m a k .|| akın munduz, {eT} B ir d en b ire g elen s e l; d eli sel. [DLT] 11 akın saldırm ak, {eAT} A km etm ek; hücum etm ek; baskın y a p m a k .|| akm salmak, {eAT} Akın etm ek; hücum etm ek; baskın yapm ak. akıncak, -ğı [ak-m-cak] {ağız} is. Bayır; yamaç. [DS] akıncı [ak-m-cı] is. as. Akm yapmak amacıyla düş man ülkesine at süren özel olarak yetiştirilmiş sa vaşçı; komando; özel harekât görevlisi, ö akıncı beyi, İm p arato rlu k dön em i Türk akın cı beylerinin kum an dan ı,|| akıncı kadısı, S eferlerd e ord u d a bu lundurulan b ir çeşit a d lî hakim . akınçı, [ak-m-çı] {eT} is. Gece baskını yapan asker; akıncı. [DLT] akınçsız, [ak-mç-sız] {eT} sf. Sabit; yerinden oyna maz; sağlam; muhkem. [EUTS] akınçu, [ak-m-çu] {eT} is. Akıncı. [ETY] akındı, [ak-m-dı] {eT} is. Akıntı. [DLT] akındırık, -ğı [ak-ın-dırık] {ağız} is. 1. Reçine; çam sakızı. 2. Erik, zerdali, badem gibi ağaçların dal ve gövdelerinden sızan yapışkan kıvamlı madde; ağaç püzü. [DS] akıngan, [ak-m-gan] {ağız} is. Su yürümüş ağaç. [DS] akınm ak, [ak-ın-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Özen mek. 2. Gönül vermek; meyletmek; sevmek. 3.
Ûlüffiîl İÜfllKî SELÜK.
AKI
171
Kaymak. [DS] fi1 akını akını gitmek, {ağız} Siirüne
siiriine, yüzüstü gitmek. [DS] akıntı, [ak-m-mak > ak-ın-tı] is. 1. Sıvı hâldeki bir maddenin akması, sızması durumu. 2. Büyük su kütlelerinin sürekli olarak aynı yönde ve aynı yol dan akarak yer değiştirmesi ile oluşan hareket. Labrador sıcak sıı akıntısı. 3. Vücutta yer alan her hangi bir yaradan dolayı dışarıya sızan sıvı. 4. Ka palı bir yerdeki sıvının kapak, tapa veya bir çatlak tan akan sızıntısı. 5. Göllerin suyunu boşaltan ka nallar, dereler; menfez. 6. Yağmur ve sel sularının akmasını sağlayan meyil. Çatıya yeterli akıntı ve rilmemiş. 7. {ağız} Bir işin normal gidişi. [DS] 8. {ağız} Kadınların âdet görme hâli. [DS] 0 akıntı çağanozu, argo. 1. Vücudunda gözle görülür bir
çarpıklığı olan. 2. Diişiik omuzlu kimse. 3. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olup sağa sola yalpa yaparak yürüyen.\\ akıntı hattı, Akıntılı bir yüzeyin eğim derecesini gösteren çizgiler.\\ akıntı vermek, Durgun veya bir yerde birikinti hâlinde bulunan suyu akıtmak için tabanından daha alt düzeyde ka nal, ark vb. açnıak.\\ (kendini) akıntıya bırakm ak, Bir taktik belirlemeden olayların akışına göre ha reket etmek.\\ akıntıya kapılmak, Akıntının etkisi ile sürüklenmek; karşı koyamamak; akıntının etkisi altına girmek.\\ (kendini) akıntıya kaptırm ak, Akıntının etkisi ile sürüklenmek; karşı koyam a mak .|| akıntıya kürek çekmek, Başaramayacağını bildiği hâlde boş yere uğraşmak, direnmek. akıntılı, [ak-ın-tı-lı] sf. Akıntısı olan, akıölçer, [ak-ı+ölç-er] is. fiz. Manyetik endüksiyon alçısındaki değişmeyi ölçmeye yarayan aygıt. akır, [Ar. 'alçâret (kısırlık) > ‘âkır
(a.kır) {OsT}
akışkan, [akış-kan] sf. 1. Normal ısı derecesinde sıvı hâlde bulunan; akan. 2. is. fiz. Bulunduğu kabın şeklini alabilen, molekülleri birbiri üzerinden kaya rak yer değiştiren gaz ve sıvıların fizikteki genel adı; seyyal. akışkanlaşma, [akış-kan-la-ş-ma] is. Akışkanlaşmak işi. akışkanlaşmak, [alcış-kan-la-ş-mak] dönşl. fi. f-ır] Akışkan duruma gelmek; sıvı ya da gaz durumuna geçmek. akışkanlaştırıcı, [akış-kan-la-ş-tır-ıcı] sf. ve is. Bir maddeyi akışkan hâline getiren özel madde, akışkanlaştırm a, [akış-kan-la-ş-tır-ma] is. Akışkan laştırmak işi. akışkanlaştırm ak, [akış-kan-la-ş-tır-mak] gçl. f i [ır] Akışkan duruma getirmek; akışkan olmasını sağlamak. akışkanlık, -ğı [akış-kan-lık] is. l.f iz . Akışkan olma durumu; seyyaliyet. 2. ekon. Arz ve talebin birbiri ne uyabilmesi, akışlı, [akış-lı] sf. 1. Akışı olan. 2. Belli bir yöne, yere doğru akışı bulunan, akışlılık, [akış-lı-lık] is. Akışlı olma durumu; akabilme; dışarıya yolu olma, akışm a, [akış-ma] is. 1. Akışmak işi. 2. dbl. Seslerin uygun biçimde birbirine bağlanması, akışmak, [akış-mak
işteş, f i [-ır] [eT. -ur] 1.
{ağız} Hep birlikte bir yöne doğru topluca yürümek. [DS] 2. {eAT} Sel gibi akmak; saldırmak; üşüşmek. 3. {eT} Birlikte akmak. [DLT] 4. {eT} Caymak; sö zünde durmamak. [EUTS] 5. {ağız} Anlaşmak; kay naşmak; arkadaş olmak. [DS]
sf. 1. (Kadın için) kısır. 2. (Toprak için) verimsiz.
akışsız, [akış-sız] sf. Akışı olmayan,
3. (Kadın için) çocuksuz,
akışta, [? ahışta / akışta] is. Halay veya manay deni len oyunlar oynanırken beşer altışar kişiden oluşan iki grubunun karşılıklı olarak bayatı tarzında söy ledikleri sorulu cevaplı deyiş türü,
akırdak, -ğı [akır-dalc] {ağız} is. Kaim dilme; direk. [DS] akırgan, [ak-ır-gan] {ağız} is. 1. Tomruğun içinden çıkan yağlı cıra. 2. Cereyan; akım. 3. Mecra; yatak. [DS]
akıt, [ak-mak > ak-ıt] {ağız} is. 1. Taş kemer; kubbemsi taş tavan. 2. Salça. [DS]
akırlamak, [ak-ır-la-mak] {eT} g ç l . f [-r ] Ağırlamak. [EUTS]
akıtgan, [ak-ıt-ğan] {eT} sf. Akıtan. [DLT]
akırmak, [ak (yans.) > ak-ıı-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Anırmak [Mühennâ]
akıtılm ak, [akıt-ıl-mak] edil, f i [-ır] 1. Akıtmak işi yapılmak. 2. Üzerinde akıtmak işi uygulanmak,
akis1, [Ar. ‘akış ,_^Lp] (a:kıs) {OsT} sf. inatçı.
akıtm a, [ak-ıt-ma
akis2, [Ar. ‘akis
(a:kıs) {OsT} sf. Pis kokulu.
akış, [ak-ış] is. 1. Akmak hareketi ve biçimi. 2. mec. İlerleme; devam etme. «Trafiğin akışı yavaşladı.» 3. İçe işleyiş; nüfuz ediş. «G önlüme bir akış aktı ki...» S akış akış, {ağız} Akın akın; toplu hâlde. [DS]|| akış akış gitmek, {ağız} A km akın gitmek; toplu hâlde gitmek. [DS]|| akış aşağı, Akıntının ol duğu yöne doğru. ||akış yukarı, Akıntının tersi yö n
de.
akıtılma, [akıt-ıl-ma] is. Akıtılmak işi.
baş hayvanların başından burnuna doğru olan be yazlık. 3. Birkaç sıra hâlinde altın zincir gerdanlık. 4. Çamlardan elde edilen reçine. 5. {ağız} Hamuru doğrudan tava ya da sac üzerine dökerek pişirilen bir tür pide ya da çörek; akıtmaç. [DS] 6. sf. {eAT} (Demir için) dökme. 7. {ağız} Alçıdan yapılan tavan süsleri. [DS] 8. {ağız} Tarlanın yalnız ekilecek kı sımlarını gübreleme. [DS] 9. argo. Yankesici tara fından birinin elbisesini fark ettirmeden keserek cüzdan vb. eşyasını çalma.
■B Ü K E S M .
AKI akıtmacık, -ğı [akıt-ma-cık] i ağız} is. Kilim, heybe ve yün çoraplara işlenen bir motif. [DS] akıtm aç, -cı [akıt-maç] is. Un, süt, yağ ve şeker ile yoğrulan hamurun kızgın saç üzerine dökülmesiyle elde edilen tatlı; yassı kadayıf, akıtmak, [ak-mak > ak-ıt-mak jj*âT] gçl. f . [ - ır ] [eT. -u r ] 1. Akmasını sağlamak; {eAT} (aynı). 2. Dök mek. 3. m ec. Çekinmeden, acımadan bol bol har camak. 4. (ağız) Çişini kaçırmak; işemek. [DS] 5. {ağız} Hayvanları sulamak. [DS] 6. {eT} Gönder mek. [DLT] 7. Akın ettirmek. [ETY] 8. {eAT} Alan akın çekmek; celbetmek. 9. {ağız} Meylettirmek; çekmek; çevirmek. [DS] 10. {ağız} Düşürmek; düşü rerek kaybetmek. [DS] 11. {eAT} Fışkırtmak. S akıta akıta, A kıtarak; akıtm a suretiyle. akıtmalı, [akıtma-lı] sf. 1. Akıtması olan; akıtma takınmış olan. 2. (At için) alnında akıtması olan, akıtmalık, -ğı [akıtma-lık] is. İnşaatlarda birleşme çizgilerindeki kurşun şeritle örtülü kısım, akıttırm a, [ak-ıt-tır-ma] is. Akıttırmak işi. akıttırm ak, [ak-ıt-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] Akıtmak işini yaptırmak; akıtmak işini başkasına yaptırmak, akıyagak, [alç-ı+ya-ğak] {eT} is. İç ceviz; ceviz içi. [DLT] akızmak, [ak-ız-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Akm ettir mek. [ETY] akî, [Ar. ‘akk > ‘âkı JiU ] (a :k i:, k kalın söylenir) {OsT} sf. İsyan eden; baş kaldıran; asi. akib1, [Ar. ‘ akıb akib2, [Ar.’akıb
zf. Önce. (aki:b, k k aim söylen ir) {OsT}
sf. Hemen arkadan gelen; izleyen; takip eden.
Akide şekeri. ® akidesi bozuk, (K işi için) im am z a y ıf veya im an es a s la rı ç er ç ev e si dışın a çıkan.\\ akidesi zayıf, İn an çların ın g erek tird iğ i biçim de d a v ra n ışlard a bulunmayan.\\ akidesi pak, İm am sa ğ la m ; inancında h erh an g i bir tereddüt ve şü phe bulunmayan.\\ akide şekeri, Ş e k e r ağdasın ın sitrik a sit ve koku v erici b o y a r m a d d e le r k a tıla ra k kesti rilm esi ile eld e ed ilen a ğ ız d a z o r eriyen ş e k e rlem e çeşid i. ||akideyi bozm ak, D in î inancını gevşetm ek; inanç kon usu nda tered d ü tlere düşmek. akideyn, [Ar. ‘âkid > ‘âkideyn ji-üU ] (a:kideyn, k kalın söylen ir) {OsT} is. Anlaşma, sözleşme yapan tarafların her ikisi; sözleşme yapan taraflar. akidîn, [Ar. ‘âkid > ‘âkidîn
(a;kidi;n , k kalın
söylen ir) {OsT} is. Anlaşma yapan taraflar. akif, [Ar. ‘akf (vakfetm e) > ‘âkif tJS'U] (a:kif) {OsT} sf. 1. Bir işte sebat eden; üzerinde ısrarla duran. 2. Bir yerde uzun süre oturan. 3. Bir yere çekilerek ibadet eden. akik1, -ği [Ar. ‘akile
(a ki:k ) is. 1. Bunaltıcı bir
sıcak. 2. Bunaltıcı sıcaklık. akik2, -ği [Yun. akhates (S ic ily a ’d a bir n ehir) > Ar. ‘akîk
(aki;k, k ’le r kalın söylen ir) is. 1. Yanar
dağ ateş toplarının denize düşmesi ile oluşan, ke sildiğinde çok sayıda eş merkezli şerit ve damar görüntüsü veren kuvars türü, silisli bir süs taşı. 2. Akik taklidi damarlı bir cam çeşidi. S akik-i nâm, {OsT} Şarap. akika, [Ar. ‘akîka
(a ki:k a, k ’le r kalın söylen ir)
is. Çocuk için kesilen adak.
akib3, [Ar. 'akab > ‘âkib v-sU.] (a :k i:b , k kalın sö y lenir) {OsT} sf. 1. Bir başkasının ardından giden ya da gelen. 2. (Bütün peygamberlerden sonra geldiği için) Hz. Muhammed. akibinde, [Ar. ‘akıb + T. -i-n-de] (aki.b in d e) {OsT} zf. Hemen ardından. akid1, [Ar. ‘akd J-St] is. 1. Bağlama; düğümleme. 2. Bağlanma; düğümlenme. âkid2, [Ar. ‘akd > ‘âkid -üU] (a :k id ) {OsT} sf. 1. Bağ layan; düğümleyen. 2. Toplantı yapan; düzenleyen. 3 . Âkit. akid3, [‘akd (bağ lam a) > ‘akid -ifc] {OsT} sf. 1. Pıh tılaşmış; pıhtılaştırılmış. 2. Koyulaştırılmış; dondu rulmuş; ağdalaştırılmış, akide, [Ar. ‘akd (düğüm lem ek) > ‘akîde
172
(aki:-
d e) {OsT} is. 1. İnanç; itikat. 2. Bir inancın formül hâlinde özetlenmiş hâli. 3. Prensip. 4. Tartışması bile kabul edilemeyecek biçimde benimsenmiş gö rüş; iman; nas. 5. Doktrin. 6. Bir din içinde farklı inanış sistemlerinin yol açtığı ayrılık; mezhep. 7.
akil, [Ar. ‘akl (köstek) > ‘akîl J-üt] (aki.T, k kalın söylen ir) {OsT} sf. 1. Akıllı, mantıklı. 2. Anlayışlı, anlaşılabilir. 3. Bilgin, bilge. 4. Düşünceli, fi1 akil baliğ, {OsT} Reşit, soru m lu lu k ta şıy a b ilece k y a ş a g elm iş; bu lûğa erm iş. akil2, [Ar. ekele (yem e) > âkil JS"T] (a;ldl) {OsT} sf. Yiyen. S âkil-ül-beşer, Yamyam .|| âkilü’l-cerrâd , {OsT} Ç ek irg e ile beslenen.\\ âkiltt’l-ekbâd, C iğ er ler yiyen.\\ âkilü’l-esm âk, zool. Balıkçıl.\\ âkilü’lhaşâyiş, zool. Otçul.|| âkilü’l-haşerât, zool. B ö cek çil. ||âkilü’l-hevâm, {OsT} H a ş a r a tla beslen en .|| âkilü’l-hubfibât, zool. T an elerle b eslen en .|| âkilü’l-kül, {OsT} H em o t hem d e etle beslenen.\\ âkiltt’l-lahm , {OsT} E t y iy en ; et ile beslen en . ||âkilü’llühfim, zool. Etçil.\\ âkiltt’ n-nebât, {OsT} O tla b e s len en ,|| âkilü’l-nemel, zool. Karıncayiyen.\\ âkilü’s-semek, {OsT} zool. B a lık yiyen ; b a lık la b e s lenen. akilane, [Ar. ‘akîl+Far. -â n e ıi^ U ] (a k i:la :n e ) {OsT} zf. Akıl sahibi kimseye yakışacak tarzda; akıllıca.
r o m m u ş « i . 173
A KK
akile, [Ar. akil > akile aJlS"T] (a :k ile) {OsT} is. tıp. 1. Yenirce adı verilen yara. 2. Kemirici ülser; kanser, akilik, -ği [ak+ilik] {ağız} is. 1. anat. Omurilik. 2. Beyaz düğme. [DS] akim, [Ar. ‘akamet (kısırlık) > ‘akım
(aki:m , k
kaim söylenir) {OsT} sf. 1. Kısır. 2. Verimsiz. 3. [" k a lm a k ” eylemi ile kullanıldığında] (Eylem ve girişim için) sonuç getirmeyen; sonucu alınama yan. 4. (Arazi için) çıplak; bitkisiz; verimsiz. 5. is. Çoğunlukla yağmur getirmeyen rüzgâr. <5 akim bırakm ak, B ir işin, girişim in son u çlan m asın ı eng ellem ek. || akim kalmak, B a ş a r ıy a u laşam am ak; sonuçlanm am ak. akinc, [Far. âkinc
(a :k in c) {OsT} is. 1. Çengel.
2. Bumbar dolması, akinezi, [Yun. a-kinesis > Fr. akinesie] is. tıp. Kas larda bir güç azalması söz konusu olmadığı hâlde bazı hareketlerin yapılamaması. akir1, [Ar. ‘akaret (kısırlık) > ‘ akır
(aki.r, k k a
lın söylen ir) {OsT} sf. 1. (Erkek için) kısır. 2. (Arazi için) verimsiz; kıraç. 3. Rehine konulmuş; rehinde bulunan. 4. Kesik; yaralı. 5. ünl. Hakaret sözü. akir2, [Ar. akar] {ağız} is. 1. Eritilen yağın dibinde kalan tortu. 2. Y ağ ve yoğurt gibi maddelerin ekşi tortusu. 3. Bir sıvının dibindeki birikinti; tortu. [DS] akire, [Ar. ‘akıre] (aki:ri, k kalın söylen ir) {OsT} is. 1. Şarkı söyleyen, bir şey okuyan ya da ağlayan kimsenin sesi. 2. Tepesi kesik hurma ağacı. 3. sf. (Hayvan için) yaralı. akis1, -ksi [Ar. ‘aks] is. 1. Geri çevirmek; geri dön dürmek. 2. fız . Yansıma; ses dalgasının veya ışık demetinin bir yansıtıcı yüzeye çapmak suretiyle geri gelmesi. 3. Bir cismin ayna gibi parlak bir yü zeydeki görüntüsü. 4. m ec. Bir şeyin veya olayın dolaylı etkisi. «H alkın y a şa y ışın d a sa v a ş yıllarının aksini bu labilirsin iz. 5 ed. Bir mısraın sondan bir parçasını diğerinin önüne getirmekle yapılan edebî sanat. «M ümkün değil, H u d â ’y ı b ilm ek d e b ilm e m ek d e / B ilm ek d e bilm em ek d e mümkün d eğ il H u d a ’y ı.» M. Naci 6. mat. Noktasal geometrik dönü şüm. S akis bırakm ak, Etkisi, izi g ö rü lm ek ; iz bırakmak.\\ akis bulm ak, E tki uyandırm ak; takdir edilm ek; olum lu h a v a estirm ek. ||akis uyandırm ak, Kam uoyunu ilgilendirm ek, ü zerin de tartışılır o l mak.
» .
akis2, [Ar. ‘aks > ‘akis j-S V ] (a ;k is) {OsT} sf. Akse den; yansıyan, akise, [Ar. ‘akis > ‘âkise *~S\s-] (a :k is e) {OsT} is. Işı ğı yansıtan araç; reflektör; yansıtıcı, âkit, -di [Ar. ‘ alçd > ‘âkid] (a:kit) {OsT} is. Sözleşme yapan; akit yapan, anlaşma düzenleyen taraflardan her biri.
akit, -kdi, [Ar. ‘akd (bağ lam a, düğüm lem e■)] is. hıık. 1. İki ve daha çok kişiden meydana gelen taraflar arasında birbirlerine sorumluluk yükleyen ve hak doğurucu sonuçlan bulunan anlaşma; sözleşme; mukavele. 2. Evlenme sözleşmesi; nikâh. S akde muhalefet, huk. S özleşm e ile belirlen m iş k o şu lla ra aykırı davranm a. || akit benzerleri, huk. H ukuka aykırı olm ayan b ir eylem son u n da b a şk a sın a b o r ç lanm a, b a şk a sın ı b o rç altına so k m a durumları.\\ akit serbestîsi, huk. T arafların d iled ik leri kon u da sö z leşm e y a p a b ilm esi durumu. || akit serbestisî hu dutları, huk. T arafların sö z leşm e y a p a rk en uym ak zoru n da oldu kları kurallar.\\ akitten doğan b orç lar, huk. H ukuki b ir işlem den d o ğ a n yüküm lülük ler. || akit vaadi, huk. T arafların akit d ü zen lem ek ü zere y a p tık la rı sö z leşm e; ön sözleşm e. || akit yap ma mecburiyeti, huk. S özleşm e y a p m a zorunlulu ğuakitin, [Ar. ‘akîdln
{OsT} 1. Çete reisleri; B e
deviler. 2. {ağız} sf. Yiğit; cesur. [DS] akkâm , [Ar. ‘ akm (yönelm e) > ‘akkâm (d ev e sürücü sü) pl£t] (akkâ;m ) {OsT} is. 1. Deveci; katırcı. 2. İmparatorluk döneminde, Mekke’ye gönderilen sürre alayının hizmetçilerine verilen ad. 3. Kervan sahibinin emrinde çalışan hizmetçi. 4. Osmanlı or dusunda görevli yüksek rütbeli subaylarla vezirle rin büyük çadırlannı kuran hizmetçilere verilen ad; çadır mehteri. 5. Yolların onarılması ve benzeri işlerde çalışan azaplılara verilen ad. S akkâm b a şı, Sü rre alayının başı. akkarınca, [ak+kannca] is. zool. Tropikal bölgelerde koloniler hâlinde yaşayan ağaç selülozları ile bes lenen, yumuşak vücutlu zararlı karınca; termit; di vik. akkarıncalar, [ak+kannca-lar] is. zool. Örneği ter mit olan beş yüz kadar, yumuşak vücutlu, eş kanat lı, koloniler hâlinde yaşayan tropikal böcek türleri, (Isoptera). akkâs, [Ar. ‘aks (g eri döndürm e) > ‘akkâs (a k k â ;s) {OsT} sf. 1. Yansıtıcı; aksettirici. 2. is. Fo toğrafçı. akkâse, [Ar. ‘aks (geri döndürm e) > ‘akkâse 4-lSU] (a k k â ;se ) {OsT} is. Sayfa kenarları çeşitli renklerde yaldızlarla süslenmiş, tezhipli yazma kitap. akkaş1, [ak+kaş] {ağız} is. Şöhret; lakap. [DS] akkaş2, [Ar. haşhaş] {ağız} is. Afyon; haşhaş. [DS] akkavak, -ğı [ak+kavak] is. bot. Söğütgillerden düz, beyaz kabuklu; üstü parlak, altı beyaz tüylü, dişli ve yuvarlak yapraklı bir kavak türü; telli kavak; Hollanda kavağı; akçakavak, (Populus a lb a ) akkefal, -li [ak+kefal] is. zool. Sazangillerden gri renkli bir tatlı su balığı, (Alburnus). akkelebek, -ği [ak+kelebek] is. zool. Pul kanatlılar
ira T Ü M ÎM .
AKK
ı sitte, {OsT} H at san atın d a sülüs, nesih, reyhanı, takımından siyah çizgili beyaz büyük kanatlı, tırtılı m uhakkak, tevkî ve r i k ’a a d la rı verilen altı tür yazı meyve ağaçlarının tomurcuklarına zarar veren bir çeşidi. kelebek türü, (A poria crataegi). akkın, [ak-mak > ak-km] sf. 1. (Yol, arazi vb. için) aklam a, [ak-la-ma] is. 1. Temizleme; beyazlatma; arılama. 2. m ec. Temize çıkarma; ibra; tebriye, ff az meyilli; düzgün; engebesiz. 2. (Toprak için) sü aklam a belgesi, Suçsuzluğu an laşılan kim seyi veri rülmesi, işlenmesi kolay. 3. (İş, girişim için) yo lunda giden; yoluna girmiş; olurunda. 4. (İş için) len b e lg e ; ibranam e. kolaylıkla yapılan; çabuk yapılan; akıcı. 5. (Ağaç, ak lam ak 1, [ak-la-mak] g ç l . f [-r ] İ. Beyazlaştırmak; kereste vb. için) işlemesi kolay; düzgün; budaksız. ağartmak. 2. Kirden arındırmak; temizlemek; an 6. (ağız) Akıntılı. [DS] 7. İstekli; gönüllü; tutkun; lamak. 3. m ec. Birinin üzerine atılan suç iddiasının sevmiş. 8. {ağızf (Kişi için) anlayışlı; akıllı. [DS] 9. geçersizliğini ortaya koymak; beraat ettirmek; ibra is. Akarsu yatağı; mecra. 10. is. Meyil; eğim, etmek; tebriye etmek. 4. m ec. Bir kuruluşun yöne akkor, [ak+kor] sf. Isıtılarak ışık saçacak beyazlığa tim kurulunun çalışmalarının yasa v e belirlenen ulaşmış bulunan, kararlara uygun çalıştığına dair verilen olumlu oy; akkorluk, -ğu [ak+kor-luk] is. fiz . Cisimlerin çok ibra etmek. 5. {ağız} Toplamak; ayıklamak; devşir yüksek derecelerde ısıtılması ile elde edilen ışık mek. K ira z a k la d ık [DS] 6. Beyaz belirti koymak; saçma durumu, ak işaret koymak. S akla takla, {ağız} a lt üst; akkur, [ak+kor ?] {ağız} sf. Bembeyaz; tertemiz. [DS] k arm a k a rışık ; dağınık. [DS] akkuyruk, -ğu [ak+kuyruk] is. 1. bot. Çayın har aklam ak2, [Çin. âk (kötü) > Brahm. âk-lâ-mak] {eT} manlanması sırasında lezzet vermek için katılan gçl. f i [ - r ] 1. Reddetmek; nefret etmek; kötü bul beyaz renkli bir çay çeşidi. 2. {eAT} zool. Kanatlan mak; tiksinmek. [İKPÖy.] [Gabain] 2. Kötüleşmek; siyah, kuyruğu beyaz bir tür güvercin, fenalaşmak; gücü yetmemek; muktedir olmamak. akkuzatif, [Lat. accusativus] is. -*■ akuzatif, [EUTS] akl, [Ar. ‘alçl (bağ lam a) J i * ] {OsT} is. -*• akıl. S a k i aklan, [ak-lan] is. coğ. 1. Dağ sıralarının iki yandaki eğimli yüzeyleri; vadinin iki yanındaki eğimli ara delili, {eAT} A kla dayan an sö z ; hikmet.\\ akl git zi; yamaç; mail. 2. Sularım bir denize gönderen mek, {eAT} K en dinden g eçm e k .|| akl-ı baliğ, Ergin akarsuların kapladığı alan. E g e aklam . 3. Bir vadi k işi; bu lûğa erm iş kim se. || akl-ı beşer, İnsan aklı. || nin taban çizgisini doruk çizgisine birleştiren eğik akl-ı evvel, {OsT} 1. Y aratılış ö n ces i var o la n a kıl; yüzey. 4. {ağız} Su arkı. [DS] 5. {ağız} Yeşil kabuğu Allah. 2. Ç o k akıllı. 3. m ec. A kıllı ve b ilg iç g eçikolay soyulan iyi cins ceviz. [DS] 6. {ağız} sf. Tom n en.|| akl-ı fa’âl, işley en a k ıl; y a p ıc ı a k ıl.|| akl-ı bul; beyaz. [DS] 0 aklan düzü, B ir a klan d a iki hayvanı, İçgü dü ; insiyak; sevkitabii. || akl-ı İlâhî, sert m eyil a ra sın d a k alan h a fi f iniş veya düzlük.\\ Tanrı z ekâsı. || akl-ı İnsanî, {OsT} in sa n c a a k ıl; in aklan yarıntısı, K iiçü k b ir akarsuyun açtığ ı derin sa n kavrayışı.\\ akl-ı kül, {OsT} 1. İlk y a ra tılan ev y a ta k y a d a a la n ; sa rp vadi. ren sel akıl. 2. E vren de görü len g e n e l uyum ve denge.|| akl-ı m aad, {OsT} A hrete dön ü k a k ıl; g e le c e ğ i k avrayan a k ıl.|| akl-ı m aaş, {OsT} D ünya h ayatın a dön ü k a k ıl; g eçim kaygısın a y ö n e lik akıl. || akl-ı nefsânî, {OsT} İçg ü d ü lere bağ lı a k ıl; kendini k o ru m a içgüdüsü.\\ akl-ı selîm, {OsT} İyiyi kötüden ayırt ed e b ilm e y etisi, sağduyu. || akl-ı şeytanî, {OsT} Ş eytan ca a k ıl; şeytan i z ek â .|| akl tamamlıgı, {eAT} E rg en lik ç a ğ ı; g en ç lik -akla- [-ak-la- /-ekle-] yap. e. Fiilden fiil yapan bir leşik bir ek; arka arkaya yapılan yoğun hareketleri ifade eder; tartaklam ak, duraklam ak, sürüklem ek, diirtüklem ek, sayıklam ak, kazıklam ak, m ızıklam ak. aklağı, [ak-lağı] {ağız} is. Akan suyun yatağında oy duğu çukur. [DS] ak lam 1, [alc-la-m / ak-lan] {ağız} is. 1. Mecra; yatak. 2. Meyil. [DS] aklam 2, [Ar. kalem (kam ış) > alçlâm *5151] (aklâ;m ) {OsT} is. 1. Yazı araçları; kalemler. 2. m ec. Kalem sahipleri; yazarlar. 3. gnşl. Resmî dairelerin yazı iş lerini yürüten bürolar; yazı işleri. S aklâm-ı dev let, {OsT} D evlet d a ir eleri; resm î d a ireler. ||aklâm -
aklanm a, [ak-la-n-ma] is. 1. Temizlenme, paklanma. 2. m ec. Temize çıkma; beraat etme, aklanm ak, [ak-la-n-mak] dönşl. fi [ -ır ] 1. Temiz lenmek; kirden arınmak; yıkanmak. 2. m ec. Üzeri ne atılan suçlardan temize çıkmak; beraat etmek; tahliye olmak, aklantı, [ak-la-ntı] {ağız} is. 1. Meyil; eğim. 2. Akar su. 3. Saçak oluğu. [DS] aklaşm a, [ak-la-ş-ma] is. Ak hâle gelme, ağarma, aklaşm ak, [ak-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] 1. Güneş veya suyun soldurması sonucu rengi beyazlaşmak, sol mak. 2. (Saç ve sakal) Beyazlanmak, kırarmak. aklatm ak, [ak-la-t-mak] {eT} fi. 1. Öne sevk etmek. [ETY] 2. Savmak; uzaklaştırmak. [ETY] aklecüt, -dü [Erme, ak’lor (horoz) + çud (civciv)] {ağız} is. Genç horoz. [DS] aklen, [Ar. ‘alçl > ‘aklen 5U&] ( a ’klen) {OsT} zf. 1. Akıl gereğince; akıl icabı. 2. Düşünme yoluyla; akıl ile. 3. Akla göre. 4. Akıldan yana. 0 aklen ve nak len, {OsT} A kıl ve duyum yoluyla.
AKM
ü M IÖ ff if J E S Ö M . 1 7 5
-aklı, [-ak-lı / -ekli] yap. e. Fiilden isim yapma eki olan -ek ile isimden sıfat yapma eki olan -li ekleri nin kalıplaşmasıyla meydana gelmiş bir fiilden sı fat yapma ekidir, -n ile biten dönüşlü ve edilgen çatılı fiillerden, o fiilin belirttiği eylemi yapmaya yeterli gücü ve imkânı bulunduran kavramını kata rak sıfatlar yapar: okunaklı, dokunaklı, konuşaklı, acın aklı. Kimi zaman baştaki geniş ünlü daralarak ikli, -ıklı, -uklu, -üklü biçimlerini alır: dayanıklı. aklı, [ak-lı] sf. Üzerinde beyaz lekeler ve benekler bulunan. S aklı karalı, Üstü bey az ve siyah b en ek li v ey a çizgili; a la ca . aklık, -ğı [ak-lık jliil] is. 1. Beyazlık; ak olma du rumu; beyazlık; parlaklık. {eATj (aynı). 2. {eAT} Ka dınların yüzlerine sürdükleri düzgün; üstübeç. 3. {ağız} Pudra; düzgün. [DS] aklınca, [akl-ın-ca] (aklı ’nca) zf. Kendi akima göre; düşüncesine göre, aklışmak, [ak-(ı)l-ış-mak] {eT} işteş, f . [-u r] Akışmak. [DLT] akli, [Ar. ‘akl > ‘aklı J ^ ] (a kli:) {OsT} sf. 1. Akılla ilgili. 2. Akla ve mantığa dayanan. 3. Duygularıyla değil, hislerine göre hareket eden. 0 akli ilimler, E skiden mantık, m atem atik g ib i zih n î fa a liy e tle r e ve a k ıl yürütm e işlem in e dayan an bilim lere verilen a d .|| akli m a’löliyet, A kıldan h a sta o lm a .|j akli meleke, Aklını ku lla n a bilm e y etisi; akıl, id ra k y etisi. || akli muvâzene, S ağ lıklı dü şü n ebilm e; a k ıl dengesi. aklilik, -ği [aklî-lilc] (a kli:lik ) {OsT} is. Akli olma du rumu; akıl üzerine kurulan, akla dayanan bir durum veya özellik. akliyat, [Ar. ‘aklı > ‘akliyyât oLIa^] (akliya.t) {OsT} is. Akılla elde edilenler; akıl yoluyla elde edilebi len bilgiler; akla dayanarak kazanılanlar, akliye, [Ar. ‘aklı > ‘aklîyye aJlîc-] (a k liy e ) {OsT} sf. 1. Akılla ilgili; akla ait. 2. Hastanelerde akıl hasta lıklarının tedavisi ile ilgilenen bölüm; psikiyatri. 3. Rasyonalizm. akliyeci, [aklîye-ci] (a k li.y eci) is. 1. Rasyonalist. 2. Akıl hastalıkları uzmanı; psikiyatrist. akliyun, [Ar. ‘aklî > ‘ akliyyün ü j J ^ ]
(akli.yun)
{OsT} is. fe l. Olayları akıl yoluyla araştıran ve de ğerlendiren felsefe akımı; akılcılar, aknı, [Ar. ‘akm
{OsT} is. Kısırlık.
akma, [ak-ma] is. 1. Akmak işi. 2. Atmosfere giren kayaların sürtünme ile meydana getirdikleri akıp giden ateş topu. 3. {ağız} Çam sakızı, reçine; katran. [DS] 4. Asmalarda üzüm tanelerinin büyüyememe hastalığı. 5. {ağız} Meyve ağaçlarının dallarından sızan zamk. [DS] 6. {ağız} Tepe ve yarlardaki kaya parçaları. [DS] 7. {ağız} Gönül verme; aldanma. [DS] 8. {ağız} Bir tür kumaş. [DS] S akm a hançer,
{eAT} N am lusuna o lu k açılm ış h a n çer.|| akm a ol m ak, {eAT} K a p ılıv erm ek ; uyuvermek. ak m ak 1, [eT. ağ-mak > ak-mak ^
I/
T] gçsz. f .
[ - a r ] 1. (Sıvı gibi molekülleri veya tanecikleri ko layca yer değiştiren maddeler için) bir yerden daha aşağıda bulunan başka bir yere doğru gitmek. 2. Sızmak; süzülmek; damlamak. Yağm urda bazı ev lerin dam ı aktı. 3. (Kapalı yerdeki sıvılar için) dışa rı çıkmak. A k a c a k kan d a m a rd a durmaz. 4. (Zaman için) kolayca geçip gitmek. Ö mrüm den bu n ca y ıl a kıp g eçm iş. 5. Birbiri peşi sıra kalabalık bir hâlde gitmek. Yaz g elin ce A n kara s a h ille r e akıyor. 6. Kayarak gitmek. Otların arasın dan b ir yılan aktı. 7. Duygusal yönden meyletmek; sevmek; aşık ol mak. K ızın d a gönlü bizim kine akm ış. 8. {eT} {eAT} Akm etmek. [ETY] 9. argo. Ortadan kaybolmak. 10. [yüzünden, gözünden vb. ile birlikte] (Uyku, yorgunluk, sersemlik, aptallık vb. için) çokça bu lunmak; dayanılmaz durumda olmak. 11. {eAT} Meyletmek. 12. {eAT} Sıyrılıp çıkmak. 13. {eAT} Koşmak. 14. {eAT} Akm akm gitmek. 15. {ağız} Ağaçlara su yürümek. [DS] ö aka turm ak, {eT} A kıp gitm ek; a k ıp durm ak. [DLT] || akıp gitmek, K o la y c a g eçm ek, gitm ek. akm ak2, [Harizm. ak-mak] {eT} gçl. f . [ - a r ] 1. Y ağ malamak. 2. Baskın yapmak, aknıalık, -ğı [ak-nıa-lık] is. 1. Binalarda sıcak hava, duman gibi akışkanların yönlendirildiği baca, boru, hava deliği gibi kısımlar. 2. Sokaklarda yağmur sularının akıp gitmesini sağlamak için yolun iki tarafına yapılmış üstü açık yayvan oluklar, akm an, [ak-man] sf. 1. İffetli; temiz. 2. {ağız} Temiz; beyaz; güzel. [DS] 3. {ağız} İhtiyar. [DS] 4. {ağız} is. Alm beyaz sığır. [DS] ak m an tar, [ak+mantar] is. bot. Lezzetli ve besleyici bir mantar türü; keçi mantarı, (A garicus cam pestris) ak m ar, [Ar. ‘akmâr jUil] (alan a.r) {OsT} is. A y ve yıldızlar. akm az, [ak-maz] is. 1. Bir akarsuyun yatak değiştir dikten sonra eski yatağında kalan birikinti sular; azmak. 2. {ağız} Bir yere akıntısı olmayan küçük göl[DS]. 3. Kullanılış sırasında atkı ve çözgü bo yunca yırtılmayan kumaş. akmed, [Ar. ‘akmed -uil] {OsT} is. Ensesi uzun ve kalın. akm er, [Ar. kamer (ay) > akmer ^ il] {OsT} sf. 1. So luk mavi; gri. 2. (Yüz için) ay beyazlığında aydın lık olan. akm ık1, -ğı [at-mak > ak-mık] {ağız} is. Atmık; sper ma. [DS] akmık2, [ak-mık] {eAT} is. Boza, akmın, [Erme, ağp(in)] {ağız} is. 1. Gübre. 2. Gübre
I M U l f C E S Ö M .™
AKM ve benzeri şeyleri taşımak için kağnının yanlarına konulan tahta kanatlar. [DS] akmi, [Ar. akmı
(akm i:) {OsT} s f 1. Eskimiş. 2.
Anlaşılmaz. akmise, [Ar. kamîş > akmişe
(akm i.se, s kalın
söylenir) {OsT} is. Gömlekler, akmişe, [Ar. kumaş > akmişe 4i*sl] (akm i:şe) {OsT} is. 1. Kumaşlar. 2. Yünden veya pamuktan yapıl mış dokumalar. akna1, -a ’ı [Ar. kânf > akna‘
{OsT} sf. Daha çok
kanaat eden; en çok kanaat eden. akna2, [Ar. akna ^ 1 ] (akn a:) {OsT} sf. (Kişi için) in ce ince yumru burunlu, aknan, [Ar. kum > aknân jbsl] (akn a:n ) {OsT} sf. Kullar; köleler, akne, [Yun. akme (uç) > Fr. acné] is. tıp. Deride gö rülen kıl dipleri ile yağ bezlerinin iltihabı; ergenlik sivilcesi. aknuna, [Kıpç. aknuna] {eAT} is. Kağnı arabası, akoli, [Fr. acholie] ( a ’koli) is. tıp. Safra salgısının azlığı veya yokluğu hastalığı, akolürik, [Fr. acholurique] sf. tıp. Safra pigmentleri nin idrarda değil de kanda bulunması şeklinde gö rülen bir sarılık çeşidi, akonitin, [Fr. aconitine] is. tıp. Kurtboğan otu kö künden elde edilen ve düşük dozları ağrı kesici ola rak kullanılan zehirli bir alkaloit, akont, [Fr. acompte] is. Borca karşı yapılan kısmî ödeme; avans, akordeon, [Fr. accordéon] is. miiz. 1. Bir körük ve buna bağlı madenî dilciklerin titreşmesi için supap tan açıp kapayan bir klavyeden meydana gelmiş havalı çalgı. 2. Elbisede piliden daha ince kırma. S akordeon kapı, Sürüldüğünde k örü k g ib i katlan ıp top lan abilen kapı. ||akordeon olm ak, E zilm e son u cu körü k g ib i katlanm ak, buruşm ak. akordeoncu, [akordeon-cu] is. miiz. Akordeon çalan kimse. akort, -du [Fr. accord] is. müz. 1. Seslerin armoni meydana getirecek şekilde birleşmesi. 2. Çalgılarda doğru ses verme düzeni. 3. Bir arada bulunan çalgı lar topluluğunda bütün müzik aletlerinin verdiği seslerin birleşmesi ve kaynaşması; armoni. 4. mec. Bir iş yerinde üniteler arasındaki ujoım. S akordu bozuk, 1. M üzik aletinin verm esi g er ek en seslerin dışında s e s verm esi; akortsuz. 2. Tutarsız davranan kim se. \\ ak ort anahtarı, M üzik a letlerin i a y a r la m aya y a ra y an a ra ç. || ak ort etmek, 1. B ir müzik aletin i d oğru se s v er ec e k biçim d e ayarlam ak. 2. argo. (Birini a k o rt etm ek) sö z le haddin i bildirm ek; dayaktan kım ıldayam az h â le getirmek.]] ak ort yap mak, B ir o rk estra d a k i bütün ç a lg ıla rı aynı d iy ap a z on a getirm ek.
akortçu, [akort-çu] is. müz. Piyano ve org gibi yapısı karışık müzik aletlerini ayar etmekle geçimini sağ layan kimse, akortlu, [akort-lu] sf. Akordu olan, uyumlu, akortsuz, [akort-suz] sf. 1. (Müzik aleti için) akordu bozuk olan; ses uyumu bulunmayan. 2. (Görüş, düşünce vb. için) birbirini tutmayan; tutarsız, akot, [ak+ot] {eAT} is. bot. Bir çeşit haşhaş, akozlam ak, [Yun. akousa (işitm e) + T. -la-mak] gçl. f [~rl [-l(u) - y ° rJ argo. 1. Bir şeyi birine gizlice söylemek; kimse duymadan anlatmak. 2. Haber vermek. akörtü, [ak+ört-ü] is. anat. Katılgan doku liflerinden meydana gelmiş beyaz, parlak ve dayanıklı zar; akzar. akpaflak, -ğı [ak+paf-la-k] {ağız} sf. (Kişi için) beyaz yüzlü ve şişman. [DS] akpaklak, -ğı [ak+pa(k)-la-k] {ağız} is. 1. Beyaz kabarcıklı yanık; ak patlak. 2. Patlamış mısır. [DS] a k ra 1, -a ’i [Ar. kara’ > akra’ * yİ] {OsT} is. Arkalar; sırtlar. ak ra2, - a ’ı [Ar. akra' £jSI] {OsT} sf. 1. (Kişi için) daz lak. 2. (Dağ için) çıplak, ak rab , [ Ar. akreb] {eAT} is. Daha yakın; daha uy gun. ak rab a, [Ar. kurb (yakınlık) > akribâ’ *l>yl] (a kra b a :) is. 1. Kan veya evlilik yoluyla birbirine bağlı olan kişiler; hısım. 2. m ec. Birbirine benzer özellik leri bulunan nesneler. S ak rab a çıkm ak, Aynı soydan oldu kları anlaşılm ak.]] ak rab a olmak, E vli lik y o lu y la a iley e d a h il olmak.]] ak rab a diller, dbl. K öken bakım ın dan aynı dilden kayn aklan dıkları k a b u l ed ilen diller.]\ ak rab a sayılmak, A k ra b a o l m am akla birlikte alcraba im iş g ib i y a kın lık duy mak.]] ak rab a ve taallukat, A k ra b a la r ile onların yakın ları. akrabalık, -ğı [akraba-lık] is. Kan bağı, evlilik, evlat edinme veya daha başka yollarla kişiler arasında kurulan ve toplumca kabul gören bağlayıcı ilişki ler; soy birliği; hısımlık; dünürlük; karabet; sıhri yet; yakınlık; kan bağı, ak raç, [ak-ra-ç] {ağız} is. Derelerin dönemeç yeri; büklüm. [DS] ak rah , [Ar. akrah j-yl] {OsT} is. Alnı beyaz at. ak ran , [Ar. karın (yakın) > akran 01yİ] (akra:n ) is. 1. Yaş bakımından birbirine eş ve denk olanlar; yaşıt; yaştaş. 2. Rütbe, mevki bakımından birbirine denk olanlar. 3. Eş; denk; benzer; muadil, akrancılık, -ğı [akran-cı-lık] is. Yalnız kendi akran ları ile ilişki içinde bulunma durumu, akraniyet, [Ar. akran > akrâniyyet c~ötJ\] (akra:n iyet) {OsT} is. Akran olma durumu; akran oluş; ak ranlık.
ü im
r it e
s o a ı.
177
AKR
akranlık, -ğı [akran-lık] is. Akran olma durumu; ya şıtlık. akrap, [Ar. ‘akreb o ÿs-\ {ağız} is. 1. Akrep. 2. Siyah renkli bir tür kertenkele. 3. Binek hayvanlarının yularının yan tarafına takılan ve hızlı yürümesi için uyarmakta kullanılan üç dört dişli demir parçası. 4. Köpeklerin başka köpekler ya da kurtlar tarafından boğulmasını önlemek için boyunlarına takılan sivri derili tasma. [DS] akras, [Ar. karş > akrâş ^ lÿ l] (a k ra :s) is. Yuvarlak şeyler; daireler; çemberler; kurslar, akre, [Ar. kırâ’at (oku m a) > akre’ î^51] {OsTf sf.
akrepler, [akrep-ler] is. zool. Yaklaşık sekiz yüz kadar çeşidi bulunan örümceğimsiler (A rachn ida) sınıfının zehirli böcekler takımı (Scorpionida). akret, [Ar. ‘akret o ÿ&\ {OsT} is. Kısırlık, akri, [Güre, arki] {ağız} is. bot. Kırmızı ve dayanıklı kerestesi olan bir ağaç, (Betula). [DS] akriba, -a ’i [Ar. ‘akriba’
(a k rib a :) {OsT} is.
Akraba. akridin, [Lat. acer (ekşi) > Fr. acridine] is. kim. Taş kömürü katranından üretilen bir bazik türev, akriflavin, [Fr. acriflavine] is. Akridinden elde edi len, bazı mikroplara etkin san boyar madde,
Kur’an-ı Kerim’i en güzel ve en doğru biçimde okuyan.
akriha, [Ar. akriha <ı=-ÿl] {OsT} is. 1. Ağaçsız tarla. 2.
akreb1, [Ar. kurb (yakınlık) > karib (yakın) > akreb
akruban, [Ar. ‘akrubân jljyfc] (akru ba:n ) {OsT} is.
ojîl] {OsT} sf. En yakın; daha yakın. akreb2, [Ar. 'akreb ^ j* - ] {OsT} is. 1. zool. Akrep. 2. Saatin kısa ibresi. 3. g ö k b. Gökyüzünün kuzey ya rım küresinde görülen büyük bir burç. 4. m ec. Sez dirmeden insanın canım yakan kimse, akreba, [Ar. 'akreb > ‘akreba I
j (a k r e b a :) {OsT}
is. Dişi akrep, akrebe, [Ar. ‘akreb > ‘ akrebe
{OsT} is. 1. Dişi
akrep. 2. Çevik, zeki bir cariye. 3. Kazan veya ten cereyi ateş üstündeki desteğe asmaya yarayan S biçimindeki kanca. 4. Ayakkabı bağı. akrebek, [Ar. ‘akreb + Far. ek
{OsT} is. zool.
1. Küçük akrep; akrep yavrusu. 2. Saatin küçük ib resi. akrebî, [Ar. ‘akreb > ‘akrebi
(a k re b i:) {OsT} sf.
Akrebe benzer; akrep gibi, akrebiye, [Ar. ‘akrebî > ‘akrebiyye
{OsT} is.
zool. Akrepler, akreditif, [Fr. accréditif] sf. 1. Kredi açan. 2. is. İthalatçı ve ihracatçı firmalar arasında aracılık ede rek yurt dışındaki muhabir banka adına paranın tahsil edildiğini bildiren mektup; itibar mektubu. 3. hıık. Bir bankanın satış bedelinin bütünü veya bir kısmı için müşteriye kefil olması, akren, [Ar. akren IJ\] {OsT} sf. Çatık kaşlı. akrep, -bi [Ar. kurb (yakın) > ‘alçreb o
is. zool.
1. Taş altlarında, duvar diplerinde, kurak topraklar da yaşayan; baş ve gövdesi tek, vücudunun en ucunda zehirli bir iğnesi bulunan; yeni ölmüş veya canlı böceklerle beslenen; bir yıl kadar gıdasız ya şayabilen örümceğimsi böcek; kuyruklu, (Scorpio). 2. Saatin kısa ibresi. 3. a rg o. Polis memuru. S ak rep gibi, S özleri ile ba şk a sın ı sü rekli inciten. || ak rep kuyruğu bıyık, U çları yu karı doğru kıvrılm ış bıyık.
Temiz su. Erkek akrep. akrilik, -ği [Fr. acrylique] sf. kim. Akroleinin oksit lenmesiyle elde edilen etilenik bir asit; CH2=CHC 0 2 s akrilik lif, A krilik nitrilin p o lim erleşm esin den e ld e ed ilen lif. akrobasi, [Fr. acrobatie] is. Yerde, tel, at, bisiklet üs tünde tehlikeli atlamalar yapma sanatı; cambazlık, akrobat, [Yun. akro (sivri) + bat (yürüm ek) > akrobates > Fr. acrobate] ( a ’k ro b a t) is. Bedenin es nekliğinden yararlanarak sirkte tehlikeli atlamalar yapan kimse; cambaz, akrobatlık, -ğı [akrobat-lık] is. Beden esnekliğine dayanan tehlikeli sirk hareketlerini yapma işi. S akrobatlık etmek, Z or b ir durum dan kurtulm ak için teh lik e le rle sıyrılıp çıkabilm ek. akrom atik, -ği [Yun. a-khorama (renksiz) > Fr. ach romatique] (a ’krom atik) sf. fız . Bilinen boya mad deleriyle boyanamayan; boya tutmayan. S ak ro m atik iğ iplik, H ücre bölü n m elerin den mitozun ilk ev resin d e bütün h ü crelerd e beliren ve h ü cre b o y a sın a uym ayan ren kte iğsi oluşum lar. akrom atin, [Fr. aehromatine] (a'krom atin) is. biy. Hücre çekirdeğindeki kromozomları boyayan kro matin iplikçikleri, akrom atopsi, [Fr. achromatopsie] ( a ’krom atizm ) is. tıp. Retina bozukluğundan kaynaklanan, gözün an cak siyah, beyaz ve gri dışındaki renkleri ayırt ede meyişi ile kendini gösteren kalıtsal bir hastalık, akrom egali, [Fr. acromégalie] ( a ’krom eg ali) is. tıp. Hipofiz bezinin, büyüme hormonunu (som atorm on) aşın salgılaması sonucu el, ayak ve başta gö rülen aşırı büyüme; tedahhum-i nihayat. akropol, -lü [Yun. akro (uçta) + polis (şehir)] is. Eski Yunan site şehirlerinde aşağı kente göre daha hakim bir mevkide yapılmış bulunan saray ve tapı naklar topluluğu; iç kale, akrostiş, [Yun. aero (uçta) + stikhos (satır) > Fr. ac rostiche] is. ed. Mısralarımn ilk harflerini yan yana getirince bir isim çıkacak şekilde yazılmış şiir.
Ü M H I I C E SÖZLÜK. 1
AKR akru, [ak-ru] {eT} sf. Yavaş. [Mühennâ] [DLT] S akru akru, Yavaş yavaş. [DLT] akrun, [ak-ru-n] {eT} sf. Yavaş. [DLT] akrut, [? akrut] {ağız} sf. Düzenci; bilgiç; kurnaz. [DS] aks1, [Ar. ‘aks
{OsT} is. Çarpma ve geri gelme;
akis; yankı; yansıma. S aks endâz, {OsT} Ç arpıp d u ran .|| aks-i d a ’vâ, {OsT} Zıt teo rem .j| aks-i m üddeâ, {OsT} K a rşı id d ia; çatışkı.\\ aks-i mülevven, {OsT} Derkliyansıma.\\ aks-i sedâ, {OsT} Yan k ı; s e s yansım ası. ||aksü’l-amel, {OsT} Tepki. aks2, [Fr. ahe] is. oto. Otomobilde hareketi ileten ve bir eksen etrafında dönen çubuk; mil; dingil; eksen, aksa, [Ar. lçaşv (u zak olm a) > alçşâ Uaisl] (a ksa :) {OsT} sf. 1. Çok uzak; en uzak. 2. U ç; nihayet; son; ileri; son had; son basamak. <3 aksâ’l-m erâtib, {OsT} R ütbelerin en büyüğü.\\ ak sâ’l-gâye, {OsT} E n son g a y e .|| aksa-yı bilad, {OsT} B ir m em leketin en uçtaki y e r le r i; hudut bölgeleri.\\ aksâ-yı emel, {OsT} Ülkü; id ea l; mefkûre.\\ aksâ-yı garb, {OsT} U zak batı.\\ aksâ-yı m erâm , {OsT} A rzuların son haddi.\\ aksâ-yı m erâtib, {OsT} R ütbelerin en yü k seğ i. || aksâ-yı m urâd, {OsT} En so n ; y e g â n e arzu; m aksat.|| aksâ-yı şark , {OsT} U zak doğu.\\ aksâ-yı şeb, {OsT} G ecen in son dem leri. || aksâ-yı terakki, {OsT} G elişm enin en son basam ağ ı, en üst sev iy e s i,|| aksâ-yı um rân, {OsT} K a s a b a veya köylerin en k e n a r m ah allelerin d en en g ü r s e s le duyu lam ayacak k a d a r u zak y e r le r .|| aksâ-yı yemin, {OsT} P a r la mentonun en s a ğ ve sağ ın en s a ğ ucu. || aksâ-yı yesâr, {OsT} P arlam entonu n en s o l ve solun en so l ucu. aksab, [Ar. kuşb > akşâb ^UaSI] (a k sa :b ) {OsT} is. Büyük bağırsaklar; kalın bağırsaklar. aksad, [Ar. akşâd .^Ussl] (a ksa :d ) {OsT} is. Kırık şey. aksade, [ak + Ar. sâde] {eAT} is. Beyaz üstlük; beyaz elbise. aksak, -ğı [eT. ahsa-malc > aksa-k] sf. 1. {eAT} Baca ğında bulunan hafif bir özürden dolayı hafifçe to pallayan; aksayan; seken; topal. 2. (İş, girişim vb. için) düşünüldüğü şekilde yürümeyen; düzenli git meyen; bozuk; kesintiye uğramış. 3. Klasik Türk müziğinde kullanılan dokuz zamanlı, altı vuruşlu küçük bir usul. S1 aksak semaî, müz. K la s ik Türk m üziğinde on zam anlı, altı vuruşlu kü çü k b ir usul.
rihve, {OsT} Vücuttaki yu m u şak kısım lar. \\aksâm-ı seb’a, 1. Yedi kısım . 2. dbl. A rap dilb ilg isin d e k e lim elerin “sahih, m isâl, m ıız â a f l e f ı f nakıs, m ehmüz, e c v e f" bölü m lerin e verilen ad. aksam 2, [Ar. kasem (yemin) > aksâm j>l_il] (aksa:m ) {OsT} is. Yeminler. aksam 3, [Ar. akşam |wai>!] {OsT} sf. 1. Kırık; kırılmış. 2. ed. (Aruz kalıbı için) m efailetün (.-..-) cüzü kırı larak fa iletü n (-..-)’e dönüştürülmüş olan, aksam a, [aksa-ma] is. 1. Aksamak işi. 2. Hafifçe topallama. 3. m ec. İşlerin düzenli yürümemesi, geri kalması. 4. Bir makinenin eş zamanlı çalışma dü zensizliği. aksam ak, [eT. ahsa-mak > ak-sa-mak] g ç s z .f. [ - r ] 1. Yürürken hafifçe sekmek; topallamak [Mühennâ]. 2. m ec. (İş akışı için) duraklamak ve gecikmek; arıza lanmak; battal olmak; bozulmak; teklemek, ö aksaya aksaya, T opallayarak, du ra kalka. aksan, [Lat. ac (eklenen) + cantus (ezgi) > Fr. accent] is. dbl. 1. Bir dilde kelimelerin bazı hecelerini daha baskılı söyleme biçiminde görülen kendine özgü kurallar; vurgu. 2. gnşl. Telaffuz. 3. Şive. S aksam bozuk, B a ş k a dil veya için de bulunduğu bölgen in söyleyiş ö zelliklerin e kapılm aktan dolayı konuştuğu d ili y eterin ce ve doğru o la r a k vurgula yam ayan . ak sar, [Ar. kaşr (kısm a) > akşar ^
I] {OsT} sf. Daha
kısa; en kısa; pek kısa. S ak sâr-ı eyyâm, E n k ısa gün. ||aksâr-ı tarik, En kestirm e y o l; en k ıs a yol. ak sat1, [Ar. aksat ia*JI] {OsT} is. 1. Kuru ayaklı hay van. 2. Pek doğru şey. aksat, [Ar. kist > aksât J»Lil] (aksa:t) {OsT} is. Pay lar; hisseler; nasipler, aksata, [Ar. ahz ü i5.tâ > aksata] ( a ’h a t a ) {ağızf is. Alışveriş. [DS] aksatm a, [aksa-t-ma] is. 1. Aksatmak işi. 2. Engel leme; geciktirme, aksatm ak, [aksa-t-mak] gçl. f . [-ır ] Bir işin düzenli yürümesine engel olmak, geciktirmek, aksayış, [aksa-y-ış] is. Aksamak işi ve biçimi,
aksam*, [Ar. kısım > aksâm ^Lil] (aksa:m ) {OsT} is.
akse, [Fr. acces] is. tıp. Hastalık nöbeti; kriz, aksedir, [ak+sedir] is. bot. Mobilyacılıkta kaplama olarak kullanılan açık kahverengi ve sert keresteli bir orman ağacı (Thuya occiden talis). akselerando, [İt. accelerando] zf. müz. (Çalmak, söylemek için) gittikçe artan hızla, akselerograf, [Fr. accelerographe] is. fız . Hareket hâlindeki cisimlerin hızlarında meydana gelen de ğişmeleri yazan araç; ivme yazar,
1. Bir bütünü meydana getiren parçalar; kısımlar. 2. Araç, gereç ve malzemeler. S aksâm -ı kelâm, {OsT} İsim, fiil, h a r f g ib i sö z bö lü k leri.|| aksâm-ı
akselerom etre, [Fr. accelerometre] is. fız . Hareket hâlindeki cisimlerin hızlarında meydana gelen de ğişmeleri ölçen alet; ivme ölçer.
aksakal, [ak+sakal] is. 1. İhtiyar. 2. Köyün, kabile nin başı. 3. {ağız} Evliya; ermiş. [DS] aksaklık, [aksa-k-lık] is. 1. Fiafıf topallık. 2. İş düze nindeki geri kalmalar, gecikmeler,
n e m e m ı. 179
AKS
aksendaz, [Ar. ‘aks + Far. -endaz] (aksenda:z) { OsT}
sf. Sürekli yankılanan; sürekli yansıyan; çınlayıp duran. S1 aksendaz olmak, 1. (Işık için) sürekli yansımak. 2. (Ses için) çınlamak; yankı vermek. 3. mec. Etki uyandırmak; tepki yaratmak. akseptans, [İng. acceptance] is. 1. Öğrenimini ya bancı ülkede yapmak isteyen öğrencilere gönderi len kabul belgesi. 2. Poliçelerin kabul edildiğini be lirten açıklama ve imza, akser, [Ar. kaşr (kısma) > alçşar y J i I] {OsT} sf. -*■ ak
aksırıklı, [aksır-ık-lı] s f Sık sık aksıran, fi1 aksırıklı tıksırıklı, Hastalıklı ve bünyesi z a y ıf yaşlı. aksırış, [aksır-ış] is. Aksırma işi. aksırm a, [aksır-ma] is. Aksırmak işi. aksırm ak, [as (yans.) > eT as-ur-mak > aksır-mak] gçsz. f. [-ır] Üst solunum yolları mukozasının ya bancı cisim veya yakıcı duman tarafından uyarıl ması ile ani refleksle ağız ve burundan gürültülü şekilde itici hava çıkarmak; hapşırmak, aksırtm a, [aksır-t-ma] is. Aksırmaya sebep olma, aksırtm ak, [aksır-t-mak] gçl. f. [-ır] Aksırmasına sebep olmak; aksırmasını sağlamak,
sar. aksesuar, [Fr. accessoire] is. 1. Yan öğeler; ıvırzıvır. (aksi:) (OsT) sf. 1. Bili 2. Bir aracın veya makinenin ana öğelerinden ol aksi, [Ar. ‘aks > ‘aksı mayan, ancak ikinci derecede yardımcı olan parça nen ve bulunulan konum ve durumun ters yönünde ları. 3. tiy. Tiyatro eserleri sahnelenirken, sinema bulunan; zıt; aykırı; çelişik; mübayin; mtitenakız; veya televizyon filmi çekilirken konunun gereği ters. 2. Uygun olmayan; nâmüsait. A ksi bir zam ana sahnede bulunması gereken eşya. 4. Kadın giyi denk geldi, çekleri karşılayamadık. 3. Huysuz ve minde elbiseyi renk ve biçim yönüyle tamamlayan inatçı; muannit. 4. Beklenenin dışında gelişen; ayakkabı, çanta, şapka, eldiven ve süs takıları cin olumsuz. 5. Beklenmedik bir zamanda ortaya çı sinden eşya. 5. argo. (Evli çiftler için) çoluk çocuk, kan; münasebetsiz. S aksi aksi, Olumsuz ve sert aksesuarcı, [aksesuar-cı] is. tiy. Sahne oyunları veya bir ifadeyle.\\ aksi gibi, Ne ya zık ki .|| aksi gitmek, sinema, televizyon çekimleri için gerekli aksesuar Umulan şekilde gelişmemek. || aksi hâlde, Yoksa, ları hazırlamakla görevli kimse, öyle olmazsa .|| aksi tesadüf, “Şanssızlığa bak!" anlamında kullanılır ][aksi tesir, Beklenenin tam aksetme, [Ar. ‘aks + T. et-me 4*^.1 (a'ksetme)
tersi bir tepki.
is. Aksetmek işi, yankılanma, aksetmek, [Ar. ‘aks + T. et-melc *iU^.I
( a ’kset-
mek) gçsz. b. f. [-(d)-er] 1. (Ses için) bir engele çarpıp geri gelmek; yankılanmak. 2. (Cisimler için) ışığı yansıtan düz ve parlak yüzeylerde aynen gö rünmek; yansımak. 3. mec. Birileri aracılığıyla du yulmak. 4. gnşl. Ulaşmak, yayılmak, aksettirilme, [Ar. ‘aks + T. et-tir-il-me -djûl l_r £ t]
(a İlettirilm e) is. Aksettirilmek işi. aksettirilmek, [Ar. ‘aks+ T. et-tir-il-mek tilijul
(a ’ksettirilmek) edil. f. [-ir] Aksettirmek işi yapıl mak; yansıtılmak, aksettirme, [Ar. ‘aks + T. et-tir-me «ju l
(a 7c-
settirnıe) is. Aksettirmek işi. aksettirmek, [Ar. ‘aks + T. et-tir-melc dUjul
(a ’ksettirmek) gçl. b. f [-ir] 1. Üzerine düşen ses dalgalarını yankılatmak. 2. Üzerine düşen ışık de metini yansıtmak. 3. mec. Duyurmak, açıklamak. 4. Yaymak, ulaştırmak, aksıma, [Yun. oksina (ekşi ot) aksır-ık] is. Nefes borusun daki bir gıcıklanmadan dolayı nefes verdirici kasla rın ani kasılmasıyla ağızdan ve burandan çıkan şiddetli, gürültülü ve itici hava çıkışı; hapşırık; tık sırık. 5 1 aksırığı cinli, Çabuk kızan. || aksırık tut mak, Birbiri p e şi sıra aksırm a nöbeti gelmesi.
aksilenme, [aksi-le-n-me] is. Gereksiz yere huysuz luk etme. aksileşme, [aksi-le-ş-me] is. Huysuzluğa başlama, aksileşmek, [aksi-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Olumlu ve uysal davranışları terk ederek huysuzluk etmek, aksilik, -ği [aksi-lik] is. 1. Aksi olma durumu. 2. Ters davranma. 3. Huysuzluk. 4. İnatçılık. 5. Şans sızlık. 6. Ortamın uygunsuzluğu. S aksiliği tut m ak, İnatçılık ederek direnmek. || aksilik bu ya,
“Olmaması gerekirken bir terslik olur. ” anlamın da ,|| aksilik etmek, Uyuşmamak, inatçı davran mak. aksine, [aksi-n-e] zf. 1. Tersine; bilakis. 2. Üstelik. e aksine gitmek, Yapılması gereken bir hareketin veya uygulanması gereken bir taktiğin tam tersini yapmak. aksiniyen, [Yun. aksine (balta) > Fr. ahinien] sf. İlkel toplulukların balta yapmakta kullandıkları ye şim taşı. aksiseda, [Ar. ‘aks-i şada I ^ - S ^ ]
(a ’ksiseda:)
{OsT} is. 1. Ses dalgalarının bir yüzeye çarpıp geri dönmesinden oluşan ikincil ses; yankı. 2. mec. Bir olayın veya açıklanan fikrin toplum üzerinde bırak tığı etki; tesir, aksiseğirdim, [Ar. ‘aks-i T. seğirdim jofL»
is.
Geri çekilme; irkilme, aksişems, [Ar. ‘aks-i şems { OsT} is. Güneş ışığı yansıması.
(a ’ksişems)
ÜTÜM K İIttSÖ Z liÜ li. « o
AKS
aksiyom, [Yun. aksioma > Fr. axiome] is. man. 1. İspat ve kanıta gerek kalmayan doğruluğu kesin önerme. 2. Herkes tarafından doğruluğu kabul olu nan görüş; belit, aksiyon, [Fr. actione] is. 1. Etki. 2. Bir görüşü, bir fikri ortaya koyabilme. 3. Bir kimsenin yaptığı iş, eylem. 4. Bir edebî eserde gelişen olayların bütünü. 5. Hisse senedi, akson, [Fr. axon] ( a ’kson) is. Sinirsel uyarıyı ileten sinir hücrelerinin lif uzantıları; sinir teli, akson, [Yun. aksoni] {ağız} is. Değirmen çarkının döndürdüğü mil. [DS] aksöğüt, -dü [ak+söğüt] is. bot. Dallarından sepet yapılan, su kenarlarında yetişen yirmi otuz metre kadar büyüyebilen bir söğüt türü (Salix alba). aksu, [ak+su] {ağız} is. tıp. Katarkt. aksuna, [? aksuna] {ağız} is. d m . Su altında felç olarak çıkan dalgıcın iyileşmesi için onu tekrar deni ze indirme işlemi. [DS] aksunkur, [ak+sunkur] {eAT'} is. zool. Doğan türün den bir tür yırtıcı kuş. aksülamet, [Ar. ‘aksü’l-'amel
a -5'*] ( a ’ksülâ-
m el) {OsT} is. Zıt eylem; tepki; reaksiyon, aksülümen, [ak+sülümen] is. Cıva ile klorun birle şiminden meydana gelen zehirli, beyaz bir toz. akşam , [T. ak + Far. şâm / Far. hşap (g ece) [Râsânen] / Soğd. > e T ahşam [Clauson]] is. 1. Günün ikindiden sonraki, geceden hemen önceki vakti. 2. gnşl. Gece; şeb; tün. S akşam a doğru, Güneşin batm asın a y akın zam an da. || akşam ahıra, sabah çayıra, B ir sorum luluk duym adan, gailesiz, ra h a t yaşam a. Yiyip içm ekten b a ş k a b ir şe y düşünmez.\\ akşam a k adar, Gün boyunca, a r a verm eden. || ak şam a kalmak, G eç kalm ak. || akşam akşam , A k şam ın olduğu d a r vakitte.|| akşam a sabaha, N ere deyse, hem en hem en. ||akşam ayazı, K ış m evsim in d e a kşam üzeri çıka n dondurucu soğuk.\\ akşam dan akşam a, Üst üste, h e r akşam . || akşamdan kalm a, G e c e ç o k içtiği için sarhoşlu ğ u henüz g e ç m em iş olan. II akşam dan kavur, sabaha savur, B üyük ç a b a la r la kazan ılan p a r a ç o k k olay h a r c a nabilir. II akşam dan sonra m erhaba, İş işten geçti, aklın ba şın a y en i m i g eld i? sa b a h ı ş e r ifle r h ay ro la ! II akşam darı, {ağız} A kşam ezanına on b e ş yirm i d a k ik a ö n c e ba şla y an ve ezan la biten süre. [DS]|| akşam demez sabah demez, Günün h er vaktinde.\\ akşam ezanı, Günün dördüncü n am azına davet eden ezan.\\ akşam gazetesi, Ö ğleden so n r a çıkan günlük gazete. || akşam güneşi, 1. A kşam a doğru y a k ıcılık etkisi azalm ış gün ışığı. 2. P em b e ve sa rı karışım ı b ir k arm a renk. 3. m ec. Yaşlılığın so n demi. y akşam Hacı M ahm ut, sabah eskici Yahudi, Dürüst görü n ü r a m a kandırır. || akşam ı bulmak, Ç o k oyalanm ak.]] akşamın d ar vakti, A kşam n a mazının kılındığı k ıs a zam an ; aydınlıktan k a r a lığ a
g e ç ile c e k zamanda.\\ akşam ı şerifler hayır olsun, İy i akşamlar.\\ akşam karanlığı, A la ca karan lık]] akşam kavil, sabah savul, V erdiği sözd en ça b u k ca y m a.|| akşam kuşu, {ağız} Yarasa. [DS]|| akşamlı sabahlı, H er akşam ve s a b a h o lm a k üzere. ||akşam namazı, A kşam vakti kılm an nam az.|| akşam otu, {ağız} A kşam ezan ın a on b e ş yirm i d a k ik a ö n c e b a ş layan ve ez a n la biten süre. [DS]|| akşam oturu, {ağız} A kşam üzeri. [DS]|| akşam pazarı, P a z a r y er le rin d e toplan m a sa a tin d e y a p ıla n ucuz a lışv e riş.|| akşam piyasası, B u lv ar veya c a d d e le r d e a k şam üzeri y a p ıla n gezinti. || akşam saati, A kşam üzeri, akşam ley in ,|| akşam sabah, {ağız} B ir tür çiçek. [DS]|| akşam simidi, A kşam vaktinde sa tışa çıka rılan simit. || akşam üstü, A kşam ın yaklaştığ ı b ir s ır a d a ; tam a kşam oldu ğu sıra d a ]] akşam üze ri, A kşam vaktinde.]] akşam yeli, A kşam üzeri d e nizden esen rü zgâr; meltem . akşam cı, [akşam-cı] is. 1. Her akşam alkollü içki içmeyi alışkanlık edinmiş kimse. 2. Akşam erken den uyumayı alışkanlık edinmiş kişi. 3. sf. Çalışma saatleri gece vaktine denk gelen, akşam cık, -ğı [akşam-cık] is. Akşam. S akşam cık kuşu, {ağız} Y arasa. [DS] akşamcılık, -ğı [alcşam-cı-lık] is. Akşamcı olma du rumu. akşam ın, [Ar. akşam + T. -m] zf. Akşam vakti; ak şam akşam. akşamki, [akşam-ki] sf. Akşam üzeri olan, akşam yapılan. akşam lam a, [akşam-la-ma] is. 1. Akşama kadar za man harcama. 2. Geceyi geçirme, konaklama, akşam lam ak, [akşam-la-mak] gçsz. f. [- r ] 1. Bir iş için akşama kadar uğraşmak; akşamı etmek. 2. Ge ceyi evinden başka bir yerde geçirmek; konakla mak. akşam ları, [akşam-lar-ı] zf. 1. Akşam vakitlerinde; akşamleyin. 2. Her akşam. 3. Sadece akşam üzeri, akşamleyin, [akşam-leyin] zf. Akşam olduğunda; ak şam üzeri; akşam vakti; akşam akşam, akşamlık, -ğı [alcşam-lık] sf. 1. Akşama mahsus, ak şamları kullanılan. 2. Belirtilen sayıdaki akşama yetecek kadar. «Ü ç a k şa m lık y iy ec e k k a ld ı.» 3. {ağız} Akşam yemeği. [DS] S akşamlık sabahlık, S a ğ lık durumunun kötüye gitm esi d o la y ısıy la ö lü mü tahmin edilen. akşamsefası, [akşam+safâ-s-ı] is. bot. Akşamları açı lan gösterişli kırmızı, sarı, pembe çiçekleri ile süs bitkisi olarak bahçelerde yetiştirilen çok yılık bir bitki; gece sefası, (M irabilis j a l a p a ) . akşer, [Ar. akşer yül] {OsT} sf. (Kişi için) kırmızı yüzlü. akşın, [ak-şın] sf. Derisinde ve tüylerinde boya mad desi yokluğundan dolayı beyazlıklar bulunan; akşar; albino; çapar.
AKT
ı e r * ; fS E iı i. i8 i
akşınlık, -ğı [ak-şın-lık] is. Akşın olma durumu; albinizm; çaparlık. akşit, [ak+şit] {ağız} sf. Kutlu. [DS] akt, [Ar. akt c il] {OsT} is. Zamanın belirlenmesi;
aktarım , [aktar-ım] is. Aktarmak işi; geçirme, çe virme işi. aktarışm ak, [aktar-ış-mak
vaktin tespiti. akta, -a ’ı [Ar. kat' > akta' jü l] {OsT} sf. (Kişi için)
{eAT} işteş, f . [-
ur] (Savaşta) birbirini yere yıkmak, aktariye, [Ar. 'attâriyye > aktâriye] (akta:riye) {OsT}
eli kesik. akta, -a ’ı [Ar. kat' > akta' ^Uasl] (a kta :) {OsT} is. 1. Kesilmeler; kırılmalar. 2. Kırmalar; kesmeler 3. Hayvan sürüleri. 4. Beylik araziler; ikta. aktab, [Ar. kutb (mil) > aktâb ı_>Uasl] (a kta :b ) {OsT} is. 1. Kutuplar. 2. m ec. Bir topluluk ya da grubun başları; sahipler; efendiler; reisler; ulular, aktadis, [actadis (tescilli isim)] is. Tüketilen elektrik enerjisini gece ve gündüz tarifelerine göre ayn ayrı kaydeden sayaç, aktaeyn, [Ar. kat’ > akta’eyn
olmak. [DS] S aktarılıp inmek, {ağız} B ay ılıp dü ş m ek. [DS]
{OsT} is. 1. Kes
kin iki şey. 2. m ec. Kılıç ve kalem, aktan, [Ar. kutn > aktan jlLsI] (akta.n ) {OsT} is. Pa muklar. ak tar1, [Ar. katre > aktar jliasl] (akta.r) {OsT} is. Damlalar. aktar2, [Ar. 'attâr (güzel k o k u la r satan ) => aktâr](ak ta :r) is. 1. Çeşitli baharatlar ve güzel koku larla iğne iplik cinsinden küçük eşyaların satıldığı dükkân. 2. Bu cins malzemeyi satan kişi. aktar3, [Ar. kutr (yöre) > aktar jUaâl] (a kta .r) {OsT} is. 1. Yönler; taraflar; hudutlar. 2. Ülkeler; bölge ler. 3. Çaplar; kuturlar. S 1 ak târ-ı cihân, {OsT} Dünyanın d ö rt bucağı. aktaraç, [aktar-mak > aktar+ağaç] {ağız} is. Sac üzerinde pişmekte olan yufkayı çevirmekte kullanı lan araç. [DS] aktarağaç, [aktar-mak > aktar+ağaç] {ağız} is. 1. Yemeni dokumacılığında yemenileri çevirmekte kullanılan uzun kollu ve yuvarlak bir ağaç. 2. Sac üzerinde pişirilen ekmeği çevirmekte kullanılan demir ya da ağaç aygıt. 3. Fırın küreği. 4. Ayakka bının ucunu dışına çevirmeye yarayan aygıt. [DS] aktarıcı, [aktar-ıcı] is. 1. Eski kiremitleri yenisiyle değiştirmek suretiyle çatı bakımını yapan kişi. 2. Ana vericinin dalgalarını alamayan bölgeler için daha düşük güçte ve başka frekansta yayın yapan radyo-televizyon vericisi, aktarılm a, [aktaı-ıl-ma] is. Aktarılmak işi. aktarılm ak, [aktar-ıl-mak jijâ l] edil. f . [ -ır ] 1. Ak tarmak işi yapılmak. 2. {eT} {ağız} Devrilmekbaş aşağı çevrilmek; yuvarlanmak. [EUTS] [IKPÖy.] [DS] 3. {eAT} Düşürülmek; başkası tarafından yı kılmak. 4. {eAT} Kendi kendine yıkılmak. 5. {eAT} Yüz çevirmek; başka yana dönmek. 6. {ağız} Alt üst
is. Aktarlık. aktarlık, -ğı [aktar-lık] is. 1. Aktarın işi ve mesleği. 2. Aktar dükkânında satılabilecek nesne, ak tarm a, [aktar-ma] is. 1. Yerini, yönünü, yolunu değiştirme. 2. Altını üstüne getirme. 3. İletme. 4. ed. Bir eserden bir bölümü olduğu gibi alıp kul lanma; iktibas. 5. Çevirme; tercüme etme. 6. Ekim yapmaksızın tarlayı sürmek. 7. Bir dilin yabancı bir dilden kelime alması. 8. Kalıtım; irsiyet. 9. {ağız} Baştan savma; başkasma havale etme. [DS] 10. {ağız} Çalma. [DS] 11. {ağız} Ganimet. [DS] 12. {ağız} Kepenek. [DS] 13. {ağız} Tarlayı ilkbaharda sürme zamanı. [DS] 14. sf. Bir eserden aktarılmış. A ktarm a p a ra g ra f. S1 ak tarm a etmek, 1. B ir taşıt taki y o lcu la rı b a şk a b ir taşıta geçirm ek. 2. B ir y e r d ek i eşyayı b a ş k a b ir y e r e koym ak, y erleştirm ek. || ak tarm a gemisi, L im an a g irem ey e cek k a d a r büyük b ir g em id en m alları lim an a taşıyan d a h a küçü k gemz.||aktarma yapm ak, 1. B ir bölüm den d iğ er bölü m e g eçirm ek. 2. Yolculukta b elirli b ir du rakta a r a ç değiştirm ek. aktarm acılık, -ğı [aktar-ma-cı-lık] is. 1. Aktarma işi. 2. Başkasının bir cümlesini veya fikrini alıp kul lanma. ak tarm aç, [aktar-maç] {ağız} is. Yollarda birdenbire çıkan dönemeçler. [DS] ak tarm ak , \eT. ağ-mak (bir y a n a eğ ilm ek; çö k m ek ; b e l verm ek) > ağtar-mak / ahtar-mak > aktar-mak j j j j i l / jijb s l] gçl. f [-ır ] 1. Bir yerden başka bir yere götürmek; taşımak; göçermek. 2. Bir şeyin yolunu veya yönünü değiştirmek. 3. Toprağı sür mek; bellemek; {eAT} (aynı). 4. Altmı üstüne getir mek. 5. Çatıdaki kırık kiremitleri yenisi ile değişti rerek bakım yapmak. 6. Bir kitabın içinde bir ko nuyu bulmak için baştan sona aramak; taramak. 7. Bir kitabı baştan sona bir defa okuyup devretmek; hatmetmek. 8. Tercüme etmek; çevirmek. {eT} (ay ın) [EUTS] [Gabain] 9. Bir metni kendi yazısında aynen kullanmak. 10. Ulaştırmak; bildirmek. 11. Sahip olduğu bilgileri öğretmek. 12. Elde mevcut olan bilgi ve belgeleri bir başka ortama kaydetmek. 13. Duygu ve düşüncelerini değişik sanat ürünlerini kullanarak ifade etmek. 14. Güreş gibi sporlarda rakibini yere yıkmak; devirmek; yenmek. 15. {eT} Dönmek; çevrilmek. [EUTS] [Gabain] 16. {eAT} Y e re yıkmak; devirmek; alt etmek; yenmek. S ak tar değneği, {ağız} D ikişli a y ak ka b ıları çev irm ey e y a rayan tahta aygıt. [DS]|| ak tar dönder etmek,
Ö IH T İM M .
AKT {ağız} 1. Altını üstüne g etirm ek; tarlayı sürm ek. 2. E ld en e le iletm ek. [DS] aktarm alı, [aktar-ma-lı] sf. 1. (Yolculuk için) belli duraklarda araç değiştirerek yapılan 2. (Araç için) belirli bir istasyonda yolcuları aktarma yaparak gi den. 3. zf. Aktarma yapılarak,
aktolga, [ak+tolga] is. Eskiden savaşlarda giyilen zırhlı miğfer. ak tör, [Lat. actor (iş g ö ren ) > Fr. acteur] is. tiy. 1. Sahnede veya filmde kişileri canlandıran erkek; oyuncu. 2. m ec. Takındığı tavırlarla karşısındakini ustaca kandırmayı beceren kişi; düzenbaz,
aktarm asız, [aktar-ma-sız] sf. (Yolculuk için) ak tarma yapılmadan; taşıt değiştirmeden yapılan,
aktöre, [ak+töre] is. İyi ahlak,
ak tartm a, [aktar-t-ma] is. Aktartmak işi. aktartm ak, [alctar-t-mak] gçl. f. [ -ır ] Aktarmak işini bir başkasına yaptırmak, aktavşan, [ak+tavşan j l i j L jT]ls. zool. 1. Bir çeşit çöl faresi; cırboğa, (Jacu lu s jacu lu s). 2. {eATf Ada tavşanı. aktı, [Ar. cakd > ‘akdî ?] {eAT} is. 1. İş; çalışma. 2. Elişi. 3. Malumat; bilgi. 4. {ağız} Götürü yaptırılan bir iş karşılığında ödenen ücret; toptan pazarlık an laşmasına göre verilen ücret; el emeği. [DS] aktınm ak, [ak-(ı)t-m-malc] {eT} dönşl. f . [-u r ] Ak mak; suya batmak. [Gabain] [EUTS] aktif, [Fr. actif] sf. 1. Çalışır durumda; faal. 2. Hare ketli, canlı; girişken. 3. Bizzat etki yapan; etken; malûm. 4. Önemli yerde, karar verme ve uygulama durumunda olan. 5. (İşletmenin varlıkları için) para ile değerlendirilebilen. S aktif akım, /2z. K en disini m eydan a g etiren gerilim ile aynı f a z d a olan a lter n a tifa k ım . || aktif fiil, dbl. Öznesi doğru dan y apıcı, k ılıcı olan fiille r. || aktif metot, eğit. Ö ğrencilerin eğitim faa liy etlerin in b ir kısm ın da r o l a ld ık la rı eğ i tim m etodu.|| aktif nüfus, Ç alışan nüfus.|| aktif p a ra , B izzat p iy a s a d a d o la şa n p a ra . || aktif rol oy nam ak, Y apılm akta olan işte birin ci p la n d a g ö rev alm ak. aktifleşme, [aktif-leş-me] is. Etki eder durumda bu lunma. aktifleşmek, [aktif-leş-melc] dönşl. f i [ -ir ] Etki eder bir duruma gelmek, aktinit, [Fr. actinides] is. kim. Atom numarası 89 ile 103 arasında kalan tabii ve yapay (aktinyum, tor yum, protaktinyum, talyum, plütonyum, amerik yum, küriyum ve berkelyum) radyoaktif elementle rinin ortak adı. aktinon, [Fr. actinon] is. kim. Aktinyumun parçalan ması ile meydana çıkan kütle numarası 223 olan radon izotopu, aktinyum, [Fr. actinium] ( a k ti’nyum) is. kim. Atom numarası 89, atom ağırlığı 227 ve 2 2 8 ’in yanı sıra atom ağırlığı 209 ile 232 arasında yer alan yirmi iki yapay izotopu bulunan radyoaktif element; sembo lü: Ac. S aktinyum serisi, Uranyum 2 3 5 'in p a r çalan m asın d an d o ğ a n çekird ekler. aktivizm, [Fr. activisme] is. siy. 1. Bir siyasi parti veya sendikanın hizmetinde yapılan eylem. 2. Şid deti hoş gören siyasi doktrin; eylemcilik.
aktörlük, -ğü [aktör-lük] is. 1. Aktörün yaptığı iş, meslek; oyunculuk. 2. m ec. Düzenbazlık. t5 aktör lük etmek, B irin i k an d ırm a k için olduğundan b a ş k a tavırlar takın m ak; düzenbazlık. aktris, [Lat. actor (iş g ören ) > Fr. actrice] is. tiy. Sinema veya tiyatroda rol alan kadın oyuncu; artist, aktrislik, -ği [aktris-lik] is. tiy. Aktrisin yaptığı iş ve meslek. aktuğ, [ak+tuğ] is. At kılından yapılma, altın ve gü müş ile süslü hükümdarlık alameti, akturm ak, [ak-(ı)t-ur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Yük seltmek. [EUTS] 2. Akıtmak [Gabain] 3. Akıttırmak. [EUTS] [DLT] aktüalite, [Fr. actualité] is. 1. Şu ana uygun olma niteliği. 2. Şu andaki durum ve koşullar. 3. Son günlerin toplumu etkileyen olayları ile ilgili olma; güncellik. aktüalizm, [Fr. actualisme] is. j e o l. Geçmiş devirler jeolojik olaylarını günümüzde görülen benzerleri ile açıklamaya çalışan doktrin; giincelcilik. aktüel, [Lat. actuâlis > Fr. actuel] sf. 1. Şu anda önem taşıyan; şimdiki. 2. (Olay için) günümüzde olan ve kamuoyunun ilgilendiği; söz konusu edi len; güncel. aku, [Far. akü jS"T] (a :k u :) {OsT} is. zool. Baykuş; puhu. akuarel, [İt. acqua (su üzerine) > acquarella > Fr. aquarelle] is. Suluboya resim. akub1, [Ar. caküb
(aku :b) {OsT} is. Toz.
akub2, [Ar. ‘akıb > ‘aküb
(aku :b) {OsT} is.
Halef; varis. akuçka, [Rus. oköşko] {ağız} is. 1. Küçük pencere. 2. Camekân. [DS] akuk, [Ar. ‘ aküköjüt] (aku .k) {OsT} sf. 1. Anasına babasına itaat etmeyen. 2. (Hayvan için) gebe, akuka, [Erme, ağuğa / akuka] {ağız} is. Kapalı su oluğu; künk. [DS] akulug, [ağu > aku-luğ] {eT} sf. Ağılı; zehirli. [EUTS] akunduz, [Yun. akantos] {ağız} is. Ak çöpleme, (Veratrum album ). [DS] akupunktur, [Lat. acus (iğne) + punctura (batırm a) > Fr. acupuncture] is. tıp. Hayat enerjisinin kaynağı sayılan “kuvvet çizgileri” boyunca vücutta bulunan “nokta”lara altın iğne batırmak suretiyle uygulanan Çin kökenli bir tedavi metodu. ak u r1, [ak-ur] {eT} is. Ahır. [DLT]
m
m et
so m
AKZ
. i* ,
akur2, [Ar. ‘alçur jy**-] (aku :r) {OsT} {ağız} sf. 1. A z
aküpunktür, [Fr. acupuncture] is. tıp. - * akupunktur,
gın; kudurmuş. 2. (Hayvan için) kuduz. [DS] akurJ, [eT. alç-ur-mak > alç-ur] {ağız} is. 1. Yam açla ra yapılan düz ve yan yol. 2. (İsim tamlaması biçi miyle, tamlanan “akur” ise) tamlayan olan nesne nin çokça bulunduğu yer; O rası çam okurudur. 3. Hayvan yemliği. 4. sf. Düz; doğru. [DS]
akva, [Ar. kavı > alçvâ
akurane, [Ar. ‘alçür + Far. -âne
(a ku :ra :n e)
{OsT} zf. Kudurmuş gibi; kudurmuşçasına. akurka, [Ar. lçarka'a (yans)\ {ağız} is. Kurbağa. [DS] akurm ak, [ak-ur-mak] {eT} gçsz. f . [-ıır] Yavaş dav ranmak. [Gabain] akuru, [ak-ur-u] {eT} sf. 1. Yavaş. [Gabain] 2. {ağız} Düz; doğru. [DS] S akuru akuru, Y avaşça; s e s siz ce; y a v aşçacık . [EUTS] || akuru turkuru, D oğ ru; müstakim. [EUTS] akustik, -ği [Yun. akoustikhos (ses bilgisi) > Fr. acoustique] sf. 1. Sesle ilgili; sese ait; işitmeye da yanan; işitme ile ilgili. 2. is. fız . Sesin oluşumu, yayılması, işitilmesi ve özellikleriyle uğraşan fizik dalı; yankı bilimi. 3. gnşl. Bir yerin ses yayılımı ile ilgili taşıdığı nitelikler; yankı düzeni, akustik alan, fız. S es titreşim lerinin ulaştığı uzaysal b ö l ge]] akustik çanak lar, E ski tiyatro bin aların d a oyuncuların seslerin in d a h a g ü r duyulm ası için binanın uygun y er le rin e y erleştirilen to p rak veya tunçtan yap ılm ış çan biçim in deki kaplar.\\ akustik mayın, as. D eniz dibin e y erleştirilen ve yakınından g eçen gem inin p er v a n e gürültüsü ile p a tla y a n m a yın. || akustik siniri, anat. İ ç ku lağı beyin e b a ğ la yan sin irler dem eti. akuşka, [Rus. oköşko] {ağız} is. - * akuçlca. [DS] akut, [Lat. acütus (bilenm iş) > Alm. akut / İng. acute] sf. tıp. (Hastalık için) şiddetli başlayıp çabuk ilerleyen. akuz etmek, [Yun. âkuse (dinle) + T. et-mek] argo. Haber vermek, akuzatif, [Lat. accusativus] is. dbl. Öznenin yaptığı iş ve hareketten doğrudan etkilenen varlığın (nes ne) bulunduğu hâl; ismin belirtme hâli; ismin -i hâli; ismin yükleme durumu; m e f ulün bili, akü, [Fr. accumulateur > accu] is. Akümülatör. S akü doldurmak, a rg o. 1. (E rk ek için) cin sel gücü artırıcı şe y le r y em ek veya kullanm ak. 2. iç k i iç m ek]] aküsü bitmek, argo. 1. B ir ö n cek i ilişkiden dolayı teb 'a r cin sel ilişkiye g irem ey e c ek durum da bulunmak. 2. Y aşlılıktan d olay ı cin sel gücü tüken mek. 3. Gücü tükenm ek; iyice yorulm ak. aküçgül, [ak+üç+gül] is. bot. Baklagillerden dalları yerde sürünen, kuraklığa dayanıklı, mayıstan tem muza kadar çiçek açan çok yıllık bir yem bitkisi (Trifolium repen s) aküm ülatör, [Lat. accumulare (yığm ak) > Fr. accu mulateur] is. fız . Enerjiyi istenildiği zaman iade et mek üzere depolayan cihaz.
(akv a;) {OsT} sf. Daha
kuvvetli; en kuvvetli; çok sağlam, akval, [Ar. kavi > akvâl Jljâl] (akva:l) {OsT} is. 1. Sözler. 2. gnşl. Düşünce; fikir; hüküm; mütalaa 3. Dedikodu; boş sözler; rivayetler. S akvâl-i haki mane, F ilo z o fç a sözler. akvam, [Ar. kavm > akvam pljil] (akva:m ) {OsT} is. Kavimler; milletler; halklar, ö akvâm -ı beşer, İn san kavim leri. akvarel, [Fr. aquarelle] is. Suluboya, akvaryum , [Fr. aquarium] ( a ’kvaryum ) is. İçinde su bitkileri ile özellikle balık beslenen yapay ortanı, akvas, [Ar. lçavs (yay) > alçvâs
(akva:s) {OsT}
is. 1. Yaylar; kavisler; eğriler. 2. Dönemeçler. 3. mat. Yaylar. akvat, [Ar. kut (yiyecek) > akvât oljâl] (akva:t) {OsT} is. Yiyecekler; yenilecek şeyler; azıklar, fi1 akvât-ı yevmiye, {OsT} Günlük y iy ec e k ler ; geçim . akvaz, [Ar. lçavz > akvâz jljül] (akva:z) {OsT} is. Kum tepeleri, akve, [Ar. ‘aleve
{OsT} is. Evin önündeki üstü a-
çılc alan; avlu, akvem, [Ar. kavim (doğru) > alçvem piit] {OsT} sf. Daha doğru; en doğru; pek doğru, akverin, [Ar. alçverîn jo jil] (akveri:n) {OsT} is. Bü yük belalar. akveriyat, [Ar. alçveriyyât oLjjjİİ] (akveriya;t) {OsT} is. Büyük belalar, akves, [Ar. lçavs (bükülm e) > akves
{OsT} sf. 1.
(Kişi için) yaşlılık ya da hastalık nedeniyle beli bükülmüş. 2. (Gün, vakit için) sıkıntılı; zor; çetin, akviya, -a ’i [Ar. kav! (güçlü) > alçviyâ5 *1^1] (akviya:) {OsT} is. Güçlü kuvvetli kimseler, akya, [Yun. atias] {ağız} is. zool. Bir balık türü, (Lich ia aiıııa). [DS] akyad, [Ar. kayd (bağ) > alçyâd ^Lit] (akya:d) {OsT} is. Bağlar; bukağılar, akyarm a, [ak+yar-ma] is. bot. Ağustos başında ol gunlaşan, açık renkli mayhoş tatlı, keskin kokulu yerli bir şeftali çeşidi, akyavaş, [ak+yavaş] {ağız} sf. 1. (İnsan ya da hayvan için) sinsice hareket eden. 2. (Kişi için) ağır kanlı; tembel. [DS] akyise, [Ar. lçıyâs > alçyise
{OsT} is. Kıyaslar.
akyuvar, [alc+yuvar] is. tıp. Kanda bulunan mikrop lara karşı vücudu savunan, iri ve yuvarlak yapılı, beyaz ve çekirdekli lenf hücresi (lökosit). a kza, [Ar. lçazâ (yargı) > alçzâ
(a kz a:) {OsT} sf.
M B n m iM .m
AKZ 1. (Yargıda bulunmak, hüküm vermek için) en yet kili. 2. (Fıkıh, kadılık için) en yetkin; en bilgili, akzambak, -ğı [ak+zambak] is. bot. Zambakgiller den bir metre kadar boylanabilen iri, beyaz ve gü zel kokulu bir süs bitkisi (Lilium ccmdium). akzel, [Ar. akzel JjSl] {OsT} sf. Pek aksak; aşırı topal, akziye, [Ar. kaza (yargı)> akziye “W^l] (akza:) {OsT} is. Hükümler. -al-1, [-al- / -el-] yap. e. İsim kök ve gövdelerinden fiil üretir. {eT} {eAT} (aynı)', ç o ğ a lm a k (çok-al-m ak), y o k -a l-m a k (yok olm ak), a lç a lm a k (alçak-al-m ak), azalm ak, yön elm ek, yufka-l-m ak, diri-l-m ek, yü ce-lm ek, bung-al-m ak. -al-2, [-1- / -al- / -el-] yap. e. -* -1-. -al, [-al / -el] yap. e. İsimlerden sıfat yapan bir ektir: yan -al, gen -el, öz-el. Al. [Fr. aluminium] is. kim. Atom numarası 13, küt lesi 26,98 olan, hafif, yumuşaklığı dolayısıyla ko lay işlenebilen, havadan çok az etkilenen parlak beyaz bir metal olan alüminyumun sembolü. al1, [âl J l ] {eT} {eAT} is. 1. Hile, aldatma, tuzak; do lap; düzen. [DLT] [Gabain] [İKPÖy.] EUTS] 2. {eT} Savaş oyunu; hile. [İKPÖy.] {eT} 3. Çıkar yol; çare; metot; vasıta, usul. [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] [Üç İtigsizler] 4. {eT} Araç. [İKPÖy.] S5 ala düşmek, {ağız} T uzağa dü şm ek; h iley e g elm ek .|| ala getir mek, {ağız} H ileye g etirm ek ; tuzağa düşürm ek. ||ala tutm ak, {ağız} 1. Gözünü boyam ak. 2. H ile y a p m ak ; k a rışık lığ a getirm ek]] al dil, {ağız} K urnazlık; hile.\\ al etmek, {eAT} H ile yapm ak, düzen kıırm ak, aldatm ak]] al eylemek, {eAT} H ile yap m ak]] al geçmek, {eAT} H ile y ap m ak]] al itmek, {eAT} H ile y apm ak. al2, [eT. âl] sf. 1. Alev rengi parlak kırmızı. 2. gnşl. Al renk; kırmızı, kızıl; pembe. [Gabain] [DLT] [EUTS] [Yüknekî], 3. (At için) donu kızıla çalan; açık doru. 4. {eT} (At donu için) kül renkli; yelesi kuyruğu kızıl. 5. is. {eT} Hanlara bayrak, devlet adamlarının atlarına eyer örtüsü yapılan turuncu renkli kumaş. [DLT] 6. {ağız} Düğünde güveyin boynuna takılan mendil büyüklüğündeki kırmızı bez. 7. {ağız} Kadınların alınlarına bağladıkları ye şilli kırmızılı ipek örtü. 8. {ağız} Gelinlerin başına örtülen uzun kırmızı örtü. 9. {ağız} Loğusa kadınla rın üstüne çökerek onları boğduğu sanılan al giy miş hayalî bir görüntü; al karısı; al kızı. S al al olm ak, Ö fkeden veya utançtan kıpkırm ızı olm ak]] al bağlam ak, 1. B aşın a a l yazm a ta k a ra k mutlulu ğunu ifa d e etm ek. 2. mec. Mutlu o lm a k ; sevin m ek; m u rada erm ek]] al basm a, {ağız} S on radan g ö rm e lerd e k i gurur, kibir, şım arıklık. [DS]|| al basm ak, (Yeni doğum y ap m ış kadın için) a teşli b ir h astalığ a y a ka la n m a k]] al bayrak, Türk bayrağı]] al çelme, Yürük ve Türkmen kadınlarının başörtü sü üzerine
a lın dan b a ğ la d ık la rı v erev katlan m ış eşarp ]] al çevre, {ağız} E rk ek lerin kullandığı büyiik kırmızı mendil.]] al duvak, G elinlerin yüzüne örtülen k e n a rla rı sırm alı kırm ızı ip ek li kumaş.]] al gömlek, {ağız} 1. K ızıl hastalığı. 2. K ızam ık; kızam ıkçık]] al giymedim ki alınayım, “Bu işle ilgim y o k ki neden alınayım ? ” ş eklin d e kendini savunm a]] alı al moru m or, Telaş, h ey ecan veya k orku dan dolayı n efes n efese, yüzü kıpkırm ızı olm uş b ir hâlde.]] alım al dırm ak, {ağız} G ü zellik ve gen çliğ in i kaybetm ek.]] al kanlara boyanmak, Vurularak şeh it olmak.]] al karısı, Şam anizm ’d e lo ğ u sa la ra m u sallat olduğuna inanılan y er su la r (kötü ruhlar, cinler)]] al tazı, Al karısı]] al kiraz üstüne k ar yağm ak, Bu g örü lü r şey d eğ il; olm ası mümkün d eğ il; a k la ters olay]] al kuşak, {ağız} D üğün ve ba y ra m la rd a k öy kızlarının b ellerin e d o la d ık la rı ç o k ren kli kuşak]] al kuşaklı ö rd ek zool. Ö rdekgillerden altm ış san tim etre b o yu n da kıyı h a liçlerin d e ve iç su la rd a y a şa y an k a buklu hayvan, b a lık ve y o su n la rla beslen en siyah ba şlı kırm ızı g a g a lı b ir tür ö r d e k (T adorn a tadorn a)]] allar giymek, M utluluk ifa d esi o la r a k a l ren kli e lb is e giyinm ek. ||al peştemal, {ağız) 1. R en k ren k çizgili önlük. 2. P eşkir. [DS]|| al tam ga, {eAT} 1. Tuğra. 2. Tuğra çekilm iş fe r m a n .|| al yanak, {ağız} 1. in c e kabuklu, tatlı v e kırm ızı b ir kiraz tiirii. 2. B ir tiir zerdali. 3. B ir y a n ı kırm ızı ren kli elm a. 4. K afasın ın y a n ları kırm ızı k e fa l balığı. [DS]j| al ya naklar, Sağ lıklı olm anın ifa d es i o la r a k y an akların kırm ızılığı]] al yemeni, fo lk . B u rsa y ö res in d e o y nanan g ö v en d e türiinde türkiilii b ir kadın oyunu. |) al yonca, bot. {ağız} H ayvanların s e v e r e k y ed ikleri, kırm ızı ç iç ek li b ir ot. [DS] al3, [al] {eT} is. 1. Alt; bir şeyin alt tarafı; alt taraf. [EUTS] [Gabain] 2. Yan. [Gabain] 3. {eT} Elbisenin ön kısmı. [Mühennâ] 4. {ağız} Ön; ön taraf. [DS] al4, -li [Ar. âl JT] (a :l) {OsT} is. 1. Akrabalık yoluyla birbirine bağlı olan kimseler; aile. 2. Evlat. 3. Süla le. 4. Hükümdar sülalesi; hanedân. <3 ÂI-i aba (ne bi, resül), Hz. M uham m ed(sa) 'in a iles i (kızı F atm a, d a m a d ı Hz. Ali, torunları H aşan ve Hüseyin).|| Al-i Osman, O sm anlı hanedânı. al5, -li [Ar. ‘ulüvv (yücelik) > ‘âl JU ] (a :l) {OsT} sf. En yüce; pek yüce. al6, -li [Ar. âl JT] (a :l) {OsT} {eAT} is. 1. Serap. 2. Sabah ya da akşamüstü çöken sis tabakası; buğu. -ala-, [-a.-la- / -e-le-] yap. e. Fiil kök ve gövdelerin den eylemi sürekli tekrarlama kavramı katan fiiller yapar: itelem ek, silkelem ek, şa şa lam ak , tap -alamak. âlâ, [Ar. ‘âlı (yüce) > a’lâ J&\ / 5UI] (a :lâ ;) {OsT} sf. 1. En yüksek, daha yüksek. 2. Çok iyi; mükemmel. 3. Güzel, iyi ve uygun; mükemmel. 4. ünl. Peki; tamam; kabul. 5. zf. Daha iyi. S âlânın âlâsı, İyi nin d e iyisi.
M İ M İ K S « i . 185
A LA
ala', [? ala] iinl. Şaşkınlık bildiren ünlem. ala2, [eT. âl-a
.
p işm iş y a r ı p işm em iş (yem ek). \\ ala düşmek, {ağız} 1. (Ü züm ler için) tan elerin de bazısı olgunlaşm ak. 2. Vücutta beyazlı siyahlı le k e le r oluşm ak. [DS]|| ala gaz, {ağız} K öm ü r y a n a rk en çıkan g a z ; k a r b o n d ioksit.|| ala getirmek, {ağız} (H ayvan için) y a ş lan m aktan d olay ı k ılları beyazlaşm ak. [DS]|| ala gönen, Suyunu iyice alm am ış toprak. || ala göt, {ağız} Tem bel, iş tutmaz adam . [DS]|| ala göz, 1. H a fif açık, m avim si g ö z ; ela. 2. {ağız} C esur; yiğit. [DS] 3. Korkak.\\ ala gücük, {ağız} B aştan sa v m a; yarım . [DS]|| ala gün, {ağız} 1. Yazın y a rı bulutlu h a v a la r d a güneşin buluta girm esi ile olu şan g ö lg e li haya. 2. Yarı açık, y a rı bulutlu hava. [DS]|| ala güneş, {ağız} Yarı güneşli, y a r ı g ö lg e li yer. [DS]|| ala kabak, {ağız} 1. S aksağan. 2. G üvercin irili ğ in d e siyahlı beyazlı b ir kuş. 3. P alam ut, m ısır y i y en ve sesler i taklit ed en b ir kuş. 4. A ğ açkakan . 5. B o ş b o ğ a z ; sözünde durmaz. 6. Serseri, işsiz g ü ç süz; b o ş gezen . [DS]|| ala k ar, {ağız} Yarı karlı. [DS]|| ala k ara, {ağız} 1. D ev e yününden dokunan kilim. 2. H ile; kötülük. [DS]|| ala k arga, {ağız} 1. S a k sa ğ a n ; {eAT} (aynı). 2. B o ş b o ğ a z ; a r a bozucu. [DS]|| ala karlı, {ağız} K a rların erim esi ile y e r y er a ç ık y e r le r i bulunan. [DS]|| ala keçi, {ağız} 1. Si y a h lı beyazlı k ıl keçisi. 2. A ra bozu cu ; bo şb oğ a z. [DS]|| ala kepir, {ağız} 1. Yarı aç, y a rı tok. 2. T aş lık, fu n d a lık y er. [DS]|| ala kır, {ağız} 1. S a çları y e ni a ğ a rm a y a ba şla m ış adam . 2. S iyahlı beyazlı kır düşmüş s a ç sa k al. [DS]|| ala kırık, {ağız} 1. Kurnaz, ş a k a c ı kişi. 2. Yasa dışı ilişkiden d o ğ a n ço cu k ; piç. [DS]|| ala kış, {ağız} Az yağışlı, b o l g ü n eşli g eç e n kış. [DS]|| ala kilim, {ağız} R en kli k eç ed e n y a p ılm a yaygı. [DS]|| ala koruk, {ağız} Yarı olm uş üzüm. [DS]|| ala kurı, {eAT} Az kurum uş; y a r ı kuru.|| ala kuru, {ağız} 1. (T op rak için) y a r ı tavlı. 2. Yan kuru y a rı yaş. 3. (Atların beslen m e şek li için) kim i z a m an o tla m a kim i zam an d a kuru y em ile. [DS] 11 ala kuş, {ağız} 1. P a la v r a c ı; y a y g aracı. 2. B a ş örtüsü. [DS] 3. {eAT} Tavus kuşu .j| ala kuşak, {ağız) G ök kuşağı. [DS]|| ala kuşluk, {ağız} Ö ğleden ö n cek i zam an. [DS]|| ala palaz, {ağız} G ag ası v e a y a k la n y en i kırm ızılaşm aya ba şla m ış k ek lik yavrusu. [DS]|| ala pilav, {ağız} M ercim ek ve p irin çle y a p ıla n bir tür p ila v . [DS]|| ala sarık, {ağız} K ötü; d ö n ek adam . [DS]|| ala seme, {ağız} Yarı uyur y a rı uyanık; uyku dan gürültüyle uyanıp sersem leşm e hâli. [DS]|| ala sığırcık, {eAT} -*■ alaca sığırcık.|| ala sulu, {ağız} 1. (M eyve için) ham ile olgun arası, y a n olgun. 2. İyi p işm em iş; y a r ı sulu yem ek. 3. Uluorta, yersiz söz söyleyen . [DS]|| ala tavuk, D a ğ la r d a y a şa y an bir çeşit kuş.|| ala tenlü, {eAT} A b ra ş.|| ala ton, m A la ca giyim. [Mühennâ]|| ala torba, {ağız} Ç eşitli ren kte yü n lerden dokunan sap lı torba. [DS] alaJ, [ala] {eT} zf. 1. Acele etmeden; yavaş. [DLT] 2. ünl. {ağız} Şaşma ve hayret bildirir. [DS] S ala ala, {eT} 1. Yavaş yavaş. 2. Toplu y a p ıla n işlerd e birlik
Ö IİM IÜ lC î S İ M .
ALA ve h ey ecan uyandırm ak için söylen en tekerlem e (a la a la hey!). 3. Gürültülü, şam atalı, eğ len celi toplantı.\\ Ala ala bey! a rgo, {ağız} “Yuha" a n la m ın da kullanılır. ala4, -a ’i [Ar. ‘ âlâ p-'İIp] (a lâ :) {OsT} is. Rütbece yük seklik; yücelik; şeref; şan. a lâ ü ’d-devle, a lâ ü ’d-din ala5, [Far. ely > âlâ ^T] (â :lâ :) {OsT} sf. Kirleten. ala6, [Ar. ely > âlâ ^T] (â :lâ :) {OsT} is. Bahşişler; ihsanlar. 2. Nimetler; yiyecekler. ala7, [Ar. ‘alâ / ale / aley
(a lâ .) {OsT} zf. Üzere;
üzerinde; üzerine. S alâ bahtek, {OsT} Şansının g etird iğ in e; bahtın a.|| alâ ceryi’l-âde, {OsT} A lı şılm ış b içim d e; â d e t olduğu gibi. || alâ eyyi-hâl, {OsT} H er n asıl o ls a ; h er h â ld e .|| alâ hâlihi, {OsT} Olduğu g ib i; b ir d eğ işik lik olm aksızın. || ala hide, {OsT} T ek b a şın a ; a y rıca .|| alâ k adri’l-hâl, {OsT} D urum a g ö r e ; durum ve o la n a k derecesinde.\\ ala k ad ri’l-imkân, {OsT} O lan aklar ölçü sü nde]] alâ k ad ri’l-istitâa, {OsT} E linden g eld iğ in ce; gücü y ettiğ i k a d a r .|| alâ kadri’l-kifâye, {OsT} E lv erişli lik ölçüsünde.^ alâ k adri’t-tâka, T akat yettiğin ce. || alâ kavi, {OsT} (Birinin) sözü n e g ö r e ; iddiasın a g ö r e .|| alâ kavlin, {OsT} Söylendiğine g ö r e ; sö y len tiye d a y an arak .|| alâ kil’et-takdireyn, î k i s e ç e n e k ten h er birin e g öre. || alâ küll-i hâl, {OsT} N e şe k il d e olu rsa olsun; olduğu k a d a r ; şö y le veya böyle. || alâ küll-i şey’in kadîr, {OsT} H er şe y e giicü y eten ; A llah .|| alâ melei’n-nâs, {OsT} H erkesin için de; h erkesin k arşısın d a ; a ç ık olarak. || alâ m erâtibihim, {OsT} M ertebelerin e g ö r e ; rü tbe sıra sı ile; dü zeye g ö re. ||alâ rivâyetin, {OsT} Söylentiye g ö r e ; rivayet ed ild iğ in e g ö re. || alâ tarîk i’l-icmâl, {OsT} K ısa lta ra k ; ö zetley erek.||alâ tarîk i’l-istidlâl, {OsT} Ç ağrışım y o lu ile ; dedüksiyon y olu ile ; kon sültas y on sistem i ile.\\ alâ tarîld ’l-istişhâd, {OsT} Tanık g ö s te r e r e k .|| alâ tarîk i’l-kıyâs, {OsT} k a rşıla ştıra r a k ; kıyas y o lu ile.\\ alâ tarîk i’l-kinâye, {OsT} A sıl a m a cı g iz ley erek ; kin aye y o lu ile .|| ala tarîk i’lmünâvebe, {OsT} N ö b etleşe re k .|| alâ tarîk i’ş-şehâde, T an ıklık yolııyla.\\ alâ tarîk i’t-tevil, {OsT} B a ş k a türlü a çık la m a y a ç a lış a r a k ; tevil ed erek . || alâ tilke’ n-niam, B u nim etlerin k arşılığ ın d a .|| alâ vechi, {OsT} Ü zere.|| ala vechi’l-icâz, {OsT} K ıs a ca ]] alâ vechi’l-ihâta, {OsT} İçin e a lm a k üzere; için e a la c a k su rette; k a p s a m a k kaydıyla.\\ alâ vechi’l-isticâl, {OsT} A cele şe k ild e; ivedi o la ra k]] alâ vechi’l-tafsil, {OsT} Ayrıntılı o la r a k ; inceden in cey e.|| alâ vechi’l-tedkîk, {OsT} A raştırm a, in ce lem e yolu yla]] alâ vefk, Uygun olarak. alabacak, -ğı [ala+bacak] is. Bacaklarında beyaz le keler bulunan at. alabalık, -ğı [ala+balık] is. zool. Alabalıkgillerden 20 ile 100 cm boyunda 1 ile 25 kg. arasında deği şen, daha çok yüksek yerlerdeki akarsulara üremek
için giden, kemikli ve lezzetli bir balık türü, (Salm o trutta). alabalıkgiller, [ala+balık-gil-ler] is. zool. Sırt yüzge cinin arkasındaki yağ dokusundan ikinci bir yüzgeç çıkan, tatlı sularda üreyip bazı türleri denizlerde yaşayan kemikli balıklar familyası, (Salm onidae). albana, [Yun. alamana] is. - * alamana, alabanda, [İt. alla banda oJal"i!T] ( a la b a ’nda) is. 1. Gemilerin borda kaplamalarının içte kalan kısmı. 2. Geminin yan topları ile yaptığı atış. 3. Gemi düme ninin sağ ya da sol tarafa alabildiğince kırılması. 4. argo. Azarlama; paylama. 5. argo. Çok ilgi duyan kimse; askıntı. 6. a rgo. Yakınlık; yakınlık kurma. S alabanda ateş, S avaş g em ilerin d e yaln ız bir y a n d a k i topların a teş etm esi; m eze b o r d a ateş]] alabanda etmek, D üm eni tam s o la (iskele) veya tam s a ğ a (san cak) kırm ak. || alabanda iskele, G e minin b a şı tam s o la d ö n e c e k şe k ild e düm en e ba sm a kom utu.|| alabanda olmak, argo. 1. Askıntı olm ak. 2. D üşkünlük gösterm ek]] alabanda sancak, D ü m eni gem inin b a ş tarafı sa ğ a d ö n ec e k şe k ild e bas komutu. || alabanda verm ek, argo. G özdağ ı v er m ek, kuru gürültü ile korku tm ak]] alabanda virmek, {eAT} G öz d a ğ ı verm ek; kuru gürültü ile k o r kutm ak]] alabanda yemek, a rg o. İyi b ir şek ild e a za rlan m a k,|| alabandayı çekmek, argo. A ğır bi çim d e a zarlam ak]] alabandayı yemek, a rgo. Ağır b içim d e azarlan m ak. alabanı, [Yun. alamanos] {ağız} sf. 1. Açık kalpli. 2. Cömert. 3. zf. Erkekçe; mertçe. [DS] alabaş, [ala+baş] is. bot. Kuzey Avrupa’da hemen her mevsimde yetiştirilebilen, yapraklarının şişkin yerleri yenilen turpgillerden bir lahana türü, (B ross ic a o le ra c ea ). alabildiğine, [al-a+bil-diği-ne] zf. 1. Bir eylemin ve niteliğin çok fazla olduğunu bildirir; aşırı derecede. 2. Kendini tutmadan, alabora, [İt. albura (yukarı kaldır)\ ( a la b o ’ra) is. dnz. 1. Yukarı kaldırmak işi. 2. Geminin yan yat ması. 3. Bir teknenin ters dönerek batması. 4. Bir serenin yatay durumdan düşey duruma getirilmesi. 5. Selam için filika kürelerinin yukarı kaldırılması 6. Balık toplamak için dalyan ağının yukarı alın ması. 7. m ec. Yolunda giden bir işin bozulması, aksaması. "5 alabora etmek, 1. G em iyi batırm ak. «R ü zgâr tekneyi a la b o r a etti.» 2. m ec. Ters çev ir m ek, b o z m a k . K redin in g ec ik m esi işletm eyi a la b o r a etti. ||alabora olm ak, Ters çev rilm ek; devrilm ek. alaborina, [İt. alla borina] ( a ’lab orin a) zf. dnz. Yelkeni rüzgâra yaklaştırarak, alabros, [Fr. â la brosse] is. Fırça gibi dik kesilmiş saç biçimi. alaca, [ala-ca 4-1 / 4=r‘sll / 4s-'s!T / 4 -î] sf. 1. Açıklı koyulu çok sayıda desenleri, renkleri birbirine ka rışmış; karışık renkli; tek renkli olmayan. 2. Esas
A LA
G M 1 R S M .1 8 7
zemin rengi üzerinde beyaz veya beyaza yakın be nekleri bulunan. 3. {eAT} İki yüzlü; münafık. 4. is. Açıklı koyulu çubuk çubuk dokunmuş kumaş veya kilim. 5. Bitki yapraklarında görülen beyaz lekeler. 6. Avcıların kullandığı karışık renk ve desenlerin bulunduğu bir pusu örtüsü. 7. m ec. Kötü huy; iki yüzlülük. 8. {ağız} Üzüme düşen ben. [DS] 9. {ağız} Sıraca hastalığı. [DS] 10. {ağız} Çiçek bozuğu yüz; çopur. [DS] 11. {ağız} Tahta parmaklıklı bostan, bahçe ve ağıl kapısı. [DS] 12. {ağız} Hastahane. [DS] S alaca aş, {ağız} P irin ç ve bulgurdan y a p ı lan bir tür pilav. [DS]|| alaca avı, A vcıların a la c a adını verdikleri örtü k u lla n ılarak y a p ıla n bıldırcın veya k ek lik avı. || alaca bakla, {ağız} B ir tür börü l ce. [DS]|| alaca balıkçıl, zool. S a z lık la rd a yaşayan , üzerinde siy ah beyaz b e n e k ler bulunan, kül rengin de, y a k la ş ık elli san tim etre boyu n da b ir b a lık çıl türü, (Ardeolaralloides).\\ alca bandak, {ağız} Ya rım y a m a la k ; tek tük; seyrek. [DS]|| alaca basm a, {ağız} Ç o k ren kli b ir tür basm a. [DS]|| alaca bay kuş, zool. Ç oğunlukla orm an larda, n adiren d e in sanların bulunduğu o rtam lard a eski, terk edilm iş y ıkık lıkla rd a yaşayan , g e c e le r i kem irg en leri a v la y a r a k beslen en , tüyleri a la c a lı kızıl ile kül ren gin de, tarım a fa y d a lı iri bir baykuş türü (Strix aluco).\\ alaca bayrak, im p a ra to rlu k dön em in de hüküm da rın m uhafız birliklerin den olan kapıku lu sü v arile rinden s o l ulufeciler, s o l g a r ip le r ve s a ğ g a rip lerin g en el a d ı.|| alaca belece, {ağız} S iy ah la bey az k a r ı şık yer. [DS]|| alaca belece görm ek, {ağız} B u lan ık gö rm ek ; g örd ü klerin i iyi seçem em ek. [DS]|| alaca bulaca, R en kleri k a rm a k a rışık olan. || alaca çorap, E ld e örülm üş ç o k ren kli uzun yün çorap.\\ alaca çorba, {ağız} B ulgur ile m ercim ekten y a p ıla n ç o r ba. [DS]|| alaca dizi, oyu n ların da kadın ve e r k e k karışık o la r a k dizilme.\\ alaca düşmek, 1. (M eyve için) olgu n laşm aya b a şla m a k ; a r a d a b a z ıla rı veya bazı tan eleri olgu nlaşm ış bulunm ak. 2. (K a r için) erim eye başlamak.\\ alaca esnafı, A laca türü kum a şı dokuyan veya satan k işiler; alacacılar.\\ alaca güneş, {ağız} Güneşin a ğ a ç y a p ra k la r ı arasın dan süzülm esi ile y a rı aydın lanan y er. [DS]|| alaca kar, {ağız} K arın y e r y e r erim esi ile oluşm uş aklı k aralı görün en yer. [DS]|| alaca karanlık, 1. S a b a h ve akşam vakitlerin deki y a r ı aydınlık, y a rı karan lık. 2. g ö k b. Güneşin ufuk çizgisinden 18° a şa ğ ıy a indiği zam an ; çıp la k g ö z le ç o k z a y ıf yıldızların görün dü ğü zam an .||alaca k arga, {eAT} {ağız} zool. S a k sa ğan. [DS]|| alaca karşılam a, K adın e r k e k birlikte oynanan k a rşıla m a türü oyunlar. || alaca m erm er, Ufalanm ış deniz hayvanı kab u kların d an m eydana gelm iş b ir ç eşit m erm er.|| alaca serçe, {eAT} İsp i noz,|| alaca sığırcık, {eAT} Ç ek irg e ile beslen en b ir tür s ığ ırcık kuşu. \|alaca tane, B ulgur ve m ercim ek le y apılm ış b ir p ila v türü. || alaca tav, {ağız} Ç ok kurumuş to p rak tavı. [DS] alacak, -ğı [al-acak] is. 1. Hak edilmiş fakat henüz
ele geçmemiş mal veya para; karşı tarafın borcu. 2. Biçilmiş ekin demetlerini yerden kaldırıp yükleme ye yarayan üç çatallı araç. 3. {ağız} Ağaçtan meyve toplamaya yarayan ucu çatallı sırık. [DS] 4. sf. Satın alınması veya alınması gereken. P az ard an a la c a k larım bitm edi. A la c a k listesini kaybetm iş. S alaca ğı olmak, 1. B irin den a la c a k p a r a s ı o lm a k ; a la c a k lı olm ak. 2. m ec. Öciinü a la ca ğ ın ı tehdit y ollu ifa d e etme. 3. H erh an g i b ir n eden le ilcramı k ib a r c a r e d detm ek veya so n ray a bırakmak.\\ alacağına şahin vereceğine k arga, A la cak la rın ı iyi takip edip g ü nünde tahsil eden, borçların ı d a mümkün olduğu k a d a f erteley eb ilen kişi. || alacağına tutm ak, B ir bo rcu aynı kişiden olan a la c a ğ ın a k a r şılık saym ak, m ahsup etmek.\\ alacağını almak, 1. H a k ettiği p a r a vey a m alı alm ış olm ak. 2. m ec. Azarlanmak.\\ alacak verecek meselesi, A n laşm azlık hâlin d eki b o rç konusu. alacaklı, [al-a-cak-lı] is. ve sf. Birinden alacağı olan kimse; kendisine borçlu olunan kişi; mukriz; ödünç veren. 0 alacaklı çıkmak, (K arşılıklı o la r a k b ir b irleri ile ilgili a la c a k ve borçların ın dökümünü y a p a n iki kişi için) birinin d iğ erin den a la c a ğ ı k a lm ak. ||alacaklı olmak, B irin de a la c a ğ ı bulunm ak. alacalam a, [ala-ca-la-ma] is. Alacalamak işi; alacalı hâle getirme. alacalam ak, [ala-ca-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Renk renle boyamak; alacalı hâle getirmek, alacalandırm a, [ala-ca-la-n-dır-ma] is. Alacalandır mak işi. alacalandırm ak, [ala-ca-la-n-dır-mak] g çl. f . [-ır ] 1. Alaca bir durum kazanmasını sağlamak. 2. Alaca adlı veya nitelikli bir şeye sahip olmasını sağla mak. alacalanm a, [ala-ca-la-n-ma] is. 1. Alacalanmak işi. 2. Alaca bir şeye sahip olma, alacalanm ak, [ala-ca-la-n-mak] edil. f . [-ır ] is. 1. Alaca hâle getirilmek. 2. dönşl. Eşyanın üzerinde pul gibi lekeler belirmek. 3. (Kar için) yer yer eri yip alacalı hâle gelmek. 4. Alaca bir şeye sahip ol mak. alacalatm a, [ala-ca-la-t-ma] is. Alacalatmak işi, alacalatm ak, [ala-ca-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Birine bir şeyi alaca hâle getirtmek, alacalı, [ala-ca-lı] sf. 1. Karışık renkli. 2. Üzerinde beyaz lekeler bulunan. 3. m ec. (Düşünce için) yete ri kadar açık olmayan; bulanık ve karışık. 4. {ağız} Cümbüşlü. [DS] 5. is. Alaca renkli pamuklu doku ma. 0 alacalı bulacalı, B irbirin i tutmayan k arm a k arışık ren k lerle süslenm iş.|| alacalı karpuz, Üstü a la ca lı, kalın kabuklu, o v a l ve lezzetli b ir karpuz türü. alacalık, -ğı [ala-ca-lık ^
4=-‘ıfT] is. 1. Alaca olma
durumu; çok ve karışık renklilik; alaca olan şeyin niteliği. 2. Akşam karanlığı. 3. m ec. {eAT} İki yüz
O l l f f l t I Ü M î S ö M .1 8 8
ALA
lülük; döneklik; hilekârlık. 4. Alaca adı verilen ku maşın dokuma ipliği. 5. {ağız} İlkbaharda karların erimesiyle tarlaların aklı karalı görülen yerleri. [DS] 6. {ağız} Ekilmiş tarlada tohumun yeşermediği yer ler. [DS] alacamenekşe, [ala-ca+menekşe] is. bot. Hercâi me nekşe. alacasan sar, [ala-ca+sansar] is. z oo l. Kuzey Ame rika ormanlarında yaşayan, koyu kahverengi postu gümüşi çizgili, genellikle kuş, sincap ve farelerle beslenen yırtıcı bir hayvan; Amerika sansan, (Mustelid ae) alacaş, [ala-ca + aş] is. Aşure, alacehri, [ala+ Ar. cehri alak-çuk > alaçu > ala-cık ^ IM ] is. 1. Basit yapıdaki bostan çardağı
alafakı, [? alafakı / Ali Fakih ?] {ağız} is. Bir işin ustası; uzman. [DS] alafalm ak, [alaf-al-mak / alaf + al-mak ?] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. Kızmak; öfkelenmek. 2. Telaşlan mak; heyecanlanmak. 3. Zor duruma düşmek; başı dara gelmek. [DS] alafat, [Ar. ‘ alâmet] {ağız} sf. Şaşılacak kadar büyük; çok büyük. [DS] alafdar, [Ar. a’lâf (ot, sam an ) + Far. -dâr jİJi^Ut] {ağız} is. Her tür hububat satıcısı; zahireci, alafır, [Yun. agnafos ?] {ağız} is. 1. Terbiye edilmiş fakat boyanmamış deriden yapılan ayakkabı astarı. 2 . sf. Baştan savma; acele yapılan. 3. (Ekilen to hum için) seyrek çıkan. 4. (Toprak için) az tavlı; yarı kuru. [DS] alaflam a, [alaf-la-ma] {ağız} is. Yüzde çıban şeklinde çıkan bir hastalık. [DS]
alaflam ak1, [alaf-la-mak] {ağız} gçl. f . f - r ] [-l(ı)yor] veya hasır çadır. 2. Keçeden yapılmış Yürük çadın. Hayvanlara ot ve yem vermek. [DS] 3. Orman içindeki ağaçsız alanlar. 4. {ağız} Vücutta alaflam ak2, [alaf-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] görülen çok küçük leke. [DS] 1. Alevlemek; tutuşturmak; ateşe vermek. 2. Kış alacuk, [ala(k)-cuk {eAT) is. -*■ alacık, kırtmak. [DS] alaçam , [ala+çam] is. 1. Bilinen kara çamın ıslahı ile alaflanm ak, [alaf-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. üretilmiş, el ayası büyüklüğünde alaca kabuk çat Kızışmak. 2. Tutuşmak; alevlenmek. [DS] laklan ile dikkati çeken bir çam türü (Pinus nigra). alaflı, [alaf-lı] {ağız} sf. 1. Alevli; ateşli. 2. Kızgın; 2. fo lk . Tokat dolaylannda, yalnız kadınlann veya öfkeli. 3. İstekli; arzulu. [DS] yalnız erkeklerin davul zuma eşliğinde oynadıkları alaflık, -ğı [alaf-lık] {ağız} is. 1. Ateşi kolayca yak bir oyun; yelleme, mak için kullanılan tutuşturucu şeyler. 2. Yorgun alaçu, [ala(k)-çuk] {eT} is. Alacık; çadır. [DLT] [Eluk gidermek için yenilip içilen şeyler. [DS] UTS] alafortanfoni, [alev örten huni] ( a l a f o ’rtanfoni) is. alaçuk, [ala(k)-çuk j j ^ ' ] {eAT} is. -*■ alacık, arg o. alay. Adının söylenmesi zor ve karmaşık şey. alaçulanm ak, [alaçu-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] alafranga, [İt. alla-franca] ( a la fr a ’nga) sf. 1. Avrupa Çadır edinmek. [DLT] tarzında; Avrupa üslûbunda. 2. is. Batı tarzında ve aladı, [Gagavuz, alat ? => alad-ı [TİETZE] / Uyg. terbiyesinde yetişmiş kimse. 3. Züppe; Avrupa tak aldıra-mak ( a c e le etm ek) [T.Tekin]] {ağız} is. 1. litçisi. S alafranga müzik, B atı müziği. || alafran Acele; ivedi; çabuk. 2. İlk ürün. [DS] S aladı et ga nal, Oluklu ve iki p a r ç a lı nal. || alafranganın mek, A c e le etm ek. || aladı gelmek, A ce le y e g e l bebesi, Toy ve bilgisiz. || alafranga saat, Bugün m ek.,|| aladı şappak, Ç ok a c e le ; çabu cak. kullandığım ız b ir günü 2 4 s a a t k a b u l eden ve g e c e aladım ak, [alad-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] Acele et y a rısı ba şla y an s a a t sistem i. || alafranga tuvalet, mek. [DS] K lozetli tuvalet. aladlam ak, [alad-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-1(0alafrangacı, [alafranga-cı] is. Alafranga tarafları oy o r ] Acele etmek [DS] lan. aladu, [alad-ı > alad-u j ^ l ] {eAT} zf. Acele; ivedi. alafrangacılık, -ğı [alafranga-cı-lık] is. Alafranga ta alaf1, [alav > alev / alaf] {ağız} is. Alev, sıcaklık, araftarı olma. teş. [DS] S alaf getirmek, {ağız} Suyu çekilm ek; alafrangalaşm a, [alafranga-la-ş-ma] is. Alafranga y a n kurumak. [DS] yaşayışı benimseme, alaf2, [Ar. elf (bin) > âlâf ei'slT] (a :la :f) {OsT} is. Bin alafrangalaşm ak, [alafranga-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] ler. Batı tarzı yaşamaya başlamak, a ’laf3, [Ar. ‘alef > a’lâf os^UI] (a la :f) {OsT} is. 1. Ot alafrangalık, -ğı [alafranga-lık] is. Avrupa adet ve ve saman gibi kuru hayvan yemi. 2. Otlar; saman lar.
geleneklerini benimseyip onları taklit ederek yaşa ma.
alafa, [Yun. agnafos] {ağız} is. Sumaklanmış, henüz işlemi tamamlanmamış deri. [DS]
alafransez, [Fr. à la française] {ağız} zf. Fransız yön temiyle. [DS]
ruHHRCEM.189
ALA
alag, [Gürcü, alagi] (ağız} is. Tepelerde rüzgâr gören açık yerler. [DS] alaganta, [ala + ? > alaganta] (ağız} is. Domates. [DS] alagarson, [Fr. à la garçon] sf. (Saç için) oğlan çocu ğu gibi çok kısa kesilmiş, alageyik, -ği [ala+geyik] is. Çatallı boynuzlu ve sırtı benekli geviş getiren bir yaban hayvanı; sığın (Cervus dam a). alagrek, -ği [Fr. à la grecque] sf. (Sakal için) Yunan usulü. alağaz, [Yun. logas] {ağız} sf. Geveze; boşboğaz. [DS] alahazret, [Ar. ‘alâ hadret
{OsT} ünl. İran
şahma hitap sözü, ala’if, [Ar. ‘alef > ‘alâ’if Uû ^U] (a lâ .if) {OsT} is. Ulûfeler. ala’ik, [Ar. ‘alâka5 > ‘alâ’ik
(a lâ :ik , k kaim
söylen ir) {OsT} is. İlgiler; bağlar; alakalar. S1 alâ’ik-i dünyeviye, D ünyaya ait b a ğ la r ; dünya iliş kileri. ala’im, [Ar. ‘alâmet > ‘ alâ’im ^’ Ut] (a lâ .im ) {OsT} is. Belirtiler; işaretler; izler; alametler. S alâ’im-i cevviye, {OsT} G ökyüzüne ilişkin o la y la r.||alâ’im-i ruhiye, {OsT} P sik o lo jik b elirtiler; ru hî deliller.\\ alâ’im-i semâ, -► alaimisema.|| alâ’imü’s-semâ, alaimisema. alaimisema, [Ar. ‘alâ’im-i semâ (g ö k alâm etleri) el»*.
(a lâ .im is em a :) {OsT} is. Güneşli ve
yağmurlu havalarda, güneş ışığının yağmur damla cıkları tarafından kırılması ile meydana gelen ışık tayfı; alkım; ebemkuşağı; gökkuşağı, alajapone, [Fr. à la japonais] ( a ’lâja p on e) sf. Japon usulünde. -alak, [-al-ak / -elek] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdele rinden sıfat yapar: y a talak , a s a la k (asıl-ak?). 2. Birbiri ardınca, sık sık veya sürekli yapılan iş ve hareket kavramı veren isimler yapar: çö k-elek, y a t alak, gez-elek. alak1, [ala-k j^JI] {eAT} sf. 1. Karışmış. 2. {ağız} Ka rışık tüylü. [DS] <3 alak belek, {ağız} 1. (G örm ek için) bu lan ık; karışık. 2. Ş öy le b ö y le; b e lli belirsiz; yarım y am alak. [DS]|| alak bulak, {eAT} {ağız} 1. A llak b u lla k; k arm a ka rışık ; a lt üst. 2. B u lan ık; si lik; h a y a l m eyal. [DS]|| alak bulak kılmak, {eAT} A llak bu lla k etm ek; d a rm ad a ğ ın etm ek .|| alak falak, {ağız} Yarım y a m a la k ; karm akarışık. [DS]|| alak m alak, {ağız} 1. B elli belirsiz; h a y a l m eyal. 2. Altüst; k arm akarışık. [DS] alak2, -ğı [? alak] {ağız} is. 1. Bataklık yer. 2. Bağ, bahçe kulübesi. 3. Köşk; bağ kulübesi. 4. İnişlerde kızağın hızım kesmek için önüne bağlanan takoz. 5. At eyeri. [DS]
alak3, -ğı [yal-ak / yalık / alak] {ağız} is. Kızana gelmiş köpek. [DS] alak4, [Ar. ‘alak jJu>] {OsT} is. 1. Pıhtılaşmış kan. 2. Döllenmiş yumurta. 3. Sülük. ® alak-ı dem, K an pıhtısı. ||Alak Suresi, isi. K u r ’an -ıK erim 'in d oksan altıncı su resinin adı. alak5, [Ar. ‘a lâ k j^ p ] (a lâ .k ) {OsT} is. Sakız, alaka, [Ar. ‘alâk (asm ak) > ‘alâka
(a lâ :k a )
{OsT} is. 1. İki ve daha fazla şey arasındaki bağlı lık; karşılıklı ilgi. 2. Dikkat; tecessüs. 3. Duygusal bağ; aşk. 4. ed. Gerçek anlamdan mecaz anlama geçirme sebebi. S alâka-bahş, {OsT} İlg i çekici.\\ alaka beslemek, Sü rekli o la r a k ilgilenmek.\\ alaka çekmek, E traftan m era k e d ile r e k izlenmek\\ alâkad ârân , {OsT} - * alakadaran.|| alaka görm ek, K en disi ile ilg ilen ilm ek; ra ğ b e t g ö rm ek ; itibar ed il m ek.|| alaka göstermek, Yakınlık g ö s te r e r e k ilg i lenm ek]] alakası kesilmek, İlg isi ve ilişkisi k a l m am ak .|| (onun) alakası yok, (O na) a it değil, (onu) ilgilendirm ez,|| alaka toplam ak, E traftan m era k e d ile r e k izlenm ek. || alaka uyandırm ak, E traftan m era k e d ilere k izlenm ek]] alakaya çay demlemek, a rg o. B ah sed ilen konu dışın daki b ir konu a ra y a g irin ce bu sözün sa h ib in e “konum uzla ilgisi y o k a n lam ın d a " a la y etm ek.|| alakayı kesmek, M üna s e b e te son verm ek, görüşm em ek. alakadar, [Ar. ‘alâka + Far. -dâr _>b 4î^U] (a lâ :k a d a :r ) {OsT} sf. 1. İlgisi, ilişkisi bulunan. 2. is. Bir konuda söz hakkı bulunan kimse. S1 alak adar et mek, i . İlgilen dirm ek. 2. Ait olm a k .|| alak adar ol mak, 1. Y akınlık gösterm ek. 2. İlgilen m ek. 3. A şık olm ak. 4. B ir şe y le uğraşm ak. 5. B ak m a k alakadaran, [Ar. ‘alâka + Far. -dârân oljb <ü5U] (alâ :k a d a :r a ;n ) {OsT} is. Bir konuda, bir meslekte il gisi bulunanlar; ilgililer, alakalandırm a, [alâka-la-n-dır-ma] (a lâ .k ala n d ırm a) is. İki nesne veya kişi arasında bağ kurma, alakalandırm ak, [alâka-la-n-dır-mak] ( a lâ k a la n d ır m ak) g ç l . f [ -ır ] 1. İlgilendirmek. 2. Aralarında bağ kurmak. alakalanm ak, [alâka-la-n-mak] (a lâ :k ala n m ak ) dönşl. f . [-ır ] 1. İlgilenmek; yakınlık duymak. 2. Bir şeyi çekici bulmak. 3. Gönül bağlamak, aşık ol mak. alakalı, [alâka-lı] (a lâ :k a lı) sf. 1. İlgili; ilgisi ve bağlantısı bulunan. 2. İstekli. 3. Bir işte söz sahibi olan, fi1 alakalı m akam , Yetkili v e ilgili m akam .|| alakalı m erci, Yetkili ve ilgili m akam . || alakalı şa hıs, B ir işi yürütm ekle g ö rev li kimse]\ alakalı ze vat, B ir işi yü rü tm ekle g ö rev li kim se. alak arga, [ala+karga] is. zool. Kargagillerden kahve rengi, beyaz, siyah tüylü, kanat tüyleri parlak mavi, hemen her şeyi yiyen iri ve ötücü bir orman kuşu; kestane kargası; saksağan, (G arn ılu s g lan d ariu s).
ÛIÜMIÜİÇEIM.
ALA alakart, [Fr. â la carte] ( a ’lâkart) is. 1. Bir lokantada yemekleri listeden seçerek ve yemek türüne göre ayrı fiyat ödemek suretiyle yemek. 2. zf. Yemek listesinden seçerek, alakasız, [alaka-sız] (a lâ :k asız ) sf. 1. İlgisi ve bağ lantısı bulunmayan. 2. İsteksiz; merak duymayan; ilgisiz. 3. İhmal edilmiş, ilgilenilmemiş. 0 alaka sız kalmak, 1. İlgilen m em ek, çek im ser davranm ak. 2. K en d isi ile ilgilenen biri bulunm am ak. alakavi, [Ar. ‘alâkavî
(a lâ :k a v i:) {OsT} sf.
Sempatik. alakesa, [ala + Yun. kissa (saksağ an )] {ağız} is. Sak sağan. [DS] alakasızlık, -ğı [alaka-sız-lık] (alâ:kasızlık) is. İlgi sizlik, isteksizlik, akı kırmak, [ala (yans.) > ala-kır-mak] {eT} gçsz. f. [u r] 1. Haykırmak; bağırmak; çağırmak; gürültüye getirmek; ateşli konuşmak. [Gabain] [EUTS] 2. Ko nuşmak. [EUTS] 3. Düzensiz duruma düşmek. [EUTS] alakışmak, [ala (yans) > ala-kı-ş-mak] {eT} işteş, f . [u r] Bağrışmak; çağrışmak. [EUTS] alaki, [Ar. ‘alakî
(alaki:, k kalın söylen ir) {OsT}
sf. 1. Pıhtıya benzer; pıhtımsı. 2. Sülük gibi; sülüğümsü. alakiye, [Ar. ‘ alakiyye 4^iU] (alaki:ye, k kalın sö y le nir.) {OsT} is. zool. Sülükgiller. alaklamak, [alak-la-mak / arak-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Çalmak; aşırmak. 2. Karıştırmak; dağıtmak. [DS] alakmak, [alak-mak / yalak-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır] 1. (Kancık köpek için) kızışmak; erkek istemek. 2. (Mide için) açlıktan sancımak; kazınmak. [DS] alakok, [Fr. â la couque (kabu k için de)] sf. (Yumurta için) kaynar suya atılarak bir kaç dakika sonra çı karılmak suretiyle dış tarafındaki akı biraz, içteki sarısı ise çok daha az pişmiş; rafadan, alaktırm ak, [alak-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. De dikoduyla ortalığı karıştırmak; ara bozmak. 2. Dö küp saçmak; dağıtmak. [DS] alaktırıcı, [alak-tır-ıcı] {ağız} sf. Ortalığı birbirine ka tan; ara bozucu. [DS] alakuduru, [ala+kudur-u] {ağız} sf. Baştan savma; üstünkörü. [DS] alakuru, [ala+kum] {ağız} sf. 1. (Toprak için) yarı tavlı; alatavlı. 2. Yarı kuru, yarı yaş. 3. (Atın bes lenme biçimi için) kışın hem yayılarak hem de sa man yiyerek. [DS] alakuş1, [ala+kuş] {eÂT} is. Tavus kuşu. alakuş2, [ala+kuş] {ağız} sf. Yaygaracı; palavracı. [DS] alaküllihal, -li [Ar. ‘alâ külli hâlin k iilli-h a:l) {OsT} zf. Her hâlde.
JS "
(a lâ :-
a ’lal, [Ar. ‘illet > a'lâl
(a -lâ :l) {OsT} is. 1. Se
bepler. 2. Hastalıklar, alala, [Far. 'alâlâ V5U] {OsT} is. Bağrışma, alalam a, [ala-la-ma] is. Alalamak işi; kamuflaj, alalam ak, [ala-la-mak] gçl. f . [- r ] 1. Boyayarak, üzerine çeşitli leke ve çizgiler yaparak eşyanın gö rünüşünü değiştirmek; alalı hâle getirmek. 2. Ne olduğu uzaktan anlaşılamayacak biçimde bir eşya nın üzerine değişik renklerde çizgi veya şekiller yaparak gizlemek; kamufle etmek, alalanm ak, [ala-la-n-mak] d ö n ş l.f. [-ır ] 1. Alalı hâle gelmek; alalı bir görünüm almak. 2. (Dağlardaki kar için) yer yer erimek, alalı, [âla > âla-lı] (a :la lı) {eT} s f 1. Abraş; alaca tenli. [Mühennâ] 2. {ağız} Çeşitli; karışık. [DS] alalık, -ğı [ala-lık jJ^T] is. 1. Ala olma durumu; ala calık. 2. Ala; ala olan şey. 3. {eAT} Bulanık görme hastalığı. 4. {eAT} Alacalık, alalm ak, [al-ar-mak / al-al-mak ji'sH] dönşl. f. [-ır] 1. {ağız} Al renk kazanmak; kızarmaya başlamak; alarmak. [DS] 2. {eAT} Renkten renge girmek; bo zulmak. 3. {eAT} Alacalanmak, alalm an, [Fr. â l’allemand] (a'lâlm an ) zf. Alman yöntemine göre, a ’lam, [Ar. ‘alem > a’lâm f ^ l ] ( a ’lâ:m ) {OsT} is. 1. Belirtiler; izler; işaretler. 2. Bayraklar, sancaklar. 3. Yüksek dağlar. 4. Bir milletin ileri gelenleri. 5. Özel isimler. alarm, [Ar. elem > âlâm
(a :lâ :m ) {OsT} is. Ke
derler; ıstıraplar; üzüntüler. 0 âlâm -ı llkr, {OsT} F ikrin üzüntüleri.|| alam -ı gurbet, {OsT} Yurdun dan u zak kalışın a cıla rı. || âlâm u askam , {OsT} Üzüntüler v e h astalıklar. alam a, [al-mak > al-a-ma] {ağız} is. 1. Elle tutulup atılabilecek büyüklükte taş parçası. 2. Sert ağaçtan yapılma, gece gezerken elde taşman sopa; cop. [DS] alanı aç, -cı [ala-maç ?] {ağız} is. 1. Yüksek alev; çalı, ot ateşi. 2. Yarısı yanmış odun parçası. [DS] Alam an, [İt. alamanno] is. Alman, fi3 Alaman çıpla ğı, B ir tür tabanca. alam an, [ala-man ?] {ağız} sf. 1. Büyük; iri; koca man. 2. (Koyun, inek, öküz vb. için) alaca renkli. 3. (Koyun için) her kuzuya süt veren. 4. is. Çökelekle karışık peynir. [DS] alam ana, [İt. / Yun. alamana ?] ( a la m a ’na) is. 1. dnz. İki veya üç direkli, yük taşımak veya balıkçı lık yapmak için kullanılan yelkenli tekne. 2. {ağız} Alamana ağı. [DS] 0 alam ana ağı, İk i tekne tara fın d a n ç e k ile r e k kullanılan, uzunluğu 200-250 ku laç, d erin liğ i d e 7-75 k u laç olan ba lık çı ağı. atam anda, [İt. alla banda (düm eni sonu na k a d a r ç e vir) > alamanda] {ağız} is. 1. Hiddetli azar; payla ma. 2. Komut. [DS]
H H K K U U . im alam am , [? alamam] {ağız} zf. Erkekçe; mertçe. [DS] alam arga, [İt. a rimorchio] ( a ’lam arg a) is. dnz. Y e değe alıp çekmek, alam at, [Ar. ‘alâmet > ‘alâmât o U }U ] (a lâ .m a .t) {OsT} is. İzler; belirtiler; işaretler; alametler; nişan lar. alame, [Ar. ‘alem (iz) > ‘alâme ‘alâmet c~«5U] (alâ:m et) {OsT} is. 1. İz; nişan; belirti; işaret. 2. Bir nesnenin ya da kimsenin tanınmasını sağlayan özellikler. 3. Bir fikri veya inancı temsil eden şey; sembolik bi çim. 4. isi. Bir şeyin olacağını önceden haber veren olağanüstü işaret ve olay. 5. İmparatorluk döne minde padişahın imzası sayılan tuğra. 6. sf. Şaşıla cak kadar büyük; kocaman; iri. t? alam et eylemek, {OsT} İşa re t verm ek.|| alâm et-i farika, {OsT} Satışa sunulan b ir m alı d iğ erlerin d en ayırm aya y a ra y an işaret veya resim ; m arka .|| alâmet-i mümeyyize, {OsT} Ayırt ed ici özellik.\\ alâm et-i sadâret, {OsT} H üküm darlığın mührü o la n sa d ra z a m lık işareti; mühr-ü hümâyun.\\ alâm et-i şerîfe, {OsT} P ad işa h tuğrası. ||alam et kıyamet, Ç o k büyük; aşırı. alamık, -ğı [ala-mık] {ağız} is. Rüzgârlı havada gü neşin bulutlar arasına girip çıkması ile oluşan az açık hava. [DS] aleminas, [Ar. ‘alâ (üstüne) + mele (çokluk) + ‘innâs (insan)] (a lâ m elein n a :s) {ağız} zf. Herkesin gö zü önünde. [DS] alaminüt, [Fr. â la minute] sf. ve zf. Çarçabuk, bir çırpıda hazırlanan; dakikalık; şipşak, alamsız, [alam-sız ?] {ağız} sf. Habersiz; ansızın. [DS] alamuk, -ğu [ala-muk] {ağız} is. - * alamık. [DS] alan1, [al-an] sf. 1. Alma işini yapan; alıcı. 2. Alacak olan. S alan palan, {ağız} 1. Yer y e r ; p a r ç a p a rç a . 2. Yılbaşında, ço cu k la rın ev ev d o la ş a r a k y iy ec e k toplam a âdeti. [DS]|| alan talan, D arm adağınık, altı iistüne getirilm iş. || alan talan etmek, 1. Yağ m alam ak; kapışm ak. 2. Yağm alanm ış g ib i k arm a karışık h â le g etirm ek ; altüst etm ek. || alan talan olmak, (Yer için) k arm a k a r ış ık h â le g etirilm ek. alan2, [eT. alan > alan o"i!T / il^T] is. 1. Açık, düz ve geniş arazi; düz ve açık yer; düzlük; meydan; saha. 2. Dağlar veya diğer doğal engeller arasındaki ge niş ve açık düzlükler; ova; yayla; koyak; plato. 3. Yerleşim birimlerinde binalarla çevrili kamuya ait geniş boşluklar; meydan; açıklık; agora. 4. Futbol
ALA
benzeri spor karşılaşmalarının yapıldığı, kendileri ne göre belirli ölçüleri bulunan geniş oyun yeri; saha. 5. Geometrik şekillerin yüzey ölçüsü. 6. m ec. Belli bir meslek veya ihtisas kapsamı. E d ebiy a t a la n ın d a ilerlem ek istiyor. 7. Bir kişi veya kurulu şun yetki ve sorumluluğu içinde bulunan iş. P olisin g ö r e v ala n ı için d e olduğundan ja n d a r m a k arışm a dı. 8. {ağız} Orman içindeki açık ve ağaçsız yer. [DS] 9. Fotoğraf makinesi, dürbün gibi araçlarda objektiften bakıldığında görülebilen bütün noktala rı içine alan uzay parçası. 10. {ağız} İki tarla arasın daki sınır. [DS] 11. {ağız} Kır; ova. [DS] 12. {ağız} Dışarı; açık; ortalık yer. [DS] 13. {ağız} Çayır; çi menlik. [DS] 14. {ağız} Ufuk. [DS] 15. {ağız} Ekin tarlalarında tohumun bitmediği yerler. [DS] S alanda kalmak, {ağız} A çıkta kalm ak. [DS]|| alan yazı, {eT} D üz ova. [DLT]|| alan korkusu, A çık a la n la rd a ve k a la b a lık m ey d an lard a bulunm aktan do ğ a n ru h sal b ir rahatsızlık; a g o r a fo b i. || alanlar kanunu, Güneş etrafın d a dönen g ez eg en leri g ü n e ş e b a ğ lay a n ışın eşit z am an lard a eşit a la n la r sü pü rür. || alan örneklemesi, İstatistik verilerinin doğru derlen diğ in i d en etlem ek için y ap ılan ö z e l bir d en etim. || alan savunması, B asketb old ü h e r oyuncunun ken d i a la n ı için deki ra k ip oyuncuyu b a sk ı altın da tutm asına dayan an b ir oyıın taktiği. alancık, -ğı [alan-cık] {ağız} is. Küçük düzlük. [DS] alang, [alan] (alan) {eT} sf. Zayıf; arık. [Clauson] alangadm ak, [alan-ad-mak] (alah ad m ak) {eT} gçl. f i [-u r] Zayıflamak [Gabain] alangadturm ak, [alan-ad-tur-mak] (alanadturm ak) {eT) gçl. fi. [-u r ] Arıklattırmak; zayıflatmak; dü şürmek. [EUTS] [Gabain] alangır, [alan-ır] (alanır) {eT} is. Tarla faresi; geleni. [DLT] alangız, [alan-ız / alan-ız] {ağız} sf. Yaramaz; mızık çı. [DS] alangle, [Fr. â l’anglais] ( a ’lân gle) zf. İngiliz yönte miyle. alangumak, [alan-u-mak] (alahum ak) {eT} gçsz. f i [r ] Yorulmak. [Gabain] [EUTS] alangurm ak, [alan-u-r-mak] (alahu rm ak) {eT} gçl. f i [-u r] Yormak; zayıflatmak arıklatmak; güçten dü şürmek. [EUTS] [Gabain] alanî, [Ar. 'alâniyet (m eydanda olm a) > ‘âlânı ^^U-] (a lâ :n i:) {OsT} sf. Açıkça; herkesin gözü önünde; meydanda. alaniyet, [Ar. ‘alâniyet o.o'iU] (a lâ :n i:y et) {OsT} is. Bir şeyin açık ve görünür olması; meydanda oluşu; gizli olmaması durumu. alaniyeten, [Ar. ‘alâniyeten Â*s5U] (a lâ :n i:y e ’ten) {OsT} zf. Açıkça; ortalıkta, alantin, [Yun. amanitis] {ağız} is. bot. Beyaz renkte yenebilir bir tür mantar. [DS]
oTuM IlfESÖ M .,92
ALA alantoit, [Fr. allantoide] sf. 1. (Mantar sporları için) uçları yuvarlak ve kıvrık silindir şeklinde. 2. is. biy. Gelişmiş omurgalılardaki embriyon eklentisi,
ru m da beklemesi.\\ alarm verm ek, T eh likeli duru mu duyurmak.
alantopu, [alan+top-u] is. spor. Tenis, alanyari, [Yun. alanyaris] (a la n y a :ri:) sf. 1. Külhanbeyce. 2. Şık ve küstah (?). 3. is. Köçek (?).
alarm ak ', [al-ar-mak] {eT} g ç s z .f. [-ır ] 1. (Göz için) kamaşmak. 2. {ağız} Kızarmak; al olmak. [DS] 3. Ala olmak; alacalaşmak. [DLT] 4. m ec. Utanmak. 5. (Ürünler için) olgunlaşmaya yüz tutmak.
alanyazı, [alan+yazı] {ağız} is. Göz alabildiğine uzanan geniş düzlük; ova. [DS]
alarm ak2, [ala-r-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır ] Gözleri açarak dik dik bakmak. [DS]
alaportekiz, [İt. alla portughese] ( a ’lâportekiz) zf. 1. Portekiz yöntemiyle. 2. dnz. İki halatı ince bir iple birleştirerek. alapşap, [yalap+şap / alap+şap] {ağız} zf. Çok acele; çarçabuk; özentisiz ve tezden. [DS]
alartm a, [alar-t-ma] is. 1. Alartmak işi. 2. Ara sıra açılan yağmurlu ya da karlı hava,
a la r1, [ol > a-lar jiT] {eT} {eAT} zm. Onlar. alar2, [al-a-r _>^T] {eAT} sf. Ala. ö alar sabah, {eAT} Ş a fa k sö k m ed en ö n cek i y a la n cı aydınlık.\\ alar tang, {eAT} -*■ alar sabah, alardu, [alar-t-mak > alardu j i / i i ] {eAT} zf. -*■ alan. S alardu bakm ak, {eAT} -*■ alan alan bakmak. ala rg a 1, [İt. alla larga] ( a l a ’rg a) is. dnz. 1. Bir gemi nin, bir iskelenin, kıyının veya koyun açık deniz tarafı. 2. Bir gemiden, rıhtımdan uzakta bulunma hâli. 3. m ec. Karışmamak, uzak durmak. 4. iinl. “Açıktan geç!” komutu, ö alarga durm ak, 1. (G em i için) kıyıdan uzakta durm ak. 2. m ec. Ç ekin g e n d avran m ak; k arışm a m ak ; ilgi gösterm em ek. 3. a rg o . U zak du rm ak; y a n ın a yaklaşm am ak.^ alarga etmek, 1. A çılm ak, a ç ık den izlere doğru gitm ek. 2. m ec. U zak du rm ak; k en a ra çekilmek.\\ alarg a gel mek, a rg o . U zağında du rm ak; y a k la şm a m a k ,|| alargaya çıkm ak, K ıy ıd a dem irli gem inin tehlikeli fır tın a la r d a gü ven lik için kıyıdan u zaklaşıp den ize açılm ası. alarg a2, [? alarga] {ağız} is. 1. Orman içindeki açıklık yerler. 2. Açıklık; düzlük; boşluk. 3. Kenar; köşe. 4. (Yapı için) örtülmemiş; üstü açık. 5. Gençlerin oyun oynamak için oluşturdukları halka. [DS] a la n , [alar-mak > alar-ı] {eAT} zf. Dikkatli; dik dik. fi1 alan aları bakm ak, {eAT} D ikkatli dikkatli b a k m a k ; d ik d ik bakm ak. alark a, [İt. alla larga] {ağız} is. Odanın sobaya veya ocağa uzak olan yeri. [DS] alarlam ak, [alar-la-mak] gçsz. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] {ağız} (Yarı bulutlu hava için) bir açılıp bir kapan mak. [DS] alarm , [İt. alfarm e (silah başın a) > Fr. alarme] is. 1. Tehlikeli durumlarda, tehlikeyi halka duyurma. 2. Beliren tehlike durumu. 3. as. Düşman ya da her hangi bir tehlikenin yaklaştığım bildiren ve orduyu silah başına çağıran emir, ö alarm a geçmek, Yak laşan tehlikeyi ö n ley eb ilm ek için h azırlık y a p a r a k beklem ek. ||alarm durum u, Savaşta ve b a rışta teh lik e durumu. || alarm halinde, T ehlikeye k arşı o r dunun veya p o lisin hazır, sila h b a şı y a p a c a k du
alartm ak, [alar-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] 1. (Göz için) belertmek. 2. Yan bakmak, alartu , [ala-r-tu] {ağız} is. Alacakaranlıktaki belirti; karaltı. [DS] alaru, [alar-u] {eAT} z f -*- alan. alas1, [yalaz / alaz [Deny]] {eAT} is. 1. Alaz; alev. 2. Aleve tutarak temizleme; alaz. alas2, [Far. âlâs ^ T ] (a :lâ ;s ) is. Odun kömürü. alasabah, [ala+sabah / Ar. 'ale’ş-şabâh j-U *
zf.
Şafak vakti; alacakaranlık; sabahleyin, alasıya, [al-ası-y-a ■^"ifî] {eAT} zf. (Satın almak için) parası peşin ödenmesine rağmen malı ileride teslim almak üzere. alassabah, [Ar. ‘ ale’ş-şabah j -U J I J ^ ] {OsT} zf. Sabahleyin; şafak vakti, alaş, [ala-ş] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) alaca. 2. İki yüzlü; ara bozucu. 3. Çok yemek yiyen; obur. 4. is. Köpekleri uyarmada kullanılan bir çalgı. [DS] alaşa, [Moğ. alaşa (b ir a t cinsi) *£^1] is. 1. İyi eğitilmemiş binek hayvanı. 2. Üzerine semer veya eyer vurulmak için eğitilmeye çalışılan hayvan. 3. {ağız} İğdiş olmayan huysuz at. [DS] 4. sf. {eAT} (At için) sert başlı; huysuz; haşan. 5. {ağız} (A t için) zayıf ve çelimsiz. [DS] 6. (A t için) ağzı ve burnu beyaz olan. 7. {ağız} (Köpek, boğa, at için) azgın. [DS] 8. {ağız}[ (Kadın için) kötü; orospu; oynak; cilveli. DS] 9. {ağız} Çok süslü; allı pullu. [DS] 10. {ağız} Herkesçe beğenilen; hoş görülen; yakışıklı. [DS] 11. {ağız} İkiyüzlü; arabozucu; yaltaklık eden. [DS] 12. {ağızf (Ev, dam vb. için) alçak; engin; ba sık. [DS] 13. {ağız} Çok acele eden. [DS] 14. {ağız} Yaramaz; hırçın; yaygaracı. [DS] alaşağı, [al+aşağı] zf. Aşağıya; yere. S alaşağı et mek, 1. G ü reş ve k av g a g ib i durum larda birin i tu tup y e r e yıkm ak, indirm ek. 2. Yönetim de bulunan birinin y a s a l veya y a s a dışı y o lla r la y etkisin i elin den a lm a k ; koltuktan indirm ek. alaşah, [alaşa-lı] {ağız} sf. (Hayvanlar için) cilveli; oynak. [DS] alaşık1, -ğı [alaş-ık] is. 1. Yıpranmayı önlemek veya süs için elbiselerin eteklerine geçirilen bant. 2. {ağız} Eğreti; geçici. [DS] alaşık2, -ğı [ala-cık] {ağız} is. 1. Yaylalarda sütü
{ B
İ B
U
ALA
U
korumak, kaymak dondurmak için yapılmış çit; kamış çadır. 2. Üzeri çulla örtülen çadır yerine kul lanılan 16 çubuktan yapılmış barınak; kara çadır. [DS] alaşım, [al-aş-ım] is. Bir metale bir veya daha fazla metal veya ametal element katılarak elde edilen metal niteliğindeki yeni metal; halita, alaşımlama, [al-aş-ım-la-ma] is. Alaşımlamak işi. alaşımlamak, [al-aş-ım-la-mak] g ç l . f [- r ] [~l(ı)-yor] Metal ve elementleri karıştırarak alaşım elde et mek. alaşka, [? alaşka] {ağız} is. Alay; şaka. [DS] alaşlamak, [alaş-la-mak] gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] İh tiyarlamak. alaşman, [ala-ş-man] {ağız} sf. Karışık; melez. [DS] alaşur, [ala+ Far. şor] {ağız} is. Bulut sıcağı; boğucu hava. [DS] alat1, [ala-t] {ağız} is. 1. Düğünlerde pilavın üzerine konulan söğüş et. 2. Karanfil, zencefil, tarçın gibi baharların karışımı. 3. Bulaşık. [DS] alat2, [? alat] {ağız} is. Azgın ve tehlikeli köpek. [DS] alat3, [al-ad-u / al-ad-ı / al-at] {ağız} sf. İvedi; acele. [DS] S alat sam at, {ağız} 1. Ç o k a c ele. 2. Yarım yam alak. [DS] alat4, [Ar. hil'at] {ağ ız.} is. 1. Elbise. 2. Sarıya ya da kırmızıya boyanmış yün iplik. [DS] alat5, [Ar. âlet] {ağız} is. Bez dokuma tezgâhı. [DS] alat6, [Ar. âlet > âlât o^T] (a :lâ :t) {OsT} is. 1. Bir işi
alaten, [ala+ten] {ağız} sf. Cüzamlı. [DS] alatengirek, -ği [ala+(t)engerek] {ağız} is. Kısa boy lu, benekli ve zehirli bir yılan; engerek. [DS] alatlam ak, [al+at-la-mak] g ç l . f [ - r ] [-l(ı)-y o r] Yeni doğmuş bebekleri albasmasına karşı alçılara atlat mak. alatsam ak, [ala-t-sa-mak] g ç l . f [ - r ] [-s(ı)-y or] A ce le ettirmek; acele etmeyi istemek, alaturka, [İt. alla Turca] (a la tu r k a ) sf. 1. (Giyim kuşam, moda, mimari ve yaşayış için) Türk usulü; Türk tarzı. 2. is. Şark musikisi. 3. zf. Bütünüyle doğulu. S alaturka müzik, Türk miiziği.\\ alatu r ka nal, O rtası d elik tek p a r ç a nal. || alaturka saat, Güneşin batışın da 1 2 .0 0 ’y e a y arlan an sa a t; ez a n î saat. || alaturka takvim, Yıl başın ı 1 M art o la r a k k a b u l ed en esk i Türk takvimi. || alaturka tuvalet, T aban ı d elikli tuvalet taşı d ö şeli ç ö k e r e k ihtiyaç g id erilen tuvalet. ||alaturka yemek, Türk y em ek le ri, Türk mutfağı. alaturkacı, [alaturka-cı] sf. Türk sanat müziği dalın da beste yapan veya şarkı söyleyen (sanatçı), alaturkacılık, -ğı [alaturka-cı-lık] is. Giyim, kuşam, moda, mimari ve yaşayışta Türk usulü olanı sevme ve benimseme, alaturkalaşm a, [alaturka-la-ş-ma] is. Alaturkalaş mak işi; Türk usulü yaşamaya başlama, alaturkalaşm ak, [alaturka-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Türk usulü yaşamaya başlamak ve bu yaşayış tar zına alışmak. alaturkalık, -ğı [alaturka-lık] is. Yaşayışta Türk usu lünü, Türk tarzını benimseme durumu; doğululuk; şarklılık. alatya, [Yun. alatiâ] is. zool. Ankara keçisinin kah verengi veya siyah tüylü bir türü,
yaparken kullanılan araçlar; aletler. 2. argo. Erkek cinsel organı. S âlât-ı basariyye, fOsT? G özle ilgi li gözlük, diirbiin, g ö zlü k g ib i o p tik aygıtlar.\\ âlât-ı cinsîye, {OsT} C in sel organlar.\\ âlât-ı h arp , {OsT} Savaş a r a ç la r ı.|| âlât-ı katıa, {OsT} K es ic i a le tle r .|| âlât-ı naht, {OsT} Oyma, yon tm a işlerin d e kullanı alav, [Far. âlâv / âlâve {eAT} {OsT} is. lan dü lger aletleri.\\ âlât-ı nâriye, {OsT} A teşli si Alev; ateş, lahlar,|| âlât-ı rasâdîye, {OsT} G ökyüzü g özlem alavan, [alavan] {eT} is. Timsah. [DLT] a ra çla rı.|| âlât-ı tab ’iye, {OsT} B asım a r a ç la r ı.|| alavantı, [İt. al avanti] {ağız} is. 1. Telaş. 2. Hiddet. âlât-ı tenâsüliye, {OsT} Ü rem e o rg a n la r ı.|| âlât-ı [DS] ziyâiye, {OsT} fız . A ydınlatm a a ra çla rı. alavazda, [? alavazda] is. Mahsul hasat edilirken alata1, [? alata] {ağız} sf. Karışik; toplama. [DS] dökülen tohumlardan ertesi yıl başka bir ürün için alata2, [? alata] {ağız} is. 1. Uçurum. 2. Yüksek. [DS] de erkenden çıkan seyrek bitkiler; alaza; halaza, alata3, [? alata / aluta / alıta] {ağız} is. 1. Sürüye ka alavere, [İt. il dare e l’evere (a la ca k -v er ece k ) ? / al tılamayacak kadar zayıf ya da hasta hayvan. 2. Ne mak + ver-mek > al-a+ver-e] (a la v e ’re) is. 1. Elden kahet devresindeki iştahlılık. [DS] ele geçiş; alışveriş. 2. Borsa oyunu. 3. Bir gemiden alataras, [ala+ Yun. dalassa] {ağız} is. 1. Yarı nemli bir gemiye veya karşılıklı iki apartman arasına ge toprak; tavlı toprak, 2. Toprağa tav verecek kadar rilen ip vasıtası ile eşya veya posta maddeleri ak yağan yağmur. [DS] tarmaya yarayan makaralı düzenek. 4. Bir şeyi el alatav, [ala+tav] {ağız} is. 1. Toprağın bitki çimlen den ele geçirerek aktarma işi. 5. Para çekme ve mesine yetmeyecek kadar az olan nemi. T oprak verme işi. 6. m ec. Çok büyük karışıklık, gürültü ve alatavlı a m a y in e d e ektik. 2. İyice pişmemiş ye şamata. 7. Emme basma tulumba. 8. argo. Avuç mek. 3. Biraz kızdırılmış demir. 4. Biraz sıcak. içindeki zarı değiştirme. S alavere dalavere, H er [DS] türlü oyun, hile, düzen uygu layarak.|| alavere da alatçık, -ğı [ala-çuk > alatçık] {ağız} is. 1. Çadır di lavere çevirm ek, K irli ve h ileli iş y apm ak. ||alave reği. 2. Çingene çadırı. [DS] re dalavere K ü rt Mehmet nöbete, Sorum luluk
ü I Ü H D ERCE S O M . m
ALA g erek tiren b ir işi çeşitli oyunlar sonu cu aynı kişi üzerin e y ık a r a k sıyrılıp kurtulmak.\\ alavere tu lumbası, E m m e b a sm a tulumba. alavereci, [alavere-ci] sf. Fiyatlar düşükken mal top layarak stok yapıp yükselince piyasaya süren tüc car; karaborsacı; spekülatör. alavırt, [ala+vırt (yans.)\ {ağız} sf. (Toprak için) yarı tavlı; alatav. [DS] alavış, [Far. alâyiş] {ağız} is. 1. Gürültü patırtı; şama ta. 2. Yaygara. 3. Boğuşma. 4. Abartma; mübalağa. [DS] alavi, [Ar. ‘ilâve > ‘alâvı
(a lâ :v i:) {OsT} is.
İlâveler, ekler. alavur, [? alavur] {ağız} sf. Az tavlı; yarı kuru, yarı yaş. [DS] alavuz, [yalb (yans.) > yalab-uz > alav-uz / yalavuz] {ağız} is. Isınacak kadar yakılan ateş; alev. [DS] S alavuz etmek, Alevlendirmek; yalaza vermek. alay1, [Yun. allaegıon > allayi => T. alay > Far. âlây lS^T] (O s T. a :lâ :y ) is. 1. İnsan topluluğu; güruh; ce maat. {OsT} (aym). 2. Gösteri grubu. 3. Resm-i ge çit; geç töreni. 4. as. Orduda aynı işi yapan, aym sınıftan, aynı silah, araç ve gereçleri kullanan, tu gaydan küçük, taburdan büyük, bağımsız numara ları bulunan ihtisas birliği. 5. Düğünden sonra, ge linle beraber giden kız tarafına mensup kadın ve kızlar. 6. Gelini almaya giden topluluk. 7. Halay. 8. gen şl. Ses tonu, söz ve mimikler dahil her türlü vasıta ile bir kişi veya düşünce ile eğlenme, aşağı lama veya gülünç duruma düşüm e; hiciv; istihza; dalga geçme; ironi; espri; komiklik; küçümseme; hafife alma; tezyif; yergi. 9. Şaka; latife. 10. zf. Hep; bütün; hepsi; top; tüm. S alaya almak, E ğ lenm ek, d a lg a g eçm ek. || alaya alınmak, B irisi ta rafın dan eğlen tiye alınm ak, ken disiyle d a lg a g e çilm ek ,|| alaya karışm ak, K a la b a lığ a g irm ek .[] alay alay, K a la b a lık , bir ç o k insan. || alay arabası, im p a ra torlu k d ön em in de hüküm darların resm î a r a b a la r ı,|| alay bağlam ak, {eAT} E skiden düşman karşısın d a s a f h â lin d e dizilm ek; sa v a ş düzenine girm ek]] alay bey, B atı T rakya T ürklerinde davul zurn a eşliğ in de erkeklerin oynadığı b ir dizi oyun.\\ alay beyi, I. im p a ra torlu k dön em in de a lb a y (m ira lay) rü tbesindeki ja n d a r m a kom utanlarına verilen isim. 2. Tanzim at 'a k a d a r zea m et sa h ip lerin e v eri len unvan. || alay bindalksı, K a d ife üzerine sırm a ve kılaptan işlem eli kaftan. || alay bozan, B irlikte k ararla ştırıla n işten v azgeçen ; oyunbozan. || alay bozmak, G ru pça k ararlaştırılan b ir işten v azg eç m ek ; oyu n bozan lık etm ek. || alay çekmek, fo lk . H a lay çek m ek .|| alay disiplin mahkemesi, A skerlerin disiplin su çları ile ilgili d a v a la r a bakan biri b a ş kan d iğ er ikisi üye o lm a k üzere üç kişiden kurulu a s k e r î mahkeme.\\ alay düzmek, {eAT} A skeri s a f s a f dizm ek; a la y düzen lem ek.|| alay etmek, 1. B iri
nin d av ran ışları veya kişiliğ i ile eğlen m ek. 2. Ş a k a etm ek. 3. K ü çü k g örm ek, h a k ir görmek.\\ alay geç mek, A lay etm ek.|| alay gibi gelmek, İnanılm ası g ü ç gelm ek, ş a k a zannetm ek. || alay göstermek, {eAT} T ören y a p m a k ; g ö steri y apm ak, j| alay günü, {ağız} fo lk . D üğünden b ir h a fta so n r a dam adın a r kad aşların ın köy m eydan ın da e ğ len c e yap tıkları gün. [DS]|| alay havası, fo Ik . H a lk a o la r a k oynanan b ir oyun; halay.\\ âlây-ı hümâyun, İm paratorlu k dönem inde, p a d işa h ın s e fe r e g id iş veya dönüşünde sa ra y ile D avu tpaşa a ra sın d a düzenlenen tören. || âlây-ı vâlâ ile, K a la b a lık ve g ö sterişli tö ren lerle; g ö rk em li o la ra k. || alay kanunu, İm p arato rlu k d ö nem in de y a p ıla n tö ren lerd e vezirlerin, bilgin lerin ve p r o to k o ld e bulunm ası g er ek en d iğ er kişilerin kıyafetlerin i ve sıra ların ı tanzim ed en kanun. || alay k arargâhı, A lay kom utam , k a r a rg â h işleriyle g ö revli su b a y la r ve d iğ er p erso n eld e n m eydan a g elen ekip.\\ alay kopmak, Ansızın b ir insan k ala b a lığ ı b irikm ek,|| alay m alay, 1. H ep b irlikte; b e ra b e rc e. 2. G elişigü zel; olduğu kadar.\\ alay sancağı, H er alayın on u r sem b olü olan ö z e l bayrak. alay2, [Ar. ‘alâye] {ağız} is. 1. Arka. 2. fo lk . Kına ge cesinde kadınların oturdukları yüksekçe yer. [DS] alaycı, [alay-cı] sf. 1. Alay etmeyi alışkanlık hâline getiren. 2. (Söz, ifade, bakış vb. için) alay özelliği taşıyan; müstehzi. 3. is. Gelin getiren erkekler, alaycılık, -ğı [alay-cı-lık] is. 1. Alay etmeyi alışkan lık hâline getirme durumu. 2. Alay edenin niteliği, alaye, [Ar. ‘a lâ > ‘alâye ** ^ ] ( a lâ y e ) {OsT} is. Yük sek yer; yükseklik, alayı, [alay-ı / alay-ı-s-ı] {ağız} zf. Hepsi; bütünü. [DS] S alayı pazarlık, Toptan pazarlık. alayif, [Ar. ‘alef > ‘alâ’if ■ —is 5U] (alâ.y ij) {OsT} is. Ulûfeler. alayik, -kı [Ar. ‘alâka1 > ‘alâ’ik & 5L&] (alâ:yik, k k a lın söylen ir) {OsT} is. İlgiler; irtibatlar; alakalar, alayiş, [Far. âlâ’îden (bu laşm ak) > alâyiş j ^ T ] (a :lâ.yiş) {OsT} is. 1. Bulaşıldık; bulaşma. 2. gnşl. Gösteriş, göz kamaştırıcılık; debdebe; şatafat; tan tana. S âlâyiş-i dünyâ, {OsT} İn san ları ah reti dü şünm ekten alıkoy an dünyanın süsleri, eğ len celeri, çekicilikleri.\\ âlâyiş-i kâinat, {OsT} İnsan ları a h reti düşünm ekten alıkoy an dünyanın süsleri, eğ len celeri, çek icilikleri. alayişli, [alayiş-li] (a. lâ.yişli) sf. Gösterişli; süslü. alaylı1, [al-ay-lı] sf. 1. Gösterişli; mutantan; tantanalı. 2. Alay içeren; küçümseme dolu. 3. zf. Hafife ala rak, küçümseyerek; alay ederek. A laylı sö z leri yü zünden m ü şterileri kaybetti. S alaylı alaylı, A lay ed erek , h a fife a la ra k. alaylı2, [alay-lı] is. Harp okuluna devam etmeden kı tadan yetişip gelen subay.
0 « İ R » .1 9 5
ALB
alaylı3, [al-ay-lı] {ağız} is. 1 .fo lk . Düğüne veya bay rama gidenlerin toplu yürüyüşü. 2. Göz alıcı ve geniş etekli elbise. 3. sf. (Kadın için) bilgiç. 4. (Yü rüyüş için) çalımlı. [DS] alaylıklı, [alay-lık-lı] {ağız} sf. Şatafatlı; gösterişli. [DS] alaysı, [al-ay-sı] sf. Alayı andırır, alay zannedilen. alaz1, [ala-z j'slT] {ağız} is. 1. Ağaçları seyrek veya hiç olmayan orman alanları. 2. Seyrek bitmiş ekin, ot vb. 3. Yarı karlı toprak. 4. Saç bitmeyen baş; kel. 5. Yarım yamalak; üstünkörü. 6. Soğuk vurmuş meyve ve sebze. 7. Yazın ansızdan çıkan yel; hızlı esen yel. [DS] 0 alaz alaz, 1. {ağız} D a lg a d a lg a ; y o l yol. [DS] 2. {eAT} A la ca bu laca. || alaz alaz ol mak, {ağız} D a lg a d a lg a ; y o l y o l olm ak. [DS]|| alaz ataz, {ağız} B aştan sa v m a; a c e le ile y apılan . [DS]|j alaz belez, {ağız} 1. Yarı k arlı toprak. 2. Ş öy le b ö y le; bulanık. [DS]|| alaz bulaz, {ağız} 1. S ey rek; y e r y e r ; tek tük. 2. Yarı k arlı toprak. [DS] alaz2, \eT. al-as > al-az / yalaz [Deny]] is. 1. Alev, ateş dili; yalaz. 2. {ağız} Ucu ateşli odunun sallan ması ile oluşan ışıklı çizgi. [DS] 3. El yüz ve vücut ta çıkan kırmızı sivilce, çıban ve kırmızı lekeler. 4. Eğlence; cümbüş. 0 alaz alaz, P a r la k ; a lev alev. |j alaz alaz olmak, {ağız} A levlen m iş g ib i p a rlam ak . [DS]|| alaz etmek, {ağız} B ira z a teş yakm ak. [DS] alaza, [yalaz-a > alaz-a] is. Aydınlık; şavk; yalım, alaza, [Ar. (Sur.) harâze] is. Mahsul hasat edilirken dökülen tohumlardan ertesi yıl başka bir ürün için de erkenden çıkan seyrek bitkiler; alavazda; kendi gelen; halaza, alazdamak, [alaz-da-mak] gçsz. f . [ - r ] [-d (ı)-y o r] Alevlenmek; yanmak, alazımak, [alaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] (Yağmur, kar için) dinmek; hava açılmak. [DS] alazıtmak, [alaz-ıt-mak] {ağız} gçsz. f . [- ır ] 1. (Y ağ mur, kar için) dinmek; hava açılmak. 2. gçl. f. A y dınlatmak; şavkıtmak. [DS] alazlama1, [alaz-la-ma
is. 1. Alazlamak işi;
aleve veya sıcak bir metale tutarak hafifçe yakma işi; ütüleme. 2. tıp. Vücutta kızartılarla kendini gösteren yılancık hastalığı. alazlama2, [alaz-la-ma] {ağız} is. 1. Kâğıt, çalı çırpı vb. ile yakılan ateş. 2. Birdenbire yanıp geçiveren kaba alev. 3. Köpek nefesi ile pislendiği sanılan kaplan yıkayıp sonra içinde alevli bir şey yakıp tütsüleyerek ve etrafımızda döndürerek uygulanan işlem. [DS] alazlamak1, [alaz-la-mak] gçl. f . [ r ] [-l(ı)-y o r] 1. Aleve tutarak hafifçe üstten yakmak. 2. (Yara vb. şey için) tedavi amacıyla kızgın demirle dağlamak. 3. Yolunmuş bir tavuğun kalan tüylerini yok etmek için aleve tutmak. 4. Kızartılan bir tavuk veya et üzerine kızdırılmış tereyağı dökerek gevretmek. 5. mec. Mihnet altında olgunlaştırmak. 6. Kara baru
tun kullanıldığı zamanlarda topun veya tüfeğin namlusunu kunıtmak için ağız otu koyarak boşa ateşlemek. 7. {ağız} Çalı çırpı gibi şeyleri tutuştura rak ateş yakmak. [DS] 8. Alazlama hastalığını teda vi etmek amacıyla ateşe tutmak ya da kızgın demir uygulamak. 9. {ağız} m ec. Dövmek; can yakmak; korkutmak. [DS] alazlam ak2, [alaz-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Ozentisiz ve baştan savma iş yapmak. [DS] alazlanm a, [alaz-la-n-ma] is. Alazlanmak işi; alevde ütülenme. alazlanm ak, [alaz-la-n-mak] edil. f. [- ır ] 1. Alevde yanmak. 2. Alevde hafifçe yanmak, ütülmek. 3. dönşl. f . {ağız} (Vücut için) sıcaktan kızarmak. [DS] 4. {ağız} Hafifçe ısınmak. [DS] 5. {ağız} yanmak; kavrulmak. [DS] 6. {ağız}] Alevlenmek; tutuşmak. [DS] alazlatm ak, [alaz-la-t-mak] gçl. f . [-ır] 1. Alevde ha fifçe yaktırmak. 2. Kızgın bir demir parçası ile dağ lamak. 3. {ağız} Alazlama hastalığım tedavi için alazlama işlemini uygulatmak. [DS] albag, [al+bağ j4JI] {eAT} is. Ferace. alban, [? alban] {eT} is. Hizmetle ödenen bir tür ver gi. [EUTS] albasm a, [al+bas-ma] is. 1. Albasmak işi. 2. Albastı. 3. {ağız} Somadan gönnelerdeki gurur, kibir ve şı marıklık. [DS] albasm ak, [al+bas-mak] gçsz. f . [-a r ] 1. Doğumdan soma loğusa kadında ateşli bir hastalık belirmek. 2. (Loğusa için) kâbus ya da bir sıkıntı basmak, albastı, [al+bastı] is. 1. Yeni doğum yapmış kadınla rın mikrop kapması sonucu yakalandıkları ateşli hastalık; loğusa humması. 2. {ağız} Çok ağlama sonunda oluşan bir tür bayılma hâli. [DS] alb atr, [Fr. albâtre] is. Vazo ve seramik eşya yapı mında kullanılan, içinde alçı taşı bulunan yan şef faf kaymak taşı, albatros, [Ar. al-ğattâs (dalgıç) > Port. alcatraz] is. zool. Fırtına kuşugillerden, güney yarıkürede yaşa yan kanat açıklığı üç metreyi bulan, gagası eğri uçlu ve kuvvetli, tüyleri gri, beyaz ve siyah, balık ve yumuşakçalar ile beslenen büyük bir deniz kuşu, (D io m ed ea exulans). albay, [al(ay)+bay] is. as. Türk ordusunda yarbay ile tuğgeneral arasında, alay komutanlığı görevini ye rine getiren bir sembol ve üç yıldızla belirlenen rütbeyi taşıyan üst subay; miralay, albaylık, -ğı [al+bay-lık] is. Albayın görevi ve rütbe si. albeni, [al+ben-i] is. Çekici güzellik; alım; cazibe; çekicilik; görk; gösteriş; güzellik; hüsn; seksapel; sevimlilik; cana yakınlık; şirinlik. 0 albeni kıv rak , {ağız} işg ü z a r; ham arat. [DS] albenili, [al+beni-li] sf. Çekici güzelliği olan.
O I İ İ M I İ l { f S Û M . ;36
ALB albez, [al+bez] {ağız} is. 1. Bayraklık kumaş; kırmı zıya boyanmış kumaş. 2. Gökkuşağı. 3. Kayınvali de tarafından örtünülen kırmızı örtü. [DS] B albez tartm ak, (K ayın valide için) a lb ez örtünmek. albız, [Ar. iblis] {ağız} is. Şeytan. [DS] albino, [Lat. albus (beyaz) > Fr. albinos] sf. tıp. Melanin pigmentinin doğuştan eksikliği sebebiyle de risi, saçı veya vücut tüyleri beyaz, gözündeki iris tabakası pembe bir renk almış olan; akşın; çapar; abraş; akşar. albon, [Yun. aulos > avlon] {ağız} is. 1. Kaval. 2. m ec. Gebelerde görülen ve şişkinlik yapan bir has talık. [DS] alborata, [İt. alboro-eto] {OsT} is. dnz. Yelkenli ge milerde direğin tepesine konulan ilave direk, albugo, [Lat. albugo] is. tıp. 1. Gözün saydam taba kasında oluşan beyaz leke; lökom. 2. Beslenme bozukluğu sebebiyle tırnaklarda görülen beyazlık, albuhara, [Far. âlü-buhârâ] {ağız} is. Sarı erik kuru su. [DS] albüm, [Lat. albus (ak) > Fr. albüm] is. Eski Rom a’da üzerine resmî ilanların yazıldığı alçı kaplı beyaz duvar pano, albura, [İt. albura] ( a ’lbu ra) {ağız} is. dnz. “Yukarı kaldır” komutu; alabora. [DS] albüm, [Lat. albüm (liste) > Fr. albüm] is. 1. Fotoğ raf, pul vs. koleksiyonu yapmak amacıyla özel ola rak hazırlanmış kaim dosya. 2. Resim, şiir vb. içe ren basılı dergi, albümin, [Lat. albumen (yumurta a kı) > Fr. albumine] is. Hücrelerin ana birleştiricilerinden biri olan beyazımsı yapışkan madde; protein. S albü min usulü, m atb. R ötu şlara ve g ren li ta ram a k o p y a la rın a elv erişli b ir o fset lev h a yapım tekniği.\\ albümin zamkı, K an albüm inini am o n y a k ve k i re ç li su ile k a rıştıra ra k e ld e ed ilen tutkal. albttminli, [albümin-li] sf. İçinde albümin bulunan. B albüminli su, C ıva tuzlarının p a n z eh iri o la r a k kullanılan yum urta a kı karıştırılm ış su. albüminüri, [Fr. albuminurie] is. tıp. İdrarda albü min bulunması, albümoz, [Fr. albumose] is. biy-kim . Proteinlerin peptik ve pankreatik sindirimi sırasında meydana gelen polipeptit. alcem, [Ar. ‘alcem
sf. Uzun boylu; uzun,
alcı, [Ali-ci] {ağız} is. Alevi mezhebinden olan. [DS] alcık, [el-cik] {ağız} is. Kuyu çıkrığını çevirmeye yarayan kol. [DS] alcıkarı, [al-cı+karı] {ağız} is. 1. Alkarısı. 2. sf. (Ka dın için) şirret; edepsiz. [DS] alça, [Yun. altsa / İt. alzo] {ağız} is. 1. Alın. 2. Ayak kabı kalıplarının ön tarafına konulan üç köşeli mu kavva. [DS] alçacık, -ğı [al (alt, a şa ğ ı taraf) > al-ça-(k)-cık] ( a ’lç a cık ) sf. Çok alçak; daha alçak.
alçagırm ak, [al-çağ-ır-mak
{eAT} gçsz. f . [-
ur] Alçalmak; alçaklaşmak, alçagrak , [al-çağ-rak 3 y -M '] {eAT} sf. 1, Alçak; ba sık. 2. Aşağı dereceli. 3. Küçücek. alçagrıtm ak, [al-çağ-rı-t-mak
{eAT} gçl. f .
[-u r] 1. Alçaltmak. 2. Hafifletmek, alçak, -ğı [eT. alçak
/ JU Jİ] sf. 1. Yüksek olma
yan; yerden yüksekliği az olan; aşağıda olan. 2. Ba sık, kısa. 3. (B oy için) kısa. 4 m ec. (Kişi için) ah lak açısından kötü sayılan; aşağılık; namert; adi; ahlaksız; bayağı; daltaban; deni; habis; hain; haya sız; haysiyetsiz; herif; kansız; karaktersiz; lain; muhannet; namussuz; onursuz; rezil; soysuz; sefil; silisiz; şerefsiz; tıynetsiz; yezit. 5. {eT} İltifat eden; hayırhah; mültefıt. [Gabain] 6. {eT} {eAT} Alçak gö nüllü; yumuşak huylu; uslu; ince; nazik; mütevazı; yavaş; sakin. [DLT] [EUTS] 7. is. Yüksek olmayan yer; aşağı. 8. is. m ec. Ahlakı kötü kimse; namert. 9. (Eski gök bilimcilere göre) yeryüzü. 10. {ağız} Dere boyu; düz otlak yer; vadi. [DS] B alçak asıllu, {eAT} Soysuz.|| alçak basınç, K ötü h a v a şartların ı ifa d e ed en ve b a ro m etre basın cı 1015 m ilibarın altın da olan h a v a basın cı. || alçak frekans, İşitile bilir s e s le r düzeyinde bulunan se s frek a n sı. || alçak gerilim, P ota n siy el fa r k ı az o la n elek trik en erjisi. || alçak gönüllü, Büyüklük taslam ayan ; kendisini ba şk a la rın d a n üstün g ö rm ey en ; kibirlen m eyen ; m ütevazı; g österişsiz; iddiasız; kasın tısız; kibirsiz; ken d i h â lin d e; y alım ı a lç a k ; yüzü y erd e. || alçak hâllü, {eAT} Uyruk.|| alçak k abartm a, H a fif tümse k lik le r le y a p ılm ış k ab artm a heykeller. \\alçak od, {eAT} H a f i f ateş. ||alçak olmak, {eAT} A lça k gön ü l lü olm ak. ||alçak ses, Z o r işitilecek k a d a r h a fi f sö y lenen s e s ; fıs ıltı.|| alçaktan almak, Ö fkeli birin e karşı y a tıştırıcı b ir tarzda k a rşılık verm ek. || alçak tan görüşm ek, K ib ir etm em ek; tevazu gösterm ek. || alçak tekne, Su üstünde kalan kısm ı y ü k sek o lm a y a n deniz a ra cı. || alçak top sürm e, B asketb old ü oyuncunun topu y erd en az z ıp la ta ra k götürm esi. || alçak uçuş, Yere y akın y a p ıla n uçuş.
.
alçakça, [alçak-ça] sf. 1. Biraz alçak; pek yüksek de ğil. 2. (a lç a ’k ç a ) zf. m ec. Onur, cesaret ve saygınlık gibi İnsanî değerlere aykırı; zelil, alçaklam ak, [alçak-la-mak
Jl / jjİU sJT ] {eAT}
gçl. f i [ - r ] Tahkir etmek, alçaklaşm a, [alçak-la-ş-ma] is. 1. Alçaklaşmak işi. 2. Dürüstlüğü, güvenilirliği yitirme; adileşme, alçaklaşm ak, [alçak-la-ş-mak] dönşl. f i [ -ır ] 1. Al çak duruma gelmek; alçalmak. 2. m ec. Çevresinde kiler arasında saygınlığını, güvenilirliğini yitirtecek İnsanî değerlere aykırı onur kırıcı davranışları ile nefret edilir hâle gelmek; adileşmek; zelil olmak, alçaklık, -ğı [alçak-lık jlîşJT ] is. 1. Az yüksek oluş;
AT} gçsz- % ak olma durumu. 2. m ec. însanlar arasında nef:t uyandıran davranışlar. 3. {eAT} Alçak gönüllü de. S alçaklık etmek, 1. B irin e karşı h o ş k arşıla . 1, A ıça >ijmay a c a k kötü d a v ra n ışlard a bulunm ak; hain lik m ek; k a lleşlik etm ek. 2. {eT} A lça k gönüllü davn f eAT} gçm m ak; tevazu g österm ek]] alçaklık itmek, {eAT} \çak gönüllülük gösterm ek. v i «ek 0Vlanlak’ [alça-(k)-la-mak] {ağız} gçl. f [-r ] [-l(ı)• ,r] Sindirmek; hakaret etmek; yenmek. [DS] >ıda olan. 2 - , n^ [aiçaı_maıc > alçal-an] sf. Alçalmak işini :. (Kişi pan; aşağı doğru inen. alçalan titrem , dbl. ık; namert, ıatım da duygu ve d ü şü n celere g ö r e a za la n titabis; hain; \ .araktersız, ( [alçal-ış] is. 1. Alçalmak işi ve biçimi. 2. dİ; soysuz ineklik kaybetme; alçaklara inme. 3 . İnsanda . Junması gereken dürüstlük, iyi ahlaklılık, iyilik
1 n a z ik ,
müte1’ yüksek değerleri kaybetme hâli, m u ^ ^ , |-ajça_j.maj ^ j Alçalmak işi; aşağılara in-
Jc işi. 2. İnsanlar arasında nefret uyandıracak kimse, na^y^ar^ışiarda buıunmaya başlama. ZVfl alçak a1*13*4’ [alça-l-mak] 1. Bulunduğu yerden daha • " h ava şartB 1 seviyelere inmek. K ıy ıla ra doğru g id ild ik çe 1015 m ilfiarın a lça ld ığ ın ı görüyoruz. 2. m ec. (Kişi için) k frekans, i p nu> gururunu yitirecek kadar bayağılaşmak; f ekansı ||tzz^ etmek. 3. (Ses, gürültü vb. için) azalmak; n elek trik eneİmak. am ayan ; kert, [alçal-tı] is. Küçük düşme; alçalma; zillet. m' kib irlen n m , [alçal-tı-cı] sf. Küçük düşüren, aşağılayan, kasıntısız; kıt kıran. yüzü yerde. ||ma, [alçal-t-ma] is. 1. Aşağı, seviyelere indirb artm a, H afi boyunu veya yüksekliğini azaltma. 2. m ec. ıeykeller.\\ alçırunu ve şerefini yok etme. S alçaltm a tavan, . {eAT} A lça k pdanın veya yapın ın tavan y ü ksekliğ in i azalte c e k k a d a r haj için a s ıl tavan la a ra sın d a bo şlu k k a la c a k şeılm ak, Ö jkeli j eklenen ikinci b ir tavan; a sm a tavan. ■şıhk vermek.\\ nak, [alçal-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Uçan veya k; tevazu göbek te bulunan bir şeyi aşağı seviyelere indir in kısm ı yüksek 2. Boyu uzun veya yüksek olan bir nesnenin sürm e, Bos^ekliğini kesmek veya koparmak suretiyle :ıp la tarak görötnak. 3. m ec. Onur ve şerefini hiçe sayarak inm uçuş. r arasında hoşa gitmeyen veya nefret uyandıalçak; pek yükir duruma sokmak. ur, cesaret ve sac, -ğı [alça(k)-rak] sf. Boyu biraz kısa, az alselil. [al+çel-me] is. 1. Yürük ve Türkmen giyi5 kadınların baş örtüsü üzerine alından verev M katlanmış örtüye verilen ad; krep. 2. s. 1. A ça ydoğuda erkeklerin kullandığı büyük kırmızı tirme; adileşme.^ B B * k] d ö n ş l f- [ K |-aj+çevrej js Alçelme. ^güvenilirliğini y1 (hile) >
^
sf- Hileci; hilekâr [Mü-
nr kırıcı dâvrâK k- zelil öa§- yalçu] is. 1. Pişirilmiş alçı taşının öğütül1 ■ ’ le elde edilen inşaat malzemesi. S alçı işi, SÎj is. 1- Az yu vn y a p j h f u ş inş a a tla ilgili işler.|| alçıya al
mak, K ırılan b ir kem iğin düzgün ve ç a b u k k ay n a m ası için a lçı ile kap lan m ası.|| alçı kalıp, D ökiim hâlin d e üretilen eşy a la r için ön ced en o eşyanın üzerini a lçı m acunu ile k a p la y a ra k çıkarılm ış k a lıp]] alçıtaşı, min. T abiatta d o ğ a l o la r a k bulunan kalsiyum hidrosü lfat; jip s , C a S 0 4 2 H 2 O. alçı3, [Moğ. alçu ^ T ] {eAT} {ağız} is. Aşık kemiği nin dikine yüzlerinden birisi; düz tarafı; kıtın karşı sı. [DS] alçıcı, [alçı-cı] is. 1. Alçının çıkarılması, pişirilmesi ve öğütülmesi gibi alçı imalatı ile uğraşan kimse. 2. Alçı ticareti yapan kişi. 3. Alçıyı su ile yoğurup inşaatlarda tavan ve duvar süslemesi işleriyle uğra şan usta. alçığ, [alçığ] {eT} is. Alçı. [Mühennâ] alçığçı, [alçığ-çı] {eT} is. Alçıcı. [Mühennâ] alçılam a, [alçı-la-ma] is. Alçılamak işi. alçılam ak, [alçı-la-mak] gçl. f . [ - 1] 1. Bir şeyin üze rine alçı sürerek kaplamak. 2. Bir şeyin içine alçı katarak karıştırmak, alçılanm a, [alçı-la-n-ma] is. Alçılanmak işi. alçılanmak, [alçı-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. İçine alçı karıştırılmak. 2. Üzerine alçı sürülmek. 3. dönşl. f . Alçı sahibi olmak; alçı edinmek, alçılarım , [alçı-la-r-ım] is. Çocuklar arasında oyna nan sıraya dizilmiş aşıkları vurarak bir karış uzağa fırlatmak suretiyle aşık kazanma oyunu, alçılı, [alçı-lı] sf. 1. İçine alçı karıştırılmış olan; için de alçı bulunan. 2. (Organ için) alçılanmış; alçıya alınmış. 3. Alçı sahibi olan; alçısı bulunan, alçım, [? alçım] {ağız} sf. 1. Sert; sarp. 2. is. Çeşit; tür. [DS] alda, [eT. âl (hile) > al-da °jJT] {eAT} is. Pusu; hile; tuzak, ö aldaya düşmek, {eAT} A ldanm ak; h iley e kapılm ak. aldaçı, [alda-çı] {eT} is. Ölüm ruhu; ölen kişinin ru hunu karşılayan, o kişinin daha önceden ölmüş bir yakınının ruhu, aldagan, [alda-mak > alda-ğan jiljJT ] {eAT} sf. Çok aldatan. aldaguc, [alda-ğuc j-j^IjJT] {eAT} sf. Aldatıcı, aldagucılık, [alda-ğu-cı-lık
^ ^ tİjJT ]
{eAT} is. Aldatıcılık; hilekârlık, aldaguç, [alda-ğuç gi-'JJI] {eAT} sf. Aldatıcı, aldak, -ğı [eT. âl (hile) > alda-k] {ağız} is. Avutacak, kandıracak, gönül alacak söz; aldanca. [DS] S aldak buldak, A ld a tara k ; kan dırarak. aldam ak, [eT. âl (hile) > al-da-malcjol-iJT] {eT} {eAT} {ağız} gçl. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] Aldatmak; bir kimseyi kandırmak; oyun etmek; yanıltmak. [Nevâyî] [DLT] [DS] S aldam ak söz, {eAT} A ldatıcı söz. -aldan, [-al-dan / -el-den] {eAT} çek. e. -alıdan; alıdan beri; -alı.
Ô l Ü M Ï Ü l f f S Ô M . »a
ALD aldanca, [alda-nç-a] {ağız} is. Avutacak, kandıracak, gönül alacak şey. [DS] aldancak, -ğı [alda-n-cak] {ağız} is. -*■ aldanca. [DS] aldancık, -ğı [alda-n-cık] {ağız} is. Tuzak olarak ha zırlanmış kar çukuru. [DS] aldanç, -cı [alda-nç] sf. 1. Kolay aldanan. 2. {ağız} (Kişi için) uysal. [DS] aldangan, [alda-n-ğan jUi-JT] {eAT} sf. Çabuk alda nan; daima aldanan, aldangıç, -cı [alda-n-gıç] is. 1. Aldanma aracı; oya layıcı, aldatıcı şey. 2. Ot veya samanla gizlenmiş tuzak çukuru, aldangıçlık, -ğı [a-da-n-gıç-lık] {ağız} is. Aldanma; yanılma. [DS] aldanguc, [alda-n-ğuc
{eAT} is. 1. Aldanma a-
racı; oyalayıcı, aldatıcı şeyler. 2. {ağız} Avutacak, kandıracak, gönül alacak şey. [DS] aldanış, [alda-n-ış] is. 1. Aldanmak işi ve biçimi. 2. Kanma; yanılma, aldanm a, [alda-n-ma] is. Aldanmak işi. aldanm ak, [alda-n-mak] dönşl. f . [ -ir ] 1. Hataya düşmek; yanılmak. 2. Birinin hilesine veya yalanı na kanmak; tuzağına düşmek; aldatılmak; alet ol mak; avlanmak. 3. Hayal kırıklığına uğramak. 4. Oyuna gelmek; boş yere güvenmek; kapılmak; ka zıklanmak. 5. Avunmak, oyalanmak. 6. (Bitkiler için) ilkbahar gelmeden bastıran sıcaklar dolayısıy la uyanmak; çiçek veya yaprak açmak. S aldan m ıyorsam , B ir g örü şü a çık lam ay a b a şla rk en y a nılm a p a y ı b ıra k m a k için söylen en g iriş sözü. aldaşm ak, [alda-ş-mak j^-iJJT] {eAT} işteş, f . [-ır ] Karşılıklı birbirini aldatmak. S aldaşm ak itmek, B irin i aldatm ak. aldatıcı, [alda-t-ıcı] sf. Yanıltan, kandıran, aldatılm a, [alda-t-ıl-ma] is. Aldatılmak işi. aldatılm ak, [alda-t-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Kendisine oyun yapılmak; kandırılmak. 2. Yanıltılmak. 3. Alış verişte fiyat veya kalite bakamından zarara uğ ramak. 4. (Evli eşler için) eşi başka biri ile ilişkide bulunmak. aldatış, [alda-t-ış] is. Aldatma işi ve durumu, aldatm a, [alda-t-ma] is. Aldatmak işi. aldatm aca, [alda-t-maca] is. Aldatıcı oyun, hile; tu zak. aldatm ak, [alda-t-mak] gçl. f . [-ır] 1. Hataya yö neltmek. 2. Yalan söylemek. 3. Alış verişte kötü ve ucuz malı, iyi diye pahalı satmak; kandırmak. 4. Karşı cinsten birini baştan çıkarmak; iğfal etmek. 5. Evlilikte eşinden başka birisi ile ilişkide bulun mak; ihanet etmek. 6. Avutmak; oyalamak. 7. La des oyununda taraflardan birinin diğerine ladese tutuştuklarını unutturup bir şey vererek oyunu ka zanmak. 8. (Kendi için) olmayacak bir şeye inana rak oyalanmak; teselli bulmak; oyalanmak. 9. (Nef si için) açlığını geçici olarak yatıştırmak.
aldavu, [alda-ğu] {eAT} is. Hile, aldayıcı, [alda-y-ıcı ^ . - J î / .LıîT] {eAT} sf. 1. Al datıcı. 2. Hilenin cezasını veren. 3. Sözünde dur mayan; ahdini bozan; hilekâr. 4. is. Şeytan, aldayış, [alda-y-ış jîjIjJI] {eAT} is. Aldatış. aldehit, -di [Fr. alcool+déhydrogenatum > aldéhy de] is. kim. 1. Etil alkolün hidrojeni giderilirken oluşan uçucu bir sıvı; etanol, CH 3-CHO. 2. Benzer likleri yüzünden aynı ad verilen [R -C H =0] grubu organik bileşikler (a set aldehit, a setik aldehit, adi aldehit, etanol). aldı, [al-dı] {eT} is. Altı. [EUTS] aldın, [alt-tm > al-dm [Clauson]] {eT} is. Alt; aşağı. [Üç İtigsizler]aldırayaz, [al-dır+ayaz] {ağız} is. 1 . Her tarafı açık ve soğuk yer. 2. Çırılçıplak ya da giyimi bozuk kimse. 3. Yıldızlı, açık gece. [DS] aldırık, -ğı [al-dır-ık] {ağız} sf. Şımarık. [DS] aldırılma, [al-dır-ıl-ma] is. Aldırılmak işi. aldırılmak, [al-dır-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. Aldırmak işi yapılmak. 2. Bir yerden başka bir yere aktarıl mak. 3. İlgilenilmek; önem verilmek, aldırış, [al-dır-ış] is. 1. Aldırmak işi ve biçimi. 2. İlgi; önem. S aldırış etmek, İlg ilen m ek ; önem verm ek; d ikk ate alm ak. aldırışsız, [al-dır-ış-sız] sf. Umursamaz; kayıtsız ka lan. aldırm a, [al-dır-ma] is. Aldırmak işi. aldırm ak, [al-dır-mak JjjJJT] gçl. f [-ır ] 1. Birisine almak işini yaptırmak. 2. Birini veya bir şeyi bir yerden başka bir yere getirtmek. 3. Vücuttaki her hangi bir yaralı veya hastalıklı organı veya kısmı cerrahî müdahale ile çıkartmak. 4. Bir tanıdığını veya yakınım yanına getirtmek. 5. Nüfuz ve yetki sini kullanarak birini bir işe veya yere kabul ettir mek. 6. Sevdiği veya önem verdiği birini başkasına kaptırmak; elindekini başka birisine kaptırmak. 7. (Bir nesne için) bir kap veya yere sığdırmak. 8. Önem vermek; değer vermek; ilgilenmek; üstünde durmak. “A dam aldırm a, g e ç g it diyem em , a ld ırı rım. ” M. Akif. 9. (Gönül için) âşık olmak; tutul mak. 10. (Meyil için) gönlünü kaptırmak; âşık ol mak. 11. (Nefes için) rahat bırakmak; dinlendir mek. 12. Avcı kuşa, av yakalatmak. 13. (Çocuk için) kürtaj yaptırmak. 14. gçsz. f . Şarkı söylemeye başlamak. 15. {ağız} Kendi kendine şarkı, türkü söylemek; bir türkü tutturmak. [DS] aldırm am a, [aldır-ma-ma] is. Aldırmamak işi. aldırm am ak, [aldır-ma-mak] gçsz. [-z ] 1. Değer ve önem vermemek. 2. Oralı olmamak; tınmamak. 3. Dikkat etmemek; üstüne düşmemek. 4. gçl. f . A l dırmak işini yapmamak; almak işini yaptırmamak. fi1 aldırm a! "D eğer v erm e; önem v erm e; değm ez. ” an lam ın da kullanılan teselli sözü. aldırm az, [aldır-maz] sf. 1. Vurdum duymaz; kaygı-
o r u f f i l f t SO EbU H . ALE sız; tasasız. 2. Ola, yan. --------------------------------aldırmazcı, [al-dır-maznlan ciddiye almagürlüğünden yana olan k. aldırmazlık, -ğı [al-dır-mazVldırmazlık özgisizlik, vurdumduymazlık; ;nizm karşıtı, sizlik veya bilinçli bir tutum ytyıtsızlık; illar, olaylar, öğretiler karşısında', f e l İlgikaydiye. S aldırmazlıktan geln\durum-
ale’ r-re ’ si ve’l-ayn, {OsT} Tam am ; etm ek üzere. || ale’ r-rttüs, {OsT} B a ş sa y ısın ca m a l b a ş üstüne!\\ a ı v ■ i ( {OsT} ve insandan alın an vergi.\\ ale’ s-sabâh, alessabah.|| ale’s-seher, {OsT} S a b a h erken d en ; {OsT} gün ışım ad an ; s e h e r vaktinde.\\ ale’s-seviye,
E şit o la r a k ; h ep si ayın d e r e c e ve d e ğ e r d e o lm a k ü zere.|| ale’t-ta ’cîl, {OsT} A c e le e d e r e k .|| ale’t-tafsîl, {OsT} Ayrıntılı ve g en iş o la r a k ; tafsilatlı o la r a k ale’t-tahkîk, {OsT} Şü phesiz; k esin olarak.\\ aldırtm a, [al-dır-t-ma] is. Aldırtmak işi. n a ~ ale’ t-tahm în, {OsT} Y aklaşık o la r a k ; tahminen.\\ aldırtm ak, [al-dır-t-mak] gçl. f . [-ır ] Birine ale’t-tahsîs, {OsT} Ö zellikle; bilhassa.\\ ale’t-tak işini yaptırmak, rîb, {OsT} Y aklaşık o la r a k ; a şa ğ ı yukarı.\\ ale’taldil, [eT. âl (hile)+ dil] {ağız} is. Kurnazlık;>— hile. temadi, {u s ı / bir biçimale’ - tted rîc, {OsT} Y avaş y a v a ş ; dr,r.7pnu e r e c e derece.\\ aldosteron, [Fr. aldostérone] is. biy.-kim . Böbre^fl^; sürekli.\\ ale’t-tertıb , {OsT} u u ale’t-tetem âdi, {OsT} A rkası kesilm eksizin ; a ralıksız o la sodyumun tutulması, potasyumun atılmasını sağla,, ku ral ve" tekn iklere ' - —• ‘»ı- uygun tn „ r ı biçim D üz, i e yan böbrek üstü bezi kabuğunun salgıladığı hor- \ {OsT} E şit o la r a k ; eşitlikle.\\ ale t- eva ı, mon. neden ; birb iri arkasın a. aldun, [altun] {eT} is. Altın. [EUTS] 31 allée] is. Ağaçlıklı yol. hfelle / âlek
Kaptırmak; aldırmak. 2. dönşl. f . {ağız} Kendini beğenmek; kibirlenmek. [DS] alduruk, -ğu [al-dur-uk] {ağız} sf. Kendini beğenmiş; •kibirli. [DS] alduzmak, [al-duz-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Malını elinden aldırmak; soyulmak. [DLT] ale-, [Ar. ‘ala (üzere)
{OsT} zf. Arapça kelimeler
den beraberlik ya da üstünlük anlatımı katmakta kullanılan ön ek. a le la c e le , a le la d e. 0 ale’d-derecât, {OsT} D er e c e le r in e g ö r e ; sıra sıy la .|| ale’ ddevâm, {OsT} D evam lı o la r a k ; boyun a.|| ale’l-am yâ, {OsT} K ö rc es in e; düşünm eksizin,|| ale’l-ekser, {OsT} Ç o k ça sı; ek seriy etle.|| ale’l-fevr, {OsT} D er hâ l; hem en .|| ale’l-gafle, {OsT} B ek len m ed ik b ir ş e k ild e; ansızın; birdenbire.\\ ale’l-hâdise, {OsT} B aşka b ir o la y a katılan f a k a t o o la y ü zerin de etkisi olm ayan ; ep ifen om en ; g ö lg e olay. || ale’l-hesâb, {OsT} H e s a b a sa y a rak . ||ale’l-husfls, {OsT} Ö zellik le; b ilh a ssa .|| ale’l-ımıyâ, {OsT} K örü körü n e.|| ale’l-ıtlâk, {OsT} 1. G en ellikle; um umiyetle. 2. R astg ele.|| ale’l-icm âl, {OsT} K ıs a c a ; özet o la r a k .|| ale’l-ihtisar, {OsT} K ısa lta ra k ; ö zetley erek ,|| ale’linfirâd, {OsT} Ayrı ay rı o la r a k ; b ir e r b ire r .|| ale’listicâl, {OsT} İv ed i o la r a k ; a c e le ile.|| ale’l-istimrâr, {OsT} A ralıksız; sü rekli o la r a k .|| ale’l-iştirâk, {OsT} O rtak o la r a k ; iştirak e d e r e k .|| ale’l-ittifâk, {OsT} A n la şa ra k; ü zerin de b irlik s a ğ la y a ra k .|| ale’l-ittisâl, {OsT} A rdı kesilm eksizin ; devam ed e rek.|| ale’l-kâide, {OsT} K u ra la uygun biçim d e; k aid esin ce.|| ale’l-kıyâs, {OsT} K a rşılaştırm a y o luyla; k ıy a slay a ra k ^ ale’l-kifâye, {OsT} Yeterli m iktarda; y e te c e k kadar.\\ ale’l-umfim, {OsT} 1. G en ellikle; g e n e l o la ra k . 2. T am am ı; bütünüyle.\\ ale’r-rağm , {OsT} K asten kü çü k d ü şü rerek h a k a ret
ilaç yapımında kullanılan ve Hint sümJ atam Li\en jjjj. soğanlı bitki, (N ardostahys aie3, [Ar. mura karşı» (a : ıe) {OsT} is 1. Güneş ve yagkirlik. 'i ı yer;; sığmak. 2. Yoksulluk; faalebat, [OsT. ‘a. Yemiş kapçıkları!-!*-] (a leb a :t) {OsT} is. bot. alebe, [OsT. ‘alebe ^ar; kapsüller, kapsül.
Tl is- bot. Yemiş kapçığı,
alebi, [OsT. ‘alebi L54 t ] (l kapçığı ile ilgili.
{OsT} is. bot. Yemiş
alef1, [Ar. âlef t-âiT] (a ;lej) {Os cana yakın.
En teklifsiz; çok
alef2, [Ar. ‘alef UA*] {OsT} is. Ha,
,
kullanılan ot, saman, yulaf. alet^6™ ° a, , 11. 0 aıcııç y em i; kılıcın öldü rdüğü} alef olmaK*^r ’ Yem olm ak. 2. Öldürülmek. alefe, [Ar. ‘alüfe] {ağız} is. imam, çoban gibi
v görevülerine belli bir süre için verilen ücret. [Dk alefi, [Yun. alifı] {ağız} is. Deri cilalamakta k u k ^ lan mermer tozu. [DS] alegori, [Yun. allegorein (resim ler a ra cılığ ı ile k o nuşm a) > Fr. allégorie] is. 1. Bir fikrin resim veya canlı varlıklar yoluyla anlatılması. 2. Bu şekilde meydana getirilmiş edebî eser, alegorici, [alegori-ci] is. Bir metni, bir yazarı alegori yöntemi ile yorumlayan kişi, alegorik, -ği [Fr. allégorique] sf. Alegoriye dayanan, alegori ile ilgili. «K utadgu B ilig adalet, saad et, a k ıl ve k an a a t kavram ların ın hüküm dar, vezir, ve zirin oğlu ve a bit g ib i şa h ısla r la can lan dırıldığı a le g o r ik b ir eserdir. »
İ H l i f t SÖZLÜK,
ALE
alek1, [Far. aie / alek J l /
I] (a :lek ) {OsT} is. bot.
Eskiden hekimlikte ilaç yapımında kullanılan ve Hint sümbülü de denilen bir soğanlı bitki, (Nardostahys jata m a n si). alek2, [Ar. ‘alak (yapışm ak) j U ] {OsT} is. -*• aleka. aleka, [Ar. ‘alak (yapışm ak) -uU] {OsT} is. 1. Kan pıhtısı. 2. Balçık; yapışkan çamur. 3. Sülük, aleki, [Ar. ‘alak > ‘alakî <_j£l*] (aleki:, k k aim s ö y le nir) {OsT} sf. 1. Yapışkan. 2. Pıhtı hâline gelmiş. 3. Sülüklerle ilgili. 4. Sülük cinsinden olan. alekiye, [Ar. ‘alakîye > ‘alakiyye «!&] {OsT} is. zool. Sülükgiller. aleksandren, [Fr. alexandrin] is. ed. Fransız şiirinde kullanılan on iki hecelik dize, aleksi, [Fr. alexie] is. tıp. Hastanın görmesinde bir kusur olmamasına rağmen okuma yetisini kaybet mesi; okuma yitimi; okuma körlüğü, alel, [Fr. alléle] is. ve sf. biy. Bir kromozom çifti üzerinde aynı nokta üzerine yerleşmiş genlerden her biri. alelacayip, -bi [Ar. ‘ale'l-'acâ’ib
(a lela -
ca :y ip ) {OsT} sf. Çok acayip; çok yadırgatıcı; çok garip. alelacele, [Ar. ‘ale’l-‘acele
^Ip] {OsT} zf. Çok
acele, çarçabuk, ivedilikle, alelade, [Ar. ‘ale’l-‘âde
(a le lâ :d e ) {OsT} sf.
Sıradan, her zaman rastlanır nitelikte; bayağı, aleladelik, -ği [alelâde-lik] (a 'le lâ :d e lik ) is. Bayağı lık, sıradan oluş, alelittifak, [Ar. 'ale’l-ittifak JU V !
(alelittifa:k)
{OsT} zf. Birleşerek; ağız birliği ederek, alel’umum, [Ar. ‘ale’l-'umüm
^^U] (alelu -
m u:m ) {OsT} zf. Genellikle; umumiyetle, alelusul, -lü [Ar. ‘ale’l-usül
(alelusu:!)
{OsT} zf. 1. Kurallarına uygun olarak; usulünce. 2. Adet yerini bulsun diye; üstünkörü; gelişigüzel, a ’lem, [Ar. ‘ilm (bilm ek) > a’lem |*ApI] {Os T} s f 1. Daha çok bilen; en çok bilen. 2. is. Bilgin. S a ’lemü’l-ulem â, B ilgin lerin en bilgini. âlem, [Ar. ‘âlem İU-] (a:lem ) {OsT} is. 1. Yeryüzünde ve gökyüzünde var olan yaratılmışların hepsi; ev ren; kâinat. 2. Güneş ve gezegenlerin meydana ge tirdiği topluluk; güneş sistemi. 3. Dünya; yeryüzü; cihan. 4. Bütün insanlar. 5. Çevre; toplum. 6. Ken di içinde bir bütün oluşturduğu tespit veya tahmin edilen varlıklar veya soyut kavramlar topluluğu. « H ayvan lar âlem i. R uhlar â le m i.» 7. m ec. Eğlen ce. 8. m ec. Kendine özel bir yaşayış ve düşünce biçimi olan. «Alem adam dır, v es sela m .» 9. mec.
oc
Durum; vaziyet. « K ey ifler n e â le m d e ? » 10. Gerek; lüzum; anlam. S âlem -ârâ {OsT} D ünyayı sü sle y en .|| âlem-efrüz, {OsT} Bütün dünyaya ışık s a ç a n ; â lem i aydın latan ,jj âlem -gîr, {OsT} 1. D ünyayı tu tan; bütün dünyaya yayılan . 2. D ünyayı alan. || âlem-i âb {OsT} İç k i m eclisi; içkili e ğ le n c e.|| âlem-i âhiret, {OsT} Ö teki dünya; ahret. || âlem-i anâsır, {OsT} U nsurlar â lem i (esk ilere g ö r e varlığın dört tem el ö ğ e s i olan su, hava, to p ra k v e ateşten ib a ret olan m ad d e dünyası).\\ âlem-i asgâr, {OsT} K ü çü k dünya (insan).|| âlem-i azam et, {OsT} E n y ü k sek gökyüzü ta b a k a sı.|| âlem-i bâtın, {OsT} İç â le m .j| âlem-i beka, {OsT} E b e d î âlem , ahret. || âlem-i be rin, {OsT} En y ü k sek â lem .|| âlem-i berzâh, {OsT} R uhların b ed en k alıb ın a g irm ed en ö n ce bulunduk ları m an ev î âlem ile m ad d î âlem a ra sın d a k i yer.\\ âlem-i berîn {OsT} En y ü k sek âlem . || âlem-i eeberrflt (melekût), {OsT} 1. A rş-ı âlân ın en alt fa k a t gökyüzünün en üst tabakası. 2. A llah 'in bütün var lık lar üzerin deki kudreti. || âlem-i diğer, {OsT} A hret, ö b ü r dünya.\\ âlem-i ecsam , {OsT} C isim ler â lem i.|| âlem-i eflâk, {OsT} F e le k ler , g ö k le r âlemi.\\ âlem-i ekber (kebîr, kübrâ), {OsT} En büyük dün ya, kâin at.|| âlem-i em r, {OsT} H içb ir şa rta bağ lı olm ayan dün ya.|| âlem-i ervah, {OsT} R u h lar â le m i.|| âlem-i esbâb, {OsT} S e b e p le r âlem i, dünya.|| âlem-i fak r ü fenâ, {OsT} Yoksulluk ve y o k lu k â le mi, yeryüzü. || âlem-i fâni, {OsT} Sonlu dünya; bu dünya.|| âlem-i fenâ, {OsT} G eçic i âlem , dünya, y a la n dünya.|| âlem-i gayb, {OsT} G örülm eyen, gizli dünya.|| âlem-i hâb, {OsT} Uyku â lem i.J| âlemi halk, {OsT} Bütün doğm uşlar, y a ra tılm ışla r â le mi. || âlem-i his, {OsT} D uyu larla an laşılan â lem ; m ad d e âlem i. || âlem-i imkân, {OsT} H er şeyin mümkün olduğu âlem . || âlem-i istiğrak, {OsT} İç dünya; kişinin kendinden g eç ip d a ld ığ ı düşünce âlemi.\\ âlem-i kevn, {OsT} Varlık âlem i. || âlem-i kevn ü fesâd, {OsT} Var o lm a ve bozulup dağılm a dünyası.|| âlem-i kitmân, {OsT} Saklı, gizli dünya.|| âlem-i kudsî, {OsT} K u tsal âlem , A llah'ın katı.\\ âlem-i lâhut, {OsT} M anevi âlem , A lla h ’ın katı.|| âlem-i m a’ nâ, {OsT} G örülm eyen âlem , rüya.|| âlem-i melekût {OsT} A llah ’in m utlak egem en o l duğu â lem .|| âlem-i menâm, {OsT} G örülm eyen âlem , rüya.\\ âlem-i misâl, {OsT} Ruhun İlah î â lem den cisim ler â lem in e inerken g eçtiğ i varlıkların h a y a lleri ile dolu â le m ] | âlemin ağzına sakız ol mak, H erkesin konuştuğu, dedikodu sun u yaptığı b ir kim se durum una g elm ek .|| Âlemin ağzı torba değil ki büzesin. İn san ların d ed ikod u yapm aların ı, o lu r olm a z şey le ri söy lem elerin i engellem enin mümkün olm adığ ın ı an latm ak için sö y len ir.|| âlemi nakayis, {OsT} E ksik lik ler â lem i.|| âlem-i nâr, {OsT} A teş dünyası.\\ âlem-i nasüt, {OsT} İnsan lık â le m i.||(kendi) âleminde olmak, B a ş k a la rı ile iliş kiyi k e s e r e k ken d i iç dünyası ile h esa p la şm a duru-
ı r a m et m ı .
201
ALE
murıda bulunmak.]] âlem-i siyâset, {OsT} P olitika dünyası.]] âlem-i sürî, {OsT} Görünen, şa h it olunan z a h irî âlem.]] âlem-i sabâvet, {OsT} Ç ocu klu k dün yası.]] âlem-i süflî, {OsT} B ay a ğ ı âlem , dünya.]] âlem-i şahadet, {OsT} tasvf. Yaratılışın dördüncü basam ağı. || âlem-i şems {OsT} Giineş ve g ez eg en ler.]] âlem-i ulvi, {OsT} 1. Yüksek âlem , gökyüzü. 2. R uhlar âlemi]] (... in) âlemi v ar mı? Uygun düş m üyor; y a k ışık almıyor.]] âlem-nümâ {OsT} - * âlemnüma.|| âlem-penâh, {OsT} -*■ âlempenah.|| âlem-pesend {OsT) H erkesin b eğ en d iğ i,|| âlem -pirâ, {OsT} D ünyayı süsleyen.]] âlem-süz, {OsT} Dünyayı y a k a n .|| âlem-şümûl, {OsT} - * âlemşümul.|| âlemtâb, {OsT} - * âlemtab.|| âlem yapm ak, içkili, sazlı sözlü eğ len c e düzenlem ek. alem1, [Ar. ‘alem (yarık, sınır) jvU] {OsT} is. 1. Bir düşüncenin, yüce ve üstün bir gücün, bir toplulu ğun sembolü; alamet; işaret; sembol; timsal. 2. Bayrak; sancak. 3. Kubbelerin, minare külahlarının veya bayrak direklerinin tepesine konulan madenî ay ve yıldız. 4. Sınır işaretleri; sınır taşları. 5. Sarık için dokunan bir kumaşın içindeki altın teller. 6. mec. Sıfat; unvan. 7. Önder; lider; temsilci. S alem-efrahte, {OsT} B ay rağ ı k ald ırm ış; bay rağ ı yükseltmiş.]] alem -efrâz, {OsT} B ay rağ ı kaldıran , bayrağı yükselten]] alem-i hüm âyun, {OsT} S alta nat san cağ ı]] alem-i Nebî, {OsT} İm p arato rlu k d ö nem inde g a z a la r d a a çıla n Hz. M u ham m ed’in bay rağı]] alem olmak, B ir fik r e , b ir toplu lu ğa lid er olm ak. alem2, [Ar. ‘alem (Up] {OsT} is. Özel isim, f? alemü’l-cins, {OsT} Ö zel isim den üretilen cins ismi. âlemane, [Ar. ‘âlem + Far. -âne 4iliU] (a :lem a :n e) {OsT} sf. Dünya ile ilgili; dünyevi, alemci, [alem-ci] is. Cami kubbelerine, minarelere alem yapan veya takan kimse, alemdar, [Ar. ‘alem + Far. -dar jl-ul*] (a lem d a :r) {OsT} is. 1. Bayrak taşıyan. 2. m ec. Bir işte önder olan. 3. Yeniçeri ocağının çeşitli bayraklarını taşı yanlardan biri. 0 alem dâr-ı hâssa, {OsT} Saltan at san cakların ı taşıyan g ö sterişli kişi.]] alem dâr-ı re sul, {OsT} Hz. M u ham m ed’in sa n ca ğ ın ı taşıyan. alemdari, [Ar. ‘ alem + Far. -dârî ^jIJuJlp] (alem d a :ri:) {OsT} is. Bayraktarlık; sancaktarlık. alenıderan, [Ar. ‘alem + Far. -dâr-ân
(alem -
âîemî2, [Ar.’alem > ‘alemî ^ l * ] (a d em i:) {OsT} sf. (İnsan için) dünyaya ait; dünya ile ilgili; dünyevi, alemida, [Yun. alemida] {ağız} {OsT} is. İplik çilele rini çözgü kalemlerine sarmaya yarayan araç; çık rık. [DS] âlemin, [A r.’âlem > ‘âlemin a\J.^] (a:lem i:n ) {OsT} is. Alemler; dünyalar, alemit, -di [Yun. anemidi] {ağız} is. İplik çilelerini çözgü kalemlerine sarmaya yarayan aygıt; dolap. [DS] âlemiyan, [Ar. ‘âlemî > ‘âlemiyân OLIU] (a d em i:y a :n ) {OsT} is. Dünyaya ait olanlar; insanlar, âlemiyane, [Ar. ‘âlemi + Far. âne ^LİU] (a d em i.y a :ne) {OsT} zf. 1. İnsana yakışır biçimde; insanca; insan gibi. 2. Akıllıca; kurnazca, alemiyet, [Ar. ‘alemî > ‘alemiyyet c~»-U] {OsT} is. dbl. Bir sözcüğün özel isim olma durumu, âlemli, [âlem-li J
İU] (a d em li) {OsT} is. Halının bir
tarafında bulunan mihraba benzer süs öğelerinin tümü. âlem m edar, [Ar. ‘âlem + Far. medâr jl-u ^U] (a :lem m ed a:r) {OsT} is. Alemin merkezi, âlemnüma, [Ar. ‘âlem + Far. nümâ ti ^U] (adem n iim a:) {OsT} sf. 1. Dünyayı gösteren. 2. Büyük İs kender’in İskenderiye’de yaptırdığı deniz fenerinin tepesine koyduğu “bütün dünyayı gösteren” ayna, âlempenah, [Ar. ‘âlem + Far. penâh oto 1U] (a :lem p en a:h ) {OsT} sf. (Padişah için) âlemin sığınağı olan. âlemşümul, -lü [Ar. ‘âlem-şümül
^U] (a :lem -
şüm u.l) {OsT} sf. Dünya ölçüsünde; dünyayı kap samış; dünyayı içine alan, âlemtab, [Ar. ‘âlem + Far. -tâb >_jIj J.U] (a :lem ta :b ) {OsT} sf. Dünyayı ısıtan; dünyayı aydınlatan, âlemun, [Ar. ‘âlemün 0>İU] (a:lem u :n ) {OsT} is. Dünyalar; âlemler, alen, [Ar. ‘alen
{OsT} is. Açık ve meydanda ol
ma; aşikâr oluş, alençik, -ği [eT. ala-cuk] {ağız} is. Çardak; çadır. [DS] alenen, [Ar. ‘alenen tiu] (a'lenen ) {OsT} zf. 1. Her kesin gözü önünde; açıkça; meydanda. 2. Görülebi lir, açık olarak; gizlemeden saklamadan,
d a :ra :n ) {OsT} is. 1. Bayrak taşıyanlar; sancak tarlar. 2. m ec. Önderler; ileri gelenler, aleme, [Yun. anemi] {ağız} is. İplik çilelerini çözgüye sarmaya yarayan çark; dolap. [DS]
alengirli, [Ar. ‘âlem + Far. -gir (tutan) + T. -li >
âlemeyn, [Ar. ‘ âlem-eyn
aleni, [Ar. ‘alen > ‘alenî l5üji] (alen i:) {OsT} sf. 1.
(adem eyn ) {OsT} is.
Dünya ve ahret; iki âlem. alenıî1, [Ar. ‘alem (ö z el isim) > ‘ alemî {OsTI sf. dbl. Özel isimle ilgili.
(alem i:)
alengir-li ?] sf. argo. Gösterişli, fiyakalı, dalavereli, Herkesin gözü önünde; açık; herkesin içinde. 2, zf. Herkesin görüp bildiği şekilde; açıkça; açık olarak. S aleni celse, H alk a a ç ık o la r a k y a p ıla n oturum ;
İ I Ü M I Ü M i SÖZLÜK.
ALE
a ç ık c els e.|| aleni müzayede, H erkesin k a tıla b ile ceğ i ş e k ild e yapıları artırm alı satış; a ç ık artırm a. alenileşme, [aleni-le-ş-me] (a len id eşm e) is. Aleni durumuna gelme, alenileşmek, [alenî-le-ş-mek] (a le n ile ş m e k ) dönşl. f . [-ir ] (Üzerinde gizliliği bulunan bir şey için) açık lanmak suretiyle herkes tarafından bilinir hâle gel mek; açıklık kazanmak, aleniyet, [Ar. ‘alenî > ‘aleniyyet
{OsT} is. 1.
Bir şeyin hiç gizlenmeden, ortalıkta, herkesin gözü önünde yapılıyor olması; açıklık. 2. huk. Bir iş ve ya işlemin yapılırken gizli tutulmaması hâli; açık lık. aleniyye, [Ar. ‘alenî > ‘aleniyye Fr. allergie] is. 1. Bir etken maddeye karşı organizmanın göstermiş olduğu çok aşırı tepki. 2. m ec. Bir kim seye veya fikre karşı olumsuz yönde duyulan aşırı duyarlılık; karşı tepki, alerjik, -ği [Fr. alergique] sf. 1. Alerjiyle ilgili olan, alerjiden kaynaklanan. 2. Bir etken maddeye karşı duyarlılığı olan. 3. mec. (Kişi veya düşünce için) aşırı duyarlılık sebebi olan, alerresi, [Ar. ‘ale’r-re’sî
(a lerre-si:) {OsT}
ünl. Baş üstüne! alesta, [İt. alesta] ( a ’lesta) ünl. dnz. 1. “Hazırol!” komutu. 2. «Buyurun, hazırım!» 3. sf. Hazırlanmış, hazır durumda. 0 alesta beklemek, H azır o la r a k b ek lem ek .|| alesta durm ak, E m ir a lm a k için tetikte h a z ır beklemek.\\ Alesta fero! « D em ir atm aya h a z ır o l!» komutu.\\ alesta tutm ak, H em en ku llan ıla b ile c e k ş e k ild e h a zır bulundurm ak. alestezi, [Fr. allesthesie] is. tıp. Dokunma duyumu nun, dokunulan yerin tam simetriğinden algılanma sı biçiminde görülen bozukluk, alet, [Ar. âlet cJT] (a d et) {OsT} is. 1. Bir işte kulla nılmak üzere yapılmış nesne; araç. 2. Bir. sanatı uygulama alanına koymaya yarayan özel cihaz; aygıt. 3. m ec. Aracı; yardımcı; vasıta. 4. Oyuncak. 5. Organ. 6. huk. Kendiliğinden herhangi bir etkisi olmayan ancak işin sonucunu oluşturmakta kullanı lan araç. S alet çantası, Teknik b ir işi y a p m a k için g e r e k li o la n e l aletlerin in konulduğu ça n ta ; takım ça n ta sı.|| alet edevat, Ç eşitli ve d eğ işik a r a ç la r .|| alet etmek, M eşru olm ayan bir işte y a rd ım cı e le m an o la r a k kullanmak.\\ âlet-i meclis, {OsT} Z iyafet k a p k a c a ğ ı.|| âlet-i m usavvât, {OsT} fız. Mikrofon.\\ âlet-i rücûliyet, {OsT} E rk ek lik o rg a n ı.|| âlet-i şürb, {OsT} İç k i kadehi.\\ âlet-i tecfif, {OsT} K u rutm a m akin esi.|| âlet-i tenasül, {OsT} Cinsiyet o r g a n ı.,|| alet olmak, B ile r e k veya bilm ey erek kötü bir
işte birisin e y a rd ım cı olm ak. || alet verici, A m eliyat sıra sın d a g er ek en a r a ç la r ı o p e r a tö r e veren a sep tik giyinm iş ve eldiven takm ış o la n y a rd ım cı elem an. aletçilik, [alet-çi-lik] (a :letçilik ) is. fe l. Düşünce ve teorileri eylem için gerekli gören felsefî sistem, aletli, [alet-li] (a d etli) sf. Bir alet yardımı ile yapılan. S aletli jim nastik, A tlam a beygiri, kulplu beygir, halka, d en g e a leti g ib i a le tle rle y a p ıla n jim n a stik hareketleri. aletlik, [alet-lik] (a d etlik ) sf. (İş için) alet kullanmayı gerektiren. alev, [eT. yal-mak (yanm ak) > yal-av > alav > alev] is. 1. Yanmakta olan cisimlerden çıkan, dil şeklin de kızıl turuncu renkli, akkor hâlindeki yanıcı gaz kütlesi. 2. Ateş, sıcaklık, kıvılcım. 3. Mızrak veya gönder uçlarına takılan kırmızı flama; tuğ. 4. gnşl. Çiçekleri alev renginde ve alev görünümünde olan bir tropikal kereste ağacı (Sterculia) ve bir süs çi çeği, (P hlox). 5. m ec. Aşk ateşi; sevda. S alev al mak, 1. Tutuşmak, y a n m ay a başlam ak. 2. P a r la m ak ; ışıldam ak. 3. m ec. H ey ecan d an telaşlanm ak. 4. m ec. Öfkelenmek.]] alev alev yanm ak, A teşler a le v le r için d e yanmak.\\ alev borulu kazan, B oru larında. y a n m a g azların ın dolaştığ ı kazan tipi. || alev dönüşlü kazan, Yanm a ürünlerinin o c a ğ a g elm ed en ö n ce b ir boru dem etinden geçtikten so n ra a r k a p la n d a k i fırın d a n çıkıp ön y ü ze g eld iğ i k a zan]] alev-gîr, {OsT} 1. A levlenm iş, tutuşmuş. 2. Şiddetlenm iş, hiddetlen m iş.|| alev-gûn, {OsT} A lev ren g in d e.|| alev-hîz, {OsT} 1. A levlenen, p arlayan . 2. m ec. Kızgın, hiddetli.]] alev kesilmek, Ç o k sin ir lenmek.]] alev-keş, {OsT} A levden k o p a n ; alevden sıçray a n ; kıvılcım.]] alev makinesi, D üşm an üzeri ne y a n a r h â ld e g a z y a d a sıvı püskü rten sila h .]] alev-nâk, {OsT} Alevli, ateşli. ||alev-rîz, {OsT} A lev saçan.]] alev saçağı sardı, T ehlike ç o k ilerledi, ön len em ez h â le geldi. alevcik, [alev-cik] is. Küçük alev. Alevi, [Ar. ‘ali > ‘alevî ıSjJ^] (a lev i:) {OsT} is. ve sf. 1. Dördüncü halife Hz. A li’nin soyundan gelen. 2. Hz. A li’yi diğer halifelerden daha çok seven, daha üstün tutan; Hz. Ali taraftarı. Alevilik, -ği [Alevî-lik] (a lev id ik ) is. Hz. A li’yi diğer halifelerden daha üstün tutan ve sevenlerin görüşü ve mezhebi. alevlendirme, [alev-le-n-dir-me] is. 1. Alevlendir mek işi. 2. İçin için yanan bir şeyin alevi görünür şekilde yanmasını sağlama, alevlendirmek, [alev-le-n-dir-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Tutuşturmak. 2. m ec. Unutulmuş bir konuyu tekrar gündeme getirip ortalığı kızıştırmak. 3. Bir tartış mayı şiddetlendirmek. 4. m ec. Çok öfkelendirmek, sinirlendirmek, alevlenirlik, -ği [alev-le-n-ir-lik] is. Alev alarak yanabilme özelliği.
Ö İ IH T İ IÎ 1 M .2 0 3
alevlenme, [alev-le-n-me] is. Alev alma, tutuşma du rumu ve eylemi, alevlenmek, [alev-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. Alev çıkararak yanmaya başlamak. 2. m ec. Birden pat lamak; şiddetlenmek. 3. m ec. Çok kızmak; öfke lenmek.
ALG smdan liflerinden ip, hasır ve kâğıt yapılan uzun ömürlü bir bitki, (stipa ten acissim a).
alfa2, [Yun. alpha] is. Yunan alfabesinin ilk harfi. S1 alfa ışınları, R a d y o a k tif elem en tlerin y aydığ ı +2 yüklü iki p ro to n ve iki nötron p a rç a cığ ın d a n m ey d a n a g elm iş (helyum çek ird eğ i) ışın dem eti. alevli, [alev-li] sf. 1. Alev saçar bir hâlde yanan. 2. alfabe, [Yun. alpha + beta > alphabe] is. 1. Bir dildeki seslere dayalı ifadeleri yazıya geçirmek için mec. Şiddetli; sert; hararetli. S alevli fırın, İçin d e kullanılan şekillerin bütünü. 2. Bu işaretlerin kabul işlen ecek m addenin doğru dan a le v le karşılaştığ ı gören sıralanmış şekli. 3. Çocuklara okuma ve tipteki fırın . yazmayı öğretmek için hazırlanmış küçük kitap. 4. aley, [Ar. ‘ala > ‘ aley lJ s - ] {OsT'} e. Üzere; üstüne (za gnşl. Temel bilgilerin özeti, fi1 alfabe dışı, dbl. B ir m irle birlikte kullanılır). d ild e kullanılan harflerin dışın da bir ş e k il ile g ö s aleyh, [Ar. ‘ala (üzerine) + hi (ona) > ‘aleyh terilen ses. |j alfabe sırası, H arflerin a lfa b e d e b e lir tilen y er in e g ö r e diziliş. {OsT} is. Karşı; zıt; karşıt; aykırı, fi1 aleyh-dâr, -*• aleyhtar.|| aleyhe dönmek, E v v elce b eğ en d iğ i b ir alfabetik, -ği [Fr. alphabétique] sf. Alfabede belirti kişiye veya düşün ceye so n rad a n karşı çıl Fr. alfénide] is. «Allah ’in s a lâ t ve selâ m ı onun üzerin e o lsu n .» ş e k Parlak metal rengi dolayısıyla sofra takımı imalin lindeki d u a .|| aleyhi’s-selâm, {OsT} P ey g a m b erler de kullanılan yüzde yirmi oranında gümüş katılmış için kullanılan «S elâm onun üzerin e olsun. » duası. bakır, nikel ve çinko alaşımı, aleyha, [Ar. ‘aleyhâ Lj-lp] (a ley h a:) {OsT} ünl. ... o- alfons, [Fr. Alphonse (er k e k adı)] is. argo. Muhabbet tellalı; fahişe dostu; pezevenk, nun üzerine olsun! alg, [Fr. algue] is. bot. Denizlerde ve tatlı sularda aleyhi, [Ar. ‘aleyhi 4Jlp] {OsT} ünl. ... onun üzerine! yaşayan klorofılli, köksüz bitkiler; su yosunu. aleyhillane, [Ar. ‘aleyhi’l-la'ne ijJJI -tip] (aley- -alga, [-al-ga / -elge] yap. e. Fiillerden isim türeten ek. İşlek değildir: çizelge. hU’lâ:n e) {OsT} ünl. (Şeytan için) lanet ona! algan, [al-ğan] {e l } (Kadm için) bir erkek tarafından aleyhim, [Ar. ‘aleyhim / ‘aleyhimâ alınmış; kocaya varmış. [Gabain] {OsT} ünl. Onların üzerine! alganmak, [al-ğa-n-mak / al-ka-n-mak] {eT} edil. f . aleyhtar, [Ar. ‘aleyh + Far. -dar jb 4^U] (aley h ta.r) [-u r] Övülmek; ünlenmek. [Gabain] algar, [Yun. alkari] {ağız} is. 1. Bıldırcın tutmaya ya {OsT} sf. Bir işe, bir fikre karşı duran, rayan, ucunda ağ bulunan aygıt. 2. Ateş çekmeye aleyhtarlık, -ğı [aleyhtar-lılc] is. Bir işe, bir fikre kar yarayan araç; gelberi. 3. Dalları eğmeye, çekmeye şı olma durumu, yarayan ucu eğri araç. [DS] aleyke, [Ar. ‘aleyke dLU] {OsT} ünl. Senin üzerine algarina, [İt. argagno] is. 1. dnz. Gemilere ağır yük olsun! koymak veya batık gemileri çıkarmakta kullanılan, aleyküm, [Ar. ‘aleyküm {OsT} ünl. Sizin üze kendi motoru ile hareket eden saç tekneli duba. 2. Kayığa halat çekmekte kullanılan makara. 3. arg o. rinize olsun! İri yarı, güçlü kabadayı, aleykümselam, [Ar.'aley-lcümü’s-selâm j>}UI p-SLİp] algarna, [İt. argagno] is. -*■ algarina, {OsT} ünl. Allah’ın selamı sizin de üzerinize olsun algasam ak, [Moğ. alğa-sa-mak j*~aJT] {eAT} gçl. f . anlamında «Selamün aleyküm (A lla h ’ın selam ı [- r ] Korkutmak; ürkütmek, üzerinize o lsu n )» sözünün karşılığı, algı, [al-gı] is. p sikol. 1. İnsanın zekâsının verileri ile aleyna, [Ar. ‘aley-nâ bJı*] (aley n a:) {OsT} ünl. Bizim birleştirmek üzere nesnelere ait duyular yoluyla el üzerimize olsun! de ettiği yalın bilgiler; idrak. 2. {ağız} Çizilmiş haş alfa1, [Ar. halfa] {OsT} is. bot. Buğdaygiller familyahaş kapsülünden akan sıvı; afyon sakızı. [DS] 3.
İIÜ M T O U S S 0 M . m
ALG {ağız} Haşhaştan afyon sütünü sıyırıp toplamaya yarayan özel bıçak. [DS] 4. {ağız} Kazanç; alacak. [DS] 5. {ağız} Vergi. [DS] 6. {ağız} Rüşvet. [DS], 7. {ağız} Ganimet. [DS] 8. {ağız} İlgi; alaka. [DS] 0 algı bıçağı, Çizilm iş h a şh a ş kapsülünden a k a n ve koyu laşm ış afyon sakızını kapsülün üzerinden sıyı rıp toplam aya y a ra y an ö z e l b ir bıçak. algıcı, [al-gı-cı] {ağız} is. Tahsildar; alımcı. [DS] algıcılık, -ğı [algı-cı-lık] is. Algılamada, zihnin bir dış gerçeği doğrudan kavradığını ve bunun bilinci ne vardığını öne süren felsefe görüşü, algıglamak, [alğığ-la-mak] {eAT} gçl. f. [ - r ] Aşağı lamak. algılama, [algı-la-ma] is. 1. Algılamak işi. 2. Duyu organları aracılığıyla bilgi sahibi olma; idrak etme, algılamak, [algı-la-mak] gçl. f i [- r ] Beş duyu vasıta sı ile dışarıda olup bitenler hakkında bilgi edinmek; idrak etmek. algılanma, [algı-la-n-ma] is. 1. Algılanmak işi. 2. Bir nesne hakkında, biri tarafından bilgi sahibi olma, algılanmak, [algı-la-n-mak] edil. f. [-ır ] Biri tarafın dan bir şey hakkında duyu organları yoluyla bilgi edinilmek. algılatma, [algı-la-t-ma] is. 1. Algılatmak işi ve gi rişimi. 2. Birinin, duyu organlarıyla bir şey hakkın da bilgi edinmesini sağlama, algılatmak, [algı-la-t-mak] gçl. f i [-ır ] Birinin, duyu organlarını kullandırtarak bir başka şey hakkında bilgi sahibi olmasını temin etmek, algılayıcı, [algı-la-y-ıcı] sf. 1. Algılama yetisi bulu nan. 2. is. Duyu organları yoluyla varlığını kavra yamadığımız varlıkları, olayları ve durumları görü nür ve bilinir hâle getiren aygıt; detektör, algılayış, [algı-la-y-ış] is. 1. Algılama işi. 2. Algıla ma tarzı. algın1, [al-gm] sf. 1. (Bir hastalık tarafından) alınmış. 2. Aklı alınmış; sevdalı; meczup. 3. {ağızj Renksiz; cılız; zayıf; hastalıklı; yılgın. [DS] 4. {ağız} Kötü rüm. [DS] 5. {ağız} Sevdalı; âşık; vurgun. [DS] 6. {ağız} Alıngan; işkilli. [DS] 7. {ağız} Şaşkın; sersem. [DS] 8. {ağız} Alışık; yatkın; tutkun. [DS] 9. {ağız} Kuvvetli; alan, yenen. [DS] 10. {ağız} Keskin. [DS] 11. {ağız} İyi; güzel. [DS] 12. {ağız} Öfkeli; kinli; düşman. [DS] 13. {ağız} Alıngan; işkilli. [DS] 14. {ağız} Sıcak kanlı; sevimli; cazip. [DS] 15. {ağız} Çok fazla. [DS] 16. {ağız} (Yük için) ağır basan; meyilli. [DS] S algın gözle bakm ak, {ağız} A lıcı g ö z le bakm ak. [DS]|| algın olmak, {ağız} Ç o k ç a lışm aktan, a ğ ır işten halsiz düşm ek; kötürüm h â le gelm ek. [DS] algın2, [al-gm] {ağız} is. 1. Su yolu; lağım. 2. Hızlı akan su. 3. Soğuktan kurumuş bağ çubuğu. 4. Zorla alınmış mal; yağma. [DS] S algın salgın, {ağız}] K ö y m uhtarının köylüden topladığı p a ra . [DS
algmlaşmak, [al-gın-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] {ağız} Sağlığı bozulmak; güçsüz kalmak. [DS] algınlık, -ğı [al-gm-lık] is. 1. Algın olma durumu. 2. Bir hastalığa sebep olan etkenlere uğrama, so ğ u k algınlığı. 3. {ağız} Düşmanlık; garazlık. [DS] algm mak, [al-ğm-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] Kaybol mak. [EUTS] algıs, [alka-mak (övm ek) > alğıs / al-lç-ış] {eT} is, İyi dua. algısız, [al-gı-sız] {ağız} sf. Sevimsiz; hoş gelmeyen. [DS] algış, [al-ka-mak > alğış ^i^ll] {eAT} is. Alkış. 0 algış itmek, {eAT} A lkışlam ak; öv m ek; ulu lam ak; du a etm ek.|| algış olunmak, {eAT} A lkışlanm ak. algin, [Fr. algine] is. kim. Su yosunlarından elde edi len suda erimeyen yapışkan sıvı, alginat, [Fr. alginate] is. kim. Suyun arıtılmasında ve hazır gıda sanayimde koyulaştıncı olarak kullanı lan alginik asidin tuzu, alginik asit, [Fr. alginique] is. kim. Esmer su yosun larında bulunan sodyum tuzu hâlindeki asit, algler, [Fr. algue > alg-ler] is. bot. Denizlerde ve tatlı sularda yaşayan klorofılli, köksüz bitkiler toplulu ğu; su yosunları, algoritm a, [el-Harizmî (9. yy. A rap m atem atikçisi) > Alguarismo (İsp an y olca söylen iş şekli) > Fr. algorithme] (a lg o r itm a ) is. mat. 1. Orta Çağda batılılarm Müslümanlardan öğrendikleri onluk dü zende hesap yapma sistemi (H arizm î usulü hesap). 2. Bir problemin çözümünde art arda uygulanan sınırlı temel işlemler dizisi. 3. Bilgi işlem program larındaki sayısal giriş bilgilerini, yine sayısal çıkış bilgileri hâline dönüştüren düzenleme, algostaz, [Fr. algostase] is. Merkez sinir sisteminin algılamayı önlemesine dayanan, travmalarda görü len bir nevi ağrı duymama veya ağrının etkisine dayanma hâli, algu, [al-ğu] {eT} sf. zm. Hep; bütün; hepsi. [EUTS] algun1, [al-ğun o y J'] {eAT} sf. Aklı başından almmış; meczup; algm. algun2, [al-gun ?] {ağız} is. 1. Lağım. 2. Tümsek. [DS] algun’, [Far. âl-gün OjZl~\] (algû :n ) sf. Al renginde; koyu ve parlak pembe, algune, [Far. âl-güne 4ij53T] (algîv.ne) is. 1. Allık. 2. Serap; pusarık, alguncu, [algun-cu] {ağız} is. Lağım temizleyicisi. [DS] algunı, [al-ğu-nı] {eT} zm. Hepsini. [EUTS] alhınmak, [alh-m-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Bitmek; tükenmek; azalmak; eksilmek; kaybolmak. [EUTS] -alı, [-a-lı / -e-li / -y-a-h / -y-e-li] yap. e. Fiil kök ve gövdelerinden başlangıç sınırını belirten zarflar
nHHEESEUK.»
ALI
yapar. Bu ekle kurulan zarflar yan cümlenin yük lemi olabilir. Ayrıca “beri, -den beri” ilgeci ile kul lanıldığı, geçmiş zaman çekimleri ile de ikilemeler kurduğu olur: gideli, varalı beri, yazdım yazalı. (eATj (aym)
ahgsam ak, [al-ığ-sa-mak] {eT} gçl. f. [ - r j Almak is temek. [DLT] -alık, [-alık / -elik] {eAT} çek. e. İstek kipi çokluk bi rinci kişi eki; -alım.
alı, [al-ı ^T] {eAT} is. Alma eylemi. S 1 alı satı, {eATj
alık2, -ğı [eT. al-mak > al-ığ] is. ve s f 1. Anlama ve sezme gücü yetersiz; aptal; avanak; bön; budala; ebleh; saf; salak; sersem. 2. {ağız} Zayıf; hâlsiz; renksiz; soluk. [DS] 3. {ağız} Düzensiz; tertipsiz. [DS] S alık alık bakm ak, A n lam adığın ı belli e d e c e k ş e k ild e bakm ak.
Alım satım ; alışveriş.\\ alı satı eylemek, {eATj Alış veriş y a p m a k .|| ah satı eyleşmek, {eATj A lışveriş yapm ak. ||alı satı itmek, {eATj A lış veriş yapm ak. alıcı, [al-ıcı L^ T ] is. 1. Bir malı para karşılığında al mak isteyen veya alan kişi; müşteri. 2.. Bir şeye karşı arzu ve istek besleyen; talip. 3. Kendisine posta aracılığıyla bir mektup, koli ve havale gibi şeyler gönderilen kişi. 4. Başkalarının hazırladığı bir şeyi alıp yararlanan, kendisine mal eden kişi. 5. {ağız} Can alan melek; Azrail[DS] 6. {ağız} Evlenme çağındaki oğulları için kız beğenmeye giden kişi ler; görücü. [DS] 7. Bir elektromanyetik dalgayı ses veya görüntüye çeviren aygıt. 8. Telefonda sesi alan aygıt; ahize. 9. Kamera. 10. Bir molekülün bağlandığı veya etki ettiği molekül bölgesi. 11. Duyu organlarının aldığı uyarıyı sinirsel bir mesaj hâline dönüştüren kısım. 12. Kendisine kan verilen veya organ takılan kişi. 13. {eATj (Kuş için) avcı. 14. {ağız}. Kurtuluşu olmayan, öldürücü hastalık. [DS] 15. {ağız} sf. İçli; alıngan. [DS] 16. {eAT} Ka bul eden. 17. Koruyan; tutan; saklayan; muhafaza eden. 18. arg o. Edilgen eşcinsel erkek. 19. argo. Fahişe; değişik erkeklerle sık sık cinsel ilişkiye giren kadın. S alıcı bulmak, S atm ak istenilen bir m al için m üşteri bıılmak\\ alıcı çıkm ak, S atılık bir m al için m üşteri o lm a k .|| alıcı görünm ek, Arzu duymak, istekli olm ak. || alıcı gözle bakm ak, Ç ok iyi in celem ek; d ikk atle bakmak.\\ alıcı kılığına girmek, S atılık b ir m alı a lm a k istem ediği h â ld e a la cak m ış g ib i davranmak.\\ alıcı kuş, 1. A vcılıkta kullanılan doğan , şa h in türünden eğitilm iş yırtıcı kuş. 2. Avım kaçırm ay an a v cı kuş. || alıcısı tutm ak, {ağız} Ö lüm cül h a sta lığ a y a kalan m ak. [DS]|| alıcı verici, O rtak b ir antenden y a ra rla n a n hem alıcı, hem d e v erici d ev r eler i bulunan rad y o-tekn ik alet. alıç, -cı [eT. aluç [TİETZE] / Far. âlü-ça / âlü [Clauson] > alıç] is. bot. 1. Denizden 1600 m. yüksekliklere kadar orman alanlarında görülen, gülgillerden di kenli çalı (C rataegu s azarolu s) ve bu çalının çok çekirdekli kiraz büyüklüğündeki hafif mayhoş lez zetli meyveleri; akdiken; mayıs dikeni; soylu di ken; dikenli alıç; yemişen. 2. Aşık oyununda oyunu kazanma demek olan aşığın bek gelme durumu, alıg, [al-ığ] {eT} is. 1. Alış; alma. [Üç İtigsizler] 2. sf. Kötü; fena; alık. [DLT] 3. {eAT} Korkak, alıgelmek, [al-mak>al-ı+gel-mek dUJS' J î / dUJSJl] {eAT} g ç l.f. [-ü r] Alıp gelmek; getirmek, alıgitnıek, [al-malc > al-ı+git-mek {eAT} g ç l.f. [ - r ] Alıp gitmek; götürmek.
/ lilojSJT]
alık1, [al-ık] {eT} is. Kuş gagası. [DLT]
alık’, -ğı [al-mak > al-ık] {ağız} is. 1. Koyun ve ke çilerin belli bir yerinden tüyünü kırpmak suretiyle yapılan belirti. 2. Besili koyanların yünü kırpılırken sırtında bir tutam kadar alıkonulan kesilmemiş yünden belirlilik. 3. Koyunun ilk yünü. 4. Nişan, işaret için kulağın bir parçasının kesilerek alınması. 5. Boğaların boynundaki yağ yumağı şişliği. 6. Akarsuların sürükleyip getirdiği tahta, odun, çalı vb. şeyler. 7. İç güveyisi. [DS] alık4, -ğı [eT. al-mak > al-ık / al-uk j J J ] {eAT} is. 1. Tutuş; kavrayış. 2. Gidiş biçimi. alık5, -ğı [al-mak > al-ık j J l ] {ağız} is. 1. Hayvanla rın üzerine konulan çul veya eyer, semer; palan. 2. {eAT} Eyer altına konulan ter bezi. 3. Hayvanlara semersiz vurulan yük. 4. Semerin içine konulan yün, keçe veya kırpıntı. 5. Eski; kirli elbise. 6. Gi yecek; giysi. {eAT} (aynı) 7. Gön çarığın içine konu lan ya da ayağa sarılan eski çorap. 8. Palto; aba; gocuk. 9. Çamaşır yıkarken giyilen eski elbise. 10. sf. (Giyecek, yatak yorgan vb. için) çok eski; yırtık; partal. [DS] alıklam a, [alık-la-ma] is. 1. Alıklamak işi. 2. Kaba ve hafif yük. alıklam ak1, [alık-la-mak] gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] 1 . Kuzu ve koyunların yattıkları yerde pislik bulaşa rak topak hâline gelen karın yünlerini kesmek; ka rın tüylerini kesmek. alıklam ak2, [arık (zayıf) > arık-la-mak] {ağız} gçsz. f i [~r] [-l(ı)-y o r] Zayıflamak; sararmak. [DS] alıklaşma, [alık-la-ş-ma] is. Alık hâle gelme, alıklaşmak, [alık-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [ - ır] Beklenme dik bir durum veya olay karşısında ne yapacağını bilememek; aptallaşmak; afallamak; şaşırmak, alıklaştırm a, [alık-la-ş-tır-ma] is. Alık hâle getirme, alıklaştırm ak, [alık-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır ] Birini, ne yapacağım bilemez hâle getirmek; şaşırtmak, alıklı, [alık-lı] {ağız} sf. Karısının baskısında olan er kek. [DS] alıklık, -ğı [al-ık-lık] is. Anlama ve sezme gücü ye tersizliği; aptallık; avanaklık; bönlük; budalalık; eblehlik; saflık; salaklık; sersemlik, alıkmak, [al-ığ-mak / al-ık-mak] {eT} gçsz. fi [-u r] 1. Alçalmak. 2. Bozulmak. 3. Azmak. 4. Kötüleşmek.
ALI [DLT] 5. Azalmak; bitmek; tükenmek; sona varmış olmak; sona ermek. [EUTS] 6. argo. Hoşlanarak bakmak; süzmek, alıkonulma, [al-mak + ko-n-ul-mak] is. Gitmesine engel olunma; gecikmesine sebep olma, oyalanma, alıkonulmak, [al-mak +ko-n-ul-mak] edil. f . [-u r] 1 . Biri tarafından gitmesine engel olmak; zor kullana rak veya başka sebeplerle tutulmak. 2. Biri tarafın dan oyalanmak, alıkoyma, [al-mak + lco-y-mak > al- (ı)-ko-y-ma] is. Birini zorla tutma, gitmesine engel olma, alıkoymak, [al-mak + ko-y-mak > al-(ı)-ko-y-mak] gçl. f . [- a r ] 1. Birini belirli bir süre için bir yerde tutmak. 2. Gitmesine engel olmak. 3. İş yapan biri sini, işinin gecikmesine sebep olacak şekilde oya lamak. 4. Birinin yapmak istediği bir işi yapmasına engel olmak, yaptırmamak. 5. Bir nesneyi diğerle rinden ayırarak yanında tutmak, saklamak. 6. Geri verilmesi gereken bir nesneyi vermeyerek yanında tutmak.
Ö Î Ü M I İ İ M Î S ö M .m alımcı, [al-mak > al-ım-cı] is. Doğrudan ödenen ver gileri toplayan memur; tahsildar, alımcı!, [alım-cıl] {ağız} is. 1. Almaya, satın almaya istekli olan kimse; müşteri; talip. [DS] 2. {ağız} Alıngan; hassas; onurlu. [DS] S alımcıl olmak, A lm ak istem ek; m üşteri çıkm a k; talip olm ak. alımçı, [al-ım-çı] {eT} is. 1. Alıcı. 2. Borç veren; alacaklı. [EUTS] [DLT] alımga, [al-ım-ğa] {eT} is. Hakanın mektuplarını Türk yazısıyla yazan kimse. [DLT] alım kâr, [al-ım + Far. -kâr] (alım kâ.r) s f Almağa gönüllü olan; almağa istekli. alımlı1, [alım-lı] sf. 1. Güçlü bir çekiciliği olan, güzel; cazibeli; göz alıcı. 2. (Eşya için) beğenilen, hoşa giden. 3. {eAT} Alacaklı. 4. {ağız} Gururlu; çalımlı; kurumlu. [DS] 5. {ağız} Anlayışlı; hassas; alıngan; onurlu. [DS] alımlı çalımlı, Güzel ve çek ic i oldu ğu için kurum lanan (kadın). alımlı2, [alım-lığ > al-ım-lı J l T ] {eAT} sf. Alacaklı.
alıl, [alın / alıl JJÎ] {eAT} is. Alın.
alımlıg, [alım-lığ] {eT} is. Alacaklı; alacağı olan kim se. [DLT]
alılmak, [al-mak > al-ıl-mak] feTj dönşl. f . [-u r] 1. Alınmak [Mühennâ], 2. Kendisi için almak. [EUTS]
alımlılık, -ğı [alım-lı-lık] is. Etkileyici ve çekici bir güzellik.
-alım, [-alım / -elim] çek. e. Emir kipinin birinci çok luk kişi çekimini sağlayan ek. git-elim , yaz-alım , bar-alım (varalım ).
alımsınma, [alım-sm-ma] is. Alımsınmak işi.
alım, [al-mak > al-ım J.T] is. 1. Alma işi, satın alma eylemi. 2. Bir şeyin içine alabilme, taşıyabilme miktarı; istiab haddi; kapasite, sığa. 3. Paranın satın alma değeri. 4. m ec. Güzellik, çekicilik; cazibe. 5. Silahın menzili. 6. {ağız} Pamuk ipliği. [DS] 7. {eT} Borç; borç alınan her şey. [EUTS. [Gabain] 8. {eT} {eAT} Alacak; hak. [DLT] 9. {eT} Suç. 10. {ağız} Ça lım; gösteriş; tavır; hâl. [DS] 11. {ağız} Hacim; ge nişlik. [DS] 12. {ağız} Bir seferde alınabilen miktar; ölçü. [DS] 13. {ağız} Kötülüğün karşılığı; ceza. [DS] 14. {ağız} Eğrilmek üzere hazırlanmış bir parça yün. [DS] S alım çalım, Güzel olm anın verdiği kuruntu.\\ alımı geniş, {ağız} Vurdumduymaz; ta ham m üllü; hazım lı. [DS]|| alimini alm ak, {ağız} 1. F a z la sı ile tatmin o lm a k; ağzın a k a d a r dolm ak. 2. H a k ettiği cezayı g ö rm ek ; p a y la n m a k; h a k a rete uğram ak. 3. B ir işin in celiklerin i k av ram ak; ustası o lm a k ; m elek e kazanm ak. 4. H evesini alm ak. 5. Yaptığı işte b a şa rısız lığ a u ğram ak; z a r a r etm ek. 6. H asta lık bu lm ak; d ert kazanm ak. 7. Yükünü tut m a k ; a la c a ğ ı k a d a r alm ak. [DS]|| alım satım, {eAT} Satın a lm a ve satm a işleri; alışveriş.\\ alım satım itmek, {eAT} Alış veriş yapmak.\\ alım sözleşmesi, B ir m alı sa tm ak ve a lm a k üzere sa tıcı ve a lıcı ta ra fın d a n y a p ıla n sözleşm e. alımamak, [al-mak + u-ma-mak > al- + ı-ma-mak j ^ J T ] {eAT} gçl. b . f [-ı-m az] 1. Alamamak; kapa mamak. 2. Tutamamak. 3. Kavrayamamak.
alımlu, [alım-lığ > al-ım-lu ^UT] {eAT} sf. Alacaklı, alımsınmak, [al-ım-sın-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Alır gibi görünmek. [DLT] alın, -İni [eT. alın J l ] is. 1. İnsan başının ön tarafında yüzün üst bölümünü oluşturan saç bitimi, şakaklar ve kaşlar arasında kalan kısım. 2. Hayvanlarda, göz ile başın yukarı bitim noktası arasında kalan kısım. 3. Binaların ön cephesinin çatı üçgeni içinde kalan bölümü. 4. {eT} Ön taraf; cephe; dağın ön cephesi. [EUTS] 5. {ağız} Karşı; karşı taraf. [DS] t? alın aç m ak, Onur k ırıcı h e r türlü h a rek eti k o la y ca kabullen m ek.|| alın bağı, {eAT} K adın ların a lm ların a b a ğ la d ık la rı altın y a d a g ü m ü şlerle süslü bağ. || alın çatı, {ağız} Alnın o rtası; iki kaşın arası. [DS]|| alın çatısı, îk i kaşın a ra sı; alnın ortası. || alın çat kısı, 1. B a ş ağrısın ı d in dirm ek için alından başın a rk a sın a k a d a r s a r a c a k şe k ild e b a ğ lan an mendil. 2. Bu şe k ild e bağ lan m ış ve sa çla r ı tutturmaya y a rayan bant.|| alın kabağı, {ağız} Alnın o rtası; iki kaşın arası. [DS]|| alın kası, anat. Alın d erisi altın d a bulunan kas. || alın kemiği, anat. K a fa tasının ön tarafın d a bulunan tek v e b a k ış ık kem ik. || alın saçı, {eAT} P erçe m ; kâkü l.|| alın teri, Ç alışm a ve g a y ret son u cu n da eld e ed ilen ürün.\\ alın teri dökmek, B ir e s e r veya ürün ortay a ç ık a ra b ilm ek için ç o k em ek verm ek, ç o k çalışmak.\\ (bir şeyden) alnı açık çıkm ak, B ir işi nam usluca, g a y retle bi tirm ek]] alnı açık, yüzü ak olmak, Utanç verici b ir davran ışı bu lunm am ak; a klan m asın a en g el bir tutumu bulunm am ak. \| alnı ak, yüzü pak, Dürüst,
İ M
İ K
S İ M İ . 207
ALI
namuslu, tem iz.||alm akıtmalı, A lnından boynuna doğru b ey az lık bulunan at. || alnı alnına, {ağız} Yüzde yüz fa iz le . [DS]|| alnı çakal, {eAT} Alnı s a kar. || alnın çatısı, {ağız} Alnının o rta sı; iki kaşın arası. [DS]|| alnı depeli, {eAT'} Alnı perçemli.\\ alnı davul derisi, Utanmaz.\\ alnı kabağı, {ağız} Alnının ortası; iki kaşın arası. [DS]|| alnına asm ak, B ir kim seyi kötü sıfatından d olay ı h e r k e s e tanıtm ak; kötülüğünü ilan etm ek.|| alnına yapıştırm ak, B ir kim seyi kötü sıfatından d o la y ı h e r k e s e tanıtm ak; kötülüğünü ilan etmek.\\ alnını karışlam ak, B irin i kü çü m seyerek m eydan oku m ak; k a v g a y a veya d ö vüşe d a v et etmek.\\ alnında beyaz eser, Atların aln ın daki çizgi h â lin d e bey az tüyler.|| alnında be yaz nişane, Atların aln ın da bulunan bey az çizginin kalın ı.|| alnında k ar topu, A tların aln ın da bulunan beyaz y u v a rla k şekil.\\ alnından öpmek, B eğ en mek, takdir etm ek. || alnından te r boşanm ak, Ç ok yorulm ak, ter le m e k ||alnından te r dökmek, Ç ok em ek verm ek. || alnını çatm ak, K aşların ın uçlarını birbirin e y a klaştırıp yu karı doğru k ald ırm ak su re tiyle öfkesin i b e lli etm ek. || alnının akıyla, N am u suyla, şe refiy le başa rm ış o la ra k. || alnının (ar) da m arı çatlam ak, Yüzsüzlük etm ek, utanmamak.\\ alnının teriyle kazanm ak, B ir m alı ça lışm a ve gayret sonu cu eld e etm ek. ||alnı secdeden kalk mamak, Ç o k ib a d et etm ek. alınç, [al-ınç] {eT} sf. Alan; elde eden. [EUTS] abndı, [al-ın-mak > alın-dı] is. 1. Gönderilen posta maddesinin alıcıya teslim edilmek üzere kayıtlı olarak alındığını belirten belge. 2. Paranın teslim alındığını belirten belge; makbuz. 3. Mesaj iletme işleminde mesajın alındığını belirten işaret, alındıb, [al-m-dı-lı] sf. (Posta maddesi için) ek bir ücret karşılığında kaybolmadan veya zarara uğra madan alıcısına teslim edilmek üzere kabul edilen; taahhütlü; geri gönderimli. ahndırmak, [alın-mak > alın-dır-mak
gçl. fi.
[-ır] 1. Kızdırmak; üzülmesine sebep olmak; {eAT} (aym). 2. {ağız} gçsz. f . İlgilenmek; aldırmak; oralı olmak; etkilenmek. [DS] alındurmak, [alm-dur-mak] {eAT} gçsz. f i [-u r] Mü teessir olmak, alıng, [al-ıfi] (alıfi) {eT} sf. Aciz kimse; güçsüz kişi. [EUTS] alıngan, [alm-gan] is. ve sf. Aşırı derecede duyarlı, çabuk kırılan; kendisine söylenen sözü uzun zaman unutmayan. alınganlık, -ğı [alm-gan-lık] is. Aşırı derecede du yarlı davranma hâli; alıngan olma durumu. 0 alın ganlık etmek, A şırı duyarlıym ış g ib i davranm ak. alınghg, [al-ın-lığ] (alınlıg) {eT} sf. Alınlı; alnı olan. [EUTS] 0 alınlık er, {eT} Alnı g en iş v e y ü k sek olan adam . [DLT] alınılmak, [al-m-ıl-malc] e d il.fi [-u r] Alınmak.
alınlamak, [alm-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)y o r ] Fırsat kollamak. [DS] alınlık, -ğı [alm-lık] is. 1. Büyük bir mimari yapının giriş kısmının üstündeki duvar hizasında yükselen üçgen veya yuvarlak görünüm. 2. Atların alınlarım korumak için burunları üzerine takılan zırh. 3. K a dınların almlarına taktıkları altın veya mücevher lerle süslü zincir. 4. Koltukların oturma yeri ile kol arasındaki boşluğu örten kumaş. 5. {ağız} Levha; tabela; kitabe. [DS] 6. {ağız} Kapının üstü; eşiğin tam karşıtı. [DS] 7. {ağız} Hayvanlara vurulan baş lığın alna gelen üst kısmı. [DS] 0 alınlık tablası, B ir alınlığın e ğ ik iki y an k en a rla rı ile yatay k a id e a ra sın d a ki süslü üçgen alan. alınma, [al-mak > al-m-ma] is. Almmak fiili. alınm ak1, [al-ın-mak] edil, f i [ -ır ] 1. Biri tarafından alıp başka bir yere aktarılmak; taşınmak. «Bu h a b e r le r televizyondan a lın d ı.» 2. Konulmak; dahil edilmek. «R aporun g iriş kısm ı özet o la r a k k a r a ra b ir m ad d e o la r a k alın sın .» 3. (Yazı, resim vb. için) bir eserden, bir yazıdan aynen alarak kullanmak; iktibas etmek. 4. Para ödenerek sağlanmak; elde edilmek; satın alınmak. «Bu ç iç e k le r siz e a lın d ı. » 5. Fethedilmek; zapt edilmek. 6. Seçilmek; tercih edilmek. 7. (Cenaze için) götürülmek; kaldırılmak. 8. dönşl. Âşık olmak; gönlünü kaptırmak; tutul mak. 9. {eT} Kendisi için almak; elde etmek. [Gabain] 10. {eT} Kendi başına alacağını almak. [DLT] 11. {eT} Elde edilmek; alınmış olmak. [EUTS] 12. {ağız} Zayıflamak; kuvvetten düşmek. [DS] 13. {ağız} (Toprak için) suyu çekilmek; kuru mak. [DS] 0 alınmak salınmak, K urum la sa lın a s a lın a yürüm ek. alınmak2, [al-m-mak
dönşl. f i [-ır ] 1. Birisinin
söz ve davranışları yüzünden incinmek, üzülmek; kendi üzerine alarak gücenmek. 2. Aldırış etmek; aldırmak. 3. {eT} Bir şeyi üzerine almak; alınmak. [Yüknekî] 4. {eAT} Endişe duymak. 5. {eAT} Tutul mak; kapılmak. alınmak3, [avun-mak / alm-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] (Dişi hayvan için) gebe kalmak; döl tutmak. [DS] alıntı, [al-mak > al-ıntı] is. 1. Bir başkasının yazısın dan veya birinci derecede önem taşıyan belgeden kaynağını belirterek bilgi ve söz aktarmak; iktibas; aktarma; atıf; kopya; nakil. 2. {ağız} Küçük parça; kırpıntı. [DS] 0 alıntı kelime, Y abancı bir dilden y a zılış şek li ile birlikte g e ç ic i o la r a k alın ıp kullanı lan kelim e. alıntılama, [al-ın-tı-la-ma] is. Alıntı yapma işi. alıntılamak, [al-m-tı-la-mak] gçl. f i [ - r ] Yazı ve konuşmalarına uzman birinin yazı ve sözlerinden veya doğruluğu tartışılmayan belgelerden destekle yici söz ve cümleler almak; alıntı yapmak; iktibas etmek; aktarmak; almak; atıf yapmak; göndermek; iktibas etmek; nakletmek; atıfta bulunmak.
IH K IV IE E U .
ALI alınyazısı, [alm+yazı-s-ı] is. m ec. Bir insanın yaşa ması, başına gelmesi ezelden Allah tarafından ka rarlaştırılmış, zamanı gelince tahakkuk eden iyi ve kötü hâller; kader; mukadderat; yazgı, alır, [al-mak > al-ır _*!!] {eAT} s f Alan, alıcı,
olma hâli; huy; itiyat. 3. Öğrenme ve sürekli alış tırmalar sonucunda kişide ortaya çıkan davranış değişikliği; beceriklilik; maharet; ustalık. 4. Top lum içinde sürekli yapılagelen davranışlar; âdet. 5. Herhangi bir maddenin sürekli kullanılması sonucu insanda bağımlılık yapması; tiryakilik; iptila. 6. Birine duyulan yakınlık; ünsiyet. S alışkanlık edinmek, Sü rekli tek ra rla r sonu cu b ir şey i kendine huy h â lin e g etirm ek .|| alışkanlık kazanm ak, 1. Uzun den ey im ler son u cu n da b ir işi iyi ve k olay y a p a b ilm e ustalığın a u laşm ak; m ah a ret kazan m ak; m elek e kesbetm ek. 2. B ağ ışıklık kazanm ak.
alırlık, -ğı [al-ır-lık] is. p sik ol. 1. Algılama yeteneği, idrak kabiliyeti; kabiliyet-i ahiz. 2. f e l. Bilgi edin mede pasiflik. S alırlık hâli, B ir kim senin b a şk a birinin etkisi altın da kalm asın a s e b e p olan h â l; hipnotizm a; telkin. alırm ak, [al-ır-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] Delirmek; kudurmak. [DS] alışkı, [alış-mak > alış-kı] is. Bir kişinin uzun süre alısın, [eT. al (ön) > al-ı-sm [Vâsâry]] {ağız} is. Ekin tekrarlar sonucu edinmiş olduğu davranış biçimi; içinde biten zararlı yabancı otlar. [DS] âdet; huy; itiyat, alış1, [al-ış] is. 1. Alma işi. 2. zf. Alış tarzı; alma alışkın, [alış-mak > alış-km] is. ve sf. 1. Alışık olan biçimi. 3. Bedelini ödeyerek satın alma işi; ahiz; kimse.; müptela; tutkun. 2. Deneyimli; becerikli. 3. alım. 4. {eT} Alış veriş; ticaret; [EUTS] 5. {eT} Bir Yakınlığı olan, vergi türü. [EUTS] 6. {eT} Borçluyu borcu yüzün alışkınlık, -ğı [alış-km-lık] is. Alışkın olma hâli. den sorguya çekmek. [DLT] S alış beriş, {eT} B ir h a k k ı a lm a ve verm e. [DLT]|| alış fiyatı, B ir sa tıcı alışm a1, [al-ış-ma] is. 1. Alışmak işi. 2. Bir işi sürekli yapma sonucu veya biri ile yakınlık kurarak be nın, sattığı m allara alırken ö d ed iğ i p a r a m iktarı. || nimseme. 3. Uyum sağlama. 4. Aynı veya aynı tür alış fiyatına, K â r koym aksızm , a ld ığ ı fiy a ta y a p ı den uyarılara karşı gösterilen fikrî ve bedenî tepki lan saZ/f. || alışı kuvvetli, argo. O lağan dan büyiik lerin giderek azalması sonucu insanda görülen yu er k e k lik o rg an ın a s a h ip er k e k ler le ilişkiye g irm ek muşaklık. ten h oşlan an fa h işe . alış2, [al-ış] {eT} is. Su ağzı; suyun havuz veya suvat alışma2, [al-ış-ma] {ağız} is. Koyun, sığır vb. alıp ortaklaşa kesme; ortaklaşma. [DS] tan döküldüğü ağızlar. [DLT] alışm ak1, [al-ış-mak] dönşl. f. [ -ır ] 1. Bir işi veya alışgan1, [alış > alış-ğan] {eT} sf. Alış veriş yapan eylemi sürekli tekrarlama sonucu çabuk ve düzgün kişi. [DLT] yapabilme becerisini kazanmak; yatkınlaşmak; alışgan2, [alış-mak (tutuşmak) > alış-gan] {ağız} is. makineleşmek. 2. Ustalaşmak. 3. Huy edinmek; aKibrit. [DS] lışkanlık kazanmak; âdet edinmek; itiyat edinmek; alışık1, -ğı [alış-mak (â d et edinm ek) > alış-ık] sf. 1 . öğürleşmek. 4. Birine veya bir şeye yakınlık duy Alışmış olan. 2. Yatkın. mak; benimsemek; bağlanmak; ısınmak. 5. Tabiat alışık2, -ğı [alış-mak (tutuşmak) > alış-ık] {ağız} is. şartlarına veya toplumsal ortama uyum sağlamak; Odunu kolay tutuşturmak için arasına konulan çalı intibak etmek. 6. Bağışıklık sağlamak; dayanıklılık çırpı; yonga; alıştıracak. [DS] kazanmak; şartlanmak. 7. Bir keyif verici maddeye alışık’, -ğı [al-ış-ık j-iiT] {eAT} is. 1. Alacak. 2. {ağız} bağımlılık kazanmak; tiryaki olmak; müptela ol Her türlü alacak; veresiye; verilen malın karşılığı; mak. 8. (Yaban hayvanları için) ehlileşmek. 9. ödünç verilen para vb. şey. [DS] {ağız} (Marangozluk ya da demir işlerinde birbirine geçmesi gereken parçalar için) birbirine uygun alışıklık, -ğı [alışık-lık jiü JI] is. 1. Alışmış olanın gelmek; intibak etmek. [DS] 10. {ağız} (Toprak için) hâli. 2. Yatkınlık. 3. {eAT} Alışkanlık; kaynaşma; suyu emerek tavlı hâle gelmek; tavlanmak. [DS] uyuşma. alışılma, [alış-ıl-ma] is. Alışılmak işi. alışılmak, [alış-ıl-mak] dönşl. f . [-ır ] Alışmış hâle gelmek. alışılmış, [alış-ıl-mış] is. Her zaman olduğu gibi, ya dırganmayan; mutat; olağan. alışkan1, [alış-mak > alış-kan] is. ve sf. 1. Alışık olan kimse. 2. Deneyimli, becerikli. alışkan2, [alış-mak (tutuşmak) > alış-kan] is. ve sf. Çabuk tutuşan; çabuk alev alabilen madde, alışkanlık, -ğı [alış-mak > alış-kan-lık] is. 1. Alışmış olma hâli. 2. Tekrarlama ve sürekli uygulama so nucunda fazla dikkat harcamadan kolayca yapabilir
alışmak2, [al-ış-mak
/ j^iJT] işteş, f . [-ır ] {eT}
1. Karşılıklı almak; karşılıklı alıp vermek; birbirin den almak; ticarette bulunmak. [Mühennâ] {eAT} (aynı). 2. {eAT} Hep birden almak. 3. {eT} Alacak tahsilinde yardımlaşmak. [DLT] 4. {eT} Almak; elde etmek. [EUTS] alışmak3, [al-ış-mak
gçsz. f . [ -ır ] [eAT.. -ur]
{eAT} {ağız} (Yanıcı madde için) tutuşup alev al mak; tutuşmak; yanmaya başlamak. [DS] ahşsız, [al-mak > alış-sız] {eT} sf. Alma niteliği bu lunmayan; almaşız. [Üç İtigsizler]abştırılma, [alış
« M
I H
M
.
209
tır-ıl-ma] is. Alışkanlık kazandırılma durumu ve eylemi. alıştırılmak, [alış-tır-ıl-mak] edil, f i [ -ir ] Alıştırmak işi yapılmak. alıştırma1, [alış-tır-ma] is. 1. Alıştırmak işi. 2. Teo rik olarak öğrenilenleri pratik hâle getirebilmek için yapılan uygulamalı tekrarlar; egzersiz; temrin. 3. Yapıştırılacak yüzeylerin veya birbiri içine geçe cek parçaların işleme kolaylığını sağlamak için ya pılan rendeleme ve düzeltme işlemleri. 4. Piyasaya sürülen bir malın tüketici tarafından aranır hâle gelmesini sağlama. alıştırma2, [alış-tır-ma] {ağız} is. Çabuk yanan çalı çırpı, yonga gibi şeyler. [DS] alıştırm ak1, [alış-tır-mak] g ç l . f [-ir ] 1. Birine bir işi veya bir eylemi kolay ve çabuk yapabilme beceri sini kazandırmak. 2. Birine bir işi sevdirmek, ya dırgamaz hâle getirmek. 3. Dayanıklılık kazandır mak. 4. Birbirine yapıştırılacak veya geçirilecek teknik malzemelerin işleme kolaylığını sağlamak için eğelemek, düzeltmek; birbirine uydurmak. 5. Âdet hâline getirmesini sağlamak. 6. Yaban hay vanlarını ehlileştirmek. 7. Vazgeçemez bir hâle getirmek; müptela kılmak. 8. {ağız} Ağaçlara aşı yapmak. [DS] 9. {ağız} Sindirmek. [DS] S alıştıra alıştıra, Yavaş yavaş, a şırı tepki g ö sterm esin e ve reddetm esin e m eydan verm eden. alıştırmak2, [alış-tır-mak] {ağızj gçl. f . [ -ir ] Tutuş turmak; alevlendirmek; yakmak; ateşe vermek. [DS] alışveriş, [al-ış+ver-iş] is. 1. Para ile satmak ve satın almak işi; ticaret. 2. Satın almak suretiyle ihtiyaç maddelerini almak. 3. Karşılıklı etkilenme; teati. 4. mec. Biri ile veya bir olayla olan ilişki; alaka; ilgi; münasebet, S alışverişe çıkm ak, A lışveriş y a p m a k için ça rşı ve p a z a r a gitm ek. ||alışveriş etmek, Ç ar şı p a z a r d o la ş a r a k ihtiyaç m ad d elerin i satın alm ak.|| alışverişi kesmek, B iriy le ilişkiyi sonu e r dirm ek, a la ka y ı k esm ek ; ilişkiyi k esm ek ; m ü n asebe ti kesm ek. || alışveriş merkezi, H er çeşit üriiniin satıldığı dükkân veya m a ğ a z a la r topluluğu.
ALİ
dan üstte bulunan S âlî âlî, { O s l } Yüksek y ü k sek; p e k y ü ce. || âlî askerî şûra, {OsT} Terfi v e taltifleri k ararla ştıra n y ü k sek a s k e r î kurul; y ü k sek a s k e r î şûra.\\ âlî-baht, {OsT} Ç o k talihli; y ü k se k bah tlı.|| âlî-câh, { OsT} Yüksek rü tbeli; y ü c e m evkide bu lu nan,|| âlî-cenâb, {OsT} -*-alicenap.|j âlî-fıtrât, {OsT} Yüksek y aratılıştı; soylu ; asil.\\ âlî-güher, {OsT} Yüksek cevherli.\\ âlî-himem, {OsT} H im m etleri y ü c e o la n .|| âlî-himmet, {OsT} Yüksek him m etli; ç o k gay retli.|| âlî-kadr, {OsT} Yüksek d eğ erli]] âlî-m akâm , {OsT} Yüce m erteb e; y e r i y ü k sek olan. || âlîmekân, {OsT} D erecesi, rü tbesi üstün olan .|| âlîm ikdâr, {OsT} Yüksek d eğ erli.|| âlî-nazar, {OsT} Yüksek ve ileri görüşlü]] âlî-neseb, {OsT} Soylu; a sil.|| âlî-nijâd, {OsT} Yüce soylu.\\ âlî-şân, {OsT} Yüksek şö h retli; ç o k şerefli]] âlî-tebâr, { OsT} Yük s e k soylu. ali2, -yyi [Ar. ‘ulüvv > ‘alıyy J u -] (ali:) {OsT} sf. 1. Yüksek; büyük. 2. Yüceliği sınırsız; Allah. 3. E r kek adı. t? A li’nin külahını Veli’ye, Veli’nin kü lahını Ali’ye giydirmek, Borcunu, b a ş k a birin den b o rç a la r a k ö d em ek ; bu şe k ild e g eçim in i sü rdü r m ek]| Ali Veli, K işilerd en b a h sed ilirk en adı s ö y len m ek istenm eyen k işiler y erin e ku llan ılır.|| aliyyü’l-âla, {OsT} En iyi; çökü ştün . ali3, [Ar. ‘ âlet > ‘âlı / ‘âliye aJU / ^ U ] (a :li:) {OsT} sf. 1. Araçla ilgili; alete mensup; teknik. 2. Yemin eden; yemin edici, aliaba, [Ar. ehl > el > âl-i ‘aba s-Lt JT] (a .lia b a :) {OsT} is. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in kızı Fatma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Haşan ile Hz. Hüseyin’den ibaret olan ve soğuktan korunma ları için geceleri örtünmüş olduğu kendi abası ile üzerlerini örttüğü dört yakını, alicenab, [Ar. ‘âlî-cenâb i_jU=«JIp] (a :li:c e n a :b ) sf. -*• âlicenap. alicenabane, [Ar. ‘âlı-cenâb + Far. -âne ajLI^JU ] (a :li:c e n a :b a :n e ) zf. Suç bağışlayıcı yaradılışla,
alıtmak, [al-ıt-mak] {e l } gçl. f i [-u r ] Yakalatmak. [ETY]
alicenap, -bı [Ar. ‘âlî cenâb ^jU^JU] (a :li:c e n a ;p )
alız1, [al-ız] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız. 2. is. Y az ekini. 3. Aşılanmamış dağ armudu; ahlat. [DS]
alicenaplık, -ğı [âlicenap+lık] (a :li:c en a :p lık ) is. 1. Suç bağışlayıcı yaradılış. 2. m ec. Cömertlik; iyilik severlik; iyilik bilme.
alız2, [al-ız] {ağız} sf. Kurnaz; sinsi. [DS]
sf. 1. Yüksek mevkili; yüce. 2. m ec. İyiliksever,
alızamak, [al-ız-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-z(ı)-y or] Yıpranmak; zayıflamak; kuvvetten düşmek. [DS] alızlamak, [al-ız-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Cılız taneleri samandan ayırmak için savurmak. 2. argo. Alıp kabullenmek; içine almak. [DS]
Alicengiz, [Ar. ‘âl (soy) + T. Cengiz (C engiz H an) >
alızlık, -ğı [al-ız-lık] {ağız} is. Hilekârlık. [DS]
alif, [Ar.‘alef > ‘alîf
a l i , [Ar. ‘ulüvv (yüksek o lm a )> câ\l/ ‘âliye
‘âl-i Cengiz yŞ ^ r JT] is. 1. Cengiz Han soyu. 2. Masal kahramanı. S alicengiz oyunu, U staca ve kurn azlıkla düzenlenm iş h ile; h ileli oyun. (ali:f) {OsT} w. Yem torba
sı. alifatik, -ği [Yun. aleiphar (yağ) > Fr. aliphatique] s f kim. (Organik bileşikler için) açık zincirli.
ô T Ü M Ïü fflfC tS Ô Z liI.2 1 0
ALİ alih1, [Ar. ilâh (tapınılan) > âlih^T] (a:lih ) (OsTj is. alih, [Ar.'alih
alimane, [Ar. 'âlim + Far. -âne 4JIİU] (a d im am e) {OsT} zf. Bilgin bir kimseye yakışacak biçimde,
hoppa. alihat, [Ar. âlih>âlihâtcjljJT] (a .lih a .t) {OsT} is. Ta pınılan şeyler; mabutlar, lan dişi şeyler; tanrıçalar, (ali:k, k kalın söy len ir) {OsT} is.
At yemi. S alîkü’d-devâb, {OsT} Yem torbası. alikarı, [Ar. ‘ali (er k e k adı) + T. karı] {ağız} is. Ka dınların işine çok kanşan erkek. [DS] alikıran, [Ar. 'âlî-kırân ? [TİETZE] jlj>
alimenzilet, [Ar. 'âlî-menzilet cJy-o J U ] (a:li;m en zilet) {OsT} sf. Yüksek payesi olan,
alihe, [Ar. âlih > âlihe t$)T] (a :lih e) {OsT} is. Tapını alik, [Ar. ‘alık
aliman, [Ar. ‘âlim > ‘ âlimân jliU ] (a:lim a;n ) {OsT} is. Çok bilgili kimseler; alimler; bilginler,
Tapınılan nesne; mabut,
sf. Çok
uğurlu, yüksek bir yıldızı olan, (hükümdar sıfatı). fi1 alikıran baş kesen, H a k ve hukuk tanım ayan; isteklerin i k a b a kuvvetle k ab u l ettiren; ç o k zorba. alikız, [Ar. ‘ali + T. kız] {ağız} is. 1. Kadın işlerini yapabilen, eli ev işlerine yatkın erkek. 2. Vücudu ve davranışları ile erkeğe benzeyen kız. [DS] alikorna, [İt. Ligomo (L iv o rn o ’nun esk i adı)] is. Bir fes çeşidi. S alikorna kâğıdı, (E skiden) iyi cins b ir tür ithal kâğıt. alikurna, [İt. Ligomo (L iv o rn o ’nun eski a dı)] is. -*■ alikorna. alil1, [Ar. ‘illet > ‘alıl JJ ^ ] (ali:l) {OsT} sf. 1. Hasta lıklı; illet sahibi; illetli; sakat. 2. Kör. alil2, [Fr. aliyle] is. kim. Eser veya esterlerin bileşi minde yer alan bir değerli kök; [CH2=CH-CH2] alile, [Ar. ‘alıl > ‘alîle iLİ®-] (a lid e) {OsT} sf. (Kadın için) hastalıklı; illetli, âlilik, -ği [âli-lik] (a d id ik ) is. Yücelik; ululuk; yük seklik.
alimlik, -ği [alim-lik] is. 1. Geniş ve derin bilgi sa hibi olma durumu; bilginlik. 2. Dinî bilgilerde söz sahibi olmak. alin, [Ar. ‘alın jJ^ ] (ali;n ) {OsT} sf. Açık olarak; aleni. alinazar, [Ar. ‘âlî-nazar
J W ] {OsT} sf. Yüce gö
rüşlü. alinazik, -ği [Ar. âlı-nâzik ?] (alin a;zik) is. Közlen miş patlıcan ezmesi üzerine kavrulmuş kıyma ve sarımsaklı yoğurt dökülerek yapılan bir yemek, alineseb, [Ar. ‘âlî-neseb
‘
(a d i:n e seb ) {OsT}
sf. Soyu yüksek olan; soylu, alirütbe, [Ar. ‘âlî-rütbet
4-0 ^ U ] (a :li;rü tb e) {OsT}
sf. Mevki ve makamı yüksek olan, alişan, [Ar. ‘âlî-şân o U ^ U ] (a d i;ş a :n ) {OsT} sf. Şe refli; şanı yüksek, aliterasyon, [Fr. allitération] is. ed. Bir edebî eserde uyum sağlamak için aynı seslerin veya hecelerin tekrarlanması sanatı; ses tekrarı; yineleme, alitik, [Fr. alitique] sf. j e o l. (Toprak için) içinde bol miktarda alüminyum ve demir oksit bulunan. Ali Veli, [Ar. âlî velî (kişi isim leri)] zm. Herhangi birisi; kim olursa; bir başkası da... alivre, [Fr. à livrer] sf. (Satış için) mahsul henüz tarladayken pey verilerek yapılan, aliy, -yyi [Ar. ‘aliyy J ^ ] {OsT} sf. 1. Yüksek; yüce.
2. Tanınmış; ünlü; meşhur. S aliyyü’l-âlâ, {OsT} En y ü k sek d ereced e. 1. Bilgili; çok şey bilen; ilim sahibi. 2. is. Belli bir alanda araştırma yaparak bir görüş ve düşünce or aliyat, [Ar. âlı (alet) > âliyât o U Ï ] (a :li:y a ;t) {OsT} taya koyabilen fikir adamı; bilgin. 3. Eskiden dinî is. Aletler; araçlar. bilimlere ait bilgisi olan kimseye verilen ad. S aliye1, [Ar. ‘âlî > ‘âliye ‘alîm p-J*] (ali;m ) {OsT} aliye2, [Ar. âlî > âliyye 4JT] (a d iy e) {OsT} sf. 1. Asf. 1. Çok bilen. 2. Bilgisi ezelî ve ebedî sonsuz letle ilgili; alete mensup; teknik. 2. Yemin eden; olan anlamında, Allah’ın sıfatlarından biri; her şeyi yemin edici. en iyi şekilde bilen; Allah. aliyülala, [Ar. ‘aliyyü’l-'âlâ |_^] (a d v y ü la d â ;) alim3, [Ar. elem > âlim ^T] (adim ) {OsT} sf. Elemli; {OsT} zf. En iyi, iyinin de iyisi; en yüksek, kederli; ıstırap çeken, aliz, [Far. âlîzîden > âlîz jJT] (a d i.z ) {OsT} is. Çifte alimallah, [Ar. ‘alîm-Allah 4JJI |«Jip] (ali:m allah ) atma; kıç atma, {OsT} is. “Allah da biliyor ya” anlamında bir şeyin alizari, [Ar. al-’uşâre > Fr. alizari] is. Kök boya bit doğruluğuna ve kesinliğine inandırmak için kulla nılan söz; şüphesiz; muhakkak. kisinin kökü.
alim 1, [Ar. ‘ilm (bilm ek) > ‘âlim ILp] (adim ) {OsT} sf.
Ö T M I K S M .2 1 1 alizarin, [Fr. alizarine] is. Kök boya bitkisi kökün den elde edilen glikozit hâlindeki boyar madde, alize, [Fr. alizés] is. Ekvatorun iki tarafında 30° ku zey ve 30° güney enlemleri arasında yılın bütün mevsimlerinde düzenli olarak güney doğu ve kuzey doğudan ekvatora doğru esen rüzgârlar, alizende, [Far. âlîzîden > alizende o-ujJT] (a:li:zen de) {OsT} sf. (At için) çifte atan, alka, [ al-ka] {eT} is. Al renk; kırmızı. [ETY] alkaç, [al-mak + kaç-mak > al+kaç] {ağızjis. Evlen mek üzere kaçırılan kız. [DS] alkaçıcı, [al-mak + kaç-mak > al+kaç-ıcı] {ağız} sf. Dolandırıcı; kaçırıcı. [DS] aikaçmak, [al-mak+kaç-mak] gçl. f . [ - a r ] {ağız} Kız kaçırmak. [DS] alkali, [Ar. al-kilyi (sod a) > el-kalî > Fr. alcali] is. kim. 1. Lityum, sodyum, potasyum, rubidyum, sez yum elementlerinin hidroksitleri ile amonyum hid roksitin genel adı; kalevi. 2. Asit giderici ilaç. <3 alkali metaller, P eriy o d ik cetvelin birin ci sütu nunda bulunan b ir d eğ erlik li elek tro p o z itif e le mentler. alkalik, -ği [Fr. alcalique] sf. 1. Alkalilere ait; bazlık. 2. Alkali özelliği taşıyan ilaç; antiasit. S alkalik ihtiyat, P la zm a d a b ik a r b o n a t şeklin d e bulunan a lk ali m iktarı. || alkalik kayalar, İçin d e ondan ç o k a lk ali bulunan an d o jen kayalar. ||alkalik metaller, O ksijenle b irleşin ce a lk a li m eydan a g etiren e le m entler,|| alkalik tedavi, M idenin asid in i azaltm a y a y aray an am in o asitlerin a lk a li tu zlan ile yapılan tedavi. || alkalik toprak, p H ’s ı 7 ,5 'ten y ü k sek olan toprak. alkalileştirici, [alkali-le-ş-tir-ici] is. Bir ortamı alkali hâle getirici madde, alkalmak, [alka-l-mak] {eT} edil. f . [-u r] Alkışlan mak; övülmek. [DLT] alkaloit, -di [Fr. alcaloide] is. kim. Bitkisel kaynaklı, molekülünde tuz verebilecek en az bir azot bulunan bir alkali madde, alkaloz, [Fr. alcalose] is. tıp. Kanda alkali ihtiyatının artması. alkalölçer, [alkal+ölçer] is. 1. Sodyum ve potasyum hidroksitlerinin belirlenmesine yarayan araç. 2. Karbonatlı maddelerdeki karbondioksit miktarını ölçmeye yarayan alet, alkam, [Ar. alkam jvüil] {OsT} is. bot. A cı hıyar, alkamak, [alka-mak] {eT} gçl. f . [- r ] 1. Dua ve ilahi terennüm etme. 2. Övmek; methetmek; alkışlamak; sena etmek; takdis etmek. [ETY], [DLT] [EUTS] [Gabain] alkame, [Ar. alkame -u-Kil] {OsT} is. 1. Acılık; acı tat. 2. bot. Acı hıyar, alkan, [Fr. alcane] is. Doymuş alifatik hidrokarbon ların genel adı; parafın. [CnH2n+2]
A LK
alkanm ak, [alka-n-mak] {eT} edil. f . [-u r ] 1. Övül müş olmak; [Gabain] [EUTS] 2. Övülmek; şöhret bulmak; ünlenmek; [Gabain] [EUTS] 3. (Hayvanlar için) yemek. [EUTS] 4. Saldırmak; yok etmek. [EUTS] S alkansık törü, M ethetm e; övm e. [EUTS] alkara, [? alkara] is. Yaba. S alk ara kılçık, Siyah kılçıklı b ir bu ğday türü. alkarna, [İt. argagne] is. Deniz dibi kabuklularını avlamakta kullanılan ucu taraklı, ağzı demirli ağ. alkaşm ak, [alka-ş-mak] {eT} işteş, f . [-u r ] Alkışla mak; alkışta yarış etmek. [DLT] alkat, [alka-t] {eT} is. Övme; metih; sitayiş. [EUTS] alkatm ak, [alka-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Övdürmek; methettirmek. [EUTS] alkguçı, [alğu-çı] {eT} is. Hırsız. [EUTS] alkıg, [alk-mak > alk-ığ] {eT} sf. 1. Geniş; [EUTS] [Gabain] 2. Uzak. [EUTS] [Gabain] alkım, [alk-ım ?] is. Gökkuşağı; alaimisema. S1 al kım salkım, B e lli belirsiz; g ö z le z o r seçilen . alkınçsız, [alk-ınç-sız] {eT} sf. 1. Sonsuz; bitmez tükenmez; pek çok. [Gabain] 2. Eksilmeden; azal madan; bol; sonsuz. [EUTS] alkınçu, [alk-mç-u] {eT} is. 1. Azalma; eksilme; [EUTS] 2. Son; nihayet [EUTS] S alkınçu öd, {eT} 1. Ölüm vakti; ölüm saati. [EUTS] [Gabain] 2. E c e l; so n ; nihayet. [Gabain] alkınm ak, [alk-mak (bitirm ek) > alk-(ı)n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] 1. Tükenmek; bitmek; sonuna kadar alınmak;son bulmak; azalmak;eksilmek yok olmak; kaybolmak; mahvolmak. [Üç İtigsizler] [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] [Mühennâ] [Tekin] [EUTS] [ETY] 2. {ağız} Şaşırmak; alıklaşmak. [DS] S alkınmak arılm ak, T ükenm ek ve h a ra p olm ak. alkm turm ak, [alk-m-tur-mak] Kaybettirmek. [EUTS]
{eT} gçl. f i
[-u r ]
alkış, [eT. al-ka-mak (övm ek, beğ en m ek) > al-lc-ış jLJiJI /
/ jiiil] is. 1. {eT} {eAT} Takdis; kut
sama; övme; tebrik; kutsama; hayır dua. [Gabain] [DLT] [ETY] 2.{eT} {ağız} Birisi için açıkça iyilik dileme; hayır dua. [ETY] [EUTS] [Mühennâ] [DS] 3. Beğenme, takdir etme, övme; övgü; takdir ve tahsin. 4. İki eli birbirine vurmak suretiyle ifade edilen beğenme hareketi. 5. Hükümdarlara yapılan iyi dua. 6. {eAT} Anılma; yadedilme. ö alkış al m ak, A lkışlanm ak. || alkış çavuşu, İm p arato rlu k dön em in de hüküm darı a lk ışlam ak la g ö rev li b ö lü k ten o la n kim se.|| alkış dilemek, {eT} A çık ça iyilik dilem ek. [Mühennâ] || alkış duası, P a d işa h a a lk ış tutarken edilen dua. «A leyke a v n ’u l-lah! Uğurun a ç ık olsun, ikbâlin füzûn ! P ad işah ım devletin le bin y a ş a ! M ağrur o lm a p a d işah ım , sen den büyük A llah v ar! Yardım cın A llah ola, y aşın uzun o la ! H ak T ea la efen dim ize uzun ö m ü rler v ere! D evletinle ç o k y a ş a ! » || alkış duası okumak, A lkış tutarken
lM ÏÜ fC ES fiM .212
ALK d u a etm ek. || alkış etmek, {ağız} iy i d ilekte bulun m ak ; du a etmek. [DS]|| alkış eylemek, {eAT} 1. A l kışlam ak. 2. Ö vm ek; ululam ak. 3. D u a etm ek [| al kış itmek, {eAT} 1. A lkışlam ak. 2. Ö vm ek; ulula m ak. 3. D u a etm ek. ||alkış kazanm ak, {eAT} T akdir toplamak.\\ alkış kılmak, {eAT} 1. A lkışlam ak. 2. Ö vm ek; ululam ak. 3. D ua etm ek. || alkış kopmak, Ş iddetle bird en b ire a lk ışla m a k ,|| alkış tufanı, Ç ok şid d etli a lk ış gösterisi. || alkış tutm ak, 1. im p a ra torlu k dön em in de hü kü m darlara b ir topluluk k a r şı sın a çıktıkların da sev g i gö sterisin d e bulunm ak. 2. m ec. Yapılan b ir işi, bir f ik r i desteklem ek, teşvik etmek.\\ alkış virmek, {eAT} 1. A lkışlam ak. 2. Öv m ek ; ululam ak. 3. D u a etm ek. alkışçı, [alkış-çı] is. ve sf. 1. Alkışlayan. 2. Birinin her davranışını beğenen ve hiç eleştiriye tutmadan başkalarına da kabul ettirmeye çalışan; dalkavuk; şakşakçı. alkışçılık, -ğı [alkış-çı-lık] is. Birini aşırı beğenme, onu eleştirmekten uzak durma ve sürekli övgü hâ linde bulunma; dalkavukluk; şakşakçılık, alkışlama, [alkış-la-ma] is. Ellerini birbirine vurarak veya sözle beğendiğim ifade hareketi,
gnşl. Damıtma yöntemi ile elde edilen her türlü sarhoşluk verici içki. 3. [CnH 2 n+ıOH] genel formülü ile ifade edilen oksijenli birleşiklerin ortak adı. 0 alkol ayarlam a, S ert a lk ollü iç k ilere su k atıla ra k a lk o l d erecesin i düşürm e işlem i.|j alkol katmak, Ş a ra p veya şıra y a a lk o l eklemek.\\ alkol mayalan ması, Ş ekerli sıv ıla rd a k i glikozu, etil a lk o l ve k ar b o n d io ksit g a zın a dönüştüren m ayalan m a.|| alkol süz rejim , B eslen m ed e h içb ir alkollü içkiye y er verm eyen rejim. alkolik, -ği [Fr. alcoolique] is. ve sf. 1. Sürekli olarak alkollü içki kullanan kişi; alkol bağımlısı; alkoloman. 2. İçinde alkol bulunan, fi1 alkolik m aya lanm a, G likozun a lk o l ve k arbo n d iok sit v ererek ikiye ayrılm asın a y o l a ça n m ayalan m a. || alkolik tentürler, B azı ila ç m addelerin in a lk o l için deki çözeltileri. alkoliz, [Fr. alcoolyse] is. B ir esterdeki alkolün klorhidrik etkisiyle başka bir alkol tarafından tersinir olarak göçertilmesi. alkolizm, [Fr. alcoolisme] is. tıp. 1. A şın alkol içen lerde görülen sağlık bozuklukları. 2. Etil alkol veya âdi alkol ile zehirlenmek,
alkışlamak, [alkış-la-mak] gçl. f. [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Topluluk karşısında bir konuşma yapanı, sanat ese ri sunanı veya gösteri yapanı beğendiğini ellerini birbirine çırpmak suretiyle ifade etmek. 2. m ec. Beğenmek, takdir etmek,
alkollemek, [alkol-le-mek] gçl. fi [ r ] [-l(ü )-y or] B ir bileşikteki bir bağın alkol etkisi ile kırılmasını sağ lamak.
alkışlanma, [alkış-la-n-ma] is. Yaptığı konuşma ve ya sanat gösterisinin beğenildiğinin el çırpmak su retiyle ifade edilmesi, alkışlanmak, [alkış-la-n-mak] edil. f . [ - ır j Alkış tu tularak veya diğer türlü söz ve davranışlarla beğe nilmiş olmak,
alkollendirmek, [alkol-le-n-dir-mek] gçl. f i [-ir ] Alkolleşmeyi sağlamak,
alkışlulık, [alkış-lu-lık] {eAT} is. 1. Anılma; yadedilme. 2. Hayır dua. alkışmak, [alk-ış-mak] {eT} işteş, f . [-u r] 1. Birbirini mahvetmek, yok etmek. [DLT] 2. Y o k etmekte ya rışmak. [DLT] alkil, [Fr. alkyle] is. kim. 1. Alkanlarm yapısında bu lunan bir hidrojen atomunun kopması sonucunda oluşan bir değerlikli köklerin genel adı [C„H2 n+ı-]2. B ir molekülde bulunan alkil kökünün varlığım belirten ön ek. alkmak, [al-mak > al-k-mak] {eT} {ağız} gçl. f . [-ır] 1. Bozmak; yok etmek; berbat etmek; mahvetmek; batırmak [ETY] [Mühennâ] 2. Tamamım almak; bi tirmek tüketmek; sona erdirmek. [Gabain] [İKPÖy.] 3. Yiyip bitirmek. [DLT] 4.Tamamlamak. [Tekin] [ETY] 5. Azalmak; bitmek; tükenmek; sona varmış olmak; sona ermek. [EUTS] [DS] alkol, -lü [Ar. el-küül > Lat. alkhol > Fr. alcool] is. 1. Meyve şıraları mayalandırıldıktan sonra damıt ma yoluyla elde edilen, çabuk buharlaşan sıvı; etil alkol; etanol; ispirto; metil karbünol; şarap ruhu. 2.
alkollendirilmiş, [alkol-le-n-dir-il-miş] sf. İçine al kol katılmış.
alkolleştirme, [alkol-leş-tir-me] is. İçinde alkol bu lunan içkilerin alkol miktarlarını artırma, alkollü, [alkol-lü] sf. 1. İçinde alkol bulunan. 2. Alkollü içki içmiş olan; içkili. 3. zfi. Alkollü içki içmiş olarak. alkolölçer, [alkol+ölç-er] is. Sıvılardaki alkol mikta rını belirlemekte kullanılan araç, alku, [alk-mak (bitirm ek) > alk-u] {eT} zf. 1. Tama men; bitene kadar; hep; hepsi; tamamı bütünüyle. [Üç İtigsizler] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Her yerde; her yerinde. [İKPÖy.] 3. Hep; bütün herkes; her nevi; çeşitli. [EUTS] [ETY] 4. zm. Herkes. [ETY] alkugun, [al-k-u-ğun] {eT} zf. Büsbütün; hep; bütünü ile. [EUTS] alkunı, [alku-nı] {eT} zm. Hepsi. [EUTS] allaf, [Ar. 'â lle f (yem ) > ‘allâf (yem ci)] {ağız} is. Za hireci; aşlıkçı. [DS] Allah, [Ar. el-ilâh > Allah <üJI] (a llad ı) is. Varlıklar aleminin tek sahibi ve tek yöneticisi, rahmet ve merhamet sahibi, varlığının başlangıcı ve sonu ol mayan, kâinatta olup biten her şeyi bilen, duyan ve gören mutlak ilim sahibi, kendisinden başka birine ibadet edilmeyen, kâinatın ve kâinatta kendisi dı şında var olan her şeyin tek yüce yaratıcısının İs
i;Sj • .213
lam dinindeki başka kelime ve terimlerle karşıla namayan tek adı. S Allah! H ay ret v e şa şk ın lık ifa d e etm ek için sö y len ir.|| Allaah! Ş aşkın lık bildiren ünlem .||A llah’ a bin şükür! D urum undan memnun olduğunu ifa d e etm e.||Allah acısm . 1. Ç o k z o r du rum da kalm ış birinin kurtulm ası ve iyileşm esi için edilen h ay ır dua. 2. B ir belan ın g elm esin d en k o r kulduğu zam an ed ilen dua. || Allah acısını unut turmasın. B ir f e l a k e t e uğram ış, y akın ı ölm üş biri sinin d a h a biiyük a c ıla r a uğram am asını dileme.\\ Allah adam ı, 1. D ünya hayatının çek iciliğ in e sırt ç ev irerek kendisin i ib a d ete verm iş kim se; â b it; ahit. 2. K im sey e kötülüğü ve yükü olm ayan kişi. || Allah’a bir can borcu olmak, 1. K im sey e borcu olm am ak. 2. K im seden çekinm em ek, korkm am ak. 3. A lla h ’tan b a ş k a b ir kim seye h es a p v erm e duru m unda olmamak.\\ A llah’ a emanet, A llah korusun, gözetsin d ileğ i.|| A llah’ a em anet olun. G erid e k a la n la ra iyilik ve es en lik ler d ilem ek için söylen en v ed a laşm a sözü.\\ Allah afiyet versin! I. B ir kişiye sağlık, mutluluk, esen lik d ilem e duası. 2. H astalar için iyilik ve ş ifa d ileğ i ifa d e ed en söz.|| A llah’a ham t olsun! A lla h ’ın ken disin e verdiğ i nim etler k arşısın d a o n a m innet duyduğunu ifa d e ed en dua. || Allah’a havale etmek, 1. K en d isin e kötülük e d e n lere gücünün y etm em esi veya ad aletin uygulanam am ası durum ların da hesap laşm an ın A llah katın da olm asını istem ek. 2. Birini yard ım cısız o la r a k bırakıp g elm ek .|| A llah’ a ısm arladık! V edalaşm a la rd a ayrılan ların g e r id e k a la n la ra sö y led ikleri dua niteliğin deki v ed a sözü. ||A llah’ a ısmarladığa gitmek, (Y olculuğa ç ık a c a k o la n la r için) y o lcu lu k ö n cesin d e yakın ların ı ziyaret etm ek .|| A llah’ a kal mak, 1. Bu dü n yada y a p ıla n h aksızlıkların g id eri lem ediği durum larda h aksızlığ a uğrayan ların h a k larının a n c a k a h rette a la b ilec ek lerin i an latm ak için söylenen söz. 2. G erek li çalışm ayı yaptıktan so n ra A llah 'a tevekkül edildiğ in i ifa d e etm ek için kullanı lan söz. || Allah akıbetini hayır eylesin, B ir işin sonunun h a y ır getirm esin i dilem ek. ||Allah akıl(lar) (fikir) versin. D üşünülm eden, a k ılsız ca söylen en b ir sözün ayıplan m ası için sö y len ir.|| Allah Allah! 1. H ayret ifa d e ed en ünlem. 2. Savaşın so n sa fh ası olan süngü hücum unda ölüm ü g ö z e alan Türk a s kerinin sö y led iğ i son sözün " A llah !” olm ası d ile ğiyle attığı n ara, ||A llah’a minnet olsun. Verdiği nim etleri karşısın d a A lla h ’a şükür d u a sı.|| Allah aratm asın. A slında p e k m akbu l o lm ad ığ ı h â ld e d a h a kötüsünün d e o la b ilec eğ in i dü şü n erek eld ek ine razı o lm a ifa d es i.||Allah artırsın. 1. B ir kişinin kazancının artm ası için ed ilen dua. 2. B ir kim senin “servetin de gözüm üz y o k ” an lam ın da ş a k a söz«.|| Allah’a sığınmak, B ir kötülükten veya şerd en k o runmayı A llah ’tan beklem ek. || Allah aşkına! 1. A llah'ı seversen , an lam ın da b ir isteğin b a şla n g ıç sözii. 2. Y alvarm ak için ku llan ılan b ir söz. 3. Ş aş
A LL
kın lık ve u san m a ifa d e eden söz. 4. A llah ad ın a y e min etm e sözü. 5. Usanma, bıkm a ifa d esi.|| A llah’ a şükür! 1. A llah 'in verdiği nim etlere karşı duyulan m innet duygusunun ifadesi. 2. Yapılan işten veya olan şey d en duyulan m em nuniyet ifa d esi.|| A llah’a tevekkül etmek, K a d e r e inanm ak, alm y azısm a razı olm ak. || Allah’a yalvar. “B en den sa n a hayır yoktur, yardım için A lla h ’tan d ilekte bulun. ” a n la m ın da uyarı sözü.|| Allah bağışlasın! 1. K iiçü k ç o cu klar için an n e ve b a b a sın a söylen en sa ğ lık d ile m e sözü. 2. Birinin sevdiğini kazad an b ela d a n k o rusun, ayırm asın an lam ın da iyi dua.\\ Allah bah tından güldürsün. E vlen m e ça ğ ın d ak i k ız lara iyi b ir e ş bu lm aları için edilen dua, ||Allah bana, ben de sana, V erecek p a r a s ı bulunm adığını ifa d e eden söz. || Allah başka acı göstermesin. B a ş k a b ir y a kınınızın ölümünü görm eyesin iz, şeklin d e bir teselli ve b a ş sağ lığ ı dileği. || Allah belanı (belasını) ver sin! 1. K işi o la r a k y a p a c a k b ir şey kalm ayınca, k arşı tarafın yaptıkların ın cezasın ı A llah ’in ta kd i rin e b ır a b n a dileğin i belirten ve kızgınlıkla sö y le nen bed d u a sözü. 2. B irin e kötü d ilekte bulunm ak için söylenir.\\ Allah beterinden esirgesin! Y aşa nan b ir kötü durumun d a h a kötüsünün d e bulundu ğ u m dü şü n erek teselli bu lm a ifa d esi ve dua. || Al lah beterinden korusun! Yaşanan b ir kötü duru mun d a h a kötüsünün d e bulunduğunu düşün erek teselli bulm a ifa d esi ve dua. || Allah beterinden saklasın! Yaşanan b ir kötii durumun d a h a kötü sü nün d e bulunduğunu dü şü n erek teselli bulm a ifa d e s i ve d u a .|| Allah bilir, 1. K esin lik kazan m ayan bir durum da şü p h eli durumu belirtm ek için kullanılan b ir söz. 2. A llah ’ı tanık g ö ster ere k ifad ey i g ü çlen d irm ek için kullanılan p ek iştirm e sözü. 3. “B en ö y le tahmin ed iy o ru m ” an lam ın da kullanılan bir söz.|| Allah bilir ya! Şü pheli durum larda A lla h ’ı tanık g ö sterm ek su retiyle inandırm a sözü. |[ Allah bin kere bereket versin. Yem ekten ve kazançtan d olay ı m em nuniyeti ve A llah ’ın bollu ğu sürdürm esi için ed ilen d u a .||Allah bir! A llah ’ın birliğ i üzerin e ed ilen yem in sözü. || Allah bir, söz bir. Sözünden d ön m em ek a m a cıy la A llah 'ın birliğ i üzerine edilen yem in sözü .|| Allah bir yastıkta kocatsın. Yeni evlilerin öm ü r boyu birlikte mutluluk için de y a ş a m ala rı için edilen dua.\\ Allah büyüktür (kerim, kadirdir)! A lla h ’ın gücüne, kudretin e inanıp k a d e r e boyun eğ m e ifadesi.\\ Allah canını alsın, Kızgınlık h â lin d e birin e söylen en b ed d u a sözü. || Allah ceza nı vermesin, A llah yaptığın kötü lü klerin karşılığın ı verm esin, an lam ın daki dua. ||Allah cezanı (cezası nı) versin! Yapılan kötülüklerin karşılığ ı o la r a k A llah h a k ettiği cezayı versin.|| Allah çocuklarına bağışlasın, H asta an n e veya baban ın şifa bulup çocu kların ı yetiştirm elerin e A llah izin versin, an lam ın da dua. || Allah dağına göre duman verir, A llah herkesin d a y a n a b ilece ğ i k a d a r külfet verir. ||
A LL
Allah dağına göre verir karı, A llah kuluna ta ham m ül sın ırları için de külfet v erir.||Allah dağına göre verir kışı, A llah kuluna taham m ül sın ırları için de külfet verir, || Allah derim, H erh an g i bir olay k arşısın d a sö y ley ec e k sö z bu lam ayın ca ku lla nılan ça resiz lik sözü. || Allah dert verip derm an aratm asın, "Allah ça res i bulunm ayan d er tle re ve sıkın tılara d ü şü rm esin ” an lam ın da d u a .|| Allah devesi, {ağız} P ey g a m b er devesi. [DS]|| Allah di linden kurtarsın, A lay ed en kişiye "Alaycı ve kırı cı sözlerin den kurtulm ak için A lla h ’a sığınm aktan b a ş k a ç a r e yoktur. ” an lam ın da yakın m a sözü. ||Al lah diline düşürmesin, İn san ların kusurlarını araştıran, dedikodu sun u y a p a n kişinin ö ğ ren m esi ne, g ö rm esin e fır s a t verm em ek gerek , an lam ın da d ile k ve y a kın m a sözü. ||Allah dirlik düzenlik ver sin, A ile içi mutluluğun devam ı için edilen hayır dua. || Allah doğru yoldan ayırmasın, D oğru luk tan şa şm a m a k için A llah ’tan yardım dilem e. ||Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz, H er şey Al l a h ’ın takdiri üzere olur, k a d e re rıza g ö sterm ek g e r e k ir.|| Allah dört gözden ayırmasın, Ç ocuğun a n a ve babasın ın hayatta kalm ası, öksüz kalm am a sı için ed ilen hayır dua. || Allah düşmanıma ver mesin, B a ş a g elen sıkıntının ç o k kötü olduğunu vurgulam ak için söylen en söz. || Allah ecir sabır versin, B ir fe la k e t e uğram ış, yakın ı ölm üş birisi için iyi d ile k s özü. \\ Allah ekmeği, {ağız} İlk b a h a r d a taşlı a la n la rd a çıkan b ir tür mantar. [DS]|| Al lah eksik etmesin, 1. Yardım y a p an kim seye iyilik ve sa ğ lık d ilem e sözü. 2. P e k işe y a ra m a m a k la b ir likte insana g er ek li olan şe y le r için kullanılan şü kür sözü. || Allah eksikliğini (yokluğunu) göster mesin (vermesin), ik in ci d e r e c e d e ihtiyaç m ad d e lerin den o lm a kla birlikte y in e d e insana g e r e k li o la n şey ler için A llah 'a şü kretm e sözü. «Seni g ö r m ezse gözüm gö rm ez olu r n eşeyi d e ; / B a n a g ö s term esin A llah senin ek sik liğ in i.» F . N afiz Ç am lıb e l.|| Allah emeklerini boşa çıkarm asın, B ir işte ç o k çalışan kişilerin b a şa rısı için ed ilen dua. || Al lah emeklerini eline vermesin, A llah bitirm ek is ted iğ i işleri so n a erdirm esin e izin versin an lam ın da b ir iyi d ile k sözü.\\ Allah encamını hayreylpsin! Sonunda n e k az an d ıraca ğ ı b e lli olm ayan b ir iş ve y a çalışm anın sonunun hayırlı olm ası için edilen d u a.|| Allah esirgesin! K ötülüklerden korunm ak, sakın m ak için 'ed ilen dua.\\ Allah etmesin, K ötü lüklerden u zak olm ayı dileme.\\ Allah evi, Cami, m escit. || Allah feyzini artırsın, Ö ğrenim g ö ren le rin b a şa rısı için ed ilen dua. || Allah geçinden ver sin, Ölüm g e r ç e k o lm a kla birlikte ömrün biraz d a h a uzun olm ası dileği.\\ Allah göstermesin, Kötü b ir durum a dü şm em ek için edilen dua.\\ Allah gül(er) yüzünü soldurmasın, B irinin sa ğ lık ve mutluluğu için edilen haynr dua. ||Allah hakkı için, A llah ’m v a r ve g e r ç e k olduğu üzerine ed ilen yem in
0IüHIÜlffSÖM .2i4 sözü. || Allah Halil İbrahim bereketi versin, Ye m ek so n rasın d a ev sahibin in y iy ec e k ve içeceğin in bollu ğu için ed ilen dua. || Allah hayırlı etsin. 1. Satın alınan bir m al veya y en i ba şla n a n b ir işin hayırlı ve uğurlu o lm ası için söylen en iyi d ile k s ö zü. 2. Birinin tasvip edilm eyen davran ışı için sö y lenen alaylı söz. || Allah herkesin gönlüne göre versin, "H erkes d ileğ in e kavuşsun. ’’ an lam ın da du a.|| Allah hoşnut olsun, B ir iyilik karşılığ ın da A lla h ’tan iyilik sa h ib in e ed ilen h ay ır d u a .|| Al lah’ım! K orku, şaşkınlık, ö fk e ve h ay ran lık g ib i d eğ işik p s ik o lo jik h â ller i ifa d e için kullanılan ünlem.\\ A llah’ın .... (Ç oğu nlukla y e r adı olur) Issız ve engin y e r .|| A llah’ın .... (Zaman kavram ları) H er z am an .|| A llah’ın ... (K işi a d ı) K o rk u la ca k ve a c ın a c a k kişi.|| A llah’ın adaleti, İla h î a d a let.|| Al lah’ına kavuşm ak, Ö lm ek.|| A llah’ın belası (ceza sı, gazabı), in san ı z o r durum da bırakan , sıkıntı ve ren, m usibet.|| A llah’ın bildiğini kuldan ne sakla yayım ? G izlem eye g e r e k görü lm eyen h â ller için söylen en k arşısın d a kin e inandırm a sözü.|| Allah’ın binasını yıkmak, K en din i veya birin i öldürmek.\\ A llah’ın cezası, in san ı z o r durum da bırakan , s ı kıntı veren, musibet.\\ A llah’ından (Allah’tan) bul sun, K en d isin e kötü lü k eden birisi için b ir kötülük düşünm ediğini, a n c a k bu durum için A llah katında şikay ette bulunduğunu belirten ilenm e sözü. || Al lah’ın davetine icabet etmek, Ölmek, ruhunu tes lim etm ek.|| A llah’ın em ri, Ölüm.\\ A llah’ın emri, peygam berin kavliyle, K ız istem eye g id en oğlan tarafının teklifi.\\ A llah’ın evi, Cami, m escit, K â b e ; Beytullah.\\ A llah’ın gazabı, İnsan ı z o r durum da bırakan , sıkıntı veren, m usibet.|| A llah’ın gazabına geleyim ki... B ir yem in sözü.| A llah’ın gazabına gelmek (uğramak), Ç o k sıkıntılı ve üzüntülü du ru m lara düşm ek.|| A llah’ın günü, H er giin a n la m ın da bıkkın lık ifa d esi.|| A llah’ ın hikmeti, S e b e b i açıklan am ayan , bilin em eyen o la y la r ve durum lar için söy len en şa şk ın lık ifadesi. || A llah’ın hışmına gelmek (uğramak), Ç o k sıkıntılı ve üzüntülü du ru m lara düşmek.\\ A llah’ı(-nı) seversen, A llah a ş kına]] A llah’ın inayetiyle, Yapılm ası p lan lan an bir iş an latılırken A llah yardım ettiği takd ird e y e r i n e g etirileceğ in i belirtm ek için söy len ir ]\ A llah’ını seven tutmasın! "Kim se en g el olm a y a k alkışm a sın. ” an lam ın da uyarı sözü. ||Allah’ını seversen, 1. Sitem etm ek için söylenir. 2. Yalvarm a an latan bir sö z ; A llah aşkın a. ||A llah’ın işine bak, B ir olayın gid işin d e b eklen m ed ik b ir d eğ işm e olduğu zam an söylen en şa şk ın lık sözü. | A llah’ın işine karışıl maz. K a d e r e k arşı çıkılam ay acağ ın ı ifa d e eden sö z .|| A llah’ın izniyle, Y apılm ası p lan la n a n bir iş an latılırken A llah izin verdiğ i takd ird e y erin e g eti rileceğ in i belirtm ek için sö y len ir. \\ A llah’ın kırı (dağı, yabanı), Issız y e r.|| A llah’ın kulu, İn san ; k işi; Adem. | A llah’ın Iütfuyla, Yapılm ası p la n la
«fllIiM M Iİ.215 nan b ir işin A llah izin ve b a ğ ışta bulunduğu tak d ird e y erin e g etirileceğ in i belirten söz. || A llah’ın nimeti, A llah ’m ku lların a verd iğ i yiy ecek, içecek, rahatlık, huzur, a k ıl ve vücut sa ğ lığ ı türünden bü tün bağ ışlar. || A llah’ın rahm etine kavuşmak, Ö lm ek.|| A llah’ın seyf-i adaleti, A lla h ’ın a d a let k ılıcı.||A llah’ın takdiri, K a d er, alın yazısı.\\ Allah ıslah etsin. K ötü y o la düşmüş kişilerin doğru y o la g elm esi için A lla h ’tan iyi d ilek te bulunm a sözü .|| Allah’ı şaşm ak, N e yaptığ ın ı bilememek.\\ Allah için, "Doğrusu, g e r ç e ğ i sö y lem ek g erek irse... ” an lam ında g iriş sözü. ||Allah ikisini (ikinizi) bir yas tıkta kocatsın, Yeni ev liler için iyi d ilekte bulunm a sözü.\\ Allah imdat (yardım) eylesin, Z or durum da o la n la ra m o r a l verm ek için söy len en iyi dilek.\\ Al lah (seni, sizi) inandırsın, İn an ılm ası g ü ç b ir o la yın anlatım ı sıra sın d a yem in etm ek için kullanılan söz. ||Allah insanın aklını alacağına canını alsın, Aklın insan için önem ini belirten b ir söz. || Allah iyiliğini versin, H oşlan ılan birinin olum suz d a v ra nışını g ö rü n ce şa şk ın lık vey a ö fk e belirtm ek için söylen en söz. ||Allah kabul etsin. B ir hayır y a p an kişiye bu iyiliğinin A llah katın d a k ab u l olm ası için y ap ılan d u a .|| Allah kadirdir, 1. A lla h ’ın h er şey e gücü yeter. 2. A llah 'in y ard ım ı ile h e r işin o la b ile ceğini bildiren söz... 3. K a d e r e boyun eğ m ek g e rek.|| Allah kahretsin! Y akınm a ve ö fk e bildiren bed d u a sözü.|| Allah kavuştursun! Yolcu a rk asın dan g e r id e k alan y a kın la rın a söy len en iyi d ile k sö zü.|| Allah kavuştursuna gitmek, Yolculuğa çıkan kişinin yakın ların ı ziy a ret e tm e k || Allah kazadan beladan korusun (saklasın, esirgesin), K ötü bir durum la k arşıla şm am a k için ed ilen h ay ır dua. || Allah kelamı, K u r ’an -ı K erim . || Allah kerim dir, Allah ba ğ ış ve ikram sahibidir, büyüktür.[| Allah kerim yeri, E sk i Türk k a h v eh an elerin d e y o k su lla rın p a r a v erm eden oturup g e c e le d ik le r i bölüm.\\ Allah kısmet ederse, “H erh a n g i b ir en g el çıkm az sa. ” an lam ın da k a d e r e boyun eğ m e ifadesi.\\ Allah kimseye m uhtaç etmesin, S a ğ lık ve v a rlık a çısın dan b a şk a la rın d a n yardım b e k le r durum a düşür m em esi için A lla h ’tan yardım dileme.\\ Allah ko laylık versin. Güç b ir iş k arşısın d a başarın ın z o r luğunu ifa d e etm ekle birlikte A llah ’tan yardım di lem e sözü. ||Allah korkusu, Y apılm ak istenen kötü lükler için A lla h ’ın cezalan dırm asın dan ç ek in e rek vazgeçme.\\ Allah kör etsin, 1. Kötülüğünü g ö rd ü ğümüz biri için ilenm e. 2. K u llan ırken a k silik lerle karşılaşılan eşy a la r ve a le tle r için sövm e y erin e söylenen s ö z .|| Allah korusun, 1. A lla h ’tan b a şk a h içbir gücün kötü lü kleri en g ellem ey e y etm ey eceğ i ni tahmin ettiğim iz du ru m larda ettiğim iz dua. 2. Birinin veya b ir şeyin şerrin d en A llah ’a sığınmak.\\ Allah kulunun götüreceği k ad ar verir, 1. A llah insanlara taham m ü l e d e b ile c e k le r i k a d a r m ü kelle fiy e t yükler. 2. A llah insan a s a b r e d e b ile c e ğ i k a d a r
A LL
sıkıntı verir. ||Allah kurtarsın, Ç o k z o r b ir durum a düşmüş veya a ğ ır h a stalığ a ya ka la n m ış birinin ku r tuluşu için söylen en h ay ır d u a sözü. || Allah kuru iftiradan saklasın (korusun). G e rçe k dışı b ir su ç lam a dolay ısıy la bu su çlam an ın doğru olm adığın ı belirtm ek için kullanılan savun m a sözü. || Allah layığını (müstahakkını) versin, 1. A llah ça lışm a ve ça ba la rın ın karşılığ ın ı versin, an lam ın da h ay ır dua. 2. m ec. K ötü lü k y a p a n birin e A llah sa n a h a k ettiğin belay ı versin, an lam ın da beddu a. || Allah m anda şifası versin, argo. Ç o k y em ek y iy en ler için söylen en y erg i sözü. ||Allah muinin olsun, Ç o k z or b ir işe g irişen ler için A lla h ’ın yardım ın ı dileme.\\ Allah muvaffak etsin, Z or b ir işe g irişen lere b a şa rm a la rı için A lla h ’tan yardım dileme.\\ Allah m übarek etsin! A llah hayırlı etsin, d u ası.|| Allah m üstahakkını versin, 1. A llah ça lışm a ve ç a b a la rının karşılığ ın ı versin, an lam ın da h ay ır dua. 2. m ec. K ötülük y a p an birin e A llah s a n a h a k ettiğin b ela y ı versin, an lam ın da beddua. ||Allah nam erde m uhtaç etmesin, A llah sa ğ lık ve mutluluğu b o z a r a k z o r durum da b ıra k ıp kötü kişilerd en yardım um ar durum a düşürmesin, an lam ın da dua. || Allah nasıl bilirse öyle yapsın, K ızgınlık ve ö fk e bildiren beddua.\\ Allah nasip (kısmet) ederse, Y apılm ak istenen b ir iş için A lla h ’ın iznine ve y ardım ın a m uhtaç olunduğunu ifa d e ed en b ir temenni. ||Allah nazardan saklasın, “A llah kötü niyetli kişilerin kötü arzu ve d ileklerin den korusun. ” an lam ın da iyi d ile k sözü. || Allah ne verdiyse, Y iyecek ve iç e c e k n e varsa, onunlayetinmek.\\ Allah nice nice yıllara eriştirsin, Yaş gününü ku tlayan lara d a h a bö y le ço k y ılla r g eçir m e si d ileğ iy le ed ilen dua. || Allah ona son gürlüğü verdi, Yaşlı birinin so n gü n lerin de ulaştığı bo llu k ve mutluluktan sö z ed erk en söylen en sö z .|| Allah onların yıldızlarını barıştırsın, B ir b i ri ile g eçin em ey en v ey a y a ra tılışça ters olan k iş ile rin iyi g eçin m eleri için ed ilen hayır dua. || Allah öm ürler versin, 1. Saygı duyulan birin e selam verm e sözü. 2. Yardım eden birisin e teşekkü r etm ek için söylen en söz.\\ Allah övmüş de yaratm ış, B i rinin ç o k g ü zel olduğunu belirtm ek için kullanılan övgü.\\ Allah peygam ber tanım az, 1. Dinsiz. 2. G ü n aha girm ekten çekinm ez. 3. Ç ev resin d ekilere eziyet etm ekten zev k alır. || Allah rahatlık versin, Y atarken söylen en “R a h at b ir g e c e geçirin . " a n la m ın da iyi d ile k sözü ; îy i uykular!. ||Allah (gani ga ni) rah m et etsin (eylesin), Ölen birinin ardından A lla h ’ın rahm etini d ilem ek için ed ilen hayır d u a .|| Allah razı olsun. K en d isin e iyilik y a p an birisin e A lla h ’ın rızasını d ilem ek şeklin d e teşekkü r sö z ii.|| Allah rızası için, 1. Y alvarm ak için kullanılan bir söz. 2. İn san î bir k arşılık b eklem ed en s a d e c e Al lah ’in hoşnutluğunu k az an m a k a m a cıy la ; k arşılık sız.|| Allah sabır(lar) versin, Sıkıntı için de bulunan birisi için A llah 'tan dayan m a gücü verm esi için
ALL edilen du a.||Allah sağ eli sol ele m uhtaç etmesin, 1. A llah inşam y a kın la rın a b ile m uhtaç durum a düşürm esin an lam ın da iyi d ile k sözü. 2. Yakınla rından y akın m a bildiren söz.\\ Allah sağ gözü sol göze m uhtaç etmesin, 1. A llah insanı y akın ların a b ile m uhtaç durum a düşürm esin an lam ın da iyi di le k sözü. 2. Yakınlarından y a kın m a bildiren söz.|| Allah saklasın, A llah korusun an lam ın da iyi d i lek.|| Allah selamet versin, 1. Y olcu lar uğurlanırken söylen en “T ehlikelerden ve gü çlü klerden ıızak durm aları ” dileği. 2. U zakta bulunan b ir ta nıdıktan s ö z edilirken "güçlük ve sıkın tılardan u z a k " kalm ası için ed ilen dua. 3. Birinin olum suz lu ğ u m anlatırken kullanılan sö z b a şı ifadesi. 4. Gitm esini, ayrılm asını istem ediğim iz birisi m utlak g itm ek isterse, istem eden izin verildiğin i ifa d e et m ek için kullanılan a z a rlam a sözü. || Allah senden (sizden) razı olsun, K en d isin e iyilik y a p an birisin e A lla h ’ın rızasını d ilem ek şeklin d e teşekkü r sözü .|| Allah seni dünya boş kalmasın diye yaratm ış, B eceriksiz v e tem bel k işilere söylen en sitem li söz. || Allah seni m uam m er eyleye, G örülen bir iyilik karşısın d a iyilik s a h ib in e A llah ’ın mutluluk ve s a ğ lık verm esi için ed ilen dua. || Allah son gürlüğü versin. Ömrünün so n gü n lerini y a şa m a k ta olan kim seye ed ilen h ay ır du a.|| Allah sonunu hayret sin (hayreylesin). G örünüşe g ö r e sonu p e k hayırlı çıkm a y aca ğ ı tahmin edilen b ir iş için y in e d e A l l a h ’tan onu h a y ra çevirm esi için iyilik dileği. ||Al lah şaşırtm asın, B eğ en ilen birisinin davran ışların ı değ iştirm em esi dileği.\\ Allah taksimi, E şit m iktar d a olm ayan, kim ine az kim ine ç o k o la r a k dağıtm a. ||Allah taksiratını affetsin, Ölen birinin ardından onun gün ahlarının A llah tarafından affed ilm esin i d ilem ek için edilen h ay ır dua.\\ Allah tam am ına erdirsin (eriştirsin), B aşlan g ıcı iyi g örü len b ir işin iyi b ir şe k ild e son u çlan dırılm ası için ed ilen dua. |j A llah’tan, 1. G elinen iyi durum ve kurtuluş A l lah 'm d ilem esi iledir. 2. Yaratılıştan veya d oğu ş tan. 3. İyi k i; b e re k e t versin; şükür k i...|| A llah’tan bulsun, K en d isin e kötülük ed en birisi için b ir kötü lük düşünm ediğini a n c a k bu durum için A llah k a tında şikay ette bulunduğunu belirten ilen m e sözü. || A llah’tan gelene razı olmak, İnsan kusuru ve k a s tı olm aksızın b a ş a g elen fe la k e t le r için söylen en s a b ır ve tevekkül sözü .|| A llah’tan ki, K ötü b ir du rum dan kurtuluşun A llah ’ın y ardım ı ve d ilem esi ile olduğu. || A llah’tan kork. İ n s a f et, acı, yazık, utan.||Allah’tan korkm ak, A llah korku su ile kötü lük y ap m aktan çekinm ek. ||A llah’tan korkm ayan dan korkmalı, Yaptığı kötülüklerin cezasın ı g ö r e ceğ in i düşünm eyen kişinin v ereceğ i z a r a r ve zu lüm den çekin m ek g e r e k ir .|| Allah’tan korkmaz, in sa fsız; a cım asız; g a d d a r .|| Allah’ tan m ağfiret dilemek, A lla h ’tan a f dilem ek, dua.\\ A llah’tan olacak, Şans veya talih d em len şeyin A llah ’m öy le
d ilem esi ile olduğu.\\ A llah’tan ümit kesilmez, 1. A llah insan a en um ulm adık z am an d a yardım eder, an lam ın da umut sözü. 2. Ö lm e ihtim ali olan bir h a sta için, iyileşm e umudu beslemek.\\ Allah tek rarın a erdirsin, B eğ en ilen , memnun olunan bir işin tek ra r edilm esin i dileme.\\ Allah tesirini halk etsin, Yapılan b ir duanın A llah katın da k ab u l g ö r e re k ken disin e du a ed ilen kişinin y a ra rlan m a sı d ile ğ i.|| Allah utandırm asın, İyi b ir iş y a p m a y a k a lk ı şa n la ra b a şa rı d ilem e ifadesi.\\ Allahü âlem. A llah en iyisini bilir, doğrusunu A llah bilir.\\ Allahü ekber, A llah uluların ulusudur; A llah en büyük tür.|| Allah var! A llah için doğru ol, doğru sö y le .|| Allah v ar ya! D oğrusunu sö y lem ek g e r e k ir s e ...|| Allah vere de, D ileğim o d ıır ki... İn şa lla h .|| Allah vergisi, B ir kim senin doğu ştan g elen üstün y e t e n ek leri,|| Allah vermesin, K ötü b ir durumun biz den uzaklaştırılm ası için ed ilen dua. ||Allah versin, 1. Birinin kazan cın dan duyulan m em nuniyeti ifa d e etm ek için söy len en ş a k a sözü. 2. G elen d ilen cilere s a d a k a v erm em ek için söylen en söz.\\ Allah yapısı değil kul yapısı, in sa n la r tarafın dan im al edilm iş o la n eşy aların kusurlarının bu lu n abileceğin i ifa d e ed en sö z .|| Allah y arattı dememek, A cım am ak, eziyet etm ek, zulmetmek.\\ Allah yardım cısı olsun, 1. A llah'tan b a ş k a yardım ed ecek , umut b e slen ec ek kim se kalm adığın ın ifadesi. 2. Z or durum da olan birin den sö z ed erk en söylen en iyi d ile k sözü. || Al lah yazdıysa bozsun, G erçekleşm esi istenm eyen kötü b ir durumun u zaklaştırılm ası için ed ilen du a.|| Allah yokluğunu göstermesin. A slında p e k m ak bu l o lm a d ığ ı h â ld e d a h a kötüsünün d e o la b ile c e ğ i ni dü şü n erek eld ek in e razı o lm a ifa d es i; A llah aratmasm.\\ Allah yolu, A lla h ’ın em irleri, din î g ö rev ler,|| Allah yolunuzu açık etsin, Y olcu lara sö y lenen “A llah sizi y o ld a g ü çlü klerle karşıla ştırm a sın ." an lam ın da uğu rlam a sözü.\\ Allah, yürü ya kulum, deyince, Ç a b u k ve k o la y p a r a kazan an lar veya m esleğ in d e ç a b u k y ü k selen ler h akk ın d a sö y len ir.|| Allah ziyade etsin. B ir ikram veya ziyafet son u cu n da ev sa h ib in e A lla h ’ın d a h a ç o k nimet verm esi için y a p ıla n d u a sözü. Allahan, [Ar. Allahı > Allâh-ân
(a lla .h a .n )
,'OsT} is. Allah adamları; ermişler. Allahıma, [Ar. Allâhuma] {OsT} ünl. Şaşma bildiril'. Allahî, [Ar. Allah > Allahı ^ ^ 1] (a lla .h i:) /OsT} is. Allah adamı; ermiş; veli. Allahiyan, [Ar. Allah + Far. -yân
0 U4JJI] (a lla:h i-
y a :n ) {OsT} is. Ermişler. Allahlık, -ğı [Allah-lık] is. 1. Allah’ın zatına ait, Al lah’la ilgili olan. 2. İnsanların elinden geleni yap tıktan sonra sonuç elde edilemeyen, ancak Al lah’tan medet umulur durumda olan; kendi hâline bırakılan. 3. sf. (Kişi için) kendisinden ciddi bir
ö f« l i f £M
.
ALM
217
hareket beklenemeyen zararsız ve kendi hâlinde. «B izi g erçek ten usandırdı y a la n dünyada, / Yarı A llahsız olan lar, y a rı A lla h lık la r.» F . N afiz Çam lıbel. Allahsız, [Allah-sız] sfi 1. Allah’a inanmayan; ateist. 2. mec. Acıma ve merhamet duygusu olmayan; acı masız; gaddar; insafsız; vicdansız.
allanmak, [al-la-n-mak] dönşl. f i [- ır ] 1. Kızarmak; al renge bürünmek. 2. {ağız} Süslenmek. [DS] 3. {ağız} Çalım satmak. [DS] 4. {ağızj Sarkıntılık et mek. [DS] 5. {ağız} Utanmak; sıkılmak; arlanmak. [DS] S allanıp pullanmak, Süslenmek.
Allahsızlık, -ğı, [Allah-sız-lık] is. fe l. Allah’a inan mama durumu; ateizm.
aile, [Fr. allée] is. Bir parka, bahçeye veya saraya giriş veya gezinti yeri olarak kullanılan iki yanında sıralanmış ağaçlar veya yeşil çit bulunan geniş yol; hıyâbân.
Allahuâlem, [Ar. Allâhü â’lem bi’ş-şevâb
allef, [Ar. ‘alef (yem) > ‘allâf (yem ci) ıiU ] {OsT} is.
/«İt!
1. Zahireci. 2. {ağız} Tahılı kalburla taş ve topra ğından temizleyen işçi. [DS] lah daha iyi bilicidir. alleflemek, [allef-le-mek] gçl. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] {ağız} Allahuekber, [Ar. Allâhü ekber jS\ 4ÜI] {OsT} ünl. Tahılı kalburla temizlemek. [DS] allegretto, [İt. allegretto] zfi müz. 1. Allegrodan daha Allah en büyüktür; Allah uluların ulusudur. hafif yürük ve canlı. 2. is. Bu şekilde icra edilen Allahutaâla, [Ar. Allâhü teâlâ -lU'] {Os T} ünl. müzik. Allah yücelerin yücesi, uluların ulusudur. allegro, [İt. alegro] zf. müz. 1. Çabuk çabuk; yürük. allak1, -ğı [OsT. ‘allâk ö5U] (a lla :k ) {OsT} sf. (Kişi 2. is. Bir sonatın ilk bölümü. 3. Bir sonatın veya senfoninin yürük icra edilen bölümü. 4. Dans ve için) sözünde durmayan, kendisine güvenilmez; al koreografı gösterilerinde canlı icra edilen bölüm datıcı; dönek; kalleş. veya alıştırmalar. allak2, -ğı [Ar. allâk ii^lt] (a lla:k ) {OsT} is. Sakızcı. allelomorf, [Yun. allelonmorphê] sf. Biy. Fonksi allak3, [al-la-mak > al-la-k] sf. Karışmış. S allak yonları aynı, etkileri benzeşmez olan homolog iki bullak, 1. K a rm a k a rışık ; düzensiz; darm adağın ık. kromozom üzerinde aynı yeri tutan iki gen. 2. {ağız} (Yuvarlanm ak, dü şm ek için) tek er m eker. allem kallem, [allem + kallem] is. ikile. Söz hünerle [DS]|| allak bullak etmek, 1. K arıştırm ak, d a ğ ıt ri göstererek kandırma, ikna etme, fi1 allem (et mak, bozm ak. 2. m ec. Sakin ve doğru düşünem ez mek) kallem etmek, B irin i kan d ırm ak veya b ir h â le getirmek.\\ allak bullak olmak, Zihni k a r ış a m a c a u la şm ak için h e r türlü y o lu d en em ek mak, sakin düşünem ez olm ak, şaşırm ak, şa şk ın a allı, [al-lı] sf. 1. Rengi al olan, içinde al renk bulu dönmek.\\ allak döllek, {ağız} (E lb ise için) p a r a m nan. 2. Al renkli elbiseler giyinmiş olan. S allı p a r ç a ; esk i püskü. [DS] pullu, Süslü, gösterişli. | allı morlu, Ç o k k a rışık allam1, [al-la-m] {ağız} sf. Dağınık; düzensiz. [DS] 0 renkli. || allım pullum, {ağız} Ç o k süslü; g ü zel g i atlam sellem, {ağız} 1. (Giyiniş için) düzensiz. 2. yinm iş. [DS]|| allım sallım, {ağız} B oylu boslu. (D avranış için) b a ş ıb o ş ; kontrolsüz. [DS] [DS]|| allım şallım, {ağız} Suçsuz görü n m eye ç a lı şa n ; suçsuzm uş g ib i davranan. [DS]|| allım yeşilim, allam2, [Ar. ‘ilm > ‘allâm j>5U] (a llâ;m ) {OsT} sf. 1. {ağız} 1. R en k renk. 2. A la kuşak. [DS]|| allı pullu, Her şeyi bilen; çok bilgili. 2. öz. is. Her şeyi bilen; {ağız} M ayıs b ö c e ğ i; g elin b ö ceğ i. [DS]|| allı yeşilli, Allah, ö A llam ü’l-guyüb, Bütün gizli ve sa k lı ne Ç ok k a r ış ık renkli. || alb yeşilli kibrit, {ağız} H av a i varsa hepsin i bilen (Allah). f i ş e k ; m aytap. [DS]|| allı yeşilli olmak, {ağız} G elin allama, [al-la-ma] is. Kırmızıya boyama, olm ak. [DS] allamak, [al-la-mak] gçl. f i [-r ] Bir nesneyi kırmızı allıg, [al-lığ] {eT} sf. Hileli; allı. [EUTS] ile boyamak, fi1 allayıp pullam ak, A slında g ü zel allık, -ğı [al-lık] is. 1. Kırmızılık, kırmızı olma hâli. olm ayan b ir kim seyi veya b ir şey i g ü z el g ö ster m e k 2. Kadınların süs maksadıyla yanaklarına sürdükle için süslem ek. ri kırmızı boya. 3. {ağız} İnce dövülmüş kırmızı allame, [Ar. ‘allâm > ‘allâme « u ^ ] (a llâ :m e) {OsT} biber. [DS] is. ve sfi Her alanda geniş ve derin bilgisi olan, çok alli, [al (hile) > al-lı] (a lli;) is. Ayıp, bilgili, allame-i kül, H er şe y i b ilen ; bilgin. allu, [al-lu] {ağız} ünl. Vay! [DS] allamelik, -ği [allame-lik] is. 1. Her alanda geniş ve alm a1, [alma / almıla *1T / LIT] {eT} {eAT} is. Elma. derin bilgi sahibi olma hâli. 2. Yarım yamalak bilgi [DLT] [Mühennâ] fi3 alma çalısı, {ağız} A daçayı. ile çok biliyor görünme; bilgiçlik; ukalalık, fi1 al [DS]|| alm a yağı, E lm a y a ğ ı; a d a ça y ı y a p ra ğ ın d a n lamelik etmek (taslamak), H içb ir şey bilm ediği çıka rılan yağ.\\ alma yaprağı, {ağız} bot. E nli y a p hâlde ç o k şe y biliyorm u ş g ib i d av ran m ak; b ilg içlik ra k lı b ir tür ot. [DS] taslam ak; u k a la lık etm ek. alm a2, [al-ma] is. 1. Almak işi. 2. Alıntı. 3. mat. M a allanma, [al-la-n-ma] is. Kızarma. tematikte bir sayının üssünü, kökünü hesaplama işi. {OsT} ünl. Doğrusunu en iyi Allah bilir; Al
ALM almabaş, [alma+baş] {ağız} is. 1. Kırmızı başlı yaban ördeği. 2. Serçeden küçük, kırmızı başlı bir kuş. 3. Kızıl arı; eşek arısı. [DS] alm acık1, -ğı [al-ma-cık ,J=*İI] {eAT} {ağız} is. Uyluk kemiğinin yuvarlak başı. [DS] almacık2, [al-ma-cık] {ağız} is. Elmaya benzer küçük meyveleri olan bir ağaç. [DS] alm aç, -cı [al-maç] is. fız . Alıcı; ahize; ağızlık; ku laklık; reseptör. S alm aç verm eç, {ağız} A lıp v er m e; alışveriş. [DS] almaçlı, [al-maç-lı] sf. (Oyun için) yenilen kimsenin ortaya koyduğu para, bilye, ceviz vb.yi yenen kişi nin alabileceği koşulu olan, almagöz, [alma+göz] {ağız} is. Makbul tutulmayan iri gözlü at. [DS] alm ak, [eT. al-mak j i l / jil] gçl. f . [ -ır ] [eT. eA T u r] 1. Bir nesneyi elle veya araçla tutup yerinden kaldırmak. 2. Kendine mal etmek; ahzetmek; sahip olmak. 3. (Ürün için) sağlamak; elde etmek. 4. Ka zanmak. 5. Yüklenmek. 6. Taşımak. 7. Birlikte, yanında götürmek. 8. Misafir olarak kabul etmek. 9. Seçmek, tercih etmek. 10. Bol veya uzun elbise yi daraltmak veya kısaltmak için birazını kesip at mak. 11. Dolu veya çok olan bir şeyi eksiltmek. 12. İçinden çıkarmak; çekmek. 13. Sırtına veya omuzu üzerine koymak. 14. Fethetmek; savaşla zapt etmek işgal etmek; basmak; istila etmek; kaplamak. {eT} {eAT} (aynı) [ETY] 15. Ele geçirmek; elde etmek; kazanmak; yakalamak; kapmak; götürmek. {eT} {eAT} (aym)[\¥3?Öy.] 16. İçki veya sigara içmek. 17. Kullanmak. 18. m ec. (Ölüm yolu yla) ayırmak. 19. m ec. (Erkek için) bir kadın ile evlenmek. [Gabain] 20. Posta yoluyla gönderilen eşyayı tesellüm et mek. 21. İçine almak; içine sığdırmak; dahil etmek; katmak. 22. Bir nesneyi eski yerinden başka bir yere götürmek, çekmek. 23. Yol gitmek, kat etmek, aşmak. 24. Kabul etmek. 25. Benimsemek. 26. Sa hibinden habersiz veya zorla ele geçirmek. 27. Çalmak. 28. (Alet ve makine için) çalışmaya baş lamak. 29. Alıntı yapmak. 30. m ec. Belirtilen du ruma girmek; bürünmek. 31. m ec. Sarmak. 32. Etki altında bırakmak. 33. Başlamak. 34. Anlamak; bel lemek. 35. Görmek. 36. (Dikkat için) göz önünde tutmak. 37. Üzerinde düşünmek. 38. (Halk şairleri için) şiir söylemeye başlamak. 39. Birinden davra nış biçimi edinmek. 40. Balık yakalamak. 41. mat. Bir sayının üssünü veya kökünü hesaplamak. 42. Bir anten aracılığıyla radyo dalgalarını toplamak. 43. Radyo, televizyon yayınlarını izleyebilmek. 44. Öğrenmek, kavramak. 45. (Okula, dern eğe, p a rtiy e vb.) Kaydetmek. 46. Kararlaştırılan zamanı değiş tirmek. 47. (Zamanla ilgili) oyalamak. 48. Boyutla rını ölçmek. 49. Duymak; algılamak. 50. {eT} {eAT} Elde etmek; gereken şeyi kendine mal etmek. [EUTS] 51. {ağız} (Koyun, keçi vb. için) yavrusunu
ÖIÜMTÜfflfCESÖMİ.zıs
emzirmek; emdirmek. [DS] 52. {ağız} Parlamak; tu tuşmak. [DS] 53. {ağız} (Eklenecek iki parça için) birbirine uygun gelmek. [DS] 54. {ağız} Bir tarafı ağır gelmek; meyletmek; ağmak. [DS] 55. {eAT} Geri almak, ö Al abdestini ver pabucum u, Y arar umulan işte z a r a r g ö rm ey e ba şla n ın ca vazgeçm ek istem ek.|| ala götürm ek, {eAT} A lıp götürmek.\\ Al Allah kulunu, zapt eyle delini, D eliliklerin e, taş kın lıkların a A lla h ’tan b a ş k a kim se en g el o la m az .|| al aşağı etmek, 1. Yere vurmak, y e r e serm ek, y en m ek. 2. M akam ından, g örev in d en uzaklaştırmak.\\ al aşağı vur yukarı, Ç o k çek işm eli p a z a r lık son u cu.]] ala tutm ak, {eAT} A lıkoym ak]] al baştan, B ir konuyu başlan g ıcın d an itibaren yen iden e le a lıp incelem ek, tek ra r yap m ak. ||al benden de o kadar, B en d e aynı görü şteyim ,|| Al berab er! K ü rek le iş leyen g em ilerd e kü reklerin h ep b e r a b e r çek ilm esi için verilen em ir.|| Al birini vu r birine, B irbirin den fa r k ı yok. || Al birini, vu r ötekine, İk isi d e k ö tü]] Al bir kürek! D en izcilikte m an evra için b ir tek kü rek h a rek eti y a p ıla ca ğ ın ı bildiren em ir. || Al ce vabını otur aşağı, arg o. “G ördün mü, ağzının c e vabını aldın m ı? " an lam ın da serzen iş sözü .|| Aldı ele, girdi yola, Konuyu ç o k uzattı. || aldı fitili, B ir d en b ire ç o k kızdı.|| Aldın mı? argo. G ördün mü, beğ en din m i?|| A l gülüm, ver gülüm, 1. P eşin ve hem en m al teslim li alışveriş. 2. A şıklar ara sın d a ki sıkı ilişki]] Al haberi, git k a b a n k ab an , Sevindi rici h a b e r alan ın durumu.\]ah birmek, {eT} Alıverm ek.|| alı gelmek, {eAT} A lıp g elm ek ; getirm ek .|| alıp gitmek, 1. K o p arm a k. 2. Z o rla götürm ek. 3. S ü rü klem ek,|| alıp verem em ek, G eçin em em ek, ç e kem em ek]] alıp verm ek, İlgilen m ek, ilgisi olmak.]] alıp yürüm ek, 1. G elişm ek; çoğ alm ak. 2. {ağız} İlerlem ek ; yü kselm ek. [DS]|| alır alm az, H em en, o an da]] alır göz, {eAT} D ikkatli b a k ış ; a lıcı göz]] ah r gözle, D ik k atle; a lıcı gözüyle.]] alı virmek, {eAT} M ü cad ele etm ek; savaşm ak]] al içeri etmek, B ir g ü ç s a r f e d e r e k içeri çekm ek]] Al iskeleni! a r go. Ç ek git, sıvış!\\ Al kaşağıyı gir ahıra, yarası olan gocunsun, D oğru bildiğin i yap, şik ay etlere önem verme.]] alm ak verm ek, {eAT} S avaşm ak; m ü ca d ele etm ek; m u katele etm ek]] Al, on paralık da ondan, Ö nem li b ir kon u da d eğ ersiz g ö rü şler ileri sü ren lerle a la y için söylenir]] Al sana? İşte sana, gördün m ü?||Al takke ver külah, Ç o k b a y a ğ ı şe k ild e sen li b en li olm ak]] alup virmek, {eAT} B ir işin türlü y ö n lerin i h ey ecan için de düşünmek. || alur göz, {eAT} D ikkatli b a k ış ; a lıcı göz. alm akçı, [almak-çı] {ağız} sf. fo lk . (Kişi için) köy dü ğününde gelini babasının evinden güvey evine geti ren. [DS] alm alık1, -ğı [al-mak > al-ma-lık] {ağız} is. 1. Eşya koymaya yarayan, tavana yakın raf; terek. 2. Şapka siperliği. [DS]
i p
m it » 1 .2 1 9
ALO
almalık2, -ğı [elma > alma-lık] {ağızj is. 1. Büyük yapraklı bir tür ot. 2. Elma bahçesi. [DS] Alman, [Fr. allemand] öz. is. 1. Almanya halkından olan. 2. (Tamlayan olarak) Almanya ya da Alman larla ilgili. >5 Alman gümüşü, Çinko, b a k ır ve ni k el karışım ı, güm üş ren gin de b ir a la şım ; m ay şor.|| Alman papatyası, K ö m e ç le ri 15-20 cm. ça p lı O rta A v ru p a ’d a yetişen b ir p a p a ty a türü, (Anthemis nobilis).\\ Alman usulü, Toplu y a p ıla n b ir h a r c a m ad a h erkesin ken din e düşen p a y ı ö d em esi usulü. almanak, -ğı [Ar. / Eski Mısır d. el-manah (geçen yıl) >Yun. alemenihiakâ > Lat. almanachus] is. Her çeşit bilimsel ve pratik bilgileri bulunduran yıllık takvimli kitap. Almanca, [Alman-ca] (a lm a n c a ) is. 1. Alman dili. 2. sf. Alman dili ile yazılmış, söylenmiş. Almancı, [Alman-cı] is. v e sf. 1. Alman yanlısı bir politika izleyen (kişi). 2. {ağız} Almanya’da çalışan Türk işçisi. Almancılık, -ğı [Alman-cı-lık] is. Alman taraftarlığı. Almanlaşma, [Alman-la-ş-ma] is. Almanlaşmak işi. Almanlaşmak, [Alman-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Al ınanlara benzer davranış ve nitelikler edinmek. Almanlık, -ğı [Alman-lık] is. 1. Alman olma duru mu. 2. Almanlara özgü nitelik, almaş, [al-ma-ş] is. Birden fazla nesne veya olayın dönerli olarak birbirini izlemesi; münavebe; deği şerek; dönerek; dönüşümlü; keşikleme; nöbetleşe; sırasıyla. almaşık, -ğı [al-ma-ş-ık] is. v e sf. 1. Düzenli aralık larla birbirini izleyen; münavebeli. 2. {ağız} Yoru lanın yerine koşulmak üzere hazır bulundurulan yedek koşum veya çift hayvanı; değiştirmelik. [DS] S1 almaşık akım, A ltern a tif akım . || almaşık çiçek li, bot. Ç içek leri a lm a şık dizilm iş olan. || almaşık yapraklar, B ir s a p üzerinde aynı h iza d a d eğ il d e değ işik y ü k sekliklerd e dizilen y a p ra klar. almaşıklık, -ğı [alma-ş-ık-lık] is. bot. Bir bitkide yaprak ve çiçeklerin almaşık dizilme hâli, almaşlı, [alma-ş-lı] sf. Almaş durumunda olan, almaşma, [alma-ş-ma] is. 1. Almaşmak işi. 2. Farklı iki süs öğesinin sırayla yinelenmesi, almaşmak, [alma-ş-mak] {eA T) işteş, f . [-ır ] 1. Nö betleşe kullanmak. 2. Değişmek, almaştırmak, [alma-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] De ğiştirerek nöbetleşe kullanmak. [DS] almaz, [al-mak > al-maz] {ağız} sf. (Keçi veya koyun için) yavrusunu emdirmeyen. [DS] 0 almaz almaz bakmak, {ağız} K ısk a n çlık ve kin dolu o la r a k b a k mak. [DS]|| almazdan almazdan, {ağız} B ön bön ; aptal aptal. [DS] almazıya, [al-maz-ı-y-a] {ağız} zf. Almamak niyetiy le. [DS] almazlanmak, [al-maz-la-n-mak
dönşl. f . [-
ır] Bir şeyi almak istememek, isteksiz ve çekimser davranmak; almaktan çekinmek, {eAT} (aynı). almazlık, -ğı [al-maz-lık] {ağız} is. 1. Kuzusunu em zirmeyen koyunu kuzuya alıştırmak için yavrusu ile birlikte konulduğu yer. 2. Koyun, keçi bağlanan dikine çakılmış çatal ağaç. [DS] alımla, [almıla] {eT} is. Elma. [DLT] almır, [al-mak > al-mır] {eT} is. Hırs, tamah. [Gabain] almışı, [al-mış-ı] {eAT} is. Para olarak değeri, alnaç,-cı [al-(ı)n-aç] is. 1. Bir şeyin öne bakan yüzü; ön; cephe. 2. Yüze karşı gelen taraf; insanın karşı sında bulunan, karşı; annaç. 3. Bir yapının ön yüzü; cephesi. 4. Alın, alnaklam ak, [alm > al(ı)n-ak-la-mak] {ağız/ gçl. f i [r ] [-l(ı)-y o r] 1. Gözetlemek. 2. Alm doğrultusunda bakmak. [DS] alngadmak, [al(a)n-ad-mak] (aln adm ak) {eT} gçsz. f . [-u r] Zayıflamak; arıklamak; hâlsiz olmak. [EUTS] alngadturm ak, [al(a)n-ad-tur-mak] (alnadturm ak) {eT} gçl. f i [-u r ] Zayıflatmak; arıklatmak; güçten düşürmek. [EUTS] alngatm ak, [al(a)n-at-mak] (alhatm ak) {eT} gçl. f i [ur] Zayıflamak; arıklamak; hâlsiz olmak. [EUTS] alngumak, [al-an-u-mak > al-n-u-mak] (alnum ak) {eT} gçsz. f i [- r ] Zayıflamak; bitkinleşmek. [İKPÖy.] alnuk, [alm-mak > al(ı)n-uk j j J I ] {eAT} sf. Sersem; gafil; meczup, alnuklık, [alnuk-hkjltJT] {eAT} is. Acizlik. alo1, [alo] (a lo :) {ağız} iinl. Şaşma, korku bildirir. [DS] alo2, [Fr. allö / İng. hello] iinl. Telefon görüşmesinde bağlantıyı kurma ve görüşmeye başlama sözü, aloalo, [alo (yans.) > alo+alo] (a :lo a :lo ) {ağız} is. Hindi. [DS] alobos, [Yun. alopös] {ağız} is. Su üzerinde oluşan köpük; su köpüğü. [DS] alogami, [Fr. allogamie] is. bot. Bir çiçeğin, aynı bit ki veya başka bitki üzerindeki başka çiçek tozları ile döllenmesi, alokinezi, [Fr. allocinesie] is. tıp. Vücut organların dan birini hareket ettirmek isteyince onun yerine karşı eşini hareket ettirme şeklinde görülen hareket bozukluğu. alom etri, [Fr. allometrie] is. Bazı bitki ve hayvanlar da görülen bir organın vücudun bütününe göre da ha hızlı veya yavaş büyümesi; heterogoni. alonj, [Fr. allonger (uzatm ak) > allonge] is. Bankacı lıkta, bono veya havaleye ilişkin kâğıt, alopesi, [Fr. allopecie] is. tıp. Saçların veya vücut kıllarının hiç çıkmaması veya yer yer dökülmesi, aloşo, [? aloşo] {ağız} is. Buğdaydan yapılan sütlaç. [DS] alotrofi, [Fr. allotrophie] is. Değişik tür besinlerle beslenebilme özelliği.
ÖIİiHIÜMt 5 Ö M . r;ii
ALO alotropi, [Fr. allotropie] is. kim. Karbon, kükürt ve fosfor gibi maddelerin değişik fiziksel özelliklerde bulunması. alozom, [Fr. allosome] is. biy. Cinsiyetin belirmesin de temel rol oynayan özel kromozom; heterokromozom; cinsel kromozom,
ka’da yaşayan evcilleştirilmiş guanakon türü bir memeli olup yumuşak tüylü postu için And dağla rındaki yaylalarda yetiştirilen geviş getiren bir hayvan (L am a g la m a p a c o s ). 2. gnşl. Bu hayvanın tüylerinden veya sentetik elyaf katılarak dokunmuş kumaş.
alörispor, [Fr. aleuriospore] is. bot. Miselyum iplik çiklerinin yırtılması ile çıkan mantar sporu,
alpaks, [Lat. al-pah] is. 1. Dökümü kolay, içinde yüzde 13 oranında sodyumla arıtılmış silisyum bu lunan alüminyum alaşımı. 2. Bu alaşımdan yapıl mış döküm eşya,
alörom etre, [Fr.aleurometre] is. Undaki glüten mik tarını ölçmeye yarayan araç, alöron, [Fr. aleurone] is. bot. Bitki tohumlarının besi dokusunda bulunan yedek protein, alösemik, [Fr. aleucemique] sf. tıp. Kan akyuvarları nın sayısında artış ve yapısında bozukluk göster meyen bir lösemi türü, alp, [alp v^T] {eT} {eAT} sf. 1. Yiğit; cesur; alp; kah raman; bahadır; enerjik. [İKPÖy.] [EUTS] [DLT] [Gabain] [Mühennâ] [Tekin] 2. Yiğitliği gerektiren. [İKP Öy.] 3. Saygın. [İKPÖy.] 4. (Tehlike için) şiddetli; güç; zor; müşkül. [ETY] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Mü hennâ] 5. Yüksek. 6. is. Cesur, yiğit savaşçı; kah raman; zorlu. 7. Eski Türklerde hanedan prensleri ne verilen Avrupa Orta Çağındaki şövalye karşılığı resmî asalet unvanı. 0 alp eren, {eAT} Yiğit; b a h a d ır; k ah ram an .|| alp sfingüş, {eT} (alp sünüş) B ir ila h veya şeytan a d ı; Sansk. Vyâghra. [EUTS]|| alp tegin, {eT} Yiğit köle. [DLT]|| alp yol, {eT} T ehlikeli y o l; çetin y ol. [EUTS] Alp, [Fr. alp] is. Avrupa’nın başlıca sıradağlarının adı. S alp bahçesi, Yüksek d a ğ la rd a kurulan ve için d e bilim sel in celem eler için a lp bitkileri yetişti rilen ba h çe. || alp ırkı, C ilalı T aş D evrin de Avru p a ’y a yerleşm iş bey az ırktan insanlar.\\ alp keçisi, A lp d a ğ la rın d a y etişen k ıs a tüylü, üçgen başlı, kü la h şeklin d e d ik kulaklı, z a r i f görünüşlü, b o l süt v eren bir k e ç i türü, (Chamoisee).\\ alp lalesi, bot. Z am b akg illerd en orm an larda, a ç ık a la n la rd a ve çim en liklerd e y etişen p e m b e büyük sa rk ık çiçekli, uzun bey az so ğ an lı b ir çiçek . || alp sistemi, je o l. J e o l o j i k d ev irlerd en ikinci zam anın so n la rı ile üçüncii zam anın o rtala rın a k a d a r g eçen d ev red e oluşm uş g en ç d a ğ la r sistem i.|| alp şarkıcı'kuşu, z oo l. Yüksek d a ğ y a m a çla rın d a yaşayan , b ö c e k ve ta n ecik lerle beslen en g ri ve kah v eren g i küçü k bir kuş, (P run ella collaris). alpagu, [alp-a-mak > alp-a-ğu] {eT} is. 1. Yiğit sa vaşçı; kahraman cesur savaşçı; yiğit. [Gabain] [ETY] [Tekin] 2. Bir unvan. [ETY] alpagut, [alp-a-ğu > alp-a-ğu-t] {eT} is. 1. Kahraman lar; cesurlar; alplar; yiğitler; savaşçılar. [ETY] 2. Tek başına düşmana saldıran ve hiçbir yandan ya kalanmayan kimse; savaşçı. [DLT] [Gabain] [EUTS] alpak, -ğı [al+pak] {ağız} is. Kırmızı. [DS] alpaka, [Gün. Amer. yer. Aymara d. > İsp. alpaca] ( a lp a ’ka) is. zool. 1. Devegillerden Güney Ameri
alpam ak, [alp-a-mak] {eT} gçsz. f . [- r ] Cesur olmak. [Gabain] alp argata, [İsp. alpargata] is. İspanyol köylülerinin veya dansçıların giydikleri saz veya ipten yapılmış bir çeşit ayakkabı, alpbahçesi, [alp+bahçesi] is. Yüksek dağlarda yeti şen alp kuşağı bitkileriyle meydana getirilen park ve bahçe. alpehlivan, [al+pehlivan] is. Salkımı orta büyüklükte ve konik, taneleri sık, yuvarlak, sulu, lezzetli ve sert kabuklu, Trakya’da yetiştirilen sofralık kırmızı renkli bir çavuş üzümü türü, alperen, [alp+er-en] is. Müslümanlığın Anadolu ve Rumeli’nde yaygınlaşmasını sağlayan mücahit der viş. alpgülü, [alp+gülü] is. bot. 1. Alplerde, Sibirya ve A sya’da doğal olarak yetişen, yapraklarında uyuş turucu ve idrar söktürücü özellikler bulunan bir süs bitkisi (R hododen dron chrysanthum ). 2. Zakkum ağacı (R hododen dron ferru gin eu m ). alpha, [Yun. alpha] is. Alfa. alpımak, [alp-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] Saygı gös termek; hürmet etmek. [DS] alpırkam ak, [alp+ ir-ke-mek (biriktirm ek) > alpırkamak] {eT} g ç s z .f. [ - r j Kendisine yiğit süsü vermek; sebatla çalışmak. [EUTS] alpırkanm ak, [alp (kahram an ) + irk-e-mek (biriktir m ek) > alpırka-n-mak] {eT} d ö n şl.f. [-u r ] 1. Bir şey üzerinde yorulmadan, bıkmadan, ısrarla çalışmak. [EUTS] 2. Kahramanca davranmak; kahramanlığı kendinde toplamak; kahramanlaşmak. [İKPÖy.] [EUTS] 3. Kendisine yiğit süsü vermek. [Gabain] alpinia, [Lat. alpinia] is. bot. Zencefilgillerden güzel çiçekli, gövdesinden çıkarılan madde uyarıcı olarak halk hekimliğinde kullanılan bir süs bitkisi; havlı can, (Alpina o fficin aru m ). alpinist, [Fr. alpiniste] is. Dağcı, alpinizm, [Fr. alpinisme] is. Dağcılık, alpinum, [Lat. alpinum] is. Yüksek dağ bitkileri ye tiştirmek için düzenlenmiş botanik bahçesi. alplık, -ğı [alp-lık jU T ] {eAT} is. 1. Alp olma duru mu; kahramanlık; yiğitlik; cesurluk. 2. Serkeşlik; asilik, t? alplık etmek, {eAT} C esaret g ö sterm ek; y iğ itçe davranm ak.
ALT alpyıldızı, [alp+yıldız-ı] is. bot. Yüksek dağların ya maçlarında yetişen soğanlı bir çiçek, (P a ra d isia liliastrum). alsamak, [al-mak > al-sa-mak] (eTj gçl. f i [ - r ] A l mak istemek. [DLT] alsıkmak, [al (hile) > al-sık-mak] {eT} gçsz. f i [-u r] 1. Bir şeyi alınmak; çalınmış olmak. [EUTS] 2. So yulmak. [DLT] 3. Aldanmış olmak, alsıkmış, [al-sık-mış] {eTj sf. huk. Malı mülkü yağma edilmiş [Mtihennâ] alsin, [Fr. alcyne] is. kim. Üçlü bir bağla nitelenen, alifatik sınıftan asetilenik hidrokarbonlar, alsiyonlar, [Fr. alcyonaires] is. z oo l. Sekiz bölüm ve dokunaçlı, çift yüzgeçli selentereler (H eliopora). alsophila, [Yun. alsosphilos] is. bot. Sıcak böl gelerde yetişen ağaç görünümlü eğreltiotu çeşidi (A lsophila australis). alşah, [alçak / alşah jcill] {eAT} sf. Alçak. alşimi, [Ar. al-kimîyâ > Fr. alchimie] is. 1. Adi me tallerden altın yapmak için insanların uzun yıllar uğraştığı bir bilim dalı; simya. 2. m ec. Değeri dü şük bir malı değerli ve geçerli bir ticarî mala çe virme çabası. alşimist, [Fr. alchimiste] is. Adi metallerden altın yapmaya çalışan bilim adamı; simyager; simyacı, alt, [al (aşağ ı) > al-t] is. 1. Bir nesnenin aşağı bakan yüzü, yere gelen tarafı; taban. «B ardağ ın altı ıs lanmış.» 2. Dik tutulan bir yüzeyin aşağı kısımları. «Ekranın altı k a ra rd ı.» 3. Yüksekte bulunan şeyin yer ile arasındaki boşluk. «S ıcaktan h er k e s a ğ a cın altına sığın dı.» 4. Üst üste yapılan sıralamada aşa ğıda kalan nesne. «Şu apartm anın a lt katın da otu ruyoruz.» 5. Bir yazının son satırından sonraki boş luk. «R aporun h e r sayfasın ın altını im zalayınız.» 6. Küçük çocukların ve yatalak hastaların boşaltım ihtiyaçlarını giderdikleri bez vs. 7. Ölçme ve değer lendirmede ölçü alman belirli bir değerden daha geri olanlar. «Yeni s ın ıf g e ç m e sistem in de ikinin altın dakiler k alıy or.» 8. Dip. «N ehrin altından kablo g eçir d iler .» 9. Bilinen ve söylenen olayların gerisinde yatan sebepler, gerçekler. «A raların daki kavganın altın d a g elin kayn an a sürtüşm esi y a tı yor.» 10. Sonuç, son; işin varacağı yer. «Bunun altından d a h a n e le r çıka ca k, neler!» 11. Yararlan mak üzere elinde bulundurma; taht. 12. {eTj Aşağı. [ETY] 13. {ağız} Delinen çorabın tabanına yeniden örülen parça. [DS] 14. {eAT} Nikâhla bağlı. 15. {eAT} Buyrukla bağlı; emrinde olma. S alt ağacı, {ağız} D oku m a tezgâhın da doku nan h a lı ve kilimin sarıldığı y u v a rla k a ğ a ç. [DS]|| alt alta, B iri d iğ eri nin altın a g e le c e k şekild e. || alt alta üst üste, Yere düşenin iistüne diğerinin çöktüğü, bazen d e ö tek i nin üste ç ık a r a k y a p tık la rı boğ u şm a veya dövüş. || alt baş, {ağız} 1. A şağ ı ta ra f; son u ç; g eri. 2. S o nunda; velhasıl. [DS]|| alt başı çekm ek, {ağız} H a
tır saym ak; çekinm ek. [DS]|| alt başlık, B ir kitabın veya yazının başlığ ın dan so n r a onu tam am layan başlık. || alt bilinç, p sik ol. B ilin çaltı.|| alt cins, biy. B ir cins için deki ikinci d e r e c e cins. ||alt cisim, mat. B ir cism in aynı işlem lerle ken disi d e cisim kurulu şu n da olan alt cü m lesi.|| alt bölüm, biy. C anlıların sistem atik sın ıflan dırm asın da b ir bölüm için de y e r a la n ikinci d er ec e d ek i bölü m ; a lt şube. || alt cins, biy. C anlıların sistem atik sın ıflan dırm asın da b ir cins için d e y e r a la n ikin ci d e r e c e d e k i cins. ||alt çe ne, anat. O m urgalı ca n lıla rd a alttaki h a rek etli ç e ne.\\ alt çenesinden girip üst çenesinden çıkmak, Birini, ikna etm ek için uğraşmak.\\ alt deri, biy. O m urgalı hay v an lard a ve in san da vücudu örten derinin alt kısm ını oluşturan b a ğ doku ; h ip od erm ,|| alt diş, anat. O m urgalı hay v an lard a ve insanda a lt çen ed e y e r a la n dişler. ||alt dudak, anat. O m urgalı h a y v an lard a ve insanda ağzın giriş kısm ını teşkil ed en p a r ç a la r d a n altta olanı. ||alt etmek, Yenm ek; g a lip gelm ek. || alt ev, {ağız} K ö y evlerin in zem in katın d a hayvan b a ğ lan an y e r ; bodrum . [DS]|| alt fam ilya, biy. C anlıların sistem atik sın ıflan dırm a sın d a b ir a ile için de y e r alan ikinci d e r e c e d e k i a i le. ||alt geçit, K a r a y o lla rın d a birbirin i k esen k a v şa k la r d a taşıt trafiğini a ksatm am a k için b ir yolu n altından g eçirilen d iğ er yol. ||alt hava yuvarı, g ök. b. O rtalam a 12 km. kalınlığındaki, dünya ile üst ha v a kü resi a ra sın d a kalan a tm o sfer ta b a k a sı.||altı alay üstü kalay, D ışının g ö sterişi iyi f a k a t içi k ö tü]] altı algın olm ak, {ağız} İk i k işi a ra sın d a kin ve düşm anlık bulunm ak. [DS]|| altı kaval üstü şeşhane, B irb irin e uym ayan p a r ç a la r la m eydan a getirilm iş bütün, ö zellikle birbirin i o kşam ayan giyim.\\ altına alm ak, B irin i y e r e y ıkıp üstüne ç ö k m ek]] altına bir arab a çekmek, K en disin e veya birin e o to m o b il satın alm ak. || altına etmek, B üyük veya kü çü k boşaltım ihtiyacını tutam ayıp donun a veya y a ta ğ ın a yapm ak]] altına kaçırm ak, 1. B üyük veya kü çü k boşaltım ihtiyacını tutam ayıp donuna veya y a tağ ın a yapm ak. 2. m ec. Ç o k korkm ak]] altı na yapm ak, Büyük veya küçü k boşaltım ihtiyacını tutam ayıp donunu veya y atağ ın ı p isletm ek ,|| altın da bulundurmak, huk. K ira la m a vb. y o lla rla b ir taşınm azı elin d e bulundurm ak; tahtında bulundur m ak]] altında kalm am ak, G ördüğü b ir iyilik vey a kötülüğü karşılıksız b ıra k m a m ak ; aynısı ile k a rşılık verm ek. || altından alm ak, Y atalak b ir hastanın p isliğ in i yattığı y erd en yapm asın ı sa ğ la m a k ve p i s liğini a tm a k.|| altından çapanoğlu çıkmak, B e k len m edik olu m suzlu klarla karşılaşm ak]] altından girip üstünden çıkm ak, E lin e g eçen p a ra y ı lü zumsuz y e r e h a rca y ıp bitirm ek]] altından kalk mak, 1. B aşarm ak. 2. H ak ettiği c ev a b ı v er eb il m ek]] altını çaldırm ak, {ağız} (Kişi için) kon uşm a sıra sın d a karşı tarafın işine y a r a y a c a k gizli ve e k sik tarafların ı sezd irm ek ; a ç ığ a vurmak. [DS]|| altı
ALT nı çalm ak, {ağız} 1. Süpürm ek; tem izlem ek. 2. Top lam ak. 3. H esa b ı k ap a tm a k ; ilişiği kesm ek. [DS] 4. {ağız} Yontm ak; kesm ek. [DS] J. {ağız} N iyetini a n lam ay a ça lışm a k; ağzım aram ak. [DS]|| altını çiz mek, 1. Ö nem ini belirtm ek, d ikk at çekm ek. 2. İlişi ğ in i k esm ek ; dostluğu so n a erdirm ek. || altını ıslat m ak, Ç işini donuna veya y a tağ ın a yapmak.\\ altını üstüne getirmek, D üzeni bozm ak, k arıştırm ak.|| altını yakm ak, {ağız} K ışkırtm ak; kötülüğü a rtıra c a k biçim d e davranm ak. [DS]|| altı üstüne gelmek, Ç o k karışm ak]] altı yaş, H ileli ve iyi son u ç verm e y e c e k i?. || alt karşıt, Aynı terim lerden olu şan biri olumlu, d iğ eri olumsuz iki ön erm eden h e r birinin d iğ eri karşısın d aki a d ı.|| alt kat, B ir orm anın tem el v e büyük a ğ a çların ın altın da y etişen d a h a küçük a ğ a ç ve ç a lıla r topluluğu,|| alt komisyon, B elli bir kon u da ön ça lışm a y a p m a k üzere aynı kom isyonun ü y eleri a rasın d an ayrılan küçük grup. || alt köşe, p o r . K a le d ireklerin in zem in e d eğ d iğ i n oktad aki k öşe. || alt kurul, B ir kıırul tarafından b elirli b ir konuyu d a h a ayrıntılı in celem ek ü zere aynı kurul ü yeleri a rasın d an oluşturulm uş küçü k kurul.\\ alt olmak, Yenilmek, altta kalmak.\\ alt sınıf, biy. C an lıların sın ıflan dırılm asın da b ir s ın ıf için de y e r alan ikinci d e r e c e s ın ıf || alt şube, biy. C anlıların sın ıf lan dırılm asın da b ir şu b e için de y e r alan ikinci d e r e c e şu b e ; alt bölüm . || alt tab aka, fiz. 1. A tom da b ir tabakan ın için de bulunan elektronu n a ç ıs a l ku anta say ısın a d en k g elen bölüm ü. 2. dbl. B ir dil d e değ işim lere y o l a çan esk i b ir dilin kalın tısı.|| A ltta kalanın canı çıksın, B a n a ne, z ay ıfla r varsın ezilsin, an lam ın da olum suz b ir tutum ve söz. ||altta kalm am ak, 1. K en disin e y a p ıla n b ir iyiliğe iyilikle k a rşılık verm ek; m innet altın da kalm am ak. 2. K en disin e y a p ıla n b ir kötülük veya söylen en kötü b ir sözün karşılığın ı verm ek. || alt takım , biy. C an lıla rın sın ıflan dırılm asın da b ir takım için de y e r alan ikinci d e r e c e takım .|| alttakiler, Alt katta oturan kom şu lar. ||alttan alm ak, Ö fkeli ve sert b irin e k a r şı y u m u şak ve an layışlı davranm ak. || alttan alta, G izlice, f a r k ettirm eden; çaktırm adan ,|| alttan gü reşmek, G e rçe k am acın ı gizli tu tarak üstün g elm e y e çalışm ak. || alttan su çıkmak, {ağız} Tedirgin e d e c e k b ir durum oluşm ak. [DS]|| alt tarafı, 1. Bundan so n ra g elen i, g erisi. 2. D eğersiz, g erek siz ; olu p o la cağ ı. 3. {ağız} B ir işin aslı. [DS]|| alt tarafı kiraz bahçesi, M oral kazan m ak için şu an d aki gü çlü k aşıldıktan so n ra sıkın tıların g id eceğ in i ifa d e etm ek için söylen en söz.|| altta yok üstte yok, Yoksul. ||alt teknesine erm ek, {ağız} K en disinden gizli tutulan b ir işin aslın ı araştırıp öğren m ek. [DS]|| alt tü r, biy. C anlıların sın ıflan dırılm asın da b ir tür için de y e r alan ikinci d e r e c e d e k i tür. ||alt uç, {ağız} 1. Sonu ç; son. 2. İp, urgan g ib i şeylerin altta k alan ucu. [DS]|| alt üst, B ir nesnenin altı üstüne, üstü d e altın a g e le c e k şek ild e d eğ iştirilm e hâli. || alt üst
ö k h iü m m
.2 22
böreği, Tepsinin altın a ve üstüne b ire r k a t y u fka s e r ile r e k peyn irli, ıspan aklı veya kıym alı iç le h azır lanan börek. || alt üst etme, Yığın h â lin d e bulunan ürünü h av alan d ırm ak veya kurutm ak a m a cıy la k a rıştırıp altını üstüne g etirm e işlem i.|| alt üst etmek, 1. Altını üstüne g e tir e c e k ş e k ild e çevirm ek. 2. m ec. K arıştırm ak. 3. in sa n d a p s ik o lo jik bakım dan k arı şık lık ve düzensizlik m eydan a getirm ek. || alt üst olmak, 1. Altı üstüne gelm ek. 2. m ec. K arışm ak, düzeni bozulm ak]] alt üst parası, {ağız} H astanın bakım ı ve ölüm ünden so n r a göm ü lm e v e h ay ır işle rin e h a rca n m ak ü zere ayrılm ış p a ra . [DS]|| alt ya ka, B a lık a ğ la rın d a kurşun ağırlıkların bulunduğu k en a r.|| alt yapı, 1. Ş eh ircilikte yol, su, elektrik, kan alizasyon, telefon ve g a z g ib i g en ellik le to p rak altın da k alan donanım lar. 2. B ir m eslek veya sa n a tın yürütü lebilm esi için g e r e k li olan tem el bilgiler. 3. M arksist fe l s e f e d e siyasi, hukuki ve estetik vb. ilişk ileri etkileyen ve düzenleyen üretim a r a ç la r ı ve üretim ilişkilerinin bütünü]] alt yazı, 1. G azete ve d er g iler d ek i resim lerin altın a kon ulan a çık lay ıcı yazılar. 2. Y abancı d ild e oynatılan film le r d e kon uş m aların ek ra n veya p erd en in alt tarafın da y e r alan özet tercüm e yazıları]] alt yazılam a, Y abancı dilde seslen d irilm iş b ir film d e k i kon u şm aları ö zet h â ld e v ereb ilm ek a m a cıy la a lty a z ı h a zırlam a ve film üze rin e b a sm a işi]] alt yazılam ak, A lty a zı hazırlam ak ve yazm ak. ||alt yazılayıcı, A lty a z ıla rı film üzerine b a sa n a ra ç. || alt yazılı, (Film için) kon u şm aları ekranın veya p erd en in altın d a özet tercü m eler h â lin de verilen y a b a n c ı d ild e seslen dirilm iş. altaçı, [al-taçı] {eT} zf. Alacak; alıcı; alan. [ETY] altag1, [al-tağ] {eT} is. 1. Hile; aldatma. [EUTS] [Gabain] 2. Yol; metot. [Üç İtigsizler] 3. Yardım; destek. [EUTS] altag2, [alt-ağ] {ağız} zf. Altta; alttaki, ö altag üstek, {ağız} Alt a lta üst üste. [DS] altair, [Ar. el-tâir] (a lta :ir) {OsT} is. Uçucu, altalam ak, [alt-a-la-mak] {ağız} g ç l . f [ -r ] [-l(ı)-y o r] 1. Hastalık tekrarlamak; hâlsiz bırakmak; hastalık etkenleri artmak. 2. Yenmek; sindirmek. [DS] altam ak, [al-ta-mak / al-da-mak] {eT} gçl. f i [-r ] 1. Aldatmak; kandırmak. [Gabain] 2. {ağız} Yenmek; mağlûp etmek. [DS] altar, [Lat. altus (yüksek) + ara (urban y a km a o cağ ı) > altar] is. Bazı dinlerde adak kurbanın kesilip ya kıldığı ocak; tapmaklarda en önde bulunan masamsı yükseklik; sunak, altatıcı, [al-ta-t-ıcı] {eT} is. Yankesici. Altay, [Moğ. altan / T. altun] öz. is. A sya’da batı Si birya ile Moğolistan arasında kalan dağlık bölge. A ltayca, [Altay-ca] is. dbl. Altay dağlan bölgesinde yaşayan Abaka Türklerinin konuştuğu Türkçe. Altayistik, [Fr. altaîstique] is. dbl. Altay grubu mil letlerin dil, kültür, tarih ve edebiyatları ile uğraşan bilim dalı; Altay filolojisi.
O
«
»
»
.
ALT
223
altazıtmak, [alta-z-ı-t-mak] {ağız} gçl. f [-ır ] 1. (Hastalık için) yenilenmek; artmak; hastayı hâlsiz bırakmak. 2. Yenmek; sindirmek. [DS]
altık, -ğı [alt-ık] is. ve sf. 1. Açıktan değil de dolaylı anlatılan. 2. Bir şeye bağlı, ikinci derecede olan; mütedahil.
altazimut, [Fr. altazimut] is. g ö k b. Bir yıldızın yük sekliğini ve azimutunu aynı anda ölçen alet; teodolit.
Altıkardeş, [altı+kardeş] is. g ö k b. Kuzey yarım kü resinde Büyük Ayı karşısında bulunan takım yıl dızlar; Zatülkürsi.
altçı, [alt-cı
altılı [altı-lı] sf. 1. Altı birimden meydana gelen. 2. is. ed. Bentleri altışar mısradan meydana gelmiş manzume; müseddes. 3. müz. Altı icracıdan mey dana gelen müzik topluluğu. 4. Üzerinde altı işareti bulunan iskambil kâğıdı. 5. {ağız} Altı mermi alan toplu tabanca; altıpatlar; altıatar. [DS] S altılı gan yan, Altı k olon d an m eydan a g elen a t y a rışı şa n s oyunu.
{eAT} is. Birden fazla ka
dınla evlenen erkeğin ilk eşi. altcu, [alt-cu ^ ) T ] {eAT} is. - * altçı. alternatif, [Lat. eltenâre (n öbetleşm ek) > Fr. alternative] is. ve sf. 1. Az çok art arda tekrarlanan du rum; almaş. 2. Karar verme hâlinde birini diğerinin yerine tercih edebilme şekli, fi1 alternatif akım, Sıralı ve düzenli o la r a k y ön değiştiren o rtala m a d eğ eri sıfır olan elek trik a kım ı; a lm a şık akım ; d a l g a lı akım ; d eğ işken akım . alternatör, [Fr. altemateure] is. Dalgalı akım üret meye yarayan mekanik araç,
altılık, -ğı [altı-lık] is. ve sf. 1. Altı birimden oluşan veya altı birim alabilen. 2. ed. Manzumelerde altı mısradan meydana gelen kıtaların her biri. 3. İkinci Mahmut döneminde bastırılan 12,228 g r’lık gümüş para.
altın1, [eT. altun / eA T altün] is. kim. 1. Atom numa rası 79, atom ağırlığı 197.2, özgül ağırlığı 19.5 gr/cm3 olan, 1064 °C’de ergiyen, parlak sarı renkte, yoğun, inceltilebilen, havadan ve sudan etkilenme altı, [al-mak > al-dı / al-tı / alt > alt-dı] is. Beşten yen, ticarî değeri çok yüksek bir metal; kızıl; sonra, yediden önce gelen sayı altı sayısı. S altı zehep; zer, sembolü: Au. 2. Bu metalden yapılmış karış beberuhi, B oyu k ıs a o la n la rla a la y etm ek süs eşyası. 3. İmparatorluk döneminde para birimi; için söylen en kü çü m sem e sözü. || altı kırk, {eT} lira. 4. m ec. Parlak, parlaklık. 5. Sarı renk. 6. sf. Otuz altı. [EUTS]|| altı okka etmek, B irin i k o l ve (Ses için) güzel ve pürüzsüz. 7. Altından yapılmış. bacakların d an tutarak k ald ırıp s a lla m a k veya böy fi1 altına batm ak, Ç o k zengin olm ak. || altın adını le taşım ak.|| altı otuz, {eT} Yirmi altı.|| altı p ar bakır etmek, (E skiden iyilikleri ile tanınan için) mak, 1. E llerin d e veya a y ak la rın d a altı p a rm a ğ ı yap tığ ı kötü d a v ra n ışlar yüzünden iyi şöhretin in olan kim se. 2. tekst. Yol y o l sırm a işlem eli veya unutulm asına s e b e p olm ak. [DS]|| altın am arat, böyle dokunm uş ip ekli kum aş. 3. z oo l. İstan bu l çev {ağız} Ziynet; sü s eş y a s ı; m ücevher. || altın askı, resinde y a k a la n a n p a la m u t cinsi b ir balık. 4. M ey {ağız} Külliyat. [DS]|| altın babası, Ç o k m iktarda vesi ufak, kırmızı, sulu ve lezzetli, b o l verim li, İs altını olan kişi.|| altın baş, 1. E ge, T rakya ve İç tanbul ve B u rsa çev resin d e y etişen b ir kiraz türü. || A nadolu'nun bazı y erlerin d e y etişen sa rı ren kli altı pas, spor. F u tb o ld a k a le önün deki b eş bu çu k kokulu b ir kavun türü. 2. A kdeniz ve K a ra d en iz ’d e m etre m esa fed ek i a la n ; k a le sa h a sı. || altı p atlar, d a h a ç o k yum urtaları için avlanan so lu n g a ç k a Altı m erm i a la n toplu taban ca. || altı yaşar, {ağız} p a kların ın üzerinde sa rı le k e le r bulunan bir k e fa l Altı y a ş d o la y ın d a ki ç o c u k la r için dikilm iş a y a k k a türü, (M ugil auratus). 3. {ağız} Baykuş. [DS] 4. Ça bı; ço cu k yem en isi. [DS]|| altı yigirmi, {eT} On a l ğız} R akı türü. [DS] J. {ağız} S ip ah i sigarası. [DS]|| tı. ||altı yol, tekst. 1. H er çubuğu ayrı ren kte o lm a k altın beşik, ik i kişinin b ir üçüncü kişiyi taşım ak üzere a ltışarlı çu bu klar h â lin d e dokunm uş kumaş', için b ir eliy le ken di bileğ in den d iğ er eliy le d e ö b ü r alaca. 2. Altı kollu kavşak. ||altı yol ağzı, Altı yolu n kişinin bileğ in den tu tarak m eydan a g etird ik leri e l birleştiği kavşağ ın bulunduğu y e r veya kıy ısı.\\ altı kavuşturm a şekli. ||altın böcek, zool. K m k an atlıla r yolu, {eT} Altı kez.|| altı yüzlü, mat. Altı yüzü olan takım ından çiçek lerin v e ö z ellik le g ü llerin üzerinde cisim. y a şa y an p a r la k y e ş il ren kte b ir b ö c e k ; g ü l bö ceğ i, altıdan, [altı-dan] {ağız} zf. Beleş; bedava; parasız. (C eton ia aurata). || altın bilezik, P a r a g etiren iş, [DS] S altıdan, 1. H a sta n elerd e p er h iz i olm ayan m eslek ve sanat. || altın çağ, 1. B ir uygarlığın in h astalara verilen ço rb a sı, eti, tatlısı tam o la n y e sa n la rın a en ra h a t ve en huzurlu y a şa m a y ı s a ğ la mek. 2. Tam num ara. || altıdan olmak, argo. Ç ok dığı dönem . 2. M utluluk dönem i. || altın çiçeği, iyi durum da o lm a k (E skiden o rd u d a d ağıtılan y e {ağız} bot. Latin çiçeğ i, (Alyssum). [DS]|| altın eşik, m eklerin en iyisi 6 n u m ara idi.) {ağız} Zengin evi. [DS]|| altın heli, {ağız} Yaldız b o altıgen, [altı + Yun. gon (ken ar) [TtETZE]] is. mat. ya. [DS]|| altın iş, {ağız} Ç o k ön em li iş. [DS]|| altın Altı açısı ve altı kenarı bulunan geometrik şekil; kafes, Birinin m ad d î o la r a k bo llu k için d e ve r a h a t altı kenar. y a şa m a sın a rağ m en hürriyetinin kısıtlı olm ası h a
altes, [Lat. altitia > altus (yüksek) > İt. altezza > Fr. altesse] is. Hükümdar soyundan gelen prens ve prenseslere verilen onur unvanı,
ALT li,|| altın kakm a, Tahta, kum aş, m aden vb. h erh an g i b ir m ad d e üzerine altın p a r ç a la r ı y a d a altın tel g ö m e r e k y a p ıla n sü slem e.|| altın kaplam a, Ç eşitli eşyan ın üzerin e uygulanan altın sıv a m a işlemi.\\ altın kesmek, B o l p a r a h a r c a y a c a k k a d a r çabu k v e k olay p a r a kazan m ak]] altın kökü, bot. K ö k bo y a sıg illerd en Güney A m erika ’d a yetişen, kökün d e kusturucu a lk a lo itler bulunan b ir ç a lı; ipeka, (C ep h a elis ip eca cu an ha). || altın küpü, P a r a s ı ço k olan, p a r a biriktiren. || altın leğene kan kusmak, P a r a s ı ve m ad d î im kânları ç o k o lm asın a rağm en h a sta lık v ey a üzüntü için de y a şa m a k]] altın m an ta r, bot. Turuncu s a n şapkalı, sa rı saplı, zarsı g e niş lam elli, y en eb ilir bir m an tar türü, (Am anita c a e s a r e a ). |] altın oluk, 1. Sırm a vey a k ılap tan la y o l y o l işlenm iş ip ekli kum aş. 2. Bu tür kum aştan y a p ılm ış kadın şalvarı. 5. K â b e ’nin d am ın da suların akm ası için yapılm ış ve üstüne altın kaplan m ış oluk. 4. {ağız} Verimli iş; k azan çlı sanat. [DS]|| al tın otu, bot. Y a p ra klan kay n atıla ra k id ra r söktürücü, p e k lik verici ve basu ru tedavi ed ic i o la r a k kullanılan E g e ve K a ra d en iz b ö lg elerin d e k a y a la rın ve duvarların üzerinde y etişen b ir eğ relti türü, (C eta ra h o fficin ale)]] altın sarısı, Altının kendi ren g i olan p a r la k kızıl san.|| altın suyu, kim. Altın ve platin i çözündüren nitrik asit v e k lo rh id rik asit karışım ı. || altın tabak, {ağız} bot. Yıldız ç içeğ i; nergis. [DS]|| Altın T arım , -*■ Altun Tarım. || altın terlik, {ağız} K ö şeli ç iç ek m otifleri ile sü slü doku m a çuval. [DS]|| altın top, At üstünde çevgen adı verilen ucu eğ ri ve iç yan ı a ğ la k ap lı s o p a la r la 1015 cm. ça p ın d a üzeri d er i k ap lı a k ç a a ğ a ç veya sö ğ ü t to p la rı b ir delikten g eç ir m e k su retiyle oyna nan bir ç eş it cirit oyunu]] altın topu, G üzel v e s a ğ lıklı b e b e k le r i ö v m ek için kullanılan söz]] altın tut sa bakır kesilmek, G iriştiği bütün verim li işler b a şa rısız lık la son u çlan m ak; kısm etsizlik; şan ssız lık ; talihsizlik]] altın yağm urcun, S a n ren kli y a ğ murcun, (C levialis apricariu s). |[ altın yapı, {ağız} Zengin evi. [DS]|| altın yıl, E vliliğin ellin ci y ıl d ö nümü]] altın yum urtlayan tavuk, Sü rekli g e lir g etiren iş veya sırtından iyi p a r a kazan ılan kişi. altın2, [alt-ın jv JÎ / jJ I ] {eT} {eAT} is. 1. Alt taraf; al tında aşağı; alt. [DLT] [Gabain] 2. zf. Altta; aşağıda; altında; alt tarafta. [EUTS] ö altın yan, {eAT} Alt y a n ; a şa ğ ı taraf. altıncı1, [altm-cı] is. Altın çıkaran, işleyen veya altın ticaretiyle uğraşan kimse. altıncı2, [eT. altmç > altı-n cı] sf. Sıralama yapıldı ğında yeri altı sırasında olan. S altıncı duyu, Ön sezi]] altıncı his, Önsezi. altm ç, [altı-nç] {eT} sf. Altıncı. [EUTS] altınkı, [alt-m-ki] {eT} zf. Alttaki; aşağıdaki. [EUTS] altıntop, [altın+top] is. bot. Sedef otugillerden, hafif acımsı iri meyveleri olan bir meyve ağacı; greyfurt; kızmemesi, (Citrus grandis).
ö iü in iü M tm ü K .
altıparm ak, -ğı [altı+parmak] is. Ellerinde ve ayak larında altı parmağı olan kimse, altırar, [altı-ra-r] {eT} sf. Altışar. [EUTS] altışar, [altı-ş-ar] sf. Paylaşma sırasında her birine altı adet düşecek şekilde. S altışar altışar, A ltışarlı g ru p la r hâlinde. altız, [altı-z] is. Altısı bir batında doğan kardeşlerden her biri. altızmak, [al-mak > al-tı-z-mak] {eT} gçl. f . [-u r] 1. Aldırtmak. [ETY] 2. Yakalatmak. [ETY] [Tekin] altim etre, [Fr. altimètre] (a ltim e’tre) is. Bulunulan yerin deniz seviyesinden yüksekliğini gösteren alet; yükseklikölçer. altlam a, [alt-la-ma] is. fe l. Özel bir bireyi, bir türe; bir türü de bir cinse bağlama, altlam ak, [alt-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] man. Özel olarak kabul edilen bir şeye genel bir kavram altında yer vermek, altlı, [alt-lı] sf. Altı olan; altı bulunan; alt parçaya sahip olan, fi1 alth üstlü, 1. B ir ap artm an d a biri alt katta d iğ eri üstte o tu ra c a k şe k ild e; iki katlı ran za d a biri altta d iğ eri üst katta y a ta c a k şekilde. 2. H er iki yüzü d e üst yüzm üş g ib i işlen ip dokunm uş çift yüzlü kum aş. 3. (E lb ise için) ete k cek et veya p a n to lon c e k e t biçim in de olan. altlık -ğı [alt-lık] is. 1. Zarar görebilecek şeyleri ko rumak için bir şeyin altına konulan koruyucu. 2. {ağız} Üzeri ve üç yanı kapalı, önü açık, içinde ocak, tandır vb. yakılacak şeyler bulunan dam. [DS] 3. {ağız} Tahterevallinin dikey direği. [DS] 4. {ağız} Yalnız taban ve parmakları örten konçsuz yarım çorap. [DS] 5. Altta bulunma durumu, altmış [eT. altı + mış (on)] is. Altı kere on; elli do kuzdan sonra, altmış birden önce gelen sayı, altmış altı, 1. Altmış beşten son ra, altm ış y ed id en ö n ce g elen sayı. 2. Yirmi d ört k âğ ıtla oynanan en az altm ış altı say ı a la r a k kazan ılan b ir iskam bil oyunu. ||altmış altıya bağlam ak, 1. B irin i k an d ıra r a k istediğini eld e etm ek. 2. B ir işin üstesinden gelm ek. 3. A lla h ’a h a v a le etm ek]] altmış bir, R a m azan da orucunu kasıtlı o la r a k bo z a n la ra verilen a rt a r d a tutm ak z oru n d a oldu kları iki a y lık oru ç c ez a sı.|| altmış dörtlük, müz. B ir lik notanın altm ış dörtte biri k a d a r sü reyi g ö steren nota. altm ışar, [altmış-ar] sf. Paylaşmada her elemana alt mış adet düşecek şekilde, altmışıncı, [altmış-mcı] sf. Sıralandığında benzerleri arasında baştan itibaren elli dokuzdan sonraki sıra da bulunan. altmışlı, [altmış-lı] sf. 1. Altmış adet birimi bir arada bulunduran. 2. içinde altmış kelimesi geçen sayılar; altmıştan yetmişe kadar olan sayılar. Altmışlı yıllar. altmışbk, -ğı [altmış-lık] sf. 1. Altmış birimden mey dana gelmiş olan. 2. Altmış yaşında görünen veya bu yaşta olan.
M e iİH ffM .2 2 5
ALU
alto, [İt. alto] ( a ’lto) is. miiz. 1. Kadın seslerinin en kalını. 2. Keman ailesinden fakat ondan bir beşli pes akort edilen kemandan daha büyük yaylı çalgı; viola. altum, [Brahm. altum] {eT} is. Altın. [Gabain] altumji, [Brahm. altum-ji] {eT} is. Kuyumcu. [Gaba
alude, [Far. alude
in] altun1, [alt-un] {eT}is. Alt taraf.
aludegi, [Far. âlüdegı ^ j j H ] (a .lû .d eg i;) {OsT} is.
altun2, [Brahm. altum => altün jj J I ] {eT} is. Altın.
aludelik, -ği [alüde-lik] (a :lû :d elik ) is. Kirlilik; pis lik.
I] (a :lû :d e) {OsT} sf. 1. Bulaş
mış; bulaşan. 2. Kirli. 3. Dolu, fi1 âlüde-dâmen, {OsT} 1. E teğ i bulaşm ış. 2. İffetsiz kadın. aludegân,
[Far.
âlüdegân olS ^ T ]
(a :lû :d eg â ;n )
{OsT} is. 1. Bulaşmış olanlar. 2. Suçlular, Kirlilik; düşkünlük; bulaşıcılık.
[ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Tekin] [DLT] [Mühennâ]® altun bakan, Altın halka. [DLT] || alufe, [Ar. 'alef (yem, ot) > ‘ulüfe 4s^)lp] is. 1. {OsT} altun baş, {eAT} E skiden kadın ların b a şla rın a giy Hayyan yemi. 2. {ağız} Azık. [DS] d ikleri altın dizili y a d a altın işlem eli taç. || altun aluk1, [al-uk] {eT} sf. 1. Kaba; haşin. [DLT] 2. {ağız} güm iş ayin, {eAT} Altın ve güm üş sü s; ziynet.\\ al Delidolu; aklına eseni yapan. [DS] 3. Kel; dazlak. tun kümüş, {eT} Altın giimüş.\\ Altun T arım , {eT} [DLT] 4. {ağız} Alık; aptal; sersem. [DS] 5. {ağız} Büyük Türk H akan ı A lp E r Tıınga soyundan g elen (Hayvan için) beslenmemiş, cılız veya hastalıklı. hatu n lara verilen unvan. [DLT] || altun tas, {eAT} [DS] 6. {ağız} Aşık kemiği ve bu kemikle oynanan Altın taç.|| altun yartm ak , 1. Altın sik k e ; altın p a bir oyun, aşık. [DS] S aluk er, {eT} K e l adam . ra. [EUTS] 2. Zühre y ıldızı; S a b a h yıldızı. [EUTS]|| [DLT] Altun Yış, Büyük Altay dağı. [EUTS] aluk2, [al-uk] {eAT} is. 1. Hayvan örtüsü; palan vb. 2. altunî, [altun + Ar. -î (altu. ni;) {OsT} sf. 1. Altın ren {ağız} is. Çıplak hayvanın üzerine örtülen çul ya da ginde. 2. bot. Sedir, mazı ve ladin gibi orman ağaç keçe; alık. [DS] 3. {ağız} Minder. [DS] 4. sf. {ağız} larının rengi sarı olan türü, (Giyim eşyası için) yırtık; eski; parçalanmış; partal. altunlamak, [altun-la-mak] {eAT} gçl. f i [ - r ] Altınla [DS] .işlemek; yaldızlamak, alukdurm ak, [al-uk-dur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r ] 1. altunlaşmak, [altun-la-ş-mak] {eT} işteş, f . [-u r ] Al Söz vermek. 2. İnandırmak. [DS] tın ödül koyarak bahse girmek. [DLT] aluklam ak, [al-uk-lâ-mak j*}l5})l] {eAT} gçl. f i [ - r ] altunlıg, [ altun-lığ] {eT} sf. Altınlı. [ETY] Hayvanın sırtına çul, palan, semer gibi şeyler koy altunlığ, [altun-luğ] {eT} sf. Altınlı [Mühennâ] mak. altunlu, [altün-lü ^JûjsİI] {eAT} sf. Altın işlemeli, -alum, [-a-lum / -e-lüm / -y-a-lum / -y-e-lüm] {eAT} altunlug, [altun-luğ] {eT} sf. Altınlı; altınla süslen ç e k e. İstek kipi çokluk birinci kişi çekim eki; dimiş. [EUTS] lek-istek, tavsiye, tercih ve gereklilik bildirir, t? altunsız, [altun-suz] {eT} sf. Altını olmayan; altınsız. alım idi, {eAT} is te k k ip i hikâyesin in ço klu k birin ci [Mühennâ] kişi ek i; -a-y-dık. alturmak, [al-tur-malc] {eT} gçl. f . [-u r]Aldırmak. alum, [al-mak > al-um / al-ım p)T] {eAT} is. Alacak; [DLT] alu1, [âlü _j)T] {eAT} sf. 1. Âciz. 2. Aşağı; değersiz; geri. 3. Ahmak; aptal; sersem. S {eAT} G eri k alm ak ; a şa ğ ı kalm ak.
alu kalmak,
alur göz, {eAT} D ikkatli b a k ış; a lıcı göz.
alu2, [Far. âlü j)T] (a :lû ;) {OsT} is. bot. Erik. S â lü bâlü, {OsT} Vişne.|| âlü-gürde, {OsT} Can eriği. aluca, [alü-ca
alurdaksız, [alur-da-k-sız] {ağız} zf. (Konuşmak için) gelişigüzel; münasebetsiz; ileri geri. [DS] alus1, [aluç] {ağız} is. Alıç ağacı ve meyvesi. [DS]
(alu ’ca ) {eAT} sf. Daha âciz,
aluç, [Far. âlüçe] {eT} is. 1. Şeftali. [DLT] 2. Frenk üzümü. [DS] 3. Alıç ağacı ve meyvesi, aluça, [Far. âlüçe] {ağız} is. Bir tür erik. [DS]
hak. alur, [al-mak > al-ur j^T] {eAT} sf. Alıcı; dikkatli. S
{ağız}
aluçe, [Far. âlü-çe *»-j)T] (a :lu :ç e) {OsT} is. Küçük erik; çakal eriği; kuş üzümü; Frenk üzümü, aluçın, [aluç-m] {eT} is. Yenilen boğumlu bir bitki. [DLT] -alud, [Far. âlüden (bu laşm ak) > -âlüd jjJT] (-a:lû :d ) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimeler den "bulaşm ış, b u la ş a n ” anlamlarında birleşik sı fatlar yapan son ek.
alus2, [Far. âlüs ^ ^ T ] (a :lü :s) {OsT} is. Naz veya kır gınlık yüzünden göz ucu ile bakma, alusi, [Far. âlüsî ^ jJT ] (a :lû ;si:) {OsT} sf. Nazlana rak göz ucu ile bakan, aluşga, [Slav, haluşka] {ağız} is. Etli hamur çorbası. [DS] aluşm an, [? aluşman] {ağız} sf. ve zf. Yayılan; duyu lan; şayi olan. [DS] aluta, [eA T alu (âciz) > alu-ta] {ağız} is. Sarp, geçil mesi güç yer; uçurum. [DS] alutalam ak, [eA T alu (âciz) > aluta-la-mak] {ağız}
İ I M I Ü R S Ö M İ .2 2 6
ALÜ gçsz. f . [- r ] [-l(u )-y or] Güçten düşmek; halsiz kal mak; zayıflamak. [DS] alüfte, [Far. âlüften > âlüfte 4^ T] (a:lüfte) {OsT} sf.
alvırm ak, [albır-mak / alvır-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Atılmak; sıçramak. [DLT] alvurcu, [al+vur-cu] {ağız} is. Hırsız. [DS]
1. Alışmış; alışkanlık edinmiş; alışkın. 2. (Kadın alya, [Ar. ‘alyâ LU] (a :ly a :) {OsT} is. 1. Yükseklik. için) iffetsiz; düşkün; aşk delisi; fahişe, 2. Yüksek yer. 3. Gökyüzü; sema, alüftegân, [Far. âlüftegân jl&ûJT] (a:lü fteg â:n ) {OsT} alyans, [Fr. alliance] is. Nişan yüzüğü, is. Namussuz, iffetsiz kadınlar, alüftegi, [Far. âlüftegı
(a.Tüftegi:) {OsT} is. İf
fetsizlik; düşkünlük; namussuzluk, aliiğde, [Far. âlüğde oJilT] (a.Tüğde) {OsT} sf. Sal dırgan. alttlal, [Ar. ‘âlü’l-‘âl J U I JU ] (a.Tüla.T) {OsT} sf. En
alyeverm e, [al+ye+ver-me ?] {ağız} is. Boşa harca ma; israf etme. [DS] alyon, [Tanzimat devrinde çok zengin olmuş «A lyon» adlı bir yabancının adından] is. Çok zengin, alyuvar, [al+yuv-ar] is. biy. İnsanlarda ve hayvan larda akciğerden dokulara oksijen, dokulardan ak ciğere karbondioksit taşımakla görevli, bulundur duğu demir oksit yüzünden sarımtırak kırmızı renkte, kemik iliğinde üretilip karaciğer ve dalakta tasfiye edilen, milimetre küpte beş milyon adet bu lunan kan hücresi; eritrosit.
üstün; yücelerin yücesi; en yüce, alttmin, [Lat. alumen (şap)] is. kim. Alüminyum ok sit veya hidroksit; A120 3 alümina, [Lat. alumine] is. Çelikten oksit giderilmesi sırasında oluşan çok ince ve sert kalıntılar, -a m 1, [-am / -em] {eAT} ç e k e. 1. İstek kipi teklik alttminit, [Fr. alüminite] is. Alüminyum çıkarılan birinci kişi eki; -a-y-ım . «Kim yavı kıldı k i ben şaplı toprak. bulam (bulayım ) an ı.» Ataî Divanı. 2. Geniş zaman alüminyum, [Lat. alumen (şap) > Fr. aluminium] is. teklik birinci kişi eki; - m ; -y-ım. «B ilürem (bili Atom numarası 13, kütlesi 26,98 olan hafif, yumu rim ) içim in m uradını ben .» Tazarruname. 3. Geniş şaklığı dolayısıyla kolay işlenebilen, havadan çok zaman ulacına yakın anlamda kullanılmıştır; -arım ; az etkilenen parlak beyaz bir metal; sembolü: Al. -ırım . «Sınıklıktan üşenm e düşem (düşerim ) sanıp.» S alüminyum folyo, Yiyeceklerin h a v a ile ilişkisi Süheyl ü Nevbahar. 4. Şart kipi teklik birinci kişi ni k e s e r e k bozulm ayı ö n lem ek v ey a fır ın d a ken di eki; -sa-m . «K angı se rv e b a k am (baksam ) çü boyun suyuyla pişm esin i sa ğ la m a k için kullanılan y a p r a k an am .» Yusuf ile Zeliha. 5. Geniş zaman şart birle şeklin d ek i alüminyum. şik çekiminde teklik birinci kişi eki; -ır-sa-m . « K a alüvyon, [Lat. alluvio > Fr. alluvion] is. Bir akarsu çan b a ş kaldu ram (kaldırırsam ) y erd en çü lâle.» yun yukarı havzalarından aşındırarak taşıdığı kum, Saadetname. S -am mı? {eAT} -a r mıyım? -ır m ı çakıl, kil gibi asılı maddeleri eğim azlığı ve taşma yım ? -a c a k mıyım? -a -b ilir miyim? sonucu bırakmasıyla meydana gelen tortu yığıntısı; -am 2, [-am / -em] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdelerin mil. den, bütünden bir bölüm, ayrıntı kavramları kata alüvyonlu, [alüvyon-lu] sf. Alüvyon bulunan; milli, rak isimler yapar: tutam, dönem , kuram , biçem . 2. alvala, [al+ Far. vâla (ba ş örtüsü)] {ağız}[ is. 1. Ana {eAT} Fiilden isim türetir; tek örnektir, tut-am. De dolu’da gelinlerin başına örtülen kırmızı renkli, de Korkut Kitabı. ince ipek tülbent. 2. bot. Gelincik çiçeği; tarla gülü. A m, [Fr. américium] kısalt, kim. Atom numarası 95 3. Yanardöner; çok renkli maytap. 4. Kırmızı akik. olan tabiatta bulunmayan radyoaktif bir element 5. sf. Rengârenk; bembeyaz. [DS] olan amerikyumun sembolü. alvar, [? alvar] (ağız) is. 1. 24x12x400 cm boyutla am 1, [am] {eT} zf. Şu an; şimdiki zaman. [ETY] rında biçilmiş tahta; lata; kütük; tomruk. 2. {ağız} am 2, [am] is. k ab a. Kadın cinsel organı. Tahtadan yapılma bahçe çiti. [DS] 3. {ağız} Ardıç ağacı tahtası. [DS] S alvar tahtası, M ezarlarda am 3, [Ar. ‘am j>l&] {OsT} is. Sene; yıl. ö âm-ı kabil, kullanılan 2 0 cm. eninde, b ir m etre boyunda a rd ıç {OsT} G e le c e k y ıl; önüm üzdeki sene. || âm-ı muka tahtası. bil, {OsT} G e le c e k y ıl; önüm üzdeki sen e. || âm ü’lalvele, [al+ Far. vâla] {ağız} is. Çiğdem. [DS] fîl, {OsT} F i l yılı. alveol, [Fr. alvéole] is. anat. Akciğerde gaz alışverişi am 4, -m m ı [Ar.'amm |v&] {OsT} is. -► amm1. yaparak solunumun gerçekleştiği hava kesecikleri; akciğer peteği, am 5, -m m ı [Ar. ‘umüm > ‘âmm j*U] (a:m ) {OsT} sf. alver, [al-a+ver-e] {ağız} is. Alış veriş. [DS] -*■ amm2. alverci, [al+ver-ci] {ağız} is. Tüccar. [DS] -am a-, [umak > umamak > uma- > -e (z a r f fiil eki) / alverdi, [al+ver-di] {ağız} sf. 1. Gelişigüzel; baştan ma (olum suzluk eki)] çek. e. Bilmek fiili ile yapılan savma. 2. Boş; esassız; hava. 3. zf. Haydi; kazara. yeterlik fiilinin olumsuz biçimini karşılayan çekim [DS] ö alver etmek, D ağıtm ak; başın dan savm ak. ekidir: g id em em ek (git-e-bilm ek -* git-em e-m ek ).
OİMİR S İM İ. 227
AM A
a ’m a, [Ar. a‘mâ (körlük) > a‘mâ
] (a -m a :) {OsT}
sf. -*■ âmâ. fi1 a ’ mâ-yı elvan, tıp. R en k körlüğü. âm â, [Ar. a‘mâ (körlük) > a‘mâ
(a -m a :) {OsT}
sf. 1. Kör. 2. m ec. Cahil, bilgisiz. 3. is. Kör kimse. am a1, -a ’i [Ar. ‘ama5
(a :m a :) {OsT} is. Körlük.
am a2, [Ar. ammâ Ul] ( a ’m a) e. 1. Çelişkili ve zıt iki cümleciği birbirine bağlar; ancak; fakat; amma. «G örünüşü bira z bozuktur a m a tadı güzeldir». 2. Uyarı ve hatırlatma bildirir. «Yarın a la c a ğ ım sö y lüyorsun a m a d ü kkân lar k a p a lı.» 3. Şartlı bir yap ma ifade eder. «S a n a bisiklet alırım a m a sınıfını g eçecek sin . 4. Sabırsızlık ve merak bildirir. «İyi a m a n e zam an a la cak sın ? » 5. Tekrarlarda pekiş tirme yapar. «Yarın g el, a m a m utlaka g el.» B am a ne, N e hoş, n e k a d a r büyük. «Am a n e kadın m ış!»|| am a ne çare, Lâkin , fa k a t. «Am a n e ça re, b a ş a g elen ç ek ilir.»|| aması mam ası yok, İtiraz etm ek yok. ||aması var, Kusuru var. amabile, [İt. amabile] zf. müz. Bir müzik parçasının tatlı, hoş bir eda ile çalınacağını, hızın andante ile adagio arasında olacağını gösteren işaret, amaç, [Far. âmâc ^^T] (a :m a :c ) {OsT} {eAT} is. 1. Nişan alırken kullanılan yer; nişan tahtası. 2. Saban demiri. S âm âc-gâh, 1. N işan tahtası kon ulan yer. 2. tasvf. Dünya. am aç1, -cı [amaç] {eT} is. 1. Öküz. 2. Sapan ve ben zeri gibi çiftçi aygıtları. [DLT] amaç2, -cı [eT. em-eç / amaç (nişan y eri) ^UT / Far. âmâc ? ;r l»T] is. 1. {eT} {eAT} Atıcılıkta nişan alman yer; hedef tahtası; nişan yeri; hedef. [DLT] 2. Ula şılmak istenen, elde edilmek istenen sonuç; erek; hedef; gaye; maksat; meram; niyet; dava; güdek; ideal; mefkûre; uğur; ülkü. 3. {ağız} Karşı; karşı taraf; annaç. [DS] S am aç dışı, U laşılm ak istenen h ed e fe y ö n elik olmayan.\\ am aç edinmek, 1. H e d e f o la r a k görm ek. 2. Yapm ayı v e eld e etm eyi birin ci p la n d a tutmak. || am aç gütmek, Bütün ç a lışm a la rında ve ç a b a la rın d a son u çlan d ırm ak istediği işle ilgili olmak.\\ am aç tümleci, dbl. Yüklemin y a p ılm a seb eb in i a çık lay a n tümleç. «Sizin hatırınız için bu nu y a p aca ğ ım .» amaç3, -cı [alnaç > amaç] {ağız} is. Yan. [DS] amaçlama, [amaç-la-ma] is. Hedef alma; istihdaf, amaçlamak, [amaç-la-mak / emeçlemek] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y or] 1. Bir amaca, bir hedefe ulaşmayı arzu lamak; istihdaf etmek; kastetmek; gütmek; niyet etmek. 2. {eT} Nişan almak; nişanlamak. [DLT] amaçlanma, [amaç-la-n-ma] amaç edinilme,
is. Birisi tarafından
amaçlanmak, [amaç-la-n-mak] edil, f i [ - ır ] Amaç edinilmiş olmak, amaçlı, [amaç-lı] s f ve zf. 1. Amacı olan. 2. Belli bir
amaç güderek, bir amaca yönelik olarak; gayeli; maksatlı; kasıtlı, am açlık, [amaç-lık] {eT} is. Nişan yeri. [DLT] amaçlılık, -ğı [amaç-lı-lık] is. Bir amaca yönelik ol ma hâli. am açsız, [amaç-sız] sf. 1. Bir amacı olmayan. 2. Bir amaca yönelik olmayan; gayesiz; kasıtsız, amaçsızlık, -ğı [amaç-sız-lık] is. Bir amaca yönelik olmama, amaçsız bulunma hâli. am ad an 1, [hab / haf (yans.) > ama-dan] {ağızf zf. Ansızın; birdenbire; habersiz. [DS] am adan2, [?amadan] {ağız} is. Kenarlı bakır tepsi. [DS] am ade, [Far. âmâden (hazır olm ak) > âmâde oil«T] (a :m a :d e) {OsT} sf. Hazır. S am ade etmek, H azır lamak.\\ âmâde-gî, H azır o lm a ; hazırlık.\\ amade olmak, H azır olm ak, h a zır bulunmak. am ah, [Far. âmâh oUT] (a :m a :h ) {OsT} is. Kabarcık; şiş. am a’im, [Ar.‘ imame > ‘amâ’im
(am a.im )
{OsT} is. Başa sarılan şeyler; sarıklar, am a’ir, [Ar. ‘imaret > ‘amâ’ir
(am a:ir) {OsT}
is. 1. Bakılmış; imar edilmiş yerler. 2. Resmî bina lar. 3. Yoksullara, öğrencilere yiyecek dağıtılan yerler; imaretler. ® am âir-i hayriye, {OsT} H ay ır kurum lan. -am ak, [-a-mak / -e-mek] yap. e. 1. Fiillerden isim yapar; işin aralıklarla yapıldığı kavramını katar: k a ç a m a k ; sa y a m a k (rakam ). 2. Yer, yöre, mekân kavramları katarak isimler yapar: basam ak, g ez emek, g eçem ek. am ak 1, -ğı [? amak] {ağız} is. 1. Karşı; annaç. 2. Te penin en sivri yeri. [DS] am ak2, -kı [Ar. ‘umk (derinlik) > a‘mâk jU^I] (am a:k) {OsT} is. Derinlikler. 0 am âk-ı zemîn, Yerin derin likleri. am ak3, -kı [Ar. âmâk j^T] (a :m a :k ) {OsT} is. Göz pınarları. am aka, [İt. a macca (yok y er e) > Yun. amâka] {ağız} is. Avcılıkta “ben vurdum” iddiasında bulunma. [DS] S am aka etmek, B en vurdum id d iası ile b a ş kasın ın vurduğu avı istem ek v eya alm ak. am akat, [Ar. a'mâk > a'mâkât oUUpI] (a -m a :k a:t) {OsT} is. Derinlik, a ’ mal, -li, [Ar. ‘amel (iş) > a'mâl JU-tl] (a-m a:l) {OsT} is. 1. İşler. 2. İşlemler. S a ’ mâl-i erb aa, {OsT} mat. D ört işlem .|| a ’ mâl-i hasene, G üzel iş le r,|| a ’mâl-i mürekkebe, {OsT} mat. K a rışık iş lem .]| a ’mâl-i rüsfil, H avarilerin d a v ra n ışları.|| a ’mâl-i sâliha, {OsT} A hiret huzuru için y a p ıla n h ayırlı işler.\\ a ’mâl-i şakka, {OsT} E ziyetli işler.\\
ÖIÜffilIÜIÜtS0M.228
AMA a ’ mâlü’l-m a’den, {OsT} M aden işlem leri; m etalü r jiamal1, [am-al] {eT} sf. Sakin; uslu; yavaş. [EUTS] [Gabain] amal2, [Ar. âmâl] {ağız} sf. 1. Baş belası; usanç veri ci; yaramaz; inatçı. 2. is. Eziyet; öfke hırs. [DS] S am al azgını, {ağız} A ç gözlü ; kan aatsiz; m uhteris. [DS]|| amali azmak, {ağız} S ebep siz co şm a k ; k a b ı na sığm am ak. [DS]|| amali domalm ak, {ağız} Ta m ah k ârlık etm ek; a ç gözlü davranm ak. [DS]|| am a lini aram ak, {ağız} Kusurunu a ra m a k ; y er ic i g ö zle bakm ak. [DS] amalJ, -li [Ar. emel (istek) > âmâl Jl*T] (a ;m a :l) {OsT} is. 1. Emeller; istek ve arzular. 2. Ümitler. amale, [Ar. a'mel > a'mâle
(a -m a :le) {OsT} is.
İşçilere, amelelere ödenen günlük ücret; gündelik; yevmiye. amalgam, [Lat. amalgama > Fr. amalgame] is. 1. Cı va ile bir metalin alaşımı. 2. m ec. Ayrı türden öğe lerin meydana getirdiği karışım. 3. Dişçilikte dolgu maddesi olarak kullanılan cıva-bakır veya cıvagümüş-kalay karışımı. âmâlık, -ğı [âmâ-lık] is. Kör olma hâli; körlük. a ’m am , [Ar. ‘amm > a'mâm j>Upl] (a-m a:m ) {OsT} is. Amcalar. am an 1, [Ar. emân] ünl. Kullanıldığı yere, vurgu ve tonlamaya göre yardım isteme, korku, telaş, rica, yalvarma, özür dileme, öfke ve kızgınlık, beğenme, beğenmeme, usanç, nazlanma bildirir. S Aman Allah (Yarabbi), Şaşm a, üzüntü, a c ı duyma, b e ğ en m em e, usanç ifa d e eden ünlem grubudur.\\ am an am an, 1. B ir şeyden şik ây et ed ild iğ in d e "İs tem iyoru m !” an lam ın da kullanılır. 2. Aşırı üzüntü belirtm ek için " O f O f!” an lam ın da kullanılır. 3. A lay etm ek am a cıy la "A barttın” an lam ın da ku lla nılır. 4. B eğ en m e durum unda “Ç o k gü zel! ” a n la m ın da kullanılır. am an2, [Ar. emn (güvenlik) > emân / âmân öLol] (am a:n ) {OsT} is. 1. Kendini güvende hissetme; em niyette olma. 2. Affetme bağışlama. 3. Halep’te dokunan pamuklu bir kumaş türü. S am ana düş m ek, H ayatın dan en d işe e d e r e k a f istem ek, am an dilem ek. || am ana gelmek, D iren m e hâlin den vaz g e ç ip yen ilgiyi k a b u l etm ek, b a ş eğm ek. || am ana getirmek, Boyun eğdirmek.\\ aman aralık verm e mek, D inlenm esine, ra h a t ve huzur bu lm asına m eydan verm em ek; ra h a t n efes aldırmamak.\\ am an bırakm am ak, Kurtuluş im kânım ortadan k ald ırm ak ; k açış y olu bırakmamak.\\ aman bul m ak, Kurtulm a o la n a ğ ın a kavu şm ak; kurtuluş yolu bu lm ak; se la m ete çıkmak.\\ aman dedirtmek, B iri ni yenm ek, yen ilgiyi k ab u l ettirm ek. || am an dile mek, Teslim olm ak, a f dilemek.\\ am an diletmek, Yenmek, yen ilgiyi k ab u l ettirmek', am an d ile y ece k
b ir durum a düşürmek.\\ am anı kesilmek, 1. Gücü tükenm ek. 2. Yardım istey e cek kim seyi bu lam a m ak:.|| aman istemek, {eAT} 1. Yardım istem ek. 2. Am an dilemek.\\ am an-nâm e, {OsT} 1. B ir kim seye a m an verildiğin i belirten kâğıt. 2. İm p aratorlu k dön em in de p a d iş a h s e fe r e çıktığı zam an teslim olan şehir, ev, k a le h a lk ın a doku n u lm ayacağın a d a ir verilen söz. || am an verlik, {eAT} Kurtuluş p a ra sı; fid y e. ||am an verm ek, M üslüm anların, id a r e leri altın daki gayrı M üslim lere v erd ikleri güvenlik ve y a ş a m a hakkı.\\ am an verm em ek, İzin v erm e m ek, m ü sam aha g ö sterm em ek ,|| am an virilmek, {eAT} K oru n m ak; h im ay e ed ilm ek ; am an verilmek.\\ am an virm ek, {eAT} K o ru m a k; am an verm ek; mü s a a d e etmek.\\ am an virlik, {eAT} Can kurtarm a p a r a s ı.|| am an zam an demeye fırsat kalmadan, A c e le o la ra k , n e olduğunu a n la m a d a n .|| am an za man vermem ek, 1. G ü çlen m esin e fır s a t tanım a m ak. 2. {ağız} B ird en b ire bastırm ak. [DS] am an3, [Fr. amant] is. Bir kadının evlilik dışı ilişki kurduğu ve koruduğu erkek dostu, am anat, [Ar. emânet] (am a:n at) {ağız} is. 1. Emanet. 2. sf. Eğreti; çürük; başka bir yere dayanarak ayak ta duran. [DS] amanın, [aman-m] ( a m a :’nın) ünl. 1. Telaş, şaşma, şikâyet, dehşet, üzüntü, korku, sevinç bildirir. 2. Dikkat et. amani, [aman + hey > amani ?] ( a m a ’ni) is. fo lk . Safranbolu’da oynanan bir halk oyunu, amanin, [aman-in] (am a'ni:n) {ağız} ünl. -*■ amanın. [DS] anıanizi, [? amanizi] {eT} is. Şeytan adı. [EUTS] amanlı, [aman-lı ?] {ağız} sf. Eğimli; eğri. [DS] amanlu, [Ar. emân => amân-lu ^Lol] {eAT} {OsT} sf. Aman dileyip antlaşma yapan, amansız, [aman-sız] (a m a n s ız ) sf. 1. Öldürücü. 2. Müsamahasız; affetmeyen. 3. Rahat ve huzur ver meyen; uğraştırıcı. 4. Mahveden; bozan. 5. Çok şiddetli; iyileşme olanağı bulunmayan. 6. {ağız} Hâlden anlamaz; zalim. [DS] am ansızca, [aman-sız-ca] (am ansı ’zca) zf. Müsama ha etmeden. a ’m ar, [Ar. comr (yaşan ılan zam an ) > a'mâr jU&l] (a-m a:r) {OsT} is. 1. Yaşanılan zamanlar; ömürler. 2. Hakkıyla geçirilen ömürler. 3. Yaşlar, fi1 a ’m ârı beşer, İnsan ömrü. am ar, [Far. âmâr jl°T] (a ;m a :r) {OsT} is. 1. Hesap; tahmin. 2. Dikkatle bakma; araştırma; tetkik; teftiş. 3. tıp. Karında su toplanması. a m arat, [? amarat / hamarat / Ar. imaret] {ağız} is. 1. Dülger, demirci ve çiftçilerin kullandıkları el araç ları. 2. Kilim, çul, çuval gibi yaygı ve ev eşyası. 3. Orta malı; elden ele gezen şey. 4. Altın, gümüş gibi ziynet eşyası. 5. sf. Çalışkan; iş bilir; hamarat. [DS]
ir a « ®
AM B
s i l i l i . 229
arnare, [Far. amare ojL»t] (a :m a :re ) {OsT} is. Hesap. S âm âre-gîr, H esap y a p an k im se; m u h a seb eci; saym an. am arı, [ama-rı] {eT} zm. Başkaları; kimileri; bazı; di ğerleri; birkaçı; toplu olarak. [EUTS] am ari1, [Far. ahmâra] {eT} zf. Belki. [Gabain] am ari, [Ar. ‘ammâriya] {OsT} is. Kadınlar için yapıl mış tenteli fil mahfesi, amaril, [İsp. amarillo] is. tıp. Sarı humma virüsü, amas, [Far. âmâs
(a :m a :s) {OsT} is. İnsan vü
cudunda oluşan herhangi bir şişlik veya kabarcık, amaştaş, [amaç-daş ?] {ağız} sf. (Giyecek vb. için) denk; uygun; beraber. [DS] S am aştaş gelmek, {ağız} (E lbise, g iy ec e k vb. için) d en k g elm ek ; uy mak. [DS] amat, [? amat] {ağız} sf. Şaşkın; serseri; budala. [DS] am ata, [Yun. amada] {ağız} is. Çocukların oynadığı bir taş oyunu. [DS] am atör, [Lat. amâtor (seven kişi) > Fr. amateur] is. 1. Bir şeyi çok seven ve heves eden. 2. Sadece zevki için ve bilerek bir iş ve meslekle uğraşan kimse. 3. Mesleği olmamakla beraber güzel sanatların bir dalında uğraş veren kimse. 4. gnşl. Yetkin olma yan; gayret gösteremeyen; acemi. 5. Maddî karşılık beklemeksizin spor yapan kimse. 6. sf. Amatörlere özgü, & am atör küme, M ad d î k a rşü ık b eklem ed en sp or k a rşü a şm a la rın a katılan oyuncuların y e r a l dığı kulüp. \\ am atör ruh, K en d isi işin ustası ve m esleğin e r b a b ı olduğu h â ld e p iy a s a şartların ı göz önüne alm adan h a rek et ed en kişinin tutumu, k a zanç beklem eden , zevk için. || am atö r tiyatro, M es leği tiyatrocu o lm a m a kla birlikte oyunculuğu zevk için y a p an kim selerin oluşturduğu tiyatro toplulu ğu. amatörlük, -ğü [amatör-lük] is. 1. Heves etme hâli. 2. Bir işi sadece zevk amacıyla yapma durumu. 3. Acemilik. -amay, [Far. -âmây ı_gLoT -] (a ;m a:y ) {OsT} so n ek. Farsça kelimelere “doldu ran, sü sley en " anlamı ka tan ek. amayir, [Ar. ‘imaret > ‘amâir] (am a;yir) {OsT} is. -*■ amair. anıaz, [? hamaz] {ağız} is. Hamaz. [DS] B am az yeli, Iağız} Çevrintili ve şid d etli rü zgâr; k a s ır g a ; h o r tum. [DS] amazon, [Yun. amazon > Fr. amazone] is. 1. Erkek gibi ata binerek savaşlara katılan kadın veya kız. 2. iri yarı bir erkek davranışında güçlü kadın. 3. zool. iri yapılı, kırmızı ve sarı karışık yeşil ve mavi tüy lü, çabuk konuşan, kolay evcilleşen Amerika papa ğanı. S A m azonlar, K a r a d e n iz ’in kuzeyinde y e r leştikleri söylen en ilk ça ğ ın efsa n ev i kadın sa v a şçıları.|| amazon elbisesi, K a d ın bin icilerin giydikleri,
uzun ete k ve ceketten olu şan e lb is e .|| amazon usu lü, ik i b a c a k la rı d a bir ta ra fa sa rk ıta ra k tek taraflı o la r a k a ta biniş şekli. am ba, [Ar. amma] {ağız} e. Ama. [DS] am bak, -ğı [? ambak / ğambak] {ağız} is. Cevizin yeşil kabuğu. [DS] am baklam ak, [ambak-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(ı)-y or] Cevizi yeşil kabuğundan ayıklamak. [DS] ambal, [Yun. embolı] {ağız} is. {ağız} Üzüm bağının bölümleri; evlek. [DS] am balaj, [Fr. emballage] is. 1. Çiçek, sebze, meyve başta olmak üzere yiyecekleri korumak için yapıl mış kutu, sandık veya paket. 2. gnşl. Dış görünüş. fi1 ambalaj bezi, A m b a la jla n a ca k m alzem eyi s a r m aya y a ra y an g en iş g ö zen ek li dokuma.\\ ambalaj kâğıdı, A m balaj y a p m a d a kullanılan kalın ve d a y an ıklı b ir tür kâğıt. ||ambalaj yapm ak, B ir eşyayı veya ürünü koruyucu k a p veya sa n d ık la rla sarm ak, kaplam ak. am balajcı, [ambalaj-cı] is. Ambalaj sandığı yapı mında, gıda ve diğer malzemeleri sarmakta ustalaşmış; bu işi meslek edinmiş kişi, am balajcılık, -ğı [ambalaj-cı-lık] is. 1. Her türlü ambalaj malzemesi üretme ve kullanma işi. 2. Pa ketleme ve ambalaj yapma mesleği, am balajlam a, [ambalaj-la-ma] is. Ambalaj sandığı yapma, gıda ve diğer malzemeleri koruyucu bir kapla sarma işi. am balajlam ak, [ambalaj-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Ambalaj sandığı yapmak; gıda ve diğer mal zemeleri koruyucu bir kapla sarmak veya kutula mak; paket etmek; paketlemek, am balajlanm ak, [ambalaj-la-n-mak] edil. fi. [ - ı r j 1. Ambalaj sandığına konulmak. 2. (Gıda ve diğer malzemeler için) koruyucu bir kapla sarılmak veya kutulanmak; paket edilmek; paketlenmek, am balajlatm ak, [ambalaj-la-t-mak] gçl. f . [-ır] A m balaj sandığına yerleştirilmesini, gıda ve diğer mal zemelerin koruyucu bir kapla sarılmasını veya kutulanmasmı sağlamak; paket ettirmek; paketletmek, ambalajlı, [ambalaj-h] is. Ambalaj içine konulmuş, kutulanmış veya sarılmış olan, am balajsız, [ambalaj-sız] is. Ambalaj içine konul mamış, kutulanmamış ve sarılmamış olan, ambale, [Fr. emballé (bir f ik r e saplan m ış)] sf. 1. Yorgunluktan zihni çalışmaz hâlde. 2. Düşünemez, iş göremez hâle gelmiş olan. 3. Bıktıracak, şaşırta cak kadar fazla olan; aşırı yüklenen. 4. (Motor, araç vb. için) anormal bir düzenle veya ayarsız olarak çalıştırılan 0 ambale etmek, 1. B ir m otoru düzen siz ve ayarsız çalıştırm a sonu cu bozulm asına s e b e p olm ak. 2. B irin i düşünem ez, a k ıl yürütem ez h â le getirm ek ; bunaltmak.\\ ambale olmak, 1. B ir m oto run düzensiz ve ayarsız çalıştırılm ası sonucu b o zulm ası. 2. D ü şü n em eyecek d e r e c e d e zihnen y o r gun düşmek.
Ö Iİ İH IİM C E SÖ2 1 Ö1İ . 230
AMB am bar, [Far. enbarde / embaşten (doldu rm ak) > enbâr (dolu, yığın, kiim e)] is. 1. İçine tahıl, kuru erzak veya saman, ot gibi maddelerin konulduğu üstü örtülü yapı; depo; antrepo; debboy. 2. gnşl. İçine yiyecek veya eşya konulup saklanan oda. 3. Ücreti karşılığında eşya taşımacılığı yapan işletme; nakli yat ambarı. 4. dnz. Gemilerde malzeme ve diğer eşyaların konulduğu üst güverte ile sintine arasında yer alan bölüm. 5. İnşaatlarda kullanılan kum ve çakıl miktarlarını ölçmeye yarayan bir kenarı 75 cm. olan küp şeklindeki tahta ölçek. 6. Devlet dai relerinde demirbaş eşya dışındaki bir defada kulla nılıp biten malzemeler. 7. {ağız} Odun yığını. [DS] 8. {ağız} Değirmen çarkına suyun hızlı ve basınçlı olarak inmesini sağlayan ağız kısmı geniş, dik ve kapalı oluk. [DS] ^ am b ar güvesi, zool. A m bar la rd a k i ta h ılla ra z a r a r veren 6 mm. boyun da g öv d e ve a rk a k a n a tla n esm er, ön k a n a tla n sarım sı p u l kan atlılard an b ir k e le b e k ; bu ğday b ö ceğ i, (Tinea g ren a lla ).|| am b ar m em uru, D evlet d a irelerin d e a m b a r m alzem esi h esap la rın ı tutan, dağıtan ve k o runm asından sorum lu olan g ö rev li.|| am bar önü, {ağızj K ö y lerd e m isafirhan e o la r a k kullanılan bin a; k on u k ev i. [DS] am barcı, [ambar-cı] is. Bir işletmede veya gemide ambar malzemesini koruyan, giren ve çıkan malla rın kaydını tutan, gerekli yerlere zamanında dağıtan sorumlu. am barcılık, -ğı [ambar-cı-lık] is. 1. Ambarcının yap tığı iş veya meslek. 2. Ambar işletmeciliği, taşıma cılık. Am bard değişmezi, is. t. tıp. Kanda bulunan üre ile idrardaki üre miktarları arasındaki oran, am bargo, [İsp. embargar (en g el olm a) > embargo > Fr. embargo] (a m b a ’rgo) is. 1. Bir yabancı geminin bulunduğu limandan çıkışının geçici olarak engel lenmesi. 2. Bir ülkeye mal ihracatının yasaklanma sı. 3. gnşl. Bir malın satışının geçici olarak durdu rulması. £? am bargo koymak, 1. B ir y a b a n cı g e minin bulunduğu lim andan çıkm asını g e ç ic i o la r a k en gellem ek. 2. B ir ü lkeye cez a o la r a k vey a baskı y a p m a k için m al ihracatın ı y a sa klam a k. 3. B ir m a lın satışını ve s e rb est dolaşım ın ı g e ç ic i o la r a k dur durmak. am bargolu, [ambargo-lu] sf. Ambargo uygulanan. 0 am bargolu haber, H em en duyurulm a ve y a y ın la m a y a sa ğ ı bulunan a n ca k b elirli b ir sü re geçtikten v e bazı şartların g erçek leşm esin d en so n ra yayın lan m asın a izin verilen h aber. am barlam a, [ambar-la-ma] is. Ambara koyma, de polama işi. am barlam ak, [ambar-la-mak] gçl. f . [ -r ] Bir malı ambara koymak; depolamak, am barlı, [ambar-lı] {ağız} is. Ova. [DS] am baroğu, [ambar+oğu ?] {ağız} sf. Şişman (adam). [DS]
am ber, [Ar. ‘anber >lc] is. 1. Dişli balinaların bir alt sınıfından, yağ elde etmek için avlanan, ortalama 20 m. boyunda ve 100 ton ağırlığında etçil bir tür deniz canlısı; ada balığı; amber balığı; kaşalot, (P hyseter m a cr o ce p h a lu s ). 2. Amber balığının ba ğırsaklarındaki taşlaşmış çökeltilerden veya denize dökülen dışkılarından elde edilen kül renkli miski andırır güzel kokulu madde; akamber. 3. gnşl. Gü zel kokuların genel adı. fi1 am ber ağa, İm p a ra to r luk dön em in de sa ra y la r d a H a b eş a sıllı h arem a ğ a ların a ve h izm etçilere verilen ad. || am ber ağacı, bot. B ak la g illerd en , kabu ğ u y a rıld ığ ın d a koku san ay iin d e kullanılan koyu b ir re çin e dam latan p a r k ve b a h ç e le r d e y etiştirilen b ir a ğ a ç ; sığla, (L iqu id am bar orien talis).|| am ber balığı, zool. D iş li b a lin ala rın alt sınıfından ç o k büyük boylu, yüz tonu g eç e b ilen ağırlıkta, k afası vücut uzunluğunun üçte biri k a d a r olu p y a ğ ı için avlan an etçil b a lık ; a d a b a lığ ı; kaşalot, (P hyseter m acrocep h alu s). || am ber çiçeği, 1. A m ber ağ acın ın y a z ay ların d a a ç a n h o ş f a k a t baygın kokulu çiçeğ i. 2. T ohum ları m isk kokulu uçucu b ir y a ğ taşıyan, iştah a ç ıc ı ve y a tıştırıcı o la r a k hekim likte kullanılan hatminin h a lk a ra sın d a k i a d ı; y a y la ç iç eğ i; y a b a n i p elin , (A m brosia m aritim a). ||am ber ruhu, A m berd e bu lunan v e koku san ay iin d e kullanılan triterpen ik alkol, C 30H 52O. am berbaris, [Lat. amberberis] (a m b e r b e ’ris) is. bot. İnsan boyunda, çok dikenli, sarı çiçekli, salkım şeklinde küçük, ekşimsi meyveleri olgunlaştığında siyahlaşan, genç sürgünleri sebze olarak kullanılan, buğdaya büyük zarar veren kara pas mantarlarının kışın konakladığı bir ağaççık; karamuk; kadın tuz luğu; san çalı; zibike, (B erb eris vulgaris, B. cra taegin a) am berbu, [Ar. ‘anber +Far. bü
(am b erb u :) sf.
1. Güzel kokulu; güzel kokan. 2. is. Hindistan ve İran’da yetiştirilen, pişince hoş kokusu yayılan iri ve uzun taneli bir tür pirinç, am bercik, [amber-cik] is. bot. Ebegümecigillerden sarı çiçekli, oldukça boylu bir otsu kültür bitkisi, (H ibiseu s abelm och u s) ve bu bitkinin keskin amber ve misk kokulu tohumu; amber hatmisi, ambık, -ğı [? ambık] {ağız} sf. Olgun; tokgözlü. [DS] ambisyon, [Fr. ambition] is. Hastalık derecesinde şan ve şöhrete olan düşkünlük ve arzu, ambiyans, [Fr. ambience] is. Atmosfer; ortam; mu hit. amblem, [Yun. emblema (vazo üzerin deki kabartm a) > Fr. emblème] is. 1. Soyut bir kavramı açıklayan ve üzerinde anlaşılmaya varılmış işaret, şekil. 2. Bir niteliğin veya soyut nesnenin sembolü. 3. Bir otoriteyi, bir siyasi gücü veya bir topluluğu temsil eden işaret.
AM E
« E 1 IK S Ö M .2 3 ,
ambol, [Yun. embolı] {eAT} is. Bağ bölümü; evlek; ambal. ambolali, [Fr. embolalie] is. Konuşma sırasında ko nu ile ilgisi olmayan şeylerin konuşmaya katılıp söylenmesi şeklinde kendini gösteren psikolojik ra hatsızlık.
amedegû, [Far. amede-gu Ş =-uT] (a:m ed eg û :) {OsT}
amboli, [Yun. embole ( tıkaç) > Fr. embolie] is. tıp. Kan içinde taşınabilen bir madde ile damarın tı kanması.
amedeni, [Far. âmedenî ^ j^>T] (a. m ed en i:) {OsT} sf.
ambul, [Yun. embolı => ambul Jj^ l] {eAT} -*■ anbal. ambulans, [Lat. ambulans (gezici) > Fr. ambulance] is. Hasta ve yaralı taşımacılığında kullanılan içi ilk yardım donanımlı motorlu araç; cankurtaran, amca, [eT. apa (b a b a ) + eçe (erk ek k ard eş) > abıca [Tekin]] ( a ’m ca) is. 1. Babanın erkek kardeşi; em mi. 2. Akraba olmadığı hâlde kendisine saygı du yulan yaşlı erkeklere hitap sözü, fi1 am ca baba yarısı, Am canın d a b a b a k a d a r h akkı ve g ö rev i vardır, an lam ın da ku llan ılır. || A m cam dayım, hepsinden aldım payım, En y akın a k r a b a la r ım dan b ile haksızlık gördüm , an lam ın da söy len ir.|| amca oğulları, ik i e r k e k k ard eşin ço cu k la rı ve bunların b irb irin e g ö r e durum ları. amcakızı, [amca+kız-ı](fl ’m cakızı) is. Amcanın kızı, amcalık, -ğı [amca-lık] is. 1. Amca olma durumu. 2. Amca olma niteliği. S am calık etmek, A m ca g ib i davranm ak, k oru m ak ve gözetm ek. amcaoğlu, [amca+oğlu] ( a ’m caoğ lu ) is. Amcanın er kek çocuğu. amcazade, [amca+ Far. zade] (a 'm ca z a .d e) is. Amca oğlu. amçuk, [am-çuk] {eAT} is. Dişilik organı, amd, [Ar. ‘amd (niyet) -u_t] {OsT} is. 1. Bir işi bile rek, sonunu düşünerek yapma. 2. Kasıt; karar; ni yet. 3. huk. Taammüt. amden, [Ar. ‘amd > ‘amden 1'ju.p] ( a ’m den) {OsT} zf. Bilerek ve tasarlayarak; kasıtlı, amdı, [amtı] {eT} zf. Şimdi. [EUTS] am e1, [Ar. ‘amme] {ağız} is. Hala. [DS] ame2, [Far. âme «T] {OsT} is. 1. Yazı hokkası. 2. Divit.
sf. Düşünmeden güzel söz söyleyen kimse; hazırce vap. amedengâh, [Far. âmeden-gâh oISjjjT] (a :m ed en g â :h ) {OsT} is. Herkesin girebildiği genel yer. 1.
Gelen. 2. Bir şeyi meydana getiren; yapan,
amedi, [Far. âmed-î lS-loT] (a :m ed i:) {OsT} is. Tanzi mat’tan önce, reisülküttaplıkla ilgili bütün yazış maları yürüten daireye verilen ad. amediye, [Far. âmediyye ajJuI] (a :m ed i:y e) {OsT} is. İmparatorluk döneminde, bir ilden diğer ile geçiri len mallardan alman vergi, amedşiid, [Far. âmed şüd -Li-ul] (a:m edşü d) {OsT} is. 1. Geliş gidiş. 2. Geldi gitti. amel, [Ar. ‘amel J^p] {OsT} is. 1. Bir maksat güderek yapılan iş, hareket; çalışma. 2. Eser; ürün. 3. Uygu lama. 4. İshal. 5. isi. Dinî emir ve yasaklar çerçeve sinde kişiye sorumluluk yükleyen her türlü hâl ve hareket. S amel bitişi, {eAT} A m el d efteri.|| ameldâr, {OsT} Vergi toplayan d ev let m em uru; ta h sil dar. || amel defteri H afa za m elek leri tarafından insanın h e r türlü hareketin in k ay d ed ild iğ i defter.\\ amele gelmek, 1. E tkisini g ö sterm ek; işlem ek. 2. Z orlam ak; m ecb u r etmek.\\ amele getirmek, B ir şey i sö z d e bırakm ayıp y a p m a k ; uygulamak.\\ amele getiirmek, {eAT} Y apm ak; başarm ak. || amel et mek, 1. Uygulamak, y erin e getirm ek. 2. E tki etmek. ||amel eylemek, {eAT} G ereğ in i y a p m a k ; a m e l etm ek. || ameli azm ak, 1. {eAT} İşi ters gitm ek. 2. {ağız} A ç gözlü o lm a k; hırslı olm ak. [DS]|| amel-i bâtıl, {OsT} D in î in an çlara uym ayan d avran ış ve işler. || amel-i erbaa, {OsT} D ört işlem ; Toplam a, çıkarm a, çarpm a, bölme.\\ amel-i kayseri, {OsT} Sezaryen am eliy atı.|| amel kılmak, {eAT} Yapm ak; işlem ek ; y erin e getirm ek. || amel-m ânde, {OsT} amelimanda.|| amel-name, Yetki b e lg e si; berat. || amel olunmak, Uygulanmak, tatbik edilmek.\\ amel yazıcı firişte, {eAT} İnsanın iyi ve kötü d a v ra nışlarını yazan m elek. amele, [Ar. ‘amel > ‘amele
amedçi, [Far. âmed + T. -çi ^ J - » '] (a.m ed çi) {OsT}
gücüne dayanan işlerde ücretle çalışan kimse; ırgat; rençper; işçi. 2. Yol ve inşaat gibi yorucu işlerde bedenen çalışan kimse. 0 amele başı, İşçilerin ba şın d a bu lan an ve onların çalışm aların ı d en etle y en kim se; a m e le çavuşu.\\ amele çadırı, Yol iş ç ile rinin b a rın m aları ve g e c e le r i y a tm a la rı için kuru lan çadır.\\ amele sınıfı, F a b r ik a ve üretim y e r le rin de ça lışa n işçilerin bütünü; işçi sın ıfı.|| amele-i mükellefe, {OsT} Yasa zoruyla ça lışa n işçi.
is. İmparatorluk döneminde, Divan-ı hümayunun çeşitli kalemlerinde çalışan başkâtiplere verilen ad.
amelelik, -ği [amele-lik] is. 1. Amele olma durumu. 2. Amelenin yaptığı iş. 3. Bir işin ustalık ve uz
amed, [Far. âmeden (gelm ek) > âmed -uT] (a:m ed ) {OsT} is. 1. Gelme; geliş. 2. Gelen; giren. 3. Devlet dairelerine “gelen evrak” anlamına konulan kayıt. 4. Devlet merkezinde bulunan il memuru. S1 âmeden-i laklak, {OsT} L ey leklerin gelişi. || âmed ü reft, {OsT} 1. G eliş gidiş. 2. G eldi gitti. || âmed ii şûd, {OsT} 1. G eliş gidiş. 2. G eld i gitti.
Ü M IÜ M tm O ti.a
AME manlık gerektirmeyen, kaba kuvvete dayanan bö lümü. amelen, [Ar. ‘ amel > ‘amelen
(am e'len) {OsT}
zf. Eylemli olarak; işleyerek; çalışarak. S amelen bi’ l-vücüd, {OsT} huk. (D avranış için) g e r ç e k du rumu g ö z önün de tutularak. amelî, [Ar. ‘ amel > ‘amel! u ^ ] (a m eli:) {OsT} sf. 1. Uygulamaya yönelik; uygulamalı; pratik. 2. Uygu lanabilir. 3. İşçe; iş bakımından 4. Elverişli; uygun; kolay ve kestirme. S. (Konu için) İslamiyet’te iman konuları dışında kalan, ibadet ve uygulamalarla ilgili olan, fi1 amelî hükümler, İslâ m iy et’te ibadet, hukuk ve cez a la rla ilgili hükümler. amelilik, -ği [amelî-lik] (ameli.Tik) is. Uygulanabilir lik; pratiklik. amelimanda, [Ar. a‘mel + Far. mânde o-uLl»^] (am el-im a :n d a) {OsT} sf. 1. İşe yaramaz, işten kalmış. 2. Flastalık ve sakatlık gibi sebeplerle çalışamaz duruma gelmiş olan. ameliyat, [Ar. ‘amelî > ‘ameliyyât
(am eli
y a t ) {OsT} is. 1. İşler; faaliyetler; çalışmalar. 2. Bir işin uygulama alanına konulma biçimleri. 3. Bir bilim dalının uygulama yönleri. 4. tıp. Bir cerrahın canlı bir beden üzerinde kesme, alma ve dikme şeklinde yaptığı tedavi amaçlı uygulama; operas yon. S ameliyat alanı, tıp. Vücudun am eliyat ed i len bölümü.\\ am eliyat etmek, tıp. C er ra h î m üda h a le d e bulunmak.\\ ameliyat gömleği, tıp. A m eliyat sıra sın d a g ö rev lilerin ve hastanın üzerine g iy d ikle ri ö z e l o la r a k üretilm iş ve steril g öm lek. ||ameliyat hazırlığı, tıp. A m eliyat sıra sın d a hastanın ağrı duym asını önlem ek, h ay atî faa liy etlerin in devam ını sa ğ la m a k v e am eliyat için g er ek li o la n a r a ç g e r e c i bulundurm ak g ib i çalışmalar.\\ ameliyat olmak, tıp. K en d isin e c e r r a h î m ü d a h aled e bulunulm ak.|| am eliyat öncesi, tıp. C erra h i m ü d a h ale olm adan ö n c ek i durum.\\ ameliyat sonrası, tıp. C er ra h î b ir uygu lam adan so n ra k i durum. am eliyathane, [Ar. ‘ameliyyât + Far. -hâne (am eliy ath a:n e) {OsT} is. tıp. Cerrahî bir uygula manın gerektirdiği bütün araç ve gereçlerle dona tılmış özel oda. S ameliyathane hemşiresi, tıp. A m eliyat an ın da g er ek li o la c a k bütün m alzem eleri hazırlayan ve uygulam a sıra sın d a g er ek tik ç e c e r r a h a veren hem şire. ameliyatlı, [ameliyat-lı] sf. (Kişi için) ameliyat edil miş. ameliye, [Ar. ‘ameliyye
{OsT} is. 1. Bir işin
belirli bir süre ve sıra ile yürütülmesi; süreç. 2. Faaliyet; iş ve işlem. 3. sf. Uygulamalı. amelsiz, [amel-siz] is. ve sf. 1. Durgun ve hareketsiz. 2. Yaptığı işte pratiği ve uygulaması, tecrübesi ol mayan.
anıeius, [Lat. amelos] is. tıp. Kol ve bacak gibi bazı üyelerin doğuştan olmaması şeklindeki yapısal bo zukluk, amen, [Ar. emn > âmen
(a:m en ) {OsT} sf. Çok
güvenilir; en emin, am enagog, [Fr. emménagogue] is. tıp. Aşırı derecede östrojen-progesteron yükleyerek yumurtlama ol madan âdet kanaması sağlayan madde, am enajm an, [Fr. aménagement] is. Orman varlığına zarar vermeden planlı ve en ekonomik biçimde ya pılan orman ürünlerini değerlendirme işletmeciliği; işleme. am enna, [Ar. emn + imân > âmenna L»î] (a:m en n a:) {OsT} Uni. 1. İnandık! 2. “Bu söylediğin doğrudur.” anlamında bir tasdik sözü. 3. e. Tamam da. SP amenna ve saddaknâ, İn an d ık ve ta sd ik ediyoruz, an lam ın da o n ay sözü. am enore, [Fr. aménorrhée] is. Adet göremezlik, amensalizm, [Fr. amensalisme] is. Bir bitkinin, aynı ortamda yaşayan başka bir bitkinin köklerinden salgıladığı zehirli salgılar sebebiyle gelişememesi. amentü, [Ar. emn > îmân > âmentü c ~l»T] (a : ’mentü) {OsT} is. 1. İnandım. 2. İslam dininin temel inançla rını belirleyen hadisin ilk sözü ve bu hadiste sayı lan “A llah ’a, m eleklerin e, kitapların a, p e y g a m b er lerine, a h ret gününe, k a d e r e in an m ak ve öldükten so n r a dirilm enin g e r ç e k olduğunu ta sd ik lem ek ” şeklinde ifade eden iman duası. 3. m ec. Bir şeyin esasını belirten kurallar, a ’ m er, [Ar. a‘mer
1] {OsT} sf. 1. Uzun ömürlü. 2.
Pek yaşlı. A m erika, [Ameriqo Vespuçi (1451-1512, İtalyan bilim adam ı)] is. Beş büyük ana karadan birisi. S A m erika arm udu, bot. Ilım an ku şakta yetişen A m erika k ö k en li h e r m evsim y e ş il y a p ra k lı 5-15 m. boyu n da d efn eg illerd en b ir tür m eyve a ğ a c ı (P ers e a ) ve bu a ğ a cın m eyveleri; a v o k a d o . \\ Am erika bademi, bot. S ıc a k iklim lerd e y etişen ve g öv d esin d e a selb e n t ve z am k g ib i m a d d eler içeren bir ağaç, (Styrax a m erica n a ).|| A m erika bıldırcını, zool. T avu kgillerden kuzey A m erika ’d a y a şa y an 2 0 cm. büyüklüğünde lezzetli b ir bıldırcın türü, (Colinıts virginnianus).\\ A m erika elması, bot. T ropikal ik lim k u şağ ın da yetişen, m eyvesi yen ilebilen , kızıl k a h v e ren kli k erestesin d en m ob ily acılıkta y a r a r la nılan orm an a ğ a c ı; a ka ju ; maun. ||Am erika tavşa nı, zool. Tavşan boyu n da ku lakları ve kuyruğu k ı sa, üç p a rm a ğ ı bulunan a rk a a y ak la rı üzerinde du ra b ilen kü çü k kem irici, m em eli hayvan, (D aysprocta, A gouti p a c a ). ||A m erika üzümü, bot. K ü çü k ve salkım çiçekli, y a p r a k la n a lm a şık dizili, kökü müs hil ve kusturucu o la r a k hekim likte kullanılan bir a ğ a ç ç ık ; ş e k e r c i boyası, (P hytolcca). Am erikalı, [Amerika-lı] sf. Amerika Birleşik Devlet-
AMİ
O I M I üM O M . 2 3 »
leri uyruklu kimse veya Amerika kıtası halkından olan kişi; Saın amca; Coni; con kikirik. Amerikalılaşm a, [Amerika-lı-la-ş-ma] is. Amerikalı gibi yaşama ve davranma. Amerikalılaşmak, [Amerika-lı-la-ş-mak] dönşl. f i [ır] Amerikalı tarzında yaşamaya, davranmaya, dü şünmeye başlamak. am erikan1, [İng. American] is. Atkısı ve çözgüsü pamuk ipliği, bez ayağı annürlü dokuma; kaput be zi. Amerikan2, [İng. American] sf. 1. ABD ve Amerika lılara özgü. 2. ABD ve Amerikalıların siyasi görüş, düşünüş ve yaşayış biçimleriyle ilgili. 3. ABD ve Amerikalıların kültürüne yönelik olan. S1 A m eri kan bar, Yüksek ta b u relere otu ru larak veya a y akta içki içilen, ra fla rın a içki k oy m ak için y a p ılm ış ö zel banko. || Amerikan salatası, H a ş la n a ra k küçü k küçük doğ ran an p a tates, havuç ile b ezely e üzerine m ayonez ek len e re k y a p ıla n so ğ u k y iy ec e k ; Rus s a latası. Amerikanca, [Amerikan-ca] is. 1. Amerika Birleşik Devletlerinde konuşulan İngilizce. 2. Amerikan tar zında olan. Amerikanist, [Fr. Américaniste] is. Amerika kıtası üzerinde uzmanlaşmış bilim adamı. Amerikanize, [Fr. Américanisé] sf. 1. Amerikan lanmış. 2. Amerikanlaştırılmış. Amerikanizm, [Fr. Américanisme] is. Sanatta ABD etkilerinde kalma. Amerikanlaşmak, [Amerikan-la-ş-mak] dönşl. f. [ır] Amerikalıların yaşayış biçimini, geleneklerini benimseyerek onlar gibi davranmaya, Amerikan kimliği kazanmaya başlamak. Amerikanlaştırm ak, [Amerikan-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Birine veya bir topluma Amerikan kimliği ka zandırmaya. çalışmak, amerikyum, [Fr. américium] (ameri'kyum) is. kim. Atom numarası 95 olan tabiatta bulunmayan rad yoaktif bir element; sembolü: Am. ameskene, [Yun. dameskino] {ağız} is. Küçük ve si yah bir erik türü. [DS] ameş1, [Yun. amahos (kavgadan uzak duran) ?] sf. Aptal. ameş2, [Ar. ‘ ameş{OsT} is. Gözü zayıf olma; zayıf gözlülük, ametal, -li [Lat, ametal] is. kim. Kimyasal ve fiziksel bakımdan metalik özellik taşımayan elementlerin ortak adı. ametist, [Fr. améthyste] is. j e o l. Süs taşı olarak kul lanılan mor renkli kuvars, ametropi, [Fr. amétropie] is. tıp. Göz merceği ışığı normal kıramadığı için görüntünün retina üstüne net düşmemesiyle meydana gelen görme kusurları nın genel adı.
amfetamin, [Fr. amphétamine] is. org-kim . Merkezî sinir sistemini uyararak zihni ve bedeni uyanık ve canlı tutan madde, amil, [Yun. amphi (çep eçev re) + teatron (tiyatro) > amphitéâtre (kısaltılm ış biçim i) > Fr. amphie] is. -*• amfiteatr. amfibi, [Yun. amphi (h er ikisi) + bios (hayat) > Fr. amphibie] sf. 1. biy. (Canlı için) hem havada, hem suda yaşayabilen. 2. as. Bir kıyıyı ele geçirmek için kara, hava ve deniz birliklerinin ortaklaşa giriştik leri eylem; yüzer gezer, amfibi harekât, K a ra , deniz ve h a v a birliklerinin katıldığı çıkarm a, in d irm e ve bin dirm e harekâtı. amfibol, -lü [Fr. amphibole] is. min. Püskürük ve başkalaşım kayaçlarmda bulunan silikat yapılı mi neraller. am fibyum lar, [Lat. Amphibia] is. zool. Larva evre sini suda geçiren ve solungaçlarıyla solunum yapan çıplak derili soğukkanlı hayvanlar; iki yaşayışlılar, am fiteatr, [Fr. amphithéâtre] is. tiy. Roma ve Yunan uygarlığında seyirlik oyun ve dövüşlerin yapıldığı etrafı giderek yükselen oturma yerleri ile çevrili yapılar. amfizem, [Fr. emphysème] is. tıp. Şişkinlik. S ak ciğer amfizemi, A k ciğ er alv eollerin in yırtılm ası sonu cu olu şan hastalık. am for, [Yun. amforeus > Fr. amphore] is. Altı ve boynu dar, karnı geniş, iki kulplu toprak kap; am fora. am ga, [amğa] {eT} is. Tahsildar. [ETY] am ıca, [amuca / amıca] {ağızfis. Amca. [DS] -am ık, [a-mık / -emik] yap. e. Hem isim hem de fiil kökünden isimler türeten ek. amil, [amil] {eT} sf. Sakin sakin ve sessiz olan; uslu; halim; yumuşak huylu. [Mühennâ] [EUTS] [Gabain] S amil gün, O rta h â ld e o la n gün [Mühennâ] am ir, [amir / emir / imir / ingir] {eT} is. Sis; kırağı. [DLT] am ırm ak, [amır-mak / amur-mak] {eT} gçl. f i [-u r ] 1. Sevmek. [Gabain] [İKPÖy.] 2. Sakin olmak. [EUTS] am ırtgurdaçı, [amır-t-gur-daçı / amur-t-ğur-daçı] {eT} sf. Yatıştırıcı; yatıştıran; teskin eden; sakinleş tiren. [EUTS] am ırtgurm ak, [amır-t-gur-mak / amur-t-ğur-mak] {eT} gçl. f i [-u r ] Yatıştırmak; teskin etmek; sakin leştirmek. [EUTS] [Gabain] am ırtkurdaçı, [amır-t-kur-daçı / amur-t-ğur-daçı] {eT} sf. Yatıştırıcı; yatıştıran; teskin eden; sakinleş tiren. [EUTS] am ırtm ak, [amır-t-mak / amur-t-mak] {eT} gçl. fi. [ur] Sakinleştirmek; sakin olmak [Gabain] ami, [Ar. ‘ânı (yıl) > ‘âmî ly>'^] (a .m i:) {OsT} sf. Yıl lık; bir senelik, ami, [Ar. ‘âm (gen el) > ‘âmî ^*1*] (a :m i:) {OsT} sf. Halka mahsus; kamuya ait; avama ilişkin.
flİDl TÜK SÖZlÛli. 234
AMİ amibiaz, [Fr. amibiose] is. Amiplerin sebep olduğu hastalık. auıiboizm, [Fr. amiboisme] is. Tek hücrelilerin bir dayanak üstünde sürünerek yer değiştirme özellik leri.
5. Vali. S amil-i bizzat, D oğru dan doğru ya etkide bulunan. amil2, [Ar. emel > âmil J-«T] (a:m il) {OsT} sf. Ümit eden; isteyen.
-] (am i:d) {OsT} son ek. Pek
amilJ, [Fr. amyle] is. kim. Formülü C5H n olan tek değerli hidrokarbon radikali,
çok Arapça kelimelerden “sağ lam laştırm a, s a ğ lam laştıran ” kavramları katan kelimeler türetilir,
amilaz, [Fr. amylase] is. biy-kim . Nişastayı parçala yarak şekere çeviren enzim grubu,
am id', [Ar. ‘amd (zahm et verm ek) > ‘amıd j^ p ] (a-
amile, [Ar. ‘amel > ‘âmile 4İ»U] (a :m ile) {OsT} is.
-amid, [Ar. ‘amıd
m i:d ) {OsT} sf. 1. Hasta olan. 2. Aşk yüzünden hasatlığa yakalanmış olan. amid2, [Ar. ‘ amıd -i^p] (am i:d) {OsT} is. 1. Belli baş lı nokta; başlıca nokta. 2. Önder; komutan; şef. a’mide, [Ar. ‘amüd (siitım) > a‘mıde » j ^ I ] (am i:de) {OsT} is. 1. Direkler; sütunlar. 2. Ulular,
Bacak; ayak. amiletan, [Ar. ‘âmiletân jü u lt] (a:m ileta:n ) {OsT} is. İki bacak; iki ayak, amiloz, [Fr. amylose] is. biy-kim . 1. Nişasta tanesinin iç kısmı. 2. tıp. Dokuların özel bir madde ile dol masından doğan hastalık.
amidin, [Fr. amidine] is. Amitlerden oksijenin yerine iki değerli iminojen radikale NH’nin geçmesiyle türeyen birleşiklerin grup adı; R-C (=NH) NH2
amim , [Ar..umüm > ‘amîm j*-*-p] (am i:m ) {OsT} sf. 1.
amig, [Far. âmığ / âmığa
Genel. 2. Bol; bereketli. 0 Yardımı h er k e se a ç ık olan.
am îm ü’l-ihsân, {OsT}
(a:m i:ğ ) {OsT}
âm in1, [Ar. emn > âmin ^yl] (a:m in ) {OsT} sf. İçinde
sf. 1. Gerçek. 2. Karışık; katkılı. 3. is. m ec. Çiftleş me,
hiçbir korku olmayan; kendini güvenlik içinde his seden; emin olan; korkusuz.
amigdalin, [Fr. amygdaline] is. kim. Acı badem ve bazı meyve çekirdeklerinde bulunan kimyasal for mülü [C6H 5-CH(CN)-OC6Hı o04-OC 6H! j0 5, 3H20 ] olan zehirli madde.
âmin2, [İbr. âmin > Ar. âmin j^T] (a:m i:n ) {OsT} ünl.
amigi, [Far. âmığ! L5^ î ] (a :m i:ğ i:) {OsT} sf. Gerçek; hakiki (mecaz karşılığı), amigo, [İsp. amigo (arkad aş)] is. 1. Spor karşılaşma larında taraftarları coşturan ve tezahüratta yönlen diren kişi. 2. m ec. Çığırtkanlık yapan, yaygaracı ki şi. amigoluk, -ğu [amigo-luk] is. 1. Spor karşılaşmala rında taraftarları coşturma ve tezahüratı yönlendir me işi. 2. m ec. Çığırtkanlık, yaygaracılık. amih, [Ar. ‘âmih / ‘âmihe
/
sf. Şaşkın; şaşırmış,
âminen, [Ar. âmin (korkusuz) > âminen lu>T] (a:m i ’nen) {OsT} zf. Korkusuz olarak; güvenlik içinde olarak; huzur içinde, âminhan, [Ar. âmin + Far. -hvân ö\y~ jru>T] (a:m inh a:n ) {OsT} sf. Amin diyen,
amihte, [Far. amihten (bulaşm ak) > âmihte (a:m ihte) {OsT} sf. Bulaşık; karışık. 0 K a rıştırm a; karışm ış olm a durumu.
“Kabul eyle!” anlamında duadan sonra söylenen dilek ifade eden söz; öyle olsun! 0 âmin alayı, İm p arato rlu k dönem inde, çocu kların m ah a lle m ek teb in e b a şla d ık la rı gün y a p ıla n çocu ğ u o ku la g ö türm e tören i.|| âmin demek, Birinin ettiği duaya “Amin! ” d em ek su retiyle katılm ak. amin, [Fr. amine] is. kim. Amonyaktaki hidrojenin yerine tek değerli hidrokarbon köklerinin geçme siyle meydana gelen maddelerin genel adı.
âmihte-gî,
amije, [Far. âmlje °>»T] (a :m i:je) {OsT} sf. 1. Karışık; karışmış; mahlut. 2. is. Şair, amik, [Ar. ‘umk > ‘amîk &^s-] (am i:k, k kalın sö y le nir) {OsT} sf. Derin; çukur, amikdüzü, [amik+düz-ü] is. Gaziantep dolaylarında davul-zuma eşliğinde oynanan bir halay; amikkabası. am il1, [Ar. ‘amel > ‘âmil JoU] (a:m il) {OsT} sf. 1. Bir işi yapan; üzerine alan; yüklenen; etken; etmen. 2. Bir işin veya olayın meydana gelmesine sebep olan; sebep. 3. is. Etki; faktör. 4. Vergi tahsildarı.
âm inhanan, [Ar. âmin + Far. -hvânân
jy>T]
(a :m in h a:n a :n ) {OsT} is. Amin diyenler; âminciler. aminoasit, -di [Fr. aminoacide] is. Canlı maddelerin asıl öğelerini oluşturan amin ve asit gruplu madde lerin genel adı. amip, -bi [Yun. amoibe (yer değiştirm e) > Fr. amibe] is. biy. Vücudunun şekil değiştirmesiyle meydana gelen geçici kol ve yalancı ayaklar ile sürünerek yer değiştiren, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan tek hücreli en basit canlı, am ipler, [amip-ler] is. biy. Tek hücreli hayvanlardan kök bacaklılar sınıfına giren bir takım, (A m oebae). amipli, [amip-li] sf. 1. biy. İçinde amip bulunan. 2. tıp. (Hastalık için) amip kaynaklı; amip nedenli. 0 amipli dizanteri, tıp. A m iplerin s e b e p olduğu a ğ r ı
B to e iü iff m u ti. 235
AMM
lı ve kanlı ishalle kendini belli eden bağırsak has talığı. am ir1, [Ar. ‘amir y^-\ {OsT} is. 1. Bayındır. 2. Resmî. amir2, [Ar. ‘ümran > ‘âmir y>Lt] (a:mir) {OsT} sf. 1. Bir yeri bakımlı ve bayındır hâle getiren. 2. İmar olunmuş yer; bayındır hâle getirilmiş yer. 3. Eskiden Müslümanlara ait verimli topraklara verilen ad. 4. Devlet arazisi. am ir3, [Ar. emr > âmir yıl] (a:mir) {OsT} sf. 1. Em reden; emredici; buyuran; buyurucu. 2. Sözünü ge çiren. 3. is. Sorumluluğu altında çalışanlara bir işin yapılmasını veya yapılmamasını kesinlikle istemek yetkisine sahip görevli; üst. S am ir hükümler,
Tarafların kendi iradeleri ile değiştiremeyecekleri, bozamayacakları veya reddedemeyecekleri yasanın kesin kuralları. amira, [Erme, amira] {OsT} is. İmparatorluk döne minde, devletle ilişkileri düzenleyen Ermeni azın lığın lideri. amiral, -li [Ar. emîr’ül-mâ (deniz emîri) > Fr. ami ral] is. as. Savaş gemileri ile deniz birliklerine ve karadaki büyük deniz tesislerine kumanda eden yüksek rütbeli deniz subayı, amirallik, -ği [amiral-lik] is. 1. Amiral olma hâli. 2. Amirale ait. amirane, [Ar. âmir + Far. -âne
yıl] (a:mira:ne) zf.
1. Buyurur gibi; emredercesine. 2. Amir olana ya kışır biçimde; amircesine. amirce, [amir-ce] zf. 1. Amire göre. 2. Amire yakışır biçimde. amire, [Ar. ‘ümran > ‘âmire oy>U] (a:mire) {OsT} is.
is. biy. Çekirdekte ipliksi yapı meydana gelmeden bölünme suretiyle olan en basit hücre çoğalma bi çimi. amiy, -yyi [Ar. ‘amin (herkes)> ‘âmiyy ^ L ] (a.m iy) {OsT} sf. Kamuya ilişkin; kamuya ait; umuma ait; genel. amiyane, [Ar. ‘âmiyy (herkes) + Far. -âne (tarz) ■üLalt] (a:m iy a:n e) {OsT} zf. 1. Sıradan. 2. Bayağı olarak, âdice. 3. Kaba biçimde. 4. Nezaketsiz tavır, ö amiyane tabirle, H alkın söy ley işi ile ; halkın deyişi ile; k a b a bir ifadeyle. amiyanelik, -ği [amiyane-lik] (a:m iy a:n elik) is. B a yağılık; ilkellik. amiyya, [Ar. ‘amiyyâ L ^ ] (am iyya:) {OsT} zf. 1. Görmeyerek. 2. Düşünmeden. -am iz, [Far. âmihten (karışm ak) > âmîz y^T -] (a :m i:z) {OsT} so n ek. Bazı Arapça ve Farsça kelime lerin sonuna getirilerek “... ile k a rışık " kavramı veren birleşik sıfatlar yapılır. amiz, [Far. âmihten (karışm ak) > âmîz y^T] (a:m i:z) {OsT} sf. Karışık; kaynaşılc; karışmış, t? âm îz-gâr, {OsT} Uygun; yakışmış.\\ âm îz-kâr, {OsT} Y akış m ış; uygun. amize, [Far. âmize oy^T] (a ;m i;ze) {OsT} sf. Karışmış; karışık. S âmize-mü, {OsT} S açı sa k a lı birbirin e girm iş kimse.\\ âmize-müyî, {OsT} K ır sa ç lı v e s a k allı olm a. amiziş, [Far. âmîziş jSy^T] (a;m i;ziş) {OsT) is. Ge çinme; kaynaşma. S âmîziş-i şîr ü şekker, {OsT} 1. Sütle şekerin b irb irin e karışm ası, uyuşması. 2. m ec. İyi g eçin m e; kaynaşm a.
1. İmar edilmiş, bayındır ve bakımlı yer. 2. İnsanla am m 1, [Ar. ‘amm p*-] {OsT} is. Amca. rın yaşadığı, hareketli yer. 3. İmparatorluk döne minde Müslümanlara ait verimli topraklar ile dev anım2, [Ar. ‘umum > ‘âmm j»L] (a;m ) {OsT} sf. 1. lete ait arazi, mülk, atölye, işletmeler, Genel; kamuya ilişkin. 2. Bayağı; adi. S1 âm m ü’lamiren, [Ar. âmir => âmiren] {ağız} is. Üst kademe menâfi, {OsT} K am u y a ra n . den memur; amir. [DS] am m a, [Ar. ammâ W] ( a ’m m a:) {OsT} bağ. 1. Çe amiriyet, [Ar. âmiriyyet c^.yıT] (a:miriyet) is. 1. Bu lişkili ve zıt iki ifadeyi birbirine bağlar. «Görünüşü yuruculuk. 2. Amirlik, amirlik, -ği [amir-lik] (a:mirlik) is. 1. Amir olma durumu. 2. Amirin yerine getirmekle yükümlü ol duğu iş. 3. Yönetim birimleri içinde amirin maka mının bulunduğu yer. amirziş, [Far. âmirziş J»jy İ] (a:mirziş) is. 1. Affet me; bağışlama. 2. Tann’mn bağışı, amirzkâr, [Far. âmirzkâr j\£jyA~\ (a:mirzkâ:r) sf. 1. Affeden; bağışlayan. 2. is. Affeden; Tanrı, amit, -di [Fr. amide] is. kim. Bir asitteki hidroksil grubunun yerine bir amino grubun geçmesi ile olu şan azotlu organik bileşik, amitoz, [Yun. a (yok) + mitos (iplik) > Fr. amitose]
bira z bozuktur am m a tadı gü zeldir.» 2. Uyarı ve hatırlatma bildirir. «Yarın a la ca ğ ın ı söylüyorsun am m a d ü kkân lar k ap a lı.» 3. ünl. Hayret ve şaşkın lık bildirir. «Amma adam m ış ha!» 4. Kim bilir ne kadar çok (tahmin). «Bu işe m üdür a m m a sevin m iş tir h a !» 0 am m â-ba’ dü, {OsT} 1. B undan son ra. 2. Konum uza, am acım ıza gelelim . || am m a yaptın, O lm a y aca k şey, imkânsız. A m m a yaptın, o p a r a s ın dan n asıl ayrılır?\\ am m a ve lâkin, K a ld ı ki, g e le lim, g elin c e ; bununla b era b er. am m al, [Ar. ‘ammâl JL p ] (am m a:l) {OsT} sf. İşlek; faal. am m an, [Ar. emân => aman / ammâh] {ağız} ünl. -*■ aman. [DS]
o im iïïsô z ii.
amm
ammar, [Ar. ‘umran > ‘ammar j U ] (am m a.r) {OsT} sf. 1. Bir şeyi bakımlı ve bayındır hâle getiren. 2. is. Mimar. ammat, [Ar. ‘amm > ‘ ammât o U ] (am m a:t) {OsT} is. Amcalar. amme1, [Ar. ‘amm > ‘amme *&*] {OsT} is. Hala. amme2, [Ar. ‘umum (herkes, bütün) > ‘âmme uU ] (a:m m e) {OsT} is. 1. Genellik. 2. Bütün halk; insan lar; kamu. S amme alacağı, D evlet ve kam u kuru luşları ad ın a kanuna d ayalı o la r a k şa h ıslard an ve ortaklıklardan talep ettikleri p a r a . || amme davası, Toplum düzenini b o z an la r h akkın d a y a p ıla n kovu ş turm a,|| amme efkârı, K am uoyu.|| amme hizmeti, Toplum düzenini ve sağ lığ ı koru m ak için y ap ılan işler. || amme hukuku, Toplumun bütününü ilgi lendiren y a s a l haklar.\\ aınme idaresi, Toplum hizm etlerini y erin e g etirm ek le g ö rev li yönetim , k a mu yönetimi.\\ amme menfaati, Toplumun bütünü ne a it çıkarlar, h a k la r ; kam u y a r a r ı.|| amme niza mı, Kam u düzeni. amme3, [Ar. ‘amme p*] {OsT} zf. Nereden? S1 Amme Cüzü, isi. N eb e Su resi ile ondan so n ra g elen kısa su relerin birleşm esin den m eydan a gelm iş kitap çık; K u r ’an 'in so n cüzü. ||Amme Suresi, isi. İlk k elim e si am m e ” olduğu için bu a d la anılan, K u r ’a n ’m 78. su resi o la n N eb e Suresi. ammete, [Yun. amita / Ar. ‘ammete] {OsT} is. 1. Ha la; emeti. 2. Akraba, ammeten [Ar. ‘amm > ‘âmmeten ioU] (a:m m e'ten) {OsT} zf. 1. Genel olarak; umumi. 2. Herkesin önünde; alenen, ameyya, [Ar. ‘ammeyyâ La*] (am eyya:) {OsT} zf. Görmeyerek; düşünmeden. amınî1, [Ar. ‘amm > ‘âmmı
(a:m m i:) {OsT} sf.
Herkese ait; kamu malı. ammi2, [Ar. ‘amm > ‘ammı
{OsT} is. Amca;
emmi. ammiya, [Ar. ‘ammiyâ La*] (am m iya:) {OsT} zf. Görmeyerek; düşünmeden, ammo, [Ar. ‘ammi / ‘ammuj {ağız} is. Üvey baba; babalık. [DS] Ammuriye, [Ar. ‘ammüriyye ^ jja *] (am m u:riye) {OsT} is. Ankara şehri, amnezi, [Yun. a (yok) + mnesis (bellek ) > Fr. am nésie] is. tıp. Hafızanın azalması veya kaybolması; hafıza kaybı, amnion, [Yun. amnion] is. anat. Döl kesesi, amnios, [Yun. amnios] is. anat. Ana kamındaki yav ruyu saran zarlardan en içteki. S amnios suyu, A na k a m ın d a k i yavruyu ba sın ç ve d a r b e le r e karşı koruyan am niosun için i doldu ran sıvı.
am non, [Kürt. Zaza. amnon] {ağız} is. Y az mevsimi. [DS] am ofta, [Yun. hamofta] {ağız} is. bot. Dağ çileği, (F r a g a ria v esca). [DS] amonyak, -ğı [Ammon (M ısır tanrısı) > Lat. ammoniacum > Fr. ammoniac] is. kim. Renksiz, kes kin kokulu, gözleri yaşartan, yakıcı lezzetli, hava dan daha hafif NH3 formülünde azot ve hidrojen bileşiği bir gaz; nişadır ruhu, amonyum, [Fr. ammonium] is. kim. Amonyak gazı nın asitlerle birleşerek tuzlaşırken meydana gelen bir değerli ~NH4 kökü. S amonyum karbonat, K a b a rtm a tozu o la r a k kullanılan (N H ^CC^ f o r m ülündeki kristalleşm iş a lk a li tuz. ||amonyum sül fat, G ü bre o la r a k kullanılan (NH 4) 2S03 form ü lü n d ek i kristalleşm iş a lk a li tuz. anıora, [İt. amura] ( a ’m ora) is. dnz. Yelkenin köşe sini tutan halat, am oralizm , [Fr. amoralisme] is. fe l. Ahlakın evren sel ve nesnel temelinin bulunmadığını savunan fel sefî görüş; ahlaksızlık, am orf, [Fr. amorphe] sf. kim. (Madde için) kendine özgü bir kristal yapısı olmayan, am ors, [Fr. amorce] is. 1. Bir filmin veya manyetik bandın alete takılmasını kolaylaştıran ve şeritle ay nı ende bulunan boş kısım. 2. Silahtaki asıl patlayı cı maddenin tutuşmasını sağlayan darbe ve sür tünme ile ateş alan küçük patlayıcı maddeli kısım; fişek kapsülü. 3. Emme basma tulumbalarda tu lumbanın piston kısmını su ile doldurmaya yarayan küçük delik veya huni kısmı, am orti, [Fr. amortir] is. 1. Tesirini azaltma; yatıştır ma. 2. Piyangoda en küçük ikramiye. 3. gnşl. Razı olunan en küçük pay. S am orti etmek, 1. M uha s e b e kayıtların ı tespit ed ip üretim m aliyetine veya o yılın g id e r h es a b ın a y a z a r a k kurumun zararım k a r şıla m a k ; itfa etm ek. 2. Z ararı karşılam ak. am ortism an, [Fr. amortissement] is. tic. 1. Yıpran ma, eskime, modası geçme gibi sebeplerle bir ticarî ve sınaî malın değer kaybetmesi. 2. Bir borcun azar azar ödenmesi; itfa. 3. Bir kuruluşa yatırılan para nın belli bir süre içinde kazançtan ayrılan paylarla geri alınması. am ortisör, [Fr. amortisseur] is. Çalışan bir araçta meydana gelen çarpma, darbe, sarsıntı ve titreşim gibi istenmeyen hareketleri hafifletmeye, yumu şatmaya yarayan düzenek, am pa, [Far. hem-pâ] (ağız} is. 1. Sürek avında avları yandan kollayan ve pusu yerine doğru süren kimse. 2. Yararlanılacak şey; yarar; çıkar. [DS] am pak, [a(b)+pa/k] {ağız} sf. Bembeyaz. [DS] am per, [Fr. Ampère (Fran sız fiz ik çi}] is.fiz . Elektrik akım şiddeti birimi; sembolü: A. fi1 am per saat, fiz . B ir a m p erlik b ir akım ın b ir sa a tte taşıdığı elek trik y ü k ü m iktarı; sem b olü : Ah.
fliH B E S i l i l . 237_________________________________ _______________ ________ ________ ___________AMÜ am perm etre, [Fr. ampèmètre] is. fız . Elektrik yükü nün miktarını ölçmeye yarayan alet; amperölçer. am perölçer, [Fr. ampèr + T. ölç-er] is. fız . Elektrik yükünün miktarını ölçmeye yarayan alet; amper metre. ampir, [Fr. empire (im paratorlu k)] is. Napolyon dö neminde Fransa’da başlayıp bütün Avrupa’ya yayı lan mimari, mobilya ve giyim biçimi, ampirik, -ği [Fr. empirique] sf. fe l. Deneye ve göz leme dayalı. ampirist, [Fr. empiriste] is. fe l. Deneye önem veren, ampirizm, [Fr. empirisme] is. fe l. Deneycilik, amplifikatör, [Fr. amplificateur] is. 1. Alçak bir elektrik gücünü veya manyetik etkilenmeyi yük seltmeye yarayan araç; yükseltici. 2. Bir müzik se tinde, hoparlörden önce kurulu düzenek, ampul, -lü [Lat. ampulla > Fr. ampoule] is. 1. Üze rinden akım geçince akkor hâline gelerek ışık veren telleri kuşatan havası alınmış cam. 2. İçinde şırınga ile vücuda verilecek ilaç bulunan kapalı cam tüp. 3. arg o. Kadın veya kız memesi, ampütasyon, [Fr. amputation] is. tıp. Kesici aletlerle çıkıntısı bulunan bir organı veya organın bir parça sını kesip çıkarmak, am rak, [amra-mak (sevm ek) > amra-k] {eT} sf. 1. Sevilen; sevgili; sevimli aziz. [İKPÖy.] [ETY] [EUTS] [Gabain] 2. Rahat; sakin. 3. is. Sevgi, é? am rak bolmak, {eAT} Â şık o lm a k .|| am rak köngül, {eT} Arı g ön ü l; s ıc a k gönül. [DLT] am ram ak, [amra-mak] {eT} g ç l . f [ - r ] Sevmek; âşık olmak. [EUTS] am ranm ak1, [amra-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] 1. Sevmek. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. is. Sevgi; aşk; sevinç; sevmek. [EUTS]
am salak, -ğı [am-sa(k)-la-k] {ağız} is. 1. Şaşkın; budala; ahmak; alık; pısırık. 2. Kadına fazla düşkün erkek. [DS] amşu, [? amşu] {eT} is. Kurbanlık yemek; kurban ye meği. [EUTS] aınşuy, [? amşuy] {eT} is. Bir tür sarı erik. [DLT] amtı, [am (şu an) > am-tı / em-di > amdı] {eT} zf. Şimdi; şimdiki; hâlen; imdi. [ETY] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Gabain], [Tekin] [EUTS] ® am tı ok, H e m en; d er h â l; tam şim di. [EUTS]-amtık, [-am-tık / ım-tık / -im-tık / -um-tuk] {eAT} yap. e. Benzerlik ve gibilik ifade eden ek; -ımsı; -ımtırak. am tıkan, [amtı-kan] {eT} zf. Şimdi; tam şimdi. [EUTS] amtıkategî, [amtı-ka+tegi] {eT} zf. Şimdiye kadar. [EUTS] amtıkı, [amtı-kı] {eT} zf. Şimdiki. [EUTS] amtıkına, [amtı-kı-na] {eT} zf. Şimdi. [EUTS] amtıkıya, [amtı-kı-y-a] {eT} zf. Şimdi. [EUTS] amtısön, [am-tı-sı+öng ?] {eT} zf. Şu anda; hâli hazırda [Gabain] am u, [Ar. ‘amü >«-p] (am u;) {OsT} is. Amca, am uç, [amu-ç] {eT} is. Doyumluktan verilen arma ğan. [DLT] amud, [Ar. ‘amüd ^ p ] (am u.d) {OsT} is. 1. Yukarı dan aşağı dik inen çizgi. 2. Direk. am üd-i fekârî, {OsT} anat. B e l kem iği.|| am üdü’l-âsâr, {OsT} K asırg an ın kald ırd ığ ı kum ; hortum.\\ am üdü’lbatn, {OsT} G öğüsten k a rm a doğru inen damar.\\ am üdü’l-kalb, {OsT} anat. K a lb e g iren büyük to m ar; a o r t.|| am ûdü’ s-salîb, {OsT} H açın üzerine takıldığı tah ta.|| am üdü’s-subh, {OsT} S a ba h gün e şinin ışınları. ||
am ranm ak2, [amra-n-mak] /ağız} dönşl. f. [-ır ] Y a yılıp oturmak; yan gelmek. [DS]
amude, [Far. âmüden (dizilm ek) > âmüde o^ T ] (a:-
amranmaklıg, [amra-n-mak-lığ] {eT} sf. Sevilmeli; sevilecek olan; sevgili. [EUTS] am raşm ak, [amra-ş-mak] {eT} işteş, f . [-u r ] 1. Se vişmek. 2. Çok sevmek. [EUTS] [Gabain]
amuden, [Ar. ‘amüd > ‘amüden Gj^p] (a m u :’den)
amrı, [am-rı] {eT} zf. Daima; daimî. [Gabain]
m u:de) {OsT} sf. 1. Dizilmiş. 2. Dizi, {OsT} zf. Diklemesine; dik olarak, amudî, [Ar. ‘amudî ıjs y ^ ] (am udi:) {OsT} sf. Dikey, dikine.
amrılmak, [am-(ı)-r-ıl-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] 1. Rahatlamak; sakinleşmek yatışmak; teskin olun mak. [Gabain] 2. Sakinleştirilmek. [EUTS]
amudufıkarî, [Ar. ‘amud-ı fekâri
am rılturm ak, [am(ı)r~ıl-tur-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Yatıştırmak; teskin etmek. [EUTS]
için) uzun boylu. 2. is. Vakar,
amru, [am-ru] {eT} zf. Daimî; devamlı. [EUTS] amrukmak, [am(ı)r-uk-mak] {ağız} gçsz. f. [-u r] He veslenmek; özenmek; imrenmek. [DS] amrulmak, [am(ı)r-ul-mak / amurtmak / emrülmek] {eT} dönşl. f . [-u r] 1. Yatışmak; dinmek; rahatla mak. [DLT] 2. (Kaynayan tencere için) sönmek. 3. (İnsan soluğu için) çekilmek, amsak, [am-sak] {eT} is. Zevk; eğilim; temayül. [EUTS]
j^ p ] (am ıı:-
d u fıkari:) {OsT} is. anat. Belkemiği, amug, [Far. âmüğ j^»î] (a :m u :ğ) {OsT} sf. 1. (Kişi amuhte, [Far. âmühten (öğren m ek) > âmühte ^
j^I]
(a:m u :hte) {OsT} sf. Öğrenmiş; bilgili; okumuş, amuhtegân, [Far. âmühte-gân jlfc ^ » T ] (a:m u :hteg â :n ) {OsT} is. Okumuşlar; öğretmenler. 0 amühtegân-ı ezelî, {OsT} E vvelden okumuş, öğren m iş k işiler; p e y g a m b e r le r ve erm işler. am ul1, [am-ul] {eT} sf. 1. Sakin yavaş; uslu; halim [Gabain] [EUTS] [Mühennâ] 2. Rahat; yavaş yavaş; kımıldamayan. 3. Yumuşak huylu kimse. [DLT]
o T u m ı r a M .2 3 8
AMU
amul2, [Ar. ‘amel (iş) > ‘amul J ^ p ] (am u:l) {OsT} sf.
rek; düşünmeden,
1. Çok çalışan; çalışkan. 2. İyi işçi; usta; kalifiye, amulluk, [amul-luk] {eT} is. Usluluk; sükûnet. [EUTS] anıurtmak, [amur-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Sakinleş tirmek; teskin etmek; yatıştırmak; dindirmek. [DLT] [EUTS] [Gabain] amusni, [Far. âmüsnî ^/-^»T] (a .m u .sn i:) {OsT} is. Bir erkeğin nikâhmda bulunan birden çok kadından her biri; ortak; kuma, amuşmak, [amuş-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Çıkışma ve kınamadan dolayı bozulmak; apışıp kalmak; apışmak. [DLT] am ut1, -du [Ar. ‘amd (sütun dikm e) > ‘amüd
is.
1. Dik durumda. 2. Dikme. 3. Sütun. 4. Hükümdar asası. 5. Değnek; sopa; çomak. 6. Önder; komutan. 7. Terazinin kolu. 8. Tüfeğin ya da yayın tahta kısmı. 9. sf. Dik duran; dikey; dik. S amuda kalkmak, E lle r e dayan arak, b a c a k la rı yu karı k a l dırıp baş a şa ğ ı d ik o la r a k durmak. am ut1, -du [Far. âmüt o^jT] (a:m u :d) {OsT} is. Yüksek yerlerde, kayalarda bulunan kuş yuvası, amuz, [Far. âmühten (öğren m ek) > âmüz j^T] (a :m u:z) {OsT} sf. 1. Öğreten. 2. Öğrenmiş. S âmOzgâr, {OsT} Ö ğretm en; ö ğ ren ci.|| âm üz-gârî, {OsT} Öğretmenlik.\\ âmflz-kâr, {OsT} Ö ğretm en; ö ğ ren ci,|| âm üz-kârî, {OsT} Ö ğretm enlik. amuzende, [Far. âmüzende
oJijjjT] (a:m u :zen de)
{OsT} is. 1. Öğretmen. 2. Öğrenci, menlik mesleği, amuziş, [Far. âmüziş jijy T ] (a.m u .ziş) {OsT} is. 1. Öğrenme. 2. Öğretme. 3. Öğretim, am ürg, [Far. âmürğ jy T ] (a:m ürğ) {OsT} is. 1. Yara; fayda; menfaat. 2. Kıymet; kadir; değer. 3. Zahire; meyve. 4. A z bir şey; bir miktar. 5. Asıl; öz; hüla sa. am ürz, [Far. âmürz j^T] (a:m ürz) {OsT} sf. Affeden; bağışlayan. am ürza, [Far. âmürzâ ljy>T] (a.m ü rza:) {OsT} s f Af
-a n 1, [eT. -gen / -ğan > -an / -en / -y-an / -y-en] yap. e. 1. Fiilden sıfat türeten ek. Geniş zaman kavramı içeren sıfatlar yapar: g ö r-en (göz), y az-an (adam ). {eAT) (aynı g ö rev d e), «kan ı o l zeyrekem di-y-en kişi.» ,4şık Paşa. 2. Fiilden türemiş olan bu sıfatlar, kalıplaşarak isimler meydana getirir; işi yapan kimse veya nesne kavramı kazandırır: böl-en, ç a r p an, cankurtar-an. 3. Bir işle görevli kavramı ile kalıplaşmış isimler yapar: bak-an , çevir-en, g ön der-en. 4. Fiilin bildirdiği eylemin sonucu veya ortaya çıkmış durum kavramım katarak kalıcı isim ler yapar: düz-en, çarp-an , çağ la-y-an , benze-y-en. -an 2, [-an / -en] {eT} {eAT} yap. e. Çokluk eki kalıpla şarak isim türeten ek olmuştur; kökte belirtilen özellikleri genelleştirme, ait olma gibi kavramlar katar: bel-en, kök-en, kız-an, oğ lan (oğul-an), bay an, er-en (erler) -an 3, [Ar. -an / -en !-] {OsT} zf. Arapça kelimelerden "olarak, bakım ın dan " anlamında durum zarfları yapan ek; tenvin işareti, fıil-e n (eylem li o la r a k ; y a p arak) -an4, [Far. -ân jT -] (-a:n ) {OsT} son ek. Farsça fiil den isim, sıfat ve zarf yapan ek. lerden çokluk yapan ek. a n 1, [ang / an (yans.)\ is. Anırma, haykırma ve ba ğırmayı anlatan kök. [Zülfıkar] an-ır-m ak, an g-ı-lam ak, an g-ır-a-m ak, an-kır-m ak, an-ır-m ak, an -ram ak. an2, [ol (o) > an] {eT} {eAT} zm. O; üçüncü teklik kişi ve işaret zamirinin yalın hâl dışında iken aldığı bi çim. [EUTS] a n a (ona), a n c a (o k ad a r) ancılayın (onım g ib i; öyle) a n d a (on d a; o ra d a ) andan (on dan, orad an ) anı (onu), anın (onun), a n la r (onlar). anJ, [ang > an] is. p sik ol. 1. Bilincin irade ve heye can karışmamış düşünme ve anlama gücü; zihin. 2. Akılda tutabilme yeteneği; hafıza. an4, [Ar. ‘an (-den) js-\ {OsT} e. Bağlandığı kelimeyi
feden; bağışlayan, amürzende, [Far. âmürzende °-^jy>T] (a:m iirzen de) {OsT} sf. Affeden; bağışlayan, [Far. âmürz-gâr jlSjyT]
am yant, [Yun. amiantos (bozulm az) > Fr. amiante] is. Ateşe dayanıklı, kolayca bükülebilen hidratlı kalsiyum ve magnezyum silikattan oluşmuş lifli bir mineral.
-an 5, [Far. -ân jT -] (-a;n ) {OsT} son ek. Farsça isim
amuzi, [Far. âmüzı lSj.jjT] (a:m u :zi:) {OsT} is. Öğret
am ürzgâr,
am ya, [Ar. ‘amya L*^] (am y a:) {OsT} zf. Görmeye
(a:m ü rzgâ:r)
{OsT} sf. Affeden; bağışlayan; Allah, amürziş, [Far. âmürziş jy y T ] (a.m ürziş) {OsT} sf. Affeden; bağışlayan, amvardişn, [Part. amvardişn] {eT} is. Toplanma. [Ga bain]
zarf yapar. S an-asl, {OsT} Soyu bakım ın dan ; a s lın dan ; a slın d a .|| an-cânibî, {OsT} B ir y a n d a n ; bir taraftan.\\ an-cehlîn, {OsT} B ilm ey erek ; c a h illik le.|| an-gafletin, {OsT} İstem ey erek ; bilm eyerek. || anhüm, {OsT} O nlardan.|| an-hüm â, {OsT} O ikiden.|| ani’l-gıyâb, {OsT} H azır olm aksızın ; g ıy ab ın d a; bulunmadan.^ ani’l-m erkez, {OsT} M erkezden çı k an ; merkezkaç.\\ an-karîb, {OsT} Ç o k g eçm ed en ; ç o k y a k ın d a .|| an-karîbü’z-zam ân, {OsT} Ç o k y a -
İ M
İ R
S 0 M . 239
km b ir zamanda.\\ an-kasdin, {OsT} B ile b ile .|| anküm, {OsT} Sizden.\\ an-küm â, {OsT} lkirıizden.\\ an-mim âmed, {OsT} 1. Mim (Rum eli) den geldi. 2. D evşirm e çocu klar, M üslüman a ilelerin y an ın d a Türkçeyi ve M üslüm anlığı öğren dikten so n r a Ru m eli Ağasının tezkeresin e kayıtları sıra sın d a kon u lan işaret. || an-nakdin, {OsT} P a r a o la r a k ; nakten.|| an-sam îm , {OsT} İçten ; g ön ü lden ; yü rekten.|| an-tı âmed, {OsT} 1. Tı (A nadolu) 'dan geldi. 2. D evşirm e ç o c u k la r M üslüm an a ilelerin y an ın d a Türkçeyi ve M üslüm anlığı öğren dikten so n r a A na dolu A ğasının tezkeresin e kayıtları sıra sın d a kon u lan işaret. || an-veled, {OsT} Ö lüm den so n r a zürriy et bırakma.\\ an-ye’din, {OsT} Elden.\\ ân-zeâmet, {OsT} H isseden ibaret. an5, [Ar. ân ol] (a:n ) {OsT} is. 1. Bölünemeyecek ka dar kısa zaman parçası. 2. Süre ne olursa olsun oranlama yapıldığında insana kısa gelen zaman. S ân be ân, {OsT} Gittikçe, k a d em e hâlinde.\\ ân-ı dâim, {OsT} M utlak zam an, ez e lî ve e b e d î olm ası bakım ından A llah .|| ân-ı höş-güzeşte, {OsT} G üzel g eç e n zam an. || ân-ı mağlubiyet, {OsT} Yenilgi z a m anı,|| ân-ı vahit, {OsT} Ç o k k ısa zam an, b ir a n d a ,|| ân-ı visâl, {OsT} K avu şm a zam an ı; birleşm e anı. an6, [Far. ân jT] (a:n ) {OsT} is. Güzelliğe karşı du yulan ilgi; güzelliğin çekiciliği; cazibe; alım. an7, [an / an] {ağız} is. 1. Tarlalar arasında sınır ola rak kullanılan ekilmemiş yer; tarla sınırı; set şek lindeki ayrıntı. 2. Saçm ayrılma çizgisi; yiv. 3. Bahçe içinde suyun birikmesi için yapılan toprak set. 4. Eklem; mafsal; boğum. 5. Baldır; diz; incik. 6. Elde, avuçla bilek arasındaki şişkin yer. 7. Hay vanların ağzında ot yemelerini engelleyecek kadar şişlik. 8. Yaprak, dal ve sapların gövdeye bağlan dığı yer; budak. 9. Aşıda kullanılan çeliğin, aşıla nan ağaç dalma değdiği yerdeki boğum. 10. Bir şey üzerinde yapılan çentik; oyuk. 11. Pantolon vb.nin ağı. 12. Yapraklardaki damar. 13. Biçilen ekinin toprakta kalan kısmı; anız. 14. Ağaç özü. 15. Alın. 16. Baş. 17. Karşı; ön. 18. Oluk kiremitli çatılarda alta döşenen oluk kiremit. [DS] an8, [Far. ân oT] (a:n ) {OsT} sf. “Şu” işaret sıfatı. a ’na, -a ’i [Ar. a'nâ5 f-Lıtl] (a -n a:) {OsT} is. Yerler; ta raflar; bölgeler. ana1, [anâ / anâv / ane] (a n a :) {ağız} ünl. 1. Korku, şaşma, hayranlık bildirir. 2. İşte; burada. [DS] ana2, [eT. ana /aba / apa] is. 1. Çocuğu olan kadın; anne. 2. Yavrusu olan dişi hayvan. 3. Dinî açıdan kendisine saygı duyulan kadın. 4. Anne gibi şefkat li davranan kadın. 5. ünl. Saygı ifadesi olarak yaşlı kadınlara hitap sözü. 6. Bir şeyin kaynağı, asıl se bebi. « İçk i kötü lü klerin a n asıd ır.» 7. Koruyucu, kollayıcı; velinimet. 8. Dayanak noktası, temel;
A NA
asıl; esas. 9. {ağız} Ağaç gövdesi. [DS] 10. {ağız} Kapı ve pencere kasası. [DS] 11. {ağız} Büyük ka lıpla dökülmüş kerpiç. [DS] 12. {ağız} Kıldan örül me çul çuval gibi dokumalarda tam ortaya gelecek şekilde konulan süs öğesi. [DS] 13. {ağız} Arı beyi. [DS] 14. {ağız} Tütünün alttan üçüncü tabakası olan en iri yaprakları. [DS] 15. {ağız} Değirmende çarka giden suyu salmaya yarayan ark. [DS] 16. {ağız} Irmak ve nehirlerin aktığı asıl yatak. [DS] 17. {ağız} Toprak kazıldığında meydana çıkan alt tabaka; sert toprak. [DS] 18. sf. (Kadın için) çocuk doğurmuş. 19. (Hayvan için) yavrulamış. 20. Egemen; asıl; köke ilişkin; esas; hâkim. S ana arı, zool. B ir arı topluluğunda yum urtlayan d işi a rı; a r ı beyi; k ra li ç e arı. || ana atard am ar, anat. K a lb in s o l k arın cı ğından çıkan ve tem iz kanı vücuda dağıtan a ta r dam arların b a şla n g ıcı; aort.11 ana atası, {eAT} Ana tarafından dede. [Mühennâ] || ana ata sofrası gör müş, A ileden görgü lü yetişm iş kişi. ||ana avrat düz gitmek, arg o. B ir kim senin a taların a, soyun a sopu n a sövm ek, küfretm ek]] ana baba, A nne ve b a b a d a n m eydan a g elen b irlik; a ile ; yuva. || ana baba bir, Aynı an a v e b a b a d a n doğm uş olan lar]] ana baba duası almak, Annesini ve ba ba sın ı m emnun etm iş o lm a k; on ların m an evi desteğini kazan m ış o lm a k .|| ana bâba eline bakm ak, Yaşı büyük olduğu hâlde, an n e ve baban ın verdiği p a r a ve m a l ile g eçin m ek. || ana baba günü, H erkesin ken d i derd in e düştüğü telaşlı b ir kalabalık.\\ ana baba kokusu, {ağız} 1. K ır m en ekşesi. 2. M ercan köşk. [DS]|| ana baba okulu, Anne ve b a b a y a eğ i tim soru m lu lu kları aşılayan , çocu kların d a h a iyi yetişm esin i s a ğ la y a c a k b ilg ileri veren eğitim kuru mu]] ana baba yavrusu, N azlı büyütülmüş, sıkın tı la r a katlan am ayan v e ken di b a şın a k a r a r v erem e yen ç o cu k .|| ana bacı, {ağız} B ir topluluğa çık a rıla c a k y em eğ i düzenleyen, id a r e ed en kadın. [DS]|| ana bala, {ağız} Anne ile çocu ğ u ; a n a evlat. [DS]|| ana bilim dalı, Ü niversite v e fa k ü lte le r d e a lt bilim y a d a uzm anlık d a lla rın a verilen ad. ||ana b ir baba ayrı, A n neleri aynı, b a b a la n ayrı o la n k a r d eşler,|| ana cadde, Ş eh ir için de a r a so k ak la rın açıld ığ ı büyük v e işlek ca d d e. || ana çizgi, B e lli b ir ku rala g ö r e yü rü tü lerek b ir şe k il m eydan a g etiren çizgi. \| anadan cavlak, {ağız} 1. D oğuştan kel. 2. D oğ u ş tan deli. [DS]|| anadan doğma, 1. Ç ırılçıplak. 2. S on radan kazanılm ayan, doğuştan getirilen d a v ra nış şek ille ri.|| anadan doğmuşa dönmek, H içbir sıkıntısı ve d erd i kalm am ak]] anadan rahvan, {ağız} 1. (Tay, k ısra k için) doğuştan rahvan olan. 2. m ec. (Kız y a d a kadın için) kötü huy bakım ından an n esin e ben zeyen ] [DS]| anadan togmış, {eAT} A n adan doğm a]] anadan üryan, Ç ırılçıplak, an a dan doğ m a.|| ana davarı, {ağız} Yavrularına sahip o lm a m a k şartıy la yaln ız sütünden, yağın dan fa y d a lan m a k ve isten ildiği zam an g er i alın m ak üzere
ANA b a k ıcıy a verilen keçi. [DS]|| ana defter, T ica rî b ir kuruluşun a y lık h esa p la rı ile bilançosunun k a y d e dild iğ i d efter; büyük d efter; defter-i kebir.\\ ana defteri, İm p arato rlu k d ön em in de d evşirm e y olu y la g e le n a cem i oğlan ların k ay d ed ild iğ i İstan bu l'daki defter.\\ ana demir, A raban ın sa n d ık kısmının yan tarafların ın içinden çam u rluğa k a d a r uzanan di re k le r bölümü.\\ ana deniz, Büyük k a r a p a r ç a la r ım birbirin den ayıran büyük ve engin den iz; okyanu s; umman.\\ ana deniz bilimi, O şin ografi.|jana devli, {ağız} H asta; rah atsız; h asta m izaçlı. [DS]|| ana dil, dbl. B a ş k a d il veya le h ç e le r e kay n aklık eden tari hin uzak g eçm işin d e kalan k ö k niteliğin deki dil. | ana dili, dbl. insanın konuşm aya b a şla d ığ ı an da ailesin in v e yakın çevresin in veya s o y c a b a ğ lı o l duğu topluluğun kullandığı dil.\\ ana direk, 1. G e m ilerd e direklerin eklen diğ i g ö v d ey e doğrudan b a ğ lı direk. 2. B ir topluluğu çev resin d e tutan, ku rumun çö km esin e ve dağ ılm asın a en g el olan ön em li k işi.|| ana doğrusu, Silindirin veya koninin yan yüzeylerini oluşturan g eo m etrik şeklin taban k en a rından tep ey e k a d a r olan uzaklığı.|| ana donluğu, {ağız} fo lk . Kızın an n esin e oğ lan tarafından verilen e lb is elik kum aş. [DS]|| ana duvar, B in a la rd a y a p ı nın dış yüzünü çev reley en kalın duvar. || ana dü şünce, ed. B ir yazıyı ve konuşm ayı oluşturan tem el d ü şü n ce;an a fik ir . \\ ana evi, B ir kim senin doğup büyüdüğü a n a b a b a sıy la birlikte büyüdüğü ev.\\ ana fikir, ed. B ir yazıyı ve konuşm ayı oluşturan tem el düşünce; a n a düşünce. || ana gecesi, fo lk . D oğu m dan so n rak i y ed in ci g e c e ve bu g e c e düzen lenen eğ len c e.|| Ana gibi y a r Bağdat gibi diyar olmaz, İn san la r için de en ba ğ lı dost, en can dan d o st a n ca k anadır. || ana hakkı, {ağız} fo lk . Gelinin an n esin e b a şlık sıra sın d a verilen hediye. [DS]|| ana hâli, {ağız} A det g örm e. [DS]|| ana ile kız, helva ile koz, B irbiri ile ilgili nesn elerin h e r bakım dan y a kınlığını b elirtm ek için kullanılan deyim .|| ana ini, {ağız} N işandan so n r a kızın an n esin e gön d erilen h ed iy e kum aş. [DS][| ana kadın, I. B ir a ile d e veya b ir toplu m da en ç o k saygı g ö ren ve d e ğ e r verilen kadın. 2. K a d ın la r ham am ın da m üşteriyi k a r şıla yan g ö rev li kadın. || ana kalıp, {ağız} Büyük kerp iç k alıbı. [DS]|| ana kapı, Büyük bir binanın g iriş k a p ısı; cüm le k a p ısı. \\ ana k ara, coğ . Büyük k a r a p a r ç a s ı; kıta. || ana karıntaşı, Teyze. [Mühennâ]|| ana karnına düşmek, biy. D öl y a tağ ın d a yum ur tanın sp erm a ile d ö llen ere k canlılığın ve hayatının ba şla m a sı.|| ana kent, I. B ir ülkenin veya bölgenin d iğ er ü lk elerle ve b ö lg elerle ulaşım ve ek o n o m ik bağ lan tısı d o la y ısıy la önem taşıyan şe h ir ; m etro p o l. 2. Nüfus ve yerleşim bakım ından ülkenin büyük kentlerinin h e r b iri.||ana kız, {ağız} 1. Evlenm em iş, ev d e kalm ış kız; an aç. 2. Sevimli, c a n a y akın kız çocuğu. 3. Öksüz. [DS]|| Ana kızma taht k urar, kız bahtı kocadan a ra r, E şi iyi olm ayan kadın ne
üIİİMIİİElftt SÖM. io k a d a r zengin olu rsa olsun mutlu olamaz.\\ ana kili se, hrist. B a ş k a k iliseleri kuran kilise. j| ana kitap, B ir bilim d a lın d a yazılm ış o la n tem el ve başvuru k ita b ı.|| ana kraliçe, i. K ralın annesi. 2. Arı beyi.|| ana kök, bot. 1. K ökü n d ik ve düz kısmı. 2. M an tarların a y a k kısmı. 3. T op rağ a dikin e giren k ö k .|| ana kubbe, mim. C a m ilerd e biiyiik a y a k la r üzerine veya dayan m a duvarları üzerin e oturtulm uş en bü y ü k ve en y ü k sek k u b b e.|| ana kucağı, Annenin se v g i ve şe fk a t d olu çevresi. || ana kuzu, {ağız} Ç atıla r a kon ulan y er li kirem itlerin altta (ana) ve üstte (kuzu) bu lunm alarına g ö r e a ld ık la rı ad. [DS]|| ana kuzusu, 1. K üçük k u ca k çocuğu. 2. A ile çevresinin dışın a çıkm am ış ve b a ş k a çev re tanım ayan. 3. Toy ve tecrübesiz. 4. Anne tarafın dan çocu ğ u n a olan sevgisin i ifa d e eden söz.\\ an alar neler doğurmuş, 1. Ç o k b a şa rılı ve üstün yaratılıştı birisin i takdir etm ek için söylen en söz. 2. B ecerik siz ve kötü kişi leri y er m e k için söylenir.\\ anaları ne ki danaları ne olsun, K ötü y a ra tılışlı b ir kim senin çocu kların ın d a ö y le o la ca ğ ın ı ifa d e ed en s ö z .||anam ! 1. H erk e s e karşı kullanılan teklifsiz b ir seslen m e. 2. Ses to nuna g ö r e şaşm a, acım a, üzüntü ve beğ en m e ifa d e eden duygu sal sö z .|| ana makinesi, K u lu çka m akinesi. || anam anam dediği ham am anası, Övülen birisinin aslın d a kötü olduğunu an latm ak için kul lan ılan söz. || anam babam , İçten sev g i duyulan k iş iler e k arşı kullanılan b ir seslen m e sözü .|| ana mın aşı, tandırın başı, İnsan ın evin e ve evinde p işen y em ek lere duyduğu özlem i ifa d e eden söz.|| ana motif, B ir sa n a t eserin d e sık s ık tek ra rlan arak o n a seçk in lik kazan dıran işlem eler; laytmotif.\\ ana muhalefet, D em o k ra silerd e iktidarda bulunm ayan en büyük parti. || anan güzel mi? argo. K a b u l ed i lem ez b ir te k lif için söylen en ret sözü. || ananın ak sütü gibi helal olmak, H içb ir k a rşılık beklem ed en b a ğ ışla m a k .|| ananın örekesi, argo. S açm a b ir s ö z e k arşı verilen c e v a p .|| anan yahşi baban yahşi, B ir kim seyi götürü len teklife razı etm ek için ç o k dil d ökm ey i ifa d e ed en sö z .|| ana oğul, {ağız} 1. Arının ilk verdiğ i oğul. 2. B a ğ d a iki k a r ık büyüklüğünde a çıla n bölm e. 3. ir ili u faklı b ir çeşit k erp iç çıkaran kalıp. [DS]|| ana okulu, İlköğ retim ç a ğ m a g elm e m iş ço cu k la rı o ku l y a şa y ışın a alıştırm ak için eğitim verilen yer.\\ ana pilavı, {ağız} G elinin annesinin düğünden b irk a ç gün so n ra oğ lan evine g ö n d erd iğ i etli p irin ç pilav ı. [DS]|| ana rahibe, B a ş rahibe. ||ana rahm ine düşmek, biy. Yumurta, d ö l y a ta ğ ın d a sp erm a ile d ö llen ere k b iy o lo jik can lılık b a ş lam a k,|| ana renkler, D o ğ a l ışık tayfında y e r alan kırmızı, turuncu, sarı, y eşil, mavi, lacivert, m or r e n k ler.|| ana saat, B ir gözlem evin de veya s a a tle doğru dan ilgili b ir kurum da doğru giden ve d iğ er sa a tlerin a y arlan m asın a e s a s alm an saat. || ana sanlı, Anne tarafının soyadın ı a la n .|| ana sav, İleri sürülen g ö rü ş ve d ü şü n celerden en ön em lisi ve ön
f lliB
I lf i S M
.
AN A
241
d e gelen i. j| anası ağlam ak, Ç o k sıkıntı ve ıstırap çek m ek .|| anası anası, {eAT} A n nean nesi.|| anası danası, 1. B ir a iley e m ensup olan ların hepsi, soyu sopu. 2. {ağız} C an sık ıcı k a la b a lık ziyaretçi. [DS]j| Anası dolansın! {ağız} Annenin çocu ğ u n a sev g i hitabı. [DS]|| anası K adir gecesi doğurm uş, T alih li, h er işi yolu n d a giden için kullanılan takdir sö zii.\\ anası kılıklı, G örünüş ve davran ış bakım ından annesine benzeyen an lam ın da küçü m sem e ifadesi.\\ anası kızı, {ağız} H ep si; tam am ı; tümü] [DS]| ana sına avradına sövmek, Birinin annesini ve karısın ı k asted erek sövm ek]] anasına bak kızını al, kena rına bak bezini al, B ir kızın huyunu ö ğ ren m ek is teyenler annesinin ah lakın ı ve bilgisini, becerisin i g öz önüne a lm a lıd ırlar,|| anasından doğduğuna pişman, 1. Ç o k tem bel ve üşengeç. 2. Ç ektiği sıkın tılar sonucu hayattan z ev k alm am ak, y a şa m a s e vinci kalm am ak]] anasından doğduğuna pişman etmek, Birini bıktırm ak, bezgin lik verm ek. || ana sından emdiği süt burnundan gelmek, Ç o k sıkıntı çekm ek]] anasını ağlatm ak, B irin e kasıtlı o la r a k sıkıntı ve eziyet çektirm ek]] anasını bellemek, a r go. 1. B irin e en büyük kötülüğü etm ek. 2. Anasının ırzına g eç m e k an lam ın da söv m e sözü.]] anasını eşek kovalasın, argo. Sözü ed ilen şeyden bıkkın lık ve bezginlik g eld iğ in i ifa d e ed en söv m e sözii]] ana sınıfı, B eş y a şm a g elen ço cu k la rı ilköğretim e h a zırlam ak a m a cıy la a çıla n ve a n a okulu p ro g ra m ı uygulayan eğitim kadem esi. ||anasının doğurduğu, babasının eğirdiği, Birinin davran ışların ın yetişti ğ i a ile ortam ın a ç o k uygun olduğunu b elirtm ek için söylenir.|| anasının gözü, Kurnaz, iş bilir, a ç ık göz]] anasının ipini satmış, K en din den h er türlii kötülük ve soysu zluk b ek len eb ilir kişi.]] anasının kızı, 1. H uyları a n a sın a benzeyen kız. 2. B ek aretin i yitirmiş, kızlığı gitm iş a m a kız o la r a k bilin en ; e r keklerle ç o k düşüp kalkan. || anasının nikâhını is temek, B ir m alın satışı için ç o k fa z l a p a r a iste mek.]] anasını satm ak, arg o. B ir şe y e h iç d e ğ e r vermemek, aldırm am ak]] anası ölük, {ağız} (K a vun, karpuz için) içi g eçm iş; yum uşam ış. [DS]|| anası turp, babası şalgam, Soyu iyi olm ayan bir ailenin çocuğu. j| anası yerinde, Birinin an ası o la bilecek y a şta bulunduğu için saygı d u yu lacak k a dın]] ana soylu, H er türlü so sy a l düzenlem ede, toplumsal yerin kazan ılm asın da, so y a ğ a c ı ve a k rabalık bağlan tıların ın düzen lenm esin de a n a ta ra fın ı esas alan]] ana sulama kanalı, Irm a k veya çevirm e noktasın dan a ld ığ ı suyu b ir gru p k a n a lla dağıtan su şeb ek esi. |j ana şehir, 1. B ir ülkenin veya bölgenin d iğ er ü lk elerle ve b ö lg e le r le ulaşım ve ekonom ik bağlan tısı d o la y ısıy la önem taşıyan ş e hir; m etropol. 2. Nüfus ve y erleşim bakım ından ülkenin büyük kentlerinin h er biri]] ana toplarda mar, anat. Vücutta d o la şa n kanı to p la y a ra k kalbin sağ ku lakçığın a taşıyan iki a n a da m a rd a n h e r bi
n'.||ana topu, {ağız} fo lk . D üğünde kız tarafın a g ö n d erilen h ed iy elik kumaş. [DS]j| ana Türkçe, dbl. Türk dilinin bugünkü ve g eçm işteki leh çe ve şivelerinin türediği eski Türkçe d ev resin e k a d a r g eç e n yazılı b e lg e kalm am ış, n a z arî d ö n em .||ana tüyü, {ağız} Kuş ve tavuk yavrularının yum urtadan çıktıkları zam an ki ilk tüyleri. || ana tüzük, E sas ni zam n am e; es a s m ukavelenam e. [DS]|| ana vatan, 1. A na yurt. 2. B ir kişinin doğu p büyüdüğü ve a ile bağ ların ın bulunduğu ülke. 3. S öm ürge im p a ra tor lu kların da sö m ü rg eler d ışın daki a sıl ülke. 4. B ir milletin, tarihin u zak g eçm işin d e ataların ın y a ş a dığı topraklar. 5. m ec. B ir bitki veya hayvanın ilk d e fa görüldüğü ve yetiştiği yer]\ana yapı B irbiri ile b a ğ ı bulunan y a p ıla r topluluğunun d iğ erlerin e g ö r e ön em li ve ş e k ilc e g ö sterişli olanı. ||ana yarısı, T eyze.||ana yerli, sosy. E vlenen çiftlerin eşinin a i lesinin y an ın a y erleşm esin i es a s alan toplu m sal düzen; iç güveyili]]&na yol, 1. Taşıt trafiğ i b a k ı m ından yoğu n o la n ve ken disin e tali y o lla r b a ğ la nan yol. 2. A na c a d d e .|| ana yön, coğ. B irbirin den doksan d e r e c e lik a ç ıla r la ayrılan dört c o ğ r a fî y ö n den h e r biri: D oğu, batı, kuzey ve g ü n ey; cihât-ı erb a a . ||ana yu rt, I. A na vatan. 2. B ir kişinin doğu p büyüdüğü ve a ile bağ ların ın bulunduğu ülke. 3. Söm ürge im paratorlu kların da sö m ü rg eler dışın da ki a sıl ülke. 4. B ir milletin, tarihin uzak g eçm işin d e ataların ın y a şa d ığ ı topraklar. 5. m ec. B ir bitki veya hayvanın ilk d e fa görüldüğü ve yetiştiği yer]] ana yüreği, Annenin ço cu k la rın a karşı duyduğu sevgi. ana3, [ol (o) > aft-a VS"T/ aS"!/ AS"l] {eAT} zm. 1. Üçüncü teklik kişi ve işaret zamirinin yaklaşma hâlinde iken aldığı biçim; ona. 2. Oraya. 3. Onu. 4. Onun için; ondan dolayı. 5. Ona göre; onca. 6. Onun hakkında. 7. Onun olsun; ona feda olsun; onundur. ana4, [ana U ] is. 1. {eAT} {ağız} Sermaye; esas; asıl; temel. [DS] 2. Alacak veya borç gibi bir paranın fa iz dışında kalan kısmı. S ana borç, F a iz ve b o rç la ilgili gid erlerin katılm adığı a sıl b o r ç m iktarı]] ana mal, ekon. B ir tica r î işletm enin kurulm ası için g e rekli olan p a r a ve p a r a y a çev rileb ilir m alların bü tünü; serm aye. \] ana mal birikimi, İşletm e s a h ib i nin eld e ettiği kârd an b ir kısm ını m evcut se rm ay e sin e ek le y e r e k işletm esin i büyütmesi. || ana malcı, 1. Üretim ve işletm e a ra çla rın ı ö zel m ülkiyetinde bulunduran; se rm a y ed a r; kapitalist. 2. Üretim ve işletm e a ra çla rın ın ö z e l m ülkiyette bulunm ası g ö rüşünde olan. || ana malcılık, Üretim ve işletm e a raçların ın ö z e l m ülkiyette bulunm ası esasın a d a yan an siy a sa l sistem ; kapitalizm ; serm a y ecilik ; serm ayedarlık.]] ana p ara, İşletilen veya b o rçla n ı lan b ir p a ra n ın f a i z ve m asra fla r dışın da k alan kısmı. a n a , -a ’i [Ar. ‘ana1 meşakkat; güçlük.
(an a:) {OsT} is. Yorgunluk;
ANA
ana6, -a ’i [Ar. ani > ana3 * Is I] (a n a :) {OsT} is. Gece yarıları; gece yarısı vakitleri. S1 ânâü’l-leyl, {OsT} G e c e yarıları. anababula, [Yun. anababula] {OsT} is. 1. Babil gibi karışıklık. 2. Gürültülü ve karışık yer. anaberi, [an-ğaru + beri > anarı+beri / onarı+ beri] {ağız} is. Ufak tefek eşya; öteberi; sandık eşyası. [DS] anabolizma, [Yun. ana (yukarı) + bole (vuruş) > Fr. anabolisme] is. bot. Canlılardaki özümleme ve biyosentez olaylarının tümü; oluşturum. anacan, [ana + Far. cân] {ağız} ünl. Anacığım; canım anam. [DS]
İ M
İ K
S O M .
242
anadil, [Ar. ‘îandelib > 'anadil tblic] (an a.d il) {OsT} is. Bülbüller. Anadolu, [Yun. anatole (güneşin doğdu ğu yön)] öz. is. Türkiye’nin Asya kıt’asmda bulunan toprakları na verilen ad. Anadolulu, [Anadolu-lu] is. ve sf. 1. Anadolu’da ya şayan. 2. Anadolu halkından olan, anadut, [Yun. anadoti] (ağız) is. Harmanda sap ve saman atmak için yapılmış büyük parmaklıklı dir gen veya yaba; anadat. anaerki, [ana+erk-i] is. sos. Kadına üstün bir siyasi rol tanıyan sosyal düzen; maderşahilik,
anacı, [ana-cı] {ağız} sf. (Çocuk için) babasından daha çok annesine düşkün olan. [DS]
anaerkil, [ana+erk-il] sf. sos. Kadının soyunun et rafında toplanan ve buna göre düzenlenen; mader şahi.
anacık, -ğı [ana-cık] {ağız} is. Anne. [DS] anacıl, [ana-cıl] sf. (Çocuk için) anasına çok düşkün olan.
anaerobik, -ği [Fr. anaerobique] sf. 1. Havanın ser best oksijeni bulunmadan gelişebilen. 2. Atmosfe rin dışında yürütülebilen,
an aç, -cı [eT. anaç (anacık)] is. 1. Yavru verecek çağa gelmiş hayvan. 2. Meyve verecek büyüklüğe ulaş mış ağaç. 3. {eT} Analaşmış; zekâsı yüzünden ce miyetin anası gibi sayılan kızcağız; küçükken bü yük bir anlayış gösteren kız; anacık. [DLT] [Mühennâ] 4. {ağız} Çok doğuran iyi cins hayvan. [DS] 5. {ağız} Çok oğul vermiş arı. [DS] 6. {ağız} Evlenmemiş, yaşlanmış kız. [DS] 7. Orta yaşlı, ol gun kadın. [DS] 8. {ağız} İyi cins, damızlık hayvan. [DS] 9. {ağız} Aşı yapılan dal ya da gövde. [DS] 10. {ağız} Çelik çomak oyununun büyük sopası. [DS] 11. {ağız} Serbest, başına buyruk, eksik terbiyeli kız ya da kadın. [DS] 12. {ağız} Su arkı; ana arık; bent. [DS] 13. {ağız} Kağnı tekerleğinin ortası. [DS] 14. sf. İri, kart. 15. Ana gibi koruyup seven. 16. mec. Bilgili, kurnaz, başına buyruk. 17. {ağız} İhtiyarla mış; kocamış. [DS] 18. {ağız} Köklü; eski. [DS] 19. {ağız} Çok beslenmiş; iri; dolgun. [DS] 20. {ağız} Kuvvetli; sağlam. [DS] 21. {ağız} Kurnaz; tecrübeli; bilgili. [DS] 22. {ağız} Huy veya şekil bakımından anaya benzeyen. [DS] 23. {ağız} Bakımlı, verimli toprak. [DS] 0 anaç bal, {ağız} Ç ok o ğ u l verm iş arının balı. [DS]|| anaç balı, {ağız} K oyu ren kli bal. [DS]|| an aç bülüç, {ağız} Ç olu k ço cu k ; büyük kü çü k; ev cek. [DS]|| anaç yapılı, {ağız} Annesinin hu yu n da olan. [DS]
anaf, [Ar. enf > ânâf »JbT] (a :n a :f) {OsT} is. İnsan
anaçlam ak, [ana-ç-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] (Kız için) evlenmeden yaşlanmak; evde kal mak. [DS]
anaforlam a, [anafor-la-ma] is. a rg o. Emek verme den, bedavadan, çalışmadan bir şeyi kazanma,
anaçlaşm a, [ana-ç-la-ş-ma] is. Anaç olma işi. anaçlaşm ak, [ana-ç-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Anaç durumuna gelmek, anaç olmak, anaçlık, -ğı [ana-ç-lık] is. 1. Anaç olma durumu. 2. Anaç olanlara has tutum ve davranış biçimi, anadat, -dı [Yun. anadoti] (ağız) is. 1. Harmanda sap atmakta kullanılan üç parmaklı alet; çatal. 2. Büyük yaba.
burunları; burunlar, anafet, [Ar. ‘anâfet cilıp ] (an a.fet) {OsT} is. Kaba lık; sertlik. anafor, [Yun. anaphori (g eri akış)] is. 1. Düzgün harekette devam ederken bir engelle karşılaşan ha va ve su akımının ortası çukurlaşarak meydana ge tirdiği dönme; girdap. 2. gnşl. Karışan ve içinden çıkılmaz olan durum. 3. argo. Emek vermeden, zahmet çekmeden kazanılan; beleş; bedava. 4. a r go. Haraç, ö anafora kaptırm ak, Suyun veya h a vanın g ird a b ın a kaptırmak.\\ anafora konmak, a rg o. B ir b e d e l ödem eden , zah m et çekm eden , em ek verm eden eld e etm ek.|| anafor bölgesi, B ir u çak h a v a d a iken kan at veya kuyruk a rk asın d a a n a fo r m eydan a g elen b ö lg e .|| anafordan gelmek, argo. Z ahm et çekm eden , em ek v erm eden eld e etm iş o l mak. anaforcu, [anafor-cu] is. argo. Başkalarının yanında beslenen; çalışmadan, emek harcamadan, bedava dan ve çalıp çırpma ile kazanç sağlayan kişi; beda vacı; beleşçi. anaforculuk, -ğu [anafor-cu-luk] is. argo. 1. Anafor cu olma durumu. 2. Anaforcunun durumu; bedava cılık; beleşçilik,
anaforlam ak, [anafor-la-mak] gçl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] argo. Bedavadan kazanmak; yolsuzlukla elde et mek. anaforlu, [anafor-lu] sf. Anafor meydana getiren, anafor oluşturarak akan, anagoji, [Fr. anagogie] is. 1. Ruhun semavi âleme doğru yükselişi. 2. man. Bir ilk sebebe doğru yük selmeyi amaçlayan düşünme yolu. 3. Eski Yu
l i e M C E M
ANA
«M »
nan’da mutlu bir deniz yolculuğu yapabilmek için tanrılara sunulan kurban, anagram , [Lat. anagramma (h a rfleri a lt üst etm ek) > Fr. anagramme] is. Bir kelimedeki harflerin yerle rini değiştirerek elde edilen kelime,
lunmasını sağlamak amacıyla yapılmış metal halka veya deri vs. kılıf. 2. Bir çok anahtarı bulunan fab rika, okul, resmî daire gibi büyük binalarda anah tarların numaralandırılarak asıldığı ve konulduğu dolap.
anahtar, [Yun. anikhteri] is. 1. Bir kilidi açmaya ya -anak, [-a-na-k / -enek] (eAT) yap. e. 1. Fiilden isim türeten ek. İsimden sıfat türetme eki -an ile isimden rayan, ucu dişli çeşitli biçimlerde yapılmış metal isim türetme eki -k'nm birleşip kalıplaşması ile araç. 2. Zemberekli düzenekle çalışan bir makine meydana gelmiştir. Eskiden beri olagelen, sürekli nin yaylarını kurmaya yarayan alet. 3. m ec. Bir lik kavramları katar: gelen ek, g ören ek. 2. Yer ve problemi çözmeye, bir düşünceyi açıklamaya yar yöre kavramı katar: eken ek, akan ak. 3. Araç kav dım eden ip ucu. 4. Şifreleme ve çözmede kullanı ramı katar: çeken ek, çizen ek (grafik). 4. Belli bir lan kararlaştırılmış kurallar. 5. Bir şeye ulaşma ve özelliği bulundurma, içerme kavramı katar: olanak, ya onu elde etmede yardımcı olan şey; vesile; araç; kesen ek, takanak, yeten ek, tutanak. vasıta. 6. Bir yere veya alana girmeyi orayı ele ge çirmeyi kolaylaştıran stratejik nokta. 7. argo. Rüş a ’n ak 1, -ğı [Ar. ‘unk (boyun) > a'nak jıpl] (a-n ak) vet. 8. Bir makineye veya lambaya akım vermeye {OsT} sf. 1. (Kişi için) boynu uzun. 2. (Hayvan için) yarayan düğme. 9. Somunları veya vidalan çevirip boynu beyaz damgalı. sıkıştırmaya veya açmaya yarayan çelik araç. 10. miiz. Notaların porte üzerindeki yükseklik derece a ’nak2, -ğı [Ar. ‘unk (boyun) > a'nâk Jt^ l] (a-n a:k) {OsT} is. 1. Boyunlar. 2. Yaprak sapları. 3. Rüzgâlerini göstermek için konulan işaret. 11. Konserve nn kaldırdığı toz bulut. kutularını, meşrubat şişelerinin kapaklarını açmaya yarayan araç; açacak. 12. sf. Temel oluşturan, ken an ak 1, -ğı [an-mak > an-ak] {ağız} is. 1. Hafıza; bel disine başka öğeler bağlı olan. S an ah tar deliği, lek. 2. Abide; heykel vb. [DS] K a p ıla rd a an ah tarı k ilid e so k m a y a y a ra y a n oyuk.\\ anak2, -ğı [alın / an > an-a-k ?] {ağız} is. Karşılık; anahtarı beline takm ak, E v d e sö z sa h ib i olm ak, mukabil. [DS] yönetim i e le a lm a k .|| an ahtarı bendedir, Bu kon u anak3, [Ar. ânak jil] (a:n ak) {OsT} sf. Çok zarif; en yu a n ca k ben çözebilirim , an lam ın da söz. ||an ahta zarif. rı kapının üstünde bırakm ak, K a p ı an ahtarın ı kilidin d eliğ in d e takılı o la r a k bırakmak.\\ an ah tar anak2, -ğı [Ar. ‘anâkat c i L t ] (an a:kat) {OsT} is. sözcük, 1. B ilg isa y ar p ro g ra m cılığ ın d a bilg i e r iş i Umduğunu bulamama; başarısızlık, mini sağ lay an kelim e vey a k a r a k ter dizisi. 2. P r o g anakib, [Ar. ‘ankebüt (örüm cek) > ‘anâkib ram lam a dilin de b ir an lam taşıyan, b a ş k a b ir a n (a n a :k ib ) {OsT} is. Örümcekler, lam da kullanılam ayan sözcük. 3. B ir fiş te k i anaklam ak, [an-ak-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)ö ğelerden birini tespit etm eye y a ra y an kelim e. j| y o r ] Gözetlemek; bakmak. [DS] anahtar taşı, mim. B in a la rd a k em er yayının en üstünde bulunan taş; kilit ta şı] | an ah tar teslimi anakodos, [Yun. anakatos] {ağız} sf. 1. Dargın; so murtkan. 2. is. Sıkıntı; keder. [DS] satış, B ir evin veya mülkün im alat işleri tam am en anakonda, [Brez. anakonda] (a n a k o ’nda) is. zool. bittikten so n ra teslim ed ilm ek ü zere y a p ıla n satış Boagillerden Güney Amerika'nın tropikal bölgele anlaşm ası. ||an ah tar teslimi tam irat, B ir evin veya rinde durgun su ve bataklıklarda yaşayan, doğura binanın sahibin in için d e bulunm adığı b ir sıra d a rak yavrulayan ve avını sararak sıkmak suretiyle yapılan tam irat. \\ an ah tar uydurm ak, B ir kilidi öldüren büyük bir yılan türü, (E unectes murinus). kendi an ah tarı dışın da b ir b a ş k a a n a h ta r k u llan a rak açmak.\\ an ah tar verm ek, tiy. O rtaoyunu ve anakronik, -ği [Fr. anachronique] sf. 1. Zaman dilimi bakımından tarih yanlışlığı. 2. Eskimiş, çağ dışı tuluat tiyatroların da y a rd ım cı oyuncunun, b a ş k o miğin nükte y a p m a sın a y a r a y a c a k b ir sö z o rtay a kalmış. 3. ed. (Roman, tiyatro ve hikâye gibi edebî atm ası; dişi konuşm ak. eserlerde geçen zaman unsuru için) tarihî gerçekler ile çelişen. anahtarcı, [anahtar-cı] is. 1. Anahtar yapımı ve sa tımı işini meslek edinmiş kişi. 2. argo. Kapı ve ka salara anahtar uydurarak hırsızlık yapan kişi, anahtarcılık, -ğı [anahtar-cı-lık] yaptığı iş veya mesleği,
is.
Anahtarcının
anahtarlama, [anahtar-la-ma] is. Trafik akışını dü zenlemek için kurulan ışıkların açılma ve kapanma sürelerini isteğe göre ayarlama, anahtarlık, -ğı [anahtar-lık] is. 1. Anahtarlann kay bolmasını önlemek ve gerektiği zaman kolay bu
anakronizm , [Fr. anachronisme] is. 1. Bir olayı baş ka çağda geçmiş gibi gösterme; çağ şaşımı. 2. Ça ğın gerisinde kalma, çağa uygun yaşamamak. 3. ed. Kimi zaman çarpıcı bir etki uyandırabilmek için ayrı çağlarda yaşayan kişileri veya başka başka ta rihlerde olmuş olayları bir araya getirmek suretiyle yapılan sanat, anal, [Fr. anal] sf. Göden bağırsağının sonu ile ilgili; anüse ait.
ANA analam ak, [ana-la- mak] {eT} dönşl. f . [~r] Ana edin mek; ana demek. [DLT] analfabet, [Fr. analphabet] sf. Okur yazar olmayan; ümmi. analı, [ana-lı] sf. Anası olan, anası sağ olan. S analı babalı, (Ç ocu k için) an ası b a sıy la birlikte, anası b a b a s ı s a ğ o la ra k. || analı danalı, Ç olu k ç o c u k h ep beraber.\\ analı kızlı, A nne ve kızı ile birlikte.\\ analı kuzu, kınalı kuzu, Annesinin y an ın d a mutlu y a şa y an evlatların durumu. ||analı kuzulu, Ana adı verilen biiyük k erp içlerle, kıızu a d ı verilen küçük k erp içlerin d eğ işik biçim lerd e dizilm esiyle oluştu rulan b ir duvar ö rm e biçim i.
gésie] is. tıp. Vücudun her hangi bir yerinde mey dana gelen ağrı hissinin çeşitli sebeplerle duyulmaz olması. analjezik, -ği [Fr. analgésique] is. ve sf. tıp. Beynin vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen ağrıyı hissetmesini engelleyen; ağrı kesici, analoji, [Fr. analogie] is. man. Aslında farklı olan bireyler arasında görünüşteki özelliklerden doğan benzeşme; andırış; benzeşim; ömekseme. analojik, -ği [Fr. analogique] s f Orantılı, anamnez, [Yun. anamnesis (anm a) > Fr. anamnèse] is. Hastanın daha önceki hastalıkları ve sağlık du rumu hakkında hekime verilen bilgilerin bütünü,
analık, -ğı [ana-lık jlliT] is. 1. Anne olma durumu. 2.
anam orfoz, [Fr. anamorphose] is. 1. Bir cismin görüntüsünü yansıtan optik düzeneğin yatay ve di Anne olmanın verdiği duygu. 3. {eAT} {ağız} Üvey key boyutları farklı büyütme veya küçültmesinden anne. [DS] 4. huk. Çocuğu doğuran kadının çocu doğan görüntüdeki şekil bozukluğu. 2. Eğri yüzeyli ğuna karşı hukukî durumu. 5. {ağız} Kaynana. [DS] bir ayna tarafından verilen biçimsiz görüntüsü, 6. {ağız} Düğünde sağdıçlık yapan kimsenin karısı. [DS] 7. {ağız} Gelini düğüne hazırlayan kadın. [DS] an am u trata, [Yun. anemotrata] is. Açık denizde iki yelkenli tarafından çekilen bir tür balık ağı. 8. {ağız} Kardeşlik olan kızların şerbetini içiren ka dın. [DS] 9. {ağız} Düğünde kızın annesine verilen a ’nan, [Ar. a'nân jUpl] (a-n a:n ) {OsT} is. 1. Ağacın elbiselik kumaş. [DS] S analık etmek, B irin e anne ucu. 2. Ufuklar, sev g isi ile y aklaşm ak, korum ak, büyütmek.\\ analık anan, [Far. ân > ân-ân OU] (a :n a :n ) {OsT} zm. Onlar, hâli, {ağız} Â det görm e. [DS]|| analık sigortası, K adın işçiy e veya e r k e k işçinin eşin e g eb elik , d o anan, [Ar. ‘anâne > ‘anan o ^ ] (an a:n ) {OsT} is. Bu ğum ve em zirm e dön em lerin de y a p ıla n so sy a l si lutlar. g o rta yardım ı. anana, [ana+ana] {ağız} is. Büyük anne; anneanne. analist, [Fr. analyste] is. Bilişim ve ekonomik göster [DS] gelerle, kişisel davranış bozukluklarını çözümle ananas [Brezilya yeri. Guareni d. nana > Port, ana mede uzman kişi, nas] is. bot. İri çam kozalağı görünümünde içi etli, analitik, -ği [Fr. analytique] sf. Çözümlemeye daya sulu ve hoş kokulu lezzetli meyveleri olan Güney nan. S analitik geometri, mat. G eom etrik kon u Amerika kökenli, kısa boylu tropik bir bitki, (Ana la rd a m atem atik ve c e b ir s e l işlem leri kullanan g e nas com osu s). S ananas çiçeği, bot. Anayurdu om etri d a lı.||analitik kimya, kim. B ileşiklerin kim Ümit burnu olan z am ba kg illerd en g ö sterişli b ir süs y a s a l b ileşen lerin i in celeyen kim ya dalı. || analitik bitkisi, (Eucom is). önerm e, mant. Yalnız m an tıksal s e b e p le r le doğru ananasgiller, [ananas-gil-ler] is. bot. Tropikal Ame o lan ve özn ed e gizli o la r a k bulunan anlam ı ortay a rika’da yetişen iki bini aşkın epifit türü kapsayan çıka rm a y a y a ra y an yargı. bir çenekli bitki familyası, (B ro m elia cea e). analiz1, [Yun. analysis (ayrıştırm ak) > Fr. analyse] an’ anat, [Ar. ‘an'ane > ‘an'anât oLjcp] (an-an a:t) is. 1. Bir bütünü, bir bileşiği meydana getiren temel {OsT} is. Gelenekler; örfler; an’aneler; rivayetler, unsurları veya bileşenleri belirleme; çözümleme; tahlil. 2. Eğitimde bileşikten yalına, bütünden par an’ ane [Ar. ‘an (,.-den)> ‘ an'ane (an-an e) {OsT} çaya doğru giden yöntem. 3. Televizyon ile iletile is. 1. Rivayet. 2. Ayrıntı; tafsilat. 3. -*• anane. cek bir görüntünün yatay şeritler hâlinde sıralana anane1, [Ar. 'an (..-den) > ‘an'ane ( a ’nane) is. rak ayrı ayrı elemanlara ayrılması; tarama. 4. fe l. 1. Bir toplumda atalardan kalmış olması dolayısıyla Birleşikten yalına giden yöntem. S analiz etmek, saygı duyularak devam ettirilen kültürel aktarımlar; K a rışık v e g irişik bir olayı veya durumu y a d a bir gelenek. 2. Alışkanlık. 3. huk. Belli bir kimliği ko m addeyi basit o lg u la ra ve elem a n ların a k a d a r ine rumuş olan topluluklarda kuşaktan kuşağa aktarılan re k ayrıştırm ak; tahlil. “K elim e analizi, cü m le a n a ve hukukun kaynaklarından birisini oluşturan sos lizi. ” yal davranış; örf. analiz2, [Yun. analusi] {ağız} is. Su emme; yumuşa ma. [DS] analizci, [analiz-ci] is. Analiz konusunda uzmanlaş mış kimse; analist. analjezi, [Yun. an- (yok) + algos (ağrı) > Fr. anal
anane2, [Ar. 'anâne ^Lt] (a n a :n e) {OsT} is. (Tek) bu lut. ananecilik, -ği [anane-ci-lik] is. Geleneklere bağlı olma durumu.
fllMTİIt SOM. 245
AN A
ananet, [Ar. ‘ananet cuıUt] (an a.n et) {OsTj is. Er kekte görülen cinsel güçsüzlük; iktidarsızlık; pu luçluk. an’anevi, [Ar. ‘an'ane > ‘an'nevı
(an -an evi:)
{OsT} sf. Gelenekle ilgili; geleneksel, an’aneviye, [Ar. ‘an‘anevî> ‘an'neviyye
{OsTj
is. sosy. Gelenekçilik,
an artri, [Fr. anarthrie] is. tıp. Konuşma organlarında her hangi bir bozukluk olmamasına rağmen beyin de konuşma merkezinde meydana gelen bir yapısal değişiklik sebebiyle konuşamama; dil tutukluğu, anaru, [eT. anaru] {ağız} zf. ...-den beri; ..-den doğru. [DS] an aru rak , [eT. anaru-rak] {ağız} zf. Daha ötede. [DS] anarya, [Fr. en arrière] is. oto. Geri vites kolu,
anapa, [? anapa] {ağız} is. Bir fasulye türü. [DS]
anasıl, [Ar. 'an aşl(ın)] {OsT} zf. Aslı itibariyle; as
anantris, [Skr. anantarya] {eT} is. Bir tür günah adı. [EUTS]
anasır, [Ar. ‘unsur (öge) > ‘anâsır ^ U * ] (an a:sır)
anapera, is. zool. Kırlangıç ve keçisağanlar üzerinde yaşayan kısa ve dar kanatlı bir asalak sinek, (Hipp o b o scid a e ). a n a ra t1, [Ing. arrowroot] {ağızj is. Şe ker, pirinç unu veya nişastadan yapılan bir çocuk maması. [DS] anarat2, [Yun. aneröte] {ağız} sf. Katıksız; saf. [DS] anarberi, [eT. yon (uygun) > yon-aru+beri / anarı+beri / onarı+ beri] {ağız} is. -*■ anarıberi. [DS] anarı, [eT. an-arı / an-ara] {ağız} sf. 1. Çabuk; tez. 2. Ters; aksi. 3. Ayrı. 4. zf. ...-dan itibaren; ...-dan be ri. 5. zf. ...-dan doğru; ...-dan tarafından; ...-dan yö nünden. 6. is. Karşı; karşı taraf; karşı yaka. [DS] anarıberi, [eT. yon (uygun) > yon-aru+beri / anarı+beri / onarı+ beri] {eT} is. 1. Bir özelliği ol mayan eşya; öteberi; bayağı eşya. 2. {ağız} Yemiş; çerez. [DS] 3. Sebze, anarlak, -ğı [eT. anaru-lak] {ağız} zf. Biraz ötede. [DS] anarşi, [Yun. arakhia (kum an da yokluğu ) > Fr. anarchie] is. 1. Lider yokluğu; başsızlık. 2. Devletin kanunsuzluklar ile baş edememesi hâlinde görülen toplumsal kargaşa; erksizlik. 3. Yapılan bir etkin likte ilke kuralların konulmamış veya uyulmamış olması dolayısıyla çıkan düzensizlik; başıboşluk; kargaşa. 4. huk. Devletin siyasi ve hukukî temel düzenini bütünüyle yok etmek amacı güden her türlü girişim ve eylem, anarşik, -ği [Fr. anarchique] sf. 1. Anarşi ile ilgili. 2. Anarşi görünümünde. 3. Anarşi yaratan; karışık; karışmış. anarşist, [Fr. anarchiste] is. 1. Her türlü yönetimsel kuralı kabullenmeyen öğreti taraflısı. 2. sf. Devlet otoritesine baş kaldıran. 3. Anarşi ile ilgili olan, anarşistleşme, [anarşist-le-ş-me] is. 1. Anarşiste yakışır davranışlar içine girme. 2. Devlet otoritesi ve toplumsal kural tanımaz olma, anarşistleşmek, [anarşist-le-ş-mek] dönşl. f i [ - ir ] 1. Anarşist olmak. 2. Anarşizm görüşünü benimse mek. anarşistlik, -ği [anarşist-lik] is. 1. Anarşist olma du rumu. 2. Anarşistin niteliği, anarşizm, [Fr. anarchisme] is. siy. Hiçbir şekilde devlet otoritesini tanımayan ve yok saymayı esas alan doktrin.
len. {OsT}. is. 1. Unsurlar; öğeler. 2. Bir bütünü meyda na getiren parçalar, elemanlar. 3. Bir topluluğu meydana getiren din ve ırk bakımından değişik ke simlerden gelen insanlar. 4. Vücut. S anâsır-ı erbaa, D ört unsur; eski k im y acılar tarafından bütün m aden lerin es a s ı san ılan ateş, hava, su ve to p ra k tan ib a ret d ö rt öge. anasız, [ana-sız] s f (Çocuk için) anasını kaybetmiş, anasızlık, -ğı [ana-sız-lık] is. Anasız olma durumu, anason, [Yun. anison / Ar. anîsün] is. bot. Mayda nozgillerden genellikle tohumlarındaki yağlı uçucu esansı için yetiştirilen bir yıllık otsu bitki, (Pim p in ella anisum). anaş, [ana-ş] {ağız}ünl. Sevgi ve hürmet sözü. [DS] anaşta, [Far. nâstâ] {ağız} zf. A ç kamına; acı acına. [DS] anat, [Ar. ân > ânât oUT] (a :n a :t) {OsT} is. 1. Anlar; zamanlar. 2. İnce farklar; küçük değişiklikler; nü anslar. anatlam ak, [ön (ön) > an-at-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [r] [~l(ı)-yor] Acele etmek. [DS] anatomi, [Fr. anatomie] is. 1. Keserek açmak. 2. Canlıların biçimini, organlarının yapısını ve arala rındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı; teşrih. 3. Sa nat eserlerinde insan bedeninin görünümünü tasvir edebilme sanatı. 4. m ec. Bir şeyin oluşmasında gö ze çarpan önemli yapısal özellikler, anatomiei, [anatomi-ci] is. Anatomi üzerine bilimsel araştırma ve inceleme yapan uzman; anatomist. anatomik, -ği [Fr. anatomique] sf. 1. Anatomi ile ilgili olan. 2. Anatomiye ait. 3. İnsan anatomisine uygun olan; insan anatomisi dikkate alınarak üre tilmiş. anatomist, [Fr. anatomiste] is. Anatomi üzerine bi limsel araştırma ve inceleme yapan uzman; anatomici. anavalı, [Yun. anavole] {ağız} is. - * anavul. [DS] anavaşya, [Yun. anavasiya (yükseliş)] (a n a v a ’şya) is. Göçücü balıkların boğazlar yoluyla Karade niz’den Akdeniz’e geçişi, anavul, [Yun. anavole] {ağız} is. 1. Suyun taksim edilerek küçük arklara ayrıldığı yer. 2. Sebze ek mek için ayrılmış toprak parçası; evlek. [DS]
I M I Ü I C E S ö M .M a
ANA anavula, [Yun. anavoli] {ağız} is. Köstebek. [DS] anay1, [han+ öy > hanay] ( a ’nay) {ağız} is. 1. Birkaç katlı yüksek bina. 2. Evlerde önü açık yer; sofa. 3. Dağlarda ayıların balı yememesi için yüksek ağaç lar üzerine yapılan kovan koyma yeri. 4. Evlerin üst katında duvar üzerine uzatılan kiriş. [DS] anay2, [ana-y] ( a n a y ) {ağız} ünl. Bezginlik, bıkkınlık ve usanç bildirir. [DS] anayasa,[ana+yasa] (ana'yasa) is. Bir ülkenin devlet şeklini, devlet organlarının yapısını, kuruluşunu ve işleyişini belirleyen; yönetenlerle halk arasındaki ilişkileri; temel hak ve hürriyetlerin kullanılma bi çimlerini düzenleyen temel kanun; kanun-ı esası; teşkilat-ı esasiye kanunu, anayasacı, [ana-yasa-cı] sf. 1. Anayasaya bağlı ka lınmasını, anayasanın eksiksiz uygulanmasını sa vunan. 2. is. Anayasa hukuku konusunda uzman laşmış hukukçu veya profesör, anayasal, [ana+yasa-1] sf. 1. Anayasa ile ilgili. 2. Anayasaya ait. 3. Anayasaya dayanan, anayasadan kaynaklanan. 4. Anayasaya uygun, anbal, [Yun. emboll => ambul / anbal J^l] {eAT} is. Sulamayı kolaylaştırmak amacıyla toprağın duru muna göre düzenlenmiş bölmeler; hambal; mandal; andal. an b ar, [Far. enbaşten (yığm ak, doldu rm ak) > enbar] {OsT} is. -*• ambar, anbean, [Ar. ‘ân + Far. be + Ar. ‘ân
ol] (a:n -
(am
b erim e) {OsT} is. Amberle doldurulmuş kolye. anberiye1, [Suriye Ar. ‘anbariye ^ j^ -] is. Güzel ko kulu likör. anberiye2, [Ar. ‘anbariyye ı>^\{O sT} is. 1. bot. Yayla çiçeği. 2. Güzel kokulu bir ilaç, anberm u, [Ar. ‘anber + Far. mü / müy yjy^-] {OsT} sf. Saçları amber gibi kokan, anbitik [Çin. an (m asa) + T. biti-k] {eT} is. 1. Alın yazısı; mukadderat; kader kitabı; sonuç. [EUTS] 2. Büro; muhakeme; adlî iş. [EUTS] a n ca 1, [Ar. ân (kısa zam an ) + T. -ca] {ağız} zf. 1. Biraz önce; az önce; demin; henüz. 2. Şimdi; şu anda. 3. Birazdan; daha soma. 4. Her zaman; dai ma; devamlı alarak. 5. Zamanla; yavaş yavaş. [DS] anca2, [eT. ol (o) > an (tek. 3. şa h ıs zam iri “o ’’nun çekim sıra sın d a ald ığ ı biçim ) + -ça (eşitlik h â l eki) > an-ça (onun k a d a r; o k ad a r) 4-1] ( a ’n ca) {eAT} zf. 1. En çok. 2. Sonunda; o zaman. 3. Yalnız o ka dar; öyle. 4. bağ. Ancak. 5. {ağız} Sanki. [DS] 6. {eAT} {ağız} Bu kadar; bu miktar; onun gibi. [DS] S anca b erab er kanca b erab er, H an gi durum da ve ş a rtla rd a o lu rsa olsun birlikte h a rek et etm e ifa d e eder. ancacuk, [anca-cuk
*£-~\] {eAT} zf. Ancak o za
man; o sürece; onun kadar, ancag, [eT. ança + ok (pekiştirm e ed a tı) > ancağ
bea:rı) {OsT} zf. Her an, git gide, gittikçe, anber, [Ar. ‘ anber jup] {OsT} is.-* amber. 0 anberefşân, {OsT} G üzel k ok u lar s a ç a n .|| anber-nisâr, {OsT} A m ber s a ç a n .|| anber-sirişt, {OsT} A m ber g ib i.|| anber-şem îm , {OsT} A m ber kok an .|| anberte r, {OsT} 1. G üzellerin zülüfleri ve benleri. 2. mec. G ece. anberbar, [Ar. ‘anber + Far. bâr jlou t] {ağız} sf. Gü zel kokulu. [DS] anberbaris, [Ar. barbârıs / Lat. amberberis] is. -* amberbaris. anberbu, [Ar. ‘anber + Far. bü y j^ \ (an berbu :) {OsT} is. -*■ amberbu,
I]
{eAT} zf. -*■ ancak; anca, ancak, [eT. ança + ok (pekiştirm e ed atı) > ancak ji-T] (a'n cak) zf. 1. Yalnızca; yalnız; sadece. 2. Daha çoğu ve daha ilerisi olamaz; olsa olsa; en çok; güçlükle. 3. Bir düşünceye karşı olanı ifade için kullanılır; lâkin; ama; yalnız. 4. En erken; en evveli. 5. Ne var ki; fakat; amma. 6. Kıt kanaat. 7. {ağız} Biraz önce. [DS] ö ancak ola, {eAT} A n cak bu k a d a r; bö y le olu r.|| an cak olur, {eAT} A n cak bu k a d a r; bö y le olur. an calar, [anca-lar ) 4İ-T] {eAT} zm. Niceler; niceleri; birçokları; o gibiler, an caru , [anca-ru jjMM] {eAT} zf. O kadar.
anberbuy, [Ar. ‘anber + Far. büy lS>d^] (an berb u :) {OsT} is. -*• amberbu,
-ancası, [-ancası / -encesi] {eAT} y a p e. Bütünü; -anı. ancılayın, [ol (o) > ancı-laym / ançu-layun jtii-']
anberbuyi, [Ar. ‘anber + Far. büyî
(an ber-
bu :yi:) {OsTfsf. Amberbu rengi, anbere, [Ar. ‘anbere »jys-] is. Bir hurma türü. anberi, [Ar. ‘anberî ı j j ^ ] (a n b eri:) {OsT} sf. Amber kokulu. anberin, [Ar. ‘anber > Far. ‘anberîn
anberine, [Ar. ‘anber > Far. ‘ anberîne
(an beri:n )
{OsT} sf. 1. Amber içeren. 2. Amber gibi güzel ko kan.
{eAT} {ağız} zf. Üçüncü teklik kişi ve işaret zamiri nin ilgi, araçlılık hâlinde iken aldığı biçim; onun gibi; o kadar; öyle. [DS] ö ancılayın gibi, {eAT} Onun g ib i; b en z eri.|| ancılayın kim, {eAT} G ibi; nitekim. a n ça 1, [ol (o) > ol-ça > an-ça] {eT} zf. 1. O kadar; ... kadar; o türden (işaret ve kişi zamiri ol’un eşitlik durumuöyle; onca; o kadar. [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [ETY] [DLT] 2. Şöyle; bu türden [Gabain], [EUTS]
U M M U Ş M M . 247 [ETY] 3. Biraz öyle; şöyle; öylece [Tekin] [ETY] 4. Nice; bu kadar; o kadar [Yüknekî] fi1 ança nıunça, {eT} B ir şey ; b ir miktar. /EUTS]|| ança takı, {eT} Ve de. ança2, [eT. an-ça + ok] (a'nça) {ağız} zf. 1. Ancak. 2. Şimdi; şu anda. [DS] ançada, [ança-da] {eT} zf. Bunun üzerine; bundan sonra. [EUTS] ançagınça, [ança-ğm-ça] {eT} zf. Tam o anda. [EUTS] ançak, [ança+ok] {eT} zf. Öylece. [ETY] ançakın, [ança-km] {eT} zf. Zerre kadar; ufacık; min nacık. [EUTS] ançakınca, [ança-kın-ça] {eT} zf. Tam o anda. [EUTS] ançalayu, [ança+ulayu (onun k a d a r ek ley erek ) > ança-la-yu] {eT} zf. Öyle yaparak; onun kadar; öy lece. [İKPÖy.] ançalayum a, [anca-la-yu-ma] {eT} zf. Anca; keza. [EUTS] ançama, [an-ça-ma / an-ç-ma] {eT} zf. O kadar; o ka dar daha; bir daha. [EUTS] [Gabain] ançan, [ol (o) > an-ça-n] {eT} zf. Bir zaman. S ançan ançan, D e r e c e d e r e c e ; tedricen. [Üç İtigsizler] ançata, [ança-ta] {eT} zf. Bunun üzerine; ondan sonra. [Gabain] [EUTS] B ançata İtin, {eT} B ım dan sonra. [EUTS]|| ançata timin, {eT} Tam o sırad a. [EUTS] ançgınça, [anç-ğm-ça] {eT} zf. 1. Bu sırada; o esnada. [Gabain] [EUTS] 2. Nihayet;en sonunda. [EUTS] [Gabain] ançıp, [an-ça + âr-ip?] {eT} zf. 1. Öyle olunca; imdi. [ETY] 2. Böyle; böylece. [ETY] 3. Sonra. [ETY] ançizlemek, [? ançiz-le-mek] gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] argo. Uzaklaşmak; savuşmak, ançma, [anç-ma] {eT} zf. Daha o kadar; daha o denli. [EUTS] ançman, [Soğd. ancaman] {eT} is. Topluluk; halk; ce maat. [EUTS] [Gabain] anço, [an-çu / anço] {eT} is. 1. Hediye. [ETY] 2. Ödül. [ETY] ançolamak, [anço-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] (Bir bü yüğe) bir şey sunmak; takdim etmek. [ETY] ançolayu, [ançu-layu / anço-layu] {eT} zf. Böylece; bu suretle; bunun gibi. [EUTS] ançu, [anço] {eT} is. 1. Değer; kıymet. [EUTS] 2. Mü kâfat. [Gabain] [EUTS] 3. Sema. [EUTS] ançula, [ançu-la] {eT} zf. Öyle. [Gabain] ançulamak, [ançu-la-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] 1. Tap mak. [Gabain] [EUTS] 2. Saymak; hürmet etmek; saygı göstermek; itibar etmek; arzıhürmet etmek; tazim etmek. [ETY] [Gabain] [EUTS] 3. Değerlen dirmek. [EUTS] 4. Övmek. [Gabain] 5. Takdim et mek; teslim etmek. [Tekin] ançulasıg, [ançu-la-sığ] {eT} zf. Gereği gibi; layıkıyla; layık olduğu biçimde. [EUTS]
AND ançulasık, [ançu-la-sık] {eT} zf. Gereği gibi; layıkıyla; layık olduğu biçimde. [EUTS] ançulayu, [ança+ ulâ-yu] {eT} zf. O şekilde; bu şekil de; ancalaym; böylece; bu suretle; bunun gibi. [EUTS] [Üç İtigsizler]ançüez, [İsp. anchova] is. 1. Hamsi. 2. Genellikle hamsiden veya çaça, sardalye, tirsi gibi balıklardan yapılan yağlı ve tuzlu ezme, and, [eT. and J^l] {eT} {eAT} is. Ant; yemin; ahit; söz verme. [DLT] B andım yire komak, {eAT} Yemi nini y erin e g etirem em ek,|| andın sıdırm ak, {eAT} Yeminini bozdurmak.\\ andın sımak, {eAT} Yemini ni bozmak.\\ and içe görm ek, {eAT} Sü rekli yem in etm ek.|| and içirmek, {eAT} Yemin ettirm ek.|| and içişmek, {eAT} K a rşılık lı sö z leşip yem in etm ek.|| and içmek, {eAT} Yemin etm ek.|| and olmak, {eAT} Söz v erilm ek; yem in ed ilm ek ,|| and saklam ak, {eAT} Yeminini tutmak.|| and virmek, {eAT} Yemin ettirm ek. -anda, [-anda / -ende] {eAT} y a p e. ...-dığında; ...-dığı vakit; ...-ınca. anda, [ ol (o) > an-ta / an-da oa;l] {eT} {eAT} zm. 1. O zamirinin bulunma-çıkma durumu; onda. [Gabain] [Mühennâ] [ETY] [EUTS] [DLT] 2. Orada. [Gabain] [Mühennâ] [ETY] [EUTS] [DLT] 3. O konuda. 4. Oraya. 5. O zaman[Gabain] [Mühennâ] [ETY] [EUTS] [DLT] S a n d a banda, {ağız} B e lli belirsiz; ş ö y le böyle. [DS]|| anda bunda, {ağız} 1. Ş ö y le böyle. 2. S eyrek; tek tük. 3. Yarım yam alak. 4. O rada b u ra d a ; ö ted e beride. [DS]|| anda bunda yapm ak, {ağız} B ir işi özenm eden, baştan sa v m a yapm ak. [DS]11 anda munda, {eT} H er ta rafta ; ö te d e berid e. [EUTS] andaç, -cı [eT. an-daçı> andaç] is. 1. Hatırlanmak üzere verilen eşya; yadigâr; hatıra; anmalık; bergüzar; suvenir. 2. Takvimli defter; ajanda. 3. Bir yer de geçirilen süreyi hatırlamak için düzenlenen fo toğraflı kitapçık; yıllık. 4. Yaşanan önemli olayla rın yazıldığı defter; hatırat. 5. {ağız} Ölen kimsenin geride kalan tek evladı. [DS] 6. {ağız} Evlat; nesil; döl. [DS] 7. {ağız} Ölmüş aile büyüklerinin anısı sayılan kişi ya da eşya. [DS] 8. {ağız} Halef. [DS] 9. {ağız} Damızlık koyun veya keçi. [DS] 10. {ağız} Sürüde baş çeken koyun. [DS] 11. {ağız} Eş; denk. [DS] 12. {ağız} İsim; şöhret; ün. [DS] andag, [eT. an-ta + ok > antak / an-ı + tâg > andağ] {eT} zf. Böylece; bu suretle; böyle; o kadar. [ETY] [DLT] [Gabain] [EUTS] andagı, [eT. anda-kı > anda-ğı ^ Jü T ] {eAT} zf. Ora daki; o yerdeki; ondalci. andagın, [an + teg-in] {eT} zf. Nasıl? an dak 1, [an+ teg / antak lJ-^I] {eAT} zf. 1. Hemen; o anda; derhâl. 2. O kadar. 3. Böyle; böylece. 4. {ağız} Ondan sonra. [DS] andak2, -ğı [yan-da-k / andak] {ağız} is. bot. 1. A ya
Ö l» İ R S « .. :
AND ğa batan diken; kıymık. 2. Topraktaki sel yarıntısı. [DS] andal1, [Yun. ambolis > andal] {ağızj is. 1. Bağ ve bahçelerde sulamayı kolaylaştırmak için toprağın eğimine göre ayrılmış bölmeler; evlek. 2. Evlek sınırı. 3. Sulanan tarla ve bostanlarda sulanan yerin su ile dolması durumu; göllenme. 4. Pirinç ekmeye elverişli akmtısız, sulak yer; bataklık. S. Kurutmak için serilmiş kabuklu fındık yığını. 6. Biçilmiş ekin yığını. 7. Orman içinde ince uzun mera. [DS] andal2, [Yun. antabollus] {ağız} sf. -*• andavallı. [DS] andal3, [an+dal] {ağızj is. 1. Falan; filan. 2. Seyrek, aralıklı dikiş. [DS] andallam ak, [andal-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Dikişi seyrek olarak dilemek; oyulgamak. 2. Deve yürüyüşü gibi geniş ve büyük adımlarla yü rümek. 3. Bir işi baştan savma yapıp bırakmak. 4. Tarlayı andallara, evleklere ayırmak. 5. Bir çukur y a da evleği su ile doldurmak; göllemek. [DS] andallı, [Yun. antallabous > andavallı] {ağız} sf. -*■ andavallı. [DS] andalm ak, [andal-mak] {ağız} dönşl. f . Açlıktan içi geçmek; içi ezilmek. [DS] an dan 1, [ol (o) > an > an-dan IjjT / j-^T] {eT} {eAT} zm. 1. Üçüncü teklik kişi ve işaret zamirinin ayrıl ma hâlinde iken aldığı biçim; ondan; ondan sonra. [DLT] 2. Ona. 3. Oradan; o yerden. 4. Onunla, ö andan bundan, {eAT} Şuradan b u rad an .|| andan gerü, {eAT} Ondan so n ra .|| andan girü, {eAT} An dan so n ra .|| andan ötüri, {eAT} Ondan dolayı.\\ andan ya, {ağız} Ö yle d eğ il mi? andan2, [an-dan] {eAT} zf. 1. Ondan sonra; sonra. 2. Yine; tekrar. 3. O takdirde; o zaman. 4. Bunun üze rine. 5. Ondan ötürü. 6. {ağız} Madem ki; sonra; bakalım. [DS] fi5 andan kim, {eAT} Ondan ötürü; d o la y ı; için .|| andan ötürü kim, {eAT} D iye; için ; yüzünden. andana, [an-dan-a] {ağız} zf. Sonradan. [DS] andanç, [an-dan-ç?] {ağız} is. Bir şeyin tamamen kırılması. [DS] andante, [İt. andare (gitm ek) > andante] ( a n d a ’nte) zf. müz. 1. Orta derecede yürük hızda. 2. Sonat ve senfonilerin bu hızda çalman bölümü, andantino, [İt. andantino] (andanti ’no) zf. müz. Andanteye göre biraz daha hızlı, andasız, [an-da-sız] {ağız} is. Kimsesiz. [DS] andaval, [Yun. antallabous > Andabalis (N iğ d e’nin bugünkü adı A ktaş olan m erkez köyü A n daval adından) / andavalııs (çarpık, som urtkan) / antallagos (değişik) [Tzitzilis]] is. argo. Aptal, bön, gör güsü kıt kimse; beceriksiz, andavallı, [andaval-lı] is. argo. Aptal, bön, görgüsü kıt kimse. andavat, [Yun. andivatis (sürgü)] {ağız} is. İkinci ka ta çıkarken binanın ortasına konulan kiriş. [DS]
andayık, [anda-y-ık] {eAT} zf. Böyle; böylece; bu şe kilde. andeki, [eT. andağı] {ağız} zf. Oradaki. [DS] andelib, [Ar. ‘andelîb
(a n d eli:b ) {OsT} is. 1.
Bülbül. 2. a rg o. Hile; oyun, andeliban, [Ar. 'andelîb + Far. -ân jLJ-llp] (an d eli;b a ;n ) {OsT} is. Bülbüller, andem , [Ar. ‘andem
{OsT} is. tıp. Kan dindir
mekte kullanılan bir tür reçine. an d er1, [an-dır-mak> andır] {ağız} is.
andır1. [DS]
ander2, [Erme, ander] {ağız) is. 1. Cinsel organ. 2. argo. Erkeklik organı. 3. sf. Sahipsiz. [DS] andezit, -di [Fr. andésite] is. Gözenekli yapıda siyah veya kurşuni renkli volkanik kayaç. andgarm ak, [and-ğar-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Yemin ettirmek; ant içirmek. [DLT] andıg, [andığ] {eT} is. Elek kalbur gibi şeylerin kas nağı. [DLT] andık, -ğı [an / an (av) > an-dı-mak > andık / anduk / anduh
/ JjûI] is. 1. zool. Afrika’da yaşayan, iri
yapılı vücudunun arka kısmı basık, her ayağında dört parmak bulunan, çoğunlukla leş yiyen, dişleri kemikleri kıracak kadar güçlü bir vahşi hayvan; sırtlan; {eAT} {ağız} (aynı) (H yaena h yaen a). [DS] 2. {ağız} Mezarlık yakınlarında bulunduğuna ve yırtıcı olduğuna inanılan hayalî bir hayvan. [DS] 3. {ağız} Domuz. [DS] 4. {ağız} İn. [DS] 5. {ağız} sf. Görgü süz; anlayışsız; hödük. [DS] 6. {ağız} Terbiyesiz; şımarık. [DS] 7. {ağız} (Kişi için) yüzü yara bere içinde; biçimini kaybetmiş. [DS] andıklamak, [andık-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - ı ] [-l(ı)y o r ] Sırtını yere dayayarak uyumak. [DS] andıkmak, [and-ığ-mak] {eT} gçsz. f . içmek; yemin etmek. [DLT]
[-u r] Ant
andıl, [an (yans.) > an-dı-mak > andı-1] {ağız} sf. Boş gezen, işsiz; serseri. [DS] andılmak, [an (yans.) > an-dı-mak > andı-l-mak] (ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Bir şeyin üzerine eğilmek veya yüklenmek; abanmak; yaslanmak. 2. Boş vakit ge çirmek; hiçbir iş yapmamak. 3. Bir kimseye mu sallat olmak; asılmak. 4. Üstüne varmak. 5. Kuvve ti kesilmek; hâlsiz kalmak. [DS] andın1, [an-dm] {eT} is. Beylerin hizmetçisi; bunların adlarının yazıldığı defter. [DLT] andın2, [ol (o) >an > an-dm] {eT} zm. Oradan; ondan [Gabain] [Yüknekî] [DLT] [EUTS] S andın kim, On dan so n r a ; bunun üzerine. [EUTS] an d ır1, [Erme, andêr (sahipsiz) > Güre, anderhi] {ağız} is. 1. Ölüden kalan eşya; sahipsiz kalan eşya; soyka. 2. s f Pis; iğrenç; kötü; çirkin. 3. Miskin; tembel; uğursuz. 4. ünl. "Sahipsiz kal" anlamında kullanılan ilenç sözü. [DS] S1 andıra kalmak, {ağız} Ö lüden a rta k alm ak ; m iras kalm ak. [DS]||
ii « r o a ! . 2 4
9
andır kalmak, {ağız} 1. A n dıra kalm ak. 2. Yok o l m ak; olm az olm ak. 3. B aşkasın ın o lm a k ; elle r e kalm ak. [DS]|| A ndır kalsın! {ağız} O lm az olsım ; y o k olsun. [DS] andır2, [Erme, ander] {ağız} is. - * ander2. [DS] S an dır kafa, {ağız} K e l k afa. [DS] andırak, -ğı [an-dır-mak > an-dır-ak] {ağız} is. 1. Andaç. 2. Anıt. [DS] andıran1, [ol (o) > an > an-dı-ra-n] zm. Oradan. [EUTS] [Gabain] andıran2, [andıran] {eT )zf Büsbütün; tamamıyla. [EUTS] [Gabain] andırış, [an-dır-ış] is. 1. Andırma durumu, biçimi. 2. man. Temelde ayrı olmakla birlikte iki şey arasın daki benzerlik hâli; analoji; benzeşim; örnekseme. andırışına, [an-dır-ış-ma] is. Farklı nesne veya olay ların görünüşteki benzerlikler dolayısıyla karşılıklı olarak birbirini çağrıştırması; analoji; benzeşim; il tibas; müşabehet, andırışmak, [an-dır-ış-mak] işteş f . [-ır ] Karşılıklı olarak çağrıştırmak, andırlaşmak, [andır2-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Kel olmak. [DS] andırma, [an-dır-ma] is. Bir nesnenin benzerlikleri dolayısıyla başka bir nesneyi hatırlatması, andırmak, [an-dır-mak] g ç l . f [-ır ] 1. Anmasına yol açmak; hatırlatmak; çağrıştırmak. 2. (Farklı yapı daki nesne ve olaylar için) birinin diğerini çağrıştı racak şekilde benzer yanlan bulunmak; çalmak; benzeşmek; okşamak, andız, [eT. anduz / andız j-ul] is. bot. 1. Akdeniz böl gesinin doğu kısımlarında yetişen, dikenli yapraklı büyük yapılı ardıç cinsi, (Ju n iperu s d ru p acea). 2. Antalya çevresinde serviye verilen isim; katran ağacı, (C upressus sem perviren s). 3. Kazdağı çevre sinde yetişen bir cins köknar, (A bies equitrjani). 4. Andız otu; {eAT} (aynı). 5. {ağız} Sütü olmayan keçi. [DS] 6. {ağız} İffetsiz kadın; orospu; kahpe. [DS] 7. {ağız} Terbiyesiz; utanmaz; arsız. [DS] 8. {ağız} Ge nelev. [DS] 9. {ağız} Kadınlar arasında hafif küfür. [DS] t? andız giliği, {ağız} Andız a ğ a cın ın p ek m ez yapılan m eyvesi [DS].|| andız katranı, Andız od u nunun y a kılm a sı ile e ld e ed ilen ve h ekim likte ku lla nılan siyah ve keskin kokulu b ir sıvı. || andız koza lağı, D oğ u A kdeniz k ıyıların da y etişen a rd ıçla rın yen ilebilen fın d ık büyüklüğündeki m eyveleri. || an dız otu, bot. B ileş ik g iller fam ily a sın d a n hekim likte ve k ö k bo y a cılığ ın d a kullanılan, nem li y e r le r d e y e tişen sa rı veya turuncu ç iç e k le r a ça n ç o k y ıllık otsu çit bitkisi çeşitleri; (Inula viscosa, I. helenium , I. dyseterica, I. heterolepsis).\\?mAxz. pekmezi, T oros d a ğ ların d aki k ö y lerd e taze andız k ozalakların ın su ile kayn atılm asından e ld e ed ilen a fro d iz y a k b ir sı vı; andız m arm eladı. andi, [Yun. andi] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS]
andikas, [Yun. andikrasis] {ağız} is. Sıcak bir sıvıya aynı miktar soğuk sıvı katarak ılıklaştırma. [DS] andlam ak, [and-la-mak ^i-uT] {eAT} gçl. f . [-r ] Y e min ettirmek; ant içirmek, andlaşmak, [and-la-ş-mak
{eAT} g ç l .f . [ - r ]
Yemin ettirmek; ant içirmek, andon, [Yun. endon] {ağız} is. 1. Kadınlara hakaret için söylenen söz. 2. argo. Fahişe; uygunsuz kadın. 3. Uçları saçın altından, kulakların ardından geçiri lip alında düğümleyerek yemeni bağlama biçimi. [DS] andoskop, [Yun. endon (iç) + skopein (görm e) > Fr. endoscope] is. - * endoskop. androjen, [Fr. androgene] is. Hem kadında hem de erkekte bulunan ve çoğunluğu böbrek üstü bezi taarfından salgılanan erkeklik hormonu maddesi. Androm eda, [Fr. andromede] is. Kuzey yarı gök kü resinde bir takım yıldızı, andropoz, [Fr. andropause] is. Erkekte yaşlılık be lirtilerinin ortaya çıktığı, özellikle üreme faaliyet lerinin tükenmeye başladığı yaş dönümü, androyit, [Fr. androîde] is. İnsan biçimindeki oto mat. anduh, [andık > anduh j--^l] {eAT} is. Sırtlan. anduk, -ğu [andık > andulcöj-ul] {eAT} is. Sırtlan. anduz, [andız > anduz jj-ül] {eAT} is. Kökü ilaç olarak kullanılan bir bitki; andız otu; raziyane. ö anduz ağacı, {eAT} is. Yaban servisi. andut, [Yun. anadoti] (ağız) is. -*■ anadat. -ane, [Far. -âne
-] (-a;n e) {OsT} son ek. Sonuna
getirildiği Farsça isimlere “y a k ışır biçim de, ...-c esin e ” anlamı katarak sıfat ve zarflar yapan ek. ane1, [Ar. ‘âne ‘anüd (inatçı) > ‘anede ojup] {Os T} is. Çok inatçılar. anekdot, [Fr. anecdote] is. İlginç ve az bilinen bir olayın kısa ve özlü anlatımı, anele, [İt. anello / Ar. 4İap] ( a n e ’le) is. dnz. Ge milerde çeşitli işlerde kullanılan demir halka, anem, [Ar. ‘anem ni, (O lea o leaster).
{OsT} is. bot. Arabistan zeyti
ANE
ô ie ïii f f lf C ïS ô M .2 5 0
anemi, [Yun. an (yok) > haima (kan) > Fr. anémie] is. tıp. Kansızlık, anemik, -ği [Fr. anémique] sf. tıp. Kansız, anemofili, [Fr. anémophilie] is. bot. Rüzgârla tozlaş ma. anemom etre, [Fr. anémomètre] (a n em o m e’tre) is. Gaz akışkanların ve özellikle rüzgârın hızım ölç meye yarayan alet; rüzgârölçer. anemon, [Fr. anémone] is. bot. Düğün çiçeğigillerden ağaçlık ve çayırlıklarda yetişen, renle renk ve gösterişli çiçekleri olan, soğanlı, çok yıllık bir bit ki; dağ lalesi; Manisa lalesi, (A nem one p u lsatilla).
an başlayuki, {eT} B a şta k i; ilk ba şta o la n ; en b a ş taki. [EUTS] || an ilki, {eT} İlk ; ilk ö n c e ; en önce. [EUTS] ang4, [an / eng] (an) {eT) sf. 1. Kusurlu; eksik; kırık. [İKPÖy.] 2. Boş. [İKPÖy.] 3. Yarık. [İKPÖy.] 4. is. Boşluk. [İKPÖy.] 5. Hata; eksiklik. [İKPÖy.] 6. Es neme. [İKPÖy.]
anen, [Ar. ân > ânen U ] (a : ’nen) {OsT} zf. Bir anda;
an ga1, [an-a] (aha) {eT} sf. 1. Değersiz; kıymetsiz. [DLT] 2. {ağız} Ahmak; sersem; dangalak. [DS] 3. {ağız} (Hayvan için) aksi; hırçın; huysuz. [DS] anga2, [ol (o) > an > an-ga / an-ğar] (ana) {eT} {eAT} zm. 1. İşaret ve kişi zamiri o l ’un yönelme durumu; ona. [İKPÖy.] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Yüknekî] 2. Onu. 3. Onun için; ondan dolayı. 4. Onun hakkın da. 5. Ona göre; onca. 6. Onun olsun; ona fedadır. 7. Oraya. S ana dak, {eAT} O zam an a kadar.
hemencecik; anında. S ânen fe’ânen, {OsT} Sü rek li o la r a k ; durm adan. aneroit, -di [Fr. anéroïde] sf. Cıva kullanmadan; sı vısız. 0 aneroit b aro m etre,/îz. C ıva y er in e m etal k u lla n ılarak im al edilm iş barom etre. anerotizm , [Yun. an (yok) + Fr. érotisme] is. tıp. Cinsel ilişki sırasında zevk almama biçiminde or taya çıkan cinsel tutukluluk, anestezi, [Yun. anaisthesia (duyumsuzluk) > Fr. anesthésie] is. tıp. İlaç vermekle veya bazı hastalık ların etkisi ile vücudun bir bölümünün veya bütü nünün duyarsızlaşması. ö anestezi yapm ak, A m e liyat y a p ıla c a k h astay a solunum yolu ndan veya d a m ard an ila ç v er ere k vücudunun du yarsızlaşm a sın ı sağ lam ak. anestezik, -ği [Fr. anesthésique] sf. (Madde için) du yarsızlaştıran, anesteziyoloji, [Fr. anesthésiologie] is. tıp. Ana ko nusu hastanın vücudunu duyarsızlaştırmak olmakla birlikte, hastanın ameliyata hazırlanması, ameliyat sırasında ve sonrasında biyolojik işlevlerinin kont rolü, canlandırma ve ameliyat sonrası oluşabilecek karmaşaların önlenmesi çalışmaları ve bilim alanı, anevrizm a, [Fr. anévrisme] is. tıp. 1. Genişleme. 2. Bir atar damarın bir noktasında meydana gelen ba loncuk şeklindeki genişlemeye bağlı rahatsızlık, anfizem, [Yun. emfysema (şişirm e) > Fr. emphysè me] is. tıp. Bir akciğer hastalığı, anfora, [Yun. amforeus] is. -* amfora. -ang, [-ang (-afi) / -eng (-en) / ung (-un) / -üng (-ün)/ -en] {eAT} ç e k e . 1. -ayın; -ayınız. 2. -arsın; -ırsm. ang1, [an / en] (ah) {eAT} {ağız} is. 1. Engel. 2. Tarla lar arasındaki sınır. 3. Eklem; mafsal. 4. Y er dama rı. [DS] ö an kakdırm ak, {ağız} İk i tarlayı ayıran seti kendi tarafın a katm ak. [DS]|| an yeri, {eAT} 1. O ynak y e r i; eklem y er i; büküm yeri. 2. B itişik iki şe y ara sın d a ki çizgi. ang2, [ ang / an] (an) {eT} is. 1. Av hayvanı; avlanmış hayvan. [ETY] [Gabain] 2. Bir kuş adı. [DLT] ang3, [an / an] {eT} zf. 1. (Büyütme sigasıdır, [EUTS] en üstünlük d erecesin i belirten zarf.) en; yüksek. [EUTS] 2. is. Hiç; yokluk; hiçbir şey. [İKPÖy.] S
ang5, [an] (an) {eT} is. Yanak. [DLT] ang6, [an] (an) {ağız} sf. Ahmak; sersem; akılsız; dan galak; angıt. [DS] ang7, [an] (an) {eT} e. Hayır, ö afi afi, {ağız} H ayır hayır!
angadak, [ana-dak J ^ l ] {eAT} zf. O zamana ka dar. angâh, [Far. ângâh o15jT] (a ;n g â ;h ) {OsT} zf. 1. O va kit. 2. Ondan sonra, angaje, [Fr. engagé (b ir id eo lo jiy e ba ğ lı o la r a k s iy a sî v e so sy a l m ü ca d eley e katılan)\ sf. 1. Söz vermiş; bağımlı. 2. is. Söz vermiş, vaat etmiş olma. 3. Geçici işçi. <3 angaje etmek, Sözlü veya yazılı o la r a k yüküm lülük altın a sokmak.\\ angaje olmak, 1. Sözlü veya yazılı o la r a k birin e taahhü tte bulun m ak. 2. B ir id eo lo jiy e ba ğ lı o la r a k siy a si b ir m üca d eley e katılm ak. angajm an, [Fr. engagement] is. 1. Bir yere veya bi rine söz ve yazıyla söz verme; taahhüt; yükümlü lük. 2. gnşl. İş bağlantısı, iş anlaşması; taahhütna me. 3. Bir işi üstüne alma; üstlenme, angalam ak, [ang-ala-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Ağnamak. 2. Yattığı yerde iken bir taraftan bir tarafa dönmek; yuvarlanmak. [DS] angam ak, [an-a-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Anlamak; bil mek. [Yüknekî] [EUTS] angar, [ol (o) > an > ana / an-ğar] {eT} zm. O zamiri nin verme durumu; ona; onlara. [Tekin] [EUTS] A ngarak [Sansk. angaraka] {eT} öz. is. Mars yıldızı. [EUTS] angarı, [an-arı / an-aru lSj^Î] (aharı) {eAT} zf. 1. Öte; öteye; ileriye doğru. 2. Öbür taraf, angariye, [Yun. angareia] is. -*■ angarya, angarlak, [an-ar-lak jJjlS”!] (ah arlak) {eAT} zf. Az öte; az ileri. angarm ak, [anar-mak] (ah arm ak) {eT} gçl. f . [-u r] Yemin ettirmek; ant içirmek.
manEimiHEM »2M
ANG
angaru, [ol > an-ğaru / anaru jjlS"I] (anaru) {eTj {eAT} zf. 1. O zamirinin yönelme durumu; ona; ona
doğru. [ETY] 2. {eAT} Öte; ileriye doğru; öbür tara fa. S anaru berü, {eAT} Ş öyle böyle.\\ an am d an berüden, {eAT} ile rid en g er id e n .|| anaru yan, {eAT} İleri y a n ; ö te yan. angarurak, [anaru-rak jjjjlS ’T] (aharu rak) zf. Daha ileri. angarya, [Yun. angareia] (an g a ’rya) is. 1. Hizmet. 2. Ücret vermeden zorla yaptırılan iş. 3. Görevi olma dığı hâlde hatır için fakat gönülsüzce yapılan iş. 4. Devlet tarafından zorunlu hâllerde vatandaşlara ait hayvan ve araçların ücretsiz olarak kullanılması. 5. mec. Usandırıcı, sıkıcı mecburiyetler. 6. {ağız} Top luca yapılan köy işi; imece. [DS] fi1 angaryaya koşmak, B irin i m ecb u r olm adığ ı yüküm lülük dışı bir işte z o r la çalıştırm ak. angaryacı, [angarya-cı] is. 1. Başkalarına ücretsiz ve zorla iş yaptıran kimse. 2. m ec. Hatır için başkala rına iş yüklemeyi seven ve bunu alışkanlık hâline getirmiş kimse, angasdan, [Ar. ‘an kaşdin (özellikle)] {ağız} zf. Y a landan; şaka olarak. [DS] angayu, [ol (o) > an > an-ğa > ana-yu] (ahayu) {eT} sf. is. Uzak; öte. [EUTS] angçı, [an-çı] (ançı) {eT} is. Avcı hayvan avcısı. [EUTS] [Gabain] angdımak, [anğ / an (av) > an-dı-mak / an-dı-mak] (andımak) {eT} gçl. f . [ - r ] A v için pusuya yatmak; yakalamak için tuzak kurmak; hilé yapmak; etrafım sarmak. [DLT] [ETY] angdırıcı,
[an-dır-mak >
an-dır-ıcı
/
an-dur-ıcı
(a h d ın cı) {eAT} is. Yadigâr. angdırmak, [an-dır-mak / an-dur-mak
angıcı, [an-mak > an-ıcı] {eAT} sf. 1. Düşünen. 2. Öğüt kabul eden. S a n ıc ı avrat, {eAT} A lla h ’ı z ik r e den k ad ın .|| anıcı eren, {eAT} A lla h ’ı z ikred en e r kek. angıç, -cı [eT. ağ-mak (a şağ ı inmek, y u k a rı çıkm ak) > ağm-gıç] (ağız) is. Harman zamanı daha çok sap veya, kuru ot taşıyabilmek için at arabaları ile kağ nıların kenarlarına takılan ek parmaklıklar. 3 an gıç arabası, {ağız} D ört tek erlekli ve kenarlı, yü k taşm an g ö çm en a ra b a sı. [DS] angıdı, [ang-ıt / ang-ut] {ağız} is. zool. Angut. [DS] angıg, [ang-ığ] {eT} sf. 1. Kötü; fena. [EUTS] [ETY] 2. Pek; çok. [ETY] S1 anıg edgü, {eT} Ç ok iyi. [EUTS]||anıg yablak, {eTj Ç o k kötü. angıl, [an-ul / an-ıl JS'l] (anıl) {eT} zf. 1. Büsbütün; tamamıyla. [DLT] 2. {eAT} {ağız} Yavaş; sakin; ha fif; ağır. [DS] S anıl anıl, {eAT} 1. A ğır a ğ ır; y a v a ş y a v a ş ; usul usul. 2. K er te k erte; tedricen. ||aflıl yil, {eAT} Yavaş esen rüzgâr. angılamak, [an (yans.) > an-ı-la-mak] {eT} gçsz. f . [r] (Eşek için) anırmak. [DLT] angılanmak, [eT. yanku-la-n-mak] {ağız}] d ö n ş l.f. [ır] Yankılanmak. [DS angılca, [anıl-ca ■»şJS'I] (a fiı’lca ) {eAT} zf. Yavaşça; hafif. angılcacuk, [anıl-ca-cuk öUJLS'l] ( a m ’lcacu k) {eAT} zf. Yavaşça; yavaşçacık,
(an
dırmak) {eAT} gçl. f i [ -ır ] Hatırlatmak; andırmak, angdız, [an-duz / an-dız jJiS'I] (andız) {eAT} is. bot. -*• andız.
angulcagız, [anıl-ca-ğaz / anul-cağız jiUJS'I] (ahılcağız) {eAT} zf. Yavaşçacık, angılcak, [aml-cak / anul-cak
(ah ılcak) {eAT}
zf. Yavaşça.
angdurıcı, [an-dır-mak > an-dır-ıcı / ang-dur-ıcı ^jj-iST ] (andurıcı) {eAT} is. -*• angdırıcı. angdurınılmak, [andur-m-ıl-mak] (eAT} e d il.f. [-u r] 1. Hatırlatılmak. 2. Öğüt verilmek. angdurmak, [an-dır-mak / an-dur-mak
A nggarak, [Sansk. angaraka] {eTj öz. is. Mars yıldı zı. [EUTS] angı1, [an-gı] is. p sikol. Yaşanmış olaylardan zihinde kalanlar; hatıra. angı2, [eT. an-mak > an-gu] {ağız} is. Şan şöhret; ün; lakap. [DS]
(on
durmak) {eAT} gçl. f i [-u r ] -*• angdırmak. angduz, [an-duz jjS'I] (anduz) {eT} {eAT} is. bot. An dız; atın kamı ağrıdığında bu bitkinin kökü ile te davi edilir. [DLT] & anduz ağacı, {eAT} Y abani servi. angeh, [Far. ângeh <&!] (a :n g eh ) zf. O sırada; o es nada; o zaman, angelik, -ği [Fr. angélique] sf. Melek otu ile ilgili. S angelik asit, M elek otu kökü n de bulunan asit.
angıldamak, [an (yans.) > an-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-(d )-ı-y o r] (Manda için) bağırmak; böğür mek. [DS] angılı, [an-ı-lı] {ağız} sf. Ünlü; tanınmış; namlı; şöh retli. [DS] angılluk, -ğı [anıl-lık / anul-luk
JST] (ahılluk)
{eAT} is. Yavaşlık; teenni, angılmak, [an-ll-mak J * ^ !] (anılm ak) {eAT} {ağız} edil. f . [-ır ] 1. Hatırlanmak; söz konusu edilmek; anılmak. 2. Şöhret bulmak; ünlenmek. [DS] angılmış, [an-ıl-mış J i^iS'l] (anılm ış) {eAT} sf. Adı geçmiş olan; söz edilmiş; anılmış, angüur, [an-ıl-ur j j i f I] (ahılur) {eAT} sf. Meşhur; ün lü; tanınmış; anılır.
■ 9 V E S EM I. 252
ANG angın1, [ol (o) > an > an-m / anın] (anın) {eT} {eAT} zm. Onun. [EUTS] angın2, [ang-m] {eT} is. Omuz eğin. [Gabain] [EUTS] angın3, [an-ğm] sf. Çevrede tanınıp bilinen; anılan; ünlü; meşhur, angırgan, [an (yans.) > an-ır-ğan jU-£ I] (anırgan) sf. 1. {eAT} Haykıran; kükreyen; anıran. 2. {ağız} (Ço cuk için) vara yoğa bağıran; ağlayıp sızlayan. [DS] angırm ak, [an (yans.) > an-ır-mak] (anırm ak) {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-(r)ı-y or] 1. (Eşek için) bağırmak; anırmak. 2. Birine yüksek sesle, tehdit yolla bağır mak. [DS] angırşak, -ğı [ağırşak] {ağız} is. Kirmanın yuvarlağı; ağırşak. [DS] angış1, [an > an-ış j£~\] (anış) is. 1. {ağız} Söz ko nusu. [DS] 2. {eAT} Hatırlanan şey. S anış etmek, {ağız} A n m ak; hatırlam ak. [DS]|| anış olm ak, {ağız} D edikodu su y a p ılm a k ; d ed ikod u y a konu olm ak. [DS] angış1, [eğiş > anış J^~\] (anış) {eAT} iş. Kovandan petek kesip almakta kullanılan bıçak, angıt, -dı [eT. an (av hayvanı) / an (yans) > an-ıt / ang-ut oS'T] (anıt / angıt) is. zool. 1. Kanatlan ki remit renginde, ördeğe benzer bir tür kuş; angut. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] 2. {ağız} sf. Aptal; ahmak. [DS] 3. {ağız} (Hayvan için) yaşlanmış, işe yaramaz hâle gelmiş olan. [DS] angıtmak, [an (yans.) > an-ıt-mak] (anıtm ak) {eT} g çl. f i [ - ır] 1. Şaşırtmak. [DLT] 2. Eğilmek. [Gabain] 3. Saygı duruşunda bulunmak. [EUTS] 4. {ağız} K a zık gibi dikilmek. [DS] anğız1, [an (eklem ) > an-ız / an-uz jS"T] (anız) {eT} is. 1. Anız; ekin biçildikten sonra tarlada kalan sapları. [DLT] 2. {ağız} Ağacın toprağa değen dip kısmı. [DS] anğız2, [yanız > an-ız j?!] (anız) {eAT} sf. (At için) yağız.
anglanmak, [an-Ia-n-mak jiilS'T] (ahlan m ak) {eT} {eAT} edil, f i [-u r ] 1. Anlaşılmak. [ETY] 2. {eAT} Takdir olunmak. S anlanm az olm ak, {eAT} A nla şılm az olm ak. anglarlanm ak, [an-lar-la-n-mak ^ İ J S \ ] (ahlarlan m ak) {eAT} dönşl. fi. [-u r] Anlamış gibi davranmak; anlamış görünmek, anglarurak, [an-la-ru-rak
(ah laru rak) {eAT}
sf. En anlayışlı. Angle, [Fr. anglaise] sf. 1. (Kadın ve erkek için) İn giliz. 2. İngiliz tarzında olan. Anglez, [Fr. anglaise] sf. 1. Angle. 2. is. Çizgileri sağa yatık ve işlek bir yazı türü. 3. Tek bir erkek tarafından oynanan çok canlı bir dans. Anglikan, [Fr. İng. anglican] is. ve sf. din. 1. İngiliz kilisesine bağlı olan. 2. İngiliz milletiyle ilgili. Anglikanizm, [İng. anglicanism] öz. is. din. İngiliz kilisesinin tutuğu inanç yolu, mezhebi. Anglosakson, [Fr. anglo-sahon] öz. is. 1. Beşinci ve altıncı yüz yılda Büyük Britanya’yı işgal eden Cermen kavimlerine verilen ad. 2. Ana dili İngiliz ce olan kimse. 3. İngiliz usulü, anglu, [an-lu] sf. Hafif; yavaş, ö afilu eylemek, {eAT} 1. Y avaşlatm ak; hafifletm ek. 2. K ısm ak.|| an lım anlun dutm ak, {eAT} 1. Yavaş y a v a ş y a k a la m ak. 2. (H astalık, b e la vb. 'ye) d e r e c e d e r e c e y a k laştırm ak. angluncak, [an-lu-n-cak ^ysüS-!] (ahlu ncak) {eAT} zf. Yavaşça. angm ak, [an-mak J ^ T ] (ahm ak) {eAT} gçl. f i [- r ] [(ı)-y or] 1. Anlamak. 2. Hatırlamak. 3. Sözünü et mek. 4. {ağız} Birinin arkasından konuşmak; sözü nü etmek; anmak. [DS] angmaklık, [anmak-lık] {eAT} is. Hatırlama; anma; yadetme. angm m tm , [an-mm-tm] (ahm ıntm ) {eT} e. Hatta. [Gabain]
anglag, [an-lağ] (ah lağ ) {eT} sf. Akıllı; anlayışlı; ze ki. [Gabain]
angona, [Yun. angona] (ango'n a) {ağız} is. Kör yı lan. [DS]
anglagan, [an-la-ğan
angora, [Ancyra / Ankyra > angora (Ankara)] is. 1. Ankara ve çevresinde yetiştirilen Ankara keçisinin çok yumuşak ve uzun tüylerinden yapılmış dokuma veya örgü ipliği. 2. sf. Bu iplikle örülmüş veya do kunmuş (giyecek, kumaş). S angora gülü, Büyükd e r e B a h ç e K ültü rleri istasyonun da ıslah e d ilere k geliştirilen a ç ık p o r ta k a l ve krem ren gin de ç iç ek le r a ça n b o d u r b ir g ü l çeşidi.
jU İS l]
(anlağan) {eAT} sf. An
layışlı; zeki. anglamaduk, [an-la-ma-duk j-uiS'T] (ahlam aduk) {eAT} sf. Anlamaz; anlayışsız, anglamah, [an-la-mah
(anlam ah) {eAT} gçl. f i
[-r ] Telakki etmek; öyle değeriendinnek. anglamak, [an-la-mak] (ahlam ak) {eT} gçl. f i [-r ] Akıl erdirmek; anlamak. [Mühennâ] [EUTS] [ETY] [DLT] S anlamayu bakm ak, {eAT} S ezdirm eden b akm ak; g ö z ucuyla incelem ek. anglamaklu,
[an-la-mak-lu
{eAT} sf. Anlayışlı; zeki.
^UJ^l]
(ahlam aklu )
angoş, [eT. an / ana (sersem ) > an-oş] {ağız} sf. Ah mak; sersem. [DS] angragan, [an-ra-ğan
(ah rağ an ) {eAT} sf.
(Aslan, kaplan vb. için) haykıran; kükreyen, angram ak, [an-ra-mak / ıfi-ra-mak
(ahram ak)
İ M
İ K
ANI
S O M . 253
IeAT'} gçsz. f . [ - r ] 1. Homurtulu ses çıkarmak. 2. Haykırmak; kükremek, angranm ak, [an-ra-n-mak / m-ra-n-mak j i / l ] (ahranm ak) {eAT} d ö n ş l.f. [-u r ] Homurdanmak, angraşm ak, [an-ra-ş-mak / ın-ra-ş-mak
angsız1, [an-sız] (ansız) {eT} zf. Ayırmadan; istisna sız; tümü ile; hep; bütün; pek; büsbütün. [Gabain] [EUTS] angsız2, [an-sız j~S\] (afisuz) {eAT} sf. Birdenbire; ansızın. angsızda, [an-sız-da o.sj-S'T] (ansızda) {eAT} zf. An sızın; birdenbire, o j^ T ]
(ansızdalık)
{eAT} is. Ansızından olma hâli. angsızla1, [an-sız-la
Jj-S'T]
(ansızla) {eAT} zf. Ansı
zın; birdenbire. ansızla2, [an-sız-la] {eAT} zf. Onsuz olarak; o bulun madığı hâlde. angsızlık, [an-sız-lık jJ j—S'I] (arısızlık) {eAT} zf. An sızın olma hâli, angström, [İsveç fizik. Anders Jonas Ângström'ün soyadından] is. fız . Parçacık boyutları ile ışığın ve ışınların dalga boylarını ölçmekte kullanılan bir metrenin on milyarda birine eşit uzunluk birimi; sembolü: Â angsuz, [an-suz
(afisuz) {eAT} sf. Birdenbire;
ansızın. angsuz.
(ahsuzın) {eAT} sf. An
sızın. angudî, [angut + Ar. -ı ıi-^1] (angudi:) sf. Angut ren
J^ '] (ahullık) {eAT}
is. Yavaşlık; teenni, angulrak, [an-ul-rak
(anulrak) {eAT} zf. Y a
vaş olarak; yavaşça, angulu, [an-mak > an-u-lu ^ T ] (ahulu) {eAT} s f Meşhur; ünlü; tanınmış., angur, [Yun. anguri] {ağız} is. Hıyar. [DS] angurdu, [an-urdu j i j f T] (anurdu) {eAT} zf. Ona doğru. S anurdu gelmek, {eAT} O na doğru g e l m ek; ondan y a n a gelm ek. angurya, [Yun. angurya] {ağız} is. Hıyar. [DS] angut1, [an-ut] {eT} is. İçecek şeylerde kullanılan hu ni. [DLT] angut2, -du [eT. an (av hayvanı) / an (yans.) > an-ıt / an-ut] is. zool. 1. Ak kuşaklı ördeklerden soluk kırmızı başlı, evcilleştirilebilen bir cins ördek, (C a sa rg a ferru g in ea). 2. m ec. Budala; ahmak; hö dük. anguz, [an (eklem ) > an-uz / an-ız jS'T] (anuz) {eAT} is. Anız. anh, [Ar. ‘an (-den) + h(ü) (o)
zm. Ondan. S an-
hâ minhâ, A şağ ı y u karı; şö y le b ö y le; şundan bun dan ; ö teb e ri; anhidrit, [Fr. anhydrite] is. min. Çoğunlukla kaya tuzu ve alçı taşı ile birlikte bulunan, bünyesinde su taşımayan doğal kalsiyum sülfat, C a S 0 4 anhidrobiyoz, [Fr. anhydrobios] is. Bir canlının uzun süre susuzluğa ölmeden dayanabilmesini sağlayan uyuşukluk ve hayatî durgunluk. lardan.
angul, [an-ul / an-ıl J £ I] (anul) {eAT} {ağız} sf. Y a vaş; sakin; hafif. [DS] t? anul anul, 1. A ğır a ğ ır; y avaş y a v a ş ; usul usul. 2. D e r e c e d e r e c e ; kerte kerte. ||anul yil, Yum uşak esen rüzgâr. angulcağız, [an-ul-cağız / an-ıl-cağaz
O ikisinden. an ı1, [an > an-ı] is. 1. Yaşanmış olaylardan veya geç mişte beraber olunan kişilerden hatırda kalan izler; hatıra. 2. ed. Tanınmış kişilerin yaşadıkları olayları anlattıkları edebî eser. anı2, [ol (o) > an > an-ı ^T] {eT} {eAT} zm. İşaret ve
gi; kiremit kırmızısı,
cağız) {eAT} zf. Yavaşçacık.
angullık, [an-ul-lık / an-ıl-lık
anhüm a, [Ar. ‘an (-den) + hümâ (o ikisi) U^p] zm. (ansuzdan) {eAT} sf.
-* angsuz. angsuzın, [an-suz-ın
anguldan, [an-ul-dan o-üS"'] (ahuldan) {eAT} zf. Y a
anhttm, [Ar. ‘an (-den) + hüm (onlar) j*-^] zm. On
angsuzda, [an-suz-da oi>-S'l] (ansuzda) {eAT} sf. -*• angsuzdan, [an-suz-dan
(anulcak)
{eAT} zf. Yavaşça, vaş yavaş; hafif hafif,
(ah-
raşm ak) {eAT} işteş f . [-u r ] Birlikte homurdanmak; beraber haykırmak; haykırışmak; bağrışmak; homurdaşmak. angrek, [am-ğek > anrek / enrek] (an rek) {eT} is. Tırnak. [EUTS] angros, [Yun. gangrono] {ağız} is. Uyuşma. [DS] angsırmak, [an (yans.) > an-sı-r-mak] (ahsırm ak) {eT} gçsz. f . [-ır ] 1. Aksırmak. [Mühennâ] 2. {ağız} Öksürmek. [DS]
angsızdalık, [an-sız-da-lık j )
angulcak, [an-ul-cak / an-ıl-cak J ? ^ l ]
(anul-
kişi zamiri o l un yükleme durumu; onu; onları. [DLT] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Tekin] [Yüknekî] anıcı, [an-mak > an-ıcı] {eAT} sf. Düşünen; öğüt ka bul eden. anıg, [an-ığ] {eT} sf. 1. Fena; kötü. [Tekin] [EUTS] 2. is. Fenalık. 3. zf. Pek. [Gabain]
0 T
ANI
anık1, -ğı [an-ık > anuk] {eT} (eAT} sf. 1. Bir yerde hazır bekleyen, hazır. [Mühennâ] 2. {ağız} is. Andaç. [DS] anık", -ğı [Erme, annuh] {ağız} is. 1. Nane; dağ nane si. 2. Yemeklere konulan bir tür kokulu ot. 3. Y e meğe sonradan dökülen kızdırılmış yağ ve soğan. 4. Mayasız ve az tuzlu ekmek. 5. Küçük yağ tavası. [DS] anıklama, [an-ık-la-ma] is. Hazırlama, anıklam ak, [eT. anuk > an-ık-la-mak > an-ık-lamak] gçl. f . [~r] 1. Hazır etmek, hazır duruma ge tirmek. 2. {ağız} Vuracakmış gibi yapmak. [DS] 3. {ağız} Kararsız kalmak; tereddüt etmek. [DS] anıklık, -ğı [an-ık-lık] is. Hazır olma, bulunma; mevcudiyet. anıl, [an-ıl] {ağız} is. 1. Amaç; erek. 2. Bellek; hafıza. 3. Usul; kaide; yöntem. [DS] anılaşma, [an-ı-la-ş-ma] is. Anı hâline gelmiş olma, anılaşmak, [an-ı-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır] 1. Anı ni teliği kazanmak. 2. Anı olmak. 3. Geçmişte kal mak. anılayu, [ol (o) > an-ı-layu] {eT} zf. O şekilde. [Üç ltigsizler]anılcacık, -ğı [eT. an-ıl-cak > an-ıl-ca-cık] {ağız} zf. Yavaşça. [DS] anılma, [an-ıl-ma] is. Birisi tarafından hatırlanma; bahsedilme. anılmak, [eT. an-mak > an-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Kendisinden söz edilmek. 2. Hatırlanmak. 3. Bir adla çağrılmak, o isimle bilinip tanınmak, anım sam a, [an-ımsa-ma] is. Zihninde canlandırma; hatırlama. anım sam ak, [an-ımsa-mak] gçl. f . [-r ] Geçmişte kalan bir olayı veya unutulduğu zannedilen bir ki şiyi zihninde tekrar canlandırmak; hatırlamak, anım sanm a, [an-ımsa-n-ma] is. Hatırlanma, anım sanm ak, [an-ımsa-n-mak] edil. f . [-ır ] Hatırlan mak. anım satm a, [an-ımsa-t-ma] is. Hatırlatma, anım satm ak, [an-ımsa-t-mak] gçl. f . [-ır ] Hatırlat mak. anın, [ol (o) > an > an-m jil] {eT} {eAT} zm. 1. İşaret ve kişi zamiri o l ün ilgi durumuonun. [DLT] [İKPÖy.] 2. O zamirinin araç durumu; onunla; onun ile [ETY] [EUTS] [Yüknekî] 3. Onun için; ondan dolayı diye; bunun için; bu sebeple. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] <5 anın mı? {eAT} Onun için mi? anıng, [ol (o) > an > an-ın / anın dbl] (anın) {eT} zm. 1. Teklik üçüncü kişi zamiri; o. 2. Onun. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] 3. Ona. [Üç İtigsizler] ö anın dirisi olmak, {eAT} Onun sa y esin d e y a şıy o r olm ak. an ır, [an-ır] {ağız} is. Taraf; yön. [DS] anırgan, [ang (yans.) > an-ır-mak > anır-gan] {ağız} sf. 1. (Eşek için) çok anıran; azgın. 2. Ses çıkararak dönen su dolabı. [DS]
« 1 I Ü
M
M
. 2 54
anırış, [ang (yans.) > an-ır-ış] is. Eşeğin ses çıkarma sı. anırm a, [ang (yans.) > an-ır-mak > an-ır-ma] is. Eşe ğin ses çıkarma işi. anırm ak, [ang (yans.) > ang-ır-mak > an-ır-mak] gçsz. f . [- ır ] 1. (Eşek için) yüksek ses çıkarmak. 2. argo. Yüksek sesle hoşa gitmeyecek şekilde gürül tü yapmak, konuşmak, bağırmak veya şarkı söyle mek. anırtı, [an-ır-tı] is. Eşek sesi, anırtm a, [anır-t-ma] is. Eşeğe ses çıkartma, anırtm ak, [amr-t-mak] gçl. f . [-ır ] Eşeğin ses çıkar masını sağlamak, anış, [an-ış] is. 1. Anmak işi ve biçimi. 2. Hatırlayış; hatırlama. anışmak, [an-ış-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] 1. Birinin ardından konuşmak; sözünü etmek. 2. Konuşmak; söyleşmek; anlatmak. [DS] anıştırm a, [an-ış-tır-ma] is. 1. Bir şeyi doğrudan söylemeyip de dolaylı olarak sezdirme; ima. 2. ed. Bilinen bir olayı, kimseyi, atasözünü veya öz deyişi çağrıştıracak şekilde anlatma sanatı; telmih, anıştırm ak, [an-ış-tır-mak] gçl. f. [ -ır ] Bir şeyi açıkça söylemeyip de üstü kapalı olarak anlatmak; ihsas etmek; ima etmek, anıt, [an-mak > an-ıt] is. 1. Bir olayı veya tanınmış örnek bir kişiyi gelecek nesillere tanıtmak, hatır latmak için yapılmış eser; abide. “Orhun anıtları bin üç yüz y ıl ön cesin den biz g en ç lere h aykırm ak tadır. ” 2. Çok önemli ve değeri yüksek olan eser. 0 anıt m ezar, T arih î k işilik s a h ib i büyüklerin anıt niteliğin deki m ezarları. anıt, [an > an-ıt] {ağız} is. İlgisiz, uzak durma hâli. [DS] Anıtkabir, -b ri [an-ıt + Ar. kabr] is. Atatürk’ün An kara Rasattepe(^«;fe/>e/deki mezarı ve etrafındaki anıtsal eserler, anıtlam ak, [an-ıt-la-mak] {ağız} gçl. f. [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Vuracakmış gibi yaparak korkutmak; sakmdırmak.2. Bir işe girişmek; yapmaya hazırlanmak. 3. gçsz. f . Korkarak uyanmak. [DS] anıtlaşm a, [anıt-la-ş-ma] is. Anıt durumuna gelme; abideleşme. anıtlaşm ak, [anıt-la-ş-mak] dönşl. f . [-u r ] 1. Anıt du rumuna gelmek, anıt özelliği kazanmak. 2. mec. Düşünceleriyle, davranışlarıyla, hizmetleriyle her kesin sevgi ve saygısını kazanmak, anıtlaştırılm a, [anıt-la-ş-tır-ıl-ma] is. Anıt durumuna getirilme. anıtlaştırılm ak, [anıt-la-ş-tır-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] Anıt niteliği kazandırılmak; anıt özelliği verilmek, anıtlaştırm a, [anıt-la-ş-tır-ma] is. Anıt niteliği ka zandırma; anıt durumuna getirme; abideleştirme, anıtlaştırm ak, [anıt-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır ] Anıt
C
İ M
İ M
ANİ
İ . 255
niteliği kazandırmak; anıt durumuna getirmek; abideleştirmek.anıtmak, [an-ıt-mak] fe l } gçl. f. [-ir], 1. Devam etmek; gitmek. [Gabain] 2. Korkutmak; tehdit etmek; elle ürkütmek; [Tekin] {ağız} (aynı). [DS] amtm ak, [an-ıt-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Aptal aptal bakınmak; şaşkın şaşkın durmak; bakakalmak. [DS]
anide, [Ar. ânı + T.-de] (a:ni:de) {OsT} zf. Birdenbi re, aniden.
anıtsal, [anıt-sal] sf. 1. Büyüklüğü ile anıtı andıran. 2. Anıta benzeyen. 3. Anıt niteliğinde olan. 4. Gö renlerde bir anıt etkisi bırakan.
anif2, [Ar. enf (burun) > ânif ı-üT] (a:nif) {OsT} sf. Az
anıtsı, [anıt-sı] sf. Anıta benzer, anıt gibi,
aniden, [Ar. ânî + T.-den] (a:ni:den) {OsT} zf. Ani bir şekilde, birdenbire, ansızın. anif1, [Ar. ‘unf (sert olma) > ‘anîf ^-i^-] (ani:f) {OsT}
sf. Sert; haşin; kaba. önceki; çok az bir süre önce geçen. S ânifü’ lbeyân, Az önce bildirilen.|| ânifü’z-zikr, Az önce
söylenen.
anız, [eT. an-uz / an-ız > an-ız] is. 1. Ekin biçildikten soma tarlada kalan köke bitişik saplar. 2. Ekini bi çilmiş tarla. 3. {ağız} Mısır sapı. [DS] 4. {ağız} İğde ya da kara çalının dikenleri. [DS] 5. {ağız} Tarla kenarlarındaki otlar. [DS] 6. {ağız} Ekini biçildikten sonra ekilmeyip boş kalan tarla. [DS] 7. {ağız} Na das edilmeden ekilen tarla. [DS] 8. {ağız} Ekin bi çimi sırasındaki sebze mevsimi. [DS] 9. {ağız}] Ha sat zamanı; sonbahar. [DS S1 anıza ekim, Ekin bi
çildikten sonra anızı bozmadan doğrudan yapılan ekim. || anız biçmek, Ekin biçildikten sonra kalan anızları ve kenarlardaki otları biçmek.|| anız boz ma, Ekini biçilmiş tarlayı yüzeyden sürmek.\\ anız böceği, zool. Kınkanatlılar takımından, yazın ağaç ların etrafında uçuşan hareketli duyargalı bir bö cek; haziran böceği, (Amphimallus solistitalis) .|| anız sürmesi, {ağız} Biçildikten sonra dökülen to humlarla kendiliğinden biten ekin. [DS] anızlık, -ğı [amz-lık] is. Anızı sürülmemiş, hayvan otlatılan tarla. a’ni, [Ar. a’nî ^ 1 ] (a-ni:) e. Bundan anlaşılan şudur; yani. ani1, [Ar. ân > ânl ^T] (a:ni:) sf. 1. Çok kısa bir za manda yapılan. 2. Birdenbire yapılan. 3. zf. Bir an içinde; ansızın; apansız; birdenbire. S 1 ani akın,
as. Düşman üzerine beklenmedik bir zamanda ya pılan baskın, sefer.\\ ani grev, İşçilerin işverene haber vermeden topluca işi bırakmaları.|| ani nöt ro n u z . Parçalanma sırasında ölçülebilir bekleme olmaksızın yayımlanan nötron.
anife, [Ar. enf (burun) > ânife 4iT] (a:nife) {OsT} is. Gençlik çağının başlangıcı, anifen, [Ar. ânif > ânifen lüT] (a:nifen) {OsT} zf. Biraz önce; demincek. anik1, -kı [Ar. ‘anîk j~ıt] (ani.k, k kalın söylenir)
{OsT} is. Ense. anik2, -kı [Ar. anîk JJİ] (ani:k, k kalın söylenir)
{OsT} sf. 1. (Nesne için) güzel; zarif. 2. Garip; tu haf. anilik, -ği [Ar. ânî + T. -lik] (a:ni.lik) is. Birden oluş; ansızın oluverme. anilin, [Ar. en-nil / Port. anil (indigo) > Fr. aniline] is. kim. Taş kömürü katranından elde edilen C 6II5NH 2 formülündeki benzen türevi olan birincil amin. S anilin boyalar, Anilinden elde edilen mat baa mürekkebi ve kumaş boyaları. || anilin m ürek kep, Alkolde çözünmüş organik veya inorganik
boyar maddeden oluşmuş, çabuk kuruyan matbaa mürekkebi. animasyon, [Fr. animation] is. 1. Gösteri, eğlence. 2. Canlandırma. anim ato, [İt. animato] zf. müz. 1. Canlı. 2. Parça coş kun ve canlı bir havayla (seslendirilecek.) anim atör, [Fr. animateur] is. ve sf. 1. Canlandırıcı; harekete geçirici. 2. Sunucu; takdimci, animizm, [Fr. animisme] is. 1. İnsan dışı varlıklarda da ruh bulunduğu görüşü; canlıcılık. 2. psikol. Ço cukların eşyaları birer canlı varlık olarak görmeleri,
ani2, [Ar. ânî ^T] (a:ni:) sf. Olgunlaşmış; olmuş.
anin, [Far. ânîn j^T] (a:ni:n) {OsT} is. Yayık,
ani3, [Ar. ‘ânı ^yU] (a:ni:) sf. 1. Alçak gönüllü. 2.
anis, [Ar. ‘ânis ^ L ] (a:nis) {OsT} is. 1. İhtiyar kız.
Mustarip. 3. Meşgul. 4. is. Köle. 5. İşçi. dar. 7. Müfettiş.
6. Tahsil
ani4, [Far. ân (şu) > ânî ^T] (a.ni:) {OsT} sf. tasvf. Allah’ın dışında her şey. aniç, -ci [Erme, anits] {ağız} is. Bit sirkesi. [DS] anid1, [Ar. ‘inâd > ‘ânid jüU] (a:nid) {OsT} sf. (Kişi için) inat eden; inatçı. anid2, [Ar. ‘inâd > ‘anid xj_t] (ani:d) {OsT} sf. Çok inatçı.
2.
İntiyar bekâr. 3. sf. (Deve için) büyük ve şişman.
anise1, [Ar. ânîse 4-~jT] ( a:ni:se ) {OsT} sf. 1. (Nesne için) sıkı bağlı. 2. (Sıvı için) koyulaşmış; katılaş mış. anise2, [Far. anise ı~;T] (a:nise) {OsT} sf. (Kadın veya kız için) cana yakın, anit, [Fr. anite] is. tıp. Anüs iltihabı, aniye, [Ar. âniye ^T] (a:niye) {OsT} is. Kaplar; mut fak gereçleri.
ÔÏÜMÏÜfflfôlM. ;se
ANİ aniz, [Ar. ‘aniz j ^ \ (ani:z) {OsT} sf. Mustarip; ıstı raplı. anizotrop, [Fr. anisotrope] sf. (Organik maddeler için) ışığın çifte kırılmasına sebep olan. S anizot rop bölge, Çizgili k as telcikleri a ra sın d a ışığın çif te kırılm asın a s e b e p olan koyu b ö lg e .|| anizotrop madde, Yönelm esine g ö r e ö z ellikleri değ işen kris tal m addeler. anjambman, [Fr. enjammbement] is. ed. Anlam bir mısrada tamamlanmadığında tamamlayıcı kelime lerin daha sonraki mısralarda devam etmesi; ulantı. anjin, [Yun. anhein (boğm ak) > Fr. angine] is. tıp. 1. Boğaz mukozasının şişmesi, anjiokardiyografi, [Fr. angiocardiographie] is. Da mara ışın geçirmeyen bir maddenin şırınga edil mesi suretiyle çekilen kalp boşlukları, kalbi bes leyen damarlar ve kalp tabanındaki büyük damarla rın grafısi. anjiokeratom, [Fr. angiokèratome] is. tıp. Derisi so ğuğa dayanıksız kişilerin ellerinde görülen kılcal damar genişlemesinden oluşan kırmızı lekeler, anjiokolesistit, [Fr. angiocholècystite] is. tıp. Safra kesesi ve safra yollarının bir arada iltihaplanması, anjioloji, [Fr. angiologie] is. tıp. Anatominin kan ve lenf dolaşımı organlarını inceleyen bölümü, anjiyo-, [Yun. angeion] önek. Damar, anjiyografl, [Fr. angiographie] is. Damar içine opak madde verildikten sonra çekilen film grafısi. Anka, -a ’i [ibra. canak(ıızun boyunlu dev, gerdan lık, boğm ak) > ‘ankâ5
^ \(anka:) {OsT} is. 1. Her
hayvandan bir iz taşıyan, kırmızı altın rengi tüylü, yüzü insana benzer, güzel sesli, bir tek, efsanevi bir dağ olan K af dağının ardında yaşadığı söylenen erkek bir masal kuşu; Sirenk; Sîmurg; Zümrüd; Zümrüdüanka; Tuğrul; Anka-yı mugrip; devlet ku şu; Hüma kuşu; Phoenix. 2. m ec. Adı olup da ken disi olmayan nesne. 3. Bir çalgı. 4. Çok zengin tüc car. S ankâ bezirgan, Ç o k zengin tüccar. || anka gibi, Adı v a r kendisiyok.\\ Anka kuşu, g ö k b. B o ğ a takım yıldızından kad iri 3.0, ta y f tipi B 5 olan 77 _yz/cfez.||ankâ-meşrep, A lça k gönüllü, k a n a a t etm e sin i bilen, a z la yetinen. ||Anka-yı lâ mekân; tasvf. Yeri olm ayan A nka (A llah).|| ankâ-yı m ağrib, -*• Anka. ankabuş, [ankabuş] {eT} is. Çivit. [EUTS] A nkara keçisi, z ool. Beyaz, uzun ince, yu m u şak ve kıvırcık tüylü, S iim erlerden b eri bilm en b ir k eç i cinsi, (C ap ra hircu s angoriensis)\\ A nkara kedisi, zool. Uzun ip ek g ib i yum u şak beyaz, sa rı veya kur şuni kılları olan, yeşil, mavi, sa rı ve kırm ızım sı iri gözlii b ir k ed i cinsi, (F elis dom esticus an goren 5 $ . II A nkara tavşanı, z ool. İnce, p a r la k ve uzun tüylerinden y ararlan ılan , y a b a n tavşanının d eğ i şinim iyle geliştirilm iş eti lezzetli ev cil b ir tavşan türü.
an kart, [Fr. en cartes] is. Kâğıt oyunlarında berabere kalma. ankasten, [Ar. ‘an kaşdin] {ağız} zf. -*■ angasten. [DS] ankastre, [Fr. encastré] sf. Yerden kazanmak, dış etkilerden korumak veya gizlemek için duvar için deki bir oyuğa yerleştirilmiş olan; gömme, ankebut, [Ar. ‘ankebııt
c j j Şİ^-]
(an kebu :t) {OsT} is.
Örümcek, fi1 Ankebut suresi, B atıl inançlar, p u ta tapıcılık, ç o k tanrıya inanm anın örü m cek ağın a benzetildiği, A lla h ’a inanm ayanların için e d ü şece ğ i fe la k e tle r d e n b a h sed en K u r ’an -ı K erim 'in 24. suresi. ankebutî, [Ar. ‘ankebüt > ‘ankebııtî ^ y ^ s - ] (ankebu. ti:) {OsT} sf. Örümceğimsi; örümceğe benzer, ankebutiye, [Ar, ‘ankebütî > ‘ankebütiyye (an kebu :tiye) {OsT} is. zool. Örümcekler, (A rachni des). ankesör, [Fr. encaisser (kasa lam a k) > encaisseur (k a sa d a ça lışa n b a n k a g örev lisi)] is. 1. Otomatik para kutusu. 2. Genel kullanıma açık araçlara takı lan metal para, jeton veya magnetik kart ile çalışan araç. A n kesörlü telefon. anket, [Lat. inquirere (araştırm ak) > Fr. enquête] is. 1. Bir konu ile ilgili deney sonuçları ve değişik kimselerden alman verileri bir araya getirip ince leme. 2. Aynı soruları değişik kimselere sorarak bilgi toplama. S anket yapm ak, K işilerin b ir konu ü zerin de n e düşündüklerini ö ğ ren m ek üzere veri toplam ak. anketçi, [anket-çi] is. İstatistik, kamuoyu veya piya sa araştırması için veri toplamak üzere kişilerin görüşlerini alan kişi, anketçilik, -ği [anket-çi-lik] is. İstatistik, kamuoyu veya piyasa araştırması için veri toplama işi. ankır, [ang+kır] {ağız} is. Çevre; muhit; taraf. [DS] ankıt, [an-ıt / an-ut / ankıt / ankut JJül / J^ul] {eAT} is. -*• angıt; angut, ankıtlam ak, [ank-ıt-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] Nişan alıp atmak. [DS] ankıtm ak, [anıt-mak > ankıt-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] 1. Eğilmek. [Gabain] 2. Baş eğmek; teslim olmak. [EUTS] ankıttırm ak, [ankıt-tır-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Baş eğdirtmek. [EUTS] ankiloz, [Fr. anlcylose] is. tıp. Bir eklemin hareket yeteneğini tamamen veya kısmen kaybetmesi, anklav, [Fr. enclave] is. Bir devletin topraklarıyla çevrili başka bir devlete ait topraklar. Suriye top r a k la n için de k alan Türkiye ’y e a it C a b e r anklavı. ankli, [Yun. gangri] {ağız} sf. Çok zayıf. [DS] anksiyete, [Lat. anhiosus (tedirgin) > Fr. anhiété] is. p sik ol. Korku durumu.
AN L
M ff iH II It Ç iM . 2 5 7
ankut1, [an-ıt / an-ut / ankıt / ankut
{eAT} is.
zool. Angıt. ankut2, [Ar. (Sur.) ‘anküd
{ağız} is. 1. Üzüm
salkımı. 2. Üzüm çöpü. [DS] ankut3, [Ar. ‘anküt
c jj Sûp]
(anku:t) {OsT} is. Örüm
cek. anküm, [Ar. ‘an (-den) + küm (siz)
{OsT} zm.
Sizden. anküma, [Ar. ‘an (-den) + kümâ (ikiniz) USLlp] {OsT} zm. İkinizden. anlak1, -ğı [an-la-mak (ağn am ak) > ağ-na-k] {ağız} is. 1. At, eşek, tavuk, keklik gibi hayvanların yatıp yuvarlandıkları tozlu yer. 2. Açıklık; karşı; göz önü. [DS] anlak2, -ğı [anla-mak > an-la-k] is. 1. Anlama ve kavrama kabiliyeti; zekâ. 2. {ağız} Anlayışlı. [DS] anlaklı, [anlak-lı] sf. İyi kavrayan, yüksek bir anlama kabiliyeti olan; zeki, anlam, [anla-mak > an-la-m] is. 1. Bir işaretin, bir işaretler sisteminin, işaret değeri taşıyan bir davra nışın, bir sözün taşıdığı ve ilettiği kavram; mef hum; mana; fehva. 2. B ir şeyi değerli kılan şey ve ya o şeyin varolma sebebi. 3. dbl. Sözlü veya yazılı birimin taşıdığı ve zihinde uyandırdığı kavram; belagat. 4. {ağız} Anlayış; duygu. [DS] S anlama gelmek, B elli b ir an lam ı taşımak.\\ (h er şey d e bir) anlam aram ak, K en d i a ley h in d e b ir düzen kurul duğu sap lan tısı ile kuşku duym ak. ||anlam aykırılı ğı, dbl. K a rşıt an lam lı k elim elerin b ir a ra y a g elm e s i anlam bayağılaşması, dbl. B ir sözcüğün g e r çek anlam dan, d a h a b a y a ğ ı ve kötü a n lam a kay m a sı. ||anlam bilimi, dbl. D ili an lam açısın d an d e ğ e r lendiren bilim d a lı; semantik.\\sın\am bilimsel, dbl. Anlam bilim i ile ilgili', sem antik. ||anlam birimi, dbl. Söz ve şe k il bakım ın dan en kü çü k an lam lı b i rim k elim e ve ek lerin fo n k s iy o n e l dilbilim in deki adı.|| (her şeyden bir) anlam çıkarm ak, Olumsuz yoru m larda bulunmak.\\ anlam çokluğu, dbl. S öz cüğün bird en ç o k anlam ı k a rşıla m a sı.|| anlam da ralması, dbl. G eniş an lam lı b ir kelim en in bazı a n lam larını y itir ere k tek b ir kavram ı ifa d e etm esi. || anlam değişmesi, dbl. B ir kelim en in an lam ın da m eydana g elen d a ralm a, g en işlem e ve ba y a ğ ılaşm a değ işiklikleri.|| anlam genişlemesi, dbl. B ir k eli menin an lam ın da y en i e k lem eler o rta y a çıkm a k suretiyle m eydan a g elen d eğ işik lik .|| anlam kay ması, dbl. B ir kelim en in m ecaz, eğ retilem e, g ib i y o lla rla an lam ın da m eydan a g elen d eğ işik k a lıp laşm a,|| anlam sanatı, ed. Anlatım ı d a h a can lı v e y a güçlü k ılm ak a m a cıy la y a p ıla n sö z sa n a tla rı.|| anlam verem em ek, K en d in e g ö r e b ir a ç ık la m a y a p am am a k; olayın se b e b in i çıkaramamak.\\ an lam verm ek, K en d in e g ö r e yorum lam ak.
anlam a, [an-la-mak / anla-mak > an-la-ma] is. 1. Anlamak işi. 2. fe l. Sezgi ve algılama yoluyla bir şey hakkında bilgi edinme süreci. 0 anlam a yetisi, p sik ol. B ir şey i bilm eyi sa ğ la y a n a ra çla rd a n sezg i y olu y la kavram a. an lam ak 1, [eT. an (anlayış) an-la-mak > an-la-mak] gçl. f i [ - r ] 1. Akıl ve zekâ yardımı ile bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret edildiğini kavramak; bilmek; algılamak; derk etmek. 2. Duygu ve dü şünce yoluyla bir şeyin kapsamım ve değerini kav ramak; fehmetmek. 3: Sezmek. 4. Birinin duygu ve düşüncelerine katılmak, onu kabullenmek. 5. Far kına varmak. 6. Hak vermek; anlayış göstermek. 7. Öyle değerlendirmek. 8. Sorup öğrenmek, araştır mak, incelemek. 9. gçsz. fi. O işin uzmanı olmak; çok iyi yapmak; iyi bilmek. 10. (Olumsuz kullanış ta) zevk almak; hoşlanmak; yararlanmak. 11 (Olumsuz kullanışta) doğru bulmak. 12. argo. Sa hip olmak, yararlanmak, ff anladığım kadarıyla, B enim d eğ erlen d irm em e göre.\\ anladık, Yeter, s ö zü d a h a ç o k uzatm a (azarlama).\\ Anladık, peki bu değirmenin suyu nereden geliyor? İşin kârlı o l duğu g e r ç e k a m a bunu b e c e r e c e k gü cü n ered en sağlamalı?\\ Anladımsa A rap olayım! S ö y len en le ri, an latılan ları h iç an lam ad ım ,|| anla işte, D a h a ç o k a çık la m a y a g e r e k y o k veya ortam elv erişli d eğil.\\ anlam adım , ( a ’nlam adım ) Öyle şey olmaz.]\ anlam am ak, H oşlanm am ak, ilgilen m em ek,|| an larsın ya, A çığ a vurm adan, b a şk a la rın a sezd irm e den ön ced en a ra la rın d a k i g eç m işe ve an laşm ay a g ö r e d eğ erlen d irilm esin i istemek.\\' anlayacağın, Sözün kısası, özeti. ||anlayalım, G izlenenlerin şö y le bö y le dolay lı y o ld a n öğren ildiğin i, a n c a k g erçeğ in b ir d e ken di ağzından ö ğ ren ilm ek istendiğini ifa d e ed en şaka. ||Anlayana sivrisinek saz, anlam ayana davul zurna az, A nlayış s a h ib i k im se le re en kü çü k b ir uyarı veya bilg i y eterlid ir; an lay ışsızlara is e ne y a p ılırsa y ap ılsın y a r a r ı yoktu r.|| anlayıp dinle mek, Ayrıntılı bilgi edinmek.\\ anlıyorum, K on u şanın sözünü k ib a r c a k esm ek için sö y len ir; h a k lısı nız; ta bii; elbette.
.
anlam ak , [an (ek y eri) > an-la-mak] {ağız} gçsz. f i [r ] [-l(ı)-y o r] (Testi vb. şeyler için) çatlamak. [DS] anlamaktık, [anlamak-lık] is. Anlayabilme, kavrayabilme; idrak edebilme, anlam am azlık, -ğı [anlama-maz-lık] is. -*■ anlamaz lık. ö anlamamazlıktan gelmek, -*• anlamazlıktan gelmek. anlamazlık, -ğı [anla-maz-lık] is. 1. Anlamaz olma durumu. 2. Bir şeyi anlayıp kavrayamama durumu; anlamamazlık. r? anlamazlıktan gelmek, Yapılan b ir hareketi, söylen en b ir sözü an lad ığ ı h â ld e an lam am ış g ib i davranm ak. anlam daş, [anlam-daş] sf. dbl, (Kelime için) anlam ları birbirinin aynısı veya yakın olan; eş anlamlı; müradif; müteradif; sinonim.
ANL
h k e h i o i c e s ö zlü k
.
anlamdaşlık, -ğı [anlam-daş-lık] is. Anlamdaş olma anlarcılayın, [ol (o) > an > an-lar-cılaym durumu; eş anlamlılık, {eAT} zf. Onlar gibi, anlam landırm a, [anlam-la-n-dır-ma] is. Anlam ka anlarsız, [ol (o) > an > an-lar-sız > ^ 0 {eAT} zf. zandırma. Onlarsız; onlar olmadan, anlam landırm ak, [anlam-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] I] {eAT} zf. 1. Zor kavranır bir ifadeyi anlaşılır hâle getirmek, anlarsuz, [ol (o) > an > an-lar-suz açıklamak, yorumlamak. 2. Bir şeye belirli bir an Onlar olmaksızın, lam yüklemek, anlamlı hâle getirmek, anlarungla, [ol (o) > an > an-lar-un-la 4 S " {eAT} anlamlı, [anlam-lı] sf. 1. Belli bir anlam taşıyan, an zf. Onlarla. lamı olan. 2. Çeşitli yorumlara yol açabilecek olan. 3. Herkesin beğeneceği tarzda anlamı yoğun olan; anlaşık, -ğı [anla-ş-ık] sf. Aralarında bir anlaşmaya varmış olan (kişiler), manidar. 4. zf. Anlam taşıyacak şekilde. S anlamlı anlamlı, B ir şeyler ima eder, bir anlam çağrıştırır anlaşılan, [anla-ş-ıl-an] sf. 1. Anlamı öğrenilen, belli olan. 2. e. Bir tahmin veya sebep sonuç ilişkisi ifa şekilde. de etmek için cümle başında kullanılır; belli ki; anlamlılık, -ğı [anlam-lı-lık] is. 1. Anlamlı olma du görünüşe bakılırsa; her hâlde; galiba. «Anlaşılan, rumu. 2. dbl. Bir kelimenin veya ekin anlam taşıma durumu; semantik, anlamsal, [anlam-sal] sf. 1. Anlama dayalı, anlamla ilgili, anlama ilişkin. 2. psikol. İnsan zihninin an lamla ilgili yapı ve süreçlerine ait. S anlamsal alan, dbl. Bir kelimenin köküne bağlı türevleri ile
birleşenlerinin meydana getirdiği bütün kelimeleri kapsayan küme. anlamsız, [anlam-sız] s f 1. Anlamı olmayan. «Bir kaç anlamsız kelime fısıldadı.» 2. Mantık kuralları na uymayan, birbirini tutmayan. «Bu anlam sız ko nuşmaya harcayacak zamanım yok.» 3. Çekici ol mayan. «Bu kadar anlamsız bir zammı kim bekli yordu ki?» 4. Dikkate alınmayacak kadar küçük; önemsiz; değersiz. «Artık muhasebede virgülden sonraki anlamsız rakamlarla uğraşmıyorlar.» 5. Sözleriyle ve davranışlarıyla çevreye uyumsuz, yersiz davranan (kimse); münasebetsiz. «Bir daha böyle anlamsız görüşme istemiyorum.» 6. zf. Saç ma, mantıksız, yersiz. «Bu davranışın bana anlam
siz buna p ara vermediniz.» anlaşılır, [anla-ş-ıl-ır] sf. 1. Anlamı kolay, açık; ba sit. 2. Hoşgörü sınırları içinde olan. 3. Haklı bir sebebe dayanan, anlaşıiırlık, -ğı [anla-ş-ıl-ır-lılc] is. 1. Kolay ve açık olarak anlaşılabilecek olma. 2. fiz. Sözlü bir bildi rimin alet veya insan kulağı yardımıyla algılanabilme derecesi. «Anlaşıiırlık testi.» anlaşılma, [anlaş-ıl-ma / an-la-ş-ıl-ma] is. Anlaşıl mak işi. anlaşılm ak1, [anlaş-ıl-mak] edil. fi [-ır] 1. Anlaşılır hâle gelmek. «Konu çok karmaşıktı, açıklamanız dan sonra biraz anlaşıldı.» 2. Bir şeyin özü ve ger çeği tam anlamıyla bilinir, kavranır olmak. «Ne dem ek istediği şim di daha iyi anlaşıldı.» 3. İşitil mek; duyulmak; diğer sesler arasından ayırt edil mek, seçilmek. «Sokağın gürültüsünden sunucunun sözleri anlaşılmıyor.» 4. İyice görülmek, seçilmek.
«Çok uzakta olduğundan çıplak gözle anlaşılmı yor.» 5. Akıl yürüterek gerçek bulunmak; gerçek ortaya çıkmak. «Bu kadar sıkı dostluklarının sebebi anlamsızlaşma, [anlam-sız-la-ş-ma] is. Anlamsız hâ işte şim di anlaşıldı.» 6. Takdir edip beğenilmek. le gelme, anlamını yitirme, «Onun kıym eti de öldükten sonra anlaşıldı.» S anlamsızlaşmak, [anlarn-sız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ir] anlaşıldı pederin b ayrak tar olduğu, Birinin do 1. Anlamsız duruma gelmek. 2. Anlamını ve değe lambaçlı yollardan açıklamaya çalıştığı şeyin ger rini kaybetmek, çeğinin tarafımızdan hemen kavrandığını ifade anlam sızlaştırm a, [anlam-sız-la-ş-tn-ma] is. Anlam eden söz.|| anlaşıldı, Vehbi’ nin kerrakesi, Sakla sız duruma getirme, anlamını kaybettirme, nan gerçekler ortaya çıktı, anlamında kullanılır. anlam sızlaştırm ak, [anlam-sız-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır ] 1. Anlamsız duruma getirmek. 2. Anlamını yi anlaşılmak2, [anlaş-ıl-mak] edil, f i [-ır] Karşılıklı olarak bir konuda uzlaşmaya varılmış olmak. Çı tirmesini sağlamak, karlar ortak olunca hemen arılaşılır. S anlaşıldı, anlamsızlık, -ğı [anlam-sız-lık] is. 1. Anlam taşıma Verilen emrin özünün kavrandığını belirten tekrar ma; anlamdan yoksunluk. 2. Anlamsız olan şeyin sözü. durumu. a n la r', [ol (o) > an > an-lar > an-lar ^T ] (eTf {eAT} anlaşılmaz, [anlaş-ıl-maz] sf. 1. Açıklanması çok sız geldi.»
zm. Üçüncü çokluk kişi zamiri ile işaret zamirinin çokluk biçimi; onlar. [EUTS] S anlarun, {eAT} Onların. || anlarım la (anlarımla), {eAT} Onlarla; onlar ile. an lar2, [anla-mak > anla-r] {ağız} is. Anlayış; bellek; zekâ. [DS]
zor, kavranamaz durumda; karışık; muğlak. 2. İn san iradesinin ve zekâsının sınırlarını aşan. 3. Dav ranışlarının sebebi bilinemeyen (kimse) ve onun bu hareketleri. Anlaşılm az biri olup çıktı. anlaşm a, [anla-ş-ma] is. 1. Anlaşmak işi. 2. İki ve daha çok insanın birbirinin duygu ve düşüncelerini
__
ANL
» 259
kavramaları, bilmeleri. «D il b ir a n laşm a a r a c ıd ır .» 3. Kişilerin birbiriyle duygusal yönden uyuşmaları, birbirlerine ısınmaları; uyuşma, «Ç ocu klarım ız iyi an laştılar.» 4. Kişiler, şirketler ve devletler arasın da belirli bir konuda uzlaşarak yükümlülük altına girme; bu konuda yazılı olarak imzalanan belge; antant; itilaf; itilafname; mukavele; sözleşme. S anlaşma yapm ak, A n laşm aya varıldığını b e lir le yen b ir belg ey i düzenleyip k arşılıklı imzalamak.\\ anlaşmaya varm ak, B irisi ile b ir kon u da a n la ş mak, uzlaşm ak. anlaşmak, [anlam ak > anla-ş-mak] işteş, f i [ -ır ] 1. Karşılıklı olarak birbirinin anlattıkları şeyleri an lamak. 2. Birbirine duygusal yönden yalcınlık duy mak, iyi geçinmek, uyum içinde olmak. 3. Bir ko nuda iki ve daha fazla kişi tarafından görüş birliği ne varmak; uzlaşmak. 4. Sözleşme yapmak. 5. mec. Evlenmeğe karar vermek. «K ızla d a h a oku ldayken an laşm ışlar.» anlaşmalı, [anlaş-ma-lı] sf. 1. Anlaşmaya dayanan, anlaşma yoluyla gerçekleştirilen. A n laşm alı kavga. 2. Aralarında anlaşma bulunan; anlaşma düzenlen miş olan; mukaveleli; sözleşmeli. A n laşm alı e c z a ne. anlaşmazlık, -ğı [anlaş-maz-lık] is. Kişiler ve top lumlar arasında düşünce, duygu ve çıkar bakımın dan beliren aykırılık; ihtilaf; uyuşmazlık, anlaştırma, [anlaş-tır-ma] is. 1. Tarafları bir konuda uzlaştırmak amacıyla yapılan çalışına; uzlaştırma. 2. ed. Mecaz-ı mürsel. anlaştırmak, [anlaş-tır-mak] gçl. f i [ -ır ] 1. Anlaşma larını sağlamak, aralarını bulmak, uyuşturmak; uz laştırmak. 2. Anlaşılır hâle getirmek. 3. İşaret ve hareketlerle sezdirmek. 4. {ağız} İyice anlamak. [DS] anlatı, [an-la-t-ı] is. ed. 1. Gerçek veya hayalî bir olayı ayrıntılı ve edebî bir dil kullanarak anlatma; hikâye etme; tahkiye. 2. Hikâye etme yoluyla mey dana getirilmiş eser. anlatıcı1, [anlatı > anlatı-cı] is. 1. Olaya dayalı olan masal, hikâye, fıkra gibi türleri etkileyici ve ilginç bir şekilde anlatan kişi; hikâyeci; meddah. 2. Anlatı türü eser veren; hikâyeci; tahkiyeci. anlatıcı2, [anlat-mak > anlat-ıcı] sf. Anlatma işini ya pan; anlatan, anlatılma, [anlat-ıl-ma] is. Anlatılmak işi, işi. anlatılmak, [anlat-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Bilgi taşın mak, bilgi edinmesini sağlamak; aktarılmak. 2. (B ir şey a ra cılığ ıy la) ortaya konmak, anlatılmaz, [anlat-ıl-maz] sf. Tarif ve tasviri güç olan. anlatım, [anlat-mak > anlat-ım] is. 1. Anlatma işi. 2. Düşünce ve duyguların genellikle söz ve yazı gibi yaygın anlaşma araçları veya başka yollarla bildi rilmesi, açığa vurulması; ifade. 3. dbl. Anlatmak için kullanılan yargılı ya da yargısız söz ve sözcük-
ler dizisi. 4. ed. Anlatma biçimi; üslûp; stil. S an latım bilimi, dbl. Anlatım biçim lerini, üslûp ş e k il lerin i in celeyen e d e b î a ra ştırm a; stilistik.|| anlatım titrem i, dbl. A n latım da m antık ve düşün ce ö z e lli ğ in e g ö r e m eydan a g elen titrem ; anlatım tonu.\\ anlatım tonu, dbl. Anlatım titremi. anlatım cı, [anlatım-cı] is. ve sf. ed. 1. (Eser için) hikâye etmenin ağır bastığı. 2. (Yazar için) eserle rinde hikâye etme yöntemine ağırlık veren. 3. (Sa natçı için) dış dünyanın etkilerini kendi algılama biçimi ve duyarlılığı açısından yansıtan; kendi öz nelliğini ön plana çıkaran; dışa vurumcu; ekspres yonist. anlatımcılık, -ğı [anlatım-cı-lık] is. Sanatçının kendi öznelliğini ön plana çıkararak dış dünyanın etkile rini kendi algılama biçimi ve duyarlılığı açısından yansıtması gerektiğini savunan akım; dışa vurumculuk; ekspresyonizm, anlatımlı, [anlatım-lı] sf. 1. Anlatılmak istenen duy gu ve düşünceyi güçlü bir biçimde anlatan. 2. Duy guyu, niyeti açığa vuran. 3. dil. b. Bir duyguyu ve ya düşünceyi ortaya koyan kelime, biçim veya ya pı. S anlatımlı rakam , mat. Sıfırdan b a şk a bütün say m a sa y ıla rı ve bunların rakam ları. anlatış, [anlat-ış] is. 1. Anlatmak işi; takrir. 2. Bir duygu ve düşünceyi başkasına sözle, yazıyla, jestle, mimikle ifade etme biçimi; üslûp, anlatm a, [anla-t-ma] is. Anlatmak işi. anlatm ak, [anla-mak> anla-t-mak] gçl. f i [-ır] 1. Bir duyguyu, bir düşünceyi yazı ve sözle başkalarına bildirmek; ifade etmek. 2. Davranışlarla sezdirmek; ima etmek. 3. Birinin anlamasını sağlamak için açıklama yapmak; izah etmek. 4. Gördüklerini ve duyduklarını aktarmak; nakletmek. 5. m ec. Tehdit etmek. Sen şim di y a p bakalım , ev e varın ca ben s a na anlatırım . S anlata anlata bitirememek, Z evk le tek ra r tek ra r anlatm ak, ç o k övm ek. anlayış, [an-la-y-ış] is. 1. Anlama, kavrama ve algı lama gücü; idrak; zekâ; izan; feraset. 2. Çeşitli et kenler yüzünden bir olayı değişik biçimde algıla ma, ele alma ve değerlendirme biçimi; bakış; gö rüş; telakki; zihniyet. «Benim an lay ışım a g ö re zin a sayılsın sayılm asın gayrim eşru ilişkinin h er türliisii a h la k d ışıdır.» 3. Birinin olumsuz davranışlarına karşı hoşgörüyle yaklaşma; müsamaha. S anlayış göstermek, H oşgörü lü davranm ak. || anlayışı kıt, A n lam a ve a lg ılam a giicii z a y ıf olan. anlayışlı, [anla-y-ış-lı] sf. 1. Her şeye akıl erdiren, anlama, kavrama yetisi güçlü; ferasetli; izanlı; zeki. 2. Başkalarının kusurlarım bağışlayabilen; hoşgö rülü. 3. zf. Hoşgörülü olarak, anlayışlılık, -ğı [anla-y-ış-lı-lık] is. 1. Anlama, kav rama yetisi güçlü olma durumu. 2. Anlama, kavra ma yetisi güçlü olanın taşıdığı nitelik. 3. Hoşgörülü olma hâli.
ö le n i®
ANL anlayışsız, [anla-y-ış-sız] sf. 1. Akıl erdiremeyen, an lama ve kavraması kıt olan. 2. m ec. Başkalarının kusurlarını affetmeyen, katı davranan; hoşgörüsüz, anlayışsızlık, -ğı [anla-y-ış-sız-lık] is. 1. Anlama ye teneğinin kıt olma durumu; kalın kafalılık. 2. Biri nin durumunu anlamayı, kusurlarını hoş görmeyi düşünmemek; vurdum duymazlık, anlı, [Far. ân (gösteriş) + T. -lı] sf. Gösterişli; alımlı; çekici; güzel; yakışıklı. S anlı şanlı, 1. G österişli; gö rk em li; tantan alı; şa tafa tlı; d eb d eb eli. 2. Ünü yayılm ış, h e r k e s ç e tanınan; m eşhur. anlık1, -ğı [an-lık] is. f e l. Duygu ve irade dışında ka lan, akılla ölçme ve muhakeme etmeye dayanan bilme gücü; müdrike; entelekt. anlık2, -ğı [an-lık] {ağız} is. 1. Tarla sınırı. 2. Bağ, bahçe kapısı. 3. Düzgün odun yığını. 4. Süpürge yapılan bir ot. [DS]
s o m
.
annaklam ak, [anla-mak > anla-k > annak-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Dikkatle etrafı araş tırmak; gözetlemek. 2. Bir şeyi gizlice dinlemek. [DS] annakleyin, [annak-leyin] {ağız} zf. Karşıdan. [DS] annavus, [Yun. anaolos] {ağız} is. Avlunun suyunu dışarı akıtmak için duvar altına açılan delik. [DS] anne, [ana > (İstanbul ağzın da) anne] is. 1. Çocuk doğurmuş olan kadm; ana. 2. gnşl. Yavruları olan hayvan. 3. m ec. Bir şeyin kaynak noktası, kökü. 4. ünl. Yaşlı kadınlara saygı ifadesi olarak kullanılan seslenme sözü. 0 anneler günü, Dünya ça p ın d a an n eleri hatırlam ak, o n la r a sev g i v e say g ı su nm ak için kutlanan M ayıs ayının ikin ci P a z a r günü. ||an ne olmak, Ç o cu k doğu rm ak. | anne yarısı, Teyze. anneanne, [anne+anne]'is. Çocuğun annesinin anne si; nine.
anlık3, -ğı [Ar. ân + T. -lık] sf. Bir anda olup bitiveren. anlıkçılık, -ğı [an-lık-çı-lık] is. fe l. Akılla ölçme ve muhakeme etmeye dayalı bilme gücünün, duygula rın ve iradenin üzerinde bir üstünlüğünün bulundu ğunu savunan felsefî akım; entelektüalizm; zihniye,
annem ler, [anne-m-ler] is. 1. (Konuşan kişi için) an nesinin akrabaları olan kişiler; anne tarafı. 2. Anne ile birlikte baba,
anlu, [ol > an (o) > an-lu] {eAT} zf+Ona ilişkin; onun tarafından.
anofel, [Yun. anofeles (tehlike) > Fr. anophèle] is. zool. İki kanatlılar takımından sıtma mikrobu taşı yan, larvası otlu bataklıklarda üreyen tehlikeli bir sivrisinek türü, (A n opheles m acu lu pen nis).
anm a, [an-mak > an-ma] is. 1. Anmak işi. 2. Bir kişiyi veya bir olayı akla getirme; zikretme; yâd etme. S anm a günü, B ir kişiyi veya olayı h a tırla m a k için an m a etkinliklerinin düzen lendiği b elirli b ir gün.|| anm a pulu, B ir o lay ı veya kişiyi h a tırla m a k için çıka rılan ö z e l p o s ta pulu. || anm a töreni, B ir kişiyi veya b ir o lay ı h atırlatm ak için düzen le nen tören ; ihtifal. anm ak, [eT. an-mak > an-mak] gçl. f . [ - a r ] 1. Geç mişte olan bir olayı veya tanıdığı birini akima ge tirmek; hatırlamak. 2. Akima getirdiği bir şeyi, bir kimseyi veya olayı diliyle söylemek; bahsetmek; zikretmek. 3. Bir büyüğün hizmetlerini ve iyilikle rini anlatmak için toplanmak. 4. Bir tanıdığa arma ğan vererek gönlünü almak. 5. {ağız} Açıklamak; söylemek; anlatmak. [DS] 6. {ağız} Söz vermek; vaat etmek. [DS] anmalık, -ğı [an-ma-lık] is. Anı olarak alınıp verilen veya saklanan eşya; hatıra; yadigâr; bergüzar. annab, [Ar. ‘annâb
{OsT} is. Üzümcü,
annabi, [Ar. ‘unnâbı ^L^] {ağız} sf. Hünnap rengin de; mora çalan kırmızı. [DS] an naç, -cı [alın > al(ı)n-aç / annaç] {eAT} {ağız} is. 1. Bir şeyin öne bakan yüzü. 2. İnsanın karşısında bu lunan; alnaç; karşı. 3. Her taraftan görülebilen açık lık yer; meydan. 4. Yan. 5. Karşılık; cevap. [DS] annaçlam ak, [annaç-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] Cevap vermek; karşı gelmek. [DS] annak, [alın > al(ı)n-aç > annalc] {ağız} is. Karşı. [DS]
annelik, -ği [anne-lik] is. 1. Anne olma durumu. 2. Anne olanın niteliği. B annelik etmek, Anne g ib i koruyup gözetm ek, şe fk a t gösterm ek, sevm ek.
anomali, [Yun. anomalia > Fr. anomalie] is. Olağan durumdan, her zaman uyulmakta olan kuraldan ay rılma, kopma, anonim, [Yun. an (yok) + onyma (ad) > Fr. anonymé] sf. 1. İsimsiz; adsız. 2. ed. Yazar veya sanatçısı tespit edilemeyen; yazarı belirsiz. 3. gnşl. Bir kişi liği, özelliği olmayan; yaygın. B anonim halk edebiyatı, E serin ilk sahibin in kim olduğu bilin m e yen, dilden d ile aktarılırken h e r aktarıcın ın b elirli b ir takım u n su rlar ek led iğ i m asal, destan, efsane, hikây eler, türküler, m aniler, atasözleri, b ilm e celer g ib i e d e b î ürünleri kap say a n sözlü ed eb iy at g e le n eğ i. || anonim ortaklık, S erm ayesi p a y la r a b ö lünmüş ve bo rçla rın d a n d olay ı ortakların ın m al v arlıklarıy la sorum lu o ld u kları ticaret şirketi.\\ anonim şirket, Anonim o r ta k lık anonimlik, -ği [anonim-lik] is. Anonim olma duru mu. anons, [Lat. nuntius (h a b erci) > annuntiare > Fr. anonce] is. Kitle iletişim araçlarıyla yapılan duyuru; bildirme; duyurma; söyleme. S anons etmek, 1. R adyo ve televizyon p ro g ra m la rı ö n cesin d e tanıtım yapm ak. 2. B ir p ro g ra m ı k e s e r e k a c il b ir h a b er i duyurm ak. anorak, -ğı [Eskimo d. anorâg > İng. anorak] is. Ka yakçıların veya kampçıların giydiği su geçirmez kapüşonlu kısa ceket, anorganik, [Fr. anorganique] sf. 1. kim. (Bileşikler
ı r a T İM İ M
« 261
ANŞ
için) organik olmayan. 2. (Hastalık için) bir orga nın doku bozukluğuna bağlanamayan,
ansız3, [ol > an-sız / an-suz] {eAT} z f O olmadan; onsuz.
anorm al, -li [Yun. anamolos / Lat. anormalis > Fr. anormal] is. ve sf. 1. Alışılmışın dışında. 2. Olayla rın ve eşyaların alışılmış düzenden başka biçimde olması hâli; olağan dışı. 3. Aykırı. 4. gnşl. Zihnî bakımdan gelişmemiş veya bir özür sebebiyle yer leşik değer yargılarına aykırı davranan; dengesiz; özürlü. 5.- zf. Kabul edilebilir ölçülerin ve sınırların dışına çıkacak şekilde; aşırı ölçüde, anormalleşme, [anormal-le-ş-me] is. Alışılmış ve kabul edilebilir durumda iken anormal hâle gelme, anormalleşmek, [anormal-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] Önceden var olan, belirlenmiş ölçülere uygun iken daha soma bu ölçülerin dışına çıkmak, anormallik, -ği [anormal-lik] is. Anormal olma hâli; aykırılık. anoş, [ana (anne) + -ş (o kşa m a bild iren ek) > ana-ş > anoş ?] ünl. argo. “Sevgilim, dostum” anlamında seslenme sözü, anoşagan, [Far. anüşagân] {eT} is. Ölümsüzler; öl mezler; ebedî yaşayanlar. [EUTS] anot, -du [Yun. anohodos (a şa ğ ıd a n y u k a rıy a y o l) > Fr. anode] is. fız . I. Elektroliz sırasında eksi yüklü iyonların toplandığı artı elektrot; artı uç. 2. Elekt ron lambalarında elektronları çeken artı elektrot, anramak, [eT. an-ra-mak > an-ra-mak] gçsz. f . [- r ] [-r(ı)-y or] 1. {eAT} Haykırmak; kükremek. 2. {ağız} Boşalmak; sessizleşmek. [DS] 3. (İlenç için) sağır laşmak; dilsiz kalmak. 4. Çoğalmak; gürleşmek,
ansız4, [Ar. ân (kısa zam an ) > an-sız] zf. 1. Birdenbi re; habersiz; ansızdan. 2. {ağız} Zamansız. [DS] ansızca, [ansız-ca] (ansı'zca) {ağız} zf. Habersizce; birdenbire; ansızın. [DS] ansızın, [ansız-m] (a : ’nsızın) zf. Beklenmedik bir sı rada; hiç akla gelmedik bir zamanda; birden; bir denbire; ani; ani olarak; anide; aniden; ansız; apan sız; apansızın; gümbedek; dangadak; durup durur ken, gürpedek; patadak; şakkadak; bedaheten; de faten; nagehan; vehleten; ceffelkalem; fevren; fücceten. ö ansızına uğram ak, {ağız} B ird en b ire ö l m ek. [DS] ansızlık, -ğı [an-sız-lık] (arısızlık) {ağız} is. Utanmaz lık; terbiyesizlik; hayâsızlık. [DS] fi1 ansızlık et mek, {ağız} Büyük sözü dinlem em ek. [DS] ansiklopedi, [Yun. enkyklios paidelia (bütün ilim leri k ap say an ilim) > Fr. encyclopédie] 1. Bilgilerin tü mü. 2. gnşl. Bütün insan bilimlerinin ilkelerini ve sonuçlarım açıklayan eser. 3. Belirli bir bilim dalı nın veya bir bilgi serisinin bütün bölümlerini ayrın tılı açıklayan eser. 4. m ec. Çok değişik konularda bilgi sahibi olan kimse. 5. Sözlüklerde daha önce açıklanan maddelerin genişletildiği bölüm, ansiklopedici, [ansildopedi-ci] is. 1. Bir ansiklope dinin hazırlanmasında görev alan kimse. 2. 18. yy. Fransız düşünürlerinden Diderot’nun hazırladığı A n siklo p ed i’ye yazı yazan kişiler; ansiklopedist. ansiklopedik, -ği [Fr. encyclopédique] sf. 1. Ansik lopedi konusu ile ilgili olan. 2. gnşl. Her konuda bilgisi olan (kişi). 0 ansiklopedik sözlük, A lfa b e tik sıra y a g ö r e kelim elerin g en iş b ir biçim d e a ç ık lam asının y an ın d a k iş iler ve bilim sel a çık la m a la ra d a y e r veren sözlük. ansiklopedist, [Fr. encyclopédiste] is. 1. Bir ansiklo pedinin hazırlanmasında görev alan kimse. 2. 18. yy. Fransız düşünürlerinden Diderot’nun hazırladı ğı A n siklop ed i'y e yazı yazan kişiler; ansiklopedici, ansunlatm ak, [Far. efsün => ansun-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Hocaya okutmak; okutup üfürtmelc. [DS]
ansamak, [an-sa-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-(i) -y o r] Göreceği gelmek; özlemek. [DS] ansar, [Ar. ensâr] (a n sa :r) {OsT} is. Yardımcılar, ansefal, -li [Fr. encéphale] is. anat. Kafatası içinde bulunan beyin, beyincik ve omurilik soğanından oluşan organların tümü; tüm beyin, ansefalit, [Fr. encéphalite] is. tıp. Beyin iltihabı, ansıdak, -ğı [an-sı-dak] {ağız} zf. Ansız; habersiz; birdenbire. [DS] ansıma, [an-malc > an-sı-ma] is. Hatırlama; anımsa ma. ansımak, [an-mak > an-sı-mak] g çl. f . [ - r ] Hatırla mak; anımsamak, ansınmak, [an-sın-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. (İş için) oluruna bırakmak. 2. Söz söylemek isterken söyleyememek; tutulup kalmak. 3. {eAT} Elde et mek arzusunda olmak; emel edinmek. [DS] ansırmak, [ask-ır-mak > aksır-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] Hapşurmak; aksırmak. [DS] ansız1, [an-sız] (ansız) {ağız} sf. 1. Akılsız; anlayışsız. 2. Söz dinlemez; aksi; haşarı. 3. Utanmaz; sıkıl maz. [DS] ansız2, [an-sız / an-sız] (ansız) {ağız} is. 1. Cinsel gü cünü yitirmeyen kimse. 2. Gayrimeşru çocuk; piç. [DS]
ansuz1, [ol (o) an > an-suz j ^ l ] {eAT} zf. O olma dan; onsuz. S' ansuz olmak, {eT } O olm ad an y a ş a m ak; onsuz yaşam ak. ansuz2, [Ar. ân (kısa zam an ) > an-suz] {ağız} zf. Önceden haber vermeksizin; birdenbire; ani olarak. [DS] anşa, [Ar. ayşe => anşa / anşam] {ağız} is. fo lk . Niğde ve Kırşehir dolaylarında oynanan bir halk oyunu. [DS] anşam , [Ar. ayşe => anşa / anşam] is. -*■ anşa. anşante, [Fr. enchanter (büyülem ek, ç o k sev in d ir m ek) > enchanté] ünl. "Çok sevindim; tanıştığımıza memnun oldum" anlamında tanışma sırasında söy lenen söz.
QIÜIÆIlIUffliCE S021)Ü1İ.
ANŞ
anşar, [Sümer, anşar] is. Sümer kozmogonisinde ev anten, [Lat. antenna > Fr. antenne] is. 1. Bir verici rensel gök ilkesine verilen ad. nin ürettiği radyoelektrik dalgalarını yaymaya ya rayan veya bu şekilde yayılan radyoelektrik dalga ant, [ e l and / ant] is. 1. Bir şeyin doğruluğunu Al larını toplayarak alıcıya taşıyan elektronik düze lah’ın tanıklığı ile beyan etme veya aynı yolla söz verme; yemin; ahit; besa; giilbank; kasem; peyman; nek. 2. argo. Gizli bilgilere ulaşma becerisi. 3. De söz. 2. huk. Bir kimsenin verdiği sözün ya da söy nizaltı mayınlarında dokunulduğunda mayını patla lediklerinin doğruluğunu tasdik için yasa ya da örf tan tel veya çubuk çıkıntılar. 4. Hayvanların çevre gereği belli sözleri söylemesi ya da hareketleri yap den haberdar olmalarım sağlayan uzun kilsi çubuk ması. S1 andını bozmak, Ettiği, y em in e uygun dav ları; duyarga. 5. a rg o. Casus; gammaz. 6. argo. ran m am ak; yem in im bozm ak.|| ant etmek, Yemin Hem etken hem edilgin eşcinsel erkek. S anten etm ek.|| an t içirm ek, Yemin ettirm ek.|| ant içmek, alanı, B ir antenin H ertz d a lg a la n g ö n d ereb ild iğ i Yemin etm ek; ah d etm ek ; ahdüpeym an etm ek; g a u zaysal b ö lg e .|| anten yükselticisi, Anten ile a lıcı ran ti etm ek; şart etm ek; vaat etm ek. || ant kardeşi, a ra sın d a kurulm uş bulunan anten den g elen elektro K a n k a r d eşi.|| ant olsun, Verilen kararın g ü çlen m an yetik d a lg a la n yü kselten vericiy e y ardım cı d irm ek için "yemin ediyorum , yem in olsun" a n la devre. m ın da yem in sözü. || ant verdirm ek, Yemin ettir- antena, [Lat. antenna] is. dnz. Yelkenlilerde seren. mek.\\ ant verm ek, Yemin etm ek. An tep, [Erme, anthap > Ar. ayntâb] (.a'ntep) öz. is. anta, [ol (o) > an-ta] jeTj zm. 1. İşaret ve kişi zamiri Güneydoğu Anadolu'da bir ilimiz; Gaziantep. S ol’un bulunma ve ayrılma durumu; ondan; oradan. Antep fıstığı,, bot. S ıc a k ve k ır a ç a la n la rd a yu r [İKPÖy.] [ETY] [Gabain] [EUTS] 2. Onda; orada. dum uzda G aziantep çev resin d e y etişen sakız a ğ a [İKPÖy.] 3. O sıradao zaman [Tekin] [İKPÖy.] S cıg illerd en kabuklu, yağlı, lezzetli ve besley ici an ta kin, { e l } Ondan sonra. [EUTS] m eyvesi çe r e z o la r a k tüketilen veya şekerlem ecilik an taça, [anta-ça] {eTf zf. Tam orada; o yerde. [EUTS] te ku llan ılan b ir m eyve a ğ a cı, (P istacia vera).\\ A n antada, [anta-da] {eT} zm. Ondan; oradan; bundan. tep fıstığıgiller, bot. Ö rnek bitkisi Antep fıstığ ı [EUTS] t? antada basa, {eT} Bunun ü zerin e; bun o la n ayrı taç y a p ra k lıla rd a n b ir bitki fa m ily a sı; dan sonra. [EUTS] ||antada kisre, (eT} Ondan so n biladeriye.\\ Antep işi, Düz ren kli keten, p a tis k a r a ; sonda. [EUTS] vey a ip ek kum aştan tel ç ek m ek su retiyle y a p ıla n bir antag, [ol (o) > an > an-ta ok > antak / ol > anı+tag işlem e türü. (onun g ibi) > antag > antag] {eT} zf. 1. Onun gibi; anter, [Yun. antheros (çiçeklenm e)\ is. biy. Bitkiler öyle; şöyle. [İKPÖy.] [ETY] [Üç İtigsizler] 2. Böylede erkek organın başçığı; çiçek tozu keselerinin ce; bu suretle; böyle. [EUTS] [Gabain] 3 .0 n c a o kaoluştuğu bölüm; haşefe, dar[Tekin] [ETY] S1 antag küliig, {eT} O nca ünlü. || anterî, [Ar. ‘anten] (an teri:) {OsT} is. Kaftan altına an tag oşuklug, {eT} B una ben zer; böyle. [EUTS] giyilen kısa elbise; entari, antagonist, [Yun. antagonistes (karşıt.)] is. biy. 1. Karşıt olarak hareket eden; iten ve çeken kasların anterit, [Fr. entérite] is. tıp. İnce bağırsak iltihap lanması. birbirine karşı hareketi. 2. Bir ilacın, bir hormonun anterlin, [Fr. entre (arasın da) + ligne (çizgi) > entreetkisine karşı etkide bulunan madde, ligne] is. m atb. İki satır arşındaki boş ara. antagonizm a, [Fr. antagonisme] is. 1. Karşı koyma. 2. Kişiler, gruplar, milletler ve disiplinler arasında antet, [Fr. en-tête] is. Genellikle ticarî işlerde kulla gizliden gizliye var olan karşıtlık, çatışma; tezat; nılan kâğıt veya zarf üzerine basılmış ad ve adres; uyuşmazlık. 3. Organizmada iki sistem veya organ başlık. arasındaki karşıt davranış. 4 tıp. Beraber kullanılan antetli, [antet-li] is. Başlıklı, iki ilaçtan birinin diğerinin etkisini azaltması veya antetsiz, [antet-siz] is. Başlıksız, yok etmesi. antıkm ak, [ant-ık-mak] {eT} gçsz. f i [-u r] Yemin et antant, [İt. intente > Fr. entente] is. 1. Kişiler arasın mek; ant içmek. [EUTS] [Gabain] da sağlanan anlaşma ve uyuşma; mutabakat. 2. antın, [ol (o) > an > an-tm / an-dm] {eT} zm. Oradan; Devletler arasındaki işbirliği anlaşması; ittifak, fi1 ondan [Gabain] antant kalm ak, A nlaşm ak, u zlaşm ak; m utabık k a l antırdın, [ol (o) > an > antır-dm / ândır-dm] {eT} zm. m ak. 1. Oradan. [EUTS] 2. zf. Ondan sonra; sonra. [Claan taran , [ol (o) > an > anta-ra-n] {eT} zf. Oradan; uson] büsbütün. [Gabain] antızlam ak, [andız-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(ı)an tari, [Ar. ‘antarî] (an tari:) {ağız} is. 1. Erkek göm y o r ] 1. (Hayvan için) çifte atmak; tekme atmak. 2. leği. 2. İçi astarlı kadın elbisesi. [DS] m ec. Nankörlük etmek; sözünden dönmek. [DS] A ntarktik, -ği [Fr. antarctique] sf. Güney kutbu çev anti-, [Yun. anti- (karşıt)] ön ek. Başına getirildiği resi ile ilgili olan, fi1 A ntarktik k ara, Güney kut Latin ve Yunan kökenli kelimelere "karşı, karşıt, bu n daki k ara. karşı korunma" gibi anlamlar katan ön ek.
.
f l i t t i T fflü ff SOZbOH « 263
antialerjik, -ği [Fr. antiallergique] sf. (İlaç için) alerjilerin önlenmesi veya tedavisi amacıyla kullanı lan. antiasit, [Fr. antiacide] is. 1. Asit giderici madde. 2. tıp. Hidroklorik asit salgısını azaltmadan midenin yüksek asitliğine karşı asit giderici olarak kullanı lan ilaç; alkali, antibiyogram, [Fr. antibiogramme] is. Dokularda ra hatsızlık yaratan bakterilerin hangisinin olduğunu ve hangi dozda antibiyotik verileceğini belirlemeye yarayan biyolojik teknik,
AN T
eski zamanlar. 3. Eski çağlardan kalan ve o çağlar hakkında bilgi edinmeyi sağlayan her türlü eşya; asar-ı atika. antikomünist, [Fr. anticommuniste] is. ve sf. 1. K o münizm karşıtı. 2. Komünizm aleyhtarı ve düşma nı. antikomünizm, [Fr. anticommunisme] is. 1. Komü nizm karşıtlığı. 2. Komünizm aleyhtarlığı ve düş manlığı.
antifriz, [İng. antifreeze] (antifi-i:z) is. 1. Donmazlık. 2. İçine katıldığı sıvıların donma derecesini düşü ren sıvı. 3. a rg o. Alkollü içki; içki,
antikor, [Fr. anticorps] is. tıp. Vücuda giren antijen bir maddeye tepki olarak lenfositler tarafından üre tilen ve bu antijen madde ile birleşerek onu etkisiz duruma getiren serum proteini (IgG, IgM, IgA, IgD, IgE). antilop, -bu [Yun. antholops / Lat. anthalopus > İng. antelope] is. zool. Derisinden kürk yapımında ya rarlanılan boynuzlugillerden geviş getiren pek çok türü bulunan çift toynaklı memeli hayvan, (O ıyx g a z e l la). antiloplar, [antilop-lar] is. zool. Boynuzlugillerden pek çok türü bulunan kudu, ceylan, atsı antilop, inek antilobu, boğa antilobu, dört boynuzlu antilop, lcaama, keseli antilop, kaya antilobu, boz kır anti lobu, kara antilop, keseli antilop, cüce antilop, addalcs ve orongo gibi hayvanlar, (A n tilopin ae).
antihistaminik, [Fr. antihistaminique] sf. (Madde, ilaç için) histaminlerin organizma üzerindeki toksik etkilerini önleyen,
antimon, [Fr. antimoine] is. kim. Yoğunluğu 6.7, ar seniğe benzer, 630°C ’de ergiyen, kırılgan, mavimsi beyaz renkte katı bir element; sembolü: Sb.
antijen, [Fr. antigène] is. Organizmaya girdiğinde vücut tarafından antikor oluşmasına yol açan ve bu antikor ile tepkimeye giren, molekül yapısı girdiği canlmınkine benzemeyen yabancı madde; immünojen
antin, [Erme, ankin (değerli, kadın) / antên (oraya) [TİETZE]] is. argo. 1. Arka kapı. 2. Uygunsuz ka dın; orospu; fahişe. 3. Lodos; güney rüzgârı. 4. Es rar; afyon.
antibiyotik, -ği [Fr. antibiotique] is. biy. Bakterilerin üremesini engelleyen ya da tamamen yok eden sen tetik veya doğal madde, fi1 antibiyotik tedavisi, A ntibiyotikle y a p ıla n tedavi. antidemokratik, -ği [Fr. antidémokratique] sf. 1. Demokrasi dışı, demokrasiye aykırı. 2. Demokratik olmayan. 3. Demokrasiye karşı bir tutum izleyen, antidot, [Yun. antidotos > Fr. antidot] is. Zehirli maddelerin zehirleyici etkilerinin canlı organizma yı etkilemesine engel olan, dolayısıyla zehirlenme yi durduran madde; panzehir,
antik, -ği [Lat. antiquus > Fr. antique] sf. Geçmişi İlk Çağ Yunan ve Roma medeniyetine kadar giden es ki. ö antik çağ, 1. İlkçağ . 2. E sk i Yunan ve R om a m edeniyetinin g eliştiğ i ve y a y d d ığ ı dönem . antika, [İt. antica] (anti'ka) is. ve sf. 1. Eskiden kal ma, tarihî değeri olan. 2. Örtü ve mendil gibi eşya ların kenarlarına yapılan ajurlu, diş diş kenar süsü; sıçan dişi. 3. a rg o. Giyinişi ve davranışları başka sına benzemeyen; garip; tuhaf, ö antikasını bil mek, Ç o k iyisini bilm ek, ç o k iyi an lam ak, konunun uzmanı olm ak. antikacı, [antika-cı] (anti'kacı) is. Eski ve tarihî eşya alıp satan kişi ve bu kişinin iş yeri, antikacılık, -ğı [antika-cı-lık] (anti'kacılık) is. Tarihî değeri olan eski eşyaları alıp satma işi. antikalık, -ğı [antika-lık] (anti'kalık) is. 1. Antika ol ma durumu. 2. gnşl. Yadırgatıcı ve tuhaf giyiniş ve davranış; garabet; ucübelik. antikatot, -du [Fr. anticathode] is. fız . Basıncı azal tılmış elektrik tüpünde katot ışınlarını durdurmak için katot karşısına konulmuş metal levha, antikite, [Fr. antiquité] is. 1. Eski çağ. 2. gnşl. Çok
antinlemek, [antin-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i) -y o r] a r go. 1. Birisini soymak. 2. Çalmak, antinomi, [Yun. anti (karşıt) + nomos (yasa) > Fr. antinomie) is. 1. İki düşünce, iki prensip veya iki önerme arasındaki belirgin çelişki; çatışma; çatışkı. 2. huk. İki yasa ya da bir yasanın iki maddesi ara sındaki çelişki, antipati, [Yun. anti (karşıt) + pathos (duygu) > Fr. antipathie] is. 1. Birine veya bir nesneye karşı be lirli bir sebep olmaksızın içgüdüsel olarak duyulan sevmezlik; karşı duygu; nefret. 2. Uyuşmazlık, so ğukluk, iticilik. antipatik, -ği [Fr. antipatique] sf. Sevimsiz, soğuk, itici, ö antipatik bulmak, Sevim siz ve itici b u l m ak ; kan ı kaynam am ak. antipropaganda, [Fr. antipropagande] is. Rakip tara fın propagandasını etkisiz kılacak propaganda; kar şı propaganda, antirom an, [Fr. antiromane] is. ed. Romandaki olay, kahraman ve ruh tahlilleri gibi geleneksel öğelere yer verilmeden alışılmış romana tepki olarak insa noğlunun kavrayış ve yorumu dışında saçma bir dünyayı ele alan yeni roman anlayışı; aykırı roman.
ant
Ô IÜ M IÜ IC ÏS 0 M .
antisemit, [Fr. antisémite] is. Yahudilere karşı olan; Yahudi düşmanı,
an tran , [ol (o) > an > an-tı-ra-n] {eT} zf. Oradan; büsbütün. [Gabain]
antisemitist, [Fr. antisémitiste] sf. Yahudilere karşı olmayı savunan,
antrasit, [Fr. anthracite] is. İçinde çok az uçucu madde bulunan, kısa ve soluk alevle yanan yüksek kalorili kömür,
antisemitizm, [Fr. antisémitisme] is. Yahudi düş manlığı; Yahudileri tecrit etme taraftarlığı, antisepsi, [Yun. anti (karşı) + sepsis (kokuşm a) > Fr. antisepsie] is. Hastalık yapıcı mikroplara ve enfek siyonlara karşı koruma ve mikropları yok etme me totlarının tümü, antiseptik, -ği [Fr. antiseptique] is. ve sf. Enfeksiyo na yol açacak mikropları yok etmeye ve enfeksiyo nu önlemeye yarayan ilaç ve tedbirler; def-i taaffün. antiserum, [Fr. antisérum] is. Enfeksiyon yapan mikroplara ve zehirli maddelere karşı antikor taşı yan kan serumu; bağışıklık serumu,
antre, [Fr. entré] is. 1. Giriş. 2. Bir binaya veya dai reye giriş için ayrılmış yer; giriş. 3. Bir tiyatro, si nema gibi para ile girilen yerlere ödenen para. 4 . Oyuncuların sahneye girişi veya girdikleri an. antrenm an, [Fr. entraînement] is. Bir sporcunun kar şılaşmadan önce yaptığı hazırlayıcı çalışmalar; id man; egzersiz. S antrenm an yapm ak, K a rşılaşm a ö n cesi h a zırlık ç a lışm a sı yapm ak. antrenm anlı, [antrenma-lı] sf. 1. Spor karşılaşması için gerekli hazırlık çalışmasını yapmış. 2. Her za man hazır, alışkın,
antisiklon, [Fr. anticyclone] is. Yüksek basınçlı at mosfer kütlesi; yüksek basınç alanı,
an tren ör, [Fr. antraîneur] is. Bir sporcuyu veya ta kımı düzenli ve kademeli alıştırmalarla karşılaşma ya hazırlayan, yetiştiren spor öğretmeni,
antişam br, [İt. ante (ön) + camera (oda) > Fr. anti chambre] is. Bekleme odası; hol.
antrenörlük, -ğü [antrenör-lük] is. Antrenörün yap tığı iş ve mesleği,
antitez, [Fr. antithèse] is. Bir konuya çıkış yolu arar ken birinin savunduğu fikre karşı savunulan başka bir fikir; karşı görüş; karşı düşünce; karşı sav; nakiz-i müddea.
antrepo, [Fr. entrpôt]«. 1. Ticarî malların konulduğu, korunduğu depo. 2. İthal eşyaların gümrük işlemle rinin yapılması için geçici olarak konulan depo; gümrük deposu,
antitoksin, [Fr. antitohine] is. biy. Vücuda giren ze hirle birleşerek onu etkisiz hâle getirmek için orga nizma tarafından hazırlanan antikorlar,
antrepocu, [antrepo-cu] is. 1. Antrepo işleten. 2. De polanmış malları korumakla görevli kimse. 3. Dev let tekelinde bulunan malların satışıyla görevli kimse.
antivirüs, [Fr. antivirus] is. Bir virüsün üremesine engel olan madde, antlaşma, [and > ant-la-ş-ma] is. 1. Antlaşmak işi. 2. Karşılıklı ant verme işi; ahitleşme. 3. İki ve daha çok devletin aralarında saldırmazlık, savunma, eko nomik vb. alanlarda yaptıkları iş birliği sözleşmesi; muahede. antlaşm ak, [and > ant-la-ş-mak] işteş, f . [ -ir ] (İki ve daha çok kişi, grup ve devlet için) aralarında bir iş için karşılıklı söz vererek yükümlülük altına gir mek; muahede yapmak; ahitleşmek, antlı, [ant-lı] sf. Ant içmiş olan; yeminli, ff antlı adaş, K an kardeşi.
antrepoculuk, -ğu [antrepo-cu-luk] is. Antrepo işlet meciliği veya işi. antrigoz, [Yun. antikriazo] ant'rigoz) is. Suyu ılıştır ma. antrkot, [Fr. entrcöte] (antr'kot) is. Sığırın iki kürek arasında kalan sırt bölümünden çıkarılan ve kemi ğinden ayrılmış et. antrok, [Fr. antrok] is. Derisi dikenlilerden deniz la lelerinin saplarını oluşturan kalsiyum karbonat bi leşenlerinin oluşturduğu triyas devri fosilleri,
antologya, [Yun. anthos (çiçek) + legein (seçm ek) > anthologia] is. - * antoloji
antropoit, -di [Fr. anthropoïde] sf. 1. İnsansı. 2. İn sana benzeyen, yüzü insanı andıran. S antropoit maymun, Yüz biçim i, kuyruğunun olm ayışı g ib i an a to m ik y a p ısı itibariyle insana ç o k benzeyen j e o lo jik devirlerin üçüncü zam an sonu ile dördüncü zam an ba şla rın d a n fo s ille r i kalm ış olan insan a en y a kın hayvan.
antoloji, [Yun. anthos (çiçek) + legein (seçm ek) > anthologia > Fr. anthologie] is. Şairlerin, yazarla rın, bestecilerin seçme eserlerinden meydana gel miş derleme.
antropoitler, [anropoit-ler] is. Bugün dört örneği kalmış bulunan Borneo orangutanı; Gine şempan zesi; Gabon gorili ve Hint şebeğinin teşkil ettiği in sansı maymunlar,
an trak t, [Fr. entracte] is. 1. Perde arası. 2. Tiyatro ve benzeri sahne sanatlarında iki perde arasında geçen zaman; ara; fasıl. 3. gnşl. İki çalışma devresi ara sındaki dinlenme; ara.
antropolog, -ğu [Fr. antropologue] is. İnsan bilimi uzmanı.
antlıg, [ant-lığ] {eTj sf. Antlı; ant ile bağlı. [ETY] anthğ, [ant-lığ] {eT} sf. Birine yeminle bağlanmış olan [Miihennâ]
antropoloji, [Fr. antropologie] is. İnsanın kökenini, geçirdiği gelişme sürecini, biyolojik ve fizikî özel-
ü e
I R
İM
ANZ
. 265
İlklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim dalı; insan bilimi; beşeriy at. antropolojik, -ği [Fr. antropologiuque] sf. Antropo loji ile ilgili; insan bilimi ile ilgili, antropomorfizm, [Fr. anthropomorphisme] is. fe l. 1. İnsan duygularını, tutkularını, düşüncelerini ve davranışlarını Tanrılara da mal etme şeklinde orta ya çıkan sapık eğilim; insan biçim cilik; müşebbihe. 2. Tanrıların insan şeklinde tasvir edilmesi, antroposantrizm, [Fr. anthropocentrisme] is. İnsanı evrenin m erkezi. sayan, diğer yaratıkların sadece insanlar için yaratıldığını savunan felsefî akım; in san içincilik. antropozoik, -ği [Fr. anthropozoïque] sf. İnsanın ortaya çıkması ile ilgili. S antropozoik devir, Je o lo jik d ev irlerd en insanın ilk d e fa o rtay a çıktığı zaman. antrparantez,[Fr. entre parenthèse] ( a ’nt'rparantez) zf. 1. Parantez açarak. 2. Asıl konu ile ilgisi olma makla birlikte hatıra gelmişken; bu arada, antsız, [ant-sız] {eT} sf. Ant ile bağlı olmayan. [ETY] antula, [? antula] {ağız} is. Ateş yakmak için hazırla nan odunların ortaya konulanı. [DS] Anu, [Sümer, anu] is. Sümerlerde gök tanrısının adı. anud, [Ar. ‘inâd > ‘anüd jj^p] (anu.d) {OsT} sf. 1. B ir şeyi kabul etmeyen. 2. İnatçı ve dik kafalı. 3. Ayak direyici. 4. zf. İnatla, anudane, [Ar. ‘anüd + Far. -âne
43
Gjap] (an u :d a:n e)
zf. Onun için. anungdugın, [anun+ i-düğm jt jjı & l ] {eAT} zf. Onun olduğunu anungçUn, [ol (o)
> an-un+uç-ün
jiT] (anunçün)
{eAT} zf. Onun için, anungdugın, [ol
(o)
> an > an-un+i-duğm
(anunduğın) {eAT} zf. Onun olduğunu, anunm ak, [anu-n-mak] {eT} d ö n ş l.f. [-u r ] Hazırlan mak; hazır olmak. [Gabain] [DLT] [EUTS] [Yülaıekî] anur, [İt onore] {ağız} is. Onur; kibir. [DS] A nurat, [Sansk. anurâdhâ] {eT} öz. is. B ir yıldızın adı. [EUTS] A nurd, [Sansk. anurâdhâ] {eT} öz. is.-* Anurat. anutgan, [anu-t-ğan] {eT} s f Daima hazırlıklı olan; hazırlanan. [DLT] anutm ak, [anu-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] Hazırlamak. [DLT] [EUTS] anutulm ak, [anu-t-ul-mak] {eT} e d il.fi [-u r ] Hazırla tılmak. [EUTS] anüri, [Yun. an (yok) + uron (sidik) > Fr. anurie] is. tıp. İdrar kesilmesi, anüs, [Fr. anus] (a'nüs) is. anat. Sindirim kanalının dışarıya açılan son kısmı; makat; şerç. S anüs yüzgeci, B a lık la r d a anüs b ö lg esin d eki tek yüzgeç. anvant, [Sansk. anbant] {eT} is. Sebep; illet; esas; te mel. [EUTS] anve, [Ar. ‘anve »y*\ {OsT} is. 1. Zor; zorlama. 2.
{OsT} zf. İnatçı bir şekilde, anudara, [Sansk. anuttara] {eT} is. Burkan. [EUTS] anuk, [anü-mak > anu-k] {eT} sf. 1. Hazır; mevcut; var; {ağız} (aym). [DLT] [EUTS] [Gabain] [DS] 2. Ha zırlık. [Gabain] [EUTS] [DLT] anuklamak, [anuk-lâ-mak &
anungçün, [anun+uç-iin > anunçün O j^ y T ] {eAT}
{eT} gçsz. f i [ - r ] 1.
Hazır bulunmak. [DLT] 2. {eAT} {ağız} gçl. fi. Hazır lamak. [DS] anukluk, -ğu [anuk-luk] {eT} is. 1. Hazırlanma; hazırlık. [DLT] 2. {ağız} Kabiliyet; istidat. [DS] anule, [Fr. annuler] sf. Geçirsiz; hükümsüz. S anule etmek, H ükümsüz kılm ak; g eç e rs iz say m ak; iptal etmek. anumak, [an-ü-mak] {eT} gçl. fi. [- r ] Hazırlanmak. [DLT] anumı, [anumı] {eT } is. Cüzam hastalığı. [DLT] anun, [Ar. ‘anün O j^] (anw.n) {OsT} sf. 1. Kavgacı. 2. İsyancı.
Kuvvet. anveten, [Ar. ‘anveten î y * ] (a n v e ’ten) {OsT} zf. Zor lama ile; kuvvet kullanarak. S {OsT} S a v a şla alm ak.
anveten fetih,
anye, [Ar. ‘anye any-ığ] {eT} {eT} sf. 1. Kötü; fena. [EUTS] [ETY] 2. Pek; çok. [ETY] 3. is. Fenalık; kö tülük. anyon, [Fr.anion] is. 1. N egatif elektrikle yüklü iyon; eksin. 2. Elektroliz olayında anoda doğru hareket eden iyonlar. S1 anyon değişmesi, kim. A nyonların kil m in erallerin d eki O H gru pların ın y erin i alm ası. anzak, [İng. ANZAC (A ııstralia a n d N ew Z ea lan d Army C orps) is. kısalt. Birinci Dünya Savaşmda özellikle Çanakkale’de İngilizlerle birlikte savaşan AvustralyalI ve Yeni ZelandalI askerî birlikler,
anung, [ol (o) > an-un •iljîT] (anun) {eAT} zm. 1. Tek
anzarot, [Far. / Ar. ‘anzerüt] is. bot. 1. Sıcak ülke
lik üçüncü kişi zamirinin ilgi hâli; onun. 2. Onun için. S anun dirisi olmak, {eAT} Onun sa y esin d e yaşam ak. || anun m ı? {eAT} Onun için mi?\\ anun ucundan, {eAT} Onun yüzünden; o s e b e p le .|| anun üzere, {eAT} Onun üstüne.
lerde yetişen kitre elde edilen sarı çiçekli, dikenli çok yıllık bir bitki; geven, (A stragalus sa r c o c o lla ). 2. Bu bitkinin saplarından elde edilen zamk; kitre. 3. a rg o . Rakı. 4. {ağız} Rakı ve benzeri alkollü içki ler. [DS]
fllÛMIÜUKCE SÖZLÜK.
ANZ anzavur, [Güre, aznauri > aznavur] {ağız} sf. Kinci; gaddar; azgın. [DS]
apalaca, [a(p)+a/laca] (a 'p a laca ) {ağız} sf. Alacalı bulacalı. [DS]
aort, [Yun. aorte (dam ar) > Fr. aorte] is. anat. Kal bin sol karıncığından çıkarak temiz kanı vücudun her tarafına götüren atardamarların başlangıcı olan büyük damar; ana atardamar. S a o rt ağzı, Aortu kalbin s o l k arın cığ ın a birleştiren d elik .|| ao rt deli ği, A ort a ğ z ı.|| a o rt sistemi, A orttan çıkan ve vücu d a yayılan d am arların tiimü.
ap alak 1, -ğı [Yun. pallakin jU>T] sf. 1. (Kucak çocu
ap 1, [ab /ap (yans.)] is. 1. Düzensiz adım atma, sen deleme, emekleme, şişmanlıktan yürüyememe du rumlarını bildiren kök. ap -a-la-m ak, a p -ıl ap-ıl, apu-la-m ak. 2. Hafif vurma veya patırtılı hareketleri anlatan kök. a p -ır zıp-ır, a p -ııl hop-ııl. ap2, [ap / hap (yans.)] is. Hapşırma sesini belirten kök. ap-ş-ır-ık. apJ, [ap] {eT} e. Olumsuzluk bildiren edat; her ne ka dar; gerek; ister. [DLT] [EUTS] S ap... ap..., {eT} H em ... hem ... [Gabain]|| ap bu ap ol, {eT} N e bıı ne o. [DLT]
ğu için) iri, gürbüz ve tombul. 2. {ağız} İri, tombul yüzlü; ablak. [DS] 3. is. {eAT} Tüyleri tam çıkma mış kuş yavrusu; tüysüz palaz. 4. {ağız} Yeni emek lemeye başlamış çocuk. [DS] 5. {ağız} Ayı yavrusu. [DS] 6. jağız} Köpek yavrusu. [DS] S apalak topa lak, İri, gürbü z ve yüzü yuvarlak, sevim li (çocuk). apalak2, -ğı [Yun. apalakı] {ağız} is. 1. Çiğdem çi çeği. 2. Kuvvetli, gür fidan. 3. Biraz büyümüş ekin. [DS] apalaklanm ak, [apa-la-k-la-n-mak] {a ğ a } dönşl. f . [ır] Gelişmek; serpilmek. [DS] apalam a, [ap (yans.) > apa-la-ma] {ağız} is. Apalamak işi. [DS] S apalam a avı, Yerde sü rü nerek y a p ıla n b ir a v çeşidi.
apalam ak, [ap (yans.) > ap-a (yürüm esi g erektiğ i h â ld e yürüyem eyen çocu k) > apa-la-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Sendelemek. 2. Bacakları a p a 1, [apa] is. 1. Ata; dede; cet. [ETY] 2. Ana. [DLT] gere gere, ayırarak yürümek. 3. Sallanarak, sende 3 . Büyük; yüksek; eslaf [Gabain] [ETY] 4. (Unvan leyerek yürümek. 4. (At için) dörtnala sıçrayarak için) büyük. [Tekin] 5. Abla; büyük kız kardeş. [Ekoşmak. 5. Sürünmek. [DS] UTS] [Gabain] [ETY] 6. {ağız} Ağabey. [DS] apalavi, [Yun. apolavi] {ağız} is. 1. Devam edilecek apa2, [ap (yans.) > ap-a] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) yü işin bırakıldığı yer. 2. Bir işte takip edilen sıra. [DS] rümesi gerektiği hâlde henüz yürüyemeyen. 2. Sa apam , [ap+am (şim di)] {eT} zf. 1. Şimdi. [Gabain] 2. ğır; dilsiz. 3. Aptal. [DS] e. Eğer; şayet. [EUTS] ap acer, [a(p)+a/cer] (a'pacer) {ağız} pekşt. s f Yep apan, [ap (yans.) > ap-an] {ağız} sf. Tutarsız. [DS] S yeni; çok yeni. [DS] apan apan, {ağız} Yavaş y a v a ş ; a ğ ır ağır. [DS]|| apacı, [a(p)+a/cı] (a'pacı) p ekşt. sf. Çok acı. apan sapan, {ağız} Yalan yanlış. [DS] apaçık, -ğı [a(p)+a/çık] (a'paçık) pekşt. sf. 1. Çok a- apandi, [Yun. apandi (buluşm a)] {ağız} is. 1. Düğün çık. 2. {ağız} Çırılçıplak. [DS] lerde, eğlencelerde alman bahşiş. 2. Gelin almaya apaçıklık, -ğı [apaçık-lık] is. Apaçık olma durumu. ap ak 1, -ğı [a(p)+a/k] (a'pak) {eT} p ekşt. s f 1. Açık ak; bembeyaz; çok ak. [Mühennâ] 2. {ağız} Güzel; iyi. [DS] apak2, -ğı [ap (yans.) > abuk ?] {ağız} sf. Saçma. [DS] fi1 apak sapak, A buk sabuk. apak , -ğı [Yun. pallakin] {ağız} sf. Tombul; gürbüz; sevimli. [DS] apakçıl, [a(p)+a/k-çıl] (a ’p a k ç ıl) {ağız} p ekşt. .sf. So luk kül rengi. [DS] a p a l1, [a(p)+a/l] {ağız} p ekşt. sf. Kıpkırmızı. [DS] apal2, [ap (yans.) ap-al / Yun. pallakin ?] {ağız} sf. 1. Tombul; gürbüz; sevimli. 2. İri; büyük. [DS] apalJ, [ap (yans.) > ap-al] 1. Düzensiz adım atma, sendeleme, emekleme, şişmanlıktan yürüyememe durumlarını bildiren yansımalı gövde. 2. zf. {ağız} (Yürümek için) güçlükle. [DS] S1 apal apal, {ağız} Yavaş y a v a ş ; a ğ ır ağır. [DS]|j apal topal, A ğır a k sak. apala, [Yun. apalo (a rp a ekm eği)] {ağız} is. 1. Ekmek ufağı. 2. Çocuklara dağıtılmak üzere, bayramlarda yapılan yağlı çörek. [DS]
gelenlere verilen ekmek. [DS] apandis, [Fr. appendice] is. 1. Kendinden daha bü yük bir organa ekli küçük, dar ve uzun parça. 2. gnşl. Kör bağırsak ile ince bağırsak bağlantısının 23 cm. kadar altında, 4-8 mm. çapında ve yaklaşık 8 cm. uzunluğunda içi lenfoit doku ile kaplı çıkıntı, apandisit, [Fr. appendicite] is. tıp. Kör bağırsak apandisinin iltihaplanması. S apandisitini almak, arg o. B irisin i karnından bıçaklam ak. apangsına,
[a(p)-a/nsın-a
^jT]
( a ’p an sın a)
{eAT} zf. Birdenbire; apansız, apangsızda, [a(p)-a/nsız-da
l_jI] (a'pahsızda)
{eAT} zf. -*■ apangsuzda. apangsuzda, [a(p)-a/nsuz-da oij-Jİ i_j'] (o ’p an su zda) {eAT} zf. Birdenbire; ansızın; apansızın, apanlam ak, [ap (yans.) > ap-al-la-mak / apanla-mak / apanna-malc] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Geniş adım atmak. [DS] apansız, [a(p)+a/nsız] (a'pansız) pekşt. zf. Hiç bek lenmedik bir anda; pek ansız; ansızın; birdenbire; {ağız} (aynı). [DS]
İ P
l I C
APE
.267
apansızın, [a(p)+a/nsiz-m] (a'pansizin) pekşt. zf. Hiç beklenmedik bir anda; pek ansız; ansızın, apappak, -ğı [a(p)+a/ppak] {ağız} pekşt. sf. 1. Bem beyaz. 2. Tertemiz. [DS] Apar, [Avar] {eT} öz. is. Avar. [EUTS] [Tekin] a p ar1, [apar-mak > ap-ar] z f Alıp kaçarak. S ap ar topar, 1. Telaş ve acele ile; çarçabuk. 2. Zorla, y a ka paça.\\ ap ar top ar etmek, /. K argaşalık ve g ü
rültü içinde toparlanmak. 2. Yaka p a ça edilerek götürülmek. apar2, [Fr. à part] is. tiy. Bir oyuncunun, oyun gereği diğer oyunculardan gizli olarak söylediği kabul edilen sözler. aparat, [Alm. apparat] is. Çeşitli parçaları olan alet; aygıt; cihaz; düzenek, aparey, [Fr. appareil] is. Çeşitli parçaları olan alet; aygıt; cihaz; düzenek, aparıcı, [apar-mak > apar-ıcı] {ağız} sf. (Kişi için) ufak tefek şeyler çalan; hırsız. [DS] aparık, -ğı [a(p)+a/rık] (a ’p arık) {ağız} sf. Çok zayıf; incecik. [DS] aparkat, [İng. uppercut] is. spor. Boks maçında dirsekleri bükerek aşağıdan yukarıya doğru vuruş, aparm a, [apar-ma] is. 1. Aşırma, çalma. 2. ed. Bir eserden büyük bir bölüm alma; intihal. 3. Taklit eser. 4. sf. (Parça, bölüm için) bir eserden çalınmış, aparmaduh, [apar-ma-duh ^-l«jjT] { eATj sf. Yağma edilmemiş; alınıp götürülmemiş. aparm ak1, [ap-ar-mak
4jÎ / J*_>UT] gçl. f i [-
ır] [OsT. -ur] 1. Alıp götürmek; götürmek; alıp kaçmak; {eAT} {ağız} (aynı). [DS] « Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni, / Sinm e tilki göl gesinde, ko yesin arslan seni.» Kanunî 2. Aşırmak; çalmak; habersiz götürmek; gizlice almak, {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Getirmek. [DS] 4. {ağız} Almak. [DS] 5. {ağız} Tutmak. [DS] 6. {ağız} Kaldırmak. [DS]
aparmak2, [a(p)+a/r-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Yıka mak; temizlemek. [DS] aparmakJ, [abar-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] Kabarmak. [DS] aparté, [Fr. aparté] zf. 1. İçinden konuşurmuş gibi. 2. tiy. Tiyatroda bir oyuncunun diğer oyunculara du yurmadan içinden söylenirmiş gibi yaparak seyirci lere duyurduğu sözler, apartmak, [apar-mak > apar-t-mak] {ağız} gçl. f i [ır] 1. Götürmek. 2. Çalmak; aşırmak; habersiz gö türmek; gizlice almak. 3. Alıp kaçmak. 4. Kaldır mak. 5. Aldatmak; kandırmak. 6. Çaldırtmak. 7. Y ağma etmek. 8. Oburca yemek yemek; atıştırmak. 9. Bir işi başarı ile yapmak; becermek. 10. Kendi çıkarma çalışmak; el altından iş yapmak. 11. Vaz geçirmek; caydırmak. [DS] apartman, [Fr. appartement] is. Aynı yapı içinde ay rı ve bağımsız bölümlerden oluşan çok katlı konut.
ap artu na, [Lat. apertura (yarık)] {ağız} is. Ceketlerin kol ağızlarına geçirilen ağızlık. [DS] apas, [Erme, aps] {ağız} is. -*■ apaz. [DS] apaş1, [Amer. yeri. d. Apache’den] is. Her an bir kö tülük yapmaya hazır, büyük şehir serserisi; kaba dayı; külhanbeyi; hayta; ipsiz. apaş2, [Yun. apohi] is. dnz. Sünger avcılarının taşıdı ğı torba. apaşikâr, [a(p)+a/şikâr] (a ’p a:şikâ:r) zf. Büsbütün belli; apaçık. apaşikâre, [a(p)+a/şikâre] ( a ’p a.şikâ.re) zf. -*■ apaşikâr. apati, [Yun. apateia > Fr. apathie] ( a ’p ati) is. 1. İlgi sizlik. 2. Heyecansızlık. apatit, [Fr. apatite] is. miıı. Püskürük kayaçların ya pısında bulunan flüor, klor gibi elementler içeren kalsiyum fosfat, apatrid, [Yun. a-patris] sf. Vatansız, apayaz, [a(p)+a/yaz] (a ’p ayaz) pekşt. sf. Pek ayaz; çok soğuk. apaydın, [a(p)+a/ydm] (a'paydın) pekşt. sf. Çok ay dınlık olan. apaydınlık, -ğı [a(p)+a/ydm-lık] (a'paydmhk) pekşt. sf. Çok aydınlık, günlük güneşlik, apaykırı, [a(p)+a/ykın] (a'paykırı) pekşt. sf. Büsbü tün aykırı; tam tamına ters, apaykırılık, -ğı [a(p)+a/ykırı-lık] (a'paykırılık) pekşt. is. Büsbütün aykırı oluş, apayrı, [a(p)+a/yrı] (a'payrı) pekşt. sf. 1. Çok deği şik, çok farklı. 2. Ayrıldığı noktalar çok fazla olan; bambaşka. apaz, [Erme, apas] is. 1. Avuç. 2. argo. Ele geçiril miş; ganimet. 3. sf. Avuç dolusu; hapaz. apazlam a, [apaz-la-ma] is. 1. Apazlamak işi. 2. dnz. Yelkenli gemilerde, gemi omurgasına 4 5 ° ’lik açı ile pupa ve orsa arasında esen rüzgâr. S apazlam a gitme, B ir yelkenlinin rüzgârı yandan alm ak sure tiyle seyretmesi; serbest seyir .|| apazlam a seyir,
Bir yelkenlinin rüzgârı yandan almak suretiyle sey retmesi; serbest seyir. apazlam ak, [apaz-la-mak] gçl. f i [-r] [-l(ı)-yor] 1. Avuçlaıııak; avcunu doldurmak; avuç dolusu al mak. 2. argo. Zorla elde etmek, yakalamak. 3. dnz. (Yelken için) rüzgârla dolmak. 4. dnz. (Gemi için) bordadan esen rüzgâr ile yavaş yavaş gitmek. 5. {ağız} Hafif yalpalamak. [DS] 6. {ağız} Hırpalamak; boğmak. [DS] apçalam ak, [ap (yans.) > ap-ça-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Düzensiz yürümek. 2. (Deve için) ısırmak. [DS] apel, [Fr. appel] is. 1. Anonim ortaklıklarda pay sa hiplerinden ve katılma taahhüdünde bulunanlardan sermaye artırımı için yapılan ödeme çağrısı. 2. K â ğıt oyunlarında atılan bir kâğıtla eşine oynamasını istediği kâğıdı belirtme.
ÛÏÜMTİMCESÖZLÜK.
APE apepsi, [Yun. a (yok) + pepsis (sindirim )] is. Kötü sindirim.
is. Tarla kenarlarına çit yerine konulan çatallı çam ağacı. [DS]
apéritif, [Lat. aperire (açm ak) > Fr. apéritif] is. Y e meklerden önce tuzlu çerezlerle alman içki,
apışık, -ğı [apış-ık j - J ] {eAT} sf. 1. Apışak. 2. {ağız}
apık, -ğı [ap-ık] {ağız} sf. 1. Ahmak; budala; sersem. 2. Tembel. 3. (Hayvan için) doğuştan husyeleri ol mayan ya da karın içinde kalan. 4. (Kişi için) sakal lı. [DS] S apık supuk, S açm a sa p a n ; a b u k sabu k. apılamak, [apı-la-mak / apu-la-mak jj^ U ] (eAT) gçl. f M
Gönlünü hoş etmek; okşamak,
apıldak, -ğı [ap-ıl-da-k] {ağız} sf. Fazla şişman; etli. [DS] apıldam ak, [ap-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-d(ı)y o r ] 1. Sendelemek. 2. Şaşırıp kalmak; çok şaşır mak. [DS] apıldatm ak, [ap-ıl-da-t-mak] {ağız} gçl. f . [ - ır ] Kan dırmak; aldatmak. [DS]
Yorgun. [DS] 3. {ağız} Güçsüz. [DS] 4. {ağız} Şaş kın. [DS] apışıklık, -ğı [apış-ık-lık] {eAT} is. Ayakları birbirine yakın fakat bacakları açık olacak biçimde eğri olma durumu. apışlamak, [apış-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Duraklamak. 2. Bacakları ayırmak. 3. Geniş ve hızlı adımlarla yürümek. 4. Adımlamak. 5. Bağ daş kurup oturmak. 6. Avuç dolusu almak; avuçlamak. [DS] S apışlaya apışlaya, {ağız} (Yürüme için) yan yan a, b a c a k la r ı a ç a a ça . [DS] apışlatmak, [apış-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Y or gunluktan bacaklarını açtırmak; bacaklarını ayır mak. [DS]
apıldayık, -ğı [ap-ıl-da-y-ık] {ağız} sf. Yürümesini bilmeyen; düzgün yürümeyen. [DS]
apışbk, -ğı [apış-lık] is. Pantolon, külot vb. şeylerin bacak aralarına konulan ara parça; ağ.
apır, [ap (yans.) > ap-ır] sf. Sallanma, sarsılma bildi ren yansımalı gövde. S apır sapır, {ağız} S açm a s a p a n ; g e liş i g ü zel; ileri g e r i; b o ş söz. [DS]|| apır zıpır, {ağız} Gürültü; şam ata. [DS]
apışm a, [apış-ma] is. Apışmak işi.
apırcak, -ğı [yap-ır-cak?] {ağız} is. Yeşil kabuklu ce viz. [DS] apırcın, [ap-ır-cm] {ağız}[ sf. 1. Şaşkın. 2. Telaşlı. 3. Perişan. 4. Becerikli; yiğit; kahraman. DS] S apırcın etmek, {ağız} Vurgun yapm ak. [DS]|| apırcm gibi, Şahin g ib i; ç a r ç a b u k .|| apırcını çıkm ak, {a ğız} Yorucu b ir iş yüzünden bitkin düşm ek. [DS] apış1, [ap (yans.) > ap-ış] {ağız} sf. Çabuk; hızlı. [DS] S apış kapış etmek, {ağız} Y ağm a etm ek; k ap ış m ak. [DS] apış2, [eT. abı-mak (saklam ak) > ap-ış] is. Uyluğun iç tarafı; iki bacak arası, fi1 apış apış, {ağız} (Yürü m e biçim i için) b a c a k la r ı a ç a a ça, yan yan. [DS]|| apış arası, ik i b a c a k a ra sın d a k alan ve leğ en çuku runu alttan örten yu m u şak kısım. || apış arasında gezmek, Birinin y a kın ın d a onu rahatsız ed ecek , b ık tır a c a k şe k ild e bulunmak, dolanmak.\\ apışını açm ak, B a ca k la rın ı birbirin den ayırm ak, ö y le oturmak. || apış kurm ak, {ağız} B a ğ d a ş kurup otur m ak ; apışm ak. [DS]|| apış oturuşu, B in icilikte atın üzerin de ö n e d oğru eğ ile r e k bütün ağırlığ ın ı a p ı şın a v er ere k oturm ak. apışak, -ğı [apış-ak J - i J ] sf. 1. Doğuştan bacakları birbirinden ayrık fakat ayakları birbirine yakın du racak şekilde eğri olan; apışık; {eAT} (aynı) apşak. 2. Yorgunluktan kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak giden. 3. m ec. Çok yorulmuş (kimse). 4. m ec. Çaresiz kalmış. 5. {ağız} Bacaklarını açarak yürüyen; ayrık bacaklı. [DS] 6. {ağız} (Yürüme bi çimi için) yan yan, bacaklarım aça aça. [DS] 7. {ağız} Beceriksiz; tembel; ağır kanlı. [DS] 8. {ağız}
apışm ak1, [apış-mak
/ J ^ J ] gçsz. f . [-ır ] 1.
(Hayvan için) yorgunluktan veya güçsüzlükten ayaklarım açarak olduğu yere çöküvermek. 2. Ba caklarını açarak yere çömelmek. 3. {eAT} Apışını açmak. 4. m ec. Yılgınlıktan, yorgunluktan başladı ğı işi bitirmekten aciz kalmak; ne yapacağını bile memek; şaşırmak; {ağız} (aynı). [DS] 5. Şaşkınlıktan söyleyecek söz bulamamak. 6. {ağız} Bacakları ayı rarak durmak veya oturmak. [DS] 7. {ağız} Birinin sırtına binmek. [DS] 8. {ağız} Yorgunluktan bacak ları tutulmak; yürüyememek. [DS] 9. {ağız} Bağdaş kurup oturmak. [DS] 10. {ağız} Atlamak. [DS] 11. {ağız} m ec. Yola gelmek; direnmekten vazgeçmek; yumuşamak. [DS] 12. {ağız} Ayrılmak; uzaklaşmak. [DS] S apışıp kalm ak, Şaşırm ak. apışm ak2, [yap-ış-mak] {ağız} d ö n ş l.f. [-ır] Tutmak; tutunmak. [DS] apıştı, [ap-ış-tı] {ağız} is. Sacayağı. [DS] apıştırm a, [apış-tır-ma] is. Apıştırmak işi. apıştırm ak, [apış-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Hayvanı çöküp kalacak kadar çok yormak veya çok yükle mek. 2. dnz. Başta bulunan iki demiri uygun açıda atarak geminin dönmeden kalmasını sağlamak. 3. m ec. Yıldırmak. 4. m ec. Ne yapacağını bilemez du ruma getirtmek; şaşırtmak. 5. {ağız} Sırta almak; bindirmek. [DS] 6. {ağız} Oturtmak. [DS] apiko, [İt. a pico] (api'ko) is. 1. dnz. Geminin demi rinin zincir boşluğunu alarak demir almaya hazır olduğu an. 2. sf. Bir şey yapmaya hazır. 4. sf. Gözü pek, atılgan, çevik, tetik. 3. a rg o. Giyimi kuşamı düzgün; şık; derli toplu. 4. argo. Çevik; tetik; hazır; tetikte, fi1 apiko beklemek, H erh a n g i bir işe b a ş la m a k için h e r an h azır olm ak.
İO m ffS M İ.269
APR
apkın1, [ap-km] fağız} sf. Akılsız; serseri; delidolu. [DS] ö apkın sapkın, A kılsız; s e r s e r i; delidolu.
peğe verilen "Getir!" emri. S aport etmek, argo. B ir şey i kap ıp getirm ek.
apkın2, [Erme, albın => ahbun] {ağız} is. Gübre. [DS]
aposkal, -li [Yun. aposkalin] {ağız} is. 1. İlk yapıla cak iş. 2. Bir işin başlangıç noktası. 3. Başlanmış iş. 4. Tarlada, sürülen yer ile sürülmeyen yer ara sındaki sınır. [DS] aposteriori, [Lat. aposteriori] (aposterio'ri) zf. f e l . 1. En sonu. 2. (Ortaya çıkış için) deney sonucunda; sonsal; bâdi. 3. Sonuçtan sebebi çıkarma işlemi, apoşi, [Yun. apohi] is. Ağzı yuvarlak, telden yapılma torba gibi büyük gözlü ağ; apaş, apotr, [Fr. opötre] is. Havari.
aplak, -ğı [ap-la-k ?] {ağız} sf. 1. Parlak ve körpe. 2. Tembel. 3. Budala; şaşkın. [DS] aplamak, [at-la-mak / ap-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [~l(ı)-yor] 1. Atlamak. 2. Çıkmak; tırmanmak. 3. Davranmak. [DS] aplan, [aplan] {eT} is. Bir tür fare. [DLT] aplangaç, -cı [at-la-n-gaç / apla-n-gaç / apla-n-gıç] {ağız} is. 1. Suyun atlayarak geçilebilen yeri. 2. Köprü. [DS] aplangıç, -cı [atla-n-gıç / apla-n-gıç] {ağız} is. Evle rin önünde, tahtaların aralıklı çakılması ile yapılmış basit kapı. [DS] aplik, -ği [Fr. applique] is. Duvara asılan genellikle tavan avizesinin tamamlayıcısı ve parçası olan iki eşli lamba. aplikasyon, [Fr. application] is. Bir dantel veya kumaşm bir başka kumaş üzerine uygulanması, aplike, [Fr. appliquer] is. Bir kumaştan kesilmiş şe killerin bir başka kumaş üzerine sarma veya fisto ile işlenmiş hâli. apo1, [?apo] {ağız} sf. 1. Serseri; aptal. 2. is. Sığır; özellikle inek. [DS] apo2, [aba / abo] {ağız} is. 1. Abla. 2. (ço cu k d.) Y e mek; mama. [DS] apokaliptik, -ği [Fr. appocalyptique] is. Anlaşılmaz, kapalı söz veya yazı, apokrif, [Fr. apocryphe] sf. 1. Kaynağı gizli. 2. Doğruluğundan veya aslına uygunluğundan şüphe edilen. 3. Güvenilmeyen. 0 apokrif metin, H ristiyanlıkta ku tsal m etin lere ö z e n ile rek A llah 'm k e lamıymış g ib i k a lem e a lm an a n c a k doğruluğu na güvenilm ediği için A hd-i A tik ve A hd-i C edit ’e a lın mayan m etinler. apoks, [Yun. apoksino] {ağız} is. Eski demir aletleri döverek düzeltme işlemi. [DS] apokurya, [Yun. apo- (-den u z aklaşarak) + krias (et) > apokria] is. Rumların karnavalı, apolet, [Fr. épaule (omuz) + -ette (küçülm e eki) > (omuzcuk)] is. as. Subay üniformalarının omuz kıs mına takılan yünlü, ipek veya sırmadan yapılmış üzerinde rütbe işaretleri bulunan kumaş parçası, fi1 apolet kazanm ak, R ütbesi artm ak. || apoletleri sö külmek, B ir su ç s e b e b iy le rü tbe indirm e veya a s kerlikten ç ık a rm a cez a sı alm ak. . apolitik, -ği [Fr. apolitique] sf. Politikadan ve politik konulardan uzak duran; politikayla ilgilenmeyen, apolog, [Yun. apologos (hikâye) > Fr. apologue] is. Ahlaki bir sonuçla biten manzum ya da nesir hikâ ye. aport, [Fr. apporte] (a'port) ünl. Avı veya kendisine gösterilen bir nesneyi yakalayıp getirmesi için kö
ap pak 1, -ğı [app+a/k J^T] {eAT} {ağız}] pekşt. sf. 1. Bembeyaz. 2. is. Süt, yoğurt vb. ürünler. [DS] appak , -ğı [? appak] {ağız} is. Dişilik organı; ferç. [DS] appazlam ak, [Erme, apaz > ap(p)az-la-mak] {ağız} g ç l.f. [- r ] [-l(ı)-y o r] Kapmak; ısırmak. [DS] appertleme, [Nicolas Appert (F ran sız a şçı) > appartle-me] is. Yiyecek maddelerini sıkı kapatılmış kap larda ısıtarak bozulmasını önleme yöntemi; kon serve etme. ap rak , -ğı [apra-k ?] {ağız} sf. 1. Şaşı. 2. Eğri. [DS] apraksi, [Yun. a (yok) + praksis ( eylem ) > Fr. apraxie] is. 1. Eylemsizlik. 2. tıp. Kaslarda ve zekâda bir bozukluk olmadığı hâlde el, kol vb. hareketler ile sözleri ve şekilleri yerli yerinde kullanamama, eşyaları tanıdığı hâlde nasıl ve nerede kullanacağı nı bilememe şeklinde beliren hastalık; işlev yitimi, ap ram ak , [apra-mak] {ağız} dönşl. f . [~rj [-r(ı)-y or] Kendini kollamak; korunmak. [DS] apranm ak, [apra-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] Geliş mek; büyümek. [DS] ap raz1, [apra-z] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) doğuştan kısır; yavrü vermeyen. 2. (Hayvan için) hiç yorul mayan. [DS] ap raz2, [Ar. âbrâş => apraz] {ağız}] is. Yüzde bulu nan siyah lekeler. [DS] apre, [Fr. apprêter (hazırlam ak) > apprêt] is. tekst. 1. Kumaş ve derinin kullanılacağı yere göre temizle me, düzeltme ve parlatma gibi fabrikadan çıkma dan önce yapılan son işlemler. 2. Dokumacılıkta ve boyacılılılcta yüzey doldurma ve cila olarak kulla nılan madde; düzgün, ff apre işleri, K itap ciltle m ede, dikişten ö n ce y a p ıla n ön hazırlık. aprelem e, [apre-le-me] is. Kumaş veya deri üzerinde apre işlemlerini uygulama; düzgünleme. aprelemek, [apre-le-mek] gçl. f . [-r ] Kumaş ve de rinin fabrikadan çıkmadan önce kullanılacağı yere uygun hâle gelmesi için temizleme, düzeltme ve parlatma gibi son işlemlerini yapmak; düzgünlemek. apreli, [apre-li] sf. Apre işlemi görmüş, aprelenmiş, apresiz, [apre-siz] sf. Apre işlemi görmemiş, apre lenmemiş.
APR
Ö IÜ M IİIM îS Ö M .
apriori, [Lat. a priori (ön cekin den h a rek etle) > Fr. apriori] sf. Deneye dayanmayan, akıl yoluyla bulu nup ortaya konulan; önsel,
aptalcasına, [aptal-ca-s-ı-n-a] (apta'lcasın a) zf. Ap tala yakışır tarzda, aptal gibi; aptalca; ahmakça; bönce.
apron, [İng. apron] is. havc. Hava alanlarında hangar ve binaların önünde betonla kaplanmış bölüm, apse, [Lat. abscessus (bozulm a) > Fr. abcès] is. 1. Bozulma; çürüme. 2. tıp. Mikroplar tarafından bir dokuda meydana getirilen akyuvar, ölü hücre ve mikrop karışımı irin adı verilen ağrılı ve akıntılı birikintiler; çıban, apseleşme, [apse-leş-me] is. Apseli hâl alma, apseleşmek, [apse-leş-mek] dönşl. f i [-ir ] Apseli hâ le gelmiş olmak; çıbanlaşmak. apsent, [Fr. absinthe] is. Pelin otunun damıtılmasıyla elde edilen kokudan katılmış sert bir içki, apsis, [Fr. abscisse] is. 1. ICesik çizgi. 2. mat. Yönlü bir doğru parçası üzerindeki noktanın başlangıç noktasına göre cebirsel değeri. 3. Uzayda bir nok tanın yerini bulmaya yarayan ana çizgilerden yatay olanı. apsm ar, [Sanslc. apasmâra] {eTj is. Sara; tutarık. [EUTS] apsol, -lü [Yun. a- (olum suzluk eki) > psoli (erkeklik o rgan ı)] {ağız} sf. 1. Elinden herhangi bir iş gelme yen; beceriksiz. 2. Aptal. [DS] apsonlam ak, [Far. efsun => apson-la-mak] {ağız1, gçl. f . [-r ] [-l(u )-y or] Okuyup üflemek; afsunla mak. [DS] apsumati, [Yun. apsimadin] {ağız/] is. Ateş yanınca üzerinde beliren ilk kül. [DS apsut, [Yun. ipsida => ispit > apsut] /ağız} is. Kağnı tekerleğinin ağaç parçaları; ispit. [DS]
aptallaşm a, [aptal-la-ş-ma] is. Aptal hâline dönme, aptallaşm ak, [aptal-la-ş-mak] dönşl. f i [ -ır ] 1. Anla yamaz, kavrayamaz duruma gelmek. 2. Zekâsını işletememek; alıklaşmak; ahmaklaşmak; salaklaş mak.
apşak, -ğı [apış-ak / apşak ^ T ] {eATf {ağız} sf. 1. -*■ apışak. 2. İskele sehpası. [DS] apşal, -li [Yun. a- (olum suzluk eki) > psoli (erkeklik organ ı)] {ağız} sf. - * apsol. [DS] apşırnıak, [apş / hapş (yans.) > apş-ır-malc] {ağız} g ç s z .f. [- ir ] Aksırmak; hapşurmak. [DS] apşuh, [apş (yans.) > apş-u / apşuh (yans.)] is. Hap şırma sesi. aptal, [Ar. bedel > abdâl] sf. 1. Zekâsı yeterince gelişmemiş olan; ahmak; alık; bön. 2. {ağız} Görgü süz; aç gözlü. [DS] 3. ünl. Küçümseme sözü. S aptal aptal, A ptal g ib i; a p ta la ben z er şekilde.\\ ap tal baklası, {ağız} B ir tür bakla. [DS]|[ aptal ısla tan , {ağız} in c e in ce y a ğ a n yağm u r; a h m a k ıslatan. [DS]|| aptal olmak, Z ekâsını y eterin ce kullan am az h â le g elm ek ; a lık la şm a k . | aptal otu, {ağız} Yaş e s r a r otu. [DS]|| aptal öldüren, {ağız} K iiçiik y e ş il ren kli b ir tür y a b a n alıcı. [DS]|| aptal yerine kon mak, B ir şeyden h a bersiz veya b ir şey i bilm ez, a n lam az sanılm ak. aptalca, [aptal-ca] sf. 1. Biraz aptal, aptala benzer. 2. (apta'lca) zf. Aptala yakışır nitelikte, aptal gibi; ah makça; aptalcasına; bönce.
aptallaştırm a, [aptal-la-ş-tır-ma] is. Aptal hâline ge tirme. aptallaştırm ak, [aptal-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [ -ır ] Bir şeyi anlayamaz, bilemez duruma getirmek; ahmak laştırmak. aptallık, -ğı [aptal-lık] is. 1. Anlayış kıtlığı; aptal olma durumu; geri zekâlılık; bönlük. 2. Aptal bir kimsenin niteliği. 0 aptallık etmek, A ptalca d a v ranm ak, a k ılsızlık etmek.\\ aptallığa vurdurm ak, B ir şey i anlam azm ış, bilm ezm iş g ib i görünm ek. apteriks, [Fr. aptéryx] is. zool. Yeni Zelanda’da yaşayan, türünün tek örneği kanatsız bir kuş; kivi, aptes, [Far. âb+dest] is. Abdest. fi1 aptesinde şüphe olm amak, 1. K en disin den em in o lm a k ; kendine güvenm ek. 2. K o rk u laca k, ç ek in e c ek b ir durum olmamak.\\ aptes tazelemek, Yeniden a b d es t alm a k .|| aptes verm ek, 1. A zarlam ak. 2. C ezalandırm ak. apteshane, [Far. âb+dest-hâne] is. Büyük ve küçük boşaltım ihtiyacının giderildiği ve gerekli temizli ğin yapıldığı yer, aralık; ayakyolu; hela; kenef; ku bur; memişhane; tuvalet; W C; yüznumara; hacet yeri. aptessiz, [abdes-siz] sf. 1. Abdestsiz. 2. m ec. Doğuş tan ahlaksız olduğu kabul edilen; arsız; çekinmez; yırtık. S abtessiz yere basm am ak, D inin em ir ve y a sa k la r ın a titizlikle uymak. aptiri, [ap (yans.) > ap-tir-i] {ağız} sf. "Saçma sapan" konuşmayı belirtmekte kullanılan "aptiri saptiri" sözünde geçer. [DS] apuk, -ğu [ab-uk / ap-uk Jjjl] {eAT} {ağız} is. Avurdu şişirip parmakla vurarak ses çıkarmak. [DS] apukurya, [Yun. abokria (etsiz)] is. Hıristiyanlıkta oruçtan önceki et kesimi yortusu, apul, [ab / ap (yans) > apul] is. Düzensiz adım atma, sendeleme, emekleme, şişmanlıktan yürüyememe durumunu belirten yansımalı gövde. S apul apul, K az ve ö r d e k le r ile tom bul çocu kların yap tığ ı g ib i iki y a n a sa lla n a sa lla n a yürüm ek; b a d i b a d i; p a y tak paytak. {eAT} (aynı)||apul apul yürüm ek, {eAT} ik i y a n a sa lla n a s a lla n a yürüm ek. apulam ak, [ap (yans.) > ap-ul-a-mak JoIÎjjT] {eAT} gçl. f i [- r ] Gönlünü hoş etmek; okşamak. S1 apulayu görm ek, {eAT} Olmamayı a lışk an lık edinm ek. apur, [Erme, apur / abur jjjJ] {eAT} {ağız} sf. Dağınık. [DS] S apur sapur, {eAT} K a rm ak arışık; d ağın ık; p erişan .
0* 1 1 !
271
apurcın, [apar-mak > apur-cm] {ağız} is. Eşkıya; haydut. [DS] apuskal, [Yun. âpasgoliön] /ağızj is. Başlanmış bir işin yarıda bırakıldığı yer. [DS] apuşak, -ğı [ap-uş-ak] {ağtzjsf. -*• apışak. [DS] apuşka, [apış-mak > apuş-ka] {ağız} is. Avcıların tüfeklerine dayanak yaptıkları bir metre boyunda, ağaçtan yapılmış, açılır kapanır bir tür sehpa. [DS] apuşmak, [apış-mak / apuş-mak] {ağız} dönşl. f i [ur] Birinin üzerine çullanmak; asılmak. [DS] -ar-, [-r- / -ar- / -er- / -ır- / -ir - / -ur- / -ür-] {eT} {eAT} yap. e. 1. Fiillerden geçişli fiil yapan ek. {eT} {eAT} (aynı) kit-er-m ek (giderm ek) çık-ar-m ak, k o p -a rmak, everm ek, ba şa rm a k, onarm ak, {eT} sa rığ -arm ak (sararm ak). 2. {eAT} y a p e. İsimlerden geçişli ve geçişsiz fiiller türetir, a k > ağ -ar-m ak, boz-armak, bel-ir-m ek, ev-er-m ek, su v-ar-m ak. 3. Renk isimlerine gelerek bu renge dönüş kavramı katan fiiller yapar: ya şa rm ak , y eş erm e k (yaş-ar-m ak), a ğ a rm a k (ak-ar-m ak), g ö ğ e rm ek (gök-er-m ek). 4. Fiillerden geçişlilik veya ettirgenlik kavramı taşı yan fiiller yapar: çıkarm ak, g id erm ek (git-er-m ek), koparm ak. -a r1, [-ar / -er] çek. e. -*• -r 1. {eAT} (aynı) -ar2, [-r / -ar / -er / -ır /'-ir / -ur / -ür] {eT} {eAT} çek. e. -* -r 1. -ar3, [-r / -ar / -er / -ur / -ür / -ır / -ir / -maz / -mez] {eT} {eAT} y ap. e. - * -r2. -ar4, [-r / -ir / -ır / -ur / -ür / -ar / -er] {eT} y ap. e. -*• r -ar5, [-ar / -er] {eAT} yap. e. Geniş zaman ortacı olan “-an” değeri ile kullanılır. "Ehl-i kizbirı kelâm ı uçar (uçan) s e r ç e gibidir. " Mevahibü’l-Flallak fıMeratibü’l-Ahlak. -ar6, [-ar / -er / -(ş)-er / -(ş)-ar] yap. eki. 1. Sayılardan ve sayı yerine geçen isimlerden sıfat türeten ek. Üleşme, paylaşma kavramı katarak üleştirme sayı sıfatları yapar; {eT}(aym): a ltışa r (dilim), y e d iş e r (gün), e lliş e r (sayfa), b ir e r (elm a), ik işer (ekm ek), yüzer (lira), bin er (altın). 2. "Az, ç o k ” kelimelerine gelerek zarflar yapar. -ar7, [-ar / -er] {eAT} y a p e. Gelecek zaman ortacı “acak” anlamında. S -a r olm ak, -a c a k olm ak. Ar, [Yun. argon (etkisiz)] kısalt, kim. Atom ağırlığı 39,94, atom numarası 18 olan, havanın birleşimin de yüzde bir oranında bulunan, renksiz, kokusuz basit bir gaz olan argon elementinin kısaltması. a r1, [a r] (a :r) {eT} is. Arka; geri. [ETY] ar , [ar] {eT} sf. Kestane rengi; kumral; konural. [DLT] B a r böri, Sırtlan. [DLT] ar3, [Ar. ‘âr jU ] (a :r) { OsT} is. Utanma duygusu; ha ya; utanç; hicap. S a r belası, Nam usunu koru m a kaygısı; nam us bela sı. || a r d am an çatlam ak, Utanma duygusunu k ay b etm ek ; u ta n ılaca k şey leri hiç utanm adan yapmak.\\ ar etmek, Utanç v e r e c e k bir davranıştan ötürü utanm ak, sıkılmak.\\ arına gitmek, B ir sö z veya davran ıştan ötürü incinm ek,
A RA
üzülm ek; haysiyetine dokıınmak.\\ arı satmış, na musu kiraya vermiş, Utanma ve nam us g ib i duy g u la rı terk etm ekle kalm am ış üstelik kötü y o la sap m ış k iş iler için kullan ılır,|| ar namus, U tanç hissi. || ar namus tertem iz, Utanç ve nam us g ib i üstün n itelikleri terk etm iş kişinin bu ö zelliğin i b e lirtm ek için kullanılan sö z .|| a r ve hayâ perdesi yırtılm ak, U tanm am ak; utanç duym am ak. || a r yılı değil k âr yılı, Utanmayı b ır a k a r a k s a d e c e çıkarın ı diişiinm e zam anı. a r4, [Lat. area (yüzey) > Fr. are] is. Yüz metre karelik alan ölçüsü birimi; sembolü a ’dır. -a ra , [Far. ârâsten (süslem ek) > -ârâ / -ârây
/ l_,T]
( a ;r a :) {OsT} son ek. Eklendiği Farsça kelimelere "süsleyen, donatan " anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. a r a 1, [eT. âr-mak (arasın dan g eçm ek) > ar-â 1_>T] (ara :) is. 1. İki yeri veya nesneyi birbirinden ayıran uzaklık; açıklık; mesafe; boşluk; aralık. {e T ve eA T} (aynı)[Gabam\ [Yiiknekî] [İKPÖy.] [EUTS] 2. {eT} Orta; meydan. [EUTS] 3. is. {eAT} Y er; mahal; mekân; mevki. 4. İki olay veya olgu arasındaki zaman farkı; fasıla. "Aradan y ılla r geçti, işte o günden b eri / N e zam an y o ld a b ir h a n a rastlasam irk ilirim .” F. Nafiz Çamlıbel. 5. {eAT} Orta yer; meydan 6. Sahne oyunlarında dinlenme süresi; ant rakt. 7. spor. Futbolda 4 5 ’er dakikalık dönemler arasındaki dinlenme süresi; haftaym. 8. Basket ve voleybol oyunlarında takımların aldıkları birer da kikalık dinlenme ve talimat alma süreleri; mola. 9. Toplu nesne veya kişilerin içi. 10. Y aş farkı. 11. m ec. Kişilerin birbirleri ile ilgili yakınlıkları; dost luk; samimiyet. 12. {eTj zf. Arası; arasmdaortasmda; içinde. {eAT} (aynı) [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] [Üç İtigsizler] [DLT] 13. {eAT} Vakit; sıra; esna. 14. {eAT} Zaman zaman; ara sıra; vakit vakit. 15. {eAT} İçinde; arasında. 16. {eAT} Kişiler arasındaki ilişki; yakınlık. S ara açılm ak, D argın lık çıkm a k; b o zu şm ak,|| ara açm ak, K işiler a ra sın d a k i dostluğu bozm ak, ilişkilerini kestirm ek; bozuşm aya s e b e p olm a k ; d a rg ın lık y a ra tm a k .|| a ra ara , 1. A ralıklı o la r a k ; zam an zam an. 2. Yer y e r .|| a ra ay, R a m a zan bayram ı ile K u rban bayram ı a ra sın d a ki A rab i on birin ci a y olan Zilkade.\\ a ra bağı, {ağız} anat. Burun direği. [DS]|| a ra beyin, anat. Beyin y a rı k ü releri ile beyin sa p ı a ra sın d a y e r alan , uyku ve m etabolizm a g ib i p e k ç o k hayati faa liy etin m erkezi olan bölü m . \\ ara bilanço, Y asal z o r la m a o lm a k sı zın isteğ e ba ğ lı o la r a k düzenlenen bilanço.\\ ara boğaz, {ağız} S alon ; h o l; a ralık. [DS]|| ara bono, Ö d em eler düzenlenirken a sıl ö d em elerin dışın da y a p ıla c a k ö d em ey i belirley en ikinci b ir e k b on o. || a ra bozmak, K işile r a ra sın d a k i iyi ilişkiyi g id e r m ek; iki kişinin d arılm asın a s e b e p olmak.\\ a ra bo zucu, in sa n la r a ra sın a düşm anlık so k a n kim se; fe s a t ç ı; fit ç i; m ünafık; müfsit. || ara bozuculuk, In-
ARA san lar a ra sın a düşm anlık sokm a, b irb irin e düşür m e ; fe s a tç ılık ; fitç ilik ; m ünafıklık; müfsitlik\\ ara bozulmak, G eçim sizlik çıkmak.\\ ara bulan, {ağız} H akem ; uzlaştırıcı. [DS]|| a ra bulmak, 1. İk i kişi veya iki topluluğu birb irin e yaklaştırm ak, dostluk larını sa ğ la m a k ; an laştırm ak; barıştırm ak. 2. {ağız} Vakit bu lm ak; eli d eğ m ek ; fır s a t bulm ak. [DS]|| ara bulucu, 1. T arafların an laşm asın ı sağ lay an kişi. 2. B irbirine kırgın olan veya an laşam ay an kim seleri barıştıran, an laştıran kim se; uzlaştırıcı.|| a ra bu luculuk, B irb irin e kırgın o la n veya an laşam ayan kim seleri barıştırm a, an laştırm a işi; uzlaştırıcılık.\\ ara buluculuk etmek, K işileri veya toplum ları uzlaştırm a işini yürütmek.\\ a ra cümle, B a ş k a la rı nın sözünü a k ta rm a k veya bir kon u da a çık la m a d a bulunm ak a m a cıy la b ir cü m le için de iki virgül veya iki k ısa çizgi a ra sın a alınm ış e k cümle.\\ a ra çizgi si, Ay yuvarlağının aydın lık ve k aran lık kısım ların ı birbirin den ayıran çizgi. || a ra çoru, {ağızj N ezle; grip. [DS]|| arad a bir, S ey rek o la r a k ; a r a s ır a ; bazı b a z ı; nâdiren. || arad a çıkarm ak, D iğ er işler a r a sın d a sö z konusu işi d e y a p ıv erm ek ; iş a ra sın a s o kuşturma!1.1| arad a kalmak, 1. Ezilm ek, bunalm ak. 2. Ç a resiz liğ e düşm ek. 3. m ec. A ra buluculuk y a p a r k e n suçlu durum a düşmek. 4. Söz ve sitem e uğ ra m a k ]|| arad a kan bulaşığı olmak, K ız a lıp ver m iş o lm a k; dünür o lm a k .|| arad a kaynam ak, (Asıl y a p ılm ası g e r e k e n le r için) k a rm a şa için de unutul m a k ,|| arad an , G eçm iş zam an dan ba h sed ilirk en “O zam an dan bu gün e kadar. ” an lam ın da kullanılır.\\ arad an çekilmek, ilişiğ in i k e s e r e k b ir d a h a g ö rü n m em ek,|| aradan çıkarm ak, 1. Ö tekilerle d a h a iyi ilg ilen ebilm ek için önem siz ve kü çü k olan b ir işi y a p ıp bitiriverm ek. 2. U zaklaştırm ak.|| aradan çıkm ak, 1. Kurtulm ak. 2. Vazgeçm ek. 3. İlişiğini k e s e r e k b ir d a h a görün m em ek. 4. (K üçük ve ön em siz görü n en için) b a ş k a işlerle birlikte y a p ılıp bitiriliverm ek. 5. {ağız} O rtaklaşa y a p ıla n işlerden, topluluğun içinden ayrılm ak. [DS] 6. {ağız} Zengin olm ak. [DS] 7. {ağız} A racılığı bırakm ak. [DS] 8. {ağız} M ü cadele dışı kalm ak. [DS] 9. {ağız} Yoksul olm ak. [DS]|| arad an götürilmek, {eAT} O rtadan ka ld ırılm a k ; y o k edilm ek]] aradan götürmek, {eAT} O rtadan kald ırm ak ; y o k etm ek.|| aradan kaldırm ak, I. Yok etm ek. 2. F a a liy etin e son v er m ek]] arad an k ara kedi geçmek, H afifi b ir dargın lık oluşm ak. || arad an su sızmamak, Ç o k sıkı dost olmak.\\ a ra danteli, B ir ça m a şır veya elbisen in iki p a rç a sın ı birleştirm ed e kullanılan dantel]] ara daşı, {ağız} I. D övüşte a ra c ıy a d eğ en taş. 2. B irbiri ile an laşm azlık için d e olan iki ta ra fça d a suçlu g ö sterilen üçüncü kişi. [DS]|| arad a vaz geçmek, {ağız} B ozuşm ak. [DS]|| a ra deniz, Büyük k a r a la r a ra sın d a bulunan okyan u slardan d a r bir b o ğ a z ile ay rılan d en iz ler.|| ara derdi, {ağız} N ezle; grip. [DS]|| aradın azun, {e J } Yeniden d irilm e ile ölüm a ra sın d a k i zam an, [EUTS]|| ara duvar, B ir bina
Ö IÜ M IÜ M M . için d e iki bölüm ü ayıran duvar]] a ra eşeyli, biy. G elişim in e a s ıl cinsiyeti ile b a şla m a sın a rağm en so n rad a n k arşı cin siyete dönüşen]] ara eşeylilik, biy. 1. E rk ek lik ile d işilik a ra sın d a b ir cinsiyet du rumu. 2. B ir cinsiyetten d iğ er cin siyete g eç m e du rumu]] ara ev, {ağız} S alon ; h o l; a ralık. [DS]|| ara görm ek, {ağız} E vlen m e kon usu nda a ra y a g ir e r e k isteklen d irm ek; yardım etm ek. [DS]|| ara görücü, Kız eviyle o ğ la n evi a ra sın d a k i ilişkileri düzenleyen kadın]] a ra göz, {ağız} 1. K ö y ev lerin d e iki o d a a ra sın d a y e r a la n ve fa z l a eşy ala rı koym aya y a r a y a n bölm e. 2. S alon ; h o l; a ralık. [DS]|| a ra günü, {ağız} fo lk . K ö y düğü nlerin de kınanın hazırlan dığı gün ile kın a y a k m a a ra sın d a k alan gün. [DS]|| ara hastalığı, {ağız} N ezle; grip. [DS]|| a ra ipi, A rab ay a koşu lan atların birbirin den ayrılm am ası için on ları b irb irin e b a ğ lay a n ip.|| a ra kapak, kütp. K itabın dış k a p a ğ ı ile iç k a p a k a ra sın d a y e r a la n çoğunluk la yaln ız kitabın adının y a zılı oldu ğu y a p ra k ]] ara kapı, 1. B ir bin a için d e iki ayrı bölüm ü birbirin e ba ğ lay a n kapı. 2. {ağız} S o k a k kapısın dan b ir içer d e k i kapı. 3. K om şu ile o rta k kapı. [DS]11 a ra ka ra r, B ir d a v a d a a s ıl k a ra rd a n ö n ce alın an d a v a ile ilgili ikinci d e r e c e d e k i ted b ir k ararı]] ara kedisi, {ağız} A ra b ozan ; m ünafık. [DS]|| a ra kere, {ağız} A ra sır a ; bazı b a z ı; b a z en ; seyrek. [DS]|| ara kesit, Ç izgilerin, yüzeylerin veya cisim lerin birbirin e d eğ d ikleri, k esiştik leri yer]] a ra kesmek, {ağız} N işandan ö n c e foz tarafı ile a n laşm a k; sö z kesm ek. [DS]|1 ara konakçı, biy. B ir a sa la ğ ın a s ıl k o n ağ a g eçm ed en ö n c e b ir vey a birden f a z l a evresin i g e çird iğ i canlı. || araları açık olmak, D ostlu kları o l m am ak; dargın ve g ü cen ik olm ak. || araları açıl mak, D ostlu k b a ğ la rı kesilm ek, birb iri ile dargın h â le gelm ek. || a raları bozulmak, D ostlu k ve a r k a d a şlık la rı s o n a erm ek ; d arılm ak]] araları iyi ol m ak, B irb irleriy le iyi b ir dostluk kurm uş olmak.]] araları hoş olm amak, A rala rın d a g erg in lik ve k ır g ın lık olm ak]] araların a k ara çalı gibi girmek, İki iyi a rk a d a şın dostluğunu bozm ak, b irb irin e düşür m ek]] araların a kara kedi girmek, İk i dost, çeşitli s e b e p le r le b irb irin e gücen m iş olm ak]] aralarına karışm ak, 1. B ir toplu lu ğa girm ek, o topluluğun üyesi olm ak. 2. B e r a b e r büyümek, yetişm ek. 3. A r k a d a şlık etm ek; düşüp kalkm ak]] aralarınd a dağ la r k adar fark olmak, B en z er n itelikleri ç o k az, fa rk lılık la rı ise ç o k fa z l a olm ak]] aralarınd a k ara çalı gibi bitmek, İk i iyi dostu b irb irin e g ü cen d ir m ek ; bozgunculuk etmek.]] aralarından k ara kedi geçmek, ik i dostun çeşitli s e b e p le r le b irb irin e g ü cen m iş olm ası. || aralarından su sızmamak, Ç ok iyi ve sıkı b ir dostlu k kurm uş olm ak, ç o k sam im i olm ak]] aralarını açm ak, D ostlu klarını g id erm ek ; b irb irin e düşm an h â le getirm ek. || aralarını boz m ak, D ostlu klarını g id erm ek ; b irb irin e düşman h â le getirm ek.]] aralarını bulmak, 1. K en d i ken d i lerin e ıızlaşam ayan iki k işi veya g ru bu anlaştırm ak,
1 B
T O T O » . 273
barıştırm ak. 2. A lış verişte sa tıcı ile alıcının te k lif ettikleri fiy a tın ortasın ı b u la ra k satışı g er ç ek le ştir m ek.|| araları yağ bal olmak, Ç o k iyi ve sam im i dost olmak.\\ a ra mal, S an ayide son ürünü eld e etm ekte kullanılan y a rı işlenm iş m al.|| aram ızda kalsın, “B u konuyu ikim izden b a ş k a bilen o lm a s ın .” an lam ın da sö z .|| ara nağme, K on u şm a s ır a sında konu ile ilgili o lm a d an y er siz c e söylen en söz. || ara nağmesi, müz. Tiirk m üziğinde bölü m ler arasın d a ça lm a n sözsüz p a r ç a . || ara nağmesi gibi, B ir şeyi sıkıntı, v er ec e k ş e k ild e ikid e b ir tek ra r ed erek.|| ara odası, {ağız} K ö y m isafir odası. [DS]|| ara oku, {ağız} A raban ın o rtasın d a a r k a din gil ile ön dingili birb irin e ba ğ lay a n a ğ a ç. [DS]|| ara renk, R esim de y a rı g ö lg e y i veren renkler.\\ ara salımı, {ağız} N ezle; grip. [DS]|| a ra seçim, G en el seçim ler dışında çeşitli n ed en lerle o la n b o şa lm a la r için y a p ılan seçim.\\ arası açılm ak, D ostlu kları bozulm ak, darılmak.\\ arası geçmeden, A raya uzun b ir sü re girm eden, hem en. || arası geçmek, U nutulacak k a d a r uzun sü re g eçm e k .|| arası hoş olmak, İyi bir dostluk kurm uş o lm ak.|| arası hoş olm am ak, A ra ların da g erg in lik ve kırgın lık olm ak. || arası iyi ol mak, iy i b ir dostlu k kurm uş olm ak. || arası iyi ol mamak, 1. A raların d a g er g in lik ve k ırg ın lık o l mak. 2. B ir şey d en h oşlan m am ak, z ev k almamak.\\ (..le) arasında dağlar k adar fark olm ak, Ç o k bü yük ve önem li fa r k l a r bulunmak.]] (..le) arası ol mamak, 1. G eçim sizlik için d e olm ak. 2. B ir şeyden hoşlanm am ak, zev k almamak.\\ arasına karışm ak, 1. B ir toplu lu ğa girm ek, o topluluğun üyesi olm ak. 2. B e r a b e r büyüm ek, yetişm ek.]] ara sıra, S ey rek o la ra k ; a r a d a b ir; bazı b a z ı; h e r vakit değil. «Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan.» F. N afiz Çamlıbel.]] arası soğumak, 1. Ö nem ini y itir e c e k k a d a r zam an geçm iş olm ak. 2. A rkası aran m ayıp unutulm ak.|| arası soğumadan, A raya uzun b ir sü re girm eden , hemen. || arası şeker renk olm ak, D ostlu kları iyi olm am ak, bozu lm ak ü zere olm ak. || arası uzam a dan, A raya uzun b ir sü re girm eden , hemen.]] ara sokak, A ra c a d d ey e a çıla n s o k a k .|| a ra söz, B ir anlatım da vtv ■'ilan e k açıklam a.]] a ra taksim , B ir den ç o k eserı,ı seslen d irild iğ i p r o g r a m la r d a m a kam lar a ra sın d a g e ç iş i sa ğ la y a n ezg i g ö ster is i.|| ara tümce, dbl. B aşkaların ın sözünü a k ta rm a k ve ya bir kon u da a ç ık la m a d a bu lunm ak a m a cıy la bir cümle için d e iki virgül veya iki k ıs a çizgi a ra sın a alınmış e k cü m le.|| a ra verdi, {ağız} P iç. [DS]|| ara vermek, 1. T ek ra r b a şla m a k ü zere çalışm ayı k es m ek; d u raklam ak. 2. K esilm ek ; dinm ek. || araya adam koym ak, Sözü g e ç e n birini, a r a c ı o la r a k kul lanmak.]] aray a alm ak, I. B ir toplu lu ğa k a b u l et mek. 2. E trafını çev irm ek; ku şatm ak; b a şın a üşüş mek; etrafın a toplanm ak.]] aray a girici, {eAT} 1. Engel. 2. M esafe. || aray a girm ek, 1. B ir b iri ile kavgalı o la n iki kişi veya tarafı u zlaştırm ak veya ayırm ak için işe k arışm a k ; m ü d a h ale etm ek. 2. B ir
iş ya p ılırk en o işi g ec ik tir ec e k b a şk a işlerin y a p ıl m ak zoru n da olm ası. 3. U zaklaştırm aya çalışm ak.]] aray a gitmek, 1. D eğ eri bilin m em ek; harcan m ak. «A raya gitti diye içlen m e b ah arın a, / Huduttan g ö türdüğün şan y etişir y â rın a !...» F. Nafiz Çamlıbel. 2. K a rışık lık için de n e olduğu, n erey e gittiği bilin m em ek, z a r a r görm ek. 3. {eAT} K a rışıklıkta t e l e f o l m ak. 4. B eğen ilm em ek. || ara yağ bal olmak, Ç o k iyi d o st o lm a k; sıkı f ık ı olmak.]] aray a karışm ak, K a la b a lık için e k arışarak, görü lü p bu lu n am am ak,|| aray a kılıç girmek, D övü şm ek; cen kleşm ek ,|| a r a ya koymak, Sözü g e ç e n birin i a ra cı o la r a k kullannjak.]] aray a laf karıştırm ak, Konuşm anın a k ı şın a uym ayan sö z le rle m ü d a h aled e bulunmak.]] aray a lakırdı karıştırm ak, Konuşm anın a kışın a uym ayan sö z le rle m ü d a h aled e bulunmak.]] aray a münafık girmek, 1. A rab ozu cu lar iş b a şın d a o l m ak. 2. A ra açılm asın a s e b e p olmak.]] araya so ğukluk girmek, D ostluk b a ğ la rı g ev şem ek ; b ir b i rinden h oşlan m am ay a başlam ak.]] aray a sokmak, 1. B ir kon u da sözü g eç e n birin i a ra cı y apm ak. 2. S ıra ile y a p ıla n bir işte, usulsüz o la r a k sıra dışın dan birinin işini yapm ak]] aray a sokuşturm ak, Zam an ve y e r bakım ından uygun olm ad ığ ı h â ld e b ir şey i y a p m a y a kalkışm ak.]] araya söz b ırak mak, D ed iko d u yapm ak. || aray a söz düşürmek, D ed ikod u yapmak.]] araya söz karıştırm ak, K o nuşm anın a kışın a uym ayan sö z le rle m ü d a h aled e bulunmak.]] ara yatı, {ağız} I. K o n a k y eri. 2. K o n a k la y arak ; k on ak la m a y o lu ile. [DS]|| ara yatı menzili, İk i m enzil a ra sın d a olağan ü stü durum lar d a k a lın a b ile c e k yer.]\ araya verm ek, 1. Yararsız b ir h a rc a m a d a bulunm ak. 2. {ağız} B o ş a sa lm a k ; ziyan a uğratm ak. [DS] || ara yer, 1. {eAT} A ra. 2. {ağız} O rtalık; orta. [DS]|| a ra yerden kaldırm ak, O rtadan kaldırm ak, y o k etm ek. || arayı açm ak, 1. Uzun zam an g eçm ek. 2. E ski dostlu k ve sam im iye tin kalkm ası.]] arayı bulmak, 1. D ostlu k k u rm a k 2. İlişk ileri istenilen şe k ild e düzen e sokm ak. || aray ı doğrultm ak, 1. D ostlu k kurm ak. 2. İlişkileri isten i len ş e k ild e düzen e so k m a k .|| arayı soğutm ak, 1. Uzun zam an g eçm ek. 2. E ski dostluk v e sam im iye tin kalkm ası.]] arayı yapm ak, 1. B irbirin e kırgın iki kişiyi barıştırm ak. 2. K en d in e dargın olan biri ile barışm ak.]] ara yerde, İk i n esn e v ey a kişi a r a sında, arada.\\ ara yön, Güney doğu, Kuzey doğu, Kuzey batı, Güney batı g ib i a n a y ö n ler a ra sın d a bulunan c o ğ ra fi yönler.]] a ra yüz, D eğ işik işlev lere sa h ip iki a le t gru bu a ra sın d a k i bağ lan tı (Ing. interface). ara2, - a ’i [Ar. 'üryan (çıplaklık) > ‘ara5
(a ra :)
{OsT} is. 1. Çıplaklık. 2. Bozkır; çıplak toprak. 3. Geniş boş arazi. 4. Bölge; mıntıka. 5. Komşuluk. 6. Avlu. a ra 3, -a ’i [Ar. rey (görüş)> ârâ’ * IjT] ( a :r a :) {OsT} is.
Ü IÜ M IÜ M E S Ö M .
ARA
1. Oylar. 2. Görüş ve düşünceler. S âra-yı umû arabe, [Ar. ‘arabe s -'W (a ra ıb e) {OsT} is. 1. Yavru miye, G en el o y lar; çoğunluğun oyu; referandum . ları emmesin diye koyun veya keçi memesine geçi a ra b 1, [Ar. ‘arab >_j.y ] {OsT} is. -* Arap. rilen torba. 2. A çık saçık konuşma, arab 2, [Ar. ârâb ‘J j f j (a :ra .b ) {OsT} is. 1. Akıllar; zekâlar. 2. Hileler; oyunlar. 3. İhtiyaçlar; hacetler, arab a, [Ar. ruba' (dörtlii)] is. 1. Çoğunlukla insan ve yük taşımakta kullanılan tekerlekli kara taşıtı. 2 . Atla çekilen tekerlekli taşıt. “ Yağız a tla r kişnedi, m eşin k ır b a ç şakladı, / B ir d a k ik a a r a b a y erin d e durakladı. " F. Nafiz Çamlıbel. 3. gnşl. Otomobil. 4. sf. Bir arabayı veya kamyonu dolduracak kadar. S arab a atı, A ra b a çek m ek te kullanılan ve bu işe alıştırılm ış at.\\ arab a evi, {ağız} K a ğ n ıd a tek erlek lerin üzerinde y ü k taşım aya y aray an tahta d ö şeli kısım . [DS]|| arab a falakası, Çift atlı a ra b a la r d a oku a tla ra bağ lay an ve koşum takım larının takıldı ğ ı çu b u k | arab a kullanmak, O tom obil sü rm ek.|| arabanın ön tekerleği nereden geçerse ark a te kerleği de oradan geçer, Ç ocu k la r a h la k ç a büyük lerinin etkisi altında k a la r a k y etişirler,|| arabanın tekerine taş koymak, B ir iş için güçlü k çıka rm a k; işin y apılm asın ı en g ellem ek ,|| arab a oku, H ayvan ların a ra b a y a koşulduğıı, ara ba n ın yönünü d eğ iş tirm eye y a ra y an boyunduruk ve ham ut g ib i a le tle rin bağ lan d ığ ı düz uzun a ra ç. ||arab a tutması, B a zı in san larda k a r a taşıtlarının h areketlerin d en d o ğ a n bulantı. ||arab a vapuru, K a ra taşıtlarının k ar şı kıyıya taşıyan vapur; a r a b a lı vapur.\\ arabayı devirm ek, argo. Uykuda ciiniip o lm a k; ham am cı olm ak, arabayı düze çıkarm ak, îşin g ü ç tarafını atlatm ak, ra h a tla m a k ; sela m ete çıkmak.\\ arabayı koşmak, A rabayı ç e k e c e k h ay v an la n ara ba n ın bıı iş için yap ılm ış y er le rin e b a ğ la m a k .|| arab a yolu, a rg o . K o la y ve zahm etsiz iş. arab acı, [araba-cı] is. 1. Arabayı süren, kullanan kimse. ‘H e r tarafta yükseklik, h er tarafta ıssızlık, I Yalnız a ra b a cın ın du dağın da b ir ıslık!" Faruk Na fiz Çamlıbel. 2. Araba yapan ve satan kimse. 3. {ağız} Küçük testi. [DS] arabacılık, -ğı [araba-cı-lık] is. Araba kullanma veya yapıp satm ı işi; arabacının mesleği, arabalı, [araba-lı] sf. Arabası olan, arabalık, -" i [araba-lık] is. 1. Araba konulan yer; garaj. 2. sf. Araba dolduracak miktarda. 3. (Yer için) belirtilen miktarda araba konulacak, araba sı ğacak kadar. ara b a n 1, [Fr. arabanne] is. Akasyadan elde edilen bir çeşit zamk maddesinin özü; arap asidi. arab an 2, [Ar. ‘arab > ‘araban
(a ra b a ;n ) {OsT}
is. müz. Eski klasik Türk müziğinde bir makam. S 1 arab an buselik, B ayatiarabarı m akam ının bu selik dörtlü v ey a b eşlisi ile s o n a eren biçim i.|| araban kürdî, B ay a tia ra b a n m akam ının kürdi dörtlüsü ile so n a eren biçim i.
arabesk, [Fr. arabesque] sf. 1. Arap tarzında; Arap biçiminde; Arap usulü. 2. is. İç içe geçmiş oyma çiçek şekillerinden meydana gelen süsleme biçimi. 3. B ir ressamın çizgiyi kendine has bir şekilde kul lanışı. 4. sf. gnşl. Bozulmuş, yozlaşmış, fi1 arabesk müzik, K a r a m s a r b ir gü ftesi ile kendini b e lli eden A rap m üziğinden m elo d ik izler taşıyan ve Türki y e 'de 1970 so n rası yay g ın laşan b ir müzik türü. arabeskçi, [arabesk-çi] is 1. Arabesk müzik sanatçısı. 2. Arabesk müziği çok seven kişi, arabeskleşme, [arabesk-le-ş-me] is. Arabeske ben zeme, arabesk tarzına yaklaşma, arabeskleşmek, [arabesk-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir] Tarzını arabeske yaklaştırmak, arabesk gibi olmak. A ’rabi, [Ar. ‘arab > a’rabı
IJ (a -ra b i:) {OsT} sf.
Göçebe Arap; bedevi, A rabi, [Ar. ‘arab > ‘arabı ^j.y-] (a ra b i:) {OsT} sf. 1. Araplarla ilgili; Araplara has. 2. is. Arap dili; Arapça. S arab î yüzlü, {ağız} in c e uzun yüzlü. [DS] A rabist, [Fr. arabiste] is. 1. Arap dili ve edebiyatı uzmanı. 2. On birinci yüzyılda Arap tıp okulunun usulünü benimseyen batılı hekimlere verilen un van. A rabistan, [Ar. ‘arab + Far. -istân jU —jjp ] öz. is. As ya'nın güneybatısında, Kızıldeniz ile Basra körfezi arasında uzanan yarımada; Ceziret'iil-Arab, fi1 Arabistan defnesi, bot. D efn egillerden , A sya ve Af rik a ’nm s ıc a k b ö lg elerin d e y etişen k ab u k la rı h e kim likte kullanılan a lm a şık y a p raklı, salkım g ö rü nümlü ç iç ek li çalım sı b ir bitki; y a k ı çalısı, D aphn e gnidium . A rabiyat, [Ar. ‘arab! > ‘arabiyyât
c j I ojp]
(arab iy a:t)
{OsT} is. Arap dili ve edebiyatı. Arabiye, [Ar. ‘arabî > ‘arabiyye ^y^] {OsT} sf. Araplaıia ilgili. A rabiyet, [Ar. ‘arabî > ‘arabiyyet] {OsT} is. 1. Arap ça ile ve Arap edebiyatı ile ilgili eser, kitap. 2. Arap edebiyatı, arabozan, [ara+boz-an] sf. (K işi için) iki kişi arasın daki dostluğu bozarak düşmanlık sokan; fesatçı; münafık; müzevir. arabozanlık, -ğı [ara+boz-an-lık] is. 1. İki kişi ara sındaki dostluğu ve uyumu bozma işi; fesatçılık; münafıklık; müzevirlik. 2. Bu tür kişinin davranış şekli; fesatçılık; münafıklık; müzevirlik. B1 arab o zanlık etmek, ik i kişi a ra sın d a k i dostluğu bozm aya kalkışm ak. araca, [Ar. sucarâ (hizm etliler)] fağız } is. Hamal. [DS]
_______________________________________________ A R A
aracı, [ara-cı ^ j l ] is. 1. Uzlaştırmak, anlaştırmak amacıyla araya giren kimse; uzlaştırıcı; mutavassıt; vasıta. 2. hıık. Bir sözleşmenin tarafları arasına hu kuki işlemle giren kişi; komisyoncu; simsar; tellal. 3. Üretici ile tüketici arasında alım satım işini üst lenen ve bundan kazanç elde eden kişi; acente; da ğıtıcı; dağıtımcı; distribütör. 4. {eAT'} Şefaatçi. 5. {ağız} İki yüzey oluşturan argaç ipliklerini birbirin den ayırmaya yarayan küçük ağaç çivi. [DS] 6. sf. Aracı olan; aracılık eden. S aracı koymak, T araf la r a ra sın d a uzlaşm ayı sa ğ la m a k için birin i g ö n derm ek.|j aracı olmak, T arafları u zlaştırm ak için a ra y a girm ek. aracılığıyla, [ara-cı-lı(ğ)-ı-(y)-la] zf. 1. Aracı olarak. 2. Bağlantı kurarak; vasıtasıyla; yoluyla, aracılık, -ğı [ara-cı-lık] is. 1. Aracının gördüğü iş; tavassut. 2. Aracı olma durumu. 3. İki nesne ara sındaki bağ. ö aracılık etmek, K işile r ve ta ra fla r a ra sın d a ki an laşm azlığ ı g id erm ek üzere a ra y a g irm ek; tavassut etm ek; a le t o lm a k ; m aşa olm ak. araç, -cı [araç] is. 1. Bir iş yapmak için gücünden yararlanılan alet ve makine; alet; edavat; donatı. 2. İnsanlar ve nesneler arasında bağlantı kurmaya ya rayan şey; vasıta. 3. Bir yere bir sonuca varmak veya ulaşmak için kendisinden yararlanılan yön tem, yol; vasıta. 4. Kara taşıtı. 5. huk. Kendi etkisi olsun ya da olmasın sonucun oluşmasında eyleme katılan şey. 6. {ağız} Araba oku; arış. [DS] 7. {ağız} Sınır işareti; büyük sınır taşı. [DS] S araç duru mu, dbl. Sözcüğün a r a ç g ib i kullan ıldığım y a da zam an bild iren sözcüğün b e lir te ç olduğunu g ö ste ren durum, -in ekiy le y a p ılır; yazıtı, kışım |[ araç durumuyla ikileme, dbl. Sözcüklerin h e r ikisinin de a r a ç durum ek i ald ığ ı ikilem e, için için,\\ araç tümleci, dbl. Eylem in h a n g i a r a ç la yapıldığın ı, ne ile g erçek leştirild iğ in i belirten tüm leç. Parayla al dım. araççılık, -ğı [araç-çı-lık] is. fiel, Düşünce, mantık, ahlak gibi soyut kavramlara ait biçimlerin yalnızca hayatın değişik şartlarına uyma araçları olduğunu ve bunların ancak yararlı olmaları ölçüsünde doğru sayılabileceğini ileri süren dünya görüşü; deneyci lik; aletçilik; enstrümantalizm. araçkm, [Ar. ‘arak (ter) + Far. -çln (toplayan )] {OsT} is. 1. -*• arakçın. 2. Eskiden gelinlerin başına duvak örtmekte kullanılan taca benzer gümüş başlık. 3. {ağız} Başa sarılan tülbent örtü. [DS] araçlam ak, [araç-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] Kavga edenleri ayırmak. [DS] araçlı, [ara-ç-lı] sf. 1. Araçla yapılan. 2. Araçlı ola rak. S araçlı jim nastik, spor. A tlam a beygiri, kulplu beygir, d en g e a ra cı, h a lk a lob u t g ib i a r a ç la r ku llan arak veya bu tür a r a ç la r y ard ım ı ile y a p ıla n jim nastik. ||araçlı tümdengelim, mant. A risto m an-
tığının esasın ı oluşturan ve d a h a so n r a İslam dün y a sın d a kullanılan bir a k ıl yürütm e m etodu; kıyas. araçsız, [ara-ç-sız] sf. 1. Araç kullanmadan. 2. Doğ rudan doğruya; vasıtasız; bilavasıta, araçsızlık, -ğı [ara-ç-sız-lık] is. Araçsız olma duru mu. arad , [Far. ârâd aljT] (a ;ra :d ) {OsT} is. 1. İranlılarda her güneş ayının yirmi beşinci günü. 2. O gün yapı lan işlerden sorumlu olduğu sayılan meleğin adı. A ’raf, [Ar. ‘urf (yüksek.kum tep esi) > a ‘râf «_sljJ^'] (ar a :f) {OsT} is. 1. Tepe; sırt. 2. öz. is. Cennet ile Ce hennem arasındaki set. 3. m ec. İki zıt şey arasında kalmış olan; ne birine, ne de ötekine ait olan du rum. S A ra f’ın alevleri, A llah 'm sev g ili kullarının cen n ete girm eden ö n ce gün ahlarının k efa r eti için g ö r e c e k le r i g e ç ic i azap.\\ A r a f ta kalmak, 1. Gü nahı ve sev a b ı den k olan m üm inlerin C en net ile C ehenn em a ra sın d a kalm ası. 2. m ec. ik i şey a r a sın d a tereddüt etm ek.|| A raf suresi, K u r ’an-ı K e rim ’in 2 0 6 ayetten m eydana gelm iş bulunan, A r a f ve A r a f ehlin i anlatan on ikinci suresi, a ’raf, [Ar. ‘örf > a‘râf
y-\] (a ra ;f) {OsT} is. Örfler;
âdetler. A rafat, [Ar. ‘arafat
(a raja .t) {OsT} öz. is.
Mekke’nin 16 Km. güney-doğusunda hacıların ari fe günü toplandıkları yer; Cebelü’r-Rahme (Rah met Dağı). S A rafat’ta soyulmuş hacıya dön mek, H er şeyin i kaybetm ek, ça resiz kalm ak. A rafiyan, [Ar. a‘râf > a'râfiyân jUâly-\] (a ra:fiy a :n ) {OsT} is. A raf ta bekleyenler; Araftakiler. aragan, [ara-ğan jMjT] {eAT} sf. Çok arayıcı; çok arayan. aragonit, [Fr. aragonite] is. j e o l. Kristalleri sekizgen görünümlü ve ilk defa 17 7 5 ’te Ispanya’nın Aragon eyaletinde bulunmuş olan beyaz, yeşil, mavimsi gri bir tür kalsiyum karbonat, arağ, [Ar. ‘ arak] {ağız} is. İçki; rakı. [DS] arağ a, [Lübnan Ar. ‘araka] {ağız} is. Yapılarda duvar örülürken taşların arasına konulan ağaç; hatıl. [DS] arağan, [ara-ğan] {ağız} s f Çok kaybolan. [DS] arahı, [Ar. ‘arak] (arakhı) {ağız} is. Rakı. [DS] arahti, [Yun. adrahti] {ağız} is. Kirmen. [DS] arais, [Ar. ‘arüs (gelin) > ‘arâ3is
y*] (a ra:is) {OsT}
is. Gelinler. araiz, [Ar. ‘arz > ‘arıza (sunm a) > a’râ’iz L)±s\y] (ara;iz) {OsT} is. 1. Sunular. 2. Sunulan, hediye edi len şeyler. 3. Üst makamlara yazılan mektup veya dilekçeler. -arak , [-a (z a r f f i i l eki) + rak (karşılaştırm a ek i) / erek / -y-arak / -y-erek] yap. e. Fiillerden eylemin yapılmakta olduğu kavramını veren zarflar yapar;
Ö IÜ M IÜ M E S Ö M .
ARA zarf-fiil ekidir: gü lerek, g id erek, y aza ra k. Eski Anadolu Türkçesinde [-ırak / irek / -urak / -ürek] biçimleri de vardır. « Ö p erek hem k u ç a ra k oynay ıra k / lu tf ile zevk it biraz an dan b ırak.» Kitabü’şŞemsiye. a ’ra k 1, [Ar. 'ırk (d am ar) > a’râk öly-Q (a-râk) {OsT} is. 1. Bitki kökleri. 2. Kök; asıl; sülale; nesil. 3. Bir varlığı besleyen ana damarlar. a ’rak 2, [Ar. a'râk
(a ra :k ) {OsT} is. 1. Ter. 2.
Damıtılarak elde edilen alkollü içki; rakı. arak 1, [Ar. 'arak
[Gabain] [EUTS] 3. {ağız} Sıra dağlar. [DS] 4. {ağız} İki şey arası; ortası. [DS] aralam a, [ara-la-ma] is. 1. İki şey arasında biraz boş luk bırakma işi. 2. m atb. Dizilmiş satırları geniş letme çubukları ile ayırma. 3. Sık olarak ekilmiş bitkilerin bir kısmını sökerek seyrekleştirme. 4. {ağız} Evlerin ara duvarı. [DS] 5. {ağız} Pehlivanla rın ilk defa güreşip yenişmeleri. [DS] S aralam a duvarı, İk i p e n c e r e a ra sın d a kalan du var; a ra la m alık. aralam ak, [âr-mak (arasın dan g eçm ek) > ara-la-mak
{OsT} is. 1. Ter. 2. Rakı. 6> a-
gçl. f i f - r ] [-l(ı)-y o r] 1. İki şey arasını biraz
rak -d âr, { OsT} T erli; terlem iş; terleyen.\\ arak-ı cebîn, {OsT} Alın teri. || arak -ı infial, {OsT} Çetin b ir m ü ca d ele esn asın d a dökü len t£r.\\ arak-nâk, {OsT} T ere batm ış; ç o k terlem iş.|| arak-nüş, {OsT} R a kı içen. ||arak -rîz, {OsT} T er d ö k en ; terleyen.
açmak, biraz boşluk meydana getirmek; ayırt et mek; arayı açmak; aralık bırakmak. {eAT} (aynı) 2. Ayırmak uzaklaştırmak. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Bitkilerin fazla dal ve çubuklarım kesmek; budamak; seyrekleştirmek. [DS] 4. {eT} {ağız} Ara larını bulmak; barıştırmak; kavga eden iki kişiyi araya girerek ayırmak. [DLT] [DS] 5. {eAT} Terk etmek; bırakmak; atlamak. 6. {eAT} {ağız} Arasında görünmek; aralarında dolaşmak; kalabalığı yarıp geçmek. [DS] 7. {ağız} Temizlemek. [DS] 8. {ağız} Derleyip toplamak; yerleştirmek. [DS] 9. {ağız} Tı nazın samanını tanesinden ayırmak. [DS] 10. {ağız} Güreşte veya dövüşte birkaç kişiyi dövüş dışı bı rakmak; haklarından gelmek. [DS] 11. {ağız} (İplik için) çözmek ve ayırmak. [DS] 12. {ağız} Uzaklaş mak; geride bırakmak. [DS] 13. {ağız} (Zaman için) uzamak. [DS] 14. {ağız} Değirmende, acele işi olan birinin sırasını öne almak; araya sokmak. [DS] 15. {ağız} Çok bağırarak sesleri bastırmak. [DS]
arak 2, -kkı [Ar. arakk Jjl] {OsT} sf. Çok ince; pek in ce; en ince; daha ince. arak 3, -ğı [Çing. arakava (eld e etm e, sa ğ la m a)] is. a rg o. 1. Çalıntı mal. 2. Çalma; hırsızlık, arak a, [Yun. arakos / arakas] is. bot. İri taneli bir be zelye çeşidi, arak çı, [arak-çı] {ağız} sf. argo. Hırsız. [DS] arakçılık, -ğı [arak-çı-hk] is. argo. Hırsızlık, arakçın, [Ar. 'arak (ter)+Far. -çın (toplayan) Crr^j^]
{OsT} is. 1. Teri emmesi için fes, kavuk ve külah altma giyilen ince pamukludan yapılmış bez takke; terlik; arakıye. 2. Üzeri işli kumaş takke. 3. Mendil. 4. {ağız} Eskiden gelinlerin giydiği bir tür taç; tak aralan m a, [ara-la-n-ma] is. 1. Aralanmak işi. 2. Ara ke. [DS] ■ kazanma. 3. Biri veya bir şey ile arasındaki uzaklı arakı, [Ar. ‘a r a k ı^ ] {ağız} is. Rakı. [DS] ğı biraz artırma; açılma. 4. istk. Biri ötekini bir de arakıye, [Ar. 'arak (ter) > 'arakıyye ^ j*-] {OsT} is. 1. virlik gecikmeyle izleyen iki olay arasındaki zaman Teri alan; terlik; arakçın. 2. Tiftik veya yünden dö farkı; kayma. vülerek yapılan ince keçe kumaştan külah; fötr. 3. aralanm ak, [ara-la-n-mak j^JIjT] edil.fi. [ -ır ] [eAT. Çoğunlukla dervişlerin giydikleri keçe külah, -u r] 1. Aralıklı hâle getirilmek; seyrekleştirilmek; araki, [Ar. ‘arakı Jijs-] (a ra k i: , k kalın söylenir) aralamak işine uğramak. 2. {eAT} (Zaman için) ara {OsT} sf. Terle ilgili; tere ilişkin, sı kesilmek; arası açılmak. 3. dönşl. fi. Kendi ken araklam a, [arak-la-ma] is. Araklamak, çalmak işi. dine aradaki mesafeyi arttırmak; uzaklaşmak; sey relmek. {eAT} (aynı) {ağız} 4. Biraz açılmak. [DS] 5. araklam ak, [Çing. arakava (sağ lam a) / Erme, arakel Ara kazanmak; ara sahibi olmak. 6. Arayı uzatmak; ( a c e le etm ek) I Ar. 'aralç (ter) > arak-la-mak] gçl. f i araya fasıla girmek; gecikmek. 7. a rg o. Ağır ağır [ - r ] argo. 1. Bir şeyi haber vermeden almak; aşır uzaklaşmak; yavaş yavaş savuşmak. mak; çalmak. 2. (Kız ve kadın için) yakın arkadaş lığını kazanmak; tavlamak, aralaşm ak, [ara-la-ş-mak _J] işteş, f i [-ır ] 1. Bir araklaşm ak, [arak-la-ş-mak] {ağız} dönşl. fi. [ -ır ] İyi yi, kötüyü ayırmak; ayıklamak. [DS] araklı, [arak-lı] {ağız} sf. Edepsiz. [DS] araklık, -ğı [arak-lık] {ağız} is. Boyut; ebat. [DS] arakop, [Yun. arolcopi (m ısırları seyreltm e)] {ağız} is. Birinci çapadan önce seyreltilen, aradan koparı lan fideler. [DS] aral, [ara-1] {eT} is. 1. Sık çalılık. [Gabain] 2. Ada.
birinden ayrılmak; aralık durmak; uzaklaşmak; {18.yy.} {ağız} (aynı). [DS] 2. Seyrekleşmek. 3. Ara durumuna gelmek; aralık oluşmak. 4. {ağız} Uzak laşmak; defolmak. [DS] S A ralaş! {ağız} "Uzaklaş, d e fo l! an lam ın d a kovm a ve h a k a ret sözü. [DS]|| aralaş olmak, {ağız} Kovulm ak. [DS] aralaştırm ak, [ara-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır ] İki şeyi birbirinden biraz ayırmak; aralık bırakmak.
ir u ı n iR M iii.2 7 7
ARA
aralatm a, [ara-la-t-ma] is. Aralatmak işi.
araltı, [ağır+alt-ı] {ağız} is. Yük; engel; ağırlık. [DS]
aralatm ak, [ara-la-t-mak] gçl. fi. [-ır ] 1. Bir kimseye iki şeyin arasını biraz açtırmak; seyrekleştirme işini yaptırmak. 2. {eATj (ağız} Arasını açmak; ayırmak; seyrekleştirmek. [DS] 3. (ağız) Ayırtmak; temizlet mek. [DS] 4. (ağız/ Bir miktar tahılı değirmende sıraya girmeksizin öğüttürmek. [DS] 5. {ağız} So ruşturmak; araştırmak. [DS]
-a ra m 1, [-r-am / -ar-am / -er-em / -ır-am / -ir-em / ur-am / -ür-em] {eAT} çek. e. - * -ram. -aram 2, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-m / -a-rva-m / ır-ın / -a-r-am] {eAT} ç e k e. -*■ -rmen.
aralı2, [aral-ı] {eT} is. Çalılık. [ETY]
a ra m 1, [ara > ara-m] {ağız} is. 1. Fırsat; uygun za man. 2. Aralık; fasıla. [DS] S aram aram , 1. Z a m an zam an ; a r a sıra. 2. Yer yer.\\ aram sekem, {ağız} A ra sır a ; bazen. [DS]|| aram taram , K a rm a karışık.
aralıcak, -ğı [ara-lı-cak ji-bT] {aAT} is. Aralık; dar a-
aram 2, [Far. ârâmiden (dinlenm ek) > ârâm ?ljT] (a :-
aralı1, [ara-lı] {ağız} sf. Uzak. [DS]
ralık. aralık, -ğı [eT. âr-mak > âr-a-lık JiljT] is. I. İki nes
ra :m ) {OsT} is. 1. Dinlenme. 2. Durma. 3. Kalma; karar kılma. 4. Rahat, huzur. 5. Müddet. S ârâm bahş, {OsT} D in lendirici.|| ârâm -cü , {OsT} D in len m ek isteyen. || ârâm -cüyâne, {OsT} D in lenm ek . isteyen e y a k ışır tarzda.|| ârâm -cüyî, {OsT} D in len m e isteyiş.|| ârâm -gâh, {OsT} D in lenm e yeri.\\ ârâm -gâh -ı ebedî, {OsT} Sonsuz o la r a k dinlenilen y e r ; m ezar. \\ ârâm -gâr, {OsT} (K işi için) ra h a t y a şay an ^ ârâm -geh, {OsT} D in lenm e yeri.\\ ârâm güzîn, {OsT} D in len en ; oturan. ||ârâm -ı can, {OsT} G önü l rahatlığı.\\ ârâm -ı dil, {OsT} G önü l din len diren (sevgili).|| ârâm -rü b â, {OsT} R a h at k a çıra n ; huzur bozan .|| ârâm -sâz, {OsT} O turan; y e r le ş e n .|| ârâm -süz, {OsT} R a h at k a çıra n ; huzur bozan .||
ne arasındaki açıklık; ara; mesafe; {eAT} (aynı). 2. Olaylar arasındaki zamana dayalı boşluk. 3. Sıra; esna; {eAT} (aym). 4. Fırsat. 5. Vakit; zaman; süre; mühlet; vade; {eAT} (aym). 6. Bugünkü takvimde yılın son ayı; on ikinci ay; kânunuevvel; ilk kanun; birinci kanun. 7. mim. Odalarla sofalar arasında ve ya banyo tuvalet gibi alanlara geçerken bırakılan boşluk; geçit. 8. {eAT} Y er; mahal. 9. {ağız} İki ev veya duvar arasındaki boşluk. [DS] 10. {ağızj Çık maz, dar sokak. [DS] 11. {ağız} İki ev arasında yapı lan duvar; bölme. [DS] 12. {ağız} İki tarla arası; ekin arası. [DS] 13. {ağız} Ortalık; orta yer. [DS] 14. {ağız} Ramazan ve Kurban bayramları arasında ka a ram 3, [Hint aram / ram] {eT} is. Birinci ay. [Galan ay; Zilkade. [DS] 15. {ağız} Hayvanın ön aya bain]ff aram ay, {eT} 1. U ygurlarda yılın ilk ayının ğından arka ayağına takılan köstek. [DS] 16. {ağız} adı. [EUTS] 2. {eT} M uharrem ayı. [EUTS] Aralık hastalığı; nezle; grip. [DS] 17. sf. Tam ka aram 4, [Ar. İrem > ârâm fljT] (a ;ra :m ) {OsT} is. Çöl panmamış; yarı açık. 0 aralığa gitmek, F a rk ın a lerde yol bulmakta yardımcı olması için dikilen varılm adan ziyan olm ak. || aralık aralık, 1. Zam an taşlar; kilometre taşları, ve fır s a t bu ld u kça; zam an z am an ; vakit vakit; a r a lıklarla. 2. Diizgün o lm a y a ra k .|| aralık bırakm ak, aram a, [ara-ma] is. 1. Aramak işi ve girişimi. 2. Bir şeyi bulma çabası. 3. Öğrenmeye çalışma. 4. huk. K apı p e n c e r e g ib i şey leri tam kapatm am ak, biraz Suçlu veya suç unsuru bir şeyin saklanabileceği a ç ık bırakmak.\\ aralık bitkileri, Ç o k g ü b reli to p yerleri araştırmak. 5. Maden ve petrol yatağının ra k la rd a veya y o l k en a rla rı ile b a ğ b a h çe, ev a r a bulunabilmesi için yapılan teknik çalışmanın tümü. ların da y etişen bitkiler.\\ aralık bulam am ak, F ır S aram a em ri, Suçlu veya su ç unsurunun a ra ştı sat y a ka la y a m a m a k .|| aralık bulm ak, Zam an ve rılm asın a d a ir y etkili m akam ın verdiğ i yazılı veya fır s a t yakalamak.\\ aralık dölü, {ağız} P iç. [DS]|| aralık etmek, K a p a lı olan b ir şey i bira z a çm a k ; sözlü emir.\\ aram a k ararı, Suçlu veya su ç unsuru aralamak.\\ aralık kapı, {ağız} E v lerd e ilk k ap ı ile nun ara ştırılıp bu lu n abilm esi için m ahkem en in ikinci k a p ı a ra sın d a k i a ralık. [DS]|| aralık iyisi, verdiğ i karar. \\aram a taram a, I. P o lis tarafından {ağız} Ö lm eden ön ce, hastan ın g e ç ic i o la r a k iyi g e n e l y e r le r d e su ç unsuru m ad d e taşıyan ları tespit leşm esi durum u; ölüm iyisi. [DS]|| aralık oyunu, ve y a k a la m a k için y a p ıla n aram a. 2. D enizdeki B ursa d o la y ların d a oynanan türkülü b ir oyunu. j| m ayınların toplan m ası ve y o k ed ilm esi işi. ||aram a aralıkta kalm ak, 1. Unutulmak. 2. G örü lm em ek; yapm ak, B ir suçluyu veya su ç unsuru b ir şe y i bul f a r k edilmemek.\\ aralık ürünü, N öb et ürünlerin m a k a m a cıy la y a p ıla n aram a. den birisi veya iki a s ıl ürünün g elişim sü releri a r a aram ak, [eT. ar-kâ-malc > ara-mak gçl fi M sında toprağ ı azot bakım ın dan zen gin leştirm ek için [-r(ı)-y o r] 1. Birini veya bir şeyi bulmak için ça ekilen y e ş il bitkiler.\\ aralık verm ek, 1. B ira z du lışmak. [ETY] 2. Bir şeyin veya kimsenin eksikliği rak la m a k ; a r a verm ek. 2. F ır s a t çıkm ak. ni hissetmek, özlemek. “A ram azdık g e c e m ehtabı aralıklı, [ara-lık-lı] sf. 1. Aralarında mesafe olan. 2. yüzün p a rla rk en , / B ir u zak y ıld ız a ben zerdi güneş zf. Aralarında mesafe olarak, sen varken. ” F. Nafiz Çamlıbel. 3. Hâl hatır sor aralıksız, [ara-lık-sız] sf. 1. Aralarında mesafe olma mak, ziyaret etmek. 4. Önem vermek, değer bulyan. 2. zf. Aralarında mesafe olmaksızın.
filİMIİMCÎSÖM.
ARA malc. 5. Bulunma sebebi. Sen bu ra d a ne arıyorsun? 6. Yöntem geliştirmek. 7. Araştırmak. 8. m ec. Bir şeyin olmasına çalışmak; aranmak. Huzur a ram ak. 9. {eAT} Yoklamak; incelemek. S aram a! B u la b i leceğ in i sanm a, y o k .f| aram ak taram ak, Titiz bir şekild e, d ikk atlice aram ak, g özd en geçirm ek. || a ra m akla bulunmaz, Ç o k az rastlanır.\\ arayıp bul m ak, K en di isteği ile, davran ışları ile kötü b ir s o n u ca ulaşmak.\\ arayıp da bulam am ak, Ç o k d eğ e r verilen şey le beklen m ed ik b ir şe k ild e k arşıla şm ak ,|| arayıp soranı olm amak, K im s es iz .' arayıp sor m ak, B irin i ziy a ret etm ek, hatırını so rm a k ; sa ğ lı ğından h a b e r alm ak. |j arayıp sorm am ak, ilişk iy i kesm ek. ||arayıp taram ak, Titiz b ir şekilde, dikkat lic e aram ak, gözden geçirm ek. aram akçı, [âr-male (aldatm ak) / ârmak-çı] {eT} is. 1. Sihirbaz. [ETY] sf. 2. Kurnaz; aldatıcı. [ETY] A ram ca, [İbr. Aram (Nuh'un torunu) > Aram-ca] (a.ra'm ca) is. Batı Sami dilleri. A ram i, [İbr. Aram (Nuh'un torunu) > ârâmî ^ I j î ] (a :ra :m i:) {O sl} is. Aramca. aram i, [Far. ârâmiden (dinlenm ek) > ârâmî ^IjT] (a :ra ;m i:) fOsT) is. Dinlenme; rahatlık, aram ide, [Far. ârâmiden (dinlenm ek) > ârâmîde o-b-oljT] (a :ra :m id e) sf. Dinlendiren; dinlendirici; sa kin. A ram iler, [İbr. Aram (Nuh'un torunu) > Aramî-ler] (a ram i.ler) is. Mezopotamya'da pek çok devlet kurmuş bulunan Sami ırktan bir kavim, aram iş, [Far. ârâmiden (dinlenm ek) > ârâmiş ^ i j î ] (a :ra ;m iş) { OsTj is. Huzur; rahatlık, aram ram , [Ar. ‘aramram
jOsT} is. 1. Pek çok
asker. 2. Pek şiddetli durum veya iş. a ra n 1, [Far. ârân jljT] (a :ra :n ) {OsT} is. Dirsek. aran 2, [? aran jljl] {eT} is. 1. Ahır; tavla. [DLT] 2. {ağız} Tütün dizmek, kurutmak için kullanılan üstü kapalı yer; sergi. [DS] 3. {ağız} Kağnı ile saman çekmek için ağaçtan yapılan kanat. [DS] 4. {eAT} Sal; tabut.
aran J, [? aran] {ağız} is. 1. Kuytu ve sıcak yer. 2. Ova. 3. Yayla. [DS] a ra n ç 1, [ara-nç] {ağız} is. Dava. [DS] aran ç2, [âr-m ak> ar-anç] {ağız} is. Yamaç. [DS] arangı, [aranı] (aranı) {ağız} is. Şimşir ağacı. [DS] arangım ak, [aranı-mak] fa r a n m a k ) {ağız} gçsz. f . [ır] (Yağmur, kar için) yağmaya ara vermek; geçici olarak dinmek. [DS] arangi, [? aranı] (aran i) {ağız} i. Kavak ağacı. [DS] aranılm a, [ara-n-ıl-ma] is. Aranılmak işi. aranılm ak, [ara-n-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Bir kimse nin veya nesnenin biri tarafından aranması. 2. Arzu
edilmek, istenmek; eksikliği duyulmak. 3. Söz ko nusu edilmek, hesaba katılmak, aran je, [Fr. arrange] sf. Düzenlenmiş, ö aranje et mek, D üzenlem ek. aranjm an, [Fr. arrangement] sf. 1. Düzenlenmiş. 2. is. Tertipleme; düzenleme. 3. Çeşitli bakımlardan uyuşabilen çiçekleri bir araya getirme. 4. Yabancı bir müzik parçasına notalarını değiştirmeden Türk çe sözler giydirme, aran jör, [Fr. arrangeur] is. miiz. Düzenleme yapan sanatçı. aranlıg, [aran-lığ] {eT} sf. Ahırlı; ahırı olan. [DLT] aran m a, [ara-n-ma] is. Aranmak işi. aran m ak [ara-n-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Kaybolan bir şeyi bulmak için üzerini ve çevreyi araştırmak. 2. {ağız} Kavga etmek için sataşmak; kavga istemek; kavgaya fırsat vermek. [DS] 3. {ağız} Tahmin et mek. [DS] 4. edil, f i Çok istenmek; revaç bulmak. 5. Eksikliği hissedilmek. 6. Başkası tarafından birinin üzerinde yapılan arama, aran tı, [ara-n-tı] {ağız} is. Ahırlarda iki hayvan arası na konulan uzun ve kalın ağaç. [DS] A rap , -bı [Ar. ‘arab
öz. is. 1. Arabistan halkın
dan veya bunların soyundan olan kimse; Fellah; Mağribî; Urban. 2. yanlış. Derisi siyah veya koyu olan kimse; zenci. 3. Çocukları korkutmak için uy durulan adı var kendi yok varlık. 4. Fotoğrafın ne gatifi. 5. argo. Baht; şans. 6. sf. Araplara özgü. 7. Rengi esmer olan. S A rabi gülmek, argo. İşleri iyi g itm ek: şan sı gülm ek. || A rabi uyanmak, argo, iş le r i iyi g itm eye b a şla m a k ; şan sı dönm ek,|| A rap aklı, D üşünm e ve a k ıl yürütm e y etisi kısıtlı; ilkel. || A rap , arab a yüzün k arad ır, demiş, K en d i kusu runu g örm ey ip b a şk a la rın d a kusur ara y an biri için sö y len ir. \\ A rap ardında, T ehlikeli ve korku lu du rum. | A rap aşı, {ağız} 1. D ondurulm uş p işm iş h a m urla s ıc a k o la r a k içilen tavuk eti ve suyu ile y a pılm ış, ekşili, a cılı ço rb a . 2. Ü zerine y a ğ ve y oğu rt d ö k ü le rek y en ilen b ir ham u r yem eği. [DS]|| A rap atı, K ü çü k y a p ılı o lm a sın a rağ m en ç o k d ayan ıklı ve iyi k oşan b ir b in ek atı cin si.||A rap bacı, Z enci dadı.\\ A rap çakm ağı, S ü rterek a teş a la n kav ç a k m a ğ ı.|| A rap çorap , alay. 1. A rap. 2. D eğ er li d eğ ersiz herkes. || A rap daşağı, {ağız} O rtaklaşa v erilec ek b ir ziyafette m a s ra fa katılm ayan üçüncü kişi. [DS]|| A rap dilini çıkarm ış, 1. B irbirin i tutmayan ren k ler. 2. D ikkat ç e k e c e k şe k ild e kırmızt.\\ A rap du dağı, 1. Siyah bey az iplikten dokunm uş pam u klu kum aş. 2. {ağız} O cakların y a n ın d a kibrit vb. koy m ak için y a p ılm ış g en iş b ir alt d u d a k biçim in deki çıkıntı. [DS]|| A rap harfleri, Cum huriyet dönem ine k a d a r kullanılan Türk alfabesi.\\ A ra p ’ın gözü açıldı, Yaşanan b ir o lay d an artık d ers alındığını, b ir d a h a aynı h a ta y a düşülm ek istenm ediğini ifa d e eder.\\ A ra p ’ı uyanm ak, Şansı dönm ek, a çılm ak .||
BÜKl g f » . 279______________________ A rap işi, {ağız} K atır. [DS]|| A rap kabağı, {ağız} K a r a k ab ak , [DS]|| A rap kadayıfı, {ağız} B ir tür ek m ek kadayıfı. [DS]|| A rap karısı, {ağız} Çirkin kadın. [DS]|| A rap kılçığı, {ağız} B uğdayın için de bulunan y u la fa b en z er b ir tür zararlı. [DS]|| A rap könçeği, {ağız} E b eg ü m eci türünden katm erli ve lezzetli b ir k ır otu. [DS]|| A rap meşalesi gibi p ar lamak, Ç o k ışık sa çm ak. ||A rap olayım, Ş a k a y ollu yem in sözü. || A rap osuruğu, {ağız} Siyah, kan atlı küçük b ir kokulu b ö cek . [DS]|| A rap oturağı, {ağız} D ere le rd e su akıntıların ın y a p tığ ı çukurluk. [DS]|| A rap oyunu, A n adolu 'nun p e k ç o k y erin d e oyn a nan b ir çeşit köy sey irlik oyunu.\\ A rap rakam ları, Bugün kullandığım ız on lıık sistem e g ö r e düzenlen miş rakamlar.\\ A rap sabunu, Yum uşak ve koyu ren kli sıvı sa b u n .|| A rap saçı, bot. R ezen e bitkisi(F oen icu lu m vulgare) 'nin s e b z e o la r a k tüketilen iplik şeklin d ek i taze yaprakları.\\ A rap saçı, K a rm a karışık, içinden çıkılm az ;'j.|| A rap saçm a dönmek, K arışm ak, için den çıkılm az h â le gelmek.\\ A rap sıtması, H er giin tutan sıtm a.||A rap sümbülü, bot. Z am bakgillerden y a p ra k sız ç iç e k sap ların ın tep e sin de salkım şeklin d e kiiçiik, m or veya b ey az ç iç e k ler a ça n b ir so ğ an lı bitki, (M uscari). || A rap şal gamı, {ağızj Siyah turp. [DS]|| A rap tavşanı, zool. K ıızey A frika ve A r a b is ta n ’d a y a şa y an boyu 20, kuyruğu 22 cm. k a d a r uzunlukta, tahılları kem iren m em eli b ir hayvan ; ta rla f a r e s i ; {eAT}, (Jacu lııs ja cu h ıs).|| A rap uşağı, A rap a sıllı; Fellah.\\ A rap uyandı, l . Yaşanan b ir o la y d an a rtık d ers alın dı ğını, b ir d a h a aynı h a ta y a diişm ek istenm ediğini ifa d e ed en söz. 2. T alih y a rd ım a başlad ı. || A rap ü Zengi (Arap ve Z enci), B ir du dağ ı y e r d e b ir dudağı g ö k te diye t a r if ed ilen b ir m a s a l cadısı.\\ A rap ye meği, {ağız} Tuz ve k a r a b ib e r k arıştırıla ra k y a p ıla n bir katık. [DS]|| A rap yolu, İm p arato rlu k d ön em i e l sa n a tların d a “a r a b e s k ” y er in e kullanılan terim .|| A rap zam kı, A fr ik a ’d a y etişen a ka sy a (A ca cia vera) ’lard an e ld e ed ilen k ah v eren g i şeffa f, y a p ışka n b ir m adde. A rapça, [Arap-ça] zf. 1. Arap usulünde; Arap’ın yap tığı gibi. 2. is. Arapların konuştuğu, Sami dillerin güney öbeğine giren bir dil. 3. Bu dile ait; bu dille ilgili. A rapçalaşm a, [Arap-ça-la-ş-ma] is. Arapça’nın özellilderini kazanma.
----------------------------------------------- -----------------------------A R A
kültür ve yaşayışını benimsemek, Arap gibi olmak. A raplaştırm a, [Arap-la-ş-tır-ma] is. Baskı veya di ğer yollarla Arap yaşayış ve kültürünü benimsetme. A raplaştırm ak, [Arap-la-ş-tır-mak] g ç ı j- ^_lrj Zor kullanarak veya başka yollarla Arap kültür ve ya şayışını benimsetmek; Araplığı kabul ettirmek Araplık, -ğı[Arap-lık]is. Arap olma durumu, a r ’ar, [Ar. ‘ar'ar y^p] / OsTf is. 1. Ardıç. 2. Dikenli ardıç ağacı; dağ servisi. 3. mec. Güzelin ince Ve uzun boyu. araro t, [İng. arrow (ok) + root (kök) > arrow-root] «■. Sıcak ülkelerde yetişen bir tür zencefilgillerin rizomlarından elde edilen nişasta. S ararot kamışı, A ntillerde yetişen ve kökünden a ra ro t eld e edilen b ir çeşit kam ış, (M arantha arıın din acea). a ’r a s 1, [Ar. 'urs > ‘arus (gelin) > a’râs ^ly-l] (a-ra:s) {OsT} is. 1. Gelinler. 2. Düğünler. a ’ras2, [Ar. ‘arşa (bo ş y er) > a'râş
(a-ra;s)
{OsT} is. Boş topraklar; arsalar, aras, [Ar. ‘a ra s ^ y ;] {OsT} is. Yorgunluk; bitkinlik. arasa, [Far. araste] {ağız} is. Tahıl, meyve ve bazı ürünlerin satıldığı yer; çarşı; pazar. [DS] S arasa uşağı, T ahıl kom isyoncusu. arasat, [Ar. ‘arşa (yer) > ‘araşât o l^ y ;] ('arasa;t) {OsT} is. 1. Arsalar. 2. öz. is. isi. Kıyamet gününde bütün ölülerin dirilerek toplanacağı yer. 3. {ağız} Ortalık; ara yer. [DS] S1 arasat cazısı, {ağız} Ara b o z an ; sö z taşıyıcı; m ünafık. [DS] araşıl, [ara-sıl] {ağız} sf. Paralel; koşut. [DS] arasız, \eT. âra-sız] sf. 1. {eT} Arasız; aracısız; doğ rudan. 2. zf. Devamlı, sürekli olarak; hiç ara ver meden. arasta, [Far. ârâste / râste T] {OsT} is. 1. Süs lenmiş. 2. Eski kapalı çarşılarda aynı eşyayı satan esnafın bulunduğu yer. 3. Ordugâhta kurulan çarşı, ordugâh çarşısı. 4. mim. Üstü örtülü ve dükkânları nın önü saçaklı çarşı, arastak , -ğı [Erme, arasdağ] is. 1. Tavan. 2. Yapıla rın üstünü örten çatının duvar ötesine kadar olan çıkıntıları; saçak; arıstak. araste, [Far. ârâsten (sü slem ek) > ârâste
A rapçalaşm ak, [Arap-ça-la-ş-malc] d ö n ş l.f. [ -ır ] Arapça özellik kazanmak.
arastegi, [Far. ârâste-gı
A rapçalaştırm a, [Arap-ça-la-ş-tır-ma] is. Arapça özelliği kazandırma.
a ’raş, [Ar. ‘arş > a'râş jilyM] (a -ra ;ş) {OsT} is. 1. Gö
A rapçalaştırm ak, [Arap-ça-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır] Arap dilinin özelliğini kazandırmak. A raplaşm a, [Arap-la-ş-ma] is. Arap olma, Araplığı benimseme.
araşit, -di [Fr. arachide] is. bot. Y er fıstığı,
A raplaşm ak, [Arap-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] Arap
(a ;r a ;s te g i;) {OsT}
is. Süslülük. ğün en yüksek tabakaları; arşlar. 2. Tahtlar. 3. Damlar; çatılar. 4. Direkler. 5. Pavyonlar, araşm ak, ara-mak > ara-ş-malc] işteş, f . [-ır ] 1. Bir birini aramak. 2. Hep beraber aramak, araştırı, [ara-ş-tır-ı] is. Araştırma.
ÛIÜMTİİlCt SÖZbİİH.
ARA
araştırıcı, [ara-ş-tır-ıcı] is. 1. Araştıran, inceleyen; tetkik eden. 2. sf. Meraklı; mütecessis. araştırıcılık, -ğı [ara-ş-tır-ıcı-lık] is. Araştırıcının yaptığı iş, meslek, araştırılma, [ara-ş-tır-ıl-ma] is. Araştırılmak işi.
3. Fasulye, bezelye gibi bitkilerin sarılması için di kilen sırık. 4. Kumaş kenarlarından kesilen ince parçalar; kumaş şeritleri. [DS] S arayış makası, {ağız} B a k ırcı m akası. [DS]
arayi, [Far. ârâsten > ârâyı ^.bTl (a :r a :y i:) {OsT} is. araştırılmak, [ara-ş-tır-ıl-mak] edil. f i [ -ır ] •Taştır Düzenleyicilik; süslemecilik, ma yapılmak, dikkatle gözden geçirilmek, arayiş, [Far. ârâsten (sü slem ek) > ârâyiş jîiljT] (o:~ araştırm a, [ara-ş-tır-ma] is. 1. Sanat, edebiyat \e bi ra:y iş) {OsT} is. 1. Süs; ziynet. 2. Süsleme; süslelim alanlarında yapılan disiplinli inceleme ve ça yiş. lışma. 2. Saklı bir şeyi bulmak için yapılan arama (a-ra:z) {OsT} is. 1. çabası; taharri, ö araştırm a filmi, B ir bilim sel a ’ ra z 1, [Ar. ‘arâz > a'râz araştırm ayı s a d e c e k ay d etm ekle e ld e ed ilen film . || Arazlar. 2. Kötüye yönelik belirtiler; kötü işaretler. araştırm a görevlisi, Yüksek öğretim kuru m larında 3. tıp. Hastalık belirtileri; semptom. 4. m ec. İnsana yapılan a ra ştırm alard a y a rd ım cı olan veya bu k o musallat olan; kaza; kader; kazalar; felaketler. 5. nuda verilen g ö rev ler i y a p an öğretim üyesi y a r{ağız} Hastalık; dert. [DS] dım cısı.|| araştırm a kitaplığı, kütp. A raştırm a ku a ’raz2, [Ar. ‘ırz > a’râz 0 (a :ra :z ) {OsT} is. Irz ru m lan ile a ra ştırm acı g ru p la ra hizm et etm ek alar; namuslar. m acıyla kurulan kitaplık. a ra z 1, [ara-z] {ağız} sf. Aralıklı. [DS] S1 araz d araz, araştırm acı, [ara-ş-tır-ma-cı] is. Bilim ve sanat a{ağız} (D oku m alar için) s e y rek ; a ralıklı. [DS] lanlarında disiplinli araştırma yapan kişi; araştır araz2, [Ar. ‘arz (gösterm ek) > ‘araz ^ y^ ] {OsT} is. 1. man. İşaret; belirti; iz. 2. Aslında mevcut olmayıp da bir araştırm acılık, -ğı [ara-ş-tır-ma-cı-lık] is. 1. Araş şeye sonradan eklenen. 3. Ortaya çıkması, belirme tırmacı olma durumu. 2. Araştırmacının işi. si için bir başka şeye, bir öze muhtaç olan şey. 4. araştırm ak, [ara-ş-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Bir kimse Tesadüf. 5. Altın ve gümüş dışındaki mal, mülk. 6. yi veya bir nesneyi bulmak için çevreyi gözden tasvfi. Madde âlemine ait şeyler, mal mülk. 7. hıık. geçirmek, incelemek; taharri etmek. 2. Sormak, Altın ve gümüş dışında sahip olunan her türlü mal soruşturmak. 3. İncelemek; tetkik etmek, mülk, fi1 araz-ı âm , fiel. B ir k a teg o riy e giren , h e r araştırm an, [ara-ş-tır-man] is. Araştıran; inceleyen; şe y e n ispet ed ileb ilen vasıf. || araz-ı hâs, f e l . B ir tetkik eden. k a teg o riy e g iren n esn elerd en bir kısm ın a özgü n ite arat, [Ar. ‘arat ol^t] (ara:t) {OsT} is. 1. Bölge; mın lik:.|| araz-ı lâzım, f e l . Özden ayrılm ası o la n a k sız tıka. 2. Avlu. durum. aratm a1, [ara-t-ma] is. Aratmak işi. araz3, [Ar. ahras] {ağız} sf. Sağır ve dilsiz. [DS] aratm a2, [art-mak (asm ak, yü klem ek) > ar(a)t-ma] arazan , [Ar. ‘arâz > ‘arâzân llilyı] (a -ra':za :n ) {OsT} (eATJ is. Heybe, zfi. Tesadüfen; rastgele. aratm ak, [ara-t-mak] gçl. fi [-ır ] 1. Başkasına arama arazat, [Ar. arz (yer)=> arazât oUbjl] (a ra z a :t) {OsT} işini yaptırmak. 2. Arzulatmak; istetmek, is. 1. Topraklar. 2. Ülkeler; memleketler. 3. İklim aravadana, [Sansk. arvadna?] (eTj is. Manastır. ler. [EUTS] arayadana, [Sansk. arvadna?] {eT} is.-* aravadana. arayende, [Far. ârâsten > ârâyende °-U;!jT] (a :ra :y en de) {OsT} sf. Düzen veren; donatan; süsleyen, arayıcı, [ara-y-ıcı ls^ j T ] is. 1. Aramayı kendine iş edinen kimse. 2. Bir şeyi bulmak için ısrarla dola nan. S arayıcı baş, as. M erm i b a şın a takılan ve o m erm inin yolunu h e d e fe yön len diren elek tro n ik düzenek. || arayıcı esnafı, İm p aratorlu k d ön em in de İstanbul'un çö p lerin i toplayan ve bu ç ö p le rd ek i işe y a r a r m ad d eleri toplayıp sa ta r a k g eçim in i s a ğ la yan e s n a f takımı. || arayıcı fişeği, as. İşa re t fiş e ğ i. || arayıcı it, {eAT} Av köpeği. aray ış1, [ara-y-ış] is. Arama işi ve biçimi. arayış2, [Far. ârâyiş ?] {ağız}] is. 1. Budama. 2. Do kumacılıkta ipleri düzenleyen küçük tahta parçası.
arazb ar, [Ar. ‘araz+Far. bâr _>Uiy>] (a ra z b a .r) {OsT} is. miiz. Dügâh perdesinde kalan hayatinin nevâ üzerindeki şeddine, rast beşlisinin çargâh üzerinde ki şeddi ile uşşak dörtlüsünün eklenmesinden mey dana gelen eski Türk müziğine ait birleşik bir ma kam. S arazb ar buselik, A raz b â r m akam ın ın s o nuna b ir bu selik dörtlüsü veya b e şlisi e k le m e k le Üçüncü Selim tarafın dan m eydan a g etirilm iş b ir le ş ik b ir m akam . arazet, [Ar. ‘arz (genişlik) > ‘arâzet
y>] (a ra :z et)
{OsT} is. En; genişlik, arazi, [Ar. arz (toprak) > arâz!
jt] (a r a :z i:) {OsT}
is. 1. Yerler; topraklar. 2. Ekilebilen topraklar. 3. Yerleşim birimi ve yollar dışında kalan yerler. 4. Bir ülke toprakları. 5. as. Kışla, köy, şehir vb. otu
2.1
l i e «iCE a » .
ARD
rulan yer dışındaki açık alanlar, t? arazi açm a, Fundalık, sazlık, koru lu k g ib i y e r le r i tem izleyerek tarım a elv erişli h â le g etirm e. || arâzî-i hâliye, 1. B oş topraklar. 2. S ahipsiz to p rak lar. || arâzî-i mu kaddese, {OsT} K u tsal to p ra k la r ; F ilistin ve çev resi.ll arâzi-i m übâreke, {OsT} K u ts a l to p ra k la r; H i caz b ö lg esi; M ekke ve Medine.\\ arazi olm ak, 1. B irlikte y a p ıla n b ir ç a lışm a s ıra sın d a an iden o rta dan k ay b olm ak ; k a y ta rm a k ; sa k la n m a k ; kaçm ak. 2. K orkudan sinm ek. 3. G izlen m ek; sa k la n m ak . 4. Sinmek. ||arazi ölçümü, B ir a razin in alan ın ı ö lçm e işi veyöntemi.\\ arazi taşıtı, K a r a y o lla r ı ve o t o y o l lar dışın daki y o lla r d a ve e n g e b e li a ra z id e ku lla nılmak üzere ö z e l o la r a k üretilm iş, d ö rt tek erleğ i de m otordan g ü ç a la n m oto rlu a ra ç. || araziye uy mak, Yeni g irilen o rta m d a k i d e ğ iş ik tutum lara ahşm ak ve uymak. a'ra/i, [Ar. a’râz > a’râzî I.
ara/î,
(a -r a :z i;) {OsT} sf.
Kiistgele; tesadüfi. 2. Arızi, |Ar. ‘aràz > ‘arazı
(a r a :z i:) {OsT} sf.
önceden aslında olmadığı hâlde sonradan eklenen;
■n/i uru/iv |1 ar. ârâziş jijbTl (a :r a ;z iş ) {OsT} is. 1. Hayır dua cime; iyi dilekte bulunma. 2. Sadaka verme.
Hra/ö/, [Fr. arroseuse] is. Y eri sulamakta kullanılan lflÇ. •ıbulamak, [arba-la-mak / arva-la-mak] {eT} gçl. f i l ' l Htlsillcmek; sihir yapmak. [EUTS] »bulaıııııuk, [arba-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [ - ır ] 1. ■ > gelen yana doğru eğilmek, meyletmek. 2. Bib e r i n e çullanmak; abanmak. [DS] |l ı arbalète] is. as. Bir zemberek aracılığıyMtılaıı ve kundak üzerine oturtulmuş çelik yay. ^ M u k , [arba-n-mak] {ağız} g ç l. f i [ - ır ] 1. Üzeri■Unmak. abanmak. 2. A ğaca tırmanmaya ça-
H P t t k |Dsı
™rha!’ l {ağız) is. Çok kuvvetli erkek. [DS] lağız/ s f 1. Eğri bacaklı. 2. (Kişi için) ‘'•» i saçlı. 3. Y aram az. [DS] !**• l«fha-ş-mak] ;ağ ,z/ dön şl. f i [-ır ] Saıılu-«»l {ağız) sf. 1. A rsız; hayasız. 2. ,lsu/-; batıkçı. [DS] I lağı:,1 sf. 1. K ısır; yavru vermeyen. • hastalıklı. 3. (Ç ocu k için) tombul; sf. Aykırı; zıt; karşı. [DS] I
is. Çarşam ba. [DS] •-'■O*-] {OsT} is. Kavga; gürültü
r*rt> ed e-çQ , K a v g a a ray an . || arbeIhİ " r
— II a r b ede-k âr, K av""-İl arb ed e kopm ak, Aniden ""• ‘■‘' e - s a z K a v g a c ılık
arbet, [Ar. ‘ibret] {ağız} is. Çirkin, biçimsiz, gülünç yüz veya vücut. [DS] arbılm ak, [arb-ıl-mak] {ağız} dönşl. fi [ -ır ] 1. Aban mak; yaslanmak. 2. Dayanmak; yüklenmek. 3. Asılmak; tutunmak, takılmak. 4. Tırmanmak; çık mak. 5. Atılmak; saldırmak. 6. Birisine yük olmak. 7. Binmek. [DS] arbış, [arb-ış] {ağız} is. Düzen; intizam. [DS] arbışm ak, [arb-ış-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] 1. Abanmalc; yaslanmak. 2. Dayanmak; yüklenmek. 3. Asılmak; tutunmak, takılmak. 4. Tırmanmak; çık mak. 5. Atılmak; saldırmak. 6. Binmek. 7. Yoktan kavga çıkarmak. 8. (İş için) tutmak; yapmak. [DS] arb itraj, [Lat. arbitrari (k ara r verm e) > Fr. arbitrage] is. bank. 1. Bir yerden döviz, kıymetli maden ve menkul kıymet satın alarak daha yüksek fiyatla başka bir yerde satarak para kazanmak. 2. Değeri yüksek bir malı satıp ileride daha çok yükselecek başka bir malı satın alarak kâr elde etmek, arboretum , [Lat. arboretum] is. bot. 1. Yabani ağaç ların yetişme şartlarını incelemek amacıyla kurul muş botanik bahçesi. 2. Bir botanik bahçesinde ağaç ve çalıların dikimine ayrılmış yer. a r c a 1, [ar(ı)-ca] {ağız} sf. 1. Temiz. 2. Namusluca. [DS] S arca silice, {ağız} Tertemiz. [DS] arca% -a ’i [Ar. ‘arec (topal) > ‘arcâs fU ^ t] (a :r c a .) {OsT} sf. 1. (Bayan için) topal; aksak. 2. is. Sırtlan. a rca k 1, -ğı [ar(ı)-cak] {ağız} sf. Temiz. [DS] S arcak d urcak, {ağız} Tertemiz. [DS] arcak 2, -ğı [ar-cak] {ağız} is. Koyunları tipiden ko rumak için götürülen kuytu yer; koyak. [DS] arcalam ak, [ar(ı)-ca-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [ Ulı y o r ] Temizlemek. [DS] arcele, [Ar. ‘arcele
y-] {OsT} is. Sürü,
arcım an , [arcı-man] {ağız} is. Karaçalı. [DS] arcıt, -dı [ardıç > arcıt] {ağız} is. Ardıç. [DS] arçak , -ğı [Erme, arç] {ağız}] is. Ayı. [DS] arçı, [ar-çı] {eT} is. Heybe. [DLT] arçun, [Sansk. arjuna] {eT} is. Hindistan'da yetişen, mirobalan adı verilen meyvelerinden tanen üretilen bir bitki, (T erm inalia arjuna). [EUTS] a rd 1, [ârd / art] {eAT} is. 1. {eT} Arka taraf; art. [Clauson] 2. Sırt. 3. Öte. ö ard döndürici, {eAT} Sırt çev iren .| ard ca gelici, {eAT} I. T akip edeıı. 2. Bil işin p e ş in e düşen.J| ard ca yürim ek, {eAT} A rdın a dü şm ek; takip etmek. ard 2, [Far. ârd ijT] (a :rd ) {OsT} is. 1. Tahıl unu. 2. Değirmen taşına buğday akıtan oluk. Un eleyici. 2. Un eleği.
ârd-bîz, 1.
-ard a, [-arda / -erde / -urda / -ürde / -rda / -rde] {eT} yap. e. Zarf fiil (ulaç) eki. Sıfat fiil eki olan -r / -ar / - e r / -ur / -ür ile bulunma durum eki olan -d e / -da eklerinin birleşmesi ile meydana gelmiştir; -ken, -
ö IÜ M IİiM tM .
ARD diğ i zaman anlamı verir, ç ık -a rd a (çıkarken ), y o rır d a (yürürken), k ör-ü rd e (gördüğünde) a rd a 1, yere veya [DS] ard a2,
ard arad an , [arda-ra-dan] {ağız} zf. 1. Dolayısıyla. 2. Arkadan arkaya; habersiz; sezdirmeden. [DS]
[? arda] is. 1. Uzun el değneği. 2. İşaret olarak dikilen çubuk. 3. Çelik kalem. 4. Hükümdar kumandan asası. 5. (ağız} Çıkrıkçı kalemi.
ardarınlam ak, [ardar-m-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] Hayvana yük yüklemek. [DS]
[arda] {ağız} is. Evde kalmış kız. [DS]
ard ca, [ard-ca] {eAT} zf. 1. Arkadan; geriden. 2. {ağız} Düğünden sonra gelin ve güveyin ana babala rının birbirlerine verdikleri ziyafet. [DS]
ard a3, [art > arda] (ağız) is. Kervanın en arkasındaki deveye takılan büyük deve çanı. [DS] ard açı, [ar-daçı / er-deçi] {eT} s f Erecek olan; ulaşı cı; varıcı. [EUTS] a rd a k 1, -ğı [eT. arda-mak / arta-mak (çürüm ek) > arda-k / arta-k] is. 1. Kaym, kırmızı gürgen ve kızı lağaç kerestelerinin veya ağaç kaplamaların çürü meye başladıklarında oluşan lekeler. 2. Kesilmeden yerinde kurumuş ağaç. 3. {ağız} Çürümüş, çürüme ye yüz tutmuş ağaç. [DS] 4. {ağız} Lifleri karşılıklı olup doğramacılığa yaramayan kereste. [DS] 5. {ağız} Direkler seyrek dikildiği için üzerine fazla yük binen kiriş. [DS] 6. {ağız} Tahta parçalan ile bağ lanmış kırık kol veya bacak. [DS] 7. (ağız} İhtiyar adam. [DS] ard ak 2, -ğı [ard-mak > ard-ak] {ağız} is. Küfe. [DS] ardaklam ak, [ardalc-la-mak] gçl. f . [ -r ] [-l(ı)-y o r] Hayvan terbiye etmek, ardaklanm a, [ardak-la-n-ma] is. İçten çürüme, ardaklanm ak, [ardak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] İçten içe çürümek; durduğu yerde kurumak. ard a la 1, [arda-la] {ağız} is. -*■ ardaJ. [DS] ard ala-, [arda-la] {ağız} is. 1. Etin işe yaramayan parçası. 2. Kasaplık hayvanların karaciğer, böbrek, bağırsak ve işkembe gibi organlarının adı; sakatat. 3. İneğin bacak etleri. 4. Kervanın en sonundaki deveye takılan büyük çan. 5. At ve eşeklerin boy nuna takılan zil. 6. sf. İriyarı; kocaman. 7. Kaba gövdeli; aptal; işe yaramaz. 8. (Hayvan için) yaşlı; zayıf. 9. (Y er için) ıssız; sessiz. 10. (Arsa, bahçe vb. için) ev, şehir veya mahalle arkasında kalmış. 11. zf. Arkadan; gıyaben. [DS] ardalak, -ğı [arı+dalak-ı] {ağız} is. Bal peteği. [DS] ardalam adan, [arda-la-ma-dan] {ağız} zf. Arkadan arkaya; sezdirmeden; habersiz. [DS] ardalam ak, [arda-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Geriye kalmak; beklemek; arkada kalmak. 2. Tartmak; okkalamak. [DS] ardalaydan, [arda-la-y-dan] {ağız} zf. (Konuşmak için) arkadan kötülüğüne. [DS] ardalm ak, [arda-l-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Zayıf lamak; çökmek. [DS] ard am ak 1, [arda-mak / arta-mak] {eT} gçsz. f i [- r ] 1. Çürümek; bozulmak. 2. {ağız} Kocamak; ihtiyarla mak. [DS] ard am ak 2, [arda-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-d (ı)-y o r] Asmak; arkaya almak; sermek. [DS]
ard atm ak , [arda-t-mak / arta-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Mahvetmek; bozmak harap etmek. [EUTS] [Gabain]
ard ça, [ard-ça] {eAT} zf. -*■ ardca. arddule, [Far. ârddüle
(a :rd u :le) {OsT} is.
Bulamaç. arden, [Far. ârden CujT] (a .rd en ) {OsT} is. 1. Süzgü. 2. Kevgir. ardhale, [Far. ardhâle ard-ı] {ağız} is. 1. Soğan, sarımsak demetleri. 2. Heybenin iki gözünü ayıran kısım. [DS] ard ıç, -cı [eT. artuç / arça] is. bot. Servigillerden soğuk ve ılıman iklim çevrelerinde yetişen iğne yapraklı kozalaklı bir ağaç, (Jun eperus). S ardıç burucu, {ağız} A rdıcın küçü k kırm ızı m eyvesi; a r d ıç üzümü. [DS]|| ard ıç giliği, A rdıç meyvesi.\\ a r dıç katranı, D eri h a sta lık la rı ile ev cil hayvan ların uyuzlarına karşı kullanılan a rd ıç odunun dam ıtıl m ası ile e ld e ed ilen siyah p a r la k a kışk an swz.|| a r dıç kuşu, K a r a tavu kgillerden ötüşü ahenkli, kül renkli, b ö c e k le r le beslen en , p e k ç o k türü bulunan kuş, (Turdus pilarus).\\ ardıç parası, {ağız} Düğün le r d e d elik a n lıla ra verilen p a r a . [DS]|| ardıç rakısı, Y abani y em iş ve şe k e rd en y apılan , a r d ıç tohum ları ve p elin ağ acın ın tep e tom u rcu kları ile koku lan d ı rılan b ir içki; cin ; bitter; cinfiz; martini. ardık, -ğı [ard-ık ı3->jT] {eAT} sf. 1. Artık; ziyade. 2. {ağız} Aralıklı. [DS] 3. {ağız) Ters. [DS] ardıklam ak, [ardık-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-l(ı)y o r ] Düşman olmak. [DS] ardıl, [ar(t)-ıl] sf. 1. Birbiri ardına gelen; arka arkaya gelen; mütevali; ardıl. 2. is. Birinden boşalan yere geçecek olan kimse; halef. S ardıl cümlecik, Te m el cü m leciğ e bağlı, f a k a t onun sonucunu belirten cümlecik.]] ardıl görüntü, ). B ir nesnenin g e r ç e k re n k lerle olan ilk görüntüsünün ardın dan ikinci r e n k lerle devam eden görüntü. 2. B ir duyunun kay bolm asın dan so n r a g er iy e k alan görüntü. ardılam ak, [ard-ı-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Korumak; arkalamak. 2. Sırtına almak. [DS] ardılı, [ard-ıl-ı] {ağız} sf. Asılı. [DS] ardılış, [ard-ıl-ış] is. Ardılmak işi ve biçimi. S ardılış yiri, {eAT} Atın üstüne binilen, y ü k ardılan yeri.
_____
• 283
_____
_____
______
ARP
ardıllık, -ğı [ardıl-lık] is. Ardıl olma durumu; haleflik; halefıyet. ardılm a, [ar(t)-ıl-ma] is. Üstüne çullanma; abanma,
ardıradın, [eT. art > ard-ı-ra-dın jj.sljpjl] {eAT} zf. 1.
ardılmak, [ard-mak > ard-ıl-mak
ard ırm ak, [ar-dır-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Yormak. [Mühennâ] 2. {ağız} Sopa ile üzerine yürümek. [DS] 3. {ağız} El veya sopa ile dövmek. [DS]
_>T] {ağız} gçsz.
f. [ -ır ] 1. Birinin veya bir şeyin üzerine ağırlığının büyük bölümünü verecek şekilde yaslanmak; aban mak; yüklenmek. 2. Birinin sırtından geçinmek; asalak yaşamak. 3. ınec. Sataşmak; çatmak. 4. Üstü ne atılmış olmak; dolanmış olmak; {eAT} (aynı). 5. Üstüne atılmak; saldırmak. 6. Dayanmak; yüklen mek. 7. Asılmak; tutunmak; takılmak. 8. Tırman mak; çıkmak. 9. Binmek. 10. Uzanmak. 11. Yüzüs tü kapanmak. 12. Yıkılmak. 13. Üstünde kalmak. 14. Kaçarken dönüp karşı koymak. 15. Aleyhte bu lunmak. 16. Birinin peşine düşmek. 17. Alay et mek; kızdırmak. 18. Eziyet etmek. 19. Ağız kavga sı eden kişiler arasına girmek. 20. Şakalaşmak. 21. Birisine yük olmak. [DS] ardılı, [ardıl-ı] {ağız} sf. 1. Asılı. 2. Yüklenmiş. [DS] ardım ak, [ard-ı-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] Çürümeye yüz tutmak; çürümek. [DS] ardımsımak, [ardı-msı-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] Ba yatlamak; bozulmaya, kokmaya yüz tutmak. [DS] ardın, [eT. art > ard-m] {eAT} zm. Arkası; arkasına. fi1 ardın ardın, {eAT} G erisin geriye. ardınca, [art > ard-ı-n-ca *£i>T] zf. Hemen ardından; arkasından; peşinden; ardı sıra; ardı ardına. {eAT} (aynı). S ardınca eylemek, {eAT} A rkasın a takıp k a tm a k ;p e şin d e n yapmak.\\ ardınca gelmek, {eAT} P eşin den g elm ek ; takip etm ek. || ardınca gelinmiş, {eAT} T akip ed ilen ; p eşin d en g elin en .|| ardınca gitmek, {eAT} B ir kim seye uymak. j| ardınca irm ek, {eAT} T akip etm ek; p e ş in e düşm ek. j| ardınca irü rmek, {eAT} A rkasın a takm ak; p e ş in e katm ak.|| a r dınca otacı, {eAT} P eşin i bıra k m a y an ; takip ed en ; yakalayan.\\ ardınca olmak, {eAT} 1. (B ir şeyin ) hevesinde, arzusu nda o lm a k ; azm in de olm ak. 2. A rkasını bıra k m a m ak ; izinde bulunm ak; p eşin d en gitm ek; izlemek.\\ ardınca varm ak , {eAT} P eşin den gitm ek; takip etm ek. ||ardınca viribimek, {eAT} A r kasından g ön derm ek. ardıncı, [eT. art > ard-mcı
T] {eAT} sf. İkinci,
ardınlamak, [ard-ın-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r] Ardına düşmek. [DS] ardınmak, [ard-m-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Palto, ceket, pelerin, çuval, heybe gibi şeyleri sırta almak; omza atmak. 2. dönşl. f i Abanmak; yaslanmak. 3. Darılmak; küsmek. [DS] ardır, [Sanslc. ârdrâ] {eT} öz. is. 1. Bir yıldız adı. [EUTS] 2. Aym menzillerinden biri. [EUTS] ardıra, [eT. ard-ı-ra
{eAT} zf. 1. Sonraya; ar
kaya. 2. {ağız} is. Bir binanın arkası. [DS] ardıradan, [eT. ard-ı-ra-dan ö-îI^jT] {eAT} zf. 1. Ar kadan; geriden. 2. Arkasından.
Arkadan; geriden. 2. Arkasından, ard ın k , -ğı [ard-ır-ık] {ağız} is. Kusur; eksik. [DS]
ardışık, -ğı [art > ard-ış-ılc] sf. Kesintiye uğramadan birbiri ardına gelen; mütevali. £? ardışık görüntü, B ir duyunun kaybolm asın dan so n ra d a devam ed en görüntü.\\ ardışık olgular, tıp. B ir hastalığ ın so n u cu olm ayan f a k a t hastalıktan so n ra o rtay a çıkan olgular.\\ ardışık sayılar, A rka a rk a y a g elen say m a sayıları. ardışıklık, -ğı, [ardışık-lık] is. Ardışık olma durumu, ardil, [tescil edilen isim] is. Y er fıstığı proteinlerinin moleküllerinin değişik bir düzenlemesiyle elde edi len sentetik iplik veya elyaf. ardin, [Far. ârdîn jjJjT] (a :rd i:n ) {OsT} is. İmtihan; tecrübe; deneyim, ardiye, [Ar. arz > ardiyye (19. yy. son rası) 4 ^ jl] {OsT} is. 1. Yerler. 2. Genellikle ticari eşya koyma ya yarayan büyük depo. 3. Eşyaların bir sorumlu luk altında saklandığı yer. 4. Böyle bir yere konu lan eşya için ödenen ücret, ardiyeci, [ardiye-ci] is. Başkalarına ait eşyayı yaptır dığı özel deposunda ücret karşılığında saklamayı, korumayı meslek edinmiş kimse. ard lam ak 1, [ard-la-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Kovuşturmak; takip etmek. 2. Tekrar etmek. 3. Sırtına almak. [DS] ardlam ak2, [ard-la-mak] {ağız} gçl. fi. [ - t ] [-l(ı)-y o r] 1. Yükletmek. 2. Asmak; takmak. 3. Uzanmak. [DS] ardlaşm ak, [ard-la-ş-mak / art-la-ş-malc] {eAT} işteş. f i [-u r ] Ata binen birinin arkasına binmek, ard m ak , [ard-mak jo jT ] {eAT} gçl. fi. [-u r ] Üstüne atmak; dolamak; asmak; yüklemek. S m ak, {eAT} A sıverm ek; iliştiriverm ek. ardtule, [Far. ârd-tüle / ârd-düle
arda ko(a:rd tu :le)
{OsT} is. Bulamaç, arduaz, [Fr. Ardennes (Lüksem burg, A lm an ya ve F r a n sa a ra sın d a y e r a la n d a ğ lık bö lg e) > ardoise] is. Mavimsi gri veya koyu mor renkte, tabakalara ayrılabilen killi çamur birikintilerinin jeolojik olay lar sırasında sıcak ve basıncın etkisi ile taşlaşması sonucu meydana gelmiş bir tortul kayağan taş; kay rak. arduç, -cu [arduç / ardıç] {ağızf is. bot. Ardıç. [DS] arduk, [ar-tuk / ar-duk / adruk] {eT} zf. Artık; çok; fazla; arta kalan; son; son derece. [EUTS] ardun, [ar-dun / ar-tun] {eT} is. Kimyon. [EUTS] ard u rad an, [eT. art > ard-u-ra-dan] {esk i An. T.} zf. -*■ ardıradın.
1 H ÏÜ M ÏS 0 M .
ARD ardutal, [ardu-t-al] {eT} is. Hamam otu. [DLT]
arfa, [Ar. ‘arfa li_^] {OsT} sf. 1. Yeleli. 2. is. Sırtlan,
are, [Ar. ‘are «jU] (a :re ) {OsT} is. Ödünç alman veya
arg aç, [eT. âr-mak > ar-kaç > ar-ğaç gtjT / j-ü jl]
verilen mal; iğreti mal; ödünç,
{eAT} is. - * argaç.
areb, [Ar. âreb vjT] (a :re b ) {OsT} sf. Akıllı; işini bi lir; açıkgöz. a’rec, [Ar. ‘arec (topallık) > a’rec ^j*-'] {OsT} sf. Ayağı sakat; topal. are c1, [Ar. ârec] (a :r e c ) {OsT} is. Dirsek. arec2, [Ar. ‘arec
{OsT} is. Topallık,
arecan, [Ar. ‘arecân OU-y ] (a :re c a :n ) {OsT} is. 1. Topallık. 2. Topal kimsenin yürüyüşü, a'ref, [Ar. ‘arif > a‘ref ciy^l] {OsT} sf. 1. Çok tanın mış; şöhretli; çok bilinen. 2. En (daha çok, pek çok) anlayışlı, en bilgili, arefe, [Ar. ‘arefe û y ] {OsT} is. -*■ arife, arekiye, [Ar. ‘arekiyye
y>] {OsT} sf. (Kadın için)
zina yapan; zinakâr. a'rem , [Ar. a ‘rem fy I] {OsT} s f Benekli; alacalı, arem ide, [Far. âremîde o-ljjÎ] (arem i:d e) {OsT} sf. 1. Dinlenen 2. Rahat, arem rem , [Ar. ‘aremrem f
{OsT} is. Kalabalık
ordu. aren, [Far. ârenjjT] {OsT} is. Dirsek. arena, [Lat. arena] is. 1. Kum. 2. Roma gladyatörle rinin dövüştüğü, amfiteatrın ortasındaki yuvarlak kumlu alan. 3. Boğa güreşlerinin yapıldığı stad yum. 4. m ec. Siyasi çekişmelerin ve tartışmaların yapıldığı yer; siyaset sahnesi. 5. Granitli kayaların ufalanmasından meydana gelmiş kuvars, mika ve feldspat taneleri bulunan kum. aren c, [Far. ârenc gijT] (a :ren c) {OsT} is. 1. Dirsek. 2. Yol; gidiş; tarz, arende, [Far. ârende oJûjT] (a :ren d e) {OsT} is. (Kişi için) bir şey getiren, areng, [Far. âreng ‘ü j î ] (a:ren g ) {OsT} is. 1. Dirsek. 2. Dert; keder; sıkıntı. 3. Tavır; usul; yol; tarz. 4. Tür; çeşit; renk. 5. Vali. 6. Hile; aldatma; oyun; düzen. 7. bağ. Sanılır ki; galiba; öyledir; benzer; hemen hemen, areom etre, [Fr. aréomètre] is. fız. Sıvıların yoğunlu ğunu ölçmeye yarayan araç; sıvı yoğunluk ölçer; sıvı ölçer. areste, [Far. âreste a^jT] (a :reste) {OsT} sf. Süslen miş; bezenmiş, aret, [Far. â r e to jl] {OsT} is. Dirsek. arey, [Yun. are] {ağız} ünl. 1. Korku ve şaşma bildi rir. 2. (İçecek ikramında) yeter! [DS] arf, [Ar. ‘arf
{OsT} is. Güzel koku.
a rg a ç 1, -cı [ar-gaç] {ağız} is. 1. Davarların açıkta top lu olarak yattıkları düz dağ sırtları. 2. Hafif meyilli yer; bayır. 3. Dağlarda kar biriken çukur yer. 4. Omuza alman mertek ya da sırığın dengesini sağ lamak için diğer omuza konulan dayanak. 5. Erkek cinsiyet organı. [DS] arg aç2, -cı [eT. âr-mak (arasın dan geçm ek, d o la ş m ak) > ar-ğa-mak (atkı atm ak) > ar-ğa-ç] is. 1. Do kuma tezgâhlarında ilmekten sonra enine geçirilen iplik; atkı. {eAT} (aym) 2. Bir çalıya takılan ip yu mağının rüzgârda savrula savrula top biçiminde dolaşmış hâli, argaçlam a, [argaç-la-ma] is. Argaç atma; atkı atma, argaçlam ak, [argaç-la-malc] gçl. f i [-r ] [ - l(ı)-yor] 1. Dokuma tezgâhlarında enine ip geçirmek; atkı at mak. 2. gçsz. f i (Ekin için) sıklık ve gürlük yüzün den birbirine girmek, argaçlı, [argaç-lı] {ağız} sf. Sık, kuvvetli, verimli mahsul. [DS] argaçlık, -ğı [argaç-lık] is. 1. Dokuma tezgâhların daki mekiklere sarılmış ip. 2. Kıl ya da yünden do kunmuş çuval, argadal, [arğa+dal?] {eT} is. Dağ beli; dağ geçidi. [Nevâyî] argadam ak, [Moğ. arğa-da-mak] {eT} gçl. f i [ - r ] Al datmak. [Nevâyî]argag, [arğ-ağ] {eT} is. Balık ol tası. [DLT] argalaç, [arka-la-ç] {ağız} is. 1. Hamal semeri. 2. Hayvanın semerinin altma konulan çul veya keçe parçası. [DS] argalam ak, [arga-la-mak] {ağız} gçl. fi. [~r] [-l(ı)y o r] Seyrek dokumak; baştan savma dokumak. [DS] arg alı1, [arga-lı] {ağız} sf. Dikiş hatasından dolayı el bisenin ütüye uymayan tarafı. argalı2, [Moğ. arğali] is. Yaban koyunu. [DS] argali, [eT. arkar > Moğ. arğali] is. zool. Boynuzlu gillerden Doğu A sya’da yaşayan büyük boynuzları olan azman bir yabani koyun, (Ovis am m on). argalla, [Suriye Ar. ‘arkala] {ağız} is. 1. Yük. 2. En gel. 3. Baş belası. [DS] argalya, [Yun. argalyo (m akara)] ( a ’rgalya) is. dnz. Balıkçı kayığı çıkrığı, argam ak , [arğa-mak] {eT} gçl. fi. [ r ] Atkı atmak, argan, [İt. argano] ( a ’rgan) {ağız} is. dnz. Bucurgat. [DS] arganun, [Yun. organon] {OsT} is. Org. arg arm ak , [arğar-mak / ar-ğur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Yormak. 2. dönşl. Yorulmak. [DLT] argaşm ak, [arga-ş-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] Kavga, gürültü etmek. [DS]
ie lM Û M .2 8 5 argın, [ e l ar-mak (yorulm ak) > ar-ğm j i - j l ] {eAT} (ağız} sf. 1. Gücü tükenmiş, yorulmuş; yorgun; bit kin; bitap; zayıf. 2. Beceriksiz. [DS] argınlık, -ğı [ar-gm-lık] is. Yorgun, güçsüz ve zayıf olma durumu, argırm ak, [eT. âr-mak (yorulm ak) > ar^ğır-mak
ARI argurm ak, [ar-ğar-mak / ar-ğur-mak] {eT} gçl. f . [u r] 1. Yormak. [DLT] 2. {eAT} Zayıflatmak. 3. gçsz. f . Yorulmak; zayıflamak, argurtnıak, [arğur-t-mak / arğurturmak] {eT} g çl. fi [-u r] Yordurmak. [DLT] argurtturm ak , [arğur-t-tur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Yordurtmak. [DLT]
gçsz. f . [-u r] 1. Yorulmak; zayıflamak. 2. argüm an, [Fr. argüment] is. 1. mat. Bir denklemin, g ç l . f Yormak; zayıflatmak, bir eşitsizliğin herhangi bir elemanının bağlı bu argış, [eT. ar-k-ış > arğış] (eATf is. 1. Kervan. 2. Ker lunduğu belli bir değer; bağımsız değişken. 2. ast. vanla gezen tüccarlar; bezirgânlar. Bir gök cisminin hareketlerine ait denklemin bağlı argıt, -dı [eT. âr-mak (dolaşm ık) >ar-gı-t] is. 1. İki olduğu belli bir değer. 3. Bir cetvelde başka bir sa dağ sırası arasında kalan boğaz; geçit; bel; derbent. yıyı bulmak için yararlanılan temel sayı, 2. Keklik tuzağının iki tarafındaki ağaç parçaları. 3. (ağız} Çit yapmakta kullanılan, bir yanı çatallı uzun arh a, [arka> arha U-jT] {eAT} is. Arka; sırt, sırık. [DS] arh an t, [Sanslc. arhant] {eT} is. Aziz. [Gabain] argiş, [Far. ârğış ^ i^ jî] (a rg i;ş) { OsT} is. Halk he kimliğinde göz ilacı olarak kullanılan, kadıntuzluğunun kökünün kabuğu, argo, [Fr. argon (17. yy. d ile n ciler birliği) > argot] is. 1. Bir mesleğe veya sosyal bir gruba dahil olanla rın, ölçünlü ortak dilden ayrı olarak kendi araların da kullandıkları özel ve gizli dil. 2. Kültürsüz ve kaba kişilerin ayıp ve edep dışı sözleri; lisân-ı erâzil; lisân-ı hezele.. 3. Hırsız ve külhanbeyi dili; kayış dili. 0 argo konuşmak, K a b a ve e d e p dışı sö z le r s a r f etm ek. argon, [Yun. argon (etkisiz)] is. kim. Atom numarası 18, atom ağırlığı 39,9 olan renksiz kokusuz ve at mosferin yüzde birini teşkil eden, akkor esaslı am pullerin doldurulmasında kullanılan nadir bulunur bir gaz; sembolü: Ar. argonot, [Fr. argonaute] is. 1. zool. Kafadanbacaklılardan iki solungaçlı salyangoz kabuğu gibi kabuğu bulunan ahtapota benzer bir deniz canlısı; (A rgonauta arg o ). 2. Yelken eğitimi için kullanılan küçük ve tek tip bir yarış yatı, argosup, [Yun. halkosup] {ağız} is. Üstü delikli kü çük bakır kazan. [DS] argu, [âr-mak (dolaşm ak, yoru lm ak) > ar-ğu] {eT} is. iki dağ arası; uçurum. [DLT] arguç, [âr-mak (d olaşm ak) > ar-ğuç] (eT} is. sf. İn sanın aldandığı nesneler; aldatıcı. [DLT] r? arguç ajun, A ldatıcı dünya. [DLT] argulamak, [âr-mak (arasın dan g eçm ek) > ar-ğu-lamak] (eT} gçl. f . [ - r ] Arasından geçmek; arasını yarmak; geçmek. [DLT] [ETY] argun1, [âr-mak (y o r u lm a k /d o la ş m a k ) > ar-ğun / ar gın] (eT} is. 1. Bir tür büyük fare. [DLT] 2. {eAT} Yorgunluk. 3. (eAT} sf. Gücü tükenmiş, yorulmuş; yorgun; bitkin; bitap; zayıf. 4. (ağız} (Yemek için) kokmuş; ağırlaşmış; bozulmuş. [DS] S argun a r gun, Yavaş y a v a ş ; sa k in sakin. argun2, [eT. akru (yavaş, sesiz) > akru-n > argun] {eAT} zf. 1. Yavaş ve alçak sesle. 2. {ağız} Gizli; saklı. [DS]
arhun, [eT. ar-mak > ar-kun / ar-hun o ^ -jî] {eAT} sf. -*• arkun. S arhun ağacı, {eAT} Selmin.\\ arhun arhun, {eAT} -*■ arkun arkun. arhuncak, [arhun-cak
jl] {eAT} zf. -*■ arkuncak.
a rı1, [eT. an-mak (tem izlenm ek) arı-ğ / arığ / arık / aru lSjT] sf. 1. Temiz; pak; arık. 2. Katışıksız; saf; damıtık; has; hilesiz; katıksız. 3. {eAT} Aklanmış; müberra; beri. 4. {eAT} Güzel; parlak. 5. {ağız} İyi. [DS] 6. (ağız) Yağlı; semiz. [DS] 7. {ağız} Kutsal. [DS] S arı buğday, {ağız} İçin d e y a b a n cı tohum bulunm ayan tohum luk buğday. [DS]|| arı dil, dbl. Söz varlığın da h iç b ir y a b a n c ı sözcü k bulunm ayan, yaln ız ken di k u ralların a ve d eğ e rlerin e g ö r e işle y en ve g elişen dil.\\ arı dirilmek, {eAT} Tem iz y a şam ak.^ arı dirlik, {eAT} Temiz hayat.|| arı dirliklü, {eAT} Temiz yaşayışlı.\\ arı döl, biy. (Bir bitki veya hayvan için) h erh an g i bir ö z ellik b a k ı m ından s a f.|| arı duru, Tertemiz.\\ arı eteklü, {eAT} İffetli; nam uslu.|| arı etmek, {eAT} Temizlemek.\\ arı ev, B ey tü ’l-Mukaddes.\\ arı eylemek, {eAT} Temizlemek.\\ arı itmek, {eAT} Tem izlem ek,|| arı kılmak, {eAT} Tem izlem ek,|| arı kil, P o r selen y a p ım ın d a kullanılan bey az k il; p o r s e le n toprağı. ||a n olm ak, {eAT} Temizlenmek.\\ a rı sıfatlamak, {eATf . Tenzih etm ek. ||arı sili, Temiz, p a k . arı2, [eT. arı] is. zool. Zar kanatlılardan bal ve petek elde etmek için toplu hâlde kovanlarda barındırılan böcek; balansı, (Apis m ellifica). S arı balağı, {ağız} A rıların a ğ a ç kovu kların da y a p tık la rı bal. [DS]|| arı beyi, H er k ov a n d a b ir tane bulunan an a a r ı; a n a k r a liç e .|| arı boku, {ağız}l. P etekten mum eld e edilirken g er i k alan p o s a . 2. B al. [DS] || arı canavarı, zool. Larvaların ı, b a l a rıla rı ile besley en z a r kan atlılardan b ir z a ra rlı b ö cek , (Philanthus triangulum).\\ arı dalağı, K o v an d ak i b a l p ete k ler i. || arı evi, {eAT} Kovan.\\ arı gibi, Ç ok çalışkan , dur m adan işley en .|| arı gibi sokmak, 1. H em en k a ş la g ö z a ra sın d a birinin canını yakıverm ek. 2. İm alı ve iğ n eleyici konuşmak.\\ arı gibi vızıldamak, H iç a
m U K C E H .
ARI ralıksız tek düze s e s çıkarmak.\\ a n götü, {ağız} Ekinlerin için d e bulunan b ir tür d iken li ot. [DS]|| arı götü olm ak, {ağız} (Tom urcuk için) a çılm a k üzere o lm a k; kab arm ak. [DS]|| arı gözü, {ağız} İlk b a h a rd a b a ğ y a d a asm a çu bu kların da a çılm ay a yüz tutmuş gözler. [DS]|| arı gülü, (ağız} Gelincik. [DS]|| arı kovanı, 1. E vcil a n la r ın barındığı, p e te k lerin i doldu rdukları a h şa p sandık. 2. m ec. İn san la rın ç o k g irip çıktığı yer. |j arı kovanı gibi işlemek, (Y er için) d a im a işleyen : g iren i ve çıkan ı ç o k o l m ak .|| arı kuşu, zool. G en ellikle b ö c e k ve y a b a n i a r ıla r la beslen en d eğ işik p a r la k renkli, uzun g a g a lı ve k ıs a b a c a k lı b ir kuş, (M erops ap iaster).|| arı kuşugiller, zool. K a n a tla n uzun ve sivri, g a g a la r ı uzun ve y ay biçim in de g ö k kuzgunlar takım ından bir kuş fam ilyası, (Meropidae),\\ arı oyunu, Sinop y ö resi oyunlarından biri. || arı sütü, Yavruları b e s le y en işçi arıların y u tak bezlerin den sa lg ıla d ık la rı b e sley ici sıvı. ||arı yağı, (eTj B al. [DLT] arıJ, [âr-ı] {ağız} zf. -den doğru; -den yana. [DS] arıca, [arı-ca
/ ^.jT] (arı'ca) ,'eT} (eAT} zf. 1. Te
mizce. 2. Pek saf olmayan. arıcı1, [arı-cı] is. Arı yetiştirme, bal alma, oğul çıka ran arıyı kovana yerleştirme gibi konulan bilen ki şi; arı yetiştiricisi; arıcılık uzmanı. arıcı2, [ar-mak > ar-ıcı] {eATj sf. Yorgun; bitkin; yo rulmuş. arıcılık, -ğı [arı-cı-lık] is. Arı yetiştiriciliği veya li ninlerini işleme ve pazarlama işi. arıdıcı, [arıt-mak > arı(d)-ıcı] vb.’den) kurtaran; uzak tutan,
{eAT} şf. (Günah
arıdıcırak, [arı(d)ıcı-rak] {eATj sf. Daha çok temiz leyici; daha çok silip götürücü, arıdılmak, [arı-d-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-u r] Temiz lenmek; ayıklanmak, arıdm ak, [arı-d-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Temizletmek. [EUTS] arıg1, [ar-ığ] {eT} is. Çadır örtüsü. [DLT] arıg2, [arıg] {eT} is. Orman. [Gabain] S arıg semek, {eTj Çay; ç a y kıyısı; ark. [EUTS]|| arıg simek, jeTj O rm an; koruluk. [EUTS] arıg , [ar-ığ / ar-ık / ar-ıh] {eT} feAT} sf. 1. Temiz; arı; saf; pak [EUTS] [DLT] [Yiiknekî] [İKPÖy.] 2. Ku sursuz. [EUTS] 3. Mukaddes. [EUTS] [Gabain] S arıg tengrim , {eT} M ukaddes tanrım. [EUTS]|| arıg dintar, {eT} G e rç e k din hâdim i. [EUTS]|| arıg kız, (eTj Kız o ğ la n kız. [Miihennâ]
etmek. 2. Bir şey içinden iyisini seçmek, toplamak. [DLT] arıglık, [arığ-lık] (eT} is. Temizlik. [DLT] arıgsız, [ar-ığ-sız / ar-ığ-sız] (eT) is. 1. Kir. [Gabain] 2. Arı ve temiz olmayan; murdar; pis; kirli. [EUTS] [Miihennâ] arıgsızhg, [ar-ığ-sız-lığ] {eT} is. Pislik; kirlilik; mur darlık. [EUTS] arığan, [arı-ğan] {ağız} sf. Yorgun; çabuk yorulan. [DS] arıh, [âr-mak > ar-ı-k > ar-ıh j-jl] {eATj sf. Zayıf; cılız. S arıh kılmak, {eAT} Z ayıflam ak. arıhlatm ak. [âr-ıh-la-t-mak
{eAT} gçl. fi. [-
ur] Zayıflatmak. a rık 1, [eT. âr-mak (yorulm ak) > ar-ı-k 1 ar-uk / ar-ığ] (eAT} sf. 1. Zayıf; cılız; sıska. [Mtincımaj 2. Çorak. 3. {ağız} (Tahıl için) özsüz. [DS] 4. {ağız} Çürümeye yüz tutmuş; fazla olmuş; çürümüş. [DS] ö arık bolmak, {eT} A rıklam ak; zayıflam ak. [Mülıennâ]|| arık toprak, 1. Yalnız m era y a elverişli, k o la y işle n eb ilir ve d erin liğ i az toprak. 2. B a ğ toprağını zen g in leştirm ek için m era lard an getirilen humuslu toprak. arık2, -ğı [ar-ığ > ar-ık JjjT] {eTj {eAT} sf. Arınmış; temiz; saf. [Miihennâ] a rık ’, -ğı [eT. arık / ark] is. 1. Tarla, bağ bahçe sula mak veya fazla suyu tarladan uzaklaştırmak için toprak içine hendek açılarak su götürülen basit ka nal; su yolu; ark; hark. (eATj (aynı) 2. {eT} {ağız} Çay; çay kenarı. [EUTS] [DS] 3. {ağız} İçine fide, fidan ve sebze dikilen sulanabilir hendek. [DS] 4. {ağız} Y ol ve tarla kenarlarına açılan hendek. [DS] 5. {ağız} Voleybol sahasının sınırı. [DS] arık4, -ğı [ağır > ağ(ı)r-ık > âr-ık] (a :rık ) {ağız} is. 1. Göçten önce gönderilen taşınması kolay eşya veya yük. 2. Saman taşımak için yapılmış bir tür küfe veya sepet. 3. Kağnının kanatları. [DS] arık3, -ğı [arık] {ağız} is. Sonbaharda eti için besle nen davar. [DS] arık 6, -ğı [ağrı-mak > ağrı-k] (a:rık) {ağız} is. Dert; hastalık. [DS] arıkaz, [âr-mak > arık-az jsjT] {eAT} zf. Zayıfça. arık çı1, [arık-çı] is. Su yolu yapan kimse, a rık ç r, [arak-çı] (ağız} is. Hırsız. [DS]
arıg4, [ar-ığ] {eT} zf. Çokça; epeyce. [DLT]
arıklam a, [arık-la-ma] is. Arıklamak işi; zayıflama, cılızlaşma.
arıg5, [ar-ı-ğ jpT] {eAT} s f Zayıf; cılız.
arık lam ak 1, [arık-la-mak / aruk-la-mak j^ÜjT] gçsz.
arıgiller, [arı-gil-ler] is. zool. Bal arısı, eşek arısı, Amerilcan arısı, yaban arısı gibi türleri kapsayan bal özü ile beslenen hızlı ve vızıltılı uçan zar kanatlı böcekler. arıglam ak, [arı-ğ-la-mak] (eTj gçl. f i [-r ] 1. İğdiş
1. Zayıflamak; cılızlaşmak. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Doğduktan sonra büyü yüp gelişememek; cılız kalmak. [DS]
fi. [ - r ] [-l(ı)-y or)
arıklam ak2, [arık-la-mak] {ağız} gçl.fi. [- r ] [-l(ı)-y o r] 1 (Su için) arık açarak götürmek. 2. gçsz. fi. (Tah
.
O K I»
ARI
tadan yapılma eşya için) kuruduğu zaman açılmak. [DS]
arıklaşm a, [arılc-la-ş-ma] is. Arıklaşmak işi; zayıf duruma gelme: cılızlaşma, arıklaşm ak, [arık-la-ş-mak] dönşl. fi. [ -ır ] Zayıf du ruma gelmek, cılızlaşmak. arıklatm a, [arık-la-t-ma] is. Arıklatmak işi; zayıflat ma; cılız duruma düşürme, arık latm ak, [arık-la-t-mak / aruk-la-t-mak/aruh-la-tmalc
gçl. f i [-ır ] Zayıflatmak; cılız duruma
düşürmek. {eAT} (aynı) arıklı, [ârık-lı] (a:rıklı) {ağız) sf. 1. Hastalıklı. 2. Arı zalı. [DS] arıklık1, -ğı [arı-k-lık] is. Temizlik; saflık; paklık; anlılc. {eAT} (aynı) arıklık2, -ğı [âr-mak > ar-ık-lık j^jT] is. Zayıflık; cı lızlık; sıskalık; {eAT} (aynı). arıknıak, [arı-k-mak] {ağız) dönşl. f . [-ır ] 1. Temiz lenmek; arınmak. 2. Sıyrılmak; kurtulmak. [DS] Arıkovanı, [arı+kovan-ı] öz. is. g ö k b. Yengeç takım yıldızı yakınında bir yıldız kümesi, arılam a, [arı-la-ma] is. Arılamak işi; temizleme; paklama; arındırma, arılamak, [arı-la-mak
gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1.
Temizlemek, paklamak, arındırmak. 2. Bir şeyde, bir kimsede herhangi bir kusur bulunmadığını bil dirmek; tenzih etmek. 3. {eT} {ağız) Aralamak; sey rekleştirmek. [DLT] [DS] 4. {eAT} Temize çıkarmak. 5. {ağız} Saflaştırmak. [DS] arılanmak, [arı-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır ] 1. Temiz lenmek. 2. Saflaşmak. 3. Kusurlardan kurtulmak, kötülükten uzaklaşmak, arılar, [arı-lar] is. zool. Bal arısı, eşek arısı, Ameri kan arısı, yaban arısı gibi türleri kapsayan bal özü ile beslenen hızlı ve vızıltılı uçan zar kanatlı böcek ler. anlaşm a, [arı-la-ş-ma] is. Arılaşmak işi; arı hâle gel me; saflaşma. arılaşmak, [arı-la-ş-mak] dönşl. f i [- ır ] 1. Saflaş mak; arı hâle gelmek. 2. d il b. Özleşmek. 3. Basit leşmek. 4. Tasfiye edilmek, arılaştırma, [arı-la-ş-tır-ma] is. 1. Arı hâle getirme, saflaştırma. 2. Özleştirme, arılaştırmak, [arı-la-ş-tır-malc] g çl. fi. [-ır ] 1. Katı şıksız hâle getirmek, saflaştırmak. 2. {ağız} Özleş tirmek. [DS] 3. {ağız} Ayıklamak; ayırmak. [DS] arılık1, -ğı [arı-lık / aru-lık Jjljjl] is. 1. Temizlik; saf lık;, paklık; arıklık; {eAT} (aynı). 2. Katışıksız olma hâli. 3. {eAT} Doğruluk; iffet; züht. 4. {eAT} Kutsal lık; münezzehlik. 5. {eAT} Kadının hayızsız günleri. 6. Yıkanmış, ayıklanmış buğday. 7. Ayna. S1 arılık etmek, {ağız} Tem izlik y ap m ak. [DS]|| arılık kâğıdı, {ağız} A klan m a belg esi. [DS]
ardık2, -ğı [arı-lık] is. Arı kovanlarının konulduğu yüksekçe yer; arı damı; {ağız} (aynı). [DS] arılık’, -ğı [arı-lık] (a :n lık ) {ağız} is. 1. Bir hastalığı okuyup üfleyerek iyileştirmeye çalışan kimseye ve rilen ücret. 2. Türbe ve ziyaret yerlerine konulan para; adak. 3. Doğum, sünnet vb. dolayısıyla veri len bahşiş. 4. Fala baktırırken peşin olarak verilen para. 5. Loğusalara takılan para. 6. Alış verişte ve rilen pey. 7. Bir hayır işine yapılan yardım. [DS] arılm ak 1, [arı-l-mak / irilmek] {eT} dönşl. f . [-u r ] 1. Yerinmek. 2. Kaygılanmak. 3. Kendisine kızılmak. [DLT] arılm ak2, [ar-ıl-mak
jijT]
{eT} dönşl.
fi
[-u r]
1.
A-
zalmak; tükenmek; mahvolmak. [ETY] [Tekin] 2. Yorulmak; bitkin hâle düşmek. [Gabain] [ETY] 3. {eAT} Zayıflamak; aciz kalmak, arılm ak ’, [ar-ıl-mak] {eT} edil. f . [-u r ] 1. Ölçülmek. 2. g çl. f i Ölçmek. [EUTS] arılm ak4, [arı-l-mak jijl] {eAT} dönşl. fi. [-u r] Te mizlenmek; saf hâle gelmek. [Mühennâ] arım , [ar-ım] {ağız} is. 1. Ara. 2. İki ağaç arası. 3. İki orman arasındaki açıklık. [DS] a rım ak 1, [âr-mak > arığ-mak jş_J] (a .rım ak ) gçsz. fi. [- r ] 1. Hastalıktan kalkmak; iyileşmek. 3. {eT} {eAT} {ağız} Yorulmak, güçsüz düşmek; durulmak. [Gabain] [DS] 3. Hastalanmak; ırılmak. 4. {ağız} A ğ rımak. [DS] an m ak 2, [ar-ığ-mak > ar-ı-mak] gçsz. fi. [-r], 1. {eT) {ağız) Temiz olmak; paklanmak; temizlenmek; [DLT] [DS] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] [Mühennâ] 2. {eT} Hukuki değerini kaybetmek; gücünü yitirmek. [EUTS] 3. gçl. fi. {eT) Ölçmek; hesaplamak. [EUTS] arın, [alm > arm / arın] {ağız} is. 1. Alın. 2. Yüz; cep he. 3. Dağların, tepelerin yüzü. [DS] S arın altı, {ağız} Güneş alm ayan y a d a az alan yer. [DS] arınacak, -ğı [arın-acak] {ağız} is. Yıkanma yeri. [DS] an n ak , -ğı [arın-ak] {ağız} is. Yıkanma yeri. [DS] arıncık, -ğı [arın-cık] is. Küçük göl. an n çu , [er-in-çii / ar-m-çu] {eT} is. Günah. [DLT] arındırm a, [arı-n-dır-ma] is. Arındırmak işi; arınma sını sağlama. arındırm ak, [arı-n-dır-mak] g çl. f i [-ır ] 1. Saf, katı şıksız hâle gelmesini sağlamak. 2. Vicdan huzur suzluğu veren durumdan kendini ve ruhunu kur tarmasını sağlamak. 3. {ağız} Temizlemek; arıtmak. [DS]
arıngaç, -cı [arın-gaç] {ağız} is. Kuma; duş yeri. [DS] arınıcı, [arı-n-ıcı] (eAT) sf. Günahtan temizlenen; gü nah işlemeyen. arınık1, -ğı [arın-ık] {ağız} sf. (Hayvan için) iğdiş edilmiş; burulmuş. [DS] arınık2, -ğı [arın-ık] {ağız} sf. 1. Temiz; tertemiz. 2. is. Geçilmek için otu, taşı ayıklanmış tarla yolu. [DS]
OlÜMIÜR SöM.
ARI
arınıklaştırım , [arm-ık-la-ş-tır-ım] is. tıp. Dezenfek te; dezenfeksiyon; asepsi; mikropsuzlaştırma; ta’kim. arınıklaştırm ak, [arm-ık-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır] Arınık hâle getirmek; mikroptan arındırmak, arınılmak, [arm-ıl-mak] {eAT} dönşl. f i [-u r] Temiz lenmek. arınılmış, [arm-ıl-mış] {eAT} sf. Temizlenmiş; temiz, arınlam ak, [arm-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Karşı gelmek; zıddına gitmek. 2. Çekememek. [DS] arınlaşm ak, [arın-la-ş-mak] {ağız} işteş f . [-ır ] Zıt laşmak; karşı olmak; iddialaşmak. [DS] arınm a, [arı-n-ma] is. 1. Arınmak işi; temizlenme, paklanma, korunma. 2. fo lk . Kirlendiği sanılan kişi, eşya ve hayvanların, bu kirden arıtılması amacıyla uygulanan ateşe tutma, tütsüleme, yıkama, kurban kesme, büyü yapma gibi halk uygulamalarının tü mü. arın m ak 1, [ar-m-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Arlan mak; utanmak. [DS] , arın m ak 1, [arı-n-mak jijT] dönşl. f . -[ır ] [eT. -u r] 1. Temizlenmek istemek; yıkanmak; yunmak; arın mak; paklanmak; bedenini yıkamak; {eT} {eAT} {ağız} (aynı). [EUTS] [DS] 2. {eAT} Günahtan temiz lenmek; tövbe etmek. 3. Ot tütünmek; tütsülenmek; buhurlanmak; [DLT] {ağız} (aynı). [DS] 4. {ağız} Sıy rılmak; açılmak; kurtulmak; temize çıkmak. [DS] 5. Kendini ıslah etmek; doğru yola girmek, kötülük yapmaktan uzaklaşmak; içini temizlemek; kötü huylardan kurtulmak, {ağız} (aynı). [DS] 6. Sorumlu luktan kurtulmak. 7. İyileşmek. 8. {ağız} Yok ol mak; boşalmak. [DS] 9. {ağız} (Boşanan ya da koca sına küsen kadın için) eşyalarını alıp gitmek. [DS] 10. {ağız} Taşınmak. [DS] 11. {ağız} Ayrılıp gitmek. [DS] 12. edil. f . Tasfiye edilmek; saf, katışıksız hâle gelmek, fi1 arınm ak istemek, {eAT} G ünahtan te m izlen m ek istem ek; gün ahsız olm ayı arzıı etm ek. arınm ış, [arı-n-mak > arın-mış] {eAT} sf. 1. Temiz; temizlenmiş. 2. Kutsal; mukaddes. S arın m ış yir, {eAT} Arz-ı m ukaddes. arıntı, [arı-n-tı] {ağız} is. 1. Temizlenmiş bir şeyin işe yaramayan parçası. 2. Tabakların bir deriden'ikinci kez kazıyarak çıkardıkları yün ve kıl artıkları. 3. Yakacak ve kap dışında yemek yapmakta kullanı lan her şey. 4. Yıkanan ve temizlenen çamaşır. [DS] arıs, [Ar. a ’râş] {ağız} is. Sürülmemiş, bakımsız, terk edilmiş tarla. [DS] arısdak, [Erme, arastağ] {ağız}
arastak. [DS]
a n sız 1, [arı-sız / arı-suz j~ijT] {eAT} {ağız} sf. 1. Kirli; pis; murdar; temiz olmayan. 2. Karışık. [DS] arısız2, [ar-sız] {ağız} sf. Arsız; utanmaz. [DS] arıstak, -ğı [Erme, arastağ] {ağız} is. 1. Tavan. 2. Ta van arası. 3. Örümcek. 4. Yapılarda üzerine mertek dizilen kaim ağaç. [DS]
arısuz, [arı-sız > arı-suz] {eAT} sf.
arısız.
arış1, [eT. âr-mak (arasın d an g eçm ek ) > ar-ış / eriş jijT] {eT} {eAT} is. Dokuma tezgâhında uzunlama sına gerilmiş olan ipler; eriş; çözgü. [DLT] fi1 arış ark ag, {eT} D oku m a tezgâhın da y a n lam a sın a atı lan ip ler; eriş a rg a ç. [DLT] arış2, [ar-ış] {eT} sf. Arı; temiz; pak. [EUTS] arış3, [Ar. ‘arîş] (a ri:ş) {ağız} is. 1. Araba oku. 2. As ma çardağı. [DS] arış4, [Far. araş => arış jijT] {eAT} {ağız} is. Kolun dirsekten parmak ucuna kadar olan bölümü; arşın. [DS] arışlanm ak, [arış-la-n-mak JajİİujT] {eAT} edil. f . [u r] (İplik için) bez dokunmak üzere tezgâha çekil mek. arışm ak 1, [ar-ış-mak j*-îjT] {eT} işteş, f . [-u r] 1. Bir birini aldatmak; aldaşmak. [DLT] 2. {eAT} Yarış mak; iddiaya girmek. arışm ak2, [ar-ış-mak] {eT} is. Dokuma tezgâhında yanlamasına atılan ipler; eriş argaç. [DLT] arışm ak , [ar-ış-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] Çekilmek; gitmek. [DS] arıtası, [ant-mak > arı-t-ası] {eT} sf. Arıtacak. [DLT] arıtgan, [arı-t-ğan] {eT} sf. Her zaman temizleyen; ayıklayan. [DLT] an tg u , [arı-t-ğu] {eT} sf. Arıtacak. [DLT] arıtı, [arı-tı] {eT} zf. 1. (Olumsuzun kuvvetlendiricisi olarak) asla; katiyen; hiçbir suretle; pek; muhak kak. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Tamamıyla; tüm; tek mil. [EUTS]arıtıcı, [arı-t-ıcı] sf. 1. Arıtma işini ya pan. 2. Arıtma ve temizlikte kullanılan. 3. Kir sök me, temizleme özelliği olan. 4. kim. Gazların kim yevi arıtılmasında hidrojen sülfürü tutmak için kul lanılan demir oksitli madde. 5. Bir üründeki yaban cı maddeleri ayrıştırmaya, gidermeye yarayan araç. arıtılm ak 1, [arı-t-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. Temiz hâle getirilmek. 2. Katışıksız, saf hâle getirilmek. arıtılm ak2, [ar-ıt-ıl-mak] {ağız} edil. f . [-ır ] Bir baş kası tarafından yorgun hâle getirilmek. [DS] arıtım , [arı-t-ım] is. 1. Arıtmak işi ve işlemi. 2. Ham petrolün ürünlerine ayrıştırılması. S arıtım evi, H am p etrolü n ürün lerine ayrıştırıldığı tesis; ra fi n eri; arıtım y e r i; d a m ıtıcı; im bik; k a lh a n e; tasfiye hane. arıtınm ak, [arı-t-m-mak] {eT} dönşl. f i [-u r ] Arın mak; temizlenmek. [EUTS] arıtışm ak, [arı-t-ış-mak] {eT} işteş, fi. [-u r ] Temizle mekte yardım ve yarış etmek. [DLT] a ralam ak , [arı-t-la-mak
{eAT} gçl. f i [- r ] A-
yıklamak; temizlemek, arıtlanm ak, [ap-t-la-n-mak [-u r ] Ayıklanmak; temizlenmek.
{eAT} dönşll.
fi
ıe ıif f M .2 8 9
AF
arıtm a, [an-t-ma] is. 1,Arıtmak işi. 2. Saf ve katışık sız duruma getirme. 3. Sanayide kullanılan pek çok ürünün içinde bulunan yabancı ve istenmeyen mad deleri ayrıştırıp saf hâle getirene; rafine etme; tasfi ye. 4. Şehir suyunu içilebilir ve kullanılır hâle ge tirme. 5. Sanayi atığı karışık suları çevreye zarar vermemesi için tabiata bırakmadan önce temizleme işi. arıtm acılık, [arı-t-ma-cı-lık] is. dbl. 1. Dilin doğru sayılan en küçük kurallarına dahi uyulmasını iste yen, gelişmeyi ve değişimi, özellikle aktarmayı reddeden görüş; arıtıcılık. 2. Sanatta en küçük ay rıntıya bile bağlı kalmayı savunan görüş. arıtm ak 1, [arı-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Çocuğu sünnet etmek. 2. Taşaklarını çıkararak iğdiş etmek. 3. dönşl. fi. Erkekleşmek. [DLT] arıtm ak2, [arı-t-mak
gçl. f i [-vr] [eT. ve eAT. -
arız5, [Ar. arz> arız (bir şeyin önü ve yan ları) ^jLs fa r ız ) {OsT} is. Yanak. S arız-ı gülgûn, P em b gü l ren kli y a n a k .|| ârız-ı pürtâb, P arla k, p a rıltı, yanak. arıza, [Ar. ‘araz > ‘arıza
ur] 1. Kirlerinden temizlemek; silmek; kiri yok etmek. {eAT} {ağız} (aynı) [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] [DLT] [DS] 2. İçindeki yabancı maddeleri gider mek, katışıksız duruma getirmek; arılaştırmak; armdırmak; özleştirmek; sadeleştirmek; tasfiye et mek; yalınlaştırmak. 3. {eAT} Günahtan temizle mek; günah işlemekten uzak tutmak. 4. Vicdanım ■manevi sıkıntı veren rahatsızlıklardan kurtarmak. 5. {eAT} Tenzih etmek; tezkiye etmek. 6. {eAT} Temi arızan 1, [Ar. ‘arız > ‘ârızan CâjU] f a r ı ’zan) {OsT} ze çıkarmak; aklamak. 7. {ağız} Düzenlemek. [DS] sfi. 1. Tesadüf olarak; rasgele. 2. Geçici olarak, 8. {ağız} (Kiracı için) evi boşaltmak. [DS] 9. {ağız} arızan, [Ar. ‘arız > ‘ârızân üUjjU] (a :rız a:n ) {OsT} Bitirmek; tüketmek. [DS] fi1arıtm ak dakı örtmek, is. İki yanak. {eAT} H e s a b a katm am ak; silm ek ; örtmek.\\ an dı arızasız, [arıza-sız] fa r ız a s ız ) sfi 1. coğ . Engebesiz; turm ak, {eAT} Sü rekli o la r a k tem izlem ek. düz. 2. İşler hâlde olan; sağlam, arıtm ak3, [ar-mak > ar-ıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] an z a t, [Ar. ‘arıza > ‘ârızât oU>_,U] ( a r ız a :t ) {OsT} Yormak. [DS] is. Arızalar; engeller, arıtm ak4, [ard-mak > arıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] Yükletmek. [DS]
arızetan, [Ar. ‘arız > ‘ârızetân ob^ijU] (a:rızeta:n)
arıttırm ak, [arı-t-tır-mak] {ağız} gçl. fi. [ -ır ] 1. Te mizlettirmek. 2. Boşalttırmak. [DS] arıyıcı, [ar-mak > ar-ıg > arıg-çı > arıyıcı] {ağız} is. Bakıcı; falcı; üfürükçü. [DS] arız1, [Ar. ‘araz > ‘arız
(a:rız) {OsT} sfi 1. Ge
{OsT} is. İki yanak, arızi, [Ar. ‘arız > ‘arız!
( a r ız i:) {OsT} sf. 1.
Sonradan ortaya çıkan. 2. Geçici; muvakkat. A ri, [Sanslc. arya (asil) > Ar. ârî tSjT] (a .r i.j öz. is. 1.
len; gelip çatan; musallat olan. 2. Aslında önceden olmayıp da sonradan ortaya çıkan; eklenen. S arız olmak, 1. S on radan o rtay a çıkm ak. 2. G elip ça t mak.
Asiller. 2. sf. Hint-İran ve Avrupa’ya dağılmış bu lunan MÖ. 8. yy.da Hindistan’a egemen olan Ari kavmi ile ilgili. 3. (Irk, topluluk ya da kişi için) Hint-Avrupa dil ailesinden olan, fi5 A ri dil, Hint A vrupa d il ailesin in H int-Iran g ru bu n a verilen ad.
arız2, [Ar. ‘arz (a sk e r teftiş etm ek) > ‘arız ^ j U ] f a
a ri1, [Ar. ‘uryân > ‘ârî ı5_>^] f a r i : ) {OsT} sf. 1. Çıp
rız) {OsT} is. Selçuklular döneminde ordunun ihti yaçları ile ilgilenen görevliye verilen ad.
lak; soyunmuş. 2. Yoksun. 3. Özgür; kurtulmuş; hür. 4 . ... den uzak.
arız3, [Ar. ‘arz (bed elin i verip alm ak) > ‘arız (a:rız) {OsT} is. Herhangi bir şeye karşılık olmak üzere verilen armağan. arız4, [Ar. ‘arz (b ir şey i b ir şe y e aykırı koym ak) > ‘ârız
jU ] f a r ız ) {OsT} is. 1. Ufuktaki görüşü engel
leyen bulut. 2. Katman bulut.
ari2, [Far. ârî tSj î] f a r i : ) {OsT} e. Evet, aria, [İt. aria] (a'ria) is. müz. 1. Şarkı olarak tasar lanmış enstrümantal parça; arya. 2. Operalarda solo olarak seslendirilen ezgi, arib, [Ar. ‘arab> ‘ârib
f a r i b ) {OsT} sf. Öz Arap
cinsinden olan, ö ârib ü ’l-A rap, K atıksız Arap.
Ğ IİİH IÜ fflfCt SdM
ARİ
. 290
aric, [Ar. ‘uruc > ‘aric j-jU ] (a :ric) {OsT} sf. 1. To
aris, [Ar. ‘arıs ^ .y - ] (a ri:s) {OsT} is. 1. Gerdek; zifaf.
pal; aksayan. 2. Yükselen. 3. Yukarı çıkıp inen. 4. Kötü düzenlenmiş. 5. Eksik; noksan.
2. Gelin ve güvey. A ristatalis, [Yun. aristotales (Yunan filo z o fu ) > Ar.
arif1, [Ar. ‘irfan (anlayış) > ‘arif ^İjU] (a:rif) {OsT}
arîstetâlîs ^-JUı-ojl] (a ri:sta ta :li;s) öz. is. Aristo.
is. 1. Sezgi ve anlayış sahibi; anlayışlı; irfan sahibi. A ristocu, [Aristo-cu] is. 1. Aristo’nun felsefesini be nimseyen. 2. sf. Aristo öğretisinden yana olan. 2. Bilgili ve deneyimli. 3. tasvf. Bilgilerin en üstü nü olan “A llah ’ı bilm e” konusunda bilgi sahibi ve Aristoculuk, -ğu [Aristo-cu-luk] is. fe l. Derslerini okulun bahçesinde gezerek veren Aristo’nun insan yüksek bir olgunluğa erişmiş olan. S arif düşmek, bilgisi ve mantık üzerine geliştirdiği felsefe akımı; {eAT} A r if o lm a k; a r ifç e davranmak.\\ arife tarif gezimcilik; meşşaiye. gerekmez, A nlayışlı ve z eki k im seler için b ir sözü a çık lam ay a g e r e k yoktur, an lam ın da söylenir.\\ aristokrasi, [Yun. aristos (üstün) + kratos (iktidar) > aristokratia > Fr. aristocratie] is. 1. En iyilerin yö ârif-i billâh, {OsT} tasvf. Allah'ı h a kk ıy la tanım ış netimi. 2. siy. Yönetimin çoğunlukla seçkin ve ay kim se; bilm esi A llah'a ulaşan kim se; velilik m erte rıcalıklı kişilerin, özellikle soyluların oluşturduğu besin e ulaşm ış k im se.|| arif olan an lar (anlasın), bir topluluğun elinde bulunduğu hükümet biçimi. Üstü k ap a lı b ir sözü an layışı y erin d e olan ların an 3. gnşl. Soylular, imtiyazlılar sınıfı. 4. m ec. Önce la y a b ileceğ in i ifa d e için söylenir. likli olanlar. arif2, [Ar. ‘irfan > ‘arif (ari:f) {OsT} sf. 1. Çok aristok rat, [Fr. aristocrate] is. 1. Seçkin zümrenin ütanınmış; şöhretli; çok bilinen; en meşhur. 2. En yesi. 2. Doğuştan zekâ ve yetenekleriyle üstünlük (daha çok, pek çok) anlayışlı, en bilgili; uzman; gösteren. mütehassıs. 3. Mahalle mektebi öğretmeni, aristokratik, -ği [Fr. aristocratique] sf. 1. Aristokra arifan, [Ar. ‘ arif > ‘ârifan jlijU ] (a ;rifa:n ) {OsT} is. siye ait. 2. gnşl. Aristokrat kimselerin kullanabile ceği şekilde seçkin ve gösterişli, Arifler; bilginler; bilgeler. aristokratlık, -ğı [aristokrat-lık] is. Aristokrat olma arifane1, [Ar. ‘ârif + Far. -âne <üUjU] (a :rifa :n e ) durumu. {OsT} zf. Arife yakışır şekilde. a riş1, [Suriye Ar. ‘ariş (a ri:ş) {OsT} is. 1. Asma arifane2, [Ar. hafif (m eslektaş) + Far. -âne ■üUİJi-] (açardağı. 2. Saz veya samandan yapılma ev. 3. Sun rifa :n e) {OsT} sf. 1. Masrafa ortaklaşa katılmak su durma. retiyle. 2. zf. Aralarında bölüşmek suretiyle, ariş2, [Far. âriş jT] (a :riş) {OsT} is. 1. Anlam; ma arifden, [Ar. ‘ârif + T. -den] {ağız} sf. Anlayışlı. [DS] na. 2. Kavram; mevhum, arife1, [Ar. ‘arefe
y-] is. 1. Hacıların Arafat’a çık
tıkları Zilhiccenin dokuzuncu günü. 2. Bir olayın öncesi. 3. gnşl. Dinî bayramlardan bir önceki gün; arife günü. S arife çiçeği, 1. A rife gününden bay ram lıkların ı giyen. 2. Ç o k süslü, zam an sız sü sle n en .|| arife günü, Dinî bayramlardan bir önceki gün.|| arife muayedesi, İm p aratorlu k dön em in de R am azan v e K urban bayram ı a rifelerin d e sa ra y d a y a p ıla n tören. arife2, [Ar. ‘ârif > ‘arife «jlc-] (a :rife) {OsT} sf. 1. Y e tenekli; kabiliyetli. 2. Cömert; lütufkâr. 3. Nazik. 4. is. İyilik. 5. Bağış; armağan, arifin, [Ar. ‘ârif> ‘arifin j j j U ] (a.rifî.n ) {OsT} is. Arifler; bilginler; bilgeler, arig, [Far. âriğ jjT] (a:riğ ) is. 1. Gücenme; kırılma. 2.
Kıskançlık; haset. 3. Düşmanlık; nefret; kin.
arigan, [Yun. origanon] {ağız} is. bot. Arnavut biberi. [DS] arim 1, [Ar. ‘ârim p U ] (a:rim ) {OsT} sf. Uygunsuz; hoşa gitmeyen; ters. arim 2, [Ar. ‘ arim fy^] {OsT} sf. 1. İnatçı. 3. Kafa tu tan.
arişi, [Far. ârişî ^ j T ] (a :r iş i;) {OsT} is. Soyut; ma nevi. aritm etik, -ği [Yun. arithmos (sayı) > aritmethike / Lat. arithmetica > Fr. arithmétique] is. 1. Sayılar bilgisi; hesap. 2. Tam ve rasyonel sayıların özellik lerini inceleyen matematik dalı. 3. Cebirsel geo metri ve kümeler teorilerinden yararlanan sayı teo remleri. 4. sf. Aritmetikle ilgili; sayı ve hesaplama ya dayanan. S aritm etik dizi, A rdışık terim leri a ra sın d a değ işm ez b ir f a r k bulunan sa y ıla r dizisi. || aritm etik işlem, A ritm etik y o lu y la y a p ıla n çözüm.\\ aritm etik orta, B ir diziyi oluşturan sayıların top lam ının dizinin terim sa y ısın a bölü n m esiyle eld e ed ilen o rta sayı. aritm etikçi, [aritmetik-çi] is. Aritmetikle uğraşan kimse; aritmetiği bilen kimse, aritmetiksel, [aritmetik-sel] sf. Aritmetikle ilgili, aritmetiğe dayanan, aritm i, [Yun. a (yok) + rhythmos (düzen) > Fr. aryth mie] is. Kalp atışında düzen yokluğu, aritm ik, -ği [Fr. arythmique] sf. Ritimli olmayan; düzensiz. ariva, [İsp. arriba / İt. arriva / a riva] (a'riva) ünl. dnz. 1. Yelkenlilerde, yukarı çıkarak yelkenleri sa-
I I H U K S O M . 291
ARK
racak olanlara verilen "Yelken sa r!" emri. 2. ‘‘D i r e k ler e ç ık ın !” emri,
fidan ve sebze dikilen sulanabilir hendek. S ark dartm ak , (eAT} K a n a l açm ak.
arivist, [Fr. arriver (varm ak) > arriviste] sf. Hangi şartlarda ve ne pahasına olursa olsun hedefine var mak, başarıya ulaşmak isteyen; ileri gitmek için başkalarına zarar vermekten çekinmeyen; haris,
ark 3, [Fr. arc] is. İki iletken uç arasmda yüksek ışı ve şiddetli ışık parlamasıyla oluşan elektrik boşalımı. S ark lambası, Ark bo şa lm a sıy la ışık veren elek t r ik lambası.\\ ark kaynağı, K a y n a k y a p ıla c a k p a r ç a la r la elek tro t a ra sın d a m eydan a g elen a r k ısı sın dan y a ra rla n a r a k y a p ıla n kaynak. ark a, [eT. âr-mak (dolaşm ak) / ar (a rka ) ar-kağ >
ariya, [İt. arria] (a'riya) is. Bayrak, sancak ve yelken gibi direğe çekili olan nesneleri aşağı indirmek; bunlar için verilen “İndir!” emri; arya, ariyet, [Ar. ‘ariyet
(a:riyet) {OsT} is. 1. Geri
verilmek üzere başkasından alman eşya; ödünç. 2. huk. Faizsiz borç. 3. sf. Eğreti; geçici; emanet. S ariyet alm ak, Ö dünç alm ak. ||ariyet verm ek, G eri a lm a k ü zere ödünç o la r a k verm ek. || ariyet direk, dnz. Y elken lilerde kırılm ış o la n d ir e k y er in e g e ç ic i o la r a k yerleştirilen direk. || âriyet-sârây, G eçic i o la r a k gelin en y e r ; dünya. ariyeten, [Ar. ‘ariyet > ‘âriyyeten i j U ] (a:ri'yeten) (OsT) zf. Geçici olarak; ödünç olarak; emaneten, ariyetî, [Ar. ‘ariyet > ‘ariyeti
jU ] (a :riy eti:) (OsT)
sf. 1. Eğreti. 2. Ödünç. ariz1, [Ar. ‘arz (en, g en işlik) > ‘arız ^ . y ] (ari:z) (OsT) sf. Enli; geniş, arîz ü amîk, G en işliğin e ve d erin liğin e; en in e boyu n a; uzun uzadıya.\\ arîzü ’Icism, zool. Yassı solu can lar. ariz2, [Ar. arîz ^ j l ] (ari:z) (OsT) 1. Semiz. 2. Hoş; latif; layık. ariz3, [Ar. âriz
jjT]
(a:riz) (OsT) is. bot. Ardıç ağacı,
ariza, [Ar. ‘arz (sunm a) > ‘arîza ■w^.y] (a ri:z a) (OsT) is. 1. Gösterme; sunma; takdim etme. 2. Yüksek bir makama verilen yazı. 3. İmparatorluk döneminde padişahlara çeşitli amaçlarla sunulan yazılara veri len ad. arize, [Ar. ‘arize 4-^.y] (a ri:z e) (OsT) is. Dilekçe, arizen, [Ar. ‘arîzen
(ari:zen ) (OsT) zf. 1. Ge
çici olarak. 2. Rastgele. arjante, [Fr. renard argenté (güm üşî tilki po stu ) > argent] is. Bir kürk türü, arjavrt, [Skr. rajâvarta > arjawrt] (eT) is. Lacivert. [EUTS] Arjantin, [İsp. argentine (gümüşlü)] is. Güney Ame rika’da bir ülke, arju, [arju / arşu] (eT) is. 1. Sırtlan [Mühennâ] 2. Ça kal. [DLT] arjulayu, [arju-layu] (eT} zf. Çakal gibi. [DLT] ark1, [ark] (eT) is. Pislik; bok. S tem ür arkı, (eT) D em ir b o k u ; cüruf. [DLT] ark2, [eT. ark / arık
'] is. 1. Tarla, bağ bahçe sula
mak veya fazla suyu tarladan uzaklaştırmak için toprak içine hendek açılarak su götürülen basit ka nal; su yolu; arık; hark. (eAT) (aynı) 2. İçine fide,
arka > arka lijT] is. 1. Dolaşılarak varılan taraf. 2. Bir şeyin ön olarak kabul edilen tarafının tam ters yanı; öbür yan; öteki yüz; mabad. (eT} (aynı) [EUTS] [Nevâyî] [Gabain] [Mühennâ] [ETY] 3. Bir şeyin geride kalan bölümü; art; geri; devam; sonrası. 4. İnsan vücudunun sırt bölümü sırt; geri; dal. (eT} (eAT} (aynı) [EUTS] [Nevâyî] [Gabain] [Mühennâ] [ETY] 5. (eAT} Döl; bel; sulb. 6. Sandalye, koltuk gibi eşyaların sırt dayamaya mahsus olan bölümü; arkalık. 7. Hayvanların kuyruk tarafı. 8. m ec. Bir şeyin gizlenen, açığa çıkarılmak istenmeyen yanı. 9. m ec. Giyecek. 10. m ec. Birine destek olan, kayı ran kişi; sıkıntılı anlarda yardım eden kişi; yardım cı; koruyucu; adam. (eT} {eAT} (aynı) [DLT] 11. {ağız} Sırta alınarak taşman yük. [DS] 12. {ağız} Köy evlerinin bahçeye bakan yönündeki dar bal kon. [DS] 13. (ağız} Kabak, hıyar gibi bitkilerin kol salması için tarlada boş bırakılan yer. [DS] 14 sf. Art tarafta kalan. A rka b ah çe. S ark a ark a, 1. G e riye doğ ru ; g e r i g e r i; gerisin geri. 2. Üst üste. || ar ka ark aya, B irbirinin p eşin d en ; art arda. || arka ark aya verm ek, B irbirin e y a rd ım cı o lm a k ; d a y a n ışm ak; sırt sırta verm ek; işbirliğ i etm ek. || arka ayak, D ört ay aklı hayvan ların k ıç tarafın d a bulu nan a y a k la rı.|| ark a bir etmek, (eAT} y a rd ım la ş m ak .[| ark a b ir eylemek, {eAT} B irb irin e y ard ım cı olmak.\\ arka birikdürm ek, (eAT} 1. Yardım cı top la m a k ; kuvvet sağ lam ak. 2. B irbirin e d es tek o lm a k; y ard ım la şm ak .|| ark a bir itmek, (eAT} B irbirin e y a rd ım cı o lm a k .|| ark a bir olmak, {eAT} B irbirin e y a rd ım cı olmak.\\ ark a boşlamak, Vaz g eç m e k .|| ark a bulm ak, K en disini koruyup k a y ıra c a k birini edinm ek. || ark a çantası, İç in d e g e r e k li a ra çla rın bulunduğu ö ğ ren ci v e a sk erlerin sırtta taşıdığı çan ta. || ark a çevirm ek, D ah a ön ced en iyi davranıp koruduğu birin e g e r e k li ilgiyi g ö sterm em ek; ilgisini kesm ek ; sırtını dönm ek. || ark a çıkm ak, B irin i k o ru m ak: kay ırm ak; d estek lem ek; yard ım etm ek\ ark ad a bırakm ak, 1. Yarışta g eç m e k ; g e r id e bı rakm ak. 2. U zakta b ıra k m a k; uzaklaşm ak. 2. T erk etm ek; ayrılmak.\\ ark ad a kalanlar, Ö len birisinin veya uzun sü re u z a klara giden b ir yolcunun g e r id e bıraktığ ı y a kın la rı; g e r id e kalanlar.\\ arkada komak, 1. G öz yum m ak. 2. S on raya bırakmak.\\ a r kada koralmiş nesne, (eAT} A rkaya atılm ış, unu tulmuş, d eğ ersiz şey. || arkadan ark aya, B elli et m eden ; yüz yü ze g elm ed en ; g ıy a b ın d a ; e l altından;
ARK
g iz lice; sinsi sinsi; gizli gizli.|| arkadan çalışmak, arg o . E dilgin o la r a k a n a l cin sel b irleşm e yapmak.\\ arkadan konuşmak, K en d isi olm adığ ı h â ld e biri nin yap tıkları hakkın da kon u şm ak; aley h in d e k o nuşm ak; çekiştirm ek; ded ikod u etmek.\\ arkadan söylemek, B ir kim senin bulunm adığı y e r d e onu çekiştirm ek. || arkadan vurm ak, K en d isin e inanan ve güvenen birin e g izlice kötülük etm ek; d ost g ö rü n e re k kötülük y a p m a k ; ihan et etm ek. ||arka dış ka pak, kütp. D ış k ap ağ ın kitabın a rk a sın a g elen b ö lümü,|| ark a dilenmiş, {eAT} K en disin den yardım istenm iş; y a rd ım ın a m uhtaç olunan.\\ ark a dön mek, (eAT} Yüz çev irm ek; dönüp k a çm a k .|| arka dutm ak, {eAT} Yüklenmek.\\ ark a dügmeciği, (eAT} O m urga çıkıntısı.\\ ark a eğmek, {eAT} (N a m azda) riikuya varmak.\\ ark a eğici, {eAT} (N a m azda) riikuya v aran ; nam az kılan. |] arka kapı, a rg o. Aniis; m akat.|| ark a kapıdan çıkm ak, B a ş a rısız olm ak. || arka kapıdan mezun olmak, argo. O kuldan kovıılmak.\\arka kılmak, {eAT} Yardım etm ek.|| ark a olmak, {eAT} Yardım cı o lm a k; d estek o lm a k; korumak.\\ ark a plan, T iyatroda seyircinin gözünden en uzakta bulunan p e r s p e k t if çizgisi. || ark a planda, Önem bakım ından ikin ci d e r e c e d e ; g e r i p la n d a .|| arkası alınmak, S o n a erdirilm ek; bitirilm ek; kesilmek.\\ arkası gelmek, Sürüp git m ek; devam etm ek; a rk a sı kesilmemek.\\ arkası kavi, 1. K en din i iyi k oru y a cak b içim d e giyinm iş olan. 2. D ayan dığ ı güvendiği sa ğ la m biri olan. || arkası kesilmek, 1. Son bulm ak, so n a erm ek; bit m ek; tükenmek. 2. Sonuç alın a m am ak ; sonu çık m am ak.|| arkası m ihrapta olmak, E tkili birinden güç alm ak, on a gü ven m ek; güçlü birin e güvenmek. ||(bir şeyi, birini) arkasına almak, 1. B ir şeyi yü klen m ek; sırtın a alm ak. 2. Etkili ve güçlü b ir k o ruyucuya g ü v en erek işe girişm ek,|| arkasına bak madan gitmek, Ö fke ve utanç g ib i b ir duygu ile g e r id e kalan lard a n u zaklaşm ak; a rd ın a bakm adan gitm ek.|| arkasına düşmek, 1. B ir işi bitirm ek, s o n u çlan dırm ak için u ğ raşm ak: p eşin i b ırakm am ak; ard ın a düşm ek. 2. B irin i sü rekli takip etm ek; izle m ek ; a rd ın a dü şm ek; p e ş in e takılmak.\\ arkasına götürm ek, {eAT} Sırtına a lm a k .|| arkasına sak lanm ak, 1. B ir şey i ken din e sip e r edinm ek. 2. B iri nin koruyuculuğuna sığınm ak.|| arkasına sığın m ak, 1. B ir şey i ken din e s ip e r edin m ek; sa k la n m ak. 2. Birinin koruyuculuğunda olm ak. ||arkasın da biri olmak, Birinin sü rekli gözetim i altın da bu lun m ak onun yardım ını sağlamak.\\ arkasında do laşmak, 1. B irin e işini y ap tırm ak için onun bulu n a b ilec e ğ i y e r le r e g id e r e k görüşm e, kon uşm a f ır s a tı y a ra tm a k ; p eş in d e dolaşm ak. 2. E le g eçirm ey e ça lışm a k; kollamak.\\ arkasından, 1. B ir şeyden so n r a ; p eşin d en ; ard ın d an ; akabin den . 2. B iri o r a d a y o k k en ; gıyabında.\\ arkasından atlı kovala m ak, B ir işi g e r e ğ i y okken telaş ve a c e le ile y a p
IM IÜ ItE S Ö M .^ m ak ; ardın dan atlı kovalamak.\\ arkasından ko nuşmak, Yüz yüze sö y ley em ey eceğ i b ir şey i ilgilisi o r a d a y o k k en sö y lem ek ; çekiştirm ek; d ed ikod u et m ek ,|| arkasından koşmak, 1. B ir işi bitirm eye, son u çlan dırm aya çalışm ak. 2. İlg i duyulan biri ile ilişki kurm aya, kon u şm aya çalışmak.\\ arkasından sürüklemek, A rdından g elm esin i sa ğ la m a k .|| a r kasından teneke çalm ak, G iden vey a kovulan b i risi için ç o k sevinm ek, a la y etm ek; onunla ilgili gizli b ilg ileri a ç ık la m a k . || arkasında yum urta kü fesi olm am ak, D ön ek lik etm em esi için h içb ir s e b e p bulunmamak.\\ arkasında yum urta küfesi yok ya, B u işi y a p m a sı için b ir en g el yok, an lam ın da ku lla nılır; sırtın da yum urta k ü fesi yok.\\ arkasını al mak, B ir şey i bitirm ek, s o n a erdirm ek. || arkasını bırakm am ak, 1. B ir şe y i veya birin i izlem eyi sü r dürm ek. 2. Y apılan b ir işin sonu cu alın ın cay a k a d a r çalışmak.\\ arkasını dayam ak, B irin den g ü ç ve d es tek a lm a k ; onun koruyuculuğuna sığ ın m ak; sır tım d a y am ak .|| arkasını getirememek, B aşla d ığ ı bir işi sürdürüp bitirememek.\\ arkasını sığamak, Sevgi veya şe fk a t g ö sterisi o la r a k birinin sırtını okşam ak. | arkasını sıvazlamak, B irin e yap tığ ı bir işten d olay ı güven verm ek, d es tek o lm a k; aferin d em ek ; sırtını sıv a zlam a k .|| arkasını vermek, 1. B ir şe y e arkasın ı d ö n er ek durm ak. 2. B ir şe y e a r kasın ı d a y a y a ra k durm ak. 3. B irinin koruyuculu ğ u n a sığınm ak. ||arkasını yere getirmek, Yenmek. || arkasın yepmek, {eAT} Sırtını sığ a m a k ; sırtım o k ş a m a k || arkası olm ak, K oruyucusu ve g ü v en eceğ i birin e sa h ip o lm a k ; koruyan d estekley en birisi bu lunm ak.|| arkası pek, 1. G üven eceği, d a y an aca ğ ı güçlü birin e sahip. 2. Sağ lam giyinm iş olan. || a r kası sağlam, G üven eceği, d a y a n a ca ğ ı güçlü birin e sa h ip olan. || arkası sıra, 1. H em en ardından onu izley erek ; a rd ı sır a ; p e ş i sıra. 2. P eşin d en ; ardın dan. 3. Gıyabında.\\ ark a sıvamak, Uğur dilemek.\\ arkası var, 1. D evam ı var. 2. K oruyanı kollayan ı var. || arkası yere gelmemek, Yenik d ü şm ey ecek şe k ild e güçlii o lm a k ; y en ilm em ek ; sırtı y e r e g e l m em ek; y ık ıla c a k durum da bulunm am ak^ arkası yufka, 1. G ü v en ecek güçlü b ir koruyucusu y o k 2. H o ş a g id en b ir yem eğ in devam ının olm am ası hâli.\\ ark a sokak, Ş eh ir veya k asab an ın a n a ca d d eleri veya m erkezin e g ö r e d ışa rıd a k alan so k ak . || arka takım lar, arg o. (K adın ve kız için) beden in a rk a bölüm ü, ö z ellik le k a lça la r. || ark a teker, O tom obil, a r a b a ve bisik let g ib i a ra çla rın a r k a tarafta bulu nan tekerlekleri.\\ ark a üstü, A rkası y e r e g e le c e k b içim d e; sırt üstü.\\ ark a verm ek, 1. Güç b ir du ru m da k alan birin i d estek lem ek ; yardım etm ek. 2. Sırtını güçlü b ir y e r e dayamak.\\ ark a virici, {eAT} Y ardım cı; dost. || ark a viricirek, {eAT} D a h a ç o k ya rd ım ed en .|| ark a virinilmek, {eAT} Yardım g ö rm ek .|| ark a virinilmiş, Yardım görmüş.\\ arka virinm ek, {eAT} Yardım g ö rm ek .|| ark a virişmek,
n n e ı»
m
ARK
• 293
{eAT} Y ardım laşm ak.|| ark a virm ek, {eAT} 1. Sırtı nı day am ak; arkasın ı verm ek. 2. Yardım etm ek. 3. Velayet.|| arka virmek dilemek, {eAT} Yardım di lem ek,|| ark a virmek dilenen, {eAT} K en disinden yardım isten en ; y ard ım ın a m uhtaç olunan. || arka virmek istemek, {eAT} Yardım istem ek.|| arkaya atmak, U m ursam am ak, aldırm am ak. || ark aya bı rakm ak, B ir işi bitirm eyip so n ray a b ıra k m a k; erte lem ek:.|| ark aya geçmek, On taraftan a rt ta rafa dolanm ak]] arkaya kalmak, G eriy e k alm ak ; g e cikm ek; g erid en g elm ek ; ilerleyem em ek. || arka yüz, 1. Büyük p a n o ve resim lere ait levhaların a rk a kısmı. 2. K itap ve d efter y a p ra ğ ın d a oku nm akta olan sayfan ın a rk asın d a k alan sayfa. 3. kütph. B ir kitapta çift sayılı m im arlarla belirlen en , kitap a ç ıl dığında s o l tarafta k alan sayfa. 4. kütph. Yazma k i taplarda g en ellik le çift sa y ıla rla n u m aralan an ve sa ğ y a n d a k alan sayfa. 5. M aran gozlu kta a h şa bın görünm eyen tarafı. 4. P aran ın veya m adalyonun ikinci d e r e c e d e kalan yüzü; tuğra. arkacı, [arka-cı ^ U jl] is. m ec. 1. Arka çıkan; koru yucu; taraftar; yardımcı. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Hamal. [DS] 3. a rg o. Aktif eşcinsel erkek; sodomist. 4. argo. Kalabalık yerlerde yankesiciye yardımcılık eden kimse. ark aç1, -cı [arka-ç] {ağız} is. 1. Açıkta kurulan davar ağılı. 2. Hakim rüzgârı bir tepenin kestiği kuytu bir yamaçtaki koyun yatağı. 3. Dağlarda kuytu, siper yer. [DS] arkaç2, -cı [arğac / arkaç ^jT] {eAT}. is. Argaç, arkaçak, -ğı [âr-mak > ar-ka-mak > arka-çak ?] {eT} is. Ağza ilaç akıtmak için kullanılan içi delik bir araç; akıtmaç. [DLT] arkaçlık, -ğı [arkaç-lık] {ağız} sf. ■* argaçlık. [DS] arkaçtı, [ark+aç-tı] {ağız} is. Suyun kendi kendine açtığı ark. [DS] arkad, [İt. arcado (yay) > Fr. arkade] is. mim. Arala rındaki boşluğun üstü yay biçiminde olan sütun topluluğu. arkadaş, [arka-daş] is. 1. Savaşta, bir savaşçının ar kasını düşman saldırısından koruyan savaşçı. 2. Kendisine yakınlık duyulan, inanılıp güvenilen ki şi; dost; yaren; ahbap; enis; hempa; ihvan; koldaş; muhip; refik; nedim; sağdıç. 3. Bir yerde bir arada bulunmakla birbirini tanıyıp dostluk kuran kişiler; avane; ayaktaş; dadaş. 4. iinl. Tanımadık yaşıtlara seslenme sözü. “A rkadaş, yurdum a a lç a k la r ı uğrat ma sakın. ’’ M. Â kif Ersoy. fi5 arkadaş canlısı, A r kadaşın a düşkün o la n ; a rk a d a şlığ a d e ğ e r veren. || arkadaş değil, ark a taşı, Y ararından ç o k z a r a r veren a r k a d a ş la r a serz en iş sözü.\\ arkadaş olmak, B iri ile sam im iyet kurup d o st olm ak. arkadaşça, [arlca-daş-ça] (arkad a'şça) zf. Arkadaşlı ğa yakışır, arkadaşlık bağını ve sevgisini gösterir şekilde; dostça; içtenlikle; samimi olarak.
arkadaşlık, -ğı [arka-daş-lık] is. 1. Arkadaş olma du rumu. 2. Arkadaşlar arasında var olan yakınlık, da yanışma ve sevgi. S arkadaşlık etmek, 1. B e r a b e r bulunulan ve çalışılan y e r d e iyi geçin m ek, uyum sağ lam ak. 2. Yolculuk veya gezin tide yan ın d a bulunm ak, r e fa k a t etm ek. arkag, [âr-mak > ar-ka-ğ] {eT} is. Atkı, mekik ipliği argaç; en ipliği. [Mühennâ] [Gabain] [DLT] [EUTS] arkaik, -ği [Fr. archaïque] sf. 1. Geçmiş dönemden kalan; kendi zamanından daha eski bir çağın karak terini gösteren; aşnı. 2. ed. Yazarın yaşadığı çağdan daha önceki devirlere ait kullanmış olduğu kelime, cümle ve anlatım biçimleri. 3. Klasik çağ öncesin den kalma eser, arkaizm , [Yun. arldıaios > Fr. archaïsme] is. 1. Ken di döneminden daha eski devirlerin izlerini taşıma. 2. Eskileri taklit. 3. Çok eski bir dönemden kalmış olan şeyle ilgili; aşnılık. 4. ed. Bugün kullanımdan kalkmış olan kelimelerle yazma ve söyleme duru mu. 5. Bir yapının kullanıldığı çağdan daha önceki bir döneme ait özellikler taşıma durumu, ark alaç, -cı [arlcala-mak > arkala-ç] {ağız} is. Hamal arkalığı. [DS] ark alam a, [arka-la-ma] is. 1. Arkalama eylemi. 2. Koruma, destek olma, arkalam ak, [arka-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir şeyi sırtına almak; yüklenmek. 2. m ec. Bir kim seye, yardım etmek, güven vermek; desteklemek; müzaheret etmek, arkalanıcı, [arlca-la-n-ıcı
4İijT] {eAT} sf. Birinin
yardımına güvenen; birisine dayanan, arkalanm a, [arka-la-n-ma] is. Arkalanmak işi; ken disine yardım edilme; korunma, arkalanm ak, [arka-la-n-malc
jjT]
dönşl. f . [ -ır ] 1. Sırtını bir şeye dayamak; sırtını vermek. {eAT} (aynı) 2. {eAT} Güçlenmek; güç bul mak; güvenmek, {ağız} (aynı) [DS] 3. edil. f. Y a r dımcı veya destekçisi bulunmak; kendisine yardım edilmek; korunmak; desteklenmek; kayırılmak. {eT} (aynı) [DLT] arkalaşm ak, [arka-la-ş-mak
4ïjl] {eAT} {ağız}
işteş, f . [-ır ] Birbirine yardımcı olmak; birbirine destek olmak; yardımlaşmak. [DS] arkalayı, [arka-layı] {ağız} zf. Yokluğunda; kendisi yokken; gıyabında; arkasından. [DS] arkalayın, [arka-laym] {ağız} zf. -*• arkalayı. [DS] arkalı, [arka-lı] s f 1, Arkalığı, dayanacak yeri olan 2. m ec. Koruyucusu olan. 3. {ağız} Semiz; yağlı. [DS] 4. {ağız} Devamlı; sürekli. [DS] 5. {ağız} Çok kalabalık; büyük. [DS] 6. {ağız} (Ağaç için) meyve si çok. [DS] arkalık, -ğı [arka-lık] is. 1. Sandalye, koltuk, kanepe gibi oturulacak eşyanın sırt yaslamaya mahsus yeri. 2. Hasta yataklarında yastıkları dik tutmaya yarar
ÖIÜMIÜlffSÖZİj illi. 2S4
ARK
alet. 3. Hamalların yük taşımak için sırtlarına yer leştirdikleri koruyucu. 4. {ağızj Ceket. [DS] 5. {ağız} as. Artçı. [DS] 6. {ağız} Bir tür sepet. [DS] 7. {ağız} Saman kağnısının ardına bağlanan kilim parçası. [DS] 8. {ağız} Tahta biçilecek tomruğun dört yanın dan çıkarılan kaim ve yumru tahtalar. [DS] arkalıklı, [arka-lık-lı] sf. Arkalığı olan,
arkeopteriks, [Fr. archéoptéryh] is. Bavyera’da Jura devri yaprak kayaçları arasında fosili bulunmuş, hem kuş hem sürüngen özellikleri gösteren bir hay van. arketip, [Yun. arkhetupos (ilk m odel) > Fr. arché type] is. Kendisine dayanılarak eser verilen ilk mo del; ilk örnek,
arkalıksız, [arka-hk-sız] sf. 1. Arkalığı, sırt dayaya cak yeri olmayan. 2. m ec. Koruyucusu ve dayanağı olmayan.
arkık, [ar-ık (pislik) > ar-k-ık] {eT} is. Pislik; tezek [Miihennâ] ark ın ’, [ar-km / arkun] {eT} zf. Gelecek yıl; öbür yıl. [DLT] S arkın izi, {eT} G e le c e k y ıl; ö b ü r yıl. [DLT]
arkalu, [arka-lu jiüjl /
^jT] {eAT} sf. Yardımcıları
arkın2, [ar(ı)k-ın] {ağız} zf. Zayıf; cılız. [DS]
çok olan; kuvvetli, arkaluc, [arka-la-mak>arkalu-mak>arkalu-c
«jT
/ ^^İSjl] {eAT} is. Hamal semeri; arkalık. arkam ak, [âr-mak (dolaşm ak) > ar-ka-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] 1. Aramak; yoklamak; arayıp taramak. [DLT] [Yüknekî] 2. (ağız) Tutmak; sarmak. [DS] 3. (ağız) Yardım etmek; arka çıkmak. [DS] ark an ', [eT. arka> arka-n [Dankoffj] is. İp. ark an 2, [ar-kan] (eT) zf. 1. Nihayet. [Gabain] 2. {ağız} Uzak. [DS] ark an J, [Ar. ‘arkàn otîjp] (arkan ı) {OsT} is. Terleme. ark ap , -bı [Ar. rakaba] {ağız} is. Köpeklerin boyun larına takılan halka. [DS] a rk a r, [ar-mak (dolaşm ak) > ar-ka-r] {eT} is. Dişi dağ keçisi. [ETY] [DLT] a rk a n , [?arkarı] {ağız} sf. Galip; üstün. [DS] arkasınm ak, [arka-sın-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Arkalanmak; güvenmek. [DS] arkasız, [arka-sız] sf. 1. Arkalığı, dayanacak yeri ol mayan 2. m ec. Koruyucusuz. arkaş [arka-ç] {ağız} is. -* arkaç. [DS] arkaşm ak, [ar-ka-ş-mak] {eT} işteş, f . [-u r] 1. Arka arkaya gelmek; arka arkaya çıkmak. 2. Yük yükle mekte birbirine yardım etmek. [DLT] arkebüz, [Holl. hakebusse > İt. archibuso / Fr. arqu ebuse] is. On beşinci yüzyılda omuzda iki kişi tara fından taşman ve yere çakılan bir kazığa kabzası dayanmak suretiyle ateş edilebilen bir tüfek cinsi, arkeen, [Fr. arcéen] is. Kambriyumdan önce' oluş muş yer katı. arkegon, [Fr. archégone] is. bot. Eğrelti otları, kara yosunları ile bazı su yosunlarında ve açık tohumlu larda görülen dişilik organı, arkeolog, -ğu [Fr. archéologue] is. Tarih öncesi ve eski çağlardan kalma eserleri inceleyen, araştıran, değerlendiren uzman; kazı bilimci,
arkın3, [ar-km / ar-kun û^jT] {eAT} sf. Yavaş; ağır; aheste. arkıncak, [ar-km-cak / ar-kun-cak iÿ^ jT ] {eAT} zf. -» arkuncak. a rk ın , [arkır-ı / arkur-u Ljÿ jï] {eAT} sf. 1. Eğri; yan üstü; yanlamasına. 2. Tersine; aykırı; karşı; ters. 3. {ağız} Çarpık; çapraz. [DS] S a rk ın çıkmak, {eAT} Yolunu k esm ek ; k arşısın a çıkm ak. || a rk ın gelmek, 1. {eAT} K a rşı koy m ak ; k arşısın a çıkm a k; önüne gerilm ek. 2. {ağız} İtiraz etm ek. [DS] ark ış1, [alk-ış / arkış] {eT} is. Alkış; övgü. [ETY] arkış2, [arkış / arvaş / arvış] {eT} is. Büyü; efsun. [DLT] arkış3, [âr-mak (arasın dan g eçm ek, d olaşm ak, a ş m ak) > ar-k-ış] is. 1. Kervan. [EUTS] [ETY] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] 2. Yurdundan uzak düşmüş birine gönderilen kimse; haberci; elçi. [EUTS] [ETY] 3. Mektup. [ETY] [DLT] S arkış tirkiş, K ervan lar. arkış4, [ar-kı-ş] {ağız} is. Değirmen taşlan arasına konulan demir gereç. [DS] S arkış etmek, {ağız} Yükü g e ç ic i o la r a k b ir y e r e bırakm ak. [DS] arkıt, -dı [arkıt / argıt] is. 1. Köy evlerinde kapıların arkasına çakılmış bulunan kaim tahta kuşak. 2. (ağız) Dövenle boyunduruğu birbirine bağlayan ok. [DS] 3. {ağız} Asma çardaklarında yatay uzatılmış ağaçlar. [DS] 4. {ağız} Kızakların arkasında ve önünde tutunmaya yarayan eğri ağaç. [DS] 5. {ağız} Semerin eğri ağaçları. [DS] 6. {ağız} Çadmn yatay uzanan ağaçları. [DS] 7. {ağız} Irmakta balık avla makta kullanılan bir tür sal. [DS] arkm ak, [ark-mak] {ağız} gçl. f i [ - a r ] 1. Yardım et mek. 2. Arkaya sarkmak. [DS] arko, [Yun. arktos (ayı) > arko] sf. 1. İnatçı. 2. Kaba. 3. Bön. 4. Gülmez, arkoz, [Fr. arkose] is. je o l. Granit veya gnayslı kayaçların aşınması ile oluşmuş feldspath kum.
arkeoloji, [Fr. archéologie] is. Tarih öncesi ve eski çağlardan kalma eserleri tarih ve sanat değeri açı sından inceleyen, araştıran bilim dalı; kazı bilimi,
arktik, -ği [Yun. arktikos > Fr. arctique] is. coğ. Kuzey kutbu ve çevresi ile ilgili,
arkeolojik, -ği [Fr. archéologique] is. Tarih öncesi ve eski çağlardan kalma eserlerle ilgili; kazı bilim sel.
arkub, [Ar. ‘ arküb
arku, [ar-ku] {eT} is. Nehir; dere. [Gabain] [EUTS] (arku :b ) {OsT} is. 1. Ökçe
siniri; eğrice. 2. Yalan ve kötü söz.
H M «
«
.
ARM
295
arkuçı, [ar-mak (arasın dan g eçm ek) > ar-ku-çu] {eT} is.l. İki kişi arasında aracılık eden kişi; aracı. 2. Evlenme zamanı dünürler arasında gidip gelen kişi. [DLT] arkuk, [ar-ku-k] {eT} sf. 1. İnatçı; ters; aksi. [Tekin] 2. Aykırı. [DLT] 3. İki direk veya duvar araşma çapraz olarak konulan ağaç. [DLT] 0 arkuk kişi, 1. Söz dinlem ez; inatçı. 2. K a lp kim se. [DLT] arkuklanmak, [ark-uk-la-n-mak] {eT} dönşl. f . Hay lazlık etmek; dik başlık etmek. [DLT] arkula, [Suriye Ar. 'âküla] {ağız} is. Kuru dalları çe kip koparmaya yarayan ucu demir çengelli uzun sırık. [DS] arkun1, [ar-lçun] {eT} is. 1. Gelecek yıl; öbür yıl. [DLT] 2. Nihayet. [Gabain] [EUTS] 3. Yaban aygırı ile evcil kısraktan olan at. [DLT] S arkun izi, {eT} G e le c ek y ıl; ö b ü r yıl. [DLT] arkun2, [eT. alçru (yavaş, sessiz) > akru-n > arkun jjâjT] {eAT} sf. 1. Yavaş; ağır; sakin; aheste. 2. zf. Yavaş ve alçak sesle. 3. Gizli. S arkun arkun, {eAT} Yavaş y a v a ş ; a ğ ır a ğ ır; h a f i f h a fif; giderek. arkunca, [arlçun-cak / arhuncak / arkmcak ji-jüjT] {eAT} zf. Yavaşça; hafifçe; sessizce, arkuncacuk, [arkun-ca-cuk
*£-j3jT] {eAT} zf. Y a
vaşça; hafifçe, arkunlık, [arlçun-lık] {eAT} is. Yavaşlık; sakinlik, arkunluğile, [arkun-luk + ile iLikjîjT] {eAT} zf. Y a vaşça. arkura, [arku-ra] {eT} sf. Çaprazlama; aykırı. S arkura yatm ak, {eT} Ç a p ra zlam a yatm ak. [EUTS] arkun, [arku-rı / arkı-rı / arlçu-ru ıjjjSjT ] {eAT} sf. 1. Eğri; yan üstü; yanlamasına. 2. Tersine; aykırı; kar şı; ters, fi1 a rk u n ark u n , {eAT} B irbirinin tersin e çaprazlam a. arkurıdan, [arlaı-rı-dan] {ağız} zf. Sebepsiz yere; ge reksiz. [DS] arkurmak, [arku-r-mak] {eT} gçsz. f . 1. Çapraz geç mek. [Gabain] 2. Karşıdan karşıya geçmek, arkurtmak, [eT. arkur-mak > arkur-t-mak] {eAT} gçl. f. [-u r] Kovmak, arkuru, [âr-mak (dolaşm ak) > arku-ru jjjsjl] {eT} {eAT} sf. 1. Çapraz; haç gibi; aykırı. [EUTS] 2. {ağız} Doğru; düz. [DS] 3. {ağız} Kestirme. [DS] S a r kuru çıkmak, {eAT} Yolunu k esm ek ; k arşısın a çıkmak.\\ arkuru gelmek, {eAT} K a rşı koym ak; karşısına çıkm ak; önün e g erilm ek. || ark u ru turkuru, {eT} Ç apraz; haçvari. [Gabain] || arkuru tu rmak, {eAT} G öğüs g erm ek ; m aruz o lm a k .|| arkuru varmak, {eAT} K a rşı koym ak. arkurusma, [arkuru-s-ı-n-a masına; enine; aykırı olarak.
{eAT} zf. Yanla
arkurtm ak, [arkur-t- mak
{eAT} gçl.
f . [-u r] 1. Gidişini, akışım değiştirmek. 2. Yürüme sine engel olup geri döndermek. 3. Bozmak ve de ğiştirmek. arkut, -du [ar-mak > arkut / arkıt] {ağız} is. 1. Elbise, çamaşır asmaya yarayan ip, tel ya da ağaçtan uzun çubuk. 2. Hıyar filizlerini askıda tutturmak için uzatılan ağaç dalı. [DS] arkuy, [arkuy] {eT} is. Kale; müstahkem mevki; is tihkâm. [ETY] arlam ak 1, [ara-la-malc] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Aralamak; seyrekleştirmek. [DS] arlam ak2, [âr-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı) -y o r] İyi olmak; hastalıktan kurtulmak. [DS] arlanm a, [Ar. ‘âr + T. -la-n-ma] is. Utanma, sıkılma, arlanm ak, [ar-la-n-malc] dönşl. f . [-ır ] Utanç duy mak; utanmak; sıkılmak; çekinmek; {eAT} (aynı). arlanm az, [ar-la-n-maz] sf. Utanmadan, sıkılmadan hareket eden; utanmaz, arlaşm ak, [ar-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [ - ır ] Kovula rak gitmek. [DS] arlaştırm ak, [arlaş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Başından at mak; kovmak, arlı, [ar-lı] sf. 1. Ar sahibi olan. 2. Utangaç; sıkılgan. 3. Namuslu. -arlık, [-r-lık /-rlik / -rluk / -rlük / -ırlık / -irlik / urluk / -ürlük / -arlık / -erlik] y a p e. -*• -rlık. arlık, -ğı [arı-lık / ar-lık] {ağız} is. Hastalıktan kur tulmak için okuyup üfleyenlere verilen ücret. [DS] arm ,-m i [Ar. ‘arm / ‘arem ^ ] {OsT} is. Kafa tutma; inatçılık. arm a 1, [Yun. arma] {ağız} is. Bele bağlanan fişeklik.
[DS] arm a2, [Lat. arma (silah) / İt. (teçhizat)] is. 1. Bir aileye, bir topluluğa veya bir kişiye atalarından ka lan, genellikle kalkan biçimli bir zemin üzerine işlenmiş özel işaret, yazı veya süslemeler. 2. dnz. Bir gemide direk ve serenlerle bunlar üzerinde yer alan çarmıh, yelken ve halat takımlarından oluşan donanım. 3. ünl. Denizcilikte “Yap, a ç ! ” anlamın da verilen emir, fi1 arm a branda, dnz. E ski g em i lerd e h am akların kurulm ası için verilen emir. || a r ma budamak, dnz. Top a teşi ile düşm an gem isinin y elk en ve d ireklerin i tahrip etm ek. || arm a budat m ak, dnz. F ırtın a s e b e b iy le gem inin y elk en takım ları tahrip olm ak. ||arm a doldurmak, dnz. Yelken lerin esn em esin i ö n lem ek için a n a arm anın b o ş la rını a lm a k || arm a soymak, dnz. B ir sü re kullanıl m a y a ca k olan gem inin yelk en takımını indirm ek.|| arm a tente, dnz. G em i lim andayken kullanılan ten telerin a çılm ası için verilen em ir.|| A rm a yelken! dnz. “Yelken a ç ! ” komutu. a rm a ’, [Lat. arma] (a ’rm a) is. arg o. Paylama; azar.
ARM arm acılık, -ğı [arma-cı-lık] is. Armaları düzenleme ve doğru bir şekilde temsil ve tasvir etme teknik ve kuralları.
nanımmı üzerine alan, işleten kişi; donatan. 3. a r go. Bir fahişenin sırtından geçinen erkek; peze venk.
arm ada, [İt. armata] (arm a'da) sf. dnz. 1. Silahlı. 2. is. Donanma.
arm atörlük, -ğü [armatör-lük] is. Armatörün yaptığı iş veya meslek,
arm ador, [İsp. armador] is. dnz. 1. Gemilerdeki her türlü donanım işini yapan usta. 2. Yelkenli gemi lerde arma işlerini yürüten özel görevli,
arm atü r, [Fr. armature] is. 1. Bir alet veya tesisatın ana bölümünü oluşturan parçaların tümü. 2. Mus luk ve batarya türü sıhhi tesisat malzemelerinin ge nel adı. 3. fız . Bir kondansatörün yalıtkanla ayrıl mış iki iletkenden her biri; bir mıknatısın iki ucunu birleştiren yumuşak demir. 4. müz. Donanım,
arm adu ra, [İt. armadura] (arm adu'ra) is. 1. Çatı; is kele. 2. dnz. Yelkenli gemilerde hareketli arma ha latlarım bağlamak için alabandalara çakılı ağaç ve ya demir levhalar, arm ağan, [arma-ğan / yarma-ğan / armagal] {eT} is. Hısımlara doyumlukta verilen hediye; armağan. [DLT] arm ağan, [Far. armağan ? => eT armağan / yarmağan] is. 1. Bir kişiyi sevindirmek için özel günlerde verilen şey; hediye; ağırlık. 2. Önceden kararlaştırı lıp ilan edilen ödül; mükâfat. 3. Kendisine saygı duyulan birinin bağışı; lütuf; ihsan. 4. kütp. Bir kimseye veya olayın anısına adanan kitap veya başka eser; ithaf. 0 arm ağan etmek, Birinin g ö n lünü h o ş etm ek, sevin dirm ek için b ir şey verm ek; h ed iy e etm ek. arm ak 1, [âr-malc] (a:rm ak) {eT} gçsz. f. [-u r] 1. Dolaşmak.2. Arasından geçmek; çapraz geçmek; içinden geçmek; girmek; hulûl etmek. [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] 3. gçl. f . Kandırmak aldatmak. [DLT] [EUTS] [Gabain] [Tekin] [ETY]® arm ak tevmek, {eT} H ile y a p m a k ; aldatm ak. [DLT] || arm ak yuvm ak, {eT} H ile y a p m a k aldatm ak. [DLT] arm ak, [âr-mak j^jT] (a.rm ak) {eT} {eAT'} {ağız} gçsz. f. [-u r ] Yorgun düşmek; yorulmak; aşırıya kaçmak; güçsüz kalmak. [DLT] [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [Mühennâ] [Yüknekî] [DS] arm ak 2, [ar-mak] {ağız} is. Çamaşır yıkama yeri. [DS] arınakçı, [ar-mak-çı] {eT} sf. Entrikacıaldatıcı; hilekâr. [Tekin] [Gabain] [ETY] arm alı1, [arma-lı] sf. 1. Arması bulunan; belli bir işareti olan. 2. argo. Süslü; şatafatlı. arm alı2, [arm a-lı]s/a r g o .(Söz için) lastikli, arm alık, -ğı [arma-lık] is. Am aların etrafını süsle yen oyma çiçelderden yapılmış çerçeve, arm an, [Far. ârmân OUjT] (a :rm a :n ) {OsT} is. 1. Öz leme; özleyiş; hasret. 2. Zahmet; sıkıntı. 3. Teessüf. 4. Pişmanlık. arm ani, [Far. ârmân > ârmâni
^ L jl ] (a :rm a :n i;)
{OsT} sf. 1. Kederli; müteessif. 2. Pişman; hoşnut suz. arm anm ak, [arb-an-mak>arm-an-mak] {ağız} dönşl. [- ır ] 1. Tırmanmak. 2. Abanmak. [DS] arm atör, [Fr. armateur] is. 1. Ticaret gemisi sahibi. 2. Gemi sahibi olsun veya olmasın bir geminin do-
arm iş, [Far. ârmiş ^ j î ] (a.rm iş) {OsT} is. Dinlenme; rahat; huzur, arm oda, [Yun. armidi] is.dnz. Bir tür halat, arm oni, [Lat. harmonia] is. 1. Ayarlama. 2. miiz. Ku lağa hoş gelen çeşitli sesler arasındaki uyum; ahenk. 3. ed. Aynı konuya ait verimlerin, parçaların, sözlerin, kelimelerin tutarlı bir biçimde bir araya getirilmesi; ahenk; uyum. 4. Konusu birlikte çıkan sesleri uyuşturmak olan müzik sistemi. 5. Yalnızca üflemeli ve vurmalı çalgılardan meydana gelmiş orkestra, ö arm oniler, F izikte frek a n sı, a n a sesin frek a n sın ın tam katın d a ça kışa n sesler. || arm oni orkestrası, Y alnızca ü flem eli ça lg ılard an kurulmuş orkestra. arm onik, -ği [Fr. harmonique] sf. Armoni ile ilgili olan. arm onika, [İng. harmonica] is. müz. Yan yana sıralı deliklere yerleştirilmiş dilciklerinin titreşimi ile ayrı notalarda ses veren üflemeli bir çalgı çeşidi; ağız mızıkası, arm onize, [Fr. harmonizé] sf. müz. 1. Armoni kural larına uygun düzenlenmiş. 2. (Müzik parçası için) tamamlayıcı sesler eklenmiş. S armonize etmek, B ir m elod iy e eş lik e d e c e k b ir veya b irk a ç p a r ç a eklem ek. arm onyum , [Fr. harmonium] is. müz. Pedal yardı mıyla bir körüğün meydana getirdiği hava ile çalı şan klavyeli ve üflemeli bir çalgı, arm oz, [Yun. armos] is. dnz. Gemilerde borda ve güverte kaplama tahtalarının boylamasına eklen mesi ile aralarında oluşan çizgi, arm udî, [Far. emrüd + Ar. -î lP jjjÎ ] (arm u .di:) {OsT} sf. Armut biçiminde olan, arm udiye, [Far. emrüd + Ar. -iyye ^.jjj>jT] ( a r m u diye) {OsT} is. 1. Armut biçiminde nazarlık olarak takılan altın. 2. Tahta oymacılığında kullanılan bir tür rende. 3. {ağız} Kadın başlıklarında yürek biçi minde gümüş levha. [DS] arm un, [Yun. arrabön > Ar. carabün j
> dy>y-]
{OsT} is. Pey akçesi, arm ut, -du [Far. emrüd => armud ^ j T ] is. bot. 1. Gülgillerden ılıman bölgelerde yetişen beyaz çiçek
M M E M .
297
ARP
li, basit, düz veya düzensiz dişli yapraklı, damla görünümünde ortası beş bölmeli ince kabuklu, sulu ve tatlı meyvesi olan bir ağaç veya ağaççık türü, (Pirus comm inus). 2. Bu ağacın sap kısmı dar alt kısmı geniş meyvesi; {eT} (aynı). [DLT] 3. argo. Fazla bön, avanak kimse. S arm udun iyisini ayı lar yer, İy i şe y lere lay ık olm ay an ları tasvir etm ek için kullanılır.\\ arm udun sapı, flzttmün çöpfi var, H içb ir şey i beğ en m eyen ler, m üşkülpesen tler için kullanılır.\\ arm ut gibi, Anlayışsız, bön kim se. || arm ut kabağı, bot. Ürünü arm ut biçim in d e olan b ir süs kabağı]\ arm u t kakı, (ağız) Armut kurusu. [DS] || arm ut kurusu, D ö rd e bölünm üş arm utların g ö lg e d e kurutulm ası ile eld e ed ilen kuru yem iş. || arm ut piş, ağzıma düş, H iç e m ek verm eden bir işin olm asın ı b ek ley en ler için söylen en ,söz.|j arm ut top, spor. B o k sö rlerin an tren m an da kullan dıkları içi h av ay la doldurulm uş yu karıd an a sılı arm ut bi çim in deki m eşin top.
Avrupa dilleri ailesinden İllir veya Dacia dillerine bağlı Arnavutluk halkının dili. Arnavutlaşm a, [Amavut-la-ş-ma] is. Arnavut kültür ve yaşayışını benimseme. Arnavutlaşm ak, [Amavut-la-ş-mak] dönşl. [-ır] A r navut kültür ve yaşayışım benimsemek; Arnavutluk uyruğuna girmek. arni, [Hint, arni] is. Hindistan mandasının yerli adı. arnika, [İt. amica] (a rn ik a ) is. bot. Bileşikgiller fa milyasından papatyaya benzer turuncu sarı kömeçli, çayır ve ormanlarda biten, yaprak ve çiçekleri şiddetli bir kusturucu nitelik taşıyan, çok yıllık otsu bitki; öküz gözü; sığır gözü; mastı çiçeği, (A rn ica m ont ana). arnug, [âr-mak > ar-m-mak > âr-(ı)n-uğ / ar-(ı)n-uk (eAT} sf. 1. Yorulmuş; yorgun. 2. is. Y o r gunluk. arnuk, [âr-mak > ar-ın-mak > âr(ı)n-uğ / ar(ı)n-ulç
arm utçu, [armut-çu] is. Armut yetiştiren veya satan kişi. armuz, [Yun. armos] is. dnz. 1. Gemilerde güverte ve borda kaplama tahtalarının birbirine değdikleri yerdeki çizgiler. 2 {ağız} Yapılarda kullanılan di rekler arasındaki açıklık. [DS]
arom a, [Yun. aroma (hoş koku) > Fr. arôme] (aro'm a) is. 1. Güzel koku. 2. Sebze ve meyvelerden yayılan kendine özel hoş koku.
arm ür, [Fr. armure] is. Bir dokumayı oluşturan atkı ve çözgü ipliklerini çaprazlama alma biçimi,
arom atik, -ği [Fr. aromatique] sf. Hoş kokulu, aromalı.
arnak, -ğı [amak / almak] {ağız} is. 1. Annaç. 2. Y o kuş; meyil. 3. Ön yüz. [DS]
arozöz, [Fr. arroseuse] is. Sulamada kullanılan üze rine bir su deposu ile doldurma ve boşaltma düze neği kurulmuş motorlu araç.
.
arnaklamak, [amak-la-mak] {ağız} gçl. f . [ -r ] [-l(ı)y o r] Bakmak; gözlemek. [DS] arnaşmak, [eT. ar-malc > ar(ı)n-aş-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] 1. Dokunacak, örülecek bir şeye başlamak. 2. Örgüde ikinci bölüme başlamak. 3. Nakışa, biçime başlamak. [DS] arnat1, -dı [Güre, amati (tırm ık)] {ağız} is. Harmanda tahılı toplamakta kullanılan araç; sıyırgı. [DS] arnat2, -dı [Ar. ‘imâs] {ağız} is. 1. Üzüm vermeyen azgın üzüm teveği. 2. Budanmamış azgın üzüm dalı. [DS] Arnavut, [Rum. Arnavut] öz. is. 1. Arnavutluk halkı ve bu soydan olan kimse. 2. {ağız} Dev. [DS] S Arnavut besası, Ç a bu k bozulm ayan, kesin yemin.\\ Arnavut bacası, Çatı p en c er esi]] A rn avu t biberi, Acı kırmızı biber. |j A rn avu t ciğeri, Un ve kırm ızı b ib ere bulanm ış koyun k a r a c iğ e r i ile b o l y a ğ d a yapılan bir çeşit sote. || A rn avu t d ansı, A k d a n . || Arnavut elması, A rnavutlukta y etişen lezzetli bir tür elm a.|| A rnavut halayı, Sivas y ö res in e ait A r navut satıcının j e s t ve m im iklerinin taklit ed ild iğ i ve a ğ ır kısım ların da Arnavut türküsü söylen en b ir kadın oyunu. || A rn avu t kaldırımı, İrili u faklı taş ların döşen m esi ile m eydan a g etirilm iş kaldırım veya yol. ||A rnavut zarı, Yuvarlak ve b e ş yüzlü zar. Arnavutça, [Amavut-ça] (arnavu'tça) öz. is. Hint-
JyjT] (eAT) sf. -*■ arnug. arnuklık, [amuk-lık ^ j l ] {eAT} is. Yorgunluk.
arp , [Fr. harpe] is. müz. Üçgen şeklindeki bir çerçeve içine farklı uzunlukta paralel tellerin gerildiği elle çalman bir müzik aleti. arp a, [eT. arpa 4jjT] is. bot. 1. Buğdaygillerden tane leri ekmek ve bira yapımında, çoğunlukla hayvan yemi olarak kullanılan, buğdaya göre daha erken gelişen ve olgunlaşan kılçıklı bir tahıl türü, (H ordeum vulgare). {eT} (aym)\Mü\ıem\d] [DLT] [EUTS] 2. argo. Para. 3. argo. Kese; cüzdan. S arpa arp a, {eAT} U fak u fak; in ce in ce; z err e zerre. ||arpa bile zik, {eAT} B oğ u m ları a rp a biçim in de o la n bilez ik .|| arpa bölen, jağız} K ö y işi g ö ren yönetim kurulu üyesi. [DS]11 arp a ektim darı çıktı, “Umduğumu bu lam adım ; b eklen m ed ik şek ild e sonuçlandı. ” a n lam ın da kullanılır]\ arp a güzeli, {ağız} A rpayı s a m anından ayıran b ir tür kalbur. [DS]|| arpa kes tirm ek, {ağız} Yolculukta a ra b a n ın atların ı din len dirirken b ir p a r ç a y em y edirm ek. [DS]|| arp a orağı, {ağız} A rpa h a sa d ı zam anı. [DS]|| arp a salmak, {eAT} A rpa a ta ra k f a l bakmak.\\ arpası az gelmek, argo. Verilen cez a ve a zarlam ad an y ete ri k a d a r d ers alm am ak. || arpası çok gelmek, A zgınlık et mek, coşm ak, kudurmak.\\ arp a suyu, argo. B ir a .|| arp a şehriye, A rpa biçim in de dökülm üş şehriye. || arpa tutm ak, {eAT} (At için) arpalamak.\\ arp a
ÔÏÜMÏÜItfSÔM.298
ARP
unun yoksa, tatlı dilin de mi yok, İn san ları m em nun etm ek için tatlı d il yeter. arp acı1, [arpa-cı
^
w. 1. Arpa yetişti
ren veya arpa alım satımı ile uğraşan kimse. 2. {eAT} Falcı. S arp acı kumrusu gibi düşünmek, Ç o k üzücü b ir o la y k arşısın d a ça resiz k a la r a k ne y a p a ca ğ ın ı bilem ed en düşünmek. arp acı2, [Yun. arpaksi (hırsız)] is. argo. Göz göre göre çanta, cüzdan gibi eşyaları kapıp kaçan hırsız; kapkaççı. arpacık, -ğı [arpa-cık] is. tıp. 1. Göz kapağının ke narında beliren iltihaplı çıban; it dirseği. 2. Tüfek, tabanca gibi ateşli silahların nişan alınmasını ko laylaştırmak için namlunun ucuna konulan küçük çıkıntı. 3. Arpa şeklindeki şehriye. 4. Arpa biçi minde içi dolgulu bir nakış. 5. {ağız} Değirmen çar kının ortasında bulunan demir parça. [DS] 6. {ağız} Tohumluk küçük soğan. [DS] 7. {ağız} Taze, küçük hıyar. [DS] ö arpacık soğanı, Tohumdan, b a ş s o ğ a n eld e etm ek için yetiştirilen bir y ıllık kü çü k s o ğan. arpacılık1, -ğı [arpa-cı-lık] is. 1. Arpa yetiştirme veya alım satım işi. 2. {eAT} Falcılık. arpacılık2, -ğı [Yun. arpaksi] argo. Göz göre göre yapılan hırsızlık; kapkaççılık, arpagan, [arpa-ğan] {eT} {eT} is. Arpaya benzer fakat tanesi zayıf bir bitki; yabani arpa. [DLT] arp ağ, [eT. arpağ] {ağız} is. Eski Türk inanışında ve bugün hâlen o dine mensup Türk boylarında rastla nılan kam ve baksılann hastaları iyileştirmek için söyledikleri anlamsız sözler; sihir; büyü. (Ç eşitli Türk leh çelerin d e arbış, a rba g , arba k , arvıç, arvış o la r a k söylen ir.) [DS] arpağan, [eT. arpa-ğan > arpa-ğan] is. bot. Yabani arpa, yulaf. arpağcı, [eT. arpağ-cı] is. 1. Eski Türklerde büyücü lere verilen isim. 2. {ağız} Üfürükçü; büyücü. [DS] arp alam a, [arpa-la-ma] is. 1. Çoğunlukla atlarda aşırı yorgunluk veya uzun süre kapalı yerde besiye çekilmekten doğan, ayaklarda deri altına kan birik mesi şeklinde görülün iltihaplı hastalık. 2. {ağız} Çok arpa yemekten oluşan hayvan hastalığı. [DS] 3. {ağız} Ağzına geleni söyleme. [DS] arpalam ak, [arpa-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] 1. Arpa vermek. [DLT] 2. {ağız} Ağzına geleni söylemek; ne dediğini bilememek. [DS] 3. argo. İşi iyi gitmek. 4. (Hayvan için) çok arpa yiyerek hastalanmak, arpalanm ak, [arpa-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] A r pa sahibi olmak. [DLT] arpalık, -ğı [arpa-lık
is. 1. Arpa ekilen tarla.
2. Arpa ambarı. 3. {eAT} İmparatorluk döneminde bazı devlet görevlilerine verilen ödenek veya bu nun karşılığı ihtiyaç maddesi. 4. Padişahların anne sine, kız kardeşine ve haseki sultanlara verilen has lar; başmaklık. 5. argo. Bir emek vermeden, karşı
lık ödemeden yararlanılan, çıkar sağlanılan yer. 6. {eAT} {ağız} Atm azı dişi. [DS] ö arpalığı silin mek, {eAT} (At için ) azı dişi a şın m ak .|| arpalık yapm ak, B ir y erd en sü rekli o la r a k ç ık a r s a ğ la m ak ; söm ürm ek. arpej [Fr. arpège] is. müz. Bir akort oluşturan sesle rin birbiri ardınca çalınması, arrad at, [Ar. ‘arrâdat o b ly .] (a rra :d a :t) {OsT} is. Tekerlekli mancınıklar; savaş arabaları, arrad e, [Ar. ‘arrâde »Mjp] (a rra :d e ) {OsT} is. Teker lekli mancınık; savaş arabası, arraf, [Ar. ‘irfan > ‘arrâf / ‘arrafe
(ar-
r a :f) {OsT} is. 1. Bilen. 2. Kaybolmuş veya çalın mış eşyaları bulan kimse; müneccim. 3. Yıldızlara bakarak kehanette bulunan; bakıcı; falcı; kâhin. 4. Hakîm; bilge. 5. Göçebe Arap kabilelerinin örfe ait genel bilgileri, arras, [Ar. ‘arrâş ^>1y ] (a rra :s ) {OsT} sf. 1. (Gök yü zü için) gürleyen ve şimşek çakan. 2. Şimşekli, arrıg, [ar-ığ / arrığ] {eT} sf. Pek temiz. [DLT] a rs 1, [arş ^ -> 0 (eAT) {ağız} is. Gelincik denilen bir tür sincap; as. [DS] ars2, [ars] {ağız} is. Kısır kadın. [DS] ars3, [Ar. ‘a r s ^ y ] {OsT} is. Sevinç; ferahlık. ars4, [Ar. ‘arş
{OsT} is. 1. Yıldırımlı gök gü
rültüsü. 2. Yıldırım, arsa, [Ar. ‘arşa3
y-] a r s a :) {OsT} is. 1. Boş toprak;
yer. 2. Üzerine bina yapılacak boş arazi. 3. Mülk olarak edinilebilen gayrimenkul. S arsa-i âlem, {OsT} D ünya a rsa sı; dünya m eydan ı.|| arsa-i kârz â r, {OsT} S avaş m eydanı.|| arsa-i tarih , {OsT} Ta rih alanı. arsal, [ar-sıl / arsal] {eT} sf. Kumral; konur al. [DLT] arsalık, [arsal-ık] {eT} is. Hem erkekliği hem dişiliği olan bir hayvan; aslık. [DLT] arsenik, -ği [Yun. arsenikon > Lat. arsenicum] is. kim. Maden filizlerinde yaygın olarak bulunabilen atom numarası 33, atom ağırlığı 74.91, yoğunluğu 5,7 olan metal görünümlü element; sıçan otu; zır nık; sembolü: As. arsık, -ğı [ars-ık] {ağız} sf. Kızlık zarı güç açılan. [DS] arsıkm ak, [ar-sık-mak] {eT} gçsz. f . [-ır ] 1. Aldan mak [Mühennâ] [DLT] 2. {ağız} Utanmak; çekinmek. [DS] arsıkmış, [ar-sık-mış] {eT} sf. Aldanmış [Mühennâ] arsıl, [ar-sıl] {eT} sf. Kestane rengi; kumral; konur al. [DLT] -arsın, [-r-sm / -a-r-sm / -u-r-sm / -e-r-sin / -ü-r-sin] {eAT} çek. e. -*■ -rsm. arsınm ak, [ar-sm-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Utan mak; çekinmek. 2. Onuruna dokunmak. 3. Ayıp saymak. 4. Üşenmek. [DS]
]ıl
!
ARŞ
»299
arsıulusal, [ar(a)-s-ı+ulus-al] sf. Uluslar arası; mil letler arası; beynelmilel; enternasyonal. -arsız, [-r-sız / -a-r-sız / -u-r-sız / -e-r-siz / -ü-r-siz] {eAT} çek. e. -*■ -rsız. arsız, [Ar. âr + T. -sız] sf. 1. (Kişi için) utanması ol mayan; yılışık; yüzsüz; arlanmaz; hayasız; kapak sız; utanmaz; yırtık; perdesiz; pişkin; yüzsüz. 2. Terbiye görmemiş; şımarık; terbiyesiz. 3. m ec. (Bitki için) yerini yadırgamayan, hemen kök atıp gelişebilen. S arsız arsız, U tanmaz b ir şe k ild e; sırn a şa ra k ||arsız pirsiz, U tanm ası olm ayan. arsızlanma, [ar-sız-la-n-ma] is. Arsızlanmak işi; ar sızlık etme; arsız davranma; utanmazlanma, arsızlanmak, [ar-sız-la-n-mak] dönşl. f . [ -ır ] Arsız lık etmek; yılışmak; utanmazlanmak, arsızlaşma, [ar-sız-la-ş-ma] is. Arsızlaşmak işi; arsız hâle gelme; yüzsüzleşme; şımarma, arsızlaşmak, [ar-sız-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Arsız hâle gelmek; yüzsüzleşmek; şımarmak,
s e k ta b a k a sı; Tanrı k atı.|| arş-ı Huda, {OsT} G öğün en y ü k sek ta b a k a sı; Tanrı katı. | arş-ı İlâhi, {OsT} Göğün en y ü k sek ta b a k a sı; Tanrı katı. || arş-ı mecîd, {OsT} Göğün en y ü k sek ta b a k a sı; Tanrı katı.\\ arş-ı rahm an, {OsT} Göğün en y ü k sek ta b a k a sı; Tanrı katı. ||arş-ı Yezdânî, {OsT} G öğün en y ü k sek ta b a k a sı; Tanrı katı. ||arş-ı berîn, Göğün en y ü k sek tabakası. || arş-pâye, {OsT} P a y esi a r ş a d e k y ü k se len^ arş ü ferş, {OsT} Gökyüzü ve yeryüzü. |j arş ü kürsî, {OsT} Göğün a rş kısm ı ile altın daki kürsü. |] arş'üs-sim âk, {OsT} İk iz ler takım yıld ızı.|| arş'ü ssüreyya, {OsT} Ü lker yıldızının altında bulunan b ir yıldı%kümesi.\\ arş ü zemîn, {OsT} Gökyüzü ve y e r yüzü. arş , [Fr. marche (yürü!) (m ’nin düşmesiyle)\ ünl. Askeri yürütmek için verilen emir; “marş marş!” arş4, [Fr. arcus (kem er) > Fr. arche / archet] is. Tramvayın elektrik eneıjisini almak için tele değen kavisli bağlantısı; almaç.
arsızlık, ğı [ar-sız-lık] is. Arsız olma durumu; yılı şıklık; şımarıklık; utanmazlık,
arşa, [Ar. ‘arş + Far. -a
arsi, [Sansk. rsi] {eT} is. Evliya; münzevi. [Gabain]
arşak, -ğı [ağırşak > arşak] {ağız} is. 1. Diz kapağı. 2. Ağırşak. [DS]
arsik, [ar-sık] {eT'} is. Kestane rengi; kumral; konur al. [DLT] arslan, [Moğ. arsalan / arıslan OiL-jT] { eT} {eAT} is. Aslan. [Gabain] [Mühennâ] [DLT] [EUTS] S arslan havalı, {eAT} D oğ a sı a slan g ib i olan. arslanhane, [arslan + Far. -hane -üüi^L,y>] (a rsla .n ha:ne) is. Aslanların tutulduğu bina, arslani, [arslan+Far. -ı^ ^ U y ;] (a rsla .n i:) is. Aslanlı gümüş para. arslanlayu, [arslan-layu] {eT} zf. Aslan gibi; aslansı. [DLT] arslık, -ğı [ars-lık] {eT} is. 1. Hem erkekliği hem di şiliği olan hayvan; arsalık; aslık. 2. {ağız} Cinsel ilişkiye girdiği hâlde kızlığı bozulmayan kız. [DS] arsu, [arsu] {eT} sf. Değersiz; kıymetsiz. [EUTS] [DLT] arş1, [Ar. ‘arîş] {ağız} is. 1. Çalgılarda kiriş; tel. 2. Araba oku. [DS] arş*, [Ar. ‘arş J my>] {OsT} is. 1. Çardak; çadır. 2. Cumba; kafes. 3. Kürsü; taht; makam. 4. Çatı; dam; tavan. 5. Mahiyeti insanlarca kesin olarak bilinme yen fakat yüksekliği dolayısıyla bütün kâinatı kap layan Allah’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği dokuzuncu kat gök. «O zam an y ü k se le re k a r ş a d e ğ er belki başım .» M. Âkif Ersoy. S arş-fersâ, Arş tan üstün; arşı y ıp ra tan .|| arş-ı a'la, {OsT} Göğün en yüksek tabakası. |j arş-ı a'la-yı saadet, {OsT} Mutluluğun en y ü k sek yeri. || arş-ı âşiyân, {OsT} ku tsal kişilerin öldükten so n r a g id ec e k ler in e inanı lan yer. ||arş-ı a'zâm , {OsT} G öğün en y ü k sek ta b a kası; Tanrı k atı.|| arş-ı azîm, {OsT} Göğün en y ü k -
(a rşa :) {OsT} is. dnz.
Güverte.
arşaklanm ak, [arşak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] (Yara, çıban için) kızarıp şişmek. [DS] arşe, [Lat. arcus (yay) > Fr. archet] is. 1. müz. K e man yayı. 2. Elektrikle işleyen araçlarda telden akım çekmek için kullanılan yay şeldindeki iletken parça. arşetip, [Yun. arkhetupos (ilk m odel) > Fr. arché type] is. - * arketip. arşevek, -ği [Fr. archevêque] is. Baş piskopos. arşın 1, [eT. arış > ar(ı)ş-m] is. 1. Orta parmak ucun dan dirseğe kadar olan uzaklığı esas alan eski uzunluk ölçüsü birimi, yaklaşık 68 cm ’dir. 2. Bir adım boyu uzaklık. 3. argo. Bacak, fi1 arşın arşın, 1. Arşın k a d a r p a r ç a la r a ayrılm ış. 2. m ec. P e k çok. || arşına vurm ak, Ö lçm ek. || arşınları açm ak, argo. A dım larım a ç a r a k yürüm ek. arşın2, [ar-şın] {ağız} is. Boya olarak kullanılan kire mit rengi toprak. [DS] arşınlam a, [arşm-la-ma] is. 1. Arşın ile ölçme. 2. Adımlama. arşınlam ak, [arşın-la-mak] gçl. f . [~r] [-l(ı)-y o r] 1. Arşınla ölçmek. 2. Adımlamak. 3. mec. Dar bir yer de geniş adımlarla gidip gelmek. 4. {ağız} Hızlı ve açık adımlarla yürümek. 5. {ağız} Adım adım, ya vaş yavaş yürümek. [DS] arşınlık, -ğı [arşın-lık] sf. Belirtilen sayıdaki arşın kadar olan. arşidük, [Fr. archiduc] is. Avusturya hanedanlarına ait özel unvan, arşidüşes, [Fr. archiduchesse] is. 1. Arşidük karısı ya da kızı. 2. Avusturya prensi.
Ö I M I İ ir a K .3 0 0
ARŞ arşipel, [Yun. arhipelagos] is. 1. Çok adası olan de niz. 2. öz. is. Ege denizi, arşiv, [Yun. arheion (hüküm et bin ası) > Fr. arcchives] is. 1. Evrak saklanan yer. 2. Tarihi tanıtan eski ferman, berat, mektup gibi belgelerin saklandığı yer; belgelik. 3. Belli bir konu üzerine biriktirilmiş yazılı belgeler. 4 a rg o. Çamaşır içindeki cinsel or ganlar. S1 arşiv karıştırm ak, argo. Birisinin cin sel organ ların ı ellem ek, okşam ak.
.
arşivci, [arşiv-ci] is. 1. Arşiv görevlisi. 2. Arşive ko nulmuş belgeleri inceleyip değerlendiren uzman, arşivleme, [arşiv-le-me] is. Arşive koyma; saklama, arşivlemek, [arşiv-le-mek] gçl. f. [-r ] Arşive kaldır mak; arşivde saklamak, arşiyan, [Ar. ‘arş > ‘arşiyân
(arşiya:n) (OsT)
is. Arşın etrafında teşbih edip dolaşan melekler, arşu, [arju / arşu] jeT} is. Sırtlan [Mühennâ] arşun, [eT. arış > arışın] (eAT) is. -* arşın, art, -dı [âr-mak (dolanm ak) / âr (arka) > âr-t] is. 1. Arka taraf; geri. (eT) (aynı) [EUTS] [Gabain] [ETY] 2. Bir şeyin öbür tarafı. 3. (eT) Son. [ETY] 4. (eT) Dağ geçidi; dağ beli; dağ yolu; sırt; boyun tepe. [DLT] [ETY] [EUTS] 5. (eT) Sarp yer; yokuş. 6. (eT) Yar dım. [Gabain] [EUTS] 7. sf. Arkada olan; geride bu lunan. S arda koymak, 1. S on raya bırakm ak. 2. (eAT) G erid e bırakmak.\\ ardı arası kesilmemek, H iç durm am ak; tek düze sürmek.\\ ardı ardına, A ralıksız b içim d e; a r a verm eden. || ardı kesilmek, S onu g elm ek ; bitm ek; tükenmek.\\ ardına adam toplam ak, K en d i g örü ş ve düşün celerin i beğ en en ta ra fta r edinm ek. || ardına atm ak, 1. D eğ er ver m em ek. 2. G eciktirm ek. 3. (eAT) T erk etm ek; vaz g eç m e k ; bırakmak.\\ ardına bakm am ak, 1. D eğ er v erm em ek; aldırış etm em ek. 2. K orku ile y ü rek ç a r p a ç a r p a kaçm ak. j| ardına düşmek, P eşin den g itm ek; a rk a sın a düşm ek; takip etm ek. || ardına k ad ar açık, K a p ı ve p e n c e r e g ib i n esn elerin son u n a k a d a r a ç ık bulunması.\\ ardına kom am ak, Öç a lm a k .|| ardın alm ak, (eAT) A rkasını çevirm ek; k a ç ış yolunu k esm ek ; kuşatm ak. || ardın ardın, (eAT) 1. G eri g e r i; a rk a y a doğru. 2. G eriden g e r i d en ,|| ardına söylemek, (eAT) A rkasından kon uş m a k .|| ardına uymak, (eAT) A rkasından koşm ak; p e ş in e düşmek.\\ ardın basm ak, (eAT) 1. P eşin i b ıra k m a y a r a k izlem ek. 2. G eriden vurmak, ||ardın da gezmek, P eşin i bırakm am ak; sü rekli izlem ek.|| ardından atlı kovalam ak, Son d e r e c e hızlı git m ek ,|| ardından beri, (eAT} A rkaya doğru.|| ardın dan sapan taşı yetişmemek, Son d e r e c e h ızla git m ek ; büyük b ir tela şla kaçmak.\\ ardından v ar m ak, (eAT} A rkasından gitmek.\\ ardından yet mek, A rkasından k o ş a r a k yetişm ek. || ardını al m ak, T am am lam ak; bitirm ek. || ardını boşlamak, V azgeçm ek, p eşin i bırakmak.\\ ardını getirmek, T am am lam ak, bitirm ek; so n a erdirm ek. || ardını
sürmek, (eAT} P eşin i b ıra k m a y a ra k izlemek.\\ a r dın sürmek, (eAT) P eşin i b ıra k m a y a ra k izlemek.\\ ardı sıra, A rdınca, a rk asın d an ; peşinden.\\ arta kalmak, 1. G eç k alm ak ; so n a yetişm ek. 2. Zaman kaybetm iş olm ak. 3. A rtık o lm a k; artm ış olm a k.|| a rt alan, Zem in; f o n .|| a rt ard a, A rka arkaya, bir birinin p e ş i sıra. || a rt avurt, Ağız boşluğunun a rk a bölümü.\\ a rt avu rt ünsüzü, dbl. Art avurt bölü m ünde teşekkü l ed en “l ” ünsüzü.|| a rt ayağı ile kulağını kaşım ak, D ensiz ve d en g esiz işler y a p m ak, huzur k açırıcı d a v ra n ışlard a bulunm ak, k ö p e k lik veya hayvan lık etm ek.|| a rt bağırsak, anat. Sindirim kan alının a rt b ö lg esi; proktodeıım.\\ art beyin, anat. B ey in cik ve m edu lla oblan g ata d an olu şan ve tem el vücut fa a liy e tle r i ile ilgili beyin b ö lg esi; metensefalon.\\ a rt bölge, coğ. D eniz kıyı sın a g ö r e bıı kıyı ile ticari v e ulaşım açısın dan iliş kisi bulunan iç er id e k alan y ö r e .|| a rt damak, D a m ağın a r k a bölümü.\\ a rt dam ak ünsüzü, dbl. D i lin sırtının y ü k se le re k d a m a ğ a d eğ d iğ i y e r d e a k c i ğ er d en g elen havan ın sürtünm e veya sızm a ile m eydan a g etird iğ i s e s le r ; İki, Igl, İği.|| a rt düşün ce, A çıklanm ayan veya açık lan an d an fa r k lı düşün c e . j| a rt eteğinde nam az kılınır, 1. N am uslu ve dürüst k ad ın la r için sö y len ir; nam usu m ücessem . 2. m ec. Riyakâr.\\ a rt göğüs, biy. B ö c e k le r d e g öğiis bölgesin in en a r k a d a bulunan segm enti. ||a rt işlem, N ü kleer yakıtın re a k tö r d e kullanıldıktan so n ra kul lan ıla b ilir o la n ve teh like y a ra ta n kısım ların ı ayı rıp d eğ erlen d irm ek için y a p ıla n işlem .|| a rt kafa kemiği, anat. K afatasın ın a r k a tarafın da bulunan k em ik ; o ksip ital kem ik.|| a rt kapıdan çıkmak, (Ö ğren ci için) ba şa rısız o lm a k; a r k a kapıdan çık m ak. 1| a rt kök, anat. Omuriliğin, k e le b e k biçim in d ek i bo z m addesinin v en tral çıkın tıları.|| artların sürmek, (eAT) P eşin i bıra k m a m ak ; takip etm ek.|| a rt lop, anat. H ipofiz bezinin a r k a p a rç a sı. || a rt niyet, A çıklanm ış b ir niyet ve düşünce ile gizlen m eye ça lışılan henüz a ç ığ a vurulm am ış ve çoğ u n lukla kötü lü k taşıyan düşiince.\\ a rt oda, anat. G ö zün iris ile billu r cisim a ra sın d a k i içi ö z e l b ir sıvıy la dolu kısm ı.|| artsız arasız, Sü rekli; aynı biçim ve düzende. || a rt teker, A raçların a r k a d a bulunan tekerleği.\\ a rt ülke, B ir bölgen in kıyıya g ö r e d a h a iç er d e k alan kısımları.\\ a rt zamanlı, E vrim e bağ lı o la r a k zam an için deki g elişm eler le ilgili. \\ a rt za manlı dil bilimi, dbl. Zam an için de değişim g e ç i ren d il bilim konularının ev rim sel gelişim in i ve b a ğıntılarını in celeyen dil bilim ; a rt sü rem li dil bilim ; ta rih sel dil bilim.\\ a rt zamanlılık, Toplum bilim le rin de toplunıların zam an için deki evrim inin in ce len m esi; tarihsel. artad m ak , [ar-ta-d-mak] (eT) gçl. f . [-u r] Tahrip et mek; mahvetmek; bozmak. [Gabain] artad m ak , [art-mak+dur-mak> art-a+dur-mak] gçsz. b . f [-u r] Gittikçe artmak; artmaya devam etmek.
İ M
TO R M
.
301
artag, [ar-ta-ğ] {eT} is. 1. Mahvolma. [Gabain] 2. Bo zuk; yıkık; harap; bozulmuş. [EUTS] [Gabain] t? artag işlig, {eT} Ahlaksız. artağ, [art+ağ] {ağız} is. 1. Çocuğu beşiğe bağlayan bez. 2. Kırılan hayvan bacağını oynatmadan düz gün tutmaya yarayan tahta. [DS] artağan, [art-mak > art-ağan] sf. Beklenenden, alı şılmış olandan daha verimli; bereketli, artağanlık, -ğı [art-ağan-lık] is. Çok ürün verme hâ li; bereket. artak, [ar-ta-k] {eT} sf. Bozuk; fena; yıkık; kötüleş miş; bozulmuş. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] S artak tartak, {ağız} K a rm a k a r ış ık [DS].|| artak yavuz, {eT} B ozıık; kötü ; p e r iş a n ; h arap . [EUTS] artakalan, [art-a+kal-an] sf. 1. Geride, arkada kalan. 2. Bitmemiş, tükenmemiş veya yıpranmamış olup elde kalan. artakalma, [art-a+kal-ma] is. 1. Geride kalma. 2. Sa tılmama. artakalmak, [art-a+kal-mak] gçsz. f . [-ır ] 1. Geride kalmak. 2. Satılmayıp elde kalmak. 3. Artarak ge riye kalmak. 4. Birisi öldüğünde sağ kalmak. 5. (Kadın için) ellenmiş olarak bırakılmak. 6. (Eşya için) eskitilmiş, kullanılmış olarak bırakılmak, artakalmış, [art-a+kal-mış] sf. 1. Geride, arkada kal mış olan. 2. Çeşitli sebeplerle elden çıkmamış, elde kalmış. artal, [Ar. ‘artal ^ y - ] {OsT} sf. biy. (Canlı için) ola ğandan daha çok gelişmiş olan, artaliyet, [Ar. ‘artal > ‘ artaliyyet o J J ^ ] {OsT} is. biy. Hayvan veya bitkilerde bir organ veya bütün vücudun aşırı büyümesi hâli; irilik, artam, [art-a-m] {ağız} is. Yarar; fayda. [DS] artam ak1, [art > art-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-t(ı)yor] 1. Artıp kalmak. 2. Aile bireylerinin birkaçı nın ölümünden sonra sağ kalmak. [DS] artamak2, [ar-ta-mak] {eT} gçsz. f . [ -r ] 1. Bozulmak; mahvolmak; kötüleşmek. [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî] 2. Batmak. [İKPÖy.] 3. Fazla olgunlaş mak. [İKPÖy.] 4. Çürümek. 5. gçl. f i Mahvetmek. [EUTS] artan, [art-mak > art-an] {eAT} sf. 1. Geriye kalan. 2. Fazla gelen. artantı, [art-antı /art-mtı] {ağız} sf. Kullanıldıktan sonra geriye kalan; artan; artık; artmış. [DS] artaşmak, [ar-ta-ş-mak] {eT} işteş, f i [-u r] Birbirini bozmak. [DLT] artatmak, [ar-ta-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r ] 1. Tahrip etmek; mahvetmek; bozmak; yıkmak. [Tekin] [Ga bain] [EUTS] [DLT] [ETY] [İKPÖy.] 2. Batırmak. [İKPÖy.] S artatı umak, B ozab ilm ek. artça, [art-ça] {ağız} is. fo lk . Düğünden soma tarafla rın birbirine verdiği ziyafet. [DS] aı'tçı, [art-çı] is. 1. as. Ordu savaş veya yürüyüş dü-
ART
zeninde ilerlerken güvenliği sağlamak için geriden gelen birlik; dümdar. 2. Tulumbacılar yangına gi derken arkalarından gelen yardımcılar. 3. sf. Geç miş bir edebiyat veya sanat çığırım sürdüren. 4. {ağız} Arkadan gelen. [DS] artçılık, -ğı [art-çı-lık] is. as. Artçının görevi, artem a, [Sıhhî tesisat malzeme markası, ticarî mal] is. argo. (Bu ürünün "Aç kapa, a ç kap a, A rtem a!" sloganlı reklamından) başkaları ile birlikte iken tesettüre uyup örtünen, bu ortamın dışında ise dile diği gibi özgürce giyinen kadın veya kız. arter, [Fr. artère] is. anat. 1. Yüreğin sağ karıncığın dan .akciğerlere, sol karıncığından vücudun diğer organlarına kan götüren damarlar; atardamar. 2. m ec. Trafiği yoğun olan yol. arteriektom i, [Fr. artériectomie] is. tıp. Bir atarda marın tıkanması veya iltihaplanması sonucu kesil mesini gerektiren cerrahi işlem, arteriograf, [Fr. artériographe] is. tıp. Atardamar atımlarım kaydetmeye yarayan araç; sfıgmograf. arteriografı, [Fr. artériographie] is. tıp. Röntgen ışmlarmı geçirmeyen bir sıvı şırınga edilmek sure tiyle atardamar atımlarının incelenmesi veya rad yografi alınması, arterioskleroz, [Fr. artério-sclérose] is. tıp. Damar sertliği. arterit, [Fr. artérite] is. tıp. Atardamar iltihaplanma sı. artezyen, [Fr. Artois (F ran sa'da b ir kent) > artésien] is. Toprağı burgu ile delerek basınç altındaki yer altı suyunun yeryüzüne fışkırmasını sağlayan kay nak; basınçlı kaynak. S artezyen kuyusu, Burgu ile açılm ış ve y e r altı suyunu y ü zeye çıka rm a y a y a rayan ç ep e rler in e boru oturtulmuş basın çlı kuyu, artg aru , [art-ğaru] {eT} zf. Arkaya; geriye. a rtı1, [art-ı] {ağız} is. Akıbet; son. [DS] artı2, [art-ı] is. mat. 1. Aritmetikte toplama işleminin yapılacağını belirten + işareti; zait. 2. Sıfırdan bü yük sayıları gösteren aynı işaret; pozitif. 3. {eT} sf. Tamamıyla; tüm; tekmil. [EUTS] 4. zf. Ek olarak; ilavesi; eki. S artı sayı, Sıfırdan büyük ve + ile gö sterilen sa y ı; p o z it if sayı. || artı uç, D oğru akım ü retecin de p o ta n siy el gücü en y ü k sek olan uç; elektroliz sıra sın d a ek si yüklü iyonların toplandığı artı elek tro t; anot. artıcak, [art-ıcak / artu-cak
jl] {eAT} zf. - * artucak.
artıg, [art (arka) > art-ığ] {eT} is. 1. Kadın mintanı; göğüslük. [DLT] 2. Bir hayvana yükletilen yükün dengi. [DLT] artıglatm ak, [ art-ığ-la-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Ço ğaltmak; teksir etmek. [ETY] artık, -ğı [eT. ar-t-mak (artm ak, a rta kalm ak) > ar-tuk / adr-uk > art-ık j>jl] sf. 1. Yenilip içilen şey den, kullanılan, harcanan maldan geriye kalan; faz
Ô ÏÜ M ÏÜ 1 C ÏS 0 M .3 D 2
ART
la. {e'T} {eAT} (aynı) [Mühennâ] 2. Daha fazla; daha çok. 3. m ec. Değersiz; işe yaramaz. 4. {eAT} {ağız} Başka. [DS] 5. {ağız} Geçmiş. [DS] 6. is. Kalan veya artan bölüm. 7. {ağız/ Kızlığım gayrimeşru ilişki ile kaybeden kız. [DS] 8. zf. (İçinde bulunulan duru mun veya y a p ıla n işin sonu na gelindiğin i ve yen i bir durumun, işin başlad ığ ın ı belirtm ek için ciim le b a şı edatı o la ra k ) bundan sonra; bundan itibaren; bundan böyle; fakat; amma; badema; daha; şimdengerü. 7. ünl. Sabır ve tahammül gücünün sonuna gelindiğini bildirir. Artık, y eter! S artık değer, işçin in üretim e katkısının aldığ ı ücretten ç o k olm ası dolayısıyla patron u n açıktan b e d e l ödem eksizin eld e ettiği kazanç.\\ artık diş, {ağız} anat. A sıl d işlerin y a n ın d a çıkan ve düzgün o lm a y a n diş. [DS]|| artık emek, M arksçı teo rid e işçinin ü creti karşılığ ın d a ürettiğinin üstünde fa z la d a n çalışması.\\ artık eksik, 1. {eAT} Yerli y ersiz; g e reksiz ; 2. {ağız} G e rç e ğ e uym az; ileri geri. [DS]|| artık et, {ağız} K a sa p lık hayvanların iç y a ğ la rın a ra sın d a bulunan k a r a et p a rç a la rı. [DS]|| artık etmek, {ağız} Yem ekte artık bırakm ak. [DS]|| artık gün, H er a rtık y ıld a Şubat ayın a eklen en 29. gün. || artık sartık, {ağız} Yem ekten g e r i k alan ; artık. [DS]|| artık sayı, kütp. D erlem ed eki b ir eserin bir d en ç o k o la n h er sayısı.\\ artık sürtük, {ağız} H er e r k e k le düşüp kalkan veya ç o k sa y ıd a eş değ iştir m iş olan kadın. [DS]|[ artık yıl, H er yılın fa z la d a n g elen altı sa a tin i to p la m a k su retiyle d ört y ıld a bir gün ek lem ek su retiyle 366 gün olan yıl. artıkçı, [art-ık-çı] is. ve sf. Artıkları toplayıp değer lendirmek veya satmak suretiyle geçimini sağla yan. artıkçılık, -ğı [art-ık-çı-lık] is. Artık toplayarak ge çimini sağlama, artıkın, [ar-t-ık-ın] {eT} zf. Artık, artıklağı, [artık-lağı / artıklağa] {ağız} zf. 1. Bununla beraber. 2. Fazla. [DS] artıklam a, [art-ılc-la-ma] is. Artıklamak işi; yiyecek bırakma. artıklam ak, [art-ık-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Artık yiyecek bırakmak. 2. Yiyeceği parçalayıp dökerek başkalarının yararlanamayacağı artık bı rakmak; artık etmek, artıklık, -ğı [art-ık-lık jlsijl] is. 1. Daha çok olma durumu; fazlalık. 2. bsy. Yangın ve hırsızlık gibi bilgi kaybına sebep olabilecek durumlara karşı bir den çok kopya bilgi bulundurma işi. 3. {eAT} Ü s tünlük; erdem; olgunluk. 0 artıklık derecesi, dbl. N itelem e sıfatlarının d a h a fa z la lık bildiren d e r e c e s i; üstünlük d erecesi. artılm ak, [ar-t-ıl-mak] {eT} edil, f i [-ır ] 1. Yükle mek. [DLT] 2. Ardılmak. [DLT] 3. Bir binit üzerin de başı bir tarafa, ayaklan diğer tarafa gelecek şe kilde heybe gibi ardılmak. [DLT] 4. Erişilmek.
[DLT] 5. {ağız} Birinin üzerine kapanmak; çullan mak. [DS] artım , [art-ım] is. 1. Artma; çoğalış; bereket; bollan ma; tezayüt; üreme. 2. Orman ağaçlarının belli bir dönem içinde kaimlik ve boylanmn artması, artım lı, [art-ım-lı] sf. Pişirince şiştiği için çoğalmış gibi görünen; artağan, artın, [art-ı-n] is. kim. Katyon. artınm ak, [ar-t-m-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Yüklemek. [DLT] artırılm a [art-ır-ıl-ma] is. Artırılmak işi. artırılm ak, [art-ır-ıl-mak] ed il.fi. [ -ır ] Hakkında ar tırmak işi uygulanmak; artırmak işine uğramak, artırım , [art-ır-ım] is. 1. Artırmak işi ve sonucu. 2. Kazanılan paranın hepsi harcanmayıp bir kısmının biriktirilmesi; tasarruf. 3. {ağız} Anasının yanında bulunan yavru. [DS] artırışm ak, [art-ır-ış-mak
{eAT} işteş, f i [-u r]
Karşılıklı olarak artırmak, artırm a, [art-ır-ma] is. 1. Artırmak işi. 2. Bir kamu malını fiyatı en yüksek verene satma biçimindeki satış işlemi; mezat; müzayede. 3. İlk atlayandan daha uzağa atlayabilme esasına dayanan bir çocuk oyunu. 4. {ağız} Biriktirme; çoğaltma. [DS] 5. {ağız} Balkon. [DS] 6. {ağız} Mutfakta çanakların konduğu raf. [DS] 7. {ağız} Yapılarda birinci kata göre ikinci katın yaptığı çıkıntılı kısım. [DS] artırm ak , [art-ır-mak] gçl. f i [ -ır ] 1. Bir şeyi belli bir ölçüde çoğaltmak. 2. Bir malın fiyatına diğer alıcı lardan veya piyasa değerinden fazla para vermek; fiyat yükseltmek. 3. Bir ihtiyaç maddesinin tama mını tüketmeyip bir kısmını biriktirmek; tasarruf etmek; ekonomi yapmak; kısmak; kısınmak; tutum yapmak. 4. m ec. Bir davranışta aşırı gitmek, artış, [art-ış] is. Değer, sayı ve fiyat bakımından yük selme; çoğalma; artma; yükselme, artışm ak, [ar-t-ış-mak] {eT} işteş fi. [-u r] Bir yük hayvana artmakta yardım ve yarış etmek. [DLT] artızm ak, [ar-t-ız-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] 1. Kandır mak. [Gabain] 2. Arkasından gitmek. [EUTS] artist, [Fr. artiste] is. 1. Güzel sanatlardan birini mes lek edinmiş kimse; sanatçı; sanatkâr. 2. Sinema ve tiyatro oyuncusu. 3. Gazino ve diğer eğlence yerle rinde gösteri yapan kişi. 4. argo. Hareketleri yap macık, samimi davranmayan, rol yapan kişi. S a r tist gibi, 1. (K adın için) g ü zel ve gösterişli. 2. Ç ok g ü zel r o l yapan , kan dırm ayı başaran . artistik, -ği [Fr. artistique] sf. 1. Güzel sanatlarla il gili; sanatsal. 2. Sanat kaygısı duyularak yapılmış; sanatsal. 0 artistik patinaj, Buz üzerinde yapılan sa n a t d eğ e ri olan gösteri. artistlik, -ği [artist-lik] is. 1. Artistin yaptığı iş. 2. Artist olma durumu. 3. argo. Yapmacık davranma; davranış ve sözlerin gerçeğe uymaması; abartma.
artizan, [Lat. artitianus > Fr. artisan] is. Zanaat er babı; esnaf. artlam ak1, [art-la-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Birinin ensesine tokat vurmak; sille vurmak. [DLT] 2. {ağız} Sırtlamak; sırtına almak. [DS] artlam ak2, [ay-ır-t-la-mak] (a.rtlam ak) {ağızj gçl. f . [-r ] [-l(t)-y°rJ Ayıklamak. [DS] artlaşmak, [art-la-ş-mak
{eAT} (a-
ğız} işteş, f . [-u r] Ata binenin arkasına binmek; art arda binmek. [DS] artlı, [art-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) varlıklı; zengin; arkalı. 2. (Ağaç için) bol meyveli. [DS] artm a1, [ard-ma] {ağızjis. 1. Hayvana çıplak iken yüklenen yük. 2. Dokumalarda enine atılan iplik. 3. Üzüm hereklerine yatay olarak atılan ağaç. [DS] artm a2, [art-ma] is. Artmak işi. artm aç, [ard-maç] {ağız} is. Çuvala doldurulmuş ve çıplak hayvana heybe gibi yüklenmiş yük; artma. [DS] artm ak1, [art-mak] gçsz. f . [ - a r ] 1. Ölçülebilir ve sayılabilir nitelikler bakımından eskisinden daha çok olmak; çoğalmak; ziyade olmak; bereketlen mek; bolalmak; bollaşmak; nemalanmak. {eT} (ay nı) [EUTS] [DLT] [ETY] [Mühennâ] [Yüknekî] 2. E s kiye göre daha şiddetli veya yoğun olmak. 3. Gere ği kadar kullandıktan sonra bir kısmı geriye kal mak. 4. {eT} Arta kalmak. [ETY] 5. {eT} Üstün gel mek. [Gabain] S a rta durm ak, {eAT} G ittikçe a rt m ak; artm ası sürmek.\\ arta tu rm ak , {eAT} G ittikçe artm ak; artm ayı sürdürmek.\\ a rta varm ak , {eAT} Gittikçe artm ak. || arttık ça artm ak, G id erek ç o ğ a l ma.k.\\ arttı şarttı (sarktı), Ç o k geldi. artmak2, [ard-mak j o j l ] {ağız} gçl. f . [ - a r ] 1. Bir işi başkasına yükletmek. 2. Yükletmek. 3. {eAT} Yük lemek. 4. Asmak. 5. Sermek. [DS] S ard a komak, {eAT} A sıverm ek; iliştiriverm ek. artmak3, [ard-mak] {ağız} is. 1. Büyük heybe. 2. Ta neli mısır koçanının birbirine bağlanması ile mey dana getirilmiş hevenk. [DS] artmış, [ar-t-mış] {eT} sf. Bakir kalmış; kız. [Mühennâ] artrit, [Fr. arthrite] is. tıp. Eklem iltihabı, artroz, [Fr arthrose] is. tıp. İltihaplı olmayan eklem rahatsızlığı. artucag, [art-ıcak / art-u cak / art-ucağ ^fjl] {eAT} zf. Fazlaca; ziyadesi ile. artucak, [art-ıcak / art-ucak / art-ucağ J f j l ] {eAT} zf. Fazlaca; ziyadesiyle, artuç, [artış / artış / artuç] {eT} is. Ardıç ağacı. [Ga bain] [DLT] [EUTS] artuçlanmak, [artuç-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Ardıcı çok olmak; ardıçlanmak. [DLT] artug, [art-uğ / art-uk £jîjI] {eAT} zf. -*■ artuk S a rtug olmak, {eAT} A rtm ak; çoğ alm ak.
artugırak, [art-uğ-(ı)-rak l?>îjT] {eT} {eAT} zf. Faz lasıyla; fevkalade; olağanüstü; artıkrak; daha fazla; çokça. [EUTS] artu gracık , [artuğ-ra-cık
{eAT} zf. Fazlaca;
biraz fazla. artu grak, [art-uğ-rak
jQ {eAT} zf. Daha fazla;
çokça. artuhlagu, [art-uh-lağu
{eAT} zf. Fazla o-
larak; fazla. artu h rag, [art-uh-rağ ğ j jI] {eAT} zf. Daha fazla; çokça. artuk, [art-mak (artm ak, arta kalm ak) > art-uk 3 jö '] {eT} zf. 1. Çok; sayıca fazla; pek çok; kalabalık; artık; daha çok; fazla; aşırıca; ziyade; artık; küsur. {eAT} (aynı) [DLT] [Gabain] [İKPÖy.] [ETY] [Üç İtigsizler] [Tekin] [Yüknekî] 2. {eAT} Başka; diğer; gayri; maada. 3. {eAT} ...-dan çok. 4. Son derece. [EUTS] 5 sf. İhtiyaçtan çok olan; arta kalan; gereğinden fazla olan, {ağız} (aym). [DS] 6. Son. 7. {eAT} Üstün; fazi letli. 8. {eAT} Arta kalan; artan. 9. is. {eAT} Fazla lık; çokluk. 10. {eAT} Bolluk; bereket. 11. {eAT} İlave; ek. {eAT} 12. Bir bütünün büyük bir kısmı. 13. {eAT} Arta kalan şey. S artu k eylemek, {eAT} 1. A rtırm ak; çoğaltm ak. 2. Üstün tutm ak; şe refli say m ak; m üm taz kılmak.\\ artu k itmek, (eAT} 1. Zam y a p m a k ; ek lem ek ; artırm ak; çoğ altm ak. 2. Üstün tutm ak; yeğ lem ek. || artu k kılmak, {eAT} 1. Zam y a p m a k ; ek lem ek ; artırm ak; çoğ altm ak. 2. Üstün tutm ak; y eğ lem ek .|| artuklu eylemek, {eAT} Üstün ve şe refli yapmak.\\ artuklu olunmak, {eAT} Üstün ve ş e r e fli kılınm ak. ||artu k olm ak, {eAT} Ç o ğ a lm a k ; artm ak.|| artukta artuk, {eT} P e k iyi; f e v kalad e. [EUTS] artuk2, [art-mak > art-ık] {eAT} zf. Denebilir; tahmi nen. artukal, [Yun. artokalon] {ağız} is. Mısır ekmeği pi şirmekte kullanılan bir tür kürek. [DS] artukcı, [artuk-ca] {eAT} sf. Çok fazla; aşırı, artukı, [art-uk-ı] zf. 1. Fazlası. [ETY] 2. is. Artı. [ETY] S kırk artukı yeti, K ırk y e d i; 47.\\ b ir tü men artukı yeti bing, On y e d i bin ; 17 bin. artuklagı, [art-uk-lağı ^jJUîjl] {eAT} zf. -*■ artuklagu. artuklagu, [art-uk-lağu yJJüjl] {eAT} zf. Fazla olarak; fazla. artuklam ak, [art-uk-la-mak JaİsjİjI] {eAT} gçl. f . [-r] Üstün kılmak; üstün tutmak, artuklanm ak, [art-uk-la-n-mak] {eT} gçsz. f. [-u r] Aşırı gitmek. [DLT] artuklıgı, [artuk-lığ-ı] {eT} zf. Fazlası ile; fazla ola rak. artuldık, [artuk-lık / artık-lık jUüjT] {eAT} is. 1. Faz lalık. 2. Üstünlük; erdem; olgunluk. 3. Aşırı dav
İM H K C E S M . îm
ART
ranma; haddi aşma; aşırılık. 4. Bolluk; zenginlik; servet. S artuklık eylemek, {eAT} Aşırı d avran m ak ; h a d d i a şm ak ; saldırm ak. || artuklık eyleyici, {eAT} H ad d i a şa n ; mütecaviz.\\ artuklık istemek, {eAT} Üstünlük sa ğ la m a k istem ek; üstün ve m ezi y etli olm ayı arzulam ak. \| artuklıldan issi, {eAT} B o llu k ve b e re k e t s a h ib i; b o llu ğ a eren. artuklug, [artuk-luğ] {eT} sf. Fevkalade. [Gabain] artukrak, [artuk-rak 3\yûjT] {eT} {eAT} zf. Fazlasıyla; fevkalade; olağanüstü; artıkrak. [EUTS] artukraşm ak, [artuk-ra-ş-mak f.
olmak, {eAT} 1. G ü n ahlardan tem izlenm ek; tövbe etm ek. 2. N oksan sıfatla rd an uzak o lm a k ; şan ı y ü ce o lm a k .|| aru «ılınmış, {eAT} 1. Günahtan uzak tutul m uş; tem izlenm iş; sam im iyete erdirilm iş. 2. T erte miz; m u kaddes. \\ aru tutm ak, {eAT} Tenzih etm ek; takdis etm ek. aru2, [arı / aru jjT] {eAT} {ağız} is. zool. Arı. [DS] 0 aru evi, {eAT} Arı kovanı. arub, [Ar. ‘arüb
(aru ;b) {OsT} sf. (Kadın için)
eşine veya sevgilisine çok düşkün. {eAT} dönşl.
[-u r ] Daha da artmak; çoğalmak,
A ruba, [Ar. ‘arübâ L>jjp] (a ru ;b a ;) {OsT} öz. is. Y e dinci kat göğün adlarından biri,
artuksı, [artuk-sı LrJy jT ] {eAT} zf. Fazla olarak; da
aru b at, [arubat] {eT .} is. bot. Demirhindi. [DLT]
ha başka. artuksuz, [artuk-suz] {eT} sf. Artıksız; fazlasız. [Üç İtigsizler]artuma, [art-ır-ma / artuma] {ağız} is. Kü çük balkon. [DS]
aru ca, [aru-ca 4=rjjT] {eAT} {ağız} sf. Temizce; arıca.
artun, [ard-un / art-un?] {eT} is. Kimyon. [Gabain] [EUTS] arturılm ak, [artur-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-u ı] Çoğal tılmak. arturılm ış, [artur-ıl-mış] {eAT} sf. Çok; fazla,
arude, [Far. ârüde »ajjT] (a .ru .d e ) {OsT} sf. 1. Öfkeli;
artunnılm ak, [artur-m-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-u r] Artırılmak; çoğaltılmak; bereketlendirilmek.
arugde, [Far. ârüğde »JijjT] (a :ru ;ğ d e) {OsT} sf. Öf
artu rm ak 1, [ar-mak (aldatm ak) > ar-tur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Aldatılmak; kandırılmak; aldanmak. [Gabain] [Tekin] [ETY] 2. Aldatmak; çağırmak; yön lendirmek; celbetmelc. [EUTS]
aruğ, [Far. ârüğ
artu rm ak 2, [art-ur-mak
{eT} {eAT} gçl. fi. [-
u r] 1. Arttırmak; fazlalaştırmak; çoğaltmak; bü yütmek. [Yüknekî] 2. Aşırı gitmek; haddini aşmak. [ETY] [DLT] 3. Yüksekte tutmak; üstün tutmak; meziyet sahibi yapmak. 4. Geriye artık bırakmak; fazla bırakmak. 5. Bol bol vermek. 6. Mühlet ver mek. 7. Uzatmak, fi1 artu ru arıtm ak, {eAT} 1. İyi c e tem izlem ek. 2. G ünahtan arıtm ak.|| arturu dur m ak, {eAT} A rtırm akta devam etm ek; çoğ altm aya çalışm ak. artu t, [artut] {eT} is. Hediye; beylere ve büyüklere at vb. şeylerden verilen armağan; belek. [DLT] [Yük nekî] -aru , [-aru / -erü] {eAT} yap. e. Doğrultu bildiren ke limeler türeten isimden isim yapma ekidir, angaru, ilerii. a ru 1, [ar-ığ > aru jjl] {eT} {eAT} {ağız} sf. 1. Temiz; saf. 2. İyi; güzel. [DS] 3. Helal. 4. Günahsız. S aru av rat, {eAT} Namuslu, iffetli k ad ın .|j aru duru, {ağız} Tertemiz. [DS]|| aru dutm ak, {eAT} Yücelt m ek ; üstün tutmak.\\ aru eren, {eAT} N am uslu e r kekler. || aru etekli, {eAT} N am uslu; iffetli.\\ aru eylemek, {eAT} 1. T em izlem ek; arıtm ak; tertem iz yapm ak. 2. iy i n iyetle y a p m a k ; tertem iz duygularla y er in e getirmek.\\ aru neme, {eT} Tem iz ruh.\\ aru
[DS] aru cak, [aru-cak ^ j j T ] {eAT} sf. Zayıfça; arıkça,
kızgın. 2. Hırslı, aruf, [Ar. ‘arüf
(aru ;f) {OsT} sf. Uzun süre ıs
tırap çeken. keli; kızgın. (a :ru :ğ ) {OsT} is. Geğirme. S
ârüğ-zen, G eğ iren ; g eğ irici. aruk, [âr-mak (yorulm ak) > ar-uk ösjT] {eT} is. 1. Yorgunluk; argınlık. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. sf. Yorgun. [İKPÖy.] [ETY] [DLT] 3. {eAT} Zayıf; cılız; semiz olmayan. aru k lam ak 1, [ar-mak (yorulm ak) > ar-uk-la-mak] {eT} gçsz. f i [ - ı ] 1. Dinlenmek. [İKPÖy.] [DLT] 2. Uyumak. [DLT] aruklam ak2, [aruk (zayıf)> aruk-la-mak
{eAT}
{ağız} gçsz. f i [-r ] 1. Zayıflamak. 2. Çürümeye yüz tutmak; çürümek. [DS] aruklandurm ak,
[aruk-la-n-dur-mak
{eAT} gçl. fi. [-u r] Zayıflatmak, aruklatm ak, [aruk-la-t-mak
{eAT} gçl. f i [-
u r] Zayıflatmak, arukluk, [aruk-luk] {eT} is. Yorgunluk. [DLT] aruksuz, [aruk-suz] {eT} sf. Yorulmak bilmeyen; ar gın olmayan; yorulmaz. [Gabain] [EUTS] arulıgam ak, [aru-lı(k)-a-mak] {eAT} gçl. f i [ - r ] Te mize çıkarmak; tezkiye etmek; aklamak, arulık, [aru-lık] {eAT} is. Kutsama ve eksikliklerden olmak; münezzeh olmak, aruluk, [ar-ığ-luk > aru-luk J l jj î] {eT} {eAT} is. Te mizlik; saflık, arum dun, [? arumdun] {eT} is. Boya. [DLT]
ARZ
IlR M H l i f l S U M . sos
arun1, [Far. aran j j j l ] (a.ru .n ) is. 1. İyi niteliklerle tanınma. 2. Güzel ve iyi huylular. arun2, [? aran] {eAT} is. Büyük ve uzun yılan, aruna, [Güre, arona] {eAT} is. Karasaban, arurak, [aru-rak] {eAT} sf. Daha temiz, arus [Ar. ‘urs > 'arüs
(aru :s) {OsT} is. 1. Dü
.
ğün. 2. Gelin. 3. Güvey. 4 kim. Kükürt, fi1 arûs-i cihan, Dünya.|| arûs-i çerh, G üneş.|| arfls-i felek, Güneş. ||arûs-i hâveri, Güneş. arusan, [Ar. carüs + Far. -ân uL»jyı] (aru :sa:n ) {OsT} is. Gelinler. S arûsân-ı büğ, B a h ç e gelinleri', tar lada biten y a b a n i çiçekler.\\ arfisân-ı çemen, Ç i menlik g elin leri; b a h ç e çiçekleri.\\ arfisân-ı huld, Sonsuzluk g elin leri; C en net hurileri. arusane, [Ar. ‘arüs + Far. -âne ‘ü L jy ;] (a ru :sa :n e) {OsT} zf. 1. Gelin gibi; geline yakışacak biçimde. 2. Halktan düğünlerde alman vergi, arusek, [Ar. ‘arüs > Far. ‘arüsek ^ j y 1] {OsT} is. 1. Gelincik. 2. Küçük gelin. 3. Bebek gibi güzel kız; taş bebek. 4. Dişi baykuş. 5. Ateş böceği. 6. Süsle mecilikte kullanılan yeşil ve pembe hareli sedef, arusekli, [arüsek-li] sf. Arusek ile işlenmiş, arusi, [Ar. ‘arüsı
(a ru :si:) {OsT} sf. 1. Düğüne
ait; geline ve güveye ait. 2. is. Düğün ziyafeti,
arv, [Ar. ‘arv jy^] {OsT} is. 1. Sıtma gibi ateşli hasta lık yüzünden meydana gelen titreme. 2. Bir iş için birinin yanma sokulma, arvalm ak, [arva-l-mak] {eT} edil. f . [-u r] Büyü ya pılmak; afsunlanmak. [DLT] -arv am 1, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-m / -a-r-vam / ır-ın / -a-r-am] {eAT} ç e k e. -*• -rmen. -arvam 2, [-r-vam / -ar-vam / -er-vem / -ır-vam / -irvem / -ur-vam / -ür-vem] {eAT} çek. e. -*• -rvam. arvam ak, [arva-mak] {eT} gçl. f . [-r ] Büyü yapmak; afsunlamak. [DLT] -arv an 1, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-m / -a-r-vam / ır-ın / -a-r-am] {eAT} ç e k e. -*■ -rmen. -arvan 2, [-r-van / -ar-van / -er-ven / -ır-van / -ir-ven / -ur-van / -ür-ven] {eAT} çek. e. -*• -rvan. arvan, [Far. sâr-bân / sârvân] {ağız} is. Deve götüren adam; deveci. [DS] arvana, [Far. ervâne => Uljjl] {eAT} {ağız} is. 1. Dişi deve; maya. 2. Pekmez kaynatılan büyük kazan. [DS] -arvanın, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-ın / -a-r-vam / -ır-ın / -a-r-am] {eAT} ç e k e . -*■ -rmen. arvaş, [arva-ş] {eT} {eT} is. Büyü; afsun. [DLT] arvaşm ak, [arva-ş-mak] {eT} işteş, f. [-u r ] Büyü sözlerini birlikte söylemek; beraberce dua etmek. [DLT]
(aru:siye)
arvat, [Ar. ‘avret] {ağız} is. 1. Kadın. 2. Olgun kadın.
{OsT} is. İmparatorluk döneminde, miktarı geline göre değişen ve yeni evli erkeklerden alman bir vergi.
arvatbaz, [Ar. ‘avret + Far. -bâz] {ağız} is. Hovarda;
arusiye, [Ar. ‘arüsı > ‘arüsiyye
arustak, [Erme, arastağ => arustak
{eAT} is.
Tavan. arusuz, [eT. arığ > arığ-sız / aruğ-suz] {eAT} sf. Teiniz olmayan; kirli; pis; murdar. S arusuz av rat, {eAT} Kötü, a h la ksız kad ın .|| arusuz eren, {eAT} Ahlaksız e r k e k .|| arusuz olmak, {eAT} K ötii olm ak; elverişli olm am ak. aruşmak, [aru-ş-m ak/ erü-şmek] {eT} dönşl. f . [-u r] Erimek. [DLT] arut, [arut / urut] {eT} sf. Kuru; soluk. S aru t ot, {eT} B ir y ıl ön ced en kalm ış kuru ot. -aruz, [-raz / -a-r-uz / -u-r-uz / -e-r-üz / -ü-r-üz] {eAT} çek. e. -*■ -ruz.
3.
Eş; zevce. 4. Yaşlı kadm. [DS]
zampara. [DS] arvend, [Far. arvend -Ujjl] {OsT} is. Şan; şeref; ulu luk; azamet; debdebe, arvış, [arvış / arwış] {eT} is. Sihir; büyü; afsun. [EUTS] [Gabain] [DLT] arvışçı, [arvış-çı / arwışçı] {eT} is. Büyücü; afsuncu; sihirbaz. [EUTS] a ry a 1, [İt. aria] (a'rya) is. müz. 1. Şarkı olarak tasar lanmış enstrümantal parça; aria. 2. Operalarda solo olarak seslendirilen ezgi. a ry a 1, [İt. arria] is. dnz. 1. Açılmış bir yelkenin veya çekilmiş bir sancağın indirilmesi işi. 2. ünl. Çekili bulunan yelken ya da bayrağın indirilmesi için ve rilen emir.
aruz, [Ar. ‘arüz ^ j y ; ] (aru:z) {OsT} is. 1. Yan; taraf.
aryam an, [Far. aryâmân uUljl] {eT} is. Dost. [EUTS]
2. Yanak. 3. Yol; usul. 4. Büyük çadırların orta di reği. 5. ed. Arap, Acem ve Türk şiirinde kullanılan hecelerin uzun ve kısalığına dayanan ölçü. 6. ed. Bir beytin ilk dizesinin son kısmı. 7. Konuşmada belli bir yön. 8. Mekke ve Medine çevresine veri len adlardan biri.
A ryanizm , [Arius (İsken deriyeli b ir p a p a z ) > Fr. arianisme] is. Hıristiyanlıkta İskenderiye papazların dan Arius’un kurduğu Kelam’m İlahiliğini redde den bir akım. aryulanm ak, [aru-la-n-mak / aryu-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Temizlenmek. 2. Güzelleşmek. [DS]
aruzî, [Ar. ‘ariiz > ‘arüzı ^ j y - ] (aru :zi:) {OsT} sf. 1. Aruz ölçüsüne ilişkin olan; aruzla ilgili. 2. is. Aruz ölçüsü ile şiir yazan kimse.
a rz 1, [Ar. ‘arz J * y^] {OsT} is. 1. Bir nesneyi birinin önüne koyup gösterme; sunuş. 2. Sunma. 3. Yüksek
Ö IÜ M IİİR IK t S Ö M . 30$
ARZ mevkide bulunan birinin huzuruna çıkarma; takdim etme. 4. Piyasada belli bir fiyattan satılabilecek mal miktarı. 5. İmparatorluk döneminde padişahlara divan görüşme ve kararları hakkında bilgi sunulma işi. 6. Abbasilerden itibaren Müslüman devletlerde askerin teftiş ve yoklama işi. 7. Yüksek bir maka ma sunulan yazı; dilekçe. 0 arza girmek, S a d ra z am ve divan görevlilerin in divan görü şm elerin i p a d iş a h a bild irm ek üzere huzura girm eleri. || arz ağaları, im p a ra torlu k dön em in de arz işlerin de kul lan ılan en kıdem li d ört h a sod alı, (h a so d a başı, si lah ta r a ğ a , ç u h a d a r ağa, rik â b d a r ağa).|| arza kılmak, {OsT} A rz etm ek. || arz-dâşt, A n d aç; hatı r a ; muhtıra.\\ arz divanı, Ordu m ensuplarının d ef terin i tutan ve m aaşların ı dağıtan daire. || arz et mek, Yüksek m akam d a bulunan birin e b ir şey i b il dirm ek; su nm ak; takdim etm ek. || arz-gâh, {OsT} 1. B ir şey i g ö ster m e k için toplan ılan y e r ; toplanm a y eri. 2. A sk erî m erasim lerin y a p ıld ığ ı yer.\\ arz-ı cem âl, {OsT} Yüzünü g ö sterm e.|| arz-ı c ü r ’et et mek, {OsT} C esa ret g österm ek]] arz-ı dîdâr, {OsT} Yüzünü gösterm e]\ arz-ı dîdar etmek, {OsT} Yüzü nü g ö sterm ek; gözükm ek. || arz-ı endam etmek, {OsT} B o y g ö sterm ek ; görü n m ek; gözükm ek. || arz-ı hacet, {OsT} İsteğini, dileğin i bildirm e)] arz-ı hâl, {OsT} 1. H âlin i sö z ve yazı ile anlatm a. 2. D ilek ç e.|| arz-ı hâl etmek, Durumu anlatmak.\\ arz-ı hâl ey lemek, {OsT} Arz-ı h â l etm ek. || arz-ı hayret, {OsT} Ş aşkın lık gösterme.\\ arz-ı hikmet etmek, {OsT} Z ekâsın ı g ö sterm ek ,|| arz-ı hulûs, {OsT} 1. İçten g e le n sev g iy i gösterm e. 2. D alkavu klu k etme.\\ arz-ı hulûs etmek, {OsT} Sadakatin i göstermek.\\ arz-ı hüner, {OsT} H ü n er gösterisi. || arz-ı hürm et, {OsT} Saygı sunm a.|| arz-ı hüsn, {OsT} G üzelliğini g österm e. || arz-ı iftikâr, {OsT} İhtiyacım o rtay a koym a. || arz-ı kudret, {OsT} Güç, kuvvet g ö ster m e]] arz-ı leşker, {OsT} A sker g ö sterm e; a sk eri teftişten geçirtm e. || arz-ı mâ fi’z-zam ir, {OsT} G önlünden g eçen i, için dekin i a ç ık ç a söylem e]] arzı m ahzar, {OsT} Toplu dilekçe]] arz-ı meveddet, {OsT} Sevgiyi ifa d e etm e]] arz-ı m innettârî, {OsT} M innet altın da bulunduğunu belli etm e]] arz-ı muâh ât, {OsT} B ir durumun veya hareketin k a r d eşç e olduğunu bildirm e]] arz-ı muhabbet etmek, {OsT} S evgisini g ö sterm ek .|| arz-ı müddea, {OsT} İd d ia sını, fik rin i bildirm e]] arz-ı nedâmet, {OsT} P iş m an lığım ifa d e etm e. ||arz-ı nefs, F e d a k â r lık g e r e k en bir durum da kendini ö n e sürm e. ||arz-ı şikâyet etmek, {OsT} Yakınm a için başvu rm ak,|| arz-ı şük ran etmek, {OsT} T eşekkür etm ek.|| arz-ı tazallüm, {OsT} H aksızlığ a uğram aktan dolayı y a p ıla n şik â y et,|| arz-ı ta ’zim ât, {OsT} Saygılarım sunma.]] arz-ı teennî etmek, {OsT} A ce le etm em ek.|| arz-ı teennî kılmak, {OsT} A cele etm em ek]] arz-ı ubüdiyyet, A lla h 'a kulluğunu g österm e]] arz-ı uhuv vet, K a r d e ş ç e birlik olunduğunu ifa d e etm e]] arz-ı
vücüd etmek, {OsT} Vücudunu verm ek]] arz kâğı dı, İm p arato rlu k dön em in de p a d iş a h a sunulm ak ü zere sad razam ın m abeyin b a ş k âtibin e verdikleri 15x25 cm. eb ad ın d a k i tez kere.|| arz talep kanunu, B ir ürünün fiyatın ı, a rz h a cm i ile talep h a cm i a r a sın d a d en g e kurulduğu zam an belirley en ekon om i kuralı]] arz ü talep, M al sa tm a ; m a l a lm a arz2, [Ar. ‘arz
{OsT} is. 1. Genişlik; en. 2. coğ.
Enlem. S arz dairesi, coğ . E nlem d a ir esi.||arz de recesi, coğ. E nlem d er ec e si]] arz-ı belde, {OsT} coğ. H er han gi b ir y erin üzerinden g eç e n enlem d a ir esi.|| arz-ı cenubî, {OsT} coğ . Güney en lem i.|| arz-ı kevkep, {OsT} Yıldız enlem i. || arz-ı şimalî, {OsT} coğ. K uzey enlem i. arz3, [Ar. erz > arz ^ j l ] {OsT} is. 1. Toprak, yer. 2. Ülke; memleket; diyar. 3. Y er yüzü; dünya; yer kü resi. S arz-ı a'şariye, {OsT} Öşrü o n d a b ir veren y e r le r .|| arz-ı basit, {OsT} Düz yer]] arz-ı gayr-i meskûn, {OsT} B o ş y e r le r ; y erleşim dışı o la n y e r ler; y a şa n m ası mümkün olm ayan y erler]] arz-ı harâ c, {OsT} Vergi öd ey en m em leket.|| arz-ı meskûn, {OsT} 1. Y aşan abilir y er. 2. M em leket. ||arz-ı m ev’ud, {OsT} M u sevilere g ö r e v aat edilm iş to p rak lar; Filistin]] arz-ı mukaddes, {OsT} K u tsal to p rak lar Filistin v e çev resi]] A rz-ı K en ’ân, {OsT} N u h ’un torunu K en an ’in y erleştiğ i F ilistin toprakları. arz4, [Far. arz jjî] (a:rz) {OsT} is. Ardıç ağacı, arza, [Ar. ‘arz>Far. ‘arza
y\ (a rza :) {OsT} is. Sun
ma; gösterme, arzan, [Ar. ‘arzan C ijt] ( a ’rzan) {OsT} zf. Enine; ge nişliğine. arzani, [Ar. ‘arzânî
(a rza ;n i:) {OsT} zf. Enle
mesine olarak; enine, arzetm ek, [Ar. ‘arz + T. et-mek
{OsT}
gçl. fi. [ - e r ] [-d (i)-y o r] 1. Göstermek. 2. Sunmak. 3. Beyan etmek. 4. Yüksek bir makama bildirmek; saygı ile iletmek. 5. dönşl. f i Teşkil etmek; oluş turmak. 6. Haiz olmak; bulundurmak; taşımak, arzhane, [Ar. ‘arz + Far. hâne <üU-
j
, (
arza: ni;)
{OsT} is. Topkapı Sarayında, Hırka-i Şerif odasının dışındaki aralık oda; aslanhane. arzi1, [Ar. Arzı ^ j l ] (arzi:) {OsT} sf. Toprakla ilgili; toprağa ait. arzi2, [Ar. ‘arz!
(arzi:) {OsT} sf. Ene ilişkin;
enle ilgili; genişliğe ilişkin, arzin, [Ar. arz (yer) > aran
(arzi:n) {OsT} is.
Yerler; arzlar, arziyat, [Ar. arz (yer) > arziyyât o U ^ jl] (arziya:t) (OsT) is. Y er bilimi; jeoloji, arziye, [Ar. arz (yer) > arziyye v ^ j'] {OsT} sf. 1. Toprakla ilgili. 2. Topraktan yetişen.
11M
1 C E M
ASA
.3 0 7
arziz, [Far. arzız jjJü'] (arzi:z) {OsT} is. kim. 1. Kur şun. 2. Kalay. arzu 1, [arju / arşu / arzu] {eT} is. Çakal. [DLT] arzu2, [Far. arzu
jjjT]
(arzu :) {OsT} is.
1. Bir
AS. Ağır suyun kısaltması. şeyi el
de etmek için duyulan şiddetli istek; heves. 2. Di lek; istek. 3. Bedensel ve fizikî istek. 4. Cinsel is tek; libido. S arzu buyurm ak, (H ürm et g ö sterisi o larak) istem ek, buyurmak. ||ârzü -d âr, {OsT} İstek li, hevesli.\\ arzu duymak, B irin e veya b ir şe y e karşı için de istek uyanmak.\\ arzu etmek, 1. İste mek. 2. C insî istek duymak.\\ arzu hissetmek, İhti y a ç duym ak.|| ârzfl-keş, {OsT} İstekli, h ev esli.|| â rzü-mân, {OsT} -*• arzuman.|| ârzü-m end, {OsT} İs tekli, hevesli.|| ârzü-m endî, {OsT} İstek ; h ev es.|| ârzü-nâk, {OsT} İstekli.\\ ârzü-şikesten, {OsT} İstek kırıklığı; isteğin y erin e getirilm em esi)] arzu uyan mak, İstek belirm ek. || arzu verm ek, İste k hissi uyandırm ak,|| arzuya düşmek, İstem ek.|| ârzü-yi hay3t, {OsT} p sik ol. Y aşam a isteği. arzuhâl, -li [Ar. carz-ı hâl
arzusuz, [arzu-suz] sf. 1. Heves duymayan, istekli olmayan; isteksiz. 2. zf. İsteksiz bir şekilde.
^ y - ] (arzuha.T) {OsT}
is. 1. Hâlini bildirme. 2. Kişilerin bir devlet daire sine dilek ve şikâyet için vermiş oldukları mektup; dilekçe; istida. S1 arzuhâl gibi, 1. (M ektup için) ç o k uzun, 2. içten lik bulunm ayan, kuru ve resm î y a zılmış. 3. G ereksiz k elim eler le ve a ğ d a lı d ille y a zılmış yazı. arzuhalci, [arzuhâl-ci] is. Para karşılığında dilekçe ve mektup yazan kimse, arzuhâlcilik, -ği [arzuhal-ci-lik] is. Arzuhâlcinin işi ve mesleği. arzulama, [arzu-la-ma] is. İstek duyma, istek uyan ma. arzulamak, [arzu-la-mak] gçl. f . [- r ] [-l(u )-y or] 1. Bir şeyi elde etmek için şiddetli istek duymak; arzu etmek. 2. Karşı cinsten birine karşı cinsel istek duymak. arzulanma, [arzu-la-n-ma] is. Biri tarafından arzu edilme, istenme,
As. kim. Arsenik’in sembolü. as 1, [as (yans.)] is. Aksırma, hapşırma ifade eden kök. a s-kır-m a k > aksır-m ak, a s-kır-m a k > ah sırmak, a s-k ır-ık > agsır-ık. as2, [as / aş] {eT} is. Aş; yemek. [EUTS] as3, [as] {eT} is. 1. Alt; dip. [ETY] 2. {ağız} Aşağı. [DS] as4, [as] {eT} is. Cariye; kadın köle. [ETY] [DLT] as5, [as] {eT} s f Az. [Gabain] [Mühennâ] as6, [aş / aşşı / assı j^T] {eAT} is. 1. Yarar; çıkar; ka zanç; kâr. 2. Faiz. as7, [ast > as] sf. Önüne getirildiği kelimenin bir alt kademesini ifade eder. S as altı kat, B a şk a b ir sayının için de altı d e fa bulunan sayı. « 6 sayısı, 4 2 ’nin a s altı katıdır.»|| as kat, -*■ askat.11 as yön, -*• asyön.|| as on kat, mat. B a ş k a bir sayının için de on d e fa bulunan sayı. B eş, ellinin a s on katıdır. as8, [Ar. câşı => as] {ağız} is. Karşı gelme. [DS] as9, [Ar. âs ^T] (a :s) {OsT} is. bot. Mersin ağacı. as10, [Far. âs ^>1] (a:s) {OsT} is. Değirmen. as11, [Far. âs ^T] {eT} is. zool. 1. Sansar cinsi, siyah kuyruklu ve bedeni beyaz, derisi kürk yapmaya elverişli bir av hayvanı; ermin; kakım, (M ustea erm in ea). 2. {eAT} Gelincik denilen hayvan. as12, [Lat. as] is. 1. Para birimi. 2. İskambil kâğıtla rında “birli”; bey; direk. as13, [Fr. / Alm. as] sf. (Kişi için) bir alanda sivrilen ve çoğunlukla spor, sahne gösterilerinde liste başı olan. As, [Far. âs ^*1] (a :s) özl. is. Eski bir kavim adı. -asa, [Far. âsâ l-T] (a :s a :) {OsT} son ek. Sonuna ge tirildiği Farsça kelimelere benzerlik, g ib ilik anlamı katan son ek.
arzulanmak, [arzu-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. Biri ta rafından arzu edilmek, istenmek. 2. Arzu edilir ol mak.
a’sa, [Ar. a’sâ UuM] (a -s a :) {OsT} is. Değnekler; uzun
arzulatmak, [arzu-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Kendisine karşı istek duyulmasını sağlamak. 2. Özletmek,
asa1, [Ar. ‘asâ / ‘asi l_r ~t] (a sa :) {OsT} sf. 1. Elverişli;
arzulayu, [arzu-layu] {eT} zf. Çakal gibi. [DLT] arzulu, [arzu-lu] sf. 1. Heves duyan, isteyen; istekli. 2. zf. Arzu ve heves duyar bir şekilde, arzuman [Far. ârzü-mend
> j'-ojjjT]
(a r
zu: man) {eAT} {ağız} is. İ. Arzu; şiddetli istek; öz lem. 2. Kars yöresinde karma olarak oynanan Azeri kökenli bir halk oyunu. [DS] 0 arzum anını al mak, {ağız} isteğ in i y er in e getirm ek. [DS] arzumend, [Far. ârzü-mend w yen; arzulayan; isteyen.
y~] {OsT} sf. Özle
sopalar.
uygun. 2. zf. Belki; acaba; ola ki; muhtemelen. asa2, [Ar. ‘aşâ U**] (a sa :) {OsT} is. 1. Değnek. 2. Hü kümdarların, din adamlarının, kumandanların elle rinde tuttukları otorite sembolü değnek. 3. Yürür ken dayanmak için kullanılan baston. 4. Ateşli si lahların icadından önce elde silah olarak bulundu rulan mızrak. 5. S asa gezi, {OsT} Yay yapım ında, yayın ilk g er ilişi sıra sın d a ö zelliğin i yitirm eden esn ek lik sa ğ la m a k a m a cıy la k a d em eli g er m e ve gevşetm e düzen eği bulunan araç.\\ asâ-keş, {OsT} 1. S o p a çeken . 2. K ö r yedekçisi.\\ asâ-yı M usa,
Ö D M H İÇ E S O M . 308
ASA
{OsT} M usa(AS) ’m m ucize g ö s te r e r e k sihirbazların so p a la rın ı y o k ed en asası.
asabi1, -i’ı [Ar. uşbu‘ > aşâbi' ^jU»l] (a sa :b i) {OsT}
a s a ’, [Far. âsâ L.T] (a :s a :) {OsT} is. 1. Esneme. 2.
asabi2, [Ar. ‘aşabı lJ~ ^ \ (a sa b i:) {OsT} sf. 1. Sinirle
Ciddiyet. 3. Süs. asa4, [Far. hâse] {ağız} is. Gömleklik beyaz kumaş; patiska. [DS] a ’sab, [Ar. a'şâb ı_>Uı&l] (a -s a :b ) {OsT} is. Sinirler. S a ’sâb-ı alâkaviye, {OsT} anat. D am a r h a rek etlerin i sa ğ la y a n sin irler.|| a ’sâb-ı güş {OsT} anat. K u lak sin irleri.|| a ’sâb-ı m uharrike {OsT} anat. H arek et sin irleri.|| a ’sâb-ı şemme, {OsT} anat. K o k la m a s i nirleri. asab ', [Ar. ‘aşab <_wxt] {OsT} is. 1. Sinir. 2. Damar. fi1 asab-ı alâkavi, {OsT} anat. D am a r h a rek eti ile ilgili sin ir.|| asab-ı aynî, {OsT} anat. G öz siniri.|| asab-ı b asarî, anat. {OsT} G örm e siniri. || asab-ı enfi, {OsT} anat. Burun sin iri.|j asab-ı hançerevi, {OsT} anat. G ırtlak siniri.|| asab-ı rievi-i m i’de, {OsT} A kciğ er-m id e siniri.|| asab-ı sem ’î, {OsT} anat. İşitm e siniri.|| asab-ı şevkî, {OsT} anat. Omur siniri. || asab-ı tah te’l-lisânî-i kebîr, {OsT} anat. B üyük d il altı sin iri.|| asab-ı vustâ {OsT} anat. Orta dam ar. asab2, [Ar. âsâb
{OsT} is. Vücudun alt kısım
larında çıkan kıllar. asaba, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba v ^ ] {OsT} is. 1. -*■ asabe. 2. {ağız} Ölen bir erkeğin karısına düşen mal. [DS] 3. Erkek mirasçı. 4. Dost; arkadaş. 5. {ağız} Bir il de, bir memlekette oturanlar. [DS] 6. {ağız} Soy; akraba; sülale. [DS]
is. Parmaklar. ilgili; sinirsel. 2. biy. Yapısında sinir bulunan; si nirli. 3. Çabuk kızan; hırçın; hiddetli; öfkeli. asabi3, [Ar. ‘aşabı LS^ ] {OsT} sf. Baba soyu ile il gili. asabileşme, [asabı-le-ş-me] (a sa b i:leşm e) is. Asabi durum alma; kızma; öfkelenme; sinirlenme, asabileşmek, [asabı-le-ş-mek] (a s a b ile ş m e k ) dönşl. f. [- ir ] Asabi durum almak; sinirlilik alametleri göstermek; kızmak; öfkelenmek; sinirlenmek, asabilik, -ği [asabı-lik] (asabi.Tik) is. 1. Sinirlilik hâ li. 2. Sinirli olanın durumu; sinirlilik; asabiyet, asabiye, [Ar. ‘aşabiyye < w ^ ] {OsT} is. 1. Sinir hasta lıkları ile ilgili hekimlik dalı; nöroloji. 2. Hastane lerin sinir hastalıkları ile ilgili bölümü, ö asabiye-i teşennücât, {OsT} tıp. Sinir ağrıları. asabiyeci, [asabiye-ci] is. Sinir hastalıkları ile ilgili hekim. asabiyet, [Ar. ‘aşabiyyet c ^ a s - ] {OsT} is. 1. Sinirli olma durumu; sinirlilik; asabilik; öfke; hiddet; hır çınlık. 2. İnsan severlik, yurtseverlik; milliyet duy gusu. 3. Akrabalık; kandaşlık, fi1 asabiyet-i milli ye, Yurtseverlik; vatan perverlik. asacak, [as-acak] is. 1. Palto, pardösü ve elbise gibi giyeceklerle, bir takım küçük mutfak eşyalarını ve çerçeve gibi nesneleri asmaya yarayan özel olarak yapılmış çengel veya çivi; askı. 2. {ağız} Omuza alınarak taşınacak olan kapları takmaya yarayan sırık. [DS]
asabalık, -ğı [asaba-hk] {ağızfis. Haksız olarak alı nan mal, toprak. [DS]
a ’sac, [Ar. a'şac g^p'] {OsT} sf. Saçları alnına dö
asabani, [Ar. ‘aşabânî
külmüş. asaç, [as (kenet) > as-aç] {eT} is. Çanak,
(a sa b a :n i:) {OsT} sf. 1.
Asabeye ait. 2. Sinirli.
asad, [Ar. esed > âsâd ^L—T] (a :s a :d ) {OsT} is. As
asabat, [Ar. ‘aşabât o L *at] (a sa b a :t) {OsT} is. 1. Si nirler. 2. Mirasçılar. 3. Baba tarafından akrabalar. 4. Birinin kavminden olanlar. asabe1, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba v ^ ] {OsT} is. 1. Bir tek sinir. 2. Kiriş. asabe2, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba v<*p] {OsT} is. 1. Baba tarafından akrabalar. 2. Kavim; kabile. 3. Yardım cı. 4. Esas mirasçılar hissesini aldıktan sonra geri kalan hisseyi alabilenler. asabe3, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba v ^ 1] {OsT} is. 1. Külahın veya fesin kenarı. 2. Uzun silindirik külah. 3. {eAT} Baş örtüsü; başlık. a’sabi, [Ar. a'sabl
(a -sab i:) {OsT} sf. 1. Sinirli.
2. Kirişli. S a ’sabiyyü’l-cenâh, zool. Sinir kan at lıla r.]| a ’ sabiyyü’l-mizâc, Y aradılışı sin irli olan kim se.
lanlar. asaf1, [İbr. âşaf (Hz. Süleyman'ın vezirinin adı) ı-ivsJ] (a :sa f) {OsT} is. Vezir. asaf2, [Ar. aşaf
{OsT} is. bot. Kebere çalısı,
(C ap p an is spin osa). asafane, [Ar. âşaf + Far. -âne -uLi^T] (a :sa fa :n e) {OsT} zf. Vezire yakışacak biçimde, asafî, [Ar. âşafî ^yU^T] (a :s a fı:) {OsT} sf. Vezire öz gü; vezire ilişkin, asafir, [Ar. ‘uşfur > ‘aşâfır
(a sa:fır) {OsT} is.
1. Serçeler. 2. zool. Serçegiller. asag, [as-mak > as-(a)ğ / as-(ı)ğ] {eT} sf. 1. Bir şeye asılı olan. [İKPÖy.] 2. is. Bir sermayeye veya bir faaliyete kâr olarak bağlanan pay. [İKPÖy.] 3. Y a rar; fayda; kâr. [İKPÖy.]
ASA
i i « î m o ı ı .3 o 9 asagır, [Ar. şağır > aşağır / aşağıre o>1^1 / >U»I] (asa :g ır) {OsT} is. 1. Şeref ve mevki bakımından en düşük olanlar. 2. En küçükler; en alçaklar. 0 asâgır ve ekabir, {OsTj K ü çü kler v e büyükler. asah, -hhı [Ar. sıhhat > sahih > eşahh ^ \ ] {OsTj is. En doğru; daha doğru, asahib, [Ar. aşhâb > aşâhib ı_^Ucl] (asâh ib ) {OsTj is. (Bu k elim e çoğulun çoğ u lu ; katm erli çoğuldur.) 1. Sahipler; malik olanlar. 2. Efendiler. 3. Dostlar. 4. mec. Yol arkadaşları, asaib, [Ar. ‘ışâbe (bağ, sargı) > ‘aşâib
(a sa :-
ib) {OsTj is. 1. Cemaatler; topluluklar. 2. Bağlar; başa bağlanan sargılar; kaşbastılar, asakir, [Ar. asker > asâkir _ ^ ^ ] (a sa:k ir) {OsT} is. Askerler, fi1 asâkir-i bahriye, {OsT} D eniz kuvvet leri.|| asâkir-i berriye, {OsT} K a r a kuvvetleri.|j asâkir-i nizamiye, {OsT} İlk d e fa a sk erlik y a p a n lar.\\ asâkir-i redîfe, {OsT} İkin ci d e fa a s k e r e a lı nanlar; ihtiyat birlikleri.|| asâkir-i şâhâne, {OsT} Askerler. asakomak, [as-mak+ko-mak
{eATj gçl. b. f .
[-r] [-y-(u)-yor] 1. Aşıp bırakmak. 2. Asıvermek. asakoymak, [as-mak+koy-mak
gçl. f i [ - a r ]
-*■ asakomak. asaku, [Amer, asaku] is. Tropik Amerika’da yetişen sütleğengiller cinsi bir ağacın (H ura crehitans) krem renginde yumuşak dolculu kerestesi. a’sal1, -li [Ar. a‘sâl JU pI] (a -sa :l) {OsT} is. Ballar. a’sal2, -li [Ar. a‘şâl JU ^ İ] (a -sa .j) {OsT} is. 1. Eğri şeyler. 2. Eğri bacaklı adamlar. asal1, [Far. âsâl (kök)] sf. Bir şeyin temelini meydana getiren; asli; başlıca; esasi; temel. S asal eksen, mat. B ir koniğin o d ak la rın d a n g eç e n eksen. || asal gazlar, kim. P eriy o d ik cetvelin en sa ğ ın d a y e r alan kim yasal tepkim eye girm eyen, a tm o sferd e serb est olarak bulunan H elyum, N eon, Argon, Kripton, Ksenon ve R adon g a z la r ı; so y g a z la r ; n ad ir g a z lar.\\ asal renkler, fiz . H erh an g i bir ren k karışım ı sonucu m eydana gelm em iş, d iğ er ren klerin eld e edilm esinde kullanılan sarı, kırm ızı ve m avi; tem el renkler; birin cil renkler.\\ asal sayı, mat. B ir ve kendisinden b a ş k a b ir sayı ile bölü n em eyen p o z it if tam sayılar. asal", -)i [Ar. âsâl JL.T] (a ;s a ;l) {OsT} is. 1. Vasıflar. 2.
Kabiliyetler. 3. Bilgiler,
asal', -li [Ar. âsâl JL .I] (a :s a :l) {OsT} is. Ahlak. asal“1, -li [Far. âsâl JU T] ( a .s a .l) {OsT} is. Temel; kök. asal , -li [Ar. aşıl > âşâl JUaT] (a ;s a ;l) {OsT} is. İkin di ile akşam ya da yatsı arasındaki zamanlar.
asal3, [Ar. masal ?] t'ağız} is. Bilmece. [DS] asalak, -ğı [as-(ı)l-ak > as-al-ak] is. 1. biy Başka türden bir canlıdan besin alarak o canlının üzerinde veya dokuları arasında yaşayan, onu zayıflatan fa kat öldürmeyen canlı; parazit. 2. Eski Roma’da zenginlerin sofralarında maskaralık, şaklabanlık yaparak veya güzel şiirler okuyarak geçimini sağ layan soytarılar sınıfı. 3. sf. m ec. (Kişi için) kendisi çalışmadan başka insanların sırtından geçimini sağ layan; parazit; tufeyli; ekti. S asalak bilimi, Asa la k la rm y o l açtığı h astalıkları, yapıların ı, y a ş a yışların ı in celeyen ve s e b e p old u kları h a sta lık la ra karşı tedavi yo lla rın ı araştıran bilim d a lı; p a r a z i toloji. asalaklaşma, [asalak-la-ş-ma] is. Asalak hâle gelme, asalaklaşmak, [asalak-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] A sa lak durumuna düşmek; asalak olmak, asalaklık, -ğı [asalak-lık] is. Asalak olma hâli; para zitlik. asale1, [Ar. aşale i L ^ ] {OsT} is. Çok zehirli ve kor kunç yılan. asale2, -li [Ar. âsâle J U . ] (a ;s a d e ) {OsT} is. Bal peteği. asalet, [Ar. aşl > aşâlet cJU>l] (asalet) {OsT} is. 1. Köklülük. 2. Asil olanın niteliği; soyluluk. 3. Asil ler sınıfına mensup olma; asillik. 4. Saygı uyandı racak şekildeki davranış. 5. Yabancı unsurlarla ka rışık olmama. 6. Kadrosu yaptığı görev unvanı ile aynı olan. 0 asâlet-meâb, {OsT} Y abancı e lç ile r için kullanılan " asalet s a h ib i” an lam ın da hitap s ö zü. asaletden, [Ar. aşâleten / asalet + T. -den] {ağız} sf. 1. (İş için) iyi; kusursuz; güzel. 2. zfi. Bilmeyerek; kazara. [DS] asaleten, [Ar. aşâleten îJLol] (a sad eten ) {OsT} zfi. 1. Görevin asıl sahibi olarak. 2. Devlet memurluğun da yaptığı görev ile kadrosu aynı olarak. 3. Bir iş lemi yapan kimsenin kendi adına hareket etmesi, ö asaleten atam a, D evam lı g ö rev y a p m a k üzere bir dev let g ö rev in e atanm a. asaletti, [asalet-li] (a sad etli) sf. 1. Konuşmasıyla ve davranışlarıyla nazik ve kibar olup çevresinde say gı uyandıran. 2. Soy ve nesep sahibi; soylu, asaletlu, [aşâlet-lü yJL^>l] (a sa d etlu :) {OsT} sf. Y a bancı devlet adamları için kullanılan saygı sözü. a ’sam 1, [Ar. ‘üşme (gerdan lık) > a‘şâm fU^I] (asa :m ) is. 1. Tasmalar. 2. Gerdanlıklar. a ’sam 2, [Ar. a‘şam p-v^l] (a-sam ) sf. (Hayvan için) ön ayaklan sekili. asam 1, [Ar. ism (suç, günah) > âsâm flîT] (a :sa ;m ) is. Suçlar; günahlar.
İ M İ K S İ M . 3io
ASA asam 2, -mmı [Ar. şumm > aşamm ^ l ] {OsT} is. 1.
a ’sar, [Ar. ‘aşr > a'şar jU ıtl] (a :s a :r ) {OsT} is. Yüz
Sağır; işitmeyen. 2. Ses vermeyen; sessiz. 3. İçi do lu olduğu için ses vermeyen. 4. dbl. Arapçada ikin ci ve üçüncü harfleri aynı olan üçlü fiil kökü, asam ak, -ğı [as-mak > as-a-mak] {ağız} is. Asacak. [DS] S asam akta kalmak, {ağız} Sü rü ncem ede k a lm a k ; ih m a l ed ilm ek; g e r i bıra k ılm ak ; sum en altı edilm ek. [DS] asamblaj, [Fr. assamblage] is. Değişik nesnelerin farklı biçimlerde birleştirilmesiyle meydana getiri len üç boyutlu modem sanat eserleri, asamble, [Fr. assemblé] is. 1. Bir görevi yerine ge tirmek üzere seçilmiş veya atanmış kişiler toplulu ğu; heyet; kurul. 2. Klasik dansta gerek teknik, ge rekse anlatım bakımından bir bitiriş adımı olarak iki ayağını birleştirerek zıplama şeklindeki temel adım.
yıllar; asırlar. S a ’sâr-dîde, {OsT} Yüzyıllar g ö r m üş; üzerinden a sırla r geçmiş.\\ a ’ sâr-ı ibtidâiye, {OsT} İlk a sırla r .|| a ’sâr-ı kadîme, {OsT} E sk i yüz yıllar.\\ a ’sâr-ı sabıka, {OsT} Eskiyüzyıllar.\\ a ’sârı salîfe, {OsT} E sk i yüzyıllar.
asammiyet, [Ar. aşamm > aşammiyyet c w I] {OsT} is. Sağırlık; duymazlık. asan 1, [asan / esen] {eT} sf. Sağlam; sağlıklı; esen; sıhhatli. [EUTS] S asan tükel, S a ğ ve sela m et; s a ğ ve esen. [EUTS] asan2, [Far. âsân OL-T] (a :sa :n ) {OsT} s f ve zf. Kolay. t5 asan etmek, B ir işi kolaylaştırm ak, k o la y h â le getirm ek. || asan eylemek, B ir işi kolaylaştırm ak, k o la y h â le getirm ek. || âsân-gir, {OsT} K o la y lık la tutulan; k o la y zap t edilen. || asan kılmak, B ir işi kolaylaştırm ak, k o la y h â le getirm ek. || asan olmak, K o la y olm ak. asani, [Far. âsânî ^yLJ] (a :sa :n i:) {OsT} is. Kolaylık, asanki, [Sansk. asamhyeya] {eT} sf. 1. Sayısız [Ga bain] 2. Süre; zaman aralığı; devir. [EUTS] asanlık, -ğı [asan-lık] (a :sa :n lık ) {ağız} is. 1. Kolay lık. 2. İyilik. [DS] asansör, [Lat. ascendere (yukarı çıkm ak) > Fr. ascen seur] is. Düşey raylar üzerinde üst ve alt katlar ara sında yük ve insan taşımaya yarayan makineli ka bin. S asansör boşluğu, İçin d e kabin in ve karşı ağırlığ ın h a rek et ettiği k a p a lı boşlu k; a sa n sö r ku yusu. asansörcü, [asansör-cü] is. 1. Asansör yapan, kuran veya satan kişi. 2. Büyük binalarda asansörü işleten veya kişilere refakat eden görevli, asanvar, [Sansk. asamvarika] {eT} is. Günah. [EUTS] asap, -bı [Ar. ‘asab
is. 1. Sinir. 2. Beynin duyu
alma ve hareket uyarmalarını ulaştırmakla görevli sinir. S asabı bozulmak, 1. Sinirlenm ek. 2. P sik o lo jik bakım dan huzursuz olm ak. || asabı gerilmek, Tedirgin b ir b ekley iş için de huzursuzluk duymak.\\ asabına dokunmak, Sinirlenm esine s e b e p o la c a k h a rek etle k arşıla şm ak ; bozulmak.\\ asabına hakim olm ak, K ızm a duygusunu ve öfkesin i b e lli etm e m ek ; sakin olm a k ; hiddet g ö sterm em ek; sin irlen m em ek.
as’ ar, [Ar. aş'ar y^>\] (a s-ar) {OsT} sf. (Kişi için) çarpık yüzlü ve kibirli. a s a r1, [Ar. eser > âsâr jlîT] (a ;s a ;r ) {OsT} is. 1. Eserler. 2. Bir kimsenin veya toplumun meydana getirdiği, yaptığı kalıcı ve sanat değeri taşıyan yapı, eşya, kitap, yazılı ve sözlü ürünler; yapıtlar. 3. Bir şeyin geçmişte veya şu anda varlığını belgeleyen iz ve kalıntılar; emare; nişan. 4. Kitaplar. S âsâr-ı atîka, {OsT} E sk i eserler.\\ âsâr-ı cedîde, {OsT} Ye ni e s e r le r .|| âsâr-ı edebiye, {OsT} E d e b î es erle r.|| âsâr-ı eslâf, {OsT} E skilerin yazdığ ı eserler.\\ âsâr-ı hâzıra, {OsT} Ç a ğ d a ş eserler. | âsâr-ı ilmiye, {OsT} B ilim sel e s e r le r.|| âsâr-ı islâmiye, {OsT} İslâ m î e s e r le r .|| âsâr-ı kadîme, {OsT} E sk i e s e r le r .|| âsâr-ı kalemiyye, {OsT} K a le m e alınm ış, yazılm ış eserler.|| âsâr-ı kudemâ, {OsT} E skilerin yazdığ ı e s e r le r,|| âsâr-ı m atbua, {OsT} B asılm ış e s e r le r.|| âsârı mergube, {OsT} R a ğ b et kazanm ış, tercih edilen eserler.\\ âsâr-ı mehdiye, {OsT} D ünya eksen in de m eydan a g elen eğilm e. || âsâr-ı mergflbe, B eğ en i kazan m ış eserler.\\ âsâr-ı nefise, {OsT} G üzel san at eserleri. ||âsâr-ı nisvân, K ad ın ların eserleri. ||âsârı sanat, {OsT} S an at e s e r le r i.|| âsâr-ı sınâiye ve zarife, {OsT} Z a r if ve süslü e s e r le r .|| âsârtt’ş-şerîfe, K u tsal em an etler. || asar2, [Ar. ‘aşar _ ^ ] {OsT} is. 1. Toz. 2. Sığmak. asar3, [Ar. ‘ışr > aşar jU=T] (a ;s a ;r ) {OsT} is. 1. Gö revler; vazifeler. 2. Yükler. 3. Kabahatler; cürüm ler; suçlar. asar4, [Ar. ‘asar
p] {Os T} is. Fakirlik.
a sar5, [Ar. hişâr (kuşatm a) > Far. hisar / Ar. âşâr => asar] {ağız} is. 1. Kale; burç. 2. Kayalık; tepe. [DS] asare, [Far. âsâre o_,L»T] (a :s a :r e ) {OsT} is. Sayı; he sap. aşarim , [Ar. aşarîm ^ajU^I] (a sa :ri:m ) (OsT) is. 1. Çadır kümeleri. 2. Ayrı ayrı ve küçük insan küme leri. asarlık, -ğı [asar-lık] {ağız} is. Tarihî yıkıntıların bu lunduğu yer. [DS] asarm ak , [Moğ. asar-mak / asra-mak ^ j - t ] {eAT} gçl. f . [-u r ] 1. Korumak; esirgemek; sakınmak. 2. {ağız} Beslemek; büyütmek. [DS] 3. {ağız} (Ağaç için) budamak; bakımım yapmak. [DS] 4. {ağız} İyi kullanmak; saklamak. [DS] 5. {ağız} dönşl. f . Y e tişmek; büyümek. [DS] asartm a, [asar-t-ma] {ağız} is. 1. Asartmak işi. 2. A
M M TÜME S O M . 311
A SE
ğaçlık. 3. Bakılmış, budanmış ağaç. 4. Küçükten alınarak bakılıp büyütülmüş çocuk; besleme. [DS] asartm ak, [asar-t-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] 1. Besle mek; büyütmek; korumak; yetiştirmek. 2. (Ağaç için) budamak; bakmak. 3. Gururlandırmak; şı martmak. 4. Abartmak; mübalağa etmek. 5. gçsz. f . Saygı göstermek. [DS] asartm alık, -ğı [asart-ma-lık] {ağız} is. Koruluk; ağaçlık. [DS] asarun, [Far. âsârün O jjL J] (a :sa :ru :n ) {OsT} is. K e di otu. asavi, [Ar. ‘aşâvî
(a sa .v i:) {OsT} sf. Asa ile
ilgili; asaya ait. asayib, [Ar. ‘ışâbe (bağ, sa rg ı) > ‘aşâyib s-:.U ^] (asa:yib) {OsT} is. 1. Bağ, sargı, topluluk. 2. Toplu luklar; cemaatler; sosyete. 3. Başa bağlanan bağlar; kaşbastılar. asayiş, [Far. asuden (dinlenm ek) > asayiş ^ . ' —T] (a :sa:yiş) {OsT} is. 1. Korku ve endişe verecek hiçbir şeyin bulunmayışı; emniyet; güvenlik; huzur. 2. Kanun ve nizam hakimiyeti; kamu düzeni. 3. Din lenme hâli; sükûnet, fi1 âsâyiş-bahş, {OsT} Huzur ve güven veren. ||âsâyiş berkem âl, {OsT} 1. Güven lik yerinde. 2. İ ş le r yolunda.\\ âsâyiş-cû, {OsT} Asayiş ara y an ; güven ve huzur için de o lm a k iste yen .|| âsâyiş-cüyâne, {OsT} Güven ve huzur a ra y a na y akışır b içim d e; tam asa y iş a ra y a n a g ö re. ||âsâyiş-perver, {OsT} 1. A sayişi sağ layan . 2. B a r ış a hizmet eden.\\ âsâyiş-perver-âne, {OsT} Tam rahat, huzur ve güvenlik isteyen lere y a k ışır tarzda. asayişti, [asayiş-li] (a :sa :y işli) sf. Rahat ve huzur içinde; güvenli, asayişsiz, [asayiş-siz] (a :sa :y işsiz) sf. 1. Rahat ve hu zur kaçırıcı; karışık; huzursuz. 2. Kanun ve nizam dışı; güvensiz; kargaşa içinde; anarşik, asayişsizlik, [asayiş-siz-lik] (a:sa:y işsizlik) is. 1. Ka nun ve nizamlara aykırı hareket etme; kanunsuzluk. 2. Kamu güvenliği ve düzeninin, kanun hakimiye tinin sağlanamaması durumu; güvensizlik; karışık lık; anarşi. asb, [Ar. ‘aşb
{Os T} is. 1. Sargı. 2. Bağ. 3.
Mendil. Çukur yerler. asbag, [Ar. şıbğ > aşbâğ j_U^'] (a sb a .ğ ) {OsT} is.
asced, [Ar. ‘asced
{OsT} is. Saf altın,
asçekim, [as+çekim] is. fız. Yerin çekim alanından daha düşük bir çekim alanında bulunan bir madde ye etkiyen çekim kuvveti, asda, -a ’ı [Ar. şada' > aşdâ' jj-Usl] (a sd a :) {OsT} is. Sesler; şadalar; avazlar, asdaf, [Ar. şadef > aşdâf .JI-l^I] (a sd a :f) {OsT} is. Sedefler. asdag, [Ar. şudğ > aşdâğ j_İJw3İ] (a sd a:ğ ) {OsT} is. anat. Şakaklar, asdagan, [Ar. aşdağân jli-U ;!] (a sd a ğ a :n ) {OsT} is. anat. İnsanın kollarındaki atardamarlar, asdak, [Ar. şıdk (doğruluk) > aşdâk jl-u>l] (a sd a:k ) {OsT} is. 1. Gerçekler; hakikatler. 2. İçten ve doğru olanlar. asdana, [Far. âsitâne] {ağız} is. 1. Eşik. 2. Büyük derviş telekesi. 3. Başkent. 4. İstanbul. [DS] asdar, [Far. âster
=> asdar j-u>l] {eAT} sf. (Bez
için) kaba; kaim, fi1 asdar bez, {eAT} Kalın, k a b a bez. {OsT} is. Gerçek dostlar; samimi dostlar, aseksüel, [Fr. asexuelle] sf. 1. Cinsiyetsiz. 2. biy. Eşeysiz. asel, [Ar. ‘asel J - p ] {OsT} is. 1. Bal. 2. Cennette akan
Boyalar. asbah, [Ar. şubh > aşbâh ^ L -^ ] (a sb a :h ) {OsT} is. Sabahlar. asban, [Far. âsbân OL-J] (a sb a :n ) {OsT} is. Değir menci. ğirmencilik.
bulutlar. asbaşkan, [as(t)+baş-lcan] (a'sbaşkan) is. İkinci baş kan. asbest, [Yun. asbestos (söndürüılemez) > Fr. asbeste] is. min. Bir silikat türü tremolitin bozulmasıyla meydana gelmiş bulunan ateşe dayanıklı, kırılma dan bükülebilen ipek görünümünde lifli yapıda hid ratlı doğal kalsiyum ve magnezyum silikat; am yant; taş pamuğu; kaya lifi. S asbest yünü, A s b e s tin işlen erek yün h â lin e getirilm işi. asbestli, [asbest-li] sf. 1. Yapısında asbest bulunan. 2. Asbest karıştırılmış. S1 asbestli çimento levha, Eternit. asbestoz, [Fr. asbestose] is. tıp. Uzun süre veya çok fazla asbest tozu karışmış havayı teneffüs etmekle asbest liflerinin akciğerde meydana getirdiği taz minat doğurucu bir meslek hastalığı, asbetel, [? asbe+tel] is. Dokuma tezgâhlarında kulla nılan mintar denilen tarağın telleri,
asdika, [Ar. şâdık (doğru) > aşdikâ5 >Ü-U»İ] (a sd ika :)
asbab, [Ar. şabeb > aşbâb v ’W >'] (a s b a :b ) {OsT} is.
asbani, [Far. âsbânî
asbar, [Ar. şıbr > aşbar j ^ l ] (a sb a :r ) {OsT} is. Ak
(a sb a .n i:) {OsT} is. De
dört ırmaktan biri. 3. Bitkilerin tatlı özsuyu. 4. Bazı ağaçlardan akan tatlı su; reçine; sakız, aselbent, -di [Ar. ‘asel lubna] {OsT} is. 1. Güneydo ğu A sya’da yetişen gövdesinden sızan reçineleri antiseptik ilaç ve parfüm sanayiinde kullanılan günlük cinsi ağaç, (Sytax tonkinensis). 2. Bu ağacın hoş kokulu reçinesi; balsam.
ASE
İIİİM m
aseli, [Ar. ‘ aseiï
(a seli:) {OsT} sf. 1. Bal rengin
de; bal sarısı. 2. Bal renkli bir çeşit kumaş. 3. Eski den Yahudilerin tanınmak için omuzlarına astıkları sarı kumaş parçası, aseliyet, [Ar. ‘aselî > ‘aseliyyet c~L~p] {OsT} is. Bal özelliği. asem, -mm i [Ar. samm > aşamm
{OsT} sf. (Kişi
için) çok sağır; kulakları hiç işitmeyen, asenkron, [Fr. asynchrone) sf. Başlama ve bitiş zamanları denk olmayan; yadın kurun, asepsi, [Fr. asepsie] is. 1. Hastalık yapan mikropların yokluğu. 2. Ameliyathanelerin ve ameliyat araçla rının mikroplardan arındırılma işlemi, aseptik, -ği [Fr. aseptique] sf. İçinde veya üzerinde mikrop bulunmayan; mikropsuz, asepsili, [asapsi-li] sf. 1. Mikropsuz. 2. Asepsi ile il gili. aser, [Ar. ‘aşer
{OsT} is. Solaklık,
a ’ ser, [Ar. ‘uşr (zorluk) > aJşer J^ ' i \ {OsT} sf. 1. Da ha güç; en güç; çok zor ve dayanılmaz; dayanılma sı çok güç olan. 2. Solak, aşerat, [Ar. ‘asere > ‘aşerat o lj^\ (a sera :t) {OsT} is. 1.
Sürçmeler; takılmalar. 2. Yanılmalar,
asere, [Ar. ‘asere »js-\ {OsT} is. 1. Sürçme; takılma; ayak kayması. 2. Hata yapma; yanılma, ases, [Ar. ‘as (n öbetçi) > ‘ases (n öbetçiler) j — ^] {OsT} is. Gece bekçisi. S ases başı, İm p aratorlu k dön em i İsta n b u l’unda Y eniçeriliğin kaldırılm asın d a n ö n ce güvenlik ve a sa y işi sa ğ la m a k la g ö rev li teşkilatın başı. asesiye, [Ar. ‘asesiyye -l™ ^] {OsT} is. Gece bekçi sinin ücreti. asetat, [Lat. acetum (sirke) > Fr. acétate] is. kim. 1. Asetik asidin tuzu veya esteri. 2. Asetik anhidritin sülfürik asit yardımıyla selüloza etkisinden meyda na gelen, zor tutuşan ve kimyasal etkenlere karşı dayanıklı şeffaf plastik madde; asetilselüloz.
u t S O M .
312
aseton, [Fr. acétone] is. kim. Kalsiyum asetatın kuru olarak damıtılmasıyla elde edilen renksiz, hoş ko kulu, 56 °C ’de kaynar, su ile karışabilir ve yağ, reçine gibi organik maddenin çözücüsü en yalın keton: CH3-CO-CH3 ; propanon; dimetilketon. asf1, [Ar. ‘aşf ı-ivıt] {OsT} is. Rüzgârın kuvvetli es mesi. asf2, [Ar. ‘asf v_i~p] {OsT} is. 1. Zulüm. 2. Haksızlık etme. 3. Yoldan çıkma. 4. Can çekişme; ölüm hâli, asfa, [Ar. şafvet > aşfa
/ LS^ I ] (a sfa :) {OsT} is.
En saf ve temiz olan, asfad, [Ar. aşfad ili^.1] (a sfa :d ) {OsT} is. Suçluların, mahkûmların el veya ayaklarına bağlanan demir kelepçe. asfaf, [Ar. aşfaf J l v l ] (a sfa :f) {OsT} is. 1. Saflar. 2. Hatlar. asfalt, [Yun. asfaltos (zift) > Fr. asphalte] is. 1. Katı kahverengi-siyah, l ’e yakın yoğunlukta, 50 ile 100 °C arasında yumuşayan, petrol eterinde erimeyen, ancak karbon sülfürde eriyen bir madde; bitüm. 2. Petrol tortularını teşkil eden petrolün damıtılması sırasında elde edilen en ağır kısmı; petrol katranı. 3. Esas maddesi petrol katranı olan ve yol kapla makta kullanılan karışım. 4. gnşl. Asfalt ile kap lanmış yol. 5. sf. argo. (İş için) kolay. 6. argo. (Baş için) kel; saçsız. S asfalt biti, arg o. K ü çü k o tom o bil]| asfalt etmek, argo. B ir kim seyi a y ak ta du ra m a y a ca k k a d a r dövm ek. asfalten, [Fr. asphaltène] is. Asfaltta bulunan mole kül ağırlığı çok yüksek hidrokarbon, asfaltit, [Fr. asphaltite] is. Organik maddelerin bitüm ile karışması sonucu meydana gelmiş kömür, asfaltlam a, [asfalt-la-ma] is. Asfalt dökme işi. asfaltlam ak, [asfalt-la-mak] gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] Bir yeri asfalt ile kaplamak; asfalt dökmek, asfaltlanm a, [asfalt-la-n-ma] is. 1. Asfalt dökülme. 2. Asfalt bulaşma; asfalta batma. 3. Asfalt yola sa hip olma. «Bütün köyler asfaltlanma yarışındalar.»
asfaltlanm ak, [asfalt-la-n-mak] edil. fi. [-ır ] 1. Asfalt asetatlı, [asetat-lı] sf. Bileşiminde asetat bulunduran, kaplama yapılmak; asfalt dökülmek. Sokağım ız a s asetik, -ği [Lat. acetum (sirke) > Fr. acétique] sf. 1. faltlan d ı. 2. dönşl. f i Asfalt bulaşarak kirlenmek; Sirkeyle ilgili. 2. Sirkeyle aynı özellikte olan. S asfalt olmak. G öm leğim asfaltlan dı. 3. Asfalt yola asetik asit, kim. S irkeye tadını ve özelliklerin den sahip olmak. Bütün k ö y ler asfaltlan dı. p e k çoğunu veren, boğucu b ir kokusu olan ve d er i y e d eğ in ce b ir y a n m a hissi veren a sit: CH 3-CO 2H.l1 asfaltlı, [asfalt-lı] sf. İçinde asfalt bulunan; bitümlü, asfalya, [Yun. asphalia] is. 1. Elektrik sigortası. 2. kim . asetik asit ferm antasyonu, biy. E til a lk old en arg o. Sigara. S asfalyaları gevşemek, a rg o. D iz a setik a sit olu şm ası.|| asetik anhidrit, kim. A setil lerinin b a ğ ı çözülm ek. k lo riire sodyum a seta t etkim esiyle e ld e ed ilen sıvı: (CH 3- C 0 ) 20 . asfa r1, [Ar. şufret (sarılık) > aşfar / aşfer j u a I] {OsT} asetilen, [Fr. acétylène] is. Aydınlatma ve metal is. Sarı veya sarıya yakın açık renk. kaynak sanayiinde ısıtıcı olarak kullanılan, kalsi asfar2, [Ar. şıfr (boş) > aşfâr jU*»l] (a sfa :r) {OsT} is. yum karbürün su ile tepkimesi sonucu açığa çıkan 1. Sıfırlar. 2. Boş ve değersiz şeyler, doymamış hâldeki gaz hidrokarbon: HC=CH. asfen, [Ar. ‘asf > ‘asfen U~c] (a ’s fen ) {OsT} sf. Zu asetim etre, [Fr. acétimètre] is. Sirke asidinin yoğun luğunu ölçmeye yarayan asitölçer. lümle; zulmederek.
« « » .3 1 3
ASH
asfer, [Ar. aşfer yw>\\ {OsT} is. 1. Sarı. 2. Uçuk, sarı benizli. 3. Kızıl. 4. Islık çalıcı; ötücü. 5. Büsbütün boş. astînik, -ği [Fr. acide phenique] {ağız} is. Naftalin. [DS] asfjya, [Ar. şafvet (tem izlik) > aşfıyâ Lî*>t] (asfıya:) {OsT} is. 1. İçi saf ve temiz olanlar. 2. Gerçek dost olanlar. 3. Azizler, asfur, [Ar. ‘uşfur
is. bot. -*• aspur,
asga, [Ar. aşğa U^l] (a sg a :) {OsT} sf. 1. Çarpık yüz lü. 2. Öğrenmeye çok hevesli, asgançu, [as (cariye) > as-ğan-çu] {eT} is. Yaltak lanma; iki yüzlülük; riyakârlık. [EUTS] [Gabain] asgançulamak, [as-ğan-çu-la-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] 1. Eğlenmek; alay etmek; istihza etmek. [EUTS] 2. Yaltaklanmak; iki yüzlülük etmek. [Gabain] [EUTS] asgar, [Ar. şağır (küçük) > aşğar >*>1] {OsT} sf. 1. En küçük. 2. Daha küçük. 3. Pek küçük. S asgar-ı na mütenahi, Sonsuzluğun en küçü k d eğ e ri; sonsuz küçiik. asgarımüşterek, -ği [Ar. aşğar-i müşterek {OsT} is. Ortak noktaların en azı. asgari, [Ar. aşğari lî> ^ I] (a sg a ri:) {OsT} sf. 1. En az,
leüm
! Bit
ilme, la sa llar.» Asfalt ilz
as-
•nmek; yola
en küçük olan; minimum. 2. En aşağı. 3. En azın dan. S asgari fiyat, S erb est p iy a s a ekonom isinde, malların bedellerin in d ü ş eb ilece ğ i en az miktar.\\ asgari hadde indirmek, En az, en düşük seviyeye indirmek.\\ asgari ü cret, Günün g eçim şa rtla rın a bağlı o la r a k iş k o lla rın a g ö r e işçiy e ö d e n e c e k ü cre tin en az m iktarı. || asgariye indirmek, E n az, en düşük seviyeye indirm ek. asgı, [as-mak > as-ğı / as-kı] {ağız} is. 1. Askı. 2. Kadınların zincirle boyunlarına astıkları altınlar. 3. İple bağlanıp tavana asılan meyve, sebze vb. [DS] asgılık, -gı [as-kı-lık] {ağız} is. Kışa saklanacak yaz meyvesi. [DS] asgın, [as-mak > as-km] sf.
askın,
ashab, [Ar. şâhib > aşhâb ı_>Uw>l] (a sh a :b ) {OsT} is.
ashap. B ashâb-ı aba, {OsT} Hz. M uhamwec/sa) 'in a iles i (kızı F atm a, d a m a d ı Hz. Ali, torun ları Haşan ve Hüseyin).|| ashâb-ı ak ar, {OsT} G elir ümlü. sahipleri.|| ashâb-ı am al, {OsT} A ç gözlü ler, hırs rtası. sahipleri.|| ashâb-ı A raf, {OsT} C en netle cehenn em j j ;z. arasında kalan, ikisine d e girem eyen kimseler.\\ asgo. hâb-ı Bedr, {OsT} B e d ir sa v a şın d a bulunmuş olan Müstümanlar.\\ ashâb-ı cah, {OsT} M evki ve m a {Osi kam sa h ip leri; rü tbesi y ü k sek olan lar. || ashâb-ı cahîm, {OsT} Cehennemlikler.\\ ashâb-ı Cennet, {OsT} ı* {OsT} Cennete g id e c e k o la n la r; iyi ve hayırlı kişiI ler.|| ashâb-ı devlet, {OsT} 1. S ervet sa h ip leri. 2. ■T} sf. Z* devletin ileri g elen leri. || ashâb-ı dirayet, {OsT} iiecerikli ve y eten ek li kim seler. || ashâb-ı emlak,
{OsT} M al sahipleri.\\ ashâb-ı güzîn, {OsT} Seçkin ve m eşhu r sahabeler.\\ ashâb-ı hayr, {OsT} H ay ır sahipleri.\\ ashâb-ı idare, {OsT} Y öneticiler.|| ashâb-ı itibar, {OsT} Saygı g ö ren kişiler. || ashâb-ı kalem, {OsT} M em urlar.|| ashâb-ı kehf, {OsT} K u r ’an-ı K e r im ’d e b a h si g eçen , zam an ların ın z a lim yönetim in den k a ç a r a k sa k la n d ıkla rı bir m a ğ a ra d a uzun y ılla r k alan ve uyandıkları zam an k ö p e k lerinin kem iklerinden b a şk a b ir şeyin kalm adığın ı g ö ren m uhterem k işiler; Yedi Uyurlar. || ashâb-ı kiram , {OsT} P eygam berim iz Hz. M u h am m ed ’in y a k ın la rı.|| ashâb-ı kubür, {OsT} K a b ir eh li; ö lü ler. |[ ashâb-ı mesâlih, {OsT} D ev let d a iresin d e işi o lan lar]] ashâb-ı menâsıb, {OsT} Yüksek rü tbeli y ö n eticiler.|| ashâb-ı m ütalaa, {OsT} O kuyucular.|| ashâb-ı nâr, {OsT} C ehen n em likler,|| ashâb-ı na mus, {OsT} N am uslu k işiler.|| ashâb-ı rivâyet, {OsT} H ikâye ve m en kıbe a n lata n lar.|| ashâb-ı salîb, {OsT} H açlı a sk erler i.|| ashâb-ı sebt, {OsT} C um artesi sa h ip le ri; cu m artesiyi ku tsal sa y a n lar; Y ahudiler.|| ashâb-ı servet, {OsT} Z en ginler.|| ashâb-ı suffa’ , {OsT} S o fa eh li; M escid-i N e b e vi ’nin yan ın d a bulunan ve su ffa (seki) d en ilen y e r d e ikam et e d e r e k P eygam berim izin h e r türlü s o h b e t ve n asihatlerin i dinleyen ve K ur'an tahsil eden, b a şk a h içb ir dünyevi işle uğraşm ayan, g eçim leri ya ln ız ca R esulullah tarafından karşılan an s a h a b e .|| ashâb-ı süyüf, {OsT} K ılıç sa h ip le ri; a s k e r le r .|| ashâb-ı tedbîr, {OsT} İd a r e c ile r ; ted b ir alan k iş i ler,|| ashâb-ı tevârih, {OsT} T arih y a z a n la r; tarih çile r .]| ashâb-ı tım ar, {OsT} T ım ar v e z ea m et s a hip leri,|| ashâb-ı yemîn, {OsT} İnanılır, güvenilir; A llah 'a itaatleri ve a m elleri iyi olup a m e l d efterleri s a ğ taraftan v er ilec ek in san lar; sa ğ cıla r. ashap, -bı [Ar. şâhib > aşhâb ^ U ^ l] (a sh a ;b ) {OsT} is. 1. Sahipler. 2. Bir varlık veya bir özelliğe sahip olanlar. 3. Dostlar. 4. Tanınmış kişiler. 5. Peygam berimiz Hz. Muhammed’i sağlığında gören, sohbe tinde bulunan Kur’an’ı ve İslam’ı bizzat kendisin den öğrenen İslam büyükleri. ash ar1, [Ar. şıhr (enişte)> aşhâr j l ^ l ] (a sh a :r) {OsT} is. 1. Enişteler. 2. Evlilik yoluyla birbiri ile akraba olan erkekler. ashar2, [Ar. aşhâr
I] {OsT} is. 1. (Kişi için) saçı
kızıl. 2. (Kişi için) kırmızı tüylü, ashiya, [Ar. ashiyâ U^»l] {OsT} sf. Cömert olan(lar). -ası1, [-ası / -esi / -y-ası / -y-esi] {eAT} ç e k e. Geniş zaman eki “-ar, -ır” değerinde. -ası2, [-ası / -esi / -y-ası / -y-esi] {eAT} y a p e. 1. Gele cek zaman ortacı eki. Eski Türkçede yoktur, Eski Anadolu Türlcçesi devresinde ortaya çıkmıştır, bu gün yerini “-acak / -ecek” ekine bırakmıştır. 2. acağı. 3. -asıca; -sın. S -ası gelmek, {eAT}. -m ak istem ek; -a c a ğ ı gelmek.\\ -ası olm amak, {eAT} m am ak; -am am ak.
Ö IÜ M IÜ fflfff S Ö M . a «
ASI
-ası3, [-a-sığ > -ası / -esi] yap. e. 1. Fiillerden, gele cek zaman kavramlı sıfatlar yapar: k ö r o la sı (adam ). 2. Dilek, dua ve beddua kavramı katan isim ler yapar: g ö r e s i (gelm ek). 3. Kalıcı isimler türettiği de olur: ç a la s ı “yoğu rt m a y a sı”, a la sı “a l a c a k ”, g iy si (< g iy esi < geyesi). ası1, [eT. asığ ^ 1 ] (eT) (eATf is. 1. Yarar; fayda. 2. Kazanç; kâr. 3. Çıkar; menfaat. 4. Faiz. ası2, [eT. asığ] (ağız) sf. 1. İri; gösterişli; gelişmiş; büyük. 2. Yetişkin; olgun. 3. (Koyun, kuzu yavru su, ürün vb. için) Erken doğan; erken yetişen. 4. zf. Erken; gün doğmadan önce. [DS] <3 ası dana, {ağız} Süt em m e dön em i g eçtiğ i h â ld e d a h a anasını em en dana. [DS]|| asıdan gelmek, {ağız} Tez g e l m ek ; erken dönm ek. [DS] ası3, [as-mak > as-ı] is. Asmak işi. B asıda olmak (kalmak), (Iş için) son u çlan dırılm adan ö y le c e bı rakılm ak. ası4, [Ar. ‘ası => ası] {ağız} sf. İsyan eden; karşı ge len; asi. [DS] B ası gelmek, {ağız} K a rşı gelm ek. [DS] aşıcı, [as-ıcı] is. 1. Cellat. 2. sf. Asılı tutan. <3 aşıcı bağ, K a ra ciğ er, yum urtalık, kam ış g ib i org an ları tutan k as büklümü. asıcıl, [eT. asığ > ası-cıl] sf. Her işte kendine menfaat sağlamaya çalışan; çıkarcı, asıç, [as (yem ek) > as-ıç] {eT} is. Çanak, asıf, [Ar. ‘aşaf (esm ek) > ‘âsıf / ‘âsıfe
/ ii*slp]
(a :sıf) (OsT) sf. (Rüzgâr, fırtına için) çok sert ve şiddetli esen.
rıldığı eserin vb. şeyin k en d isi; orijinal. 2. D evlet d a ir eleri ile m ah k em elerd e y azılan yazıların imzalı ve m ühürlü ilk nüshası. || asıl ululugı, {eAT} Soy y ü celiğ i; asalet. || asıl sayılar, S ıra vey a üleştirm e sıfa t ek i alm am ış o la n y a lın h â ld e k i sayılar.\\ asıl vurgu, K elim en in ken disin de ö n ced en var olan vurgu.\\ aslı astarı, B ir şeyin g e r ç e k durum u; iç yüzü; g erçeğ i, doğrusu.\\ aslı astarı olmamak, G erçekdışı, y a la n v e uydurm a olm ak. ||aslı çıkmak, 1. G e r ç e k olduğu an laşılm ak ; doğrulan m ak. 2. G erçekleşm ek. j| aslı çıkm am ak, G erçekliğ i, d oğru luğu kan ıtlan m am ış olm ak. j| aslı faslı olm amak, G e r ç e k dışı, y a la n ve uydurm a o lm a k .|| aslına ba karsan, G erçeğ i ö ğ ren m ek istersen, an lam ın da sö z e g iriş cü m lesi.|| aslına bakm ak, Kökiinii, e s a sını a ra ştırm ak ,|| aslına dönmek, 1. Kökü, esası g ib i o lm a k ; a slın a rücu etm ek. 2. İlk hâline, b a ş lan gıçtaki durum una dönm ek. ||aslında, İşin g e r ç e ğini, olayın doğrusunu sö y lem ek gerekirse.\\ aslı nesli, K ökü ve kay n ağ ı; soyıı sopu. |j asbnı aram ak, Kaynağını, kökünü bu lm aya ç a lış m a k ||ashnı asta rını bilmek, İşin g e r ç e k yüzünü b ilm ek; doğrusunu bilm ek. || aslını astarını öğrenmek, İşin g e r ç e k y ü zünü, doğrusunu öğren m ek. j| aslını bilmek, B ir şeyin g er çeğ in i ve doğrusunu bilmek.\\ aslını bul mak, B ir şeyin g erçeğ in i, doğrusunu ve ilk kayn a ğını, bizzat kendisin i bulmak.\\ aslolan (asıl olan), En ön em li ve a n a tem el olan. asıl2, [? asıl] {ağız} sf. Güzel. [DS] asılacak, -ğı [as-ıl-mak > as-ıl-acak £*±*>7] {eAT} sf. 1. Asılmaya değer. 2. Asılmaya müstahak; ip kaç kını.
asıg, [as-mak > as-ığ] {eT} is. 1. Ası; kazanç; kâr. [DLT] [EUTS] 2. İstifade; fayda; yarar. [ETY] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 3. Faiz. [EUTS]
asılan, [as-ıl-mak > as-ıl-an j^L^T] {eAT} sf. Dik ve
asıglıg, [as-ığ-lığ] {eT} sf. 1. Asılı; kazançlı. [DLT] [EUTS] 2. Faydalı; yararı olan; yararlı. [EUTS]
aşılandırm ak, [eT. asığ (yarar) > ası-la-n-dır-mak /
asıglık, [as-mak > as-ığ-lık] {eT} sf. Fayda; yarar, asıgsız, [as-ığ-sız] {eT} sf. 1. Asisiz; kazançsız. [EUTS] 2. Faydasız; yararsız. [EUTS] asığlıg, [as-ığ-lığ] {eT} sf. Faydalı; kazançlı. [Mühenna] asık1, -ğı [eT. as-ığ] {ağız} is. Faiz. [DS] asık2, -ğı [as-mak > as-ık] s f 1. Asılı. 2. (Yüz için) kızgınlık, öfke ve hoşnutsuzluk ifade eden; somurt kan. B asık suratlı, Ö fkesini ve hoşnutsuzluğunu kızgın ve som urtu k b ir y ü zle ifa d e eden. asıklık, -ğı [asık-lık] is. 1. Asile olma hâli. 2. Yüzün öfke ve hoşnutsuzluk ifade eden durumu; sertlik; çatıklık; somurtkanlık. asıl1, -slı [Ar. aşl (kök) J***-] is. 1. Kök. 2. Bir şeyin bizzat kendisi. 3. Bir şeyin çıktığı, başladığı yer; memba. 4. Soy; nesep; hasep. 5. Bir şeyin önde gelen birincil kısmı. 6. sf. Gerçek; hakiki; sahih. 7. Kaynak durumunda olan. 8 . zf. Gerçekte. S asıl nüsha, 1. B ir çevirinin yapıldığı, b ir suretin ç ık a
yüksek yerde asılı gibi duran, assı-la-n-dır-mak j^ -iıL ^ I ] {eAT} ğçl. f . [-ır ] Y a rarlandırmak. aşılanma, [ası-la-n-ma -ulL^T] {eAT} is. Aşılanmak işi; yarar sağlama; yararlanma, aşılanmak, [eT. asığ (yarar) > ası-la-n-mak / assı-lan-mak
{eAT} dönşl. f . [ -ır ] Yararlanmak;
kazanç elde etmek, asılı, [as-ıl-ı] sf. Bir ucundan tutturularak sarkıtılmış hâlde; asık; asma; muallak, asılış, [asıl-ış] is. Asılmak işi ve biçimi, asıllamak, [asıl (güzel) > asıl-la-mak] {ağız} gçl. f . [r ] [-l(ı)-y o r] 1. Düzeltmek. 2. Güzelleştirmek. [DS] asıllı, [asıl-lı] sf. Her hangi bir millete, kavme, ırka bağlı (olan). H int a sıllı M üslüm anlar. asıllu, [asıl-lu ^liv»!] {eAT} sf. Soylu. asılma, [as-ıl-ma] is. 1. Asılmak işi. 2. Üstünde inat la durma, ısrar etme.
ASİ asılmak , [as-ıl-mak] {eT} edil. f . [-u r ] 1. Artırılmak. [EUTS] 2. dönşl. Artmak; çoğalmak. [EUTS] [Üç İtigsizler] [EUTS] 3. Smın aşmak. [EUTS] asılmak2, [as-ıl-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. Yüksekteki bir şeye tutunmak, düşmemek için sarılmak. 2. {e l '} Uzamak. [DLT] asılmak3, [as-ıl-mak] gçl. f. [-ır ] 1. Bir şeyi tutup çekmek. 2. Vücudunun bütün gücünü kullanarak çekmek. 3. Bir şeyi gayret ederek yapıp bitirmek; güçlükle becermek. 4. argo. Israrla istemek; ısrar etmek; üstelemek; inat etmek; musallat olmak; sır naşmak. S Asılma depoya gider! arg o. "Yılışma; sırn aşm a; boşu n a ü stelem e!" an lam ın da kullanılır. asılmak4, [as-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. {eT} [-u r] Uza tılmak; çekilmek. [DLT] 2.Yukarıda bulunan bir çengel, dal ağaç vb. şeye tutturulmak, bağlanmak; takılmak; iliştirilmek; sallandırılmak. 3. İdam edil mek. asılmak5, [as-ıl-mak] gçl. f . [-ır ] a rg o. 1. Yakın ar kadaşlık kurmak için bir kadına, kıza isteğini sözle, davranışla belli etmek; yanaşmak. 2. Rahatsız et mek; sözle sarkıntılık etmek; sataşmak; tavlamaya çalışmak. 3. Esrarlı sigaradan bir nefes çekmek. 4. Futbolda bütün gücünü kullanarak topa vurmak. 5. Eli ile kendi kendine cinsel tatminde bulunmak; istimna etmek; abazaya varmak, asılmalu, [as-ıl-ma-lu j U l^T] {eAT} sf. Asılması ge reken; asılacak olan,
rak boyun ve kulaklarına taktıkları gerdanlık ve kü pe gibi takılar. -asın, [-a-sın / -e-sin / -y-a-sm / -y-e-sin] {eAT} ç e k e. 1. Gelecek zaman teklik ikinci kişi eki. 2. İstek kipi teklik ikinci kişi çekim eki; dilek-istek, emir, tavsi ye, tercih, serbestlik, gereklilik bildirir. aşınm ak1, as-mak > as-m-mak] {ağız) dönşl. f. [ -ır ] Takınmak; kendi üzerine asmak. [DS] aşınmak2, [as-ın-mak] {eTj gçl. f . [-u r] Bir şeyi çekmek; germek; asılmak. [DLT] aşınm ak3, [as-ın-mak] {eT) dönşl. f . [-u r ] Tırman mak. [ETY] aşınmak4, [as-m-mak] {eT} dönşl. f . [-ır ] [eT , -u r] 1. Ası sağlamak; kazanç sağlamak. [EUTS] 2. Yarar lanmak; faydalanmak. [EUTS] 3. Bağlanmak; ta kınmak. [EUTS] [Gabain]{ağız} (aynı) [DS] 4. Asıl mak. [EUTS] [DLT] [Gabain] asıntı1, [as-mtı] is. 1. Bir işi geciktirme; tavik. 2. Birini tedirgin edecek kadar üzerine çok düşme; sırnaşma; tebelleş olma. 3. {ağız} Sallantı. 4. {ağız} İlgi; ilişik; askıntı. [DS] 5. {ağız} Sırnaşık kimse; yapışkan; yüzsüz. [DS] 6. argo. Ödenmemiş borç. S asıntı olmak, 1. argo. T ebelleş o lm a k ; y a p ış k an lık etm ek; g elip sırnaşm ak. 2. {ağız} B irisin den g eçin m ek isteğiyle a rd ım bırakm am ak. [DS] asıntı2, [as-ıntı ?] {ağız} sf. Yüksek; yukarıda. [DS] asıntı3, [as-mak > as-ıntı] is. -*■ askıntı, asır, -srı [Ar. ‘aşr (zam an)] {OsT} is. 1. Yüz yıllık
asılmışadam, [as-ıl-mış+adam] is. bot. Ormanlık ve çayırlık yerlerde yetişen pembe veya süsen rengindeki çiçekleri asılmış insana benzeyen ve yumrulu kökleri kurutularak salep yapılan salepgiller famil yasının örnek bitkisi; salep, (L o ro g lossu m ). asılsız, [asıl-sız] sf. Doğru olmayan; dayanaksız; gerçek dışı; mesnetsiz. 0 asılsız fasılsız, H iç g e r çekle ilgisi olm ayan ; uydurma. asılsuz, [asıl-suz j —L^T] {eAT} sf. Soysuz; asaletsiz.
zaman süresi; yüzyıl. 2. Devir. 3. Zaman. 4. Çağ. 5. Öğle ile akşam arası; güneşin batışından yaklaşık iki buçuk saat öncesi; ikindi. S asır-dîde, {OsT} A sır görm üş, yaşlan m ış, eskim iş. || asr-ı evvel, {OsT} İkin di nam azının ilk vakti.|| asr-ı hâzır, {OsT} iç in d e yaşadığım ız, şim diki zam an, çağ. ||asr-ı sa adet, {OsT} P eygam berim izin y a şa d ığ ı zam an. || asr-ı sabık, {OsT} G eçen devir.\\ asr-ı sâni, {OsT} ikin d i nam azının son vakti.
asıltı, [as-ıl-tı] is. fız . kim. Katı, sıvı veya gaz hâldeki madde parçacıklarının sıvı ve gaz ortamda çözün meden dağılmış olma şekli; jel; koloit. Katiların sıvı içindeki asıltısına (süspansiyon), sıvıların sıvı içindeki asıltısına (em ülsiyon), katı ve sıvıların gaz içindeki asıltısına (a ero so l) denir,
asırga, [as-mak > as-ır-mak / asır-ga] is. 1. Asılan şey. 2. Kulağa takılan uzun küpe,
asılu, [as-mak > as-ıl-u] {OsT} sf. Asılmış olan; asılı hâlde.
asışmak, [as-ış-mak] {eT} işteş, f . [-u r] Asmakta yar dım etmek. [DLT]
asım1, [as-ım] is. Asma işi. S asım takım , K a d ın la rın kulakların a taktıkları kü pe ile boyu n ların a tak tıkları g erd an lık g ib i sü s eşy a sı; takı.
-asız1, [-a-sız / -e-siz / -y-a-sız / -y-e-siz] {eAT} çek. e. Gelecek zaman çokluk ikinci kişi eki.
asım2, [Ar. ‘ismet (men etm ek) > ‘âsim
(a;sım )
{OsT) sf. 1. Kendisini günahlardan men eden, ha ramdan çekinen; ismetli. 2. Temiz, namuslu; iffetli. 3. Yanma yaklaşılmayan; men eden; yasak, asımlık, -ğı [as-ım-lık] is. Kadınların süs eşyası ola
asırlık, -ğı [asır-lık] sf. Varlığını yüz yıl kadar sür dürmüş, yüz yıldır hayatta olan; yüzyıllık, aşırm ak, [as-ır-mak] {eT} g ç l.f. [-u r ] Terbiye etmek. [EUTS]
-asız2, [-a-sız / -e-siz / -y-a-sız / -y-e-siz] {eAT} çek. e. İstek kipi çokluk ikinci kişi çekim eki; dilek-istek, emir, tavsiye, tercih, serbestlik ve gereklilik bildi rir. asi1, [Ar. ‘işyan (ba ş kaldırm a) > 'aşı / 'aşiye (a si:) {OsT} sf. Çok isyancı.
/
fliraiöM îM ûii.iiB
ASİ asi2, [Ar. ‘işyan (ba ş kaldırm a) > ‘aşı Lrv=1-«-] (a :s i:) (OsT) sf. 1. isteklere karşı direnen; uysal olmayan; karşı gelen; karşı duran. 2. Kanun ve nizam tanı mayarak devlete ve otoriteye karşı duran. 3. Al lah’ın emir ve yasaklarına uygun davranmayan; günahkâr. 4. Haydut; şâki. S asi olmak, 1. B aş kaldırm ak. 2. G ü n ahkâr olmak.\\ asi zeybek, İsp a r ta ve çev resin d e yaygın o la r a k oynanan b ir z ey b ek türü. asi3, [Ar. ‘âsî
(a :si.) (OsT) sf. Ahlaksız; ahlakı
bozuk; çapkın.
asi5, [Far. âsî ^ T ] (a :s i:) (OsT) sf. Mahzun; kederli. asib',[A r. ‘aşîb
(a si.b , s kalın söylen ir) (OsT) (a :si:b ) {OsT} is. 1. Bela; fe
laket; musibet. 2. Zarar; ziyan. 3. Çarpışma; çatış ma. S âsîb-i rü zgâr, Zam anın b e la s ı.||âsîb-resân, B ela y a düşüren; z a r a r veren. (a si:d e) (OsT) is. 1. Arapla
rın yağlı suda un kaynatarak yaptıkları bir tür bu lamaç. 2. {ağız} Y ağ ve una pekmez veya şeker ka rıştırılarak yapılan bir tür helva; un helvası. [DS] 3. Domates ve et suyu ile pişirilmiş pirinç pilavının ortasına bamya, kuş başı et veya tavuk doldurul mak suretiyle yapılan bir Türk yemeği; asıda. 4. Un, et ve bamya ile yapılan bir Arap yemeği, asidimetre, [Fr. acidimetre] is. kim. 1. Asit çözeltile rinin derişiklik derecelerini ölçmeye yarayan alet. 2. Sütün, şarabın vb. sıvıların asitliğini ölçmeye ya rayan alet; asit ölçer, asidoz, [Fr. acidose] is. tıp. Şeker hastalığı vb. sebep le kanda pH düşmesi, asif, [Ar. ‘asîf
asilik, -ği [asi-lik] (a:silik) is. 1. Bir isyankâr olma hâli. 2. Günahkâr olma hâli, asilleşmek, [asil-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir ] 1. Asil ol mak. 2. Yüksek değer kazanmak, asillik, -ği [asil-lik] is. Asil olma durumu, (a si:lz a :d e)
{OsT} is. Soylu ve görgülü bir aileye mensup olan kişi. asilzadegân, [Ar. asîl + Far. -zâde-gân j l ^ l j l ^ l ] (as i:lz a :d e g â :r ) {OsT} is. Asilzadeler; soylular,
sf. Çok sıcak; kızgm.
aside, [Ar. ‘aşıde
asileşmek, [asi-le-ş-mek] dönşl. f i [ -ir ] 1. Asi duru ma gelmek. 2. İtaatsizlik etmek, kafa tutmak, karşı gelmek.
asilzade, [Ar. asîl + Far. -zâde
asi4, [Ar. âsî ^ T ] (a :si:) (OsT) is. Doktor; cerrah.
asib2, [Far. âsîb
asileşme, [asi-le-ş-me] is. Asi olma, asi duruma gel me işi.
(asi:f) {OsT} is. Para ile tutulan
işçi; gündelikçi. asil1, [Ar. aşl (kök) > aşâlet (köklülük) > aşîl {OsT} sf. 1. Sağlam. 2. Köklü. 3. Bir hukuki işlemi kendi adına bizzat kendisi yapan; kendi adına hare ket eden. 4. Gerek doğuştan gerekse hükümdar ta rafından verilen soyluluk unvanı. 5. Onuru, şerefi, yüceliği; incelik ve zarafeti olan. 6. Saygı uyandı ran. 7. Bir göreve kalıcı olarak atanan; görevinde sürekli. S asil olarak, 1. B ir g ö rev d e kalıcı o larak. 2. A daylığı kalkm ış olarak. asil2, [Ar. aşîl J^>l] (asi:l) {OsT} is. 1. Öğleden son
asim, [Ar. ism > âsim j*îï] (a:sim ) {OsT} sf. 1. Suç iş lemiş; kabahatli. 2. Günahkâr, asime, [Far. âsîme ‘U ^ î] (a :si:m e ) (OsT) sf. 1. Akıl sız; beyinsiz. 2. Şaşkın; sersem. S âsîme-gî, 1. A kılsızlık; beyinsizlik. 2. Ş a şa k alm ış olm a. || âsîmesâr, K a fa s ı karışık. ||âsîme-ser, K a fa s ı karışık. asim etri, [Fr. asymétrie] is. Simetri yokluğu; bakı şımsızlık. asimetrik, -ği [Fr. asymétrique] sf. Simetrik olma yan; bakışımsız, asimilasyon, [Fr. assimilation] is. biy. 1. Sindirme; özümleme. 2. siy. Kendi içinde eritme; kültürel yönden kendine benzetme; kendi kimliğine bürün dürme; asimile etme. 3. dbl. Benzeşme, asimptot, [Fr. asymptote] is. mat. Bir eğriye gittikçe yaklaşan ancak ne kadar uzatılırsa uzatılsın bir tür lü kesmeyen doğru; sonuşmaz. asin, [Ar. âsin jt-T ] (a:sin ) {OsT} sf. Pis kokulu. asir1, [Ar. âsir juT] (a :sir) {OsT} sf. Bir efsaneyi ak taran. asir2, [Ar. ‘âsir / ‘âsire »juU / jyU ] (a :sir) (OsT) sf. Ayağı kayan. asir3, [Ar. ‘âşir / ‘âşire »
(a si:lâ :n e ) {OsT}
zf. Asilce; soylulara yakışır şekilde; soylu gibi,
/
jw>U] (a :sir) {OsT} sf.
Üzüm ve benzeri şeylerin şırasını çıkarmak için sıkan. asir4, [Ar. aşîr j^>\] (asi:r, s kalın söylen ir) (OsT) sf. 1.
ranın son kısmı. 2. Ölüm, asilane, [Ar. asîl + Far. -âne
asilzadelik, -ği [asilzade-lik] (a si:Iz a:d elik ) is. Soy luluk.
Bitişik; komşu. 2. Karmakarışık; dolaşık.
asir5, [Ar. ‘aşîr j ^ \ (a si:r) {OsT} is. Şırası, yağı almmak üzere sıkılan şey; usare.
asile, [Ar. asile <1^1] (a sid e) {OsT} is. 1. Öğleden
asir6, [Ar. ‘asîr _*-«*] (a si:r) {OsT} sf. 1. Zor; güç;
sonranın son kısmı; akşam. 2. Bir şeyin bütünü. 3. Ölüm.
asir7, [Yun. aiter (atm osferin ötesin i doldu ran renk
zahmetli; müşkül. 2. (Kişi için) titiz yaradılışlı.
i m
im
» . 317
siz ve saydam m a d d e; esir) > Ar. asır jû'I] (a :si:r) {OsT} is. Gökyüzü, asire’, [Ar. ‘aşıre «j^p] (a si:re, s kalın söylen ir) {OsT} is. Cibre; posa. asire2, [Ar. âşire °jw>T] (a :sire, s kalın söylen ir) {OsT} is. Hayvanın ayağına takılan köstek, asistan, [Fr. assistant] is. 1. Yardımcı. 2. Üniversite öğretim üyeliğinin ilk basamağı; araştırma görevli si. 3. Sinemada teknisyen yardımcısı, asistanlık, -ğı [asistan-lık] is. 1. Yardımcılık. 2. Asistan olma durumu. 3. Asistanın işi ve görevi, asistoli, [Fr. asystolie] is. tıp. Kalp kasılması yokluğu ya da yetersizliği; dolaşım yetmezliği, asit, -di [Fr. acide] is. 1. kim. Suda çözündüğü zaman H30 + iyonları veren, bazlar ve metaller üzerine etki ederek tuz oluşturan yakıcı sıvı; ekşit; hamız. 2. sf. Asit özelliği gösteren. S asit alkol, kim. H em asit hem d e baz niteliği taşıyan sıvı.\\ asit baz dengesi, biy. kan da uygun pH 'yi devam ettirm ek ü zere asit lerin ba z la ra o ra n ın d a ki den ge. || asit borik, kim. Bordan türeyen H3BO3 form ü lü ile g ö sterilen az etkili, s e d e f görünüm ünde b ey az b ir toz. || asit fe nik, kim. B o y a cılık ve bazı p lastik lerin üretim inde kullanılan m aden köm ürü katranın dan e ld e edilen oksijenli benzin türevi b ir sıvı; fe n o l. \\ asit kaya, mim. Granit gibi, y a p ısın d a yü zd e altm ış beşten fazla silis bulunan en d ojen kaya.\\ asit toprak, pH'si 6 .5 'ten kü çü k o la n toprak. || asit yağm uru, Havanın nem i ile b irleşen f a b r i k a b a ca la rın d a n çıkan sülfürik ve nitrik a sit iyonlarının oluşturduğu bitkilere z ararlı yağm u rlar. asitan1, [Far. âsitân jU *J] (a :sita :n ) {OsT} is. Yıldız falcılarının hesaplarına göre insan hayatının uğur suz dakikaları. asitan2, [Far. âsitân jb*»T] (a :sita :n ) {OsT} is. İ . Eşik. 2. Ayakkabılık. 3. Tekke; dergâh. 4. Girecek, barı nılacak, dinlenilecek, yatılacak yer. 5. Başlangıç. fi1 âsitân-ı fena, {OsT} Ölümlü dünya.|| asitan-ı ınemâlik-sitân, {OsT} 1. Ü lkeler feth ed e n in eşiği. 2. mec. Sultanın sa ra y ı; İstanbul. asitane, [Far. âsitâne jlx^T] (a ;sita :n e) {OsT} is. 1. Eşik. 2. Başkent; payitaht. 3. İstanbul. 4. Azizlerin mezarı. 5. Bir tarikatın esas tekkesi. S asitane kaymakamı, S adrazam o lm adığ ı zam an onun y e rine vekalet ed en kim se. asitaneli, [asitane-li] (aısita. neli) sf. İstanbullu, asitin, [Far. âsitin ^ T ] {OsT} is. Giyecek kolu; yen. asitlik, -ği [asit-lik] is. biy. 1. Ortamın, dokuların ve bünyenin, içlerindeki serbest hidrojen iyonları mik tarına göre gösterdikleri tepki. 2. kim. Bir cismin alkaliliğe karşıt olan asit niteliği. asitlik derece si» kim. Sıfırdan, y ed iy e k a d a r g ittikçe a za la n bir derecelendirm e ile g ö sterilen p H miktarı.
A SK
asitölçer, [asit+ölç-er] is. kim. 1. Bir asit çözeltisinin derişiklik derecelerini ölçmeye yarayan alet. 2. Süt, şarap vb. sıvıların asitliğini ölçmeye yarayan alet; asidimetre. asitsever, [asit+sev-er] sf. bot. 1. (Bitki için) asit top rakları seven. 2. biy. (Mikroorganizma için) asit boyalarla boyanabilir, asiven, [Far. âsıven jj^ T ] (a:si:v en ) {OsT} sf. Dağı nık düşünceli; sersem; şaşkın, asiya, [Far. âsyâ / âsiyâb
/ W*-T] (a :siy a :) {OsT}
is. 1. Değirmen; su değirmeni. 2. Değirmen gibi dönen şey. fi1 âsiyâ-âjen, {OsT} D eğirm en taşı yon tm akta kullanılan a r a ç ; dişen gi.|| âsiyâ-bân, {OsT} D eğ irm en ci.|| âsiyâ-bân!, {OsT} D eğ irm en ci lik-,|| âsiyâ-ger, {OsT} D eğirm en yap an . || âsiyâseng, {OsT} D eğirm en taşı. || âsiyâ-zene, {OsT} D e ğirm en taşı dişen gisi; değirm en taşını yontup d ü zelten d em ir alet. asiyab, [Far. âsiyâb vW-"T] (a :siy a :b ) {OsT} is.-*- asi ya. asiyan, [Ar. ‘âşı-y-ân ol^>U] (a;siya:n , s kalın s ö y lenir) {OsT} is. İsyancılar, asiyanopsi, [Yun. a (yok) + kyanos (m avi) > Fr. acyanopsie] is. tıp. Gözün mavi rengi görememe, seçememe rahatsızlığı, asiye, [Ar. âsiye 4^1] (a.siy e) {OsT} is. 1. Mersin, (M yrtaceae). 2. Direk; sütun. 3. sf. (Kadın için) ke derli; üzüntülü, asiye, [Ar. ‘âsiye
\ (a:siye, s kalın söylen ir)
{OsT} sf. (Kadın için) isyancı, ask, [Yun. askos (tulum) > Fr. asque] is. Asklı man tarlarda üremeyi sağlayan içinde genellikle sekiz adet spor bulunan bir lif ucundaki kese; tozluk. aska1, -a ’ı [Ar. aşkac
{OsT} is. Kanarya.
aska2, - a ’ı [Ar. şuk (taraf, nahiye) > aşkâ‘ ^UsöI] (a ş k a :) {OsT} is. 1. Bölgeler. 2. Çeşme duvarlarının bölmeleri. askançulam ak, [askan-çu-la-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] 1, Eğlenmek; alay etmek; istihza etmek. [EUTS] 2. Yaltaklanmak; iki yüzlülük etmek. [EUTS] askar, [Ar. aşkar yL^\] {OsT} is. Üzüm şırası, askarit, [Yun. aslcerizein (kıpırdam ak) > Fr. ascaride] is. İp solucanlar bölümünden, iğ biçiminde bağırsaklarda asalak olarak yaşayan bir solucan; bağırsak solucanı, (A scaris lu m bricoides). askarlam ak, [Far. aşhar (potaslı kül) > aşkar-lamak] gçl. f . [ -r ] [-l(ı)-yor. 1. İpleri boyamadan ön ce küllü su ile kaynatmak. 2. Kurutulmuş sebzeleri pişirmeden önce küllü su ile haşlamak; aşkarlamak askat, [as+kat] is. mat. 1. Bir sayıyı tam olarak bölen sayılardan her biri. İki, dört, beş, on, yirm i, yirm i b eş v e elli, 1 0 0 ’ün askatlarıdır. 2. Bir ölçme biri
ÛlMIİİMt Süflili. .us
ASK minin ona bölünmesiyle elde edilen küçük ondalık birimler. ask er1, [Far. asker
{OsT} sf. Devredici; seyyar.
asker2, [Ar. ‘asker J L -.&] {OsT} is. 1. Yurt savunması için devlet tarafından yetiştirilip donatılan bütün subay, astsubay, er ve erbaşlarla askerî memur ve öğrenciler; çeri; leşker; cünd. 2. Ordu ve ordu men suplan. 3. Herhangi bir rütbesi olmayan ordu men subu; er. 4. Askerlik görevi. 5. argo. Para (E lli lira lık banknotların a rk asın d a y e r a la n A n kara UlusA tatürk A nıtındaki a sk er heykelinin resm in den d o layı.)', paranın miktarı. 6. argo. Bir kabadayının emrindeki adam sayısı. 7. z ool. Kanncalarda toplu luğu savunmakla görevli iri başlı karıncalar. 8. sf. Askere ait, askerliğe özgü. 9. Asker titizliği ve tu tumu içinde olan. 10. Savaşa ve askerliğe yatkın olan, fi1 asker alm a, Y asalar g er eğ i yurt savun m a sın d a g ö r e v a lm a m ecburiyetinde o la n la rı kışlay a toplama.\\ asker çıkarm a, 1. B ir m illetin yurt s a vunm ası için g e r e k duyduğunda sa v a şm a k üzere a s k e r e a la b ile c e ğ i m uharip sayısı ifa d e edilirken kullanılır. 2. D üşm an kıyıların a denizden a sk erî g ü ç sev k etm ek. || askerden dönmek, M u vazzaf hizm etini tam am ladıktan so n r a birliğin den evin e ve işin e dönm ek. || askerden k urtarm ak, argo. B ir m azeret s e b e b iy le veya m azeret u ydu rarak a sk erlik g ö rev in i y er in e getirmemek.\\ askerden arındırm a (tecrit), U lu slararası a n laşm a lar g er eğ in c e b ir bölgen in asker, a s k e r î tesis, silah v e sila h yapım ın a a it h er türlü faa liy etten arındırılm ış olm ası. ||aske re almak, Kanun g e r e ğ i a sk erlik g ö rev in i y ap m ası g e r ek en le ri a cem i birliklerin d e eğ itim e vey a ihtiyaç h â lin d e terhis olm uş bazı sın ıfları g ö rev e b a şla t m a k .|| askere çağırm ak, Son y o klam a sı y apılm ış o la n yüküm lüleri çek tikleri kuraya g ö r e birliklerin e katılm a k ü zere d a v et etm ek. || askere gitmek, As k erlik g ö rev in i y a p m a k üzere evinden ve işinden a y r ıla r a k kışla y a katılmak.\\ asker etmek, a rgo. 1. B irin i b ir işle g örevlen dirm ek. 2. R andevu su na g e ç k a lm a k g ib i s e b e p le r le birini b ir y e r d e uzun sü re bekletmek.\\ asker-gâh, {OsT} A sker k am p ı.|| asker gibi, 1. D isiplinli, düzenli y a şa m a y ı a lışk an lık edinmiş. 2. K atı disiplin taraftarı; se rt.|| asker ka çağı, E m salleri a s k e r e gittikleri h â ld e ken d isi a s k erlik k a r a rı aldırm ayan veya ald ırd ığ ı h â ld e a s k e r e gitm eyen erkek. ||asker kişiler, R ütbeli ve rü tbe siz tüm ordu m ensupları. || asker ocağı, A skerlik görevinin y a p ıld ığ ı y er ; kışla. || asker olmak, K a nunun yüküm lü kıldığı yurt savunm ası g örev in i y a p m a k üzere kışla y a d a h il o lm a k; sila h altına alınmak.\\ asker şevki, 1. A cem i er le ri kışlaya, te m el eğitim ini tam am lam ış o la n la rı b irliklerin e veya yüküm lülüklerini bitirm iş o la n la rı m em leketlerin e toplu o la r a k götü rm e işi. 2. Savunm a ve sa v a ş am acıyla b ir y e r e a sk er g ö n d erm e.|| asker sınıfı,
Yurt savunm asını üzerin e alm ış, m eslek edinm iş ki ş ile r .j| asker tayını, E r ve e r b a ş la r a verilen günlük y iy ecek. || asker tertip etmek, K anun çerçev esin d e b elirli g ö rev lile ri sila h altın a almak.\\ asker top lam ak, Kanun ç er çev e sin d e b elirli g ö rev lileri silah altın a alm ak. || asker yazılm ak, İstekli o la r a k a s k erlik hizm etine girmek.\\ asker yazm ak, B ir g ö revliyi a sk erlik hizm etine k a b u l etm ek. ||asker yok lam a kaçağı, Son y o klam a sın ı yaptırm am ış olan erkek askerce, [asker-ce] (aske'rce) zfi 1. Askere yakışır biçimde; asker gibi. 2. Askerî anlayış. askerî, [Ar. ‘askerî
{OsT} sf. 1. Askerlere
mahsus. 2. Askerliğe ait. 3. Ordudan kaynaklanan. 4. Ordu içinde yapılan iş ve hareketler. S askerî ateşe, Y abancı ü lk elerd eki elçilik lerim iz d e ülkem izi ilgilen diren a s k e r î kon u ları takip e d e r e k G en el K urm ay B aşka n lığ ın a r a p o r eden görevli. || askerî disiplin, 1. K ışla ve a s k e r î birliklerd e düzen ve b ir liğ i sa ğ la m a k için uygulanan sıkı ve katı davranış ku ralları. 2. K ışla disiplinini an d ırır sert ve affetm esiz disiplin .|| askerî inzibat, G arnizon dahilin de asa y iş ve güvenliği sa ğ la y a n a s k e r î gü ven lik g ö rev lisi.|| askerî öğrenci, S u bay ve astsu bay yetiştiril m ek ü zere a s k e r î o k u lla rd a veya sivil oku llard a M illî Savunm a B ak an lığ ı a d ın a okuyan öğren ciler. askerîleşme, [askerî-le-ş-me] is. Askerî nitelik ka zanma. askerîleşmek, [askerî-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. As kerî nitelik kazanmak. 2. Bir yerin askerlikle ilgili hâle gelmesi. askerîleştirm e, [askerî-le-ş-tir-me] is. Askerî nitelik kazandırma. askerîleştirm ek, [askerî-le-ş-tir-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Askerî nitelik kazandırmak. 2. Bir yeri askerlikle ilgili hâle getirmek. askeriyan, [Ar. ‘askerîyân
(askeri:y a:n )
{OsT} is. Askerler. askeriye, [Ar. ‘askeriyye *;_£-*•] {OsT} is. 1. Silahlı kuvvetler; ordu teşkilatı; askerlik. 2. Askerlik hiz metlerinin yürütüldüğü bina. askerlik, -ği [asker-lik] is. 1. Asker olma durumu; bayrak altı; vatan borcu. 2. Askerin işi. 3. Özel ka nun ve kurallar gereğince savaş yapma usullerini öğrenme ve uygulama sanatı. S askerlik çağı, H er e r k e k Türk vatan daşı için 2 0 y a ş m a gird iğ i o c a k ayın dan 4 6 y a şın a g ird iğ i yılın o c a k ayın a k a d a r o la n sü re. \\ askerlik dairesi, K en d isin e ba ğ lı a s k erlik şu belerin in ça lışm a la rın ı d en etleyen ve a sk er a lm a işlem lerinin düzenli yapılm asın ı sağ layan kurum. || askerlik etmek, A skerlik g örev in i yerin e getirmek.\\ askerlik hatırası, K ırsa l kesim den g e len erlerin büyük şe h ir le r d e s o k a k fo to ğ r a fç ıla r ın a çek tird ikleri resim . \\askerlik hizmeti, A skerlik ç a
ASK
ğ ına gelm iş h er gen cin yap tığ ı yu rt savun m ası g ö revi. \\ askerlik şubesi, A skerlik ç a ğ m a g iren va tandaşların bu işle ilgili iş ve işlem lerin i yürüten il ve ilçe kuruluşu. || askerlik yapm ak, A skerlik hiz metini yerin e getirmek.\\ askerlik yoklam ası, A s kerlik çağ ın a g iren g en çlerin iki d e fa a sk e r lik şu besine g id ere k y a p tırd ık ları a sk erlik ler i ile ilgili iş ve işlemler. askı, [as-kı
î] is. 1. Bir nesneyi asmağa mahsus
yapılmış araç; askılık. 2. Duvara çakılmış çengel şeklindeki çivi. 3. Pantolonların düşmemesi için omuzdan aşırılarak çaprazlama arkadan bağlanan ayarlanabilir lastik şerit. 4. Etek ve iç çamaşırı gibi giyecekleri omuzda tutmaya yarayan kumaş şerit. 5. Hastanelerde alçıya alman kol ve bacakların asılmak suretiyle tutturulduğu düzenek. 6. Kuru ması için ipe dizilerek yüksekçe yere asılan meyve. 7. fo lk . Düğün ve nişanlarda çeyiz sergileme işi. 8. {ağız} fo lk . Gelin odasına serilen çeyiz eşyası. [DS] 9. {ağız} Düğün ve nişanda çiftlere takılan ziynet eşyası; takı. [DS] 10. ed. Saz şairleri arasında yapı lan karşılaşmalarda üstün gelene verilmek üzere yarış yerinde duvara asılan armağan eşya. 11. Ev ve iş yerlerinde üzerine palto, yağmurluk, şemsiye, şapka gibi eşyaların konulduğu asıldığı taşıyıcı. 12. Evlenme, artırma eksiltme duyurusu gibi kanunun emrettiği şekilde ilan panolarına asılarak yapılan yazılı ilanlar. 13. {ağız} ipek böceklerinin koza ör meleri için konulan ağaç dalları. [DS] 14. {eAT} İpek kozası. 15. Tiyatro sahnelerinde dekorları da yamaya yarayan veya aydmlatma lambalarının ta kıldığı ağaç dikmeler. 16. Motorlu araçlarda esne me ve darbeleri azaltan sistemin bütünü; süs pansiyon. 17. {ağız} Nişan. [DS] 18. {ağız} Gümüş paraları bir parça üzerine sıralayıp başa takılan ziy net eşyası. [DS] 19. {ağız} Oğlakların yemesi için yüksekçe yere asılan yapraklı ağaç dalları. [DS] 20. {ağız} Üzüm, elma vb. meyve hevenkleri. [DS] 21. {ağız} Avize. [DS] 2 2 .-{ağız}] Küpeler düşmesin di ye birbirine bağlayan iplik. [DS] 23. {ağız} Gözlük çıkarıldıktan sonra düşmesin diye iki yanından bağlanarak boyna geçirilen kordon. [DS] 24. {ağız} Kahvecilerin çay taşımakta kullandıkları yukarıdan tutacak yeri olan tepsi. [DS] 25. Havada tutma işi. 26. Herhangi bir karara varmadan bırakış; bekle meye alma. 27. arg o. Ödenmeyen borç; verecek, fi1 askı altını, {ağız} K adın fesler in in o rtasın a iğ n ele nen altın. [DS]|| askı çelenk, M im arlıkta, ç iç e k d e metlerini veya y a p ra k la r ı iç iç e g eçm iş veya k u rd e le ile bağlanm ış b içim d e düzenlenen sü slem e ç e ş i di. || askıda bırakm ak, B ir konuyu çözü m e ulaştır madan, bir işi son u çlan dırm adan belirsizlik için de bırakmak.\\ askıda kalm ak, 1. (B ir iş için) so n u ç lanmamak. 2. (R esm î b ir k âğ ıt için) ilan p a n o su n d a belli bir sü re asılı kalm ak. ||askı etmek, arg o. B iri nin a bd est a lm a k için a sk ıy a bıraktığ ı ceketinin
ceb in d en p a r a veya cüzdan çalmak.\\ askı günü, {ağız} fo lk . G elinin çeyizlerinin a sk ıy a çıktığı düğü nün ikinci günü. [DS]11 askı küpe, {eAT} S arkan kü pe.|| askı olmak, (ağız) E n g el olm ak. [DS]|| askı topu, k la sik Türk m im arisinde cam ilerin ku bb esin den a şa ğ ıy a doğru sarkıtılan, ucu püsküllü, çiniden veya a h şap tan y a p ılm a y u v a rla k mm.|| askıya ağ mak, {ağız} (İp ek b ö c e ğ i için) k o z a sa rm a k ü zere d a lla ra çıkm ak. [DS]|| askıya alm ak, 1. B ir işi b i tirm em ek; g ecik m ey e b ıra k m a k; g e ç ic i o la r a k b ı rakm ak. 2. B atm a teh likesi g eç ir en b ir gem iyi b ir b a ş k a gem inin b o rd a sın a bağ lam ak. 3. (O narılan b ir yapın ın yıkılm am ası için) d ışa rıd an p a y a n d a la rla desteklem ek. 4. At v e d iğ er büyük b a ş hayvan ları tedavi etm ek üzere karın ve koltu k altların dan g eçirilen kalın k a y ışlarla tavan daki m a k a r a la ra b a ğ la y a ra k kaldırm ak. 5. K esilen boyunları ve d i ğ e r hayvan ları yüzm ek veya p a r ç a la m a k için a r k a ay akların d an çen g ele takmak.\\ askıya çıkmak, 1. huk. (E vlenm e işlem i için) resm î ilan şeklin d e d u yurulm ak. 2. (İp ek b ö c e ğ i için) k oz a ö rm ek ü zere ça lıların d a lla rın a çıkm ak. 3. {ağız} K en din i g ö s term ek için üst b a ş a g e ç ip kurulm ak. [DS] 4. {ağız} fo lk . (G elin için) a la y a çıkm ak. [DS] 5. {ağız} A r tırm aya, eksiltm eye konulm ak. [DS] askıcı, [as-kı-cı] is. 1. Askı yapan veya satan kimse. 2. argo. İşlerini geri bırakan, geciktiren kimse. 3. argo. Borçlarını zamanında ödemeyen kimse. 4. argo. Elbise satılan yerlerde, müşteri alacağı elbi seyi denerken çıkardığı elbisenin ceplerini boşaltan yankesici. askılı, [as-kı-lı] sf. 1. Askısı olan. 2. Askı takılmış. 3. Askı ile süslenmiş, askılık, -ğı [as-kı-lık] is. 1. Üst giyim eşyasını çıka rıp asmaya yarayan ayaklı veya duvara çakılı tutu cu. 2. Aydmlatma araçlarını duvara veya tavana tutturmaya yarayan sabit levha. 3. sf. Askıya gele bilecek meyve, askın, [as-km] (eT) sf. Asılmış. [EUTS] S askın bas kın, B askın ve ben zeri hareket. askıntı, [as-kı-ntı] sf. 1. Bir kimseyi rahatsız edecek şekilde üzerine düşen; asmtı; sırnaşık; yapışkan. 2. is. Daha kararı verilmemiş durum; beklemede olan. S askıntı olm ak, argo. B irinin üzerine d ü şerek r a hatsız etm ek. askm turm ak, [as-kın-tur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Asmak. [Gabain] 2. Astırmak; astırılmış olmak. [EUTS] askısız, [as-kı-sız] sf. (Giyecek) askısı olmayan, askil, [Güre, askili] {ağız} is. Kuşburnu meyvesi. [DS] asklı, [ask-lı] sf. Sporları ask denilen torbacıklar içinde bulunan. S asklı liken, M antarı a sk lı m an tar o la n liken. || asklı m an tar, A sk den ilen to rb a cık la r için de olgu n laşan s p o r la r la üreyen m an tar lar.
ÖIÜMIÜMt SÖZLÜK. 32o
ASK
sö z d e p a y la şm a biçim i.|| aslan payı şirketi, Ana sö z leşm esin d e ortakların d an biri veya birkaçının z a r a r a katılm am ası k ararlaştırılm ış ortaklık.\\ as lan sütü, a rg o. Rakı.\\ aslan sütü emmiş, K a h ra m an ; cesu r; yürekli. || aslan yatağı, 1. Yiğit ve c e su r insanları ç o k o la n y er. 2. arg o. H ap ish an e; tutuk evi. || aslan yürekli, H içb ir şeyden k orkm a asi, [Ar. aşl J*»l] {OsT} is. 1. Kök; asıl; dip; kütük. 2. yan, cesur. Temel; esas; kaide; kural. 3. Hakikat; gerçek; sıh aslanağzı, [aslan+ağ(ı)z-ı] is. bot. Sıracagillerden çi hat; doğruluk. 4. Soy; nesep. 5. Bir şeyin belli başlı çekleri renk renk ağzını açmış bir aslana benzeyen, kısmı. 6. Başlangıç; baş. 7. Yer. 8. sf. Gerçek; ha tohumları lcapsüllü çok yıllık bir süs bitkisi; anası kiki; esaslı; halis; safı. 9. zf. Aslında; esasen; zaten; na babasına pay veren; vakvak çiçeği, (Antirrhinum başlıca; en ziyade; alelusul; hakikaten. S asl-ı m ajus) meyyit, {OsT} huk. Ölen kim senin ba ba sı, b a b a s ı aslanayağı, [aslan+aya(k)-ı] is. bot. Bileşikgillerden nın b a b a sı vd...|| asl-ı vakf, {OsT} V akfedilen mal. || yaprak ve gövdesi yünsü tüycüklerle kaplı yabani asi ü esas, {OsT} G erçek ; doğru.\\ asi ü fasl, {OsT} bir bitki, (L eon topodiu m alpinm m ). G erçek ; doğru. ||asi ü nesi, {OsT} Soy sop. aslanca, [aslan-ca] (asla'n ca) zf. 1. Aslana yakışır asla, [Ar. aşlâ üU»l] (a'sla:) {OsT} zf. 1. Hiçbir za biçimde; aslan gibi. 2. Korkusuz bir biçimde, yiğit çe. man; ebediyen. 2. Hiçbir şekilde. S asla ve kat'a, H içb ir zam an. aslancı, [aslan-cı] is. 1. Aslan yetiştiren, eğiten ve bakan kimse. 2. İmparatorluk döneminde saraya ait asla, -a ’ı [Ar. aşla’ ji^ l] {OsT} sf. (Kişi için) başının vahşi hayvanlara bakan kişiler, ön tarafındaki saçları dökülmüş olan; dazlak, aslangiller, [aslan-gil-ler] is. zool. Kedi türü bütün et aslab, [Ar. şulb > aşlâb l_>}U>I] (a slâ :b ) {OsT} is. 1. yiyicileri içine alan familya, Beller. 2. Döller; soylar; nesiller, aslanhane, [aslan+ Far. -hâne 4ils-5L.T] (aslan ha;n e)
askorbik, -ği [Fr. ascorbique] sf. (Asit için) C vita minini oluşturan, askospor, [Yun. askos (tulum) + sporos (tohum) > Fr. ascospore] is. bot. Bir torbacık içinde çepere yapışmadan oluşan üreme tozu, askug, [as-lçuğ] {eT} is. Askı; çardak. [EUTS]
aslad, [Ar. aşlâd
(aslâ:d) {OsT} sf.
1. Sert; katı
ve düz. 2. (Çakmak taşı için) ateşsiz. 3. Cimri; ha sis; pinti. aslah, [Ar. şalih > aşlâh^^L^l] (a slâ .h ) {OsT} is. Da ha iyi; daha salih; en iyi. aslak, -ğı [as-la-k] {eAT} sf. -*■ aslık, aslam , [asığ > as(ı)-la-m] {eT} is. Fayda, aslam ak', [as-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] (Hayvanlar için) yemek. [EUTS] aslam ak2, [Ar. aşl => asl-a-mak] {eAT} gçl. f . [-r] Aslını araştırmak, aslan, [Moğ. arsalan / arıslan > aslan
/ u^U>T /
0 ^ 0 is. zool. 1. Afrika ve Asya ormanlarında ya şayan, iri yapılı, güçlü, kestane renginde, kükreme si çok korkunç, et yiyici vahşi bir hayvan, (P anther a leo). 2. mec. Yiğit ve cesur. 3. Belli özellikleriy le beğenilen, sevilen gençlere hitap için kullanılan söz. 4. Kuzey yarı kürede Yengeç ve Başak takım yıldızları arasında yer alan, en parlak yıldızı Regulus olan bir takım yıldız kümesi. S aslan gibi, 1. Sağlığı yerin de. 2. Güçlü kuvvetli. 3. Uzun boylu ve yakışıklı.\\ aslan kesilmek, A slan g ib i cesu r ve a ta k olm ak.|| aslanın ağzına girmek, T ehlikeyi g ö z e a la r a k büyük işler yapmak.\\ aslanın ağzında ol mak, E ld e edilm esi, kazan ılm ası ç o k zor. || Aslan M ustafa, Saz, def, cümbüş, kem an ve d a rb u ka eş li ğ in de oynanan türkülü b ir K on ya y ö r e s i k a ş ık oyunıı. ||aslan payı, 1. P ay laşm ad a en iyisi ve en çoğu. 2. En güçlünün en g ü zel veya en büyük p a y ı ald ığ ı
is. Saraya ait vahşi hayvanların bakılıp korunduğu yer. aslankuyruğu, [aslan+kuyru(k)-u] is. bot. Ballıba bagillerden Asya ve Avrupa’nın pek çok bölgele rinde yetişen yaprakları dilimli ve düzensiz loplu, çiçekleri parlak kırmızı renkte, halk hekimliğinde terletici olarak kullanılan çok yıllık otsu bitki, (Leonurus). aslanlı, [aslan-lı] sf. 1. Aslan bulunan (yer). 2. Y a nında aslanla dolaşan (kişi). 3. Aslan heykelleri dizili. S aslanlı yol, A n ıtkabir g irişin d eki iki tarafı Hitit a slan la rı ile süslü yol. aslanlık, -ğı [aslan-lık] is. 1. Aslanın hâli. 2. Kahra manlık, cesaret, aslanpençesi, [aslan-pençe-s-i] is. Gülgillerden kır larda ve tarlalarda yetişen, demet ve talkım hâlinde sarı çiçekli ve yuvarlak loplu dişli kenarlı yaprakla rı çok yıllık odunsu gövdeli halk hekimliğinde pek lik verici olarak kullanılan otsu yabani bir bitki, (A lchem illa). asled, [Ar. aşled -d^l]
{OsT} sf.
1. Katı; sert. 2. Cim
ri; pinti; tamahkâr. aslem, [Ar. aşlem ^-Uat] aslen, [Ar. aslen iL^I]
{OsT} sf. Kesik kulaklı, (a'slen) {OsT} zf. Kökten;
asıl
olarak; soy bakımından, aslık, -ğı [as-lık ^ji^T]
is.
1.
{eAT} Cinsel
organı bi
tişik olup ilişkide bulunamayan kadm. 2. sf. Kısır. 3. {ağız} [DS] Kızlık zarı yırtılmamış. 4. {ağız} Ebe ya da hekim tarafından kesilecek kızlık zarı. [DS]
ü
m
i r e
ASM
a i . 3 2 1
aslıkçı, [aslık-çı] {ağız} is. Cinsel ilişki ile yırtılması mümkün olmayan kızlık zarını ameliyatla açan ebe ya da hekim. [DS] ashnmak, [as-(ı)l-m-mak] {eT} dönşl. fi. [-ıır] Bir şey, bir şeye takılmak. [DLT] asli, [Ar. aşl (kök) > aslî
(a sli:) {OsTj sf. 1. Te
mel olan; esas. 2. Kök ve kaynağa ilişkin. 3. En önemli. S asli âzâ, {OsT} E sa s üye.|| asli cümle, dbl. A na cümle,\\ asli m aaş, D ev let m em urlarının yü kselm elerin e es a s alın an m aa ş tutarları,|| asli nüsha, B ir belgen in ço ğ altılm asın a e s a s alın an ilk metin; orijin a l n ü sha; özgün nüsha. asliye, [Ar. aşlî > aşliyye
{OsT} sf. Esas; temel.
S asliye m ahkemeleri, huk. Ö zel ve id ari ve sulh m ahkem elerin in g ö rev ler i dışın da k alan ceza, hu kuk ve ticaret d a v aların a ilk d e r e c e d e b a k a n y arg ı kuruluşu, asliyet, [Ar. aşlîyyet
{OsT} is. Kendine özgü
olma hâli. aslub, [Ar. şulb > aşlub i_Jl*>I] {OsT} is. 1. Beller. 2. Döller; soylar; nesiller. asm a1, [as-ma] is. 1. Asmak işi. 2. {ağız} Kozak ya da mısır koçanı hevengi. [DS] 3. {ağız} Menteşe. [DS] 4. {ağız} Tüfek ve tabanca mermilerini yerleştirildi ği meşin kemer; boğazlık. [DS] 5. {ağız} Asma kilit. [DS] 6. {ağız} Üstten kulplu kazan veya tencere. [DS] 7. {ağız} Değirmen çarkının hızla dönmesini sağlamak için gelen suyu çarka yönlendiren dik meyilli tahta oluk. [DS] 8. sf. Bir ucundan tutturula rak yüksek bir yerden aşağı doğru sarkıtılan; asılı olan. S asma baba, Y apıcılıkta m alıya kirişlerinin yükünü d a ğ ıtm ak için m akas kirişlerin e oturtulan altı boş ikincil k iriş.|| asm a bahçe, K em er ler üzeri ne y erleştirilm iş s e lle r e doldu rulan to p rak larla kurulmuş b a h ç e .|| asma kabağı, bot. Süs bitkisi o la ra k yetiştirilen, arm utsu veya iki boğum lu k a b a ğının dış kısm ı odım su, yu m u şak y a p ra k lı tırm anı cı, m evsim lik b ir bitki, (L a g en aria vulgaris).\\ asma kapı, D ereb ey lik d ö n em i kalelerin in girişin d e bu lunan yu karıdan p a la n g a la r la ku m an da ed ilm ek suretiyle kald ırılıp in dirilebilen kapı. j|asm a k arar, müz. K lasik Türk m usikisinde a sıl d u rak p er d esin den ba şk a b ir p e r d e d e y a p ıla n k ısa duruş.\\ asma kat, mim. B in a la rd a zem in ile birin ci k a t a ra sın d a y e r alan altı b o ş yarını k a t; şirv an ; a r a kat.|| asma kilit, K apalı k a n c a la r a g e ç ir ile r e k dörtgen veya yarı yuvarlak b ir g ö v d ey e U b içim in deki k a n c a uç ları girin ce kilitlenen ; bu k a n c a la r çıkın ca açılan bir tür kilit, ||asm a köprü, mim. N ehir ve b o ğ a z la r üzerinden karşıy a g e ç m e k için iki s a h ile konulm uş yüksek a y a k la r üzerinden a şır ıla r a k k ıy ılara b a ğ lanan ç elik h a la tla rla a ğ ırlığ ı taşınan köprü. || as ma lamba, Tavan ve k u b b elerd en a şa ğ ıy a sa rk ı tılm ak su retiyle kullanılan lamba.\\ asm a merdi
ven, Üst uçları b ir y e r e b a ğ la n a ra k kullanılan ip m erdiven.|| asm a oda, mim. Yüksek tavanlı m ekân la rd a b ir k ö ş ey e altı b o ş o la r a k kurulmuş o d a. || asma pusula, G em icilikte düm enin durumunu k on trol için kullanılan asılı pusula. j | asma saat, D u vardaki b ir çivi veya kan cay a tutturularak kul lan ılan s a a t; duvar saati, j] asm a sakal, çakm a ayak, Yalan yan lış ve p a la v r a sözler. || asm a salın cak, B ir a ğ a ç d alın a vey a y a tay b ir k irişe b a ğ la n m ak su retiyle kurulm uş salıncak.\\ asm a üzümü, {ağız} K ışın y en m ek üzere h ev en k biçim in de a sılıp sa k la n a b ilen kalın kabuklu ve iri taneli iizüm. [DS] asm a2, [as-mak > as-ma] is. bot. Bir türünden üzüm elde edilen tırmanıcı dallan olan bir ağaççık, (Vitis). S asma biti, zool. A sm aların k ö k ve g ö v d e le rinde eşeyli ve eşeysiz ürem e dö n em leri g e ç ir e r e k m eydan a getird ikleri u rlarla asm anın kurum asına s e b e p olan kü çü k bitki biti; filoksera, (P hylloxera vastatrix) . ||asma bıyığı, A sm a dalların ın çev resin e tutunmasını sağlayan, dokunduğu yüzeyin durum u na g ö r e kıvrılıp bü kü lebilen in ce uzantılar.j| asma çardağı, A sm a d alların ı b ir ç a r d a k üzerin e a lm a k su retiyle m eydan a g etirilen gölgelik.\\ asm a çubu ğu, A sm a dalı. || asma kütüğü, A sm a bitkisinin k a lın g ö v d esi.|| asm a sülüğü, A sm a dallarının ç e v r e sin e tutunmasını sağlayan, dokunduğu yüzeyin du rum una g ö r e kıvrılıp bü kü lebilen in ce uzantılar. || asma sarısı, {ağız} zool. G üvercin büyüklüğünde, a ç ık sa rı ren kte bir a v kuşu. [DS]|| asm a toprağı, B a ğ için elverişli, d em irce zengin kırm ızı toprak. |j asma yaprağı, M utfaklarda sa rm a y a p m a k için kullanılan asm anın az dilim li, taze veya salam u ra y apılm ış y a p ra kları. asm aJ, [Ar. 'aşma L ^ ] (asm a:) {OsT} sf. (Kişi için) eli veya ayağı eğri olan. asm a4, -a ’ı [Ar. aşma
(asm a:) {OsT} sf. 1. (Kişi
için) uyanık; gözü açık; kurnaz. 2. (Kılıç için) kes kin. asmagiller, [asma-gil-ler] is.bot. Örnek bitkisi asma olan sarılıcı ve tutunucu, üzümsü meyveleri olan ağaççıklar familyası, (A m p elid aceae ve viteceae). asmah, [Ar. aşmah £»-*»1] {OsT} sf. (Kişi için) çok kahraman; pek şecaatli. asm ak 1, [as-mak] {eT} gçl. f i [-u r ] Çoğaltmak; artır mak. [EUTS] asm ak2, [as-mak] gçl, f i [- a r ] 1. Bir nesneyi bir yere aşağı doğru sarkacak biçimde takmak, bağlamak. {eT} (aynı) [Mühennâ] [İKPÖy.] [DLT] 2. Bir nesneyi üzerine bağlamak, kuşanmak, takmak. Tüfeği o m zuna astı. 3. Bir insanın boynuna ip takarak yüksek bir yerden sarkıtmak suretiyle öldürmek; idam et mek. 4. argo. Yapmak zorunda olunan bir işi yap mamak; gidilmesi gereken bir yere gitmemek. Sizin ben den n e fa r k ın ız var? Siz d a irey i astınız, ben de
O nnS E lllR iC E SOZbOK. 3M
ASM okulu... 5. Bazı sebze ve meyveleri kışa saklamak için hevenk yapıp tele veya çiviye takmak. 6. {ağız} Yemek pişirmek için kazan veya tencereyi sehpaya takıp ateş üzerine sarkıtmak. [DS] S asa kontak, {eAT} 1. A sıverm ek. 2. A sıp bırakmak.\\ asıp kes mek, 1. Y asaların tanıdığı yetkilerin dışın a ç ık a ra k h a lk a zulm etm ek; m üstebit d avran m ak; acım asız davranm ak. 2. arg o. A cım asız d a v ra n a cağ ın a d a ir b o l b o l p a la v r a savurm ak. |j astığı astık, kestiği kestik, Y aptıklarından kim seye h es a p verm ek du rum unda değil, an lam ın da kullanılır. asm ak3, [as-mak] {ağız} is. Mısır koçanı ya da üzüm salkımı hevengi. asmaklık, -ğı [as-mak-lık] {ağız} sf. 1. (Üzüm salkı mı için) hevenk yapılarak kışa saklanabilecek özel likte olan. 2. is. Kışa taze olarak saklamak amacıy la asılmak için bir karış kadar dalı ile birlikte ke silmiş üzüm salkımı. [DS] aşmalı, [as-ma-lı] sf. 1. Asması olan. 2. (Yer, çardak vb. için) asma sardırılmış,
asmend, [Far. asmend j-u—I] (a;sm en d) {OsT} sf. 1.
asmalık, -ğı [as-ma-lık
Putlar. 2. m ec. Put gibi güzel kadınlar; taş bebekler. 3. Sevgililer. asngarm ak, [asnar-mak] (ash arm ak) {eT} gçsz. f. [ur] Haylazlaşmak; işten uzaklaşmak. [DLT] aso, [İt. asso > Yun. assos] is. Oyun kâğıtlarından birli. asonans, [Fr. assonance] is. ed. 1. Etrafındaki ünsüz leri dikkate almadan sadece vurgulu ünlü benzeş mesine dayanan yarım kafiye. 2. gnşl. Mısralarda aynı ünlünün tekrar edilmesi ile yapılan ses ben zeşmesi. asorti, [Fr. assorti] sf. 1. Renk ve şekil bakımından birbirini tamamlayan, uyum içinde bulunan. 2. zf. Renk ve şekilce birbirini tamamlayacak, uygun dü şecek biçimde, asortim an, [Fr. assortiment] is. 1. Takım. 2. Tekstil de iplik üretimi için ham maddeyi eğirmeye hazır fitil hâline getirmek için geçirilen bir dizi makine ve tarak takımı, asosyal, -li [Fr. asociale] s f 1. Topluma katılamayan. 2. Toplumsal yaşayışın gereklerini yerine getire meyen; topluma uyum sağlayamayan, asparagas, [Yun. ? [TİETZE]] is. Gazetecilikte olma mış fakat olmuş gibi yayınlanan haber; düzmece haber.
için ayrılmış bahçe; bağlık. 2. Asma çubuklarının ağdırıldığı çardak. 3. {eAT} Çardak; kameriye. 4. {ağız} Sebze ve meyvelerden asma yaparak kışa saklanabilecek nitelikte olanları. [DS] 5. {ağız} Ocakların üstünde lamba vb. koymak için yapılmış çıkıntı. [DS] asm an 1, [as-mak > as-man] {ağız} is. Lamba ve fener asılan yer. [DS] asm an2, [Far. âsmân jU —T] (a:sm a:ri) {OsT} is. Gök; sema; asuman. £? âsmân-cunî, {OsT} 1. G ö k m avi si. 2. G ö k yaku t den ilen p a r la k m avi taş. || asmândere, {OsT} Samanyolu.\\ asm ân-dırahş, {OsT} Şimşek.\\ asmân-gûn, {OsT} G ök mavisi.\\ asmân-ı berrin, {OsT} G öğün en y ü k sek ta b a k a sı; Arş-ı âlâ.\\ asmân-ı günî, {OsT} G ö k mavisi.\\ âsmânpâye, {OsT} G ö k lere k a d a r yükseltilm iş; ç o k yü k s e k li asm ân-rend, {OsT} M üneccim .|| asmân-senc, {OsT} Saat.\\ asm an ü rism ân, {OsT} 1. G ö k ve h a lat. 2. C iddi b ir soru y a verilen s a ç m a b ir cev a b ı n itelem ek için söylen en söz. C iddi b ir sö z e k a rşılık söylen en sa çm a sa p a n sö z ; h av ad an sudan. asmane, [Far. âsmâne uU—T] (a :sm a :n e) {OsT} is. Tavan; kubbe; dam. asmanı, [Far. asmanı ^ U —T] (a :sm a :n i;) {OsT} sf. 1. Gökyüzüne, gök cisimlerine, Güneş'e, Ay'a men sup. 2. Açık mavi. S asm âî âhen, {OsT} Yıldırım. asmaniyan, [Far. âsmâniyân jlüU^T] (a:sm a:n iy a:n ) {OsT} is. Melekler, asm ar, [Far. âsmâr jU —T] (a :sm a :r) {OsT} is. bot. Mersin ağacı, (Myrtus comm inus). asme, [Zaza Kürt, asme] {ağız} is. 1. Gökyüzü. 2. Ay. [DS]
Ümit veren. 2. Fiile ile kandıran; aldatan. 3. Alık; şaşkın. asmet, [Ar. şamt > aşmet o ^ l ] {OsT} sf. 1. Dilsiz; konuşamayan; samıt. 2. Sessiz, asmıha, [Ar. şımâh > aşmıha 4^w>l] {OsT} is. Kulak delikleri. asmış, [as-mış] {eT} sf. Asılmış. [Mühennâ] asmolen, [Fr. asmaulaine] is. İnşaatlarda pişmiş top rak, cüruf gibi hafif maddelerden imal edilmiş ki rişler arasına konulan dolgu maddesi, asmug, [Far. âsmüğ jy^.T] {OsT} is. Eski İran dini olan Zerdüştlükte, kötülük ve bozgunculuk yaparak Kötülük Tanrısı Ehrimen'e yardımcı olduğuna ina nılan bir cin; şeytan, asnak, -ğı [eT. as-m-mak (tırm anm ak) > as(ı)-n-ak] {ağız} is. Sarp yer. [DS] asnam , [Ar. şanem > aşnâm j»L*=l] (asn a:m ) {OsT} 1.
aspidiotus, [Lat. aspidiotus] is. zool. Eşkanatlılar takımmdan dişilerin salgıladığı sıvı, 1,5 mm. kadar çaplı ortası kabarık etrafı sarı halkayla çevrili bir kabuk oluşturan meyve ağaçlarının ve bitkilerin dallarına yapışarak bitki öz suyunu emmek suretiy le zarar görmesine hatta kurumasına sebep olan bir cins kabuklu bit; San Jose koşnili, (Aspidiotus p er n icio s u s). aspidistra, [Fr. aspidistra] (aspidi'stra) is. bot. Zam bakgillerden Güney Çin, Japonya ve Hindistan’da
Ölüffitl
m
® b û l • 323
A SS
yetişen gösterişli yapraklı bir saksı bitkisi; salon yaprağı (P lectogyn e v arieg ata).
yüzyıl. 2. İkindi namazının iki zamanı. 3. Gündü zün ilk zamanı. 4. Gece ile gündüz,
aspir, [Ar. ‘uspur] is. -*• aspur.
asrane, [Ar. ‘aşrâne
aspiratör, [Fr. aspirateur] is. 1. Bir yerde birikmiş gazlan veya içinde asıltı hâlinde toz, talaş vb. bu lunan akışkanları emmeğe yarayan düzenek. 2. Ev lerde toz almak için kullanılan alet; elektrik süpür gesi. 3. Tıpta vücudun herhangi bir organında bi rikmiş istenmeyen sıvıları uzaklaştırmak için kul lanılan bir tür pompa, aspirin, [Alm. (tescilli) aspirin] is. 1. org.-kim . Ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak kullanılan ve salisilik asidin asetillenmesiyle elde edilen asetilsalisilik asit: CH3-C 0 - 0 - C 6H4- C 0 2H 2. arg o. Küçük oto mobil. aspita, [Yun. aspita] (ağız) is. Yıldırım. [DS] aspor, [Kürt. (Zaza) aspor] {ağız} is. Atlı; süvari. [DS] aspur, [Ar. ‘uşfur] {OsT} is. bot. 1. Renkli çiçeklerin
asravag, [? asravağ] {eT} is. Bir tür günahın adı. [EUTS]
den boya, tohumlarından da yağ elde edildiği için ekimi yapılan bileşikgiller familyasından bir kültür ve sanayi bitkisi, aspir; yalancı safran; yaban zâferanı; papağan yemi; kır safranı, (C arthham u s tinctorius). 2. m ec. Çok kırmızı boya, asr, [Ar. ‘aşr j ^ \ {OsT} is. 1. Yüzyıl; asır. 2. İkindi vakti. 3. Çok uzun zaman. 4. (eAT) Mevsim. S asrdîde, {OsT} Yüzyıllık; a sır görm ü ş.|| asr-ı evvel, {OsT) İkindi nam azının ilk vakti. ||asr-ı hazır, {OsT} İçinde bulunulan çağ . || asr-ı sabık, {OsT} G eçen yüzyıl. ||asr-ı saadet, / OsT) 1. Kutlu ve mutlu g eçen zaman. 2. m ec. Hz. M uhamm ed'in y a şa d ığ ı zam an dilimi.|| asr-ı sânî, {OsT} İkin di nam azının son kı lınma vakti. || A sr Suresi, isi. K u r ’an -ı K e r im ’in 103. suresinin adı.
{OsT} is. İkindi namazı.
asre, [Ar. ‘asre oyip] {OsT} is. 1. Ayak kayma; sürç me. 2. Yanılma, asrem , [Ar. aşrem ^ \ ] {OsT} sf. 1. Kulağı sakat; ku lağından hasta. 2. Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken. asrem an, [Ar. aşremân
{OsT} is. Gece gün
düz! asrı, [asrı] {eT} is. 1. Kaplan. [DLT] 2. sf. Kaplan gibi renkli. [DLT] asri, [Ar. ‘aşrî
(a sri:) {OsT} sf. 1. Çağın gerek
lerine uygun yaşayabilen; çağdaş; çağcıl; modern. 2. Yenilik adına değişiklikte ileri giden; züppe, asrileşme, [asrî-le-ş-me] (asri.Teşm e) is. 1. Asrileş mek işi. 2. Çağın gereklerine uygun yaşama çabası; çağcıllaşma; çağdaşlaşma, asrileşmek, [asrî-le-ş-mek] (asrr.leşm ek) dönşl. f . [ir] 1. (Topluluğun, kişi, kurum vb. için) çağa uy mak; çağın gereklerine uygun hâle gelmek. 2. Y a şama biçimini çağa uydumıak; çağcıllaşmak; çağ daşlaşmak. asrilik, -ği [asrî-lik] (asri:lik) is. 1. Çağdaş olma du rumu. 2. Çağdaş olanın niteliği; çağcıllık; çağdaş lık. asris, [Far. âsrîs ^ .^ T ] (a :sr i:s) {OsT} is. Atların koştuğu alan; at meydanı; hipodrom, asruşm ak, [as (yansım an) > as-(u)r-uş-mak] {eT} işteş f . [-u r] Birlikte aksırmak. [DLT]
asra, [as (aşağı, alt) > as-ra «j- I / ^ 1 ] {eT} {eAT} sf.
assab, [Ar. ‘aşşâb u U c .] (a ssa :b ) {OsT} is. İplik eği 1. Aşağı; aşağıya. [ETY]. [Gabain] [Tekin] 2. Aşağı; ren ve satan kimse; iplikçi. alçak. [DLT] [EUTS] [Yüknekî] 3. Alçak gönüllü mü assai, [İt. assai] zf. 1. Çok fazla. 2. müz. (Tempo için) tevazı. [EUTS] [Gabain] 4. {eAT} is. Öte; ileri; karşı çabukluk veya yavaşlık bildiren, taraf. 5. Alt; aşağı taraf. [DLT] [EUTS] [Yüknekî] 6. assai, -li [Ar. ‘asel (bal) > ‘assâl JL~p] (assa.T) {OsT} zf. Aşağıda altta; dipte. [ETY] [Gabain] [Tekin] {ağız} is. Balcı; arıcı, (aynı) [DS] S asra geçe, {eAT} Ö bür ta raf; öte yan. ||asra yüz, {eAT} Ö te y a k a ; karşı y aka. assale, [Ar. ‘assâle 1İU -] (a ssa :le) {OsT} is. 1. Arı
asraf, [Ar. şarf > aşrâf o l ^ l ] (a sra :f) {OsT} is. 1. Masraflar; sarflar. 2. Değişiklikler; tahavvüller. asragı, [eT. asrakı > as-rağı ^ I ^ T ] {eAT} is. (Gün, gece için) önceki. S asragı kün, {eT} E vvelki gün [Mühennâ] asram, [Ar. şırm > aşrâm j>[^'] (asra.m ) {OsT} is. 1. İnsan kümeleri. 2. Çadır kümeleri. asramak, [Moğ. asra-mak / asar-mak
^-T] {eAT}
SÇl- f i [-r ] 1. Korumak; esirgemek; sakınmak. 2. {ağız} Hayvan beslemek, büyütmek. [DS] asran, [Ar. ‘aşrân olj-^t] (asra:n ) {OsT} is. 1. İki
kovanı. 2. Bal peteği. 3. Bal ansı, assar, [Ar. ‘aşşâr jUn>] (a ssa :r) {OsT} is. Meyveleri sıkarak öz su çıkaran kimse; şıracı, assı, [ e T asığ > ası > assı
l\^\\ is. 1. Y a
rar; fayda. 2. Kazanç; kâr. {eAT} (aynı) 3. Çıkar; menfaat; {eAT} (aynı). 4. Yetişkin; olgun. 5. {eAT} Faiz. 6. s f İri, gösterişli. 7. z f Erken, gün doğma dan önce. S1 assı degürmek, {eAT} F a y d a verm ek.|| assı etmek, {eAT} 1. Y arar sa ğ la m ak . 2. K â r etm ek. || assı eylemek, {eAT} 1. K â r g etirm ek ; kazan ç sağ lam ak. 2. y a r a r sağlamak.\\ assı itmek, {eAT} assı etmek.|| assı kılmak, {eAT} -► assı etmek.|| assı
0 IÜ M IÜ fffS Ö M .« 4
ASS
kovm ak, {eAT} Yarar, ç ık a r p e ş in d e k o şm a k .|| assıya kalmak, {eAT} 1. B ed a v a y a g elm ek ; b ed av a y a kalm ak. 2. K â r kalmak.\\ assı ziyan, K â r ve zarar. assılandırma, [assı-la-n-dır-ma] is. Assılandırmak işi; yararlandırma, assılandırmak, [assı-la-n-dır-mak
gçl.
fi
[- ır ] Birini bir şeyden yararlandırmak, kazandır mak. assılanma, [assı-la-n-ma] is. Assılanmak işi; yarar sağlama; yararlanma, assılanmak, [assı-la-n-mak] dönşl. f i [ -ır ] Yararlan mak, kazanç elde etmek, assılı, [assı-lı / assı-lu J
,^ 1 ] {eAT} sfi. Yararlı,
assılu, [assı-lu / assı-lı jJ^ T ] {eAT} sfi. - * assılı. assısuz, [assı-suz
{eAT} sfi. Yararsız; boş; bey
hude. assız, [as-sız] {ağız} sfi. 1. Yararsız; boş. 2. Bir şeye benzemeyen. [DS] assit, [Fr. ascite] is. tıp. Karaciğer sirozu, kalp yet mezliği gibi rahatsızlıklar dolayısıyla karın zarı boşluğunda sıvı birikmesinden doğan şişlik, assolist, [Fr. as-soliste] is. 1. Bir gazinoda en son şarkı söyleyen sanatçı. 2. argo. Edilgen eşcinsel er kek. ast1, [as (aşağ ı) -t] is. 1. Başkasının emrinde çalışılan kademeli bir sistemde rütbesi düşük olanlar; ma dun. Ast, üstünden ald ığ ı em ri uygular. 2. {eAT} (ağız) Alt; aşağı. [DS] 3. sfi. Kademeli alt katları belirtmek için sıfat tamlaması şeklindeki birleşik kelimeler yapmada kullanılan bir çeşit önek. (Bu durum da so n d a k i t ’nin düştüğü görülür). D esim et re, m etrenin askatıdır. ast2, [ast] {eT} is. Sokak. [DLT] asta, [Far. aheste] {eAT} ünl. Yavaş! astal, [Mac. asztal (m asa)] is. Yemek masası; masa, astan, [Far. âstân ul^»T] (a :sta :n ) (OsT) is. 1. Eşik. 2. Pabuçluk. 3. Dergâh; tekke. 0 astân-ı fena, G eçici dünya; f a n i dünya.|| âstân-ı refî’-mekân, {OsT} 1. Yeri y ü k sek olan eşik. 2. Sultan sarayı. astane, [Far. âstâne / âsitâne 4iL^T] (a:sita:ne)<{OsT} is. -*• asitane. S âstâne-i aliyyü’l-mekân, (OsT) 1. Yeri y ü k sek olan eşik. 2. Sultan sarayı. 3. İstanbul. || âstâne-i devlet-penâh, {OsT} 1. D evletin sığınağı. 2. m ec. Sıdtan sarayı.\\ âstâne-i feyzâşiyân, {OsT} 1. F ey iz yu vası o la n eşik. 2. Sultan sarayı. 3. İstan bu l^ âstâne-i izzet-bünyân, {OsT} 1. Yapısı y ü ce o la n eşik. 2. Sultan sarayı. 3. İstanbul.\\ âstâne-i saadet-m eâb, {OsT} 1. Mutluluk veren eşik. 2. Sul tan sarayı. 3. İstanbul. a s ta r1, [ast-ar] {ağız} is. Alt. [DS] a sta r2, [Ar. satr > astar jlL^I] (asta:r) {OsT} is. Yazı satırları; yazı dizileri; satırlar.
astar3, [Far. aster >-»T] is. 1. Giyecek veya ayakkabı, çanta gibi eşyalarda dayanıklılığı artırmak için iç kısma geçirilen daha ucuz, koruyucu kumaş veya deri. 2. Boya ve badana işlerinde yüzeyin pürüzle rini gidermek ve asıl boyanın dayanıklılığını artır mak için önceden sürülen boya. 3. Denizcilikte yelkenlerin hareketli kısımlarının aşınmaması için sarılan kumaş parçası. 4. Sanayide kullanılan ka zanların dayanıklılığım artırmak amacıyla içine geçirilen metal kaplama. 5. Seramik işçiliğinde se ramik çamurunun rengini gizlemek veya yüzeyde rahat çalışabilmek için sürülen ince beyaz kil taba kası. ® astar boyası, B o y a n a c a k yüzeylere, atılan boyanın dayan ıklılığını artırm ak, p ü rü zleri g id er m ek vey a ren k leri örtm ek için vurulan ilk boya. || astar kaplam a, M aran gozlu kta a h şa b ın çarpılm am ası için h e r iki yü ze d e y a p ıla n kaplam a. astar4, [Far. astar / Rum. astarava (kavram ak)] is. argo. Cinsel ilişki; cima. S astar etmek, argo. Sevişm ek; cin sel ilişk id e bulunm ak. astarlam a, [astar-la-ma] is. Astarlamak işi. astarlam ak 1, [astar-la-mak] gçl. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir elbise veya eşyanın içine astar geçirmek; astar kaplamak. 2. Boyanacak yüzeylere ilk kat olarak astar boya sürmek; astar çekmek. 3. Herhangi bir ahşap ve mermer levhanın dayanıklılığını artırmak için arkasına daha dayanıklı levha kaplamak astarlam ak2, [astar4-la-mak] gçsz. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Çiftleşmek; sevişmek; cima etmek, astarlanm a, [astar-la-n-ma / astar-la-n-ma] is. Astar lanmak işi. astarlanm ak, [astar-la-n-mak] edil. fi. [-ır ] 1. Bir eşya veya giyeceğe astar geçirilmek. 2. dönşl. fi. Astar sahibi olmak, astarlatm a, [astar-la-t-ma] is. Astarlatmak işi. astarlatm ak, [astar-la-t-mak] gçl. fi. [-ır ] 1. Astarla mak işini bir başkasına yaptırmak. 2. Bir elbise ve ya eşyanın içine astar geçirtmek; astar kaplatmak. 3. Boyanacak yüzeylere ilk kat olarak astar boya sürdürmek; astar çektirmek. 4. Herhangi bir ahşap ve mermer levhanın dayanıklılığını artırmak için arkasını daha dayanıklı levha ile kaplatmak, astarlı, [astar-lı] sfi. Astar geçirilmiş veya astarı olan. fi1 astarlı zarf, İ ç i görü n m em esi için ikinci b ir iç kâğ ıt ile kap lan m ış zarf. astarlık, -ğı [astar-lık] is. 1. Astar yapımında kulla nılan kumaş, deri veya boya. 2. sfi Astar olarak kul lanmaya yarar, astarya, [Lat. stare (kalm ak)] (a sta ’rya) is. Bir gemi ye yükleme veya boşaltma için tanınan süre, astasım, [as+tas-ım] (a'stasım ) is. man. Öncüllerin den birisi bir önceki akıl yürütmenin sonucu olan akıl yürütme; kıyas-ı mülhak, astat, [Fr. astate] is. kim. Tabiatta bulunmayan ancak bizmutun hızlandırılmış alfa ışınları ile bombardı
ôW
I I E E B B L ms
manı sonucunda elde edilen, atom numarası 85, kütle numarası 211 olan radyoaktif element; elcaiyod; astatin; sembolü: At. astatik, [Fr. a-statique] sf. Bozulmaz bir denge hâli gösteren. S astatik ibreler, Ö zel b ir tekn ikle yerin m anyetik etkisinden kurtarılm ış p u su la iğnesi. astatin, [İng. astatine] is. kim. - * astat, astazi, [Fr. astasie] is. tıp. Hareket ve duyu sistemin de bozukluk olmamakla birlikte kişinin ayakta du ramaması biçiminde beliren rahatsızlık, asteğmen, [as+teğmen] (a'steğmeri) is. Orduda en küçük rütbeli subay; zabit vekili, asteğmenlik, -ği [as+teğmen-lik] is. 1. Asteğmen rütbesi. 2. Asteğmenin işi ve görevi, asteni, [Yun. athenos (kuvvet) > Fr. asthénie] is. 1. Ruhsal ve sinirsel uyarıların yokluğu sebebiyle be den gücünün azalması veya yokluğu. 2. Belirli bir organik sebep olmamakla birlikte bedendeki yor gunluk ve bitkinlik hâli, astenik, -ği [Fr. asthénique] sf. 1. Asteni ile ilgili. 2. Asteniye yakalanmış olan. aster1, [Far. âster j û J ] {OsT} is. -*• astar. aster2, [Yun. asteriskos (küçük yıldız) > Fr. asté risque] is. 1. Ortodoks papazların takdis edilmiş ekmek üzerine koydukları dört ayak üzerine otur tulmuş haçlı eşya. 2. Matbaacılıkta eksikleri ve göndermeleri belirtmek için konulan ( ) işareti; yıl dız. aster3, [Yun. asterion] {ağız} is. Beyaz bir yaban çi çeği. [DS] asterisk, [Yun. asteriskos (kü çü kyıldız)] is. -*• aster1, asterizm, [Fr. astérisme] is. İlk kez safirde gözlenmiş bulunan güçlü ışık altmda altı kollu ışın yayma olayı. asteroit1, [Fr. astéroïte] is. min. Işınsal yapılı manganezli bir taş çeşidi. asteroit2, -di [Fer. astéroïde] is. g ö k b. Küçük geze gen. astım, [Yun. asthma] is. tıp. Bronşların daralması ve ya alerji yapan çeşitli etkenler sebebiyle güç soluk alıp verme. astımlı, [astım-lı] sf. Astım rahatsızlığı olan, astın, [ast-ın] {eT} {eA l} is. Aşağı; alt. [DLT] astırma, [as-tır-ma] is. Astırma işi. astırmak, [as-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Asmak işini bir başkasına yaptırmak. 2. Bir nesneyi, birinin yük sekçe bir yere sarkacak şekilde takmasını sağla mak. 3. Birini asmak suretiyle öldürtmek; idam ettirmek. astigmat, [Yun, a (yok)+ stigma-atos (nokta) > Fr. astigmate] sf. 1. (Optik aygıt için) merceklerindeki kusurdan dolayı noktaları çizgi şeklinde görüntüle yen. 2. tıp. (Göz için) kornea tabakası ışığı düzgün kıramadığı için net göremeyen.
A ST
astigmatizm, [Fr. astigmatisme] is. Bir göz veya op tik aletin astigmat olma hâli; astigmatlık. astik, -ği [Erme, asdik / Yun. astikos (kentli)] sf. a r go. Pezevenk; muhabbet tellalı., astin, [Far. astın j^ T ] (a:sti:n ) {OsT} is. Giyecek ko lu; yen. S5 astîn-berçîde, H azırlan m ış; h a zırla nan)] âstîn-efşân, 1. Yen silken. 2. m ec. V azgeçen.|| âstîn-mâlîde, H azırlan m ış; hazırlanan. astine, [Far. âstine -u^T] (a:sti:n e) {OsT} is. Yumur ta. astlançı, [astlan-çı] {eAT} is. Aracı tüccar; komisyon cu; tefeci, astm a, [Yun. asthma] is. -*■ astım, astor, [Zaza Kürt, astor] {ağız} is. At. [DS] astragan, [Astrahan (V olga deltasın da b ir Rus kenti, eskiden K alm akların başken ti) > astragan] is. Tür kistan’da yetişen Karakul koyunlarmın erken do ğan veya ölü doğan kuzularından elde edilen post ve bu posttan yapılmış kürk, astralon, [tescilli isim] is. tekst. Nem, ısı ve ışıktan etkilenmeyen, çapı hiç değişmeyen, genleşmeyen termoplastik yapay bir iplik; tekstüre iplik, astrofizik, -ği [Fr. astrophysique] is. g ö k b. Gök cisimlerini fizik yöntemleri kullanarak inceleyen bilim dalı; gök fiziği, astrolap, -bı [Yun. astron (g ö k cism i) + lambanein (alm ak) > Fr. astrolap] is. Eskiden gök cisimlerini incelemekte ve ufukla olan yüksekliklerini belirle mekte kullanılan aygıt; usturlab. astrolog, -ğu [Fr. astrologue] is. Yıldız falı ile uğra şan kimse; müneccim, astroloji, [astrologie] is. Yeryüzünde meydana gelen olayların, yıldızların durumları ve etkisi altında ge liştiğini var sayan ve yıldızları inceleyerek gelecek ten haber vermeye dayanan falcılık; müneccimlik, astronom , [Fr. astronome] is. Gök cisimlerinin yapılarını, hareketlerini inceleyen, bu konuda he saplar yapan uzman, astronom i, [Yun. astron (g ö k cism i) + nomos (ka nun) > Fr. astronomie] is. Etrafımızı çevreleyen evrendeki bütün gök cisimlerinin yapısını, birbirine göre konumlarını, hareketlerini ve hareket kanunla rını, bu güne kadar geçirdikleri evrimi inceleyen bilim dalı; gök bilimi; ilm-i heyet. S astronomi tanı, g ö k b. Güneş ufkun altın a 1 8 ° in diği ve altıncı k ad ird en yıldızların çıp la k g ö z le g ö rü leb ild iğ i z a m an ki tan. || astronom i birimi, g ö k b. H er türlü düzensizlikten uzak, kütlesi y o k d e n e c e k k a d a r kü çü k v e y ıldız ayı 365, 2 5 6 898 3 2 6 3 o rtala m a gün o la n b ir g ezeg en in Güneş etrafın d a çizdiği y ö rü n gen in y a rı ç a p m a eşit uzunluk birim i; ışık zam an ı (499,004 782 sn) x ışık hızı (299 792, 458 m/sn) = astron om i birim i (149 597 870 km ); Yerin G ü neşe uzaklığı; g ö k birimi.
İ H M E SÖM. .«s
AST
astronom ik, -ği [Fr. astronomique] sf. 1. Astronomi ile ilgili; astronomiye ait. 2. m ec. (Rakam için) çok yüksek; çok aşırı; abartmalı; tasavvur edilemeye cek kadar büyük. S1 astronom ik fiyat, Ç o k y ü k sek fiy a t ; aşırı pahalı.\\ astronom ik rak am , İn san a şaşk ın lık v e r e c e k k a d a r büyük rakam . astronot, [Yun. astro (yıldız) + nautes (gem ici) > Fr. astronaute] is. Bir uzay aracı ile uzaya gitmiş olan kişi; hava küre dışında yoculuk eden kimse; uzay adamı. astronotik, -ği [Fr. astronautique] is. Yıldızlar arası ulaştırma bilimi; uzay trafiği, astronotluk, -ğu [astronot-luk] is. Astronotun yaptı ğı İŞastropikal, -li [Fr. as-tropical] sf. coğ . (İklim kuşağı için) tropikal bölgelere yakın fakat daha üst enlem de bulunan; subtropikal. astsubay, [as-t+sü+bay] (a'stsubay) is. as. Türk or dusunda erbaşlar ile subaylar arasında çeşitlirütbeler taşıyan asker. S astsubay başçavuş, as. O rtası ay yıldızlı b e ş şerit ve b ir bantlı rü tbed e ast su baylığın beşin ci kadem esi. || astsubay çavuş, as. O rtası ay yıldızlı iki şeritli rü tbede astsubaylığın birin ci a şa m a sı.|| astsubay kıdemli başçavuş, as. O rtası ay yıldızlı b e ş şerit v e iki bantlı rü tbed e ast su baylığın altıncı ve son kadem esi. || astsubay kı demli çavuş, as. O rtası ay y ıldızlı üç şeritli rü tbe d e astsu baylığın ikin ci aşam ası. ||astsubay kıdemli üstçavuş, as. O rtası ay yıldızlı b eş şeritli rü tbede astsu baylığın dördüncü a şa m a sı] |astsubay üstça vuş, as. O rtası ay yıldızlı d ört şeritli rü tbed e astsu baylığın üçüncü aşam ası. astsubaylık, -ğı [as-t+sü-bay-lık] is. as. Astsubayın görevi ve rütbesi,
asum 1, [Ar. 'aşüm
(asu.m ) {OsT} sf. Obur; aç
gözlü. asum2, [Ar. ‘asüm
(asu.m ) {OsT} sf. Geçimini
sağlamak için çok çalışan, asum an, [Fr. âsmân jU-«T] (a :sm a ;n ) {OsT} is. Gök yüzü; asuman, asumani, [Far. âsmânî Lfı'-»--'T] (a.su m a.n i) {OsT} sf. 1. Göğü ilgilendiren. 2. Gök yüzüne ait. 3. Açık mavi; havai mavi. 4. is. Melek, asun, [Soğd. zwn (hayat) > ajun / aşun / asun] {eT} is. Dünya; kâinat; evren. [EUTS] asu r1, [Sansk. asura / asuri > asur] {eT} is. Cin; şey tan. [EUTS] asur2, [Ar. ‘âsür _>yLp] (a :su :r) {OsT} is. Tuzak. A su rca, [Asur-ca] is. M.Ö. 1950-600 yılları arasında Mezopotamya’da konuşulmuş olan Akkat lehçesi, asurgan, [as-ur-ğan] {eT} sf. Çok aksıran. [DLT] A suri, [Asuri] (asu ri:) {OsT} sf. Asur devletinin hal kından olan. Asurlu, [Asur-lu] sf. Asur halkından olan, asurm ak, [as-ur-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Aksırmak. [DLT] [EUTS] [Gabain] asurtgu, [as-ur-t-ğu] {eT} sf. Aksırtan. [DLT] asurtguk, [asur-t-ğuk] {eT} sf. Anlayışlı; akıllı. [DLT] asurtm ak, [as-ur-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Aksırtmak. [DLT] asutm ak, [as-ut-mak] {eT} gçl. f. [-u r ] Artırmak; ço ğaltmak. [Üç İtigsizler] asüd, [Ar. âsüd J^T] (a:sü d) {OsT} is. 1. Aslanlar. 2. Yiğitler. aşüfte, [Far. âsüfte
-ui-T]
(a.siifte) {OsT} is. 1. Hazır;
hazırlanmış. 2. Ateşle işlenmiş,
asturm ak, [as-tur-mak] {eT} gçl. f. [-u r] Astırmak. [DLT] [EUTS] asu, [as-u] {eT} bağ. Y a da; yahut; veya. [EUTS]
asügde, [Far. âsüğde »jj^T] (a:sü fte) {OsT} is. - * a-
asub, [Ar. ‘ asüb v j —
asüm an, [Far. âsümân jU —T] (a.sü m a.n ) {OsT} is. -*
(asu :b) {OsT} is. 1. Arı beyi.
2. Lider; bey; başbuğ, asude, [Far. âsüden (rahat etm ek) > âsüde to_j-»î] (a.su .d e) {OsT} sf. 1. Üzüntü ve sıkıntıdan ,uzak; esen; huzurlu; rahat. 2. Sessiz; sakin, ö âsüde-dil, {OsT} G önlü ra h a t; ba şı din ç.|| âsüde-dilî, {OsT} G önü l rahatlığı.\\ âsüde-gî, {OsT} R a h at; huzur; asay^.|| âsüde-hâl, {OsT} Durumu ra h a t o la n .|| âsüde-hâtır, {OsT} Gönlü ra h a t; ba şı dinç. ||âsüdenişîn, {OsT} R a h a tç a oturan. asudelik, -ği [asude-lik] (a :su :d elik ) is. Üzüntü ve endişeden uzak olma; huzur; esenlik. asuf1, [Ar. ‘aşüf ^i^& ] (asu:f) {OsT} sf. (Rüzgâr için) çok şiddetli. 2. Hızlı yürüyen. asuf2, [Ar. casüf j j - p ] (asu:f) {OsT} sf. Çok zulme den; en gaddar.
süfte. asman. asümani, [Far. âsümânî
(a :sü m a :n i:) {OsT}
is. - * asmani. asvaf, [Ar. şüf (yün) > aşvâfıJj-^l] {OsT} is. Yünler, asvat, [Ar. şavt (ses) > aşvât] (asva:t) {OsT} is. Ses ler; sedalar. asveb, [Ar. şâib (doğru) > aşveb
{OsT} s f En
doğru; daha doğru; pek doğru. S asveb-i akvâl, {OsT} Sözlerin en doğrusu. asvef, [Ar. şüf (yün) > aşvef
{OsT} sf. Çok
yünlü veya yapağılı. asy, [Ar. aşy
{OsT} is. Ayaklanma,
asya, [Far. âsiyâ / âsyâ L-»T] (a :sy a :) {OsT} is. De ğirmen.
nnıef K M M . 3 2 7
AŞA
Asya, [Yun. asia] (a'sya) is. Dünyanın en büyük ve en kalabalık kıt'ası. asyab, [Far. âsiyâb / âsyâb
(a :sy a :b ) {OsT} is.
Değirmen; su değirmeni. 0 asiyâb-ı âlem, {OsT} Bu dünya. ||âsiyab-ı devlet, {OsT} D evlet dairesi. asyaban, [Far. âsiyâbân OL aşyâfosU^I] (asya:J) {OsT} is. Yaz mevsimleri.
aş3, [Far. aş J ı l ] (arş) {OsT} is. 1. Aş; yemek. 2. Mu harremde pişirilen aşure. S aş-ı halîl, {OsT} bot. M ercim ek.|| âş-pez, {OsT} A şçı.|| âş-pez-hâne, {OsT} M utfak; a şev i.|| âş-pezî, {OsT} Aşçılık. aş4, -şşı [Ar. ‘aşş
aşa1, [aş-mak > aş-a Lil / UıT] {eT} zf. 1. Ötede; ötesinde. [Telcin] [Gabain] [ETY] 2. {eAT} Aşırı; aşa rak; fazlasıyla; aşkın. [EUTS] aşa2, [Ar. ‘aşa1 >lip] (a şa ;) {OsT} is. 1. Akşam ye meği. 2. Akşam. 3. Yatsı vakti,
Asyalı, [Asya-lı] (a'syalı) sf. 1. Asya kıtası halkların dan olan. 2. A sya’ya ait.
a ’şa, [Ar. a’şâ / i’şâ
A s y a lılık , -ğı [Asya-lı-lık] (a'syalılık) is. Asyalı olma
gözleri dumanlı,
durumu, asyön, [as+yön] is. Ara yön. aş1, [eT. âş j^T] is. 1. Pişirilerek hazırlanan yiyecek; yemek; gıda; katık; yiyecek;yenecek şey; çorba. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [Gabain] [Yüknekî] [Mühennâ] [İKPÖy.] [EUTS] [ETY] 2. {eT} Kurban yemeği; kur banlık. [EUTS] 3. {ağız} Pilav. [DS] 0 aş damı, {eAT} {ağız} Y em ek p işirm eğ e m ahsus y e r ; mutfak. [DS]|| aş deliye kaldı, B ir m aldan o rta k la ş a y a r a r lan acak olan lard an b ir kısm ının v azg eçm esi duru munda g eri k a la n la ra ş a k a y ollu söylen en söz. || aş doldurmak, {ağız} D olm a d oldu rm ak; sa rm a y a p mak. [DS]|| aş erm ek, 1. H am ile kadın ların bazı yiyeceklerden tiksinm e v ey a a şırı istem e şeklin d e ortaya çıkan davran ışları. 2. m ec. B ir şe y e karşı aşın istek duyma.\\ aş etmek, {ağız} Ç o k dövm ek; pestilini ç ık a rm a k [DS]|| aş evi, -*• aşevi. || aşın ko yusundan, işin kıyısından, Ç ıkarı olduğu zam an koşturan, ça lışm a y a g elin c e k a ça n k iş iler için sö y lenir. || aşından yemedim, dumanından boğul dum, Yarar um arken z a r a r görüldüğünü ifa d e eder.\\ aş içkü, {eT} Toy; şö len ; ziyafet. [EUTS]|| aş inciri, {eAT} K ü çü k cins incir. |] aş itmek, {eAT} Yemek pişirmek.\\ aş kesmek, {ağız} M akarn a k es mek. [DS]j| aş ocağı, {eAT} Mutfak.\\ aş ocağı, 1. Yemek yapılan yer. 2. Y oksullara k arşılıksız y iy e cek dağıtılan yardım kurumu; aşevi.\\ aş olmak, (ağız) Pestili çıkm ak. [DS]|| aş otu, 1. Y em ekleri ç e ş nilendirmek için kullanılan çeşitli ba h a ra tla r. 2. Nane, m aydanoz g ib i y e m e k le r e kon ulan otlar. ||Aş pişti, bayram geçti. G eç kalındığın ı ifa d e eden söz. ||Aş pişti, kaşık üstüne dikildi. H er şey hazır, bizi bekliyor, an lam ın da söylenir.\\ aş tahtası, {ağız} Ü zerinde y u fk a a çıla n tahta. [DS]|| aştan kalmak, {ağız} İştah ı kesilm ek. [DS] || aş taşm ak, {ağız} Iş, a celey i g e r e k tir e c e k b ir durum a gelm ek. [DS]|| aş yağı, {ağız} 1. H aşh aş yağı. 2. T ereyağı. [DS]|| aş yarm ası, {ağız} D övülüp çekilm iş buğday. [DS]|| aş yerikligi, {eAT} A şerm e.|| aş yerm ek, H a mile kadınların bazı y iy ecek lerd en tiksinm e veya aşırı istem e şeklin d e o rtay a çıkan davranışları. aş", [aş] {eT} is. Kenet. [DLT]
{OsT} is. Kuş yuvası.
(a -şa :) {OsT} sf. (Kişi için)
a ’şab, [Ar. a’şâb ı_jlipl] (a -şa :b ) {OsT} is. Taze otlar, a ’şabe, [Ar. a’şâbe -tiLiPİ] (a -ş a :b e ) {OsT} is. Otlar. aşacak, -ğı [aş-mak > aş-acak] {ağız} is. Çit kapı. [DS] aşaç, [aş-aç] (eT) is. Tencere. [DLT] aşadaçı, [aş-a-daçı] {eT} sf. Yiyici. [EUTS] aşaga, [aşağa ULîT / U-M / *üT] is. 1. {eAT} Alt taraf; aşağı. 2. (eAT) Kötülük; sefalet. 3. {eAT} sf. Alçak; sefil; zelil. 4. {eT} zf. Aşağı. 0 aşaga ayak, {eAT} Alt d e r e c e ; alt kısım ; dip .|| aşaga düşmek, {eAT} 1. A şağıya inmek. 2. B atm ak .|| aşaga inmek, {eAT} 1. inm ek. 2. A şağ ı dü şm ek veya y u varlan m ak,|| aşaga indttrmek, {eAT} 1. Ü zerinden k al dırm ak. 2. A şağı indirm ek]] aşaga kalmak, {eAT} G eri kalmak.\\ aşaga kalmış, (eAT) A lça k; p e s p a y e ,|| aşaga kılmak, (eAT) İn dirm ek; a şa ğ ı eğmek.\\ aşağı komak, {eAT} 1. A lça k g ö rm ek ; d eğ e r v erm e m ek. 2. A lçaltm ak; hafifletm ek. 3. B ırakm ak. || aşa ga olmak, {eAT} A şağ ı eğilm ek)] aşaga tam ar, {eAT} anat. D irseğin iç y an ın d a y e r alan ü ç d a m ardan en a şa ğ ıd a o la n ı; a k c iğ e r d a m a rı; b a ş d a m arı. aşagarak , [aşağa-ralc] {eAT} sf. 1. Daha aşağı taraf; daha alt taraf. 2. En alçak; en aşağı; en kötü, aşagagı, [aşağa-ğı / aşa-ğa-kı ^ U L iI ] {eAT} zf. Aşağıki; aşağıdaki, aşagakı, [aşağa-kı / aşağa-ğı ^IfcLsI] {eAT} zf. -*■ aşagagı. aşagarag, [aşağa-rağ / aşa-ğa-rak / aşağ-ra-k j-j 4üT] {eAT} zf. Daha aşağı; bir derece aşağı, aşagarak, [aşağa-rak / aşa-ğa-rağ / aşağ-ra-k JjU iT ] {eAT} zf. -*■ aşagarag. aşagaralak, [aşağa-ra-lak / aşağ-ra-lak ^jLlîT] {eAT} zf. -*■ aşagralak. aşagelmelt, [aş-mak+gel-mek > aş-a+gel-mek ciUlS-] gçsz. b . f [-ü r] Birden aşmağa başlamak, aşağı, [aşağı / aşağa ^ U T ] {eAT} zf. Aşağı. 0 aşağı varılm ak, in d irilm ek; tenzil edilm ek.
AŞA aşaghk, [aşağ-lık jU-Lı I] {eAT} is. Alçak gönüllülük; tevazu, ö aşaghk eylemek, (eAT) A lça k gönüllülük gösterm ek. aşagrak, [aşağ-rak jyuiT] {eAT} zf. Daha aşağı; bir derece aşağı. aşagralak, [aşağ-ra-la-k j!> ^ I ] {eAT} zf. Biraz aşağı; aşağı doğru. aşağ, [agurçak > ağırşak] {ağız} is. İplik eğirirken iğin ağır dönmesini sağlayan tahta ağırlık; ağırşak. [DS] aşağa, [aşa-ğa] {eT} zf. Aşağı. [Mtihennâ] [Yüknekî] aşağı, [eT. aşağa > aşağı > aşağı] is. 1. Yükseklik bakımından daha alt kısımlarda bulunan kısım veya yer. 2. Dağ ve tepe yamaçlarının etek kısımları. 3. Söz ve yazının daha sonra gelecek kısmı; bundan sonrası. 4. sf. Yere yakın olan; alçak; basık; dip; dun. 5. Kötü. 6. Sosyal tabaka veya eğitim bakı mından düşük olan. 7. Bayağı. 8. zf. Yere doğru. 9. Yüksekten alçağa doğru. 10. Bir akarsuyun ağzına yakın olan havzası. 11. Bir dilin edebî diline göre halkın konuştuğu basit konuşma dili. 12. ünl. Hay di çabuk in, anlamında ünlem, ö aşağı almak, {ağız} D övm ek; tepelem ek. [DS]|| aşağı bitkiler, Yosunlar ve m an tarlar g ib i b o y atam ayan dam arsız bitkiler.\\ aşağıdan, U ysal; yum uşak. || aşağıdan alm ak, Ö fkeli ve s e r t birin e k arşı yu m u şak ve an layışlı davranmak.\\ aşağıdan gelmek, {ağızj Ç alım satm ayı bırakm ak. [DS]|| aşağıdan güreşmek, Sert likle eld e ed ilem ey en bir işi tatlı dil, g ü ler yüzle halletmek.\\ aşağıdan söylemek, {ağız} A lça k g ö nüllülükle konuşm ak. [DS]|| aşağıdan yukarıya, B oydan b o y a ; bütüniiyle.\\ aşağı değil, E n az onun k a d a r d eğ erlid ir.|| aşağı düşmek, 1. D eğ erin i ve niteliklerini kaybetm ek. 2. Seviyesini düşiirmek.\\ aşağı ev, {ağız} B ir evin alt katı; a lt kattaki oda. [DS]|| aşağı görm ek, B eğen m em ek, kü çü k görmek,\\ aşağı hava, {ağız} İm bat. [DS]|| aşağı indirmek, U cuzlatm ak,|| aşağı kalır yeri olmamak, (K arşı laştırılan iki n esn eden biri için) öteki k a d a r d eğ erli ve tam olm ak. ||aşağı kalmak, G eri kalm ak. ||aşağı kalm am ak, (K arşılaştırılan iki nesn eden biri için) ö tek i k a d a r d eğ erli ve tam olmak.\\ aşağı k u rtar m am ak, 1. D ah a düşük fiy a ta verem em ek. 2. (Ürün, m al vb. için) m aliyeti verilen fiy attan d a h a y ü k sek olm a k .|| aşağı yeli, {ağız} L od os. [DS]|| aşa ğılı yukarılı, Hem a şa ğ ı hem d e yu karı kısın ılan d a h il; altlı üstlü.|| aşağı mahalle, 1. Alt ta rafta k a lan m ahalle. 2. argo. G en el ev.\\ aşağı mal, K a litesi düşük m al.|| aşağının bayağısı, K en a r m a h a lleler d e oturan kişi. || aşağı saymak, K ü çü k görm ek, d e ğ e r vermemek.\\ aşağı tabaka, H alkın kültür ve eğitim sev iy esi düşük olan kesim i; avam .|| aşağı tükürsem sakal, yukarı tfikfirsem bıyık, H er iki tercihin d e z o r durum da bıraktığını ifa d e eden söz. || aşağı yel, {ağız} G üneyden esen rü zgâr; lo
İIÜ M
IİM
M
.
d o s; kıble. [DS]|| aşağı yukarı, 1. Y aklaşık o larak. 2. B oydan boya. aşağılak, -ğı [aşağı-la-k] {ağız} sf. Aşağılık; şerefsiz. [DS] aşağılama, [aşağı-la-ma] is. 1. Aşağılamak işi. 2. Bir şeyi olduğundan daha küçük görme. 3. Hor görme; horlama. aşağılamak, [aşağı-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir şeyi değerinden ve niteliğinden daha düşük göstermek; hor görmek. 2. Birinin onurunu ve iti barım kırıcı davranışta bulunmak; horlamak. 3. Söz ve davranışla küçük düşürmek, aşağdanm a, [aşağı-la-n-ma] is. 1. Aşağılanmak işi. 2. Değer verilmeme. 3. Hor görülme, aşağılanmak, [aşağı-la-n-malc] edil. fi. [-ır ] 1. Küçük düşürülmek; hakarete uğramak. 2. Onuru kırılmak; rencide olmak, aşağılaşm a, [aşağı-la-ş-ma] is. 1. Aşağılaşmak işi. 2. Aşağılık durama düşme. 3. Alçalma. 4. Küçülme, aşağılaşm ak, [aşağı-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır ] 1. Aşa ğılık duruma düşmek. 2. Alçalmak. 3. Küçülmek, aşağılatm a, [aşağı-la-t-ma] is. 1. Aşağılatmak işi. 2. Birinin aşağılanmasını sağlama, aşağılatm ak, [aşağı-la-t-mak] gçl. fi. [-ır ] Birinin aşağılanmasını, onuru ile oynanmasını, küçük dü şürülmesini sağlamak, aşağılayıcı, [aşağı-la-y-ıcı] sf. Küçük düşürücü, horlayıcı, küçümseyici ve kötüleyici nitelikte (söz ve davranış). aşağılık, -ğı [aşağı-lık] is. 1. Aşağı olma durumu; alçaklık. 2. Adilik. 3. Her türlü kötülüğü yapabile cek nitelikte olan kişinin tutumu. 4. sf. Düzeyi ve niteliği düşük olan; alçak. S. Temel kişilik nitelik lerine sahip olmayan. S aşağılık duygusu, K en d i sini herkesten a şa ğ ı ve küçük hissetm e şeklin d e b e liren p s ik o lo jik rah atsızlık; a şa ğ ılık kom pleksi. aşağısam a, [aşağı-sa-ma] is. Değersiz bulma; kü çümseme. aşağısamak, [aşağı-sa-mak] gçl. f i [- r ] [-s(ı)-y or] Birini veya bir şeyi değersiz bulup beğenmezlik etmek; küçümsemek, aşağısı, [aşağı-s-ı] zm. 1. Alt tarafı. 2. Fiyat bakımın dan daha azı. aşağrak, -ğı [aşağı-rak] {eAT} zf. Daha aşağı, aşağrek, -ğı [aşağı-rak] {eAT} zf. -*• aşağrak. aşah, [aşak/ aşah j-LiT] {eAT} sf. Alçak; aşağı. aşair, [Ar. ‘aşiret > ‘aşâ’ir ^ lip ] (a şa ;ir) {O sî } is. Kabileler; oymaklar; aşiretler. aşak 1, [aşağa j U l ] {eT} {eAT} zf. 1. Aşağı. 2. {eAT} Alçak. 3. Kısa arkalı. [Mühennâ] 4. Mütevazi. 5. is. Dağ eteği, dibi. [DLT] S aşak dilli,{eA T} A lça k gönüllii.\\ aşak gönüllü, {eAT} Gönlü kırık; âciz.\\ aşak varm ak , {eAT} A lça k gönüllülük göstermek.\\
i l e l i » ®
®
AŞA
• 329
aşak yir, {eAT} 1. Çukur. 2. A y a k y o lu ; a p tesa n e; hela. aşak2, -ğı [ağırçak / ağır-şa-k] {ağız} is. 1. Ağırşak. 2. Makara. 3. Kuzulayacak koyunun memesinin bü yümüş durumu. 4. Kabuk bağlamış çıbanın etrafın daki sertlik. 5. anat. Diz kapağı. [DS] aşak3, -ğı [aş (kenet) > aş-ak] is. 1. İki su borusunu birbirine bağlayan kısa boru. aşak4, [aş-a-k] {eT} sf. Yükselen. [Mühennâjaşak5, -ğı [aşak] {eAT} is. Miğfer; başlık. aşak6, -kı [Ar. ‘aşak j i p ] {OsT} is. Sarmaşık. aşaklamak, [aşalç-la-mak] {eT} gçl. f i [ - r ] Aşağıla mak; küçük saymak. [DLT] aşaklanmak, [ağırçak-la-n-mak > aşak-la-n-malc] {ağız) dönşl. fi. [-ır ] İltihaplanmak; şişmek. [DS] aşaklatmak, [aşağa > aşak-la-t-mak] {eAT} gçl. f i [ır] Küçük görmek; tahkir etmek, aşaklık, [aşağa > aşak-lık j ü i l ] {eAT} is. 1. Alçak gönüllülük; tevazu. 2. Derin saygı; huşu, ö aşaklık eylemek, {eAT} 1. A lça k gönüllülük g ö ster mek. 2. Boyun eğ m ek ; itaat etm ek. ||aşaklık eyleyi ci, {eAT} 1. A lça k gön ü llü ; m ütevazı; y u m u şak huy lu. 2. Boyun eğ m iş; itaatkâr. || aşaklık eyleyici av rat, {eAT} A lla h ’ın em irlerin e boyun eğ m iş kadın .|| aşaklık eyleyici eren, {eAT} A lla h ’ın em irlerin e boyun eğm iş erkek.\\ aşaklık idici, {eAT} H uzur ve huşu için de bulunan.\\ aşaklık kılmak, {eAT} -*■ aşaklık eylemek, aşalacak, [aş (yem ek) / aç > aş-a-la-cak] (aşala'cak) {ağız} zf. Sabah hiçbir şey yemeden; aç karnına; aç olarak; aç acına. [DS] -aşanı, [Far. -âşâm fLiT -] (a ;şa :m ) {OsT} so n ek. Farsça isimlerden “içen, iç ic i" anlamında birleşik sıfatlar yapar. aşam, [Far. âşâm fLiT] (a ;şa :m ) {OsT} is. Yiyecek; içecek. aşama, [aş-mak > aş-a-ma] is. 1. Varmak istenilen hedefe doğru geçilmesi gereken dönemlerin her biri; merhale; evre; adım; basamak. 2. Önem bakı mından git gide yükselen bir sıra basamaklardan her biri; mertebe; paye. S aşam a sırası, 1. O tori tenin en üst k ad em ed en a şa ğ ıy a doğru y ayıldığı sosyal düzen; hiyerarşi. 2. Önem sıra sı bakım ından yükselen b a sa m a k la r dizisi; h iyerarşi. || aşam a yapmak, A şam alı düzen de b ir veya b irk a ç b a s a m ak ilerlem ek; a şa m a kaydetm ek. aşamak1, [aş (yem ek) > aş-â-mak] (a şa:m ak ) {eT} gçl. f i [-r ] 1. Yemek yemek; gıda almak[DLT] [İKPÖy.] [ETY] {ağız} (aynı). [DS] 2. (Yemek, için) tüketmek; silip süpürmek. [EUTS] [İKPÖy.] 3. Y e dirmek; beslemek. [Gabain] 4. Kabul etmek; hürmet etmek; saymak. [EUTS] aşamak*, [aş-mak > aş-a-mak
4-iT] g ç l . f [ - r ] [-ş-
(ı)-yor] 1. {eAT} Üstün gelmek; yenmek. 2. Çıkıl ması ve geçilmesi gerekli olan basamakları ve dö nemleri geçmek. 3. {ağız} Bir şeyin üzerinden ge çecek kadar adım aşırmak. [DS] aşam akJ, -ğı [aş-a-mak] {ağız} is. 1. Geçit yeri; ge dik. 2. Çit ya da harımlara konulan, basamaklı merdiven. [DS] aşam alandırılm ak, [aşama-la-n-dır-ıl-mak] edil. f i [ır] Aşamalı bir şekilde örgütlendirilmek; sıralandı rılmak. aşam alandırm ak, [aşama-la-n-dır-mak] gçl. f i [-ır] Bir aşama düzenine uygun bir şekilde örgütlemek; sıralamak. aşamalı, [aşama-lı] sf. Aşama düzeni içinde; kade meli. aşam an, [Far. âşâman jU U l] (a :şa ;m a n ) {OsT} is. İçenler. aşam ande, [Far. âşâmande oJlloUJ] (a :şa :m a n d e) {OsT} sf. İçen; içkici. aşamideni, [Far. âşâmîdenî ^jl^UT] (a :şa :m i:d e n i;) {OsT} sf. Yenilip içilebilen. aşanm ak1, [aş (yem ek) > aş-a-n-mak] {eT} dönşl. f . [u r] Beslenmek; gıda almak; yemek yemek. [İKPÖy.] [EUTS] aşanm ak2, [aşan-mak / aşunmak / asanmak ?] {eAT} dönşl. f i [-u r] Yükselmek (?). [DK] aşar, [aşkar (potaslı kül)] {ağız} is. 1. Boyanacak ipleri asıl rengine boyamadan önce başka bir renk ile boyamak. 2. Yıkanacak çamaşırları önce küllü suda bekletmek. [DS] a ’şar, [Ar. cuşr / ‘öşr > a’şâr jlit l] (a -şa:r) {OsT} 1. Onda birler. 2. Devlet giderleri için tarım ürünle rinden alman yüzde onluk aynî vergi; öşür. 3. Kur’an-ı Kerim’den onar ayetlik bölümler, aşarı, [aş-arı] {ağız} zf. I. Aşağı; aşağıya. 2. Aşırı; ileri. [DS] aşarî, [Ar. a’şâr > a’şârî lSj Iİ p '] (a -ş a :ri;) {OsT} is. Bir bütünün on eşit parçaya, her bir parçanın da tekrar on eşit parçaya bölünmesi şeklinde devam eden kurala dayanan aritmetik sistemi; ondalık, aşartm ak , [aş-mak > aş-aı-t-mak] {ağız} gçl. f i [-ır] Abartmak; mübalağa etmek. [DS] aşat, -dı [aş-mak > aş-a-t] {ağız} sf. Fazla. [DS] aşatm ak, [aş (yem ek) > aş-a-t-mak j ^ i T ] {eT} {eAT} gçl. f i [-u r ] 1. Yedirmektattırmak; [Gabain] [DLT] [EUTS] doyurmak; yedirip içirmek; {ağız} (aynı). [DS] 2. gçsz. fi. {ağız} Hovardalık etmek. [DS] aşavet, [Ar. ‘aşâvet o jl ip ] (aşa;v et) {OsT} is. tıp. Gündüz gördüğü hâlde gece görememe hâlinde bir göz hastalığı; tavukkarası, aşay, [Sansk. âşaya] {eT} is. Niyet; gaye; maksat. [EUTS]
O r iiM llC E S M .:
AŞA aşaya, [Ar. 'aşı > 'aşâyâ ULit] (a ş:y a :) {OsT} is. Ak şamlar.
yer; geçici mutfak. 6. tasvf. Tekkelerde yemek pişi rilen yer. 7. {eAT} Yemek yapılan yer; mutfak. aşevi2, [Ar. ‘aşevî t j y ^ ] (a şev i:) {OsT} s f Akşama
aşayir, [Ar. ‘aşâi’r y L it] {OsT} is. Aşiretler,
ait.
aşaylıg, [aşay-lığ] {eT} sf. Niyetli. [EUTS]
aşgana, [aşhane => aşğana] {ağız} is. Mutfak. [DS]
aşb, [Ar. ‘aşb / ‘uşb y~i*] {OsT} is. Yaş ot. aşbar, [âş + bar (?) > aşbâr] {eT} is. Saman, kepek ve ot karıştırılarak yapılan hayvan yemi. [DLT]
aşgançulanm ak, [as (cariye) > as-ğan-çu > aş-ğançu-la-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] Yaltaklanmak; alay etmek. [EUTS]
aşbaz, [aş (yem ek) + Far. -pâz (pişiren)] (a :şb a :z ) {eAT} is. Aşçı. Aşbini, [Sansk. asini] {eT} öz. is. Bir yıldız adıdır. [EUTS]
aşgar, [Ar. aşkar] {ağız} is. 1. Aşlcar. 2. Kızıl yüzlü ve yarasa tüylü kişi. 3. Yüz çehre. [DS] aşgarlanm ak, [aşgar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] (Çamaşır için) kirlilikten rengi değişmek. [DS]
aşçı, [aş-çı] is. 1. Mesleği veya işi yemek yapmak olan kimse; aş pişiren; ahçı. {eT} (aynı) [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] 2. Yemek pişirip satan kimse. 3. gnşl. Küçük ve ucuz lokanta. 4. Evde yemek pişi ren hizmetçi. 5. sf. Yemek pişiren. S aşçı baba, H acı B ek taş tekkesi kuruluşunda aşevin i yön eten d erviş b a b a . || aşçı baltası, M u tfaklarda kem ikli et k esm ey e y a ra y an ö z e l balta. || aşçı er, {eT} E rk ek aşçı. [EUTS] ||aşçı güzeli, Yem eklerin üzerine d ö kü len kızdırılm ış y a ğ ve kırmızı toz b ib e r le h azırlan m ış sos. || aşçı yam ağı, M utfakta a şç ı b a şın a y a r dım cı olan kim se.
aşgınmak, [aş-ğın-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Aşınmak. [DLT]
aşçıbaşı, -yı, -nı [aş-çı+baş-ı] is. t. Büyük mutfaklar da yemek yapmakla görevli kişilerin başı, aşçıbaşılık, -ğı [aş-çı+baş-ı-lık] is. 1. Aşçıbaşı olma durumu. 2. Aşçıbaşının yaptığı iş ve görev, aşçılık, -ğı [aş-çı-lık] is. 1. Aşçının işi ve mesleği. 2. Güzel yemek yapabilme kabiliyeti, aşduk, [aş-mak > aş-duk Jj-iI] {eAT} sf. Aşılan, aşebî, [Ar. ‘aşb > ‘aşebı / ‘aşebiyye
/ Lf^ ]
(a şeb i:) {OsT} sf. 1. Ota ilişkin; ot ile ilgili. 2. Ota benzeyen; ot gibi, aşendos, [Yun. ahendos] {ağız} is. Ahlat. [DS] aşer, [Ar. ‘aşer
{OsT} is. On; 10.
aşerat, [Ar. ‘aşerat o ly ^ ] (a şera:t) {OsT} is. mat. 1. Onluklar. 2. Onlar basamağı, aşere, [Ar. ‘aşere oj*is-] {OsT} is. Onlar (sayı). 0 aşere-i mübeşşere, C en netlik oldu kları bizzat Hz. Muh a m m ed (SA) tarafından m üjdelenm iş olan on s a h a be. aşermek, [aş+(y)er-mek] gçsz. f . [- e r ] 1. Hamile kadınların bazı yiyeceklerden tiksinme veya aşırı isteme şeklinde ortaya çıkan davranışları; aş yer mek. 2. Bir yiyeceğe karşı aşırı istek duyma. aşevi1, [aş+ev-i] is. 1. Parası ile yemek yenilen yer; lokanta. 2. Küçük lokanta. 3. Aşçı dükkânı. 4. Yoksullara parasız yemek verilen yer; karşılıksız yiyecek dağıtılan yardım kurumu; aşhane. 5. Dü ğün, nişan, mevlit vb. toplantılarda, verilecek ye mekleri hazırlamak için mutfak olarak kullanılan
aşgun, [aş-gun] {ağız} sf. Aşkın; çok fazla. [DS] aşgunçulanm ak, [as (cariye) > as-ğan-çu > aş-ğunçu-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Yaltaklanmak; alay etmek. [EUTS] aşhana, [aş+hâne] {ağız} is. 1. Aşhane. 2. Büyük kulplu kazan. 3. Lokanta. 4. Yemek pişirmek için yapılan bacalı ocak. [DS] aşhane, [Fa. âş-hâne ^U^iT] (a :şh a :n e) {OsT} is. Y e mek yapılan yer; aşevi; aşçı dükkânı. aşı1, [eT. aşü / aşı] is. Pas sarısı ya da kırmızı renkli toprak; kızıl kil; aşı boyası. S aşı boyalı, Koyu kırm ızı kirem it ren gin e boyan m ış.|| aşı boyası, K o yu kırm ızı to p ra k boya. || aşı taşı, Aşı bo y a sı ç ık a r m akta kullanılan sert a şı bo y a sı kayası. aşı2, [eT. a ş-m a k (eklem ek) > aş-ı] is. 1. tarım. Daha iyi ürün veren cins elde etmek için anaç adı verilen meyve ağacı gövdesine kaynaştırılan canlı bir ağaçtan alınmış filiz, yaprak veya tomurcuk. 2. tıp. Vücuda hastalıklara karşı direnç ve bağışıklık ka zandırmak için kas, damar veya sindirim yoluyla verilen zayıflatılmış mikrop içeren eriyik. 3. {ağız} Eskimiş giyeceklere yapılan yama; yamalık. [DS] S aşı anacı, tarım. Aşının u ygu lan acağı a n a g ö v de. || aşı bıçağı, tarım. Aşının u ygu lan acağı y er i a çm a k ta kullanılan ö z e l bıçak. || aşı kâğıdı, Aşı olunduğunu belirten resm î belg e. || aşı kalemi, ta rım. K a lem a şısın d a a n a c a soku lan iyi cins m eyve nin taze d a lı.|| aşı macunu, tarım. B azı aşı çeşitle rin de an a cın y a r a y erin e sürülen ö z e l y a p ışka n m ad d e.|| aşı neşteri, tıp. Aşının u ygu lan acağı d eri y i çizm eye y a ra y an neşter. || aşının tutm ası, 1. tıp. A şıdan istenilen am acın e ld e ed ilm esi; bağışıklığın sağ lan m ası. 2. tarım. A n aca aşıla n a n p a rça n ın kayn aşıp fiiliz verm esi. || aşı olmak, tıp. B ağ ışıklık sa ğ la m a k a m a cıy la vücuda a şı sıvısı a lm a k ; aşı y a p tırm a k; aşılanmak.\\ aşı vurm ak, tarım. Aşı y a p m a k ; aşılam ak. || aşı yapm ak, tarım. İy i cins eld e etm ek ü zere a n a ç üzerine aşı uygulam ak; a şı lam ak;|| aşı yeri, 1. tarım. K a lem ile an acın b irleş tiği y er. 2. tıp. D erid e a şı uygulanan y e r d e k alan iz.
m e i l g a » .
331
AŞI
aşı3, [alçı > aşı] {eAT} is. Aşık oyununda kazanan atış; alçı gelme,
Ç atıd a aşıkların kaym asını ö n lem ek için ön lerin e m ak as kirişleri üzerine ça kılan tahta p a r ç a la n .
aşıcı, [aş-ı-cı] is. 1. Meyve ağaçlarına aşı uygulayan kimse. 2. Aşı yapan sağlık memuru veya uzmanı,
âşıka, [Ar. ‘âşık > 'âşıka 4iLiU] (a ;şık a) {OsT} is. Â-
aşıcılık, -ğı [aş-ı-cı-lık] is. Aşı yapma işi veya mes leği. aşıç, [aş (yem ek) > aş-ıç] (eT} is. Tencere. [DLT] aşıhmak, [aş-ıh-mak / aş-ık-malc
{eAT} gçsz.
f [-u r] Acele etmek. âşık1, -ğı [Ar. cışk (sevgi) > ‘âşık
şık kadın; seven kadın, âşıkan, [Ar. 'âşık + Far. -ân jU iU ] (a :şık a:n ) {OsT} is. Âşıklar. âşıkane, [Ar. ‘âşılç + Far. -âne AiUiU] (a ;şık a :n e) {OsT} sf. 1. Âşığa yakışır biçimde. 2. Konusu aşk olan veya içinde aşk geçen. 3. Aşıkçasına, kendin den geçmiş durumda. 4. Aşk duygusu kamçılayan; lirik. âşıki, [Ar. câşıkî
(a .şık i:) {OsT} sf. Aşkla ilgili;
sevgiye ilişkin, âşıkin, [Ar. ‘âşıkîn
(a:şıki;n , k k alın söylenir)
{OsT} is. Âşıklar, âşıklama, [âşık-la-ma] {ağız} is. Âşık adı verilen saz şairlerinin sazları eşliğinde söyledikleri türkü. [DS] aşıklama, [aşık-la-ma] {ağız} is. Atların arka ayak bileğinin bükülmesi ile meydana gelen topallama. [ÜS] Işıklam ak, [âşık-la-mak] {eAT} gçsz. f . [- r ] Âşık ol mak; sevdalanmak, âşıklık,ğı [âşık-lık] is. Âşık olma durumu, aşıkm ak, [aş-ıhmalc / aş-ık-mak j ^ i T ] {eAT} {ağız} gçsz. f . [-u r ] Acele etmek. [DS] aşıksız, [aşık-sız] sf. Hızlı yürüyen, âşıktaş, [âşık-taş] is. Birbiri ile gönül eğlendiren ka dın ve erkek; oynaş, âşıktaşlık, -ğı [âşık-taş-lık] is. Aşkı ciddiye almadan sadece gönül eğlendirmek. S âşıktaşlık etmek, (E rk ek ve kadın için) sevgiden uzak s a d e c e gönül eğlen dirm ek. aşılak, -ğı [aşı-la-k] {ağız} is. 1. Aşılanmış ağaç; aşı lama. 2. Buz ya da kar katılarak soğutulmuş su. [DS] aşılam a, [aşı-la-ma] is. 1. Aşı yapmak işi ve işlemi. 2. Aşı yapılmış ağaç. 3. Düşünce yayma. 4. sf. Aşı lanmış. 5. Kuyuya sarkıtılarak soğutulmuş. 6. Bir birine karıştırılmış içecekler, aşılam ak, [eT. aşu > aş-ı-la-malc] gçl. f . [ - r ] [-(l)~ y o r ] 1. Vücutta bağışıklık sağlamak için aşı sıvısı vermek. 2. İstenilen türde bir bitki elde etmek için anaç üzerine göz veya kalem yerleştirmek. 3 . Hay vanları çiftleştirmek; ilkah etmek. 4. m ec. Bir fikri çevresine benimsetmek. 5. İçecekleri buz veya ku yu içinde soğutmak. 6. Çok soğuk olan içecek ile daha ılık olanını karıştırarak içilebilir ısıya yük seltmek. 7. Seyrek çıkan tohum veya bir kısmı tut mayan fideler için araları doldurmak amacıyla boş luklara ekim ve dikim yapmak. 8. (ağız} Katmak; karıştırmak. [DS] 9. Eski bir eşyayı, genellikle gi yecek türü şeyi yenilemek; tamir etmek. 10. Hasta lığını bir başkasına geçirmek.
M i
Û T Ü M T İ R I tU .:
aşılanma, [aşı-la-n-ma] is. Aşılanmak işi.
yavaş yavaş yıpratmak. 4. m ec. Bir yere bezdire cek, bıkkınlık verecek kadar pek çok defa gidip aşılanmak, [aşı-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Aşı yapıl gelmek. mak. 2. Biri tarafından kendisine aşı uygulanmak. 3. (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleştirilerek gebe aşındurm ak, [aşm-dur-mak] {eT} g ç l .f . [-u r ] Geçin dirmek. [Yüknekî] kalmasını sağlanmak. 4. dönşl. f i Aşı olmak. 5. gnşl. Hastalanmak. 6. m ec. Birinin yaymaya çalış aşınım, [aşm-ını] is. Aşınmak işi ve sürecinin sonu tığı fikirleri benimsemek, cu. aşınma, [aşm-ma] is. 1. Aşınmak işi. 2. Yıpranma; aşılatm a, [aşı-la-t-ma] is. Aşı yaptırma, eskime; incelme. 3. Sel, rüzgâr, buzul gibi etkenle aşılatmak, [aşı-la-t-mak] g ç l . f [-ır ] Aşı yaptırmak, rin toprak parçasını, kayacı parçalaması ve sürük aşılı, [aş-ı-lı] sf. Aşılanmış, kendisine aşı uygulanmış leme işi; erozyon; aşınım; itikal. olan. aşınm ak1, [eT. aşğm-mak > aşm-mak] dönşl. f i [-ır] aşılma, [aş-malc > aş-ıl-ma] is. Aşılmak işi. 1. Sürtünmekten dolayı incelmek; eprimek. 2. Çı aşılmak, [aş-malc > aş-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. Aşmak kıntıları, pürüzleri gitmek. 3. Eskimek, yıpranmak. işi yapılmak. {eT} (aynı) 2. Biri tarafından bir dağ beli, bir engel geçilmiş olmak; {eT} sınırı geçmek. aşınm ak2, [âş-mak > aş-ı-n-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r] Öne geçmek. [EUTS] [İKPÖy.] 3. Bir güçlüğün yenilmesi. 4. {eT} aşınm ak3, [aş-m-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] (Hayvan Çoğalmak; artmak. [İKPÖy.] [Gabain] için) çiftleşme isteğinde bulunmak; kızışmak. [DS] aşılmaz, [aş-ıl-maz] sf. Altından kalkılması, yenil mesi, üstesinden gelinmesi veya üzerinden geçil aşınmaz, [aşm-maz] sf. 1. Dış etkenlere karşı daya nıklı. 2. Kolay kolay aşınmayan. 3. Sağlam, daya mesi imkânsız. nıklı. aşım 1, [aş-ım] is. 1. Erkek bir hayvanın kızışmış hâl aşınmış, [aşm-mış] sf. 1. Yıpranmış; eskimiş; sivrilik deki dişisiyle çiftleştirilmesi. 2. mat. Bir kümenin ya da keskinliği gitmiş olan. 2. m ec. Canlılığım, elemanlarının belirli niceliklere göre dizisi, fi5 aşım önemini ve etkisini yitirmiş olan, mevsimi, D işi hayvanların kızgınlık g ö sterd ik leri aşıntı, [aşm-mak > aşın-tı] is. 1. Aşınmış yer. 2. zam an. || aşım ram pası, Büyiık b a ş hayvanların Aşınmaya uğrama durumu. 3. {ağız} Gedik. [DS] çiftleştirilm esi sıra sın d a kullanılan ö z e l b a sa m ak lı yer. aşım2, [aş-ım] {ağız} is. Çulda tek inen nakış. [DS] aşınabilir, [aşm-a+bil-ir] sf. tekst. (Boyar madde için) aşındırıcı etkisine açık, aşındıran, [aşm-dır-an] is. ve sf. 1. Aşındırma özel liği olan. 2. Canlı dokuların özelliğini yavaş yavaş bozan. S aşındıran sttblime, kim. C ıva iki klorü rü. aşındırıcı, [aşın-dır-ıcı] is. v e sf. 1. Aşındırma işle mini yapan; aşındıran. 2. tek. Basınç altında yumu şak bir maddenin pürüzlerini koparan sert ve kesici mineral madde. 3. tekst. Kimi boyar maddeler üze rinde bozucu etkisi olan indirgeyici kimyasal etken, ff aşındırıcı kafa, M erm er p a rla tm a m akin elerin d e kullanılan d ö n er taşlam a taşı. aşındırıcılık, [aşm-dır-ı-cı-lık] is. 1. Aşındırıcı olma durumu. 2. Aşındırıcı bir nesnenin aşındırma özel liği. 3. Maden ocaklarındaki kayaçlarm kendisine sürtünen makine parçalarım aşındırma özelliği, aşındırma, [aşm-dır-ma] is. 1. Akarsu tarafından toprağın taneciklerinin alıp götürülmesi; sürükle me. 2. Deniz dalgalarının kıyıdaki yerli kayalarda meydana getirdiği yıpranma. 3. Sun’i lifleri kesikli lifler hâline getirme. S aşındırma baskı, B oy an mış b ir kum aşın üzerin e aşın dırıcı uygulam ak s u re tiyle y a p ıla n baskı. aşındırmak, [aşm-dır-mak] gçl. fi [-ır ] 1. Bir şeyin aşınmasını sağlamak; yıpratmak. 2. Bir şeyin aşın masına yol açmak; eskitmek. 3. Kimyasal etki ile
aşır, -şrı [Ar. ‘aşer > £aşr] {OsT} is. 1. On. 2. Onluk elde etme. 3. Kur’an-ı Kerim’den okunan on ayetlik bölüm. 4. {ağız} Aşure. [DS] aşıra, [aş-ır-a] {ağız} is. Balkon. [DS] aşıram ento, [aş-ır-(a) + İt. -mento] is. argo. 1. Hır sızlık, çalma, aşırma. 2. Hırsızlık mal. S aşıra mento etmek, Çalm ak. aşırı, [aşır-mak > aşır-ı] sf. 1. Bir şeyi aşarak; bir şeyin üzerinden aşırarak. 2. Alışılagelen ölçü ve düzenin üstünde. 3. Karar sayılan bir miktarı ge çen. 4. Varlığını ve etkisini kişiyi bunaltacak dere cede hissettiren. 5. Toplum içinde kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından kabul gören düşünce ve davranışların dışına çıkan; müfrit; fanatik; sivri. 6. Toplumca benimsenen değer ölçülerine ters dü şen; sapık; marazi. 7. zf. Gereğinden çok fazla; öl çüsüz; fahiş. 8. Yasalarca izin verilen sınırın üstün de. 9. Öte, ileri. « D ağ aşırı. D eniz a ş ır ı.» S aşırı basınç, A tm osfer basıncın ın ç o k üstünde o la n b a sın ç.]| aşırı bellem, Ö ğrenip a k ıld a tutma y ete n eğ i nin ç o k f a z l a olıışu.\\ aşırı besi, Ç o k fa z l a y em ek y em e veya yed irm e. || aşırı birikim, Serm ayenin iş gü cü n e o ra n la ç o k d a h a fa z l a gelişmesi.\\ aşırı boş luk, Ç o k ile ri sev iy ed ek i ba sın ç düşüklüğü.\\ aşırı doldurma, I ç y a n m alı m otoru a tm o sfer basın cın d an d a h a y ü k sek ba sın çtak i h a v a ile besleme.\\ aşı rı doldurmasız, Silin dirleri a tm o sfer basın cı ile beslen en içten yan m alı m otor.|| aşırı doygun, M agm a k ay a çla rım n a şırı d e r e c e d e kuvars içerm e
m
Ü M M r K S O M • 333
s i || aşırı doym a, D oym a sınırının üstüne çıkm ış bir sıvının durumu. || aşırı doym ak, D oym a hâlin e den k g elen derişm eyi aşm ak. || aşırı duyu, D okun m a duyusu ile ilgili o la r a k u yaran a k arşı a şırı h a s sa s o lm a h â li; anaflaksi.\\ aşırı erim e, B ir m a d d e nin erim e sıca klığ ı altın d a d a sıvı h â ld e k a la b ilm e si hâli. ||aşırı finansman, K re d i kuruluşunun, k red i isteyenin g e r ç e k ihtiyacından fa z l a m iktarda k red i açm ası durumu. || aşırı gitmek, B ek len en davran ış tan d a h a fa z la sın ı g ö sterm ek; ölçüyü kaçırm a k; ıısandırmak.\\ aşın hız, O lağan hızdan d a h a y ü ksek hız. ||aşırı otlatm a, biy. O tlatılan hayvan sayısının çokluğu y a d a otlatm a süresinin uzunluğu s e b e b iy le m eranın çıp la k a la n a dön ü şm esi durumu. || aşırı taşırı, Ç o k aşırı, ç o k f a z la m iktard a; m ü b a la ğ a la r la,|| aşırı uç, P o litik a d a en s a ğ ve en s o l kan attaki yıkıcı ve y ıp ra tıcı g ü ç le r.|| aşırı üretim , B ir m alın talep m iktarının üstünde üretimi, aşırıcı, [aşırı-cı] sf. 1. Siyasal olarak kabul edilmesi mümkün olmayan görüşler ortaya atan. 2. Bir öğre tiyi aşırı sınırlarına kadar götüren, aşırıcı, [aşır-mak > aşır-ıcı] sf. Aşırma işini yapan, aşırıcılık, -ğı [aşırı-cı-lık] is. Kabul edilmesi müm kün olmayan siyasal görüş sahibi olmak, aşırılık, -ğı [aşırı-lık] is. 1. Aşırı olma durumu; abartı; mübalağa. 2. Aşırı olan şeyin niteliği; ifrat. B aşırılığa kaçm ak, Toplumun b eğ en i ve d eğ e r yargılarının dışın a çıkm a k; ölçüyü k a çırm a k ; ifrata kaçm ak. aşırılma, [aşır-ıl-ma] is. Aşırılmak işi. aşırılmak, [aşır-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Üzerinden ge çirilmek. 2. Bir yerden aktarılmak; (bilgi) çalın mak. 3. argo. Çalınmak, aşırım, [aşır-ım] {ağız} is. Seyrek dikiş. [DS]
ma. [DS] 14. {ağız} Bar denilen halk oyunu. [DS] <3 aşırm a kayış, D ön m e gücünü akta rm ak için k a s naktan k asn a ğ a g eçirilen ç em b er şeklin d eki kayış. aşırmacılık, [aşırma-cı-lık] is. Bir başka yazarın ese rinden konu veya şekil almak, aşırm ak, [aş-mak > aş-ır-mak] gçl. f i [ -ır ] 1. Bir nesneyi yüksek bir şeyin üstünden öte yana geçir mek. 2. Tehlike altındaki bir şeyi acele oradan uzaklaştırmak. 3. a rg o. Çalmak; yürütmek. 4. Sı kıntılara göğüs gererek güçlükleri yenmek; atlat mak;. savmak. 5. Bir besteden diğerine geçmek. 6. {ağız} Erkek hayvanı dişisi ile çiftleştirmek. [DS] 7. {ağız} Yüklü hayvanın yükünü yıkmak. [DS] 8. {ağız} Savmak; atlatmak. [DS] 9. {ağız} Yolcu et mek; uğurlamak. [DS] 10. {ağız} İşini görmek; be cermek. [DS] aşırm asyon, [aşır-ma + Fr. -tion] is. a rg o. Çalma, hırsızlık. aşırt, [aş-mak > aş-ır-t] {ağız} is. Bir tepe ya da yamacın arkada kaldığı için görünmeyen yüzü; ileri arka taraf. [DS] S aşırtta kalmak, {ağız} B ir d o ğ a l e n g el yüzünden g e r id e k a la r a k görünm em ek. [DS] aşırtı, [aşır-tı] is. 1. Aşırılmış, çalınmış olan. 2. Bir kimsenin sorumluluğu altında bulunan bir maldan veya paradan bir kısmını çalması; ihtilas. aşırtıcı1, [aşırt-mak > aşırt-ıcı] sf. Aşırtmak işini ya pan. aşırtıcı2, [aşırtı-cı] is. Aşırtı yapan kimse; muhtelis. aşırtm a, [aşır-t-ma] is. 1. Aşırtmak işi. 2. Kaçırma; gizleme. 3. Yaşmağın üst parçası. 4. {ağız} Panto lon askısı. [DS] 5. {ağız} Kadın geceliklerinin omuz askısı. [DS] 6. {ağız} Eyerde terki, semerde kolan bağı. [DS] 7. {ağız} Aralıklı ve atlamalı dikiş. [DS] 8. sf. Üstten atılan, aşırtılan. 9. Çalıntı,
aşırlamak, [aşır-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] aşırtm aca, [aşır-t-maca] zfi. Gizlice; göz ucuyla, 1. İri iri ve araklıklı olarak dikmek. 2. İki parçayı aşırtnıaç, [aşırt-maç] {ağız} is. 1. Semer paldımının üst üste koyup kenarlarından dolanarak dikmek. aşağıya düşmemesi için sağrı üzerinden ve iki yan [DS] dan paldıma bağlanan kemer. 2. Doğal engebelerin aşırma, [aşır-ma Uj^T] is. ve sf. 1. Aşırmak suretiyle arkada kaldığı için görünmeyen yüzü. 3. sf. Çok. [DS] yapılan; aşırtma. {eAT} (aynı) 2. Birbiri üzerinden geçirilip bağlanan şeyler. 3. Eğimli çatılarda eğik aşırtm ak, [aşır-t-mak] gçl. f i [ -ır ] 1. Bir şeyi yüksek bir yerden öte tarafa geçirmeyi sağlamak; atlatmak. çatı merteklerini tutan makas kirişlerine yatay ola 2. Tehlikeyi, sıkıntıyı savuşturmasına yardımcı ol rak yerleştirilmiş kalas; aşık. 4. arg o. Çalıntı. 5. ed. mak. 3. a rgo. Çaldırmak, Bir eserden kaynak göstermeden alman veya ken disininmiş gibi gösterilen; intihal. 6. Üstünden su yun akmasına izin verilecek şekilde yapılan bent. 7. tağız} Küçük bakraç; kova. [DS] 8. {ağız} Pantolon askısı. [DS] 9. {ağız} Boyuna asılan fişeklik. [DS] 10. {eAT} {ağız} Semer paldımının aşağıya düşme mesi için sağrı üzerinden ve iki yandan paldıma bağlanan yün veya kayış kemer. [DS] 11. {ağız} Bo yuna veya omuza asılan muska, hamaylı bağı. [DS] 12. {ağız} Abartılı konuşma; mübalağa. [DS] 13. spor, {ağız} Yağlı güreşe başlarken sağ kolunu, hasmının sağ omzundan aşırıp belindeki kuşaktan tut
aşıru, [âşırü
{eAT} s f Aşağı,
aşısız, [aşı-sız] sf. Aşı yapılmamış olan, aşısızlık, -ğı [aşı-sız-lık] is. Aşısız olma hâli, aşışmak, [aş-mak (çiftleşm ek) > aş-ış-mak {eAT} işteş f i [-u r] (Hayvan için) çiftleşmek veya erkek hayvanlar birbiri ile aşarmış gibi birbiri üze rine çıkmak. aşıt, -dı [âş-mak (geçm ek) > aş-ıt] is. 1. Küçük bir akarsuyu veya hendeği geçmek için yapılan küçük köprü. 2. Dağ geçidi. 3. {ağız} Siper; kuytu yer.
OlMr«ESBMİ.334
Mİ [DS] 4. {ağız} Gözün göremediği yer; uzak. [DS] 5. {ağız} Dağ ve tepelerin üzerinden arka tarafa aşıla cak yer. [DS] 6. {ağız} Tepe ve dağm görünmeyen arka yüzü. [DS] 7. {ağız} Zahire koymak için ev içi ne kazılan çukur. [DS] 8. {ağız) Yatak yorgan konu lan evin bölmesi. [DS] 9. {ağız} sf. Gizli. [DS]
aşinalık, -ğı [aşina-lık] (a :şin a:lık ) is. 1. Birbirini tanıma; tanışıklık. 2. Tanışıklığı gösterir tutum ve davranış. S aşinalık duymak, Yakınlık hissetm ek, tanım ak.|| aşinalık etmek, Y akınlık duyduğu ve tanıdığını b e lli etm ek; sela m la m a k .|| aşinalık gös term ek, Tanıdığını b e lli etm ek; ilgilenm ek.
aşıtlamak, [aşıt-la-mak] {ağız} gçsz. f . f - r ] [-l(ı)-y o r] aşinayan, [Far. âşinâyân OU'-^iT] (a :şin a :y a :n ) {OsT} 1. Utanmak. 2. Gizlice, dikkatten kaçırarak bir ha is. 1. Tanıyanlar; bilenler; anlayanlar. 2. Tanışıklık rekette bulunmak. 3. gçl. İri iri teyellemek. [DS] lar; dostluklar. aşıtm ak, [eT. aşğı-t-mak] {eAT} gçl. f . [-u r] Aşın aşinayi, [Far. âşinâyı(a .şin a .y i) {OsT} is. Ta dırmak. nıdık olma durumu; dostluk; ahbaplık, aşi1, [Far. âşî ^ T ] (a :ş i:) {OsT} is. Aşçı. aşi2, [Ar. ‘aşı(a şi:) {OsT} sf. 1. Gece körlüğüne yakalanmış. 2. is. Akşam. 3. Akşam yemeği. aşi3, [Ar. ‘âşî
(â :ş i :) {OsT} sf. Akşam yemeği
yiyen. aşi4, [Ar. ‘âşî / ‘âşiye <^1* / ^ U ] (a :ş i:) {OsT} sf. Gidip uzaklaşan,
(aşi'.b) {OsT} sf. Bol otlu; daha
çok otlu. aşifte, [Far. aşüften (aklı karışm ak) > aşüfte 4^iil] (a:şifte) {OsT} is. -*■ aşüfte, aşihe, [Far. âşIhe^^ıT] (a :şi:h e) {OsT} is. Kişneme. aşik, [Ar. ‘aşık J^ i*] (aşi:k, k kalın söylen ir) {OsT} sf. Çok âşık; karasevdalı, aşikâr, [Far. âşkâr
aşinos, [Yun. ahinos] {ağız} is. Deniz kestanesi. [DS] aşir1, [Ar. ‘ aşer (on) > ‘uşr (on d a bir) > ‘âşir (a :şir) {OsT} sf. 1. Onuncu. 2. is. İmparatorluk dö neminde, tarım ürünlerinden alınan onda birlik vergiyi toplayan memura verilen ad. aşir2, [Ar. ‘aşer (on) > ‘aşır
aşib, [Ar. ‘aşib v - ^ ] {OsT} sf. Çok otlu. aşib, [Ar. ‘aşîb
aşine, [Far. âşine -c-iT] (a:şin e) {OsT} is. Yumurta,
(a :şik â :r) (O sT}sf\. Gözle
görülebilen; meydanda. 2. Belirli; açık. 3. İnkâr edilemez. 4. İspata gerek kalmayan. 5. zf. Açık bir şekilde; saklamadan; açıkça. S1 aşikâr etmek, 1. M eydana çıkarm ak. 2. B e lli etm ek. || aşikâreye vurm ak, M eydana çıka rm a k.|| aşikâr kılmak, Or taya çıka rm a k ; belli etm ek; a ç ığ a vurmak. || aşikâr olm ak, O rtaya çıkm ak, belli olm ak.
(a şi:r) {OsT} sf. 1.
Onda bir. 2. is. Kur’an-ı Kerim’den herhangi bir toplulukta okunan on ayetlik bölüm. 3. Yakın arka daş. 4. Eş, koca, aşiran, [Far. ‘aşırân oljuit] (a şi:ra :n ) {OsT} is. müz. Türk musikisinde mi perdesi üzerinde uşşak ile buselik dizisinin birleşmesi suretiyle yapılmış Hü seynî aşiran makamının ve perdesinin kısaltılmışı. S aşiran perdesi, Türk m usikisinde o rta sek iz lid e ki mi notasının a d ı; hü seyn î aşiran. aşiren, [Ar. ‘aşer (on) > ‘uşr (on d a bir) > ‘âşir > ‘âşiren f^ip] (a:şiren ) {OsT} zf. 1. Onuncu olarak. 2. Onuncu sırada, aşiret, [Ar. ‘aşîret o *-ip ] (a şi:ret) {OsT} is. 1. Kökü
aşikâre, [Far. âşkâre ojlSLiT] {OsT}zf. Saklamaya giz
aynı olan, birlikte yaşayan ve birlikte konup göçen insan topluluğu. 2. Bir soya bağlı ve yerleşik olma yan halk; konar göçer; göçebe. 3. Kabile; uruk; boy; oymak. 4. Sivas dolaylarında oynanan bir ha lay.
lemeye gerek görmeden; belli ederek; açık olarak; açıkça.
aşivada, [Yun. ahivada] {ağız} is. zool. Deniz böceği, (Cardiıım edu le). [DS]
aşikâren, [Far. âşkâr > Ar. -en IjlSLiT] (a :şik â :ren ) zf. Açık olarak.
aŞ*y> -yyi [Ar. ‘aşiyy
{OsT} is. Günün batması;
akşam.
aşina1, [Far. şinâhten (tanım ak) > âşnâ bJiT] (a :şin a:)
aşiyan, [Far. âşiyân OLiI] (a :şiy a :n ) {OsT} is. 1. Kuş
{OsT} sf. 1. Bildik; tanıdık. 2. Bilgisi olan; bilen. 3. is. Bildik tamdık kimse; yalcın kişi. 4. Dost. 5. zf. Tanıdık bir şekilde; dostça, fi1 aşina çıkm ak, Ta nım ak. bilmek.\\ aşina gelmek, T anıdık çıkmak.\\ aşina kılmak, İk i kişinin birbirin i tanım alarını, ilgi ve y a kın lık duym alarım sağ lam ak. || aşina olmak, Tanıdık, bildik, a h b a p olm ak.
yuvası. 2. Ev; bark; yuva. S âşiyân-gîr, Yuva tu tan; yuvalanan.\\ âşiyân-ı aşk, Aşkyuvası.\\ âşiyânı h arâb , Yıkık yuva. || âşiyân-ı m ürg-i dil, G önül kuşunun yuvası. "Aşiyan-ı m ürg-i d il zülf-i p e r iş a nın dadır / K a n d e olsam ey p e r i gönlüm senin y a nındadır. ” Fuzulî ||âşiyân-sâz, Yuva yap an , y e r tu tan.
aşina2, [Far. âşnâ L^T] {OsT} sf. Suda yüzen.
aşiyye, [Ar. ‘aşiyye leden sonra.
{OsT} is. 1. Akşam. 2. Öğ
İ i f f i î l IflfflC f M M
«335
aşk, [Ar. ‘ışk > ‘aşk &*■] {OsT} is. 1. Bir kişiyi, karşı
AŞK
le c e k b ir iş y a p a n a söylen en takd ir sözü ; aferin. 2. (C üm le vurgusu başta.) B eğ en ilm ey ec ek bir d a v ra nış için sitem sözü. 3. içki, m eclislerin d e söylen en iyi d ile k sözü.|| aşk olsun, aşkın cem al olsun, K en d isin e niyaz eden d erv işe şeyh “A şk o ls u n ." d er; derviş d e “aşkın cem a l olsun. ” k arşılığ ım v e rir.|| aşk pazarı, m ec. Sevgiden b a şk a h içb ir şeyin önem taşım adığı y e r ; sevgi dünyası.|| aşk-perver, Aşkı b esley en ; aşkı artıran. || aşkta kazanm ak, 1. Sevdiğinden k arşılık görm ek. 2. Sevilm ek]] aşktan anlam ak, Sevginin ve sevm enin d eğ erin i takdir etm ek; a ş k e r b a b ı o lm a k; a ş k eh li olm ak. || Aşk Tanrısı, mit. Yunan m itolojisin de o kları ile insan ları kalbin den vuran y a d a k a lp leri tutuşturan sev g i tanrısı; Eros.]\ aşk u sevda, Ç o k derin sevgi'. || aşk u şevk, D erin sevgi ve bunun h ey ecan ı.|| aşk ve meşk, İ ç ten g e le r e k y a p ıla n ç a lıp söylem e. ||aşk ve niyâz, tasvf. D erv işler a ra sın d a sela m ve tevazu gö sterm e.|| aşk verm ek, Şeyhin dervişin selam ın a k a rşılık verm esi.|| aşk yapm ak, B irisi ile cin sel ilişkid e bulunm ak; sevişmek]] aşk yolu, Sevgiye götü ren y o l; reh -i aşk.]] aşk yuvası, 1. S evgi ve mutluluk dolu ev. 2. Sevgililerin buluşup sev iştikle ri yer. 3. Y asal olm ayan cin sel ilişkid e bulunulan ev, oda.
cinsten birine bağlayan, güçlü ruhsal ve bedensel duygu; sevda; sevgi; sevi. 2. gnşl. Sevgi ilişkisi. 3. Bir şeye karşı aşırı düşkünlük. 4. tasvf. Allah sev gisi. 5. Bir ideale veya yüce tanınan değere bağlı lık. 6. Heyecan; coşkunluk. S1 aşka dalmak, Sevgi içinde kendini kaybetm ek. || aşka düşmek, A şık o l m ak; sev d ala n m ak ; vurulm ak; tutulm ak; se v d a lan m ak,|| aşka esir olmak, Bütün gücünü sevgi yolunda h arcam ak. || aşka gelmek, B ir işi y a p m a k için için de güçlü b ir istek duym ak; istekleyapmak.\\ aşka kul olmak, Bütün gücünü sev g i y o lu n d a h a r cam ak .|| aşk ateşi, Aşkın ıstırap v erici ö zelliğ i.|| aşk badesi, Saz şairlerin in rü yaların da sev g ilileri veya p ir le r i elinden içtikleri, â şık lık ve şa irlik n asi binin verildiğinin n işan esi oldu ğu söylen en içki. | aşk-bâz, 1. A şk oyuncusu. 2. S evm ediği h â ld e se v er görünen.|| aşk câm ı, ed. Saz şairlerin in a şk b a d e sini içtikleri kadeh. || aşk çilesi, Sevgi yüzünden ç e kilen, katlan ılan sıkıntılar.\\ aşk deryası, Sevgi d e nizi.|| aşk ehli, 1. G önlü sev g i dolu kim se. 2. Sevgi den anlayan kimse.\\ aşk elinden, Sevgiyüzünden.\\ aşk erbabı, 1. G önlü sev g i dolu kim se. 2. Sevgiden ve sevenin hâlin den an layan kim se.|| aşk etmek, 1. Vermek. 2. (T okat için) atm ak; vurmak. 3. Tutuş turmak,|| aşk gecesi, S ev işerek g eçirilen g ec e . || aşk aşk ar’, [Far. âşkâr jlSLiT] (a :şk â :r) {OsT} sf. -*■ aşi günahı, Y asak sevişm enin son u cu .|| aşk-ı cismânî, kâr. T ensel arz u lara dayan an sev g i; m addi aşk.\\ aşk-ı aşkar2, [Ar. şakar (koyu olm ak) > aşkar yi^l] {OsT} derün, Gönlün içinde, d erin liklerin d e o la n sevgi. |j sf. 1. Koyu al. 2. (Kişi için) kızıl saçlı adam. 3. aşkı domalmak, {ağız} Ş evke gelm ek. [DS]|| aşk-ı {ağız} Sarı saçlı adam. [DS] 4. Doru at. 5. {ağız} Kiri eflatunî, P la ton ik aşk.\] aşk-ı fazl u hak, D oğru luk çıkarılamayan beyaz çamaşırların donuk rengi. ve fa z ile t sevgisi. ||aşk-ı füsünkâr, B üyüleyici aşk. || [DS] 6. {ağız} Açık sarı boya. [DS] 7. {ağız} Saçının aşk-ı hakîki, M addeye ba ğ lı olm ayan, g e r ç e k sevön kısmı dökülmüş adam. [DS] 8. {ağız} Çil. [DS] 9. gi.|| aşk-ı İlahi, A llah sev g isi.|| aşk ile, K en dinden {ağız} Hayvanların başındaki beyazlık. [DS] 10. g eçercesin e; gönülden.\\ aşkım, Sevilen kim seye {ağız} Edepsiz kadın. [DS] S aşkar gözi, {eAT} B ir hitap sözü. || aşk-ı m akhûr, K a h ırd an m ahvolm uş tür içki kadehi. aşk.|| aşk-ı m arazı, D üzensiz b ir ruh hâlin i y a n sı tan an o rm al sev g i; karasevda.]] aşk-ı mecazî, Al aşkar3, [Ar. eşkâl => aşkar? / aşğar] {ağız} is. Şekil; biçim; eşkal; nişan. [DS] S aşkarı bozuk, {ağız} 1. lah sevgisin e u la şm ak için onun yarattığ ı g eç ic i Çirkin; biçim siz; vüzsüz. 2. Sözüne g üvenilm ez kişi. suretlerden birin i sevm e. || aşk-ı mem nu, Yasak [DS] aşk. || aşk-ı m ürde, Ölmüş, y o k olm uş aş7c.|| aşkın dan çıldırm ak, S ev g id e a şırı d av ran m ak; m ecnuna aşkar4, [Far. aşhar (potas)] {ağız} is. 1. Ilık su. 2. dönmek.\\ aşkından delirmek, S evgide a şırı dav Küllü su. 3. Kök boya işlemine başlamadan önce ranm ak; m ecnuna dönm ek. || aşkından deliye dön uygulanan kimyasal işlem ve bu işte kullanılan sı mek, Sevgide aşırı d av ran m ak; m ecn una dönm ek. || vı. 4. Gübre ve küllü su gibi maddelerdeki asitli et aşkından ölmek, S evgide a şırı gitm ek. || aşkından ken madde, 5. Renk. [DS] fi1 aşkar vermek, {ağız} sapıtmak, Sevgide a şırı davran m ak; m ecnuna dön B oy ay ı tutturmak. [DS] m ek.||aşkını verm ek, Bütün sevgisin i b ir tek kişiye aşkarlam ak, [aşkar-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r] [-l(ı)ayırm ak.|| aşk-ı ruhanî, M anevi sev g i; A llah sev g i y o r ] 1. Kura sebzeyi küllü su ile haşlamak. 2. Y e si.|| aşk-ı sehhâr, B üyüleyici aşk. || aşk itmek, meği baharat ile terbiye etmek. 3. Derileri tanenli {eAT} Sevgi ve saygı sunm ak. ||aşk izdivacı, E şlerin bitkilerle terbiye etmek. 4. Yün ya da pamuğu bo birbirini s e v e r e k y a p tık la rı evlenm e. || aşk kadehi, yamadan önce kimyasal işlemden geçirmek. [DS] Saz şairlerin in a ş k ba d esin i içtikleri kadeh. || aşk aşkarlanm ak, [aşkar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] macerası, K a lıcı olm ayan, g elip g e ç ic i sev g i ve 1. İçerlemek; sıkılmak. 2. Kir tutmak. [DS] sevişm e olayı.\\ aşk odu, Aşkın ıstırap v erici ö zelli aşkarsız, [aşkar-sız] sf. 1. Yüzsüz; biçimsiz; sevim ği.|| aşk olsun, 1. (C üm le vurgusu so n d a .) B eğ en i
ÖIüMIÜMtSÖM.
AŞK
siz; çirkin. 2. Herhangi bir iz, belirti veya nişanı bulunmayan.
yırtık yerlerini örerek onarmak. [DS] 3. {ağız} Y a mamak. [DS]
aşkefza, [A r.‘ aşk+Far. efzâ \y>\ j i t ] (a şk efz a :) {OsT}
aşlamak2, [aş (yem ek) > aş-la-mak] {eT} gçl. f i [-r ] Yemek; içmek; gıda almak. [İKPÖy.] [EUTS] aşlamak3, [aş-la-mak] gçl. fi. [ - ı ] [-l(ı)-y o r] 1. Kat mak; karıştırmak. 2. {ağız} Aşı yapmak. [DS] 3. Sebze fıdesi dikmek, aşlamalık, -ğı [aş(ı)-la-ma-lık] is. Fidanlık, aşlanm ak, [aşla-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r ] Bir şeye göz dikmek; ağzı sulanmak. [EUTS] aşlaşturu, [aşla-mak > aş-la-ş-tur-u] {eT} zf. (Bağla mak için) iyice; sağlamca. [EUTS] aşlatm ak, [aşla-mak > aşla-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] Kap kenetlenmek. [DLT]
is. miiz. Türk musikisinde Kürdi makamın hüseyni (mi) perdesindeki göçürümü ile elde edilen bir ma kam. aşkı, [aç-mak > aç-kı] {ağız} is. Oklava. [DS] aş kılık, -ğı [aç-mak > aç-kı-lık] {ağız} is. 1. Bir tür anahtar. 2. Bir tür yufka böreği. [DS] aşkın1, [aş-mak > aş-km] sf. 1. Aşmış olan; geçmiş bulunan. 2. Belli bir süreyi ve zamanı geçen. 3. Be lirli bir ölçünün üstüne çıkan. 4. Fazla; çok. 5. Son ra. 6. fe l. Deney dünyasının sınırları dışında. 7. {ağız} (Hayvan için) dişiye çok düşkün. [DS] <5 aşkm sigorta, M alm d eğ erin d en fa z l a sig o rta d eğ eri. || aşkın taşkın, G iy eceklerd en d ışa rı s a r k a c a k ş e k ild e ç o k fa z l a iri, aşırı. aşkın2, [ış-kın] {ağız} is. 1. Kuzukulağı; ışkın, (Rum ex a ceto sa ). 2. Asmanın yeni yeşeren dalları; taze sürgünler. [DS] aşkına, [Ar. ‘aşk => aşk-ı-n-a] zf. 1. (Bir kutsal ya da değer için) uğruna; yoluna. 2. iinl. (İçki meclisinde) şerefine; sağlığına, aşkınlık, [aş-km-lık] is. Aşkın olma durumu, aşkınsuz, [‘aşk-ın-suz ySJU^-] {eAT} sf. Senin aşkın olmadan; sevginden uzak olarak, aşki, [Ar. ‘aşk > ‘aşk! / ‘aşkiyye U i f /
(aşki:,
k kalırı söylen ir) {OsT) sf. Aşka ilişkin; aşkla ilgili; sevgi ile ilgili, aşklı, [aşk-lı] sf. Aşk içinde; sevgi dolu, aşku, [Far. âşkü / âşküb
/ _jSLiT] (a .şk û :) {OsT}
is. 1. Tavan. 2. Tabaka; kat. 3. Gökyüzü; felek, aşkuıısuz, [aşk-un-suz] sf. Aşkın olmadıkça; aşkın dan uzak olarak, aşlagçı, [aş-lağ-çı] {eT} is. Kap kacak tamircisi [Mühennâ] aşlak, -ğı [aş-(ı)-la-k] {ağız} is. 1. Aşılanmış, aşı yapılmış fidan. 2. İyi cins yemiş. 3. Eskidiği için ek ve yama yapılmış giyecek. 4. Kolsuz kadın bluzu. 5. sf. Budala; ahmak. 6. Cılız; çelimsiz. [DS] aşlalmak, [aşla-mak > aşla-l-mak] {eT} edil. f . [-u r] Kap kenetlenmek. [DLT] aşlanıa1, [aş-la-ma] {ağız} is. 1. Aşı yapılmış fidan. 2. Aşılanmış armut. 3. Yeni dikilmiş fidan. [DS] aşlam a2, [aş-la-ma] {ağız} is. 1. İçine buz veya kar karıştırılarak soğutulmuş su. 2. Meyan kökü şuru bu. [DS] ö aşlam a su, {ağız} İçin e buz veya k a r k a rıştırıla rak soğutulm uş su. [DS] aşlam a3, [aş-la-ma] {ağız} is. Eskimiş çorapları öre rek yapılan onarım. [DS] aşlam ak1, [aş (kenet) > aş-la-mak] {eT} g ç l . f [ - r ] 1. Kap kenetlemek. [DLT] 2. {ağız} Yün giyeceklerin
aşlık1, -ğı [aş-lık j J - i î / jliT ] is. 1. Yemeklik; {eT} {eAT} (aynı). /Mühennâ] [DLT] 2. Yıkanıp temizlen dikten sonra kurutulan yemeklik buğday; zahire. {eT} (aynı) [Mühennâ] [DLT] 3. {ağız} Buğday ve mı sırdan yapılan çorbalık, bulgur gibi yiyecekler. [DS] 4. {ağız} Yemeklik sebze. [DS] 5. {eT} Aşevi; mutfak; yemekhane. [Gabain] [EUTS] S aşlık keşlik, Y em eklik seb z eler. || aşlık pilavı, K ızartılm ış erişteden y a p ıla n p ila v . aşlık2, -ğı [aç-lık] {ağız} is. -*■ açlık. [DS] aşlıkçı, [aşlık-çı] is. Yiyecek şeyler müteahhidi. Aşlis, [Sansk. aslesâ] {eT} öz. is. Bir yıldız adı. [EUTS] aşm a1, [aş-ma] is. 1. Aşmak işi. 2. Bakırdan yapılan silindir biçiminde kova. 3. Erkek hayvanın dişi hayvanla cinsel ilişkide bulunması. 4. Hücum. aşm a2, [aç-mak > aç-ma] is. 1. Kayısı, erik, şeftali gibi meyvelerin çekirdeği çıkarılarak kurutulması işi. 2. Yufka. aşm ak1, [eT. âş-mak j*-sî] gçl. f i [ - a r ] 1. Yüksekte bulunan bir engelin üzerinden öbür tarafa geçmek; bir şeyin üstünden geçmek. {eT} (aynı) [ETY] [Gabain] [Tekin] [Mühennâ] 2. Bir uzaklığı geçip gitmek; kat etmek. 3. Kurallarla belirlenmiş bir davranışı aşırılığa vardırmak; sınırı geçmek. 4. Ön de giden birini bilgi, beceri ve başarısıyla geçmek. 5. Engel olarak görülen bir sorunun üstesinden gel mek. 6. Belirli bir miktarı geçmek; taşmak. {eAT} (aynı) 7. Basmadan geçmek; atlamak. 8. {eT} Ço ğaltmak artmak; çoğalmak. [EUTS] [Gabain] 9 {eT} Bir tepeyi öbür yana geçmek; öne geçmek. [DLT] 10. Kaçmak; uzaklaşmak. S aşa gelmek, {eAT} B irden a şm a ğ a başlam ak.
.
aşm ak2, [eT. âş-mak ^«-sT] {eAT} {ağız} gçl. fi. [ -a r ] (Erkek hayvanlar için) dişisiyle çiftleşmek. [DS] aşna1, [Far. âşnâ l^iT] (a :şn a :) {OsT} sf. 1. Yüzen; yüzücü. 2. is. Yüzme. 3. Yüzgeç. S âşnâ-ger, 1. Yüzücü. 2. Yüzgeç.|| âşnâ-gerî. Yüzücülük.|| âşnâver, 1. Yüzücü. 2. Yüzebilen şey veya insan.|| âşnâverî, Yüzücülük,
aşna2, [Far. aşina / aşna U iî] (a :şn a :) {OsTj sf. 1. Ta nıdık; dost; aşina. 2. {ağız} Bilgili. [DS] 3. {ağız} Güler yüzlü çocuk. [DS] 4. {ağız} Kadın tarafından sevilen erkek; dost; sevgili. [DS] fi1 aşna fişne, 1. argo. Gizli d ost; oynaş. 2. {ağız} D edikodusu, adı çıkmış kim se. [DS]|| aşna fişne etmek, 1. Gizli dostluk kurm ak. 2. (K arşı cinsten iki k işi için) bir birlerinden hoşlan dıkların ı belirten h a rek etlerd e bulunm ak; oynaşmak.\\ aşna fişne olmak, {ağız} D edikodusu y a y ılm ak; adı kötü ye ç ıb n a k . [DS]|| aşnaları açılm ak, {ağız} Ö n celeri durgunken so n radan h a rek ete gelm ek. [DS]|| aşna vişne, {ağız} 1. Gizlice sevişen. 2. Gizli b ir şey i im a etm e. [DS] aşnab, [Far. âşnâb vjUiT] (a :şn a :b ) {OsT} sf. Yüzücü, aşnah, [Far. âşnâh »LiT] (a :şn a ;h ) {OsT} sf. Yüzücü, aşnalık, -ğı [aşna-lık] {ağızjis. 1. Şaka. 2. Hoş soh bet. 3. Dostluk; sevişme. [DS] aşnav, [Far. âşnâv jLuiT] [a ;şn a :v ) {OsT} sf. -*■ aşnab. aşnayan, [Far. âşnâyân ıM*LîT] (a :şn a :y a :n ) {OsT} is. Aşinalıklar; dostluklar; tamdıklıklar. aşnayi, [Far. âşnâyı ^.UiT] (a :şn a :y i;) {OsT} is. 1. Aşinalık; bildiklik; tamdıklık. 2. Yüzme sanatı; yü zücülük. aşnı, [eT. aşnu (geçm iş)] sf. Geçmiş dönemden ka lan; arkaik. aşnu, [âş-mak > aş-u-mak (ö n ce g elm ek) > aş-(u)n-u] {eT} zf. 1. Eskiden; önce; geçen; geçmiş daha önce; evvel; evvelce. [EUTS]. [DLT] [Mühennâ] [IKPÖy,] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Önünde. [İKPÖy.] aşnuça, [aşnu-ça] {eT} zf. Önce; daha evvel; önceleri. [EUTS] aşnugı, [aşnu-ğı ^ y^ > 7] {eAT} sf. Önceki; eski; ka dim. aşnukan, [aşnu-kan] {eT} zf. Önceleri. [EUTS] aşnukı, [âş-mak > aşunmak > aşnu-kı] {eT} sf. Önce ki; ilk; evvelki. [ETY] [Mühennâ] [EUTS] S aşnukı ana, İlk a n a ; H avva. [Mühennâ]!? aşnukı ata, İlk ata; Adem. [Mühennâ] aşnurak, [aşunmak > aş-nu-rak] {eT} zf. Önceden; evvelden; baştan, [Gabain] [EUTS] aşot, [Yun. aşoti] {ağız} is. Akarsuların ortasındaki adacık. [DS] aşoz, [Yun. agatos] (a'şoz) is. dnz. Ahşap gemilerde borda kaplamaların uçlarının yerleştirildiği üçgen oluk. aşr, [Ar. 'aşr yus-] {OsT} is. 1. Ona yükseltme; doku za bir ekleyerek on sayısını elde etme. 2. Dinî tö renlerde Kur’an-ı Kerim’den on ayetlik bir bölüm okuma, fi1 aşr-hân, { OsT} E z b ere on ay etlik bölüm okuyan.|j aşr-ı âhir, {OsT} Ayın on günlük son kısnn.\\ aşr-ı evsat, {OsT} Ayın ikinci on günlük kıs mı]} aşr-ı evvel, {OsT} Ayın ilk on günü.
aşrulm ak, [aş-(u)r-ul-mak] {eT} edil. f . [-u r ] Tepe den aşırılmak. [DLT] aşsam ak1, [aş (yem ek) > aş-sa-mak] {eT} gçsz. f. [ - r ] Yemek yemek istemek. [DLT] aşsam ak2, [âş-mak > aş-sa-mak] {eT} gçl. f . [-r] Te peyi aşmak istemek, aşsatm ak, [aş-sa-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Yemek ar zulatmak. [DLT] aşsız, [aş-sız] {eT} sf. Yiyeceksiz; yemeksiz; aç. [Te kin] [ETY] [EUTS] aşşab, [Ar. ‘aşâb (ot) > 'aşşâb k_>Lip] (a şşa :b ) {OsT} is. 1.,Bitki sınıflaması ile uğraşan bilgin; botanikçi. 2. Hastaneler için şifalı bitki toplayan kimse, aşşağılak, -ğı [aşağı-la-k] {ağız} sf. -*• aşağılak. [DS] aşşar, [Ar. ‘âşâr> ‘aşşâr jLip] (a şşa .r ) {OsT} is. Öşür toplayıcısı; aşar tahsildarı; öşürcü; ondalıkçı, aştal, [âş-ta-1 ?] {eT} sf. En son ? S aştal oğul, {eT} Birinin en son çocuğu. [DLT] aştırm a, [aş-tır-ma] is. Aştırmak işi. aştırm ak, [aş-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] (Erkek hayvan için) dişisi ile çiftleştirmek. aştî, [Far. aştı l_sx^.T] (a :şti:) {OsT} is. Barış; barışık lık; sulh. £? aştî- bahşây, {OsT} B arışı sağ layan ]] âştî-hüre, {OsT} B a r ış ziyafeti.|| âştî-perver, {OsT} B arış y a n lısı; b a rış isteyen. || âştî-perver-âne, {OsT} B a rışçıy a y a k ışır biçim de]] âştî-perverî, {OsT} B arış yan lılığ ı; ba rışçılık .|| âştî-sâz, {OsT} B a r ış ç ı; b a rışsev er.|| âştî-sâzî, {OsT} B arışsev erlik. aştiye, [Yun. aşkia (gölge)] {ağız} is. 1. Gölge. 2. Korkuluk. 3. Haberleşme amacıyla kullanılan bez. [DS] aşu, [aş-u] {eT} {ağız} is. Boya yapılan kırmızı top rak; aşı toprağı. [DLT] [DS] -aşub, [Far. âşüften (karıştırm ak) > -âşüb I
1 -J
(a :şu :b ) {OsT} son ek. Osmanlıcada, sonuna getiril diği pek çok Arapça ve Farsça kelimeden "karıştı ran, karıştırıcı" anlamında sıfatlar yapılmıştır, aşub, [Far. âşüften (karıştırm ak) > âşüb
(a;~
şu ;b ) {OsT} is. 1. Kargaşa; karışıklık. 2. sf. Karıştı ran; karıştırıcı. S âşüb-engîz, {OsT} K a rg a şa y a s e b e p olan, jj âşüb-gâh, {OsT} K a r g a ş a y e r i; gü rü l tülü patırtılı yer.\\ âşüb-geh, K a rışıklık y eri. |] âşflbi gavga, {OsT} K avgan ın y arattığ ı karışıklık. aşug’, [aş-uğ / aş-uk
{eAT} is. Aşık kemiği; aşık
oyunu. aşug2, [Far. âşüğ
(a:şu :g ) {OsT} sf. Ne olduğu
belirsiz; serseri; yabancı; bilinmeyen; meçhul, aşuğ, [Ar. ‘âşık => Erme, aşuğ] is. Türk saz şairleri nin etkisinde kalarak âşıklık geleneğine bağlı Türkçe ya da Ermenice şiirler söyleyen Ermeni saz şairlerine verilen ad.
i m
AŞU aşuk, [aş-uk / aş-uğ
{eT} is. 1. Aşık kemiği; to
puk kemiği; topuk. [DLT] 2. Demir başlık; tolga; (doğrusu y a şu k ). [DLT] aşuklamak, [aşuk-la-mak] {eT} gçl. f . [- r ] Aşık ke miğine vurmak. [DLT] aşukmak, [aşuk-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] 1. İvmek; acele etmek. [Gabain] [EUTS] 2. Özlemek. [DLT] aşulmak, [yaş-mak (örtm ek) > aş-ul-mak] {eT} edil. f . [-u r] 1. Örtülmek. 2. d ö n şl.f. Örtünmek. [DLT] aşum ak, [âş-mak > aş-u-mak] {eT} g çsz f . [ - r ] Koş mak; aşmak. [DLT] aşun, [Soğd. zwn (hayat) > ajun > aşun / asun] {eT} is. Dünya; kâinat; evren. [EUTS] aşunmak, [aş-un-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Önce gelmek; geçmek; aşmak. [DLT] [Gabain] aşur, [Ar. ‘aşr (on) > ‘âşür jj-iLt] (a ;şu ;r) {OsT} is.
H u ş u , s»
aşvan, [Kürt, aşvan] {ağız} is. Değirmenci. [DS] aşve, [Ar. ‘aşve
{OsT} is. 1. Akşam karanlığı. 2.
Akşam yemeği. Aşvini, [Sansk. asini] {eT} öz. is. Bir yıldız adı. [EUTS] aşy, [Ar. ‘aşy LS^ 'j {OsT} is. Akşam yemeği, aşyân, [Ar. ‘aşyân OM-*] (aşya:n ) {OsT} is. Akşam yemeği yiyen. -a t,1 [-t / -at / -et] yap. e. -*■ -t. -at2, [Ar. -ât o l - ] {OsT} so n ek. Arapça çoğul eki. At. [Fr. astate] kısalt, kim. Tabiatta bulunmayan an cak bizmutun hızlandırılmış alfa ışınları ile bom bardımanı sonucunda elde edilen, atom numarası 85, kütle numarası 211 olan radyoaktif element astatinin sembolü.
a t1, [ât] (a:t) {eT} is. 1. İsim; ad. [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Unvan; ün; şöhret; nam; lakap. [DLT] [Yüknekî] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] [Mühennâ] (on) > ‘âşııra’ t-lj^iLp] {OsT} is. 1. Muharrem ayının [Nevâyî] S at kü, A d ve ün; a d san. || at öng, İsim onuncu günü. 2. Şeker, buğday, nohut, fasulye ve ve ren k; isim ve sıfat. [EUTS]|| at urm ak, A d verkuru yemişlerle yapılan bir tatlı. 3. m ec. İçinde de mek\\ at yol, Ün; ik b a l; şöhret. [EUTS] ğişik öğelerin bulunduğu karışım. S1 aşure ayı, at2, [at] is. zool. 1. Atgiller familyasından binek, yük M uharrem ayı. || aşure günü, M uharrem ayının ve çeki hayvanı olarak kullanılan ortalama otuz yıl onuncu günü. ömürlü, memeli, tek toynaklı, evcil ve otçul hay aşurelik, -ği [aşure-lik] (aşıı:relik) sf. 1. Aşure yap van, (Equus caballu s). {eT} (aynı). [ETY] [EUTS] maya uygun nitelikte olan. 2. is. Aşure yapmak için [Nevâyî] [Gabain] [Tekin] [Mühennâ] 2. Satranç oyu ayrılmış yiyecek maddesi. nunda her yönde L şeklinde bir kare hareket edebi aşu rm a1, [aş-ur-ma] {ağız} is. 1. Büyük kazan. 2. Kü len bir taş. S ata atlanm ak, {eAT} A ta bin m ek.|| çük kazan; büyük kulplu tencere. 3. Büyük su ko ata binmeden ayaklarını sallam ak, Vakitsiz d a v vası. [DS] ran m ak ve sevin m ek; d erey i g ö rm ed en p a ç a la r ı sıvamak.\\ ata binmek, Atın üzerinde y o l a lm a k .|| aşurm a2, [aş-ur-ma -u^il] {eAT} is. 1. Aşırtma kolan. ata et, ite ot verm ek, 1. B ir şey i ihtiyacı o la n a d e 2. {ağız} Çarığın burnundaki ipler. [DS] ğ il d e ihtiyacı olm ayan birin e verm ek. 2. iş i ters aşut, [aş-mak > aş-ut o y il] is. 1. {eAT'} Aşılacak yer; yapm ak. 3. M evki ve m akam ları uygunsuz k işilere bel; geçit. 2. {ağız} Hudut. [DS] 3. {ağız} Sel. [DS] vermek.\\ at agaç, {eAT} D eğn ekten oyu n cak at.|| at aşutm ak, [yaş-mak (örtm ek) > (y)aş-ut-mak] {eT} akdarıcı, {eAT} B in icisiy le birlikte atı y e r e düşüren gçl. f. [-u r ] Örttürmek. [DLT] sa v a şçı; bahadır. || ata nal çakıldığını görmüş, aşüfte, [Far. âşüften (perişan olm ak) > âşüfte a^üT] kurbağa ayağını uzatmış, D eğ er li b ir şey i layık olm ayan v e ihtiyacı olm ayan kişilerin d e ta lep etti {OsT} sf. 1. Şaşkın; kendinden geçmiş. 2. Delice ğ in i ifa d e ed en söz. || at anası, İri y a rı ve erkeksi sevgi yüzünden perişan olmuş. 3. (Kadm için) ah y a p ılı kadm.\\ at arabası, Atın gücünden y a r a r la laksız ve iffetsiz; hafif meşrep; baştan çıkmış; oy n a ra k yürütülen tek erlekli araç.\\ at arkasına gel nak; silisiz; sürtük; şıllık; yollu. 4. Çekici; fettan; mek, A ta bin m ek; a ta binm eyi ö ğ ren m ek {eAT} (ay havalı. S âşüfte-dil, {OsT} Gönlü p er iş a n olm uş.|| nı)^ at ayağı, 1. Atın yürüyüşü. 2. Ayağın ucuna âşüfte dimâğ, {OsT} Aklı p er iş a n olm uş.|| âşüfteb a s a b ile c e k şe k ild ek i doğu ştan veya so n rad a n olan gân, {OsT} 1. A şüfteler; âşıklar. 2. iffetsiz kad ın an atom ik bozukluk]] at bağışlamak, {ağız} Büyük la r ,|| âşüfte-gî, {OsT} A şüftelik.|| âşüfte-hâtır, b ir iyilik veya ba ğ ış y ap m ak. [DS]|| at başı, 1. {OsT} G önlü şa şm ış; tedirgin.|| âşüfte olm ak, 1. Uzunluğu b ir a t ba şı k a d a r olan. 2. m ec. P e k az.\\ A şırı d e r e c e d e sevm ek. 2. A klı başın dan gitm ek. at başı b erab er, Aynı hizada. || at başı çekmek, aşüftelik, -ği [aşüfte-lik] is. 1. Aşüfte olma hâli; {ağız} Ç ek in erek kon u şm ak; h atır için sö z sö y le iffetsizlik. 2. Aşk sebebiyle aklı başından gitmiş mek. [DS] || at başı gitmek, 1. B e r a b e r gitm ek. 2. olma hâli. S aşüftelik etmek, Birinin hoşu n a g it Aynı sev iy ed e olm ak. || at beslenirken, kız istenir m e k için aşü fte k a d ın la r g ib i davranm ak. ken, H er şe y zam an ın da y a p ılm alı.|| at bırakm ak, aşva, [Ar. ‘aşvâ’ * I (aşv a:) {OsT} is. Gece körlü {eAT} At sürm ek. ||a t bırkıgı, {eT} Atın veya eşeğin ğü olan bayan. Aşure.
aşure, [İbr. ‘âsör (Y ahudîlerin b ir bayram ı) / Ar. ‘aşr
1 İ İ1BIİCE» 1 .3 39 genizden se s çıkarm ası. [DLT]11 at bilimi, Atın s a ğ lığına ve b akım ın a uygulanm ak üzere atı m o r fo lo j i k a çıd a n in celeyen bilim d a lı; hippoloji.\\ at bin mek, {eAT} A ta bin m ek.|| at boynuna düşmek, 1. Savaşta düşm anın hücum undan kurtu lm ak için atın boynuna sarılm ak. 2. {eAT} B oynu üzerin e eğ ile r e k atı hızla sürmek.\\ at cam bazı, 2. S irk lerd e a t üs tünde g ö steri y a p an kişi.|| at cam bazı, A lışverişe yatkın.\\ at cambazlığı, At a lıp sa tm a işi ve m esleği.\\ at cıvlandurm ak, {eAT} At oyn atm ak(?); ş a h landırm ak.|| at çalındıktan sonra ahırın kapısını kapamak, Iş işten geçtikten so n r a ted b ir almak.]] at çapm ak, {eAT} 1. At sa lm a k ; a t sürm ek. 2. A tla hücum etmek.\\ at çatlatm ak, Atı öldü rü n ceye k a d a r hızlı v e devam lı koşturmak.\\ at depmek, {eAT} Atı şiddetle ile ri sürmek.\\ at depretmek, {eAT} At sürm ek.[| at doldurm ak, Atı doludizgin so n hızla sürm ek.|| at donu, Atın rengi.\\ at elin, it elin; bize ne? H erkes ken d i m alını d iled iğ i g ib i kullanabilir. |j at eri, {eAT} B in ici.|| at evi, K erv an saray lard a, han larda atların b a k ıld ığ ı yer. || at görüp aksa mak, su görüp susamak, G erek li g erek siz h er nesneyi edin m eye k alkışm a k; ayran gönüllü o l ma,fc|| at götlügi, {eAT} Atın sağ rısın ı örtm ek üzere eyerin a rk asın a d ikilen örtü p a rç a sı. ||at gözlüğüy le bakmak, O layları ve k işileri g e r ç e k boyutları ile değil d e ken di açısın dan , d a r b ir a çıd a n d eğ erlen dirme'.k.\\ at gözü, a rg o. D işilik o rg a n ı.|| at hırsızı gibi, Giyim kuşam ı ile güven verm eyen kişi. || atı alan Ü sküdar’ı geçti, Y a p aca k b ir şe y k alm ad ı; fırsa t kaçtı.|| atı doldurm ak, {eAT} Atı doludizgin sürmek. || atı eşkin, kılıcı keskin, H er bakım dan mükemmel ve ded iğ im y a p tır a b ile c e k kudrette.\\ atına eşek mi dedik, Onu küçü m seyici sö z etm e dik.\\ atını sağlam kazığa bağlam ak, T edbirli o l mak.\\ atın ölümü arpadan olmak, A şırı kaçırılan fa k a t h oşlan ılan bir iş veya y em ek için sonu cu g ö z e almak. || atın yüğrükse bin de kaç, İm kânın v arsa kaç, kendini ku rtarm aya bakl\\ at izi, it izine ka rışmak, K a rışık lık ve k a r g a ş a için de kimin ne o l duğu anlaşılmamak.\\ a* kafalı, Aptal, b ö n .|| at kaldırmak, {eAT} B ir y e r e y etişm ek için h ızla at sürm ek; a t sü rm ek; a t koşturmak.\\ at kamçısı, {eT} Atın erkeklik organı. [DLT]|| at kapatm ak, Atı binmeye h azır h â le getirmek.\\ at kasnısı, {eAT} bot. B ir tür z a m k veren bitki. \\ at kestanesi, bot. Beyaz ve p e m b e ç iç e k le r i h o ş kokulu, y a p ra k la r ı el ayası şeklinde, c a d d e v e m eydan ları sü slem ek için yetiştirilen, m eyveleri yen m ez a n c a k taze iken p vitamini bakım ından zengin o la n 15-30 m. k a d a r büyük b ir a ğ a ç ; Hint kestan esi, (Aesculus). ||at kestanesigiller, is. Ö rn ek tipi atkestan esi olan terebinthales takım ından, m eyveleri diken li veya kabuklu a ğ a ç ve a ğ a ççık la r. || at kılı, Atın sert kuy ruk kılı.|| at kişnemesi, Atın ken din e h a s b a ğ ırm a sı]] at koparm ak, {eAT} B ir y e r e y etişm ek için hız
AT
la a t sü rm ek; a t koşturmak.\\ at koşmak, {eAT} B ir y e r e y etişm ek için hızla a t sü rm ek; at koşturmak.\\ at koşturacak k adar geniş, (Alan, b o şlu k için) ç o k gewiy.ll at koşturm ak, 1. B ir y e r e y etişm ek için hızla a t sürm ek. 2. m ec. D ilediğ i g ib i h a rek et et m ek; s e rb est olm ak, i . B iriyle çekişm ek]] at koşu su, Binicinin yön etim in de a tla rı koştu rm a işi. || at kulağı, {eAT} Uzun ay aklı bir tür kadeh. || atla a r payı dövüştürmek, İ ş e f e s a t karıştırm ak; a r a bozm ak. || atla deve değil, 1. Ç o k f a z la büyütm eye gelm ez. 2. Ç o k p a h a lı değil, satın a lın a b ilir,|| atlar anası, E rk ek si y a p ıd a ve iri y a r ı kadın.\\ atlar nal lanırken kurbağalar ayağını uzatmaz, K ü çü kler büyüklerin yan ın d a d a im a haddin i bilm elidir,|| at lar tepişir, olan eşeklere olur, Büyüklerin ç a tış m asın dan kü çü kler z a r a r görür. || at meselesi, S a t ra n çta b ir atın h er han eden b ir d e fa g eç m e k ü zere altm ış d ö rt han eyi d e dolaşm ası. || at nalı (biçimin de, gibi), 1. At nalın a ben zer; k esik elip s gibi. 2. Süs eşyaların ın büyüklüğünü a b a rtm a k için s ö y le nir]| at nalı k adar, Süs eşyalarının büyüklüğünü a b a rtm a k için söylenir]] at oğlanı, {eAT} Ata b a k a n hizm etçi; sey’is.]] at oğlanları, İm p arato rlu k d ö n e m in de sa ra y a tla rın a bakm ak, yetiştirm ek ve eğ it m ek le g ö rev li se y is le re verilen ad. || at otayıcı, {eAT} B aytar.|| at oynağı, {eAT} At oynatılan yer.\\ at oynatm ak, 1. At ü zerin de g ö ster iler y apm ak. 2. m ec. K en d isin e en g el bulunm ayışından dolayı y a p tığı işte d iled iğ i g ib i davranm ak. 3. m ec. H ü n er gösterm ek. 4. B iriyle yarışm ak, çekişm ek. || at p a zarı, Satıcıların a t sattıkları veya a lıc ıla r a atlarını g ö sterd ik leri m eydan]] at pazarında eşek osurt mak, argo. K onuştuklarının b o ş a gitm esi, din lenilm em esi]] at salmak, {eAT} At sü re rek düşm ana hücum etm ek]] at seğirtimi, At koştu rm a zam anı]] at seğirtm ek, {eAT} At koştu rm ak,|| a t serumu, Tetanos tedavisi için attan eld e ed ilen serum . || at sineği, zool. L a rv a ları a t ve sığ ırların sindirim s is tem inde yaşayan , ken d ileri m em eli ve kuşların k a n larını em erek y a şa y an kızılım sı y a ssı kabuklu b ir dış a s a la k çift kanatlı, (H ip p o b o sca equina). || at sülüğü, Sülüğün işe y a ra m a z olan ı]] at sürmek, 1. H ücum etm ek. 2. At koşturm ak]] atta duran var, duram ayan var, B ir işi y a p a b ile c e k o la n ve y a p a m a y a c a k olan d a vardır. || at takımı, A rab ay a veya s a b a n a k o ş u la c a k a ta bağ lan an kayış, ham ut vb. g e r e ç le r ; koşum ]] attan inip eşeğe binmek, M evki ve hay at tarzı bakım ın dan g e r i gitm ek. || at terbiyesi, Atın bin eğ e alıştırılm asm dan so n ra bin i cisinin v er ec e ğ i işa rete u yabilm esi için y a p ıla n e ğ i tim]] at tonı, {eAT} S avaşta a ta giydirilen zırh]] at tonu, 1. Atın rengi. 2. E skiden s a v a şla r d a a ta g iy dirilen zırh.|| at uşağı, {eAT} A ta b a k an hizm etçi; seyis.|| at uşağı, Ata b a k an hizm etçi; seyis.|| at var, meydan yok, Iş y a p a c a k g ü ç v a r f a k a t bunu uygu la y a c a k im kân olm am ak. || at yapılı, ir i yarı. || at
ÖIÜMHÜî S İM .
ATA yarışı, A tlar a ra sın d a bin icili o la r a k yapıları çeşitli y a rışla r .j) at yelesi, Atın en sesin d eki uzun ve sert tüyler. j|a t yemi, At ve a t cin si h a y v an lara yed irilen ta h ıl k ırm a sı.|| at yerine eşek bağlam ak, D eğ erli v e b e cer ik li birinin y erin e değersiz, b ecerik siz biri ni g etirm ek ,|| at yili, {eAT} At yelesi. a ta 1, [eT. ât (isim) at-a W / ■ü'T] is. 1. {e l } (eATJ Baba. [ETY] [EUTS] [DLT] [Gabain] [Mühennâ] [Yüknekî] 2. Soyundan gelinen büyük baba ve onların babaları; cet. 3. Sevilen ve sayılan büyüklere verilen unvan. 4 . Soyundan gelmekle birlikte bizden çok önceleri, asırlar önce yaşamış olan kimseler; ecdat. 5. Öğ retmen; şehzâdelerin öğretmenleri. 6. Din büyükle ri. 7. (eAT} Bektaşi şeyhi. S ata ana, (eAT} B a b a v e an n e; eb ev ey n .|| ata atası, (eAT} B ab an ın b a b a sı o la n d ed e. || ata ekesi, (eT) B ab an ın kız k a rd eşi; h ala. [Mühennâ][| ata er karındaşı, (eAT} A m ca.|| ata karındaşı, (eT} B ab an ın e r k e k k a rd eşi; a m ca [Mühennâ]|| ata karındaşı oğlanı, (eAT} A m ca o ğ lu.|| ata kız karındaşı, {eAT} H a la .|| ata kulı, {eAT} L a la . ||ata yolluğu, (ağız} Gelin o la c a k kızın b a b a sın a verilen h ed iy e; p a r a . [DS]|| atalar yurdu, T ürklerin ataların ın tarih sa h n esin e ilk d e fa çıktık la rı Orta A sya to p rak ları,|| ata yadigârı, A talardan kalm ış a rm ağ an niteliğin deki şeyler.\\ ata yadigârı dostluk, Ç o k e s k i g eçm işi bulunan, b ir k a ç kuşaktır devam ed a n a ilev i dostluk. ||atadan oğula geçmek, B a b a öldükten so n r a ev la tla ra kalm ak. a ta 2, -a ’i [Ar. catâ *1Ut] (ata:) {OsT} is. 1. Verme; ve riş. 2. Büyüğün küçüğe verdiği hediye; bağış; ih san; bahşiş. 3. Bağışlama; af. 4. Sipahilere yılda iki defa hâzineden verilen mal. fi1 atâ-bahş, {OsT} B ah şiş veren. ||atâ etmek, (OsT} H ediye etm ek, b a ğ ışla m a k ; v erm ek.|| atâ eylemek, {OsT} H ed iy e et m ek, ba ğ ışla m a k ; verm ek. || atâ-ullâh, A llah vergi si. atab , [Ar. ‘atab
(OsT} is. 1. Mahvolma. 2. Ö-
(a ta b i:) {OsT} is. (Eskiden)
Bağdat, İsfahan ve Almeria’da dokunan sağlam ipekli kumaş. atacak, -ğı [at-mak > at-acak] (ağtz}\ is. İ. Hallaç tokmağı. 2. Çocukların ok, taş atmak için kullan dıkları sapan. [DS] atacılık, -ğı [ata-cı-lık] is. biy. 1. Atalardan birinde var olan özelliğin çocuklarda kaybolduktan birkaç kuşak sonra tekrar ortaya çıkması şeklinde beliren kalıtsal özellik; atasallık; atavik. 2. m ec. Soya has davranış. ataç, [âta-ç] (eT} is. 1. Sevgili ata. [Gabain] 2. Büyük lük gösteren çocuk. [DLT] 3. sf. Atalardan gelen, atad, [Ar. ‘atâd :>Ut] (a ta .d ) (OsT} is. 1. Gerekli olan araçlar takımı. 2. Büyük kadeh, ataerki, [ata+erk-i] is. sos. Soyda temel olarak baba yı ve babanın hakimiyetini esas alan topluluk dü zenine bağlı olma; pederşâhi. ataerkil, [ata+erk-i-1] sf. sos. Soyda temel olarak babayı ve ailede babanın hakimiyetini esas alan; pederşâhi; patriarkal, ataerkillik, -ği [ata+erk-i-l-lik] is. sos. Soyda temel olarak babayı ve babanın hakimiyetini esas alan topluluk düzeni; pederşahilik. a ta f1, [Ar. ‘a tf> ‘atıfet (şefkat) > a'taf^iktl] {OsT} sf. Daha merhametli; en merhametli; pek çok merha metli. ataf2, [Ar. ‘a tf> a‘tâf LİLktl] (a-ta:f) {OsT} is. 1. Mer hametler; şefkatler. 2. Lütuflar. atag, [at-ağ] {eT} is. Son; nihayet. [EUTS] atağan, [at-ağan] {ağız} sf. 1. Övünen; atıp tutan. 2. is. Kızak kayılan yerde çocukların kardan yaptıkla rı yükseklik. [DS] atahe, [Ar. ‘atâhe i»Ut] (a ta :h e) {OsT} is. 1. Şaşkın lık; budalalık. 2. Bunama, atahet, [Ar. ‘atâhet c~»Ut] (ata:h et) {OsT} is. Aptal
lüm. atab e1, [Ar. ‘atâbe 4jUt] (a ta :b e) {OsT} is. 1. Aşk si temi. 2. Arap edebiyatında çok kullanılan a a a b ka fiye düzeninde, değişik bir vafir olan m efâîlıın, m efâîlün feû lü n kalıbıyla yazılmış ve son kelimesi a tâ b e sözüyle biten, türkü şeklinde söylenen bir rubai. atabe, [Ar. ‘atebe ^
atabî, [Ar. ‘atabı
m
] (OsT} is. -*• atebe.
atabeg, [ata+beg dLbl] {eAT} is. Lala. atabek, -ği [ata+beg] is. 1. İlk Müslüman Türk dev letlerinde yüksek dereceden bir memuriyet unvanı. 2. Selçuklu ve Osmanlı Türk devlet geleneğinde şehzadelerin eğitimi ile görevli erkek eğitimci; lala. 3. Lalalıktan yükselerek eyalet yönetiminin başına geçirilen vezir. atabey, [ata+beg] is. -*■ atabek.
lık. atahiye, [Ar. ‘atâhiyye ^ U t ] (ata:h iy e) (OsT) is. 1. Şaşkınlık; budalalık. 2. Bunama, atahiyet, [Ar. ‘atâhiyyet c_»U t] (ata:hiyet) {OsT} is. 1.
Aptallık; sersemlik. 2. Günahkârlık,
ataik, -kı [Ar. ‘atıka (eski) > ‘atâ’ilc jsU t] (ata:ik, k kaim söylen ir) {OsT} is. Eskiler, ataim , [Ar. atîme > atâ’im pJU»l] (ata:im ) {OsT} is. Ocaklar. atair, [Ar. ‘atîre (pu tlara k esilen kurban ) > ‘atâ’ir s Ut] (a ta :ir) {OsT} is. Arapların Müslüman olma dan önce Recep ayında kestikleri kurban. atak 1, -ğı [at-mak > at-ak] sf. 1. Sonucunu düşünme den ileri atılan; cüretkâr; cesur; gözü pek. 2. (ağız)
İH « { İM .
341
ATA
Geveze. [DS] 3. {ağız} Palavra atan; abartıcı; müba lağacı. [DS] 4. {ağız} Yalancı. [DS] 5. {ağız} Cömert. [DS] 6. {ağız} Bunak. [DS] 7. is. Avına saldırmaya hazır avcı kuş. [DS] 8. {ağız} Atıcı; nişancı. [DS] 9. {ağız} Meni; atmık; döl. [DS] 10. {ağız} Orman ya da dağların yüksek yamaçlarından eteklerine doğru tomruk yuvarlamak için yapılmış yol. [DS] 11. {ağız} Uçurum. [DS] 12. {ağız} Balığa olta atılan yer. [DS] 13. {ağız} Çağlayan; şelale. [DS] 14. zf. Korkusuz bir biçimde; cesurca; korkusuzca. [DS] S atak ayağı, {ağız} D ağ d an yu varlan an tom rukların indiği düzlük. [DS]|| atak başı, {ağız} D ağ d an yu varlanan tom rukların indiği yolu n en d ik y e r i; y a r başı. [DS] atak2, -ğı [Fr. attaque] is. 1. Saldırı; hücum. 2. Raki bi geriletmek veya geride bırakmak için yapılan hareket; hamle. 3. Bir kuruluşun veya kimsenin gelişmek amacıyla yaptığı hamle; atılım. 4. {ağız} Atın dörtnala koşması. [DS] S atak yapm ak, 1. H am le y apm ak. 2. S aldırıya geçmek.\\ atağa kalk mak, H ücum etm ek için h a rek ete g eçm ek. atak3, [Ar. ‘atk (k ö le a za t etm ek) / ‘ıtk (eskilik) > ‘atâk Jli*] (ata:k) {OsTf is. 1. Köle azat etme. 2. (Köle için) azat olma. 3. Eskime, atakat, [Ar. ‘atâk > ‘atâkat cüU t] (a ta :ka t) {OsT} is. İzin; azat. atakçı, [atak-çı] {ağız} sf. 1. Abartıcı; mübalağacı. 2. Geveze. 3. Cömert. [DS] atakı, [âta-kı] {eT'} ünl. sevgi ifadesi. [DLT]
“B a b a c ığ ım !" anlamında
atakımak, [atâ-mak > ata-kı-mak] {eT} gçsz. f i [-r] Meşhur olmak. [Gabain] atakımsınmak, [atâ-mak > ata-kı-msa-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r ] Şöhret kazanmaya alışmakünlü ol maya çalışmak; meşhur olmaya yeltenmek. [EUTS] [Gabain] ataklaşma, [atak-la-ş-ma] is. Atak hâle gelme, atak olma. ataklaşmak, [atak-la-ş-malc] dönşl. f i [-ır ] 1. Atak hâle gelmek; atak olmak. 2. {ağız} işteş, fi. Çekiş mek. [DS] ataklı, [atak-lı] {a ğ ız jsf Anlı şanlı; ünlü. [DS] ataklık, -ğı [atak-lık] is. 1. Atak olma durumu. 2. Atakça yapılan iş. 3. {ağız} Cömertlik. [DS] ataksi, [Fr. atahie] is. 1. Düzensizlik. 2. tıp. Kaslarda herhangi bir rahatsızlık olmadığı hâlde kasların hareket miktarını ve yönünü ayarlayamama şeklin de ortaya çıkan dengesizlik. atal1, -li [Ar. ‘atal JL t] {OsT} is. 1. Vücudun örtülü olmayan kısımları; özellikle ense. 2. Bütün vücut; endam; beden. 3. Boy bos güzelliği, atal", -li [Ar. ıtl > âtâl JU>T] (a :ta :l) {OsT} is. 1. Kol tuk altları. 2. Böğürler. 3. Yanlar; kenarlar.
atalar, [ata-lar J 4i'T] {eAT} is. Ecdat, atalet, [Ar. ‘atâlet cJUap] (ata.let) {OsT} is. 1. Tem bellik. 2. Hareketsizlik. 3 .Jiz. Eylemsizlik, atalık, -ğı [ata-lık jib't] is. 1. Ata olma durumu ve niteliği. 2. Ata olanın taşıdığı manevi sorumluluk ve duygu. 3. {eATf (T ü rkistan ’d a h an lık unvanı) Devlet naibi; atabey; vasi. 4. Bir ailenin erkek ço cuğunu yetiştirmek iizere bir ailenin yanma veril diğinde bu ailenin reisine verilen unvan. 5. Baba lık. 6. {ağız} Kayınbaba. [DS] 7. {ağız} Üvey baba. [DS] atallam ak, [atal-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] Şaşalamak; alıklaşmak. [DS] atam , [Ar. utum > âtâm j»U»T] (a :ta :m ) {OsT} is. Yüksek binalar; köşkler; hisarlar, atam a, [ata-ma] is. 1. Atamak işi. 2. Kendi adına hareket etmek üzere birisini bir işte görevlendirme; tevkil kılma. 3. Devlet memurunu açık bulunan bir kadroda görevlendirme; tayin; nasb; tavzif. atam ak 1, [eT. a t (unvan) > a t-a-mak] (a:tam ak) g ç l .f . [ - r ] [-t(ı)-y or] 1. Kendi adına hareket etmek üzere birisini bir işte görevlendirmek; tevkil kıl mak. 2. Devlet memurunu açık bulunan bir kadroda görevlendirmek; tayin etmek. {eT} (aynı) [ETY] 3. {eT} Ad vermek; isim koymak; adlandırmak. [Mühennâ] [Üç İtigsizler] [Gabain] [EUTS] 4. {eT} Un van vermek. [ETY] 5. Ad takmak; lakap vermek. [DLT] 6. {eT} Seslenmek; çağırmak. [EUTS] 7. gçsz. f i Bir şeye ait olmak. [EUTS] atam ak2, [ata-mak] gçsz. fi. [-r ] [-t(ı)-y o r] Sözünde durmamak. atam an 1, [ata (b a b a ) > ata-man] {eT} sf. (Unvan için) yüksek; baş. [ETY] atam an2, [Al. hauptmann (başkan ) ? > Ukrayna d. ataman] is. 1. Reis. 2. Başıbozuk ve çete kumanda nı. 3. Don ve Ukrayna Kazaklarının başlarında bu lunan ömür boyu görev verilmiş kumandanlar. 4. Sovyetler Birliği döneminde, Orta Asya Türk dev letlerinde Ruslar tarafından devlet dairelerine ata nan Rus müdür ve askerî başkanlara verilen ad. atan, [at-ğan > atan] {eT} is. Enenmiş deve; iğdiş edilmiş deve. [DLT] [Mühennâ] atanak, -ğı [at-anak] {ağız} is. 1. Köy odalarında mi safirlerin elbise ve paltolarını asmaları için iki di rek arasına yatay olarak uzatılmış ağaç. 2. Ağaç ya da ot kökü. 3. Çocukların kuş vurdukları sapan. [DS] atanib, [Ar. ıtnâbe > atânîb >_jLU] (a ta :n i:b ) is. 1. Gölgelikler; sayebanlar; pavyonlar. 2. Kısa ipler. 3. Uzun ipler; sicimler, atanlanm ak, [atan-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] İğ diş deve sahibi olmak. [DLT] atanlaşm ak, [at-mak > at-an-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Ağız kavgası etmek; atışmak. [DS]
ATA
O IÜ M IÜ R IM .
atanlıg, [atan-lığ] {eT} sf. İğdiş edilmiş devesi bulu nan kimse. [DLT] atanm a, [at-a-n-ma] is 1. Atanmak işi. 2. Yetkili kişi adına hareket etmek üzere bir işte görevlendirilme; tevkil kılınma. 3. Bir devlet memurunun açık bulu nan bir kadroda görevlendirilmesi; tayin edilme, atanm ak, [eT. ât-an-mak] edil. f . [ - ır ] 1. Yetkili kişi adına hareket etmek üzere bir işte görevlendiril mek; tevkil kılınmak. 2. (Bir devlet memuru için) açık bulunan bir kadroda görevlendirilmek; tayin edilmek; (eT} (aynı) tayin edilmiş olmak. [EUTS] [ETY], 3. {eT} Şöhret kazanmak. 4. {eT} Tesmiye edilmek adlandırılmak; adlanmak ad almak. [Yüknekî] [Gabain] [Üç İtigsizler] 5. {eT} Ünlenmek; ünlü olmak. [ETY] a ta r, [at-ar] {ağız} is. Cesaret; cüret; kudret. [DS] a taraç, [ak-tar-mak > ak-tar-aç] {ağız} is. Aktaraç. [DS] atarak siya, [Yun. ataraksia] is. tıp. Tepki yokluğu yüzünden oluşan durgunluk hâli; sarsılmazlık. a tard am ar, [at-ar+damar
I] is. anat. Yüreğin
sağ karıncığından akciğerlere; sol karıncığından da vücudun diğer organlarına kan götüren damarlar; arter. {eAT} (aynı) fi1 atard am ar bozukluğu, A tar d a m a r göm leklerin in iltihaplan m ası veya fiz ik s e l bozukluğu.\\ atard am ar kanalı, anat. D ölütte, a k c iğ e r a tard a m arı ile aortu birleştiren k a n a l. \\ a ta r d am ar kireçlenmesi, tıp. A terom sıra sın d a a tar d a m a r çep erin d e k ir eç birikm esi. atark an al, [at-ar+kanal] is. anat. Erkekte spermayı idrar yoluna salan iki kanaldan her biri, atasagun, [ata+sağ-un] {eT} is. 1. Hekim; doktor. [DLT] 2. Eski Türklerde bilge hekimlik unvanı, atasağan, [ata+sagun] {ağızjis. -*■ atasagun. [DS]
ve tutumunu takip eden, kendi ülkesine bilgi ve rapor veren yardımcı uzman görevli; elçilik uzma nı. «Eğitim a ta ş e s i.» ataşelik, -ği [ataşe-lik] is. Ataşenin işi, görevi ve makamı. ataşlanm ak, [ateş-len-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] 1. Şehveti galeyana gelmek. 2. (Gübre için) buğulan mak. [DS] ataşhk, -ğı [ateş-lik] {ağız} is. 1. Kibrit. 2. Çakmak. 3. Ateş yakmaya yarayan yer; ocak. 4. Sigara ve nargile yakmak için ateş konulan küçük pirinç mangal. 5. Ateş yakmakta kullanılan her türlü araç. 6. Salep güğümünün altındaki ızgara. [DS] atatm ak, [at-at-mak] {eT} gçsz. f . (Tay için) at hâline gelmek. [DLT] A tatü rk çiçeği, [Atatürk+çiçe(k)-i] is. t. Anayurdu Meksika olup Atatürk zamanında Türkiye’ye geti rildiği için böyle adlandırılan sütleğengillerden kır mızı veya beyaz yapraklı, sarı çiçekli bir süs bitki si; ponsetya, (E u p h orbia pu lcherrim a). A tatürkçü, [Atatürk-çü] sf. 1. Atatürkçülükle ilgili. 2. Atatürkçülüğü benimsemiş ve Atatürkçülük yan lısı olan; Kemalist. A tatürkçülük, -ğü [Atatürk-çü-lük] is. Türkiye Cumhuriyetinin siyasal, toplumsal ve kültürel geli şimini ön gören, akla ve bilime dayalı olarak Ata türk’ün kurduğu ve geliştirmeyi hedeflediği millî devlet, millî egemenlik, kişi hürriyeti ve her çağda çağdaş olmayı amaçlayan evrensel boyutlu, birbiri ile uyumlu ilkeler ve uygulamalar bütünü, atav, [? atav] {ağız} is. Ölülerin ruhları için üçüncü veya yedinci günü verilen ziyafet. [DS] atavik, -ği [Fr. atavique] sf. Atavizme ait, atacılıkla ilgili; atasallık.
atasal, [ata-sal] sf. 1. Atadan gelen. 2. Atayla ilgili, atasallık, -ğı [ata-sal-lık] is. biy. 1. Atalardan birinde var olan özelliğin çocuklarda kaybolduktan bir kaç kuşak sonra tekrar ortaya çıkması şeklinde beliren kalıtsal özellik; atacılık; atavizm. 2. m ec. Soya öz gü davranış.
atavil, [Ar. atvel > atâvil J jl U ] (atâvil) {OsT} is. 1.
atasözü, [ata+söz-ü] is. Bir fikri, bir öğüdü, mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri ağızdan ağza söylenegelen anonim özlü sözler; me sel; darb-ı mesel; durub-ı emsâl; hikmet; kelam-ı kibar.
ataya, -a ’i [Ar. ‘atiyye > ‘atâyâ5 <-U^] (a ta ıy a:)
ataş2, [Ar. ‘ataş J ^ - \ {OsT} is. Susuzluk; hararet. ata ş 1, [Far. âteş =>ataş] {ağız} is. -*■ ateş. [DS] ataş3, [Fr. attache] is. 1. Toka. 2. Kâğıtları bir arada tutturmaya yarayan küçük metal veya plastik çen gel. ataşa, [Ar. ‘ataşa Lîlkp] (a ta :şa :) is. Susuzlar; susa mışlar. ataşe, [Fr. attaché] is. Elçiliklerde, kendi alanıyla ilgili olarak görevli bulunduğu ülkenin durumunu
En uzunlar. 2. Uzun boylular. 3. Seçkinler atavizm , [Fr. atavisme] is. biy. Atalardan birinde var olan özelliğin çocuklarda kaybolduktan bir kaç ku şak sonra tekrar ortaya çıkması şeklinde beliren kalıtsal özellik; atacılık; atasallık. {OsT} is. 1. Verilenler. 2. Bahşişler; hediyeler; ar mağanlar. <3 atâyâ-yı İlahîye, {OsT} A lla h ’ın v er d ik leri; nim etler. || atâyâ-yı seniye, {OsT} P a d iş a hın verd ik leri.|| atâyâ-yı tabiat, {OsT} T abiatın in s a n la r a verdiğ i şeyler. atayıb, [Ar. tıyb > atâyıb vaU='] (ata.yıb) {OsT} is. Hoş kokulu olanlar; en iyiler. atb a1, -a ’ı [Ar. tıb > atbâ‘ çAAl] (a tb a:) {OsT} is De reler; kanallar. atb a2, -a ’ı [Ar. tıb > atba‘ j^ l] {OsT} sf. En pis. atb a3, [Ar. tayb > atbâ U»l] (a tb a:) {OsT} is. Meme başları.
ATE
İ K B İ I Ü » ® ! « 343
atbak, [Ar. tabak > atbak JU»1] (a tb a:k ) {OsT} is. 1. Tabaklar. 2. Kapaklar. 3. İnce katlar; tabakalar, atbal, [Ar. tabi > atbâl JU=I] (a tb a.j) {OsT} is. Da vullar. atbalığı, [at+balı(lc)-ı] is. zool. 1. Tatlı sularda ve göllerde yaşayan yayın türü, büyük başlı eti yenir iri bir balık, (Silurus g lan is). 2. Su aygırı, atbıka, [Ar. atbak > atbılça Fr. athée] is. Allah’ın varlığına inanmayan, inkâr eden kimse; tanrıtanımaz. ateb, [Ar. ‘atebe > at'ateb v*^] {OsT} is. Eşikler; ba samaklar. atcbat, [Ar. ‘atebe > ‘atebât o L » ] (a teb a :t) {OsT} is. 1. Eşikler; basamaklar. 2. Eşiği öpülen kutsal yer ler. 3. İranlıların kutsal ziyaret yerleri; Meşhet. atebe, [Ar. ‘atebe / ‘atabe
{OsT} is. 1. Kapı eşiği.
2. Merdiven basamağı. 3. gnşl. Eşiği öpülen yüce makam, ff atebe-büs, {OsT} 1. K a p ı eşiğ in i öpm e. 2. Taht önünde y e r i öpm e. ||atebe-i felek-mertebe, Osmanlı p a d işah ların ın sa ra y ı.|| atebe-i seniyye, Osmanlı p a d işah ların ın sa ra y ı.|| atebe-i ulyâ, P a dişah sarayı. ateh, [Ar. ‘ateh 4»] {OsT} is. Bunama; bunaklık, fi3 ateh getirmek, {OsT) Bunamak.\\ ateh-i kable’lmıad, {OsT} E rken bu n am a.j| ateb— ı pırı, {OsT} Yaşlılık bunam ası. ||ateh-zede, {OsT} Bunak. ateist, [Fr. athéist] sf. Allah’ın varlığına inanmayan, inkâr eden; tanrıtanımaz ateizm, [Fr. athéisme] is. Allah’ın varlığına inanmayış, Allah’ı inkârcılık; tanrıtanımazlık; zındıklık, atel, [Lat. astella > Fr. atelle] is. tıp. Tedavi merkezi ne ulaştırmcaya kadar kırık kol veya bacağı tespit etmeye yarayan tahta ya da benzeri maddeden ya pılma cetvel parçaları; cebire. ateme, [Ar. ‘ateme
{OsT} is. 1. Üşengeçlik; tem
bellik. 2. Gecenin ilk üçte biri, atenyum, [Fr. athénium] is. kim. Aynştaynyumun es ki adı. aterina, [Yun. atherine] (ateri'na) is. zool. Gümüş balığıgillerden sıcak ve ılıman denizlerde yaşayan, sırtı sarımsı yeşil, yanları beyaz bir şeritli bir tür balık; gümüş balığı, (A therina p resb y ter). atcrman, [Fr. athérmane] sf. (Cisim için) kızıl altı
(d a lg a boyu 0.8 m ib-on ile 1 mm. a ra sın d a y e r alan ) ışınlarını geçirmeyen. aterom , [Yun. athera (bu lam aç) > Fr. atherome] is. Atardamarların orta gömleğinin iç kısımlarında ve iç gömleğinde yer yer kolesterol ve kalsiyum tuzla rı birikmesine yol açan yozlaşma. ateş, [Far. âteş
is. 1. Yanıcı cisimlerin tutuşması
ile ortaya çıkan ışıklı ısı; od. 2. Odun ve kömür cinsinden yakacakların tutuşmuş veya korlaşmış hâli. 3. gnşl. Pişirme ve ısıtma işlerinde kullanılan araç veya ocak. 4. Bir şeyi yakmak, tutuşturmak için kullanılan ucu alevli veya alevlenebilir nesne. 5. m ec. Coşkunluk. 6. m ec. Hastalıkta yükselen vücut ısısı. 7. m ec. Silahlı kavga, savaş. 8. m ec. Tehlike; felaket. 9. m ec. Aşk. 10. m ec. Kırmızı renk; pembelik. 11. sf. Yakan, yakıcı. 12. mec. Acı veren. 13. Alev renginde. S ateş açm ak, A teşli sila h ile birin e m erm i atm ak. || ateş alanı, 1. B ir silahın atış y a p a b ild iğ i a ç ıs a l sın ırlar ve m enzil çizgisi a ra sın d a k alan alan. 2. B ir a s k e r î birliğin eğitim atışları yap tığ ı y e r ; atış alanı. || ateş alır gi bi, Ç a b u k ve a c e le o la r a k ; oyalanmadan.\\ ateş alm ak, 1. Yanmak, tutuşmak. 2. S ilah taki m erm inin p a tla m a sı. 3. T elaşlan m ak ,|| ateş alm aya gelmiş gibi, Ç abu k ve a c e le o la r a k ; o y alan m ad a n ,|| ateş arabası, {ağız} L okom otif. [DS]|| ateş atm ak, {ağız} Yarışm ak. [DS]|| ateş bacayı sarm ak, 1. B ir teh li kenin önüne g eçm en in mümkün olm am ası. 2. Iş, işten g eçm iş olm ak. |j ateş balığı, zool. S ard aly eg illerden s ıc a k ve ılık den izlerd e sü rü ler h â lin d e y a şayan, p lan kto n larla beslen en 2 5 -30 cm. boyun da kem ikli b a lık ; sardalye, (clu p ea p ilch ard u s). ||âteşb âr, {OsT} 1. Ateş y ağdıran . 2. Yakıcı şid d etli.|| âteş-bâz, A teşle oynayan ; fiş e k ç i. |j âteş-bâzî, E sk i sa v a şla r d a y a p ıla n sa v a ş a r a ç ve g ereci. || ateş basm ak, 1. Ö fkeden ren gi kızarm ak. 2. Sıkılm ak. |J ateş başı, A teş yan an yerin yakın ı.|| âteş-berk, {OsT} Çakmak.\\ âteş-beste, {OsT} 1. A teşe bağlı. 2. Som altın. |j ateş böceği, 1. zool. Kın kan atlılard an dişisi g e c e le r i p a r la k sa rı-y eşil ışık sa ça n b ir b ö c e k türü; yıldız b ö ceğ i, (Lam pyris noctilu ca) 2. bot. B a llıb a b a g ille rd en anayurdu B rezily a olan a teş kırm ızısı ren kleri s e b e b iy le b a h ç e le r d e yetiştirilen, a d a çay ı cinsinden otsu b ir süs bitkisi; a teş çiçeğ i, (Salvia splendens).\\ ateş böceğini görünce yangın sanm ak, O lağan bir şey i ç o k a b a rtm ak ; m ü b alağ a etm ek. || ateş bürüm ek, E trafı y an an a le v le rle ç ev rilm ek: || ateş böcekleri, zool. Ö rn ek türü m alach iu s ve telephoru s olan, nem li b ö lg e le r d e y aşayan , can lı ve p a r la k renkli, kın kan atlı etçil b ö c e k le r grubu.\\ ateş çıkmak, Yangın m eydan a gelm ek. || ateş çiçeği, bot. B a llıb a b a g ille rd en a n a yurdu B rezily a olan m ayıstan so n b a h a r o rtala rın a k a d a r a ça n a teş kırm ızısı ç iç ek le ri s e b e b iy le b a h ç e le r d e yetiştirilen, a d a çayı cinsinden otsu bir süs bitkisi; (Salvia splen den s labiate).\\ âteş-dâm ,
ATE {OsT} 1. A teşlik. 2. O cak. 3. Mangal.\\ âteş-dân, {OsT} A teşlik; o c a k ; m an g al.|| âteş-dâr, {OsT} Ateş tutan; ateşli,]\ âteş-dem, {OsT} A teş n efesli; y a n ık ve doku naklı s e s li.||ateş demiri, {ağız} A teş küreği. [DS]|| ateş değirmeni, {ağız} M otorlu d eğ irm en ; un fa b r ik a s ı. [DS]|j âteş-dîde, {OsT} Ateş görm ü ş; ateşten g eçm iş. j| âteş-dîl, {OsT} 1. Ateş gönüllü. 2. E tkili konuşan. 3. H er g ördü ğ ü n e â şık olan. 4. P e k z ek i ad am ]] ateş dikeni, bot. G ü lgillerden p a r k la r da, y a z kış y e ş il kalan y a p ra k la r ı ve kışın p a r la k kırmızı üzümsiı m eyveleri s e b e b iy le süs bitkisi o la r a k yetiştirilen b ir tiir çalı, (Pyracantha).\\ ateş düşmek, Ç ok şiddetli ağ rı ve a c ı duymak.\\ ateş düşürücü, A teşli h a stalıkla rd a vücut ısısını dü şü rm ek için kullanılan ilaç.\\ ateşe dayanıklı, E v lerd e kullanılan o c a k la rd a k i ateşin sıca klığ ı ile bozulm ayan (gereçler.)\\ âteş-efrûz, {OsT} Ateş y a kan ; a teş tutuşturan,|| âteş-efşân, {OsT} A teş s a çan]] âteş-efşânî, {OsT} A teş s a ç m a ; a teş pü skü rt m e,|| ateşe kesmek, m ec. M ahvetm ek]] ateşe kö rükle gitmek, B ir tartışm ayı, sürtüşm eyi kızıştıra r a k dövüş veya çatışm a çıkarm ak]] ateşe nal koy mak, {eAT} B ir kim seyi bü yülem ek için a teşte n al kızdırm ak]] âteş-engîz, {OsT} 1. Ateş kop aran . 2. A teşleyen ; kundakçı. 3. F e s a t çıkaran. 4. Yakıcı, şiddetli. 5. D ağ lam a a ra cı, j] ateş etmek, S ilah la m erm i atm ak]] ateşe tutm ak, 1. A lev lere karşı tu ta rak b ira z ısıtmak. 2. B irin e veya b ir y e r e silah ile b ir s e r i m erm i atm ak]] ateşe urm ak, {eAT} Yak mak.]] ateşe verm ek, 1. B ile r e k yangın çıka rm a k; tutuşturmak; ku n daklam ak. 2. B irin i ç o k telaşlan dırm ak. 3. Ülkeyi, k a rışık lık ç ık a r a r a k büyük z a r a r la r a uğratm ak]] ateş evi, {eAT} A teşe tapan ların için de sü rekli a teş y a ktıkla rı ev.\] ateşe vurm ak, Yem eği p işirm ek üzere ateşin üzerin e koym ak; o c a ğ a y em ek vurmak.]] ateşe vursan duman ver mez, H içb ir şeyin i ba şk a sı ile p aylaşm az, bir şey verm ez; cimri.]] ateşe yakm ak, 1. Tutuşturmak. 2. Yakm ak]] ateşe yanm ak, Ç ok büyük z a r a r a uğra m ak; m ahvolm ak]] ateşe yürümek, 1. B ile b ile teh likey e atılm ak; ölü m e gitm ek. 2. C esu rca sa v a ş mak.]] âteş-fâm , {OsT} 1. Ateş renkli. 2. K ırm ızı; a l.|| âteş-feşân, {OsT} A teş s a ç a n ; a teş püsküren]] âteş-fürfiz, {OsT} Ateş y a k a n ; a teş tutuşturan]] âteş-gâh, {OsT} A teşe tapan ların tapm ağı]] ateş gecesi, O rtodoksların h e r y ıl 24 ha zira n d a ateş y a k a r a k ku tladıkları yortu.]] ateş geçmez, A teşte y an m az; a teşe dayan ıklı]] âteş-gede, {OsT} A teşe tapan ların ib a d et yeri.]] âteş-gede-i behrâın, {OsT} g ö k b. K o ç burcu]] âteş-geh, {OsT} A teşe ta p an la rın ib a d et veri]] ateş gemisi, as. dnz. D üşm an g e m ileri a ra sın a so k u la r a k patlatılan , y a k ıcı ve p a t layıcı m a d d e le rle dolu y elk en li gemi.]] ateş gibi, 1. Ç ok se rt ifa d e taşıyan; a cı söz. 2. Ç ok h a rek etli ve y erin d e du ram ayan ; canlı]] ateş gibi yanm ak, I. Ç o k s ıc a k olm ak. 2. Vücut sıca klığ ı ç o k y ü k sel
Û Iİİ H Iİ M C t S İ M . 344 m ek]] âteş-gîre, {OsT} 1. A teşi tutuşturan; m eşale; çıra. 2. Maşa.]] ateş gömleği, 1. Yılancık hastalığı. 2. {ağız} K ızıl hastalığı. [DS] || ateş göynügi, {18.yy.} 1. C em re. 2. Y anıkkara veya k a r a k a b a r c ık den ilen çıban . || âteş-gûn, {OsT} 1. A teş renkli. 2. P a r la k kırm ızı; al]] âteş-hâne, {OsT) 1. A teş evi. 2. M ecusilerin tapm ağı. 3. O cak. 4. H am am külhanı]] âteş-h 'âr, {OsT} 1. A teş yiyen. 2. Zalim ve m erha m etsiz kişi. 3. K eklik]] âteş-hâtır, {OsT} 1. H er gü z eli seven. 2. Sözü doku n aklı ve z ek i adam ]] ateş hattı, S avaşta en ilerid ek i birliklerin ellerin deki s ila h la rla a teş a ç a b ile c e k le r i çizg isel ku şak.|| âteşhirâm , {OsT} H ızlı yürüyen.j| âteş-lıîz, {OsT} 1. A teş kaldıran . 2. Ateş tutuşturucu; ateşley en ; ateş v eren .|| âteş-hulk, {OsT} S ert y a ra d ılışlı; huysuz]] âteş-i âb-perver, {OsT} 1. Su besley en ateş. 2. mec. H an çer; kılıç]] âteş-i b ah ar, {OsT} 1. B a h a r ateşi. 2. m ec. L a le. 3. m ec. K ırm ızı gül. 4. m ec. B aharın yum u şaklığı ve güzelliği]] ateşi başına vurm ak, 1. C oşm ak. 2. Sinirlenmek.]] âteş-i be-cân, {OsT} 1. C andan o la n ateş. 2. Yanıp tutuşma]] âteş-i beste, {OsT} 1. D onm uş ateş. 2. Som kızıl altın. ]j âteş-i bîbâd, {OsT/ 1. Şarap. 2. İşk en c e; zulüm]] âteş-i bîdüd, {OsT} 1. Güneş. 2. H iddet; öfke. 3. Şarap]] âteş-i bî-zebâne, {OsT} 1. A levsiz ateş. 2. Kırmızı akik. 3. Şarap.]] âteş-i câm -ı zîbekî, {OsT} Gümiiş veya billu r k ad eh ten içilen şa ra p ]] ateş içi gecesi, {ağız} D on an m a; şen lik g ecesi. [DS]|| âteş-i derün, {OsT} 1. İç tek i ateş. 2. G önül y an ıklığı]] ateşi düş mek, H asta lık s e b e b iy le y ü kselen vücut sıca klığ ı nın n orm ale dönm esi. || âteş-i füsürde, {OsT} 1. D onm uş ateş. 2. Altın]] âteş-i hecr, {OsT} Ayrılık ateşi]] âteş-i heft-m ecm er, {OsT} g ö k b. Yedi g e z e gen.]] âteş-i Hindî, {OsT} E skiden H indistan'da y a p ıla n d eğ erli b ir kılıç]] âteş-i hûn-i hamiyyet, {OsT} H am iyet kanının ateşi]] âteş-i Müsî, {OsT} G üneş.||âteş-i mücessem, K ılıç, kam a, h a n çer gibi k esici ve d elic i silah la r. || ateşin ağzına atılmak, K en din i teh likey e a tm a k.|| ateşin başı, Isın m ak için y a k ıla n ateşin yanı]] ateşine bırakm ak, {ağız} Üşüyüp titrem e n öbetin den so n r a a teş bırakm ak. [DS]|| âteş-i N em rut, {OsT} (N em rut ateşi) N em r u t’un İbrah im p ey g a m b er i için e attığı ateş.]] ate şine yanm ak, 1. B ir ş e y e a lışk an lık kazanm ak. 2. A şık olm ak. 3. K en d i kusuru olm aksızın birinin s e b e p olduğu olum suzluğun sıkıntı ve eziyetini ç e k m ek]] ateşini alm ak, Vücut ısısını term om etre ile ö lç m ek .|j âteş-i Parsî, {OsT} 1. tıp. K a r a k a b a r c ık den ilen b ir tür y a r a ; y a n ık kara. 2. C em re. 3. A teşe tapan ların taptıkları h iç sön m eden y an an ateş]] âteş-i pür-âb, {OsT} 1. Su dolu ateş. 2. m ec. Üzüm şa ra b ı. 3. K an lı gözyaşı. 4. iç in e ş a r a p doldu rul muş y ald ızlı kadeh.]] âteş-i Rûm î, {OsT} Düştüğü y e r d e yangın çıka ra n esk i b ir s ila h ; Rum ateşi]] âteş-i rflz, {OsT} 1. Gün ateşi. 2. G üneş]] âteş-i seng, {OsT} L a l ve y aku t.|| ateşi sönmek, E sk i şid-
İB
Iİİ S U
deli kalmamak.\\ âteş-i serd, {OsT} 1. Şarap. 2. Som altın. ||âteş-i seyyâle, {OsT} 1. Su g ib i a k a n ateş. 2. Ş a ra p .|| âteş-i sîm-âb-sân, {OsT} 1. C ıva g ib i ateş. 2. Güneş.\\ âteş-i subh, {OsT} 1. S a b a h ateşi. 2. mec. Güneş.\\ âteş-i süzân, {OsT} 1. Yakıcı ateş. 2. mec. A şk.|| âteş-i tâk, {OsT} Şarap.\\ âteş-i ter, {OsT} 1. Yeni ateş. 2. K ırm ızı şa ra p . 3. A teşli h a sta lık 4. G öz yaşı, ||ateşi uyandırm ak, Sön m ek üzere olan a teşe y a k a c a k k o y a ra k tek ra r alev len d irm ek; ateşi can lan dırm ak,|| ateşi yükselmek, H a stalık seb eb iy le vücut ısısının artm ası.|| âteş-i zer, {OsT} 1. Altın ateşi. 2. Parlaklık.\\ âteş-k âr, {OsT} 1. Ateşçi. 2. K ü lh a n a b a k a n kim se. 3. m ec. Kızgın, öfkeli. 4. m ec. A celeci. 5. m ec. Merhametsiz.\\ âteşk arâr, {OsT} A teşte duran ; ceh en n em lik o la n ; gü nahkâr. || ateş kayığı, D üşm an g em ileri a ra sın a so k u larak p a tla tıla n y a k ıc ı ve p a tla y ıc ı m a d d elerle dolu k a y ı k ||ateş kaym ak, {ağız} A teş yakm ak. [DS]|| ateş kesilmek, 1. Vücut sıca k lığ ı ç o k y ü k sel mek. 2. B irden b ire canlan m ak, hareketlenmek.\\ ateş kırmızısı, P a r la k kırm ızı; al.\\ ateş kulesi, E s kiden h a b er le şm ed e kullanılan a teş y a km ay a m ah sus birbirinin dum anını g ö ren kuleler.\\ ateş küre, jeo l. B ir z am an lar s ıc a k ve eriy ik h â ld e oldu ğu k a bul ed ilen dünyanın çekird eğ i. ||ateş küreği, O cak tan, m an galdan k o r a lm a k için kullanılan b ir çeşit küçük kürek.\\ ateşle uğraşm ak, T eh likeli vey a y a sak bir işle uğraşm ak. ||ateşler içinde olmak, H a s talık s e b e b iy le vücut ısısı ç o k f a z l a artm ış h â ld e bulunmak.\\ âteş-m eşreb, {OsT} 1. A teş huylu 2. Geçim siz.|| âteş-m izâc, {OsT} 1. A teş huylu. 2. G e çimsiz.,|| âteş-nâk, {OsT} 1. Ateşli. 2. Yakıcı, kızgm.|| âteş-nihâd, {OsT} 1. A teş huylu 2. G eçim siz.|| âteş-nisâr, {OsT} 1. A teş saçan . 2. Ç o k öfkeli]\ âteş-nümâ, {OsT} A teş g ö ster en .|| ateş oku, E sk i den sa v a şla rd a düşm an ta rafın d a yangın çıka rm a k ta kullanılan, ucunda y a n ıcı m a d d e le r bulunan tu tuşturularak atılan ok.\\ ateş olsa cirm i k adar yer yakmak, Birinin p a la v r a la r ın a önem verm em ek; önem verm eye değm ez. ||ateş oyunları, H a v a i f i ş e k g österileri.|| âteş-pâ, {OsT} 1. A teş ayak. 2. Ç evik; atik.|| ateş pahası, F iy atı ç o k y ü k sek ; pahalı.\\ ateş parçası, 1. H arek etli ve elin e çabıık. 2. Ç alışkan ve iş bilir. 3. Ç o k hareketli, cıv ıl cıvıl çocuk. || âteşpâre, {OsT} 1. A teş p a rç a sı. 2. K ıvılcım . 3. E le avuca sığm az. 4. Şiddetli. 5. [DS] tıp. Y ılancık h a s talığı. {ağız}|| âteş-pâş, {OsT} A teş s a ç a n .|| ateş perest, {OsT} A teşe tapan]] âteş-perestî, {OsT} A teşperestlik; a teşe tap ıcılık ,|| âteş-perver, {OsT} Suyu iyi verilm iş k ılıç .|| âteş-peyker, {OsT} 1. Gü neş. 2. Şeytan ve cin topluluğu.|| ateş püskürmek, Çok kızm ak; ö fk ed en s a ğ a s o la sa ld ırm a k . || âteşreng, {OsT} 1. Ateş rengi. 2. P a r la k kırm ızı; kızıl; al.|| âteş-rîz, {OsT} 1. A teş döken . 2. K a rışıklık çı karan; fitn eci]] ateş saçm ak, Ç o k kızm ak; ö fk ed en sağa s o la saldırm ak]] ateş sanatları, S eram ik ve
cam sü slem eciliğ i g ib i a teş k u lla n ılarak işlen en sa n a t dalları. || ateş sarm ak, 1. E trafı a teş ve a le v lerle çevrilm ek. 2. H eyecan lan m ak]] âteş-suhân, {OsT} 1. Ateş sözlü. 2. Ç o k kırıcı kon u şan ; sözleriy le inciten ; k alp kıran]] âteş-tâb, {OsT} 1. Ateş gibi. 2. Yakıcı sıcak. 3. Aydınlık. 4. A teş y akıcı. 5. H uy suz, geçim siz ve sert kişi.|| ateş tavası, {ağız} A teş küreği. [DS]|| ateşten gömlek, Taham m ül edilm ez d e r e c e d e eziyet eden, a c ı ve sıkıntı veren durum. || ateşten indirmek, Yem eği p iştikten so n r a ocak tan indirmek.]] ateş toprağı, Yüksek sıca k lık ta p iş ir il diği zam an bozulm ayan b ir cins kil]\ ateş topu, g ö k b. A teşten b ir topmuş g ib i görü n en büyük ve p a r la k g ö k taşı; bolit. || ateş torbası, {ağız} F en er. [DS]|| ateş tuğlası, Fırın, o c a k g ib i için d e y ü k sek ısıda a teş yan an y er le ri d ö şem ek te kullanılan a te ş e dayan ıklı bir ç eşit ö z e l tuğla]] âteş ü âb, 1. K ılıç ve ben zerleri. 2. K a d eh dolu su şa ra p . 3. G erd ek hâli,]\ ateş yağdırm ak, 1. B ir y e r e a teşli sila h ile du r m aksızın b o l m iktarda m erm i atm ak. 2. A şırı d e r e c e d e ö fk e le n e r e k etrafın d a kilere kırıcı sö z le r s ö y lem ek]] ateş yakm ak, Isın m ak veya p işirm ek a m a cıy la y a k a c a k m ad d elerin i tutuşturmak]] âteş-zâd, {OsT} 1. A teşten doğm a. 2. m ec. Ateşli. 3. Yakıcı.|| âteş-zâr, {OsT} 1. Ateşlik. 2. Ç o k s ıc a k yer]] âteşzebân, {OsT} 1. Ateş dilli. 2. G ü zel şiir okuyan, 3. İçli, doku n aklı kon uşan.|| âteş-zede, {OsT} 1. A teşe uğram ış. 2. Yakılm ış; y a k ıla n .|| âteş-zen, {OsT} 1. A teş vuran. 2. Yakan, tutuşturan şey ; y a k ıc ı.|| âteşzene, {OsT} 1. A teş vuran. 2. Çakm ak. ateşbaz, [Far. âteş-bâz jU^'T] (a ;teşb a ;z ) {OsT} is. 1. Ateş oynayan. 2. Ateşle çeşitli gösteriler düzenle yen kişi; hokkabaz. 3. Bayramlar ve diğer kutlama törenleri için havai fişekler yapıp gösteriler düzen leyen kişi. 0 âteşbâz-ı velî makam ı, tasvf. M evle vi tek kelerin d e dervişlerin eğitim i a m a cıy la ayrılan m utfak bağlan tısın dan olan m eydan-ı şerifteki b e y a z p o st]] âteşbâz-ı velî ocağı, tasvf. M evlevi tek k elerin d e lok m a p işirilen mutfak. ateşbazi, [Far. âteş-bâzı ^jLü'T] (a :teş b a :z i;) {OsT} is. 1. Ateşbazlık. 2. Eski savaşlarda kullanılan silah vb. malzemeleri üretme işi. ateşçi, [ateş-çi] is. Ateş yakarak ısıtma sistemi ile çalışan kalorifer, fırın, kazan, lokomotif, gemi gibi araçların ocaklarına kömür atan ve ısıtma kazanı nın işlemesinden sorumlu kişi, ateşçilik, -ği [ateş-çi-lik] is. Ateşçinin mesleği ve yaptığı iş. ateşdan, [Far. âteş-dân oI-lü'I] {OsT} is. Ocak, ateşek, [Far. âteş-ek A ü T] is. 1. Küçük ateş. 2. Ateş böceği. 3. Şimşek. 4. Frengi hastalığı, ateşgâh, [Far. âteş-gâh ol^üT] (a ;teş g â ;h ) {OsT} is. Zerdüşt ve Mezdekî tapmaklarında özel kokulu ağaçlarla yakılan ateşin bulunduğu kapalı yer.
0 IÜ M IR S O M .3 4 6
ATE ateşgede, [Far. ateş-gede ojJLiîT] (a :teşg ed e) {OsT} is. 1. Ateş yeri. 2. Mecûsilerin (Zerdüşt ve M ezdek) özel kokulu ağaçlarla yaktıkları ateşin bulunduğu kapalı yer çevresinde kare planlı ve açık mekânlı tapınakları. ateşhane, [Far. âteş-hâne ^UjüT] (a :teş h a :n e ) {OsT} is. Seramik fırınlarında sırça eritmek için kubbeli tandır şeklinde ateş yakılan kısım; cehennemlik, ateşî, [Far. âteşi (_s-üT] (a :teş i:) {OsT} sf. 1. Ateş ren ginde. 2. Ateşli. 3. Dokunaklı. 4. Öfkeli; hiddetli. 5. is. Cehennem zebanisi, ateşin, [Far. âteşin j^ 'T ] (a:teşi:n ) {OsT} sf. 1. Ateş ten. 2. Ateşli. 3. Ateş gibi yakıcı. 4. Canlı, coşku dolu. 5. Ateş renginde, parlak, fi1 âteşîn-dem, Sesi d oku n aklı olan. || âteşîn-libâs, {OsT} 1. K ırm ızı e l bise. 2. K ırm ızı elb is e giym iş k işi.|| âteşîn-m âr, {OsT} 1. A teşli yılan. 2. A teş alevi. 3. H av a i fiş e k . 4. Yanık ak. || âteşîn-pençe, {OsT} B a ş la d ığ ı işi ça b u k v e en iyi biçim d e bitiren kim se; elin e ça b u k ; b e c erikli. ||âteşîn-sedef, {OsT} Giineş. ateşiyan, [Far. âteşi > âteşiyân jU ıT] (a:teşiy a:n ) {OsT} is. Cehennemlik olanlar, ateşize, [Far. âteşıze
(a :teşi:z e) {OsT} is. zool.
Ateş böceği. ateşkes, [ateş+kes] is. Savaşta, savaşan tarafların aralarında anlaşarak belirli bir süre çarpışmayı dur durmaları; mütareke. S ateşkes ilan etmek, 1. S a vaşan tarafların a n la ş a r a k ça rp ışm a la ra a r a v er m eleri. 2. B irb iri ile kav g alı ve düşm an olan a ile ve kişilerin barışm aları]] ateşkes anlaşması, D evlet le r a ra sın d a ki sa v a ş s o n a erm eden b a rış g ö rü şm e lerin e im kân tan ım ak için t a r a f kom u tan ların ca im zalanan g e ç ic i sü re sa v a şı durdurm a a n laşm a sı; bıra k ışm a ; silah bıra k ışm a sı; m ütareken âm e. ateşleme, [ateş-le-me] is. 1. Ateşlemek işi. 2. Tutuş turma. 3. Bir silahı veya füzeyi, özel ateş alma dü zeneğini harekete geçirerek yakıtının tutuşmasını sağlama. 4. m ec. Öfkeli birini, kızdığı şeyle ilgili olarak daha da çok öfkelenmesi için harekete geçi recek teşviklerde bulunmak; kışkırtma. 5. {ağız} Bir tür çocuk oyunu. [DS] ateşlemek, [ateş-le-melc] gçl. f. [ - r ] [ - l(i)-yor] 1. Tutuşturmak, yanmasını sağlamak. 2. Bir silah ve ya füzenin, özel ateş alma düzeneğini harekete ge çirerek yakıtını tutuşturmak; tetiği çekmek. 3. m ec. Birinin daha da çok öfkelenmesi için harekete geçi recek teşviklerde bulunmak; kışkırtmak, ateşlendirme, [ateş-le-n-dir-me] is. Ateşlendirmek işi. ateşlendirmek, [ateş-le-n-dir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Bir kimseyi veya bir topluluğu heyecana getirmek, coş turmak. 2. Yatışmak üzere olan bir olayı alevlen dirmek, kişileri olay çıkarmak üzere kışkırtmak
ateşlenme, [ateş-le-n-me] is. 1. Ateşlenmek işi. 2. (Silah veya füze için) tutuşturulma, tetiği çekilme. 3. Vücut ısısının yükselmesi. 4. Kızma; öfkelenme. 5. Tutuşma; alevlenme. 6. m ec. Coşma, heyecan lanma, kızışma. ateşlenmek1, [ateş-le-n-mek] edil. f . [ -ir ] 1. (Bir silah veya füze için) itici gücü sağlayan maddesi tutuşturulmak; tetiği çekilmek. ateşlenmek2, [ateş-le-n-mek] dönşl. f. [-ir ] 1. Hasta lık sebebiyle vücut ısısı yükselmek. 2. Kızmak; çok öfkelenmek. 3. Tutuşmak; alevlenmek; yanmak. 4. m ec. Coşmak; heyecanlanmak; kızışmak, ateşletme, [ateş-le-t-me] is. Ateşletmek işi. ateşletmek, [ateş-le-t-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Ateşlemek işini yaptırmak. 2. Bir başkası aracılığıyla bir silah veya füzenin patlatılmasmı veya ateşlenmesini sağ lamak; ateş ettirmek, ateşleyici, [ateş-le-y-ici] is. Bir silah veya patlayıcı maddenin patlatılmasma yarayan özel düzenek; tetik. ateşli, [ateş-li] sf. 1. İçinde ateş bulunan; ateşi olan. 2. Hastalık sebebiyle vücut ısısı yükselmiş olan. 3. Coşkun; heyecanlı. 4. m ec. Şiddetli bir cinsel ilişki arzusu içinde olan. ® ateşli silah, P atlay ıcı m ad d elerin m eydan a g etird iğ i an i g a z gen leşm esin in itici gücünden y a r a r la n a r a k m erm i fır la tm a y a y a rayan silah. ateşlik, -ği [ateş-lik] is. 1. İçinde ateş yakılan veya ateş bulunan yer. 2. Ateş ısısı ile çalışan fırın, ka zan ve fabrika gibi yerlerde ateş yakılan özel bö lüm. 3. {ağız} Fırınlı mutfak sobası. [DS] 4. {ağız} Baca. [DS] 5. {ağız} Ağızlığın sigara geçirilen metal ucu. [DS] 6. {ağız} Mutfak. [DS] 7. {ağız} Iskarta tütün. [DS] 8. sf. Yakmaya uygun malzeme; yaka cak. ateşlilik, -ği [ateş-li-lik] is. Ateşli olma durumu, ateşperest, [Far. âteş-perest c~»j~ii'T] {OsT} sf. 1. Ateşe tapan. 2. is. Mecusi ve Mezdeki. ateşsiz, [ateş-siz] sf. 1. Ateşi olmayan. 2. tıp. (Hasta lık için) ateşsiz seyreden. atf, [Ar. ‘atf *_ikp] {OsT} is. -*■ atıf. 0 atf-ı beyân, {OsT} C ü m lede an lam ı gü çlen d irm ek için b a ğ la ç kullanma.\\ atf-ı n azar etmek, {OsT} B akm ak, g öz atm ak.|| atf-ı nigâh, {OsT} G öz atm a; şö y le b ir bakm a.|| atf-ı tefsir, {OsT} Anlam ı kuvvetlendirm ek için b ir kelim en in eş anlam lısın ı vav-ı â tıfa (ve) ile b a ğ la y a r a k y a n y a n a kullanm a. atfen, [A r.'atf (m eyletm e)> ‘atfen ÛLp] (a'tfen) {OsT} zf. 1. Birine mal ederek. 2. Birine veya bir şeye yükleyerek; ona dayandırarak. 3. Birinin adına, atfetme, [Ar. ‘atf (m eyletm e) + T. et-me
cikp]
is. 1. Atfetmek işi. 2. (Söz ya da eylem için) birine yükleme; ona mal etme.
ATI
ı ı e r ı i B i i S i B ö i i .3 4 7
atfetmek, [Ar. ‘atf (m eyletm ek) + T. et-mek ıiUsj.l] gçl. f i [ - e r ] [-e(d )-i-y o r ] 1. Bir sözün veya fikrin birisine ait olduğunu söylemek. 2. Bakışları ve sözleri bir yere; birine yöneltmek. 3. dbl. Bir kelime ya da cümleyi başka bir kelime ya da cüm leye bağlamak, atfî, [Ar. ‘atf > ‘atfı / ‘atfıye ■uilap / ^J^-\ (atfı:) {OsT} sfi 1. Bağlamağa ilişkin. 2. İyilikseverlikle ilgili; şefkate ait. atgak, [at-ğa-k] {eT} is. 1. Karında biriken sarı su hastalığı. 2. Kaygıdan yüz sararması. [DLT] 3. San renkli bir bitki. [DLT] atgan, [at-ğan] {eT} is. Yük devesi. [Mühennâ] atganmak, [at-ğa-n-mak] {eT) dönşl. f . [-u r ] Kelep çelenmek; bağlanmak. [EUTS] atgarm ak, [at-ğar-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Ata bindir mek. [DLT] atğı, [at-kı / at-gı] {ağız} is. 1. Büyük yaba. 2. Uçları iki duvar üzerine gelen kiriş. 3. Vergi. 4. Dokuma cılıkta, halıcılıkta çözgüler arasına gelen ip. 5. Ni şan törenlerinde kıza getirilen hediye. [DS] atgıcı, [atgı-cı] {ağız} is. 1. Tahsildar. 2. Avcı; nişan cı. [DS] atgiller, [at-gil-ler] is. zool. Tek toynaklılar takımı; at, eşek, zebra gibi her ayağında tek parmak bulu nan toynaklı memeliler familyası, (E quidae). atgulak, [atğu-la-k] {eT} is. Tüfeğin tetik bileziği. [Mühennâ] athal, [Ar. athal J ^ ' ] {OsT} sf. Kül rengi. ath ar1, [Ar. tâh ir> athâr jUJ=l] (ath a:r) {OsT} is. Ka dınların ay başı ve doğumdan kurtuldukları zaman lar. athar2, [Ar. tâhir > athar
I] {OsT} sf. Çok temiz.
atı1, [at-ı] {ağız} is. Düğün bahşişi. [DS] atı2, [at-ı] {eT} Yeğen; kardeş çocuğu. [Tekin] [ETY] atıbba, -a ’i [Ar. tabîb > etıbba5 * U=l] (etıb b a :) {OsT} is. Hekimler; tabipler, atıcı, [at-ıcı] is. 1. İyi silah kullanan ve attığını vuran kişi; nişancı; vurucu; kemankeş. 2. spor. Atletizmin atma ile ilgili dallarında yarışan sporcu. 3. mec. Yalancı; palavracı. 4. {ağız} Hallaç. [DS] S atıcı kanal, anat. Sperm anın d ışa rı atılm asın ı sağ lay an 2,5 cm. boyun daki iki boru cu ktan h e r biri. atıcıduğı, [at-ıcı-duğı] {eAT} zf. Atıcı olduğu, atıcılık, -ğı [at-ıcı-lık] is. 1. Atıcı olma durumu. 2. spor. Ateşli ve havalı silahlarla yapılan spor dalı. 3. mec. Yalancılık, palavracılık. atıf1, [Ar. ‘atf > ‘atıf / ‘âtıfa *_ü>U] (a :tıf) {OsT} sf. 1. Meyleden; yönelen. 2. Birine sevgi duyan; gönlü meyletmiş olan. 3. dbl. Bağlaç olan. atıf2, -tfı [Ar. ‘atf ı-iL*] {OsT} is 1. Meyletme; yönel me. 2. Dayandırma; yöneltme; gönderme. 3. Eğme;
çevirme; meylettirme. 4. Bükme; katlama. 5. Do kunma. 6. dbl. Bir kelime veya cümlenin kendisin den önce gelen cümle veya kelimenin anlamına tabi olmak kaydıyla bağlaçla ona bağlanması; bağ lama; bağlaç. 7. huk. Yasalar arasında birbiri ile çakışan durumlarda en çok bilinene yapılan gön derme; gönderme, S1 atıf baba, argo. E rk ek lik o r ganı. atıfe, [Ar. ‘atf => ‘âtıfe 4ikU] (a:tıfe) {OsT} is. - * atıfet. atıfet, [Ar. ‘a tf= > ‘âtıfet o iL U ] (a. tıfet) {OsT} is. 1. Karşılık beklemeden yapılan iyilik; iyilikseverlik; ihsan. 2. Sevgi; gönülden ısınma. 3. Merhamet; şefkat; koruma, atıfetkâr, [‘atıfet + Far. -kâr jl£xiL>U] (a :tıfetkâ :r) {OsT} sf. Esirgeyip koruyan; gözeten, atıfetkârane, [atıfet + Far. -kârâne ^IjlS^iLU] (a :tıfetk â :ra :n e) {OsT} zf. Koruyucu olana yakışır tarzda. atık1, -ğı [artık > atık] (a:tık) {ağız}[ zf. 1. Artık; gayri. 2. sf. Olmuş, bitmiş; tamamlanmış. [DS] atık2, -ğı [at-ılc] is. 1. Atılan şey; döküntü. 2. Her hangi bir işlem sonucunda açığa çıkan ve kullanıl mayan ve genellikle çevreye atılan çoğu zararlı maddeler. 3. {ağız} Süt ve yoğurt çalkalamakta kul lanılan küçük yayık. [DS] ö atık su, E vlerde, iş y er le rin d e ve sa n a y id e tem izlik ve d iğ er a m a ç la r la kullanıldıktan so n ra kirlen m iş o la r a k k an aliza sy o na bırakılan su. atık3, [at-mak > at-ık] sf. 1. (Renk için) solgun; uçuk. 2. {ağız} Çarpık; eğri büğrü. [DS] atık4, [at-mak > at-ık] sf. Çabuk davranabilen; çevik; atik. atık5, [Ar. ‘utk (güzellik) > ‘atık / ‘âtıka -üLlt / ^ U ] (a:tık) {OsT} sf. 1. (At için) soyu temiz; saf kan. 2. is. Genç kız. 3. Yavru kuş. atık6, [Ar. ‘ atk (azat etm e) > ‘atık / ‘atıka iüLU / ^ U ] (a:tık) {OsT} sf. (Köle için) serbest bırakılmış; azat edilmiş. atık7, [Ar. ‘ıtk (eskilik) > ‘âtık / ‘âtıka « t U / ^ U ] (a. tık) {OsT} sf. 1. İhtiyar. 2. (Şarap için) eskimiş. atıkm ak1, [at-ık-mak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] 1. Kötü ünü çıkmak. 2. Ün kazanmak. [DS] atıkmak2, [at-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] Gürbüz leşmek; büyümek. [DS] atıl, [Ar. ‘âtıl / ‘âtıla ıltU / J t U ] (a.tıl) {OsT} sf. 1. Tembel. 2. İşlemeyen; boş duran; faydasız. 3. Ha reketsiz; etkisiz. 4. Mahrum. 5. Durgun; işe yara maz. atılan, [at-ıl-an] {ağız} is. Çağlayan; şelale. [DS] atılane, [Ar. ‘âtıl + Far. -âne ü ^ tU ] (a :tıla :n e) {OsT} sf. ve zf. 1. Tembelce. 2. İşe yaramaz bir şekilde, atılgan, [at-ıl-gan] sf. 1. Bir iş veya görev için hemen
nM KEH bl.»'
ATI harekete geçen, toplum lideri olmaya can atan yü rekli kişi; girişken. 2. Tehlikeden ve güçlüklerden yılmadan öne fırlayan; atak; cesur; cüretkâr. 3. {ağız} is. Çağlayan; şelale. [DS]
atım cı, [at-ım-cı] is. Özel araçları ile pamuk ve yünü kabartma ve ditme işini yapan kişi; hallaç,
atılganlık, -ğı [at-ıl-gan-lık] is. 1. Atılgan olma du rumu. 2. Atılgan olanın niteliği,
atımlık, -ğı [at-ım-lık] sf. 1. (Barut vb. için) silahı doldurabilecek veya bir sefer atış yapabilecek ka dar; barut hakla. 2. m ec. (Harcanacak güç için) son. fi1 bir atımlık barutu olmak (kalm ak), Gücünün ve takatinin so n sın ırın a g elm iş olm ak.
atılı, [at-ıl-mak > at-ıl-ı] sf. 1. Bir yere atılmış olan; atılmış. 2. Terk edilmiş; bırakılmış, atılım, [at-ıl-ım] is. 1. Atılma, ilerleme. 2. Bir işi daha ileri duruma getirmeye, canlandırmaya, hız landırmaya yönelik hareket; hamle. S atılım yap m ak, B ir işi d a h a iyi ve d a h a ileri durum a g etir m e k için h a rek ete g eçm ek. atılımcı, [at-ıl-ım-cı] sf. Durumunu daha iyiye gö türmek için çaba sarf eden, atılım yapan, atılış, [at-ıl-ış] is. 1. Atılmak işi; atılma. 2. Atılma biçimi. atılm a, [at-ıl-ma] is. Atılmak işi. atılm ak, [at-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. Birisi tarafından fırlatılmak; atılmak işine konu olmak. {eT} (aynı) 2. Kovulmak; işten çıkarılmak; uzaklaştırılmak. 3. Y ok edilmek. 4. Örtülmek, serilmek. 5. Havale edilmek. 6. Terk edilmek, bırakılmak. 7. Kabartıl mak. 8. dönşl. f . Bir yere veya bir şeye doğru ken dini atmak; hamle yapmak; koşmak; fırlamak. 9. Yeni bir alanda çalışmaya veya bir işe başlamak; teşebbüs etmek; girişmek. 10. Saldırmak, ani hü cuma geçmek. 11. Gereksiz yere beklenmedik şe kilde söze karışmak. 12. {eT} (Çiçek için) açılmak. 13. {eT} (Bir şey için) çatlamak; ayrılmak. [DLT] 14. {ağız} (Kapı, pencere keresteleri için) eğrilmek. [DS] S atıldı atılacak, 1. K ovu lm ak üzere. 2. İleri fır la m a k için h azır vaziyette. || atılıp gitmek, {ağız} 1. B ird en b ire bayılm ak. 2. Ansızın düşüp ölm ek. [DS]|| atüıp satılm ak, {ağız} E lden çıka rılm a k; ilgi s i kesilm ek. [DS]|| atılır benzin deposu, 1. Savaş u çak la rın d a boşaldıktan so n r a atılan y e d e k benzin deposu . 2. H ed efte yangın çık a rm a k için y e r e atılan d o lu benzin deposu . || atılmış pamuk gibi, K a b a r ık v e beyaz b ir yığın hâlin d e a tım 1, [at-mak > at-ım ^ 1 / *j'T] {eAT} is. Adım. atım 2, [at-ım ^i] is. 1. Atmak işi.. 2. Silahın filermi şim ateşleme; ateş etme. 3. Atılan şeyin aldığı yol; silahın menzili. B ir kurşun atım ı burnumuzun dibin deler. 4. Ateşli silahlarda barut hakkı. 5. {eT} Nişan atış. [DLT] [Gabain] 6. {eT} Atıcı; nişancı. [DLT] t? atımına düşürmek, {ağız} S ırasın a g e tirm ek; tavına getirm ek. [DS]|| atımına getirmek, {ağız} S ırasın a getirm ek ; tavına getirm ek. [DS]|| atım yiri, {eAT} Ok, kurşun m enzili; okun y a d a kurşunun er iş e b ile c e ğ i yer. atım 3, [at-ım] {ağız} is. Lokma. [DS] atım 4, [Ar. ‘âtım p-kl&] (a. tım) {OsT} sf. Mahvolan; ölen.
atımcılık, -ğı [at-ım-cı-lık] is. Atımcının işi ve mes leği.
atın, [ad-mak (farklı olm ak) > ad-ın / atın] {eT} sf. Diğer; başka; başkası; yabancı; yad. [EUTS] atm ak, -ğı [at-m-ak] {ağız} is. Yiyecek dilimi. [DS] atınçu, [at-mç-u] {eT} sf. Atılan. [DLT] atınm ak, [at-m-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] 1. Bir tarafa atılmak; yuvarlanmak; atar gibi görünmek. [DLT] 2. {ağız} Yüzmek. [DS] atıntı, [at-ın-tı] {ağız} is. 1. İki tarlanın sınırını belir ten toprak yığını. 2. Çift sürerken dönüm başında öküzlerin döndüğü yer. 3. Rüzgârın savurup bir yere yığdığı kar. 4. Gelin çeyizi kesilirken akraba lara alman hediyelik giysiler. 5. sf. Atılmış; terk edilmiş; çürüğe çıkmış. [DS] atır, [Ar. ‘ıtr > ‘âtır ^tU] (a:tır) {OsT} sf. 1. Güzel kokulu; güzel kokan. 2. Güzel kokuları seven, atırm ak, [ad-ır-mak / at-ır-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Ayırmak; tefrik etmek. [EUTS] atırt, [ad-ır-mak > at-ır-t] {eT} is. 1. Ayrılık; fark. [EUTS] 2. Tıpkı; aynı. [EUTS] atıs, [Ar. ‘âtıs
(a:tıs) {OsT} sf. 1. Aksıran. 2. is.
Şafak. atış1, [at-ış] is. 1. Atmak işi; fırlatma işi. 2. Atma bi çimi. 3. Sevk etme; gönderme. 4. biy. Kalbin kan basımı sırasında nabızda veya boyunda duyulan basınç artışı ve sesi. 5. as. Silahı ateşleyerek hedefe fırlatma işi. 6. {eT} Atışma; küfür; kavga. [EUTS] [DLT] 7. argo. Cinsel ilişkide er suyu fışkırması. S5 atış çizgisi, O kçuların atış y a p a c a k la r ı zam an dur m aları g er ek en çizgi.\\ atış planı, as. M u h areb e ve eğitim a m a çlı atışların ayrıntılı o la r a k belirtildiği plan , kroki.\\ atış yeri, as. S ilah la atış eğitiminin y a p ıld ığ ı a la n ; p o lig o n . atış2, [Ar. ‘atş > ‘atış J ^ ] {OsT} sf. Susuz; susamış, atışgan, [at-ış-ğan] {eT} sf. Daima atışan. [DLT] atışm a1, [at-mak > at-ış-ma] is. 1. Atışmak işi. 2. Sözlü kavga; çekişme; dırıltı; dırlaşma; didişme; hırlaşma. atışm a2, [eT ay-ıt-ış-ma > ay-t-ış-ma > at-ış-ma] ed. Âşık adı verilen saz şairlerinin kendi aralarında belirli kurallar çerçevesinde düzenledikleri karşı laşma, yarışma; deyişme; karşı; aytışma. atışm ak1, [at-ış-mak 3 *-üT] işteş, f . [-ır ] [eAT, -ur] Karşılıklı olarak birbirine bir şey atmak; birbirine atmak; fırlatmak. {eAT} (aynı)
i iiim
A TK
c a s ı.3 4 9
atışmak2, [eT. ay-ıt-ış-ma > ay-t-ış-ma > at-ış-mak] işteş, f [ -ır ] 1. Karşılıklı olarak birbirine hoş olma yan sözler söylemek; söz dalaşı etmek. 2. Karşılıklı nükteli ve nazik sözler söylemek. 3. ed. Âşıkların verilen bir ayağa uygun olarak saz eşliğinde karşı lıklı olarak birbirini tamamlayan şiirler söylemele ri. 4. {eT} Atışmak; kavga etmek; küfurleşmek. [DLT] atıştırma, [at-ış-tır-ma] is. Atıştırmak işi. 0 atıştır ma yeri, A yak üstii b ir şey y en ilen veya içilen yer. atıştırmak, [at-ış-tır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Ayak üstü ve acele olarak bir şeyler yiyip içmek. 2. gçsz. f . Kar veya yağmurun seyrek ve iri olarak yağması; serpiştirmek. 3. {ağız} Dövmek; tokatlamak. [DS] atıştırmak, [atış-mak2 > atış-tır-mak] gçl. f . [-ır ] İki ve daha çok halk şairinin atışma türü şiirler söyle mesini sağlamak, atıştırmalık, -ğı [at-ış-tır-ma-lık] is. Atıştırmaya mahsus veya yetecek kadar yiyecek, içecek, atız, [at-ız / etiz] {eT} is. İki dere arasındaki su geçe cek set. [DLT] atızlamak, [at-ız-la-mak / etizlemek] {eT} gçl. f . [ -r ] Ark açmak; set yapmak; toprağı parçalara ayırmak; evleklemek. [DLT] atızlanmak, [at-ız-la-n-mak] {eT} e d il.f. [-u r ] (Tarla için) bölümlere ayrılmak; sulanmak için bölümlere ayrılmak. [DLT] atızmak, [at-mak (titrem ek) > at-ız-mak / ıt-ız-mak / et-iz-mek] {eT} gçl. f . [ -u ı] 1. Titretmek. [İKPÖy.] 2. Çınlatmak. [İKPÖy.] 3. (Telli saz için) çalmak bir musiki aleti çalmak. [İKPÖy.] [EUTS] ati1, [Ar. ityân (gelm e) > âtı ^ T ] (a :ti:) {OsT} is. 1. Gelecek zaman; yarın; istikbal. 2. sf. Gelecek. 3. Bir yazı için daha sonra gelen bölümde belirtilen; aşağı. S âtî'ül-beyân, {OsT} A şağ ıd a sö z ed ile c e k olan.|| âtî'üz-zikr, {OsT} A şağ ıd a b elirtilecek, biraz sonra belirtilecek olan. ati2, [Ar. ‘utv > ‘atî j^ -] (ati:) {OsT} sf. İnatçı; kaim
(ati.k, k kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Eski zamanlar dan kalma; eski; aşnı. 2. Antika değerinde; kıymet li. 3. Geçmiş; kadim. atikJ, -kı [Ar. ‘atik jiU ] ( v.tik, k kalın söylen ir) {OsT} is. Sırtın üst kısmı. atik4, -kı [Ar. ‘utk (güzellik) > ‘atık
(ati:k, k k a
lın söylen ir) {OsT} sf. 1. (Kız için) güzel ve genç. 2. Soylu; asil. 3. Kölelikten çıkmış olan; azat edilmiş; azatlı. atik5, -ki [Ar. ‘âtik dlîU] (a:tik) {OsT} sf. Berrak; saf; karışmamış. atikiyat, [Ar. ‘atılç > ‘atıkıyât o ly u ^ ] (ati:kıya:t) {OsT} is. Eski eserler bilimi; arkeoloji, atikleşme, [atik-le-ş-me] is. Atikleşmek işi. atikleşmek, [atik-le-ş-melc] dönşl. f . [-ir ] Çabuk ha reket etmeye veya çabuk davranmaya, başlamak; çevikleşmek. atiklik, -ği [atik-lik] is. 1. Atik olma durumu; çabuk luk; çeviklik. 2. Atik olanın niteliği, atil, [Ar. ‘âtil JjU ] (a:til) {OsT} is. Ücretli yardımcı, atim, [Ar. ‘âtim / ‘âtime <ü!U / ^jU] (a:tim ) {OsT} sf. Ağır; yavaş. a t’ime, [Ar. ta'âm > at‘ime ->J»l] (t, kalın söylen ir) {OsT} is. Yemekler; aşlar, atime, [Ar. atîme
(ati:ş) {OsT} sf.
Susuz; susamış, atit, [Ar. atît 1^1] (ati:t, t ’ler kalın söylen ir) {OsT} is. Gıcırtı. atiyat, [Ar. ‘atiyye > ‘ atiyyât û L k ] {OsT} is. -*■ atiyyat.
kafa. ^ U ] (a :ti:) {OsT} sf. İs
atiye1, [Ar. ‘ata (verm e) > ‘atiyye
atid, [Ar. ‘atîd -i~t] (ati:d) {OsT} sf. Hazır; hazır
yüklerin küçüklere verdikleri hediye ve bahşiş, i? atiye-i seniyye, P ad işa h ın verd iğ i h ed iy eler; atiy ei şa h an e.
ati1, [Ar. 'ât! / ‘âtiye yan eden; kafa tutan, lanmış.
atide, [Ar. ‘atıd °-l^ ] (a ti:d e) {OsT} is. Elbise sandı
1.
ğıatih, [Ar. ‘âtih / ‘âtihe
atiye2, [Ar. âtî (g elecek) > âtiye ■çj'T] (a:tiye) {OsT} is.
/ vU -] (a. tih) {OsT} sf.
İsyan eden; kafa tutan. atik1, -ği [at-ık > atik] sf. 1. Çabuk davranıp hızlı hareket edebilen; çevik; eline çabuk. 2. zf. Çabuk, hızlı. S atik davranm ak, H erkesten ö n ce d a v ranmak, çabu k h a rek ete g eçm ek. || atik tetik, Ç a buk davranan, çevik. atik , -kı [Ar. ‘ıtk (eskilik) > ‘atık / ‘atılca
/ «^]
Gelecek olanlar. 2. Gelecek zamanlar,
atiyen, [Ar. ıtyân (gelm e) > âtiyyen Iİ. T] (a: t i ’y en ) {OsT} zf. Gelecekte; sonra; ileride, atiyyat, [Ar. ‘atiyyât o L L t] (a:tiyya:t) {OsT} is. A r mağanlar; bahşişler; ihsanlar, atkag, [at-ka-ğ] {eT} is. Bağ; kelepçe; bent. [EUTS] atkaglıg, [at-ka-ğ-lığ] {eT} sf. Bağlı; kelepçeli; bentli. [EUTS] atkak, [at-ka-k] {eT} is. Bilinç nesnesi; nesne; obje;
ATK şey. [Üç İtigsizler] atkalm ak, [at-ka-l-mak] {eT} gçsz. f . [-u r ] Ok atmak istemek; silah atmak. [EUTS] atkam ak, [at-ka-mak] {eT} gçl. f. [-r ] Bağlamak. [Gabain] atkançsız, [at-ka-nç-sız / ad-ğa-nç-sız] {eT} sf. Bağsız; serbest. [Gabain] atkangu, [at-kan-ğu / at-lçanu] {eT} is. Duyu sahası; duyu nesnesi. [Üç ltigsizler]atkanguluksuz, [at-kanğu-luk-suz] {eT} sf. Kelepçelenmeyen; bağlanma yan. [EUTS] atkanm ak, [at-lça-n-mak / ad-ğa-n-mak] {eT} edil. f . [-u r ] 1. Bağlanmak; kelepçelenmek. [Gabain] [EUTS] 2. Kavramak; algılamak [Üç İtigsizler] 3. Y a pışmak. [Üç İtigsizler] atkanm aksız, [at-kan-maksız] {eT} sf. Serbest; bağlanmış olmadan; bağlanmaksızm. [EUTS] atkı, [at-mak > at-kı] is. 1. Omuza ve başa örtülebilen pamuklu veya ipekli kumaştan yapılmış geniş örtü. 2. Soğuktan korunmak için boyuna sarılan yünlü veya kaba kumaştan yapılmış dolama; kaş kol. 3. Ayakkabıların üzerinde aşırtmalı bağlama veya ilikleme için yapılmış şerit. 4. Dokumacılıkta enine geçirilen iplikler. 5. Binalarda kapı, pencere gibi boşlukların üzerinden geçirilen kiriş. 6. Mat baacılıkta defter ve fatura gibi elle yazılacak basılı evrak için satırları göstermek amacıyla konulan noktalı çizgiler. 7. Ekin saplarını yükseğe atmak için kullanılan yabadan çok daha büyük tarım ara cı. a t kıç, -cı [at-mak > at-kıç] is. Taş atma aracı; sapan, atkılam a, [at-kı-la-ma] is. tekst. 1. Tezgâhtaki çözgü iplikleri üzerinden atkı ipliğini geçirme; atkı atma. 2 . Bir dokumanın atkı düzeni, atkılam ak, [at-kı-la-mak] gçl. f. [-r ] [-l(ı)-y o r] tekst. 1. Dokumada atkı işini yapmak. 2. {ağız} El tezgâh larında mekik atarak dokuma yapmak. [DS] atkılı, [at-kı-lı] sf. 1. Atkı sahibi olan. 2. Atkısını ta kınmış. atkılık, -ğı [at-kı-lık] is. tekst. 1. Sadece atkı ipliği olmaya elverişli. 2. Kısa lifli ve zayıf merinos ipli ğiatkın, [at-kın] {ağız} is. 1. Kırkılmak üzere olan koyunların yünlerinin dibinden çıkan yeni yün. 2. sf. Yavrusunu ölü doğuran. 3. Parasız. 4. (Kız için) çapkın. [DS] atkuçı, [at-mak > at-ku-çı] {eT} sf. Atan, atkuyruğu, [at+kuyruk(k)-u] is. bot. Nemli yerlerde yetişen çiçeksiz, damarlı ve kök saplı, çok yıllık bir bitki; boynuzluca ot. (Equisetum arven se). S at kuyruğu saç, T ep ed e toplanıp b a ğ la n a ra k a t kuy ruğu g ib i sarkıtılm ış uzun s a ç biçim i. atkuyruğugiller, [at+kuyru(k)-u-gil-ler] is. bot. Ör nek türü atkuyruğu olan eğreltiotlanndan içi boş saplan boğumlu, boğum yerlerinden çepeçevre dal lar çıkan sporlu bitkiler familyası, (E qu iseticeae).
İ M İ K S U . »o atlab 1, [Ar. talib > atlâb vjMU] (atla. b) {OsT} is. 1. Arayanlar. 2. Öğrenciler; talibler; talebeler. atlab2, [Ar. tılb > atlâb v_ıiU»l] (a tla :b ) {OsT} is. Ka dın peşinde koşanlar; hovardalar; zamparalar, atlaç, [at-la-ç] {ağız} is. Yam aç; dağın bir yüzü, sırtı. [DS] atlag, [at-lağ / at-lığ] {eT} sf. Adlı; isimli sanlı; ünlü; meşhur. [EUTS] [Gabain] atlak 1, -ğı [at-la-k] is. tekst. 1. Atlanmış. 2. Kadife dokuması sırasında bir kaç atkı ipliğinin düğüm lenmeyerek serbest kalması durumu. 3. {ağız} Çay vb. akarsudan geçmek için aralıklarla konulmuş iri taşlar. [DS] 4. {ağız} Köprü. [DS] atlak2, -ğı [at-la-k] {ağız} zf. Kadar. [DS] atlal, [Ar. talel > atlâl J 5U>I] (a tlâ .l) {OsT} is. 1. Bi çimler; şekiller; resimler; kalıplar. 2. Ören yerler; harabeler. atlam a, [at-la-ma] is. 1. Atlamak işi. 2. spor. En yük sek veya en uzak atlamayı esas alan yanşma dallan. 3. Uçaktan paraşütle yere inme. 4. Gazetecilikte diğer basın yayın organlarının verdiği önemli bir haberden haberi olmamak. 5. Örgü işlerinde birbi rine bitişik olmayan ilmekleri bağlayan parça iplik. 6. İmtihanlarda sorulardan bazılarını yanlışlıkla boş bırakma. 7. Matbaacılıkta dizgi sırasında bir keli me, cümle veya bir bölümün eksik dizilmesi ile oluşan anlam bozukluğu. 8. Paraşütle bir hava ara cından boşluğa atılma. 9. {ağız} Eşik. [DS] 10. {ağız} Akarsuyun atlanarak geçilebilen yeri. [DS] S1 at lam a b acak oyunu, Y ere oturm uş k arşılıklı iki ç o cuğun üst üste koydu kları a y ak la rı ve yum rukları ile oluşturulm uş yü kseklikten atla m a y a dayan an bir ç o c u k oyunu. || atlam a beygiri, spor. A tlam a y a p a c a k jim n astikçin in k o ş a r a k g elip d es tek a ld ığ ı jim nastik aleti. || atlam a direği, {ağız} Çatının oturdu ğu kısım da d ö rt m etre a ra lık la kon ulan direkler. [DS]|| atlam a işareti, M atb aa cılıkta atlan an kısım ları g ö ster m e k a m a cıy la kullanılan 0 işareti. || at lam a tahtası, m ec. S o sy a l m evki veya id ari bir m a kam itibariyle d a h a iyi durum a g elm ek için kullanı lan m akam , yer.\\ atlam a tahtası yapm ak, D a h a iyi b ir kon um a g elm ek için birini veya b ir y e r i b a s a m a k o la r a k kullanmak.\\ atlam a taşı, Çay, d er e g ib i derin olm ayan kü çü k su ları için e g irm eden a tla y a r a k g e ç m e k için a d ım la n a b ilec e k a ra lık la rla dizilm iş ta şlar; atlangıç. ||atlam a vaziyeti, H av a cı lıkta, p araşü tçü lerin güvenli b ir şe k ild e dışarı çı kab ilm elerin i sa ğ la m a k a m a cıy la uçağın düşük hızda, b ir k a r a r d a v e düz uçuş y a p m a sı durumu. atlam ak, [at-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir yükseklikten ayakları yerden kesilmiş olarak sıçra yıp geçmek; {eT} (aym); çıvmak; hoplamak; kalgı mak; sekmek; sıçramak. [EUTS] D uvardan a tla m ak. 2. Ayaklan yerden kesilmiş olarak sıçrayıp bir uzaklıktan ileri geçmek. Su birikintilerinden
mm rn so2i)ün«351 3. Bir şeyi yakalamak için ileri doğru fır lamak. K a leci, topa atladı. 4. Yüksekte bulunan bir yerden aşağı doğru kendini atmak. Ç atıdan a tla mak. 5. a rgo. Binmek. O tobüse a tlad ığ ı gibi... 6. Bir makamdan, bir mevkiden daha iyisine geçmek. 7. Bulaşmak. Sığır v eb ası T rakya ’y a atladı. 8. Sıç ramak. Yangın, karşıy a atladı. 9. Birbiri ile ilgisi bulunmayan nesneler ve olaylar arasında geçiş yapmak. Şimdi, A n adolu Selçu klu ların ı b ıra k ıp I s panya’ya atlayalım . 10. Bir sınıfı okumadan bir üst sınıfa geçmek. Ç o k z ek i çocuktu, ikiden d ö rd e a tla dı. 11. Saldırmak. D üşm anın üstüne yıldırım g ib i atladı. 12. m ec. Aldanmak, kandırılmak. 13. argo. (Erkek için) cinsel ilişkide bulunmak; cinsel ilişki ye alet etmek. 14. gçl. f . Bir yeri sıçrayarak geç mek. Burayı b ir a d ım d a a tla y ab ilir m isin? 15. Bi rini veya bir nesneyi dikkate almamak; yok say mak. A llah a şk ın a a tla şu mızmızı. 16. Dikkatsizlik sonucu unutmak veya gözden kaçırmak. B an kay a taksit vardı, b a k atlam ışız. 17. Birbirini takip eden konu, şekil, yazı, rakam gibi bölümleri bilerek dik kate almadan ya da dalgınlıkla unutarak geçmek. 18. Gazeteciler için, önemli bir haberi alamamak. 19. {eT} Adım atmak. [Mühennâ] S atlayıp gelmek, İlk a ra çla hem en gelm ek. atlambaç, -cı [at-la-mak > at-la-n-gaç / atla-mbaç] is. l.Y ere oturmuş karşılıklı iki çocuğun üst üste koydukları ayaklan ve yumrukları ile oluşturulmuş yükseklikten atlamaya dayanan bir çocuk oyunu. 2. Suya atlanılacak yüksekçe yer. 3. {ağız} Çay ve de re gibi yerlerden atlayarak geçmek için su içine konulmuş iri taşlar. [DS] allamak.
ATL
atlan m ak 1, [at-m ak> at-la-n-mak] e d il.f. [~ır]\. A t lamak işi yapılmak. 2. {eT} Bir şeyin üzerine çık mak. [EUTS] atlanm ak2, [at > at-la-n-mak ji^ 'T ] dönşl. fi. [-ır ] 1. . At sahibi olmak. 2. Ata binmek. {eT} {eAT} (aym) 3. {eT} Atla gitmek. [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] 4. {eT} Atlaşmak; at hâline gelmek. [DLT] atlanturm ak, [at > at-la-n-tur-mak] {eT} gçl. fi. [-u r ] Ata bindirtmek; atlandırmak. [EUTS] atlas1, [Ar. talaş (pürüzsüz olm ak) > atlas l_r W=\\{OsT} is. 1. Yüzü ipek, altı pamuklu kıymetli bir kumaş cinsi. 2. coğ. Bir yeri, bir kıtayı, bir ülkeyi veya bütün dünyayı bütünüyle gösteren haritalar. 3. Y ıl dızları ve burçları bütünüyle gösteren gökyüzü ha ritası. 4. Lehçeleri ile birlikte bir dilin konuşulduğu yerleri gösteren harita. 5. İnsan vücudundaki organ ve dokuların yerlerini gösteren şematik resimler. 6. sf. Atlastan yapılmış. 7. Pürüzsüz; temiz; parlak. S1 atlas-ı çarh , {OsT} G ökyüzü.|| atlas dikişi, {ağız} Y organcılıkta b a k la v a biçim i b ir dikiş türü. [DS]|| atlas-ı gerdûn, {OsT} Gökyüzü. || atlas-ı mina, {OsT} Gökyüzü.|| atlas-pûş, {OsT} Atlas giyen ; a tla s a bürünen,|| atlas-rengîn, {OsT} K oyu kırmızı. atlas2, [Ar. talaş > atlas j-^UpI] (atla:s) {OsT} is. 1.
Eskitmeler; yıpratmalar; mahvetmeler. 2. sf. Eski; aşınmış. atlas3, [Yun. atlas (bir m itolojik varlık) > Fr. atlase] is. 1. özl. is. mit. (B aş h arfi büyük yazılır) İlk çağ Yunan mitolojisinde tanrılara isyan ettiği için Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımaya mah kûm edilen titan. 2. mim. Bir balkon veya saçağı atlandırma, [at > at-la-n-dır-ma] is. Bir askerî birliği yahut bir kornişi taşımak için sütun yerine kullanı ata bindirme. lan veya sütun başı olarak düzenlenen erkek heyke atlandırmak, [at > at-la-n-dır-malc] gçl. f . [-ır ] Bir li. 6 1 atlas kemiği, anat. İnsan boynu ndaki birin ci askerî birliği atlı hâle getirmek, ata bindirmek, omur.\\ atlas çiçeği, bot. B rezily a k ö k en li boğum boğum y a ssı veya üç k ö ş eli g ö v d e üzerindeki uzun atlandurmak, [at > at-la-n-dur-mak Jjjıjj-uAjT] {eAT} b ir s a p ucunda g en ellik le y ıl b a şın a d o ğ ru ç o k ca n g çl.f. [-ur] Ata bindirmek, lı kırmızı, p em b e, sa rı ve beyaz ç iç e k le r a çan d o la atlangaç, -cı [at-la-mak > at-la-n-gaç] {ağız} w. Tarla y ısıy la süs bitkisi o la r a k sa k sıla rd a yetiştirilen b ir aralarında yalnız yayaların geçebileceği biçimde kaktüs çeşid i; N o e l kaktüsü; y ıl ba şı çiçeğ i, (Zygoyapılmış iki tarafı merdivenli yüksek geçit. [DS] castus truncatus) ve (Epiphyllum),|| atlas çiçeğiatlangıç, -cı [at-la-n-gıç] is. Çay, dere gibi derin ol giller, bot. Ö rnek bitkisi atlas ç iç ek le ri olan k a k mayan suları, içine girmeden atlayarak geçmek için tüsler. adımlanabilecek aralıklarla dizilmiş taşlar; atlama atlaş, [at-la-ş] {ağız} is. Atın sağrısı; atın arka tarafı. taşı. [DS] atlanılma, [at-la-n-ıl-ma / at-la-n-ıl-ma] is. Atlanıl atlaşm ak1, [at-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır] 1. (Tay için) mak işi. at olmak; at durumuna gelmek. 2. m ec. (Kişi için) at gibi kalın adaleli bir vücuda sahip olmak. atlanılmak1, [at-la-mak > at-la-n-ıl-mak] edil. f . [-ır ] atlaşm ak2, [ay-ır-t-la-ş-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Ayırt 1. Bir yerden atlamak işi yapılmış olmak. 2. Atlara etmek. [DS] binilmek. atlanılmak2, [at (bin ek hayvanı) > at-la-n-ıl-mak] e- atlaşm ak3, [at-la-ş-mak] {ağız} işteş f. [-ır ] İki kişi birden ata binmek. [DS] d il.fi [ -ır ] At sahibi olunmak, atlaştırm ak, [ay-ır-t-la-ş-tır-malc / at-la-ş-tır-mak] atlanma, [at-la-n-ma] is. 1. Atlanmak işi. 2. At sa {ağız} gçl. f . [ -ır ] Kavga eden insan ya da dövüşen hibi olma işi. 3. Ata binme eylemi. hayvanları ayırmak. [DS]
Ö IÜ M U K C E S O M .
ATL atlatın , [at-la-t-ıcı] is. 1. Atlatma işini yapan; atla tan. 2. Paraşütle atlama eğitimi sırasında paraşütçü lerin uçaktan atlamasına yardımcı olan uzman, atlatılm a, [at-la-t-ıl-ma] is. Atlatılmak işi. atlatılm ak, [at-la-t-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Birisi ta rafından atlatma eylemine uğramak; Ç o cu k la r an n eleri tarafın dan çam u rdan atlatıldı. 2. m ec. Çeşit li bahanelerle oyalanmak; kandırılmak. A dam s ö zünde durm adı, atlatıldık. 3. Savuşturulmak. F a b rik a d a yangın teh likesi atlatıldı. atlatm a, [at-la-t-ma] is. 1. Atlatmak işi. 2. Bir gaze tecinin önemli bir haberi diğer gazetecilerden önce duyurması. 3. Örgücülükte mevcut ilmiklerin ya nında ikinci bir ilmik sırası oluşturma. 4. {ağız} Ka pı ve pencere üstlerine konulan uzun taş. [DS] S atlatm a haber, B ir gazetenin d iğ er g azetelerin hiçbirinin h a b er i olm ad an y ayın ladığı ön em li h a ber. atlatm aca, [at-la-t-mak > at-la-t-maca] is. Atlatma düzeni; kandırmak için oyun kurma. atlatm ak 1, [ at-la-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Ata bin dirmek. [ETY] atlatm ak2, [at-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Birine atlama işini yaptırmak. 2. Sıkıntılı bir durumu savuştur mak. 3. Çok önemli bir haberin diğer gazete muha birlerine duyurmadan yalnız kendi gazetesinde ya yınlanmasını sağlamak. 4. m ec. Birini başından savmak; kandırmak. 5. {ağız} Aklını kaybetmek. [DS] atlaturm ak, [at-la-tur-mak] {eT} gçl. f . [-u r] 1. Ata bindirmek. [İKPÖy.] 2. Ata bindirilmek. [İKPÖy.] atlavuç, [at-la-mak > at-la-n-guç] {ağız} is. Dere, çay gibi yerlerden geçmek için su içine konulan büyük taşlar; atlama taşı. [DS] atlayıcı, [at-la-y-ıcı] is. 1. Atlamayı iş ve meslek edinmiş kişi. 2. spor. Atletizmin atlama dallarından birinde yarışan sporcu, atlayış, [at-la-y-ış] is. Atlama işi ve biçimi, atlaz, [Ar. talaş => atlaz j ^bT] {eAT} is. -* atlas1
gelişmiş olan. 2. Atletlere özgü; atlete uygun. 3. Atletizmle ilgili, atletizm, [Fr. athlétisme] is. Koşu, atlama ve atma yarışmalarını kapsayan bireysel sporlar, atlı, [eT. at-hğ / at-lı] is. 1. Ata binmiş kişi; binici; süvari; sipahi. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] [Tekin] [Mühennâ] [Gabain] [ETY] 2. Askerlikte binek atı kullanan kişi veya sınıf. 3. sf. Ata binen. 4. Atı olan ve ata binmiş olan. 5. Atla yapılan, t? atlı ases, Y en içeri o ca ğ ın a m ensup olu p İstan bu l asayişin den sorum lu a sk erlerin a t üzerinde g e z e r e k g ö r e v y a p a n la r ı.,|| atlı ases gibi gezmek, G e c e gündüz s e r b estçe d o la şa b ilm e k ,|| atlı azığı, B ir a t m enziline u la ştıra cak k a d a r yiyecek.\\ atlı gibi, {ağız} (Kadın için) ham arat. [DS]|j atlı k araca, A tlıkarınca]] atlı k araço, A tlıkarın ca.|| atlı karınca,, zool. İri g ö v d e li b ir k a rın ca tiirü, (Po n er a gran dis). || atlı kıtalar, (E skiden) atın kendisin den veya gücünden y a r a r la n a ra k s a v a şa katılan a s k e r î birlikler.|j atlı spor, At üzerinde y ap ılan bütün sp o rla rın g e n e l adı. atlıg, [âfc-hğ] {eT} sf. 1. Adlı; adı olan; ad almış; isimli; sanlı. [Üç İtigsizler] [EUTS] [ETY] 2. ... de nen. [Üç İtigsizler] 3. Unvanlı; unvan sahibi; rütbesi olan; ünlü; tanınmış; meşhur. [ETY] [Tekin] [Mü hennâ] 4. Milletin büyüğü. [DLT] atlık, -ğı [at-lık] {eT} is. 1. At bağlanacak yer. [Mühennâ] 2. {ağız} Köy odalarının yanında konuk atlarının bağlandığı ahır; tavla. [DS] atlıkarınca, [at-lı + karaço (< İt. carozza)] is. Bir merkez etrafında dönen yapma hayvan ve otomo billerden oluşmuş ve çocukların binerek eğlendik leri panayır oyuncağı, atlım, [at-lı-m] {ağız} sf. Şanlı; namlı. [DS] atliye, [Ar. tılâ > atliye «tiW] {OsT} is. Merhemler, atlu, [eT. at-hğ > at-lu jJü'T] {eAT} sf. Atlı. S atlu ases, {OsT} 1. A tla g ezen g e c e bekçisi. 2. F a h iş e ; hay at k ad ın ı.|| atlu azuğı, {eAT) B ir a t m enziline u la ştıra cak m iktardaki azık .|| atlı kişi, {eAT} Süva ri. atm a, [at-ma -liT] is. 1. Atmak işi. 2. Lokomotif ta
atles, [Ar. talaş (pürüzsüz olm ak) > atles ^-Jü] {OsT) sf. Eski; yıpranmış; yırtık, atlesi, [Ar. atlesî
U=l] (atlesi:) {OsT} sf. 1. Atlastan
yapılmış. 2. Atlas gibi, atleşmek, [ay-ır-t-la-ş-mak / at-le-ş-mek] {ağız} işteş f . [-ir ] Ayrılmak; düzelmek. [DS] atleştırm ak, [atleş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ir ] Dü zeltmek; ayırmak. [DS] atlet, [Yun. athletes / athlos (güreş) > Fr. athlète] 1. Atletizmle uğraşan sporcu. 2. Kolsuz ve yakası açık erkek iç fanilası. 3. sf. Sağlam yapılı; güçlü. S atlet yapılı, Vücudu ve a d a le le r i iyi g elişm iş s a ğ lam y a p ılı kişi. atletik, -ği [Fr. athlétique] sf. 1. Vücudu ve kasları
rafından itilen bir vagon dizisinin kazandığı hız ile yapılan manevra. 3. Atletizmin çekiç, gülle, cirit ve disk atışı ile ilgili yarışmalarına verilen ad. 4. İnşa atlarda geniş açıklıkları tutmak için oluşturulan birleşik kirişler. 5. {ağız} Nişan hediyesi. [DS] 6. {ağız} Kış geceleri sırayla, haftada bir yapılan ye mekli sohbetler. [DS] 7. {ağız} Yamaçlardaki, uçu rumlardaki kaya parçaları. [DS] 8. {ağız} Yapıların üzerini örtmede kullanılan kalın ağaçlar. [DS] 9. Patik, ayakkabı vb.nin üstten geçen ve yandan ilik lenen kayışı. 10. s f Atmak işi ile oluşan, t? atm a dan atm ak, {ağız} K iin deden atm ak; atlatm ak. [DS]|| atm a ip, {eAT} D oku m acılıkta en in e atılan ve ta ra k la sıkıştırılan iplik; a tk ı.||atm a taş, {ağız} Ç o cu kların oyn adığı b ir taş oyunu. [DS]
»
m
u
«353
atmaca, [at-mak > at-ına-ea; is. zool. 1. Kartalgiller den ormanlık alanlarda yaşayan, küçük kuşları ve kemirgenleri avlayarak beslenen geniş kanatlı, uzun kuyruklu yırtıcı ve etçil bir kuş, (A ccipiter nisııs). 2. {ağız} Çocukların kuş avlamakta kullan dıkları bir araç; sapan. [DS] 3. (atm a'ca) zf. Bir şey atarak; atma yoluyla. S atm aca gibi, Ç o k hızlı ve çevik. || atm aca gibi atılm ak, (B ir iş y a d a p a r a için) sülıip o la b ilm e k için büyük b ir h ırsla h a rek ete g eçm ek.|| atm aca kartalı, zool. Uçuşu kartala, rengi atm a cay a benzeyen b ir y ırtıcı kıış, (H ieraaetus fscistus).\\ atm aca kelebeği, zool. P u l k a natlılardan larv aları b itk iler için z ara rlı b ir k e le bek, (C elerio lin eata). atnvacacı, [atmaca-cı] is. Atmacayı bir avcı kuş olarak yetiştiren, eğiten kişi. Ö atm acacı başı, İm paratorlu k d ön em in de a tm a c a c ıla r den ilen avcı kolunun başı. a tmac acılık, ğı [atmacacı-lık] is. Avcılıkta birinin kaldırdığı ava o daha ateş etmeden ateş etmek. atmak’, [at-mak] gçl. f. [ - a r ] 1» Bir nesneyi elden bırakıp boşluğa, ileriye doğru fırlatmak. {eT} (aynı) [DLT] '[Nevtyî] [Yüknekî] [Mühennâ] [İKPÖy.] 2. Üze rinden hızlı bir şekilde çıkarıp bir kenara rasgele bırakmak; çıkarmak. 3. Bir şeyi birine hızlıca ver mek. 4. Uzağa ve istenmeyen bir yere göndermek; uzaklaştırmak. 5. Gereksiz bularak elden çıkarmak, 6. Kullanmaktan vazgeçmek. 7. Terk etmek. 8. Gönlünden, düşüncesinden uzaklaştırmak. 9. Koy mak. 10. Yerleştirmek, 11. İleri , bir tarihe bırak mak. 12, İp, halat, zincir gibi şeylerin bir ucunu ulaştırmak, 13. Götürmek, taşımak. 14, Dinamit, bomba, silah vb. ateşlemek, patlatmak. 15. ‘{ e r i {Ok için) atmak; nişana atmak: silah atmak; nişan almak. [EUTS] [ETY] 16, Birini dövmek, bir şeyle vurmak; dövmek {eT} IfEUTS] 17. (Hapse, zindana) koymak, kapatmak; hapsetmek. 18. (Gön deri için) posta ile göndermek. 19, (İmza, tarih için) yazmak. 20. (Pamuk, yün yapağı vb. lifler için) yay ve tokmak ile kabartmak. 21. Yok say mak. 22. {ağız} Yüklemek, ı[DS] 23. {ağız} (Sperma için) cinsel organından sperma fışkırmak; beli gel mek. iO.S| 24. {ağız} (Sinek için) yumurtlamak; kurt atmak. [DS] 25. {eA t} Bir şey fırlatarak vurmak. 26. (Söz, yalaıı, palavra, mıtok vb.) söylemek; ortalık yerde konuşmak: demek, 27. (Tur için) dairevi bir dönüş yapmak, 28. gçsz. (Yürek için) çarpmak; hafifçe titreşmek. 29. Bir kadeh veya daha az bir kaç yudum içki içmek. 30. Sökülmek; dikiş, yapış tırma ve kaplaöıa açılmak, 31. {eT} Avlanmak. Il-.TY] 32. {eT} (Şafak, tan için) sökmek. [El. ısı 33. İW7 Fışkırmak; akmak; çağlamak. [EUTS] 34. y i ) Tiu-emek. [İKPÖy.] 35. a rg o. Yalan söylemek; ya lan sayılacak derecede abartmak. 36. a rg o. Kesin bilgi sahibi olmadan tahmin ederek söylemek; kes
ATİVİ
tirmek; abartmak. 37. (Renk için) solmak; açılmak. 38. Ne yapacağını abartılı biçimde anlatmak. 0 at, atamazsın, sat, satamazsın, 1. İ ş e y a ra m a d ığ ı h â ld e b ir türlü vazgeçilem eyen eşy a veya kim seler için kullanılır. 2. İstenm ediği h â ld e a h -a b a lık b a ğ la r ı olduğu için terk ed ilem ey en kişi için söylenir. \\ atıp eğirmek, {ağız} 1. Birinin kötülüklerini say ıp dökm ek. 2. H a r vurup harm an savu rm ak; i s r a f et m ek. [DS]|| atıp savurm ak, 1. Birinin veya b ir ş e yin aleyhin de konuşm ak. 2. B ir konu h akkın d a ç o k a ba rtılı konu:şmak.\\ atıp tutm ak, I. Birinin veya b ir şeyin aley h in d e konuşm ak. 2. B ir kon u h a kk ın d a ç o k a ba rtılı kon uşm ak.| atıp üfürmek, {ağız} B irinin kötülüklerini sayıp dökm ek. [DS]11 at m a r tini Debreli H aşan, Yalan söylem e, m ü b alağ a et m e, şeklin d e uyan.\\ atm a Recep din kardeşiyiz, Yalan söylem e, m ü b alağ a etine, şeklin d e uyarı. || atsan atılmaz, satsan satılmaz, 1. İ ş e y a ra m ıy or f a k a t b ir türlü vazgeçem iyorum , an lam ın da s ö y le nir. 2. İstenm ediği h â ld e a k r a b a lık b a ğ la rı oldu ğu için terk ed ilem ey en k işi için söylenir. || attığı adımdan dönmemek, Sözünden ve kararın d an vazgeçmemek.\\ attığı attık, tuttuğu tuttuk, D ile diğin i y a p a b ile c e k k a d a r serb est olm ak. || attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmemek, Yapılan b ir iş için h a rca n a n em ek ve p a ra y ı kazan cın k a rşıla m a m ası durumu. || attığı tırnak bile olam amak, S ev i y esin e ulaşamamak.\\ attığını vurm ak, 1. İyi ni şa n cı olm ak. 2. G iriştiği h er işi başarm ak. atm ak ', -ğı [at-mak] {ağız} is. 1. Asmayı yerden yüksekte tutmak için ağaçlardan yapılan çardak. 2. Heybe gibi, hayvana yükletilmek için iki tarafı denk olarak hazırlanan yük. [DS] atm alı, [at-ma-lı] {ağız} is. 1. Kara bile dayanıklı ince kabuklu yuvarlak bir kış üzümü. 2. Çocukların oy nadığı bir tür ceviz oyunu. [DS] A tm an, [Ar. ‘osmân > Rum, atman] 02. is. Bizans kayöaklarındaOsmanBeyeverilen ad. atm an, [Sansk. atman] is. 1. Hinduizmde hayat so luğu; ruh. 2. İnsanın "ben"i. atm ar, [Ar. tımr > atmâr jU il] (atm a:r) (OsT) sf. 1. Eski püskü elbiseler. 2. Paçavralar, atmasyon, [atmak + Fr. -tion] sf. argo. Gerçekle il gisi olmayan; asılsız; uydurma; yalan; mübalağa, atm asyoncu, [atmasyon-cu] is. arg o. Gerçekle ilgisi olmayan, yalan şeyler söyleyen kimse; yalancı; pa lavracı. atm asyonculuk,-ğu [atmasyon-cu-luk] is. argo. Y a lancılık; uydurmacılık; palavracılık, atm e, [Ar. atme
ATM salgılanan ve içinde döl hücreleri bulunan sıvı; me ni; er suyu; bel; sperma, atmosfer, [Yun. atmos (bu har) + splıaira (küre) > Fr. atmosphère] is. 1. Flerhangi bir gök cismini özellik le de Yer küreyi çevreleyen gaz tabakası. 2. Dün yayı çevreleyen ve meteorolojik olayların cereyan ettiği troposfer tabakası. 3. gnşl. Bir kişinin yaşadı ğı ve etkisi altında kaldığı ortam. 4. Seramikçilikte içindeki basınç ve sıcaklık ayarlanabilen kapalı pişirme fırını, atmosferik, -ği [Fr. atmosphérique] sf. Atmosferle il gili; cevvî. atnab, [Ar. tınâb > atnâb ı_ıbi»l (atn a:b) {OsT} is. 1. Çadır ipleri. 2. A ğaç kökleri. 3. Vücuttaki sinirler, atnaştırm ak, [ayırtla-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Ayırmak; çözmek. [DS] atol, -lü [Maldiv d. atol] is. Tropikal denizlerde mer can kabuklarının birikmesi sonucu meydana gel miş, ortası göl, çevresi kara olan adacık, atom , [Yun. atomos (kesilem eyen ) > Fr. atome] is. kim. ve fiz . Bir maddenin temel özelliklerini taşıyan en küçük parçacığı. S atom ağırlığı, B ir elem entin atomunun, l2C (karb on izotopu)nun kütlesinin on ik id e birin e bölüm üyle eld e ed ilen a ğ ırlık veya küt le m iktarı.|| atom kütlesi birimi, A tom ların a ğ ırlı ğ ın ı ve kü tlelerin i ölçm ek te kullanılan H idrojen atom unun kütlesi veya 12C izotopunun 1/12 oran ın d a k i birim ; sem b olü : akb. || atom bombası, Atom çekird eğ in in p a rça la n m a sı esasın a dayan an p a t la y ıc ı m ad d e.|| atom çağı, Atom en erjisinin insanlık hizm etinde kullanılm aya b a şla d ığ ı dön em .|| atom çekirdeği, Atomun nötron ve p ro ton d an oluşan m erkez kısmı. || atom enerjisi, Atom ların çek ird ek p a r ç a la n m a s ı su retiyle a ç ığ a çıkan ısı, ışık ve radyasyon. ||atom num arası, B ir atom un çek ird eğ in d e bulunan p ro to n say ısın a d en k g elen sıra la m a say ı s ı.,|| atom reak törü, N ü kleer p a rç a la n m a sıra sın d a a ç ığ a çıka n en erjiyi kon trol altın da tutm aya y a r a y a n düzenek; atom pili.\\ atom santralı, Atomun p a rça la n m a sıy la a ç ığ a çıka n en erjid en y a ra rla n m a k a m a cıy la kurulm uş elek trik üreten fabrika.\\ atom sayısı, B ir atom un çek ird eğ in d e bulunan p r o ton say ısın a d en k g elen sıra la m a sayısı. atom al, -li [atom-al] sf. Atomla ilgi,
Û Ï Ü M Ï iiI C t S Ô M .3 5 4
atom izör, [Fr. atomiseur] is. Sıvı, eriyik veya asıltı hâlindeki ilaçların molekül hâlinde püskürtülerek kullanılmasını sağlayan araç, atonal, -li [Fr. atonal] sf. müz. Ton ve makam kural larına uymadan meydana getirilmiş müzik eserleri için kullanılır; eksensiz. S atonal sapm a, Verilen b ir fr e k a n s ve d in leyici için, işitm e eşiğ i ile tonal a lg ıla m a eşiğ i a ra sın d a k i fa r k . atölye, [Fr. atelier (m aran goz işliği)] is. 1. El işleriy le uğraşanların birlikte çalıştıkları yer. 2. Bir sanat çının veya ustanın çevresinde çalışanlardan mey dana gelmiş topluluk. 3. Fotoğraf çekmek, resim yapmak gibi amaçlarla kullanılan kapalı alan. 4. Fabrikada işin gereği bir grup işçinin çalıştığı bö lüm. 5. Küçük imalathane, atraksiyon, [Fr. attraction] is. 1. Çekicilik; cazibe. 2. Eğlence; zevk. 3. tlgi çekici ve heyecan verici gös teri. atrab , [Ar. tarab (eğ len ce) > atrâb ljIt^I] (atra:b) {OsT} is. Eğlenceler; oyunlar; şenlikler; neşeler, atraf, [Ar. tarf> atrâf^iljtl] (atra:f) {OsT} is. Gözler. atrak , [Ar. târik > atrâk JljtI] (a tra:k ) {OsT} is. 1. Gece gelenler. 2. Geceleyin gelen yaya gezginler, a tra r, [Ar. turra > atrâr
(a tra.r) {OsT} is. Ke
narlar; uçlar. a tra s 1, [Ar. tırs > atrâs
jtt] (a tra:s) {OsT} is. Y a
zılmış sayfalar. atras2, [İsp. tras (arka)] is. argo. Kıç; makat, atreş, [Ar. atreş
J*\] {OsT} sf. işitme engelli; sağır.
atrium , [Lat. atrium] is. mim. 1. Avlu etrafına dizil miş odalardan meydana gelen geniş aile tipi evler topluluğu. 2, Orta Çağda kralların içinde gösterişli kabul törenleri düzenledikleri konut bölümü, atrofi, [Yun. a (yok) + trophe (besin) > Fr. atrophic ı is. 1. tıp. Bir organın ya da dokunun hacmini ve ça lışma gücünü azaltan beslenme bozukluğu; körelme; dumur. 2. Bazı yetilerin zayıflaması, atropin, [Fr. atropine) is. kim. Güzel avrat otundan elde edilen zehirli bir alkaloit. atruk, [Ar. tarîk > a tru k ıi^l] {OsT} is. Yollar, ats, [Ar. ‘ats 0 ~^] {OsT} is. 1. Aksırık. 2. gnşl. Şafak
atom cu, [atom-cu] is. 1. Atomu ve atom olaylarını inceleyen bilgin. 2. fe l. Atomculuk görüşünü be nimseyen; atomist.
söknıö. S ats-ı subh, {OsT} 1. S abahın aksırığı. 2. S efıer vakti; tan .|| ats-ı şeb, {OsT} 1. G ecen in a k s ı rığı. 2. Ş a fa k vakti; tan.
atom culuk, -ğu [atom-cu-luk] is. fe l. Kâinatın kendi liğinden tesadüfi ve mekanik olarak birleşmiş atomlardan meydana geldiğini savunan felsefi gö rüş; atomizm.
atsak, -ğı [at-sa-mak > at-sa-k] {ağız} sf. (Kısrak için) aygır isteyen. [DS]
atomik, -ği [Fr. atomique] sf. 1. Atoma ait. 2. Atom la ilgili. atom ist, [Fr. atomiste] is. fe l. Atomcu.
atsam ak 1, [at-mak > at-sa-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Atmak istemek. [DLT] atsam ak,2[at-sa-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-s(ı)-y or] 1. (Kısrak için) aygır istemek. 2. (Binici için) ata binmeyi özlemek. [DS]
jfffiHMiCt M
»355
atse, [Ar. ‘ats > ‘atse <»-Jit] {OsT} is. Tek aksırık. S
ATY
attırgan, [at-tır-gan] {ağız} sf. (Kadın için) cinsel isteklerini açığa vurmuş olan; isterik. [DS]
atse-i anberîn, {OsTj G ü zel kokulu n efes.|| atse-i çâh, {OsT} K uyu daki yankı.\\ atse-i keman, Ö k s e si.^ atse-i subh, {OsT} Ş a fa k ; tan.|| atse-i şeb, Ş a f a k ; tan.|| atse-i tîg, {OsTj K ılıç sesi.
attırık, -ğı [attır-mak > attır-ık] {ağız} sf. Eski püskü; dağınık; pejmürde. [DS]
atsırmak, [ask (yans.) > ask-ır-mak > at-sır-mak] g ç s z . f [ -ır ] Hapşırmak.
attırm a, [at-tır-ma] is. 1. Attırmak işi. 2. {ağız}] Mektuptaki selam. [DS
atsız1, [at-sız] {eT} sf. Atsız; atı olmayan. [EUTS]
attırm ak [at-tır-mak] gçl. f. [ -ır ] 1. Atmak işini bir başkasına yaptırmak; {eT} (aynı). 2. Atılmasını sağ lamak. 3. {ağız} Ayakta işemek. [DS] 4. {ağız} (Su veya başka sıvı şeyler için) basınçla fışkırmak. [DS] 5. {ağız} Meni gelmek; sperma fışkırmak. [DS] 6. a rg o : Yapmak; etmek. 7. argo. Vermek. 8. arg o. Cinsel ilişkide bulunmak,
atsız2, [ât-sız] {eT} sf. 1. İsimsiz; adsız. [EUTS] 2. {ağız} Ortanca oğul. [DS] 3. {ağız} Yüzük parmağı. [DS] ö atsız erngek, A dsız p a r m a k ; yüzük p a r m a ğı. [EUTS]|| atsız p arm ak , {ağız} O rta p a r m a k ; y ü zük parm ağ ı. [DS] atsızlar, [ad-sız-lar] is. Eski Ttirklerde bir kahraman lık göstermedikleri için ad alamayan veya bir suç tan dolayı obadan atılarak eski adlarını taşıyama yan ve isimsiz dolaşan kişiler, atş, [Ar. ‘atş / ‘ataş J ^ \ {OsT} is. Susama; susuzluk; hararet. S atş-dârân, {OsT} Susuzluk ç e k en ler; su suzlar. atşa, [Ar. ‘atşa 4ik*] {OsT} is. Susamış olanlar, atşan, [Ar. ‘atşân o l i L*] (atşa:n ) {OsT} sf. Susuz kal mış, susamış. atta, [çocuk d. atta] is. Çocuk dilinde gezmeye git mek. attar, [Ar. ‘ıtr (güzel koku) > ‘attâr jUat] (atta;r) {OsT} is. 1. Güzel koku, kokulu şeyler ve iğne iplik satan kimse; aktar. 2. Bu malzemelerin satıldığı dükkân. 3. {ağız} Köylerde hayvanla gezerek satıcı lık yapan. [DS] attarcı, [attar-cı (ikinci k ez m eslek a d ı yapılmış)'] {ağız}] is. Aktar. [DS attaret, [Ar. ‘attâret Ojlkp] (atta.ret) {OsT} is. Ak tarlık. attarî, [Ar. ‘attârî LSjUat] (a tta .ri:) {OsT} is. 1. Aktar lık. 2. Aktar dükkânı, attaristan, [Ar. ‘attâr + Far. istân jU^jUap] (attarista:n) is. Aktarlar çarşısı, attarya, [Ar. ‘attâriye => attarya] {ağız}] is. 1. Bak kal dükkânı. 2. Seyyar satıcı. [DS] attas, [Ar. ‘ats > ‘attâs ^U^p] (atta.s) {OsT} sf. Aksı rıklı; hep aksıran, attaş, [Ar. ‘atş > ‘attâş JiUas-] (atta;ş) {OsT} sf. Çok susuz. attat, [Ar. attât J»U»I] (atta:t) {OsT} sf. (Kişi için) çok bağırıp çağıran; gürültücü; şamatacı, attırgaç, -cı [aktar+ağaç] {ağız} is. 1. Ekmek çevir mekte kullanılan tahta araç; ekmek küreği. 2. Pa muk atan aygıt. [DS]
attırgeç, [at-tır-geç] {ağız} is. Yalancı. [DS]
atu, [Fr. atout) is. İskambil oyununda üstün olan kâğıt; koz. atub, [Ar. ‘atüb v
(atu :b) {OsT} sf. İnatçı,
atud, [adut] {eT} sf. Avuç dolusu. [EUTS] atuf, [Ar. ‘atf (m eyletm e) > ‘atüf
(atu:j) {OsT}
sf. 1. Birine sevgisi, meyli olan. 2. Çok merhametli, atufet, [Ar. ‘atf (m eyletm e) => ‘atüfet cijk p ] (atu :fe t ) {OsT} is. Merhamet ve şefkat, atufetli, [‘atüfet-li] (atu.fetli) {OsT} sf. Şefkat ve merhameti olan, atufetlû, [‘atüfet-lü ^Lajkt] (a tu fetlû :) {OsT} sf. İm paratorluk döneminde yüksek rütbe kazanmış olan larla birinci dereceden ferikler için yazışmalarda kullanılan hitap unvanı, atuh, [Ar. ‘ateh (bunam a) > ‘atüh oys-] (atu:h) {OsT} sf. Bunak; bunamış, atuk, -ğu [at-uk] {ağız} sf. Artık. [DS] atum , [Ar. atüm j>jU] (atıı.m ) {OsT} is. Su kaplumba ğası. atun, [Ar. âtün UyT] (a:tu:n) {OsT} is. 1. Kızlara di kiş ve okuma yazma öğreten kadın. 2. anat. Döl yatağı. atus, [Ar. ‘ats > ‘âtüs ^ ^ U ] (a:tu :s) {OsT} is. Aksırtıcı nesne; enfiye vb. atvad, [Ar. tavd > atvâd il^LI] (atva.d) {OsT} is. Dağ lar. atvak, [Ar. tavk > atvâk 3\j^\] (atva:k) {OsT} is. 1. Gerdanlıklar. 2. Tasmalar. 3. Boyundaki halkalı çizgiler. 4. Güçler; kuvvetler; takatlar. atvel, [Ar. tavıl > atvel J j t l ] {OsT} sf. Pek uzun; en uzun. atyan, [Ar. tiyn > atyân jU»t] (atya:n) {OsT} is. Ça murlar; balçıklar, atyeb, [Ar. tıyb > atyeb
{OsT} sf. Daha güzel;
pek güzel; en güzel; çok güzel.
öIİİMIİIfffSĞM. ;56
A TY
atyer, [Ar. tayr > atyer jJ>l] {OsT} sf. (îlaç, koku vb. İçin) çok uçucu; çok çabuk kaybolan; hızla buhar laşan. Au [Lat. aurum] kısalt, kim. Atom numarası 79, atom ağırlığı 197.2, özgül ağırlığı 19.5 gr/smJ olan, 1064°C’de ergiyen, parlak san renkte, yoğun, inceltilebilen, havadan ve sudan etkilenmeyen ticari değeri çok yüksek bir metal olan altının sembolü,
avaJ, [Far. âvâ] (a :v a :) is. Gürültü patırtı; ses bollu ğu; cıvıltı. avaç, -cı [ağaç / avaç] {ağız} is. Ağaç. [DS] av ad 1, [Far. âbâd) {ağızf sf. Bayındır. [DS] avad2, [Ar. 'avâid] {ağız} is. 1. Hediye; armağan. 2. fo lk . Kız evinden gelin alırken verilen bahşiş. [DS] avad an 1, [Far. âbâdân (d erli toplu ) => jo\jT] (a :v a :-
aut, [Jng. out] (avwt) is. 1. Dışarı. 2. spor. Sahada oy nanan top oyunlarında topun oyun alanı dışına çık ması; avut, fi1 au t atışı, K a le a tışı,|| aut çizgisi, K a le çizgisi.
d an ) {eAT} z f 1. iyice; adamakıllı.; hakkıyla; ta mamıyla. 2. {OsT} (Toprak için) iyi işlenmiş. 3. (Y er için) iyi bakılmış; mamur. avadan2, [Far. âb-dan] {eAT} is. 1. Sü kabı. 2. { ağız} Kavrulmuş kahvenin soğutulduğu tahta kap. [DS] 3. {ağız} Araç; aygıt. [DS] 4. {ağız} Ziynet eşyası. [DS] 5. {ağız} Av çantası. [DS]
-av, [-av / -ev] yap. e. 1. Fiillerden isim türeten Ka zan Lehçesinden alınma bir ektir. Fiilin bildirdiği işin sonucu, ürünü kavramını taşıyan isimler yapar: türev, ödev. 2. Yapılan işin adı anlamında fiil ya par: sınav, söylev, işlev.
avadana, [Sansk. avadana] is. 1. Budacılıkta ahlaki ve dinî öğüt veren hikâyelerin adı. 2 . insanların öbür dünyaya göçüşü sırasında iyi veya kötü dav ranışlarına göre nasıl mükâfatlandırdığını anlatan Budha hikâyesi,
a v 1, [av (yans.)] is. Rüzgâr, soluk sesini vb. bildiren kök. a f-ır zav-ır, av-u r zav-ur. av2, [av] {eT} ünl. Verilen buyruğu tanımamayı ve reddetmeyi bildiren ünlem. [DLT]
avadancı, [avadan-cı] is. İmparatorluk döneminde sarayın sünnet ve sarık odalarının temizliğini yapan hizmetlilere verilen ad.
au ra, [Lat. aura (n efes)] is. tıp. Sara nöbetinden önce görülen belirtiler,
av3, [ağ / av] (ağız} is. Ağ. [DS] av4, [av / ab j l ] is. 1. Karada ve denizde yabani hay vanları avlama işi. {eT} (aynı) [DLT] [Gabain] [Mühennâ] 2. Avlamak suretiyle ele geçirilmiş yaban hayvanı. [Gabain] [Mühennâ] 3. Bir yırtıcı hayvanın yemek amacıyla başka bir hayvanı yakalama işi. 4. Keklik. [DLT] 5. m ec. Aldatılan, tuzağa düşürülen kişi; kurban; yemlik. S ava binmek, {eAT} Avlan m aya gitm ek.|| ava çıkınak, Ava gitm ek.|| av alanı, A vlan m ak için izin verilm iş alan. ||av alm ak, {eAT} Avı y a k a la m a k .|[ av avlam ak, Avlanmak]\ av av lam ak, kuş kuşlamak, Yerde k a ça n d ö rt ayaklı hayvan ve h a v a d a ııçan kuş a v la m ak için a v a g it m ekti av avlanmış, tav tavlanmış, İş işten g eçm iş; ç o k g e ç kalınm ış. ||av belleği, {ağız} Av y e r i; av için seçilen y er. [DS]|| av çantası, A vcının avını taşıdığı sırt ça n ta sı.|| av havası, Avın en iyi y a p ıla b ile c e ğ i k arlı ve puslu hava. ||av hayvanı, Ç oğunlukla etin den y a ra rla n m a k a m a cıy la veya z ara rlı oldu ğu için avlan an y a b a n hayvan ları.|| av iti, {eT} Av köpeği. [Mühennâ] || av itmek, (eAT} Av a v la m ak ; av lan m ak,|| av köpeği, Av sıra sın d a av cıy a y a rd ım cı o l m ak a m a cıy la alıştırılm ış tazı, k op o y ve z a ğ a r cinsi köpek. II av kuşu, 1. A vlanm ası y a s a k olm ayan çoğu zam an eti için avlanan kuş. 2. A vlam aya alıştırılan a tm a ca ve şahin g ib i yırtıcı ku şlar.|| av uçakları, Uçuş h â lin d eki düşm an u çakların ı y o k etm ek a m a cıyla h a f i f sila h la rla donatılm ış sa v a ş uçağı. a v a 1, [av-a] {eT} ünl. Acıma bildiren ünlem. [DLT] ava2, [ağa / ava] {ağız} is. 1. Ağa; patron; efendi. 2. Ağabey. 3. Baba. 4. Dede. [DS]
avadanlık1, -ğj [Far. âbâdân => avadan-lık jJutaljl]
{eAT} sf. 1. (Y er için) bayındır; bakımlı; mamur; imar edilmiş. 2. {ağızf is. Mamur ve bayındır yer. [DS] 3. {ağız} İyi işlenmiş toprak. [DS] avadanlık2,, -ğı [Far. âb-dân = > avadan-lık
is.
1. Dülger ve marangoz esnafının aletlerini koyduğu kutu veya dolap; alet ve edevat dolabı; sandık; {ağız} (aynı). [DS] 2. gnşl. Bir işi yapmak için gerek li olan aletler. 3. gnşl. Kadınların mücevherleri. 4. Her hangi bir makinenin, tamamlayıcı parçası ol mamakla birlikte, iyi çalışması ve bakımlı olması için gerekli olan yardımcı aletlerin hepsi. 5. {ağız} Alet ve edevat yapmak için kullanılacak ağaç. [DS] 6. {ağız} Hurda, kullanılmayan eşya. [DS] 7. {ağız} Kış için kurutulmuş sebze. [DS] 8. argo. Erkek cin siyet organının tamamı. avade, [Ar. ‘avd =>avade] {ağız} is. Armağan; ikra miye. [DS] avadi, [Ar. 'avâdı lP İj*} (ava:di:) { OsT} is. Zulme denler; zalimler, avah, [Far. âvâh
(a:va:h) {OsT} ünl. 1. Eyvah;
yazıkî 2. is. Rızık; nasip; kısmet, avaid, [Ar. 'avd (geri dönme) > ‘avâid M\y-] (ava:id)
{OsT} is. 1. Gelirler; iratlar; kazançlar. 2. Bahşişler. S avâid-i vakf, {OsT} Vakfın gelirleri. avaik, [Ar. ‘avâik &\y-] (ava:ik) {OsT} is. 1. Engel ler. 2. Zor işler; müşküller, a ’vak, [Ar. a'vâk ı3[>p] (a-va:k) {OsT} is. Durdurma lar; alıkoymalar; vazgeçinneler.
■ B H E S M
« 357
avak, -ğı [Erme, avanağ] {ağız} sf. Bön; şaşkın; avanak. [DS] avakıb, [Ar. ‘akab (geri) > ‘avâkıb ^ y - ] (a v a:kıb) {osT} is. Ortaya çıkabilecek sonuçlar. S avâkıb-ı ahvâl, {OsT} D urum ların sonu. |j avâkıb-ı hasene, {OsT} İyi so n la r; hay ırlı son n e fe sler:|| avâkıb-ı umur, {OsT} İşlerin sonucu. avakıd, [Ar. ‘akd (b a ğ la m a)> cavâkıd -isiy-\ (ava:kıd)
AVA
-avan, [-a-van / -y-a-van / -y-am / -y-em / -a-y-ın / y-a-y-ın / -e-y-in / -y-e-y-in / -a-y-ım / -e-y-im / -ya-y-ım / -y-e-y-im] {eAT} çek. e. İstek kipi teklik birinci kişi çekim eki; dilek-istek, tavsiye, tercih ve gereklilik bildirir. a ’van, [Ar. ‘avn. (yardım cı) > ‘avân ö\y\] (ava:n) is. 1. {OsT} Yardımcılar; yardakçılar. 2. {ağız} Devlet memuru. [DS] 3. {ağız} Kurt. [DS]
{OsT} is. 1. Bağlayanlar; düğümleyenler. 2. Anlaş ma yapanlar.
avan 1, [Ar. ân (lâhza) > avân oljl] (ava:rı) {OsT} is.
avakır, [Ar. ‘avâkır J \ y ] (a v a:kır) {OsT} is. 1. Ve
avan2, [Far. ‘avân j ı y ] (av a:n ) sf. 1. {eAT} {ağız}
rimsizler. 2. Kısırlar. 3. Kudurmuşlar. 4. Yoksullar; fakirler. avaklanmak, [avak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] (Yara için) şişmek; azmak. [DS]
Zorba; vurucu kırıcı; kötü. [DS] 2. {ağız} Obur. [DS] 3. {ağız} Hırsız. [DS] 4. {ağız} (Kişi için) iri yarı. [DS] 5. {ağız} Sert; titiz; sinirli. [DS] 6. {ağız} (Tarla için) sürülmesi zor; sert topraklı. [DS] S avan avan, {ağız} Sersem sersem ; a lık alık. [DS] avan3, [Fr. avant (ön)] zf. Bir kumar oyunu olan bakarada, daha önce anlamına kullanılır, ö a v a n proje, B ir p ro jen in ilk ta sarısı; ön tasarı.
aval1, [? aval] sf. Şaşkın, aptal; bön; salak, fi1 aval aval, A ptal b ir ş e k ild e ; bön bön. aval2, -li [Ar. el-vala > İt. avallo > Fr. aval] is. Bir bono veya poliçede imzası bulunanların ödememe si durumunda bir üçüncü kişinin teminat vermesi. avalak1, -ğı [Erme, avanağ] {ağız} sf. 1. Bön; şaşkın; avanak. 2. Tembel. [DS] avalak2,. -ğı [oğ-la-k / oğa-la-k] {ağız} is. Keçi yavru su; oğlak. [DS] avalamak, [av-a-la-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Karışıklık sonrası bir yerde toplaşmak; üşüşmek. [DLT] avalim, [Ar. ‘âlem > ‘ avalim ^.\y-] (ava.lim ) {OsT} is. Dünyalar; âlemler. S avâlim -i süfliye, {OsT} D ün y a ile güneş a ra sın d a ki Utarit ve Z iihre.|| avâlim-i ulviye, {OsT} Yüksek â le m ; M erih ve M üşteri. avaltı, [ev+alt-ı] {ağız} is. Ev arkasındaki bahçe veya tarla. [DS] a’vam, [Ar. ‘âm (yıl) > a‘vâm pl^'] (a-va:m ) {OsT} is. Yıllar. avam, [Ar. ‘amm (gen el)> ‘avam fiy \ (ava:m ) {OsT} is. 1. Cahil halk tabakası. 2. Aşağı tabaka. 3. Halk. S avâm-firîb, {OsT} H alkın hoşu n a g id e c e k bi çimde kon u şarak h alkı a ld a ta n ; dem agog. || Avam Kamarası, İn g ilte r e ’d e h a lk tarafın dan seçilen millet vekili meclisi.\\ avam pesend, {OsT} H alkın hoşuna g id ecek, c a h il kim selerin s e v e b ile c e ğ i şeyler.|| avam takımı, 1. D üzensiz ve intizam sız insan kalabalığı. 2. A yak takım ı d en ilen işsiz g ü çsü zler grubu. avamca, [avam-ca] (ava'm ca) zf. Avama yakışır bi çimde. avami, [Ar. ‘avam > ‘avamı ^ y - ] (a v a:m i:) {OsT} sf. 1. Halkla ilgili. 2. Halka ait. avamil, [Ar. ‘amel (iş) > ‘âmil (iş y a p an ) > ‘avâmil (ava.m il) {OsT} is. 1. Sebepler. 2. İşleyenler. 3. Valiler. 4. dbl. Arapçada kelime sonlarına gelen ünlülerin okunuşunu konu alan dilbilgisi.
Vakitler; zamanlar; anlar; çağlar.
avanak, -ğı [Erme. hawanak (sıpa, a p tal)] sf. 1. K o lay kandırılabilen; anlayışsız; kavrayışsız; alık; enayi; şaşkın; bön; aptal. 2. {ağız} is. Sağanak yağ mur. [DS] 3. {ağız} Sıpa. [DS] avanaklık, -ğı [avanak-lık] is. 1. Avanak olma du rumu. 2. Avanakça davranış; aptallık; bönlük. S avanaklık etmek, A van akça d av ran m ak; a p ta llık etm ek. avan gart, -dı [Fr. avant-garde] is. Herhangi bir dü şünce ve sanat akımı ile ilgili olarak kendisinden önce gelenlerle ilgisini keserek yeni bir çığır açan; öncü. avam ', [Ar. inâ (kap) > avânî ^ Ijl] (a v a;n i:) {OsT} is. Kaplar; kap kacak; mutfak takımları. avani2, [Ar. ‘avânî J>\y-] (â v a.n i:) {Osm. T.} sf. Mu zır kimse. avans, [Fr. avance] is. I . İleride yapılacak bir öde meden düşülmek üzere önceden verilen para; önde lik. 2. Bir oyunda rakibe tanınan ileri sayı. 3. M a kine ve motor hareketi sırasında tanınabilen boşluk ve esneklik durumu. 4. Önceden verilen şey. 5. a r g o. Kadın ve kızların bakışları ile erkeğe davetkâr bir umut vermesi. 6. mim. Binalarda yapılan çıkın tılar. ff avans alm ak, V adesi g elm em iş veya h a k edilm em iş b ir a la c a k için ö n ced en bir m iktar p a r a a lm a k ; avan s çekm ek. || avans verm ek, 1. İlerid e k esilm ek ü z ere birinin a la c a ğ ın a k a rşılık bir m iktar ö d em e y apm ak. 2. Oyunda avan tajlı b a şla m a sı için r a k ib e ön ced en sayı h akkı tanım ak. 3. argo. (K a d ın lar için) b a k ış ve d av ran ışları ile er k eğ i d av et etm ek. avansen, [Fr. avant-scene] is. Tiyatrolarda sahne önüne rastlayan loca; sahne önü. avant, [Sansk. anbant] {eT} is. Sebep; illet; esas; te mel. [EUTS]
AVA
D
avan ta1, [İt. avanti] ( a ’vanti) ün. dnz. Haydi; marş! avanta2, [Fr. avantage / Suriye Ar. ‘avente (pusu) /
İM
İC E S O M . 358
av ar zavar, (ağız) B a h ç e d e ve ta rla d a ek ili bulu nan s e b z e ve tahıl. [DS]
İt. agguato (pusu)] (ava'nta) is. arg o. 1. Emek, za man ve para harcamadan elde edilen kazanç. 2. Kumarda hile yaparak kazanan kimseden alman sus payı. 3. (ağızj Avare, işsiz, aylak ve kötü kimse. [DS] 4. (ağız) Hile. [DS] S avanta vurm ak, argo. A vanta ile k azan ç eld e etm ek .|| avanta yemek, 1. B aşka la rın ın em ek h a rc a y a r a k kazan dığ ı p a r a ve m aldan geçin m ek. 2. A vanta y olu y la yaşam ak.
a v a ra 1, [Far. âvâre => avara ojljl] (ağız) sf. 1. İşe ya
avantab, [Far. ‘avân (zorba) + Ar. tâbc (karakter)
av ara2, [İt. avare] (ava'ra) is. dnz. 1. Bir deniz aracı nın yanaştığı kıyı ve iskeleden hareket ederek açılması. 2. ünl. (Gemi için) sahilden ya da yanaş tığı bir gemiden “ayrıl!” komutu. S avara etmek, dnz. Yanaşılan y erd en d en ize açılm ak. || avara et tirm ek, dnz. B ir deniz a ra cın ı yan aştığı b a şk a bir den iz a racın ın b o rd a sın a sürttürm em ek için ittir mek.
(a v a:n ta :b ) sf. Zorba ruhlu. avantacı, [avanta-cı] is. v e sf. 1. Avanta yoluyla ge çimini sağlayan; bedavacı; beleşçi. 2. Kumarhane lerde avanta toplayan. 3. (ağız) Düzmeci; hileci. [DS] avantacılık, -ğı [avanta-cı-lılc] is. 1. Avanta yoluyla geçimini sağlamaya çalışma; bedavacılık; beleşçi lik. 2. Kumarhanelerden avanta toplama işi. avantadan, [avanta-dan] (ava'ntadan) zf. Avanta yo luyla; avanta olarak, avantaj, [Fr. avantage] is. 1. Bir özel konum veya durumun taraflardan birine sağladığı yarar, kolay lık ya da üstünlük; üstünlük sağlayan şey. 2. Spor da taraflardan birinin, rakibin yaptığı hatadan veya kendi çabası sonucu elde ettiği üstünlük. 3. Teniste sayılar 4 0 -40 berabere iken ilk sayıyı alan tarafın üstünlüğü, ö avantaj kurab, spor. Takım h â lin d e ki k a r şıla şm a la rd a h a ta y a p an takım ı cez a la n d ır m ası durum unda o takımın avan tajlı durum a g e ç e ceğ in i an lad ığ ı an oyunu k esm ed en siirdürmesi.\\ avantaj elde etmek, H erh an g i b ir k a rşıla şm a veya m ü ca d eled e ra k ib e karşı üstünlük sağ lam ak. avantajlı, [avantaj-lı] sf. 1. Üstünlük elde etmiş olma durumu. 2. zf. Avantaj elde etmiş olarak, avantajsız, [avantaj-sız] sf. 1. Üstünlüğü başkasına kaptırmış olma durumu. 2. zf. Başlangıçta herhangi bir üstünlüğü olmaksızın, avantür, [Lat. adventura > Fr. aventüre] is. 1. Mace ra. 2. Hiç düşünülmedik, hesapta olmayan ve bek lenmedik bir olay; macera; serüven; entrika., 3. Ka rışık iş; olağanüstü durum, avantürist, [Fr. avanturiste] is. 1. Para kaynakları alanında büyük maceralara girişen kimse. 2. Büyük dolandırıcı. avantüriye, [Fr. aventurier] sf. Maceradan hoşlanan; maceraperest; serüvenci. a v a r 1, [Ar. ‘avâr jljt] (av a:r) (O sm .T.) is. 1. Ayıp; kusur. 2. Fesat; bozgunculuk. a v ar2, [? avar] (ağız) is. 1. Sebze bahçesi. 2. Tarlada ki sebze. 3. Hıyar. 4. Sebze dikmek için açılan ark. 5. Bent ve set yapmaya yarar dallı budaklı ağaç. [DS] S1av ar etmek, (ağız) S eb z e dikm ek. [DS]|| a v a r yeri, f ağız) E v e y a kın s e b z e b a h çesi. [DS]||
ramaz; kötü; bayağı; adi. (eATj (aynı) 2. Normal olarak gelişemeyen ekin. 3. Şaşkın; kararsız; bece riksiz; işsiz. 4. Verimsiz ve çorak toprak. 5. Kağnı arabasının okları üzerine dikilen kazık. 6. Hamal. 7. Manda. 8. Ekim ayı. 9. Eylül ayı. [DS] S avara durm ak, {ağızj B o ş du rm ak; çalışm am ak. [DS]|| avara kalm ak, (ağız) B o ş kalm ak. [DS]
a v ara3, [Far. âvâre] sf. (Düzenek için) üzerinde dön düğü ve kendisini taşıyan milden bağımsız olarak çalışan; boşta. S avara kasnak işlemek, B o ş y e r e çalışm ak. || avaraya alm ak, B irb irin e b a ğ lı o la r a k ça lışa n iki ve d a h a ç o k kısım dan birin i durdurm ak için a v a r a k olu n a m an ev ra y a p tırm a k; b o ş a alm ak. av ara4, [Ar. 'afare (b a şa kla m a ) »j\J*](ağız} is. Bağ bozulduktan sonra teveklerde kalan tek tük üzüm, avaracı, [avara-cı] is. 1. Dolan tuz vagonlarım iterek taşıyan işçiler. 2. (ağız} Avara şeyler toplayan kim se. [DS] 3. sf. Beceriksiz; işsiz; avare, avaralık, -ğı [avara-lık] /ağız} is. 1. İşsizlik. 2. Ha mallık. 3. Yağmurlu, rüzgârlı gün. [DS] ö avaralık verm ek, (ağız) Ç alışan kişiyi işinden alıkoym ak. [DS] avarce, [Far. âvârce
(a :v a :rc e) (OsT) is. 1.
Kasa, kayıt defteri. 2. Hatıra defteri, avarçe, [Far. âvârçe ^rj\j~\] (a :v a :rç e) (OsT) is. - * avarce. avarcı, [avar-cı] (ağız) is. Sebze yetiştiren. [DS] avarcılık, -ğı [avar-cı-lık] (ağız) is. Sebzecilik. [DS] avardı, [ev+ard-ı] (ağız) is. Eve yakın sebze bahçesi. [DS] avare, [Far. âvâre ojljT] (a :v a :r e ) (OsT} is. 1. İşsiz güçsüz dolaşan kişi; aylak; başıboş; ipsiz; serseri; derbeder; haylaz. 2. Kararsız; dengesiz. 3. Tek ba şına yaşayan; kimsesiz; yalnız. 4. Sürgüne gönderi len. 5. Vahşice etrafa bakan göz; vahşi bakış. 6. (eATj Bir kumaşın güzel tarafı; kumaş yüzü. S (bir şeyden) avare, (OsT) U zak; mahrum.\\ avare ava re, 1. B ir a m a cı olm adan . 2. İşsiz. 3. B a ş ıb o ş b i çim d e,|| avare dolaşmak, İşsiz güçsüz, b a şıb o ş gezm ek. ||avare etmek, Ç alışan veya ça lışm a k iste y en birini işinden alıkoym ak, oyalamak.\\ âvâregerd, {OsT} İşsiz güçsüz kim se; s e rse ri.|| âvâre-gî,
o if f liM
t a ı • 359
AVA
{OsT} 1■ İşsiz güçsüzlük; serse rilik ; p erişan lık . 2. Sürgünlük,|| avare kılmak, {OsT} U zaklaştırm a; ayırmak.\\ avare ol! {OsT} D efo l! ||avare olmak, 1. İşsiz güçsüz ve b a şıb o ş d olaşm ak. 2. M em leketin den, y a şa d ığ ı y erd en ay rılm ak; g u rb ete düşm ek; y a b a n a g itm e k ]] âvâre-reviş, {OsT} B a ş ıb o ş d a v ranan; a v a re tavırlı. |j âvâre-ser, {OsT} B aşıb oş. avareleşme, [avare-le-ş-me] (a ;v a ;re leşm e) is. Avare duruma gelme; aylaklaşma, avareleşmek, [avare-le-ş-mek] (a. v a .releşm ek ) dönşl. f [-ir ] Avare bir durum kazanmak; aylaklaşmak; serserileşmek,
avarlık, -ğı [avar-lık] {ağız} is. 1. Eve yakın sebze bahçesi. 2. Sebze. [DS] avarya, [İt. avaria] (ava'rya) is. dnz. Yolculuk anın da geminin veya yükünün doğal etkenlerden gör müş olduğu zarar, avasıf [Ar. ‘âşıfa > 'avâşıf
y-] (av a;sıf) {OsT} is.
Sert rüzgârlar; fırtınalar, avasım [Ar. 'işmet (tem izlik) > 'aşım (temiz) > ‘avâşım
(ava:sim ) {OsT} is. 1. Temiz kimseler;
günahsızlar. 2. Sınırlarda kurulan istihkâmlar ve buralardaki şehirler. 3. Halife Hz. Ömer devrinden itibaren İslam topraklan ile Bizans topraklarını bir birinden ayıran ve savunması güçlendirilmiş sınır lara ve buraların yönetimine verilen isim,
avarelik, -ği [avare-lik] (a :v a ;re lik ) is. 1. Avare ol ma durumu. 2. Avarenin niteliği. S avarelik et mek, İşi gücü o lm adığ ı için b a ş ıb o ş d o la şm a k ; a y laklık etmek.
avasir [Ar. 'âşur > ‘avâsır jtfly ] (a v a:si:r) {OsT} is.
avarık, -ğı [? avarık / avar-lık] {ağız} is. Sebze bah çesi. [DS]
Tuzaklar. avat, [Yun. avatin] {ağız} is. Böğürtlen. [DS]
avarız, [Ar. 'arıza (en gel) > 'avarız ^ J y - ] (ava;rız)
avatara, [Sansk. avatara (iniş)] is. 1. Hinduizmde tanrı Vişnu’nun yeryüzüne inerek ruh hâlinden ci sim hâline dönmesi. 2. gnşl. Bir insanın veya bir şeyin şekil değiştirmesi; başkalaşma. 3. Felaket, üzücü olay.
{OsT} is. 1. Kaza ve belalar. 2. Yeryüzündeki enge beler; tümsekler. 3. hıık. Yerine getirme mecburi yetini ortadan kaldıran veya hükümlerinde değişik lik meydana getiren durumlar. A yağı olm ayan biri si için a b d est alırken ayağ ın ı y ık a m a m ecbu riyeti nin kalkm ası b ir avarızdır. 4. imparatorluk döne minde deprem, sel, yangın gibi tabii afetlerle savaş hâllerinde toplanan ek vergiler; felaket vergisi. 5. {ağız} Köy tüzel kişiliğinin malları. [DS] 6. {ağız} Mahalle halkının ihtiyacı için işletilen vakıf ya da faize verilen para. [DS] S avarız akçesi, {OsT} P a ra o la ra k toplanan a v arız vergisi. || avârız-ı mük tesebe, {OsT} C a h illik ve sa rh o şlu k g ib i insanın iradesiyle ortay a çıkan durum lar]] avârız-ı zemîn, {OsT} D ağ, dere, tep e g ib i y e r yüzündeki e n g eb e ler.|| avarız kalemi, {OsT} A varız vergilerinin k a yıtlarını tutan dev let dairesi. || avarız sandıkları, {OsT} A varız vakıflarının p a ra la rın ın toplan dığı ve korunduğu yer.\\ avârız-ı semâviye, {OsT} D elilik, uyku, bunam a ve ölüm g ib i insanın elin d e olm adan ortaya çıkan durum lar]] avarız vakfı, {OsT} A varız vergilerini k a rşıla m a k için d a h a ön ced en hazırlıklı olm ak veya o bölgen in y o ksu lla rın a yard ım a m a cıyla kurulmuş vakıflar. avarızcı, [avarız-cı] (a ;v a :rız cı) is. Avarız vergisini toplayan tahsildar. avari, [Ar. ‘avârî ^ Jy> ] (a v a .ri.) {OsT} is. Ödünç şeyler.
avatıf, [Ar. 'atıfet > ‘avâtıf ^ \ y ] (ava:tıf) {OsT} is. İyilikseverlikler; merhametler, avatık, [Ar. 'âtk > 'avâtık
y ] (ava:tık) {OsT} is. 1.
Özgür olanlar. 2. Yaşlılar; ihtiyarlar. 3. Genç kız lar. 4. Yavru kuşlar, avatlam ak, [ev-melc > ivedi > avat-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Acele etmek. [DS] av’ava, [Ar. ‘av'ave °y> y] {OsT} is. Havlama. S av'ave-i kilâb, {OsT} K ö p ek lerin havlam ası. avave, [Ar. ‘av'ave oy y ] is. -* av'ava. avay, [av-ay] {eT} is. Ayva. [DLT] avayid, [Ar. ‘avâ’id As\y-] {ağız} is. 1. Hizmet karşı lığı ödenen bedel. 2. Zarara neden olan hayvanların sahiplerinden köy korucusunun aldığı ceza. 3. Dü ğüne davet için başka köylere okuyucu giden kişiye verilen bahşiş. 4. Gelin olacak kız için istenen para; başlık parası. 5. Bahşiş olarak verilen yiyecek. [DS] a ’vaz, [Ar. ‘ivaz > a‘vâz
(a-va:z) {OsT} is.
Bedeller; karşılıklar,
avarif, [Ar. 'arif (bilen) > ‘avârif ‘- i^ y -] (ava:rif) {OsT} is. İşten anlayanlar; bilenler; arifler, avarizat, [Ar. 'avarız > 'avârizât
avataralam a, [Sansk. avatara (iniş) + lama] is. Budacılıkta lamalardan biri öldüğünde içindeki tanrı nın bir bebeğe geçip varlığını mucizelerle belli et mesiyle ortaya çıktığına inanılan din adamı,
(a v a :ri-
za;t) {OsT} is. 1. Sakatlıklar. 2. Engeller. 3. En gebeler. 4. Olağanüstü durumlarda halktan toplanan vergiler.
avaz, [Far. âvâz jljT] (a :v a :z ) {OsT} is. 1. Yüksek ses. 2. Bir kimsenin kendine özgü sesi. 3. Bağırma; nârâ; feryat. 4. Ses tonu. 5. Bir müzik aletinin sesi. 6. Klasik Türk müziğinde bağımsız bir makam olma yıp ancak diğer makamlara birer çeşni katmak için eklenen ses dizisi. 7. {ağız} Melodi; makam; beste.
sun « { t
AVA :[DS] 8. Şöhret; ün. 9. /ağız} Durum; keyif. [DS] S1 avaz avaz, Yüksek s e s le ; ba n g ır bangır.\\ avaz çekmek, 1. Şarkı, türkü söylem ek. 2. {eAT} Ötmek; s e s çıkarmak.\\ avaz etmek, 1. /OsTf Ç ağırm ak. 2. {ağız} Yas tutm ak; ağ ıt y a k m a k ; ağlam ak. [DS]|] avaz eylemek, {eAT} Seslenmek.\\ avaz götürmek, {eAT} Sesi yü kseltm ek; b ağ ırm ak .|| âvâz-ı bülend, {OsT} Yüksek sas.|| avazı çıktığı k ad ar, Bütün g ü cünü ku lla n a ra k (bağırma).\\ âvâz-ı musikî, {OsT} M üzik se si.|] avazm götürmek, {eAT} S esini yü k seltm ek ; b a ğ ırm ak .|| âvâz-ı r a ’ d ü saika, {OsT} G ö k gürültüsü ve yıldırım sesz.|| avaz urıcı, {eAT} S eslen en ; b a ğ ıran .|| avaz virmek, {eAT} Ses çık a r m ak. avaze, [Far. âvâze ojl^T] (a :a v a :z e ) (OsT} is. 1. Ses. “Avazeni gök kubbeye Dâvud gibi sal.” Yahya Kemal 2. Haber. 3. Şan; şöhret. 4, Dedikodu; şayia, âvâze-h'ân, {OsT} Ş a rk ıcı; hanende. ayazlam ak, [avaz-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)y o r j Bağırmak. [DS] avazlı, [avaz-lı] sf. Yüksek sesli, avcalam ak, [avuç > avc-a-la-mak] {ağız} ğ ç l . f -r [Itu -y or] 1. Ovmak. 2. Bir şeyi herkesten önce kapmak; kapıp kaçmak. [DS] avcar, [Far. afzâr => avcar y rj'] {eAT} is. 1. Tence reye konan yemek malzemesi. 2. {ağız} Lezzet; tat. [DS] 3. {ağız} Tane. [DS] 4. Pastırma ve sucuğa ko nulan baharat. 5. {ağız} Hıyar, karpuz vb. tohumu. [DS] 6. {ağız} Saçma, barut gibi av malzemesi. [DS] 7. {ağız} Mantık; mantıki düzen. [DS] 8. {ağız} Kı vam; karar. [DS] 9. {ağız} sf. Ezilmiş; parçalanmış. [1)S| fi1 av car etmek, {ağız} P a r ç a la m a k ; ezmek. [DS] avcarlam ak, [avcar-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-1(0y o r ] Et, balık gibi yiyeceklerin kokmasını önlemek ya da kokusunu almak için baharatlamak. [DS] avcarsız, [avcar-sız] {ağız} sf. 1. Gelişigüzel. 2. Abuk sabuk. [DS] avcı, [eT ab-çı / aw-çı > av-cı] is. 1. Avlanmayı kendine iş edinen kişi. 2. Bir spor dah olarak av yapan, 3. Avlanmayı seven kişi. 4. m ec. Bir şeyi ele geçirmek için büyük bir istekle peşinden ‘giden. S. İmparatorluk döneminde sarayda avcı kuşların yetiştirilmesi ve eğitimiyle uğraşan, padişahla bir likte ava çıkan görevlilerden her biri. 6. sf. Avcılık ta usta olan hayvan. S avcı botu, as. S a h illerd e den izaltı a v la m a k için donatılm ış h a f i f ve hızlı g e m i I] avcı canavar, {eAT} Av için kullanılan hay v a n ; avcı hayvanı, avcı eri, as. P iy a d e birliğ in de sila h taşıyan h er sa v a şçı er. || avcı kediye kurnaz fare. B aşka la rın ı a ld a tm a k la tanınm ış birinin k a r şısın a ald atılm ası z o r ve kurnaz biri çıktığını a n latm ak için söylenir. || avcı otu, bot. Düğün çiçeğ ig illerd en o tla k la rd a y etişen ve eld e ed ilen k a lb e kuvvet v erici bir m ad d e dolay ısıy la hekim likte kul
m
.
lanılan, kokusuz, M an isa la lesin e ben z er p a r la k kırm ızı çiçekli, zeh irli ve a cı b ir bitki; k ek lik gözü, (Adonis vernalis).|| avcı uçağı, as. H av a d a düşman u çakların ı y o k etm ek a m a cıy la üretilm iş ve h a fi f sila h la rla donatılm ış ö z e l uçak. || avcı üzümü, bot. B eyaz veya p e m b e çiçekli, y a p ra k la r ı tanenli, h er m evsim y e ş il b ir a ğ a ç ç ık ; y a b a n m ersin i; ayı üzü mü; ç o b a n üzümii; ça y üzümii; S a p a n ca ça y ı; Trabzon çayı, (Vaccinium arctostaphylos). avcıl, [av-cıl] {ağız} sf. (Hayvan için) iyi av avlayan. [DS] avcılık, -ğı [av-cı-lık] is. 1. Avcının yaptığı hayvan lan yakalama ve öldürmek amacıyla yapılan kova lama, tuzak kurma, ağ atma ve silahla ateş etme vb. işler. 2. m ec. Çok arzu edilen bir şeyi ele geçirmek için harcanan çaba; gayret. 3. Bisiklet yarışında ar kadan gelenlerin öndeki sporcuyu yakalamak için gösterdikleri çaba, ö avcılık etmek, A vcılıkla uğ raşm ak. avcu, [av-cu] {ağız} is. 1. Avcı. 2. sf. Avcıl. [DS] avcun, [avuç + un-u] {ağız} is. Değirmenciye öğütme bedeli olarak paranın dışında verilen bir miktar un. [DS] avçı, [av-çı] {eT} is. Avcı [EUTS] [DLT] [Mühennâ]{ağız} (aynı). [DS] avd, [Ar. ‘avd
{OsT} is. 1. Geri gelme; dönme. 2.
Hasta ziyaret etme. 3. Yoldan sapma, avdal, [Ar. abdal] {ağızf sf. Alık; aptal. [DS] avdam ak, [av-da-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-d (ı)-y o r] Oyalamak; meşgul etmek. [DS] avdan, [avda-mak > av-da-n] is. Pazar günü, avdaııertesi, [avdan+erte-s-i] is. Pazartesi, avdas, [Far. âb-dest] {ağız} is. Abdest. [DS] avdaz, [Far. âb-dest => avdaz j^ji] {eAT} is. Abdest. avdet, [Ar. ‘avdet cjzy-] {OsT} is. 1. Hareket edilen yere geri gelme; dönme. 2. Tekrarlama. 3 avdetazîmet, {OsT} G idiş-dönüş. [| avdet etmek, G eri dönm ek. || avdet eylemek, G eri dön m ek; g e r i g elmek.\\ avdet-nâm e, {OsT} İm p arato rlu k dön em in de ta şra d a ça lışa n m em urların g e r i d ön m elerim em red en resm î yazı. avdetî, [Ar. ‘avdeti ^ j * - ] (avdeti:) {OsT} is. 1. Dö nüşle ilgili. 2. Dönüşe ait. 3. Müslümanlığa geçmiş olan Musevi; dönme, avdık, -ğı [av-da-mak > av-d-ık] {ağız} is. 1. Cacık. 2. Ayran. 3. Kavrulmuş buğdayı el değirmeninde çekerek elde edilen iri undan süt ve şekerle yapılan çorba ya da helva. [DS] avdır, [av-da-mak > av-dı-r] {ağız} is. Erkek cinsel organı. [DS] avduk, [ağ-dı-k > av-du-k] {ağız} sf. Şımarık; kendini bilmez; alık; aç gözlü. [DS] avdurm ak, [ağ-dır-mak > av-dur-mak] {ağız} gçl. fi.
Şt f P J l li C i S İ M . 3 6 1 ____________________________________________
[.u r] Bir şeyi sırtın öbür yüzüne aşırmak; devir mek; yuvarlamak. [DS]
a ’ v e c , [Ar. Cavec (eğrilik) > a'vec
] (a-vec) (OsT}
sf. Eğri büğrü; çarpık,
_______________________________________________
averdeni, [Far. âverden!
AVG
(a :v er d en i:) {OsT} is.
Getirilmesi uygun olan şey; hediyelik, averdide, [Far. âverdıde
(a :v erd i:d e) {OsT}
sf. 1. Saldıran; saldırmış olan. 2. Saldırıya uğrayan,
a ’ v e d , [Ar. a'ved ijpl] (a-ved) {OsT} s f Daha yararlı; en yararlı. a v e d i, [ev-mek > iv-e-di] (ağız) sf. ve zf. Acele. [DS]
a v e h , [Far. âveh j-jT] (a:v eh ) (OsT) imi. 1. Eyvah; yazık! 2. is. Rızık; nasip; kısmet,
a v e n , [Ar. âven O şT] (a.v en ) {OsT} sf. Çok sakin; en sakin.
a v e n d , [Far. âvend J J jT ] (a:ven d) (OsT) is.
1.
averta, [İsp. abierto] sf. Pesata oyununda, açık anla mında kumar terimi. S averta kesmek, K âğıtları açm ak. Avesta, [Far. apastâk > avistâ] (ave'sta) is. Bütünü on iki bin öküz derisi üzerine yazılı olup İsken der’ in Persepolis’te yaktırdığı söylenen Zerdüşt dinine ait ilahileri bulunduran kitap ve bu ilahilerin her biri.
İp;
a ’vez, [Ar. a'vez jy-\] {OsT} is. 1. Anlaşılması güç
sicim. 2. Senet; delil. 3. Kap kacak. 4. Taht benzeri yüksek makam. 5. Satranç oyunu. 6. zf. Önce; ev vel; ilk.
avez, [Ar. ‘avez jy>] {OsTj is. Yoksulluk; geçim sı
a v e n d i, [Far. âvendı jJJjT ] (a .v en d i:) {OsT} is. Şarap fıçısı; şarap kabı,
{OsT} is. 1. Yardakçılar; yamaklar. 2. Y a
sal olmayan, uygunsuz bir işe yardım edenler; yar dakçılar; kafadarlar; çete. S avene-i havene, {OsT} H ainlikte y a rd ım cı olan lar. aveng, [Far. âveng
(a:ven g) {OsT} is. 1. Kuru
tulmak üzere ipe asılmış meyve askısı. 2. Arka ar kaya sıralanmış şeyler; dizi. S aveng-i büyüt, (OsT) 1. E v ler topluluğu; toplu konut. 2. B in a topluluğu. ||aveng-i şühür, {OsT} A ylar dizisi. avengân, [Far. âveng > âvengân
0 I& 5T] (a:v en g â:n )
{OsT} sf. 1. Asılı duran. 2. is. Çivi; çengel, avenü, [Fr. avenue] is. İ. Bir konuta giden iki yanı ağaçlı yol. 2. İki yanına ağaç dikilmiş geniş kent yolu. -aver, [Far. âverden (getirm ek) > -âver jjT] (a:ver) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça isimlerden "getiren, s e b e p olan, sa h ip olan " anlamında birle şik sıfatlar yapan ek. a’ver, [Ar. a'ver 2.
kıntısı; fakirlik, avgâh, [av + Far. -gâh t>\2j~\] (av g â:h ) (OsT) is. A v cının saklandığı yer; avcı bekleme yeri.
avene, [Ar. cavn (yardım ) > a'vân (yardım cılar) > 'avene
şiir. 2. sf. Anlaşılmaz; anlamsız,
{OsT} sf. 1. Tek gözü kör olan.
is. anat. Kör bağırsak.
aver1, [Ar. ‘aver jy -] {OsT} sf. Tek gözü kör olma. aver2, [Far. âver j j l ] {OsT} s f Gerçek; hakiki; halis. averaj, [İng. average] is. spor. Bir karşılaşmada ta kımların yaptıkları sayıların, karşı takımın sayısına bölünmesiyle elde edilen puan; puan hesabı, averd, [Far. âverdîden (savaşm ak) > âverd
(a:~
verd) {OsTj is. Savaş; harp, f? averd-gâh, Savaş alanı. averde, [Far. âverden (getirm ek) > âverde o^jjT] (a :verde) {OsT} sf. Getirilmiş; naklolunmuş.
avgan1, [Far. âb-kand] {ağız} is. 1. Üstü açık ya da kapalı su yolu. 2. Açık sarnıç. 3. Pınar. 4. Suyun dere kenarlarında oyduğu, su birikintisi olan çukur. [DS] t5 avgan kuşu, Şeytan uçurtması. avgan2, [av-un-mak > av-gan] {ağız} sf. (İnek için) gebe. [DS] avgana, [Far. âb-hâne] {ağız} is. Apteshane. [DS] avganlam ak, [avgan-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Asmaların dibini kabartmak. [DS] avganm ak, [av-ga-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] (Su için) çukurda toplanmak. [DS] avgant, [Far. âb-kant] {ağız} is. 1. Su yolu; ark; ka nal. 2. Bahçe duvarlarından açılan su deliği. [DS] avgar, [av-ga-r] {ağız} is. Bıldırcın avlamakta kulla nılan bir tuzak. [DS] avgeştirmek, [ev-ge-ş-tir-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] (İp vb. için) karıştırmak; dolaştırmak. [DS] avgın, [Far. âvkant / âbğün / âvğün] (a:vgu:n) {OsT} is. 1. Suyun kanallardan arklara aktarılması sıra sında akış hızını azaltmak veya yönünü değiştir mek için konulan engelle meydana getirilen küçük gölcük; avkın; avgan. 2. Y er altı su kanalı. 3. Avlu veya istinat duvarı gibi yapıların iç kısmında biri ken suyıı akıtmak için konulmuş kiink, boru vb. delik. 4. {ağız} Lağım. [DS] 5. {ağız} Kapalı su yol larından su almak için açılan delikler. [DS] 6. {ağız} Suyun akışım sağlayan meyil; alckm. [DS] avgun1, [Far. âvkant / âbğün / âvğün
is. 1.
(eATj Yer altı su kanalı. 2. {ağız} Üstü açık sarnıç. [DS] 3. {ağız} Kanalla gelen suyun çeşmelere ayrı lacağı yerde biriktiği küçük taş havuz. [DS] 4. {ağız} Bol sulu ve sulak yer. [DS] 5. {ağız} Asıl arıktan ayrılan su yolunda açılıp kapatılabilen yer ve bura daki kapak. [DS] 6. (ağız} Pınar. [DS]
ÖIÜMIÜMîS0M . 362
AVG
avgun2, [av-un-mak > av-gun] {ağız} sf. 1. (Tarla için) sürülerek ekime hazırlanmamış. 2. (İnek için) boğa isteyen; boğasak. [DS] avı, [ağu / ağı] {ağız} is. 1. Zakkum. 2. Ağı; zehir. 3. Tırtıl. [DS] avıç, -vcı [avuç] {ağız} is. Avuç; el ayası. [DS] avıçga, [aba /apa (b a b a ) > ab-ıç-ka / av-ıç-ğa] {eT} sf. İhtiyar; kocamış kişi; ihtiyar adam. [DLT] [EUTS] avıçka, [aba /apa (b a b a ) > ab-ıç-ka / avıçka / avınçka / avaç-ğa] {eT} 1. Yaşlı erkek; koca; ihtiyar. [Nevâyî] [Gabain] [EUTS] 2. Başkan; reis, avıkmak, [av-ık-mak] {ağız} g ç s z .f. [ -ır ] (Küçük kö pek için) ava alışmak. [DS] avıkkın, [av-ık-kın] {ağız} sf. 1. (Dişi hayvan için) erkek isteyen; kızışmış. 2. (Köpek için) ava alışkın. [DS] avıktırm ak, [av-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Alış tırmak; cesaretlendirmek. [DS] avıl, [ağıl] {ağız} is. Ağıl. [DS] avılku, [avıl-ğu / afılgu] {eT} is. Kırmızı meyveli bir ağaç. [DLT] avılmak, [eT. uvu-l-mak > av-ıl-mak] {ağız} dönşl. f . [ - ır ] 1. Yüreği ezilmek. 2. El ayaları arasında ovu larak toz gibi olmak. [DS] avınak, -ğı [avanak ? / av-m-ak] {ağız} sf. Avanak. [DS] S avınak ıslatan, {ağız} A hm ak ıslatan. [DS] avın, [avın] {eT} is. Ağaç. [DLT]
avırm ak [av-ır-mak / ev-ir-mek] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Evirmek; çevirmek; tercüme etmek. [Gabain] 2. Dönmek; dolaşmak. [EUTS] avırt, [avurt / avırt] {ağız} is. Avurt; yüz. [DS] S avırdını yırtm ak, {ağız} Ç alım s a ta r a k küfreden kişiyi cezalan dırm ak. [DS]|| avırt çıkm ak, {ağız} S ertleşm ek; h id d et gösterm ek. [DS]|| avırt itmek, {ağız} Surat a s a r a k çalım satm ak. [DS] avırta, [av-ır-ta] {eT} is. Toplum; topluluk; tüm. [EUTS] avırtlak, -ğı [avırt-la-k] {ağız} sf. 1. Avurdu yumru ya da sarkık olan. 2. (Ekin için) başak tutmak üzere olan. [DS] avış, [Sansk. avış] 1. En aşağı cehennemin adı. [EUTS] 2. Sihir; büyü; afsun. [EUTS] avıtm ak, [av-ıt-mak
{eAT} {ağız} gçl. fi. [-u r]
Avutmak; teselli vermek. [DS] avız1, [ağız] {ağız} is. 1. Ağız. 2. Kez; kere. [DS] avız2, [anız] {ağız} is. Tarlanın ekinleri kalktıktan sonraki durumu; anız. [DS] avi, [Far. ‘âvî / ‘âviye 4jjU / ^ jU ] (a :v i:) {OsT} sf. Uluyan; hırlayan, avihte, [Far. âvihten (asm ak) > âvihte -ui-jT] (a:vihte , h kalın söylen ir) {OsT} sf. Asılmış olan; asılı, ö âvihte etmek, Asmak. avihtegî, [Far. âvihte-gı
(a :v ih teg i:) {OsT} is.
Asılmış olma durumu,
avınç, [av-ınç/ aw-mç] {eT} is. Alışma; ısınma; avunma. [DLT] [Mühennâ]
avije, [Far. âvıje °>jT] (a :v i:je) {OsT} sf. 1. Temiz;
avm çga, [aba /apa (b a b a ) > abmçka / avmçka] {eT} is. İhtiyar. [EUTS]
avijgân, [Far. âvıjgân
avınçsız, [av-mç-sız] {eT} s f Korkusuz. [EUTS]
saf; halis. 2. is. m ec. Şarap, 1.
(a ;v i:jg â :n ) {OsT} is.
Yakınlar; mahremler. 2. Gençler; güzeller,
avınçu, [av-m-çu] {eT} sf. Avunulan; alışılan. [DLT]
avil, [Ar. ‘avıl J+ y1] (av i.l) {OsT} is. Feryat,
avındırm ak, [av-m-dı-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Döl almak amacıyla, dişi hayvanları erkeği ile çiftleşti rerek gebe kalmasını sağlamak. [DS]
avind, [Far. âvind JjjT] (a:vind) {OsT} sf. Önce; ilk;
avm g, [av-ın] (avın) {eT} sf. 1. Yabancı. [EUTS] 2. Çalışkan; faal. [EUTS] avıngu, [ab-m-ğu / aw-m-ğu] {eT} is. Avunma, avınılmak, [av-m-ıl-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Kendi sini iyi hissetmek. [EUTS] avm mak, [ab-m-mak / av-m-mak
/ jijT ] {eT}
{eAT} dönşl. f . [ - ır ] [eT , eA T -u r] 1. Alışmak; avunmak; teselli bulmak; {ağız} (aynı). [DLT] [DS] 2. {ağız} (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleşerek gebe kalmak; döl tutmak. [DS] 3. {ağız} Soğukta üşüyüp kendinden geçmek. [DS] avınt, [Sansk. anbant] {eT} is. Sebep; illet; esas; te mel. [EUTS] avırdaçı, [avır-daçı] {eT} sf. Bir şeyin çevresinde dönüp dolaşan. [EUTS] avırdalık, [Sanks. dhâtri > e T âvirdâ > avırda-lık {eAT} is. Ebelik.
evvel. avine, [Ar. âvine •üjT] (a:vin e) {OsT} is. Zamanlar; vakitler; çağlar, avineten, [Ar. âvineten &jT] (a :v in e ’ten) {OsT} zf. Ara sıra; rastlantısal olarak, avisto, [İt, avisto] is. “Görünce” anlamında, görüldü ğü an ödenmesi gereken poliçelere yazılan açıkla ma. avişe, [Far. âvışe ^ j T ] (a :v i:ş e) {OsT} is. bot. Kekik, -aviz, [Far. âvihten (asm ak) > -âvız jjjT -] (a:vi:z) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimeler "asılı, asılm ış olan " anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. aviz, [Far. âvihten (asm ak)> -âvîz
(a:vi:z) {OsT}
sf. Asılı bulunan; asılmış, avize, [Far. âvihten (asm ak) > âvîz (asılı şey) > âvıze ojijT] (a :v i:z e) {OsT} is. 1. Tavana asılı süslü aydın
® ffin ı« fî» i.363
A VL
latma aracı. 2. İstanbul tersanelerinde üretilen ge milere padişahın ve diğer devlet büyüklerinin gön derdiği mefruşat, S avize ağacı, bot. P a r k ve b a h ç ele rd e süs a ğ a c ı o la r a k y etiştirilen g ö v d e kısm ı odunsu, yığın h â lin d e b irleşik y a p ra k la r ı ve ucunda beyaz veya m o r büyük ç iç ek li z a m b a kg illerd en b ir ağ aççık, (Y ucca gloriosa).\\ âvize-i gûş, {OsT} K u lağ a asılı sü s eşy ası; küpe. || âvize-i nücüm, {OsT} Yıldız küm eleri.
avkılmak, [avk-ıl-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] (Bal için) peteğinden ayrılmak. [DS]
avizgin, [Far. âvız-gin jS'y.jf] (a:vizgin) {OsT} sf. 1.
avkınlamak, [av-(ı)k-m-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [l(ı)-y or] Gezip dolaşmak. [DS]
Israrcı; ısrar eden. 2. Askıntı olan; musallat olan. 3. is. Bir şey almadan bırakmayan dilenci, avizo, [îsp. barc de aviso] is. dnz. Donanmada yer alan küçük gemilerden biri. avk1, [av > av-(ı)k ?] {ağız} is. Fiile; düzen. [DS] S avka düşmek, {ağız} Tuzağa düşm ek. [DS] avk2, [Ar. ‘avk ö y -] {OsT} is. Durdurma; alıkoyma; vazgeçirme. avkalamak1, [eT. uv-mak > av-(u)k-mak > av-(ı)lcala-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Avuç dolu su almak. 2. Avuç içine alıp sıkıştırmak; çitilemek; ovmak. 3. Örselemek; hırpalamak. 4. (Köpek vb. için) ısırmak. 5. Ansızın altına almak. 6. Karıştır mak; iyice karıştırıp kabartmak. 7. Sıkıştırmak; tehdit etmek; azarlamak. 8. Oynamak. 9. Ovmak; masaj yapmak. 10. Çalkalamak; elemek. 11. Yaka lamak; tutmak; avuçlamalc. 12. Ezmek; ufalamak. 13. Buruşturmak. 14. Doğal maddelerle deriyi ter biye etmek. 15. Mıncıklamak. [DS] avkalamak2, [Ar. ‘avk (en gel) => avk-ala-mak] gçl. f M [-l(l) - y ° r] Engel olmak; geciktirmek, avkalanmak, [avkala-n-mak] {ağız} edil. f . [-ır ] 1. Zedelenmek; hırpalanmak; örselenmek. 2. Ufalan mak. 3. Buruşmak. 4. Örselenmek; kırılmak; ufak parçalara ayrılmak. [DS]
avkımak, [eT. uv-mak > av(ı)k-mak > avk-ı-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] 1. Avuç içine alarak sıkmak; ov mak; ovalamak; çitilemek. 2. Çamaşırı durulamak. 3. Yoğrulmuş hamuru, bulaşmaması için una bula yarak yumak hazırlamak. [DS] avkm, [Far. âbgün] {ağız} is. 1. Pınar; kaynaktaki su gölcüğü. 2. Su yolu; kanal; ark. 3. Su deposu. [DS]
avkm m ak, [av-(ı)k-m-mak] {ağız} edil. f . [-ır ] Tuza ğa düşmek. [DS] avkırak, -ğı [avk (yans.) > avk-ır-a-k] is. Balgamlı tükürük. avkırı, [ay-lcır-ı] {ağızf sf. -*■ aykırı. [DS] avkırm ak1, [avkır (yans.) > avkır-mak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] Havlamak. [DS] avkırm ak2, [eT. uv-mak (ufalam ak) > av-(u)k-ırmak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Çalmak; aşırmak. 2. Ov mak; okşamak. [DS] avkırtm ak, [av-(ı)k-ır-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Aldatmak; sezdirmemek. 2. Avlamak. [DS] avkm a, [av-(ı)k-ma] {ağız} is. Çökelek, taze soğan ve zeytinyağı ile yapılan bir tür salata; Çingene pilavı. [DS] avktnak, [eT. uv-mak (u falam ak) > av-(ı)k-mak /av(u)k-mak] {ağız gçl. f . [-a r ] 1. Eli ile ovalayarak küçük parçalara bölmek; ufalamak. 2. İyice karış tırmak. 3. Dövmek. 4. Çamaşırı durulamak. 5. Avuç içinde sıkıştırmak; ovmak; ovalamak; çitile mek. 6. Yenmek; mağlûp etmek. 7. Yakalamak; tutmak. 8. Zedelemek; ısırmak. [DS] avku, [av-(ı)k-u] {ağız} is. Cevizin dış kabuğu. [DS] avkulu, [av+kul-u?] {ağız} sf. Ava çok düşkün; av peşinde koşan. [DS]
avkalaşmak, [av-(ı)k-a-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] 1. Oynaşmak; sevişmek. 2. Şakalaşmak. 3. Boğuş avkurlanm ak, [eT. uv-mak (u falam ak) > av-(ı)k-urla-n-mak] {ağız} e d il.f. [ -ır ] Kırılmak. [DS] mak; didişmek; alt alta üst üste gelmek. [DS] avkam, [av-k-a-m] {ağız} sf. 1. însanm iki el ile avkuru, [arkuru / aykırı] {ağız} sf. 1. Düz; kestirme; kese. 2. Aykırı; yan üstü. 3. Ters; çapraz. 4. (Yol alabileceği miktar; avuç dolusu. 2. Hayvanın ağzı için) döne döne. [DS] S avkuru doğkuru gitmek, ile bir kerede alabileceği miktar. [DS] {ağız} Z ikzaklı gitm ek. [DS] avkamak, [eT. uv-mak (u falam ak) > av-(u)k-mak > {eAT} (ağız} is. bot. Mürdüavk-a-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-k (ı)-y o r] 1. Avuç avkuş1, [avkuş içine alarak ovmak; çitilemek; ovalamak. 2. Azar lamak; tekdir etmek; paylamak. [DS] avkan, [av-ka-n] {ağız} is. Uzak. [DS] avkant, [Far. âb-kant] {ağız} is. Üstü açık ya da ka palı su yolu. [DS] avkeşe, [Ar. ‘avkeşe
j&] {OsT} is. tarım. Harman
savurmakta kullanılan parmaklı kürek; yaba. avketmek, [Ar. ‘avk (en g el olm a)} {ağız} gçl. f . [-(d )er] 1. Engel olmak; mani olmak. 2. Geciktirmek. [DS]
mük; mürdük. [DS] avkuş2, [av+kuş] {ağız} is. Av hayvanı. [DS] avl1, [Ar. ‘avl
{OsT} is. 1. Tecavüz; haddi aşma.
2. Doğru yoldan sapma; meyletme. 3. huk. Miras hisselerinin payda sayısını aşması. avl2, [Ar. ‘avl J y-\ {OsT} is. 1. Feryat; acınma. 2. Sı kıntı sebebi. avla, [av-la-ğu > avla / Yun. avlara 'sljl] {eAT} {ağız} is. 1. Bahçelerin etrafına ince dal ve çalılardan ya
ÖIÜMIÜICESÖMİ.:
AVL
pılan büyük çit. 2. Ay ağılı; hâle. 3. Ağıl. 4. Avlu; evlerin önündeki küçük bahçe. 5. Tahta perde. 6. Tahıl yıkamak için arık kıyılarına yapılan küçük beton havuz. 7. Balık tutmak için derelerde taşla çevrilen daire. 8. Çerçeve; çevre. 9. Ahırda hayvan ların yem yediği yer. 10. İnce uzun çam ağacı; bu ağaçtan yapılan direk; sırık. 11. Dam merteklerinin küçüğü. [DS] avlağı, [av-la-ğı
T] {eATj -*■ avlagu.
avlagu, [av-la-mak (kuşatm ak) > av-la-ğu y ' i j î ] {eAT} is. Çalıdan yapılmış çit.
avlanm a, [av-la-n-ma] is. Avlanmak işi. avlanm ak, [av-la-n-mak) edil, fi. f - ır ] î . Biri tarafın dan av olarak ele geçirilmek. {eT} (ayıtı) [DLT]. 2. m ec. Biri tarafından hile ile emellerine alet edil mek; kandırılmak; tuzağa düşürülmek. 3. dönşl. f i Ava gitmek; avcılığa çıkmak. 4. A v avlamak. {eT} (aynı) [DLT] fi1 avlanıp kuşlanm ak, {ağız} A va çık m ak; av y apm ak. [DS] avlar, [Yun. avlara] {ağız} is. Etrafı çevrilmiş bahçe; avlu. [DS] avlaşm ak1, [av-la-ş-mak / âv-lâ-ş-mek] {eT} işteş, fi. [-u r ] 1. Toplanmak; yığılmak. [DLT] 2. {ağız} Çe virmek. [DS]
avlağa, [av-la-mak (kuşatm ak) > av-la(ğ)-a] {ağız} is. 1. A y ağılı; hâle. 2. Ağıl. 3. Çit. 4. Avlu. 5. Kuzu avlaşm ak2, [eb-le-ş-mek / evleşmek] {eT} işteş, fi. [ağılı. 6. Duvar. 7. Ahırda hayvanların yem yediği u r] Evini ortaya koyup kumar oynamak; evini ödül yer. 8. Meme başının çevresi. [DS] koymak. [DLT] avlağı, [av-la-mak (kuşatm ak, çevirm ek) > av-la(ğ)-ı] avlaştırm ak, [av-la-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] Kol {ağız} is. 1. Av yeri; avı çok olan yer. 2. Evin biti lamak; sakınmak; korumak. [DS] şiğindeki tarla. 3. Kayalıklar arasındaki geçit. 4. avlatm ak, [av-la-t-mak] gçl. fi. [ - ır ] [eT . -u r] 1. Bi Dağlık yerlerdeki bol otlu düzlük. 5. Çerçeve; çev rine avlama işini yaptırmak. 2. Bir avı başkasına re. [DS] S avlağa atm ak, {ağız} Çevirm ek. [DS] yakalatmak, tutturmak. {eT} (aynı) [DLT] avlak1, -ğı [eT. ab-la-mak (avlam ak) ab-la-ğ > av-laavlaz, [av-la-z] {ağız} sf. Av meraklısı. [DS] k is. 1. Avı bol olan yer. {eT} {ağız} (aynı) avle, [Ar. 'avle d y ] {OsT} is. Feryat. [Nevâyî] [DS] 2. Avlanma bölgesi; av yeri; avlanılan yer. {eT} {eAT} (aynı) [Nevâyî] 3. /ağız} Avlanmayı avlu1, [Yun. auli) is. mim. 1. Bir yapının ortasında etrafı duvarlarla çevrili üstü açık yer; asma bahçe. bilen hayvan. [DS] 2. {ağız} Hol; koridor. [DS] 3. {ağız} Evlerin bodrum avlak2, -ğı [avla-mak (çevirm ek, kuşatm ak) > / Yun. ya da zemin katındaki salon. [DS] 4. {ağız} Kiler. aulaks (a çıla n iz) ?] {ağız} is. 1. Bahçelerin etrafına [DS] 5. {ağız} Kışlık küçük evlerin karşısında büyük çekilen ince dal ve çalı çit. 2 . Kuzu ağılı. 3. Hudut; yazlık ev. [DS] sınır; çerçeve. 4. Çiçek yetiştirmek için hazırlanan yer. 5. İyi bir ekin içinde zayıf kalmış yer. 6. Evle rin damlarından akan ve biriken sular. 7. Bataklık ve sulak yer. 8. Derelerden akan ince sular. 9. Akarsularda balık avlanan durgun yer. 10. Su kana lı. 11. Dere; vadi, avlaksız, [avlak-sız] {ağız} sf. Sersem; budala. [DS] avlalm ak, [av-la-l-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Avlan mak. [DLT] avlam a, [av-la-ma] is. Avlamak işi. avlam ak1, [eT ab-la-mak (avlam ak) > av-la-mak gçl- f
[ - r ] [-l(ı)-y °r] 1. Bir av hayvanını
avlu2, [ağ-ıl] is. 1. {ağız} Ağıl. 2. Köyün yakınındaki verimli tarla. [DS] avluk, -ğu [uyku-luk] {ağız} is. İşkembe. [DS] avlukçu, [av-luk-çu] {ağız} sf. Başkasından geçinen; avantacı. [DS] avlum, [av-(u)l-um / ağ-ul-um ?] {ağız} is. 1. Daire. 2. A y ağılı; hâle. [DS] avm, [Ar. ‘a v m ^ y ] {OsT} is. Yüzme. avm ak 1, [av-mak / avalanmak / avlamak] {eT} gçsz. f . [ - a r ] 1. Toplaşmak; üşüşmek; etrafını çevirmek. [DLT] 2. Avlanmak. [DLT] avm ak2, [av-mak] {eT} gçsz. f i [- a r ] 1. Sıhhatte ol mak; sağlıklı olmak. [EUTS] 2. {ağız} Def etmek; kovmak. [DS]
yakalamak veya bir silahla öldürmek. {eT} (aymj[Gabain] [Müheıınâ] [EUTS] [DLT] 2. m ec. Çok arzu edilen fakat az bulunur bir şeyi ele geçirmek. 3. m ec. Birini yalan ve düzen kurarak emellerine avn, [Ar. ‘avn o y ] {OsT} is. 1. Yardım. 2. Süleyman alet etmek; kandırmak; tuzağa düşmek. 4. {eT} Ele Peygambere yardım eden cinin adı. 3. sf. Yardımcı. geçirmek. [Gabain] [Müheıınâ] [EUTS] [DLT] 5. {eAT} fi1 avn-i H ak, A llah 'm yardım ı. Yakalamak. avnî, [Ar. !avn> 'avm J * y ] (avni:) {OsT} sf. Yardım avlamak", [av-la-mak / av-mak / avala-mak jijl] la ilgili. {eT} gçl. f i [-r ] 1. Bir şeyi çevrelemek; çevresini avniye, [Ar. ‘avniye (başkom u tan H üseyin A vn i’nin dolaşmak. [EUTS] 2. Toplanmak; üşüşmek. [DLT] adın dan ) * ^ y ] is. 19. yy.da giyilen kukuletalı bir 3. {eAT} Çevresini kuşatmak; etrafını çevirmek. 4. {ağız} Bir şeyin çevresini çitle çevirmek. [DS] avlan, [av-la-n] {ağız} is. Avcı. [DS]
tür yağmurluk, avokado, [İsp. abogado] is. bot. 1. Ilıman kuşakta
Ş ü M iK S M . ses________________________ yetişen Amerika kökenli her mevsim yeşil yapraklı 5-15 m. boyunda defnegillerden bir tür meyve ağa cı, (P ersea ). 2. Bu ağacın meyveleri; Amerika ar mudu. avra1, [av-ra] {ağız} is. Daldırma. [DS] avra2, [afra / avra] {ağız} is. Dara. [DS] avrad, [avrat / avret] {ağız} is. -*■ avrat. [DS] avradapa, [avrat+apa] {ağız} sf. Kılıbık. [DS] Avrafrîka, [Avrupa+Afrika] is. Avrupa ve Afrika anakaralarının İlcisine birden verilen ortak ad. avrak, [av-ra-k] {ağız} sf. Ahmak; aptal. [DS] avram ak, [av-ra-mak] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-r(i) -y o r] 1. Kollamak; korumak; zaptetmek. 2. Kavramak. [DS] avran, [av-ra-n] ,{eT} is. 1. Demirci ocağı biçiminde yapılan ekmek fırını. [DLT] 2. {ağız} sf. Obur. [DS] B avran davran, {ağız} E n in e boyuna. [DS] avrana, [Far. arvâna=> ‘avrana ^j^t] {ağız} is. 1. Di şi deve. 2. Yük devesi. 3. Büyük tencere. 4. Leğen. 5. sf. Ağzı büyük; büyük ağızlı. [DS] S avrana ağızlı, {ağız} Büyük a ğ ızlı; ağzı büyük. [DS] Avrasya, [Avrupa+Asya] (avra'sya) is. Avrupa ve Asya anakaralarının ikisine birden verilen ortak ad. avrat1, -dı [Ar. ‘avret o jy-\ {eAT} is. 1. Erkeğin eşi; karı; zevce. 2. Kadın. S avrada yakınlık, {eAT} K adın la cin sel ilişkiye girme.\\ av rat abla, {ağız} 1. B oşboğ az erkek. 2. E rken g elişm iş kız. [DS] ||avrat ağızlı, K arısının sözünden çıkm ayan (erkek)|| av rat almak, {eAT} B ir k ad ın la evlenmek.\\ av rat boşa mak, E r k e k için boşanmak.\\ av rat çekmek, (eAT) Kadın getirm ek]] av rat kişi, {ağız} K a n k oca . [DS]|| avrat oğlan, {eAT} Ç o h ı k ç o c u k . av rat oynatm ak, folk. Ç engi a d ı verilen k ad ın la rı oyn a tara k içkili çalgılı eğ len m ek. ||a v ra t p azarı, 1. E skiden ca riy elerin alınıp satıldığ ı p a za r. 2. S atıcıları çoğunlukla kadın olan pazar.\\ avrat vakti, {eAT} Yakınlık z a manı; h a lv et zam an ı. || avrat2, -dı [Ar. ‘avret > ‘avrat
(avra:t) {OsT}
_______________ _ _ _ ________ _______________AVS g ö b e k le r i ile d izleri arasında, kadınların el, yiiz ve a y ak la rı dışın da kalan b ed en lerin d e nam az k ıla r ken örtülm esi g erek en y er le r; m ahrem y erler. avrı, [avrı] {eAT} is. Yaprak şeklinde olan para; banknot. avrıka, [Afrika / Avrupa ?] {ağız} is. Bir tür saç tı raşı. [DS] avrılmak, [ab-(ı)r-ıl-mak / avrıl-mak j i j j î ] {eAT} dönşl. f . [-u r ] Bir şeyin üzerine kapanır gibi eğil mek. avrındı, [av-rı-ndı] /e 77 is. Kırıntı; döküntü. [DLT] avril, [Erme, abril] {ağız} is. Nisan. [DS] S1 avril beşi, {ağız} 1. E ski takvim le b e ş nisan. 2. Bugünkü takvim le 18 nisan. [DS] avrizi, [Yun. vrudion [Tzitzilis]] {ağız} is. Deniz yosunu. [DS] A vro, [Yun. Europa > Euro] is. Avrupa Birliğinin resmî para birimi, avroş, [Yun. avroh] {ağız} is. Bir tür kuş tuzağı. [DS] avruk, [av-(ı)r-uk ?] {ağız} is. 1. Yanak. 2. Yaylaya götürülen eşya. 3. Hasta. 4. sf. Obur. [DS] avrum ak, [av-(ı)r-u-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] Hasta lanmak. [DS] avrum pa, [avrupa > avrumpa] {ağız} is. Kadın saçma yapılan ondüle. [DS] A vrupa, [Yun. Europa (Yer tanrısı)] (avru'pa) is. 1. Dünya'nın beş ana karasından birinin adı. 2. Batı; batı ülkeleri. 3. {ağız} Başın ön tarafında bir miktar saç bırakılarak yapılan saç tıraşı; kâküllü tıraş. [DS] 4. {ağız} Entarinin arka tarafında, omuzlarla boyun arasında kalan kısım. [DS] Avrupai, [Avrupa+ Ar.ı] {OsT} sf. 1. AvrupalIlara ve Avrupa’ya özgü. 2. zf. AvrupalIlara benzer biçim de. Avrupalı, [Avrupa-lı] (avrupa'lı) is. ve sf. 1. Avrupa halkından olan veya Avrupa’da yaşayan. 2. Avru pa’ya has olan; Avrupa’dan gelmiş.
Avrupalılaşm ak, [Avrupa-lı-la-ş-mak) dönşl. f . [-ır] 1. Düşünce, davranış ve yaşama biçimi bakımından avratbaz, [Ar. ‘avret + Far. -bâz j U j ^ ] {ağız} s f AvrupalIlara benzemek. 2. Avrupa’ya ait kültürel Kadın avcısı; zampara. [DS] değerleri benimsemek. avraüanmak, [avrat-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Avrupalılık, -ğı [Avrupa-lı-lık] is. 1. Avrupalı olma 1. Ev işlerinde becerikli, bilgili olmak. 2. Mızıkçı durumu. 2. Avrupalı olanın niteliği, lık etmek. [DS] avruşm ak, [av-(ı)r-uş-mak] {ağız} dönşl. f . [-u r] Tır avrattık, [avrat-lık {eAT} is. 1. Zevcelik; eş manmak. [DS] is. 1. Kadınlar. 2. insan vücudunun mahrem yerleri,
olma. 2. {ağız} İyi ev kadınlığı. [DS] avratsı, [avrat-sı] {ağız} sf. (Kız için) kadınlığa öze nen. [DS] avreş, [? avreş] is. fo lk . Elazığ’da klarnet eşliğinde, meydanlarda erkekler tarafından oynanan halk oyunu. avret, [Ar. ‘avret cjjjp] / OsT}is. insan bedeninde çıp lak olarak gözükmesi ayıp ve dinen haram sayılan yer, edep yeri; ut yeri, fi1 avret yeri, E rkeklerin
avruz, [Far. âbrîz] {ağız} is. 1. Lazımlık; oturak. 2. Dibi dar, ağzı geniş, iki kulplu, yoğurt mayalamaya yarayan toprak kap. [DS] avsak1, -ğı [av-sa-k] {ağız} is. Aldatma. [DS] avsak2, -ğı [ak-sa-k / ağ-sa-k] {ağız} sf. 1. Hafif topal; aksak. 2. Hayvan yükünün bir tarafa hafif meylet miş, ağmış durumu. [DS] avsakJ, -ğı [av-sa-k] {ağız} sf. Ava istekli; av istekli si. [DS]
filÜMlÜİCtSÖM.ass
AVS
avsal1, [av-sa-1 ?] {ağız} is. 1. Yürüme bilmeyen kim se. 2. sf. Gerek; gerekli. [DS] avsal2, [av-sal ?] {ağız} sf. 1. (Y er için) avı çok olan. 2. Kolay; çabuk. [DS] avsana, [? avsana] {ağız} sf. Sersem; aptal; saf. [DS] avsıl, [av-ız > avış-ıl ?
{eAT} Sığırların dilinde
ve ayaklarında oluşan bulaşıcı bir hastalık. avsın1, [Far. afsün > avsın] {ağız} is. 1. Hayvan sok malarının zehir ve ağrısını etkisiz kılmak için yapı lan işlem. 2. Sihir; büyü; afsun. [DS] avsın2, [avurt > av-sın] {ağız} is. Bir tür göz hastalığı. [DS] avsın3, [av + sin-mek > av-sm] {ağız} is. Avcıların av sırasında pusu kurdukları, ya da gizlendikleri kü çük kulübemsi yer. [DS] avsıncı, [afsun-cu / avsm-cı] {ağız} is. Büyü yapan kimse; afsuncu; büyücü. [DS] avsınmak, [av-sı-n-mak] {ağız}] g ç l . f [-ır ] Bir kim seyi ezmek istemek. [DS] avsınlam ak1, [av-sı-n-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(ı)-y o r] 1. Kestirmeden gitmek. 2. Aldatmak. [DS] avsınlamak2, [av-sı-n-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [l(ı)-y or] 1. Avuç dolusu almak. 2. Masaj yapmak. [DS] avsınlam ak5, [efsun > avsm-la-mak] {ağız} g çl. f . [r ] [-l(ı)-y o r] 1. Büyü yapmak; afsun yapmak. 2. Hasta insan ya da hayvanı iyileşmesi için okutup üfletmek; afsun yaptırmak. [DS] avsınlanm ak, [efsun-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Afsuncu tarafından okuyup üflenerek iyileştiril mek. [DS] avsınlı, [efsun-lu] {ağız} sf. Afsunlanmış; büyülü. [DS] avsıt, [Yun. aspida (jant.)] {ağız} is. Kağnı tekerleğini meydana getiren üç parça ağaç; demirsiz kısım. [DS] avsıtmak, [av-sı-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Aldat mak; kandırmak; gafil avlamak. 2. Oyalamak. [DS] avsukmak, [av-su-k-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] 1. Kor kutmak. 2. Zayıf düşürmek. 3. Yenmek. [DS] avsun1, [Far. efsun => avsun j ^ j T ] {ağız} .is. 1.
avsunlam ak2, [efsun-la-mak] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(u)~ y o r ] 1. Büyü yapmak; afsunlamak. 2. Hastaları iyi leştirmek için bir takım büyülü işler yapma; oku yup üflemek. 3. Zehirli hayvanların sokmaması için büyü yapmak; şerbetlemek. [DS] avsunlam ak3, [avsun-la-mak] {ağız}] gçl. f . [ - r ] [l(u )-yor] 1. Aldatmak; kandırmak; gafil avlamak. 2. Oyalamak. 3. Hastalık bulaştırmak. [DS] avsunlatm ak, [efsun-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Hastaları iyileştirmek için hocaya okutmak. [DS] avsut, [Yun. aspida (jant.) > avsut / ispit] {ağız} is. 1. Kağnı tekerleğinin ağaç kısmı. 2. Her türlü tekerle ğe mazının geçtiği delik. [DS] avşak1, -ğı [av-(ı)ş-a-k] {ağız} is. 1. Bir tür ardıç çalısı. 2. İlkbaharda çiğdemle birlikte açan, koku suz, menekşeye benzer bir çiçek. [DS] avşak2, -ğı [ağırşak / avşak] {ağız} is. 1. Somun, cıvata, çivi gibi şeyleri sıkıştıran, gevşeten, düzel ten bir tür anahtar. 2. Ağırşak. [DS] avşallam ak, [avşal-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] Acele yapmak; gelişigüzel yapmak. [DS] a v şa r1, [Kazan, avş-mak (itaat etm ek, m ü saad e et m ek) > afş-ar] ( a fş a r ) sf. 1. -*■ afşar. 2. {ağız} Atlı jandarma. [DS] 3. {ağız} Ucu sivri bıçak; kama. [DS] 4. {ağız} Pekmezin pişmeden önce şiddetle kayna ması. [DS] 5. {ağız} Tarhana yaparken pişirilen so ğan, biber ve yoğurt karışımı. [DS] 6. {ağız} Yular. [DS] 7. {ağız} sf. Hamarat; becerikli. [DS] S avşara gelmemek, {ağız} (M em eli hayvan için) sağ ım ı gü ç o lm a k ; sağ ım sıra sın d a huysuzluk etm ek. [DS]|| avşar sağm ak, {ağız} Koyunu A fşar usulünde s a ğ mak. [DS] avşar2, [Far. afsâr] {ağız} is. Yular. [DS] avşarlam ak, [avşar-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-(ı)y o r ] 1. Kızdırmak. 2. İşi büyütmek. [DS] avşarlanm ak, [avşar-la-n-mak] (ağız) gçl. f . [-ır] Hiddetlenmek. [DS] avşin, [Far. â v ş in ^ jT ] {OsT} is. bot. Kekik. avşut, -du [Yun. apsida > avşut ?] {ağız} is. Köşe. [DS] avu, [ağu/ ağı] {ağız} is. 1. Zehir; ağı. 2. Zehirli bitki. [DS]
Büyü; sihir; afsun. {eAT} (aynı). 2. Üfürük; nefes. 3. / jrjT] Büyücülerin efsun yapmakta kullandıkları madde. avuç, -cu [eT. adut > avut > avuç / avuç is. 1. Elin iç tarafı. 2. Parmaklar toparlanmış ve 4. Telkin; etki; tesir. 5. Kurşun dökme işinde kulla ortası hafifçe çukurlaştırılmış hâlde iken elin aldığı nılan eritilmiş kurşun. [DS] miktar; apaz; aya; koşam. Avuç dolu su altın. S avsun2, [avurd > av-sun] {ağız} is. Vücutta beliren avcu delik, {eAT} P a r a tutmaz.\\ avcu kaşınmak, kabartılar. [DS] Y akında elin e p a r a g e ç e c e ğ in e d a ir b a tıl inancı. || avsun3, [av+ sin-mek > av-sun] {ağız} is. Tavşan ve avcuna saym ak, P eşin ö d em ed e bulunmak.\\ kuş gibi av hayvanlarını vurmak için kurulan giz avcundan okumak, F a la bakmak.\\ avcunu yala lenme yeri; pusu. [DS] m ak, B eklediğ in i, umduğunu bulamamak.\\ avsunlam ak1, [avsu-n-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] avcunun içi gibi bilmek, B ir y e r i ç o k iyi tanımak, [l(u )-y or] 1. Tohumu avuç içinde ovalayarak ka bilmek.\\ avcunun içinde olmak, Birinin dilediğin i buklarından çıkarmak. 2. Fındık kabuklarını ka y a p a r durum da olm ak. || avcunun içinde tutm ak, bartmak. [DS]
i K
M
t M
• 367
B irin e dilediğin i y a p tır a c a k durum da bulunmak.]] avcunun içine alm ak, Yönetim i a ltın a alm ak. || avucunu açm ak, {eAT} C öm ert d av ran m ak.|| avuç açm ak, Dilenmek.]] avuç alam ası, {ağız} Ç a k ıl bü yüklüğünde taş; e lle a tıla b ile c e k taş. [DS]|| avuç avuç, B o l m iktard a; ç o k çok.]] avuç dolusu, 1. Avcun a la b ild iğ i m iktarda. 2. Ç o k fa z l a miktarda.]] avuçı delik, {eAT} P a r a tutmaz. || avuçını açm ak, {eAT} C öm ert davranm ak.]] avuç kayası, {eAT} E l ile a tılabilen taş; e l kayası.]] avuç içi k adar, Ç o k küçük yer.]] avuç unu, D eğ irm en ciye verilen öğüt m e ücreti karşılığ ı un; d eğ irm en ci hakkı. {eAT} (ay nı)]] (bir) avuç, 1. Ç o k az m iktarda. B ir avu ç k a h ram an, k o s k o c a düşm an ordusunu p e r iş a n etti. 2. Ç ok fa z la m iktarda. Şu uyduruk ş e y e b ir avuç p a r a verdim. avuçka, [eT. abı-ç-ka / avuç-ka] {eT} is. Başkan; reis, avuçlama, [avuç-la-ma] is. 1. Avuçlamak işi. 2. Avuçta tutma; avcuna alma, avuçlamak, [avuç-la-mak dUl*-/\]{eAT} gçl. f . [ -r )] [-(ı) -y o r] 1. Avcunu dolduracak kadar bir şeyden almak. 2. Avuçta tutmak veya avcuna almak, avuçlatmak, [avuç-la-t-mak] gçl. f . [-ır)] 1. Avuçla ma işini birisine yaptırmak. 2. Birinin, bir şeyi avuçlamasım sağlamak, izin vermek, avujgun, [? avuj-ğun] {eT} is. Deri sepilemekte kul lanılan palamut meyvesi. [DLT] avuk, -ğu [av-uk] {ağız} sf. 1. Avare. 2. is. Dağların dik ve sarp sırtları. [DS] S1 avuk olmak, İşten k a l m ak; a v a re olm ak. avukat, [Lat. advocare (yanına çağ ırm ak) > advocatus > Fr. avocat] is. 1. Hukuk işlerinde ücreti karşılığında halka yardımcı olan özel ihtisas sahibi kişi; dava vekili; müdafi; savunucu. 2. m ec. Kendi sini doğrudan ilgilendirmediği hâlde başkasını sa vunan kişi. avukatlık, -ğı [avukat-lık] is. Avukatın yaptığı iş ve mesleği. S (birinin) avukatlığını yapm ak, 1. B ir davada birinin savunm asını üstlenm ek; m ü d a fa a etmek. 2. m ec. K en disin i doğru dan ilgilen dirm ediğ i ve üzerine düşm ediği h â ld e birin i savım uverm ek. avukmak1, [av-uk-mak/ avk-mak] {ağız} g ç l . f [-u r] Kırmak ezmek. [DS] avukmak2, [av-uk-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] 1. Alış mak; dadanmak. 2. Bir şeyi göre göre, yapa yapa öğrenmek. [DS] avukturmak, [avuk-tur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] 1. Aldatmak; kandırmak; oyalamak. 2. Alıştırmak; öğretmek. [DS] avul, [Başkurt, Kazak, Tatar, av-ıl /av-ul] is. 1. Kabi le, oymak. 2. Köy; avıl. 3. {ağız} Küçük dal ve çalı larla yapılmış bahçe çiti. [DS] 4. {ağız} Ağıl. [DS] 5. Kış için meyve saklanan yer. 6. {ağız} Asker. [DS] a\ulamak, [ağu-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(u )-y or] Ağılamak; zehirlemek. [DS]
AVU
avulanmak, [ağu-la-n-mak] {ağız} edil. f . [ - ır ] 1. Zehirlenmek. 2. dönşl. f . Sıcağın ya da yorgunlu ğun etkisi ile ağzının tadı kaçmak; dili damağına yapışmak. [DS] avulatm ak, [ağu-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Zehir letmek. [DS] avulu, [ağu-lu] {ağız} sf. Zehirli. [DS] avum ak, [avu-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] Yardım et mek; işine yaramak. [DS] avunç, -cu [avun-mak > av-un-ç] is. Üzüntünün, tasanın dağılması ile ortaya çıkan durum; teselli; avuntu; aldanca; yatıştırma, avundurm a, [av-un-dur-ma] is. 1. Avundurmak işi. 2. Birinin avunmasını sağlama işi. avundurm ak, [av-un-dur-mak] g ç l .f . [-u r]\ . Birinin üzüntü ve acısını unutması veya bu durumun hafif lemesi için girişimde bulunmak. 2. {ağız} Kızışmış bulunan dişi hayvanı çiftleştirerek gebe kalmasını sağlamak. [DS] avunm a, [av-un-ma] is. 1. Avunmak işi. 2. Dişi hayvanın gebe kalması, avunmak, [eT avl-mak / av-ın-mak] dönşl. f . [-u r ] 1. Düşüncesini, kendisini üzen veya sıkıntıya sokan olay veya durum dışındaki şeylere yönelterek acı sını unutmaya, sıkıntılardan uzaklaşmaya çalışmak; kendini teselli etmek; teselli bulmak; gönül aldat mak {eT} {ağız} (ajrojpsievâyî]. [DS] 2. Bir işle oya lanıp kendini unutmak; meşgul olmak; vakit ge çirmek. 3. {eT} Hâlinden memnun olmak. [Clauson] 4. {eT} Eğlenmek. [Clauson] 5. {ağız} (Dişi hayvan lar için) kızışmak ve döl tutmuş olmak; gebe kal mak. [DS] 6. {ağız} (Kadın için) cinsel ilişkide tat min olmak. [DS] avuntu, [av-un-tu] is. 1. İnsanın avunmasını sağla yan şey; teselli. 2. Üzüntü ve sıkıntıları hafifletme ye veya gidermeye yarayan şey; avunç; avutucu, avunuk, -ğu [av-un-uk] {ağız} sf. (Dişi hayvan için) döl tutmuş; gebe kalmış. [DS] a v u r1, [ağır] {ağız} sf. Ağır. [DS] avur2, [av (yans.) av-ur] {ağız} is. Gereksizlik, ho murtu bildiren gövde. [DS] ff avur zavu r, {ağız} 1. Ivır zıvır; g erek siz eşy a ; önem siz ve anlam sız sö z ler. 2. Kuru gürültü. [DS]|| avur zavu r etmek, {ağız} T ehdit ed ic i s ö z le r sö y lem ek ; ileri g eri terb i y es iz c e konuşm ak. [DS] avurçuk, [ağır > avur-çuk] {eAT} is. Ağırlık merkezi, avurd, [eT. adurt > avurt / avurd ijjl] {eAT} is. 1. Söz; laf; sohbet. 2. -»• avurt. S avurda çekmek, {eAT} S öze tutup la fa b o ğ m ak .|| avurdı yelli, {eAT} {ağız} P a la v r a c ı; ç o k konuşan. [DS]|| avurdı yellü, {eAT} P a la v r a c ı; ç o k kon uşan.|| avurd itmek, {eAT} Atıp tutmak.]] avurdu yelli, Ç o k g erek siz kon uşan; p a la v r a c ı; lafa za n ; {eAT} (aynı).
avurda, [Sanks. dhatri > eT. âvirdâ / avurda / avurta {eAT} is. Ebe.
avurdalık, [avurda-lık jb jjl] {eAT! **• Ebelik. avurdlaşmak, [avurd-la-ş-mak] {eAT} işteş, f . [-u r ] Sohbet etmek; çene çalmak; konuşmak,
avurlamak, [avur-ia-mak] {ağız} gçl. fi [ - r ] [-l(u)y o r ] Tehdit etmek. [DS]
avurt, -du [eT. adurt > avıırd > avurt] is. 1. Ağız
___________________________________ |
İ 1
§
İU
E ı keğin in kuyruğu lir biçim in de ve ç o k siislii, s e r çeg illerd en A vustralya ’d a yaşayan b ir kuş, (M aemıra, su p erba). AvustralyalI, [Avustralya-iı] (avııstu ra’ly alı) sf. t. vustralya ile ilgili olan. 2. Avustralya’da yaşayan veya oradan gelen. AvusturyalI, [Avusturya-lı] (avustu’ryalı) sf. 1- Avusturya ile ilgili olan. 2. Avusturya’da y a şa y a n veya oradan gelen.
boşluğunun yanaklara gelen kısmı. 2. Yanakların ağız boşluğunu örten dış yüzü. 3. Söz, sohbet; de avusvaş, [? avusvaş] is. m atb. Lito ve ofset baskı dikodu. {eAT) {ağızj(aynı) [DS] 4. {ağız} Bilimsel ka a ıpları üzerindeki lekeleri gidermek için kutlam riyere sahip olmadığı hâlde yetkinmiş gibi konu an asfalt ve terebentin karışımı temizlik maddesi. şan; bilgiç. [DS] S. {ağız} Başağın saptan ilk çıktığı ~^u P avut] {a ğ a } is. 1. Hayvanın sırt kısmı, 2. Avurt; 'urt; yüz. yüz. [DS] fDS.1 yer. [DS] t? avurda çekmek, S ö z e tutup la fa b o ğ m ak. {eAT} (aynı)|| avurdu avurduna geçmek, Ya a v u t , -du [ağ-ıt] { ağız/ is. 1. Ağıt. 2. Bağırarak ağ lamak; sesli ağlama. [DS] n akların ın çökm esin den b e lli o la c a k k a d a r zayıf la m a k ,|| avurt dağıtmak, Bağırıp çağırmak.|| avurt a v u t , [av-ut/adut] {eT} is. Avuç. [DLT] etmek, {ağız} 1. Ö vünm ek için p a la v r a a tm ak; atıp avutkan, [av-ut-kaıı / av-ut-gan] {ağız} sf. Avutan; aldatıcı; avutucu. [DS] tutmak. 2, D ed iko d u yap m ak. [DS]|| avurt kesmek, Ö vünmek için p a la v r a atm ak.|| avurt öttürmek, 1. 3 v a l 'a Z f ’ [av' u‘- ,a-mak] g ç L f f - r ] [ - I(u,) -y o r] Oyaiamak, meşgul etmek. {eAT} Ç en e a lm a k ; s o h b e t etm ek. 2. G ev ez elik et m e k ; çe n e y orm ak. 3. B ağ ırıp çağ ırm ak. || avurt avutm a [av-ut-ma] is. 1. Avutmak işi. 2. Teselli satmak, Ö vünm ek için p a la v r a atm ak.|| avurt sa etme 3. Kandırma. 4. ed. Eski Latin edebiyatında vurt, Şarlatanlık. {eAT} (aym)\\ avurt şişirmek, ese ı verici mahiyette yazılmış ahlaki inceleme eserleri. A ğzım su v ey a h a v a ile d o ld u ra ra k y a n a k la rın ı d ı ş a doğru şişirm ek.|| avurt urmak, {eAT} Ç en e ç a l avutm ak, [eT. avıt-mak > avut-mak] g çl. f . [- u r ] 1m a k ; s o h b e t etm ek. || avurt ünsüzü, dbl. D ilin ucu ırımn acılarını, sıkıntılarını hafifletmek; teselli d a m a ğ a dayan m ış h â ld e iken a k c iğ erlerd en g elen etmek, oyalamak. 2. Aldatmak, kandırmak. 3. Ço h a v a avurt için e y ayılm ış o la r a k ç ık a rıla n s e s : III.\ cuğu oyalamak, hırçınlığını teskin etmek. 4. {ağız} u etmek; savmak. [DS] avurt zavurt etmek, 1. G erek li g erek siz kon uş m ak. 2. Yüksekten atm ak. avutturm ak, [avut-tur-mak] g çl. f . [ - u r ] Birini avut ma işini ve eylemini bir başkasına yaptırmak, avurta, [Sanks. dhâtri > e T âvirdâ / avurda / avurta] {eT} is. Süt nine; daya. [DLT] avutucu, [avut-ucu] s f 1. (Kişi için) birini teselli etavurtlak, -ğı [avurt-la-k] {ağız} sf. 1. (Kişi için) me^ ’ .yabştlrmayı üstlenen. 2. (Söz ve davranış yanakları büyük olan. 2. Yanakları sarkık olan. 3. rçın) irini teselli etmeye, avutmaya yarayan, Büyük ağızlı. 4. (Ekin için) başak tutmak üzere avutulma, [avut-ul-ma] is. Avutulmak işi. olan. 5. is. Vücuda tam oturmayan elbisedeki kaba avutulmak, [avut-ul-mak] edil. f . [ - u r ] Biri tarafın rıklık; potluk. [DS] dan yapılan avutma işinden etkilenmek, avurtlama, [avurt-la-ma] is. 1. Çalım. 2. Palavra. avvac, [Ar. ‘avvâc (a v v a :c) {OsT} is. 1. F il dişi avurtlamak, [avurt-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [-l(u )-y or] satıcısı. 2. F il dişi iş ç is i. Çalım satmak. 2. Palavra atmak. 3. {ağız} Ağzını doldura doldura, yanaklarını şişire şişire yemek. avvad, [Ar. üd > avvâd ı\y-] (a v v a.d ) {OsT} s f çalan. [DS] 4. {ağız} Anlaşılmaz homurtularla sözü değiş tirmek. [DS] 3VZ ’ fAr- 'av? V ] {OsT} is. 1. Sığınma. 2. Sığınakavurtlaşmak, [avurt-la-ş-mak] işteş, f . [ - ı r ] 1. Sohbet avz , [Ar. ‘avz / ‘ivaz {OsT} is. 1. Bedel. 2. De etmek; konuşmak. {eAT) (aynı) 2. Çene çalmak. {eAT) (aynı) ğiş tokuş; takas; trampa, avurtlu, [avurt-lu] sf. Gurur ve kibir sahibi; büyük avza, [Ar. eczâ] {ağız} is. Kibrit. [DS] lenen. avzıtm ak, [avıt-mak > avıd-ız-mak / avzıt-mak i avus, [Bulg. uvus ?] {eT} is. Bal mumu; mum. [DLT] [ D s f g Ç l ^ t~lrl d a la m a k ; aldatmak; avutma*Avustralya, [Port. australis > Ing. Australia] (avustra'lya) öz. is. Güney Yarım kürede, Eski Dün ^ D S ]' ^ Un' afritis] {ağız} is. z o o l. Bir balık çeŞ'^ ya anakaraları topluluğunun doğusunda ve en kü -avuz, [-a-vuz / -e-vüz / -y-a-vuz / -y-e-vüz] çük anakara. S Avustralya kara tavuğu, z ool. Çek. e. 1. Gelecek zaman çokluk birinci kişi e
• 369
bugünkü “-arız; -to z; -acağız” değeriyle kullanıl mıştır. 2. İstek kipi çokluk birinci kişi çekim eki; dilek-istek, tavsiye, tercih ve gereklilik bildirir; bugünkü “-alım; -yalım” değeriyle kullanılmıştır. 3. Geniş zaman kipi çokluk birinci kişi eki. S avuz m ı? (eAT/.. ... mıyız. Bu zulm etten bulavuz mı (bulur muyuz) rehayı?. Yusuf ile Zeliha. avya1, [avya] {eT} is. Utanç; ar; haya; hacalet. [EUTS] avya', [Rus. ayva] {eT} is.. - * ayva, avyakirt,, [Skr. avyâktra] (eT} is. sf. İzah edilemeyen; açıklanamayan; meçhullük; belirsizlik. [EUTS], avzurı, [av-(u)z-ur-ı] (eT/ is. Buğday ve arpa unu karıştırılarak yapılan ekmek; karışık elanek. [DLT] -ay, [-ay / -ey] yap. e. 1. İsimlerden isim türetir. Köke ilgili olma kavramı katar: dikey, düzey, g ü ney, kuzey. 2. Fiilden fiil yapar. Fiildeki anlama bağlı olarak belli bir özellik gösterme kavramı ka tan: olay, yatay, yapay, uzay, bükey, on ay (ona-ay). Ay, [ay] öz. is. Dünyanın uydusu olan bir gök cismi; Ay; Kamer. ,'eV (aynı) [ETY] [DUT] [EUTS]: [İKPÖy.] [Gabaitı] [Yttknekî] S ay ağılı, (eAT} Ay a ğ ılı; h â le .|j Ay ağılı, Bulutsuz, g e c e le r d e Ay ’in etrafın d a g ö rü nen ışık dem etinden m ey d an a g elen çem b er; a y la ; h â le; ay evi. |f ay ayaz,, (eT} A ydınlık; m ehtaplı g e ce. [EUTS]f| ay aydın, gün beyaz, Ümit verici, f e rahlatıcı (günler, aylar,, yıllar):. |'[ ay aydın, hesap belli, H er şey a ç ık ç a görülüyor, an laşılıyor, a n la mında kullandır.\\ ay aydını,, {eAT} Ay ışığ ı; m eh tap. [| ay ayduftı, (eAT/. A y ışığ ı; m ehtap.\ aya yersgü, (eT/ Yarasa. [DLT]|| ay bacayı aşmak, B ir işin yap ılm a zam an ı g eç m e k ; g e ç kalm ak. ||ay balı ğı, zool.. B a s ık vücutlu kuyruğu yarım, ay şeklin d e 2-3: m. boy v e b ir ton a ğ ırlığ ın a k a d a r u laşabilen kem ikli b ir b a lık ; m ersin b a lığ ı; k a m e r balığı, (M o la mola).|| ay balığıgiller, zool. Ö rnek türü a y b a lı ğı olan kem ikli b a lık la r takım ından çen g el çen eli ler alt takım ın a g iren b ir fa m ily a ; (Molidae).\\ ay balta, 1. Yüzü y arım ay şeklin d e o la n s a v a ş baltası.. 2. K ereste y o n tm ad a kullanılan yüzü a y biçim in de olan balta. || ay çatal, Vites kutusu için de taşıyıcı bir m il üzerinde k a y d ırıla ra k vites d eğ iştirm eye yarayan parça\\ ay dede,, Ç o cu k dilin de Ay.\[ ay dedeye misafir olmak. G ecey i a çık ta geçirm ek. || Ay doğdu, Yeni ay. || Ay evi, Bulutsuz g e c e le r d e ayın etrafında görü n en ışık dem etinden m eydan a gelen çem b er; h â le ; a y ağılı. j| ay gibi, 1. (Kadın için) gü zel ve p a rla k . 2. İn ce ve kavisli; h ila l gibi. || aya kök, (eT) A çık hava. [DLT] || aya sen doğma ben doğuyorum demek, G üzellikte üstüne rakip tammamak.\\ aya ya sen doğ, ya ben doğayım, demek, Ç ok g ü zel b ir kadın dan ba h sed erken söy lenen beğ en m e sözü. || aydan arı, günden duru, 1. Ç ok temiz. 2. Ç o k güzel. 3. A çık s e ç ik ; besbelli.]] ay-giin takvimi, G üneş ’in görü n en h a rek etlerin e g ö re düzenlenm iş takvim. || ay-gün yılı, H em Gü neş in görünen hareketleri, hem d e A y ’ın ev releri
AY
g öz önüne a lın a ra k düzenlenm iş o la n takvim y ı l ı | Ay harm anlanm ak, Ay 'm etrafın da h â le m eydan a g e lm e k .|J A y’ı gördüm Allah, amentü billah, Yem ayı g ö rü n ce uğu r g etireceğ in e in a n ıla ra k söylen en b ir ç eşit şükiir sözü. || A y’ı gördüm yıldıza itiba rım yok, D a h a iyisini bulunca ön ced en b eğ en ilen le r e d e ğ e r verm ez olm ak. || ayın aydını süt gibi, {ağız} D olunay. [DS]|| aym on dördü, D olu n ay z a m anı.,||, aym o,n dördü gibi, (K adm için). beyaz tenli ve gitzel.\\ ay ışığı, Ay ’m Güneş ’ten a la r a k g e c e le r i y e r yüzüne yansıttığı ışık; ay aydın lığı; m ehtap. ||ay ışık, (ağız) M ehtap; ay ışığı. [D.S}|| ay karanlığı, 1. Ay 'm bulut arkasına' g irm esi ile olu şan y a n k&ıranlik, 2. Ayın gökyü zü nde g örü n m ed iği zam an. || ay karanlık, {ağız} M ehtapsız g e c e . [DS]f|j ay kılıfı, {eAT} H â le .|| ay köpügi, {eAT} G eceler i a y ışığın da bulunduğu sö y len en b ir ç eşit bey az ve saydam taş. || Ay modülü, 1969 y ılın d a astron otları A y ’a g ö tü ren uzay a racın ın A y ’a inip kalkan, parçası.}}, Ay örüm ceği, Ay modülünüm Ay yüzeyine konm asını v e d a h a sa tım k alkışım sa ğ la y a n ö rü m cek g ö r ü nüm ündeki ta b a n ve ram p a fas»i.| | ay parçası,. B e y a z ten li g ü zel kadm.\\ ay saati, Ay ışığı ile sa a tle ri g ö ster en kadran . ||ay şavkı, {ağız} Ay ışığ ı; m ehtap. [BSJİI ay şavkına, {ağız} B oşu n a ; seb e p siz ; v erim siz. [DS][| ay şelvesi, {ağız} Ay ışığı; m ehtap. [DS]|| ay takvimi, S a d ec e avın h a rek etler i g ö z önüne a lı n a ra k düzenlenm iş o la n takvim.\\ Ay tutulması, g ö k b. Yer, Ay ile Güneş a r a şm a g irdiğ in de g ö lg e sinin Ay üzerin e düşm esi olayı-,|| Ay uğrulanm ak, {ağız} Ay tutulmak. [DS]ff ay ve gün ağılı, {eAT} Hâle.\\ ay yenisi, {eAT} Yeni a y ; a y ç a ; hilal\\. ay yıldız, Türk dünyasının ku llan dığı sembol.\\ ay yıl dızlı,. Ü zerinde ay ve yıldız m otifi bulunan. |[ ay yıl dızlı bayrak, Türk ba y ra ğ ı.' ay yıldızlı form a, M illî fo r m a . | ay yıldızlı: mayo, M illî m ayo. || ay yılı, Ay ’m Yer çev resin d e on iki d efa dolan m ası ile m eydan a g elen y ıl; k a m erî yıl. || ay yurdı, (eAT/ H âle. a y 1, [ay / hay (yans.)\ is. Flaykırma bildiren kök, aykır-m ak. ay2, [eT. ay / ey (yans.)] ünl. 1. Beklenmedik bir du rum karşısında beliren şaşkınlık, ürküntü ve korku yu ifade eder. {eT} (ay«;;[İKPÖy.] [EUTS] 2. Üzüntü, sıkıntı ve acı bildirir. 3. Seslenme edatıdır. {eT} (ay nı) [DLT] "O ğul oğu l ay oğu l / B îtilr misin n eler o ld u ? ” Dede Korkut 3 ay ay! H afife a lm a ve a la y ifa d e eder. ay , [ağ-ı > ay] {eT} is. Turuncu renkte ipek kumaş. [DLT] ay4, [ay] {eT} ünl. Buyruğu tanımamayı bildiren ün lem. [DLT] ay3, [iy / ay jT] {eAT} is. Marangoz kalemi; iskarpela. S ay demüri, {eAT} M aran goz kalem i; iskarpela]] ay tem üri, {eAT} M aran goz kalem i; iskarpela.
İ H İ M MİİH. «o
AY ay6, [eT. ây / ay] is. Genel olarak Ay'ın Dünya etra fında bir kez dolanımma eşit, yılın on ikide biri olan zaman dilimi. {eT} (aynı) [ETY] [İKPÖy.] [EUTS] [Tekin] [Mühennâ]. S ay ayca, {eAT} Aydan a y a .|| ay başı, Ayın ilk günleri.\\ ay çevrim i, Yahud ile rd e 12'si norm al, 7'si a rtık 1 9 y ıllık d ev re.|| ay da bir, B ir a y d a b ir kere. || ayda kazandığını gün de yemek, G eleceğ in i düşünm eden h es a p s ız ca p a r a harcamak.\\ aydan aya, B ir a y a ra y la ; b ir aydan d iğ e r a y a kadar.\\ ayda yılda bir, Ç o k s e y rek o la r a k ,|| ayda yılda bir nam az, onu da şeytan komaz, N adiren iyi bir iş y a p m a y a k alkışm a k fa k a t d a h a b a şla m a d an vazgeçm ek.|| ayı günü, {ağız} Vakti; zam anı. [DS]|| ayı günü belli, {ağız} Vakti zam an ı belli. [DS]|| ayı günü belli olm amak, Ya p ılm a sı düşünülen b ir işin zam an ı kesin o la r a k b i lin m em ek;|| ayı günü tam am olmak, 1. (G en ellikle h a m ile b a y a n la r için) doğum zam an ı y aklaşm ak. 2. O la ca k b ir şeyin zam an ı dolm uş olm ak. || ayı günü yakın, {ağız) (G eb e kadın için) doğum y a p m a z a m anı yakın. [DS]|| ayı günü yitmek, {ağız} (G eb e k ad ın için) g e b e lik sü resim tam am lam ış, doğum y a p m a zam an ı g elm iş olm ak. [DS]|| ayın kaçı? Ayın h a n g i gününde olunduğunu a n lam a k için soru lan soru . ||Ayı var, yılı var, ivecek ne v a r? B ir işi z a m an ın da yap m ay ı g ecik tiren k iş iler için a la y o la r a k söylen en sö z .|| ay yenisi, {eAT} Ayın b a şla n g ı c ı.||ay yinisi, {eAT} - * ay yenisi. ay7, [ad / ay] {eT} is. Beylerin hizmetçisi, kölesi; bunların adının yazılı olduğu defter. [DLT] ay bitiği, A skerin isim ve tayınının yazıldığ ı defter. [DLT] a ’ya, [Ar. a‘yâ LpI] (a -y a :) {OsT} sf. Hiç iktidan ol mayan; en güçsüz; daha güçsüz. a y a1, [ay a!] {eT} ünl. 1. Ey! hey bakın. [EUTS] [Yüknekî] 2. {ağız} “Ulan” anlamında kaba hitap. [DS] 3. {ağız} Şaşma bildirir. [DS] aya2, [eT. aya a J] is. anat. 1. Elin iç tarafta, bilek ile parmak dipleri arasında kalan içbükey yüzü; avuç içi. {eAT} {eT} (aynı)[İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] 2. bot. Bitki yapraklarının klorofil bakımından zengin, geniş, düz ve parlak olan üst yüzü. 3. Terazi kefesi. {eAT} (aynı) 4. Sapanın taş konulan örgü veya deri den yapılmış geniş yüzeyli bölümü. S aya avazı, {eAT} E l şa k ırtısı; e l çırpm a se si; alkış.\\ aya çal m ak, E llerin i birb irin e vurm ak su retiyle se s ç ı k artm ak; a y a öttürm ek; e l çırp m ak; ay a çatlatm ak; a lk ışla m a k ; a y a k ak m a k ; {eAT} (aynı).\\ aya çatlat m ak, {eAT} E l çırp m ak ; a lk ışla m a k .|| aya karsm ak, {eAT} E l çırp m ak ; a lk ışla m a k ,|| aya ötdürmek, {eAT} E l çırp m ak ; a lk ışla m a k . ||aya taşı, 1. Avuç için e s ığ a b ile c e k büyüklükte taş; {eAT} (aynı). 2. {eAT} S apan taşı. aya3, [ay-a-mak > ay-a] {eT} is. 1. Sonradan takılan isim; lakap [Mühennâ] [DLT] 2. {ağız} Vekil. [DS]
aya4, [Far. aya UÎ] (a :y a :) {OsT} ünl. 1. Şüphelenme ve kararsızlık bildirir; şaşma bildirir; acaba. 2. {eAT} Veya; yahut. aya5, [Yun. agios] is. Kutsal kimse; ermiş; aziz, ayaca, [ağa-ca / ayaca] {ağız} is. Yabanlık giysi. [DS] ayacuk, -ğu [aya(k)-cık / aya-cuk J^-UÎ] {eAT) is. Ayakçağız, ayaç, -cı [? ayaç] {eAT} is. Hazine, ayad, [Ar.
ıyd (bayram ) > a‘yâd iLtl] (a-yâd) {OsT}
is. Bayramlar, fi1 ayâd-ı müslimîn, M üslüm an bay ram ları. ayag1, [ay-a-mak > ay-a-ğ] {eT} is. 1. Hürmet; saygı; şeref; itibar. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Lakap; takma ad. [DLT] >5 ayakka tegimlik, İtib a rlı; sa n lı; hürm etli. [EUTS] ayag2, [T. ayak > Far. eyağ > ayağ > ayag
/ jA j]
{eAT} is. 1. Ayaklı büyük içki kadehi. 2. Altta ze mine oturacak çemberli veya aşağı doğru genişle yen konik tabam olan tas veya çanak. ayag3, [ayağ jjuj] {eAT} is. 1. Ayak. 2. Basamak. S ayağa bırakm ak, {eAT} A yak altın d a bırakmak.\\ ayağa binmek, {eAT} S av aş çıkm a k; sa v a ş birden b ire başlam ak. || ayağa durm ak, {eAT} 1. A yağa kalkm ak. 2. A yakta durm ak. ||ayağa düşmek, {eAT} 1. Kuvvetten dü şm ek; a c iz kalm ak. 2. D eğerini, saygınlığını yitirm ek.|| ayağa kalkm ak, {eAT} Ayaklanmak.\\ ayağa salmak, {eAT} A yak altında bıra k m a k ; a y a k altın a atm ak. || ayağa turm ak, {eAT} 1. A yağa kalkm ak. 2. A yakta durmak.\\ ayağı bağlanm ak, {eAT} 1. B o ş y e r e oyalan ıp kalm ak. 2. B ir y erd en a y rıla m am ak .|| ayağı düz basm ak, {eAT} İşi y o lu n a girm ek. ||ayağı kabın, {eAT} A yak k ab ısın ı,|| ayagm a balta urm ak, {eAT} İşin e en g el o lm a k .|| ayagm a baş urm ak, {eAT} A yağın a k a p a n m a k ; yalvarm ak. || ayağına düşmek, A yağın a k ap a n m ak ; yalvarmak.\\ ayağın alm ak, {eAT} 1. A leyhte bu lu n arak kuvvet ve itibarını düşürm ek. 2. Ç elm e takıp y e r e düşürmek.\\ ayagm durm ak, {eAT} A yak üzeri du rm ak; a y ak ta kalmak.\\ ayagm tu rgu rm ak, {eAT} A yak üzeri durdurm ak; a y ağ a kaldırmak.\\ ayağın tu rm ak , {eAT} A y ak üzeri du rm ak; ay akta kalm ak. || ayagm yürüm ek, {eAT} H a rek et h â lin d e o lm a k ; yürüm ek. || ayağı sıvık, {eAT} B ir y e r d e du ram ayıp sü rekli d o la şa n .|| ayağı şaşm ak, {eAT} A yağı kay m ak ; sürçmek.\\ ayağı yer basm am ak, {eAT} Sevinçten y erin d e du ram am ak; a y a ğ ı y e r e erişememek.\\ ayag üstine d urur, {eAT} D ik duran ; yu karı doğru y ü k selen ; y e r e serili olm ayan.|| ayag üzere gelmek, {eAT} A yağ a k alk mak. ayagan, [ayag-an] {ağız} is. Kurumuş fakat ayakta duran ağaç. [DS] ayaglag, [ayağ-lağ] {eT} sf. Şanlı; hürmetli; sanlı; itibar sahibi. [EUTS]
Ö
im
ilig
S M İ »371
ayaglıg, [ayağ-lığ] {e l } sf. Şanlı; hürmetli; sanlı; itibar sahibi. [EUTS] ayaglug, [ayağ-luğ] {eT} sf. Şanlı; hürmetli; sanlı; itibar sahibi. [EUTS] avagsız, [ayağ-sız] {eT} sf. İtibarsız; hürmetsiz. [EUTS] ayağ, [eT. ay-a-mak (lâ k a p takm ak) > ay-a-ğ] {ağız} is. Lakap. [DS] ayağan, [ayağ-an] {ağız} is. Biçilmesi sona bırakılan zayıf ekin. [DS] ayağuç, -cu [ayak+uç] {ağız} is. Ayak ucu; son taraf; aşağı taraf. [DS] ayah, [ayak / ayah ç j ] {eAT} is. 1. Ayak. 2. Basa mak. ayak1, -ğı [eT. ad-ak / adhak > ay-ak / azak J L j ] is. 1. anat. İnsan ve hayvanlarda yere basmaya ve yü rümeye yarayan organ. {eAT} {eT} (aynı) [DLT] [Mühennâ] 2. gnşl. Bacak ve ayak. 3. İnsan vücudu nun belden aşağı bölümü. 4. Adım. 5. Masa, iskem le, köprü gibi yüksek bir mekân oluşturan cisimle rin yerden yükselmelerini sağlayan dayanakları. 6. Yürüyüş hızı. 7. mim. Büyük binalarda çatı, kemer ve tonozları taşıyan mimari unsurlar. 8. Merdiven basamakları. 9. (İngilizceden tercüm e) Yarım arşın uzunluğunda (30.5 cm .) ölçü birimi; kadem. 10. İngiliz ölçü birimi f o o t ’tan alınma buz dolabı hac mini belirleyen ayak küp. 11. mat. Bir doğrunun başka bir doğruyu veya bir düzlemi dik kestiği nokta. 12. coğ. Bir akarsuyun kendisine karışan kolları. 13. coğ . Bir gölün suyunu boşaltan akarsu lar. 14. {ağız} Maden ocaklarında sarmaların altında açılan boşluk. [DS] 15. Sıcak su kaynağı. 16. {ağız} Kavşak; yol ağzı. [DS] 17. Havuz ve çeşme gibi toplanmış suların alttan akıp gittiği delik; {eAT} (aynı). 18. ed. Türk halk şiirinde kafiye. 19. m atb. Klişelerin baskı seviyesine gelmesi için altlarına konulan tahta parçaları. 20. {eT} {eAT} {ağız} Fin can; kadeh; tas; çanak; kâse. [Gabain] EUTS] [ETY] [DLT] [DS] 21. {ağız} Su tası; maşrapa. [DS] 22. {ağız} Çay bardağı; bardak. [DS] 23. m ec. Tavır; nağme. 24. {ağız} Değirmen taşını kaldırıp indir meye yarayan ayar odunu. [DS] 25. Sacayak. 26. Küçük çay masası; sehpa. 27. {ağız} spor. Güreşte desteden önceki bölüm; başlangıç. [DS] 28. {ağız} Asıl söze başlamadan önce yapılan giriş; başlangıç. [DS] 29. {ağız} Koyun sürüsü satışlarında hesaba katılmayıp bedelsiz olarak verilen zayıf koyun ve kuzular. [DS] 30. argo. Hile; dümen. 31. argo. Rol yapma; ... gibi davranma. 32. argo. İlişki; bağlantı. 33. Tavladaki adımlardan her biri; hane. 34. Ayak ta koşarak yapılan işler. 35. Büyük sözler; edebiyat yapma. 36. {eT} sf. Kez; defa. [EUTS] 37. {ağız} Bir payın dörtte biri; çeyrek. [DS] S ayâ (ayağı) cıvık, tağız} B ir y e r d e durup dinlen m eyen; g erek siz y e r e dolaşıp gezen. [DS]|| aya (ayağı) dışarı, {ağız} (K a
AYA
dın için) a h la k ı bozu k; fa h iş e . [DS]|| ayağa bak mak, {ağız} K ötü a m a ç la bakm ak. [DS]|| ayağa bı rak m ak , A yak altın da bırakmak.\\ ayağa çıkmak, {ağız} (K adın için) y a s a dışı cin sel ilişk ilerle hayat sü rdü rm ek; o rosp u olm ak. [DS]|| (söz, iş) ayağa düşmek, B ir işe ve s ö z e y etkili ve b ilg ili olm ayan k iş iler d e karışm a k .|| ayağa düşmek, 1. {ağız} (K a dın için) y a s a dışı cin sel ilişk ilerle h a y a t sü rdü r m ek; o rosp u olm ak. 2. A ciz olm ak. 3. D eğ erin i ve saygınlığım yitirm ek. [DS]|| ayağa fırlam ak, Otur duğu y erd en hızlı b ir şek ild e kalkm ak, doğrıılmak.\\ ayağa geçirm ek, 1. (P antolon, ço ra p , don g ib i g i y e c e k için) a c e le ile giym ek. 2. (A yaklarına a y a k kabı, terlik vb. için) giym ek. ||ayağa gelmek, {ağız} (in ek için) kızm ak; kızışm ak; çiftleşm e arzusu duy mak. [DS]|| ayağa ip takm ak, {ağız} A yıplam ak; çekiştirm ek; kötü lem ek; zem m etm ek. [DS]|| ayağa kaldırm ak, T elaş ve h ey ecan yaratmak.\\ ayağa kalkm ak, {ağız} (K adın için) y a s a d ışı cin sel ilişki lerle h ay at sü rdü rm ek; oro sp u olm ak. [DS]|| ayağı ağır, {ağız} G ebe. [DS]|| ayağa kalkm ak, 1. D ik el mek. 2. m ec. T elaşa kapılm ak. 3. Saygı ifa d esi o la r a k oturduğu y erd en kalkıp doğrulm ak. 4. (H asta için) iyileşm ek,|| ayağı ağırlı, {ağız} 1. G ebe. 2. Yüklü. [DS] ||ayağı ağm ak, {ağız} 1. D üşm ek. 2. İyi b ir durum dan kötü durum a düşmek. [DS]|| ayağı alışmak, B ir y e r e s ık s ık gitm eye b a şla m a k ; dadanm ak. ||ayağı almak, {ağız} Oyun havasın ın tem p o su n a a y a k uydurmak. [DS]|| ayağı bozuk, {ağız} (K adın için) a h la kı bozu k; fa h iş e . [DS] || ayağı ça rıklı, K urnaz v e b e cer ik li köylü.\\ ayağı çekilmek, {ağız} 1. İftiray a uğram ak. 2. Ağızdan a ğ z a d o la ş m ak. [DS]|| ayağı dışarı, 1. {ağız} (K adın için) b a ş k a e r k e k le r le ilişkid e bulunan; fa h iş e . 2. (E rkek için) b a ş k a k a d ın la rla ilişkid e bulunan; zam para. [DS]|| ayağı düşmek, O radan g eç m e si gerekmek.\\ ayağı düz basm ak, İş i yolu n a girm ek. ||ayağı düze basm ak, Sıkıntıyı atlatm ak, ra h a tla m a k ,|| ayağı ile gelmek, 1. B ir y e r e kim se zorla m a d a n ken di isteği ile gelm ek. 2. B ir şeyin em ek çek ilm ed en eld e e d il m esi,|| ayağı karıncalı, {ağız} B ozu k a h la k lı; f a h i şe. [DS]|| ayağı kaym ak, K ötü y o la düşmek.\\ ayağı kesilmek, B ir d a h a gelm ez olm ak. ||ayağı köstekli, Yürümekte g e ç kalm ış ço cu k .|| ayağım yağlı, {ağız} fo lk . T ek a y a k üstünde oynanan b ir ç o c u k oyunu. [DS]|| ayağına bağ olmak, 1. Birinin bulunduğu y erd en ay rılm asın a en g el olm ak. 2. B irinin işleri için en g el o lm a k .|| ayağına bağ vurm ak, B irinin iş ve ça lışm a la rı için en g el çıkarmak.\\ ayağına balta (v)urm ak, İşin e en g el o lm a k .|| ayağına baş (v)urm ak, A yağına kapanmak.\\ ayağına bok bu laşm ak, {ağız} C eza alm ayı g erek tiren bir su çla ilgisi o lm a k ; kötü, iğ ren ç b ir o la y d a sııçlu olm ak. [DS]|| ayağına çabuk olmak, 1. A yak işlerini ç a bu k y apm ak. 2. G id ilecek y e r e ça b u k g itm ek veya g elm ek .|| ayağına çağırm ak, Yanına g elm esin i is
AYA tem ek. || ayağına çelme takm ak, 1. B iri yürürken önüne a y a k uzatıp düşürm ek. 2. B irin in yü kselm e sine, ilerlem esin e en g el olm ak.j| ayağına dolan mak, 1. Birinin yürüm esin e en g el olm ak. 2. Ç alı şan birinin iş y a p m a sın a en g el olm ak, i. B aşkası için tasarlan an kötü niyetli b ir iş b a şa rıla m a m a k ve z ararı sa h ib in e g e r i dönm ek. || ayağına dolaş mak, 1. B irin in yürüm esin e e n g e l olm ak. 2. Ç alı şan birinin iş y a p m a sın a en g el olm ak. 3. B aşka sı için tasarlan an kötü niyetli b ir iş ba şa rıla m a m a k ve z ararı sa h ib in e g e r i dönmek.]] ayağına donu yok, fesleğen tak ar başına, Yoksulluğuna a ld ır m adan sü slen m eye kalkar.\\ ayağına düşmek, A ya ğ ın a kapanmak.\\ ayağına gelmek, 1. A lça k g ön ü l lülük g ö s te r e r e k birinin y a n ın a varm ak. 2. M ecbu r o la r a k b irin e gelm ek. 3. (K ısm et için) em ek h a r c a m adan arzu ed ilen b ir şe y e kavuşm ak]] ayağına gitmek, 1. A lça k gönüllülük g ö s te r e r e k birinin y a n m a varm ak. 2. Saygı d u y a ra k y a n ın a gitm ek. 3. M ecbu r o la r a k birin e gelmek.\\ ayağına ip tak m ak, 1. H akkın d a konuşm ak. 2. G ıyabın da d ed ik o du y ap m ak. || ayağına kapanm ak, 1. Özür d ilem ek a m a cıy la yalvarm ak. 2. Nüfuzlu birin e aczin i b e lirtmek. 3. A lç a la ra k y alvarm ak]] ayağm a k ara su inmek, A yakta d u rm ak veya ç o k yürüm ekten d olay ı a y a k la rı y o ru lm ak .JJ ayağm a kira istemek, G elm e y e veya gitm eye ü şen m ek; nazlan m ak.|| ayağına oturm ak, (A yakkabı için) tam a y ağ ın a g ö r e o l mak.]] ayağm a sıcak su mu, soğuk su mu? Ç ok s e y r e k g elen m isafirler için söy len en sitem ve s e vinç sözü. I) ayağına sıkı, H ızlı ve ç o k yürüyen. || ayağına üşenmek, 1. T em bellik, uyuşukluk. 2. A y ak işlerin i yapm aktan üşenm ek. || ayağına üşen memek, 1. Ç alışkan ve ç a b u k olm ak. 2. A yak hiz m etlerin i üşen m eden yapm ak. 3. Yürümeye üşen m em ek]] ayağm a yüz sürmek, 1. H er han gi bir s e b e p le g id ip yalvarm ak. 2. E m rinden çıkm a y aca ğ ım bildirm ek. 3. S aygıda aşırı gitm ek. || ayağında top tutm ak, spor. F u tb o ld a to p la f a z la oyalan ıp a rk a d a şla r ın a zam an ın da topu ulaştıram am ak]] ayağın durm ak, {ağız} Saygı gösterm ek. [DS]|| ayağını alam am ak, B ir y e r e gitm ekten kendini alıkoy am am ak]] ayağını almak, {ağız} 1. Ayağını k a y d ırm ak ; kötülük yapm ak. 2. (K işi için) ortalıkta d o la ş a r a k çalışm asın a en g el o lm a k; a y a ğ a takıl m ak. 3. Günahını a lm a k; z an d a bulunm ak. 4. A ley h in d e konuşm ak. 5. (H asat için) s o n a erd irm ek; bitirm ek. [DS]|| ayağını altına almak, Tek bacağ ın ı altın a a la r a k y e r e oturm ak]] ayağım bağlamak, Birinin iş ve ça lışm a la rı için en g el çıkarm ak. || ayağını çekmek, 1. G itm ekten vazgeçm ek. 2. Git m eyi kesm ek]] ayağını çıkartm ak, A yakkabılarını çıkarm ak]] ayağını denk almak, H arek etlerin e d ikk at etm ek, ba şk a la rın ı rahatsız etm em ek]] aya ğını denk basm ak, D ikkatli ve uyanık dav ran m ak]] ayağını esirgemek, {ağız} G itm ekten çek in
« M C E » B il. m ek. [DS]|| ayağını giymek, A y a kk a b ıla rım a y a ğ ı na giym ek. || ayağını kaldırm ak, {ağız} (M em ur için) b a şk a y e r e atan m ak; nakledilm ek. [DS]|| aya ğını kaydırm ak, Birini, bir fırsa tım bulup işinden etm ek. ||(birinin) ayağım kesmek, O kişiyi, b ir y e r e uğram az h â le g etirm ek ; g elm esin e en g el olm ak]] (bir yerden) ayağını kesmek, O raya uğram az o l m ak-H ayağının altına alm ak, 1. D övm ek. 2. A yak ları ile üzerine basm ak, çiğnem ek. 3. Üstüne çık m ak]] ayağının altına karpuz kabuğu koymak, B irinin işini ve düzenini sezd irm ed en bozm ak.|| ayağının altına sabun kalıbı koym ak, Birinin işini ve düzenini sezd irm ed en bozm ak. || ayağının altına yatırm ak, D övm ek]] ayağının bağını çöz mek, 1. B oşam ak. 2. S e rb est bırakm ak. 3. B oşan mak.]] ayağının bastığı yerde ot bitmemek, Gittiği y e r e uğursuzluk getirm ek.]] ayağının pabucu ola m am ak, D eğ er bakım ın dan k arşıla ştırılan kişiden ç o k a ş a ğ ıd a bulunm ak]] ayağının pabucunu başı na giydirmek, 1. D eğ ersiz birin e olduğundan f a z la d e ğ e r verm ek. 2. D en gi olm ayan biri ile evlen m ek]] ayağının tozu ile, 1. G elir gelm ez, hem en. 2. H iç dinlenmeden.]] ayağının türabı olmak, 1. 'Ayağını bastığın to p rak olayım . ” an lam ın da a şırı saygı g ö ster m e ifadesi. 2, Kul, k ö le g ib i b a ğ la n ıp hizm et etm ek]] ayağının ucuna basm ak, Gürültü y a p m a m a ğ a özen g ö s te r e r e k sessiz ve y a v a ş yürüm ek]] ayağını öpmek, 1. B üyük b ir a lç a k gönüllülük ve a şırı saygı gösterm ek. 2. İşlen en bir kusur için ö zü r d ilem ek. 3. Yalvarm ak]] ayağını sürüm ek, 1. Veri len b ir g ö rev i o y a la n a r a k yap m ak. 2. B ir y erd en u zaklaşm ak niyetinde olm ak. 3. (M isafir için) d a h a k a la b a lık m isafir g elm esin e n eden olduğunu sa n mak. 4, Ö lm ek ü zere o lm a k.f| ayağını tek (dek) atm ak, H arek etlerin e d ikk at etm ek, ba şk a la rın ı rahatsız etm em ek. || ayağını tetik atm ak, H arek et lerin e d ikk at etm ek, b a şk a la rım rah atsız etm em ek]] ayağını tu rgu rm ak, A y ağ a kaldırm ak, a y a k üzeri durdurm ak.|| ayağını vurm ak, (A yakkabı için) ay ak ta y a r a açm ak. || ayağını yere bastırm am ak, 1. B irin i sü rekli o la r a k a r a ç la g ez d irm ek ; h iç yüliitm em ek. 2. Ç o k f a z l a itib ar g ö sterm ek.|j ayağını yorganına göre uzatm ak, G iderin i g elirin e g ö r e düzenlem ek]] ayağı pek, {ağız} Atik; çevik. [DS]|| ayağı sınmak, {ağız} D oğum yapm ak. [DS]|| ayağı sıvık, B ir y e r d e duram ayan, sü rekli dolaşan ]] aya ğı suya değmek, 1. B ir g e r ç e ğ i so n rad a n anlayıp p işm an lık duymak. 2. B ir şeyin önem ini son rad an an lam ak]] ayağı şaşm ak, 1. A yağı sürçm ek, k ay m ak. 2. Uygunsuz ve y a n lış h a rek ette bulunm ak]] ayağı takılm ak, B ir en g elle karşılaşm ak.]] ayağı taşa dokunmak, B ir en g elle karşılaşm ak]] ayağı uğurlu, G elişin den d olay ı hayır görü len kişi]] ayağı uğurlu gelmek, Gittiği y e r d e hayırlı işlere s e b e p olm ak. || ayağı üzengide olmak, H a rek et et m ek ü zere h a zır beklem ek.]] ayağı yanmış it gibi,
İlfH! SB0 M i
«373
Yerinde durm ayıp o ra d a n o ra y a koştu rm ak,|| ayağı yeğni, {ağız} A tik; çevik. [DS]|| ayağı yer basm a mak, Sevinçten y erin d e duramamak.\\ ayağı yer den kaldırmak, 1. A yağı y e r e değ m ez olm ak. 2. B ir taşıta b in erek y a y a yürüm ekten kurtulm ak,|| ayağı yerden kesmek, 1. A yağı y e r e değm em ek. 2. B ir taşıta b in ere k y a y a yürüm ekten kurtulmak.\\ ayağı yürüten baştır, H alkın huzur ve güvenini sağlayan, ülkenin g elişm esin i p lan la y a n ve yürü tenler da im a ba şta bulunan y ö n eticilerd ir,|| ayak açmak, 1. ed. ( Sazı elin e ilk a la n için) a tışm a lard a belli b ir kafiy e (ayak) ile şiire b a şla m a k ; a y a k vermek. 2. (ağız} fo lk . (N işanlı kız için) ilk o la r a k nişanlısının evi çev resin d e g ez i y ap m ak. [DS]|| ayak alışverişi, (ağız) Ç erçilik; gezgin satıcılık. [DS]|| ayak almak, (eAT} 1. Ç elm e takıp y e r e s e r mek. 2. A leyhinde bu lu n arak saygınlıktan düşür m ek; güçten düşürm ek. 3. {ağız} O yunda a y a k la r çalgının tem posun a uymak. [DS] 4. {ağız} B ir k işi nin kötülüğüne ça lışm a k ; m anen yüklenm ek. [DS]|| ayak altı, 1. G elip g eçilen , k a la b a lık y e r ; g elip g eçen lerin ç o k olduğu y e r ; ortalık. 2. {ağız} K a p ı önü. [DS]|| ayak altında dolaşmak, B ir iş g ö rm e diği h â ld e ça lışan ların işine en g el o la c a k biçim d e dolaşm ak]] ayak artm ak , (ağız} 1. B ir kim senin kötülüğüne çalışm ak. 2. B ir kim seye m an en yü k lenmek. [DS]|| ayak atm ak, I. Yürüyüş ve dan sta ayağını ileri veya g e r i h a rek et ettirm ek. 2. ilk d efa gitmek. 3. Gitmek, varm ak. 4. G irm ek. || ayak at mamak, B ir y e r e h iç gitm em ek, u ğ ram am ak .j ayak ayak, {eAT} B a s a m a k basam ak, k a d e m e k a deme, d e r e c e d e r e c e ; y a v a ş y avaş. || ayak ayak üs tüne atmak, İskem le veya koltukta b ir b a c a ğ ı di ğerinin üstüne k o y a ra k oturm ak.|| ayak bacı, {eAT} Satılan canlı hayvan lardan alınan vergi. || ayak bağı, B ir y e r e gitm eye en g el olan şey .|| ayak bağı kesmek, {ağız} Yiirüme ça ğ ın a g eld iğ i h â ld e yürü yem eyen çocu kların a y ak la rın a ip b a ğ la y a ra k bu ipi kesm ek. [DS]|| ayak bağı olmak, 1. B ir k im se nin çatışm asına ve h a rek etlerin e en g el olm ak. 2. Yapmakta olduğu iş için en g el çıkaı~mak.\\ ayak bağlamak, {ağız} B ir y e r e s ık s ık g elip gitm eye alışmak. [DS]|| ayak basımı, {eAT} Yere b a sa n a y a ğın boyu k a d a rlık ölçü.\\ ayak basılmamış, (Yer için) üzerinde h iç b ir insan yaşamayan.\\ ayak basmak, I. B ir y e r e gitm ek, girm ek. 2. B ir taşıttan inmek. 3. B ir ü lkeye varm ak, a lm a k ; sa v a ş için a s ker çıkarm ak. 4. E g em en liğ i altın a alm ak. 5. Yeni bir ortam a, topluluğa girm ek. 6. {eAT} K a rşı koy m ak; diren m ek; ısra r etm ek; azm etm ek. || ayak basmamak, B ir y e r e h iç gitm em ek, u ğram am ak;,|j ayak beraber, {eAT} H ep birlikte; b e r a b e r c e .j| ayak berberi, {eAT} G ezici berber.\\ ayak bileği, anal. B aldır k em ikleri ile a y a k ta rak ları a ra sın d a bıdunan ve y ed i kem ikten olu şan bölüm . || ayak çelmek, Birinin düşm esi için ay ağ ın a çelm e tak
A YA m ak .|| ayak çeşmesi, {eAT} H ela .|| ayakda kalmak, {eAT} İşi ilerletem eyip y a rıd a bırakmak.\\ ayakda komak, O rtada bıra k m a k; a v a r e etm ek. || ayakda koym ak, {eAT} O rtada b ıra k m a k; a v a r e etmek.\\ ayakdan ayağa, {eAT} H er bir b a sa m a k ta .|| ayakdan başa, {eAT} B aştan a y a ğ a .j| ayakdan bı rakm ak, {eAT} 1. D üşürm ek; yıkm ak. 2. Yürüyemez durum a g etirm ek .|| ayakdan çıkmak, {eAT} H a r e k et etm eye gü cü k alm am ak ; kendini yitirmek.]] ayakdan düşmek, {eAT} 1. Yıkılmak. 2. Güçsüz kalm ak. 3. Aciz düşm ek; fe la k e t e uğram ak. || ayakdan salmak, {eAT} Ç ökertm ek; düşürm ek]] ayak davıştısı, {ağız} A yak sesi. [DS]|| ayak davuşı, {eAT} A yak s e s i; a y a k p a tırtısı.|| ayak de ğiştirmek, A skerlerin uygun adım yürürken a d ım ı nı d iğ erlerin e uydurm ak a m a cıy la kısa b ir adım ile s a ğ adını y erin e s o l adım atm ak]] ayak deri, {eAT} İşçiy e verilen ü cret; alın teri]] ayak derligi, {eAT} İşçilik ücreti]] ayak diremek, 1. İn a tçılık etm ek; y ap m am akta ısra r etm ek. 2. D üşüncesinden ve tu tumundan taviz verm em ek. || ayak divanı, 1. İm p a ratorlu k dön em in de a c il h â ller d e o a n d a bulunulan y e r d e p a d iş a h ın katılm asıyla y a p ıla n toplantı. 2. B ir m eclisin a y ak ta to p la n a ra k k a r a r alm ası. 3. {eAT} Ayaküstü a c e le y ap ılan toplantı.]] ayak do lam ak, {eAT} İftira e d e r e k kötü durum a düşürm ek]] ayak dolaşığı, {ağız} A yak altın da d o la şa n ; s e rb est h a rek ete en g el o la n ; a y a k bağı. [DS]|j ayak dön me, {ağız} fo lk . Gelinin evlendikten on b e ş giin s o n ra b a b a evine ilk gidişi. [DS]|| ayak dönümü, {ağız} fo lk . -*• ayak dönme. [DS]j| ayak döşeği, {ağız} fo lk . N işan takılırken kızın ayağının altın a serilen h e d i y e lik kum aş. [DS]|| ayak durm ak, {eAT} A yak üs tünde du rm ak; ay akta durm ak]] ayak duşağı, {ağız} H ayvan kösteği. [DS]|| ayak dutm ak (tut mak), K a d eh sunm ak, içki verm ek. || ayak eni, {ağız} fo lk . 1. N işan takılırken kızın ayakların ın a l tına serilen h ed iy elik kıımaş. 2. E vlenen kız b a b a evinden çıkarken ayaklarının altın a güvey tarafın dan serilen kum aş. [DS]|| ayak eskisi, {ağız} 1. A yakkabı. 2. A yakkabı eskisi. 3. K un daklan an b e beklerin ay ak la rın a sa rılan bez. 4. R ezil; kep aze. [DS]j| ayak eşiği, {ağız} Eşik. [DS]j| (bir) ayak ev vel, B ir an ö n c e; ilk sıra d a ; ilk ö n ce; tezden. ||ayak gezeletmek, {ağız} Vakit g eç irm ek ; zam an ö ld ü r m ek ; a y a k sürümek. [DS]|| ayak gitmek, {ağız} (A yak için) çalın an h a v ay a uym ak; a y a k uydurmak. [DS]|| ayak götürmek, {eAT} 1. Ç a b u c a k huzurdan çekilm ek. 2. Ç ekilip gitm ek, ayağ ın ı çekm ek. |j ayak götürüp gitmek, {eAT} Ç ekilip g itm ek; ayağını çekm ek. j| ayak işi, 1. B ir iş y erin d e a s ıl üretim le ilgili olm ayan getir-götü r işleri. 2. {ağız} Gezgin sa tıcılık; çerçilik. [DS]|| ayak işleri görm ek, H a dem elik, hizm etçilik g ib i g etir-götiır işleri yapm ak]] ayak izi, Yürürken aycıkların y e r d e bıraktığ ı iz]] ayak kaldırm ak, {ağız} Ç abu k y ü rü m ek; a c e le et
AYA m ek. [DS]|| ayak karısı, {ağız} K ötü y o la düşmüş kad ın ; fa h iş e . [DS]|| ayak kavafı, Ç o k gezen . ||ayak keseri, {ağız} B üyük m aran goz k eseri. [DS]|| ayak kesme, {ağız} fo lk . Yürümesi g ecik en ç o cu k la r için y a p ıla n tören. [DS] ||ayak kirası, l .f o l k . B ir h a b er v ey a eşya g etiren e zahm eti için verilen p a r a ; b a h şiş. 2. {ağız} fo lk . G elin attan inerken verilen h ed i y e. [DS]11 ayak koymak, {eAT} A y ak basm ak, girm ek. || ayaklar altına almak, 1. D e ğ e r verm em ek. 2. H o r görm ek. 3. H a k a ret etm ek. ||ayaklar altında bırakm ak, K o ru m a k ve k o lla m a k zoru n da olduğu birinin ezilm esine, y o k olm asın a g ö z yum m ak.|| ayaklar altında ezilmek, G iiçlülerin tahakküm ü a ltın d a y o k o lm a k; varlık gösterememek.\\ ayakla ra salmak, {eAT} A yak altın a atm ak; a y a k altında bırakm ak. || ayaklar baş, başlar ayak olm ak, Ç a lışkan, dürüst ve d eğ erli kişilerin g ö rev d en a lın a rak, b ecerik siz ve sırad an kişilerin g ö rev b a şın a getirilmesi.\\ ayakları birbirine dolaşmak, I. Yor gunluk, h ey ecan vb. se b e p le rd en yürüyem ez olm ak. 2. Adım a t a c a k gücü kalmamak.\\ ayakları geri geri gitmek, B ir y e r e isteksizce gitm ek. || ayakları karıncalanm ak, H areketsizlikten d olay ı a y akları uyuşm ak.|| ayaklarına dolanmak, 1. Birinin yürü m esin e en g el olm ak. 2. Ç alışan birinin iş y a p m a sı n a en g el olm ak. 3. B a şk a sı için tasarlan an kötü niyetli b ir işi b a şa rıla m a m a k ve z a r a rı sa h ib in e g e r i dönm ek. || ayaklarına dolaşmak, 1. Birinin yü rü m esin e en g el olm ak. 2. Ç alışan birinin iş y a p m asın a en g el olm ak. 3. B a şk a sı için tasarlan an kötü niyetli bir iş b a şa rıla m a m a k ve z a r a rı sa h ib i n e g er i dönm ek. || ayaklarına düşmek, B irin e ç o k y a lv a rm a k .|| ayaklarına kapanm ak, Özür dilem ek, ç o k y a lv a rm ak .|| ayaklarına kara sular inmek, A yakta du rm ak veya ç o k yürüm ekten d olay ı a y a k la rı y o ru lm ak.|| ayaklarını çıkartm ak, A y akkabı ların ı çıkarmak.\\ ayaklarının altında olmak, Yük s e k bir y erd en m anzarayı bütünüyle görebilmek.\\ ayaklarının ucuna basm ak, Gürültü y a p m a m ağ a ö zen g ö s te r e r e k sessiz ve y a v a ş yürüm ek. || ayakla rını öpmek, 1. B üyük bir a lç a k gönüllülük ve aşırı say g ı gösterm ek. 2. İşlen en bir kusur için özü r di lem ek. 3. Y alvarm ak.|| ayaklarını sürümek, 1. İs teksiz isteksiz ça lışm a k veya yürüm ek. 2. B ir m isa fir in g etird iğ i uğur s e b e b iy le ardın dan d a h a ç o k m isafirin g elm esi.|| ayakları suya erm ek, /, B ir g e r ç e ğ i so n rad a n anlayıp p işm an lık duymak. 2. B ir şeyin önem ini son rad an anlamak.\\ ayakları uğur lu gelmek, Varılan y er d e sevin dirici o la y la r m ey d a n a gelmek.\\ ayakları yerden kesilmek, 1. Ayağı y e r e d eğ m ez olm ak. 2. B ir taşıta b in ere k yürüm ek ten kurtulmak. 3. (Sevdiğine kavuşan kız veya kadın için) a şırı mutluluk duym ak; m utluluktan u ç a ca k g ib i olm ak. 4. Uçmak.\\ ayakları yere basm ak, H ay a l kurm aktan v azgeçip g e r ç e k le r e dönm ek. || ayakları yere değmemek, Sevinçten, mutluluktan
nraiHCEzuı.s u ç arcasın a yüriimek.\\ ayak makinesi, P e d a l ile ça lışa n dikiş makinesi.\\ ayak mühürlemek, tasvf. D erg â h la r d a dervişlerin şeyh huzuruna ç ık a ra ra k s a ğ ayağının b a ş p a rm a ğ ın ı s o l ayağının b a ş p a r m ağı üzerin e k oy m ak su retiyle şeyhinin em rinden d ışa rı çıkm a y aca ğ ın a d a ir sö z ve k a r a r verm ek. || ayak nâ’ibi, {eAT} G ezgin y a rg ıç .|| ayak orusı, {eAT} Hela.\\ ayak oyunu, 1. Ş a şırtm a ca h a rek et ler. 2. Tenis, b o k s ve eskrim g ib i sp o rla rd a sp o rcu nun en uygun ve hakim durum da bulunm asını s a ğ layan duruş. || ayak patırtısı, Yürürken ayakların çıka rd ığ ı ses.|| ayak satıcısı, Gezgin sa tıcı; sey y ar sa tıcı; bo h ça cı. || ayak sesi, Yürürken ayakların çıka rd ığ ı ses.|| ayak sürtm ek, İşsiz güçsüz, b a şıb o ş dolaşmak.\\ ayak sürüm ek, 1. İsteksiz isteksiz ç a lışm a k veya yürüm ek. 2. B ir m isafirin g etirdiğ i uğur s e b e b iy le ardın dan d a h a ç o k m isafirin g elm e si.|| ayakta kalm ak, 1. O tu racak y e r bu lam am ak. 2. Yıkılmam ak, durm ak. 3. {eAT} İşi ilerletem eyip y a rıd a bıra k m a k .|| ayak takımı, 1. G örgüsüz ve bilgisiz kişiler. 2. i ş e yaram az, b ecerik siz insan k a la b a lığ ı; kü lhan beyi; s e r s e r i; kopuk. || ayakta kom ak (koymak), {eAT} G arip v e a v a r e etm ek, o r ta d a bırakmak.\\ ayaktan, (K a sa p lık hayvan lar için) can lı o la r a k .|| ayaktan ayağa, {eAT} H er bir basamakta.\\ ayaktan başa, {eAT} B aştan b a ş a ; baştan a y a ğ a ; tümüyle.\\ ayaktan bırakm ak, {eAT} Yürüyemez durum a g etirm ek ; düşürm ek; yıkmak.\\ ayaktan çıkm ak, {eAT} H a r ek et etm eye gücü k a l m am ak, kendini kaybetm ek. || ayaktan düşmek, {eAT} 1. Güçsüz kalm ak, yıkılm ak, kuvvetten düş m ek. 2. A cz için d e k alm ak ; f e l a k e t e uğram ak. || ayaktan salmak, {eAT} Ç ökertm ek; düşürmek.\\ ayak tarağı, anat. A yak p a rm ak la rın ın ba ğ lı bu lunduğu b eş uzunca kem ikten olu şan ve ayağın tü m sekçe olan kısm ı.|| ayak taşı, 1. Yıkanırken ayağ ın kirini çıka rm a y a y a ra y an pürtüklü taş; topuk taşı. {eAT} (aynı) 2. O kçuların y a rışm a d a o k a ta c a k ları noktayı belirley en v e ay akların ı üzerine b a s a ca k la r ı taş. 3. {ağız} Seksek, k ay d ıra k oyunu. 4. {ağız} Ü zerine b a s ıla r a k yıkan ılan taş. [DS]|| ayak tayınm ak, {eAT} A yak d irem ek ; ısra r etm ek.|| ayakta uyumak, Ç o k dalgın y a d a dalgın olm ak. || ayak tavışı, {eAT} A yak s e s i; a y a k patırtısı. || ayak tavuşdusu, {eAT} -*■ ayak tavışı.|| ayak tavuşı, {eAT} A yak s e s i; a y a k patırtısı.\\ ayak tedavisi, H astan ed e yatm aksızın d o k to ra veya hastan eye g id ip g e lin e r e k y a p ıla n tedavi.|| ayak teri, 1. A yak p a rm a ğ ı a ra la rın d a n çıka n ter. 2. {eAT} B ir işten ü cret alm ad an ç a lışa n la ra verilen em ek p a r a s ı ve y a bahşiş. 3. {ağız} Yol p a ra sı. [DS]|| ayak tolam ak, {eAT} B irin e iftira e d e r e k kötü durum a düşü rm ek.|| ayak tonı, {eAT} D on ; iç çamaşırı.\\ ayak topu, Fu tbol. || ayak tutm ak, {ağız} Söz a çm a k; ön cü lü k etm ek. [DS]|| ayak ucu, 1. Yatan b ir kim senin ayakların ın bulunduğu taraf. 2. Yere serilen
İffiîlIÜlCfSöM .37 5 bir eşyanın a lt tarafı. 3. Yere s a d e c e a y a k p a r m a k ları ile b a sa rk en a y a k p a rm ak la rın ın oluşturduğu d a r dayan m a yüzeyi. || ayak uydurm ak, 1. T abi olm ak, uymak. 2. as. A skerlikte uygun adım yürü mek. 3. Ç ağın g er ek le rin e veya y a şa y ış tarzın a g ö re davranm ak. 4. ed. Saz şairlerin in a tışm a lard a ayağı, ö n cek i şairin ay ağ ın a uydurm aları iyz.|| ayak üzere gelmek, {eAT} A y ağ a kalkm ak, d ik e l m ek.|| ayak üzerine gelmek, {eAT} -*■ ayak üzere gelmek.|| ayak verm ek, ed. Saz şairlerin in atışm a lard a sazı elin e ilk alanın, b e lli b ir k afiy e (ayak) ile şiire b a şla m a sı; a y a k açm ak. || ayak yapm ak, {ağız} 1. K andırm ak. 2. Söz a çm a k ; ön cü lü k etm ek. 3. B ildiği h â ld e bilm ezm iş g ib i yapm ak. [DS]|| ayak yolama, {ağız} K e ç i yolu. [DS]|| ayak yolu, {ağız} ■* ayakyolu. [DS] ayak2, [ayak ] {eAT} sf. (Küpe vb. için) saçak; saçak lı. ayakaltı, [ayak+alt-ı] is. Yol uğrağı olan, herkesin gelip geçtiği yer; çiğnek; işlek; uğrak, ayakbastı, [ayak+bas-tı] is. Bir ülkeye girenden alınan vergi; ayakbastı parası, ayakça, [ayak-ça] {eT} zfi. 1. Aşağı doğru; engine. 2. {ağız} Ayak üzere. [DS] ayakçak, -ğı [ayalc-çak] is. 1. Yüksek bir yere ulaş mak için üzerine çıkılan eşya. 2. Seyyar merdiven. 3. Çocukların veya sirklerde cambazların uzun boylu görünmek için çatalına ayaklarını basarak kullandıkları sırık. 4. Dokuma tezgâhlarında çözgü hareketini sağlamak için kullanılan pedal. 5. Ekin biçerken ayaklara sarılan ot demetleri. 6. Karda yürümeyi kolaylaştıran geniş yüzeyli bir çeşit dış ayakkabı. 7. {ağız} Arkalıksız iskemle. [DS] 8. Iağız} Merdiven; merdiven basamağı. [DS] 9. {ağız} Direğe çıkmaya yarayan aygıt. [DS] 10. {ağız} Ta ban ve koncu tek parça ağaçtan yapılmış, burnuna meşin geçirilmiş ayakkabı. [DS] 11. {ağız} Takma ayak. [DS] ayakçalık, -ğı [ayak-ça-lık] {ağız} is. 1. Sacayak. 2. Meyve toplamaya yarayan üç ayaklı merdiven. [DS] ayakçı, [ayak-çı) is. 1. Bir iş yerinde ayak işlerini gören kimse; ayakta çalışan işçi; hademe; hizmetli. 2. Otobüs terminallerinde, taksi duraklarında müş teri toplayan kişi. 3. {ağız} İşçi başı. [DS] 4. {ağız} Ekin işi bitinceye kadar çalışan tarla işçisi. [DS] 5. {ağız} Seyyar satıcı; çerçi. [DS] 6. tasvf. Mevlevi ve Bektaşi dergâhlarına girmeye karar veren bir kişi nin, geçirmesi gereken on sekiz merhaleden ilki sayılan mutfak hizmetinde bulunduğu adaylık süre sinde, kendisine verilen ad. 7. {ağız} Haydut; şaki. [DS] 8. {ağız} Harmanı dövmüş, henüz savurma du rumuna getirememiş kimse. [DS] ayakçı2, [ay-ak-çı] {eT} is. Çanakçı; kâseci. [Mühennâ] [DLT] »vakçık, -ğı [ayak-çık] {ağız} is. 1. Çocukların boyla
AYA
rını uzun göstermek için bir çatalına basarak yürü dükleri sopa. 2. Seyyar merdiven. [DS] ayakçılık, -ğı [ayak-çı-lık] {ağız} is. Çorabın taban kısmı. [DS] ayakçın, [ayak-çın] is. Dokuma tezgâhlarında ayakla basılarak atkı ipliklerinin (mekik) hareketini sağla yan tahta parçası, ayakdaş, [ayak-daş
jiljilT ]
is.
1.
{eAT} İşlerini el
birliği ile yapanlardan her biri. 2. {ağız} Yol arka daşı; yoldaş. [DS] 3. {ağız} Eş; zevce. [DS] 4. {ağız} Arkadaş. [DS] ö ayakdaş olmak, {eAT} A yak uy durmak. ayakkabı, -yı [ayak+ka(p)-ı] is. Ayağı korumak için genellikle deri ve sentetik maddelerden yapılmış dış giyim eşyası. 0 ayakkabı çevirm ek, 1. fo lk . M isafirlerin g id erk en d a h a k o la y g iy eb ilm eleri için a y ak ka b ıların ı g idiş yönün e g ö r e düzenlem ek. 2. İstenm eyen birin i g itm eye zorlam ak. 3. tasvf. T ekke şeyhinin, bir dervişin cez a o la r a k dergâhtan a y rıl m asını istem esi durum unda ay ak ka bıların ı burun ları dışarı, topukları k ap ıy a g e le c e k şe k ild e koydurtması.\\ ayakkabı dolabı, E v lerd e a y a k k a b ıla rın konulduğu d o la p ; a y ak ka b ılık .|| ayakkabı sık mak, (A yakkabı için) d a r g e le r e k a y ak la rı rahatsız etm ek. ||ayakkabı vurm ak, (A yaklara uygun o lm a ya n a y a k k a b ı için) a y ak ta y a r a açmak.\\ ayakkabı sı dam a atılmak, itib a rd a n düşm ek; p a b u c u d a m a atılm ak. ayakkabıcı, [ayakkabı-cı] is. 1. Ayakkabı yapan veya satan kimse; kunduracı; pabuççu. 2. Ayakkabı tamircisi. 3. gnşl. Ayakkabı satılan yer. ayakkabıcılık, -ğı [ayaklcabı-cı-lık] is. 1. Ayakkabı cının işi ve mesleği. 2. Ayakkabı yapımı ile ilgili sanayi kolu. ayakkabılık, -ğı [ayakkabı-lık] is. 1. Evlerde ayak kabıların konulduğu dolap, raf; ayakkabı dolabı; ayakkabı rafı. 2. sf. Ayakkabı yapmaya uygun (deri vb. malzeme), ayaklam a, [ayak-la-ma] is. Ayaklamak işi. ayaklam ak, [ayak-la-mak) gçl. f i [-r ] [-l(ı) -y o r ] 1. Bir yeri ayakla ya da adımla ölçmek. 2. Bir şeyin üzerinde görmeden sadece ayak yordamı ile yürü mek. 3. Ayak altına alıp çiğnemek; ayak altına al mak {eAT} {ağız} (aynı). [DS] 4. {ağız} Kötülemek; kovmak. [DS] 5. gçsz. {ağız} Gezinti yapmak. [DS] 6. {ağız} Çabuk yürümek. [DS] ayaklandırm a, [ayak-la-n-dır-ma] is. 1. Ayaklandır mak işi. 2. Ayaklanmasını sağlama, ayaklandırm ak, [ayak-la-n-dır-malc] g çl. fi. [ - ır ] 1. Ayağa kaldırmak. 2. İsyan için kışkırtmak; tahrik etmek. 3. Bir şey yapmak üzere harekete geçirmek, ayaklandurm ak, [ayak-la-n-dur-mak] {eAT} gçl. f i [u r] Ayağa kaldırmak; ayağa kalkmasına yardım etmek. ayaklanm a, [ayak-la-n-ma] is. 1. Ayaklanmak işi. 2.
AYA
Devlet otoritesine karşı isyan etme; başkaldırma; başkaldırı; isyan,
O lM IÜ R S Ö M . Basamak; merdiven basamağı. 3. Çocukların ve cambazların yüksek görünmek için çatalına bastık ları sırık. [DS] ayaksındırm ak, [ayak-sın-dır-mak] {ağız} g ç l .f . [-ır] 1. Boşuna zahmet vermek; yormak. 2. Yol ettir mek. [DS]
ayaklanmak, [ayak-la-n-mak] dönşl. f i [-ır ] 1. Aya ğa kalkmak; dikilmek. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. (Çocuk ve hayvan yavruları için) yürümeye başla mak. 3. Gitmeye davranmak, gitmek için kalkmak. 4. (Hasta için) iyileşerek yataktan çıkıp yürüyecek ayaksınm ak, [ayak-sm-mak] {ağız} dönşl. f i [ -ır ] 1. duruma gelmek. 5. Devlet otoritesini yıkmak için Zahmet etmek. 2. Sık sık gidip gelmek; yol etmek. isyan etmek; baş kaldırmak. 6. {eAT} Ayakla çiğ 3. (Hayvan için) sudan geçerken ayaklan ile suyu nenmek. bulandırmak. [DS] ayaklaşm ak, [ayak-la-ş-mak] {ağız} işteş.f. [-ır ] 1. Zıt ayaksız, [ayak-sız) sf. Ayağı olmayan, gitmek; çekişmek. 2. dönşl. fi. Ayaklanmak; dav ayaksızlar, [ayak-sız-lar] is. zool. Omurgalı hayvan ranmak; kalkışmak. [DS] lardan kolsuz, bacaksız amfibyumlar alttakımı, ayaklı, [ayak-lı ^AiT] sf. 1. Ayağı olan. 2. Bir destek (G yn m ophion a). veya dayanakla yere basan, tutunan. 3. Ayak gü cüyle çalıştırılan. 4. m ec. Gezici; seyyar. 5. ed. Türk halk edebiyatında ayak adı verilen kafiye, redif veya nakarat mısraı gibi unsurlarla meydana getirilmiş şiir. A yaklı k a len d en , ay aklı koşm a, a y ak lı m ani, ay aklı sem aî. 6. {ağız} (Hayvan için) yüksek boylu, iri ve bakımlı. [DS] 7. {ağız} (Hayvan için) çabuk yürüyen. [DS] 8. is. {ağız} Merdiven; merdiven basamağı. [DS] 9. {ağız} Sahan. [DS] 10. {ağız} Sacayak. [DS] 11. {ağız} Bir tür ağaç karyola. [DS] 12. {ağız} Arkalıksız iskemle. [DS] 13. {ağız} Kadınların başlarına taktıkları 5-6 parçalı altın süs. [DS] 14. {ağız} Gelinin odasına asılan süs. [DS] S ayaklı can av ar, Yaram az çocuk. || ayaklı gazete, B ir y e r d e olan h er şeyden h a b er i olan, h av ad is v e ren kişi.|| ayaklı küpe, {eAT} Salkım kü pe.|| ayaklı kütüphane, Ç ok okum uş v e ç o k b ilg i edinm iş kim s e . || ayaklı m akas, S a ç lev h a la rı k esm ek için kul lan ılan a y a k la r üzerine oturtulmuş büyük m ak as.|| ayaklı makine, A yak gücü ile çalıştırılan makine.\\ ayaklı saya, fo lk . H alk h ikâ y elerin d e ve m a s a lla r d a s e c ili ve kafiy eli o la r a k söylen en sözler. ayaklıg, [ayak-lığ] {eT} sf. Kâseli; çanaklı. [DLT]
ayakta, [ayalc-ta) zf. 1. Oturmuş veya yatmış hâlde değil, ayağa kalkmış vaziyette; ayaklar üzerinde durarak. 2. m ec. Telaşlı. 3. m ec. Karışıklık ve kar gaşa hâlinde. 0 ayakta durm ak, 1. O turm adan a y a k la rı üzerin e b a s a r a k du rm ak; dikilm ek; d ik e l mek. 2. Yıkılmadan, kay b olm ad a n du rm ak; y a ş a m ak]| ayakta tedavi, H astan ed e yatm aksızm d o k to ra veya h a stan ey e g id ip g e lin e r e k y a p ıla n ted a vi,|| ayakta tutm ak, 1. O turtm amak. 2. Yıkılm asına ve y o zlaşm a sın a m eydan verm em ek. 3. B ir kurulu şun y a şa m a sın ı sağlamak.\\ ayakta uyumak, 1. Ç o k dalgın ve y orgu n olm ak. 2. Olan bitenin f a r k ı na v a ra m a m a k ; g a fle te d a lm a k ayaktaş, [ayak-daş > ayak-taş jıUasUT] is. 1. İşlerini el birliği ile yapanlardan her biri. {eAT} (aynı) 2. Arkadaş. 3. {ağız} Yol arkadaşı; yoldaş; hempâ. [DS] 4. {ağız} Suç ortağı. [DS] ayakucu, [ayak+u(ç)-u] is. g ö k b. Düşey doğrultunun gök küresini deldiği noktalardan ufkun altında ka lanı. ayaküstü, [ayak+üst-ü] zf. 1. Oturmadan, ayakta du rarak; ayak üzeri. 2. Kısa bir zaman içinde,
ayaklık, -ğı [ayak-lık] is. 1. Otururken veya bir iş ayaküzeri, [ayak+üzer-i] zf. 1. Oturmadan, ayakta durarak; ayaküstü. 2. Kısa bir zaman içinde, yaparken işin gereği olarak ayakların dayandığı, konulduğu yer. 2. Ayakla çalışan makine ve tez ayakyolu, [ayak+yol-u] is. İnsanın sindirim artıkları ile idrarını boşalttığı temizlik yeri; apteshane; hela; gâhlarda ayağın basıldığı parça; pedal. {eAT} (aynı) kademhane; memişhane; kenef; tuvalet, 3. Elle taşınır merdiven. 4. Üzerine basıp yüksek ten bir şey almaya yarayan şey. 5. Evlerde ayakka ay al', -li [Ar. ıyâl > ‘ayal JLp] (aya.T) {OsT} is. 1. bıların çıkarıldığı yer. 6. Kağnılar durduğunda yü Eş; karı. 2. Aynı çatı altında oturup geçimleri aynı kün öküzlere binmesini önlemek için kağnı okuna kişi tarafından sağlanan topluluk; aile. dayanan destek; dayak. 7. {eAT} Ayak zırhı. 8. /a ğız} Sokak kapısının eşiği. [DS] 9. {ağız} Basma ka ayal2, -li [Ar. ‘ayal > a yâl JL * ] (a-ya.T) {OsT} is. Kadınlar; zevceler; ayaller, dın şalvarlığı. [DS] ayaklu, [ayak-lu] {eAT} sf. Ayaklı. ayalam a, [aya-la-ma 4İ aj.T] is. 1. Ayalamak işi; aayak m ak 1, [ay-ık-mak / ay-ak-mak] {ağız} gçsz. f i [vuçlama. 2. Avuç dolusu. 3. {ağız} Toprak örtülü ır ] 1. Ayıkmak; kendine gelmek. 2. Batmak; gurup evlerin damındaki karları atmak için kullanılan ge etmek. [DS] niş kürek; kürüden. [DS] 4. {ağız} Harmanda tane ayakm ak2, [aya-k-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır ] El ayası ile karışık samanı yığmakta kullanılan büyük yaba; süpürmek. [DS] kürütkü; sıyırgı. [DS] S. {a ğ a } Harman dövüldükten ayakm an, [ayalc-man] {ağız} is. 1. Takunya; nalın. 2. sonra tınaz yapılırken altta kalan tanesi çok samanı
j f l f E
l
AYA
. 377
az kısım. [DS] 6. i / (18. yy.} (Taş için) avcu doldu racak büyüklükte olan,
s a b a y a d a köyün ileri g elen kişisi. || ayan delisi, {ağız} H o p p a ; şım arık. [DS]|| ayan meclisi, {OsT} D an ışm a kurulu; se n a to ] j ayan ü eşraf, {OsT} İleri g elen ler; seçilm işler; varlıklılar. ayan 1, [a-yeğen] {ağız} ünl. Yakın birine "a yeğ en , ayol" gibi bir hitap sözü. [DS]
ayalamak, [aya-la-malc] gçl. f i f - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir şeyi elinin ayası ile tutmak, avuçlamak. 2. Ekilmiş tarlayı düzeltmek; sürgülemek. 3. {ağız{ El ayası ile bir şeyi toplamak, süpürmek. [DS] 4. (ağız} Tahılı ayıklamak, temizlemek. [DS] 5. {eT} Elinin ayaları ayan2, [Ar. ‘ayn (göz) > ‘ayan / ıyân jL s ] (aya:n) nı birbirine vurmak; el çırpmak; alkışlamak. [DLT] {OsT} sf. Gözle görülür bir şekilde açık ve belli 6. (ağız} Uz kullanmak; kayırmak; korumak. [DS] 7. olan; âşikâr. S ayan beyân, A paçık, besbelli.\\ {ağız} Sahip çıkmak; benimseyip kendine mal et ayan etmek, G özle g örü lü r h â le getirm ek. || ayân-ı mek. [DS] 8. {ağız} Ayalama ile kar küriimek. [DS] hâriciye, {OsT} D ış dün yadaki nesn eler)] ayân-ı 9. {ağız} Harman sonunda harman yerinde kalan muvassıta, (OsT} A racı n esn eler.|| ayân-ı müşah taneleri tırmıkla toplamak. [DS] 10. {ağız} El tez has; {OsT} G özle görülür, e lle tutulur eşya.]] ayân-ı gâhlarında varan gelen ağacı yukarı kaldırarak me sâbite, {OsT} tasvfi S o filere g ö r e eşyan ın y a ra tıl kik yerini açmak. [DS] m adan ö n c e ilahi bilg id e sa b it olan biçim leri,|| ayalanmak, [aya-la-n-mak] {ağızf d ö n ş l . f [-ır ] (To ay ân olmak, A çık ça belli olm ak)] ayân ve aşikâr hum için) çokça üremek; çoğalmak. [DS] olmak, A çık ça b e lli o lm a k ayalı boyalı, [aya-lı + boya-lı] ikile, sf. (Kadın için) ayana, [ay+ana] {ağız} is. Ana; anne. [DS] aşırı süslü; makyajlı, ayanç, [ay-a-nç / ay-ınç] {eT} is. 1. Hürmet; saygı. ayalmak, [aya-l-mak] / ağızj dönşl. f . [-ır ] Uyanmak. [EUTS] 2. Korku; heybet. [Gabain] [DS] ayançang, [ay-a-nç-an] {eT} sf. Saygıdeğer; hürmete ayama, [ay-a-ma] {ağız} is. 1. Ayamak işi. 2. Takma layık; sanlı. [EUTS] [Gabain] ad; lakap. [DS] ayançsız, [ay-a-nç-sız / ay-mç-sız] {eT} sf. Korkusuz. ayam ak1, [ay-a-mak & * J ] gçsz. f i [ - r ] [-y (i)-y o r] 1. Saygı göstermek; hürmet etmek; saymak; ulula mak. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] [DS] 2. {eT} Lakap vermek. [Gabain] 3. /ağızj Ser best büyümek; zorluk çekmeden gelişmek. [DS] 4. gçl. f i Saygı ile anmak. 5. {eT} Korumak; himaye etmek. [DLT] [Tekin] 6. {eT} Arzulamak. [EUTS] 7. {ağız} Uz kullanmak; kayırmak; korumak. [DS] 8. IağızI Çok yüz vermek; şımartmak. [DS] 9. {ağız} Serbest bırakmak. [DS] ayamak2, [aya-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-y(ı) -y o r] 1. Yasaklamak; menetmek. 2. Karşı koymak; dayat mak. [DS] ayamak3, [aya-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-y(ı) -y o r] 1. Yalnız kalmak. 2. İşsiz kalmak. [DS] ayamak4, [aya-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-y(ı) -y o r] 1. Temizlemek. 2. Bitki ya da fidanın çevresini temiz lemek; meydana çıkarmak. [DS] ayamak5, [ay-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-y(ı) -yor] Mehtapta yürümek; gezmek. [DS] ayamak6, -ğı [aya-mak] {ağız} is. Üzerinden yalnız bir insan geçebilecek kadar merdivenimsi köprü. [DS] a’yan, [Ar. ‘ayn (göz) > a yân üL&l] (a :-y a :n ) {OsT} is. 1. Gözler. 2. Bir yerin ileri gelen, nüfuzlu kişile ri; eşraf; seçkinler. 3. İmparatorluğun 1877 ve 1908 Meşrutiyet dönemlerinde danışma meclisi niteli ğindeki Ayan Meclisi üyeliği yapmış kişiler. 4. {ağız} Köy ya da mahalle muhtarı. [DS] 5. {ağız} İhtiyar; yaşlı; koca. [DS] S ayan azası, M eclisin kararların ı d en etleyen kurul üyesi.\\ ayan başı, K a
[Gabain] ayandon, [Yun. aya andon] is. Ocak sonlarında (2830 Ocak) görülen bir fırtına, ayanen, [Ar. ‘ayân > ‘ayânen tıLp] (aya:'nen) {OsT} zfi Açıkça. ayanga, [? ayınga] {ağız} is. -*■ ayınga. [DS] ayanı, [ev yanı > ayam] {ağız} is. Avlu; ev bahçesi. [DS] ayaniyet, [Ar. ‘ayân > ‘ayâniyyet coU Lt] (aya:niyet) {OsT} is. Ortaya çılana; açıklık, ay anlam a, [ayan-la-ma] {ağız} is. 1. Karanlığın ay dınlanması; fena havanın iyileşmesi. 2. Ağır hasta nın tehlikeyi atlatması. [DS] ayanlık, -ğı [ayan-lık] (a-ya:nlık) is. 1. Ayan olma durumu; ileri gelenlerden olma; büyüklük. 2. Sena törlük. ayanm ak, [aya-n-mak
{eAT} edil, f
[ - ır ] İyi
bakılmak, korunmak, ayanta, [avanta / ayyâr > ayanta ?] {ağız} Tembel; ihmalci. [DS] a ’yar, [Ar. ‘ayr > a'yâr jUcl] (a-y a:r) {OsT} is. fi şekler. a y a r1, [Ar. ‘ayâr /
ıyâr jL t] (aya:r) {OsT} is. 1. Bir
aygıtın veya düzeneğin arzu edilen en iyi biçimde çalışması için yapılan düzenleme ve işlem. 2. Ça lışma ve işleme düzeni için herkesçe kabul edilmiş ölçü; standart ölçü. 3. Değer derecesi; kalite. 4. Al tın ve gümüş için saflık oranı; derece. 5. m ec. Bir kişinin itibar ve seviye durumu. 6. h u k Kullanılan
AYA
ölçü ve tartı aletlerinde beraberlik, doğruluk ve hassaslık sağlayabilmek için belirlenmiş ölçüt. 7. Mutluluk yolu. 8. Hayvanların nallarını sağlamlaş tırma. 9. İnsanın değer ve seviye derecesi. 10. {ağız} Bir tahıl ölçüsü. [DS] 11. {ağız} Fındık taşı maya yarayan orta boy sepet. [DS] 12. {ağız} Bir zeytin yağı ölçü birimi ve kabı. [DS] S ayara vurm ak, B elir li b ir ö lçü y e g ö r e değerlendirmek.\\ a y ar damgası, Altın v e güm üş süs eşyasın ın a y a rı nı g ö steren resm î damga.\\ ayâr-dân , {OsT} 1. Öl çü. 2. D eğ erb ilir kim se. || ayardan düşmek, İtib a rını k ay b etm ek ; g ö zd en düşmek. || a y ar etmek, B ir aygıtın işlem e düzeneğini istenilen b içim e g etir m ek.,|| ayarı bozuk, 1. işlem es i ça lışm a sı istenilen düzen e g ö r e olm ayan ; ayarsız. 2. D avran ışların da d en g e bulunm ayan; güven verm eyen (kişi).|| ayar saati, Yer yüzünde kesin sa a ti bu lm ak için başvuru lan so n d e r e c e h a ssa s saat. ayar2, [Ar. ‘ ayyâr => ayar] {ağız} sf. 1. İşten kaçan; tembel. 2. Haşarılaşmış at. 3. Hoş sohbet. [DS] ayar3, [eyer] {ağız} is. Eyer. [DS] ayarcı, [ayar-cı) is. 1. Esnafın elinde bulunan ölçü, tartı aletlerinin doğru ve hassas olup olmadığını kontrol eden görevli. 2. Ayarı bozuk ve ayarlanma sı gereken düzenekleri ayarlayan kişi, ayarlam a, [ayar-la-ma] is. 1. Ayarlamak işi. 2. Bir düzeneği veya aleti çalışma bakımından istenilen ölçüye getirme işi. 3. Bir aleti doğru işleyecek bi çimde düzeltme. 4. m ec. İşleri zamanında yapılacak ve bitirilecek şekilde düzene sokma. 5. m ec. Birini kandırma, ayartma; ikna etme. 6. Uyum gösterme, ayarlam ak, [ayar-la-mak] gçl. f . [-r ][-l(ı)-y o r ]\ . Bir düzeneğin veya aletin çalışma bakımından istenilen ölçüye gelmesini sağlamak. 2. Yanlış işleyen bir aleti doğru işleyecek biçimde düzeltmek. 3. m ec. İşleri zamanında yapılacak ve bitirilecek şekilde düzenlemek. 4. m ec. Birini kandırmak, ayartmak; ikna etmek. 5. Uyum sağlamak. 6. {ağız} Azarla mak; tekdir etmek. [DS] 7. argo. Birisini isteklerini kabule razı etmek. 8. Birisine, bir başkası için ya kın ilişki kurmayı kabul ettirmek, ayarlanm a, [ayar-la-n-ma] is. Ayarlanmak işi. ayarlanm ak, [ayar-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. Ölçüye uygun hâle getirilmek; ayar edilmek. 2. dönşl. f . Davranışlarını kontrol altında tutabilir hâle gelmek, ayarlaşm ak, [ayyar => ayar-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Tembelleşmek. [DS] ayarlatm a, [ayar-la-t-ma] is. Ayarlatmak işi. ayarlatm ak, [ayar-la-t-mak] gçl. f i [ - ır ] Başka birine ayarlama işini yaptırmak, ayarlı, [ayar-lı) sf. 1. (Bir alet veya makine için) doğru çalışması sağlanmış. 2. (Altın ve gümüş için) aysın ve ayar damgası bulunan, ayarlık, -ğı [ayyar-lık] {ağız} is. Tembellik. [DS] ayarm ak, [ay-a-r-mak] g ç s z .f. [-ır ] 1. Ardından git
Û
T M
I İ M
M
.3 7 8
mek. 2. Kötü yola sapmak, baştan çıkmak; yolunu sapıtmak. 3. gçl. fi. Taklit etmek. 4. Olumsuz bir işi yapmak için ikna etmek; kışkırtmak; kandırmak. 5. {ağız} Ayartmak. [DS] ayarsız, [ayar-sız] sf. 1. Ayarı bozulmuş ve ayarlan mamış. 2. Belli bir ayarı ve ayar damgası olmayan (altın ve gümüş). 3. m ec. Hareketleri tutarsız ve dengesiz; deli; şuursuz {ağız} (aym). [DS] 4. {ağız} Dönek. [DS] 5. {ağız} Terbiyesiz; edepsiz. [DS] 6. {ağız} Namussuz. [DS] 7. {ağız} Aşağılık; karakter siz. [DS] ayarsızlık, -ğı [ayar-sız-lık] is. 1. Ayarsız olma durumu. 2. m ec. Tutarsız ve dengesiz olma, ay art, [ayar-mak (yoldan sap m ak ) > ayar-t-mak] {ağız) is. Yoldan saptırma; kandırma. [DS] ayarta, [?ayarta] {ağız} sf. 1. Kendi işinde iyi çalıştığı hâlde başkasının işinde tembellik eden. 2. Hayal seven; hayalperest. [DS] ayartı, [ayar-mak (yoldan sap m ak) > ayar-t-ı] is. Baştan çıkarma, kandırma, ayartıcı, [ayar-mak (yoldan sap m ak) > ayar-t-ıcı] sf. Doğruluktan, doğru yoldan saptıran; baştan çıka ran; ayartan. ayartıcılık, -ğı [ayar-mak (yoldan sap m ak) > ayar-tıcı-lık] is. 1. Ayartıcı olma durumu. 2. Ayartıcının niteliği. ayartılm a, [ayar-mak (yoldan sap m ak) > ayar-t-ılma] is. 1. Ayartılmak işi. 2. Kandırılma. 3. Doğru yoldan saptırılma. 4. Kışkırtılma, ayartılm ak, [ayar-mak (yoldan sap m ak ) > ayar-t-ılmak] edil, f i [ -ır ] 1. Ayartmak işi yapılmak. 2. Bi risi tarafından kandırılmak. 3. Doğru yoldan saptı rılmak; baştan çıkarılmak. 4. Kışkırtılmak; tahrik edilmek. ayartılm ış, [ayar-t-ıl-mış] {ağız} sf. Şımarık. [DS] ayartm a, [ayar-mak (yoldan sa p m ak ) > ayar-t-ma] is. Ayartmak işi. ayartm ak , [ayar-mak (yoldan sap m ak) > ayar-tmak] gçl. f i [- ır ] 1. Yakınlık, arkadaşlık gibi etki lerden yararlanarak birini doğruluktan ayırmak, doğru yoldan saptırmak; baştan çıkarmak. 2. Dü şünce bakımından yanıltmak; kandırmak; aklını çelmek. 3. Çeşitli vaatlerde bulunarak birini çalış tığı yerden ayırıp kendi işine veya hizmetine gir mesini sağlamak. 4. {ağız} Uyarmak; ikaz etmek. [DS] ayas, [ay-âs] {eT} is. 1. Ayaz; serinlik. [EUTS] 2. Kölelere verilen ad. [DLT] 3. {ağız} Çardak. [DS] ayaş, [ay-mak > ay-a-ş] {eT} sf. Sözleşen; dostlaşan kimse [Mühennâ] a y at1, [Ar. hay’at] {ağız} is. 1. Evlerin önünde top raktan yapılmış kaldırım. 2. Sundurma. 3. Evlerde sofa. 4. Kapı. 5. Avlu; açık arsa. 6. Alt kattaki sofa; taşlık. [DS]
!' 1
-
■_______
AYB
»379
ayazlandırm ak, [ayaz-la-n-dır-mak] gçl. f . [ -ır ] Ayazda bırakarak soğutmak, I. İşaretler; belirtiler. 2. Mucizeler. 3. Kur'an-ı Keayazlanm a, [ayaz-la-n-ma] is. Ayazlanmak işi. rim'i meydana getiren cümleler. S âyât-ı K u r'âniye, (OsT) Kur'an-ı Kerim 'in ayetleri.\\ âyât-ı ayazlanm ak, [ayaz-la-n-mak] dönşl. f . [-ır]\ . A yaz da kalıp üşümek. 2. edil. f . Soğuması için ayazda muhkemât, {OsT} A nlam ı kesin ve a ç ık olan, b a şk a bırakılmak. türlü an lam verilm esi olan aksız o la n ayetler. || âyât-ı m üteşabihât, /OsT} Anlam ı k esin lik k az an ayazlaşm ak, [ayaz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır) 1. Soğu mak. 2. m ec. İşleri bozulmak. 3. argo. Elinde hiçbir mamış, tevil ed ileb ilen , ben z er durum lara uygula şeyi kalmamak, n abilen a y etler.|| âyât-i şerîfe, {OsT} M ü ba rek a ayazlatm a, [ayaz-la-t-ma] is. Ayazlatmak işi. yetler. ayatan, [? ayatan] (ağız)is. Çukur yerlerde birikmiş ayazlatm ak, [ayaz-la-t-mak] gçl. f. [ - ır ] 1. Soğukta tutmak, bekletmek. 2. Ayaza koyarak soğutmak, yağmur suları. [DS]
ay at2, [Ar. âyet (işaret) > ay ât o l T] ( a y a : t) (OsT) is.
ayatılmak, [ay-at-ıl-mak] {eT} edil. f . [-u r] Sayıl mak; saygı gösterilmek. [EUTS] ayatmak, [ay-at-mak] {eT} g ç l .f . [-u r ] 1. Saydırmak; hürmet ettirmek; itibar görmek. [EUTS] 2. Korkut mak; teftiş etmek. [EUTS]
ayazlı, [ayaz-lı] sf. (Hava) açık ve sert soğuk,
ayay, [ay-ay] {ağız} is. Parlak yıldız. [DS]
ayazm a, [Yun. hagiasma (kutsal) / ayasma] is. 1. Hıristiyanlıkta aziz ve azizelere ithaf edilen, halk arasında şifalı sayılan ziyaret kaynak ve pınarları. 2. {ağız} Kutsal kaynak. [DS] 3. {ağız} Kaynak. [DS] 4. {ağız} Maden suyu. [DS]
ayaz, [eT. ay-az / ay-âs jU ] is. 1. Açık, bulutsuz ha va, {eAT} (aym). 2. Durgun ve bulutsuz havada çı kan sert soğuk; serinlik. {eT} [EUTS]. 3. {ağız} gnşl. Dominoda noktasız taş. [DS] 4. {ağız} Evlerin önündeki üstü açık balkon; tahtaboş. [DS] 5. {ağız} Çardak. [DS] 6. {ağız} Aydınlık; ışık. [DS] 7. {ağız} Yıldız. [DS] 8. {ağız} Avlu; açık arsa. [DS] 9. sf. So ğuk (gece, hava). 10. {ağız} m ec. Saçsız; kel. [DS] II . argo. Parasız; züğürt. 12. argo. (Durum, gidiş vb. için) elverişsiz; kötü; fena, fi1 ayaz alm ak, B ü yük b ir ümit ve g a y retle ba şla n a n işten b ir şey eld e edememek.\\ ayaza verm ek, {ağız} M eydana v er mek. [DS]|| ayazını alm ak, {ağız} A yazda k alıp üşü mek; ayazlam ak. [DS]|| ayaz kesmek, A yazda uzun süre k a la r a k üşüm ek; çivi kesm ek. || ayaz vurm ak, (Sebze ve m ey v eler için) soğ u ktan donm ak. ||(hava) ayaza çekmek, K uru so ğ u k çıkm a k; ayazım ak. || ayaza kalmak, G eç kalm ak, fır s a tı kaçırm ak. || ayazda kalmak, 1. Soğu kta kalm ak. 2. B o ş y e r e beklem ek; ayazlamak.\\ ayaz paşa kol gezinmek, şaka. Kuru so ğ u k çıkm ak. ayazımak, [ayaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] (Hava için) ayaza çekmek. [DS] ayazıtmak, [ayaz-ı-t-malc] {ağız} g ç l . f [ -ır ] (Yağışlı ve kapalı hava için) açılmak; ışımak; açılır gibi ol mak. [DS] ayazi, [ayaz + Ar. -î] {ağız} sf. (Baş için) saçsız; çıplak; kel. [DS] S1 ayazî kel, {ağız} B a şın d a hiç saç bulunmayan. [DS] ayazlağı, [ayaz-lağı] {ağız} is. Rüzgârı kesen, soğuk tan koruyan ağaç ya da çit. [DS] ayazlama, [ayaz-la-ma] is. Ayazlamak işi. ayazlamak, [ayaz-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [-l(ı) -y o r ] 1. (Hava için) kuru soğuğa çevirmek. 2. Ayazda kala rak çok üşümek. 3. Soğumak. 4. argo. Boş yere beklemek. 5. {ağız} Serinlemek. [DS]
ayazlık, -ğı [ayaz-lık] is. 1. Evlerde serinlemek amacıyla yapılmış üstü açık sundurma. 2. {ağız} Balkon; taraça; tahtaboş. [DS] 3. {ağız} Salon. [DS] 4. {ağız} Sofa. [DS] 5. {ağız} Güverte. [DS]
ayb, [Ar. ‘ayb *_*^] {OsT} is. Utanılacak şey; kusur; ayıp; leke, fi1 ayb-cü, {OsT} İnsanın ayıbın ı a ra ştı rıp so ra n .|| ayb etmek, {eAT} A yıplam ak; k ın a ma)c.|| ayb eylemek, {eAT} A yıplam ak; kınamak.\\ ayb-gû, {OsT} Dedikoducu.\\ ayb-gûyî, {OsT} D ed i kodu culuk.|| ayb-ı hâdis, {OsT} huk. Satılan m al m üşteri elin d e iken olu şan kusur.\\ ayb-ı kadim, {OsT} huk. Satılan m al satıcı elin d e iken olu şan kusur.\\ ayb itmek, {eAT} A yıp lam ak; kın am ak.|| ayb kılmak, {eAT} A yıplam ak; kmamak.\\ ayb-nâk, {OsT} K usurlu; n oksan .|| ayb-pflş, {OsT} A yıbı ö r ten. ayba, [ay be] {ağız} ünl. “A sla!” anlamında şaşırtıcı ve kabul edilmesi zor bir durum karşısında söyle nen söz. [DS] aybagudur, [aybagudur] {ağız} is. Maymun. [DS] aybang, [ay+ban] (ayban) {eT} is. Kel. [DLT] aybaşı, [ay+baş-ı] is. Kadınlarda yaklaşık olarak her ay görülen fizyolojik durum; âdet. 0 aybaşı gör mek, (K ad ın lar için) â d et görm ek. || aybaşından kesilmek, A det g ö rm e durumu s o n a erm ek. || ayba şı olmak, K a d ın la rd a â d et h â li kan ı g elm ek ; â d et görm ek. || aybaşısı tutm ak, {ağız} A yda bir k e z b e liren g e ç ic i d elilik n ö beti gelm ek. [DS] aybatçı, [aybat-çı] {ağız} sf. Gürültücü; şamatacı. [DS] aybe, [Ar. ‘aybe ^ ] {OsT} is. 1. Deri çanta. 2. Hey be. aybeay, [T. ay+ Far. be + T. ay] {OsT} zf. Aydan aya; her ay. aybecer, [ayb+ecer ?] {ağız} sf. Şekilsiz; biçimsiz; çirkin. [DS]
AYB aybet1, [Ar. 'aybet
n H H m f tH U K . .a {OsT} is. 1. Deri çanta. 2.
Heybe. aybet2, [Ar. ‘ aybet
{OsT} is. Ayıp;, kusur,
ayca, [ay-ca ı^T] zfi. Aylık; bir ay süresince. S ayca ayca, {eAT} Aydan aya. aycık, -ğı [ay-çık / ay-cık) is. 1. Süsleme amacıyla bayrak veya kumaş üzerine işlenen hilal resmi. A yçığı altın tuğ geliyor. 2. mat. Hilali meydana getiren iki dairenin yarı çaplan 7/10 oranında olan veya hilalin uçlarının küçük dairenin çapının çem beri kestiği noktada olan hilal; Hippocrates aycığı, ayça, [ay-ça / ay-ca] is. 1. Aym ilk günlerinde gö ründüğü yay biçimi; hilal. 2. Bayrak gönderi ile minare tepelerindeki döküm ay yıldız, ayçiçeği, [ay+çiçe(k)-i] is. bot. Bileşikgillerden to humlarından yağ elde edilen, bütün ve dişil yaprak lı, geniş, sarı ve gösterişli çiçekleri bulunan bir yıl lık otsu kültür bitkisi; güne bakan; gündöndü; günâşığı, (H elianthus annuus). 0 ayçiçeği yağı, Ye m ek lik o la r a k kullanıldığı g ib i m argarin, y a ğ lıb o y a , d eterjan sanayiinin d e ham m ad d esi olu p a y çi ç e ğ i tohum larından eld e ed ilen düşük a sitli sa rım tıra k sıvı yağ. ayçöreği, [ay+çöre(k)-i] is. İçine ceviz ve tarçın ko nularak hilal biçiminde yapılmış çörek, ayda, [hayda] {ağız} ünl. Şaşma, üzülme, isteklenme bildirir ünlem. [DS] aydam ak1, [ayda-mak] {ağız} sf. Tembel; işten ka çan. [DS] aydam ak2, [hayda-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-d(ı)y o r ] 1. Hayvanları sürmek; arabayı sürmek; sevk etmek. 2. Hikâye etmek; söylemek; anlatmak. [DS] ayd aş1, [eT. iğdiş (m elez)] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız, 2. Bacakları çarpık. 3. Şaşı. 4 is. Yaşma girmemiş çocuk. 6. Anormal doğan çocuk. [DS] S aydaş aşı, {ağız} fo lk . Cılız, gelişm eyen ço cu k la rı iyileştirm ek için y a p ıla n ilaç, yem ek. [DS] |j aydaş olmak, {ağız} (B eb e k için) ç o k zayıflam ak. [DS]
.
aydaş2, [ay-daş] sf. (Çocuklar için) aynı ay içinde doğan. aydaşık, -ğı [aydaş-ık] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız. 2. Beceriksiz; âciz. [DS] aydede, [ay+dede] {ağızf is. Ayçiçeği. [DS] S aydede kuşağı, {ağız} 1. G ök kuşağı. 2. İşlem eli bir tür e r k e k kuşağı. [DS] aydemüri, [ay+demür-i
^T] is. Marangoz kale
mi; keskin iskarpela. aydemir, [ay+demir-i > aydemir] is. 1. Marangozla rın yontma işlerinde kullandığı yüzü yay biçiminde olan keser. 2. Yüzü yarım yuvarlak iskarpela. aydeş, [eT. iğdiş (m elez)] {ağız} sf. 1. İğdiş. 2. Zayıf; cılız. 3. Vücudu düzgün olmayan; çirkin. 4. (Çocuk için) akşama kadar durmadan koşup oynayan. [DS]
aydeşmek, [ay-(ı)d-iş-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. Tartışmada aksi cevap vermek; inatlaşmak. 2. Kö tülemek; uğraşmak. 3. İtişmek; didişmek. [DS] -aydı, [-aydı / -eydi] {eAT} çek. e. Geniş zaman hikâ ye birleşik zaman çekiminin üçüncü tekil kişi eki; ardı; -irdi. aydın, [eT. ay-dın (ay ışığı) > ay-dm j-iaj / jj.jo.l / iJjuT] is. 1. Aylı gece. 2. A y aydınlığı, ay ışığı; mehtap. 3. Işık; aydınlık; nur. {eAT} {eT}(aym) [Mühemnâ] 4. {ağız} Alnı beyaz sığır. [DS], 5. {ağız} Ay çiçeği. [DS] 6. sf. Işık alan; aydınlatılmış; aydınlık; ışıklı; parıltılı. {eAT} (aym) 7. gnşl. (Kişi için) bilgi si, kültürü ve tecrübesi engin olan; münevver. 8. (Yazı, söz vb. için) açık ve anlaşılır; aşikâr; belli; vazıh. {eAT} (aym) 9. Ümit verici; ferahlatıcı; mut lu; sevinçli. S aydın çiçeği, {ağız} A yçiçeği. [DS] [| aydın eşi, {ağız} Kız. [DS];! aydın etmek, 1. {eAT} G üzelleştirm ek. 2. Aydınlatmak.\\ aydın eylemek, {eAT} A ydınlatm ak.|| aydın gülü, {ağız} A yçiçeği. [DS]j| aydın itmek, {eAT} G ü zelleştirm ek,|| aydın kılmak, {eAT} A ydınlatm ak.jj Aydın tatlısı, {ağız} Kuru incir. [DS]j| Aydın zeybeği, f o l k D avu l ve zurna eşliğ in d e g en ellik le tek kişi tarafın dan e f e c e b ir tavır ile oynanan b ir z ey b ek ; A ğ ır Aydın z ey b e ğiaydıncak, -ğı [aydm-cak] {ağız} is. Aydınlık. [DS] aydıng, [ay-dın] (aydın) is. I. {eT) A y aydınlığı. [DLT] 2. {eAT} Işık; aydınlık; parlaklık. 3. {eT} sf. Aydın. [DLT] 4. {eAT} Parlak; ışıklı, ö aydın ey lemek, {eAT} A ydınlatm ak; ışık vermek.\\ aydın ey leyici, {eAT} A ydınlatan; ışık v eren ; nur saçan]\ aydın olm ak, {eAT} A ydınlanm ak; p a rlam ak . aydınger, [aydın+gör > aydınger?] is. Plan ve yazı kopyacılığında kullanılan yan şeffaf bir kâğıt türü, aydınglık, [ay-dın-lık jIS'-Lj.I] (aydınlık) {eAT} sf. A y dınlık; ışık; nur; parıltı. S aydınlık delügi, {eAT} Iş ık g ir e c e k y e r ; p e n c e r e . aydınılmak, [ayt-mak > ayd-ın-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-ır ] 1. Denilmek; söylenmek. 2. Sorulmak, aydınlanm a, [aydın-la-n-ma] is. 1. Aydınlanmak işi. 2 .Jiz. Birim yüzeye düşen ışık akışı miktarı, aydınlanm ak, [aydm-la-n-mak] ed il, f i [-ır ] 1. Işık alarak aydınlık duruma gelmek; aydınlatılmak. 2. dönşl. fi. Açıklık kazanmak. 3. Bilgi sahibi olmak; bilgilenmek. 4. (Gün için) ağarmak, aydınlatıcı, [aydın-la-t-ıcı] sf. 1. Aydınlık veren. 2. Bilgi veren, açıklık getiren, aydınlatılma, [aydm-la-t-ıl-ma] is. 1. Işık alır hâle gelme. 2. Bilgi sahibi edilme, aydınlatılmak, [aydm-la-t-ıl-mak] edil, f i [-ır ] 1. Işıklı bir hâle getirilmek. 2. m ec. Birisi tarafından bilgi verilmek, aydınlatma, [aydm-la-t-ma] is. 1. Daha iyi görüle
id k n m e s k m r
AYG
• 381
bilmesi için bir yeri veya bir şeyi ışık alır hâle ge tirme; ışıtma.. 2. Bilgi vererek düşünce ve görüş kargaşasını giderme; aşikâr kılma. 3. tiy. Sahnede daha iyi görünüm elde etmek için yapılan ışıklan dırma düzeni. S aydınlatma feneri, B in aların a y dınlatılm asını sa ğ la m a k için tavan veya k u b b ed e bırakıları boşlu k; aydınlık. [|s aydınlatm a fişeği, as. G ece görüşü sa ğ la m a k için ö z e l o la r a k y a p ılm ış ve atıldıktan so n r a bir sü re ç o k p a r la k ışık v er ere k yanan a s k e r i m alzem e. aydınlatmak, [aydm-la-t-mak) g ç l .f . [~ır]\. Işıtmak. 2. Işık kaynağı kullanmak suretiyle karanlığı gi dermek; ışıklandırmak. 3. Anlaşılması zor bir ko nuyu açıklamak; bilgi vermek; izah etmek. 4 . Se vindirmek; mutlu etmek; mübarek kılmak. Aydınlı, [Aydın-lı], is. 1. Aydın halkından olan; A ydın'dan gelmiş olan. 2. Karagöz oyununda uzun boylu iri yapılı, mahallenin düzenini sağlamakla görevli kabadayı tipi,
a ’yeu, [Ar., a yen
(a-yen) {OsT} sf. 1. İri gözlü.
2. Bakılacak yer. 3. m ec. Herkesin ümit bağladığı, ayen, [Far. âyen jjT] (a:yen ) {OsT} is. Demir, ayenan, [Ar. ‘ayenân
(ay en a:n ) {OsT} is. 1. Bol
akan göz yaşı. 2. Suyu gür değirmen, ayende, [Far. âmeden (gelm ek) > âyende »-tül] (a;~ y en d e) {OsT} sf. 1, Gelen. 2.. Gelecek günler; istik bal. S âyende-nüm â, {OsT} K apıyı ça la n ı g ö rm ek için birin ci k at h izasın a k arşıy a kon ulan ayna. || âyende ve revende, {OsT} G e le n ve giden. ayendegân, [Far.âyendegân j l i ’jcoT] (a :y en d eg â :n ) (OsT} is. 1. Gelenler. 2. Yeni doğan bebekler. ayet1, [Ar. âyet c ~ J] {OsT} is. I. Kimsenin inkâr ede meyeceği açık delil; nişan; belirti; alamet. 2. Ma nen uyanmaya sebep olan olay. 3. Kur’an-ı Kerim’de sureleri meydana getiren cümle ve cümle ciklerden her biri. 4 , m ec. Yüklü anlam taşıyan an laşılması ve kavranması güç ifade, <3 âyete’ lkürsî, B a k a r a su resinin 255. ayeti. | âyet-i kerîme, K u tsal ayet.\{ âyet-i maksfid, N isâ Suresinin 12. ayeti. ||ayeti’n-nflr, N ur Suresinin 12. ayeti. | âyeti tergîb, C ennetteki iyilikleri, g ü zellikleri an latan ayet.\\ âyet-i terhîb, C ehennem in korkunçluğunu a n latan ayet. ||âyetü’I-hıfz, M uskaya yazılan ayet.\\ âyetü’l-m evâris, N isâ Suresinin 12. ayeti.
aydınlık, -ğı [aydm-lık] is. 1. Bir yeri aydınlatan güç; ışık. 2. Gecenin sonundan itibaren gökyüzün de görülen ağarma. 3. mim. Dışarıya açılan pence resi olmayan kapalı binalarda tavandan ışık ve hava almayı sağlayan boşluk; ışıklık. 4. {ağızj Cam. [DS] 5. {ağız} Mutluluk; saadet. [DS] 6. sf. Aydınlatılmış; ışıklı. 7. îçeride ışık yanmadığı hâlde dışarıdan ışık alan. 8. Şevk ve neşe. 9. Mutlu, huzurlu. 10, Te miz; saf. S aydınlığa çıkm ak, 1. R a h ata v e huzu ra erm ek. 2. A çık lığ a kavu şm ak; anlaşılmak.\\ ay ayet2, [Ar. âye(t) (m ucize; örn ek) i.T] {OsT} sf. Mü dınlık delügi, {eAT} Iş ık g e ç ir e c e k d elik, p e n c e r e . kemmel olan; örnek; ibret. [Asım] aydınlıkölçer, [aydm-lık+ölç-er] is. Bir yüzeye dü ayetli, [ayet-li] sf. Üzerinde, içinde ayet bulunan; şen ışık miktarım ölçmeye yarayan alet; lüksmetre. ayet yazılı olan, aydınlu, [aydm-Iu
{eAT} sf. 1. Işıklı; aydınlık.
2. Açık; belli; aşikâr. 3. is. Işık; aydınlık; nur. aydınmak, [ay-(ı)d-ın-mak] {ağız} dönşl. f . [ - ır ] 1. Kötü kötü söylenmek; sövmek. 2. Darılmak. 3. Nankörlük etmek. 4. Kendi kendine söylenmek. 5. Şikâyet etmek; yakınmak. 6 . Ummak; ümit etmek. [DS] aydırmak, [ay-dır-mak?] {ağız} g ç l . f [ - r ] 1. Bayıla nı ayıltmak. 2. Yenmek. 3. Caydırmak; vaz geçir mek. [DS] aydışmak, [ay-(ı)d-ış-mak] {ağız} işteş, f . [ - ır ] 1. Tartışmak; sözlü kavga etmek. 2. Tartışmada karşı cevap vermek; aksini söylemek; inatlaşmak. [DS] aydıvirmek, [ay-(ı)d-mak + i-vermek
^jjl]
{eAT} g ç l.f. [-ü r] Söyleyivermek, aydivermek, [ay-(ı)d-mak + i-vermek] {ağız} gçl. f . [-ir] Söylemek; haber vermek; açıklamak; anlat mak. [DS] aydos1, [İt. gaiton] ( a ’y d o s) is. dnz. Kısa ikindi var diyası. aydos2, [Yun. aetos (kartal)} {ağız} is. Yüksek dağ; dağların sarp ve dik olarak uzanan çıkıntıları. [DS]
ayetlik, -ği [ayet-lik] is. Kula halılarında bordür üze rine işlenen dar, uzun ve küçük dikdörtgen çerçeve, ayg, [ay-(ı)ğ] {eT} is. Kelime; söz. [Gabain] aygarangı, ay+karan-ı] (aygaran ı) {ağız} s f (Gece için) aysız, ışıksız. [DS] aygın, [ay-ğm] sf. 1. Gözü açık; uyanık; ayık, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Yaşlı; ihtiyar. [DS] 3. {ağız} Da ha çok. [DS] S aygın baygın, 1. Bitkin, hâlsiz, d er m ansız. 2. D uygusallıkta a şırı gitmiş. 3. K endinden g e ç e r c e s in e â şık ; vurgun. aygır, [e T ad-ğır > aygır] is. 1. Döl için seçilmiş, iğ diş edilmemiş damızlık erkek at. {eT} (aym) [Mtifıennâ] [DLT] 2 . m ec. Büyük bir cinsel gücü olduğu sanılan erkek. 3. {ağız} At arabalarının tekerlekleri ni tespit etmekte kullanılan takoz. [DS] 4. {ağız} Pekmez kaynatılan ocağın arkasında, ham şıra ko nulan büyük delik. [DS] 5. {ağız} Arabalarda fala kanın takıldığı eğri demir. [DS] 6. {ağız} Arabanın ok demiri. [DS] 7. {ağız} s f Azgın; arsız; edepsiz. [DS] 0 aygır deposu, D am ızlık atların b akılıp b e s len diğ i büyük ahır. \\aygır gibi, (K işi için) iri y a p ı lı, cüsseli, güçlü kuvvetli.|| aygır incir, {ağız} E rk ek incir. [DS]
ölülü liifflftî SÖZLÜK• as?
AYG aygırcık, -ğı [aygır-cık] fağızj is. Araba yastığının oturduğu ağaç tabla. [DS] aygırı, [arkurı > aykırı] {ağız} sf. Ters; yanlış; aykırı. [DS] aygırlanmak, [ayğır-la-n-mak
yu~\] {eAT} dönşl.
f. [-u r ] Aygır tavrı takınmak; aygır gibi davranmak, aygırlaşmak, [aygır-la-ş-mak] dönşl. f . [ - ı r ] l . Aygır gibi iri yarı hâle gelmek. 2. Aygır tavrı takınmak, aygırlık, [aygır-lık] is. 1. Aygır özelliği. 2. m ec. Sertlik, haşinlik. 3. sf. (At için) damızlık olarak seçilebilecek nitelikte olan, aygırsak, -ğı [aygır-sa-k] {ağız} sf. 1. (Dişi hayvan için) çiftleşmek isteyen; kızışmış. 2. (Kadm için) cinsel ilişkiye girme isteğinde bulunan. [DS] aygırsam ak, [ayğır-sa-mak
>jT] {eAT} gçsz. f . [-
r ] [-s(ı)-y o r ] (Kısrak için) kızmak; aygırla çiftleş mek istemek. aygıt, [? aygıt] is. 1. Bir iş gördürmek amacıyla mey dana getirilmiş pek çok parçalardan meydana gelen düzenek; alet; aparat; cihaz; düzenek; ısdar; sistem. 2. anat. Vücutta belli bir görevi üstlenen organların tümü. 3. {ağız} Kereste; kerestelik ağaç. [DS] 4. {ağız} Ev eşyası; eşya. [DS] 5. {ağız} Şey; nesne. [DS] 6. {ağız} Yemeğe konulan malzemeler; yemek lik. [DS] 7. {ağız} Baharat. [DS] 8. {ağız} Meyve ku rusu; kuru yemiş. [DS] S aygıt elek, {ağız} 1. Öte b e r i; şu bu. 2. Ev eşyası. [DS] aygıtmak, [aygı-t-mak ?] {ağız} gçl. f i [-ır] Götür mek. [DS] ayguçı, [ay-mak (hükm etm ek; h a ka n y erin e k a r a r verm ek; söy lem ek) > ay-ğu-çı] {eT} sf. 1. Söyleyen; hatip; [Gabain] 2. is. Kağan danışmanı veya sözcü sü; hakan adına emir veren; yaver; sözcü; danış man; müşavir; akıl veren. [EUTS] [ETY] 3. Kuman dan. [EUTS] aygur, [aygır / ayğur j^ .T ] {eAT} {ağız} is. Aygır; damızlık erkek at. [DS] aygut, [ay-mak > ay-ğu > ayğu-t oyv.T] {eAT} is. 1. Karşılık; mükâfat. 2. zf. Karşılık olarak; bilmuka bele. aygün, [ay+gün] sf. Hem Ay hem de Güneş ile, ilgili olan. aykınmak, [ay-km-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] Kay mak. [DS] aykıntı, [ay-km-tı] {ağız} is. Toprak akan yer. [DS] ayı1, [ay-ı] zf. Pek; çok. [EUTS] [Gabain] ayı2, [eT. ad-ığ /ay-ığ > ayı] is. zool. 1. Etçil olmakla beraber bal, meyve ve köklerle beslenen iri yapılı, tabanları üzerinde yürüyen, kısa kuyruklu, uzun burunlu, postu uzun tüylü, 25 -30 yıl kadar yaşayan memeli bir hayvan; kocaoğlan (U rsus a rctos). 2. m ec. Kaba, iri yarı ve görgüsüz kimse. 3. ünl. argo. Kabalık yapan birisine kızıldığmda söylenen haka ret ve küfür sözü. 4. {ağız} Topaç. [DS] 5. {ağız}
Zeytinyağı çıkaran mengenelerdeki çatal ağaç. [DS] t? ayı ağırşağı, {ağız} bot. Y aban î soğan . [DS]|| ayı asması, {ağız} bot. H an ım eli çiçeğ i. [DS]|| ayı ba cağı, {ağız} dnz. 1. Ö ndeki kü çü k y elk en ; fo lk . 2. P a y a n d a direği. 3. D uvar ö rerk en kullanılan isk e lenin altın daki dayak. 4. E v çıkm aların ın altın daki direk. 5. B ulutların a rasın d an uzanan gü n eş d em e ti. [DS]|[ ayı balası, {ağız} Ayı yavrusu. [DS]|| ayı baldıranı, {ağız} bot. Yumru köklü z eh irli b ir ot; bald ıran otu. [DS]|| ayı balığı, zool. A y akları yüzg eçleşm iş, b a şı k ö p e k b a şın a b en z er iki m etre k a d a r bo y lan ab ilen m em eli b ir den iz hayvan ı; fok.\\ ayı balık, {ağız} zool. Yeşilırm ak'ta y a şa y an iri p u l lu, y a ssı g ö v d eli b ir tür balık. [DS]|| ayı boğan, {ağız} Yenm esi zor, b o ğ a z tıkayan b ir arm ut çeşidi. [DS]|| ayı çiğdemi, {ağız} bot. S ey rek doku lu ve a cı b ir orm an çiğdem i. [DS]|| ayı elması, {ağız} Çalı. [DS]|| ayı eriği, {ağız} bot. Ç o k ek şi y a d a a cı oldu ğu için y e m e ğ e elv erişli olm ayan b ir e r ik türü; y a ban eriği. [DS]|| ayı fındığı, bot. K ışın y a p ra kların ı döken , a lm a şık y a p ra k lı b ey az salkım şeklin d e hoş kokulu ç iç ek le ri bulunan y u v a rla k a ç ık kahveren gi tohum larından tespih y a p ıla n 2 -6 m. boyun da bir a ğ a ç ; tespih a ğ a cı, (Styrax o fficin a lis).\\ayı fıstığı, {ağız} G ürgen m eyvesi. [DS]|| ayı götü, {ağız} Üç yüzlü, üç taraflı bin a çatısı. [DS] ||ayı gülü, bot. 1. ik i ç en e ttile r sınıfının düğün çiçeğ ig iller fa m ily a sın dan b ir tür şakayık, (P eco n ia carollin a). 2. G e lin cik çiçeğ i. || ayı gibi, ir i y a r ı y a p ılı o lm a kla bir likte k a b a davran ışları bulunan; görgü sü z; a n la yışsız^ ayu (ayı) inceği, 1. {eAT} Ayı yavrusu. 2. Ayı barın ağı, ini. || ayı kulağı, {ağız} 1. A ğ açlarda, b a lta ile vu ru larak üst tarafı k esilip alın an ve ça ta l ku lak h â lin d e k alan kısım . 2. Tam y erin d e verilen cevap. 3. Yufka ekm eğ in den bü kü lerek k a ş ık g ibi y e m e k doldu rulan lokm a. [DS]|| ayının kırk hikâ yesi varm ış; kırkı da arm u t üstüne, H ep aynı h ikâyeyi a n latan ları a la y a a lm a k için söylenir. ||ayı kazana sıçtı, Ç o k g ü zel ve uyumlu b ir işin k a b a ve anlayışsız biri tarafın dan bozulm ası, b e rb a t edilm esi. || ayı oynatm ak, Ayıyı yavru iken alıp şart lan dırm ak su retiyle d e f ve zil eşliğ in d e g ö steri yaptırm ak. || ayı pençesi, bot. A kdeniz bö lg esin d e y eti şen y a p ra k la r ı h a lk hekim liğ in de balg am söktürücü, p e k lik v erici ve y a ra la rı iyileştirici o la r a k kul lan ılan d iken li ve y ü k sek boylu otsu bitk iler; ayı y o n ca sı., (A canthus). \\ ayı tabanı, bot. 1. Yılan y astığ ıg illerd en y a p ra k la r ı g en iş a y alı d elikli ve derin p a r ç a lı, k oça n biçim in de etli ç iç ek li tırm anıcı otsu b ir sü s bitkisi, (M on strea d elicio sa ). 2. B e c e riksiz. || ayı üzümü, bot. F u n d ag illerd en K a rad en iz bö lg esin d e orm an lard an açılm ış a la n la rd a yetişen kurutulmuş y a p ra k la r ı ça y y erin e kullanılan bir a ğ a ç ç ık ; T rabzon ça y ı; ça y üzümü; ça y y a p ra klı A n adolu otu, (Vaccinium aretostaphylos).\\ ayıya dalanm aktansa çalıyı dolanmak, K ısa y oldan
üTllKEH liH IltC t SO Z bÖ B» 3 8 3 gidip d e teh like ile k arşıla şm ak ta n sa y o lu biraz d a h a u zatarak teh likesizce işi halletmek.\\ ayıya kaval çalm ak, A nlam ayan a p ta l birin e an latm ak için dil dökm ek. || Ayı yavrusu ile oynam ak, Güç bakım ından kendisin den ç o k d a h a a şa ğ ı durum da o la n la rla g ü ç d en em esin e k alkışm a k; ezmek.\\ ayıyı vurm adan postunu satm ak, E le g eçm em iş b ir şey için h a y aller k u ra ra k h es a p yapmak.\\ ayı yoncası, bot. Akdeniz bö lg esin d e yetişen, y a p ra k la r ı h a lk hekim liğinde ba lg am söktürücü, p e k lik v erici ve y a ra la rı iyileştirici o la r a k kullanılan, d iken li ve yüksek boylu otsu b itk iler; ayı p en çesi, (Açanthus). Ayı, [ayı] is. g ö k b. Kuzey gök kutbu yakınında ül kemizden her zaman görünebilen iki ayrı takım yıldızın (Büyük Ayı, K ü çü k Ayı) adı; (U rsa m ajör, Ursa minör).
AYI
ayıg4, [ay-ık / ay-ığ £.1] {eT} {eAT} sf. Ayık; aklı başında. [ETY] ayıgiller, [ayı-gil-ler] is. zool. Tabanlarına basarak yürüyen, hantal görünmelerine rağmen çevik, iri yapılı, kalın ve uzun tüylü postu olan memeli hay vanlar familyası, (U rsidiae). ayıglamak, [ayığ-la-mak] {eT} gçl. f i [- r ] Kötülemek. [EUTS] ayıgma, [ay-mak (hükmetmek; hakan yerine karar vermek; söylemek) > ay-ığ-ma] {eT} is. Kağan da nışmanı veya sözcüsü; hakan adına emir veren; sözcü. [ETY] ayığ, [ay-ığ] {eT} is. Ayı [Mühetınâ] ayık1, [ay-mak > ay-ık] {eT} sf. 1. Vaat; söz verme. [DLT] 2. Nezir; adak. [Gabain]
ayıb, [Ar. cayb => ayıb] (eAT} is. Kusur; eksiklik;
ayık2, -ğı [eT ad-mak > (kendine g elm ek ) > ad-ığ >
çirkinlik. S ayıblardan arulıg ila anm ak, {eAT'}
ay-ık j J ] sf. 1. Aklı başında, bilinci yerinde olan.
Kusurlardan tenzih ve teşbih etmek.
ayıbalağı, [ayı + bala(k)-ı / Yun. arkopallakon (ayı yavrusu, sözcüğünün tercümesi)] is. İri ve hantal adam.
{eT} {eAT} {ağız} (aynı) [Mühennâ] [DS] 2. m ec. A çıkgöz, uyanık, zeki; anlayışlı, {ağız} (aynı) [DS] 3. zf. Bilinci yerinde olarak. S ayık kafayla, B ilin ci y erin d e o la r a k ; sa rh o ş o lm a d an ; ayıkken. || ayık olm ak, {eAT} U yanık bulunmak.\\ ayık oyuk {eAT) 1. İşsiz güçsüz; bom boş. 2. B ostan korkuluğu g ibi.
ayıboğan, [ayı+boğ-an] sf. 1. Dev gibi iri yan. 2. is. Bir armut çeşidi,
ayıkdırm ak, [ay-ık-dır-mak] {ağızf gçl. fi. [-ır ] Ayılt mak; uyandırmak; gözünü açmak. [DS]
ayıblamak, [ayıb-la-mak] feAT} gçl. f i f - r ] Ayıpla mak; alaya almak,
ayıkla, [ayık-la] {eAT} zf. Ayık iken,
ayıbacağı, [ayı+baca(k)-ı] is. dnz. Çift yelkenlerden birini sağdan birini de soldan kullanma biçimi,
ayıblanmak, [ayıb-la-n-mak] feAT} edil. fi. [-u r ] Kı nanmak; ayıplanmak, ayıblanmış, [ayıb-la-n-mış] {eAT} sf. 1. Kınanmış. 2. Hakarete uğramış, ayıblayıcı, [ayıb-la-y-ıcı] {eAT} sf. Başkasının kusur larını araştırmayı alışkanlık edinen kimse; ayıplayıcı. ayıbsuz, [ayıb-suz] {eAT} sf. Her türlü eksiklikten arınmış; kusursuz; noksansız, ayıcı, [ayı-cı] is. 1. Ayroynatarak geçimini sağlayan kimse. 2. m ec. Görgüsüz; hoyrat; kaba, t? ayıcı oyunu, (ağız) fo lk . B ir kişiyi ayı kılığın a s o k a r a k oynanan köy s ey irlik oyunu. [DS] ayıcılık, -ğı [ayı+cı-lık] is. Ayı yetiştirme ve oynat ma işi ve mesleği, ayıdagacı, [Ar. ‘îd + ağac-ı => ayıd ağacı ^IfcTjul] {eAT} is. bot. -*■ ayıt. ayıg1, [ad-ığ /ay-ığ] {eT} is. Ayı. [DLT] ayıg , [ayığ] {eT} ünl. 1. “Ne iyi ne kötü” anlamında kullanılan bir edat. 2. İyilik ve kötülük bildiren ke limeleri pekiştirmede kullanılan bir edat. [DLT] ay'g3> [ay-ığ / an-ığ / any-ığ] {eT} sf. 1. Kötü, fena; fenalık. [EUTS] [ETY] . [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Çok. [İKPÖy.] 3. Hile. [EUTS]® ayıg bilge, Kötü fik ir; hile; f e n a adam . [EUTS]|| ayıg kılınç, G ünah; kötü hareket. [EUTS]
ayıklama, [ay-ık-la-ma] is. 1. Ayıklamak işi. 2. Ge reksiz ve zararlı olanları çıkarıp atma; temizleme. ayıklam ak1, [ay-ık-la-mak] gçl. fi. [ - r ] f-l(ı) -y o r ] 1. Bir şeyin gereksiz ve zararlı olan parçalarını veya içinde bulunmaması gereken yabancı unsurları çı karıp atmak; ayırtlamak; ayıtlamak; ayurtlamak. 2. Temizlemek. 3. Seçmek. 4. Çözümlemek. 5. {ağız} Soymak. [DS] 6. {ağız} Bir meseleyi incelemek. [DS] S ayıkla pirincin taşını, İşlerin için den ç ı kılm az h â le g eld iğ in i a n latm ak için kullanılır. ayıklamak2, [ayık-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)y o r ] Şaşmak; bilememek; tereddüt etmek; şaşır mak. [DS] ayıklanma, [ayık-la-n-ma] is. 1. Gereksiz ve zararlı unsurlardan kurtulma. 2. Temizlenme. 3. Seçilme. 4. biy. Doğal şartlara uyamayan bireylerin neslinin bitmesi, en iyi uyum sağlayabilenlerin ise üreyip neslini devam ettirebilmesi olayı; istifa; seleksiyon. ayıklanmak, [ayık-la-n-mak] edil. fi. [ - ır ] Birisi ta rafından üzerinde ayıklama işleminin uygulanması; ayırtlanmak; ayıtlanmak. ayıklatm a, [ayık-la-t-ma] is. Ayıklatmak işi. ayıklatm ak, [ayık-la-t-mak] g çl. f i [ -ır ] Birine ayık lama işini yaptırmak, ayıklık, -ğı [ayık-lık] is. 1. Ayık olma durumu; bilinçlilik. 2. Sarhoşluktan kurtulmuş olma, ayıkmak, [eT. adığ > ayık-mak] {eAT} {ağız} gçsz. fi.
AYI f - s r / I, Ayılmak; kendine gelmek; « p n à . 2. Aklını başına alaıak. [DS] ayıkulağı, |a\ a •kııla(k)-ı > ayı •kulaıki ı] is. bot. 1. Çuha çiçeğigillerden sarı çiçekli bir süs bitkisi, (iPriimıla a u ricu la ). 2. Gelincik çiçeği, ayılamak, ;[ay-mak > ay-ı-lâ-makj) {ağız} gçsz. f . f--r] falt(ı)-yorj Düşürtmek. [DS] ayilgan, [ayıl-gan] {a ğ a } is. Y ol üzerimde bulunan bir akarsuyun geçilebilecek sığ, temiz, dar yeri. [DS] ayılık, -ğı [ayı-lık] is. 1. Âyı olma hâli. 2. Ayı gibi davranış. 3. m ec. Kabalık, ayılma, [ay-ıl-ma] is. Ayılmak işi, eylemi ve duru mu. ayılm ak1, [ay-ıl-mak] dönşl. f . f ı r ] 1. Baygınlıktan kurtulmak. 2. Sarhoşluğu geçmek. 3. Uykudan uyanmak. 4. Kendine gelmek. 5. m ec. Gerçeği göre rek aklı başına gelmek; uyanmak. S ayılıp bayıl m ak, 1. B ay g ın lık geçirm ek. 2. K riz geçirm ek. 3. H isteri krizleri g e ç ir e c e k ay-ıl~mak] { e t } edi.1. f . [-u r ] Söylenmek; denilmek. [DLT] ayıltı, [ay-ıl'-tı] is. İçkiyi -çok içmiş birisinin duyduğu baş ağrısı ve sersemlik; mahmurluk, ayıltma, a y ıl t-mal is. A> ılımak işi. ayıltmak, fay-ıİ-t-msak] gçl. f . ;f t r ] 1. Sarhoş veya baygın birinin kendisine gelmesini sağlamak. 2. m ec. Birinin gerçekleri görmesine yardımcı olmak; gözünü acnıak: {ağız} ıfaym). [DS] -ayım 1, |-a-van / -y-a-van / -y-am / -y-em / -a-y-ın / y-a-y-m / -c -y in / -y-e-y-in / -a-y-ını / -e-y-itn / ~ya-y -’un / ^y-o-y-im] fe lT } çek . e. »*■ -a\ an. -ayım 2, t^ayiöı / '•eyira] {eT} çek. (varayım ) -ayıtı, ! -a-\ arı 1 -y-a-van / -y-am / y cm / -a-y-ın / -ya-\-m / -e-y-iıı / -y^e-y-in İ -a->-ım '! -c-y-im f -y-ay-ını -y e y im] {eT } {eAT} çı k. e. İstek kipi teklik birinci kişi ekidir, bir-eyin '(vereyim) •*» - m m . ayîft'1, [Ar. ‘ ayn 0 fO st} is. Gırtlaktan çıkan kaim Ve siirn'iıımeli bir sesle sö> lcneıı Arap alfabesinin on sekizinci harfi (g). S ayın kayın, {ağız} Sıkı fık ı. ıpDSj ;|;|ayın kuyun etmek, {ağız} A yıplam ak. |DS] ; ayınları çatlatm ak, A r a p ç a ’dan dilim ize girm iş için d e aym g eçen k elim eleri sö y lerken astın daki ;gi!bi .gırtlaktan tëlaffu z etm e k ]] aym oyun, {ağız} İsM e; 'desise; 'oyun; entrika. 2. B ozu k düzen; k a r ı şık. 3. Oİttr olm az; ba şta n sa v m a; gelişigü zel. 4. Aoayip. 5. Ö teberi; u fa k tefek şeyler. [DS] || aym oyuncu, {ağız} H ileci; d a la v er ec i; düzenci. ![ÖS]|| ayın oyun etm ek, {ağız} 1. D öküp sa ç m a k ; $d e f etm ek ; ç a r <çur etm ek. 2. İ ş e y a ra m a z durum a g e tirm ek; bozm ak. 3. D a la v ere y a p m a k ; a ld a tm a k 4. K a ş la g ö z a ra sın d a y o k ediverm ek. 5. A cayip k ılığ a sokm ak. |DS]| ayın oyun olmak, {ağız} 1. eğ len ce kon u su o lm a k ; oyu n cak g ib i olm ak. 2. Ç a r çıır o l m ak. [DS]
fW Iü R S û M .
.
ayın, [ay-mak > ay-ın ^.î] {eAT} sf. Ayık; uyanık. 0 ayın bayın olmak, {eAT} {ağız} 1. Ş aşıp k alm ak; şa şk ın a dön m ek; tuhaflaşm ak. 2. A cayip ş e k il a l m ak; yüzünün şe k li değişm ek. [DS]|| ayınç, [ay-mç] {eT} is. Korku. '[EUTS] ayınçlıg, [EUTS]
[ay-mç-lığ]
{eT} sf.
Korkulu;
korkunç.
ayınçsız, [ay-mç-sız] {eT} sf. Korkusuz. [EUTS] ayınga1, [ay-m-ğa] ,{eT} z f Aylarca; her ay. [EUTS]
.
ayınga2, [Erme, ayınka ?] is. 1. Tütün. 2 Kaçak tü tün. ayıngacı, jayınga-cı! is. 1. Tütün kaçakçısı, {ağız} '(aym) [DS] 2. {ağız} Tütün kolcusu. [DS] ayıngacılık, -ğı [ayınga-cı-lık] is. Kaçak olarak tütün yetiştirme, işleme, satma işi ve mesleği, {ağız} (av ımı) [DS] ayıngeç, [? ayıngeç] {ağız} is. Zakkum ağacı. [DS] ayınmak, ;[ay-nı-mak] {eT} gçsz. f . ( - w ] Korkmak; sakınmak; çekinmek. [ETY] [EUTS] ayıp, ~bi [Ar. cayb y ,» ] .{OsT} is. 1, Kusur ve eksik lik. 2-. Utanılacak durum. 3» Suç ve cürüm. 4. Şeref ve haysiyete aykırı düşen hâl. 5. huk. Bir malın de ğerini azaltan kusurlu olma hâli. 6. sf. Uygunsuz; kotu. 1 . Nezakete aykırı. 8. Terbiye dışı. 9. Utanç verici; müstehcen. 10* ünil. "Bundan utanmalısın, yaptığın çok kötü şey” anlamında azarlama sözü. ® ayıbını açm ak , B irinin kusurunu, ayıbım ortay a d ö km ek .|| -ayıbım örtm ek, K usun m u gizlem ey e ç a lış m a k ve sö y lem esi g erek irk en söylem em ek]] ayı bını yiiziine vurm ak, B ir kişinin kuşunum çekin m ed en yüzüne k arşı sö y lem ek ^ ayıp aram ak , K u su r bu lm ay a uğraşmak]\ ayıp ayıp, z f 1. M üsteh cen b ir k â ld e . 2. IM aftâac&k b ir durum da ]\ ayıp 'davası, Alıcılını ayıplı b ir m a l dolay ısıyla satıcı a le y h im a çtığ ı dava]\ ayıp düşmek, H o ş k arşıhm m aım ık. ayıp etmek, 1. N ezaket dışı, h o ş k a r şı lan m ayan b ir h a rek ette bulunm ak. 2, {ağız} Kusur işlem ek. İ[BSJ[| ayîp k açm ak, H oş karşılan m am ak, uygunsuz o lm a k ]] ayıp koşm ak, B irin e ku su r bul m a k ; kusurlu olduğunu söylem ek]\ ayıp olmak, H o ş olm am ak, ayıp sallam ak, argo. Uygunsuz b ir h a r e k e t yapm ak.\ ayıp saym ak, 1. H oş k arşıla m a m a k 2, K u su r saymak]\ ayıptır söylemesi, 1. Bunu bu ra d a a ç ık la m a k uygun düşmez, 2. S ö y lersek 'Övünmüş g ib i oluruz]] ayıp yapm ak, N ezaket dışı, h o ş karşılan m ayan b ir h a rek ette bulunm ak]] ayıp yerler, in san vücudunda m ah rem 'olan y erler. ayıplama, ;[ayıp-la-ma] is. Ayıplamak işi. ayıplamak, |ayıp-la-mak] gçl, f . {-:■/ j-l'n y o r / 1. Bir hareketin, bir Sözün ve durumun yakışıksız, kusur lu veya çirkin olduğunu çeşitli şekillerde belirtmek. ■2» Suçlamak. 3-. Kusurlu bulmak, 4, Kınamak, 5. Beğenmemek, ayıplanma, iayıp la-n-ma] is. Ayıplanmak durumu.
ııe ıııe »1*365
AYI
ayıplanmak, [ayıp-la-n-mak] edil. fi f - ı r j 1. Kötü, kusurlu görülmek. 2. Suçlanmak, jıyıplayıcı, [ayıp-la-y-ıcı] sf. Kusur bulucu, suçlayıcı, ayıplı, [ayıblu / ayıp-lı] s f Ayıbı olan; utanılacak bir hâli bulunan; kusurlu, ayıplıca, [ayıbluca > ayıp-lı-ca] sf. Ayıplı sayılabilir, ayıplık, -ğı [ayıp-lık] {ağız} is. Utanma duygusu; ha ya. [DS] ayıpsamak, [ayıp-sa-mak] {ağız} gçl. f . j - r ] [-s(ı)y o r] Ayıplamak. [DS] ayıpsınmak, [ayıp-sı-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ - r ] 1. Ayıp saymak; ayıplamak. 2. Utanmak. [DS] ayıpsız, [ayıp-sız] sf. Hiçbir ayıbı olmayan; kusur suz. ayıraç, -cı [ayır-mak > ayır-aç] is. kim. Belirli mad delerle girdikleri tepkimeler sonucu belli olduğun dan herhangi bir maddenin cinsini tepkime yoluyla tespit etmeye yarayan kimyasal madde; miyar, ayıran, [ayır-an] sf. fız . Işığı yalın öğelerine ayırma özelliği taşıyan, ayırdılanmak,
[ayır-d-ıl-an-mak
ju Jjy .T ]
{eAT}
dönşl. f i [-u r] Ayıklanmak; ayırtlanmak. ayırdım, [ayır-(t)-ım] {ağız} is. 1. Yolun ikiye ayrıl. dığı yer; kavşak. 2. Suyun taksim yeri. [DS] ayırıcı, [ayır-ıcı] sf. 1. Ayırma özelliği ve ayırma gücü bulunan. 2. Bir şeyi tanımaya, benzerleri ara sından ayırmaya yarayan. 3. Sanayide birbirine ka rışmış maddeleri ayırmaya yarayan düzenek. 4. Akümülatörlerde kurşun levhaların arasına yerleşti rilen ince yalıtkan, ayırım, [ayır-ım / ay-r-ım] is. 1. Ayırmak işi; tefrik. 2. Birbirine karıştırmama eylemi. 3. Farklı dav ranma. 4. Kişiler ve nesneler arasında karışmayı önleyen belirtiler; işaretler; fark. 5. Uzun yazılarda bölümlerle ayrılan parçalardan her biri; fasıl, ö ayırım yapmak, 1. F a r k gözetm ek. 2. E şit d a v ra n mamak. ayırma, [ayır-ma] is. 1. Ayırmak işlemi ve eylemi. 2. Uzaklaştırma. 3. Bir niteliği seçme. 4. kim. Bir ka rışım veya bileşikten bileşenin birini veya birkaçını açığa çıkarma. 5. Sanayi ham maddelerini fiziksel veya kimyasal özelliklerine göre sınıflandırma, t? ayırma gücü, B ir o p tik aletin birb irin e y akın iki noktayı ayırt ed e b ilm e gü cü .|| ayırm a sınırı, B ir gözlem aletiyle ayrı ay rı g ö zlem len ebilen iki nokta arasındaki en küçük aralık. ayırmaç, -cı [ayır-maç] is. Bir şeyi benzerlerinden ayırt edici özellik; farika, ayırmak, [eT ad-ır-mak > ayır-mak] gçl. f i [ -ır ] 1. Bir bütün veya bütün sayılan şeyi bölmek, parça lamak; parçalara bölmek. {eAT} (aynı) 2. Birbirin den uzaklaştırmak. {eAT} (aynı) 3. Bütünü parçadan yoksun bırakmak; koparmak; parçalamak {eAT} (aynı) 4. {eAT} Yarmak; ikiye bölmek. 5. Arasında
yer almak. 6. Ayrı tutmak; fark gözetmek; ayrım yapmak. {eAT} (aynı) 7. Darıltmak; aralarını açmak. 8. Bir amaçla kullanmak veya birinin istifadesine sunmak; tahsis etmek. 9. Saklamak; alıkoymak; biriktirmek. {eAT} (aynı) 10. Aradaki farkı görebil mek, benzer nitelikleri sezebilmek. 11. Kavga veya dövüşe engel olmak. 12. Birbirinden ayrı olarak de ğerlendirmek. 13. Birbirine bağlı olarak çalışan makinenin iki öğesinin birbiri ile hareket ilişkisini kesmek; uzaklaştırmak {eAT} (aynı) 14. Elektrikle ilgili bir devrenin bağlantısını kaldırmak. S1 ayır bayır etmek, {ağız} P a r ç a la r a ayırm ak; p a r ç a la mak. [DS] ayırt, [eT adırt > ayır-t] is. 1. Bir niteliği oluşturan özellik; vasıf. 2. Birbirinden ayırma; tefrik. 3. {eAT} Ayrım; fark. 4. {ağız} Süzgeç; kevgir. [DS] S ayırt edici, B ir şey i veya b ir kişiyi ben z erleri arasın dan ay ırm aya y a ra y an ö zellik; mümeyyiz. || ayırt edil mek, B elirley ic i ö z ellikleri a n laşılm ak ; ayırtlanmak. || ayırt etmek, B ir nesneyi fa r k lı kılan nitelik leri ile ben z erleri arasın d an tanıyıp se ç eb ilm ek ; tefrik etm ek; tem yiz etm ek. || ayırt eylemek, {eAT} F a r k g ö zetm ek; ayrım yapmak.\\ ayırt gayırt, {ağız} Ayrı gayrı. [DS] ayırtı, [ayır-t-ı] is. 1. Benzerleri arasındaki çok ince fark; nüans. 2. tiy. Konuşmalarda ana düşünceyi ta mamlayan cümle. ayırtlam ak, [eT. adırt-la-mak > ayırt-la-mak {ağız} gçl. f i [-r ] 1. {eAT} Ayırıp çıkarmak; seçmek. 2. Ayırt etmek; çözümlemek. 3. Temizlemek; ayık lamak. [DS] 4. {eAT} Fark gözetmek; ayrım yap mak. 5. {eAT} Açıklamak; beyan etmek. 6. {eAT} (Saç, sakal için) taramak. 0 ayırtlayu hükm ey lemek, {eAT} H aklıyı haksızdan ayırt ed ip k ararım verm ek. ayırtlanm ak, [ayır-t-la-n-mak J ^ ’j j ] {eAT} edil, f i [-u r] 1. Ayrılmak; tefrik edilmek; seçilmek. 2. Ayıklanmak; temizlenmek, ayırtlaşınak, [ayır-t-la-ş-mak
{eAT} işteş,
fi
[-u r] Ayrılmak, ayırtm a, [ayır-t-ma] is. Ayırtmak işi. ayırtm aç, -cı [ayır-t-maç] {ağız} is. Yolun ikiye ayrıldığı yer; kavşak. [DS] ayırtm ak, [ayır-t-mak] gçl. f i [-ır]\ . Ayırma işini bir başkasına yaptırmak. 2. Tutmak; kiralamak; rezer vasyon yapmak; yer tutmak; peylemek, ayırtm an, [ayır-t-man] is. Sınavlarda soruları hazır layan, sınavı yapan ve cevapları değerlendiren öğ retmen; mümeyyiz, ayırtm anlık, -ğı [ayır-t-man-lık] is. Ayırtmanın yap tığı iş ve görev; mümeyyizlik, ayısıt, [ayi-z-ıt > ayısıt > ayzıt] {eT} is. Yaratıcı; ayzıt. ayıt1, -dı [Ar. ‘îd > ayıd / ayıt / hayıt] is. bot. Mine
OTOMTüBRCîSöM.sss
AYI çiçeğigillerden, Akdeniz bölgesi ile Anadolu’da bol miktarda yetişen, beyaz veya mavimsi çiçekli el şeklinde yapraklan olan, halk hekimliğinde gaz sölctürücü ve idrar artırıcı, yatıştırıcı; tohumları şehveti giderici olarak kullanılan, dallarından sepet örülen çalı görünümünde ağaç; hayıt; Yemen saf ram; beşparmak ağacı, (Vvitex agnus-castus). ayıt2, [ay-ıt] {eT} is. Öğüt; vaaz. [EUTS] ayıt3, -dı [ay-ıt] {ağız} is. Ayırt. [DS] S ayıt beyit olmak, {ağız} Ş aşkın a d ön m ek; ayın bayın olm ak. [DS] ayıtgan, [ay-ıt-ğan] {eT) sf. Soran. [DLT] ayıtgu, [ay-ıt-ğu] {eT} is. Soru. ayıtlam ak, [ay-ıt-la-mak j j ^ l ] {eAT} {ağız} g ç l .f . [r ] [l(ı)-y o r] 1. Ayıklamak; seçmek; temizlemek. 2. Çapalamak. [DS] ayıtlanmak, [ay-ıt-la-n-mak
{eAT} edil. f . [-
u r] - * ayırtlanmak. ayıtm ak1, [ay-mak (anlatm ak) > ay-ıt-mak / ay-tmak / ey-it-mek
{eT} {eAT} gçl. f . [ -ır ] 1.
Sormak. [Üç Itigsizler] [İKPÖy.] [ETY] [DLT] [Gabain] 2. Söylemek; demek; konuşmak. [Yüknekî] [ETY] DLT] 3. {ağız} Anlatmak; nakletmek. [DS] 4. {ağız} Türkü söylemek. [DS] ayıtm ak2, [eT. ad-ıt-mak > ay-ıt-mak] {ağız} gçl. f . [ır ] Ayıklamak; seçmek; temizlemek. [DS] ayıtm ak3, [ay-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır ] Beyazlat mak; parlatmak. [DS] -ayız, [-ayuz / -eyüz / -ayız / -eyiz] {eAT} çek. e. ayuz.
-
ayi, [ayi] {eT} is. 1. Gerçek. 2. Yaratma. 3. Yaratıcı kudret. ayib, [Ar. âyib
/
â’ib i_j T] (a :y ib) {OsT} sf.
1.
Geri
kudemâ, {OsT} E skilerin yolu , usulü.\\ âyîn-i ruhânî, {OsT} K ilise le rd e y a p ıla n din î tören.|| âyîn-i selâtin-pîşî üzre, {OsT} E sk i p a d iş a h la r ın koyduğu kanun ve uygu ladıkları nizam a, usule g ö re. ||âyîn-i şerîf, {OsT} tasvf. M evlevihan elerde, ayinhanların s ö y led ik leri ilahiler. || âyın-perestî, A lça k gönüllü lükle ed ilen hizmet. ayine, [Far. âyine ajjT] (a y in e ) {OsT} is. 1. Ayna. 2. m ec. Bir nesneyi veya durumu yansıtan. S âyinedân, {OsT} Ayna koruyucusu. || âyine-dâr, {OsT} 1. Ayna tutan. 2. B e r b e r .|| âyine-den, {OsT} Ayna k o ruyucusu.|| âyine-efrflz, {OsT} Ayna cilası.\\ âyinefürûz, {OsT} A yna cilası.\\ âyine-i âb, {OsT} Suyun p a r la k yüzü. || âyine-i âlem -nüm â, {OsT} İsk en d e r ’in, İsk en d eriy e 'de kurdurttuğu ve ç o k uzakları g ö sterd iğ i söy len en ayn a.|| âyine-i asum an, {OsT} G üneş.|| âyine-i billflr, {OsT} K u tsal ayn a.|| âyine-i celal, {OsT} Büyüklüğü aksettiren nesne. || âyine-i çîn, {OsT} C ilalı m aden den y a p ılm ış a y n a .|| âyine-i devrân, {OsT} K a d e r ç a r k ı.|| âyine-i in’itâf, {OsT} B ir nesnenin a k s ed ip göründüğü ayna. || âyine-i pür-tâb, {OsT} P a r la k a y n a.|| âyine-i pür-tâb-ı mücellâ, {OsT} C ilalı p a r la k ayna.\\ âyine-i vic dan, {OsT} Vicdanın ay n ası.|| âyine-i zânu, {OsT} D iz kap ağ ı. ||âyine-rfl, {OsT} Yüzü ayn a g ib i p a r la y a n .,|| âyine-sâz, {OsT} Aynacı.\\ âyine-veş, {OsT} A yna g ib i.|| âyine-zedây, {OsT} Ayna cilası.\\ âyine-zidây, {OsT} A yna silici. ayise, [Ar. âyise a-o.T] (a .y ise) {OsT} is. Adetten kesi len kadın; menapoza giren kadın, ayisıt, [ayisıt / ayzıt] {eT} is. Yaratıcı, ayiş, [Ar. câyiş / 'âyişe
/ j-İj>] (a:yiş) {OsT} sf.
1. Yaşayan. 2. Rahat yaşayan. ayişne, [Far. âyişne ^ .T ] (a.yişn e) {OsT} is. 1. Ca
dönen. 2. Dönüp çekilen, ayid, [Ar. 'âyid / ‘â’id Jo>] (a:yid) {OsT} is. -*■ aid. ayij, [Far. âyij y~\] (a.yij) {OsT} is. Kıvılcım,
sus. 2. Dalkavuk, ayişte, [Far. âyişe -^ .T ] (a.yişte) {OsT} is. 1. Casus. 2. Dalkavuk.
ayijek, [Far. ây ijek iljJ] (a.yijek) {OsT} is. Kıvılcım,
ayiştene, [Far. âyiştene 4 ^ a J] (a y iş ten e ) {OsT} is. 1.
ayil, [Ar. ‘âyil / ‘âyile
Casus. 2. Dalkavuk, ayka, [Sırp, âyka / hây-ka [TİETZE]] {ağız} is. Sürek avı. [DS]
/ J i ^ ] (a:yil) {OsT} sf. 1.
Ailesini besleyen; ailesine bakan. 2. Kalabalık aile si olan. 3. Yoksul. 4. (Terazi için) dengesiz. 5. Aşı rı. ayin, [Far. âyin jjj.T] (a:yi:n ) {OsT} is. 1. Töre; âdet. 2. Usul; tarz. 3. Dinî tören. 4. Bir mezhebin kendi ne özgü töreni. 5. Tekkelerde, belli günlerde, ge nellikle musiki eşliğinde yapılan zikir, tören. 6. f o lk . Amacı gizli bir gücü belirli bir eyleme yönel tebilmek için yapılan büyü. 7. {eAT} Süs eşyası; ziynet. <3 âyîn-hvân, {OsT} tasvf. T ek kelerd e ayin oku yan.|| âyîn-i cem (Cemşîd), {OsT} 1. tasvf. B ir tarikatın üyeleri a ra sın d a y a p ıla n tören. 2. içk ili toplantı.\\ âyîn-i kadîm, {OsT} tasvf. M evlevihan elerd e ayin han ların okuduğu esk i ilahiler.\\ âyîn-i
aykaklık, [Çağ. ayğa (kovucu) > aykak-lık jls li J ] {eAT} is. Kovuculuk; münafıklık, ayke, [Ar. ‘ayke «5^] {OsT} is. Sık koruluk, aykevi, [Ar. ‘aykevı Lsj£^\ (aykevi:) {OsT} sf. Or manla ilgili, aykı, [ay-kı] {eT} sf. Aylık; bir aylık. [EUTS] aykıncak, -ğı [ay-km-cak] {ağız} is. Kızak. [DS] aykınmak, [ay-km-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Çı kışmak. 2. Kızakla kaymak. [DS] aykıntı, [ak-ıntı / aylc-mtı] {ağız} is. Çam sakızı; re çine. [DS]
AYL
Ö liilf l l i f f l ı l i SOSbÖH»387
aykır, [aygır] {ağız} is. Aygır. [DS] aykırdak, -ğı [ay-kır-da-k] {ağız} is. 1. Semerin yan ağaçlan. 2. Kaim ve kaba sopa. 3. Dövenin yan ağaçları. 4. Bağ ve çardaklardaki asma çubukları. 5. Üzerine damın oturduğu direkler. [DS] aykırdakçı, [ay-mak (dem ek) > ay-kır-da-k-çı] {ağız} sf. 1. Sürek ya da tavşan avında avı ürküten. 2. Ara bozucu; müzevir. [DS] aykırı, [eT âr-mak (dolaşm ak) > ar-kur-mak (çap raz geçm ek) > ar-ku-r-ı > aykırı <^>„1] sf. ve. zf. 1. Çaprazlamasına. 2. Yanlamasına. 3. Yan üstü. 4. Eğri. 5. Ters. 6. Alışılmış biçime zıt olarak. 7. (Kişi için) huysuz ve aksi. 7. huk. Muhalif. 8. dbl. Bili nen kurallara ve düzene uygun olmayan dil verileri. 9. {ağız} Yam aç; yan. [DS] 10. {ağız} Şehla. [DS] 11. {ağız} Karşı. [DS] 12. {ağız} Kestirme yol; düz yol. [DS] 13. {ağız} Kağnıda önden arkaya doğru uzatı lan sırık. [DS] fi1 aykırı çıkmak, 1. Yolunu kesm ek. 2. K arşısın a çıkm ak. || aykırı doğrular, Ayrı düz lem lerde y e r a lıp birbirin i kesm eyen ve p a r a le l o l mayan doğru lar}] aykırı doykuru, {ağız} 1. E ğri büğrü; gelişig ü zel; düzensiz. 2. T arla y a d a b a ğ la rın enine ve boyun a sürülm üş hâli. 3. Yalan d olan ; yalan y an lış; d o la m ba çlı. [DS]|| aykırı doykuru laf etmek, {ağız} Yersiz ve asılsız konuşm ak. [DS]|| ay kırı durm ak, 1. G öğüs germ ek. 2. M aruz kalm ak. || aykırı düşmek, Uygun g elm em ek ; ters düşmek.\\ aykırı gelmek, {ağız} 1. K a rşı koy m ak; itiraz et mek. 2. K a rşısın a çıkm ak. 3. Önüne g erilm ek. [DS]|| aykırı gitmek, 1. Ters y ö n e gitm ek. 2. Zıtlaşm ak. 3. B elli b ir y o ld a n v e usulden sapm ak. 4. {ağız} Kestirm e y o ld a n gitm ek; düz y o ld a n ayrılm ak. [DS]|| aykırı inmek, {eAT} Yol k esm ek ; önün e çık ma,k.\\ aykırı olmak, Ters, zıt o lm a k .|| aykırı kat manlaşma, je o l. Yer tabakaların ın düzensiz b ir şekilde üst üste gelmesi.\\ aykırı rom an, ed. R o mandaki olay, k ah ram an ve ruh tah lilleri g ib i g e leneksel ö ğ e le r e y e r verilm eden alışılm ış rom an a tepki o la r a k insanoğlunun kavrayış ve yorum u dı şında sa çm a b ir dünyayı e le a la n y en i rom an a n la yışı; antiroman.\\ aykırı seyir, dnz. B irb irin e zıt yönlerde seyretm ek. || aykırı uyku, B ed en k asla rı uyku hâlin de olm asın a rağm en rüya durum unda beynin f a a l olm ası h â li; p a r a d o k s a l uyku.\\ aykırı varmak, K a rşı koym ak. || aykırı yel, {ağız} K uzey batıdan esen y el. [DS]|| aykırı yol, {ağız} 1. Zirveye yandan d o la ş a r a k çıkan yol. 2. K estirm e y ol. [DS] aykırılama, [aykırı-la-ma] is. Aykırılamak işi. aykırılamak, [aykırı-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Dikey olarak gelmek. 2. {ağız} Bilinen yoldan aynlarak kestirmeden gitmek. [DS] 3. {ağız} Bir şeyi konulacak yere paralelden başka biçimde koy mak. [DS] aykırılaşma, [aykın-la-ş-ma] is. Aykın bir hâl alma.
aykırılaşmak, [aykırı-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Aykırı bir durum kazanmak; aykırı bir hâle gelmek, aykırılık, -ğı [aykırı-lık] is. 1. Aykırı olma durumu; muhalefet. 2. Benzeşmezlik; mugayeret. aykırlam ak, [aykır(ı)-la-mak] {ağız} dönşl. f . [ - r ] [l(ı)-y or] 1. Dağın eteğine paralel olarak gitmek. 2. Düz yoldan ayrılarak kestirmeden gitmek. 3. Yan çizmek; kaytarmak; caymak. 4. Kaçmak; uzaklaş mak. 5. Tarlayı enine boyuna sürmek. 6. Karşı gel mek; karşılık vermek. 7. Uzanmak; yatmak. 8. Çaprazlama koymak. 9. Önünü kesmek. 10. Yanlış yola gitmek. 11. Kıyıdan gitmek. [DS] aykırlşnm ak, [ayğır-la-n-mak
I] {eAT} dönşl. f i
[-u r] Aygır tavrı takınmak; aygır gibi olmak; aygırlanmak. aykırm ak, [ay (yans.) > ay-kır-mak] {eT} gçsz. f . [ır] 1. Haykırmak. [Gabain] [EUTS] 2. {ağız} Değir men zahiresiz kalmak; boşa dönmek. [DS] 3. {ağız} Uzanmak; yatmak. [DS] 4. {ağız} Vumıak istemek. [DS] aykırt, [ay-kır-t Oji.l] {eAT} sf. Eğri; çapraz, fi1 aykırt duykurt, {eAT} E ğri büğrü. aykırtıcı, [aykır-t-ıcı] {ağız} sf. 1. Yanıltıcı. 2. Kışkır tıcı. 3. Söz getirip götüren. [DS] aykırtm ak, [aykır-t-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] Yoldan çıkarmak; saptırmak. [DS] aykur, [ay-kur/ ay-ğur jji.T] {eAT} is. Aygır. ayla1, [ay-la-malc (dönm ek, d olan m ak) > ay-la] is. 1. Çeviren, dolanan, kuşatan. 2. A y’ın ve bazı yıldız ların çevresinde görülen ışık dairesi; ay ağılı; hâle. 3. Diğer dinlerde özellikle Hıristiyanlıkta bazı kut sal kişilerin resimleri yapılırken başının etrafında gösterilen ışıklı çevre. ayla2, [ay+ile > ayla ->Aj] {eAT} zf. A y hesabıyla; aylık olarak. aylak1, -ğı [ay-la-mak (dönm ek, b o ş gezm ek) > ay-lak il 5U / jİj.I / jIj.T] sf. ve zf. 1. İşsiz güçsüz, boş gezen; avare; {eAT} (aynı). 2. Sabit bir işi ve mesle ği olmayan; boşta gezer. 3. İşe yaramaz; kalp. 4. {eAT} {ağız} Bedava; parasız; ücretsiz. [DS] 0 ay lak aylak gezmek, Ç alışm adan b o m b o ş d o la şm ak ; tem bellik etmek.\\ aylak aylak oturm ak, Ç alışm a y ıp b o ş du rm ak; tem b el tembelyatmak.\\ aylak ça dırı, {eAT} N öbetçi, b e k ç i vb. ça d ırı.|| aylak d ur m ak, {ağız} K arşılıksız, b e d a v a hizm et etm ek. [DS]|| aylak iletmek, {eAT} B o ş y e r e h a rca m a k ; boşu n a geçirm ek. || aylak olmak, Y apacak b ir iş bu lam a m ak; b o ş durm ak.|| aylakta kalmak, {ağız} 1. İşsiz k alm ak ; b o ş kalm ak. 2. B oşlu kta kalıyorm uş g ib i olm ak. [DS] aylak2, -ğı [ay-la-k] {ağız} is. Bir aylığına tutulan işçi ya da hizmetçi. [DS] aylak3, -ğı [ay-la-k] {ağız} sf. 1. Açık; belli; aşikâr. 2. Yalnız; tek. [DS]
AYL
O IÜ H IİlM f S O M . »
aylak4, [aylak?] {ağız} zf. Geniş zamanın üçüncü teklik kişi sonuna getirilerek "-ir, -mez" anlamlı zarf fiil yapar. G elir a y la k (g elir gelm ez). [DS]
kıl yürütmede veya tartışmada dönüp dolaşıp aynı yere gelmek; işin içinden çıkamama; döngü; kısır döngü.
aylakçı, [aylak-çı i_5= j}U ] is. 1. Sürekli bir işi olma
aylanm ak1, [ay-la-n-mak ^ ^ .1 ] dönşl. fi. [-ır ] [eT,
yan, iş buldukça çalışan kişi. 2. Çok az bir ücretle veya sadece kamını doyurma karşılığında çalışan işçi. 3. Bir zorlama ve mecburiyet olmamasına rağmen hiçbir ücret almadan, bir menfaat sağlama dan çalışan işçi. 4. İmparatorluk döneminde, do nanma sefere çıktığı zaman geçici olarak alınan ücretli asker. 5. {eAT} {ağız} gnşl. Hizmetçi; işçi. [DS] 6. {ağız} İş sahibinin ve aile başkanmın ücret siz yardımcısı. [DS] 7. {ağız} sf. Asalak; beleşçi. [DS] 8. {ağız} Avcıların ağırlığını taşıyan tüfeksiz avcı. [DS]
eA T -ur] 1. Bir şeyin çevresinde tam bir devir yap mak; dönmek; devretmek; dolaşmak; gezmek; {eT} {eAT} {18.yy.} {ağız} (aynı). [Nevâyî] [DS] 2. {ağız} gnşl. Dışarı çıkarak biraz dolaşmak. [DS] 3. Dönüp dolaşıp aynı yere gelmek. 4. {eT} Benzemek. [Ne vâyî] 5. {ağız} (Kuş için) döne döne uçmak. [DS] 6. {ağız} Yolda, işte ağır aksak ilerlemek. [DS]
aylakçılık, -ğı [ay-la-k-çı-lık] is. 1. Aylakçı olma du rumu. 2. Aylakçı olanın niteliği, aylaklık, [ay-la-k-lık] is. 1. Aylak olma durumu; avarelik. 2. Aylak olanın niteliği. S aylaklık et mek, 1. B o ş otu rm ak; çalışm am ak. 2. T em bellik et m ek. 3. İşi o lm adığ ı için veya ça lışm a k istem ediği için boş g ez m ek ; a v a r elik e tm ek aylaktan, [aylak-tan] {ağız} zf. Bedavadan; beleşten. [DS] aylam a, [ay-la-ma] is. 1. Aylamak işi. 2. mim. Bir kemerin veya tonozun içbükey yüzeyi, ö aylama su, Girdap. aylam ak1, [ay-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Dön mek. 2. {ağız} Devam etmek, sürdürmek. [DS] 3. {ağız} Sözü uzatmak. [DS] 4. {ağız} Beklemek. [DS] aylam ak2, [ay-la-mak] gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] {ağız} Bir aylık süreyi geçirmek. [DS] aylan, [ay-la-n] {ağız} is. 1. Açıklık; alan; meydan. 2. Kuyudan su çekmekte kullanılan hayvanın yürüdü ğü yol. 3. Tarla sulamakta kullanılan kuyu. [DS] aylanç, [ay-la-n-mak > ay-la-n-ç / ay-la-nç] {ağız} is. Viraj. [DS] aylandırm ak1, [ay-la-n-dır-mak jjjj-Jbl] gçl. f i [-ir ] [eA T. -ur] Etrafı gezdirmek; çevrede dolaştırmak. aylandırm ak2, [eğ-le-n-dir-mek / oya-la-n-dır-mak > ay-la-n-dır-mak] gçl. f . [ -ır ] Savsaklamak; gecik tirmek. aylandız, [Endonezya y. d. > Çin. ai-lan-to (g ö k ağ a c ı)] is. bot. Sedef otugillerden, ana vatanı Çin olan, çabuk yetiştiği için gölge ağacı olarak yetişti rilen, kökleri çok kötü kokan bir ağaç; kokar ağaç; osuruk ağacı, (Ailanthus glan dıılosa). aylandurm ak, [ay-la-n-dur-mak] {eAT} gçl. fi. [-u r] Dolaştırmak; çevrede gezdirmek, aylangıç, [ay-la-n-gıç] {ağız} is. Pervane. [DS] aylanlamak, [ay-la-n-la-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Yalnız kalmak; ayrılmak. 2. Yan çizmek; dolanıvermek; sıvışmak. 3. Yoldan sapmak. [DS] aylanma, [ay-la-n-ma] is. 1. Aylanmak işi. 2. Bir a
aylanm ak2, [ay-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] Ay ışığında durmak; ay ışığında kalmak. [DS] aylı, [ay-lı] sf. 1. Üzerinde hilal resmi bulunan. 2. (Gece, gökyüzü vb. için) ay ışığı olan; mehtaplı. 3. Aylık süresi olan. 4. {eAT} Gebe; hamile. S aylı günlü, {ağız} (K adın için) doğu m y a p m a sı yakın o la n ; g eb e. [DS] aylıg, [ay-lığ] {eT} sf. (Belirtilen miktarda) aylık; ... aylık. [ETY] aylık, -ğı [ay-lık] is. 1. Devlet memurlarına veya bir işte sürekli olarak çalışanlara emekleri karşılığı veya bir kadroya dayalı olarak her ay ödenen ücret; maaş. 2. sf. (Para, ücret, kira, faiz vb. için) her ay hesaplanarak ödenen. 3. (Gazete, dergi vb. için) her ay çıkan, basılan veya yayınlanan. 4. (Süre, zaman dilimi olarak) o kadar ay tutarında olan; ay hesa bıyla. {eAT} (aynı) 5. Ayda bir kere olan; ayda bir görülen. 6. (Çocuk, yavru, vb. canlı için) belirtilen miktardaki aydan beri var olan, t? aylığa geçmek, 1. Gündelik, h a fta lık veya a y lık ü cret ile veya g e ç i ci o la r a k ça lışırk en aylı alm a y a başlam ak. 2. H er ay p a r a a la c a k şe k ild e b ir iş b u lab ilm ek ,|| aylık almak, Ç a lışm aları k arşılığ ın d a b ir ay tutarında ü cret a lm a k ; m aaş a lm a k .|| aylık bağlanmak, B i rin e ça lışm a la rı veya hizm eti karşılığ ın d a h er ay ücret verilm esi k ararla ştırılm a k; m aa ş bağlamak.\\ aylık verm ek, B ir a y lık ça lışm a sı k arşılığ ın d a üc ret ödem ek. aylıkçı, [ay-lık-çı] is. 1. Çalışmasının karşılığını ay lık olarak alan kimse. 2. Geçimini yalnızca aylığa bağlamış olan kimse, aylıklı, [ay-lık-lı] sf. 1. (Kişi için) aylık alan; maaşlı. 2. (İş için) ödemeleri aylıkla karşılanan. 3. (İş, alış veriş, kira vb. için) ödemesi aydan aya yapılan. aylıncak, -ğı [ay-lın-cak?] {ağız} is. Salıncak. [DS] aylok, [aylâ (Öyle) + ok (pekiştirm e edatı)] {eT} zf. Öyle. [DLT] aym a1, [ay-ma] {ağız} is. Avuç. [DS] aym a2, [ay-ma] {ağız} is. Takma isim; lakap. [DS] aym a3, [ay-ma] is. Gerçekleri görme, kendine gelme; ayıkma. aym aç1, [ay-maç] {ağız} is. Yağda kızartılmış ekmek ufağı. [DS]
n e m g
som .
389
AYN
aymaç2, [ay-ma-ç] {ağız} sf. Karışık; dökük saçık. [DS] aym ak1, [ay-mak j s I] gçsz. f i [ - a r ] 1. Ayılmak; ken dine gelmek; {eAT} {ağız} (aynı). [DS] 2. Dalgınlık tan sıyrılmak. 3. Kendine gelmek; uyanmak. 4. A l datıldığının sonradan farkına varmak. 5. m ec. Ger çeği anlamak. 6. {ağız} Caymak; vazgeçmek. [DS] 7. {ağız} Pişman olmak. [DS] aymak2, [ay-mak] gçl. f i [ - a r ] 1. Ayıltmak. 2. Sar hoşluğunu gidermek. 3. Uzaklaştırmak; defetmek. aymak3, [ay-mak] {eT} gçl. f i [-u r ] Anlatmak; açık lamak; söylemek; konuşmak; haber vermek; belirt mek; tasvir etmek; demek; takdim etmek. [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî] [Mühennâ] [DLT] [EUTS] B ayu birmek, {eT} Söyleyiverm ek. aymak4, [ay-mak] {ağız} gçl. f i [- a r ] Gözetmek; ne zaret etmek. [DS] aymak5, [ay-mak] {ağız} gçl. f i [ - a r ] Parlatmak; ağartmak; temizlemek. [DS] aymalamak, [ay-ma-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)y o r] 1. El ile karıştırarak sıvı hâle getirmek. 2. Yolmak; tırmalamak. 3. Kabaca okşamak. [DS] aymalık, -ğı [ay-ma-lık] {ağız} is. 1. Bağlardaki bek çi kulübesi. 2. Ev çatılarında kiremit altı. [DS] aymana, [haymana ?] {ağız} sf. Avare; başıboş; ay lak. [DS] aymanç, [ay-ma-nç] {eT} is. Çekingenlik; korku. [EUTS] [Gabain] aymançsız, [ay-ma-nç-sız] {eT} sf. Korkusuz. [EUTS] aymanmak, [ay-ma-n-mak] {eT} dönşl. f i Korkmak; çekinmek. [EUTS] [Gabain]
[-u r]
aymaz, [ay-mak (ayılm ak) > ay-maz] sf. 1. Çevre sinde olup bitenden habersiz. 2. Gerçekleri görüp kendisine kurulan tuzakları sezemeyen; gafil. 3. {ağız} Edepsiz; utanmaz. [DS] aymazlık, -ğı [ay-maz-lık] is. 1. Aymaz olma duru mu. 2. Aymaz olanın niteliği. 3. Çevresinde olup bitenlerden haberdar olamama ve kurulan tuzakları sezememe; gaflet. ayn, [Ar. ‘ayn ,>£•] {OsT} is. 1. Göz. 2. Bakış; nazar. 3. Kaynak, pınar. 4. Gözetleme yeri. 5. gnşl. Mal veya eşya. 6. Kendisi, aslı, tıpkısı. 7. huk. Para dı şında edinilmesi mümkün olan maddî, manevi her şey. S ayne’l-yakîn, {OsT} 1. D oğru dan g ö zlem leme yolu yla eld e ed ilen kesin bilgi. 2. G özüyle görmüş g ib i bilm ek. 3. zf. K esin o la ra k, güvenerek, II ayn-ı bahıka, {OsT} K ö r o la n tek g öz.|| ayn-ı betrâ, 1. Ayın harfinin başı. 2. H em ze. || ayn-ı ha kikat, {OsT} G erçeğin ken d isi.|| ayn-ı hata, {OsT} Yanlışlığın ta kendisi. || ayn-ı hayât, {OsT} 1. H a yat pınarı. 2. A bıhayat; ben g i su. || ayn-ı hikmet, {OsT} G erçek se b e b in kendisi. || ayn-ı lyam, {OsT} Gerçeğin görünüşü. ||ayn-ı ibret, {OsT} İb r e t gözü. I! ayn-ı inayet, {OsT} İyi niyetli b a k ış.|| ayn-ı isa
bet, {OsT} Y ap ılacak olan işlerin tam kendisi.\\ ayn-ı keram et, {OsT} 1. K eram etin kendisi. 2. P e y g a m b erler e y a k ışır y o ld a ; kera m et g ib i.|| ayn-ı m azm un, {OsT} h u k Kusur olsun olm asın, m utlak tazm ini g er ek en ayn.|| ayn-ı mevkuf, {OsT} huk. Vakfolunan şey .|| ayn-ı mürekkep, {OsT} zool. 1. P etek göz. 2. B irleşik g ö z ,|| ayn-ı vâhid, {OsT} Tek gözlii. || aynü’d-devle, {OsT} D evletin gözü (hü kü m dar unvanı). |j aynü’l-bakar, {OsT} 1. bot. Öküz gözü den ilen p a p a ty a ç eş id i; arnika, (C hry santhem um leucanthem um ). 2. min. D am arlı a k ik .|| ayn’ül-hayat, {OsT} H ayat çeşm esi; a b ıh a y a t.|| aynü’l-hirr, {OsT} K ed i gözü den ilen kıym etli ta ş.|| aynü’l-kemâl, {OsT} Kötü bakışı, nazarı bozan b a k ış.II aynü’l-lâme, {OsT} K ötü bakış, kötü naz a r .|| aynü’s-sevr {OsT} 1. B o ğ a gözü. 2. g ö k b. G ö k kürenin kuzey yarım kü resin de bulunan B o ğ a Burcunun en p a r la k y ıldızı; Taurus. || aynü’ş-şems, {OsT} D eğ erli b ir taş. ayn a1, [Far. âyîne => ayna] is. 1. Işığı yansıtarak ci simlerin görüntüsünü veren arkası sırlı cam; gözgü. 2. gnşl. Ayna gibi ışığı yansıtan düz yüzey. 3. mec. Bir olayı veya durumu göz önüne seren, göz önün de canlandıran şey. 4. argo, {ağız} Çok iyi ve mü kemmel; yolunda; iyi bir hâlde. [DS] 5. Çayır kuş larını avlamakta kullanılan, dik bir ayak üzerine yerleştirilen küçük aynalardan meydana gelmiş av aleti. 6. Müneccimlerin, sihirbazların baktıkları cam küre. 7. Akıntı ve anaforun birleştiği yerlerde meydana gelen su düğümlenmesi. 8. Yatay ve di key açıları ölçmeye yarayan alet; sextant. 9. Kayık küreklerinin yassı uç kısmı. 10. Su altını görmeye yarayan dibi camdan kova biçimindeki denizcilik aracı. 11. Geçme kapılarda kapı kanatları ve kuşak lar arasında kalan geniş düz levhalar. 12. Marangoz araçlarından olan rendenin düz olan tabam. 13. At ların diz kapağı. 14. Cuma günü. 15. Karagözcü perdesi. 16. {ağız} Tütün balyalarının düz ve parlak yüzü. [DS] 17. {ağız} Ördek avı için özel olarak ha zırlanan temiz gölcük. [DS] 18. {ağız} Röntgen; radyoskopi. [DS] 19. {ağız} Tütün kurutmak için özel olarak yapılmış kurutma yeri. [DS] 20. {ağız} Işıldak. [DS] 21. {ağız} Kayıkların kıç tarafındaki düz yüzey. [DS] 22. {ağız} Binalarda ön yüz; cephe; antre. [DS] 23. argo. sf. Kötü; berbat. S ayna aç m a, O rm an cılıkta a ğ a ç kesim in den ö n c e k esilec e k a ğ a ç la r ı işaretleyip d a m g a lam ak için balta ile el ay ası şeklin d e kab u k sıyırm a; s a k a r açm a. || ayna cam ı, ik i yüzü d e düz, ayna y a p ım ın a elv erişli cam v eya k rista l.|| ayna ertesi, {eAT} C um artesi.|| ayna gibi, 1. A ynaya benzer. 2. Ç o k temiz ve b errak. 3. Pürüzsüz. 4. A çık ve net g ö rü leb ilen ; k arm a şık değ il.||ayna günü, {eAT} C um a.||ayna işareti, E rken bunam anın belirtisi o larak, hastanın y aşlan dığ ın ı id d ia e d e r e k uzun sü re ayn a k arşısın d a kendini in celem esi şeklin d e beliren hastalık.\\ ayna kemiği,
AYN
l M
{ağızj anat. 1. Diz k a p a ğ ı kem iği. 2. A şık kem iği. [DS]|j ayna konuşması, K elim eleri ve cü m leleri tersinden sö y lem e şeklin d e görü len b ir hastalık.\\ ayna sırı, A yna y ap ım ın d a kullanılan ve cam ın bir yüzüne sürülen k alay m alg am ası,|| aynası açılm ak, {ağız} (At için) tökezleyip dizini y a ra la m a k ; aynalam ak. [DS]|| ayna tahtası, {ağız} M erdiven b a sa m ak la rın d ak i dikey tahta. [DS]|| ayna taşı, 1. Ç eşm elerd e oluğun takıldığı d ik ve işlem eli taş. 2. {ağız} Çeşm enin m usluk takılan yeri. [DS] 3. E v le rin ön yüzü için düzgün yontulm uş taş. 4. {ağız} D eğirm en oluğunun altına ilk kon an taş. [DS] 5. {ağız} H ela deliğin in altına ilk kon an taş. [DS] || ay na tırnağı, Aynayı d u vara tutturm aya y a ra y an kü çü k kancalar.\\ ayna tutm ak, 1. B irinin ayn ada kendisin i g ö reb ilm esin i sağ lam ak. 2. Ayna ile gü n eş ışığını y a n sıta ra k b ö y le c e h a berleşm ek . 3. {ağız} K a lleş lik etm ek. [DS] ayna2, [ay-(ı)n-a] {eT} is. Şeytan. [EUTS] aynâ3, [Ar. ‘ayna
(ayna:) {OsT} sf. (Kadın için)
iri ve güzel gözlü, aynabakar, [Ar. ‘aynü’l-bakar] is. bot. 1. Kocaeli taraflarında yetişen yumurta büyüklüğünde, kırmı zımsı mavi renkli, ince kabuklu meyveleri olan yerli bir erik türü; sığır gözü; inek gözü, (Arunus d om estica). 2. Dağ kestanesi, (Arnica m ontana). aynacı, [ayna-cı] is. 1. Ayna yapan veya ayna satan kimse. 2. Eskiden saraylarda veya hamamlarda ay na taşıyan kimse. 3. Ayna falına bakan falcı. 4. a r g o. İşine hile karıştıran, göz boyayıp aldatmaya ça lışan kimse; hileci. 5. Gemilerde teleskoplara bak makla görevli olan kişi, aynacıklı, [ayna-cık-lı] {ağız} sf. 1. Yakışıklı. 2. is. Yünden örülmüş bir tür erkek çorabı. [DS] aynak, -ğı [ay-na-k?] {ağız} sf. 1. Işıklı; aydınlık. 2. Su kıyılarında yaşayan küçük ve kara bir tür leylek; kelaynak. [DS] S aynak gazzak, {ağız} D üzen; d a la v e r e ; e s te k köstek. [DS]|| aynak oynak, {ağız} K a rm a k a rışık ; darm adağın . [DS] aynalamak, [ayna-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Ayna takmak; aynalı hâle getirmek. 2. gçsz. f . {ağız} (At için) tökezleyip dizini yaralamak; aynası açılmak. [DS] 3. {ağız} Parlamak; görülesi bir du rum oluşmak; manzara arz etmek. [DS] aynalanma, [ayna-la-n-ma] is. Aynalanmak işi. aynalanm ak1, [ayna-la-n-mak] e d il.f. [-ır ] 1. Aynalı duruma getirilmek. 2. Parlatılmak; cilalanmak. 3. dönşl. f . Ayna görünümü kazanmak. 4. {ağız} (Sıvı için) ayna görevi yapabilecek kadar durulmak. [DS] 5. {ağız} Dizi üstüne düşerek diz kapağı yaralan mak. [DS] 6. Ayna sahibi olmak; ayna edinmek,
I İ İ I C t S M
.,,3 0
fiyakalı; süslü; gösterişli [DS], 6. {ağız} Saçsız; kel. [DS] 7. {ağız} Sevdalı; âşık. [DS] 8. {ağız} Başıboş; avare. [DS] 9. {ağız} (At ve sığır için) alnında beyaz leke bulunan. [DS] 10. is. {ağız} Emirdağ’da doku nan kilimlere verilen ad. [DS] 11. {ağız} Cam bilye. [DS] 12. {ağız} İnce süs altını. [DS] 13. {ağız} Tek fişekli martin. [DS] S aynalı dolap, K a p ısın d a ay na olan e lb is e d o la b ı. || aynalı içlik, Yüzü ve astarı a ra sın a p a m u k düşenm iş kadın elbisesi. || aynalı işlik, {ağız} Aynalı içlik. [DS]|| aynalı nakış, {ağız} B ir tür ç o r a p nakışı. [DS]|| aynalı Pembe, Süsüne ç o k düşkün ve elin den ayna düşm eyen k ad ın .|| ay nalı sakar, {ağız} Alnı b ey az keçi. [DS]|| aynalı sal ma, {ağız} B ir tür kilim m otifi. [DS]|| aynalı sazan, zool. K uyruk y ü z g eci d ik v e tatlı su la rd a y a şa y an bir b a lık türü, (Cyprianus ca rp io ). || aynalı tıraş, {ağız} B aşın üst kısm ı ustura ile kazın ıp y a n la rd a s a ç b ır a k a r a k y a p ıla n tıraş. [DS]|| aynalı yazı, hat. S im etrik b ir şe k ild e düzenlenm iş süs yazısı. aynalık, -ğı [ayna-lık] is. 1. {ağız} Eskiden, ev duvar larına ayna asmak ya da oturtmak için hazırlanmış özel yer. [DS] 2. {ağız} Pencere. [DS] 3. dnz. Gemi nin adı ve bağlı olduğu limanın yazılı bulunduğu kıç bölümü. S aynalık tahtası, dnz. B ir filika n ın veya san d alın k ıç tarafın d a oturan düm encinin sır tını dayad ığ ı ve y o lcu la rı ay ırm ay a y a ra y a n tahta. aynasız, [ayna-sız] sf. 1. Aynası olmayan. 2. argo. Hoşa gitmeyen; yakışıksız ve çirkin. 3. {ağız} argo. Biçimsiz; çirkin; kötü; düzensiz. [DS] 4. Hileli tavla zarı. 5. a rg o. Polis ve jandarma. 6. {ağız} Kabadayı. [DS] 7. {ağız} Düşük karakterli; terbiyesiz. [DS] aynasızlık, -ğı [ayna-sız-lık] 1. Aynası olmama hâli. 2. argo. Hoş karşılanmayacak, düzensiz ve kötü biçim. aynaş, [oyna-ş / aynaş] {ağız} is. Kadının âşığı; ho vardası. [DS] 6 1 aynaş koynaş etmek, {ağız) K a r m ak arışık etm ek; ç a rp ık çu rpuk h â le getirm ek. [DS]|| aynaş oynaş olmak, {ağız} Sevişm ek. [DS] aynaşık, -ğı [ay-(ı)n-a-ş-ık ?] {ağız} sf. 1. Sırnaşık; arsız. 2. Karışık; karmakarışık; dağınık. [DS] aynaşm ak, [ay-(ı)n-a-ş-mak ?] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] 1. Sırnaşmak; musallat olmak; sataşmak. 2. Bırakıp uzaklaşmak. 3. Girişmek; işe başlamak; koyulmak. 4. Alay etmek; eğlenmek. 5. Karışmak; karmakarı şık olmak; birbirine girmek. 6. Yapışmak. [DS] aynaştırm ak, [ay-(ı)n-a-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] 1. Çözmek; düzeltmek; halletmek; uyuşturmak. 2. Karıştırmak. [DS] aynat, [Yun. ayennitos => aynat] {ağız} sf. Daha beter; kötü. [DS] S aynat beynet, {ağız} U cube; d o ğ a l dışı; gayritabii. [DS]
aynalı, [ayna-lı] sf. 1. Aynası olan. 2. Üzerine ayna aynaz, [? aynaz] is. 1. Seyirlik köy oyunlarının yö netmeni. 2. {ağız} Bataklık; sulu yer. [DS] konulmuş veya ayna ile süsülenmiş olan. 3. argo. Uygun, elverişli. 4. argo. Durumu düzgün, iyi olan. ayne, [Far. âdine => ayne] {eAT} is. Cuma. 0 ayne irtesi, {eAT} C um artesi.|| ayne irtesi eylemek, 5. {ağız} argo. Alımlı ve çekici güzelliği bulunan;
M fflH EE S İ M . 3»ı
AYR
feAT} (Y ahudiler için) cu m artesi y a sa k la r ın a uy mak. aynek, [Far. ‘aynek db-p] {OsT} is. Gözlük. aynen1, [Ar. ‘ayn (asıl) > ‘aynen
lL p ]
(a'ynen) (OsT)
zf. 1. Olduğu gibi, değiştirilmeden; aynıyla; aynı biçimde; tas tamam; harfi harfine. 2. {ağız} Çok doğru; bildiğin gibi; söylediğin gibi; tas tamam öyle. [DS] aynen2, [Ar. ‘ayn-en Iİp] (a'ynen) {OsT} zf. (Borç ödeme için) para değil de belirlenmiş bir mal ile. ayneynî, [Ar. ‘ayneynı ,y_^p] (ayneyni:) {OsT} sf. İki gözle bakan. aynı, [Ar. ‘ayn (asıl) + Far. -î (izafet k esresi) > aynı j~s-] (a'ynı) sf. 1. Bir şeyin kendisi, başkası değil; yine o. 2. Ayırt edilemeyecek kadar nitelikleri ben zeyen; özdeş. 3. Zaman içinde değişikliğe uğrama yan; eski hâlini koruyan; farklı değil. S aynı ağzı kullanmak, B en z er biçim d e kon u şm ak; ağız birliği etmek. || aynı kapıya çıkm ak, S onu çta b ir şey d e ğişm em ek, aynı sonu cu alm ak. || aynı kaptan su içmek, 1. B ir b a şk a sıy la b en z er işler y apm ak. 2. (İki ayrı kişi için) ben z er n itelikler taşım ış o lm a k .|| aynı şekilde, B irbirin e ç o k b en z er b içim d e.|| aynı şey, Nesne, o la y vey a durum o la r a k ayrı o lm a la rı na rağm en son u ç o la r a k b ir şey d eğ iştirm eyen ; fa r k etm ez; h ep si b ir.|| aynı telden çalm ak, 1. B ir başkasıyla ben z er şe y le r söylem ek. 2. İk i ve d a h a ç o k kişinin ben zer d a v ra n ışlard a bulunm ası. || aynı yolun yolcusu, Aynı kötü sonu cu doğu ru cu işleri yapan kişiler.\\ aynı zam anda, i . İş ve oluş b a k ı mından b e ra b e rlik için d e bulunan; bununla b e r a ber. 2. Ayrıca. 3. H em de. aynılık, -ğı [aynı-lık] is. Aynı olma durumu; özdeş lik; ayniyet. aynımak, [ay-(ı)n-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] 1. Bü yümek; gelişmek. 2. Sağlığı düzelmek. [DS] aynısefa, [Ar. ‘ayn-ı şafa5
j- t] (ay n ısefa:) is.
bot. Bileşikgillerden uzun süre açan parlak sarı çi çekli; çiçeklerinin boyama ve dezenfektan özelli ğinden yararlanılan otsu bir kır bitkisi; kadife çiçe ği, (C alendula arven sis). aynışlı, [ay-(ı)n-ış-lı] {ağız} sf. Akıllı; algılı. [DS] aynışsız, [ay-(ı)n-ış-sız] {ağız} sf. Akılsız; algısız. [DS] aynıtmak, [ay-(ı)n-ıt-mak] gçl. f . [ -ır ] Geliştirmek; büyütmek.
ğeri yüksek taşınabilir (mal). S aynî akitler, huk. B orçlunun a la ca k lıd a n bir şe y alm ası ile kurulan ve tam am lanan b o rç ilişkisini doğu ran sö z leşm e ler. || aynî dava, huk. Aynî h a k la r a ilişkin dava. || aynî haklar, huk. E şy a üzerinde doğrudan ta sa r ru f y etk isi veren ve h er k e se karşı ileri sü rü lebilen h a k lar. || aynî kredi, bank. B a n k a tarafından rehin a lın m a k su retiyle verilen b orç. || aynî mesuliyet, huk. B a ş k a m allarla d eğ il d e b e lli b ir m alla soru m lu olm ak. ||aynî serm aye, ekon. B ir ticaret o rta k lı ğ ın d a ortakların m al o la r a k v erd ikleri ve b ilan çoy a g eç ir ileb ilir varlıklar. ||aynî tem inat, huk. B ir b o r c a k a rşılık m enkul veya gayrim en ku l b ir m alın te m inat g ö sterilm esi.|| aynî yardım , Ç a lışa n la ra üc retin dışın da yiy ecek, g iy e c e k g ib i m a l v er ere k y a p ıla n so sy a l yardım . ayniyat, [Ar. ‘ayn (göz, e s a s nesn e) > ‘ayniyyât o U -p ] (ayniya:t) {OsT} 1. Kullanmaya ve tüket meye elverişli malzeme. 2. Resmî dairelerde mal zeme ve mal işleriyle ilgilenen bölüm, ö ayniyat defteri, B ir ticareth a n ed eki veya kuru m daki m al kayıt defteri. ||ayniyat m em uru, D evlet d a irelerin d e d em irb aş eşy a ve m ali işlerden sorum lu g örev li. || ayniyat muhasebesi, B ir kurum a giren v e çı kan m alların kayıtları ile ilgili h esap lar. ayniye, [Ar. ‘ ayn (göz) > ‘aynlyye a~-p] (a y n iy e) {OsT} is. 1. Taşınabilir değerli eşya. 2. Göz hasta lıkları kliniği. 3. sf. Para değil de eşyanın kendisi olarak alman. 4. sf. Gözle ilgili. ayniyet, [Ar. ‘ayn > ‘ayniyyet c ^ p ] {OsT} is. Aynı lık; tıpkılık; özdeşlik, aynştayniyum, [Fizikçi Einstein > Fr. einstenium] is. kim. Atom numarası 99 olan, tabiatta bulunmayan ancak Uranyum-238’in ışıması veya termonükleer tepkime sırasında oluşan Es 253, Es 254 ve Es 255 adlarında üç ayn izotopu bulunan radyoaktif ele ment; sembolü: Es. ayol, [ay+oğul > ayol] (a'yol) ünl. Daha çok kadınlar tarafından hitap amacıyla kullanılan bir seslenme sözü. -ayom , [-ayom / -eyom] feAT} çek. e. Geniş zaman teklik 1. kişi, -ıyorum. Seni alay om (alıyorum ) deyü p y akın n ık eyledi. Şer’iye Sicilleri. -ayor, [-a+yor / -e+yor] {eAT} çek. e. Geniş zaman teklik 3. kişi, -ıyor; -uyor. ayöte, [ay+öte] is. g ö k b. Bir gök cisminin yörünge sinin A y’a en uzak olan noktası,
aynıyla, [aynı + ile] (aynı'.yla) zf. Hiçbir değişiklik olmaksızın; olduğu gibi; aynen. S aynıyla vaki, Tam söylenen g ib i m eydan a g elm e; aynen öyle.
aypek, [ay+pelc] {ağız} is. Ay'ın on beşinci günü; do lunay. [DS]
ayni1, [Ar. ‘aynı
ayr, [Ar. ‘ayr
(ayni:) {OsT} sf. -*• aynı.
aynî', [Ar. ‘aynı (jrup] (ayni:) {OsT} sf. 1. Gözle ilgili. 2. Göze ait. 3. Karşılığı mal olarak ödenen. 4. De
{OsT} is. Eşek.
ayra, [ay-ır-mak > ay-(ı)r-a] {ağız} is. Ağaç çengel. [DS]
DİM İC E SÖM.
AYR ayraç, -cı [ay-ır-mak > ay-ır-aç > ay-(ı)r-aç] is. 1. Cümleyi anlamca pekiştirmesine rağmen cümle kuruluşu içinde yer almayan bir öğeyi belirtmek için başma ve sonuna konulan ( ) işaretleri; paran tez; muteriza; tırnak. 2. mat. Matematikte öncelikle yapılacak işlemleri belirtmek için kullanılan {[( )]} işaretleri. S ayraç açm ak, ed. Söz y a d a y azıy a anlatım ın a kışın a uygun dü şm em ekle birlikte d o laylı o la r a k konuyu ilgilen diren sö z ek lem e g irişi mi,|| ayraç içinde, ed. K onu dışın a ç ık a ra k ; ayrıca. ayran, [eT. ayran] is. 1. Yoğurdun sulandırılması ile elde edilen bir içecek. {eT} (aynı) 2. Yayıkta yoğurt su ile çalkalanmak suretiyle üstte biriken yağın alınmasından sonra altta kalan besleyici sıvı. 3. {ağız} Sönmüş kireçten hazırlanan badana kireci. [DS] S ayran ağızlı, argo. A ptal; bön ; b u d ala ; sersem ; sa la k ; b o ş b o ğ a z ; geveze.\\ ayran aşı, {ağız} Buğday, m ısır y a d a a rp a kırm ası ile y a p ıla n bir tür ayran lı ço rb a . [DS] || ayran böreği, A yran k ı vam ındaki ham u r için e ısırgan otu veya ısp a n a k k a rıştırarak fır ın d a y a p ıla n b ir tür bö rek, || ayran budalası, Ç a b u k k an d ırıla bilen ; a h m a k; b u d ala ; bön. || ayran delisi, Ç a bu k k an d ırıla bilen ; ah m a k; b u d ala ; bön ; safdil. || ayran geven, {ağız} 1. A ptal; sersem ; bu dala, b ecerik siz ; g ev eze; miskin. 2. D a l kavuk. [DS]|| ayran gönüllü, {ağız} 1. B ir şeyden ça b u k bıkan, ça b u k usan an ; maymun iştahlı. 2. H er gördüğü ne â ş ık o la n ; şıpsevdi. [DS]j| ayranı ka barm ak, a rg o. 1. Aşırı ö lçü d e öfk elen m ek; köp ü r mek. 2. Aşırı cin sel arzu duymak. 3. {ağız} H aylaz lık etm ek. [DS] 4. T erbiyesizlik etmek.\\ ayranını budur, yarısı sudur, “E lim de bulunan im kân bu k a d a r; a n ca k buna gücüm yetiyor. ” an lam ın da öziir d ilem e sözü. || ayranı yok içmeye atla gider sıçm aya, a rg o. Yoksulluğuna rağm en g ö steriş için h a rca m a d a bu lu n an lara söylen en a la y sözü.\\ ay ran içmeye geldik, a ra açm aya değil, A n laşm az lığı büyütm ek değil, an laşm a ve dostluğu g ü çlen dirm ek am a cın d a olunduğunun ifadesi. || ayran ke sen, S abah ley in gün eş doğm ad an ö n ce esen sert ve so ğ u k rü zgâr.|| ayran kovanı, {ağız} Yağ, p ey n ir y a p m a k için yoğu rdu n için de karıştırıldığı g en iş ve derin kap. [DS] ayrancı, [ay-(ı)r-an-cı] is. 1. Geçimini ayran yapmak veya satmakla sağlayan kimse. 2. Erkeğin eşine hitap sözü. 3. sf. Zayıf, ayrancılık, -ğı [ay-(ı)r-an-cı-lık] is. Ayrancının işi ve mesleği. ayranlaşm a, [ay-(ı)r-an-la-ş-ma] is. Ayran görünüm ve kıvamına gelme, ayranlaşm ak, [ay-(ı)r-an-la-ş-mak] dönşl. Ayran gö rünüm ve kıvamına dönüşmek, ayranlık, -ğı [ayran-lık] {ağız} is. Badana kirecinin hazırlandığı çukur; kireç kuyusu. [DS] S ayranlığı kabarm ak, {ağız} Ö fkelen m ek; kızm ak; ayranı k a barm ak. [DS]
ayransız, [ayran-sız] {ağız} sf. 1. Yoksul. 2. Çirkin. [DS] ayrı, [eT ayrığ > ayrı] sf. 1. Birbiri ile beraber, bitişik bulunmayan; yerleri bir olmayan; aralıklı. 2. Birbi rine benzemeyen, özdeş olmayan; farklı; değişik; başka. 3. {ağız} Uzak; ırak. [DS] 4. zf. Kendi başma, kendi kendine. 5. Diğerlerinden farklı olarak. 6. {ağız} zf. -a doğru; -dan yana. [DS] S ayrı ayrı, 1. ik i ve d a h a fa z l a şey i b irb irin e karıştırm adan . 2. Ayrılm ış olan şeylerin h er biri için tek er tek er.|| ayrı basım, B ir d erg id e veya a n sik lo p ed id e y ayım lanm ış bilim sel b ir yazının a y rıca kitap veya broşü r o la r a k basılm ası. || ayrı baş çekmek, K en d i bild i ğin i yapmak.\\ ayrı biçimlenme, kim. B ir elem entin kristalleşm e sıra sın d a atom ların ın fa r k lı düzende y erleşm esin d en d olay ı d eğ işik fiz ik s e l y a p ı g ö ster m esi; allotropi.\\ ayrı cinsten, Yapısı ve türü fa r k lı o la n ; g a y ri m ü tecan is; heterojen.\\ ayrı çanak yapraklılar, bot. Ç a n a k y a p ra k la r ı b irb irin e bitişik olm ayan bitkiler.\\ ayrı çekmek, {ağız} I. K a rşı koy m ak; m u h alefet etm ek; tersin e gitm ek. 2. K en di d iled iğ in ce h a rek et etm ek. [DS]|| ayrı düşmek, 1. B e r a b e r bulunm ası g er ek en iki ve d a h a fa z l a kişi veya nesnenin birbirin den uzak kalm ası, 2. D üşün c e le r i fa r k lı olm ak. 3. A yrılm ak. || ayrı eşeyli, Yal nız e r k e k veya dişi g a m et m eydan a getiren. || ayrı gayrı bilmemek, B irbirlerin d en b ir şey esirg em e y e c e k k a d a r y akın olm ak. || ayrı seçi, {ağız} F a rk lı uygulam a; ay rık işlem . [DS] || ayrı seçi olmak, {ağız} B a ş k a türlü m u am ele g ö rm ek ; ayrı tutulmak; eşitlik g özetilm em ek, [DS]|| ayrı sesli, dbl. Yazılış ları b irb irin e ben zem esin e rağm en b a ş k a se s le r veren h a r f veya heceler.\\ ayrı taç yapraklılar, bot. T aç y a p ra k la r ı b irb irin e bitişik d eğ il d e yan y a n a y e r alnıış bulunan bitkiler.\\ ayrı tutm ak, Birini d iğ erlerin d en d a h a üstün görm ek, d e ğ e r verm ek. ayn e, [a(3-rı-ş > ayrış > ayrıç ^ j.~\] {eAT} is. İki yolun ayrıldığı yer. ayrıca, [ayrı-ca] (a'yrıca) zf. 1. Başkalarından ba ğımsız olarak; ayrı olarak. 2. Özel olarak; özellikle. 3. Biraz ayrı duran; azıcık ayrılmış. 4. bağ. Bunun yanı sıra; bundan başka; ayrıcalı, [ayrı-ca-lı] sf. 1. Başkalarına benzemeyen; müstesna. 2. Ayrı tutulan, ayrıcalık, -ğı [ayrı-ca-lık] is. 1. Başkalarından ayrı ve üstün tutulma durumu; imtiyaz. 2. huk. Bir kim seye veya topluluğa tanınan özel haklar. S ayrıca lık tanım ak, 1. B aşka la rın d a n d a h a fa z la y a r a r lan m a h akkı verm ek; imtiyaz tanım ak. 2. B a ş k a la rından d a h a üstün tutmak, on lard an fa z l a d eğ e r verm ek. ayrıcalıklı, [ayrı-ca-lık-lı] sf. 1. Ayrıcalığı olan ve ayrıcalık tanınan; imtiyazlı. 2. zf. Diğerlerinden üs tün tutarak; gözeterek, ayrıcalıksız, [ayrı-ca-lık-sız] sf. Herhangi bir ayrıca lığı olmayan; ayrıcalık tanınmayan; imtiyazsız.
AYR
« 393
ayrıcasız, [ayrı-ca-sız] zf. 1. Ayrı tutulmadan. 2. Tam ve kesin olarak. 3. Belirlenmiş kurallara uygun bi çimde; istisnasız. ayrıç, [ad-rı-ş > ayrış > ayrıç ] {ağız} is. Yolun ikiye ayrıldığı yer; yol ayrımı; yol çatı; kavşak. [DS] ayrık, -ğı [eT. ad-ır-mak (ayırm ak) > ad-(ı)ı-ık / ay rık Jj±T] s f 1. Birbirinden ayrı duran. 2. Arasında açıklık bulunan; aralıklı. 3. Bölünmüş, ayrılmış. 4. Benzerlerinden ayrı tutulan; müstesna. S .fız. Sınırlı sayıda; süreksiz. 6. {eT} {eAT} Yaban geyiği. 7. is. bol. Ayrık otu. {eT} (aynı) [DLT] 8. man. Veya bağ lacı ile ikiye ayrılmış önerme. 9. Çocukların kuş avladıkları sapanın çatalı. 10. zf. {eT} {eAT} Bundan sonra; bir daha; artık; başka; özge; diğer; gayri; farklı; maada. [Mühennâ] S ayrık etmek, {eAT} Ayırmak; ayırt etm ek. j|ayrık koçu, {eAT} 1. Yabani geyik. 2. Yaban sığ ırı.|| ayrık koyum, {eAT} 1. Ya ban koyunu. 2. Yaban sığırı. || ayrık küme, mat. A ralarında h iç b ir o rta k elem an bulunm ayan küm e ler,|| ayrık otu, bot. B u ğ daygillerden yurdum uzda yirm i k a d a r türü bulanan, ç o k hızlı g e liş e r e k y a y ı lan, k ök leri h a lk h ekim liğ in de id ra r söktürücü o la rak kullanılan tarım a z a ra rlı bitki, (Agropyı~um).\\ ayrık sütun, mim. H erh a n g i b ir duvar veya a y a k la birleşm eyen tek b a şın a sütun. || ayrık toplam a, mant. Ç eşitli terim lerin birbirin i d ışa rıd a b ıra k m a sını g erektiren m antıki toplama.\\ ayrık yıl, g ö k b. Güneşin ken di eksen i etrafın d a y ıld a yap tığ ı I I saniyelik f a z la dön m eden d olay ı yıldız y ılm a g ö r e 4' 45" d a h a fa z l a olan yıl. ayrıklı, [ayrık-lı] sf. 1. Ayrık durumda bulunan; aralıklı; fasılalı. 2. Ayrık tutulan; bağışık; muaf. 3. Benzerlerine uymayan; istisnai. 4. İçinde ayrık otu bulunan. ayrıklık, -ğı [ayrık-lık] is. 1. Ayrıklı olma durumu; istisna. 2. Ayrı tutulma; istisna. 3. Ayrı tutma; is tisna. 4. g ö k b. Gezegenlerin görünürdeki düzensiz liği veya yörüngesi bir konik olan gök cismini merkeze birleştiren doğrunun büyük eksen ile yap tığı açı; anomali. 5. man. Önermeler arasında veya ile belirlenen ilişki; mantıksal toplam. 6. fe l. Kap lamları birbirinden farklı olmakla birlikte aynı ya kın cinsin kaplamına giren kavramlar arasındaki ilişki. Ev - oku l: Bina. 7. Ayrık otu bol bulunan yer. ayrıksı, [ay-ru-k-sı / ayruhsı / ayrık-sı
sf. 1.
Benzerlerinden ayrı olan; başka; başka türlü; farklı. {eAT} (aynı) 2. Alışılmış durum veya genel kurallara uymayan; kural dışı; eksantrik. 3. Başkaları ile bir likte hareket etmeyen; ayrı baş çeken. 4. Çevresin dekilere ters düşen; acayip; başka; bambaşka; hiç bir şeye benzemeyen; tuhaf. 5. {ağız} Çekingen. [DS] 6. {ağız} Kendini beğenmiş. [DS] 7. Ayrık otu na benzer; ayrık gibi olan. 8. zf. Başkalarından farklı olarak. S ayrıksı ay, g ö k b. Ay 'ın y örü n g e
sin d eki en b e ri noktasın dan iki d efa g e ç iş i a ra sın d a k i sü re fa r k ı. ||ayrıksı yıl, g ö k b. Dünya'nın k en di yörü n g esin d eki gün b eri n oktasın dan iki g eç iş i a ra sın d a k i sü re fa r k ı ; ayrık yıl. ayrıksılık, -ğı [ayrık-sı-lık] is. 1. Ayrıksı olma du rumu. 2. Ayrıksı olanın niteliği, ayrıksımak, [ayrık-sı-mak
^.T] {eAT} gçsz. f . [-r ]
Başka türlü olmak; başkalaşmak; değişmek, ayrıksırak, [ayrık-sı-rak] sf. ve zf. Daha başka türlü; bambaşka. ayrıksıtm ak, [ayrık-sı-t-mak] gçl. f . laştırmak, değiştirmek,
f - ı r j Başka
ayrıksız, [ayrık-sız] zf. 1. Ayrığı bulunmayan. 2. Ki şiler ve nesneler arasında hiçbir ayrım yapmadan; ayrım yapmaksızın; istisnasız; bilaistisna. 3. (Tarla, bahçe vb. için) ayrık otu bulunmayan, ayrılan, [ayrı-l-an] sf. Ayırma işlemine konu olan, ayrılanm a, [ayrı-la-n-ma] is. fız . Bütünden ayrılıp bir yerde toplanma, ayrılanm ak, [ad-ru-la-n-mak7ay-ra-la-n-mak
I]
{eAT} d ö n şl.f. [-u r] Ayrılmak, ayrılaşm a, [ayrı-la-ş-ma] Ayrılaşmak işi. ayrılaşm ak, [ayrı-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [-ır ]\ . Benzer leri arasından farklı bir durum ve konuma gelmek; fa r k lıla şm a k . 2. Birbirinden ayrılmak, ayrılaştırm ak, [ayrı-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Ayrı durum almasını sağlamak. 2. d il b. Bir sesin başka bir ses etkisi ile değişikliğe uğraması, ayrıldıgunlayın, [ayrı-l-dığu-n-laym] {eAT} zf. Ayrı lır ayrılmaz; ayrıldığı gibi; ayrıldığı vakit; ayrılın ca. ayrılı, [ayrı-lı) sf. Ayrılmış, uzaklaşmış bulunan. S ayrılı gayrılı, 1. B irbirin den uzaklaşm ış olan lar. 2. B irbirin e y a b a n c ı im iş g ib i davran an veya ö y le bir izlenim bırakan lar. ayrılıcı, [ayrı-l-ıcı] {eAT} sf. 1. Terk eden; bırakan. 2. Göç eden; bulunduğu yerden uzaklaşan. ayrılık, -ğı [ayrı-lık j J ^ J ] is. 1. Ayrı olma durumu. 2. Birinden uzakta kalma; hasret. 3. Sevdiği kimse lerden ıızak veya başka bir yerde bulunma; hicran. 4. Görüş ve düşünceler arasındaki farklılık; uymaz lık; mübayenet. 5. huk. Boşanma öncesinde haki min belki anlaşabilirler düşüncesiyle geçici bir süre eşler arasındaki evlilik birliğine ara verme kararı. 6. Eşlerin kendi istekleriyle birbirlerinden ayrı ya şaması. S ayrılık çeşmesi, I. İki g öğü s arası. 2. Uzırn sü re köyünden a y r ıla c a k olan kişilerin uğurlan dığı köy dışın daki çeşm e b a şı.|| ayrılık davası, huk. B oşan m a d av asın a d a y a n a k olm ası için e ş le r den birinin g e ç ic i sü re ile ev lilik birliğ in e a r a ve rilm esi a m a cıy la açtığ ı dava. || ayrılık göz yaşı, G u rbete g id en le rle yakın ların ın ayrılırken a ğ la m a k su retiyle akıttıkları g ö z yaşı. || ayrılık kargası, {eAT} Burnu ve a y ak la rı kırm ızı k a r g a .|| ayrılık
AYR
Ö IÜ H IÜ fflfC E S ü i M
türküleri, fo lk . Uzun sü re köyünden, evinden ayrı k alm ak üzere g u rb ete g id en ler h akkın d a y akılm ış türküler; gu rbet türküleri; h a sret türküleri. ayrılıkçı, [ayrı-lık-çı] is. ve sf. 1. Ayrılık yanlısı, ay rılma taraftarı olan; bölücü. 2. Ayrılmak için mü cadele eden. 3. Ayrılıkçılığa ait. ayrılıkçılık, -ğı [ayrı-lık-çı-lık] is. 1. İçinde yaşadığı ülke veya tabi olduğu devletten koparak ayrı bir devlet olmak için girişimde bulunma. 2. Ait olduğu siyasi veya toplumsal gruptan farklı tutum içine girerek baş çekme, gruplaşma olayı, ayrılır, [ayrı-l-ır] sf. Ayrılması mümkün olan; ayrı labilir. ayrılış, [ayrı-l-ış] is. Ayrılmak işi ve biçimi, ayrılışmak, [ayrı-l-ış-mak
{eAT} işteş, f . [-
u r] Birbirinden ayrılmak, ayrılma, [ayrı-l-ma] is. 1. Ayrılmak işi. 2. Bölünme; parçalanma; uzaklaşma. 3. siy. Üniter bir devlet içinde yaşayan etnik bir grubun ayrılarak bir devlet kurması veya komşu bir başka devletle birleşmesi. 4. fiz . Kararlılık derecesinin altına kadar soğutulan bir çözeltinin kendiliğinden birleşenlerine ayrılma sı olayı. ayrılmak, [eT ad-(ı)r-ıl-mak / ay-rı-l-mak] d ö n ş l.f. [ır ] 1. Birlik veya bütünden kopmak, uzaklaşmak; terk etmek. {eT} (aynı) [Mühennâ] 2. {eAT} Seçilen lerle birlikte bir kenara çekilmek. 3. Birlikte olduğu kimselerle ilişkisi kesilmek. 4. Evlilik bağına son vermek; boşanmak. 5. Birlik ve bütünlüğü bozul mak; dağılmak. 6. Ana parçadan kopmak, ilişkisi kesilmek. 7. Ortak özellikten, özdeşlikten çıkarak farklı bir yapı kazanmak; farklılaşmak. 8. Her za man bulunduğu yerden uzaklaşmak; gitmek; göç etmek. {eAT} (aynı) 9. edil. f . Belirli ölçütlere göre sınıflandırmaya tabi tutulmak. 10. (Yer, mal vb. için) bir kişi için hazır tutulmak; tahsis edilmek. 11. {eAT} Başkalarından ayrı olarak değerlendirilebilmek; temyiz edilmek, ayrılmazlık, -ğı [ayrı-l-maz-lık) is. 1. Bir şeye özden bağlı olma; bir bütünden bölünme, parçalanma ve kopma gibi ayrılma olayının mümkün olmaması durumu. 2. man. Bir özelliğin kendisini taşıyan varlıktan ayrı olamaması hâli, ayrılmış, [ayrı-l-mış
sf. 1. Ayırt edilmiş. 2.
{eAT} Uzak. ayrım , [eT ad-ır-mak > ad-ır-ım > ayrı-m] is. 1. Ayırmak işi ve sonucu; tefrik. 2. Nesneleri ve in sanları birbirinden ayıran özellik; fark. 3. Benzer şeylerin birbirine karışmasını önleyen ayrılık; baş kalık; farklı oluş. 4. Bir bölüm içinde yer alan ikin ci, üçüncü derecedeki bölümler; alt bölüm. 5. A y rılma yeri, ayrılma başlangıcı. 6. p sik o l. Değişik uyaranları algılayarak birbirinden ayırt edebilme yetisi. 7. {ağız} Kadınların başlarına süs olarak diz
.394
dikleri paralar. [DS] 8. {ağız} Yol ayrımı; kavşak. [DS] 9. {ağız} Bölüm; bölük; parça. [DS] S1 ayrım gözetmek, Ayrım y a p m a k ; f a r k gözetm ek. || ayrı mına varm ak , F a rk ın ı an lam ak, ayırt ed eb ilm ek; ay rım sam ak; tefrik edebilmek.\\ ayrım yapm ak, B ir toplu lu k veya kişiy e d en klerin den fa r k lı d a v ran m ak; a y rıcalıklı davranm ak. ayrım cı, [ayrı-m-cı] sf. 1. Ayrımcılığa ait, ayrımcı lıkla ilgili. 2. Ayrımcılığı savunan, ayrımcılık, [ayrı-m-cı-lık] is. Bir kimseyi veya sos yal topluluğu ırk, din, cinsiyet ve sosyal konum vb. etkenlerden dolayı benzerlerinden aşağı görme ve düşmanca davranma eğilimi, ayrım lam a, [ayrı-m-la-ma] is. 1. Ayrımlamak işi. 2. sin. Senaryonun ayrıntılarıyla belirlendiği, karak terlerin ayrıntılarının çizildiği, konuşmaların son şeklini aldığı aşama, ayrım lam ak, [ayrı-m-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Ayrımları belirlemek; farklılıkları, ayrıntıları orta ya koymak. ayrım laşm a, [ayrı-m-la-ş-ma] is. 1. Ayrımlaşmak işi. 2. biy. Canlılarda üreme aşamasında yaşayış ve tür özellikleri bakımından yapısal değişikliklerin ortaya çıkması; farklılaşma. 3 . j e o l. Y er kabuğunu meydana getiren kayaçların magma hâlinde katıla şırken dışarıdan yabancı madde karışmadan farklı birleşimler hâlinde değişime uğraması; farklılaşma, ayrım laşm ak, [ay-(ı)r-ım-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Birbirinden ayrı olarak gelişmek. 2. Ayrımlı duru ma gelmek; farklılaşmak, ayrımlı, [ayrı-m-lı] sf. 1. Aralarında benzerlik bu lunmayan; farklı. 2. Ayrımı olan; değişik; bölümlü; mütevafıt. ayrımlılık, -ğı [ayrı-m-lı-lık] is. Ayrımlı olma duru mu; farklılık. ayrım sal, [ayrı-m-sal] sf. Ayrıma dayanan; ayrımla ilişkili. S ayrım sal basınç, tıp. En y ü k sek ve en düşük a ta rd a m a r basın cı a ra sın d a ki fa r k ı belirten say ı.|| ayrım sal dam ıtm a, fiz . K ay n am a d er ec e si ve çözünürlük g ib i fa r k lı ö zelliklerd en y a ra rla n a r a k sıvıları dam ıtm a v e ayrıştırm a m etodu. ayrım sam a, [ayn-msa-ma] is. Ayrımsamak işi. ayrım sam ak, [ayrı-msa-mak] gçl. f i [-r ][-s (ı)-y o r]\ . Bir şeyin farkına varmak; görmek. 2. Bir şeyi an lamak, kavramak. 3. Ayrımına varmak, ayrımsız, [ayrı-m-sız] sf. Aralarında ayrım bulunma yan; aynı; farksız, ayrımsızlık, -ğı [ayrı-m-sız-lık] is. Ayrımsız olma durumu; aynılık; farksızlık, ayrınılm ak, [ay(ı)r-m-ıl-mak] {eAT} edil, f i [-u r] 1. Ayrılmak. 2. Açıklanmak. 3. Seçilmek, ayrıntı, [ayrı-ntı] is. 1. Bir bütün meydana getiren ve bütüne göre ikinci derecede kalan öge; detay; fer'i; müfredat; incelik; tafsilat. 2. Edebiyat ve sanat
eserlerinde bir bütünü meydana getiren ve bütün kadar önem taşıyan öge; teferruat; tafsilat. 3. tiy. Tiyatroda esas düşünceyi tamamlayan yardımcı cümle, eşya veya dekorun küçük bir parçası. 0 ayrıntıda boğulmak, 1. A yrıntılarla ç o k g erek siz olarak oyalanm ak. 2. Bütünü ile u ğraşm ası g e r e kirken ayrın tılara ç o k fa z l a önem verm ek. ||ayrıntı larına inmek, 1. Titizlikle h e r noktasın ı incelem ek, ele alm ak. 2. Bütün y ö n leriy le d eğ erlen d irm ekti (bütün) ayrıntılarıyla, H içb ir noktayı unutmadan, h er şeyi ile tam o la r a k ; eksiksiz. ayrıntılı, [ayrı-ntı-lı] sf. 1. En küçük ayrıntılarına dikkat edilerek hazırlanmış; detaylı; mufassal; te ferruatlı; tafsilatlı. 2. z f Ayrıntılarına inilerek. 0 ayrıntılı çizim, T eknik bir p arçan ın , fa r k lı y ö n ler den ve a sıl elem a n a bağlan tıların ın tek tek e le alınm asıyla eld e ed ilen ölçüm lü g eo m etrik g ö rü nümü. ||ayrıntılı tiyatro, N atü ralist tiyatro. ayrışabilir, [ay-(ı)r-ış-a+bil-ir] sf. dbl. (Biçim birimi için) birleşik kelimelerin anlamı bozulmadan ayrı labilen. "K itabevi”nin ikinci k elim esi o la n “e v ” ayrışabilir b ir biçim birim idir.
ayrug, [ad-(ı)-ru-ğ j j y . I] {eAT} zf. - * ayruk. ayruh, [ad-(ı)-ru-k > ayruh ç j y J ] {eAT} z f -* ayruk. ayruhsı, [ayruh-sı
-yj] {eAT} zf. - * ayruksı.
ayruk, [eT. ad-(ı)r-uk/ ad-ru-k/ ay-ru-k 3y.~\ / {eT} e. 1. Başka; ayrı; diğer; gayri; maada. {eAT} {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {eAT} {ağız} Artık; bun dan sonra; bir daha. [DS] 3. sf. {ağız} Muhalif. [DS] 4. {eAT} Dağınık. S. z f Diğeri; öbürü; başkası. 0 ayruktan ayruk, {eAT} B am başka. ayrukca, [ad-(ı)r-uk-ca ^ j y J ] {eAT} zf. Başka türlü; başkaca. ayruksam ak, [ad-(ı)r-uk-sa-mak j» —»İjjT] {eAT} gçsz. f M
Başkalaşmak; başka türlü olmak; değişmek,
ayruksı, [ad-(ı)r-uk-sı
/ u r-v J ] {eAT} sf. ve
zf. Başka; başka türlü; farklı. 0 ayruksı eylemek, {eAT} D eğ iştirm ek; b a şk a h â le getirm ek ; tağyir etm ek. || ayruksı olmak, {eAT} M u h a lif o lm a k; k a r şı çıkm ak. ||ayruksı renk, {eAT} (Sarı dışında) b a ş k a b ir ren k; a la ca .
ayrışık, -ğı [ay-(ı)r-ış-ık] sf. 1. Ayrılmış olan. 2. De ğişik nitelikteki parçalardan meydana gelmiş olan; çeşit çeşit; heterojen . 3>. Ayrı cinsten olma. 0 ayrı şık odak, fiz . Yalnızca ön em li bölüm ün seçik, d iğ er kısım ların o d a k dışı k ald ığ ı m erc ek s el düzenek.
ayruksım ak, [acl-(ı)r-uk-sı-mak
ayrışıklık, -ğı [ay-(ı)r-ış-ık-lık] is. Ayrışık olma durumu. ayrışım, [ay-(ı)r-ış-ım] is. Ayrışmak işi.
ayruksıtm ak,
ayrışma, [ay-(ı)r-ış-ma] is. 1. Ayrışmak işi. 2. kim. Bir birleşiğin kendisini meydana getiren elementle rine ayrılması işlemi. 3. p sik o l. Kişide ruhsal çö zülme şeklinde görülen şizofreninin ilk başlangıç evresi. ayrışmak, [ad-(ı)r-ış-mak > ay-(ı)r-ış-mak] dönşl. f . [-ır] 1. Kendisini meydana getiren birleşenlere ve ya öğelere ayrılmak. 2. Birliği, bütünlüğü veya ya pısı bozulmak. 3. jağızj Ortalığı kaldırmak. [DS] 4. {eT} işteş, f . Birbirinden ayrılmak. [DLT] ayrıştırıcı, [ay-(ı)r-ış-tı-r-ıcı] sf. ve is. Organik mad delerin çürümesini, minerallere ayrılmasını sağla yan bakteri ve mantarlar; mikroorganizma, ayrıştırma, [ay-(ı)r-ış-tır-ma] is. Ayrıştırmak işi. ayrıştırmak, [ay-(ı)r-ış-tır-mak] gçl. f . [ - ır ] 1. Ele manlarına ayırmak. 2. Derinden bozmak, çürütmek. 3. mec. Elemanlarına ayırarak incelemek; analiz etmek. 4. {ağız} Ayırmak [DS]. 5. {ağız} Temizle mek. [DS] ayrıt, [ay-(ı)r-ıt] is. Prizmalarda yan yüzeyleri birbi rinden ayıran ara kesit. ayru, [ad-ın / edin / ad-(ı)r-uk / ad-ru / ay-ru j^T] ı'eAT} {e T'} zf. ve sf. Başka; öteki; ayrı; diğer. [DLT] 3 ayru barmaklu olmak, {eAT} Çift tırnaklı o l mak. ||ayru olmak, {eAT} Ayrı kalm ak.
f M
{eAT} gçsz.
Başkalaşmak; başka türlü olmak; değişmek,
ayruksırak, -ğı [ad-(ı)r-uk-sı-rak
{eAT} zf.
Daha başka türlü, [ad-(ı)r-uk-sı-t-mak
{eAT}
g ç l . f [-ır ] Başkalaştırmak; değiştirmek, ayruksum ak, [ad-(ı)r-uk-su-mak
{eAT} gçsz.
f [ - r ] - * ayruksımak. ayrulduğunlayın, [ayrul-duğun-layın
jj.T] je-
AT} zf. Ayrıldığında; ayrıldığı zaman, aysar, [ay-sa^r] sf. 1. A y’ın dolunay olması ile huyu değiştiği sanılan (kimse). 2. Ne zaman, nasıl dav ranacağı belli olmayan; kararsız; dengesiz; tuhaf; huysuz. aysberg, [İng. iceberg) is. coğ . Kutuplardaki kalın buz tabakalarından koparak akıntılarla denizlere sürüklenen ve gemiler için tehlike yaratan büyük buz kütleleri; buz dağı, aysfilt, -di [İng. icefıeld) is. coğ. Buzla; bankiz, aysız, [ay-sız] sf. 1. (Gece için) ay ışığı olmayan. 2. (Y er için) ay ışığı ile aydınlanmamış, aysun, [aysun] {ağız} sf. Uysal; yumuşak başlı. [DS] ayş, [Ar. 'ayş
{OsT} is.
Yaşama, yaşayış. 2.
Hoşça yaşama; safa. 3. Gününü gün ederek, haya tın tadını çıkararak yaşama; zevk sürme. 0 ayş-i deh-rûz, {OsT} 1. On günlük hayat. 2. m ec. Bu dü n yadaki k ıs a c ık ömür. || ayş ü dem eylemek, {OsT} İçk i iç e r e k eğlenmek.\\ ayş ü nûş, {OsT} Yiyip içip eğ len m ek .|| ayş ü tarab , {OsT} Ç algı ile yiyip içm e; eğ len ce.
AYş ________________________ ________________________________________________________ « m
m
« .* »
ayşene, [aş + Far. -hâne ?] {ağız} is. Mutfak. [DS]
-ayuz, [-ayuz / -eyüz / -ayız / -eyiz] {eAT} çek. e. İstek kipi çokluk birinci kişi; -alım. ‘‘K astım ız hot budur anı süreyüz (sürelim ). ” Yusuf ve Zeliha.
ayşuşe, [Ar. ‘ayşüşe
a ’yün, [Ar. ‘ayn > a‘yün j^ l] {OsT} is. 1. Gözler. 2.
ayşekadın, [ayşe+kadm] is. bot. Taze olarak tüketi len kılçıksız ve lezzetli bir fasulye çeşidi, (ayşu:şe) {OsT} is. Eğ
lenceli ve zevkli hayat, aytaç, [iğdiş / aydış] {ağızf sf. (İnsan ya da hayvan için) bacakları eğri olan. [DS] aytar, [ay-(ı)t-ar] {ağız} is. Haberci. [DS] aytarm ak, [ay-(ı)t-ar-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır ] Oya lamak; aldatmak; kandırmak. [DS] aytıg, [ay-(ı)t-ığ] {eT} is. 1. Soru; sorgu. [Üç İtigsizler] 2. Hitap. [DLT] 3. Hatır sorma. [DLT] aytıgma, [ay-ıt-mak (dem ek) > ay-(ı)t-ığ-nıa] {eT} sf. ... denilen; ... denen; (öyle) adlandırılan. [ETY] aytılmak, [ay-ıt-mak (dem ek) > ay-(ı)t-ığ-mak] {eT} e d il.f. [-u r] Sorulmak; söylenmek. [DLT] aytınmak, [ay-ıt-mak (dem ek) > ay-(ı)t-ığ-ma] {eT} dönşl.fi. [-u r] Sormayı kendi üstüne almak. [DLT] aytış, [ay-ıt-mak (dem ek) > ay-(ı)t-ış] {eT} is. Hatır sorma. [DLT] aytışma, [ayıtmak > ay-ıt-ış-mak > ay-t-ış-ma] is. 1. Aytışmak işi. 2. ed. Âşık adı verilen saz şairlerinin kendi aralarında belirli kurallar çerçevesinde dü zenledikleri karşılaşma, yarışma; deyişme; karşı; atışma. aytışmak, [ayıtmak > ay-(ı)t-ış-mak > ay-t-ış-mak]
1.
işteş, f. [-ır ] Tartışmak; eytişmek; münakaşa et mek. 2. Söyleşmek, görüşmek. 3. Münakaşa eder ken sert cevaplar vermek. 4. ed. (Âşıklar için) ken di aralarında belirli bir ayak üzerine yarışmak; deyişmek; atışmak, aytıvermek, [ay-ıt-mak + i-vermek] {ağız} gçl. f i [ir] Söyleyivermek; demek; haber vermek; açıklayıvermek. [DS] aytm ak, [ay-ıt-mak / ay-t-mak J ^ J ] {eT} gçl. fi. [a r ] 1. Söylemek; demek. [ETY] [Gabain] [Mühennâ] 2. Sormak. [ETY] [Gabain] [Mühennâ]
Kaynaklar; pınarlar. ayva1, [Far. âbiâ => avya > ayva] is. bot. 1. Gülgillerden asıl vatanı Girit’in Kydonia bölgesi olan 4-5 m. kadar boylanabilen, pembemsi beyaz renkli gü zel çiçekli, etli ve beş bölmeli meyvesi için yetişti rilen bir ağaç; (C ydonia vulgaris). 2. Ayva ağacının iri ve sarı renkli, ekşimsi ve tıkız, beş böhneli, üze ri tüycüklü meyvesi. S ayva çevirmesi, K oyu ayva r e ç e li şurubunu h ep aynı y ö n d e iistii beyazlaym caya k a d a r çev irm ek su retiyle y ap ılan tatlı. || ayva ezmesi, Kurutulmuş p işm iş ayva ezm esinden n işas ta ile y a p ıla n bir tatlı. || ayva göbekli, G ö beğ i çu kur olan.\\ ayva hoşafı, Kurutulm uş ayvalardan yap ılm ış suyu b o l ş e k e r li tatlı.\\ ayva kompostosu, Ş ekerli sııd a p işm iş soyulm uş ve dilim lenm iş ayva tatlısı.|| ayva pişmişi, {ağız} K oyu kavun içi renk. [DS]|| ayva reçeli, A yvaların ş e k e r için de ç o k az su ile p işirilm esiy le e ld e ed ilen b ir ç eşit tatlı. || ayva sarısı, A çık y e ş ile ça la n sarı. ||ayva tüyü, 1. Ayva nın üzerindeki tüycüklü kısım . 2. in san vücudunda ki sa rı ve ince, küçük tüyler.|| ayvayı yemek, 1. K ö tü b ir durum a düşm ek. 2. Z a ra ra uğram ak. ayva2, [Far. eyvan] {ağız} is. 1. Kapı. 2. Kapı önü. [DS] ayvaJ, [ay + vay] {OsT} (16. yy) ünl. Feryat; figan, ayvadana, [Yun. aghıovotaııo] is. bot. Bileşikgiller den çalı görünümünde, yaprağı yaban nanesine benzer koyu yeşil renkli, soluk sarı çiçekli çok yıl lık otsu bir bitki, (A rtem isia vulgaris / A. h erb a alba). ayvalık, -ğı [ayva-lık] is. 1. Ayva ağaçlarının bulun duğu yer, ayva ağacı bahçesi. 2. Ayvaların (meyve) saklandığı korunduğu yer. ayvan1, [yay-van] {ağız} sf. Geniş; yayvan. [DS]
ayvan2, [Far. eyvan] is. 1. Teras, sundurma. 2. Bir yanı dışarıya açık oda. 3. {ağız} Askerî malzeme deposu. [DS] 4. {ağız} Mısır, fındık vb. kurutmaya ayu, [adığ / ayı j J ] {eAT} is. Ayı. S1 ayu güli,'{eAT} yarayan yerden yüksekçe yer. [DS] 5. {ağız} Çok G elin cik ç iç eğ i.|| ayu iııcegi, {eAT} Ayı yavrusu. || pencereli ya da bir tarafı açık üst kat odası. [DS] 6. ayu kulağı, {eAT} G elin cik çiçeği. {ağız} Damdaki düzlük; düz dam. [DS] ayuk , [ay-uk] {eT} is. Egemen olunan ülke; mülk; ayvay, [Far. ây vay ı_s'j;T] (a:y v a:y ) {OsT} ünl. Korku memleket. [Tekin]
ayturm ak, [ay-(ı)t-ur-mak / ay-tur-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] Söyletmek. [DLT]
ayuk2, -ğu [ay-uk] {ağız} is. Taş topluluğu; taş yığını. [DS] ayuk3, -ğu [ay-uk] {ağız) sf. 1. Ayık; uyanık. 2. zfi Artık. 3. Biraz; azıcık. [DS] ayurtlam ak, [ad-ur-t-la-mak
{eAT} gçl. fi. [-r ]
-*■ ayırtlamak. ayuto, [İt. aiuto (yardım )] ( a ’y uto) is. Kâğıt oyunla rında ortak.
ve şikâyet bildirir. ayvaz1, [Ar. ‘ivaz] {OsT} is. 1. Büyük konaklarda ve sarayda mutfaktan yemek taşıyan hizmetçi. 2. {ağız} Koca; erkek eş. [DS] 3. {ağız} Gemilerde cerrah yardımcısı; hasta bakıcı. [DS] S1 ayvaz kasap, hep bir hesap, "H angi y o l d en en irse denensin, sonuç değişm ez. ” an lam ın da kullanılan b ir deyim. ayvaz2, [Ar. ‘ivaz] {ağız} is. Karşılık; bedel. [DS]
MEMMIe S5Z15ܻ397
AZ
ayvaz3, [? ayvaz] {ağız} sf. 1. Bir gözü kör; kör. 2. Güzel; yakışıklı. 3. Saçsız; kel. 4. Sağır. 5. Hoyrat; kaba. [DS] ayyab, [Ar. 'ayb (kusur) > 'ayyâb
] ay y a:b)
{OsT} sf. Çok ayıplayan, çok kusur bulan, ayyan, [Ar. ‘ayyân
O Lp]
ayya:n) {OsT} sf. 1. Ne ya
pacağını bilemeyen. 2. Yorgun, ayyar, [Ar. ‘ayyâr jLp] (ayya:r) {OsT} sf. 1. Hilekâr. 2. Dolandırıcı. 3. Kurnaz. 4. Çevik; atik. 5. {ağız} Tembel. [DS] ayyaran, [Ar. ‘ayyâr > ‘ayyârân oljLt] (ay y a:ra:n ) {OsT} sf. Aldatanlar, dolandıranlar, ayyarlık, -ğı [ayyar-lık] « . Dolandırıcılık, aldatıcılık, ayyaş, [Ar. ‘ayş (yiyip içm ek) > 'ayyaş (birlikte içki içilen a rk a d a ş) > Far. ‘ayyaş jiLp] (ayya.ş) {OsT} sf. 1. Çok içki içen; alkolik. 2. Eğlenceye düşkün. S ayyâş-ı bed-m aâş, {OsT} G eçim i kötü ; sarhoş. ayyaşan, [Far. ‘ayyaş > ‘ayyâşân 0LiL&] (a y y a:şa :n ) {OsT} sf. Ayyaşlar, sarhoşlar, ayyaşlık, -ğı [ayyaş-lık] is. İçkiye düşkün olma hâli; sarhoşluk. ayyuk, [Ar: ‘ayyük
(ayyu:k) {OsT} is. 1. g ö k b.
Gök kubbesinin kuzey yarım küresinde bulunan Aurigae takım yıldızının en parlak olan Keçi yıldı zı, (Alpha A urigae). 2. m ec. Gökyüzünün en yük sek noktası. S ayyuka çıkmak, 1. (Ses için) ç o k yükselm ek veya ç o k fa z l a çıkm ak. 2. Yayılmak, h er taraftan duyulm ak; h e r k e s ç e bilin ir olm ak. 3. Şid detini artırmak.\\ ayyuka ser çekm ek, Ç ok y ü k sek lere ulaşm ak. -az, [-z / -iz / -ız / -az / -ez /-uz / -üz] y a p . e. -*■ -z. Az [Fr. azote] kısalt. Eskiden, atom sayısı 7, kütlesi 14 olan havanın yaklaşık yüzde seksenini oluşturan renksiz, kokusuz bir gaz olan azotun sembolü idi, şimdi N (nitrojen) kullanılmaktadır. az1, [eT. âz jT] sf. 1. Ölçü ve derece bakımından ye tersiz; çok olmayan; biraz. {eT} (aym) [Mühennâ] [DLT] [Gabain] [Tekin] [Yülcneld] [EUTS] [İKPÖy.] [ETY] 2. Küçük bir bölüm; biraz. 3. Ölçü ve dere cesi beklenenden eksik olan; yetersiz; sınırlı; mah dut. 4. Yarım (porsiyon). 5. {eT} is. Azlık; kısalık. [Üç İtigsizler] 6. zf. Seyrek. 7. Yetersiz olarak; eksik. 8. Kararlaştırılandan daha az zaman içinde. 9. {eAT} Biraz. S aza çoğa bakm am ak, E lin d eki ile y etin mekti aza kanaat etmek, D a h a az b ir şe y le y etin mekti aza saymak, {eAT} Az bulm ak, küçü m sem ek; az g örm ek.|| aza tutm ak, {eAT} Az g ö rm ek .|| az az, Küçük m iktarlar h â lin d e f a k a t sü reyi uzun tutarak; yavaş y a v aş; g ittikçe a rtıra ra k .|| az biraz, {ağız} Az; azıcık. [DS]|| az bir şey, B ir p a r ç a ; b ir küçü k miktar.\\ az boz, {ağız} 1. B iraz ; bira z cık ; a zıcık; az buçuk. 2. İhm al ed ilir m iktarda. [DS]|| az buçuk, 1.
Ucu ııcım a; ancak. 2. Ş öyle böyle. 3 ; B iraz; bir p a r ç a . |j az bulmak, D a h a çoğunu um m aktan d o la y ı elin e g eç e n i y eterli say m am ak; azım sam aktı az buz değil, K ü çü m sen em ey ecek k a d a r çok. ||az can lı, {ağız} A c e le c i; sabırsız. [DS]|| az çok, Ö nem li ö lç ü d e; ep e y c e; oldu kça. || az çok dememek, Uzun sü re incelem eden, düşünm eden hem en k ab u l et m ekti az daha, N ered ey se; hem en hem en ; az k alsın. || azdan az, {ağız} 1. Ç o k az; birazcık. 2. Son d e r e c e az; en az. [DS]|| az değil, "Göründüğü g ibi değil, ç o k hün er s a h ib id ir .” anlamında.\\ az dolu, {ağız} C oşkun; taşkın. [DS]|| az gelişmiş, (Ü lke için) san ay ileşem em iş ve tarım sal g eliri yetersiz. || az gelişmişlik, Az gelişm iş ülkelerin niteliği.\\ az gel mek, 1. Y etecek k a d a r olm am ak. 2. D ah a isten m ekti az gitmek, uz gitmek, 1. Az y o l aldığ ı h â ld e ç o k şe y le r görm ek, ç o k o la y la r y a şa m a k. 2. M asal la r d a m ekân d eğ işikliğ in i an latan tek erlem e.|| az gitti, {ağız} Az kaldı. [DS]|| az görm ek, Az bu lm ak\ az günün adam ı olm amak, Ç ok görm üş ve ç o k y a şa m ış olm ak. || azı çoğa saym ak, Verilen b ir h e diyenin m ad d î d eğ eri düşük o lm a sın a rağm en onu m an evi y ön d en d eğ e rli bilm ek. ||az kaldı, (Olumsuz b ir şey) n ered ey se oluyordu. |j az kalsm, (Olumsuz) bir şeyin m eydan a g elm esin e ç o k az b ir zam an kalm ıştıtl az kişi, {eAT} Ö n em sen m eyecek k im se.|| az oldu, Az k ald ı.|| az öğüş, {eAT} B iraz ; az ço k ; bir m iktar.|| az sonra, K ısa b ir zam an so n r a ; birazdan.\\ az söyleyip uz söylemek, Ç o k kon uşm a mak, kon uşu nca d a ç o k ön em li ve özlü şey ler sö y lem ek ti az zam anda, K ısa b ir sü re içinde. az2, [âz] {eT} bağ. Yahut; veya. [EUTS] azJ, [az] {eT} sf. (At donu için) sarı; sarı renkli at. [Gabain] [ETY] az4, [ez-ik / az / iz] {eT} is. Uzunlamasına çizik tırnak izi. [DLT] az5, [âz] {eT} sf. 1. Yanlış. 2. Sürçme; sehiv; yanlış lık. [EUTS] az6, [Far. âz jT] (a;z) {OsT} is. Açgözlülük; tamah; hırs; arzu; heves. {eT} (aym) [EUTS] az7, [ağız > az ?] {ağız} is. İç taraf. [DS] az8, -zzı [Ar. ‘azz
{OsT} is. Isırma, fi1 azz-i be-
nâm , P a r m a k ısırm a. az9, -zzı [Ar. ‘âzz / ‘âzze
(a;z) {OsT} is.
Isıran; ısırıcı. a ’za, [Ar. ‘uzv > a'zâ Uipl] (a -z a ;) {OsT} is. -*• aza1. S a ’zâ-yı dâhiliye, {OsT} anat. İ ç o rg a n lar.|| a ’zâyı fahriye, {OsT} B ir d ern ek veya kuruluşun şa rtla rın a uygun olm adığ ı h â ld e say g ı d u yarak kaydetti ğ i üye; f a h r î üye; onur ü yesi; ş e r e f üyesi.\\ a ’zâ-yı hâriciye, {OsT} anat. Dış o rg a n la r.|| a ’zâ-yı mevcüde, {OsT} H azır bulunan iiyetl a ’zâ-yı tabiiye, {OsT} B ir kuruluşun d o ğ a l üyeleri.|| a ’zâ-yı tenâsüliye, {OsT} anat. Ü rem e organ ları.
AZA
ÜMIİMCE SÖEbÜÜ. 39»
aza1, [Ar. ‘uzv > a‘za Ui*l] (a :z a :) is. 1. Vücut par çaları; organlar. 2. Bir demeğe, bir komisyon veya daireye bağlı kimse; üye. 3. Vücut parçası; uzuv. S aza olmak, B ir d er n e k veya birliğ e kayıt o lm a k; üye olmak. aza2, -a ’i [Ar. ‘aza’ ?\y-] (aza:) {OsT} is. 1. Yas; ma tem. 2. Cenaze alayı. 3. Başsağlığı ziyareti. 4. Sa bır. fi1 azâ-hâne, {OsT} -*• azahane.|| azâ tutm ak, {OsT} Yas tutm ak.|| azâ vermek, {OsT} B aşsa ğ lığ ı dilemek.\\ azaya gitmek, {ağız} B aşsa ğ lığ ı dilem ey e gitm ek. [DD] a’zab 1, [Ar. ‘azeb > a‘zâb mLH] (a -z a :b ) {OsT} is. Bekâr erkekler. a’zab2, [Ar. a'zab
(a-zab) {OsT} sf. (Hayvan
için) düşük kulaklı veya kırık boynuzlu. azab1, [Ar. ‘azb (bekârlık) > ‘azab / ‘azeb ejj^] {OsT} is. 1. Bekâr; evlenmemiş erkek. 2. Çiftlik uşağı. 3. as. Eski Türk ordusunda asıl çekirdeği oluşturan hafif piyade askeri. 4. as. Donanmada görevli er. S azab ağası, {OsT} A zapların en y ü k sek âm iri. |j azab çağırm ak, {OsT} A zapları silah altın a alm ak. azab2, [Ar. ‘azâb
(a za :b ) {OsT} is. -*■ azap. S
azâb-engîz, {OsT} A zap verici.|| azâb-ı ahiret, {OsT} A hret azabı.\\ azâb-ı cehennem, {OsT} 1. C e hennem azabı. 2. m ec. B üyiik sıkıntı. \\ azâb-ı elîm, {OsT} Ç ok üzüntü veren a z a p .|| azâb-ı intizâr, {OsT} B eklem enin verdiğ i sıkıntı.]] azâb-ı m arâz, {OsT} H astalığın verdiğ i eziyet.|| azâb-engîz, {OsT} A zap verici. azabunsuz, [‘azab-un-suz j—ajIA*] {eAT} zf. Azapsız. azacık, -ğı [az-a-cık] zf. Azıcık; biraz. azad1, [Ar. ‘azâd
(aza:d) {OsT} sf. Kısa ve sık
dikilmiş. azad2, [Far. âzâd
JİjT]
(a :z a :d ) {OsT} sf. 1. -*■ azat. 2.
Kusursuz; ayıpsız. S âzâd-m erd, {OsT} Dünyevi b ağ ların d an kurtulmuş kimse.]] azaddiraht, [Far. âzâd (serbest) + diraht (ağ aç) o
J - l {OsT} is. bot. Yaprakları hayvanları öl
dürecek kadar zehirli bir ağaç; henzel meyvesinin ağacı, (M elia a z a d ira ch ta ). azade, [Far. âzâde «jljî] (a :z a :d e) {OsT} sf. 1. Hür. 2. Serbest. 3. ed. Anlamı tamamlanmış tek dize; bir cümle oluşturan mısra. 4. zf. (-den ayrılm a h âlin den son ra) Uzak. 5. Yakasını sıyırmış olarak; kur tularak. S âzâde-dil, {OsT} K a lb en birin e bağ lı olmayan.]] âzâde-gân, {OsT} Özgür o la n la r; kur tulmuş o la n la r; hürler.]] âzâde-gî, {OsT} Ö zgürlük; serb estlik; hürlük]] âzâde-hâtır, {OsT} Gönlünü h er türlü hırstan kurtarm ış olan.]] âzâde-hayât, {OsT} H ayattan kurtulmuş o la n .|| âzâde m ısra, {OsT} ed. H erh an g i b ir beyte veya nazım birim ine ba ğ lı olm ayan tek b a şın a söylenm iş mısra.]] âzâde-
ser, {OsT} B aşın d a d erd i olm ay an ; b a ş ıb o ş ; başı din ç; gailesiz.]] âzâde-serâne, {OsT} B a ş ıb o ş o la rak. azadelik, -ği [azade-lik] (a :z a :d elik ) is. 1. Bağımsız lık, serbestlik. 2. Başıboşluk. 3. Sorumsuzluk. 4. Hürriyet. azadî, [Far. âzâdı tpljT] (a :z a :d i:) {OsT} is. Özgür lük; serbest olma, azadlu, [âzâd-lu jljljl] (a :z a:d lu ) {eAT} sf. 1. Serbest bırakılmış; azat edilmiş. 2. is. Özgür kimse; hür kişi. azadvari,
[Far.
âzâd-vâri tolpliT]
(a :z a :d v a :ri:)
{OsT} is. Irak Türkmenleri arasında söylenen yay gın bir bestenin adı. azag, [az-ağ] {eT} sf. Sapık; yanlış yola sapmış. [EUTS] [Üç İtigsizler] azaf, [Ar. zı‘f (kat, k ere) > az‘af / ad'âf
{OsT}
sf. (Belirtilen miktarda) misiller; katlar, azahane, [Ar. ‘azâ5 (matem)+Fwc. hâne (ev)
y>]
(a z a :h a :n e) {OsT} is. Acıya uğramış yaslı ev; ma tem evi. azahî, [Ar. ızhiyye > azâhî ^ U i l ] (a z a :h i:) {OsT} is. Kurban bayramında kesilen hayvanlar; kurbanlar, azahik, -ki [Ar. udhuke / uzhuke > azâhik dJb-Uil] (aza:hik, h kalın söylen ir) {OsT} is. Gülünç şeyler; güldürücü şeyler. azaim 1, [Ar. ‘azime (tılsım) > ‘azâim pJİj*] (aza:im ) {OsT} is. Cin, yılan, hastalık gibi zararlı şeylerden korunmak için okunan dua ve yapılan muskalar; sihirli sayılan sözler; efsunlar. 0 azâim-hvân, {OsT} 1. D u a okuyan. 2. Üfürükçü.]] azâim ü’rruka, {OsT} Büyü y a p a r k en oku nan K u r 'an a y etle ri. azaim 2, [Ar. cazm (karar) > ‘azâim pJİjt] (aza:im ) {OsT} is. Verilen kararda durmalar; sebatlar; kesin kararlılıklar. azaim 3, [Ar. ‘azıme (uyarı) > ‘azâim
(a-
z a:im ) {OsT} is. Kusur bulmalar; ayıplamalar; ten kitler; kınamalar; uyarılar. azaim 4, [Ar. ‘azime (büyük iş) > ‘azâim p-sUip] (az a:im ) {OsT} is. 1. Dehşet verici olaylar. 2. Önemli ve büyük şeyler. azak 1, [ad-ak / azak] {eT} is. Ayak. [DLT] azak2, [az-mak > az-ak / az-ulc] {eT} is. 1. Nereden ve kimden geldiği belli olmayan ok. [DLT] 2. {ağız} Kuzeydoğudan esen yel. [DS] S azak eğiri, bot. Yılan y a stığ ıg illerd en durgun su k en a rla rın d a y eti şen şerit y a p ra klı, b a ş a k ç iç ek li; kurutulmuş k ö k sa p la r ı p a rfü m sanayiin de, h a lk h ekim liğ in de terle tici ve spazm g id eric i o la r a k kullanılan otsu bitki, (A corus calam us).
o iu iitııg s a M .3 9 »
AZA
azak3, -ğı [azak] {ağız} is. Domates. [DS] a z a k la m a k , [az-ak-la-mak] {ağız) gçl. f . [-r ] [l(ı)yor] İzini kaybettirmek; şaşırtmak. [DS] azaktan, [az-ak-tan] {ağız} zf. Birazdan. [DS] azal, [Ar. ezel > âzâl JljT] (a :z a :l) {OsT} is. Öncesi olmayan zamanlar; başlangıçsız zamanlar; ezeller, azalak, -ğı [az-mak > az-a-la-k ?] {ağız} sf. Bol; çok. [DS] azalan, [azal-mak > azal-an] sf. 1. Ölçü ve sayı ba kımından giderek küçülen, eksilen. 2. Azalma eği limi gösteren, azalık, -ğı [aza-lık] (a :z a:lık ) is. Kza. olma durumu; üyelik. azalım, [azal-mak > azal-ım] is. 1. Azalmak işi ve sonucu. 2 .fız . Sönümlenmiş bir dalganın ardışık en büyük iki genliği arasındaki oran, azalış, [az-al-ış] is. Azalma işi ve biçimi, azalil, [Ar. uzlüle > azâlîl
(a z a .li.l) {OsT} is.
Yanlışlar; yanılmalar,
a ’zamî, [Ar. a'zam (en büyük) > a'zamî y & z ] (a-zam i:) {OsT} sf. -*• azamî, azam î, [Ar. a'zam (en büyük) > a'zamî
(a :z a -
m i:) {OsT} sf. 1. En çok, en fazla. 2. En üstün. 3. mat. Maksimum. S azam î derecede, En y ü k sek o la ra k. azam im , [Ar. izmâme > azâmim ^ U > l] (aza:m i:m ) {OsT} is. Desteler; kümeler; zümreler, a ’zamiyet, [Ar. a'zamı > a'zamiyyet o -J ip ] (a-zam iyet) {OsT} is. 1. Pek büyük olma durumu. 2. mat. Bir sayının diğerinden büyük olması durumu, azam ut, [Ar. a'zamet (büyüklük) > a'zamüt o (azam u:t) {OsT} is. Allah’ın sözle anlatılamayan büyüklüğü. azan 1, [Ar. üzn (kulak) > âzân jliT] (a :z a :n ) {OsT} is.
azalma, [az-al-ma) is. Azalmak işi; eksilme; tenakus, azalmak, [eT âz > az-al-mak] dönşl. f. [ - ı r j 1. Önce kinden daha küçük ve az duruma gelmek. 2. Sayıca eksilmek. 3. Kuvvetini ve şiddetini kaybetmek. 4. Hafiflemek. 5. Zayıflamak. 6. Seyrekleşmek. 7. Kıtlaşmak. 8. (Işık için) sönükleşmek, azaltılma, [az-al-t-ıl-ma] is. Azaltılmak işi. azaltılmak, [az-al-t-ıl-mak] edil. f . [ -ir ] Sayı ve ölçü bakımından eksiltilmek, azaltım, [az-al-t-ım] is. 1. Azaltmak işi ve sonucu. 2. Bir değişkenin her adımında veya her turunda kay bettiği değer, azaltma, [az-al-t-ma] is. Azaltmak işi. azaltmak, [az-al-t-mak] gçl. f . [-ır]\ . Ölçü bakımın dan küçültmek. 2. Sayıyı indirmek. 3. Yoğunluğu düşürmek. 4. Şiddeti hafifletmek, azalya, [Yun. azalea > İng. azalea] is. bot. Bir bahçe çiçeği. a ’zam, [Ar. ‘azamet (büyüklük) > a'zâm
azametlu, [azamet-lü] (aza:m etlû :) {OsT} sf. İmpara torluk döneminde padişahların büyüklüğünü ifade için kullanılan unvan sıfatı; azametli,
(a-
za:m) {OsT} sf. 1. Y aş ve mevki bakımından daha büyük. 2. En büyük. 3. Çok büyük. S azâm-ı esbâb, {OsT} En büyük sebep . azam, [Ar. azam p il] {OsT} is. 1. Kin; düşmanlık; kötü niyet; öç alma duygusu. 2. Öfke; hiddet. 3. Kıskançlık. azamet, [Ar. ‘azâmet c^Uit] (aza:m et) {OsT} is. 1. Büyüklük; ululuk. 2. İri yapılı ve büyük bedenli olma; heybet. 3. Kendini başkalarından büyük görme; kibir; gurur; çalım; kurum. 4. Büyük göste riş, görkem; tantana; debdebe; ihtişam; şatafat. 5. Allah’ın her şeyi kapsayan büyüklüğü, azametli, [azamet-li] (aza:m etli) sf. 1. Büyük, ulu; yüce. 2. İri yarı; heybetli. 3. Kibirli; gururlu; çalım lı. 4. Görkemli; muhteşem.
Kulaklar. azan2, [Sansk. âsana] {eT) is. 1. Sedir. [EUTS] 2. {ağız} is. bot. Katır tırnağı; bir çeşit dikenli bitki; çalı. [DS] azand, [?azand] {eT} is. Hikâye; masal. [EUTS] azanık, -ğı [az-an-ık] {ağız} sf. Zengin. [DS] azanlam ak, [az-an-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] (Yara, çıban için) azmak. [DS] azanlatm ak, [az-an-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [ - ır] 1. Azdırmak. 2. Şakayı kavgaya çevirmek. 3. Sarpa sardırmak; karıştırmak. [DS] azap 1, -bı [Ar. 'azâb
(a z a :b ) {OsT} is. 1. Günah
işleyenlere, kâfirlere ve inkârcılara ölüm sonrası verilecek ceza ve uygulanacak eziyet. 2. İnsan be deninden veya ruhi sebeplerden kaynaklanan ıstı rap; acı. 3. Pişmanlık; nâdim olma. 4. Korku. 5. Şiddetli ve bunaltıcı sıkıntı; buhran. S azap çek mek, Sıkıntı ve a cı duym ak; ç o k üzülm ek.|| azap verm ek, Sıkıntı ve a c ı verm ek; eziyete sokm ak. || azaba düşmek, Sıkıntı, a cı v e eziyete uğram ak. azap2, -bı [Ar. ‘azzâb v b * ]
1- Çiftlik uşağı. 2. {a-
ğız} Bir yıllığına tutulan erkek hizmetçi; uşak. [DS] 3. {ağız} Bir yaşını geçmiş erkek keklik. [DS] 4. {ağız} Dokumada bir ilmikteki iki çözgü telinden birincisi. [DS] 5. {ağız} Köy dışında çobanların ve hayvanların barınması için yapılan dam. [DS] 6. {ağız} sf. Güçlü; kuvvetli. [DS] azaplı, [azap-lı] sf. Azap veren, sıkıntıya sokan, azapsız, [azap-sız] sf. 1. Azap çekmeden. 2. Utanç duymadan. a’z a r, [Ar. ‘özr > a'zâr j\ls.\\ (a-za:r) {OsT} is. Özürler; engeller; bahaneler. a z a r1, [az-ar] sf. Az olarak, fi1 azar azar, K ü çü k m ik ta rla r hâlin d e f a k a t sü reyi uzun tutarak.
ÖIÜMIİfR SÖM •
AZA azar , [İbr. azar / Far. âzer jiT] {OsT} is. 1. Mart ayı. 2.
Celali takviminde Kasım ayı.
azarJ, [Far. âztirden (incitm ek) > âzâr jljl] (a :z a:r) {OsT} is. Yaptığı bir kusurdan dolayı birisine söy lenen kırıcı söz; paylama; tekdir. S âzâr-dîde, {OsT} Zulüm görm üş, incitilm iş,j| âzâr-dil, Göniil kırıklığı.\\ âzâr-ende, {OsT} A zarlayan, inciten.|| az a r işitmek, K ırıcı ve k a b a s ö z le re m uhatap o l m ak ; azarlan m ak; paylanmak.\\ âzâr-nıemd, {OsT} Üzüntülü; incitilmiş.\\ âzâr-m endî, {OsT} İncitilm iş o la n ; kırılmış.\\ âzâr-resân , {OsT} Üzüntüye y o l açan . \\âzâr-resîde, {OsT} Kırılm ış, üzülmüş. azar4, -rrı [Ar. zarar > azarr j~a\] {OsT} sf. Çok za rarlı: en zararlı. S1 azarr-ı müskirat, {OsT} İç k ile rin en zararlısı. azari, [Far. âzürden (incitm ek) > âzâri
(a ;z a :-
ri:) {OsT} is. 1. Azarlanmış olma; incitilmiş olma. 2. Küfürbazlık; muzırlık, azariş, [Far. âzürden (incitm ek) > âzâriş Jijljî] (a : ~ z a :riş) {OsT} is. İncitme; kırma; azarlama, azarlam a, [azar-la-ma] is. Azarlamak işi. azarlam ak, [Far. âzâr > azar-la-mak] gçl. f . f - r ] [l(ı)-y o r] Birinin işlediği bir suç veya kusurdan do layı sert ve kırıcı bir ifadeyle uyarmak; paylamak; tekdir etmek; ikaz etmek; çıkışmak, azarlanm a, [azar-la-n-ma] is. Azarlanmak işi. azarlanm ak, [azar-la-n-mak] edil. f i [-ir ] Kusurla rından dolayı birisi tarafından azar işitmek; pay lanmak; tekdir edilmek, azarlatm a, [azar-la-t-ma] is. Azarlatmak işi.
azatlam a, [azat-la-ma] is. 1. Azatlamak işi. 2. Köle ye hürriyetini verme, serbest bırakma, azatlam ak, [azat-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Köle için) hürriyetini vermek; serbest bırakmak. 2. (Kuşu) serbest bırakmak. 3. Öğrencileri okuldan salıvermek. 4. Avrupa’da derebeylik döneminde toprak kölesi olmaktan kurtarmak, azatlı, [azat-Iı] sf. 1. Azat edilmiş, eline azat belgesi verilmiş. 2. {ağız} Kimsesi olmayan. [DS] 3 . is. Azat edilmiş cariye veya köle. 4. {ağız} Birkaç kere evlenmiş kadın. [DS] fi1 azatlı cariye, {OsT} İm p a ratorlu k d ö n em in d e h a rem d e doku z y ıllık ça lışm a dön em in i doldu rdu ktan s o n r a b ir b e lg e v erilerek a z a t edilen , s e r b e s t b ıra k ıla n cariye. azatlık, -ğı [azat-lık] is. 1. Azat olma durumu. 2. Esaretten kurtulma; hürriyete kavuşma; özgürlüğü nü elde etme. 3 . Serbest kalma. 4. s f (Köle veya cariye için) azat olma hakkını elde etmiş. 5. {OsT} İmparatorluk döneminde Darüssaade ağalarından azledilerek M ısır’a sürgün edilenlere bağlanan ma aş. azatnam e, [Far. âzâd-nâme a-oU^ljT] (a :z a :tn a :m e) {OsT} is. Azat edilen cariyelere verilen belge; ıtıkname. azatsız, [azat-sız] sf. A zat edilemez durumda, azaylı, [Far. âzâdı] {ağız} sf. Terbiyeli. [DS] azaysız, [azay-sız] {ağız} sf. Huysuz; terbiyesiz. [DS] azaz, [Ar. 'a z â z ^ U i* ] (aza:z) {OsT} is. Tek lokma. azazel, [İbr. azazel] is. Yahudilerin her yıl Kefaret (Yom K ippu r) bayramında bütün günahları temsilî olarak yükledikleri keçi (k efa r et keçisi, gü n ah lceçisi) ’yi götürüp sundukları çöl şeytanı,
azarlatm ak, [azar-la-t-mak] gçl. fi. [ - ır ] Birini azar lama işini başkasına yaptırmak; paylatmak; tekdir ettirmek.
azazet, [Ar. ‘izz (şe ref) > ‘azâzet cjjljp] (aza;zet)
azat1, -dı [Far. âzâd ^IjT] (a :z a:t) sf. 1. Kölelikten ve
Azazil, [Ar. 'azâzıl Jijtj* ] (aza:zil) is. Şeytanın Al
esaretten kurtulmuş; hür; özgür; serbest. 2. (Kuş için) kafesten salıverilmiş. 3. is. Serbest bırakma. 4. Okulu tatil edip öğrencileri serbest bırakma; paydos. 5. m ec. Bağlarından, baskılardan kurtulma. 6. Gölgesinden veya aşılayarak meyvesinden yarar lanmak amacıyla tarla içlerinde bırakılan genç ağaç. 7. {ağız} Kırda yetişen tek ve büyük ağaç. [DS] 8. {ağız} Yabani armut; ahlat. [DS] S azat buzat, beni cennet kapısında gözet, Tutulmuş bir kuş veya y a b a n i hayvanı ken d i ortam ın a b ıra k ırken söy len en d u a nitelikli tek e r i eme.\\ azat etmek, S er b est bırakm ak, hürriyetini elin e verm ek. || azat ey lemek, A zat etm ek.|| azat kabul etmez bendeniz, {OsT} E skiden m ektu plarda imzanın üstüne kon ulan b a ğ lılık ifa d esi b ir deyim. |j azat olmak, S erb est bıra k ılm ak ,]| azat vakti, {OsT} Ö ğren cilerin o ku l dan çıkm a zam anı. a z a t , [az-mak > az-at] {ağız} sf. 1. İşe yaramaz. 2. Güçlü; kocaman. [DS]
{OsT} is. Büyüklük; itibar; değer. lah’a isyan etmeden önceki adı; İblis’in meleklikteki adı. azb 1, [Ar. ‘azb v - H {OsT} is. Bekârlık. azb2, [Ar. 'uzübet (tatlılık) > 'azb o i t ] {OsT} is. I. İçimi hoş. 2. Tatlı, & azb ü ’ l-beyân, {OsT} A nlatı m ı ç o k h o ş ; tatlı dilli. azb3, [Ar. 'azb { ° sT> is- h Kesme. 2. Isırma. 3. Çok kötü azarlama. 4. Hastalık yüzünden zayıfla ma. 5. sf. Keskin. azb a1, -a ’ i [Ar. ‘ azbâ5 > U ^ ] (a z b a :) {OsT} is. 1. Ku lağı kesik veya boynuzu kırık hayvanlar. 2. Di^i deve. 3. Hz. Muhammed'in devesinin adı. azb a2, -a ’ ı [Ar. zab‘ > azbâ j ^ 1] (a zb a.) {OsT} is. Kolun yukarı kısmı, azb ar, [Kırım Tat. azbar] {ağız} is. Ahır önündeki toprak meydan. [DS]
M
R
S H
jI
AZG
.4 0 1
azbet, [Ar. hazbe 4^ ] {ağız} «• Aşireti oluşturan kü çük topluluklardan her biri. [DS] azbu, -u ’ı [Ar. zabu' > azbu‘
{OsT} is. zool.
Sırtlanlar, azcık, -ğı [az-cık] (a'zcık) s f 1. Çok az. 2. zf. Hafif çe, belli belirsiz, azcıktan, [az-cık-tan] {ağız} zf. Birazdan; biraz sonra. [DS] (a'zcuk) {eAT} sf. Azıcık,
azça, [az-ça] {eT} sf. Biraz. [ETY] azd, [Ar. ‘azd -u it] {OsT} is. 1. Kolun üst kısmı. 2. Destek. 3. Güç; kuvvet; kudret. 0 {OsT} D evletin desteği. azdad, [Ar. zıdd > azdâd
azdü’d-devle,
(azda:d(x) {OsT} is.
1. Zıtlar; karşıtlar. 2. İki zıt anlama gelen kelime ler. azde, [Far. âzde
eijT]
{OsT} sf. 1. Boyalı; boyanmış.
2. Matkap vb. ile delinmiş, azdırılma, [az-dır-ıl-ma] is. Azdırılmak işi. azdırılmak, [az-dır-ıl-mak] edil. f . [- ır ] Azmasına yol açılmak, azdırma, [az-dır-ma] is. Azdırmak işi. azdırmak1, [az-dır-mak
azeban, [Ar. ‘azeb > ‘azebân ö^y-] (azeb a:n ) {OsT} is. 1. Bekârlar. 2. Donanmada hizmet gören erler,
azca, [az-ca] sf. Oldukça az.
azcuk, [az-cuk
is. 1. Bekâr; evlenmemiş erkek. 2. Çiftlik uşağı. 3. as. Eski Türk ordusunda asıl çekirdeği oluşturan hafif piyade askeri. 4. as. Donanmada görevli er.
is. Siğil. a ’zel, [Ar. a'zel Jj*l] (a-zel) {OsT} is. Yalnız ve si lahsız bulunan kimse, azelya, [Yun. azaleos / Lat. azalea] (a z e ’lya) is. Gü zel ve gösterişli çiçekleri dolayısıyla saksılarda ye tiştirilen orman gülü, (R hododen dron indicıım). azer, [Far. âzer
jiT]
(a:z er) {OsT} is. Ateş, t? âzer-
ahş, {OsT/ Yıldırım.|| 2zer-asa, {OsT} Ateş g ib i; kıpkızıl.|| âzer-gede, {OsT} A teşe tapan ların tap ı n ağ ı; a teşg e d e.|| âzer-gûn, {OsT} 1. Ateş ren gi; kırmızı. 2. K en arla rı kırm ızı ortası siyah b ir tür şa k a y ık .|| âzer-kede, {OsT} A teşe tapan ların tap ı n a ğ ı; a teşg e d e.|| âzer-kîş, {OsT} A teşe tapan ; M ecu si.|| âzer-perest, {OsT} A teşe tap an ; M ecusi.|| âzer-şeb, {OsT} 1. Ateşte yan m adığ ı söylen en b ir m a s a l hayvan ı; Sem ender. 2. Şimşek.\\ âzer-şîn, {OsT} Sem ender. ||âzer-yün, {OsT} -*• azer-gün. Azerbayigân, [Far. âzer-bâyigân OlSolyiT] (a ;z erb a :-
g ç l . f [-ır ] 1. Yoldan
çıkarmak; şaşırtmak. 2. Tahrik etmek; kışkırtmak. 3. Çocukları yaramazlık yapmaya teşvik etmek; kışkırtmak. 4. Köpek veya kedi gibi hayvanları eve dönemeyecekleri ıssız bir yere bırakarak kaybol malarım sağlamak. 5. Duyguları coşturmak, zapt edilmez hâle getirmek. 6. Cinsel arzuları tahrik et mek. 7. Kesik veya sivilce gibi açık yaralara mik rop kaptırmak; iltihaplanmasına sebep olmak. 8. Çamaşırı temizlenemez hâle gelinceye kadar kir letmek. 9. Beyaz çamaşırları soğuk su ile yıkayarak ağarmaz hâle getirmek. 10. {eAT} Değiştirmek. 11. {ağız} Birsini, bir başkası aleyhine kışkırtmak. [DS] 12. {ağız} Kızdırmak. [DS] 13. {ağız} Başıboş bı rakmak; baştan savmak; şaşırtıp ortada bırakmak. [DS] 14. {ağız} Yolunu şaşırmak; şaşırtmak. [DS] 15. {eAT} İğfal etmek. 16. {ağız} (Yüz için) asmak; surat etmek. [DS] azdırmak2, [az-dır-mak] {eAT} gçl. f . [-u r] Azalt mak. azdurıcı, [azdur-ıcı] {eAT} sf. Doğru yoldan çıkaran; saptıran. azdurmak, [az-dur-mak] {eAT} gçl. f i [-u r] 1. Doğru yoldan çıkarmak; saptırmak. 2. Vazgeçirmek. 3. Boşa çıkarmak. 4. Bozguna uğratmak; harap ve perişan etmek. a’zeb, [Ar. ‘azb > a‘zeb v -^ '] (a-zeb) {OsT} is. En
y ig â :n ) {OsT} is. Azerbaycan, azerd, [Far. âzerd
^jiT]
(a;zerd ) {OsT} is. Boya; renk,
azerî, [Far. âzer + Ar. -ı
(a ;z eri;) {OsT} sf. A-
teşli. Azerî, [Far. âzer-ı lSjİT] (a ;z eri:) {OsT} is. 1. Azer baycan’da yaşayan Türk soylu halk ve bu soydan olan kimse; AzerbaycanlI. 2. sf. AzerbaycanlIlara ait. A zerice, [Azerî-ce] is. 1. Azerbaycan Türklerinin kullandığı Türk lehçesi. 2. sf. Azerbaycan Türkle rinin kullandığı Türk lehçesi ile yazılmış eser, azerm , [Far. âzerm p jl] (a;zerm ) {OsT} is. 1. Utanma. 2. Şefkat. 3. Haşmet. S âzerm -cü, {OsT} T erbiyeli; k ib a r ; ince. azfar, [Ar. zufr > azfar jUtl] (azfa;r) {OsT} is. Tır naklar. azfendak, [Far. âzfendâk tSİJuijT] (a ;z fen d a ;k ) {OsT} is. Gökkuşağı, azfer, [Ar. zufr > azfer yk>I] {OsT} sf. (Kişi için) uzun tırnaklı. azgan1, [az-ğan] {eT} {ağız} is. bot. Kuşburnu bitkisi. [DLT] [DS] azgan2, [Ar. zığn > azğân uW>l] (azğ a;n ) {OsT} is. Kinler; garezler,
lezzetli; en tatlı, azeb, [Ar. ‘azb (bekâ rlık) > ‘azab / ‘azeb
azeh, [Far. âzeh ^ jl] (a:zeh, h kalırı söylen ir) {OsT}
{OsT}
azgas, [Ar. zağs > azğâs ü U ^ I] (azğ a;s) {OsT} is. 1.
ö ira
AZG
i k
i m
. 402
Demetler; desteler. 2. Karmakarışık rüya ve söy lentiler.
birini doğru yoldan saptırmak; iğva etmek. 2. Bir birine kızmak,
azgaş, [eT. âz-mak (yoldan çılan ak; sap m ak ) > az-
azgurm ak, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > az-ğur-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Yanlış yola götür mek; azdırmak; saptırmak; ayartmak. [Gabain] [EUTS]
ğa-ş jiLfcj'] {eAT} is. Mücadele, azgaşmak, [eT. âz-mak (yoldan çılçm ak; sa p m ak ) > az-ğa-ş-mak
{eAT} {ağız} dönşl. f . [-ır ]
[eA T.. -u r] 1. Kızmak. 2. Kızışmak. 3. Azgınlaş mak. [DS] azgın, [eT âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > az gın] sf. 1. Azmış olan. 2. Öfkeden kontrolünü kay betmiş; gözü dönmüş. 3. Saldırmaya hazır. 4. Vah şi. 5. (Deniz için) dalgalı ve kabarmış. 6. (Rüzgâr için) çok şiddetli, kasıp kavuran. 7. Cinsel bakım dan aşırı istek duyan; doyumsuz. 8. (Çocuk için) etrafı kırıp döken, söz dinlemeyen; yaramaz; haşa rı. 9. (Ten, deri vb için) çabuk iltihaplanan; yarası geç iyileşen. 10. Doğru yoldan ayrılmış; sapık; sap kın. S azgın azgın, Coşkun ve taşkın b ir hâlde. azgına, [az-ğma] {eT} zf. Azıcık; azca; çok az. [EUTS] azgınlaşma, [azgm-la-ş-ma] is. Azgınlaşmak işi. azgınlaşmak, [azgın-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. A z gın ve saldırgan duruma gelmek. 2. Aşırı cinsel istek duymak,
azha, [Ar. zahve > azhâ
(azh a;) {OsT} is. Göl
ler; göletler; havuzlar, azher, [Ar. zahir (açık) > azher / azhar ^ 1 ] {OsT} sf. Çok açık; çok belli; meydanda; aşikâr, azı, [eT az-ığ / az-ık] is. 1. Her iki çenede sağlı sollu beşer adet bulunan öğütücü dişler; azı dişi. 2. {ağız} Kağnı dingilini yanlara bağlayan ağaç kama. [DS] 3. {ağız} Keskin aletlerin, tırnağın dip tarafı. [DS] S azı kazığı, {ağız} K a ğ n ıla rd a a r a b a evi, din gil ve oku b irb irin e ba ğ lay a n kazık. [DS] azıcık, -ğı [az-ı-cık / az + ıcık (biraz) az-cuk] ( a z ı cık) sf. 1. Çok az, biraz, yetersiz. 2. zf. A z bir za man olarak, biraz, azıd, [Ar. ‘azd
{O s T} is. 1. Kolun üst kısmı. 2.
Destek. 3. Güç; kuvvet; kudret,
azgınlık, -ğı [azgın-lık] is. 1. Kızgınlık, öfke, saldır ganlık gibi duygu ve davranışlarda aşırı gitme; taş kınlık. 2. Aşırı yaramazlık; haşarılık. 3. Aşırı cinsel istek. 4. Sapıklık. 5. Kötülük, fesat. 5 azgınlık etmek, 1. A şırı gitm ek. 2. F e s a t çıkarm ak, bozgun cu lu k etmek.
azıg, [az-ığ] {eT} is. Azı dişi. [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] 0 azıg tiş, Azı dişi. [EUTS] azıglam ak, [azığ-la-mak] {eT} gçl. f [-r ] Azı dişi ile ısırmak; azı dişine vurmak. [DLT] azıglıg, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak ) > azığ-lığ] {eT} s f 1. Azılı; korkunç; azı dişi belirmiş olan. [DLT] 2. Azı dişi. [EUTS] 0 azıglıg tonuz, Azı dişli domuz.
azgınmak, [âz > az-ğın-mak
azıgzımak, [az-ığ-(ı)z-ı-mak
{eAT} gçl. f . [-
u r] A z görmek; azımsamak, azgıntı, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sa p m ak ) > azgın-tı] {ağız} is. Soytarı; serseri. [DS] azgışmak, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > az-ğı-ş-mak
{eAT} dönşl. f . [-ır ] 1. Kızmak.
2. Kızışmak. 3. Azgınlaşmak, azgun, [eT. âz-mak (yoldan çıkm ak; sap m ak) > azğun / az-kun j^ jT ] {eAT} sf. Doğru yoldan ayrıl mış; baştan çıkmış; sapkın; sapık. 0 azgun. işli, {eAT} Bozguncu. azgunırak, [azğun-ırak] {eAT} sf. 1. Daha sapık. 2. Daha şaşkın. 3. Daha çok uzaklaşmış, daha çok ayrılmış olan, azgunlık, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > az-ğun-lık jjkjfcjT] {eAT} is. 1. Azgınlık; taşkınlık; sapıklık. 2. Kötülük; fesat; bozgunculuk. 3. İnsanı imtihan edecek şey; şaşırtacak şey; fitne. 0 azgunlık eylemek, {eAT} B ozgunculuk y a p m a k ; fe s a t çıkarm ak.|| azgunlıga okuyıcı, {eAT} S ap ıklı ğ a çağıran . azgurışmak, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > az-ğur-ış-mak
{eAT} işteş, f . [-u r] 1. Bir
{eAT} gçl. f [-r ]
Az bulmak; az görmek; azımsamak, azık, [eT. az-ık / az-uk djT] {eT} is. 1. Yiyecek; er zak; nevale. {eT} (aynı) [EUTS] [Mühennâ] 2. Yolcu luğa çıkarken yolda yemek için götürülen yiyecek ve içecekler; kumanya; yol yiyeceği. {eT} {ağız} (aynı) [EUTS] [Mühennâ] [DS]!? azık karıştırm ak, {ağız} H ep b e r a b e r y e m e k için azıkla rı birbirin e karıştırm ak. [DS]|| azık tutm ak, {eAT} Y iyecek b i riktirm ek. azıkçı, [azık-çı] {ağız} is. Azık taşıyan. [DS] azıklamak, [azık-la-mak] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Geliri ile kendini idare etmek; ürünü ihtiyacına ye tecek kadar olmak. [DS] azıklandurm ak, [azık-la-n-dur-mak
{eAT}
gçl. f [-u r ] Azık vermek, azıklanm a, [azık-la-n-ma] is. Azıklanmak işi ve du rumu. azıklanmak, [azık-la-n-mak j^jlijl] edil, f
[-ır ] 1.
Yiyecek verilmek; rızklanmak. 2. dönşl. f. [-ır] Azıklı hâle gelmek; azık sahibi olmak; azık edin mek; erzak edinmek. {eAT} (aynı) azıklı, [azuk-luğ > azık-lı] sf. 1. Azığı olan. 2. Azıkla
ö lü E lB M U o s birlikte. 3. {ağız} Yoksullan doyuran; aç doyuran. [DS] azıklık, -ğı [azuk-luk > azık-lık] is. 1, Azık olarak hazırlanan yiyecek. 2. Azık konulan kap, sepet, torba. 3. Hemen yemek üzere, harman zamanından önce biçilip savrulan ekin. 4. {ağız} Geçim; maişet. [DS] azılamak, [azı > azı-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı) -yor] İncitmek; ısırmak; düşmanlık etmek. [DS] azılanmış, [azıla-n-mış] {ağız} sf. Kafa tutan; baş kal dıran. [DS] azılı, [azığ-lu > azı-lı] sf. 1. Acımadan kötülük yapa bilecek durumda olan; zorba; azgın. 2. Hiçbir şey den korkmayan. 3. Tehlikeli. 4. Korkutucu. 5. (Ço cuk için) yaramaz, kavgacı; haşarı. 6. Ü ç yaşını geçmiş yaban domuzu, azılma, [az-ıl-ma] is. Azılmak işi ve dirimi, azılmak, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > azıl-mak] {eT} dönşl. f . [-ır ] [eT. -u r] 1. Yanılmak. [Yüknekî] 2. Azgınca davranışlarda bulunmak. {eT} (aynı) [DLT] azılu, [eT. azığ-lu > az-ı-lu >^jT] {eAT} sf. Taşkın; çılgın. azımak1, [az-ı-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] 1. Sızmak. 2. Gürültüden ağır duyar olmak. [DLT] azımak2, [eT. âz-mak (yoldan çıkm a k; sap m ak) > azı-mak] {ağız} g ç s z .f. [- r ] Baş kaldırmak. [DS] azımsama, [az-ımsa-ma] is. Az bulma, az görme, azımsamak, [az-ımsa-mak] gçl. f . f - r ] (-s(ı)-y or] 1. Az bulmak; yeterli görmemek. 2. Daha çoğunu is temek. 3. Umduğundan az bularak beğenmemek; azgınmak; azımsımak; azımsınmak; azırgamak; azırganmak. azın, [az-ın ujl] sf. 1. Biraz; hafifçe. {eAT} (aynı) 2. zfi Az olarak. {eT} (aynı) S5 azın azın, {eAT} A zar azar; y av aş y a v a ş ; ted ricen ; a z az. azınlık1, -ğı [az-ın-lık] is. 1. Bir toplulukta sayıca az olan. 2. Dil ve din bakımından farklı egemen bir devlet içinde yaşayan küçük topluluk; ekalliyet. 3 azınlık grubu, B ir m ecliste g e n e l eğilim den fa r k lı düşünen ve davran an kü çü k grup. \\azınlık hakları, M ecliste veya ticari b ir ortak lık ta azın lıkta o la n la ra tanınan y a rg ıy a b a ş vurm a ve k a r a r la r a itiraz etm e g ib i h a k la r.|| azınlık hükümeti, M ecliste y e terli çoğunluğa sa h ip olm ayan p a rti grubunca, başka p a rtili veya bağ ım sızların d estek lem esi s o nucu kurulmuş hükümet.\\ azınlıklar hukuku, B ir devletin egem en liği altın d a y a ş a m a k zoru n da kalan azınlıklara tanınan din ve ib a d et hürriyeti, kültür ve g elen eklerin i yaşatm a, d illerin i s e r b e s tç e ku lla nabilm e ve hakim toplu lu ğa tanınan bütün h a k la r dan eşit o la r a k y a ra rla n a b ilm e h akların ın bütünü.\\ azınlık okulları, A zınlıkların eğitim ve öğretim in i sağ lam ak üzere ö z e l kan u n lara g ö r e açılm ış oku l
AZI lar. || azınlıkta kalmak, B ir grubun veya partinin k a la b a lık gru p karşısın da s a y ıc a z a y ıf kalm ası. azınlık2, -ğı [az-mak > az-m-lık] {ağız}is. Usanç; bıkkınlık. [DS] azınmak, [azmak > az-ın-mak] {eAT} dönşl. f. [-u r] Kaybolmak. azm sam ak, [azm-sa-mak] {ağız} g çl. f i [- r ] [-s(ı) -y o r] Az görmek; az bulmak; azımsamak. [DS] azınsımak, [azın-sı-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] Az gör mek; az bulmak; azımsamak. [DS] azıntı, [az-ıntı] {ağız} sf. 1. İşe yaramayan ve nereden geldiği belli olmayan; serseri. 2. Zorba; azgın. 3. Azıtılmış hayvan. 4. Soyu bozulmuş; melezleşmiş. [DS] azırak, -ğı [az-ı-rak lijjî] {eAT} {ağız} sf. ve zf. Daha az; azıcık. [DS] azıraklı, [az-mak > az-ır-ak-lı] {ağız} sf. Kavgacı; kızgın; belalı. [DS] azırgam ak, [az-ır-ğa-mak ^IfcjjT] {eAT} gçl. fi. [ -r ] 1. Az görmek; az bulmak; azımsamak. 2. Önem vermemek. azırgan, [az-ır-gan] {ağız} is. Yol kenarlarında birbi rine sarılarak büyüyen ve boyu iki metreyi bulan dikenli çalı. [DS] azırganm ak, [az-ır-ğa-n-mak
{eAT} gçsz.
fi
[-ır ] [eAT. -u r] 1. Azımsanmak; azımsamak; az bulmak. 2. {ağız} Nazlanmak. [DS] 3. {ağız} Çekin mek; kaçınmak. [DS] 4. {ağız} Zor gelmek; isteksiz olmak. [DS] azırgu, [az-ır-ğu
{eAT} zf. Azca,
azırkam ak, [az-ır-ka-mak j^ jjT ] {eAT} gçl. f i [ - r ] -*■ azırgamak. azırra, [Ar. darîr / zarîr > azırrâ l_^>'] (azırı-a:) {OsT} is. Körler, azışma, [az-ış-ma] is. Azışmak işi. azışmak, [eT az-ğı-ş-mak > az-ış-mak jA ijl] dönşl. fi. [-ır ] 1. Gittikçe şiddetlenmek; kızışmak; azgınlaş mak. 2. işteş, f i Kavgaya tutuşmak, dövüşmek. 3. {eAT} Birbirini yitirmek, azıştırm a, [az-ış-tır-ma] is. Azıştırmak işi. azıştırm ak, [az-ış-tır-mak] gçl. fi. [- ır ] 1. Gittikçe şiddetlenmesini sağlamak; kızıştırmak; tutuştur mak; şiddetlendirmek. 2. Kavgaya tutuşturmak, dö vüştürmek. azıtgan, [az-ıt-ğan] {eT} sf. Daima yoldan çıkaran; azdıran. [DLT] azıtm a, [az-ıt-ma] is. 1. Azıtmak işi. 2. Kovarak uzaklaştırma. S1 azıtm a kedi, Yabani h a y ata d ö n müş o la n ev cil kedi. azıtm ak, [az-ıt-mak
jijT ]
gçsz. fi [-ır ] [eAT. -u r] 1.
Azmış hâle gelmek; azgınlık etmek. {eT} {eAT} (ay nı) [EUTS] [Gabain] 2. Zapt edilemez olmak. 3. Ken
o iu m re so M i.
AZİ di yolunu şaşırmak; doğru yoldan sapmak; {eATf (aynı) yolunu yitirmek..4. gçl. Birisini azdırmak, yoldan çıkarmak, şaşırtmak. {eT} {eAT'} (aynı) 5. {eT} Karıştırmak karmakarışık bir hâle getirmek; düzensiz hâle koymak; intizamı bozmak. [EUTS] [Gabain], 6. {eTj İşi yolundan sapıtmak; yoldan çı karmak. [DLT] [Mülıennâ] 7. Kedi köpek gibi evcil hayvanlan yabana salıvermek; başıboş bırakmak, azide, [Far. âzıde o-bjT] (a :z i:d e) {OsT} sf. Matkap vb. ile delinmiş, azife, [Ar. âzife Asjl] (a:zife) {OsT} is. Kıyamet, azifet, [Ar. âzifet cijT] (a:zifet) {OsT} is. Kıyamet. aziğ, [Far. âzığ
£jT]
(a :z i:ğ ) {OsT} is. Nefret; kin;
azim at, [Ar. âzime > âzimât olojT] (a:zim a:t) {OsT} is. Kıtlık yılları. azim e1, [Ar. ‘azm > ‘azîme
(azi:m e) {OsT} is. 1.
Sebat, kararlılık. 2. fo lk . Cin, yılan gibi zararla şey lerden korunmak için yazdırılan tılsımlı kâğıt; muska. S azime okumak, fo lk . Büyü için dua o ku m ak; büyü yapmak.\\ azîm et-h'ân, {OsT} B üyü cü. azime2, [Ar. ‘azâmet (büyüklük) > ‘azîme -uJip] (azi.m e, z kalın söylen ir) {OsT} is. Büyük iş; büyük günah; büyük bela, azime, [Ar. âzime a«)T] (a:zim e) {OsT} is. 1. Kıtlık
düşmanlık. azihe, [Ar. ‘azîhe
(azi:he) {OsT} is. Yalan; if
yılı. 2. Azı dişi, azimet, [Ar. ‘azm ( niyet, y o la gitm e) > ‘azimet
tira. azik, [Ar. ‘azik J i*] {OsT} sf. Hoşa giden. azil1, -zli [Ar. ‘azl J>p] {OsT} is. 1. Geri çekme; geri alma. 2. İşten çıkarma; görevine son verme. 3. huk. Birine verilmiş olan vekâlet yetkisinin tek yanlı beyan ile geri alınması işlemi. 4. Cinsel ilişkide erkeğin dışarıya boşalması. 5. Memuriyet görevinin yetkili makam tarafından alınması; memuriyetten atılma. S azletmek, Verilen g ö rev d en veya v ek â letten u zaklaştırm ak,|j azleylemek, Verilen g ö r e v den veya vekâletten u zaklaştırm ak.|| azlolmak, G ö revin den uzaklaştırılm ak, işten çıkarılmak.\\ azlo lunm ak, K en d isin e verilen g ö rev d en veya v ekâlet ten uzaklaştırılm ak. azil2, [Ar. ‘âzil JiU ] (a:zil) {OsT} sf. 1. Azarlayan; çı kışan; paylayan. 2. is. Kadınlarda aybaşı hâline se bep olan kanal. azil3, [Ar. ‘azıl
Kesin kararlı. 2. Bir yere gitmeye kesin karar ver miş olan.
(azi.T) {OsT} sf. Düzeltilemez;
serkeş; inatçı. azim 1, [Ar. ‘azamet (büyüklük) > ‘azim / ‘azîme (azi:m , z kalın söylen ir) {OsT} sf. 1. Büyük; ulu; yüce. 2. Şiddetli; kuvvetli; hayret uyandırıcı; görkemli; muhteşem. 3. Derecesi ve mevkii yüksek olan; yüceliği sınırsız; Allah. S azîm 'ül-kadr, {OsT} D eğ eri y ü k sek o la n .|| azîm ü’ ş-şân, {OsT} D ere c es i ve m ertebesi ç o k y ü k sek o la n (Allah). azim2, -zmi [Ar. ‘azm r y ] {OsT} is. 1. Yapılmak iste nen bir iş, varılmak istenen bir hedef için her türlü güçlüğü göğüsleme kararlılığı; kesin karar; irade; gayret; gaye; niyet. 2. Yola gitme; yolculuğa çık ma. S azim olmak, {ağız} K a ra rlı o lm a k; azim li olm ak. [DS]|| azm ü cezm, {OsT} K esin karar.\\ azm ii hıram etmek, {OsT} Gitmek. azimJ, [Ar. ‘azm > ‘azim fjU ] (a:zim ) {OsT} sf. 1.
o-ş.jp] (azi:m et) {OsT} is. 1. Yola çıkma; gitme; gi diş. 2. Büyü duası; tılsım; efsun. S azimet etmek (buyurmak, eylemek), Yola çıkm ak, gitm ek. || azîmet-hvân, Büyü d u ası okuyan.\\ azîmet ii avdet, {OsT} G idiş ve dönüş. azim kar, [Ar. ‘azm (karar) + Far. -kâr
(azim-
k âr) {OsT} sf. Kararlı, sebatlı; azimli, azim kârane, [Ar.
‘azm (karar) + Far. -kâr-âne
«üljlSLojp] (a zim k â :ra :n e) {OsT} zf. Kesin kararlı olarak. azimli, [azim-li] sf. 1. Varmak istediği hedef veya yapmak istediği bir iş için her türlü güçlüğü yenme kararlılığında olan; kararlı; sebatkâr. 2. zf. Yılgınlık ve umutsuzluk göstermeden, azimut, [Ar. el-simüt (yanlar.) > Isp. Fr. asimut] is. 1. Açısal uzaklık. 2. g ö k b. Bir yıldız ile gözleme vinin bulunduğu yerin düşeyinden meydana gelen düzlem ile gözlemevinin boylam düzlemi arasında ki açı; açıklık. 0 azimut kadranı, D ik çubuklu gü neş sa a ti.|| azimut pusulası, M ıknatıs ibresinin g ö zlem ey e y a ra y a n büyiik ça p lı p u su lası; güney açısı. azin1, [Ar. izn > âzin u iî] (a;zin) {OsT} sf. 1. İzin veren. 2. is. Kefil. 3. Kapıcı; perdeci. azin2, [Far. âzîn
(a :z i;n ) {OsT} is. 1. Süs; ziynet.
2. Donanma; şenlik. 3. Kural; yasa; kanun. 4. Y o ğurttan yağ çıkarmakta kullanılan yayık. azine, [Far.âzîne
(a ;z i;n e) is. 1. Cuma günü. 2.
Bayram günü. a z ir1, [Ar. ‘azır jjİp] (a zi.rj {OsT} sf. 1. Özür dile yen. 2. is. Özür. azir2, [Ar. ‘azîr y.jz] (azi.r) {OsT} is. Biçilmiş ekinin tarlada satılması.
M UflllliBlt M
«405________________ ____________ ________________________________
azir3, [Far. âzır jj.iT] (a:z i:r) {OsT} is. 1. Ağrı; sızı. 2. Istırap. 3. Akıntı. 4. Azar; çıkışma, aziş, [Far. azış ^ > 1 ] (a :z i:ş) {OsT} is. 1. Eşik tahtası. 2.
Ağaç veya tahta parçası; yonga; talaş,
aziy, -yyi [Ar. âziyy (_gjT] (a:ziy) {OsT} is. Deniz dalgası. aziz, [Ar. ‘izzet (büyüklük) > ‘azîz I ‘azize «yy- / yyp] (azi:z) {OsT} sf. 1. Sevgi ve saygıda üstün tu
_____ AZM
ur] 1. Hırslanmak. [Üç İtigsizler] 2. Haset etmek; kıskanmak; çekememek, [EUTS] 3. Arzulamak. [EUTS] azlanm ak2, [âz > az-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] A z bulmak; az görmek; azımsamak. [DLT] azlanm ak3, [eT. âz-mak (yoldan çıkm ak; sap m ak) > az-(ı)l-ın-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Yanılmak; hata etmek. [EUTS] azlem, [Ar. zulm (karan lık, eziyet) > azlem (Ulit]
{OsT} sf. 1. En fazla zulüm ve haksızlık eden; en tulan; değerli; sayın; saygın; muazzez. 2. Kutsal. 3. zalim. 2. En karanlık, is. Ermiş erkek; eren. 4. Hıristiyanlıkta Incil’in ru azlık,,-ğı [az-lık] is. Ölçü ve sayı bakımından yeter huna uygun yaşadığı tespit edilen ve kendisine siz olma durumu; yeterli gelmeme durumu. {eT} uyulması kilisece kabul edilen kişi. 5. Mısır valisi. (aynı) [EUTS] 6. gnşl. Hayatı ve dinî yaşayışı başkalarına örnek azlu, [az-lu jJjT] {eAT} sf. Nasibi, kısmeti az olan. olabilecek nitelikte olan kimse. 7. ürıl. Sevgi ve saygı ifade eden hitap sözü. S aziz etmek (kıl azm 1, [Ar. azm ^ ] {OsT} is. Kemik. S azm-i acz, mak), 1. D eğerin i yükseltm ek. 2. Saygı du y u lacak {OsT} anat. Sağrı kemiği.\\ azm-i adesî, {OsT} anat. hâle getirmek.\\ azîz-i hakîm, {OsT} H ikm et sahibi, M ercim ek kem iğ i.|| azm-i amiği, {OsT} anat. P azı kuvvetli (Allah).|| azîz-i M ısr, Hz. Yusuf.\\ aziz ol kemiği.\\ azm-i akab, {OsT} Ö kçe kem iğ i.|| azm-i mak, M anen yükselm ek. cehî, {OsT} anat. Alın kem iğ i.|| azm-i cidarî, {OsT} anat. Yan kem iğ i.|| azm-i dil'î, {OsT} anat. E ğ e k e azizan, [Ar. ‘azız > ‘azızân o\y.y-\ (azi:za:n ) {OsT} is. m iği.|| azm-i enfî, {OsT} anat. Burun kem iğ i.|| azmAzizler. i fahz, {OsT} anat. Uyluk k em iğ i] \ azm -i ğırbalî, azize, [Ar. ‘izzet (büyüklük) > ‘azize c y y ] (aziıze) {OsT} anat. K a lb u r kem iği.|| azm-i hanek, {OsT} {OsT} is. 1. Ermiş kadın. 2. ünl. Bayanlara sevgi hi anat. D am a k kem iği.|| azm-i harkafa, {OsT} anat. tabı. K a lç a kem iğ i.|| azm-i ka'b, {OsT} anat. A şık kem iazizlik, -ği [aziz-lik) is. 1. Aziz olma durumu. 2. ği.\\ azm-i kafa, {OsT} anat. A rt k a fa kemiği.\\ azmBüyüklük, ululuk. 3. Ermişlik. 4. gnşl. Şaka, mu i kasaba, {OsT} anat. B a ld ır kem iğ i.|| azm-i kass, ziplik 5. Beklenmedik, hoş olmayan can sıkıcı du {OsT} anat. G öğüs kem iğ i.|| azm-i kitf, {OsT} anat. Omuz kem iğ i; k ü rek kemiği.\\ azm-i kû'bere, {OsT} rum. S1 azizlik etmek, B irini beklen m ed ik ve hoş anat. Ön k o l kem iği. || azm-i lamî, {OsT} anat. D il olm ayan b ir durum a düşürm ek; m uziplik yapm ak. kem iği]] azm-i mik'a, {OsT} anat. K a ş ık kem iği. || azkına, [az-kına / az-kıya] {eT} zf. Azıcık; pek az; azm -i remîm, {OsT} Çürük kem ik.|| azm-i rıdfa, biraz. [Tekin] [EUTS] {OsT} anat. D izkapağ ı kem iği.|| azm-i rikâbî, {OsT} azkınga, [az-kı-na / az-kına] (azkına) {eT} zf. Çok az; anat. Üzengi kem iği. j| azm-i sfldgî, {OsT} anat. Şa azıcık. [ETY] k a k kem iğ i.|| azm-i şazye, {OsT} anat. K a v a l k em i azkıya, [az-kı-na / az-kına] {eT} zf. Azıcık; biraz. ğ i]] azm-i terkova, {OsT} anat. K öp rü cü k kem iği]] [EUTS] azm-i us'us, {OsT} anat. K uyruk kem iğ i.|| azm-i azkinek, [Karaim T. az-gınak > az-kinek] {OsT} zf. vecanî, {OsT} E lm a cık kem iği]] azm-i vetedî, {OsT} Azıcık. anat. T em el kem iğ i.|| azm-i zend, {OsT} anat. D ir azkun, [az-kun OjSjT] {eAT} -*■ azgun. s e k kem iği]] azm-i zıfrî, {OsT} anat. Tırnaksı k e azkuna, [Yun. zvura] {ağız} is. Topaç. [DS] mik. azkura, [Yun. zvura] {ağız} is. -*• azkuna. [DS] azm 2, [Ar. ‘azm ?y-] {OsT} is. -*■ azim. S azm-ı azl1, -li [Ar. ‘azl J \&\{OsT} is. 1. Başa kakma. 2. Ak at’î, {OsT} K esin karar]] azm ü cezm, {OsT} K e zarlama. sin karar. azl2, -li [Ar. ‘azl Jy>] {OsT} is. -*• azil. azm a1, [az-ma] is. 1. Azmak işi, 2. sf. Değişmiş, bo azlaf, [Ar. zılf > azlâf ıJ^lip] (azlâ:f) {OsT) is. zool. Çatal tırnaklı hayvanların tırnakları, azlal, [Ar. zili (g ölg e) > azlâl
(azlâ:l) {OsT} is.
Gölgeler. azlamak, [az-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] Azımsamak; az görmek. [Yüknekî] azlanmak1, [az (hırs) > az-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-
zulmuş. 3. Hatırda kalmış; anı kırıntısı. 4. {ağız} Siyah renkli, gagasının üzerinde küçük küçük be yaz benekli çukurluklar olan iri güvefcin. [DS] 5. {ağız} Irmak kıyılarındaki çimenlik. [DS] 6. {ağız} Irmak kenarlarındaki kavaklık. [DS] 7. sf. (Hayvan lar için) iki ayrı ırkın karışımı olma; melez; kırma. azm a2, [az-ma] {eT} is. Taşağının derisi yarıldığı için aşamayan koç. [DLT]
O T u eiÜ R SO M .
AZM azm a3, [Far. âzmüden > azma / âzmây
/ UjT]
azmayı, [Far. azma>azmayî ^.kjT] (a .z m a .y i:) {OsT}
(eT a:zm ak)
azmayiş, [Far. âzmâyış ^.Lojî] (a :z m a :y i:ş) {ağız}
(âzm a:) {OsT} sf. 1. Denemiş. 2. Denenmiş azm ak 1, [eT âz-mak > az-mak
gçsz. f. [ - a r ] 1. {eT} Yolunu şaşırmak; yoldan çık mak; yolu yitirmek; şaşırmak. {eAT} (aynı) 2. mec. Çok kötü hareket etmeye başlamak; azgınlaşmak; bozulmak; değişmek; yoldan çıkmak; sapmak; ay rılmak; yanılmak; şaşırmak; ahlakı bozulmak, yol dan çıkmak; sapkınlığa düşmek. {eAT} {ağız} (aym) [DLT] [ETY] [ETY] [EUTS] [Gabain] [Mühennâ] [DS] 3. {eAT} Başa gitmek; heba olmak. 4. {eAT} Bozul mak; fesada uğramak. 5. {eAT} Özellikleri bozul mak; değişmek; ekşimek. 6. {eAT} Ayrı düşmek; ayrılmak. 7. Hareketleri alışılmışın dışına çıkmak; taşkınlık göstermek; coşmak. 8. (Çocuklar için) yaramazlığı artırmak. 9. (Hayvanlar için) zor zapt edilir olmak; idare edilemez hâle gelmek. 10. (Fır tına, rüzgâr) şiddetlenmek. 11. (Sel ve deniz dalga ları için) kabarmak; köpürmek; taşmak. 12. (Bitki ler için) ürün vermeyi engelleyecek şekilde aşırı boylanmak. 13. (Yara için) iltihaplanmak, iyileş mesi gecikmek. 14. (Çamaşır için) rengi açılama yacak derecede kirlenmek. 15. Cinsel isteği artmak. 16. {ağız} (Toprak için) tavını kaybetmek. [DS] 17. {ağız} (Yemek için) ekşimek; tadı bozulmak. [DS] 18. {ağız} Oyun, eğlence amacıyla boğuşmak. [DS] S3 azm ak kudurm ak, Coşkunluktan zap t ed ilem e y e c e k h â le gelm ek.
is. 1. Denenmiş olma hâli. 2. Denemiş olma hâli, {OsT} is. Deneyim. [DS] azme, [Ar. ‘azm > ‘azme ^ y ] {OsT} is. 1. Karar; ni yet. 2. Görev; vazife. azm en1, [Ar. ‘azm > ‘azmen lijp] ( a z ’m en) {OsT} zf. Kararlı olarak; karar vererek; niyet ederek. azmen2, [Ar. ‘azm > ‘ azmen
{OsT} sf. 1. Pek
çok şeyi taşıyan; en çok şeyi içine alan. 2. En çok güven duyulan, azmend, [Far. âz (tam ah) > âzmend -tujî] (a:zm end) {OsT} sf. Tamahkâr; aç gözlü; haris, azmetme, [Ar. ‘azm (karar) + T. et-me 4^.1 y\ is. Azmetmek işi. azmetmek, [Ar. ‘azm (karar) + T. et-mek
^ y]
gçsz. f . [-(d )-e r ] 1. Yapmak istediği iş ve varmak istediği hedef için bütün güçlükleri yenmeye, en gelleri aşmaya kesin kararlı olmak. 2. Çok arzu etmek; çok istemek, azm ettirm e, [Ar. ‘azm (karar)+ T. et-tir-me a»ıjül ^ y] is. Azmettirmek işi. azm ettirm ek, [Ar. ‘azm (karar) + T. et-tir-mek ^ y
azm ak2, -ğı [az-mak ^ jT ] is. 1. {ağız} Geçici olarak
dlojul] gçl. f . [ -ir ] 1. Bir kimseyi yapmak istediği
su altında kalan yer. [DS] 2. Bir su kanalından ayrı lan kol; ark; {eAT} 3. Tuzlalardaki tuz tavaları. 4. {ağız} Akarsuların yatak değiştirmesi sonucu mey dana gelen küçük su birikintileri. [DS] 5. Saz ve kamışlarla kaplı bataklıklar. 6. {ağız} Akarsuyun denize döküldüğü yer. [DS] 7. {ağız} Kaynak; memba; göze. [DS] 8. {eAT} {ağız} Yapışkan çamur lu bataklık. [DS]
bir işe heveslendirmek. 2. huk. Birini yasa dışı iş yapması veya suç işlemesi için kışkırtmak, yönlen dirmek.
azm an 1, [az-man] sf. 1. Alışılmışın üstünde büyüyüp gelişen; iri yarı. 2. Taze iken toplanmadığı için to huma kaçmış lahana, karnabahar gibi bitkiler. 3. Bir başka cins veya ırk ile çaprazlama sonucu do ğan kedi, köpek cinsi hayvan. 4. {ağız} (Davar için) beş yaşını geçmiş. [DS] 5. {eT} Sarımtırak. [Tekin] 6. {eT} is. İğdiş; iğdiş at. [ETY] [Gabain] 7. {ağız} İğdiş edildiği hâlde erkekliğini kaybetmeyen ko yun, keçi, boğa. [DS] 8. {ağız} Dört yaşını geçmiş boğa. [DS] 9. {ağız} Çalı, diken ve yabancı otlarla dolu tarla. [DS] 10. {ağız} Bataklık. [DS] 11. {ağız} Bitkilerde kök filizi; kök sürgünü. [DS] azm an2, [Far. âsumân] {ağız} is. Gökyüzü; asuman. [DS] azm anlaşm a, [azman-la-ş-ma] is. Azmanlaşmak işi. azm anlaşm ak, [azman-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Alı şılmışın dışında büyümek ve gelişmek, azm antı, [Far. azmendı] {ağız} sf. Zorba. [DS]
azmî, [Ar. ‘azm > ‘azmi LS*Jit] (azm i:) {OsT} sf. 1. Kemikten yapılmış. 2. Kemikli, azmî, [Ar. ‘azm (karar) > ‘azmî / ‘ azmiye ^ y t ^ y \ (azm i:) {OsT} sf. 1. Azimle ilgili. 2. Kesin kararla ilgili. azmin, [Ar. ‘azmî > ‘azmîn
(azm i:n) {OsT} is.
anat. Kemik iliği, azm kâr, [Ar. ‘ azm+Far. kâr
(azm kâ.r) {OsT}
sf. Azimli; kararlı, azm kârane, [Ar. ‘azm + Far. kâr-âne
(azm-
k â :r a :n e ) {OsT} zf. Kararlı olarak; kararlılıkla; azimle. azmude, [Far. âzmüden (den em ek) > âzmüde o^jT] (a:zm u :de) {OsT} sf. Denenmiş; tecrübe edilmiş, azmudegi, [Far. âzmüdegî ,J> oajjjT] (a :z m u :d eg i:) {OsT} is. 1. Deneyimli; alışık olma. 2. Görgülü ol ma hâli. azmun, [Far. âzmüden (den em e) > âzmün jy jT ] (a :zm u:n) {OsT} is. 1. Tecrübe; deneme; sınav; imti-
AZU han. 2. s f Denenmiş; tecrübe edilmiş. 3. Denemiş olan; tecrübe etmiş olan, aznaş, [az-mak > az(t)n-a-ş] {eAT} is. Tartışma; kav ga-
a z n a ş la m a k , [aznaş-la-mak] {eAT} gçsz. f . [ - r ] 1. Tartışmak; münakaşa etmek; kavga etmek. 2. Ka bul etmek; ikrar etmek, a z n a ş m a k , [az-(ı)n-a-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] 1. Bozuşmak; kavga etmek; birbirine girmek. 2. Bela olmak. 3. d ö n şl.fi Kızışmak; şiddetlenmek. [DS] aznavur, [Güre, aznauri / Erm. aznawor jjJjt] {ağız} is. 1- İri yarı, kuvvetli kimse {eAT} (aynı) [DS] 2. {eAT} Kötü ahlaklı kimse. 3. sf. Azgın. {eAT} (aynı) 4. Korkusuz ve zalim. 5. {ağız} Asık suratlı; sinirli; haşin. [DS] ® aznavur gibi, {ağız} Ç o k zalim d a v ranan. azne, [Zaza Kürt, azna] {ağız} is. Yüzme. [DS] S azne etmek, {ağız} Yüzmek. [DS]
Azrail, [İbr. Azer el > Ar. ‘azra’îl J_itjjp] (a z ra :i:l) {OsT} is. Dört büyük melekten, Allah’ın emri ile insanların canını almakla görevli olanı; ölüm mele ği. S A zrail’e bir can borcu olmak (kalmak), 1. Bütün b o rçla rın ı bitirm iş, öd em iş olm ak. 2. in sa n ların ölüm lü olduğunu, d o la y ısıy la ken d i ölümünü d e kabullenmek.\\ A zrail’e el ense çekmek, a rg o. 1. Ölümü g ö z e a la r a k çalışm ak. 2. K a z a veya h a s talık yüzünden ölüm den dönm ek. ||A zrail gibi, C an a la ca k m ış g ib i korkutucu ve ürkütücü (kimse).\\ A zrail’in elinden kurtulm ak, Ölüm tehlikesi a t latmak.^ A zrail’le burun buruna gelmek, Ölüm teh likesi atlatm ak. azrak , [az-ra-k öjjT] sf. 1. Daha az; azca. {eAT} {eT} (aynı) [DLT] 2. Nadir, azrak ça, [az-rak-ça] {eT} zf. Pek az. [Gabain] azrar, [Ar. zarar > azrâr j l ^ l ] (azra:r) {OsT} is. Za rarlar; kayıplar,
aznif, [Erme, aznif (kibar.)] is. Ortadaki taşın dört ta rafına da işlenebilen ve işlenen taşların toplamı beş ve beşin katları olduğu zaman puan alman bir tür domino oyunu,
azref, [Ar. azref >JJ*\] {OsT} sf. 1. Çok narin, zarif;
azoik, -ği [Fr. azoîque] is. je o l. 1. Yapısı hayvansal olmayan. 2. En eski jeolojik katman,
azrek, [az-ra-k iljjl] {eAT} sf. ■* azrak.
azoospermi, [Fr. azoospermie] is. Kısırlığın başlıca sebebi olarak erkekte spermatozoitlerin yokluğu durumu. azot, [Yun. a (sız) + zöe (hayat) > Fr. azote] is. kim. Atom sayısı 7, kütlesi 14 olan havanın yaklaşık yüzde seksenini oluşturan renksiz, kokusuz bir gaz; nitrojen; sembolü: N. S azot bakterisi, biy. H av a daki serb est azotu nitrat h â lin e dönüştüren b a k te rili az° t çevrimi, biy. Azotun tabiatta h avadan toprağa, topraktan bitk ilere ve havaya, bitkilerden toprağa doğru akışı. azotlama, [azot-la-ma) is. Azotlamak işi. azotlamak, [azot-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(u )-y or] İçine azot katarak karıştırmak veya birleşik hâle getir mek.
en zarif; pek zarif. 2. Zayıf. 3. Çok zeki. S azref-i zttrefâ, {OsT} Z ariflerin en zarifi.
azreng, [Far. âzreng ^İJjiT] (a:zren g) {OsT} is. 1. Şon derece katı; sert. 2. Çok keder. 3. Aşırı eziyet; me şakkat. azsınmak, [az-sm-mak] {ağız} dönşl. f i [ - ır ] Az bul mak; az görmek. [DS] azsız, [az-sız] {eT} sf. Hırssız; öfkesiz; sakin. [EUTS] azu, [âz-mak (yoldan sap m ak) > az-u j j l ] bağ. 1. İki şeyden biri; veya; ya da; yahut; şayet. [EUTS] [Ga bain] [DLT] 2. Yoksa. [ETY] [Tekin] 3. Acaba. [Üç İtigsizler] 4. is. Azı dişi. S azu issi, Azı dişi olan yırtıcı hayvan. azuça, [az-u-ça] {eT} bağ. Veyahut yahut; yine. [EUTS] [Gabain] azud, [Ar. ‘azud -Ui*] {OsT} is. 1. Kolun üst kısmı. 2. Destek. 3. Güç; kuvvet; kudret,
azotlu, [azot-lu] sf. Birleşiminde ve yapısında azot bulunan.
azuf, [Ar. ‘azüf ı J j i t ] (azu:f) {OsT} is. Yiyecek; er
azotometre, [Fr. azotometre] is. Organik bir madde de hacim bakımından ne kadar azot bulunduğunu tespit etmeye yarayan alet; azot ölçer,
azug1, [az-uğ ^jjT] {eAT} sf. -*■ azuk2.
azotölçer, [azot+ölç-er] is. Organik bir maddede hacim bakımından ne kadar azot bulunduğunu tes pit etmeye yarayan alet; azotometre, azr, [Ar. 'azr _>>t] {OsT} is. Azarlama; paylama, azra, -a ’i [Ar. 'azrâ5
(a zra :) {OsT} is. 1. Bakire
kız. 2. Delinmemiş inci. 3. Medine. 4. Üzerinde hiç iz olmayan kum. 5. Hz. Meryem, azrahş, [Far. âzrahş
(a :zrah ş) {OsT} is. 1.
Şimşek. 2. Yıldırım. 3. Gök gürültüsü.
zak.
azug2, [Far. âzüğ j^jiT] (a:zu :ğ) {OsT} is. Kir; pas. azuk1, [âz-mak (yoldan sap m ak) > âz-uk] (a:zuk) {eT} sf. Yolunu kaybeden; nereye gittiği ve nereden geldiği belli olmayan. [DLT] azuk2, [az-uk jjjT ] (a:zuk) {eT} {eAT} is. Azık; yi yecek; katık; erzak; yol yiyeceği. [EUTS] [ETY] [DLT] [Gabain] [Yüknekî] [Tekin]® azuk virmek, {eAT} B eslem ek. azuklanmak, [az-uk-la-n-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r] Azık sahibi olmak. [DLT]
O rü M IİK tE S Ö M İ.
AZU azuklug, [az-uk-lug] {eJ} sf. Azığı olan; azıklı. [DLT] azukluk, [az-uk-lulç] {eT} is. Azık için hazırlanmış şey; azıklık. [DLT] azul, [Ar. ‘ azül Jj-i^] (azu.i) {OsT} sf. Çok azarlayan; çok çıkışan. azumet, [Ar. ‘azümet
(azu:m et) {OsT} is. Eğ
lence. azu n 1, [Soğd. zwn (hayat) > ajun > aşun / asun] {eT} is. Dünya; acun. [EUTS] azun2, [Far. âzün ojjT] (a.zu.n) {OsT} zf. Öylece; onungibi. azunlug, [azun-luğ] {eT} sf. Dünyevi; dünya ile ilgili. [EUTS] azur, [Far. âzür jjjT] (a:zu :r) {OsT} sf. Cimri; pinti; tamahkâr. azuz, [Ar. ‘azüz
(azu:z) {OsT} sf. Isırıcı,
azüg, [Far. âzüğ £İÎ] (a:züğ) {OsT} is. 1. Asma veya ağaç budantısı. 2. Hurma lifi, azürde, [Far. azürde cojjjî] (a:zü rde) {OsT} sf. İn cinmiş; kırılmış; gücenik. S azürde dil, {OsT} G önlü kırılm ış; gü cen m iş; mahzun. || azürde-gî, {OsT} G ücendirilm iş o la n ; incitilmiş.\\ azürde-hâtır, {OsT} H atırı kırılm ış; gönlii kırılmış.]] azürdepüşt, {OsT} 1. (H ayvan için) yükten sırtı b e re le n miş. 2. B e li bükük; y a şlı; ihtiyar. azüre, [Fr. azuré] is. m atb. 1. Düz zemin üzerine ya tay yaldızlı çizgiler çizmek için kullanılan metal. 2. Çek ve senetlerde silinti ve kazıntıyı önlemek için rakam yazılan yerlere konulan taramalı çizgiler, azürit, [Fr. azurite] is. min. Mavi renkli doğal bakır karbonat filizi; Cu 3(C 03 ) 2( 0 H)2; şesilit.
azv, [Ar. cazv (nispet etm e)
{OsT} is. Bir sözü
veya hareketi bir başkasına yükleme; iftira; isnat, azva, [Ar. zav’ > azvâ Iyas.] (azva:) {OsT} is. Işıklar; aydınlıklar; parıltılar, azvan, [eT. azgan] {eAT} is. Çalılık; çalı, azvana, [? azvana] {eAT} is. 1. Haykırma; gürültü. 2. Devenin çıkardığı ses. S azvana urm ak, {eAT} K ü krem ek; haykırm ak. azvay [Far. azvay lsIsjÎ] is. bot. Zambakgillerden Denire dolaylarında yetişen, yaprakları rozet şek linde yukarı doğru bükülen, dik ve sık salkım çi çekli, yapraklarından çıkarılan sıvı kurutulmak su retiyle müshil olarak kullanılan, bal bozucu bir madde olan sarısabır elde edilen çok yıllık bir bitki; öd ağacı; sarısabır; {eAT} (aynı), (A loe vera). azvi, [Ar. ‘azv > ‘azvı tsjy-\ (azvi:) {OsT} sf. Kendisi ne iftira edilen, azviyat, [Ar. ‘azv > ‘azviyyât cjUjjp] (azviya:t) {OsT} is. İsnatlar; iftiralar, azyak, [Ar. azyak
{OsT} sf. Daha dar; çok dar;
pek dar; en dar. azze, [Ar. ‘izzet (yücelik) > ‘azze y-] {OsT} ünl. “Aziz olsun!” anlamında padişahlar için dua sözü. 0 azze ensâruh, {OsT} (P a d işa h la r için ferm a n la r d a g e ç e n d u a sözii) y ard ım ı b o l olsun.]] azze nasrühu, {OsT} (P a d işa h la r için fe r m a n la r d a ve p a r a la r d a g eç e n du a sözü) onun y ard ım ı aziz v e b o l olsun.|| azze ismihü, {OsT} Onun a d ı y ü celsin .|| azze ve celle, {OsT} Aziz v e Ç elil o la n (Allah).
IBM ÏIB C t S
H
b, [B / b] (be) dbl. Latin asıllı Türk alfabesinin ikinci harfi. Ses olarak, titreşimli (tonlu) bir çift dudak ünsüzüdür. Akciğerlerden gelen ve ses tellerinden titreşerek geçen hava ağız boşluğunu terk ederken kapalı bulunan dudaklann birden açılması ile mey dana gelir. Orhun Kitabelerinde b sesi ev şeklinde bir işaretle temsil edilir; ev kelimesi de e b olarak söylenir. Sıralamada madde başı olarak ikin ci sırayı göstermek için kullanılır. B 1 [bat-ı] kısalt, coğ. Yönlerden b a t ı ’nm kısaltma sıdır. B2 [Fr. bore] is. kim. Atom numarası 5, atom ağırlığı 10,82; çok sert, kahverengi-siyah amorf, yoğunlu ğu 2,4 olan ve 2000 C ’de ergiyen ve bilinen hiçbir eriticide çözünmez bir element olan bor’un sembo lü. B3 [İt. basso] kısalt, müz. 1. En kalın erkek sesi olan bas veya basso’nun kısaltması. 2. İngiliz ve Alman lar tarafından kullanılan s i notasının işareti. B4 biy. Alyuvarlarda ve kan sıvısında B sınıfı aglütinojenleri bulunmasından dolayı bu kan grubuna verilen ad. B' biy. Suda çözünür folik asit (B 0), tiyamin (B|), riboflavin (B 2), pantotenik asit (B 3), nikotinamit (B5), pridoksin (B 6), kamitin (B 7), kobalamin (B 12), p-aminobenzoyik asit (B x), biyotin (B w) vitaminle rinin genel adı. B.6 [bay] kısalt. "Bay" kelimesinin kısaltmasıdır. ba-, [Far. bâ- L>] {OsT} ek. dbl. Başına getirildiği A rapça ve Farsça kelimelere “- l i ” veya “ile " anlamı veren bir ön ektir. S bâ-an ki, {OsT} Şu s e b e p le ki; şıı şartla ki.\\ bâ-dâd, {OsT} A dil; d oğru .|| bâ-em r-i âlî, {OsT} S adrazam ın em ri ile.\\ bâ-haber, {OsT} bahaber.|| bâ-m azbata, {OsT} Tutanak ile.\\ bâposta, {OsT} P o sta ile.\\ bâ-renk, {OsT} R en kli.|| bâ-sâmân, {OsT} Z engin; varlıklı.|| bâ-vak ar, IOsT} A ğ ırbaşlı; vakarlı.\\ bâ-vücûd-ki, {OsT} B öy le iken; bununla b e ra b e r. Ba [Yun. barys (ağır) > Fr. baryum] is. kim. Gümüş parlaklığında 3.7 yoğunluğunda, atom numarası 56,
atom ağırlığı 137,36 olan alkali bir element olan baryum elementinin simgesi. b a 1, [Ar. bâ U / o ] (b a :) {OsT} is. dbl. Arap asıllı Türk alfabesinin ikinci harfi. Ebced hesabıyla de ğeri ik i’dir. S bâ-i muvahhide, {OsT} T ek n oktalı b e .|| bâ-i tahtâniye, {OsT} N oktası altta olan be. b a2, [ba / be / bı / bö / bö / bü] (yans.) is. 1. (İnsan için) bağırma, seslenme, gevezelik etme, yüksek sesle konuşmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ba-ğır-ış, ba -ğ -(ı)r-ın -m ak 2. (Flayvan için) bağır ma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] b a -rt-lak, ba-gır-m ak. 3. {ağız} Şaşma, korku, pişman lık, beğenmeme, öfke, acıma bildirir. [DS] ba3, [Yun. ba] is. {ağız} “Hey, ey, y a h u " anlamında kullanılır. 5. Evet; peki; şüphesiz; tabiî. [DS] ba4, - a ’ı [Ar. bâ' p-l] (b a :) is. 1. Kulaç. 2. Erişme; yetme. 3. Güç; kuvvet; beceriklilik. 4. Şeref, b aars, [Far. bars => baars] {eT} is. 1. Pars. [EUTS] 2. Türk takviminde üçüncü yılın adı (Kaplan yılı da denir). [EUTS] b ab 1, [Ar. bâb u l ] (b a :b ) {OsT} is. 1. Giriş çıkış yeri; kapı. 2. Hükümet dairesi. 3. Saray. 4. Batıniye’de yedi imamdan dördüncüsüne verilen isim. 5. Bazı tarikatlarda en yüksek makamda bulunana verilen unvan. 6. Geçit, boğaz. 7. Kitapların bölümlerinden her biri. 8. tasvf. Tövbe, ö bâb-ı adalet, {OsT} H a k k a p ısı.|| bâb-ı âlî, {OsT} -*• Babıali|| bâb-ı âsafî, {OsT} Sadrazam kon ağı. ||bâb-ı cennet, {OsT} C en netin g irişi.|| bâb-ı fetvâ-penâhî, {OsT} Şeyhülis lam katı.|| bâb-ı hiikûmet, {OsT} D ev let dairesi.\\ bâb-ı hümâyun, {OsT} T opkapı Sarayının birin ci kapısı.\\ bâb-ı irtişa, {OsT} Rüşvet k ap ısı.|| bâb-ı kebîr, {OsT} 1. B üyük kapı. 2. 29 h a rfli F a rs a lfa b e si.|| bâb-ı meşîhat, {OsT} Şeyhülislam katı.|| bâbı saadet, {OsT} 1. M utluluk kapısı. 2. İstanbul.\\ bâb-ı sagîr, {OsT} 1. K ü çü k kapı. 2. 2 2 h a rfli A rap alfabesi.\\ bâb-ı ser-askerî, {OsT} A skerlik d a ir esi.|| bâb-ı şerîf, {OsT} 1. Ş e r e f kapısı. 2. K o n y a ’d a M evlân a türbesinin kapısı.\\ bâb-ı tahkir, {OsT}
ÖIÜMUÜfflfCtSÖMi.. u
BAB dbl. A rap dilbilgisinin, isim lerde küçültm e bölü rnü.|| bâb-ı vâlâ-yı fetva, {OsT} Şeyhiilislam.\\ bâbı zabtiyye, {OsT} İm paratorlu k d ön em in de İstan b u l ’un güvenliğinden sorum lu d a ire.J| bâbü’l-ebvâb, {OsT} B ölü m ; iş; konu.|| bâbü’l-tevvâb, {OsT} T övbe k ap ısı.|| B âb ü ’ş-şerif, {OsT} K o n y a ’daki M evtana türbesinin kapısı. bab2, [Far. bâb i-jU] (b a :b ) {OsT} sf. 1. Elverişli; uy gun, layık. 2. Uğurlu. S bâb tutm ak, {OsT} H ayır lı uğurlu saym ak. bab3, [Far. bâb ljI>] (b a :b ) is. 1. İş; maslahat; konu. 2.
Şekil; gidiş; usul; mevzu; yol.
bab4, [Far. bâb / bâbâ Ata; baba. 2. Önder; şeyh.
/ LU] (b a :b ) {OsT} is. 1.
1. K am u m alını g erek siz şe k ild e h arcayan , tüketen veya ku llan an a söylen en uyarı, sözü. 2. K en di k işi s e l tasarrufu altın d a bulunan bir m al veya iş için g erek siz y e r e m ü d a h aled e bulunana söylen en “K a r ış m a !” an lam ın da kırg ın lık sözü. || babanın şarap çanağına., arg o. K üfür ve h a k a ret sözü .|| baba ocağı, /. B ir insanın b a b a sı b a şın d a o la r a k y a şa d ığ ı a ile ortam ı. 2. A talardan k alan toprak, yurt. ||baba olmak, B ir erkeğ in ken d i dölü nden ço c u k sa h ib i o lm a sı.|| babasının çiftliği, B ir kam u kurum anda d iled iğ i g ib i davran an veya h es a b ı soru lm azcasm a yürütm ede bulunan kişi için söylen en ay ıp la m a sö zü.\\ babasının hayrına, K a rşılık beklem ed en , iyi lik ve yard ım olsun diye. ||babasının oğlu, Yaratılış ve huyu b a b a sın a benzeyen oğu l.|| babasız oğlan doğurm ak, Aşırı g ü çlü k ç e k e r e k b ir işi başa rm a y a çalışmak.\\ baba torik, 1. İri ve şişm an torik. 2. a r go. E rk ek lik o rg a n ı.|| babayı alm ak, argo. K ötü bir durum la k arşıla şm ak .|| babayı yemek, argo. Yenilmek, kaybetm ek. || baba yolluğu, {ağız} D ü ğü n de oğ lan evinin, kızın b a b a sın a ald ığ ı hediye. [DS]|| baba yurdu, G eçm iş a talard an b eri ailen in m alı olan ev, to p ra k ve yurt.
b a b a 1, [eT. / çoc. d. baba] is. 1. Bir çocuğun dünyaya gelmesinde etken olan erkek; ata; cet; peder; {eAT} (aynı). [EUTS] [Gabain] 2. Yaşlı erkeklere hürmet amacıyla seslenme sözü. 3. Çevresindekileri bir baba şefkati ile koruyan seven kimse; velinimet. 4. Bir bilim dalının veya sosyal kurumun kuruluşunu sağlayan kimse. 5. ta sv f Tekke büyüklerine veya tarikat liderlerine verilen unvan. 6. Yasa dışı işler yapan bir organize kuruluşun lideri; mafya lideri; baba2, [baba l>l>] is. 1. Topuz; yumru. 2. dm . Rıhtım ve iskelelerde gemi halatının bağlandığı yuvarlak gangster şefi. 7. argo. Erkeklik organı. 8. {ağız} boğumlu çıkma. 3. Motor ve kayıklarda zincir, hal Erkek hindi. [DS] 9. argo. Niteliği yüksek; kaliteli. at bağlanan kalın ve kısa kütük, taş ya da demir fi1 baba adam , 1. A ğırbaşlı, sev ecen erkek. 2. Yaşlı yuvak; {ağız} (aynı). [DS] 4. Merdivenlerde korku b ir a d a m a karşı say g ısızlığa varır d e r e c e d e sevgi lukların sahanlığa bağlandığı kaim dikme. 5. Çatı anlatımı.\\ baba bir kardeş, Aynı baban ın ç o c u k la larda makas kirişlerinin yükünü azaltmak için altı rı olan kardeşler.\\ baba bucağı, B a b a ev;'.|| baba na dikilen kalın ağaç direk. 6. {eAT} Çatı yapımında değil, tırabzan babası, B a b a lık g ö rev lerin i y erin e tam merkeze dikilen kaim ağaç. 7. {eAT} Sancak ve getirm eyen kişiler tanım lanırken kullanılır.\\ b aba çadır başlarına geçirilen top. 8. {ağız} Meyve fidan dan kalık, {ağız} B a b a d a n k alm a; m iras. [DS]|| ba larına destek olarak dikilen sopa. [DS] S baba tat badan kalm a, 1. B a b a d a n ço cu k la ra m iras y olu yla lısı, M ayalı ham urun b a b a a d ı verilen k alıp la rd a kalm ış o la n taşınır veya taşınm az m allar. 2. Ç ağın p işirilm esi ve üzerin e şerbet, krem , üzüm d ö k ü lerek tekn iklerin e aykırı o la r a k a talard an öğren ild iğ i g i h azırlan an b ir tatlı çeşidi. b i yapılan.\\ babadan oğula, A tadan oğula, k u şa k tan kuşağa, nesilden n esile şeklin d e siirüp giden.\\ baba3, [Ar. vebâ => baba [Tietze]] {ağız} is. 1. Zenci lerde görülen bir çeşit sara hastalığı. {eAT} (avnı). 2. baba dostu, 1. B irin e iyilik eden ve babasın ın a r Ur; yumru. 3. Büyük ve onulmaz yara; çıban. 4. k a d a şı o la n kim se. 2. argo. H ayırsız, kötülük y a p an (İlenç için) onulmaz dert veya hastalık. [DS] S1 ba kim se. 3. H ayrı dokunm ayan esk i b ir tanıdık.\\ ba ba çıka, {ağız} "Öl, g e b e r " an lam ın da kullanılan ba evi, 1. B ir kim senin barın dığı a ile ortam ı. 2. b ir ilen ç sözü. [DS]|| babaları tutm ak, (Zencilerin B a b a d a n k alm a ev. 3. G eçim i b a b a tarafından s a ğ y a ka la n d ığ ı sa ra d a n g elm e) ç o k öfkelenmek.\\ ba lan an a ile topluluğu.\\ baba evi gibi, (Yer için) ç o k baları üstünde olmak, Ç o k sin irli h a ld e bulun iyi bilinen ve iyi k arşıla n ılan ,|| baba hindi, İr i ve m ak.|| babası çıka, H alk d ilin de “birinin ölümünü k a r t hindi. |j baba inciri, {ağız} O lgunlaşm adan dü d ilem e" an lam ın da ilenm e sözü ; g e b e r .|| baba tut şen e r k e k incir. ’[DS]|| babalarım ız, B izden ön cek i m ak, Zam an zam an azgın lık gösterm ek. || baba kuşak. ||babam , Yaşlı erk e k ler e k arşı kullanılan bir tutm az, {ağız} D ayanıklı, sağlam , kuvvetli kim se. seslen m e sözü. ||.. babam .. S ü reklilik ifa d e ed en bir an latım da ed a t o la r a k kullanılır.|| babana rahm et, [DS]|| baba uğram ak, {eAT} V ebaya yakalan m ak. G örülen b ir iyilik karşılığ ın da söylen en du a sözü. || babaanne, [baba+anne] is. 1. (Çocuk için) babanın babanın aşık kemiğine., argo. K üfür ve h a k a ret annesi; nine. 2. ünl. Yaşlı kadınlara seslenme sözü, sö z ü .|| babanın canı için, Ölmüş olan b a b a n a h a babacan, [baba+can] is. ve sf. 1. Güvenilir ve cana y ır olsun an lam ın da söylen en bir istek sözü. || ba yakın erkek. 2. {ağız} Güçlü kuvvetli; cesur; yiğit; banın canına rahm et, (B ir iyilik veya beğ en ilen iri yapılı. [DS] 3. {ağız} İyiliksever; merhametli. davran ış için) teşekkü r ederim . ||babanın malı mı? [DS]
BAB babacanca, [baba+can-ca] zfi. 1. Güvenilir ve cana yakın olarak. 2. Babacana yakışır tarzda, babacanlaşma, [baba+can-la-ş-ma] is. Babacanlaş mak işi. babacanlaşmak, [baba+can-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır ] Sevecen ve cana yakın bir duruma gelmek, babacanlık, -ğı [baba+can-lık] is. Babacan olma du rumu, cana yakınlık, babacı, [baba-cı] sf. Baba yanlısı, babaya bağlı olan, babacık, -ğı [baba-cık] {ağız} is. Araba teknesini ko rumak için teknenin iki yanma konulan çift ağaç; dayama. [DS] babacıl, [baba-cıl] sf. (Çocuk için) babasını çok se ven; babasına düşkün olan, babacılık, -ğı [baba-cı-lık] is. f e l . Çeşitli sınıflar üze rinde egemen olarak denge kurmaya çalışan devlet yönetim sistemi; patemalizm. babaç, -cı [baba-ç] is. 1. İri ve yaşlı erkek kümes hayvanı; erkek kuş. 2. {ağız} Her bakımdan babası na benzeyen çocuk. [DS] 3. sf. m ecaz. İri yapılı, gösterişli. babaçça, [Yun. papadia / Sırp, popadica] (b a b a 'çça ) {ağız} is. 1. Papatya. 2. Pire öldüren bir ot. [DS] babaçko, [Makedon Slav, babaçko] (baba'çko) sf. 1. (İnsan ve hayvan için) iri; büyük yapılı. 2. argo. (Kadın için) iri yapılı; gösterişli; güçlü; büyük, babadiye, [Yun. papadia => bâbâdiye
{eAT} is.
Papatya. babadya, [Yun. papadie => bâbâdya
{eAT} is.
Papatya. babafingo, [Yun. papafıgos / İt. pappafıgo] (b a b a fı'ngo) is. dnz. 1, Yelkenli gemilerde güverteden itibaren yelken direklerinin üçüncü ve en üst parça sı. 2. argo. Erkeklik organı, babagir, [bawagir / bayagir] {eT} is. 1. Hayat. [EUTS] 2. Kâinat. [EUTS] Babai, [baba + Ar. -ı
(b a b a . i:) {OsT} is. Babaîlik
tarikatından olan. Babailik, [babaı-lik (b a b a :i:lik ) is. Anadolu’da on üçüncü yüzyılda Baba İshak tarafından kurulan ve büyük isyanları başlatmış batmî, şamanı ve yerli inanışlarla kaynaşmış bir tarikat. babak, [? babak j * ] {eAT} {ağız} sf. 1. Korkak. 2. Dö nek; hileci; vefasız. [DS] babakir, [bawakir / bayagir] {eT} is. -*■ babagir. babaklamak, [babak-la-mak] {ağız} gçl. f i [->] [-l(ı)~ y o r] 1. Korkutmak. 2. Kaçırmak; yenmek. [DS] babaklık, -ğı [babak-lık] {ağız} is. Pişmanlık. [DS] babakoru, [Hint, bâbâğürî] {ağız}] is. Pek değerli olmamakla birlikte süs eşyası yapımında kullanılan beyaz bir taş. [DS babaköş, [? babaköş] {ağız} is. zool. Ayaklan körel
miş böcek ve solucanla beslenen bir tür kertenkele; kör yılan; (Anguis fra g ilis). [DS] babakudum, [baba + Ar. kudüm] {ağız} is. Uğursuz adam. [DS] babalanm a, [baba-la-n-ma] is. Babalanmak işi. babalanm ak1, [baba-la-n-mak] dönşl. f i [-ır] (Zen c ile r d e görü len b ir çeşit s a r a hastalığ ın a ben zer şek ild e) Çok öfkelenmek, hiddetlenmek; babaları tutmak. babalanm ak2, [bâbâ-la-n-mak j«jJL>L>] {eAT} dönşl. f [-u r ] 1. Babalık taslamak; baba tavrı takınmak. 2. {ağız} Böbürlenmek. [DS] babalı1, [baba'-lı] sf. Babası olan. S1 babalı kâğıt, a rg o. Ü zeri işaretlen m iş olan iskam bil kâğıdı. \\ba balı kızlı olmak, {eAT} A raların da sıkı ilişki bulun m ak ; içli dışlı olm ak. babalı2, [baba2-lı] sf. Çok sinirli; öfkeli; babası tutan. babalık1, -ğı [baba-lık] is. 1. Baba olma durumu ve niteliği. 2. {ağız} Üvey baba. [DS] 3. sf. Babaya öz gü olan. 4. ünl. Yaşlı fakat herhangi bir özelliği bulunmayan erkeklere alaylı ve küçümseme yüklü seslenme sözü. 5. {ağız} Kaymbaba. [DS] 6. fo lk , {ağız} Düğünlerde güveyin babasına vekillik eden kimse. [DS] 7. fo lk , {ağız} Güvey tarafından gelinin babasına verilen para; ağırlık. [DS] S babalık da vası, huk. E v lilik dışı doğm u ş ço cu k la rın y a s a l h a k lard an y a rarlan m asın ı sa ğ la m a k için a çıla n hukuk d a v a sı.|| babalık etmek, B a b a g ib i davran m ak; kollay ıp gözetm ek, korumak.\\ babalık karinesi, huk. E v lilik dışı doğan çocuğun doğum undan g e r i y e doğru 180 ile 300 gün a ra sın d a cin sel ilişkid e bulunulduğunun ispatı ile m ah k em ece erkeğ in b a b a sayılm ası. babalık , -ğı [baba -lık] {ağız} is. İsteksizce ve "zehir zıkkım olsun" der gibi verilen, sunulan yemek. [DS] babam , [baba-m] {ağız} ünl. 1. k ab a. Erkeklere hitap sözü. 2. (Yinelenen ikinci kişi emir fiili arasında kullanıldığında) süreklilik bildirir. [DS] “git ba ba m git. ” babat, -dı [Ar. bâbet] {ağız} is. Çeşit; tür. [DS] babata, [Yun. bobota] {ağız} is. 1. Mısır unu. 2. Mı sır unu ile yapılan bir tatlı. [DS] babatomi, [Fr. anatomie (sözcüğün ba şın d a k i ",a n a ”nın y erin e “b a b a ” kon u lm ak su retiyle F ik ret M ualla üretm iştir)] is. (Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kullandığı anlam) Erotik resimler. babayan, [Far. bâbâ-yân O lA y (b a :b a :y a :n ) {OsT} is. 1. Babalar. 2. Tarikat şeyhleri, tarikat babaları. 3. Bektaşî şeyhleri. babayane, [Far. bâbâyâne «uL, UL] (b a :b a :y a :n e ) {OsT} sf. -*■ babayani, babayani, [Far. bâbâyâne AiL. UL] (babay a:n i) sf. 1. Derviş gibi. 2. Gösterişsiz ve kibirsiz. 3. Yaşlı ve
BAB
Ölü» l Ü R S O M . 414
ağır başlı bir kişiye yakışır biçimde; sade. S baba yani tavır, Yaşlı ve a ğ ır b a şlı birin e y a k ışır ş e k ild e gösterişsiz, kibirsiz davranış.\\ babayani kıyafet, Süsten ve g österişten uzak, s a d e giyim.
babica, [Yun. babitza (örd ek)] {ağızj is. Çömlek. [DS] babik oğlanı, [? babik + oğlan-ı] is. t. a rg o. Eşcinsel erkek; ibne.
babayanilik, -ği [babayani-lik] (ba b a y a :n i:lik ) is. 1. Babayani olma durumu. 2. Babayani olanın taşıdığı nitelik.
babiko, [baba + Yun. -iko (küçlt. eki)] {ağız} ünl. Babanın oğluna sevgi hitabı. [DS]
babayerli, [baba+yer-li] sf. sos. Babayerliliğe daya nan. babayerlilik, -ği [baba+yer-li-lik] is. sos. Evlenen kişilerin erkeğin ailesi yanında yaşaması esasına dayanan evliliklerle kurulu toplum düzeni, babayiğit, -di [baba+yiğit] sf. 1. İri yarı, güçlü kuv vetli kimse. 2. Mert ve cesur kişi; yürekli. 3. Dü rüst, özü sözü bir. babayiğitlik, -ği [baba+yiğit-lik] is. 1. Babayiğit olma durumu. 2. Babayiğitçe davranış, babba, [çocuk d. pabuç > babba] {ağız} is. Küçük ço cuk ayakkabısı. [DS] babbık, -ğı [Sırp, papak] {ağız} is. Hayvan tırnağı. [DS]
Babilik, -ği [Öz. is. Bâb-I-lik] (b a :b i:lik ) {OsT} is. On dokuzuncu yüzyılda yeni bir kitapla din kurmak üzere görevlendirildiğini savunan yalancı peygam ber Mirza Ali Muhammed Bâb tarafından on dokuz sayısının ve kombinezonlarının kutsallığına daya nan din. babka, [Pol. babica (kadın cık)] {OsT} is. 17. yy.da kullanılan ve 6 akçe değerindeki gümüş Polonya parası. babon, [Alm. babuin / Fr. baboin] is. zool. Afrika ve Güney Arabistan’da yaşayan, düşmanlarından ko runmak için ağaçlara çıkarak uyuyan, bitki ve bö ceklerle beslenen bir maymun türü, (P ap io ursinus).
Baböfçü, [Babeuf-çü] is. sos. Baböf taraftarı olan. Baböfçfiliik, [Babeuf-çü-lük] is. sos. Yetenekleri ve mülkiyeti reddeden, üretimin şeklinden ziyade üre Kâr; iş. 3. Tür; çeşit; bent; fıkra. 4. Uygun bir şey. 5. İlişki; taalluk. 6. Süs olarak kullanılan elmas dal tilenin eşit paylaşılmasını esas alan, Fransa’da siya sal komünizmin ilk kurucusu Babeufun (17. yy.) cık. 7. (Listede) denden işareti, (") ve çömezlerinin öğretisi; Babuvizm. babı, [babı] {ağız} is. 1. Yaşlı kadın; kocakarı. 2. (İnsan ve hayvan için) iri; büyük. 3. Beceriksiz; babuc, [Far. pâ-ptış => bâbüc ] {eATJ is. Ayak
babet, [Ar. bâbet c*>y {e A'!} is. 1. Layık; haiz. 2.
asalak. [DS] Babıâli, [Ar. bâ b(k a p ı)-ı âlî (yüce)] (b a b ıa :li:) {OsT} is. 1. Osmanlı hükümeti. 2. İmparatorluk dönemin de Başbakanlık, Dışişleri, İçişleri bakanlıkları ile Şuıa-yı Devlet dairelerinin bulunduğu yer. 3. gnşl. İstanbul’da yayınlanan büyük gazeteler veya bu gazetelerin yayın merkezlerinin bulunduğu semt; basın semti. babıçsız, [pabuç-suz] {ağız} sf. Evine sadık olmayan; hovarda. [DS] babık1, -ğı [Sırp, papak] {ağız} is. Hayvan tırnağı. [DS] babık2, -ğı [? babık] {ağız} sf. Tutkun; vurgun; mef tun. [DS] babıneç, -ci [Ar. bâbünec] {ağız} is. Küçük çiçekli ve kokulu bir tür papatya. [DS] babır, [Yun. pâpiri / pâpiros] {ağız} is. Göl kenar larında biten bir çeşit saz. [DS]
kabı; pabuç. babuk, -ğu [Far. bâbük i
l
(b a :b u :k ) is. 1. {OsT}
(Kişi için) ahmak; sersem; alık; budala. 2. {ağız} Eşcinsel erkek; ibne. [DS] babullık, [Far. bâbu’l-hâne (gen elev) / bâbe’l-lûk (H a le p ’in es k i b ir m ah a llesi) > babul-lık jiLL / ji% l>] {eAT} is. Fuhuş yeri; sefahathane. babulluk, -ğu [Far. bâbul-hâne (gen elev) > babul-luk jiLU / jUIjjI.] {OsT} is. 1. Fuhuş. 2. Meyhane. 3. {ağız} Aşınma; genişleme; laçka olma. [DS] babuna, [Far. bâbüne => bâbüna jjU] is. Papatya, babunç, [Ar. bâbünec gj^L.] {ağız} is. Papatya. [DD] babune, [Far. bâbüne / bâbünec 4 ^ 1 / ^ l ] {OsT} is. Papatya, fi1 bâbflne-i gâv, {OsT} Sığırgözü.
babi1, [Yun. papi] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Ördek ve kaz yavrusu. [DS]
b abu r, [Far. bebr (leo p ar)] {ağız} is. Eskiden Afrika ve Asya'da yaşadığı söylenen, bir tür kediye benzer gayet büyük, postu yol yol tüylü, saldırdığı zaman bütün tüyleri kabararak korkunç bir durum alan, bu hâliyle kaplanı bile korkutan yırtıcıya verilen ad. [DS] babuş, [Yun. papitzâ] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Ördek ve kaz yavrusu. [DS]
babi2, [İng. baby] {ağız} is. Köpek yavrusu; fino kö peği. [DS]
babuşça, [Yun. papadia / Sırp, popadica] (ba ba 'çça ) {ağız} is. Papatya. [DS]
babırık, -ğı, [bab-ır-ık] {ağız} sf. (Yemek için) ekşi miş; bozulmuş. [DS] babırlık, -ğı [babır-lık] {ağız} is. Sazlık. [DS] babış, [Yun. papitzâ] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Ördek ve kaz yavrusu. [DS]
BAC
m it n M iM t U ı s babuşka, [Rus. babuşka (k o ca karı)] {ağız} sf. Kısa boylu; tıknaz; bodur. [DS] babülhane, [Far. bâbul-hâne (gen elev) / bâb’el-lûk (H a lep ’te es k i b ir m ah a lle) / Babil + Far. hâne (b a :b ü lh a :n e) {OsT} is. 1. Fahişelerin top landığı yer. 2. Genelev. 3. Tembeller yurdu. 4. Hırsızlar ocağı. babiilhaneci, [babülhane-ci] (b a :b iilh a :n e ) is. Gene lev yöneticisi, babüllük, [Far. bâbuT-hâne (gen elev) / bâbe’l-lûk (H alep'in eski b ir m ah allesi) JİL.L; /
(bâ bü l-
lük) is. Genelev, babür, [Far. bebr (leo p ar)] is. zool. -* babur. babüssaade, [Ar.bâbü’s-saâde »iU-JI k_jl>] (b a :b ü ssa a :d e) {OsT} is. 1. Mutluluk kapısı. 2. öz. is. Topkapı Sarayının üçüncü kapısı; Enderun kapısı, Harem kapısı. babüsselam, [Ar. bâbü’s-selâm j>5LJI t_jl] (b a :b ü sselâ:m ) {OsT} is. 1. Kurtuluş kapısı. 2. öz. is. Topkapı Sarayının ikinci kapısı; Orta kapı, babzen, [Far. bâbzen û_hL>] (b a :b zen ) {OsT} is. Kebap şişi. bac1, [bac / baç / maç / paç] (yans.)] is. Öpme sırasın da çıkarılan sesi bildiren kök. [Zülfıkar] bac2, [Far. bâc jrl>] {eAT} {OsT} is. 1. Vergi; haraç; cizye. 2. {ağız} Zorbalıkla alman para. [DS] S bâcbân, {OsT} Yol güvenliğini s a ğ la m a karşılığ ı o la rak alınan vergiyi toplayan tahsildar. || b âc-d âr, {OsT} Vergi toplayan ; tah sild ar.|| bâc-gâh, {OsT} Vergilerin toplan dığı y e r .|| b âc-gîr, {OsT} Vergi toplam a m em uru; tah sild ar.|| b âc-güzâr, {OsT} 1. Vergi veren. 2. H a r a ç ödeyen. 3. G eçiş p a r a s ı ö dem ekle yüküm lü o la n .|| bâc-hâh, {OsT} 1. Vergi isteyen. 2. H a r a ç isteyen.|| bâc-ı ağnam , {OsT} K o yun ve k eç i cin si m allard an alın an kırkta b ir o r a nındaki v erg i.|| b â c-r kirtil, {OsT} H ayvanlardan alm an vergi. || baca, [Far. bâd-câh > bâce => baca
/ U: / U-t]
is. 1. Ocak, fırın gibi ateş yakılan yerlerde oluşan duman vb. gazların atılmasına yarayan yapı öğesi. 2. Maden ocağı, tünel, su yolu, lağım gibi yer altı yapılarının yüzeye açılan hava delikleri. 3. Kaya lıklarda insan geçebilecek kadar dik ve dar boşluk lar. 4. {eAT} Işıklık; pencere. 5. {ağız} Lamba. [DS] 6. {ağız} Lamba şişesi. [DS] 7. {ağız} Kapaksız do lap. [DS] 8. {ağız} Tren. [DS] S b aca ağzı, B a c a ların tepesin de bulunan ve dum an çıkm asın a y a r a yan d elik.|| baca başı, O cağın üstündeki taş raf; b a ca kaşı.\\ b aca deliği, İçin d en dum anın g eçm e si için b a c a la r d a yu karıd an a şa ğ ıy a d oğru uzanan borumsu boşluk.\\ b aca feneri, K ü lahı tutm aya y a rayan p a rm a k lık la r; b a c a peteği.\\ b aca fırıldağı,
B a c a la rın tepesin de rüzgârın b a c a için e girm esin i ö n lem ek için konulan d ö n er k a p a k .|| b aca kaşı, 1. O cakların üstüne kon ulan küçü k ra f; b a c a başı. 2. T op rak dam ın ken a rla rın d a ki s a ç a k çıkıntısı.^ baca kulağı, O cakların iki y a n m a küçü k şe y le r k oy m ak için taştan y ap ılm ış kü çü k çıkıntı raflar.\\ baca kü lahı, Rüzgâr, yağm u r ve karın girm esin i ö n lem ek için b a ca la rın tep esin e kon ulan s a ç p a r ç a . || baca küngü, B a c a y erin e kullanılan to p rak boru. || baca kürsüsü, B a ca la rın dam üstünde k alan ve üzerin e b a c a oturtulan çıkıntılı k a id e kısm ı.|| b aca omuz luğu, {ağız} B a c a başı. [DS]|| baca peteği, K ü lahı tutm aya y a ra y an p a rm a k lık la r; b a c a fen e ri. || ba cası1tütmek, (Aile için) varlığını sürdürmek.\\ ba cası eğri de olsa dumanı doğru çıkm ak, Ç evresi olu m suzlu klarla dolu olm asın a rağ m en özünde ta şıdığı doğruluktan ayrılmamak.\\ bacası tütmek, D üzeni, rahatı, sa ğ lığ ı y erin d e olm ak. || bacası tüt mez olmak, 1. (Aile için) varlığını sü rdiirem em ek; d a ğ ılıp gitm ek; y o k olm ak. 2. E vi ıssızlaşm ak. 3. Yoksul düşm ek; p er iş a n olm ak. || b aca tom ruğu, B acan ın dam dan y u karı bölüm ü. || b aca şevliği, Y üksek b a c a la r d a dayan ıklılığı a rtırm ak için y u k a rıdan a şa ğ ı doğru g en işleyen dış y a p ı.|| baca zarı, B a c a için de dum an yo lla rın ı ayıran bölm eler. b acak, -ğı [Far. pâ (ayak) > T. -acak [Egorov] / pâçak [Râsânen]] is. 1. İnsan bedeninin bel kemeri ile ayak bileği arasında kalan bölümü. 2. Hayvanlarda yürüme ve zıplama organı. 3. Bazı eşyaların yerden yüksekte durmasını sağlayan parça; ayak. 4. İs kambil kâğıtlarından üzerinde oğlan resmi buluna nı; vale, fanti, oğlan. 5. Yazıda harflerin alt hizaya kadar inen çizgileri. 6. {ağız} Hisse; pay. [DS] 7. {ağız} Tırpanla ekin biçerken yapılan ekin demeti. [DS] 8. {ağız} Ekinin kök kısmındaki filizler. [DS] 9. {ağız} Küçük baş hayvanlar hakkında sayı bildiren söz; tane; adet. [DS] S3 bacağından sürüm ek, 1. K a v g a veya taşım aya dayan an m ü ca d ele sıra sın d a ba ca ğ ın d an tu tarak sürüklem ek. 2. m ecaz. Z orlam ak. || bacağını çekmek, {ağız} T opallam ak. [DS] || b acak arası, İki b a c a k a ra sın d a k a la n açıklık. || b acak bacak üstüne atm ak, S an dalye veya koltu k ta otururken b ir ba ca ğ ın ı diğerinin üzerine koym ak. ||b acak çanı, D ev e katarın d a en a r k a d a b u la nan d ev ey e takılan en büyük çan. ||b acak çekiştir mek, {ağız} 1. Birinin arkasın dan kon uşm ak; d e d i kodu y apm ak. 2. K ıt kan aa t g eçin m ek; z or durum d a bulunm ak. [DS]|| bacak çiftlemek, {ağız} E v len mek. [DS]|| b acak gibi atm ak, {ağız} P a la v r a at m ak ; yüksekten konuşm ak. [DS]|| bacak k adar, 1. Küçük, u fa k boylu. 2. Ç ocu k s a y ıla c a k yaşta.\\ ba cak kalemi, K a v a l kem iği. || b acakları kopmak, Yürümek veya a y ak ta durm ak yüzünden ç o k y o ru l m ak ,|| bacaklarını uzatm ak, 1. D in lenm ek üzere b a ca k la rın ı u z atarak y e r e oturm ak. 2. Ç alışm ası g erek tiğ i y e r d e dinlen m eye çekilmek.\\ bacakları
ÖIÜM IİKEM .
BAC
tutm am ak, A y a kla n üzerin e b a s a r a k yürüyem ey e c e k k a d a r yorgun veya h a sta olm ak. || b acak pa rası, {ağız} H ayvan satışı sıra sın d a satıcıd an a lı nan vergi. [DS]|| b acak sürümek, {ağız} 1. D ed ik o du yapm ak. 2. K ıt kan aat, zorlu k için de y aşam ak. [DS]j| bacaktan yapışmak, {ağız} D edikodu y a p m ak. [DS] bacakçı, [bacak-çı] is. Hayvan alım satımlarında hayvan başına almış olduğu para ile geçimini sağ layan kimse. bacakkıran, [bacak+kır-an] is. bot. Zambakgillerden nemli yerlerde yetişen, küçük ve büyük baş hay vanlar için zehirli yeşilimsi sarı çiçekli bir otsu bit ki, (N arthecium ). bacaklanm ak, [bacak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] (Hayvan için) boy atmak; boyu uzamak; gelişmek. [DS] bacaklı, [bacak-lı] sf. 1. Bacağı olan. 2. Bacakları uzun olan. 3. Felemenk parası. 4. {ağız} (Hayvan için) yüksek boylu; iri kemikli. [DS] 0 bacaklı çorb a, {ağız} Uzun uzun kesilm iş ham u r ile p iş ir i len b ir tür çorba. [DS]|| bacaklı yazı, İri ve oku n a k lı yazı. bacaklık, [bacak-lık] is. Çeşitli top oyunlarında ba cakları korumak için giyilen deriden yapılma toz luk. bacaksız, [bacak-sız] sf. 1. Bacağı bulunmayan. 2. Kısa boylu. 3. m ecaz. Yaşından büyük davranışları sergileyen, kendinden beklenmedik sözler söyleyen çocuk. bacaluşka, [İt. basilisco] {OsT} is. Eskiden kullanılan bir top çeşidi, bacanak, [bacı / baca (kız k ard eş) > bacı-nak > baca nak] is. 1. Eşleri kardeş olan erkeklerin birbirlerine göre durumları. 2. gnşl. Dost, baldızın kocası kadar yakın ve samimi arkadaş, bacanaklık, -ğı [bacanak-lık] is. İki kız kardeşle ev lenen erkekler arasındaki yakınlık durumu ve bağı, bacandırm ak, [bacan-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] sp or. İdman yaptırmak; çalıştırmak. [DS] bacanm ak, [bacan-mak] {ağız} g ç s z .f. [ -ır ] 1. Gayret etmek; çaba harcamak; kuvvet sarf etmek. 2. spor. İdman yapmak; hazırlanmak. 3. Üşenmek. [DS] b acarm ak, [baş-ar-mak / becer-mek] {ağız} gçl. f . [ır] Başarmak; becermek. [DS] b accı, [bac-cı L5« - y
{18. yy.} is. Gümrükçü; vergi
toplama görevlisi, bacı, [Moğ. bacı / baca
is. 1. {ağız} Kız kardeş;
hemşire; {eAT} (aynı). [DS] 2. Yaşlı zenci hizmetçi kadın. 3. tasvf. Bir şeyhe bağlı olarak tarikata giren kadınlara verilen isim, ö baciyân-ı Rûm, {OsT} (A nadolu ba cıla rı) A n a d o lu ’nun fe t h i sıra sın d a s a v a ş la r a katılm ış bulunan tek ke m ensubu kad ın lar. || bacı yolu, fo lk , (ağız) Söz kesim in de a m c a ve d a y ıy a verilen hediyeler. [DS]
bacılık, -ğı [bacı-lık] {ağız} is. 1. Bacı olma durumu. 2. (Kızlar arasında) kardeş yerine tutulan yakın ar kadaş; kardeşlik. [DS] bacına, [Yun. bazina] {ağız} is. 1. Yağlı et, bamya ve hamurla yapılan bir tür yemek; arabaşı. 2. Bir çeşit un helvası. [DS] baco, [bacı > Kürt, baco] {ağız} is. Kız kardeş; abla. [DS] bacut, -du [eT. butik (d eri su k ab ı) > boduç / bacut / bocut] {ağız} is. 1. Testi. 2. Maşrapa. [DS] -b aç, [-maç > -baç] yap . e. Fiil gövdelerinden isimler türetir, d o la -n -m aç > d o la n b aç, sa k la -n -m a ç > s a k la n b a ç b a ç1, [bac / baç / maç / paç (yans.)] is. Öpme sırasın da çıkarılan sesi bildiren kök. [Zülfıkaı] S baç et mek, {ağız} Öpmek. [DS] baç2, [Far. bâj > bâc] {OsT} is. 1. İmparatorluk dö neminde limanlara uğrayan gemilerden, bu gemi lerden boşaltılan mallardan veya kervanlardan alı nan bir nevi gümrük vergisi. 2. Zorla alman para; haraç. 3. {ağız} Hayvan vergisi. [DS] S baç almak, 1. Vergi toplam ak. 2. H a r a ç a lm a k .|| baç vermek, Vergi ödem ek. b a ça 1, [Soğd. pâmak (korunm ak) > pâç > baç-a] {eT} is. Günah. [EUTS] b aça2, [paça > baça] {ağız} is. Kasaplık hayvanların ayaklarından yapılan yemek, veya çorba. [DS] b açag, [Soğd. pâmak (korunm ak) > pâç > baç-ag / Mog. maçag] {eT} is. Oruç. [EUTS] 0 baçag otur m ak, {eT} O ruç tutmak. [EUTS] b açak, [Soğd. pâmak (korunm ak) > pâç > baç-ağ / baç-ak] {eT} is. 1. Oruç. [Gabain] [EUTS] 2. Hristiyanların orucu; perhiz. [DLT] b açam ak, [Soğd. pâmak (korunm ak) > pâç > baç-amak] {eT} gçl. f . [ - r ] Oruç tutmak. [Gabain] [EUTS] baççı, [baç-çı / bac-cı] is. B aç vergisi toplayan kim se; tahsildar, gümrükçü, baçı, [baç (yans.) > baç-ı] {ağız} is. Öpücük. [DS] baçıg, [Soğd. pâmak (korunm ak) > baç-ık] {eT} is. Sözleşme; ant. [DLT] 0 baçıg kılmak, {eT} Ant laşm a k; a h itleşm ek; sözleşm ek. [DLT] baçka, [Far. bâc > baç-ka ?] {ağız} is. Mısır koymaya yarayan büyük ambar. [DS] -bad, [Far. büden (olm ak) > bâd / bâdâ
/ bL>]
(b a :d ) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça ke limelere "olsun, olaydı, o la " anlamı katar. b ad 1, [bad / pad (yans.)\ is. Gürültülü patırtılı, kaba ve düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, gevezelik ve dedikodu etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ba d -ı budu, b a d -ıl badıl, b a d -ır badır, bad-ı güdü, bad-ır-da-m ak. bad2, [bad / pad / m a d (yans.)] is. Düzensiz hafif pa tırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz ve ya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar] b a d -a l ba d a l, ba d -ı badı, b a d -a r badar.
M iti «
m
i . «ir
BAD
bad3, [? bad / bat] {eT} zf. Hemen; derhal. [EUTS] bad4, [Erme, bad (bölm e)] {ağız} is. 1. Bahçe ve tarla kenarlarına yapılan çit vb; çevirge. 2. Ocak ve tan dırların iç yüzü. 3. Ocak içinde kazan konulacak yüksekçe yer; ocak içi sekisi. 4. Dolma içi gibi ha zırlanan katık. 5. Değirmende, taşın kenarlarına biriken taşlı, kıyraklı un. [DS] bad5, [Far. bâd ^l>] (b a :d ) {OsT} is. 1. Rüzgâr; yel. 2. Hava. 3. Nefes; soluk. 4. Kibir; gurur. 5. Methiye; övgü. 6. Hızlı koşan at. 7. m ecaz. Söz; laf. 8. Nikâh işlerinde görevlendirildiğine inanılan melek. 9. ta sv f Allah’ın yardım ve lütfü. İO. ünl, İç çekme sesi; ah! ® bâd-dâden, {OsT} Yele vermek.}] bâdâver, {OsT} 1. Rüzgârın getirdiği. 2. Z ahm etsiz e le geçen, em eksiz k az an ç; bed av a . ||bâd-ber, {OsT} 1. Uçurtma. 2. E linden iş g elm ed iğ i h a ld e b o ş y e r e övünün kim se.|| bâd-der-keff, {OsT} 1. R üzgâr e l de. 2. B eklen tisi b o ş a ç ıh n ış o la n ; aldanm ış.]] bâdı berîn, {OsT} B atıdan esen tatlı ve h o ş rü zgâr; m eltem ; im bat.J| bâd-ı cem, {OsT} Süleym an p e y gam berin hükm ettiği yel,\\ bâd-ı cenubî. {OsT} G ü ney rüzgârı.]] bâd-ı hazân, {OsT} S o n b a h a r rü zgâ rı.|| bâd-ı herze, {OsT} 1. B oş, anlam sız. 2. H ırsız ların ev sa h ip lerin i uyutm ak için sö y led ik leri tıl sımlı sözler,|| bâd-ı neva, {OsT} L Ses. 2. N ağm e. 3. Nakarat.\] bâd-ı nev-rflz, {OsT} B a h a r rü zgârı.|j bâd-ı peyâm, {OsT:} H a b e r ulaştıran rü zgâr.|| bâdı pürgû, (OsT} Sü rekli s e s le r çıkaran , ıslık ça la n jwt|| bâd-ı sabâ, {OsT} 1. D oğu dan esen h o ş ve h a fif rüzgâr, 2. )fıüz. B ir m akam adı.]] bâd-ı sarsâr, IOsT} Fırtına,]] bâd-ı selıer-hîz, (OsT} S a b a h la rı gün doğusundan esen h a f i f ve ü rp ertici rü zgâr; tan yeli; s e h e r yeli.]\ bâd-ı semüm, {OsT} Sam y e li.jj bâd-ı serd, {OsT} D erin den çek ilen ah. || bâd-ı subh, {OsT} S a b a h ları esen in ce ve serin rüzgâr, || bâd-ı Süleyman, {OsT} 1. Hz, Süleyman'ı istediği yön e götüren rüzgâr, 2. Büyüklük, azam et, |] bâd-ı sümüm, {OsT} S ıc a k rü zg âr; ç ö l fırtın ası,j| bâd-ı şinıâlî, {OsT} Kuzey rü zg ârı.|| bâd-pâ (pay), {OsT} 1. Rüzgâr ayaklı. 2. (At için) a y ağ ın a çabuk.]] badreftâr, {OsT} 1. R üzgâr yürüyüşlü. 2. Hızlı g id en ; çabuk; süratli.]] bâd-seyr, {OsT} R üzgâr g ib i k o şan; hızlı yürüyen; a y ağ ın a çabu k. -bada, [Far. büden (olm ak) > bâd ! bâda
/ laL>]
(barda;) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça ke limelere ”oIsun, olaydı, o la " anlamı katar, bada, [bad (yans.) > bad-a] (ba'da) {ağız} sf. 1. Bece riksiz; iş bilmez; tertipsiz. 2. is. Harmanda dövülüp savrulmak üzere yığılmış saman ve tane karışımı; lınaz. [DS] S bada bada, {ağız} 1. Büyük büyük; iri iri; kocam an kocam an . 2. H antal. 3. B u d a la c a ; g e lişigüzel; patavatsızca. [DS] badahtı, [Far. pâ (ayak) + tahte (alt)] {ağız} is. Do kuma tezgâhlarında hareketi sağlayan tahta ayak lık; pedal. [DS]
b adak 1, -ğı [bad (yans.) > badak] {ağız} sf. 1. Kısa boylu; tıknaz; bodur; cüce. 2. Paytak yürüyen; ba cakları çarpık. [DS] badak2, -ğı [bağ-da-mak > ba(ğ)-da-k] {ağız} is. 1. Kardeşlik olmak için iki çocuğun serçe parmakla rını kanca hâline getirerek birbirine takıp tutuşma ları hareketi. 2. Güreşte çelme takma; çelme. 3. Bir şeyi uzatmak için yapılan ek; ilave. 4. sf. Eş; denk; akran. [DS] b adak ’, -ğı [bar-dak] (ba :d a k ) {ağız} is. Bardak. [DS] badak4, -ğı [boğ-da-k > badak] {ağız} is. 1. Husye; erkeklik bezi. 2. Husyeleri iyi burulmamış, dolayı sıyla dişisi ile yeterli ilişkiye giremeyen hayvan. 3. Orta büyüklükte manda yavrusu. 4. sf. Dermansız; takatsiz; çevik olmayan. 5. Duygusuz; vurdum duymaz. [DS] b ad a!1, [bad (yans.) > bad-al] {ağız} is. Düzensiz hafif patırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan yan sımalı gövde. [DS] 0 badal badal, {ağız} 1. (Yü rümek, d o la şm a k için) y a lın a y a k 2. G elişigü zel; düzensiz. [DS]|| badal badal yürümek, {ağvz} Yalın a y a k yürüm ek, d olaşm ak. [DS] badal2, [bat-mak > bat-al ?] sf. Pis; karışık, fi1 badal bayrak, {ağız} 1. E ski p ü skü ; y ırtık pırtık. 2. A rdın a k a d a r a ç ık ; ap açık. [DS] badalJ, [bag-da-mak > bağ-da-1] {ağız} is. 1. Çamur da açılmış fakat daha sonra kurumuş ya da donmuş tekerlek izi çukuru. 2. Yol veya tarladaki girinti çıkıntı; tümsek. 3. Hızlı gitmeyi önlemek için yola yapılan yükselti. 4. Bir dönümün üçte biri kadar arazi parçası. 5. Tarla sekisi. 6. Tuzak; fak. 7. Teh like. 8. Engel; güçlük. 9. Ağacın gövdesinden ilk ayrılan sürgün. 10. Bacak. 11. Geniş adımlarla ya pılan yürüyüş. 12. Zıpzıp; bilye. 13. Ceviz içinin dörtte biri. [DS] S badala basm ak, {ağız} 1. Tuza ğ a dü şm ek; a ld a n m a k 2. (Ç o cu k için) y a şm a g ir m ek; b ir y a şın ı doldurm ak. [DS]|| badala kalmak, {ağız} (B ağ için) k esilip tım ar edilm eden b ıra k ıl mak. [DS]|| badal olm ak, E n g el olm ak. badal4, [? badal] {ağız} sf. Eş; akran; denk. [DS] badal5, [İt. pedale] {ağız} is. Merdiven basamağı. [DS] badala, [? badala] {ağız} is. Okul sırası. [DS] badalak, -ğı [bağ-da-mak > bağda-la-k] {ağız} is. At arabasında koşum kayışlarının bağlandığı ağaç. [DS] badalan, [Lat. patella (küçük tabak) > Ar. bâdalân] {ağız} is. 1. Bir deniz salyangozunun büyük ve eş kenar üçgen biçimindeki kabuğu. 2. Yayık ve bü yük yüz. 3. Normalden büyük olan her şey. [DS] badallam ak, [badal-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Şeklini olumsuz biçimde değiştirmek; boz mak; yıpratmak. 2. Çıkışmak; azarlamak; gülünç duruma düşürmek; terslemek. 3. Basamak yapmak. [DS]
BAD badam , [Far. badam j-bl,] (b a :d a :m ) {OsTj is. Ba dem. S bâdâm -ı dü-m ağz, {OsT} İki içli badem . badam a, [Yun. pâtoma] {ağız} is. K öy evlerinde ha yat. badam ak, [bağ-da-mak] (b a :d a m ak ) {ağız} gçl. f . [r ] [-d (ı)-y o r] Doldurmak. [DS] badam e, [Far. bâdâme ■ubl] (b a :d a :m e ) {OsT} is. 1. İpek böceği. 2. Nazar boncuğu; nazarlık. 3. Zincir halkası. 4. Süslü püslü nesne. 5. Et beni. 6. Eski püskü hırka. badam i, [Far. bâdâmî ^ b l ] (b a :d a :m i:) {OsT} sf. Badem biçiminde, badana, [Ar. bitâne [Tietze]] is. 1. Duvarları boya makta kullanılan sıvı boya veya kireç. 2. Tavşan derisine şekil vermek için kullanılan cıvalı nitrat eriyiği. 3. argo. Cinsel ilişkiye girmeksizin organ ları sürtmek yoluyla dıştan tatmin; cinsel sürtünüm; kızlığı bozmadan girişilen cinsel ilişki. S1 badana bulam acı, D erileri yum u şatm ak veya tüylerini yolm ay ı k olay la ştırm ak a m a cıy la etli kısm ına sürü len sodyum sülfür eriyiği ve sönm üş k ir eç k a rışı m ı]j badana etmek, D uvar ve tavan g ib i a la n la rı b a d a n a ile bo y a m a k; b a d a n a la m a k . || badana edil mek, B a d a n a ile boy an m ak; badanalanmak.\\ ba dana fırçası, B a d a n a y a p m a y a y a ra y an fır ç a . ||ba dana olm ak, B a d a n a ile boyan m ak; b a d a n a la n m ak:.|| badana vurm ak, 1. D uvar ve tavan g ib i alan ları b a d a n a ile bo y a m a k; bad an alam ak. 2. Tü yünü k o la y y o lm a k için d erilerin etli yüzüne ö zel hazırlan m ış m acun sürm ek. ||badana yapm ak, D u v a r ve tavan g ib i a la n la rı b a d a n a ile bo y a m a k; bad an alam ak.
badanasız, [badana-sız] sf. 1. Badana yapılmamış. 2. Badana yapılmış olmasına rağmen kirlenmiş veya badanası bozulmuş olan, badanaz, [Yun. apotamenos (ölm üş)] {ağız} is. Y aş lanmış, çürümüş bağ kütüğü. [DS] bad ar, [bad (yans.) > bad-ar] {eT} sf. 1. Gürültülü. 2. (Tekrar ile) patır patır. [DLT] S b ad ar b ad ar yttgürm ek, {eT} P a tır p a tır yürüm ek. [DLT]|| badar kılmak, {eT} Gürültü ç ık a r a r a k ça rp m ak ; itmek. [DLT] b ad ara, [Yun. paterö (kiriş)] {ağız} is. 1. Çamaşır teknesi. 2. Değirmen taşının taşınması sırasmda altına konulan ağaçlar. 3. Tuzak; fak; tehlike. [DS] t? b adaraya basm ak, {ağız} T uzağa dü şm ek; a l danm ak. [DS] badarız, [badarız] {ağız} is. 1. Ağacın gövdesinden ilk çıkan dal. 2. Odun yapmaya elverişli çalı çırpı bulunan yer; fundalık. [DS] badarlam ak, [badar-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Bozmak; şeklini değiştirmek; yıpratmak. 2. Yemeğin üzerinden kimse görmeden alıp yemek. 3. Birini gülünç duruma düşürmek; azarlamak; tersle mek. [DS] badarna, [? badama] {ağız} is. Tarla, bahçe sulamak için yapılmış büyük cetvel; evlek. [DS] badas, [bat-mak > bat-az > badas ?] {ağız} is. 1. Har man sonunda yerde kalan toz toprak karışığı tane ler; harman döküntüsü. 2. Talaş, çör çöp dökün tüsü; kir; pislik. 3. Zahire, kuru üzüm vb. ürünler içinde bulunan saman ve çöp parçaları. 4. Tuğla. [DS] badasin, [bad (yans.) > bad-a-sin ? [Vâsâry]] {ağız} is. Ördek. [DS]
badanacı, [badana-cı] is. Badana yapan ve geçimini badana yaparak sağlayan kişi,
badastan, [badas-tan] is. Dövende sürülmüş saman ile tahıl karışımı; dövülmüş harman.
badanacılık, -ğı [badana-cı-lık] is. Badanacının işi ve mesleği.
b ad aş1, [bağ-da-ş / bağ-daş] (b a ;d a ş) {ağız} is. Bir arada bulunan ve birlikte iş yapan kişiler; iş arka daşları; okul arkadaşları; arkadaş; ortak. [DS]
badanalam a, [badana-la-ma] is. Badanalamak eyle mi.
badaş2, [Far. bâdâş Jibl>] (b a ;d a :ş ) is. Ödül; mükâ
badanalatm ak, [badana-la-t-mak] gçl. f . [ -ır ] Bir başkasına badana işini yaptırmak,
fat. badaşık, -ğı [bağ-da-ş-ık] (b a .d a şık ) {ağız} is. 1. İş ve okul arkadaşları. 2. sf. Yapışık; bitişik. 3. zf. Sıra ile birbirine yardım ederek; nöbetleşe. [DS] badaşm a, [bağ-da-ş-ma] (b a :d a şm a ) {ağız} is. 1. Bağdaşmak eylemi ve tutumu. 2. Köpeklerin çift leşmesi. [DS] badaşm ak, [bağ-da-ş-mak] (b a ;d a şm a k) işteş, f . [-ır] 1. Bir iş veya oyun için eş tutmak; eşleşmek, eş tutmak; ortaklaşmak. 2. (Aynı işi yapacak olan eş ler için) kendi aralarında anlaşmak; uyuşmak. 3. dönşl. f . Alışmak; geçinmek.
badanalı, [badana-lı] sf. 1. Badana sürülmüş olan; badanalanmış. 2. m ecaz. (Kadın için) yüzüne çok fazla pudra ve boya sürmüş.
b ad at1, [Orta. Ame. yerlilerinden Taino Kızılderili dili, badata (patates)] is. bot. Bileşikgillerden şeke ri bol bir tür yer elması, (H elianthus tuberasus).
b adanalam ak, [badana-la-mak] g ç l . f [-r ] [-l(ı)-y o r] Duvar ve tavan gibi yerleri boyamak için boya ve ya sıvı kireç sürmek; badana etmek, badana vur mak, badana yapmak, badanalanm a, [badana-la-n-ma] is. Badanalanmak işi. badanalanm ak, [badana-la-n-mak] edil. f . [-ır] Üzerine badana sürülmek; badana edilmek; badana yapılmak. badanalatm a, [badana-la-t-ma] is. Badanalatmak işi.
BAD
badat2, [? badat] {ağız} is. Erbezi tek olan keçi. [DS] badaver, [Far. bâd-âver jjTiL] (b a :d a :v er) sf. 1. Rüz gâr tarafından getirilmiş. 2. Bedavadan elde edil miş. 3- w. müz. Doğu müziğinde bir ses. badaverd, [Far. bâd-âver JjjTiL.] (b a .d a .v erd ) sf. -*■ badaver. badaverde, [Far. bâd-âverde ojjjTiL] (b a :d a :v erd e ) sf -* badaver. badavra1, [paçavra] {ağız} sf. 1. Eski püskü; yırtık. 2. Kılıksız. [DS] badavra2, [Yun. petavro] {ağız} is. 1. Evlerin üzerine kiremit yerine örtülen tahta. 2. Çatılarda üzerine kiremit döşenen tahta. 3. Bağdadi duvarlara çakılan tahtalar. 4. Keklik tutmakta kullanılan tahtadan ya pılmış bir tür tuzak. [DS] badaz, [bat-mak > bad-az ?] {ağız} is. 1. Harman sonunda yerde kalan toz toprak karışığı taneler; harman döküntüsü. 2. Savrulan ekinin ince samanı. 3. sf. Sarı yüzlü; solgun; hastalıklı. [DS] S badaz samanı, {ağız} T op rak d am ların üzerin e atılan h a r man yerin deki tozlu sam an. [DS] badazlı, [badaz-lı] {ağız} sf. Beceriksiz; iş bilmez. düzensiz; şaşkın. [DS] badban, [Far. bâd (yel) + bân (koruyan) olpl>] (b a :d ba:n) {OsT} is. dnz. 1. Yelken. 2. Gemi sereni. S bâd-bân-güşâ, {OsT} Yelken a ç a n .|| bâd-bân-ı ahdâr, {OsT} 1. Yeşil y elken . 2. m ecaz. G ökyüzü; s e ma. 3. F elek. || bâd-bân-gûşâ-yi azîmet olmak, {OsT} Y elkenleri a ç ıp y o la çıkm ak. badbani, [Far. bâdbânî
Kibirli. 2. Şişman. 3. Deli. 4. Bir işle ilgisi olma yan. b a’de, [Ar. ba'de o-uj (ba-de) {OsT} zf. 1. Soma. 2. {ağız} Başka; gayri. [DS] S b a’de h arab ü ’l-B asra, {OsT} (B asra h a ra b olduktan son ra) İş işten g e ç in c e .,|| b a’ de hazâ, {OsT} Bundan so n ra ; bundan b ö y le ,|| b a’de-hû, {OsT} ■* badehu. ||b a’de-hüm, {OsT} O nlardan so n r a .|j b a’de’l-asr, {OsT} İkin diden so n ra . [| b a’de’l-edâ, {OsT} Yapıldıktan sonra.\\ b a ’de’l-feth, {OsT} F etih ten so n r a .|| b a ’de’l-harb, {OsT} Savaştan sonra.\\ b a’de’I-icrâ, {OsT} Y apıl dıktan so n r a .|| b a’de’l-îfâ, {OsT} Yapıldıktan son ra .|| b a ’de’l-imzâ, {OsT} İm zadan so n r a .|| b a ’d e’listihsâl, {OsT} E ld e edildikten so n ra; sağ lan dıktan sonra. || b a’de’l-istlzân, {OsT} İzin alındıktan so n ra ,|| b a ’de’l-izdivâc, {OsT} E vlendikten so n r a .|| b a’ de’l-lüteyyâ ve’l-letî, {OsT} N ice zahm et ve sıkıntıdan son ra. ||b a’ de-mâ, {OsT} Bundan s o n r a .|| b a’de’l-mevt, {OsT} Ölümden sonra.\\ b a’de’l-musâlaha, {OsT} B arıştan so n ra .|| ba’ de’l-m ütâlâa, {OsT} O kuduktan sonra.\\ ba’de’l-m ütâreke, {OsT} A teşkesten so n r a .|| b a’de’l-müzâkere, {OsT} G ö rüşm eden s o n r a .|| b a’ de’l-vukü’, {OsT} Olduktan so n r a .|| b a’ de’l-yevm, {OsT} Bundan so n ra ; bu gün den itib aren .|| b a’de’t-taam , {OsT} Yem ekten sonra.\\ b a’de’t-tahkîk, {OsT} İn celem ed en s o n r a .|| b a’de-zâ, {OsT} Ondan sonra.\\ b a ’de-zâlik, {OsT} O ndan sonra.\\ b a ’de-zemân, {OsT} B ir zam an so n r a ,|| b a ’de-zîn, {OsT} Bundan so n r a .|| b a’de’z-zevâl, {OsT} Ö ğleden s o n r a .|| b a’de’z-zuhr, {OsT} Ö ğleden sonra.
{OsT} is. imparatorluk
bade, [Far. büden (olm ak) > bâde (olm uş; olgun) oil]
döneminde tersane halkından olup kalyonlarda yel kenleri korumakla görevli sınıf; yelkenci,
(b a :d e ) {OsT} is. 1. Şarap, içki. 2. tasvf. m ecaz. İla hî aşk. S bâde-fttrûş, {OsT} Ş arap sa tıcısı; m ey h a n eci.|| bâde-keş, {OsT} Ş a ra p içen. || bâde-nûş, {OsT} Ş a ra p içen .|| bâde-perest, {OsT} 1. Ş a ra b a tapan. 2. Ş a ra b a ç o k düşkün.\\ bâde-perestân, {OsT} 1. Ş a r a b a tapanlar. 2. Ş a ra b a ç o k düşkün olanlar. || bade süzmek, 1. Ş a ra p süzm ek. 2. İ ç k i iç mek.
badbat, [Sürya. şabatbât] {ağız} is. bot. Yaprakları yaraları deşmekte kullanılan bir tür zehirli ot, (Polygonum ). [DS] badbar, [Far. bâd-bâr jloU] (b a :d b a :r ) {OsT} is. 1. Yelpaze. 2. dnz. Manika, badbaz, [Far. bâd-bâz jLol] (b a ;d b a :z ) {OsT} is. Yel paze. badbedest, [Far. bâd-be-dest c — Jolj] (ba :d b ed est) {OsT) is. Elinde avucunda olanı kaybetmiş; iflas et miş.
b a’dehu, [Ar. ba‘de-hü o-uj ( b a ’dehu ;) {OsT} zf. On dan sonra. badela, [Yun. patela] {ağız} is. Küçük sepet; el sepe ti. [DS]
çurtma. 2. Çok övündüğü halde bir iş beceremeyen; palavracı.
badeli, [bade-li] sf. içkili; içki içmiş, fi1badeli âşık, ed. fo lk . Saz şairlerin d en rü yaların da g örd ü kleri bir p îrin elin den dolu a d ı verilen b ir içki içm ek su retiyle â şık -ş a ir o lan ların a verilen isim.
badbiz, [Far. bâd-bız j j p y (b a :d b i:z ) {OsT} is. Y el
badem , [Far. bâdâm => badem ;oU] {OsT} is. bot. 1.
badber, [Far. bâd-ber jjiU] (b a :d b er ) {OsT} is. 1. U-
paze. badbizen, [Far. bâd-bızen Uj-ol>] (b a :d b i:z en ) {OsT} is. Yelpaze. baddar, [Far. bâd-dâr jb ilJ (b a :d d a :r ) {OsT} sf. 1.
Gülgillerden 6-8 m. boyunda meyvesi sert kabuklu bir meyve ağacı, (Am ygdalus com m ım is). 2. Bu ağacın sert kabuklu meyvesi. 3. Bu meyveye ben zer şekilde olan; oval. 4. argo. Tabanca kurşunu. 5. arg o. Dişilik organı; klitoris; bızır. 6. satıcı argosu.
o ım w
BAD Taze salatalık. 7. sf. argo. Kötü; çok fena, fi1 ba dem arısı, zool. Z arkan atlılardan , kurtçuğu çeşitli a ğ a ç y a p ra k la rıy la beslen en iri vücutlu z a r a rlı si n e k ; büyük testere sineği, (C im begu adrim acu latus).\\ badem bıyık, Üst dudağın iki y a n ın d a b a d em şeklin d e bıra k ıla n bıyık.|| badem ezmesi, E zil m iş ba d em içi, şeker, n işasta ve yum urta sa rısı ile y a p ıla n b ir çeşit şekerlem e. j| badem gibi, Ç o k taze ve k ö rp e (sebze, salatalık). || badem gözlü, B ad em içi biçim in de iri g ö z leri olan. ||badem helvası, B a dem , şeker, un ve y a ğ ile y a p ıla n b ir tatlı. ||badem k arga, {ağız} B ir tür ördek. [DS]|| badem kürk, Tilkinin yaln ız b a c a k d erilerin d en y ap ılan kiirk, {eAT} (aynı). ||badem p arm ak , {ağız} İşa re t p a r m a ğı. [DS]|| badem sübyesi, Soyulup ezilm iş b a d em d en çıka rılan b ir ç eşit süt. || badem şekeri, 1. Ni şa sta lı ş e k e r ta b a ka sıy la k ap lı ba d em içi. 2. argo. Kurşun. ||badem tatlısı, I ç bad em çekildikten so n ra irm ikle y a p ıla n b ir çeşit tatlı.\\ badem tırnak, B a d em şeklin d e beğ en ilen b ir tırnak şekli. || badem yağı, B ad em içinden ba sın ç altın da çıkarılan , d eri eşy ala rı yum u şatm ak a m a cıy la veya ila ç o la r a k kullanılan yağ.\\ badem zımba, {ağızj K ayışların üzerin e sü s y a p m a kta kullanılan b ir araç. [DS] badem a, [Ar. ba'de-mâ
( b a ’d em a :) {OsT} zf.
badfüruş, [Far. bâd-fürüş] (ba:d fü ru :ş) {OsT} is. Bir kimseyi, soyunu da sayarak öven kimse; dalkavuk, badgam ak, [bad-mak (ba ğ la m ak ) > bad-ga-mak / bag-da-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Güreşte ayak yakala mak; çelme takmak. [DLT] badgân, [Far. bâd-gân j l f i l j (b a :d g â :n ) {OsT} is. 1. Gözeten; gözetici. 2. Bekçi. 3. Hazinedar, badgâne, [Far. bâd-gâne ajISjL] (b a .d g â .n e) {OsT} is. Kafesli pencere, badger, [Far. bâd-ger
(b a :d g er) {OsT} is. K a
sırga. badgerd, [Far. bâd-gerd
(ba :d g erd ) {OsT} is.
Kasırga. badges, [Far. bâd-ges
(b a :d g es) {OsT} is. Ka
sırga. badgir, [Far. bâd-glr
l>] (b a :d g i:r) {OsT} is. 1.
Baca. 2. Nargile ve semaver başlığı. 3. Vantilâtör. badgünd, [Far. bâd-günd Aifal] (ba:dgü n d) sf. 1. Erbezi şişmiş olan. 2. Kasık fıtığı olan, badhaye, [Far. bâd-hâye
(b a :d h a :y e) sf. Er
bezi şişmiş olan, badherze, [Far. bâd-herze »jytol.] (b a :d h erz e) {OsT}
Bundan sonra, bundan böyle, badem cik, [badem-cik] is. anal. Boğazın iki yanında solunum yoluna ve yutağa giren mikroplan dur durma görevini üslenen badem şeklindeki ağ doku su kesecikleri, fi1 badem cik iltihabı, tıp. B a d em ciklerin için e y er le şe n m ik ro p lar dolay ısıy la y a n g ı lan m aları. bademi, [Far. bâdâmı => bâdemî
. 4 2 o
(ba :d em i:)
{OsT} sf. 1. Badem gibi; bademsi. 2. Bademe iliş kin. bademli, [badem-li] (ba :d em li) sf. İçinde badem bu lunan. S1 bademli krem a, iç in d e çekilm iş badem içi bulunan koyu krem a. bademlik, -ği [badem-lik] (ba :d em lik) is. 1. Badem ağaçlarının bol bulunduğu yer. 2. Badem konulan kap. bademsi, [badem-si] (ba. dem si) sf. Badem biçiminde olan, f? bademsi spor, biy. Ş ekli ba d em i andıran m an tar sp orları. || bademsi volkanik kaya, je o l. B ad em şeklin d ek i boşlu kları b a ş k a m in erallerle dolm uş volkan ik kaya. baderna, [İt. baderna] (bade'rna) is. dnz. Halatların sürtünen yerlerinin aşınmaması için üzerine dola nan bez veya eski halat sargı, fi1 baderna etmek, dnz. H alatların aşın m am ası için sürtünm e y e r le r i n e bez ve h a la t dolam ak. badester, [Ar. bâdester] (b a :d ester) {OsT} is. Kun duz. badeş, [bağ-da-ş] (b a :d eş) {ağız} is. Bağdaş. [DS] S badeş kurm ak, {ağı-} B a ğ d a ş kurm ak. [DS]
is. 1. Büyü; sihirbazlık. 2. Güzellik; letafet. badı1, [bad (yans.) > bad-ı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) şişman, ablak yüzlü, kısa boylu. 2. Tembel; uyu şuk. 3. is. Çorabın eskimemesi için bezden yapılan terlik. 4. Uçlarını koltuk altma dayayıp, çatallarına ayak konularak yürünen bir çift sopadan yapılma oyun aracı. 5. Dokuma tezgâhını harekete geçirmek için ayakla basılan pedal. 6. Erkek zenci. [DS] S badı budu, {ağız} Gürültü p a tırtı; şa m a ta ; k a b a konuşm a. [DS]|| badı güdü, {ağız} Gürültü p a tırtı; şa m a ta ; g ev ezelik ; k a b a konuşm a. [DS]|| badı kısa, {ağız} B u d a la c a ; p a ta v a tsız ca ; gelişigüzel. [DS]|] badı küdü, {ağız} -*■ badı güdü. [DS]|| badıya bin miş, {ağız} K örkü tü k sa rh o ş. [DS] badı2, [Erme, bad] {ağız} is. 1. Kaz. 2. Ördek. 3. Hin di. 4. Kaz ve ördek yavrusu. [DS] fi1 badı badı, {ağız} (Yürüyüş için) çarpık, eğ ri ve iki y a n a s a lla narak, y a lp a la y a r a k ; ö r d e k gibi. [DS] b adıç1, [bad-mak (ba ğ la m ak ) > bad-ıç] {eT} is. Asma çardağı. [DLT] ö badıçlık yıgaç, {eT} Ç a rd a k y a p m a k ü zere ayrılm ış a ğ a ç. [DLT] badıç2, -cı [Erme, patic] is. 1. Bakla, fasulye gibi sebzelerin her birinde bir dizi tohum bulunan kılıf; tohum yatağı. 2. {ağız} Yeşil sebzelerin çiçekten hemen sonraki küçük hâli. [DS] 3. Erkeğin erkeklik organının sünnet olurken kesilen kısmı. 4. Çekir genin yere gömdüğü yumurtası. badıç3, -cı [Far. bâdıc] {ağız} is. Kadınların giydiği dizden bileğe kadar olan bir tür çorap. [DS]
Ö
l » « »
BAD
1 .4 2 1
badıhava, [Far. bâd (rüzgâr) + Ar. hevâ (hava) > bad-ı hevâ / bedava] {OsT} is. 1. Mevcut olmayan şey. 2. Rüzgâr. 3. sf. Emeksiz ve bedelsiz olarak elde edilen; bedava, badik, -ğı [bad (yans.) > bad-ı-k ?] {ağız} sf. Kısa boylu; tıknaz. [DS] badıl, [bad (yans.) > bad-ıl] is. 1. Gürültü patırtıyı, gürültülü ve kaba konuşmayı anlatan yansımalı gövde. 2. Yalpalayarak, çarpık çarpık yürümeyi anlatan yansımalı gövde. 0 badıl badıl, {ağız} 1. (K onuşm ak için) gürültülü ve k a b a kon u şm a; g e v e zece. 2. (Yürüm ek için) y a lp a la y a ra k , eğ ri v e ç a r p ık o la ra k. [DS]|| badıl badıl yürüm ek, {ağız} Ya lın a y a k yürüm ek. [DS] badılcan, [Far. bâdincân] {ağız} is. 1. Patlıcan. 2. Do mates. [DS] 0 badılcan suyu, {ağız} D om ates s a l çası. [DS] badınos1, [Rus. podnos] {ağız} is. Çay tepsisi. [DS] badmos2, [Yun. makedonis > Ar. bakdünis] {ağız} is. Maydanoz. [DS] badır1, [bad (yans.) > bad-ır] is. Gevezelik etmeyi, gürültülü patırtılı konuşmayı anlatan yansımalı gövde. 0 badır badır, {ağız} 1. (K onuşm ak için) gürültülü ve k a b a ; g ev ezece. 2. Gürültü ç ık a ra ra k ; şam ata y a p arak . [DS] badır2, [eT. bağır > badır ?] {ağız} is. Karın; göbek. [DS] 0 badır alan, {ağız} (Bağ, ba h çe, ev vb. için) duvarsız, çitsiz, k en a rı çevrilm em iş. [DS]|| badır bayrak, {ağız} 1. E sk i p ü skü ; yırtık. 2. K ılıksız. 3. D arm adağın; karm akarışık. [DS] badıra, [Yun. patero] {ağız} is. Döşeme kirişi. [DS] badırdamak, [bad (yans.) > bad-ır-da-mak] {ağız} g çsz .f. [->] [-d (ı)-y o r] 1. Ne söylediği anlaşılmaya cak biçimde konuşmak; homurdanmak. 2. Gereksiz yere söylenmek. 3. Konuşmak; laf etmek; çene çalmak. 4. Çekişmek; kavga etmek. 5. Gürültü et mek. [DS] badırdaşmak, [bad-ır-da-ş-mak] {ağız} işteş f . [-ir] 1. Birkaç kişi aralarında alçak sesle konuşmak; ki mi duyulur kimi duyulmaz biçimde aralarında ko nuşmak. 2. dönşl. f . Söylenmek; anlaşılır anlaşıl maz söylenmek. [DS] badırga, [badır-ga ?] {ağız} is. Taşçı çekici. [DS] badırgüdür, [bad (yans.) > bad-ır+güd-ür] {ağız} is. Gürültülü ve kaba konuşma; gevezelik; şamata; gürültü. [DS] badırık1, -ğı [bad-ır-ık] {ağız} sf. 1. Konuşmasını ve davranmasını bilmez; kaba. 2. Başına buyruk. [DS] badırık2, -ğı [bat-ır-ık] {ağız} is. 1. Soğan, may danoz, domates, bulgur, asma yaprağı ile yapılan ve çiğ olarak yenen bir yemek; batırık. 2. sf. Çok ekşi; kekre. [DS] badi1, [Erme, bad > Ar. batt / bad (yans.) > bad-ı / bad-i] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Kaz. 3. Kaz ve ördek yavrusu. 4. Hindi. 5. Köpek; köpek yavrusu. 6. Ke
di yavrusu. 7. Ufak mısır; cin mısır. 8. sf. Vara yo ğa, uluorta konuşan. 9. Kısa boylu; ufak tefek; tık naz. [DS] 0 badi badi, (K oşm ak, yürüm ek için) ö r d e k g ib i iki y a n a sa lla n a ra k ,|| badi badi bacak, K ısa bacak.\\ badi badi yürümek, Ö rdek g ib i vü cudunu iki y a n a sa lla y a r a k yürüm ek; p a y ta k p a y tak yürüm ek. badi2, [Ar. bed’ (başlam a) > bâdı lPIj] (b a :d i:) {OsT} sf. 1. Sebep; sebep olan. 2. Başlangıç, ilk. 3. Açık; aşikâr. 0 bâdî ebed-in, {OsT} H er şeyin b a şı.|| bâdî-i em r, {OsT} İşin başında, ba şla n g ıçta .|| bâdî-i emirde, {OsT} İşin başında, ba şla n g ıçta .|| bâdîi’lem r, {OsT} İşin b a şın d a ; başlangıçta.\\ bâdî-i na zar, {OsT} İlk b a k ışta; ilk görüşte. || bâdî olmak, {OsT} S ebep olmak.\\ bâdîyü’l-em r, {OsT} İşin b a şın d a ; başlangıçta.\\ bâdîyü’r -r e ’y, {OsT} İlk dü şünce. badi3, [Ar. bâdî lp I] (b a .d i;) {OsT} is. Çölde oturan; bedevî. badi4, [Far. bâdî ıpl;] (b a :d i:) {OsT} sf. 1. Rüzgârla ilgili; havaya ilişkin. 2. Geçici, badic, [Far. bâdîc g^l;] (b a :d i:c ) {OsT} is. 1. Tozluk. 2. Potur. badigard, [İng. body (vücut) + guarde (koruyucu)] is. Koruma; muhafız, badigir, [Far. bâd-gîr] {ağız} is. Tavan veya dam pen ceresi. [DS] badigüdü, [bad (yans.) > bad-i+güd-ü] {ağız} is. Gü rültülü ve kaba konuşma; gevezelik; şamata; gürül tü. [DS] badih, [Ar. bedâhet (a çık ve b e lli o lm a ; hem en sö y leyiverm e) > bâdih / bâdihe
/ 4»jI>] (ba :d ih )
{OsT} sf. 1. (Olay için) birdenbire olan; beklen medik. 2. is. Beklenmedik ziyaret. badihe, [Ar. bâdih > bâdihe ] (b a :d ih e) {OsT} is. 1. Beklenmedik olay. 2. Kadın ziyaretçi. 3. tasvf. Ani ilham. badik, -ği [Erme, patig / Ar. batt / bad (yans.) > bad ik] {ağız} is. 1. Ördek yavrusu. 2. Palaz. 3. Ördek gibi sallana sallana yürüyüş. 4. sf. m ecaz. Kısa boy lu ve tıknaz. [DS] badikleme, [badik-le-me] is. Badiklemek işi; ördek gibi iki yana yalpa yaparak yürüme, badiklemek, [badik-le-mek] gçsz. f i [ - r ] f-l(i) -yor] Ördek gibi iki yana yalpa yaparak yürümek; badi badi yürümek. badin1, [Bulucusu R. E. Badin’in adından] is. Bir uçağın hızını çevresindeki havaya göre bağıl olarak ölçen aygıt; badin hız ölçeri, sürat saati, badin, [Ar. bâdin l»1>] (ba;din ) {OsT} sf. Şişman vü cutlu.
ÖIÜMIİİfflittlM.
BAD badinc, [Far. bâdinc gûiU] (ba :d in c) {OsT} is. bot. Hindistan cevizi, (C o co s m ıcifera). badincan, [Far. bâdincan / bâdencân / bâdingân oU-jL] (ba:dirıcan) {OsT} is. bot. Patlıcan, (Solanum m elon gen a). fi1 bâdincân-ı ahm er, D om ates, (L ycopesicıım esculentum ). badincani, [Far. bâdincân-ı
(ba:d irıca:n i:)
/OsT} sf. Patlıcan renginde; mor. badincaniye, [Far. bâdincan + Ar. -iyye (ba:d in ca:n iy y e) {OsT} is. bot. Patlıcangiller, badingân, [Far. bâdingân O&jIj] (b a :d in g â:n ) {OsT} is. Patlıcan. badir, [Ar. bedr (dolgunluk, şaşırtm ak) > bâdir j.îL>] (b a .d ir) {OsT} sf. 1. Birdenbire olan. 2. Hemen yapmak isteyen. 3. (Ay için) dolun. 4. (Çocuk için) serpilip gelişmiş. 5. (Meyve için) olgun. badire, [Ar. bedr (ha bersiz g eliş) > bâdire o_pU] (b a :d ire) {OsT} is. 1. Birdenbire otaya çıkan tehlikeli durum; felaket; bela. 2. Öfkeli bir hâlde iken yapı lan yanlışlık. 3. Aşılması güç geçit. 4. Birdenbire söyleniveren söz. 5. Namlunun, kılıcın veya bitki lerin uç kısmı. 6. Sıkıntısızca, güçlük çekmeden söylenen söz. badiye1, [Ar. bâdiye ^olı] (ba :d iy e) {OsT} is. Çöl; sahra, kır. fi1 bâdiye-i gül, {OsT} 1. D ev çölü. 2. D ünya,|| bâdiye-i nişîn, {OsT} Ç ö ld e oturan; b e d e vi.|| bâdiye-i peymâ, {OsT} Ç ö ld e dolaşan .
22
bado, [Fr. badaud] sf. argo. İşsiz güçsüz; serseri; alık alık gezen. badok, -ğu [Rus. podog (sopa)] is. Araba tekerle klerini birbirine bağlayan eksen; dingil; mil. badpay, [Far. bâd-pây
(rüzgâr ayak) (b a :d -
p a :y ) {OsT} is. Rüzgâr gibi hızlı koşan at. badper, [Far. bâd-per _,oU] (b a :d p er) {OsT} is. 1. Kâ ğıt uçurtma. 2. Kamçı topacı. 3. sf. (Kişi için) ken dini öven; övüngen. badpeym a, [Far. bâd-peymâ U-opL.] (ba :d p ey m a:) {OsT} sf. Başıboş gezen; serseri; işsiz güçsüz, b adra, [Yun. paterö (kiriş)] {ağız} is. 1. Çamaşır tek nesi. 2. Döşeme kirişi. [DS] badrak, [bad (yans.) > bad-(ı)r-a-k] {ağız} s f Ko nuşmasını bilmez; kaba. [DS] badram , [bad-ra-m] {eT} is. Sevinç ve eğlence günü; bayram. [DLT] badram ak, [bad (yans.) > bad-(ı)r-a-mak] {ağız} gçsz. f M [-r(ı)-y o r] Gürültü yapmak. [DS] badram baz, [Far. bârân-bâzî] {ağız} is. Yağmur dua sından sonra çocukların birbirini ıslatmak için oy nadıkları oyun. [DS] badreng, [Far. bâd-reng
(ba :d ren g ) {OsT} is.
1. Hızlı giden at. 2. Hıyar. 3. Acur. 4. Turunç. 5. Ağaç kavunu, ö bâd-rengîn, {OsT} 1. Övgü; m edhiye. 2. m ecaz. Şiir. badron, [Slav, patron (baru t ölçüsü) > Alm. Patrone] {ağız} is. Mermi. [DS]
badiye2, [Yun. badheia / Far. bâdiye] {ağız} is. 1. b ad ru k ', [bat-mak > ba(t)-r-uk] {eT} is. Bayrak. Büyük bakır kap. 2. Ağzı dar dibi geniş yağ kabı. [EUTS] [Gabain] 3. Büyük bakır tencere. 4. Yemek kabı. 5. Çorba badruk2, -ğu [? badruk / Far. / Haşan Badruk (E. tası. 6. Yayvan, kulpsuz toprak çanak. [DS] Ç eleb i uyd.) JjjIj] {OsT} sf. Kaçak; firari. badkeş, [Far. bâd-keş (b a :d k eş) {OsT} is. Yel badseha, [Far. bâd + Ar. sehâ (b a .d s e h a :) is. paze. 1. Cömert. 2. m ecaz. Dünya; bu dünya, badlam ak, [Erme, bad (bölm e) > bad-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-(ı)-y o r] 1. (Bağ, bahçe ve bostan için) badsene, [Far. bâd-sene] (ba :d sen e) {OsT} sf. 1. Büyüklük taslayan; kibirli. 2. Kötü niyetli. hayvanlardan korumak için etrafını çitle çevirmek. 2. Eski çarığın altım sırımla örmek. 3. (Değirmen badsüvar, [Far. bâd-süvâr (ba :d sü v a :r) is. 1. için) taş dönerken etrafa un saçmak. [DS] Hızlı koşan at. 2. Koşu atı; yarış atı. 3. Hızlı giden badm ak, [bad-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] 1. Batmak. atlı. [EUTS] 2. gçl. f . Bağlamak; bent etmek. [EUTS] 3. badubudu, [bad (yans.) > bad-ı+bud-u] {ağız} is. Gü Ekin ekmek. [EUTS] rültülü, patırtılı konuşma; kaba konuşma; gürültü badm an, [ba-d-man / bat-man] {eT} is. Batman; öl çek. [EUTS] badminton, [İng. Badminton (bir şa to adı)] is. spor. Tenise benzer bir oyun. badnüma, [Far. bâd-nümâ UbU] (ba.dn ü m a:) {OsT} is. 1. Rüzgâr gülü. 2. Fırıldak,
patırtı. [DS] b adu ç1, -cu [Yun. babitza (örd ek) > babica ? [Tzitzilis]] {ağız} is. Toprak, çam ya da madenden ya pılma emzikli testi. [DS] baduç2, -cu [Erme, patiç] {ağız} is. 1. Badıç. 2. Taze bakla; bakla. [DS]
badnus', [Rus. podnos (alttan) + nosity (taşım ak)] {ağız} is. Tepsi veya büyük sahan. [DS]
baduk3, -ğu [bod-uk] {ağız} sf. 1. Kısa boylu ve şişman; tıknaz. 2. is. Domuz yavrusu. [DS]
badnus2, [Yun. peteinos] {ağız} is. Horoz. [DS]
baduka, [? baduka] {ağız} is. Patates. [DS]
o r « ıı s ı m
ı . 423
badul1, [? badul] {ağız} is. 1. Taranan yünden ayrılan aynı büyüklükteki parçalar. 2. Lapa lapa yağan kar. [DS] badul2, [? badul] {ağız} is. Havuç. [DS] badur, [Sansk. patra] {eT} is. huk. Sıvı ölçüsü birimi. [EUTS] badut, -du [? badut] {ağız} is. Bezelye, bakla, fasulye gibi sebzelerin salkımları. [DS] badval, [Rus. podvâl] {ağız} is. 1. Bodrum; mahzen; karanlık yer. 2. Kiler. 3. Tavlada altı kapıya girme. [DS] badviz, [Far. bâd-vîz y . ( b a : d v i : z ) is. Yelpaze, badya, [Yun. bathus (çukur) > badheia / Far. bâdiya 4jjl] {eAT} is. 1. Geniş ağızlı, yayvan, büyükçe su kabı. 2. İçine şarap konulan büyük kap. badzehr, [Far. bâd-zehr y O ^ ] (ba :d z eh r) is. Panze hir. badzen, [Far. bâd-zen jjiL>] (ba:dzen ) is. Yelpaze, badzene, [Far. bâd-zene 4jjiL>] (ba:d zen e) is. Yelpa ze. -baf, [Far. bâften (doku m ak) ıJL. -] (b a :f) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelerden "doku yan, dokuyucu" anlamında birleşik sıfatlar yapan son ek. baf, [? baf] {ağız} is. Akciğer. [DS] bafa, [Far. bâfa asL] is. 1. Dört tutamlık ekin demeti. 2. Mumlu balık yumurtası hazırlamak için lcamı yarılarak iç organları ve yumurtaları çıkarılmış ke fal balığı. bafat, [Ar. bâbat iU] is. {ağız} Tarz; yol; yöntem, bafat, [Ar. bâbe (çeşit) > bâbat c i L / i>lj is. {ağız} Tarz; yol; yöntem, bafende, [Far. bâfende ojail] (b a .fe n d e) {OsT} sf. Do kuyucu. bafer, [Far. bâ (ile) + -fer (parlaklık)] (b a .fe r) {OsT} sf. Şen; sevinçli, bafır, [? bafır] {ağız} is. Çok; sayısız; dolu. [DS] bafkâr, [Far. bâf-kâr jlS3U] (b a :fk â :r ) is. Dokumacı; çulha. bafon, [Fr. backfong] {ağız} is. Gümüş görünümünde bakır, çinko ve bakır alaşımı; fakfon. [DS] bafra, [Yun. Pavra > Bafra] is. bot. Samsun ve Bafra yöresinde yetişen sigara yapılabilecek nitelikte kü çük boylu, ince dokulu, tok içimli bir tütün türü, baft, [Far. bâft c J l ] (ba:ft) {OsT} is. Kumaş; doku ma. bafte1, [Far. bâfte assIj] (b a .fte) {OsT} is. 1. Dokuma tarzı; dokuyuş. 2. İpek, altın veya gümüş tire, pul vb. ile dokunan kumaş. 3. sf. Dokunmuş.
BAG bafte2, [Far. bafte «iL] (b a .fte) {OsT} is. 1. Renkli, büyük leke. 2. Oyma levha. 3. Parça. 4. Büyük bir haritayı oluşturan parçalardan her biri; pafta, bafur, [İt. vapore (buhar)] {ağız} is. Buharla çalışan gemi; vapur. [DS] bag1, [ba / bag / bağ (yans.)] is. Bağırmayı, seslenme yi, böğürmeyi, gevezelik etmeyi, yüksek sesle ses lenmeyi anlatan yansımalı kök. [Zülfıkar] bag2, [bâ-mak (bağ lam ak) > bâ-ğ £_l>] (b a :g ) {eT} is. 1. Bağ; bağlayan şey; bent; köstek; ip. [Üç İtigsizler] [EUTS] [ETY] 2. Bohça. [EUTS] 3. Düğüm; bağ; odun vb. bağlamları. [DLT] 4. Kabile; boy; halk topluluğunun bir bölümü; bölük. [Gabain] [EUTS] 5. Birleşik boylar; konfederasyon; müttefik; müttehit. [ETY] 6. Allah; Tanrı. [ETY] 7. {eAT} Demet; bağ lam. 0 bag badrık, {eAT} C anlı hayvan ları h ile ile y a k a la m a a r a c ı; tuzak.||bag bodun, {eT} B o y la r ve k a b ile le r fed erasy on u . bag3, [Far. bağ] {eT} is. 1. Bağ; asma bahçesi. [Ga bain] [EUTS] 2. Üzüm asması; bağ. [DLT] 3. Bahçe. [EUTS] 0 bağ borluk, {eT} Üzüm bağı. [EUTS]|| bag gözi, {eAT} Asm anın filiz v e r e c e k olan tom ur cuğu; a sm a gözü. ||bag özdeği, {eAT} B a ğ kütüğü. b aga1, [bağ-a] {eT} sf. Rütbece aşağı; ast. [ETY] [Te kin] baga2, [bag (yans.) > balç-â / bağ-â Uu] {eT} is. 1. Kara kurbağa; odlu bağa. [EUTS] 2. {eAT} {ağız} Kap lumbağa. [DS] 3. {18.-19.yy.} Kaplumbağanın ka buğu. 4. {ağız} Binek ve yük hayvanlarının ayakla rının altında zorlamadan ileri gelen şişlik. [DS] 5. {ağız} Hayvan yemliği. [DS] 6. {eT} (Çokyaşamasın dan dolayı, sonsuzluğun, ebedîliğin simgesi olarak) bü yük kimselere verilen san. B a g a T arhan bagacak, -ğı [bağ (bağlantı) > bağ-acak ?] (b a ğ a ’ca k ) {ağız} is. Nesil; sülale. [DS] bagaç, [bağ-aç] {ağız}] is. Koyulaşmış, hamur kıva mındaki madde; macun. [DS bagaj, [Lat. baga (sandık) + Fr. bagage] is. 1. Y ol cunun beraberinde götürdüğü giyim vb. eşyalar. 2. Tren, otobüs, uçak ve gemilerde yolcuların berabe rinde götürdükleri eşyaların konulduğu özel yer. 3. Otomobillerde eşya koymağa mahsus bölme. 4. argo. Kalça. 0 bagaja verm ek, (Yolcu için) b e r a berin d e g ötü rm ek istediği eşyaların ın taşıtın b a g a j bölüm üne konulm asını sağ lam ak. bagal, [Far. bağal] {OsT} is. 1. Koltuk; koltuk altı. 2. Kolla sarma; kucaklama. 3. Dağ ve tepelerin kena rı. 4. Kasık. bagar, [bağar / bağır] {eT} is. 1. Karaciğer. [Gabain] 2. Karın. [EUTS] 3. m ecaz. Dost; akraba; sevgili. [Gabain] bagarcak , [bağ-ar-cak] {ağız} is. Örme ip; kemer ge nişliğinde yün ya da kıldan örme ip; kolan. [DS] S bagarcak atm ak, {ağız} (Koyun g eceley in y atağın -
IMIÜMtSÖM. ,
BAG
d an kalkıp g itm eye y ö n eld iğ in d e ço b a n ın uyanm ası için) uykuya yatm adan ö n c e ken di ayağ ı ile baş koyunun ay ağ ın a ip b a ğ la m a k [DS] bagarsak, [bağar-sak] {eAT} is. Bağırsak,
bağır3, [bağır / bakır] {eT} is. Bakır. [ETY]
bagarsuk, [bağır-suk > bağar-suk] (eT} {eAT} is. 1. Bağırsak. [EUTS] [Gabain] 2. Merhamet. [EUTS]
bagırak, [ba (yans.) > ba-gır-ak] {ağız} s f Çok bağı ran. [DS]
bagas, [Erme, bağas => bağ-az / bağ-az] f ağız} is. Aptal; alık; sersem. [DS]
bagırçak, [bağır-çak] {eT} is. Eşek semeri. [DLT]
bagat, [Far. bağ + Ar. -ât] (b a :g a :t) {OsT} is. Bahçe ler; bağlar. bağaya, [Ar. bagıyy (fahişe) > bagâyâ] (bagâyâ) {OsT} is. Fahişeler, bagça, [bağ-ça] {eT} is. Bohça; bağ; çıkın; paket. [EUTS] bagçe, [Far. bâğ-çe
] (b a :ğ ç e ) {OsT} is. 1. Küçük
bağ. 2. Bahçe, bagçevatı, [Far. bâğ-çe-vân o ljç il;]
(ba :ğ çev a :n )
{OsT} is. Bağcı; bahçıvan, bagçı, [bağ-çı] {eT} is. Bahçıvan; bağcı. [EUTS] bağda, [bağ-da] {eAT} is. Güreşçi çelmesi; sarma. 6 1 bağda urnıak, {eAT} G ü reşte sa rm a y a a lm a k ; ç e l m e takm ak. bagdalam ak, [bağ-da-la-mak] {eAT} gçl. f . [ - r ] Gü reşte sarmaya almak; çelme takmak, bağdamak, [bağ-da-mak] {eT} {eAT} gçl. f . Güreşte sarmaya almak; ayak yakalamak; çelme vurmak. [DLT] bağdanm ak, [bağ-da-n-mak] {eAT} edil, f [-u r ] Çel me takılmak. bağdatm ak, [bağ-da-t-mak] {eT} g ç l . f [-u r] Güreşte sarmaya aldırmak. [DLT] bagel, [Far. bâgel JiTl] (b a :g el) {OsT} is. Ilık su.
r a la m a k ,|| bağrını ezmek, {eAT} Yüreğini y a r a la m a k ,|| bağrı yağın eritm ek, {eAT} K orku ve üzüntü için de bırakm ak.
bagırdak, [bağır-dak] {eT} is. 1. Kadın göğüslüğü. [DLT] 2. {eAT} Beşik bağı, bağırdan, [ba (yans.) > ba-gır-dan] sf. Bağırtan, bagırlak, [ba (yans.) > ba-ğır-lak] {eT) is. Bağırtlak kuşu. [DLT] bagırlam ak, [bağır-la-mak] {eT} g ç l . f [ - r ] 1. Bağrı na vurmak. 2. Yayın tutamağını düzeltmek. [DLT] bagırlanm ak, [bağır-la-n-mak] g ç s z .f. [-u r] 1. Pıhtı laşmak. 2. Koyulaşmak. [DLT] bagırhg, [bağır-lığ] {eT} sf. 1. Bağırlı. 2. m ecaz. Yü rekli; cesur; kimseyi dinlemeyen. S bedük bagırlıg, K im sey e boyun eğ m ey en ; c iğ eri büyük. [DLT] bağırsak 1, [bağır-suk / bağar-suk] {eT} is. 1. Bağır sak. [EUTS] 2. Karın. 3. Dost; akraba. [Gabain] S1 bağırsak sıyırm ası, {eAT} B a ğ ırsa k sa n cısı.|| ba ğırsak sıyrındısı, {eAT} B a ğ ırsa k sancısı. bağırsak2, [bağır-suk > bağır-sak] {eT} is. 1. Merha met. [EUTS] 2. sf. Merhametli; gönül alıcı. [DLT] bagırsam ak, [bağır-sa-mak] {eT} gçl. f . [- r ] Cam ci ğer istemek. [DLT] bagırsuk, [bağ-ır-suk] {eT} {eAT} is. 1. Bağırsak. [EUTS] [DLT] 2. Merhamet. [EUTS] bağırtlak, [ba (yans.) > ba-ğır-t-lak] {eAT} is. Yabani ördek; kıl kuyruk kuşu,
altın, gümüş. 3. Y irm i beş yü zeye taşlanm ış
bağış, [bağ-ış] (b a ;ğ ış) {eT} is. 1. Çadır bağı; ak evin bent ve bağı; bağ; ip; çadır ipi. [ETY] [Nevâyî] 2. Kaim urgan; halat. [EUTS] [Gabain] 3. Parmak, ka mış vb.nin boğumu; eklem; boğum. [DLT] [ETY]
dikdörtgen tabanlı elm as. 4. müz. Orkestra şefi nin kullandığı küçük değnek,
bağışlatmak, [bağ-ış-la-l-mak] {eT} edil. f . Bağışlanmak. [DLT]
baget, [Fr. baguette] is. 1. Küçük, kısa ve ince değ nek. 2. Haddeye verilmek üzere hazırlanmış külçe
[-u r]
bagetlik, -ği [baget-lik] is. Trampet kayışlarının üze rine baget takmak için yerleştirilmiş yuva.
bağışlamak, [bağ-ış-la-mak] {eT} gçl. f . [- r ] Bağış lamak. [DLT]
baggal, [Ar. bağğâl JUj] (ba g g a :l) is. Katırcı.
bağışlanm ak, [bağ-ış-la-n-mak] {eT} edil. f. Bağış lanmak. [DLT]
bağır1, [ bağır] {eT} ûnl. Ne acı; ne yazık! bağır2, [bağır / bağar] {eT} is. 1. Karaciğer; {eAT} (ay nı). [EUTS] [Gabain] 2. Bağır. [DLT] 3. Karın. [EUTS] 4. Göğüs; sine. {eAT} (aynı) [EUTS] 5. m e caz. Dost; akraba; sevgili. [Gabain] [EUTS] 6. Bir ilaç. [EUTS] 7. {eAT} Akciğer. 8. {eAT} Yürek. S bağır basm ak, {eAT} Saygı g ö sterisi o la r a k ellerin i g ö ğ s ü üzerin e koym ak]] bağrı baş, {eAT} Yüreği y a r a lı.|| bağrı başlı, {eAT} Yüreği y a r a lı.|j bağrı başlu, {eAT} Yüreği y a r a lı.|| bağrı çıkm ak, {eAT} C anı çıkmak.\\ bağrı k ara, {eAT} B a ğ ırtla k ku ş; kıl kuyruk kuşu.|| bağrı katı, {eAT} A cım asız; m erh a m etsiz]| bağrını baş eylemek, {eAT} Yüreğini y a
bagıy, -yyı [Ar. bagıyy
{OsT} sf. Fahişe.
bağız1, [Ar. buğz (nefret) > bağız
(ba;gız)
{OsT} sf. Tiksinen; nefret eden; buğz eden. bağız2, [Ar. buğz (nefret) > bağîz
(bagv.z)
{OsT} sf. Herkesten nefret eden; kimseyi sevmeyen. bagi1, [Ar. bağy (serkeşlik) > baği l5a>] {OsT} is. Baş kaldın; serkeşlik; azgınlık. bagi2, [Ar. bağy (serkeşlik) > bâği ^ L ] (ba ;g i) {OsT} sf. Baş kaldıran; serkeşlik eden; haksızlık eden.
■
h h k eseu k .4»
BAĞ
bagi3, [Far. bağı ^ l ] (b a :g i:) {OsTf sf. Aynı bahçede yetişen.
{OsT} is. 1. Doğru yoldan sap
ma. 2. Aşınlık, ileri gitme. 3. Azgınlık. 4. Serkeş lik. 5. Masumlara dokunmayan fakait devlet otorite sine isyan ederek bir bölgeyi hakimiyeti altına al mış bulunan zorba; isyankârlık. 6. İnsanlara karşı üstünlük iddia edip onları, zulüm ve baskı altında yaşatmak. S bagy-etmek, {OsT} 1. Azgınca, aşırı şek ild e davranm ak. 2. Zina y apm ak. bagiyane, [Ar. bagy + Far. -âne] (b a :g iy a :n e) {OsT} zf. İsyan edenlere yakışır şekilde; asilikle, bagiz, [Ar. buğz (nefret) > bâğız / bagiz] (ba:giz) {OsT} sf. Herkesten nefret eden. bagl, [Ar. bağl J a J {OsT} is. Katır. bağlamak, [bağ-la-mak / boğ-la-mak] {e l } g ç l .f i [ - r j 1. Bağlamak; raptetmek. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] 2. {eAT} Kapamak. 3. {eAT'} Durdurmak; alıkoymak; engel olmak. 4. {eAT} Sarmak. 5. {eAT} Ayırmak; hasretmek. 6. Hasıl etmek, baglamalu, [bağ-la-ma-lu] {eAT} sf. Bağlanması ge rekli; zincire vurulması gereken, bağlanmak, [bağ-la-n-mak / boğ-la-n-mak] {eT} edil, f. [-u r] 1. Bağlanmak. [Yüknekî] [DLT] 2. {eAT} Ka panmak. 3. {eAT} Sonuçlandırılmak; bir şekil veril mek. bağlatmak, [bağ-la-t-mak] {eT} gçl. f. [-u r] Bağlat mak; bohçalatmak. [DLT] bagle, [Ar. bağle
{OsT} is. Dişi katır.
bağlı, [bağ-lı] {eAT} s f 1. Bağlı. 2. Kapalı. 3. Erkek liği bağlanmış olan, baglıg, [bağ-lığ] {eT} sf. 1. Bağlı; tutuklu. [EUTS] 2. is. Bohça; paket. [EUTS] bagmak, [ba-mak > ba-ğ-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Bağ lamak. [ETY] bagna, [Moğ. bağna] {eT} is. Merdiven basamağı. [DLT] bağra, [Far. bağra t
{OsT} is. İleri gitme; azgınlık;
serkeşlik.
bagilik, -ği [bâgi-lik] {OsTf is. Baş kaldırma; asilik, serkeşlik. bagiy, [Ar. bağy
bagy, [Ar. bağy
(b a ğ ra :) {OsT} is. Erkek do
muz. bagrak, [ba-ğ-rak] {eAT} is. Oba. bagrıkmak, [bağ(ı)r-ık-mak] {eT} g ç s z .f. [-u r] Ciğe ri göğüs kemiklerine yapışmak. [DLT] bağrın, [bağ(ı)r-m] {eT} z f 1. Bağır ile. [EUTS] 2. Kamı üzerine; yüzükoyun, bagşiş, [Far. bâhşîş] {eAT} is. Bahşiş, bagorya, [Yun. pagouria] {ağız} is. Pavurya; çağa noz. bagursuk, [bağır-suk] {eAT} is. Bağırsak. bagut, [Ar. bâğüto^iL] (ba :g u :t) {OsT} is. Paskalya.
b agza1, [Ar. buğz (nefret) > bagza «uü.] {OsT} is. 1. Şiddetli nefret. 2. Düşmanlık. bagza2, [Ar. buğz (nefret) > bağzâ U ü J (ba g z a:) {OsT} is. Şiddetli nefret; hiç sevmeyiş. bağ1, [bağ (vans.)] is. 1. Suyun çağlamasını, sıvıların bol bol akışını, dökülüşünü anlatan kök. [Ziilfıkar] b a ğ -ıl bağıl. 2. Bağırmayı, seslenmeyi, böğürmeyi, gevezelik etmeyi, yüksek sesle çağırmayı anlatan yansımalı kök. [Ziilfıkar] S bağ bağ, {eAT} (Su vb. sıvıların a kışı için) ş a r ş a r; ş a r ıl şarıl. bağ2, [Far. b â ğ j y (b a :ğ ) {OsT} is. 1. Meyve bahçesi. 2. Üzüm yetiştirilen bahçe; asma bahçesi. 3. Asma; üzüm kütüğü. 4. Bostan; büyük bahçe. 5. Gezinti yeri. 6. m ecaz. Cennet. S bağ aralam ak, İy i g e lişm esini sa ğ la m a k için a sm a kütüklerindeki d a lla rı seyrekleştirm ek.^ bağ bahçe, Y eşillik a la n .|| bağ beli, {ağız} B elirli z am an lard a b a ğ d a y a p ıla n b a kım ve tem izlik işleri. [DS]|| bağ bellemek, Üzüm d ikili b a h ç e toprağın ı b e l ile a lt üst etm ek, k a b a r t m ak.|| bağ bıçkısı, {ağız} B a ğ budam akta, ot b iç m ekte kullanılan eğ ri ve dişli ağızlı b ir tür b ıç a k ; bıçkı. [DS]|| bağ bozmak, Olgun üzüm leri tam am en to p la y a ra k b a ğ ı terk etm ek.|| bağ bozumu, 1. Ol gun üzüm lerin toplan m a zam anı. 2. Üzümleri top lam a ; üzüm hasad ı. || bağ budam ak, H er y ıl a sm a dalların d an b ir kısm ını k esilip kısaltm ak,|| bağ cır cırı, z o o l, D üz kan atlıların cırcır b ö c eğ ig iller f a m ilyasından büyük kanatlı, so lu k ren kli bir tür c ır cır b ö ceğ i, (O ecanthus pellucens).\\ bağ çırpm ak, {ağız} B a ğ budam ak. [DS]|| bağ çubuğu, 1. A sm a fıd e si. 2. A sm a d a lı.|| bağ damı, {ağız} B ağ da, çalı çırpı vb.den y a p ıla n kulübe. [DS]|| bağ depmek, {ağız} B a ğ bellem ek. [DS]|| bağ evi, {ağız} M uhtar odası. [DS]|j bağ gözü, {OsT} Asına d a lla rın d a ki küçü k tom u rcu klar,|| bâğ-ı Adn, {OsT} C ennet.|| bâğ-ı bahar, {OsT} B a h a r b a h ç e s i.|| bâğ-ı bedi’, {OsT} 1. E şsiz bağ. 2. m ecaz. Cennet.|| bâğ-ı behiştî, {OsT} C en net b a ğ ı.|| bâğ-ı cihân, {OsT} Dünya bahçesi.\\ bâğ-ı cinân, {OsT} C en n etler b a ğ ı.|| bâğ-ı dehr, {OsT} D ünya bahçesi.\\ bâğ-ı firdevs, {OsT} C ennet b a ğ ı.|| bâğ-ı huld, {OsT} Sekiz cennetten birinin b a h ç es i.|| bâğ-ı İrem, {OsT} 1. İrem bağ ı. 2. Cennet.\\ bâğ-ı kuds, {OsT} 1. K u tsal ba h çe. 2. m e caz. C ennet.|| bâğ-ı naîm, {OsT} 1. B olluk, b e re k e t ba h çesi. 2. C ennet.|| bâğ-ı refî’, {OsT} 1. Yüce b a h çe. 2. m ecaz. Cennet.|| bâğ-ı rıdvân, {OsT} 1. H o ş nutluk ba h çesi. 2. Cennet. ||bâğ-ı vahş, {OsT} H ay vanat bahçesi.\\ bâğ-ı vesî’, {OsT} 1. G eniş bağ . 2. m ecaz. Cennet. \\bağ kütüğü, Asmanın an a g ö v d es*'.|| bağ m aymuncuğu, zool. D eğ işik a la c a lı ren k te zeytin ağ acın a, asm aya, y on cay a, s e b z e le r e ve m eyve b a h ç ele rin e z a r a r veren p e k ç o k cinsi bulu-
Q B TÜRKÇE S O M .
BAĞ rtan b ö cek ler, (Otiorrhynchus).\\ bağ özdeği, B a ğ kütüğü. || bağ tavası, P ekm ez kayn atılan biiyük b a kır k a p .|| bağ yanığı, A sm alarda gu ig n ard ia bidv ellii ad lı m antarın m eydan a g etird iğ i hastalık. bağ3, [eT. bâ-mak (bağ lam ak) > ba-ğ > bağ] is. 1. Bağlamaya yarayan ip, tel ve şerit gibi düğüm lenebilir nesne. 2. Bağlamaya yarayan araçla ya pılmış düğüm. 3. Sargı. 4. {ağız} Bağlanarak deste yapılmış nesne; demet; bağlam. [DS] 5. m ecaz. İlgi; alaka; rabıta. 6. Engel; mania. 7. dbl. Aynı cins ve eş görevde olan cümle, kelime veya gruplar arasın daki ilişki; bağlaç. 8. Birlik; bağlılık; ittifak. 9. Kemikleri birbirine tutturan, iç organları yerli ye rinde tutan lif demetleri. 10. {ağız} Bir araya bağ lanmış beş çile pamuk ipliği. [DS] 11. {ağız} Çatıda kullanılan asıl kirişler. [DS] 12. {ağız} Bina katları nın her biri; katları ayıran ağaç kısımlar. [DS] 13. {ağız} Maden ocaklarında tünellerin çökmemesi için konulan direkler üzerine çakılı dirseklerin bir leştiği yerler. [DS] 14. {ağız} Dört tekerli arabalarda dingili yastık altına bağlayan vidalı demir. [DS] 15. {ağız} Yaklaşık olarak 100-150 kg. gelen kendir demeti. [DS] 16. {ağız} Fincan tepsisi; tepsi. [DS] S bağ badrık, Av hayvan larını y a k a la m a k için ku rulm uş tuzak. ||bağ doku, anat. Ç oğunlukla ek lem le r d e y e r a la n ç o k g üçlü beyazım sı l i f dem eti. ||bağ fiil, dbl. H em eylem anlam ı taşıyan hem d e cüm le unsurlarını veya gru pları b irb irin e bağ lay an fiilim s ile r ; z a r f f i i l .||bağ kolanı, E y er vey a sem eri hay vanın sırtın da tutturmaya y a ra y an kayış veya k e m er. ||bağ taşı, mim. İk i duvarı birb irin e b a ğ la m a k için kullanılan b ir yüzü duvarın yüzüne d iğ eri de ö tek i duvarın taşları a ra sın a giren boyu eninden d a h a uzun in şaat taşı. b ağa, [bag / bağ (yans.) > e T bak-â / bağ-â U>] is. 1. Kaplumbağa. 2. Kaplumbağa gibi hayvanların vü cudunu koruyan boynuzsu örtü; kavkı; lcarapaks. 3. Bu kabuktan yapılmış süs eşyası. 4. {ağız} Vücudun herhangi bir yerinde oluşan sert dokulu ur. [DS] 5. {ağız} Guatrın sebep olduğu boğaz şişliği. [DS] 6. {ağız} Hayvanların ayağının altında, zorlama yü zünden oluşan şişlik. [DS] 7. {ağız} Bağ kütüğünün üzerindeki pütürler. [DS] 8. {ağız} Birkaç günlük kurbağa yavrusu. [DS] 9. {ağız} Hayvan yemliği. [DS] 10. {ağız} Tepsi; fincan tepsisi. [DS] 11. {ağız} Kağnıda iği tahtalara tutturan ortası delik ağaç. [DS] bağacak, -ğı [bağ-a-cak] {ağız} is. -*■ bağacık. [DS] bağacık, -ğı [bağ-a(ç)-ılc] {ağız} 1. Koyunlar yataktan kalktığında uyanabilmesi için çobanın, uyumadan önce bir ucunu kendine öbür ucunu baş koyuna bağladığı ip. 2. Kadınların kundaklı çocuğu sırtla rına bağlamakta kullandıkları yün ya da pamuk ip liğinden örme ip. 3. Çorap bağı; ip. 4. Bağ ve bah çe kapılarına yapılan ağaç tırkı veya kilit. [DS]
bağacuk, -ğu [bağa-cuk js -
apL]
{eAT} is. Eskiden
kaleyi kuşatanların, kaleye yaklaşarak duvar del mekte kullandıkları seyyar kulübe, bağaç, [bağ-aç] is. 1. İki şeyi birbirine bağlayan, tut turan nesne. 2. Mayası tutmadan pişirilmiş ekmek, bağalak, [Far. bağanak] {ağız} is. İçine, peynir, çö kelek konulan oğlak ya da kuzu derisi; tulum. [DS] bağalı, [bağa-lı] {ağız} sf. Boğazında guatr dolayısıy la şişlik bulunan kimse. [DS] bağaltak, [eT. bağır-dak > bağal-tak] {ağız} is. Hırka. [DS] bağan a’, [bağ-an-a] {ağız} is. Direk. [DS] bağana2, [Far. bağanak / bağana / bağnak] is. 1. Ana rahminde, içinde dölüt bulunan kese; etene. 2. Ölü doğan çocuk; düşük. 3. {ağız} Ü ç yaşına kadar olan küçük çocuk; bebek. [DS] 4. Ölü doğan kuzunun derisi; astragan. 5. {ağız} Dört beş günlük keçi yav rusu. [DS] 6. {ağız} İçine kuru peynir ya da çökelek konulan keçi ya da koyun derisi; tulum. [DS] 0 bağana kürkü, A stragan kü rk.|| bağana resmi, A stragan kü rk için ö d en en vergi. bağanak, -ğı [Far. bağanak] {ağız} is. 1. Doğum vakti gelmeden hayvanın kamından çıkarılan yavru. 2. Keçi veya koyun tırnağı; bakanak. [DS] b ağar, [eT. bağır (karın, k ara ciğ er)] {ağız} is. 1. Gö ğüs. 2. Kamı hastalık yüzünden şişmiş kimse. [DS] bağarcak, -ğı [bağ (ip) > bağar-cak] {ağız} Koyunlar yataktan kalktığında, uyanabilmesi için çobanın uyumadan önce bir ucunu kendine öbür ucunu baş koyuna bağladığı ip. [DS] bağarcık, -ğı [bağar-cık] {ağız} is. 1. Arabalarda ön yastık ile ön dingil arasına konulan ve dingil üze rindeki oku yerinde tutmaya yarayan enli uzun ağaç parçası. 2. Düşmemesi için beşik ya da salın cakta çocuğu bağlamaya yarayan enli kuşak; bağırdak. [DS] bağard a, [bağar-da] {ağız} is. İşsiz; boş gezen. [DS] b ağard ak 1, -ğı [bağar-dak] {ağız} is. Çamdan oyu larak yapılmış su kabı. [DS] bağard ak “, -ğı [bağar-dak] {ağız} is. Düşmemesi için beşik ya da salıncakta çocuğu bağlamaya yarayan enli kuşak; bağırdak. [DS] bağarsak, -ğı [bağır-suk > bağarsak
{eAT} is.
Bağırsak. bağarsık, -ğı [bağar-sık] {ağız} is. Çorap ya da başka örgülerdeki başlangıç. [DS] bağarsuk, -ğu [eT. bağır-suk
{eAT} is. Bağır
sak. b ağartlak 1, -ğı [bağır-lık / bağ(ı)r-la-k / bağart-la-k] is. 1. Yemek yerken ya da ağız suyu ile önünün kirlenmemesi için bebeklere takılan önlük. 2. Uyurken düşmemesi için çocuğu beşik ya da salın cağa bağlamakta kullanılan enli kuşak.
flllilffiil IlIftE SOMti»427
BAĞ
bağartlak, -ğı [ba (yans.) > ba-ğır-t-lak > bağar-t-lak] {ağız} is. 1. Çok ağlayan çocuk. 2. zool. Bağırtlak. [DS] bağat, [Far. bağ + Ar. ât] (b a :ğ a :t) {OsT} is. 1. Bağ lar; üzüm bağlan. 2. Bahçeler, bağaz, [boğaz / baz / bağaz] is. {ağız} Bir değir mende, tanelerin iki taş arasına dökülmesi için üst taşının ortasında açılmış delik. [DS] bağban, [Far. bâğ-bân jL -tl] (b a :ğ b a :n ) {OsT} is. 1. Bahçıvan; bağcı. 2. Bahçe veya bağ bekçisi, bağbani, [Far. bâğ-bânî
(b a :ğ b a :n i.) {OsT} is.
Bahçıvanlık. bağboğan, [bağ+boğ-an] is. bot. Sarmaşıkgillerden asma, baklagil ve diğer bazı bitkilere sarılan, mor renkli çiçek açan, klorofilsiz zararlı, asalak bir bit ki; küsküt, cin saçı, şeytan saçı, (Cuseuta).
bağdadı, [bağdadi] {ağız} is. - * bağdadi. [DS] bağdadi, [Ar. bağdâd (B ağdat) > bağdâd-ı (b a ğ d a .d i:) is. 1. Birbirine paralel olarak çakılmış tahta çıtaların üzeri sıva ile kapatılarak duvar veya tavan meydana getirme tekniği; ahşap çatma. 2. Bu teknikle yapılmış inşaat. 3. Eskiden kullanılan bir tür değerli kumaş cinsi. 4. öz. is. Bağdatlı. S bağ dadi çıtası, B a ğ d a d i tekniğinde taşıyıcı d irek vey a k a la s la r üzerin e ça kılan 1 cm. kalın lığın da ve 2-3 cm. en in deki çıtala r; çatmalık.\\ bağdadi kâğıt, S em erkan t kâğ ıtları ö rn e k a lın a ra k 9. yy. dan itib a ren ü retilm eye başlan an bir çeşit iyi cins k âğ ıt; B a ğ d a t kâğıdı. bağdadilik, -ği [bağdadi-lik] (b a ğ d a ;d i:lik ) is. 1. Düz ensiz tahta. 2. Bağdadi tahtalarım tutturmaya yarayan çivi.
bağdadiye, [Ar. bağdadıyye i-sl-U;] (b a ğ d a :d i;y e) bağcı1, [bağ-cı] is. 1. Bağ ve üzüm yetiştiren kimse. {ağız} is. Aralarına ağaç konularak yapılan ince du 2. Bağ ve bahçe sahibi. 3. Geçimini bağ ve meyve var. [DS] ağacı yetiştirerek sağlayan kişi. S bağcılar ocağı, İm paratorluk dön em in de sarayın b a h ç ele rin e b a bağdala1, [bağ+dal-a (b a ğ d a la kaldı sözünden )] {ağız} is. Birkaç yıl işlenmemiş asma kütüğü. [DS] kan görev lilerin ba ğ lı olduğu teşkilat. bağdala2, [? bağdala] {OsT} is. Çevre; havali; etraf, bağcı2, [bağ-cı] is. 1. Bağlama işini yapan kimse. 2. {ağız} Sürek avında avm geçeceği yerde bekleyen avcı. [DS] 3. Flayvanların kırık ve çıkığını tedavi eden köylü. 4. Ekin biçenlerin arkasında biçilen ekinleri demet ederek bağlayan kimse.
bağdalam a, [bağda-la-ma] is. Bağdalamak işi. bağdalam ak, [eT. bağda-mak (çelm ek) > bağda-lamak JİİJiU ] {OsT} gçl. f
[-r ] [-l(ı)-y o r] spor. 1.
Güreşte bacaklarını, rakibinin bacaklanna sararak yere düşürmek; güreşte çelme takmak. 2. Birini düşünnek için ayaklarına çelme takmak; çelmelemek. {ağız} (aynı) [DS]
bağcık1, -ğı [bağ-la-mak > bağ-cık] is. 1. Bağlamaya yarar küçük şerit veya ipçik. 2. Ayaktan çıkmaması için ayakkabıları bağlamakta kullanılan bağlar. 3. {ağız} Arabalarda, okun arabaya takılan yeri. [DS] bağdalanm ak, [bağda-la-n-mak] {ağız} edil. f. [-ır ] 4. {ağız} Göl kamışı. [DS] 5. {ağız} Çocuğun kulak Düşecek gibi olmak; ayağı birbirine dolanmak. larının şekli bozulmasın diye çene altından geçiri [DS] lerek kulak üzerinden alınıp tepede bağlanan bez. bağdam a, [bağda-ma] is. Bağdamak eylemi, [DS] <5 bağcık atm ak, {ağız} B içilen ekin i d em et bağdam ak, [bağda-mak g ç l.f. [ - r ] [yapmak. [DS] ||bağcık ipi, {ağız} K oy u n lar y ataktan kalktığında, u yan abilm esi için çoban ın uyum adan d (ı)-y or] 1. Nesneleri birbiri içine geçirmek sure önce bir ucunu ken din e ö b ü r ucunu b a ş koyuna tiyle bağlamak; kenetlemek. 2. m ecaz. İşleri için bağladığı ip. [DS] den çıkılmaz hale getirmek. 3. {OsT} {ağız} Çelme takmak. [DS] bağcık2, -ğı [bağa-cık] {ağız} is. Kaplumbağa. [DS] bağcıklı, [bağ-cık-lı] sf. Bağcıkları bulunan, bağcılık, -ğı [bağ-cı-lık] is. Üzüm yetiştirme işi ve mesleği.
bağdan, [bağda-mak > bağda-n] {ağız} is. Birleşme yeri; kavşak. [DS]
bağda1, [eT. bağ-da-mak (en g el olm ak) > bağ-da
bağdanm a, [bağda-n-ma] is. Bağdanmak eylemi ve durumu.
is. 1. Bağdaş. 2. Çelme. 3. Güreşçi çelmesi. 4.
bağdanm ak, [bağda-n-mak jil-üu] {OsT} edil. f . [-ır ]
Çelme takılmak; çelmelenmek. {ağız} Engel; güçlük. [DS] 5. {ağız} Kement; bağ; düğüm. [DS] 6. {ağız} Yürüme çağma gelen çocuk bağdaş, [eT. bağ-da-mak > bağda-ş Jil-^ ] is. 1. Aların yürüyememe durumu. [DS] 0 bağda atm ak, yaklamıı karşılıklı uyluklarının altına alarak bir 1. Ç elm e takm ak; b a ğ d a vurmak. 2. G ü çlük ç ık a r çeşit yere oturma biçimi; bağda, bağdaç, bardaç. 2. m ak; en g el olm a k .|| bağda urm ak, leAT} G üreşte sf. {ağız} Birbiri ile her bakımdan anlaşan, içli dışlı sarm aya a lm a k; çelm e takmak.\\ bağda vurm ak, olan; uyuşmuş. [DS] S bağdaş olmak, {ağız} R a h at {ağız} G üreşte a y a ğ a çelm e ta k a ra k düşürm ek. [DS] olm ak. [DS]|j bağdaş kurm ak, {ağız} 1. A yaklarını bağda2, -a ’i [Ar. bağzâ’ / bağdâ’ * U ü J (b a ğ d a ;) sf. karşılıklı o la r a k uyluklarının altın a a la r a k otur mak. 2. D a h a z o r gelm ek. [DS] Şiddetli nefret; hiç sevmeme durumu.
BAĞ
bağdaşık, -ğı [bağdaş-mak > bağdaş-ık] sf. 1. Birbiri ile uyuşan; imtizaçlı, imtizaç etmiş. 2. Aralarında anlaşmış olanlar. 3. Öğeleri arasında birlik ve tutar lılık; yapı ve nitelikçe benzerlik bulunan; homojen. 4. {ağız} Suç ortağı. [DS] 5. {ağız} Birbiri ile uyuşup anlaşmış. [DS] 0 bağdaşık olaylar, İstatistikte, aynı zam an d a m eydan a g elen ve birb iri ile ilintili oldu ğu k a b u l ed ilen olaylar. bağdaşıklaştırmak, [bağdaş-ık-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [ - ır ] Birbiri ile bağdaşır hale getirmek; homojen leştirmek. bağdaşıklık, -ğı [bağdaş-ık-lık] is. 1. Bağdaşık olma durumu. 2. Bağdaşık olanm niteliği; homojenlik. 3. mat. Çözümü mümkün bir denklem sisteminin özelliği. bağdaşılma, [bağdaş-ıl-ma] is. Bağdaşılmak işi. bağdaşılmak, [bağdaş-ıl-mak] edil. fi. [-ır] Birbiri ile anlaşır, uyuşur, kaynaşır hâle gelmek, bağdaşım, [bağda-ş-ım] is. 1. Benzer nesneler ara sında ya da bir bütünü oluşturan parçalar arasındaki uyuşma; insicam. 2. Tutarlılık ilişkisi, bağdaşm a, [bağda-ş-ma] is. Birbiri ile uyuşma, anlaşma, uzlaşma, bağdaşm ak, [eT. bağda-mak > bağda-ş-mak] işteş. [ır ] 1. Anlaşmak, kafaca denk olmak; imtizaç et mek. 2. Uygun düşmek. 3. Alışmak. 4. Uzlaşmak. 5. (Çocukların oyununda) eş tutmak; eşleşmek, bağdaşm az, [bağda-ş-maz] sf. 1. Birbiri ile uyuş mayan; uyuşmaz. 2. Aralarında bir uyum ve tutarlı lık bulunmayan; tutarsız. 3. Birbiri ile bağlantısı olmayan; ilintisiz. S bağdaşm az olaylar, İstatis tikte aynı a n d a g er çek le şm es i ve b irb iriy le b a ğ lan tısı mümkün olm ayan o la y la r; ilintisiz olaylar. bağdaşmazlık, -ğı [bağda-ş-maz-lık] is. 1. Uyuş mazlık. 2. Geçimsizlik. 3. Tutarsızlık. 4. İlintisizlik. 5. mat. Çözümü olmayan bir denklem sistemi nin taşıdığı özellik, bağdaştırıcı, [bağda-ş-tır-ıcı] is. Bağdaşma ve uz laşma sağlayan; uzlaştırıcı, bağdaştırm a, [bağda-ş-tır-ma] is. Bağdaştırmak ey lemi. bağdaştırm acılık, -ğı [bağda-ş-tır-ma-cı-lık] is. fe l. Birbiri ile uzlaşmaz gibi görünen iki ve daha çok kuramı veya görüşü birbiri ile kaynaştırmak ama cını güden felsefe akımı, bağdaştırm ak, [bağda-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır ] 1. An laşma ve uzlaşma sağlamak; uzlaştırmak. 2. Uyum lu bir bağlantı kurmak; uyuşturmak. 3. gnşl. Uygun görmek, uygun bulmak. Bağdat, [Far. bağdat / bağdân (Tanrı'nın hediyesi) ol-iAj] öz. is. Irak’ın başkenti, ö Bağdat gülü, K a d ir i tarikatı şeyhlerinin b a şla rın a g iy d ik leri tacın üstüne d ikilen iç iç e on sekiz e bölünm üş d a ired en m eydan a g elen p a r ç a . \\Bağdat h arap , K arnım aç, m id e b o ş .|| B ağd at m am ur, 1. K arnım tok, m ide
ÖIÜMIÜMM. dolu. 2. Ş a ra p k a d e h i d o lu .|| B ağd at’ı tam ir et mek, Yem ek y em ek, karın doyurm ak. bağı, [eT. bak-ı > bağ-ı] is. Büyü; efsun; sihir, bağıcı, [bak-ı-cı > bağ-ı-cı] is. 1. Büyücü; efsuncu. 2. Falcı. 3. Bağlayıcı. 4. Baştan çıkaran; kandıran; yoldan saptıran, bağıç, [bağ-ıç] is. 1. Çadır ipleri. 2. Bir şeyi bağla maya yarayan ip vb. şeylerin tümü, bağık, -ğı [bağ-ık] {ağız} is. 1. Ham meyve; tadı bu ruk yemiş. 2. Yabani meyve. [DS] bağıl1, [bağ (yans.) > bağ-ıl] is. {ağız} 1. (Su için) şarıltı, çağlama bildiren gövde. 2. is. Hayvanların sütlerinin sağım gecikmesinden dolayı akması. [DS] <5= bağıl bağıl, {ağız} Ş arıl ş a r ıl; ç a ğ ıl çağıl. [DS]|| bağıl bağıl ak tarm ak , {ağız} Ç ok kusmak. [DS] bağıl2, [bağ-ıl] sf. Varlığı veya durumu bir başka şeye bağlı olan; görece; göreli; izafi (1944). S ba ğıl değer, mat. I. B ir rakam ın önün e (+) veya (-) işaretlerin den birinin y azılm ası h a lin d e a ld ığ ı d e ğer. 2. R akam ın bulunduğu b a sa m a ğ a g ö r e ald ığ ı değer.\\ bağıl nem, biy. B ir m etre küp h a v a için de bulunan su bu harı m iktarının, aynı sıca k lık ta h a vanın doym uş h a ld e k i su bu harı m iktarına oranı. || bağıl yoğunluk, fiız. B ir m addenin yoğunluğunun birim k a b u l ed ilen b ir b a ş k a m addenin yoğunluğu na oranı. bağılcı, [bağ-ıl-cı] is. ve sf. Bir taneciğin, boşlukta ışık hızına yaklaştığı zamanki hızı ve bu anda ha reketsiz olduğu zamankinden daha fazla olan kütle si. bağıldak, -ğı [eT. bağ-ır-da-k > bağıldak] is. 1. Be beklerin beşikten düşmemeleri için üzerlerine sarı lan geniş bez kuşaklar; beşik bağı. 2. Kadınların âdet zamanlarında kullandıkları bağ. bağıllık, -ğı [bağ-ıl-lık] is. 1. Bir kimsenin veya nes nenin bağıl olma hali. 2. Bağıl olanın taşıdığı nite lik; izafiyet, görelik, görecelik, rölativite. bağım 1, [bağ-ım] is. 1. Bir şeyin veya bir nesnenin etkisi ve gücü altında bulunma hali; tâbiiyet. 2. {ağız} Büyü. [DS] bağım 2, [bağ (yans.) > bağ-ım] is. Bağırmayı anlatan yansımalı gövde, ö bağım bağım bağırm ak, Sa ğız} B a s b a s bağ ırm ak. [DS] bağım lam a, [bağ-ım-la-ma] is. Bağımlı kılma, bağım lam ak, [bağ-ım-la-mak] gçl. f i [- r ] [-l(ı) -yor] Bağımlı hale getirmek; tâbi kılmak, bağımlaşım, [bağ-ım-la-ş-ım] is. Karşılıklı olara bir birine bağlı ve etkileyici olma durumu, bağımlaşma, [bağ-ım-la-ş-ma] is. 1. Karşılıklı olarak birbirine bağımlı olma. 2. Doğal olaylar arasındaki düzenli bağlantı. 3. Devletler hukuku açısından devletler arasındaki karşılıklı bağlantılar. 4. Ortak çıkarları olan devletler arasında önceden yapılmış siyasî düzenleme.
M E R M İ C E « « 429
bağımlı, [bağ-ım-lı] sf. 1. Başka bir şeye bağlı olan; tâbi, (1944). 2. Etki altında olma. 3. Herhangi bir siyasi ve ideolojik düşünceye itirazsız uyan. 4. is. gnşl. Aşırı ölçüde alışkanlık edinen. A lkol ba ğ ım lı sı. S bağımlı sıra cümle, Anlam bakım ın dan b ir birine bağ lı ve özne, yüklem , tüm leç g ib i ö ğ e le r i o rtak olan cüm leler. bağımlılık, -ğı [bağ-ım-lı-lık] is. Bağımlı olma du rumu; tâbiiyet, bağımsız, [bağ-ım-sız] sf. 1. Davranış, tutum ve fikir bakımından başka birisine bağlı olmayan; hür; öz gür; müstakil. 2. Herhangi bir siyasi ve ideolojik düşünce veya gruba girmeyen, hiçbir baskıya gele meyen, dilediği gibi düşünen; kendi başına davranabilen; yansız. 3. Resmî kayıtlara ve kurallara uy mak istemeyen. 4. Herhangi bir şeyle ilişiği ve bağ lantısı olmayan. 0 bağımsız milletvekili, siy. H er hangi b ir p a rtiy e girm eden ken di b a şın a seçilen veya bir p a rtid en se çilm esin e rağ m en istifa ile a y rılan ve bir g ru b a katılm ayan m illetvekili. ||bağım sız sıralı cümle, dbl. Ö zneleri, tü m leçleri ve y ü k lem leri ayrı o lm a kla birlikte a n lam ca ilgi bulunan, a ra la rın a virgül, n oktalı virgül veya b a ğ la ç kon u l muş cüm leler. bağımsızlaşma, [bağ-ım-sız-la-ş-ma] is. Bağımsız laşmak işi. bağımsızlaşmak, [bağım-sız-la-ş-mak] dönşl. f . [ ir] Bağımsız duruma gelmek; bağımlı olmaktan kur tulmak. bağımsızlaştırma, [bağım-sız-la-ş-tır-ma] is. Bağım sızlaştırmak işi. bağımsızlaştırmak, [bağım-sız-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] 1. Bağımlı olmaktan çıkarmak. 2. Sömürge ya da yarı bağımlı bir ülkeyi bağımsız hale getirmek; bağımsızlığım kazandırmak, bağımsızlık, -ğı [bağım-sız-lık] is. 1. Maddî ve manevi yönlerden hiçbir kimseye bağlı olmamak; özgürlük, hürriyet. 2. Bir ülkenin kendi sınırları içinde başka bir ülkeye bağlı olmadan kendi ege menliğini elinde bulundurması; istiklal. 3. Baskıya gelemeyen kişinin karakteri. 4. Başka bir gruba ve siyasi, ideolojik görüşlere katılmadan kendine özgü davranma; yansızlık, bağın, [bağ-ın] is. inş. 1. Temel veya kanal hafriyatı yapıldığı zaman yandaki toprakların göçmemesi için konulan ağaç destek. 2. Ev onarımı sırasında duvarların yıkılmaması için dikine uzatılmış kalas lar arasına yatay sıkıştırılmış dayak, bağındaş, [bağ-m-daş] is. dbl. Bir cümlenin iki öğesi arasındaki bağıntıyı belirten kelime; bağlaç, bağıntı, [bağ-ıntı] is. 1. Bir nesne veya olayı bir başkası ile ilgili kılan bağlantı; münasebet; ilişki, (1942). 2. İş ve dostluk bağlantıları. 3. Düzenli ka ra, hava ve deniz yolu bağlantıları; irtibat. 4. biy. Aynı ortamdaki canlıların veya aynı canlı üzerin
BAĞ deki farklı öğelerin birbirleri üzerine olan etkileri nin bütünü. 5. dbl. Bir cümledeki kelime ve kelime gruplarının birbiri ile olan ilişkileri. S bağıntı fonksiyonları, biy. C anlı varlığın dış ortam ile ilişkisini sağ lay an hareket, duyu, ses, ısı, ışık g ib i etkilerin tümü. bağıntıcı, [bağ-ıııtı-cı] is. Bağıntıcılık taraftarı olan; bu görüşü savunan felsefeci, bağıntıcılık, -ğı [bağ-mtı-cı-lık] is. fe l. Bilginin ger çekliğini ve değerini başka bilgilere göre, bağlantılı olarak ifade eden felsefî görüş; görelilik, bağıntılı, [bağ-ıntı-lı] sf. 1. Başka bir şey ile ilgisi olan, ona bağlı olan; bağlı. 2. Bağımsız davranamayan; bağlantılı. 3. Bir şeye zorunlu olarak çok sıkı bağlı olan. 4. Mutlak olmayan. 5. gnşl. Sınırlı. 6. f e l . Sınırlı veya göreli bilgi. 7. fe l. Öznenin bir durumuna bağlı olan; öznel, bağıntılılık, -ğı [bağ-mtı-lı-lık] is. 1. Başka bir şeye göre olma durumu; izafiyet, görelilik, rölativite. 2. Bağlantılı olma durumu; bağlantılılık. b ağır1, [bayır] {ağız} is. Bayır; yamaç. [DS] bağır2, -ğrı [eT. bağır (karın, k a ra ciğ er) j u I >l>] is. 1. Göğüs; sine. {eATj (aynı) 2. {eAT} Kalp; yürek. 3. {eAT} Akciğer. 4. {eAT} Karaciğer. 5. Dağın orta yeri. 6. m eca z Sevgili. 7. m ecaz. (Bir yer için) orta sı; göbeği; içi; derinliği. "A n ad o lu ’nun bağrın dan g elen yiğit. ’’ 8. Sevgi, üzüntü, endişe gibi özel duygularla inanç ve vicdan gibi yüksek değerlerin hissedildiği manevi derinlik, fi1 bağır basmak, {eAT} Saygı gösterm ek, sela m verm ek için elin i ba ğ rın a götürmek.\\ bağır geçmek, {ağız} U yukla m ak. [DS]j| bağır içliği, {ağız} Yelek; mintan. [DS]|] bağır iğnesi, {ağız} Ç en gelli iğne. [DS]|| bağır köpen, {ağız} B eşik te b e b e k üzerine örtülen örtü. [DS]|| bağır yeleği, 1. E skiden sa v a şçıla rın zırh altın a g iy d ik leri k ö s eled en y a p ılm a kolsu z y elek . 2. S a d e c e g ö ğ sü örtm ek için giyilen k ıs a y elek . 3. {ağız} Avcı y eleğ i. [DS]|| bağra basm ak, Sevgi ile kucaklamak.\\ bağra taş basm ak, Aşırı d ayan ıklılık g ö sterm ek; taham m ü l g ö sterm ek .|| b ağrı açık, P e rişan. jj bağrı bağdaşık, {ağız} G önülden b a ğ lı; ay nı dü şü n cede o la n ; a rk a d a ş ca n lısı; g ö b e ğ i b ir k e sik. [DS]|| bağrı bağdaş olmak, {ağız} D uyguları, dü şü n celeri b ir olm ak. [DS]|| bağrı başlı, {eAT} G önlü y a r a lı; derin üzüntülü; y a slı.|] bağrı başlu, {eAT/ -*• bağrı başlı.|| bağrı bitişik, {ağız} Gönülden b a ğ lı; aynı dü şü n cede o la n ; a rk a d a ş ca n lısı; g ö b e ğ i b ir kesik. [DS]|| bağrı bütün, {ağız} 1. M erh a metsiz. 2. Acıya, k e d e r e day an ıklı; g en iş yürekli. [DS]|| bağrı çıkmak, {eAT} Canı çıkm a k; ö lm ek .jj bağrı çökük, G öğüs k afesi içeri doğru çökm üş olan. || bağrı geçik, {ağız} (İnsan ve hayvan için) karn ı için e çekik. [DS]|| bağrı geçmek, {ağız} 1. U yuklam ak; içi geçm ek. 2. Z am anında evlen em em ek; ev d e kalm ak. [DS]|j bağrı göçük, 1. Z a y ıf ve
0IÖMIİİItfMİ.«o
BAĞ çelim siz y apılı. 2. G öğüs k a fes i ve karnı içeri doğru çökm ü ş olan. ||bağrı hun olmak, {OsT} Ç o k a c ın a c a k b ir durum da bulunm ak; ç o k acım ak. || bağrı kalkm ak, {ağız} 1. H eyecan lanm ak. 2. K ed e rlen m ek ; içlenm ek. 3. K ıvan m ak; g öğsü kab arm ak. 4. A dam o lm a k ; olgunlaşm ak. 5. Zenginleşm ek. [DS]|| bağrı k ara, 1. Ç o k k a h ır çekm iş. 2. Yaslı; k ed er li.|| b ağrı katı, {eAT} M erham etsiz, a cım a sı olm ayan ; z alim .|| bağrı kül olmak, Ç o k üzüntü ve k e d e r duy m ak ; içi yanm ak, dertlen m ek.|| bağrına basm ak, I. S evgi ve içten lik d u y arak ku caklam ak. 2. m ecaz. S e v er ek korum ak, g ö zetm ek; yard ım cı olm ak. 3. K a b u l etm ek.|| bağrına işlemek, Ç ek etkili olm ak; tesir etm ek. || bağrına taş basm ak, Sıkıntıya şikâyetlen m eden katlan m ak; kendini z o r la y a r a k bü y ü k bir acıyı unutm aya çalışm ak. j| bağrından kopmak, için d en çıkm ak; ortasın dan m eydan a g e l m ek:.|| bağrını baş eylemek, {eAT} Yüreğini y a r a la mak.\\ bağrını delmek, 1. Ç o k üzm ek; a cı verm ek. 2. iç in e işlem ek; ç o k dokunmak.\\ bağrını doğra m ak, Acı v e sıkıntı verm ek. || bağrım ezmek, {eAT} Yüreğini yaralam ak.]] bağrını hun etmek, Ç o k acı çektirm ek; eziyet etm ek.|| bağrını kan etmek, Ç ok kötü durum a so k m a k ; p er iş a n etm ek; üzmek.\\ bağ rının yağı erimek, A cıklı olmak.\\ bağrını yerden kaldırm ak, {ağız} Yardım etm ek. [DS]|| bağrı piş mek, {ağız} Istırap çek m ek ; içi yan m ak. [DS]|| bağ rı sarsılm ak, Ç o k üzülm ek)] bağrı taş, Tevekkül e d e n . \\ bağrı taşlı, {ağız} Ç o k d ert çekm iş. [DS]|| bağrı(nm) yağın(ı) eritm ek, {eAT} K orku ile k a r ı ş ık üzüntü için de bırakm ak)] bağrı yanık, 1. Ç ok eziyet çekm iş. 2. D ertli; perişan.]] bağrı yanm ak, D erin a cı duym ak; içi yanm ak. ||bağrı yırtık, {ağız} Cöm ert. [DS]|| bağrı yufka, Ç o k ç a b u k m erham ete g e le n ; y u fk a y ü rek li; m erhametli.]] bağrı yuka, {ağız} B ağ rı y u fka; m erham etli. [DS] bağırdak, -ğı [eT. bağır-da-k / bağır-dak jtajfcL /
/ jb yu
is. 1. Bebeklerin beşikten veya sa
lıncaktan düşmemesi için üzerlerine sarılan enli kuşak. 2. Kundaklanan bebeğin üstünün açılmama sı için kundağın üzerinden dolaştırılan enli şerit. 3. Bebeklerin altlarındaki ıslaklığı emmesi için konu lan bez. 4. Kadınların âdet zamanı kullandıkları bağ. 5. {ağız} Küçük çocukların göğüslerine sarılan kuşak. [DS] 6. {ağız} Çocuk kundağı. [DS] 7. {ağız} Çocukları beşiğe bağlamakta kullanılan yuvarlak tahta. [DS] 8. {ağız} Harman aktarma sırasında altta kalan diri saplar. [DS]
bağırgan2, [bağır-gan] {ağız} is. Tarla sarmaşığı. [DS] bağırış, [ba-ğır-ış] is. 1. Bağırmak işi. 2. Bağlıma hâli ve biçimi. S bağırış çağırış, I. Gürültü. 2. Gürültü çıka ra ra k. bağırm a, [bağır-ma] is. Bağırmak işi. bağırm ak, [eT. ba (yans.) > ba-kır-mak > ba-ğır-mak] g ç s z .f. [-ır ] 1. Korku, öfke ve heyecan gibi duygu larını yüksek sesle belirtmek; haykırmak. 2. Sesini yükseltmek. 3. Kusurundan dolayı birine yüksek sesle çıkışmak. 4. m ecaz. Ortalıkta apaçık görünür durumda olmak. 5. {ağız} Ağlamak. [DS] S bağıra bağıra, Yüksek sesle, h ey ecan lı b ir şe k ild e gürültü e d e r e k ; b a ğ ır a r a k ,|| bağıra çağıra, Yüksek sesle, h ey ecan lı b ir ş e k ild e gürültü e d e r e k ; b a ğ ıra r a k ,|| bağırıp çağırm ak, 1. Yüksek s e s le kon u şm ak; gü rültü etm ek; y a y g a r a koparm ak. 2. A zarlam ak. 3. Düşünüp taşınm adan, ağzın a g eld iğ i g ib i söy len mek. bağırsak, -ğı [eT. bağar-suk / bağır-suk > bağırsak] is. anat. Sindirim sisteminde mideden sonra gelen ve besinlerin kana karışmasını, artıkların dışarı atılmasını sağlayan organ. 0 bağırsak askısı, biy. in c e b a ğ ırsa k la rı karnın o rta kısm ına ba ğ lay a n ve karın zarının bir bölüm ünü oluşturan lifli b a ğ la r .|| bağırsak boşluğu, biy. B a ğ ırsa k için deki boşlu k; sindirim k an alı boşluğu.]] bağırsak düğümlenme si, tıp. B ağ ırsa k la rd a n b ir bölüm ünün b a ğ ırsa k ask ısı çev resin d e besin g eçişin i en g elley ec e k b i çim d e boğ u lm ası,|| bağırsak düşüklüğü, tıp. H a m ilelik veya a şırı z ay ıfla m a yüzünden taşıyıcı b a ğın g ev şem esi ile en in e kalın bağ ırsağ ın a şa ğ ı sarkm ası,]] bağırsak gazı, Yem ekte yutulan veya besin lerin sindirim i sıra sın d a çıkan, k arın d a şiş kin lik y a p a r a k rah atsızlık verici g a z .|| bağırsak ingini, tıp. Ç oğu nlukla ish a l ile birlikte olan ağrılı b a ğ ırsa k rahatsızlığı.]] bağırsak kazıntısı, K alın ba ğ ırsa kta k i iltih ap lar yüzünden dışkı ile birlikte çıkan siim üksü m a d d e.|| bağırsak sıyırması (sıyrmdısı), {eAT} B a ğ ır s a k sancısı.]] bağırsak soluca nı, zool. 1. in san ların ba ğ ırsa k la rın d a a s a la k y a şay an 25 cm. k a d a r boyun daki y u v a rla k solu can ; askarit, (A scaris lu m bricoides). 2. H ayvanların sindirim o rg a n ların d a ve k a r a ciğ erle rin d e y a şa y an h er türlü şerit, iplik so lu ca n ve sülüklerin g en el adı. || bağırsak tıkanm ası, tıp. B a ğ ırsa k fe lc i, y a p ış m a veya düğüm lenm e g ib i s e b e p le r le b a ğ ırsa k taki besin akışının durm ası. bağırsuk, -ğu [bağır-şük
is. Bağırsak.
bağırdanlık, -ğı [bağır-dan-lık] {ağız} is. Yörük kadınlarının giyim eşyalarından bağır yeleği. [DS]
bağırtgan, [bağır-t-gan] {ağız} sf. 1. Bağırtkan. 2. (Çocuk için) çok ağlayan; yaygaracı. [DS]
bağırgan1, [ba (yans) > ba-ğır-gan] sf. 1. Çok bağı ran; bağırmayı alışkanlık haline getirmiş olan. 2. Ses tellerindeki dengesizlik yüzünden çok yüksek sesle konuşmak zorunda kalan. 3. {ağız} Bağırtlak. [DS]
bağırtı, [bağır-tı] is. Bağırma sesi; haykırış, bağırtkan, [bağır-t-kan] sf. 1. Bağırıp çağırmayı alış kanlık edinmiş olan. 2. {ağız} Geveze; yaygaracı; gürültücü. [DS] 3. {ağız} Çok ağlayan. [DS] 4. {ağız} is. Çok ağlayan çocuk. [DS]
«
t
l o g
5 0 « . 431
bağırtlak', [ba (yans.) > ba-ğır-mak > bağır-la-k > bağır(t)-lak] {ağız} sf. 1. Geveze; yaygaracı; çok ba ğıran; gürültücü. 2. Asabî; titiz; sert. 3. (Çocuk için) çok ağlayan. 4. (Hayvan için) çok bağıran. 5. is. Ağustos böceği. 6. m ecaz. Taşlık arazi. [DS] S bağırtlak göz, {ağız} P a tla k göz. [DS] bağırtlak2, -ğı [bağır-t-la-k] is. Kadınların göğüs lerini kapamakta kullandıkları göğüslük. bağırtlak3, -ğı [ba (yans.) > eT. bağ-ır-lak > bağır-tlak jk'j*;] is. zool. 1. Küçük yapılı, erkeğinin başı koyu kahverengi, kanatları gri-mavi alalı, geniş beyaz kaşlı bir yaban ördeği; yaz bağırtlağı, (Anas querquedula). 2. Erkeğinin başı kızıl kahverengi ve iki yanında parlak yeşil şeritler bulunan Avru pa’nın en küçük yapılı yaban ördeği; kış bağırtlağı, (Anas cre c c a ). 3. Ayakları üç parmaklı ve tüylü, kuyruğu ve kanatlan ince uzun, steplerde sürü ha linde göç ederek yaşayan balçık renginde siyah be nekli bir kuş; kılkuyruk; (Syrrhaptes p a ra d ox u s). {eAT} (aynı) bağırtma, [bağır-t-ma] is. Bağırtmak işi. bağırtmak, [bağır-t-mak] gçl. fi. [-ır ] 1. Birinin ba ğırmasını sağlamak. 2. Birinin canını yakarak veya kızdırarak bağırmasına yol açmak. 3. Bir haberi ve ya ilanı duyurmak için bir başkasına yüksek sesle söyletmek; tellala vermek, bağırya, [Yun. pagoüria] {ağız} is. Pavurya; çağanoz, bağırza, [? bağırza] {ağız} sf. Kızılımsı. [DS] bağıştan, [Far. bâğ-istân j U - i l ] (ba :ğ ısta :n ) {OsT} is. 1. Bahçe yapmaya elverişli yer. 2. Bağlık; bah çelik. bağış1, [eT. bağ-ış] is. 1. Ek yeri. 2. {ağız} Boğum. [DS] bağış2, [Far. bahş-kerden => bağış] is. 1. Af. 2. Bağışlamak eylemi ve biçimi. 3. Sahip olduğu bir malı bir kişiye veya insanların yararlanabileceği bir yere karşılıksız olarak vermek. 4. Bu şekilde veri len, bağışlanan şey; teberru, hibe. 5. Üstün ve yara tıcı bir güce sahip olan Allah’ın insanlara verdiği şeyler; lütuf, ihsan. 6. Büyüklerin küçüklere verdiği armağanlar. S bağışta bulunm ak, B ir h ay ır ku runtuna veya y a rd ım a m uhtaç b irin e karşılıksız o la ra k mal, p a r a vb. verm ek. bağış3, [? bağış] {ağız} is. Bahçeleri sulama sırası. [DS] bağışçı, [bağış-çı] is. Bağış yapan kimse, bağışık, -ğı, [bağış-ık] sf. 1. Bağışlanmış. 2. Sorum luluğun dışında kalan; muaf, (1935). 3. tıp. Aşı, se rum gibi sağlık tedbirleri ile vücudu mikroplara karşı direnç kazanmış olan. 4. is. biy. Bir canlının, dolaşım sisteminde, antijene karşı olan antikorları ya da T lenfositleri taşıması sonucu mikrop bulaş masına dayanıklı olması; immün. bağışıklama, [bağışık-la-ma] is. Bir canlıyı bazı
BAĞ hastalık mikroplarına ve özellikle virüslere karşı yapay yollardan dirençli hâle getirme, bağışıklamak, [bağışık-la-mak] g çl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] Bağışık kılmak, bağışıklık kazandırmak, bağışıklık, -ğı [bağışık-lık] is. 1. Sorumluluk dışında kalma durumu; muafiyet. 2. Canlının hastalık yapı cı etkenlere karşı dirençli olma hâli; muafiyet; immünite. S bağışıklık bilimi, tıp. B ağ ışıklığ ın o r ta y a çıkm a şartlarını, gelişim in i ve alın m ası g er ek en ön lem leri, u ygu lan acak tedavi y o lla rın ı araştıran bilim d a lı; im m ünoloji,|| bağışıklık cevabı, biy. Vücudun an tijen lere karşı m akrofaj, lenfosit, g r a nüllü lökosit, trom bosit, m ast hücresi, endotelyum ve fib r o b la s tla r tarafından korunm ası. || bağışıklık kazanm ak, tıp. B azı h a stalıkla ra k arşı vücudun d iren ç kazan m ası; m uafiyet kesbetm ek. ||bağışıklık mektubu, siy. O rta ç a ğ A vrupa ’sın da to p rak k ö le lerin e p a r a karşılığ ın d a verilen y azılı balg e. ||bağı şıklık serumu, tıp. B elirli h a sta lık m ikrobu n a k arşı bağ ışıklığı olan hayvan vücudundan alınan kan serumu. bağışlama, [bağış-la-ma] is. 1. Bağışlamak eylemi ve işi. 2. Bir kişinin kendi elinde bulunan malını bir başkasına veya kuruma karşılıksız olarak vermesi işlemi; hibe etme, teberru etme. 3. Kusurun gerek tirdiği cezayı uygulamama; affetme. 4. {ağız} fo lk . Gelin, oğlan evine geldiğinde kayınvalide ve ka yınpederin geline verdiği hayvan veya arazi gibi hediyeler. [DS] 5. {ağız} Sünnet çocuğuna anne ve babası tarafından verilen hediye. [DS] 6. {ağız} El öpme karşılığı olarak verilen mal, arazi. [DS] bağışlamak, [Far. bahş-kerden => bağış-la-mak] gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Yardım amacıyla kendi elinde bulunan malım bir başkasına veya kuruma karşılık sız olarak vermek; teberru etmek; hibe etmek. 2. Ceza verme yetkisinde iken bir kişiyi kusur veya suçundan dolayı cezalandırmamak; affetmek; ma zur gönnek. 3. Bir kişinin üzerinde bulunan görevi ve sorumluluğu kaldırmak. 4. Alacağından vaz geçmek. 5. Lütfen bildirmek. A dım b a ğ ışla r m ısın? fi5 bağışla, "A ffedersiniz, kusu ra b a k m a y ın !” an lam ın da özür d ilem e sözü .|| bağışlayın am a, “Sizi k ırm a k istem iyorum f a k a t y in e d e söylem em g e r e kiyor. ” an lam ın da itiraz sözü. bağışlanma, [bağış-la-n-ma] is. Bağışlanmak işi. bağışlanm ak, [bağış-la-n-mak] edil. fi. [ - ır ] 1. Karşı lıksız verilmek; hibe edilmek. 2. Cezalandırılma mak; affedilmek, hoşgörü ile karşılanmak, mazur görülmek. bağışlatm a, [bağış-la-t-ma] is. Bağışlatmak işi. bağışlatm ak, [bağış-la-t-mak] gçl. f. [-ır ] Birinin bağışlamasını sağlamak; affettirmek, bağışlayıcı, [bağış-la-y-ıcı] sf. 1. Kusurları gör mezden gelen, affeden (kimse). 2. Merhamet sahi bi. 3. Günahları affeden, bağışlayan anlamında Al lah’ın sıfatı; Gafur, Gâfır, Rahîm.
O T im iT O M .
BAĞ bağışlayış, [bağış-la-y-ış] is. Bağışlama işi ve biçimi, bağıt, [bağ-ıt] is. huk. 1. Tarafların karşılıklı ve birbirlerine uygun irade beyanlarıyla belirli bir ko nuda anlaşmaları; akit, sözleşme; mukavele; kont rat. 2. {ağız} Ferman; emir. [DS] bağıtçı, [bağıt-çı] is. huk. Aralarında anlaşarak söz leşme yapan taraflardan her biri; âkit, bağıtlanma, [bağıt-la-n-ma] is. Bağıtlanmak işi. bağıtlanm ak, [bağıt-la-n-mak] edil. f i [ -ır ] Sözleşme ile sonuçlanmak; akde bağlanmak, bağıtlaşm a, [bağıt-la-ş-ma] is. Bağıtlaşmak işi. bağıtlaşm ak, [bağıt-la-ş-mak] işteş, fi. [-ır ] Karşılıklı anlaşarak sözleşme yapmak,
bağlatmak, [bağ-la-l-mak
{eAT} d ö n şl.f. [-u r]
1. Bağlanmak. 2. Ara bulmak. bağlam, [bağ-la-m] is. 1. Aynı cins olan şeyleri bir araya getirip bağlamak suretiyle meydana getiril miş yığın; demet; deste; tutam, (1944). 2. ed. Man zum eserlerdeki dörtlüklerin, kıt’alarm her biri; bent. 3. Bir olayda birbiriyle eş zaman ve durumda var olan ilişkiler örgüsü; çerçeve. 4. Bir ifadenin anlamını pekiştiren veya açıklık kazandıran metnin bütünü; kontekst, (1972). 5. dbl. Bir ifade içinde herhangi bir dil öğesinden önce ve sonra gelen ve o birimin anlamını belirleyen bilgilerin tümü; kon tekst.
bağıtlı, [bağ-ıt-lı] is. 1. Aralarında sözleşme yaparak bağlam a, [bağ-la-ma] is. 1. Bağlamak işi. 2. Türkü lerde tekrarlanan mısralar; kavuştak. 3. Yazılı eser yükümlülük altına girmiş olanlardan her biri; âkit. lerde bir kesinti ile ayrılmış bölüme yapılan eklen 2. Uluslararası anlaşmalarda yetkili olarak imza ti. 4. Köylerde bahçeye hayvan bağlamak veya ta atan kişiler. 3. sf. Bağıt altına alınmış, bağıt konusu rım araçlarını koymak için yapılan ek bina; ahır. 5. olan. 4. Para ödeyerek alındı karşılığında verilen Anadolu’da kullanılan uzun kollu şişkin gövdeli, mektup, paket vb. şeyler; taahhütlü, tezene adı verilen mızrapla çalman, cura ve mey baği, [Far. bağı(b a :ğ i:) {OsT} sf. Aynı bahçede dan sazı arası, orta büyüklükte bir telli çalgı. 6. yetişen. {ağız} Potin; yemeni. [DS] 7. {ağız} Akarsuyun ya bağkesen, [bağ+kesen] is. zool. Kınkanatlılardan tağını yükseltmek, suyunu biriktirmek ya da başka yavrularını beslemek için bağ filizlerini ve körpe yöne çevirmek için yapılan bent. [DS] 8. {ağız} Y ö ekinleri keserek zarar veren uzun kafalı, siyah, yu nünü değiştirme; başka yöne yöneltme. [DS] 9. varlak bir böcek; makaslı böcek, (Lethrus apterus). {ağız} Bir erkeği, eşi ile cinsel ilişkide bulunmasını b ağla1, [bağ-la] {ağız} is. 1. Değirmen çarkını dur önlemek amacıyla yapılan büyü; iktidarsız kılma. durmaya yarayan kalas parçası. 2. Su bendini ka [DS] 10. {ağızl Evli bir kimsenin eşinden başka bi pamaya yarayan tahta parçası veya tıkaç. 3. Dere rine sevdalanmasını sağlamak için büyü yapma. ve çay sularının seviyesini yükseltmek için yapılan [DS] 11. {ağız} Kağnıda iki oku mazı üzerine tespit bent. 4. Ufak göl. [DS] eden ve enine konulan ağaç. [DS] 12. {ağız} Renkli basmadan yapılan baş örtüsü; yemeni. [DS] 13. bağla2, [bakla > bağla] {ağız} is. 1. Ekin içinde bulu {ağız} Köylü kadınların işte giydikleri şalvar. [DS] nan burçak ya da mercimek cinsi yabancı otlara 14. {ağız} İp; kendir. [DS] 15. {ağız} Köylünün everilen ad. 2. Baklaya benzeyen ve pişirilip yenile vinden başka, köy dışında tarlada yaptığı, içinde bilen bir tür bitki. 3. Fasulye. [DS] bazı hayvanlan, çift aletlerini sakladığı yer. [DS] t? bağlaç, -cı [bağ-la-ç] is. 1. Raptiye, (1935). 2. dbl. bağlam a düzeni, {ağız} müz. Sazın akortların dan Cümleleri veya cümlede eş görevli kelime ve keli biri. [DS]|| bağlam a edatı, dbl. Söz için de k elim ele me gruplarını birbirine bağlayan kelime; bağlama ri, k elim e gru pların ı ve cü m leleri b irb irin e b a ğ la edatı, (1944). 0 bağlaç grubu, dbl. B a ğ la ç ile bir y a n veya a ra la rın d a ilgi kuran, tek b a şın a b e lli bir b irin e bağ lan m ış aynı nitelikte iki ve d a h a ç o k k e anlam ı olm ayan kelim eler. ||bağlama za rf fiili, dbl. lim eden olu şan ö b e k ; b a ğ la ç öbeğ i. K en disin den so n r a g elen f i i l e zam an, kip ve kişi bağlaçlı, [bağ-la-ç-lı] sf. dbl. Bağlacı olan. S bağ bakım ın dan uyan çoğ u n lu kla ve b a ğ la cı y erin e kul laçlı tam lam a, dbl. İsim leri ve sıfatları a ra sın a lan ılan z a r f fiil. “E rken y a tıp erken kalkm alı. ” b a ğ la ç alm ış bulunan isim veya sıfa t tamlaması.\\ bağlam acı, [bağlama-cı] is. 1. Bağlama adı verilen bağlaçlı yan cümle, dbl. B irleşik cü m lelerden k i müzik aletini yapan ve satan kimse. 2. Bu aleti ça b a ğ la cıy la bağ lan m ış olan y an cümle. lan kişi. bağlağı, [bağ-lağı] is. Bir nehir veya ırmağın suyunu bağlam ak, [bağ-la-mak g ç l .f i [- r ] [biriktirip tarlalara vermek için yapılan set. bağlak, -ğı [bağ-la-k] is. 1. tiy. Bir eserin sonuç bö lümü; epilog; bağlanış. 2. {ağız} Av hayvanlarını geçit yeri. [DS] 3. {ağız} Ormanlık ve kayalık arazi deki geçitler. [DS] 4. {ağız} Tarla kenarlarına çeki len harçsız duvar. [DS] 5. {ağızj Ana suya kavuşan derecikler. [DS] 6. {ağız} Desenli basmalardan yapı lan başörtüsü; yemeni. [DS]
l(ı)-y or] 1. İp veya tel benzeri bir şeyi etrafında dolayıp düğüm yaparak tutturmak. 2. Y ara ve ağrı yan yere ilaç koyup üzerini sarmak. 3. Birkaç şeyi bir araya getirerek birbirine tutturmak. 4. Boyun bağı, ayakkabı, uçkur gibi şeyleri düğüm yapmak. 5. Eşyaları toplayıp denk yapmak; paketlemek; bohçalamak; yükünü sannak. 6. Kaymak, kabuk,
liiiEÎİ « 3 SÖEliüh • 433
BAĞ
kireç vb. oluşmak, 7., Üzerine takmak; kuşanmak, 8. Birbiri ile birleştirmek. 9. Bağlantı kurmak; ilgi sini sağlamak. 10. Bitirmek; tamamlamak, 11. m e caz. Sevmek; gönül ilişkisi kurmayı sağlamak, 12. {eAT} Kapamak. B en y â rim d en ay rı düştüm / Sen yolumu b a ğ la r m ısın? Yunus Emre 13. feAT} Dur durmak; engel olmak; alıkoymak; men etmek. 14, Ayırmak, hasretmek, feAT} (aynı). 15. Anlaşma ile bitirmek; anlaşmak. 16, {ağız} Akan suyun önüne set yapmak, [DS] 17. {ağız} Bir akışı istenilen tarafa çevirmek. [DS] 18. {ağız} Büyülemek; aldatmak. [DS] 19. {ağız} Erkeği büyüleyerek cinsel ilişkiye giremeyecek duruma getirmek, [DS] 20. {ağız} Kısmetine engel olmak. [DS] 21. feAT} Sarmak. 22. {eAT'} Oluşturmak; meydana getirmek; hasıl etmek, bağlamahk, [bağ-la-ma-lık] is. 1. Bağlamaya yara yan şey. 2. Bağlama yapmaya elverişli. 3, {ağız} sf. Bağlamayı gerektirecek biçimde azıtmış. [DS] bağlamalu, [bağla-malu
{OsT} s f
Bağlanması gerekli; zincirlik. bağlan, [bak-lan > bağ-lan] is. zool. -*■ baklan, bağlanım, [bağ-la-n-ım] is. 1. Bağlanmak eylemi veya bağlanma sürecinin sonucu. 2. Taraf tutma, bağlanış, [bağ-la-n-ış] is. 1. Bağlanma tarzı, bağ lanma şekli. 2. ed. Edebî eserin sonucu, bağlanma, [bağ-la-n-ma] is. 1. Bağlanmak işi. 2. Tutturulma; düğümlenme, bağlanmak, [bağ-la-n-mak jiMil»] ed il f . [-ır ] 1. Bağlamak eylemi yapılmak. 2. Birbirine iliştiril mek, düğümlenmek. 3. Sona erdirilmiş olmak; biti rilmek. 4. Belirli bir yere veya kişiye ayrılmış bu lunmak; tahsis edilmek. 5. dönşl. Sözleşme veya söz verme ile taahhüt altına girmek. 6. {eAT} K a panmak. 7. m ecaz. Beklenilen, umulan elde edile mez olmak. 8. Yalnızca bir işle uğraşmak zorunda kalmak; ayrılamamak. 9. Sevmek; ilgi duymak. 10. {ağız} Alay etmek; takılmak. [DS] 11. {ağız} (Erkek için) cinsel ilişkide iktidarsız olmak. [DS] 12. {eAT} Sarınmak; kuşanmak. 13. Katılaşmak; donmak. 14. {eAT} Şekil verilmek; sonuçlandırılmak, bağlanmamış, [bağ-la-n-ma-mış] is. Henüz bağlantı sı yapılmamış durumda olan, bağlanmış, [bağ-la-n-mış] sf. 1. Bağlı hâlde olan. 2. Bağı olan; bahçeli, bağlantı, [bağ-la-ntı] is. 1. Bağlanma hâli. 2. Birden çok şeyin birbiri ile ilgili olma durumu; irtibat; ra bıta. 3. Bir bütünü oluşturan parçaların ve bölümle rin art arda gelmesi. 4. Birbirine bağlı kavramlar ve nesneler arasında ilişkiyi sağlayan bağ. 5. müz. No talar arasında süre bakımından düzenleme yapıla cağını belirten eğik çizgi. 6. mim. Bir yapının çeşit li bölümlerini birbirine bağlayan sistem; binanın dayanımını artırmak için köşelere konulan kılıç biçimindeki demir veya köşebentler; duvarlar ara-
sına yatay olarak konulan ağaçlar; {ağız} (aynı). [DS] 7. onat. Bir kasın iskelete bitiştiği yer. 8. {ağız} Damın mukavemetini artırmak için kullanılan ağaç. [DS] 9. {ağız} Bir işin veya sözün sonu; sonuç; neti ce, [DS] 10. {ağız} Arabaya ekin demetleri sarıldiktan sonra bağlamayı kolaylaştırmak için en üste konulan deste. [DS] 11. {ağız} Bir saz demetini bağ layan saz parçası. [DS] 12. {ağız} Arabalarda dingil üzerindeki parçaları birbirine bağlayan demir, [DS] 13. {ağız} Araba sandığını alt kısma bağlayan bü yük çiviler. [DS] 14. {ağız} Bağıt; mukavele, [DS] 15. {.ağız} Taş ya da tuğla yığma binalarda duvar üstlerine atılan beton kuşak; hatıl. [DS] 16. {ağız} İki şeyin birbiri ile birleştiği yer; kavşak. [DS] 17. {ağız} Paragraf; bent; fıkra, [DS] 18. {ağız} Çocuğu olmayanların baş vurduğu, dede adı verilen büyü cü. [DS] S1 bağlantı borusu, inş. Ç ok katlı b in a la r d a p is suyu a n a b o ru la ra ileten y an boru lar. || bağlantı kelimesi, dbl. B irbirin e ben z er iki kavram a ra sın d a ilişki kuran, b ir cü m leyi d iğ er cü m leye veya tüm leci tüm lenene ba ğ lay a n k elim e; b a ğ la ç ; b a ğ la m a edatı. || bağlantı kurm ak, 1. B irb iri ile ilgili iki şe y a ra sın d a k i ilişkiyi sa ğ la m ak . 2. O rtak n oktaları tespit etm ek. 3. B iri ile h a b erleşm ey i s a ğ la m a k ,|| bağlantı yapm ak, 1. İliş k i kurm ak, 2. S öz leşm e yap m ak, anlaşm ak, bağlantılı, [bağ-la-n-tı-lı] sf. Aralarında bağlantı bulunan kişi ve nesneler; irtibatlı; rabıtalı, bağlantısız, [bağ-la-n-tı-sız] sf. 1. Aralarında taağlantı bulunmayan. 2. Askerî ve siyasi yönden hiçbir gruba bağlı olmayan; bloksuz. S bağlantısız ülke ler, siy. S iyasi v e a s k e r î y ön d en h içb ir b lo k a b a ğ lı olm ayan ülkelerin oluşturdukları topluluk. bağlantısızlık, -ğı [bağ-la-n-tı-sız-lık] is. Bağlantısız olma durumu. bağlantısızlık politikası (siyase ti), A skerî ve siy a si y ön d en h erhan gi b ir b lo k a b a ğ lı olm am a siy aseti; bloksuzlu k siyaseti. bağlaşık, -ğı [bağ-la-ş-ık] sf. 1. Aralarında sözleşme yaparak birbirine bağlanmış olan; müttefik. 2. (Nesne, terim vb. için) birbirine sebep-sonuç ilişki si içinde sıkı sıkıya bağımlı bulunan. 3. is. {ağız} Karar; antlaşma; birlik. [DS] 4. {ağız} Sarmaşık. [DS] bağlaşıklık, -ğı [bağ-la-ş-ık-lık] is. Bağlaşık olma durumu. bağlaşım, [bağ-la-ş-ım] is. 1. Bağlaşma işi. 2. Ortak çıkarları olan devletler arasında anlaşmaya dayanan karşılıklı ilişkiler, bağlaşımlı, [bağ-la-ş-ım-lı] sf. 1. (Olay ve eylem) aralarında sebep - sonuç bakımından karşılıklı iliş ki bulunan. 2. (Devletler için) ortak çıkarlar için birbirine bağlı hareket etmeyi kararlaştırmış, bağlaşma, [bağ-la-ş-ma] is. 1. Bağlaşmak işi; ittifak. 2. man. İki cümlenin " v e” ( ) ile bağlanması; man tıki çarpım.
BAĞ
İ M
bağlaşmak, [bağ-la-ş-mak] işteş, f . [ -ır ] Bir şeyi yapmak için birbiri ile anlaşma ve sözleşme ile karşılıklı bağlanmak; ittifak etmek, bağlatm a, [bağ-la-t-ma] is. Bağlatmak eylemi, bağlatm ak, [bağ-la-t-mak] gçl. f. [-ır ] Bağlamak işi ni bir başkasına yaptırmak, bağlayıcı, [bağ-la-y-ıcı] sf. 1. Bağlama niteliği taşı yan. 2. Bağlamaya ve birleştirmeye yarayan. 3. Uyulması gerekli olan; ilgililerin başka türlü dav ranmalarına imkân tanımayan, bağlayım, [bağ-la-y-ım] {ağız} is. Bir miktar iplik; çile; tura. [DS] bağlayış, [bağ-la-y-ış] is. 1. Bağlama işi. 2. Bağlama biçimi. bağlı, [eT. bağ-lığ > bağ-lı
sf. 1. Bağlanmış
olan. 2. m eca z Bir düşünceye, bir kimseye veya gruba saygı, sevgi ve başka duygularla bağlanmış olan; tutkun. 3. İlgisi ve ilişkisi olan; alakalı. 4. Belirli şartlarla kayıt altında bulunan. 5. Gerçek leşmesi için belirli şartları gerektiren; vabeste. 6. Bir şeyle sınırlanmış, verilen izinle sınırlı bulunan. 7. Kapatılmış, tutulmuş olan; kapalı; {eAT} (aynı). 8. Bir kurum veya kuruluşun yetkisi içinde olan. 9. Kendini inandığı değerlere adamış olan; sadık. 10. a rg o . Büyü ile cinsel güçten mahrum bırakılmış sanılan erkek. 11. Bağlandığı ve inandığı şeylerin gereklerini yerine getiren. 12. Kapalı. 13. {eAT} {ağız} (Erkek için) kendisine büyü yapıldığı için cinsel bakımdan iktidarsız olan; büyülü. [DS] 14. {ağız} is. Maaş; aylık. [DS] fi1 bağlı kalmak, Uy m ak, tâbi olm a k .|| bağlı olmak, T âb i bulunmak.\\ bağlı talep, B irbirin den fa r k lı o lm a kla birlikte biri ku llan ılın ca d iğ er b ir m ala d a duyulan ihtiyaç. || bağlı ürünler, B e lli b ir üretim a lan ın d a aynı şe y d en eld e ed ilen fa r k lı ürünler. \\ bağlı vektör, B a ş lan g ıç noktası sa b it olan vektör. bağlık1, -ğı [bağ-lık] is. 1. Üzüm bağlarının bol bu lunduğu yer. 2. sf. Üzüm yetiştirmeye elverişli olan. S bağlık bahçelik, B ağ ı ve b a h ç e s i bol, a ğ a ç la r la , y eş illik lerle dolu olan yer. bağlık2, -ğı [bağ-lık] sf. 1. Bağ olarak kullanı labilecek nitelikte olan. 2. is. {ağız} Uçkur takılan yer. [DS] bağlılaşık, -ğı [bağ-lı-la-ş-ık] is. fe l. 1. Biri diğerine bağlı olarak mevcut olan. 2. Biri olmadan ötekinin varlığının düşünülmesi imkânsız olma. 3. sf. dbl. Karşılıklı bağlılaşım ilişkisi içinde bulunan ve cümlenin iki öğesi arasında ilişki sağlayan ayrı iki kelimenin niteliği. Öyle ağladı ki.. bağlılaşım, [bağ-lı-la-ş-ım] is. fe l. 1. Bağlılaşık iki kavram arasındaki ilişki; korelasyon. 2. biy. Orga nizmanın değişik yapı ve organları arasındaki uyum ve bağlantı; korelasyon, bağlılaşma, [bağ-lı-la-ş-ma] is. Karşılıklı bağıntı işlemi.
İ K
M
.
434
bağlılaşm ak, [bağ-lı-la-ş-mak] işteş f . [-ır ] Karşılıklı olarak bağlılık sağlamak, bağlılık, -ğı [bağ-lı-lık] is. 1. Bağlı olma hali. 2. İlgi. 3. Uyma; riayet. 4. Birine karşı saygı ve sevgi yü zünden yakınlık duymak; sadakat. 5. {ağız} Cinsel bakımdan iktidarsızlık. [DS] bağli, [bağ-lı] {ağız} is. Aylık; maaş. [DS] bağlu, [eT. bağ-luğ > bağ-lu
,'eA T} sf. 1. Kapalı.
2. (Erkeklik için) büyü ile cinsel gücü bağlanmış olan. bağm ak, [ba-ğ-mak] gçl. f . [- a r ] 1. Bağlamak. 2. m ecaz. Büyülemek. 3. Baştan çıkarmak, kandır mak. bağm an, [Far. bâğban / bâğvân => bağman] {eA T} is. 1. Bağ bekçisi. 2. {ağız} Bostan. [DS] bağm ançı, [Far. bâğbân => bağman-çı] {ağız} is. Bağ bekçisi. [DS] bağnak, [Far. bağanak / bağana / bağnak] is. 1. Ölü doğmuş veya doğumundan hemen sonra öldürül müş kuzudan elde edilen deri. 2. {ağız} Koyunun kamı yarılarak alman ve hemen kesilen kuzunun derisi. [DS] 3. {ağız} sf. Akılsız. [DS] bağnaz, [Alm. banause / E. Yun. banausos (ümmi; ca h il)] sf. Bir düşünceye aşırı derecede ve körü kö rüne bağlanan ve bunun dışındaki fikirleri redde den; tutucu; mutaassıp, (1935). bağnazlık, -ğı [bağnaz-lık] is. 1. Başka fikirleri reddederek tek bir düşünceye körü körüne bağlan ma; taassup. 2. gnşl. Tutkuyla bağlanma. 3. sf. Dü şünce biçimi ve genel durumu bu şekilde olan kim se ve topluluğun durumu; tutuculuk, b ağrak , -ğı [bağ-rak 3 y j {eAT} is. Oba. b ağrık ara, [bağrı+kara] is. zool. Karatavukgillerden isketenin bir çeşidi olan böcekçil, ötücü, göçmen bir kuş türü; takırdayan; kuyrukkakan; (S ca icola torqu ata). {eAT} (aynı) bağrınm ak, [ba (yans.) > ba-ğ(ı)r-ın-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Sürekli bağırmak; bağırıp durmak. [DS] bağrış, [ba (yans.) > ba-ğ(ı)r-ış] is. 1. Bağırmak işi. 2. Bağırma hali ve biçimi. 0 bağrış çağrış, 1. Gürül tü. 2. Gürültü çıka ra ra k. b ağrışm a, [bağ(ı)r-ış-ma] is. Bağrışmak işi. bağrışm ak, [bağır-mak > bağ(ı)r-ış-mak] işteş, f . [ır] Hep birlikte karşılıklı olarak bağırmak, bağriya, [Yun. pagoûria] {ağız} is. Pavurya; çağanoz. [DD] bağsa [Ar. bağsâ lü j (b a ğ sa :) is. 1. İşe yaramayan kimseler; kuru kalabalık. 2. İnsan kalabalığı; izdi ham. 3. Avam; ayak takımı, bağsız, [bağ-sız] sf. Bağı olmayan; bağlı değil, bağsızlık, -ğı [bağ-sız-lık] is. 1. Bağsız olma duru mu. 2. dbl. Cümleleri aralarında bağlaç veya o gö
umM U»
ÜTİİH
BAH
435
revi gören bir kelime kullanmadan yan yana getir meye dayalı anlatım; yan yanalık. bağşış, [Far. bahşiş => bağşış j ^ \
{eAT} is. Bağış;
bahşiş. bağtak, -ğı [eT. bağıltak / buğtak / baktak / bahtak] is. 1. Padişah hareminde önemli kadınlar tarafından giyilen yüksek başlık. 2. Ferace. 3. Göğüs, bel veya başın etrafına sarılan uzun kumaş veya şal parçası, bağteten, [Ar. ‘ala bağtetin iJu] (b a ’ğ teten) {OsT} zf.
bahadırlanm ak, [bahadır-la-n-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] I. Cesur olmak. 2. Yiğit hale gelmek, bahadırlık, -ğı [bahadır-lık] is. 1. Bahadır olma durumu; kahramanlık, yiğitlik. 2. Bahadırlara yakı şır davranış; kahramanca, yiğitçe. bahadur, [Far. bahâdur jiljj] (ba h a :d ıır) {OsT} sf. Cesur. bahai, [Ar. bahâ’î^yl^] ( b a h a :i:) {OsT} sf. Alışkın.
sak. bağurya, [Yun. paguri / pagurya] {OsT} is. Yengeç; pavurya. bağvan, [Far. bâğbân] {ağız} is. Bahçıvan. [DD]
Bahailik, -ği [Bahai-lik] (b a h a :i:lik ) is. din. Bütün dinlerin aynı gerçeği yansıttığını, ırk, din ve cinsi yet farkının ortadan kalkması gerektiğini savunan; her yılın son on dokuz günü oruç tutup günde üç vakit özel bir namaz kılan, ibadetten çok toplumsal ahlaka önem veren Babîlik’ten ayrılarak 19. yy.da İran’da Bahaullah Mirza Hüseyin Ali Nuri tarafın dan kurulan bir din.
bağzar, [Far. bâğ-zâr jlji-U] (b a :ğ z a :r) {OsT} is.
bahak1, [Ar. bahak j £ ] is. Patlak veya çukura kaç
Birdenbire, ansızın, bağursuk, -ğu [bağır-şük
{eAT/ is. Bağır
Bağlık yer.
mış göz.
bah1, [Ar. bäh oL>] (b a :h ) {OsT} is. 1. Şehvet. 2. Bir kadınla cinsel ilişkiye girme. bah2,[Far. bäh
bahaklaşm ak, [bahak-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] Lekelenmek; benekleşmek. [DS]
L>] (b a :h ) is. Yol.
bah3, [Far. pah
=> bah £>] {eAT} ünl. Ne iyi, ne
mutlu .fi1 bah bah, {eAT} N e g ü z el; n e hoş. baha', -a ’i [Ar. behâ >1^] (b e h a :) {OsT} is. 1. Parıltı. 2. Güzellik; zariflik. 3. Alışma; dadanma; alışmışlık. baha2, [Far. bahâ
(b a h a :) {OsT} is. Bir mal veya
işin değeri; kıymet. S baha biçilmez, D eğ eri ö lçü lem ey ecek k a d a r yüksek.\\ baha biçmek, D eğ erin i tahmin etm ek, fiyatlandırmak.|| bahadan inmek, {eAT} Değeriniyitirmek.\\ b ahâ-d âr, {OsT} D eğ erli; kıymetli.|| bahâ-gîr, {OsT} D eğ er li; kıymetli.\\ baha kesmek, {eAT} D e ğ e r biçm ek .|| bahaya kesmek, {eAT} B elli b ir ü cret b a ğ lam ak . baha3, [Ar. bahâ / bahâ UL, / U ] (b a h a :) is. 1. Bir evin çevresindeki kapalı avlu. 2. Evin çevresindeki bahçe. 3. Açık alan; meydan. 4. Suyun derin yeri, bahaç, -cı [Erme, pağaç / Rus. pogâç] {ağız} is. Mısır unundan yapılan ekmek. [DS] bahadır, [Moğ. bağatur > e T bagatur > Far. bahâdır jiljj] (b a h a :d ır)
{OsT} sf.
Savaşlarda gücü ve
gözüpekliğiyle üstün gelen; kahraman; yiğit; cesur; batur. bahadırane, [Far. bahädir-äne
(b a h a :d ıra :n e)
{OsT} z f Cesurca, yiğitçe, bahadıri, [Far. bahâdır!
bahak2, -ğı [? bahak] {ağız} sf. (Kişi için) çok öksü rüklü. [DS]
(b a h a :d ıri:) {OsT} is.
Bahadırlık; yiğitlik; kahramanlık; cesaret, bahadırlandırmak, [bahadır-la-n-dır-mak] gçl. f . [ır] Cesaret sahibi kılmak; yiğit niteliği kazandır mak.
bahalık, [Ar. behlâk > bahâlık jil^ ] (bah a. lık) is. 1. Boş ve çürük şeyler. 2. Boş sözler, bahali, [Far. bahâ-lî ^L^] (baha.Ti:) sf. Pahalı, bahan, [? bahan] {ağız} zm. Bana. [DS] bahana, [Yun. pakhni] {ağız} is. Hayvan yemliği. [DD] bahane, [Far. bahâne / behâne ^lfr>] (b a h a :n e) {OsT} is. 1. Asıl sebebi gizlemek amacıyla söylenen söz de sebep. 2. Gerçek dışı özür. 3. Vesile; sebep. Alış veriş b a h a n e; m aksat s o k a ğ a çıkm ak. 4. Eksiklik; kusur; noksan. S1 bahane aram ak, 1. M azeret bu lm ağ a çalışm ak. 2. S eb ep aram ak. || bahane bulm ak, 1. M azeret bulm ak. 2. B ir takım s e b e p le r o rtay a çıkarm ak. 3. K usur bulmak.\\ bahâne-cû, {OsT} 1. B a h a n e arayan. 2. F ırs a t gözeten.\\ b aha ne etmek, O lm a y aca k b ir şey i s e b e p o la r a k ö n e sü rm ek.|| bahâne-furflş, {OsT} 1. B a h a n e satan. 2. M azeret uyduran.|| bahâne-perdâz, {OsT} 1. Özür dileyen. 2. S e b e p bulan. bahank, -ngı [? bahank] {ağız} is. Bedenin bazı yer lerinde ve elde meydana gelen beyaz lekeler. [DS] b ah ar1, [Ar. bahâr jl*>] (b a h a :r) is. 1. Yiyeceklere hoş bir koku ve tat vermek için kullanılan acılı ve kokulu maddeler. 2. Sarı papatya; sığır gözü. 3. Put. 4. Atılmış pamuk. 5. Ölçek. 6. Güzellik. 7. sf. Güzel. b ah ar2, [Far. bahâr jl^] (b a h a :r) is. 1. Kıştan sonra gece ile gündüzün eşit olduğu anda (21 Mart) baş layıp güneşin ekvatora en uzak noktada olduğu zamana (21 Haziran) kadar süren ılık mevsim; ilk
DlİİKîll lÜflKCE SÖ21ÜK. .
BAH
bahar, ilkyaz. 2. Bu mevsimde meyve ağaçlarının açtığı çiçekler, kırlardaki yeşillikler. 3. m ecaz. Gençlik; tazelik devri. 4 {ağız} Yeşillik; yenilebi len otlar. [DS] S b ah ar açm ak, 1. B ah a rın g eld iğ i b e lli olm ak. 2. (M eyve a ğ a ç la r ı için) çiçeklenmek.\\ b ah ar-âsâ, B a h a rı an dıran ; b a h a r gibi.\\ bahar faslı, İlkbahar.\\ baharı başına vurm ak, (Soğuk h a v a d a in ce giyin en ler için y a d a y a ş m a ba şın a b a k m a d an g e n ç ler g ib i d a v ra n a n lar için) şaşırm ış o lm a lı an lam ın da a la y için söylenir. || b ah âr-ı ha yât, {OsT} H ayatın b a h a rı; gençlik.\\ baharını al m ak, {ağız} Yeşil o tla n ç o k y em ek ; taze o ta k an m ak. [DS]11 bahâr-ı öm r, {OsT} G en çlik.|| bahâr-ı şevk, {OsT} Sevinç ve istek bah arı. ||b ahar nezlesi, tıp. Sam an n ezlesi.|| b ahar noktası, gök. b. İlk b a h a r d a g e c e ile gündüzün eşit oldu ğu zam an Gü n eş'in g ö k ekvatoru üzerinde bulunduğu nokta; ilk b a h a r ılım noktası.
.
baharan, [Far. bahârân olj'-frı] (b a h a :ra ;n ) {OsT} is. b aharat, [Ar. baharat oljljj] (b a h a ;ra ;t) is. Yiyecek lere hoş bir çeşni vermek amacıyla kullanılan her türlü tuzlu, acı, ekşi ve kokulu maddelerin toplu adi. baharatçı, [baharat-çı] (ba h a .ra tçı) is. Baharat satan kimse. baharatçılık, -ğı [baharat-çı-lık] (b a h a ;ra ;tç ılık ) is. 1. Baharat üretme ve satma işi. 2. Baharatçının işi ve mesleği. baharatlı, [baharat-lı] (b a h a :ra ;tlı) sf. (Yiyecek, içecek vb. için) içine baharat konulmuş; içinde ba harat bulunan, (b a h a ;ret) {OsT} is.
Üstünlük; seçkinlik, baharın, [Far. bahar + T. -m] {ağız} zf. Bahar vakti; ilkbaharda. [DS] bahari, [Far. bahâr-ı(b a h a ;r i:) {OsT} sf. İlk bahar günleri ile ilgili, baharistan, [Far. bahâristân
baharlı, [bahar-lı] sf. 1. (Yiyecek için) içine nane, maydanoz, karabiber gibi acı ve koku veren mad deler konulmuş. 2. {ağız} Tadında acılık bulunan. [DS] bahasıla, [Ar. bahâşıla ■cU j L^] (b a h a ;sıla ) {OsT} is. 1. Beyaz yüzlü, kısa boylu, bodur ve edepsiz kadınlar. 2. Sürüp çıkarmalar; uzaklaştırmalar, bahasınm ak, [Far. bahâ => baha-sın-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] Pahalı bulmak. [DS] bahatir, [Ar. bühter > bahâtir yL^] (ba h a .tir) {OsT} sf. Kısa boylu kadınlar; bodurlar, bahayim, [Ar. behıme > bahâyim ın.'-jJ (baha.yim ) {OsT} is. Dört ayaklı hayvanlar; canavarlar, bahbaha, [Ar. bahbaha
(OsT) is. 1. (Deve için)
kükreyip ses çıkarma. 2. Çıtırdama; mışıldama. bahça, [Far. bâğ-çe => bahça «^-U] {eAT} is. Bahçe.
İlkbahar günleri,
baharet, [Ar. bahâret o j U ]
baharlanm ak2, [bahar-la-n-mak] dönşl. f . [-ır] (Ha va için) ısınmaya başlamak; bahar gelmek,
(b a h a ;rista ;n )
{OsT} is. 1. İlkbahar mevsimi. 2. Yeşil ve çiçekli yer. bahariye, [Far. bahar + Ar. -iyye ‘‘ajUJ (ba h a ;riy e) {OsT} sf. 1. Baharla ilgili olan. 2. ed. Klasik dönem Türk edebiyatında bahar tasviri ile başlayan kaside lere verilen isim. 3. Padişah tarafından her yıl ba har aylarında yeniçeri ağasından başlayarak bütün ocak ağalarına verilen yazlık elbise, baharlanm a, [bahar-la-n-ma] is. Baharlanmak eyle mi ve durumu. b aharlanm ak 1, [bahar-la-n-mak] edil. f . [-ır ] (Yiye cek için) üzerine bahar ekilmek; baharat ile işlem görmüş olmak.
bahçe, [Far. bâğ-çe (küçiik bağ )] is. 1. Küçük çaplı ürün elde etmek veya süslemek amacıyla düzen lenmiş, içinde çiçek, sebze ve ağaç yetiştirilen, et rafı çevrili küçük toprak parçası. 2. gnşl. Üstü açık yazlık gazino. S bahçe evi, B a ğ ve b a h ç e le r e y a p ıla n kü çü k y a z lık ev.\\ bahçe kapısı, 1. B ah çed en y o la a çıla n küçü k ve p a rm a k lık lı kapı. 2. E vlerin b a h ç ey e a çıla n kapısı. ||bahçe kekiği, bot. B a llıb a ba g illerd en tim olce zengin esan sın ı eld e etm ek için b a h ç e le r d e y etiştirilen b ir tür kekik, (Thymus vulgaris).\\ bahçe kızılkuyruğu, zool. K aratavu kgil lerden A vrupa ve A sya'da y a şa y an sırtı esm er, karn ı a ç ık esm er, 15 cm. boyunda, tırtıl ve b ö c e k lerle beslen en b ir ötücü kuş, (P hoenicurus p h o en icurus). || bahçe kurdu, zool. S ebzelerin y a p r a k ve k ö k lerin e z a r a r veren çeşitli b ö cek lerin o rta k adı. || bahçe ötleğeni, zool. P a r k ve b a h ç e le r d e y aşay an ö tleğ en g illerd en sırtı esm er zeytin yeşili, karnı kül ren gi b ir ötücü kuş, (Sylvia hortensis),\\ bahçe parm aklığı, B a h çelerin etrafını çev reley en a h şa p v eya m ad en î çubuktan en geller. || bahçe tarağı, B a h ç e toprağın ı düzeltm ek v e için de bulunan taş ve ç ö p le r i top la m a y a y a ra y a n kü çiik tırm ık.|| bahçe teresi, bot. Ç a b u k büyüyen b ir tür tere, (Lepidium sativum).\\ bahçe uyuklan, zool. K ızıl kahverenkli, uzun kıllı kuyruğu bulunan, sıça n iriliğinde, m eyve leri k em ir ere k beslen en z a ra rlı b ir m em eli hayvan, (E liom ys qu ercin us). bahçeci, [bahçe-çi] is. Çiçek, ağaç ve sebze yetiştiren kimse. bahçecilik, -ği [bahçe-ci-lik] is. 1. Bahçecinin yaptı ğı, uğraştığı iş ve meslek. 2. Meyve, sebze, süs ve şifalı bitkilerin yetiştirilmesi, bakımı ve bunların yetiştiği ortamların düzenlenmesi sanatı, bahçeli, [bahçe-li] sf. Bahçesi olan.
BAH
g ilB * e $ İJ İM 3 7
bahçelik, -ği [bahçe-lik] is. Bağı ve bahçesi olan yer. bahçesiz, [bahçe-siz] sf. Bahçesi olmayan,
bahir2, -hri [Ar. bahr (yazm ak, ayırm ak) y^] {OsT} is. -*■ bahr.
bahçevan, [Far. bâğ-çe-vân] (b a h çev a :n ) fOsT} is. Bahçıvan.
bahir3, [Ar. bahir
bahçıvan, [Far. bâğçe-bân / bâğçe-vân => bahçıvan] is. Bahçeye bakan, bahçe bakımı ile sebze meyve yetiştirmeyi meslek edinmiş kimse,
bahir4, [Ar. bahir >-Ij] (ba :h ir) s f Ekin sumayan; su-
bahçıvancı, [bahçıvan-cı]
bahire1, [Ar. bahire
{ağız}
is. Bahçıvan. [DS]
bahçıvanlık, -ğı [bahçıvan-lık] is. 1. Bahçıvanın yaptığı iş ve meslek. 2. Bahçe bakımı; çiçek, sebze ve meyve yetiştirme sanatı, bahdavar, [Far. baht + âver (getiren)] {ağız} sf. Bahtiyar; mutlu; talihli. [DS] bahdele, [Ar. bahdele <0-iA] {OsT} is. 1. tıp. (Kürek kemiği için) eğilme; kırılma. 2. İşte çabukluk gös terme. balıdeniz, [Yun. makedonis] [DS]
{ağız}
is. Maydanoz.
bahe, [Far. bähe 4i-1>] (b a :h e ) is. Kaplumbağa. bahem, [Far. bâ-hem
(b a :h em ) zf. Bir arada;
mak; alık. layıcı. (b a .h ır e) {OsT} is. 1. Di
kenli çalı. 2. Koşucu deve. bahire2, [Ar. bahire ojvA] (ba h i:re, h kalın söylenir) {OsT} is. Araplarda cahiliye döneminde onuncu do ğumdan sonra etinden, sütünden, derisinden ve yü nünden yararlanmanın yasak olduğuna inanılarak kulağı işaretlenip çöle serbest bırakılan deve veya koyun. (Bu âdet, M aide Suresi 103. a y et ile k a ld ı rıldı.) bahire3, [Ar. buhar > bahire
(b a :h ir e , h kaim )
{OsT} is. Buharlı gemi. bahired, [Far. bâ-hired ^ -U ] (b a :h ıred ) sf. Zeki; akıllı. bahis1, [Ar. bahş (söz) > bâhiş ^-L>] (b a .h is) {OsT}
birlikte; beraber, bahhal, [Ar. buhl (cim rilik) > bahhäl JU-] (b a h h a .l) {OsT} sf. 1. Çok cimri, pek cimri. 2. Çok alçak, bahhar, [Ar. bahr (deniz) > bahhâr / behhâr jU ] (bahha:r) {OsT} is. Denizci; gemici, bahhas, [Ar. bahş (tartışm a) > bahhâs / behhâs ^ U ] (beh h a:s) {OsT} sf. 1. Tartışmayı çok seven. 2. Çok bahseden; bahsetmeyi seven. bahî, [Ar. bâhı(b a :h i:) {OsT} sf. Şehvete ait; şehvetle ilgili, bahide, [Far. bahide
(ba :h ir) sf. 1. Yalancı. 2. Ah
(b a h i:d e ) sf. 1. (Yün vb.
için) taranmış. 2. (Koza için) çözülmüş; sağılmış, bahik, -kı [Ar. bâhik ji-L ] (ba:h ik, h ve k kalın sö y lenir) {OsT} is. Bir gözü kör adam, bahika, [Ar. bâhika «i-L ] (b a :h ik a, h söylen ir) {OsT} sf. (Göz için) görmeyen; kör. bahil1, [Ar. behl (salıverm ek) > bâhil J*U] (ba :h il) {OsT} sf. 1. Serseri, başıboş dolaşan. 2. Eli değneksiz (çoban). 3. Yularsız salıverilmiş (deve). bahil2, [Ar. buhl (cim rilik) > bahil Jjir] (bahi.T, h k a lın söylen ir) {OsT} sf. 1. Cimri, hasis, pinti. 2. m e caz. Çorak. bahile, [Ar. behl (salıverm ek) > bâhile aUI>] (ba :h ile) {OsT} is. Dul kadın. bahir1, [Ar. behr (güzellik) > bahir y*L] (b a .h ir) {OsT} 1. Çok parlak, ışıklı. 2. Diğerlerini geride bırakan, üstün gelen. 3. Ayan beyan, apaçık.
sf. 1, Bahseden, söz konusu eden, konuşan. 2. Bir konu üzerinde yapılmış inceleme ve araştırmayı anlatan (eser). bahis2, -hsi [Ar. bahş (söz) o A ] {OsT} is. 1. Söz; laf. 2. Üzerinde konuşulan konu; sorun, mesele, mev zu. 3. Konuşma, sohbet. 4. Belli bir konu üzerinde iddialaşma; iddia. 5. Bir kitabın bölümlerinden her biri. 6. At yarışı tahmini. S bahis açılm ak, Sözü geçm ek, h akkın d a kon uşu lm ak.|| bahis açm ak, B e lirli b ir kon u da kon uşm aya b a şla m a k ; sö z etm ek .|| bahis buyurm ak, (hem alay, hem d e hürm et e d e rek) h akkın d a konuşm ak. ||bahis konusu, Ü zerinde tartışılan şey. || bahis konusu olmak, Ü zerinde k o nuşulmak:.|| bahis tazelemek, B ir konuyu y em d en gü n dem e g etire rek konuşm ak, tartışm ak. || bahis (bahse) tutuşmak, B ir konu h akkın d a k a rşılık lı zıt id d ia d a bulunan tarafların , kim in iddiası doğru ç ık a rs a on a v erilm ek üzere o rtay a koydu kları m ad d î şey i veya p a ra y ı a lm a hakkını, eld e ettiği b ir sö z leşm ed e bulunm ak]] bahis yok! K on u şm a yok.\\ bahis yürütm ek, H akkın d a konuşmak.\\ bahse başlam ak, K on u şm aya ba şla m a k .|| bahse dönmek (gelmek), Yeniden aynı konuya g elm ek ; sa d e d e g elmek. ||bahse girişmek, B ir kon u hakkında, karşılıklı zıt id d ia d a bulunan tarafların , kimin iddiası doğru çık a r s a on a verilm ek üzere o rtay a kovdu kları m ad d î şey i veya p a ra y ı a lm a hakkın ı eld e ettiği b ir sö z leşm ed e bulunmak.\\ bahse girmek, 1. K on u ya g i riş y apm ak. 2. İddian ın tarafı olm ak. || bahse sok m ak, K on u ya d a h il etmek.\\ bahs-i ahar, {OsT} S on raki konu.|| bahs-i diğer, {OsT} Ö teki konu.\\ bahsi geçmek, H akkın da kon uşm a yap ılm ış ol-
BAH m ak. || bahsi getirmek, K onuşm ayı kon uya g etirmek.\\ bahsi kapam ak, G örüşülen konu halikındaki tartışm ayı bitirm ek. ||bahsi kaybetmek, İd d iasın d a h a k lı çıkam ayıp ortay a kon ulan p a r a y ı ödemek.\\ bahsi kazanm ak, id d ia ettiği kon u da h aklı ç ık a ra k kon ıdan p a r a y ı alm ak. bahisçi, [bahis-çi] is. At yarışlarının sonucunu tah min ederek para yatırmak suretiyle bahis oynayan kişi; müşterek bahisçi, bahl, [Ar. buhl (cim rilik) > bahl JS-] {OsT} is. Cim rilik; hasislik, bahm ak, [bah-mak
{eAT} gçsz. f . [ - a r ] Bak
mak.
sırtı beyaz veya kırmızı, sivri gagalı, kısa bacaklı, kısa fakat hızlı uçuşa elverişli kanatlı, 17-18 cm. boyunda parlak renkli bir kuş türü; yalı çapkını, (A lcedoatthis). 2. Loplu dalgıçgiller familyasından sazlık ve göllerde yaşayan başında siyah tüylerden bir sorguç bulunan bir tür kuş; tepeli batagan; tepe li dalgıç; elmabaş, (P od icep s cristatus). bahriye1, [Ar. bahriyye
{OsT} is. 1. Deniz kuv
vetleri. 2. sf. Deniz kuvvetlerine ait. S bahriye çiftetellisi, fo lk . Ç o k h a rek etli b ir h a lk oyunu. || bahriye nezareti, tar. İm p arato rlu k dönem inde den iz kuvvetlerinin ve donanm anın ihtiyaçlarını k a r şıla m a k a m a cıy la kurulm uş bakan lık.
bahm an, [Far. behmân üLhj] (bahm a:n ) is. Filan;
bahriye2, [Ar. bahriye 4j^a] {OsT} sf. 1. Denizle ilgili.
filanca. bahm ant, [Far. bâğbân] {ağız} is. Bağ bekçisi. [DD] bahna, [Yun. pakhni] {ağız} is. 1. Hayvan yemliği. 2. Odunluk. [DS]
bahriyeli, [bahriye-li] sf. 1. Bahriyeye bağlı; denizci. 2. is. Deniz harp okulu öğrencisi,
bahname, [Ar. bâh + Far. -nâme «loUaIJ (bahn a:m e) {OsT} is. 1. içinde şehveti tahrik edici resim ve ya zılar bulunan kitap. 2. Cinsel arzuyu artırıcı ilaç ve macunların yapılışını anlatan kitap, b ah r, -ri [Ar. bahr j£\ {OsT} is. 1. Deniz; derya. 2. Büyük nehir veya göl. 3. Okyanus. 4. Arûz ölçü sünde kalıp bölümlerinden her biri. 5. Mevlid’in bölümlerinden her biri, fi1 bahr-i hafif, {OsT} ed. H a f i f bahr.\\ bahr-i hezec, {OsT} ed. N eşeli b a h r.|| b ahr-i kâmil, {OsT} ed. Yetkin b a h r.|| bahr-i mu hit, {OsT} O kyanus.|| bahr-i muhîtî, {OsT} O kya n u sla ilg ili; okyanu sa ait. || bahr-i m uzârî {OsT} ed. B enzeyen b a h r .|| bahr-i müctes, {OsT} ed. K opm u ş bahr. || b ahr-i münserih, {OsT} ed. A kıcı bahr.\\ bahr-i m ütekarib, {OsT} ed. Yakın b a h r .|| b ahr-i recez, {OsT} ed. T itrek bahr. ||bahr-i remel, {OsT} ed. Titrek b a h r .|| bahr-i serî’ , {OsT} ed. Ç a bu k b a h r.|| bahr-i tavîl, {OsT} ed. Uzun bahr. b ah raç, [bak-ır-aç > bahr-aç
yS}\ {eAT} is. Bakraç,
b ah r ana, [Far. bâr-hâne => bahrana] {ağız} is. 1. Kü me; grup; kafile. 2. Fındık çuvallarının toplandığı yer. [DS] bahren, [Ar. bahren l'jA] ( b a ’hren) {OsT} zf. Deniz yoluyla; denizden,
bahriyyun, [Ar. bahriyyün j
(bahriyyu:n) {OsT}
is. Kaptan ve gemiciler gibi deniz işlerini bilenler. b ahs1, [Ar. bahs ^ Jt] {OsT} s f 1. Eksik. 2. is. Yağış larla ekilip sulanabilen tarla. 3. Zulüm. 4. Gümrük leme. bahs2, [Ar. bahs o i ] {OsT} is. - * bahis, bahsala, [Ar. bahşala
{OsT} is. 1. Beyaz yüzlü,
kısa boylu şirret kadın. 2. Sürüp çıkarma; uzaklaş tırma. bansan, [Far. bahsân jl~ £ ] (bah sa:n ) {OsT} sf. 1. Salma salma yürüyen. 2. Soluk. 3. Bozuk. 4. Pej mürde; kılıksız. bahsere, [Ar. bahsere oj^-.\ {OsT} is. 1. Dağıtma. 2. Gizli şeyi ortaya çıkarma. 3. (Süt için) kesilme, bahset, [Far. bahset o —£ ] is. 1. Uykuda horlama. 2. Uykuda kâbus görme, bahsetme, [Ar. bahs (söz) + T. etme
is.
Bahsetmek işi. bahsetmek, [Ar. bahs (söz)+T. etmek
e ^ ] gçsz.
f . [-(d )-er ] 1. Bir konu veya kişi hakkında söz söy lemek; sözünü etmek. 2. Aklına getirdiği bir şeyi, bir kimseyi veya olayı diliyle söylemek; anmak. bahsi, [Ar. bahs > bahsi LSsA] (b a h si:) sf. Bahisle il
bahreyn, [Ar. bahr > bahreyn j j.jA] {OsT} is. 1. İki deniz. 2. İki büyük eser; iki temel şey. b ah ri1, [Ar. bahri
2. Denizciliğe ait.
(ba h ri:) {OsT} sf. 1. Denizle
ilgili. 2. Deniz veya denizciliğe ait. 3. is. {eAT} De niz öküzü; Tibet öküzü; yak. 4. Deniz balığı; tuzlu su balığı. bahri2, [Ar. bahrî] is. 1. zool. Akarsu boylarında ya şayan, kıyılarda yere kazdığı çukurlara yuva yapan, çoğunlukla balıkla beslenen, kamı yeşil veya mavi,
gili; bahse ait. bahsum , [buhsum / bahsum] {eT} is. Darıdan yapılan bir içki. [Nevâyî] -bahş, [Far. bahşıden > -bahş / -bahşa] son ek. Ek lendiği isimlerden "bağışlayan, veren, a ffed en " anlamında sıfatlar yapan Farsça son ek. bahş, [Far. bahşıden (bağ ışlam ak) > bahş j & ] {OsT} is. 1. Verme. 2. Bağış; ihsan. 3. Kısım; bölük; cüz. {eAT} (aynı) 4. Bölüm.
İ M T İM İ) !. 439
BAH
bahşayende, [Far. bahşâyende c-uj.lür] {OsT} sf. Af fedici; bağışlayan, bahşayiş, [Far. bahşâyiş j A & r ] (b a h şa ;y iş) {OsT} is. 1. Bağışlayış; ihsan ediş. 2. Affetme. 3. Şefkat; merhamet. bahşayişger, [Far. bahşâyişger > ^ L i£] (b a h şa ;y iş-
ger) {OsT} sf. Affeden; merhametli,
b a h ş e n d e , [Far. bahş-ende oJ-~ür] {OsT} sf. 1 . Veren. 2. Affeden; bağışlayan. bahşetm e, [Far. bahş (bağış) + T. et-me
J & ] is.
Bahşetmek işi. bahşetmek, [Far. bahş (bağ ış)+ T. et-mek
j& ]
gçl. f i [-e (d )-e r ] [-e(d )-iy o r ] 1. Bağış vermek, he diye vermek. 2. Bağışlamak. 3. Dağıtmak, bahşi, [Sansk. bhilcsu / Çin. pak shi > baksı / bahşi / bahşi] {eT} is. 1. Muallim; öğretmen. [EUTS] [Üç İtıgsizler] [Gabain] 2. Üstat; usta. [Üç İtigsizler] [Gabain] [EUTS] 3. Hekim; doktor; tabip. [EUTS] 4. Es ki Türk topluluklarında fala bakan, hastaları iyi eden ve aynı zamanda kopuz çalıp şiir söyleyen bir çeşit din adamı; ozan; kam. bahşiş, [Far. bahşıden > bahşiş J ^ - ] {OsT} is. Bir hizmete karşılık asıl ücretinden başka memnuniyeti ifade etmek için verilen ek para. 0 bahşiş almak, Görülen b ir hizm ete k a r şılık e k p a r a alm ak. || bah şiş toplamak, B ir g ö ster i son u n da sey ircilerd en p a ra toplam ak. || bahşiş verm ek, A sıl ücretten d a ha fa z la p a r a verm ek. bahşude, [Far. bahşüde
(ba h şu :d e) {OsT} sf. 1.
Verilmiş; bağışlanmış. 2. Affedilmiş; bağışlanmış. baht1, [Far. baht c J t ] {OsT} is. 1. Gelecekteki olay ları kaçınılmaz biçimde belirleyen İlahî gücün in san ve toplum için çizdiği yaşayış biçimi; talih; kader; şans; kısmet; ikbal; nasip. 2. Ata; büyük ba ba. 3. Kargı. S1 bahta bakan, {ağız} 1. (Ü zerine örtü ö rterek a ld ığ ı ren k d o la y ısıy la f a l a bakıld ığ ı için) bukalem un. 2. F a lcı. [DS]|| baht-âver, {OsT} Talihli.|| baht-ber-geşte, {OsT} T alihi dönm üş; ta lihsiz,|| baht-hufte, {OsT} T alihi uyum uş; talihsiz.\\ bahtı açık, İşler i um duğu g ib i y o lu n d a g id en ; şanslı, talihli.]] bahtı açılm ak, İşlerin in d a h a k olay ve yolu nda o la r a k gitm eye başlam ası.]] bahtı ay dınlanmak, 1. T alihi açılm ak. 2. iy i h a b e r alm ak. 3. Sevinmek.]] bahtı bağlı, 1. İş le r i y o lu n d a gitm e yen. 2. E vlenem eyen (kız). ||baht-ı bed, {OsT} K ötü talih.|| baht-ı bî-dâd, {OsT} K ötü talih.|| baht-ı bîdâr, {OsT} A çık talih. || baht-ı dü ma he, {OsT} D önek talih.|j baht-ı hâbîde, {OsT} K ötü talih.|| bahtı k ara, iş le r i beklen d iğ i g ib i gitm eyen, olum suz son u çlan an ; şanssız, talihsiz.]] bahtına küs mek, işlerin in y o lu n d a gitm em esi yüzünden k a ram sarlığa düşm ek.|| baht-ı siyah, {OsT} K ötü ta
lih.]] bahtı y âr olmak, Şanslı olm ak, mutlu olmak.]] baht-ı yaver, {OsT} İyi talih.|| baht işi, Sonucu te sa d ü fe bırakılan, olm ası için g a y ret ve em ek h a r can m ayan iy.|| baht körlügi, {eAT} Talihsizlik.]] baht-m end, {OsT} Şanslı; talihli. baht2, [Ar. baht o ^ ] {OsT} sf. Saf; katışıksız; halis. b ahtabakar, [Far. baht + T. -a+bak-ar] {ağız} is. Fal cı. [DS] bahtak, [Far. bahtâk] (bah ta;k) {OsT} is. Miğfer; sa vaş başlığı. b ahtavar, [Far. baht-âver / bahtiyâr] (bah tav a;r) {ağızf is. Bahtiyar. [DS] bahte, [Far. bâhte 4^-l>] (ba ;h te) is. Kumarda veya oyunda kaybetmiş olan, bahtek, [Far. bahtek
{OsT} is. 1. Kötü talih. 2.
Uykuda basan ağırlık; karabasan; kâbus, bahteniz, [Yun. makedonesi > maydanoz] {ağız} is. Maydanoz. [DS] bahter, [Far. bâhter j^ -y (b a ;h ter) {OsT} is. 1. (E s kiden) doğu. 2. (Yeni) batı, bahtere, [Ar. bahtere
{OsT} sf. Salma salma
güzel yürüyüş; hoş yürüme, bahteri, [Ar. bahteri ıSJ^r] (ba h teri:) {OsT} sf. 1. Salma salına güzel yürüyen; yürüyüşü güzel. 2. Kendini beğenmiş; kibirli, bahtiyar, [Far. bahtiyâr jL^-] (bah tiy a:r) {OsT} sf. Ummadığı, beklemediği kadar iyiliğe, mutluluğa kavuşan. S bahtiyar etmek (eylemek), Sevindir mek, mutluluk verm ek. ||bahtiyar olm ak, Mutlu o l mak, sevinm ek. bahtiyarane, [Far. bahtiyâr-âne
(bahtiya;-
ra ;n e) {OsT} zf. Mutlu olanlara yakışacak biçimde; mesut olarak; bahtiyarcasına. bahtiyari, [Far. bahtiyârî
(ba h tiy a;ri;) {OsT}
is. Mutluluk; bahtiyarlık, bahtiyarlık, -ğı [bahtiyar-lık] is. Bahtiyar olma hali; mutluluk. bahtiyarnam e, [Far. bahtiyâr-nâme -uU jLx£] (bahtiy a .rn a .m e) is. Mutluluk bilgisi kitabı, bahtlı, [baht-lı] sf. Şanslı, talihli, bahtsız, [baht-sız] sf. Şanssız, talihsiz, bahtsızlık, -ğı [baht-sız-lık] is. Bahtsız olma hali; şanssızlık, talihsizlik, bahtver, [Far. baht-ver jj& \ sf. Bahtlı; talihli; şanslı, b ah u r’, [Ar. bâhür
(ba ;h u ;r) {OsT} sf. 1. Çok
sıcak. 2. is. Yerden yükselen buğu. 3. Çok fazla sıcaklık. b ahur2, [Ar. bahür jj£\ (bahu ;r) {OsT} is. Tütsü; bu hur. S bahür-i M eryem , {OsT} bot. B uhurum er yem .
O ie iiK S Ö M .
BAH bahurdan, [Ar. bahur + Far. -dan ûbjy>-] (bahtı ;r-
da:n) {OsT} is. Buhurdan; tütsü kabı; tütsülülc. (bahu;r-
bahurdani, [Ar. bahür + Far. -dânl
da:ni:) {OsT} is. Özel günlerde tütsü yakmakla gö revli kişi.
(ba:husu:s)
bahusus, [Far. bâ- + Ar. huşüş {OsT} zf. 1. Özellikle. 2. Üstelik,
bahye, [Far. bahye *?£] {OsT} is. Dikiş; oyulgama; teyel.
rük. S1 bâj-ban, {OsT} Haraççı; gümrükçü. || bâjdân, {OsT} H araç ve güm rük sandığı. b ak 1, [bak-mak > bak] is. as. Bakışla selam verme komutu. Sağa bak! bak2, [bâ-k / ba-ğ jU] {eT} is. 1. Bağ; bent; köstek. [EUTS] {eAT} (aynı) 2. Bohça. [EUTS] 3. Kabile; boy; halk topluluğunun bir bölümü. [EUTS] 4. {eAT} Sargı. b ak ’, [Far. bak ill>] {OsT} is. 1. Korku; kaygı. 2. Çe kinme; sakınma. <5 bak degül, {OsT} K orkacak bir
bahyedar, [Far. bahye-dâr jb 4^ .] {OsT} sf. Dikişli;
şey yok. b ak a1, [bak a <ü,] {eAT} is. Baksan a! S baka hey!
teyelli. bahyezen, [Far. bahye-zen
oj v f]
{OsT} is. Dikişçi;
terzi. bahz, [Ar. bahz iifc] {OsT} is. 1. Sıkıntı yaratma; can sılana. 2. Ağırlığı yüzünden yükün hayvanı çökert mesi. 3. Bir kimseyi sakalından tutarak çekme, b a’îd, [Ar. bu'd (uzaklık) > ba'ld / ba'ıde
{ağız} 1. Bana bak. 2. D em ek ki. [DS] b aka2, [baka] (baka;) {eT} is. Kara kurbağa; kurbağa. [Gabain] [DLT] S müngüz baka, Kaplumbağa. [DLT] baka3, [bak-mak > bak-a] {ağız} sf. (Saban demiri için) açıklığı fazla olan; aşağı doğru bakan. [DS] baka4, [Ar. baka «L] (ba:ka) {OsT} is. Demet; deste;
{OsT} sf. 1. Uzak; ırak. 2. Erişilmez. 0 b a’îd düş m ek, B ir yerden uzaklaşmak; uzak kalmak; uzak düşmek .|[ b a ’îd'ül-ahd, {OsT} Geçmiş zaman.\\ b a ’îd'ül-gayr, {OsT} Çok derin bilgisi olan kimse .|| b a ’îd'Ul-ihtimâl, {OsT} Olası değil; ihtimalden
tutam. bakabunga, [Lat. beccabunga] is. bot. Sulak yerler de ve ırmak kıyılarında yetişen küçük pembe, mavi çiçekli uzunca yapraklı bir tür yavşan, (Veronica
uzak.
bakacak, -ğı [bak-mak > bak-acak J^-U ] is. 1. Bak
b a’ika, [Ar. bâ’ika-üülı] (ba;ika) {OsT} is. Yıkım; be la; musibet; felaket, b a’im, [Ar. bacım ^ ] (baı;ym) {OsT} is. 1. Put; hey kel. 2. sf. Cahil; aptal; bön. ba’in, [Ar. bâ’in
(ba;in) {OsT} is. Dibi geniş ku
yu; bostan kuyusu. ba’î r 1, [Ar. ba'ır jyu] (bai;r) {OsT} is. Erkek deve. ba’ir2, [Ar. ber (kazmak) > ba’ir / ba’ire
/ »jSlJ
(ba;ir) {OsT} is. Sürülmemiş, sert toprak; katı yer. ba’ i r 5, [Ar. bâ’ir jlU] (ba;ir) {OsT} sf. Durumu peri şan olan; şaşkın, b a’is, [Ar. bas (gönderme) > bâ‘is / bâ'ise
/ üj‘ 1]
(ba;is) {OsT} is. 1. Sebep. 2. Gerektiren. 3. Gön deren. f? b â’is-i badi, {OsT} 1. Aslını bulan. 2. Se bep olan .|| bâ’is-i bekâ, {OsT} D evam lılık sebebi; sürüp gitm e sebebi .|| b â’is-i feryâd, {OsT} Şikâyet sebebi; yakınm a sebebi.|| bâ’is-i hüzn, {OsT} Üzün tü sebebi. || bâ’is-i leyi ii nehâr, {OsT} Gece ile gündüzün sebebi; Allah. || bâ’is-i m eserret, {OsT} Sevince sebep olan; sevinme sebebi.\\ b â’is-i şekva, {OsT} Yakınma sebebi; şikâyet sebebi. || b â’is ol m ak, {OsT} Sebep olmak. baisiyet, [Ar. bâ'işiyyet c^aL,] (ba;isiyet) {OsT} is. Nedenlilik; sebep olma; sebebiyet, baj, [Far. bâj / bâc jU] (ba;j) {OsT} is. Flaraç; güm
beccabunga). ma, gözetleme yeri. 2. Her yanı görebilecek yüksek yer veya bir tepenin hakim noktası; gözleme yeri. {eAT} (aym) 3. Doğal gözetleme yeri. 4. Pencere, 5. {ağız} Balkon. [DS] 6. {ağız} Ayna. [DS] 7. Göz. {eAT} (aynı) 8. {ağız} Evliya mezarı; türbe. [DS] 9. {ağız} Eski evlerde, sokaktan geleni görebilecek şekilde ocağın yanında açılmış bulunan küçük gö zetleme deliği. [DS] 10. { ağız} s f Güzel manzaralı. [DS] b akaç, -cı [bak-mak > bak-aç] is. 1. Dürbün. 2. Fo toğraf makinesinin vizörü. b akaça, [İt. beccaccia / Yun. bekatsa] is. zool. Eski Dünya’nm fundalık ve ormanlık alanlarda yaşayan, eti için avlanan, uzun gagalı, kısa bacaklı, esme rimsi ala tüylü bir av kuşu; çulluk, (Scolopa rus-
ticola). bakaçuk, [baka-çuk] {eT} is. 1. Kurbağacık. 2. Eğe kemikleri ile kol arasındaki et parçası. [DLT] bakagan, [bak-mak > bak-ağan jA i] {eAT} sf. Bakıcı, bakağan, [bak-ağan
{eAT} sf. Bakıcı. S baka-
ğan olmak, Geçici olarak bakma, gözleme işini
yapmak. bakakalm a, [bak-a+kal-ma] is. Bakakalmak işi. bakakalm ak, [bak-a+kal-mak] gçsz. f. 1. Şaşkınlığa uğrayarak ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez duruma düşmek. 2. Şaşkın şaşkın bakmak, bakal, [Yun. pakalos ?] is. 1. zool. Avrasya’da yaşa yan, kısa kuyruklu, uzun gövdeli, siyaha yalcın par
« İ M
E
S M
BAK
. 441
lak esmer tüylü, böceklerle beslendiği için tarıma yararlı, ötücü bir kuş; sığırcık, (Sturnus vulgaris). 2. {ağız} Karatavuk. [DS] bakalak, -ğı [bak-arak] is. 1. Bakıcı. 2. Bekleyici; gözleyici. 3. zf. Bakarak; gözetleyerek. S bakalak olmak, {ağız} G öz k u lak o lm a k ; beklem ek. [DS] bakalarya, [İt. bacalera] ( b a k a l a ’rya) is. den. 1. Ge milerin kıç kapıları için konulan yarımay şeklinde ki boşluklar. 2. Gemilerdeki kıç altında bulunan top delikleri. bakalım, [bak-alı-m] üıil. 1. Şüphe ve tereddüt bildi rir. 2. Merak bildirir. 3. Tehdit bildirir. 4. ed. Cüm leyi kuvvetlendirir, bakalit, [Tescilli isim; bulucusu: Baekeland > Fr. bakalite] is. Formaldehit ile bir fenolün yoğun laşması sonucu elde edilen ve sanayide elektrik yalıtkanı, kalıp ve döküm malzemesi, yapıştırıcı olarak pek çok alanda kullanılan fenoplastlar gru bundan bir sentetik reçine, bakalorya, [Lat. baccalarius (gen ç adam ) > Fr. baccalaurat] (bakalo'rya) is. Eskiden liseyi bitiren öğ rencilerin üniversiteye girebilmeleri için vermek zorunda oldukları yeterlik sınavı, bakam, [Ar. bakkam] is. bot. 1. Baklagillerden sıcak ülkelerde yetişen ve odunundan kırmızı boya çıka rılan bir cins ağaç, (H aem atoxylon cam pechianu m ). 2. Bu bitkiden elde edilmiş boya maddesi; bakkam. bakan1, [bak-mak (gözetm ek) > bak-an] sf. 1. Bak mak işini yapan (kimse). 2. is. Devletin yürütme ile ilgili görevlerinden olan kamu işlerinin bir bö lümünden sorumlu en yetkili kişi Ve hükümet üye lerinden biri; vezir; nazır; vekil, (1935). 0 bakan lar kurulu, B a ş b a k a n ve d iğ er bütün b a k an la rd a n oluşan kurul; hüküm et; heyet-i v ek ile; v ek iller h e yeti. bakan2, [ba-mak (bağ lam ak) > ba-kan] {eT} is. Hal ka; toka. [DLT] bakanak1, -ğı [eT. bakâ-nak
/ j h i / jjUj] is. 1.
Geviş getiren hayvanların tırnaklan; çatal tırnaklı hayvanlarda iki tırnaktan her biri ve iki tırnak arası; {eT} {eAT} {ağız} (aynı). [DLT] [DS] 2. {eT} {eAT} Nal. [EUTS] 3. {eAT} At, deve, sığır gibi hayvanlar da topuk ile taban arasındaki boğum; bukağılık. 4. Hayvanların yürüyüş sırasında yere değmeyen kör tırnakları; mahmuz. 5. gnşl. Yalancı tırnak; şeytan tırnağı. bakanak2, -ğı [bak-mak > bak-anak] {ağız} is. 1. Göz. 2. Gözbebeği. 3. Ayna. [DS] bakanlıg, [bakan-lığ] {eT} sf. Halkalı; tokalı. [DLT] 0 bakanlıg kadış, {eT} T okalı kayış. [DLT] bakanlık, -ğı [bakan-lık] is. 1. Devletin görevi olan kamu hizmetlerinden bir bölümünü yürüten ve ba şında bir bakan bulunan teşkilat; nezaret; vekâlet. 2. Bakanın görevi ve yükümlülüğü; nazırlık; vekil lik. 3. Bakan olma durumu. 4. Bakanın ve üst dü
zey yöneticilerinin görev yaptığı bina, t? bakanlık emrine alm a, huk. yön. E skiden uygulanan, m em u riyet sıfatı, so n a erm eden bir kam u g örevlisin i kuru luşun m erkez teşkilatın da tutarak b ir nevi g ö rev d en uzaklaştırm a cezası. bakanuk, [baka-nuk / bakayuk] {eT} is. At tırnakla rının ortasındaki tümsek et parçası. [DLT] b ak ar’, [bak-ar] sf. 1. Bakma işini ve eylemini ya pan. 2. Bakışlarını bir yere yöneltmiş olan. 3. {ağız} is. Ayna. [DS] 0 b akar kör, 1. G özleri sağ lam g ö ründüğü h a ld e görem eyen . 2. m ecaz. D algın, etr a fın d a o la n la rı f a r k edem eyen ; ç o k dikkatsiz. b akar2, [bakar / bakır] {eT} is. Mangır; para. [EUTS] b ak ar3, [Ar. bakar j i ] {OsT} is. 1. Sığır, öküz. 2. m e caz. İyi ile kötüyü ayırt edemeyen; ahmak, sersem, aptal. 0 B ak ara Suresi, K u r 'an-ı K erim 'in ikin ci ve en uzun suresi. b ak ara1, [Fr. baccarat] is. 1. Fransa’nın Baccarat şehrinde üretilen bir cins kristal. 2. İskambil kâğıdı ile oynanan dokuz veya dokuza en yakın sayıyı tutturmaya dayanan bir kumar oyunu. bak ara2, [Far. bekere (kuyu çıkrığ ı) ] {eAT} {ağız} is. Makara. [DS] bakari, [Ar. bakarı ^yi;] (b a k a ri;) {OsT} sf. 1. Sığırla ilgili. 2. Sığır emsinden olan, bakariye, [Ar. bakariyye ^.yj] (b a k a ri:) {OsT} is. zool. Sığırlar, bakasya, [Yun. mpekâtsa] {ağız} is. z oo l. Çulluk. [DD] bakaturm ak, [bak-mak + tur-mak] {eT} gçsz. b. f i [ur] Bakadurmak; bakakalmak. [DLT] bakaya, [Ar. bakıyye (artan) > bakaya UUj] (b a k a y a :) {OsT} is. 1. Arta kalan; kalıntılar. 2. as. Son yoklamasını yaptırdığı hâlde gününde kıtasına ka tılmayan asker yükümlüler. 3. m aliye. Ait olduğu yıl içinde tahsil edilemeyerek ertesi yıla kalan vergi alacağı. bakayak, [baka-nak / baka-yak] {eT} is. Çatal tırnaklı hayvanlarda iki tırnaktan her biri ve iki tırnak arası. [DLT] bakayorurken, [bak-mak + yorı-mak > bak-a+yorur-ken
{eAT} zf. Bakarken; bakmakta i-
ken; bakıp dururken, bakayuk, [baka-yuk] {eT} is. At tırnaklarının orta sındaki tümsek et parçası. [DLT] bakça, [Far. bâğçe => bakça
{eAT} is. Bahçe,
bakçan, [Çin. mak tş‘an] {eT} is. Sessiz ve hareket sizce düşünme; tahayyül; tefekkür; mütalaa. [EUTS] bakend, [Far. bakend jj£.] {OsT} is. 1. Yakut. 2. Renkli, ipek kumaş, b akı', [bak-ı] is. 1. Haber alınamayan veya kayıp eş yalar için bakılan fal; {ağız} (aynı). [DS] 2. Teftiş. 3.
BAK
orünîtıiüffltct sözlü«. 442
Müfettiş. 4. {ağız} Hastaya ve çocuğa bakma işi; bakım; besleme. [DS] 5. coğ . Yamaçların güneş ışı ğına göre konumu veya baktığı yön. bakı2, [bakı(r)] {eT} is. 1. Bakır. [EUTS] 2. Tartı öl çüsü. [EUTS] 3. Sikke; para; mangır. [EUTS] bakıa, [Ar. bâkı'a <*üU] (b a :k ıa ) {OsT} is. Dert; bela. bakıcı', [bak-mak > bak-ıcı] is. 1. Bakma, görme veya koruma işini yapan kimse. 2. Bir kişinin veya hayvanın bakımından sorumlu olan kişi. 3. argo. Satın almayı düşünmeden satılık malları seyrederek vakit geçiren kimse. 4. {ağız} Dadı. [DS] 5. {ağız} Görücü. [DS] 6. sf. Bakma işini yapan. bakıcı2, [bak-mak > bak-ı > bakı-cı
is. Kendi
sinden haber alınamayan bir kişi veya kayıp bir eşyadan haber vermek üzere fala bakan kadın; fal cı; { 18-19.yy.} (aynı). bakıcılık1, -ğı [bak-ıcı-lık] is. Bakıcının yaptığı ko ruma ve gözetme işi ve mesleği. bakıcılık2, -ğı [bakı-cı-lık] is. Falcılık, bakıg, [bak-mak > bak-ığ] {eT} is. Bakma; bakış. [DLT] bakıl, [Ar. baki (yeşillik) > bakıl Jâl>] (b a :k ıl) {OsT} sf. 1. (Toprak, yeryüzü için) yeşillenen. 2. Filizle nen. 3. Görünür hale gelen. 4. (B ak ıl ad ın d a a p tal lığıyla m eşhu r b ir Arap'tan telm ihen) Aptal, bakıla, -a ’i [Ar. bâkılâ5 e- >15y (ba. k ıla :) {OsT} is. bot. 1. Bakla. 2. Fasulye cinsi sebzeler, bakıldak, -ğı [Ar. baki (yeşillik) > bakıl + T. -dak] {ağız} is. 1. Baklagillerin badıçları. [DS] 2. {ağız} Taze fasulye. [DS] 3. {ağız} Harmanda çıkan çürük tane. [DS] S bakıldak otu, {ağız} Susam. [DS] bakılm a, [bak-ıl-ma] is. Bakılma işi. bakılm ak, [bak-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. Görme organı yoluyla görme duyusundan yararlanılmak; {eT} (ay nı). [DLT] 2. (Biriyle) özen gösterilerek ilgilenil mek. 3. Başkası tarafından korunmak veya ihtiyaç ları karşılanmak, bakım , [bak-ım j*îL] is. 1. Bir şeyin iyi durumda bu lunması veya kullanılır olabilmesi için yapılan iş. 2. Bir şeyin veya kimsenin bakımlı olması, için ve rilen emek. 3. Bir kimsenin sağlıklı ve huzur içinde yaşaması için yapılan temizlik, beslenme, giyim ve barınma gibi ihtiyaçlarım giderme işi. 4. m ecaz. Görüş açısı, değerlendirme; -e göre. 5. e. İçin; -e göre; nokta-i nazarından. 6. {eAT} Bakış. 7. {eAT} Görünüş. 8. {ağız} Fal. [DS] S bakıma bakıtm ak, {ağız} F a l a baktırm ak. [DS]|| bakım bakm ak, {ağız} F a l bakm ak. [DS]|| bakım yurdu, Yetimler, y a ş lı lar, k im sesizler v e sa k a tla r için kurulm uş barın m a y er le ri; y o k su lla r yurdu, yetim ler yurdu, d â riila ceze. bakım cı, [bakım-cı] is. 1. Bir yerin bakımı ile gö revli kişi. 2. Bir makinenin iyi çalışması için gerek
li bakımı yapmakla görevli kişi. 3. {ağız} Falcı. [DS] 4. {ağız} Orman koruma ve bakım memuru. [DS] bakımevi, [bak-ım+ev-i] b. is. 1. Hastaları muayene etmek, acil durumlarda sağlık tedbirlerini almak için semtlerde kurulan sağlık kurumu. 2. Hasta ve yoksul kişilerin tedavi edildiği, bakıldığı yer. 3. Makinelerin, motorlu araçların bakılıp onarıldığı işlik. K a ra y o lla rı K o c a te p e bakım evi. bakımlı, [bakım-lı] sf. 1. (Y er için) yapılan bakımı belli edecek nitelikte görünen. 2. (Makine, motor vb.) iyi bakılan ve korunan, düzenli çalışan. 3. (Ço cuk, hasta, yaşlı vb. için) iyi ve temiz bakılmış. 4. (Besi hayvanı için) iyi bakılmış besili ve semiz. 5. (Kişi için) kendi sağlığına ve giyimine özen göste ren, temiz. bakımlık, -ğı [bakım-lık] is. tek. Film üzerine alın mış resimlere görüntü sağlayan araç; (Fr. vision neuse). bakımlılık, -ğı [bakım-lı-lık] is. Bakımlı olma hali ve niteliği. bakımsız, [bakım-sız] sf. 1. İyi bakılmamış, gerekli olan bakım işlemleri yapılmamış. 2. Yeterli ilgi ve özen gösterilmemiş; ihmal edilmiş. 3. Sağlıklı, ter tipli, düzenli olmayan. 4. zf. Bakımsız olarak. S1 bakımsız tarzan , argo. S ıska ve cılız erkek. bakımsızlık, -ğı [bakım-sız-lık] is. Bakımsız olma durumu. bakm ak, -ğı [bak-m-mak > bak-m-ak] {ağız} sf. Ba kıma muhtaç. [DS] bakıncak, -ğı [bak-m-(a)cak] is. 1. Tüfeklerde hede fin yakın ve uzaklığına göre ayarlanabilen nişan alma tertibatı; nişangâh; gez. 2. mim. Çoğunlukla eski binalarda küçük bir odacık biçiminde taşma yapan pencereli çıkıntı; cumba, bakındı, [bak + imdi (şim di)] (ba'kındı) ünl. “B a k hele, o la c a k ş e y d eğ il! ” anlamında şaşkınlık ifade si; bak şimdi. bakınılmak, [bak-ın-ıl-mak
edil. f. [-ır] 1.
Bakılmak. {eAT} (aynı) 2. Bakınmak eylemi yapıl mak. bakınm a, [bak-m-ma] is. Bakınmak işi. bakınm ak, [eT. bak-m-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Gözle riyle çevresine bakıp araştırmak; {eT} (aynı). [Yüknekî] 2. {eT} Bir şeyin sonuna bakmak; düşün mek; beklemek. [DLT] 3. {ağız} Doktora muayene olmak. [DS] S bakına bakm a, E trafın a bakarak, a ra ştırarak . b ak ır1, [eT. bakır / bâ-kır [Gülensoy]] is. kim. 1. Es mer kızıl renkte, ısı ve elektriği iyi ileten, dövüle rek şekillendirilebilecek yumuşaklıkta, atom numa rası 29, kütlesi 63,34, ergime sıcaklığı 1084 C olan metal; sembolü: Cu. {eT} (aynı) [ETY] [DLT] [EUTS] 2. Bu madenden yapılmış eşya. 3. {eT} Çin parası. [DLT] 4. {ağız} Tencere. [DS] 5. sf. Bakırdan yapıl ma. 6. (Renk için) kızıl. S1 bakır ağacı, {ağız} B a k
BAK
im iffB B ü .4 4 3
r a ç la su taşırken om uza alm an u çları ipli ağaç. [DS]|| bakır akçe, D eğ eri düşük p a r a . || bakır ala şımı, kim. B a ş k a elem en tlerin için e b a k ır k a ta ra k yapılm ış olan a la şım ; için de b a k ır bulunan a la şım]] bakır basm a, tıp. {ağızj 1. Vücudun h er ta ra fın ın kızarm ası ile b eliren a le r jik b ir hastalık. 2. D izlerden a ş a ğ ıd a çıkan y a ra . [DS]|| B ak ır çağı, tar. ilk b a k ır eşy aların o rtay a çıkm ası ile beliren C ilalı taş ve Tunç ç a ğ la rı a ra sın d a k alan tarihî devir; k alko litik çağ. || bakır çakır, {ağız} K a p k a cak. [DS]|| bakır çalığı, tıp. B a k ır k a p la r a kon ulan y iy eceklerd en b a k ır tuzları ile b ir le ş e r e k h â sıl olan zehirlen m e. || bakır çalm ak, kim. (Y iyecekler için) b a k ır tuzları ile b irle şer ek z eh irli durum k az an m ak.|| bakır eksikliği, tıp. Vücudun d em ir ve C vitaminin yü kseltgen m esi için g e r e k li olan bakırı yeterli o la r a k a la m am ası rahatsızlığ ı,|| bakır gibi, {ağızj Ç ok kurumuş. [DS]|| bakır hava, {ağız} Yük se k bulutlu hava. [DS]|| bakır kaplam a, kim. sany. B aşka m etallerden yap ılm ış eşyaların yüzeyini ince b a k ır lev h a ile sıv am a işlem i]] bakır kelebeği, zool. N arin y a p ılı ve o ld u k ça hızlı uçan b a k ır rengindeki y a n a r d ö n er p a rıltılı k an atlarıy la dikkat çeken b ir k e le b e k le r a lt fam ily a sı, (L ycaen in ae)]] bakır kırı, {ağız} (At donu için) boz renk. [DS]|| bakır oksit, kim. B akırın o ksijen li bileşiğ i; C u 0,C u 20]\ bakır pası, kim. 1. Rutubetli ortam larda k arb o n d iok sit gazının etkisi ile b a k ır m etal yüzeyler ü zerin de m eydan a g elen b a k ır h id ro k a r bonat tabaka. 2. S a f olm ayan b a k ır ba z ik asetat. 3. M yceliophtora lutça a d lı b ir m an tar tarafından m eydana g etirilen m an tar hastalığı. 4. min. Yüzey deki ç a k ıl ve kay aların ü zerin de bu h arla şm a son u cu dem ir ve m an gan ez o ksitleri ile silisten m eydan a gelm iş ince, koyu kırm ızı ren kli m in eral katm an ; patina. || bakır rengi, K ızıl kahveren gi. || bakır so kum, {e l } g ö k b. M erih yıldızı. [DLT]|| bakır sül fat, kim. G öz taşı; C u S 0 4.]\ bakır taşı, min. B a k ır hidratlı d o ğ a l k a r b o n a t; m alakit]] bakır tutm ak, {ağız} B a k ır çalm ak. [DS]|j bakır tuzu, kim. K rista l yapılı b a k ır birleşiği. bakır2, [Ar. bakr (delm ek) > bâlçır Jal>] (ba ;k ır) {OsT} sf. 1. Delen, yırtan. 2. Ciddi bir araştırma yapan. 3. Geniş. 4 is. Aslan. 5. anat. Göz damarı,
.
bakırbaş, [bakır+baş] is. zool. Başları bakır renginde olmasına rağmen genellikle birbiriyle sınıflandırma ilgisi bulunmayan bir çok yılan türü, bakırca, [bakır-ca] {ağız} is. 1. Dibi geniş, ağzı dar bir çeşit su kabı; bakraç. 2. Tandır veya fırında et yemeği pişirmeye yarayan kulplu bakır kap. 3. Ocakta su ısıtmaya veya yemek pişirmeye yarar bakır kap; bakraç. [DS] bakırcı, [bakır-cı] is. Bakır işleyen, bakır kaplama yapan veya bakır kap kacak satan kimse.
bakırcılık, -ğı [bakır-cı-lık] is. 1. Bakır kap kacak yapma ve satma işi. 2. Bakır işleme sanatı, bakırhane, [bakır + Far. -hâne -uU-yU] (ba k ırh a .n e) {OsT} is. Bakır işlenen, bakırdan kap kacak yapılan yer; bakır atölyesi, bakırlag, [bakır-lağ] {eT} sf. Bakırdan yapılmış. [EUTS] bakırlanm a, [bakır-la-n-ma] is. Bakırlanmak eylemi ve durumu, bakırlanm ayı giderme, as. N am lu d a biriken b a k ır kalıntılarını tem izlem e işlemi. bakırlanm ak, [bakır-la-n-mak] dönşl. f . [-ır] as. Ateşli silahlarda namlunun yivleri dibinde mermi çeperinin kalıntıları dolayısıyla bir bakır tabakası nın oluşması, bakırlaşm a, [bakır-la-ş-ma] is. Bakırlaşmak işi. bakırlaşm ak, [bakır-la-ş-mak] dönşl. f. [ -ır ] Rengi bakır kızılma dönmek, bakırlı, [bakır-lı] sf. İçinde bakır bulunan, bakırlıg, [bakır-lığ] {eT} sf. Bakırlı. [DLT] bakırm ak, [ba (yans.) > bâ-kır-mak] (ba;kırm ak) {eT} g ç s z .f. [-u r] Bağırmak. [DLT] bakış, [bak-ış] is. 1. Bakma eylemi. 2. Bakma, ince leme tarzı. 3. {eT} Bakışma; gözle birbirine bakma. [DLT] ö bakış açısı, 1. B ir olayı b elirli b ir in cele m e yön ü ; g örü ş açısı. 2. Yaklaşım .|| bakış doğ rultusu, g ö k b. A stronom ik g ö zlem y a p a n birinin gözü nden in celen en g ö k cism in e doğru uzanan çiz gi.]] bakış noktası, Gözlem cinin gözünün bulundu ğu nokta.|| bakış tarzı, Olayı in celem ed ek i biçim fa r k lılığ ı.|| bakışa bakışa, B irbirlerin e b a k m a k su retiyle. bakışgan, [bak-ış-ğan] {eT} sf. Flerkese göz ucuyla bakan. [DLT] bakışık, -ğı [bak-ş-mak > bak-ış-ık] sf. 1. Birbirinin karşısında olan. 2. Birbirine bakan. 3. Belirli bir nokta veya eksene göre aynı uzaklıkta ve benzer konumda olan, bakışıksız, [bak-ış-ık-sız] sf. 1. Birbirine bakar durumda veya karşı karşıya durmayan. 2. Belirli bir nokta veya eksene göre uzaklıkları ve konumları değişik olan. bakışım, [bak-ış-mak > bak-ış-ım] is. 1. İki ve daha çok nesne arasında durum, konum ve şekil bakı mından uyum. 2. mat. İki geometrik şeklin bir nok ta veya eksene göre ölçüsel uyumu; simetri; tena zur. bakışımlı, [bak-ış-ım-lı] sf. mat. Aralarında bakışım bulunan; simetrik; mütenazır, bakışımsız, [bak-ış-ım-sız] sf. mat. Aralarında bakı şım bulunmayan; asimetrik; gayri mütenazır, bakışımsızlık, -ğı [bak-ış-ım-sız-lık] sf. mat. 1. Bakışımsız olma hali; asimetri, adem-i tenazur. 2. Ortalamadan büyük ve küçük terim sayısının denk olmadığı bir eğrinin durumu.
BAK
0I Ü
bakışma, [bak-ış-ma] is. Bakışmak eylemi, bakışmak, [bak-mak > bak-ış-mak] işteş f . [ -ır ] 1 . Karşılıklı birbirine bakmak. 2. Kaçamak olarak birbirini gözlemek; yandan süzmek; karşılıklı; göz ucu ile bakmak. {eT} (aym) [DLT] bakıt, -dı [bak-ıt] {ağızf is. Bakma ve gözetleme yeri. [DS] bakıtçı, [bak-ıt-çı] {ağız} is. Cadı. [DS]
M
I İ M
M
.
4«
Kırmızı, sarı veya eflatun renkli yakut. 2. Renk renk iplikle dokımmuş bir cins ipek kumaş, bakir, [Ar. bikr (kızlık) > bâkir (a sıl anlam ı “en e r ken, zam an ından ö n c e ”dir) £ l>] (ba :k ir) {OsT} sf. 1. (Kişi için) hiç cinsel ilişkide bulunmamış. 2. m e caz (Eşya, nesne vb. için) hiç kullanılmamış; el değmemiş; yeni. 3. (Toprak için) işlenmemiş. 4. Eskimemiş; yıpranmamış; yeni kalabilmiş.
bakıtm ak, [bak-mak > bak-ıt-mak] {eT} gçl. f . [-u r] bakiran, [Ar. bâkir+Far. -ân jlijS'lj] (b a :k ira :n ) {OsT} 1. Baktırmak. [DLT] 2. {ağız} Yapılmış olan bir bü is. 1. Bakir olanlar. 2. El değmemiş kadınlar. 0 yüyü bozdurmak için büyü yaptırmak. [DS] bâkirân-ı behişt, C en net kızları. bakıyat, [Ar. beka > bâkıyât o U L ] (b a .k ıy a .t) {OsT} bakire, [Ar. bikr / bâkir > bakire (a sıl anlam ı, “tur is. Sürüp giden şeyler, t? bâkıyât-ı sâlihât, {OsT} fa n d a " dır) (b a :k ire) {OsT} sf. 1. (Kadın için) S ev ab ı sü rü p g id en şeyler. hiç cinsel ilişkide bulunmamış; kız; kız oğlan kız. bakiye, [Ar. beka (kalm ak) > bâkıyye 4JL ] (ba :k ıy e) 2. is. Kızlığı bozulmamış, iffetli, namuslu kız. 3. gnşl. Hz. İsa’nın annesi Meryem'in adı. {OsT} is. 1. Arta kalan; geri kalan; artık. 2. Damıt ma ve arıtma işlemleri sonucunda işleme giremeye bakirelik, -ği [bakire-lik] (b a :k irelik ) is. 1. Bakire rek olduğu gibi tortu hâlinde kalan; artık. 3. huk. olanın durumu ve niteliği; erdenlik. 2. Başkası tara Taraflar arasındaki hesabın kapanmasından ya da fından dokunulmamış ve kirletilmemiş olma hali; erdenlik; bekâret; kızlık, hesabın kısmen ödenmesinden sonra bir tarafın di ğerine borçlu kaldığı miktar. 4. Muhasebede borç bakirlik, -ği [bakir-lik (b a :k irlik ) is. 1. Hiç cinsel ve alacak toplamları arasındaki fark. 0 bâkıye-i ilişkide bulunmamış kişinin durumu veya niteliği; b ük â’, {OsT} A ğlam aktan k alan iz. || bâkıye-i bekâret; erdenlik. 2. El değmemişlik; bozulmamış matlüb, {OsT} A lacağın g er i k alan kısmı.\\ bâkıye-i tık; doğal hâlde oluş. medeniyet, {OsT} M eden iyet kalıntısı.\\ bâkıyetü’s- bakiyat, [Ar. bâkî > bâlçiyât o L s l] (ba:kiy a:t, k kalın selef, {OsT} İyi v e hayırlı olan esk i a lışk an lık la ra söylen ir) {OsT} is. 1. Sürüp giden, devam eden şey b a ğ lı olan.\\ bâkıyetü’s-seyf, {OsT} K ılıç artığ ı.|| ler. 2. Ölümsüzler. bâkıyetii’s-süyflf, {OsT} 1. K ılıçtan g eçirilm ekten kurtulanlar. 2. m ecaz. A rta kalanlar.\\ bâkıyet- bakiye1, [Ar. bâkî > bakîye 4J I J (ba :k ı:y e, k kalın ullâh, {OsT} tasvf. A lla h ’ın sevgisin i kazan dıran ve mutluluğu sağ lay an iyi ve g ü zel iş.
söylen ir) {OsT} sf. 1. Devamlı ve ebedî; sonsuz. 2. Kalıntı. 3. Arta kalan.
bakıyevî, [Ar. bâkıyyevî ı s j j y (ba:ktyyevi:) {OsT}
bakiye2, [Ar. bâkî > bâkiye 4-S'l] (ba :k iy e) {OsT} sf.
sf. Artıkla ilgili; bakiyeye ait. 0 j e o l. Aşınım kayaları.
bâkıyevî külte,
b aki1, [Ar. beka (devam lılık) > bakı ^ L ] (b a :k i: k, k aim söylen ir) {OsT} is. 1. Sürekli kalıcı; sonsuz. 2. Ölümsüz; ebedî. 3. Korunup saklanmış; muhafaza edilmiş. 4. Geri kalan; arta kalan. 5. “Öliimsiiz ve e b e d î kalıcıdır. ” anlamında Allah’ın sıfatlarından birisi. 0 bâkî defteri, tar. İm paratorlu k' d ö n e m in de d ev let ala cak ların ın y azıldığ ı defter. || baki kalmak, 1. G erid e kalm ak. 2. A rta kalm ak. 3. E ld e kalm ak. 4. Sonsuz o la r a k sü rekli kalm ak. || bâkî kulu, tar. im p a ra torlu k dönem inde, m erk ez d e dev le t g elirlerin i yazm akla, g e r e k li d efterleri tutm akla g ö rev li m em u rlara verilen ad. || baki selam, M ek tu plarda “ism i say ılan lard an b a ş k a bu ra d a s a y a m ad ık la rım a d a sela m ederim . ” an lam ın da kısa ifade. baki2, [Ar. bükâ (ağlam ak) > bâkî ^ U ] (b a .k i:) {OsT} sf. 1. Ağlayan. 2. Yağmur bulutu, bakide, [Far. bâkîde
(b a :k i:d e ) {OsT} is. 1.
(Kadın için) ağlayan, bakiyen, [Ar. bâkî > bakiyen LS'IJ (ba:kiyen ) {OsT} zf. Ağlayarak, bakka, [Ar. bakka 4i ] is. 1. Sivrisinek. 2. Tahta biti, bakkal, [Ar. baki (sebze, y eşillik ) > bakkâl J U ] is. 1. Yiyecek, içecek ve temizlik malzemelerini satan küçük esnaf. 2. Bu tür eşyaların satıldığı dükkân. 0 bakkala bırakm a! B ir işi sa v sa k la m a k niyetin d e olan birisi “B akalım ! ” d ed iğ in d e söylen en ş a k a y ollu uyarı sözü.|| bakkal çakkal, B a k k a l ve onun ay arın d a o la n esn a f.|| bakkal defteri, Tem iz tutul m am ış, k aralan m ış ve düzensiz kullanılm ış d efter.|| bakkal kâğıdı, K alın ve k a b a b ir cins kâğıt. bakkalhane, [Ar. bakkal + Far. hâne Aili-l«;] (bakk a :lh a :n e ) is. Bakkal dükkânı, bakkaliye, [Ar. bakkâliyye 4J U ] (b a k ka :liy e) {OsT} is. 1. Bakkal dükkânında satılan şeyler. 2. Biraz büyükçe bakkal dükkânı, bakkallık, -ğı [bakkal-lık] is. 1. Bakkalın mesleği;
BAK
i i iiın n ff S f la J i.4 4 5
bakkalın işi. 2. sf. Bakkal dükkânında satılacak ni telikte; bakkala uygun,
[DS] baklalı keklik, {ağız} G öğsü n de k a r a b e n ekler bulunan keklik. [DS]
bakkam, [Ar. bakkam jU;] is. bot. 1. Baklagillerden
baklalık, -ğı [bakla-lık] is. 1. Bakla tarlası. 2. {ağız} Fasulye tarlası. [DS] 3. sf. (Zincir için) belirtilen sayıda halkadan oluşan,
sıcak ülkelerde yetişen ve odunundan kırmızı boya çıkarılan bir cins ağaç; kızıl ağaç, (H aem atoxylon cam pechianum ), 2. Bu bitkiden elde edilmiş boya maddesi; bakam, bakkar, [Ar. bakkâr jU J (b a k k a :r) is. Sığır çobanı; sığırtmaç. bakku, [bak-kû / bak-ü] {eT} is. Tepe; yüksekçe yer. [DLT] baki, [Ar. baki J i ] {OsT} is. Sebze; yeşillik, bakla, [Ar. bald (sebze, yeşillik) > bakla ili ] is. bot.
baklamsı, [bakla-msı] s f Biçimi bakla tanesini andıran, fi1 baklamsı meyve, B akla, fa s u ly e g ib i seb z elerin h e r birin de b ir dizi tohum bulunan k ıl ı f baklan, [bak-lân / bağlan
is. zool. Kırmızı ki
remit tüylü, evcilleştirilebilen, daha çok ırmak ve göl kenarlarında yaşayan bir çeşit kaz; angıt; angut; baklan kaz, (C a sa ra ferr u g in ea ). fi5 baklan kaz, {eAT} Angut kuşu.\\ baklan kuzu, T aze ve sem iz kuzu. [DLT]
1. Baklagillerden yurdumuzun hemen her yerinde baklava, [eAT bakla-ğı / bakla-ğu / bakla-vu ?] is. Çok ince açılmış yufka içine kaymak, ceviz içi, yetişen, taneleri badıç içinde bulunan bir yıllık bit badem, fıstık ezmesi gibi şeyler konularak yapılan ki, (V icia fa b a ). 2. Bu bitkinin yeşil veya kuru ola bir tatlı. S1 baklava açm ak, B a k la v a y a p m a k ü zere rak yenilen tohumu. 3. gnşl. Zinciri oluşturan hal in ce y u fk a açm ak. ||baklava biçimi, E şk en a r d ö rt kalardan her biri; zincir halkası, {ağız} (aynı) [DS] 4. g en ; main, şib ih münharif.\\ baklava börek, D iğ er {ağız} Fasulye. [DS] S1 bakla açm ak, B a k la ile f a l a lerin e g ö r e ç o k kolay, zevkli b ir z.>\|| baklava dili bakm ak.|| bakla atm ak, B a k la ile f a l a bakmak.\\ mi, E şk en a r dörtgen biçim in de dilimlenmiş.\\ bak bakla çiçeği, E flatu n a ça la n b ey az renk. || bakla lava eleği, {ağız} İpekten y a p ılm a bir tür elek. [DS]|| dökmek, B a k la ile f a l a bakm ak. ||bakla falı, B a k la baklava tepsisi, F ırın d a b a k la v a p işirm ek için ku l a ç a r a k bakılan f a l. || bakla gibi (kadar), Olduğun lan ılan a lç a k kenarlı, geniş, y u v a rla k tepsi. dan d ah a iri.\\ bakla k adar, (K üçük şe y le r için) olduğundan ç o k d a h a iri. ||bakla kırı, B ey a z üzeri baklavacı, [baklava-cı] is. Baklava yapıp satan kişi, ne p u l şeklin d e kırm ızı ye siy ah karışım ının olu ş baklavacılık, -ğı [baklava-cı-hk] is. Baklava yapma ve satma işi. turduğu koyu kirli a t donu. {eAT} (aynı)|| bakla salmak, {eAT} B a k la ile f a l a bakmak.\\ bakla sofa, baklavalı, [baklava-lı] sf. 1. Baklavası bulunan. 2. Küçük g iriş; d a r koridor.\\ bakla soğanı, {ağız} Desenleri eşkenar dörtgen biçiminde olan. "5 bakB akla zam an ı çıkarı b ir tür soğan . [DS]|| baklayı lavalı bezeme, O ym a veya b o y a m a yön tem iyle ağzından çıkarm ak, A çıklan m ası uygun dü şm eye b a k la v a dilim i şeklin d e oluşturulan yüzey b ez em e cek bir şey i d a h a fa z l a sa b red em ey ip sö y ley iv er si. mek.|| bakla-yı beyyine, {OsT} bot. Sem izotu.|| baklavalık, -ğı [baldava-lık] sf. 1. Baklava yapmaya bakla-yı ham kâ, {OsT} bot. Semizotu.\\ baklayı elverişli olan. 2. Baklava yapımında kullanılan, ıslatmak, Sır sa k la m a k ; susm ak. baklavu, [bakla-ğı /bakla-ğu / bakla-vu ? {eAT} baklacı, [bakla-cı] is. 1. Bakla yetiştiren veya satan. is. Baklava. 2. {ağız} Bakla ile fal bakan; falcı. [DS] baklin, [Ar. baklîn ,>U;] (bakli;n ) {OsT} is. Baklagil baklacık, -ğı [bakla-cık] is. Bir çiçek adı. {eAT}
lerin tanelerinden çıkarılan bitkisel protein; bitkisel kazein; legümin
baklagiller, [bakla-gil-ler] is. bot. Akasya, bakla, fasulye gibi çiçekleri bakışımlı iki yanlı, taç yap raklı meyvesi baklamsı, köklerinde azot biriktiren bakterilerle ortak yaşayan, yapraklan birleşik ve telek biçimli pek çok bitki topluluğundan meydana gelmiş familya; (Legum inosa).
bakliyat, [Ar. bakl>bakliyyât o l i i ] (bakliya;t) {OsT}
baklagu, [bakla-ğı / bakla-ğu / bakla-vu ?
bakm aç, [bak-maç] is. 1. Dağ ve tepelerden geçen yolların düzlük yerleri. 2. Çevreyi en iyi görebilen yüksekçe yer; bakacak,
baklagı, [bakla-ğı / bakla-ğu / bakla-vu ? is. Baklava.
{eAT}
w. Baklava. baklağı, [bakla-ğı ? [DS]
{eAT} {ağız} is. Baklava.
baklalı, [bakla-lı] sf. 1. İçinde bakla bulunan. 2. {ağız} Üzerinde baklaya benzer benekler bulunan.
is. Baklagillerden fasulye, nohut, mercimek, bakla, bezelye gibi ürünler, bakliye, [Ar. baki > bakliyye (sebzelik)
bakm ak, [eT. bak-mak
gçsz. f . [ - a r ] 1. Bakışı
veya gözleri bir şeye çevirmek; {eT} (aynı). [Yüknekî] [DLT] 2. Görmek. 3. Seyretmek. 4. Araştırma
BAK yapmak. 5. Göz atmak. 6. Yönelmek; dönmek. 7. İlgilenmek; itina göstermek. 8. Geçimini sağlamak. 9. Hizmetinde bulunmak. 10. Muayene etmek; te davi uygulamak. 11. Üzerinde durmak; incelemek. 12. Andırmak. Turuncuya b a k a r kırmızı. 13. (Ken di) sağlığına dikkat etmek. 14. Tamir edilmek, üretmek için belirli bir emek veya para harcamak zorunda kalmak. Bu iş b eş m ilyon liray a ba k ar. 15. Birine inanıp güvenmek. Sen bunların d ed iğ in e bakm a. 16 {17. yy .} Beklemek; durmak 17. {17. y y .} Gözlemek. S baka durmak, B ak m a y a devam etm ek. {eAT} (aynı)|| baka körgil, {eTj B a k ıv e r.|| Bakar mısın? S eslen m e sözü.
.
bakmazlanmak, [bak-maz-la-n-mak] dönşl. f . [-ır] Bakmıyormuş görünümü vererek bakmak; çaktır madan bakmak,
bakr, [bak-ır / bak-(ı)r] {eT} is. Bakır. [EUTS] bakracık, [bak(ı)r-a(ç)-ık] is. Küçük bakraç, bakracik, [bakır > bak-(ı)r-a(ç)-cik
{eAT}
is.
Küçük bakraç,
is. 1. Ağzı geniş, oynar tek kulplu bakır kap; bakırcak. 2. {ağız} Kulplu tencere. [DS] 3. {ağız} Deniz taşıtlarında birinden diğerine vinçlere takarak kömür ak tarmakta kullanılan yaklaşık 700 kg. kadar kömür alabilen sacdan yapılma büyük kap. [DS]
bakraç, -cı, [bakır > bak(ı)r-aç]
bakrak, [bakır > bak(ı)r-ak] {eAT} is. Bakraç, baksı, [Sansk. bhiksu (mürebbi; mürşit) / Çin. pâk shi]
{eT} is -*■ bakşi.
baksımat, [Yun. paksimadi o U ~ i ]
{eAT} is.
Pek
simet.
baksız, [Far. bak + T. -sız] {eT} sf. Korkusuz. S bSksız kılmak, C esaretlen dirm ek. bakşi, [Sansk. bhiksu (m ü rebbi; mürşit) / Çin. pâk shi] {eT} 1. Muallim; öğretmen. [EUTS] 2. Üstat; usta. [EUTS] 3. Hekim; doktor; tabip. [EUTS] 4. Es ki Türk topluluklannda fala bakan, hastalan iyi eden ve aynı zamanda kopuz çalıp şiir söyleyen bir çeşit din adamı; ozan; kam; çalgıcı; falcı,
baktenis, [Yun. makedonisi] {ağız} is. Maydanoz. [DD]
bakteri, [Yun. bakteria (çubukcuk) > Fr. bactrie] is. Toprakta, suda ve canlılarda bulunan; kokuşma ve mayalanma meydana getiren, stoplazmalannda çıp lak DNA’ları bulunan, tek hücreli, basit yapılı, klo rofilsiz, bölünerek çoğalan; bitkilerden ve hayvan lardan farklı, canlılar dünyasında denge sağlayan canlı yaratıklar,
bakteridi, [Fr. bactridie] is. Örneği şarbon mikrobu olan hareketsiz basiller,
bakterigiller, [bakteri-gil-ler] is. bot. Bakterileri içi ne alan canlılar topluluğu,
bakterisit, -di [Fr. bactcide] is. Bakterileri öldüren her türlü kimyasal ve fiziksel etken.
bakteriyofaj, [Yun. bakterion + phagein (yem ek) > Fr. bacteriophage] is. biy. Bakterileri enfekte eden virüs.
bakteriyolog, -ğu [Yun. bakterion (değn ek) + logos (bilim ) > Fr. bactriyologue] is. Bakteriyoloji ala nında çalışan bilim adamı veya uzman,
bakteriyoloji, [Yun. bakterion (değn ek) + logos (bilim ) > Fr. bactriyologie] is. Mikropların ve ço ğunlukla bakterilerin yapılarını, biçimlerini ve nite liklerini inceleyen bilim dalı,
bakteriyolojik, [Yun. bakterion (değn ek) + logos (bilim ) > bakteriyologique] sf. Bakteriyoloji ile il gili.
bakteriyostatik, [Fr. bactriostatique] sf. Bakterileri öldürmeyen ancak üremesini durduran,
baktırma, [bak-tır-ma] is. Baktırmak işi. baktırmak, [bak-mak > bak-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Birinin bakışlarını bir şeye yöneltmesini sağlamak. 2. Muayene ettirmek. 3. Birinin bir şeye, bir kim seye bakmasını veya onu korumasını, gözetmesini sağlamak. 4. Bir aracın bakımını ve onarımını yap tırmak. 5. Geçim ve yaşaması için gerekli olan ihti yaçları birine yüklemek.
baku1, [bak-kü / bak-ü] {eT} is. 1. Tepe; yüksekçe yer. 2. Yokuş. [DLT]
baku2, [bak-mak > bâk-ü jSl>] {eAT} is. Tedavi. bakure1, [Ar. bakar > bakure oj^i] (b a k u :re) {OsT} is. 1. Sığır sürüsü. 2. sf. İyiyi kötüden, yararlıyı zararlıdan ayıramayan; aptal.
bakure2, [Ar. bikr > bâküre »jjSlı] (b a :k u :re ) {OsT} is. Önce yetişen; turfanda. S {OsT} G ençlik.
bâkü retü ’l-hayât,
bakurmak, [bak-ur-mak] {eT} gçl. f
[-u r] Baktır
mak. [DLT]
bakyaz, [Far. fakyâz => bakyâz j L i / jU L ] {eAT} is. 1. Yeni ev edinenlerin tanıdıklarına verdikleri ziya fet. 2. Şerbetlik; bahşiş,
ba’l, [Ar. ba‘l
{OsT} is. 1. Karı kocadan her biri;
eş. 2. Sahip; patron. 3. İslâmlık öncesinde Arapların putlarından birinin adı; Güneş tanrısı. bal1, [Hint-Avr. d. / Lat. mel ? > eTbâl [Clausen] / bal (b a lçık ) [Menges]] is. 1. Anların çiçeklerden topladıkları ve kursaklarında özlendirerek petek gözleri ne doldurdukları tatlı, kokulu, açık sarıdan esmere kadar değişen koyu kıvamlı sıvı madde. {eT} (aynl) [DLT] 2. Çok olgunlaşmış meyvelerden özellikle incirden sızan tatlı sıvı. 3. Ağaçların çatlak kabuk larından sızarak pıhtılaşan koyu öz su; kedi balı. 4. m ecaz. Çok tatlı, bal tadında olan, t? bal ağız» {ağız} K on u şm ası tatlı kim se; h o ş so h bet. [DS]|| bal alacak çiçek, İş e y a ra y an ve y a r a r s a ğ la n a b ile n şey. || bal alacak çiçeği bilmek, En iyi ş e k ild e y o -
İTOf f l B l İ t t » . 4 4 7
ra rla n ıla b ilece k kayn ağı se ç e b ilm e k ,|| bal arısı, zool. Z ar kan atlılard an b a l ve p e t e k e ld e etm ek için toplu h a ld e k ov a n la rd a barın dırılan ek lem b a ca k lı türü; arı, (Apis mellifica).\\ bal başı, En iyi v e en temiz b a l.|| bal çiçeği, {ağız} bot. H anım eli. [DS]|| bal demekle ağız tatlanmamak, U ygulam aya dönm eyen s ö z le r g eç e rs iz olm ak. ||bal dök de yala! B ir yerin ç o k temiz olduğunu ifa d e ed en deyim . || bal dudak, {ağız} 1. Yüze gü len ; iki yüzlü; d a lk a vuk. 2. G eveze. [DS]|| bal dudaklı, H o ş sohbet, tatlı dilli.\\ bal gibi, 1. Ç o k tatlı. 2. Ş ü pheye y e r b ır a k m ay acak biçimde', ba sb ay a ğ ı, p e k â la , a d am ak ıllı; su götürm ez; h iç şü p h e yok.\\ bal gömeri, 1. B a l peteği. 2. B a l p eteğ in i an dıran büzgülü dikiş. \\ bal kabağı, bot. 1. İri ve tatlı b ir k a b a k cinsi, (C ucur bita m oschata). 2. a rg o. A ptal; an layışı kıt; beyin siz.|| bal kelebeği, zool. Tırtılları a rı yavrularının bulunduğu g ö z leri ö z e l bir m ad d e ile k a p a ta r a k içerd e kurtçuğun ö lm esin e ve kovanın çö km esin e y o l a çan kül ren gi b ir k e le b e ğ i o la n ç o k z a ra rlı bir güve, (G a lleria mellonella),\\ bal köpüğü, A çık sarı.|| bal mumı yapışdurmak, {eAT} U nutm amak için işa ret koymak.\\ bal mumu, 1. A rıların p e t e k yapm ak için sa lg ıla d ık la rı soğ u kta kırılgan laşan , yumuşak, esnek, sa rı b ir m adde. 2. gnşl. K o la y k ırı lıp bükülen, ş e k il d eğ iştiren ; dayan ıksız.|| bal mu mu gibi erimek, Ç o k zayıflam ak. || bal mumu gibi sararmak, R en gi k a çm a k ; solm ak. || (kırmızı dipli) bal mumu ile davet etmek, G elm esin i h a ra retle istemek, ç o k arzu etm ek. || bal mumu macunu, M obilya kusurlarını ö rtm ek için kullanılan to p rak boya karıştırılm ış b a l mumu.|| bal mumu yapış tırmak, Unutulmaması için işa ret koyup d ikkati çekm ek. {eAT} (aynı)|| bal otu, bot. B u ğ daygillerden Avrupa, A sya v e A fr ik a ’d a y etişen y a p r a k ve to humları tüylü, ç iç ek le ri in ce uzun k o ça n biçim in de çok y ıllık kü çü k otsu bitki; k a d ife otu, (H olcus).|| bal özü, bot. Ç içeklerin için d e bulunan ve arıların bal y a p m a kta ku llan dıkları tatlı sıvı; nektar.\\ bal özü bezi, B itki çiçeklerin in yum u rtalık veya e r k e k organlarının dibin d e bulunan balözii salg ılay an bezler. ||bal özü emengiller, zool. Tüyleri ç o k p a r lak, dilleri yırtm açlı boru şeklin de, çiçek lerin b a l özlerini em en yüz k a d a r türü bulunan ötücü kuş ailesi, (Nectariniidae).\\ bal özülük, bot. Ç içek lerde, b a l özü çıka ra n bezlerin y e r a ld ığ ı o rg a n lar. ||bal peteği, A rıların b a l v e yavru ü retm ek için yaptıkları, altıgen yü ksü k p e t e k g özlerin den m eyda na gelm iş b a l mumu tabakası.\\ bal rengi, K a h v e rengiye y akın sarı.\\ bal sağmak, K ovan dan y a d a arıların yu va y a p tık la rı a ğ a ç dalın dan b a l p e t e k lerini toplam ak. {eAT} (aym)\\ bal tutup parmak yalamak, 1. Y ararlanm ak. 2. H e r zam an istem ek. || bal yiyen arısını söndürsün, “Zevkini sü ren z a h metine d e katlan sın ’’ an lam ın da kullanılır.
BAL
bal2, [bala] {ağız} is. 1. Erkek kardeş. 2. Kardeş. 3. Küçük kız çocuğu. [DS]
balJ, [? bal] {ağız} is. Yanak. [DS] S1 bal almak, a r go. Öpmek.
bal4, [Far. bâl JU] (ba.T) {OsT} is. 1. Kanat. 2. Kol. 3. Boy bos. 4. Üst kısım. S bâl-güşâ, {OsT} K an at açan , uçan. ||bâl- şikeste, {OsT} K a n a d ı kırık. || bâl ü per, {OsT} K a n a t.||bâl-vâne, {OsT} 1. D arı kuşu; o r a k kuşu. 2. D ağ kırlangıcı.\\ bâl-ver, {OsT} U ça b ilen ; kan atlı.|| bâl-zen, {OsT} K a n a t vuran; uçan. bal5, [Ar. bâl JU] (ba.T) {OsT} is. 1. Kalp; yürek; gönül. 2. Dikkat; merak. 3. Durum.
balaV \eT. bala] is. 1. Kuş yavrusu; palaz; yavru; {eT} {eAT} {ağız} (aynı). [DLT] [DS] 2. {ağız} Çocuk. [DS] 3. {eAT} Çiftçilik ve diğer işlerde yardımcı; çırak. [DLT] 4. {ağız} Oğlan çocuğu. [DS] 5. {ağız} Bezden yapılma bebek. [DS] 6. {ağız} sf. Küçük; ufak. [DS] bala2, [Far. vâlâ => bala / mala] {eAT} is. 1. Baş örtüsü. 2. {ağız} Marangozların cila yapmakta kul landıkları içi pamuk dolu bez. [DS] 3. {ağız} Bulaşık bezi. [DS]
bala3, [Ar. belâ U>] {ağız} is. 1. Bela. 2. Zor; güç. [DS]
bala4, [bala] {ağız} is. Tatar. [DS] bala5, [Far. bâlâ
(ba.Tâ:) {OsT} is. 1. Üst; yukarı.
2. Uzun boy. 3. Yedek atı. 4. sf. Yüksek; yüce; uzun. 5. Azat. S bâlâ-bülend, {OsT} Uzun boylu.\\ bâlâ-bülendân, {OsT} Uzun boylular.\\ bâlâ-dest, {OsT} E li üstün; g a lip .|| bâlâ-destî, {OsT} 1. E l üs tünlüğü; galibiyet. 2. Zulüm.\\ bâlâ-hvân, {OsT} B ir şey i aşırı d e r e c e d e a b a rtan ; şişiren. || bâlâ-hâne, {OsT} Evin en üstü; çatı katı.|| bâlâ-hvânî, {OsT} B ir şey i a şırı d e r e c e d e a b a rtm a ; şişirme.\\ bâlâhimmet, {OsT} H im m eti y ü k sek olan. || bâlâ-kad, {OsT} Uzun boylu.|| bâlâ-keşîde, {OsT} B oy atm ış; boyu uzam ış; uzun boylu.\\ bâlâ-nişîn, {OsT} Üstte, y u k a rıd a otu ran lar,|| bâlâ-pervâz, {OsT} 1. Yüksek uçan. 2. m ecaz. P alav racı. || bâlâ-pervâz-âne, {OsT} Yüksekten atıp tutarak; p a la v r a a ta ra k ; a b a rtarak . ||bâlâ-püş, {OsT} P alto, p a rd ö sü g ib i üst g iy ece k ler i.|| bâlâ-rev, {OsT} Yüksekten giden.\\ bâlâ-ter, {OsT} D a h a y ü ksek; p e k y ü k sek .|| bâlâterîn, {OsT} Enyüksek.\\ bâlâ vü pest, {OsT} 1. Üst ve alt. 2. m ecaz. G ö k ve y er. || bâlâ-yı bülend, {OsT} Uzun boy.
balaban, [Far. bâlâ (yüksek) + bân (ses) (küçük d a vul) üLİ> / üLj’JIj / üULj] is. 1. Hazar doğusu Türk lerinde kullanılan dokuz delikli bir tür zuma; baraban. 2. Büyük davul ve bu davulun tokmağı; kös. 3. Sokak sokak gezdirilerek oynatılan ayı. 4. {ağız} Atmaca ve doğan cinsi bir yırtıcı kuşun yöresel adı; alıcı kuş; çakır doğan; üsküflü doğan. (F a lc o p e -
ÖIÜMIÜMÎM.
BAL
r e g r im s ). {eAT} (aym) [DS] 5. bly. Balıkçılgillerden, yurdumuzun hemen her bölgesinde dört mevsim rastlanan, kamışlık ve bataklıklarda yaşayan, bura larda yuva yaparak kuluçkaya yatan, çoğunlukla alaca karanlıkta ve gece ortaya çıkan, sırtı siyah, diğer bölgeleri sarı, siyah ve kahverengi karışımı tüylerle kaplı bir kuş, (B otaurus stellaris), 6. {ağa} Örümcek. [DS] 1. {ağız} Mayıs böceği. [DS] 8. {a ğ a } Kağnı tekerleğinin çıkmaması İçin mazının ucuna takılan çivi; kama. [DS] 9. {ağ a} Yapının üstüne atılan kalın ağaç kiriş. [DS] 10. sfi. Çök iri yapılı; kocaman; 11. {ağ a} (Çocuk için) şişman; gürbüz. [DS] 12. /ağız} Yakışıklı; yiğit. [DS] 13. {ağız} Nazlı; cilveli. [DS] fi1 balaban kuşu» zool. B alıkçılg illerd en büyük g o lle r d e a la c a k aran lıkta y aln ız d olaşan , esm er b en ekli kırm ızım tırak s a n renkli, ilk b a h a rd a b o ğ a böğ ü rm esin e ben z er se s çıka ra n o ld u kça k ıs a b a c a k lı 70 cm. boyun da b ir y a b a n i kuş, (B otaurus stellaris). balabanlanm a, [balaban-la-n-ma] is. Balabanlanmak eylemi. balabanlanm ak1, [balaban-la-n-mak] {ağız} d ö n ş l f i [-ır ] İrileşmek, [DS] balabanlanm ak2, jbalaban-la ıı-ınak] dönşl. fi. [-ir ] Balaban sahibi olmak; balaban edinmek, balabanlaşm a, [balaban-la-ş-ma] {ağız}} is-, İrileşme. [DS balabanlaşm ak, [balaban-la-ş-mak] {ağız} gçsz, fi. [ır ] Çok büyümek, irileşmek; balabanlanmak. [DS] balabanlık, -ğı [balaban-lık] is. Balaban olma duru mu; balaban olanın niteliği, balaca, [bala-ea] {a ğ a } iş. 1. Yavru; çocuk. 2. sfi Küçük. [DS] balacan, [bala+can] {ağa} sfi. 1. (Çocuk için) şişman; gürbüz. 2» Nazlı; işveli. 3. Yakışıklı. 4. Büyük; iri. 5. ünl. Sevgili canım; yavrum. [DS] balaeık, -ğı [bala-cık] is. Küçük yavru; yavrucuk, Ö balacık etler, {eA T} K a b a et g ib i şişkin olan etler. balaçora, [? balaçora] '{ağız} sfi, 1. Pasaklı; pis, 2. Kalender. 3. Dobra dobra konuşan. [DS] balad, [Lat. ballâre (dans etm ek) > Fr. ballade] {OsT} is, 1. ed. Anlatıcı şiir. 2. müz, Anlatıcı müzik türü, balâda, [Yun. poulâda] {ağız} is. Altı aylık piliç: [DS] baladen, [Fr. baladin] is. 1. Tiyatrolarda perde arası dansları yapan soytarı oyuncu. 2. Meydan soytarısı. 3. Kötü komedi oyuncusu, baladır, [? baladır] is. b o t Sakız ağacıgillerden sürekli yeşil ve basit yapraklı, böbrek biçimindeki meyveleri yenebilen ve aynı zamanda frengi ilacı olarak kullanılan bir öz su veren bir Asya ve Avustralya bitkisi; bataklık cevizi; malak baklası, (S em ecarpu s anacardiu m ). baladız, [? baladız] {ağız} is. 1. Asma ve ağaç filizi; sürgün. 2. Taze ve olgun incir. [DS] baladur, [İt, imbalador > Yun. baladurös] is. 1>
Gümrük kolcusu; gümrük muhafaza memuru. 2. Gümrükten çıkan malları tekrar saran görevli. 3. Bekçi. 4. {a ğ a } Kuru üzüm ve incir tüccarı; bu tüc carların başkam. [DS] balafur» [Yun. parafumin] {a ğ a } is, 1. Saman alevi. 2, Fırının ikinci tavı, [DS] balağız, [bal+ağız / avuz] {a ğ a } is. Bal mumu. [DS] b alak 1, [balak / balık] {eT} 1. Balık. [Gabain] [EUTS] 2. Şehir. [EUTS] balak2, -ğı [Yun. pallak ? / bala (çocu k) > bala-k [EREN]
is. 1. {eAT} {a ğ a } Manda yavrusu; ma
lak. [DS] 2. /a ğ a } Hayvan yavrusu. [DS] 3. {ağız} Ayı yavrusu. [DS] 4. {ağız} Tavşan yavrusu, [DS] balak3, -ğı [? balak] {ağız} is. 1. Pantolon ve şalvar türü giyeceklerin paçası. 2. Kadife. [DS] balak4, -ğı [eT, balık] {ağız}] is. Sulu çamur; batak, [DS balaklacı, [balak-la-(y-ı)cı] {ağız}is. Gebe manda. [DS] balaklam ak, [balak-la-mak] {a ğ a } gçsz. fi. [ - r ] [-l(ı)~ y o r ] (Manda için) doğurmak, [DS] balalam ak, [bala-la-mak] {eT} g ç s z ./. [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Kuşlar için) yavrulamak. [DLT] 2. {ağ a} (Hay van için) doğurmak. [DS] balalas» [Yun, palalos] {a ğ a } sfi Aptal; budala; serse ri; deli. [DS] balalayka, [Rus. balalayka] is, müz. Üçgen gövdeli, mızrapla çalman, üç telli bir çeşit Rus tamburası, balalı» [bala-lı] {a ğ a } sfi 1. (Hayvan için) gebe. 2. (Hayvan için) yavrusu olan, [DS] S balalı takım, {ağız} D okuz p a r ç a d a n ib a ret olan m obilya takımı. [DS] balalos, [Yun, palalos] {a ğ a } sfi. - * palalas. [DS] b alam a', [Rom. balamo (Rum)] is.I. Ortaoyunu ve Karagözde Rum tipi. 2. {a ğ a } Bir tür sert ve düz taş. |DS) balam a2, [bağ-la-ma] (b a d a m a ) {ağız} is. Bağlama; saz. [DS] balaman» [Far. balaban] {a ğ a } is. Nefesli bir tür saz; mey; balaban. [DS] balam bıt, [? balambıt] {a ğ a } is. İki kişi tarafından kullanılabilen ve ağaç kesmekte kullanılan büyük testere; kolustur; kolastar. [DS] balamır» ibala-nnr ?] is. 1. Anadolu evlerinde kapı üstlerinde eşya koymaya yarayan küçük oyuk; balamur. 2. {ağız} Büyük taş. [DS] balamoz, [Rom. balamo (Rum)] is. arg o. 1. Yaşlı kimse; ihtiyar, 2. Davranışları ve görünüşü çirkin, kaba saba adam, balam ur, [bala-mur] {ağız} is. -*■ balamır. [DS] balam ut, [Yun. palanidi (m eşe)] {a ğ a } is. Çam ve meşe ağacının meyvesi; palamut. [DS] balan, [Far. balân o% ] (b a la :n ) is. 1. Koridor; giriş. 2. Tuzak; kapan.
iin ıiff« .4 4 9 balançina, [İt. balansinna] (balan çi'n a) is. dnz. Ge milerde seren, bumbar, çubuk vb. bir donanımı ser best uçundan tutan halat. balane, [Far. b alân e^ ^ ] (b a la .n e ) is. Koridor; giriş. balanit, [Fr. balanite] is. tıp. Erkeklik organının ba şını örten zarın iltihaplanması, balans, [Lat. bi (çift) + lanh (kefe) > bilancia (terazi) > Fr. balance] is. 1. Denge; muvazene. 2. İki yollu ses düzeninde ses ayarını yapan düzenek. 3. Banka larda müşterilerin günlük hesap bakiyelerini belir ten belge. 4. Günlük alacak ve borç durumunu be lirten cetvel; bakiye. 5. Mekanik saatlerde, salınım hareketi yaparak saatin çalışmasını sağlayan parça. ö1 balans ayarı, O tom ob illerd e tekerleğ in d ön m e sinden dolayı m eydan a g elen salın m ayı ve sa rs ıl mayı ön lem ek için a ğ ırlık ta k a ra k d en g e sa ğ la m a işi. balansine, [İt. balansinne] (b a la n c i’ne) is. -*■ balan çina. balar, [Far. balar{ağızj is. Çatılarda kiremitlerin altına çakılan ince tahta; pedavra; padavra. [DS] balaran, [bal-ar-mak > bal-aı-an / bal+er-en] {ağız} is. Taze ve olgun incir. [DS] b'alarık, -ğı [bal-ar-mak > bal-ar-ık] {ağız} is. Taze ve olgun incir. [DS] balarmak, [bala-r-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır ] 1, Büyü mek; yetişmek. 2. Kanlı canlı olmak; canlanmak; kendine gelmek. 3. Çoğalmak. 4. Şişmek; kabar mak. 5. Bir işten kaytarmak; kaçamak yapmak. [DS] balasır, [İt. plastro > balasır / halastır ?] (b a la ’sır) {ağız} is. Hatıl. [DS] balast, [İng. ballast] is. 1. Karayollarında düzeltilmiş toprağın üzerine, demiryollarında ise traverslerin altına serilen kırma taş. 2. Gemilerde dengeyi sağ lamak için özel tanklara alınan su; safra. 3 .fız , Flüoresan lambalarda elektrik akımım sabit tutmaya yarayan direnç. S? balast direnç, fız . G erilim in yüksek değ işim lerin de akım ı sa b it tutm ak için d ev reye konulan diren ç. j| balast gemi, dnz. Yükü o l mayan, a n ca k den geyi sa ğ la y a b ilm ek için b a la st tanklarına s a fr a alm ış olayı gem i. balastır, [İt. plastro > balastır / balasır] ( b a l a ’stır) {ağız} is. Hatıl. [DS] balastlamak, [balast-la-mak] is. 1. Karayoluna veya demiryoluna balast sermek. 2. fız. Geminin yük durumuna göre dengesini sağlamak için balast tanklarına safra almak, 'i. fız . Bir elektrik devresin deki ani akım dalgalanmalarını önlemek için uygun bir direnç yerleştirmek. balat1, -dı [Fr. ballade] is. ed. 1. Bir kahramanlık hi kâyesini konu alan müzik ve dans eşliğinde söyle nen şiir. 2. Latin edebiyatında üç beyitlik bentleri
BAL
izleyen nakarat ve ağırlamadan oluşan üç bentlik küçük lirik şiir. 3. Romantik müzik. balat2, -dı [? balat] {ağız} is. 1. Fincan tepsisi. 2. Ufuk. 3. Pazartesi. [DS] b alata1, [Fr. plateau de frein / Alm. balata] is. tek. Sürtünmenin önem taşıdığı teknik aygıtlarda sür tünme kat sayısını artırıcı özel malzemeden yapıl mış parça. balata2, [Guyana d. balata] is. bot. Amerika’nın tro pikal bölgelerinde yetişen beyaz, pembe, kahve rengi veya kırmızı-mor renkli kerestesi olan bir çok çeşidi bulunan büyük boylu ağaçlar, (S a p o ta ceae). balater; [Far. bâlâ (yüksek) + -ter] (b a :lâ :te r) {OsT} sf. Daha yüce, balaterin, [Far. bâlâ-ter-Tn] (b a :lâ :te ri:n ) {OsT} sf. En yüksek. balay, [eT. bol-mak (olm ak) > bol-a / bu+ol-a] (ba ’la.y) {ağız} zf. 1. Belki. 2. İnşallah. [DS] balaya, [Ar. beliye (m usibet) > belâya] (b e la .y a :) {OsT} is. Musibetler; belalar; kaygılar; kederler, balayı, [Fr. lune (ay) de miel (bal) (tercüm esi) > bal+ay-ı] is. Evliliğin ilk ayı, ilk günleri; balım gü lüm ayı. balayki, [bol-mak (olm ak) > bol-a-y+ki] {ağız} zf. Bari; hiç olmazsa. [DS] balbal1, [Moğ. barimal (heykel) > barmal > barbal] {eT} is. 1. Müslümanlıktan önce Türk alplarının mezarlarının doğu tarafına, öldürdükleri düşman sayısınca dikilen taştan kaba heykeller veya sivri uzun taşlar; mezar taşı; ölen kahramanın öldürdüğü düşman sayısınca dikilen heykel. [Gabain] 2. Öldü rülen düşmanın taştan yapılma heykeli. [Tekin] [ETY] balbal2, [bal+bal] {ağız} is. Yuvarlak taneli bir tür üzüm. [DS] balbal^, [bar (yans.) > bar+bar / balbal] {ağız} sf. Gü rültücü; şamatacı. [DS] balbaşı, [bal+baş-ı] {ağız} is. 1. Koyu pekmez. 2. Kovanda kalan bal artıklarının kaynatılması ile el de edilen bir tür pekmez. 3. Koyu kıvamlı kayna tılmış şeker; ağda. 4. Şırayı tatlandırmakta kullanı lan güzel kokulu, sarı çiçekli, ince yapraklı bir bit ki. 5. Sulu yara. [DS] b ak an , [Far. bâdincân] {ağız} is. -*■ patlıcan. [DS] balcı, [bal-cı] is. 1. Bal üretmek amacıyla bal arısı yetiştiren kimse; arıcı. 2. Bal ticareti yapan kişi, balcıgiller, [bal-cı-gil-ler] is. zool. Dillerinin ucun daki bir çeşit kıskaç ile çiçeklerden bal özü topla yarak beslenen, sıcak ülkelerde yaşanan bir tür ötü cü kuş familyası, (M eliphagidae). balcık, -ğı [bal-cık] {ağız} is. Ağaçlardan sızan tatlı sıvı. [DS] balcıl, [bal-cıl] {ağız}] is. İşçi arı. [DS balcılık, -ğı [bal-cı-lık] is. Balcının yaptığı iş; balcı nın mesleği.
BAL
Ô Ï Ü M T Ü M M .4 S 0
b aldır’, [baldır] {eT} sf. Üvey. S baldır kız, {eT} balcım am ak, [mal > malcı-mak (m alı g ib i g örm ek) > balcı-ma-mak] {ağız} gçl. f . [-z] [-m (ı)y o r] Ken Üvey kız. [DLT]|| baldır oğul, {eT} Üvey oğul. dine uygun görmemek. [DS] baldır4, [eT. baltır (bitki g öv d esi) y-üL] is. 1. Baca balç, [îng. bulge] (şişkinlik) is. dnz. Gemilere çarpa ğın diz kapağı ile ayak bileği arasında kalan kısım; cak olan torpilin patlama noktasını karinadan uzak incik. 2. Bu bölümün şişkin, yumuşak kaslı arka tutmak için geminin gövdesine uydurulmuş şişkin tarafı. 3. {eT} Dağın burun gibi çıkan yeri. [DLT] 4. kısım. {eAT} Bitki gövdesi. 5. {ağız} Yaş meşe odunu. [DS] b alçak 1, -ğı [Moğ. balçak öUJu] is. 1. {eAT} {ağız} is. S baldır bacak, {ağız} A çık s a ç ık görü n en kadın b ald ırı ve b a c a ğ ı; ç ırılç ıp la k ; çıplak. [DS]|| baldır Kılıç kabzası; kılıç sapı. [DS] 2. {ağız} Bıçak ve kı b ayrak , 1. Ç o k yırtık; p a ra m p a r ç a . 2. T erbiyesiz lıçların tutacak yerlerinde elin kesici kısma kay c e davranış]] baldır b ayrak açm ak, {ağız} D ile maması için yapılmış küçük çıkıntı; kabza siperi. [DS] d ü şm ek [DS]|| baldır b ayrak etmek, {ağız} P a ra m p a r ç a etm ek. [DS]|| baldırı beyaz, {ağız} P ırasa. balçak2, -ğı [balk > balk-aç > balçak] {ağız} is. Bal [DS]|| baldırı çıplak, 1. B ir iş tutmayan se rse ri; çık. [DS] a y a k takımı. 2. {ağız} Yoksul. [DS] 3. {ağız} P ırasa. balçı, [balçı(k) > balçı] {ağız} is. Balçıktan yapılmış [DS]|| baldırı kız, {ağız} Sem iz otu. [DS]|| baldır su kabı; testi. [DS] kemiği, anat. B a ld ırd a y e r alan iki kem ikten ince balçık, -ğı \eT. Arguca, Oğuzca, balk (çam ur) + aç > olanı, (fıbula)]\ baldır p aça, {ağız} A çık s a ç ık ; ç ı balkaç > balçık j^ L ] is. 1. Sıvık çamur. 2. Batak rılçıplak. [DS]|| baldır p aça sıvamak, {ağız} K av lık. 3. Yapışkan ve koyu kıvamlı çamur; killi ça g a y a davran m ak; hücum a kalkışm ak. [DS] mur. 4. Heykel yapımında kullanılan çamur. 5. baldırak, -ğı [baldır-ak] is. 1. Pantolon ve uzun don İçinde çokça kil bulunan yağlı ve su geçirmez koyu gibi giyeceklerin diz altında kalan kısımları. 2. renkli toprak. 6. Yatağından taşan akarsuyun bırak Ayağın baldır kısmını örtmek için giyilen tozluk; tığı, içinde kum, kil ve çokça organik madde bulu baldırlık. 3. Ata eyersiz olarak binenlerin baldırla nan verimli toprak. 7. {ağız} Kilimlerde, paralel rına içten sardıkları deri parçaları. 4. Kılıç kayışı kenar şeklindeki desenler. [DS] S balçığa b atır nın aşağı sarkan parçası, m ak, 1. Onurunu k ırm ak; lekelem ek. 2. K ü çü k dü baldıran, [eT. baldır-ğan] is. bot. 1. Maydanozgiller şü rm ek; horlamak.\\ balçık hastalığı, B itk ilerd e den nemli yerlerde yetişen pek çok zehirli bitkinin g örü len b ir tür m an tar hastalığı.\\ balçık hurm a, ortak adı; su baldıranı; bataklık maydanozu; ak bal {eAT} K a b ın a ba stırıla ra k konmuş, ezik ve y a p ışık dıran, (C icuta virosa), (Anthriscus). 2. Gövdesi hu rm a.|| balçık hurm ası, {ağız} S a n d ık la ra b a sıla mor benekli, çok parçalı büyük yapraklı, şemsiye r a k kurutulan y a d a kurutulduktan so n ra san d ık biçiminde küçük beyaz çiçekler açan, tohumlarında la r a ba sılan ezik hurma. [DS] || balçık inciri, San zehirli bir alkaloit bulunduran, yüksek gövdeli otsu d ık la ra basılm ış ezik kuru incir. bir bitki; ağı otu; büyük baldıran; sukıran; lekeli balçıklalmak, [balçık-la-l-mak] g ç l . f [ - r ] [-l(ı) -yor] baldıran; şemsiye otu; yılan otu, (Conium m acu laBalçıkla sıvamak, tum) fi1 baldıran şerbeti, B üyük zorlu klarla, ç o k balçıklamak, [balçık-la-mak jJlüşJL] {eAT} gçl. f . [büyük a c ıla r ç e k e r e k eld e ed ilen b a şa rı ve kazanç. r ] Balçıkla sıvamak, baldıranlık, -ğı [baldıran-lık] is. Baldıranı çok olan balçıklı, [balçık-h] sf. 1. Balçıkla karışık; içinde, yer. üzerinde balçık bulunan. 2. Balçıkla sıvanmış, baldırgan, [baldır-gan] {ağız} is. bot. 1. Baldıran. 2. balçuk, [bal-çık > bal-çuk
{eAT} is. Balçık;
bataklık. baldak, [Çağ. bağıldak] is. Kılıç kolanının halkası, baldaken, [Fr. baldaquin] is. mim. Taştan yapılan sayvan. baldan, [? baldan] {ağız} sf. Ahmak. [DS] b aldır1, [bal-d (yans.) > bal-d-ır] is. Parıltı, parlama bildiren gövde. S baldır baldır, {ağız} P a r ıl p arıl. [DS] baldır2, [eT. baldır] sf. 1. {eT} Çağı başında yapılan; dönem başında olan. 2. {eT} İlk olarak meydana gelen. [DLT] 3. is. Çağı başında meydana gelen ve ya ilk olarak yapılan iş. S baldır kuzu, î l k doğan kuzu. [DLT]|| baldır tarıg, {eT} İlk b a h a r başın da ek ilen ekin. [DLT]
Orta Asya ve Akdeniz bölgesinde, kaya aralarında yetişen uzun saklı, üzeri dikensiz, pis kokulu bir bitki; şeytan tersi; şeytan boku, (F eru la assa foetida). [DS] baldırıkara, [baldır-ı+kara] is. bot. 1. Nemli yer lerde yetişen adiantum ve aspleniu m cinsinden pek çok eğrelti otunun ortak adı. 2. Islak kayalık ve ku yu ağzı gibi yerlerde yetişen, yaprak ve loplarının sapları siyah renkte, acı bir tadı ve özel bir kokusu bulunan halk hekimliğinde göğüs yumuşatıcı şurup yapımında kullanılan çok yıllık otsu bir bitki; kara baldır; Venüs saçı, (Adiantum capillu s-ven eris). baldı ırlatmak, [baldır-la-mak] gçl. f . [- r ] [-l(ı) -y o r] (Binici için) baldırları ile uyararak atı harekete ge çirmek.
ififfiiııniis ffjjMjj««sı baldırlanmak,
BAL { eAT'}
[bal-dır-la-n-mak
gçsz.f. [-ur] (Ağaç gövdesi için) gelişmek, baldırpatlatan, [baldır+patlat-an] is. spor. Yağlı gü reşte rakibin bir ayağını diz çukuruna sıkıştırıp di ğerini bunun üzerine doğru bükmek suretiyle yapı lan tehlikeli bir oyun, baldırsokan, [baldır+sok-an] is. zool. Çiftkanatlıların sinekler familyasından, karasineğe benzer an cak daha güçlü ağız hortumu ile canlıların kanını emen, kurtçukları çürük saman ve gübre içinde ge lişen, özellikle şarbon hastalığı başta olmak üzere pek çok bulaşıcı hastalık mikroplarını taşıyan si nek, (Stomaxys calcitrans).
hastalığı, {ağız} Filoksera adlı bir bağ hastalığı. [DS]|| balgam taşı, min. Damarlı ve saydam değer
li bir taş; Hacıbektaş taşı, Kadıköy taşı. balgam 2, [balık (çamur) > balkan] {ağız} is. 1. Saz lık; bataklık. 2. Karların erimesinden ya da yağ murdan sonra oluşan sulu çamur; balçık. [DS] balgami, [Ar. balğaml] (balgami:) sf. 1. Balgamla ilgili. 2. (Bünye için) balgam üstün olan. 3. mecaz. Soğuk mizaçlı, balgamlı, [balgam-lı] sf. Balgamı olan, balgamlık, -ğı [balkan-lık > balgam-lık] {ağız} is. 1. Bataklık. 2. Sık ormanlık; çalılık; fundalık; balkanlık. [DS]
balgan, [balık (çamur) > balkan] {ağız} is. 1. Sazlık; baldız1, [eT. baltır [Gabain] > baltız > baldız] {eT} is. 1. (Erkek için) eşinin kız kardeşi. 2. {eT} Kadının bataklık. 2. Atık suların biriktiği yer. [DS] balgarisa, [İt. barcarizzo] (balgari’s a) is. dnz. Yan kendinden küçük kız kardeşi. [DLT] dan çarklı eski gemilerde davlumbazların iki tara baldız2, [bald (yans.) > bald-ız] {ağız} is. Şimşek. [DS] fında bulunan çıkmalar, ff baldız çakm ak, {ağız} Şim şek çakmak. [DS]j| baldız oynam ak, {ağız} Şim şek çakmak. [DS] baldızık, -ğı [bald (yans.) > bald-ra-mak > baldırık > baldızık J j-iJ y {eAT} is. İlk ve sonbaharda tan vakti doğan bir yıldız, baldon, [Fr. paletot > Az. baldun] {ağız} is. Palto. [DS] baldu, [b ald u j-üL,] {eT} {eAT} is. Balta. [D LT] baldur, [eT. baltır > baldur jj-iJL] {eAT} is. 1. Bitki gövdesi. 2. {ağız} Baldır. [DS] balduz, [eT. balduz / baldız] {ağız} is. Baldız. [DS] ba’le, [Ar. ba'le
is. 1. Erkeğin eşi; zevce. 2. Say
gıdeğer bayan; baş kadın. 3. Metres,
balgız, [bal-kız / bal-gır] {ağız} is. 1. Şimşek. 2. sf. Güzel; sevimli. [DS] balgümeci, [bal+ g(ö)me(ç)-i] {ağız} is. Dikişle bal peteği şeklinde büzgüler yapılmış bir nakış türü. [DS] bahg1, [bal-ığ ^JU] {eT} {eAT} {ağız} is. Balık. [EUTS] [DS] S bahg kulağı, {ağız} Midye. [DS]
bale, [İt. balletto > Fr. ballet] is. 1. Dans, jest ve müziğin yer aldığı sahne gösterisi. 2. Bu tür gösteri yapan sanatçı topluluğu, balena, [İt. balena] (balina) is. Dik durması için gömlek yakası, sutyen ve korse gibi giyeceklerde kullanılan, eskiden balina çubuğundan, şimdi ise plastik veya metalden yapılmış dar, uzun, yassı ve esnek çubuk; balina, balerin, [Fr. ballerine] is. 1. Bale gösterisi yapan bayan sanatçı. 2. Dansçıların giydiği bir cins hafif ayakkabı. balerinlik, -ği [balerin-lik] is. Balerinin yaptığı iş ve sanat. balet, [İng. ballet] is. Bale yapan erkek sanatçı. balgam1, [Yun. flegma > Ar. balgam
balgımak, [bal-gı-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] 1. Suyun içinde oynamak; balkımak. 2. Yumuşaklığından do layı oynak halde bulunmak; bılkımak. 3. (Hayvan lar için) otlakta sere serpe otlamak. 4. (Çıban için) olgunlaşmak. 5. Parlamak; parıldamak; balkımak. [DS] balgır, [bal (yans.) > bal-gır] {ağız} is. -*• balgız. [DS]
is. tıp. So
lunum yollarının iltihaplanması sonucu ağızdan aksırarak atılan sümüksü akıntılar, fi1 balgam at mak, 1. Yapılmakta olan bir iş için birisi tarafın
dan, çalışanların işkillenmesine y o l açacak veya hevesini kıracak bir söz söylenmek. 2. İftira etmek.\\ balgam bırakm ak, {ağız} Söz ve hareketleri ile bir işe fesat karıştırmak; balgam atmak. [DS]|| balgam
balıg2, [bâ-mak > bâ-lığ] {eT} sf. Yaralı. [DLT] [Gabain] balıg3, [bal-ığ] {eT} is. Şehir. [EUTS] balıgça, [balığ-ça] {eT} sf. Balık gibi. [EUTS] balıgçı, [balığ-çı] {eT} is. Balıkçı. [EUTS] balıglıg, [balığ-lığ] {eT} sf. Şehirli; kentli. [EUTS] balık1, [ba-mak (bağlamak) > ba-l-mak (bağlanmak; kuşatılmak) > ba-l-(ı)k] {eT} is. 1. Bağlanmış. 2. Surlarla çevrilmiş yer; kale. [DLT] [İKPÖy.] 3. Şe hir; kent. [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] [ETY] [EUTS] S balık begi, Şehir beyi; vali. [EUTS] balık2, [bal-ılc] {eT} is. Çamur; balçık. [ETY] [DLT] [Tekin] balık3, -ğı [balık jjjy {eT} is. zool. 1. Omurgalılardan tatlı ve tuzlu sularda yaşayan, genellikle solungaç larıyla suyun içinde erimiş halde bulunan havayı emmek suretiyle solunum yapan, yumurta ile çoğa lan kemikli hayvanların genel adı. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] [Gabain] [İKPÖy.] 2. {ağız} Hamut, semer vb. altına konulan keçe parçası. [DS] 3. argo. Hırsız ve yankesiciler için çalınacak şey. 4. argo. Kolay kandınlabilecek kimse; hödük. S balığa
BAL çıkm ak, B a lık tutmaya gitm ek. || balık adam , dnz. D eniz altın da b ir m üddet kalm ası için g e r e k li d o n an ım larla h a rek et eden yüzücü ve d a lıc ı; dalgıç, k u rb a ğ a adam . ||balık agusı, {18.-19. yy.} S arı sütleğen . || balık avlam ak, arg o. Şansı y a rd ım cı o l mak.\\ balık baştan kokar, Toplum da bozu lm a y ö n eticilerd en başlar.\\ Balık burcu, K o v a ile K o ç bu rçları a ra sın d a y e r alan burcun adı. || balık duzagı, {eAT} B a lık a ğ ı; o lta .|| balık eti, {ağızj 1. K olu n üstünde duran şişk in ce kısım ; p azı. 2. Kas. [DS]|| balık eti(nde), N e z a y ıf n e d e şişm an, orta h a ld e tom bu lca.|| balık gibi, K o la y c a e le g eç m e yen , y aka la n m a y an ; kaypak.\\ balık gözü, {ağız} -*■ balıkgözü. [DS]|| balık iğnesi, O ltanın ucuna b a ğ la n a r a k b a lık y a k a la m a k ta kullanılan m ad en î çen g el]] balık istifi, G en ellikle toplu taşım a a r a ç la rın daki ç o k sık ışık ve k a la b a lık durum.\\ balık jela tini, M ersin balığım n yüzm e kesesin den e ld e edilen v e şa ra p durultm ada kullanılan je la tin ; kolajen . || balık kapam ası, (ağız} B a lık p ila k isi. [DS]|| bahk kartalı, z oo l. B a lık la beslen en, p e n ç e le r i b a lık la rı y a k a la m a y a elverişli, k an a tla n güçlü, o ld u kça bü yük, dünyanın hem en h er y erin d e rastlan ır b ir k a r ta l türü, (P an dion h a lia etu s).|| balık kartalıgiller, z o o l K a rta lla r takım ından ö rn eğ i b a lık k artalı o la n ve b a lık la beslen en yırtıcı kuşlar. \\ balık ka vağa çıkınca, H içb ir zam an y erin e g etirilm ey ecek b ir söz verm e veya hiç o lm a y a ca k b ir iş için sö y lenir. || balık kıran, {ağız} T ohum ları su ya atıldı ğ ın d a ba lık ları serse m le tere k on ların suyun yüzüne çıkm asın a neden o la n sa rı çiçekli, sa p la rı sütlü bir bitki; sü tleğ en ; b a lık otu. [DS]|| balık kulağı, {eAT} At boncuğu, katır boncuğu d a den ilen deniz b ö c e k le r i k ab u ğ u .||balık kulağı, {ağız} 1. M idye kabuğu. 2. K ışın b a lık ların biriktiği, ç o k oldu ğu yer. 3. İn san ların biriktiği, k a la b a lık olduğu yer. [DS]|| balık mumu, {ağız} Yağı süzülmüş, tem iz mum. [DS]|| balık nefesi, B alin ag illerin başın dan çıka rılan ve kozm etik san ayiin de ve süslü m um lar yapım ın da kullanılan y a ğ lı b ir m ad d e.|| balık otu, K abu ğ u n da v e b esi doku su n da kusturucu v e zeh irli m ad d e bu lunan, su ya atıldığın da b a lık la rı uyuşturup suyun yüzüne çıkaran , b ira im alatında ş e rb etç i otu y erin e kullanılan b ir cins sarm aşık, (Anam irta cocculus). || balık öldüren, {eAT} Sarı sütleğen bitkisi.|| balık sapkını, {ağız} Yumurtlama m evsim inde balıkların d e r e a ğ ızların a doğru yap tığ ı akın. [DS]|| balık sır tı eğe, {ağız} Sırtı y u v arlak; altı diiz b ir tür eğe. [DS]|| balık sütlegeni, {eAT} Sarı sü tleğen bitkisi. || balık sütleğeni, {ağız} S arı sü tleğ en ; b a lık kıran. [DS]|| balık tabağı, 1. B a h k kon ulan kap. 2. Yayvan v e uzunlam asına o v a l servis tabağı. ||balık torbası, Tutulan balıkların için e konulduğu a ğ d a n torba. || balık tutkalı, B a lık artıkların dan ö zellikle k ö p e k ba lığ ı v e m orin adan eld e ed ilen y a p ışka n b ir m adde. || balık tutm ak, B a lık avlam ak, b a lık y a k a la
0İM IÜ R S D M .4S 2 m ak .|| balık unu, Ç iftlik hayvan larını b eslem ed e kullanılan çoğu n lu kla ham si türü b a lık la r p işirilip kurutulduktan so n r a öğü tülm ek su retiyle eld e ed i len km. || balık yağı, D eğ işik b a lık ların çeşitli o r g a n ların d an eld e edilen , sa n a y id e ve ila ç y apım ın d a kullanılan, vitam in ve m in era lce zengin yağ,\\ balık yum urtası, 1. B alıkların ü rem ek am acıy la sığ ve akıntısız su la ra bıraktıkları yum urta. 2. D işi balıktan alınan, tütsülendikten veya b a l mumuna batırıldıktan so n r a g ıd a o la r a k sunulan yum urta kü tlesi; havyar. balıkçın, [balık-cın j ^ J y
{eAT} {ağız} is. Balıkçıl.
[DS] balıkcır, [balık-cır
{eAT} is. Balıkçıl.
balıkçı, [balık-çı] is. 1. Balık tutan kimse. {eT} (aym) [İKPÖy.] [EUTS] 2. Balık satıcısı. 3. sf. Balıkla ilgi lenen. fi1 balıkçı ateşi, B a lık tekn esin de b a lık ları çek m ek için y a k ıla n a teş.|| balıkçı aynası, Su için d ek i b a lık la rı ve akın y ön lerin i g ö rm ey e y aray an d ib i ş e f f a f uzun boru.\\ balıkçı gemisi, A çık deniz le r d e b a lık a v la m ay a elv erişli ve ö z e l donanım lı gem i. || balıkçı ilmiği, B alıkçıların a ğ ö rm ed e kul lan dıkları ö z e l düğüm.\\ balıkçı kazağı, Çoğun lukla b a lık çıla rın giydiğ i y a k a sı ç e n e altın a k a d a r uzanan ve k atlan ıp kıvrılır y a k a lı kazak. || balıkçı yaka, B a lık çı kazağının y a k a sı g ib i boyun da k atla n abilen ve çen e altın a k a d a r uzanan d ik y aka. balıkçıl, [eT. balık-çm > balıkçıl J ^ i ) y sf. 1. Balıkla beslenen. 2. is. z oo l. Çoğunlukla balık ve su kıyısı böcekleri ile beslenen uzun boylu, uzun gagalı, uzun bacaklı iri, ürkek bir kuş, (A rdea cin erea). S balıkçıl otagası, {eAT} B ir tür tuğ y a d a taç. balıkçılgiller, [balıkçıl-gil-ler] is. zool. Leyleksiler takımından küçük başlı, ensesi tüylü, uzun gagalı, balıkla beslenen kuşlar ailesi; (A rdeidae). balıkçılık, -ğı [balık-çı-lık] is. dnz. 1. Tekne ve ağ kullanarak veya sadece ağla büyük çapta balık av lama işi ve tekniği. 2. Balık satıcısının işi. 3. Balık avcılığını ele alan ve sorunlarını inceleyen bilim ve tekniklerin bütünü. 4. Balık üretme işi ve teknikle ri. balıkçdlar, [balıkçıl-lar] is. zool. Balıkçıl ve çekiç başları içeren uzun bacaklı ve uzun gagalı kuşlar familyası; leyleksiler takımı, (Ardea). balıkçın, [eT. balık-çm] is. zool. 1. Perde ayak lılardan uzunca gagalı ve uzun çatal kuyruklu, de niz kıyılarında yaşayan, balıkla beslenen bir kuş türü; deniz kırlangıcı; sumru, (Sterna hirundo). 2. {eT} Balıkçıl. [DLT] balıkgözü, [balık+göz-ü] is. 1. Ayakkabı ve kemer gibi eşyanın deliklerine takılan metal veya kemik cinsi halka. 2. optik. Çok geniş açılı objektif, balıkhane, [balık+ Far. hâne] (b a lık h a;n e) is. Balık alınıp satılan yer.
m il«
a ı.4 5 3
BAL
balıklağı, [balık-lağu / balık+kulağı] is. -*■ balıklava, balıklağa, [balık-lağu / balık+kulağı] is. -*■ balıklava,
bali1, [Far. bari] {ağız} e. Bari; keşke; hiç olmazsa; öyle ise. [DS]
balıklağu, [balık-lağu / balık+kulağı] is. - * balıklava,
bali2, [Ar. balı J U ] (b a .li:) {OsT} sf. 1. Eski. 2. Köh
balıklama, [balık-la-ma] zf. 1. Kollar önde, vücut gergin ve düz, baş aşağı gelecek biçimde (suya at lamak). 2. Sonunu ne olacağını düşünmeden. 3. zf. Balık gibi atlayarak. 4. Bir işe sonucunun ne olaca ğını düşünmeden girişilerek,
balici, [tic. isim Bally (yapısın da tiner türü uçucu m ad d e bulunan bir yapıştırıcı) > bali-ci] is. argo. Bally koklayan uyuşturucu alışkanlığı olan kişi.
balıklamak, [balık-la-mak] gçl. f. [-r ] [-I(ı) -y o r] 1. Bir yere balıklama girmek; dalmak. 2. {ağız} Yüz mek. [DS] balıklandırma, [balık-la-n-dır-ma] is. Balıklandır mak işi. balıklandırmak, [balık-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır ] 1. Bir yerde balık üretmek ve çoğaltmak. 2. Balıklan masını sağlamak, balıklanma, [balık-la-n-ma] is. Balıklanmak duru mu. balıklanmak1, [balık-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Balık sahibi olmak; balığı olmak; balıklı hâle gel mek. {eT} (aynı) 2. edil. f . Balık kokusu, yağı vb. bulaşmak. balıklanmak2, [balık-la-n-mak] {eT} e d il.f. [-u r] Çamurlanmak.
ne.
baliğ1, [Ar. buluğ (yetişm e, erm e) > baliğ jJlı] (b a :liğ) {OsT} s f ■* baliğ1. baliğ2, [Far. baliğ / bâlüğ j-jiU /
(ba.Tiğ) {OsT}
is. -*• baliğ2. baligan, [Ar. bâliğan W l] (ba.Tiğan) {OsT} zf. -*• baliğan. baliğ1, [Ar. buluğ (yetişme, erm e) > baliğ £)l>] (b a :liğ) {OsT} sf. 1. Çocuğu olabilecek yaşa gelmiş olan; ergin hale gelen; ergen. 2. Bir yere ulaşan; vâ sıl olan. 3. Üst noktaya, en son mertebeye gelmiş bulunan. 4. is. Toplam; sonuç. S1 baliğ olmak, I. U laşm ak, varm ak. 2. (İnsan için) fiz y o lo jik ve ruhi bakım dan çocu ğu o la b ile c e k ç a ğ a ve durum a g e l mek. 3. (B elirli b ir m iktara veya ö zelliğ e) erişm ek. baliğ2, [Far. baliğ / bâlüğ y i
/ jJ l] (ba.Tiğ) {OsT}
balıklanmak3, [balık-la-n-mak] {eT} edil. f . [-u r] K a le yapılmak. [DLT]
is. 1. Boynuzdan yapılmış kadeh. 2. Bir kadeh şa rap.
balıklava, [balık-laca > balık-lak / balıklağu / balık+kulağı] is. Deniz ve göl ile akarsularda balığı bol olan yer.
baliğan, [Ar. bâliğan û )l] (ba.Tiğan) {OsT} zf. Ulaş
balıklı, [balık-lı] sf. 1. Balığı olan. 2. is. {ağız} Bir kilim çeşidi. [DS] balıklıg1, [balık-lığ] sf. Balığı olan; balıklı. [DLT] balıglıg2, [balık-lığ] {eT} sf. (Y er için) çamurlu. [DLT] balıglıg3, [balık-lığ] {eT} sf. Şehirli, balıkmak, [ba-l-ık-mak] {eT} gçsz. f . [-u r ] Yaralan mak. [DLT] balıksamak, [bal-ılc-sa-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] Balık yemek istemek. [DLT] balıksı, [balık-sı] sf. Balığa benzer; balık gibi, balıksırtı, [balık+sırt-ı] is. 1. Çiçek tarhlarındaki hafif yükselti. 2. Balık kılçıklarını andırır şekilde birbirine paralel ve diğer sıra ile çapraz düşen do kuma deseni. 3. Bir yüzü düz diğer tarafı bombeli eğe. 4. sf. Balıksırtı gibi olan, balım, [bal-ım] {ağız} ünl. "Sevgili kardeşim , a r k a daşım, şekerim ” anlamında, daha çok kadınlar ara sında seslenme sözü. [DS] balınç, [Far. bâliş > Az. T. balınç ?] {ağız} is. Tüy yastık. [DS] balınglamak, [balın-la-mak] (balıfilam ak) {eT} gçsz. I [-r] Birden korkup sıçramak; uykuda korkup sıç ramak; belinlemek. [EUTS]
mış olarak; varmış olarak. S1 bâliğan mâ-belağ, {OsT} Yeter d e a rta r b ile ; fa z la s ıy la ; b o l b o l; f e r a h fe r a h . balîn, [Far. bâlîn jJl>] (ba ;li;n ) {OsT} is. 1. Yastık. 2. Koltuk. S bâlîn-perest, {OsT} 1. T em bel; uyuşuk. 2. Can besleyen. 3. H izmetçi. balina, [İt. balaena] ( b a lin a ) is. 1. Balinagillerden başı büyük ve geniş, kamı düz ve parlak, çatal kuy ruklu, boyu 25 m.yi, ağırlığı da 200 000 kg.ı bulan en büyük memeli deniz hayvanı; ada balığı; kaşa lot, (B a la en a m ysticetus). 2. Gömlek yakası gibi dik durması gereken giyeceklere konulan sert ve esnek parça, fi1 balina biti, zool. B alin aların s ır tında y a şa y an 2-15 mm. boyun da y a ssı g ö v d eli b ir dış a sa la k, (Cymidae).\\ balina çubuğu, B alinanın üst çen esin d e y e r alan ağ zm a a ld ığ ı den iz ca n lıla rını tutm aya y a ra y an boynuzsu çubuklar. balinagiller, [balina-gil-ler] is. z oo l. Çoğunlukla ku tup denizlerinde yaşayan, örneği balina olan, ağız larında diş yerine balina çubuğu bulunan dişsiz ba lıklar. balinalar, [balina-lar] is. zool. Soğuk denizlerde ya şayan, derisi düz ve tüysüz, başı büyük, ön ayakları yüzgeç biçiminde, arka ayakları olmayan, burun deliklerinden su fışkırtan memeli hayvanlar takımı, (C eta cea ).
BAL
Ö I Ü M I Ü H E SÖZLÜK.
balinalı, [balina-lı] sf. (Korse veya yaka için) balina takılmış. balistik, -ği [Yun. ballein (fırlatm ak) > Fr. balis tique] is. 1. Silahtan atılan merminin namlu içinde ve havadaki hareketlerini inceleyen bilim dalı. 2. sf. Mermi atma tekniği ile ilgili. 3. gnşl. Bir mermi gibi hareket eden, fi1 balistik barut, İtici barut. baliş, [Far. bâliş j i J l j (b a :liş) {OsT} is. 1. Yüz yastı ğı. 2. Altın. 3. Moğollar tarafından kullanılan altın para, fi1 bâliş-i çâr-m în, D eri yastık. || bâliş-i per, {OsT} K uş tüyü y a stık .|| bâliş-i zer, {OsT} Sırm alı yastık. balişçe, [Far. baliş-çe *^2JU] (b a :lişçe ) {OsT} is. Kü çük yastık. b alk 1, [ba-l-(ı)k] {eTf is. Çamur. [DLT] balk2, [bal (yans.) > bal-k] {ağız} is. 1. Flava açık olduğu zamanlar gece karanlığında ufukta görülen parıltı. 2. Şimşek. [DS] S balk balk, {ağız} 1. (Şim ş e k için) s ık s ık ç a k m a durumu. 2. (Ay p a rlak lığ ı, aydın lığı için) p a r ı l p arıl. [DS]|| balk oynamak, {ağız} P arlam ak. [DS]|| balk urm ak, {eAT} P a r la m a k ; p a rıld a m a k ; ışık saçm ak. balkam ak, [bal (yans.) > ballc-a-mak / balk-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-k(ı)-y o r] 1. (Güneş için) doğ mak. 2. (Şimşek için) çakmak. [DS] balkan, [eT balık > bal(ı)k-an] is. 1. Bataklık; sazlık; {ağız} (aynı). [DS] 2. Su birikintisi. 3. {ağız} Pis sula rın biriktiği yer. [DS] 4. Sık ormanlarla kaplı dağlık bölge. 5. Sarp ve ormanlık dağ. 6. m ecaz. Dağ gibi adam; pehlivan; atlet. Balkanlı, [balkan-lı] s f Balkan ülkeleri halkından olan (kimse). balkanlık, [balkan-lık] sf. 1. Sık orman ve sıra dağlarla kaplı. 2. Dağlık ve taşlık.
454
Işık saçmak; parlamak; parıldamak; ışıldamak; {eAT} {ağız} (aynı). [DS] 2. {ağız} (Şimşek için) çak mak. [DS] 3. {ağız} (Su için) halkalanmak; dalga lanmak; harelenmek. [DS] 4. Suyun içinde oyna mak. 5. {ağız} Kesik kesik ağrımak; sancımak. [DS] 6. (Yara için) zonklamak. balkımak2, [bılk (yans.) > bılk-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. (Meyve için) yenemeyecek derecede olgun laşmak. 2. (Meyve için) fazla olgunluktan dolayı çürümek. 3. Uyumak; içi geçmek. [DS] balkın, [balk-ı-malc (içi g eçm ek) > balk-ı-n] {ağız} sf. Aşırı; çok. [DS] S balkın çolkun, {ağız} D ö k e s a ç a ; b o l bol. [DS] balkır, [balk (yans.) > balk-ır] {ağız} is. 1. Parıltı; ışık. 2. Şimşek. [DS] b alkırm ak1, [balk-ı-r-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] (Şim şek için) çakmak. [DS] balkırm ak2, [bal-kır-mak
L] {eAT} gçsz. f . [-ur]
Balgam çıkarmak, balkız, [balk-ır / balk-ız] {ağız} -*■ balkır. [DS] S balkız oynam ak, {ağız} P arlam ak. [DS] balkon, [İt. balcone > Fr. balcon] is. mim. 1. Y a pıların genellikle üst katlarında etrafı duvar veya parmaklıkla çevrili dışarıya doğru çıkmalar. 2. Si nema veya tiyatrolarda asma kat. 3. argo. Kadın larda göğüs. 4. a rg o. Şişman erkeklerde göbek, balköpüğü, [bal+köpü(k)-ü] is. 1. Açık sarı renk. 2. Krem ve gümüş rengi arası bir at donu, ballak, [Yun. pallak ? / bala (çocu k) > bala-k] {ağız} is. Manda yavrusu. [DS] 0 ballak bullak, {ağız} S ersem ; h iç b ir şe y e a klı erm eyen. [DS] ballam a, [bal-la-ma] {ağız} is. 1. Ballamak eylemi. 2. Karın ağrısını geçirmek için bal ve kuru nane karı şımından yapılan yakı. [DS]
B alk ar, [Bolğar (eski b ir Türk boyu) / Malkar (boy b ey i adı) / balık > malka (B alka r ülkesin de bir n e h ir adı)] is. Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir Türk kavmi.
ballam ak, [bal-la-mak] gçl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Bal koymak; bal karıştırmak; bal bulaştırmak,
B alk arca, [balkar-ca] is. dbl. Balkarların kullandığı Kıpçak grubunun kuzey-batı kolundan ve ses ka rakteri bakımından ise tau 'lu (dağlı) grubundan bir Türk şivesi.
ballandırm ak, [bal-la-n-dır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Bal gibi tatlı hale getirmek. 2. Bal kıvamını vermek. 3. m ecaz. Bir şeyi çok fazla mübalağa yaparak imre nilecek şekilde anlatmak. 4. argo. Göndermek; ver mek; sökülmek,
Balkarlı, [balkar-lı] sf. Balkar halkından olan, balkarm ata, [İt. barca armata] {OsT} is. dnz. Eskiden kullanılan küçük bir savaş gemisi, balkı, [balk-ı
{eAT} is. 1. Parıltı; parlama. 2.
{ağız} Ağrı; sancı. [DS] 3. {ağız} sf. (İnsan için) gü zel; süslü; parlak. [DS] balkık, -ğı [balk (yans.) > balk-ı-mak > balk-ı-k] {ağız} sf. (Kavun, karpuz, kabak gibi meyve ve seb ze için) çürük. [DS] balkıma, [balk-ı-ma] is. Balkımak işi. balkım ak1, [bal-kı > balkı-mak lÿJi)l>] gçsz. f . [ - r ] 1.
ballandırm a, [bal-la-n-dır-ma] is. Ballandırmak ey lemi.
ballanm a, [bal-la-n-ma] is. Ballanmak eylemi ve du rumu. ballanm ak1, [bal-la-n-mak] d ö n ş l.f. [-ır ] 1. Bal gibi tatlı hale gelmek. 2. Bal koyuluğunu almak. 3. (Çok olgun meyve için) tatlı sıvısı sızıp donmak. 4. edil. Bal sürülmek; bal bulaşmak. ballanm ak2, [bal-la-n-mak] gçsz. f . [-ır ] Bal sahibi olmak; bal edinmek, ballı, [bal-lı] sf. 1. İçinde bal bulunan. 2. Üzerine bal sürülmüş. 3. m ecaz. (Kişi için) çok aranıp sorulan, ziyaret edilen. 4. {ağız} Tatlı dilli; sevimli; terbiyeli.
• 455
[DS] 5. {ağız} (Kişi için) cilveli; nazlı. [DS] 6. argo. Şanslı. 7. argo. Fahişe. 8. {ağız} Koyu pembe renk. [DS] 9. {ağız} is. Şerbetle yapılan bir tür börek. [DS] 0 ballı basra, zool. 1. K abu klu bitgillerden incirin meyve, d a l ve y a p r a k la n ile çeşitli tarım bitkilerin e z a r a r veren b ir tür kabu klu bit; kan lı b a ls ır a ; incir koşnili, (C erop la stes rusci). 2. {ağız} P üseron. [DS]|| ballı boynuz, {ağız} B a k la şek lin d e ve k a h v e rengi renkli, y en ileb ilen tatlı b ir m eyve; k eçibo y n u zu; harnup. [DS]|| ballı börek, {eAT} {ağız} 1. Ç ok h o ş; uygun. 2. m ecaz. Ç o k lezzetli. 3. Ç o k istenilir; uygun. [DS]|| ballı börekli olmak, Ç o k iyi a n la ş mak, iyi g eçin m ek .|| ballı darı, İn cir.|| ballı pasta, Ü zerine veya için e b a l katılm ış p a sta. ballıbaba, [bal-lı+baba] is. bot. 1. Ballıbabagillerden yaprakları çoğu zaman beyaz benekli ve tüycük kaplı, dört köşe saplı, çiçekleri beyaz veya fırfırı, halk hekimliğinde yaprakları kan dindirici, çiçekle ri yara iyileştirici olarak kullanılan otsu bitki, (Lamium). 2. {ağız} Boynuz gibi meyvesi olan ve tanelerinden tespih yapılan bir ağaç; keçi boynuzu; harnup. [DS] ballıbabagiller, [bal-lı+baba-gil-ler] is. bot. Yaprak ları karşılıklı, çiçekleri iki kanatlı, tek bakışımlı, yapraklarında kokulu yağ salgılayan ıtırlı bitkiler, (L am iaceae). ballıbabalar, [bal-lı+baba-lar] is. Ballıbabagiller ile ona yakın olan bitkiler takımı, (L am iales). ballıca, [bal-lı-ca] {ağız} is. 1. Ballıbaba. 2. Ekmek parçalarını pekmez ya da bal şerbetine yatırarak yapılan bir tür ekmek tatlısı. 3. Meşe ağacı. 4. Tatlı bir armut türü. [DS] ballıdarı, [bal-lı+darı] {ağız} is. İncir. [DS] ballık, -ğı [bal-lık] is. 1. Çiçeklerin bol olduğu za manlarda daha çok bal almak için kovanların üstü ne eklenen ikinci kovan. 2. {ağız} Bal konulan kap. [DS] 3. {ağız} Yazın arı koymak için yapılan dam. [DS] 4. {ağız} Bağlarda görülen külleme hastalığı. [DS] 5. {ağız} bot. Ballıbaba. [DS] 6. {ağız} Meşe ağacı. [DS] 7. {ağız} Küçük ve sivri kulaklı keçi. [DS] ballıka, [Yun. politka] {ağız} is. Soya fasulyesi. [DS] ballıklı, [bal-lık-lı] sf. 1. Ballığı olan. 2. Ballık hasta lığı olan. ballım1, [Ar. vebal + T. -li-m / bal-lı-m] {ağız} tini. Sevgilim. [DS] 0 ballım gUllüm olm ak, {ağız} Ç o k sevişm ek; sıkı f ık ı o lm a k ; kay n aşm ak; anlaşm ak. [DS] ballım2, [Far. bârî=> bâli > bâlim > ballım] {ağız}\ e. Bari; keşke; hiç olmazsa. [DS]
BAL
S balling derecesi, fız . B allin g yoğu n lu kölçerin in g österm iş olduğu d erece. balmak, [ba-mak (bağ lam ak) > ba-l-mak / ba-nmak] {eT} dönşl. f . [-u r] Bağlanmak; kuşatılmak. [İKPÖy.] [DLT] [Üç İtigsizler] balmumu, [bal+mum-u] is. Arıların peteklerini yap tıkları esnek madde, balnine, [bal+nine] {ağız} is. Anneanne. [DS] balo, [İt. ballo] (ba'lo) is. Resmî giyimli ve danslı gece toplantısı. 0 balo vermek, B üyük b ir dan slı toplantı tertip etm ek. balocu, [balo-cu] (ba ’locu) is. Balo düzenleyen veya baloya giden kimse, balon, [Fr. ballon] is. 1. Havayla veya daha hafif bir gazla şişirilen ince kauçuk veya bağırsak zarından elde edilen küçük küre. 2. Özel olarak yapılmış, içi ısıtılmak suretiyle dengede tutulan bir hava taşıtı. 3. Laboratuarda kullanılan uzun boylu küresel cam. 4. Çizgi roman veya karikatürlerde konuşmaların veya zihinden geçenlerin yazıldığı yuvarlaklar. 5. argo. Prezervatif; kaput. 6. arg o. Yalan. 0 balon balığı, zool. D ört dişligillerden, s ıc a k den iz ve tatlı su ların sığ kısım ların da y aşayan , b ir teh like an ın da karn ın a doldurduğu su ve h ava ile ba lon görünüm ü alan, yüz k a d a r türü bulunan kem ikli b a lık türü, (T etrodon spadiceus).\\ balon çıkarm ak, Burun salyasın ı veya tükürüğünü b a lon g ib i şişirmek.\\ balon lastik, G eniş taban lı b ir tür b isik let lastiği.\\ balon uçurm ak, argo. O rtalığı karıştırm ak v ey a yetkililerin tepkisini ö lçm ek a m a cıy la asılsız h a b e r yaym ak. baloncu, [balon-cu] is. 1. Balon üreten, satan veya balonlu havacılık sporu yapan kimse. 2. argo. Y a lancı. balonculuk, -ğu [balon-cu-luk] is. 1. Balon yapma, satma ve spor amacıyla değişik balon tipleri geliş tirmeye yönelik çalışma. 2. argo. Yalancılık, balonlamak, [balon-la-mak] gçsz. f . [ - r ] f-l(ı) -y o r ] 1. Bir yanında balona benzer şişlik oluşmak; balon yapmak. 2. Balon vermek. balonlu, [balon-lu] sf. Balonu bulunan. 0 balonlu balık, zool. Y üzgeçayaklıgiller takım ından G rönla n d k ıyıların da y aşayan , g ö v d esi b ey az benekli, b a şı ve ü yeleri kara, boyu üç m etreyi bulan, e r k e ğinin altın da balonum su b ir k e s e s i bulunan bir f o k türü, (C ystphora cristata). balotaj, [Fr. ballotage] is. Bir seçimde adaylardan hiçbirinin yeterli oyu alamaması sonucu ortaya çı kan durum.
ballimun, [bal+ liman] {ağız} zf. Sütliman. [DS]
baloz, [Yun. balos] is. 1. Eskiden gemici ve işçilerin eğlenmek için gittikleri danslı, içkili eğlence yeri. 2. Az para ile eğlenilen içkili ve danslı yer.
balling, [Fr. Balling] is. fız . Bir eriyikteki şeker yüzdesini 20°C’ta gram cinsinden ölçmeye yarar alet.
balsa, [? balsa] is. Tropik bölgelerde yetişen, man tardan daha hafif fakat sağlam tahtası olan o c h ro -
balhşıka, [bal-lı + Yun. siko (incir)] {ağız} is. İncir. [DS]
BAL
H Ü R C E SO H .
m a cinsinden çabuk büyüyen bir ağaç türü, (O chrom a lagopus). balsam , [Yun. balsamon > Lat. balsamum > İng. balsam] is. kim. İlaç ve parfüm üretiminde kullanı lan bazı ağaç ve bitkiler tarafından salgılanan reçinemsi kokulu madde; belsem; pelesenk, balsam a, [İt. balsamo => balsama ^U JU ] {eAT} {OsT} is. Misvak ağacı, balsamlı, [balsam-lı] sf. ecz. Antiseptik ve deri bes leyici olarak içinde balsam bulunan. b alsara, [bal-sara / bal-sıra / bal+şıra ? ^
Jl>] is. 1.
(eATI Kudret helvası. 2. {ağız} Çoğunlukla meşe ağacında görülen, çıkardığı tatlı sıvıdan anların bal aldığı bir tür parazit; püseron. [DS] 3. {ağız} Bostan ve karpuz yapraklarının güneşe gelen yanlarının sararması. [DS] balsek, [bal-sa-k] {ağız} is. Tatlımsı; balımsı. [DS] balsm mak, [bal-sı-ıı-mak] {ağız} dönşl. f tora muayene olmak; bakınmak. [DS]
[~ır] Dok
b alsıra’, [bal-sara / bal-sıra oj*a!l] is. 1. Yapraklanıl üzerinde beyaz lekeler halinde beliren bir tür küf. 2. {ağız} Ormanlarda meşe ve gökçe ağaç yaprakla rına geceleri inen tatlı su damlacıkları; kudret hel vası; {eAT} (aynı). [DS] 3. {ağız} Balı alınmış petek leri yıkayarak elde edilen bal şerbeti. [DS] 4. {ağız} Pekmezi çok kaynatarak elde edilen ağda. [DS] balsıra2, [ba-mak (bağ lam ak) > ba-l-sı-ra / bağ+sıra ?] {ağız} is. Duvar arasına konulan hatıl. [DS] balta, [eT. baltu / baldu] is. 1. Kesme, yarma ve yontma işlerinde kullanılan ağaç saplı metal yüzlü kesici bir el aleti. 2. {ağız} Değirmen taşını mile bağlayan metal parça. [DS] 3. {ağız} Gümüş kuşak larda süs için yapılan gümüşten dişli bir kısım. [DS] 4. {ağız} Engel. [DS] 5. {ağız} Dört yaşından yukarı koyun. [DS] 6. arg o. Bir kimseye musallat olan. 7. a rg o. Kaba saba erkek. S balta asmak, 1. Y eniçe rilerin y en i y a p ıla n b ir bin aya veya Umana g iren b ir g em iy e b ire r nişan tahtası a s a r a k sahibin den h a r a ç istediklerin i bildirm eleri. 2. M usallat olm ak, sırn aşm a k ; b a şın a b e la olm ak. 3. Sarkıntılık et m ek]] balta başlı, dnz. B a ş bo d o slam ası su yiiziine d ik olan g em i.|| balta görmemiş (değmemiş, gir memiş), 1. H iç a ğ a ç kesilm em iş orm an. 2. S ık a ğ açlık. || balta güplengisi, {ağız} B a lta ve k az m a la r a sa p yuvası a çm a kta kullanılan çivi şeklin d eki ç e lik alet. [DS]|| balta ile yontulmuş, 1. Düzgün yontulm am ış, in ce işçiliği olm ayan, p arlatılm am ış. 2. m ecaz. K a b a adam.\\ balta kazm a, {ağız} B ir tarafı kazm aya d iğ er tarafı k esm ey e y a ra y an tarım ara cı. [DS] ||balta kesmez, {ağız} (K işi için) g ö rg ü süz; patavatsız. [DS]|| balta olmak, 1. Israrlı bir şe k ild e istekte bulunm ak; m u sallat o lm a k ; takıl m ak. 2. Vakitli vakitsiz tedirgin etm ek; rahatsız et m ek ; ra h a t verm em ek. 3. Ü zerine ç o k düşm ek]]
(bir) baltaya sap olmak, B ir iş ve m eslek sa h ibi olm ak, çalışm ak]] balta yemeği, C en azeden son ra verilen y em ek]] baltayı asm ak, B ir şey i m üdafa e d e r e k durdurm ak]] baltayı taşa vurm ak, B ilm e den birin i ü z ecek sö z sö y lem ek ; p o t kırm ak. baltabaş, [balta+baş] is. dnz. 1. Baş bodoslaması çe lik lamadan omurgaya dikey olarak yapılmış bir tür gemi; balta burun. 2. Burnu çok büyük olan insan; gaga burunlu, baltacı, [balta-cı] is. 1. Balta yapan veya satan kim se. 2. Odun yarıcısı. 3. İmparatorluk döneminde önceleri ordunun ormanlık ve koruluk alanlardan geçişini sağlamak amacıyla kesim yaparak yol açan, yükleri indirip bindiren; sonraları ise kızlar ağasına bağlı olarak sarayı korumakla görevli sınıf; teberdar, teberli. 0 baltacı kuşu, {ağız} T arla kuşu. [DS] baltacık, -ğı [balta-cık] is. 1. Küçük el baltası. 2. {ağız} Değirmen taşlarından hareketli olan üst taşı döndürmek için özel yuvasına geçirilen çarktan gelen milin üzerine oturan metal parça. [DS] 3. {ağız} Hacamat neşteri. [DS] S baltacık erkeği, {ağız} D eğirm en taşını çeviren m ilin alt taşının o r tasından çıkan k a r e kesitli p a r ç a . [DS] baltalam a, [balta-la-ma] is. 1. Baltalamak eylemi ve durumu. 2. m ecaz. Yapılmakta olan bir işin gecik mesine veya hiç yapılamamasına sebep olacak ve ya kurulu bir işletmeye, kamu mallarına maddî za rar verecek kasıtlı eylem; sabote etme; sabotaj. S1 baltalam adan gitmek, K a b a ve k ırıcı konuşm ak. baltalam ak, [balta-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Balta ile vurarak kırıp parçalamak. 2. m ecaz. Bir işi bile bile bozmaya kalkışmak; sabote etmek; dina mitlemek; ayağının altına karpuz kabuğu koymak; tekerine taş koymak, baltalayıcı, [balta-la-y-ıcı] is. 1. Yıkıcı. 2. İş bozucu, baltalı, [balta-lı] sf. 1. Baltası olan. 2. is. Askerlikte baltacılık ve arabacılık yaparak vergiden bağışık köylüler için kullanılan bir terim. 3. {ağız} zool. Çavuş kuşu; hüthüt. [DS] 4. {ağız} Kenar suyu; ke nar süsü; su. [DS] 5. {ağız} Avşar kilimlerinde bir süs öğesi, desen. [DS] S baltalı m ızrak, Sivri ve keskin d em ir uçlu b ir m ızrak türü. baltalık, -ğı [balta-lık] is. Orman içinde veya yakı nında yaşayan köylülerin yakacak ihtiyacını karşı lamak amacıyla belirli bir büyüklüğe gelmiş ağaç lan sık sık kesilen orman; koru. S baltalık hakkı, O rm an köyü halkının y a k a c a k o la r a k baltalıktan y a ra rla n m a hakkı. baltam a, [balta-ma?] {ağız} is. 1. Güvercin yakala mak için kurulan bir tür ağ tuzak. 2. Mumya. [DS] b altır1, [baltır] {eT} 1. Baldız. [Gabain] 2. Baldır. [EUTS] baltır2, [ba-mak (bağ lam ak) > bal-(ı)t-ır] {ağız} is. Rüşvet. [DS]
h m i r
M » «457
baltız, [baltır > baltız jU>] {eAT} is. Baldız, balto, [eT. i Moğ. baltu] {eTj is. Balta. [EUTS] baltrap, [İng. ball (top) + trap (yay) > ball-trap] is. Avcıları, uçar kuşu vurmaya alışmak için hedef vazifesi gören küçük halkaları havaya fırlatan alet, baltu, [eT. baltu] {eT} is. Balta. [Gabain] [EUTS] balu1, [ba-mak > ba-l-u] {eT} çek. f . Bağlıyor. [EUTS] S balu balu, Ninni. [DLT] balu2, [Far. bâlü] (b a :lû :) is. 1. Ana ve baba bir kardeş. 2. Siğil, balu’a, [Ar. bâlü'a < *jiy (b a :lu :a ) is. Su dökecek çukur; delikli taş. balude, [Far, bâlüde ] (b a :lû :g ) {OsT} is. 1. Boynuzdan yapılma şarap kadehi. 2. Bir kadeh şa rap. baluk, -ğu [bal-ık / bal-uk] {ağız} is. Balık. [DS] balum, [bal-ım] {ağız} ünl. Yavrum. [DS] balüt, [Fr. ballon + parachute > ball-ute] is. Normal paraşütün açılmasının mümkün olmadığı düşük yoğunluklu atmosfer bölgelerinde düşüşü yavaş latmak için kullanılan armut biçiminde küçük bo yutlu balon, balvan, [Mac. bâlvâny] {ağız} is. Direk. [DS] balvar, [Far. bâlvâr j l j i y (b a :lv a :r ) {OsT} sf. Kanat lı; uçabilen. balver, [Far. bâlver j j J y (ba :lv er) {OsT} sf. -*■ bal var. balya1, [İt. b alla> Alm. ballen] (ba'lya) is. 1. Ticaret eşyasının keten bezi vb. malzeme ile sarılıp çemberlenmesi ile meydana getirilmiş denk. 2. Yeni biçilmiş ekin ve ot saplarının demet yapılıp kalıpta sıkıştırılması ile meydana getirilen denk. 3. {ağız} İyi cins erkek sığır; damızlık boğa. [DS] S1 balya bıçağı, {ağız} Tütünün gün eş g örm ey en alt y a p ra k larının en iyisi. [DS]|| balya makinesi, B içilm iş ot veya ekin sap ların ı silin dir v ey a p riz m a şeklin d e sıkıştırıp b a ğ lay a n makine.\\ balya yapm ak, T ica ret eşyaların ın d a ğ ılıp z a r a r g ö rm esin i ö n lem ek veya taşınm asını k olay la ştırm ak a m a cıy la b a ly a şeklinde d en k y a p m a k ; balyalam ak. balya”, [İt. bala] is. dnz. Eski halat parçalarından yapılmış top mermisi. balya3, [It. palla] is. Kalafatçılıkta, tahta aralarına üs tüpüleri yerleştirmekte kullanılan çatal demir, balyaç, -cı [Lat. baiulus j ^ y y ( b a ’lyaç) {OsT} is. İmparatorluk döneminde, Fransa’dan gelen ticaret gemilerinin konsolosluklara ödediği aidat, balyadur, [İt. imbalador > Yun. baladuros => balyadur jj^ U y {OsT} is. -»-baladur.
BAM
balyağa, [bal+yağ-a] {ağız} zf. Sıkı fıkı; dost. [DS] balyağar, [bal+yağ-ar] {ağız} is. Yaprak açma zama nında tatlı ve yapışkan olarak gökten yağdığı sanı lan su; kudret helvası. [DS] balyalam a, [balya-la-ma] is. Balyalamak işi. balyalam ak, [balya-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı) -y o r ] Aynı türden ticarî mallan bir araya getirip keten vb. bezi ile sardıktan sonra çember geçirip bağla mak; balya yapmak, balyalanm a, [balya-la-n-ma] is. Balyalanmak işi. balyalanmak, [balya-la-n-mak] edil. f . [-ır ] Balya durumuna getirilmek, balye, [İt. balla > Alm. ballen] ( b a ’lye) is. -*■ balya1. balyemez1, [İt. bala ramada > Yun. mpalarmes [EREN] => balyemez > J y {OsT} is. Osmanlı ordu sunda kullanılan orta büyüklükte kale dövmek için kullanılan uzun menzilli bir top. S balyemez topu, {eAT} E skiden kullanılan bir tür uzun m enzilli top. balyemez2, [var+ye-mez] {ağız} sf. Malını yemeyen; cimri. [DS] balyos, [Lat. baiulus (ham al) > Vend. İt. bailo > Yun. mpailos > balyemez
Jl> / ,j* * J y {OsT} is.
1. İmparatorluk döneminde Venedik elçilerine veri len ad. 2. Eskiden Doğu Akdeniz’deki Venedik koloni valilerine verilen ad. balyoz1, [Yun. bareios] is. Büyük taşları kırmak ve kazık çakmak için kullanılan büyük ve ağır çekiç; varyos. S balyoz gibi, (Yumruk, d a r b e vb. için) ç o k a ğ ır ; ezici. balyoz2, [Lat. baiulus (ham al) j ^ J y {OsT} is. - * bal yos. balyozlama, [balyoz-la-ma] is. Balyozlamak işi. balyozlam ak, [balyoz-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Balyozla vurmak, kırmak, ezmek, çakmak, balzen, [Far. bâl-zen Ojiy (ba:lzen ) sf. Kanat vuran; kanat çırpan; uçan. b am 1, [bam / bamb (yans.) j>y is. Düzensiz adım at ma, zıplama vurma ve çalma anlatan kök. [Zülfıkar] bam bam , bam kal. S bam bam , 1. {eAT} (Yürü mek, gitm ek, çıkm a k için) ç a res iz lik ve bekley iş için de düzensiz a y a k sesleriy le. 2. D ik dik. [DK] banı2, [Far. bâm ^y (ba:m ) {OsT} is. 1. Çatı; dam. 2. Kubbe. 3. Göz kapağı, t? bam -gâh, {OsT} S eh er vakti.|| bâm-geh, {OsT} -*■ bâm-gâh.|| bâm-ı bedî, {OsT} D okuzuncu kat gök. || bâm-bülend, {OsT} 1. Yüksek çatı. 2. Gökyüzü. ||bâm -ı çeşm, {OsT} anat. Gözün üst k a p a ğ ı.|| bâm-ı Dünyâ, {OsT} 1. D ünya nın ça tısı; D ünyanın damı. 2. H im alay a dağlarının en y ü k sek y e r i; P am ir; E v erest.|| bam-ı ferah, {OsT} 1. G eniş ve a ç ık çatı. 2. Gökyüziı.\\ bâm-ı hadrâ, {OsT} 1. Yeşil çatı. 2. Gökyüzü.|| bâm-ı M e sih, {OsT} D ördüncü kat g ö k .|| bâm -ı nühüm,
ÖIÜMIÜMt SÛM. ;;
BAM
{OsT} 1. D okuzuncu çatı. 2. m ecaz. D okuzuncu kat g ö k ; dokuzuncu felek.\\ bâm-ı refî, {OsT} D okuzun cu kat g ö k .|| bâm-ı vasî, {OsT} 1. G eniş çatı. 2. Gökyüzil\\ bâm-ı zamane, {OsT} 1. Z am ane çatısı. 2. E n a şa ğ ıd a k i dün ya; birin ci k a t gök.
uçar böcek. 5. Yaban arısı. 6. bot. Yazın tarlalarda biten, develerin yediği beyaz çiçekli, boz yapraklı boz bir ot. 7. Kabuğu kendiliğinden soyulmuş ceviz ve badem vb. 8. Alt dudağın altında çıkan sık sa kal. [DS] 0 bambıl arısı, {ağız} Y aban arısı. [DS]
bam 3, [Far. bâme / bemm / bam j>U] (ba:m ) {OsT} is.
bambıl2, [bamb (yans.) > bambıl] {ağız} sf. 1. (Çocuk veya hayvan yavrusu için) tombul; şişman. 2. Şı marık; nazlı; hoppa; yılışık. [DS] S bambıl bam bıl, {ağız} T om bu l tombul. [DS]
1. Uzun, gür ve kaba sakal. 2. Borç. 3. Sabah; sa bah vakti; sabah ışığı. 4. Telli çalgılarda en pes tel. S bam teli, 1. Sazın en kalın se s veren teli. 2. {OsT} Alt dudağın altın daki sey rek s a k a l telleri. 3. m ecaz. B ir kim senin ç o k h a ssa s olduğu, en k olay incindiği taraf. || bam teline basm ak, B irin in ç o k duyarlı olduğu konuyu a ç m a k veya k ız aca ğ ı b ir şey yap m ak. bam 4, [bam (yans.)] {ağız} is. Davulun tokmakla vu rulan yüzü. [DS] bam ador, [İt. pomi d’oro (altın elm ala rj] {ağız} is. Domates. [DS] ham ak, [bâ-mak] (b a :m a k) {eT} gçl. f . 1. Bağlamak; raptetmek. [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [İKPÖy.] [EUTS] [DLT] 2. Örgü yapmak; örmek. [DLT] bam b, [bam / bamb (yans.)] is. Düzensiz adım atma, zıplama vurma ve çalma anlatan kök. [Zülfıkar] ba m b -ıl bam bıl, bam b-ul, bam b-al. bambına basm ak, {ağız} Birinin k ız aca ğ ı b ir şey y a p m a k ; ba m teline basm a. [DS] bam bagiya, [Yun. bambakion] {ağız} is. Pazen. [DS] bambal, [bamb (yans.) > bamb-al] {ağız} sf. 1. (Ço cuk, hayvan yavrusu vb. için) tombul; şişman; gür büz. 2. Şımarık; hoppa; yılışık. 3. Erkek bal arısı. [DS] S bambal böceği, {ağız} 1. Z ehirli örü m cek; böğü . 2. S ığ ırlara dad an an ve d eri altın a yavru bıra k an b ir b ö c e k ; b ö ğ elek . [DS] bam bam , [bam (yans.) > bam+bam] is. Sopalarla oy nanan bir oyun, bam ban, [? bamban] {ağız) is. Az pişmiş yumurta; rafadan. [DS]
bambu, [Malezya d. > Fr. bambou] is. bot. Buğday gillerden sıcak ülkelerde yetişen, 25 m. kadar boylanabilen, kabarık düğümlü gövdesi mobilya, mer diven, baston gibi eşya yapımında kullanılan, yirmi beş kadar türü bulunan kamış bitkiler; Hint kamışı; hezaren, (B am bu sa vulgaris). fi1 bambu ayısı, zool. B o z ayıdan d a h a büyük, bey az p o stlu ku lak la rı, a y ak la rı koyu kahveren gi, bam bu kam ışı ile b e s lenen o tçu l m em eli hayvan ; büyiik p a n d a , (A ilu ropoda m elan oleııca). bambul, [bamb (yans.) > bamb-ul / banb-ul] is. zool. 1. Kurtçukları ekinlerin köklerini, erginleri de ba şakların içindeki taze taneleri yiyerek zarar veren, km kanatlı, zararlı bir böcek; süne böceği, (Anisoplia a u stria ca ; A. sy riaca). 2. {ağız} Zambak. [DS] 3. {ağız} Dut meyvesi. [DS] 4. {ağız} sf. Tombul; şiş man; gürbüz. [DS] 5. {ağız} Şımarık; hoppa. [DS] S bambul kurdu, {eAT} Kuduz kurdu.|| bambul otu, bot. H od a n g illerd en beyaz, m avi veya eflatun ç i ç e k le r i gün b a ta rken v e d o ğ a rk en vanilya kokusu yayan , ç o k su ve s ıc a k y e r isteyen çalım sı b ir bitki, (H eliotropiu m ). bam burta, [İt. bombardone] {ağız} is. Bandoda yer alan en kalın sesli borazan. [DS] bam buruk, -ğu [Bulg. baraboy / brımbare / Alm. Bramburk ?] {ağız} is. Patates (?).[DS] S bamburuklarını sökmek, argo. B irin i kötü lem ek; rezil et m ek ; k a r a sürm ek. bambus, [? bambus] {ağız} is. Tavukların tepeliği. [DS]
bam banlam ak, [bamban-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Güvenmek. [DS]
bam dad, [Far. bâmdâd .sl-uL] (b a ;m d a ;d ) {OsT} is. 1.
bam başka, [ba(m)+başka] ( b a ’m başka) sf. pekşt. Benzerlerinden ve türdeşlerinden çok ayrı bir özel liği bulunan; apayrı; büsbütün başka; farklı; deği şik; ayruktan ayruk.
bamdadî, [Far. bâmdâdl
bambaşkalık, -ğı, [ba(m)+başka-lık] is. 1. Bambaşka olma durumu; gariplik, tuhaflık. 2. Bambaşka olan şeyin niteliği, bambık, -ğı [pam-buk / pamuk] {ağız} is. Pamuk. [DS] bambıl1, [bamb (yans.) > bambıl] {ağız} is. zool. 1. Ekinler taze iken tanelerin özünü yiyen böcek ve bu böceğin sebep olduğu hastalık; süne; tahıl biti; {eAT} (aynı). 2. Baklagillere zarar veren bir böcek. 3. Üzüm tanelerini yiyen kahverengi ve tüylü bir böcek. 4. Ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyen bir
Seher vakti; sabah. 2. Tan yeri. 3. zf. Seher vaktin de; sabahleyin, (b a m d a ;d i;) {OsT}
is. Sabahın erken vakti; seher, bame, [Far. bâme “uU] (b a ;m e) {OsTfis. 1. Uzun, gür ve kaba sakal. 2. sf. Sık ve gür sakallı, bamıl, [bam (yans.) > bam-ıl J^>L>] is. {eAT} Kuduz böceği. bamiye, [Ar. bâmiye] {ağız} is. bot. Bamya. [DS] bam ya, [Ar. bâmiye] ( b a ’m ya) is. bot. 1. Meyveleri yemek yapılarak tüketilen ebegümecigillerden bir sebze, (H ibiscus esculentus). 2. Bu bitkinin kum ve taze olarak yenilen meyvesi. 3. a rgo. Çocukların cinsel organı. S bam ya ocağı, T opkapı sa ra y ı teş-
kilalın d a b a h ç e işlerin e b a k an sın ıf.||bam ya tarla sı, a rg o. M ezarlık. -ban, [Far. ban (koruyucu)] {OsT} son ek. Sonuna getirildiği isimlere, o varlığı "koruyan, saklayan , cı ” anlamlan katan Farsça son ek. ban1, [ban / ban / ban (yans.)] is. Kabaca bağırmayı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] ban ban etm ek, ban -la-m ak, ban g-la-m ak, ban g -ıl bangıl, ban g -ır bangır. S ban ban etmek, {ağız} 1. D övü n erek söylenm ek. 2. Şaşm ak. [DS]|| ban baft konuşmak, {ağız} Yüksek s e s le ve id dialı kon uş mak. [DS] ban2, [Far. ban OU] (ba:n ) {eATf sf. 1. Ulu; büyük. 2. İleri gelen; bey. 3. is. Arabanın üstü. 4. {OsTj Evin üstü; dam; satıh. 5. Çadırların veya evlerin tepesin de baca yerine duman çıkması için açılan delik ve ya ışıklık. S ban ev, {eAT} Büyük ve g ö rk em li ç a dır’.|| ban iv, {eAT} Büyük ve g ö rk em li ç a d ır ; büyük ev. ban3, [Far. bang
is. 1. Haykırma veya yüksek
avaz. 2. Ezan, fi1 ban ban etmek, {ağız} 1. Şaşm ak. 2. D övü n erek söylenm ek. [DS]|| ban ban konuş mak, {ağız} Yüksek s e s le ve iddialı b ir şe k ild e k o nuşmak. [DS]|| ban banlatm ak, {eAT} E zan okut mak. [DK]11 ban verm ek, {ağız} Yankılam ak. [DS]|| ban virmek, (vermek), {eAT} 1. Yüksek s e s le b a ğ ırm ak; seslen m ek. 2. E zan okum ak. ban4, [ban] {ağız} is. Otlak; mera. [DS] fi1 bana ver mek, {ağız} S a ğ m al hayvan ları o tla tm a k ü zere ç o ba n a verm ek. [DS]|| ban olmak, {ağız} Y ayılarak oturm ak. [DS] ban5, [Hırv. ban (bey) l Yun. banos jU] {OsT} is. İm paratorluk döneminde Macaristan, Yugoslavya ve çevresindeki topraklardaki küçük prenslere ve san cak beylerine verilen unvan. ban6, [Çin. pan] {eT} is. Üzerine yazı yazılan tahta, yazı tahtası. [EUTS] ban7, [Çin. wan] {eT} is. On bin. [EUTS] ban8, [Ar. ban ul.] (ba:n ) {OsT} 1. Sorgun ağacı; bey söğüdü. 2. m ecaz. Sevgilinin boyu, fi1 ban ağacı, bot. S ıca k b ö lg e le r d e y etişen sev g i çiçeğ ig iller e yakın kırm ızı veya bey az çiçekli, g öv d esin d en ve tohum larından eld e ed ilen tatlı ve kokusuz y a ğ ı halk h ekim liğ in de m üshil ve kusturucu o la r a k kul lanılan b ir a ğ a ç, (M orin ga oleifera).\\ ban otu, bot. Ç içekleri morumsu, m eyveleri siyah, k o ru la rd a yetişen, z eh irli ve uyuşturucu tohum ları tıpta ku lla nılan p a tlıca n g illerd en b ir bitki, (H yoscyam us niger). || ban yağı, B an ağacın ın m eyvesinden eld e edilen ve h a lk hekim liğ in de m üshil o la r a k kullanı lan y a ğ ; H int yağı. bana1, [bene > manna > bana] zm. Birinci teklik kişi zamiri (ben) ’in yaklaşma hali. 0 bana mısın de memek, H iç o r a lı o lm a m a k; a ld ırış etm em ek.
bana2, [Slav, bana] is. Ilıca; kaplıca, {ağız} (aym) [DS] banaca, [ben > bana-ca] (b a n a ’ca) {ağız} zf. Bana göre; bana özgü. [DS] banaç, -cı [ban-mak > ban-aç] {ağız} is. Banale. [DS] banadura, [İt. pomi d’oro (altın elm a)] {ağız} is. 1. Patates. 2. Domates. [DS] 0 banadura pekmezi, {ağız} D om ates sa lçası. [DS] banak, -ğı [ban-mak > ban-ak] {ağız} is. 1. Kaşık ve çatal yerine küçük bir külah biçimi verilerek yeme ğe banılan ekmek parçası. 2. Lokma. 3. Sulu ye mek; sulu katık. 4. s f Bir parça; biraz. 5. {ağız} De fa; kere; kez. [DS] S banak aşı, {ağız} Sulu yem ek. [DS] ' banakçı, [ban-ak-çı] {ağız} sf. 1. Başkalarının sırtın dan geçinen; hakkı olmayan sofrada kamını doyu ran; asalak; dilenci yaradılışlı. 2. Pisboğaz. [DS] banakiam ak, [banak-la-mak] {ağız} g ç l .f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Sulu yemeklere ekmeğini batırarak yemek. 2. Olur olmaz yerde yemek yemek. [DS] banal, -li [Fr. banale (köylü işi)] sf. 1. Flerkes tara fından anlaşılan. 2. Herkesin kullandığı. 3. gnşl. Bayağı; harcıâlem; âdi. banallik, -ği [banal-lik] is. Banal olma durumu, banam , [ban-mak > ban-ım / ban-am] {ağız} is. Bir hanımlık yemek; çok az yemek. [DS] b anaz1, [ban-az] {ağız} sf. 1. Sersem; beceriksiz; akılsız. 2. Gözleri iyi görmeyen. 3. Karmakarışık; dağınık. 4. Sersemletecek kadar kuvvetli esen rüz gâr. [DS] S banaz olmak, {ağız} 1. B aşı d ön m ek; sen d elem ek ; sersem lem ek. 2. Şaşm ak. 3. D eliye dönm ek. [DS] banaz2, [ban-az] {ağız} is. Akarsuyun yüzecek kadar derinleştirilmiş kısmı; su birikintisi. [DS] banazırm ak, [ban-az-ır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] 1. Sersemlemek. [DS] 2. Banaz olmak, banb, [banb (yans.)] is. Düzensiz adım atma, zıplama vurma ve çalma anlatan kök. [Zülfıkar] banb-ıl, banb-ul. banbal1, [banb-al] {ağız} is. Arı büyüklüğünde yeşil başlı bir tür sinek. [DS] banbal2, [bamb-al / banb-al] {ağız} sf. 1. Şımarık. 2. Mirasyedi. [DS] banban, [ban+ban] (bah bafı) {ağız} sf. (Kişi için) yüksek sesle konuşan; gürültücü. [DS] banbıl, [banb (yans.) > banb-ıl] {ağız} sf. 1. Hantal. 2. is. Bambul. 3. is. Yaban arısı. [DS] banbuk, [panbukjj^l;] {eAT} is. Pamuk. banbul, [banb (yans.) > banb-ul
is. -*• bambul.
t? banbul kurdı, {eAT} Kuduz böceğ i. banc, [banc (yans.)] is. Mıncıklamayı anlatan kök; ban c-ık-la-m ak.
ÖIÜMIÜMEMıiilf. io
BAN
bancı, [ban > ban-cı] {ağız} is. Müezzin. [DS] S bancıla kal! {ağız} “Ol, g e b e r !" anlam ından ilenç sözii. [DS]
bandıra, [İt. bandiera] is. dnz. 1. Bir geminin hangi ülkeye ait olduğunu gösteren bayrak. 2. Yabancı devlet bayrağı. 3. gnşl. Renkli flama. 4. Uyrukluk,
bancıklam ak, [banc (yans) > banc-ık-la-mak] {ağız} g çl. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Yemeğin kıyısından bir parça yemek; tadına bakmak. 2. Parmakla karıştır mak. [DS]
bandıralı, [bandıra-lı] sf. 1. Bandırası olan. 2. Belir tilen ülkenin bandırasım taşıyan,
banço, [Amerikan İng. banjo] (ba'ııço) is. miiz. 1. Amerikan zencilerinin kullandığı, daha sonra da caz topluluklarında yer almış bulunan göğsü deri kaplı, yuvarlak gövdeli, uzun saplı, telli saz. 2. Otobüslerde karşılıklı iki kollu arka köprü karteri. banda, [Yun. banda] {ağız} is. Dik dörtgen biçiminde desenleri olan renkli işleme; duvar süsü. [DS] bandaj, [Fr. bandage] is. 1. Bir yarayı veya yaralı bir organı saran şerit halindeki bez; sargı; bağ. 2. Sargı beziyle sarma işi; sarma; bağlama. 3. oto. Otomobil tekerleğinin jantını çevreleyen çelik veya kauçuk çember, ö bandaj takm a, Isıtm a y olu yla b ir a r a b a tek erleğ in e dem ir ç em b er geçirm e. bandajlam a, [bandaj-la-ma] is. Bandajlamak eyle mi; sarma; bağlama, bandajlam ak, [bandaj-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Bir yarayı veya yaralı organı sargı ile sarmak; bağ lamak; sarmak, bandajlanm a, [bandaj-la-n-ma] is. Bandajlanmak işi; sarılma; bağlanma, bandajlanm ak, [bandaj-la-n-mak] edil. f i [ -ır ] Sarıl mak; bağlanmak, bandak, -ğı [ban-mak > ban-dak] {ağız} is. 1. Banak. 2. Dağlardan inen suyun, dağın eteklerinde meyda na getirdiği bataklık. 3. Uçlarından bağlanmış ot demeti. [DS] bandakçı, [ban-dak-çı] {ağız) sf. Her işe girişen fakat başarısız olan; beceriksiz. [DS] bandaklam ak, [ban-dak-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [l(ı)-y o r] 1. Bir yeri elle karıştırmak; elle bozmak. 2. Cıvık şeyleri parmakla almak. 3. Ondan bundan karıştırmak. 4. Yemeğin kenarından azıcık alıp ye mek; tadına bakmak. [DS] bandana, [İng. bandanna] is. Lekeler bırakılarak bo yanmış mendil, bandal, [İt. bandera] {eT} is. 1. Ağaçtan omuz başı biçiminde çıkarılan parça. 2. Karnından sırtına ka dar kemer gibi beyazı olan hayvan. [DLT] S1 ot bandal, {eT} A ğ açtan omuz ba şı biçim in de ç ık a rıl dıktan so n r a y a k ıla r a k közü ile oynanan b ir tür çev g en oyunu. [DLT] bandıkm ak, [ban-dık-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] 1. Çok ağlamak. 2. Bunalmak; ıstırap çekmek; çok yorulmak; yorgunluktan ölecek gibi olmak. 3. Çok susamak; hararet basmak. 4. Fazla istekli olmamak. 5. Çok acıkmak. 6. İmrenmek; ağzının suyu akmak. 7. Suyu, şarabı patlaymcaya kadar içmek. [DS]
bandırgaç, [ban-dır-gaç] {ağız} is. Mürekkep kalemi; kamış kalem. [DS] bandırm a, [ban-dır-ma] is. 1. Bandırmak eylemi. 2. {ağız} Bir ipliğe dizilmiş ceviz ve fındık gibi kuru yemişlerin şekerli nişasta veya pekmez içine daldı rılması ile elde edilen tatlı; cevizli sucuk; tatlı su cuk; şekerli sucuk. [DS] 3. İri taneli, beyaz üzüm; razakı. 4. {ağız} Kuru üzüm. [DS] 5. {ağız} Üzümleri potaslı suya batırmak için kullanılan iki kulplu süzgeç. [DS] 6. {ağız} Üçgen olarak kesilmiş yufka yı tereyağında kızarttıktan sonra üzerine şerbet dö kerek yapılan cevizli tatlı. [DS] 7. {ağız} Bir direk ucunda denize atılan bir tür balık ağı. [DS] S ban dırm a kabı, K uru tu lacak üzüm, in cir ve kayısı g ib i m eyvelerin serilm ed en ö n c e için e d a ld ırıld ık tan p o ta s lı sıvının konduğu kap. || bandırm a keleteri, {ağız} Ü zümleri b a n d ırm a k için kullanılan sepet. [DS]|| bandırm a tahtası, {ağız} B an dırılan üzüm sepetlerin in üzerin e k on u larak a ka n suyun tekrar su k a b ın a akm asın ı sa ğ la y a n tahta. [DS]|| B an dır ma taşı, P a r k e kaldırım yap ım ın d a kullanılan cam g ib i p a r la k p a r ç a lı, m agnezyum b o ra tlı sert taş. bandırm ak, [ban-dır-mak
{ağız} gçl. fi. [-ır]\ .
Batırmak; bulaştırmak. {eAT} (aynı) [DS] 2. Daha şeffaf, sarı görünmesi veya çabuk kuruması için kurutulacak üzüm incir ve kayısıyı potaslı sıvı içine daldırmak. 3. {ağız} Suya batırmak; daldırmak. [DS] 4. {ağız} Yemekten almasına, yemesine izin ver mek. [DS] 5. {ağız} Lokmaları yemeğin suyuna hatı ra batıra yemek. [DS] 6. {ağız} Şerbeti tatlıya içirt mek; emdirmek. [DS] bandırm alı, [ban-dır-ma-lı] {ağız} sf. Y asa dışı cinsel ilişkilerde bulunan kadın; orospu. [DS] bandik, -ği [? bandik] {ağız} is. 1. Şalvar. 2. Çocuk ayakkabısı. 3. Küçük lamba. 4. Çabuk ateş alabilir, yanabilir madde; kav. 5. Çam ağacından yapılmış bardak veya testi. 6. Parmak. [DS] fi1 bandik at m ak, {ağız} P a r m a k atm ak. [DS] bandiklemek, [bandik (parm ak) > bandik-le-mek] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Yemeğin kıyısından azıcık yemek; parmakla tadına bakmak. 2. (Bece riksiz ve ehliyetsiz kişi için) bir işi beceremeyerek bozmak. [DS] bando,1 [İt. banda] (ban do) is. müz. Vurmalı ve nefesli çalgılardan meydana gelmiş askerî mızıka topluluğu. bando2, [İt. in bando] ( b a ’ndo) ünl. Çekilmekte ya da koyuverilmekte olan bir halatın birden bırakıl ması için verilen “B ır a k l " emri ve sözü.
İM
İK
s s a i. 461
BAN
bandocu, [bando-cu] is. Bandoda görevli olan kimse, bandrol, -lü [Fr. banderole] is. 1. Paket veya şişe ağzına süs olsun diye veya tüketicisinden önce açıl masın diye konulmuş renkli yaprak. 2. Devlet tara fından belli bir verginin alındığım belirten küçük etiket. 3. Bayrak direğinin tepesine süs olsun diye konulan uzun şerit, baııdura, [Yun. pandura > Fr. bandoura] is. miiz. Moğollar tarafından bulunmuş, bugünkü mandolin, tambur ve balalaykanın babası sayılan bir telli çal gıbandurma, [ban-dur-ma] {ağız} is. Haşlanmış tavuk veya hindinin suyuna parmak kalınlığında dürül müş yufkalar batırılıp tepsiye dizildikten sonra üze rine de haşlama etler konularak yapılan yemek. [DS] bandurmak, [ban-dur-mak
j-Uj] {eAT} g ç l .f . [-u r]
Batırmak; bulaştırmak, bane, [Far. bâne *iU] (b a :n e) is. Kasık, baneva, [Far. bânevâ / bânüvâ Ijjy (b a .n ev a ;) sf. 1. Mal mülk sahibi; zengin. 2. Tanınmış; ünlü; meş hur. bang1, [ban / ban / bang / bank / beng (yans.)] is. Kabaca bağırmayı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. [Zülfikar] ban g-la-m ak, barıg-ıl bangıl, ban g -ır bangır. S bang etmek, {ağız} B ağ ırm a k ; se slen m ek; çağ ırm ak. [DS] bang2, [Far. bang J j y (ba:n g ) {OsT} is. 1. Haykırma. 2. Ses; seda. 0 bâng-i Allah, Ezan. | bâng-i na maz, E zan .|| bâng-i revârev, 1. B üyük b ir şahsın geldiğin i h a b e r verm ek için ça lm a n b o ra z an sesi. 2. İsrafil'in m a h şer gününü ilan etm ek için ç a la c a ğı söylen en ikin ci boru sas7.|| bâng-zen, H aykıran ; seslenen. bang3, [ban ili,] (ban) {eT} is. 1. Bağırma. [DLT] 2. {eAT} is. Ezan. 0 ban banlatm ak, {eAT} Ezan okutmak. || ban barm ağı, {eAT} Ş a h a d et p a rm ağ ı. || baıî sıgtamak, {eT} B ağ ırm ak. [DLT]|| ban virmek, {eAT} 1. E zan okum ak. 2. Yüksek s e s le b a ğ ırm ak ; seslenm ek. bang4, [Far. bang & *] is. argo. Afyon; haşhaş bitki sinden çıkarılan uyuşturucu madde; haşiş. banga1, [ben-ğa > bana] (b a h a ) {eT} zm. Teklik bi rinci kişi zamirinin verme durumu; bana. [ETY] 0 bana seni gerek, {eAT} B a n a sen g ereksin . banga2, [bang (yans.) > bang-a] {ağız} is. Yankı; aksi seda. [DS] bangaboz, [Yun. panagatos (iyi kalplı')] sf. argo. Saf; bön; ahmak. bangaçça, [İt. bancaccia] (b a ’n g a çça ) is. dnz. Gemi de dizi halinde duran sandık ya da kasalar, bangadak, -ğı [bang (yans.) > bang-adak] {ağız} zfi. (Bağırmak, ağlamak için) birdenbire. [DS]
bangaru, [ben > ben-ğaru] (baharu ) {eT} zm. Teklik birinci kişi zamirinin yönelme durumu; bana doğru, banger, [İt banchiere] is. argo. Çok zengin kimse, bangıdak, -ğı [bang (yans.) > bang-ı-dak] {ağız} zfi (Ağlamak için) yüksek sesle. [DS] bangıl, [bang (yans.) > bang-ıl] is. Yüksek sesle ba ğırma, ağlama, uluma bildiren yansımalı gövde. 0 bangıl bangıl, {ağız} 1. (K onuşm a için) kaba, h id detli ve y ü k sek sesle. 2. (Suyun akışı için) ç a ğ ıl ç a ğ ıl; gürül g ü r ü l [DS]|| bangıl bungul, {ağız} (K o nuşm a için) k a b a ve y ü k sek sesle. [DS] bangıldam ak, [bang (yans.) > bang-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-d (ı)-y o r] Yüksek sesle ve öfkeli ola rak bağırmak; rasgele bağırarak konuşmak. [DS] bangır, [bang (yans.) > bang] is. Yüksek sesle bağır ma, haykırma bildiren yansımalı gövde. 0 bangır bangır, 1. Gürültülü bir şe k ild e; avazı çıktığı k a dar. 2. Yüksek sesle. 3. {ağız} Ç o k üzüntülü o la ra k. [DS]|| bangır bangır bağırm ak, Bütün kuvvetiyle, avazı çıktığı k a d a r ba ğ ırm ak .|| bangır bangır ko nuşmak, {ağız} Yüksek s e s le konuşm ak. [DS] bangırdam a, [bang (yans.) > bang-ır-da-ma] is. Ban gırdamak işi. bangırdam ak, [bang (yans.) > bang-ır-da-mak] gçsz. f i [ - r ] [-d (ı)-y o r] Öfkeden yüksek sesle bağırıp ça ğırmak. bangırdm ak, [bang (yans.) > bang-ır-t-mak] {ağız} gçl. f i [- ır ] Sinirlendirerek bağırmasına yol açmak. [DS] bangırm ak, [bang (yans.) > bang-ır-malc] {ağız} gçsz. fi. [ -ır ] (Manda için) bağırmak. [DS] bangış, [? bangış] {ağız} is. Dişi yaban domuzu. [DS] hangilenmek, [bang-i-le-n-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir] Budalalık etmek; dikkatsizlik etmek. [DS] banglam ak1,. [bang (yans.) / Far. bang > ban-la-mak ,3*İSjL;] (ban lam ak) {eAT} gçsz. fi. [ - r ] 1. Yüksek sesle bağırmak; haykırmak; seslenmek; çağırmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. Ezan okumak. [DK] 3. Gök gürlemek. 4. {ağız} (Horoz için) ötmek. [DS] 5. {ağız} (Eşek için) anırmak. [DS] 6. {ağız} Sayıkla mak. [DS] 7. {ağız} (Sır için) ağzından kaçırmak; söyleyivermek. [DS] banglam ak2, [bang (yans.) > ban-la-mak] (banlam ak) {ağız} gçsz. fi. [- r ] [-l(ı)-y o r] Davetsiz gelmek. [DS] bangnam ak, [bang (yans.) > ban-la-mak] (bann am ak) {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-n (ı)-y or] -*• banglamak1. [DS] banı, [ban-ı] {ağız} is. 1. Yayla evi; çiftlik. 2. Mandı ra; ağıl. [DS] banıç, -cı [ban-ıç] {ağız} is. 1. Banak. 2. Yudum. [DS] banıkmak, [ban-ık-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] 1. Çok susamak; hararetlenmek. 2. Bunalmak; sıkılmak. [DS] banım, [ban-ım] {ağız} is. 1. Banak. 2. Yudum. 3. Az kalmış yemek. 4. Sütün kaymağı. [DS]
Ü M Ü K Ç E SÖZLÜK. 32
BAN
banıt, [Sansk. phânita] {eT} is. Şurup. [EUTS] [Gabain] bani, [Ar. bina (kurm ak) > banı
(b a .n i:) {OsT}
is. 1. İnşa eden veya ettiren; yapan, yaptıran. 2. Ku ran; kurucu; müessis. 3. Yaratıcı (Allah).
faizle para veren kişi. 3. Büyük miktarda altın ve para ticaretiyle uğraşan kişi. 4. m ecaz. Çok zengin kişi. bankerlik, -ği [banker-lik] is. 1. Bankerlerin işi ve mesleği. 2. Bankerlerce gerçekleştirilen iş ve iş lemlerin tümü,
banjo, [îsp. > Amerikan İng. banjo] ( b a ’njo) is. müz. 1. Amerikan zencilerinin kullandığı, daha sonra da caz topluluklarında yer almış bulunan göğsü deri bankerzede, [İng. banker + Far. zede (uğrayan)] is. Bankerden para aldığı parayı ödeyemediği veya kaplı, yuvarlak gövdeli, uzun saplı, telli saz; banço. yüksek faiz umarak çok büyük miktarda para yatı b ank1, [ban / ban / bang / bank / beng (yans.)] is. Ka rıp geriye tahsil edemediği için çok büyük zarara baca bağırmayı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. uğramış kişi, (20. yy. sonu). [Zülfıkar] barık-ır-m ak, ban k-ıl bankıl. banket, [Fr. banquette] is. 1. Karayollarının kaplama bank2, [Far. bang (afyon)] {ağız} sf. Sersem; budala; dışında kalan, taşıtların güvenle durmaları için ve şaşkın; duygusuz. [DS] ö bank olmak, {ağız} S er ya yayaların kullanımına ayrılmış çakıllı bölüm. 2. sem olm ak. [DS] Arkalıksız, küçük oturaklı sıra; küçük bank, bankJ, [Alm. banki > Fr. banque] is. 1. Park ve bahçelerde oturmak için konulmuş uzunca ve arka bankıl, [bank (yans.) > bank-ıl] {ağız} is. Yüksek sesle bağırmayı anlatan yansımalı gövde. [DS] S1 lıklı bir çeşit sıra. 2. Camcıların aletlerini yerleştir bankıl bankıl, {ağız} (A ğlam ak için) y ü k sek se sle dikleri küçük sıra. 3. dnz. Kürekçi sırası. ve a c ı acı. [DS] bank3, [Fr. banque] is. Bankanın kısaltılmışı. bankır, [bank (yans.) > bank-ır] is. Kabaca bağırma bank4, [Dan. banke > İng. bank (sığlık)] is. dnz. yı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan yansımalı gövde. Denizlerde mercan kayalıklarından meydana gel fi1 bankır bankır bağırm ak, {ağız} Avazı çıktığı miş sığ ve tehlikeli yer. k a d a r bağ ırm ak. [DS] bank5, [İt. banco (sıra, m asa)] is. Mağazalardaki tez bankırm ak, [bank (yans.) > bank-ır-mak] {ağız} gçsz. gâh. f . [- ır ] 1. Böğürmek. 2. Bağırmak; bağrışmak. [DS] b ank a1, [İt. banco (p a ra bozm a tezgâhı)] (ba'n ka) is. bankiz, [Aim. Bank (geniş b lo k ) + Eis (buz) ? > Fr. 1. Faizle para alıp veren, çeşitli parasal işlemler banquise] is. coğ. Kutup bölgelerinde deniz suyu yapan, kasalarında para veya değerli eşya saklayan nun donmasıyla meydana gelen geniş buzluk alan; kuruluş. 2. Bankacılık işlemlerinin yapıldığı yer. S buzla. banka cüzdanı, B a n k a d a h es a b ı o la n la ra h e s a p la rının dökümünü g ö ster m e k a m a cıy la verilen küçük banknot, [İng. bank (ban ka) + note (kâğıt)] is. bank. 1. Banka kâğıdı. 2. Kâğıt para; kaime. 3. Lira, d efter.|| banka gibi, Ç ok zengin kim se. ||bankadan p a ra çekmek, B an k a d a k i h esab ın d an p a r a alm ak. || banko, [İt. banco] ( b a ’nko) is. 1. Bir kuruma iş için gelenlerle görevliler arasında yer alan yüksek ve bankaya p ara yatırm ak, B an k a d a k i h es a b ın a p a dar masamsı bölme. 2. Ayak üstü yemek yenen r a koym ak. yerlerde duvara bitişik dar tabla; büfe. 3. At yarışı banka2, [İt. banco] is. dnz. Kadırgalarda kürekçilerin ve loto gibi tahmine dayalı kumar oyunlarında ka oturduğu sıra, zanacağına kesin gözü ile bakılan seçenek. 4. Oyu bankacı, [banka-cı] is. 1. Bankada görevli ve banka nu yöneten kişinin ortaya koyduğu para. 5. Kumar cılık işlemleri ile uğraşan kimse. 2. Bankası olan oyununu yöneten kişi, kişi. 3. Banka yöneticisi, bankacılık, -ğı [banka-cı-lık] is. 1. Bankacının işi; bankacının mesleği. 2. Bankalar tarafından yapılan veya bankalarca gerçekleştirilen işler. S bankacı lık hukuku, huk. B an ka la rın kuruluşunu, işleyişini ve yaptığ ı çalışm aların den etlen m esi usullerini dü zen leyen hukuk kuralları. bankam atik, -ği [banka+ (oto)-matilc] is. Banka gişelerine gitmeden şifreli özel kartlarla para çek me, yatırma, havale vb. işlemleri günün her saati yapabilen para makinesi, (20. yy. sonu). banke, [Rus. banka => banke] {ağız} is. İçine reçel, salça vb. konulan toprak kap; çömlek. [DS] banker, [İt. banchiere > İng. banker] is. 1. Banka sahibi; bankacı. 2. Hisse senedi, tahvil alım satımı ile uğraşan, faizle para toplayıp isteyenlere yine
banlam a, [ban-la-ma] is. Banlamak işi. b anlam ak', [bang (yam.) > ban-la-mak] gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Yüksek sesle bağırmak; seslenmek; haykırmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. Ezan okumak. 3. {ağız} (Horoz için) ötmek. [DS] 4. Gök gürlemek. 5. {ağız} Anırmak. [DS] 6. {ağız} Sayıklamak. [DS] 7. {ağız} Gizlenmesi gereken şeyi söyleyivermek. [DS] 8. {ağız} Şaşmak. [DS] banlam ak2, [dam-la-mak ? > ban-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Davetsiz gelmek. [DS] banliyö, [Fr. ban (yasak) + lieue (fersah) > banlieue] ( b a ’nliyö) is. Bir şehrin yakınında oturma alanı ola rak düzenlenmiş küçük kasaba veya köy; dış ma halle; çevre; dolay. S banliyö treni, Ş eh ir ile b a n liyö a ra sın d a işleyen tren.
018MI11C M .463 banma, [ban-ma] is. 1. Banmak eylemi. 2. {ağız} Ça maşır yıkamak, pekmez kaynatmak için kullanılan altı dar ağzı geniş bakır kap; kazan. [DS] 3. {ağız} Kap içinden hayvan gibi eğilerek ağzım batırıp su içme. [DS] banmaç, [ban-maç] {ağız} is. Un ile yapılan sirkeli ve sarımsaklı bir yemek. [DS] banmak, [bâ-mak > ba-n-mak] {eT} gçl. f . [ - a r ] 1. Bağlanmak. [DLT] 2. (Okluk için) beline bağlamak; bağlanmak; kuşanmak. [ETY] [DLT] 3. Yemek amacıyla bir yiyeceği sulu ya da tuz, biber gibi toz bir maddeye batırıp çıkarmak. 4. {ağız} Kap içinden hayvan gibi eğilerek ağzını batırıp su içmek. [DS] 5. {ağız} (Kedi, köpek vb. için) yiyeceklere dilini batırmak. [DS] 6. dönşl. f . {ağız} Batmak; batıp çıkmak; her tarafı bulaşmak. [DS] banmık, [bâ-n-mık] {eT} is. Bir tür hastalık. [EUTS] bansı, [ban-sı] {ağız} is. Sığırların yem ve ot yedikle ri yemlik. [DS] bansımak, [ban-sı-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] Götürü iş almak. [DS]
BAR
bir bölümünü güneşin kimyasal ve fiziksel etkisin de bırakmak. S banyo havlusu, Yıkandıktan so n r a ku llan ılm ak üzere im al edilm iş büyük b o y havlu.|| banyo kazanı, Term osifon. |J banyo küveti, İçin e s ıc a k su do ld u ru la ra k yıkan ılan ö zel y apılm ış tekn e.|| banyo sabunu, Y ıkam lırken kullanılan ö z e l sabun. ||banyo süngeri, Yıkanırken sabu n lan m akta kullanılan ö z e l tem izlik a racı. || banyo teknesi, {ağız} Ç am aşır teknesi. [DS]|| banyoya girmek, Su dolu küvet için e g ir e r e k yıkanmak.\\ banyo yap mak (etmek), Yıkanm ak; çim m ek. banyol, [İt. bagnuolo (küçük hamam}\ {OsT} is. Kadırgada kürek mahkûmu olanların hapishanesi, banzala, [? banzala] {ağız} sf. Biçimsiz; büyük. [DS] banzı, [Kençek. banzı] {eT} is. Bağ bozulduktan son ra asmalarda kalan taneler. [DLT] baobap, -bı [Ar. bü hibab / Afrika yer. d. baobab] is. bot. Afrika ve A sya’nın sıcak bölgelerinde yetişen, gövdesinin çapı çok geniş, kabağı andıran tatlı meyveleri olan, kabuğunun sert lifleri dokumacılık ta kullanılan bir ağaç, (A danson ia digitata).
bant, -dı [Fr. bande] is. 1. Düz, dar, yassı bağ; şerit. 2. Küçük yaraları kapatmak için üzerine yapıştırı lan ilaçlı kâğıt. 3. Ses ve görüntü kaydetmek için kullanılan manyetik şerit, ö banda alm ak, B ir sesi veya görüntüyü ö z e l cih a z la kaydetmek.\\ bant dol durmak, B ir ban dı s e s veya görüntü ile dold u r m ak.|| banttan verm ek, D a h a ö n ced en ba n d a kay dedilm iş görüntü vey a s e s i ra d y o ve televizyondan yayınlam ak.
bap, -bı [Ar. bâb uL] {OsT} is. 1. Kapı. 2. Kitap bö
banting, [bänden / bantin] (bantih) {eT} is. Oturmaya mahsus sıra. [EUTS]
son ek. 1. Sonuna getirildiği isimlere "yağan, y a ğ dıran, saçan , serpen , d ö ken ” anlamları katarak bir leşik sıfatlar yapan Farsça bir son ek. 2. Bir yerin içindeki bolluğu ve kalabalığı anlatan son ek.
bantlama, [bant-la-ma] is. Bantlamak işi.
lümleri. 3. Konu. 4. Arap gramerinde mastar çeşit lerinden her biri. S bap tutm ak, {eAT} Uğurlu saym ak. bapir, [Kürt. bâw (b a b a ) + pır (yaşlı) > bâw-i pır] {OsT} is. Hükümdar; reis, bapur, [İt. vapore (buhar)\ {ağız} is. -*■ vapur. [DS] -b ar, [Far. bâriden (yağm ak) > -bâr jl> -] (b a :r) {OsT}
bantlamak, [bant-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. İki ve daha çok nesneyi bir bant ile tutturmak; bantla bağlamak. 2. Bant yapıştırmak,
B a r, [Ar. bâri (yaratan) jl>] (b a .r j {eT} {OsT} is. Tan
banu, [Far. bänü _ylj] (ba:n u :) {OsT} is. 1. Bayan; ka
b a’r, [Ar. ba‘r
rı. S B âr-i hüdâ, {OsT} A llah ; Tanrı.
is. (Küçük küreler halindeld) hay dın; hanım. 2. Hanımefendi; prenses; soylu kadın. van pisliği. 3. Gelin. 4. Şarap, gül suyu gibi sıvıların kabı; sü b a r1, [bar (yans.)] is. Yüksek sesle bağırmayı, ağız rahi. S bânû-yı m aşrık, D oğ u p re n s esi; G üneş.|| kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfıkar] b a r b a r bânü-yı M ısr, M ısır p r e n s e s i; Yusuf ile Z iileyha bağ ırm ak. 0 b ar b ar, (B ağ ırm ak için) ö fk e li ve hikâyesinin kadın kah ram an ı; Z eliha. y ü k sek sesle.\\ b ar b ar bağırm ak, Yüksek s e s le banuc, [Far. bânüc jryL>] (b a :n u :c) is. Salıncak. bağırm ak, çağırm ak. ||b ar verm ek, {ağız} B ir kim senin üzüntü ile a ğ la y ıp sızlam asın a dayan am abanyo, [Lat. balneum > İt. bagno] ( b a ’nyo) is. 1. m ak. [DS] Binaların, yıkanma, temizlik ve tuvalet ihtiyacı için ayrılmış, içinde lavabo, tuvalet ve duş, küvet gibi tesisatı bulünan bölümü; akarca; armak; çimek; duş; gusülhane; hamam. 2. Yıkamak veya yıkan mak eylemi. 3. Tedavi ve sağlığı korumak amacıy la dezenfektan bir sıvı içine vücudun bir bölümünü daldırma işi. 4. Teknik bir işlem için özel olarak hazırlanmış sıvı. 5. İçinde yıkanılan tekne ve küvet. 6. Sıcak su tedavisinin uygulandığı yer; ılıca; kap lıca. 7. Tedavi amacıyla vücudun tamamını veya
b ar2, [bar / par (yans.)] is. Alevlenmeyi, parlamayı anlatan kök. [Zülfıkar] bar-la-m ak. b ar3, [bâ-mak (olm ak; m evcut o lm a k; v a r olm ak) > bâ-r (r: g en iş zam an eki) l ba-r-ır] (b a :r) {eT} is. 1. Var; mevcut. [İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] [Üç İtigsizler] [Nevâyî] [DLT] [Tekin] [ETY] 2. sf. Hep. [EUTS] 3. Büyük. [DLT] 4. Varlık. S b ar m u? Var mı? [DLT]|| b ar yigde, İri iğ d e (Zizypha ru bra). [DLT]
iM
BAR bar4, [ba-mak > ba-r] {eT} is. 1. Düğüm. 2. Anlaşma; akit. 3. Sulh. bar5, [Erme, p ’ar / mar > bar jl>] {eAT'} is. 1. Kir; pas. 2. Kapların dibinde oluşan tortu. 3. {a ğ a | Sirke ve pekmez gibi sıvıların üzerinde meydana gelen küf; por. [DS] 4. {ağız} Hastalıktan dolayı ağızda mey dana gelen beyazlık. [DS] 5. {ağız} Sürahi, çaydan lık ve bardak gibi kaplarda oksitlenme vb. neden lerle meydana gelen pas; tortu; kireç. [DS] 6. {ağız} Tükürük; salya. [DS] 7. {ağız} Yapışkan olan her hangi bir madde. [DS] S b ar bağlamak, {ağız} K ir tutm ak; kirlen m ek; k ir eç bağ lam ak. [DS] b ar6, [Erme, bar / par (oynam ak, dans)] is. fo lk . 1. Erzurum ve dolaylarında el ele tutuşularak oynanan hareketli bir halk oyunu. 2. {ağız} Deniz turu. [DS] b ar7, [Far. bâr jl>] (b a :r) {OsT} 1. Yük. 2. Hamilele rin karınlarında taşıdıkları cenin. 3. m ecaz. Sıkıntı, üzüntü. 4. Yay kirişi. 5. Meyve, çiçek ve yaprak gibi ağaç ürünleri; meyve ağaçları ile sebzelerin çiçekleri, {ağız} (aynı) [DS] 6. m ecaz. Sermaye; ana mal. 7. {ağız} Fasulye, bezelye gibi bitki tohumları nın yeşil kabuğu. [DS] S b âr-âver, {OsT} 1. B o l m eyve v eren ; m eyveli. 2. iy i son u ç veren ; faydalı.\\ b âr-b er, {OsT} Yük taşıyan; hamal.\\ b âr-b erd âr, {OsT} I. Yük k ald ıran ham al. 2. Sıkıntıya taham m ül ed e n ; sabırlı.\\ bâr-dân, {OsT} 1. Bavul, denk, d o lap, çek m ece g ib i için e eşya konulan yer. 2. Ş arap şişesi.\\ b âr-d âr, {OsT} 1. Yüklü; ham ile. 2. (A ğaç için) b o l m eyveli.|| bâr-gîr, {OsT} 1. Yük k ald ıran ; y ü k tutan. 2. -* bargir.11 b âr-ı dil, {OsT} G önül y ü kü ; g a m ; keder.\\ b âr-ı girân, {OsT} Ağıryük.\\ b ârhâne, {OsT} 1. Yüklük. 2. Yolcu eşyası in d irilecek yer.\\ bâr-ı hayât, {OsT} 1. H ayat yükü. 2. Yaşamın a ğ ır yön leri. [J b âr-ı intizâr, B ek lem e yükü; b e k le m enin verd iğ i ıstırap. || b âr-ı istihfaf, K üçük g ö rülm eden duyulan üzüntü.|| bâr-ı kaza, K ad erin verd iğ i elem ve üzüntüler; k a d e r yükü.|| b âr-ı ke d er, {OsT} Üzüntü yükü; k e d e r yiikü.1} b âr-ı mih net, {OsT} E ziyet v e elem yükü. |] bâr-keş, {OsT} 1. Yük kald ıran ham al. 2. Sıkıntıya taham m ül ed en ; sa bırlı. || bar-m end, {OsT} (A ğaç için) m eyveli; m eyve v eren .|| b ar olmak, {OsT} Yük olm a k .|| bâr olma y ar ol! {OsT} “K im seye yü k olm a, yard ım cı o l" an lam ın da kullanılan iyi d ile k sözii.\\ b ârnâm e, {OsT} Yük ve eşya b e lg e si.|| bâr-senc, {OsT} Yük tartan kan tar.|| b âr ü bengâh, {OsT} T aşın abi le c e k eşy a; bagaj. b ar8, [Far. bâr j l ] (b a :r) {OsT} zf. Kere; misli. b ar9, [Far. bâr jU] (b a ;r) {OsT} is. 1. Giriş; girişe ve rilen izin. 2. {ağız} Bahçe çevresine harçsız olarak çalı çırpı vb. şeyden yapılan duvar. [DS] 0 bârgâh, {OsT} 1. M esken ; konut. 2. G irm ek için izin alın m ası g er ek en ö z e l y e r veya makam.\\ bâr-geh, {OsT} - * bar-gâh.
iK c t m e n .
b a r10, [Fr. barre] is. 1. Çubuk halindeki jimnastik aleti. 2. Dansçıların alıştırma çalışmaları yaptıkları duvarlara tutturulmuş ağaç sopalar. b a r11, [Lat. barra (parm aklık, en gel) > İng. / Fr. bar] is. 1. Meyhanelerde müşterilerin ayakta içki içtikle ri yüksekçe tezgâh. 2. Dans edilip eğlenilen içkili yer. 3. gnşl. Tiyatro, vapur vb. yerlerde içki içilen yer. S b ar kadım, İç k ili y e r le r d e m ü şterilerle on ların h esab ın d an içki içip on ları eğ len diren kadın. b a r12, [İng. bar] is. m atb. Kesme ve ayırma işareti olarak kullanılan iki paralel çizgi; (//). b a r 13, [Yun. baros (ağırlık) > Fr. bar] is. Hava basınç birimi, b a ra 1, [bara] {eT} is. 1. Bir ilaç. [EUTS] 2. Bir tartı ölçüsü birimi. [EUTS] 3. {ağız} Demirden kaldıraç çubuğu. [DS] b a ra 1, [bara] {eT} is. 1. Bir ilaç. [EUTS] 2. Bir tartı ölçüsü birimi. [EUTS] b ara2, [Bulg. bara] {ağız} is. 1. Bataklık. 2. Göl. 3. Sis; duman. 4. Ocak başı. [DS] b ara3, [Yun. mpâra] {ağız} is. Demirden kaldıraç çubuğu. [DS] B arab a, [baraba] is. Batı Sibirya’da yaşayan bir Türk kavminin adı. barab an, [Far. bâlâ-bân => balaban] is. -*■ balaban, b arab ar, [Far. ber â ber y\y] {ağız} zf. -*■ beraber. [DS] barabarlaşm ak, [Far. ber â ber + T. -le-ş-mek j-»-£J] {OsT} {eAT} işteş, f . [-u r] Beraberleşmek. b arab at, [Yun. parapat] {ağız} is. 1. Bir tür balık ağı. 2. gnşl. Hile; düzen; yalan. [DS] baracuk , [eT. barak > barak-çuk] {eAT} is. Uzun tüylü küçük köpek, baragadi, [Yun. paragadi] {ağız} is. Çok iğneli uzun balık oltası. [DS] b aragan , [bar-mak (varm ak) > bar-ağan] {eT} sf. Daima giden; çok varan; çok giden. [DLT] baragidi, [Yun. bre (hey) + T. gidi / bar-mak (var mak. gitm ek) + git-mek > bar-a gid-i ?] {ağız} ünl. Adama bakın; hey! [DS] b araj, [Fr. barrage] is. 1. Taşma tehlikesini azaltmak veya biriktirerek suyundan çeşitli şekillerde yarar lanmak amacıyla bir akarsuyun önüne yapılan set. 2. Bir sınavda başarılı sayılmak için aşılması gere ken puan. 3. Bir seçimde seçilebilmek için alınması gereken en az oy. 4. Engel. S baraj ateşi, as. D üşm anın b ir bö lg ey i e le g e ç ir m e k için ilerlem esi ni en g ellem ek k asd ıy la açıları sü rekli a teş .|| baraj gölü, B ir akarsuyun b a r a j a rk asın d a m eydana g e tirdiği su birikin tisi,|| b arajı aşmak, B ir imtihan veya seçim v arışın d a g etirilen en az p u an veya oyu g eçm ek. || b araj yapm ak (kurmak), spor. F u tb o ld a yakın m esa fed en k a ley e y ap ılan a tışla rd a rakip takını oyuncular tarafından, 9.15 m. den kaley i k a p a t a c a k şe k ild e en g el m eydan a getirm eleri.
ı ı e i i i i f f s &
i
BAR
.4 6 5
b arak 1, -ğı [bar-mak (varm ak, gitm ek) t bar (yüksek, iri) > bar-ak / Far. bâralc] is. 1. Uzun ve sık tüylü iyi koşan bir av köpeği. {eT} (aynı) [DLT] 2. gnşl. Uzun tüylü çuha. 3. {ağız} Çok akıllı insan. [DS] 4. {ağız} Kır bekçisi; korucu. [DS] 5. {ağız} fo lk . Kız evinden oğlan evine gönderilen çiçek veya üzeri işlemeli mendil. [DS] barak2, -ğı [bar-ak] {ağız} is. 1. Yeşillenmiş sazlık. 2. Kirli göl. [DS] barak3, -ğı [Ar. varak => barak] {ağız} is. Yaldızlı kâğıt. [DS] barak4, -ğı [bar-ak] {ağız} s f 1. Çiçek bozuğu; çopur. 2. Çorak. 3. Karışık renkli. 4. Eğri. [DS] barak5, -ğı [Barak] is. Müz. Bir türkü ağzı, baraka, [İt. b am ca] is. 1. Hafif malzemeden yapıl mış, çabuk kurulup sökülebilen, tek katlı ve temel siz bina. 2. Derme çatma malzemeden yapılmış barınak; huğ. barakan, [barak > barak-an] is. Kaba yünden yapıl mış bir tür sof. Baraklar, [barak-lar] öz. is. Oğuzların Bayat boyuna bağlı Gaziantep ve Nizip dolayları ile komşu Suri ye topraklarında yakın köylerde yaşayan ve tarımla geçinen, laik yaradılışlı, geleneklerine bağlı bir Türk boyunun adı. baraklı, [barak-lığ > baraklı] sf. Köpeği olan; köpek ti. baraklıg, [bar-ak-lığ] {eT} sf. Köpeği olan; köpekli. [DLT] baral, [? baral] {ağız} sf. Benekli. [DS] baralak, -ğı [baral-ak ?] {ağız} is. Yeni çıkan meşe yaprağı. [DS] baram, [bar (var) > baram / barım] {eT} is. 1. Mal; servet; varlık. [EUTS] 2. Zenginlik. [EUTS] barama, [Far. behrâme «1^;] {ağız} is. İpek kozası. [DS] baranıma, [Yun. paramina] {ağız} is. Kayaları delip parçalamakta kullanılan iki metre boyunda sekiz köşeli demir çubuk; külünk. [DS] baramit, [Sansk. paramitâ] {eT} din. Çare yolu; hal letme yolu. [EUTS] baramlıg, [baram-lığ / barım-lığ] {eT} sf. Müreffeh; varlıklı; zengin [EUTS] [Gabain] baran1, [baran] {ağız} sf. Yüksek; ulu. [DS] baran2, [Far. bâriden (yağm ak) > bârân j lj l] (b a :ra:n) {OsT} is. Yağmur. 0 bârân-dîde, {OsT} 1. Yağmur görm üş. 2. B aşın dan ç o k o la y g eçm iş; tecrübeli. || bârân -rîz, {OsT} Yağm ur s a ç a n ; yağm u r gibi dökülen. || bârân-zede, {OsT} Y ağm urda ıslan mış. baran3, [Erme, paran] {ağız} is. 1. Meyve ağaçları dizisi; üzüm ve meyve ağaçları dizisi. 2. Çift sürer ken sabanın açtığı iz. 3. Sebze fidelerinin dikildiği hendek; karık. 4. Bostan. [DS] b aran etmek,
{ağız} Zeytinlik ve in cirlikleri iki d e fa s ık ç a sürm ek. [DS] b aran 4, [Slav, baran / Zaza Kürt, beran / İt. barramina] {ağız} is. Ü ç yaşındaki koç; iri koç. [DS] b a ra n a 1, [Yun. perama] is. 1. Çatal kazık; fasulye sırığı; üzüm çubuklarını dayamaya yarayan çatal ağaç; {ağız} (aynı). [DS] 2. Bağ ve bahçe etrafındaki çit. 3. {ağız} İnce döşeme. [DS] S b aran a demiri, {ağız} Kuyu kazm ak, taş çıka rm a k için kullanılan elli altm ış santim etre sa p ı olan b ir tür dem ir. [DS] b aran a2, [Ar. Bürân (H alife M e ’mun ’un eşi) > bora na / barana] {ağız} is. 1. Lop yumurtanın üzerine sarımsaklı yoğurt dökerek yapılan yemek. 2. Sala ta; ot yemeği. 3. Ispanak, semizotu gibi sebzeler den yapılan yemek. 4. Kuru üzüm, nohut ve koyun eti ile yapılan yemek. [DS] b aran a3, [Slav, borana / branâ] {ağız) is. Tırmık. [DS] b aran a4, [Far. bâr-hâne
jL] (b a ra :n e) {ağız} is. 1.
Göç kafilesi. 2. Göç. 3. Amaçlan ve çalışmaları bir olan kişilerin meydana getirdiği topluluk; kafile; grup; bölük; küme; parti. 4. Toplantı. [DS] B aran i, [Sansk. baharanl] {eT} öz. is. Bir yıldız adı. [EUTS] barani, [Far. bârân-ı ^b ^ ] (b a :r a :n i ;) sf. 1. Y ağ murla ilgili. 2. is. Yağmurluk; kaput, baranlam adan, [baran-la-ma-dan] {ağız} zf. Ansızın. [DS] baranlık, -ğı [baran-lık] {ağız} is. 1. Baran3 yapılacak yer; Meyve ağacı dikilecek yer. 2. Fidelik. [DS] barapahna, [Yun. parapahna] {ağız} is. Dört köşeli tahta hayvan yemliği; yalak. [DS] baran ta, [Mog. / eT. bar-mak > bar-anta?] is. Yağm a için yapılan akın; baramta. barumta, parıntı. b aras, [Ar. baraş ^y>y] {OsT} is. Vücutta yer yer be yaz lekeler meydana getiren ve tedavisi olmayan bir hastalık. barası, [bar-mak > bar-ası] {eT} sf. (Yer için) varıla cak; gidilecek. [DLT] b arata, [İt. berretta] ( b a r e ’ta) is. 1. İmparatorluk dö neminde bostancıların, topçuların ve kapıcıların giydikleri kırmızı çuhadan yapılmış, ucu kıvrık, uzun külah. 2. {ağız} Leş. [DS] 3. {ağız} Artık; kalın tı. [DS] b aratary a, [İt. barataria > Fr. barater (aldatm ak)] (b a r a t a ’rya) is. 1. Aldatmak, hile yapmak. 2. dnz. Kaptanın ve gemi adamlarının, yük sahibi veya sigortacı aleyhine, kasıtlı davranışları, b arav, [Erme, barav] {ağız} is. Kocakarı. [DS] barayı, [Far. bı-rey (düşünm eden) => barayı] {ağız} is. Rıza; razı olma; muvafakat etme. [DS] barba, [İt. barba (sakal) > Yun. barbas] (b a 'rb a) is. 1. Sakallı erkek; ihtiyar. 2. argo. Meyhane işleten adam; meyhaneci. 3. {ağız} Araba tekerleğinin orta sındaki yuvarlak demir. [DS] 4. {ağız} Karadaki ka
BAR
yık ve motorların dengesini sağlamak için destek olarak kullanılan kısa kütük. [DS] 5. {ağız} Ağaç temel. [DS] 6. ünl. Rum meyhaneciye seslenme sö zü. barbah, [Ar. barbâ 1>jJ {OsT} is. 1. Mısırlıların tapı nağı. 2. Mısır’ı koruduğuna inanılan taş sütun bi çimindeki tılsım, b arbakan, [Ar. bâb’el-bâkare (sığ ır deliğ i) > İsp. barbacana > Fr. barbacane] is. 1. İstihkâm. 2. Kale kapılarını savunmak için meydana getirilmiş tah kimli mevzi. 3. Güvenli bir şekilde ateş edebilmek için kale duvarlarından açılan mazgal, barbal, [Güre, borbal (tekerlek, ça rk ) > barbal] {ağız} is. 1. Değirmenin dönmesini sağlayan suyun çarp tığı kanatlar. 2. Kurutulmak için dizilmiş mısır de metleri. [DS] b a rb a r1, [bar (bağ ırm a sesi) + bar] {ağız} sf. 1. Gü rültücü, patırtıcı. 2. Palavracı. 3. Atak. 4. Yabancı. 5. Bir kimsenin aleyhinde bulunan, kötülük yapan. 6. Gelişigüzel ve saygısızca konuşan. [DS] b a rb a r2, [Lat. barbarus > Yun. barbaros (G rek o lm a y a n ) > Fr. barbare] is. 1. (Eski Yunan, Roma için) Got, Vandal, Burgont, Süev, Hun, Alan, Frank kavimleri ve daha sonra Flıristiyanlara göre kendile rinden olmayan kavimler. 2. Uygarlaşmamış ka vim. 3. gnşl. Kaba ve zalim kimse. 4. {ağız} Sert kimse; haşin adam. [DS] b arb arca, [barbar-ca] zf. 1. Barbarlara yakışır bi çimde. 2. Kabaca, b arb ariça, [Yun. barbarikion] {OsT} is. Bir kumaş türü. barbarişke, [İt. bozza alla barbaresca] is. dnz. Flalat düğümleme yöntemlerinden biri, barb arizm , [Fr. barbarisme] is. dbl. Bir sözün fone tik veya morfolojik yapısında yapılan büyük yan lışlık.
U
M C E S H
. 4M
atışlarının yapılabileceği şekilde yapılmış girintili çıkıntılı korkuluklar, barbe, [Fr. barbet] is. Ördek avcılığında kullanılan iyi yüzücü bir av köpeği cinsi, barbekü, [Haiti yer. d. > İsp. barbacoa > Amerikan İng. banbecue] is. 1. Açık havada ızgara ve çevir me yapmaya yarar bir çeşit mangal. 2. Yazlık evle rin balkonlarında bir köşede yer alan şömineyi an dırır bacalı ocak, barben, [Fr. barbin] is. Çözgü makinelerinde ipliği göndermeye yarayan parça, barbet, [Fr. barbette] is. as. dnz. Gemi topları için hazırlanmış siperlik, barbitürik, [Fr. barbiturique] sf. Barbitürik asitten türetilen ® barbitürik asit, kim. Ü re ve etil m alonattan e ld e ed ilen b ir o rg a n ik b ileş ik ; CH2 (CONH)2 CO; m alonilüre. barbun, [İt. barbone] {ağız} is. -*• barbunya. [DS] barbunya, [İt. barbone / Yun. barbouni] (barb u ’nya) is. 1. zool. Sıcak ve ılık denizlerin kıyıya yakın dip lerinde yaşayan kırmızı pullu beyaz etli bir balık türü; çuka: mıcır; tekir, (M ullas barbatu s). 2. bot. Yuvarlak ve üzeri kırmızı benekli bir tür fasulye. 3. argo. Tam not; on numara. 4. arg o. Rengi dolayısı ile (eskiden) on milyon, (şimdi) on liralık liralık kâğıt para. barbunyagiller, [barbunya-gil-ler] is. zool. Örneği barbunya ve tekir olan, vücutları iri pullarla kaplı dikenli yüzgeçliler alt takımından balıklar, (Mullidae). b arb u t1, [? barbut] is. 1. Zar atarak oynanan bir tür kumar oyunu. 2. Arabada arka tekerlekleri tutan ağaç. barbut2, [Far. Bârbud (İranlı m üzikçi) / Yun. barbitone -5>;_>l] {OsT} is. Eski bir çalgı, barbüngâh, [Far. bâr-bün-gâh »15^,1,] (ba :rbü n g â :h )
b arb arlaşm a, [barbar-la-ş-ma] is. 1. Barbarlaşmak işi. 2. Eski Roma’da halkın, barbarların etkisi ile gelenek ve görenek bakımından yozlaşması,
is. Yüklük. b arcak , -ğı [barcak] {ağız} is. Katır nalı. [DS]
b arb arlaşm ak , [barbar-la-ş-mak] dönşl. [ - ır ] 1. (Eski Roma imparatorluğu halkı için) barbar kavimlerin etkisi ile kendi örf ve âdetlerini kaybet mek. 2. Barbar gibi davranmak,
barcık, -ğı [Far. bâr (yük) => bar-cık] is. At arabala rında alt yastık,
barbarlık, -ğı [barbar-lık] is. 1. Barbar olma duru mu. 2. Bir barbardan beklenebilecek davranış; vah şilik; canavarlık. 3. Roma fetihlerinin sonunda, Yunan-Latin kültürüne karşı yönelen kuvvetlerin tümü. 4. (Hristiyanlar için) Hristiyan olmayan mil letlerin durumu,
b a rç a 1, [bar (var; olan, m evcut) > bar-ça] {eT} sf. ve zf. 1. Bütün; hep; hepsi; büsbütün; tamamıyla; ne kadar varsa; olanca. [DLT] [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Büyük.
barbaşı, [bar+baş-ı] is. Erzurum yöresi oyunlarında oyuncuların sağ tarafında yer alan ve oyunun dü zenini sağlayan kişi; ban yöneten kişi, b arb ata, [İt. barbetta (sakal) > barbetta (küçük s a k a l)] ( b a r b a ’ta) is. Kale duvarlarının üzerinde top
barcı, [bar-cı] is. Bar işleten kimse,
barcılık, -ğı, [bar-cı-lık] is. Bar işletmeciliği, barcın, [barem] {ağız} is. Y ayla. [DS]
b arça2, [İt. barza / barga / bargia] ( b a ’rça ) is. dnz. 1. Kürek ve yelkenle işletilen yük gemisi. 2. Kalyon türünden küçük savaş gemisi, b arçak , -ğı [eT. bâ-mak > bal-mak (bağ lan m ak) > bal-çak / bar-çak] is. Bıçak ve kılıçların tutamakla rında elin kesici kısma kaymaması için yapılmış küçük çıkıntı; kabza siperi.
İ M
İ M
İ .
467
BAR
barçin, [Çuv. purçm [Clauson] / Far. abrişim [Tietze]] {eT} is. 1. Bir tür kumaş. [Gabain] 2. Kadife. [EUTS] 3. İpekli kumaş. [DLT] bard, [bard / bart] {eAT} is. Yara; baş. b ard a1, [Ar. barda'a
y] {ağız} is. Eyer. [DS]
barda2, [Alm. barte (balta) / Rumeıı. barda (fıçı baltası) / İt. alabarda] {ağız} is. 1. Özel olarak ya pılmış bir çeşit dülger baltası. 2. Dam ustalarının kullandığı bir tarafı keskin öbür tarafı çember par çası gibi eğri bir tür çekiç. 3. Fıçıcı keseri. 4. Ma rangoz bıçağı. [DS] bardabaş, [İt. vardabassol] {ağızj sf. 1. Serseri; ha şarı; burnunun doğrusuna giden; saygısız. 2. Ter tipsiz; işini bilmez; perişan; savruk; pasaklı. [DS] bardacık, -ğı [barda(k)-cık] is. bot. 1. Küçük boylu taze incir, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Uzunca boylu sarı veya mor renkli bir tür erik; bardak eriği. [DS] B bardacık arısı, {ağız) Görünümü v e yuvası b a r d ak biçim in de olan e ş e k arısın dan bira z küçük, in ce yapılı, sa rı kara, uzunca arı. [DS] bardaçı, [bar-mak > bar-daçı] {eT} sf. 1. Gidici; varıcı. [DLT] 2. Zarar. [DLT] bardak, [bart (testi) > bart-alç > bard-ak jjy lj is. 1.
b ard al1, [İt. bardallo (gen elev)] fağSrş/NLJCarşılıksız; bedava. 2. Fahişe; orospu. [DS] bardal2, [partal > bardal] {ağız} sf. Taranmamış saç. [DS] bardalam ak, [barda-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Kösteklemek. [DS] bardalanm ak, [barda-la-n-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] Yürürken veya koşarken ayaklar dolaşmak; bir ye re takılarak kösteklenmek. [DS] bardalhana, [İt. bardello + Far. -hâne] {ağız} is. Ge nelev. [DS] b ard an 1, [Far. bâr-dân] {ağız} is. Saman taşımak için kıldan yapılan büyük çuval; teliz. [DS] bardan2, [? bardan] {ağız} sf. Pek beyaz. [DS] b ard ar, [Far. bâr (yük) + dâr (tutan) jbjl>] {OsT} sf. Gebe. b ard aş1, [bar-daş] {ağız} is. 1. Oyun başlamadan ön ce iki arkadaşın oyuna girenleri seçmek için söz leşmesi; eş tutma. 2. Birleşip anlaşma. [DS] bardaş2, [bağ-da-ş] {ağız} is. Bağdaş. [DS] bardaşm ak, [bardaş-nıak] {ağız} gçsz. f . [-ır] Oyun başlamadan önce iki arkadaş oyuna girenleri seç mek için sözleşmek; eş tutmak. [DS]
Toprak testi. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Su ve benze bardel, [İt. bardello] {ağız} is. Fahişe; orospu. [DS] ri sıvıları içmek için kullanılan çoğunlukla camdan bardelhana, [İt, bardello+ Far. hâne] {ağız} is. Gene yapılmış kap; ayağ; çıngı; kadeh; kayna; kupa. 3. lev. [DS] {ağız} Çamdan yapılmış su testisi. [DS] 4. {ağız} Çe bardena, [? bardena] {ağız} is. Yünün taranıp eğril şitli maddelerden yapılma ibrik; sağrak; suğrak. meye hazır biçimi. [DS] [DS] 5. {ağız} Kiremit. [DS] S bardağı taşıran son bardı, [bardı] {ağız} is. Dam kenarlarına saçak yerine damla, S abrın son sınırını z orla y an davranış. || döşenen ve hasır yapılan bir tür saz; hasır otu. [DS] bardağı taşırm ak, S abrın son sınırını a şm a k .|| bardıç, -cı [Far. bârdıc / Erme, p ’ardiç ?] {ağız} is. bardak ağacı, bot. A sya ve O kyanusya ’d a y etişen Fırın süpürgesi. [DS] uzun ve a rd ışık y a p ra k lı b ir sa rm a şık türü ağaç, bardi, [Yun. pardin (pars)] {ağız} is. Bir tür çakal. (N epenthes distillatoria)\\ bardak altı, 1. B ard ağ ın [DS] konulduğu y e r i k irletm em esi için kullanılan çoğ u n bardo, [Lat. burdo / Yun. badön > Fr. bardot] is. 1. lukla cam , p o rselen , p lastik ten yap ılm ış veya h a sır Babası at, annesi eşek olan melez hayvan. 2. {ağız} cinsi m alzem eden örülm üş altlık. 2. Tavan arası.\\ Katır. [DS] bardak eriği, bot. U zunca boylu sa rı veya m or bardok, [bar-mak (varm ak) > bar-duk] {eT} sf. (Yer renkli, iri ve tatlı b ir tür erik ; bardacık.\\ bardak için) varılan; gidilen. [ETY] güveci, {ağız} T op rak çö m lek te p işirilen etli yem ek. [DS]|| bardak kuşu, {ağız} B ard ak çıl. [DS]|[ b a r bardona, [İt. bardone] (b a ’rdone) is. dnz. Direği kıça bağlayan halat, daktan boşanırcasına yağm ak, Ç o k fa z l a ve şid bardukı, [bar-dukı] {eT} zf. Vardığı. [DLT] detli yağm ıır yağm ak. bardakçı, [bardak-çı] {ağız} is. 1. Çam ağaçlarından bardak yapan kimse. 2. Taze incir. [DS] *5 b ard ak çı kuşu, {ağız} T arla kuşıı. [DS] bardakçıl, [bardak-çın > bardakçıl] {ağız} is. A ğaç larda, taş kovuklarında bardak şeklinde yuva yapan bir kuş; bardak kuşu. [DS] bardakçın, [bardak-çın] {ağız} is.
bardakçıl. [DS]
bardaklık, -ğı [bardak-lık] is. 1. Kahvecilerin içine bardak sıraladıkları tezgâh üstündeki süslü dolap veya bölme. 2. {ağız} Evlerin duvarlarında bardak koymak için yapılan raf. [DS]
bare, [Far. bâre ojl>] (b a .re) {OsT} is. 1. Kere; kez; defa. 2. Kale. 3. Zülüf. 4. At. barebollom, [Lat. para-bellum] ( p a r a b e ’llum) {ağız} is. Eskiden Alman ordusunda kullanılmış olan bir ateşli silah markası. [DS] barec, [Far. bârec £jl>] (b a .r ec ) {OsT} is. bot. İt üzümü. baregâh, [Far. bârgâh »lSjl>] (b a :r e g â :h ) is. 1. Hü kümdarın sarayı; saray; taht salonu. 2. Yük hay vanlarına yük vurulan avlu ya da meydan.
Ö I Ü M I H M M .« ,,
BAR
bareha, [Far. bäre (kez) > bäre-hä U jlj (b a :r eh a :) {OsT} z f Çok defa; nice kez. barekallah, [Ar. bârek (m ü barek etsin) + Allah iijLı 4ÜI] {OsT} iinl. 1. Mübarek olsun; Allah mübarek etsin. 2. Maşallah; aferin! 3. Ne güzel; harikulade, barekm or, [Aramca. barek-mor] iinl. Suriye Hristiyanları dilinde “Tanrım, takdis et! ” anlamında es ki bir selamlaşma sözü, barem , [Fr. Barreme (Fran sız m atem atikçi'.)] is. Dev let memurlarının aylıklarını düzenleyen cetvel, barende, [Far. bärende ojj_,L] (b a :ren d e) sf. 1. Y ağ dıran. 2. Yağdıncı. barenim, [Yun. paranimion] {ağız} is. Bir kimseye bir kusurundan dolayı takılan ad. [DS] b aret, [Fr. barette] is. Çoğunlukla madenci ve inşaat çıların giydikleri başı darbelere karşı koruyucu baş lık. barfiks, [Fr. barre (çubuk) + fixe (sabit)] is. spor. İki ayak üzerine tutturulmuş paralel çubuktan meydana gelen jimnastik aleti, b arfor, [? barfor] is. Köknarın öz odunundan elde edilen kalın kereste, b arfu r, [? barfur] is. Kereste biçilirken kütüğün kenar taraflarından çıkarılan düzgün olmayan tahta,
barhana, [Far. bâr (ö zel y er) + hane (ev) ajU-jL] ( b a r h a ’na) is. 1. Kafile; grup, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Küçük kervan. [DS] 3. {ağız} Göç. [DS] 4. {17.yy.} Göç eşyası. 5. {ağız} Aile fertleri. [DS] 6. {ağız} Ev eşyası. [DS] 7. {ağız} Ev eşyası konulan yer. [DS] 8. Büyük han, kervansaray; {ağız} mola; konak. [DS] 9. {ağız} Toplantı; parti; fırka; demek. [DS] 10. {ağız} Motor ve kayıkların güneşten ko runması için yapılan üstü kapalı yer. [DS] 11. {ağız} Büyük kazan. [DS] 12. {ağız} Kaba tüylü hah. [DS] 13. {ağız} Büyük ev. [DS] fi1 b arhana yeri, {ağız} 1. T oplan m a y e r i; biriktirm e yeri. 2. K afilen in kon ak yeri. [DS] barhane, [Far. bâr (ö zel y er) + hâne (ev) AiU-jl;] (b a :r h a :n e ) is. 1. Yüklük. 2. Yolcu eşyası indirile cek yer. Barhasuvadi, [Sansk. Brhaspati] {eT} öz. is. Jüpiter yıldızı. [EUTS] barhık, -ğı [Kürt, berh (kuzu) + -ile (küçült, e.)] {ağız} is. Kuzu. [DS] barhüda, [Far. bâr-hüdâ İJ^jlı] (b a .rh ü d a :) is. 1. Odacı. 2. öz. is. Allah. b a rı1, [eT. bar (var) > bar-ı] zm. Belirsizlik zamiri; hepsi. [ETY]
barı2, [Far. bârü (duvar)} {OsT} is. 1. Kale. 2. Etrafı surlarla çevrilmiş yer. 3. {ağız} Avlu duvarı üzerine konulan çalı çırpı; çit. [DS] 4. {ağız} Tarla sınırı. b argaç, [bar-gaç] {ağız} is. Kuzu ağılı. [DS] [DS] 5. {ağız} Tarlanın alt yanına yapılan taş set. bargâh, [Far. bâr (yük) + gâh (yer) / bargeh I ‘S j \-> [DS] 6. {ağız} Bağ çubuğu, [DS] 7. {ağız} Yokuş. »I?jl] (b a rg â :h ) {OsT} is. 1. Yük hayvanlarının [DS] 8. {ağız} Pirinç tarlalarındaki parsel. [DS] 9. {ağız} Köy evlerinde bulunan ocak başı. [DS] 10. yüklendiği avlu veya alan. 2. İzinle girilebilecek Bahçe duvarı. yer. 3. gnşl. Allah’ın huzuru. 4. Hükümdar sarayı veya çadırı; otağ; taht salonu; saray, b arıg 1, [bar-ığ / bırığ] {eT} sf. Kokmuş (şey). [DLT] bargam , [Fr. merlu => barlam > bargam ?] {ağız} is. barıg2, [bar-ığ] {eT} is. 1. Yolculuk; gidiş. [EUTS] zoo l. Levreğe benzer bir tür balık, (M erlucciııs [DLT] 2. Yürüyüş. [EUTS] [Gabain] m erlu cciu s) [DS] barıglı, [barığ-lı] {eT} sf. 1. Varmayı, gitmeyi dile b arg an 1, [bar-ğan] {eT} sf. Varan; giden; gidici. yen. 2. (Kişi için) varmak, gitmek üzere olan. [DLT] [DLT] b argan 2, [baz-ğan / bar-ğan] {eT} is. Meyve; mersin barıgm a, [bar-mak (gitmek, varm ak) > bar-ığma] sf. ağacı yemişi. [DLT] Giden; varan. [ETY]
b arg, [bağ-ır > barğ jylı] {eAT} is. Bağır,
b argir, [Far. bâr (yük) + -gir (tutan) jŞj\Ş] {OsT} Yük hayvanı; yük atı; beygir, bargirci, [bargir-ci] is. Beygirci. bargu, [bar-ğu] {eT} sf. Varılacak; gidilecek. [DLT] barguçı, [bar-ğu-çu] {eT} sf. Varıcı; gidici. [DLT] barguluk, [bar-ğu-luk] {eT} is. ve sf. Gitmeyi hak eden kişi. [DLT] b a rh a 1, [Far. bârhâ l»jl>] {OsT} zf. Sık sık; zaman zaman; defalarca. b arh a2, [Far. bâr (yük) + -hâ (çoklu k eki) U jl] (b a :rh a :) {OsT} is. Yükler, barhal, [Erm. parxtrts [Tietze]] {ağız} is. 1. Kuzey. 2. Kuzey rüzgârı. [DS]
b angsam ak, [bar-ığ-sa-mak] {eT} gçsz. f . [ -r ] Git mek istemek; varmak dilemek; gitmeyi düşünmek. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] b a n k 1, -ğı [bar-ık] {ağız} is. Sivri tepeler arasındaki uçurum; yüksek kayalar arasındaki yarıklıklar. [DS] barık2, -ğı [bar-ık] {ağız} is. 1. Herhangi bir şeyin çok bulunduğu yer. 2. Ot, çayır vb. bitkilerin çokça bulunduğu yer. 3. Çayırlık; yeşillik yer. [DS] barıkm ak, [bar-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] Yük altında, sığır vb. arasında kalarak ezilmek. [DS] b anlam ak, [Far. bârü (duvar) > barı-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] (Bağ, bahçe vb. için) etrafını çalı ile çevirerek çit yapmak. [DS] banlanm ak, [Far. bârü (dııvar) > barı-la-n-mak / eT.
İ M
M © M
. 469
barı-mak > barı-l-an-mak] dönşl. fi. [-ır ] Kendini korumak ve savunmak için uygun bir yere çekil mek. barılı, [Far. bârü (duvar) > barı-lı] {ağız} sf. Muhafa zalı; korunaklı. [DS] barılmak, [bar-ıl-mak] {eT} edil. f . [-u r] Varılmak; gidilmek. [DLT] [EUTS] barını, [ba-mak (bağ lam ak) / Moğ. bari-mek (tut m ak) > barı-m] {eT} is. Zenginlik; mal mülk; ser vet; varlık. [Gabain] [Tekin] [İKPÖy.] [ETY] [EUTS] barımak, [Moğ. barimek (eld e etm ek, tutmak, y a k a lam ak, g a sp etm ek) > barı-mak] gçl. f . [ - r ] 1. İnşa etmek; yapmak. [ETY] 2. Tutmak; elde etmek. [ETY] 3. Bakmak; korumak; hizmet etmek, {ağız} (aynı). [DS] 4. {ağız} Kendine gelmek; güçlenmek. [DS] 5. (Bitki için) dikildiği yerde tutmak; kök sal mak; kökleşmek,
BAR
barısı, [eT. bar (var) > bar-ı-s-ı] {ağız} zm. Tamamı; bütün; hepsi. [DS] b arış1, [bar-ış] {ağız} sf. (Alışveriş iş vb. için) götürü; kabala; toptan. [DS] S barış almak, {ağız} B ir işi y a p m a k üzere sa h ib i ile götürü p a z a r lık etm ek. [DS]|| barışa vermek, {ağız} B ir işi götürü p a z a r lık la verm ek. [DS] barış2, [bar-mak (varm ak) > bar-ış] is. 1. Barışmak işi. 2. Savaş halinde olmayan ülkenin durumu; sulh. 3. Bireyler arasındaki uzlaşma, anlaşma. 4. {eT} Gidiş; varış. [Gabain] fi1 barış antlaşması, S a vaşı s o n a erd irm ek a m a cıy la tarafların y aptığ ı ant laşm a^ barış görüş olmak, H er türlü dargınlığı, küskünlüğü unutarak b a rışm a k; b arışıp yen iden dost olm ak, {ağız} (aynı) [DS] barışçı, [bar-ış-çı] s f 1. Barış yanlısı; barışsever. 2. Barış isteyen,
barımlıg, [barım-lığ] {eT} sf. Müreffeh; varlıklı; zen gin. [EUTS] [Gabain]
barışçıl, [bar-ış-çıl] sf. 1. Barış yanlısı; barışsever. 2. Barış isteyen.
barımsınmak, [bar-ımsın-mak] {eT} gçsz. f . 1. Git mek istemek; varmak istemek. 2. Gider gibi gö rünmek. [DLT]
barışçıhk, -ğı [bar-ış-çı-lık] is. 1. Barıştan yana olma; barışseverlik. 2. Barış isteme hâli,
barın1, -rnı [bağır-m / barın] (ba:rın ) {ağız} is. Gö ğüs. [DS] ö barnı yuka, M erham etli. barın2, [barı-n] {ağız} is. Öküzleri otlatma; karınları nı doyurma. [DS] barınak, -ğı [barı-mak > barı-n-ak] is. 1. Barınılacak yer; yatak, (1935). 2. Ev. 3. Yurt. 4. dnz. Kıyılarda gemilerin sığınması için yapılmış mendirekli li man. barındırm a, [bann-dır-ma] is. Barındırmak işi.
barışdurm ak, [bar-ış-dur-mak] {eAT} gçl. f i [-u r] Uyuşturmak; kaynaştırmak; imtizaç ettirmek. barışık1, -ğı [bar-ış-ık ^-ijL.] sf. 1. Herhangi bir kim se ile düşmanlığı ve dargınlığı olmayan. 2. Çevresi ile uyuşan; anlaşan. 3. is. {eAT} Barışıklık; sulh. S barışık itmek, {eAT} B a rış için de olm ak. barışık2, -ğı [bar-ış-ık] {ağız} s f (Alışveriş, iş vb. için) götürü; kabala; toptan. [DS] barışıklık, -ğı [bar-ış-ık-lık jIüjLj] is. Barışık olma
barındırm ak, [barın-dır-mak] gçl. f. [ -ır ] 1. Barın masını sağlamak. 2. Misafir etmek. 3. Korumak, saklamak.
durumu; sulh; düzenlik; {eAT} (aynı). barışlıg, [bar-ış-lığ] {eT} is. 1. Varılan, gidilen yer. 2. Konuk odası. [DLT]
barınlık, -ğı [bağır-ın-lık / barm-lık] (ba:rın lık) {ağız} is. Göğsü korumak için dıştan sarılan geniş kuşak. [DS]
barışm a, [bar-ış-ma] is. 1. Barışmak eylemi ve du rumu. 2. Dargın olmama. 3. Uzlaşma; uyuşma; uz luk.
barınma, [barı-n-mak > barı-n-ma] is. 1. Korunma amacıyla oturma. 2. Sığınma. 3. Yerleşme. 4. Sak lanma.
barışm ak, [bar-mak (varm ak, gitm ek) > bar-ış-mak
barınm ak1, [bar-m-mak] {eT} gçsz. f i [-u r ] 1. Varır, gider görünmek. [DLT] 2. Boşanmak; serbestlen mek. [EUTS] 3. Ay başı kanı gelmek. [DLT] barınm ak2, [eT. bâ-mak (ba ğ la m ak ) > ba-r-mak > bar-ı-mak > bar-ı-n-mak Ja-jjL] dönşl. fi. [-ır ] 1. Kendini yaşatmak; geçinmek; ihtiyacını karşılamak {eAT} {ağız} (aynı). [DS] 2. Korunmak için bir yeri veya bir şeyi siper edinip oturmak; sığınmak; {ağız} (aynı). [DS] 3. Yerleşmek; oturmak. 4. Anlaşarak, uyuşarak bir arada oturmak. 5. Saklanmak. 6. {ağız} Bulunduğu durumu uzun süre korumak. [DS] 7. {ağız} Bir yerde, bir işte çalışmak. [DS] 8. {ağızf Kendine gelmek; güçlenmek. [DS] 9. {ağız} Tatmin olmak. [DS] 10. {eAT} Kıt kanaat geçinmek.
işteş, f i [-ır ] [eT ., eAT. -ur] 1. Birbirine gitmek, gitmekte yardım ve yarış etmek. {eT } (avm) [DLT] 2. {eAT} Uyuşmak; hoşlanmak; kaynaşmak; imtizaç etmek. 3. Arada var olan düşmanlığı veya dargınlığı kaldırarak anlaşmak; görüşmek. {eAT} (aynı) 4. {ağız} Bir işi götürü olarak almak veya vermek; götürü anlaşmak. [DS] barışsever, [bar-ış+sev-er] sf. 1. Devletler arasında barıştan yana olan. 2. Her şeye rağmen barışı savu nan. 3. Herkesle iyi geçinen. 4. Barışı devam ettir meye çalışan, barışseverlik, -ği [bar-ış+sev-er-lik] is. Barışsever olma durumu, barıştırm a, [bar-ış-tır-ma] is. Barıştırmak işi. barıştırm ak, [bar-ış-tır-mak JjjJlAjLj] gçl. f i [ - u f 1. Dargın olan kişilerin aralarını bularak anlaşmaları-
OTlİHIÜElitt SöElıÜli. -m
BAR
nı ve barışmalarını sağlamak. 2. Boşanmak üzere olan karı kocanın anlaşmasını sağlayarak evlilik birliğine dönmelerini sağlamak. 3. Uyuşturmak; imtizaç ettirmek, b a n t, [Ar. bârüd / Far. barut] {ağız} is. Barut. [DS] fi1 b arıt gibi, {ağız} Ç o k ekşi. [DS] b arıtlam ak, [barıt-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-l(ı)y o r ] Öfkelenmek. [DS] b a ri1, [Ar. ber’ (yaratm ak) > bâr! ^jl;] (b a .r i:) {OsT} sf. 1. Yaratan, yaratıcı. 2. (Allah’ın sıfatlarından) her şeyin tek yaracısı. B ârî-T aâlâ, {OsT} Yüce Tanrı. b ari2, [Far. bari ^jU] (ba : ’ri) {OsT} e. 1. Öyle ise. 2. Hiç olmazsa; hiç değilse. 3. Keşke. 4. Bir defa, bir kerecik olsun. b ari3, [Yun. barys (ağırlık)] is. CGS sisteminde bir din/cm2 ye eşdeğer basınç birimi. b ari4, -i’ı [Ar. bari' j jl.] (ba :ri) sf. Mükemmel; çok üstün; çok güzel,
baril, [İt. barile] {OsT} is. dnz. Varil, barilim , [Far. bari + T. -lim (etkisiz, doldu rm a bil ek)] (ba:rilim ) {ağız} zf. Hiç olmazsa. [DS] har iin, [Far. bâri + T. -m] (b a : ’rim) {ağız} zf. Hiç ol mazsa. [DS] b arim etre, [Fr. barymetre] is. Gürültü şiddetini ölç meye yarayan alet, b arim etri, [Fr. barymetrie] is. Beden ölçülerinden yararlanarak bir hayvanın yaklaşık olarak ağırlığını tahmin etme. baris, [Yun. baris (kayık)] is. zool. Km kanatlıların hortum ağızlıgiller familyasından, kurtçuğu turpgil ler ve sevda çiçeğigillerin sapında gelişen küçük zararlı bir böcek, barisfer, [Fr. barysphere] is. je o l. Y er kürenin için deki çok yüksek yoğunluklu kısım; ağır küre. barisiye, [Ar. bârîsiyye -u-Ajy (b a :ri:siy e) {OsT} is. huk. Eskiden ölen Hristiyanlarm mirasçılarından alman vergi.
b ari’ a, [Ar. bâri'a] (b a :ria ) sf. -*■ bari4,
baristariyon, [Yun. peristereön] {OsT} is. bot. Mine çiçeği.
barid, [Ar. berd (soğukluk) > bârid jjLı] (ba :rid )
bariş, [Far. bâriden (yağm ak) > bâriş j i j t J (ba:riş)
{OsT} sf. 1. Soğuk. 2. Serin; hoş. 3. m ecaz. Sevim siz; soğuk. S bârid-kelâm , {OsT} A cı dilli; n eza ketsiz:.|| bârid ü ’l-m i’zâc, {OsT} Soğuk, çekin gen yarad ılışlı. baridane [Ar. bârid + Far. -âne «ibjlJ (b a .rid a .n e) {OsT} zf. 1. Soğuk bir tarzda. 2. Soğuk bir eda ile. barih, [Ar. bârih j-jl>] (ba:rih, h k aim söylen ir) is. Yazın Afrika’dan esen sıcak ve kuru rüzgâr; sam yeli. bariha, [Ar. bâriha *=-jL.] (b a .rih a ) zf. 1. Önceki gü nün gecesi; dünkü gece. 2. Dünkü gün. b arik 1, [Ar. berk (şim şek) > bârik jjU] (ba:rik, k, k a im söylen ir) {OsT} sf. 1. Şimşekli. 2. Parıltılı; ışıklı; parıldayan. b arik2, [Far. bârik dLjlı] (b a :r i:k ) {OsT} sf. 1. Dakik.
{OsT} is. 1. Yağmur. 2. Yağma. 3. Sağanak, barit, -di [Fr. baryte] is. kim. 1. Baryum oksit: BaO. 2. Baryum hidroksit: Ba(O H)2. baritin, [Fr. barytine] is. min. Doğal baryum sülfat: B a S 0 4. bariton, [Yun. barus (ağır) + tonos (ses tonu) > Fr. baryton] is. müz. 1. Tenor ve bas arasındaki erkek sesi. 2. Alto ile basso arasında ses çıkaran pistonlu çalgı. 3. dbl. Son hecede vurgu olmayan kelime, baritonlaşm a, [bariton-la-ş-ma] is. Ses perdesinde inceden kalına geçiş olarak beliren değişiklik. bariy, -yyi [Ar. bâriyy jjl;] (ba:riy) {OsT} is. -*• bariya. bariya, -a ’i [Ar. bâriyâ’
(b a .r iy a .) {OsT} is.
Hasır.
2. Nazik; ince. S bârîk-bîn, {OsT} 1. İn c e şey leri bariye, [Ar. bâriye 4jjI>] (ba :riy e) {OsT} is. - * bariya. gören . 2. En ince ayrıntılarına k a d a r gözden g eçi- bariz, [Ar. büruz (a çık lam a) > bâriz (diiz b ir zem inde ren. ||bârîk-rîş, {OsT} İn ce ve z a r i f o la r a k eğiren. || ö n e çıkan) jjL] (ba:riz) {OsT} sf. İspata gerek ol b ârîk -ter, {OsT} D a h a in ce; p e k ince. mayacak şekilde açık; besbelli. 2. Gözle görülür; barika, [Ar. berk (şim şek) > hârika «üjL] (b a :rik a ) belirgin. S bariz olmak, {OsT} G örü lm ek; ortaya {OsT} 1. Şimşek. 2. Şimşek çakması veya yıldırım çıkm a k; vaki olm ak. düşmesi sırasında meydana gelen aydınlık. S5 barizleşme, [bariz-le-ş-me] is. Barizleşmek işi. bârika-i hakikât, {OsT} G erçeğin şim şeğ i.|| bâribarizleşmek, [bariz-le-ş-mek] dönşl. f. [- ir ] Açık oka-nüm â, {OsT} P arlak. larak ortaya çıkmak; belirginleşmek. b arikat, [Fr. barrique (fıçı) > barricade] is. 1. Bir b ark 1, [bark (yans.)] is. Ördek sesine benzer sesleri cadde veya yoldan geçişi durdurmak amacıyla elde belirten yansımalı kök; vark; vak. bulunan her türlü malzemeden yararlanılarak yapı b ark 2, [eT. bâ-mak > ba-r-ı-malc > bar-k] {eT} is. 1. lan engel. 2. as. Düşmanın ilerleyişini durdurmak, Barınak; ev bark; konut; ev; bina; mesken. [EUTS] yavaşlatmak ve kayıp verdirmek için konulan oya [DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] 2. Mal mülk; taşınlayıcı engeller.
1IİÎİRMMIİ.471 maz. [Gabain] [Telcin] 3. Mezarların üzerinde türbe şeklinde yapılmış olan bina; amt-kabir. [Gabain] [Tekin] 4. Hükümdar sarayı. [EUTS] 5. {ağız} Otel. [DS] 6. {ağız} Bahçe. [DS] S b ark itgüçi, M im ar; bin a yapım cısı. barka, [İsp. barca] (ba ’rka) is. dnz. Büyük sandal, barkalonga, [İt. barca lunga] {OsT} is. dnz. Bir tür İspanyol gemisi, barkan, [? barkan] is. Rüzgârın estiği yönde yarımay şeklinde oluşan ve yer değiştiren kum yığını, barkana, [Far. bârhâne => barhana / barkana] {ağız} is. 1. Grup; takım; kafile. 2. Yemek için birkaç ki şinin bir araya gelmesi. 3. Çobanların yemeklerini koydukları yer. [DS] barkanak, -ğı [barkana-k] {ağız} is. Üstü başı dar madağınık olan; pasaklı; perişan. [DS] bark ar, [? barkar] {ağız} is. Poyraz. [DS]
BAR
barko, [İt. barco] ( b a ’rko) is. Üç direkli, yelkenli gemi. barku, [? barku] {eT} is. Trompet. [EUTS] barlak, -ğı [bar-lak ?] is. Kafkasya’da, boynu kesici darbelerden korumak için giyilen kalın kumaştan yapılmış başlık, barlam , [İt. merlano / Yun. merlanos] is. Mezgitgil lerden uzun, iri başlı, büyük keskin dişli, kemikli balık, (M erluccius m erluccius). barlam ak, [par (yans.) > bar-la-mak] {ağız} gçsz. f . [r] [-l(ı)-y o r] Parlamak; alevlenmek; tutuşmak. [DS] harlanm ak, [Erm. p’ar => bar-la-n-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] 1. Paslanmak; küf bağlamak; kireç bağla mak; porlanmalc. 2. Mide bozukluğu yüzünden dil de pas oluşmak. [DS] b arlı1, [Erme. p’ar= > bar-lı] {ağız} sf. 1. Küflü; paslı. 2. Kirli. 3. Pis; murdar. 4. Kekremsi. [DS]
barkarm ak, [bark-ar-mak] {ağız} g ç l .f . [-ir ] Ev bark sahibi yapmak. [DS]
barlı2, [bar-lı] {ağız} sf. Kibirli. [DS]
barkarol, -!ü [Fr. barcarolle] is. müz. 1. Gondolcularm önceden söz ve müziği yazılmadan içlerin den geldiği gibi söyledikleri şarkı. 2. Çalgı ve insan sesi için yazılmış üç zamanlı orta tempoda müzik parçası. barkıl, [bark (yans.) > bark-ıl] {ağız} is. Gürültü ve kalabalığın karışıklığını anlatan yansımalı gövde. [DS] S barkıl çarkıl, {ağız} B üyük küçü k kim var s a ; ço lu k ço cu k ; gürültülü k alab alık. [DS]
barlık, [bar-lık] {eT} is. Varlık. [Yüknekî]
barlıg, [bar-lığ] {eT} sf. Mallı; zengin. [DLT] b a rm a 1, [bar-ma] {eT} sf. Geçen. [Gabain] b arm a2, [? barma] is. {ağız} 1. Çukurlarda biriken su. 2. Musluk. [DS] barm acık, -ğı [parmak > barma(k)-cık] {ağız} is. Kilim ve kıl dokumalarda kullanılan bir süs öğesi. [DS] b arm acuk, [bar-ma(k)-cuk
y ] {eAT} is. Parmak-
çık.
barkıldak, -ğı [bark (yans.) > bark-ıl-da-k] {ağız} is. Ördek. [DS]
b arm ah, [bar-mah qojI>] {eAT} is. Parmak.
barkımak, [balk-ı-mak > bark-ı-mak J * ^ ] {eAT} {a-
b arm ak 1, [bar-mak ,y>y] {eAT} is. 1. Parmak; {ağız}
ğız} gçsz. f . [-ır ] P.arlamak; parıldamak; ışık saç mak. [DS]
(aynı). [DS] 2. {ağız} Bağ budamrken filiz vermesi için bırakılan küçük çubuk. [DS] 3. {ağız} Araba tekerleğinin göbeğini kenarlara bağlayan demir çubuklar. [DS] 4. {ağız} Dokuma kilim ve çullarda kullanılan bir süs öğesi. [DS] 5. {ağız} Nişan ve di kiş kesme törenlerinde yapılan özel ekmek. [DS] S b arm aga diş urm ak, {eAT} P arm ağ ın ı ısırm ak; şaşmak.\\ b arm ak dişlemek, {eAT} P a rm a k ısır m ak; şaşmak.\\ b arm ak hesabı, {eAT} A lacaklın ın a la c a ğ ı kalm ad ığ ı sonu cun a varan h ile li hesap.
bark ın , [b ar-m ak > b ar-k m ] {eT} sf. V aran ; v arı cı; varm ak için her şeyi gö ze alm ış olan. [DLT] & b a rk ın k işi, {eT} K e n d in i, y o lu n d a n h i ç b i r ş e y in a lı k o y a m a d ı ğ ı y o lc u . [DLT]
barkıt, [bark-mak (sarkm ak) > bark-ı-t] {ağız} is. 1. Ekinleri kuşlardan korumak için yapılan korkuluk. 2. Çocukları korkutmak için söylenen hayalî yara tık; umacı; öcü vb. 3. Vahşî adam; yaban insanı. 4. Sırtlan. [DS] S barkıt sarkıtm ak, {ağız} K ış g e c e b arm ak 2, [bar-mak / ber-melc] {eT} gçsz. f. [-u r] Peyda olmak; var olmak; mevcut olmak. [Gabain] lerin d e şa k a y a p m a k ve aynı zam an d a ev sahibin in [Tekin] için e çer ez koym ası için uzun b ir ip ucuna b a ğ la n b arm ak 3, [bar-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] 1. Varmak; mış su k a b a ğ ı y a d a ten ekeyi kom şunun b acasın d an gitmek; ulaşmak. [EUTS] [DLT] [ETY] [İKPÖy.] a şa ğ ı sarkıtm ak. [DS] [Nevâyî] {ağız} (aynı). [DS] 2. Yardımcı fiil; tezlik barklam ak, [bark-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı)fiili. 3. {ağız} Eğlenmek. [DS] y o r ] Ev bark sahibi olmasını sağlamak; evlendir mek. [DS] barklanm a, [bark-la-n-ma] is. Barklanmak eylemi,
barınakça, [par-mak-ca ^ u y ] {eAT} sf. Parmak ka dar.
barklanm ak, [bark-la-n-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. Ev lenmek, yuva sahibi olmak. 2. Aile olmak.
barm akçalık, -ğı [par-mak-ça-lık] {ağız} is. Düzgün biçilmiş ince ve uzun tahta; çıta. [DS]
barkm ak, [bark-mak (y^y] {eAT} gçl. f . [-u r] Bırak
barm aklık, -ğı [parmak-lık] {ağız} is. Parmaklık. [DS]
mak; salıvermek; sarkıtmak.
BAR barm en, [İng. barman] (ba ’rm en) is. Barlarda hazır ladığı içkileri tezgâh başında müşterilere ikram eden erkek. barmenlik, -ği [barmen-lik] is. Bar tezgâhtarlığı, b arn , [İng. big as a bam (a m b ar k a d a r büyük)] is. fız . Çekirdek fiziğinde bir atomun etkin kesitinin hesabında kullanılan 10 “24 cm2 değerindeki yüzey birimi. barn ak, -ğı [parmak] {ağız} is. Havuç. [DS] b a ro 1, [Fr. barre (bö lm e p arm ak lığ ı) > barreau] ( b a ’ro) is. 1. Eskiden mahkemelerde avukatların oturduğu parmaklıkla ayrılmış bölüm. 2. Bir bölge veya şehir avukatlarının bağlı olduğu meslekî kuru luş. b aro2, [Çing. baro (büyük, önem li)] is. argo. 1. (Eğ lence yeri, fahişe vb. için) bol paralı müşteri; cinsel ilişkiler uğruna bol para harcayan erkek. 2. sf. Saf; enayi. 3. Yabancı, b arograf, [Fr. barographe] is. Uçağın ulaştığı yük seklikleri grafikler halinde kaydeden cihaz; yüksel ti kaydedici. barok, [Port, barroco (acay ip şekilli inci) I Federigo Barocci (İtalyan ressam ) > Fr. baroque] is. 1. Batı da on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda klasik sanatı izleyen resim ve mimarlık üslubu. 2. ed. Batı ede biyatında denge yerine harekete, düşünce yerine duyguya, biçimlerin serbestçe oluşturulmasından duyulan heyecana önem veren, çelişkilerden çe kinmeyen, aşırı abartmayı seven, etkili olmayı ön planda sayan edebiyat akımı. 3. gnşl. sf. Abartılı; mübalağalı; fantastik. 0 barok müzik, müz. Ç alg ı la r la ça lg ıla r veya s e s le r a ra sın d a k arşıtlıkla r ku ran on altı ve on y ed in ci yüzyıl batı m üziği tarzı. barokçuluk, [barok-çu-luk] is. Canlılık, yaşama zev ki ve olağanüstü olaylara hayranlık duymakla beli ren sanat akımı; baroquisme, baronıana, [Yun. paramöna] {ağız} is. Lohusaya götürülen yemek. [DS]
üzerindeki ağırlık etkisini göstermeye yarar kapalı ve havası boşaltılabilen fanus içinde terazi bulunan deney aracı. barparalel, [Fr. barre paralelle] is. Düşey direkler üzerine tutturulmuş iki paralel çubuktan ibaret jim nastik aracı. b arri, [Ar. bârri ^jb] ( b a .r r i:) is. İnce kumaştan örülmüş hasır. b a rs 1, [Far. pars => bars] {eT} zool. 1. Leopar; pars; kaplan. [Gabain] [ETY] [DLT] [EUTS] {ağız} (aynı) [DS] 2. Egemenlik hakkının simgesi. [MİRŞAN] <5 bars yılı, {eT} E ski Türk talcviminde, on ikinci yılın a d ı; p a r s yılı. [DLT] [EUTS] b ars2, [? bars] {eT} is. Bit, pire gibi hayvanların ısırmasından meydana gelen kabartı. [DLT] S bars bolmak, {eT} K a ba rm ak . [DLT] b ars3, [? bars] {ağız} is. A n oğulu. [DS] b arsa, [Far. bârsâ L,jU] {OsT} is. Aceleyle yapılan şey. b arsak, -ğı [? barsak] {ağız} is. 1. Ekinlerin başak tutma zamanı. 2. Kedilerin çiftleşme zamanı. [DS] barsam , [Yun. barsami] is. zool. Yüzgeçleri dikenli ve zehirli çarpan balığı; varsam, (Trachinus v ipera). {ağız} (aynı) [DS] b arsam a, [İt. balsamo] is. bot. 1. Hoş kokulu bir çiçek; yarpuz, (A chillea m illefolium , M entha pu legiu m ). 2. Yemeklere konan nane ve kekik bit kilerinin ortak adı. barsam ak, [bar-sa-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Varmak, gitmek istemek. [DLT] b arsam ba, [İt. balsamo] {ağız} is. bot. -* barsama. [DS] b arsan, [Yun. barsami] {ağız} is. zool. -*• barsam. [DS] barsçı, [bars-çı] {eT} is. Vahşî hayvan terbiyecisi. [Nevâyî]
barom etri, [Fr. baromètrie] (b a r o m e ’tri) is. fız . Hava basıncı olaylarını inceleyen bilim dalı,
b arşa, [? barşa] {ağız} sf. Kavgacı. [DS] b a rt1, [bart (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök. bart-la-k, bart-la-t-m ak. S b art b art, K orn a sesi.\\ b art b urt tutm ak, {eT} Ansızın h e r yan dan y a k a lam ak. [DLT]
barom etrik, -ği [Fr. barométrique] (ba ro m e ’trik) sf. fız . Barometre ile ilgili,
b art2, [bar-t] {eT} is. 1. Su içilen kap. 2. Sıvı ölçüsü. [DLT]
barom etre, [Fr. baromètre] (b a r o m e ’tre) is. 1. At mosfer basıncını ölçmeye yarar alet. 2. Her türlü değişime uyarlı şey.
b aron , [Frankça, baro (serb est adam ) > Fr. baron] is. b art3, [bartc>y] {eAT} is. Yara, 1. Derebeyi. 2. Doğrudan doğruya krala bağlı dere b artak , [bart-ak jsy ] {eAT} is. Testi. beyi. 3. Avrupa’da bir asalet unvanı, baronet, [Fr. baronet] is. İngiltere’de baron ile şö valye arası bir soyluluk unvanı,
b artık, -ğı [bart-ık] {ağız} is. 1. Yufka ekmeğiyle yapılan bir tür tatlı. 2. Meyve şurubu. [DS]
baronluk, -ğu [baron-luk] is. 1. Derebeylik. 2. Baron rütbesi. 3. Krallığa bağlı baronların tümü,
bartıl, [Ar. birtîl JJ»y ] {ağız} is. Rüşvet. [DS]
baroskop, -bu, [Yun. baros (ağırlık) + skopein (gö zetlem ek) > Fr. baroscope] is. fız. Havanın cisimler
bartılcı, [bartıl-cı] {ağız} sf. Rüşvet alan. [DS] bartış, [Sur. Ar. bırtâş
{ağız} is. Eşik. [DS]
ÖTiilHıfflüffi SKİil»473
BAS
bartlak1, [bağır > bağır-lak / bağırt-lak] {ağız} is. 1. Çocukların ağız suyu ve mama akıntılarının üstle rini kirletmesini önlemek için takılan önlük. 2. Ka dınların iş yaparken kullandıkları önlük. 3. Genç kadın ve kızların kullandığı göğüslük; sutyen. 4. Beşik bağı. [DS] bartlak2, -ğı [ba (yans.) > ba-gır-lak > bağır-t-lak] {ağız} is. 1. zool. Bağırtlak. 2. İlkbaharda tarlalarda biten sarı çiçekli bir yabani ot. [DS] bartlak’, [bart (yans.) > bart-la-k] {ağız} is. Bir yaşın daki manda danası. [DS] bartlatm ak, [bart (yans.) > bart-la-t-mak] {ağız} gçl. f [-ır] (Manda için) doğurtmak. [DS] bartmak, [bar-t-malc / bır-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Kırmak; parçalamak. [Gabain] [EUTS] bartun, [Yun. parten] {ağız} is. Yiyen hayvanları öldüren zehirli bir ot. [DS] barturm ak, [bar-tur-mak] {eT} gçl. fi. [-u r ] Vardır mak; göndermek. [DLT] baru1, [Far. bârü jjL;] (b a :ru :) {OsT} is. 1. Kale duvarı; sur. 2. Sığmak; siper. baru kalkanı, M azgal aralıkların ın iki y a n ın d a a d am boyun daki sip erlik ler; b a rb a ta sığın cası. baru2, [bar-u] {eT} zf. Beri; dolayı. [EUTS] baruçı, [bar-uçı] {eT} sf. Varıcı; gidici. [DLT] barud, [Far. bârüd
(b a .ru .d ) {OsT} is.
barut.
fi1 bârüd-i siyah, {OsT} K a r a barut. barudhane, [Far. bârüd-hâne ajU-jjjIj] (b a :r u :d h a :ne) {OsT} is. 1. Barut üretilen yer. 2. as. Barut de polanan yer; barut deposu. barudî, [Far. bârüdî
(b a .r u .d i:) {OsT} is. 1.
Sulandırılmış kurumun içine zamk karıştırılarak elde edilen sarımsı kahverengi boya. 2. Koyu gri renk. barumak, [baru-mak] {eAT} gçl. f i [ - r ] Korumak; yardım etmek, baruş, [Ar. barş > buruş ji-id {ağız} is. Küçük kazan, [DS] barut, [Ar. / Far. bârüd
/ Yun. pyr (ateş) + litos
luk döneminde baruthanede barut imalinde çalışan işçi. baruthane, [Far. bârüt-hâne 4iUojjl>] (baru tha.n e) {OsT} is. İmparatorluk döneminde ordunun ihtiyacı olan barutun imal edildiği yer. barutluk, -ğu [barut-luk] is. İçine barut konularak üstte taşınılan kap; barut kabağı, barya, [Yun. pouria => poyra > barya] {ağız} is. A raba tekerleğinin ortasındaki yuvarlak demir. [DS] baryöz, [Yun. veraia (ağırlık) > vareos] {ağız} is. Ağır taşçı çekici; demir küskü. [DS] baryum , [Yun. barys (ağır) > Fr. baryum] is. kim. Gümüş parlaklığında 3.7 yoğunluğunda, atom nu marası 56, atom ağırlığı 137,36 olan alkali bir ele ment; sembolü: Ba S baryum karbonat, kim. B a rit üzerine k arbo n d iok sit etkisiyle eld e edilen b ey az katı madde.\\ baryum sülfat, kim. B aritin B a S 0 4. b arz, [bar-ıs] {eT} is. -*■ bars. b arza, [Am. bardhâ] {ağız} is. Yarısı beyaz, yarısı si yah keçi. [DS] b a ’s, [Ar. ba‘s oju]
{OsT} is.
1. Gönderme; yollama.
2. Allah’ın halkı dine davet etmek üzere bir pey gamber göndermesi. 2. Yeniden dirilme ve dirilt me. S b a’s etmek, {OsT} 1. D iriltm ek. 2. B ir g ö rev le göndermek.\\ b a’s-ı em vat, {OsT} 1. Ö lülerin dirilm esi. 2. P ey g a m b erlik ,|| b a’s’ü b a’d’el-mevt, {OsT} Ö ldükten so n ra tek ra r dirilm e. b as1, [bas] {eT} is. 1. Baş; kafa. [EUTS] 2. Başlangıç; birinci; ilk. [EUTS] ö bas başı, {ağız} Tohum e le r ken eleğ in üstünde k alan iri bu ğday taneleri. [DS]|| bas bıçağı, {ağız} Ustura. [DS] bas2, [bas]
{eT} is.
Yara; yara başı. [EUTS]
bas ’, [bas-mak > bas] {ağız} is. Sokmak, saplamak, bastırmak eyleminin kökü. [DS] ö bas itmek, {ağız} (B ıçak, kam a, k a z ık vb. sivri n esn eler için) so k m a k ; sap lam ak. [DS] bas4, [İt. basse] is. müz. 1. En kaim erkek sesi. 2. En kalın erkek sesine sahip sanatçı. 3. Orkestranın en kaim sesli çalgısı, bas bariton, B a s ile bariton a ra sı b ir tınıya sa h ip e r k e k sasz'.|| bas bas, (B ağ ır m a k f ii l i ile birlikte kullanılır.) y ü k sek sesle.\\ bas tutm ak, în c e s e sli ça lg ıla r a tek p e r d e d e n e ş lik et mek.
(taş)] is. Ateşli silahlarda, merminin fırlatılması için kullanılan patlayıcı katı madde. S b aru t ağa cı, bot. Özünden e ld e ed ilen köm ü r k a r a baru t y a basa, [bas-mak > bas-a] {eT} is. 1. Art; arka; peş. 2. pım ında, kabu ğ u h a lk hekim liğ in d e m üshil o la r a k zf. Sonra; müteakiben; ondan sonra; akabinde; kullanılan A vrupa ’nın serin o rm an ların d a y etişen onun arkasından; hemen sonra, {ağız} (aynı) [DLT] bir a ğ a ç, (Rham nus fa n g u la ).|| b aru t fıçısı gibi, [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] [DS] 3. Bundan sonra; H er an k a rışık lık ve sa v a ş çıkm a ihtim ali o la n yer. || artık. 4. Yine. [ETY] 5. {ağız} Fazla; baskın; üstün. barut gibi, 1. Ç o k s ert; keskin. 2. Ç o k ekşi. ||b aru t [DS] 0 basa basa, {eT} B iteviye; durm adan; a r ta hakkı, M erm iyi h e d e fe k a d a r u la ştıra bilm ek için r a k ; kesilm eden . [EUTS]|| basa berm ek, {eT} A rka yeterli m iktardaki barut. || b aru t kesilmek, Ç ok verm ek; y a rd ım cı o lm a k ; destekleyiverm ek. kızmak.\\ b aru t olm ak, Ç o k kızm ak. basabas, [bas ha bas (F a rs ça ikilem elerin e öykünm e barutçu, [barut-çu] is. 1. Taş ve maden ocaklarında y olu yla) l eT. basa+bas(a)] {ağız} zf. Durmadan; patlayıcı madde yerleştiren işçi. 2. tar. İmparator aralıksız olarak. [DS]
BAS basacak, -ğı [bas-acak
is. 1. Basamak;
{eAT} (aynı). 2. Merdiven. 3. {ağız} Takunya. [DS] 4. {ağız} Tuluma peynir basarken kullanılan yuvarlak kaim sopa. [DS] basaç, [bas-aç] {ağız} is. Çamaşır bastırmaya ve ka rıştırmaya yarayan sopa. [DS] basador, [ît. pasador] is. dnz. Bordanın iç tarafında yer alan ve gemicilerin üzerine bastıkları halat ya da takozlar. basafa, [Far. bâ-şafa U*>L] (b a .s a fa :) sf. Samimi. basair, [Ar. başıre (ibret verici) > başâ’ir jSU*;] (basa.:ir) {OsT} is. Başkalarına ders olan durumlar; ibret verici durumlar. b aşak 1, -ğı [bas-mak > bas-ak] {ağız} is. 1. Eşik. 2. Merdiven; el merdiveni. 3. Merdiven basamağı. 4. İskele. 5. Paspas. [DS] S başak başı, M erdiven başı. başak2, -ğı [bas-mak > bas-ak] {ağızj is. 1. Mühür. 2. Kaim, tabaklanmış deri. 3. Basmahane. 4. sf. Sağ lam; katı; dayanıklı. [DS] basakJ, -ğı [baş-mak > baş-ak jUeU] {eAT/ zf. Baskın olarak; baskın düzenleyerek. S {eAT} B askın vermek.
başak düşmek,
başakçı, [basak-çı] {ağız} is. Sürek avında, yanlardan birini tutan avcı. [DS] basaklam ak, [başak-la-mak] {ağız} gçl. f [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Baskın yaparak yakalamak. 2. Üstüne çök mek. 3. Bir kadın veya kızla zor kullanarak cinsel ilişkide bulunmak. [DS] basal1, [Ar. başal J * * ] {OsT} is. 1. Soğan biçiminde kök. 2. {eT} Soğan. [Yüknekî] basal2, [Yun. pasali] {ağız} is. Kütük yarmakta kulla nılan ağaç veya demir çivi. [DS] basala, [Ar. başala -lUh] {OsT} is. Vücutta yaratılıştan gelen herhangi bir kabartı. S basala-i sîsâiye, {OsT/ anat. O muriliğin beyin ile birleştiği y e r d e gö rü len şişlik ; om u rilik soğan ı. basalak, -ğı [bas-ala-k] {ağız} is. 1. Ayak basmışlık; gezmişlik. 2. Sığırın sırt derisi. [DS] basalam ak, [bas-ala-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Çamaşırı suya basmak. 2. Bir kaba konulan eşyayı üstünden bastırıp sıkıştırmak. [DS]
basam ak, [bas-amak
is. 1. Bir yük
seklikten inmek veya bir yüksekliğe çıkmak için konulmuş art arda gelen ayak konulacak düzlükler; basacak, {ağız} (aynı) [DS] 2. Bir araca binmek için konulmuş ayak basacak yer. 3. Mevki ve makam bakımından alçalan veya yükselen diziler, yerler; rütbe; derece; kerte; aşama. {eAT} (aynı) 4. m ecaz. Bir amaca ulaşmak için kullanılan kişi veya durum. 5. mat. Bir sayıda rakamların bulunduğu yer. Onlar basamağı. 6. Denklemde bilinmeyen elemanın en yüksek kuvveti. 7. {eAT} {ağız} Merdiven. [DS] 8. {ağız} Dere, çay vb. yerlerden üzerine basarak geç mek için suyun içine birer adım aralıklarla konul muş taş. [DS] 9. {ağız} Tuluma peynir basmakta kullanılan kalın ve yuvarlak sopa. [DS] S basa m ak basam ak, Art a r d a g elen b a sa m a k la r h alin d e; k a d e m e k a d e m e ; d e r e c e d erece. || basam ak ol mak, Birinin y ü kselm esi için a r a c ı veya d a y an ak o lm a k .|| basam ak yapm ak, B ir kim seyi veya bir durumu yükselm ek, ilerlem ek veya d a h a iyi b ir y e r e g e ç m e k için a r a c ı o la r a k kullanm ak. basam aklı, [bas-amak-lı] sf. 1. Basamağı olan. 2. Basamaklar halinde, basam aksı, [bas-amak-sı] is. Basamağa benzer, ba samak gibi. basam an, [Far. bâ-sâmân
j to L * l> ]
(b a :s a ;m a ;n ) {OsT}
sf. 1. Varlıklı; zengin. 2. Düzgün; düzenli, basan, [bas-ğan > bas-an] {eT} is. Ölü gömüldükten sonra yenilen yemek. [DLT] basancak, -ğı [bas-an-cak] {ağız} is. 1. İnce ağaçtan yapılan kızak. 2. Merdiven; basamak. [DS] basancı, [bas-an-cı] {ağız} is. Dükkân önlerine yapı lan beton düzlük. [DS] basanga, [bas-mak > bas-ğan > bas-an-ga] {ağız} is. Küskü. [DS] basangaç, [bas-an-gaç] {ağız} is. 1. Merdiven; basa mak. 2. Ambar vb. içine inip çıkmak için kullanılan basamak taşı. [DS] b a sa r1, [Ar. başal => ? basar] {eT/ is. Dağ sanmsağı. [DLT] t? basarlıg tag, {eT/ S arım saklı dağ. [DLT] b asar2, [Ar. başar ^ > ] {OsT} is. 1. Görme yeteneği. 2. Görüş. 3. Zihinsel algı. 4. Zekâ. S basar-ı müzdevic, {OsT} 1. İki g ö z le g örm e. 2. Ç ift görm e. ||basarü ’l-Hak, {OsT} Tanrının a lg ılay ıcı gücü.
basalga, [bas-al-ga] {ağız} is. 1. Sık ağaçlı yer. 2. Ağaç gölgesi veya kuytusu. 3. sf. Engin; alçak. [DS]
basarak, -ğı [Ar. başâret => basarat / basarak] {ağız}
basalgan, [bas-al-gan] {ağız} sf. (Yer, mekân için) havası bunaltıcı; sıkıcı. [DS]
basaret, [Ar. başâret OjUaJ {OsT} is. 1. Etraflı ve de
is. Görme kuvveti. [DS]
basalık, -ğı [bas-a-lık] {ağız} is. 1. Çukurova dolayla rında görülen ılık ve nemli sis. 2. sf. Bunaltıcı ve sıkıcı. [DS]
rin görüş, {ağız} (aynı) [DS] 2. İyi kavrayış. 3. Göz açıklığı. basarık, -ğı [bas-mak > bas-ar-ık] {ağız} is. Dokuma tezgâhlarının ayaklığı. [DS]
basaliye, [Ar. başaliyye ^rL^] {OsT/ is. bot. Soğanlı
basarî, [Ar. başar!
bitkiler.
ile ilgili.
(b a s a n ;) {OsT} is. Görme
İ i l K
S U
. m
basarna, [Yun. basarina] ( b a s a ’rna) is. 1. Kaldıraç. {ağız} (aynı) [DS] 2. Ağır bir kütleyi bir tarafından kaldıraçla yükseltme işi. 3. {ağız} Dalyan kapağının bulunduğu yer. [DS] basaruk, -ğu [bas-mak > bas-ar-mak > bas-ar-uk] {ağız} is. Korku. [DS] S basaruğu olm am ak, {tı ğız} K orkusu olm am ak. [DS] basat, [bas-at ?] {ağız} is. Tepegöz. [DS] basavab, [Ar. bâ-şavâb o l^ L ı] (b a :s a v a :b ) zf. Doğ
BAS
bashun, [bas-ğun > bas-hun
o] {eAT} sf. - * bas
gun. bası, [bas-mak > bas-ı] is. Klişe, dökme harf, taş ka lıp ve başka teknikler kullanarak yazı veya resim basma işi; tabı; baskı; basım. basıcı1, [bası > bası-cı] is. Kitap, dergi ve gazete gibi şeylerin basımı işi ile uğraşan kimse. basıcı2, [bas-mak > bas-ıcı] sf. Basma işini yapan; basan.
ru olarak; doğrulukla; doğruca, basbank, -ngı [bang > ba(s)+ba/nk] {ağız} pekşt. sf. Sersem; budala; şaşkın. [DS] basbas, [bas-mak > bas+bas] {ağız} is. 1. Çatılarda üzerine makasların bindiği dikme. 2. Acele yürü yüş. 3. Bel adı verilen tarım aracının ayakla basılan yeri. [DS]
basıcılık, -ğı [basıcı-lık] is. Basıcının yaptığı iş ve meslek; basımcılık, basıg, [bas-mak > bas-ığ] {eT} is. Gece baskını yapı lacak ve düşmanın ansızın yakalanacağı yer. [DLT] basıgsız, [bas-ığ-sız] {eT} sf. Minnetsiz. [EUTS]
basgun, [bas-mak > baş-ğün j y ^ L ] {eAT} {ağız} sf.
mek, B ir eserin ba sk ıy a h azır olduğunu bild irm ek; ba sılm a sın a izin verm ek.
basık1, -ğı [eT. bas-mak > bas-uk > bas-ık] sf. 1. Basılmış; basılı olan. 2. Yüksekliği az olan; alçak; basbasa, [Ar. başbaşa ■ w ; ] {OsT} is. 1. Köpeğin kısa. 3. Üzerine basmakla veya herhangi bir şekilde kuyruk sallayarak yaltaklanması. 2. Dalkavukluk yassılaştırılmış; yassı. 4. m ecaz. İnsana sıkıntı ve etmek; yaltaklanmak, ren; sıkıntılı; kasvetli, {ağız} (aynı) [DS] 5. {ağız} basbaya, [ba(s)+ba/yağı] ( b a ’s b a y a :) {ağız} sf. -*■ Havasız, alçak ve dar. [DS] 6. {ağız} Cılız; zayıf; basbayağı. [DS] boysuz. [DS] 7. {ağız} Çok iyi; pek iyi; fevkalade. [DS] fi1 basık burunlu, Burnunun g en işliğ i uzun basbayağı [ba(s)+ba/yağı] (b a s b a y a ğ ı) sf. 1. Alışıl luğuna g ö r e f a z la olan. || basık kemer, mim. Yük mışın dışında bir durumu, olağanüstülüğü olmayan. 2. Teklif ve tekellüften uzak. 3. zf. Hiç yoruma ge sek liğ i açıklığının y arısın dan az olan k em er; se p et kulpu. ||basık ökçe, K alın k ısa topuk. ||basık tonoz, rek duyurmayacak biçimde yapılan (eylem), mim. Yüksekliği açıklığının y arısın dan küçü k o la n bas-blö, [Fr. bas-bleu] (basb 'lö:) is. Bilgiç, ukala tonoz. kadın yazar. basdık, [bas-mak > baş-dık jJw»L.] {OsT} is. Üzüm şı basık2, -ğı [bas-ık] {ağız} is. 1. Arkasına basılarak gi yilen ayakkabı, terlik; yemeni vb. 2. Altı tahta arasını kaynatıp içine nişasta bulamakla yapılan pel yakkabı. 3. Harmanda fazla ıslanmış buğday. [DS] te. basıkça, [basık-ça] ( b a s ı’kça) z f Biraz basık olan; basdıkmak, [bas-dılç-mak / bas-tık-mak] {eT} gçsz. f . baskınca. [-u r] 1. Ezilmek. [Gabain] 2. Basılmış olmak. basıkdırmak, [bas-ık-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Y a [EUTS] tıştırmak. [DS] basdırm a, [baş-dır-ma {eAT} is. 1. Kurutul basıkerte, [bas-ı+kerte] {ağız} is. Barometre. [DS] muş tuzlu et; pastırma. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. basıklık, -ğı [bas-ık-lık] is. 1. Basık olma durumu. 2. {ağız} Sucuk; mumbar. [DS] 3. {ağız} Etli kabak ya Basık olan şeyin niteliği. 3. mat. Bir elipsin büyük da patates musakkası. [DS] 4. {ağız} Odun yığını. ve küçük eksenleri arasındaki farkın büyük eksene [DS] oranı. 4. g ö k b. Bir gök cisminin özellikle Dünbasdurmak, [baş-dur-mak ^ j-u ^ ] {eAT} gçl. f . [-u r] ya’nm ekvator ve kutup yarıçapları farkının ekva Yendirmek; alt etmek, tor yarıçapına bölümü, basen, [Fr. bassin (havuz, leğen )] is. 1. Kalça. 2. basıkmak, [bas-ık-mak] {eT} gçl. f . [-u r] 1. Bastır anat. Pelvis ve leğen. 3. Terzilerin belden yirmi cm mak; içine sokmak; sokmak; [Tekin] [ETY] 2. dönşl. kadar aşağıdan aldıkları kalça ölçüsü, f . Düşman tarafından basılmak; yenilmek. [DLT] 3. basgan, [bas-mak > bas-ğân > bazğân] (basg a:n ) {ağız} Yük altında ezilmek; çökmek. [DS] 4. {ağız} {eT} is. Çekiç. [Gabain] (Sığır, at vb. için) çiftleşmek. [DS] basgı, [bas-kı / bas-gı] {ağız} is. 1. Baskı. 2. Kurutma basıktırm ak, [bas-ık-tır-malc] {ağız} gçl. f . [-ır] 1. kâğıdı. 3. Bastırma işlerinde kullanılan bir ayakka Baskı uygulamak; bastırmak; sıkıştırmak. 2. Gözü bıcı aracı. [DS] nü korkutmak; yıldırmak. [DS] basguk, [bas-mak > bas-ğuk] {eT} sf. 1. Yekpare; basıla, [bas-ıl-malc > bas-ıl-a] is. Son kontrolü ve som. [EUTS] 2. is. Yoğunluk. [EUTS] 3. Dağ parça düzeltmesi yapılmış olan bir eserin baskıya hazır sı; kaya. [EUTS] 4. Dağ silsilesi; sıra dağlar. [Gaolduğunu belirtmek üzere “basılab ilir, b a s ıls ın ” bain] anlamında üzerine yazılan kelime, fi1 basıla ver Baskın; saldırı. [DS]
BAS
Ö IÜ ff iH I İM M .4 7 6
basılagelmek, [bas-ıl-mak+gel-melc] {ağız} gçsz. b. f . [ - ir ] Ağzına kadar dolmak; tıka basa dolmak. [DS] basılakahnak, [bas-ıl-mak+kal-mak] {ağız} g ç s z .f. [ır] Ağzına kadar dolmak; tıka basa dolmak. [DS] basılı', [bas-ıl-ı] sf. Baskı yoluyla elde edilmiş. basılı2, [bas-ıl-ı] {ağız} sf. (Loğusa kadın ve çocuk için) hastalanan ve gelişmesi geciken. [DS] basılış, [bas-ıl-ış] is. Basılmak işi. basılma, [bas-ıl-ma] is. 1. Basılmak işi. 2. {ağız} Y e ni doğmuş çocuklar hakkında bazı asılsız inançlarla açıklanan gelişme geriliği. [DS] basılmak, [baş-ıl-mak jxJU.li /
edil. f . [-ır ]
[eA T -ıır] 1. Başkası tarafından kendisine basmak fiili uygulanmak; bastırılmak. {eAT} (aynı) 2. Suç üstü yakalanmak; tutulmak; yakalanmak; enselen mek. 3. Eşkıya baskınına uğramak; baskına uğra mak. {ağız} (aynı) [DS] 4. {eAT} Alt olmak; yenil mek; mağlup olmak. 5. {eAT} Yere serilmek; çiğ nenmek. 6. {eAT} Horlanmak. 7. (Yer, ülke, kara vb. için) adım atılmak; çıkılmak. 8. Çoğaltılmak; tabedilmek. 9. {eAT} Yatıştırılmak. 10. {ağız} (İnek ve kısrak için) çiftleşmek. [DS] 11. {ağız} Tasalan mak; sıkılmak. [DS] basım, [bas-mak > bas-ım] is. 1. Basmak eylemi ve sonucunda ortaya çıkış. 2. Mürekkeplenmiş bir ka lıbı kâğıt, kumaş cinsinden bir yüzeye bastırmak suretiyle bir resmin veya yazının örneklerini çı kartma, çoğaltma işlemi; tabaat. 3. Bası işi; tabı; tipografya. 4. {ağız} Baskı aracı ile üzüm suyunun çıkarılması işi. [DS] S1 basım evi, -*■ basımevi, basım baç, -cı [bas-maç > bas-ım-baç] {ağız} is. 1. Merdiven. 2. Merdiven basamağı. 3. Hareketli merdiven. [DS] basım cı, [bas-ım-cı] is. 1. Baskı işi ile uğraşan kim se. 2. Basım evi işleten kimse; matbaacı, basımcılık, -ğı [bas-ım-cı-lık] is. 1. Basım evi işlet me işi. 2. Kitap, dergi, gazete gibi basılı malzemeyi basma, üretme işi; matbaacılık, basımevi, -ni, -vleri [basım+ev-i] is. Basım işinin yapıldığı yer; matbaa, basın, [bas-mak > bas-m] is. 1. Günlük, haftalık, aylık vb. olarak çıkan gazete ve dergilerin bütünü; matbuat, (1935). 2. Gazete ve dergi çıkarma işi. 3. Gazete ve dergi çalışanlarının bütünü. S basın ah lak yasası, hıık. gaz. B asın ın itibarın ı ve basın hür riyetini k oru m ak a m a cıy la basının ken di kendim d en etlem e sistem i.|| basın ajansı, gaz. G azete ve derg ilere, h aber, rö p o rta j ve resim g ib i basını ilgi len diren bilg i ve b e lg e le r veren kuruluş.|| basına aksetm ek, H a b er d eğ e ri olan ve ilgilileri tarafın da n gizli tutulm aya çalışılan b ir konunun g a z e te c i le r tarafından ö ğ ren ilerek h a b e r y ap ılm ası)} basın k artı, gaz. Yerli ve y a b a n cı basın m ensuplarına d ev letçe verilen ve ken dilerin i tanıtm aya y aray an
ve bazı k o la y lık la r sa ğ la y a n kim lik belg esi. || basın toplantısı, Yetkili b ir kişinin kam uoyunu ilgilen di ren kon u lard a a çık la m a y a p m a k ü zere basın m en su p ları ile yap tığ ı toplantı. basıncak, [baş-m-cak
{eAT} is. 1. Basamak.
{ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Taşınabilir merdiven; el merdiveni. [DS] 3. {ağız} Paspas. [DS] 4. {ağız} Seki. [DS] 5. {ağız} İskele. [DS] 6. {ağız} Baskın. [DS] 7. {ağız} Tutsaklık. [DS] 8. {ağız} Etki. [DS] S basıncak edinmek, {eAT} 1. A yak altın a alm ak. 2. Yükselm e a r a c ı o la r a k kullanm ak. 3. {ağız} B ir kim seyi k o rk u ta ra k etkisi altın a alm ak. [DS] 4. {ağızf E za c e fa etm ek. [DS] 5. {ağız} G ereğ in den ç o k iş verm ek; a şırı y ü k yüklem ek. [DS]|| basıncak idinmek, {eAT} 1. A yak a ltın a alm ak. 2. Yükselm e a r a c ı o la r a k kullanm ak. basınç, [bas-ınc
{eAT} is. Zulüm, istib
dat; baskı. basınç, -cı [bas-mç
/ g-u.1] is. 1. Zorlayarak
bastırma, itme eylemi; tazyik; baskı. {eT} (aynı) (1935) 2. Bastırma ve itme eylemi sonucu. 3 . fız. Bir yüzey üzerine etkide bulunan bastırma gücü nün, birim alana düşen miktarı, basınçak, [bas-m-çak] {eT} sf. Basılan; baskı altında tutulan; basınç uygulanan. S basınçak er, {eT} Z a y ıf görülen , önem verilm eyen kim se. [DLT] basınçlam a, [bas-ın-ç-la-ma] is. fız . Bir uçağın iç ba sıncım atmosfer basıncından daha aşağıda tutmak eylemi. basınçlam ak, [bas-m-ç-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Bir uçağın iç basıncını atmosfer basıncından daha aşağıda tutmak; basınçlama işlemini uygulamak, basınçölçer, [bas-ın-ç+ölç-er] is. Açık hava basıncını ölçmeye, yer yükseltilerini ve hava değişimlerini belirlemeye yarayan alet; barometre, basındırık, -ğı [bas-m-dır-ık] {ağız} is. Devrilen eşya ya da yıkıntı altında kalma. [DS] basındurm ak, [bas-m-dur-mak] {eT} edil. f . 1. Ezil mek. [Gabain] 2. Tazyik edilmek; basılmak. [EUTS] basıngıç, [bas-m-gıç] {ağız} is. 1. Yenilgi; mağlu biyet. 2. Korkma; çekinme. 3. Baskı altında bu lunma. [DS] S basıngıç etmek, {ağız} 1. Yenmek; alt etm ek. 2. B askı altın da tutmak. 3. Korkutm ak. [DS] basınm ak, [bas-m-mak ^*-^>1;] {eT} gçl. f . [-u r ] 1. Basmak; ezmek; zayıf görmek; kahretmek. [DLT] [Gabain] [EUTS] 2. {eAT} Hor görmek. 3. e d il.f. Y e nilmek; mağlup olmak. [ETY] 4. dönşl. f . Batmak. [ETY] 5. Çökmek; kahrolmak. [ETY] basınturm ak, [bas-m-tur-mak] {eT} edil. f . [-u r] Bastırılmak. [EUTS] basıölçer, [bas-ı+ölç-er] is. fız . 1. Kapalı gazların kabın yüzeyine yaptığı basıncı ölçmeye yarayan
m
i l e
»
i i .
BAS
477
alet; manometre. 2. Akışkanların basıncını ölçen alet.
basıta, [Ar. basıta 4W .I 1] (b a :sıta ) {OsT} sf. biy. (Kas için) açan.
basır, [Ar. basar (gözj>bâsır ^ l] (ba .sır) {OsT} sf.
basıtmak, [bas-ıt-mak] {eT} edil. f . [-u r ] 1. Basıl mak; tazyik edilmek. [EUTS] 2. Ezilmek. [Gabain] 1. Gören. 2. Görünce hemen anlayan. 3. Keskin 3. Baskına uğratılmak; düşmana basılmak; yenil gözlü. mek. [ETY] 4. gçl. f . Bastırmak; ansızın hücum et basıra1, [bal+şıra ? > balsıra / bas-ır-mak > bas-ır-a tirmek. [ETY] > basra] {ağız} is. 1. Külleme hastalığı. 2. Püseron. 3. Sisli havalarda yapraklar üzerinde oluşan su basi, -i’ı [Ar. başf £ ^ ] (ba si;) {OsT} is. Ter. damlacıkları. 4. Kanser hastalığı. 5. Sızdırılmış bal. basi’ a, [Ar. bâşi'a 4juU] (b a :sia ) {OsT} is. Çok kırmızı 6. Çamlarda bal yapan beyaz böcek. [DS] S basıra olan dudak. balı, {ağız} Çam balı. [DS] basic, [İng. Beginner’s Ali purpose Symbolic basıra2, [Ar. başar > bâşıra «j-ol*] (b a .s ıra ) is. 1. Gö İnsturiction Cod (ba şla y an la r için ç o k a m a çlı se m rüş; görme. 2. Görme gücü. 3. Göz. b o lik kom u tlar imi)] (beyzik) is. kısalt. Bilgisayar basırak, -ğı [basır-mak > bas-ır-ak] {ağız} is. Yoğurt yapmak için mayalanmış sütün üzeri örtülerek ko nulduğu yer. [DS] basırganma, [bas-ır-ğan-ma] mak işi. 2. Kâbus,
{eAT}
basırganmak, [bas-ır-ğan-mak]
is. 1. Basırgan
{eAT}
dönşl. f . [-ır ]
[-u r]\ . Üzerine ağırlık çökmek. 2. Kâbus görmek. 3. {ağız} Uykudan korku ile sıçrayıp uyanmak. [DS] basırık, [bas-ır-ık] is. tıp. 1. Vücudun hareketsiz böl gelerindeki kılcal damarlarda kan birikmesi sonucu oluşan ağrılı yanma. 2. {ağız} Tahta veya demirden yapılma kapı sürgüsü. [DS] 3. {ağız} Damların üze rini kapatmakta kullanılan düzgün ardıç kerestesi. [DS] 4. {ağız} Gizli, kapalı yer; hücre. [DS] 5. {ağız} Kıştan kuyulara doldurulmak suretiyle biriktirilmiş ve üzeri sap, saman ile bastırılmış olan kar yığını. [DS] S1 basırık tahtası, {ağız} D a m la rd a üzerine toprak kon ulan tavan tahtası. [DS]
ların birbirine bağlı olarak işletilmesi için tasar lanmış programlama dili, basik, [Ar. bâsik ji'U] (ba:sik, k kalın söylen ir) sf. Eli açık; cömert. basika, [Ar. bâsika <£'1;] (b a :sik a ) is. Ağzına kadar su dolu olan kuyu. basil1, [Lat. bacillus (çubuk, çom ak)] is. biy. Silindir veya çubuk biçimindeki bakteri. basil2, [Ar. basil J —l;] (b a :sil) is. 1. Yiğit kişi; kah raman adam. 2. Haram şey. 3. Kötü söz. 4. Çirkin kişi. basile, [Ar. başıle *i^û] (b a si:le, s kalın söylen ir) is. bot. Soğan. basilemi, [Fr. basilemie] is. tıp. 1. Kanda basil bu lunması. 2. Basilden ileri gelen kan yangısı, basitimsi, [basil-imsi] sf. Çomak biçiminde olan,
basırılı, [bas-ır-ıl-mak > bas-ır-ıl-ı] {ağız} sf. (Kapı için) örtülmüş; kapatılmış; bastırılmış. [DS]
basiloz, [Fr. bacillose] is. tıp. 1. Basilden ileri gelen her çeşit hastalık. 2. Akciğer veremi,
basınlmak, [bas-ır-ıl-mak
basilüri, [Fr. bacillurie] is. tıp. İdrarda basil bulun ması.
{OsT} edil. f . [-u r]
Bastırılmak; kapatılmak, hasırlamak, [bas-ır-ıl-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r ] [-l(ı)y o r ] Kapıyı kapatarak sürgüsünü mandalını tak mak; sürgülemek; mandallamak. [DS] basırmak, [bas-ur-mak > bas-ır-mak /
/ jKr-i
l>] {eAT} {OsT} gçl. f . [ -ır ] [eAT -ıır] 1. Bastır mak. 2. Kapatmak. 3. Saklamak. 4. {ağız} (Kapı için) sürgülemek; mandallamak; desteklemek. [DS] 5. {ağız} Kapamak; örtmek; bastırmak. [DS] 6. {ağız} Dikişte kumaş kenarını kıvırarak dikmek; kıyı bastırmak. [DS] basış, [bas-ış] is. 1. Basmak işi. 2. Basma biçimi, basışmak, [bas-ış-mak] {eT} işteş, f. [ -ır ] Basmakta yardım ve yarış etmek. [DLT] basit, [Ar. bast (yaym a) > bâsıt Ja-.li] (ba:sıt) {OsT} sf. 1. Yayıcı; yayan. 2. anat. Bir organı kasıp açan kas.
basim, [Ar. besm > bâsim p—Lı] (ba:sim ) sf. Güler yüzlü; şen. basir, [Ar. başar (görm e) > başır
(ba si:r) {OsT}
sf. 1. Gören. 2. Görüp anlayan. 3. Anlayışlı ve zeki. 4. Her şeyi görüp anlayan anlamında Allah’ın sıfat larından biri. basire, [Far. bâsire oj~*l>] (b a :sire) is. Ekin. basiret, [Ar. başar (görm e) > başîret cijw 2j] (b a si:ret) {OsT} is. 1. Doğru görüş; sağgörü. 2. Uyanıklık. 3. Gönül gözüyle görme. 4. Uzağı görüş; seziş. 5. An layış, kavrayış; feraset. 6. Uyarı; tembih. 7. Kal kan; siper, ö basireti bağlanmak, 1. G erçeğ i a n layam az h a le gelm ek. 2. T ehlikeyi sezememek', g a f lete d ü şm ek || b asîret-kâr, {OsT} Ön g örü şlü ; s e z gin ]|| basîret-kâr-âne, {OsT} Ö nceden tehlikeyi g ö r e b ile c e k şekilde.\\ basîret-kârî, {OsT} Ö nceden g ö rm e durumu.
Öîüraiİ)ICES0M.47e
BA S
basiretli, [basiret-li] (b a si:retli) sf. 1. Gerçeği ve tehlikeyi önceden gören, sezen; sağgörülü; anlayış lı; uyanık. 2. Uzak görüşlü, basiretsiz, [basiret-siz] (basiıretsiz) sf. 1. Olan bitene rağmen gerçeği görmekten, anlamaktan uzak olan; gafil. 2. Sığ görüşlü, basiretsizlik, -ği [basiret-siz-lik] (b a sire tsiz lik ) is. Gerçekleri, ileriyi ve uzağı görememe. basit1, [Ar. bast (açm a, uzatma) > basit
(baısit)
jOsT'} sf. 1. Açılan; uzanan. 2. Uzatılmış; uzun. 0 bâsitii’l-kef, (OsT) Dilenci.\\ bâsitü’l-yed, {OsT} Giiçlii olup tahakküm eden. basit2, [Ar. besatet (sadelik) > bast (açm a, g en işlet me) > basît c ^ ! ; ] {OsT} sf. 1. Karışık olmayan; an laşılması kolay olan; yalın; sade. 2. Orta halli; gös terişsiz; süssüz. 3. Sıradan; bayağı; kuru. 4. m ecaz. Her zaman rastlanandan farklı bir özelliği olmayan; olağan. 5. Kolay. 6. Menfaati uğruna bazı değerler den vazgeçebilen; onursuz. S basit cisim, fiz. M addesi tek elem en tten oluşm uş cisim .|| basit çi çek, bot. T aç y a p r a k sayısı n orm al olan çiçek . \\ basit cümle, dbl. T ek yü klem li cümle. || basit faiz, bank. F a izlerin d e fa iz i eklenm em iş, s a d e c e an a paranın fa iz i. || basit kelime, dbl. K ö k h a lin d e bu lunan k elim e; y alın k elim e.|| basîtü’l-vech, {OsT} Güler yüzlü; g ü leç.|| basîtü’ l-yed, {OsT} E li a çık ; cömert.\\ basit zam an, dbl. F iil çekim lerin d e y a r dımcı f i i l veya e k f i i l kullanm adan y a p ıla n çekim . basita, [Ar. bast (açm a, uzatma) > bâsita 4k*l>] (b a :sita) {OsT} is. Uzak yer. basite, [Ar. bast (açm a) > basite
(ba si:te) {OsT}
is. 1, Düz yer; yüzey. 2. Y er yüzü; arz. 3. Yatay güneş saati. basitleşme, [basit-le-ş-me] is. 1. Basitleşmek işi. 2. Bayağılaşma; adileşme, basitleşmek, [basit-le-ş-mek] g ç s z .fi [-ir ] 1. Karma şık ve zor anlaşılır olmaktan çıkarak anlaşılır ve kolay hale gelmek; kolaylaşmak. 2. Bir takım de ğerleri hiçe sayarak kendini alçaltıcı, küçük düşü rücü ve onur kırıcı davranışlar sergilemek; adileş mek; bayağılaşmak, basitleştirme, [basit-le-ş-tir-me] is. Basitleştirmek işi. basitleştirmek, [basit-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [ -ir ] Kar maşık ve anlaşılması zor bir şeyi kolay ve anlaşılır bir duruma getirmek; sadeleştirmek; kolaylaştır mak; yalınlaştırmak, basitlik, -ği [basit-lik] is. 1. Kolay ve anlaşılır olma durumu; yalınlık. 2. İnsanlık onuruna yakışmaya cak davranışlarda bulunan kişiden beklenebilecek davranışlar; adilik, başka, [Slav. / Mac. palaska] {ağız} is. Bel korsası. [DS]
baskak, [basık-mak > bas(ı)k-ak] is. 1. Türk-Moğol devletlerinde yeni fethedilen yerlerden vergi top lamakla görevli devlet memuru. 2. Vali. 3. Tahsil dar. {ağız} (aynı) [DS] baskaklık, [baslça-k-lık Jli-U ] {eAT} is. Valilik. baskancak, -ğı [bas(ı)k-an-cak] {ağız} is. 1. Üzüm suyu çıkarmakta kullanılan bir tür cendere. 2. Mer diven; merdiven basamağı. [DS] basket, [İng. basket] is. 1. Sepet. 2. spor. Basketbolda kazanılan sayı. S basket yapm ak, spor. B a s ketbold ü sayı kazanm ak. basketbol, [İng. basket (sepet) + ball (top)] is. spor. 1. Sepet topu. 2. Beşer kişilik takımlarla topu raki be ait yerden üç metre yükseklikteki ağ geçirilmiş sepete atmaya dayanan bir çeşit takım sporu. basketbolcu, [basketbol-cu] is. Basketbol oynayan kişi; basketçi. basketbolculuk, -ğu [basketbol-cu-luk] is. Basket bolcu olma durumu, basketçi, [basket-çi] is. Basketbol oynayan kişi; basketbolcu. baskı, [bas-mak > baş-kı [J^ ^ ] is. 1. Bir maddeyi bastırmak suretiyle sıkma ve sıkıştırma işi; tazyik. 2. Basma işinde kullanılan alet; cendere; ağırlık. {eAT} (aynı) 3. Bir eserin basılış biçimi; basılma durumu. 4. Bir eserin, bir gazete veya derginin bir seferde basılan miktarı. 5. Bir eserin değişik za manlarda tekrarlanan basılma işi ve sırası. 6. m e caz. Hak ve özgürlükler açısından etki altında tut ma; zorlama; cebir; despotluk; müstebitlik; sıkıyö netim; zecir. 7. Belirli bazı isteklerin çeşitli etkiler le yerine getirilememesi durumu. 8. Takım halin deki spor karşılaşmalarında rakip oyuncuların ha reketlerini kısıtlayıcı şekilde yakın takip. 9. İplik atmaması için kumaşın kıvrılıp dikilen kısmı. 10. {ağız} Sabanın eğikliğini ayar etmeye yarar geçme tahta parçası. [DS] 11. Eğitim; disiplin; inzibat; ter biye. {ağtz}(aym) [DS] 12.' {ağız} Demiri sıcakken düzeltmeye ve biçim vermeye yarayan demirci avadanlığı. [DS] 13. {ağız} Değirmen taşını ayar etmek için kaldırıp indirmeye yarayan kaldıraç ve bağlı takozlar. [DS] 14. {ağız} Oda kapılarını açmak için üzerine basılan kol. [DS] 15. {ağız} Halı dokur ken çözgü iplikleri arasından sokularak çeşitli ağız lıkları açmak için indirilip kaldırılan uzun sopa. [DS] 16. {ağız} Kerpiç veya taş yığma duvarlarda, duvar örülürken taş ve tuğla aralarına konulan ağaç parçaları; hatıl. [DS] 17. {ağız} Tarım aracı olan be lin sapma geçirilen ve bel yaparken ayakla üzerine basılan çıkıntı. [DS] 18. {ağız} Kağnının yan tahta larının düşmemesi için çevre kazıklarına geçirilen tahta kama vb. parça. [DS] 19. {ağız} Kağnılarda boyunduruğu üstten bastıran kama parçası. [DS] 20. {ağız} Arabalarla ot taşırken en üstte yanlamasına
M
K E S İ M , «ra
BAS
uzatılan ve bağlama iplerinin altında kalan tahta ya da sırık. [DS] 21. {ağız} Saman basmaya yarayan üç çatallı ve uzun saplı ağaç. [DS] 22. {ağız} Tütün dikmekte kullanılan ucu sivri saplı alet. [DS] 23. {ağız} Çökelek, un vb.’ni kaba koyarken üstten bas tırarak sıkıştırmaya yarayan bir tür kalın oklava. [DS] 24. {ağız} Saz damlarda sazları üstten bastıran ağaç. [DS] 25. {ağız} Bir kunduracı aleti. [DS] 26. {ağız} Altın, gümüş vb. madenî pul gibi şeylerle süslenmiş kadın fesi. [DS] 27. {ağız} Tütün denkle rini bastırıp sıkıştırma; presleme. [DS] 28. {ağız} Herhangi bir şeyi bastırmakta kullanılan ağırlık. [DS] 29. {ağız} Saç tokası. [DS] 30. {ağız} Bez, eşarp vb. üzerine kalıp ile desen işleme. [DS] 31. {ağız} Kış için saklanmak üzere tuzlu suya konulmuş taze sebze. [DS] & baskı altında, H a rek etleri kısıtlan mış o la r a k .|| baskı altında tutm ak, B irin e d a v ra nış ve düşünce serb estliğ i tanımamak.\\ baskıda kalmak, (Yağm ur yağdıktan so n r a toprağın üst kısmının sık ış a r a k altta k alan tohum için) yü zeye çıkam am ak. || baskıdan kurtulm ak, S erbestliğ e, hürriyete kavuşmak.\\ baskı görm emek, {ağız} İyi eğitim görm ek. [DS]|| baskı grubu, Ç ıkarları d o ğ rultusunda kam uoyunu v e siy a si otoritey i y ö n len dirm eye ça lışa n çık a rla rı o rta k kişiler. || baskı ka lıbı, K itap k ap ların a sü slem eler b a sm a k için h azır lanmış k a lıp .||baskı makinesi, K â ğ ıt üzerine ba sk ı ya p m a y a y a ra y an m ak in e.|| baskıya koymak, matb. 1. B ir e s e r i b asılm ası için m atb aa y a verm ek. 2. B ir kim seyi disiplin e sokm ak. baskıcı, [bas-kı-cı] is. 1. Baskı makinesinde kitap, dergi veya gazete gibi eserlerin basımı işini yapan kimse. 2. Kumaş üzerine makine veya kalıp ile de sen basan kimse. 3. {ağız} Sürek avında yan taraftan giden avcı. [DS] 4. {ağız} Makasçı. [DS] 5. sf. m e caz. Hürriyeti kısıtlayan; serbest davranmaya engel olan. baskıcılık, -ğı [bas-kı-cı-lık] is. Baskıcının işi ve mesleği. baskıc, [bas-kıc
{eAT} is. Merdiven,
baskıç, [bas-kıç] {ağız} is. Merdiven. [DS] baskılı, [bas-kı-lı] sf. Üzerine baskı yapılmış olan, baskılık, -ğı [bas-kı-lık] is. Masa üzerindeki kâğıtla rın uçmaması veya açılmış olan sayfaların kapan maması için konulan ağırlık, baskımca, [bas-kı-mca
{eAT} sf. Basıkça;
engince. baskın, [bas-mak > bas-km jyU>L.] is. 1. Düşmana ummadığı yer ve zamanda, beklenmedik bir darbe indirmek amacıyla yapılan kısa süreli ani saldırı; vurgun. 2. Suç işlemekte olanları suç mahallinde yakalamak; suçüstü. 3. m ecaz. Beklenmedik anda kalabalık misafir gelmesi. 4. biy. Bir yerde en çok görülen bitki türü. 5. {ağız} Yağmurdan sonra top
rağın yüzeyinin sertleşmesi yüzünden filizlendiği hâlde çıkamayan ekin. [DS] 6. {ağız} Havasız, basık yer. [DS] 7. {ağız} Sıcak sis. [DS] 8. {ağız} Alışveriş te aşırı fiyat. [DS] 9. {ağız} Kuluçka tavuk vb. kuş lar. [DS] 10. {ağız} s f Pek çok; yığın yığın; pek bol. [DS] 11. {ağız} (Çocuk için) cin ve perilere tutuldu ğu sanılarak gelişemeyen; cılız; sıska. [DS] 12. {eAT} sf. (Güreşte) herkese yenilen. 13. Üstün; bas tırmış; yeğin. 14. {ağız} (Hayvan için) gebe kalmış. [DS] 15. {ağız} Gelişmiş; dolgun vücutlu. [DS] fi1 baskına gelmek, {ağız} K a v g a etm ek, dövüşm ek vb. g ib i a m a ç la r la birinin evine gelm ek. [DS] 11 baskın alayı, E skiden, m ah a lle halkının, zina y ap ıld ığ ı bildirilen b ir evi b a sm a k üzere oluşturduğu toplu lu ğa verilen a d .|| baskına uğram ak, 1. B ek len m e d ik b ir zam an ve y e r d e düşm an sa ld ırısıy la k a r şı laşm ak. 2. Suçüstü yakalan m ak. 3. B ek len m ed ik z a m an da m isafir g elm ek .|| baskın gelmek (çıkmak), E m sallerin i g eçm ek ; o n la ra üstün gelmek.\\ baskın yapm ak, 1. Su çluları y a k a la m a k a m a cıy la suç iş lenen y e r e veya su çluların bulunduğu y e r e an i o la r a k g irm ek ; akın ça p m a k; akın ey lem ek; akın s a l d ırm ak; akın sa lm a k ; b a s a dü şm ek; b a ş a k düşmek. 2. m ecaz. Ansızın m isafir g elm ek .|| baskın yürü mek, {ağız} Sırtındaki a ğ ır y ü k yüzünden ra h a t y ü rüyem em ek. [DS] baskıncak, -ğı [bas-kın-cak] {ağız} is. Merdiven; ba samak. [DS] baskıncı, [bas-kın-cı] is. 1. Baskın yapan kişi. 2. {ağız} fo lk . Kına gecesinde ellerinde meşale, fener vb. ile davul çalarak erkek evine baskına giden kız evi grubu. [DS] baskınlık, [bas-km-lık] is. p sik ol. Yüz yüze ilişkiler de başkalarına üstün gelerek lider olma eğilimi, baskısız, [bas-kı-sız] sf. 1. Hak ve özgülükleri kısıt lanmamış olan. 2. Disiplinsiz. 3. {ağız} m ecaz. Ter biyesiz; ahlaksız. [DS] S baskısız büyümek, {ağız} 1. S erb est yetişm ek. 2. D isiplinsiz yetişm ek. [DS] basklarnet, [Fr. basse clarinette] ( b a ’sk lâ r n et) is. müz. Kalın sesli klarnet, baskuk, [bas-mak > bas-ğuk / bas-kuk] {eT} is. 1. Kaya parçası. [EUTS] 2. Miİlî marş. [EUTS] 3. İlahi. [EUTS] baskül, [Fr. basculer (a rka y a vurm ak) > bascule] is. 1. Ağır ve büyük bir yükü çok daha az bir tartı bi rimi kütlesi ile tartmaya yarayan alet; kantar, l .f ı z . İki kolu sıra ile kalkıp inebilen ve herhangi bir ye rinden sabit bir noktaya dayanan kaldıraç, baskülör, is. [Fr. basculeur] is. Bir römorku, bir va gonu veya kömür arabasını yana doğru devirmek suretiyle bir defada boşaltmaya yarayan mekanik düzenek. baslangaç, [bas-ıl-mak > bas-(ı)l-an-gaç] {ağız} is. Köy evlerinde çatıyı kaldırmakta kullanılan basit kaldıraç düzeneği. [DS]
IM IÜ R S Ö M .
BAS
baslık, [bas-lık
{eAT} is. Dirseğin iç yanında
yer alan üç damardan en aşağıda olanı; akciğer da marı; baş damarı; aşağı damar, basluk, [bas-luk
{eAT} is. -*■ baslık.
basm a, [bas-ma] is. 1. Basmak işi. 2. Üzerine bası tekniği ile resim yapılmış olan pamuklu kumaş. 3. Basılmış; baskı işleminden geçmiş. 4. Baskın yap ma. 5. {ağız} Yakacak olarak kullanılan kurutulmuş hayvan pisliği tezeği; gübre; tezek. [DS] 6. {ağız} Anjin. [DS] 7. {ağız} Helva karılan kazan. [DS] 8. {ağız} Geniş saplı tütün yaprağı [DS] 9. {ağız} Bir iskambil oyunu. [DS] 10. sf. (Elbise için) üzeri bası tekniği ile resimlendirilmiş pamuklu kumaştan ya pılmış olan. 11. (Kitap için) basılmış; matbu. S basm a helva, {ağız} Un helvası. [DS]|| basm a kalı bı, K itap ve kum aş g ib i şeylerin üzerine b ir resim vey a yazı b a sm a k için hazırlan m ış kalıp. basm aca, [bas-maca] {ağız} is. İ. Kapı mandalı. 2. Ezilip sıkışmış nesne. 3. Kayısı kurusu. 4. İskambil kâğıtları ile oynanan bir oyun. [DS] basm acı, [bas-ma-cı] is. 1. Basma yapan veya satan kimse. 2. {ağız} Bohça ile köylerde dolaşarak do kuma türü eşya satan kimse; bohçacı. [DS] 3. Tül bent üzerine resim basan kimse. 4. Matbaacı. 5. {ağız} Eşkıya; baskın yapan çete. [DS] 6. Orta Asya Türk devletleri bağımsızlıklarını kaybedip Rus ha kimiyetine girdikleri sırada baskınlar düzenleyerek hâzineye ait mallan yağmalayıp halka dağıtan eş kıya çetesi, fi1 basm acı hareketi, Sovyet ihtilaline k a r şı 1 9 1 7 yılın d a Türkistan'da kurulan silahlı m ukavem et teşkilatı. basm acık, -ğı [bas-ma-cık] {ağız} is. 1. İçine dövül müş ceviz doldurulmuş kuru kayısı veya şeftali. 2. Kilimlerde kullanılan bir süs öğesi. [DS]
bürümek; örtmek. 10. Mühür, kaşe, isim gibi ters kalıplı nesnelerle kâğıt üzerine iz çıkartmak. 11 Baskın yapmak; bastırmak; ansızın hücum etmek; baskına uğratmak. {eT} (aynı) [ETY] [Tekin] 12. Ba sınç yapmak suretiyle akışkanları bir yerden başka bir yere taşımak; aktarmak. 13. Aşırılık ve sertlik ifade etmek üzere bazı isimlerden sonra getirilir. K a h k a h a y ı basm ak. 14. {eT} Üzerine çökmek; yık mak; üstüne oturmak; altına almak. {eAT} (aynı) [DLT] 15. {eT} Mahvetmek; yenmek; kazanmak; alt etmek. {eAT} (aynı) [Gabain] [EUTS] 16. Yaymak. [EUTS] 17. {eAT} Bastırmak; kapatmak. 18. {eAT} Teskin etmek; yatıştırmak. 19. {eAT} Atmak; sa vurmak; yağdırmak. 20. {eAT} Kaplamak; bürümek. 21. Koyup, yatırıp bastırmak. 22. {ağız} Evlenmek amacıyla bir kızı baskın düzenleyerek alıp kaçır mak. [DS] 23. {ağız} (Erkek için) karşı cins ile cin sel ilişkide bulunmak. [DS] 24. {ağız} Oyunda yen mek. [DS] S basa düşmek, {eAT} B asıv erm ek ; an sızın b a sm a k ; baskın etmek.\\ başak düşmek, {eAT} B a s a düşm ek.|| basıp geçmek, 1. Ö ndekine y etişe r e k g eç ip gitm ek. 2. Ö nem sem eden g eç ip gitm ek; uğramamak.\\ basıp gitmek, a rgo. A ce le gitm ek.|| bas tabanı! {ağız} Ç ekil g it; yûrii! [DS]|| bastığı koduğu yeri bilmemek, {ağız} N e yaptığını, ne ettiğini bilm em ek. [DS]|| bastığı yerde ot bitme mek, 1. Gittiği y erin d irlik ve düzenini bozm ak. 2. B ereketin i kaldırmak.\\ bastığı yeri bilmemek, 1. Ç o k sevinm ek. 2. K ed erd en , sıkıntıdan yap tığ ı işin fa r k ın d a o lm a m a k; durumunu k on trol edememek.\\ bastım yellendi, {ağız} K ö r ü k [DS]
.
basm akalıp, [bas-ma+kal-ıp] sf. 1. Aynı kalıbı tekrar eden. 2. Hiçbir değişikliği ve Özgünlüğü olmayan; harcıâlem. 3. Taklit. 4. Her yerde tekrarlanabilir ni telikte olan; klişe,
basmacılık, -ğı [bas-ma-cı-lık] is. 1. Pamuklu kumaş basmalık, -ğı [bas-ma-lık] {ağız} is. 1. Basamak; üzerine baskı tekniği ile resim ve desen yapma işi. merdiven. 2. Üzerine basıp geçmek için dere ve 2. Basma alım satımı ile uğraşanların işi ve mesle çay içine dizilen taşlar. 3. Gübrelik; gübrelerin top ği. 3. Kitap, dergi, gazete gibi kâğıt üzerine baskı landığı yer. [DS] tekniği ile yazı yazma işi ve mesleği, b aşm anca, [bas-man-ca] {ağız} is. Zembereğin bo basm aç, -cı [bas-maç] {ağız} is. Yazı tura oyunu. şalmasını önleyen tırnak; tetik. [DS] [DS] b a sra 1, [bas-ra/ asra] {eT} sf. Aşağı; alt. [Yüknekî] basm ahane, [bas-ma + Far. hâne] is. 1. Basma tek b asra2, [bal+şıra > bal-şı-ra / bas-mak > bas-ır-mak niği ile desenlendirilen pamuklu kumaş üretilen iş > bas(ı)ra] {ağız} is. 1. Külleme. 2. Püseron. 3. Arı yeri. 2. {ağız} Matbaa; basımevi. [DS] ların çam ağaçlarından emdiği su. 4. Havadaki bu basm ak, [bas-mak
/ Ja-o I] gçsz. f . [ - a r ] 1.
Ayakların tabanı ile vücudunun ağırlığını verecek şekilde yere veya bir şey üzerine çıkmak, durmak. 2. (Çocuklar için) yürümek üzere ayakta durabil mek. 3. Bir şeyin üzerine kuvvet vererek itmek. K om u tan z ile b a stı; n ö b etçi an ın da dam ladı. 4 Yeni bir yaşa daha ginnek. 5. {ağız} (Kümes hay vanları için) kuluçkaya yatmak. [DS] 6. Gitmek. 7. g çl. Bir şeyi sıkıştırarak yerleştirmek. 8. Resim ve ya kitap baskısını gerçekleştirmek. 9. Kaplamak,
.
harın etkisi ile ağaç yaprakları üzerinde oluşan ya pışkan sıvı. 5. Kabak ve hıyar cinsi sebzelerin çi çekli hâli. 6. Yüzde oluşan çil ve lekeler. 7. İskam bil kâğıtları ile oynanan bir tür oyun. [DS] B asralılar, [Ar. Basra + T. -lı-lar] is. Sekizinci yüz yılda Basra’da yaşamış, kurallı dilin aleyhine Arap ç a ’yı halk diline dayandırmaya çalışan Arap dilci leri. basrık, -ğı [bas-mak > bas-(ı)r-ık] {ağız} is. 1. Kapı sürmesi. 2. Küçük çadır. 3. Y az için kuyulanarak
BAS
IÛ M T IB S 6 M .4 8 1
saklanmış kar. 4. Çadır iplerinin bağlandığı kazık lar. [DS] basrıkm ak, [bas-(ı)r-ık-mak
{eAT} edil. f . [-
ur] Basılmak; çiğnenmek; basılarak sıkıştırılmak. Basriyyun, [Ar. Basra > Basriyyûn] (basriyyum ) {OsT} is. -*■ Basralılar. basrug, [bas-mak > bas-ır-mak > bas~(ı)r-uğ] {eT} is. Ak ev parçalarından rüzgâr, yağmur ve sıcaktan korunmak için yurt etrafına çekilen keçe. [Nevâyî] basruk, [bas-mak > bas-ır-mak > bas-(ı)r-ık] {eT} is. Baskı. [DLT] bassıkmak, [bas-mak > bas(s)-ık-mak] {eT} edil. f . [ur] Basılmak; baskına uğramak. [DLT] basso, [İt. basso] ( b a ’sso ) is. müz. En kalın sesli erkek sanatçı. bast, [Ar. bast -k -J {OsT} is. (+ etm ek, + eylem ek, +
Geçmişe ait; eski. 2. is. Tarih. 3. m ecaz. Dünya, fi1 bâstân-ı bîbekâ, {OsT} 1. Sonsuz tarih. 2. m ecaz. Dünya.\\ bâstân-şinâs, {OsT} G eçm işi tanıyan; a r k e o lo g ; tarihçi. bastan2, [Far. büstân] {ağız} is. 1. Salatalık. 2. Pilav. [DS] bastanbak, -ğı [bas-amalc > bastanbalc] {ağız} is. 1. Basamak. 2. Atlama taşı. [DS] bastancak, -ğı [bas-ıt-mak > bas(ı)t-an-cak] {ağız} is. 1. Küçük çocukların ayakta durabilmeleri için ya pılmış olan kafes; yürüteç. 2. Bağ çubuğu dikerken ayakla basılarak çukur açmaya yarayan ağaçtan tarım aracı. [DS] bastani, [Far. bâstân + Ar. -î] (b a :sta :n i:) {OsT} sf. 1. Çok eskiler. 2. Tarihle ilgili, b astarda, [İt. bastarda (m elez)] (b a ’sta rd a ) is. İmpa ratorluk dönemi Türk donanmasında kullanılan bir tür savaş gemisi; baştarda.
o lm a k y a rd ım cı fiille r iy le kullanılır.) 1. Yayma, açma, serme. 2. Uzun uzadıya, ayrıntılı olarak an bastı, [bas-mak > bas-tı] is. 1. Tencereye sıra ile ve latma. 3. Utangaçlığı bırakma; rahatlama. 4. Sevin kat kat kıyma veya kuş başı et, sebze koymak sure dirme. 5. tasvf. Hurufîlikte, cezbe ile kendinden tiyle yapılmış sebze yemeklerinin genel adı. 2. geçme. S bast hali, A llah 'a niyaz ed erk en sevinç, Külbastının kısa adı. 3. {ağız} Patlıcan veya kabak neşe, a çılm a v e onunla s o h b e te ulaşm a durumu. || ile yapılmış kır yemeği. [DS] 4. {ağız} Bulgur ile bast-ı bisât eylemek, {OsT} H alı kilim, örtü seryapılmış kadınbudu köfte. [DS] 5. {ağız} Şeker ve ,mek.\\ bast-ı cevâb eylemek, {OsT} K a rşılık ver cevizle pişirilmiş kara kabak tatlısı. [DS] mek;.|| bast-ı d a’vâ eylemek, {OsT} D av a açmak.\\ bastıbacak, -ğı [mastı (iri yapılı, k ıs a b a c a k lı köp ek) bast-ı m akal etmek, {OsT} Söz a çm a k .|| bast-ı + bacak [EREN] sf. 1. Bacakları kısa ve çarpık olan; mukeddemât eylemek, {OsT} E sa s kon uya g irm e kısa boylu. 2. m ecaz. Yaramaz küçük çocuk; yu den ö n ce b ir g iriş yapmak.\\ bast-ı ye’d olmak, murcak. 3. {ağız} Kurnaz. [DS] 4. {ağız} is. Sacayak. {OsT} E l uzatm ak; üzerin e a lm a k ; y erin e g etirm ek.|| [DS] bast-ı ye’ d eylemek, {OsT} 1. E l a tm ak; üzerin e a l bastık, -ğı [Yun. pastilos > Erme, basteg => bastık] m ak; y erin e getirm ek. 2. Tahakküm etm eye y elten {ağız} is. 1. Pekmez pestili. 2. Lahana yemeği. [DS] m ek.,|| bast ü beyân eylemek, {OsT} O rtaya k oy S bastık çalm ak, {ağız} P estil yapm ak. [DS]|| bas m ak; açıklam ak. tık kavurması, {ağız} Kavrulm uş p e s til üzerine basta1, [Bulg. postav (alta kon an kap ) ?] {ağız} is. 1. dövülm üş ceviz d ö k e r e k y ap ılan b ir tür tatlı. [DS] Pazar yerinde satıcıların kurduğu geçici tezgâh. 2. bastıkmak, [bas-mak > bas-tık-mak / bas-dık-mak] İşportacı tezgâhı; tabla. 3. Küçük vitrin. 4. Dükkân {eT} edil, f i [-u r] 1. Ezilmek. [Gabain] 2. Basılmış tezgâhı. [DS] S basta kurm ak, {ağız} P a z a r d a olmak. [EUTS] serg i açm ak. [DS] bastırak, -ğı [bas-tır-ak] {ağız} is. 1. Kapı sürgüsü. 2. basta2, [İt. pasta / Yun. paste (a rp a lap ası)] {ağız} is. Kapıyı kapadıktan sonra arkasından vurulan demir İnce bulgurdan yapılan pilav. [DS] destek; kol demiri. 3. Kapıyı kapatmakta kullanılan basta3, [Lat. pasta (ham ur)] {ağız} is. Duvar örülür kargaburnu benzeri bir kanca. 4. Kapıya dışardan ken konulan harç. [DS] asma kilit takmakta kullanılan iki parçalı kanca. basta4, [İt. basta] ( b a ’sta) ünl. dnz. Bırak artık! [DS] basta5, [? basta] {ağız} is. Elbisedeki kırma; pile; bastıran, [bas-tır-an] sf. 1. Bastırmak eylemini ya pens. [DS] pan. 2. {ağız} Kuyularda, üzerinde makaralar bulu baştaban, [bas+taban] {ağız} sf. Eşit; denk. [DS] nan çatı direkleri. [DS] 3. {ağız} Halı tezgâhlarına bastacı1, [basta'-cı] {ağız} is. 1. Sebze satan sergici; geçirilen ip. [DS] manav; sebzeci. 2. Seyyar satıcı; işportacı. [DS] b astırık 1, -ğı [bas-tır-ık] is. 1. Bastırılmış olan şey. 2. bastacı2, [basta2-cı] {ağız} is. Duvar yapımında harç Kapıyı arkadan kapamak için kullanılan sopa; da taşıyan işçi. [DS] yak. bastacıhk, -ğı [bastacı1-lık] {ağız} is. Pazarlarda sergi bastırık2, -ğı [bas-tır-ık] {ağız} is. 1. Ağırlık; baskı; açarak yapılan satıcılık; işportacılık; pazarcılık. yük. 2. Üzüm şırası çıkarmakta kullanılan bir tür [DS] kaldıraç ve cendere düzeni. 3. Bir kimseyi koruyup bastan1, [Far. bâstân jU-U] (b a :sta :n ) {OsT} sf. 1. gözeten eğiten kişi. 4. Sıkı eğitim; sıkı disiplin;
Û IÜ M IÜ R S Ö M .4 S 2
BAS
baskı. 5. Koruma; gözetme. 6. Yasal olmayan, kötü ve iğrenç bir olayı, kabahati, suçu gizleme işi; ört bas etme. 7. Yağmurdan sonra toprağın yüzünün sertleşmesi nedeniyle yüzeye çıkamayan filizlen miş ekin; kaymak basması. 8. Tohumun derin ekil me ya da kuraklık yüzünden çıkamaması hâli. 9. Örtü. 10. Ağır basma; kâbus. 11. Hapishane. 12. Kapı sürgüsü. 13. Kapıyı arkadan güvenceye almak için konulan ağaç sopa; dayak. 14. Ot yığını; mısır yığını; demet. 15. Mahallenin ortak fırınları ile ça maşırhanelerde sırayı bellemek için taşlarla bastı rılmış çalı vb.; nöbet. 16. Yağ, yoğurt, peynir gibi süt ürünlerinin yapıldığı, saklandığı yer. 17. Çevre köy ve mera sütlerinin mandıracıya satılmak üzere toplandığı yer. 18. Çay kenarındaki tarlalan su baskınından korumak için yapılan ağaç, taş vb. set. [DS] fi1 bastırığa koymak, {ağız} (D üzelm esi iste nen nesn e için) üzerine a ğ ırlık k o y a ra k bastırm ak. [DS] bastırıklanm ak, [bas-tır-ık-la-n-malc] {ağız} gçsz. f . [- ır ] 1. Hasta ve bitkin bir durumda olmak. 2. Has talık yüzünden sayıklamak. [DS] bastırıkta, [bas-tır-ık-ta] {ağız} sf. (Söz ya da eylem için) gizlenen; saklanan. [DS] bastırılm a, [bas-tır-ıl-ma] is. Bastırılmak işi. bastırılm ak, [bas-tır-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] Birisi tara fından bastırma eylemine uğramak, bastırm a, [bas-tır-ma] is. 1. Bastırmak eylemi. 2. {ağız} Patlıcan ve kabakla yapılan bir tür kır yeme ği; bastı. [DS] 3. p sik ol. Kişiyi sıkıntıya sokan fakat çevrede ahlakça uygun görülmeyen arzu ve istekle rin bile bile engellenmesi; ahlakça uygun görülme yen bir istekten vazgeçme. 4. Güreş gibi oyunlarda rakibini yere düşürüp üzerine yüklenmek suretiyle hareketsiz bırakma. 5. Bahçe işlerinde kaba toprağı sıkıştırma. 6. {ağız} Yıkanan çamaşırları küllü suya yatırma. [DS] 7. {ağız} Kadınların giydiği bir tür sıkı kazak. [DS] 8. {ağız} Sucuk. [DS] 9. {ağız} Pas tırma. [DS] 10. {ağız} Kavrulmuş et. [DS] 11. {ağız} Salamura. [DS] 12. {ağız} Üst üste konularak dört gen şeklinde kurutulmuş incir. [DS] 13. {ağız} Kışın hayvanlara yedirmek için bir yerde toplanmış yap raklı ağaç dalı. [DS] 14. {ağız} Gübre yığını. [DS] bastırm ak, [bas-tır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Bir şeyi, bir şeye basmak işini yaptırmak; basırmalc; basmak; basurmak. P arm akların ı kan ayan y a ra sın a ba stırı yordu. 2. Bir tehlikeyi veya zararlı bir olayı önle mek; savmak. 3. Ezmek. 4. Bir şeyi eliyle iterek bir yere sığdırmak; baskı uygulamak. 5. Üstün gelmek. B u fe la k e t , bütün a cıla rım ı bastırdı. 6. Bir kumaşın kenarım iplikler atmasın diye kıvırıp dikmek. 7. (Açlık için) gidermek. B ir lokm a ile açlığ ın ı b a s tırdı. 8. Hemen cevap vermek; yetiştirmek. 9. Ha bersiz ve ansızın birine varmak. 10. Bir resmin ve ya kitabın baskısını yaptırmak; tabettirmek. 11.
argo. Vermek; koymak. B ed a v a değil, b eş milyonu bastırdım , aldım . 12. {ağız} (Kümes hayvanı için) kuluçkaya yatırmak. [DS] 13. (Doğan ve şahin gibi avcı kuş için) avını pençeleri ile yakalamak. 14. {ağız} (Yemek için) pişirilebilecek hâle getirmek; hazırlayıp ateşe koymak. [DS] 15. {ağız} (Yemek için) patlıcan, kabak gibi sebzeleri et ve kıyma ile tavaya döşeyip pişirmek. [DS] 16. {ağız} Kapının bastırağım indirip kapatmak. [DS] 17. {ağız} Kay nak suyunu örme taş ile kanal içine alıp üstünü ör terek akıtmak. [DS] 18. {ağız} (Tarla için) tamamen yüzeyi örtülünceye kadar sulamak. [DS] 19. {ağız} (Sökülen yama vb.’ni) dikmek. [DS] 20. {ağız} Bir şeyin üzerini kapatmak; örtmek. [DS] 21. {ağız} (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleştirmek. [DS] 22. gçsz. f . (Sıcak, yağmur vb. için) birdenbire etkisini şiddetli olarak göstermek; kaplamak. S ıca k la r b a s tırdı. bastika, [İt. (Vend.) pasteca] (paste'ca) is. dnz. 1. Geminin serenine veya başka bir ahşap kısmına açılan delik. 2. Açılır kapanır makara, bastiyım, [İt. bastire (üretm ek) > bastione] is. as. Tabya. baston, [İt. baston > Fr. bastone] ( b a ’ston) is. 1. Yürürken dayanmaya yarayan özel olarak süslen miş işlenmiş değnek; asa; el ağacı; el değneği; kö tek. 2. Geminin baş taraftaki yatık direğinin dışarı ya doğru olan çıkıntısı. 3. {ağız} Francala. [DS] 4. arg o. Erkeklik organı. S baston francala, İn ce uzun fr a n c a la ekmek.\\ baston yutmuş gibi, H iç eğilm ez veya eğ ilem ez halde, d im dik duruş. bastoncu, [baston-cu] is. Baston imal eden veya bas ton satan kimse, bastonculuk, [baston-cu-lulc] is. Baston imal etme veya baston ticareti, bastuk, -ğu [bas-tuk] {ağız} is. 1. Baklava biçiminde kesilmiş pestil. 2. Hurmadan yapılan lokum gibi bir çeşit pestil. [DS] basturm ak, [bas-tur-malc] {e l '} gçl. f . [-u r] Bastır mak; bağlamayı ve bastırmayı emretmek. [DLT] basu1, [bas-mak > bas-ü] (basu :) {eT} is. Demir tokmak; çekiç. [DLT] basu2, [eT. bas-ığ] {eAT} is. Baskın; ani hücum, basuk, -ğu [bas-mak > bas-uk] {ağız} is. 1. Zayıf; cılız. 2. (Çocuk için) çeşitli nedenlerle büyümesi geciken; gelişemeyen. [DS] S basuk dermanı, {ağız} Büyü yüzünden yürüyem ediği san ılan çocu ğ u büyücüye götü rm ek; büyüyü kestirm ek. [DS]|| ba suk dilli, {ağız} K ek em e. [DS] basur, [Ar. bâsür
(b a :su :r) {O sl} is. tıp. Kalın
bağırsağın dışa açılan kısımlarında meydana gelen toplar damar varisleri. 0 basur memesi, tıp. G e nişleyip m em e g ib i uzayan d a m a r yığını. || basur otu, bot. Düğün çiçeğ ig illerd en y a tık saplı, y ü rek
fC H fE
» 1 .4 8 3
BAŞ
biçim li y a p ra k la r ı olan, serin y e r le r d e yetişen, k ö kündeki uzun yu m ru cu klar k a y n atıla ra k eld e edilen sıvı basu r m em elerin in tedavisin de kullanılan b ir otsu bitki; b a ta k lık düğünçiçeği, (F ic a ria ranunculoide). basuri, [Ar. bâsürî tSjj-'-ı] (b a :s u :r i:) {OsT} sf. tıp. Basurla ilgili. basurmak, [bas-mak > bas-ur-mak
>] {eT}
gçsz. f [-u r ] 1. Ezilmiş olmak. [Gabain] 2. Birinin emrine girmiş olmak. [Gabain] 3. gçl. f . Ezmek; basmak. [EUTS] 4. Atmak. [EUTS] 5. (eAT} Bastır mak; kapatmak; saklamak, basut, [bas-mak > bas-ut] {eT} is. 1. Yardım; arka; kömek. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. sf. Acıyan; yardımcı. [DLT] basutçı, [basut-çı] {eT} is. 1. Yardımcı sebep. [Üç İtigsizler] 2. Yardımcı; koruyucu; arka; hami; teşvik eden. [EUTS] [Gabain] basutçılı, [basut-çı-lı] {eT} sf. Yardımcı sebepli. [Üç İtigsizler] basutçısız, [basut-çı-sız] {eT} sf. Yardımcı sebepsiz. [Üç İtigsizler] basutlamak, [basut-la-mak] {eT} gçl. f . [ r ] Destek lemek; yardım etmek. [Üç İtigsizler] basübadelmevt, [Ar. ba’sü ba’d’el-mevt] {OsT} is. din. 1. Ölümden sonra dirilme. 2. Kıyamet gününde ölülerin tekrar dirilmesi. 3. m ecaz. Yeniden uyan ma; kalkınma, basya, [Lat. bassia] is. bot. A sya’da yetişen, tohum larından elde edilen yağ sabun imalinde kullanılan bir çeşit ağaç, (B assia). baş1, [eT. bâş jıL.] (b a :ş) is. 1. Beyin ve dört duyu organının, dokunma duyusunun bir kısmının, sindi rim ve solunum organlarının başlangıcının bulun duğu, insan vücudunun en üst kısmı; kafa; kelle. 2. Kafa tasının içinde bulunanlar, özellikle beyin. 3. Hafıza; akıl. 4. Kafatasının saçlı -olan bölümü. 5. Hayvanlarda insandaki niteliklerin tamamına veya bir bölümüne sahip vücudun ön ucu. 6. Bir toplu luğun, örgütün veya kuruluşun lideri; topluluğu yö neten; başkan; amir; lider; önder; öncü; komutan; reis; başbuğ; baş ve buğ; buğ; buyruk eğesi; buyruk issi. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [DS] 7. Toparlak çıkıntılı uç. 8. Bir şeyin özü; kay nak, temel, esas. 9. Akarsuyun kaynağı veya yanı. 10. Bir eserin, kitabın ilk bölümü; başlangıç. 11. Bir yerin veya nesnenin en yüksek noktası; zirve; tepe; doruk. {eT} (aynı) [Tekin] [ETY] 12. {eT} Dağ veya pınar başı. [ETY] 13. {eT} U ç; sınır. [İKPÖy.] 14. {eAT} Başak. 15. Sıra veya dizilerin başlangıcı. 16. İki uçlu nesnelerin her bir ucu. 17. Kişi; kendi; yalnız. 18. {ağız} (Halk arasında insan için) adet; tane. [DS] 19. Her biri. 20. Bir nesnenin kişiye daha yakın olan tarafı. 21. Bir eşyanın yakını, yanı; kul
lanılacak veya yararlanılacak tarafı. 22. Sebep. 23. Bitkilerde çiçek kümesinin bulunduğu dal uçları. 24. {ağız} Pazartesi; baş gün. [DS] 25. Yağlı güreşte beş dereceden en yükseği; en üst derece. 26. {ağız} Ölçü ve tartıda, tahminden fazla gelen kısım. [DS] 27. {ağız} Elenen tahılda kalburun üstünde kalan iri taneler. [DS] 28. {ağız} İşlenmiş deride, hayvanın başından yanı. [DS] 29. (Kasaplık hayvan ve soğan sarımsak gibi sebzeler için) bir tek; tane, {ağız} (ay nı) [DS] 30. Erkeklik organının uç kısmı. 31. sf. {eT} Sıralamada başlangıç; birinci; ilk. [EUTS] [Yüknekî] [Üç İtigsizler] 32. {eAT} (Evcil hayvan sayımında) tane. 33. {OsT} Döviz bozanın aldığı yüzdelik; ko misyon. 34. Tercihte, beğenide birinci; en önde gelen; en iyi; en güzel, {ağız} (aynı) [DS] ® başa atm ak, Verilmiş bir şey i o ld u kça k a b a ve saygısız biçim d e sa h ib in e g e r i verm ek.|| başa baş, {eAT} 1. T ek başın a. 2. (Y arışm ada, ö zellikle a t yarışın da) birbirin den fa r k lı olm adan , d en k; eşit; müsavi. 3. B aştan başa. 4. H iç ek sik o lm a d an ; tam ı tam ına. || başa baş çıkmak, Tam g elm ek ; tam ı tam ına d en k g elm ek ; istenen düzeyi a n c a k bulmak.\\ başa baş gelmek, 1. Yarıştırılan veya karşılaştırılan iki kişi veya nesn e a ra sın d a f a r k bu lunm am ak; den k g e l mek. 2. İstenen d ereced en n e ek sik n e d e fa z l a o l m ak .||başa b erab er tutm ak, O ldu kça saygılı d a v ran m ak.|| başa binmek, Sıkıntı verm ek; m usallat olm ak. || başa çağırm ak, {ağız} Sonucu tehlikeli o la c a k veya b ir k a z a d o ğ u ra c a k d avran ışta bulun m ak. [DS]|| başa çalm ak, B eğ en m ey erek g er i ia d e etmek.\\ başa çelenk takm ak, Ç ok sev in m ek; e te k leri z il çalm ak. || baş açık, 1. Örtü v ey a şa p k a ile b a şı örtülm em iş. 2. {ağız} D erb ed er, p erişan , çıp la k ; a ç ık saçık. [DS] 3. Korkusuz. 4. {ağız} Eşsiz, ben zersiz; iyi. [DS]|| başa çıkam am ak, B ir işi b a şa rm a kta gü çliik çek m ek ; bitirem em ek; hakkın dan g elem em ek. || (bir şeyi, işi) başa çıkarm ak Y apıl m akta olan işi sonu na k a d a r götürm ek, bitirmek.\\ (birini) başa çıkarm ak, {eAT} Şımartmak.\\ (birini) başa çıkartm ak, Şım artm ak; yüz verm ek. || başa çıkm ak 1. B ir işi başarm ak, bitirm ek; b a ş a g e l m ek ; b a ş a varm ak; çıkışm ak. 2. B ir kim seyi y o la getirm ek. 3. İd a r e etm ek; becerm ek. 4. H addini a şm ak ; şım arm ak; lau b a li olmak.\\ baş açm ak, 1. B ed d u a etm ek. 2. D u a etm ek. 3. ( Ç a r ş a f giyen k a dın için) başın dan ça rşa fın ı çıkarm ak. ||başa çorap örm ek, B irin i derde, b e la y a u ğ ratm ak; oyunla k ö tülük etmek.\\ baş açuk, {eAT} K orku su z; pervasız.]] başa d ar etmek, Ç o k sıkıştırm ak; s o lu k a ld ırm a mak.]] (âlem, cihan, dünya) başa d ar olmak, Ç ok fa z l a sıkıntıya u ğ ram ak.|| başa dek sürmek, {ağız} (K arı k o c a için) ölü n ceye k a d a r mutluluk için de y aşam ak. [DS]|| başa dert açm ak, Sıkıntılı b ir du rum yaratm ak. || başa dert çıkarm ak, Sıkıntılı bir durumun ortay a çıkm asın a s e b e p olm ak. || başa dert düşmek, Sıkıntıya uğram ak. ||başa devlet ku
BAŞ
şu konmak, 1. Şanslı olm ak. 2. B ek len m ed ik b ir n im ete konmak.\\ başa düşmek, {ağız} S ezm ek; f a r kın a v arm ak; anlam ak. [DS]J| başa ekşimek, (B ir iş veya kim se) birin e y ü k olup takılmak.\\ başa eriş mek, {ağız} (Kız ve erkek için) ev len ece k ç a ğ a g e l m ek ; bü luğa erm ek. [DS]|[ başa geçirm ek, (B ir işi vb. şeyi) birinin üzerin e y ıkm a k; f e n a h a le koyınaı1.1| başa geçmek, L id er veya b aşkan olmak.\\ başa geçmiş, {eAT} B a ş a g elen .|| başa gelen, Şans v ey a kısm et o la r a k g eld iğ i san ılan sıkıntı. || başa gelen çekilir, K ötü durum lar k arşısın d a sa b retm e y i öğü tleyen söz.|| başa gelmek 1. F e la k e t ile k a r şı la şm a k ; sıkıntısını çekm ek. 2. {eAT}. S on a erm ek; s o n bulm ak. 3. {eAT} B a ş a çıkm a k; gücü yetm ek. 4. K ötü b ir durum la karşılaşm ak. 5. G örüp g e ç ir m ek ,|j başa gün doğmak, Büyük b ir şan s veya kıs m et a çık lığ ın a u ğ ram ak.|| başa güreşmek 1. Yağlı güreşte, b a ş p eh liv a n lık için güreşm ek. 2. En iyi son u cu a lm a k için m ü ca d ele etmek.\\ baş ağa, E l örgüsü yün ço ra p la rın d a giyenin toplum için de ön em li b ir m evkisi olduğunu sim geleyen nıotifler.\\ baş ağacı, {ağız} K ağ n ılard a, boyunduruğun çık m am ası için ara ba n ın oku n daki d eliğ e soku lan ağ a ç . [DS] 11 baş ağı, {ağız} 1. H ayvanın ba şın a takı lan ip; yular. 2. m ecaz. (Ç ocu k için) baştan çıkm ış; s ö z ; n asihat dinlem eyen; terbiyesiz. [DS]|| baş ağ rısı 1. P e k ç o k s e b e p le r e d ay alı o la r a k ba şta m ey d a n a g elen ağ rı hissi, {ağız} (aynı) [DS] 2. B ir kişi nin huzurunu k a çıra n on a sıkıntı veren durum.\\ baş ağrısı olmak, I. B irin e sıkıntı verm ek. 2. Uğ raştırm ak)} baş ağrısı verm ek, Sıkıntı verm ek; r a hatsız etm ek; sıkmak.]] baş ağrıtm ak, 1. B irin i te dirgin etm ek. 2. B ıkkın lık verm ek. 3. Can sıkm ak; ra h a tsızlık vermek.]] başa (bir) hâl gelmek, Ç ok z o r ve sıkıntılı g ü n ler geçirm ek. || başa hasır yak m ak, {OsT} D urumundan y akın m ak; sızlanmak.]] başa iletmek, {eAT} S on a erd irm ek; tamamlamak.]] başa iltmek, {eAT} -*• başa iletmek. || başa indir mek, Ç ok gürültü yapmak.]] başa kaka anlatmak, K a b a b ir şe k ild e ve çekin m eden sö y lem ek .|| başa kakm ak, Yapılan iyiliği, kırm ak incitm ek a m a cıy la yüzüne vurm ak.|| baş alam am ak, İşlerin çokluğu yüzünden fır s a t bu lam am ak.|| baş alan, {ağız} is. Y arışta birin ci g elen hayvan. [DS] baş alıp baş verm ek, Ö ldürm ek ve ö lm ek ; sa v a şm ak ; boğ u ş mak.]] baş almak, 1. {eAT} B a ş k esm ek ; can alm ak. 2. {ağız} Ç am aşır yıkam ak. [DS] 3. {ağız} Kurtul m ak ; fe l a h bu lm ak; onm ak. [DS]|| baş almam ak, {OsT} iş i ç o k o lm a k; uğraşm ak.|| baş altı, spor. Yağlı güreşte, en üst k ateg o ri olan baştan so n ra g e le n sıra. ||baş alup baş virmek, {eAT} Ö ldürm ek ve ölmek.]] baş ana, {ağız} O rtakçılık y a p an çiftçi nin attığı tohum karşılığın ı harm an da aldıktan so n r a p a y ın a düşen ürün miktarı. [DS]|| başa pervane gibi dönmek, Aşırı ilgi g ö sterm ek ,|| başa sarm ak, 1. M usallat etm ek; sıkıntı verdirm ek. 2. a rg o. An
Ö IÜ H IÜ M M . lattıklarını y en i baştan an latm ak; tekı-ar tek ra r an latm ak]] baş asm ak, {eAT} B aşın ı kald ırıp düşün m ek.|| başa sürmek, Y apılm akta olan işi veya tu tumunu, iyiliği son u n a k a d a r devam ettirm ek, {ağız} (aynı) [DS]|| baş aşağı, 1. B aşı a şa ğ ı g e le c e k bi çim d e; tersin e dönm üş o la ra k. 2. {ağız} İniş aşağı. [DS]|| baş aşağı düşmek, K işiliğin den ve itibarın dan k a y b e d e r e k toplum için de kötii b ir m evkie g e l mek.]] baş aşağı eylemek, {OsT} D üşünceye var m ak.|| baş aşağı gelmek, 1. K ötü b ir durum a düş mek. 2. T epe üstü düşmek.]] baş aşağı gitmek, İş leri yolu n d a gitm em ek; sü rekli z a r a r g ö rm ek .|| ba şa tapm ak, {ağız} 1. Yapılan iyiliği, yiiziine karşı sö y ley er ek o kişiyi incitm ek; b a ş a kakm ak. 2. An lam a k; a k ıl erdirm ek. [DS]|| başa taş yağdırmak, R ahatsız ed ip sıkıntı vermek,]] başa taş yağmak, C eza g örm ek. ||başa tedarik görm ek, {OsT} Kurtu luş ç a r e le r i aram ak.]] başa teller takınm ak, Sevinç taşkınlığı gösterm ek. || başa toprak saçm ak, {OsT} Yas tutmak. || başa üşmek, {OsT} B ir kim senin çev resin d e rah atsız ed ic i b içim d e toplan m ak,|| başa varılm ak, {eAT} B a ş a çıkılmak.]] başa varm ak, {eAT} 1. B itirm ek; son u çlan d ırm ak; tam am lam ak; b a ş a çıkm ak. 2. Olup bitm ek; sonu çlan m ak. || başa verm ek, {ağız} M al d eğ işim in de üste p a r a veya fa z la d a n b ir şe y verm ek. [DS]|| başa vurm ak, {ağız} 1. B a ş a kakm ak. 2. B aşla n ılan bir işin sonunu g e tirmek. 3. (içkinin etkisi) rahatsız e d e c e k biçim de b a ş ağrısı y apm ak. [DS]|| baş ayak yitmek, {ağız} H içb ir iz bırakm aksızın y o k olmak[DS]]] başa yazı lan, {eAT} K a d e r ; alın yazısı.]] başa yetirmek, 1. S on u ca ulaşm ak. 2. {ağız} E vlilikte, sonu na k a d a r mutlu y aşam ak. [DS] ||başa yetişmek, {ağız} (Kız ve e r k e k ç o c u k için) e v len ec e k ç a ğ a g elm ek ; büluğa er m e k [DS]]| başa yıkmak, 1. {OsT} Azletm ek. 2. G üçlüğü bütünüyle birinin üzerinde bırakmak.]] başa yular geçirm ek, (Birini) istediğ i g ib i kullan m ak]] başa zindan kesilmek, {OsT} (Bulunulan y e r için) sıkıntı v e r e c e k b ir durum a lm a k .|| baş b aca dan aşm ak, (Kız için) evlen m e ça ğ ı g eç m e k .|| baş badarak, {ağız} I. Y önetici; başkan . 2. A kıllı ve iş b ilir kim se. 3. Üst baş. 4. B aşıb oş;, serseri. [DS]|| baş bağı, {ağız} 1. Sığırların boynuzuna bağ lan an k ıs a ip. 2. Ç alı çitlerin üzerini sa ğ la m la ştırm a k üz e r e kon ulan uzun sırıklar. 3. fo lk . D üğünlerde g e lin lere elb is e g iydirilirken ç a lg ıc ıla ra verilen b a h şiş. 4. fo lk . D am adın g elin tarafın a düğünde verdi ğ i bahşiş. 5. fo lk . Düğünde, dam at tarafının verdiği ziyafet. 6. H avlu; p eşkir. 7. Yaşlı kadın ların b a ş la rın a b a ğ la d ık la rı çem b er. 8. B a ş a ve a ln a b a ğ la nan bez. 9. (K adın için) e r k e k e ş ; k oca . 10. {eAT} B a ş örtüsü. [DS]|| baş bağlam a, {ağız} fo lk . 1. G er d e k so n rası kadın ların g elin e yap tıkları ziy aret ve bu a m a ç la düzenlenen tören. 2. G elin e taç giydir m e m erasim i. 3. N işan dan sonra, nişanlıların bir y e r e g id ip eğ len m eleri. 4. Ç ocu kların k ırd a y ed ik
ÜT«
f f f S İM .
485
leri yem ek. [DS]|| baş bağlam ak, 1. B irin e b a ğ la n m ak; intisap etm ek. 2. K en din i birinin çek ip çev ir m esine bırakm ak. 3. B a ş a k verm ek. 4. B aşın a bir örtü ö rter ek sa çların ı toplam ak]] baş baş, {eAT} 1. Teker teker. 2.. B a ş b a ş a .|| baş başa 1. B a ş la rı b ir birine değm iş olarak. 2. T eke tek. 3. B irlikte; b e r a b e rc e .||baş başa bırakm ak İk i kişiyi y aln ız b ıra k m ak.|| baş başa gelmek, {ağız} B e r a b e r e k alm ak ; birbirinden üstün olm am ak. [DS]|| baş başa kal mak, İlg isi o lm ayan lardan u zak o la r a k biriy le y a l nız k alm ak .|| baş başa verm ek 1. D ayanışm ak. 2. B irkaç kişi b ir a ra y a g e le r e k b ir konuyu ö z e l o la r a k görüşüp k a r a r a v arm ak; b e r a b e r c e diişiinmek.\\ baş baş etmek, {eT} (Ç o cu k dili) elin i b a şın a götü rerek sela m vermek.\\ baş başı, {ağız} K a lb u rd a elenen hu bu bat ve bulgur türü şeylerin üstte kalan iri taneleri. [DS]|| baş baş yapm ak, {ağız} (M anda lar için) b a şla rım su ya sokm ak. [DS] || baş belası, Bir kim seye sıkıntı v e d erî a ça n f a k a t b ir türlü uzaklaştırılam ayan kim se veya durum. || baş bera ber, {ağız} Aynı. [DS]|| baş beraberlik, {ağız} K a rı kocanın a ra la rın d a a n la şm a la rı; birbirinin sö z le rine uym aları. [DS]|| baş beyin kalm am ak, Gürül tü ve iş çokluğu yüzünden aşırı rahatsız o lm a k ; k a fa s ı şişmek.\\ baş bezi, {eA Tjl. B a ş örtüsü. 2. M en dil.|| baş bıçağı, {ağız} Ustura. [DS]|| baş bilme mek, {eAT} (B in ek ve hizm et hayvanı için) ham du rumda olmak.\\ baş bir etmek, {ağız} (K adın için) zina yapm ak. [DS]j| baş bitig, {eT} A na b e lg e ; tem el belge. [EUTS]|| baş boğ, {eT} K om u tan ; e le b a ş ı.|| baş boğum, {ağız} K esilen k erestelik a ğ a cın top rakta kalan a n a gövdesi. [DS]|| baş boy En iyi k a li te.|| baş bozgunu, {ağız} K a rı ve k o c a d a n birinin ölüm g ib i s e b e p le r le eşsiz kalm aları. [DS]|| baş böğrek, {ağız} K a s a p lık hayvan yüreği. [DS]|| baş buğu (bunu), {ağız} (Ç ocu k için) yaram az. [DS]|| baş bulam amak M üşterinin verdiği fiy a t kazan ç eld e e d e c e k k a d a r olmamak.\\ baş bulm ak, B ir alış verişte k â r kalmak.\\ baş bunlığı, {eAT} B a ş d a rlığ ı; sıkıntı.|| baş bunluğu, Sıkıntı; bunaltı.|| baş bü rümcüğü, {ağız} R en kli hotoz. [DS]|| baş cigrinmek, {eAT} D ön m ek; do la şm ak ]] baş ciğez, {ağız} Çıban başı. [DS]|| baş çadırı, {ağız} Şem siye. [DS]|| baş çanağı, {eAT} K a fa ta s ı.|| baş çatm ak 1. B aşın ı bir bezle s ık ıc a bağ lam ak. 2. B a ş b a ş a verm ek, y a kın olm ak; ülfet etm ek]] baş çatm ası, {ağız} fo lk . Düğünde, ham am günü g elin yıkan ırken y ap ılan tören. [DS]|| baş çegzinmek, {eAT} D ön m ek; d o laşm ak]] baş çekişmek, {ağız} B a h is tutuşmak. [DS]|| baş çekmek, {eAT} 1. A yrılm ak; vazgeçm ek. 2. K arşı g elm ek ; isyan etm ek; inat etm ek; serk eşlik etmek. 3. Ön a y a k o lm a k ; b a şta gitm ek. 4. İlerid e yürümek. || baş çenberi, {eAT} B a ş örtüsü.|| baş çevirmek S elam verm em ek; d a rg ın lık serg ilem ek]] baş çevresi, {ağız} 1. K ız çocu kların ın ba şla rın a örttükleri örtü. 2. fo lk . N işanda, davetlilerin kızın
BAŞ
başının üzerinde çev ir ere k v erd ikleri hediye. [DS]|| baş çevzinmek, {eAT} D ön m ek; dolaşm ak]] baş çıkarm ak, {eAT} G örünm ek; ortay a çıkm ak; zuhur etm ek]] baş çıkmak, {ağız} B itirm ek; son u ca u la ş m ak; b a ş a çıkm ak. [DS]|| baş çigzinmek, {eAT} D ön m ek; dolaşm ak]] baş çivisi, {ağız} S abanın ö k çesi ile okunu birleştiren p a r ç a y a ça kılan a ğ a ç kam a. [DS]|| başdan candan çıkmak, {eAT} Canını yitirm ek; b a şı elinden gitm ek.|| başdan candan eî yumak, {eAT} H ayattan e l çek m ek ; y a şam d an vaz g eçm ek]] başdan çıkmak, {eAT} l. Canını, başın ı yitirm ek, b a şı elden gitm ek. 2. A hlakı bozu lm ak; baştçm çıkm ak]] başdan baş, {ağız} Yüksek. [DS]|| başdan k ara, {eAT} 1. K en dini kaybetm iş; ç o k s a r hoş. 2. {ağız) B aşlan gıcın dan b eri bozu k olan. [DS]|| baş d ara gelmek, Ç ok sık ışık durum da k a l mak.]] baş d arda kalmak, {ağız} Sıkıntıya düşm ek; bu nalm ak; sıkılm ak. [DS]|| baş dastarı, {ağız} B e y az b a ş örtüsü- [DS]|| baş derdine düşmek, 1. K en di sıkıntısı ile uğraşm ak. 2. B a ş k a la rı ile ilgilenem em ek. ||baş derm ek, 1. fo lk . Gelinin başını sü s lem ek. 2. E vlendirm ek. 3. G eçin ip gitm ek.|| baş dikmek, {eAT} 1. L id er se çm ek ; işi çev irm ekle g ö revlendirm ek. 2. B aşkan o la r a k atam ak. || baş dinç olmak, R a h at ve huzur için de bulunm ak; h erh an g i b ir derdi, sıkıntısı bulunm am ak,|| baş dinlemek, Sıkıntılardan uzak ken d i ken din e ra h a t için de bu lunm ak]] baş donanm a, {ağız} fo lk . D am adın g e r dekten bir g e c e ö n ce y aptırdığ ı eğ len ce, şenlik. [DS]|| baş döndürücü, 1. Hızlı. 2. B aygın lık v erici nitelikte.|| baş dönmek, K en din i tutam ayacak d e r e c e d e g ö z k a ra rm a k ; ay akta duram am ak]] baş dönmesi, Gözü k a ra rıp d ü ş ece k g ib i o lm a hâli.]] baş dünürcü, {ağız} fo lk . G elin a lm a k için kız evine atlı g id en kadın ların başkanı. [DS]|| baş düzmek, {eAT} K en di aklını başkasın ın a kim a uydurm ak]] baş edebilmek, B iri ile veya b ir şey le uğraşm aya gücii yetm ek, başarm ak]] baş edememek, B iri ile veya b ir şey le u ğ raşm aya gücü yetm em ek, b a ş a r a m am ak]] baş eğmek, {OsT} 1. Saygı için ba ş e ğ e r e k sela m verm ek. 2. D iren m ekten v a z g eçerek itaat ettiğini g ö sterm ek; boyun eğ m ek ; k ab u l etm ek; razı o lm a k ; inkıyat etm ek]] baş elde iken, Henüz h a y a t ta iken ; sa ğ k en ; y aşarken . || baş ele gelmek, {eAT} K en d in e g elm ek ; ayılm ak; ba şı y erin e gelm ek.]] baş eri, {eAT} Kom utan]] baş etmek, 1. Gücü y etm ek ; hakkın dan g elm ek ; b a ş a çıkm a k {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} B ir işi bitirm ek. [DS] 3. B aşka n yapm ak, k o mutan y apm ak. 4. {ağız} M ü cadele etm ek. [DS] 5. {ağız} G eçinm ek. [DS]|| baş etmek, {ağız} 1. B a ş sa lla y a r a k işa ret etm ek. 2. B a ş ile sela m verm ek. [DS] ||baş etmek, {ağız} 1. Ç am aşırı ilk su da y ık a m ak. 2. Söğüt ve k a r a k av a k g ib i a ğ a ç la r ı tep ed e b irk a ç d a l k a la c a k şe k ild e budam ak. [DS]|| baş ev, {ağız} M isafir o d a s ı; b a şo d a . [DS]|| baş eylemek, 1. {eAT} B aşka n y a p m a k ; kom utan y apm ak. 2. {ağız}
BAŞ
B ir işi bitirm ek; b a ş etm ek. [DS]|| baş ezmek, B ir d a h a aynı davranışı g ö ster em ey ec ek biçim d e c e z a lan dırm ak .,|] baş gelememek, {ağız} D ayan am amalc. [DS]|j baş gelmek, {ağız} Gücü y etm ek ; b a ş a rm a k ; b a ş a çıkm ak. [DS]|j baş göğe erm ek, Ç ok a şırı sevin m ek; büyük b ir sevin ç için de bulunmak.\\ baş gölgesi, {ağız} B ir kadının eş i; k oca . [DS]|| baş gösterm ek, O rtaya çıkm ak; b elirm ek; zuhur et m ek ; vuku bulmak.\\ baş götürmek, {eAT} 1. B aşım k ald ırm ak ; başını yu karı kaldırm ak. 2. B a ş g ö ster m ek ; o rtay a çıkm a k; m eydan a gelm ek. 3. {ağız} G em i azıy a alm ak. [DS]|| baş göz etmek, 1. E vlen dirm ek. 2. {ağız} H erh an g i b ir tehlikeden sakın ılan işi a le la c e le y a p a r a k bitirm ek. [DS]|| baş gözi, {eAT} (G önül gözü karşıtı o la ra k ) b ed en gözü ; g ö rm e o rg a n ı.|| baş göz olmak, 1. Evlenm ek. 2. Ş ım arm asın a s e b e p olm ak. 3. R esm iyeti kaldırmak.\\ baş göz sadakası, 1. “A llah sa ğ lık versin " a n lam ın d a dilen ci sözü. 2. H erhan gi b ir k a z a ve b ela d a n ıızak tutacağı düşüncesi ile verilen s a d a k a vb. || baş gözü, K a lp gözü karşıtı o la r a k nesn el g ö rm e o rg an ı olan g ö z .|| baş göz yarm ak , 1. Zorlu b ir k av g a y a tutuşmak. 2. Yapılan işi eld ek i m alze m ey e z a r a r v er ere k y a p ıp bitirm ek; b a şa rılı o la m am ak,j| baş güreşi, spor. Yağlı g ü reşte en usta p eh liv an la rın katıldığı en üst d erece. |j baş hapı, {ağız} Aspirin. [DS]|| baş havada olmak, K ibirli davranmak.\\ baş heykeli, güz. sant. B a şı ve vücu dun üst tarafını g ö steren heykel. |[ baş hoş itmek, {eAT} S evişm ek; anlaşmak.\\ baş hoş olmak, {OsT} 1. R ahatı, g eçim i iyi o lm a k; esen lik için de bulun m ak. 2. B irisiyle a ra la rı iyi olmak.\\ başı açık, 1. B aşın d a b ir örtü veya ş a p k a bulunmayan. 2. Süslü olduğu k a d a r e d e b î yazı y a za n (kâtip). 3. Utanmaz; hayasız.|| başı açık yalan, B e s b e lli y a la n .|| başı açılm ak, S a çları dökülmek.\\ başı açm ak, argo. Ç ekilip g itm ek.|| başı ağır, {ağız} A ğırbaşlı. [DS]|| başı ağırlaşm ak, Uykusu gelm ek. || başı ağrım ak, O lumsuz b ir işten dolayı sorum lu durum a düşm ek. || (— in) başı altından, Yüzünden; teşviki ile.\\ başı aray a gitmek, 1. istem ed en kav g ay a k a r ış m a k 2. A rad a h a rca n m ak ,|| başı aşağa, {eAT} 1. K a b a h a t li; suçlu. 2. Ş erefsiz .|| başı aşağa olmak, {eAT} U tanm ak; m ahcu p olm a k .|| başı aşağı, I. K a b a h a t li. 2. Ş erefsiz .|| başı aşağı eylemek, {OsT} Düşün c e y e varmak\\ başı aşağı olmak, U tanm ak; m ah cu p o lm a k .|| başı aşağı salmak, {OsT} D üşünceye varm ak. |[ başı ateşe yanm ak, 1. B a şk a sı uğruna z a r a r görm ek. 2. B ela lı b ir işe girm iş o lm ak.|| başı bağlanm ak, {ağız} N işanlanm ak. [DS]|| başı bağlı, 1. S erb est değil. 2. Evli, nişanlı veya, sözlü. 3. {ağız} (K işi için) y a slı; kederli. [DS] 4. {ağız} Or m an a ğ a çların ın üstü kesildikten so n ra kuruyan k ö k kısmı. [DS] 5. {ağız} Tütün y a p ra ğ ı dem eti. [DS]|| başı ballı, {ağız} K esilen çam ın top rakta k a lan kuru kökü. [DS]|| başı bedireği olmamak,
ö T i iM I Ü M f S Û Z L İ . 4 8 6
{ağız} (Aile y a d a k işi için) işleri çek ip çeviren kim se si bulunm am ak. [DS]|| başı belada, Kurtulm ası veya çözü lm esi g ü ç b ir durumda.\\ başı belaya girmek, İn san a üzüntü v erici b ir durum la k a r şı la şm a k ,|| başı beri, {ağız} (K adın için) e ş ; koca. [DS]|| başı bez, K a d ın . \\ başı bile, {ağız} A rala rı iyi; sö z leri bir. [DS]j| başı bir olmak, {ağız} G izlice sevişm ek. [DS]|| başı boş, {ağız} I. (K adın için) dul. 2. (E rk ek için) bekâ r. 3. (B in ek hayvanı için) s e r b est; dizginle id a r e edilm eyen. [DS]|| başı boydak, {ağız} T ek b a şın a ; yaln ız o la r a k ; ken di kendine. [DS]|| başı bozuk, {ağız} 1. (K adın v ey a e r k e k için) dul. 2. K a ç a k tütün. 3. (K işi için) kötü ; serseri; külhanbeyi. [DS]|| başı bozulmak, {ağız} D ul k a l m ak. [DS]|] başı bütün, 1. E şi s a ğ olan. 2. {ağız} D urumu iyi; g eçim sıkıntısı çekm eyen. [DS] 3. (K a dın için) evli. 4. K ırm ızı pancar.\\ başı büyük, {ağız} D ertli; ta salı; sıkın tılı; mihnetli. [DS]|| başı canı ele alm ak, {eAT} Ölümü g ö z e a lm a k ; kelleyi koltu ğ a a lm a k .|| başı çalkanmış, {eAT} B a şı dön m üş; şa şk ın ; a k lı b a şın d a olmayan.\\ başı çatla mak, B a ş ı ç o k ağrım ak. |j başı çekmek, 1. B ir işte ön a y a k o lm a k ; en ö n d e g itm ek; b a ş ç ek m ek ; {ağız} (aynı). [DS] 2. H ala y çek en leri y ö n etm ek \|başı çev rilmek, {eAT} B a ş ı d ön m ek.|| başı çıplak, S açsız.|| başı d ar, {ağız} (K işi için) sinirli. [DS]|| başı dara düşmek, 1. Ç a re bulunm ası gü ç olan b ir sıkıntıya girm ek. 2. P a r a bakım ın dan sıkıntı çekmek.\\ başı d aralm ak, P a r a s ız k alıp sıkıntı çekm ek. || başı d ard a kalmak, 1. P a r a s ız lık çekm ek. 2. B aşın a sıkıntılı b ir iş gelm ek. ||başı darda olmak, 1. P a r a sızlıktan d o la y ı sıkıntıya düşm ek. 2. K en di başın a için den çıka m ad ığ ı b ir m eselesi olm ak. || başı değ miş, {ağız} (K işi için) olgun. [DS]|| başı derde gir mek, I. Ö nceden tahm in edilem eyen b ir sıkıntıyla k a r ş ıla ş m a k 2. B ir şe y e yakalanmak.\\ başı (biri / bir şey ile) dertte olmak, B irisi veya bir iş d o la y ı sıy la p r o b le m li b ir ilişki için de bulunmak.\\ başı devletli, Ş an slı; talihli.\\ başı dışarı, {ağız} 1. (Evli kadın için) b a ş k a e r k e k le r le ilişkid e bulunan. 2. E viyle ilgilenm eyen. [DS]|| başı dik tutm ak, Onur lu g örü n m ek .|| başı dimdik, Onurunu korum asını bilm iş o la r a k ; onurlu.|| başı dinç, Üzüntüsüz ve tasasız; huzurlu; kaygısız.|| başı dinç olmak, H u zur içinde, kaygısız, tasasız yaşamak.\\ başı din lenmek, R a h a ta ve huzura kavuşmak.\\ başı dön mek, I. D en gesin i yitirm ek. 2. Yorucu ve harek etli b ir iş ve y a şa y ış dolay ısıy la düşünm eye ve olup biten leri ayırt etm eye fır s a t bu lam am ak. 3. O lağ a nüstü g ü z el b ir ş e y karşısın d a şaşırm ak. 4. P a r a ve m evki s e b e b iy le şımarmak.\\ başı dumanb, 1. K en dinden g e ç e c e k k a d a r sa rh o ş olm uş. 2. A şık olmuş. 3. (D ağ lar için) başın ı sis k ap lam ış o lm a k .|| başı elde, {eAT} B a şı yu m u şak; y u m u şak b a şlı at.|| başı fırlanm ak, {ağız} B a şı dönm ek. [DS]|| başı göğe değmek, 1. U m m adık b ir m utluluğa kavuşm ak. 2.
İ M
İ K
» f i l i . 487
L a y ık olm ad ığ ı b ir şe y e ulaşm aktan d o la y ı böbü rlenm ek.|| başı gülmek, {ağız} Mutlu o lm a k ; s a a d ete erm ek. [DS]|| başı havada olmak, 1. Sevinm ek. 2. K ibirlen m ek; burnu h a v a d a olmak.\\ başı hoş et mek, A n laşm ak; sevişmek.\\ başı hoş olmak, {eAT} Sevişm ek; anlaşm ak. || başı (bir şeyle) hoş olma mak, O şeyden h o şlan m a m ak .|| başı(mn) gö zükün) sadakası, G e le c e k b ir fe la k e t i veya belay ı sa v m ak için ön ced en y a p ıla n h ay ır veya fe d a k â r lık. ||başı için, Birinin varlığını ortay a k o y a ra k y a l varm a]} başı kaba, {eAT} B aşı a ç ık ; b a şı kabak.\\ başı kabak, {ağız} K iiçü k çocuk. [DS]|| başı kakışlı, {ağız} (Kişi için) h akk ın d a ileri g e r i kon u şu lan ; d e dikodusu çıkan. [DS] ||başı kalabalık, E tra fın d a iş dolayısıyla ç o k sa y ıd a insan bulunan.\\ başı k ara, {ağız} Talihsiz. [DS]|| başı kayısı olmak, {eAT} T eh likeli b ir ortam da, yaln ız kendini kurtarm anın y o l larını a ra m a k ; ken di d erd in e dü şm ek; tehlikeden yaln ız kendini korumak.\\ başı kayu olmak, {eAT} Başının derd in e dü şm ek; can ı teh liked e olm ak. || başı kayusı, {eAT} B aşın ın d erd in e düşen ; canı tehlikede olan.\\ başı kayusı olmak, {eAT} B aşın ın d erdin e düşm ek; can ı teh liked e olmak.\\ başı kazan gibi olmak, Ç o k çalışm aktan vey a gürültüden s e r sem e d ön m ek; sa ğ lık lı düşünememek.\\ başı kel, '{ağız} 1. Suçlu. 2. B aşka la rın ın m inneti altın da olan. [DS]|| başı kızmak, Ö fkelen m ek; k a fa s ı kızm ak.|| başı kopsun, B ed d u a sözü .|| başı kurtul mak, {ağız} Ç ocu k doğu rm ak. [DS]|| Başını için! Kendi varlığını, canını o rtay a k o y a ra k yalvarm a.]} Başım kel mi? B ir şey d en m ahrum bıra k ıla n kişi nin itiraz ed erk en sö y led iğ i söz.]\ Başımla beraber, "M em nuniyetle; se v e seve. ” ||Başım üstüne! (E di len bir te k lif y a d a verilen em ir için) k a b u l; evet.]} başına and (ant) içmek, {eAT} K en d i varlığı üzeri ne yem in etmek.}} başına ateş yağm ak, F e la k e te uğramak.]} başına baydak, {ağız} K en d i bildiğ in den şaşm ayan ; b a şın a buyruk. [DS]|| başına bela almak, K en d isin e sıkıntı v e r e c e k b ir işe girişm ek. || (birinin) başına bela olmak, 1. B irin e sıkıntı v ere cek şe k ild e davranm ak. 2. T edirgin etm ek; m u sallat olm ak.|| (birinin) başına bela sarm ak, B irin e sıkın tı v erecek bir durum serg ilem ek. || başına belayı satın almak, Sıkıntı ve üzüntü v erici b ir işe kendi isteğiyle girm iş o lm a k .|| başına binmek, 1. Ş ım ar mak. 2. B irin e sıkıntı ve eziyet v erm ek.||başına bir hâl gelmek, 1. B ir teh likey e veya fe la k e t e u ğ ra mak. 2. K ötü b ir durum a düşm ek. 3. Ölmek.]} başı na bitmek, İsten m ediğ i h a ld e birinin çalıştığ ı veya bulunduğu y e r e gelm ek, o lm a y a c a k istekte bulun m ak; teb elleş olmak.}] başına boş, {ağız} B a ş ıb o ş ; özgür; hür. [DS]|| başına buyruk, K im sey e ba ğ lı olm adan, ken di bild iğ in ce davranan. || başına çal mak, B ir şey i ö fk e ve nefretle, sert b ir tavırla g er i vermek. ||Başına çalsın! B ir şeyin ö fk e ve nefretle, sert bir tavırla g e r i verildiğ in i ifa d e etm ek için kul
BAŞ
lan ılan söz.\\ başına çevirm ek, {eAT} 1. B aşın ın çev resin d e dolaştırm ak. 2. “Başım , gözüm sa d a k a sı olsun. ” diye başının etrafın da d o la ştıra ra k s a d a k a verm ek. 3. {ağız} fo lk . G elin e g etirilen h ediyeleri, da v etlilere g ö sterm ek için gelinin b a şı üzerinde çevirm ek. [DS]|| başına çezginmek, {eAT} Ç ev re sin d e dolaşm ak.]} başına çıkarm ak, 1. Ş ım arm ası na izin verm ek, ç o k yüz verm ek. 2. B ile r e k şım art mak.]} başına çıkmak, 1. T epesin e çıkm ak, varm ak. 2. Yüz b u la ra k şım arıklık etmek.}] başına çizginmek, E trafın da dolaşm ak, dön m ek.|| başına çorap örmek, 1. B irinin h a b er i olm adan , onu sıkıntıya d ü şü recek davran ışta bulunm ak. 2. B irin e kötü lü k etmek.]} başına çökmek, 1. Altına a la r a k dövm ek. 2. B üyük b ir iştah la so fra y a oturm ak. 3. B ir işi ç a b u ca k y a p m a k üzere e le alm ak. 4. {ağız} B ir kadın veya kızın ırzına geçm ek. [DS]|| başına değirmen çevirm ek, Ç o k f a z la rah atsızlık verm ek. || başına dermek, E trafın da toplamak.}] başına dert açıl mak, Çözümü z or b ir işle karşılaşm ak.]} başına dert açm ak, 1. K en disini veya birini ç o k kötü du rum a so k m a k; b e la bulm ak. 2. K en d in e üzüntü ve k e d e r v erici işlerle uğraşm ak. ||başına dert almak, 1. İyi son u ç a la ca ğ ın ı dü şü n erek büyük sıkın tılara ve üzüntülere s e b e p o la c a k işlere girişm ek. 2. Sı kıntı ve üzüntü verici bir olayın g elm esin e s e b e p olmak.}} başına dert çıkarm ak, K en d in e üzüntü ve k e d e r verici işlerle u ğ raşm ak.|| başına dert etmek, Yolunda g id en b ir şey i ken disin e üzüntü v er ece k h a le getirm ek. || başına devlet kuşu konmak, 1. Şansı gülm ek. 2. D a h a iyi durum a gelm ek.]] başına dikilmek, 1. Ç alışan birinin başın dan ayrılm am ak. 2. İşin i ça b u k bitirm esi için a y ak ta b ek lem ek .|| ba şına dikmek, 1. B irin i veya b ir şeyi koru m ak a m a cıy la birin i g örevlen dirm ek. 2. B ir k a p için deki iç e c eğ i tam am en b itirec ek şe k ild e y u karıy a d oğru di k e r e k içm ek. ||başına dolamak, 1. Sıkıntı ve huzur suzluk v erici b ir durumu b ile b ile birin e y ön eltm ek ve y ü klem ek; m u sallat etmek. 2. B irisin e uğraşıp d u raca ğ ı b ir işi b ıra k ıp gitm ek.|| Başına döne! {ağız} “Yaptığın kötü işin sonu cu ken din e z a r a r versin " an lam ın da ilenm e sözü ; “B a n a ettiğini kendin d e b u la sın ”. [DS]|| başına dönmek, 1. {eAT} H izm et için çev resin d e d olaşm ak. 2. {ağız} Y alvar m ak; y a karm ak. [DS]|| başına dört dönmek, Ç ok ilgi g ö sterm ek .|| başına ekmek çağırm ak, {ağız} G eçim için g e r e k li ça b a y ı g ö sterm em ek; ça lışm a m ak ; tem bellik etm ek. [DS]|| başına ekşimek, 1. Birinin y an ın d a bıktırın caya k a d a r k alm ak ; yük olm ak. 2. T aciz etm ek, sıkıntıya sokm ak. 3. Üstüne kalm ak. || başına geçirmek, 1. Ş a p k a g ib i şey leri b a şın a giym ek. 2. Ö fke ile birinin b a şın a b ir şey vurmak. 5. Yönetimi b ıra k m a k; y ö n etici s e ç m e k .|| başına geçmek, 1. B ir işi y a p m a k ü zere g er ek li olan a le t ve m akinenin y an ın d a h azır olm ak, ç a lış tırm ak veya çalışm ak. 2. Yönetimi elin e alm ak. ||
BAŞ
başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmemek, Ç o k büyük fe la k e t e uğram ak. || başına gelmek, 1. F e la k e t e uğram ak. 2. B ek len m ed ik b ir durum la k a rşıla şm a k . || başına girmek, {ağız} K en di dengi olm ayan biri ile kav g a etm ek; tartışm ak, [DS]|| ba şına güneş geçmek, Güneş çarpmak.\\ başına iş açm ak, 1. İyi son u ç a la cağ ın ı düşün erek büyük sıkın tılara ve üzüntülere s e b e p o la c a k işlere g iriş m ek. 2. Sıkıntı ve üzüntü v erici b ir olayın gelm esin e s e b e p olm ak. 3. Z or durum da kalmak.\\ başına iş çıkarm ak, K en disi için sıkıntı doğurucu b ir o la y a s e b e p olm ak. || başına iş çıkm ak, B eklen m ed ik bir g ü ç durum la k arşıla şm ak .|| başına kakm ak, Yap tığı iyiliği incitm ek am a cıy la iyilik yaptığ ı kişiye h atırlatm ak.|| başına kalmak, 1. İstem ediğ i h a ld e b ir işi y a p m a k zoru n da olm ak. 2. İstem ediğ i birin e b a k m a k zoru n da kalmak.\\ başına kan çıkmak, Ç o k öfkelen m ek, ç o k kızm ak. ||başına k aralar bağ lam ak, 1. Yas tutmak. 2. Ç o k kederlen m ek, üzül m ek .|| başına komak, {eAT'} Yalnız b ıra k m a k; kendi b a şın a bırakm ak]] başına lanet yağm ak, 1. H er k e s tarafından h a k a ret görm ek. 2. F e la k e te düş m ek]] (kabak) (benim, senin, onun, bizim, sizin, onların) başına (başıma, başına, başımıza, başını za, başlarına) patlamak, İş i bizzat y a p m a k zorunda k a lm a k .|| başına piyade, {ağız}] K en d i bildiğinden şaşm ay an ; ba şın a buyruk. [DS || başı n âra yan m ak, B a şk a sı uğruna büyük b ir z a r a ra uğram ak]] başına sarm ak, 1. Sıkıntı ve huzursuzluk v erici bir durum u b ile bile birin e y ö n eltm ek ve yüklem ek. 2. B irisin e uğraşıp du racağ ı b ir işi b ırakıp gitm ek. || başına soğuk geçmek, 1. Anlayışını yitirm ek, an layıştan u zak kalm ak. 2. A p ta lca h a rek et etm ek]] başına sovuk geçmek, {eAT} A nlayışım yitirm ek; anlayıştan u zak kalm ak]] başına söylemek, {eAT} K en d i ken din e söylenm ek. ||başın aşağa bırakm ak, {eAT} 1. B a şım önün e eğm ek, 2. U tandırm ak; m ah cu p etm ek]] başın aşağa eylemek, {eAT} 1. B aşım önün e eğm ek. 2. U tandırm ak; m ahcu p etm ek]] ba şın aşağa itmek, {eAT} 1. B aşın ı önüne eğm ek. 2. U tandırm ak; m ahcu p etm ek.|| başın aşağa kılmak, {eAT} 1. B aşın ı önüne eğm ek. 2. U tandırm ak; m ah cu p etm ek]] başın aşağa salmak, {eAT} 1. B aşın ı ön ü n e eğm ek. 2. U tandırm ak; m ahcu p etm ek. || ba şın aşağa tutm ak, {eAT} 1. B aşın ı önüne eğm ek. 2. U tandırm ak; m ahcu p etm ek.|| başına taç etmek, Ç o k d e ğ e r verm ek, itibar gösterm ek, e l üstünde tutmak. || başına taş yağm ak, F e la k e te uğram ak. || başına teller takınm ak, Ç o k sevin m ek.|| başına tokm ak olmak, Z apt etm ek; k on trol altın da tut m ak]] başına toplamak, Ç evresin e ç o k k a la b a lık insan biriktirm ek; b ir ç o k kim seyi y an ın a g etir m ek]] Başına toprak! 1. {eAT} Y azıklar olsun; ö l sün! 2. Birinin ölümünün arzu edildiğ in i ifa d e eden bed d u a sözü.]] başına toprak koymak, {eAT} Ölü münü istem ek.|| başına toprak saçm ak, M atem
ü T D M IÜ R S O M . için de olm ak]] başına urm ak, {eAT} 1. B aşın a giym ek. 2. B aşın a giydirm ek. || başına üşüşmek, B irinin çev resin d e bird en b ire k a la b a lık olu şm ak; b a şın a birikm ek; b a şın a toplanm ak]] başına vur (ağzından) lokmasını al, 1. S essiz ve sakin birin den sö z edilirken kullanılır. 2. Birinin p ısırık, m is kin ve a ciz olduğunu belirtir]] başına vurm ak, 1. Oruç, sevin ç g ib i durum lardan ötürü n e yaptığını b ilem ey e cek şe k ild e kendini kaybetm ek. 2. içkinin etkisi ile ç o k s a rh o ş olm ak. 3. Sıcak, so ğ u k veya h a v a değ işim i g ib i s e b e p le r le ba şı ağrım ak]] başı na yıkmak, 1. Sıkıntı v e huzursuzluk v erici b ir du rumu b ile b ile birin e y ö n eltm ek ve yüklem ek. 2. B irisin e uğraşıp d u raca ğ ı bir işi b ıra k ıp gitm ek]] başına yular geçirm ek, 1. H ükmü altına alm ak, dilediğ in i yaptırm ak. 2. Ö zgür davran m asın a fır s a t verm em ek,|| başın çaresine bakm ak, Son ted b irle ri a lm a k ; son sözü söylem ek]] başında ateş yan mak, Büyük b ir sıkıntı için d e olm ak]] başında beklemek, I. B ir kim seyi gözlem altın da tutmak. 2. Yaşlı, h a sta veya ç o c u k g ib i b a k m a m uhtaç k iş ile re y a rd ım cı o lm a k için y a n ın d a bulunm ak; b a k m ak]] başında değirmen çevirm ek (döndürmek), 1. B irin e ra h a t yüzü gösterm em ek. 2. Ç o k yorm ak. 3. B irin i b e la y a ıığratmak.\\ başında dönmek, {ağız} Yanından h iç ay rılm am ak; başın ı beklem ek. [DS]|| başında durm ak, B ir hastanın veya korunup g özetilm esi g er ek en şeyin yanından ayrılm am ak]] başında kavak yelleri esmek, 1. Aklı sü rekli b a şk a b ir şey ile m eşgu l olm ak. 2. C id d î davranm am ak, h a fi f m eşrep lik etm ek. 3. B ir soru m lu lu k altına girm eden z ev k ve eğ len c e p e ş in d e koşm ak. 4. G er çek leşm esi mümkün olm ayan işler p e ş in d e k o ş m ak]] başından alm ak, 1. Y apılm akta o la n b ir işi y en i baştan y a p m a y a başlam ak. 2. B ir konuşm ayı y in ele y ere k en baştan an latm aya b a şla m a k .|| ba şından aşağıya kaynar sular dökülmek, 1. Ansı zın kötü b ir h a b e r le k a r şıla şa ra k fe n a lık geçirm ek. 2. Ç o k üzücü ve utanç v erici bir o la y la k a r şıla şa r a k vücudunu ter basm ak. || başından aşkın, İşi ç o k .|| başından aşm ak, 1. Ç o k gelm ek, fa z la la ş m ak. 2. B a ş a r a m a y a ca ğ ı k a d a r artm ak]] başından atm ak, 1. H oşuna gitm eyen birini yanından uzak laştırm ak. 2. Sıkıntı v erici b ir işten kendini kurtar mak, ba şk a sın a yüklem ek. 3. Sürdürülm esi gerek siz b ir b e r a b e r liğ e son verm ek; kurtulm ak; savm ak.|| başından ayrılm am ak, 1. B irinin y a n ın d a sü rekli o la r a k bulunm ak. 2. H asta, ço cu k veya y a şlı bir kim seye y a rd ım cı o lm a k a m a cıy la sü rekli yan ın da durm ak]] başından baytam bala kalmak, {ağız} M irasçısız ö le r e k m alları hâzin eye kalm ak. [DS]|| başından bezmek, {ağız} K en din i sa lıv erm ek ; k en din e ba k m a m ak ; kendinden geçm ek. [DS]|| başın dan büyük iş, (B ir kim se için) b ecerem ey eceğ i, b a şa ra m a y a ca ğ ı k a d a r z o r veya büyük /j.|| başın dan büyük işlere girişmek, B ecerem ey eceğ i, a l
Ü f f ilI Ü M tf f ljİ .4 8 9
tından kalkam ay acağ ı, b a şa ra m a y a ca ğ ı işlere g i rişm ek.|| başından büyük işlere kalkışmak, B e c e rem eyeceği, altından k alka m ay a cağ ı, b a şa ra m a y a cağ ı işlere girişm ek .|| başından büyük yalan söy lemek, Ç ok a şırı y a la n söylemek.\\ başından geç mek, 1. B en zeri olayı d a h a ö n c e y a şa m ış olm ak. 2. O layları y a şa m a k veya tanık olm ak. |j başından kalsın, (P arası ve m alı ile övünen birin e) ölümünü d ilem ek a m a cıy la söy len en bed d u a]] başından kesmek, Yapılm ası istenm eyen b ir işi d a h a b a ş la m adan reddetm ek ,|| başından korkm ak, 1. H ay a tından en dişe duymak. 2. C ez a la n d ırılaca ğ ı en d işe sini taşım ak.|| başından nikâh geçmek, D ah a ön ce, en az b ir k e r e evlenm iş olm ak. ||başından sav mak, B ir b a h a n e uydu rarak yan ın dan u zaklaştır m ak]] başında olmak, 1. B ir sıkıntıya uğram ak. 2. B ir işin başkam , y ön eticisi olm ak. 3. Aynı durum da bulunm ak; ilerlem e kaydetm em ek]] Başında p ara lansın! B ir iyilik b a ş a k a k ılın ca söylen en artık on dan iyilik beklen m ediğin i ifa d e ed en sö z .|| başında taşım ak, Saygı g ö sterm ek; hürm et etm ek, itibar gösterm ek. ||başında torbası eksik, Birinin hayvan g ib i davrandığın ı ifa d e etm ek için kullanılan h a k a ret sözü ; e ş e k g ib i; an layışsız; k a b a ve saygısız]| başını adam ak, K u tsal bulduğu veya ç o k d eğ e r verdiği, sev d iğ i şey uğruna canından olm ayı, ö lm e y i g ö z e alm ak]] başını ağrıtm ak, 1. Ç ok söz e d e rek konuyu uzatmak. 2. G ereksiz s ö z le rle birini bu naltm ak. 3. B ir iş dolay ısıy la birin i tedirgin etm ek, uğraştırm ak,|| başını alam am ak, 1. İş çokluğu n dan dolayı ken di ihtiyaçların ı karşılayam am ak. 2. Elinden kurtulam am ak. [| başını alıp gitmek, K im sey e h a b e r verm eden ken d i bild iğ in e gitm ek]] ba şını alıp kaçm ak, Yalnız k a la c a ğ ı b ir y e r e ç ek il m ek]] başım alm ak, 1. S erb est k a lm a k 2. {eAT} Birinin başını kesm ek]] başını ateşlere yakm ak, K en di isteğiyle sonunun kötü o la ca ğ ın ı tahmin ed em ed iğ i b ir işe girişm ek. || başını bağlam ak, 1. Birini n işan lam ak veya evlen dirm ek. 2. İşleri düze ne so k m a k veya kolaylam ak. 3. {ağız} B ir işi bitir mek. [DS] 4. {ağız} K a n d ıra ra k b ir m alın d eğ erin den d a h a düşük fiy a ta satılm asın a n eden olm ak. [DS] 5. {ağız} K a p a r o v er ere k b ir m alın satışını k e sinleştirm ek. [DS] 6. {ağız} P a z a r lık y a p m a k ; p a z a r lıkta uyuşmak. [DS] 7. {ağız} B ir iş için kesin k a r a r vermek. [DS] 8. {ağız} B ir kızı, evlen m e sözü v er e rek kan dırıp uzun sü re bekletm ek. [DS] 9. {ağız} (Gelin için) başını sü slem ek. [DS]|| başını bağrını yemek, {ağız} (F iy atlar için) ç o k y ü kselm ek; p a h a lanmak. [DS]|| başını beklemek, I. B irin i koru m ak ve k ollam ak ü zere g ö z önünden ayırm am ak. 2. A ğır hasta o la n birinin yanından h iç ayrılm am ak]] ba şını belaya sokmak, 1. Kötü b ir durum a düşmek. 2. Birini büyük b ir sıkıntıya uğratm ak. || başını bir yere bağlamak, B irin i b ir işe yerleştirm ek.]] başını boş bırakm ak, B irin i kon trolsüz ve ken d i halin d e
BAŞ
se rb est bırakm ak]] başını çöndermek, {ağız} E vli karı k oca y ı biiyii ile birbirin den ayırm ak. [DS]|| ba şını derde sokmak, 1. K ötü b ir durum a d ü şm ek 2. B irin i büyük b ir sıkıntıya uğratm ak]] başını dik tutm ak, 1. G u ru rlan acak bir durum da olm ak. 2. U tan acak b ir iş yapm am ak]] başını dinlemek, S e s siz ve sakin b ir k ö ş e d e y a şa m a k veya din len m ek; yaln ız k a la r a k dinlenm ek]] başını dönlemek, {ağız} B ir kim senin ba şın d a b e k lem ek ; başın dan a y rıl m am ak. [DS]|| başını ezmek, 1. Z ararlı b ir şey i o rtadan kaldırm ak, y o k etm ek. 2. K ım ıldayam az ve kötülük edem ez durum a getirm ek. || başını gözünü yarm ak, 1. Ç o k kötü b ir şe k ild e d öv m ek; b e rb a t etm ek. 2. B ir işi ç o k kötü şe k ild e y a p m a k ; b e c e r ik sizlik y a p m a k ; b erb a t etm ek. 3. B ir m etni anlam dan u zak ve y a n lışla rla dolu o la r a k okumak.]] başını hangi taş katıysa ona vur, H er türlü so n u ca m ey dan okum ayı öğütleyen söz. || başını hırkaya çek mek, {OsT} D alm ak; uyumak.|| başını iki eliyle tutm ak, Yazıklanm ak; acın m ak]] başını inanmak, 1. K en din i birin e teslim etm ek. 2. Ona ç o k gü ven m ek]] başını istemek, L B irinin öldürülm esini ta lep etm ek. 2. B ir görevlinin görevin den uzaklaştı rılm asını talep etm ek]] başını kaldırmamak, Ç o k çalışm ak]] başını kaşımağa eli değmemek, Ç o k fa z l a işi o lm ak.|| başını kaşımağa vakti olm amak, Ç ok ça lışm a k zoru n da olm ak]] başını kazıtmak, {eAT} Saçını tıraş ettirmek.]] başını kel etmek, {ağız} U sandırm ak; bıktırm ak. [DS]|| başını koltu ğunun altına almak, 1. Yapm ak istediği bir iş için hayatını ortay a koym ak. 2. C anına d e ğ e r v erm e mek.]] başını koltuğunun altında taşım ak, Ölümü g ö z e alm ış olm ak]] başını k urtarm ak, 1. B a ş k a la rını düşünm eden kendisini kurtarm ak. 2. Canını ve hayatını korum ak. 3. K en di geçim in i sa ğ la y a b ilir durum a g elm ek]] başının altında, Yastığının altın da]] başının altından çıkmak, Düzen ve hilelerin kurucusu ve sa h ib i olm ak, s e b e p olm ak]] başını nâra yakm ak, K en disini veya birisin i çekilm ez bir sıkıntıya, dayan ılm az b ir d erd e bulaştırmak.]] başı nın çaresine bakm ak, 1. K en di canını k u rta rm a k 2. Sıkıntılı durum dan kurtuluş ça relerin i ken d isi ara y ıp bu lm ak ve kurtulm ak,|| başının derdi, Ç ev resin e ç o k z a r a r veren kişi]] başının derdine düşmek, B a ş k a la rı ile ilgilenm eyi b ır a k a r a k k en d i canını veya m alını kurtarm aya g ay ret etmek.]] ba şının dikine gitmek, B ir işte başkaların ın düşünce ve öğü tlerin e d eğ e r verm eksizin ken di bildiğini y a p m a k .|| başının etini yemek, Sürekli ısra r e d e r e k bıktırm ak; ra h a t bırakm am ak]] başının gaydına bakm ak, {ağız} B aşın ın ç a resin e bakm ak. [DS]|| başının gözünün sadakası, B a ş a g e le b ile c e k b ir b ela y ı ö n lem ek a m a cıy la verilen sa d a k a , h a yır]] başının üstünde yeri olm ak, Saygı duym ak; itibar etm ek]] başını okutmak, B a ş ağrısı g ib i hastalıklard an dolayı iyileşm esi için d u a ettirm ek]]
BAŞ
başını ortaya koymak, 1. D eğ er verd iğ i veya kut s a l saydığı bir şe y için canından olm ayı g ö z e a l m ak. 2. {eAT} Canını f e d a etmek.\\ başını öne eğ mek, Ç o k utanmak.\\ başını önüne salmak, 1. U tandırm ak, m ahcu p etm ek. 2. B aşın ı önüne eğ m ek ,|| (birinin) başını örtm ek, {eAT} l.(B ir kadın ı) ken disin e eş o la r a k k ab u l etm ek. 2. {ağız} K ızını ev lendirm ek. [DS]|| başını secdeye koymak, İb a d e t etm ek .|| başını secdeye koymamış, H iç ib a d et etm em iş.|] başını sokmak, 1. S ığ ın ıla ca k ve korun u laca k b ir y e r e girm ek. 2. K ira veya satın a lm a y olu y la b ir ev ed in erek oturmak.\\ başını süzmek, {ağız} 1. B aşın ı d ik tutmak. 2. (Ekin için) b a ş a k v er m ek. [DS]|| başını taşa döğmek, {eAT} P işm an lık duym ak; başın ı ta şa vurmak. ||başını taşa dövmek, P işm a n lık duym ak; başını taşa vurmak. || başını taşa vurm ak, D a h a ö n ce yaptığ ı işten veya verdiği k arard a n dolayı ç o k p işm an olm ak. || başını taştan taşa vurm ak, 1. Yaptığı veya y a p am ad ığ ı b ir işten d o la y ı ç o k p işm a n lık duymak. 2. B ir ç o k sıkın tılara düşm ek. || başını toplam ak, (K adın lar için) s a ç la rını tarayıp g ü zel b ir şe k il verm ek; b a ş bağlamak.\\ başını uçurm ak, K es ic i b ir a le t ile başını g ö v d e sin den a y r ıla c a k şek ild e k esm ek ; öldü rm ek; k atlet m e k ,|| başını üzmek, {ağız} B aşın ı koparm ak. [DS]|| başını verm ek, Şehit olm ak. || başını yakm ak, B i rin i dönüşü olm ayan güç b ir durum a düşürmek.\\ başını yaptırm ak, (B ayan lar için) b e r b e r d e saçın ı düzelttirm ek, süsletmek.\\ başını yarıp gözünü çı karm ak, Yapm akta olduğu b ir işi b e cerem em ek ; düzeltm eden ziy a d e z a r a r verm ek. || başını yemek, 1. F e la k etin e s e b e p olm ak. 2. B irinin ölüm üne s e b e p olm a k .|| başını yenmek, {eAT} Atın başın ı tu tabilm ek; zaptetm ek. || başını yere komak, S ecd e etm ek.|| başını yire komak, {eAT} S ecd e etm ek.|| Başınızı ağrıtm ayayım , Uzun uzadıya anlatılan b ir konu bağ lan ırken söylen en b ir ç eşit özür d ilem e sö z ü .|| başın kayu etmek, {ağız} B a ş a şa ğ ı etm ek. [DS]|| başın önüne (önine) salmak, {eAT} 1. B aşın ı önün e eğm ek. 2. U tandırm ak; m ahcu p etmek.\\ B a şın sağ olsun! Y akınlarından biri ölm üş kim seye söy len en taziye sözü .|| başın salmak, {eAT} 1. B a şını önüne eğm ek. 2. U tandırm ak; m ahcu p etmek. 3. {eAT} B aşın ı sallamak.\\ başı önünde, 1. Ç evre d ekilerin nam usu üzerinde gözü olm ayan. 2. Utan g a ç ; mahcup.\\ başı örtülü, {eAT} K a d ın .|| başı pek, 1. Anlayışsız. 2. {eAT} (At için) g em alm az; b a şı sert; binicinin em irlerin i dinlem eyen.|| başı satm a (sadm e) taşm a değmek, {ağız} A cı bir d en e yim geçirm ek. [DS]|| başı sert, 1. Anlayışsız. 2. (At için) binicinin em irlerin i dinlem eyen, g em a lm a y a n .|| başı sıkılmak, 1. B ir güçlü k karşısın d a bu nalm ak. 2. Z orlu klarla m ü cad ele etm ek. || başı sı kışmak, D a rd a kalm ak, bunalmak.\\ başı sıkıya gelmek, H erh an g i bir g ü çlü k karşısın d a bunal m ak]] başı sonu belli olmamak, İşin b a şla n g ıcı
ö I l i M I Ü M t S o ftÜ K . 4 9 0
veya sonu k estirilem em ek ; n e yaptığın ı b ilem e m ek]| başı şaşm ak, {eAT} 1. B a şı dönm ek. 2. Aklı başın dan gitm ek]] başı şaşm ak, 1. B a şı dönm ek. 2. A klı başın dan gitm ek. || başı tapm ak, {ağız} A nla mak. [DS]|| başı taşa değmek, H ayatın gü çlü kleriy le d e k a rşıla şm a k ; bu o lay d an d ers alm ak]] başı taşa gelmek, 1. H ayatın z orlu klarıy la k arşıla şm ak ; bu o lay d an d ers a lm a k ; zorlu ğu anlam ak. 2. Sıkın tılı b ir durum a uğram ak. j| başı taşa, taşı başa vurm ak, H er türlü ç a rey i d en ey erek gü ç b ir işi ba şa rm a y a çalışm ak]] başı taşı birle, {eT} T am a m ıyla; bütünü ile [EUTS]|| başı tutm ak, 1. Ç o k g ü rültüden veya kon uşm a dinlem ekten d olay ı başı ağ rım a y a başlam ak. 2. A klı karışm ak. 3. {ağız} S a ra n ö beti gelm ek. [DS]|| başı tübüne (dibine) et mek, {ağız} Altüst etm ek; k a rm a k a rışık h â le g etir mek. [DS]|| başı üstünde yeri olmak, 1. Saygı ve sev g i g ö sterip d e ğ e r verm ek. 2. B ir görüşü uygun bulm ak]] başı yastığa düşmek, Yorgunluktan veya hastalıktan y a tıp uyuyakalm ak]] başı yastık yüzü görm emiş, 1. R a h at n ed ir bilm eyen. 2. H iç h a sta lanıp y a ta ğ a yatm am ış olm ak]] başı yelli, {eAT} H afifm eşrep ; havaî. || başı yellü, {eAT} H afifm eş re p ; havaî. || baş» yerde, 1. Utanç içinde. 2. K ır gın]] başı yerine gelmek, 1. D inlenm iş olm ak. 2. Aklını sa ğ lık lı k u lla n a bilir h â le gelm ek, 3. S a rh o ş luktan kurtulm a; ayıkm ak. || başı yillü, {eAT} H a fifm e ş r e p ; h a v aî.|| başı yirde, {ağız} Utangaç. [DS]|| başıyla oynam ak, H ayatını tehlikeye düşürücü işlerle u ğ raşm ak.|| başı yortusuna, {ağız} K en di bildiğine. [DS]|| başı yukarda, Ç ek in ec ek b ir du rumu o la m ay a n ; alnı a k ; b a şı dik]] başı yukarı, 1. B a şı y u karıy a g e le c e k şekild e. 2. {ağız} Yokuş. [DS] 11 başı yukarıda, K ibirli, gururlu, kendini b e ğenm iş. ||başı yumuşak, Uysal, sö z d in ler; geçim li. {ağız} (aynı) [DS]|| başı zapt olunmak, (At için) dizgine alıştırılm ak; eh lileşm ek .|| başı zonguldam ak, {ağız} B a ş ı a ğ rım a k; ba şı tutmak. [DS]|| baş indirmek, {eAT} 1. K a b u l etm ek; razı o lm a k; boyun eğm ek, itaat etm ek. 2. Boyun eğdiğim , teslim o l duğunu belirtm ek. || baş indürm ek, {eAT} Boyun eğ m ek ; itaat etm ek .|| baş ip, {eAT} D oku m a tezgâ h ın a g erilen çözgü ipi; çözgü lü k; direzlik. | baş ipi, {ağız} K ağn ı y a d a a r a b a çek en ökü zleri y ed m ek için kullanılan ve öküzlerin ba şla rın a takılan ip. [DS]11 baş itmek, {eAT} B aşka n y a p m a k ; kom utan seçm ek]] baş kakıncı, {ağız} 1. B a ş a kak m a nedeni. 2. Y em ek kabı. [DS]|| baş kaldıram am ak, 1. H as talıktan iyileşem em ek, y ataktan kalkam am ak. 2. B ir işten vakit bu lam am ak; y a ka sın ı ku rtaram am ak,|| baş kaldırm a, İsyan etm e]] baş kaldırm ak, 1. Yö netim e karşı g elm ek ; isyan etm ek. 2. {eAT} Varlığı nı b e lli etm ek; ken din i g ö sterecek , b e lli e d e c e k bir durum serg ilem ek. 3. A çık bir şe k ild e görülm ek, sivrilm ek.|| baş kaldırm am ak, 1. İş çokluğundan d olay ı ç o k çalışm ak. 2. Ç evresin i g ö r e b ile c e k du
® r a r « t s i M .4 9 i rum da olm am ak. || baş kaygısı, Can için duyulan en dişe.|| baş kayısı, B a ş derdi, can b a ş kay g ısı.[| baş kayusı, {eAT} B a ş d erd i; can baş kay g ısı.|| baş kazıtmak, {eAT} Saçını tıraş ettirmek.\\ baş kesil mek, Z o rb a lık edilm ek, z o r b a lık k o l gezmek.\\ baş kesmek, {eAT} 1. B aşın ı indirm ek; b a ş eğm ek. 2 B aş e ğ e r e k saygı sela m ı verm ek, {ağız} (aynı) [DS] 3. A lça k gönüllü davranm ak. 4. S elam için, s a ğ elini g öğsü n e bastırırken başın ı fa z la c a eğm ek. 5. D ervişlerin şey h lerin e g ö sterd ik leri saygı duruşu. 6. (D ervişler için) şey h lerd en g elen em irleri itiraz sız k ab u l etm ek, jj baş kıç belli olm amak, Büyük bir k arışık lık egem en o lm a k .|| baş kılı, {eAT} Saç.|| baş kıltığı, {ağız}Yatağın b a ş tarafı. [DS] [| Baş kı rılır fes içinde, kol kırılır yen içinde. A ile için de ve yakın a r k a d a ş la r a ra sın d a o la n tatsızlıklar ve uyuşm azlıklar d ışarıy a duyurıılm az; ken d i a r a la rında h a lled ilir.|| baş kırm ak, K ib ir ve inat sa h ib i birine karşı durmak.\\ baş koçanı, {ağız} K im lik belg esi; nüfus cüzdanı. [DS]|| baş komak, {eAT} 1. Can f e d a etm eğ e razı olm ak. 2. Saygıyla b a ş e ğ mek. 3. R azı o lm a k ; k a b u l etm ek.|| baş koparm ak, {ağız} B a ş k esm ek ; b a şı g ö v d ed en ayırm ak. [DS]|| baş korkusu, B ir cez a y a ça rp tırıla ca ğ ın a ilişkin duyulan korku ; cez a la n d ırılm a en d işesi.|| baş koş mak, {eAT} 1. B a ş b a ş a verip f ik ir birliğ i etm ek; arkad aş o lm a k ; birlikte düşüp kalkm ak, {ağız} (aynı) [DS] 2. C an la b a ş la b ir işin üstüne düşm ek, {ağız} (aynı) [DS] 3. {OsT} B aşka n veya kom utan o la r a k atam ak, {ağız} (aynı) [DS] 4. Yarış etm ek. 5. {ağız} İlgi gösterm ek. [DS] 6. {ağız} U ğraşm ak; id d ia et m ek; re k a b e t etm ek; tartışm ak. [DS] 7. {ağız} Yap m ak; düzen lem ek; onarm ak. [DS]|| baş koymak, {eAT} 1. B ir şey uğruna canını v erm eğ e razı olm ak. 2. Boyun eğ m ek ; itaat etm ek. 3. Saygıyla b a ş e ğ e rek selam verm ek.|| baş költürmek, {ağız} B a ş k a l dırm ak; isyan etm ek; itiraz etm ek. [DS]|| başköşe, -*■ başköşe.|| baş k urtarm ak , 1. T ehlikeyi savu ş turmak. 2. C ezadan kurtulmak.\\ baş kün, {ağız} -*■ başkün. [DS]|| başlı başına, 1. T ek başına. 2. O ldu ğu gibi. 3. B ir gru ptan ayrı o la ra k. || başlu başı kayusı olmak, {eAT} B a ş ı d ertte o lm a k ; canının derdine düşm ek; kendini ku rtarm aya çalışm ak. |j baş nâre yanm ak, 1. B ir d e r d e b e la y a uğram ak. 2. Birinin kötülüğüne u ğ ram ak .|| Baş nereye giderse ayak da oraya gider, K ü çü k ler h er zam an büyük leri ö rn ek alırlar. || baş oda, -*■ başoda.|| baş oğul, {ağız} -*■ başoğul. [DS]|| Baş olan boş olmaz, 1. B ir y erde lid er olan kim se o ra y a d eğ erli olduğu için gelmiştir. 2. Y öneticilerin işi ç o k olu r.|| B aş ol da istersen soğan başı ol, K ü çiik d e o ls a b ir y erd e, bir işte yön etici o lm a k iyidir.\\ baş olmak, Yönetici olm ak; yönetim y etk isi taşım ak; reis olm ak. || baş olmamak, {ağız} B ir işi so n u çlan d ıram am a k; bitirememek. [DS]|| baş ot, {ağız} Kibrit. [DS]|| baş oy namak, {eAT} H ayatını teh likey e atm ak, canını f e
BAŞ d a d an çekin m em ek,|| baş öğrenmek, {eAT} (B in ek hayvanı için) talim li olm ak.|| baş öğmek, {ağız} fo lk . -*■ baş övmek. [DS]|| baş öğrenmek, (Binit hayvanı için) talim li olm a k .|| baş öğretm ek, {ağız} H ayvan terbiye etm ek; yük, b in ek çift g ib i işlere alıştırm ak. [DS]|j baş örme, {ağız} K ın a g e c e s i g e lin ve güveyin elin e kın a y a k m a işi. [DS]|| baş ö rt mek, Örtü ile başını kapatmak.\\ baş örtiisi, {eAT} Taç. || baş örtüsü, B aşı ö rtm ek için kullanılan ku m aş; ç a r ş a f; {ağız} (aynı). [DS]|| baş Övmek, {ağız} fo lk . G eline, ça lg ı eşliğ in de öğü t verm ek. [DS]|| baş parası, {ağız} 1. A lışverişte üste alın an p a ra . 2. H ayvan satışların d a alıcının ç o b a n a verdiğ i b a h şiş. [DS]|| baş p arm ak , E ld eki en kalın ve d iğ erle rin e g ö r e d a h a k ısa ve yum ruk y ap ıld ığ ın d a dışta kalan p a r m a k .|j baş pekliği, {eAT} S e ri başlılık.\\ baş sağlığı, Ölenin y akın ları için gö sterilen ilgi, söylen en h ay ır dua ve y a kın lık ifadesi. ||baş sağlığı dilemek, Yakını ölm üş birisin e acısın ı p aylaştığ ın ı ifa d e etm ek.|| baş sallamak, 1. Uygun görm ek, k a bu l etm ek. 2. D alkavu klu k etmek.\\ baş salmak, {eAT} B aşın ı sa lla m a k .|| baş sedir, {ağız} -* başsedir. [DS]|| baş seki, {ağız} -*■ başseki. [DS]|| baş selamı, B aşın ı e ğ e r e k verilen selam . || baş sı kılmak, l. P a r a sıkıntısı çekm ek. 2. B ir d erd e uğ ra m a k ,||baş suyu, {ağız} D oğum ö n cesi g elen a kın tı; am niyos suyu. [DS]|| baş şeker, {eAT} K elle ş e ker. || başta bitmek, 1. H em en g elip y a n ın d a b u lunm ak; b a şın a hem en dikilm ek. 2. G öz a çtırm a m ak ,|| başta büyük, {ağız} Akıl, z ek â ve tedbir b a kım ından üstün kim se. [DS]j| başta bulunmak, B ir işin yönetim in i elin d e bulundurm ak; y ö n etici olm ak .|| baş tacı, Ç o k sevilen ve saygı duyulan kişi vey a m an evi d eğ eri y ü k sek şey.\\ baş tacı etmek, Sevgi ve saygı bakım ından üstün tutmak, d e ğ e r verm ek. ||başta ekşimek, B irin e rah atsızlık v er ec e k k a d a r y ü k olm a k .|| başta gelmek, 1. E n ön de bu lunmak. 2. Yarışta üstün durum da bulunmak.\\ baş ta gitmek, En ileri durum da bulımmak.\\ başta ham am tokmağı olmak, D urm adan rah atsızlık verm ek.|| başta kalmak, B irin e rah atsızlık v e r e c e k k a d a r y ü k olmak.\\ başta kavak yelleri esmek, 1. K en di zev k ve eğ len cesin den dolayı b a şk a la rın d a n ve çevresin den h a b e r i olm am ak. 2. {ağız} T oyca h a y a ller p e ş in d e koşm ak. [DS]|| baş tam arı, {eAT} D irseğin iç y an ın d a en a şa ğ ıd a y e r a la n d a m a r; a k c iğ e r d a m a rı; b a şlık .|| baştan, B ir işin b a şla n g ı cından b e ri; ö n ced en ; evvelden. || baştan aşağı, 1. H epsi. 2. Tam am ı; tümü. 3. B aştan a y ağ a. 4. H iç b ir y anını ek sik bıra k m a d an ; A ’dan Z ’y e kadar. 5. T epeden tırn ağ a.||baştan aşağı bir kova sıcak su dökülmek, B ird en b ire büyük bir h ey ecan için d e kalmak.\\ baştan aşağı kulak kesilmek, Ç o k d ik katle, bütün ben liğiyle dinlemek.\\ baştan aşağıya, Bütünüyle, h e r yanı.\\ baştan aşırm ak, 1. Sınırı aşm ak. 2. İle r i gitmek.\\ baştan aşm ak, P e k ç o k
IM IÜ M m i.
BAŞ
o lm a k ; y ap ıla m a y aca k , b itirilem ey ecek k a d a r ç o k o lm a k ]] baştan atm ak, 1. K urtulm ak için b a şk a bir y e r e g ö n d erm ek; de;fetmek. 2. Önem verilm em ek,|| baştan ayağa, Yukarıdan itibaren ta a ş a ğ ıla r a k a d a r ; h içb ir yan ı e k sik olm aksızın ; bütünüyle,|| baş tan ayak, {ağız} (K işi için) sö z dinlem ez; itaatsiz; saygısız. [DS]|j baştan baş, {ağız} En iyi; ekstra. [DS]|| baştan başa, 1. B ir işin başın dan sonuna k ad ar. 2. B ir yerin h er tarafı. 3. H içbirini ayırt et m eksizin; h ep s i.|| baştan, candan el yumak, H a yattan, y a şa m a kta n v a z g e çm e k ||baştan çıkarm ak, 1. Birini kötü y o la teşvik etm ek, kötü lü k y ap m ay a alıştırm ak; ayartm ak. 2. K a n d ıra ra k namusunu kay b etm esin e s e b e p olm ak,|| baştan çıkarm ak, 1. B ir kim seye, yap m am ası g er ek en b ir şeyi y a p tır m ak ; y o ld a n çıka rm a k; sap tırm ak; azdırm ak. 2. K ötü lü ğ e sü rü klem ek .|| baştan çıkkın, {ağız} Yolsuz ilişk eler d e bulunm ayı y a şa m a biçim i o la r a k seçm iş k ad ın ; f a h i ş e ; orospu. [DS]|| baştan çıkmak, I. K ötii y o la sapm ak. 2. Namusunu kaybetm ek. 3. A yartılm ak su retiyle ah la kı bozulm ak. 4. Canını ve b a şın ı yitirmek]\ baştan defetmek, 1. Savm ak; s a vuşturmak. 2. K urtulm ak,|| (bir şey) baştan geç mek, Ö nceden g ö rü p g eçirm ek ; y a şa m ış olm ak. || baştan hüküm vermek, B ir şey h akkın d a ön ceden kesin k a r a rı verm iş olmak.\\ baştan inme, 1. K u ral la r a ve alışılm ış usullere aykırı o la r a k en üst m a kam dan verilen em irle y a p ıla n ; tepeden inme. 2. U m ulm adık bir zam an da y aşan an , b a ş a gelen . 3. A ralıksız g elen ; so lu k aldırm ayan ]] baştan kalmış, B a ş k a sı tarafın dan ku llan ılarak artm ış durum da]] baştan k ara etmek, -*■ baştankara etmek. || baştan savm a, Önem v erm ey erek; üzerinde titizlik g ö s term eden ; üstün körii]] baştan savmak, 1. K o y a r c a sın a g ö n d erm ek ; de.fetmek. 2. {eATj (T ehlike için) kendinden uzaklaştırm ak]] baştan soğuk su dö külmek, 1. B ek len m ed ik b ir so n u çla karşılaşm ak. 2. Şaşırıp kalm ak]] baş tapıncağı, {ağız} Sürekli b a ş a k ak ıla n ; yüz k arası o la n ; sü rekli üzüntü ve ren. [DS]|| baş tapm ak, {ağız) B ir kim se aleyhin e kon u şm ak; d ed ikod u yapm ak. [DS]|j baş taraf, B a ş lan g ıç kısm ı.|| baş tartm ak, {eAT} B aş kaldırm ak; isyan etmek.]] baştan tırnağa, H iç ek sik y e r i k a l m am acasın a]] baş taşa değmek, Yapılm akta olan işin ve yöntem in kötülüğünü k av ram ak; sıkıntı y a ratan bir s o n a ulaşmak.]] başta taşım ak, Ç o k saygı, gösterm ek, d e ğ e r verm ek. ||baş terk etmek, Canını f e d a etm ek.|| baş terk itmek, {eAT} Canını f e d a etm ek]] baş tokası, {ağız} B aş belası. [DS]|| baş toplam ak, {ağız} (Soğanlı b itkiler için) ba şı büyü m ek. [DS] 11 baş tutan, {ağız} Kılavuz. [DS]|| baş tu ta r, {ağız} B aşka n ; eleb aşı. [DS]|| baş tutm ak, 1. {eAT} B aş çıka rm a k; b a ş a k tutmak; başaklan m ak. 2. {ağız} A racılık etm ek. [DS] 3. Ç o k gürültü vb. yüzünden b a ş a ağ rı girmek.]] baş tüyü, B a ş a takı lan tüy; sorgu ç]] baş u can oynatm ak, {eAT} H a
yatını f e d a etm eye h a zır o lm a k .|| baş ucu, 1. Yatın c a b a ş kon ulan veya yatan birinin başından taraf. 2. H erh an g i b ir şeyin başın dan tarafı. 3. m ecaz. Ç o k y akın ı]] baş urm ak, {eAT} B a ş eğ m ek ; saygı ile eğilmek.]] baş utm ak, {eAT} K e lle a lm a k ; k elle k esm ek .|| baş üstünde tutm ak, Ç o k iyi ağırlam ak, saygı gösterm ek.]] baş üstünde yeri olmak, Büyük b ir saygı ve sev g i ile karşılan m ak]] baş üstüne, Verilen em rin uygulanacağını- ifa d e eden cev a p ; uygun; p e k a la . || baş üzerinde yeri olmak, Saygı g ö rm ek ; itib ar ed ilm ek .|| baş üzre gelmek, {eAT} Saygı ile eğilm ek]] baş varm ak , {eAT} B a ş elden gitm ek; ölm ek]] baş ve bug, {eAT} B aşka n ; kom u tan]] baş verm ek, 1. B elirm ek, ortay a çıkm ak. 2. {OsT} Canını f e d a etm eyi g ö z e a lm a k ; kendini f e d a etm ek. 3. K ayn am ış ça m a şırı so ğ u k su ile ç a lk a la m ak 4. (Ekin içiıı) b a ş a k bağ lam ak, {ağız} (aynı) [DS] 5. {ağız} A lışverişte, ta ka sta üste p a r a vermek. [DS] 6. {ağız} (Tohum için) filiz len ip to p rak üstüne çıkm ak. [DS] 7. {ağız} Asm anın m eyve v er ec e k d a l larını b ır a k a r a k budam ak. [DS] 8. {ağız} K ayığın burnunu d a lg a la ra çevirm ek. [DS] || baş virmek, {ağız} A rtm ak; ço ğ a lm a k ; ürem ek. [DS]|| baş vu r m ak, {ağızf 1. B irinin durumunu, hatırını so rm a k üzere ziy arete gitm ek; uğram ak. 2. Yüksek b ir y e r den den ize ba lık la m a atlam ak. 3. A kıl dan ışm ak; bakm ak. 4. ik i şey a ra sın d a b o c a la m a k ; inip çık mak. [DS]11 baş yakm ak, 1. B irinin başını d erd e sokm ak, 2. K ötü b ir durum a düşürm ek]] baş yap m ak, 1. (B erb er için) s a ç bakım ı ve düzenlem esi yapm ak. 2. {ağız} G elin b a şı sü slem ek. [DS]|| Baş yarılır börk içinde, kol kırılır kürk içinde, A ile üyeleri a ra sın d a ki an laşm azlık ve kırg ın lıklar a ile için de kalm alıd ır. ]] baş yarıp göz çıkarm ak, K av g a ve dövüşte birinin başın ı veya gözünü y a r a la mak.]] baş yastığı, Yatarken başın altın a konulan yastık]] baş yazm ak, {ağız} S a ç taram ak. [DS]|| baş yeli, {eAT} H availik]] baş yemek, S o fra y a ç o r b a dan so n r a ilk s ır a d a g elen yem ek, baş yemek, I. m ecaz. Birinin ölüm üne s e b e p olm ak. 2. Birinin sıkıntıya düşm esine s e b e p o lm a k; ç o k üzüntü, sıkın tı verm ek. ||baş yenge, {ağız} fo lk . Düğün y em eğ in i yön eten kadın. [DS] || baş yerine gelmek, D ağın ık o la n zihni to p la m a k ; din len m ek,|| baş yimek, {ağız} Ö lümüne s e b e p olm ak. [DS]|| baş yirde komak, {eAT} Yere yüz sü rm ek; a şırı saygı gösterm ek.]] baş yire komak, {eAT} Yere yüz sü rm ek; aşırı saygı gösterm ek]] baş yire salmak, {eAT} B aşın ı y e r e eğmek.]] baş yoldaşı, {ağız} 1. E ş; k a rı; zevce. 2. K a rı veya k o ca . 3. Ç o k sam im i a rk a d a ş; dost. [DS]|| baş yukarı, {ağız} Yokuş y u k a rı; suyun kayn ağın a doğ ru ; akışın tersine. [DS]|| baş yukarda olmak, I. K ibirli olm ak. 2. K im seden korku su olm am ak. b a ş 2,
[baş jiL.] {eT} {eAT} Yara; yara başı. [EUTS]
[D L T ]
[Gabain]
S
b aş
b a rt,
{eAT} is. Yara b e r e ;
o m B iiç t s im
. 493
BAŞ
çıban ; sivilce.\\ baş bört, {eATf Yara b e r e ; çıb a n ; sivilce.\\ baş uyuzu, {eAT} Suluca den ilen siv ilce.|| baş ve bart, {eAT} Yara b e r e ; çıb a n ; sivilce.\\ baş vermek, {ağız} (Y ara için) iyice iltihaplan ıp akıntı v erecek h a le g elm ek ; olgu nlaşm ak. [DS]|| baş yapmak, 1. {ağız} Ç ıban h â lin e getirm ek. 2. m ecaz. M übalağa etm ek; işi büyütmek. [DS] baş3, [baş > Anı. baş] {ağız} zf. Tam o anda. [DS] baş4, [Far. baş Jil;] (b a :ş) iinl. Olsun; ola!
başakçı, [başak-çı
■] is. Tarlalarda kalan başak
ları veya bahçelerde hasat sonu dökülmüş olan meyveleri toplayan kimse, {ağız} (aynı) [DS] başakçık, -ğî [başak-çık] is. Ekinlerde başağı mey dana getiren, dip tarafında kavuzlar bulunan çiçek ler topluluğu. başaklanıa, [başak-la-ma -uliLio] is. 1. Baş aklamak işi. 2. {eAT} Ürün toplandıktan sonra dal ve sap üzerinde kalan artıklar,
başa, [baş+ağa > başa] (b a şa :) is. Ağabey, başaklam ak, [başak-la-mak] gçl. f. [ - a r ] [-l(ı)-y o r] başaca, [baş-a-ca] {ağız} zf. 1. (Mutluluğun derecesi 1. Tarlalarda veya bahçelerde hasat sonu kalmış ni anlatmak için) sonuna kadar. 2. is. Mutluluk; olan meyveleri veya başaklan toplamak; başak top gönül rahatlığı. [DS] lamak. 2. {eT} Temren takmak. [DLT] 3. {ağız} Ba başadmak, [baş (baş, doruk) > baş-ad-mak] {eT} gçl. şak çekmek. [DS] 4, {ağız} Sağım bittikten sonra, f. [-u r] 1. Başa geçirmek; riyasete geçirmek. [ETY] koyun ve keçileri kalan süt için yeniden sağmak. 2. Başında olmak; liderlik etmek; kumanda etmek; [DS] 5. {ağız} Boşaltılan evi tekrar gözden geçir baş olmak; önder olmak. [Tekin] [ETY] 3. Yedmek; mek. [DS] çekip götürmek. [ETY] başaklanm a, [başak-la-n-ma] is. Başaklanmak du başagut, [baş-a-ğut] {eT} sf. Sevilen; hoş görülen; rumu ve başaklanmak eylemi. başta gelen. [EUTS] başaklanm ak1, [başak-la-ıı-mak] edil. f . [-ır]\ . (B a başağaç, -cı [baş+ağaç] is. Yaş halkaları görülecek şekilde gövdesinden dikine kesilmiş olan ağaç, başağırlık, -ğı [baş+ağır-lık] is. spor. Bazı spor dallarında sınırsız tutulan en ağır kilolu sporcuların katıldığı grup; ağır sıklet.
şakçılar tarafından, hasattan sonra) başak toplan mak; başaklamak eylemi yapılmak; başak edilmek. 2. {eT} (Ok için) temren takılmak. [DLT] başaklanm ak2, [baş-ak-la-n-mak] dönşl. f. (Ekin için) başakları oluşmak; başak tutmak.
[-ır ]
Başak, [baş-alc] is. g ö k b. Ekvatorun biraz güneye doğru üstünde, en parlak yıldızı "B a ş a k ç ı ” (kadiri 1, 2; tayfı B 2) olarak adlandırılan takımyıldızın adı.
başaklı, [başak-lı
başak1, [eT baş > baş-ak J U J is. 1. {eT} {eAT} Ok
başaklıg, [baş-alc-lığ] {eT} sf. Temreni olan; temrenli. [DLT]
ucuna geçirilen sivri metal başlık; temren. [DLT] 2. Buğday ve arpa gibi ekinlerin bir eksene bitişik tanelerini taşıyan kılçıklı baş kısmı. 3. biy. Uzun lamasına ortak bir eksene bitişik er-dişi çiçeklerden meydana gelen çiçek topluluğu. 4. Tarlalarda, bağ ve bahçelerde hasat sonu kalmış veya dökülmüş olan tek tük başak veya meyve taneleri. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 5. {eT} (Ç iğ ilce) Pabuç. [DLT] 6. {ağız} Sigara izmariti. [DS] S başak bağlamak, E kin lerde b a ş a k olu şm ak; ba şa k la n m a k .|| başak çekmek, {ağız} Tohum luk için, harm an dan iyi b a şakları seçm ek. [DS]|| başak düzme, {ağız} (Buğ day için) b a ş a k h â lin e gelm ek. [DS]|| başak örgü, mim. B aşa ğ ı an d ırır biçim d e b ir eksen etrafın a b a şla n yu karı m eyilli o la r a k konulan tuğla ve taş örm e şek li.|| başak toplamak, T arla la rd a veya ba h çelerd e h a sa t son u kalm ış olan m eyveleri veya başa k la rı to p la m a k ; başaklamak.\\ başak tutm ak, 1. (Kişi için) çiftçilik y a p m a k ; ekin işleri ile u ğ raş mak. 2. (Ekin için) b a ş a k la r olu şm ak; b a ğ lam ak ; çıkarm ak; başaklan m ak. başak2, -ğı [Ar. başak jiU ] (b a :ş a k ) is. zool. Bir tür küçük atmaca, başakçı, [başalç-cı
{eAT} is. -*■ başakçı.
sf. Başak bağlamış; başağı
olan. S başaklı ok, {eAT} Ucıı b a ş a k şeklin d e ve y e le k li oktan d a h a biiyiik ok.
başaktör, [baş+aktör] ( b a ’şaktör) is. tiy. Bir tiyatro oyununda başrolü oynayan kadın veya erkek oyun cu. başaktörlük, -ğü [baş+aktör-lük] ( b a ’şaktörliik) is. tiy. Başrol oyunculuğu, başaktris, [baş+aktris] (ba ’şaktris) is. tiy. Bir tiyatro oyununda başrolü oynayan kadın oyuncu, başaktrislik, -ği [baş+aktris-lik] (ba ’şaktirislik) is. tiy. Bir tiyatro oyununda başrol kadın oyunculuğu, başakturm ak, [baş-ak-tur-mak / baş-ık-tur-mak] {eT} g ç l . f [-u r] Yaralamak. [Yüknekî] başal, [baş+ay / başal?] {ağız} is. Haziran. [DS] başalacak, -ğı [baş-a+al-acak / baş+alaca] {ağız} is. Kadınların başlarına örttükleri tülbent. [DS] başaltı, [baş+alt-ı] ( b a ’şaltı) is. dnz. Gemicilerin yattığı, gemilerin baş tarafının altındaki odacık. S başaltından yetişme D enizcilikte, m içoluktan b a ş la y a ra k d e r e c e d e r e c e yükselm e. başam , [Far. bâşâm pLib] (b a :şa:m ) { OsT} is. Perde; örtü. b aşam ak 1, [baş (yara) > baş-a-mak] {eT} gçl. f i [ - ı ] 1. Yara açmak. [DLT] 2. Ağaçlara kertik yapmak; kertiklemek. [DLT]
ÜHUKCE SOM .
BAŞ başam ak2, [baş-a-malc] {eT} gçl. f . [ - r ] Ağaçlan bir ucundan birbirine dayalı olarak koymak; çatmak. [DLT] başam ak3, [baş-a-mak] {eT} gçl. f . f - r ] Yenmek; üstün gelmek. [EUTS] başam e, [Far. bâşâme
(b a :ş a :m e) {OsT} is.
Kadınların başlarına örttükleri yaşmak; baş örtüsü; bürümcük; namaz bezi, başangı, [baş-an-gı] {ağız} sf. 1. Akıllı. 2. Baştan çıkmış; huysuz; haşan; yaramaz; hırçın; ele avuca sığmaz; ahlaksız. [DS]
b aşarm a, [başar-ma] is. Başarmak işi. başarm ak, [eT baş-ğar-mak (yenmek, üstün gelm ek) > baş-ar-mak Jojtio] gçl. f
f- ır ] 1. Girişilen bir işi
becermek; üstesinden gelmek; gerçekleştirmek. 2. İstenilen şekilde bitirmek; muvaffak olmak; itmam etmek. 3. İyi sonuç almak; kıvırmak; elde etmek; isteğine ulaşmak, {eAT} (aynı) 4. {eAT} Yönetmek; idare etmek. başarum am ak, [başar-mak + u-ma-mak jo U jjU J {eAT} gçl. f . [-z ] 1. Dayanamamak. 2. Başa çıka mamak.
başanı, [baş-an-ı] {ağız} sf. 1. Baştan çıkmış; huysuz; haşarı; yaramaz; hırçın; ele avuca sığmaz; ahlaksız; başangı. 2. Aklı ermediği hâlde işe karışan. [DS]
başasistan, [baş+asistan] ( b a ’şasistan ) is. En üst derecedeki asistan,
b aşarat1, -dı [Ar. basâret => başarat] {ağız} is. Y a nılmaksızın gerçeği görebilme yetisi; basiret. [DS]
başasistanlık, -ğı [baş+asistan-lık] (ba'şasistanlık) is. 1. Başasistan olma durumu. 2. Baş asistanın gö revi.
b aşarat2, -dı [baş+ er + Ar. -ât ?] {ağız} is. Bir işi yöneten kimse; başkan. [DS] S b aşarat etmek, {ağızf B ir işe b a şla m a k ; g irişim d e bulunm ak; te şe b b ü s etm ek. [DS]|| b aşarat parm ağı, {ağız} B a ş p a rm ak . [DS] başaratlı, [başarat'-lı] {ağız} sf. Becerikli. [DS] başaret, [Ar. basâret => başaret] {ağız} is. Muhake me. [DS] başargan, [başar-gan] {ağız} is. 1. Kumandan. 2. Po lis amiri. [DS] b aşarı1, [başar-ı] is. Üstesinden gelme; başarma; muvaffakiyet, (1935). S başarı göstermek, B a ş a rılı o lm a k; b a şa rm a k ; m u vaffak olmak.\\ başarı sağlam ak, B aşarılı olm ak; b a şa rm a k ; m uvaffak o l m ak. başarı2, [baş+er-i] {ağız} is. 1. Bir kurulu, bir işi yö neten kimse; başkan; yönetici. 2. Çocuk oyunların da, ebe. [DS] başarık, -ğı [başar-ık] {ağız} is. Başarı. [DS] başarıklı, [başar-ık-lı] {ağız} sf. Becerikli. [DS] başarılı, [başar-ı-lı] sf. 1. Başarı gösteren; muvaffa kiyetli; böke; muvaffak. 2. Üstesinden gelinmiş; başarılmış. 3. zf. Başarılı olarak; başarılmış biçim de. başarılm a, [başar-ıl-ma] is. Başarılmak işi. başarılm ak, [başar-ıl-mak] edil. f . f - ır ] Başarı ile so na erdirilmek, başarım , [başar-ım] is. 1. Başarı ile elde edilen so nuç. 2. spor. Bir sporcunun elde edebileceği en iyi sonuç; performans. 3. Dayanma gücünün en son sı nırı; takat. başarısız, [başar-ı-sız] s f 1. Başarı gösteremeyen; muvaffakiyetsiz; akîm. 2. Üstesinden gelinememiş; başarılamamış. 3. zf. Başarı gösteremeyerek; başa rısızlıkla, başarmaksızın. başarısızlık, -ğı [başar-ı-sız-lık] is. Başarısız olma durumu; muvaffakiyetsizlik; akamet; fiyasko.
başat, [baş-at] sf. biy. Benzerleri arasında gücü ve önemi üstün olan; başta gelen; hâkim; dominant, (1935). S başat k arak ter, biy. B ir m elez d e h er zam an o rtay a çıkan karakter. başatlık, -ğı [başat-lık] is. biy. 1. Başat olma duru mu; hakimiyet. 2. Başat olanın özelliği. S başatlık yasası, biy. M elezlem ed e güçlü o la n öz yapının d iğ erlerin d en ve so n ra k i so y lard an d a h a ö n e çık m ası kuralı. başavut, [baş+avut] ( b a ’şavut) {ağız} sf. Geveze. [DS] başbakan, [baş+bak-an] ( b a ’şb a k a n ) is. Parlamenter yönetimlerde hükümet adı verilen yürütme organı nın başı; başvekil, başbakanlık, -ğı [baş+bak-an-lık] ( b a ’şb akan lık) is. 1. Başbakan olma durumu. 2. Başbakanın görevi. 3. Başbakanın makamı. 4. Başbakan ve bağlı gö revlilerin çalıştığı daire. başbaş, [baş+baş] (b a ’şb aş) {ağız} sf. Pezevenk. [DS] başbayi, -i [baş+bayi] (b a ’şb a ;y i) is. Bir ticarî malın bir bölgede toptan dağıtımını ve satışını yapan ba yibaşbir, [baş+bir] {ağız} is. 1. Başkan; başbuğ; lider. 2. Çocuk oyunlarında ilk oynayan, oyuna ilk başla yan çocuk. [DS] başbuğ1, [baş+buğ (lider) j-jj j i l ] is. 1. Baş. 2. Baş kan. {eAT} (aynı) 3. Komutan. {eAT} (aynı) 4. Baş komutan. {eAT} (aynı) 5. Milis kuvvetleri komutanı. 6. İsyancıların lideri. 7. Başka birliklerden seçile rek bir araya getirilmiş kuvvetlerin komutanı. başbuğ2, [baş+bun] is. {ağız} sf. (Çocuk için) yara maz. [DS] başçı, [baş-cı
{eAT} is. Yönetici; amir; baş.
başcıl, [baş-cıl] {ağız) is. 1. İşçi başı; başkan. 2. Ço cuk oyunlarında, başkan olan ve oyuna ilk başlayan çocuk. [DS]
O İ M H Ü İ Ç E S 0 M .4 9 5
BAŞ
başçavuş, [baş+çavuş] (ba ’şçavuş) is. 1. as. Türk si lahlı kuvvetlerinde, üstçavuş ile kıdemli başçavuş arasında yer alan subay yardımcılarından bir astsu bay ve rütbesi. 2. tar. Yeniçeri ocağının çavuşu, başçavuşluk, -ğu [baş+çavuş-luk] as. Başçavuşun rütbesi ve görevi.
(ba ’şçavuşluk) is.
başçı1, [baş-çı] is. Pişmiş veya çiğ olarak kasaplık hayvan başı satan kişi. başçı2, [baş-çı] is. 1. İşçi başı. 2. {ağız} Başkan; baş buğ; lider. [DS] başçık, -ğı [baş-çık] is. bot. Çiçeklerin erkek orga nında çiçek tozlarını taşıyan çoğunlukla sarı renkte uzunca torba veya kapçık; haşefe, başçıl, [baş-çıl] {ağız} is. 1. Başkan; başbuğ; lider. 2. Çocuk oyunlarında başkan olan ve ilk oynayan ço cuk. [DS]
{eAT} zf.
başdak1, [baş+teg > baş-dak
1. Tek
başma. 2. sf. Baş açık. başdak2, -ğı [baş-dak] {ağız} is. Ağaçların başından kesilmiş parçalar; gereksiz parçalar. [DS] başdanak, -ğı [baş+dola-k] {ağız} is. Kışın erkeklerin başlarına sardıkları yün başlık. [DS] başdanışman, [baş+dan-ış-man] (başdanışman) is. Danışmanların lideri; başmüşavir. başdanlık, -ğı [baş-dan-lık] {ağız} is. Sahur yemeği. [DS] başdaş, [baş-daş jU -ı^ ]
{eAT} is.
Kafadar; emsal;
akran.
{eAT} is.
Bera
berlik; eşitlik, başdı, [baş-dı] {ağız} sf. Tepeleme dolu; ağız ağıza. [DS] başdınkı, [baş-dın-kı] {eT} sf. İlk; birinci; baştaki. [EUTS] başdizgici, [baş+diz-gi-ci] (ba’şdizgici) is. Bir dizgi evindeki veya matbaadaki dizgicilerin başı; başmürettip, sermürettip. başdutan, [baş+dut-an] vuz. [DS]
{ağız} is. Y ol
gösteren; kıla
(ba:şe) {OsT} is. Atmaca;
doğan
kuşu. başed, [Far. büden
başeski, [baş+eski] (ba’şeski) is. 1. Bir dairede veya kurumda en kıdemli kimse. 2. tar. Yeniçeri oca ğında orta ve bölüklerin en kıdemlisi, başfiyat, [baş+fıyat] (ba’şfıyat) is. Tarım ürünlerini desteklemek amacıyla devletin en üstün kalitedeki ürüne verdiği fiyat, başga, [baş-ğa-uuio]
{eT} {eAT} sf. Başka.
başgak, [baş-ğak] {eT} is. Uyluk kemiklerinin üstü. [DLT] başgan, [baş-ğan] {eT} is. 1. Başkan; reis. [Clauson] 2. Büyük balık. [DLT] başgardiyan, [baş+gardiyan] (ba’şgardiyan) is. Ce za evlerinde tutukluların düzen içinde ve yasalara uygun biçimde davranmalarını sağlamakla görevli kişilerin başkanı, başgarson, [baş+garson] (ba’şgarson) is. Lokanta, otel, pastahane, kahvehane gibi yerlerde müşterile re hizmet etmekle görevli kişilerin başkanı; metr dotel. başgarsonluk, -ğu [baş+garson-luk] (ba ’şgarsonluk) is. 1. Başgarson olma durumu. 2. Başgarsonun işi; metrdotellik. başgedikli, [baş+gedik-li] yüksek rütbeli astsubay,
(ba’şgedikli) is. as.
En
{eT} sf. Başı ak. [DLT] is. Baş olanlar; başlar, başgu, [baş-ğu] {eT} sf. 1. (At için) başında beyaz leke olan [ETY] 2. is. Alm akıtmalı at. [Tekin]
başgıl, [baş-ğıl]
başgil, [baş-gil]
başdaşlık, -ğı [baş-daş-lık jLıİJuiU]
başe, [Far. bâşe
başeser, [baş+eser] (başeser) is. Kendi türü içinde en mükemmel eser; şaheser; başyapıt,
(olmak)
> bâşed JuîU]
(ba:şed)
{OsT} e. 1. Olsun; olur ki; ola ki. 2. Olabilir; belki, başefendi, [baş+efendi] (ba’şefendi) is. 1. Devlet da irelerindeki en kıdemli memur; başkâtip. 2. tar. İmparatorluk döneminde sarayın hazine-i hümayun bölümünde çalışan memurların en kıdemlisi, başeksper, [baş+eksper] (ba’şeksper) bilirkişi ve uzmanların başkanı, başeng, [Far. bâşeng tJLsU]
is.
Başuzman;
(baışeng) {OsT} is.
başgûn, [Far. bâşgün / bâşgüne OjS-iL. /
(ba:şgû:n) sf. 1. Baş aşağı; ters. 2. Uğursuz; şom. başhakem, [baş+hakem] (ba’şhakem) is. spor. Y a rışmayı veya oyunu yöneten hakemlerin başı; baş yargıcı. başhanımefendi, [baş+hanım+efendi] başkanının eşi.
is.
Cumhur
başhekim, [baş+hekim] (ba'şhekim) is. Bir hastaneyi yönetmekle görevli hekim; baştabip; sertabip. başhekimlik, -ği [baş+hekim-lik] (ba'şhekim) is. 1. Başhekimin işi ve görevi. 2. Başhekimin makamı, başhemşire, [baş+hemşire] (başhemşire) is. Bir sağlık ocağında veya hastanede görevli hemşireleri yönetmekle görevli hemşire, başhemşirelik, -ği [baş+hemşire-lik] (başhem şirelik) is. 1. Başhemşire olma durumu. 2. Başhem şirenin işi ve taşıdığı sorumluluk, başı, [baş-ı] zm. (İsim tamlamasında tamlanan ola rak) tanesi; her biri, ev başına, adım başı; kişi ba
şına.
1. As
ma üzerindeki üzüm salkımı. 2. Tohumluk olarak ayrılmış iri ve sarı hıyar.
başıboş, [baş-ı+boş] (başı’boş) sf. 1. Hiçbir yere ve kimsenin denetimine bağlı olmayan. 2. Bağlanma mış, serbest bırakılmış olan. 3. mecaz. Yönetimsiz;
Û Iü M IİİIttM .
BAŞ
denetimsiz; kurallara bağlı olmayan. 4. zf. Serbest bir şekilde. S başıboş bırakm ak, 1. Birinin üze rin d e h iç b ir denetim ve ba sk ı bulundurm am ak. 2. K en d i h a lin e bıra k m a k ; s e rb est bıra k m a k ; salm ak. |] başıboş kalmak, 1. K en di bildiğ in e h a rek et e d e b i lir olm ak. 2. H erhan gi bir karışan ı g örü şen i o lm a m ak ; serb est; özgür. 3. K on trolden u zak kalm ak. başıboşluk, -ğu [baş-ı+boş-luk] (başı ’boşluk) is. Ba şıboş olma durumu; serbestlik, başıbozuk, -ğu [baş-ı+boz-uk] (başı ’bozuk) is. 1. tar. İmparatorluk döneminde savaş sırasında ordu ya katılmış bulunan gönüllülere verilen ad. 2. gnşl. Düzensiz topluluk. 3. {ağız} Dul kadın veya erkek. [DS] 4. sf. Düzene uymayıp dilediğince davranan; düzensiz; disiplinsiz. t5 başıbozuk alayı, D üzensiz v e karışık insan topluluğu.\\ başıbozuk paşası, B a şıbo z u k kom utanına alay etm ek için verilen isim. başıbozukluk, -ğu [baş-ı+boz-uk-luk] (başı ’b o zukluk) is. 1. Başıbozuk olma durumu. 2. Düzensiz davranış; düzensizlik; disiplinsizlik, başıbütün, [baş-ı+bütün] ( b a ş ı ’bütiin) {ağız} sf. 1. Durumu yerinde; hâli vakti yerinde. 2. (Kadın için) evli. [DS] başık, [bas-ık / baş-ık] {eT} is. Türkü; şarkı. [EUTS] başıkabak, -ğı [baş-ı+kabak] ( b a ş ı’k a b a k ) sf. 1. Saçı dökülmüş. 2. Saçları dibinden kesilmiş. 3. zf. Başı nı örtmeden. başıkmak, [baş-ık-mak
/ j o -ü J {eAT} gçsz. f .
başim am, [baş+imam] ( b a ’şim am ) is. Birden çok imamın görev yaptığı camilerde, yönetici durumun daki imam. başir, [Ar. bâşir
(ba ;şir) {OsT} sf. 1. Müjdeci. 2.
Mutlu; mesut; güler, başire, [Far. bey' ü şarâ] {ağız} is. Alışveriş. [DS] başka, [ e T baş-ğa [Râsânen] > baş-ka
sf. 1. Di
ğer şeylere benzemeyen; apayrı. 2. {eAT} Ortaksız; müstakil; yalnız; bağımsız. 3. Bilinenden ayrı. 4. Diğer. 5. Yabancı. 6. Nitelik yönünden alışılmışın dışında bir üstünlüğü olan. 7. Konu edilenlerin dı şında kalan. 8. {ağız} Usta. [DS] 9. {ağız} is. Çinge ne. [DS] 10. e. Ayrı; ayrıca; üstelik; bir yana. S başka başına, {eAT} 1. K en d i başına. 2. B aşlı b a şı na. 3. Ayrı.\\ başka başka, H er biri ayrı nitelikte.\\ başka biri, D iğ er b ir kim se veya nesne.\\ başka çıkarm ak, {eAT} {OsT} B en z erleri içinden se çip ay ırm ak ; ay ırm ak.|[ başka çıkartm ak, Usta çıka rt m ak.|| başka çıkm ak, {eAT} {OsT} Usta olup, usta sından ayrı iş y a p m a y a başlamak.\\ Başka işi(n) yok mu? “G ereksiz y e r e uğraşm a(sın) ” anlam ında uyarı sözü.\\ başka kılmak, {eAT} {OsT} Usta o lm a sı için b en z erleri ara sın d a n s e ç ip a lm a k ; ayırm ak. başkaca, [başka-ca] (b a şk a ’ca) zf. 1. Ayrıca. 2. Biraz değişmiş. başkafiye, [baş+kafıye] ( b a ’şkafıy e) is. Şiirde mısra başlarında yer alan kafiye çeşidi,
f - ı r j l . Yaralanmak. 2. (Çıban için) baş bağlamak,
başkağa, [baş+kayu ?] {ağız} zf. Bilhassa; mahsus. [DS]
başıl, [baş-ğıl > baş-ıl] {eT/ sf. (Kara koyun için) te pesinde beyaz tüyleri bulunan. [DLT]
başkahram an, [baş+kahraman] ( b a ’şkahram an ) is. ed. Bir eserdeki kişilerden en önde geleni; başkişi.
başın, [baş-m j- il] (ba'şın) {eAT} zf. Başta; önce; ilkin. başına, [baş-ı-n-a
( b a ş ı’na) {eAT} zf. Tek başı
na; yalnızca, fi1 başına buyruk, 1. Yalnız ken d i b a şın a buyruk h a rek et eden. 2. K im seden izin a lm a k sızın ; ken di bildiğ i gibi. başında, [baş-ı-n-da] zf. (Y er almak, bulunmak, gel mek vb. için) sıralanmış kişi ve nesnelerin en önünde. başından, [baş-ı-n-dan] zf. 1. Yüzünden; sebebinden. 2. Yeniden; yeni baştan. 3. Başlangıcından. S ba şından beri, B aşlan gıçtan itibaren, başlay alıd an beri. başıra, [baş-ı-ra »yıl] ( b a ş ı’ra) {eAT/ zf. Basma. S b aşıra urm ak, {eAT/ B aşın a vurmak. başıyla, [baş-ı-y-la] ( b a ş ı’y la) zf. 1. Başını kullana rak. 2. (Tahıl için) başağından ayrılmadan; başaklı olarak. başıyle, [baş-ı + ile J —iU] {eAT} zf. (Tahıl için) başak taki haliyle; kabuklu olarak.
başkalaşım, [başka-la-ş-ım] is. 1. je o l. Kayaçlarda iç etkiler sonucu meydana gelen fiziksel ve kimyasal değişim; metamorfizm. 2. biy. Bir dokunun temel maddelerinde beliren durum değişikliği; metamor fizm. başkalaşm a, [başka-la-ş-ma] is. 1. Bir varlığın başka bir varlığa dönüşmesi. 2. Bir kimsenin hâlinde gö rülen tam değişiklik. 3. Bir eşyanın biçiminde ve görünüşünde meydana gelen değişme; istihale; me tamorfoz. 4. biy. Bir canlının yumurtadan çıktıktan sonra şekil değiştirmesi ve normal gelişiminin bir evresine ulaşması, başkalaşm ak, [başka-la-ş-malc] dönşl. f . f - ır ] 1. Başka bir varlığa dönüşmek. 2. Nitelik ve biçim değiştirmek. 3. Öncekinden farklılık göstermek. 4. m ecaz. Bozulmak; kötü olmak, başkaldırı, [baş+kal-dır-ı] 1. Yönetimin otoritesine karşı harekete geçme; isyan; ayaklanma. 2. Bir du ruma veya tutuma uymayı reddetme, başkalık, -ğı [başka-lık] is. 1. Alışılmış olana ben zememe; değişiklik. 2. Değişik olma durumu. 3. Farklılık. 4. fe l. Başka ve farklı olma durum ve özelliği; özdeşliğin karşıtı. 5. tar. İmparatorluk dö
BAŞ
Û I I I I İ K B İ .4 9 7
neminde, koyun ve keçiden alman vergileri topla yan tahsildarlara, bu vergiden ayrılan pay. [baş-kan] is. 1. Bir topluluğun, toplantının veya demeğin başında bulunan en yetkili kişi; reis, (1935). 2. Bir ülkeyi veya topluluğu yönetmekle görevli kişi; emir; bey; hakan; melik; sultan. S b a ş k a n v e k i l i , B aşkan ın bulunm adığı z am an lard a b aşkan y erin e g ö rev i yürütm e soru m lu lu k ve y etk i sini bıraktığı k işi.|| b a ş k a n y a r d ı m c ı s ı , B aşka n a yardım eden, b aşkan olm ad ığ ı z am an lard a onun y erin e vek illik eden atanm ış kişi.
b aşk an ,
- ğ ı [baş-kan-lık] is. 1. Başkan olma du rumu. 2. Başkanın görev yaptığı yer ve makam. S b a ş k a n lık e t m e k , B ir toplantıyı veya topluluğu başkan o la r a k yönetm ek. \\b a ş k a n l ı k s i s t e m i , H ü küm et etm e gücünün cu m hu rbaşkan ın a ait, b a k a n ların cu m hu rbaşkanına karşı sorum lu olduğu siyasi sistem.
b a ş k a n lık ,
[baş+karakter] is. tiy. Bir tiyatro oyu nunda canlandırılan karakterlerden en önemli ve önde olanı.
b a ş k a ra k te r,
[başka-s-ı (3. t. k.)] zm. 1. Diğer bir kimse. 2. Yabancı; el.
b a ş k a s ı,
[baş+kâtip] ( b a ’ş k â :tip ) is. Bir kurum da çalışan yazıcıların başı; başyazman,
b a ş k â t ip , - b i
- ğ i [baş+kâtip-lik] ( b a ’şkâ :tip lik ) is. 1. Başkâtibin işi ve görevi. 2. Başkâtip olma durumu,
b a ş k â t ip lik ,
[baş+kent] ( b a ’şkent) is. Bir devletin yö netim merkezinin bulunduğu kent; başşehir; makar; payitaht; merkez; devlet merkezi,
b a ş k e n t,
[baş+kes-it] (b a ’şkesit) is. Bir ağacın göv desine dik olarak kesilmesiyle yaş halkalarının gö rülebildiği yüzey,
b a ş k e s it,
[baş+lceşiş] ( b a ’şk eşiş) is. Manastır yöne timinde bulunan keşiş; başrahip,
b a ş k e ş iş ,
b a ş k ılt,
[baş+kılt] {ağ ız.} is. Yatağın baş ucu.
[baş+kilise] ( b a ş k ilis e ) is. Piskoposluk makamının yer aldığı büyük kilise; katedral,
b a ş k ilis e ,
b a ş k im ,
[baş+ki-m / baş+ki] {ağız} e. Sanki. [DS]
[baş+kişi] ( b a ’şkişi) is. ed. Bir edebî eserde veya oyunda canlandırılan en önemli kişi; baş kah raman.
b a ş k iş i,
[baş+komuta-n] ( b a ’şkom ııtan) is. Sa vaş durumunda bir ülkenin bütün silahlı kuvvetle rini yöneten en büyük komutan; başkumandan; ser dar.
b a ş k o m u ta n ,
- ğ ı [baş+komuta-n-lık] (b a ş k o m u tanlık) is. Silahlı kuvvetleri savaşta yönetme yetkisi ve görevi; başkumandanlık,
b a ş k o m u t a n lık ,
[baş+ko-n-ak-çı] ( b a ’şk o n a kçı) is. zool. Bir asalağın en iyi geliştiği konakçı,
b a ş k o n a k ç ı,
[baş+konsolos] ( b a ’şk o n so los) is. Her hangi bir dış ülkede, kendi yurttaşlarının haklarını korumakla görevli en üst derecedeki konsolos.
b a ş k o n s o lo s ,
-ğu [baş+konsolos-luk] ( b a ş k o n soloslu k) is. 1. Başkonsolosun görevi ve işi. 2. Başkonsolosun görev yaptığı yer, makamı. 3. Baş konsolosa bağlı memurların çalıştığı ve başkonso losun makamının bulunduğu bina,
b a ş k o n s o lo s lu k ,
[baş+köşe] (ba ’şk ö şe) is. Bir toplulukta en önemli ve saygın kişilerin oturması için ayrılmış yer. S b a ş k ö ş e y e k u r u l m a k , Saygı duyulan k iş ile r e ayrılm ış bulunan y e r e g eçip oturm ak.
b aşköşe,
[baş+kumandan] ( b a ’şkum andan) is. Savaş durumunda bir ülkenin bütün silahlı kuvvet lerini yöneten en büyük komutan; başkomutan; ser dar. '
b a şk u m a n d a n ,
- ğ ı [baş+kumandan-lık] ( b a ş k u m andanlık) is. Silahlı kuvvetleri savaşta yönetme yetkisi ve görevi; başkomutanlık,
b a ş k u m a n d a n lık ,
[baş+kur (kem er, kuşak)] ( b a ’şkur) is. Türk çadırlarından yanları örten kanatların üst kısımları na çepeçevre sarılan ve iki yandan kapıya bağlanan 15-20 cm. eninde, renkli ipliklerle dokunmuş ku şak.
b a ş k u r,
[Beş O g u r/B a ş Kurt] öz. is. 1. Ural dağla rının orta ve güney bölümleri ile iki yanındaki boz kırlarda yaşayan bir Türk kavmi; Başkırt, Başkort. 2. Bu kavme ait, bu kavimle ilgili.
B a ş k u rt,
[Başkurt-ça] (b a şk u ’rtça) öz. is. Başkurtlar tarafından yazılıp konuşulan, taulu (dağlı) gru bundan Kıpçakça’nın devamı olan bir Türk şivesi,
B a ş k u rtç a ,
[baş+kün] ( b a ’şkiln) {ağız} is. 1. İlk gün. 2 . Pazartesi. [ D S ] b a ş l a d a ç ı , [baş-la-daçı] {eT} is. Şef; amir; baş; baş kan. [ E U T S ] b a ş l a g 1, [baş-la-ğ] {eT} is. Başlangıç. [ E U T S ] [Gabain]
b aşk ü n ,
b a ş l a g 2,
[baş-lağ] {eT} sf. Başıboş bırakılmış.
[D L T ]
[baş+lahana] (ba 'şla ıh a n a ) is. bot. Y ap rakları sıkı ve yuvarlak başlı, yemek ve sarma ola rak mutfaklarda kullanılan bir tür lahana, (B ra ssica o le a r a c e a , B. capitata)
b a ş la h a n a ,
[baş-la-k] {ağız} sf. 1. (Ev için) bağımsız; müstakil. 2. (Tarla, bahçe için) hissesiz; müstakil 3. (Kişi için) bağımsız; hür. [ D S ]
b a ş la k , - ğ ı
[baş-la-ma] is. 1. Başlamak işi. 2. Bir işi yapmak üzere harekete geçme; ilk adımı atma. 3. Ayakkabıya vurulan pençe. 4. ed. Türk halk şiirin de m atla karşılığı. 5. dbl. Bir sesin söylenişinin başlangıcı.
b a ş la m a ,
b a ş l a m a k 1,
[baş-la-mak
gçsz. f i f - r ]
[-l(ı)-y o r] 1. Bir iş için harekete geçmek ve ilk bir kısmını yapmak; başlangıcını yapmak. {eT} (aynı) [Gabain] [ E U T S ] 2. (Bir şey) çalışır, işler, yürür hale gelmek. 3. Olmak, oluşmak, ortaya çıkmak. 4. Ku rulmak; teessüs etmek. 5. (Ay; mevsim, ağrı vb. için) kendini hissettirmek; girmek. 6. Görünmek. 7. (Dövmek, azarlamak, sövmek gibi hoş olmayan bir
ÜMÜKÇE SÖZLÜK.
BAŞ
davranış için) koyulmak. 8. Başa geçmek; öne düşmek. 9. gçl. Bir orduyu sevk ve idare etmek; başında olmak; başa geçmek; başta olmak; lider olmak; liderlik etmek; riyaset etmek; idare etmek; komutanlık etmek. {eT} (eAT) (aynı) [DLT] [ETY] [Tekin] 10. {eT} Kılavuzluk etmek. [DLT]
sütten yapılan peynir. [DS] S başlı başına, {eAT} 1. D iğ erlerin d en ayrı o la ra k. 2. K en d i b a şın a ; tek ken d isi olarak.\\ başlı durm ak, {ağız}] H arm an k alkın cay a k a d a r o ra d an ayrılm am ak. [DS] || başlı su, {eAT} K a y n a k h â lin d eki su.|| başlı üy, {ağız} İki katlı ev. [DS]
başlam ak2, -ğı [baş-la-mak] {ağız} is. Ayakkabı pen çesi. [DS]
başlı2, [eT. bâş (yara) > bâş-lı] {eAT} sf. 1. Yaralı; yarası olan. 2. {ağız} (Çıban için) başı gözüken. [DS]
başlangıç, -cı [baş-la-n-gıç] is. 1. Başlama yeri, başlama noktası. 2. Bir işin, hareketin veya bir dö nemin ilk bölümü; bidayet. 3. ed. Bir eserin, bir yazının giriş kısmı; ön söz; mukaddime; giriş. S başlangıç noktası, 1. B ir işin veya şeyin b a şla d ığ ı y er. 2. mat. Sıfır sayısının say ı doğrusundaki yeri.
başlıg, [baş-lığ] {eT} sf. 1. Başlı. [DLT] 2. Mağrur; dik başlı; gururlu. [Tekin] [ETY] 3. Lideri olan; baş lı. [ETY] 4. Yaralı. [EUTS] [DLT]
başlanılma, [baş-la-n-ıl-ma] is. Başlanılmak işi.
başlık, -ğı [baş-lık jJ-iJ is. 1. Korumak amacıyla
başlanılmak, [baş-la-n-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Bir işi yapma girişiminde bulunulmak, başlanm a, [baş-la-n-ma] is. 1. Başlanmak işi. 2. Başlanılma. 3. Baş sahibi olma. 4. (Soğan, sarım sak veya lahana gibi bitkiler için) baş bağlama; baş oluşması. başlanm ak1, [baş-la-n-mak
e d il.f. [-
ı r ] 1. Yapmak için harekete geçilmek; girişilmek; {eT} (aynı). [EUTS] 2. dönşl. f . (Soğan, sarımsak ve ya lahana gibi bitkiler için) baş bağlamak; baş oluşmak. 3. (Buğday için) başaklanmak; başak bağlamak. {eAT} (aynı) başlanm ak2, [baş-la-n-mak] {eT} edil. f. [-u r ] 1. Yönelmek. 2. (Hayvan için) dağa doğru sürülmek. [DLT] başlataçı, [baş-la-taçı] {eT} is. Baş olan; amir; baş; başkan. [EUTS] başlatılma, [baş-la-t-ıl-ma] is. Başlatılmak işi. başlatılmak, [baş-la-t-ıl-mak] edil. f . [ - ır ] 1. Başla m a sağlanmak. 2. Başlatmak eylemi yapılmak, başlatm a, [baş-la-t-ma] is. Başlatmak işi. başlatm ak, [baş-la-t-mak] gçl. f. [ -ır ] 1. Başlamak işinin yapılmasını sağlamak; açmak; çalıştırmak. {eT} (aynı) [DLT] 2. Bir çalışma, yürüme, işe başla ma, bir dizi eyleme vb. sebep olmak. 3. (Birinin) kötü konuşmasına veya sövmesine yol açmak', başlayıcı, [baş-la-y-ıcı] sf. Bir şeyi öğrenmek için yeni başlayan; müptedi. başlayış, [baş-la-y-ış] is. 1. Başlama işi. 2. Başlama biçimi. başlaya, [baş-layu] {eT} zf. 1. Başta; baş olarak; ilk olarak; önce [Tekin] [ETY] [Üç îtigsizler] 2. Başlaya rak. [Gabain] başlı1, [baş-lı
sf. 1. Başı olan. 2. {ağız} Tepe
leme dolu olan; ağız ağza dolu. [DS] 3. {ağız} Top tan; hepsi; tamamı. [DS] 4. {ağızj Geçici olmayan; devamlı; sürekli olarak. [DS] 5. {ağız}] Yarım kal mış; bitmemiş. [DS] 6. {ağız} is. Yağı alınmamış
başlıca, [baş-lı-ca] (başlı ’c a ) sf. 1. Önemli. 2. Başta gelen. 3. Belli başlı.
başa giyilen nesne; takke; külah; serpuş; miğfer; agel; arakiye; bere; börk; kabalak; kalpak; kep; ka vuk; taç. 2. Hayvan koşumlarının başa geçirilen kısmı. 3. {ağız} Gem. [DS] 4. {ağız} Yular. [DS] 5. {ağız} Yulara takılan boncuk örmesi. [DS] 6. Gelin lerin başına konulan süslü taç. 7. {ağız} Kadınların başlarına taktıkları çevresine altın dizilmiş bir tür taç. [DS] 8. Bir yazının baş kısmında yer alan ve genellikle içeriğini öz olarak belirten adı. 9. fo lk . Anadolu’da bir gelenek olarak evlenecek delikanlı nın kızın ailesine verdiği para; mihr-i muaccel; ka im. {eAT} {ağız} (aym) [DS] 10. Dişçi ve berber kol tukları gibi eşyada baş koymağa mahsus yer. 11. Bir sütunun, bir direğin tepeliği. 12. Marangozluk ve demircilikte bazı parçaların düzgün durması için baş taraflarına takılan gönyeli parça. 13. {ağız} Te kerlek parmaklarının takılı olduğu yuvarlak; top. [DS] 14. Avcı olarak yetiştirilmekte olan doğan, şahin gibi kuşların gözlerini de örtecek şekilde giy dirilen küçük külah. 15. {ağız} Kurşun kalemin ucuna takılan madenî kapak. [DS] 16. {ağız} İyi yanması için tandıra küme yapılan tezek. [DS] 17. {ağız} Mal değişiminde bir tarafın, üste almış oldu ğu para vb. şey. [DS] 18. {ağız} Tandıra hava girme si için açılan delik. [DS] 19. {ağız} Kalın samanla karışık arpa veya buğday. [DS] 20. {ağız} Tandırı yakmak için kullanılan iri saman. [DS] 21. {ağız} Boğa güreşinde üstün gelen boğa. [DS] 22. Şalvar uçkurluğu. 23. {ağız} sf. (Tarla, bahçe vb. için) ba ğımsız; hisseli değil. [DS] S başlık aşğalık, {ağız} İyi kötü. [DS]|| başlık atm ak (koymak), B ir y azıya b a şlık yazm ak. || başlık bozmak, {ağız} Ç eyiz düz m ek. [DS]|| başlık halkası, {ağız} Gemin y an ların d a k i tokalard an h er biri. [DS]|| başlık vermek, fo lk . 1. E vlenirken d am at tarafından, gelin için kayn ataya p a r a öd em ek. 2. K ız tarafından, b a şlık a lırk en tören yapm ak. başlıkçı, [baş-lık-çı] is. Gelinlerin başına takılan baş lıkları yapan, satan veya kiraya veren kişi. başlıklı, [baş-lık-lı] sf. Başlığı olan. S başlıklı may-
D İM İC E S O M . 499
BAŞ
nıun, zool. Güney A frika ’da yaşayan uzun kuyruk lu bir tür maymun, (Cebus capucines). başlıksız, [baş-lık-sız] sf. 1. Başlığı olmayan. 2. Başı açık. başlu, [bâş (yara) > bâş-lu
{eAT} sf. Yaralı;
mecruh. başluk, [baş-hık
başmuavin, [baş+muavin] (ba'şmuavin) {OsT} is. Bir yönetici grubu içinde müdür yardımcılarının mü dürden sonra bağlı bulundukları yönetici; başyar dımcı. başmuavinlik, -ği [baş+muavin-lik] (ba'şmuavinlik) is. Başmuavinin işi ve görevi, başm ubassır, [baş+mubassır] ( ba'şmubassır) {OsT} is. Gözetmenlerin başı olan kimse,
{eAT} is. Başlık.
başmabeyinci, [baş+mabeyin-ci] (b a ’ş mabeyinci) is. İmparatorluk döneminde sarayın mabeyin dairesi nin sorumlusu; başkâtip,
başm uharrir, [baş+muharrir] (ba'şmuharrir) {OsT} is. Makalesi, gazete veya derginin baş sayfasında yer alan yazar; başyazar,
başmak, -ğı [eT. bâ-mak > bâş-mak [Clauson] / başa-
başm uharrirlik, -ği [baş+muharrir-lik] (başm uhar rirlik) is. Başyazarlık, başm urakıp, -bı [baş+murakıp] (ba'şmura:kıp) {OsT} is. Denetçilerin başı; başdenetçi.
is. 1. Altı
mak > baş-mak [Doerfer]
düz kösele, üstü giyenin sosyal konumuna göre sa rı, kırmızı veya siyah sahtiyandan yapılmış, burnu küt, üstü açık ayakkabı. 2. Zarif ve süslü kadın ayakkabısı. 3. {eT} {eAT} {ağız} Pabuç; ayakkabı. [DLT] [DS] 4. {ağız} Takunya. [DS] 5. {ağız} Terlik. [DS] 51 başm ak-ı şerîf, {ÖsT} (Hz. M uham m ed’e
ait) kutsal ayakkabı. başmakale, [baş+makale] (ba'şmakale ) is. Günlük olaylarla ilgili olarak bir gazete veya derginin gö rüşü doğrultusunda yazılmış baş sayfa makalesi; başyazı. başmakçı, [başmak-cı
^
{eAT} is.
Ayakkabıcı. başmakçı, [başmak-çı] is. 1. Başmak yapan ve satan kişi. 2. {ağız} Ayakkabıcı. [DS] 3. {ağız} Takunyacı. [DS] başmakçılık, -ğı [başmak-çı-lık] is. Başmakçının işi ve mesleği; ayakkabıcılık, başmakdar, [başmak + Far. -dâr jl-üU-il] (başmak-
da:r) {OsT} is. tar. Memluk sultanlarının ayakkabı larını taşıyan görevli, başmaklanmak, [başmak-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] [eT. -ur] Başmak sahibi olmak. {eT} (aynı) [DLT] başmaklık, -ğı [baş-mak-lık jlsU-iL] {eAT} is. 1. tar. İmparatorluk döneminde padişahın annesi, kız kar deşi, kızı vb. sultanlara, elbise ve diğer ihtiyaçları nın karşılanması için, yirmi bin akçaya kadar veri len ödenek; başmaklık hası; has; arpalık. 2. Cami lerde ayakkabı koymaya yarar raflar; ayakkabılık, başmal, [baş+mal] (ba'şmal) is. Anamal; kapital; sermaye. başman, [baş-man] is. Başpiskopos, başmanlık, -ğı [baş-man-lık] is. Başpiskoposluk, başmimar, [baş+mimar] (ba'şmimar) is. 1. Mimarla rın başı. 2. Mimarbaşı, başmisafir, [baş+misafır] (ba'şmisafir).is . En değerli konuk; başkonuk. başmuallim, [baş+muallim] (b a ’şmuallim) {OsT} is. Öğretmenlerin en kıdemlisi; başöğretmen.
başmurakıplık, -ğı [baş+murakıp-lık] (ba'şmura:kıplık) is. Başmurakıbm işi ve görevi, başm üdür, [baş+müdür] düzeydeki müdür,
(ba'şmüdür) is. En üst
başmüdürlük, -ğü [baş+müdür-lük] (ba'şmüdürlük) is. 1. Başmüdürün görevi ve işi. 2. Başmüdürle yö netilen kurum. 3. Başmüdürün görev yaptığı yer ve bina. başmüezzin, [baş+müezzin] (ba'şmüezzin) {OsT} is. Birden çok müezzin bulunan camilerde en kıdemli ve yönetici durumda olan müezzin, başmüezzinlik, -ği [baş+müezzin-lik] (ba'şmüezzinlik) is. Başmüezzinin işi ve görevi, başmüfettiş, [baş+müfettiş] (ba'şmüfettiş) is. Aynı kuruma bağlı denetim elemanları arasında daha üst yetkilere ve denetçilerin görevleri arasında düzen lemeler yapma hakkına sahip müfettiş, başmüfettişlik, -ği [baş+müfettiş-lik] (başm üfettiş lik) is. 1. Başmüfettiş olma durumu. 2. Başmüfet tişin işi ve görevi, başmühendis, [baş+mühendis] (ba'şmiihendis) is. Çalıştığı işletmede diğer mühendislere amir olacak durumdaki mühendis, başmühendislik, -ği [baş+mühendis-lik] (b a şm ü hendislik) is. Başmühendisin yaptığı iş ve görevi, başm ürettip, -bi [baş+mürettip] (ba'şmürettip) {OsT} is. Bir matbaada dizgi işlerinden sorumlu ve diğer dizgicilerin işlerini düzenleyen ve kontrol eden dizgici. başmürettiplik, -ği [baş+mürettip-lik] (ba'şmürettiplik) is. Başmürettibin işi ve görevi, başm üşavir, [baş+müşavir] (ba'şmüşa:vir) {OsT} is. Bir kurumdaki danışmanların lideri; başdanışman, başm üşavirlik, -ği [baş+müşavir-lik] (ba'şmüşa:virlik) is. Başmüşavirin görevi ve görevini sürdürdüğü yer. başnalmak, [baş-la-n-mak > baş-(ı)n-al-mak
{eAT} edil.fi. [-ur] Başlamak işi yapılmak.
Ö IÜ M IİİM M .
BAŞ
[baş+oda] (ba Şoda) is. Geleneksel Türk ev lerinde diğer odalara göre daha iyi ve güzel döşen miş olan çoğunlukla misafirlerin ağırlandığı oda. b a ş o ğ u l , [baş+oğul] (baŞoğul) is. Arının verdiği ilk oğul.
b aşo d a,
b a ş o t,
[baş+od (ateş)] ( ba'şot) is. Kibrit,
[baş+oyuncu] (ba'şoyuncu) is. tiy. Sine ma ve tiyatro oyununda başrolü canlandıran oyun cu.
b aşo yu n cu ,
-ğu [baş+oyuncu-luk] (başoyuncu luk) is. 1. Başoyuncu olma durumu. 2. Başoyuncu
b a ş o y u n c u lu k ,
nun işi. [baş+öğretmen] (ba'şöğretmen) is. Eskiden ilkokullarda yönetim görevi verilen en kı demli öğretmen; başmuallim.
b a ş ö ğ re tm e n ,
- ğ i [baş+öğretmen-lik] (başöğret menlik) is. Başöğretmen olma durumu ve görevi, b a ş ö r t ü , - y ü [baş+ört-ü] is. Kadınların saçlarını ört b a ş ö ğ r e tm e n lik ,
mek için kullandıkları düz veya renkli bez; eşarp; bürgü; çarşaf; çatkı; dastar; örtme; yaşmak; yazma; yemeni. [baş+ört-ü-lü] sf. Başını başörtüsü ile örmüş olan.
b a ş ö r t ü lü ,
[baş+ört-ü-s-ü] is. Kadınların saçlarını örtmek için kullandıkları kumaş; eşarp; bürgü; çarşaf; çatkı; dastar; örtme; yaşmak; yazma; yemeni.
b a ş ö r t ü s ü , - n ü , - t ü le r i
[baş+papaz] (baŞpapaz) is. 1. Katolik ki liselerinde piskopos yardımcısı olan papaz. 2. Do ğu kiliselerinde bazı papazları daha üstün mevkie getiren onursal unvan,
b aşp a p a z ,
[baş+papaz-lık] (baŞpapazlık) is. 1. Başpapaz olma durumu ve unvanı. 2. Başpapazla rın yönettiği bölge. 3. Başpapazın yaşadığı yer ve makamı.
b a ş p a p a z lık , -ğ ı
b a ş p a re ,
[Far. bâş-pâre »jl jiL ] (baŞpa.re) {OsT} is.
1. Baş parçası. 2. Nargilenin ağza konulan çıkarılıp takılabilir parçası. 3. Ney, girift gibi kamıştan yapı lan nefesli sazların ağza alınan baş kısmına geçiri len parça. 4. Ok nişanı arkasındaki siper, [baş+parmak] (baŞparmak) is. anat. İnsanın el ve ayaklarında en başta bulunan kaim ve kısa parmak.
b a ş p a rm a k , -ğı
[baş+pehlivan] (baŞpehlivan) is. 1. Yağlı güreşte başa güreşerek bütün pehlivanları yenen pehlivan. 2. Başa güreşen pehlivanlardan birinci gelen pehlivan,
b a ş p e h liv a n ,
-ğı [baş+pehlivan-lık] (başpehli vanlık) is. 1. Başpehlivan olma durumu. 2. Başpeh
b a ş p e h liv a n lık ,
livanın unvanı, [baş+piskopos] (baŞpiskopos) is. Katoliklerde, belli bir bölgedeki piskoposlar üzerinde yönetim yetkisi ve aynı zamanda onursal unvan.
b a ş p is k o p o s ,
- ğ u [baş+piskopos-luk] (başpisko posluk) is. 1. Başpiskoposun görevi. 2. Başpisko
b a ş p is k o p o s lu k ,
posun makamı. 3. Başpiskoposun yargılama alanı içine giren dinî bölge. b a ş r a 1,
[baş-(ı)-ra] (baŞra) zf. Bir başına; yalnızca.
b a ş r a 2,
[baş-(ı)-ra»y^] {eAT} zm. Onun başına.
[baş+rahibe] (baŞra:hibe) is. Manastır larda rahibelerin yöneticisi durumundaki rahibenin unvanı.
b a ş r a h ib e ,
[baş+rahip] (baŞra.hip) is. Manastırlarda keşişlerin yöneticisi durumunda olan keşişin unva nı; başkeşiş.
b a ş r a h ip ,
- l ü [baş+rol] (baŞrol) is. tiy. 1. Bir sinema veya tiyatro eserinde başkahramanı canlandırma. 2. Başoyuncunun rolü,
b a ş r o l,
[baş+savcı] (baŞsavcı) is. Üst düzey savcı,
b a ş s a v c ı,
[baş+savcı-lık] (baŞsavclık) is. Baş savcının görevi ve makamı,
b a ş s a v c ılık , - ğ ı
[baş+sedir] (baŞsedir) is. 1. Geleneksel Türk evinde, misafirlerin ağırlandığı başodamn en güzel ve en şerefli kısmı sayılan, cephe penceresi önünde boydan boya, saygı duyulan kişiler için özel minder ve yastıklarla döşenmiş kerevet. 2. { ağızI Bir odanın en iyi yeri; başköşe. [DS]
b a ş s e d ir ,
[baş+seki] (ba Şseki) /ağız} is. Bir odanın, evin en iyi yeri; başköşe. [DS]
b a ş s e k i,
[baş-sız] sf. 1. Başı olmayan. { eT'} (aynı) [EUTS] 2. mecaz. Yöneticisi, yönlendiricisi olma yan. 3. zf. Yöneticisiz ve başsız olarak,
b a ş s ız ,
- ğ ı [baş-sız-lık] is. 1. Başı veya başkanı bulunmama durumu. 2. sos. Yasası ve yöneticisi olmayan topluluğun özelliği; erksizlik; karışıklık; anarşi.
b a ş s ız lık ,
b a ş ş a ğ ı,
[baş+aşağı] zf. -*■ baş aşağı, [baş-ak] is. - * başak,
b a ş ş a k , -ğı
[baş+şehir] (baŞşehir) is. Bir devletin yönetim merkezinin bulunduğu şehir; devlet mer kezi, başkent,
b a ş ş e h ir , - h r i
[baş+taban] (baŞtaban) is. mim. 1. İlkçağ mimarisinde sütunların üstünde kiriş görevini gö ren tek parça taş. 2. Kapı kanadını sergenden ayı ran büyük silme,
b a ş ta b a n ,
[baş+tabip] (baŞtabip) is. Bir hastaneyi yönetmekle görevli hekim; başhekim, sertabip.
b a ş t a b ip , - b i
[baş+tabip-lik] (baştabiplik) is. Baş tabibin görevi ve makamı,
b a ş t a b ip lik , -ği
[baş-la-k > baş-ta-k?] /ağız} zf. 1. Yalnız başına; kimsesiz; yalnız. 2. Çoluğu çocuğu olma yan. 3. (Çocuk için) yaramaz; haylaz; başıboş. 4. İşsiz güçsüz; başıboş. 5. is. Başbuğ. [DS]
b a ş ta k , -ğı
- ğ ı [baştak-lık] {ağız} is. Odun kırarken alta yanlamasına konulan büyük kütük. [DS]
b a ş t a k lık ,
[baştak-sız] {ağız} sf. (Kişi için) her şeye burnunu sokan; her şeye karışan. [DS]
b a ş ta k s ız ,
l f f i j: » H P . m
.501
BAŞ
baştan1, [baş+dan / baş-tan] {ağız} is. 1. Başkan. 2. Rehber. [DS]
diği varsayılan iki noktadan ufkun üstünde olanı; başucu noktası; zenit. S başucu uzaklığı, gök b.
baştan2, [baş-tan] {eT} zf. Bir daha başından başlaya rak; tekrar; yeniden. b aştankara1, [baş-tan+kara] (baştankara) is. zool. 1. Altmış kadar çeşidi bulunan, tüyleri canlı renklerde olan, başı ve gerdanı siyah, tarım için çok yararlı böcekçil ötücü kuş, (Parus majör).
Gökyüzünde belirlenen bir noktanın veya bir yıldı zın başucu noktasından itibaren açısal uzaklığı. başuzman, [baş+uz-man] (baŞuzman) is. Bir kuru
baştankara2, [baş-tan+kara
jj-ilı] is. 1. dnz. Ge
minin baş tarafından karaya oturması. 2. mecaz. Batma; mahvolma. 3. mecaz. Sarhoş olma. 4. Kara turp. 5. sf. Kendini kaybetmiş. 6. {ağız} (Hasta için) koma halinde [DS] 7. Çok sarhoş. 8. {ağız} zf. (İş yapmak, gitmek vb. için) gelişigüzel; baştan sav ma; ulu orta; körü körüne. [DS] S5 b aştankara et mek, dnz. 1. (Batma tehlikesi geçiren gemi için)
başını karaya vurup oturmak. 2. Zorlayıcı bir ne den yüzünden geminin baş tarafı karaya gelecek biçimde sahile oturtmak. 3. Sonunu düşünmeden tehlikeye karşı hareket ederek perişan olmak.\\ baş tankara gitmek, Hesapsızlık yüzünden batarcasına yaşamak; tehlikeye karşı bile bile hareket et mekti b aştankara yanaşm ak, dnz. Geminin baş tarafını sahile getirmek üzere iskeleye yanaştırmak. baştankaragiller, [baş-tan+lcara-gil-ler] (baştanka ragiller) is. zool. Ötücü kuşlardan küçük yapılı, gagası güçlü, parlak ve gür tüylü, kısa yuvarlak kanatlı yüz kadar kuş türü familyası, (Paridae). baştar, [baş-ta-r] {eT} is. Orak. [DLT] baştarda1, [İt. galea bastarde (melez kalyon)] (baş ta'rda) {OsT} is. dnz. İmparatorluk dönemi Türk ordusunda kullanılan, oturak sayısı 20-36 arasında değişen, kadırga türü savaş gemisi. baştarda2, [Yun. bastardos] {ağız} is. Meşru olmayan çocuk; piç. [DS] baştaş, [baş-daş > baş-taş j i U i l /
{eAT} is.
Kafadar; emsal; akran, baştaşlık, -ğı [baş-daş-lık] is. Beraberlik; eşitlik,
luştaki uzmanların en yetkili ve üst düzeyde olanı, başuzmanlık, -ğı [baş+uz-man-lık] (baŞuzmanlık) is. 1. Başuzman olma durumu. 2. Başuzmanın işi ve görevi. başülke, [baş+ülke] (baŞülke) is. Sömürge impara torluklarında egemen durumda olan ülke; metropol, başüstü, [baş+üst-ü] zf. Çabuk; derhal; vakit kay betmeden. başvekâlet, [baş+vekâlet] (baŞvekâ.let) {OsT} is. 1. Başbakan olma durumu. 2. Başbakanın görevi. 3. Başbakanın makamı. 4. Başbakan ve bağlı görevli lerin çalıştığı daire; başbakanlık, başvekil, [baş+vekil] (baŞvekil) {OsT} is. Parlamen ter yönetimlerde hükümet adı verilen yürütme or ganının başı; başbakan, başvekillik, -ği [baş+vekil-lik] (baŞvekillik) is. 1. Başbakan olma durumu. 2. Başbakanın görevi. 3. Başbakanın makamı. 4. Başbakan ve bağlı görevli lerin çalıştığı daire; başbakanlık, başvurm a, [baş+vur-ma] is. 1. Başvurmak eylemi ve durumu. 2. Üst makama bir iş veya durum için ya zılı dilekçe vermek. 3. Yasaların tanıdığı haklardan yararlanmak üzere ilgili ve yetkili yere isteğini ilet mek. başvurm ak, [baş+vur-mak] gçsz. f. [-ur] 1. Herhan gi bir dilek veya şikâyeti o konu ile ilgili yetkili makama iletmek; müracaat etmek. 2. Bir işin ya pılması için birinin aracılığını istemek. 3. Bir ko nuda birisinin bilgi ve görgüsünden yararlanmak; danışmak. 4. Bir işi yapabilmek için bir şeyden ya rarlanmak amacıyla girişimde bulunmak. 5. (Balık için) oltanın ucundaki yemi kapmak için didikle mek.
başteknisyen, [baş+teknisyen] (baŞteknisyen) is. Çok sayıda teknisyen çalıştıran fabrika ve atölye lerde yönetici durumunda olan en üst düzeydeki teknisyen. baştene, [Slav, bastina] {OsT} is. İmparatorluk dö neminde, Bosna'daki Hristiyanlar arasında babadan oğula geçebilen araziye verilen ad.
başvuru, [baş+vur-u] is. Başvurmak işi; müracaat,
baştın, [baş-tm] {eT} zf. İlki; önceki. [EUTS]
başyapıt, [baş+yap-ıt] (baŞyapıt) is. Bir türün, bir yazarın veya sanatçının en iyi ve en güzel eseri; başeser, şaheser,
baştma, [Slav, bastina] {OsT} is. -*■ baştene. baştınkı, [baş-tın-kı] {eT} sf. İlk; birinci; baştaki. [Gabain] [EUTS] S baştm kıta baştankı, Her şey den önce. [EUTS] baştutar, [baş+tut-ar] (baŞtutar) {ağız} is. Yönetici, başkan; elebaşı. [DS] başucu, [baş+u(ç)-u] (baŞucu) is. gök b. Belli bir yerden geçen düşey doğrultunun gökküresini del
başvurucu, [baş+vur-u-cu] is. Bir iş için başvuran kimse; müracaatçı, başvurulm a, [baş+vur-ul-ma] is. Başvurulmak eyle mi ve durumu; müracaat edilme, başvurulm ak, [baş+vur-ul-mak] edil. f. [-ur] B aş vurmak eylemi yapılmış olmak,
başyardım cı, [baş+yardım-cı] (baŞyardımcı) is. Bir dairede müdür yardımcılarından en kıdemli veya yetkice en üstün olanı; başmuavin. başyargıcı, [baş+yar-gı-cı) (baŞyargıcı) is. spor. Y a rışmayı veya oyunu yöneten hakemlerin başı; baş hakem.
OIÜMIÜR SÖ2LÜK.
BAŞ
başyaver, [baş+ Far. yaver] (ba'şya:ver) {OsT} is. Cumhurbaşkanının güvenliğini sağlamak, emirleri ni yerine getirmekle görevli yüksek rütbeli subay,
b at7, [İng. butt] {ağız) is. Kurşun boruların ağzını aç maya yarar şimşirden yapılmış sivri uçlu takoz. [DS]
başyaverlik, -ği [baş+yâver-lik] (ba'şya:verlik) is. 1. Başyaver olma durumu. 2. Başyaverin makamı ve görev alanı.
bat8, [Fr. batte] is. Beyzbol, kriket gibi oyunlarda topu geri göndermeye yarayan tahta araç,
başyazar, [baş+yaz-ar] (ba ’şyazar) is. Bir gazetenin baş yazılarını yazan yazar; başmuharrir; sermuhar rir. başyazarlık, -ğı [baş+yaz-ar-lık] (b a ş y a z a r lık ) is. 1. Başyazar olma durumu. 2. Başyazarın görevi ve işi. başyazı, [baş+yaz-ı] (ba'şyazı) is. Günlük olayları gazete veya derginin görüşü doğrultusunda ele alan, gazete veya derginin baş sayfasında çıkan ma kale; başmakale, başyazıcı, [baş+yazı-cı] (ba'şyazıcı) is. tar. İmpara torluk dönemi Hazine-i Hümayun dairesinde en usta dört yazıcıdan en kıdemli ve bilgili olanı, başyazman, [baş+yaz-man] (ba'şyazm an) kurumda çalışan yazıcıların başı; başkâtip,
is.
Bir
başyazmanlık, -ğı [baş+yaz-man-lık] (b a şy a z m a n lık) is. 1. Başyazman olma durumu; başkâtiplik. 2. Başyazmanın görevi ve makamı, başyıldız, [baş+yıldız] (ba'şyıldız) is. g ö k b. Çift yıl dızlarda büyük olan yıldız, başyukarı, [baş+yukarı] is. Maden ocaklarında üst galeriye geçmek için açılan eğik ve dar kesitli ge çit. b at1, [bat (yans.)] is. Düzensiz hafif patırtılı hareket leri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bat bat. bat2, [bat (yans.)'] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarım, haşlama sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök. bat-la-k, ba t-la-n -g a ç batJ, [bat] {eTj sf. 1. Kötü; değersiz; fena. [ETY] 2. Tortu; çöküntü. [ETY] bat4, [bat] {eT} zf. Hemen; derhal; çabuk; hızlıca. [ETY] [Gabain] [EUTS] b at5, [bat] {ağız} is. 1. Soğan, ceviz, tuz, bulgur, kır mızı biber, domates, maydanoz ile yapılan ve asma yaprağı ile çiğ olarak yenilen bir tür dolma. 2. Bak la içi, nane, reyhan ile yapılan bir tür katık. 3. As ma yaprağı. 4. Merdiven basamağı. [DS] b at6, -ttı [Ar. batt J^] {OsT} 1. Kaz. 2. Kuyu veya ko va gibi yerlerden su alıp içmeye yarar kulplu bar dak; kaz şeklindeki sürahi; maşrapa. 3. Uzun bo yunlu testi, şarap kabı. 4. Meşin çanak. 5. {ağız} Ör dek. [DS] fi1 batt-ı mey, {OsT} Ş a ra p k a b ı; şa ra p testisi,|| batt-ı şehd, {OsT} B a l ça n a ğ ı.|| batt-ı şîr, {OsT} Süt k a b ı.|| batt-ı zer* {OsT} 1. Altın kap. 2. Güneş.
b ata, [bu+hafta > bata] (b a :ta ) zf. 1. Bu yıl. 2. Bu kez; bu kere. bataet, [Ar. batâ’et cJliu] (ba ta:et) {OsT} is. Yavaş davranma; yavaşlık. 0 A ğır davranm ak.
bataet göstermek, {OsT}
batağan, [bat-ağan] is. 1. Bataklık. 2. sf. Eline geçen parayı boş yere harcayan, batak, -ğı [bat-mak > bat-ak d ^ ] is. 1. Üzerine ba sıldığı zaman çöken çamurlaşmış toprak. 2. {eATj Bataklık. 3. Eski İstanbul hamamlarında hahamlar tarafından kutsandıktan sonra Yahudilerin girip yıkandıkları kapalı ve özel havuz. 4. {ağız} Bir iki kiloluk küçük çömlek. [DS] 5. {ağız} Maşrapa. [DS] 6. {ağız} Sirke, zeytinyağı gibi maddelerin konul duğu kabın dibinde bıraktığı tortu. [DS] 7. {ağız} tıp. Zatülcenp. [DS] 8. {ağız} Reçinesi çok olan ke reste. [DS] 9. sf. m ecaz. Kötü duruma sürüklenen; hayır gelmez; iflas eden, batmış. 0 batağa sap lanm ak, 1. Z o r durum a düşm ek, 2. Ç ıkm aza girm ek. || batak çulluğu, zool. B a ta k lık ve su la k a la n la r d a y a şa y an k ah v eren g i tüylü, bo y lam a sın a a ç ık çizgili, 3 0 cm. k a d a r boyu n da uzun g a g a lı g öçm en kuş, (G allin ag o gallinago).\\ batak otu, bot. M illi kıy ılard a y etişen uzun saplı, tüysüz bütün y apraklı, küçü k p e m b e veya bey az ç iç ek li otsu bitki, (Lim osella). batakçı, [batak-çı] sf. 1. Borcunu ödememeyi alış kanlık haline getirmiş olan. 2. Eline geçen parayı iyi kullanamayan; batıran, batakçıl, [batak-çıl] sf. (Bitki ve hayvan için) batak lıkta yaşamayı seven ve bataklık ortamında yaşa yabilen. batakçılık, -ğı [batak-çı-lık] is. Batakçı olma duru mu. batakhane, [batak+ Far. hâne] (b a tak h a :n e) is. 1. Gelen müşterileri çeşitli usullerle aldatan, zor du rumda bırakan, geçimini kumar, dolandırıcılık gibi uygun olmayan yollardan kazananların bulunduğu yer. 2. m ecaz. Vatandaşın işinin sürüncemede bıra kıldığı veya bin bir güçlük çıkarılmak suretiyle uzun süre sonra tamamlandığı kurum ve daire, bataklı, [batak-lı] sf. (Yer, iş için) batağı olan, bataklıg, [batak-lığ / batık-lığ] {eT} is. Abdesthane; ayakyolu; hela; tuvalet. [Gabain] bataklık, -ğı [bat-ak-lık] is. Kısmen bitkilerle kaplı, az derin, yer yer sularla örtülü alan; batak yer. 0 bataklık ardıcı, zool. B a ta k lık la r d a ve su kıyıla rın da y a şa y an sırtı kirli sarı, karnı a ç ık p a s sarısı ve kuyruğu zeytin y eş ili küçü k b ir ötleğen kuşu, (A crocephalu s p a lu stris) \\ bataklık baykuşu, zool.
le jK ş ö M
» 503
Ilım an b ö lg elerd e a ğ a çsız ve s u la k y e r le r d e y a ş a yan sırtı p a s sarısı, karn ı a ç ık p a s sa rısı veya kirli beyaz ren kte g ez ici b ir bayku ş; ish a k kuşu, (Asio flammeus).\\ bataklık çam uru, D urgun su la rd a d i b e çöken siyah ve a ğ ır çam ur. || bataklık düğünçi çeği, bot. Düğün çiçeğ ig illerd en y a tık saplı, y ü rek biçim li y a p ra k la r ı olan, serin y e r le r d e yetişen, k ö kündeki uzun yu m ru cu klar k a y n atıla ra k e ld e ed ilen sıvı b a su r m em elerin in tedavisin de kullanılan bir otsu bitki; b asu r otu, (F ic a ria ranunculoide).\\ ba taklık engeli, D üşm anın p iy a d e ve m otorlu a r a ç la rının g eçişin i en g ellem ek v eya o y a la m a k için y o lla rı üzerine m eydan a g etirilm iş b a ta k alan. || batak lık gazı, M etan g a z ı.|| bataklık humması, Sıtm a h astalığ ı.|| bataklık kaplumbağası, zool. Avrupa' nın ılım an kesim lerin d e tatlı su la rd a y aşayan , y a zın yum u rtlam ak ve k ışla rı g eç ir m e k için k ara y a çıkıp kendini to p ra ğ a göm en, çoğu n lu kla kabuklu hayvanlar, b ö c e k le r v e küçü k b a lık la r la beslen en etçil bir k ap lu m ba ğ a türü, (Emys orbicularis).\\ bataklık keteni, bot. P ap irü sg illerd en b a ta k lık la r d a y etişen b ir bitki; p a m u k otu, f ık a r a saçı, (Eriophorum).\\ bataklık kırlangıcı, zool. B oz kır larda, tuzlu g ö l ve b a ta k lık k ıyıların da yaşayan , gerdan ı koyu, g ö ğ sü a ç ık kahveren gi, kuyruksokumu beyaz, k ısa g a g a lı o rta boylu, ç a ta l kuyruklu, uçarken deniz kırlan gıcın ı andırır, y e r d e k o lo n iler h alin de yuva y a p a r ve u çarken b ö c e k le r i avlayan bir g ö çm en kuş, (G lo reo la prandicola).\\ bataklık kunduzu, z ool. A m erika köken li, b a ta k lık la r d a su bitkileriyle beslen en , k ız ıla ça la n k ıs a tüylü kürkü için avlan an ve çiftliklerd e yetiştirilen büyük b ir kem irgen, (M yocaster coypus).\\ bataklık nergisi, bot. A vrupa ve K uzey A m erika ba ta klık ların d a y eti şen, gövdesin in içi boş, sarı, p e m b e ve b ey az ç iç e k li ç o k y ıllık sü s bitkisi, (C altha polustris).\\ b atak lık servisi, bot. K uzey A m erik a köken li, p a r k la r d a süs o la r a k yetiştirilen, k erestesi v e sü s a m a cıy la yetiştirilen, L o u isia n a serv isi o la r a k d a bilinen iğ ne y a p ra k lı f a k a t kışın y a p ra k la rın ı d ö ken b a ta k lık a ğ a cı türlerinin o rta k adı, (Taxodium distichum ; G lyptotrobus p en silis ; G lyptotrobus heterophyllus).|| bataklık sutavuğu, zool. A vrupa ve Asya'nın b a ta klık b ö lg elerin d e yaşayan , b ö cek , kurt ve y u m u şakça ile beslen en , ü rkek oldu ğu için a la c a k a ranlıkta avlan m aya çıkan, sa z lık la rd a yap tığ ı on k a d a r yum urta üzerin e ku lu çkaya y atan ve trop ikal A frika'da kışlayan kü çü k su kuşları, (P orzan a p o r zana, P. pu silla, P. p a rv a ).
BAT
batal2, [Ar. battal => batal] {ağız} sf. 1. Bozuk; ha rap; işe yaramaz. 2. Büyük; iri. 3. Çirkin. [DS] b atalet1, [Ar. betâlet cJlk>] (b a tad et) {OsT} is. 1. İş sizlik, avarelik. 2. Tembellik, gevşeklik. 3. Kulla nılmaz durumda olma, işe yaramazlık. 4. Konuşma ve davranışlarda hafiflik; yüzeysellik. 5. Yiğitlik; cesaret; kahramanlık. batalet2, [Ar. batalet c J IL] (b a tad et) {OsT} is. Bâtıla inanma. batalka, [bat-al-ka] is. 1. Sazlık; bataklık. 2. Bırakıl mış, kullanılmayan yer. batalya, [İt. battella] ( b a ’talya) is. dnz. Küçük san dal. b atan 1, [bat-an] {ağız} is. Zatürrie ve zatülcenp has talıklarında göğüste ve sırtta hissedilen ağrı; batar. [DS] batan2, [bat-an] {ağız} is. Çoban köpeklerini, kurt ve köpeklerden korumak için boyunlarına takılan di kenli tasma. [DS] batan3, [bat-an] {ağız} is. Dağ geçidi. [DS] batancı, [bat-an-cı] {ağız} is. Av gözetleyen, av kal dıran silahsız avcı. [DS] batanet, [Ar. batânet c Jlk J (bata:n et) {OsT} is. 1. Büyük karınlı olma durumu. 2. Çok yiyicilik; obur luk. b a ta r1, [bat-ar] {ağız} is. 1. Göğüs ve karında ağrı; sancı. 2. Zatürrie. [DS] b atar2, [Ar. batar
{OsT} is. 1. Çok sevinme. 2.
Kibirlenme. 3. Haksızlık etme, batardo, [Fr. batardeau] is. Köprü vb. inşaatı gibi sebeplerle bir akarsuyun önüne yapılan geçici bent; su tutmalık. batarik a, [Ar. batrik > batarîka « i ^ ] (ba tari:k a) {OsT} is. Patrikler, b atarya, [Lat. batture (dövm ek) > İt. batteria] is. 1. as. Bir subayın komutasındaki ağır silahlarla bunla rın hizmetinde bulunan araçların bütünü. 2. dnz. Yan yana dizilmiş borda toplan. 3. İlgili, birden çok aracın yan yana dizilmesi ile meydana gelmiş takım. 4. elkt. Gruplanmış üreteçler topluluğu; akü. batasıca, [bat-ası-ca] (b a ta s ı1ca ) ünl. "Yok ol, öl" an lamında ilenme sözü, batasıya, [bat-ası-y-a] zf. Sermayeyi yok edecekmiş gibi. batayih, [Ar. batha5 > batâyih (^.Ush] (bata:yih, h k a lın söylen ir) {OsT} is. Sazlı dereler.
bataklu, [bat-ak-lu ^IsUL] {eAT} is. Bataklık.
b atb at1, [Ar. batt => bat+bat] {ağız} is. Ördek. [DS]
batakseven, [batak-sev-en] is. bot. Antillerle Güney Amerika kıyılarında yetişen ve akvaryum süslemek için kullanılan bir tür su bitkisi, (L im n och aris).
batbat2, [Ar. batbat JaJaJ (batba:t) is. bot. Yaprakları
batal1, -li [Ar. battal > batal] {OsT} sf. Kahraman; yiğit.
zehirli bir ot, (H yoscym us niger). batbata, [Ar. batbata ■Jsuk.] {OsT} is. 1. Kazın ötmesi. 2. Kazın suya dalışı.
ÛIÜHIÖK S İ M .
BAT batbit, [Ar. batbît -U-JaJ (batbi:t) is. bot. -*• batbat2. b atça, [bat-ça] jağız) is. 1. Ağzı geniş büyük bakır kap. 2. Pestil koymaya yarayan geniş ağızlı toprak testi. 3. Küçük testi. [DS] batere, [Far. bâtere oyl>] (ba :tere) {OsT} is. Tef. bateri, [Fr. batterie] is. müz. Bir orkestrada yer alan vurmalı çalgılar topluluğu, baterici, [bateri-ci] is. müz. Orkestrada davul çalan kişi; davulcu. baterist, [Fr. batteriste] is. müz. Bateri çalan kişi; ba terici; davulcu, batğa, [bat-ğa ?] {eT} is. Külah yapmak için üzerinde yün keçe kesilen tahta. [DLT] batgan, [Far. bâdgân] {ağız} is. 1. Bir giysi üzerinde ki yakalığın ön ve arka kısımları. 2. Peştamal. [DS] batğın, [bat-mak > bat-gm] {ağız} sf. -*■ batkın. [DS] batha, -a ’i [Ar. bathâ’
(ba th a:) {OsT} is. 1.
Sazlı, çakıllı sel yatağı. 2. İki dağ veya tepe arasın daki dere. 3. Mekke'de bir derenin adı. 4. Mekke. 5. Meleke vadisinin en alçak kısmı. batı, [eT. bat-mak > bat-ığ > bat-ı J=l>] is. 1. Güneş' in battığı taraf; garp; gün batısı; mağrip; batsıg. {eAT} (aynı) 2. Batı yönü. {eAT} (aynı) 3. gnşl. Batı yönündeki ülkeler; Avrupa ülkeleri. 4. sf. Batı ta rafta olan. S batı bloku, NATO'ya d a h il ülkelerin hepsi. || batı müziği, müz. B atı ü lkelerin deki müzik ça lışm aların ı b elirtm ek için kullanılan terim. ||Batı Türkçesi, dbl. Türkiye, K ıbrıs, B atı Trakya, İran, Ira k, Afganistan, Türkmenistan, A zerbaycan , K ı rım, Kuzey K afkasya, Suriye ve R om anya'da konu şu lan Türk d ili; G üneybatı Oğuzcası.\\ batı yeli, K aray el. batıcı1, [bat-ıcı] sf. 1. Batma, ağrı ve sızı duygusu veren; batan. 2. Sivri uçlu. 3. Batmak etmek üzere olan. 4. İflas etmek üzere olan.
geri almma ihtimali olmayan. [DS] 6. Mal varlığını kaybetmiş; iflas etmiş. 7. {ağız} Harap olmuş; yı kılmış; perişan. [DS] 8. {ağız} Çirkin. [DS] 9. is. gnşl. Batmış gemi enkazı. S batık olmak, {ağız} K irlen m ek; pislen m ek. [DS] batıl, [Ar. butlan (boş, anlam sızlık) > bâtıl Jil>] (ba:~ tıl) {OsT} sf. 1. Gerçekle ilgisi olmayan; doğru ol mayan. 2. Çürük; boş; asılsız; geçersiz. 3. is. Yanlış inanç; hak olmayan inanç; inançlara uymayan. 4. Asılsız, doğru olmayan düşünce; kitaba uymayan iddia; haksızlık. 5. {eAT} İşlemez; battal. S batıl (inanç) itikat, Yersiz ve b o ş olan, doğruluğu ispat edilem eyen, g e r ç e k le r e ters düşen inanç. batılgan, [bat-ıl-gan] {ağız} is. 1. Sazlık; bataklık. 2. Heyelana müsait yer. [DS] batılı, [batı-lı] is. ve sf. 1. Diğer benzerlerine göre batıda oturan; garplı. 2. gnşl. Batı medeniyetini benimsemiş olan. 3. Değeri az olan taş veya inci, batılılaşma, [batı-lı-la-ş-ma] is. Batılılaşmak işi; garplılaşma. batılılaşmak, [batı-lı-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] Batı uygarlığını benimsemek; AvrupalIlar gibi yaşamak; garplılaşmak. batılılaştırm a, [batı-lı-la-ş-tır-ma] is. Batılılaştırmak işi; garplılaştırma, batılılaştırm ak, [batı-lı-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır ] Bir kimsenin veya topluluğun Batılılar gibi yaşamasını, onlar gibi davranmasını, Batılılarm taşıdığı değer leri benimsemesini sağlamak; garplılaştırmak, batılılık, -ğı [batı-lı-lık] is. 1. Batılı olma durumu; garplılık. 2. Batılı olanın niteliği, batılmak, [bat-ıl-mak
{eT} e d il.f. [-u r ] 1. Bat
mış olmak; gömülmek. [EUTS] [Gabain] 2. {eAT} Batırılmak. 3. {eAT} dönşl. f . Batmak; gömülmek; gark olmak.
batıcı2, [bat-ı-cı] sf. Batı kültür ve medeniyetini benimsemiş olan; batı yanlısı; garpçı.
batım , [bat-mak > bat-ım] is. 1. Batmak eylemi ve süreci; batma. {eT} (aynı) [ETY] [Gabain] [Tekin] 2. {eT} Derinlik. [ETY]
batıcılık1, -ğı [bat-ıcı-lık] is. Batma özelliği; batıcı niteliği taşıyan.
b atın 1, -tnı [Ar. batn (içte, gizli olm a) > batın j i y
batıcılık2, -ğı [bat-ı-cı-lık] is. Batı'nın yaşama ,ve dü şünme biçimine bağlı olma durumu; Batı yanlısı ol ma; özellikle Avrupa medeniyetine bağlılık; garp çılık. batıç, -cı [bat-ıç] {ağız} is. Kimsenin görmediği, bil mediği gizli yer. [DS] batıg, [ba-t-ığ] {eT} sf. 1. Derin; suyun derin olan yeri. [DLT] [Gabain] 2. Bataklık. [Gabain] batıglık, [bat-ığ-lık] {eT} is. Ayakyolu; hela; tuvalet; apteshane. [EUTS] batık, -ğı [bat-mak > bat-ık] sf. 1. Su ve başka sıvılar içine gömülmüş. 2. {ağız} Kirli; pis; lekeli. 3. {ağız} Saf olmayan; karışık; bozuk. [DS] 4. Dağlarda etra fı bodur ağaçlarla çevrilmiş çukur. 5. (Para için)
{OsT} is. 1. Karın. 2. Bir şeyin içi, ortası. 3. m ecaz. Soy; nesil; kuşak; göbek. 4. Bir olayın iç yüzü, gerçeği. 5. Gizli olan, mistik anlam. batın2, [Ar. batn (içte, gizli olm a) > bâtın jkl>] (ba:tın ) {OsT} is. 1. İçte, gizli olan. 2. İç. 3. İç yüz. 4. İç anlamı. 5. m ecaz. Allah. 6. sf. Gizli, gözle gö rülmeyen; deruni. batınca, [bat-mca] {ağız} is. Düden; suyun kayboldu ğu yer. [DS] batmen, [Ar. bâtın > bâtmen
(b a : ’tınen) {OsT}
zf. İçle ilgili olarak; içten; dahilen, batini, [Ar. batn (içte, gizli olm a) > bâtını
(b a :-
tıni:) {OsT} sf. 1. İçe ait. 2. Sır ve gizlilikle ilgili. 3.
jfjitiïH TUK SĞZlıOK• sos
BAT
fel. Belirli bir topluluğun dışında kimseye bildiril meyen, yalnızca topluluğun üyeleri ile sınırlı dar bir çevreye aktarılan, kapalı, gizli bilgi veya dü şünce sistemi; içrek. 4 öz. is. Batınilik inancında olan kişi. Batınilik, -ği [batmi-lik] is. -*■ Batıniye.
{OsT} sf. 1. Yavaş, ağır hareketli; uyuşuk. 2. Tem bel. S batîü’l-hareke, {OsT} D av ran ışları ve h a reketleri y a v a ş o la n .|| batîü’l-hazm, {OsT} Sindiri mi y a v a ş ; sindirim i gü ç.|| batîü’l-mizâc, {OsT} Ya rad ılışı ağır, y a v a ş olan. bati2, [İt. batti] ünl. dnz. "Ters çevir!" komutu,
Batıniye, [Ar. batn (içte, gizli olm a) > bâtmiyye
batih, [Ar. batıh
.
(ba:tın iye) {OsT} sf. 1. Kur'an-ı Kerim'in gö rünen, dışa ait anlamı olduğu gibi, görülmeyen, içe ait anlamı da olduğunu; bu iç anlamın bilinmeden, dış anlamı ile emredilenlere uymanın önem taşı madığını savunan, daha Abbasiler döneminde orta ya çıkmış olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep; Batınilik. 2. Özel toplum oluşturmak amacıyla üyeleri dışındaki kişilere bilgi aktarmayı yasaklayan kapalı toplum yapısı; içrekçilik. -batır, [-p+tur-ur] {ağız} ek. Sürerlik ya da şimdiki zaman bildiren ek. -B ab an n e y a p ıy o r ? -K arnını doyurubatır. [DS] batır1, [Moğ. bagatur > batur / batır J a>] {eAT} {ağız} sf. Yiğit; cesur; kahraman; bahadır. [DS] batır2, [Sansk. patra] {eT} is. Sıvı ölçüsü. [EUTS] batırdamak, [bad (yans) > bat-ır-da-mak / bad-ır-damak] (ağız) gçsz. f . [ - r ] [-d (ı)-y o r] Dedikleri anla şılmaz biçimde söylenmek; homurdanmak. [DS] batırgan, [bat-malc > bat-ır-gan] {ağız} is. Sazlık; ba taklık. [DS] batırık, -ğı [bat-ır-ık] {ağız} is. 1. Kıyma et, bulgur, soğan, domates, maydanoz, biber, hıyar ile yapıl mış ve haşlanmış lahana veya asma yaprağı ile so ğuk olarak yenilen bir yiyecek. 2. sf. Bozulmuş; ekşimiş. [DS] batırılma, [bat-ır-ıl-ma] is. Batırılmak işi.
batırma, [bat-ır-ma] is. Batırmak işi. batırmak, [eT. bat-ur-mak > bat-ır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Bir şeyin, bir sıvının veya yumuşak bir madde nin içine girmesini ve gömülmesini sağlamak. 2. Batmasına yol açmak. 3. Birini kötülemek. 4. Kir letmek; bulaştırmak. 5. Boşa harcamak; yok etmek; mahvetmek. batısık, [bat-ı-sık] {eT} is. Batı; garp. [ETY] S batısık kün, {eT} G üneşin battığı y e r ; batı uçtaki top raklar. [ETY] batış, [bat-ış] is. 1. Batmak işi ve biçimi. 2. Bir gök cisminin ufuktan kaybolması, batiye, [Far. bat (içki sü rahisi) > Ar. bâtıyye 4J=l] (ba:tıye) {OsT} is. 1. Ağzı geniş iki kulplu kadeh. 2. Göğün güney yarım küresinde yer alan bir yıldız kümesi. bati1, -i’i [Ar. batâ’et (yavaşlık) > batî1
batiha, [Ar. bathâ’ (sazlık, çakıllık) > batıha (ba ti.h a ) {OsT} is. 1. Sazlı dere. 2. Çakıllı dere ya tağı. batik1, -ki [Ar. batik jtl>] (b a .tik , k kalın söylenir) {OsT} sf. Keskin. batik2, -ği [Cava d. batik (ben ekli)] is. 1. Uzak doğu ya ait, bir kumaş veya derinin üzerine çizilmiş de sen ve resimlerden bir kısmının renk emmemesi için balmumu ile kapladıktan sonra diğer kısımla rının boyanması ve mum kazındıktan sonra bu kez boyalı yerlerin mumlanması ve diğer kalan yerleri nin boyanması şeklinde devam ederek boyama yo lu ile elde edilen kumaş boyama yöntemi. 2. Bu yöntemle boyanmış kumaş. 3. sf. Bu tür boyanmış kumaştan yapılmış, batikleme, [batik-le-me] is. Batik usulü ile boyama, batikula, [İt. batticulo] (b a ’tikııla) dnz. Direği yukarı çekmekte kullanılan halat, batim etri, [Fr. bathymétrie] is. Deniz derinliğini ölç me işi; derinlik ölçümü. batin, [Ar. batın > batın jJa J (ba:ti:n , t k alın s ö y le nir) {OsT} sf. 1. Büyük karınlı. 2. İyi doldurulmuş. 3. Gizli, uzak yer. b a tir1, [Ar. batir
batırılmak, [bat-ır-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 1. Batırmak eylemi yapılmak. 2. Kendisine batırmak eylemi uygulanmak,
(bati:)
(bati:h, t v e h kalın söylen ir)
{OsT} sf. (Kişi için) zengin,
(bati.r, t kalın söylen ir) {OsT}
is. Nalbant. batir2, [Ar. bâtir y'L>] (ba ti.rj {OsT} sf. (Kılıç için) keskin. b atir3, [Far. bâtir yl>] (ba:tir) {OsT} is. Turna. batire, [Ar. bâtire oyi] (ba:tire) {OsT} is. Keskin kılıç. batisfer, [Yun. bathus (derin) + sphaira (küre) > Fr. bathysphère] is. dnz. Deniz derinliklerini incelemek için kullanılan su üstündeki bir gemiye çelik kablo ile bağlı dalma küresi, batiskaf, [Yun. bathus (derin) + skaphe (kayık) > Fr. bathyscaphe] is. dnz. Deniz derinliklerini incele mek amacıyla geliştirilmiş bir çeşit insanlı balon, batist, [Fr. batiste] {OsT} is. İnce dokunmuş kumaş; patiska. batiş, [Ar. batş > batîş J ^ h ] (bati:ş, t kalın söylen ir) {OsT} sf. Sertlikle hareket eden; şiddetle davranan, batkak, -ğı [bat-(ı)k-ak?] {ağız} is. Çamur ve su bi rikintisi. [DS]
O lltlim t SÖZLÜK.
BAT
batkı, [bat-kı] is^Borçlarm ı ödeyememe durumu; batkınlık; iflas, batkın, [bat-mak > bat-km] sf. 1. Borçlarını ödeye mez durumda olan; iflas etmiş, müflis. 2. {ağız} (Ekin için) İyi gelişmemiş. [DS] batkınlık, -ğı [bat-kı-n-lık] is. 1. Borçlarını ödeye meme hâli. 2. Bu durumu mahkeme kararı ile tespit ve ilan edilmiş tüccarın durumu; iflas. b atlak 1, -ğı [bat (yans.) > bat-lak] {ağız} is. Patlamış mısır; patlak. [DS] batlak2, -ğı [Ar. batt => bat-lak] {ağız} is. 1. Büyük şarap fıçısı. 2. Testi. [DS] batlam ak, [bat-la-mak] {eT} gçl. f . f r ] Kolalamak. [DLT] batlangaç, -cı [bat (yans.) > bat-lan-gaç] {ağız} is. Ço cukların ağaçtan yaptığı tabanca; patlangaç. [DS] batlangıç, -cı [bat (yans.) > bat-lan-gıç] {ağız} is. Pat langaç. [DS] batlı, [bat-lı] {ağız} sf. Kısa boylu; bücür; bodur. [DS] b atm a1, [bat-ma] is. 1. Batmak eylemi ve durumu. 2. Yıkılma ve çökme; yok olma; inkıraz. 3. Bir gök cisminin ufkun altına geçmesi. b atm a2, [Yun. patne] {ağız} is. 1. Yemlik; ahır yem liği. 2. Testi. [DS] batm ak, [bat-mak
/ jîl>] gçsz. f . [ - a r ] 1. Bir
sıvının veya yumuşak bir maddenin içine girmek; gömülmek. {eAT} (aynı) 2. Dibe inmek; dibe çök mek. 3. (Gök cisimleri için) ufuk çizgisinin altına geçmek. {eT} (aynı) [Gabain] [ETY] [EUTS] 4. Zararlı çıkmak; iflas etmek. 5. Kirlenmek; bulaşmak. 6. Saplanmak. 7. İncitmek; dokunmak; acıtmak; batar gibi ağrımak, {ağız} (aynı) [DS] 8. Huzursuz ve te dirgin etmek. 9. Hoşuna gitmeyecek durumla karşı laşmak; gücüne gitmek; ağır gelmek. 10. m ecaz. Hayal ve düşünce âleminde olmak; dalmak. 11. m ecaz. Çok daha kötü durumla karşılaşmak. 12. {eT} Gözden kaybolmak. [DLT] 13. (Giyecek, kap vb. için) kirlenmek; kir bulaşmak. 14. {ağız} (Ürün için) çok olmak. [DS] S bata çıka, G ü çlü kle; z o r lu kla; sü rü klen erek,|| batıp bulanmak, T epeden tırn ağ a kirlenm ek, bulaşmak.\\ batıp çıkm ak, Suya ç a b u c a k g irip çıkm ak. batm an, [eT. bat-mak > bat-man [Clauson]] is. 1. Miktarı yer yer 2,5 kg. ile 10 kg. arasında değişen eski bir ağırlık ölçüsü birimi. 2. {ağız} Bir batmanlık tahıl ekilebilen veya o kadar mahsul alınabile cek genişlikteki arazi alanı birimi; 200 m2’lik arazi ölçüsü. 3. [DS] {eT} Ölçek. [EUTS] [DLT] 4. {ağız} Büyük çömlek. [DS] 5. {ağız} Büyük su testisi. [DS] 6. s f Büyük; ağır, ö batman buçuk, {ağız} D uvar örülürken düzgün ta şlar a ra sın a kon ulan irili ufak lı taşlar. [DS]|| batm an helkesi, {ağız} Yağ, p ek m ez vb. kon ulan üstten kulplu büyük b a k ır k a p ; b akraç. [DS]|| batm an taşı, {ağız} Y ağhan elerde kan tardaki
topun y erin e kullanılan taş; k an tar topu. [DS]|| bat man terazi, {ağız} B ir batm an dan d a h a a ğ ır m ad d eler i tartm akta kullanılan büyiik terazi. [DS] batmanlık, -ğı [batman-lık] {ağız} sf. Ağırlığı bir bat man gelen. [DS] batm ul, [Sansk. pippala] {eT} is. Karabibere benzer bir bitki; dar-ı fülfül. [DLT] batn, -tm [Ar. bata (içte, gizli olm a)
{OsT} is. -*•
batın, fi1 batn-ı kebir, {OsT} Büyük karın. batnen, [Ar. bata > batnen] zf. 1. Karınla, içle ilgili olarak. 2. Soydan, fi1batnen ba’de batnın, {OsT} Soydan s o y a ; kuşaktan k u şa ğ a ; n esilden nesile. batni, [Ar. bata > bataı l_rJ=j] (batn i:) {OsT} sf. Ka rınla ilgili; kama ait. batoloji, [Yun. Battos (k ekem e K y ren e kıralı) > battologia > Fr. battologie] is. 1. Aynı sözün, aynı cümlenin, aynı düşüncenin yararsız biçimde tekra rı. 2. Konuşmada bir söz veya söz parçasının tekra rına yol açan konuşma bozukluğu; kekemelik; ke keleme. batom a, [Yun. patoma] {ağız} is. Tahta taban döşe mesi. [DS] batonsale, [Fr. bâton salé] is. Tuzlu hamurdan ya pılmış ve üzeri susamla kaplanmış ince uzun çu buk. b atos1, [Fr. batteuse] {ağız} is. -*■ batöz. [DS] batos2, [Yun. batos] {OsT} is. Frenk üzümü, batöz, [Fr. batteuse] is. Harman dövme makinesi, batpazarı, [Ar. bâ’it (bayat) + pazar-ı] {ağız} is. Eski eşyaların alınıp satıldığı yer; bitpazarı. [DS] b atrak , [bat-(ı)r-ak] {eT} is. Ucuna ipek parçası ta kılan mızrak. [DLT] batrık, [Yun. patrikios => batrık
{eAT} {OsT} is.
On bin erin komutanı, batruş, [ba-t-(ı)r-uş] {eT} sf. 1. Bulanık. 2. (Çorba vb. için) koyulaşmış. [DLT] batruşm ak, [ba-t-(ı)-r-uş-mak] {eT} işteş, f . [-u r] Birbirini batırmak; batırışmak. [DLT] batsat, [Ar. vakt sâ'at] {ağız} zf. Ara sıra; bazen; sey rek olarak; tek tük. [DS] batsıg, [bat-sığ] {eT} is. Batı; garp. [DLT] batsık, [bat-ı-sık / bat-sık] {eT} is. 1. Batış. [Gabain] [EUTS] 2. Batı. [ETY] 3. Gün batısı. [Tekin] batş, [Ar. batş jîW| {OsT} is. 1. Şiddetle tutma ve ko parma; sert tutuş. 2. Saldırgan güç; şiddet, haşinlik, batt, [Ar. batt J^] {OsT} is. 1. Kaz. 2. Kaz şeklindeki sürahi; su kabı, batta, [Ar. batt > batta 4W] {OsT} is. Kap. b attal1, [Ar. batalet (avarelik, cesaret) > battal JU=t.] (batta:l) {OsT} sf. 1. Cesur, kahraman. 2. İptal edil
g f H .I l g S M .5 0 7
BAV
miş, kullanımdan kaldırılmış. 3. Hantal; biçimsiz. büyük kap. 3. {ağız} Pişmiş çamurdan yapılan yay van kap. [DS] {ağız} (aynı) [DS] 4. İşsiz, {ağız} (aynı) [DS] 5. is. Da irelerde müsvedde için kullanılan bir tarafı parlak batyal, -li [Yun. bathus (derin) > Fr. bathyal] sf. kaba kâğıt. B battal battal, {ağız} 1. B içim sizce. 2. (Deniz için) derinliği 200 m. ile 2000 m. arasında A ğır ağır. [DS]|| battal boy, (K âğıt için) 57x82 cm. değişen. iki kırım lı boyutu. || battal çekmek, İp ta l etm ek. || baud, [Fr. Emile Baudot (m ühendis) > baod] is. Tel battal çizgisi, K ullan ılm az veya g eç e rs iz olduğunu graf haberleşmesinde, mors alfabesiyle bir saniye belli ed en çizgi. || battal etmek, K ullan ım dan k a l de bir aralık gönderilmesine dayanan hız birimi, dırm ak; iptal etm ek. || battal hattı, {ağız} Çift sü baun, [? baun] is. Bir tür iskambil oyunu, rerken o rtay a vurulan derin sa b a n izi. [DS])| battal b a’uz, [Ar. ba‘üz (bau;z) is. zool. Sivrisinek, kâğıt, Çift b o y kâğ ıt.|| battal olmak, K ullan ılm az (bau ;za) is. z oo l. Sivrisi olmak.\\ battal torbası, tar. E skiden dev let d a ir e le b a’uza, [Ar. bacüza rinde işlem i bitm iş ve g eç e rliliğ i kalm am ış olan nek. , evrakın konulduğu, üzerine a y ve y ılı yazılı to rba ; bav1, [eT. boğ-mak > ba-ğ / bav] {ağız} is. 1. Bohça. battaliye. 2. Düğüm; bağ. 3. (Çocuk dilinde) yok. [DS] battal2, [Ar. battal JU y {OsT} is. Kahraman; cesur; bav2, [Moğ. buu / bau] {ağız} is. 1. Ahır. 2. Ahır hay vanı. 3. (Çocuk dilinde) korkunç hayvan. 4. Av yiğit. köpeği, doğan, şahin gibi hayvanları ava alıştırma battaliye, [Ar. battal > battâliyye (batta.Tiye) işi. [DS] {OsT} is. İşi bitmiş evrakların saklanmak üzere içi bava, [? bava] {ağız} sf. Kaba. [DS] ne konulduğu torba, bavagir, [bayagir / bavagir] {eT} is. 1. Hayat. [EUTS] battallık, -ğı [battal-lık] {ağız} is. Alışverişte durgun 2. Kâinat; evren [EUTS] luk. [DS] bavcı, [bav-cı] is. Avcı hayvanları alıştıran, yetiştiren battancılar, [Ar. battâna (çift kat etme, astarlam a) + kimse. T. -cı-lar] (ba tta:n cılar) is. Yeniçeri ocağı için ge baver, [Far. bâver jjl>] (ba ;v er) {OsT} is. 1. Tasdik; irekli olan çuhaları dövüp kaplamakla görevli esnaf nanma. 2. sf. Sağlam; pek doğru, veya köylü. bavılamak, [bav-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)battaniye, [Ar. battana (çift k at etm e) > battâniyye y o r ] Sarkıntılık etmek. [DS] 4jUa;] (batta.n iye) {OsT} is. Yatağın üzerine yorgan bavırm ak, [ba (yans.) > ba-gır-mak > bavır-mak] yerine, bazen de yorganın üstüne konulan çoğun {ağız} gçsz. f . [-ır ] Bağırmak. [DS] lukla yünden dokunmuş kaim örtü, havlam ak, [bav-la-mak {eAT} gçl. f. [- r ] battava, [Far. bâd (yel) + hevâ (olm ayan şey) => Zorlamak; zorla açmak, bedava / battava] {ağız} sf. Parasız; bedava. [DS] battı, [bat-tı] {ağız} sf. Kısa boylu; cüce; bücür. [DS] bavlı, [Moğ. bauli => bavlı J j J is. 1. Köpekleri ava S battı buttu, S a çm a sa p a n ; gelişigüzel. batuk, [bat-uktSj^ / dy'L.] {eAT'} sf. Batmış; müflis. batuluk, [batu-luk
jjU] {eAT} Bataklık.
batun, [but (b a ca k ) > but-un (but ile) > batün / j j l* j j t l ] {eAT} zf. Çabuk; çeviklikle.
alıştırmakta kullanılan içi doldurulmuş yapma kuş. 2. {eAT} sf. Av tutmaya alışmış, alıştırılmış, bavlımak, [bavlı-mak jijL>] gçl. f . [-r ] 1. Köpek ve doğan gibi avcıya yardımcı hayvanları eğitmek, ava alıştırmak. 2. {OsT} gçsz. f . (Tazı için) av tut maya alışmak.
batur, [Moğ. bağatur > batur] {eT} sf. Savaşlarda gü cü ve gözü pekliğiyle üstün gelen; kahraman; yiğit; cesur; bahadır. [ETY]
bavlıtmak, [bavlı-t-mak
baturgan, [bat-ur-ğan] {eT} sf. Saklayan (kimse) [DLT] baturm ak, [bat-ur-mak] gçl. f . [-u r] 1. {eT} {ağız} Gizlemek; saklamak; kaybetmek. [EUTS] [Gabain] [DS] 2. {eT} Bağlatmak. [DLT] 3. {eAT} {ağız} Ba tırmak; sokmak. [DS] 4. {ağız} Kirletmek; pislet mek. [DS] S baturu baturu, {eAT} B a tıra batıra.
bavlumuş, [bav-lu-muş] {ağız} sf. (Kişi için) kurnaz; usta; aldanmaz. [DS]
batut, [bat-ut] {eT} sf. Gizli; saklı. [EUTS] batuta, [İt. battuta] is. müz. Ölçü, batya, [Yun. batheia => batya
/ a-L] is. 1. Ağzı
geniş ve yayvan kap. 2. {eAT} İçine şarap konulan
{OsT} gçl. f . [-u r]
Köpek ve doğan gibi avcıya yardımcı hayvanları eğitmek; ava alıştırmak,
bavnum ak, [bavlı-mak > bavm-mak?] {ağız} dönşl. f . [ - r ] 1. Başkasından görerek yapmak; taklit etmek. 2. (Tazı için) ava alışmak. [DS] bavrık, -ğı [bav-(ı)r-ı-k] {ağız} sf. 1. (Bitki için) verimsiz toprakta yetişmiş ve bakımsızlıktan bodur kalmış. 2. Zayıf; çelimsiz; cılız. [DS] bavrım ak, [bav > bav-(ı)r-ı-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] Bir işte, daha çok hile ve fesat taraflarında pişmek; ustalaşmak; kurnazlaşmak. [DS]
ÜMMKCESÖMİ.
BAV bavşın, [bav-(ı)ş-m ?] {eT} is. Varis; mirasçı. [EUTS] bavul, [İt. / Fr. baule] is. Genellikle yolculukta eşya koymaya yarayan büyük çanta; büyük valiz. 0 ba vul ticareti, G ezi için gid ilen ü lkeye bavu l içinde ticaret eşy ası götürüp sa tm ak ve o ülkeden alm an ticaret eşyasın ın tek ra r bavu llar ile güm rüksüz ve y a ç o k az vergi ile ithali şeklin d ek i dış ticaret.|| ba vul turizm i, S a d e c e alış veriş y a p m a k için y ap ılan gezi. bavullam ak, [bavul-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [l(u )-yor] Abartarak övmek; abartılı salık vermek. [DS] b av u r1, [bağ-ır > bav-ur] {ağız} is. Karaciğer. [DS] b avu r2, [Yun. paguros] {ağız} is. Bir tür yengeç; pa vurya. [DS] bavurçi, [Moğ. ba’urçi] {eAT} is. Aşçıbaşı, bavurya, [Yun. pagurya] is. Bir tür yengeç; pavurya. b ay 1, [bay (yans.)] is. Acıyla yanmayı ya da yalnız yanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] b a y -ır bay-ır. bay2, [eT. bay
(ba:y) sf. 1. {eT} {eAT} {ağız} Zen
gin; varlıklı; ağa. [EUTS] [İKPÖy.] [ETY] [DLT] [Gabain] [Tekin] [DS] 2. {eAT} Ulu; kibar; soylu. 3. {eAT} Temiz. 4. {eAT} Bir şeye ihtiyaç duymayan; müstağni. 5. (Şamanizmde bazı kutsal varlıkların sıfatı olarak) kutlu. 6. {ağız} Geniş. [DS] 7. Bey ve efendi anlamında erkeklere verilen bir unvan, [TBMM Zabıt C. X X IV , 1934, s. 52] (1935). 8. ünl. Adı bilinmeyen erkeklerden bahsederken veya onlara hitap ederken kullanılan bir seslenme sözü. S 1 bay kılmak, {eT} {eAT} Zengin etm ek; zen gin leş tirm ek.|| bay kişi, {eAT} Zengin a d am .|| bây ii gedâ, {OsT} Zengin ve y o ksu l; herkes. baya, [baya] (bay a:) zf. 1. {eT} {eAT} Evvelce; önce den; demin; az önce. [DLT] [Gabain] [EUTS] 2. {ağız} (Zaman ve yol, boy vb. uzunluk için) epeyce; hayli; oldukça. [DS] 3. {ağız} Gerçekten; hakikaten; ciddî olarak. [DS] 4. Muhakkak; mutlaka. 5. Flemen hemen. 6. İnadına. 7. Bayağı, bayadan, [baya-dan / bayağ-dan] (ba y a : ’dan) {ağız} zf. 1. Çoktandır. 2. Çok önceleri; eskiden. 3. Şim diye kadar. [DS] bayağı, [baya (geçen ) + ok (pekiştirm e edatı, iam an , h â l) > bayak > bayakı > bayağı
{eAT} sf. 1.
Önceki; eskisi; eski; evvelki; deminki. 2. zf. Eskisi gibi. bayağıca, [b ay â-ğ ı-caı^ L o ] {eAT} zf. Alelade, bayagılayın, [bayâğı-layın
{eAT} zf. Eskisi gi
bi. bayagir, [? bayagir / bavagir] {eT} is. -*■ bavagir. bayagut, [bay-a-gut] {eT} is. 1. Zengin tüccar; zengin kimse. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. sf. Varlıklı; zengin. [EUTS] bayağdan, [bayağı-dan / bayağ-dan] {ağız} zf. 1.
Çoktandır. 2. Çok önceleri; eskiden. 3. Demin; az önce. [DS] bayağı1, [baya (geçen ) + ok (pekiştirm e edatı, z a man, hâl) > bayak / bayakı / bayağ / bayağı (ön ceki g ibi)] sf. 1. Hiçbir özelliği olmayan; basit; sıradan; adi; alelâde. 2. Düşük nitelikli; kibar değil. 3. Aşa ğılık; pespaye; soysuz. 4. zf. Kötü bir şekilde. 5. {ağız} is. Yorgancılıkta bir dikiş usulü. [DS] S ba yağı kaçm ak, (Söz, davranış, giyim için) y a kışm a mak, uygun düşm em ek, k a b a düşm ek, ayıp sa y ıl m ak:.|| bayağı kesir, mat. P ayı ve p a y d a s ı tam sayı olan kesir. b ay ağ r, [baya (geçen ) + ok (pekiştirm e edatı, z a man, hâl) > bayak / bayakı / bayağ / bayağı (ön ceki gibi)] (b a y a ğ ı) zf. 1. Hemen hemen; oldukça; çok; âdeta; iyice. 2. Pekâlâ; çok iyi. bayağıca, [bayağı-ca] (bayağı'ca) {eAT} zf. Oldukça bayağı; alelâde. bayağılaşm a, [bayağı-la-ş-ma] is. 1. Bayağı durama gelme; bayağı bir hâl alma. 2. Bayağılaşmak işi; adileşme; alçalma; pespayeleşme; basitleşme, bayağılaşmak, [bayağı-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Bayağı bir durum kazanmak. 2. Bayağı bir duruma girmek; alçalmak, pespayeleşmek. 3. Bir takım de ğerleri hiçe sayarak kendini alçaltıcı, küçük düşü rücü ve onur kırıcı davranışlar sergilemek; adileş mek; basitleşmek, bayağılaştırm a, [bayağı-la-ş-tır-ma] is. Bayağılaştır mak işi; âdileştirme, alçaltma, pespayeleştirme, ba sitleştirme. bayağılaştırm ak, [bayağı-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Bayağılaşmasına yol açmak; âdileştirme; alçalt mak; pespayeleştirmek; basitleştirmek, bay ağılayın, [bayağı-layın] {eAT} zf. Eskisi gibi, bayağılık, -ğı [bayağı-lık] is. 1. Bayağı olma hâli; adilik, basitlik. 2. Bayağı birinden beklenebilecek davranış; alçaklık, aşağılık, soysuzluk, bayağınlayın, [bayağı-n-laym] {eAT} zf. -*■ bayağılayın. bayak, [eT. baya (dem in) + ok (pekiştirm e edatı, zam an, hâl) > bayâk ^
/ JIj.I>] (b a y a :k ) zf. 1. {eAT}
{ağız} Demin; az önce; geçmiş olan. [DS] 2. Yuka rıda geçen. 3. {eT} Deminki. [EUTS] 4. Geçen za man. 5. {ağız} Eski. [DS] 6. {ağız} Bayat; taze olma yan. [DS] bayakı, [bayâk > bayâk-ı] (b a y a :k ı) {eT} zf. Demin, az önce. bayakın, [bayâk / bayakı > bayâkı-n] (baya:kın ) {eT} zf. Demin, az önce, bayakleyin, [bayâk-leyin] {ağız} zf. Demin; az önce. [DS] bayaktan, [bayâk > bayâk-tan] {ağız} zf. Biraz önce; demin. [DS] bayakur, [baya-kur] {eT} sf. Varlıklı; zengin. [EUTS]
1 1 1 l i g
BAY
S İ M İ . 509
bayam, [Far. badâm=>badam/bayam ?Lo] is. 1. {eAT} {ağız} Badem. [DS] 2. {ağız} Çağla. [DS] bayamak, [bay-a-mak / bay-u-mak] {eT} gçsz. f i [-r ] Müreffeh olmak; zenginleşmek. [Gabain] bayan, [Sansk. punya > muyan / baym / Moğ. bayan (zengin)] is. 1. Hanım ve hanımefendi anlamında unvan, (1934). 2. Kadınlara seslenme sözü, bayandur, [bayan-dur] {ağız} sf. İyilik yapmayı se ven. [DS] bayar, [? bayar] {ağız} is. Ekilmemiş toprak. [DS] Bayat, [Oğuz, baya > bayâ-t o lo ] (baya:t) {eT} sf. 1. Sonsuz geçmişten beri var olan; kadim. 2. (Tanrı nın "ezelî" sıfatı için) Kadim. [Ytiknekî] 3. is. Ulu Tanrı. [DLT] 4. Oğuzların hâkim boylarından Kayı'dan sonra gelen ve Bozok koluna mensup bir Türk boyu. 5. Tahtacı. bayat1, [Oğuz, bay > bay-at] (baya:t) sf. 1. {ağız} Devletli. [DS] 2. Varlıklı, zengin, bol nimetli. bayat2, [Ar. bâ’it (kuru ekm ek) / Far. beyât / eTbayâ > baya-t] sf. 1. Eski. 2. Tazeliği kaybolmuş. 3. m e caz. Zamanı geçmiş, güncelliğini kaybetmiş olan. 4. Bıktıracak kadar çok söz edilmiş olan. 5. {ağız} İki ayrı cins güvercinin birleşmesinden meydana gelen melez yavru. [DS] S bayat pazarı, B it p a z a rı. bayatı, [Bayatî (B ay atlarla ilgili) > bayatı] is. 1. Azerî edebiyatında yedili hece ölçüsü ile söylenmiş, birinci, ikinci ve dördüncü mısraları kafiyeli ve tek dörtlükten ibaret anonim nazım türü; mani. 2. {ağız} Bayatî makamında okunan şarkı. [DS] 3. {ağız} A ğıt. [DS] bayatımsı, [bayat-ımsı] {ağız} sf. Bayatlamaya yüz tutmuş. [DS] bayati, [Bayat (b ir Türk boyu) > Ar. -ı
(b a v a :-
ti:) is. 1. Bayatlara ait, bayatlarla ilgili. 2. miiz. Türk müziğinde uşşak dörtlüsüne buselik beşlisi katılmak suretiyle meydana getirilmiş bir makam. bayatiaraban, [Ar. bayatî + 'araban
(ba-
y a :ti:a ra b a :n ) {OsT} is. 1. Bayatlara ait Arap usulü. 2. miiz. Türk müziğinde Araban ve Bayati makam larının birleştirilmesi ile meydana gelmiş bir birle şik makam, bayatibuselik, -ği [bayatı + büse-lık (b a y a :ti:b u :selik) {OsT} is. 1. Bayatlara ait buselik usulü. 2. müz. Türk müziğinde Zekâi Dede'nin bul duğu Bayati makamının buselik beşlisi veya dört lüsü ile sona eren bir birleşik makam, bayatikürdi, [bayatı + kürdî
(bay a:ti:kiir-
di:) {OsT} is. 1. Bayatlara ait Kürt usulü. 2. miiz. Türk müziğinde Bayati makamının Kürdi dörtlüsü ile sona eren bir birleşik makam, bayatlama, [bayat-la-ma] is. Bayatlamak işi.
bayatlam ak, [bayat-la-mak] gçsz. f. [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Yiyecekler) zaman geçmekle tazeliğini kaybet mek, kurumak, bozulmak. 2. (Olaylar, düşünceler vb.) güncelliğini ve önemini kaybetmek; geçerlili ğini yitirmek. 3. m ecaz. Eskimek. bayatlatm a, [bayat-la-t-ma] is. Bayatlatmak işi. bayatlatm ak, [bayat-la-t-mak] gçl. f. [-ır ] 1. Taze iken ttiketmeyip bekleterek bayat duruma getirmek. 2. Bayatlamasına yol açmak. 3. Bozulma başlangı cına kadar bekletmek. bayatlık, -ğı [bayat-lık] is. 1. Bayat olma durumu. 2. Bayat olan şeyin niteliği, bayatsı, [bayat-sı] {a ğ ız jsf Bayatlamaya yüz tutmuş; bayatımsı. [DS] bayatsımak, [bayat-sı-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] Bayat lamaya yüz tutmak; bayatlar gibi olmak. [DS] bayatsıtm ak, [bayat-sı-t-mak] {ağız} gçl. fi [ -ır ] Bayatlamasına neden olmak; bayatlatmak. [DS] baybayuk, [bay+bay-uk] {eT} is. Kelebek kuşu. [DLT] baybice, [bay (zengin) + Far. beçe (çocuk) > Çağ. bay beçe] {ağız} is. Büyük adamların eşlerine veri len unvan. [DS] baybunuç, [Ar. bâbıınec] {ağız} is. Papatya. [DS] bayça, [bây-ça
{eAT} sf. Zengin.
baydabalası, [badiye+bala-s-ı] {ağız} is. Yoğurt yapmakta kullanılan iki lcg'lık bakır tas. [DS] baydak, -ğı [Far. payedâk => baydak / boydak / poydalc] {ağız} zfi. İ. Yayan. 2. is. Yaya; piyade. 3. Satrançta piyade adlı taş. [DS] baydalak, -ğı [bayda(k)-lak ?] (ağız) sf. (Kadın için) açık saçık gezen, baydalan, [eT. bayâ-da-leyin / bay-dan] {ağız} zfi 1. Başka zaman. 2. Her zaman. 3. Önceden. [DS] baydang, [bay-dan] (baydan) {ağız} sf. Şımarık; yüz süz. [DS] baydanlanmak, [baydan-la-n-mak] {ağız} d ö n ş l.f. [ır] Şımarmak. [DS] b ayd ara, [bay(ı)-d-ar-a / baydara] is. 1. Eski Türklerde (İskit) ölünün kendisi ile birlikte kesilerek gömülen atları için yapılan heykeller; balbal; tabık. 2. Kurban edilen hayvanın derisi, başı ve kuyruğu ile bir sırığa gerilmiş hâli, baydıl, [bay-(ı)dıl] {ağız} sf. Eğri; yamuk. [DS] S baydıl buydul, E ğ ri büğrü. baydır, [bay-(ı)d-ır / bay-(ı)d-ur] {ağız} sf. Güçlü; kuvvetli. [DS] baydırm ak, [bay-mak > bay-dır-mak] gçl. f [- ır ] 1. Bayıltmak. 2. Bir kimsenin, birisi tarafından bayıltılmasmı sağlamak, bayeste, [Far. bâyeste ^ .l> ] (ba .y este) {OsT} sf. Ge rekli; lüzumlu, bayezit, [Ar. aba (b a b a ) + yezîd -bylı] {eAT} is. Y e zidin babası.
B AY
baygân, [Far. bay-gan ü & y (b a :y g â :n ) {OsT} is. Bekçi; koruyucu, baygaz, [eT. bayık > bay(ı)ğ-az] {ağız} is. 1. Yanlış. 2. zf. Aksine. [DS] baygı, [bay-gıj {ağız} sf. Budala; şaşkın; sersem. [DS]
ÖIÜMUt SÖZLÜK. bayılmak, [bay-mak > bay-ıl-mak joi?.L] g ç s z .f. [-ır ] 1. {eAT} Telaşa düşmek; endişe etmek; üzülmek. 2. Solunum ve dolaşım sürdüğü halde kendinden geç mek; bilincini kaybetmek. 3. Duygu ve hareket im kânını geçici olarak bir süre yitirmek. 4. m ecaz. Aşırı derecede hoşlanmak, beğenmek; hayran olmak. 5. (Çiçek ve sebze için) susuzluk veya sıcaktan te peleri buruşup eğilmek. 6. argo. Para vermek; öde mek. 7. dnz. (Gemi için) herhangi bir sebeple yan yatmak. S1 bayıla bayıla, S ev e seve, isteyerek.
baygın, [bay-gm] sf. 1. Kendisini kaybetmiş durum da. 2. Bayılmış. 3. Birine gönül vermiş, bağlanmış; âşık. 4. {ağız} Yorgun. [DS] 5. zf. Bayılmış hâlde; baygın olarak veya bayılacak durumda. 6. {ağız} is. Halı ve kilim desenlerindeki renk uyumsuzluğu. [DS] S1 baygın baygın, Süzülerek, süzgün süzgün.|| bayıltıcı, [bayıl-tı-cı] sf. 1. Bayıltan. 2. Bayıltacak baygın baygın bakm ak, B eğ en diğ in i b e lli e d e c e k gibi etkide bulunan, ş e k ild e süzgün g ö z ler le bakmak.\\ baygın düşmek, bayıltm a, [bayıl-t-ma] is. Bayıltmak eylemi, Ç o k y oru lm ak; yorgunluktan b a y ılır g ib i olm ak. || bayıltmak, [bayıl-mak > bayıl-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. baygın koku, İnsanı kendinden g e ç ir e c e k k a d a r Birisinin bayılmasına sebep olmak. 2. Bayılmasını g ü z el f a k a t a ğ ır koku. sağlamak; baygın hale getirmek, baygınlaşma, [baygm-la-ş-ma] is. Baygınlaşmak hâ bayım, [bay-ım] {ağız} is Bayılmak eylemi; bayılma; li; baygın duruma gelme, baygınlık süreci. [DS] S bayım bayım bayılmak, baygınlaşmak, [baygm-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Bay 1. S ık s ık bayılm ak. 2. Ç o k arzu etm ek. gın hale gelmek; baygın bir durum kazanmak; sü bayım ak1, [eT. bay (zengin)> bây-ı-mak zülmek.
baygınlık, -ğı [baygm-lık] is. 1. Baygın olma duru {eT} {eAT} {ağız} gçsz. f . [ - ır ] 1. Zengin olmak; varmu; kendinden geçme hâli. 2. Solunum ve dolaşım lıklanmak. 2. Serpilip gelişmek; büyümek. [DS] devam etmekle birlikte bilincin yitmesiyle vücudun bayım ak2, [eT. bağ-mak / bây-mak (sarm ak, b a ğ la kımıldamaması biçiminde kendinden geçme duru m ak) > bay-mak / bay-ımak] {ağız} gçl. f [ - r ] Büyü munun birinci derecesi. 3. Dermansızlık; mecalsiz ile gözünü bağlamak; büyülemek. [DS] lik. S baygınlık geçirm ek, B ilin ci işlem em ek; b a bayın1, [bay-ın] {eT} sf. Koyu kırmızı; gelincik çiçeği y ılm ak^ baygınlıklar geçirm ek, Ç o k fen a la şm a k . || renginde olan. [DLT] baygınlıklar gelmek, Ç o k sık ılm a k bayın2, [bay-m] sf. Şımarık; terbiyesiz; arsız, baygıntı, [bay-gın-tı] is. Baygınlık. S baygıntı bayındır, [Far. pâyan-dâr [Tietze] ? / bayın-dır] sf. 1. gelmek, F e n a lık gelm ek. İmar edilmiş, bakılmış; bakımlı; işlenmiş 2. Güzel foayıcı, [bay-mak > bay-ıcı] {ağız} sf. 1. Uyutucu. 2. ve yaşanabilir durumda olan; mamur; abadan, Kandırıcı. [DS] (1934). 3. {ağız} İyiliği seven. [DS] 4. öz. is. Yirmi bayık1, [eT. bây-ık jj.L.] sf. 1. {eT} (Söz için) doğru; dört Oğuz boyundan Üçoklarm sol koluna mensup gerçek. [DLT] 2. {eAT} Açık; belli; aşikâr. 3. {eAT} bir Türk boyu, {ağız} Gerçek; kuşkusuz; kesinlikle; şüphesiz. [DS] bayındırlaşm a, [bayındır-la-ş-ma] is. Bayındırlaş 4. is. Doğru söz. S bayık bolmak, {eAT} Ç a b a la mak işi. m ak ; g a y ret s a r f etm ek; ç a b a la m a k bayındırlaşm ak, [bayındır-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] bayık2, -ğı [bay-mak > bay-ık] {ağız} sf. Tuzu az ye Gelişip güzelleşmek, imar edilmek, mek. [DS] bayındırlaştırm a, [baymdır-la-ş-tır-ma] is. Bayın bayık3,-ğı [bay-ık] {ağız} sf. Şımarık; arsız. [DS] dırlaştırmak işi. bayık4, -ğı [bay-mak > bay-ık] {ağız} sf. Bayılmış obayındırlaştırm ak, [bayındır-la-ş-tır-mak] gçl. f . [lan; bayılmış halde bulunan; baygın. [DS] S bayık ır] Bir yeri bayındır duruma getirmek; imar etmek, bayık baym ak, {ağız} Bütünüyle ba y m ak ; tam am en bayındırlık, -ğı [baymdır-lık] is. 1. Bayındır olma bayıltm ak. [DS] durumu; ümran. 2. Bayındır hale getirme işi; imar; bayıldan, [bay-ıl-dan] {ağız} is. 1. Karnıyarık. 2. nafıa. S Bayındırlık Bakanlığı, D em iryolu, k a r a İmambayıldı. [DS] yolu, liman, h avaalan ı, b a r a j ve sulanm ^ işlerini bayıldı, [bay-ıl-dı] {ağız} is. Karnıyarık. [DS] yü rü tm ekle g ö rev li d ev let kuruluşu; jNdfta N ezareti, bayılma, [bay-ıl-ma] is. 1. Baygın duruma gelme. 2. N afıa Vekâleti. Kendinden geçme. 3. m ecaz. Çok sevme; beğenme. bayındırm ak, [baymdır-mak] gçl. f . [-ır ] Bayındır 4. Kayıtlı bir sesin okunması sırasında okuma aygı hâle getirmek; imar etmek; mamur hâle getirmek, tında oluşan anza dolayısı ile hız düşmesinin ku lakta oluşturduğu hoşnutsuzluk. 5. {ağız} Sara has bayınık, -ğı [bay-ın-ık] {ağız} sf. (Göz için) baygın bakışlı; süzgün. [DS] talığı. [DS]
BAY
0 l f f i H I i l K M i .s u bayınlanmak, [bay-m-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] 1. Şımarıklık etmek; yüzsüzlük etmek; nazlanmak. 2. Çok söylemek. [DS]
bayi’, -yi’ı [Ar. bey‘ (satm a) > bâyi‘ £.1] (ba:yi) {OsT} is. -*• bayi,
bayi, -yii [Ar. bey' (satm a) > bayi' ^.L] (b a y i) sf. 1. bayınlık, -ğı [bay-m-lık] {ağız} is. Şımarıklık. [DS] Satıcı; satan. 2 is. Bazı ihtiyaç maddelerini üretici bayınmak1, [bay-ıl-mak / bay-m-mak] {ağız} dönşl. f . 1. Bayılmak. 2. Uyumak. 3. Kendini bir şeye ver firmanın adına izin belgesi alarak sürekli satan kimse ve bu kişinin iş yeri. 3. Gazete, sigara, alkol mek; dalmak. 4. (Hasta için) kendinden geçmek. 5. lü içki gibi şeylerin satıldığı küçük dükkân, Tahammül etmek. 6. g ç l . f a rg o. Vermek; ödemek; bayiiye, [Ar. bayi'iyye 4^.1] (b a ;y ii;y e) {OsT} is. Es bayılmak. [DS] bayınmak2, [bay-(ı)n-ı-mak / bay-ın-mak] {ağız} kiden, gümrük vergisi dışında pazar yerine gönde dönşl. f i [-ır ] 1. Gelişmek, güzelleşmek. 2. Serpilip rilen mallardan alınan bir vergi, büyümek; gürbüzleşmek. [DS] bayik, [Ar. bayi'] {ağız} is. -*■ bayi. [DS] bayır1, [bay-ır (yans.)] is. Yanma, acıma anlatan yan bayilik, -ği [bayi-lik] (ba.yilik) is. 1. Herhangi bir sımalı gövde. 0 bayır bayır, {ağız} B ib e r g ib i a cı malın sürekli satıcılığı. 2. Bir yerde bir firmanın a cı y a n arak. [DS] mallarını satma ve dağıtma işi. 3. Bayilik işinin bayır2, [Ar. bâir ? > bayır] is. 1. Küçük yokuş; küçük yapıldığı bina, yamaç. 2. Yüksekliği fazla olmayan tepe ve yamaç. bayin, [Ar. beyn (ara) > bâyin jj.l] (ba.yin ) /OsT} sf. 3. {ağız} Kıraç tarla; kır. [DS] 4. {ağız} Asma yetiş Ayıran; ayırıcı; aralayan, tirmeye uygun toprak. [DS] 5. {ağız} Otlak. [DS] 0 bayıra sarm ak , {ağız} 1. B ay ıra çıkm aya b a ş la bayir, [Ar. ber (kazm ak) > bâyir / bâyire y.l> / oyl] m ak; ba y ıra çıkm ak. 2. (İş için) z orlu ğ a u ğ ram ak; (ba.y ir) {OsT} is. Sürülmemiş, sert toprak, sa rp a sarm ak. [DS]|| bayır aşağı, Y am açta tepeden bayist, [Far. bâyist c —ol>] (ba.yist) {OsT} is. Vacip. aşağı doğ ru ; iniş. ||bayır kuşu, zool. S in ek kapan S bayist olmak, {ağız} S eb ep o lm a k; illet olm ak. gillerden a ğ a ç la r a yu va yapan , m eyve ve sin eklerle [DS] beslenen, ötücü ve iri b ir ku ş; ça lı bülbülü, (Sylvia
.
hortensis). ||bayır taşı, {ağız} K a t k at o la n ve k olay kırılan b ir tür taş. [DS]|| bayır turpu, 1. bot. Turp gillerden k ö k le ri s o fr a la r d a çeşni, ç iç ek le ri ve y a p rakları h a lk h ekim liğ in de id ra r artırıcı o la r a k kul lanılan bütün ılım an b ö lg e le r d e k ök lerin i b ıç a k la p a r ç a la r a a y ır a r a k to p ra ğ a g ö m m ek su retiyle y e tiştirilen otsu bitki; e ş e k turpu; y a b a n turpu; k a r a turp, (A rm oracia lap ath ifolia). 2. m ecaz. K a b a ve saygısız erkek. || bayır yukarı, Y am açta y u k a rı te p ey e doğ ru ; yokuş. bayırcık, [bayır-cık] is. Küçük tepe, bayırcın, [bayır-cm] {ağız} is. zool. Bir tür tarla kuşu; bayır kuşu. bayırdamak, [bay-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [d(ı)-yor] Yanar gibi acımak. [DS] Bayırku, [bay-ır-ku] {eT} öz, is. Bir Oğuz boyu. [Ga bain] bayırlaşma, [bayır-la-ş-ma] is. Bayırlaşmak işi. bayırlaşmak, [bayır-la-ş-mak] gçsz. f . [-ır ] 1. (Yol ve yüzey şekli için) git gide dikleşmek, yokuş ol mak. 2. (Arazi için) aşınma sonucu bayır hâle gel mek. bayırtı, [bay-ır-tı] {ağız} is. Yanma acısı. [DS] bayıtmak, [bay-ı-t-mak
{eAT} gçl. f i [-u r] Bi
rinin zengin olmasını sağlamak; zengin etmek, bayıvermek, [bay-mak + ver-mek] gçsz. fi. [-ir ] Razı olmak; kabul etmek. bayız, [Ar. bayız layan; yumurtlayıcı.
(ba;y ı;z) {OsT} sf. Yumurt
bayiste, [Far. bâyiste
(ba.yiste) {OsT} is. Ge
rekli; zaruri; lüzumlu. S bâyiste-i hestî, {OsT} Cen ab-ı H ak. baykar, [Ar. baykar
is. Dokumacı; bez ve kumaş
dokuyan kimse; çulha, baykara, [Ar. baykara oyLj {OsT} is. 1. Helak olma; mahvolma. 2. Böbürlene böbürlene, salma salına yürüme. 3. Malı çok olma. 4. {ağız} sf. Soytarı; maskara. [DS] baykı, [bay-kı] {ağız} is. Kırlarda dolaşan ve insana yarı alışık olan hayvan. [DS] baykımak, [bay-kı-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] Kaçmaya hazırlanmak. [DS] baykır, [bal-kı-r / bay-kı-r] {ağız} is. Ay ışığı. [DS] baykuş, [bay-kuş] is. 1. zool. Geceleri kemirgenleri avlayarak tarıma büyük ölçüde yararlı, kulak yerine tepesinde iki sorgucu bulunan bir gece yırtıcı kuşu; kukumav, (Asio otus) 2. m ecaz. Uğursuz; sersem; aptal. 3. argo. Polis. S baykuş bacağı, {ağız} H a fif bulutlu h a v a ; yağm u r y a ğ m a sı m uhtem el hava. [DS]|| baykuş gibi, U ğursuzluk g etird iğ i sanılan k iş iler e söy len en söz. baykuşgiller, [bay+kuş-gil-ler] is. zool. Çeşitli bü yüklükte kukumav, puhu gibi gece yırtıcı kuşlarını içine alan familya, baylan, [? baylan] {ağız} sf. 1. Şımarık; çok yüz bulmuş. 2. Nazlı; işveli. 3. Densiz; yaramaz'; şirret. 4. Sebatsız. 5. Tembel; işsiz güçsüz. [DS] baylanlık, -ğı [baylan-lık] is. Naz; işve; şımarıklık.
iie m e
BAY baylanm ak, [bay-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Nazlanmak. 2. Şımarmak. 3. Keyiflenmek; zevk lenmek. [DS] baylık, -ğı [bay-lılç jkl>] {eT} {eAT} is. 1. Zenginlik, 2. {ağız} Mutluluk; huzur; ferah. [DS] 3. {ağız} Er keklik. [DS] baym ak1, [bay-mak] g ç l.f. [ - a r ] 1. Bayıltmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. Midede ezinti yapmak. 3. {ağız} (Y i yecek için) mideye bulantı vererek halsiz bırak mak. [DS] 4. (Özü için) acımak; çok acımak. 5. (Olumsuz biçimde) kıyamamak; acısına dayanamamak. 6. {ağız} Bir acıya tahammül göstermek; katlanmak; dayanmak; özü götürmek; bakabilmek. [DS] 7. {ağız} Can sıkmak; bıktırmak; üzmek; ca nından bezdirmek. [DS] 8. {ağız} (Eşya için) eskiye rek biçimi bozulmak. [DS] baymak2, [eT. bağ-mak (sarm ak, ba ğ lam ak ) > bay mak] g ç l . f [ - a r ] 1. {eT} Kelepçelemek; bağlamak; bent etmek; ipe vurmak. [EUTS] [ETY] 2. Aldat mak; kaşla göz arasında yapıvermek. baym ak', [bay > bay-mak ^.L] {eAT} g ç s z .f. [ - a r ] 1. Kanmak; inanmak; kanaat getirmek; tatmin olmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. {ağız} Gelişmek, gürbüzleş mek; neşv ü nema bulmak. [DS] 3. {ağız} (Hayvan tırnağı için) uzamak. [DS] 4. {ağız} Kurtulmak. [DS] baymal, [Far. pây-mâl (a y ak altında) ?] {ağız} sf. (Kişi için) yürürken ayak uçlarım içeri doğru ba san. [DS] baymaşık, -ğı [bay(ı)m-aş-ık] {ağız} sf. Gevşek; uyu şuk; ağır. [DS] baynak, [ban-ak / bayn-ak / may-âk] {eT} is. Pislik; gübre. [DLT] baynam ak, [ban-la-mak (ötm ek) > baynamak ?] g ç s z .f. [ - r ] (Horoz) ötmek, baynım ak, [bay-m-a-mak > baym-mak] dönşl. f . [-r] 1. Hayatta iken iyilik görmek. 2. Zengin olmak. 3. Muradına erişmek; mutluluğa ulaşmak; arzularına kavuşmak. 4. {ağız} Çelimsizlikten kurtulup geliş mek, büyümek; kendini toplamak. [DS] paypas, [İng. bypass] is. Yan geçiş; yan bağlantı, b ayra, [Yun. barea] {ağız} is. 1. Büyük çekiç; demir ci çekici; varyoz. 2. Araba tekerleğinin ortasına geçirilen içi delik demir; kovan. [DS] bayrak, -ğı [eT. bat-ır-mak > bat-rak (m ızrak) > badrak / Soğd. bad-ralc ? > bayrak
ju] is. 1. Bir mille
tin kendine sembol olarak seçtiği işaret ve renkler den meydana gelmiş, bir gönderin ucuna takılı, top lumun birleşme sembolü olarak kullanılan, manevi değeri yüksek kumaş parçası; sancak. {eAT} (aynı) [DLT] 2. Bir askerî birliğin, bir kuruluşun renkleri ni, alametlerini taşıyan ve bayrak gibi kullanılan sembolü. 3. m ecaz. Önder. 4. Benzerlerini temsil edebilecek nitelikte olan; sembol. 5. Eskiden bu günkü tabur karşılığı olan askerî birlik. 6. Baklagil
so m .
lerin çiçeğinde en üstte bayrak gibi dik duran taç yaprak. 7. Bağ budarken omcaların en üstünde bı rakılan dört ila on gözlü çubuk. 8. {ağız} Uçurtma. [DS] 9. {ağız} Tahıl biçilirken arada biçilmeyerek kalan buğdaylar. [DS] 10. {ağız} fo lk . Köy düğünle rinde, düğün evini gösteren değişik renk ve biçim lerdeki kumaş parçası. [DS] ö 1 bayrağı indirmek, B ay rağ ı çek ili olduğu d irek veya g ön d erd en a l m ak]] bayrağı yarıya indirmek, M illî y a s ilan ed i len gü n lerd e ba y ra ğ ı d ireğ in y a rısın a k a d a r inmiş o la r a k çek ili bırakmak.\\ b ayrak açm ak, 1. G önül lü a s k e r top lam ay a çalışm ak. 2. Ö nderlik etm ek. 3. A yaklanm ak, isyan etm ek. 4. {ağız} Yüz bulup ş ı m arm ak. [DS]5. Iş sa h ib i olm a k .|| b ayrak askeri, E skiden halktan toplanm ış gönüllü a s k e r le r e veri len ad. ||b ayrak asm ak (çekmek), 1. B ay rağ ı d ire ğ in e veya g ö n d er e ta k a ra k yükseltm ek. 2. E g em en liğini ilan etmek.\\ b ayrak çeken, {ağız} B ir toplu luğun için e f e s a t k arıştıran ; kavgayı kızıştıran. [DS]|| b ayrak dikmek, 1. U cunda b a y ra k asılı olan g ö n d eri veya m ızrağı y e r e sap lam ak. 2. {ağız} B ü tün ekin leri biçip bitirm e sıra sın d a ta rla sa h ib in den ba h şiş a lm a k için b ir tutam ekin bırakm ak. [DS]|| b ayrak direği, B a y r a k çek ilm esi g er ek en b i na ve ku ru m larda bay rağ ın çek ild iğ i uzun g ön d er. || b ayrak donanm ası, B a y ram lard a g em ilerin büyük b a y ra k la rla süslenm esi. || b ayrak ekmeği, {ağız} fo lk . Düğünün ilk günü y en en y em ek. [DS][| bayrak gibi, 1. U zaktan kendini b e lli e d e c e k şekilde. 2. G üneşte yan m aktan d olay ı yüzünün ve derisinin ren g i kızarm ış olan. 3. P a r la k kırmızı. || bayrak göstermek, 1. G em ilerin k arşıla şm ala rın d a m illi y etler i belirtm ek için b a y ra k çekm ek. 2. İşa re t b a y ra k la rı g ö s te r e r e k M ors a lfa b e s i ile h a b er le şm ek .|| bayrakları açm ak, 1. B ağ ırıp ça ğ ırm a k ; y a y g a ra etm ek. 2. Ş irretlik etm ek; edepsizlikyapmak.\\ bay rak merasim i, -*■ bayrak töreni.|| b ayrak töreni, M illî M arş eşliğ in d e b a y ra ğ ı g ö n d er e çek m e ve g ö n d erd en indirm e sıra sın d a k i say g ı duruşu. ||bay rak yarışı, spor. 1. A tletizm de d ö rd er k işilik takım la r a ra sın d a 100, 200, 400, 800 ve 1500 m etrelerd e y a p ıla n b ir takım yarışı. 2. Yüzmede d ö rd er kişilik takım lar a ra sın d a (serbest, karışık) 100 ve 200 m etrelerd e y a p ıla n takım yarışı. bayrakaltı, [bayrak+alt-ı] is. Askerlik görevi; ordu hizmeti. bayrakçı, [bayrak-çı] is. 1. Bayrak imal eden ve sa tan kişi. 2. Bayrak taşıyan kişi; bayraktar. 3. Bay rakla işaret veren kişi. b ayrak d ar, [bayrak+ Far. -dâr (taşıyan) jt-üj«] {OsT} is. -*■ bayraktar. bayraklam a, [bayrak-la-ma] is. Arızalanan uçağın pervanelerinin en az direnç oluşturacak biçimde yönlendirilmesi. bayraklaşm a, [bayrak-la-ş-ma] is. Bayraklaşmak işi.
İ M
İ M
«
*513
bayraklaşm ak, [bayrak-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Bir akımm veya kuruluşun önderi durumuna gelmek. bayraklaştırm a, [bayrak-la-ş-tır-ma] is. Bayraklaştırmak eylemi. bayraklaştırm ak, [bayrak-la-ş-tır-malc] gçl. f . 1. Bi rinin bayraklaşmasını sağlamak. 2. Sembol hâline getirmek. bayraklı, [bayrak-lı] sf. 1. Bayrağı olan. 2. Bayrak taşıyan veya gönderine bayrak çekilmiş olan. bayraktar, [bayrak+ Far. -dar (taşıyan) jl-üj«] {OsTj is. 1. Görevi bayrak taşımak olan kişi. 2. Bir hare ketin önderi veya lideri. 3. {ağız} Köy düğünlerini yöneten kişi. [DS] bayraktarlık, -ğı [bayraktar-lık] is. Bayraktarın işi ve görevi. S bayrak tarlık etmek, B ir toplu lu ğa ö n d erlik etm ek, y o l g ö sterm ek ; lid erlik etm ek. ||(bir şeyin) bayraktarlığını yapm ak, B ir görüşün, a k ı mın veya örgütün lid eri olm ak. bayram , [Far. bâdrâm ? > eT. badram (sevinç günü) > bayram
j«] is. 1. Özel eğlence ve tören düzenle
nerek kutlanan dinî ve millî önemi olan gün. 2. m e caz. Sevinç ve neşe. 3. Bir olayı anmak amacıyla yapılan gösteri ve eğlencelerden oluşan resmî tören .ö bayram ağası, Yakınlarını ç o k s e y rek ziy a ret ed en k işi.|| b ayram alayı, tar. im p a ra torlu k dönem inde p a d iş a h la r ın R am azan ve K u rban b a y ram ı n am azların a g id iş ve g elişler i sıra sın d a dü zenlen en tören. || b ayram arifesi, B ay ram d an ön cek i gün. ||b ayram aşı, {ağız} D in î bay ram ların bi rinci günü zengin kişilerin verd iğ i ziyafet. [DS]|| bayram ayı, R am azan dan so n ra g elen şev v al ayı. || bayram bahşişi, fo lk . D in î b a y ra m la rd a e l öp m ey e g elen kü çü klere verilen h ed iy e veya h a rç lık p a r a s ı bayram beyi, {ağız} (K işi için) ç o k y e m e k y e d i ği için sindirim sistem i bozulan. [DS]|| b ayram be yi olmak, {ağız} Ç o k yem ekten dolayı m id esi b o zulm ak; ish a l olm ak. [DS]|| b ayram seyran, {ağız} 1. Ö nem li gün. 2. A ra d a sıra d a . [DS]|| bayram da seyranda, S ey rek o la r a k ; a r a d a bir. || bayram dan bayram a, Ç o k se y rek o la r a k ; n ad iren .|| b ayram etmek, Ç o k sev in m ek.|| b ayram havası, N eşeli ve sevin çli ortam . || bayram koçu, f o l k . O ğlan ta rafı nın nişanlısının a iles in e h ed iy e o la r a k g ö n d erd iğ i ku rban lık k o ç . \\ b ayram koçu gibi, G österişli f a k a t zevksiz b ir ş e k ild e süslenm iş. || b ayram namazı, fo lk . D in î ba y ra m la rd a n R am azan ve K u rban bay ram ların da g ü n eş ufkun üstünde y ü kseldikten so n ra c em a atle kılınan iki re k a tlık ö z e l nam az. ||b ayram şekeri, fo lk . D in î ba y ra m la rd a ö z ellik le R am azan bayram ın da m isa firlere ikram edilen, m isafirliğ e giderken d e h ed iy e o la r a k götürü len şeker.\\ bay ram üstü, B ay ram a yakın, b ir k a ç gün kala.\\ bay ram yeri, B ay ra m la rd a çocu kların eğ len m esi için kurulan eğ len c e y erleri. || b ayram ziyareti, fo lk .
BAY
D inî bayram larda, bayram kutlam ası için y a p ıla n k ısa ziyaret, bayram calık, -ğı [bayram-ca-lık] {ağız} is. 1. Bay ram elbisesi. 2. fo lk . Bayram öncesinde nişanlıların birbirine gönderdiği elbiseler. 3. Mide ekşimesi. 4. Bayramlarda çocuklara verilen hediye. [DS] bayram cı, [bayram-cı] {ağız} sf. Bayram ziyafetine gelen. [DS] bayram i, [bayram + Ar. -î (H acı B ayram Velî y a n daşı)] {eAT} is. Bayramilerin giydiği cinsten kumaş, bayram laşm a, [bayram-la-ş-ma] is. Birbirinin bay ramını tebrik etme, bayram laşm ak, [bayram-la-ş-malc] işteş, f . Birbirinin bayramım kutlamak; tebrikleşmek.
[ -ır ]
bayram lık, -ğı [bayram-lık] sf. 1. Bayramda kullanı lan. 2. Bayramlara özgü. 3. is. Bayramda verilen hediye veya harçlık; bahşiş. 4. {ağız} Süs. [DS] S1 bayram lık ad, B irisi tarafından h a k a ret y ollu söz söylen diğ in de bu sözün ken din e ait olduğunu b il d irm ek için kullanılan ifade.\\ bayram lık ağız, a r go. Küfür. || bayram lık ağzını açm ak, argo. K ü f retm ek; k a b a konuşm ak. bayram üstü, [bayram+üst-ü] is. Bayrama yakın gün ler. bayram üzeri, [bayram+üzeri] is. Bayramı da içine alan günler. b ayraşm ak, [bayram-la-ş-malc > bayra-ş-mak (M evlân a 'nın g er iy e benzeşim y o lu y la türettiği bir k e li m e)] {eAT} işteş, f . [eAT. -ur] Bayram yapmak; eğ lenmek. bayrı, [bay-rı] sf. 1. Çok eskiden var olmuş. 2. Çok eskiden beri var olan; kadim, bayrılık, -ğı [bay-rı-lık] is. Eskiden beri var olma; kıdem. baysal, [bay-sal] sf. Huzur ve refah içinde olan, baysallık,-ğı [bay-sal-lık] is. Huzur ve refah içinde bulunma durumu, baysungur, [bay+sungur] is. Şahin cinsinden yırtıcı bir kuş. bayt, [İng. byte] is. bsy. Bilgisayarlarda bir birim olarak işlenebilen bir rakam, harf veya özel bir işa ret biçiminde gösterilebilen bit’ler kümesi, baytal, [baytal] {eAT} is. Üç yaşını geçmemiş kısrak. b ay tar1, [Yun. hippos (at) + iatros (hekim ) > hippiatros > Ar. beytâr jUa-J {OsT} is. Hayvan hasta lıkları hekimi; veteriner. b aytar2, [bay-(ı)t-ar ?] {ağız} is. Yokuş; bayır. [DS] b aytara, [Ar. baytara °^ko] {OsT} is. Hayvan hekimli ği; baytarlık; veterinerlik, baytaran, [Ar. ‘abaysarân] {ağız} is. bot. Kekik gibi güzel kokulu bir ot; biberiye, (Rosm arinus o ffic i nalis). [DS] baytarın a, [baytar-ı-na] {ağız} zf. Yokuş yukarı. [DS]
BAY
m U K C E U f.
baytari, [Ar. baytar! / baytarıye
/ 4j_,lko] {OsT}
sf. Baytarlıkla ilgili, baytarlık, -ğı [baytar-lık] is. Baytarın işi ve mesleği, bayuk, -ğu [bay-uk] {ağız} sf. Yıkılacak derecede yan yatmış; eğri; eğik. [DS] bayumak, [bay-u-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] Zenginleş mek. [DLT] bayıltmak, [bay-u-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Zengin leştirmek. [DLT] bayzar, [Ar. bayzar jU y ] {OsT} is. 1. Dilcik; klitoris. 2. Sövüp sayma. -baz, [Far. bähten (oynam ak) > baz j l -] (ba:z) {OsT} so n ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere ile oynayan" anlamında birleşik sıfatlar türeten son ek. ba’z, [Ar. ba'z
is. 1. Bölük; kısım. 2. Bir şeyin
küçük bir parçası. 3. sf. Bir miktar; biraz; bir kısım. baz1, [baz (yans.)\ is. Cızırtı ile yanma ya da pişmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] baz-da-m aç, baz- dır-m a, baz-la-m a, baz-la-m aç, baz-la-n -baç. baz2, [baz (yans.)] is. Kızgın nesne üzerine dökülen yağ ve suyun, ya da yaş odunun yanarken çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] baz-la-m ak, baz-ır-damak. baz3, [baz (yans.)] is. 1. Vızıltı sesini anlatan kök. [Zülfıkar] baz baz. 2. is. Sarı renkli, iri bir yaban arısı. baz4, [ba-mak (bağ lam ak) > ba-z] {eT} sf. 1. Bağımlı; tabi. [ETY] 2. Muti. [ETY] 3. Garip; yabancı; yat. [DLT] [ETY] 0 baz kılmak, {eT} B ağım lı kılm ak; eg em en liğ i altına alm ak. [Gabain] baz5, [Fr. base] ıs. 1. Temel; esas. 2. kim. Asitlerle birleştiğinde tuz oluşturarak yansızlaştıran bileşik ler. 3. m ecaz. Taban; dayanak. baz6, [Far. baz j l ] (ba:z) {OsT} is. 1. Doğan kuşu; şahbaz. 2. sf. {ağız} İri; büyük; gösterişli. [DS] <5 bâz-bân, {OsT} 1. D oğ an saklayan . 2. Kuşçu.\\ baz başı, {ağız} Yarı p işm iş kavurm a. [DS]|| bâz-hâne, {OsT} 1. K a fe s kuşlarının üretildiği yer. 2. D oğan k a fe s i.|| bâz-ı bâlâ-pervâz, {OsT} 1. Y ükseklerde uça n doğan. 2. m ecaz. Gücünün üstünde işlere'ka rı ş a n ; yüksekten atan ; p a la v r a c ı.|| bâz-nâm e, {OsT} K uşçuluk üzerine yazılm ış kitap. baz7, [Far. bâz jl>] (ba:z) is. 1. Fark etme; ayırma. 2. Yan taraf. 3. Sel uğrağı. 4. Şarap. 5. Haraç. baz7, [Far. bâz j l ] (ba;z) {OsT} sf. 1. Açık; açıkça. 2. Dönük. 3. (Belirtilen) kulaç kadar. 4. (Belirtilen) karış kadar. 5. İniş; yukarıdan aşağı doğru. S bâzgeşt, {OsT} 1. G eri dönüş; vaz g eçm e. 2. T övbe; pişm an lık. 3. İki kişi a ra sın d a g eçm işte olan kavga, tartışm a vb. 4. tasvfi M ünacat ve m u kab ele ile oku nan dua, kıraa t.|| bâz-geşte, {OsT} D önm üş; vaz g eçm iş; pişman.\\ bâz-gûn, {OsT} 1. Ters dönm üş;
b a ş aşağı. 2. B aştan çıkm ış; a h la kı bozulmuş. 3. Uğursuz.\\ bâz-güşâ, {OsT} İn san d aki iyiyi kötüden ayırt etm e yetisi. || bâz-hâh, {OsT} Aynısı ile g er i isteyen.|| bâz-hast, {OsT} 1. D irilm e; ayaklanm a. 2. m ecaz. K ıyam et.[| bâz-hîz, {OsT} Yeniden k alkm a; kıyamet.\\ bâz-küşâ, {OsT} İn san d aki iyiyi kötüden ayırt etm e y etisi) bâz-m ande, {OsT} 1. G eri k a l mış. 2. Artık. 3. Kurtulmuş. 4. K abiliy etsiz. || bâzmandegî, {OsT} G eri k alm a durum u; gerilik. ||bâzpest, {OsT} 1. Geri. 2. Yeniden. baz8, [Yun. mazi] {ağız} is. Ekmek ya da yufka ha muru. [DS] baz10, [Ar. bâz j l ] (ba;z) zf. 1. Gerisin geriye; geri. 2. Yeni baştan; yeniden; geriye; geri; tekrar, baza, [Am. bardhe] {ağız} is. Yarısı beyaz, yarısı ka ra keçi. [DS] bazal, -li [Fr. basai] sf. 1. Temele ait; temele has; esasi. 2. (Tuz için) bazı çok olan. 3. (Madde için) baz özelliği taşıyan, bazalak, -ğı [Far. baz (doğan) => baz-ala-k] {ağız} is. 1. Küçük doğan. 2. Dişi atmaca. [DS] bazalt, [Fr. basalte] is. Koyu renkli, feldspath sert bir volkan kayası, bazaltik, [Fr. basaltique] sf. 1. Bazalttan meydana gelmiş. 2. Bazaltla ilgili, bazan, [Ar. ba‘z (bir kısım ) > ba'zen
(b a ’zan)
{OsT} zf. -*• bazen, b azar, [Far. bâzâr jljL] (b a :z a :r) {eAT} {OsT} is. 1. Pazar; çarşı, {ağız} (aynı) [DS] 2. Alış veriş yeri. 3. Pazar yeri. 4. {ağız} Haftanın ilk günü; pazar. [DS] 5. {ağız} Alışveriş; ticaret; alım satım işlemi. [DS] 6. {ağız} Pazarlık. [DS] 7. {OsT} Şehirdeki iş ve tica ret merkezi, fi5 b azara komak, {OsT} Satılığa ç ı k arm a k; sa tışa sunmak.\\ b azar avradı, {ağız} H a fifm e ş r e p k ad ın ; aşüfte. [DS]|j b azar başı, {eAT} Ç arşı a ğ a sı; b e led iy e z a b ıta am iri. || bazar(a) dutulm ak, {eAT} (Satılm ak üzere) p a z a r y erin e çıkarılm ak. |j b azar ekmeği, {ağız} 1. Ç a rşıd a satılan ekm ek. 2. in c e ve p işk in p id e. [DS]|| b azar etmek, {OsT} A lışveriş y a p m a k .|] b azar eylemek, {eAT} P a z a r lık y apm ak. \\b azar helvası, {ağız} Tahin h el vası. [DS]|| b âzâr-ı âlem, {OsT} Bütün ça rşı p a za r. \\ b âzâr-ı aşk, {OsT} A şk p a z a rı. || b azarı döndür mek, {eAT} P az arlığ ı bo z m a k .|| bâzâr-ı esb, {OsT} At p a z a r ı.|| b azar itmek, {eAT} P a z a r lık y apmak.\\ b azar kılmak, {eAT} P a z a r lık y a p m a k .|| bazar uşağı, {ağız} (Ç ocu k veya g en ç için) a lışv erişe y a t kın, gözü açık. [DS]|| b azar yiri, {ağız} P a z a r kuru lan yer. [DS] bazargâh,
[Far.
bâzâr-ğâh
olSjjL]
(b a ;z a ;rg â ;h )
{OsT} is. Pazar yeri; çarşı, bazari, [Far. bâzâr + Ar. -I ısJjti] (b a :z a ;r i:) {OsT} sf.
pin mı®i m . s«
BAZ
1. Pazarla ilgili. 2. Çarşıda alınıp satılabilen. 3. is. İş, sanat ve ticaret adamı; tüccar, bazaristan, [Far. bâzâr-istân jU-jljL.] (ba :z a :rista :n ) {OsT} is. Şehrin alışveriş merkezi; çarşı; pazar, bazarlanmak, [bazar-la-n-mak] {eÂT} dönşl. [-u r] Alış veriş etmek, bazarlık, -ğı [bazar-lık] is. Pazarlık. S bazarlığı pi şirmek, {ağız} (Yasa dışı ilişkilerde) an laşm aya varm ak; kadın ve e r k e k a ra la rın d a anlaşm ak. [DS] bazarlıklı, [bazar-lık-lı] {ağız} sf. 1. (Ticaret eşyası için) pazarlık yapılarak alınıp satılan. 2. (Kişi için) alışverişlerinde hep pazarlık yapan. [DS] 3. ( “İ ç ten ” kelimesi ile birlikte) sinsi; art niyet güden, bazbend, [Far. bâzu-bend] {OsT} is. -*■ pazıbent, bazban, [Far. bâz-bân 0^jL>] (b a :z b a :n ) {OsT} is.
b a’zı, [Ar. ba‘z (bir kısım ) + -ı (izafet k esresi) > ba'zı j i ~ ] (ba:zı) {OsT} sf. -» bazı1. bazı1, [Ar. bacz (bir kısım ) + -ı (izafet k esresi) > ba'zı y » ;] (ba:zı) {OsT} sf. 1. Bir kısım; birtakım. 2. Kimi. 3. zf. Arada sırada; bazen; bazı. S bazı bazı, A rad a sırad a, zam an zam an. || bazıları, B ir kısm ı; bazı p a r ç a la r ı; birtakım ; kim isi.j] bazısı, -*• bazıla rı. bazı2, [Yun. pasa / pası] {ağız} is. -*• pazı. [DS] bazıJ, [baz (vans.) > baz-ı] {ağız} is. Bazlama. [DS] bazı’ a, [Ar. bâzı'a] (ba :z ıa) {OsT} is. tıp. Derisi ke silmek üzere olan yara, bazıh, [Ar. bâzıh j o l j (ba;zıh) {OsT} sf. Yüce; yük sek.
Kuşçu; doğancı, bazdamaç, -cı [baz (yans) > baz-da-maç / baz-lamaç] {ağız} is. Bazlama. [DS]
bazik, -la [Ar. bazik Jil>] (ba:zık) {OsT} sf. Akıllı;
bazdar, [Far. bâz-dâr jbjL] (b a :z d a :r) {OsT} is. tur.
bazıma, [baz (yans.) > baz-ı-ma] {ağız} is. Bazlama. [DS]
İmparatorluk döneminde avcı kuşları yetiştirip ter biye eden saray görevlisi, bazdırma, [baz (yans.) > baz-dır-ma] {ağız} is. Baz lama. [DS] bazek, -ği [Far. bâzek i)jl>] {OsT} is. Küçük doğan kuşu. bazen1, [Ar. ba‘z (bir kısım ) > ba'z-en
(ba:zen )
{OsT} zf. 1. Ara sıra; zaman zaman; dembedem; gâh; bazı bazı; vakit vakit. 2. Arada bir; bazı za man; kimi vakit; nadiren. bazen2, [Fr. basin] is. -*■ pazen, bazende, [Far. bâzende o-J^jL;] (ba :z en d e) {OsT} sf. Oynayan; oyuncu, fi3 bâzende-zebân, {OsT} G ev e ze; boşboğaz. bazergân, [Far bâzerğân o\SjjU] (b a :z erg â :n ) {OsT} is. Tüccar. bazergâni, [Far. bâzergânl ^ IfjjL ] (b a :z e r g â :n i:) {OsT} is. Tüccarlık, bazgan, [bas-mak > bas-ğân / baz-ğân] {eT} sf. 1. Basan; ezen. [EUTS] 2. zf. Tazyik ederek. [Gabain] 3. is. Çekiç. 4. Mersin ağacı yemişi. [DLT] 5. Mey ve. [DLT] bazgeşt, [Far. bâz-geşt c~i?jL.] (ba.zgeşt) {OsT} is. 1. Geri dönme; pişmanlık. 2. Gerileme; çöküş. bazgûn, [Far. bâzgün / bâzgüne ûjTjlj / ■üjS'jl]
zeki.
bazınmg, [Ar. ba‘zı + T. -n-ın d lı^ j] (ba:zının) {eAT) zm. Bazısının, bazırdam ak, [baz (yans.) > baz-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-d (ı)-y o r] (Yanmakta olan yaş odun veya üzerine su dökülen ateş, sıcak kül için) ses çıkarmak; cazırdamak. [DS] bazırdatm ak, [baz (yans.) > baz-ır-da-t-mak] {ağız} g ç l .f . [-ır ] Yaş odunu yakarak, ateş veya sıcak kül üzerine su dökerek ses çıkartmak; cazırdatmak. [DS] bazırdı, [baz (yans.) > baz-ır-tı] {ağız} is. Yaş odunun yanarken veya üzerine su dökülen közün, sıcak kü lün, kızgın demirin çıkardığı ses; cazırtı. [DS] bazırm a, [baz (yans.) > baz-ır-ma] {ağız} is. Bazlama. [DS] bazi1, [Ar. bâzı ^iL.] (b a .z i:) {OsT} sf. 1. Beğenme yen; istihfaf eden. 2. Ağzı bozuk; küfürbaz. bazi2, [Far. bâzı ı_sjL>] (b a .z i;) {OsT} is. 1. Oyun; eğ lence. 2. Kandırmaca, hile, c? bâzî-gâh, {OsT} Oyun y e r i; eğ len c e yeri. |j bâzî-gede, {OsT} Oyun, eğ len c e yeri. || bâzî-ger, {OsT} Oyun oynayan ; r a k k a s ; k ö ç e k .|| bâzî-gerî, {OsT} O yunculuk; k ö çe k lik ; çengilik.]] bâzî-güş, {OsT} Şakacı, şen k im se.||bâzîhâne, {OsT} Oyun, eğ len c e yeri. baziçe, [Far. bâzi-çe ^ j b ] (b a :z içe) {OsT} is. 1. Oyun. 2. Oyuncak. 3. Tiyatro oyunu,
(ba:zgû :ne) {OsT} sf. 1. Ters; baş aşağı. 2. Uğursuz; şom.
bazidiyospor, [Fr. basidiospore] is. bot. Bazitli man tarların sporları,
bazgüşa, [Far. bâz-güşâ UJ’j l ] (b a .z g ü şa :) {OsT} is.
baziger, [Far. bâzi-ger] (ba:zig er) {OsT} is. 1. Oyun cu; aktör. 2. Çengi; dansöz,
Ayırdetme yeteneği, bazhane, [Far. bâz-hâne ^U-jU] (b a :z h a :n e) {OsT} is. Avcı kuşların yetiştirildiği yer.
bazik, -ği [Fr. basique] sf. kim. 1. Baz özelliği göste ren. 2. Birleşimindeki baz özelliği tuza göre daha çok olan, ö bazik oksitler, kim. O ksijen bakım ın
o iü ie m ra b i.
BAZ d a n zayıf, su ile birlenince baz, a sitle birleşin ce tuz oluşturan oksitler. bazil, [Ar. bez’l (b o l verm e) > bâzil UiU] (ba:zil)
bazlatm ak, [baz (yans.) > baz-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Yaş odunu yakarak, sıcak nesneler üzerine su dökerek ses çıkartmak; cazlatmak. [DS]
{OsT} sf. 1. Bol bol para dağıtan; para harcayan. 2. Çok cömert, ö bâzilü’n-ni’âm, {OsT} N im etler d ağıtan ; ih sa n lard a bulunan.
bazm ande, [Far. bâz-mânde oJ^jl.] (ba :zm a:n d e)
bazilika, [Yun. basilike (k ra l revakı) > Lat. basilica > Fr. basilique] is. 1. Kral sarayı. 2. Uç kısmında yarım daire şeklinde absid çıkıntısı bulunan dik dörtgen biçimindeki Roma mahkemesi. 3. Ortadaki bölümü yüksek, iki yanları alçak üç bölmeli kilise. 4. Ölçüleri çok büyük olan Katolik kilisesi,
bazname, [Far. bâz-nâme
bazir, [Ar. bâzir jil*] (ba:zir) {OsT} sf. 1. Eken; ekici. 2. Dedikodu yapan; dedikoducu. 3. Geveze, bazit, [Yun. basis (tem el) > Fr. baside] .w. bot. 1. Bazitli mantarların dört spor taşıyan gözle görüle meyecek kadar küçük uzantıdan ibaret üreme orga nı. ö bazitli m an tarlar, bot. S p o rla rı bazitler için d e bulunan b e ş yüz k a d a r cinsi, bin b e ş yüz k a d a r d a türü bulunan m an tar grubu. bazkeşt, [Far. bâzgeşten (dönm ek) > bâzkeşt o-iS'jl.]
{OsT} sf. 1. Geri kalmış; durmuş. 2. Kafasız; yete neksiz; kabiliyetsiz, is. Kuşçuluk ve kuş avcılığı üzerine yazılmış eser, bazpes, [Far. bâz-pes ^ .j^ ] (ba :z p es) {OsT} zf. 1. Geri. 2. Yeniden; tekrar, bazr, [Ar. bazr / bayzar J^i] {OsT} is. anat. Bızır; kli toris. bazrakı, [Ar. bazzâka] {ağız} is. Salyangoz. [DS] bazu, [Far. bâzü jjl>] (ba .z u :) {OsT} is. 1. Kolun dir sekle omuz arasındaki kaslı kısmı; pazı. 2. {eAT} Kuvvet; kudret. S bâzü-dirâz, {OsT} 1. Uzun k o l lu. 2. Sözü g e ç e r ; nüfuzlu. 3. Zalim. 4. M üdahaleci. bazubend,
[Far.
bâzü-bend
(ba:zu :ben d)
{OsT} is. - * pazubent.
(ba:zkeşt) {OsT} is. 1. Dönüş. 2. tasvf. Nakşibendî tarikatında zikir sırasında müritler tarafından gönül dili ile L a ila h eilla lla h dedikten sonra tekrarlanan on bir sözden biri olan "Ya R a b b i benim am acım sensin ve senin rızandır" kelimesi,
bazudiraz, [Far. bâzü-dirâz jljijjlj] (b a :z u :d ira :z ) sf.
bazlam a, [Yun. mazi (hamur) [Tietze] => pazı / baz
bazuka, [İng. bazooka (A m erikalı kom edyen B o b Burrıs'un ta sarlad ığ ı s o b a boru su şeklin d ek i müzik a leti)] (bazo'ka) is. as. 1. İki ucu soba borusu gibi açık, saç boru içinde kendi itmeli roket atan silah; roketatar. 2. spor. Futbolda, çok şiddetli atış ve onun patlama sesi,
(yans.) > baz-la-ma 4İjl>] is. 1. Saçta pişirilmiş ma yalı kaim ekmek; sac pidesi. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Tatlısı bol kaim gözleme tatlısı. b azlam aç, [baz (yans.) > baz-la-mac / jJ-jl] {eAT} is. Bazlama. bazlam acı, [bazlama-cı] {ağız} is. Bazlama yapıp sa tan. [DS] b aziam ak1, [Yun. mazi (ham ur) [Tietze] => pazı > pazı-la-mak / baz (yans.) > baz-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Topak halindeki hamuru kabaca açmak. 2. Acele olarak ekmek pişirmek. 3. Hamuru saca yapıştırmak. 4. Bir şeyi yere yapıştırmak; ya tırmak. [DS] baziam ak2, [baz (yans.) > baz-la-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] (Üzerine su dökülen sıcak nesne veya yanan yaş odun için) ses çıkarmak; cızırda mak. [DS] b azlam bac, [baz (yans.) > baz-la-maç > bazlambac ^jU] {eAT} is. Bazlama. bazlanbaç, -cı [baz (yans.) > baz-la-maç > bazlanbaç] {ağız} is. Bazlama. [DS] bazlanm ak, [baz-la-n-mak] {eTj gçsz. f. [-ur] Ba ğımlı olmak; tabi olmak, bazlaşm a, [baz-la-ş-ma] is. kim. Bir maddenin baz durumuna gelmesi.
1. Uzun kollu. 2. Sözü geçer; nüfuz sahibi. 3. Karı şan; müdahaleci. 4. Zalim, bazuk, -ğu [Far. bazu > bazuk] {ağız} is. Hayvanların kol ve bacaklarındaki kaslar. [DS]
bazuvan, [Far. bâzu-vân jljjjlj] {OsT} is. 1. Kolun üst kısmı ve o bölgedeki kaslar 2. Kol gücü, bazzıldı, [baz (yans.) > baz(z)-ıl-tı] {ağız} is. Yanan yaş odunun veya üzerine su dökülen kızgın nesne nin çıkardığı ses; cazırtı. [DS] be- [Far. be- 4J {OsT} ön ek. 1. Farsça yönelme duru mu eki. 2. ..-e kadar, ff be-ân-şart ki, {OsT} Şu şa rtla k i.|| be-câ, {OsT} Yerinde.|| be-ceyb, {OsT} Y akaya d oğru .|| be-der, {OsT} Dışarıya.\\ be-düş, {OsT} O m za; om u zda.|| be-gâyet, {OsT} Ç o k a şırı; so n derece.\\ be-hakkı, {OsT} ..-in h akkı için.|| behakkı H udâ, {OsT} A llah h akkı için .|| be-hod, {OsT} K en d i b a şın a ; yalnız.\\ be-hükm-i kader, {OsT} Kaderin' hükmüyle.\\ be-hükm-i kadı, {OsT} K a d ı k a r a rı ile.|| be-hükm-i li’llâh, {OsT} A lla h ’ın hükmiince.\\ be-kavl, {OsT} D ediğ in e g ö r e ; sözüne g ö r e .|| be-kavl-i şârî, {OsT} huk. 1. Yasa koyucuya g ö re. 2. K am u oyu na göre.\\ be-kef, {OsT} E l için de; avu çta.|| be-küsiste, {OsT} 1. K opm u ş; kopuk. 2. Çözülm üş; çözük. 3. G evşek. 4. Düşük.\\ be-leb, {OsT} D udakta}] be-nâm, {OsT} 1. Ünlü; m eşhur; nam lı. 2. {ağız} G üzel; iyi; nadide. [DS]|| be-ser,
6 m a iü ff S B M .5 iT
BEB
jOsT} B a ş üstüne. || be-ser ü çeşm , {OsTj B aş(ım ) göz(üm ) üstüne; b a ş üstüne. || be-tahsîs, {OsT} Oz ellik le; hususiyle; hele.
görülen çocuklara alay etmek için söylenir. 3. {ağız} Lale tomurcuğu. [DS] 4. {ağız} Gelincik çiçe ği. [DS]
Be [Fr. béryllium] (beri'lyum ) kim. Özgül ağırlığı 1,85, atom ağırlığı 9,013, ergime sıcaklığı 1215 °C olan berilyum adlı hafif bir metalin sembolü.
bebek, -ği [beb / bebe (yans.) > bebe-k] is. 1. Meme emen küçük çocuk. 2. İnsan şeklinde yapılmış kü çük oyuncak. 3. ünl. Sevgi ifadesi olarak kullanılan bir söz. 4. Gözde irisin ortasındaki siyah kısım. 5. {ağız} Bostan korkuluğu. [DS] 6. {ağız} Yetişkin erkek. [DS] 7. {ağız} Kırşehir'de tek kadın tarafın dan oynanan oyun. [DS] 8. Güzel giyinmiş, süs lenmiş kız. 9. m ecaz. Çok sevilen ve üzerine titre mlen şey. 10. {ağız} Gelişmiş, büyük kene. [DS] S bebek beklemek, (K adın için) doğu rm ak üzere bulunm ak; h am ile o lm ak.|| bebek gibi, 1. D av ra nışları b e b e ğ i andıran. 2. (K ad ın lar için) ç o k gü zel]] bebek oynam ak, O yuncak b e b e k le oynam ak.
be1, [ba / bê / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. 1. (İnsan için) bağırma, seslenme, gevezelik etme, yüksek sesle konuşma ve seslenmeyi anlatan kök. [Zülfikar] be-ğ ir-m ek 2. (Hayvan için) bağırma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfikar] be-le-m ek, be-ğ ermek. 3. ünl. {eTj Koyun meleme sesi. [DLT] be2, [b / be] is. Türk alfabesinin ikinci harfi ö'nin adı. be3, [be] is. 1. "Ey, hey, yahu" anlamlarında diğer ke lime ve cümlelerin anlamım ve duyguyu belirtmek için teklifsiz konuşmalarda kullanılır. 2. Kaba bir hitap için kullanılır. be4, [be (yans.)] (bè) {ağız} is. (Çocuk dilinde) büyük aptes. [DS] be5, [bë] (b e ;) {eT} is. Kısrak. be6, [Far. be -u] {OsTj bağ. 1. Aynı iki kelime arasına girerek ikileme yapar, yan -be-y an (yan yan a), dizbe-diz (diz dize) 2. Aralarının uzak olma durumunu belirtir, a y -b e-a y (aydan aya), k ö y -b e-kö y (köyden köye) 3. Aynı olan iki sıfat arasına girerek anlamı pekiştirir, evvel-be-evvel, ö z-b e-öz beanşart, [Far. be-ân-şart
o t] {OsT} e. Şu şartla
ki. beat, [Amer, beat (vurma, çırpm a)] (bi;t) is. 1. Caz müziğinde ölçünün kuvvetli zamanı. 2. Bir caz ese rindeki ritim şiddeti, beatnik, [Amer. İng. beat génération > beatnik] (bi:tnik) is. 1. Beat kuşağı hareketinden yana olan. 2. Genel davranışları ve hırpani kılığı ile sosyal yapıdan kopma eğilimi gösteren, toplumun dışında bir hayat süren genç, beb, [beb (yans.)] is. Kekelemeyi anlatan yansımalı kök. beb-il-de-k. bebal, [Ar. vebal] (ağız) is. Günah. [DS] beban, [Ar. bebân oL;] (b eb a :n ) {OsT} is.
bebban.
bebban, [Ar. bebân / bebbân o L J (b e b b a :n ) {OsT} is. Yol; yordam; üslup; tarz. S bebbân-ı şiibbân, {OsT} G en çlerin tarzı, yürüyüşü, yolu. bebe1, [bebe(k) / Fr. bébé] is. 1. Bebek; süt çocuğu. 2. Yeni yetişen çocuk; genç. S bebe becik, Ç olu k çocuk. || bebe belik, {ağız} Büyüklü küçüklü ço cu k topluluğu; ço lu k çocuk. [DS]|| bebe çiçeği, {ağız} Papatya. [DS]|| Bebe Ruhî, -*• beberuhi.|| bebe top rağı, {ağız} H öllük. [DS] bebe2, [Çocuk, d. be-be] {ağız} is. 1. Taneli yiyecek maddeleri. 2. Tohum. 3. Keçi pisliği. [DS] bebecik, -ği [bebe(k)~cik] is. 1. Yeni doğmuş; küçük bebek. 2. Büyüdüğü hâlde bebek gibi hareketleri
bebekçe, [bebek-çe] (bebe'kçe) zf. 1. Bebeğe yakışır biçimde. 2. Bebek gibi. bebekleşme, [bebek-le-ş-me] is. Bebekleşmek duru mu. bebekleşmek, [bebek-le-ş-mek] dönşl. f . [ - ir ] 1. Bebek durumuna gelmek; bir bebekten beklenecek türden davranışta bulunmak. 2. Şımarık davran mak. bebeklik, -ği [bebek-lik] is. 1. Bebek olma durumu. 2. Yeni doğan çocuğun sürekli olarak yetişkinlerin bakımına muhtaç olduğu dönem. 3. Bebekçe dav ranış. S bebeklik etmek, 1. Yaşına g ö r e d a h a kü çü klere y a k ışır d a v ran ışlard a bulunm ak. 2. Şım a rık lık etm ek. bebelenmek, [bebe-le-n-mek] {ağız} gçsz. f. [ -ir ] 1. Çocukça davranışlarda bulunmak; çocukluk etmek. 2. Tanelenmek; taneleri meydana çıkmak. [DS] beberuhi, [bebe(k)+ Ar. rühî
^ ] (b e b e n i: ’hi:)
{OsT} is. m ecaz. 1. Sevimsiz, budala ve kısa boylu erkek. 2. öz. is. Karagöz oyununda çok konuşkan, yılışık, başkalarına eziyet etmekten zevk alan, kü lah, salta ve çizme giyen cüce tipi; Altıkulaç, Pişbop. bebga, -a ’i [Ar. bebğâ >1^] (b e b ğ a :) {OsT} is. Pa pağan; dudu. bebgaiye, [Ar. bebğa’ıye
{O s T} is. p sik ol. Pa
pağan gibi anlamsız biçimde konuşma. bebil, [beb (yans.) > beb-il] {ağız} sf. 1. Nazlı. 2. Tombul. [DS] S bebil bebil, {ağız} E tin e dolgu n; tom bul tombul. [DS] bebildek, -ği [beb (yans.) > beb-il-de-k] {ağız} sf. Söylediği tam anlaşılamayan; geveleyerek konu şan. [DS] bebillemek, [beb-il-le-mek] {ağız} gçl. f . f - r ] [-l(i)y o r ] Bir şeyin üzerine fazlaca düşmek; aşırı değer vermek. [DS]
G lÖ M IİİİffS Ü M .
BEB bebillenmek, [beb-il-le-n-mek] {a ğ a } gçsz. f . [-ir ] 1. Büyümek; gelişmek. 2. Birinin sırtından geçinmek; ondan yararlanmak. [DS] bebir, [Far. bebr / bebir _«] {OsT} is. zool. 1. Kaplan, (F elis tigris). 2. Pars; leopar, (F elis pardu s). bebirlenm ek1, [beb (yans.) > beb-ir-len-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] 1. Mırıldanmak. 2. Doyar gibi olmak. 3. Y ere gelişigüzel oturmak; çömelmek. [DS] bebirlenmek2, [Far. bebr > bebir-len-mek] {ağız} gçsz. f [-ir ] 1. Böbürlenmek; gururlanmak. 2. Biri nin sırtından geçinmek. 3. Geçimini sağlamak; ge çinip gitmek. [DS] bebr, [Far. bebr (leo p ar)
{OsT} is. zool. -*■ bebir,
babur. bebük, -ğü [beb-ük] {ağız} is. 1. Bebek. 2. Tomur cuk. 3. Leblebi, mısır gibi kavrulup yenilebilen ta neli yiyecekler. [DS] bec1, [bec (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır ma, kovalama anlatan kök. [Zülfıkar] bec2, [bec (yans.)] is. Mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] b ec-ik-le-m ek. becJ, [Far. bec g j {OsT} is. 1. Su ya da şarap sızıntısı. 2. Ağzın içi; avurt. b eca1, [Far. be- (verm e) + câ (yer) > becâ Uf] (b e c a :) {OsT} sf. 1. Yerinde; uygun. 2. zf. Uygun bir şekil de. 3. is. Karaca; geyik, ö becâ-nâ-becâ, {OsT/ Yerli ve y er siz ; iyi v e kötü; uygun ve uygunsuz. beca2, -a ’i [Ar. becâ1 *Lf] {OsT} sf. Geniş; bol. becalet, [Ar. becâlet cJU :] (b e ca :let) is. 1. Flaşmetli olma; 2. Heybetli oluş, becana, [Sırp, bezanija (kaçış y eri) ? > becene] {ağız} sf. (Yapı için) yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuş; harabe. [DS] becanalık, -ğı [becana-lık] {ağız} is. Korkunç yer. [DS] becanibi, [Far. bicânibi becari, [Ar. becârı
(b e c a : ’nibi) sf. Uysal, (b e c a :r i:) sf. Belalı; talih
siz. becayiş, [Far. be-câ-yiş ^ .U r] (b eca.y iş) {OsT} is. 1. Karşılıklı yer değiştirme. 2. huk. Kadroları aynı olan iki devlet memurunun karşılıklı olarak yer değiştirmesi. S becayiş etmek, K a rşılık lı y e r d e ğiştirm ek. becbece, [Ar. becbece
{OsT} is. 1. Çocuğu eğ
lendirmek ya da uyutmak için söylenen ninni ya da hokkabazlık. 2. Çocuğu eğlendirmek; teskin etmek. bece1, [Far. baça (çocu k) > beçe] {ağız} is. A n oğulu. [DS] bece , [Ar. bece *£] is. 1. Sivilce. 2. Arpacık, becek, -ği [Far. plçak => becek 2. {ağız} Tülbent. [DS]
{eAT} is. 1. Tül.
becel, [Ar. becel J ^ ] {OsT} is. 1. Yalan; iftira. 2. Şaş ma. becellemek, [becer-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)y o r ] Bir işi başarmak; üstesinden gelmek; becer mek. [DS] becelleşme, [becel-le-ş-me] is. Becelleşmek işi. becelleşmek, [Ar. cedel (çatışm a) > becel-le-ş-mek] g ç s z .f. [-ir ] 1. Uğraşmak; çekişmek. 2. Tartışmak, becen, [? becen] {ağız} is. Tavşan yavrusu. [DS] becene, [Sırp, bezanija (kaçış y eri) => becene -ı^r] is. 1. Ördek avı için yapılmış kulübe; güme, {ağız} (ay nı) [DS] 2. {eAT} Avcı kulübesi. 3. {eAT} Kulübe. 4. Tuzak; pusu. 5. {OsT} Sığınılan gizli yer. 6. {ağız} Issız, tenha ve korkunç yer. [DS] 7. {ağız} Sarp, ka yalık ve taşlık yer. [DS] becenelik, -ği [becene-lik] {ağız} is. Bataklık; sazlık. [DS] beceri, [becer-i] is. 1. Elinden iş gelme; maharet; us talık, (1935). 2. Kişinin yatkınlık ve öğrenme gü cüne bağlı olarak bir işi sonuçlandırma yeteneği; maharet. 3. spor. Vücudun, yapılması zor alıştırma lara yatkınlığı, becerik, -ği [becer-ik] is. -* beceri, becerikli, [becer-ik-li] sf. I. Tuttuğu işi, ustalıkla, anlayışla ve yetkiyle başaran; maharetli; usta. 2. Elinden iş gelen; acar, beceriklilik, -ği [becer-ik-li-lik] is. Becerikli olma hali. beceriksiz, [becer-ik-siz] sf. 1. Yapmak için başına geçtiği bir işi başaramayan; âciz. 2. Elinden doğru dürüst bir iş gelmeyen; kabiliyetsiz; istidatsız, beceriksizlik, -ği, [becer-ik-siz-lik] is. 1. Beceriksiz olma durumu. 2. Elinden hiçbir iş gelmeme, becerlemek, [becer-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)y o r ] 1. Başarmak; becermek. 2. Bulup buluştur mak; elde etmek. 3. Kötü bir işin hakkından gel mek. 4. Irzına geçmek. [DS] becerm e, [becer-me] is. Becermek işi. becermek, [başar-mak > bacar-mak > becer-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Güç bir işi, yolunu bularak başarı ile bitirmek. 2. Başarmaya gücü yetmek. 3. Bir işin üstesinden gelmek. 4. Doğru olarak söyleyebilmek. 5. m ecaz. Bozmak, kirletmek. 6. a rgo. Birini öl dürmek. 7. Birinin ırzına geçmek. 8. Hile ile elde etmek. 9. Büyük aptesini yapmak, becet, [? becet] {ağız} is. zool. Serçegillerden, küçük bir kuş, (P asser). [DS] beci, [be3-ci] sf. 1. Konuşmasında “be”yi çok kulla nan. 2. Ahmak; aptal. becid, -ddi [Far. be- + Ar. cidd
{OsT} is. 1. Cid
dî; gerçek; önemli. 2. {eAT} zf. Çabuk; acele; der hal. 3. {eAT} Bir işin üstüne çok düşen; düşkün. 4. {eAT} Sık sık; sürekli olarak. 5. {eAT} Çok; fazla. 6. {eAT} Gerek; lazım. 7. {ağız} sf. Gerekli; önemli;
ö l« ! M CE SöZbOK » 519
BEÇ
acil. [DS] 8. {ağız} Peşin. [DS] S becid durm ak, {eAT} 1. Ü zerine dü şm ek; ısra r etm ek. 2. A ce le etmek.\\ becid dutm ak, {eAT} - * becid tutmak.|| be cid dutm am ak, {eAT} A ldırış etm em ek.|| becid ol mak, {eAT} Sü rekli ça lışm a k ; üzerin e düşm ek; ıs ra r etm ek.|| becid tutm ak, {eAT} 1. Ü zerine düş m ek; ısra r etm ek. 2. A ce le etmek. becidlemek, [becid-le-mek
{eAT} {ağız} gçl. f .
[-r] 1. Sıkı tutmak; ciddî tutmak; sıkıştırmak. 2. Acele ettirmek; çabuklaştırmak. [DS] becidletmek, [becid-le-t-mek dUJ-bt] {eAT} gçl. f i [-ü r] Hazırlatmak, becik, -ği [bec (yans.) > bec-ik] {ağız} is. Buzağı. [DS] beciklemek, [bec (yans.) > bec-ik-le-mek] {ağız} gçsz. f i [-r] [-lO )-y°r] Mızıkçılık etmek, becil, [Ar. becıl
(b e cid ) {OsT} is. 1. Saygın bü
yük kişi. 2. Gösterişli kimse. 3. Şişman, becir, [Ar. becır j £ ] (b e ci;r) {OsT} sf. Birçok; sayı sız; pek çok. becit, -di [Far. be- + Ar. cidd (ciddiyet) > becid J^r]
çe-i nev, {OsT} 1. Yeni d oğan çocuk. 2. Yeni d o ğ muş yavru. 3. Yeni filizlen m iş bitki; tomurcuk. 4. Yeni ortaya çıkm ış olay.\\ beççe-i tâvüs-i ulvî, {OsT} 1. G ökteki tavusun yavrusu. 2. Güneş. 3. Ay. 4. Gündüz. 5. Ateş. 6. Yakut. beççedan, [Far. beççe-dân j b 4^ü] (b eççed a :n ) {OsT} is. Dölyatağı; rahim, beççegân, [Far. beççe-gân 015^ ] (b eççeg â ;n ) {OsT} is. Çocuklar; yavrular, beçe, [Far. beçe / beççe ^ ] {OsT} is. Çocuk. S beçebâz, {OsT} 1. Ç ocu kla oynayan. 2. Ç o cu k la rla cin s e l ilişkiye giren edilgin eş cin se l erkek. beçedan, [Far. beçe-dân j b ^ ] (b e çed a :n ) {OsT} is. -*■ beççedan. beçedar, [Far. beçe-dâr J s 4=^] (b e ç ed a ;r ) {OsT} is. 1.
Çocuğu olan; yavrusu olan. 2. Gebe; hamile,
beçegân, [Far. beçe-gân ö\S 4^>] (b e çeg â ;n ) {OsT} is. 1. Yavrular. 2. Çocuklar. S beçegân-ı dîde, {OsT} G özyaşları.
{ağız} sf. 1. Çabuk; acele; derhal; 2. Bir işin üstüne beçek, -ği [Far. beçek d U J {OsT} is. 1. Bir tür kesici çok düşen. 3. Sık sık; sürekli olarak. 4. Çok; fazla. alet. 2. Küçük silah, 5. Gerekli, lüzumlu 6. Güç; zor; çetin. [DS] S becit beçel, [beçel] {eT } sf. 1. (Kadın için) sünnet edilme durmak (tutmak), 1. Ü zerine düşm ek, ısra r etm ek. miş. [DLT] 2. {eAT} (Kadın için) büyük bızırlı. 3. 2. A cele etm ek.|| becit olmak, Ü zerine d ü şerek sü (Erkek için) hadım edilmiş. [DLT] 4. (Hayvan için) rekli çalışm ak. iğdiş. [DLT] 5. {ağız} (İnsan için) sakat; çolak; to becitlemek, [becit-le-mek {eAT} gçl. f . [-r ] -»• pal. [DS] 6. {ağız} (Hayvan için) sakat. [DS] becidlemek. beçene, [beçene] {ağız} sf. Gayretli; çalışkan. [DS] becitletmek, [becit-le-t-mek] gçl. f i [ - r ] Hazırlatmak. beçik, -ği [beç (yans.) > beç-ik] {ağız} is. Keçi yavru becra, -a ’i [Ar. becrâ5 tiy~] (b e c ra ;) {OsT} sf. 1. su; oğlak. [DS] (Kadın için) göbeği çıkık. 2. (Y er için) yüksek; te beçin, [Far. büzina > beçin] (be:çin ) {eT} is. May pe. mun. S beçin yılı, {eT} On iki hayvan lı Türk tak Beç, [Mac. bées (bodrum )] öz. is. 1. Eskiden Viyavim inde dokuzuncu yılın adı. na'ya verilen ad. 2. Avusturya anlamında da kulla beçiş, [Far. becest (sıçrayışla)] is. Kımıltı. S beçiş nılmıştır. S Beç tavuğu, z ool. Sülüngillerden kü beçiş, K ım ıl kımıl. çük ve çıp la k başlı, k ıs a kuyruklu, tüyleri beyazBeçkâri, [Mac. Bec (Viyana) + Far. -kâri] (b e ck â :r i:) siyah kırçıllı b ir kuş; K a r ta c a tavuğu, Türk tavuğu, {OsT} sf. (Eşya için) Viyana'dan gelen; Avusturya Hint tavuğu, (N um ida m eleagris). işi. beç1, [beç (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır beçkem, [Far. bickam (at kuyruğu) [Doerfer]] {eT} 1. ma, kovalama anlatan kök. [Zülfıkar] b e ç i beçi. S Alamet; belge. 2. İpek veya yaban sığırı kuyru beçi beçi, {ağız} K e ç i veya k ö p e k ça ğ ırm a ünlemi. ğundan yapılarak savaşta askerlerin taktığı alamet. [DS] [DLT] beç", [beç] {ağız} sf. 1. Aptal; budala. 2. Aklı başında olmayan; deli. [DS] beççe, [Far. beççe / beçe <^] {OsT} is. 1. İnsan veya hayvan yavrusu. 2. Esir çocuk. S beççe-bâz, {OsT} 1: Ç ocu kla oynayan. 2. K u la m p a ra .j| beççe-dâr, {OsT} Ç ocu k sa h ib i o la n ; hamile.\\ beççe-i hor, {OsT} D eğ erli taş.j| beççe-i hflnîn, {OsT} 1. K an lı yavru. 2. Acı g ö z y a şla rı.|| beççe-i hflrşîd, {OsT} 1. Güneşin yavrusu. 2. D eğ er li taş; d eğ erli m aden. || beççe-i küy, {OsT} G ayrim eşru d o ğ a n çocuk. ||beç-
beçkemlenmek, [beçkem-le-n-mek] {eT} dönşl. f . [ür] Savaşta belge takınmak; beçkem takınmak. [DLT] beçküm, [Soğd. ptskup / Far. baçkam [Doerfer]] {eT} is. Evin sofası. [DLT] Beçli, [Mac. Bec (Viyana) + T. -li] sf. Viyanalı; AvusturyalI. Beçlû, [Mac. Bec (Viyana) + T. -lu] {OsT} sf. -*■ Beç li.
BED bed1, -d ’i [Ar. bed’ »Ju] {OsT} is. Başlama; başlayış. S bed’ etmek, {OsT} B aşlam ak]] bed’-i besmele, {OsT} S a ra y d a ş e h z a d eler e verilen ilk oku m a dersi. bed2, [Far. bed x ] {OsT} sf. 1. Kötü. 2. (Ses için) çir
on K i» . huylu; kötü y a ra d ılışlı]] bed-mest, {OsT} 1. Ç o k f e na sa rh o ş olan. 2. K en din i bilm ez d e r e c e d e s a r hoş]] bed-mestî, {OsT} K ötü sarhoşlu k]] bed-mezhep, {OsT} (Kiifür o la r a k kullanılır) kötü m ezhepli; dinsiz.|| bed-m ihr, {OsT} İyilik etm eyen; insani yetsiz]] bed-nâm, {OsT} Adı kötüye çıkm ış; fe n a tanınm ış.|| bed-nesl, {OsT} A slı kötü o la n ; soysuz.|| bed-nigâh, {OsT} K ötü bakışlı]] bed-nihâd, {OsT} K a ra k teri zay ıf; rezil; a slı bozu k; bayağı]] bednljâd, {OsT} Soyu bozu k; a slı bozuk; bayağı]] bednîk, {OsT} İyi kötü.]] bed-niyet, {OsT) N iyeti kötü olan. || bed-nümâ, {OsT} Ç irkin görünüşlü]] bedpesend, {OsT} 1. K ötülükten hoşlan an . 2. K ötü k işi le r c e beğ en ilen . 3. K ötülüğü öv en ; kötülükten h o ş lanan]] bed-peym ân, {OsT} Sözünde, an dın da dur m ayan; sözünün eri olm ay an .|| bed-râh, {OsT} Yolu kötü o la n ; kötü y o la sapan.]] bed-râm , {OsT} 1. Sert b a şlı at. 2. H o ş; latif; y akışıklı. 3. zf. D aim a; sü rekli.|| bed-rân, {OsT} I. İşler i kötü yöneten. 2. Ç apkın k ad ın ; f a h i ş e ; orospu ]] bed-rây, {OsT} K ö tü düşünceli]] bed-reftar, {OsT} H areketi, gidişi kötü olan ]] bed-reg, {OsT} (İnsan, hayvan için) a slı kötü ve huysuz o la n ; kötü y a ra d ılışlı]] bed-reng, {OsT} O rta koyulukta kirli ren k.|| bed-rey, {OsT} D üşü ncesi yanlış, kötü olan ]] bed-rüzgâr, {OsT} Talihsiz]] bed-siğâl, {OsT} F e n a düşün celi; h erkes h akk ın d a kötü söyleyen ]] bed-sîret, {OsT} A hlaksız; kötü huylu]] bed-sirişt, {OsT} Y aradılışı kötü]] bed-sflret, {OsT} Görünümü, biçim i çirkin olan.]] bed-şekl, {OsT} B içim i bozuk]] bed-şükûn, {OsT} Uğursuz]] bed-tali’, {OsT} Talihi kötü o la n ; talih siz.]] bed-tedbîr, {OsT} N iyeti bozu k; isteği kötü o la n .|| bed-ter, {OsT} D a h a kötü ; ç o k kötii; beter.]] bed-tıynet, {OsT} A hlaksız; cinsi, m ayası bozu k.| bed-üslûb, {OsT} K ötü y o lu tutan.|| bed-zebân, {OsT} 1. Ağzı bozu k; küfürbaz. 2. K ötü dil]] bedzehre, {OsT} K o rk a k ; yü reksiz; öd lek]] bed-zinde, {OsT} C ansız; kuvvetsiz.
kin. 3. İşe yaramaz; fena. 4. (Yüz için) somurtkan; asık. 5. zf. Düşmanca. 6. is. Ateş tutuşturmakta kul lanılan yarı yanmış paçavra. S bed-âgâz, {OsT} K ötü ba şla n g ıçlı; kötü b ir şe k ild e başlan ılm ış.|| bed-ahd, {OsT} V erdiği sö z d e durm ayan; y a la n cı]] bed-ahlak, {OsT} A hlakı kötü o la n .|| bed-ahter, {OsT} Talihi kötü]] bed-âhü, {OsT} Z a y ıf k a r a k ter li; kötü huylu.|| bed-alef, {OsT} P isb o ğ a z .|| bedamel, {OsT} İşi v e d avran ışları kötü olan. || bedâmfiz, {OsT} Kötü şey leri öğ ren en ve ö ğ reten .|| bed-asl, {OsT} Aslı, soyu kötü olan.]] bed-üvâz, {OsT} Çirkin sesli]] bed-âyin, {OsT} 1. G elen ek ve g ö ren ek le ri kötü olan. 2. D in î dü şü n celeri aykırı o la n .|| bed-azm â, {OsT} Kötülüğü den en m iş kim se]] bed-baht, {OsT} -*■ bedbaht.|| bed bed, Kötü kötü .|| bed bed bakm ak, B ir kötülük y a p aca km ış g ib i b a k m a k; kötü kötü bakm ak]] bed-bîn, {OsT} -*■ bedbin.|| bed-bfi, {OsT} K ötü kokulu.|| bed-böd, {OsT} Kötü y a p ılı.|| bed-bflk, {OsT} K ötü korkak.]] bed-cins, {OsT} Soyu bozuk; cinsi bozuk]] bedçehre, {OsT} Çirkin yüzlü]] bed-çeşm, {OsT} Kötü g ö zlü ; nazarı değen. ||bed-çihre, {OsT} -* bed-çehre.|| bed-dil, {OsT} K ötü y ü rek li; k o r k a k ; yüreksiz]] bed-dimag, {OsT} İn atçı; m uhteris; kaprisli]] bededâ, {OsT} K a b a davran ışları o la n ; terbiyesiz. || bed-encâm , {OsT} Sonu kötü olan]] bed-endâm, {OsT} Çirkin vücutlu; biçim siz; çarpık]] bed-endîş, {OsT} Kötü niyetli; kötülük yapm ayı düşünen]] bed etmek, {ağız} I. Yanlış yapm ak. 2. F e n a etm ek. [DS]|| bed-fal, {OsT} Uğursuz.|| bed-fercâm , {OsT} Sonu kötü olan]] bed-ferm â, {OsT} K ötü lü k y a p m ayı, gün ah işlem eyi em reden ]] bed-fiâl, {OsT} K ötü işler y ap an ]] bed gelmek, {OsT} Çirkin g ö (b ed a ;a t) {OsT} is. 1. rünm ek]] bed-gevher, {OsT} Özü bozu k; m ayası bedâat, -ti [Ar. bedâ'at b ozu k.|| bed-girdâr, {OsT} K ötü y a ra d ılışlı; kötü Güzellik. 2. Yenilik; özgünlük; orijinallik. 3. Güzel iş le r y ap an ]] bed-güher, {OsT} M ayası bozuk. || söz söyleme. bed-güm ân, {OsT} 1. Şüphelenen. 2. K ötü lü k düşü bedad, [Ar. bedâd (b ed a .d ) {OsT} is. 1. Bölük; nen,|| bed-hâh, {OsT} Birinin veya b ir işin kötülü fırka; parti. 2. Pay; hisse; nasip. 3. Savaşacak ak ğünü isteyen; kötücül]] bed-hâhâne, {OsT} K ötülük ran. isyen e y a k ışır biçim de. || bed-hâl, {OsT} Durumu kötü o la n ; düşkün.|| bed-hisâl, {OsT} K ötü y a r a d ı bedahet, [Ar. bedahet / bedâhe ojsIju / «Ijo] (belışlı]] bed-hû, {OsT} Som urtkan; a s ık suratlı]] bedd a :h et) {OsT} is. 1. Ayan beyan, ortada olma; bel hûy, {OsT} 1. Kötü y a ra d ılışlı; f e n a huylu. 2. K ötü lilik; anlaşılırlık. 2. Ansızın ortaya çıkma; beklen huy. || bed-kadem, {OsT} A yağı uğursuz; k a d em medik olay. 3. man. Açıklık; şüpheden uzak oluş. siz]] bed-kâr, {OsT} K ötü şe y le r y a p a n ; işi ve h a 4. Hazırlıksız konuşabilme yeteneği. 5. Başlangıç. rek e ti kötü olan]] bed-legâm, {OsT} 1. G em alm az, bedaheten, [Ar. bedâheten U*ljb] ( b e d a ;h e ’ten) s e r k e ş at. 2. Söz dinlem ez kim se; serk eş. 3. Ç öl {OsT} zf. 1. Düşünmeden. 2. Ansızın. 3. Hiç şüphe a d a m ı; bedevi]] bed-likâ, {OsT} Çirkin su ratlı; k ö bırakmayacak şekilde açık seçik. tü yüzlü.|| bed-m aâş, {OsT} Geçim i, y a şa y ışı iyi olm ayan ; kötü yaşayan ]] bed-mâye, {OsT} (Kişi bedahş, [Bedahşan (A fganistan'da b ir eyalet) için) huyu bozu k; kötü y a ra d ılışlı; kötü soydan g e {OsT} is. Bedahşan. S 1 bedahş-ı muzâb, {OsT} 1. len ; sütü bozu k; soysuz]] bed-meniş, {OsT} Kötü E rim iş yakut. 2. Şarap.
İffilirü M tM .5 2 1 bedahşan,
[Bedahşan
BED (A fganistan'da
b ir
eyalet)
jlü -Ju ] (b ed ah şa.n ) {OsT} is. Bedahşan'da çıkardan iyi cins, açık pembe yakut, bedahşî, [Bedahşan (A fganistan'da b ir eyalet) > bedahşî] (b e d a h ş i:) {OsT} sf. 1. Bedahşan'a ait. 2. is. Açık pembe yakut, bedaih, [Ar. bedîh>bedâ’ih ‘tî'-)4] (b e d a :ih ) is. Güzel sözler. bedal1, -li [Ar. bedâl J I j J (b ed a :l) is. Karşılıklı de ğişme; trampa; değiş-tokuş; mübadele. bedal2, [Yun. petalion] {ağız} is. 1. Kadınların yüzle rine sürdükleri boya; allık. 2. Gelinlerin yüzlerine yapıştırılan yaldızlı pullar. [DS] S bedal dökmek, {ağız} G elinlerin y ü zlerin e y aldızlı p u l yapıştırm ak. [DS] bedalize, [Yun. petaluda] {ağız} is. Kelebek; pervane. [DS] bedaluşka, [İt. basilisco] {OsT} as. is. Eskiden kulla nılan bir çeşit top. bed’ an, [Ar. bed'ân U-l>] (b e ’da.n ) {OsT} zf. İlk başta; başlangıç olarak, bedan, [Far. bedân oİJu] (bed a:n ) {OsT} is. Kötüler;
bedbaht, [Far. bed (kötü) + baht (talih) > bedbaht cJtju] {OsT} sf. 1. Talihi kötü olan; bahtsız; talihsiz. 2. Felakete uğramış olan. 3. Çok üzüntülü; mutsuz. 4. zf. Keder ve üzüntü içinde olarak; mutsuzlukla. S bedbaht etmek, 1. Ü mitsizliğe düşürm ek. 2. Ç ok üzm ek.|| bedbaht olmak, 1. Ç ok üzücü o la y la r y aşam ak. 3. H ayatı kararm ak. 2. Ü mitsizliğe düş mek. bedbahtlık, -ğı [bedbaht-lık] is. 1. Çok derin bir iizüntü içinde olma; mutsuzluk. 2. Talihi kötü olma; bahtsızlık; talihsizlik, bedbin, [Far. bed (kötü) + bin (gören)
(bedbi:n )
{OsT} sf. Her şeyi olumsuz ve kötü yönlerinden de ğerlendiren; karamsar; pesimist. S bedbin etmek, B irin i üm itsizliğe düşürmek, k a ra m sa rlığ a y ö n elt mek.]] bedbin olmak, B ir şey i olum suz yönlerin den e le a la r a k k a ra m sa rlığ a düşmek. bedbinane, [Far. bedbîn-âne üb-ojo] (bed b i:n a :n e) /OsT} zf. Karamsar biçimde,
çirkin şeyler. bedanet, [Ar. bedânet cJİJo] (b ed a:n et) {OsT} is.
bedbinî, [Far. bedbînî
(b e d b i.n i:) is. Daima
karamsar oluş,
Yağlı ve besili olma; semizlik, bedava, [Far. bâd-ı hevâ 1y* :>L>=> bedava] (b ed a:v a) {OsT} is. 1. Emek vermeden, zahmet çekmeden ka zanılan; beleş; anafor. 2. Kolay bulunan; ucuz. 3. zf. Parasını ödemeksizin; bedelini ödemeden, bedavacı, [bedava-cı] (b e d a :v a cı) sf. Başkalarının yanında beslenen; çalışmadan, emek harcamadan, bedavadan ve çalıp çırpma ile kazanç sağlayan; anaforcu; beleşçi, bedavacılık, -ğı [bedava-cı-lılc] (b ed a:v acılık) is. Be davacı olma durumu, bedavadan, [bedava-dan] (bed a .v a d a n ) zf. 1. Parası nı, bedelini ödemeksizin. 2. Kolayca. S bedava dan ucuz, Ç o k ucuz. bedavet, [Ar. bâdiye (çöl) > bedâvet ojIju] (b e d a :vet) {OsT} is. 1. Boş arazi; çöl. 2. Çölde yaşama; çadır hayatı; bedevîlik, bedavi, [Ar. bedevi > bedâvı lSjIjJ (b e d a :v i:) /OsT) is. Bedeviler; çöl Arapları, bedayi, -yi’i [Ar. bidâ'a > bedayi'
g ü zellikleri.|| bedâyi’-i mâneviye, {OsT} K a v ra m s a l g ü zellik.|| bedâyi’-perver, {OsT} Sanatkâr.]] bedâyi’-pesend, {OsT} G ü zelleri ve g ü zellikleri s e ven. || bedâyi’-şinâs, {OsT) G üzelliği tanıyan; gü z eld en anlayan.
(beda.yi)
/OsT} is. Anamallar; sermayeler, bedayi, -yi’i [Ar. bedi'a (güzel şey) > bedayi' (b e d a y i) {OsT} is. 1. Geçmişte görülmemiş, yeni icat edilmiş güzel şeyler. 2. Güzel konuşmalar. S bedâyi’-âşinâ, {OsT} G üzelliği tanıyan; güzellikten anlayan.|| bedayi’-i âsâr, {OsT} E serlerin gü zellik leri,|| bedâyi'-i lâfziye, {OsT} Ş ekil g ü z ellik leri; söz
bedbinleşme, [bedbin-le-ş-me] is. Bedbin olma; ka ramsarlığa düşme, bedbinleşmek, [bedbin-le-ş-mek] dönşl. f . [ -ir ] Bir şeyi olumsuz yönlerinden ele alarak karamsarlığa düşmek; kötümserleşmek; karamsarlaşmak, bedbinlik, -ği [bedbin-lik] is. Bir şeyi olumsuz yön lerinden ele alış; kötü yönlerini düşünme; kötüm serlik, karamsarlık, beddua, [Far. bed (kötü) + Ar. du‘â (yakarm a) Lp.^] (bed d u a :) /OsT} is. 1. Allah'tan birinin kötülüğe uğraması için dilekte bulunma; ilenme. 2. Kötülü ğünü dilemek; inkisar. S beddua (bedduasını) al m ak, K en disi hakkın da birisinin kötülük d ilem esi n e s e b e p o lm a k.|| beddua etmek, B ir kim senin kö tülüğü için aley h in d e dua etm ek; ilen m ek; intizar etm ek.|| beddua sinmesi, Birinin bedduasından d olay ı işlerin kötü gitm esi. bedel1, [Ar. bedel Jjo] {OsT} is. 1. Bir şeyin yerini tu tabilen; karşılık. 2. Kıymet; değer. 3. Fiyat. 4. Baş kasının yerine, onun parası ile hacca giden kimse. 5. Askerlik görevini yerine getirmek istemeyen lerin devlete ödedikleri para. 6. Eşit; denk. 7. dbl. Bir kelimenin yerine geçebilecek başka bir kelime. 8. {ağız} Bir ücret karşılığı çalışan kimse; uşak; hizmetçi; çoban. [DS] 9. {ağız} Evlenen erkeğin kız tarafına verdiği para. [DS] 10. {ağız} Kendisine mi ras kalan kimse; vâris. [DS] S bedel alm ak, B ir
ÛIÜMIÜMESÛM.
BED
şe y e k a rşılık o lm a k üzere p a r a alm ak. || bedel et mek, 1. B ir şeyi, b a şk a b ir şeyin y erin e geçirm ek. 2. B ir kim seyi, b a ş k a b ir kim senin y erin e tutmak. 3. {OsT} A rm ağan o la r a k dağıtmak.\\ bedel-i m âyetehallel, biy. O rganların h a rca d ığ ı en erjiy e k a r ş ılık o la r a k yen ilip içilen şeyler.\\ bedel-i nakdî, as. Kanun g er eğ in c e a s k e r e a lın a c a k e r m iktarının ordu ihtiyacından fa z l a olm ası durumunda, M illî Savunm a B ak an lığ ın a tanınan y etkiy e g ö r e a sk erlik g örev lerin in bir kısm ı yerin e, g örev in i y ap m ış sa y m a k için alın an p a ra . || bedel kılıç, {ağız} S aban v ey a dövenin okunu boyunduruğa ba ğ lay a n a ğ a ç kısım . [DS]|| bedel olmak, B ir başkasın ın y erin e g eçm ek. || bedel ödemek, K a rşılık ödem ek. || bedel tutm ak, as. K en di y erin e a sk erlik hizm etim y a p tırm ak veya b ir b a ş k a yüküm lülüğü y erin e g etirt m ek üzere b ir b a şkasın ı p a r a ile tutmak. bedel2, [Malay, vettila] {OsT} is. Keyif verici bir madde.
cut k asla rın ı gü çlen dirm e ve sa ğ lığ ı koru m a a m a cıy la a ra ç lı ve a ra ç sız o la r a k h a rek et yapma.\\ be den sakası (sakağısı), {ağız} A tlarda görü len tuzlu balg am h a sta lığ ı; sa k ağ ı. [DS] bed’en, [Ar. bed’an U-iJ ( b e ’d-en) {OsT} zf. İlk başta; başlangıç olarak, bedence, [beden-ce] (bede'n ce) zf. Bedeniyle; vücu duyla; fiilen. bedenci, [beden-ci] is. öğr. argosu. Beden eğitim öğ retmeni. bedene, [Ar. bedene ] {OsT} is. Kurbanlık deve. bedenen, [Ar. bedenen
(bede'nen) {OsT} zf. Be
deniyle; vücuduyla; fiilen, bedenî, [Ar. bedenî ^-l.] (bed en i:) {OsT} sf. 1. Be denle ilgili. 2. Bedene ait. S bedenî zevk, B ed en le alın an m a d d î zevk.
bedenkâr, [Ar. beden + Far. -kâr jbö-b] (b ed en kâ :r) bedelci, [bedel-ci] is. 1. Askerlik görevinin bir kıs {OsT} is. İçi as kürkü ile kaplı ceket, mını bedel ödeyerek yerine getirmiş sayılan kimse. bedenli, [beden-li] sf. 1. Bedeni olan. 2. İri yapılı, 2. Eskiden, askerlerin tayın pusulalarım alıp satan bedennur, [Ar. beden-nur j y jJu] (beden n u :r) {OsT} kimse. 3. {ağız} Para ile kendisine hizmetçi, çırak is. İçi samur kürk kaplı ceket, veya işçi tutan kimse. [DS] 4. {ağız} Bir bedel karşı bedenos, [Yun. petenos] {ağız) is. Horoz. [DS] lığında çalışan kimse; uşak; hizmetçi; çoban. [DS] bedelcilik, -ği [bedel-ci-lik] is. Askerlerin tayın pu bedensel, [beden-sel] sf. Bedene ilişkin, bedenle ilgili. sulalarını alıp satma işi. bedelen, [Ar. bedelen "îIa;] (bede'len) {OsT} zf. Karşı lık olarak; mukabilinde, bedeliç, -ci [Yun. petalitsa] {ağız} is. Taşlı, killi ve kireçli bir toprak tabakası. [DS] bedelize, [Yun. peteluza] {OsT} is. Kelebek, bedelleşmek, [bedel-le-ş-mek d L jd JjJ {OsT} işteş, f . [-ü r ] Eşit olmak; denk olmak, bedelli, [bedel-li] sf. 1. Bedeli olan; bedel ödenmiş bulunan. 2. Paralı. 3. is. Bedelci. S bedelli asker lik, as. A skerlik yükümlülüğünün b ir sü resini dev lete p a r a ö d e y e r e k y ap ılan k ıs a sü reli a sk erlik hiz meti. bedelsiz, [bedel-siz] sf. 1. Bedeli olmayan. 2. Bedeli ödenmemiş bulunan. 3. Parasız. S bedelsiz itha lat, tic. D ev let tarafından resm en döviz tahsis ed il m em iş b ir m alın ithali.
beder, [bed-er / bed-iz] {eT} is. Heykel, bedergâh, [Far. be-dergâh o\Sjju] (b e d er g â .h ) {OsT} is. 1. Kapıya çıkma. 2. İmparatorluk döneminde acemi ocaklarında hizmet edenlerin belli bir süreyi doldurduktan sonra yaya kapıkulu ocağına geçme lerine verilen ad. bedes, [Far. be-dest (elde)] {ağız} is. Deri terbiyesin de, derilerin her gün için bir kere elden geçirilmesi işlemi. [DS] bedest, [Far. b ed esto-Ju ] {OsT} ünl. Elde; elinde. bedesten, [Far. bezzâzistân (bez çarşısı) > bedesten] {OsT} is. Dokuma ürünleri, silah, mücevher vb. de ğerli eşyaların alınıp satıldığı kapalı çarşı. S be desten tellalı, B ed esten d e a ç ık artırm a ile y ap ılan sa tışla rd a tellallık ed en kim se. bed’et, [Ar. bed’et o İJo] (bed-et) is. Başlangıç.
beden, [Ar. beden u-u] {OsT} is. 1. Canlıların maddî
bedeten, [Ar. bed’eten sÎ-l>] (bed-eten ) {OsT} zf. İlk
varlıkları; vücut. 2. insanda kol, bacak ve baş dı şında kalan kısım; gövde. 3. Ağacın dal, budak gibi kısımlarından geri kalan asıl kütük kısmı. 4. Kale duvarı. 5. Oltada fırdöndünün üstünde kalan asıl kısım. 6. Elbisenin gövdeye gelen, kol ve etek hari cindeki kısmı. 7. {ağız} Kışın elbise altına giyilen giyecek; içlik. [DS] S1 beden cezası, İnsan vücudu üzerinde uygulanan cez a .|| bedenden arık, {ağız} Z ayıf; cılız. [DS]|| beden duvarı, Binanın esasım oluşturan a n a duvarlar. || beden eğitimi, eğit. Vü
başta; başlangıç olarak, bedevî, [Ar. bâdiye (çöl) > bedâvet (çö ld e oturm ak) > bedevi
(b ed ev i:) {OsT} is. 1. Çölde, çadırda
yaşayan Arap. 2. sf. Çölle ilgili. 3. İlkel şartlarda yaşayan. 4. {ağız} Huysuz; ahlaksız. [DS] 5. (At için) hızlı koşan. 6. öz. is. Bedevîlik tarikatına mensup olan. S bedevî gömleği, {ağız} Yensiz göm lek. [DS] bedevilenme, [bedevı-le-n-me] {ağız} is. İnsanlıktan çıkma. [DS]
BED
i f f i i r a ı t î a a ı .5 2 3 bedevilik, -ği [bedevı-lik] (b ed ev i.lik) is. 1. Bedevî olma durumu. 2. öz. is. Abbas Seyyit Ahmet'ül-Bedevî'nin 13. yy.da kurmuş olduğu bir Sünnî tarikat,
bedihiyat,
bedeviyane, [Ar. bedevî + Far. -âne
[Ar.
bedıhiyyât oLgjjo]
(bed i:h iy a:t)
{OsT} is. Delil ve ispat gerektirmeyen, apaçık şey ler.
(b ed e-
bedihiye, [Ar. bedîhîyye ^ - b ] (bed i:h iy e) {OsT} is.
vi:y a:n e) {OsT} zf. Bedeviler gibi; çölde yaşayanla ra yakışacak biçimde,
Hazırcevaplılık. S1 bedihiye-gûyân Yeri g eld iğ in d e g ü zel sö z söyleyebilen ler.
bedeviyet, [Ar. bedeviyyet c o j j J is. Bedevî olma
bedihiyet, [Ar. bedîhiyyet o-^.ju] (bedi.:hiyet) {OsT}
durumu; bedevilik; ilkellik,
is. Açıklık; bedihî olma durumu,
bedevre, [Yun. petauron] {ağız} is. 1. Damda üzerine kiremit döşenen tahta. 2. Damda kiremit gibi döşe nen tahta örtü. 3. Keklik tutmak için tahtadan yapı lan tuzak. [DS]
bediî, [Ar. bedc (m eydana getirm ek, y a ra tm a k) >
bedfial, [Far. bed + Ar. fı‘âl JUsju] {OsT} sf. Yara
bediiyat, [Ar. bedfiyyât
bedfiil, [Far. bed + Ar. fı‘l J*sAj] {OsT} sf. Kötülük yapan. bedhah, [Far. bed (kötülük) + hah (isteyen) eU-oJ (bed h a.h ) {OsT} is. Başkalarının kötü olmasını, kö tü duruma düşmesini isteyen kişi, bedi, -di’ı [Ar. bedc (m eydana getirm ek, y aratm ak) > (bed i:) {OsT} sf. 1. Eşi ve benzeri gö
rülmemiş bir şeyi meydana getiren. 2. Yeni icat edilmiş. 3. is. Benzeri görülmemiş şey. 4. Gökleri ve yeri güzelliklerle donatarak yaratan; Allah. 5. Sözün kulağa hoş gelecek ve ruha heyecan verecek biçimde düzenlenmesini ele alan bilim dalı; söz estetiği. S bediü’l-beyân, {OsT} Anlatım ı ç o k g ü zel olan. bedi’a, [Ar. bed‘ (m eydana getirm ek, y aratm ak) > bedî'a
2.
-b]
is. Güzellik; estetik, (b ed i:iy a:t) is. 1.
Güzellikler. 2. Güzel sanatlar. 3. Estetik.
maz.
bedîc
bedî'î
(b a d i.a ) {OsT} is. 1. Estetik değeri
yüksek sanat eseri. 2. Eşine az rastlanır güzellik. S bedî’a-i hayaliye, {OsT} Ülkü; id ea l.|| bedî’a-zâr, {OsT} G ü zellik yeri. bedid, [Far. be-did (görüş) Jo.Jj] (b ed i:d ) {OsT} sf. Görünür halde; apaçık; meydanda, bedidar, [Far. be-dıdâr (görüş) jİJuJu] (b e d i:d a :r) {OsT} sf. Meşhur; ortada; görünür hâlde,
bedih, [Ar. bedîh ^.- 4] (bedi:h, h kalın söylenir) {OsT} sf. Şan ve şerefi büyük olan,
bedihe, [Ar. bedahet (a çık lık ; düşünm eden sö z söy lem e) > bedîhe ■Hi-iJ (b e d i:h e) {OsT} is. 1. Önceden hazırlık yapılmamış, düşünülmeden söylenmiş gü zel söz. 2. Hazırcevaplılık. 3. Herkes tarafından ispatsız kabul edilmiş temel ilke; aksiyom. 4. Baş langıç. bedihî, [Ar. bedahet (a çık lık ; düşünm eden sö z sö y lem e) > bedîhî
(b e d i:h i:) {OsT} sf. İspat ge
rektirmeyecek şekilde açık seçik. S bedîhî-i Ola, {OsT} K an ıta g e r e k duym ayan; gün g ib i apaçık.
bedii, [Ar. bedel (karşılık) > bedîl Jj-aJ (b ed id ) {OsT} is. 1. Bir şeyin karşılığı. 2. Bir şeyin veya kimsenin yerini alan. 3. Bahsi kaybeden kimsenin ödeyeceği şey. bedinus, [Yun. peteinos
{eAT'} is. -*■ bednus.
bedir, -dri [Ar. bedr j-b] {OsT} is. Aym on dördünde aldığı en büyük ve yuvarlak hâl; dolunay, fi1 bedr-i bülend, {OsT} Ayın on dördii.-; bedr-i kâmil, {OsT} Aym on dördüncü gecesi.\\ bedr-i münîr, {OsT} P a r la k dolunay. \\ bedr ü kemâl, {OsT} B ir y a z ı bi çimi. bedire, [Yun. butina (yağ k ab ı) ?] {ağız} is. Su kova sı; bakraç. [DS] bediren, [? bediren] is. Çitlembik çiçeği, bedirik, -ği [Erme, patruyk => bedrik > bedirik] {ağız} is. 1. Eğrilmek için yıkanmış, taranmış, atıl mış ve uzunca dürülmüş pamuk. 2. Pamuktan fitil. [DS] bediz, [bediz] {eT} is. 1. Resim; tasvir. [ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin] 2. Heykel. [ETY] [Gabain] [Tekin] {ağız} (aynı) [DS] 3. Süs; bezek; nakış. [ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin] 4. sf. Narin. [ETY] 5. {ağız} Heykel tıraş. [DS] fi1 bediz burhan, B u d a heykeli. [DLT] bedizci, [bediz-çî] (bed izçi:)
{eT} is.
1. Ressam.
[ETY] [Tekin] 2. Heykeltıraş. [ETY] 3. Nakkaş; sa natkâr. [ETY] 4. Taş yontucu; hakkâk. [EUTS] bedizedmek, [bediz-ed-mek] {eT} gçl. f . [-Tır] Süs letmek; bezetmek. [EUTS] bedizemek, [bediz-e-mek] {eT} gçl. f. [ - r ] Süslemek; bezemek. [EUTS] bedizenmek, [bediz-en-mek] {eT} edil. f . [-ü r] Süs lenmek; bezenmek. [EUTS] bedizetmek, [bediz-et-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Süsle mek; resmettirmek; bezetmek. [Tekin] [EUTS] bedizlemek, [bediz-le-mek] {eT} gçl. f i [-y-iir] Süs lemek. [ETY] bedizlig, [bediz-lig] {eT} sf. Süslü; bezenmiş. [DLT]
Ö IÜ M IİİM M .
BED
bedizmek, [bediz-mek] {eT} gçl. f i [-iir ?] 1. Süsle mek; bezemek. [EUTS] [Tekin] 2. Resmetmek; tas vir etmek; nakşetmek. [ETY] bedkâr, [Far. bed-kâr j i s y (bed k â :r) {OsT} sf. Kö tülük eden,
bedrik, -ği [Erme, bedruyk => bedrik iljJı>] {eATj {ağız} is. Eğrilmek için uzunca dürülmüş pamuk lü lesi. [DS] bedriz, [Far. bed-riz ?] {ağız} sf. 1. Namaz kılmayan; abdestsiz. 2. Ahlaksız. [DS] bedro, [Slav, vedro] {ağız} is. Su kovası. [DS]
bedl, [Ar. bezi JI>] {OsT} is. -*■ bezi. bedle, [Ar. bedle 4İJu] {OsT} sf. (Elbise için) takım. bedlek, -ği [bed (yans.) > bed-le-k] {ağız} sf. Korkak; ödlek. [DS] bedlemek, [bed-le-mek / bet-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [r ] [-l(i)-y o r] 1. Kızmak; öfkelenmek; huylanmak. 2. gçl. f. Ayıplamak. [DS]
bedrud, [Far. bedrüd jjjOj] {OsT} is. Esenlik; esen lenme; veda, bedrük, [Erm. bedruyk ij -ıJ {eATf is. -*• bedrik. bedrüs, [Erm. bedruys] {ağız} is. Ağaca vurulan aşı çubuğu. [DS] bedter, [Far. bed-ter / j J {OsT} sf. Daha kötü; beter,
bedleşmek, [Far. bed + T. -le-ş-mek] gçsz. f . [-ir ] Çirkinleşmek,
beduat, [Ar. bedü'at c^&s-b] {OsT} is. Güzellik; yeni
bedmek, [bed-mek] (be:d m ek ) {eT} gçsz. f . [-iir] (Göz için) zayıf görmek. [DLT]
beduh, [Ar. ( o be, j dal, j vav (u), ^ ha) > beduh
bedmest, [Far. bed-mest c~~»Jo] {OsT} sf. Çok sarhoş. bednam, [Far. bed (kötü) + nâm (ün, isim) (bedn a:m ) {OsT} sf. 1. Adı kötüye çıkmış olan. 2. Kötü ün kazanmış, bednus, [Yun. peteinos
{eATj is. Horoz,
bedr, [Ar. bedr jJj] is. - * bedir, bedra, [Far. bed-râ IjJj (b e d ra :) {OsT} sf. Kötü dü şünceli; niyeti kötü, b edraka, [Far. bedraka -üjjo] {OsT} is. Kılavuz. bedre1, [Ar. bedre °jJo] {OsT} is. 1. Kuzu, oğlak deri
lik.
{OsT} is. 1. Eskiden uğur getirdiğine inanılan, mektupların üzerine elle yazılan veya kaşe olarak basılan Arapça be, dal, vav, h a harflerinden mey dana gelmiş kelime. 2. Uğur getireceğine inanıla rak üç sıralı, dokuz kareden meydana gelmiş dış karenin köşe karelerine be, dal, vav, h a harfleri ya hut da ebcet hesabı ile karşılıkları olan 2, 4, 6, 8 rakamları yazılarak diğer kareler uygun rakamlarla doldurularak alt alta, yan yana ve köşegenler top lamı olarak hep aynı sayı elde edilirdi, beduhadan, [beduh-a-dan] {ağız} zf. Ansızın; bir denbire. [DS]
si. 2. Eskiden, sütten kesilmiş keçi derisinden ya pılan, bin gümüş veya yedi bin altın sikke alabilen para kesesi.
beduk, [Erm. bedug] {ağız} is. Çam sakızı; reçine. [DS] bedük1, [bedü-mek > bed-iik] {eT} sf. 1. Büyük. [Gabain] [ETY] [DLT] 2. Yüksek; ulu; azametli. [EUTS]
bedre , [bedre] {ağız} is. Gözbebeğinde görülen per deye benzer leke; perde. [DS]
bedük2, [Erme, bedug => bedük] is. Çam sakızı; re çine.
bedreg, [Far. bed (kötü) + reg (soy)
bedüklemek, [bedük-le-mek] (bed ü k le.m ek ) {eT} gçl. f i [-r ] 1. Büyük saymak. [DLT] 2. gçsz. fi. Büyü mek; yükselmek. [EUTS]
{OsT} sf.
Kötü soylu; soydan kötü, bedrek, -ği [Far. bed + reng / bedrenlc / bedrek] {ağız} sf. 1. (Kumaş için) kötü renkli. 2. Rengi açık. [DS] bedreka, [Far. bedrehe (yol büyüğü) > Ar. bedreka <üjjo] {OsT} is. 1. Yol gösteren; kılavuz. 2. Manevi rehber; mürşit, bedreli, [bedre-li] {ağız} sf. (Göz için) lekeli; perdeli. [DS]
bedüklentürmek, [bedük-le-n-tür-mek] {eT} gçl. fi. [ür] Büyüttürmek. [EUTS] bedüklük, [bedük-lük] {eT} is. Büyüklük. [KB] bedümek, [bedü-mek] (bedürm ek) {eT} gçsz. f i [-r ] 1. Büyümek. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain] 2. Ço ğalmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain] bedürmek, [eT. bedü-mek (büyüm ek) > bedü-r-mek] gçl. fi. [-iir ] Büyütmek,
bedrem, [bed-re-m / badram] {eT} is. Sevinç ve eğlence günü; bayram. [DLT] fi1 bedrem yer, G ö nül a ça n y er. [DLT]
bedürük, -ğü [Erme, bedruyg => bedirik > bedürük] {ağız} s f Temiz; pak; beyaz. [DS]
bedren, [? bedren] {ağız} is. Sakız ağacının (meleııgiç) meyvesi. [DS]
bedütmek, [bedii-t-mek] {eT} gçl. f i [-iir ] Büyütmek; yükseltmek. [EUTS] [DLT]
bedri, [Far. bedri / Ar. bedre > bedriyye ajjJo] (b e d
bedüttürdeçi, [bedü-t-tür-deçi / bedü-t-tür-teçi] {eT} sf. Büyütücü; büyütecek olan.
ri:) is. İçi altın dolu kese.
.525 b e d iit t ü r n ıe k ,
BEG
[bedü-t-tür-mek] {eTJ gçl. f [-u r] Bü
yüttürmek. [bediz (resim, h eykel) > bedz-e-mek] (bedze:m ek) {eT} gçl. f . Heykel ve resimlerle süs lemek; bezemek. [ E T Y ]
b edzem ek,
[bedüz-lig] {eT} sf. Süslü; bezenmiş. e v , Süslü ev. [ D L T ]
b e d ü z lig , d ü z lig
Süsletmek.
S
[beg-el-in-mek dUjiSL. / ı*L*J&]
{OsT} is.
1. Kümes; fol
[beg-en-ecek-leyin
{eAT}
[Far. begend J^So]
luk. 2. Yuva.
[Far. bed (kötü) + zindegânî (geçim )
jlfjjjjü] (bedzin degâ:rıi:) {OsT} sf. Geçimsiz.
b e g e n e c e k le y in ,
zf. Beğenilecek gibi; beğenmeye değer, [beg-en-esi ^-] {eAT} zf. Beğeneceği,
b e ğ e n e s i,
b e g e n m e z le n m e k , b e fm ,
b e fş ,
[Far. befm (»A {OsT} is. Keder; tasa; sıkıntı, [Far. befş
{OsT} is. Azamet; gösteriş; deb
debe. b e ft,
[Far. baften (dokum ak) > beft c i ] {OsT} sf. 1.
Dokuyan. 2. is. Dokumacı,
is. Avcıların ava alıştırdıkları avcı kuşlar, [Far. befterî ıSjA] {OsT} is. Sık dişli çulha
b e ft e r î,
tarağı. b e g 1,
[Çin. pö (yüzbaşı) / pök [Clauson] > beg di]
(be:g) {eT} is. 1. Bey; soylu kişi; efendi; ileri gelen; sözü geçen; nüfuzlu, zengin kişi. {eAT} (aynı) [Gabain] [Tekin] [EUTS] [İKPÖy.] 2. Erkek; eş; koca; evli erkek; zevc. {eAT} (ayın) [DLT] [EUTS] [DLT] 3. {eAT} Küçük devlet başkanı. 4. {eAT} İleri gelen; sözü geçen; zengin adam; nüfuzlu kimse; amir, fi1 b e g b ö r k i , {eAT} B ostan gü zeli; k a d ife; h o ro z ibiği.\\ b e g e r , {eT} Ş eh za d e; p ren s. [EUTS]j| b e ğ l e r b o d u n , {eT} B ey ler ve halk. b e g 2,
[beg A ] {eAT} is. Kuş avlamak için kullanılan
[DS] [beg-im-si-n-mek] {eT} dönşl.f. [-ür] 1. Bey olmaya alışmak. [Gabain] 2. Beylik tasla mak; bey kılığına girmek; kendisini bey sanmak. [EUTS] b e g i n , [Fr. béguine] is. Manastırlarda yaşayan ve bozulabilecek yemin ederek topluluğa giren, dua et mek, hastaları ziyaret etmek, dantel yapmak ve çamaşır dikmekle ömürlerini geçiren bir tür rahibe, [begin-ler] is. On üçüncü yüzyılda bazı dindar kimselerin kurduğu bir tür kilise topluluğu nun üyelerine verilen ad.
b e g in le r ,
[Far. bargir > beygir > bëgir] At; kısrak.
b e g ir ,
[be
b e g ir m e k ,
[beg-lë-mek
b e g le n m e k ,
[Ar. beğâs ö U J (b e ğ a :s) {OsT} is.
1.
Luri
denilen kuş. 2. Kartal, karga gibi kuşlar, b e g a ve t,
[Ar. beğâvet ojüu] (beg a;v et) {OsT} is. Zor
[bek+ağız] {ağız} sf. Ağzı pek; sır tutan; ağzı sıkı. [DS]
b e g le r b e g i,
begavz,
[Ar. beğâyâ UUj] (b e ğ a .y a ;) {OsT} is. as.
[Ar. be-ğâyet ojU j] (b eğ a.y et) {OsT} zf. 1.
Son derece. 2. Pek çok. 3. Pek aşırı, begçügez,
[beg-çü(k)-ez
begdem e,
[begdeme] {eT} is. Cennet.
[E T Y ]
[beg-eç] {eT} is. 1. Beyceğiz.
[D L T ]
bey.
{eT} {eAT} gçl. f. [-r]
{eT}
{eT} is. Beyler.
[Telcin]
[beg-ler+ beg-i] {OsT} is. 1 . Beylerin be yi; sancak beylerinin beyi. 2. Beylerbeyi,
b e g lig ,
[beg-lig
{eT} sf.
1.
Beyli. 2. Şahane; bey
soyundan. [Gabain] [EUTS]
Keşif kolu takımı,
begeç,
->lSo]
[beglê-mek > beg-le-n-mek dU-JSL.]
[beg-ler]
b e g le r ,
b e g a y e t,
{eAT}
{eAT} dönşl.f. [iir] 1. (Kadın için) bey sahibi ol mak; koca edinmek; evlenmek. [DLT] 2. {eAT} Bey olmak. 3. {eAT} Beylik elde etmek. 4. {eAT} Beylik taslamak.
balık.
begaya,
> be-gir-mek dLojXj
gçsz.f. [-iir] Melemek, b e g le m e k ,
[Far. beğânüş(beğ a:rıu :ş) {OsT} is.
Eşkin at veya katır, b eg as,
(yans.)
(be;gir) {ağız} is.
Bey saymak; bey olarak adlandırmak; beyliğe, emirliğe kabul etmek. [DLT]
başka kuş. beganuş,
[beg-en-mez-le-n-mek
{eAT} dönşl.f. [-ür] Beğenmezlik tavrı takınmak, b e g i ç , [beg-iç] {eT} is. Beycik. [ETY] b e g i l e m e k , [beg-i-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)yor] Bilmezden gelmek; bilmiyormuş görünmek. b e g im s iıım e k ,
[Far. baften (dokum ak) > beftere ojuL] {OsT}
b e fte re ,
{eAT}
edil. f. [-ür] Beğenilmek,
be-
[E T Y ]
b e d z in d e g â n i,
b e g e lin m e k ,
b eg en d ,
[bediz > bedz-e-t-mek] {eT} gçl. f . [-ü r]
b e d z e tm e k ,
[beg-ed-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] Beylik etmek; hükmetmek; bey olmak. [EUTS]
b eg ed m ek,
{eAT} is. Beyceğiz.
b e g lik ,
[beg-lik SiSc]
b e g lü c a k ,
2. Küçük
{eT} sf.
1. Bey olmaya layık;
bey olacak olan. [ETY] [Telan] 2. Beyi olan; beyli. [ETY] 3. is. {eAT} Beylik; küçük devlet başkanlığı. [DLT] S 1 b e g l i k b e z , {eAT} Değersiz, bedava bez. [beg-lü-cek j U ^ ]
{eAT} is. Beyliğe ben
zeme durumu; beyliğe benzetilmek istenen durum.
örilMIİİffliCESüM.
BEG begni, [? begni] {eT} is. Buğday, darı, arpa gibi şey lerden yapılan içki; bira. [EUTS] [ETY] begonvil, [Fr. Bougainville (Fran sız kaptan) 1 bugonvillee] is. bot. -*• bugenvilla. begonya, [Fr. Michel Begon (17. yy. D om in ik g en el valisi)] is. bot. Bakışımsız yapraklan ve ebrulî, mat veya parlak renkli çiçekleri olan, kök saplı, dona ve soğuğa karşı dayanıksız, tropikal kökenli bin üç yüzden çok türü bulunan bir süs bitkisi, (B egonia). begonyagiller, [begonya-gil-ler] is. bot. İki çeneklilerin parietales takımına giren, örnek tipi begonya olan bitkiler familyası, begrek, [beg (bey) + -rek (üstünlük eki)] {e l '} sf. 1. Çok büyük bey; çok soylu bey. [İKPÖy.] 2. is. Bey; şehzade. [EUTS] [Gabain] begsig, [beg-sı-mek > beg-si-g [Clauson]] {eTj sf. Bey soyundan. [Gabain] begsik, [*beg-sî-mek > beg-si-k] {eTj sf. Bey gibi; beye benzer. [DLT] begşene, [beg + Far. şâne (eda) > begşene a^jSJ] {OsTf zf. Beycesine; şaha, sultana yakışacak tarzda, begter, [Far. begter ycSL,] (OsT} is. Eskiden kullanılan zırhlı elbise; cebe, begüm, [eT. beg-üm) > begüm] is. Hindistan'da ku rulan Türk devletlerinde prenseslere verilen unvan. beğ, [Çin. pö (yüzbaşı) ? [Clauson] > beg >il>] {eAT} /OsTf (ağız} is. Bey. [DS] beğdeş, [ben-deş > beğdeş ji-J-Sö] {eA T} sf. Eş; ben zer. beğdeşsiz, [ben-deş-siz > beğdeş-siz
{eAT}
sf. Benzersiz; eşsiz, beğe, [Erme, beg] {ağız} is. 1. Yemlik. 2. Ahır. 3. Ağıl. [DS] beğence, [beğen-ce] is. Yetkili bir kişi tarafından ya zılarak kitabın baş tarafına konulmuş övgü yazısı; takriz. beğendi, [hünkâr + beğen-di] is. Közde pişirilmiş patlıcan ezmesine yağda kavrulmuş un eklenerek sütle yapılan püre, beğendirme, [beğen-dir-me] is. Beğendinnek işi. beğendirmek, [beğen-dir-mek] g ç l .f . [ -ir ] 1. Birinin kabul etmesini sağlamak. 2. Bir şeyi birinin takdir etmesine sebep olmak. 3. Birinin hoşuna gitmesini sağlamak. beğeni, [beğen-mek > beğen-i] is. 1. Kişinin hoşlan ma ve beğenme duygusu; zevk, (1935). 2. Sanat eserinde iyi ve kusur sayılan yönleri ayırt edebilme yetisi. 3. İnsanda güzel olan şeyin uyandırdığı duy gu. 4. Bir dönemin, bir çağın görme, duyma ve al gılama tarzı, beğenik, -ği [beğen-ik] sf. Beğenmiş, beğenilme, [beğen-il-me] is. Beğenilmek işi.
beğenilmek, [beğen-il-mek] edil. f . [-ir ] Başkaları nın hoşuna gitmek, takdir edilmek, beğenişiz, [beğen-i-siz] sf. Zevksiz, beğeniş, [beğen-iş] is. Beğenme eylemi ve biçimi; beğenme. beğenme, [beğen-me] is. 1. Beğenmek işi. 2. Be ğenmiş olmak durumu, beğenmek, [beğen-mek] g ç l . f [ -ir ] 1. Bir şeyi iyi ve güzel bulmak; takdir etmek. 2. Hoşlanmak. 3. Ben zerleri içinden seçmek; tercih etmek; ayırmak. 4. Uygun bulmak; tasvip etmek. 5. Sürprizli bir haber verirken şart cümlesinden sonra geniş zaman ikinci kişi olarak kullanılır. N e d e s e beğenirsin. beğenmemek, [beğen-me-mek] gçl. olm sz. f . [-z ] [m (i)-yor] 1. İyi bulmamak. 2. Hoşlanmamak. 3. (Birinin durumu için) şüphelenmek; şüpheli yanları olduğunu düşünmek. 4. Uygun bulmamak; tasvip etmemek. 5. Küçümsemek. S Beğenmeyen küçük oğluna almasın, (B ir o la y veya durum için) b e ğ en m ey en e a ld ırış edilm ediğ in i belirtm ek için kullan ılır.|| Beğenmeyen küçük kızını vermesin, (Bir o la y veya durum için) b eğ en m ey en e aldırış ed ilm e diğin i a n latm ak için kullanılır. beğensimek, [beğen-si-mek] {eAT} gçl. f. [ - r ] Bir parça beğenmek; beğenir gibi olmak, beğermek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} gçsz. f . [~ ir] -*■ beğirmek. beğirmek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} gçsz. f . [ir] (Hayvan için) bağırmak; melemek. [DS] beğit, [Yun. pağida] {ağız} is. A v yakalamakta kulla nılan düzenek; tuzak. [DS] beğlemek, [eT. beg-le-mek > beğ-le-mek] {eAT} gçl. f i [-r ] Bey edinmek; kendisine bey olarak seçmek, beğlenmek, [beğ-le-n-mek] {eAT} d ö n şl.f. [-ü r] Bey lik taslamak; bey geçinmek; bey gibi davranmak, beğlik, -ği [beğ-lik / bey-lik] {ağız} sf. 1. Bedava. 2. Devlete ait olan; beylik. 3. Köyün ileri gelenlerine, zenginlerine ait olan. 4. Herkesin kullandığı; bas makalıp; özgünlükten yoksun; beylik. S. is. Askere verilen küçük kilim. 6. Beyin yönetimi. 7. Beyin yönetiminde bulunan yerler. 8. Küçük devlet. [DS] beğnek, -ği [Far. beğnek ^ibSj] {OsT} sf. (Hayvan için) kuyruğu kesik; güdük, beğşene, [beğ + Far. şâne 4_LiJL] {eAT} zf. Beğ gibi; sultan gibi; beycesine. beğurmek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} gçsz. f i [ur] -* beğirmek. [DS] beğzade, [beğ + Far. zade
(beğ za :d e) {OsT} is.
Bey oğlu bey; atadan bey; aristokrat; beyzade, beh, [Far. beh > peh 4>] {OsT} ünl. Bravo. b eha1, -a ’i [Ar. behâ5
(b e h a :) {OsT} is. 1. Güzel
lik; parıltı; zariflik. 2. Alışmak; dadanmak; alışmış tık.
İffiM İl®
K
BEH
i l i . 527
beha2, [Far. behâ l^] (b e h a :) {OsT} is. Fiyat; değer; kıymet. behacet, [Ar. behâcet
(b eh a :cet) {OsT} is. Gü
zel yüzlü olma, güzellik, behaim, [Ar. behme (hayvan) > behâ’im
(be-
ha:im ) {OsT} is. Dört ayaklı hayvanlar, behak, [Ar. behak
{OsT} is. İnsanın derisinde pul
pul beyazlık ve alaca renk meydana getiren bir tür hastalık. behak, -kkı [Ar. behak
(OsT) zf. ... hakkı için,
behamin, [Far. behâmîn
(beh a:m i:n ) is. Bahar
mevsimi. behane, [Far. bahane / behâne 4JI4J (b a h a :n e) {OsT}
behat, -ttı [Ar. behatt
{OsT} is. Susama, {OsT} is. Süt lapası; süt
laç. behavyorizm, [İng. behavior (davranış) > beha viorism] is. p sik ol, Bilincin psikoloji ile ilgisinin olmadığını, psikolojinin inceleme alanının sadece davranışlar olduğunu iddia eden görüş; davranışçı lık. behbeh, [Far. bih şuden (iyileşm ek) > behbeh behbehlenmek, [behbeh-le-n-mek] {OsT} dönşl. f . [ir] İyileşmek; kendine gelmek, (beh bu :d ) {OsT} is. İyilik;
sağlık; sıhhat. behc, [Ar. behc
behcet, [Ar. behcet c ^ > ] {OsTj is. -*• behçet. {OsTj is. 1. Güzellik. 2. Se
vinç. 3. Güler yüzlülük, fi1 Behçet hastalığı, tıp. Türk hekim i p r o fe s ö r B eh ç et H ulusi tarafından 1937y ılın da tanımı y a p ıla n sü reğen b ir d eri ve g ö z hastalığı. behdel, [Ar. behdel J-Ljj] {OsTj is. 1. Sırtlan yavrusu. 2.
{OsTj sf. Her
bir; her; başına. S beher-hâl, {OsT} -*• beherhal. || beher-m âh, {OsT} H er ay. beherhâl, -li [Far. beher+Ar. hâl
(be'h erh a ;l)
{OsT} zf. Herhâlde; mutlaka, beheri, [Far. beher + T.-i (iyelik) ı£^>] is. Düzine, deste veya daha başka toplulukta yer alanlardan her biri; tanesi. behet, [Far. behet
{OsT} is. 1. Sütlaç. 2. Pirinç u-
behey, [be+hey] ünl. Kızgınlık anında çıkışma bildi ren bir ünlem. behhar, [Ar. bahr (deniz) > bahhâr / behhâr j U ] (beh h a. r) {OsT} is. Denizci, gemici, behhas, [Ar. bahs (tartışm a) > bahhâs / behhâs i U ] (beh h a ;s) {OsT} sf. 1. Tartışmayı çok seven. 2. Çok bahseden; bahsetmeyi seven, behi, [Ar. bâyi‘] {ağız} is. Tekel malı satıcısı; bayi. [DS]
(Erkek için) büyük memelilik.
behek, [Ar. behektil^] {OsT} is. - * behak. behem, [Far. be- (ile) + hem (bütün) > behem {OsT} zf. 1. Birlikte; beraber; hep bir yerde. 2. sf. Büzüşen; kasılan. S behem -ber-âm den, {OsT} 1. Toplanm ak; birikm ek. 2. m ecaz. K ızm ak; üziilmek.\\ behem olmak, {OsT} B üzüşm ek; kasılmak.\\ behem-zede, {OsT} Topluluğu dağıtm ış, bozmuş. behemehal, -li [Far. be (ile) + hemâ (bütün) + Ar. hâl (dıırum) > behemehal
(be'h em eh a:l)
(b e h i:c) {OsT} sf. 1.
Güler yüzlü; şen. 2. Güzel; parlak, behice, [Ar. behîc > behıce
(b e h i;c e) {OsT} sf.
(Kadın için) güler yüzlü; şen; güzel, behile, [Ar. behıle
{OsTj sf. (Kişi için) keyfi her
zaman yerinde olan,
behçet, [Ar. behcet
beher2, [Far. be (ile) + her > beher
behic, [Ar. behcet > behıc
{OsT} is. Sağlığına kavuşma; iyileşme,
behbud, [Ar. behbüd
beher’, [Alm. Becher (etileni bu lan A lm an kim yacı)] is. kim. Kimyasal deneylerde hacim ölçmeye yara yan küçük cam, porselen veya plastik kap.
nu ile yapılmış helva; memnuniye.
is. -* bahane, behas, [Ar. behaş
{OsT} zf. 1. Ne olursa olsun. 2. Fler halde. 3. Mutla ka.
behim, [Ar. behım
(beh i;le) {OsT} sf. -*• behire. (behi;m ) {OsT} is. 1. Düz si
yah nesne. 2. Alacasız hayvan. 3. Dik ve pürüzsüz ses. behime, [Ar. behme (kuzu, oğlak, buzağı) > behîme (beh i.m e) {OsTj is. Dört ayaklı hayvan. behimî, [Ar. behîme > behımî
(beh i;m i;) {OsT}
sf. 1. Hayvana yakışır tarzda; hayvanca. 2. Cinsel ihtiras içinde olan; şehevî, behimiyet,
[Ar.
behîmiyyet
(behi;m iyet)
{OsT} is. 1. Hayvanlık. 2. Kabalık. 3. Aklın kay bolma hâli. behir, [Ar. behr (güzel olm a);(solunu m zorluğu) > behır j ^ ] (beh i:r) {OsT} sf. 1. (Erkek için) tıknefes; soluğan. 2. Göğüs darlığı yüzünden solumaktan yol yürüyemeyen, behire, [Ar. behr (güzel o lm a ); (solunum zorluğu) > behire oj,^] (b eh i;re) {OsT} sf. 1. (Kadın için) güzel. 2. Asil. 3. Şişmanlıktan dolayı nefes alma güçlüğü çeken.
üTÜMMCESOM.
BEH
behişt, [Far. behişt
{OsTj is. Cennet, fi1 behişt-
âşiyân, {OsT} Yeri cen n et o la n ; m erhu m .|| behişthırâm , {OsT} I. C ennete gitmiş. 2. M elek g ib i yürüyen.\\ behişt-i aşk, {OsTj A şk cen neti.|| behişt-i dünyâ, { OsTj D ünya cen neti.|| behişt-i gümgeşt, (OsTj K aybolm u ş cen n et.|| behişt-nişân, (OsTj İçin d e cennetten iz, belirti bulunan.\\ behişt-nişîn, {OsTj C ennette otu ran .|| behişt-nümâ, {OsTj Cen net görünüşlü.|| behişt-rü, {OsT) C ennet g ib i güzel yüzlü.|| behişt-simâ, {OsTj Cennet g ib i g ü zel yüz.|| behişt-zâr, {OsTj C ennet g ib i g ü zel o la n yer. behiştî, [Far. behişt + Ar. -ı
(beh işti:) {OsT) sf.
veya beyaz çiçekleri dolayısıyla kırmızı (S tatece lim onium) ve ak behmen (C en tau rea beh en ) olarak adlandırılan otsu bitkiler. 4. sf. Anlayışı yerinde; zeki; kavrayışlı. 5. Tedbirli, behname, [Far. beh-nâme 4j>L4j] (beh n a :m e) {OsTj is. Cinsel ilişkiye yönelik yazı ve resimler bulunduran kitap. behnan, [Ar. behnân jl-^ ] (behn a.n ) {OsTj is. Güler yüzlü ve iyi huylu adam. behnane1, [Ar. behnâne
(beh n a:n e) {OsTj is.
Güler yüzlü ve iyi huylu kadın.
1. Cennete ilişkin. 2. Melek gibi güzel. S behiştîrü , {OsTj H uri g ib i g ü zel yüzlü.
behnane2, [Far. behnâne 4; ^ ] (beh n a :n e) {OsTj is.
behite, [Ar. behıte 4^ . ] (beh i:te) {OsTj is. Yalan söz;
behnane3, [Far. peh-nâne] (beh n a :n e) {OsTj is. Be yaz pide.
iftira. behiye, [Ar. behâ (güzellik) > behiye 4^ ] {OsTj sf. Güzel, fi3 behiye-i behiye, {OsTj G üzel hediye. behkele, [Ar. behkele 4K 4J {OsT} is. Narin ve güzel
behne, [Ar. behne 4^.] {OsTj sf. (Y er için) yumuşak, behneke, [Ar. behneke 4SL^] {OsTj sf. (Kadın için) güzel vücutlu, şişmanca kadın, behnes, [Ar. behnes
vücutlu kız; sevgili, behken, [Ar. behken
Maymun.
{OsTj sf. (Genç erkek için)
yakışıklı ve gösterişli, behkene, [Ar. behkene 4^ ] {OsT} is. -*■ behkele. behkeşe, [Ar. behkeşe 4jiS^.] {OsT} is. Bir işe çabuk başlama ve bitirme; emir ve işte çabukluk, behl, [Ar. behl J 4J {OsTj is. 1. Lanet; nefret. 2. sf. Az.
{OsT} s f (Erkek için) kaba;
çirkin; sakil, behni, [Yun. pahni] {OsTj is. Hayvan yemliği. b eh r1, [Ar. behr 3.
{OsT} is. 1. Uzaklık. 2. Felaket.
Ümidin boşa çıkması.
behr2, [Ar. buhr > Far. behr _^] {OsTj is. 1. Pay; his se. 2. e. İçin. 3. {ağız} O zaman için; zamanında. [DS] behra, [Far. behrâ l_^] (b e h ra :) {OsT} zf. 1. Onun
behle, [Far. behle ] {OsTj is. Yırtıcı kuşların bakı mını yapan kişilerin ellerine giydikleri kalın eldi ven. behlek, -ği [? behlek] {ağızj s f (Göz veya bakış için) süzgün; baygın. [DS] behlel, [Ar. behlel Jig J {OsT} sf. 1. Abes; batıl. 2. Boş yere; boşuna.
için. 2. Ondan dolayı, behram , [Far. behrâm j>l^] (beh ra :m ) {OsTj is. 1. Zerdüşt dininde yolcuları koruduğuna inanılan me lek. 2. Güneş yılında ayın yirminci günü. 3. öz. is. g ö k b. Merih yıldızı, behram e, [Far. behrâme
4*1_^] (b eh ra .m e) {OsTj is.
Yeşil elbise.
behlül, [Ar. behle (aptallık) > behlül Jjifc] (behliUl)
behram ec, [Far. behrâme > Ar. behrâmec j c o l (be-
{OsT} is. 1. Çok gülen ve güldüren; şakacı, komik. 2. Hayır yapmayı seven; hayır sahibi.
h ra :m ec) {OsT} is. 1. Çiçeği kokulu olan bir tür sö ğüt ağacı; sorgun söğüt; sultani söğüt. 2. Her renkte olabilen leylak çiçeği,
behman, [Far. behmân oU$j] (beh m a.n ) sf. Filan; fi
behram en, [Far. behrâmen / behreman
lanca. behm ar, [Far. behmâr jl«-«] (beh m a :r) zf. Çok fazla; aşırı. behme, [Ar. behme
{OsT} is. 1. Kuzu. 2. Oğlak.
3. Buzağı. 4. Keçi otu. behmen, [Far. behmen
(beh-
ra.m en ) {OsT} is. 1. Bir cins kırmızı yakut. 2. Ka dınların kullandığı allık; kırmızı düzgün. 3. bot. Asfur çiçeği. 4. Bir tür kırmızı gül. 5. Yedi türlü ipekten dokunmuş bir cins ince kumaş, behre, [Ar. behre o_^] {OsT} is. 1. Hisse; pay. 2. Na
{OsTj is. 1. Zerdüşt di
ninde büyük baş hayvanları koruyan meleğin adı. 2. Güneş yılında 20 Ocak - 20 Şubat arasına denk gelen bir ayın adı. 3. bot. Behmen ayında (20 0ca k -2 0 Şubat) çiçek açan turpa benzer, kırmızı
sip; kısmet. 3. {ağızj Dokuma tezgâhında çalışan işçilerin ücreti. [DS] S behre-ber, {OsT} O rtak; şerik. || behre-berî, {OsTj O rtaklık]] behre-dâr, {OsTj 1. H isse a lm ış; fay d a lan m ış. 2. P ayı o la n .|| behre-dârî, {OsTj H issesi o lm a k ; h isse a lm a k.||
İ İ l f f l l l K SÖZbOH» 5 29_ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ behre-mend, {OsT} H isse a lm ış; nasip almış.\\ behre-mendî, (OsT) H isse sa h ib i o lm a ; y a ra rla n m a .|| behre-ver, {OsT} 1. H isse ve n asip sahibi. 2. B ah ti y a r ; şan slı.|| behre-yâb, {OsTj H isse ve n a sibi olan; b a şa rı sahibi. behrec, [Ar. behrec
{OsT} sf. 1. Yararsız; işe
yaramaz. 2. Arzuya bırakılmış olan. 3. Eksik veya ayarı bozuk para, behrek, -ği [Far. behrek i l ^ ] {OsT} is. 1. Çok ça lışmadan dolayı el ve ayak derilerindeki sertleşme. 2. Yaralardan akan irin, behrem, [Ar. behrem
{OsT} is. bot. 1. Asfur
çiçeği. 2. Kırmızı gül. behreme1, [Ar. behreme
{OsT} is. 1. Çiçeğin
göz alıcı güzelliği ve parlaklığı. 2. Hintlilerin ta pınması. 3. Saç ve sakalı kına ile boyama. behreme2, [Far. behreme -u ^ ] {OsT} is. Burgu, behremen, [Far. behrâmen / behremen
{OsT}
is. -*■ behramen. behremend, [Far. behremend
{OsT} sf. Hisse
li; paylı; ortak. S behremend kılmak, {OsT} 1. H isseli kılm ak. 2. H a b erd a r etm ek. behresiz, [behre-siz] {ağız} s f 1. Hissesi ve payı ol mayan. 2. Kısmeti kesik. [DS] behs, [Ar. behs
{OsTj is. 1. Neşe ve güler yüzle
karşılaşma. 2. Yılmazlık. 3. sf. Kahraman; yiğit, behsus, [Ar. behşüş
(beh su :s) {OsT} sf. Bi
raz; çok az; azıcık, beht, [Ar. beht
{OsT} is. Şaşkınlık durumu; hay
ret. S behte uğram ak, {OsT} Şaşkınlıktan d o n a kalmak. ||beht ü hayret, {OsT} H ay ret v e şaşkınlık. behtere, [Ar. behtere »>$/] {OsT} is. Yalan söyleme. behuda, [Far. be-hudâ Ijaç-] ( b e ’h u d a :) {OsT} ünl. Allah aşkına. belıut, [Ar. behüt
(b eh ıct) {OsT} is. Duyanları
şaşırtacak nitelikteki yalan veya iftira. behv1, [Ar. behv / behve ^
/
034J {OsT} is. 1. Misa
fir odası. 2. Y er altındaki hayvan ağılı. 3. Geniş meydan; alan. 4. Boğazdan mideye kadar olan uzaklık. 5. Döl yolu. behv2, [Far. behv
{OsT} is. 1. Köşk. 2. Sofa. 3.
Salon. 4. Cumba. 5. Çardak, behz, [Ar. behz
{Os T} is. Şiddetli olarak göğse
vurma. beis, -e’si [Ar. be’s j-L ] {OsT} is. 1. Zarar; ziyan. 2. Korku. 3. Sıkıntı. 4. Fenalık. 5. Güç kuvvet; kudret. ® beis görmemek, Ç ek in ilecek b ir durum g ö rm e m ek; m ahzur görm em ek.
_____________________________________________ BEK
bej, [Fr. beige (boyasız koyım yünii)] is. 1. Boyan mamış koyun yünü. 2. Sarıya çalan beyaz renk; saz rengi; krem. bejendi, [Far. bejendı
(bejen d i:) is. Geçim sı
kıntısı; geçim darlığı, bejm an, [Far. bejmân Oloy] (bejm a:n ) sf. 1. Hüzünlü; kederli. 2. Yaslı. 3. Yırtık dökük; pejmürde. bek1, [be-mek (sert, sıkı, sa ğ la m olm ak) > be-k] {eT} sf. 1. Sabit. [İKPÖy.] 2. Sert; katı; sıkı; yoğun; pek; berk. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] 3. Sağlam; güçlü, muhkem. [İKPÖy.] {ağız} (aynı) [DS]'4. is. Muhafaza; kilit; emniyet. [Yüknekî] 5. {ağız} Avcının beklemek suretiyle avlandığı yer; pusu. [DS] 6. {ağız} Pusuda beklemek suretiyle ya pılan av. [DS] 7. {ağız} Beklenen iş. [DS] 8. {ağız} Sürek avında gözcülük yapan avcı; gözcü. [DS] 9. {ağız} Bekçilik ücreti. [DS] 10. {ağız} Bekleme yeri; gözcü mahalli. [DS] & bek bekeç, {eT} Tekinlerin unvanı. [DLT]11 bek parası, {ağız} Pey. [DS]|| bek turm ak, {eT} Yerinde sa ğ la m durm ak. [DLT]|| bek yüzlü, {eAT} K atı su ratlı; yüzü tutan. bek2, [bek / pek] {ağız} zf. 1. Hızlı olarak; çabuk. 2. Fazla; çok; pek. [DS] S bek dayı, {ağız} Ç o k g ü z el,| [DS]| bek elitmek, {ağız} Ç abu k getirm ek. [DS]|| bek kadın, {ağız} Ç ok iyi; iyi. [DS]|| bek ol mak, {ağız} (H asta için) ağırlaşm ak. [DS] bekJ, [beg / bek tiL] {eAT} is. -* beg. bek4, [Fr. bec] is. Havagazı veya kaynak makinesinin yüksek sıcaklık veren ucu. bek5, [İng. back] is. 1. Arka; geri. 2. spor. Futbol tü rü takım oyunlarında savunma oyuncularına verilen ad. beka, [Ar. beka UJ (b e k a :) {OsT} is. 1. Önceki duru munu koruma. 2. Sürdürme; devam; sebat. 3. Ka lıcılık; yok olmama. 4. Ölmezlik; ebedî olma. S beka bulmak, D evam etmek.\\ bakâ-yı hayat, {OsT} Yaşamın sü rm esi.|| bekâ-yı nev, {OsT} biy. B ir türiin dev am ı.|| bekâ-yı şöhret, {OsT} Tanınm ışlığın sürdürüm ü; iyi adın kalm ası; iyi nam ını devam ettirm e.|| bekâ-yı vücfld, {OsT} Varlığın d ev am ı; ölm ezlik. bekaça, [İt. beccaccia] (beka'ça) is. zool. Çulluk, bekam, [Far. be-kâm j>isy (bekâ :m ) {OsT} zf. 1. İs tendiği zaman; arzuya göre. 2. sf. Amacına ulaşmış olan; hedefine varan, bekämet, [Ar. bekämet c^oisy (b eka :m et) is. Dilsiz lik. b ek âr1, [Ar. bikr > bekâret (kızlık) > bakir > bekâr jisy (b e k â :r ) {OsT} is. 1. Evli olmayan kimse. 2. Ailesinden uzakta tek başına yaşayan erkek. 3. Ta tillerde eve çıkmayan yatılı öğrenci. S1 bekâr ha mamı, {ağız} E skiden bekâ rla rın yıkan m ası için z en g in ler tarafından h ay ır o la r a k yaptırılm ış so ğ u k
ÔTÜMÏÜHÏS0MÏ.
BEK su ham am ı. [DS]|| bekâr kalmak, E vlenm em iş o l m ak ; evlen em em ek. || bekâr odası, E skiden İstan bul'a taşradan ç a lışm a k için gelm iş o la n la rla b e kârların otu rm aları için y apılm ış od alar. || bekâr yaşam ak, E vlenm em iş o la r a k y aşam ak. bekâr2, [Far. be-kâr (kazan ç için) > bekâr jlSÖ] (b e k â r ) {OsT} sf. 1. İş için; çalışmak üzere. 2. (Erkek için) bir yerde çalışmak üzere ailesinden ve eşinden uzak kalmış. 3. İşsiz; boş. {ağız} (aynı) [DS] 4. is. Götürü çalışan işçi; rençper. 5. {ağız} Çiftlik işle rinde çalışan işçi; rençper. [DS] 6. {ağız} Uşak; hizmetçi. [DS] 7. {ağızf Para ile tutulmuş özel sı ğırtmaç. [DS] bekar3, [İt. bekuadro > Fr. bécarre] is. miiz. Bir no tanın değişimden önceki tabiî durumuna yükseltile ceğini belirten işaret. bekâret, [Ar. bikr > bekâret (kızlık) Ojisy (bekâ :ret) {OsT} is. 1. Hiç cinsel ilişkide bulunmamış kimse nin durumu; erdenlik, kızlık, bakirelik. 2. Taze ve doğal olma hali. 3. m ecaz. Masumiyet. 4. Sanat ve düşünce alanında yenilik; orijinallik. 5. Ulaşılma mış ve el değmemiş olan şeyin durumu. S bekâret küpesi, tasvf. M evlevi dervişlerinin m ü cerret o l dukların ı ifa d e etm ek için ku lakların a taktıkları küpe. ||bekâret kemeri, tar. H açlı s e fe rler in e k atı lan A vrupalı erkeklerin eşlerin e nam uslarını koru m a k için taktıkları ö z e l b ir kem er. bekârlık, -ğı [bekâr-lık] (b ekâ :rlık ) is. 1. Bekâr olma durumu. 2. Bekâr olanın taşıdığı nitelik. S1 bekâr lık sultanlık, B ekârlığ ın evlilikten d a h a iyi old u ğunu belirten söz. bekas, [İt. beccaccia > Fr. becasse] is. zool. Çulluk, bekasa, [İt. becazza] is. zool. Çulluk, bekçi, [bek-çi] is. 1. Bir şeyi veya yeri bekleyen; bekleme işini yapan. 2. Bir yeri veya bir şeyi ko rumak amacıyla başında beklemekle görevli kişi. 3. Güvenlik kuruluşu içinde geceleri dolaşarak güven liği sağlamakla görevli kişi. 4. Köy korucuları, bekçilik, -ği [bek-çi-lik] is. Bekçinin işi; bekçinin görevi. S bekçilik etmek, B iri ad ın a koruyuculuk etm ek ; beklem ek. bekdaş, [ben-deş > bek-daş Ji-aSo] is. Eş; benzer,
beket, [bek-et] {ağız} is. Hudut. [DS] beketmek, [bek-et-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] 1. Kapat mak; tıkamak; örtmek. 2. Pekiştirmek. 3. Hapset mek. [DS] bekevül, [bökevül / bekevül] {eT} is. Pişen yemeğin tadına bakan kişi; çeşnici. [Nevâyî] beki1, [bek-i] {ağız} is. 1. Gediklere kapatılan şey; bir tür kapak. 2. Paçavra. 3. Tarla ve bahçe etrafına ya pılan çit. 4. Bahçe ve tarla etrafındaki ağaçlı ince yol. 5. Bekleme yeri; bekçi kulübesi. [DS] bekil, [Ar. bekîl J^£>] (b ek i:l) {OsT} sf. Yakışıklı ve süslü genç. bekilemek, [eT. bek (hızlı) > bek-i-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [~l(i)-yor] 1. (Kapı, pencere vb. için) sürgülemek. 2. (Kişi için) sıkılamak; doldurmak; dolduruşa getirmek. 3. m ecaz. Korumak; kayırmak. [DS] bekili, [beg-ni / bek-(i)n-i / bek-(i)l-i] {eT} is. Bira. [EUTS] bekim, [Ar. bekim (*^SÖ] (beki. m) sf. (Kişi için) dilsiz; ebkem; ahraz. bekimek, [eT. bek-ü-mek > bek-i-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-y o r ] 1. Sertleşmek; katılaşmak; pekişmek. 2. İyileşmek; sağlamlaşmak. 3. gçl. f . Sağlamlaştır mak. [DS] bekini, [beg-ni / bek-(i)n-i / bek-(i)l-i] {eT} is. Bira. [EUTS] bekinme, [bek-(i)n-me] is. Bekinmek eylemi, bekinmek, [bek-in-mek
gçsz. f . [-ir] 1. İnat
etmek; direnmek. 2. {ağız} Çekinmek. [DS] 3. {ağız} İyice yerleşmek. [DS] 4. {eAT} edil. f . Kapanmak; kapatılmak; tıkanmak. bekir1, [Ar. beker (erken kalkm ak) > bekir ^Sö] {OsT} is. Erken kalkma. bekir2, [Ar. beker (erken kalkm ak) > bekîr j£ J\ (bek i:r) {OsT} sf. Erken kalkmayı alışkanlık edinen, bekişdürmek, [bek-iş-dür-mek] {eAT} gçl. f. [-ü r] Sağlamlaştırmak; sıkılaştırmak; pekiştirmek, bekişgin, [bek-iş-gin] {ağız} sf. Sağlamlaştırılmış; dayanıklı; katı; sert. [DS] bekişmek, [bek / pek > bek-üş-mek > bek-iş-mek
bekdeş, [ben-deş > bek-deş ji-iSÿ] is. Eş; benzer,
ıiU-iSL.] {eT} dönşl. f . [-ü r] 1. Pekişmek; sağlamlaş
bekdeşsiz, [bek-deş-siz >~io£j] sf. Eşsiz; benzersiz.
mak. {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {eAT} {ağız} Katı laşmak; sertleşmek; sıkışmak. [DS]
bekelmek, [pek > bek-el-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. Çoğalmak. 2. Kuvvetlenmek; sağlamlaşmak. [DS] bekenti, [bek-en-mek > bek-en-ti] {ağız} is. Set. [DS] bekere, [Ar. bakra (m akara) > bekere] {ağız} is. 1. Makara. 2. Kuyu makarası. 3. İplik eğirmekte kul lanılan çıkrığın iğinin hızlı dönmesini sağlayan boynuzdan yapılma makara. [DS] bekermek, [bek-er-mek] {eT} gçsz. f . [-iir] Pekiş mek; sertleşmek. [Clauson]
bekiştirmek, [bek-iş-tir-mek
{eAT} {ağız}
gçl. f i [-ir ] 1. Pekiştirmek; sağlamlaştırmak. 2. Sı kıştırmak; sertleştirmek. [DS] bekitme, [bek-it-me] is. Bekitmek işi. bekitmek, [bek-üt-mek > bek-it-mek
{eT}
{eAT} {ağız} gçl. fi. [-ir ] 1. Sağlamlaştırmak; pekit mek; katılaştırmak; tahkim etmek. [DLT] 2. Kapat
ö lÛ f fiflîllf ff flM İ .5 3 1
mak; tıkamak. 3. {ağız} Kuşatmak; çevirmek. [DS] 4. {ağız} Bir yere gözcü dikmek. [DS] 5. {ağız} Vur mak [DS] bekiz1, [bek > bek-iz] {eT} sf. Sağlam; güçlü; kudret li; kuvvetli. [EUTS] bekiz2, [Far. pâldze (açık, belli) > bekiz] {eT} sf. Açık; sarih; net. [EUTS] [Üç İtigsizler] S bekiz belgülük, {eT} A çık; sa rih ; belli. [EUTS] bekkem, [Far. bekkem *£*] {OsT} is. -*• bakkam. beklelmek, [bekle-mek > bekle-l-mek] {eT} edil. f . [ür] Beklenmek. [Clauson] bekleme, [bek-le-me] is. Beklemek işi. bekleme odası (salonu, yeri), B ir iş y er in d e ve y olcu lu kla rd a birini veya a r a c ı b e k lem ek a m a cıy la oturulan oda, yer, salon. beklemek, [eT. bek (sabit; sık ı; güçlü) > bek-le-mek jl» 4İSLi] g ç s z .f. [-ı~] [-l(i)-y o r] 1. {eT} Sabit kılmak;
BEK
beklenti, [bekle-nti] is. 1. Bir çalışma ve girişim so nucunda her zamanki hâliyle olması gereken ve umulan şey; düş; umu; umut. 2. Kişinin taşıdığı ön görüş. bekler, [bekle-mek > bekle-r
{eAT} sf. Bekleyen,
bekleşme, [bekle-ş-me] is. Bekleşmek işi. bekleşmek, [eT. bekle-ş-mek] işteş, f. [-ir ] 1. {eT} Antlaşma yapmak; ahitleşmek. [ D L T ] 2. {eT} K a patmakta yardımlaşmak. [ D L T ] 3. {eT} Beklemekte, gözetlemekte yardımlaşmak. [ D L T ] 4. Birlikte bek lemek. bekletilme, [bek-le-t-il-me] is. Bekletilmek işi. bekletilmek, [bek-le-t-il-mek] edil. f. [ - ir ] 1. Bekle mek işi başkası tarafından yaptırılıyor olmak. 2. Kendi arzusu dışında başka birisinin sebep olduğu durum dolayısıyla beklemek zorunda olmak, bekletme, [bek-le-t-me] is. Bekletmek işi.
hareketsiz bırakmak; tespit etmek. [İKPÖy.] 2. {eT} {eAT} Bir şeyi korumak; güvenli bir yerde tutmak; gözetmek; saklamak; esirgemek; hapsetmek; kapalı tutmak; gizlemek; muhafaza etmek; kilitlemek; kapatmak; bağlamak. [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] 3. {eT} Tahkim etmek; muhafaza etmek; pekitmek; sıkılaştırmalc. [İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] 4. Bir şeyin ya pılıp bitirilmesi için süre tanımak. 5. Birinden bir şey ummak. 6. Karşılaşılması ihtimali bulunmak. 7. Aramak; istemek. 8. gçsz. f . Herhangi bir sebeple bir yerde durmak; kalmak; aylamak. S Belde yâ rin köşesini! K ısa z am an d a g er çek le şm es i mümkün olm ayan um utlar için söylenir. beklemeli, [bekle-me-li] sf. (Öğrenci için) sınıfta kal dığı halde derslere devam etmeden yalnızca kaldığı derslerden sınava giren,
bekletmek, [eT. bekle-t-mek] g ç l . f [-ir ] [eT . -ü r] 1. {eT} Bağlatmak; hapsettirmek. [ D L T ] 2. {eT} K o rutmak; gözettirmek; muhafaza ettirmek. [ E U T S ] [ D L T ] 3. Beklemek işini başkasına yaptırmak. 4. Birinin beklemesine sebep olmak,
beklenilme, [bekle-n-il-me] is. Beklenilmek işi.
is. Pekmez. [ D S ] ö bekmez ebesi, {ağız} Pekm ezin ağ artılm asın d a kullanılan y oğ u rt ve yum urta k a r ı şımı. [ D S ] | | bekmez kefi, {ağız} 1. P ekm ez üzerin d ek i köpük. 2. Bu köpüğün ren gin de olan. 3. (At donu için) kulanın bira z koyusu; a ç ık p e h n e z re n gi. [ D S ] | | bekmez toprağı, {ağız} P ekm ez y a p arken şıranın asid im g id erm ey e y a ra y an k ir eç li bey az bir tiir toprak. [ D S ] bekni, [? begni / bekni] {eT} is. 1. Bira. [ E U T S ] 2. Boza. [ D L T ]
beklenilmek, [bekle-n-il-mek] edil. f . [ -ir ] 1. Biri tarafından bekleniyor olmak. 2. Beklenmek eylemi yapılmak. beklenme, [bekle-n-me] is. Beklenmek eylemi, beklenmedik, -ği [bekle-n-me-dik] sf. 1. Olması ve ya yapılması hiç umulmadık. 2. İnsanın tedbir al makla önüne geçemeyeceği, insanın irade ve gay retlerinin dışında olan, beklenmek, [eT. bekle-mek > belde-n-mek dL-dsy
bekleyiş, [bek-le-y-iş] is. 1. Bekleme işi ve biçimi. 2. Biri gelinceye veya bir şey oluncaya kadar bir yer de kalmak; intizar, beklig, [bek-lig] {eT} sf. Bağlı; kilitli; kapalı.
[E U T S ]
beklik, [bek-lik l1USL>] {eT} {eAT} is. 1. Kuvvet; sağ lamlık; metanet. 2. {ağız} Kabızlık; peklik. [ D {ağız} fo lk . Söz kesimi sonrası yapılan tören. S beklik takm a, {ağız} fo lk . S öz kesm e. [ D S ] bekraes, [Far. bigmâz ?] {eT} is. Pekmez.
S]
3.
[D S ]
[D L T ]
bekmez, [Far. bigmâz ? > bekmez >»-So] {eAT} {ağız}
edil. f. [ -ir ] 1. Biri tarafından beklenir durumda bulunmak. 2. {eT} Bağlanmak; kapatılmak; kilit lenmek; saklanmak. [EUTS] 3. dönşl. f . {eAT} Pe kişmek; sağlamlaşmak; pekleşmek. [DLT]
bekr, [Ar. bekr _£>] {OsT} is. İki ile beş yaş arasın
beklenmezlik, -ği [bekle-n-mez-lik] is. 1. Beklenme me durumu. 2. Umulmadık bir durum ve biçim. "5 beklenmezlik fiili, dbl. B ir işin istenm eden, arzu edilm eden m eydan a g eld iğ in i ifa d e eden, -eceği yapılı sıfat f i i l e tutmak y a rd ım cı fiilin i g e tir e r e k y a p ılan birleşik fiil.
kullanılan makara, çıkrık ve çarklara verilen ad. 2. anat. Eklemlerde makara gibi oyuk kemiklere veri len ad.
daki genç deve, bekre, [Ar. belere »_£;] {OsT} is. 1. Kuyu vb. yerlerde
bekrek, [be-mek (sert, sıkı, sa ğ la m olm ak) > be-k (sabit; sık ı; güçlü) > bek-re-k] {eT} sf. Pek; yüksek; üstün. [ E U T S ]
filÜ M M M .
BEK
bekreşmek, [beker-mek > bekrü > bekr(e)-ş-mek] {eT} dönşy. f i [-ü r ] Pekişmek; katılaşmak; sertleş mek. [DLT]
lım Sultan (Hızır Balı) tarafından canlandırılan Ba tınî ve Melamî bir tarikat. 2. Bektaşî tarikatına mensup olma.
bekrevî, [Ar. bekrevî ı£jjSy (bekrev i:) {OsT} sf. Ma
Bektaşiyan, [Far. bektâşiyân jL jib sy (bekta.şiy a.n )
kara biçiminde olan. b ekri1, [Ar. beker (erken kalkm ak) > bekri
(bek
ri:) {OsT} zf. Erken; sabah sabah. bekri2, [Bekri Mustafa (17. y y.da İsta n b u l’d a y a ş a m ış bulunan m eşhu r ayyaş) > bekri ıSjSö] sf. 1. İçki içmeye daha sabahtan başlayan. 2. İçki düşkünü; sürekli sarhoş; ayyaş, bekrilenmek, [bekri-le-n-mek] dönşl. f. [-ir ] İçkiye düşkünlük göstermek, bekrilik, -ği [bekrî-lik] (bekı-idik) is. İçkiye çok düş kün olma hali; sarhoşluk, bekrü, [beker-mek > bek(i)-rü / bek(i)r-ü [Clauson]] {eT} z,f. Sıkıca; kuvvetlice. [IKPÖy.] beksemad, [Yun. paksimadi > Far. beksimât beksemat, [Yun. paksimadi > Far. beksimât o U - i ] (beksem a. t) is. - * peksimet, beksimât, [Yun. paksimadi > Far. beksimât o U - i ] (beksim a:t) is. -*■ peksimet, (eAT) is.
bekûnek, [Far. bekünek ‘i kjSy (bekû :n ek) {OsT} is. Tahta kılıç. bekûr, [Ar. bekür] (bekû .r) /OsT} sf. Erken; ilk. bekûrî1, [Ar. beküri lijjSy (bekû ri:) {OsTj sf. (Çocuk için) ilk doğan. bekûrî2, [Far. beküri ^j^> ] (bekû ri:) {OsT} sf. 1. Kör. 2.
..e rağmen; bununla beraber,
bekûriyyet, [Ar. beküriyyet o jjjS y
(bekû.riyyet)
{ OsTj is. İlk çocuk olma durumu, beküdmek, [bekü-t-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Sağlam laştırmak; berkitmek. [EUTS]
(b eksim a :d ) is. -* peksimet,
beksimet, [Yun. paksimadi => beksimet
{OsT/ is. 1. Bektaşiler. 2. Yeniçeriler, bektaşlık, -ğı [bektaş-lık] {ağız} is. Eş olma durumu; eşitlik; denklik. [DS]
sy
peksimet,
bekümek, [belcü-mek] {eTj gçsz. f . Pekişmek. [DLT] bekürmek, [bekü-r-mek] {eT} gçl. f . [-iir] Berkit mek; tahkim etmek; takviye etmek. [EUTS] [Gabain] bekürü, [belcü-r-ü] {eTj s f Sağlam; berk; pek; kuv vetli. [EUTS] [Gabain] beküşmek, [bekfi-ş-mek] {eT} gçsz. f i Pekişmek; sağ lamlaşmak. [DLT]
beksiz, [belc-siz] {eTj sf. 1. Arık; zayıf; güçsüz; dayanıksız. [Gabain] [EUTS] 2. İstihkâmsız; temel siz; geçici. [EUTS]
beküt, [bekü-t] {eT} sf. Gizli; saklı. [DLT]
beksumat, [Yun. paksimadi => beksumat c~»_iy
bel1, [bel (yans.)] is. Sıçrama, ürkme ve irkilme anla tan kök. [Zülfıkar] bel-in, bel-in -le-m ek.
{eAT} is. -*■ peksimet. bektaş1, [ben-deş > bektaş / Far. bektâş ? jiU sy {eATj {ağız/ is. 1. Akran, eş. 2. sf. Eşit; denk, müsa vi, emsal; benzer. [DS] bektaş2, [eT. bek (sert) + taş] is. Sert taş. Bektaşi, [bektaş > Ar. -î ^ i ^ ] sf. 1. tasvf. Flacı Bektaş Veli hazretlerinin kurmuş olduğu tarikata mensup olan. 2. Yeniçeri. 0 Bektaşî babası, B ek ta şi tarikatın a m ensup derviş. || Bektaşî fıkrası, İslam iyet'in uygulam a ve şeriatın hüküm leriyle a la y eden, kah ram an ı b ir B ek taşi dervişi o la n h alk fıkraları.\\ Bektaşî kavuğu, bot. K aktiisgillerden k ır k k a d a r türü bulunan şişkin gövdeli, tep esi ço k a z diken tüylü, sa rı çiçek li b ir süs bitkisi, (E chin acactııs grusonii). || Bektaşî sırrı, Ç o k iyi saklan an sır.|| Bektaşî-m eşreb, D in î k on u lard a s e rb est h a re k e t eden. || Bektaşî üzümü, bot, T aşkıran gillerden kah v eren g i tüycüklii gövdeli, y a p ra k la r ı y ü rek biçim in d e 60-150 cm. boyunda, nohut iriliğinde m ayhoş sarı, y e ş il veya sa rı sulu m eyveli b ir çalı tiirü; F ren k üzümü, (R ibes g rossu laria). Bektaşîlik, [Bektaşi-lik] is. 1. Hacı Bektaş Veli haz retlerinin kurmuş olduğu ve on altıncı yüzyılda Ba
bekütmek, [bekü-t-mek] {eTj gçl. fi. [-iir ] Berkitmek; sağlamlaştırmak; pekitmek. [DLT] [EUTS]
bel2, [bel (yans.)] is. Şaşkın ve durgun bakışı anlatan kök. [Zülfıkar] b e l b e l bakm ak. S bel bel, Şaşkın ve durgun b ir vaziyette; anlam sız anlamsız.\\ bel bel bakm ak, Uzun uzun an lam sız o la r a k bakm ak. bel3, [eT. be 1 / bil / bel] (eT, b e d ) is. 1. {eT} Kol ve bacakların birleştiği yer; bel. [DLT] [İKPÖy.] [ETY] 2. {eTj Gövde. [İKPÖy.] 3. {eTj Böbrekler. [İKPÖy.] 4. {eTj Kuşak. [İKPÖy.] 5. anat. İnsan bedeninde göğüs ile İcarın arasında kalan dar kısım. 6. Göğüs ile karın arasında kalan bölümün sırt tarafındaki içbükey kısmı. 7. Hayvan vücudunda omuz ile sağ rı arasında kalan kavisli kısım. 8. Dağ sırtlarında geçit verecek durumda olan alçak kısım; dağ geçi di; belen. 9. Geminin orta bölümü. 10. Cinsel bir leşme sırasında erkekten akan salgı; atmık; meni; sperm. 11. Duvar, tavan, köprü gibi yerlerdeki eğiklik; çökme; sarkma; şişkinlik; kabarıklık. 0 bel ağacı, {ağız} 1. Ü zerine a ğ ır y ü k kon ulan a r a b a y a d a rafın ortasının çö km em esi için altın a konulan a ğ a ç destek. 2. K eten liflerin i d o la y a r a k ip, sicim vb. y a p m a y a y a ra y a n a ğ a ç. [DS]|| bel ağrısı, İn sa nın b e l b ö lg esin d e çeşitli s e b e p le r e b a ğ lı o la ra k
ü iü i H iç i s m
.
533
ortaya çıkan a ğ r ı.|| b e l a l t ı , {ağız} Uçurumların, y arların ve bazı d ağ ların altın da bulunan oyuk; barınak. [DS]|| b e l b a ğ l a m a k , {eAT} Önem verm ek; azm etm ek; hazırlan m ak.|| b e l b a ğ ı , 1. K u şak ; k e m er; uçkur. 2. {ağız} D onun uçkur yeri. [DS] 3. {ağız} B e b e ğ i belin den beşiğ e, sa lın c a ğ a b a ğ la m a y a y arayan en li bez. [DS] 4. {ağız} A raban ın o rtası na sarılan uzun zincir. [DS]|| b e l b a ğ l a m a k , 1 . Gü venmek, dayanm ak. 2. Önem verm ek. 3. Azmetmek, hazırlanmak.\\ b e l b ı k ı n , {eAT} B e l k em iğ i; arka.\\ b e l b ı k ı n g ö s t e r m e k , {eAT} Yürürken k alçala rın ı oyn atarak erkeklerin ilgisini çek ecek , d a v etkâ r bir tavır takınmak.\\ b e l b u t , {ağız} B e l ve kalça. [DS]| b e l b ü k m e k , E ğ iler ek sela m verm ek. [| b e l ç i v i s i , {ağız} A raban ın o rtasın a soku lan d em ir çivi. [DS]|| b e l ç u b u ğ u , {ağız} Y apıda binanın o rtasın a yatay o la ra k kon ulan a ğ a ç. [DS]|| b e l d e m i r i , {ağız} S e m erlere sa p sam an k a k m a k için kullanılan b ir s e m erci aygıtı. ||b e l d e n a ş a ğ ı , A çık saçık, cin sel iliş kiye y ö n elik o la n ; erotik ; m üstehcen. ||b e l d o l a m a s ı , K u şak.| | b e l e v l a d ı , B alım Sultan tarafından B ektaşîliğin yen iden düzen lenm esi sıra sın d a H acı B ektaş soyundan g eld iklerin i id d ia e d e r e k ayrılan tarikat m ensupları,|| b e l e ş e ğ i , {ağız} Çatının o rta sına konulan a ğ a ç. [DS]]| b e l g e t i r m e k , {ağız} M eniyi akıtm ak; atm ık çıkarm ak. [DS]|| b e l f ı t ı ğ ı , B e l omurları a ra sın a om u rilik veya k as sıkışm ası ş e k linde beliren rahatsızlık,|| b e l g e v ş e k l i ğ i , 1. C insel güçsüzlük; iktidarsızlık. 2. H oşu n a g id en h erk esle cinsel ilişkiye g irm ek eğ ilim in d e o lm a ; hovardalık, zam paralık. 3. {ağız} Sperm ayı tutam am a hastalığı, [DS]|| b e l g i b i a k m a k , Ç o k in ce f a k a t ba sın çlı o la rak dam lam ak, a k m a k .||b e l i a ç ı l m a k , 1. Ç işini tu tamaz olm ak. 2. {ağız} S ık sık a y b a şı o lm a k ; ç o cu k tutamamak. [DS] 3. {ağız} K en din i zorlam aktan d o layı b e l fıtığ ı olm ak. [DS]|| b e l i a y r ı l m a k , {ağız} Çok çalışm aktan dolayı bitkin düşm ek. [DS]|| b e l i b a ğ l ı , {ağız} 1. K erken ez. 2. A tm aca. 3. K a rta l y a v rusu. 4. Altı ve üstü dar, ortası şişkin kap. [DS]|| b e l i b e k o l m a k , {ağız} Güveni tam olm ak. [DS]|| b e l i b ü k ü k , Y aşlılık s e b e b iy le belin i doğrultam ayan. || b e l i b ü k ü l m e k , 1. Yaşlılık veya fiz ik s e l ra hatsızlık se b e b iy le belin i d ik tutam am ak; eğ ik dur mak. 2. Y aşlanm ak.|| b e l i ç ö k e r t m e k , {ağız} K a m burlaştırmak. [DS]|| b e l i d ü ş ü k , {ağız} B eli a şa ğ ı doğru sa rk ık olan [DS]|| b e l i g e l m e k , 1 . C in sel b ir leşm e sırasın d a sa lg ı boşalm ak. 2. argo. B ıktırıcı bir şekild e b ir sözü tek ra r etm ek. 3. m ecaz. D uru mundan memnun olduğu en g ü zel anı y a şa m a k. || b e l i g e r m e , {ağız} Atın böğ rü n d eki dam arın şişm e siyle belirgin leşen b ir hastalık. [DS]|j b e l i g e v ş e k , {ağız} M enisi ç a b u k gelen . [DS]|| b e l i n b a ğ l a m a k , {eAT} 1. H azırlanm ak. 2. tasvf. B ir tarikata k ab u l edildiğinin b e lg e si o la r a k şeyh tarafın dan o kişinin beline kem er kuşatmak.\\ (birinin) b e l i n d e n g e l m e k , O kişinin sulbünden gelm ek, ev lad ı olm ak,
BEL
dölü olm ak, çocu ğ u olm a. {eAT} (aynı)|| (birinin) b e l i n d e n i n m e k , {ağız} O erkeğ in dölü o lm a k [DS] j| b e l i n e k a d a r , Yukarıdan itibaren b e l kısm ına k a d a r,|| b e l i n e s a ğ l a m o l m a k , B aşkaların ın ırz ve nam usuna saygılı o lm a k; zina etmemek.\\ b e l i n i a la m a m a k , Yerinden d oğ ru lam am ak,|| b e l i n i a l m a k , {ağız} B elin i d o ğ ru ltarak y erin den kalkıp sen d elem ed en yürüyebilm ek. [DS]|| b e l i n i b a ğ l a m a k , {eAT} 1. H azırlanm ak. 2. tasvf. T arikata k a bu l edildiğinin b elg esi o la r a k şeyh tarafından d e r vişin b elin e k em er kuşatmak\\ b e l i n i b ü k m e k , 1. Yenmek. 2. Ç aresizlik için de bırakmak.\\ b e l i n i ç ö k e rtm e k , K a m b u rla şm ak ; eğilmek.\\ b e l i n i d o ğ r u l t m a k , M addî durumunu düzeltm ek, g eçim sıkın tısından kurtulmak.\\ b e l i n i k ı r m a k , Ç aresiz b ı rakm ak, b ir şe y y a p am az durum a düşürm ek..Jj b e l i n i t a ş e y l e m e k , {eAT} 1. K am burlaştırm ak. 2. İhti y arlatm ak. || b e l i n i t o p l a y a m a m a k , 1. B elin d ek i rahatsızlıktan dolayı doğrulam am ak. 2. Y aşadığı kötü bir durum dan dolayı ken din e g elem em ek ; du rumunu düzeltememek.\\ b e l i p e k , {ağız} 1. K en d in e güveni tam olan. 2. C in sel isteklerin e kendisin i kaptırm ayan. [DS]|| b e l i s a l ı k , {ağız} 1. (H ayvan için) b e l kem iğ i kırılm ış, sakat. 2. S erseri; başıboş. [DS]|| b e l i s a l ı n m a k , {ağız} B eli çıkm ak. [DS]|| b e l i s a v a k o l m a k , {ağız} (H ayvan için) b eli tutm am ak; sa k a t olm ak. [DS]|| b e l k e m e r i , E tek v e p a n to lo n g ib i g iy ec e k ler i tutturmak için b e le takılan deri v e y a kum aş şerit.|| b e l k e m i ğ i , 1. O murganın b el k ıs m ın da y e r alan b e ş om u r; b e l omuru, 2. Omurga. 3. m ecaz. B ir şeyin varlığını teşkil eden en önem li bölüm ü; tem el; e s a s .|| b e l k e s m e k , {ağız} D a ğ b a ş ların da y o lcu la rın önünü k e s e r e k soygunculuk yapm ak. [DS]|| b e l k ı l ç ı ğ ı , {ağız} B e l zinciri. [DS]|| b e l k ı l m a k , {eT} B ir kim seye istediğinden d a h a ç o k y em ek vermek. [DLT]|| b e l k ı r a k ı r a , K ırıtarak, sa lla n a r a k yürüm ek. || b e l k ı r m a k , Vücudu belden s a ğ a ve s o la b ü k e re k yürümek.\\ b e l k ü n d e s i , G ü reşte rakib in i belin den k a v r a y a ra k tuşa g etirm ek için uygulanan b ir oyun.\\ b e l s a l m a k , {ağız} 1. (H ayvan için) üstündeki yükün ağırlığ ın ı ç ek em e y e r e k çökm ek. 2. G evşem ek; tavsam ak. [DS]|| b e l s o ğ u k l u ğ u , tıp. G o n o ko k adı verilen bir tür b a k te rilerin d ö l y olu ile sid ik y o lla rın d a m eydana g etir diği ve cin sel ilişkiyle bu laşan b ir hastalık.\\ b e l s o ğ u k l u ğ u n a u ğ r a t m a k , argo. B ir sö z e ve işe g e r e k siz y e r e k a r ış a r a k n o rm a l a k ışa en g el o lm a k .|| b e l t o l a m a s ı , {eAT} Kuşak.\\ b e l v e r m e k , 1. D ik veya y a tay durm ası g er ek en bin a elem a n ların d a iç e v e y a a şa ğ ıy a doğru eğ rilm e o lm a k; kam bu rlaşm ak. 2. (Yük vb. için) altına belin i d estek etm ek; b eli ile dayan m ak. 3. {ağız} Yardım için sö z v erm ek [DS] 4. {ağız} (İş için) yolu n d a gitm em ek. [DS] 5. (Kadın için) z o r k u lla n a ra k ken disi ile cin sel ilişkiye g ir m ek isteyen er k e ğ e teslim olm ak. || b e l y o l , {ağız} D ağın g eç it verdiği y erd en g eç e n yol. [DS]|| b e l
mmmm s o m .
BEL zinciri, {ağız} 1. B e l kem iği. 2. Odun yüklü a r a b a nın o rtasın a b a ğ lan an zincir. [DS] bel4, [eT. bel (iz; işaret)] {ağız} is. Zahire, un gibi şeylerin üzerinden alınıp alınmadığının anlaşılması için önceden konulan özel işaret; bellilik, nişan. [DS] S bel etmek, {ağız} İşa retlem ek ; işa ret koy m ak. [DS] bel5, -l’ı [Ar. belc ^ y {OsT} is. 1. Yutma. 2. m ecaz. Rüşvet. S bel’ etmek, {OsT} Y u tm ak|| bel’-i lok m a, {OsT} 1. L okm an ın yutulm ası. 2. Em m e. bel6, -İli [Ar. beli J J {OsT} is. Islatma. bel7, [Far. bel
J j]
is. 1. Ökçe. 2. tarım. Toprağı insan
gücü ile aktarmaya yarayan, sap üzerindeki tepmeliklerinden ayakla basılarak toprağa saplanan uzun saplı, ucu sivri kürek, fi1 bel bellemek, B e l ile top ra ğ ı a lt üst etm ek, kabartmak.\\ bel demiri, T opra ğ ı sü rm ekte kullanılan tarım aleti. [DS]
kıntıya düşürmek.\\ belâ-yı berzah, {OsT) Kurtul m ası g ü ç b e la .|| belâ-yı hilkat, {OsT} Y aratılış be/as7.|| belâ-yı muazzâm , {OsT} Büyük üzüntü ve sıkıntı.|| belâ-yı nâgâh, {OsT} Ansızın g elen b e la .|| belayı satın alm ak, B ile r e k sıkıntı ve üzüntü verici b ir işe g irm ek .|| belayı savm ak, Sıkıntılı durumdan kurtulmak.\\ belâ-yı siyah, {OsT} Acı o la y ve du rum ; k a r a b e la .|| belâ-zede, {OsT} B ela y a uğram ış. bela3, [Slav, bela (beyaz)] {ağız} is. Her tarafı beyaz koyun. [DS] belabil1, [Ar. bülbül > belâbil J j ^ ] (b e la :b il) {OsT) is. Bülbüller. belabil2, [Ar. belbâl > belâbil J ; ^ ] (b ela b il) {OsT} is. Tasalar; kuruntular; vesveseler, belad, [Far. belâd / belâde
(b e la .d e) {OsT} sf. 1.
Kötü kişi; günahkâr. 2. Söz taşıyıcı; müzevir. 3. Kötü şey.
bel8, [Ar. bel J J {OsT} e. Belki.
beladan, [Yun. blatanos] {ağız) is. Çmar ağacı. [DS]
bel9, [İng. Graham Bell (İngiliz fiz ikçi, müzisyen) > beli] is. Ses şiddetini ölçmekte kullanılan 10' 12 W'a eşit birim.
beladet, [Ar. belâdet c o ^ y (b ela :d et) {OsT} is. İzan-
b ela1, [Ar. belâ / Far. beli ^i>] (b e la :) {OsT) e. Peki; hayhay; evet; öyle (yalnız “kâlü-belâ” sözü n de g e çer). bela2, [Ar. belâ 5 y (b elâ :) is. 1. İçinden çıkılması, lcurtulunması çok zor durum; musibet; felaket. 2. Kendisinden korunulması, sakınılması gereken şey; kötülük. 3. Büyük sıkıntı ve zarar sebebi olan olay veya kişi. 4. Büyük dert; keder. 5. Hak edilmiş ola rak verilen ceza. 6. Kişiyi istemediği davranışa zor layan etki; kaygıdan doğan durum. 0 bela a ra m ak, 1. Üzüntü ve sıkıntı v ereceğ i belli olan işlere girişm ek. 2. K a v g a çıka rm a k için s e b e p aramak.\\ belâ-cû, {OsT} K en disin e dert arayan.\\ belâ-cûyân, {OsT} D ert a ra y an la r.|| bela çekmek, Eziyet v e üzüntü verici b ir durumu yaşamak.\\ belâ-dîde, {OsT} 1. B e la görm üş. 2. B ela y a uğram ış.|| belâefşân, {OsT} B e la s a ç a n .|| belâ ender belâ, {OsT} K atm erli b e la .|| belâ-gerdân, {OsT} B elay ı savuştu ra n ,|| bela kesilmek, Sıkıntı ve eziyet v erici şek ild e birisin e m usallat olmak.\\ belâ-keş, {OsT) Sıkıntı ve eziyet ç e k e n .||belâ-keşîde, {OsT} B e la çek m iş.||be la okumak, B irisin den g ördü ğü kötülük karşısında, A llah'tan cezalan d ırılm ası için d ilekte bulunm ak; bed d u a etmek.\\ belalar mübareği, A şk g ib i insana sıkıntı veren f a k a t vazgeçilem eyen durumlar.\\ belâ-senc, {OsT} B e la tartan .|| (çektiği ..i) belası, Ç ektiği sıkın tıların sebebi.\\ belasını bulmak, H ak etm iş olduğu cez a y a uğramak.\\ belasını çekmek, D av ran ışları yüzünden sıkıntıya düşmek. || belaya çatm ak, Üzücü ve sıkıntı verici işlerle k a r şıla ş m ak.,|| belaya girmek, Üzüntü verici, sıkıntılı bir durum a diişmek.\\ belaya sokmak, B ir kim seyi s ı
sızlık; akılsızlık; sersemlik; budalalık; aptallık, beladır, [Ar. belâ (m usibet) + Far. dur (uzak) _p%] (b ela :d ır) {OsT} is. -*■ beladur. beladur, [Ar. belâ (m usibet) + Far. -dur (uzak) (bela :d u r) {OsT} is. 1. Belaya uğramamak veya ya şanılan bir sıkıntıdan kurtulmak için verilen sada ka. 2. Nazarlık. 3. Kadınların takındığı altın, elmas gibi takılar. 4. Gelin tacı. 5. bot. Meyvesi ilaç ola rak kullanılan ve Hindistan'da yetişen bir ağaç; Amerikan elması, (Sem icarpu s an acardiu m ). belag, [Ar. belâğ £_>y (b e la :ğ ) {OsT} is. 1. Yetiştir me; eriştirme. 2. Yetiştirilen şey; eriştirilen söz. S belağü’l-mübîn, {OsT} İ la h î teb liğ ; K ur'an -ı K e rim. belagat, -ti [Ar. belagat o i % ] (b ela :g a t) {OsT} is. 1. Etki gücü; tesirlilik. 2. İncelik; hassasiyet. 3. Güzel konuşma ve ikna etme yeteneği; uz dillilik. 4. Söz sanatları bilgisi; retorik. 5. m ecaz. Anlatım gücü. 6. Bir söz veya işarette gizli olan derin anlam.S belâgat-fürüş, {OsT) Uz d illilik taslayan .|| belâgatfürüşâne, {OsT) Uz dilli o la n a y a k ışır biçimde.\\ belâgat-fürüşî, {OsT} Uz dillilik.\\ belagât-perdâz, {OsT} İyi ve düzgün sö z söyleyebilen . belagatli, [belagat-li] (b ela :g atli) sf. Belagat sahibi olan. belağ, [Ar. belâğ j o y (b e la :ğ ) {OsT} is. Olgunluk. belahat, -ti [Ar. belâhet c j> }y (b ela :h et) {OsT} is. Aptallık; bönlük; alıklık, belak, [Ar. belak j y {OsT} is. Ayaklan alacalı olan at.
İ M
«
t
BEL
» 1 .5 3 5
belakik, -kı [Ar. belakık
>1] (bela :k ik , k 'ler kalın
söylenir) {OsT} is. 1. Düz ovalar. 2. Çöller, belal, [Ar. belâl / bilâl J ^ ] (b e lâ :l) {OsT} sf. 1. Su gibi ıslatan. 2. Islatış. 3. Islaklık, belalek, -ği [Far. belârek / belâlek
(be-
lâ:lek) {OsT} is. -*■ belarek. belalı, [bela-lı] (belâ.Tı) sf. 1. Çok üzüntü verici, yorucu. 2. Çok kavga eden; şirret. 3. Yolsuz kadın ların, zorbalığından çekinerek dost olmak zorunda kaldıkları erkek; oynaş. beFam, [Ar. belcâm j»U>] (b el-â :m ) {OsT} is. Terbi yesiz; açgözlü; obur, belan, [bel-en] {ağız}] is. -*• belen. [DS belarek, -ği [Far. belârek / belâlek
%] (b e
lâ r e k ) {OsT} is. 1. İyi su verilmiş çelik. 2. İyi su verilmiş kılıç. 3. Kılıca iyi su verildiğini belirten üzerindeki menevişler. 4. Ok mahfazası; sadak. 5. Ok temreni. belaya, [Ar. belâyâ U.5L] (b e lâ .y a :) {OsT} is. Fela ketler; gamlar; kederler; tasalar, belbağı, [bel+bağ-ı] {ağız} is. Dayanak; güvence; ma nevi destek. [DS] belbal, -li [Ar. belbâl / belbâle JLL] (b e lb a :l) {OsT} is. Vesvese; telaş; tasa; kuruntu, belben, [Sur. Ar. leben (süt) > melben] {ağız} is. Pestil. [DS] belbele, [Ar. belbele ■tLL] {OsT} is. 1. Sürahi. 2. İçki konurken çıkan ses; gulgule. belber, [İt. barbiere] {ağız} is. -*■ berber. [DS] belboy, [İng. beli (zil) + boy (oğlan)] is. Otellerdeki oda hizmetçisi; oda görevlisi; kat görevlisi, belbus, [Far. belbüs
(b elb u .s) {OsT} is. 1. Y a
bani soğan. 2. Dağ sarımsağı. 3. Bir tür haşhaş, belce, [bel-ce] is. İki kaşın arası, belcek, -ği [bel-cek] {ağız} is. 1. Kuşak; kemer. 2. Eteklik. 3. Mintan; içlik; frenk gömleği. [DS] belçe, [Far. bel (kürek) > bel-çe] {ağız} is. Kürek. [DS] bcld, [beld (yans.)] is. Canlı ve dikkatli bakışı anlatan kök. [Zülfikar] b eld -ir b e ld ir bakm ak, b e ld -ir (göz). beldanat, [Far. bel (tarım a ra c ı) + Yun. anadoti ?] /ağızI is. Harman savurmakta ve ekin demetlerini kağnıya yüklemekte kullanılan üç çatal parmaklı tarım aracı; çatal. [DS] beldar, [bel + Far. -dâr jl-iL] (b eld a :r) {OsT} is. tar. İmparatorluk döneminde dağ geçitlerini koruyan, yolcuların güvenliğini sağlayan korucu; derbentçi.
tar. im p a ra torlu k d ön em in de b ir şe h ir veya k a s a b a halkın dan dev let ve k iş iler a ra sın d a m eydan a g elen ihtilafları çözüm leyen y a rg ı görevlisi. Beldeitayyibe, [Ar. belde-i tayyıbe (güzel)
ojJl.]
(beld eita y y i:b e) {OsT} is. 1. Güzel ve sevgili şehir. 2. gnşl. Medine, Kudüs ve İstanbul şehirlerinin her biri. beldir, [beld (yans.) > beld-ir] {ağız} sf. 1. (Göz için) patlak; fırlak. 2. (Kişi için) patlak gözlü. [DS] S beldir beldir, {ağız} (Ç ocu k gözü için) ca n lı; p a r lak. [DS]|| beldir beldir bakm ak, {ağız} 1. Anlam sız şekild e, a p ta l a p tal bakm ak. 2. (Ç ocu k için) n e olup bittiğini an lam ad an a n ca k d ikkatle ve can lı bir şe k ild e bakm ak. [DS]|| beldir beldir koşmak, {ağız} H a fif h a fi f koşm ak. [DS]|| beldiri bestek, {ağız} (K onuşm ak için) y er li yersiz. [DS] beldirgöz, [beld-ir+göz] {ağız} is. Tavşan. [DS] bele1, [bele] {ağız} is. 1. İki kardeş çocukları; kuzen. 2. Teyze; hala. [DS] bele2, [böyle > bele] (b e :le) {ağız} zf. Böyle. [DS] bele3, [Bulg. bela] {ağız} is. Her tarafı beyaz koyun. [DS] beled, [Ar. beled -il.] {O s T} is. 1. Ülke. 2. Şehir; bel de. S Beled Sûresi, isi. İnsanın iyi ve kötüyü ayırt e d e b ile c e k b içim d e ve im tiyazlı y a ra tıld ığ ın ı; b en ciliğ i b ır a k a r a k yoksu lu ve yetim i k oru m ak g erek ti ğini, in an ç s a h ib i olm anın d eğ erin i an latan ve M üslüm anların ilerid e M ekke'yi fe t h e d e c e k le r i m üjdesini veren, Kur'an-ı Kerim 'in 20 a y etlik 90. suresi. beledi1, [? beledi] is. zool. Tatlı su kefali, (Squalius cephalu s). beledî2, [Ar. beledî cs-üj (b eled i:) {OsT} sf. 1. Şehirli. 2. Yerleşik; yerli. 3. Belediye ile ilgili. 4. is. Cilt bezi denilen bir tür dokuma, belediye, [Ar. beledî > belediyye aj jJL>] is. Kasaba ve şehirlerde yerel hizmetleri götürmekle görevli ve seçimle iş başına gelen kuruluş. S belediye baş kanı, B eled iy e kuruluşunu yön eten ve seçim le iş ba şın a g elen kim se. || belediye encümeni, B eled iy e m eclisin ce seçilm iş ü yeler ve d a ir e am irlerin den m eydan a g elm iş belediyen in işlerin i d ü zen lem ekle g ö rev li kurul. belediyeci, [belediye-ci] is. Belediyede görevli kişi, belediyecilik, -ği [belediye-ci-lik] is. 1. Belediye işleri. 2. Belediyelerin gerçekleştirdiği işler. 3. Be lediyeye ait yönetme ve yürütme usul ve esasları, beleg, [eT. bele-mek > bele-g (b ir şey e s a r ıla r a k sunulan)] {eT} is. Hediye,
belde, [Ar. belde »jJb] {OsT} is. 1. Ülke. 2. Şehir. 3.
beleglemek, [beleg-le-mek] {eT} gçl. f . [ - r ] Hediye vermek. [DLT]
Kasaba. 4. Oturulan, yaşanılan yer; memleket. S belde devleti, Ş eh ir devleti; site. || belde kadısı,
beleh, [Ar. beleh 4J4] {OsT} is. Bönlük; ahmaklık; ap tallık.
o iü ra iü tc tM .
BEL belek1, -ği [bele-mek (sarm ak) > bele-g (bir şey e s a r ıla r a k sunulan) l belek dil] {eT} {eAT} {ağız) is. 1. Konuğun yakınlarına getirdiği armağan; bir yer den başka bir yere gönderilen armağan. [DLT] [Gabain] [Yüknekî] [DS] 2. {ağız} Düğün hediyesi. [DS] 3. { ağızj fo lk . Düğünde gelinin başına davetli ler tarafından konulan yazma. [DS] 4. {ağız} fo lk . Düğünde davet edilen yakın akrabalara yollanan kumaş. [DS] 5. {ağız} Yarış ve karşılaşmalarda bi rinci gelene verilen ödül. [DS] belek2, -ği [bel-ek dil] {eAT} is. Belgit; nişane; ala met; örnek. beiekJ, -ği [bele-mek (sarm ak) > bele-k] {ağız} is. 1. Çocuk bezi. 2. Kundak. 3. Beşiğe serilen yatak. 4. Ok ve yay kuburu; sadak. [DS] belek4, -ği [Erme, belek] {ağız} sf. Alacalı; karışık renkli. [DS] belek5, -ği [be-le-k] {ağız} is. 3. Korku. 2. sf. Korkak. [DS] belek6, -ği [bel-ek] {ağız} is. Hedef. [DS]
belen2, [bel-en > bel-en] is. 1. Dağların iki tepesi arasındaki geçit; dağ üzerindeki yüksek geçit. 2. {ağız} Yam aç; sırt; bayır. [DS] 3. {ağız}] Üzeri yassı yüksek yer; düzlüklü tepe. [DS 4. {ağız} Dağ eteği. [DS] 5. {ağız} Yüksek dağlarda görülen ağaçsız düz lük yer. [DS] 6. {ağız} Engebeli yer. [DS] 7. {ağız} Issız, kimsesiz yer. [DS] belen3, [bel-en] {ağız} is. 1. Havale; sara. 2. Dudak larda oluşan uçuk. [DS] ö belen olmak, {ağız} H a v aleye tutulmak. [DS] belen4, [bel-en / bel-in] {ağız} is. Deli. [DS] ö belen aynası, {ağız} İçb ü key ayna. [DS] belend, [Far. belend -ul] {OsT} sf. 1. Yüksek; yüce; bülent. 2. Kapı pervazı veya çerçevesi, belendin, [Far. belendin jj-u l] (belen dim ) 1.
{OsT}
is.
Kapı pervazı. 2. Pencere çerçevesinin alt tahtası,
beleng, [bel-en dil] (belen ) {eAT} is. 1. Dağlık sarp yer. 2. Dağ beli. 3. {ağız} Dağ yamaçlarında aşınma sonucu oluşmuş çıkıntılar. [DS]
belek7, -ğl [belen / belek] {ağız} is. Dağ geçidi; bel. [DS]
belengaz, [Kürt, belengaz] {ağız} sf. Üstü başı eski püskü; dilenci. [DS]
beleke, [beleke] {ağız} is. Yarı yarıya buğday çavdar karışımı tahıl. [DS]
belengez, [Kürt, belengez] {ağız} sf. Düşüncesiz, tasasız; hiçbir şey düşünmeyen. [DS]
belekim, [böyle+ki > belekim] e. Keşke,
belenglemek, [bel (yans.) > bel-en-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [-l(i)-y o r] - * belinglemek. [DS]
beleklemek, [belelc-le-mek] {eT} g ç l . f [~r] Armağan kılmak; hediye etmek; vermek. [DLT] belekli, [belekJ-li] {ağız} sf. Alacalı; karışık renkli, fi1 belekli at, {ağız} Vücudunun bir ç o k y erin d e beyaz b e n e k ler bulunan at. [DS] belel, [Ar. beli > belel J J J {OsT} is. 1. Yaşlık; ıslak lık. 2. Mihnet; keder. 3. Düşkünlük. 4. Mücadele; kavga. 5. sf. Hastalıktan kalkan; iyileşen, belelmek, [bele-mek > bele-l-mek] {eT} dönşl. f. [iir] Batmak; bir şeye bulanmak. [DLT] beleme, [ba-mak (bağ lam ak) > be-le-me] is. Bele mek işi. belemek1, [be (yans.) > be-le-mek] ( b e ’:lem ek) {eT} g ç s z .f. [- r ] (Koyun için) melemek. [DLT] belemek2, [bele-mek dUL] {ağız} gçl. f. [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. {eAT} Çocuğu kundaklamak. [DK] 2. Beşiğe yatırıp bağlamak. 3. Beşik sallamak. [DS] belemek3, [bele-mek] {ağız} gçl. f. [-r ] [-l(i)-y o r] 1, Bulamak; bulaştırmak. [DS] 2. Katıştırmak; karış tırmak. [DS] belemir, [? belemir / pelemir / melemir] is. bot. Orta Anadolu'da tarlalarda yetişen tarakotugillerden açık mavi çiçek açan bir yıllık otsu bitki; mavi kantaron, peygamber çiçeği, (C etaıırea cyanus). belen1, [bel-en] {eAT} is. Süslü ve işlemeli kılıç ke meri.
belenlemek, [bel-en-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] Azarlamak. [DS] belenme, [bele-n-me] is. Belenmek işi. belenmek, [be-le-n-mek dL_ıL] edil. f . [ -ir ] 1. (Ço cuklar için) kundaklanmak veya beşiğe yatırılıp bağlanmak. {17.yy .} (avm) 2. dönşl. f. Bulaşmak, bulanmak. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Toz top rak içinde yatıp yuvarlanmak. [DS] S beleni bele ni, {ağız} R a h a tça ; s e r e serp e. [DS] belensem, [Ar. belensem
{OsT} is. Katran,
beler, [bel-er] {ağız} is. Dam ucu; saçak. [DS] belerçin, [bel-eı-çin j ^ l ] {eAT} {ağız} sf. (Göz için) dışarı çıkık; pörtlek. [DS] t? belerçin gözlü, {eAT} {ağız} Gözü d ışa rı çıkık; belerm iş gözlü ; p ö rtlek gözlii. [DS] belergen, [bel-er-gen] {ağız} sf. (Göz için) patlak; dışarı fırlak. [DS] belergöz, [bel-er+göz] {ağız} sf. Şaşkına dönmüş. [DS] S1 belergöz etmek, {ağız} Ş aşkın a döndürm ek. [DS]|| belergöz olmak, {ağız} N e y a p a ca ğ ın ı b ile m ez o lm a k; şa şk ın a dönm ek. [DS] belerm ek1, [bel-er-mek di»yi] {ağız} gçsz. f. [-ir ] 1. Ortaya çıkmak; belirmek. [DS] 2. {eAT} (Göz için) fazla açılıp kalmak; alcı iyice belirecek biçimde açılmak. S beleri kalmak, {eAT} {ağız} 1. (Göz için) fa z l a a çılıp kalm ak. 2. {ağız} K orku dan g ö z le
rini koca m a n koca m a n a ç ıp bak ak alm ak . [DS]|| belerü kalmak, feAT} B elerm ek. belermek2, [bel-er-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] (Cilt için) çimdik veya sıkışmadan dolayı hafif morar mak. [DS] belerti, [bel-er-ti] {ağız} is. Derideki hafif morluk. [DS]
belertme, [bel-er-t-me] is. Belertmek işi. belertmek1, [bel-er-t-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] (Göz için) şaşkınlık veya kızgınlık ifadesi olarak koca manca açmak. [DS] belertmek2, [bele-r-t-mek] {ağız} g ç l .f . [-ir ] (Deri ve cilt için) hafif morluk kalacak biçimde sıkmak veya çimdiklemek. [DS] belesan, [Far. belesân uL_Ju] (b elesa :n ) {OsT} is. bot. 1.
Pelesenk ağacı. 2. Bu ağacın yağı; balsama,
belesüz, [belü-süz > bele-süz
{eAT} sf. Gizli; bi
linmeyen. beleş, [Ar. bila (hiç) + şey (nesne) > bilâşey > beleş] (be'leş) {OsT} sf. argo. Hiçbir emek veya karşılık verilmeden elde edilen; bedava. 0 beleşe konmak, H iç em ek verm eden, p a r a h a rca m a d an e ld e etmek. beleşçi, [beleş-çi] is. Para ödemeden sahip olmayı se ven ve alışkanlık haline getirmiş olan; bedavacı; lüpçü. beleşçilik, -ği [beleş-çi-lik] is. 1. Beleşçi olma duru mu. 2. Beleşçi olanın niteliği. beleşmek1, [beleş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Hantal laşmak. [DS] beleşmek2, [bele-ş-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] Yere yuvarlanmak. [DS] beleşten, [beleş-ten] (bele'şten) zf. Karşılıksız; emek ya da para vermeksizin. belet1, [? belet] {ağız} sf. Yüksek; yüce. [DS] belet2, [Fa. balad (kılavuz)] {ağız} sf. 1. Bilen; tanı yan; vâkıf. 2. Bilinen; bellenen; öğrenilmiş. 3. is. Yol gösteren kimse; kılavuz. [DS] belevi, [bel+ağa] {ağız} is. Köy ağası; eşraf. [DS] belevürt, [? belevürt] sf. 1. (Göz için) şekilsiz; kor kunç. 2. is. Ölçüp karşılaştırma. S belevürt et mek, Ölçüp karşılaştırm ak. beleykim, [böyle+kim] {ağız} e. Şayet. [DS] belez, [bel-ez] {ağız} is. 1. Ağrı; sızı. 2. Romatizma. [DS] 0 belez belez, {ağız} 1. (Yürüm ek için) k en dinden g eçm iş hâlde. 2. (B ak m a k için) şaşkın ş a ş kın. [DS] belezek, -ği [bel-ez-ek] {ağız} is. Uyku kaçması du rumu. [DS] belge , [eT. bel-gü > bel-ge] is. 1. Bir gerçeği aydın latmak veya bir hak iddia etmek için kullanılabile cek yazılı bilgi, fotoğraf, resim vb. şeyler; vesika; doküman, (1935). 2. m ecaz. Delil olabilecek her
hangi bir eşya. 3. Eskiden orta öğretimde iki yıl üst üste kalan öğrencilerin başarısız olarak okulla ili şiklerinin kesildiğini bildirir yazı. 0 belge analizi, B ilg i sa k la m a ve b e lg e leri sınıflandırm a işlem leri nin bütünü. belge2, [böl-ge / belge] {ağız} is. Kısım; parça. [DS] belgeci, [belge-ci] is. Belgesel filmler çeken sinema veya televizyon programı yapımcısı, belgegeçer, [belge + geç-er] is. 1. Yazı ve resim gibi belgelerin kopyasını uzaktaki bir yere aktaran ma kine; faks. 2. Bu yolla alınmış belge, belgeleme, [belge-le-me] is. Belgelemek işi; tevsik, belgelemek, [belge-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Bir olayın doğruluğunu belge göstererek ispat etmek; tevsik etmek. belgelendirme, [belge-le-n-dir-me] is. Belgelendir mek işi. belgelendirmek, [belge-le-n-dir-mek] gçl. f . [- ir ] İddia ettiği durum ve olayla ilgili olarak belge gös termek, iddialarını belgeye dayandırmak, belgelenme, [belge-le-n-me] is. 1. Belge sahibi olma. 2. Belge ile ispat edilme. belgelenmek1, [belge-le-n-mek] dönşl. f . [ -ir ] İki yıl aynı sınıfı okuduktan sonra belge ile okuldan uzak laştırılmak. belgelenmek2, [belge-le-n-mek] edil. f . [- ir ] (Bir olay veya iddia edilen konu için) belge gösterilerek ispat edilmek, belgeli, [belge-li] sf. 1. Belgesi olan. 2. İkna edici ye terlikte belgesi bulunan. 3. İki yıl üst üste sınıfta kalmış olup da belge ile okuldan ilişiği kesilmiş bulunan. belgelik, -ği [belge-lik] is. 1. Belgelerin saklandığı ve korunduğu yer; arşiv. 2. sf. Belge olarak kullanı labilecek nitelikte olan, belgesel, [belge-sel] sf. 1. Belge niteliği taşıyan. 2. is. Belge özelliği bulunan radyo ve televizyon prog ramı. 0 belgesel film, T abiattan vey a hayatın içinden alınm ış ve g er ç ek te sü reg elen a kışı için d e h a z ırla n a ra k bilg i verm eyi a m açlay an film . belgi1, [eT. bel-gü > bel-gi] is. 1. Bir şeyi benzerle rinden ayıran özellik; alamet; nişan; damga; alamet-i farika; {ağız} (aym). [DS] 2. Duyuş, düşünüş ve inanıştaki ayırıcı özellik; şiar. 3. {ağız} Hedef. [DS] belgi2, [böl-gü / belgi] {ağız} is. 1. Bir odayı ikiye ayıran bölme. 2. Yüklük; musandıra. [DS] belgileme, [belgi-le-me] is. Belgilemek işi. belgilemek, [belgi-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i) -yor] 1. Bir işaret koyarak belli olmasını sağlamak; belir lemek. 2. İşaretinden tanımak, belgili, [belgi-li] sf. Belli edilmiş olan; belirli, muay yen.
Û IÜ M T lM E M .
BEL belgilik, -ği [belgi-lik] sf. Bir yapıyı nitelemek, gö revini belirlemek için kullanılan işaret veya kısalt ma; alamet-i farika,
belgütmek, [belgü-t-mek] (belgü :tm ek) {eT} gçl. f. [ü r] Göstermek; sergilemek. [Clauson]
belgin, [bel-gin] sf. Tam ve kesin olarak belirlenmiş bulunan; apaçık; sarih,
belham, [Far. belham
belginlik, -ği [bel-gin-lik] is. Tam ve kesin olarak belirlenmiş olma durumu; sarahat,
belî, [Ar. belâ > Far. beli
belgüzar, [Far. bergüzâr] {ağız} is. -*■ bergüzar. [DS] {OsT} is. Saban (tarım
aracı). (b eli:) {OsT} e. Peki,
hayhay, evet; bela,
belgisiz, [belgi-siz] sf. 1. Belli edilmemiş; belirsiz; {ağız} (aynı). [DS] 2. Sınırlandırılmamış; gayrimu- belid, [Ar. belâdet (bu dalalık) > belıd jlJu] (beli:d) ayyen. 3. Tanımlaması yapılmayan. 4. bot. (Çiçek {OsT} sf. Bön; akılsız; budala; ahmak. ve organları için) sayısı belli olmayan, değişebilen. beliğ1, [Ar. beliğ (b eli:ğ ) {OsT} sf. 1. Ciddî; ö5. dbl. Belirli bir şeye ait olmayan, genel bir fikir zenli. 2. Enerjik. ifade eden. 0 belgisiz sıfat, dbl. İsim lerin a n lam ı nı belirsiz ve g e n e l b ir ş e k ild e belirten sıfat.|| belgi beliğ2, [Ar. belagat > beliğ £Ju] (beli:ğ ) {OsT} sf. 1. siz zam ir, dbl. Yerini tuttukları v arlıkları kesin bir Açık, anlaşılır, güzel ve etkili konuşan ve yazan; sın ırlılık için de d eğ il d e belirsizlik için de k a r şıla belagat sahibi. 2. (Söz, yazılı eser için) yeterli, tam y a n zam irler. ve açık; fasih, belgisizlik, -ği [belgi-siz-lik] is. 1. Belli edilmeyiş; beliğane, [Ar. beliğ + Fr. -âne ^U-L] (beliğ a :n e) belirsizlik. 2. Sınırlandırılmayış; gayrimuayyenlik. {OsT} sf. Açık ve düzenli olarak; beliğ bir şekilde, 3. Tanımlaması yapılmama durumu; belgisiz olma, beliha, [Ar. belıha (b eli:h a ) {OsT} sf. (Kadın belgit, [bel-gi-t] sf. 1. Bir borç veya yükümlülüğü be için) arkası geniş ve büyük. lirtmek için düzenlenip imzalanan kâğıt; senet. 2. m an. Bir önermeyi ispat için kullanılan ve önceden ispatı yapılmış veya doğruluğu kabul edilmiş başka bir önerme; delil; bürhan; hüccet, belgizar, [Far. bergüzâr] {ağız} is. Armağan; hatıra; anmalık; bergüzar. [DS] belgü, [bel-gü] (belg ü :) {eT} is. 1. Alamet; işaret; ni şan; marka; belgi; belge; im. [DLT] [ETY] [EUTS] [Üç İtigsizler] [İKPÖy.] 2. Fal. [Gabain] [EUTS] belgülemek, [belgü > belgü-le-mek] {eT} gçl. f . [-r ] Belgelemek; işaret etmek; işaretlemek. [Üç İtigsiz ler] belgülü, [belgü-lüg > belgü-lü
I
J J {eT}
{eAT} sf. Açık olarak; belli; aşikâr olarak, belgttlüg, [belgü-lüg] (belg ü : lüg) {eT} sf. 1. Belirli; görünen; açık; sarih; vâzıh. [Üç İtigsizler] [EUTS] [DLT] 2. İşaretli; delaletli; belirli; tanınan; belli. [Gabain] [Yüknekî] [EUTS] 3. Nişanlı. [ETY] belgürme, [belgü > belgü-r-me] {eT} is. Belirme; zuhur; ortaya çıkma; görünme. [EUTS] belgttrmek, [belgü (işaret) > bel-gü-r-mek] {eT} gçsz. f. [-ü r ] 1. Açığa çıkmak; meydana çıkmak; belirmek; görünmek; belli olmak. [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] 2. Kendini göstermek. [DLT] belgürtme, [belgür-t-me] (belgiirtm e:) {eT} is. Gös teri. [Clauson] belgürtmek, [belgü-r-mek > belgü-r-t-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Açığa çıkarmak; belirtmek; göstermek; bel li ettirmek. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] belgiisüz, [belgü-süz] (belgü:süz) {eT} sf. Belirsiz; alametsiz. [EUTS]
belik1, -ği [böl-ük > belik] {ağız} is. 1. Bölük; parça; kısım. 2. Askerî birlik; bölük. 3. Saç bölüğü; saç örgüsü. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} Saç. [DS] 5. sf. Bölünmüş; parçalı. 6. Kalabalık. 7. zf. Çok; pek. [DS] belik2, -ği [eT. bel-ik > bel-ek] is. 1. Fitil; kandil fitili. {eT} [DLT] 2. {eT} Y ara yoklamakta kullanılan bir mil. [DLT] S belik belik, Ö rgüler halinde. belikJ, -ği [bel-lik (b e ld e taşınan şey) > bel-ik {eAT} is. Ok ve yay kuburu. belik4, -ği [bel (iz, işaret) > bel-ik dU>] {eAT} is. Ni şane; alamet; örnek, belikleme, [belik-le-me] is. 1. Beliklemek eylemi. 2. Aptallaşma. beliklemek, [belik-le-mek] gçl. f. [- r ] [-(i)-y o r] 1. Saçları örmek. 2. Armağan kılmak; hediye emek; vermek. {eT} [DLT] beliklenmek,
[bil-ik-le-n-mek
>
bel-ik-le-n-mek
liUiKi;] {eAT} dönşl. f . [-ü r] Sadağını takınmak; silahlanmak. beliklik, -ği [bel-ik-lik] {eT} sf. Fitillik. S beliklik kebez, F itillik; fit il y a p m a k için hazırlan m ış olan pam u k. [DLT] belil, [Ar. beli > belîl J J lJ (b elid ) {OsT} sf. 1. (Rüz gâr için) serin ve yağmurlu. 2. Islanmış. belin1, [bel-in] {ağız} is. 1. Deri üzerinde görülen şişlik. 2. Uçuk. 3. Cilt üzerinde meydana gelen morluk. [DS] belin2, [bel (yans.) > eT. bel-in] {eAT} is. Korku; ürk me.
g
p
r iiic t m
beling, [bel-in
BEL
• 539
(belifi) {eT} {eAT} is. 1. Korku; ür
küntü; panik; dehşet. [Gabain] [EUTS] 2. Düşman gelmesi yüzünden halkta beliren ürküntü ve korku; panik; dehşet. [DLT] beüngçi, [belin-çî] (belifiçi:) {eT} sf. Çok korkak; çok ürkek. [DLT]
b e lin g d e k , [belin-dek] (belin dek) {eT} sf. Korkunç; korkutucu. [Clauson]
b e lin g e m e k , [bel (yans.) > bel-in-e-mek] {ağız} gçsz.
( [->'] [~n(i)-yor] -*■belinlemek.
[DS]
b e lin g le g ü , [belin-le-gü] {eT} is. Korku. [Gabain] [EUTS]
b e iin g le m e k , [bel (yans) > bel-in-le-mek / bel-ün-lemek liU-lA] (b elin le:m ek ) {eT} {eAT} gçsz. f . [-r ] 1. Şaşkınlıkla kanşık korku duymak; belinlemek; korkudan titremek; korku ile birden sıçramak; ir kilmek; ürkmek. [EUTS] [Gabain] 2. Uykudan korku ile sıçramak. [DLT] 3. (Hayvan için) bir şeyden ür küp sıçramak. [DLT] 4 . Afallamak.S b e l i n l e y ü d u r m a k , {eAT} Uykudan korku ile sıçray ıp k a lk mak.
b e lin g le n m e k , [bel (yans.) > bel-in-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] 1. Şaşkınlıkla karışık korku duymak. 2. Ürkmek; irkilmek; afallamak; şaşmak. 3. Uyku da sıçramak. [DS]
b e lin g le t m e k , [belin-le-t-melc dUaKL] (belin letm ek) {eT} {eAT} gçl. f . [-ü r ] Korkutmak; ürkütmek. [EUTS] belingteg, [belin+teg] (belin teg) sf. 1. Korkunç. [Gabain] 2. is. Korkma; donup kalma. [EUTS] belinleme, [belin-le-me] is. Belinlemek işi. belinlemek1, [eT. belin-le-mek > belin-le-mek] gçsz. f l- r ] [-l(i)-y o r] 1. {ağız} Korku ile uykusundan sıçramak; birden korku ile uyanmak. [DS] 2. (Hay van için) habersizce bir şeyden korkup ürkmek. 3. Şaşkın şaşkın bakmak; afallamak. 4 . Ürkmek. 5 . {ağız} Şaşkınlıkla karışık korku duymak; irkilmek. [DS] 6. {ağız} Dudakta uçuk çıkmak; uçuklamak. [DS]
belinlemek2, [bel-in-le-mek] {ağız}\ gçl. f . [-r ] [-l(i)y or] (Hayvan için) yükün ağırlığı ile beli çökmek. [DS belinmek1, [bel-in-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] Hayal etmek. [DS] belinmek2, [böl-ün-mek / bel-in-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] Bölünmek; parçalanmak. [DS] belinti, [böl-ün-tü / bel-in-ti] {ağız} is. Bir odayı ikiye ayıran şey. [DS] belirgin, [belir-gin] sf. 1. Belirmiş durumda olan; bariz; besbelli. 2. Açıkça görülen; açık; sarih. 3. Benzerleri arasında hemen göze çarpan, belirginleşme, [belir-gin-le-ş-me] is. Belirginleşmek işi. belirginleşmek, [belir-gin-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] Açıkça görülüp sezilebilir duruma gelmek.
belirginleştirme, [belir-gin-le-ş-tir-me] is. Belirgin leştirmek işi. belirginleştirmek, [belir-gin-le-ş-tir-mek] gçl. f. [ir] Açıkça görülür, anlaşılabilir duruma gelmesini sağlamak; belirginlik kazandırmak, belirginlik, -ği [belir-gin-lik] is. 1. Belirgin olma du rumu. 2. Belirgin olan şeyin niteliği. 3. dbl. Bir di lin yapısal gereği olarak herhangi bir dil unsuru nun, diğerleriyle benzer özellik taşımasına rağmen, bir yönüyle farklılık gösterdiği için ayrı biçimbirim sayılma özelliği. « İp i s e si Ib/'den titreşim sizliği ile belirg in lik kazan ır.» belirleme, [belir-le-me] is. 1. Belirlemek işi. 2. B e lirli kılma; ayırma. 3. Açıklama. 4 . y e r b. Konumu bilinmeyen bir noktanın bilinen noktalar aracılı ğıyla koordinatını hesaplama işlemi, belirlemek, [belir-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Belli olacak bir durum kazandırmak. 2. Benzerle rinden ayırt edilebilecek şekilde ortaya koymak; tayin etmek, (1942). 3. Bellilik koymak; işaretle mek; damgalamak. 4 . Bir şeyin gelişimini, sonra dan alması gereken durumu, kazanması gereken özellikleri etkileme ile önceden yönlendirmek. 5 . dbl. (Tanımlayıcı sıfatların görevleri söz konusu olduğunda) belirtme. 6. man. Yeni bir kavramı, özünü teşkil eden unsurları açıklamak suretiyle ta nımlamak; tayin etmek. 7. man. Bir kavramı ayırıcı unsur ekleyerek sınırlamak; kapsamını daraltmak, belirlenim, [belir-le-n-im] is. 1. Belirli duruma gelme; belirginleşme. 2. fe l. Yeni bir kavramın an lamının, muhtevasının, yapısının, sınırlarının tam olarak tespit edilmesi durumu; gerektirim, determi nasyon. belirlenimci, [belirlenim-ci] sf. f e l. Her olayın başka olayların zorunlu sonucu olduğu görüşünde olan; gerekirci, determinist, belirlenimcilik, -ği [belirlenim-ci-lik] is. fe l. Her olayın başka olayların gerekli ve kaçınılmaz sonu cu olduğunu savunan felsefî görüş; gerekircilik; de terminizm. belirlenme, [belir-le-n-me] is. 1. Belirlenmek işi. 2. Belirli hale getirilme, belirlenmek, [belir-le-n-mek] edil. f . [ - ir ] Açıkça anlaşılır ve görülür duruma getirilmek, belirlenmezci, [belirlenmez-ci] is. fe l. 1. Bir sebebe bağlanmayan olayların da bulunduğunu savunan kimse; indeterminist. 2. İnsanın özgür iradesinin hiçbir şarta bağlı olmadığını savunan kimse, belirlenmezcilik, -ği [belirlenmez-ci-lik] is. fe l. 1. Her zaman sebep-sonuç ilişkilerinin geçerli olma dığını, bir sebebe bağlı olmayan olayların da var olduğunu öne süren felsefî görüş; indeterminizm. 2. İnsanın özgür iradesinin hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadığını, içinde bulunduğu şartlarla belir lenmediğini savunan görüş.
BEL belirleyen, [belir-le-y-en] sf. 1. Belirlemek eylemini yapan; belirleyici. 2. (Olay için) başka bir olayı belirleyen. belirli, [belir-li] sf. Başka bir şeyle karıştırılamayacak şekilde işaretlenmiş, sınırlanmış ve açıklanmış olan; belli; muayyen; sınırlı, (1944). 0 belirli geç miş, dbl. Fiilin belirttiği eylem in için de bulunulan zam an dan ö n ce y a p ıld ığ ım veya olu p bittiğini kesin b ir d ille bildiren kip; -di'li geçm iş, görü len g e ç miş]] belirli nesne, dbl. G eçişli fiilin y a pıldığın ı bild ird iği eylem den doğrudan etkilen en v e ismin y ü klem e h a li ile belirlen m iş olan cüm le ö ğ e si; -i h â l eki alm ış nesne. belirlilik, -ği [belir-li-lik] is. 1. Belirli olma durumu. 2. Belirli olan şeyin taşıdığı nitelik, belirme, [bel-ir-me] is. Belirmek eylemi ve durumu; tebellür etme, belirmek, [bel-ir-mek] gçsz. f . [-ir ] 1. (Önceden gö rülmeyen veya belli olmayan bir şey için) ortaya çıkmak, görünür olmak; tezahür etmek. 2. (Bir dü şünce veya durum için) kesinlik kazanmak; tebellür etmek. 3. İyice görülebilir, kesin olarak anlaşılabi lir duruma gelmek; tebarüz etmek, belirsiz, [eT. belür-süz > belir-siz] sf. 1. Belirlemesi yapılmamış olan; gayr-i muayyen. 2. Niteliği hak kında kesin bilgi edinilemeyen; müphem. 3. Bilin meyen; meçhul, fi1 belirsiz geçmiş, dbl. F iilin b e lirttiği eylem in, için de bulunulan zam an dan ö n ce olup bittiğinin b aşkasın d an öğren ildiği veya b e lir tilerinden tahmin edildiğ in i ifa d e eden k ip ; -miş'li g eçm iş; öğren ilen geçm iş, duyulan geçm iş. belirsizlik, -ği [belir-siz-lik] is. 1. Belirsiz olma du rumu. 2. Belirsiz olan şeyin taşıdığı nitelik, belirteç, -ci [belir-t-mek > belirt-eç] is. dbl. 1. Fiille rin, sıfatların ve zarfların anlamını nitelik veya ni celik bakımından sınırlayan kelimeler; zarf. 2. kim. İçinde bulunduğu ortamın asit veya baz oluşunu renk değişimi ile belli eden kimyasal madde, belirten, [belir-t-en] sf. 1. Belirtme işini yapan. 2. is. dbl. Cümlede başka bir terimdeki asıl düşünceyi ta mamlayan terim; tamlayan, belirti, [belir-t-i] is. 1. Bir olayın veya bir durumun bilinmesine, tanınmasına, anlaşılmasına yârdım eden şey; alamet; nişan; nişane, (1944). 2. tıp. Has talıkların tanınmasına yarayan ağrı, sızı veya bo zukluklar; semptom. 3. {ağız} Görüntü; hayal. [DS] S belirti bilimi, tıp. H a stalık belirtilerim in cele yen, teşhis ve tedavi için bunların anlam ını a ra ştı ran tıp bilim i d a lı; sem ptom atoloji. belirtici, [belir-t-ici] sf. Belirtme işini yapan; belir ten. belirtik, -ği [belir-t-ik] s f fe l. Açık; sarih; belli, belirtilen, [belir-t-il-en] is. 1. Belirtilmiş olan; tasrih edilmiş; muayyen. 2. dbl. İsim ve sıfat tamlamala rında dizilişe göre ikinci sırada yer alan asıl öğe; tamlanan.
m uin? »on. belirtili, [belir-t-i-li] sf. 1. Belirtisi olan. 2. Belirtil miş olan. 3. Belirli kılınan. S belirtili nesne, dbl. C üm lede g e ç iş li f ii l le kurulu b ir yüklem in belirttiği eylem den etkilen en ve ism in belirtm e durum unda bulunan öge.\\ belirtili tanılam a, dbl. B elirlenm iş b ir kavram ı içer m e k ü zere tam layanı ilgi (-in) h a lin d e; tam lan an ı d a iy elik üçüncii kişi (-i; -leri) ekin i alm ış o la n isim tam lam ası. belirtilme, [belir-t-il-me] is. Belirtilmek eylemi ve işi. belirtilmek, [belir-t-il-mek] edil. f . [-ir ] İ. Bir baş kası tarafından açık ve anlaşılır hale getirilmek. 2. Açıklanmak. 3. Belli edilmek, belirtisiz, [belir-t-i-siz] sf. 1. Belirtisi olmayan. 2. Belirlenmemiş olan; gayrimuayyen. fi1 belirtisiz nesne, dbl. G eçişli b ir f ii l le kurulm uş cü m led e yük lem in belirttiği eylem den etkilenen ve y alın h ald e bulunan ö g e .|| belirtisiz tam lam a, dbl. B elirlen m em iş b ir kavram ı içerm ek ü zere tam layanı yalın, tam lananı iy elik üçüncü kişi (-i; -leri) ekin i alm ış bulunan isim tam lam ası. belirtke, [belir-t-ke] is. Gösterge, belirtken, [belir-t-ken] is. 1. Bir özlü sözle birlikte kullanılan işaret. 2. Soyut bir kavramın sembolü olan eşya, varlık veya şekil; amblem. 3. Gösterge, belirtme, [belir-t-me] is. 1. Belirli hale getirme; be lirli kılma; tasrih. 2. Göz önüne koyma; temayüz ettirme. 3. Açıklama. 4. Görüş bildirme. S belirt me durum u, dbl. C ü m lede yüklem in bild ird iği ey lem den doğru dan etkilen en n esn e a ra sın d a ki b a ğıntıyı belirten durum ; y ü klem e durum u; -i hâli; akku zatif; mefulünbih.\\ belirtme grubu, dbl. Tam lam a la rd a n d a h a gen iş k elim e grubıı. || belirtme sıfatı, dbl. İsim leri gösterm e, soru, say ı veya b elg i sizlik yön lerin den belirten sıfat, belirtmek, [belir-t-mek] g ç l f [-ir ] 1. Bir şeyi belirli hâle getirmek; tebarüz ettirmek. 2. Daha açık ve anlaşılır hale getirmek. 3. İşaret etmek. 4. Göster mek. 5. Vurgulamak, belişmek, [böl-üş-mek / bel-iş-mek] {ağız} işteş, f . [ir] Bölüşmek; paylaşmak. [DS] belit1, -di [Ar. bellit > pelit] {ağız} is. 1. Meşe ağacı nın meyvesi; palamut. 2. Ağaç yaprağı. [DS] S be lit ağacı, {ağız} 1. M eşe ağ acı. 2. P ırtlar ağacı. [DS] belit2, [bel-it] is. man. Açık, anlaşılır ve gerçekliği kendiliğinden olup hiçbir tanıtlama istemeyen ve bu sebepten diğer önermelerin dayanağı olan temel önerme; mütearife, aksiyom, belitke, [belit-ke] is. man. Aksiyoma ilişkin; belitle ilgili. belitken, [belit-ken] is. man. Belitler sisteminden olan. belitleme, [belit-le-me] is. man. Tümdengelimci bir bilime temel olacak belit düzeni; aksiyomatik.
beliyat, [Ar. beliyye > beliyyât oL L ] (beliya.t) {OsT} is. Sıkıntılar; kederler; belalar; felaketler, beliye, [Ar. beliyye
{OsT} is. 1. Bela. 2. Felaket.
3. Dert; sıkıntı; keder; meşakkat. 4. Cahiliye Araplarımn savaşçı veya eşraftan birinin mezarına bağ layarak ölünceye kadar aç bıraktıkları deve veya kısrak. belka1, -a ’i [Ar. belkâ’ *UL] (b e lk a :) {OsT} sf. (At için) alaca; alacalı. belka2, -a ’ ı [Ar. belka1 £î1j] {OsT'} sf. 1. (Çöl için) tenha. 2. (Y er için) harap ve boş. belkaptan, [İng. beli (zil) + captain (kaptan)] is. Bü yük otellerde oda hizmetlerini yöneten kimse, belki, [Ar. bel (olabilir) + Far. ki > belki 4SJ4] ( b e ’lki) {OsT} e. 1. Olabilir ki. 2. Herhalde. 3. Bir ihtimale göre; muhtemel olarak. 4. Sanılırsa; zannedilirse. 5. bağ. Olsa olsa. 0 belki de, "Şu d a o la bilir.." belkileyim, [belki-leyin] {ağız} e. Belki. [DS] belkili, [belki-li] sf. 1. Çözümü şüpheli olan. 2. Eylemi, sonucu şüpheli. 3 . f e l . Yeter delil gösteril mediği için ispat edilmesi gerekli görülen; doğru luğu kadar yanlışlığı da mümkün olabilen; ihtimalî, olasılı. 4. man. Sadece olabilirlik taşıyan, zorunlu olmayan. S belkili yargı, fe l. K ant felsefe sin d e, özne ile yüklem ilişkisi s a d e c e mümkün görü len yargı. belkim, [Ar. bel (o la bilir) + Far. kim > belkim
JJ
(be'lkim) {eAT} zf. Belki, beli, [Ar. beli J>] is. Islatma. belladon, [İt. belladonna] is. Belladonnadan çıkarı lan zehir. belladonna, [It. bella (güzel) + donna (kadın) > Fr. belladone] (bellado'n a) is. bot. 1. Patlıcangillerden orman açıklıklarında yetişen, yaprakları düz kenar lı, kısa tüylü, çiçekleri morumsu, meyveleri siyah kiraz biçiminde, tatlı fakat zehirli, yaprak, kök ve kök saplarında bulundurduğu zehir (atropin) tıpta ağrı kesici, spazm çözücü ve salgı azaltıcı olarak kullanılan pis kokulu bir bitki; güzelavrat otu, (Atropa bellad on n a). 2. Güzelavrat otu bitkisinden çıkarılan zehir, bellegen, [bel-le-gen] {ağız} sf. Çabuk öğrenen; akıllı. [DS] bellek1, -ği [bel-le-mek > bel-le-k] is. 1. p sik ol. Yaşanılanları, öğrenilenleri ve bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü; ha fıza; akıl; hatır; zihin, (1942). 2. bsy. Bilgisayarda programı değişmeyen verileri, yapılacak işlem için gerekli olan sonuçları toplayan bölüm. S bellek karışıklığı, tıp. K elim elerin doğru anlam ını h atır layam am ak y a d a ilk k ez g örd ü ğ ü b ir şey i d a h a önce gördüğünü san m a biçim in de b eliren ruh h a s talığı’.|| bellek yitimi, tıp. 1. B üyük d a r b e veya s a r
sıntı sonu cu belleğin kay b olm ası şeklin d e görü len ruh hastalığı. 2. B elleğ in k ısa bir sü re durup işle m em esi; amnezi. || belleğini yitirmek, B e lle k k a y bın a u ğ ram ak; y a şa n ıla n o la y ları hatırlayam am ak. bellek2, -ği [bel-le-k] {ağız} is. 1. İşaret; nişan. 2. Ön ceden işaretlenen, bellenilen yer. 3. Bilinen; belli olan. [DS] 0 bellek koymak, {ağız} İş a r e t koym ak. [DS] bellekJ, -ği [bel-lek] {ağız} is. Aşağı, alçak yer; bat kın. [DS] bellekti, [bel-le-k-li] is. 1. Bellek sahibi olan. 2. Güç lü bir hafızaya sahip olan; belleği kuvvetli; {ağız} (aym). [DS] bellektik, -ği [bel-lik-lik > bellek-lik] {ağız} is. Enta rinin eskiyen belden yukarı kısmını değiştirmeye yarayan kumaş parçası. [DS] bellem, [bel-le-m] is. Bellemek kabiliyeti; hıfz. belleme1, [bel-le-me] is. Bellemek işi. belleme'’, [bel-le-me bel-le-me] is. 1. Bel ile toprağı kazma, aktarma işlemi. 2. {ağız} Belin çıkardığı iri toprak parçası. [DS] belleme4, [bel > bel-le-me] {ağız} sf. Yarım; yarıya kadar. [DS] bellemek1, [eT. bel-gü / bel > bel-le-mek] g ç l . f [ -r ] [-l(i)-y o r] 1. Öğrenip akılda tutmak; ezberlemek; öğrenmek. 2. Sanmak; öyle bilmek; zannetmek. {ağız} (aym) [DS] 3. {ağız} Kararlaştırmak. [DS] S belle ki, {ağız} Söz g elişi; diyelim k i; varsayalım . [DS] bellemek2, [bel (tarım a ra cı) > bel-le-mek] g ç l .f . [r ] [-l(i)-y o r] Bel ile toprağı işlemek. bellemek3, [bel-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Bel vermek; eğilmek. 2. Hasta ziyaretine gitmek. [DS] bellemek4, [bel-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] kab a. (Erkek için) kadınla cinsel ilişkide bulun mak. [DS] bellengeç, -ci [bel-le-n-geç] {ağız} is. Öğrenmek için yapılan alıştırma; temrin. [DS]
ora ipçe u
BEL bellenme, [bel-le-n-me] is. Bellenmek eylemi ve du rumu. bellenmek1, [bel-le-n-mek] edil. fi. [ -ir ] 1. (Toprak için) bel ile aktarılmak, işlenmek. 2. dönşl. f i Bel adındaki tarım aracına sahip olmak. bellenmek2, [bel-le-n-mek] edil. fi. [-ir ] 1. Akılda tutulacak şekilde öğrenilmek; ezberlenmek, kav ranmak. 2. Benimsenmek. bellenmek3, [bel-le-n-mek] dönşl. fi. [ -ir ] (Duvar, tavan veya yatay uzatılmış kalaslar için) ortasından kamburlaşmak; bel vermek, bellenti, [bel-le-n-ti] {ağız} is. 1. Bilgi. 2. Talimat; yönerge. [DS] belleşmek, [bel-le-ş-mek] {ağız} işteş, fi. [-ir ] Tanış mak. [DS] belleten, [bel-le-t-en] is. 1. Bilim kurumlarının ça lışmalarını veya haberlerini yansıtan süreli yayın; ilmî dergi, bülten, belletici, [bel-le-t-ici] is. p sik ol. 1. Bazı yararlı alış tırmalarla bellemeyi kolaylaştıran ve belleği gelişti ren. 2. Yatılı öğrencilerin çalışmalarına ve ödevle rine yardım eden öğrenmen. 3. Bir konunun öğre nilmesi için alıştırma yaptıran kişi; çalıştırıcı; öğre tici. belletme, [bel-le-t-me] is. Belletmek işi.
.
mek, 1. S ezdirm ek; a ç ığ a vurmak. 2. A çıklam ak; görünür, bilin ir durum a getirmek.]] belli etmemeye çalışmak, B ir durumu b aşkaların ın anlam am ası, sezm em esi için g a y ret gösterm ek.]] belli olmak, 1. Sezilm ek; anlaşılm ak. 2. A çıklan m ak; bilin ir duru m a g etirilm ek. bellik1, -ği [belli-lik / bel-lik] is. 1. Bir şeyin belli olması için üzerine konulan işaret; iz; nişan; marka. 2. {ağız} Nişan töreni. [DS] 3. {ağız} fo lk . Nişanla nan kıza verilen hediye veya takılan altın. [DS] bellik2, -ği [bel-lik] {ağız} is. Bel bağı; bele takılan şey. [DS] bellilemek, [belli-le-mek] {ağız} gçl. f i [ Bellemek; öğrenmek. [DS]
r] [-l(i)-yor]
bellilik, -ği [belli-lik] is. 1. Belli olma durumu. 2. Belli olan şeyin niteliği; bedahet, muayyeniyet. 3. {ağız} Mezar taşı. [DS] bellisiz, [belli-siz j —L]
sf.
1.
{eAT}
Belirsiz; meçhul.
2. Belli olmayan. 3. Bilinemeyen. 4. çarpmayan, güç fark edilen şekiller, bellisüz, [belli-süz >~1.] bellu’ a, [Ar. bellü'a
gzl. sntl. Göze
{eAT} sf. Belirsiz; meçhul, (bellû;a) {OsT} is. 1. Kü
çük aptes bozulacak yer. 2. Suları lağıma akıtan delikli taş.
belletmek1, [bel-le-t-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] (Ayak kabı için) pençe yaptırmak; pençeletmek. [DS] belletmek2, [bel-le-t-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir] Toprağı bel ile işletmek. [DS] belletmek3, [bel-le-t-mek] gçl. fi. [-ir] 1. Bellemesini sağlamak. 2. Ezberletmek. 3. Öğretmek, {ağız} (ay nı) [DS] belletmek4, [bel-li+et-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Belli etmek; açığa vurmak. [DS] belletmen, [bel-le-t-men] is. Yatılı öğrencilerin çalış malarına, ödevlerine yardım etmek, yoklama yap mak ve çalışma disiplinini sağlamakla görevli öğ retmen; belletici,
bellût, [Ar. bellüt ijJu] (bellû ;t) {OsT} is. 1. Pelit ağa
belleyik, -ği [bel-le-y-ik] {ağız} sf. Bellemiş; öğren miş. [DS]
belma, [Far. belmâ l»A>] (belm a ;) {OsT} sf. 1. Yarar
belli1, [bel-li] sf. 1. Bel adlı tarım aracına sahip olan. 2. (Toprak için) bel ile işlenmiş; bellenmiş. belli2, [bel-li] sf. (Hayvan için) beli uzunca ve dolgun olan.
cı. 2. Meşe palamudu, bellfi, [bel-lü yUL. / ^L] {eAT} sf. Belli; açık; aşikâr. S bellü ad, {eAT} Tanınan, şö h ret bulan ad.]] bellü bayık {eAT} 1. M u hakkak; kesinlikle. 2. A p a çık; b e s b e lli.|| bellü bilmek, {eAT} İyi b ilm ek; iy ice a n lam a k; k a n a a t getirm ek.]] belltt kişi, {eAT} İle r i g e len, saygın kimse.]] bellü söz, {eAT} D elil; kanıt. bellülemek, [bel-lü-le-mek ^UjlL] {eAT} gçl. fi. [-r ] Belli etmek; tayin etmek, bellttsi, [bel-lü-s-i 1_s—^JJ-.] {eAT} sf. Açık olan; aşikâr olan. sız. 2. İri; kaba. S belm â-rîş, {OsT} 1. K a b a sa k a l. 2. Ahmak. belme, [Far. belme -uJl.]
{OsT} sf. -*■ belma.
S belme-
rîş, {OsT} ->• belmâ-rîş. belmek, [böl-mek / bel-mek] {ağız} gçl. fi. [ - e r ] Böl belli3, [bel-li] sf. 1. Herkes tarafından bilinen; özel mek. [DS] likleriyle iyi tanınan; malum. 2. Gizli olmayan; belmuş, [bulamaç > Bulg. balmuş] {ağız} is. Taze ortada, herkesin gözü önünde olan; açık, aşikâr; peynir ile yapılan bir tür tatlı; höşmerim. [DS] zahir. 3. Anlaşılan. 4. {ağız} fo lk . Nişanlanırken ta belsem, [Lat. balsamum] is. Bazı bitkilerin gövde rafların birbirine verdiği hediye. [DS] ö belli başlı, sinden damlayan benzoik asit veya sinnamik asit 1. E n ön em li; başlıca. 2. Sınırlı; m uayyen.|| belli ihtiva eden kokulu madde; reçine. S belsem ağacı, belirsiz, Z orlukla se çile b ile n ; b elirli olm ayan ; bot. S ıc a k b ö lg e le r d e y etişen sedefiotugillerden ve a ç ık ç a görülem eyen.]] belli bir şey, "Tereddüde g e b u r s e r a c e a e fam ily asın d an , reçin esin den eskid en r e k yok, a ç ık ç a o rtad a " an lam ın da kullanılır.]] belli ecz a cılık ta y a ra rla n ıla n p e k ç o k a ğ a ç türü, (B alseboncuk, {ağız} G öze ça rp a n kim se. [DS]|| belli et m ea co m m ip h ora; B. am yris; B. m yrrha)
niffiH llffS M .543 belsemi, [Ar. belsemi
BEN
Jl>] (belsem i:) {OsT} sf. Bel
belsemiye, [Ar. belsemiyye -us-Ju] {OsT} is. bot. Kına çiçeğigiller, (B alsam in ecae). konuşan. beltir, [bel-tir] {eT} is. 1. Yolların birleştiği yer; kav şak; dört yol ağzı. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Akarsuların birleştiği yer. [ETY] beltürmek, [bel-tür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Göster mek. [Gabain] (belû :) {OsT} sf. Çok
yiyici; obur. beluce, [İt. bello (güzel) => belu-ce] ( b e ’luce) sf. argo. Güzel; güzelce, belul, [Ar. belül J^ l] (belû .l) {OsT} is. Hastalıktan kurtulma. belum, [Ar. bel'üm / bül'üm p*Jb] (bel-u :m ) {OsT} is. anat. Hançere; gırtlak, belus, [Far. belfıs / bülüs ^ 3^] (belû :s) {OsT} is. 1. Yalan dolan; hile. 2. Tevazu. 3. sf. Hileci, belut, [Ar. belüt 1*j L] (belû :t) {OsT} is. bot. 1. Meşe ağacı. 2. Meşe ağacı meyvesi; palamut, belutiyye, [Ar. belütiyye
(belû :tiye, t kalın
söylenir) {OsT} is. Meşegiller. belük, -ğü [bel-ük / bil-ük
{eAT} is. Ok yay
kuburu; sadak, belünglemek, [bel-ün-le-mek
(belü hlem ek)
{eAT} {ağız} gçsz. f . [-r ] Belinlemek. [DS] bclürmek, [eT. belgür-mek>bel-ür-mek ^ j^ L ] {eAT} gçsz. f . [-ü r] Belli olmak; ortaya çıkmak; meydana çıkmak. hclürmek, [eT. bel-gür-mek] {eAT} gçsz. f . [-iir] Or taya çıkmak; belirmek; görünmek, belürsüz, [belür-süz] {eAT} sf. Belirsiz, belürtmek, [belür-d-mek
belyad, [Far. belyâd jUL] (bely a :d ) {OsT} is. İşlemesiz, sade elbise,
beltem, [Ar. beltem pd>] {OsT} is. (Kişi için) peltek
belu, -u’ı [Ar. bel‘ > belüc
belvaz, [Far. belvâz jljL] (belva:z) {OsT} is. Duvar dan dışarı çıkan direk ucu; çıkıntı,
sem ile ilgili; pelesenk yağı ile ilgili,
{eAT} gçl. f . [-ü r]
Ortaya çıkarmak; izhar etmek, belürtmek, [eT. belgür-t-mek] {eAT} gçl. f . [-ü r] Belirtmek. bölüşüz, [eT. belgü-süz > belü-süz y » jk] {eAT} sf. Belirsiz; meçhul, belva, [Ar. b e lv â ^ ^ ] (b elv a :) {OsT} is. Keder; gam; tasa; felaket; ıstırap, belvaje, [Far. belvâjeojljlJ (b e lv a .je ) {OsT} is. Şişe. belvaye, [Far. belvâye 4^ ] (b elv a .y e) {OsT} is. Kır langıç.
bem, -mmi [Ar. bemm
{OsT} is. müz. 1. Kanun,
tambur gibi çalgılara takılan tel. 2. Pes ses. bemberk, -ği [be(m)+be/rk] {ağız} pekşt. sf. Çok sıkı; çok sağlam. [DS] bembeyaz, [be(m)+beyaz] (be'm beyaz) p ek şt. sf. 1. Çok beyaz. 2. Her yanı beyaz olan; apak, t? (yüzü) bembeyaz kesilmek, K orku ve h ey ecan g ib i s e b e p le r le solm ak. bemek, [be-mek] {eT} g ç s z .f. [-r ] 1. Sert, sıkı, yoğun olmak. [İKPÖy.] 2. Sabit olmak. [İKPÖy.] 3. Güçlü, sağlam olmak. [İKPÖy.] bemol, -İÜ [İt. b molle (yum uşak b)\ is. müz. Önüne konulduğu notaları yarım la ton indiren işaret. ben1, [ben (yans.)] is. Sıçrama, ürkme ve irkilme anlatan kök. [Zülfıkar] ben-il-e-m ek, ben-il-de-m ek. ben2, [ben / beng / ben (yans.)] is. Kabaca bağırmayı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] ben g -ir bengir, ben-ir-m ek, ben g-il-de-m ek, ben-ir-m ak. benJ, [eT. ben / men] {eT} zm. 1. Teklik birinci kişi zamiri. {eT} (aynı). [DLT] [ETY] 2. p sikol. Bireyi ve kişiliği oluşturan öge. 3. Bireyi diğerlerinden ayı ran kişilik. 4. Düşünen ve eylemde bulunduğunu bildiren özne. S ben bana, {eAT} K en di ken d im e.|| ben ben demek, H ep ken dim düşünm ek; b en cillik etm ek.|| ben beni, {eAT} K en di kendimi.\\ Ben bu işte yokum, B en bu işe k arışm a k istem iyorum ; bu işte ben i y o k sayın.\\ Bende o göz var m ı? "Bu y a lan la ra ve k an d ırm a ca la ra in a n a cak k a d a r a p ta l değilim . ” an lam ın da söylenir.\\ Benden günah git ti, B en üzerim e düşen h atırlatm a ve sö y lem e g ö r e vini y er in e getirdim ; a rtık kendim i suçlu saym am . || benden sonra tufan, B en cillik e d e r e k yaln ız k en dini düşün enler için söylenir. || benden söylemesi, Bu kon u da b a n a düşen g ö rev h atırlatm ak veya s ö y lem ektir; a rtık g erisin i sen bilirsin.\\ Benden uzak dursun da isterse M ısır’a sultan olsun, B en im le ilgisini kessin d e n e k a d a r y etkili olu rsa olsun, a n lam ın da kullanılır.\\ ben dışı, fe l. Ö zneden b a ş k a bütün n esn eler.|| benem dimek, {eAT} K ib irlen m ek; kendini b eğ en m ek .|| ben gibi, {eAT} B enim g ib i.|| ben hancı sen yolcu oldukça, İlişkilerim iz sü rd ü kçe.|| Beni bana komaz, {eAT} 1. B en i ken d i h â lim e bırakm az; iradem i elim den alır. 2. H ay atı m a k ast eder. \\ ben içinci, fe l. B en için cilik y an lısı o la n ; ben m erkezci.|| ben içincilik, /e/. Kişinin b e n liğini evrenin m erkezi sayan dünya g örü şü ; ben m erkezcilik, egosantrizm ,|| benim diyen, Güçlü ve ken din e güvenen kişi. || Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur, Verimsiz k işi ne k a d a r aynı şey leri tek ra r tek ra r y a p s a d a b a şa rı s a ğ la
BEN yam az)] Beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın, 1. K im seye z a r a rı dokunm ayan z ararı bilinen k işilere doku n m am ak g erekir. 2. (B en cillik ed en k işiler için) b a şk a la rı için z ararlı o ls a b ile ben i ilgilen dirm ez, an lam ın da kullan ılır,|[ Ben şeyhimi (şâhımı) bu kadar severim, B undan d a h a ç o k özveri beklem ey in ,|| ben üstü, p sik ol. "Ben"in üstünde y e r a la n soyut b ir kavram ; üst ben, üst ego. ben4, [eT. be-mek (sert, sıkı, sağ lam olm a k ) > be-ng(e)k > beneg / ben] {eT} is. 1. Leke; benek. 2. Ge netik olarak deride meydana gelen koyu renkli leke veya kabarıklıklar. 3. Meyvelerde olgunlaşma be lirtisi olarak ortaya çıkan renk değişiklikleri, {ağız} (aym) [DS] 4. Saç ve sakalda beliren beyazlıklar. {ağız} (aynı) [DS] S ben düşmek, {ağızj 1. (M eyve için) olgu n laşm a belirtisi o la r a k üzerinde b en ek oluşm ak. 2. (Saç ve s a k a l için) y e r y e r bey az le k e le r oluşm ak. [DS] ben5, [eT. men / beng / Far. beng ?] {ağız} is. 1. Ku şun yavrularına taşıdığı yem. 2. Oltaya veya tuzağa konulan yem. [DS] ben6, [Far. ben j j {OsT} is. 1. Harman; ekin. 2. Bağ.
benbek, -ği [Ar. benbekdLjj] {OsT} is. Kadırga balığı denilen bir tür deniz canavarı, benbel, [Far. benbel J~l>] {OsT} sf. 1. Ekşi. 2. is. Ekşi elma. benbenci, [ben + ben-ci] {ağız} sf. Sürekli kendinden söz eden; kendini beğenmiş; hep kendini öven; bö bürlenen; kibirli. [DS] benbencilik, -ği [ben + ben-ci-lik] is. 1. Benbenci olma durumu. 2. Benbenci olanın niteliği, benc, [Far. beng > Ar. benc g^] {OsT} is. -*• beng. bencek, -ği [Rus. pidzak] {ağız} is. Ceket. [DS] benci, [ben-ci] sf. 1. Kendini her konuda üstün gö ren. 2. Kendini beğenen; hodpesent, megaloman. 3. is. Benciliği savunan; bencilik yanlısı, bencil, [ben-cil] sf. 1. Yalnız kendini düşünerek, ken di çıkarlarını başkasından üstün tutan; hodbin; hodkâm, (1935). 2. fe l. Bencilik öğretisine bağlı olan. S bencil olmak, B e n c il d a v ra n ışlard a bu lunmak. bencilce, [ben-cil-ce] (benci'lce) zf. 1. Bencile yakı şır biçimde. 2. sf. Bencil kişiye ait olan,
3. Çitlembik. S ben-vân, {OsT} Tarla, harm an ve bencileyin, [ben-ci-leyin (eşitlik eki) {eAT} zf. y a ekin bekçisi. 1. Benim gibi. 2. Bana benzer, ben7, [belen > ben] {ağız} is. Dağın veya tepenin gö bencilik, -ği [ben-ci-lik] is. 1. Benci olma durumu; rünmeyen yüzü. [DS] kendini düşünme. 2. fe l. Bütün ahlak kurallarının bena, [Ar. benâ lo] {OsT} is. Oğullar; evlat. ve insan davranışlarının temelinde kendini sevme içgüdüsünün yattığını savunan görüş. 3. fe l. Kendi benabe, [Far. benâbe ^l-o] (bena. be) {OsT} is. 1. Kez; benini, kendi çıkarlarını hayatın mutlak ve tek ilke defa. 2. Nöbet, si sayan anlayış, benadık, [Ar. bunduk > benâdık J^Lj] (ben a:d ık) bencilleşme, [ben-cil-le-ş-me] is. Bencilleşmek işi. {OsT} is. 1. Yuvarlak kurşunlar. 2. Fındıklar, bencilleşmek, [ben-cil-le-ş-mek] dönşl. f . [ -ir ] 1. Bencil duruma gelmek. 2. Bencil olmak, benadir, [Far. bender > Ar. benâdir j^Lo] (ben a:d ir) bencillik, -ği [ben-cil-lik] is. Başkalarının çıkarını {OsT} is. 1. Deniz ticaret yerleri. 2. Limanlar, hiçe sayarak yalnızca kendi çıkarlarına uygun dav benahak, [Far. be-nâ-hak J^Lü] {OsT} zf. 1. Hakkı ranışlar sergileme durumu. S1 bencillik etmek, olmadan. 2. Haksız yere, B en c il davranm ak. benam , [Far. be-nâm (bena:m ) {OsT} is. 1. Par -bend, [Far. besten (ba ğ la m ak ) > -bend -U. -] {OsT} mak ucu. 2. Tanınmış; meşhur; namlı, son ek. Sonuna getirildiği Farsça isimlerden “b a ğ benan, [Ar. benân OLo] (ben a:n ) {OsT} is. 1. Parmak layan, bağlan an , bağ lan m ış ” anlamında birleşik sı fatlar türeten son ek. lar. 2. Parmak uçları, benat, [Ar. bint (kız) > benât oL>] (ben a:t) {OsT} is. 1. Kızlar. 2. Kız evlatlar. 3. Yapma bebekler; kuk lalar. f? benât-ı dehr, {OsT} H ayatın uğursuz kız la rı (uğursuzlukları).\\ benât-ı Havva, {OsT} H avva k ız ları; kadın lar]] benât-ı na'ş-ı kübrâ, {OsT} B ü y ükayı y ıldızı küm esi.|| benât-ı na'ş-ı suğrâ, {OsT} K üçü kayı yıldızı küm esi.|| benat'ül-lahm , {OsT} E tli butlu, şişm an kızlar. benava, [Far. bî-nevâ (biçare)] {ağız} sf. Serseri; ah mak; aptal. [DS] benaver, [Far. benâver j j h J (ben a:v er) {OsT} is. Kan çıbanı; iri çıban.
bend, [Far. bend jo] {OsT} is. -*• bent. S bend bağ lam ak, {ağız} Su ben d i y apm ak. [DS]]| bend-bâz, {OsT} İp cambazı.\\ bend etmek, {OsT} B ağ lam ak)] bend-gâh, {OsT} M afsal. j| bend-i âhenin, {OsT} D em ir b a ğ ; k e le p ç e .|j bend-i dil, {OsT} G önül b a ğ ı; sev g i; a la k a ; ilgi; sevgi.\\ bend-i engüşt, {OsT} P a rm a k boğum u]] bend-i nay, {OsT} K am ışın b o ğum yeri.\\ bend-rug, {OsT} T arla ken a rın d a akan suyun birikm esi için y a p ıla n set.|| bend ü bela, {OsT} A şk ve bu yüzden d o ğ a n eziyet. ||bend ü best etmek, {OsT} İ ş e h ile karıştırm ak; sa h tek â r lık et mek.
f l H İ R S İ M . 545
BEN
bendaka, [Ar. bendelça « jjj] {O s T} is. 1. Sert bakış; hiddetli bakma. 2. Bir şeyi fındık gibi ufaklama. bende, [Far. besten (bağ lam ak) > bend > bende {OsT} is. 1. Bağlanmış insan. 2. Esir. 3. Kul; köle. 4. Sultanın emri altında olan herkes. 5. Taraftar; intisap eden. 6. {ağız} Göğüslük. [DS] t? bendegân, {OsT} - * bendegân.|| bende-hâne, {OsT} bendehane.|| bende-i direm -harîde, {OsT} P a r a ile satırı alınm ış k öle. ||bende-i dirine, {OsT} E sk i y a ş lı k ö le .|| bende-i efgende, {OsT} D üşkün köle.\\ bende-i ferm an, {OsT} F erm an k ö les i.|| bende-i halka be-güş, {OsT} 1. K u la ğ ı k ü p eli k öle. 2. m e caz. İtaatli; uysal.|| bende-i harîde, {OsT} 1. Satın alınm ış köle. 2. Taraftar.\\ bende-i hirîde, {OsT} 1. Satın alınm ış k ö le .|| bende-i üfkende, {OsT} Vur gun kul.|| bende-nüvâz, {OsT} K ö le sin e iyi davranan.|| bende-nüvâzâne, {OsT} K ö le sin e iyi d a v ra nan kim seye y a k ışır biçimde.\\ bende-perver, {OsT} K ö lelerin i ve em rin de ça lışa n la rı kayıran. || bendezâde, 1. K ö le çocuğu. 2. (A lçakgönüllülük için) kendi çocuğum . bendegân, [Far. bendegân ol?
(ben d eg â:n )
{OsT} is. 1. Kullar; köleler. 2. Padişahın hizmetinde olanlar. bendegî, [Far. bendegı
(b en d eg i:) {OsT} is. 1.
Kulluk; kölelik. 2. sf. Bendeye ilişkin; köleye ait.
bendî, [Far. bend + Ar. -i j-Uj] (ben d i:) {OsT} sf. Düşman eline geçen; esir; tutsak; köle, bendide, [Far. bendide o-^J^] (ben d i.d e) {OsT} sf. 1. Bağlı; bağlanmış. 2. is. Esir; tutsak, bendime, [Far. bendime ^.jjj] (bendinn e) {OsT} is. 1. Düğme; ilik. 2. Giyecek yakasına açılan ilik, bendine, [Far. bendine / bendene ^.->-4] (bendi:n e) {OsT} is. - * bendene, bendir, [? bendir] {OsT} is. Tekke müziklerinde ku dümle birlikte kullanılan vurmalı çalgılardan biri olup gümlemeyi önlemek ve çift tınılı ses elde et mek için iç yüzeyine kiriş geçirilmiş, zilsiz büyük def. bendiş, [Far. bendiş ^^h] {OsT} is. Altın ve gümüş üzerine yapılan süs; savat, benduki, [Ar. benduki ^ J-j] (ben du ki:) {OsT} is. En iyi keten bezi, bene, [Far. bene
{OsT} is. İnce urgan; ip; palamar,
benediktin, [Fr. Benedictus (bir tarikat kurucusu) > bénédictine] is. Bir tür likör, benefsec, [Ar. benefşe > Ar. banafsec ^ -^ 4] {OsT} is. bot. Menekşe. S benefsecü’l-kilâb, {OsT} K okusuz m en ekşe; k ö p e k m enekşesi, (V iola canina). benefsenciye, [Ar. benefsenciyye
bendehane, [Far. bende-hâne <üU- ojjJ (ben d eh a:n e)
bot. Menekşegiller,
zf. (Alçakgönüllülük göstermek için) evimiz; evim,
benefş, [Far. benefş
bendek, -ği [Far. bendek / bendeş İ J - 4] {OsT} is. 1. Atılmış pamuk yumağı. 2. Eğrilmek üzere hazır lanmış pamuk parçası, bendene, [Far. bendene / bendime / bendine 4İjuj] {OsT} is. Elbise üzerindeki düğme, kopça vb. şey ler. bendeniz, [Far. bende + T. -niz (iyelik ço klu k ikinci
{OsT} sf. Menekşe rengi;
mor. benefşe, [Far. benefşe 4Aİ4] {OsT} is. bot. 1. Menek şe. 2. Menekşe rengi, fi1 benefşe-gün, {OsT} M e n ekşe ren kli gökyüzü. ||benefşe-zâr, {OsT} M en ekşe tarlası. benefşi, [Far. benefş + A. -i
(ben efşi;) {OsT} sf.
Menekşe rengi; mor.
kişi eki) y -u j {OsT} zm. 1. Köleniz; hizmetçiniz. 2.
benek1, -ği [Far. benek S ^ > > e T benek] is. 1. Ben
Eskiden, kendinden söz ederken alçakgönüllülük ifadesi olarak “kulunuz, k ö le n iz ” anlamında kulla nılan saygı sözü; ben.
gibi küçük leke. 2. Küçük ben. 3. Kâğıt veya ku maş üzerindeki küçük yuvarlak lekeler. 4. Galva nizle kaplanmış saçlar üzerinde görülen küçük le keler. 5. Meyvelerde olgunlaşma belirtisi olarak görülen renk değişimleri. 6. Mücevhercilikte, pır lanta, zümrüt gibi değerli taşların üzerinde görülen küçük lekeler; sinek. 7. {eT} Tane; sertleşmiş tane cik; habbe. [DLT] [İKPÖy.] 8. {eT} Bakır para. [DLT] 9. {OsT} Nokta, ff benek benek, 1. K iiçük lek eler halinde. 2. K ü çü k g ru p la r halinde. || benek düş mek, 1. B en eklen m ek; b e n e k çıkm ak. 2. M eyvelerin olgu n laşm aya başladığ ın ın belirtisi o la r a k ü zerle rin de küçü k le k eler oluşmak.\\ benek hastalığı, M eyve ağ açların ın meyve, d a l ve y a p ra kların d a görü len b ir hastalık.
bender, [Far. bender j-uJ {OsT} is. 1. Ticaret ge milerinin yanaştığı iskele ve liman. 2. Ticaret yeri. fi1 bender-gâh, {OsT} L im an şe h ri; ticaret m erkezi. benderek, [Far. benderek JjJ-o] {OsT} is. 1. Küçük iskele; mendirek. 2. Boğaz ağzına yapılamış küçük kale; kalecik, beııderz, [Far. benderz jj-u.] {OsT} is. Çuvaldız. bendeş, [beng-deş / bek-daş] {eAT} {ağız} sf. Eş; be zer; aynı. [DS] bendeşsüz, [beng-deş-süz] (behdeşsü z) {eAT} sf. -*■ bengdeşsiz.
fllÜ H m u t SÖ ZLÜ K .
BEN benek2, -ği [Far. benek *Jlj] {OsT} is. 1. Atlas zemin
beng4, [Far. beng / benc
{OsT} is. bot, 1. Yaprak
üzerine sırma işlemeli bir cins kumaş. 2 . {ağız} Herhangi bir kumaştan alınıp süs olarak işlenen ufak parça. [DS] S benek altunlu, {eAT} Altın iş lem eli; altın b en ekli.|| benek-i büzürg, {OsT} E ski ku m aşlard a bulunan y u v a rla k motifin adı.
uçlarında bulunan sakızından uyuşturucu elde edi len bitki; ban otu, (H yoscyam us niger). 2. Bu otun sakızından elde edilen uyuşturucu madde. 3. Bu bitkinin yağlı tohumları. 4. Küçük çitlembik. 5. Atlas üzerine işlenmiş sırma çiçekli bir tür kumaş,
beneklenme, [ben-ek-le-n-me] is. Beneklenmek ey lemi ve durumu, beneklenmek, [ben-ek-le-n-melc] dönşl. fi. [-ir ] 1. Benekli veya lekeli hale gelmek. 2. Üzerinde benek oluşmak.
bengâh, [Far. benğâh ol&j] {OsT} is. 1. Keçeden ya
benekleşme, [ben-ek-le-ş-me] is. Benekleşmek işi. benekleşmek, [ben-ek-le-ş-mek] dönşl. fi. [- ir ] Be nek hâlini almak, benekli, [ben-ek-li] sfi 1. Küçük lekeleri bulunan; beneği olan. 2. {ağız} (Halı, kilim, basma vb. için) üzerinde benek benek çiçek işlenmiş veya dokun muş olan. [DS] S1 benekli eğrelti otu, bot. K a y alık la r d a y etişen dilim li basit y a p raklı, yap rakların ın a rk a sın d a top rak sa rısı s p o r k ese le ri bulunan eğ relti otları, (Polypodium).\\ benekli geyik, zool. A sya orm an ların da sü rü ler h a lin d e y a şa y an ve d e risinin üzerinde b ey az le k e le r bulunan b ir tür g e yik, (Cervus axis / Axis axis) . || benekli güvercin, z oo l. Kuyruğunu açtığ ı zam an üzerinde b ey az yu v a rla k b e n e k ler beliren b ir güvercin çeşidi, be nekli kırlangıç, {ağız} B ir tür k ırla n g ıç balığı. [DS]|| benekli köpek balığı, zool. K ü çü k boylıı ve üzerinde siyah b en ek leri bulunan b ir cins k ö p e k balığ ı, (Scylliorhinus canicula). benes, [Ar. benes
{OsT} is. Kötülükten kaçınma;
fenalıktan çekinme, benevi, [Ar. benî > benevı j y j ] (ben ev i:) {OsT} sfi'. Oğula mensup; oğulla ilgili, beneviş, [Far. benefş => beneviş
{eAT} is. Çit
lembik. benevre, [Far. benevre ojjAj] {OsT} is. Asıl; esas; te
pılma Türkmen evi; akev. 2. Büyük rütbeli kimse nin çadırı. bengdemek, [ben-de-mek > men-de-mek] (beride: m ek) gçl. fi. [ - r ] (Çiçek; saç vb. için) koparmak; çekmek; yolmak. [Clauson] bengdeş, [ben-deş
(beh d eş) {eAT} sfi. Eş; ben
zer; emsal. bengdeşsiz, [ben-deş-siz j —ijSÖ] (bendeşsiz) {eAT} sfi 1. Eşsiz; benzersiz; emsalsiz. 2. Benzemeyen; aykırı; zıt. bengdeşsüz, [ben-deş-süz
(behdeşsiiz) {eAT}
sfi. -*■ bengdeşsiz. bengdetnıek, [ben-de-t-mek / men-de-t-mek] {eT} gçl. fi. f-ü r ] Yoldurmak; çektirmek; kopartmak, bengere, [Far. bengere oJLŞ\ {OsT} is. Çocukları uyutmak için söylenen ninni, benggü, [Moğ. mönkü > ben-gü / ben-gü / benü / mengi] (behgii:) {eT} sfi. Öncesi ve sonu olmayan; sonsuz; ebedî. [ E T Y ] fi1 bengü taş, {eT} E b e d î taş; m ez ar y azıtı; a b id e ; anıt. bengi1, [beng / ben (yans.) > bengi / ben-i] {ağız} is. Ürkme; korkma; şaşırma. S bengi etmek, {ağız} Ü rkütm ek; korku tm ak; şaşırtm ak. [DS] bengi2, [Moğ. mönkü > ben-gü / ben-gü / benü / mengi] sfi. 1. Sonu olmayan. 2. Hep kalacak olan; ebedî. 3. is. folk. Balıkesir yöresinde oynanan bir tür zeybek. S bengi su, İç e n le r e sonsuz hayat ver diğin e inanılan ve efsa n e le rd e g eç e n ölüm süzlük suyu; a b -ı hayat.
mel. benevrek, -ği [Yun. epanobraki => benevrek / menevrek] {ağız} is. Kıl dokuma şalvar. [DS]
bengiJ, [beni / mine / mini] {eT} is. Beyin. [Clauson]
benevşe, [Far. benefşe => benevşe
bengî5, [Far. beng + Ar. -ı
{ağız} is.
Menekşe. [DS] beng1, [beng / ben (yans.) is. Sıçrama, ürkme ve irkilme anlatan kök. [Zülfikar] beng-il-e-m ek, bengil-de-m ek. beng2, [beng] (ben) {eT} is. Yüzdeki ben; leke. [ETY] S ben düşmek, {eAT} (M eyveler için) olgu nlaşm a belirtisi o rtay a çıkm a k; olgunluk ren gi o rtay a çık m ak. beng3, [men> ben dl>] (ben) {eT} is. 1. Kuş yemi. 2. (Arpa, buğday vb. için) küçük tane. [Clauson] 3. {eAT} Hayvanları avlamak için tuzağa konulan yem.
bengi4, [bengü > bengi / mengi] is. {eT} Sevinç; mutluluk. [ E T Y ] (ben gi:) {OsT} sfi 1.
Afyon içen; esrarkeş. 2. {ağız} Baygın; sersem. [DS] bengigü, [ben-i-gü > beng-gü / ben-gü / benü] (benigü) {eT} sfi -*■ benggü. [ E T Y ] bengildek, -ği [beng (yans.) > beng-il-dek] {ağız} sf. 1. Şaşkınlıkla karışık korku duyan. 2. Uykudan sıç rayarak kalkan. 3. İrkilen; ürken. S bengildek ol m ak, {ağız} 1. Ş aşkın lıkla k a r ış ık korku duymak. 2. Uykudan s ıç r a y a r a k kalkm ak. 3. İrk ilm ek ; ürkmek. [DS] bengildemek1, [beng (yans.) > beng-il-de-mek / benil-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-d (i)-y o r] Bir korku ile ansızın sıçramak; ürkmek. [DS]
ölülü I « ®
ün • 547
bengildemek2, [bang (yans.) > beng-il-de-mek] /ağız}
g çl f [~rJ l~d(i)-yori 1- Boşa konuşmak. 2. Ezan okumak. 3. Seslenmek. [DS] bengildetnıek1, [beng-il-de-t-mek] {ağız} gçl. f [-ir ] Ürkütmek; korkutmak; şaşırtmak. [DS] [bang (yans.) > beng-il-de-t-mek] {ağız} g ç l f i [ - irJ Bebeği ağlatmak. [DS] bengileme, [bengi-le-me] is. Ölümsüzleştirme. bengildetm ek2,
bengilemek1, [beng (yans.) > beng-i-le-mek / ben-île-mek / menî-le-mek] (b e h i.je ; m ek) {eT} {ağız} gçsz. fi. [~r] Ürkerek geri çekilmek. [DS] bengilemek2, [beng (yans.) > ben-î-le-mek / menî-lemek] (b en i:le:m ek ) {eT} gçsz. f . [ - r ] Sevinmek; se vinç duymak. bengilemek3, [bengi-le-mek] gçl. f i [ - r ] [ - l(i)-yor] 1. Sonsuz yaşama niteliği kazandırmak. 2. Bengi kıl mak; ebedîleştirmek. 3. Ölümsüzleştirmek, bengileşme, [bengi-le-ş-me] is. Ölümsüzleşme, bengileşmek, [bengi-le-ş-mek] gçsz. fi. [-ir ] Sonsuz yaşama niteliği kazanmak; ebedîleşmek, ölümsüz leşmek. bengiletmek, [beng (yans.) > ben-i-le-t-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir] Ürkütmek; korkutmak; şaşırtmak. [DS] bengilig, [benı-lig / menî-lig] (behv.lig) {eT} sf. 1. Sevinçli. 2 Mutlu; mesut. [Clauson]
.
bengilik1, -ği [benî-lik / menî-lik > bengi-lik] is. 1. Zaman bakımından başlangıcı ve sonu; zamanla ilgisi olmayan varlık. 2. Ölmezlik; sonsuzluk; ebe diyet; {eT} (aynı). [Clauson] 3. Sonsuz ve ölçülmez zaman. 4. {eT} Sevinç; mutluluk. [Clauson] bengilik2, -ği [Far. bengî (sarhoş) + T. -lik] {ağız} is. 1. Gelincik çiçeği. 2. Bir tür bayıltıcı ilaç. [DS] bengillemek, [beng (yans.) > ben-il-le-mek] (b eh illemek) {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] -* bengildek ol mak. [DS] bengilletmek, [beng (yans.) > ben-il-le-t-mek] (behilletmek) {ağız} gçl. f . [ -ir ] Ürkütmek; korkutmak; şaşırtmak. [DS] bengiltmek, [Far. bengî (sarh oş) + T. -1-t-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Bayıltmak. [DS] bengirlemek, [beng (yans.) > ben-ir-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Şaşkınlıkla karışık korku duymak. 2. Uykudan sıçrayarak kalkmak. 3. İrkil mek; ürkmek. [DS] bengirmek, [be (yans.) > be-gir-mek > benir-mek] (behirm ek) {ağız} gçsz. f . [-ir ] (H ayvan için) b a ğırm ak; a cı a c ı se s ç ık a rm a k ; m elem ek. [DS] bengiz, [men-iz > *beniz jSÖ] (beniz) {eT} is. 1. Be niz. {eAT} (aynı) [ETY] 2. {eAT} Yüz. 3. {eAT} Renk. 0 beniz aldurm ak, {eAT} B en zi atm ak; korku dan sararmak.\\ beniz geçmek, {eAT} Yüzünün rengi değişm ek.|| benzi alınm ak, {eAT} B en zi bo z u larak sararm ak.|| benzi boz oyunu, {eAT} Ü zeri örtülü ebenin ken disin e kim in dokunduğunu veya dürttü
BEN
ğünü bilm esin e dayan an b ir oyun.|| benzi çalın m ak, {eAT} Yüzü d eğ işm ek .|| benzi gülmek, {eAT} Yüzü gü lm ek; sevinmek.\\ benzi ürperm ek, {eAT} R en gi atmak. bengizlenmek, [meniz-le-n-mek > *beniz-le-n-mek] {eT} gçsz. f i [-iir] Yüzüne kan gelmek; benzi dü zelmek. [Clauson] bengizlig, [meniz-lig / *beniz-lig] {eT} sfi Güzel. [Clauson] bengkü, [befi-kü] (benkü) {eT} is. Yazıt; kitabe. [ETY] benglemek, [ben-le-mek liH sy
(ben lem ek) {eATj
gçl..fi. [-r ] Nişan koymak. benglenmek1,
[ben-le-n-mek dU-dsy
(benlen m ek)
{eAT} gçsz. f . [-ü r] (Koruk için) olgunlaşmaya baş lamak. benglenmek2, [men-le-n-mek > *ben-le-n-mek] {eT} gçsz. fi. [-iir] (Kuş için) kendisine yem toplamak, bengletmek, [men-le-t-mek / *befi-le-t-mek] {eT} gçl. fi. [-iir] (Kuş vb. için) yemlemek; yem vermek, benglig, [beng-lig > ben-lig] (benlig) {eT} sf. Benek li; beyaz benekli. [ETY] bengii, [Moğ. mönkii > ben-gü / ben-gü / benü / mengi] (eT. benü) {eT} sf. 1. Sabit kalacak nitelikte; sonsuz; ebedî. [İKPÖy.] [Gabain] 2. zfi. Ebedî olarak. [Tekin] 3. is. Anıt; yazıt; kitabe. [ETY] [İKPÖy.] S bengü su, A b-ı hayat.\\ bengü taş, {ağız} Anıt; kita be. [DS] bengzedmek, [benze-d-mek ^ 1».^ ] (befızedm ek) gçl. f i [-iir] Benzetmek, bengzeg, [menze-mek > menze-g / *benzeg] (behzeg) {eT} sfi 1. Benzerlik. 2. Benzer, bengzemek,
[ben(i)z-e-mek
^jSL.]
(ben ze;m ek)
{eAT} gçsz. fi. [- r ] Benzemek. 0 benzedem olam, {eAT} B enzetm iş olm alıyım . bengzenmek,
[benz-e-n-mek
dijjSL.]
(benzenm ek)
{eAT} dönşl. fi. [-ü r] Kendim bir başkasına benzet mek. bengzer, [benze-r jjSL>] (benzer) {eAT} zfi. Öyle gö rünüyor ki; öyle anlaşılıyor ki. bengzeş, [benze-ş JySÖ] (benzeş) {eAT} sf. Eş; benzer. benzetmek, [benze-t-mek] {eT} gçl. f i [-d-ür) Ben zetmek. beni, [Ar. ibn (oğul) > beni ^
(ben i;) is. Oğullar;
oğulları. S benî-Âdem, {OsT} A dem oğ u lları; in san lar. || benî-beşer, İnsan oğu lları. || benî-İsrâil, İsrailoğ u lları. ||benî-nev, İnsan oğu lları. benik, [Far. benik ıiJui>] (ben i;k) {OsT} is. Çorap üre timinde kullanılan düşük kaliteli ipek.
BEN benika, [Ar. benıka 4^ ] (ben i:k a ) {OsT} is. 1. Atın göğsünden yukarı doğru, boğazı üstünde çıkan çı kan tüyden oluşmuş iki dairenin biri. 2. Elbisenin koltuk altına eklenen parça, benildeme, [ben-il-de-me] is. Belinleme. benildemek, [ben (yans.) > ben-il-de-mek] gçsz. f . [r ] [-d (i)-y o r] Belinlemek. benimseme, [ben-imse-me] is. 1. Benimsemek ey lemi ve tutumu. 2. Sahip çıkma; tesahup. 3. içten gelen bağlılık, benimsemek, [ben (kişi zm.) > ben-imse-mek] gçl. f . [ - r ] [-s(i)-y or] 1. Bir şeyi kendine mal etmek, sa hiplenmek. 2. Kabullenmek. 3. Kendisi ile aynılaştırmak; hazmetmek, sindirmek. 4. m ecaz. Birine, bir şeye bağlanmak; içi ısınmak, benimsenme, [ben-imse-n-me] is. Benimsenmek ey lemi ve durumu,
H H C E H .
benlemek1, [ben (leke) > ben-le-mek] gçl. [ - r ] [-l(i)y o r ] Nişan koymak; işaretlemek. benlemek2, [ben-le-mek] {ağız} gçl. f . [ r ] [-l(i) -yor] (Kuş için) yavrusunu beslemek. [DS] benlenme1, [ben (leke) > ben-le-n-me] is. Benlenmelc eylemi ve durumu; meyvelerin olgunlaşmaya başlaması. benlenme2, [ben (teklik 1. kişi) > ben-le-n-me] is. Benlenmek eylemi ve durumu; benlik taslama; bö bürlenme. benlenmek1, [ben (leke) > ben-le-n-mek] dönşl. f . [ir] 1 . Üzerinde ben oluşmak; lekeler oluşmak; le kelenmek. 2. (Meyveler için) yumuşayıp olgunlaş maya başlamak. 3. (Yüz ve cilt için) ben oluşmak. benlenmek2, [ben (teklik 1. kişi) > ben-le-n-mek iİUjlLJ dönşl. f. [ -ir ] 1. {eAT} Benlik taslamak; bö bürlenmek. 2. {ağız} Sahip çıkmak. [DS]
benimsenmek, [ben-imse-n-mek] edil. f. [ -ir ] Baş kası tarafından kendisine sahip çıkılmak, kabulle nilmek.
benli, [ben (leke) > ben-li] sf. 1. Üzerinde benler bu lunan; 2. (Kişi için) yüzünde veya teninde beni bu lunan.
benimsetme, [ben-imse-t-me] is. Benimsetmek işi.
benlik1, -ği [ben-lik dliu] is. 1. Bir kimseyi kendisi
benimsetmek, [ben-imse-t-mek] gçl. f . [-ir ] Birinin bir şeyi veya birini benimsemesini sağlamak, benimseyiş, [ben-imse-y-iş] is. 1. Benimseme. 2. Be nimseme biçimi. benîn, [Ar. beni > benîn j u j (beni:n ) {OsT} is. 1. Oğullar. 2. sf. (Kişi için) akıllı; temkinli, bening, [ben-in / ben-in] (benih) {eT} zm. Teklik bi rinci kişi iyelik durumu; benim. [ETY] benirlemek, [ben (yans.) > ben-ir-le-mek] {ağız} gçsz. f [~r][ -l(i)-y ° r] Korku ile uyanmak; belinlemek. [DS] Beniye, [Ar. beniyye v j {OsT} is. Kâbe. beniz, -nzi [men-iz / beniz > beniz] is. 1. Yüzün ren gi. 2. Yüz. S benizden çıkmak, {eAT} S ararıp solmak.\\ benzi ağarm ak, Yüzünün rengi s a r a r m ak, solm ak. ||benzi atm ak, Yüzünün rengi ansızın so lm a k ; b eti benzi atm ak.|| benzi bezik, {ağız} Yüzü solgun. [DS]|j benzi boz, {ağız} Yüzü solgun. [DS]|| benzinde kan kalm am ak, K orku, heyecan' veya h astalıktan d olay ı yüzünden kan çekilm ek, solmak.\\ benzine kan gelmek, Yüzünün ren gi n orm ale d ön m ek ; canlı kanlı o lm a k .|| benzi geçmek, Yüzü s o l m a k .|| benzi kül gibi olmak, Yüzünden kan ç e k ile r e k so lm a k ; beti benzi kül g ib i olm ak. || benzi sa rarm ak , 1. K an çekilm esin den d olay ı yüzü s a r a r m ak. 2. H astalıktan dolayı yüzünün rengi s a r a r m a k ,|| benzi uçm ak, Ansızın yüzünün ren g i s o l m a k ; kanı çekilm ek. benka, [Far. banka *£4] {OsT} is. bot. Burçak türün den mercimeğe benzer bir bitki ve ürünü, benlek, -ği [ben-le-k] {ağız} sf. Ukala. [DS]
yapan şey; enaniyet; kendilik. 2. Kişiliği meydana getiren öz varlık; şahsiyet. 3. Öznede var olan bi linçli kişilik. 4. Bencil bireysellik; nefs. 5. Kendi kişiliğine önem verme; kendini öne çıkarma; ken dini beğenme; kendini övme; kibir; gurur, {ağız} (aym) [DS] 6. sf. Benim yapabileceğim; tam bana göre. S benliği gitmek, {eAT} B ilincini yitirm ek; ne yaptığın ı bilememek.\\ Benliğime lanet! {ağız} “K en dim den ö ğ ü n erek sö z etm ek zoru n da kaldığım için tiksiniyorum. ” an lam ın da kullanılır. [DS]|| benliğinden çıkm ak, 1. K en d in e ben zem ez olm ak. 2. Ş ahsiyet değiştirm ek. j| benliğini aşm ak, 1. K en di gücünün ve im kânlarının sınırını a ş a c a k işe g i rişm ek. 2. D eğ işik b ir kim liğ e bürünmek.\\ benlik çatışması, p sik o l. K en d i kişiliğ i ile o lm a k istediği b ir b a ş k a türlü kişilik a ra sın d a k ararsızlık için de bulunm aktan doğan ru hsal sıkıntı. || benlik davası, K en d in i herkesten üstün görm e. || benlik eylemek, {OsT} K en disin i üstün g ö rm ek .|| benlik göstermek, Varlık iddiasın da bıılunmak.\\ benlik ikileşmesi, p sik ol. K işilik bütünlüğünün, birliğinin bozulm ası sonu cu zihn in deki olg u ları ken di dışında sanm a veya ken d in d e birbirin den fa r k lı iki kişi varm ış his sin e kap ılm a şeklin d e beliren ru h sal h astalık]] ben lik yitimi, p sik ol. insanın kendini benliğin den sıy rılmış, b a ş k a biri olm uş g ib i h issetm esi şeklin d e beliren şizofren i başlan gıcı. benlik2, -ği [ben-lik] {ağız} is. Hayvanlara belli ol ması için vurulan damga; bellilik; en. [DS] benlikçi, [ben-lik-çi] is. 1. Hep “ben ben” diyen, her konuda kendini öne süren kimse. 2. Benlikçilik yanlısı olan kimse.
İ H T I K » i . *,9
BEN
benlikçilik, -ği [ben-lik-çi-lik] is. 1. Her konuda, hep
kendini öne sürme ve kendinden bahsetme durumu. 2. Kendi benliğinin gelişimini bütün davranışları nın ilkesi yapan kişinin niteliği; egotizm. 3. ed. Bir yazarın kendi kişiliğini sergilemek amacıyla yaptı ğı çözümsel inceleme. 4. Benliğini yükseltmeyi amaçlayan ahlak öğretisi. 5. Bireyci mükemmelliği arama çabası. b e n m a ri, [Ar. Meryem (iinlü sim yacı M usa'nın kız
kardeşi, bu aygıtı bulan) > Fr. bain-marie] is. 1. Alttaki kapta su, onun içinde de ısıtılacak madde nin konulduğu iç içe iki kaptan meydana gelmiş laboratuar veya mutfak gereci. 2. Mutfak fırınları nın su deposu. b e n m e rk e zc i, [ben + Ar. merkez + -ci] sf. p sikol. Egoist. benna, - a ’i [Ar. bina (yapı) > bennâ1 ►U>] (ben n a:)
{OsT} is. Yapı işleri ile uğraşan mimar, dülger, kal fa gibi kimselerin genel adı; inşaat ustası. b e n n ak, - k i [Ar. bennâk -dU>] (ben n a:k, k in ce sö y le
nir) {OsT} is. huk. Eskiden, reayanın tımar sahiple rine ödedikleri bir tür kazanç vergisi. benne1, [Ar. benne ] {OsT} is. Güzel koku. benne2, [Ar. bennâ eh j {ağız} is. Duvarcı; sıvacı. [DS] bensem ek, [ben (kişi zm.) > ben-se-mek] feAT} g ç l .f .
[-r] (İkinci kişi için) birinci kişiyi özlemek; beni özlemek. bensiz, [ben-siz] {eT} zf. Ben olmaksızın; ben olma dan. benş, [Ar. benş
{OsT} is. Tembellik; ihmal.
bent, -di [Far. besten (ba ğ la m ak ) > bend jj->[ is. 1. Bağlama. 2. Bağ; bağcık. 3. Yular; rabıta. 4. Zincir. 5. İp; urgan. 6. İp düğümü. 7. Rehin veya esir alınmış kimse. 8. Balya veya kâğıt tomarı. 9. Maf sal; boğum. 10. ed. Bir yazının kendi içinde bir bü tünlük teşkil eden bölümleri; paragraf; fıkra. 11. ed. Bir şiirdeki latalardan her biri; bağlam. 12. Ka nun maddelerindeki aynı yargıya tabi fakat başka olay ve durumları belirten harflerle sıralanmış pa ragraflar. 13. Su tutmak veya akış yönünü değiş tirmek için konulmuş taş, duvar, tahta, çalı çırpı gibi malzemelerle yapılmış engel; büğet. 14. Su biriktirmek için iki dağ arasına yapılan set; baraj. 15. Su akışı için yapılan kemer. 16. Gazete yazısı. 17. Birini emri altına alma. 18. sf. Bağlayan; bağ lamış.£? bende çekmek, 1. B ağ lam ak. 2. Zincire vurmak.\\ bent etmek, 1. B ağ lam ak. 2. H ükmü a ltı na alm ak. || bent olm ak, Y akalanm ak, tutulmak, bağlanm ak. bentograf, [Fr. bentographe] is. Çok derin deniz dibi fotoğraflarını çekmekte kullanılan aygıt.
bentonit, [Fr. bentonite] is. Renk giderme gücü fazla olan lekeci kili, bentos, [Yun. behthos (derinlik)] is. biy. Deniz diple rinde yaşayan ancak az hareket edebilen bitki ve hayvan topluluğu, benu, [Far. benü y j (benu :) is. Yığın; küme, benuh, [Far. benüho>o] (benu. h) is. Yığın; küme, benun, [Ar. ibn > benün j y j
(benu:n) {OsT} is.
Oğullar. benüle, [ben+ ile > benflle
{eAT} e. Benimle.
benvan, [Far. ben-vân jly j] (ben vam ) is. Tarla, har man veya ekin bekçisi; kır bekçisi, benve, [Far. benve
{OsT} is. Yığın; küme,
benven, [ben-men > ben-ven
{eAT} zm. Ben
...im benvenlik, [ben-ven-lik
{eAT} is. Bencillik;
benlik, benz, [beniz] is. -*■ beniz. benzaldehit, [Fr. benzaldhite] is. kim. Acı badem ya ğında bulunan, renksiz, kokusuz, ışığı kıran, acı badem kokusunda bir aldehit; benzoik aldehit, C6H5-CHO. benzek, [benze-k] is. 1. Bir cisme benzer şekilde başka bir maddeden yapılmış şey; şibih. 2. ed. Di van edebiyatında usta bir şairin yazdığı şiirin kafi ye ve ölçülerini kullanarak meydana getirilmiş tak lit şiir; nazire, benzeme, [eT. menze-mek > benz-e-me] is. Benze mek işi. benzemek, [eT. men-(i)z-e-mek > benze-mek] gçsz. f [~rl [ ~ z fi)-y o r] 1- İki kişi veya nesne arasında birbirini andıracak kadar çok ortak nokta bulun mak. 2. Öyle olduğu sanısını uyandırmak; .. gibi görünmek. 3. Örnek alman birisi gibi davranmaya, süslenmeye veya giyinmeye çalışmak. 4. a rg o. Sarhoş olmak, benzen, [Fr. benzène] is. kim. Maden kömürü katra nından üretilen ve daha çok benzin adıyla bilmen C6H6 formülündeki çevrimsel bir hidrokarbon, benzer, [benze-mek > benze-r] sf. 1. Yapı, görünüş ve nitelik bakımından bir başkasına benzeyen veya ona eş olabilen; müşabih; mümasil. 2. mat. Karşı lıklı açıları eşit ve karşılıklı bütün kenarları orantılı olacak şekilde aralarında bağlantı kurulabilen. 3 . is. sin. Tehlikeli sahnelerde oyuncunun yerine oyna yan benzeri kişi; dublör. 4. e. Öyle görünüyor ki, öyle anlaşılıyor ki. S benzer şekiller, mat. K a r ş ı lıklı k en a rla rı a ra sın d a ki o ra n sa b it ve karşılıklı a ç ıla rı eşit o la n şekiller. benzerlik, -ği [benze-r-lik] is. 1. Benzer olma duru mu; müşabehet. 2. Benzer olan şeylerin niteliği. 3.
ÖIÜMMKCESÖZLÜK.
BEN
mat. İki üçgende köşelerinin eşlenmesine göre kar şılıklı açıların eş ve karşılıklı kenarların orantısın dan doğan durum, benzersiz, [benze-r-siz] s f 1. Benzeri olmayan. 2. Eşsiz. benzersizlik, -ği [benze-r-siz-lik] is. 1. Benzersiz olma durumu. 2. Benzersiz olan şeyin niteliği; eş sizlik. benzeş, [benze-ş] sf. 1. Eş, benzer. 2. Benzetilebilen; bir tutulabilen; müşabih; nazir. benzeşen, [benze-ş-en] sf. 1. Benzeşme özellikleri bulunan. 2. dbl. (Ses için) ünlü ve ünsüz benzeşme lerinde etki altında kalan, benzeşim, [benze-ş-im] is. 1. Ortak yönleri bulunan iki nesne arasındaki uygunluk. 2. mat. iki şeklin karşılıklı açılan eşit ve karşılıklı bütün kenarlan orantılı olacak şekilde aralarında bağlantı kurulabi lecek durum. S benzeşim oranı, B en zer iki şeklin k en a rla rı a ra sın d a ki oran. benzeşlik, -ği [benze-ş-lik] is. 1. Benzeş olma duru mu. 2. Benzeş olan şeylerin taşıdığı nitelik; müşahebet. benzeşme, [benze-ş-me] is. 1. Benzeşmek işi. 2. dbl. B ir kelimede bir sesin başka bir sesi kendisine ben zetme etkisi. benzeşmek, [benze-ş-mek] g ç s z .f. [ -ir ] Birbirine be zemek; müşabih olmak, benzeşmezlik, -ği [benze-ş-mez-lik] is. dbl. Bir keli mede bulunan aynı veya benzeri seslerden birinin değişikliğe uğraması; ayrışım; disimilasyon. benzeti, [benze-t-i] is. Bir şeyin niteliklerini anlat mak için o nitelikleri eksiksiz olarak özünde bu lunduran başka bir şeyi örnek alma; benzetme; teş bih. B benzeti ressamı, gzl. snt. B iiyük ressa m la rın eserlerin i b a k a r a k k op y a ed en ve benzeti old u ğunu söyleyen ressam . benzetici, [benze-t-i-ci] sf. Benzeterek imal eden; kopyacı; sahteci. S benzetici ressam , Büyük r e s sam ların eserlerin i b a k a r a k kop y a eden ve g er ç eğ i d iy e satan sa h teci ressam . benzetilme, [benze-t-il-me] is. Benzetilmek eylemi, benzetilmek, [benze-t-il-mek] edil. f . [-ir ] Biri tara fından benzetme işi yapılmak, benzetiş, [benze-t-iş] is. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek işi veya biçimi, benzetme, [benze-t-me] is. 1. Benzetmek işi. 2. ed. Bir nesneyi, biçim ve görünüş bakımından onunla benzerliği bulunan daha mükemmel nesnelerden katkılarla daha etkili ve daha şiirli biçimde anlat ma; teşbih. benzetmek, [benze-mek > benze-t-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Benzer duruma getirmek. 2. Bir nesnede başka nesneyi çağrıştırır yönler bulmak. 3. m ecaz. Boz mak, berbat etmek; işe yarar hal bırakmamak. 4. a rg o . Birini sözle azarlamak; dövmek; hırpalamak.
B benzetmek gibi olmasın, B irinin kötü durumu nu an latırken ö rn e k verilen kişinin durum una düş m esinin tem enni edilm ediğ in i b elirtm ek için sö y le nir. benzetmeli, [benze-t-me-li] sf. Benzetme yoluyla yapılmış olan; benzetilmiş öğeler taşıyan; benzet meye dayanan. B benzetmeli üslûp, ed. B en zetm e lerin, m ecazların ve karşılaştırm aların ç o k ç a kul lan ıldığı anlatım biçim i. benzeyiş, [benze-y-iş] is. Bir şeyin başka bir şeye benzemesi hâli; andırış; müşabehet, benzil, [Fr. benzyl] is. 1. Formülü C6H5-CH2- olan tek değerli kök. 2. ön ek. Bir molekülde benzil kö künün bulunduğunu belirten ön ek. ö benzil-alkol, kim. Form ü lü C6H s-CH 2-O H olan birin cil alkol. || benzil-amin, kim. A m onyaktaki h id rojen a tom la rı nın y erin e ben zil kökünün g eç m e si ile olu şan amin, c 6h 5- c h 2-n h 2 benzilen, [Fr. benzylne] is. kim. Formülü C6H4-CH2olan iki değerli kök. benzin, [Fr. benzine] is. Otomobil ve uçak yakıtı olarak kullanılan, petrolün damıtılması ile elde edi len sıvı ürün, ö benzin istasyonu, A k a ıy a h t, b a sın çlı hava, m oto r y a ğ ı g ib i o to m o b iller için g e r e k li tüketim m addelerin in satıldığ ı yer. || benzin pompası, O tom ob illere benzin doldu rm akta ku lla nılan, verilen m iktarı, birim fiy a tı ve tutarını g ö ste ren elek tro n ik veya m ek an ik benzin b a sm a m akine si. benzinci, [benzin-ci] is. 1. Benzin satan kimse. 2. Benzin satılan yer; benzinlik, benzin istasyonu, benzincilik, -ği [benzin-ci-lik] is. Benzincinin işi. benzinli, [benzin-li] sf. (Motor, otomobil, uçak, çak mak vb. için) yakıt olarak benzin kullanan, benzinlik, -ği [benzin-lik] is. Akaryakıt, basınçlı hava, motor yağı gibi otomobiller için gerekli tüke tim maddelerinin satıldığı yer; benzin istasyonu, benzol, -lü [Fr. benzol] is. 1. Maden kömürü katra nından damıtılmak suretiyle elde edilen, içinde toluen ve oksilen bulunan sıvı. 2. Toluen katılmış benzin, fi1 benzol zehirlenmesi, tıp. B enzolün b ile şim in e g iren m ad d elerd en toluen, oksilen veya ben zin esan sların ın s e b e p oldu ğu (kan yap ısın ı ben zo lün bozm ası yüzünden m eydan a g elen k a r a c iğ er yetersizliği, vitamin ek sik liğ i g ib i belirtilerle ortaya çıkan) zehirlenm e. benzollendirilmiş, [benzol-le-n-dir-il-miş] sf. kim. Birleşimine benzol katılmış bulunan, bepela, [Güre, pepela] {ağız} is. Kelebek. [DS] bepga, [Far. bepğâ 1%] (b ep ğ a :) {OsT} is. Dudu; pa pağan. ber-, [Far. ber y] ek. Başına getirildiği Farsça keli melere “üst, üzeri, üzerinde, ü z e r e ” anlamlarını ve
ü ffilir ilt ® İ
•
BER
551
rerek sıfatlar yapan bir önek. S1 ber-akis, {OsT} T ersine; aksine.\\ ber-bâd, {OsT} 1. P erişa n ; h a rap ; viran ; berbat. 2. P is; f e n a ; kirli, ber-bah, {OsT} E rb ezi üstü.|| ber-belend, {OsT} G ayet y ü k s e k y e r veya rü tbe.|| ber-bend, {OsT} Ç ocuğu an n e sinin sırtına ba ğ la m a y a y a ra y an kem er. || ber-câ, {OsT} Y erinde; tam ; d o ğ ru ; münasip.\\ ber-ceste, {OsT} 1. S ağ lam ve latif. 2. S eçm e. 3. ed. K o la y c a hatıra g elen f a k a t g ü zel ve anlam lı dize. , b er-d âr, {OsT} 1. D a r a ğ a c m a çek ilm iş; asılm ış. 2. M eyveli.|] ber-devâm, {OsT} Sürekli.\\ ber-düş, {OsT} Omuz üzerinde; om uzda. ||ber-hak, {ET} H a k üzere. ||berhayât, {OsT} Y aşayan; ca n lı; diri. ' b er-k arar, {OsT} 1. K ararlı. 2. Y erleşm iş; yerli. || ber-kem âl, {OsT} Yolunda; iyi; m ükem m el. || ber-minval-i sa bık, {OsT} E sk isi gibi.\\ ber-m ucib, {OsT} G ereğ in ce; g ereğ in e g ö r e .|| b er-m urâd, {OsT} Arsuzuna ulaşan ; d ileğ in e eren. Ij b er-m urâd etmek, {OsT} Ar zusuna kavuşturm ak.|| ber-m urâd olmak, {OsT} A r zusuna kavu şm ak; m uradına erm ek .|| ber m u’tâd, {OsT} H er zam an olduğu g ib i; alışılm ış şekilde. -ber, [Far. burden (götürm ek) > -ber y -] son ek. So nuna eklendiği Farsça kelimelerden “götüren, g eti ren, alan ” anlamlarında kelimeler yapan son ek. y]
is. 1. Toprak. 2. Yer. 3. Kara.
S berr-i atîk, {OsT} E sk i k a r a ; Asya, Avrupa, A f rika k ıt ’a la r ı.|| b err-i cedîd, {OsT} Yeni k a r a ; A m e rika ve A vustralya kıtaları.\\ b err-i Şam , Şam top rakları.|| b err ü bahr, {OsT} K a r a v e deniz. beı ', -rri [Ar. berr
is. 1. İyilik, güzellik, hayır. 2.
Doğru sözlü, sözünde duran kimse. 3. Hayır ve iyi lik sahibi kimse. 4. Vefalı insan. 5. Allah. ber4, [Far. ber y ] {OsT} is. 1. Göğüs; kucak; sine. 2. Evin kapısı. 3. En; genişlik. S ber-bat, {OsT} 1. K az göğüslü. 2. müz. Lavta. ber5, [Far. bâr > ber
y]
beraber, [Far. ber-â-ber
(b e ra ıb er ) {OsT} zf. 1.
y\y]
Bir arada, birlikte. 2. Aynı anda. 3. Aynı düzeyde; seviyeleri eşit. 4. Aynı hizada. 5. Nicelik bakımın dan eşit. 6. Aynı anlamda. 7. Refakatinde; birlikte; yanında. S beraber bulunmak, Yanında o lm a k .|| beraber düşüp kalkmak, B irlikte y aşam ak. |j be rab ere bitmek, (K a rşılaşm a lard a taraflar) b irb i rin e üstünlük sağ layam am ak. 11 berabere kalmak, (Y arışan ta ra fla r için) b a ş a b a ş k alm a k ; y en işememek.\\ beraberinde, Yanına a la ra k .|| beraberine gelmek, {e/l 1} T ekabü l etm ek; eş d eğ er o lm ak.|| be rab er itmek, {eAT} B ir a ra y a getirmek.\\ b erab er lik çekişmek, {eAT} B iriyle eşitlik, d en klik id d ia sın da bulunm ak. beraberce, [beraber-ce] ( b e r a ;b e ’rce) zf. Hep birlik te; ortaklaşa. beraberî, [Far. beraberi
y]
(b e r a ;b e r i;) {OsT} is.
Beraberlik; farksızlık; müsavilik,
ber1, [berü / *ber] {eT} zf. Beri. ber2, -rri [Ar. berr
kil etmediğinin mahkeme kararı ile tespit edilmesi; aklanmak, t? b eraat etmek, huk. Suçsuzluğunun m ah k em ece kan ıtlan m ası,|| berâat-ı zimmet, B o r cu ve zim m eti olm am a durumu. || B erâat-ı zimmet asildir, huk. B ir kim senin suçlu olduğu kan ıtlan m ad ık ça suçsuz sayılm ası h akkı ve b ö y le olm asını g erek tiren hukuk ilkesi.
{OsT} is. 1. Ağaçlardaki mey
beraberlik, -ği [beraber-lik] (b e ra ;b erlik ) is. 1. Bir leşme durumu. 2. Beraber olma hâli; bir arada oluş; birliktelik. 3. spor. Süreli karşılaşmalarda yenişememe durumu; eşitlik. S beraberlik müziği, müz. Ç o k s e sli müzik. Berab ir, [Ar. berber > berâbir / berâbire
l
y\y
(b era :b ir) {OsT} is. 1. Berberîler. 2. Berberistan. beracim , [Ar. bürcüme > berâcim] (bera :cim ) {OsT} is. anat. Eklem yerleri; boğumlar; mafsallar, beraet, -ti [Ar. ber (temiz) berâet
(bera :et)
{OsT} is. -» beraat,
beragis, [Ar. bürgus > berâğis
(bera :ğ is)
{OsT} is. Pireler.
ve. 2. Yaprak. 3. Meme. 4. Genç kadın. ber6, - r ’i [Ar. ber1 *y] {OsT} is. 1. (Hasta için) iyiliğe
b erah 1, [Ar. berâh £-1y ] (b era :h ) {OsT} is. Açık, ağaç
dönme. 2. Yaratma. ber7, [Erme, per] {ağız} is. 1. Davarın sağıldığı yer. 2. Ağıl. [DS]
berah2, [Ar. berâh
bera, [Far. berây
berah3, [Ar. berâh »IjJ (b era .h , h ince söylen ir) {OsT}
{OsT} e. İçin; amacı ile; mak
sadıyla; dolayısıyla.
(b era .h ) {OsT} is. Ayrılma;
gitme; gidiş; uçuş. sf. 1. Doğru; gerçek. 2. Yolunda; düzeninde,
beraat1, [Ar. berâ'at c^\y\ (b e ra .a t) {OsT} is. İyi huy, fazilet gibi davranışlarla benzerlerinden üstün olma. beraat2, -ti [Ar. ber (temiz) berâet
sız ve ekilip dikilmeyen yer.
(bera ;et)
{OsTI is. 1. Temizlik; arılık, 2. Suçlu sanılarak hak kında dava açılan kimsenin iddia olunan suçun sa hibi olmadığının veya söz konusu iddianın suç teş
berahencide, [Far. berâhencîde
(b era .h en -
ci:d e ) {OsT} sf. (Silah için) çekilmiş; çıkarılmış, berahide, [Far. berâhîde «-ualjj] (b e r a :h i:d e ) {OsT} is. Yola çıkarılmış; gönderilmiş; yollanılmış, berahihte, [Far. berâhihte
(bera . hihte, ikinci
h kalın) {OsT} sf. (Silah için) çekilmiş; çıkarılmış.
Ö IÜ M IİİM M .
BER
berahime, [Hint, brahman > Ar. berahime (b era :h im e) {OsT} is. 1. Brahmanlar. 2. Mecusîlerin ruhani lideri. berahin, [Ar. bürhan (kam t) > berähin jj*\\y] (bera:hi:rı) {OsT} is. Kanıtlar; deliller. S berâhîn-i adîde, {OsT} B ir ç o k kan ıt.|| berâhîn-i aleniyye, {OsT} A çık ça b e lli olan kan ıtlar.|| berâhîn-i iknâiyye, {OsT} İn an dırıcı kan ıtlar.j] berâhîn-i kâtı’ a, {OsT} K esin kanıtlar]] berâhîn-i kaviyye, G iiçlü kanıtlar. beranis, [Ar. bümüs > berânis
lyj (b era .n is) {OsT}
is. 1. Arapların üstten giydikleri bir giyecek. 2. Kollu ve başlıklı hamam havlusu; bomuz. 3. Bir tür kadın yeldirmesi, berarende, [Far. berârende
( b e r a t e n d e ) {OsT}
sf. Üste getiren; üzerine getiren, b erarî, [Ar. berârî lSjLh] (b e r a .r i:) {OsT} is. Çöller; sahralar. beras, [Ar. beraş / baraş ^ y ] {OsT} is. 1. Leke has talığı; abraşlık. 2. Hayvan derisinde eski yara ye rinde çıkan beyaz tüyler, berasin, [Ar. bürsün > berâsin
{OsT} is. Yırtıcı
hayvan pençeleri, beraslı, [beras-lı] sf. Leke hastalığı olan; alacalı; ab raş. b erat, [Ar. berâet (bağ ışıklık) => berât o l j J (bera:t) is. 1. Azat belgesi. 2. Kefalet belgesi. 3. tar. İmpa ratorluk döneminde göreve atama, maaş tahsisi, rütbe ve nişan gibi haklar ile bağışıklıkların tanın dığına dair devletçe verilen belge. 4. Teknik ve sa nayi alanında bir buluş sahibi olana verilen işletme hakkı belgesi; patent. 5. Devlet dairelerinde resmî mühür kullanma yetkisini belirten belge. 6. Diplo ma. S B e ra t gecesi (Berat kandili), isi. Hz. Muham m ed (sa) 'e p ey g a m b er lik m üjdesinin g eld iğ i ş a b a n ayının on dördünü on beşin e bağ lay an g e c e .|| b erât-ı azâdî, Azatlık b elg esi.|| berât-ı cibâyet, huk. V akıflara ve hâzin eye a it v ergileri top lam a kla g ö rev li m em u rlara yetki veren b elg e]] berâ t-ı humâyun, tar. P a d işa h tuğrası bulunan yetki belg esi. ||b erât-ı terhânî, huk. O lağanüstü y a ra rlık g ö ster en ler e verilen vergi m uafiyeti tanındığına d a ir belg e]] b erât resmi, B era t v erilen lerden a lı nan vergi,
tercüm anlığı ile y a b a n c ı elçilerin devletin izin ve b era tıy la F e n e r P atrik h an esin e b a ğ lı Rum ve Erm en ilerden kullanm ış old u kları tercüm anlar.]] be rattı tü ccar, tar. İm paratorlu ğu n izin verdiğ i y erli ve y a b a n cı tüccar. beraver, [Far. ber (m eyve) + âver (getiren) jjljJ (beı-a:ver) {OsT} sf. 1. Meyve veren. 2. is. Meyve ağa cı. beraverde. [Far. berâverde tojjly\ (b e ra :v e rd e) {OsT} sf. 1. Yukarı kaldırılmış; yükseğe götürülmüş. 2. (Kişi için) kayırma ve koruma ile ileri sürülmüş. 3. Ayrılmış; seçilmiş. 4. Yapılmış; ortaya konmuş; bina edilmiş. S berâverde kılmak, {OsT} Y apm ak; o rtay a koy m ak; gerçek leştirm ek . beray, [Far. berây / berâ ıs\y\ (b era :y ) {OsT} e. İçin; amacı ile; maksadıyla; dolayısıyla. S berây-ı cin siyet, {OsT} Aynı cinsten o lm a k d o la y ısıy la ,|| berây-ı hâtır, {OsT} H atır için]] berây-ı iltihak, {OsT} K a tılm ak için]] berây-ı isticvâb, {OsT} Sorgu m aksadıyla]] berây-ı istikbâl, {OsT} K a rşıla m a k için.|| berây-ı m a’lûm at, {OsT} B ilg i için.|| berây-ı m aslahat, {OsT} İş için]] berây-ı nezâket, {OsT} in c e lik g e r e ğ i; n ezaket icab ı]] berây-ı tasdîk, {OsT} D oğ ru lam ak için ; ta sd ik için]] berâ-yı tebdîl-i hevâ, {OsT} H av a değ işim i için]] berây-ı te davi, {OsT} T edavi için]] berây-ı tenezzüh, {OsT} Gezinti için]] berây-ı vazife, {OsT} G örev g ereğ in c e ; vazife seb eb iy le. beraya, [Ar. beriyye (halk, y aratık) > berâyâ W_*] (b e ra .y a ;) {OsT} is. 1. Yaratıklar. 2. Halk. 3. tar. İmparatorluk döneminde vergi vermeyen Miisliimanlar ile kılıç ehli, berbad, [Far. ber-bâd o l j
(b e rb a :d ) {OsT} sf. -*■
berbat. berbah, [Ar. berbâh ç^ y ] (b e rb a ;h ) {OsT} is. anat. Erbezi üstü. b erb ar, [Far. berbâr jUy] (b erb a :r) {OsT} is. 1. Çar dak. 2. Sundurma. 3. Tahtaboş. 4. Kameriye. 5. Evin damında bulunan oda. berbare, [Far. berbâre
(b e rb a :re) {OsT} is. -*
berbar. b erb at1, -ttı [Far. ber (göğüs) + Ar. batt (kaz) > ber-i batt (kaz göğü slü) J*>yl {OsT} is. müz. Sapı kısa
(b e ra :ti:) {OsT} is. Yoksul
gövdesi büyük ve yuvarlak, lavtaya benzer, mız rapla çalınan bir telli saz. S berbat-nevâz, {OsT} B e r b a t ça la n kim se.
beratil, [Ar. berâtîl J J*s\y] (bera :ti:l, t kalın söylenir)
berbat2, [Far. ber (üzere) + bâd (rüzgâr) > berbâd
beratî, [Far. berâtı lara verilen eski elbise,
{OsT} is. Rüşvetler; hediyeler, berattı, [berat-lı] sf. 1. Beratı olan. 2. is. Kendisine beratla birlikte imtiyaz verilmiş kimse, ö beratlı tercüm an, tar. İm paratorluğun D ivan-ı Hümayun
(rü zgâra terk edilm iş) iLy] (b erb a:t) sf. 1. Kötü; fena hâlde; vahim. 2. Çirkin; beğenilmeyen; pis, sevimsiz. 3. Bozuk. 4. Dağınık, karmakarışık; peri şan. 5. Bakımsız; viran. 6. is. Mahvolma; ziyan. S
İİffiilKSöM • 553
BER
berbat etmek, 1. K ötü h â le getirm ek ; m ahvetm ek. 2. B ozm ak.|| b erb at olmak, 1. K ötü durum a düş mek. 2. P erişan h â le gelm ek. 3. Bozulm ak. berber, [İt. barba (sakal) > barbiere / Far. berber yy] js, 1. Saç, sakal kesmeyi, tıraş etmeyi meslek edinmiş olan kişi. 2. Berber dükkânı. 3. özl. is. Ku zey Afrikalı bir kavim. 0 berber balığı, z ool. H a nigillerden, A kdeniz 'de yaşayan , kuyruğu ç a ta l ve iki yan ın da ç o k keskin b ire r diken bulunan, y a ssı gövdeli, eti y en eb ilen kem ikli b ir balık, (Serranus anthias). berberhane, [İt. berber+ Far. -hâne
yy] (h er-
perdah. -b erd ar, [Far. berdâsten > berdâr jb y -] (b erd a :r) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere “kaldıran , dayanan, taham m ü l e d e n ” anlamı kata rak birleşik sıfatlar yapan son ek. b erd ar, [Far. ber-dâr _>by] (b erd a :r) {OsT} sf. 1. (Kişi için) darağacma çekilmiş; asılmış. 2. (Ağaç için) meyveli; yemişli, berdaşte, [Far. ber-dâşte « i b y ] (b erd a :şte) {OsT} sf. Yükseğe kaldırılmış. b erd e1, [Ar. bedre «ay] {OsT} is. tıp. Mide şişkinliği.
berha:n e) (OsT) is. Berber dükkânı. Berberî, [Ar. berberi tSyy] {OsT} sf. Berber kavmine mensup olan.
berde2, [Far. bedre
Berberistan, [Far. berberistân ul^-yy] {OsT} is. Berberîler ülkesi.
berdegî, [Far. berdegı ^/±y\ (b erd eg i:) {OsT} is. K ö lelik; esaret.
berberlik, -ği [berber-lik] is. 1. Berberin yaptığı iş. 2. Berberin mesleği, bere, [burç > bere ^ y ] {eAT} is. Ökse yapmak için yapışkan madde çıkarılan bir meyve; Macar üzü mü. berca, [Far. ber- (üzere) + cây (yer) > bercâ U^y] (berca:) sf. 1. Uygun; münasip. 2. Yerinde, berced, [Ar. berced s^-y] {OsT) is. 1. Kalın dokun muş kilim. 2. Türk halısı, berceste, [Far. ber- (üzere) + ceste (seçilm iş)
y]
{OsT} sf. 1. Seçilmiş; beğenilmiş. 2. Güzel; hoş; latif. 3. ed. Kolayca ve hemen hatırlanabilen yük sek anlam taşıyan şiir. S berceste m ısra, ed. Tek başına yetebilen , seçk in ve en gü zel söylen m iş m ıs ra. berci, [ber6 -ci] {ağız} is. Flayvan sağıcısı. [DS] bercis, [Ar. bercis / bircis
berdaht, [Far. perdâht o^-iy] (berda. ht) {OsT} is. -*■
y] {OsT} is. 1. Çok süt
veren deve. 2. özl. is. Güneşin uydularından en bü yüğü ve yakınlık bakımından beşincisi; Jüpiter; Müşteri; Erendiz. berçide, [Far. ber (üzerin de)+ çîde (toplanm ış) ° - ^ y ] (berçi:d e) s f Toplanmış; devşirilmiş; yığılmış. S berçîde dâmen, 1. E teğ in i toplam ış. 2. D ünyadan elini eteğin i çekm iş. Berçik, [ber-çik] {eT} öz. is. Bir İran kavmi. [Tekin] berçin, [Far. ber-çîn j« -y ] (berçi.n ) sf. Toplayıcı; toplayan. berd, [Ar. berd :>y] {OsT} sf. 1. Soğuk. 2. is. Soğuk luk. 5 1 b erd ’el-âcuz, 1. K o c a k a r ı soğuğu. 2. On bir ve on y e d i m art g ü n leri a ra sın d a devam eden soğukların h a lk a ra sın d a k i adı.
berdeng, [Far. berdeng J j j y ] {OsT} is. Çöl ortasın daki küçük dağ ya da tepe, berdevam , [Far. ber- (üzere) + Ar. devam p tjvJ (berd ev a.m ) {OsT} sf. Sürüp giden; devam üzere, berdi, [Ar. berdîy (saz) &
y]
{ağız} is. Dam örtmekte
kullanılan saz, sırık, çıta vb. şeyler. [DS] berdin, [berü / *ber > ber-din] {eT} zfi 1. Beride. 2. Güneyde. berdinki, [*ber-din-ki / bér-din-ki] {eT} sf. Güneyde ki. [EUTS] berdiy, [Ar. berdîy ePy] (berdi.y) {OsT} is. Eski Mı sır’da dışından hasır, özünden kâğıt yapılan bir tür hasır otu. berduş, [Far. ber- (üzere) + düş (omuz, sırt) {OsT} is. ve sf. 1. (Her şeyi) sırtında, omzunda. 2. Evsiz barksız, toplum dışı yaşayan kişi; başıboş, serseri. 3. Üstü başı perişan. bere1, [eT. ber-mek (vurm ak) > ber-e] is. 1. Yırtılma sonucu damarlardan çıkan kanın dokular içinde birikmesi ile meydana gelen ağrılı hal. 2. Dövme, vurma, düşme, çarpma gibi sebeplerle deride mey dana gelen morluk. bere2, [Moğ. bere] {eT} is. Bir uzunluk ölçüsü birimi; mil; 8000 ayak. [EUTS] bere3, [Far. bere
oy]
{OsT} is. Kuzu. S1 bere-i âb,
{OsT} D alg a.|| bere-i dü-m âderî, 1. İk i analı kuzu. 2. m ecaz. N azlı büyütülmüş; talihli}] bere-i felek, {OsT} H am el B urcu; Güneşin 21 M artta g irdiğ i burç. bere4, [Fr. béret] is. Siperliği olmayan bir tür başlık. bere5, [Yun. poreia (yol) ?] {ağız} is. Tarla araların dan ya da içlerinden akan çok küçük su. [DS]
Ü M IÜ M M .
BER
bered, [Ar. bered i j J {OsT} is. Fırtınalı havalarda ya ğan dolu. berefşan, [Far. berefşân ûLisd (berefşa.n ) {OsT} is. müz. Türk müziğinde otuz iki zamanlı ve on dört darplı büyük bir makam, berehlemek, [Far. be-râh (yolunda) > bereh-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] Layık görmek; uygun bulmak; yaraştırmak. [DS] berehmen, [Ar. berehmen / Far. berehmen / berhemen
{OsT} is. ve sf. 1. Brahma dinine men
sup; Brahman. 2. Mecusîlerin dinî lideri. 3. Puta tapan. 4. Puta tapanların papazları. 5. Ateşe tapan ların bilginleri. berehne, [Far. berehne / bürehne 4^v>] {OsT) sf. Çıp lak. berehnegi,
[Far. berehne-gı
(b ereh n eg i:)
{OsT) is. Çıplaklık, berehrehe, [Ar. berehrehe «jAjj] {OsT/ sf. (Kadm için) çok güzel; alımlı, berekât, [Ar. bereket>berekât o l ? (bereka :t) {OsT} is. 1. Bolluklar. 2. Uğurlar; hayırlar; mutluluklar. 3. Keramet. S berekât-ı kelâm-ullâh, {OsT} A llah kelam ının verdiğ i fey izler, bollu klar, uğurlar. bereket, [Ar. bereket (kutsam a)
is. 1. Bolluk.
2. Gürlük. 3. Ongunluk; feyiz. 4. Allah’ın verdiği nimetler. 5. Yağmur, {ağız} (aynı) [DS] 6. zf. İyi ki, iyi bir tesadüf olarak. 7. ünl. .. sayesinde. 8. Al lah’ın verdiği nimetler için şükran ifadesi. S bere ket boynuzu, tar. R o m a lıla ra ait b a rış ve bolluğu tem sil ed en içinden m eyve ve çiçek lerin taştığı boynuz sembolü.\\ bereket ki (bereket versin, bere ket versin ki), 1. A lla h ’a şükiir ki.. 2. İyi ki.. 3. İyi b ir rastlantı o la r a k .|| (Allah) bereket versin, 1. Y em ek sonu A llah ’in nim etlerini artırm ası için ed i len du a sözii. 2. Satıcıların alışverişten k az an d ık la rı p a r a için A llah ’a du a sözü. 3. B ir kim senin du rum undan hoşnutluğunu ifa d e eden şükür sözü. || bereket yağm ak, 1. B ollu k olm ak. 2. Y ağ m u ry ağ m ak]] (Halil İbrahim) bereketi, (Hz. İbrahim (as) ö rn eğ i) bo llu k ve refah.
bereketsiz, [bereket-siz] sf. 1. Çabuk tükenen. 2. Verimsiz. 3. Kendinden beklenen yararı sağlaya mayan. bereketsizlik, -ği [bereket-siz-lik] is. Bereketsiz ol ma durumu, bereleme, [bere-le-me] is. Berelemek işi. berelemek, [bere-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Bereli duruma getirmek. 2. Hafifçe yaralamak, ezikler meydana getirmek. berelenm e1, [bere-le-n-me] is. Berelenmek eylemi ve durumu; yaralanma; bereli hale gelme. berelenme2, [bere-le-n-me] is. Bere sahibi olma; be re satın alma. berelenm ek1, [bere-le-n mek] edil, f i [ - i r ] Birisi ta rafından cildinde, vücudunda kan oturmasına sebep olacak davranışta bulunulmak; bere meydana ge tirilmek. berelenmek2, [bere-le-n-mek] gçsz. fi. [-ir ] Bir bere ye sahip olmak; bere edinmek. bereli1, [bere-li] sf. Hafif ezik ve morarma şeklinde yarası olan. bereli2, [bere-li] sf. 1. Başına bere giymiş olan. 2. Bere sahibi olan. bereli3, [bere-li] sf. Kuzulu. berem, [Far. berem ?y] {OsT} is. 1. Üzüm çubukları nın altına dikilen çatal ağaç; herek. 2. Asma ve ka bak çardağı, bereme, [Yun. perama] {ağız} is. Kayık. [DS] berenarı, [beri + anaru] ( b e ’ren arı) {ağız} sf. Şöyle böyle; biraz iyi; oldukça; üstünkörü. [DS] berencen, [Far. berencen ^ y ] {OsT} is. Kadm bile ziği. berencin, [Far. berencın j^f^] (beren ci:n ) {OsT} is. Kadın bileziği, berend, [Far. berend -u^] {OsT} sf. 1. (Kılıç, hançer vb. için) keskin. 2. is. Nakışsız ipek kumaş. 3. Kılı cın suyu. berendahte, [Far. berendâhte 4^ - - ^ ] (b eren d a :h te) {OsT} sf. 1. Yukarıya fırlatılmış. 2. Üste, yukarıya çıkarılmış. berendaz, [Far. berendâz / berendâze jİJu^ / »jl-UjJ
bereketlenme, [bereket-le-n-me] is. Bereketlenmek işi.
(beren d a :z ) {OsT} sf. 1. Yükseğe atan; yukarı fırla tan. 2. Yukarıya kaldıran. 3. Yok eden,
bereketlenmek, [bereket-le-n-mek] dönşl. [-ir ] Ço ğalmak; artmak,
berere, [Ar. ben > berere ejy] {OsT} sf. (Kişi için)
bereketli, [bereket-li] sf. 1. Bol. 2. Bolluklu. 3. Verimli. 4. Kalabalık. S bereketli olsun, Y em ek y iy en lere veya ürün toplam a ve harm an işleri ile u ğ raşan la ra söylen en iyi d ile k sözü. bereketlilik, -ği [bereket-li-lik] is. Bereketli olma hali.
hayır sahibi olanlar; iyilik severler; doğrular, berevat, [Ar. berât > berevât o l j j J (b e ra :v a :t) {OsT} is. Rütbe, imtiyaz ve nişan belgeleri. S berevât-ı şerîfe, {OsT} P a d işa h beratları. berf, [Far. berf l İ j J {OsT/ is. Kar. S berf-âb, {OsT} K arlı, buzlu so ğ u k sw.|| berf-alûd, {OsT} K a ra bu laşm ış]] berf-dân, {OsT} Buzluk; k a r d ep o su .||
w ım iffiH l i U K C i S 0 Z İ J İ 1 .
555
berf-dâr, {OsT} K a rlı.|| berf-nâk, {OsT'} Yaz kış karlı olan yer. j| berf-pâre, {OsT} K a r p a rç a sı. berfend, [Far. berfend -uiy] {OsT} is. 1. Asker. 2. (Söz için) güzel. 3. (Y er için) derin, ilgili. 2. Kardan yapılmış. 3. Karla yapılmış, berfüs, [Far. berfüz / berfüs ^-^y] (berfü :s) {OsT} is. -* berfüz. berfüz, [Far. berfüz / berfüs jjiy ] (berfii:z) {OsT} is. Ağzın dış kenarı; dudakların çevresi. S y]
{OsT} is. Yaprak. S berg-bîd,
{OsT} 1. Söğüt yap rağ ı. 2. Söğüt y a p ra ğ ı biçim in de olan süngü ucu.|| b erg-d âr, {OsT} 1. Yapraklı. 2. Geçim i iyi olan.\\ berg-gâh, {OsT} Sam an sapı.\\ berg-i çeşm, {OsT} G öz k a p a ğ ı.|| berg-i diraht, {OsT} Ağaçyaprağı.\\ berg-i gül, {OsT} G ül y a p ra ğı.|| berg-i hazân, {OsT} S o n b a h a rd a sa ra rıp dökü len yaprak.\\ berg-i ter, {OsT} 1. Yeşil y a p ra k. 2. Hediye. || berg-rîz, {OsT} 1. Y aprak döken . 2. S on bahar. ||berg-rîzân, {OsT} -*• berg-riz.|| berg ü b âr, {OsT} S erm aye; g e ç in ile c e k şe y ; m al. || berg ü ne va, {OsT} G e çin ece k şe y .|| berg ü şâh, {OsT} bot. D al budak. berg2, -ğı [Far. berg £y\ (berğ ) {OsT} is. Bent; set. berg3, [Far. berg
-S y]
bergerde, [Far. bergerde
£ y] {OsT} sf. Ezberlen
miş; hatırda tutulmuş,
berfın, [Far. berfîn j j * ] (berfl:n ) {OsT} sf. 1. Karla
berg1, [Far. berg
öküz vb. için) kamçı ile sürülmek. 3. gçsz. fi. Sıç ramak.
{OsT} is. Azık; yiyecek.
bergab, [Far. berğ-âb »_>liy] (b e rğ a .b ) {OsT} is. Su
bergerü, [*ber > beı-gerü / bırğaru] {eT} zf. 1. Beriye doğru. [ETY] 2. Cenuba doğru. [ETY] bergesemek, [berge > berge-se-mek] {eT} gçsz. f i [r] Kırbaçlamak istemek, bergeşide, [Far. bergeşıde °J~±Sy] (b erg eşi:d e) {OsT} sf. 1. Çekilmiş; sıyrılmış. 2. Tartılmış, bergeşte, [Far. bergeşten (dönm ek) > bergeşte
sf. Ters dönmüş. 0 bergeşte-ahter, {OsT} Yıldızı dönm üş; talihsiz; bahtsız.\\ bergeşte-baht, {OsT} T alihi ters dönm üş; şanssız.|| bergeşte-hâl, {OsT} 1. iş le r i ters g id en ; durumu iyi değil. 2. G eçim sı kıntısı çek en .|| bergeşte-rüz, {OsT} Günü dönm üş; şan ssız; talihsiz. bergitm ek, [berg-it-mek / berg-üt-mek] {ağız} g çl. fi [-ir ] Birbirine geçirerek tutturmak; kenetlemek. [DS] bergü1, [ber-ge / bir-ge / ber-ke / ber-gü] {eT} is. Kamçı. [EUTS] bergü2, [ber-mek (verm ek) > ber-gü] (b e.rg ü ;) is. 1. Verilecek, ödenecek şey; vergi. [İKPÖy.] 2. Bağış. [İKPÖy.] 3. Borç; verecek. [DLT] bergürm ek, [ber-gü-r-mek] {eT} gçl. fi. [-ü r] Belirt mek; belli ettirmek. [EUTS] bergüstvan, [Far. bergüstvân o
bendi; su biriktirilen yer; baraj,
y]
l y] (bergü stva;n)
(berğ am a.n )
{OsT} is. Eyerin altına serilen sırmalı, işlemeli örtü; haşa.
bergamot, [T. Mustafa beg (M ustafa bey) + arm udu / İt. pero (armut) + Bergamo (İtalya ’d a b ir şehir) > bergamotta (B e r g a m o ’lu)] is. bot. 1. Açık sarı renkli armut biçimindeki limon türü ekşimsi mey velerinin kabuğundan, kolonya imalinde kullanılan bergapten esansı çıkarılan bir Akdeniz bölgesi meyve ağacı, (Citrus berg am ia). 2. Bu ağacın, ka buğundan esans çıkarılan ve reçel yapılan meyvele ri.
bergüzar, [Far. bergüzâr jljSy] (berg ü za .r) {OsT} is.
bergaşte, [Far. bergâşte 4^ ilfy ] (b erg a :şte) {OsT} sf.
berhabe, [Far. berhâbe 4.U-y] (b erh a .b e) {OsT} is. 1.
bergaman,
[Far.
berğamân
o U iy ]
{OsT} is. Büyük yılan; ejder,
Yüz çevirmiş. berge1, [ber-ge / bir-ge / ber-ke] {e l } is. Kamış;
çubuk; kamçı; kırbaç. [EUTS] [DLT] [Gabain] berge2, [Far. berge-i zerdâlü] {ağız} is. Kayısı, zerda li, şeftali türü meyveler. [DS] bei-gekmek, [berge > berge-k-melc] {eT'} gçl. f i [~ür] Kamçılamak; kırbaçlamak. [EUTS] bergelenmek, [berge > berge-len-mek] (b erg e.jen mek) {eT} dönşl. fi. [-ü r ] 1. (Damar için) kan ile do larak sertleşmek; dikilmek. 2. (Arabaya koşulan
1. Küçük hediye. 2. Anı olarak alınıp verilen veya saklanan eşya; hatıra; yadigâr; anmalık; andaç, bergüzide,
[Far.
ber-güzıde oJuj?y]
(bergü zi;de)
{OsT} sf. Seçilmiş; seçkin, berh, [Far. berh j-y] {OsT} is. 1. Pay; hisse; nasip. 2. Az şey; parça. 3. Su birikintisi. 4. Şimşek. 5. Yaş odunun yanarken çıkardığı sıvı. 6. Balık,
Minder; döşek; yatak. 2. Bir yatakta birlikte yatılan kimse. berhana, [Far. bar (yük) + hâne] {ağız} is. 1. E v eş yası. 2. Göçebelerin çadır eşyası. 3. Kervanın ko nak yerinde toplanan eşyası. [DS] berhane1, [Far. bar + hâne
y ] (berh a .n e) {OsT} is.
1. Kervansaray. 2. Büyük ve kullanışsız ev. 3. Yol cuların yük indirdikleri yer. S berhâne gibi, G e reğ in den büyük, kullanışsız ev ler için kullanılan benzetm e.
fllÜMIÜHÜt SüZbİ.
BER berhane2, [Far. berhane
(b erh a :n e) {OsT} is.
Eski ve harap durumdaki büyük ev; kullanılabilme si için tamire gerek duyulan ev. berhaste, [Far. ber-hâste •>*->■y\ (b erh a :ste) {OsT} sf. Kalkmış; ayaklanmış,
v a:) {OsT} sf. 1. Havaya atılmış; uçurulmuş. 2. m e caz. Yararsız ve boş. ö berhava etmek, 1. P a tla y ıc ı ile h a v ay a uçurm ak. 2. Yok etm ek.|| berhava olm ak, 1. P atlam a y olu yla hav ay a uçm ak. 2. m e caz. B o ş a gitm ek. berhay, [Ar. berhâ] {a ğ a } is. Ağıt; feryat. [DS] berhayat, [Far. ber- (iizere) + Ar. hayât ü L > y] (berh ay a:t) {OsT} sf. Hayatta olan; canlı; yaşayan, ber he, [Ar. berhe * * y ] {OsT} is. Zaman; süre. {OsT} sf. 1. Bir araya gel
miş; toplanmış. 2. Karışık; dağınık. 3. Ters. S ber hem gelmek, {OsT} B ir a ra y a g elm ek ; toplan m ak,|| berhem -hurde, {OsT} Ç a rp ışa ra k birb irin e g ir m iş]] berhem-zede, {OsT} K a rm ak arışık; altı üs tüne getirilm iş]] berhem-zen, {OsT} K a rm ak arışık e d e n ; altını üstüne getiren. berheva, [Far. ber + Ar. hevâ lyv J (berh ev a:) {OsT}
berhurdarî, [Far. ber-hürdârî
(berh u .r-
berhüyun, [Far. berhüyün û j^ y ] (berhüyu:n) {OsT} is. Küçük ev; küçük oda. berhuz, [Far. berhüz j ji- y ] (berhu :z) {OsT} is. Da ğarcık; torba. beri1, [eT. be-ru > be-ri
y ] is .l. Konuşana göre
önündeki uzaklıklardan kendisine en yakın olanı; {eT} (aym). 2. sf. En yakında bulunan. 3. zf. (Çıkma durumu eki -den ile) bir olayın veya durumun baş langıcını ve süresini ifade etmekte kullanılır, S1 beri alm ak, {ağız} (H ayvanlar için) g e r i çevirm ek. [DS]|| beri benzer, {ağız} A lela d e; sıra d a n ; bayağı. [DS] 11 beri eylemek, {ağız} G eri çev irm ek; bu ta ra f a dön dü rm ek; y a k ın a getirm ek. [DS]|| beri öte, {eATf İle r i geri. beri2, [Ar. barâet > beri
(beri:) {OsT} sf. 1. Te
miz; arınmış. 2. Kurtulmuş. 3. Uzak. S1 berîü’zzimme, {OsT} Zim m etinden arınm ış o la n ; aklan m ış olan. beria [Ar. barâ'at (olgunluk) > b erfa
sf. -*■ berhava, berhihte, [Far. berhıhte < ^ * y ] (berh i:h te) {OsT} sf. Silah çekilmiş; hamle edilmiş; saldırılmış, berhiz, [Far. ber hasten (kalkm ak)> bertiiz
y] (ber-
hi:z, h kalın söylen ir) {OsT} sf. 1. Atılan; sıçrayan. 2. Zorbalık eden, berhud, [Far. berhüd
(b e rh u .rd a .r)
{OsT} sf. Mutlu olan; mesut olan; berhudar olan; onan.
d a :ri) {OsT} is. Sevinme; mutlu olma; onma,
berhava, [Far. ber- (üzere) + Ar. hevâ lyy>] (b e rh a
berhem, [Far. berhem
b erhurdar, [Far. ber-hurdâr
(berhıı:d) {OsT} is. Saç
y ] (b e r i.a :)
{OsT} sf. 1. Olgunluk ve güzelliğiyle emsallerinden üstün olan kadın. 2. Sevgili, beribenzer, [beri + benzer] {ağız} sf. 1. Eş; benzer; emsal. 2. Yakışıklı. [DS] beriberi, [Seylan dil. beri (zafiyet) > Fr. béribéri] (beribe'ri) is. B| vitamini eksikliğinden ileri gelen, ileri derecesi ölümle sonuçlanan bir hastalık, bericen, [Far. berîcen j£ -y ] (b eri:cen ) {OsT} is. İçi
ma sapan söz. berhudar, [Far. berhörden (isa b et etm ek) > berhör-
nde ekmek pişirilen ocak; fırın,
dâr => berhudâr _>lJ*-y} (berh u d a:r) {OsT} sf. 1.
berid, [Far. burden (götürm ek) > berîd joy] (beri:d )
Payım almış. 2. Mutlu; mesut; onmuş. 0 Berhu d ar ol! {OsT} " Ç o k y a şa , mutlu o l ! ” an lam ın da iyi d ile k sözü.
sf. 1. Haber getiren; postacı; ulak. 2. is. tar. Orta Çağ Müslüman devletlerinde posta ve haberleşme işlerine bakan kuruluş. 3. Ortalama yürüyüşle dört saatlik uzaklık; on iki mil. fi1 berid-i cânân, {OsT} Sevgilinin h a b er c isi.|| berid-tayr, {OsT} H a b er ku şu.
berhudarı, [Far. berhödâr => berhudar!
y]
(b erh u d a :ri:) {OsT} is. Sevinme, berhudarhk, -ğı [berhudar-lık] is. Mutlu olma; se vinme; iyi gün geçirme. berhuh, [Far. berhüh ojj^] (berhu .h) {OsT} is. Sabun, berhun, [Far. berhün üj*y] (berhu :n ) {OsT} is. 1. Or tası boş şey. 2. Çember; kemer; daire. 3. Duvar dip lerine yapılan çalı çırpı çit. berhur, [Far. berhür j_y~y] (berh u :r) {OsT} is. Pay; hisse; nasip.
beridan, [Far. berid > berîdân otJjy] (b eri:d a :n ) is. Ulaklar; postacılar, beriden, [eT. be-ri-den] zf. 1. Beri taraftan. {eT} (ay nı) [ETY] 2. {eT} Güneyden. [ETY] berig, -ği [Far. beriğ £y] (beriğ ) {OsT} is. Bent; set. berigli, [bér-ig-li] {eT} sf. Vermek isteyen. [DLT] berigme, [bér-mek (verm ek) > bér-igme] {eT} sf. Vermiş olan. [ETY]
flliUIlIBTO: SBZliOÜ» 557
BER
b e rig sem ek , [bé r-melc > *bérig > bér-ig-se-mek]
{eT} g ç l■ f [DLT]
[- r ] Vermek istemek; vereyazmak.
berik, -kı [Far. berîk J
berk2, -gi [Far. berg jj J
(beri:k, k kalırı söylenir)
{OsT} is. Işık; parıltı, berike, [Ar. berîke aSo.j j ] (b e ri:k e) {OsT) is. Un hel vası. beriki, [ber-i-ki] zm. 1. Daha yakında, beride bulu nan. 2. Öbürü; diğeri, berilenıek, [beri-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Geri çevirmek. 2. Bu tarafa döndürmek. 3. Yakı na getirmek. [DS] berilmek, [bér-mek > bér-il-mek] {eT} edil. f . [-ü r] Verilmek. [DLT] berilyum, [Fr. béryllium] (beri'lyum ) is. kim. Özgül ağırlığı, 1,85, atom ağırlığı 9,013 ve ergime noktası 1215 °C olan hafif bir metal; sembolü: Be. berim, [bér-mek > bér-im] (be:rim ) {eT} is. 1. Ver me; ödeme. 2. Borç; verecek. [DLT] 3. {eAT'} Vergi, berimçi, [bér-im-çl] {eT} sf. Borçlu. [DLT] berimlig, [bér-im-lig] {eT} sf. 1. Verimli. 2. Borçlu. [DLT] berin, [Far. berin
vetli bulundurm ak; sağ lam laştırm ak ,|| berk yüzlü, Yüzü yum uşam ayan.
(beri:n ) {OsT} sf. 1. En yük
sek; en üst. 2. Pek yüce. 3. Soylu; asil; necip. S berîn-dâire, {OsT} Gökyüzü. beriş, [bér-mek > b é r^ ] {eT} is. Veriş, berişim, [Far. berişim] {OsT} is. -*■ ibrişim, berişmek, [bér-mek > bör-iş-melc] {eT} işteş, f . [-ü r] Verişmek. [DLT] berişti, [Far. fırişte] {eT} is. Melek; ferişte. [EUTS] beriye, [Ar. beriyye <>_*] {OsT} is. 1. Yaratık. 2. însan. 3. Halk. berizen, [Far. benzen oy.y] (beri:zen ) is. -*• bericen. berj, [Far. berj j^] {OsT} is. 1. Şiddetli kasırga. 2. Su
{OsT} is. Yaprak.
berk3, -kı [Ar. berlç 3y] {OsT} is. 1. Şimşek. 2. Parıl tı; kıvılcım. berk-âsa, {OsT} Ş im şek g ib i yakıcı,\\ berk-âşiyân, {OsT} Yuvası şim şek olan.\\ berkefşân, {OsT} Şim şek s a ç a n .|| berk-endâz, {OsT} P a rla y ıcı; parıldayıcı.\\ berk-ı hatîf, {OsT} G öz k a m aştıran şim şek .|| berk-ı şerer-hîz, {OsT} Kıvılcım y a ğ d ıra n şimşek.\\ berk urm ak, {OsT} Ş im şek ç a k mak. berkatı1, [Ar. berkân
(berkaın ) {OsT} is. 1. Şa
kıma. 2. Parıldama. berkan2, [Far. berkân 015^] (berk a;n ) {OsT} sf. Kıvır cık tüylü kuzu postu, b erk arar, [Far. ber-karâr
berkend, [Far. berkend
y\ {OsT} sf. Genç irisi,
berkende, [Far. berkende » j j ? {OsT} is. Koparıl mış; sökülmüş; köküyle çıkarılmış, berkeşide,
[Far.
ber-lceşıde o-ui?^]
(b erk eşi;d e)
{OsT} s f 1. (Silah için) çekilmiş; kınından çıkarıl mış. 2. m ecaz. Çekilip meydana getirilmiş; ilerle tilmiş.
çevrintisi; girdap, berjer, [Lat. berbex (enenm iş k o ç) > Fr. bergère (kız çoban )} is. Arkası kabarık, koltuklan yastıklarla beslenmiş, oturacak yeri geniş koltuk.
berkıye, [Ar. berkıyye
berk1, [eT. ber-lc -djJ {eT} sf. 1. Sağlam. {eAT} (aym)
parlak. 2. is. Elektrik.
(1935) [Gabain] [Yüknekî] [DLT] [EUTS] 2. Tahkim edilmiş; muhkem; kuvvetli. {eAT} (aym) [DLT] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 3. İyi korunmuş; takviye li. [DLT] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 4. Katı; sert. {eAT} (aym) [DLT] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 5. {eAT} Şiddetli. 6. {eAT} Hızlı; süratli. 7. {ağız} Kuv vetle; şiddetle; sıkı olarak; sağlam bir şekilde. [DS] 8v {ağız} (Ses için) kuvvetli olarak. [DS] S1 berk bağlamak, 1. Sıkı b a ğ lam ak . 2. Sağ lam b a ğ la m ak,|| berk etmek, {ağız} 1. K a p a m a k ; tıkam ak; örtmek. 2. S ağ lam laştırm ak; p ek iştirm ek ; takviye etmek. [DS]|| berk eylemek, 1. K uvvetli bulundur mak. 2. S ağ lam laştırm ak,|| b erk itm ek , {eAT} K uv
(b e rk a r a ;r) {OsT} sf.
1. Kararlı. 2. Yerli; yerinde; devamlı, berke, [ber-ge / bir-ge / ber-ke] {eT} is. Dövmek ve sürmek için kullanılan değnek, sopa; kamış; çubuk; kamçı. [EUTS] [Gabain] [DLT] berkelenmek, [ber-ke-le-n-mek] {eT} gçsz. f. 1. Kan toplamak. [DLT] 2. Kamçı sahibi olmak. [DLT] berkelyum, [İng. Berkeley (ABD'de bir Üniversite) > berkelium / Fr. berkélium] ( b e r k e ’lyıım) is. kim. Tabiatta doğal olarak bulunmayan, ancak amerik yum 2 4 1 ’in alfa tanecikleriyle veya küriyum 2 4 2 ’nin dötonlarla bombardımanı sonucunda elde edilen, atom numarası 97 olan yapay bir radyoaktif element; sembolü: Bk.
y] {OsT} sf. 1. Şimşek gibi
berki, [Ar. berk > birici/ berkiye
y / *^ y ] (berk i:)
{OsT} sf. 1. Şimşek gibi. 2. Parlak, berkidilmek, [berk-it-il-mek dli-iS"_*] {eAT} edil. f . [ür] Kuvvetlendirilmek; sağlamlaştırılmak, berkilmek, [berk-il-mek tiLoJS"y
\
{eAT} e d il.f. [-ü r ]
1.
Pekitilmek; tespit edilmek; sabitleştirilmek. 2. Sağ lamlaştırılmak; pekiştirilmek. berkilü, [berk-il-ü
y \ {eAT} sf. 1. Sağlamlaştırıl
mış; pekitilmiş. 2. Kapalı, berkime, [berlt-i-me] is. Berkimek işi.
OIÜMIİKCÎS0M.
BER
{eAT} fağ ızj gçsz. f i [ -
berm ah, [Far. bermâh / bermâhe ol»y / « U y ] (ber-
r] 1. Sağlamlaşmak. 2. Pekişmek; sıkılaşmak. 3. Kuvvetlenmek. 4. Yerleşmek. 5. gçl. f. Tıkamak. [DS]
bermal, -li [Far. bermâl JLoy] (berma:l) {OsT} is.
berkimek, [berk-î-mek
y]
berkinme, [berk-i-n-me] is. Berkinmek işi. berkinmek, [berk-i-n-mek
d l o j S 'y ] { eAT}
dönşl.
fi [-
ür] 1. Sağlamlaşmak; pekişmek. 2. Kendini sağla ma almak. 3. Kuvvetli olmak. 4. edil. Pekiştiril mek. 5. Yapışmak; takılmak; yerleştirilmek; ko nulmak. berkirm ek, [berk-ir-mek] {eT} gçl. fi. [-ür] Berkit mek; sağlamlaştırmak. [EUTS] berkişmek, [berk-iş-mek
.i U - i S 'y ]
{eAT} dönşl. fi. [-
ür] Sağlamlaşmak; pekişmek; yerleşmek, berkiştirm ek, [berk-iş-tir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir]
ma:h) {OsT} is. Burgu; matkap, Dağ tepesi; doruk, berm ek, [be r-mek / bir-mek] (be:rmek) {eT} gçl. f. [-ür] 1. Vermek. [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] [EUTS] [Yüknekî] 2. (Birisi için bir şey) yapmak. [İKPÖy.] 3. Tezlik fiili yapan yardımcı fiil. [ETY] [EUTS] 4. Varmak. [DLT] bermezid, [Far. ber (üzere) + mezıd (artırma)
,y>y ]
{OsT} Artırma; yükseltme. S bermezid eylemek, {OsT} Artırmak; ziyadeleştirmek. berm uda, [Bermuda (A tlantik’te bir ada) > İng. / Fr. bermuda] (bermu ’da) is. Dizlere kadar inen dar ve kısa pantolon, bermude, [Far. bermüde °.sy>y] (bernnı:de) {OsT} is.
Sağlamlaştırmak. [DS] berkitme, [berk-i-t-me] is. 1. Berkitmek işi. 2. Tak viye etme.
Nesne; şey. S berm üde-i fermüde, {OsT} Emredi
{eT}
berm utad, [Far. ber- (üzere) + Ar. mu'tâd (alışılmış)
berkitmek [berkı-mek > berki-t-mek
len şey.
{eAT} g ç l.f. [-ir] 1. Sağlamlaştırmak, (1935). [DLT] i lü u ı y ] (bermu:ta:d) {OsT} zf. -*■ bermutat, 2. Pekitmek. 3. Takviye etmek. 4. {ağız} Sıkıca berm utat, -dı [Far. ber- (üzere) + Ar. mu'tâd (alı bağlamak; bağcığını sıkmak. [DS] 5. {ağız} (Sökük şılmış) :>U>-°y] (bermu:ta:t) zf. 1 . Adet olduğu üze için) dikmek; yamamak. [DS] 6. {ağız} Üst üste yığmak; yüklemek. [DS] 7. {ağız} Hareket edemez re. 2. Alışıldığı gibi. 3. Her zaman olduğu gibi, duruma getirmek; tespit etmek [DS] 8. (Sözleşme berna, [Far. bemâ U y ] (berna:) {OsT} sf. 1 . Genç; için) yapmak; imzalamak, delikanlı. 2. Yiğit, berklemek, [berk > berk-le-mek] (berkle:mek) {eT} bernai, [Far. bemâ5! ^U y] (berna:i:) {OsT} is. 1. gçl. fi [-r] Saklamak; hapsetmek. [DLT] Gençlik; delikanlılık. 2. Toyluk; deneyimsizlik; berkletmek, [berkle-mek > berk-le-t-mek] {eT} gçl. tecrübesizlik. fi. [-iir] Korutmak; muhafaza ettirmek; korumakla bernam e, [Far. ber-nâme
emretmek. [DLT] berklig, [berk-lig] {eT} zf. 1. Muhafaza ederek. [Gabain] 2. sf. Berk; pek; sağlam. [EUTS] berklik, -ği [eT. berk (sağlam) > berk-lik^US"y ] is. 1.
{eAT} Sağlamlık. 2. {eAT} {ağız} Sertlik; katılık. [DS] 3. {eAT} Metanet. 4. Güvenme; itimat, berksiz, [berk-siz] {eT} sf. Sağlam olmayan; çürük. [EUTS] berku, -ku’ u [Ar. berlçü' ^Jiy] (berku:) {OsT} is.- Yüz örtüsü; burka; peçe, Şeftali. 2. Kayısı. 3. Zerdali, berlam, [İt. merlano > Yun. merlanos] is. zool. Sırtı açık kahverengi, kamı ve yanları beyaz, ince pullu ortalama 80-100 cm. boyunda, eti beyaz, yağsız ve kılçıksız mezgitgillerden bir balık türü, (Merluc-
cius vulgaris). y]
{eAT} zf. Beri,
berm, [Far. berm ?y\ {OsT} is. Hatırda tutma; ezber leme.
(berna:me) (OsT} is.
bernik, -kı [Ar. bemîk
j^ y ]
(berni:k, k kalın söyle
nir) {OsT} is. Su aygırı, berniş, [Far. bemış J ^ y ] (berni.ş) {OsT} is. 1. Karın ağrısı; sancı. 2. Eklem ağrısı; romatizma, berniye, [Far. berniye
^ y]
{OsT} is. 1. Büyük küp. 2.
Küçük horoz,
berkuk, -ğu [Ar. berkük JjSy] (berku:k) {OsT} is. 1.
berlü, [beri-lü > ber-lü
■ ^ ly ]
1. Mektup başlığı; unvan. 2. Dizin; fihrist. 3. Zarf üzerine yazılan adres,
bernun, [Far. bemün
jy y ]
(bernu.n) {OsT} is. Çok
ince ipek kumaş; ipek tül. beroj, [Far. be- + Kürt, roj (güneş)] {ağız} is. Kışın güneş alan kuytu yer. [DS] berpa, [Far. ber-pâ
U y]
(berpa:) {OsT} sf. Ayakta;
ayak üzerinde duran; yıkılmamış, b errade, [Ar. berd (soğuk) > berrâde toly] (berra:de) {OsT} is. Su soğutmaya yarayan kap; karlık, b errak , -ğı [Ar. berk (şimşek) > berrak j l y ] (berra:k)
sf. 1. Çok parlak. 2. Aydınlık; nurlu. 3. (Su için) duru; şeffaf; saydam. 4. (Ses için) Kulağa hoş ge
fllDKtltIÜBBÇESÖZbDIİ»ssa
BER
len; temiz; güzel. S. m ecaz. Kolay anlaşılabilen; açık seçik. @ b e r r a k s u k o n i s i , fo to . B u lan ık su içinde resim veya film çek m ek te kullanılan içi b e r ra k su dolu b ir p a rç a . [Ar. berrâka ü\y] (b e rr a :k a ) is.
b e rra k a ,
b
1.
Parlak,
aydınlık bir görünüşe sahip güzel kadın. 2. Güzel liğiyle çarpıcı kadın, e r r a k l a n m a , [berrak-la-n-ma] is. Berraklanmak ey
lemi ve durumu, b e r r a k l a n m a k , [berrak-la-n-mak] gçsz. f. [-ır ] Ber rak hâle gelmek; durulmak; aydınlanmak, b e r r a k la ş m a ,
[berrak-la-ş-ma] is. Berraklaşmak işi.
b e r r a k la ş m a k ,
Durulaşmak.
2.
b e r r a k la ş t ır m a ,
[berralc-la-ş-mak] gçsz. f . [-ır ] 1. Temiz ve şeffaf hale gelmek, [berrak-la-ş-tır-ma] is. Berraklaş
tırmak eylemi, [berrak-la-ş-tır-mak] g çl. f . [-ır] Duru hâle getirmek, e r r a k l ı k , - ğ ı [berrak-lık] is. 1 . Berrak olma hali. 2 . Berrak olanın niteliği. 3. Temizlik, parlaklık. 4. Açık seçik olma hâli,
b e r r a k la ş t ır m a k ,
b
b e rra n ,
[Far. büriden (kesm ek) > berrân / bürrân oly]
(berra:n) {OsT} sf. Keskin, b e rra n a ,
[Ar. berrânl] {ağız} sf. Yabani. [DS]
b e r r a n î,
[Ar. berrânî
y] (b erra .n i:) {OsT} sf.
1.
Kıra ait; kırsal. 2 . Sahraya ilişkin. 3. Dışarıya iliş kin; haricî. 4. Şeriat kurallarına uygun davranma yan. [Ar. berş (afyon) > berrâş jMy] (b erra :ş)
b e rra ş ,
[Ar. berrât o ly ] (berra;t) {OsT} is.
1.
Törpü.
[berü-l'ek] {ağız} zf. A z beride. [DS]
[Ar. berr > berren \y\ ( b e ’rren) {OsT} zf.
Karadan; kara yolu ile. K aradan ve denizden. b e rre y n ,
S
b e rre n
ve b a h re n ,
{OsT}
[Ar. berr > berreyn ^>,y\ {OsT} is. İki kara;
Avrupa ve Asya kıtaları, b e r r î,
[Ar. berr > berrî / berriye ^ y / -üjj] (b e rr i:)
{OsT} sf. 1. Karaya ait; karaya ilişkin; kara ile ilgili; karasal. 2. is. Sıcak memleketler; ekvator bölgesi. ® b e r r î i k l i m , {OsT} K a r a iklimi. b e r r iy e ,
[Ar. berrî > berriye
y ] {OsT} is. Çöl; ova;
[Far. berrüstey ] {OsT} is. 1. Dallan yer
de sürünen bitkiler. 2. m ecaz. (Kişi için) rezil; edepsiz; bayağı. b e rs,
b e rs im ,
[Ar. birsim] {ağız} is. Yonca. [DS]
b e r s iy a lı,
[Far. bersiyâh oL^y] (bersiy a :h ) {OsT} s f
Esmer. [Fr. berceuse] is. müz. Ninni olarak düzen lenmiş müzik parçalarına v e r i l e n ad; ninni,
b e rsö z ,
b e rş,
[Ar. berş j i y] {OsT} is. 1. Afyonlu şurup. 2.
Keten yaprağından yapılmış sarhoş edici şurup. 3. Arzu; heves; istek, t? b e r ş - h v ö r (hâr), {OsT} Uyuş turucu bağım lısı. b e rşa n ,
[Far. berşân sjLijJ (berşa:n ) is. 1. Ümmet. 2.
Bir peygamberin din eden halk.
kitabını kabul ve tasdik
ve
[Ar. berşi'sâ li*-y] (b e rş i-s a :) {OsT} is. 1.
b e r ş i’s a ,
Uyuşturucu. 2. Afrodizyak. [bert (yans.)\ is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlanm, haşlama sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök, bert-le-m ek, bert-le- k. b e r t ” , [bert (yans.)\ {eT} is. Deride oluşan eziklik ve çürüklükler; morarma.
b e r t 1,
[be r-mek > ber-t] {eT} is. Efendisinin her yıl köleden aldığı vergi. [DLT]
b e rtJ,
b e r t 4,
[Ar. berd] sf. -* berd. [Far. ber-taft o9by] {OsT} is. Dönüş; büküş;
b e rta ft,
b e rta ra f,
[Far. ber- (üzere) + Ar. taraf (yön) > ber
J*y]
zf. 1. Bir yana. 2. Şöyle dursun. 3. Say
mazsak. 4. sf. Bir yana atılan; ortadan kaldırılan. S b e r t a r a f e t m e k , 1. O rtadan kaldırm ak. 2. Y ok et mek. || b e r t a r a f o l m a k , I. O rtadan kaldırılm ak. 2. Yok edilm ek. [Far. ber-teng
b e rte n g ,
y]
{OsT} is. 1. At koşu
munun sırt kayışı. 2. Cüppe veya ferace kuşağı. 3. Küçük çocuğu anasının sırtına bağlamakta kullanı lan kuşak. b e r t e k , [bert-ek] {eT} sf. Sakat; parçalanmış. [EUTS] [bert-ele-mek] {eT} gçl. f . [ - r ] 1. Y ara lamak. 2. Tahrip etmek; yıkmak. [EUTS]
b e r te le m e k ,
b e r te lm e k ,
[bert-el-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] -*■ berte
lemek.
sahra. b e rrü s te ,
[ber-mek / ber-mek > ber-sig] {eT} is. Verme arzusu. [ETY]
taraf
2. Bıçkı. b e rre k , -ği b e rre n ,
{OsT} is. tıp. Zatülcenp hastalığı; satlıcan, b e r s ig ,
döndü.
{OsT} sf. Uyuşturucu bağımlısı; afyonkeş, b e rra t,
[Far. ber-sam / bir-sam f'-vd (bersa:m )
b e rsa m ,
[Ar. bers o ^ ] {OsT} is. Çukur yer; çukur.
b e rte r,
[Far. ber-ter
y y ]
{OsT} sf. 1. Daha üstün. 2.
Daha ağır. 3. Daha önemli, b e r te r in ,
[Far. berterîn ^y.yy] (berteri:n ) {OsT} sf. 1.
Daha yüksek; çok yüksek; en yüksek. 2, Üstün; meziyeti çok; değerli.
O n raH K E E H .
BER [bert-mek > be-r-t-(e)t-mek] {eT} gçl. f i [-ü r ] 1. Vurarak sertleştirmek, yoğun ve sıkı bir duruma getirmek. [İKPÖy.] 2. Berkitmek. [İKPÖy.] 3. Çiğnemek. [İKPÖy.]
b e rte tm e k ,
- ğ i [bert-mek > bert-ik] is. 1. Bere; yara; {ağız} (aynı). [DS] 2. İncinmiş, burkulmuş eklem; {ağız} (aym). [DS] 3. Deri altında kan oturmasından meydana gelen mor leke. 4. Üst derinin sıyrılması veya yırtılması ile meydana gelen yara; bere. 5. Dokularda ve kas bağlarında eklemlerde meydana gelen incinme,
b e ru m e n d ,
[bert-il-me] is. Bertilmek işi.
[bert-il-mek] edil. fi. [-ir ] 1. İncinmek; burkulmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. Üst deride yara lanma, ezilme, sıyrılma meydana gelmek; {ağız} (aym). [DS] 3. Deri altındaki dokulara kan oturma sından mor lekeler oluşmak; (ağız} (aym). [DS] 4. (ağız) Surat asmak; somurtmak. [DS] 5. {ağız} (Top rak için) yarılmak; çatlamak. [DS]
b e r tilm e k ,
b e r tin m e k ,
[bert-mek > bert-in-mek
/ eTj
{ağız} dönşl. f . [-ir ] [eT. -ü r] 1. Berelenmek; yara lanmak; kendisini yaralamak. [EUTS] 2. El yorgun luğu peyda etmek. [DLT] 3. {eAT} Burkulup incin mek. [DS] [bert-mek > bert-iş-mek] {eT} dönşl. f . [ü r] 1. Sertleşmek. 2. işteş, fi. Birbirini kesmek; ya ralamak. [ D L T ] e r t l e k 1, - ğ i [bert (yans.) > bert-lelc] {ağız} sf. (Göz için) pörtlek. [ D S ]
b e r u m e n d î,
- ğ i [ba (yans.) > ba-ğır-t-lak > bert-lek] {ağız} is. z oo l. Bağırtlak. [ D S ]
b e r t l e k 2,
[bert (yans.) > bert-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. (Göz için) heyecan, korku vb. dolayısıyla fazla açılmak; dışarı doğru fırlamak. 2. (Yara için) şişmek. 3. (Kişi için) fırlamak; acele kalkmak. [ D S ]
b e r tle m e k ,
[bert-le-mek / bert-ü-le-n-mek] {eT} dönşl. f . [-ü r ] Hırlcalanmak; hırka giymek. [ D L T ]
b e r tle n m e k ,
b e rtm e ,
[bert-me] is. Bertmek işi.
[bert-mek] {eT} gçl. f . [-ir][eT . -ü r] 1. Ezmek; çiğnemek; berelemek; kırmak; parçalamak. [ E U T S ] [İKPÖy.] 2. Vurarak sertleştirmek; pekiştir mek; sıkılaştırmak; berkitmek; sıkıştırmak. [İKP Öy.] [İKPÖy.] 3. Vurarak sağlamlaştırmak. [İKPÖy.] 4. Çarpmak; dövmek. [İKPÖy.] 5. gçsz. f . Berelen mek. [DLT] 6. İncinmek; burkulmak. 7. Üst deride yaralanma, ezilme, sıyrılma meydana gelmek. 8. Deri altındaki dokulara kan oturmasından mor le keler oluşmak.
b e rtm e k ,
[ber-mek > ber-tur-mak] {eT} gçl. f i [ur] Verdirmek; vermesine sebep olmak. [Clauson]
b e rtu rm a k ,
b e rtü ,
[bertil / partu] {eT} is. Hırka; pardösü.
[D L T ]
[bertü-le-n-mek] {eT} dönşl. fi. [-ü r] Hırkalanmak; hırka giymek. [ D L T ]
b e r tü le n m e k ,
[Far. berümendî j-lloj^] (beru .m en di:)
{OsT} is. Yararlı olma; fayda sağlama, [Far. berüz j jy ] (beru .z) {OsT} is. Kavga;
b e ru z ,
savaş. b e rü ,
[*ber > berü / berü
(berü :) {eT} {eAT} zf.
Beri, beriye; .. -den beri; buraya; bu yana doğru; buradan; beri. [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] [berü > berü-kı] (berü ki:) {eT} zf. Beriki; berideki. [ETY] b e r ü l e k , [berü-rek / berü-lek] {eAT} zf. Biraz beriye doğru. b e r ü k i,
[berü-rek] {eAT} zf. Biraz beriye; biraz bu tarafa doğru.
b e rü re k ,
b e rv a k ,
[Ar. bervâk ö b y ] (b erv a :k ) is. Sarı zambak
çiçeği. b e rv a r,
[Far. bervar jljy] (b erv a :r) {OsT} is. 1. Ha
vadar mesken; köşk. 2. Sayfiye, 3. Evin küçük ka pısı; arka kapı,
b e r tiş m e k ,
b
(berır.m end) {OsT}
sf. 1. Taze. 2. Verimli; yararlı; faydalı. 3. Payını almış olan; nasibini elde etmiş; isteğine ulaşmış olan.
b e r tik ,
b e r tilm e ,
[Far. berumend
b e rv a re ,
[Far. bervâre
(b erv a :re) {OsT} is. -*■
bervar. b e rva z e ,
[Far. bervâze °jb_rt] (b erv a :z e) {OsT} is. Pik
nik; gezintili kır yemeği, b e rve ch ,
[Far. ber- (üzere) + Ar. vech (yüz) > ber-
vech *»\5jj] zf. 1. Olduğu üzere. 2. Olarak, t?
b e r-
a t î , {OsT} A şağ ıd a oldu ğu g ib i.|| b e r v e c h - i {OsT} Y ukarıda olduğu g ib i.|j b e r v e c h - i i ş t i ra k , {OsT} O rtaklaşa; m üştereken. || b e r v e c h - i m ü l k i y e t , {OsT} M ülk edinm iş o la ra k .| | b e rve ch - i p e ş î n , {OsT} P eşin o la r a k ; ön ced en .| | b e rve ch - i t a ’ c î l , {OsT} A cil o la r a k .| | b e r v e c h - i t a f s i l , {OsT} Ayrıntılı o la r a k ; teferru atlı; tafsilatlı o la ra k . || b e r v e c h - i t a h k i k , {OsT} İn celen m iş o la r a k ; tahkik olunarak.\\ b e r v e c h - i y e s î r , {OsT} K o la y lık la ,|| b e r v e c h - i z î r , {OsT} A şağ ıd a oldu ğu gibi. vech -i b â lâ ,
[*ber > ber-ye] {eT} zf. 1. Bu yana; bu tarafa. 2. Güneye. [Clauson]
b e rye ,
[berye > berye-kı] (b ery eki;) {eT} zf. Gü neydeki. [Clauson]
b e r y e k i,
b e rz ,
[Far. berz jy ] is. Tarım; ekim; ziraat.
S
b e rz -
{OsT} Ç iftçi; ekin ci.|| b e r z - g e r , {OsT} Çiftçi; ekinci. ||b e r z - g i r î , {OsT} E kin cilik; çiftçilik. ||b e r z î g e r , {OsT} Ç iftçi; ekinci. g â r,
b e rz a h ,
[Ar. berzah ^ jy ] « ’• 1. İki şey arasındaki u-
zaklık; mesafe. 2. Aralık. 3. m ecaz. Can sıkıcı yer. 4. Huzursuzluk; sıkıntı; darboğaz; ekonomik kriz. 5. Bir âşığın geçirdiği sıkıntılı ve heyecanlı durum;
MM lü g S M . 561
BES
ayrılık. 6. ta sv f Dünya; geçici dünya. 7. Bir kara parçasının iki deniz arasında kalan dar kısmı; kıs tak. 8. isi. Ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bek leyecekleri yer. 9. İnce uzun kara parçası; dil. 10. sf. Zor ve güç. S1 berzah-ı belâ, İçin den çıkılm ası zor ve g ü ç durum.
berze, [Far. berze «jy] {OsT} sf. 1. Yakışıklı nazik. 2. is. İpekli kumaş. 3. Latiflik; zariflik. 4. Dal; budak. 5. Tarım; ekim işi; ziraat. 0 berze-gâv, {OsT} Çift öküzü.
[Ar. bast (yayma, açm a) > besât il_o] (besa :t)
{OsT} is. 1. Düz yer. 2. Düz ve yayvan kap. [Ar. bast (yayma, açm a) > besätet cJ»Uo]
b e s ä te t,
(besa:tet, ilk t kalın) {OsT} is. 1. Basitlik; sadelik. 2. Düzlük. 3. Dilde düzgünlük. 4. Rahat ve serbest konuşma. S b e s â t e t - i a r z , {OsT} Yerin düzlüğü. [Far. büstân > Ar. besâtîn jo L .;] (b esa : ti:n)
b e s a t in ,
{OsT} is. Sebze bahçeleri; bostanlar. [Far. besâvend
b esaven d ,
berzec, [Ar. berzec
{OsT} is. Kadife türü ku
maşlarda beliren pürüz,
berzede, [Ar. berzede ».sjy] sf. 1. Derlenip toplanıp bir araya getirilmiş. 2. Birleştirilmiş. 3. Yukarı kal dırılmış.
berzen, [Far. berzen ojy] {OsT} is. 1. Sokak. 2. Cad de. 3. Köşe başı. 4. Mahalle. 5. Sahra; kır.
(besa :v en d ) {OsT}
is. 1. ed. Kafiye. 2. Aralarında mutlak bağlantı bu lunan iki nesne veya kişi, [Far. besbâs
b esb as,
i] (b e sb a :s) sf. (Söz için)
saçma sapan. [Ar. besbâse 4-.L_o] (b e s b a .s e ) {ağız} is. Re
b esbase,
zene, (Foen iculum vulgare). [DS] [be(s)+be/dava > besbedava] ( b e ’s b e d a :va) p ek şt. sf. Pek ucuz,
b esb ed ava,
berzug, [Ar. berzüğ £ jjy ] (berzu:ğ) is. Etine dolgun
[? besbel] {eT} is. Bir tel iplik; bir sağım iplik. [DLT]
b e s b e l,
genç.
be’s, [Ar. be’s
b e s a t,
{OsT} is. -*■ beis.
ma. 3. Meydana çıkarma; açığa vurma. 0 bess-i da’vâ, {OsT} Şikâyeti a ç ığ a vurma.\\ bess-i şekvâ, {OsT} Şikâyeti o rtay a atm a.
bes2, [Far. bes {OsT} e. 1. Yeter; kâfi. 2. Çok; ga yet. 3. {ağız} Yalnız; sadece. [DS] besa1, [Arn. besa] is. 1. (Amavutlarda) yemin; ant iç me. 2. Sözleşme; antlaşma. 3. Arnavut parası. besa2, [Far. besâ L-J (b e s a :) {OsT} e. 1. Pek çok; hayli; nice. 2. {ağız} ünl. Yeter; kâfi. [DS]
b e sb e ra b e r,
Talari’nin yüzde biri değerinde bakır para, (besa:it)
{OsT} is. 1. Yalın olanlar; basitler. 2. Sade şeyler,
[Ar. besbese
besbese,
;] ( b e ’s b e r a .b e r )
{OsT} is. Çok çabuk yü
rüyüş. [Far. beter > be(s)+be/ter > besbeter] ( b e ’sbeter) p ekşt. sf. Çok kötü.
b e s b e te r,
b esd ek,
-ği
[Far. besdek
J {OsT} is. 1. Harman
[Yun. pasteli] {ağız} is. 1. Pestil. 2. Reçel. 3. Özel bir şekilde koyulaştırılmış pekmez. [DS]
b e s d e l,
[bes-le-n-mek / besde-n-mek] dönşl. f . [-ir] Beslenmek. [DS]
b esd en m ek ,
b e s d il,
besalet, [Ar. besâlet oJl~>] (b e sa :let) {OsT} is. 1.
b e s e ğ il,
Kahramanlık; cesaret; yiğitlik. 2. Yararlılık,
besaletli, [besalet-li] (b e sa .jetli) {OsT} sf. 1. Yararı olan. 2. Cesur; kahraman,
besamet, [Ar. besâmet c~oL~>] (besa. met) fOsT} is. 1. Güler yüzlü olma. 2. Güler yüzlülük,
besant, [Lat. byzantium] is. Altın veya gümüş Bi zans parası.
besare, [Far. besâre »jl—;] ( b e s a :r e ) {OsT} is. Divan hane; sofa; salon. S besâre-nişîn, {OsT} 1. S o fa d a
[bir + Ar. sehil (hafif)] {ağız} zf. Biraz; azı cık. [DS]
b e se k , -ği
[Far. besek^Lo] {OsT} is. -*■ besdek.
[Ar. başal => besel] {ağız} is. Soğan. [DS] - ğ i [bes-e-l-ek] {ağız} sf. (İnsan ve hayvan için) başıboş gezen. [DS]
b e s e l,
b e s e le k ,
[Far. besend -u_o] {OsT} e. Tamam; yetişir;
b esen d,
yeter. b esen de, b e se r,
[Far. besende
{OsT} e. -*■ besend.
[Far. be-ser j~~>] ünl. Baş üstüne,
oturan. 2. H izm etçi; uşak. b e se re ,
beşaret, [Ar. beşâret O jU y (b esa :ret) {OsT} is. 1.
{ağız}
[Yun. pasteli => besdil J j—j] {eAT} is. Pestil.
besak, [Far. besâkill~>] (b e sa :k ) {OsT} is. Zafer tacı,
Göz açıklığı. 2. İleri ve derin görüşlülük.
[be(s)+be/raber
{eAT} zf. Bütünüyle birlikte olarak,
yerine toplanmış ekin demeti. 2. Esneme,
besa3, [Flabeş. d. besa] is. Habeşistan’da kullanılan besait, [Ar. basit (yalın) > besâ’it
[be(s)+be/lli > besbelli] (b e ’sb elli) pekşt. sf. 1. Çok belli; çok açık; apaçık. 2. zf. Anlaşıldığına göre; öyle anlaşılıyor ki..
b e s b e lli,
bes1, -ssi [Ar. bess *io] {OsT} is. 1. Dağıtma. 2. Y ay
[Ar. besere / besr yt. / o^Sj] {OsT} is. 1. Küçük
sivilce. 2. Çıban.
BES
am ran K E E H . [Far. bıserak / Moğ. besereg (m elez) i i ^ ]
b e se re k ,
{eATj is. 1. Tüylü ve besili erkek deve; hecin. 2. {ağız} Dişi boz deve ile erkek buhur devenin çift leşmesinden doğan erkek deve; damızlık deve. [ D S ] 3. {ağız} Erkek at veya eşek. [ D S ] besgek,
[bes-gek] {eT} is.
b esg û y,
[Far. besgüy tSjS—.] (besgû .y) sf. Çenesi dü
1.
Soğuk. 2. Sıtma.
[E U T S ]
[bes-i] is. 1 . Yaşamak için gerekli olan gıdayı verme; yedirme işi. 2. Sürü hayvanlarını ahıra ka patıp taneli ve hazır yemlerle semirtme. 3. Hayvan ların besiye çekilip semirtildikleri yer. 4. İnşaatta iki taş veya tahta arasını dolgu malzemesi ile ka patma işi. 5. {ağız} Kurbanlık hayvan. [ D S ] 6. {ağız} Beslenen, besiye çekilmiş hayvan. [ D S ] 7. {ağız} İyi beslenmiş, güçlü deve. [ D S ] 8 . {ağız} Kaz; tavuk. [ D S ] 9 . {ağız} Yem. [ D S ] S b e s i d o k u , biy. Tohum ların için d e em briyonu çev reley en bölü m ; en d o sperm . ||b e s i d o k u s u , biy. Yumurta a k ı.|| b e s i h a y v a n ı , biy. A hıra k a p a tıla ra k besiy e çekilm iş hayvan. || b e s i ö r ü , biy. Tohum çim len irken y en i çıkan bitkiyi beslem ey e y a ra y an em briyon çev resin d eki b esley ici m ad d elerin tümü.\\ b e s i s u y u , biy. B itkile rin sıvı kan alların d a d o la şa n b esley ici sıvı.
b e s i 1,
[Far. besi
(besi;) {OsT'} is. 1. Çokluk; faz
lalık. 2. {eT} sf. Bir çok; çok. [Yüknekî] b e s ic ,
[Far. besle
ç^-~>]
(b esi:c) {OsT} is.
1.
Yol hazır
lığı; sefer hazırlığı. 2. Yol azığı, [besi-ci / bes-ici] is. 1. Sığır ve koyun cinsin den kasaplık hayvanları çayır ve mera gibi yerlerde besleyerek semirten kişi. 2. Semiz hayvan yetişti ren ve satan kişi,
b e s ic i,
[besi-ci-lik / bes-ici-lik] is. 1. Besicinin yaptığı iş ve edindiği meslek. 2. {ağız} Ucuz iken davar alıp besledikten sonra satmak işi. [DS] b e s i l e k , - ğ i [besi-le-k] {eATf sf. Yetişmiş; etli canlı,
b e s ic ilik , - ğ i
[besi-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] 1. Tavlanmak; beslemek. 2. Büyütülmek; yetiştiril mek. [DS]
b e s ile n m e k ,
[besi-li] sf. 1. Beslenmiş; semirtilmiş; semiz. 2. is. Kalın boya.
b e s ili,
b e s im ,
[Ar. besm > besim
(besi.m ) {OsT} sf.
Güler yüzlü; güleç, [bes-in ?] is. 1. Beslenmeye ve sindirilmeye elverişli her türlü yiyecek, içecek; azık; gıda, (1935). 2. m ecaz. Yaşamak için gerekli olan şey. S b e s in d e p o s u , biy. B itkilerd e ilerid e kullanılm ak ü zere kök, g ö v d e v e y a p r a k g ib i kısım ların da birik tirilen; insan ve hayvan ların y a ra rlan d ık ları besin m a d d eleri yığını. b e s i n l i , [besin-li] sf. Besini olan; gıdalı,
b e s in ,
[besin-siz] sf. 1 . Besini olmayan. 2. Yeterli besin alamayan; gıdasız. 3. zf. Yeterli besin alma-
b e s in s iz ,
- ğ i [besin-siz-lik] is. 1 . Besini olmama durumu. 2. Yeterli beslenememeden doğan sağlık bozukluğu. b e s i r e k , [Far. bîserâk / Moğ. besereg (m elez)] {eAT} is. -*■ beserek.
b e s in s iz lik ,
b e s ir ,
şük; geveze; çalçene.
b e s i 2,
dan. S b e s i n s i z k a l m a k , B e lli b ir sü re y ete rli m ik tard a besin a la la m a m a k ; z a y ıf düşmek.
b e s is e ,
[Ar. besır j^ ] (besi:r) {OsT} sf. Çok; birçok. [Ar. besise 4- ^ ] (b e si.s e) {OsT} is.
1.
Bula
maç. 2. İftira; nifak, b e s k e le ,
[Far. beskele aISL-.] {OsT} is. Kapı mandalı;
kapı sürgüsü. [bes-le-mek > bes-le-k] {ağız} is. 1 . Evlat lık alınarak beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız; beslenti. 2. Ahretlik. [DS]
b e s le k , - ğ i
[bes-le-mek > bes-le-me] is. 1 . Beslemek işi. 2. Gıdalandırma. 3. Geçindirme. 4. Evlatlık ola rak alınan küçük hizmetçi hız. 5. Baskı, delgi vb. makinelerde basılacak ve delinecek kâğıt vb. mal zemeler azaldıkça yapılan ilave; takviye. 6. Bir elektronik aletin işlemesi için gerekli enerjiyi veren düzen. 7. Bir elektrik devresine akım verme. 8. İn şaatlarda temel öğelerin veya askı elemanlarının altını veya yanlarını doldurma. 9. Su depolarında kullanma sonucu azalan suyu ekleme; tamamlama; takviye. b e s l e m e b a s ı n , B ir kuruluşun veya si y a s i otoritenin m a lî d es tek le r s a ğ la y a ra k ken d i g ö rü şlerin i savundurttuğu v ey a ken d i g ö rü şlerin e uy gun yayın y ap tırd ığ ı basın ve yayın kuruluşu. \\b e s l e m e g i b i , G iydiği yakışm ayan , kılıksız kadın. \ \b e s l e m e k ı z , E vlatlık a lın a ra k beslen en ve ev işlerin de çalıştırılan kız; beslen ti; b e slek ; beslen gi.
b e s le m e ,
[bes-le-mek] gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Birinin kamını doyurmak; yedirmek. 2. Beslenme sini sağlamak. 3. Birinin yiyip içeceğini sağlamak. 4. Yetiştirmek, büyütmek. 5. (Hayvan için) besiye çekmek; semirtmek. 6. Birinin geçinmesi için ge rekli olan ihtiyaçları sağlamak; geçindirmek. 7. Bir şeyi korumak veya sağlamlaştırmak amacıyla yan larım ve altını yardımcı malzeme ile doldurmak; sağlamlaştırmak, pekiştirmek, takviye etmek. 8. gnşl. Hissetmek; duymak. 9. Bir duyguyu gönülde saklamak, hatırda tutmak. 10. Geliştirmek. 11. Oto matik makinelerin kazanına işlenecek malzemeyi eklemek; takviye etmek. 12. İnşaatta asıl öğeyi sağ lamlaştırmak veya aynı hizaya getirmek için alt veya yanlarını yardımcı malzeme ile doldurmak. 13. Terzilikte sağlamlığı artırmak veya elbisenin vücuda oturmasını sağlamak için kumaşın altını yardımcı malzeme ile doldurmak. 14. Su ve diğer sıvı malzemeler için depoda azalanın yerine yeni sini eklemek. 15. Elektrik enerjisi vermek veya mevcut enerjiye başka bir hattan ekleme yapmak. S B e s l e k a r g a y ı , o y s u n g ö z ü n ü , İyiliğ e kötülükle karşılık v eren lere sitem etm e sözü.
b e s le m e k ,
BES
Ö lP I Ü f fiff M .5 6 3
beslemelik, -ği [bes-le-me-lik] is. 1. Evlatlık alınarak beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız; beslenti, beslengi; besleme. 2. zf. Besleme olarak, beslenen, [bes-le-nen] sf. 1. Beslenme durumunda olan. 2 .fız . Sönümsüz. beslengi, [besle-mek > besle-n-gi
is. Evlatlık
alınarak beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız; beslenti; beslek; besleme, (eATj (aynı) beslenilme, [besle-n-il-me] is. Beslenilmek işi. beslenilmek, [bes-le-n-il-mek] edil. f . [ -ir ] Başkası tarafından beslenme işi yapılmak, beslenme, [besle-n-me] is. 1. Beslenmek işi. 2. Vü cut için gerekli besin maddelerinin alınması, ff beslenme çantası, A naokulu ve ilkoku l ö ğ ren cile rinin beslen m e eğitim i sa a tin d e y em ek üzere y iy e cek koyup götü rdü kleri kü çü k çanta. || beslenme eğitimcisi, B eslen m e k on u ların da kişilerin yetişti rilm esi için eğitim veren uzm anlaşm ış kişi. || bes lenme eğitimi, in san ların beslen m eleri için g er ek li olan besin m addelerin in ö zellikleri ve bunların a lı nış biçim leri, ö lçü leri konusunda k işileri yetiştirm e || beslenme odası, A n aoku lu ve ilk o ku llard a beslen m e eğitim i sa a tin d e y em ek y em len od a. ||bes lenme saati, A naokulu ve ilk o ku llard a d er sler e a r a verilerek evden g etirilen veya okulun verdiğ i y iy e ceklerin yen ildiğ i sü re,|| beslenme uzmanı, B es lenm e sorunu olan kişilerin b eslen m elerin i s a ğ la m ak am acıy la y a rd ım cı olan ve bu kon u da eğitim görm üş yetkin kişi. beslenmek, [besle-n-mek] dönşl. f . [ -ir ] 1. Kendini beslemek. 2. edil. Besleme işi başkası tarafından yapılmak. 3. m ecaz. Yaşamak; gelişmek; yetişmek, beslenti, [besle-n-ti] is. Evlatlık alınarak beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız; beslengi; beslek; bes leme. besletme, [besle-t-me] is. Besletmek işi. besletmek, [besle-t-mek] gçl. f . [-ir ] Besleme işini başkasına yaptırmak,
langıç. S besmele çekmek, Bismillahirrahmanirrahîm dem ek. || besmele-hamdele-salvele, M üs lüm an y azarların kitapların ın ön sözlerin deki A l l a h ’ın a d ıy la başlam a, A llah 'a şükür ve h a m d et me, P ey g a m b ere sa la v a t g etirm e ve du adan ib a ret üç bölü m .|| besmele-hvân, (OsT) B esm ele ç e k e n .|| besmele-keş, (OsT) B esm ele çeken . besmelesiz, [besmele-siz] is. 1. (Çocuklar için) “piç” anlamında sövme sözü. 2. zf. Besmele çekmeden, besr, [Ar. besr / besere _^] {OsT} is. 1. Küçük sivilce. 2. Çıban. bessam, [Ar. bessâm pL-o] (b essa:m ) {OsT} sf. (Kişi için) güler yüzlü; gülen, best, [Far. besten (bağ lam ak) > best ci—j] {OsT} is. 1. Bağlama; düğümleme. 2. Düğüm, bestar, [Yun. bestares] {ağız} is. Yürüyemeyen ço cuk. [DS] beste, [Far. besten (bağ lam ak) > beste 4i~>] is. 1. {OsT} Bağlı; bağlanmış. 2. Kapalı. {OsT} 3. Don muş. {OsT} 4. müz. Bir müzik eserini oluşturan ez giler bütünü. 5. Bir müzik eserinin sadece müzik kısmı. S beste bağlamak, Bestelemek.\\ bestedehân, {OsT} D ili b a ğ lı; suskun.|| beste-dem, {OsT} N efesi tutulmuş. || beste-dil, {OsT} G önlü bağ lı. || beste etmek, {OsT} Bestelemek.\\ beste-gî, {OsT} 1. B ağ lılık. 2. K ap ılı o lm a ; kapalılık.\\ beste-hvân, {OsT} B este oku yan ; şa rk ıcı.|| beste-leb, {OsT} D u d ağı k a p a lı.|| beste-nigâr, {OsT} müz. K la s ik Türk m üziğinde esk i b ir b irleşik makam.\\ beste-pâ, {OsT} A yağı b a ğ lı.|| beste-rahîm , {OsT} K ısır k a dın..|| beste yapm ak, müz. B ir m iizik es eri düzen lem ek, m eydan a getirm ek. besteci, [beste-ci] is. müz. Beste yapan kimse; beste kâr; kompozitör, bestekâr, [Far. beste+kâr jiS"
(b estek â .r) {OsT}
is. miiz. Beste yapan kimse; besteci; kompozitör,
besleyici, [besle-y-ici] sf. 1. Besleyen. 2. Beslemeye yarayan. 3. Besin değeri yüksek,
bestekâran,
beşli, [bes-(i)-li > bes-li] sf. Beslenmiş; besili; semir tilmiş; semiz.
bestel, [Yun. pasteli] {ağız} is. 1. Pestil. 2. Meyveler den yapılan bir tür tatlı. 3. Bir tür sirke. 4. Pestil. [DS] besteleme, [beste-le-me] is. Bestelemek işi.
beslü, [bes-(i)-lü
(sAT} sf. Besili,
besman, [Far. besmân j L ^ ] (besm a:n ) {OsTj is. Bir anlaşmadan sonra verilen rehin veya kaparo, beşme, [Ar. beşme
[Far.
bestekârân jljl?
(b e ste
k â r a ; n) {OsT} is. müz. Beste yapanlar; besteciler,
bestelemek, [beste-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] Beste yapmak, bestelenme, [beste-le-n-me] is. Bestelenmek eylemi, bestelenmek, [beste-le-n-mek] edil. f . [- ir ] Bestele mek işi birisi tarafından yapılmış olmak; beste ya pılmak. besteli, [beste-li] sf. Bestelenmiş; bestesi olan, bestenigâr, [Far. beste-nigâr] (besten ig â;r) {OsT} is. müz. Türk müziğinde saba makamına ırak maka-
1 M ÏÜ M ÎM .
BES mınm pes dörtlüsünün eklenmesi ile meydana geti rilmiş en değerli birleşik makam, bestesiz, [beste-siz] sf. 1. Bestesi olmayan. 2. (Müzik eseri için) değişmez bir besteye sahip olmayan; herkesin dilediği şekilde seslendirebildiği. bestil, [Yun. pasteli] {eAT} is. 1. Pestil. 2. {ağız} Köfte. [DS] 3. Pekmez nişasta ile kaynatıldıktan sonra yufka gibi açılıp kurutularak içine çeviz kon duktan sonra küpe basılmak suretiyle elde edilen yiyecek. 4. Pekmezden yapılan bir tür kuru yiye cek. S bestil etmek, {ağız} Ç ok d öv m ek; p estilin i çıkarm ak. [DS] bestra, [Bulg. bistra (a la ca lı keçi)] {ağız} is. Kamın da iki beyaz lekesi olan keçi. [DS] best-seller, [İng. best (en iyi) + (to) seli (satm ak)] (b estz erfr) is. Çok satılan kitap, besur, [Ar. besr > besür j^i;] (besu :r) {OsT} is. Sivil celer; küçük çıbanlar, besus, [Ar. besüs
(besu :s) {OsT} is. 1. Okşa
dıkça süt veren deve. 2. Araplarca uğursuz olduğu na inanılan bir kadın.
beş2, [beş] {ağız} is. Bazı hayvanların almlarındaki beyaz leke. [DS] beş3, [Ar. bes (dağıtm a)] {ağız} is. Hisse; pay. [DS] beşaat, [Ar. beşâ'at
(b eşa :a t) {OsT} is. 1. Y i
yecek ve içeceklerdeki acılık. 2. Kabahat, beşam , [Ar. beşâm j»Li>] (b eşa :m ) {OsT} is. bot. Mek ke çevresinde, yetişen saplarından misvak yapılan hoş kokulu bir ağaç; balsam ağacı; belsem ağacı; Mekke pelesengi; belesen, (C om m ip h ora o p p o b a lsam om ). beşamel, [Fr. Bechameil, (sosu bu lan m arki)] is. Meyanesine süt katılarak yapılan bir çeşit beyaz sos. Beşanika, [Sırp, bosnyalc (boşn ak) > Ar. beşânika ijüLio] (b eşa .n ik a ) {OsT} is. Bosnalılar; Boşnaklar. beşaret, [Ar. beşaret
(b e şa :r et) {OsT} is. 1. İyi
haber; müjde. 2. m ecaz. (Kadın için) çirkin ve aca yip giyim. 3. Yeni çıkan acayip şeyler. S beşâretâver, {OsT} M ü jdeci; haberci.\\ beşâret-i M eryem, Hz. M eryem 'e h a m ile kalaca ğ ın ın C eb ra il (as) ta rafın dan m ü jdelen diğ i gün ; 25 M art yortusu. beşaretlenmek, [beşaret-le-n-mek] (beşa :retlen m ek ) g ç s z .f. [ -ir ] Sevinçli haber almak; müjdelenmek, beşaretli, [beşaret-li] (b e şa :retli) sf. 1. Sevinçli haber veren. 2. Uğurlu,
beş1, \eT. beş / beş / bé ş / biş] (eT b e:ş) is. 1. Dört ten sonra, altıdan önce gelen sayının adı. {eT) (aynı) [Gabain] [Tekin] [İKPÖy.] [ETY] [DLT] 2. Bu sayıyı gösteren rakam; 5; V. 3. arg o. (Eski yazıda beş ra kamı şimdiki sıfıra benzediğinden) edilgin eşcinsel beşaretnam e, [Ar. beşaret + Far. nâme ia h ijliJ (beerkek; ibne. S beş altı, Ç o k değil, tahm inen beş altı adet. \\beş beş dökmek, Sessiz sessiz ağlam ak. || şa :r etn a :m e ) {OsT} is. Müjde yazısı, beş beter, Ç o k kötü ; b esb eter.|| beş binlik, B e ş bin beşaşet, [Ar. beşâşet c~ilio] (b e şa :ş et) {OsT} is. Gü lira d eğ erin d ek i k âğ ıt v eya m etal p a r a .|| beş bu ler yüzlülük. caklı, {eAT} M uham m es; b eşg en .|| beş çifte, On beşaşetli, [beşaşet-li] (b eşa :şetli) {OsT} sf. Güler yüz kü rekli filika.\\ beş duyu, anat. D okunm a, koklam a, lü; beşuş. tat alm a, işitm e ve g ö rm e duyuları. || beşi bir yer de, B eş altın d eğ erin d e tek süs altın ı; beşibiı-lik.\\ beşbeter, [be(s)+be/ter / beş (kat) + beter] (b e ’şb eter) zf. Çok kötü, beş kardeş, Tokat, şamar.\\ beş kardeşi yemek, B irisin den tokat y em ek, şa m arla n m a k .|| beş kırk, beşbıyık, [beş+bıyık] is. Muşmulanın iri olanı. {eT} Otuz b e ş .|| beş on, S ay ıca ç o k az .|| beş otuz, beşe1, [baş+ağa > beşe > 4^] is. 1. Oğuzlarda ilk do {eT} Yirmi b e ş .|| beş p ara, D eğ eri ç o k a z .|| beş pa ğan çocuğun adı. 2. {eAT} Başkan; emir. 3. {eAT) ra alm am ak, H iç p a r a almamak.\\ beş p ara et İleri gelen. 4. {eAT} Ağabey. memek, 1. H iç d eğ eri olm am ak. 2. (İnsan için) beşe2, [Far. beşe 4io] is. zool. Atmaca. itibarsız olm ak. 3. i ş e yaramamak.\\ beş paralık, Toplum için de itibarı ve d eğ e ri olmayan.\\ beş pa beşe3, [Far. pişe => beşe] (b e ;ş e) {ağız} is. Meslek; zanaat. [DS] ralık etmek, B irin i d eğ ersiz kılm ak, rezil etm ek, gururunu kırm ak. || beş paralık olmak, K usurları beşe4, [beş-e] {ağız} is. 1. Şubat ayı. 2. Martın son üç günü ile nisanın ilk iki gününü içine alan beş gün a ç ığ a çıkm ak, itibarını kaybetm ek, a lça lm a k]] beş lük süre. [DS] parasız, 1. H iç p a r a verilm eden. 2. (insan için) p a r a s ı olm ayan, yoksul. || beş p ara vermemek beşegü, [be ş > beş-egü] {eT} zf. Beşi birden; beşi ile (saymamak), H iç p a r a verm eden sa h ip olm ak. ||beş birlikte. pençe, 1. zool. D eniz yıldızı. 2. Büyüden korudu beşek, [beşek] {eT} is. Haremlik. [EUTS] ğ u n a inanılan b eş kollu yıldız sembolü.\\ beş tü beşel, [Far. beşel J-2o] {OsT} is. 1. İki şeyin birbirine men, {eT} E lli bin. || beş vakit, 1. B ir gün için de sarılması. 2. İki kimsenin birbirine tutuşması veya f a r z nam azları kılm a zam an ları. 2. Gün boyu .|| beş sarılması. 3. ünl. Sarıl! yıldız, a rg o . E dilgin eş cin se l e r k e k ; ibne. ||beş yüz lük, 1. B e ş yüz lira veya b e ş yüz bin lira d eğ erin d e beşem, [Far. beşem (*-io] {OsT} sf. 1. Kederli; yaslı. 2. kâğ ıt p a ra . 2. iç in d e b eş yüz tane bulunan. (Yiyecek, içecek için) güç sindirilir.
İffiH H K »1.565 beşen, [Far. beşan
BEŞ
{ OsT) is. 1. Beden; cisim; vü
cut. 2. Uzun boy. 3. Kenar; uç; yan. beşenc, [Far. beşenc{ OsT '} is. Yüz güzelliği ve gençlik; yüz tazeliği, parlaklığı, beşenk, [Far. pış-âheng] {ağızj is. Kervanın önünde giden at. [DS] beşer1, [beş-er] sf. Her birine beş tane; beş sayısının üleştirme sayı sıfatı. beşer2, [Ar. beşer j i>] {OsT} is. 1. İnsan. 2. İnsan so yu. <3 Beşer şaşar, İn san yanılabilir.^ beşer üstü, İnsan gücünün üstünde. beşere, [Ar. beşere »yij {OsT} is. 1. Üst deri. 2. (Kürkçülükte) kılların tutunduğu zarsı kısım. 3. bot. Kütikül. S beşere-i muhât-ı rasafî, {OsT} anat. Yassı epitelyum.\\ beşere-i muhât-ı üstüvâni, {OsT} anat. Y uvarlak epitelyum.\\ beşere-i muhâtiye, {OsT} biy. İ ç org an ların dış yüzü.\\ beşere-i muhâtiyye-i m i’de, {OsT} anat. M idenin sümiiksü zarı. beşerî, [Ar. beşerî / beşeriyye tSr^. ! *ij^i\ (beşeri:) {OsT) sf. 1. İnsanla ilgili. 2. İnsanlığa özgü. ® be
şerî ilimler, Konusu insan ve insan hayatı olan bilimler. beşeriyat, [Ar. beşeriyyât o l jy i J (beşeriy a:t) {OsT} is. Beşerî ilimler; antropoloji, beşeriye, [Ar. beşeriyye
{OsT} sf. -*■ beşerî,
beşeriyet, [Ar. beşeriyyet oj.y^] {OsT} is. 1. İnsanlık. 2. Bütün insanlar. 3. İnsanın korku, acıkma cinsin den yaratılış özellikleri, beşerleme, [beş-er-le-mek] {OsT} is. Eskiden uygu lanan bir vergi türü, beşerlemek, [beş-er-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Her bir grubu beşe tamamlamak; beş beş yapmak, beşerli, [beş-er-li] {ağız} sf. Her biri beş taneden oluşmuş; beş beş. [DS] beşeıiik, -ği [beş-er-lik] {ağız} sf. Her birine beş tane düşecek biçimde; beş beş ayrılmış olarak. [DS] beşg, [Far. beşg S â o] {OsT} is. 1. Naz; işve. 2. Dolu veya kar. 3. Çiy; şebnem, beşgen, [beş-ken] is. mat. Beş açısı ve beş kenarı olan geometrik şekil, beşhana, [Far. paşşa (sivrisinek) + hâne] (b eşh a .n a) {ağız} is. Dam üzerine kurulan karyolanın etrafına çevrilen bez çadır; cibinlik. [DS] beşi, -şi’ı [Ar. beşf j ^ ] (b eşi:) {OsT} sf. 1. Acı; ekşi. 2. Tadı kötü olan, beşibirlik, -ği [beş-i+bir-lik] is. Beş altın liradan meydana gelmiş süs altını; beşibiryerde, beşibiryerde, [beş-i+bir+yer-de] is. Beş altın liradan meydana gelmiş süs altını; beşibirlik.
beşik1, -ği [eT. beşı-mek (sallam ak) [EREN] > beşü-k / bişü-k > beşi-k] is. 1. Süt çocuklarını yatırmaya ve sallayarak uyutmaya yarar küçük yatak; {eT} (aynı). [DLT] 2. m ecaz. Bir şeyin ortaya çıktığı, ge liştiği yer; kaynak. 3. gnşl. Atış sırasında top nam lusunu ileri geri kaydıran yatak. 4. Sivri uçlu yontma kalemi. S beşiğini sallamak, 1. B irin i k ü çüklüğünden b e ri tanımak. 2. B irin i büyütüp y etiş tirm ek.|| beşik alayı, tar. Sultan veya şe h za d elerin doğum unda y a p ıla n resm î tören .|| beşik kertiği (beşik kertme), fo lk . B eşik te iken a n a v e b a b a la r tarafından verilen nişan sözü .|| beşiklig uragut, {eT} B eşik li; em zikli kadın. [DLT]|| beşik örtüsü, {ağız} -*■ beşikörtüsü. [DS]|| beşik salıncağı, B a y ram y erlerin e kurulan büyük salın cak. || beşikten m ezara kadar, D oğum dan itibaren ölü n ceye k a d a r; h a y at boyu. beşik2, -ği [beş-ik] {ağız} sf. (Hayvan için) alnında beyaz lekesi bulunan. [DS] beşikçi, [beşik-çi] is. Beşik yapan veya satan kimse, beşiklig, [be şük > beşik-lig] {eT} sf. (Kadın için) beşikte yatacak kadar küçük bebeği olan, beşikörtüsü, [beşik+örtü-s-ü] is. Mahya aşığından itibaren yalnız iki yana akıntısı olan çatı biçimi, beşinci, [eT. beş-inç > beş-inci] sf. Sıralamadaki yeri beş olan. S beşinci kol, as. D üşm anla işbirliğ i y a p a r a k bir ülkeyi içerd en çö kertm ey e çalışan lar. beşinç, [be ş > beş-inç] {eT} sf. Beşinci. [DLT] [ETY] beşir, [Ar. beşâret (m üjdelem e) >beşır j ^ ] (b eşi:r) {OsT} sf. 1. Sevinçli haber getiren; müjdeci. 2. Gü ler yüzlü; güleç, beşirlemek, [başar-la-mak] {ağız} gçl. f . } - r ] [-l(i)y o r ] Başarmak; becermek. [DS] beşiz, [beş-iz (-ler)] is. 1. Tek doğumda dünyaya gelen beş çocuk. 2. sf. (Kardeşler için) beşi birden doğmuş olan, beşizli, [beş-iz-li] sf. Beş tanesi bir arada, beşko, [Rus. peçka] {ağız} is. Soba. [DS] beşleme, [beş-le-me] is. 1. Beşe bölme. 2. Beş kere üst üste tekrarlama. 3. Tahmis, beşlemek, [beş-le-mek] gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Bir işi beş kere yapmak. 2. Beşe bölmek. 3. Bir şeyin miktarını beşe çıkarmak. 4. miiz. Silindir borulu çalgılarda ana sesle birlikte üst beşli sesi çıkarmak. beşli1, [beş-li] sf. 1. Beş parçadan meydana gelmiş olan. 2. Beşi bir yerde bulunan. 3. is. Oyun kâğıtla rında ve pullarında üzerinde beş rakamı veya işareti bulunan. 4. Klasik Türk Edebiyatında beş mısralı kıtalardan meydana gelmiş manzume; muhammes. 5. Türk halk şiirinde üç mısralı bir kıtaya aynı öl çülü iki mısra daha eklenmesi ile meydana gelen manzume biçimi. 6. miiz. Beş ses ve beş çalgı için yazılan müzik eseri. 7. Beş müzikçiden oluşan top luluk. 8. {ağız} Beşi bir yerde altın. [DS] 9. {ağız} Beş fişek alan tabanca. [DS] 10. {ağız} Piyade tüfe-
1 M IİİM M .
BEŞ
ği. [DS] 11. {ağız} Beş parmaklı. [DS] 12. {ağız} Çin gene. [DS] 13. {ağız} Beş yaşındaki erkek davar. [DS] 14. a rg o. Edilgin eşcinsel erkek; ibne. beşli2, [Far. piş > peş-li] {ağız} is. Kadın gömlekleri nin yakasına konulan kumaş parçası; peşli. [DS] beşlik, -ği [beş-lik] 1. sf. Beş tanesi bir arada bulu nan. 2. Beş tane alabilecek hacimde olan. 3. is. Beş para, beş kuruş veya beş lira değerindeki metal pa ra. S1 beşlik bozmak, {ağız} D ed ikod u etm ek; biraz laflam ak. [DS]|| beşlik simit gibi harcam ak, H iç d e ğ e r verm em ek, o ra lı olm am ak, ad am y erin e koy m am a k.||beşlik simit gibi kurulm ak, D eğ erli biri s i im iş g ib i b a ş k ö ş ey e g eçip y a y ıla ra k oturm ak. beşlü, [beş-lü] {OsT} is. Günde beş akçe alan yeniçeri neferi. beşm, [Far. beşm *£>] {OsT} is. 1. Kırağı. 2. sf. Din siz. 3. Mezhepsiz. beşme, [Far. beşme -u-i;] {OsT} is. 1. Her biri ayrı renklerde dokunmuş beşerli çubuklar halinde yol yol desenli kumaş. 2. Küçük çıkrık. 3. İşlenmemiş ham deri. 4. tıp. Çeşmezen adında bir göz ilacı, beşöyür, [Far. bı + Ar. şu'ür jy-Z ^
{ağız}
zf. Bilinçsiz olarak; şuursuzca. [DS] beşparm ak, -ğı [beş+parmak] is. zopl. 1. Derisi dikenlilerden beş ışınlı yıldız biçiminde deniz hay vanı; beşpençe, (U raster). 2. Beş renkte dokunmuş çubuklu kumaş, fi1 beşparm ak otu, bot. G iilgillerd en beyaz, sarı, p e m b e veya kırm ızı ç iç e k le r açan, çoğ u n lu kla y o l ken a rla rın d a ve k a y a lık la rd a biten, h a lk h ekim liğ in de ish a le k arşı kullanılan b ir otsu bitki', kurt p en çesi, (P oten tilla reptans). beşpençe, [beş+ Far. pençe] is. zool. -*■ beşparmak, beştahta, [Far. pış-tahta (rahle)
{ağız} is.
Okul sırası. [DS] beştaş, [beş+taş] is. Fındık büyüklüğünde beş tane taşı katlamalı sayılarla atıp tutmak suretiyle oyna nan bir çocuk oyunu. beştek, -ki [Far. beştek kilxio] {OsT} is. 1. Kap; zarf. 2.
Vazo. 3. Çini saksı. 4. Kâse,
beşuş, [Ar. beşâşet (güler yüzlülük) > beşüş' (beşu :ş) {OsT} sf. Güler yüzlü, güleç, beşuşane, [Ar. beşüş + Far. -âne ^ L s ^ ] (b eşu :şa :n e) {OsT} zf. Güler yüzlülükle; gülümseyerek, beşük, [beşük / böşük / büşük] {eT} is. Beşik, beşyun, [Far. beşyün
(beşyu:n) {OsT} sf. Se
miz; besili; yağlı. bet1, [eT. bet] is. Yüz; çehre. B bet beniz kalm a m ak, Yüzü sa ra rm a k ; solmak.\\ beti benzi kireç kesilmek, -*■ beti benzi uçmak. ||beti benzi atm ak, -*■ beti benzi uçmak.|| beti benzi uçmak, Korku, h ey ecan v e baygın lık g ib i s e b e p le r le yüzünün kanı çek ilm ek ; rengi soluklaşm ak.
bet2, [bet] sf. 1. Çok; pek. {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} İyi; güzel. [DS] ö bet bereket kalm am ak (kaç mak), 1. A zalm ak, 2. V erim sizleşm ek. 3. Ç abu k bit mek.,|| betine gitmek, {ağız} H oşu n a gitm ek. [DS]|| bet olmak, {ağız} Ç o k iyi olm ak. [DS] bet3, [Far. bed -i>] {OsT} sf. 1. Kötü. 2. Çirkin. 3. îşe yaramaz, ö bet bet bakm ak, {OsT} 1. B ir kötülük y a p a ca k m ış g ib i durm ak. 2. K ötü kötü b a k m a k || bete gitmek, {ağız} B eğ en m em ek; fe n a s ın a gitmek. [DS]|| bet etmek, {ağız} K ü çü k düşürm ek; utandır m a k [DS]|[ betine gitmek, {OsT} 1. incinm ek. 2. K en d i gururuna y ed irem em ek. 3. {ağız} T asalan m ak. [DS]|| bet suratlı, {OsT} K ötülük y a p m a k niye ti yüzünün görünüşünden b e lli olan. bet4, -tti [Ar. bett o ] {OsT} is. Tiftikten yapılmış şal; bir tür boyun atkısı; sof. bet5, -tti [Ar. bett o j] {OsT} is. 1. Önünü kesmek; en gel olmak. 2. Karar; sonuç; ilam. bet6, [Far. bend] {ağız} is. Çeltik tarlasını sulamak için suyun gideceği yeri kapayarak oluşturulan göl cük. [DS] b eta1, -a ’i [Ar. beta3 tsj {OsT} is. Bir yerde oturma; ikamet. beta2, [Yun. beta] ( b e ’ta) is. Yunan alfabesinin ikinci harfi (P). 0 beta ışınlan, fız. B azı r a d y o a k tif e le m entlerin y a y d ık ları elektron akışı. betat, [Ar. betât oLo] (beta:t) {OsT} is. 1. Bir yolcu luk için gerekli eşyalar. 2. Hah, kilim gibi ev eşya sı. 3. sf. Kesin; kat’i. b etatron, [Fr. beta (cylo)-tron] is. Pek girici ışınım lar veya atom parçacıkları elde etmek için büyük kinetik enerjisi bulunan elektronlar üretmeye yara yan bir elektromanyetik araç, betel, [Malabar dili, betel] is. Hindistan’ın bir çok bölgesinde yetişen tırmanıcı karabiber ağacı; Hint asması, (P ip er betel). betelemek, [Far. bed > beter-le-mek / bete-le-mek] gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] Sert ve kaba davranmak; ne zaketi bırakmak, betelenmek, [Far. bed (kötü) > beter-le-n-mek / betele-n-mek] edil.fi. [ -ir ] Sert ve kaba davranışa ma ruz kalmak. betellemek, [Far. beter > beter-le-mek] {ağız} gçl. f i /-/•/ [-l(i)-yor) -* betelemek. [DS] betelmek, [Far. bed (kötii) > bet-e-l-mek] {ağız} dönşl. fi. [ -ir ] 1. Sertleşmek; kabalaşmak; nezaketi bırakmak 2. Surat asmak; kafa tutmak. [DS] beter, [Far. bed (kötü) + -ter (d a h a / sıfat d er ece le m e eki) > beter ju] {O s T} sf. 1. Daha kötü; daha fena. 2. {ağız} Kötü; fena. [DS] £? beter etmek, D a h a kötü durum a sokmak.\\ beter olmak, Olduğundan d a h a kötü durum a düşmek.\\ beterin beteri, Kötünün de
İtP IÜ K S Û M • 567
BET
kötüsü; en kötü .|| (Allah) beterinden saklasın, Al lah d a h a kötü durum a düşürmesin.
betni, [Yun. petni] {ağız} is. Ahırda, taş ve tahtadan yapılmış oluk biçimdeki hayvan yemliği. [DS]
beti, [biti-mek (yazm ak) > biti] is. 1. Resim ve hey kel sanatlarında varlıkların şekilleri; şekil; suret; figür. 2. fe l. Sınırlanmak suretiyle belirlenen uzay ve madde; şekil. 3. {ağız} Mektup; yazı. [DS] t? beti taşı, Yazıt; kitâbe.
beton, [Lat. bitumen (çam u r zift karışım ı) > Fr. béton] is. 1. Kum, çakıl ve su gibi maddeleri bağ layıcı bir ürün olarak çimento ile karıştırdıktan son ra meydana gelen sert ve dayanıklı yığışım. 2. sf. Bu tür karışımla elde edilmiş olan. S beton gibi, Ç o k se rt ve dayanıklı.
betik, -ği [biti-mek (yazm ak) > biti > biti-k > betik] is. 1. Yazılmış şey. 2. Mektup. 3. Kitap, betil, [Ar. betıl
(beti:l) {OsT} is. 1. Ana ağaçtan
ayrılıp başka kök salan fidan. 2. Salkımları sarkık olan ağaç. 3. Nehirlerdeki akıntı. 4. Hz. Meryem’in lakabı. betile, [Ar. betıle «ıL^] (b etid e) {OsT} is. Ayrılmış hurma fidanı. betili, [beti-li] sf. (Resim, heykel vb.) insan, hayvan ve doğa öğeleri bulunan; figüratif. S betili sanat, D oğanın görü n en biçim lerin i işleyen sa n a t; fig ü r a tif sanat. betim, [beti-m] is. 1. Betimlemek işi; betimleme, tas vir, (1942). 2. ed. Bir olayı, bir kimseyi, bir şeyi veya bir duyguyu betimleyen söz ve yazı; tasvir, betimleme, [betim-le-me] is. Betimlemek işi; tasvir, betimlemek, [betim-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Bir nesnenin kendine özgü niteliklerini tam olarak resim, yazı veya söz ile belirtmek; tasvir etmek, betimlenme, [betim-le-n-me] is. Betimlenmek işi. betimlenmek, [betim-le-n-mek] edil. f . [-ir ] Biri tarafından betimleme işi yapılmak, betimleyici, [betim-le-y-ici] sf. 1. Betimlemeye dayanan; musavver. 2. Amacı betimleme olan; tasvirci. 3. Betimlemeye ağırlık veren; musavver, tasvirci. betimsel, [betim-sel] sf. 1. Betimle ilgili; tasvirî. 2. Betimleme yoluyla üretilmiş. S betimsel dil bilgi si, dbl. B ir dilin b elirli bir çağ ın ı in celeyen dil b il gisi; betim lem eli dilbilgisi, tasvirî d il bilgisi. betisetmek, [bedize-t-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Süslet mek; bezetmek. [EUTS] betisiz, [beti-siz] sf. (Resim, heykel vb.) insan, hay van ve doğa parçası bulunmayan; şekilsiz; suretsiz; nonfigüratif. ö betisiz sanat, gzl. sntl. Şekilsiz, su retsiz h ey k el v eya resim vb. sa n a t verileri. betkeçi, [Süry. batğa / biti-mek / betkeçî] (b e tk e :ç i:) {eT} is. Süsleyici; bezeyici, betkiş, [Far. betkîş j i * ^ ] (betki:ş) {OsT} is. Atılacak okları içine koyup omuza alınacak mahfaza; okluk; sadak; tirdan.
betonarm e, [Fr. béton + armé (silahlanm ış)] is. Eğilme ve çekme kuvvetlerine karşı dayanıklılığı arttırmak amacıyla içine metal çubuklar bağlanarak dökülmüş beton, betoncu, [beton-cu] is. Yapılara beton dökme işi ile uğraşan işçi veya usta, betoniyer, [Fr. bétonière] is. Beton karma makinesi; betonkarar. betonkarar, [beton+ kar-ar] is. Beton karma maki nesi; betonyer. betonlaşmak, [beton-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] 1. (Dö külen beton harcı için) donup sertleşmek; beton hâline gelmek. 2. m ecaz. Sağlamlaşmak, betr, [Ar. betr jö] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Kusurlu, ek sik bırakma. betra, [Ar. ebter > (dişil) betrâ5
(betra :) {OsTj
is. Kısır kadın, betre, [Ar. betre »>>] {OsT} is. Dişi eşek, b ettar, [Ar. bettâr jU J (betta.r) {OsT} sf. Çok ve iyi kesen; çok keskin, bettat, [Ar. bett > bettât ol^.] (betta:t) {OsT} is. Şal yapan veya satan kimse; şalcı. betuk1, -ğu [Ar. betük - ^ ] (betu ;k) {OsT} is. Y u varlak tabla; pazarcı tezgâhı. betuk2, -ğu [Ar. betük J j a ] (betu :k) {OsT} sf. Çok keskin. betul, [Ar. betül J ^ ] (betu:l) {OsT} sf. 1. Bakire. 2. (Kadın için) erkeklerden çekinen; namuslu. 3. is. Ayrı kök salan fidan, betula, [Lat. betula] is. bot. Huş ağacı, betuliye, [Ar. betüliyye
^ ] (betu diye) {OsT} is.
bot. 1. Kayıngiller. 2. Gürgengiller. betuliyet, [Ar. betüliyet o J^ o ] (betudiyet) {OsT} is. Bakirelik; el sürülmemişlik; iffetlilik. betük, [betü-k / bedii-k] {eT} sf. Büyük; yüksek; ulu; azametli. [EUTS]
betlek, -ği [bet-le-k] {ağız} is. Defter. [DS]
betül, [Ar. betül J y j] (betu d) sf. -*• betul.
betlemek, [Far. bed (kötü) > bet-le-mek] {ağız} gçl. f . [~rJ [-l(i)-yor] Birinin ardından kötü söz söylemek. [DS]
betümek, [betü-mek / bedü-mek] {eT} gçl. f i Büyü mek. [EUTS] betyab, [Far. betyâb u b ] (bety a:b) {OsT} is. Dert; keder; üzüntü; mihnet.
ÛIÜMIİİIÎÎSÖM.
BET
betyar, [Far. betyar jl^ ] (betya:r) {OsT} is. 1. Gör
bevarik, -kı [Ar. barika (şim şek) > bevarik lJjIj;]
mek istenmeyen şey. 2. Düşman. 3. Şeytan, gulyabani, dev gibi kötülük yapacağına inanılan şeyler,
(bev a:rik, k kalın söylen ir) {OsT} is. 1. Şimşekler, yıldırım parıltıları. 2. Göz kamaştırıcı parıltılar, f? bevârık-ı süyûf, {OsT} K ılıçların p arıltıları.
bev, [bew / böv / bög] feT} is. Böğ; zehirli örümcek;
bevas, [Far. bevâs
tarantula. bev, -v ’ı [Ar. bev‘
{OsT} is. 1. Kulaç. 2. Kulaç
lama. 3. Atın seyrek basması. 4. Sataşma. 5. sf. (Y er için) kuytu, beva, -a ’i [Ar. bevâ1 *\y] (b ev a:) {OsT} is. 1. Bera ber; beraber oluş. 2. Benzerlik, bevabet, [Ar. bevâbet
bevasır, [Ar. bâsür > bevâsır >-1y ] (bev asi:r) {OsT} is. Basurlar; mayasıllar, bevaşe, [Far. bevâşe
(b ev a :şe) {OsT} is. Yaba;
harman savurmakta kullanılan tarım aracı,
(bev a:b et) {OsT} is. Ka
pıcılık; kapı bekçiliği, bevabi, [Ar. bevâbı
(b ev a :s) {OsT} is. 1. Sıkıntı;
keder. 2. Yolduk,
bevatıl, [Ar. bevâtıl ^ y ] (bev a.tıl) {OsT} is. Batıl şeyler; yaramaz şeyler,
ijj] (b e v a .b i:) {OsT} is. Kapıcı
bevatın, [Ar. bâtın (gizli) > bevâtm J*=\y\ (beva:tın)
bevadi, [Ar. bâdiye > bevâdî ipLjJ (b e v a :d i:) is. Çöl
bevatir, [Ar. bâtire > bevâtir y\y\ (beva:tir) {OsT} is.
lık.
{OsT} is. 1. Gizli kapalı şeyler. 2. İç odalar,
ler; kırlar; sahralar, bevadir, [Ar. badire > bevâdir jaljJ {OsT} is. Oluveren olaylar; badireler, bevah, [Ar. bevâh ^1^;] (bev a:h ) {OsT} is. Belli; apaçık; meydanda; aşikâr, bevahe, [Ar. bevâhe
bevbat, [Ar. bevbât o ly j] (bev ba :t) {OsT} is. Sahra;
(bev a :h e) {OsT} zool. is. 1.
Dişi baykuşlar. 2. Ahmaklar. 3. Çakır doğanlar, bevahen, [Ar. bevâhen
Keskin kılıçlar, bevatron, [Fr. BeV (b ir m ilyar elektron volt) + elektron > bevatron] is. fiz . Ağır tanecikleri bir milyar elektron volttan daha büyük bir enerjiye yükselten hızlandırıcı; kosmotron.
(bev a:h en , h kalın
söylen ir) {OsT} zf. Belli olarak; aşikârca,
kır; çöl. bevc, [Ar. bevc r y ] {OsT} is. 1. Yorulma. 2. Şimşek. 3.
Haykırma,
bevd, [Ar. bevd J j j {OsT} is. Kuyu.
bevahid, [Ar. bevâhid -u ljJ (bev a:h id ) is. Belalar; felaketler; musibetler (tekil o la r a k ku llan ılır). bevaik, [Ar. bâ’ika > bevâ’ik
(bev a:ik) {OsT} is.
Belalar; afetler; musibetler,
muşak toprak. bevh1, [Ar. bevh »^] {OsT} is. 1. Düşünme. 2. Haberli
Sebep olanlar; sebepler, y ] (b ev a:ki:, k kalın söylenir)
{OsT} is. Sürekli kalanlar; baki olanlar, bevan, [Ar. bevân OljJ (beva:n ) {OsT} is. Çadır di
olma. 3. Lanet etme; sövme. 4. Cinsel ilişkide bu lunma. bevh2, [Ar. bevh ^ y ] {OsT} is. 1. Ortada; meydanda; aşikâr. 2. Belaya uğrama; üzülme; kederlenme.
reği. bevani, [Ar. bevânî
tünlük. bevga, - a ’i [Ar. bevğâ5 s-^y] (bev ğ a:) {OsT} is. Y u
beva’is, [Ar. bâ'is > bevâ'is ^ I i j J (bev a:is) {OsT} is. bevaki, [Ar. bevâla
bevg, [Ar. bevğ jj»] (bevğ) {OsT} is. Galip gelme; üs
ijj] (b ev a:n i:) {OsT} is. 1. Ka
bevh3, [Ar. bevh j - j J {OsT} is. 1. Ateşin sönmesi. 2. Öfke ve kızgınlığın geçmesi,
burga kemikleri. 2. Deve ayakları, bevar, [Ar. bevâr j\y] (bev a:r) {OsT} is. Yok olma;
beviş, [Far. beviş Ji^ ] {OsT} is. Farz etme; tahmin et me; oranlama,
mahvolma; ölme, bevari, [Ar. bevârî i_sjIjj] (bev a:ri.) {OsT} is. İnce ka
bevj, [Far. bevj j j J {OsT/ is. 1. Şiddetli kasırga. 2. Su çevrintisi; girdap.
mıştan örülen hasırlar, (bev a:rid ) {OsTf
bevk1, -ki [Ar. bevk ö y ] {OsT} is. 1. Birine keder ve
is. 1. Soğutulmuş yiyecekler. 2. Sakat şeyler. 3. Boyun etleri.
bela getirme; fenalık etme; düşmanlık yapma. 2. Felaket; musibet; bela. 3. Bir yere izinsiz olarak ansızın gelme. 4. Çalıp çırpma; hırsızlık vb. 5. Şid detli yağmur. 6. sf. Yalan. 7. Geveze; boşboğaz.
bevarid, [Ar. bârid > bevârid
bevarih, [Ar. bârih (sam y eli) > bevârih j-jljJ (b e va:rih, h kalın söylenir) {OsT} is. Sam yelleri.
İ M
«
«
.
569
bevk2, [Ar. bevk
BEY
{OsT} is. 1. Bir araya gelme; bi
rikme. 2. Su kaynağını açarak akıtma. 3. Karmaka rışık olma. 4. Sıçrayıp binme. bevka, -a ’i [Ar. bevka’ *1?y ] (b ev ka :) {OsT} is. Kar* gaşa. bevl, [Ar. bevl J
{OsT} is. 1. Sidik; idrar. 2. İşeme.
S bevl etmek, İşem ek. bevldan, [Ar. bevl + Far. -dan u l - i ! (bevlda:n ) {OsT} is. 1. İşeme kabı; lazımlık. 2. İşenecek yer; ayak yolu. bevle, [Ar. bevl > bevle
{OsT} sf. 1. Çok idrar
yapan; sidikli. 2. is. Kız çocuğu, bevlî, [Ar. bevlî
{OsT} is. tıp. 1. İdrar yol
ları ve böbrek hastalıkları. 2. Bu hastalıklarla ilgili tıp dalı; üroloji, bevliyeci, [bevliye-ci] is. tıp. İdrar yolları hastalıkları üzerine uzmanlaşmış hekim; ürolog. bevn1, [Ar. bevn dy\ {OsT} is. İki nesne arasındaki açıklık; uzaklık; mesafe. ® bevn-i baîd, {OsT} U zak m esafe. bevn2, [Far. bevn j^ ] {OsT} is. Pay; hisse; nasip, bevne, [Ar. bevne
{OsT} is. Küçük kız çocuğu.
bevr, [Ar. bevr j^ ] {OsT} is. 1. Yoklama; sınama. 2. Yok olma; mahvolma. 3. Mal ve eşyada ortaya çı kan kıtlık ya da azalma. 4. Sermaye düşüşü. 5. Sü rülmemiş yer. bevs, [Ar. bevş ^ j j ] {OsT} is. 1. Acele. 2. İleri geç me; ileri gitme. 3. Bıktırasıya ısrar etme. 4. Bir kimseden kaçıp gizlenme. 5. Bir şeyin rengi. S bevs etmek, {OsT} 1. Teftiş etm ek. 2. D ağıtm ak. bevsa, -a ’i [Ar. bevşâ5 » U y J (b ev sa :) sf. (Kadın için) kaba etleri iri olan, bevş, [Far. bevş
{OsT} is. Çalım; gösteriş; deb
debe. bevt, [Ar. bevt
{OsT} is. Zengin iken yoksul düş
me; düşkünlük, bevva, [Ar. bevvâ I^j] {OsT} is. Flindistan cevizi. bevvab, [Ar. bâb (kapı) > bevvâb
(b ev v a:b) is.
1. Kapıcı. 2. Eskiden okul hizmetlilerine verilen isim. 3. Küçük çocukları okula getirip götüren hizmetli. 4. tar. Topkapı sarayı kapılarını bekleyen kapıcılara verilen unvan. {OsT} ö bevvâb-ı mi’de, {OsT} M ide kapısı. bevvaban, [Ar. bevvâb > bevvâbân o U jJ (bev v a:ba:n) {OsT} is. Kapıcılar, bevvabet, [Ar. bevvâbet
{OsT} sf. Kapıcı ile ilgili; bevvaba ait. bevvabîn, [Ar. bevvâbîn
(bevva:bi:rı) {OsT} is.
Kapıcılar. S bevvabîn-i medâris ü mekâtip, {OsT} O kul ve m ed rese kap ıcıları. bevval, -li [Ar. bevl (işem e) > bevvâl
( b e w a :l)
{OsT} sf. Çok işeyen; sık sık işemeye çıkan. S bevval-i çeh-i Zemzem, {OsT} 1. Zem zem kuyusu na işeyen. 2. m ecaz. Ş öhret kazan m ak için kutsal d e ğ e r le r e sa ld ıra n ; uygunsuz işler y a p a r a k tanırı m a yolunu seçen . bevvan, [Ar. bevvân o ljJ (bevva:n) {OsT} is. Çadır direği.
(bev li:) {OsT} sf. İdrarla ilgili.
bevliye, [Ar. bevliyye
bevvabi, [Ar. bevvâb > bevvâb! ^1^] (b ev v a :b i:)
{OsT} is. Kapıcılık.
bevvap, -bı [Ar. bâb (kapı) > bevvâb o
l (bevva:p)
{OsT} is. - * bevvab. bevvaplık, -ğı [bevvap-lık] is. Kapıcılık. bevz1, [Ar. bevz
{OsT} is. 1. Sürekli oturuş. 2.
Yüzde çiller geçtikten sonra oluşan güzellik. bevz2, [Far. bevz j_j;] {OsT} is. 1. Nem yüzünden olu şan yeşil küf. 2. Eşek arısı. 3. Ağacın gövdesinde köke yakın yerleri, bevzek, [Far. b evzek iljjJ {OsT} is. -»-bevz2. bey’, -y ’ı [Ar. bey' £ü] {OsT} is. 1. Satma; satış. 2. Malın malla değişimi; takas. S bey’-gâh, {OsT} P a z a r y er i.|| bey’-i bât, {OsT} huk. K esin sa tış.|| bey’-i bütd, {OsT} huk. G eçersiz satış.\\ bey’-i câiz, {OsT} huk. G e çerli sa tış; doğru satış.\\ bey’-i b i’listicâr, {OsT} huk. B ed eli son rad an ö d en m ek s u re tiyle kısım kısım m al alm a k .|| bey’-i bi’l-istiğlâl, {OsT} huk. Alıcının m alın ürününden y a ra rlan m a sı şartıy la y a p ıla n .raft.y.|| bey’-i bi’l-kâli, {OsT} huk. B edeli, m al teslim i an ın da ö d en m ek ü zere y ap ılan sa tış.|| bey’-i bi’l-mücâzefe, {OsT} huk. Götürü satış.\\ bey’-i bi’ l-vefâ, {OsT} huk. B elirli bir sü re için de g e r i a lm a k şartıy la y a p ıla n sa tış; bir tür rehin.\\ bey’-i câiz, {OsT} huk. G e çerli sa tış.|| bey’-i fâsid, {OsT} huk. Ş eklen tam am ve g e ç e r li o lm a kla b irlikte niteliği bakım ından g eç e rs iz şatış. || bey’-i gayr-i lâzım, {OsT} huk. A lıp alm am a tercihin e b a ğ lı sa tış; m uhayyer sa tış.|| bey’-i gayri-m ün’ akid, {OsT} huk. G eçersiz o la n satış b içim i.|| bey-i lâzım, {OsT} huk. A lıcı ve sa tıcı için m uhayyer o l m ayan s atış.\\ bey’-i mâlem yukbaz, {OsT} huk. Teslim siz ,sa?zj.|| bey’-i mekruh, {OsT} huk. K a n u na uygun f a k a t ş e ria ta aykırı satış. ||bey’-i mevkuf, {OsT} huk. B aşkasın ın iznine ba ğ lı saftf.H bey’-i min-yezîd, {OsT} huk. A çık artırm a ile s atış.\\ bey’i m ukâyaza, {OsT} huk. M alı m alla d eğ işm ek s u re tiyle y a p ıla n sa tış; d eğ iş tokuş.|| bey’-i mün’ akit, Sözleşilm iş, bağ lan m ış ja^.|| bey’-i nafiz, {OsT} huk. Üçüncü b ir kişinin h erh an g i b ir h akkı sö z k o nusu olm ayan satış.|| bey’-i sahîh, {OsT} huk. Y asal
BEY
ve g e ç e r li olan satış]] bey’-i selem, {OsTj huk. P e şin p a r a ile v eresiy e m al alm a. || bey’i-sırf, {OsT} huk. P a r a bozm a.|| bey’-i teâtî, {OsT} huk. Alıp v erm ekle o la n f i i l î satış akdi. || bey’-i telcie, {OsTj huk. D an ışıklı satış.\\ bey’us-sadakat, {OsT} huk. D ürüst sa tış.|| bey’us-sarf, {OsT} huk. D eğ iş tokuş y olu y la bey’us-sulh, {OsT} huk. U zlaşm a y olu y la saftf.|| bey’üd-deyn bi’d-deyn, {OsT} huk. B o r ç ile bey’ül-ayne, {OsT} huk. Aynısı ile ■saftf.l] bey’ül-berâet ani’l-ayb, {OsT} huk. Kusur lard an arınm ış o la r a k satış.\\ bey’ül-edyân, {OsT} huk. B ir tica rî m alı veya taşınm azı, bo rcu n a k a r şı lık, doğrudan verm ek su retiyle y a p ıla n saftf.|| b ey’ül-garer, {OsTj huk. || bey’ül-hasat, {OsT} huk. Ürün satışı.|| bey’ül-hibe, {OsT} huk. B ağ ış şeklin d e satış.\\ bey’ ül-ikâle, {OsT} huk. T arafların birlikte arzusu ile bozu lab ilir sa tış.|| bey’ül-ilkâ, {OsT} huk. Satıştan vazgeçme.\\ bey’ül-kâlî, {OsT} huk. B ed eli m al teslim in de ö d em ek üzere y ap ılan satış.\\ bey’ül-mazmün, {OsTj huk. B a şk a sı a dın a y a p ıla n sa tış.|| bey’ ül-melkflh, {OsT} huk. H ayvan ların d o ğ a c a k o la n yavrularını satm a. j| bey’ülmuâvem e, {OsT} huk. B ir y ıllığ ın a y a p ıla n sa tış.|| bey’ül-mugâbene, {OsT} huk. T arafların birbirin i a ld a ta r a k y a p tık la rı satış. |j bey’ül-muhâkale, {OsT} huk. || bey’ül-m uhâtara, {OsT} huk. Z ararı n a satış. || bey’ül-m ukâyaza, {OsT} huk. D eğiş to kuş]] bey’ ül-m urâbaha, {OsT} huk. K â r k o y a ra k satma.\\ bey’ül-muvfizaa, {OsT} huk. Üçüncü kişi le r i a ld a tm a k ü zere yap ılm ış dan ışıklı sa/zf.|| bey’ ül-mülâmese, {OsT} huk. E l s ık ış a r a k y ap ılan satış.\\ bey’ ül-münâbeze, {OsT} huk. Ürün üzerin den y a p ıla n bey’ül-müsâveme, {OsT} huk. P a z a rlık la bey’ül-m uztâr, {OsT} huk. İhti y a ç dışı m a l satışı. || bey’ül-müzâbene, {OsT} huk. B elli b ir m iktarda ürünü m iktarı b e lli olm ayan b ir ürünle d eğ iş tokuş etm e.|| bey’ül-vazia, {OsT} huk. Z ararın a bey’ül-vefâ, {OsT} huk. B ir malı, ö d en en p a r a g e r i verilin ce iad e etm ek üzere y a p ı lan satış; b ir tür rehin. || bey’ün-nüs’e, {OsT} huk. K red ili satış.\\ bey’üs-selef, {OsT} huk. 1. P eşin p a ra, kred ili y a d a b a ş k a bürlü satm a. 2. B ed eli m al teslim in de ö d en m ek üzere y a p ıla n satış]] bey’üsselem, {OsT} huk. P arası p eşin m alı veresiye satış. | bey’üs-sirâr, {OsT} huk. G izli p a z a r lık la y ap ılan sa tış .|| bey’üs-sünyâ, {OsT} huk. Götürü satış. || bey’üş-şirke, {OsT} huk. O rtaklık p ay ın ı sa tış; his s e satışı.|| bey’üt-teâtî, {OsT} huk. Takas.]] bey’üttelcie, {OsT} huk. D an ışıklı .safrf.ll bey’ üt-terâzî, {OsT} huk. K arşılıklı uyu şarak y ap ılan satış]] bey’üt-tevliye, {OsT} huk. P eşin p a r a ile satış. || bey ü ferağ, {OsT} huk. F e r a ğ su retiyle safrj.|| bey ü şi’râ, {OsT} huk. Alım satım ; ticaret. bey1, [eT. beg / beg / beğ > bey] is. 1. Erkek. 2. Erkek adlarından sonra kullanılan unvan ve saygı sözü; efendi. 3. Erkeklere seslenmek ve onları ça-
Ö IÜ M IİK C E 5 0 M .
ğınnak için adları yerine kullanılan hitap sözü. 4. Kadının eşi; koca. 5. Bir yörenin ileri gelen kişisi; zengin; eşraftan kişi. 6. İskambil kâğıtlarında birli. 7. Beylik adı verilen küçük devlet başkanı. 8. Ko mutan. 9. Aşık oyununda aşığın dört yüzünden bi risi. 10. {ağız} A n beyi; ana arı; kraliçe an. [DS] S bey arm udu, bot. -*■ bergamot, (Citrus b erg a rnia). || bey danası (devesi) gibi yan gelip geviş getirmek, S a d e c e yiyip içm ekle m eşgu l o lm a k ; key fim e bakm ak]] bey erki, sosy. S o sy o lojik d eğ erlen d irm elere g ö r e zengin k işid e var olan yaptırım . || bey gemileri, tar. dnz. K ap tan p a ş a eyaletinin bey lerin ce oluşturulup don atılan ve donanm anın y ed e k gücünü oluşturan g em iler]] bey gibi yaşam ak, B ollu k için de ra h a t b ir h a y at sürm ek. bey2, [beg > bey] {eAT} is. Kuş avlamak için tuzağa bağlanan başka bir kuş; yem olarak kullanılan kuş. bey’ a 1, [Ar. bey'a / b fa «uy (bey-a) is. 1. Satma, satın alma. 2. Bir alım satımda pazarlığı bitirmek için el sıkışma. 3. El bağlamak hareketi yaparak hükümdara bağlılığını bildirme; biat. beya2, [Far. beyâ y
(b ey a :) {OsT} sf. 1. Dolu; dol
muş. 2. is. Girilecek yer; kapı. bey’ aat, [Ar. bey* > bey'aât o i y (bey aa :t) {OsTj is. Satın alma. beyaban, [Far. beyaban o l> y (b e y a :b a :n ) {OsT} is. Çöl; kır. fi1 beyâbân-nişîn, {OsT} B edevî. beyabani, [Far. beyabanı ^ y
(b a y a :b a :n i:) {OsT}
is. 1. Çöl adamı. 2. Göçebe. 3. sf. Vahşî. beyad, [Ar. beyâd aU] {OsT} is. Yok olma; mahvol ma. beyadıka, [Ar. beyâdika ^ y
(bey a ;d ık a ) {OsTj is.
1. Satrançta piyadeler. 2. sf. (Kişi için) küçük boylu olup çabuk yürüyenler; paytaklar. beyadir, [Ar. beyâdir jiU ] (bey a:d ir) {OsTj is. Har manlar. beyağabey, [bey+ağa+bey] is. Orta yaşlı erkeklere saygı ile seslenme sözü. beyah, [Ar. beyâh / biyâh
y
(bey a:h ) {OsT} is. Kü
çük balık. bey’ a n 1, [Ar. bey'an] {OsT} zfi. Satış yoluyla. beyan2, [Ar. beyân o y (beya:n ) is. 1. Söyleme. 2. Açıklama. 3. Bildirme. 4. ed. Belagatın teşbih, isti are, mecaz ve kinaye gibi bölümlerinden söz eden kısım. 5. dbl. Arapça dilbilgisinde idgamm zıddı. 6. huk. Bir hukukî durumu veya bir olayın varlığını bildirme veya doğrulama, ö beyana tâbi, B ildi rilm esi zorunlu olan]] beyan etmek, 1. Bildirm ek. 2. A çıklam ak,f| beyân-ı efkâr, {OsT} D üşü nceleri a ç ık ç a sö y lem e.|| beyân-ı hâl etmek, {OsT} H âlini anlatm ak]] beyân-ı hoşâmedî, {OsT} "Hoş g eld i
İiiM lIıt M t . 571 _
______________________________________________BEY
niz!" d em e.|| beyân-ı istikra’ , {OsTf Ö nceki bir kelim eyi so n rad a n g elen b ir cü m leyle tamamlama.\\ beyân-ı keyfiyet, {OsT} Durumu a ç ık la m a ] ] beyân-ı m atlab, {OsT} D ileğ in bildirilm esi.|| beyân-ı mazeret etmek, {OsT} B ir özrü, m azereti bulundu ğunu sö y le m e k || beyân-ı mülâhaza, {OsT} B ir dü şünce ileri sü rm ek; düşüncesini bild irm e,|| beyân-ı mütalaa, {OsT} Görüşünü açıklama.\\ beyan-ı matlap, {OsT} D ilek bild irm e; d ilekte bulunma.\\ beyân-ı tağyir, {OsT} Duyu d eğ işikliklerin in a ç ık lanm ası.|| beyân-ı tebdil, {OsT} Ö nceki kelim en in anlam ını d eğ iştirerek açıklama.\\ beyân-ı tefsir, {OsT} Yorum layıcı açıklama.\\ beyân-ı zaru ret, {OsT} Hukukta, söylen m ediğ i h a ld e söylenm iş sa y ı lan işaret, sıısuş veya durum g e r e ğ i a ç ığ a çıkan ifade.\\ beyan olunmak, 1. Söylenm ek. 2. A çıklan mak. beyanat, [Ar. beyanât o l s y (b ey a :n a :t) is. Resmî olarak yapılan açıklama; demeç. S beyanatta bu lunmak (beyanat vermek), B e lli b ir konu üzerinde açık lam ad a bulunm ak; d em eç vermek. bey’ane, [Ar. bey'âne “UUo] (bey-ân e) {OsT} is. Alım satımda anlaşmayı kesinleştirmek amacıyla verilen para; kaparo. beyani, [Ar, beyân! ^ L j] (bey an i:) {OsT} sf. 1. Beya na ilişkin. 2. Söylemeye, açıklamaya bağlı, beyanname [Ar. beyân + Fr. nâme (m ektup) -uU üLj] (beyan na:m e) {OsT} is. 1. Yazılı açıklama; bildirge. 2. Herhangi bir konuda yayınlanan yazı; bildiri. 3. Hukukî ve fiilî bir durumun varlığını belirten, bil diren yazılı belge; bildirim. 4. Diplomatik belge; manifesto. 5. Vergi yükümlüsü olanların belirli dö nemlerde vergi dairelerine verdikleri yazılı bildi rim. beyar, [Ar. bâ’ir] {ağız} is. Ü ç yıl ekilmemiş tarla. [DS] beyare, [Far. beyâre «jUj] (b e y a :re ) {OsT} is. Geliş memiş, kısa boylu fidan veya fide, beyariş, [Far. beyâriş Jijlo] (b ey a:riş) {OsT} is. 1. Çare; tedbir. 2. İlaç, bey’at, [Ar. bey'at o ^ ] (bey-at) {OsT} is. 1. Kabul ve tasdik etme işlemi. 2. Birinin egemenliğine gir me. S bey’at etmek, {OsT} B ir hüküm darın e g e menliğini tanım ak. ||bey’at kılmak, {OsT} B ir kim senin egem en liğin e girm ek. beyat, [Ar. beyât o L ] (bey a:t) {OsT} is. Geceyi uyu mayarak işle geçirme, beyati, [Far. beyâtî
(b e y a :ti:) {OsT} is. müz.
Türk müziğinin en eski makamlarından birisi olup uşşak makamının inici şeklidir.
beyavar, [Far. beyâvâr jljL J (b e y a :v a :r) {OsT} is. Meşguliyet; iş güç; uğraşı. beyaz, [Ar. beyâz / beyâd
(beya:z) sf. 1. Gün
ışığının tayfındaki bütün renklerin karışımı ile meydana gelmiş ve örneği süt ile karda görülen renk; ak. {OsT} (aynı) 2. Bu renkte olan. 3. Teninin rengi açık olan. 4. Rengi, benzerlerine göre daha açık tonda olan. 5. is. Bir nesnenin beyaz renkli olan bölümü. 6. argo. Eroin. 7. (Çoğul olarak) ren gi beyaz olup yıkama sırasında birbirini boyama yan iç çamaşırı, çarşaf gibi şeyler. 8. Matbaacılıkta normal koyulukta görünen harf ve yazı. 9. {OsT} m ecaz. Nur; aydınlık. 10. {ağız} Ayran. [DS] 11. {OsT} Yumurta akı. S1 beyaza çekmek, B ir yazının temiz ve oku naklı kopyasını çıkarm ak]] beyaza çıkm ak, {eAT} M üsvette yazı veya kitabı tem ize çekm ek. || beyaz adam , B eyaz ırktan olan kim se; g en ellik le Avrupalı. || beyaz altın, B ir e b ir oran ın d a altın ve güm üş ala şım ı.|| beyaz cam , Televizyon ekranı. || beyaz eşya, B uzdolabı, ç a m a şır m akinesi, bu laşık m akinesi, fır ın g ib i ev aletlerinin g e n e l adı.\\ beyaz et, K üm es hayvan ları ile b a lık etlerinin g e n e l a d ı.|| beyaz etmek, {OsT} (Yazı için) tem ize çekm ek}] beyaz gece, Kuzey kutbunda altı ay g ü n e şin batm adığ ı z am an lar.||beyaz gelen, {ağız} B iraz bey az ; beyazca. [DS]|| beyaz gümüş, Gümüşü az nikeli ç o k alaşım d an y apılm ış (eşya).|| beyaz ırk, Avrupa, K uzey A m erika, Güney ve B atı A sya ile K uzey A fr ik a ’d a y a şa y an insan ırk la rı.|| beyaz iş, Y atak ça rşa fı ve örtü, p e r d e dikiş işleri.\\ beyaz ki tap, B ir konuyu aydın latm ak için b ir kurum veya hüküm et tarafından yayın lan an kitap.\\ beyaz kö m ür, H id roelektrik san trallerin d e e ld e , edilen e le k trik en erjisi.|| beyaz küf, E tken i Coniothyrium diplo d iella a d ın d ak i m an tar olan bir b a ğ hastalığı. || beyaz oy, O ylam a konusu o la n şey i k a b u l ettiğini belirten oy; k a b u l oyu]\ beyaz perde, 1. G österici aygıttan çıkan ışınların ü zerin de y a n sıy a ra k g ö rü n tü e ld e ed ilen düşey büyük yüzey. 2. gnşl. Sinem a}] beyaz peynir, K atılaştıktan so n ra k ü p ler h a lin d e k e s ile r e k tuzlu su için d e ten ek elere b a sılan b ir tür p ey n ir çeşidi}] beyaz salkım, bot. Yol kenarlarını, p a r k ve b a h ç e le r i sü slem ek için yetiştirilen salkım şeklin d e hoş kokulu, tatlı, b ey az ve m or ç iç e k le r açan, ba k la g illerd en b ir tür akasya, (R obin ia p se u d a ca cia )}] beyaz tel, A ğarm ış, beyazlaşm ış sflç.H beyaz Türkçe, E n a ç ık ve k o la y a n la şılır Türkçe}] beyaz üzerine, B ey az ren kli kum aş üzerine (yapı lan işlem e vey a ba sk ı) .]] beyaz üzerine buyrultu, tar. S adrazam tarafından b ir iş için doğru dan y azı lan buyrultu. || beyaz üzerine sadır olan hatt-ı hüm âyun, tar. B ir istek veya seçim üzerine d oğru dan doğru ya çıka rılan hatt-ı hüm ayun; resen ç ık a rılan hatt-ı hüm ayun}] beyaz üzüm, T anelerinin ren gi a ç ık ren k o la n üzüm cinsleri. || beyaz yalan,
BEY
Ö I Ü M
Söylen diğ i zam an z a r a r g etirm ey ecek olan yalan . || beyaz zehir, E roin, k okain g ib i sıvı olm ayan uyuş turucu. beyazımsı, [beyaz-ımsı] sf. Beyaza yakın renkte; beyazımtırak, soluk, beyazım tırak, [beyaz-ımtırak] sf. Beyaza yakın renkte; beyazımsı; soluk, beyazi, [Ar. beyazı
(b ey a:zi:) {OsTj is. 1. Ak
lık; beyazlık. 2. Uzunluğuna açılan kitap ya da def ter; sığır dili. beyazlamak, [beyaz-la-mak] gçsz. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Rengini kaybederek beyaz duruma gelmek; ağar mak; solmak. 2. Kiri gitmek; temizlenmek. beyazlanma, [beyaz-la-n-ma] is. Beyaz duruma gel me; ağarma; aklanma, beyazlanmak, [beyaz-la-n-mak] dönşl. fi. [ - ır j Beyaz bir durum almak; ağarmak; aklanmak, beyazlaşma, [beyaz-la-ş-ma] is. Beyazlaşmak işi; aklaşma; ağarma, beyazlaşmak, [beyaz-la-ş-mak] gçsz. fi. [ -ır ] gçsz. f i [- ır ] Beyazlık kazanmak; aklaşmak; ağarmak, beyazlatılma, [beyaz-la-t-ıl-ma] is. Beyazlatılmak eylemi; aklaştırılma; ağartılma, beyazlatılmak, [beyaz-la-t-ıl-mak] edil. fi. [-ır ] is. Birisi tarafından beyaz duruma getirilmek; aklaştı rılmak; ağartılmak, beyazlatm a, [beyaz-la-t-ma] is. Beyazlatmak eylemi; beyaz duruma getirme; aklaştırma; ağartma, beyazlatm ak, [beyaz-la-t-mak] gçl. f i [-ır ] Beyaz duruma getirmek; beyazlık kazandırmak; aklaştır mak; ağartmak, beyazlık, -ğı [beyaz-lık] is. 1. Beyaz olma durumu. 2. Beyaz olanın niteliği. 3. Bir bütün içinde görülen beyaz veya açık renkli kısım. 4. Beyaz renkli nes ne. beyazsinek, -ği [beyaz+sinek] is. z oo l. Özellikle pa muk üzerinde çoğalarak bitkinin öz suyunu emmek suretiyle zarar görmesine sebep olan bir tür sinek, beybaba, [bey+baba] ( b e ’y b a b a ) is. 1. Yaşlı erkekle re saygı ile seslenme sözü. 2. Çocukların babalan için kullandıkları saygı sözü, beybence, [Far. peymânçe
{eAT} is. Şeyh kar
şısında niyaz ve teslimiyet duruşu, beycan, [bey+ Far. can] {ağız} ünl. “B ey kardeşim , bey efen d i ” anlamlarında seslenme sözü olarak kul lanılır. [DS] beyda, -a ’i [Ar. beydâ’ *1-^;] (bey d a:) {OsT} sf. 1. (Y er için) tehlikeli. 2. is. Çöl; sahra, beydah, [Far. beydâh / bidâh ^1-^] {OsT} is. Sert baş lı, haşarı at. beydaha, [Ar. beydaha ^--Lj] {OsT} is. İri ve şişman ca kadın.
I Ü M
M
.
beydak, -ğı [Ar. beydak J ju J {OsT} is. Satranç oyu nunda piyade adı verilen taşlar; paytak, beydane, [Ar. beydâne
(bey d a:n e) {OsT} is.
Yaban eşeğinin dişisi, beyder, [Ar. beyder jJLo] {OsT} is. 1. Ekin harmanı. 2. Flarman yeri. 3. Doğru sözlük, beydere, [Ar. beydere ojXo] {OsT} is. Ekini harman etme. beyderi, [Ar. beyden lSj-uJ (bey d eri:) {OsT} sf. 1. Harmanla ilgili. 2. is. Harmancı, beydudet, [Ar. beydüdet c o j-lj] (beydu :det) {OsT} is. Y ok olma. beydili, [eT. beg+dil-i] is. Büyük sözü; büyük sözü gibi değerli ve aziz, beyefendi, [bey+efendi] (b e y e fe n d i) is. 1. Saygı ifadesi olarak erkek isimlerinin yerine kullanılan söz. 2. ünl. Erkeklere saygılı biçimde seslenme sö zü. beygâh, [Ar. bey' + Far. gah ol?*^] (bey g â:h ) {OsT} is. Pazar; pazar yeri, beygar, [Far. beyğâr / beyğâre
/ °jL^] (bey g a:r)
{OsT} is. 1. Sitem etme. 2. Sövme; küfretme. 3. Ba şa kakma. 4. Çıkışma; azarlama, beygir, [Far. bâr-gır (yük taşıyan)
is. 1. At. 2.
Araba çekmek ve yük taşımak için kullanılan at. 0 beygir gücü, 75,9 kgm /s veya 0.7457 K W h ’a eşit g ü ç birim i, (Ing. H o r se P ow er) kısaltm ası: HP, Türkçe, 5G.|| beygir kuskunu, E y ere b a ğ la n a ra k atın kuyruğu altından g eçir ilen kayış.\\ beygir ket hüdası, {OsT} tar. İm p arato rlu k dön em in de iğdiş edilm iş a tla r a b a k an h a s a h ır görevlisi. beygirci, [beygir-ci] is. Binmek isteyenlere at kirala yan kimse. beyhan, [Ar. beyhân oU**] (beyha:n ) {OsT} is. 1. Sır saklamayan. 2. Düşündüklerini hemen söyleyive ren; boşboğaz, beyhoş, [Far. bî-höş] {ağız} sf. 1. Baygın. 2. Şaşkın; sersem. 3. Aptal; budala. [DS] beyhude, [Far. bı- (olum suzluk eki) + hüde (fayda) => beyhüde °:>_h^] (bey h u :d e) {OsT} sf. 1. Boşuna. 2. Yararsız; anlamsız. 0 beyhude yere, B oşu b o şu n a; b o ş y ere. beyhudegî, [Far. beyhüdegı
(bey h u .d eg i:)
{OsT} is. Beyhudelik; boşuna olma, beyhudegû, [Far. beyhüde-gü
(beyhu :degû :)
sf. Boş yere konuşan, beyhudekâr, [Far. beyhüde-kâr j l S ^ ^ ] (b ey h u .d ek â :r ) {OsT} sf. Boş yere çalışan.
« 573
BEY
beyhudelik, -ği [beyhude-lilc]- (beyhu ; delik) is. Y a rarsızlık; boşuna olma, beyhuşt, [Far. beyhuşt
{OsT) sf. 1. Kökün
den, dibinden kopmuş. 2. is. Koparılmış şey. bey’i, [Ar. bey1
{OsT} is. - * bey2.
beyik1, [bedük / beyik / biyik] sf. Büyük. beyik2, -ği [bey-ik
{eAT} is. 1. Gömleğin koltu
ğuna dikilen üçgen parça. 2. {ağız) Don ve şalvarın iki baealc arasında kalan ağ kısmı. [DS] beyikli, [bey-ik-li] {ağız} is. Ağı bol ve yere kadar olan kadın şalvarı. [DS] beyiksiz, [bey-ik-siz] {ağız} sf. (Erkek için) açık saçık konuşan. [DS] beyin, -yni [eT. meni / *beni > beyin [Clauson]] is. anat. 1. Kafatasının içinde iki yarım küre halinde yer alan sinir dokusundan meydana gelmiş duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ; dimağ. 2. İnsanın tanıma, algılama, muhakeme etme ve kav rama yetisi; usa vurma. 3. m ecaz. Bir kurum, kuru luş veya örgüt için planlama ve uygulamada yöne tici durumunda olan kimse. 4 m ecaz. Zihinsel ye tenekleri, bilgisi, eğitimi ve düşüncesi yüksek dü zeyde olan kimse. 5. bsy. Bilgisayarlarda bilgilerin depolandığı ve gerektikçe çağrılabildiği manyetik ortam. S beyin cerrah ı, tıp. B eyin ü zerin de a m eli yat g erçek leştireb ilen uzman h ekim ; nöroşirü rjiyen. | beyinden etmek, {ağız} B ilincini kaybettir mek; sersem letm ek. [DS]|| beyinden olmak, {ağız} Gürültü ve p atırtıd an se rse m e dönm ek. [DS]|| beyin göçü, İle r i düzeyde eğitim görm ü ş ve yetişm iş bilim adam ları ile uzman kişilerin yu rt dışın da iş b u la ra k yerleşm eleri.|| beyin gücü, B ir ü lked eki yetişm iş uzman ve bilim adam ların ın f ik i r ve düşün ce gücü.\\ beyin kabuğu, anat. Sinir hü crelerin in oluşturdu ğu, beyin yarım kü relerin i sa ra n bo z m ad d e katmanı.\\ beyin kanam ası, tıp. B eyn i besley en d a m arların ça tla m asıy la d ışa rıy a kan sızm asından dolayı o bölgen in beslen em em esi sonu cun da g ö rev yapam az olm ası. || beyin karıncıkları, anat. İç i beyin-om urilik sıvısı ile dolu olan kafatasın ın d ört boşluğundan h e r biri. ||beyin omurilik sıvısı, anat. Orümceksi z a r ile in ce z a r a ra sın d a k i boşlu kta bu lunan, beyin ile om u riliği ç e p e ç e v r e sa ra n s;vz.|| beyin orağı, ant. Ö nde ibiksi çıkıntıdan a rk a d a beyincik ça d ırın a k a d a r uzanan ve iki beyin yarım küresi a ra sın d a y e r a la n s e r t z a r örtüsü. || beyin salatası, D an a veya koyun beyn i h aşlan dıktan so n ra limon ve zeytin y a ğ ı k a tıla ra k y a p ıla n b ir y e mek,|| beyin takımı, B ir kurum veya kuruluşu y ö neten ve yö n len d iren lerd en etk i gü cü en f a z l a o la n ların m eydana g etird iğ i topluluk.\\ beyin tavası, D ana veya koyun beyninin y a ğ d a kızartılm ası su re tiyle yapılan b ir y em ek. ||beyin üçgeni, anat. D eniz atından ç ık a r a k h ipotam u lu sa g id en sin ir dem eti. ||
.
beyin yıkamak, B ir kim seyi şartlan d ırm a y olu yla ken di görüş, düşün ce ve inançlarından a rın d ıra ra k b ir f ik r i veya id eo lo jiy i savunur h a le getirm ek. ||be yin zarı, anat. B eyni üst üste sa ra n üç z a r .||beyni bulanmak, 1. A çık s e ç ik düşünem ez o lm a k ; s e r sem lem ek. 2. O layların akışın dan veya işin gid işin den kötü şe y le r sezin ley erek kuşku duym ak. ||beyni delik, {ağız} A kılsız; aptal. [DS]|| beyni dönmek, Gözü h içb ir şey i g ö rm ey ece k k a d a r ç o k sin irlen m e k öfkelenmek.\\ beyni karıncalanm ak, Aşırı zihin yorgunluğu s e b e b iy le sa ğ lık lı düşünememek\\ beyninde şimşekler çakm ak, 1. Ç o k üzücü b ir o la y yüzünden sarsılm ak. 2. Ansızın zihninde iyi b ir görü$ veya düşünce belirmek.\\ beyninden vurul muşa dönmek, B ek len m ed ik ve üzücü b ir olay k a r şısın d a düşünm e gücünü yitirir g ib i olmak.\\ bey nine girmek, 1. A nlatılanlardan, din lediklerin den y ete ri k a d a r y ararlan m ak, iyi an lam ak. 2. B irin i k an d ırarak b ir şey y a p m a y a yön len dirm ek. 3. {ağız} Canını sıkm ak. [DS]|| beynine vurm ak, İçk i veya a ç lık yüzünden sa ğ lık lı düşünemez, n e yaptığını bilem ez o lm a k .|| beynini kemirmek, B ir düşünce veya kuruntu, rahatın ı k a çırm a k ; huzursuz etm ek. || beyninin kapağı atm ak, {ağız} H iddetini yen em em ek; kendini tutam am ak; ö fk esin i a ç ığ a vurmak. [DS]|| beyni sulanmak, S ağ lıklı ve d oğru düşünm e gücünü k ay b etm ek ; bunam ak. beyincek, -ği [Rus. pidzak] {ağız} is. Ceket. [DS] beyincik, -ği [beyin-cik] is. anat. Art kafa çukurunda ve beyin kökünün üst arka kısmında yer alan hare ket işlemlerinin yürütüldüğü organ; dimağçe. beyinciksiz, [beyin-cik-siz] sf. (Hayvan için) beyin ciği tamamen ya da kısmen ameliyatla çıkarılmış olan. beyinli, [beyin-li] sf. 1. Beyni olan. 2. m ecaz. Dü şünceli; akıllı, beyinsi, [beyin-si] sf. Beyne benzeyen, beyinsiz, [beyin-siz] sf. 1. Beyni olmayan. 2. m ecaz. Düşüncesiz; akılsız. 3. m ecaz. İyi düşünemeyen. beyirmek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} g ç s z .f. [ir] (Oğlak için) bağırmak. [DS] beyit, -yti [Ar. beyt (ev) / Yun. baitylos / İbra, betel] {OsT} is. 1. ed. Aynı ölçü ile yazılan kafiye bakı mından birbirine bağlı iki mısradan meydana gel miş nazım parçası. 2. Ev; mesken; oda. 3. Ev halkı; aile. S beyt-i ankebflt, {OsT} 1. Ö rüm cek evi. 2. D erm e çatm a ev.\\ beyt-i iddet, {OsT} E v lilik s ır a sın d a eşlerin birlikte oturdukları ev.\\ beyt-i mâl-i müslimîn, {OsT} İslam devletin de bütün M üslü m an ların o rta k m alı sayılan d ev let hazinesi.\\ beyt-i m u sarra, {OsT} ed. M ısralarım n ikisi d e birb iri ile k a fiy eli beyit.\\ beyt-i şerîf, {OsT} K â b e .|| beyt-i tam , {OsT} ed. Ş ekil v e an lam bakım ından h içb ir kusuru bulunm ayan beyit. | beyt-i zifaf, {OsT} ed. İk i m ısraı d a aynı vezinde o la n beyit.|| beytü’l-
Ö U H m CESH .
BEY
ahzân, {OsTj ed. 1. H üzünler evi. 2. Hz. Yusuf kay beylikçi, [bey-lik-çi] is. tar. İmparatorluk döneminde Divan-ı Hümayun kâtibinin adı. S1 beylikçi kese bolduktan so n ra Hz. Y aku b’un için d e bulunduğu darı, tar. B ey lik çiliğ e ilişkin b elg eleri, y azıları h a hüzün dolu evi. 3. Hz. M uham m ed(sa) ’in ölüm ün zırlayan ve bey likçiy e veren kalem zabitinin unva den son ra kızı F a tm a (ra) ’nın oturduğu ev e verilen nı. ad. 4. D ünya.|| beytü’l-arûs (beytü’z-zifaf), {OsT} G elin o d a s ı; g e r d e k .|| beytü’l-gazel, {OsT} ed. G a beyman, [Far. bı + Ar. îmân] {ağız} is. 1. İnançsız; zelin en g ü z el beyti.||beytü’l-harâm , {OsT) K â b e .|| imansız. 2. Yalan yere yemin eden. 3. İnsafsız. 4. beytü’l-hikme, {OsT} A llah sev g isi ile dolu gön ü l.|| Ahlaksız. [DS] beytü’l-kasîd, {OsT} ed. K asiden in en g ü zel beyti.|| beyn, [Ar. beyn jo] {OsT} is. 1. Ara; aralık. 2. zf. Abeytil’l-makdîs (beytü’l-mulcaddes), {OsT} K u rada; arasında. S beyn beyn, {OsT} İkisi arası.]] d ü s ’teki ku tsal m ab et.|| beytü’l-m a’ m ûr, {OsT} Ye beyn’Allah, {OsT} L A llah ile onun arasın da. 2. d in ci kat g ö k te F ird ev s cen n etin de bulunurken Hz. Yalnız A llah ve o bilir]] beyne beyne, 1. N e iyi ne A dem ile yeryüzüne indirilmiş, a n c a k tufan ile b ir kötü ; ikisi arası. 2. Ş öyle böyle. 3. O rta halli]] likte tek ra r cen n ete çıkarılm ış bulunan köşk. ||beybeyn’ed-dıl’î, {OsT} anat. K a b u r g a k em ik leri a r a tüT-muzlim, {OsT} K a ra n lık o d a ; f o t o ğ r a f m akin e sı]] beyn’ed-düvel, {OsT} D ev letler a ra sı.|| beynes i.|| beytü’z-zifaf, {OsT} G elin o d a s ı; gerd ek. hû beyn’Allah, {OsT} 1. Onunla A llah arasın da. 2. bey’iye, [Ar. bey'iyye böyle > beyle 4İ 0] {eAT} zf. Böyle, da]] beyn’el-enâm, {OsT} H a lk a ra sın d a .|| beyn’el-esâbî, {OsT} P a r m a k la r a ra sıd a. || beyn’el-evidbeylek, -ği [Far. beylek dllo] {OsT} is. 1. Berat. 2. dâ, {OsT} G e rç e k d o stla r a rasın d a]] beyn’el-fakdî Ferman. 3. Belge; hüccet, ve’I-vücud, {OsT} Yoklukla v a rlık arasın da]] beylem, [Ar. beylem (*lo] {OsT} is. 1. Açılmamış pa beyn’el-guzât, {OsT} G a ziler arasın d a]] beyn’elmuk kozası. 2. Kazma. 3. Marangoz rendesi, halk, {OsT} H alk için d e; toplum da]] beyn’el-havf beyler, [bey-ler] is. tar. Kahvecibaşı, berberbaşı, tüve’l-recâ, {OsT} Ümitle üm itsizlik veya korku ile tüncübaşı, esvapçıbaşı, seccadecibaşı gibi padişa y a lv a rış a rasın d a]] beyn’el-hücrevî, {OsT} anat. hın veya şehzadelerin özel ve kişisel işlerini gören Canlı hücrelerin in a ra sın d a olan ]] beyn’el-ihvân, görevlilere verilen ad; bendegân-ı şahane, {OsT} Yakınlar, a r k a d a ş la r ve k a r d e ş le r arasın da]] beylerbeyi, [bey-ler+bey-i] is. İmparatorluk döne beyn’el-medâreyn, {OsT} coğ. D ö n en c eler a ra sı; minde eyaletlere atanan askerî ve mülkî yetkilere ekvatoru n iki y a n ı.|| beyn’ el-mefâsıl, {OsT} E klem sahip memur, le r a ra sı.|| beyn’el-milel, {OsT} -*• beynelmilel.|| beylerbeylik, -ği [bey-ler+bey-lik] is. 1. Beylerbeyi beyn’el-ulemâ, {OsT} B ilg in ler arasın da. || beyn’tarafından yönetilen topraklar; eyalet. 2. Beylerbe el-üdebâ, {OsT} E d eb iy a tçıla r a ra sın d a .|| beyn’enyinin görevi, nâs, {OsT} H a lk a ra sın d a .|| beyn’en-nehreyn, beylerce, [bey-ler-ce] {ağız} is. Bir tür üzüm. [DS] {OsT} coğ . İk i n eh ir a r a s ı; M ezopotam ya]] beyn’beylik, -ği [beg-lik > bey-lik] is. 1. Bey olma duru en-nevm ve’l^yakaza, {OsT} Uyku ile uyanıklık amu. 2. Bey tarafından yönetilen bölge; eyalet. 3. ra sın d a .|| beyn’es-sem a’ ve’l-arz, {OsT} G ö k le y er gnşl. Rahat yaşama. 4. Bir tür battaniye. 5. Devlet a ra sın d a .|| beyn’es-sutür yaldız, gzl. sntl. E ski malı; resmî. 6. {ağız} Damızlık hayvan. [DS] 7. y azm aların sa tırları a ra sın a y a p ıla n yald ızlı sü s {ağız} Köylü tarafından ağalarına ekilen tarla. [DS] lem eler e verilen ad.]] beyn’ez-zevceyn, {OsT} K arı 8. {ağız} fo lk . Nişanlanacak erkek tarafından nişan k o c a arasın da. takmak üzere seçilen kadınlar. [DS] 9. sf. Devlete beynamaz, [Far. bi- (yok) + nemâz => beynamaz ait olan. S1 beyliğe çıkmak, {ağız} (H erhangi bir jU-Lo] (beyn am a;z) {OsT} sf. 1. Namazsız. 2. Namaz m a l için) sah ip siz k a la r a k dev let tarafın dan satılı kılmayan. 3. Dince namaz kılması doğru olmayan; ğ a çık a rılm a k [DS}|| beylik gezmek, tar. S araylı pis. 4. gnşl. Tembel, üşengeç, ların kır gezintileri.]] beylik sefâin, tar. dnz. D ev le te ait sa v a ş g em ileri ile a s k e r taşım akta kullanılan g em ile re verilen ad. ||beylik söz, H erk es tarafından kullanılan, b a sm a ka lıp söz.]] beylik tuğla, tar. B ir p a rm a k kalın lığ ın daki in ce tuğla. || beylik yemeği, tar. S a ra y lard a k a lfa la r a çıkan so fra .
beynelmilel, [Ar. beyn’el-milel JÜI ju] sf. Uluslar arası; milletler arası, beynelmilelcilik, -ği [beynelmilel-cilik] is. Ülkeler arası ilişkilerin millî çıkarlara göre değil de sınıf
ûK
H I K S öMÜ.575
BEY
çıkarlarına uygun, olarak düzenlenmesi gerektiğini savunan ideolojik akım; uluslararasıcılılc; enternas yonalizm. beyni, [eT. meni > beni > beyni
{eAT} is. Beyin.
tam bala kalmak, {ağız} (llen ç için) y o k o lm a k; ö l m ek. [DS] beytar, [Ar. beytâr jlko] (beyta;r) {OsT} is. Baytar; veteriner.
fi1 beynini suvarm ak, {eAT} İk n a etm ek; kan dırm ak.||beynisi, {eAT} Beyni. beyninde, [Ar. beyn + T. -i(n)-de] {eAT} zf. Arasında,
beyti, [Ar. beyt-î] (beyti;) {ağız} is. Evde pişmiş; ev yöntemiyle; ticaret amacıyla çarşıda üretilenlerden olmayan. [DS]
beynisüz, [beyni-süz
b eytara, [Ar. beytârâ Ijtko] (b e y ta .ra ;) {OsT} is.
{eAT} sf. Beyinsiz; ah
Hayvan hekimliği; baytarlık; veterinerlik.
mak; anlayışsız, beynunet, [Ar. beyn > beynünet c J j y (beynu:net) is. 1. İki şey arasındaki uzaklık; mesafe. 2. Anlaş mazlık; ara bozukluğu. 3. g ö k b. Herhangi bir ge zegen ile Güneş arasında, köşesi Y er olan açı. 0 beynûnet-i a ’zâmiye, {OsT} g ök. b. Uzanım. beyrem1, [bedrem / badram / beyrem] {eT} is. Bay ram; sevinç ve eğlence günü. [DLT] beyrem2, [Ar. beyrem
(beytu lla.h) {OsT} is. Allah’ın evi; Kâbe. beytutet, [Ar. beyt > beytütet
(beytu;tet)
{OsT} is. Geceleme; geceyi geçirme; gece yatısına kalma. beytülmal, -li [Ar. beytü’l-mâl JU.I
(beytülm a;l)
is. 1. Mal evi. 2. Devlet hâzinesi,
{OsT} is. 1. Marangoz ren
desi. 2. (Araç olarak) kazma. 3. Sert ve uzun taş. 4. Yağlı sürme (makyaj malzemesi), beysbol, [İng. base (kale, köşe) + ball (top)] is. spor. Dokuzar kişilik iki takım arasında bir top ve sopay la oynanan, topu uzaklaştırma ve bu süre içinde belirli bir yolu aşabilmeye dayanan oyun, beysbolcu, [beysbol-cu] is. Beysbol oyuncusu,
beytülmalci, [beytülmal-ci] {OsT} is. 1. Devlet hâzi nesine bakan kimse. 2. Ölen yeniçeriye ait miras işlerine ve yeniçeri ortasına vakfedilen malların sandığa yatırılmasını sağlayan görevli, beyu, [Far. beyıı ^j] (beyu;) {OsT} is. Gelin, beyug, [Far. beyüg^?^] (beyu;g) {OsT} is. Gelin. beyugâni, [Far. beyügânî
beysemet, [Yun. paksimadin] {ağız} is. Hayır olsun diye cuma günleri dağıtılan çörek. [DS] beyt, [Ar. beyt c~<] {OsT} is. 1. Ev; mesken; oda. 2. Çadır. 3. ed. Aynı ölçüde iki dizeden oluşan man zume birimi; beyit. 0 beyt-i ahzân, {OsT} 1. Gam ve k ed er yuvası. 2. Dünya. || beyt-i ankebüt, {OsT} Örüm cek yu vası.|| beyt-i atî, {OsT} Ö bür dünya; ahret.\\ beyt-i haltı, {OsT} anat. Art oda. || beyt-i iddet, {OsT} huk. E v lilik devam ed erk en k arı k o c a nın birlikte oturdu kları ev.|| beyt-i kuddânıî, {OsT/ anat. Ön oda.\\ beyt-i m urassa, {OsT} ed. H er iki dizesi d e kafiy eli o la n beyit.\\ beyt-i muzlim, {OsT} 1. K aran lık od a. 2. F o t o ğ r a f kutusu. || beyt-i şerîf, {OsT} K â b e .|| beytü’l-ahzân, {OsT} 1. Gam ve k e der yuvası; Yusuf’u k ay b ed en Yakub 'un çadırı. 2. Dünya.|| beytü’l-arüs, {OsT} G elin odası.\\ beytü’lgazel, {OsT} ed. G azelin en g ü zel; en iyi o la n b ey ti.|| beytü’l-h aram , {OsT} K â b e .|| beytü’l-httzn, {OsT} Üzüntülü ev.|| beytü’l-kasîd, {OsT} ed. K a si denin seçilm iş en g ü z el beyti.|| beytü’l-mâl, {OsT} -*■ beytülmal.|| beytü’l-m âm ur, {OsT} Hz. Â d e m ’le birlikte y e r yüzüne, K â b e y a kın la rın a indirilmiş, tufandan so n r a tek ra r y erin e alınm ış bulunan g ö ğün y ed in ci katın da b ir cen n et k öşkü .||beytti’s-sa\ daka, {OsT} is. Yardım sa n d ığ ı.|| beytü’z-zifaf, {OsT} Gelin o d a s ı; g erd ek. beytambal, [Ar. beytü’l-mâl JUI c~j] {ağız} sf. 1. Ha yırsız; uğursuz. 2. Dağınık; çapaçul. [DS] 0
Beytullah, [Ar. beyt (ev)+Allah > Beyt’ullah 4JJI
bey-
(bey u ;g â:n i:) {OsT}
is. Düğün. beyun1, [Ar. beyün j j - J (beyu;n) {OsT} is. Geniş dipli kuyu; bostan kuyusu. beyun2, [Far. beyün j*o ] (beyu;n) {OsT/ is. Afyon, beyus, [Far. beyüs ^ j^ ] (beyu;s) {OsT} is. 1. İstek. 2. Ümit. 3. Tamah. 4. Yaltaklanma. S. Alçak gönüllü lük. beyuz, [Ar. beyzâ > beyüz ^ j e ] (beyu;z) {OsT} sf. Çok yumurtlayan, beyya, -a ’ı [Ar. bey' > beyyâ'
(bey y a;) {OsT} is.
Perakende satış yapan küçük esnaf, beyyab, [Ar. beyyâb o lo ] (bey y a;b) {OsT} is. Saka; sucu. beyyâhe, [Ar. beyyâhe as-LJ (beyya:he, h kalın s ö y lenir) {OsT} is. Balık ağı. beyyakallah, [Ar. beyyâk’allâh 411 ilU] (b ey y a:ka llâh) {OsT} ün. “Allah seni sevindirsin, isteğine ka vuştursun” anlamında iyi dilek sözü, beyyar, [Far. bı (-sız, y o k) + Ar. 'âr (utanm a)] {ağız} sf. Utanmaz. [DS] beyyin, [Ar. beyân (a ç ık söy lem e) > beyyin jn] {OsT} sf. Açık; belli; aşikâr. 0 beyyinü’l-hilaf, {OsT} Yanlışlığın a ç ık olan ı.|| beyyinü’s-sadakat, {OsT} D oğrunun ve doğruluğun a ç ık olanı.
U M IÜ İC E B I.
BEY beyyinat, [Ar. beyân > beyyinât o U jJ (beyyina:t) {OsT} is. Açık olan şeyler; belli olanlar, beyyine, [Ar. beyân (a çık söy lem e) > beyyine beyyinen lio] (b e y y i’nen) {OsT} zf. Açıkça; açık olarak; aşikâr olarak, beyz, [Ar. büyüz > beyz
{OsT} is. 1. Yumurta. 2.
Kuşun yumurtlaması. 3. Atların ayaklarında görü len yumurta büyüklüğündeki şişlik. beyza1, [Ar. beyz > beyze / beyza
beyzah, [Ar. beyzah ^ io] {OsT} sf. (Erkek için) etine dolgun; şişmanca, beyzaha, [Ar. beyz > beyzaha / beyzehe
{OsT}
is. Yumurtalar. b eyzar1, [Ar. beyzâr jl_^] (bey za:r) {OsT} is. Cinsel organ. beyzar2, [Ar. beyzâr jllo] (bey za:r) sf. Geveze; çal çene. b eyzare1, [Ar. beyzâre »jlio] (b ey za :re) {OsT} is. Ge veze; çalçene. beyzare2, [Ar. beyzâre ojlj*] (bey za :re) {OsT} is. Bü yük ve uzun sopa, beyzavi, [Ar. beyz > beyzavi
(beyzavi:) {OsT} Yumurta. 2. Demirden savaşçı başlığı. 3. Orta; ara; sf. Yumurta biçiminde olan; oval; beyzî. kısım. S beyza-bâz, {OsT} Top veya yum urta g ib i beyzbol, [İng. base ball] is. spor. -*■ beysbol, y u v a rla k cisim lerle g ö steri y a p a n la ra verilen ad. || beyze, [Ar. beyz / beyze / beyza {OsT} is. 1. beyza-der-külâfa, {OsT} 1. H ok ka b a z lıkta yum urta Yumurta. 2. Haya; husye. 3. Demir başlık. S ile oynam a. 2. in san yüreği.\\ beyza-i tu ğra, gzl. beyze-i âftâb, {OsT} G üneş.|| beyze-i âteşîn, {OsT} sntl. Tuğranın s o l tarafın daki y u v a rla k bölüm , j G üneş.|| beyze-i çarh , {OsT} G üneş.|| beyze-i beyzatü’ d-dîk, {OsT} 1. A nka kuşu yum urtası. 2. mahî, {OsT} Balıkyumurtası,\\ beyze-i subh, {OsT} H oroz yum u rtası; az bulunur şey. || beyza tü ’l-âfiG üneş.|| beyze-i zer, {OsT} Güneş.|| beyze-i zerrîn, tâb , {OsT} G üneş.|| beyzatü’l-ânkâ, {OsT} 1. A nka {OsT} G üneş.|| beyzetü’d-dîk, {OsT} 1. H oroz yu kuşu yum urtası. 2. H oroz yum u rtası; az bulunur murtası. 2. B ulunm az şey.\\ beyzetü’l-akr, {OsT} 1. ş e y .| beyzatü’l-arz, Yer m antarı.|| beyzatü’l-âteK ısırlık yum urtası. 2. H oroz yum urtası. 3. m ecaz. şîn, {OsT} G üneş.|| beyzatü’l-beled, {OsT} 1. D ev e Ç o k n ad ir bulunur şey.\\ beyzetü’l-arz, {OsT} Yer kuşu yum urtası. 2. B eled iy e başkanı. 3. M antar. |j yum u rtası; y e r m an tarı; domalan.\\ beyzetü’l-bebeyzatü’l-çarh, {OsT} Güneş.\\ beyza tü ’l-enük, led, {OsT} D evekuşu yum urtası.|| beyzetü’l-hâr, {OsT} 1. K a r ta l yum urtası. 2. D eğ erli ve az bulunur {OsT} Şiddetli sıcaklık.\\ beyzetü’l-hıdr, {OsT} Gü şey. ||beyza tü ’l-hükî, {OsT} D ünya; y e r kü r e.\\ beyz el ve örtülü kadm.\\ beyzetü’l-islâm, {OsT} 1. İs z atü ’l-h arr, {OsT} 1. Şiddetli sıcaklık. 2. Yazın en lam toplumu. 2. İsla m iy et’in y ayıldığı y erler. 3. İs s ı c a k zam anı. ||beyzatü’l-hıdr, {OsT} 1. E l d eğ m e lam iyet ’in g e r ç e k m erkezi. m iş temiz şey. 2. B â k ir e kız veya b â k ir erkek. ||beyzatü ’l-İslam, {OsT} 1. İslam ümmeti. 2. İslam ü lke beyzehe, [Ar. beyz > beyzaha / beyzehe ^s-^] {OsT} s i,|| beyzatü’l-kayz, {OsT} 1. Şiddetli sıcaklık. 2. is. Yumurtalar, Yazın en s ıc a k zam an ı.|| beyzatü’l-ukr, {OsT) I. beyzeteyn, [Ar. beyze > beyzeteyn j^-An] {OsT} is. A n ka kuşu yum urtası. 2. H oroz yum urtası; az bulu anat. Hayalar, nur şe y .|| beyzatü’ n-nehâr, {OsT} Gün ışığı.|| beyzatü ’s-sayf, {OsT} 1. Şiddetli sıcaklık. 2. Yazın en beyzi, [Ar. beyz (yumurta) > beyzı (beyzi:) sf. s ıc a k zamanı.\\ beyzatü’ s-subh, {OsT} Güneş.\\ 1. Yumurta biçiminde; oval. 2. is. Yumurta şeklin beyzatü’z-zer, {OsT} Giineş.\\ beyzatü’z-zerrîn, deki cisim. {OsT} G ü neş.||beyza-yı zerrîn, {OsT} Yıldızlar,| bez1, [eT. be-mek (sert, sıkı, sa ğ la m olm ak) > biz / beyza2, -a ’i [Ar. beyaz > ebyâz > beyzâ1 * Uij>] (bey bez] is. biv. 1. İçinden geçen kandan veya kendi öz suyundan bazı maddeleri ayrıştırarak özel salgılar z a :) {OsT} sf. 1. Çok beyaz. 2. En beyaz. 3. argo. çıkaran organ; gudde, iç salgı bezi. 2. Etle deri ara Eroin. sında bulunan kabarcık; tümör; çıban; beze. {eT} beyzade, [T. bey + Far. -zâde colj*] (b ey za :d e) {OsT} (aynı) [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] S bez tüyler, is. 1. Bey oğlu. 2. Bir büyüğün oğlu. 3. Soylu; aris B itk ilerd e ucunda küçü k sa lg ı b ez leri bulunan tiiytokrat. 4. m ecaz. İhtimamla yetişmiş nazlı çocuk cükler. veya genç. bez2, [bed / bez] {eT} is. Süs. beyzadelik, -ği [beyzade-lik] is. Bey oğlu olma du bez3, [Yun. bussos (keten) / Ar. bezz / eT. böz / biz / rumu; asilzadelik; aristokratlık. bez] is. 1. Pamuk ve ketenden yapılmış dokuma. 2. İnce pamuklu dokuma. 3. Temizlik işlerinde kulla-
nıian dokuma parçası; çaput. 4. Herhangi bir kumaş parçası. 5. gnşl. Kefen. 6. sf. Bezden yapılmış. S bez ayağı, S a d e doku m a; tafta. || bez bağlam ak, B ebeklerin altların ı ıslatm am aları için a ra la rın a yumuşak pam u klu bez koymak.\\ bez baş, {ağız} Al dırışsız; ilgisiz. [DS]|| bez bebek, Tem bel, işe y a ram az; cansız, cılız kim se.|| bez bedrek, {ağız} D o kuma çeşitleri; m an ifatu ra; kum aş türleri. [DS]|| bez çözmek, 1. D okunm uş bezi tez g âh la ra alm ak, 2. mecaz. Sürekli g id ip gelm ek. || bezden dam , fağız} Çadır. [DS]|| bez dokum ak, İşin i çevirm ek. bez4, [bez] {ağız} is. Altından su çıkan küçük çayırlık. [DS] bez^, [bez] {ağız} is. Sinek. [DS] beza, [Ar. bezâ li>] (b eza :) {OsT} is. Konuşmada açık saçıklık.
b e z a d i, [Ar. bezâdı lP'_*] (b e z a :d i:) {OsT} is. 1. Ma viye çalan renkte değerli taş. 2. Küçük yakut, bezaga, [Far. bezâğa *i-\y] (bez a :ğ a ) {OsT} is. zool. Kertenkele; keler, bezane, [Far. bezâne üly] (b eza :n e) sf. (Rüzgâr için) esici; esen. bezazet1, [Ar. bezâzet o jly ] (beza:zet) {OsT} is. Bezcilik; manifaturacılık. bezazet2, [Ar. bezâzet oil-L] (beza;zet) {OsT} is. Üst baş perişanlığı; kıyafet bozukluğu; pejmürdelik; dağınıklık. bezazistan, [Ar. bezzaz + Far. istân
(b e z a :-
zista:n) {OsT} is. Bez satılan yer; bedesten; esnaf çarşısı. bezbaz, [Far. bezbâz jljy] (bezb a:z) {OsT} is. Hin distan cevizi kabuğu, bczbeze, [Ar. bezbeze °_^] {OsT} is. 1. Hızlı yürüme; kaçma. 2. Şiddetle sarsma; depretme. bezbeze, [Ar. bezbeze oAjJo] is. 1. Üstünlük; galebe. 2. Zafer. 3. Nasip; pay; kısmet. 4. Sıkılma; daral ma. bezci, [bez-ci] is. Bez dokuyan veya satan kimse, bezcilik, -ği [bez-ci-lik] is. Bez dokuma ve satmak işi. bezdirici, [bez-mek > bez-dir-ici] sf. 1. Usanç veren. 2. Bezginlik getiren, bezdirilme, [bez-mek > bez-dir-il-me] is. Bezdiril mek işi. bezdirilmek, [bez-mek > bez-dir-il-mek] edil. f . [-ir] Birisinin bezginlik verici davranışlarına uğramak. bezdirme1, [baz (yans.) > bez-dir-me « j ^ ] {eAT} {ağız} is. 1. Saç ekmeği; bazlama. 2. Yağlı, yassı bul gur köftesi. 3. İncinen ve bertilen yere yapıştırılan
zeytinyağlı hamur. 4. Sac üzerinde pişirilen meyve li ekmek. [DS] bezdirme2, [bez-mek > bez-dir-me] is. Bezdirmek eylemi. bezdirmek, [bez-mek > bez-dir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Aynı türden davranışlarla birine usanç vermek; bıktırmak. 2. Duygusal yönden huzursuz olacak kadar yormak; bunaltmak. 3. {ağız} Eskitmek; sol durmak. [DS] bezdüm, [bez-düm >ojJ {eAT} is. Pöç; uca; kuyruk sokumu. beze1, [Ar. beyze (yumurta, husye)] is. 1. Deri altında herhangi bir yara veya çıban sonucunda meydana gelen katı yumruluk. 2. Lenf düğümlerinin herhan gi bir hastalık sırasındaki ağrılı ve şiş hali. beze2, [Far. beze ojJ {OsT} sf. 1. Yoksul. 2. Miskin. bezeJ, [Far. beze
{OsT} is. 1. Kabahat; suç; hata.
2. Günah. S1 beze-kâr, {OsT} G ü n ahkâr; suçlu.|| beze-kârî, {OsT} G ü n ahkârlık; suçluluk. beze4, [Fr. baiser] is. Yumurta akı ve pudra şekeri ile yapılan bir tür kuru pasta. beze5, [Yun. meze] is. 1. Hamur topağı; pazı. 2. {ağız} Küçük yufka ekmeği. [DS] 0 beze çevir mek, {ağız} H am uru b e z e h â lin d e yuvarlam ak. [DS] beze6, [beze] {ağız} is. Vücut yapısı; bünye. [DS] S beze basm ak, {ağız} D am arın a ba sm a k ; kızdırm ak. [DS] bezegen, [beze-gen] {eAT} sf. Çok süsleyen. bezek1, -ği [eT. beze-kiiy] is. 1. Nakış, süsleme, süs. {eT} (aynı) [Ytiknekî] [DLT] 2. Bir eseri süslemek için renkli veya renksiz; kabartma veya düz motif lerden meydana getirilmiş süsleme şekli; bezeme; nakış. 3. {eAT} Ziynet. 4. {eAT} {ağız} Ziynet eşyası. [DS] 5. {ağız} Süslü elbise. [DS] 6. {ağız} Bayram; şenlik; donanma; resmî eğlence. [DS] 7. {ağız} L e ke; benek. [DS] t? bezek kılmak, {eAT} Süslemek.\\ bezek virmek, {eA T} S ü slem ek; tezyin etm ek. bezek2, -ği [büz-ek / bezek] {ağız} is. 1. Şalvar ve do nun uçkur geçirilen yeri. 2. Donun uçkuru ya da diz üzerindeki bağı. [DS] bezekçi, [bezek-çi ^fr^y] is. 1. Tavan ve duvarları resim, şekil ve desenlerle süsleyen, boyayan kişi; nakkaş. 2. Köylerde gelinleri süsleyen kimse. 3. Alçı veya mermer görünümündeki malzemelerle bezeme yapan kişi. 4. {ağız} Gelin süsleyen kadın. [DS] 5. {eAT} sf. Süsleyen; süs yapan, bezekleme, [bezek-le-me] is. 1. Bezeklemek işi. 2. sf. Çeşitli desen ve renklerle yapılan süsleme; tez yinat. bezeklemek, [bezek-le-mek] gçl. f . [- e r ] [-l(i)-y o r] Süslemek, bezemek; tezyin etmek.
IM IİİİC fS Ö M .
BEZ bezeklenmek, [bezek-le-n-mek dU-ü.S'jj] {eAT} dönşl. f i [-ü r] Süslenmek, bezekli, [bezek-li] {ağız} sf. 1. Süslenmiş, süsü bulu nan; müzeyyen. 2. Süslü; bezenmiş. [DS] bezeklik, [bezek-lik] {eT} is. Süslenme yeri. [EUTS] bezeklü, [bezek-lü
{eAT} sf. Süslü; ziynetli.
bezel, [bez-el] sf. 1. Bezle ilgili; guddevî. 2. Görünü şü, biçimi bezi andıran, bezeleme, [beze (ham ur topağı) > beze-le-me] is. Bezelemek işi. bezelemek , [beze (ham u r topağı) > beze-le-mek] g çl. f [ - r ] [-l(i)-y o r] Hamuru yapılacak ekmek ve ya pastanın büyüklüğüne uygun olarak küçük to paklar haline getirmek. bezelemek2, [bez-ele-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r ] f-l(i)y o r ] Eskimek. [DS] bezelemek’ , [beze-le-mek / meze-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] Alaya almak; eğlencelik edinmek. [DS] bezeli1, [beze-li] sf. Bezenmiş; süslenmiş; bezekli. bezeli2, [beze'-li] sf. Bezesi olan; beze meydana ge tirmiş olan. bezeli’ , [beze3-li] sf. Yumurta akı ve pudra şekeri ka tılmış. bezeli4, [beze-li] {ağız} sf. Gürbüz; iri; kuvvetli; be sili. [DS] bezelmek, [beze-mek > beze-l-mek] {eT} dönşl. f i [ü r] Bezenmek; nakışlanmak. [DLT] bezelye, [İt. pisallo / Yun. bizelia] ( b e z e ’iye) is. bot. 1. Baklagillerden yurdumuzda çok miktarda yetişti rilen, yuvarlak taneleri taze ve kuru olarak tüketi len tırmanıcı bitki, (Pisum sativum, P. horten se). 2. Bu bitkinin badıçlar içinde gelişen yuvarlak tanele ri. bezeme1, [beze-me] is. 1. Süsleme işi. 2. Süsleyen şey; süs. 3. Duvar süsleri. 4. Sanat eserlerinin yü zeyini süslemek için kullanılan desen ve şekiller. bezeme2, [beze-me] {ağız} is. 1. Vücutta şiş ve kızar tılarla beliren bir tür deri hastalığı. 2. Kızıl hastalı ğı. 3. Frengi. 4. Yüzde ve vücutta zaman zaman çıkıp kaybolan sivilceli durum. 5. İnsan ve hayvan vücudunda oluşan şişlikler. [DS] S bezeme yap m ak, {ağız} B ir tür k o c a k a rı ila cı ile hastalığ ı te davi etm ek; otam ak. [DS] bezemeci, [beze-me-ci] is. Bezeme yapan nakkaş veya oymacı; dekoratör. bezemek1, [eT. bed(i)z-e-mek > beze-mek
gçl-
fi. [- r ] [-z(i)-y or] 1. Süslemek; tezyin etmek, dekore etmek. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [EUTS] [Yüknekî] 2. Donatmak. 3. Bir bina, mobilya, kumaş, kitap veya herhangi bir şeyi süslerle güzelleştirmek; nakşet mek. bezemek2, [beze-mek] {ağız} gçl. fi. f - r ] [-z(i)-y or] 1.
Vücutta meydana gelen şişkinliği ayranla, yoğurtla ovmak. 2. Şifalı olduğuna inanılan çamur, toprak ve suyu yüze sürmek. [DS] bezemek’ , [beze-mek] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-z(i)-y or] 1. Hamuru bir parça açmak. 2. Ağzının payını ver mek. [DS] bezemek4, [beze-mek] {ağız} is. İnsan ve hayvan vü cudunda meydana gelen şişlik. [DS] bezemek5, [beze-mek] {ağız} is. Küçük olarak açıl mış yufka ekmeği; çörek. [DS] 0 bezemek çevir mek, {ağız} Yufka ham urunu y a v a ş y a v a ş açm ak. [DS] bezemeli, [beze-me-li] sf. Bezemesi olan; süslü, bezen, [beze-n] is. Bezek; süs. bezenç, [beze-mek > beze-nç] {eT} is. İpek ya da yün yumağı. bezenek, -ği [beze-n-ek] {ağız} is. 1. Basiret. 2. Cesa ret. [DS] S bezeneğine basm ak, {ağız} D am arın a b a sm a k ; kızdırm ak. [DS] bezenilmek, [bez-e-n-il-mek
{eAT} edil, f i [-
ü r] Süslenmek; tezyin edilmek, bezeniş, [beze-n-iş] is. Bezenmek işi; bezenme du rumu. bezenk, -ngi [bez-mek > bez-en-k] {ağız} sf. Baygın; bitkin; yıpranmış. [DS] bezenlik, -ği [beze-n-lik] is. Süs olarak kullanılmak için kıymetli taşlardan yapılmış küçük süs eşyası, bezenme, [beze-n-me] is. Bezenmek işi. bezenm ek1, [eT. beze-mek > beze-n-mek
edil,
f i [-ir ] 1. Birisi tarafından bezeli hâle getirilmek; nakışlanmak; süslenmek. 2. dönşl. Kendini beze mek; süslenmek. {eT} {eAT} (aynı). [DLT] B bezene bezene, {ağız} Ö zen erek; itina ile. [DS] bezenmek2, [beze-n-mek] edil. fi. [-ir ] 1. Vücutta oluşan kızartılılara karşı tedavi olunmak. 2. Üfü rükçü tarafından okunup üflenmek. bezer1, [Ar. bezer ji>] {OsT} is. Gevezelik. bezer2, [Far. bızâr] {ağız} sf. Aksi. [DS] bezerlik, [bez-mek > bez-er-lik / Far. bı-zâr (bezgin) + T. -lik t i U j {eAT} {ağız} is. Usanma; bezme; bezginlik; bıkkınlık. [DS] bezerm ek1, [bez-er-mek (bez g ib i olm ak) ? / beyazar-malc ?] {ağız} gçsz. f i [-ir ] 1. Solmak; rengi at mak. 2. (Kirli çamaşır için) beyazlamak. [DS] bezermek2, [boz-ar-mak / bez-ermek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] 1. Kızararak olgunlaşmak. 2. (Ekin için) ol gunlaşmaya başlamak. [DS] bezermek3, [eT. bez (gudde)! Ar. beze (gudde) > bez-er-mek / beze-r-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] (Yara için) iyileşmeye yüz tutmak. [DS] bezermiş, [bez-mek > bez-er-miş] {ağız} sf. Bezmiş; bıkmış; usanmış. [DS]
OlUffiHllCESOZbl»579
BEZ
bezeşmek, [beze-mek > beze-ş-mek] {eT} işteş f i [-
ür] Nakşetmekte yardım ve yarış etmek. [DLT] bezetgen, [beze-t-gen] {eT} sf. Daima bezeten. [DLT] bezetigsek, [bezet-mek > *bezet-ig > bezetig-sek]
{eT} sf. Süslemeye, süs yapmaya düşkün, bezetm ek, [eT. bedize-t-mek > beze-t-mek] gçl. f i [-
ir][eT, -ür] Birine bezeme işi yaptırmak; nakşet tirmek; süsletmek; {eT} (aynı). [DLT] bezeyici, [beze-y-ici] is. Bezeme işini yapan; nakkaş;
dekoratör. bezeyiş, [beze-y-iş 2.
is. 1. Bezeme işi; süsleyiş.
zfi Bezeme biçimi,
bezez, [Ar. bezzaz] {ağız} is. Kumaş tüccarı; manifa turacı. [DS] bezgek, [bez-mek > bez-gek] (b ezg e:k ) {eT} is. 1. Soğuk. [EUTS] 2. Titreme; titretici sıtma; {ağız} (ay nı). [DLT] [DS] bezgi1, [bez(e)-gi] is. Süs; bezek. bezgi2, [bez-mek > bez-gi] {ağız} is. Usanç. [DS] bezgin, [bez-mek > bez-gin] sf. 1. Yaşama ve çalış ma isteklerini yitirmiş durumda olan; hayatından bezmiş. 2. Her şeyden bıkmış; bıkkın; usanmış, bezginleşme, ,[bez-gin > bez-gin-le-ş-me] is. Bezgin leşmek işi; bıkma, usanma, bezginleşmek, [bez-gin-le-ş-mek] gçsz. f i [- ir ] Bez gin hale gelmek; yaşama ve çalışma isteğini yitir miş durumda olmak; bıkmak; usanmak, bezginlik, -ği [bez-gin-lilc] is. Bezgin olma durumu; bıkkınlık; usanç; yorgunluk. S bezginlik getir mek, Yorulm ak; u san m ak; bıkm ak. \\bezginlik ver mek, Yorm ak; usan dırm ak; bıktırm ak. bezi, - zi’ı [Ar. bezîc » j j (bezi:) {OsT} sf. (Çocuk için) akıllı uslu; zarif, bezig, [bez-mek > bez-ig] {eT} is. Titreme; tüyleri diken diken olma. [DLT] bezik1, -ği [bez-mek > bez-ik] {ağız} sf. 1. Soluk; rengini atmış. 2. Buruşuk; zayıf; cılız. 3. Pembe.
[DS]
çin) güçlü; kuvvetli; zorlu. 2. Kızgınlığını belli et meyip soğukkanlı davranan. bezin, [Far. bezîn
(bezi:n) {OsT} sf. Esici; esen.
bezinç, [bez-inç] {eT} is. İpek ve yün yumağı. [DLT] bezir1, [Ar. bezir
{OsT} sf. Geveze.
bezir2, -zri [Ar. bezr / bezir j-L] is. 1. Ekilmek üzere ayrılmış bitki tanesi; tohum. 2. Ekim dikim işi; ta rım. 3. Keten tohumu. 4. m ecaz. Dağıtılmış, saçıl mış şey. S bezir işi mürekkep, K eten tohumu y a ğının y a kılm a sı ile olu şan isten y a p ıla n mürekkep.\\ bezir yağı, K eten tohumu yağı. bezirgân, [Far. bâzar-gân ol?jy / olSjjU] (bezirgâ:n ) is. 1. Tüccar; esnaf. 2. Boynuna astığı bir tabla ve ya sepette iğne; iplik, boncuk türünden şeyler sa tan; çerçi. 3. Alışverişte çok kâr peşinde koşan kimse. 4. m ecaz. Korkak. 5. (Aşağılayıcı ifadeyle) Yahudi. bezirgânbaşı, [bezirgân+baş-ı] is. tar. 1. imparator luk döneminde padişahın kullanacağı çuha, bez, tülbent gibi eşyaları satın almak ve korumakla gö revli Dârüssaade ağasına bağlı görevli. 2. fo lk . Bir çocuk oyunu. bezirgânlık, -ğı [bezirgân-lık] is. 1. Bezirgâmn yap tığı iş ve meslek. 2. m ecaz. Tamahkârcasma davra nış. bezirger, [Ar. bezr + Far. -ger
j-L] is. Tohum sa
çan; çiftçi. bezirhane, [Ar. bezir + Ar. hâne ^U-jJu] {ağız} is. Bezir yağı üretilen yer. [DS] bezirleme, [bezir-le-me] is. Bezirlemek işi. bezirlemek, [bezir-le-mek] gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Keten tohumu yağı ile yağlamak. 2. Bezir yağı sür mek. bezistan, [Ar. bezz + Far. istân jU~y] (bezista:n ) {OsT} is. Bez satılan yer; bedesten; esnaf çarşısı, beziş, [bez-mek > bez-iş] is. Bezmek eylemi ve bi çimi.
bezik2, -ği [Erme, bazuk (pan car)] {ağız} is. Pancar yaprağı. [DS]
bezitmek, [bez-it-mek] {eT} gçl. fi. [-ü r] Titretmek. [DLT]
bezik3, -ği [Fr. besique] is. Dört deste as, papaz, kız, vale, onlu ve dokuzludan ibaret 96 iskambil kâğıdı ile ve iki, üç, dört veya beş kişiyle oynanan bir is kambil oyunu,
bezk, [Far. bezk iljJ {OsT} is. zool. Tespih böceği,
bezil, [Yun. pezuli (taş seki)] {ağız} is. 1. Kayalar üzerindeki küçük çıkıntılı düzlükler; seki. 2. Evler de testi konulan yükseltiler. [DS] bezilme, [bez-il-me] is. Bezilmek işi. bezilmek, [bez-mek > bez-il-mek] edil, f i [-ir ] Bez mek eylemi yapılmak; bezginlik durumuna getiril mek. bezim, [Ar. bezim ^ .1 ] (bezi:m ) {OsT} sf. 1. (Kişi i
bezi, [Ar. bezi Ji>] {OsT} is. 1. Cömertçe harcama. 2. Bol bol, acımadan verme; saçma. S bezl-i cân, {OsT} Canını, hayatını se v e se v e f e d a etme.\\ bezl-i cehd, {OsT} E linden g elen ça b a y ı gösterm e. ||bezl-i gayret, {OsT} E linden g elen ça b a y ı gösterm e. || bezl-ü güher, {OsT} C ev h er d ağıtm a; in ci s a ç m a .|| bezl-i himmet, {OsT} E linden g elen ça b a y ı g ö s term e.|| bezl-i m akderet, {OsT} E lin den g elen ç a bayı g ö sterm e.|| bezl-i makdfir, {OsT} E lin den g e len ça b a y ı gösterme.\\ bezl-i mechüd, {OsT} E lin den g elen ça b a y ı gösterm e. || bezl-i nefs, {OsT}
a iÜ M I Ü T O M .
BEZ K en din i h a rc a m a ; hayatını verme, jj bezl-i nükud, {OsTj B o l b o l p a r a verme. bezla, -a ’i [Ar. bezla’ *
sf. Felâket getiren,
bezle, [Far. bezle d y ] {OsTj is. 1. Floşa giden, nazik söz; latife; şaka tarzında söylenen lakırdı. 2. Ahenkle okunan şiir. S bezle-bâz, {OsT} L a tifeci; ş a k a c ı.|| bezle-gû, {OsT} L a tife c i; şakacı. bezlemek, [bez-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Bez yapıştırmak; bez koymak. 2. (Harita vb. için) yır tılmalarını önlemek amacıyla arkasına bez yapış tırmak; astarlamak. 3. {ağız} Çocuğu bezlerine sar mak. [DS] 4. {ağız} geçsz. f . (Cilt için) pul pul ka barmak. [DS] bezm 1, [Ar. bezm f j j {OsT} is. 1. Diş ucu ile ısırma; kırma. 2. Yayın kirişini çekip salıverme. bezm2, [Far. bezm »Ju] is. 1. Toplantı. 2. Topluluk. 3. İçkili, eğlenceli sohbet toplantısı. 4. Ziyafet. S bezm -ârâ, {OsT} Katılım ı ile toplantıya ren k veren ; toplantıyı sü sleyen .|| bezm-efzâ, {OsT} Ziyafetin, eğ len cen in zevkini artıran .|| bezm-i aşk, {OsT} Aşk m eclisi.|| bezm-i cem, {OsT} Cem in m eclisi; içkili toplantı, eğlenti. ||bezm-i cihân, {OsT} D ünya m ec lisi.|| bezm-i eiest, {OsT} A lla h ’ın ru hları y a ra ttık tan so n ra on ları toplayıp "Ben sizin R abbin iz d eğ il m iyim ?” diye sordu ğu ve ruhların d a “Evet, R abbim izsin !” cevabın ı v erd ikleri toplantı.\\ bezm-i fena, {OsT} D ünya; hayat.|| bezm-i fütûh, {OsTf Z afer m eclisi. ||bezm-i gam , {OsT} Üzüntü m eclisi. || bezm-i hâs, {OsT} Ö zel içki m eclisi]] bezm-i işret, {OsT} İç k i m eclisi.|| bezm-i mey, {OsT} İ ç k i m ecli s i. || bezm-i muhabbet, {OsT} İç k i m eclisi.|| bezm-i nüş â nflş, {OsT} İçk i m eclisi.|| bezm-i safâ, E ğ len c e m eclisi. ||bezm-i vuslat, Buluşm a m eclisi. bezman, [bez-men / bez-mân] {eT} sf. Bezgin; bitkin. bezm e1, [bez-me] is. Bezmek işi; bıkıp usanma. bezme2, [Ar. bezme ^ y ] {OsT} is. Gündüz yenilen bir öğün yemek. bezmeJ, [Far. bezme ^ y] is. İçki veya sohbet meclisi köşesi. bezmek, [eT. bez-mek (soğuktan titrem ek)] g ç s z .f. [e r ] 1. {eT} Titremek. [Gabaitı] [DLT] [EUTS] 2. Usanç duymak; bıkkınlık getirmek. 3. Yaşama ve iş yapma gücünü yitirmek; yaşamaktan ve çalış maktan zevk alamaz olmak, bezmgâh, [Ar. bezm + Far. -gâh olS^] (bezm gâ.h) is. Eğlence ve içki meclisi. f Ar. bezr - ; 1 ‘OcTI is Tohum: ekilecek tane, o- De/.ı-ger, {OsT} ' -* Dezrger.j’ bezrfi’ l-bene, {OsT} bot. B an otu tohumu. bezr2, [Far. bezr jy ] {OsT} is. 1. Ekim; tarım; ziraat. 2. Çiçek ve sebze tanesi.
bezrek, -ği [Far. bezr > bezrek i j j {OsT} is. Küçük tohum bezreka, [Ar. bezreka
{OsT} is. Yol gösteren;
kılavuz; delil, bezrgâr, [Ar. bezr + Far. -gâr j^Sjy] (bezrg â:r) is. Tohum saçan; çiftçi, bezrger, [Ar. bezr + Far. -ger S jjo] {OsT} is. Tohum saçan; çiftçi. bezrkâr, [Ar. bezr + Far. -kâr
jy ] (bezrkâ ;r) is.
Tohum saçan; çiftçi, bezul, [Ar. bezi > bezül Jj-İJ (bezu ;l) {OsT} sf. Eli açık; cömert. bezyun, [Ar. bezyün jjjj] (bezyır.n) {OsT} is. 1. İnce kumaş. 2. Altın işlemeli atlas; siindüs. bezzaz, [Ar. bezz > bezzaz jl»] {OsT} (bezza;z) is. 1. Kumaş satan kimse; bezci. 2. Kumaşçılar çarşısı, bezzazistan, [Ar. bezzâz + Far. istân jU~jl_*] {OsT} (bezza;z) is. Bez satılan yer; bedesten; dokumacılar çarşısı. bezzazlık, -ğı [bezzaz-lık] is. Kumaş satıcısının işi; manifaturacılık, bezzeke, [Ar. bezzâka «Iy] {ağız} is. Sümüklü böcek. [DS] b ı1, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)\ is. (Hayvan için) bağırma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] bı-ğır-m a. bı2, [bı] {eT} is. Bıçak; çakı; kesecek alet. [EUTS] [Gabain] S bı bıçku, {eT} B ıçak. [EUTS] bıbık, -ğı [Çoc. d. bıbık] {ağız} is. Küçük kız çocuk larının cinsiyet organı. [DS] b ıc1, [bıc (yans.)\ is. Çocukların konuşma tarzını an latan kök. [Zülfikaı] bıc-ı bıcı. bıc2, [bıc (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır ma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bıc-ı bıcı. bıc3, [bıc (yans.)] is. Mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bıc-ık-la-m ak, bıc-ı-m ak, bıc-ık-m ak, bıcık. bıc4, [bıc (yans.)] is. Yıkanma biçimi anlatan kök. [Zülfıkar] b ıc-ı bıcı, bıc-ı bıcı yapm ak. bıc5, [bıc / biç (yans.)] is. Sulanmış, cıvıklaşmış nes nelerin kımıldamaları halindeki görünümünü ve durumunu anlatan kök. [Zülfıkar] bıc-ıl, bıc-ıl-gan, b ıc-ır-a-m ak, bıc-ır, bıc-ır-gan. bıc6, {bic / h vç ! Hic (Mu J ] ; {H’A .itn vağianaraK azı bölgelerinin sarkmasını, şiş manlığın verdiği hantallığı ve tembelliği anlatan kök. [Zülfıkar] bıcı bıcı, bıcı-lan-m ak, bıc-ır-m ak, bıcı-l-da-k. bıcı1, [bıc (yans) > bıc-ı] is. Çocukların konuşma tar
BIC
i B f f i l t l B K S O M « 58i
zını anlatan yansımalı gövde. S bıcı bıcı, {ağız} (Ç ocukların kon uşm ası için) tatlı tatlı; neşeli. [DS]
bıcıldamak, [bıc (yans.) > bıc-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-d (ı)-y o r] Bıcıltılı sesler çıkarmak,
bıcı2, [bıc (yans.) > bıc-ı] is. Yıkanma biçimi anlatan yansımalı gövde. [Zülfıkar] S bıcı bıcı, (Ç o cu k dili) yıkanma.\\ bıcı bıcı yapm ak, Yıkanmak.
bıcılgan, [eT. bıç-ıl-ğân > bıcılgan 0U İ£] is. 1. Atla
bıcı3, [bıc (yans.) > bıc-ı] is. Keçi ve diğer hayvanları çağırma, kovalama sözünü anlatan yansımalı göv de. 0 bıcı bıcı, {ağız} K e ç i ç a ğ ırm a ünlemi. [DS] bıcı4, [bıc / buc / büc (yans.) > bıc-ı] is. Şişman olma yı, bedenin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkması nı, şişmanlığın verdiği hantallığı ve tembelliği an latan yansımalı gövde. S bıcı bıcı, {ağız} Şişm an; hantal. [DS]|| bıcı bıcı bitmek, {ağız} Y ediği y a r a m ak; şişm anlam ak. [DS] bıcı5, [bıc (yans.) > bıc-ı] is. Mızıkçılık etmeyi anla tan yansımalı gövde. S1 bıcı bıcı, {ağız} B aştan s a van; savsaklayıcı. [DS] bıcıbıcı1, [bıc (yans.) > bıc-ı+bıc-ı] {ağız} is. Bir tür çocuk oyuncağı. [DS] bıcıbıcı2, [bıc (yans.) > bıc-ı+bıc-ı] {ağız} sf. Baştan savıcı; savsaklayıcı. [DS] bıcıbıcı3, [bıc (yans.) > bıc-ı+bıc-ı] {ağız} is. Otomo bil yıkama düzeneği. bıcık1, -ğı \eT. bıç-uk > bıç-ık] {ağız} is. 1. Dörtte bir parça; dilim. 2. Ceviz içi. [DS] bıcık2, -ğı [eT. bıç-uk > bıcık] {ağız} is. Dişi kedinin üreme organı. [DS] bıcıkJ, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ık] {ağız} is. Buzağı. [DS] bıcık4, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ık] {ağız} is. Kadınların meme uçlarında, çocukların ayaklarında çıkan sulu yara. [DS] bıcıkçı, [bıc (yans.) > bıc-lk-çı] {ağız} sf. Mızıkçı. [DS] bıcıkım, [bir+çık-ım > bıcıkım] (bı ’çıkım ) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıcıklamak, [bıc (yans.) > bıc-ık-la-mak] {ağız} gçsz. f M [~l(l) - y ° r] Mızıkçılık etmek; sözünden dön mek. [DS] bıcıkmak, [bıc (yans.) > bıc-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] Mızıkçılık etmek; sözünden dönmek. [DS] bıcıl1, [bıc (yans.) > bıc-ıl] is. anat. 1. Aşık kemiğinin altında bulunan küçük bir kemik. 2. Bu kemikle oynanan bir tür zar oyunu. bıcıl2, [bıc (yans.) > bıc-ıl] {ağız} sf. Yumuşak. [DS] bıcılanmak1, [bıc (yans.) > bıc-ıl-an-mak] d ö n ş l.f [ -ır ] Sızlanmak. [DS]
{ağız}
bıcılanmak2, [bıc (yans.) > bıc-ıl-an-mak] {ağız} dönşl. f [-ır ] Biraz ş’^îttanlamak; toplanmak; iyi leşmek. [DS] bıcıldak1, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ıı-cıa-k| {ağız} is. Küçük çocuk. [DS] bıcıldak2, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ıl-da-k] {ağız} is. 1. Azmış ve yayılmış yara. 2. Hayvanların tırnak dip lerinde olan yara. [DS],
rın ve sığırların tırnak kökünde meydana gelen sulu yara. /eAT} (aynı) 2. Sulu yara; egzama; mayasıl. 3. sf. (Yara için) azmış, bıcılganmak, [bıcılgan-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Eg zama olmak. [DS] bıcılık, -ğı [bir+çal-ık > bıcılık] ( b ı ’cılık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıcılkan, [bıc (yans.) > bıc-ll-kan] {ağız} is. -* bıçılgan2'. [DS] bıcıltı, [bıc (yans.) > bıc-ıl-tı] {ağız} is. Yoğurt, ayran vb.nin yüzeyinde küçük kabarcıklarla birlikte çıkan ses. bıcımak, [bıc (yans.) > bıc-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır ] 1. Mızıkçılık etmek; sözünden dönmek. 2. Usan mak. [DS] bıcımık, -ğı [bir+çim-dik > bir+cım-ık] ( b ı ’cırnık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıcımıcık, -ğı [bir+çal-ım-lık / -cık > bıcımıcık] (bı ’cım ıcık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıcınmak, [bıc (yans.) > bıc-ın-mak] {ağız} gçl. f . [ır] Okşayarak sevmek. [DS] b ıcır1, [bıc (yans.) > bıc-ır] is. Sürekli olarak cıvılda ma biçiminde konuşmayı anlatan gövde. S bıcır bıcır, 1. (K onuşm a için) sü rekli o la ra k, h o şa g id e c e k şekild e. 2. (T erlem ek için) b o l bol. 3. (Ç ocu k için) ca n lı; h a rek etli; sevim li. bıcır2, [bıc (yans.) > bıc-ır] {ağız} sf. Gözleri sulanan. [DS] bıcırJ, [Bul. cebur] {ağız} is. Büyük fıçı. [DS] b ıcıram ak, [bıc (yans.) > bıc-ır-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-r(ı)-y or] Kımıldamak. [DS] bıcırdam ak, [bıc (yans.) > bıc-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f M [~d(ı)-yor] Mutluluğun, hoşnutluğun belirtisi olarak sürekli ve hafif sesler çıkarmak. [DS] b ıcırgan 1, [bıc (yans.) > bıc-ır-gan] {ağız} sf. Ortalığı karıştıran; fitneci. [DS] bıcırgan2, [biç-mek / bıç-mak > bıc-ır-ga-n ?] is. 1. Metal boruların iç yüzlerini parlatıp düzleştirmekte kullanılan bir araç. 2. {ağız} Çelik matkap. [DS] bıcırgan3, [bıc (yans.) > bıc-ır-gan] {ağız} is. İshal. [DS] bıcırgan4, [bıc (yans.) > bıc-ır-gan] {ağız} is. Midye. [DS] bıcırgan5, [bıc (yans.) > bıc-ıl-gan / bıcır-gan] {ağız} is. Sulu yara. [DS] 0 bıcırgan otu, N an egillerden , i h r o la r a k kullanılan koktılu ve z eh irli b ir ot.
~iic ^iiıhh, -£■ [te (}'vıîşy;> t?Şc-ir~gr*~! bıc-ır-ık] s f 1. Sıska; çe limsiz. 2. Yaramaz. 3. Geveze; bit bit. 0 bıcırığı çıkm ak, {ağız} (Ç o k olgun y em işler için) p a r ç a lan m ak; içi ışına çıkm ak. [DS]
ö IÜ M ü M E S ö M .
BIC bıcırık2, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ır-ık] sf. Bol. [DS] bıcınk3, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ır-ık] is. İshal. [DS] bıcırm ak, [bıc (yans.) > bıc-ır-mak] {ağız( gçsz. fi. [ır] Biraz şişmanlamak; iyileşmek; toplanmak. [DS] bıcıtm ak1, [bıc 'yans.) > bıc-ıt-mak] {ağız} g ç l . f [-ır] Bir bitkiyi sökerken örselemek, yaralamak. [DS] bıcıtmak2, [bıc (yans.) > bıc-ıt-mak] {ağız} gçl. f i [-ır] İşin tadım kaçırmak; çığırından çıkarmak; ciddili ğini bozmak; cıvıtmak. [DS]
bıçakçı, [bıçak-çı] is. 1, Bıçak ve buna benzer kesici aletler yapan kimse. 2. Bıçak satıcısı. 3. Bu esnafın dükkânı. bıçakçılık, -ğı [bıçak-çı-lık] is. 1. Bıçakçının işi; bı çakçının mesleği. 2. Bıçak sanayii, bıçaklam a, [bıçak-la-ma] is. Bıçaklamak eylemi. S bıçaklam a makinesi, K oyun derisin d e kalm ış olan y a ğ ve et p a r ç a la r ın ı tem izlem ekte kullanılan m a kine.
biç1, [bıc / biç (yans.)] is. Sulanmış, cıvıklaşmış nes nelerin kımıldamaları anındaki görünümünü ve durumunu anlatan kök. [Zülfıkar] bıç-ık, bıç-ü-gan, bıç-ır-gan.
bıçaklam ak, [bıçak-la-mak] g ç l . f [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bıçakla kesmek. 2. Bıçakla birini yaralamak veya öldürmek.
biç2, [biç (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır ma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bıç-ı bıçı.
bıçaklanm ak1, [bıçak-la-n-mak] e d i l .f i [ -ır ] 1. Ken disine biri tarafından bıçakla yaralamak eylemi uy gulanmak; bıçakla yaralanmak. 2. Bıçaklı hâle ge tirilmek; bıçak takılmak.
bıça, [bıç-a] { eT } is. Yırtık; yırtma. [EUTS] bıçah, [bıç-mak > bıç-ak > bıç-ah £=m] {e AT} is. Bı çak. bıçak, -ğı [eT. bıç-mak (biçm ek) > bıç-ak] is. 1. Tutacak bir sapı olan, genellikle kesme işinde kul lanılan el aracı. [EUTS] {eT} (aynı) 2. Çeşitli kesme işlerinde kullanılan kesici ağzı bulunan ve amaca göre şekli ve niteliği değişen araçlar. 3. Tıraş ol makta kullanılan kesici; jilet veya ustura. S bıcaga düşmek, {eAT} -> bıçağa düşmek.|| bıcaga gelmek, {eAT} -*• bıçağa gelmek.|] bıçağa düşmek, 1. Son ç a rey i b ıça k ta aram ak. 2. K en dini b ıç a k la öldü r m ek. || bıçağa gelmek, (K a sa p lık hay v an lar için) k e s ile c e k k a d a r büyümek. || bıçak ağzı, 1. B ıçağ ın keskin yüzü. 2. {ağız} Yarım ay. [DS]|| bıçak altına yatm ak, A m eliyat olm a k .|| bıçak artığı, K esilm e m iş k a s a p lık hayvan.\\ bıçak bıçağa gelmek, B ı ç a k la d ö v ü şecek durum a gelm ek. ||bıçak bıçak ol m ak, {ağız} B ir y e r i sancım ak. [DS]|| bıçak çek m ek, B ıç a k la saldırm ak. || bıçak gibi, 1. İn c e ve keskin. 2. (Soğuk için) şiddetli ayaz. || bıçak gibi kesmek, 1. Ç o k keskin olm ak. 2. (İlaç için) etkisini h em en gösterm ek]] bıçak gibi saplanmak, Şiddetli v e ani b ir sa n cı başlam ak.]] bıçak kaçığı, A yakka b ıcılıkta bıçağ ın yan lış kullan ılm asıyla o rtay a ç ı k an kesik.]] bıçak kemiğe dayanm ak, 1. D ay a n a c a k h â l kalm am ak. 2. Sabrın son sınırın a varmak.]] bıçakla keser gibi kesmek, K esin o la r a k bitirm ek, s o n a erdirmek.]] bıçak sırtı, 1. Ç o k az zam an. 2. Ç o k az k alan yol. 3. Tehlikeli, korku lu durum ve yer.]\ bıçak silmek, İşi sonu çlan dırm ak, bitirmek.]] bıçak sünüge erm ek, {eAT} B ıç a k k em iğ e day an mak.]] bıçak vurm a, D ericilikte d er id e kalm ış olan et ve y a ğ p a r ç a la r ın ı sıyırıp atm a bıçak y ara sı, 1. B ıç a k la y a ra la n m a sonucu d eri üzerinde k a lan iz. 2. (D udak için) ince, kesin çizgili.]] bıçak yemek, B irisi tarafından b ıç a k la y aralan m ak.
bıçaklanm a, [bıçak-la-n-ma] is. Bıçaklanmak işi.
bıçaklanm ak2, [bıçak-la-n-mak] dönşl. f i [-ır ] Bıçak edinmek; bıçak almak; bıçak sahibi olmak; kendini bıçaklı hâle getirmek. bıçaklaşm ak1, [bıçak-la-ş-mak
işteş fi. [-ır ]
[e AT, -u r] Birbirini bıçaklamak; karşılıklı olarak bıçaklama eylemini gerçekleştirmek; {eAT} (aynı). bıçaklaşm ak2, [bıçak-la-ş-mak] gçsz. f i [-ır ] Bıçak durumuna gelmek; bıçak gibi olmak, bıçaklı, [bıçak-lı] sf. Bıçağı olan, bıçaklık, -ğı [bıçak-lık] is. Mutfak aleti olarak bıçak ların konulduğu çekmece veya askı, bıçası, [bıç-mak > bıç-ası] {eT} is. Biçecek; kesecek. [DLT] bıçgak, [bıç-mak > bıç-ğak / buçğâlc] (bıçg a :k ) {eT} is. Köşe. bıçgas, [bıçğas / baçığ / bıçığ] {eT} is. Uluslar arasın da yapılan antlaşma ve bağlantı. [DLT] bıçgıl, [bıç-ğıl / bıç-ıl-ğan] {eT} is. 1. Eldeki ve ayak taki çatlaklar; bıçılgan. 2. Yerdeki yarık ve çatlak lar. [DLT] bıçgu, [bıç-ğu] {eT} is. 1. Bıçkı; testere. 2. Bıçak. 3. Biçme. [EUTS] [DLT] [Gabain] bıçguç, [bıç-ğuç] {eT} is. Makas; sındı. [DLT] bıçguluk, [bıç-ğu-luk] {eT} is. Bıçkılı; bıçaklı. [EUTS] bıçı, [biç (yans.) > bıç-ı] is. Keçi çağırma ünlemi. S bıçı bıçı, {ağız} H ayvanları ça ğ ırm a ve kov a la m a ünlemi. [DS] bıçıg, [bıç-mak > bıç-ığ] {eT} is. Anlaşma; sözleşme. bıçık1, -ğı [bıç-mak > bıç-ık] {ağız} is. 1. Sel yatağı; dere; dere yatağı. 2. Dağ yamacı. [DS] bıçık2, -ğı [biç (yans.) > bıç-ılc] {ağız} is. -*■ bıçılgan2. [DS] bıçılgan', [bıç-ıl-mak > bıç-ıl-ğan] {eT} {eAT} is. 1. Herhangi bir çatlak; yarıntı. 2. Hayvanların ayakla rında hasıl olan yara; çatlak.
«
E
n M
C
E
«
.
BID
»
bıçılgan2, [biç (yans.) > bıç-ıl-gan] {ağız} is. 1. Yara azması. 2. Kadınların meme uçlarında, çocukların ayaklarında ter vb. sebeplerden oluşan sulu yara. [DS] 3. {ağız} Göl kıyılarında, su içinde midye ka buğuna benzer kaygan bir madde. [DS] bıçılgm, [biç (yans.) > bıç-ıl-gın] {ağız} is. -*• bıçılgan2. [DS] bıçılkan, [biç (yans.) > bıç-ıl-kan] {ağız} is. -> bıçılgan2. [DS] bıçılmak, [bıç-mak > bıç-ıl-mak] {eT} edil. f i [-ır ] Biçilmek; kesilmek. [Gabain] [EUTS] biçim, [bıç-mak > bıç-ım] {eT} is. Kesim; dilim. [DLT] bıçımak, [bıç-mak > bıç-ı-mak] {eT} gçl. f i f - r ?] Biçmek. [Nevâyî] bıçın, [biçin / biçin] {eT} is. Maymun. [Gabain] bıçınggıcık, -ğı [bir+çmgı-cık > bıçıngıcık] (bı ’çıhgıcık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıçıngı, [bir+çm-gı > bıçmgı] (bı ’çıngı) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıçınmak, [bıç-mak > bıç-m-mak] {eT} d ö n ş l.f. [-u r] 1. Bir şeyi kendi için doğramak. 2. Kendim doğrar gibi göstermek. 3. Kendi başına doğramak. [DLT] bıçıntı, [bıç-mak > bıç-mtı] {ağız} is. 1. Sel yatağı; dere. 2. Bıçağın parmağı hafifçe kesmesinden olu şan küçük yarık. [DS] bıçırgan, [biç (yans.) > bıç-ır-gan] {ağız} is. Sulu ya ra; bıçılgan. [DS] bıçırganlık, -ğı [biç (yans.) > bıç-ır-gan-lık] {ağız} is. Çamurlu yer. [DS] bıçıkan, [biç (yans.) > bıç-ır-kan] {ağız} is. -*■ bıçılgan2. [DS] bıçış, [bıç-mak > bıç-ış] {eT} is. Büyüklerin davetine, düğününe gidenlere verilen ipekli kumaş. [DLT] bıçışmak, [bıç-mak > bıç-ış-mak] {eT} işteş, f . [-u r] Biçmekte, kesmekte yardım ve yarış etmek. [DLT] bıçkı, [eT. bıç-ğu > bıç-kı] is. 1. Ağaç kesmek veya tahta biçmekte kullanılan ağzı dişli büyük testere. 2. Motorlu testere. 3. Saraçların kullandığı bıçak; falçata. 4. Bağ budamaya yarayan dişli küçük çakı bıçağı. 0 bıçkı evi, T ahta b içilen yer. bıçkıcı, [bıç-kı-cı] is. 1. Ağaç ve tahta biçerek geçi mini sağlayan ve bu işi meslek edinmiş kimse. 2. Bıçkı makineleri yapan ve satan kimse, bıçkıhane, [bıçkı + Far. hâne] (bıçk ıh a :n e) is. Tom rukların biçilip tahta haline getirildiği yer. bıçkın, [bıç-mak (biçm ek) > bıç-km] sf. a rg o. 1. Külhanbeyi; kabadayı, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Cesur; yürekli. [DS] 3. {ağız} Flovarda; serseri. [DS] 4. {ağız} Yaramaz; haşarı. [DS] bıçkınlaşma, [bıç-km-la-ş-ma] is. Bıçkınlaşmak işi. dönşl. f .
bıçkınmak, [bıc-(ı)k-m-mak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] Bur kulmak; acımak. [DS] bıçm a, [bıç-ma] {eT} is. Biçme; kesme. S bıçma yorınçga, {eT} B içilm iş yon ca. [DLT] bıçm ak, [bıç-mak / biç-mek] {eT} gçl. f . [-u r] B iç mek; kesmek. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin] bıçtaçı, [bıç-taçı] {eT} is. Cellat. [EUTS] bıçturm ak, [bıç-mak > bıç-tur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Biçtirmek; kestirmek. [DLT] bıçuk, [bıç-mak > bıç-uk] {eT} sf. 1. Biçilmiş; kesik. 2. Kesilmiş şeyin yarısı; buçuk, bıçumak, [bıç-mak > bıç-ü-mak] {eT} gçl. f i [-r ] Kesmek. [EUTS] bıçuşmak, [bıç-uş-mak] {eT} işteş, fi. [-u r ] Kesişmek. [EUTS] bıd1, [bıd / bit (yans.)\ is. Gürültülü patırtılı, kaba ve düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, geve zelik ve dedikodu etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bıd -ı bıdı, bıd-ı-la-m ak, bıd -ır bıdır, bıd-ı-ra-m ak, b ıd bit, bıd-ra-m ak, bıd-ra-ş-m ak. bıd , [bıd / bid (yans.)] is. Düzensiz hafif patırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bıd -ır bıdır, bıd-ış bıdış. ® bıd bıd, {ağız} (Yürü m ek için) ça rp ık ; eğ ri; y a lp a lay a ra k. [DS] bıd3, [bıd / bid (yans.)] is. Kümes hayvanlarım çağır mak ve kovalamak için kullanılan seslenmeyi anla tan kök. [Zülfıkar] bıd4, -d ’ı [Ar. bıd / biz' £**;] {OsT} is. Geceden bir kısım. bıd , [bıd / bid (yans.)] is. Küçük boyluluk ya da yu varlaklık anlatan kök. [Zülfıkar] bıd-ık. bıdaa, [Ar. bıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at
/ i&UiJ
(b ıd a ;a ) {OsT} is. 1. Sermaye. 2. Bilgi,
bıçka, [Rus. spiçka] {ağız} is. Kibrit. [DS]
bıçkınlaşmak, [bıç-km-la-ş-mak] Kabadayılık taslamak.
bıçkınlık, -ğı [bıç-kın-lık] is. Bıçkın olma durumu; kabadayılık.
[-ır ]
bıdaat, [Ar. bıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at **•U i] (bıd a:at) {OsT} is. Sermaye, bıdak, -ğı [eT. butl-mak > but-ık] {ağız} is. 1. Budak. 2. Üzüm salkımının her bir parçası. [DS] bıdam a, [buda-ma] {ağız} is. 1. Kesilmiş, budanmış bağ çubuğu. 2. Kasımpatı. [DS] bıdamak, [eT. butl-mak > buda-mak] {ağız} gçl. f i [r] Budamak. [DS] bidati, [bıda-tı] {eT} sf. Boş; faydasız. [Üç İtigsizler] bıdbıt, [bıd (yans.) > bıd+bıt] {ağız} sf. Geveze. [DS] bıddık, -ğı [bir+tik-i > bıddık] {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıdı1, [bıd (yans.) bıd-ı] {ağız} is. İki kişi arasında, duyulabilir ancak söylenilenlerin anlaşılamadığı türden konuşma. [DS] S bıdı bıdı, {ağız} B e b e k o k ş a m a sıra sın d a kullanılan sev g i sözü. [DS]|| bıdı bıdı etmek, {ağız} 1. Ağız k av g a sı etm ek. 2. K en di
n m n fC E U f.
BID ken din e konuşm ak. [DS]|| bıdı bıdı k on uşm ak , {ağız} 1. K a v g a ed e rc e sin e konuşm ak. 2. K en di k en din e kon u şm ak; m ırıldan m ak; hom urdanm ak. [DS] bıdı2, [bıd (yans.) > bıd-ı] {ağız} sf. Geveze. [DS] bıdı3, [bıd / bid (yans.)\ is. Düzensiz hafif patırtılı
hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan yansımalı gövde. [Zülfıkar] S bıdı bıdı, {ağız} (K üçük hay v a n lar için) sıçray arak. [DS] bıdıbıdı, [bıd (yans.) > bıd-ı+bıd-ı] {ağız} is. Geveze
lik. [DS] bıdıcı, [bıd (yans.) > bıd-ı-cı] {ağız} sf. Geveze. [DS] b ıd ıd aşm ak , [bıd (yans) > bıd-ı(r)-da-ş-mak] {ağız}
işteş f . [-ir ] -*■ bıdırdaşmak. [DS] b ıd ık 1, [bıd-ık] {eT'} is. Bıyık. [DLT] bıdık2, -ğı [bıd (yans.) > bıd-ık / Erme, bızdig ?] sf. 1.
(İnsan için) kısa boylu ve tıknaz; şişman ve yuvar lak yüzlü. 2. {ağız} (Meyve, tohum için) küçük; ufak. [DS] 3. {ağız} Tavuk. [DS] 4. {ağız} Yumurta. [DS] 5. {ağız} ünl. Küçükleri severken kullanılan sevgi sözü. [DS] bıdıkJ, -ğı [bıd (yans.) > bıd-ık] is. Düzensiz hafif
patırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan yan sımalı gövde. S bıdık bıdık, {ağız} (Ç ocuğun yü rüyüşü için) y a v aş yavaş. [DS] bıdıkı, [bir+tık-ı > bıdıkı] (bı ’diki) {ağız} sf. Bir
parça; biraz; azıcık. [DS] bıdıkım , [bir+tıkı-m > bıdıkım] (bı ’dikim ) {ağız} s f
Bir parça; biraz; azıcık. [DS] b ıd ıl1, [bıd (yans.) > bıd-ıl] {ağız} sf. Dengesiz ve
düzensiz yürümeyi, sallanarak hareket etmeyi anla tan yansımalı gövde. [DS] S bıdıl bıdıl, {ağız} (Ç o cuğun yürüyüşü için) y a v aş y a v a ş ; p ıtır pıtır. [DS] bıdıl2, [bıd (yans.) > bıd-ıl] is. Gürültülü patırtılı, ka
ba ve düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, gevezelik ve dedikodu etmeyi anlatan yansımalı gövde. S bıdıl bıdıl, {ağız} (Ç ocuğun konuşm ası için) tatlı tatlı.|| bıdıl bıdıl k on u şm ak , {ağız} İki k işi h a fi f s e s le konuşm ak. b ıd ıla m a k 1, [bıd (yans.) > bıd-ı-la-mak] {ağız} g ç s z .f.
[ - r ] [-l(ı)-y o r] Kendi kendine konuşmak; bıdırdamak. [DS] b ıd ılam ak 2, [bıd (yans.) > bıd-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f .
[ - r ] [-l(ı)-y o r] Koşmak. [DS] [bıd (yans.) > bıd-ı-la-n-mak] {ağız} d ö n ş l . f [ -ır ] Kendi kendine söylenmek. [DS]
b ıd ılanm ak,
bıd ılaşm ak, [bıd (yans.) > bıd-ı-la-ş-mak] {ağız} işteş.
f . [-ır ] İki kişi konuşmak. [DS] bıdılavık, -ğı [bıd (yans.) > bıd-ı(r)-la-(m)ık / bıd-ı-
la-ğuk] {ağız} sf. Ağzının içinden konuşan; dediği anlaşılmayan. [DS]
b ıd ıld am ak , [bıd (yans.) > bıd-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
f M [~d(ı)-yor] Kendi kendine konuşmak; mırıl danmak; homurdanmak. [DS] b ıd ıld an m ak , [bıd (yans.) > bıd-ıl-da-n-mak] {ağız}
dönşl. f . [-ır ] Kendi kendine söylenmek; mırıldan mak. [DS] b ıd ır1, [bıd (yans.) > bıd-ır] {ağız} is. 1. Çocuğun tatlı
tatlı konuşmasını anlatan yansımalı gövde. 2. Ken di kendine konuşmayı, mırıldanmayı anlatan yan sımalı gövde. [DS] S b ıd ır b ıd ır, {ağız} 1. (Ç ocu k için) ken d i ken din e tatlı tatlı söylenm esi. 2. K en di ken din e konuşm ayı, m ırıldanm ayı anlatır. [DS]|| bıd ır b ıd ır etm ek , {ağız} 1. K en d i ken din e kon uş m ak, 2. G ev ezelik etm ek. 3. (Ç ocu k için) tatlı tatlı konuşm ak. [DS] b ıd ır2, [bıd (yans.) > bıd-ır] is. Düzensiz hafif patırtılı
hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan yansımalı gövde. <5 b ıd ır b ıd ır etm ek , {ağız} (Şişm an kim se lerin vücutları için) yürürken titrem ek. b ıd ıra m a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-a-mak] {ağız} gçsz. f
[~r] [-r(ı)-y or] 1. Kendi kendine konuşmak; mırıl danmak; söylenmek; homurdanmak; fısıldanmak. 2. Yersiz ve çok konuşmak. [DS] b ıd ıraşm ak , [bıd (yans.) > bıd-ır-a-ş-mak] {ağız} işteş
f . [-ır ] Hafif sesle konuşmak. [DS] b ıd ırd am ak , [bıd (yans.) > bıd-ır-da-mak] {ağız} gçsz.
f . [ - ı ] [-d (ı)-y o r] 1. Kendi kendine konuşmak; mı rıldanmak; homurdanmak. 2. Çok yersiz konuş mak; söylenmek. 3. (İki kişi için) aralarında hafif sesle konuşmak. 4. (Küçük çocuk için) anlaşılmaz fakat neşeli sesler çıkarmak; konuşmaya çalışmak. [DS] b ıd ırd an m ak , [bıd (yans.) > bıd-ır-da-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır] Kendi kendine konuşmak; mırıldan mak; homurdanmak, b ıd ırd aşm ak , [bıd (yans.) > bıd-ır-da-ş-mak] {ağız}
işteş f . [- ır ] 1. Ağız kavgası yapmak; atışmak; tar tışmak. 2. İki kişi konuşmak. [DS] b ıd ırg ı, [bıd-ır-gı] {ağız} is. Kuruntu; vehim; vesve se. [DS] b ıd ırık , -ğı [bıd (yans.) > bıd-ır-ık] {ağız} sf. Geveze.
[DS] b ıd ırıv erm ek , [bıd-ır-ı+ver-mek] {ağız} gçsz. f . [ - iı]
Ağız kavgası yapmak; atışmak. [DS] b ıd ırlan m ak , [bıd (yans.) > bıd-ır-la-n-mak] {ağız}
dönşl. f . [-ır ] Kıt kanaat geçinmek; güç hâlde idare etmek. [DS] b ıd ırtı, [bıd (yans.) > bıd-ır-tı] {ağız} is. l.Y avaş ve
işitenler tarafından anlaşılmayacak şekilde konuş ma; yavaş ses. 2. Ağız kavgası. 3. Gevezelik. [DS] b ıd ısgan , [Far. bıdısğân jU —iu] (bıd ısğ a;n ) {Os7} is.
bot. Sarmaşık, bıdış, [bıd (yans.) > bıd-ı-ş] {ağız} sf. Sevimli ve kü çük. [DS] S bıdış bıdış, {ağız} 1. Çocuğun y av aş
İttM C tS ö M
• 585
BIJ
yavaş yürüyüşünü anlatır. 2. K iiçü k ve sevim li h a y van y a v ru la n ve onların h a rek etlerin i anlatır. [DS]
bığıltı, [bığ (yans.) > bığ-ıl-tı] {ağız} is. Kulağı rahat sız etmeyen su şırıltısı. [DS]
bıdışgan, [Far. bıdışğân OU-SaJ (bıdışga:n ) {OsT} is.
bığır1, [bığ (yans.) > bığ-ır] {ağız} is. Hafif hafif sal lanmayı, sallanarak yürümeyi, suyun yavaş yavaş akışını anlatan yansımalı gövde. [DS] ö bığır bığır, {ağız} 1. Suyun kayn arken çıka rd ığ ı ses. 2. E tli; y a ğ lı; şişm an ; tıkız. [DS]|| bığır bığır bitmek, {ağız} 1. Ç o k şişm anlam ak. 2. (Bitki için) y erd en ç o k fışkırm a k. [DS]
bot. Sarmaşık, bıdik, -ği [bıd (yans.) > bıd-ik] {ağız} imi. 1. Köpek çağırma ünlemi. 2. is. Küçük nakış veya leke. [DS] bıdrak, -ğı [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-ak] {ağız} sf. Geve ze. [DS] bıdramak, [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-a-mak] {ağız} gçsz. f [-r] Konuşmak. [DS] bıdranmak, [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-a-n-mak] {ağız} d ö n ş l .f [-tr] Çok ve yersiz konuşmak. [DS] bıdraşmak, [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-a-ş-mak] {ağız} gçl. f f- ır ] Çağırmak. [DS] bıgıcık, -ğı [bir+kıyı-cık > bıgıcık] (bı ’g ıcık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıgıdık, -ğı [bir+kıt-ık > bıgıdık] (bı ’g ıdık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıgır, [bıg (yans.) > bıg-ır] is. Yemeğin kaynama se sini anlatan yansımalı gövde. S bıgır bıgır, {ağız} (Yemeğin kayn am ası için) f ık ır fık ır. [DS] bıgırdamak, [bıg (yans.) > bıg-ır-da-mak] gçsz. f i [r] [-d (ı)y or] Fokur fokor kaynamak, bıgırdaşmak, [bıg (yans.) > bıg-ır-da-ş-mak] dönşl. f . [-ır] Fokur fokur kaynaşmak, bıgırdı, [bıg (yans.) > bıg-ır-dı] {ağız} is. Yemeğin kaynaması sırasında çıkan ses. [DS] bıgırık, -ğı [bir+kır-ık > bıgırık] (bı ’g ırık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıgrıg, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uğ / bığ(ı)r-ığ / bığ-(ı)r-ıl / boğ-(u)r-ul / buğ(u)r-ul] {eT} is. Dolu çuval veya tulumda meydana gelen büküntü, girinti ve çıkıntılar. [DLT] bıgrıl, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uğ / bığ(ı)r-ığ / bığ-(ı)r-ıl / boğ-(u)r-ul / buğ(u)r-ul] {eT} is. -*■ bıgrıg. [DLT] bıgza, Ar. buğz > buğza
{OsT} is. Şiddetli nef
ret; hiç hoşlanmayış. bığ1, [bığ (yans.)] is. Suyun çağlamasını, sıvıların bol bol akışını, dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] bığ -ıl bığıl, bığ-ıl-tı. bığ“, [bığ (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağla narak bazı bölgelerinin sarkmasını, oynamasını an latan kök. [Zülfıkar] bığ -ır blğır, bığ-ış. bığ3, [bığ] {ağız}is. 1. Tarlada açılan su yolu. 2. Alüv yon. [DS] bığıl, [bığ (yans.) > bığ-ıl] is. Suyun düzlükte yavaş yavaş akışını anlatan yansımalı gövde, fi1 bığıl bığıl, t'ağız} 1. (Su için) ken di h â lin d e ça ğ la m a d a n a kışı. 2. E tli butlu; şişm an ; dolgu n ; bın gıl bıngıl. [DS] bığılcım, [bığ (yans.) > bığ-ıl-cım] {ağız} is. Suyun üstündeki buz. [DS]
bığır2, [bağır / bığır] {ağız} is. 1. Ceviz kütüğü. 2. Ağacın gerçek odun yapılan kısmı. [DS] bığırık, -ğı [bir+kır-ık > bığırık] (bı ’ğ ırık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bığırm a, [bığ (yans.) > bığ-ır-ma] {ağız} is. Tavşanın bağırması; tavşan sesi. [DS] bığırm ak, [bığ (yans.) > bığ-ır-mak] gçsz. f i [-ır ] {ağız} (Avcı için) tilki veya kurdu tuuzağa düşür mek için tavşan gibi bağırmak. blğış1, [bığ (yans] > bığ-ış] {ağız} sf. (Bağ için) zayıf; cılız. [DS] bığış', [bığ (yans.) > bığ-ış] {ağız} sf. Etli; yağlı; şiş man. [DS] bığıycık, -ğı [bir+kıyı-cık > bığıycık] (bı ’ğ ıycık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bığlamak, [bığ-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Korumak. [DS] bıh1, [bıh (yans.)] is. (Çocuk dilinde) kesme, koparma anlatan kök. [Zülfıkar] bıh etm ek, bıh-ı-la-m ak, bıhla-m ak. S1 bıh etmek, {ağız} (Ç ocu k dilinde) k e s mek. [DS] bıh2, [bıh (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağla narak bazı bölgelerinin sarkmasını, oynamasını anlatan kök. [Zülfıkar] bıh -ır bıhır. bıhağı, [buka-ğu > bukağı > bıhağı] {ağız} is. Bukağı; demir köstek, bıhılamak, [bıh (yans.) > bıh-ı-la-mak] {ağız} g ç l .f . [r ] [-l(ı)-y o r] Bastırarak kesmek. [DS] bıhır, [bıh (yans.) > bıh-ır] is. Şişman olmayı, bede nin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkmasını, oy namasını anlatan yansımalı gövde. S1 bıhır bıhır, {ağız} E tli; şişm an ; tıknaz. [DS] bıhlam ak, [bıh (yans.) > bıh-la-mak] {ağız} gçl. fi. [- t] [-l(ı)-y o r] (Çocuk dilinde) kesmek. [DS] bıhtı1, [? bıhtı] {ağız} is. Kavrulmuş kıyma. [DS] bıhtı2, [Far. püht => pıhtı > bıhtı] {ağız} is. Pıhtı. b ıj1, [bıj (yans.)] is. Hafif aydınlanmayı, birazcık görmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] b ıj etm ek, bıj-ıl-dam ak. S bıj etmek, {ağız} G öz altından p a rm a ğ ı ile biraz ç e k e r e k a ldan m ayacağ ın ı ifa d e etm ek. bıj2, [bıj (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanlan çağırma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bıj-ı btjı. bıjJ, [bıj (yans.)] is. Sulanmış, cıvıklaşmış nesnelerin kımıldamaları halindeki görünümünü ve durumunu anlatan kök. [Zülfıkar] bıj-gır, bıj-ır-gan.
ÖIİİMIÜfflfCESOM.
BU bıjgırm ak, [bıj (yans.) > bıj-gır-mak] {ağız} g ç s z .f. [ır] (Yoğurt, turşu vb. için) ekşiyip küflenmek. [DS] bıjı, [bıj (yans.) > bıj-ı] is. Kuzu, koyun çağırma ünl emi. S bıjı bıjı, {ağız} Koyun, kuzu ça ğ ırm a ün lem i. [DS] bıjıldam ak1, [bıj (yans.) > bıj-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f [~r] [~d(ı)~yor] (Göz için) kanlanmak; sulanmak; çapaklanmak. [DS] bıjıldamak2, [bıj (yans.) > bıj-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-d (ı)-y o r] Hafifçe aydınlanmak. [DS] bıjırgan, [bıj (yans.) > bıj-ır-gan] {ağız} is. Sulu yara. [DS] bık1, [bık (yans.)] is. (Çocuk dilinde) kesme, koparma anlatan kök. [Zülfıkar] b ık etm ek. S1 bık etmek, {ağız} (Ç o cu k dili) kesm ek. [DS] bık2, [bık (yans.)} is. Bir sıvının kaynar gibi kabarıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı ola rak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] b ık b ık etm ek. S bık bık etmek, {ağız} K aynam ak. [Zülfıkar] bık3, [bık (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağla narak bazı bölgelerinin sarkmasını, oynamasını anlatan kök. [Zülfıkar] bık-ıl. bıka, -a ’ı [Ar. buk'â (top rak p a rç a sı) > bıkâ‘ ^U] (bık -a:) {OsT} is. 1. Toprak parçaları; araziler. 2. Ülkeler. bıkamak, -ğı [eT. balca-n-ak / bı-kı-n > bıkın-ak] / ağız} is. 1. Ayak, bilek ve diz eklemi. 2. Bakanak. [DS] bıkbık1, -ğı [bık (yans.) > bık+bık] {ağız} is. Pekmez karıştırılmış ince bulgur. [DS] bıkbık2, -ğı [bık (yans.) > bık+bık] {ağız} is. Kaynak; göze. [Zülfıkar] bıkıl, [bık (yans.) > bık-ıl] {ağız} sf. Obur. [DS] bıkıldamak1, [bık (yans.) > bık-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-d (i)-y o r] (Gövde için) geriye bük mek. [DS] bıkıldamak2, [bık (yans.) > bık-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-d (ı)-y o r] (Su vb. için) yavaş yavaş kaynamak. [DS] bıkılma, [bık-ıl-ma] is. Bıkılmak işi. bıkılmak, [bılc-mak > bık-ıl-mak] edl. fi. [ -ır ] Bıkkın duruma gelmek; bezilmek; usanılmak, bıkımık, -ğı [bir+kıy-mık > bıkımık] {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
(bı ’kım ık)
bıkın, [bık (yans.) > bık-m ? / Moğ. mikan (et) [Vladimirtsov] ,> i] {eT} is. 1. Kalça. [EUTS] [Gabain] 2. {eT} {eAT} Böğür; boş böğür. [DLT] 3. {ağız} Omur ga; bel. [DS] bıkmak, -ğı [baka-n-ak > bıkm-ak] {ağız} 1. Eklem. 2. Bilek. 3. Bakanak. [DS] bıkınmak, [bık (yans.) > bık-m-mak] {ağız} dönşl. f i [- ır ] Zorlayıp birdenbire ayağa fırlamak. [DS] bîkıntı, [bık-mak > bık-mtı] is. Bıkma durumu; bezgi-
b ikir1, [bık (yans.) > bık-ır] is. Kaynama bildiren yansımalı gövde. S bikir bikir, {ağız} (K aynam ak için) fık ırtılı s e s le r ç ık a r a r a k ; f o k o r fo k u r. [Zülfıkar]11 bikir bikir kaynam ak, {ağızj F o k u r fo k u r kayn am ak. [Zülfıkar] bikir2, [? bikir] {ağız} is. Kayaların parçalanmasıyla oluşan yar; kayalık uçurum. [DS] bıkırık, -ğı [bir+kır-ık > bıkırık] (b ı ’kırık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıkka, [bık-ka] {ağız} sf. Ufak tefek; kısa boylu. [DS] bıkkın, [bık-mak > bık-km] sf. Bilemiş olan; bezgin, bıkkınlık, -ğı [bık-km-lık] is. Bıkkın olma durumu; bezginlik. bıkla, [Ar. mukla (gözün akı ve g ö z b eb e ğ i) / Sur. Ar. mıkıl / bık (yans.) > bık-la [Zülfıkar]] {ağız} 1. Kıy malı yumurta. 2. Yoğurt ve yumurta ile yapılan yemek. [DS] bıkma, [bık-ma] is. Bıkmak işi. bıkm ak, [eT. bölt-mek > bık-mak] gçsz. f i [ - a r ] 1. Tekrarlanan şeyler yüzünden insanın doygunluğa ve yorgunluğa ulaşması sonucu istemezlik durumu ortaya çıkmak. 2. m ecaz. Dayanılmaz hâl almak, bıktırıcı, [bık-tır-ıcı] sf. İnsanda bıkkınlık durumu ortaya çıkaran, bıktırm a, [bık-tır-ma] is. Bıktırmak işi. bıktırm ak, [bık-tır-mak] gçl. f i [- ır ] 1. Birinin bık masına yol açmak. 2. Bıkkınlık vermek. 3. Usan dırmak. bıkyaz, [Far. bağyâz] {ağız} is. 1. Yeni yapılan ev dolayısıyla verilen ziyafet. 2. Önemli bir yitik şeyin bulunması sebebiyle verilen ziyafet. [DS] bil, [bil (vans.)] is. Oynama, dalgalanma, kımıldanma anlatan kök. [Zülfıkar] b ıl-d ır bıldır, bıl-dır-da-m ak. S bil bil, {ağız} (G az lam basının a lev i için) titreye r e k ; tir tir. [DS] bılam aç, -cı [bula-mak > bula-maç] {ağız} is. 1. Kay namış suya un koyarak yapılan bir yemek. 2. Pelte; muhallebi. [DS] bil aşık, -ğı [bula-ş-mak > bıla-ş-ık {eAT} {ağız} sf. 1. Bulaşık. 2. (Kişi için) birine balta olan; yapışkan. [DS] bılaşkan, [bula-ş-mak > bıla-ş-kan o lü L ] {eAT} sf. Çok bulaşan; sıvaşkan. bılaşmak, [bula-ş-mak > bılaş-mak j*-iio ] {eAT} {ağız} g ç s z .f. [-u r] Bulaşmak. [DS] bildik1, -ğı [bıl-dık] {ağız} sf. (Domates, ceviz vb için) ufak. [DS] bildik2, -ğı [bıld (yans.) > bıld-ık] sf. (Bir zar, kabuk vb. içinde bulunan şeyler için) basıldığında veya sallandığında oynayan; titreyen; bıngıldayan, fi1 bildik bildik, {ağız} Sulu ve yu m u şak; bın gıl bıngıl. [DS] bıldır1, [bil / bıld (yans.) > bıld-ır / bıltır] {ağız}] is. Oynama, dalgalanma ve titreme anlatan yansımalı
«
«
f f M
. 5
8
BİN
7
gövde. [DS S b ı l d ı r b ı l d ı r , {ağız} (K işi ve hayvan ların yürüyüşü için) şişm anlıktan titrem e h â li; bın gıl bıngıl. [ D S ] | | b ı l d ı r b ı l d ı r e t m e k , 1. (Şişm an kim se veya besili sığ ır için) y a ğ la rı sallan m ak. 2. P elte g ib i sallanm ak. b ı l d ı r 2,
[bir+yıl-dır > bıldır jJİ> / jJİ* ] {eT} {eAT} {çı
ğız} is. 1. Geçen yıl. 2. zf. Geçen yıl. [DLT] 3. Bir yıl önce. [ D S ] b ı l d ı r c ı n , [bıld (y/ms.) > e T budur-sun > *buld-ur-sln [Clauson] > bıldır-cm] is. zool. 1. Tavukgillerden kısa bacaklı, toparlak gövdeli, keklik büyüklüğün de, esmer benekli tüyleri bulunan, yuvasını yerde ve ekin tarlaları içinde yapan, ılıman bölgelerle sıcak kuşak arasında göç eden bir av kuşu, (Coturnix) 2. argo. Sokak kızı. S b ı l d ı r c ı n e t i , Avlanan veya çiftliklerd e üretilen bıldırcının lezzet li eti. || b ı l d ı r c ı n g i b i , (K adın için) k ısa boylu, d o l gun ca f a k a t alım lı. b ı l d ı r ç m , [bıld (yans.) > bıld-ır-çm] {eT} is. zool. Bıl dırcın. b ı l d ı r d a m a k , [bıld (yans.) > bıld-ır-da-mak] {ağız} g çsz .f. [ - r ] [-(ı)-y o r] 1. (Yaprak için) sallanmak. 2. Parlamak. [DS] b ıld ır g ı,
[bir+yıl-dır+ki > bıldır-ğı
{eAT} s f -*■
bıldırki. b ıld ır k ı,
[bir+yıl-dır+ki > bıldır-kı
{eAT} s f ->
bıldırki. b ıld ır k i,
[bir+yıl-dır+ki > bıldır-ki
{eAT} sf.
Geçen yılki. [bir+yıl-dır-(ı)-s-ı] {ağız} sf. Geçen yılki.
b ıld ır s ı, [D S ]
bılg, [bılg / bılh / bılk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is. Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bırakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] b ılg bılg. S bılg bılg, {ağız} İç i sıvı dolu olu p yum uşayan. [DS] bılgımak, [bılg (yans.) > bılg-ı-mak] gçsz. f [ - r ] 1. (Meyve için) çok olgunlaşmaktan dolayı yumuşa mak. 2. {ağız} (Yoğurt, turşu vb. için) ekşimek; küf lenmek; kurtlanmak. [DS] bilgin, [Ar. bılğln
(bılğr.n) {OsT} is. Afet; mu
sibet; felaket. bılh1, [bılg / bılh / bılk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is. Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bırakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bılh bılh .fi1 bılh bılh etmek, {ağız} (İçi sıvı dolu es n e k şey ler için) h a rek et ettirilin ce yu m u şakça sa lla n m a k; bılkımak. [DS] bılh“, [bılh / bılk (yans.)] is. Şişmanlık ve yağlı, besili olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bılh bılh, bıl(ı)h bılıh. bılıh, [bılh (yans.) > bıl(ı)h] {ağız} sf. Yağlı; şişman; tıkız. [DS] S bılıh bılıh, {ağız} Şişm an; tom bul; tıkız; bıllık bıllık. [DS]
[bılh / bıl(ı)k (yans.)] is. Şişmanlık ve yağlı, be sili olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] f i 1 b ı l ı k b ı l ı k , {ağız} Şişm an; tom bul; tıkız; bıllık bıllık. [DS]
b ılık ,
[? bılışka] {ağız} is. 1. Rüşvet. 2. Bir emek karşılığı olmayan hediye vb. [DS]
b ılış k a ,
[bılg / bılh / bılk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is. Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bırakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfikar] bılk bılk etm ek, bılk-ık, bılk-ı-m ak. 0 b ı l k b ı l k e t m e k , {ağız} (İlti hap için) içi sıvı ile d o lm a k; yu m u şam ak; çürüm ek. [DS] ı l k 2 , [bılh / bılk (yans.)] is. Şişmanlık ve yağlı, besili olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bıl(ı)k bılık, b ıl(lı)k bıllık.
b ı l k 1,
b
- ğ ı [bılk-ı-k / bılk-a-k] {ağız} sf. i . Yumuşa mış; sulanmış 2. Olgunlaşmış. 3. Erimiş; zedelen miş. [DS]
b ılk a k ,
- ğ ı [bılk-ı-k / bılk-a-k] {ağız} sf. i . Yumuşa mış; sulanmış 2. Olgunlaşmış. 3. Erimiş; zedelen miş. [DS]
b ılk ık ,
[bılk (yans.) > bılk-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [r ] 1. Çürümeye, erimeye yüz tutmak; bozulmak. 2. Yumuşamak; sulanmak. 3. Zedelenmek. 4 . (Yara için) iltihaplanmak. 5. (İltihap için) su dolmak; çü rümek; yumuşamak. [DS]
b ılk ım a k ,
[bılk (yans.) > bılk-ı-n-mak] (ağız} dönşl, f . [- ir ] -* bılkımak. [DS]
b ılk ın m a k ,
[bula (hanım ) / Yun. pula (abla) / bula (yüzü örtülü Türk kadını) > bılla / abla / abula / abıla] {ağız} is. 1. Abla. 2. Görümce. 3. Ağa karısı. 4. (Çobanlara göre) sürü ve hayvan sahibi kadm. 5. Hanım; kadm. [DS]
b ılla ,
[bir+lokma > bıllakma] (bı lla k m a ) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
b ılla k m a ,
[bir+lokma-cık > bıllakmacık] (bı 7lakm acık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
b ılla k m a c ık , -ğ ı
- ğ ı [bılk (yans.) > bıl(lı)k] is. Şişmanlık ve yağlı olma bildiren gövde. S b ı l l ı k b ı l l ı k , (Ç ocu k veya kadın için) ç o k tom bul; etli butlu.
b ı l l ı k 1,
[bılk (yans.) > bıl(lı)k] is. Sulu ve yumuşak olma bilderen gövde. S b ı l l ı k b ı l l ı k , {ağız} Sıılıı; yu m u şak; bın g ıl bıngıl. [DS] |j b ı l l ı k b ı l l ı k e t m e k , {ağız} 1. İç i sıvı dolduğu için yum uşam ak. 2. (Y ara için) iltihap d o la r a k yum uşam ak. [DS]|| b ı l l ı k b ı l l ı k o y n a m a k , {ağız} -*■ bıllık bıllık etmek. [DS]
b ı l l ı k 2, - ğ ı
[bılk (yans.) > bıl(lı)k-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] 1. Çürümeye, erimeye yüz tutmak; bozulmak. 2. Yumuşamak; sulanmak. 3. Zedelenmek. [DS]
b ıllık m a k ,
[bil (yans.) > bıl(l)-ım] is. Sulu ve yumuşak olma bilderen gövde. S b ı l l ı m b ı l l ı m e t m e k , {ağızj (Y ara için) iltihap d o la r a k yu m u şam ak; çürüm ek. [DS]|j b ı l l ı m b ı l l ı m o y n a m a k , {ağız} -► bıllım bıllım etmek. [DS] b i n , [bl-n / bi-n] {eT} is. Bin. [Gabain] b illim ,
Ö lÜ M I İ İ M îS Ö M .
BİN bınar, [bıng / bin (yatış.) > eT. mun-ar > bun-ar > bınar] is. {ağız) Çeşme; pınar. [DS] bındıldamak, [bmg (yans.) > bmg-ıl-da-mak > bıııdıl-da-mak] gçsz. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] {ağız} -*■ bıngıl damak. [DS] bıng1, [bmg (yans.)] is. Şişmanlığı, yağlılığı ve etlerin sarkıklık sonucu oynamasını anlatan kök. [Zülfıkar] b ın g -ıl bıngıl, bın g-ıl-da-m ak, bın g-ıl-da-k. bıng2, [bin / bmg / bmk / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans:)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Ziilfıkar] bm g -ıl-d am ak, bıng-ıl-dak. bıngJ, [Moğ. minğan > bin / bin / bin / min] (bin) {eT} is. Bin; 1000. S bmg başı, B in başı. [Gabain] bınga, [bin (bin) > bın-a] (bina) {eT} is. Bin askerden oluşan askerî birlik. [ETY] S bınga başı, B in başı. [Gabain] bıngar, [bun (yans.) > bın-ar jlSLu] (bınar) {eT} {eAT} is. Pınar; çeşme. [Clauson] bıngıl, [bmg (yans.) t eT. ban-ıl (geçkin mey\>e) > bıng-ıl] is. Şişmanlık ve yağlılık bildiren yansımalı gövde. 0 bıngıl bıngıl, 1. Vücudu ç o k dolgun ve şişm an, k a sla rı g ev ş ek olduğu için h a rek et h alin de etleri titreyen. 2. {ağız} E tli; y a ğ lı; şişm an. [DS] 3. {ağız} (Y ara için) azm ış; iltihaplı. [DS] 4. {ağız} (Erim iş katilar, sıvılar, k a s vb. için) oynam a, s a l lan m a ve titrem e durumunu belirtir. [DS] bıngıldak, -ğı [bıngıl-da-y-ık / bmgıl-dak] is. 1. Çocuklarda kafatası kemikleşmeden önce kemikle rin birleşme yerlerinde görülen kıkırdak yapılı alanlar. 2. m ecaz. Oyuncak. 3. Bataklık. 4. {ağız} Suyun kaynama hâli. [DS] 5. {ağız} sf. (Kadın için) etleri hareket halinde iken sarsılacak, oynayacak hâlde. [DS] 6. {ağız} Sözünde durmayan; oynak. [DS] bıngıldama, [bmg (yaııs.) > bmg-ıl-da-ma] is. Bıngıl damak işi. bıngıldamak, [bmg (yans.) > bıng-ıl-da-mak] gçsz. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] 1. Şişmanlıktan ötürü etleri titre mek. 2. Yumuşaklıktan ötürü hafif sarsıntıda oy namak. 3. {ağız} (Bataklık için) basıldığı zaman iki yana oynamak. [DS] 4. {ağız} Zonklamak. [DS] bıngıldayık1, [bmğıl-da-yık JjIaİai.] {eAT} {ağız} is. Bıngıldak. [DS] bıngıldayık2, [bmğıl-da-yık] {ağız} is. Kaynak; pınar. [DS] bıngılkak, -ğı [bmğıl-dak > bmgılkak] {ağız} is. Bın gıldak. [DS] bıngıllık, [bmg (yans.) > bmgıl-lık] is. 1. Şişmanlık. 2. Şişmanlık dolayısı ile uyuşukluk; tembellik, bınıkmak, [*tımk-mak [Clauson] / bmık-mak] {eT} gçsz. f. [-u r] İyileştirmek; şifa vermek; tedavi et mek; sağaltmak. [EUTS]
bınk, [bin / bmg / bmk / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı olarak çıkışım anlatan kök. [Zülfıkar] bm k-ıl-damak, bm k-ıl-da-y-ık. bınkıldamak, [bmk-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [d (ı)-y or] Zonklamak. [DS] bmkıldayık, [bmğ-ıl-da-y-ık
{eAT} is. Bın
gıldak. b ir1, [bir (yans.)] is. Yüksek sesle bağırmayı, ağız kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfilcar] b ir bıı-, bırbır-lan -m ak. bir2, [bir / bir / bir-i] {eT} zf. 1. Burada; sağ taraf. [Gabain] 2. Güney. [Gabain] bıragındı, [bırak-mak > bırağ-mdı
{eAT} is.
İşe yaramaz duruma gelmiş eşya; döküntü, bırağm tı, [bırak-mak > bırak-ıntı] {ağız} is. (Hayvan lar için) düşük yavru. [DS] bırahm ak, [bırak-mak > bırah-malc
{eAT} gçl.
f . [-u r] Bırakmak, bırakılm a, [bırak-ıl-ma] is. Bırakılmak işi. bırakılm ak, [bıralc-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Bırakmak işi yapılmak; bırakmak eylemine konu olmak. 2. Terk edilmek, bırakım, [bırak-ım] is. Bırakmak eylemi; bırakmak eyleminde bulunma girişimi ya da işlemi; terk, bırakm tı, [bırak-mtı] {ağız} is. 1. Geline getirilen hediye. 2. Deniz ve akarsuların kıyılarda bıraktığı artıklar; birikinti. 3. Piç. 4. Bırakılmış kadın. 5. Ekilmeden bırakılan tarla. [DS] bırakışma, [bırak-ış-ma] is. Bırakışmak eylemi; mü tareke. bırakışm ak, [bırak-ış-mak] işteş, f. [-ır ] Savaşı kar şılıklı olarak bırakmak; mütareke yapmak, bırakm a, [bırak-ma] is. 1. Bırakmak eylemi. 2. Terk etme; vaz geçme. 3. Gitmesine izin verme. 4. Bir yere koyma; tutmaz olma. 5. {ağız} Balığın geleceği yan açık olmak üzere yarım daire biçiminde uçları kıvrılarak suya bırakılan ağ. [DS] 6. {ağız} Büyük ağ. [DS] bırakm ak, [Alt. bir (terk, atılm a) > bırak-mak JaJj^ / ^ I j o ] gçl. f . [-ır ] 1. Elde tutulan veya taşman şe
.
yi tutmaz olmak. {eAT} (aynı) 2 Eldeki, sırttaki bir şeyi bir yere koymak; indirmek. {eAT} (aynı) 3. Bir işi veya çalışmayı bitirmeden sona erdirmek; kes mek. 4. Bir alışkanlıktan vazgeçmek; alışkanlığı sürdürmeyi kesmek. 5. Terk etmek; ayırmak; ay rılmak. 6. Birinin bir şeyi yapmasına engel olma mak; mani olmamak; müsaade etmek. 7. Gitmesine engel olmamak; gitmesine izin vermek; salmak. 8. Teslim etmek; vermek. 9. (Bıyık ve sakal için) uzatmak; koyuvermek; sarkıtmak. 10. Miras kal masını sağlamak. 11. Sahiplik hakkını bir yere ve
m ü f l i m i k s b m »589
ya birine devretmek; bağışlamak. 12. Başka bir zamana ertelemek; tehir etmek. 13. Geriye kalma sını sağlamak. 14. Korumak üzere vermek; emanet etmek. 15. Sorumluluğu başkasına vermek; dev retmek. 16. Sınıf geçirmemek. 17. Unutmak; uğ raşmamak. 18. (ne .. ne ile yapılan olumsuz cümle lerde) tümünü kapsatmak. N e m a l bıraktı n e mülk, hepsini sattı, yedi. 19. (Erkek için) eşini boşamak; eşinden ayrılmak. 20. Vazgeçmek; değer vermez olmak; saymamak. B ır a k şu bilm em neyi A llah a ş kına. 21. Bir malı, pazarlık sonucu fiyat indirimine razı olarak satmak; indirim yaparak vermek. 22. Beraberinde bulunması gereken şeyi yanma alma mak. 23. Yapışık bulunması gereken şeyler ayrıl mak; yerinden kopmak; açılmak. 24. {eAT} Çıkar mak; salmak. 25. {ağız} (Hayvan için) düşük yap mak; yavruyu vakitsiz doğunnak. [DS] 26. {eATI Atmak. 27. gçsz. fi. Tutmaz olmak; işlemez olmak. Soğuktan e lleri d e bırakm ıştı, fi1 bırağu görmek, {eAT} B ırakıv erm ek,|| bırak A llah’ını seversen (Allah aşkına), Birinin d e ğ e r v er ilec ek nitelikte o l madığını ifa d e etm ek için ku llan ılır.|| Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, yönt. D evletin, k i şilerin ekon om ik fa a liy e tle rin e karışm aktan ziyade onları koru m ası gerektiğini, a n c a k kişilerin g ü çleri üstünde olan işleri ü stlen ebileceğ in i savunan A dam Smith ’in sözü. bırakmamak, [bırak-ma-mak] gçl. f . [-z ] [-(ı)-y o r] (Bir eylem için) sürekli ve şiddetli olmak, bıraktırma, [bırak-tır-ma] is. Bıraktırmak işi. bıraktırmak, [bırak-tır-mak] g ç l f i [ -ır ] 1. Bir şeyi bırakma işini başkasına yaptırmak. 2. Bir şeyi biri nin bırakmasını sağlamak, bırangar, [Moğ. baran (sağ) + gar (kol)] is. Moğol askeri kuruluşunda ordunun sağ kanadı, bırantı, [bırak-mak > bıra(k)-mtı > bırağıntı > bırântı] (bıraıntı) {ağız} is. 1. Bırakılmış olan şey. 2. sf. Yetim ve kimsesiz. [DS] bırbır, [bir (yans.) + bir] {ağız} sf. Gevezelik; söylen me. [DS] bırbırlanmak, [bir (yans.)+bır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f [-ır] Gevezelik etmek; yerli yersiz söylenmek. [DS] bırdırdaşmak, [bir (yans.) > bır-dır-da-ş-mak / bıdır-da-ş-mak] {ağız} işteş, f i [ -ır ] Ağız kavgası et mek. [DS] bırg, [bırg (yans.)] is. Kurcalamayı, karıştırmayı an latan kök. [Zülfıkar] bırg -a-la-m ak. bırgalamak, [bırg (yans.) > bırg-ala-mak] {ağız} gçl. f- M [ -l(ı)-yor] Karıştırmak; elle kurcalamak. [DS] bırgaru, [*ber > *ber-gerü > bır-ğaru [Clauson]] {eT} zf. Güneyden, bırıg, [bırığ / barığ] {eT} sf. Kokmuş. [DLT] bırıtmak, [bırı-t-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır ] Darılmak; alınmak; somurtmak. [DS]
BIŞ
b ırk 1, [bırk (yans.)] is. Kaynayıp çıkma biçiminde gülmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bırk-ıl-da-m ak. bırk-, [bırk (yans.)] is. Kurcalamayı, karıştırmayı an latan kök. [Zülfıkar] bırk-a-la-m ak. bırkalam ak, [bırk (yans.) > bırk-ala-mak] {ağızj gçl. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] Karıştırmak; elle örseleyerek oy namak; kurcalamak. [DS] bırkaru, [*ber > *ber-gerü > bır-ğaru [Clauson / bırkaru] {eT} is. Güney; cenup. [EUTS] bırkığ, [*bırk-mak > bırkl-mak > bırk-ığ] {eT} is. Atın veya eşeğin genizden çıkardığı ses. [DLT] bırkıldam ak, [bırk (yans.) > bırk-ıl-da-mah] /ağızj gçsz. fi. [ - r ] [-d (ı)-y o r] 1. Kaynamak. 2. Güleceği gelmek; birden gülmeye başlamak. [DS] bırkırm ak, [bırk (yans.) > bırk-ır-mak] {eT} gçsz. fi. [ur] (At ve eşek için) burnundan hapşırık şeklinde ses çıkartmak. [Clauson] bırnar, [Yun. prinari => pırnar] {ağız} is. Bir meşe cinsi; pırnal, (Jıın iperu s sabin a, C uercus ilex). [DS] bırt, [bırt (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarım, haşlama sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök, bırt-la-k, bırt-la -m ak. bırtıl, [Ar. bırtıl
(bırti.l, t kalın söylen ir) is. 1.
Rüşvet. 2. Rüşvet olarak verilen şey. 3. Varyoz. bırtlak, -ğı [bırt-la-k] {ağız} sf. 1. Çok olgun. 2. (Göz için) patlak. 3. (Yanak için) sarkık. [DS] bırtlam ak, [bırt (yans.) > bırt-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [l(ı)-y o r] - * pırtlamak, bırtm ak, [bırt-malc / birt-mek / bart-mak] {eTj gçl. f i [-u r] 1. Kırmak; parçalamak; yaralamak. [EUTS] [Gabain] 2. Şekil vermek; yön vermek. [EUTS] bıruk, [buyur-mak > buy(u)r-ulc > bır-uk] {eT} is. Hakanın yanma derecesine göre büyükleri alan ve yer gösteren görevli, teşrifatçı; buyruk. [DLT] bıs, [bıs (yans.)] is. Sinmeyi, ürküntü duymayı anla tan kök. [Zülfıkar] bıs-ır-ık, bıs-ır-ık-lı. bısat, [Ar. bisât] {ağız} is. Elbise; pusat. [DS] bısırık, -ğı [bıs-ır-ık] {ağız} sf. İşe yaramaz; pısırık; hastalıklı. [DS] bısırıklı, [bıs-ır-ık-lı] {ağız} sf. -*■ pısırık. [DS] bısta, [Far. beste ? > bısta / biste] {eT} is. Tüccarı evinde konuk eden, malını satıveren ve tüccar dö nerken onda bir baş koyun alan kimse, bışarm ak, [bış-ar-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Olgunlaştır mak. [EUTS] bışıg, [bış-mak > bış-ıg] {eT} sf. 1. Olgun. 2. Pişmiş. [Gabain] bışlak, -ğı [bış-la-k] {ağız} is. Peynir. [DS] bışmak, [bış-mak / biş-mek] {eT} {ağız} gçsz. f i [ - a r ] [eT. -u r] 1. Olmak; pişmek. [Gabain] [EUTS] 2. Ol gunlaşmak. [Üç İtigsizler] [EUTS] [DS] taşrılm ak, [bış-ur-mak> bış-(u)r-ıl-mak] {eT} e d il.fi [-u r] Pişirilmek.
M K E HUR.
BIŞ
bışrun, [bış-mak > bış-(u)r-un] {eT} s f 1. Olgun. 2. Ustalaşmış; temrinli. [Gabain]
yerde kaldığı için yeme içme konusunda huysuz laşmak. [DS]
bışrunmak, [bış-mak > bışur-malt > bış-(u)r-unmak] {eT} gçsz. f [-u r] 1. Olgunlaşmak. 2. Talim etmek; işlemek; uygulamak. [Üç ttigsizler] 3. Öğ renmek; işte pişmek; pişkin hâle gelmek. [EUTS] bışrunulm ak, [bışrun-mak > bışrun-ul-mak] {eT} edil. f. [-u r ] Tamamıyla yapabilir olmak; beceri ka zanmak.
bıtırm ak, [Ar. batır => bıtır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır] bıtmak, [bit (yans.) > bıt-mak] {ağız} gçsz. f . [-a r ] Sıkıştığı yerden birden kurtulmak. [DS]
bışurm ak, [bış-ur-mak] (eT) gçl. f . [-u r] Pişirmek. [EUTS]
Bodur. 3. Obur. 4. Şaşkın. 5. Yalnız kendi çıkarını düşünen.
b i t , [bıd / bit (yans.)] is. Gürültülü patırtılı, kaba ve düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, geve zelik ve dedikodu etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bit b it etm ek, bıt-dak
bıtna, [Ar. bıtna-uk] {OsT} is. 1. Mide dolgunluğu. 2.
bit2, [bit (yans.)] is. Basılıp sıkıştırılan bir yerden bir nesnenin fırlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] bıt-m ak, bıt-tır-m ak. bit3, [bit (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu pat layıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök, bıt-ık, bıt-m ak, bıt-tı-ş. bıta, -a ’i [Ar. bıtâ5 * lk>] (bıta:) {OsT} is. Gecikme; ağır davranma, bıtaka, [Ar. bıtâka aîUsu] (b ıta :k a) {OsT} is. Yazılı kü çük kâğıt; pusula; yafta; varaka, bıtane, [Ar. bıtâne -ülL] (bıta.n e) {OsT} sf. 1. Gizli şey; gizlenilen durum. 2. is. Mahrem; sırdaş. 3. Bir şeyin ortası. 4. Astar, bıtbıdık, -ğı [bit (yans.) +bıt-(ı)k] {ağız} is. 1. Tavuk sesi; gıtgıdak. 2. Bıldırcın. [DS] bıtbıt1, [bit (yans.) + bit] {ağız} sf. Geveze. [DS] bıtbıt2, [bit (yans.) +bıt] {ağız} is. İnce bulgur. [DS] bıtbııi, [Sansk. pippala] {eT} is. Biber. [Gabain] [EUTS] bıtdak, -ğı [bit (yans.) + bıt-dak] {ağız} zf. (Konuşmak için) hızlıca. [DS] bıtdıh, [eT. büt-mek (bitişm ek) / bit (yans.) > bıt(d)-ık > bıddıh] {ağız} is. -*■ bittik. [Gemalmaz] bitik, -ğı [eT. büt-mek (bitişm ek) / bit (yans.) > bıt-ık] {ağız} is. -*■ bittik. [DS] bitim, [Ar. butm => bitim] is. Yabani fıstık ağacı, bitir, [Ar. batır => bitir] {ağız} sf. 1. Gamsız; düşün cesiz. 2. (Hayvan için) kapalı yerde kalmaktan do layı huysuzlaşan. 3. (Havan için) aşırı beslenmek ten dolayı azgınlaşmış. [DS] S bitir olmak, {ağız} 1. Arsızlaşm ak. 2. G am sızlaşm ak. bıtırak, -ğı [bit (yans.) > bıt-ır-ak / bıt-(ı)r-ak / pıt-rak] {ağız} is. Kırlarda yetişen bir yabancı otun dışı dikenli tohumu. [DS] bıtırlaşm ak, [bıtır-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Gamsızlaşmak. 2. Arsızlaşmak. 3. (At için) kapalı
Sevinçten dolayı taşkınlık yapmak. [DS]
bıtmul, [Sansk. pippala] {eT} is. Biber. [EUTS] bıtn, [Ar. bıtn
{OsT} sf. 1. (Kişi için) zengin. 2.
Malın ve paranın çokluğundan doğan sevinç, bıtrak, -ğı [bıt-rak] {ağız} is. Öd. [DS] bittik, -ğı [eT. büt-mek (bitişm ek) / bit (yans.) > bıt(t)-ık] {ağız} is. Dişilik organı. [DS] bittim, [Ar. butm > bittim] {ağız} is. 1. Bir tür fıstık ağacı. [DS] 2. Defne tohumu, bıttih, [Ar. bıttîh ^lu] (bıtti:h, t ve h kalırı söylenir) {OsT} is. 1. Kavun. 2. Kapuz. b ıttırm ak 1, [fıt-tır-mak ? > bıt-tır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Sevinç yüzünden taşkınlık göstermek. [DS] bıttırm ak2, [bıt-tır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Bir şeyi iki parmak arasında sıkıştırıp bastırarak ileri doğru fırlatmak. [DS] bıttış, [eT. büt-mek (bitişm ek, kayn aşm ak) / bit (yans.) > bıt(t)-ış] {ağız} is. -*■ bittik. [DS] bıyam, [İt. pian ? => meyan / piyan / bıyam] {ağız} is. Meyan kökü bitkisi. [DS] bıyık, -ğı [eT. bıd-ılç > bıyık] is. 1. Üst dudak üzerin de çıkan kıllar. 2. Asma ve sarmaşık gibi tırmanıcı bitkilerin tutunmasına, tırmanmasına yarayan filiz leri. 3. Bazı balıklardaki deri uzantıları. 4. dnz. Yelkenli gemilerde, baş taraftaki üçgen yelkenlerin bağlı olduğu direğe dikey olarak konulmuş yatay seren. 5. {ağız} Asma filizi. [DS] S bıyığına gül mek, {eATJ S a k alın a gü lm ek.|| bıyığın burm ak, {eAT} B öb ü rlen m ek ; gururlanmak.\\ bıyığını balta kesmez olmak, {eAT} 1. Ç o k k ib irli olm ak. 2. K im sed en korku su olm amak.]] bıyığı yelli, {eAT} K ib ir li; gururlu.]] bıyığına gülmek, A lay etm ek.|| bıyı ğını okutmak, Yeni bıraktığ ı bıyıkları için h o ca y a du a ettirmek.]] bıyığını silmek, B ir işin sonuna geld iğ in i dü şü n erek yapm aktan vazgeçm ek. ||bıyığı yelli, Gururlu; kibirli.]] bıyık altından gülmek, G izli gizli sevinm ek, a la y etmek.]] bıyık bırakm ak, B ıyıkların ı tıraş etm eyip uzatm ak.|| bıyık burm ak, 1. Ç alım y a p m a k a m a cıy la bıyıklarını eliy le bük mek. 2. B öb ü rlen m ek ; gururlanmak.]] bıyık çek mek, B o y a ile üst d u dağ ın a bıyık şe k li yapmak.]] bıyık falı bakm ak, D urm adan bıyığı ile oyn am ak.|| bıyıkları terlem ek, D elikan lılık ça ğ ın a g irm ek; bıyıkları çıkm ay a başlam ak.]] bıyıklarını balta kesmemek, 1. K im seden korku su olm am ak. 2. Ç ok
İİ1 J B
M
U
kibirli olm ak. || b ı y ı k l a r ı e l e a l m a k , D elik a n lılık çağın a girm ek. || b ı y ı k m a ş a s ı , B ıy ık la ra ş e k il ver m ek için kullanılan m aşa. ||b ı y ı k y a s t ı ğ ı , (ağız} B ı yığı ço ğ altm a k için, uçlarının altın a sa k a ld a n e k le nen kısım. [DS] bıyıkdak, [bıyık-dak j-iio] {eAT} sf. Bıyığı terlemiş. b ıy ık la n m a ,
[bıyık-la-n-ma] is. Bıyıklanmak eylemi
ve durumu. [bıyık-la-n-mak] gçsz. f i [ -ır ] 1. Bıyığı çıkmak. 2. Bıyıklı duruma gelmek, b ı y ı k l ı , [bıyık-lı] sf. 1. Bıyığı olan. 2. Bıyığım tıraş etmemiş olan. 3. (Taze fasulye, bakla gibi bitkiler için) çok kılçıklı. 4. {ağız} Yayın balığı. [DS] t? b ı y ı k l ı b a l ı k , zool. S azan gillerden tatlı su la rd a yaşayan çen esin in altın da d ö rt tane bıyık bulunan kem ikli b ir tür balık, (B arbııs fluviatilis).\\ b ı y ı k l ı F a d i m e , {ağız} K a d ın y a ra d ılışlı erkek. [DS]j| b ı y ı k t a ş ı , {ağız} K öm ü r o c a k la rın d a odunun bittiği y e r e sıralanan taş. [DS]|| b ı y ı k l ı y a p i y a z v e r m e k , argo. P olisle iyi geçin m ek. b ı y ı k s ı z , [bıyık-sız] sf. 1. Bıyığı olmayan. 2. Bıyığını tıraş etmiş halde olan.
b ıy ık la n m a k ,
[biz (yans.)] is. Cızırtı ile yanma ya da pişmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bız-la-m ak.
b i z 1,
[biz (yans.)] is. Ekşimeyi, mayalanmayı, küf lenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bız-gır-m ak.
b i z 2,
[biz (yans.)] is. Vızıltı sesini anlatan kök. [Zülfikar] bız-b-ıl-dık.
b i z 3,
[biz / biz (yans.)] is. (İnsan ve hayvan için) vızıltılı işemeyi anlatan kök. [Zülfikar] bız-ık etm ek, bız-ı-la-m ak, bız-ık.
b i z 4,
[biz / biz / büz (yans.)] is. İşten kaçmayı, kay tarmayı, mıymıntılık ve mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] bız-dık-la-m ak, bız-ık-çı, bız-ık bızık, bız-ık-la-m ak, bız-ık-tır-m ak.
b i z 5,
b ız a ,
[buzağı / bızâ] (hıza:) {ağız} is. Buzağı. [DS]
b ız a a ,
[Ar. bıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at apL^] (bız a:a)
{OsT} is. -o- bızaat. b ız a a t,
[Ar. bıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at itU u] (bıza:at)
{OsT} is. 1. Anapara; sermaye. 2. Bilgi, b ız a g u ,
[bız-ağu ji>\j j {eAT} is. Buzağı.
- ğ ı [biz (yans.) > bız(b)-ıl-dık] is. {ağız} İnce söğüt dalından yapılan düdük. [DS]
b ız b ıld ık ,
- ğ i [biz (yans.) > bız(b)-ıl-ik] is. {ağız} -* bızbıldık. [DS]
b ız b ılik ,
[biz (yans.) + biz] is. Davul çalarken sol elle vurulan küçük değnek. b ı z d ı k 1, - ğ ı [Erme, piztik (küçük) => bızdık] is. 1. Küçük, afacan çocuk. 2. {ağız} sf. Kısa boylu; cüce; bodur. [DS] S b ı z d ı k b ı z d ı k , {ağız} (K ö p ek yav ru ları için) ç o k sa y ıd a ve küçük. [DS]
b ız b ız ,
b ı z d ı k 2,
[DS]
-ğı
BİZ
,
[biz (yans.) > bız-dık] {ağız} is. Adım.
bızdık3, -ğı [biz (yans.) > bız-dık] {ağız} is. 1. Kuyruk sokumu. 2. Cinsel organ. [DS] bızdıklamak, [biz (yans.) > bızdılc-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Kaçmak. 2. Mızıkçılık etmek. [DS] bızgımak, [biz (yans.) > bız-gı-mak] {ağız} gçsz. f . [r] Mızıkçılık etmek; oyunbozanlık etmek. [DS] bızgıncı, [biz (yans.) > bız-mak > bız-gm-cı] {ağız} is. Mızıkçı; oyunbozan. [DS] bızgırm ak, [biz (yans.) > bız-gır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] (Yoğurt, turşu vb. için) ekşiyip paslanmak veya kurtlanmak. [DS] bızıgi, '[Güre, bizikı] {ağız} is. Eşek arısı. [DS] bızık1, -ğı [biz (yans.) > bız-ık] {ağız} is. Sidik; idrar; çiş. [DS] S bızık etmek, {ağız} İşem ek. [DS] bızık2, -ğı [biz (yans.) > bız-ık] {ağız} is. Kıça atılan parmak. [DS] bızık3, -ğı [bız-ık / bızzık] {ağız} is. Sıkıntı. [DS] S bızık bızık olmak, {ağız} P a n iğ e kap ılm a k; k a ç a c a k d e lik a ra m a k ; sinm ek. [DS] bızıkçı, [biz (yans.) > bız-dc-çı] {ağız} sf. Mızıkçı; oyunbozan. [DS] bızıklamak1, [biz (yans.) > bız-ık-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] Kıça parmak atmak. [DS] bızıklamak2, [biz (yans.) > bız-ık-la-mak] gçsz. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Zor karşısında şaşırmak. 2. {ağız} Oyunbozanlık etmek; caymak; mızıkçılık etmek. [DS] bızıkmak, [biz (yans.) > bız-ılc-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] 1. Sıkılmak; sıkışmak; bunalmak. 2. Acıkmak. 3. Oyun bozanlık etmek; mızıkçılık etmek. [DS] bızıktırm ak, [biz (yans.) > bız-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Tadım kaçırmak; usandırmak. [DS] bızılam ak1, [biz (yans.) > bız-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Kederlenmek. [DS] bızılamak2, [buzağı > bızı-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] (Sığır için) doğurmak; buzağılamak. [DS] bızılam ak , [biz (yans.) > bız-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [- r [-l(ı)-y o r] İşemek; çiş yapmak. [DS] bızm, [biz (yans.) > bız-m] {ağız} is. 1. Keçi. 2. Da var. [DS] bızır, [Ar. bazr / bazr
/ J k •] is. anat. Kadınların
avret yerinde bulunan dilcik; bitrik; dılı; klitoris, bızırdamak, [biz (yans.) > bız-ır-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-d (ı)-y o r] Kendi kendine konuşmak; mırıl danmak; homurdanmak; söylenmek. [DS] bızırık, -ğı [biz (yans.) > bız-ır-ık] {ağız} is. Eritilmiş kuyruk yağından arta kalan kıkırdaklar. [DS] bızlacı, [buzağı > bazağı-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Sığır için) gebe; buzağılayıcı. [DS] bızlam ak1, [buzağı-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [~l(ı)~ y o r ] (Sığır için) doğurmak; buzağılamak. [DS] bızlamak2, [biz (yans.) > bız-la-mak] {ağız} gçsz. f i [r ] (Et için) ateşte pişmek. [DS]
l e i Ü
BİZ
bızlamak , [biz (yans.) > bız-la-mak] {ağız} gçl. f f - r ] [-l(ı)-y o r] Bir şeyi bırakmak; terk etmek. [DS] bızlamak4, [biz (yans.) > bız-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [r ] [-l(ı)-y o r] Sıkılmak; sıkışmak; bunalmak. [DS] bızlamak5, [biz (yans.) > bız-la-mak] {ağız} gçsz. f. [r ] f-l(ı)-y o r ] İşemek; çiş etmek. [DS] bızr, [Ar. bızr Jk>] {OsT} is. Boş; beyhude. bızzık1, -ğı [bız-ık / bızzık] {ağız} is. Sıkıntı. [DS] bızzık2, -ğı [biz (yans.) > bız(z)-ık] {ağız} is. Küçük parça; çıtır, fi1 bızzık bızzık, {ağız} (K ırılm ak için) s ır ç a g ib i p a r ç a p a r ç a . [DS] bi-1, [Ar. bi- ^
{OsT} ön ek. Başına getirildiği Arap
ça kelimelere ‘‘ile, b ir lik te ” anlamı katan edat kö kenli ön ek. S bi-avni, {OsT} Yardım ıyla.|| bi-avni’llâhi teâla, {OsT} A lla h ’ın yard ım ıy la.|| bi-aynihî, jOsT} O lduğu g ib i; tıpkı.|| bi’d-da’va, {OsT} D av a e d e r e k .|| bi’d-da’ve, {OsT} D avet e d e r e k .|| bi’ d-def’at, {OsT} D e fa la rla ; b irç o k kez.|| bi’ddevletü ve’l-ikbal, {OsT} D evlet ve ik b a l ile.\\ bi’ddevr, {OsT} D evreden ; dolaşarak.]] bi’d-duâ, {OsT} D u a e d e rek .|| bi-ecmâihîm, {OsT} H ep si; cü m lesi.|| bi-esrihi, {OsT} H ep bir a ra d a. j| bi-eyyi-hâl, {OsT} H erh a ld e; m utlaka; elbette.\\ bi-fazli’l-lahi teâla, {OsT} A llahın fazlıyla.\\ bi-gayr, {OsT} 1. B aşka sıy la. 2. - s ız .|| bi-gayr-i hakkın, {OsT} H aksız y e r e ; h aksız o la r a k .|| bi-gayr-i kasdin, {OsT} İstem ey e r e k ,|| bi-hakkın, {OsT} H akkıyla; tam am ıyla,|| bihamdi lillâh, {OsT} A lla h ’a şü kü r olsun.|| bihaseb, {OsT} B akım ın dan ; -ce.|| bi-hasebi’l-m erâtib, {OsT} R iitbe bakım ın dan ; rü tbece. || bi-haseb i’l-örf ve’l-izafe, {OsT} Â det oldu ğu g ib i; a lışıl m ış düzene göre.\\ bi-ibâretihâ, {OsT} K elim esi kelim esin e aynı; tıpkısı.\\ bi-izn’illâh, {OsT} A l l a h ’ın izniyle.|| bi-izn’illâhi teâla, {OsT} A llah'ın izniyle.|| bi-izn-i şer’î, {OsT} Şeriatın izniyle.|| bi’lâfiye, {OsT} E sen lik le; y a ra m ış o la r a k ; a fiy etle.|| bi’ l-farz, {OsT} S ay m aca o la r a k ; diyelim ki; farzed elim ki.\\ bi’I-fı’il, {OsT} E ylem li o la r a k ; g e r çekten ; bizzat.|| bi’l-hâssa, {OsT} Ö zel o la r a k ; m ahsus; hususi o la r a k .|| bi’l-hayr, {OsT} H ay ırla; uğurlu o la r a k .|| bi’l-hükmü, {OsT} .. hükm ünden d o la y ı; .. hükmüyle.\\ bi’l-îcab, {OsT} G erek'duyul duğu için ; g er eğ in c e.|| bi’I-icrâ, {OsT} Y aparak; ic r a ed erek . || bi’l-iddiâ, {OsT} İd d ia için ; iddia ile.\\ bi’l-iftihar, {OsT} Ö ğiinerek; iftiharla.\\ bi’Iihtimam, {OsT} Ö zen erek; ö zen le; dikkat e d e rek .|| bi’l-ihtirâm , {OsT} Saygı du yarak; saygıyla.\\ bi’lihtiyar, {OsT} D ileğ iy le; isteğiyle.|| bi’l-iktidâr, {OsT} ik tid a r ile ; gü cü yle; erkiy le.|| bi’l-iktisâb, {OsT} E ld e e d e rek ; kazanarak.\\ bi’l-iktizâ, {OsT} G erektiğin den.|| bi’l-iltizâm, {OsT} B ile b ile .|| bi’limla, {OsT} Sözlerim y a z d ıra ra k ; dikte ettirerek .|| bi’ l-imtihan, {OsT} S ın avla; imtihan e d e r e k .|| bi’limtisâl, {OsT} Ö rnek v ererek; misallendirerek.\\ bi’ l-imtizâc, {OsT} A n laşarak; u yu şarak.||bi’ I-im-
M
M
.
zâ, {OsT} İm za e d e r e k ; im zalanarak.]] bi’l-incimâd, {OsT} D on arak .|| bi’l-infâz, {OsT} Yerine g etirerek ; infaz y o lu y la ; yaparak.\\ bi’l-infilak, {OsT} P atla m a su retiyle; in filak e d e r e k ; patlayarak.\\ bi’l-infikâk, {OsT} Ç özü lerek; a y rıla ra k ; y a rıla ra k ]] bV\infirâd, {OsT} A yrılm ak su retiyle tek b a şın a kala r a k .|| bi’l-infisâl, {OsT} Yerini bırakıp g id erek ; u z a k la şa ra k ; a y rıla ra k .|| bi’l-in’ikâd, {OsT} B ir ara y a g e le r e k ; toplanarak.\\ bi’l-inkisâm, {OsT} B ö lüm lere, kısım lara a y ır a r a k ; bölerek.\\ bi’l-inkişâf, {OsT} G elişerek ; açılarak.\\ bi’l-intâc, {OsT} Sonuç la n a ra k ; n etic elen erek .|| bi’l-intihâb, {OsT} S e çe rek:.|| bi’l-intikal, {OsT} B irin den d iğ erin e g e ç e r e k ; intikal ederek.\\ bi’l-intisâb, {OsT} B irin e m ensup o la r a k .|| bi’l-irâe, {OsT} G ö stererek ; g ö sterip öğ reterek .|| bi’ l-irkâb, {OsT} Bindirilerek.\\ bi’l-iskât, {OsT} Ağzını k a p a ta r a k ; su stu rm akla.|| bi’l-isti’câl, {OsT} A cele e d e r e k ; iv ed ilikle.|| bi’l-istîeâr, {OsT} K ira y a v er ere k ; k ir a la m a k suretiyle.\\ bi’l-isticvâb, {OsT} C evabın ı a la r a k ; soru ştu rarak.|| bi’ l-istidlâl (d a l ile), {OsT} D elil g etire rek ; y o l g ö ster ere k .|| bi’l-istidlâl (dat ile), {OsT} Yoldan ç ık a rm a k su re tiyle; k a n d ıra ra k .|| bi’l-istifâde, {OsT} Y ararlan a ra k ; fa y d a la n a ra k ]] bi’l-istifsâr, {OsT} Sorup a n la y a r a k ,|| bi’l-istihbâr, {OsT} H a b e r a la r a k .|| bi’ listihdâm, {OsT} H izm etinde o la r a k ; ku lla n a ra k .|| bi’l-istihkâk, {OsT} H akkı ile; h a k etm iş o la ra k ; layıkıyla. || bi’i-istihsâl, {OsT} Ü reterek; m eydana g etire rek ; husule g etire rek .|| bi’l-istikbâl, {OsT} K a rşıcı g id e r e k ; k a r şıla y a ra k ,|| bi’l-istiklâl, {OsT} B ağım sız o la r a k ; başlıbaşına.\\ bi’l-istilzâm, {OsT} G erek li g ö r e r e k ; g er ek tir ere k ,|| bi’l-istimlâk, {OsT} K am u la ştıra ra k; istim lak yoluyla.\\ bi’ l-istintâk, {OsT} Sorgu ya ç e k e r e k ; so rg u la y a ra k ,|| bi’l-istirâr, {OsT} İster istem ez.|| bi’l-istisnâ, {OsT} A yırarak; ay ırm a ile. ||bi’l-istişâre, {OsT} D a n ışarak ; istişare y olu y la .|| bi’l-istîzân, {OsT} İzin a la r a k ; ruhsat ile.|| bi’l-iş’â r, {OsT} Yazı ile bild irerek .|| bi’l-işgâl, {OsT} İşg a l ederek.\\ bi’l-iştirâ, {OsT} Satın alara k .|| bi’l-iştirâk, O rtaklaşa; b irle şer ek .|| bi’l-i’tâ, {OsT} V ererek; v erm ek su retiyle.|| bi’l-i’tirâf, {OsT} B ir şey i g izlem ed en sö y ley erek ; itir a f ederek.\\ bi’litm âm , {OsT} Tam am e d e r e k ; bitirerek.\\ bi’l-ittifâk, {OsT} B e r a b e r c e ; uyu şarak; elbirliğ iy le; oy birliğ iy le,|| bi’l-ittihâd, {OsT} B ir le şer ek ; b ir a ra y a g e le r e k .|| bi’l-ityân, {OsT} G etirerek.|| bi’l-izâfe, {OsT} B ir şe y e b a ğ la y a ra k ; ilişik o la r a k ; ilişkin o la r a k ; b a ğ ıl o la r a k .||bi’l-izzi ve’ l-ikbâl, {OsT} İz zet ve ik b a l ile.\\ bi’l-kalb, {OsT} D eğiştirm e yolu y la]] bi’l-kayd, {OsT} K ayıt y a p a r a k ; k a y d ed erek ,|| bi’l-keşf, {OsT} K e ş fe d e r e k .|| bi’l-kimyâ, {OsT} K im y a sa l y o lla ; kim y aca ]\ bi’l-kuvve, {OsT} Yalnız düşün ce o la r a k ; tasavvur halin de]] bi’l-külliye, {OsT} Biitün o la r a k ; büsbütün]] bi’l-lisân, {OsT} D il ile; k o n u şa ra k .|| bi’ l-m â’ , {OsT} kim. 1. Sulu o la ra k . 2. H id rojen halin de]] bi’l-maiye, {OsT}
M İ M » 58« »593 A dam larıyla; m aiyetiyle. || bi’l-m uhafaza, {OsT} K oru n arak; k oru y a rak ; saklayarak.\\ bi’l-mukâbele, {OsT} K a rşılık o la r a k .|| bi’l-muvâcehe, {OsT} Yüz y iize; yü zleştirerek]] bi’l-münâsebe, {OsT} B ir m ü n asebetle; sırasın ı getirerek.\\ bi’l-münâvebe, jOsT} D eğ işe d eğ işe ; n ö b e tle şe .|| bi’l-müşâfehe, {OsT} K on u şm ak su retiyle; konuşarak.\\ bi’I-müşâhede, {OsT} G özlem ley erek ; g ö r e r e k .|| bi’l-müşâvere, {OsT} D an ışarak ; kon u şa ra k .|| bi’l-müzâkere, {OsT} G örüşüp k on u şa ra k; ta rtışarak ; m ü z ak ere ile.|| bi’l-umüm, {OsT} Bütün; h ep .|| bi’ Ilütfihî, {OsT} K erem ve bağ ışı ile ; lütfü ile.\\ bi’lvâsıta, {OsT} A racılığ ıy la; a ra ç lı o la r a k .|| bi’l-vekâle, {OsT} Vekil o la r a k ; v ek â let ederek.\\ bi’l-vesîle, {OsT} Yeri g elm işken ; bu v esile ile.\\ bi’l-vücflh, {OsT} H er yönden.\\ bi’ n-nar, {OsT} A teşle; ateşli o la r a k .||bi’n-nisbe, {OsT} 1. O ran la; nisbetle. 2. B ir d er ec e y e k a d a r .|| bi’s-suhüle, {OsT} K o laylıkla.,|| bi-takdîr-i İlâhî, {OsT} A lla h ’ın takdiri ile.|| bi-tam âm ihâ, {OsT} T am am ıyla.|| bi-tam âmihî, {OsT} Tamamıyla.\\ bi’t-tab i’(bi’t-tab ’), {OsT} D o ğ a l o la r a k ; tabiatiyle.\\ bi’ t-tafsîl, {OsT} Ayrıntılı o la r a k ; etrafıy la ; uzun uzadıya}] bi’t-tahkîk, {OsT} A raştırıp in celey erek ; tahkik yolu yla]] bi’t-tahrîk, {OsT} 1, H arek et ettirerek ; oynatarak. 2. K ışk ırtarak ; teşvik ed erek ]] bi’t-tarîk , {OsT} Yo luyla; usulüyle.|| bi’t-tarîk ’it-tecrîd, {OsT} A yırm a yolu yla; a y ıra ra k .|| bi’t-tarîk ’it-temsîl, {OsT} B en zetm e y o lu y la ; em sa l g ö stererek ]] bi’t-tasm îm , {OsT} T a sarla y arak ; k u ra ra k .|| bi’t-tav ’, {OsT} İs tek ü zere; isteyerek. || bi’t-tavassut kabul, {OsT} ekon. P oliçen in m u hatabı tarafın dan k a b u l ed il m em esi h â lin d e ikin ci b ir kişi tarafından işin yürü tülmesini k olay laştıran k a b u l işlem i.|| bi’t-tavassut te’diye, {OsT} bank. Ö denm esi ret veya p ro tes to edilen p o liçen in ü zerin de ism i bulunan h erhan gi bir kişi a d ın a p o liç e bedelin in b ir kişi tarafından ödenm esi durumu]] bi’t-teâdî, {OsT} Y asaları ve h a k la n çiğ n ey erek; zulm ile]] bi’t-tedrîc, {OsT} D erece d e r e c e ; a z a r azar]] bi’t-tesâdüf, {OsT} Raslantı o la r a k ; tesadü fen]] bi’t-te’sîr, {OsT} E tki ley erek; etki ile; tesir e d e r e k .|| bi’t-teşvik, {OsT} Teşvik e d e r e k ; kışkırtarak]] bi’t-tevkif, {OsT} Tu tuklam a y o lu y la ; tutu klanarak,|| bi-zâtihî, {OsT} K en diliğin den,|| b i’z-zaru re, {OsT} İster istem ez.|| bi’z-zât, {OsT} -*■ bizzat bi-2, [Far. b!
(bi:) {OsT} ön ek. Başma getirildiği
Farsça kelimelere olumsuzluk anlamı katan ön ek; siz. S bî-âb, {OsT} 1. Kuru; susuz. 2. Donuk. 3. H ayâsız; rezil.|| bî-ad, {OsT} Sayısız]] bî-adet, {OsT} H esapsız. || bî-adil, {OsT} B en zersiz; ben zeri olm ayan.|| bî-am an, {OsT} A m ansız; acım asız]] bîâr, {OsT} U tanm az; a rsız .|| b î-ârâm , {OsT} 1. Du rup dinlenm eyen. 2. T ek d ü z e. 3. R ahatsız.|| bî-asl, {OsT} A sılsız; tem elsiz.|| bî-asl ü esâs, {OsT} Aslı esası olm ayan ; d ay an ağ ı olm ayan. || bî-âşiyân,
BİZ
{OsT} E vsiz; yuvasız.|| bî-bahâ, {OsT} D eğ er biçilem ey ec ek d e r e c e d e p a h a lı]] bî-bahâne, {OsT) H içb ir ba h a n esi olm ayan ; se b e p siz .|| bî-baht, {OsT} Şanssız; talihsiz; bahtsız. || bî-bâk, {OsT} K o rk m a y an ; çekin m eyen ; sakın m ay an ,|| bî-bâkî, {OsT} K orkusu zluk; a ld ırış etmezlik.]] bî-bâr, {OsT} M eyve verm eyen ; m eyvesiz; kuru]] bî-basîret, {OsT} B asiretsiz; etrafın d a kileri görm eyen . || bîbedel, {OsT} B en zersiz; eşsiz, || bî-behre, {OsT} 1. N asipsiz; b eh resiz; m ahrum . 2. D eğersiz. ||bî-bekâ, {OsT} B ek asız ; sonlu]] bî-beraat, {OsT} Kurtuluşu olm ayan ]] bî-berg, {OsT} D alsız]] bî-câ, {OsT} Yer siz]] bî-cân, {OsT} Cansız.|| bî-cevâb, {OsT} C ev ap sız; yanıtsız]] bî-ciğer, {OsT} Yüreksiz; korka k]] bîçâ r, {OsT} Ç aresiz; zav allı.|| bî-çâre, {OsT} Ç a re siz; zavallı]] bî-çâregân, {OsT} Ç a resiz ler; z av a llı lar]] bî-çâregî, {OsT} Ç aresizlik; zav allılık.|| bîçâre-vâr, {OsT} Ç aresiz g ib i; z a v a llıca .|| bî-çün, {OsT} 1. E m salsiz; eşsiz. 2. S e b e p soru lm az; Allah.]] bî-dâd, {OsT} -*• bidad2.|| bî-dâd-ger, {OsT} Z alim ; g a d d a r ; hain.]] bî-dâd-gerî, {OsT} Z alim lik; g a d d a rlık ; hainlik.]] bî-dâdî, {OsT} Zalimlik.]] bî-dermân, {OsT} D erm ansız; güçsüz.|| bî-devâ, {OsT} O nulm az; devasız; çaresiz. || bî-devlet, {OsT} Mut suz.]] bî-dil, {OsT} I. K orkak. 2. Nüktesiz. 3. Âşık. 4. K alp siz; gönülsüz.|| bî-dimâğ, {OsT} A kılsız; beyin siz; k afa sız .|| bî-dîn, {OsT} 1. Dinsiz. 2. A cım asız; m erham etsiz.]] bî-direng, {OsT} D urm ayan; eğ len m eyen ; çarçabu k]] bî-diriğ, {OsT} 1. E sirgen m e yen. 2. E linden g elen i y a p a n ; esirg em ey en .|| bîduht, {OsT} l. Kızı olm ayan ; kızsız. 2. Venüs g ez e g en i; Zühre,|| bî-edât, {OsT} A letsiz; araçsız]] bîedeb, {OsT} E d ep siz; terbiyesiz.]] bî-edebâne, {OsT} E d ep siz cesin e,|| bî-enbâz, {OsT} A rkadaşsız; ortaksız.|| bî-encâm, {OsT} Sonsuz; sınırsız]] bîendâze, {OsT} Ö lçüsüz; aşırı]] bî-faide, {OsT} Ya rarsız; fay d a sız ]] bî-fark, {OsT} F arksız}] bî-fiitür, {OsT} K orku su z; korku suzca}] bî-gâh, {OsT} Vakit siz]] bî-gam, {OsT} G am sız; tasasız.|| bî-gâne, {OsT} 1. K ayıtsız; ilgisiz. 2. Yabancı. 3. tasvf. Dün y a ile ilgisini kesm iş olan.]] bî-gâne-gân, {OsT} K a y ıtsızlar; ilgisizler,|| bî-gâne-gî, {OsT} Y abancılık.|| bî-gâne-hûy, {OsT} S oğu k tabiatlı; u tan gaç; sıkıl gan}] bî-gâne-meşreb, {OsT} Tanıyıp d a tanım am azlıktan g elen ; kayıtsız y a ra d ılışlı,|| bî-garez, {OsT} 1. G arezsiz. 2. T arafsız; t a r a f tutm ayan]] bîgarezâne, {OsT} T ararfsız b ir b içim d e.|| bî-gavr, {OsT} D ipsiz.|| bî-gâyât, {OsT} Sonsuzlar; son u o l m ayanlar]] bî-gâye, {OsT} 1. Gayesiz. 2. Sonsuz; ç o k .|| bî-gayret, {OsT} G ayretsiz; ha rek etsiz ; can sız; tem bel]] bî-gerân, {OsT} N ihayetsiz; sınırsız; uçsuz; bucaksız]] bî-gış, {OsT} K arışıksız; hilesiz; sam im i.|| bî-gümân, {OsT} Şüphesiz}] bî-günâh, {OsT} G ünahsız; suçsuz; zavallı]] bî-hab, {OsT} Uykusuz; uyum az; uyanık}] bî-haber, {OsT} H a b ersiz ; bilgisiz; vurdum duym az,|| bî-had, {OsT} Sınırsız; had siz; p e k çok}] bî-hadd ü pâyân, {OsT}
BİZ
Sınırsız ve sonsuz; uçsuz bu caksız; tükenmez. || bîhanümân, {OsT} Yersiz yurtsuz; çolııksuz ç o cu k suz,|| bî-hâr, {OsT} Dikensiz.\\ bî-hareket, {OsT} H arek etsiz ; kım ıldam ayan]] bî-hâsıl, {OsT} 1. Son su z; nihayetsiz. 2. Verimsiz]] bî-haste, {OsT} A ciz; şa şk ın ; yorgun.\\ bî-hayâ, {OsT} A rsız; utanm az.|| bî-hayât, {OsT} C ansız.|| bî-hazân, {OsT} S o n b a h a r sız; h e r zam an taze; h e r zam an bahar. || bîhemâl, {OsT} E şsiz; benzersiz.|| bî-hem tâ, {OsT} B en zersiz.|| bî-hengâm, {OsT} Z am ansız; vakitsiz.|| bî-hesâb, {OsT} H esap sız.|| bî-hıred, {OsT} A kılsız; kafasız.\\ bî-hicâb, {OsT} U tanmaz; utanm ası o lm a y a n ; arsız. || bî-his, {OsT} Duygusuz; hissiz. || bîhod, {OsT} 1. K en dinden g eçm iş o la n ; çılgın. 2. B ayılm ış.|| bî-hodâne, {OsT} B aygın lıkla.|| bî-hodî, {OsT} B aygınlık.|| bî-hüd, {OsT} K en din den g içm iş; baygm.\\ bî-höde, {OsT} B o ş y e r e ; beyhude.\\ bîhüde-gî, {OsT} Y ararsızlık; boşu n alık; beyhudelik.\\ bî-hüde-kâr, {OsT} B o ş y ere ça lışa n .|| bî-hudüd, {OsT} Sınırsız; p e k ç o k .|| bî-hüş, {OsT} 1. Şaşkın; sersem . 2. D eli. || bî-hüşSne, {OsT} Ş aşkın casın a; kendinden g eçm işçesin e. || bî-hutüt, {OsT} 1. Çizgisiz; hatsız. 2. K a rışık çizgili.|| bî-huzür, {OsT} H u zursuz; rahatsız.|| bî-hüdegû, {OsT} G ev eze; ç a lç e ne]] bî-hüde-gûyâne, {OsT} G evezelikle. || bî-hilner, {OsT} H ünersiz; erdem siz]] bî-ihtiyâr, {OsT} E ld e o lm a y ara k ; ira d e dışı; kendiliğinden]] bîiktidâr, {OsT} G üçsüz; iktidarsız. || bî-ilâç, {OsT} İlaçsız (a ç b î-ila ç deyim in de g eçe r)]] bî-infisâl, {OsT} Ayrılm asız. || bî-insâf, {OsT} İn safsız; a c ım a sız]] bî-intiha, {OsT} Sonsuz; nihayetsiz.|| bî-irtiyâb, {OsT} Şüphesiz.|| bî-iştibâh, {OsT} Şüphesiz]] bî-i’tibâr, {OsT} Saygınlığı olm ayan ; itibarsız.|| bîi’tidâl, {OsT} Ö lçüsüz; aşırı. || bî-ittisâl, {OsT} K a vuşmasız. ||bî-izzet, {OsT} D eğ eri olm ay an ; kıym et siz]] bî-kâm, {OsT} Yararsız]] bî-kâr, {OsT} }. İ ş siz. 2. B ek âr]] b î-karâr, {OsT} 1. K ararsız. 2. R a hatsız]] b î-karârî, {OsT} K ararsızlık]] bî-kayd, {OsT} K ayıtsız; a la k a sız ; aldırmaz.\\ bî-kaydâne, {OsT} K ayıtsızca; kayıtsızlıkla; ilgisizlikle; aldırış etm eksizin]] bî-kelimât, {OsT} Sözsüz; kelim esiz o la r a k .||bî-kem ü kast, {OsT} E ksiksiz o la r a k ; ta m am o la r a k .|| bî-kerân, {OsT} 1. Sınırsız; sonsuz. 2. K ıyışız; uçsuz.]] bî-kes, {OsT} K im sesiz.|| bî-kesâne, {OsT} K im sesizlere y a k ışır biçim de]] bî-kesî, {OsT} Kimsesizlik.]] bî-kıyâs, {OsT} Ölçüsüz]] bîkıymet, {OsT} D eğ ersiz.|| bî-mahal, {OsT} Y ersiz]] bî-kusflr, {OsT} Kusursuz]] bî-lerzîş, {OsT} Titre şim siz; titremeden.]] bî-mağz, {OsT} B eyinsiz; a k ıl sız]] bî-mağz-âne, {OsT} A kılsızca]] bî-maksad ü bî-günâh, A m açsız ve suçsuz o la r a k .|| bî-m â’na, {OsT} A nlam sız.|| bî-mânend, {OsT} B en zersiz; e ş siz.]] bî-mâye, {OsT} 1. Yoksul; güçsüz. 2. M ayası bozu k; kötü y a ra d ılışlı]] bî-meâl, {OsT} A nlam sız; hükümsüz; sa çm a sapan.]] bî-mecâl, {OsT} H alsiz; takatsiz; bitkin]] bî-m ecâl-âne, {OsT} Bitkin o la ra k ; gü çlü kle; d erm a n sız ca .|| bî-mecâlî, {OsT}
ÖIÜMIUKSİMİ. Güçsüzlük; halsizlik; bitkinlik.]] bî-mekân, {OsT} 1. Yersiz yurtsuz. 2. S erseri]] bî-m er, {OsT} H esapsız; sayısız. ||bî-m erâ, {OsT} R iyasız; iki yüzlülük etm e den]] bî-m erhâm et, {OsT} M erham etsiz; acım asız; katı y ü rekli]] bî-mezak, {OsT} Z evksiz; tat alm asını bilm ez]] bî-meze, {OsT} Tatsız tuzsuz]] bî-mihr, {OsT} Sevgisiz; şefkatsiz. || bî-m ihr ü vefâ, {OsT} Sevgisi ve vefası olm ayan ]] bî-m ikdar, {OsT} 1. Sayısız. 2. Önemsiz. || bî-minnet, {OsT} Yaptığı iyi liğ i b a ş a kakm ay an ; g ü cen d irici b ir şe k ild e hatır latm ayan]] bî-misâl, {OsT} E şi v e ben zeri bulun m ayan; eşsiz; benzersiz]] bî-muâdil, {OsT} E şi den gi olm ayan ; eşsiz]] bî-m ubâlat, {OsT} D ikkat siz; kayıtsız; şartsız]] bî-mücib, {OsT} G ereksiz; se b e p siz ; y o k y e r e ; b ir g e r e ğ i yokken ]] bî-muhâbâ, {OsT} Ç ekinm eksizin; çekin m eden ]] bî-mubâlat, {OsT} D ikkatsiz; kayıtsız]] bî-müdânî, {OsT} E m sa lsiz; benzersiz. || bî-m ürüvvet, {OsT} Mürüvvetsiz ; insaniyetsiz.|| bî-nâm , {OsT} A dsız; sansız]] bînâm ü nişan olmak, {OsT} A dı san ı kalm am ış o l m ak]] bî-nam âz, {OsT} N am az kılm ayan ; bey n a maz.]] bî-nam âzî, {OsT} 1. N am az kılm am a duru mu. 2. K adın ların â d et g ö rm e durumu]] bî-nasîb, {OsT} N asipsiz; talihsiz; şan sı k ap a lı]] bî-nazîr, {OsT} E şsiz ; benzersiz]] bî-nemek, {OsT} Tatsız; tuzsuz; lezzetsiz. |'| bî-nemekî, {OsT} 1. Tuzsuzluk; lezzetsizlik; tatsızlık 2. m ecaz. V efasızlık.|| bînesâk, {OsT} S ırasız; düzensiz.|| bî-nevâ, {OsT} 1. N asipsiz; çaresiz. 2. Z avallı; y o ksu l.|| bî-nevâ-yi firâk, {OsT} A yrılık yüzünden zavallı durum a düş müş o la n .j| bî-nevâyî, {OsT} 1. Sessizlik; sükût. 2. Yoksulluk; nasipsizlik.]] bî-nigâh, {OsT} Bakım sız]] bî-nihâye, {OsT} Sonsuz; tükenm ez; nihayetsiz.]] bînişân, {OsT} B elirtisiz; işaretsiz.|| bî-niyâz, {OsT} Yalvarm a ve y a k a rm a g ereğ in i duym ayan; ihtiyaçsız.|| bî-niyâzî, {OsT} Z enginlik; ihtiyaçsızlık]] bînûr, {OsT} 1. Nursuz. 2. Uğursuz. 3. G örm e en g el li]] bî-nümfld, {OsT} B elirm ez; görünm ez]] bîpâyân, {OsT} Sonsuz; tükenm ez.|| bî-per ü bâl, {OsT} 1. K olsu z kanatsız. 2. B aşarısız]] bî-perde, {OsT} A rsız; utanm az.|| bî-pervâ, {OsT} Ç ekin m ek sizin; sakın m adan ]] bî-râh, {OsT} 1. Yolsuz. 2. K ö tü y o la sapan . 3. M ünasebetsiz. 4. (Okuyucu için) m üzik bilm eyen. || bî-râhe, {OsT} 1. Çıkm az sokak. 2. Yolu olm ayan s a p a y e r .|| bî-râhî, {OsT} 1. Yol suzluk. 2. K ötü y o la sapan . 3. A foroz; sürgün]] bîrahm , {OsT} M erham etsiz; k alp siz.|| bî-reh, -*• bîreh. 11 bî-reng, {OsT} 1. Renksiz. 2. T aslak resim . 3. tasvf. İ la h î c ev h er.||bî-rengî, {OsT} Renksizlik.]] bîrevgen, {OsT} Yağsız.|| bî-rey, 1. Oysuz; reysiz. 2. D üşüncesini açıklam ayan ]] bî-reyb, {OsT} Şü phe siz]] bî-riyâ, {OsT} Yalansız; iki yüzlülük etm eden ; riyasız.|| bî-rü, {OsT} Yüzsüz.|| bî-rfih, {OsT} C an sız]] bî-rflyî, (OsT/ Yüzsüzlük; utanm azlık; arsız lık]] bî-rûz, {OsT} K ısm etsiz.|| bî-rüzî, {OsT} K ıs m etsizlik; talihsizlik.|| bî-sabr, {OsT} Sabırsız]] bîsâm ân, {OsT} P a r a s ız ; serm ay esiz; züğürt. || bî-
■Ell İMCEM
.
BİB
595
sânî, {OsT} İkin ci b ir ben zeri olm ayan ; benzersiz.\\ bî-sâz, {OsT} G erek li a r a c ı bulunm ayan,|| bî-sebât, jOsT) S ebatsız; d ö n ek.|| bî-sebeb, /OsTf B ir s e b e p olm aksızın ; y o k yere.\\ bî-seher, /OsT) S a ba h sız.|| bî-semen, {OsT} D eğ er biçilem ez.|| bî-ser, B aşsız.|| bî-ser ü bun, {OsT} İp e s a p a gelmez.\\ bî-ser ii pâ, {OsT} B aşsız; intizam sız; düzensiz.|| bî-ser ü sa man, /OsT} S efil ve p e r iş a n .|| bî-serân, {OsT} B a ş sızlar.,|| bî-sûd, {OsT} B o ş ; fa y d a s ız ; sonuçsuz.\\ bîsükûn, /OsT} D uraksız; durmadan.\\ bî-sütün, {OsT} 1. D ireksiz. 2. Gökyüzü. |j bî-şâibe, /OsT} L e k esiz; kusursuz]] bî-şebîh, /OsT} 1. B en z eri o lm a y an ; benzersiz. 2. Allah.]] bî-şek, /OsT/ Şüphesiz.]] bî-şekl, /OsT} Şekilsiz. || bî-şerm , {OsT} Utanmaz]] bî-şevâib, {OsT} K usursuz; eksiksiz.|| bî-şikîb, {OsT} S abırsız; sa b r ı tükenm iş]| bî-şübhe, {OsT} Şüphesiz; kesin.]] bî-şüm âr, {OsT} Sayısız; p e k çok.]] bî-şuurâne, {OsT} Şuursuzca; düşünmeden.]] bî-tâ, {OsT} Buruşuksuz]] bî-taayyün, {OsT} Adı sanı belirsiz.\\ bî-tâb, {OsT} B itkin; yorgun ]] bîtâb-âne, {OsT} Bitkin b ir h âld e]] bî-taham m ül, {OsT} Taham m ülsüz; dayan ılm az]] bî-tâil, {OsT} Yararsız; işe y a ra m a z ; boş]] bî-tâk, {OsT} G üçsüz; takatsiz]] bî-tükat, {OsT} G üçsüz; takatsiz.|| bî-taksîr, {OsT} E ksiğ i bulunm ayan; kusursuz.]] bî-takvâ, {OsT} İba d etsiz ; gü n ahkâr]] b î-taraf, /OsT} T araf sız]] bî-tarafâne, /OsT} H erh a n g i b ir kim seyi tutm aksızın; tarafsız; yan sız olarak.]] bî-tedbîr, /OsT} Ç aresiz; tedbirsiz.]] bî-vakt, /OsT} Vakitsiz; uygun suz]] bîvâye, /OsT} N asipsiz; m ahrum ]] bî-vâyegî, {OsT} Yoksulluk]] bî-vend, {OsT} V efasızlık]] bîvuküf, {OsT/ D urm ayan]] bî-vilcfld, {OsT} Vücııtsuz. || bî-zâd, {OsTf A zıksız; zahiresiz. || bî-zâr, /OsT} Rahatsız]] bî-zebân, /OsT} Dilsiz.]] bî-zeneb, /OsT} Kuyruksuz.]] bî-zer, {OsT} 1. Altınsız. 2. Cim ri; pinti]] bî-zevâl, {OsT} Sonu olm ay an ; bitim siz.|| bî-ziyâ, {OsT} Işıksız. bi-3, [Lat. bi- / bis-] ön ek. Önüne getirildiği Latince kelimelere " çift” anlamı veren ön ek. Bi [Fr. bismuth] kısalt, kim. Atom ağırlığı 209, atom numarası 83, yoğunluğu 9,8 olan 2 7 1 .3 °C ’de ergi yen kızılımsı beyaz renkli kırılgan ve katı bir ele ment olan bizmutun sembolü. bi1, [bi] /eT} is. Kısrak. [ETY] [DLT] bi2, [bö g] /eT} is. Zehirli örümcek; böy. [DLT] bi3, [eT. beg > bi] is. Orta Asya Türklerinde amir, vezir gibi büyük memurlara verilen unvan. bi4, [Çin. p’i (kırm ak) > bı] (bi:) {eT} is. Çakı; bıçak. [Clauson] bi3, [bi(r)] {ağız} sf. 1. Bir. “B i kişi geld i. ” 2. zf. Bir. "Ah bi tatil o ls a ” [DS] bi’a 1, [Ar. bey' > bı'a] (b i:a ) {OsT} is. Satış; satın alma. bia2, [Ar. bı'a -u^] (b i:a ) {OsT} is. Kilise. biat, [Ar. bey'at (uyma) > bı'at c-*^] (bi:at) is. 1.
Birinin egemenliğine girme. 2. Birinin emirlerine uyacağını kabul etme. 3. Saçak öpme. 4. El sıkma. S’ biat edilmek (olunmak), B irinin hükm üne g i rilm ek, hakim iyeti k a b u l edilmek.]] biat etmek (ey lemek), Birinin buyruğu altın a g irm ek ; siyasi o to ri tesini kabullenm ek. bib, [Ar. bıb i_~j] (bi:b) {OsT} is. 1. Havuza su akıtan musluk. 2. Havuzdan dışarıya su boşaltan delik. 3. Havuza gelen su yolu, biban, [Ar. bâb > bîbân OLo] (b i:b a :n ) is. Kapı. bibehre, [Far. bı-behre »
^
(b i:b eh r e) sf. 1. Pay
altlamış olan; nasipsiz. 2. Pay sahibi olmayan, biber, [Sansk. pippala / pippali > Lat. piper / Yun. peperi > biber] is. bot. 1. Patlıcangillerden hem ta ze tüketilen hem de kurutulup bahar olarak kullanı lan, koni şeklinde meyveleri olan bir yıllık otsu bitki, (C apsicum annuum). 2. Bu bitkinin taze veya kurutulmuş olarak tüketilen meyvesi. S biber gibi, 1. Ç o k acı. 2. Ç o k sinirli.]] biber gibi yanmak, (G öz veya d er i için) şiddetli y an m a hissi ile uya rılm ak]] biber dolması, D olm alık b ib erlerd en y a p ıla n dolma.]] biber salçası, E tli kırm ızı b ib e r le r den y ap ılm ış s a lç a .|| biber turşusu, Yeşil b ib e r le r den yap ılm ış turşu. biberdan, [biber + Far. -dân objo] is. Biberlik. biberiye1, [Yun. piperia ajjh] is. bot. Ballıbabagil lerden Akdeniz bölgesinde kumluk alanlarda süs bitkisi olarak yetiştirilen, yaz boyunca açık mavi çiçekler açan, yapraklarından ve çiçeklerinden ba harat ve ıtriyat sanayimde yararlanılan, yaprakları nı dökmeyen bir bitki; kuşdili, (R osm arinus offi cinalis). biberiye2, [biber + Ar. -iyye
._«] is. bot. Biberler,
(P ip era cea e). biberiza, [Yun. piperitza] {ağız} is. bot. Yaprağı bi bere benzeyen bir bitki. [DS] biberleme, [biber-le-me] is. Biberlemek işi. biberlemek, [biber-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i) -yor] Biber ekmek; biber katmak, biberli, [biber-li] sf. 1. Biber ekilmiş. 2. Acılı. 3. is. {ağız} Kenarlarına iğne oyası ile biber motifleri iş lenmiş baş örtüsü; biberli yazma. [DS] biberlik, -ği [biber-lik] is. Toz biber konulan kap. biberon, [Fr. biberon] is. Çoğunlukla süt çocuklarına süt veya sıvı yiyecekleri içirmek için kullanılan ağ zı emzikli şişe, bibersiz, [biber-siz] sf. 1. İçine biber konulmamış. 2. Acısız. bibi1, [Far. bîbı ^
{eAT} is. 1. Babanın kız
kardeşi; hala. 2. Ev kadını, hanım. 3. {eAT} Hanım; hanımefendi. 4. {ağız} Amca karısı; yenge. [DS] 5. {ağız} Abla. [DS]
IM ÏÜ M ta i.
BİB bibi2, [Bulg. / Slav. dili, biba / bibë (ö rd ek )] {ağız} is. Hindi. [DS]
zak. 2. A v için saklanma yeri. S biçene olmak, {eAT} B ir y e r e k ap a n m ak ; gizlen m ek; sığınm ak.
bibi3, [Çoc. d. bibi / pipi] {ağız} is. -♦pipi. [DS]
bicgü, [bıç-mak > bıçğü] {eT} is. Bıçkı; testere,
bibil1, [Güre, bibilo] {ağız} is. İbik. [DS] bibil2, [Yun. pipil] {ağız} is. Çekirdek. [DS]
bicımık, -ğı [bir+çim-dik > bicımık] (b i ’cırnık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bibli, [Sansk. pippala / pippali] /eT} is. Bir tür kara biber; kuyruklu karabiber; darıfülful, (P iper longus). [DLT]
bicınna, [bir+çımak > bicınna] ( b i ’cırına) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bibliyofil, [Fr. bibliophile] is. Kitap sever, bibliyograf, [Fr. bibliographe] is. Belli bir konuda yayınlanmış olan kitapları inceleyen uzman,
b ici1, [bic-i] {ağız} is. Hayvanları kovalama ve ça ğırma ünlemi. [DS] S1 bici bici, {ağız} H ayvan ç a ğ ırm a ve k ov a la m a ünlemi. [DS] bici, [bic (yans.) > bic-i] {ağız} is. Oğlak. [DS]
bibliyografi, [Fr. bibliographie] is. Belli bir konuda yazılmış eserler dizisi; kaynakça; kitabiyat.
bicibici, [bici+bici] {ağız} is. Bit pire cinsi küçük za rarlılar. [DS]
bibliyografik, -ği [Fr. bibliographique] is. Kaynak eselerle ilgili; kitabî, bibliyografya, [Fr. bibliographie] is. 1. Belli bir konuda yazılmış eserlerin bütünü. 2. Bir inceleme ve araştırma eserini hazırlarken başvurulan eserler,
bicik1, -ği [biç-mek > bicek / bicik dUf] {eAT} {ağız}
bibliyoloji, [Fr. bibliologie] is. Kitap bilimi, bibliyoman, [Fr. bibliomane] is. Hastalık derecesin de kitap seven, bibliyomani, [Fr. bibliomanie] is. Hastalık derece sinde kitap sevme, bibliyotek, -ği [Fr. bibliotèque] is. Kütüphane; kitap lık. bibliyotekçi, [bibliyotek-çi] is. 1. Kütüphane görev lisi. 2. Kitapçı, biblo, [Fr. bibelot] is. Masa, raf ve etajer gibi eşyalar üzerine konulan küçük heykelcik veya vazo cinsi şeyler, ö biblo gibi, (Kadın, ço cu k için) u fa k tefek ve z arif. bibr, [Far. bibr jsı] {OsT} is. Fare; sıçan. bic, [bic (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağırma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfikar] bic-ik bicik, bic-i bici. bicad1, [Ar. bicâd ^Lé] (b ica :d ) {OsT} is. 1. Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, hah kilim vb. 2. Hz. Peygamberin babasının lakabı.
is. Meme; meme başı. [DS] bicik2, -ği [bir-cik] {ağız} zf. 1. Biraz; azıcık. 2. Bir tanecik. 3. Bir parça; bir lokma. 4. sf. Küçük; ufak tefek. [DS] S bicik bicik, {ağız} 1. B ir er birer. 2. K ü çü k küçük. [DS] bicik3, [bic (yans.) > bic-ik] iinl. Hayvanları çağırma ve kovalama ünlemi. S bicik bicik, H ayvanları k ov a la m a ve ça ğ ırm a ünlemi. [DS] bicikli, [bicik-li] {ağız} sf. (Genç kız için) yeni yeti şen; göğsü yeni yeni büyümeye başlayan. [DS] bicimcik, -ği [bir+çim-dik / bicimik] {ağız} s f Ufa cık; bir parçacık; bir tutam. [DS] bicirtik, -ği [bir+çir-t-ik > bicirtik] ( b i ’cirtik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bicişk, [Far. bicişk diju^] is. I . Bilge; hakîm. 2. zool. Serçe. bicrit, [Ar. bicrîtcu >f] (bicrv.t) sf. Temiz; halis; arı. bicük1, [bıç-mak > bıç-uk > bic-ük J y~] {eAT} is. Se lin yardığı yer; sel yolu; bıçık. bicük2, [bic (yans.) > bic-ük] {ağız} is. Buzağı. [DS] biç, [biç (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağırma, kovalama anlatan kök. [Ziilfıkar] b iç-i biçi.
bicad2, [Ar. bicâd :>Lf] (b ica :d ) {OsT} is. 1. Saman
biçala, [bir+çal-a] {ağız} zf. Bir aralık; az bir zaman. [DS]
çöpünü kehribar gibi kendisine çeken kırmızı bir taş. 2. m ecaz. Kırmızı dudak.
biçalım, [bir+çal-ım] {ağız} zf. 1. Bir aralık; az bir zaman. 2. Uygun bir zamanda. [DS]
bicade, [Ar. bicâde coté] (b ica :d e) {OsT} is. - * bicad2.
biçare, [Far. bı-çâre ojU^o] (b i.ç a .r e ) {OsT} sf. 1.
S bicâde-müzab, E rim iş yaku t; kırm ızı şarap. bicek, -ği [eT. bıç-mak / biç-mek > biç-ek / bucak] {ağız} is. 1. Çuval, yatak, yorgan vb.nin köşesi. 2. Herhangi bir köşe. [DS]
Çaresiz. 2. Zavallı; âciz. 3. Çelimsiz. 4. Eski ve bakımsız. biçaregân, [Far. bî-çâre-ğân ol? »jU^] ( b i;ç a ;r e -
g â ;n ) is. Zavallılar, bicekli, [bicek-li] {ağız} sf. 1. Biceği olan; köşeli. 2. biçarelik, -ği [bîçare-lik] (b i;ç a ;relik ) is. Zavallılık; (Kesilmiş kumaş vb. için) üçgenimsi; üçgen yapan. çaresizlik. 3. is. Köşegeninden ya da ona paralelel olarak bir biçek, -ği [eT. bıç-mak > bıç-ak / biç-ek] {eT} is. 1. uca yakm yerden katlanmış başörtüsü ile yapılmış Bıçak. [Gabain] [DLT] [EUTS] 2. {ağız} Tarlalara bir baş örtme biçimi. [DS] saatle su verme. [DS] 3. {ağız} Biçerbağlar makine biçene, [Sırp, bezanija > beçene / becene] is. 1. Tu si. [DS] 4. İyi biçmeye elverişli buğday veya arpa.
pHtHU K SIM « 597 biçeklemek, [biçek-le-mek] jeT) gçl. f i [- r ] Bıçakla mak; bıçakla vurmak. [DLT] biçeklenmek, [biçek-le-n-mek] { e l } gçsz. f i [-ü r] Bıçak sahibi olmak. [DLT] biçelge [biç-el-ge] {ağız} is. 1. Biçilecek yer. 2. Ça yır. [DS] biçeni, [biç-mek > biç-em] is. Bir sanat eserinde sanatçının kendine has ortaya koyduğu ifade biçi mi; tarz; üslup; stil, (1978). biçenek, -ği [biç-mek > biç-enek] {ağız} is. Otlak. [DS] biçerbağlar, [biç-mek + bağ-la-mak] is. Ekin ve ot hasadında biçme ve demet halinde bağlama işini birlikte yapan bir tarım makinesi, biçerdöver, [biç-mek + döv-mek] is. Ekin ve diğer taneli ürünleri tarlada dolaşarak biçen, döven, tane sini samanından ayırdıktan sonra samanı demet veya balya hâline getiren, taneleri depolayan tarım makinesi. biçge, [bıç-mak > bıç-ğu / bicgü / biç-ge] {eTf is. Bıçkı; testere, biçımdıcak, -ğı [bir+çim-dik-cek > biçımdıcak] (bi ’çım dıcak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] biçi1, [biç (yans.) > biç-i] is. Hayvan kovalama veya çağırma ünlemi. 0 biçi biçi, {ağız} H ayvan k o v a lam a ve ça ğ ırm a ünlem i. [DS] biçi2, [biçi / biçe] {eTf is. 1. Kadın. [ETY] 2. Kraliçe. [ETY] biçici, [biç-mek > biç-ici] sf. 1. Biçme işini yapan. 2. is. At veya traktör arkasına bağlanarak tekerlekler den aldığı hareketle ekin biçmeye yarayan alet; orak makinesi. biçik1, -ği [biç (yans.) > biç-ik] {ağız} is. Buzağı. [DS] biçik2, -ği [biç-mek > biç-ik d U J {eAT} {ağız} sf. 1. Kesik; kesilmiş. 2. is. İki derenin birleştiği yer. 3. Sel yatağı; dere; yarıntı. 4. Dağda iki kaya arasın daki boşluk. 5. Dağdan denize doğru uzanmış kara parçası; burun. 6. Su yolu. [DS] ö biçik biçik, {ağız} P a r ç a p a rç a . [DS] biçilme, [biç-il-me] is. Biçilmek işi. biçilmek, [biç-il-mek] e d l . f i [-ir ] 1. Biri tarafından biçme işi gerçekleştirilmek. 2. (Ekin, ot gibi bitki ler) hasat edilmek. 3. (Kumaş) elbise için kesilmek. 4. (Ceza veya ödül) uygun görülmek; kararlaştırıl mak. f? biçilmiş kaftan, Ç o k uygun; bütünüyle e l verişli. biçim, [biç-im (*-»] is. 1. Biçmek, kesmek işi. 2. Biç me, kesme, yontma, ekleme, sıralama, düzenleme, yazma, çizme, boyama gibi işlemlerle bir şeye ka zandırılan özel görünüş; şekil; form. 3. Dış görü nüş. 4. Sanat ve edebiyat eserlerinde dış görünüş; yapı. 5. Bir şeyin benzeri. 6. Manzum eserlerin ka fiye ve mısra sayısma dayanan düzenlemesi. 7. Üs lup; tarz; biçem. 8. Yakışma. 9. {ağız} Ekin kaldıı-
BİÇ
ma; hasat. [DS] 10. {ağız}[ (Kumaş, elbise vb. için) biçiliş. DS] 11. {ağız} Beğenilmeyen durum veya nesne. [DS] “Bu n e biçim y o l b ö y le? " 12. Uygun zaman ve durum; çalım; yerindelik. 0 biçim al mak, 1. B elli b ir ş e k le girm ek, biçim lenm ek. 2. {ağız} Uygun düşm ek; yakışm ak. [DS]|| biçim ayı, {ağız} Temmuz. [DS]|| biçim bilimi, 1. Yapı bilim i; m o ıfo lo ji. 2. dbl. D ildeki k elim e ve şekillerin, k ö k lerin, eklerin y apısın ı ve g ö rev lerim in celeyen b i lim dalı. || biçim birim, dbl. K elim eleri kullanım a çısın dan biçim lendiren, çoğu e k olan d il ö ğ e le ri; m orfem . ||biçim çıktı, {ağız} T arla veya ça y ır b içm e zam anı. [DS]|| biçime gelmek, {eAT} B iç ile c e k k a d a r olmak.\\ biçime sokmak, D üzeltm ek, istenilen ö zellikleri kazan dırm ak.|| biçimine getirmek, 1. Uygun zam anı y a kalam ak. 2. K ıstırm ak; y a k a la m ak.|| biçim vakti, Ekin biçm e zamanı.\\ biçim verm ek, Şekillendirm ek. biçimci, [biçim-ci] s f 1. (Kişi için) işin ve konunun özünden çok dış görünüşüne önem veren, alışılmış kuralların, tutum ve davranışların dışına çıkmayan; şekilci; formaliteci; formalist. 2. (Kişi için) biçim cilik yanlısı olan, biçimcilik, -ği [biçim-ci-lik] is. 1. Dış görünüşe, bi çime önem verme ve sıkı sıkıya bağlılık, l.fie l. İşin özüne ve taşıdığı değere önem vermeden, yalnızca biçimini ve görünüşünü ön plana alan; tabiatın kavranabilirliğini düşüncenin biçimleri veya kanunları ile açıklamaya çalışan görüş. 3. ahlak. İradenin ey lem ilkesini öz bakımından değil de biçim olarak ele alan ahlak anlayışı. 4. ed. Edebiyat eserini top lumsal, felsefî ve psikolojik yapılara ulaşmak için değil de sadece edebiyat kurallarına bağlılığı yö nünden değerlendiren, 1916 ile 1930 yılları arasın da Moskova, Leningrat ve Prag’da egemen olan ve daha sonra dilbilimde yapısalcılığın ortaya çıkma sına sebep olan edebiyat eleştiriciliği. 5. gzl. sntl. Gerçeği somut olarak dile getirmek yerine soyut lamayı tercih etme eğilimi, biçimdik, -ği [bir+çim-dik > biçimdik] (bi'çim dik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] biçimleme, [biçim-le-me] is. 1. Biçimlemek işi. 2. Biçimler ile biçimsel imkânlar arasındaki ilişkileri araştırma ve düzenleme işi; kompozisyon, biçimlemek, [biçim-le-mek] gçl. fi. [ - r ] [-l(i) -yor] Güzel bir görünüş kazandırmak; kompoze etmek, biçimlendirilme, [biçim-le-n-diı-il-me] is. Biçim lendirilmek işi. biçimlendirilmek, [biçim-le-n-di-r-il-mek] edl. f i [ir] Biçim verilmek, biçimlendirme, [biçim-le-n-dir-me] dirmek işi; şekillendirme,
is.
Biçimlen
biçimlendirmek, [biçim-le-n-dir-mek] gçl. fi. [ - ir ] 1. Bir nesneye belirli bir biçim vermek; şekillendir mek. 2. Budama yoluyla ağaçlara istenilen şekli vermek. 3 .fe l. Kendi biçiminde meydana getirmek.
ÖIÜMIİİMESÖM.
BİÇ
biçimlenme, [biçim-le-n-me] is. Biçimlenmek işi. biçme, [biç-me -u^>] is. 1. Biçmek işi. 2. Yontulmuş biçimlenmek, [biçim-le-n-melc] dönşl. f . [ -ir ] Bir yapı taşı. 3. mat. Alt ve üst tabanları birbirine eşit nesne, belirli bir şekil kazanmak; şekillenmek, ve paralel iki çokgenden yan ayrıtları da paralel ve biçimli, [biçim-li] sf. Biçimi güzel olan; düzgün; eşit doğrultulardan meydana gelen çok düzlemli mevzun. cisim; çok yüzlü; prizma; menşur. <3 biçmeli ol biçimlik, [biçim-lik] is. 1. Biçme zamanı gelmiş ekin mak, {eAT} B iç ile c e k k a d a r olm ak. ve diğer ürünler. 2. {ağız} Ortaklaşa biçilen çayır. biçmek, [eT. bıç-mak > biç-mek g ç l .f . [-e r ] 1. [DS] Herhangi bir nesneyi istenilen özellikte kesmek; biçimsel, [biçim-sel] sf. 1. Biçime dayanan. 2. Bi {eT} {eAT} (avm). [Yüknekî] [ETY] [EUTS] 2. Kumaşı çimle ilgili; şeklî. 3. huk. Delillerin biçimine bağ dikilecek elbiseye uygun olarak kesmek. 3. Ekin ve lanan. ot gibi şeyleri kesmek, yolmak. 4. m ecaz. Düşmanı biçimsellik, -ği [biçim-sel-lik] is. Biçime uygun ol yaylım ateşine tutarak öldürmek; kırmak, yok et ma durumu. mek; mahvetmek, kökünü kazımak; {eAT} (aynı). 5. biçimsiz, [biçim-siz] sf. 1. Şekli çirkin. 2. Uygunsuz. m ecaz. (Satılık bir mala fiyat) tespit etmek, 3. Hoşa gitmeyen, biçimsizleşme, [biçim-siz-le-ş-me] is. Biçimsizleş biçrek, -ği [Far. biçrek iiy^>] {OsT} sf. (Kişi için) al datılarak kendisiyle alay edilen, mek işi. biçimsizleşmek, [biçim-siz-le-ş-melc] dönşl. f . [-ir] biçtirm e, [biç-tir-me] is. Biçtirmek eylemi, 1. Biçimsiz duruma gelmek. 2. Biçimi bozulmak. biçtirm ek, [biç-tir-mek] g ç l .f . [-ir ] Biçmek işini bi 3. argo. Terbiyesi bozulmak, risine yaptırmak. biçimsizlik, -ği [bizim-siz-lik] is. 1. Biçimsiz olma , bid1, [bıd / bid (yans.)\ is. Düzensiz hafif patırtılı ha durumu. 2. Yakışık almama durumu; yakışıksızlık. reketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki 3. Çirkinlik. yana sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar] biçin1, [bı-çın / bi-çin ? Far. büzına / Çin. fei-shen] {eT} b id bid. S1 bid bid, {ağız} 1. (K üçük hayvan ların is. 1. Maymun. [DLT] [Gabain] [Tekin] [EUTS] 2. sıçray ışı için) k ıs a ve hızlı kıpırtılarla. 2. (Ç o cu k la Eski Türk takviminde dokuzuncu yılın adı. [ETY] rın yürüyüşü için) k ıs a adım larla, [DS] [EUTS] S biçin yılı, On iki hayvanlı Türk takvi bid2, [bıd / bid (yans.)] is. Kümes hayvanlarını çağır m in de dokuzuncu yıl. [DLT] mak ve kovalamak için kullanılan seslenmeyi bildi rir. [Zülfikar] bid -i bidi. biçin2, [biç-mek > biç-in j ^ ] {eAT} is. 1. Ekin biç me; hasat. 2. Biçim; kesim, biçinmek, [biç-in-melc
/ d U ^ o ] {eAT} dönşl.
f . [-ü r] Kendisine elbise yapılmak üzere kumaş kestirmek; elbise kestirmek, biçinti, [biç-inti] {ağız} is. 1. Yar. 2. Topraktaki ya rık. [DS] biçişk, -gi [Far. biçişk
{OsT} is. Hekim; dok
tor. biçiz, [Far. biçız y~~] (biçi:z) {OsT} sf. 1. (Nesne için) pek küçük ve değersiz. 2. Hiçbir şeysiz; yok sul. biçrek, -ği [Far. biçrek iiy>^\ sf. (Kişi için) aldatıla rak sürekli kendisi ile alay edilen, biçün, [Far. bî-çün o ^ ] (bv.çün) {OsT} sf. 1. Eşsiz; emsalsiz; benzersiz. 2. Sebebi ve niyeti aranmaz; Allah’ın sıfatlarından, fi1 bî-çûn ü çirâ, {OsT} Ni çin ve neden siz; m utlak; Allah. biçki, [biç-ki] is. Elbiselik kumaşı belirli bir model ve ölçüye göre kesme işi ve sanatı. S biçki dikiş yurdu, (biçki yurdu), B içk i ve dikiş ö ğretilen oku l ve kurs yeri. ||biçki yapm ak, D ik ile cek kum aşı k es m ek. biçkici, [biç-ki-ci] is. Elbiselik kumaşı belli bir mo dele ve kalıba göre kesen kimse.
bidJ, [bıd / bid (yans.)] is. Küçük boyluluk ya da yuvarlaklık anlatan kök. [Zülfıkar] bid4, [bid] {eT} is. 1. Bit. [EUTS] 2. Bet; beniz; yüz. [EUTS] bid5, [Far. bid Jo] is. Hintlilerin dört bölümlük kutsal kitabı; veda. bid6, [Ar. bıd -l^] (bi:d ) {OsT} is. Yok olma. bid7, [Far. bıd jllJ (bid) {OsT} is. Söğüt ağacı, fi1 bîdberg, {OsT} Söğüt y a p r a ğ ı.|| bîd-i giryân, {OsT} Salkım söğ ü t.||bîd-i hâm , {OsT} Ö d a ğ a c ı (Aquilaria ag alloch u m ) filizi. ||bîd-i mecnun, {OsT} Salkım sö ğ ü t. \\ bîd-i miişk, {OsT} Sultam söğüt.\\ bîd-i nâlân, {OsT} Salkım sö ğ ü t.|| bîd-i piyâle, {OsT} S al kım söğ ü t.|| bîd-i revân, {OsT} Salkım söğ ü t.|| bîd-i sernigûn, {OsT} Salkım söğüt.|| bîd-i sürh, {OsT} K ızıl söğüt. bida, -a ’ı [Ar. bid'at > bidac j^Ju] {OsT} is. Sonradan çıkan şeyler. bidad1, [Ar. bidâd ^İJu] (b id a :d ) {OsT} is. 1. Karşılık verme. 2. Pay verme. 3. Değiş tokuş; takas; müba dele. 4. Arkadaşlar arasında sıra ile satın alma. bidad2, [Far. bî-dâd jI-uJ (b i:d a :d ) is. I. Zulüm; ezi yet; işkence; adaletsizlik. 2. sf. Zalim.
BİD
İ ff lK f llIB H E tM Iİ « 5 9 9
bidah, [Far. bıdah j-J-e] (b i:d ah ) sf. (A t vb. için) huysuz; sert başlı; haşan, bidak, -ğı [Far. bidak j + l {OsT} is. Pantolon vb. gi yeceklerin paçası, bidal, [Ar. bedel (karşılık) > bidâl Jl-u] (bid a :l) {OsT} is. Karşılıklı değişmek suretiyle yapılan alış veriş; değiş tokuş; takas; trampa etme, bidamlacık, -ğı [bir+damla-cık > bidamlacık] (bi'dam lacık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidar, [Far. bîdâr jl-Uj] (b i:d a :r) {OsT} sf. Uyanık, uykusuz. S bîdâr-baht, {OsT} Mutiu.\\ bîdâr ol mak, {OsT} Uyanmak. bidare, [Far. bîdâre ojl-uJ (b i:d a :r e ) {OsT} sf. Düş kün; âşık. bidari, [Far. bîdâr!
(b i:d a :r i:) {OsT} is. 1.
Uyanıklık. 2. Çabalama; uğraşma. 3. Dikkatli olma, bid’at, -ti [Ar. bid'at cupjJ (bid-at) {OsT} is. 1. Son radan çıkan. 2. İslam dininde Hz. Muhammed(sa)’in ölümünden sonra ortaya çıkan aşırılıklar ve yeni likler. S1 bid’ at çıkarm ak, Yenilikyapmak.\\ bid’at-i hasene, {OsT} O rtaya çıka n bu y em lik lerin ş e riata uygun o la n la rı; g ü zel yenilik.\\ bid’at-i m ak bule, {OsT} B eğ en ilen yenilikler.\\ bid’at-i m erdüde, {OsT} B eğen ilm eyen , red d ed ilen yenilik.\\ bid’at-i seyyie, {OsT} Ş eriata aykırı o la n y en ilik ; kötü yem lik. bidayet, [Ar. bedâ’e t / bidâyet ojJjo] ( b id a y e t) {OsT} is. 1. Başlangıç. 2. Başlama. <5 bidâyet mahkeme si, {OsT} E skiden, a sliy e m ah k em elerin e verilen ad. bidayeten, [Ar. bidâyeten UjIJo] (bida.ye'ten ) {OsT} zf. 1. Başlangıçta. 2. Önce, bidbaf, [Far. bıd-bâf ı-JUjo] (b i:d b a :f) {OsT} is. Sepet örücüsü; sepetçi, bidde, [Ar. bidde ojJ {OsT} is. Güç; takat; derman. bide, [Fr. bidet (kiiçiik at)] is. Tuvaletlerde büyük ve ya küçük aptesini yaptıktan sonra temizlenmeye yarar fayans veya metalden yapılmış bir çeşit yı kanma yalağı, bidek, -ği [Yun. apidak] {ağız} is. Yabani ağaçların yenmeyen meyvesi. [DS] bidencir, [Far. bıdencır
{OsT} is. bot. Hint
yağı bitkisi, (Ricinus comm unis). bidene, [bir+tane] {ağız} sf. 1. Bir tane; bir tanecik. 2. Eşi bulunmayan. [DS] 0 bidene bidene, {ağız} 1. B irer b irer; tek er teker. 2. A zar azar. [DS]|| bidenem, {ağız} B ir tanem ; sevgilim . [DS] bider, [Ar. bidâr jİJu] (b id a .r) {eAT} {ağız} is. Tohum. [DS] biderci, [bider-ci] {ağız} is. 1. Tohumcu; tohum sa
tan. 2. Para karşılığında tarlaya tohum serpen işçi. [DS] bidester, [Far. bîdester >~»Xo] (bi;d ester) {OsT} is. Kunduz. bidevlet, [Far. bı + Ar. devlet
(bi:devlet)
{OsT} sf. 1. Uğursuz. 2. Bedbaht, bidgeçi, [bit-ge-çi / bit-gü-çi] {eT} is. Yazıcı; kâtip. [EUTS] bidgüçi, [bid-gü-çi] {eT} sf. Savaş dansı yapan. [ETY] bidh, [Ar. bidh
Jo] {OsT} is. Geniş ova.
bidıkı, [bir+tık-ı > bidıkı] ( b i ’dıkı) {ağız} sf. Bir par ça; biraz; azıcık. [DS] bidıkım, [bir+tık-ı-m > bidıkım] ( b i ’dikim ) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidım cırak, -ğı [bir+dım-cır-a-k > bidımcırak] (b i ’dım cırak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidınnak, -ğı [bir+tımak > bidmnak] ( b i ’dınnak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidırnak, -ğı [bir+tımak > bidımak] {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
( b i ’dırnak)
bidi1, [bid (yans.) > bid-i] {ağız} is. Deve yavrusu; bir aylık deve yavrusu. [DS] S bidi bidi, {ağız} D eveyi ve yavrusunu ça ğ ırm a kta kullanılan dır. [DS] bidi2, [bid (yans.) > bid-i] {ağız} is. Yuvarlaklık, kü çüklük bildiren yansımalı gövde. [DS] S bidi bidi, {ağız} 1. K üçü k; küçücük. 2. (Yürüm ek için) ö r d e k g ib i; b a d ı badı. [DS] bidi3, [bid (yans.) > bid-i] is. 1. Kaz yavrularını ça ğırma ünlemi. 2. Köpek çağırma ünlemi. S bidi bidi, {ağız} K a z yavrusu ça ğ ırm a kta kullanılan dır. [DS] bidig, [Çin. piet (fırça) > bit (yazı fır ç a s ı) > bit-i-mek > bid-ig / bit-ig] {eT} is. 1. Yazı; kitap; belge; vasi yetname; vesika. [EUTS] 2. Büyük; yüksek; ulu; azametli. [EUTS] bidik1, -ği [bid (yans.) > bid-ik] {ağız} sf. 1. Kısa boy lu; ufak yapılı; bodur. 2. (Hayvanlar için) yavru; küçük. 3. is. Oğlak. [DS] bidik2, -ği [bir+tik-e > bidik] ( b i ’dik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidiki, [bir+tik-e > bidiki] (bi ’diki) {ağız} sf. Bir par ça; biraz; azıcık. [DS] bidikicik, -ği [bir+tilc-e-cik > bidikicik] (bi'dikicik) {ağız/ sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidili, [bid (yans.) > bid-i-li] {ağız} sf. (Yavru için) küçük ve sevimli [Tietze] 0 bidili bidili, {ağız} (Yavru için) küçük küçük ve sevim li. [Tietze] bidimede, [bir+deme-de > bidimede] ( b i’d im ede) {ağız} zf. Bir anda; bir çırpıda; hemen. [DS] bidimek, [bidi-mek / büdi-mek] {eT} gçsz. f . f- r ] Dans etmek. [ETY] bidimik, -ği [bir+tit-mik > bidimik] (bi ’dim ik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
üIİİMIÜfflfCESÖZLÜK.
BİD
bidinga, [bir+tinga > bidinga] ( b i ’dinga) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidinnak, -ğı [bir+tımak > bidinnak] ( b i ’dinnak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bidisgân, [Far. bidisgân
(bidisgâ:n ) {OsT} is.
bigânegân, [Far. bl-ğâne-ğân j l ?
(b i:g â :n e-
g â :n ) {OsT} is. Yabancılar,
bot. Sarmaşık otu. bidist, [Far. bidist / bedestc— Jo] (OsT} is. Karış. bidistan, [Far. bid-istân jU ^ jy (bidista.n ) {OsT} is. Söğütlük. bidnus, [Yun. peteinos => bidnus
Kayıtsız olmak; ilgilenmemek. || bîgâne olmak, {OsT} İlgisiz davran m ak; kayıtsız kalmak.\\ bîgâne vü aşna, {OsT} Y abancı ve tanıdık.|| bîgâne vü hiş, {OsT} Yabancı ve a krab a.
/ eAT) is.
Horoz. bidon, [Fr. bidon] is. 1. Beş litrelik tahta güğüm; çotra. 2. İçine akaryakıt, yağ, su gibi sıvılar konu lan kaim saç veya plastikten yapılmış büyük kap. bidönüm, [bir+dön-üm > bidöntim] {ağız} sf. Bir sefer; bir kez. [DS] bidre, [Far. bidre °jJj] {OsT} is. Ağaç kurdu. bidrud, [Ar. bidrüd ->jj.y (bidru .d) {OsT} is. Esenlik; sağlık selamet,
bigânelik, [Far. bigâne + T. -lik] (bi:g â :n elik ) is. 1. Yabancılık. 2. Kayıtsız kalma; ilgisizlik. bigas, [Ar. beğâs / biğâs o U J (b ig a :s) is. Kartal, kar ga gibi avlanamayan kuşlar, big-beng, [Amer, big-bang] is. Evrenin, en az on milyar yıl önce, çok ağır yoğunluk ve çok yüksek bir sıcaklıkta bir top halinde iken, ani ve büyük bir patlamayla meydana geldiğini savunan görüş, bigelenmek, [big-e-len-mek] {eT} gçsz. f . [-ü r] Akıl lanmak; akıllılaşmak. [DLT] bigeran, [Far. bî-gerân 01jS~>] (b i:g era :n ) sf. Sınırsız; nihayetsiz; sonsuz, bigıdık, -ğı [bir+kıt-ık > bigıdık] (bi ’g ıdık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
biduruma, [bir+durum-a > biduruma] {ağız} sf. Bir sefer; bir kez. [DS]
bigırık, -ğı [bir+kır-ık > bigırık] (bi ’g ırık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bidüze, [bir + düze] ( b i ’düze) zf. 1. Eşit olarak. 2. Bir sıradan. 3. Ardı arkası kesilmeden, bidüzeye, [bir + düze-ye] ( b i ’diiziye) {ağız} zf. Eşit olarak. [DS]
bigıyak, -ğı [bir+kıy-ık > bigıyak] ( b i ’g ıyak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcdc. [DS]
bidüziye, [bir + düze-ye] ( b i ’diiziye) zf. - * bidüze.
bigi, [eT. gibi / kıb / kibî > bigi (J5sy {eAT} e. Gibi.
bidvend, [Far. bîdvend -üj-u] (bi.dverıd) {OsT} is.
bigildemek, [bing (yans.) > bing-il-de-mek > big-ilde-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d (i)-y o r] Korkmak. [DS]
Kan taşı. bie, [Far. bî3e *%;] (b i:e) {OsT} is. Yurt; konak. bienal, -li [Lat. biennus (iki y ıl sü reli) > Fr. biennale] is. İki yılda bir yinelenen kurumsal faaliyet, biet, [Ar. bî’et c~u>] (bi:et) {OsT} is. 1. Bir konak yerine inme; konaklama. 2. Durum; hâl; keyfiyet, biftek, -ği [îng. beef (sığır) + steak (külbastı) > beefsteak > Fr. bifteck] is. Tavada veya çoğunlukla ız garada pişirilmiş dana eti; dilimlenmiş dana eti. big, [big / beg di] {eAT} is. Bey.
bigıyuh, [bir+kıy-ık > bigıyuh] ( b i ’gıyuh) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
biguanid, [Fr. biguanid] is. ecz. Şeker hastalığının tedavisi için kullanılan ilaçların genel adı. bigudi, [Fr. bigoudi] is. Kadınların saçlarını kıvır mak için kullandıkları metal veya plastikten yapıl mış küçük yuvarlak araçlar, bigü, [bir-mek (verm ek) > bir-gü > bigü] {eT} is. Armağan; vergi. [EUTS] bigünah, [Far. bl-günâh «bf ^ ] (bi:gü n a:h) {OsT} sf. Suçsuz; günahsız.
biga, [Lat. biga (iki atlı)] (bi ’g a ) is. İki tekerlekli ve iki atlı yarış veya zafer gösterisi arabası.
bih1, [Ar. bi-h y {OsT} zm. O; ona; ondan; onlara.
bigal1, -li [Ar. bağl > biğâl J U J (big a :l) {OsT} is.
bih2, [Far. bih y {OsT} sf. 1. İyi; yeğ. 2. is. Ayva, f?
Katırlar. bigal2, -li [Far. bîğâl JU *] (b i:g a :l) {OsT} is. Mızrak; kargı. bigami, [Fr. bigamie] is. İki eşli evlilik, bigâne, [Far. bı-gâne
bih-güzîn, {OsT} 1. İyisini seçen . 2. İyi o la r a k s e ç i len. 3. S arraf. bih ’, [Far. bih j=y (bi:h, h kalın söylen ir) {OsT} is. 1. Esas; kök; temel. 2. Kaynak. S bîh-efgen, {OsT} K ökü n den sölcen.\\ bîh-i kûhî, {OsT} bot. B aldıran k ök ü ; d a ğ kökü.\\ bîh-ken, {OsT} K ö k kaz an ; k ö k söken . ||bîh ü bün, {OsT} K ö k ve tem el. biha1, -a ’ı [Ar. bihâc ^l£] (b ih a :) {OsT} is. anat. Omurilik kanalı.
O lB I I I t M . 6 0 1
BİK
biha2, [Ar. bi-ha t«] (b ih a :) {OsT} zm. (Kadınlar için) ona; onda; onunla, bihaber, [Far. bî- + Ar. haber jŞ~
(b i.h a b er)
bihterî, [Far. bihterî
(bih teri:) {OsT} is. En iyi
olma durumu; üstünlük,
{OsT} sf. 1. Habersiz. 2. Bilgisiz, bihah, [Ar. bihâh / bihâhe ç-U
/
(bih a .h )
bihterîn, [Far. bihterîn ji> ü ] (bihteri:n) {OsT} sf. En iyi; pek iyi.
{OsT} is. Ses kısıklığı, bihak, -kı [Ar. bihâk jU f] (b ih a .k ) {OsT/ is. Erkek
bihude, [Far. bî-hüde (yarar)
{OsT} sf. Boş
yere; beyhude,
kurt. bihakkın, [Ar. bi- (ile) + hakkın
{OsT} zf. 1.
(bih a:n ) {OsT} is. İyiler;
iyi kimseler. bihar1, [Ar. bahr (deniz) > bihâr j U ] (b ih a :r) {OsT} is. Denizler. >5 bihâr-ı baîde, {OsT} Uzalc denizler. bihar2, [Far. bî-hâr jU-
(b i:h a :r ) sf. Dikensiz.
bihasıl, [Far. bî- + Ar. haşıl
(b i:h a :sıl)
{OsT} sf. 1. Verimsiz. 2. Sonsuz, bihaste, [Far. bîhaste
(b i.h aste) {OsT} sf. 1.
Yorgun. 2. Şaşkm; âciz, bihbud, [Far bih (iyi) + büd
bihuş, [Far. bı-hüş
(b i:h u :ş) {OsT} sf. 1. Şaş
km; sersem. 2. Aklı başında olmayan; deli,
Haklı olarak. 2. Hakkıyla. 3. Gerçekten, bihan, [Far. bih > bihân
(bihbu :d) {OsT} sf.
İyi; sağlam.
bije, [Far. bîje
(b i.je) {OsT} sf. 1. Katıksız; saf;
salt. 2. zf. Özellikle; hususiyle, bijon, [Fr. bouchon] is. Tıpa, fi1 bijon anahtarı, O tom obillerde, tek erleri ba ğ lay a n som unları sık m ak v eya gevşetm ekte kullanılan araç. bijeng, [Far. bijeng S iy ] {OsT} is. Kapı anahtarı, biju, [Fr. bijou] is. Mücevher, bijuteri, [Fr. bijouterie] is. 1. Kuyumcular tarafından yapılan kıymetli takılar. 2. Değeri olmayan taş ve madenlerden yapılan taklit takı ve süs eşyası. 3. Mücevher kutusu. 4. Mücevher satılan yer. bik, [Sur. Ar. bîk
{ağız} is. Mermer kesmeye ya
rayan külünk. [DS]
bihdane, [Far. bih-dâne
t.] (bih d a :n e)
{OsT} is. Ayva tohumu, bihi, [Far. bih-î
larca yüz yirmi yılda bir on üç ay olarak kabul edi len yıl.
Ülkeler; topraklar; yerler.
(b ih i.j {OsT} is. 1. İyilik. 2. bol.
Ayva. bihim, [Ar. bi-him
bika1, -a ’ı [Ar. bukac (yer) > bilçâ' ^U ] (bik a:) is.
{OsT} zm. (İkiden çok erkek
için) onlara; onlardan; onlarla, bihima, [Ar. bihimâ U 4J (bih im a :) {OsT} zm. (İki erkek için) onları; onlara; onlarda; onlardan, bihin, [Far. bihîn / bihîne
/ 4 ^ ] (bihi:n e) {OsT}
sf. 1. En iyi olan. 2. is. Hallaç, bihişt, [Far. behişt / bihişt
bikâr, [Far. bî-kâr jlS" ^ / jlSLu] {OsT} sf. 1. İşsiz. 2. Kazançsız. 3. is. İşsizlik, b ik arar, [Far. bî- (olum suzluk eki) + Ar. karâr (dur m a) jlj5 (j)] (b i:k a ra :r ) {OsT} sf. 1. Kararsız. 2. Rahatsız. b ikarari, [Far. bı + Ar. karâr + Far. -î ^jlJ ^ ] (bi:k a r a :r i:) {OsT} is. Kararsızlık,
{OsT} is.
behişt.
bihken, [Far. bıh-ken jS" jje ] (bi:h ken ) {OsT} sf. Kök söken; kökünden söken, bihnane, [Far. bihnâne
bika2, [Ar. bîlça <ïo] (b i:ka ) {OsT} is. Mercimek,
(bih n a :n e) {OsT} is. Has
un ekmeği; beyaz ekmek, bihr, [Ar. bihr yf-] {OsT} is. Ağız kokusu, bihram, [Far. bihrâm flj^] (bihra. m) {OsT} is. Oruç, bihred, [Far. bihred i
{OsT} sf. (Kişi için) akıllı,
bihte, [Far. bîhte
(bi:hte) {OsT} sf. Elenmiş;
elekten veya kalburdan geçirilmiş, bihter, [Far. bih-ter / bih-terek ji# /
{OsT} sf.
Çok iyi; en iyi bihterek, -ği [Far. bihterek 4>ü ] is. Eskiden İranlı-
bikarbonat, [Fr. bi- (çift) + carbonate] is. 1. Bir atom daha hidrojen atomu taşıyan karbonatlı tuz. 2. Sodyum bikarbonat; N aH C 03. bikarbonattı, [bikarbonat-lı] sf. İçinde bikarbonat bulunan; bikarbonat katılmış olan, bikare, [Fr. bi-carré] is. mat. İki kat kare. S bikare denklem, is. mat. İki kat kareli denklem, bike, [eT. beg / big > bike / büke] {ağız} is. 1. Kadın; hanım; bayan. 2. Görümce. [DS] bikelle, [bir+kerre > bikelle] ( b i ’kelle) {ağız} zf. Bir kere. [DS] bikere, [bir+kere] (bi ’k ere) {ağız} zf. 1. Bir kere. 2. Bundan sonra; artık; bu defa. 3. Bunun üstüne; so nuç olarak. [DS] bikeremiz, [bir+kere-miz] (bi ’kerem iz) Bunun üstüne; sonuç olarak. [DS]
{ağız} zf.
ÖIİİMUfE SÖM.
BİK
bikes1, [Far. bı- (olum suzluk eki) + kes (kişi) > bıkes sf. 1. Kimsesiz. 2. Yalnız. 3. Çaresiz. bikes2, [bir+kez > bikes] (bi ’kes) (ağız) zf. Bunun üs tüne; sonuç olarak. [DS] bikeslik, -ği [bikes-lik] {OsT} is. 1. Kimsesizlik; yal nızlık. 2. Çaresizlik, bikez, [bir+kez > bikez] (bi ’kez) {ağız} zf. Bunun üs tüne; sonuç olarak. [DS] bikm cık, -ğı [bir+lcır-ılc-cık > bikırıcık] ( b i ’k ın cık ) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bikırık, -ğı [bir+kır-ık > bikırık] ( b i ’kırık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bikırtık, -ğı [bir+kır-t-ık > bikırtık] (bi ’kırtık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] biki, [bir+kıyı > biki] (bi ’ki) {ağız} sf. Bir parça; bi raz; azıcık. [DS] bikini, [İng. Bikini (P asifikte, F ran sızların atom bo m b a sı d en em esi ya p tık la rı a d a)] is. Çok küçük iki parçadan meydana gelmiş kadın mayosu. bikir, -kri [Ar. bikr _£>] is. -*• bikr. bikiti, [bir+kıt-ı > bilciti] (bi ’kiti) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bikle, [Ar. bikle 4İSÖ] {OsT} is. 1. Yaradılış; tabiat. 2. Şekil; biçim. 3. Kılık kıyafet, bikmaz, [Far. bilcmâz
{OsT} is. 1. Şarap. 2. Şa
rap içme; şarap meclisi, bikr, [Ar. bikr
{OsT} is. 1. Herhangi bir şeyin
ilki. 2. İlk yavru. 3. Tazelik. 4. Gençlik. 5. Doku nulmamıştık. 6. Kız olma; kızlık; bakirelik. 7. huk. Evli olsa da hiç cinsel ilişkide bulunmamış kız. 8. sf. El değmemiş, dokunulmamış. 9. Bakire; kız oğ lan kız. S bikr-i fikr, {OsT} O zam an a k a d a r hiç o rtay a atılm am ış düşün ce; ilk fikir.\\ bikr-i hakîkî, {OsT} huk. E rk ek le b e r a b e r olm am ış, h içb ir cin sel ilişkiye g irm em iş kız.|| bikr-i hükmî, {OsT} huk. T ek ra r etm em ekle birlikte zin a ettiği bilinen kız. bikran, [Ar. bikr > bikrân ol^SÖ] (bikra:n ) {OsT} is. Bakireler. S bikrân-ı bihişt, {OsT} C en net b a k ir e le r i; huriler.\\ bikrân-ı çerh, {OsT} 1. Y ıldızlar ve g ez eg en ler. 2. H uriler. bil1, [bil / bül (yans.)] is. Kümes hayvanlarını çağır mayı anlatan kök. [Zülfıkar] b il bil, bil-i bili, bil-iç, bil-ik. S bil bil, {ağız} K üm es hayvan larını ç a ğ ır m a ünlemi, [DS] bil2, [bel / bil / bel J^ ] (b e :l) {eT} {eAT} is. 1. Bel. [ETY] [EUTS] [Gdbain] 2. {eAT} Dağların yamaçları; dağlar üzerindeki geçitler; dağ beli. S bil bağı, {eT} B e l b a ğ ı; ku şa k ; kem er. [EUTS]|| bil bağ lam ak, {eAT} Önem verm ek; h azırlan m ak; güven m ek ; azm etm ek; b e l bağlamak.\\ bilini bağlam ak, {eAT} 1. H azırlanm ak. 2. tasvf. T arikata g iriş töre n in de m üridin b elin e ku şak takm ak.
bil3, [Far. bel > bel / bil J*>J is. 1. {eAT} Ayakla ba sarak toprağı işlemeye yarayan özel tarım aracı; bel. 2. {OsTf bot. Hint ayvası. 3. {OsT} Gübre sepe ti. bila-, [Ar. bilâ- } t] (bilâ;) {OsT} e. Arapça isimler den yolduk, olumsuzluk bildiren sıfatlar yapan ön ek; -siz. S bilâ-bedel, {OsT} P a r a s ız ; bed elsiz; bedava.\\ bilâ-fâsıla, {OsT} A ra verm eksizin; ardı ard ın a ; aralıksız.\\ bilâ-fütur, {OsT} Ç ekinm eksi zin; düşünm eden. || bilâ-ihmâl, {OsT} îh m a l etm ek sizin^ bilâ-ihtâr, {OsT} H atırlatm adan ; ikaz etm e d en ; ııyarmadan.\\ bilâ-ihtirâz, Çekinmeden.\\ bilâihtiyâr, {OsT} İstem ed en ; ira d e d ışı.|| bilâ-iltizâm, {OsT} Gönüllü o la r a k ; m ecb u r tutulm aksızın.|| bilâinkıta, {OsT} D evam lı o la r a k ; sü rekli; kesintisiz.\\ bilâ-intihâb, {OsT} Seçim y apılm aksızın ; se ç ilm e d en ; se çm ed en .|| bilâ-intikal, {OsT} 1. İn tikal et m ed en ; g eçm e d en ; ulaşm adan. 2. Kavramadan.\\ bilâ-irtikab, {OsT} 1. G örevden usulsüz çık a r s a ğ lam a d an ; irtikap y apm adan . 2. Rüşvet almaksızın.\\ bilâ-isbat, {OsT} İspatsız.\\ bilâ-isticvâb, {OsT} S o rm ad an ; söyletm eden . || bilâ-istisnâ, {OsT} -*■ bilaistisna. || bilâ-iş’a r, {OsT} B ild irm ed en ; h a b e r verm eden. || bilâ-iştirâk, {OsT} K atılım olm aksızın ; ortaksız; y aln ız b a şın a .|| bilâ-kayd ü şart, {OsT} K ayıtsız ve şartsız; h iç b ir sın ırlam a ve şa rt tanımaksızın.\\ bilâ-lüzüm, {OsT} 1. G ereksiz; lüzum suz. 2. G e r e k g ö rü lm ed en ; lüzum o lm a d an ; g e r e k m eden .|| bilâ-m a’ni, {OsT} Z orlayıcı s e b e p o lm a d a n ,|| bilâ-m enfaat, {OsT} Ç ıka r aram aksızın.^ bilâ-m ünâkaşa, {OsT} T artışm asız; m ü n akaşa etm eden. ||bilâ-mezâhim (müzâhim), {OsT} 1. B ir en g el çıkm adan . 2. Sıkıntıya so k m a d a n ; sıkm adan . ||bilâniyye, {OsT} N iyet o lm a d an ; niyet olm aksızın.|| bilâ-noksan, {OsT} Eksiksiz.\\ bilâ-özr, {OsT} Özür süz o la ra k. ||bilâ-ruhsât, {OsT} İzinsiz o la r a k ; ruh satsız,|| bilâ-sahip, {OsT} Sahipsiz.\\ bilâ-sebep, {OsT} S ebep siz o la ra k .|| bilâ-şüphe, {OsT} Ş ü phe siz.|| bilâ-taab, {OsT} Z ahm etsizce.|| bilâ-tahkik, {OsT} Soru p soru şturm aksızın; tahkik etm eden. || bilâ-taksîr, {OsT} K usursuz; taksirsiz. || bilâ-tashîh, {OsT} D üzeltilm eksizin; tashih edilmeden.\\ bilâ-teemmül, {OsT} D üşü nm eden; irticalî olarak.\\ bilâ-te’ hîr, {OsT} G ecikm ed en ; so n ray a bıralan adan. || bilâ-terâhî, {OsT} Yum uşam aksızın; sertliğ i bırakmadan.\\ bilâ-tereddüt, {OsT} T ereddüt etm eden. 11 bilâ-tevakkuf, {OsT} D u rm adan ; du raklamaksızın.\\ bilâ-udul, {OsT} S ap m ad an ; dön m e den .|| bilâ-ücret, {OsT} Ü cretsiz; parasız.\\ bilâ vasıta, {OsT} D oğru dan doğru ya; a r a ç ve a ra cı kullanm aksızın ; vasıtasız.|| bilâ-veled, {OsT} Ç o cuksuz,|| bilâ-zarûretin, {OsT} B ir zaru ret o lm a dan ; m ecb u r olm adan . bilabil, [Ar. bilâbil J ; ^ ] (b ilâ .b il) {OsT} is. 1. Üzün tü; elem; keder; tasa. 2. Telaş.
______________________
______________________________________________ BİL
bilaca, [İt. plagia (plaj)] ( b i ’la c a ) {OsT} is. 1. Gemi yatağı; liman. 2. Sahile yakın korunaklı demirleme
bunları sağlamak için kullanılan öz ve yabancı kay nakların gösterildiği çizelge. 2. m ecaz. Girişilen bir işin belirli bir süre sonra kazandırdıkları veya za rarları konusunda yapılan değerlendirme. 3. Bir olayın sonucu. 0 bilançosunu yapm ak, B ir olayın olum lu ve olumsuz durum larını tespit ed ip d e ğ e r lendirm ek. bilar, [Yun. bilarion (macun)] is. dnz. Kalafat işle rinde kullanılmak üzere katranlı kıldan yapılmış özel macun. bilardo, [İt. biliardo / bigliardo] (b ila ’rd o ) is. Üzeri arduaz kaplı ve yeşil çuha örtülmüş kenarları çevri li bir masa üzerinde isteka adı verilen özel sopalar la ve üç fildişi top ile oynanan bir salon oyunu, bilardocu, [bilardo-cu] is. 1. Bilardo oynayan kişi. 2. Bilardo oynatan kişi. 3. Bilardo araçlarının üreten ve satan kişi,
« t n r u M
M
»
603
yeri. bilad, [Ar. belde > bilâd :>%] (b ilâ.d ) {OsT} is. 1.
Beldeler. 2. Ülkeler. <3 bilâd-ı âm ire, {OsT} B a yındır h â le getirilm iş y e r le r .|| bilâd-ı aşere, {OsT} İzmir, Eyüp, K andiye, H alep, Selanik, Sofya, T ra b zon G alata, Kudiis, L a r is s a ’dan ib a ret on ş e h ir .|| bilâd-ı cesîme, {OsT} Büyük ü lk eler.|| bilâd-ı erbaa, {OsT} E dirne, B ursa, Şam ve K a h ir e ’den ibaret d ört şehir. ||bilâd-ı garbiye, {OsT} B atı ü lke leri.|| bilâd-ı harâciye, {OsT} H a r a ç vergisi alm an topraklar.\\ bilâd-ı isnâ aşer(e), {OsT} A dana, E r zurum, B ağdat, Beyrut, D iyarbakır, Rusçuk, Saraybosna, Sivas, M araş, T rablusgarp, Antep ve Ç an kı rı'dan ib a ret on iki ş e h ir .|| bilâd-ı Rûm, {OsT} I. Osmanlı İm paratorluğu sın ırların a d a h il topraklar. 2. Anadolu.|| bilâd-ı selâse, {OsT} E sk i İsta n b u l’un bilaş, [Ar. bilâ-şey3 JıUı] {eAT} is. Boş yere; beleş, idare sistem in de Eyüp, G a la ta ve Ü sküdar sem tleri bilavasıta, [Ar. bila- (olum suzluk eki) + vâsıta (a raç) için kullanılan ifade. (bilâ;v a:sıta ) {OsT} sf. 1. Araçsız. 2. Do biladan, [Yun. platanos] {ağız} is. Çınar. [DS] laysız; doğrudan. 3. zf. Araçsız ve dolaysız olarak, bilade, [Far. bilâde »:>%] (b ilâ :d e) {OsT} sf. Söz ge bilbord, [İng. bill-board] is. İlan tahtası, tirip götüren; müzevir; fesatçı, bilcümle, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + cümle bilader, [Far. birader] (b ilâ :d er ) {ağız} is. 1. Erkek (bütün) > bi’l-cümle aU4-U] ( b i ’lcüm le) zf. 1. Bir kardeş. 2. ünl. Sitem ve seslenme sözü. [DS] S1 bi şeyin hepsi; tamamı. 2. Bütün, hep; tüm. lader ağacı, bot. T rop ikal iklim k u şağ ın da y etişen meyvesi y en ilebilen , kızıl k a h v e ren kli k erestesin bilçe [bel / bil-çe] {eT} zf. Bele kadar; belce. [EUTS] den m obilyacılıkta y a ra rla n ıla n orm an a ğ a c ı; a k a bilde, [Yun. ptilon] {ağız} is. 1. Pamuk yumağı. 2. Fitil. [DS] ju ; A m erika elm ası; maun. bildik, -ği [bil-mek > bil-dik] is. 1. Her zaman konu bilağ, [Ar. belâğ jOL.] (b ilâ :ğ ) {OsT} is. -+ belağ. şulup görüşülen, yakından tanınan ve bilinen kişi; bilah, [Ar. belıha > bilâh ^5L>] (bilâ:h ) {OsT} is. tanıdık; dost; ahbap. 2. sf. Yabancı olmayan; bili Arkası büyük olan kadınlar, nen. S bildik çıkm ak, B iri ile doğru dan veya d o laylı tanışık çıkmak.\\ bildik gördük, {ağız} E ş dost. bilahare, [Ar. bi’l-âhire / bi’l-âhere (b ilâ h a [DS] re) {OsT} zf. 1. Sonra. 2. Sonradan. 3. Sonunda, bildir, [bir+yıl-dır] {ağız} is. Geçen sene. [DS] bilaistisna, [Ar. bi- (ön ek) + el ( h a r f i tarif) + istisna bildircin, [bildircin] {ağız} is. Bıldırcın. [DS] (ayrı) > bi-lâ-istisnâ hîsuılilj (bilâ.’istisna;) {OsT} bildirge, [bildir-mek > bildir-ge] is. 1. Bir kişinin zf. 1. Ayrım yapılmaksızın; istisnasız. 2. Ayrıcalık herhangi bir durum hakkında resmî kurumlara sız. vermiş olduğu belge; beyanname, (1935). 2. Vergi yükümlülerinin belirli zamanlarda kazanç veya bilakis, [Ar. bi’l-‘aks (b ilâ;kis) {OsT} zf. 1. vergi yükümlülükleri ile ilgili olarak vergi dairele Tam tersine. 2. Aksine olarak, rine verdikleri belge; beyanname, bilakuza, [Yun. plakutza] {OsT} is. Bayramlarda bildiri, [bildir-mek > bildir-i] is. 1. Bir kurum veya yemek için yapılmış çörek vb. şeyler, kuruluş tarafından herhangi bir durumu ilgililere bilal, [Ar. bilâl J^ l] (b ilâ d ) {OsT} sf. 1. Su gibi duyurmak üzere yazılmış yazı; tebliğ, (1935). 2. ıslatan. 2. Islatış. 3. Islaklık, Bilimsel konuda yapılan açıklama; tebliğ, bilama, [bir+lokma > bilama] ( b i ’la:m a ) {ağız} sf. bildirilme, [bildir-il-me] is. Bildirilmek işi. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bildirilmek, [bildir-il-mek] edil. f. [ -ir ] Başkası bilan, [bel-en / bilan ? OUJ {eAT} is. Süslü ve işle meli kılıç kemeri, bilanço, [İt. bilanciare (d en g elem ek) > bilancio (den ge)] (b ila n ç o ) is. 1. Bir işletmenin belirli bir dö nem sonundaki taşınır ve taşınmaz varlıkları ile
tarafından bildirme işi yapılmak; haber verilmek; duyurulmak. bildirim, [bildir-im] is. 1. Yazılı açıklama. 2. Yazılı bildirme; tebliğ. 3. Yazılı duyurunun yapıldığı kâ ğıt; ihbarname. S bildirim ödencesi, Sözleşm e g e r e ğ i h a b e r v erm eden y a p ıla n bir ticarî uygula
ÖTÜMIÜUKCtSÖZLÜK.
BİL
m adan k arşı tarafın uğradığı z a r a rı k arşıla m ak ü zere y a p ıla n ö d em e; ih b a r tazminatı. bildiriş, [bildir-iş] is. Bildirme işi ve biçimi, bildirişim, [bildir-iş-im] is. 1. Karşılıklı olarak bil dirme, haberleşme işi. 2. İletişim; komünikasyon, bildirişme, [bildir-iş-me] is. 1. Bildirişmek eylemi. 2. {ağız} Haberleşme. [DS] bildirişmek, [bildir-iş-mek] işteş, f . [ -ir ] 1. Karşılıklı olarak bildirmek. 2. Bir duygu veya düşünceyi ses ve yazı ya da işaretlerle bildirerek karşısındaki ile anlaşmak; haberleşmek, bildirme, [bildir-me] 1. Bildirmek işi. 2. Bir durumu veya yasa gereği zorunlu görülen bilgileri ilgili ma kama yazı veya söz ile iletme, duyurma; beyan. B bildirme cümlesi, dbl. Yüklemi bildirm e k iplerin d en birisi ile kurulu olan cümle. ||bildirme eki, dbl. isim cü m lelerin de bildirm e g ö rev i yüklen en -im , sin, -dir ekleri. || bildirme kipleri, dbl. Yapılan, y a p ılm a k ta veya y a p ıla c a k olan ey lem leri z am an a ba ğ lı o la r a k belirten kipler. bildirmek, [bil-mek > bil-dir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Herhangi bir şeyi haber vermek. 2. Herhangi bir konuda bilgi vermek. 3. Anlatmak; ifade etmek. 4. Tanıtmak. 5. Öyle göstermek, bildizmek, [bil-mek > bil-diz-mek] {e l} gçl. f . [-ü r] Bildirmek; öğretmek. [DLT] bildttkli, [bil-mek > bil-dük-li
{eAT} sf. Tanı
dığı, bildiği olan, bildürmek, [bil-mek > bil-dür-mek] {e l '} gçl. f i [-ü r] Bildirmek; anlatmak. [Üç İtigsizler] [Yüknekî] bildüzmek, [bil-mek > bil-düz-mek / bil-tür-mek] {eT} gçl. f i [-ü r] Bildirmek. bile1, [bir+ile-n > birlen / bir-le / bilen / bile 4İo] zf. 1. Birlikte; beraber. {eT} {eAT} (aynı) [EUTS] [ETY] [Yüknekî] 2. e. Cümleyi güçlendirerek umulmazlık, beklen m ezlik, aynı z am an d a anlamlarını katar; hat ta; üstelik; de. {eAT} (aynı) 3. Şart cümlesini karşıt lık ilişkisi içinde başka bir cümleye bağlar; dahi. {eAT} (aynı) 4. {eAT} İle. S bile doğmuş, {eAT} Yaşta ş; a kran .|| bile komak, {eAT} B ir a r a d a bu lun durmak.\\ bile koşmak, {eAT} 1. E k lem ek ; b irleş tirm ek. 2. A rkadaş etm ek.|| hilelerince, {eAT} B e r a b e rler in d e; yanlarında.\\ hilelerinde, {eÂT} B e r a b e rler in d e; yanlarında.\\ hilelerine, {eAT} Yanların a .|| bilemce, {eT} {eAT} Yanım da o la r a k ; bera berimde.\\ bilence, {eAT} Senin b e ra b e rin d e; y a nın da o la r a k .|| bilende, {eAT} Senin b e ra b e rin d e; y a n ın d a .|| bile olm ak, {eAT} B irlikte bulunmak.\\ bilenüze, {eAT} Yanınıza.|| bileşince, {eAT} Onun b e ra b e rin d e; y an ın d a o la r a k .|| hilesinde, {eAT} Onun y a n ın d a ; b era b e rin d e; onunla birlikte.|| hilesine, {eAT} Onun y a n ın d a ; b e ra b e rin d e; onunla birlikte.|[ (onun) bilesiye, {eAT} Yanına.\\ bile togmış, {eAT} A kran; y aştaş. ||bileye, Yanına.
bile2, [Far. bîle aIo] (b id e ) {OsT} is. 1. Ada. 2. Yanak. 3. Yan. 4. Küçük bahçıvan beline benzer ok temre ni; kesme. 5. Kayık küreği, bilece, [bile-ce
/ 4 ^ ] {eAT} {ağız} zf. Birlikte;
beraber. [DS] bilecen, [bil-ecen
{eAT}
{ağız}
sf. 1. Çok şey
bilen; hemen her şeyden anlayan. 2. Bilgiçlik tasla yan; ukala. 3. Bilgin. 4. Yaşma göre cok şey bilen. [D S]
bilecenlik, -ği [bil-ecen-lilc] is. Bilecen olma duru mu. bilecik, -ği [bilek-cik] yan bilek. [D S]
{ağız}
is. İnce bilek; iri olma
bileg1, [bel-ek / bil-eg] {eT} is. Armağan. [E U TS] bileg2, [bel-en / bileng] {ağız} is. Yolcuların hemen ansızın ortaya çıkıverdiği, görüldüğü dağ yamacı; iki tepe arasındaki çukurluk; belen. [D S] bilegen, [bi-l-egen jSHj / jSL] {eAT} sf. İyi bilen. bilegü, [bile-mek > bile-gü] (bile.gü ) {eT} is. Bileği. [D LT ] [E U TS]
bilegüsüz, [bile-gü-süz] (bile;güsü z) {eT} sf. Bilen memiş; keskinleştirilmemiş. [Clauson] bileği, [eT. bile-mek > bile-gü > bileği] is. Kesici, yarıcı, yontucu aletleri keskin hale getirmek için kullanılan araç. B bileği taşı, Çakı, bıçak, m akas g ib i k esic i a le tle ri b ilem ek te kullanılan in ce taneli s a n şist. bilek1, -ği [eT. bilek] is. 1. El ile kolun, bacak ile ayağın birleştiği eklem boğumu. {eT) (aynı) [Gabain] [D LT] [E U T S] 2. m ecaz. Güç; kuvvet. 3. {ağız} Ara ba tekerleğinin parmaklıkları. [D S] 4. Kayık küre ğinin kayış geçen ince kısmı. 0 bileğin almak, {eAT} E lin e y a p ışm a k .|| bileğinde altın bilezik ol m ak, G e ç er li b ir iş ve m eslek s a h ib i olm ak. || bile ğine güvenmek, I. K en d i b ed en ve k o l kuvvetine g ü v en erek işe girişm ek. 2. K en di ustalığıyla b a ş a ra b ilece ğ in i tahm in etm ek. || bileğine k adar, I. (Ç am u r veya k a r için) a y a k b ilek le ri ö rtü lecek k a d a r olm ak. 2. (E lb ise ve etek ler için) a n c a k a y a k la rı ve e lleri g ö r ü le c e k k a d a r örtülü olm ak. || bileği nin hakkı ile, K en d i ça lışm a ve g a y reti ile.|| bilek bilek (A km ak için) g ü r b ir şe k ild e; gürül gürül.\\ bilek boşalması, {ağız} (H ayvan için) ön ve a rk a a y ak la rın çökm esi. [DS]|| bilek boşandırm a, {ağız} (At için) yürürken tökezlem e. [DS]|| bilek dam arı, Nabız.\\ bilek demiri, {ağız} T ab aklıkta d eri kazı m akta ku llan ılan b ir aygıt. [DS]|| bilek dikmesi, {ağız} B ileğ in bükülm esi. [DS]|| bilek gibi, K alınlığı b ile k kalın lığ ın a d en k o la n .|| bilek güsü, 1. K o l ve bed en kuvveti ile iş yapm a. 2. K a b a kuvvet. || bilek güreşi, K a rşılık lı o la r a k birbirinin bileğ in i bü km ek su retiyle y a p ıla n g ü ç den em esi. ||bilek k adar, K a lınlığı b ilek kalın lığ ın da olan. || bilek kanalı, anat. B ile k kem iklerinin ön yüzü ile b ilek eklem inin ön
1İH 1B 1C E M .105
BİL
bağ ı a ra sın d a y e r a la n kan al. ||bilekin alm ak, E li yapışm ak.]] bilek kuvveti, B ed en ve k o l kuvve ti.]] bilek saati, B ileğ e takılan küçük s a a t; k o l saati.
ne
bilek2, [bel-ek / bil-ek] {eT} is. Hediye. [Gabain] bilek3, [Far. bîlek ^LLı] {OsTj is. Çatal temrenli bir tür ok. bilek4, -ği [beleng / bileng] {ağız} is. Belen. [DS] bilekçe, [bilek-çe
(ağız} is. 1. Kelepçe. 2. Bi
leklik. 3. Bukağı. 4. {eAT} is. Bilek. 5. {eAT} Hay vanlarda topuk ile tırnak arası. 6. zf. Bilek kadar. [DS] bilekçek, [bilek-çek dU£L>] {eAT} {ağız} is. Suçluların bir yerden bir yere götürülmesi sırasında kaçmala rını önlemek için bileklerine takılan kilitli metal halka; kelepçe. [DS] bileke, [Yun. plaka] {ağız} is. Fare ve çakal gibi zararlı hayvanları yakalamakta kullanılan bir tür tuzak. [DS] bileki, [Yu. plaki] is. {ağız} 1. Kalınlığı az yayvan granit taş. 2. Mısır ekmeği pişirmekte kullanılan içi oyuk taş. 3. Taş sacda pişirilen mısır ekmeği. [DS]
bilen, [bir-le-n / bile-n] {eT} zf. 1. İle; beraber; birlik te. [EUTS] [Gabain] 2. {ağız} Bile. [DS] bileng, [bel > bel-en > bil-en dllo]
(bilen) {eAT} is.
Dağ yanı; sarp geçit; belen, bilengce, [bile > bile-n-ce *==£1;]
{eAT} zf.
Yanında;
{eAT} zf.
Yanında;
beraberinde. bilengde, [bile > bile-n-de o-iSll] beraberinde. bilengüze, [bile > bile-n-üz-e
{eAT}
zf. Y a
nınıza. bilenme, [bile-n-me] is. Bilenmek işi. bilenmek1, [bile-n-mek] edil. f . [-ir ] 1. (Bir kesici alet için) biri tarafından bilemek suretiyle keskin hâle getirilmek. 2. dönşl. Bir işi yapmak için azim ve hırs kazanmak; hırslanmak. bilenmek2, [bula-n-mak > bel-en-mek dUJ^>] {eAT} dönşl. f . [-iir] Her yanı bulaşmak, bilerek, [bil-erek] zf. Yaptığı işin doğuracağı sonuç ların farkında olarak; bile bile; amaçlı; bilinçli ola rak; kasıtlı; kasten, bilerzüv, [bilek > biler-zük / bilerzüv] {eT} is. Bile zik. [Clauson]
bilekim, [bile+kim?] zf. Dilerim; beklerim; umarım, bileklig, [bilek-lig] {eT} sf. Bilekli; güçlü kuvvetli. [DLT] bileşince, [bile > bile-s-i-nce / 4^_« 4İu / bileklik, -ği [bilek-lik] is. 1. Bazı işlerde ve spor / {eAT} zf. Beraberinde; yanında; birlikte. karşılaşmalarında bileğin burkulmasını veya in iL ] {eAT} cinmesini önlemek için bileğe sarılan meşin sargı. bilesinde, [bile > bile-s-i-n-de 2. Atların bacaklarının sarılmasında kullanılan ham zf. Beraberinde; yanında; birlikte, bez ya da eski kumaş parçaları, bilesine, [bile > bile-s-i-n-e ■u-Ju / {eAT} zf. bilekter, [Yun. plektarion (sepet)] {ağız} is. Sırtta ta Beraberinde; yanında, şman küçük sepet. [DS] bilesiye, [bil-mek > bil-esi-y-e] zf. 1. Bilerek. 2. bileli, [bil-mek > bil-e-li ^ iL>] sf. Bilen; bilmiş olan, Bilinceye kadar, bilelik, [bile-lik dUIo / dİ) bile-m-ce
{eAT} zf. Yanımda;
beraberimde. bileme1, [bile-m-e] {ağız} zf. Çok az. [DS] bileme2, [bile-me] is. Bilemek işi. 0 bileme açısı, m eka. K es ic i aletlerin keskin leştirilen yüzünün eğ i mi ile bilem e aracın ın taban yüzeyi a ra sın d a k i açı. bilemek1, [eT. bile-mek tiU bile-msin-mek] {eT} g ç l .f . [-Ür] Bilirmiş gibi görünmek. [DLT]
bileşen, [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-mek > bileş-en] is. 1. fız. Bir bileşke oluşturan öğelerin her birisi. 2. kim. Fiziksel ve kimyasal bakımdan bir denge içinde bulunan bir bileşiği meydana getiren elementlerden her biri. bileşik, -ği [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-mek > bileş-ik] sf. 1. Oluşumunda çeşitli madde, cisim veya değişik ögeler bulunan nesne; mürekkep, (1942). 2 kim. Kimyasal tepkimeler sonucu iki veya daha çok elementten oluşan ve bunlardan bağımsız fiziksel, kimyasal nitelikler gösteren. 3. bot. Her biri başlı ~ başına bir-bütün sayılabilecek birçok benzer organ lardan meydana gelmiş (organ). 4. is. Ses ve müzik görüntüsünün birlikte verildiği film. 5. Birkaç ele mentten oluşmuş madde. S bileşik başak, biy. Ana eksen üzerin deki d a lla rın d a b a şa k ç ık den ilen kü çü k b a ş a k la r taşıyan başak.]] bileşik çiçek, bot. P a p a ty a d a olduğu g ib i k ö m eç şe k lin d ek i toplu çi çek.]] bileşik faiz, bank. Sü re bitim ine~kadar ta h ak ku k eden f a i z ile a n a p a r a toplam ın a uygulanan fa iz . || bileşik göz, biy. B ö c e k le r d e ve k ab u klu lard a
.
ÖIÜMHÜICtSÖM.
BİL
görü len b irb irin e b en z er b ir ç o k h ü creden oluşm uş g ö z ; p e t e k g ö z ; m ü rekkep göz. |j bileşik kaplar, fiz. Alttan b ir boru ile birb irin e bağ lan m ış için d e sıvı bulunan k ap lard an m eydana gelm iş fiz ik den ey a ra çla rı. ||bileşik kesir, mat. İçin d e tam say ı bulu n a bilen ; p a y ı p a y d a sın a eşit veya büyiik k esir.|] bi leşik lipit, biy. P rotein, k a rb o n h id ra t y a d a kükürt, a zo t g ib i elem en tlerle birleşm iş y a ğ m olekülü. j| bi leşik meyve, biy. D ut ve incir g ib i s ık ç iç e k duru m undan m eydana g elen meyveler.\\ bileşik öner me, mant. M antıkta için de iki ve d a h a ç o k ö n erm e bulunduran önerm e.
biletme, [eT. bile-mek > bile-t-me] is. Biletmek işi. biletmek, [eT. bile-mek > bile-t-mek] gçl. f i gçl. fi. [ir] Birine bileme işini yaptırmak. (eT) (aynı) [DLT] bilevü, [bile-melc > bile-gü / bilewü] {eT} is. Bileği, bileyci, [bile-y-ici / bile-y-ci] is. -*■ bileyici, bileyici, [bile-y-ici] is. Kesici aletleri bileme işini kendisine meslek edinmiş olan kimse; zağcı, bileyicilik, -ği [bile-y-ici-lik] is. Bileyicinin yaptığı iş; bileyicinin mesleği; zağcılık, bileye, [bile > bile-y-e LLo] {eAT} zfi. Yanma.
bileşken, [bileş-ken] sfi. Elektronik devrelerin ger çekleştirilmesinde kullanılan etken ve edilgen öğe lerden her biri,
bilezik, -ği [bilek + üzük ? / e T bilezük / bilersük / bilerzik] is. 1. Süs için bileğe takılan değerli ma denlerden yapılmış halka. 2. {ağız} U ç uca gelen iki boruyu birleştirmek için kullanılan genişçe halka. [DS] 3. Motor pistonundaki özel yuvalara yerleşti rilmiş yağlama, soğutma ve sızıntıyı kesme gibi amaçlarla yerleştirilmiş, uçları açık esnek metal halka. 4. arg o. Kelepçe. 5. mim. Sütunların gövde lerini yatay olarak bölen silmeler. 6. {ağız} Kuyula rın ağzına konulan ortası oyuk tek parça yuvarlak taş. [DS] 7. spor. Okçuların yay telinin darbesinden ellerini korumak için sol bileklerine taktıkları me şin bilezik. 8. Kuşlar hakkında araştırma yapanların yakalayıp saldıkları kuşların ayaklarına taktıkları numaralı alüminyum halka. 9. argo. Kelepçe. 10. argo. Fahişe. 11. {ağız} Taraktan geçirilerek eğril meye hazır hâle getirilmiş bileğe dolanabilecek miktardaki yün. [DS] S bilezik yapm ak, {ağız} H arm an a g elen sa p ı d ö ş e k etrafın da b ilez ik b içi m inde yığm ak. [DS]
bileşme, [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-me] is. 1. Bileşmek eylemi; terekküp. 2. Bileşim meydana getirme,
bilezikli, [bilezik-li] sfi 1. Bileziği bulunan. 2. Bile zik takınmış olan,
bileşikgiller, [bileş-ik > bileş-ik-gil-ler] is. bot. Bitişik yapraklı iki çenekli bitkilerden çiçekleri kömeç halinde toplu olarak bulunan familya, bileşim, [bileş-mek > bileş-im] is. kim. 1. İlci ve daha çok öğenin bir araya gelerek yeni bir öge oluştur maları işi. 2. Bir maddenin hangi basit elementler den meydana gelmiş olduğunu ortaya koyan verile rin tamamı; terkip, (1942). 3. Birleşme sonucu meydana gelmiş bulunan yeni nesne; terkip, bileşke, [bileş-mek > bileş-ke] is. 1. Çeşitli nitelik ve nicelikte öğelerin birbirine etki etmesi sonucunda ortaya çıkan, kendisini oluşturan öğelerin nitelik ve niceliğinden farklı sonuç. 2. fiz . Bir cisme etki eden farklı kuvvetlerin toplamına eşit olan ve bu kuvvet lerden nicelik ve yön bakımından farklı olan kuv vet; kuvve-i muhassala.
bileşmek, [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-mek] işteş, fi. [-ir ] fiz . kim. İki ve daha çok öge bir araya gelerek yeni bir öge oluşturmak; terekküp etmek, bileştirici, [bileş-mek > bileş-tir-ici] sfi 1. Bileştir mek işini yapan. 2. Birleşmeyi sağlayan, bileştirme, [bileş-mek > bileş-tir-me] is. Bileştirmek işi. bileştirmek, [bileş-mek > bileş-tir-mek] gçl. fi. [-ir ] 1. Bileşmesini sağlamak. 2. Birleşmesine yol aç mak; bitiştirmek. 3. fiz . İki ve daha çok vektörün paralel kenar kuralına göre geometrik toplamını almak. bilet, [ît. biglietto > Fr. billet] is. Para karşılığı giri len sinema, tiyatro, gösteri vb. yerlere girmek; oto büs, tren, uçak, gemi gibi ulaşım araçlarına binmek için veya şans oyunlarına katılmak amacıyla satın alman özel basımlı kâğıt parçası. S (birinin) bile tini kesmek, argo. (Birisini) öldü rm ek ,|| bilet kes mek, 1. A lıcıya p a r a karşılığ ı bilet verm ek ; bilet satm ak. 2. a rg o . P ez ev en klik etm ek. biletçi, [bilet-çi] is. Bilet satan kişi, biletçilik, -ği [bilet-çi-lik] is. Bilet satma işi.
bilezük, [bilek+üzük (yüzük)> bile-z-ük J ji ; / {eT} is. Bilezik. [DLT] S bilezük urınm ak, {eAT} B ilez ik takınm ak. bilezüklenmek, [bilezük-le-n-mek] {eT} dönşl. fi. [ür] Bilezik takınmak. [DLT] bilfarz, [Ar. bi-(ön ek) + el ( h a r f i tarif) +farz (say m a)
( b i ’lfarz) {OsT} zfi. 1. Sayalım ki.. 2.
Öyle olduğunu kabul edelim. 3. Tut ki. 4. Söz geli şi. bilfiil, [Ar. bi-(ön ek) + el ( h a r f i tarif) +fı’il (iş, ey lem ) > bi’lfı'il
(bi'lfiil) {OsT} zfi. 1. Eylemli
olarak. 2. Yaparak. 3. Gerçekten. 4. İş edinerek. 5. İş olarak. 6. Flarekete geçmek suretiyle. bilge, [eT. bil-mek > bil-ge ^
/ «Si.] (bilg e:) is. 1.
Bilgi sahibi, iyi ahlaklı, örnek alınacak olgunluğa ulaşmış kişi; hakim; akıllı; dirayetli; fetanetli; muk tedir; mütebahhir. {eT} {eAT} (aynı) (1935). [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Tekin] 2. {eAT} Geniş ve derin bilgi sahibi; bilgin; âlim. {eT} (aynı) [DLT] [İKPÖy.] [EUTS] [Üç İtigsizler] [ETY] 3. {eAT} Bilge;
mitimi© im
• 607
BİL
bilgili kişi; hakîm. [Gabain] [EUTS [ETY] 4. Da nışman. [ETY] 5. Bilgi. [İKPÖy.] bilgece, [bilge-ce] (b ilg e'ce) z f Bilgeye yakışır; ha kimane; akıllıca; makul, bilgednıek, [bilge-d-mek / bilge-t-mek] /eT/ gçsz. f [-ü r] Akıllanmak. [DLT] bilgelenmek, [bilge > bilge-le-n-mek] {eT} gçsz. f i [ür] Bilir görünmek; bilgelik taslamak. [Clauson]
Bilgiç olanın niteliği. S bilgiçlik satm ak, B ir şey i bilm ed iği h a ld e biliyorm uş g ö rü n erek a k ıl verm eye k alkışm a k .|| bilgiçlik taslam ak, B ir şey bilm ediği h a ld e ç o k şey biliyor görünm ek. bilgilendirilme, [bilgi-le-n-dir-il-me] is. Bilgilendi rilmek işi. bilgilendirilmek, [bilgi-le-n-dir-il-mek] edil. f . [-ir ] Birisi tarafından bilgi sahibi edilmek, bilgilendirme, [bilgi-le-n-dir-me] is. Bilgi sahibi ol masını sağlama,
bilgelig, [bilge-lig] (b ilg e.lig ) {eT} sf. Hakîm olan; bilge olan. [ETY] bilgelik, -ği [bilge-lik] is. 1. Bilge olma durumu. 2. Bilgenin niteliği. 3. fe l. Bilgi; hikmet. 4. İlk Çağ felsefesinde kendini tanıma, kendini bilmenin bil
bilgilendirmek, [bilgi-le-n-dir-mek] gçl. f . [-ir ] B i rinin herhangi bir konuda bilgi sahibi olmasını sağ lamak; bilgi vermek,
gisi; vukuf. bilgetmek, [bilge-d-mek / bil-ge-t-mek] {eT} gçsz. f i [-ü r] Akıllanmak. [DLT]
bilgilenmek, [bilgi-le-n-mek] dönşl. f . [ -ir ] Bir ko nuda bilgi sahibi olmak; öğrenmek,
bilgi, [bil-mek > bil-ig > bil-gi
is. 1. İnsanın bi
lebileceği, akimın erebileceği olgu, gerçek ve ilke ler; malumat. 2. Öğrenme, inceleme, araştırma ya da gözlemle elde edilebilecek gerçekler; vukuf; malumat. 3. İnsan düşüncesinin ürünü olarak orta ya çıkan düşünce. 4. fe l . Zihnimizin ilk olarak kav radığı veya duyu organları yoluyla algılama, hayal gücü ve bellek yardımıyla yargıda bulunma, akıl yürütme gibi zihnî faaliyetler sonucunda ortaya çıkan edinim. 5. Bilim. 6. Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yüklediği anlam. 7. {eAT} is. Bilici; kâhin. S bilgi çevren, B ir elek tro n ik h esa p m aki nesi y a d a bilg isa y a r türü b ilg i işlem m akinelerin in kullan ılabilm esi için g e r e k li o la n bilgilerin tümü,\\ bilgi edinmek, 1. Ö ğrenm ek. 2. B ir durum u ö ğ ren me7c. || bilgi işlem, bsy. B ilg isa y a r g ib i m ak in elerle yapılan bilg i d ep o la m a veya kaynaştırm a, a ktarm a işlem lerinin bütünü; veri işlem ; inform.atik.\\ bilgi işlem ağı, O rtaklaşa işlem y a p m a k için b irb irin e bağlanm ış b ilg isa y a rla r küm esi.|| bilgi kuram ı, fe l. Bilginin e ld e edilişin i, yöntem lerin i, g e ç e r lilik ve güvenirlilik durum larım e le a la n f e l s e f e d isiplin i; epistem oloji. bilgici, [bilgi-ci] is. Bilgiyi başkasını eleştirmek için kullanan kişi; safsatacı; sofist, bilgicilik, -ği [bilgi-ci-lik] is. 1. Kendisinin de doğru olmadığını bildiği bir şey ile başkasını yanıltarak kendisine çıkar sağlama gayreti; safsatacılık. 2. İlk Çağ Yunan felsefesinde bir tür eleştiri akımı; so fizm. bilgiç, -ci [bil-giç
/ gSlrf] sf. 1. Çok bilen; her
şeyi bilen, anlayan; hakîm. {eAT} (aym) 2. Bilgi sa hibi olan. 3. m ecaz. Yarım yamalak bilgilerini çok şey ve mükemmel biliyormuş gibi övünen kimse; ukala. 4 is. m ecaz. Bilgisiz olduğu halde kendisini bilirmiş gibi gösteren kimse. S bilgiç bilgiç, Ç ok bilmiş b ir şekild e.
.
bilgiçlik, -ği [bilgiç-lik] is. 1. Bilgiç olma durumu. 2.
bilgilenme, [bilgi-le-n-me] is. Bilgilenmek işi.
bilgili, [bilgi-li] sf. 1. Bilgi sahibi olan; öğrenen; agâh; aydm. 2. zf. Bilerek, bilgilik, -ği [bilgi-lik] is. Genel kültür veya belirli uzmanlık alanına ait bilgileri alfabe sırası ile sunan eser; ansiklopedi, bilgimsinmek, [bilgi-msin-mek] {eT} gçsz. f . [-ir] Kendini akıllı göstermek. [DLT] bilgin, [bil-gin] is. Bir bilim dalında derin ve geniş bilgisi olan, o bilim dalma bilimsel çalışmaları ile katkıda bulunan kimse; âlim, bilim adamı, bilginlik, -ği [bilgin-lik] is. 1. Bilgin olma durumu. 2. Bilginin taşıdığı nitelik, bilgisayar, [bilgi+say-ar] is. Çok sayıda aritmetiksel veya mantıksal işlemlerden oluşan bir işi, önceden verilmiş bir program çerçevesinde kısa sürede ya pıp sonuçlandıran elektronik araç; elektronik beyin, kompüter; ordinatör. ö bilgisayar ağı, blş. B irb i rin e b a ğ lı bilg isa y a rla r düzeni, bilgisayarcı, [bilgi+say-ar-cı] is. Bilgisayar uzmanı, bilgisayarcılık, -ğı [bilgi+say-ar-cı-lık] is. Bilgisayar uzmanlığı. bilgisiz, [bilgi-siz] sf. 1. Bir insan için gerekli temel bilgilerden yoksun olan; cahil; alaylı; bihaber; na dan. 2. Herhangi bir konuda yeterli bilgisi ve dene yimi bulunmayan; malumatsız, bilgisizcilik, -ği [bilgi-siz-ci-lik] is. Bilgi edinmeyi ve öğrenmeyi zararlı sayarak, engellemeye çalışma sistemi. bilgisizlik, -ği [bilgi-siz-lik] is. 1. Bilgisiz olma du rumu; cahillik; cehalet. 2. Bilgi yokluğu; cehalet, malumatsızlık. bilgiyazar, [bilgi+yaz-ar] is. Elektronik sistemle diz gi yapan araç; printer. bilgü, [bil-mek > bil-gü
{eAT} is. Bilici;
kâhin. bilgüçi, [bilgü-çi] {eT} sf. Bilgin; bilen; üstat. [EUTS] bilgürmek, [bil-mek > bil-gü-r-mek] {eT} gçl. f . [-ür] Bildirmek. [EUTS]
Û IÜ M IÜ M M .
BİL
bilhassa, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + haşşa (özellik) 4-^ali-lj] ( b i ’lh a :ss a ) {OsT} zf. 1. Özellikle. 2. Her şeyden önce. 3. En çok. 4. Hele. bili1, [bil (yans.) > bil-i] is. Tavuk ve kuş çağırmak için kullanılan yansımalı gövde. S bili bili, {ağız} Tavukları ça ğ ırm a kta kullanılan ünlem. [DS] bili2, [eT. bil-ig > bil-i > bil-ü ^
is. {eAT} is. 1.
Bilgi; ilim; irfan; idrak; malumat. 2. Zihin; fikir. S bilisi şaşm ak, {eAT} B ildiğin i şa şırm a k; bildiğ i şe y le ri zihninde toplayamamak.\\ bilisi yanılmak, {eAT} N e söylediğin i, n e yaptığını bilem ez durum a g elm ek ; bunamak.\\ bili virmek, {eAT} A kıl ö ğ ret m ek. bilici, [bil-mek > bil-ici
sf. 1. Bilme özelliği ta
şıyan; bilen. 2. {eAT} Bilgin; hakîm; âlim, biliç, [bil (yans.) > bil-iç [Zülfıkar] / Yun. poulitsi [Theodoridis]] {ağız} is. Piliç. [DS] bilig, [bil-mek > bil-ig] {eT} is. 1. Bilgi; hikmet; vukuf; malumat. [ETY] [DLT] [Gabain] [Tekin] [Üç İtigsizler] 2. Bilim ilim; [Yüknekî] [Gabain] [Tekin] [EUTS] 3. Akıl; us; zekâ; zihin; şuur. [Gabain] [Te kin] [ETY] bilige, [bil-mek > bil-ig-e] {eT} is. 1. Akıllı. [ETY] 2. Danışman. [ETY] biligin, [bilig-in] {eT} zf. Bilgi ile. [DLT] biliglig, [bilig-lig] {eT} sf. Bilgili; bilgin; eğitimli. [EUTS] [DLT] biligsemek, [bilig-se-mek] {eT} gçsz. f . [ - r ] 1. Bil mek istemek; bilgi edinmeyi çok arzulamak. 2. Akıllanmak; akıllı olmak istemek. [DLT] biligsiz, [bilig-siz] {eT} sf. 1. Bilgisiz; cahil. [ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin] 2. Akılsız. [ETY] biligsizlik, [bilig-siz-lik] {eT} is. Bilgisizlik; cehalet. bilik1, -ği [bel > bel-ik > bil-ük i)jJlo] {eAT} is. Ok ve yay kuburu. bilik2, -ği [eT. bil-mek > bil-ik J ü j {eAT} {ağız} is. 1. Akıl; us; anlayış; kavrayış; bilgi. [DS] 2. {ağız} Ta nık. [DS] 3. {ağız} Bilirkişi. [DS] bilik'5, -ği [bil (yans.) > bil-i-k] {ağız} is. 1. Tavşan. 2. Piliç. 3. Anaç tavuk. [DS] bilik4, -ği [bil (yans.) > bil-i-k] {ağız} is. Kırık leblebi. [DS] bilik5, -ği [Far. pîlta ? / bilik / belik] {eT} is. Fitil. [Clauson] bilik6, -ği [bil (yans.) > bil-ik] {ağız} is. Erkek çocuk ların cinsel organı. [DS] biliklenmek, [bel / bel > bilik-Je-n-mek dUuKL] {eAT} dönşl. f . [-ü r] Sadağını takınmak; silahını kuşanmak; silahlanmak, bilikli, [bil-mek > bil-ik-li] {ağız} sf. Anlayışlı; akıllı; bilgili. [DS] biliklik, [bilik-lik] {eT} sf. Fitillik. [Clauson]
biliksizlik, [bilig-siz-lik] {eT} is. 1. Bilgisizlik; ceha let. [DLT] 2. sf. Bilgisi olmayan. [EUTS] bilili, [bili-li J J u ] {eAT} sf. Bilgili; âlim; hakîm. bililmek, [bil-mek > bil-il-mek] {eT} gçsz. f . [-ü r ] Bi linmek; tanınmak. [EUTS] [Üç İtigsizler] bililtizam, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + iltizâm (istem e) j>ljJ^l>] ( b i ’liltiza:m ) {OsT} zf. 1. Bilerek ve isteyerek. 2. Bile bile, biliiü, [bili-li > bili-lü
{eAT} sf. Bilgili; âlim; ha
kîm. bilim, [bil-mek > bil-im] is. 1. Evrene ve olaylara ait bir bölüm birbirine bağlı konuları ele alıp deneye dayalı yöntemlerden yararlanarak gerçekleşebilir yasalar, kurallar çıkarmaya yönelik düzenli bilgi; ilim, (1935). 2. Bazı olay ve olgular basamaklarına göre düzenlenmiş sistemli bilgiler bütünü. 3. Bir şeyi öğrenmek amacıyla yola çıkarak edinilen bil giler süreci. S bilim adam ı, B ilim sel a la n d a k en dini yetiştirm iş ve bilim ç ev relerin ce o toritesi kab u l görm üş, bilim sel ç a lışm a la r y a p a n k işi; bilgin; âlim .|| bilim dışı, B ilim e a y k ır ıy a d a bilim sel a r a ş tırm a ku ralların dan yoksun. || bilim kuram ı, fe l. B ilim lerin o rta y a koyduğu düşünsel soru n ları in ce leyen, h e r bilim in tek tek yöntem lerim , ilkelerini, v ar sayım larını a raştıran f e l s e f e dalı. || bilim kur gu, ed. sin. B ilim sel bu luşların ve tek n o lojid eki g e lişm elerin g e le c e k te k i insan yaşam ın ı ne şek ild e y ö n len d ireceğ in i ve etk iley eceğ in i b ir takım var sa y ım la ra d a y a n d ıra ra k oluşturulm uş h a y a l ürünü ed eb iy a t ve sin em a e s e r le r i türü. bilimci, [bilim-ci] is. Bilgin. bilimcilik, -ği [bilim-ci-lik] is. fe l. 1. Bilginin temeli olarak yalnız bilimsel yönteme önem verme biçi minde ortaya çıkan maddeciliğin bir biçimi ve pozitivist (olgucu) akım. 2. Hıristiyanlık teolojisi, bilimsel, [bilim-sel] sf. 1. Bilimle ilgili. 2. Bilime ve bilimin verilerine dayanan; İlmî. 3. Bilimin belirle yici özelliklerini taşıyan. 0 bilimsel deneycilik, H er bilim in deney, gözlem g ib i bilim sel d ay an ak la r la d o ğ ru lan ab ileceğ im , sın a n a b ileceğ im savu nan f e l s e f e akım ı.|| bilimsel düşünce, B ilim in v eri lerin e ve bilim sel y ö n tem lere dayanan, eleştirici, a ra ştırıcı özgü r düşünce. ||bilimsel sosyalizm, İhti la lci sosyalizm ; M arxçılık. || bilimsel toplantı, B i lim alan ların d an b ir konunun e le alın ıp tartışıldığı toplantı; kolokyum . bilimselleştirme, [bilim-sel-le-ş-tir-me] is. Bilimsel leştirmek işi. bilimselleştirmek, [bilim-sel-le-ş-tir-mek] gçl. f . [ir] 1. Bilimsel nitelik kazandırmak. 2. Bilimsel ve rilere ve metotlara uygun duruma getirmek, bilimsellik, -ği [bilim-sel-lik] is. 1. Bilimsel olma durumu. 2. Bilimsel olanın niteliği.
BİL
p ffillTliHUCt j OSMİİİ . 6 ° 9
bilimsinmek, [bil-imsi-n-mek] {eT} dönşl. f i [-iir] Bilir görünmek. [DLT] bilimsiz, [bilim-siz] sf. 1. Bilimden, bilgiden yoksun olan; bilgisiz. 2. Bilimsel yollara uygun olmayan; bilim dışı; gayr-ı İlmî, bilimsizlik, -ği [bilim-siz-lik] is. Bilimsiz ve bilgisiz olma durumu, bilin, [Yun. pilini] {ağız} is. Topraktan yapılma bir tür fıçı. [DS] bilincek, [bil-mek > bil-in-cek ıiU 4 ] {eAT} is. Sahibi tarafından bilinen ve tanınan çalınmış ya da satıla rak el değiştirmiş mal. S bilincek çıkm ak, {eAT} Tanımak; bilm ek. bilinç, -ci [bil-mek > bil-inç] is. 1. İnsanın kendini ve çevresindekileri tanıma yeteneği; şuur; uyanıklık. 2. psikol. Herhangi bir olgu veya gerçeklik üzerine zihinde açık olarak beliren anlama ve izleme süre ci; şuur. 3. m ecaz. Temel düşünce ve görüş. 4. Bir topluluğun taşıdığı ruhî etkinlik ve yönlendirme duygularının bütünü. 5. Dimağ. S bilincine v a r mak, Ö nem ini anlam ak, kavram ak. || bilincini yi tirmek, tıp. Beyin ile ilgili h erh an g i b ir etkilen m e sonucunda bilin ç fa a liy etlerin d en y a ra rla n a m a m ak; şuurunu k ay b etm ek ,|| bilinç akışı, 1. Düşün celerin a rk a a rk a y a birbirin i izlem esi. 2. ed. O lay anlatımında, g eçen lerin birin ci kişi ağzından a n la tılması,|| bilinç dışı, p sik o l. 1. B ilin çsizce y a p ıla n iş ve etkinlikler. 2. İnsan ruhunda b a sk ı altın da tutu lan istekler ve bu n lara a it olup d a bilin ce u la şa m a yan düşünceler. bilinçaltı, [bil-inç+alt-ı] is. 1. Hakkında belli belirsiz bilinç sahibi olduğumuz şeyin niteliği. 2. Aydınlık olmayan bilinç; yarım bilinç. 3. p sik ol. Bilinç dışı olmakla birlikte gerektiği zaman bilinç düzeyine getirilebilen zihinsel faaliyet bölgesi; şuur altı; tah teşşuur. bilinçek, [bil-mek > bil-in-çek] {eT} is. Bir zaman sonra hırsızın elinde veya başkasının elinde bulu nan malın adı. [DLT] bilinçlendirme, [bilinç-le-n-dir-me] is. Bilinçlendir mek işi. bilinçlendirmek, [bilinç-le-n-dir-mek] gçl. f i [-ir] 1. Bilinçlenmesini sağlamak. 2. Bilinçli duruma getir mek; şuurlandırmak. bilinçlenme, [bilinç-le-n-me] is. Bilinçli hâle gelme; şuurlanma. bilinçlenmek, [bilinç-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir ] 1. Bilinçli duruma gelmek; kendini bilmek. 2. Dış dünyayı ve olayları bilinçle algılar, kavrar ve yargı lar durum kazanmak; kişilik kazanmak; şuurlanmak. bilinçli, [bilinç-li] sf. 1. Bilinci olan; ayık; kendinde; şuurlu. 2. Dış dünyayı ve olayları bilinçle algıla yan, kavrayan ve yargılayabilen; aklı başında. 3. Eleştirmeye dayalı olarak kendi etkinliklerinin far kında olan. 4. Bilerek ve isteyerek yapılan.
bilinçlilik, -ği [bilinç-li-lik] is. 1. Bilinçli olma du rumu; şuurluluk. 2. Bilinçli olanın niteliği. 3. p s i kol. Çevredeki nesne, olay ve edimlere karşı uyanık bulunma durumu, bilinçsiz, [bilinç-siz] sf. 1. Bilinci olmayan; baygın; komada; şuursuz. 2. Bilinçle yapılmayan. 3. Kendi etkinliklerinin eleştirmeli olarak farkında olmayan, bilinçsizlik, -ği [bilinç-siz-lik] is. 1. Bilinçsiz olma durumu; şuursuzluk. 2. Bilinçsiz olanın niteliği. 3. p sik o l. Çevredeki nesne, olay ve işlere karşı uyanık bulunamama durumu, bilindik, -ği [bil-mek > bil-in-dik] s f Bilinen, bilinemez, [bil-mek > bil-in-e-mez] sf. 1. Bilinmesi mümkün olmayan. 2. is. fiel. İnsan aklı ile kavra namayan ve bilinmeyen şey. bilinemezci, [bilinemez-ci] sf. fe l. 1. Bilginin bağın tılı olduğuna, bundan dolayı bilginin salt olmadığı na inanan (kimse) 2. Allah’ın ve evrenin nereden ve nasıl türediğinin bilinemeyeceğini ileri süren öğretiyi benimseyen kimse; laedri; agnostik, bilinemezcilik, -ği [bilinemez-ci-lik] is. fe l. 1. Mut lak bilginin insan akimca kavranamayacağmı, do ğanın özünün ve varlıkların kökeninin ve geleceği nin bilinemeyeceğini savunan öğreti. 2. Allah’ın ve evrenin nereden ve nasıl türediğinin bilinemeyece ğini ileri süren öğreti; laedriye; agnostisizm, bilinen, [bil-mek > bil-in-en] is. mat. Değeri belli olan nicelik; malum; bilindik, bilinme, [bil-in-me] is. Bilinmek işi. bilinmedik, -ği [bil-in-me-dik] sf. mat. Bilinmeyen, bilinmek, [bil-mek > bil-in-mek ıiU-üu] edil. f . [ -ir ] 1. Öğrenilmiş, tanınmış olmak; anlaşılmak; bilinmek. {eT} (aynı) [DLT] [Yüknekî] [ETY] 2. Başkaları tara fından kendisi hakkında bilgi edinilmiş olmak. 3. {eAT} Adı yayılmak; tanınmak. 4. Gizlisi saklısı kalmamış olmak. 5. dönşl. f. {eT} Kavramak; anla mak. [İKPÖy.] 6. {eT} Pişman olup açığa vurmak; itiraf etmek. [EUTS] [DLT] [Gabain] 7. {eT} Kendi işini bilmek. [DLT] bilinmelü, [bil-in-mek > bil-in-me-lü >U-Jj] {eAT} sf. Bilinen; tanınan; meşhur. 5" bilinmelü olmak, {eAT} H erk es çe bilinm ek. bilinmeyen, [bil-in-mek > bil-in-me-y-en] sf. 1. Kimse tarafından görülmemiş, tanınmamış, öğre nilmemiş olan. 2. is. mat. Değeri belli olmayan ni celik. bilinmez, [bil-in-mez] sf. 1. Ne olduğu belli olma yan. 2. Bilinmeyen; meçhul. 3. Anlamı gizli ve an laşılması güç olan; muğlak. 4. Belli olmaz; kuşku lu. bilinmezlik, -ği [bil-in-mez-lik] is. Bilinmez olma durumu. bilir, [bil-mek > bil-ir] sf. "Anlar, sayar, y a p a r " an
BİL
Ö IİİH U K C E S02İIÖÜ. 6io
lamlarında isimlerin sonuna gelerek birleşik sıfatlar yapar. bilirkişi, [bil-ir+kişi] is. 1. Bir anlaşmazlığı çözüm lemek için kendi bilgisine başvurulan anlaşmazlık konusu olay veya durumla ilgili derin bilgisi olan kişi veya uzman; ehl-i hibre; ehl-i vukuf; eksper. 2. huk. Görülen bir davada bilimsel bilgiyi gerektiren konularda bilgisine veya oyuna baş vurulan uzman, bilirkişilik, [bil-ir+kişi-lik] is. 1. Bilirkişinin yaptığı iş. 2. Bilirkişi olma durumu,
gerektiğinde bunların onarımım gerçekleştiren uz man kişi. bilişlik, -ği [bil-iş-lik dlLiJJ {eAT} is. Tanışıklık; aşi nalık. S bilişlik virmek, {eAT} Tanıdığını b e lli et m ek ; a şin a lık gösterm ek. bilişme, [bil-iş-me] is. Bilişmek işi. bilişmek, [bil-mek > bil-iş-mek dL-iAJ işteş, f . [-
bil-ir-le-n-mek
ir][eT , eAT, -ü r] 1. Karşılıklı olarak birbirini tanı mak; tanışmak. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {ağız} dönşl. f . Bilmek; öğrenmek. [DS]
dU-J_^L|] {eAT} dönşl. f . [-ü r] Bilirim iddiasında bu
biliştirmek, [bil-iş-tir-mek dUj.Lil>] {eAT} gçl. f . [-
lunmak; işgüzarlık etmek; ahkâm kesmek; bilgiçlik taslamak. bilirubin, [Far. biluribine] is. tıp. Alyuvar hücreleri nin dalakta yok edilmesi sırasında hemoglobin mo leküllerinin parçalanması ile açığa çıkan ve karaci ğerde süzülerek ödle dışarı atılan sarı madde; öd sarısı. biliriibinemi, [Fr. bilirubinémie] is. tıp. Kanda bilirübin miktarının artması,
ür] İki ve daha fazla kişinin birbirlerini bilmelerini sağlamak; tanıştırmak,
bilirlenmek,
[bil-ür-le-n-mek
>
bilistifade, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + istifa de (yararlan m a)
( b i ’listifa :d e) {OsT} zf.
Yararlanarak, biliştir, [Yun. homolister] {ağız} is. Duvarcı malası. [DS] biliş1, [bil-mek > bil-iş ^iL.] is. 1. Bilmek eylemi ve biçimi. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] 2. p sik ol. Canlının bir olayın, bir nesnenin varlığına dair bilgi sahibi olması veya bilinçli duruma gelmesi; vukuf. 3. {eAT} Marifet; sezgiye dayanan bilgi. S biliş çık m ak, B irbirlerin i eskid en tanım ış oldu kları a n la şılm ak. biliş2, [bil-mek > bil-iş-mek > bil-iş-(iş) [Tietze] {ağız} is. 1. Tanıdık, bildik kimse; dost, tanış; aşina. {eAT} {ağız} (aynı) 2. {eT} Bilen; bilici. [DLT] [DS] fi1 biliş görüş, {eAT} B ild ik; tanıdık. bilişJ, [bil (yans.) > bil-iç / biliş [Zülfıkar] / Yun. poulitsi [Theodoridis]] {ağız} is. Piliç. [DS] bilişdürmek, [bil-iş-dür-mek] Tanıştırmak.
{eAT} gçl. f .
[-ü r]
bitişiklik, -ği [bil-iş-ik-lik] {ağız} is. Tanışıklık. [DS] bilişim, [bil-mek > bil-iş-im] is. İnsanların günlük hayatta, işte, teknik ve ekonomik alandaki haber leşmede kullandığı ve bilimin dayanağı olan bilgi nin elektronik makineler aracılığıyla düzenli olarak işlenmesini konu alan bilim dalı; bilgi işlem, (1983). S bilişim ağı, blş. Bilişim a lan ın d a eld e ed ilen bilgi veya verilerin birbirin den ayrı y er le rd e bulunan b irim ler veya k işiler tarafından kullanıl m asını sağ lay an ba ğ lan tılar bütünü; network. bilişimci, [bilişim-ci] is. Bilişim alanında kullanılan makineleri tasarlayan, programlarını hazırlayan,
biliturm ak, [bil-mek+tur-mak
{eAT} gçl.
b. f . [-u r] Bilip durmak; bilmekte olmak, billahi, [Ar. bi- (ön ek) + Allah > bi’llâhi *JÜLj] (b illa .h i) {OsT} ünl. ‘‘A llah 'a ant olsun. " anlamın da bir yemin. billemek, [bil-le-mek] {ağız} g ç l .f . [ - r ] [-l(i)-y o r] Bir araya getirmek; toplamak. [DS] billenmek, [bil-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Yığıl mak; toplanmak; birikmek. [DS] billi1, [bil (yans.) > bil-li] {ağız} is. 1. Çelik çomak oyununda çelik. 2. Küçük kuş. [DS] billi2, [bil (yans.) > bil-li] {ağız} is. Küçük ekmek. [DS] billik , -ği [bil-li-k ?] {ağız} is. 1. Ekin sapının sert kısmı. 2. Küçük çömlek. billik2, -ği [bil (yans.) > bil-li-k] {ağız} is. Çelik ço mak oyununda çelik. [DS] billik3, -ği [bir-lik / billik] {ağız} is. Birlik. [DS] billokma, [bir+lokma > billokma] (bi ’llokm a) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] billur, [Yun. beryllos > Far. bilür / Sur. Ar. billur (b e rr a k cam ) j^L] (billû. r) {OsT} is. 1. Duru, temiz kesme cam; kristal. 2. Bazı cisimlerin kimi fiziksel etkiler altında aldıkları veya doğal olarak bulun dukları geometrik şekil. 3. Parlak saydam bir taş; N ecef taşı. 4. sf. m ecaz. Parlak. 5. N ecef taşından yapılmış olan. S billur bilim, m in. B illurlaşm ış m ad d elerin oluşum larını, fiz iksel, kim y asal ve g e o m etrik özelliklerin i ku ra lla rıy la belirley en bilim d a lı.|| billur cisim, anat. G özde, irisin a rk asın d a m erc ek g ö rev in i y a p an m ercim ek şeklin d ek i sa y dam cisim ; g ö z m erc eğ i.|| billur gibi, 1. (Su için) ç o k tem iz ve duru. 2. (K adın kol, göğü s, g erd an ve teni için) bey az ve düzgün, pürüzsüz. 3. (Ses için) pürüzsüz, b e r r a k ; duru. billuri, [Ar. billüri lSj^] (billû :ri:) {OsT} sf. 1. Kris talleşmiş. 2. Kristalden yapılmış. 3. is. kim. Kristal, billurîn, [Ar. billürin ,>0 ^ 4] (billû :ri;n ) {OsT} sf. Bil lur gibi; kristalden.
iP lf fl» » İ .s n
BİL
billuriye, [Ar. billuriyye
(billû :riye) {OsT} sf.
1. Billurdan yapılmış. 2. Billurla ilgili. 3. Billurdan yapılmış eşya satılan dükkân, billurlaşma, [billur-la-ş-ma] (b illu r la ş m a ) is. 1. Billur durumuna gelme; kristalleşme. 2. Bazı ci simlerin moleküllerinin Fiziksel ve kimyasal or tamda billur durumuna gelmesi, billurlaşmak, [billur-la-ş-tır-mak] (b illû rla ş m a k ) gçsz. f [-ır] 1- Billur halini almak. 2. Billur olarak yoğunlaşmak; kristalleşmek, billurlaştırma, [billur-la-ş-tır-ma] (billû rlaştırm a) is. Billurlaştırmak işi. billurlaştırmak, [billur-la-ş-tır-mak] (b illû r la ş tır mak.) g çl- fi [~ırJ Billur durumuna getirmek, billurlu, [billur-lu] (b illû rlu ) sf. içinde billur bulu nan. billursu, [billûr-su] (b illû rs u ) sf. 1. Billura benze yen, billuru andıran; kristolit. 2. is. Diyalize uğra yarak çözümlenen madde, bilme, [bil-me] is. 1. Bilmek işi. 2. fe l. Bir şeyin niteliği ve niceliği ya da ne olduğu hakkında bilinç sahibi olma. 3 . fe l. Bilgi edinmenin amacı ve sonu cu. bilmece, [bil-mek > bil-me-ce] is. 1. Bir şeyin özel liklerini sayarak onun ne olduğunu buldurmaya da yanan bir oyun. 2. m ecaz. Bilinmeyen şey; muam ma. S bilmece çözmek, B ilm ecen in cevabın ı bul mak]] bilmece gibi konuşmak, K a p a lı ve a n laşıl ması g ü ç bir an latım la konuşm ak. bilmedök, [bil-me-dük-ii-U-L] {e T} {eAT} sf. Bilinme miş; tanınmamış; bilinmeyen, tanınmayan; meçhul. [DLT] bilmek, [bil-mek
g ç l .f . [-ir ] 1. Bir şeyi öğren
miş, kavramış olmak; malumat edinmek. {eT} {eAT} (aynı) [Gabain] [Yüknekî] [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] 2. Bir konuda bilgisi bulunmak; bir şeyden anlamak; farkına varmak. {eT} (aynı) [Üç İtigsizler] 3. Bir bilim dalında veya sanat kolunda yeterli bilgi sahibi ol mak; vâkıf olmak. 4. Deneyerek, yaşayarak, okuya rak öğrenmiş olmak. 5. Olan biteni duymuş, haber almış bulunmak; haberi olmak. 6. Beceri ve ustalık isteyen bir işten anlıyor ve o iş elinden geliyor ol mak; anlamak. 7. Tam olarak anlamak; tadına ve zevkine varabilmek. 8. Tanımak. {eT} (aym) [EUTS] 9. Birini, bir şeyi veya bir olayı tanıtılan veya belir tilen biçimde kabul etmek; var saymak; farz etmek. 10. Birini veya bir şeyi özelliklerinden tanıyıp çı karmak; idrak etmek {eAT} (aynı) 11. (Kusur, kaba hat vb. için) birinde görmek; öyle tahmin etmek; güçlü bir şekilde o kişi ile ilgisi bulunduğunu san mak. 12. Hiç unutmadan daima dikkate alıp davra nışlarını ona göre düzenlemek. 13. Birinin emrine boyun eğmek, dediklerine uymak. 14. Gereğini yerine getirmek. 15. Sahip olduğu iş ve sosyal ko
numun durumunu kavrayıp kendine çeki düzen vermek. 16. Birinin veya bir şeyin değerini takdir edebilmek. 17. Çıkarma uygun davranmak; işine öyle gelmek. 18. (Allah’la ilgili olarak) inanmak; emirlerine uymak. 19. (Dil için) kullanabilmek. 20. Kararlı olmak. 21. Sürüp gitmek. 22. (Birleşik fiil, yeterlilik) gücü yetmek. 23. (Olumsuz 1. teklik ki şi) tereddüt etmek; duraksamak. S bildiği gibi, Canının istediği şekilde. \\bildiğin (bildiğiniz) gibi, E skiden olduğu g ib i; h iç d eğ işm ed i. || bildiğinden şaşm am ak, H içb ir etki altın da kalm ad an ken d i düşündüğünü uygulam ak. || bildiğini okumak, K im sen in uyarısın a ald ırm ad an ken di istediği, d i led iğ i g ib i davranm ak. || bildiğini yapm ak, U yarı ve öğü tleri d ikk ate alm ayıp esk i yan lış tutumunu sürdürmek.\\ bildiğini yedi mahalle bilmemek, Ç o k kurnaz ve bilgili olm a k .|| bildim bileli (bildik bileli), E skiden beri.|| bildiin ola, {eAT} B ildin m i?|| bile bile, 1. Ö nceden tasarlan m ış o la ra k , 2. B ile rek. 3. K a sten ; çekinm eden.^ Bile bile lades, B ile re k aldanm ak, olum suzlukları b iler ek k ab u llen m ek,|| bilemedin (bilemediniz), En fa z la , en çok..\\ Bilen bilir, Söz konusu edilen o la y hakkın da bilg i ve görgü sü o la n la r d a h a iyi d eğ erlen d irm e y a p a b ilir.|| bilerek, K asten ; bile b ile ; isteyerek.\\ bilir bilmez, Tam an lam ıyla bilm eyen ; y a rım y a m a la k bilg i sa h ib i o la n .|| bili turm ak, {eAT} B ilip du r m ak; bilm ekte olmak.\\ bilmeden, 1. B ilm eyerek. 2. Sonucu kestirem eden . || bilmem hangi (kaç, kim, nasıl, ne), Ö nem siz görü len şeylerden ba h sed erken kullanılan söz. || Bilmezsin mi, {eAT} B ilm ez m isin ?|| Bilmiş ol, {eAT} İyi bil.|| bilüp bilmeyüp, {eAT} B ilir bilm ez; b iler ek veya bilm ey erek .|| biliirdi ola, {eAT} B ilir m iydi?|| biliirin işlemek, {eAT} B ildiğin i yapm ak. bilmemek, [bil-me-mek] {eT} gçl. f . [-z ] Bilmemek. [Tekin] bilmememezlik, [bil-me-mez-lik] is. Bilmezlik. bilmez, [bil-mek > bil-mez > io ] sf. 1. Hiçbir şey bil meyen. {eAT} (aym) 2. Hiçbir şeyden haberi olma yan; cahil. {eAT} (aynı) S bilmeze urm ak, {eAT} B ilm ez görü n m ek; bilm ezden g elm ek .|| bilmez gibi, B ilm iyorm uş g ib i davranm a. || bilmez görünmek, B ild iğ i h a ld e bilm iyorm uş g ib i davranmak.\\ bil mezden gelmek, B ild iğ i tanıdığı h a ld e bilm iyor muş, tanım ıyorm uş g ib i d avran m ak; a ld ırm a m a k; o ra lı olm am ak. bilmeziye, [bil-mez-i-y-e] {ağız} zf. Bilmeksizin; bil meyerek; bilmeden. [DS] bilmezleme, [bilmez-le-me] is. Bilmezlemek işi; techil. bilmezlemek, [bilmez-le-mek] gçl. f. [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Birinin hiçbir şey bilmediğini ortaya koymak. 2. Bir kimseyi bir şey bilmiyormuş gibi göstermek; techil etmek.
BİL
n
bilmezlenme, [bilmez-le-n-me] is. Bilmezlenmek işi; tecahül; tegaful. bilmezlenmek, [bilmez-le-n-mek dU~ü>»X] d ö n şl.f. [ir] Bildiği tanıdığı halde bilmiyormuş, tanımıyormuş gibi davranmak; aldırmamak; oralı olmamak; tecahül etmek; bilmez görünmek; bilmezden gel mek. {eATj {ağız} (aynı) [DS] bilmezlik, -ği [bilmez-lik düjJu] is. 1. Bilmez olma durumu; cahillik; cehalet. {eAT} (aynı) 2. {eAT} Bili rim iddiasında bulunmama. 0 bilmezlikten gelme, ed. B ir ş a ir veya yazarın nükte y a p m a k a m a cıy la b ir şeyi bild iğ i h a ld e bilm ezm iş g ib i anlatm ası s a n atı; tecahü l-i arifan e. || bilmezlikten gelmek, B il d iğ i h a ld e bilm iyorm uş g ib i davranm ak.
u
r c u
.
«12
ler, {eAT} B ilg ililer; â lim ler.|| bilüsi şaşm ak, {eAT} B ildiğ in i şa şırm a k ; bild iğ i şey leri zihn in de toplay a m a m a k .|| biliisi yanılmak, N e söy led iğ in i bilm ez durum a g elm ek ; bunamak.\\ bilü virm ek, {eAT} A kıl öğretm ek. bilüç, [Yun. poulitsi [Theodoridis] / bili (tavuk ç a ğ ırm a ünl.) > bili-ç > bilüç
{eAT} is. Piliç.
bilük, [bel-ik > bel-ük / bil-ük J y j {eAT} is. Ok ve yay kuburu; sadak, bilülü, [bili > bili-lü > bilü-lü j)_jJLo] {eAT} sf. Bilgili; âlim; hakim, bilttr, [bil-ür j>L>] {eAT} sf. Bilen; âlim, bilfirlenmek, [bil-ür-Ie-n-mek dUJj^L] {eAT} gçsz. f i
bilmiş, [bil-mek > bil-miş] sf. 1. Her şeyi iyi bilir geçinen; bilgiçlik taslayan. 2. Her şeye aklı eren; zeki, akıllı. 3. Çıkarını iyi bilen; kurnaz; sofistike. 4. {eT} Bilinmiş; tanınmış; bilmen; tanınan. [DLT]
bilürmek, [bel-ür-mek > bil-ür-mek dUj_jL] {eAT}
bilmukabele, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) +
bilüsüz, [bilig > bilü-süz >»>İ4] {eAT} sf. Bilgisiz; ca
mukabele (karşılık) aAjUİL] (bi'lm u ka :b ele) {OsT} zf. 1. Karşılık olarak. 2. (Selamlaşmada) ben de. bilmünasebe, [Ar. bi-(ö« ek) + el (h arf-i tarif) + münâsebe (ilişki)
( b i ’lm ürıasebe) {OsT} zf.
Sırası geldiğinde, bilokma, [bir+lokma > bilokma] (bi ’lokm a) {ağızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bilsam, [Ar. / Far. bilsâm fLJu] (bilsa.m ) {OsT} is. (bilsa:n iye) {OsT} is.
bot. 1. Sarmaşıkgiller. 2. Hanımeligiller, bilsat, [bil-gi + sat-mak > bil+sat] sf. Şirketler veya işletmeler arasında para ile yapılan bilgi alış verişi; bilgileşim. bilsika, -â ’i [Ar. bilsikâ5 ^ISL—L] (bilsikâ :) {OsT} is. bot. Yapışkan otu. bilsikmek, [bil-mek > bil-si-k-mek] {eT} gçsz. f i [ü r] Bilinmek; tanınmış olmak; bilinmiş olmak. [EUTS] [Gabain] [DLT] biltizmek, [bil-mek > bil-tiz-mek] {eT} gçl. f i [-ü r] Bildirmek; belli etmek. [Gabain] [EUTS] biltttrmek, [bil-mek > bil-tür-mek] {eT} gçl. f i [-ü r] 1. Öğretmek. 2. Bildirmek. [DLT] [EUTS] [Gabain] bilumum, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + 'umûm (genel, h ep )
( b i ’lum u.m) {OsT} zf. Bütün;
hep; hepsi. bilur, [Far. bilür j^Ju] (bilû:r) {OsT} is. Billur; kristal. bilurin, [Far. bilürin ^jjJb] (bilû :ri:n ) {OsT} sf. 1. Billurdan; kristal. 2. Billur gibi, bilü, [eT. bil-ig > bil-ü
gçsz. fi. [-ü r] Belli olmak; ortaya çıkmak, hil. bilüsüzlik, -ği [bilig > bilü-süz-lik
{eAT} is. 1. Bilgi; ilim;
irfan; idrak; malumat. 2. Zihin; fikir. S bilü bilen
{eT}
{eAT} is. Bilgisizlik; cahillik, bilüsttzün, [bilig > bilü-süz-in
{eAT} zf.
Bilmeyerek; bilmeden, bilvasıta, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + vâsıta (a raç) < 1*-^ ] ( b i ’lva:sıta) {OsT} zf. 1. Aracılığıyla. 2.
Akciğer zarı iltihabı; satlıcan, bilsaniye, [Ar. bilsâniyye
[-ü r ] Bilirim iddiasında bulunmak,
Dolaylı olarak,
bilve, [Ar. bilve o^L] {OsT} is. Üzüntü; keder; tasa; ıstırap. bilvesile, [Ar. bi- (ön ek) + el (h arf-i tarif) + vesile (sebep )
( b i ’lv esi.ie) {OsT} zf. Sebep olarak;
sebebiyle, bilya, [İt. biglia] (bi ’lya) is. -*• bilye, bilye, [İt. biglia] ( b i ’lye) is. 1. Sert maddeden yapıl mış küçük küre; yu varcık. 2. Makinelerde dönme ekseni üzerine yerleştirilen sürtünmeyi azaltıcı çe lik yuvarlak. bilyeli, [bil-ye-li] sf. Bilyesi olan. S bilyeli yatak, B ir eksen etrafın d a d ö n m ek zoru n da olan m akine p a r ç a la r ın d a sürtünm eyi a zaltm ak a m a cıy la için e bily e yerleştirilm iş bölüm. bilyon, [Fr. billion] is. Milyar, bim, [Far. bım ^ ] (bi:m ) {OsT} is. 1. Korku; endişe. 2. Tehlike. S bîm-engîz, {OsT} Ü rküten; ürkütü cü.|| bîm-i can, {OsT} Can korku su.|| bîm-i dûzah, {OsT} C ehenn em korku su.|| bîm-i ta ’ne, {OsT} Az arla n m a korku su .|| bîm-nâk, {OsT} K orku y a k a p ılm ış; korkm uş. || bîm ü Umîd, {OsT} K orku ve ümit. bim ar, [Far. bımâr jU^o] (bi:rna;r) {OsT} sf. 1. Hasta olan; sayrı. 2. (Göz için) baygın bakışlı. 0 bîm âr-
«
« E M
.
BİN
613
ciğer, {OsTj Aşırı d e r e c e d e üzüntülü ve sıkıntılı.|| bîmâr-çeşm, {OsT} Gözü baygın ba k ışlı olan. || bîm âr-dâr, {OsT} H asta b a k ıc ı.|| b îm âr-d ârân , {OsT) H asta bakıcılar.\\ bîm âr-dil, {OsT} Üzüntü lü,|| bîmâr-hîz, {OsT} H astalıktan y en i k alkan kim s e .||bîm âr-istân, {OsT} - * bimaristan. bimaran, [Far. bîmârân jljU *] ( bi:ma:ra:n ) {OsT} is. Hastalar. bimare, [Far. bımâre »_>W>] (bi:ma:re) {OsT} sf. 1. Hasta. 2. Akınlar ve savaşlar sırasında ele geçen kadın esirlerin ayrıldığı sınıflardan her biri,
(bi:ma:rha:-
biraarhane, [Far. bîmâr-hâne
ne) {OsT} is. Akıl hastanesi, Hastalık. 2. Hasta olma durumu; keyifsizlik, (b i:m a :r is -
bimaristan, [Far. bîmâristân ta:n) {OsT} is. Hastane, bimer, [Far bl- (-siz)+mer (ölçü)
(bi:m er) {OsT}
sf. Sonsuz; sayısız, bimetal, [Lat. bis (iki) + metal > Fr. bimetal (tescilli isim)] is. Değişik bir maden tabakasıyla kaplanmış olan metal. bimetalizm, [Lat. bis (iki) + metal > Fr. bimetalisme] is. Altın ve gümüş gibi iki değerli maden esasına dayanan para birimi sistemi, (b i:m eza :k ) {ağız} s f
Tatsız; zevksiz. [DS] bimikdar, [Far. bı- + Ar. mikdâr jl-ü**] (bi:m ikd a:r) {OsT} sf. 1. Sayısız. 2. Önemsiz. 3. Güçsüz; kudret
siz. 4. Yoksul, bimnak, -ki [Far. bımnâk
bin2, [Âr. bin^j] {OsT} is. ..’in oğlu. bin3, [Ar. bin j«] {OsT} is. Bölge; mıntıka.
bimari, [Far. bîmârî lSjL^o] (bi:ma:ri:) {OsT} is. 1.
bimezak, [Far. bî-mezâk
fa z l a o lm a k .|| bini bir p araya, 1. B olluk. 2. P ek ç o k yapılan.\\ binin yarısı dört (tane) yüz yirmi beş, Ç o k düşün celi birisin i teselli etm ek için “a l d ır m a ” an lam ın da sö z oyununa d ayalı uyan. || bin kabba girmek, B irbirin e benzem eyen b ir ç o k iş y ap m ak. || bin pişman olmak, Ç o k p işm an lık duy m ak ,|| bin renge girmek, Ç ok ve çeşitli hiley e b a ş vurmak.\\ bin tarak ta bezi olmak, Ç o k çeşitli işler yapm ak, hün er gösterm ek. || bin yaşa, Birinin d a v ran ışların dan duyulan m em nuniyeti ifa d e ed en söz. ||bin yedi yüz on beş, argo. (TC M erkez Bank, kuruluş y a s a num arası) rüşvet.
bin4, [Ar. bünyâd / Far. bun] {ağız} is. Temel; esas. [DS] bina1, -a ’i [Ar. bina >Lo] (bin a:) {OsT} is. -*■ bina2. S binâ’-berîn, {OsT} Dayanarak.\\ bina emini, {OsT} im p a ra torlu k d ön em in de d ev lete ait bin aların y a pım , m alzem e tem ini ve korunm ası ile g ö rev li kişi. || bina etmek, 1. Kurm ak, inşa etm ek, y apm ak. 2. G eliştirdiği düşünce sistem in i b elirli b ir g örü şe, ilk elere dayandırmak.\\ bina okumak, F iil çatısı ile ilgili dilb ilg isi kon uların ı okum ak, öğren m ek. || bin â’-yı İlâhî, (A llah ’ın y a p ısı) insan. bina2, [Ar. bina *U>] (bin a:) is. 1. Oturmak veya baş ka amaçlarla kurulmuş yapı. 2. dbl. Arap dil bilgi sinde fiil çatılarını konu edinen bölüm veya kitap. 3. Çatı. 4. Dayama. bina3, [Far. diden (görm ek) > bmâ b-J (b i.n a :) {OsT} sf. 1. Gören; görücü. 2. is. Göz. binab, [Far. bınâb u L ] (b i:n a :b ) {OsT} is. Manevi
(bi:m n a:k) sf. Kork
muş; ürkmüş. -bin, [Far. dıden (görm ek) > -bin] {OsT} son ek. Sonuna eklendiği Arapça ve Farsça kelimelere “gören, g ö rü cü " anlamında birleşik sıfatlar yapan son ek. bin1, [min / min / bin > bin] sf. 1. Dokuz yüz doksan dokuzdan bir fazla; on kere yüz. 2. is. Bu sayıyı gösteren rakam; 1000. 3. m ecaz. (İsimle beraber) aşırılık ve çokluk ifade eder. S bin (bir) ayak bir ayak üstünde, A yakta duran ç o k kalabalık.\\ bin bela ile, Güçlükle, zorla. || bin bir, P e k çok, ç o k sayıda.|| bin can ile, İstey erek; arzu ederek.\\ binde bir, P ek s e y r e k o la ra k. || bin bir delik otu, bot. Yaprakları basit, k arşılıklı dizili, ç a n a k ve ta ç y a p rakları b e ş p a r ç a lı kokulu çalım sı bitki, (Hypericum),|| bin bir yap rak otu, biy. C ivan perçem i.|| bin derde deva, P e k ç o k işe y arayan , p e k ço k sıkıntıyı gideren . ||bin dereden su getirmek, 1. O yalam ak için b a h a n eler bulm ak. 2. K a n d ırm ak için çeşitli y o lla r a başvurm ak. || bini aşm ak, Ç ok
görüş; dalış. binaber, [Ar./Far. binâber
(b in a :b er) {OsT} e.
Bundan dolayı; bunun üzerine, binaberîn, [Ar. / Far. binâberîn
(b in a :b eri:n )
{OsT} e. -* binaber. binadil, [Far. binâ-dil JiLo] (b i.n a .d il) {OsT} sf. Ger çeği gönlüyle kavrayan; uzgören; basiretli, binaen, [Ar. binâ-en >Uj] (b in a ’:en ) {OsT} zf. 1. Da yanarak. 2. ..-den dolayı, ..-den ötürü. 0 bina-en alâ-zâlik, {OsT} Bunun ü zerin e; bundan dolayı. binaenaleyh, [Ar. binâ-en + 'aleyh -uU * U>] (b in a : ’en aleyh) {OsT} zf. 1. Buna dayanarak. 2. Bundan dolayı, bundan ötürü, bu sebepten, bu nedenle, bu nun için. binagerde, [binâ-gerde Oj?Uj] (b in a :g erd e) {OsT} sf. Kurulmuş. bs.tsaguş, [Far. binâgüş Kulak memesi; kulak tozu.
(bina:guş) {OsT} is.
BİN
1M IİİM İS Ğ M .6I4
binamaz, [Far. bî-nemâz jl* —j] (bu nam az) {OsT} sf. -*■ beynamaz. binavend, [Far. binâvend
(bina:vend) (OsT) is.
Engel; mani. binayi, [Far. binayı
(b i.n a .y i:) {OsT} is. Görü
cülük. S bînâyî-refte, {OsT} G örm e y etisi gitm iş; kör. binbaşı, -yı [bin+baş-ı] ( b i ’nbaşı) is. t. Türk Silahlı Kuvvetlerinde rütbesi yüz başı ile yarbay arasında bulunan ve asıl görevi tabur komutanlığı olan üst subay.
binek1, -ği [bin-mek > bin-ek] is. 1. Binmeye ayrıl mış at. 2. sf. Üzerine binilen; binmeye yarayan. 0 binek arabası, in san ların bin m esi için yapılm ış, hay v an lar tarafın dan çek ilen a r a b a .|| binek atı, 1. At sahiplerin in ve an tren örlerin y a rış yerlerin de, y a rış atlarının antrenm an ların ı g ö rm ek için üzeri n e bin d ikleri at. 2. B in m ek v e y a rışla r d a koştu rm ak a m a cıy la y etiştirilip eğitilen iyi cins at. ||binek taşı, Avlu kap ısı önlerin de, s o k a k b a şla rın d a y a d a köy çıkışla rın d a a tla ra bin m ek için ö z e l o la r a k konul muş y ü k sek taş. binek2, -ği [Far. binek ^Julo] {OsT} is. Gözbebeği.
binbaşılık, -ğı [bin+baş-ı-lık] is. 1. Binbaşı rütbesi. 2. Binbaşının yaptığı görev,
binemek, [Far. bı-nemek] {OsT} sf. Tatsız tuzsuz; yavan.
bincişk, [Far. bincişk] {OsT} is. Serçe. S bincişk-i züvân, bot. D işbu dak ağacın ın m eyvesi; kuş dili.
binende, [Far. bin (gören ) + -ende (yapan)
bindallı, [bin+dal-lı] is. Çoğunlukla mor kadife üze rine sıröıa ile yaprak, çiçek, dal kabartmaları işlen miş kumaş veya elbise, binde, [bin-de] sf. 1. (Oran için) bin üzerinden he saplanan. 2. is. {ağız} Vergi. [DS] bindirilme, [bin-dir-il-me] is. Bindirilmek işi. bindirilmek, [bin-dir-il-mek] edil. f . [-ir ] Başkaları tarafından bindirmek işi gerçekleştirilmek. 0 bin dirilmiş kuvvetler, as. M otorlu ta şıtla ra bin diril m iş a s k e r î birlikler. bindirim, [bin-dir-im] is. Fiyat artırma işi; zam. bindirimli, [bin-dir-im-li] sf. Fiyatı artırılmış; zamlı, bindirme, [bin-dir-me] is. 1. Bindirmek işi. 2. Bir kemerin art arda gelen kuşakları arasında bunları birbirine dayandırmak için bırakılan 15 cm.lik ara lıklar. 3. Duvar üstüne gelen ve dışarıya bindirme suretiyle yapılan çıkıntı. 4 argo. Zar oyunlarında istenilen sayıyı getirmek için zarı fazla yuvarlama dan atma. 0 bindirme ram pası, Gemi, tren ve d i ğ e r a r a ç la r a y ü klem e y a p m a k için ö z e l y apılm ış yükselti.
.
bindirmek, [bin-dir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Bir şeyin veya birinin binmesini sağlamak. 2. dnz. (Gemi için) baş taraftan bir başka gemiye çarpmak veya karaya oturmak. 3. m ecaz. Çarpmak. 4. İnşaat ge reçlerini bir kısmı diğerinin üstüne gelecek şekilde yerleştirmek; bağlamak; çakmak. 5. Eklemek; kat mak; zam yapmak. 6. topg. Haritacılıkta hava fo toğrafı çekerken arada boşluk kalmaması için bir öncekinden üçte bir kadar daha geriden alınarak çekilen resimleri birbirini tamamlayacak şekilde üst üste getirmek. 7. argo. Rastlamak, bindirmelik, -ği [bin-dir-me-lik] is. mim. Döşeme kirişlerinin taşıyıcısı olarak kullanılan duvar içine gömülmüş büklüm gibi dışa taşan ahşap ya da de mir parçası. bine, [bin-mek > bin-e / bin-i] {ağız} is. Kapı ve pen cere pervazı. [DS]
(bi:n en de) sf. 1. Gören; görücü. 2. m ecaz. İleriyi ve geleceği düşünen; akıllı; uyanık. binendegî, [Far. bln-ende-gî
(bi:n en d eğ i:)
is. 1. Görebilme. 2. Uzak görüşlülük, bineng, [Far. bineng Jİlo ] (bi:n en g) {OsT} sf. Na mussuz; şerefsiz; rezil. biner1, [bin-er] sf. 1. Bin sayısının üleştirmeli biçimi. 2. Her defasında bin tane. 3. Her birine bin tane. biner2, [bin-mek > bin-er
{eAT} sf. Binici.
binet1, [bin-mek > bin-et > bin-it] {ağız} is. Binek atı. [DS] binet2, [Yun. pinakoti] {ağız} is. Ekmek yaparken be zelerin konulduğu, göz göz ağaç araç. [DS] binevend, [Far. binevend / binâvend -%!■] (bi:n evend) {OsT} is. Engel; mani. bing1, [bing (yans.) is. Sıçrama, ürkme ve irkilme anlatan kök. [Zülfıkar] bin g-il-de-m ek. bing2, [ min > bin dL>] (bin) is. {eT} {eAT} is. Bin sayısı; 1000. [ETY] [Gabain] [Tekin] [EUTS] 0 bin anca, {eAT} B in katı.|| bin artuk, {eAT} B in den fa z la .|| bin başlar, {eAT} B in b a şıla r.|| bin begi, {eAT} B in b a şı.|| bin bin, {eAT} B in lerce; türlü türlü.|| binden bir, {eAT} B in d e b ir.|| binin binin, {eAT} B in le rce.|| bininde birini, {eAT} B in de birini.|| bin kez, {eAT} Milyon. bingân, [Far. bingân j l ^ ] (bingâ. n) {OsT} is. 1. Tas; kâse. 2. Kadeh. 3. Çiftçilerin akar su paylaşmakta kullandıkları bir ölçüt, bing-bang, [İng. bing-bang] is. Ses duvarını aşan bir uçar cismin çıkardığı gürültüyü belirten yansımalı söz. bingemek, [eT. minge-mek > bin-ge-mek] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-g (i)-y o r] Birbiri üstüne koymak; yığmak. [DS] bingere, [Far. bingere «jSjj] {OsT} is. İğe sarılmış pa muk ipliği.
p e U iK tM
BİN
.6 1 5
bingeşdirmek,
[bingeş-dir-mek > bin-eş-dür-mek
[bin-il-mek] edil. f . [-ir ] [eAT, -ür] Bin mek eylemi yapılmak. {eAT} (aynı)
b in ilm e k ,
{eAT} gçl. f . [-ü r ] 1. Birbirinin üzerine bindirmek. 2. Birbirinin ardına bindirmek; altlaş
b in ilm e lü ,
tırmak. bingeşik, [bingeş-ik
{eAT/ sf. Birbirinin üze b
rine binmiş durumda. bingeşmek1, [ e l minge-mek > binge-ş-mek 'eAT} işteş, f [-ir ] [eAT, -ür] 1. Birbirinin üzerine binmek; {ağız} (aynı). [DS] 2. Birbirinin arkasına binmek. 3. Birbirine uymak; birbirinin arkasından gelmek. 4. Sıra ile binmek. 5. {ağız} (Damarlar için) üst üste gelmek; kramp girmek. [DS] 6. {ağız} Uyuşmak; felce uğramak. [DS] bingeşmek2, [bin-mek > binge-ş-mek] {ağız} işteş f . [-ir] Kavga dövüş etmek. [DS] bingi, [bin-gi] is. mim. Kemerler üzerine oturtulmuş kubbeler ile kemerler arasını kapatan üçgenimsi kubbe parçası, bingildemek, [bing (yans.) > bing-il-de-mek] {ağız} gçsz. f [-r ] [-d (i)-y o r] Birdenbire sarsılmak; ür permek. [DS] bingin, [bin-mek > bin-g-in] {ağız} sf. Dargın; kavga
[bin-inci] sf. Sıralamada yeri bin olan.
[bin-mek > bin-iş
b i n i ş 1,
görme yetisi.
bini4, [Yun. pinnini] {ağız} is. İpliği yumak yapmakta kullanılan haç biçimindeki araç. [DS] binici, [bin-ici] is. 1. Binme işini yapan; binen. 2. Ata iyi binen kişi; süvari. 3. bot. İkiye katlı olan ve içinde yine kendisi gibi ikiye katlı bir organın yarı sını bulunduran bitki kısmı. 4. a rg o. Erkek, binicilik, -ği [bin-ici-lik] is. 1. Ata binme ustalığı. 2. At üzerinde yapılan spor, binilme, [bin-il-me] is. Binilmek işi.
Mülakat,
[bin-iş-mek] işteş, f . [ -ir ] 1. İki parçadan birinin bir kısmının diğerinin üstüne gelmek. 2. Kas kirişleri birbirinin üstüne gelmek. 3. (Kırık bir kemik için) iki parçası üst üste gelmek.
b i n i t 1,
{eAT} is. 1. Binmek eylemi;
2.
[bin-iş-me] is. 1 . Binişmek işi. 2 . Biri kıs men diğerinin üstüne gelen iki nesnenin durumu. 3. Kırık bir kemiğin iki parçasının üst üste gelmesi,
b in iş m e ,
-bini, [Far. -bînî
binme işi. 2. Kozadan ipek sağmaya yarar alet. 3. {ağız} İpliği ynmalc yapmakta kullanılan haç şek linde bir araç. [DS] 4. Kapı ve dolap gibi şeylerin kapakları kapatıldığında arada kalan boşluğu örtme için üst kapağa çakılmış olan çıta. 0 biniden ta raf, {eAT} H ayvanın b in ilec e k yanı. \\biniden yanı, {eAT} - * biniden taraf. bini2, [men / ben > bin-i] {eTŞ zm. Teklik birinci kişi zamirinin yükleme hâli; beni. [ETY] bini3, [Far. bînî] (b i:n i:) {OsT} 1. anat. Burun. 2. coğ. Burun. 3. Uç. 4. Dağ tepesi. 5. Yayın ele alman kısmının ucu.
Binmek işi, bin
[Far. biniş jiio] (bi:niş) {OsT} is. 1. Görüş;
b i n i ş 2,
b in iş m e k ,
bini1, [bin-ü / bin-i ^
1.
me biçimi. 2 . Atlı alaylarda giyilen özel kıyafet. 3. tar. Padişahın at gezintisi. 4. {eAT} is. Eskiden bil ginlerin cüppe üzerine giydiği bedeni ve kolları geniş üstlük. 5. Üniversite öğretim elemanlarının giydiği üst elbise; cüppe. 6. argo. (Erkek için) cin sel ilişki. S b i n i ş i k u v v e t l i , arg o. (E rk ek için) cin s e l gü cü y ü k sek o la n .|| b i n i ş o l m a k , {eAT} A tlılar yürüyüşe h azırlan m ak,|| b i n i ş y a n ı , {eAT} A tlara bin erken veya ey er vururken kullanılan atın s o l yanı.
bingişik, -ği [bin-mek > bin-gi-ş-ilc / bin-iş-ik] {ağız} sf. Bitişik. [DS] bingişmek, [bin-mek > bin-gi-ş-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] -* bingeşmek. [DS] -] (bi:n i:) {OsT} son ek. Sonuna
{eAT} sf. (At vb. için)
binilebilecek durumda olan. S b i n i l m e l ü i t m e k , {eAT} B in ilec ek durum a getirm ek. i n i m , [bin-mek > bin-im] {ağız} is. 1. Semer. 2 . Eyer, semer, yular gibi eşyalar. [DS]
b in in c i,
lı. [DS] binginlik, -ği [bin-gin-lik] {ağız} is. Zorbalık. [DS]
getirildiği Farsça isimlerden “.. g ö fû rlü k " anlamı katarak birleşik isimler yapan son ek.
[bin-il-melü
[bin-mek > bin-it o i ] {eAT} is. Üstüne binilen
hayvan veya taşıt; binecek hayvan. [DK] b i n i t 2, [Yun. pinakoti] is. Firma ekmekleri atmakta kullanılan tahta kürek, b in itli,
[binit-li J ı -uj {eAT} {ağız} sf. Atlı; süvari; bin
miş; bindirilmiş. [DS] [binit-lü jix^] {eAT} sf. -*• binitli.
b in itlü , b in k ,
[İt. pinco] {OsT} is. Bir tür ticaret gemisi,
[bin-ler-ce] (b in le ’rce) sf. 1 . Pek çok bin. 2 . Pek çok; sayısı binlerle ifade edilen, i n l i k , - ğ i [bin-lik] is. 1. Bin lira değerindeki kâğıt para. 2 . Ü ç litrelik şişe. 3. Sayısı bin olan demet veya grup,
b in le r c e ,
b
b in m e ,
[bin-me] is. Binmek eylemi,
b in m e k ,
[eT. mün-mek > min-mek > bin-mek dU-b]
gçsz. f . [- e r ] 1. Yüksek bir şeyin veya hayvanın üzerine çıkıp ayaklarını sallandırarak oturmak. {eT} {eAT} (aynı) [Gabain] [Tekin] [ETY] 2 . Bir yere git mek için bir taşıtta özel ayrılmış yere oturmak. 3. (Bisiklet ve motosiklet veya at için) kullanmak. 4. (Tartışma veya iş için) istenilmeyen ve arzu edil meyen bir hâl almak. 5. Bir şey sıkışma sonucu yanındakinin üstüne çıkmak. 6. Zamlanmak, fiyatı artmak. 7. Eklenmek; katılmak. 8. İnşaatta bir kiriş,
BİN
lUEnnucESDZbiK.
diğer bir kirişin üstüne gelmek veya dayanmak. 9. {eATj Çıkmak; oturmak; cülus etmek. 10. argo. (Erkek için) cinsel ilişkiye girmek. 11. {ağız} İs kambil oyununda, daha büyük değerli kâğıt ile kü çükleri almak. [DS] S bindiği dalı kesmek, K en d i s in e y a ra rlı o la b ile c e k şey i y o k etm ek. || binen binenün, {eATj B in en binene. binom, [Fr. binôme] is. mat. İki terimli, binsar, [Ar. binşır / binşâr
/ jUaij] (bin sa:r)
{OsT} is. -*■ binsır. binsır, [Ar. binşır / binşâr
I jU=^] {OsT} is. Yü
zük parmağı. bint, [Ar. bint c~o] {OsT} is. Kız. 0
bint-i amm ,
{OsT} A m ca kızı.|| bint-i ineb, {OsT} Üzümün kızı; ş a r a p .|| bint-i lebün, {OsT} İk i y a şın d a d işi deve. || bint-i mehâd, {OsT} İki y a şın a g irm ek ü zere olan d e v e .|| bintü’l-cebel, {OsT} D ağ ların kızı; y a n k ı.|| bintü’l-flkr, {OsT} D üşüncenin kızı; jiir.|| bintü’şşefe, {OsT} D udağın kızı; sö z ; konuşm a. bintipal, [Sansk. bihindipâla] {eTj is. Mızrak. [EUTS] bintürm ek, [bin-tür-mek] {eT} gçl. f . [-Ur] (Ata) bin dirmek. [ETY] binü, [bin-ü > 4] {eAT} is. Binme; biniş; binme. 0 binüye yaram ak , {eAT} (B in ek hayvanı için) B in ile c e k ç a ğ a v e durum a gelm ek. biniiltt, [bin-ü-lü
{eAT} sf. (Belirtilen binek
hayvanına) binmiş olarak; .. e binmiş; bineği .. olan. binttt, [bin-mek > bin-üt o y j {eAT} is. Binek hay vanı; binilecek hayvan; binit; binek atı. bintttlü, [bin-üt-lü / bin-it-li jJ^ ] {eAT} sf. Atlı; sü vari. binyaprak, -ğı [bin+yaprak] is. bot. Yapraklan halka dizilişinde, daha çok akvaryumlarda yetiştirilen su bitkisi, (M yriophyllum). ||binyaprak otu, bot. B ile şikg illerd en p a r ç a lı yapraklı, ç o k tüylü, bey az veya s a r ı ç iç ek li ç o k y ıllık otsu bitki; civanperçenıi, (A chillea). bioenerji, [Fr. bioénergie] is. -* biyoenerji. biosfer, [Fr. biospère] is. -*■ biyosfer, binye, [Ar. binye 4^4] {OsT} is. Bünye. bip, [bip t'yam .)] is. Ağaç dallarından yapılmış dü düklerin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] bipbiç, bip-iç. bipara, [bi(r) + Far. pare] {ağız} sf. Biraz; şöyle böy le. [DS] bipbiç, [bip (yans.) > bip(b)-iç] {ağız} is. Söğüt dalın dan yapılmış düdük. [DS] biperva, [Far. bî-pervâ
^ ] (b i;p erv a ;) {OsT} sf. 1.
Korkusuz; gözü pek. 2. zfi Çekinmeden; korkma dan.
bipiç, [bip (yans.) > bip-iç] {ağız} is. Söğüt dalından yapılmış düdük. [DS] biplemek, [bip (yans.) > bip-le-mek] {ağız} gçsz. f . [r ] [-l(i)-y o r] Uyarmak için düdük vb. şeyle kısa bir ses çıkarmak. [DS] b ir1, [eT. bîr y] (eT. b i ’.r) is. 1. Sayma sayılarının ilki. {eT} {eAT} (aynı) [ETY] [İKPÖy.] [EUTS] [DLT] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Tekin] [Yükııekî] 2. Bu sayıyı gösteren rakam: 1 . 3 . sf. Miktarı bu sayı kadar olan. 4 sf. Belirsiz herhangi bir varlık. 5. Tek. 6. Birleş miş; bir araya gelmiş; birleşik. 7. Ortaklaşa; müşte rek. 8. Birbirine denk; eş; aynı. 9. (Belirtileni olan isim tamlaması cümlenin yüklemi olursa) önemsiz; değer verilmeyen. 10. (Sıfat ve zarf olarak başına geldiği kelimelere) kuvvet, istek veya belirsizlik anlamı katar. 11. zf. (Aralı tekrarlarda) bir kez. {eT} {eAT} (aynı) [ETY] [İKPÖy.] 12. Sadece. 13. Ancak; yalnız. 14. (Topluluk isimlerinden önce geldiğinde) çokluk bildirir. 15. {eT} Aynı. [ETY] 16. {eAT} Öbür. 0 B ir abam var atarım , nerede olsa yata rım . T ek b a şın a o la n kişinin sorum luluktan uzak, d iled iğ i g ib i y a şa y ıp ra h a t ed eb ileceğ in i anlatan söz. || bir adım ayrılm am ak, P eşin i b ırakm am ak .|| bir adlu, {eAT} A dları aynı o la n ; adaş.\\ bir ağız, {eAT} B ir k e r e ; b ir defacık.\\ bir ağızdan, 1. H ep birlikte, aynı şey i söylem e. 2. B era b e rc e , h ep b ir likte,|| B ir ağızdan çıkan bin dile yayılır, S öyle nen sö z ç o k çabukyayılır.\\ bir alagat, {ağız} 1. B ir aralık. 2. Biraz. [DS]|| bir alay, B irçok, b ir siirii, p e k çok. ||bir âlem, K en d in e özgü durumu var. ||bir an, Ç ok k ısa b ir süre. ||bir an önce, Mümkün oldu ğu k a d a r ça b u k .|| bir ara (aralık), 1. K ıs a b ir z a man. 2. G eçm işte b ir zam an. ||bir arab a, 1. (Odun, köm ür, taş cinsinden şe y le r için) b ir a r a b a doldu r a c a k m iktarda. 2. m ecaz. P e k ç o k ; fa z l a sayıda.\\ bir arad a, Toplu o la r a k ; h ep b era b er. || bir araya gelmek, T oplanm ak, buluşm ak. || bir araya getir mek, Toplam ak, buluşturm ak,|| bir arp a boyu yol gitmek, Ç o k az y o l almak.\\ bir aşağı, bir yukarı, A m açsız gezinme.\\ bir atımlık barutu kalmak, Sözü ed ilen kon u da y a p a b ile c e ğ i p e k az b ir şeyi olm a k ; gü cü tükenm ek.|| bir avuç, 1. Avuç doldu r a c a k kadar. 2. Ç o k az sa y ıd a ; yetersiz.\\ bir avuç toprak olm ak, Ölmek.\\ bir ayağı bir yerde ol m ak, 1. H er zam an o ra y a uğram ak. 2. O raya uğ ram aktan vazgeçemeırıek.\\ bir ayağı çukurda ol m ak, 1. S ağ lığ ı bozulmuş, y a ş a y a c a k az zam anı kalm ış olm ak. 2. İhtiyar.\\ bir ayak önce, Zaman kaybetm eden , b ir an önce. || bir ayak üstünde bin yalan söylemek (bir ayak üstünde bin yalanın beli ni bükmek), K ısa b ir sü re için de p e k ç o k y a la n söy lem ek .|| bir bakım a, B a ş k a b ir g ö rü şle; b a şk a b ir düşün ceye g ö re. ||bir bakışımlı, bot. B ir ek sen e g ö re d eğ il d e bezelye, aslan ağ zı g ib i bitkilerin dikey b ir düzlem e g ö r e bakışım lı olan çiçekleri.\\ bir bakışımlıhk, bot. D ik b ir düzlem e g ö r e iki y an lı ba k ı
.
p p îö K M .6 1 7 şım g österen çiçek lerin bakışım biçim i]] bir bakış ta, 1■ H em en. 2. B a k a r bakmaz.\\ bir bakm ak, {eAT} Eşit tutmak; bir görmek.\\ bir baltaya sap olmak, B elirli b ir iş edinmek.\\ bir hanımlık, {ağız} (T abakta k alan y em ek için) ç o k az. [DS]|| bir b a r dak suda fırtınalar koparm ak, Önem siz b ir şey i büyütmek.]\ bir baş, {eAT} 1. B ir düzeye; durm aya rak; a m a c a doğru. 2. {ağız} D oğru dan doğru ya; hiçbir y e r e uğram adan. [DS]|| bir başına, 1. Ya nında kim se bu lunm adan; tek başın a. 2. B a ş k a b i rinin yardım ı olm aksızın]] bir başlı, {ağız} T aah hütlü. [DS]|| bir baştan bir başa (bir uçtan bir uca), Sözü ed ilen yerin b ir ken arın dan k arşı k en a rına kadar. \\bir bel su, {ağız} B ir tarlayı su lam ay a y etecek gürlükte a ka n su. [DS]|| bir ben, bir de Al lah bilir, Ç ekilen sıkıntıyı başkaların ın an lam ası mümkün değildir. || bir biçimli, 1. Aynı biçim de, aynı görünüşte olan. 2. Ç eşidi olmayan.\\ bir bi çimli alan, mat. H er noktası d a aynı yön, aynı şid det ve aynı doğrultuda olan v ek törel alan. || bir bi çimli hareket, S abit h ızdaki h a rek et.|| bir biçimli lik, H er p a r ç a s ı ile b en z er olanın, çeş id i ve d eğ i şikliği olm ayanın taşıdığı özellik.\\ bir bir, B ir er birer; ayrı ayrı, tek tek. {eT} {eAT} (aynı) [EUTS]|| bir birin, {eAT} B ir er b irer.|| bir boy, 1. B ir kez. 2. Hele.\\ bir boyda, B oy ları eşit, den k.|| bir boynuz lu, zool. T ek boynuzu bulunan]] bir boyun mal, {ağız} B ir çift öküz. [DS]|| B ir bu eksikti, Sıkıntılı durum üstüne g elen ikinci b ir sıkıntı için söylen en söz.|| bir bulaşım, {ağız} A n cak e le b u la şa c a k k a dar; ç o k az. [DS]|| bir çakım , {eAT} B ir çaktm lık; bir çakım da k u lla n ıla ca k m iktarda]] bir çala, {eAT} {ağız} Göz a ç ıp k ap a y ın cay a k a d a r ; b ir aralık. [DS]|| bir çatı altında, Aynı bin ada]] bir çekirdek geri kalmamak, Bütünüyle d en k olm ak]] b ir çenekliler, O ğulcuğu b ir çen ekten oluşm uş k a p a lı tohumlu bitkiler sınıfı]] bir çenetli, K apsü llii y e mişlerin tek p a r ç a lı olan ı]] bir çırpıda, E le a lır almaz, hem en . ]\ bir çiçekli, bot. L a le g ib i tek ç iç eğ i olan. || bir çift, Aynı şeyden iki adet. || bir çift söz, Söylenecek bir iki s ö z .||bir çift sözü olmak, S öy le y ecek b ir şey leri olm ak. || bir çimdik, {ağız} İki p arm ak a ra sın d a tu tacak k a d a r ; b ir tutam. [DS]|| bir çirtim, {ağız} B ir dam la. [DS]|| bir çuval inciri berbat etmek, D üzelm eye yüz tutmuş b ir işi y ersiz bir h a rek etle tek ra r b o zm ak; eskisin den d a h a kötü duruma getirm ek]] bir daha, 1. B ir d e fa daha, 2. Artık h içbir zam an]] bir dahi, {eAT} 1. B ir d a h a ; yeniden. 2. B a ş k a tiirlü]] bir dam arlı, bot. (Bitki için) y a p ra kların d a tek d a m a r bulunan]] bir dam la, 1. Ç ok az. 2. (Ç ocu k için) ç o k küçük]] bir damzım, {ağız} B ir yudum ; b ir p a r ç a ; ç o k az. [DS]|| bir de, 1. Var o la n la ra ek len en için kullanılır. 2. Beklenilenin d ışın d a; beklen en d en ba şk a ]] bir de diği bir dediğini tutm am ak, Tutarsız kon u şm ak; söyledikleri a ra sın d a terslik bulunmak.]] bir dediği
BİR
iki olm amak, İsted iğ i h er şey y erin e getirilm ek]] bir dediğini iki etmemek, Birinin h er isteğini y e rine getirm ek. ||bir defa, 1. İlk ö n ce; hele. 2. Oldu bitti artık .|| bir defada, A ra verm eden .|| bir defa lık, 1. B ir kez y a p m a y a y e te c e k kadar. 2. S a d ec e b ir k ere y e ait o lm a k üzere]] bir derece (bir derece ye kadar), B iraz.|| bir deri, bir kemik kalmak, Ç o k zayıflam ak]] bir dikili ağacı olm amak, E v i veya m alı olm am ak]] bir dirhem, Ç o k az.\\ B ir dokun bin ah işit, D ertli insanları kon uştu rm ak için b ir iki çift sö z y ete r .|[ bir dolu, B ir ç o k .|| B ir don, bir gömlek, Yarı çıplak. || bir dostluk, {ağız} (S a tıla cak m al için) ç o k az k alan ; bir d o sta y e te c e k kadar. [DS]|| bir dönüm, {ağız} B ir k ez ; bir sefer. [DS]|| bir dönüm su, {ağız} İki k o v a ile b ir d e fa d a getirilen su. [DS]|| bir döşek, {eAT} B irlikte yatm a]] B ir dudağı yerde, bir dudağı gökte, M asalla rd a k i korku n ç dev k a d a r çirkin. ||bir durum a, {ağız} H iç durm adan ; arasız. [DS]|| bir düzen, {eAT} B ir b i çim ]] bir düzeye, 1. {eAT} Aynı düzlükte; hep b ir biçim d e; sü rekli o larak. 2. {ağız} E şit o la ra k. [DS]|| bir düziye, Sürekli. ||bire bin katm ak, Ç o k a b a r t m ak; y a la n söylem ek]] bire bir, E şit m iktarda; a y nı o ra n d a .|| bire bir eşleme, mat. İki küm enin e l e m an ları arasın da, b ir elem a n a k arşı ö b ü r küm eden b ir elem an a la r a k y a p ıla n işlem ]] bire bir gelmek, E tkisini hem en ve kesin o la r a k g ö sterm ek; işe y a ram ak]] bir el, (Ateşli silah için) b ir d e fa lık atım .|| bir elden, 1. Aynı kişi tarafından. 2. T ek m erk ez den. 3. (eAT) H ep b e r a b e r ; birlikte; birden .|| bir elden çıkmış, {eAT} H ep aynı b içim d e; y ek n esa k]] bir elini bırakıp öteki elini öpmek, Aşırı saygı g ö sterm ek .|| bir elin sesi çıkm am ak, 1. Toplumun büyük b ir bölüm ünü ilgilendiren kon u lara a z kişi ilgi g ö sterd iğ i için b a şa rılı olam am ak. 2. Yardım la ş a r a k y a p ıla n işte b a şa rılı olmak.]] bir elin ver diğini öbür el duymamak, Yapılan iyilik ve h a y ır ları gizli tutmak, bu kon u da övünm em ek. || bir eli yağda, bir eli balda olmak, B ollu k ve ra h a t için de y a şa m a k .|| bir elle verdiğini öbür elle almak, İy i lik yaptığ ı kişilerd en ç ık a r sağlam ak.]] bir elmanın yarısı o, yarısı bu, B irbirin e ç o k benzeyen iki kişi]] birem birem , B ir er birer. || bir evcikli, bot. M ısır, ceviz, fın d ık g ib i e r k e k ve dişi org a n ları ayrı ç iç e k lerd e f a k a t aynı k ö k üzerinde bulunan bitkiler]] bir eylemek, {eAT} B irleştirm ek; b ir a ra y a g etirm ek .|| bir eyyam, B ir sü re için]] bir fırsatta, Uygun bir zam an d a; fır sa tta n istifade]] B ir fincan (acı) kah venin kırk yıl hatırı vardır, G örülen iyilikler ne k a d a r küçük olu rsa olsun unutulmaz]] B ir gecelik, 1. B ir g e c e içinde. 2. B ir g e c e sü resin ce; g ecelik . 3. B ir g e c e y e te c e k k ad a r]] bir geçirim, {ağız} (İplik için) iğn eye bir kullanım lık m iktarda saplan an . [DS]|| bir gelmek, E şit o lm a k ; d en k olm ak]] bir getirmek, Yan y a n a tutm ak.|| bir gezden, {eAT} H ep bird en ; b ird en .|| bir göç mikdârı, {eAT} B ir
BİR
konaklık.\\ bir gömlek aşağı olmak, B irin den bir d e r e c e d a h a düşük olm ak. || bir gömlek fazla es kitmek, D a h a fa z l a y aşam ış, görm ü ş g eçirm iş o l m a k ; d a h a den eyim li olm ak. || bir görm ek, E şit ve d en k tutmak. ||bir gözeli, 1. Yapısı b ir tek hü creden m eydan a g elen ca n lı; tek hücreli, b ir hücreli. 2. biy. B ir tek hü creden ib a ret o la n ; tek h ü creli; bir hücreli. || bir gözeliler, 1. H ayvan lar âlem inin bir bölüm ünü m eydan a g etiren klorofilsiz dış b e slek tek h ü creli basit o rg an izm alar; tek hü creliler, bir hü creliler. 2. B itk ilere y akın bir h ü creli k lo ro fılli c a n lıla r; tek hücreliler, b ir hü creliler. || bir göz gülmek, H em gü lm ek; hem ağlam ak. ||bir gûna, 1. B a ş k a türlü. 2. Hiçbir.\\ bir günden bir güne, H iç b ir zam an ; hiç. || bir gün evvel, O labild iğ in ce ç a bu k; kısa sü red e.|| B ir günlük beylik, beyliktir, H o ş a g id en bir durum k ısa sü rse b ile çek icid ir; y a şa m a y a değer. || bir güzel Ç o k iyi; iyice. || bir hâl itmek (etmek), {eAT} 1. Ç aresin e bakm ak. 2. B ir şe y e ben zetm ek; b o zm ak; örselem ek. || bir hâl olm ak, 1. Ç ok tek ra rlam a sonu cu bıkkın lık veya yorgu n lu k çökm ek. 2. Huyu, davran ışları değişm ek. 3. Üzücü b ir durum la k arşıla şm ak ; kazay a u ğ ra m a k ; ölmek.\\ bir hamlede, B ir atılışta, çarçabuk.\\ b ir hata (kata), {eTj B ir k ez ; b ir defa. [EUTS]|| bir hayli, O ldu kça ç o k ; ep e y ; ç o k s a y ıla c a k b ir miktarda.\\ bir hoş, {ağız} D eğ işik ve tu h a f b ir şe k ild e; g a r ip ; yadırgı. [DS]|| bir hoş eylemek, H üzünlen dirm ek]] bir hoşluğu olmak, 1. Ü zerinde b ir n e şe siz lik ; b ir hüzün görülm ek. 2. R ahatsız olm ak. ||bir hoş olmak, 1. {eAT} {ağız} N e y a p a ca ğ ın ı b ilem e m ek ; şa şırm a k; tuhaflaşm ak. [DS] 2. {ağız} Üzüntü d en eli a y ağ ı kesilm ek; hüzün bürüm ek. [DS]|j bir hücreli, 1. B ir tek h ü creden ib a ret o la n ; b ir g özeli. 2. Yapısı b ir tek h ü creden m eydan a g elen c a n lı; b ir g ö z e li.|| b ir hücreliler, 1. H ayvan lar âlem inin b ir bölüm ünü m eydan a g etiren k lorofilsiz dış b e slek tek hü creli basit org an izm alar; b ir g ö zeliler. 2. B itk ilere y akın b ir hü creli k lo ro fılli ca n lıla r; bir g ö z e liler.|| biri bir, {eAT} B ir er b irer; birb iri ard ın c a .|| biri birine, {eAT} Birbiriyle.\\ biri birine koymak, {eAT} B irbirin e düşürm ek.|| biri birine urm ak, {eAT} B irbirin e katm ak.|| biri birisinden, {eAT} B irbirin den ,|| biri birisinden, B irbirin d en ,|| b ir içim su, (K adın lar için) ç o k h o ş v e ç o k güzel. || b ir içim suya gitmek, Ç o k ucuza satılm ak. || biri gün, (eAT} Ö bür gün.\\ b ir iğne, bir iplik, Ç o k z a yıf]] bir iki, 1. {eAT} B irkaç. 2. Az sayıda, ç o k az; b irk a ç kez.\\ bir iki demeden, K arşısın d akin e hiç vakit bıra k m a d an ; du raksam adan .|| bir iki derken, /. K ısa sü rede. 2. U m ulm adık zam an da. 3. O yala nırken.|| bir iki dimemek, {eAT} T ereddüt etm e m ek ; vakit geçirm em ek. || bir iki günlüge (olmak), {eAT} 1. B ir iki günlük o lm a k; 2. B ir iki günlük öm rü k alm a k .|| bir ikinti, {eT} B irb iri; yekdiğeri. [EUTS]|| b ir illü, {eAT} Aynı m em leketli; hem şehri]]
Ö IÜ M IİİH litt S0ÜİJİİH • s «
birim birim, {eAT} B ir e r b ire r .|| birin birin, {eAT} B ir e r birer]] birin birine, {eAT} B irbirine. || birin ikin, {eAT} B ir er ikişer.|| birisi gün, {eAT} Öbür gün. ||birisi yıl, {eAT} E rtesi y ıl; ö b ü r yıl. ||bir işa retine bakm ak, B ir işi y a p m a k için h a zır b e k le m ek ; em re h a zır olm ak. || bir iştir olmak, 1. İsten m eyen, kötü durum lar için söylenir. 2. İş işten g eçm ek. ||biri yiyip biri bakm ak, Aynı şeyden y a ra rla n m ası g e r e k e n le r a ra sın d a d o ğ a n haksızlığı an latan söz. || bir kadılık yol, {ağız} B ir kad ıy a iş düştüğünde, d a n ışm ak için a lın a c a k üç s a a tlik yol. [DS]|| bir kafada olmak, Aynı dü şü n cede olm ak]] bir kalemde, B ir s e fe r d e ; toptan. || bir kapı açıl mak, İy i b ir fır s a t doğm ak]] bir kapıya çıkmak, Ayrı ayrı o ls a da, ayrı şeylerm iş g ib i g örü n se de sonu cu aynı olm ak]] bir k arar, Durumu h iç d e ğ işm ed en ; durumunu koru yarak. ||B ir k arard a bir Allah, İnsan ın şan sı h e r zam an d ö n eb ilir; h ep böy le sürüp gitmez, an lam ın d a kullan ılır.|| bir karış, 1. Ç o k kısa. 2. Ç o k az]] B ir karış beberuhi, Alay etm ek için ç o k k ısa boylu k işilere söylenir]] bir kaşık suda boğmak, B irin e ç o k kızm ak.|| bir kav bir çakm ak, {ağız} K a v g ay a hazır. [DS]|| bir ka zanda kaynam ak, 1. İyi a n laşm a k; uyuşmak. 2. Aynı huy ve dü şü n cede olm ak]] bir kere, 1. B ir kez. 2. A slın a b a k a r sa n ; aslın da. ||bir kerecik, B ir kez. ] bir kese akçe, tar. iç in d e b eş yüz a k ç e bulunan kese.]] bir kezden, {eAT} B ird en ; h ep birden .|| bir kıdım, (ağız} B ir p a r ç a ; a zıcık; biraz. [DS]|| bir kıyam ettir gitmek (kopmak), Ç o k fa z l a gürültü, k a r g a ş a lık v e telaş olm ak. || B ir kızı bin kişi ister, bir kişi alır, İy i ve g ü zel o la n şeyin isteklisi ç o k olm a sın a rağm en a n c a k o n a b ir kişi sa h ip o la b i lir]] bir kol çengi, E trafın a n eşe sa ça n k iş iler için sö y len ir.|| B ir koltuğa iki karpuz sığmaz, Aynı a n d a birden ç o k işle ilgilen m ek ba şa rısız lık g eti rir]] bir koşu, K o ş a r a k ; ça b u cak ]] bir koyun aşığı olmak, {eAT} Aynı soydan o lm a k; soyu b ir olm ak]] B ir koyundan iki post çıkmaz, B irin den gücünün dışın da özveri ve ça lışm a b ek lem ek doğru d eğ il dir]] B ir köroğlu, bir ayvaz, Yakınları veya ç o cu kları y a n ın d a olm ayan ; yaln ız b a şın a kalm ış karı k o c a için kullanılır]] bir köşeye atm ak, G erektiği zam an ku llan ılm ak üzere b ir y e r e koym ak. ||bir kö şeye koymak, S a k la m ak ; biriktirm ek]] bir kula ğından girip öbür kulağından çıkmak, Söylen en le r e önem verm em ek; n a sih a tlere uym am ak. || bir kulağının arkası kalmak, argo. 1. Sü rekli haksız lık ve kan d ırm a ile karşılaşm ış olm ak. 2. Cinsel ilişkid e ç o k kullanılm ış olm ak]] bir kurşun atımı, Kurşunun a la b ile c e ğ i y o l k a d a r uzaklık. || bir lok m a, bir hırka, Az şe y e razı olm a k ; d erv işçe y a ş a m ak]] bir misli, B ir k a t d a h a]] bir mum alıp ken di derdine yanm ak, B aşkaların ın ek sik ve kusur larıy la ilgilen m ekten se ken di durumunu düşün m ek]] bir nebze, Ç o k a z ; b ir p a rç a ]] bir neçe, {eT}
BİR bir nefeste, (Söz ve iç ec e k için) a r a verm eden, b ir seferd e. || bir nice, jeAT} {eAT} B irk a ç; b irç o k ; p e k ç o k ; b ir hayli. j| bir nice el, {eAT} P e k ç o k k ez .|| bir niceler, {eAT} B ir ço kları; p e k ç o k kimse.\\ bir niçe, {eT} B ir k a ç.|| bir numaralı, B aşta bulunan; birin ci s ıra d a o la n .|| bir o kadar, Var olan k a d a r d a h a ; b ir katı, b ir m isli daha.\\ bir olmak, B ir a ra y a g elm ek ; iş birliğ i yapm ak; b irlik olm ak. ||bir olmuş ki, Ç o k kötü du ruma düşen lerden sö z ed ilirken söylenir.\\ bir oya na, bir bu yana, 1. İk i ta ra fa y a lp a la y a ra k . 2. R asgele h a rek etler le ; düzensizlik içinde. || bir ödün, {eT} Yalnız b ir d e fa ; y aln ız b ir k ez ; b ir öğün. [EUTS]|| bir örnek, Aynı b içim d e o la n ; y ekn esak, tekdüze.|| bir paralık etmek, 1. Ç ok utanç verici duruma düşürmek. 2. i ş e y a ra m a z durum a g etir mek.^ bir paralık olmak, Saygınlığını yitirm ek; itibardan düşmek. || bir parça, A zıcık; ç o k az; b i raz.\\ bir pare, {eAT} B ir p a r ç a ; biraz.\\ bir par mak, P arm a k ucuyla a lın a b ile c e k m iktard a.|| bir parmak bal olmak, D ed iko d u konusu h a lin e g e l mek. ||bir posta, argo. B ir kez.|| bir pula satmak, Bir dostu, a rk a d a şı çıka rı uğruna terk etm ek. |j bir pul etmemek, H iç d eğ e ri olm am ak. ||bir punduna getirmek, Uygun b ir anınıyakalamak.\\ bir renkli lik, Bazı m addelerin, için den g eç e n ışığın yönü ne olursa olsun, h ep aynı ren kte k alm a özelliği. || bir sesli, B ir s e slilik ö zelliğ i olan,\j bir seslilik, B irlikte çıkan iki ses a ra sın d a a r a lık bu lunm am ası.|| bir sıkımlık canı olmak, Ç o k cılız ve güçsüz olm ak. |j bir sıra, Ardı a rd ın a ; üst üste; b irb iri p eşin e. || bir sokum, {ağız} B ir lokm a. [DS]|| bir solukluk, {ağız} Kısa bir zam an için de; bir anlık. [DS]|| bir solukta, Çok kısa b ir sü red e; ça b u cak . || bir söyleyip pir söylemek, U zatm adan g e r e ğ i gibi, y eteri k a d a r söylemek. || bir sözünü iki etmemek, Birinin iste ğini hem en karşılam ak, y erin e getirm ek. ||bir sürü, Çok say ıd a; p e k çok. || bir şey, N iteliği ve n iceliğ i tam o la ra k bilinm eyen b ir n esn e; h erh an g i b ir n es ne; gayr-i muayyen nesne.\\ bir şeycik, K ü çü k bir nesne. ||bir şey sanmak, B irin i veya b ir şeyi, h a y a l kırıklığına u ğ ray a cak şe k ild e olduğundan b a şk a türlü düşünm ek; sanm ak. || bir şey söylemek, 1. Konuşmak. 2. B ir şe y le r a n latm ak ; ifa d e etm ek. |j bir şeye benzememek, İ ş e y a r a y a c a k durum da olmamak.\\ bir şeye yaramamak, Y ararlı o lm a mak.\\ bir şeyler (şey) olmak, 1. Huyu değişm ek. 2. F enalık g eçirm ek ; bayılm ak. 3. Ö lm ek.|| bir şey ler.. bir şeyler.., “D evam ını sö y lem ek istem iyo rum, kısa kesiyorum , siz anlayın artık. ” an lam ın da söylenir. || bir tahtada, B ir d e f ada.\\ bir tahtası eksik olmak, A k ılca ek sik liğ i bulunm ak; yarım akıllı.|| bir takım, B elirsiz b ir ço klu k ; kimi, ba z ı.|| bir tamam, H iç eksiksiz. ||bir tane, B iricik, b ir tek; eşi bulunmamak.\\ bir tanem, B irin i seven b ir k işi nin sevdiği b a şk a b ir kişi veya şey olm adığın ı ifa d e {ağız} B irk a ç; b ir m iktar. [DS]||
eden sev g i sö z ü .|| bir tarafa bırakmak, 1. H esa b a katm am ak; d eğ erlen d irm ey e sokm am ak. 2. Önem vermemek\\ bir tarafa koymak (bırakmak), Önem verm em ek; ben im sem em ek; g er iy e bırakmak.\\ bir taşla iki kuş vurmak, B ir h a rek etle birden ç o k y a r a r sağ lam ak. || bir tek atmak, B ir k ad eh içki içmek.\\ bir tek, {eT} B ir kez; bir d e fa ; b ir yol. [EUTS]|| bir temiz, G ereğ i g ib i; özen g ö ster ere k ; ad a m a k ıllı.|| bir terimli, B ir tek işlem i g erek tiren .|| bir terimli, B ir tek terim i o la n c e b ir s e l ifade.\\ bir torba kemik, Ç o k z a y ıf \\bir tuhaf, A n laşılm ası ve anlatılm ası gü ç bir durum.\\ bir tuhaflığı olmak, K en din i iyi bu lm am ak; kötü hissetmek.\\ bir tut mak, E şit saym ak. ||bir türlü, 1. (Olumlu ve olu m suz iki cüm leyi bağ lad ığ ın d a) kötü son u ç açısın dan y a p m a k la y a p m a m a k a ra sın d a f a r k olm am ak. 2. H içb ir b içim d e; h içb ir yolla.\\ bir uğurda, {eAT} B ird en ; h ep bird en ; b ird en b ire; derhal.\\ bir uğur dan, {eAT} B irden ; h ep birden ; b ird en b ire; derh a l.|| bir uğurdane, {eAT} B ird en ; h ep birden ; b ir d en b ire; derhal.\\ bir vakitler, Uzakgeçmişte.\\ bir varmış, bir yokmuş, 1. "E skid en ” an lam ın da m a s a l tek erlem esi sözii. 2. “G eçip g iden o zam an ların artık şim di h a y ali kaldı. ” an lam ın da söylenir. 3. Ölen birisi anılınca, hayatın g eçiciliğ in i an latm ak için kullanılır. ||bir yakadan baş çıkarmak, {eAT} Toplu o la r a k birlik, b ir düzen ve d irlik için de yaşam ak. || bir yana, (Sözü ed ilen şey) d ışlan aca k o lu rsa ; say ılm azsa; -den başka. || bir yana atmak, Vazgeçm ek, bırakmak.\\ bir yana itmek (etmek), {eAT} O rtadan k ald ırm ak ; b e r t a r a f etm ek; g id erm ek .|| bir yana olmak, {eAT} B ir ta ra fa çek ilm ek ; u zaklaşm ak; ayrılm ak. || bir yandan, D iğ er taraftan.|| bir yan itmek, {eAT} O rtadan k ald ırm ak ; b e r t a r a f etm ek; gidermek.\\ bir yastığa baş koy mak, E vli olm ak. || bir yastıkta kocamak, K arı k o c a için birlikte uzun öm ür sürm ek. || bir yaşına daha basmak, Ç o k hayret etm ek, şaşk ın lık için de kalm ak. || bir yaşma daha girmek, O zam an a k a d a r h iç g ö rm ed iğ i ve ş a ş ıla c a k b ir ş e y le k a r şıla ş m ış olm ak. ||bir yayım, {ağız} (Yoğurt için) b ir p a r ç a ; biraz. [DS]|| bir yaylım, {ağız} B ir hayli; ep ey ce. [DS]|| bir yekte, 1. T eker teker. 2. (Ö dem ek için) a ksatm ad an ; tıkır tıkır. || bir yığın, P e k ço k ; b ir sürü; b irç o k .|| bir yıllık, biy. (Bitki için) hayat d evirlerin i b ir y ıld a tamamlayan.\\ bir yigirmi, {eT} On bir. [EUTS]11 bir yirde dirilmek (deril mek), {eAT} B ir a r a d a y a şa m a k ; birlikte öm iir sü r m ek.|| bir yire gelmek, {eAT} B irleşm ek ,|| bir yiyim, {eAT} B ir k e r e d e y en ile b ile c ek m iktar.|| bir yiyip bin şükretmek, Durumu kötü o la n la ra b a k a r a k ken di hâlinin d eğ erin i d a h a iyi anladığın ı ifade etm ek.|| bir yol, {eAT} {ağız} B ir k e r e ; b ir kez. [DS]|| bir yol tutturmak, B ir davran ış biçim i ve tutum belirlemek.\\ bir yolunu bulmak, İş i s o n a erdirm ek için ç a r e bulmak.\\ bir yönlü, 1. Yer değiştirm e
ım n E E H .
BİR y ön ü tek olan. 2. ftz. (Anten için) elektrom an yetik d algayı tek y ön den alan. ||bir yönlü akım, B ir ilet k en d e h ep aynı y ö n d e g iden akım ; doğru akım . ||bir yumurtacıklı, bot. (M eyve y a p ra k la rı için) m ay d a n o zg iller örn eğ in d e olduğu g ib i tek yum urtacığı bulıman.\\ bir zaman (bir zamanlar), G eçm işte; eskid en ; vaktiyle.
is. Bira içilen, yanında da çabuk hazırlanan sıcak yiyeceklerle soğuk mezelerin yendiği yer.
birahaneci, [birahane-ci] ( b i ’ra h a .n e ci) is. Birahane işleten kimse,
biralık, -ğı [bira-lık] sf. Bira yapmaya uygun. biran1, [Far. bîrân / bırâne jljru /
{OsT} sf. Y ı
kık; dökük; harap; viran.
bir2, [bu+yer > ber / bir] {eT} zf. 1. Bu taraf. [İKPÖy.] 2. is. Güney; cenup. [Gabain] [EUTS] [IKPÖy.] 3. biran2, [Far. büryân => biran] (biram ) {ağız} is. Ke bap. [DS]
Sağ. [İKPÖy.]
birJ, [Çin. p iet=>b lr] {eT} is. Yazı fırçası. [Gabain] bir4, [Ar. bi’r y*] {OsT} is. Kuyu. 0 bi’r-i muattal, {Os T} K ö r kuyu.\\ bi’r-i zemzem, {OsT} M e k k e ’d eki Zem zem kuyusu.
bir5, -rri [Ar. birr ^] {OsT} is. 1. İyilik; hayır. 2. Gü zellik. 3. Ana ve babaya itaat. 4. Bağışta bulunmak.
bir6, [Far. bîr ju] (bi:r) is. 1. Yıldırım. 2. Yatak, kilim vb. cinsi ev eşyası,
bira, [Lat. bibere (içm ek) > İt. birra] ( b i ’ra) is. Şer betçi otu ve çimlendirilmiş arpa şekerini mayalan dırarak yapılan bir alkollü içki; arpa suyu. 0 bira bardağı, B ira içilen ö zel biiyük bardak.\\ bira ma yası, 1. M ayalan m a durum undaki biranın üzerinde biriken m an tar tabakası. 2. H am ur kab artm a işle m in de kullanılan b ir tür kuru veya y a ş m aya.
biracı, [bira-cı] is. 1. Bira yapan veya satan kimse. 2. sf. (Kişi için) çok bira içen,
biracılık, -ğı [bira-cı-lık] is. Bira yapma ve satma işi. birad, [Far. bırâd .slje] (b i:ra :d ) {OsT} sf. 1. Yaşlı; ihtiyar. 2. Pir. 3. Dermansız; güçsüz,
birader, [Far. birader jilj«] (b ira :d er) {OsT} is. 1. Erkek kardeş. 2. ünl. “H ey ark ad a ş, dostum ! ” an lamında seslenme sözü. 3. Masonların birbirlerine verdikleri ad; (kısaltması, teklik B; çokluk BB). S birâder-ender, {OsT} Üvey k a r d eş . \ \birader han de, {OsT} K a rd eş liğ e k ab u l edilm iş kim se. || birâder-i cân beraber, {OsT} Ç o k y akın dost.\\ birâder-i ma’nevî, {OsT} A hret k a r d eşi; din k a r d eşi.|| birâder-i rızâî, {OsT} Süt kardeşi.\\ birader,-zâde, {OsT} Yeğen.
biraderan, [Far. birâderân oIp'jh]
(b ira :d era :n )
{OsT} is. Erkek kardeşler; biraderler,
biraderane, [Far. birâder-âne ^ M j«] (b ira :d era :n e) {OsT} zf. Kardeş gibi; çok iyi dost olarak,
biraderi, [Far. birâder-î lS.pL«] (b ira :d eri:) {OsT} sf. 1. Kardeşe özgü; kardeşçe. 2. is. Biraderlik; kardeş lik.
biraderlik, -ği [birader-lik] (b ira :d erlik) is. Kardeş lik.
birahane, [bira+Far. hâne^U- Iju] ( b i ’ra h a :n e ) {OsT}
biraste, [Far. bîrâste *^ljo] (b i:ra :ste) {OsT} sf. (Ağaç için) gereksiz dallan kesilmiş; budanmış.
biraz1, [bir+az / Ar. biraz
( b i ’ra :z ) s f 1. Çok
değil, bir parçacık; az şey. 2. Yeter ölçüden daha az. 3. zf. Kısa bir süre için. 4. is. Bütüne göre az sayılacak bir parça.
biraz2, [Ar. biraz j!^] (bira.z) {OsT} is. Savaşa atıl ma; karşı karşıya dövüşme,
birazban, [Far. birâzbân / birâzvân uLuy / ûljjly] (b ira :z b a :n ) {OsT} is. Kılıç, hançer, bıçak gibi araç ların kabzaları içine bağlanan demir,
birazcık, -ğı [biraz-cık] sf. Pek az. birazdan, [biraz-dan] (b i ’razdan ) zf. Az bir zaman sonra.
birazer, [Far. birader] (bira :zer) {eAT} is. Erkek kar deş; birader.
birazı, [biraz-ı] (bi ’razı) zm. İçlerinden çok az bir bölümü.
birazvan, [Far. birâzbân / birâzvân
/ OljjljJ
(bira:zv a:n ) {OsT} is. -* birazban.
birbandi, [Yun. birbandis] {ağız} sf. Serseri. [DS] birbas, [Ar. birbâs ^Li^j] (b irb a :s) {OsT} is. Derin kuyu.
birbiri, [bir-i+bir-i
birbiri için yaratılmış olmak, B iri d iğ erin e uy m ak; iyi anlaşmak.\\ bir birine çalmak, {eAT} B ir birin e düşürmek.\\ birbirine düşmek, A raların da a n laşm azlık çıkmak.\\ birbirine düşürmek, İyi g e çinen kişilerin a ra la rın ı a çm a k ; an laşm azlık ç ık a r mak.^ birbirine girmek, 1. İ ç içe g irm ek; k a r ış m ak; d olaşm ak. 2. m ecaz. K a v g a etm ek; dövüşm ek. || birbirine katmak, 1. Etrafı, ortalığ ı k a rış tırm ak. 2. m ecaz. O lay çıkarmak.\\ birbirini al mak, {eAT} Evlenmek.\\ birbirini basmak, {eAT} B irbirin i çiğnenıek.\\ birbirini tutmaz, 1. B irbiri ile ilgisi olm ayan. 2. Tutarsız; çelişik. || birbirini yemek, 1. (iki ve d a h a ç o k kişi) b irb iri ile uğraş mak. 2. Sü rekli veya şid d etli kav g a etm ek. || birbi rinin ağzına girmek, 1. Ç o k yakın otu rm ak; dur m ak. 2. B irbirin e ç o k düşkün olm ak. || birbirinin ağzına tükürmek, B ir kon u da sözleşm iş g ib i ağız
O im H lglM .621 birliği y a p a n la r için kullanılan söz.|| birbirinin gö zünü çıkarmak, K ıy asıy a dövüşm ek. || birbirinin gözünü oymak, A raların d a sü rekli g eçim sizlik olm ak.|| birbiriyle koşulmak, B irb irin e eş o lm a k .|| birbirini tutmaz, (ilgili say ılan iki şe y için) a r a la rında ilgi bulunm ayan; tutarsız. ||birbirini yemek, Sürekli kav g a etm ek; k arşısın dakin i huzursuz etm ek.||bir biriyle koşulmak, {eAT} B irb irin e eş o l mak. birce, [bir-ce] zf. Bir tek; tek bir tane; biricik, birci, [bir-ci] sf. 1. Bircilik yanlısı olan; tekçi; mo nist. 2. Birciliği tutan ve savunan, bircik, -ği [bir-cik] {ağız} zf. Bir tek. [DS] S bircik bircik, {ağız} B ir er b ire r; b ir e r tan e b ir e r tan e o la rak. [DS] bircilik, -ğ [bir-ci-lik] is. fe l. Varlığın madde ve ruh olarak iki cevherden değil de tek bir cevherden meydana geldiğini, Allah’ın ve evrenin özdeşliğini ve Hegel’in ruh cevherinden (spirtualist), M arx’ın madde cevherinden (maddeci), Spinoza’mn ise kar ma cevherden (panteist) ibaret olduğunu savunduk ları felsefi görüş; tekçilik; monism.
Bircis, [Ar. bircıs / Far. bercıs i_r~rry] (birci;s) {OsT} is. 1. Mars; Müşteri yıldızı; Jüpiter; Erendiz. 2. Çok süt veren deve,
birçek, -ği [eT. bür-çek / pür-çek] {ağız} is. Saç; kâ kül; zülüf. [DS]
birçoğu, [bir+ço(k)-u] ( b i ’rçoğu ) zm. Çok sayıda olan kişi veya nesne,
birçok, -ğu [bir+çok] ( b ir ç o k ) sf. 1. Oldukça çok. 2. Sayısı belirsiz. S birçokları, zm. Ç o k sa y ıd a olan kişi v eya nesne.
birde, [bir-de] {ağız} zf. Birdenbire. [DS] birdem, [bir-dem / bir-tem] {eT} zf. Beraber; birden; birlik; büsbütün; tamamıyla. [EUTS] [Gabain]
birdemlemek, [bir-dem-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(i)-yor] Demet yapmak; birleştirmek. [DS]
birdemleti, [bir-dem-le-t-i] {eT} zf. Tam olarak; tam; hiçbir zaman; asla. [Üç İtigsizler]
birdemlig, [bir-dem-lig] {eT} zf. Tam; tam olarak. [Üç İtigsizler]
birden, [bir-den] ( b i ’rden) zf. 1. Hepsi bir defada; bir arada. 2. Ansızın; birdenbire,
birdenbire, [bir-den+bir-e] (bi ’rd en b ire) zf. Ansızın; beklenmedik bir anda,
birdin, [bir-din] {eT} is. 1. Güney. [ETY] 2. zf. Gü neyden. [ETY] S birdin yan, {eT} Güney tarafın dan.
birdirbir, [bir-dir+bir] (bi ’dirbir) is. Oyuncuların art arda birbirlerinin üstünden atlayarak oynadıkları bir çocuk oyunu.
bire1, [Moğ. bere] {eT} is. 1. Mil (uzaklık ölçüsü). [EUTS] 2. Uzaktan görünen şey; nesne. [EUTS]
bire2, [mere / bir-e »jJ (V ’re) ünl. 1. “Ey! Hey!” an
BİR
lamında seslenme. {eAT} (aynı) 2. Eh artık, yeter an lamında “be!” yerine kullanılır. {eAT} (aynı) 3. Şaş kınlık ifadesi. 4. Tekrarlanan aynı fiilin arasında kullanıldığı zaman süreklilik, bitmezlik veya usanç bildirir. 5. Aman. S Bire am an! Ş aşkın lık ve k o r ku, bild irir. \\ bire bire yapm ak, {ağız} “B ire vur hal. ” diye gürültü y a p a r a k k a rg a şa lık ta m al k a çırm ak. [DS] birebir, [bir-e+bir] ( b i ’rebir) sf. 1. Kesin etkili. 2. m ecaz. Tam istenildiği gibi; uygun. S birebir gel mek, 1. Tam uygun g elm ek ; d en k gelm ek. 2. iy i gelm ek. biredi, ■[*bir-ed-mek > bir-ed-i] {ağız} sf. Toptan. [DS] bireg, [Far. bıreg Sju] (bi;reg ) {OsT} sf. Soysuz; arsız. biregi, [bir-egü > bir-egi ^ y /
y] {eAT} zm. Bir
kimse; başkası, biregü, [bir-egü j f \ y İ ^\y] {eT} zm. 1. Her biri. [Gabain] 2. {eAT} Biri; bir kimse; birey. 3. {eAT} Başkası. 4. sf. Birinci. [EUTS] biregüsi, [bir-egü-si] {eT} zm. Onlardan biri; birisi. [EUTS] birekmek, [bir-ik-mek > bir-ek-mek] {ağız} gçsz. f i [(ğ )-ir] Toplanmak; birikmek. [DS] birelleş, [bir+el-le-ş] {ağız} sf. Yardımlaşarak; bera berce; elbirliğiyle. [DS] birem , [bir-em] {ağız} sf. Tek olan; bir tek. [DS] S birem birem , {ağız} B ir e r b ire r; tek er tek er; tan e tane. [DS] birer, [eT. bir-er] sf. 1. Bölüştürülen şeylerden bölüşenlerin her birine bir tane düşecek biçimde. {eT} (aynı) [EUTS] [IKPÖy.] [Üç İtigsizler] 2. {eT} Her bir; bazı. [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] fi1 b irer b irer, H er biri ayrı o la r a k ; tek tek. ||birer ikişer, D eğ işik sa y ıla rd a kü çü k g ru p la r halinde.\\ birer ödün, (eT) B ir d efa d a. [EUTS] bireşim, [bir-eş-im] is. 1. Parça veya öğelerin bir araya getirilip birleştirilmesi. 2. Bireşmek suretiyle meydana gelen bütün. 3. kim. Elementleri bir araya getirmek suretiyle madde oluşturma; sentez. 4. fe l. Yalından karmaşık olana, zorunludan olasıya, ilke den uygulamaya (sonurguya), genel yasadan birey sel duruma, sebepten sonuca, nedenden etkiye, ön cülden sonuca, külliden cüz’îye inen düşünme ve ispatlama metodu; terkip; sentez. 5. Kant felsefe sinde, karşı tez meydana getiren iki düşüncenin üçüncü bir düşüncede çözülmesi. 6. Hegel felsefe sinde nazarî diyalektiğin üçüncü evresi. S bireşim danışmanı, işlet. G eniş b ir ça lışm a alan ın dan s o rumlu işletm e şefinin, işletm enin bütünü ile ilgili ö z e l teknik soru nların çözü m len m esinde y ard ım cısı olan danışm an.
M
BİR
bireşimli, [bir-eş-im-li] sf. Bireşim yoluyla elde edi len; sentetik.
bireşmek, [bir-eş-mek] işteş, f i [ -ir ] 1. İlci ya da daha çok şey birleşerek bir bütün oluşturmak. 2. Bireşim haline gelmek,
bireştirici, [bir-eş-tir-ici] sf. 1. Bireştirme işini ya pan. 2. is. Değişik tınılardaki seslerden sonsuz sa yıda lcaynaşım sağlamaya yarayan elektronik âlet; elektronik org.
bireştirmek, [bir-eş-tir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Birden çok şeyi birleştirip bir bütün meydana getirmek. 2. Bireşim oluşturmak.
birey1, [eT. bir-egü > bir-ey] is. 1. Bir bütün içinde bir birim oluşturan varlıklardan her biri; fert, (1935). 2. sosy. Topluluğa oranla tek başına ele alınan kişi; fert. 3. biy. Tür meydana getiren ve çiftleşebilen organizmaların her biri. 4 m an. Bir türün kapsamı içine giren somut varlık. S birey oluş, biy. Yumurtanın döllen m esin den bireyin y et kin durum a g elm esin e k a d a r g eçir d iğ i gelişim ev relerin in bütünü.
.
birey2, [bir+iyi?] {ağız} zf. 1. Epeyce; iyice. 2. Usule uygun biçimde. [DS]
bireyci, [bir-ey-ci] sf. 1. Kişi haklarını savunan. 2. Bireycilikten yana olan; ferdiyetçi,
bireycilik, -ği [bir-ey-ci-lik] is. sosy. 1. Bireyin hak larının toplumun haklarından daha önde geldiğini savunan toplumsal görüş; ferdiyetçilik; individüalizm. 2. fe l . Bütüne, genele değil de bireye, tek ola na üstünlük tanıyan görüş. 3. Bütün değerlerin top lumdan değil de bireyden çıktığını savunan görüş, bireydi, [bire > bire-y-di] (bi ’reydi) {ağız} ünl. Bu ne sabırsızlık. [DS]
bireyleşme, [bir-ey-le-ş-me] is. f e l. 1. Türle ilgili bir örneğin bir bireyde gerçekleşmesi. 2. p sik o l. Birey olduğunun farkına varma. 3. Bağımsız kişilik sahi bi olana kadar geçen gelişme süreci,
bireyleşmek, [bir-ey-le-ş-mek] gçsz. f . [-ir ] 1. Birey durumuna gelmek. 2. Birey olduğunun farkına var mak.
bireyleştirme, [bir-ey-le-ş-tir-me] is. Bir varlığı bi rey olarak belirleme veya niteleme,
bireyleştirmek, [bir-ey-le-ş-tir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Bir varlığı bireye özgü hale getirmek. 2. Bir varlığı başkalarından ayırmak,
im
S O M . 622
lama. 3. İnsanların doğal, toplumsal ve tarihî ge lişmesinden, kendine özgü olan şeylerin, özellikle rin, bireysel olanın ayrılıp çıkarılması,
bireyselleştirmek, [bir-ey-sel-le-ş-tir-mek] gçl. f [ir] fe l. Bir şeyi birey olarak, ayrı olarak el£ alıp değerlendirmek,
bireysellik, -ği [bir-ey-sel-lik] is. fe l. 1. Birey olma olgusu; ferdiyet. 2. Bir kişiyi benzerlerinden ayıran özelliklerin tümü. 3. Bir bireyin biricik ve kendine özgü oluşu.
bireyüstü, [bir-ey+üst-ü] is. fe l. 1. Tek bir bireyi aşan. 2. Bireylerin çevresini aşan; bireylerin bilin cinden bağımsız olan.
birez, [bir+az > birez j j J {eAT} sf. Biraz. S birez gün, {eAT} B ir k a ç giin. birezcük, [birez-cük i)y r jy ] {eAT} sf. Birazcık. birezden, [bir+az-dan] {ağız} zf. Birazdan; az sonra. [DS]
birezim, [biraz-ım] {ağız} sf. Biraz. [DS] birge1, [bir-ge / ber-ge / ber-ke] {eT} is. Kamış; çu buk; kamçı; kırbaç. [EUTS] [Gabain]
birge2, [bir-ge] {ağız} is. Kuma; ortak. [DS] birgeJ, [Ar. birlca] {ağız} is. Havuz. [DS] birgermek, [bir-ger-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Çalkala mak. [EUTS]
birgertmek, [bir-ger-t-mek] {eT} gçl. f i [-ü r] Bir ara ya getirmek. [Üç îtigsizler]
birgerü, [bir+ ger-ü] {eT} zf. Beraber; bir noktada; hepsi bir arada; beraberce; tümü ile. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Üç Îtigsizler] birgerü, [biri (güney; bu yan) > bir(i)-gerü (yön bildiren , işin y a p ılm a noktasını belirten ek)\ {eT} zf. Güneye doğru; güneye; güneyde. [Tekin] birgin, [bir-mek (verm ek) > bir-gin] {eT} is. (Borç için) ödeme. [Gabain] [EUTS]
birgos, [Yun. pirgos] {eAT} is. Kule, birgurdane, [bir+uğur-da-ne] {eAT} zf. Birden; hep birden; birdenbire; derhal,
birgü, [bir-mek > bir-gü] {eT} is. 1. Armağan. [EUTS] 2. Vergi. [EUTS]
birgüiük, [bir-gü-lük] {eT} sf. Bütün; hep. [Gabain] biri1, [bi-r / bı-r / bi-ri] {eT} is. 1. Güney. [Gabain] [ETY] [EUTS] 2. Sağ. [EUTS]
bireylik, -ği [bir-ey-lik] is. 1. Bir bireyi diğerlerin
biri2, [eT. bir-egü > bir-egi > bir-i] zm. 1. Bir tanesi.
den ayıran özelliklerin tümü; ferdiyet. 2. Bir bireyi dış gözlemcinin gözünde benzersiz ve tek kılan özellikler veya bunların biçimi,
{eT} (aynı) [EUTS] 2. Bir kimse. {eT} (aynı) [EUTS] 3. Bilinmeyen, tanınmayan bir kimse. {eT} (aynı) [EUTS] 4. (İsim tamlamalarında tamlanan olarak kullanıldığında) tamlayanın lcüçümsendiğini bildi rir. 5. ed. Hikâye etmede kahramanı olaya sokmak için kullanılan söz. S Biri eşikte, biri beşikte. K ü çü k büyük ç o k çocu ğ u o la n k işiler için kullanılan ifade. || Biri vardı geceden, biri düştü bacadan. E sk i sıkıntıyı atlatm adan b ir b a ş k a sıkıntı geldi,
bireysel, [bir-ey-sel] sf. 1. Bireye ait olan; bireye özgü. 2. Bir tek kişiyle ilgili olan. 3. Bir tek kişi tarafından yapılan,
bireyselleştirme, [bir-ey-sel-le-ş-tir-me] is. f e l . 1. Bireysel duruma getirme. 2. Ortaklaşa veya kamu malı olan şeyleri bireylere verme, bireylere uygu
BİR
f l l i B H l C S O M .6 2 3
an lam ın da kullan ılır,|| birinden biri, B ir k a ç kişi içinden b ir tanesi. ||birileri, B azı kim seler.
birikli, [birik-li] {eT} sf. Birikmiş. [EUTS] birikme, [bir-ik-me] is. 1. Toplanıp yığılma. 2. Bir
biri3) [biri ?] {ağız} sf. 1. Görgülü. 2. Tecrübeli; e-
biri ardına gelerek toplanıp çoğalma; katlanma; kümelenme; kümülasyon. S birikme havzası, coğ. K a r ve yağm u r sularının toplanıp biriktiği bölg e.
mektar. [DS]
birig, [Far. birîğ
(biri:ğ ) {OsT} is. Üzüm salkı
mı.
biribimek, [ber-mek (verm ek) > bir-ib+i-mek > virib+i-mek
{eAT} g ç l . f [ - r ] Göndermek.
biricik, -ği [bir-cik > bir-(i)-cik dU,^] (bi ’ricik) sf. 1. Eşi ve benzeri olmayan; bir tanecik, yegâne. 2. Çok sevilen. 3. {eAT} zf. Bir kerecik. biridürmek, [bir-id-ür-mek / bir+id-ür-mek] {eT} gçl. [-ü r] Birleştirmek. [Üç İtigsizler] birigerü, [biri (güney; bu yan ) > bir(i)-gerü] {eT} zf. Güneye doğru; güneyde. birik1, -ği [Fr. break / Rus. brika] {ağız} is. İki teker lekli araba. [DS] birik2, -ği [bir-ik] {ağız} sf. Eş; benzer. [DS] birik3, -ği [Far. pır > bir-ik ?] {ağız} is. Örümcek ağı. [DS] birikdirmek, [bir-ik-dir-mek / bir-ik-dür-mek] {eAT} gçl. f . [-ü r] Birleştirmek, birikdürmek, [bir-ik-dir-mek / bir-ik-dür-mek] {eAT} g ç l . f [-ü r] Birleştirmek,
birike, [Ar. birke => birike ■*S'_h] {eAT} is. 1. Hazine. 2.
Mahzen. 3. Sarnıç,
birikgin, [bir-ik-mek > bir-ik-gin] {ağız} sf. Toplan mış; yığılmış. [DS]
biriki, [birik-mek > bir-ik-ı] (b irk i:) {eT} sf. Birleşik; müttehit. [Gabain] [Tekin] birikilmek, [birik-mek > birik-il-mek] {eT} edil. f . [ür] Toplanmak; bir araya gelmek. [Yüknekî] birikim, [birik-mek > birik-im] is. 1. Bir yerde top lanıp yığılma; yığmak; tahaşşüt. 2. Gözlem, deney ve diğer yollarla elde edilen bilgilerin bütünü. 3. sosy. Toplumlarm kültürel yönlerinin gelişip yük selmesi süreci. 4. ekon. Mal veya paranın bir yerde toplanıp çoğalma süreci; tasarruf. 5. j e o l. Yeryü zünde meydana gelen aşınma sonucu taşman alüv yonlu maddelerin bir yerde toplanması, birikinti, [birik-mek > birik-inti] is. 1. Bir yerde kendiliğinden toplanıp biriken madde yığını; der lem. 2. {ağız} Toplantı. [DS] S birikinti konisi, coğ. D ağ lık b ö lg elerd e n s e l sularının sü rü kley erek getirdiği aşıntı m alzem elerinin , düzlük b ir y e r d e suyun taşım a gücünün düşm esi sonucunda, m eyda na g etirdiğ i d a r ucu d a h a yüksek, y e lp a z e biçim in deki yığın. birikiş, [birik-mek > birik-iş] is. 1. Birikme işi. 2. Birikme biçimi, birikişme, [birik-mek > birik-iş-me] is. biy. Yığınlar meydana getirme; aglutinasyon.
birikişmek, [birik-iş-mek] işteş, f . [ -ir ] Bir araya gelmek; toplaşmak; yığılmak.
birikmek, [eT. bir-ük-mek > bir-ik-mek dUS"y] gçsz. H r] [ gAT. -iir] 1. Birleşmek; bir olmak. {eT} {eAT} (aynı) [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [ETY] [EUTS] 2. Üst üste veya yan yana gelerek toplan mak; yığılmak. 3. Birbirine eklenerek çoğalmak. 4. {eT} {eAT} Bir araya gelmek; toplanmak. [ETY] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî]
f
birikmiş, [bir-ik-miş] sf. Bir araya gelen; birbirine eklenen; katlanmış; kümeli; kümülatif,
biriktirilmek, [birik-tir-il-mek] edil, [ -ir ] 1. Biri tarafından toplanıp yığılmak, çoğaltılmak. 2. Ko leksiyon yapılmak. 3. Tasarruf edilmek,
biriktirim, [birik-tir-im] is. Biriktirme işi ve bu sü recin sonucu,
biriktirme, [birik-tir-me] is. Biriktirmek eylemi, biriktirmek, [birik-dür-mek > bir-ik-dir-mek > birik-tir-mek dUj^ y] gçl. f . [ -ir ] 1. Birer birer bir araya getirmek. 2. Toplayıp yığmak. 3. Kazandık larını ölçülü harcayarak bir kısmını gelecekte kul lanmak üzere arttırmak; tasarruf etmek. 4. Öğren mek, araştırmak veya boş zamanlarım değerlen dirmek amacıyla toplamak; koleksiyon yapmak,
biriktttrmek, [birik-dür-mek JXı>jj£y] {eAT} gçl. f . [ü r] - * biriktirmek,
birilmek, [bir-il-mek] {eT} gçsz. f . [-ü r ] Birleşmek. [İKPÖy.]
birilmek, [bir-mek (verm ek) > bir-il-mek / ber-ilmek] {eT} e d il.f. [-ü r] Verilmek. [Yüknekî]
birim1, [bir-im] is. 1. Bir kümenin her elemanı. 2. Bir çokluğu oluşturan varlıkların her biri; ünite. 3. Bir çokluğu ölçmek için örnek seçilen değişmez ölçü parçası; vahit. 4. Geniş bir kuruluştaki alt bö lümlerden her biri. 5. Bir dilin, oluşturduğu yapı içinde, belli bir düzlemde yer alan ve öbür öğelerle kurduğu bağıntılarla tanımlanan ayrı nitelikli öğesi; ünite. 6. bsy. Bir bilgisayar sistemi içinde donanımı oluşturan öğelerden her biri. S birim birim, {ağızj B ir er b irer; adım adım . [DS]|| birimler bölüğü, mat. R a k a m la r yazılırken 1 'den 999 'a k a d a r sayı la r bölü ğ ü ; sağ d an itibaren üç rakam ın y e r aldığı bölük.
birim2, [bir-im (iyelik eki) (HjJ {eAT} {ağız} zm. 1. Bir tanem. 2. Biriciğim. [DS] birim3, [ber-mek (verm ek) > bir-im > ber-im çy\ {eT} 1. Borç; verme. [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 2. {eAT} Haksız ve usulsüz tahakkuk ettirilen vergi; yolsuz salınan vergi, fi3 birim alım, {eT} Vergi; b o rç. [EUTS]
ÖIÜMIR S İM . 324
BİR
birimci, [bir-im-ci] sf. Bir topluluğu oluşturan her bir elemanı ele alan; tek tek bireylerle ilgilenen; birim lere yönelik. S birimci ekonomi, ekon. E ko n o m i nin, toplumu m eydan a g etiren fert v e a ile ile kiiçiik işletm elerin ek o n o m ik fa a liy e tle rin i in celeyen dalı; m ikroiktisat, m ikroekon om i. birimçi, [ber-mek > bir-im-çi] {eT} sf. Borçlu. [EUTS] birimlig, [ber-mek> bir-im-lig] {eT} sf. Borçlu. [EUTS] birimsel, [bir-im-sel] sf. Bir birim öğeyi ilgilendiren; birim öğelerle ilgili; birimlere dayanan, birin, [bir-in
{eT} sf. Birer; teker. S1 birin birin,
{eT} {eAT} 1. B irbiri ardınca. 2. B ir er b ire r; tek er teker. [DLT] [EUTS] birine, [Far. birine 3.
{OsT} is. 1. Pirinç. 2. Pilav.
Pirinç (metal),
birincasb, [Far. birincâsb
derece, ö birincilikler, spor. Şam piyonluk için y a p ıla n y a r ış la r ve k arşılaşm alar. birinç, [bîr > bir-inç] {eT} sf. Birinci. [DLT] [EUTS] birinde, [bir-i-n-de] zf. 1. Bir zaman. 2. Bir kere. 3. Bir gün. birisi, [bir-i > bir-i-s-i] zm. 1. Bir tanesi. 2. Bir kim se. 3. Bilinmeyen, tanınmayan bir kimse. 4. (İsim tamlamalarında tamlanan olarak kullanıldığında) tamlayanın küçümsendiğini bildirir, biriş, [bir-mek (verm ek) > bir-iş] {eT} is. Veriş; ver me. [EUTS] birişsiz, [bir-mek (verm ek) > bir-iş-siz] {eT} sf. Verişsiz. [Üç İtigsizler] birişt, [Far. ferişte => birişt] {eT} is. Melek. [ETY] birişte, [Far. birişte
{OsT} sf. Kızartılmış,
birişüm, [Far. berîşim (biri:şiim ) {OsT} is. İb rişim.
-y] (birin ca;sb ) {OsT}
is. -*■ birincasıf, birincasıf, [Far. birincâsf
(birin ca:sf) is.
bot. Bileşikgillerden pembe renkli, çiçekleri he kimlikte uyarıcı, sindirim yardımcısı ve antiseptik olarak kullanılan, gövdeleri tüylü ve köşeli çok yıl lık otsu bir bitki; misk otu; koyun otu; hayvan per çemi, (A rtem isia vulgaris). birince1, [bir+nice > birince
{eAT} zf. Birkaç;
birçok; pek çok. birince2, [bir-i-n-ce ■4uh] {eAT} zf. 1. Biri kadar. 2. Biri oranında. 3. Bire bir oranında,
birit, [Fr. bride (gem )] is. Kumaş üzerine geçirilen şerit ya da iplik, biriye, [biri-y-e] {eT} zf. Güneyde; güneye. [Tekin] birkaç, [bir+kaç] sf. Çok az sayıda; çok olmayan; kolayca sayılabilecek kadar, birkaçı, [bir+kaç-ı] zm. Bir küme içinden belirsiz olaralc bahsedilen çok az sayıda kişi veya nesne, birke , [bir-ge / ber-ge / ber-ke] {eT} is. Kamçı. [EUTS] birke2, [Ar. birke ‘S { O s T } is. 1. Küçük göl; göl cük. 2. Büyük havuz. 3. Göğüs, birkelemek, [bir-mek (verm ek) > bir-ke-le-mek] {eT} gçsz. f . [-r ] Verme kabiliyet ve gücünde olmak. [EUTS] birkerü, [bir-kerü] {eT} zf. Hepsi bir arada olarak; tümü ile. [EUTS]
birinci, [eT. bir-inç > bir-inci] sf. î . Sıraya dizilmiş olanlardan başta bulunan; sırası bir olan. 2. Zaman, sıra ve yer bakımından diğerlerinden en önde ge len. 3. Üst kalitede. 4. is. Önem bakımından ve sı birkıl, [Ar. birkîl JJi^] (birkv.l) {OsT} is. 1. Tüfek. 2. ralamada en önemli olan. 5. zf. İlk olarak; ilk başta. Zemberek adı verilen bir savaş aracı. 0 birinci çağ, Yer yüzünün oluşu sıra sın d a y a k la ş ık üç yüz yetm iş m ilyon y ıl süren ilk oluşum çağı. || birki1, [bır-ik-mek > bîr-(i)k-i] (bi;rki) sf. Birleşik; müttehit. [ETY] birinci çıkmak, (O kul için) en iyi d e r e c e ile bitir m ek ,|| birinci gelmek, B ir karşılaşm ad a, y a rışm a birki2, [bir+iki] {eAT} zf. Bir iki; birkaç, d a bütün y a rışm a cıla r a ve ra k ip lere üstün gelm ek. || birle, [bir+il-mek (bağ lan m ak) > bir + (i)l-e (-e; z a r f birinci olmak, B a şta gelm ek, ö n d e olm a k .|| birinci f i i l eki)
it r a ım
M
» 625
BİR
birleşmek, [bir-le-ş-mek] g ç s z .fi [-ir ] 1. Ayrı nesne ler iken bir araya gelerek tek olmak; bütün oluş turmak. 2. Buluşmak; bir araya gelmek. 3. Görüşle ri aynı olmak. 4. Aynı amaç çerçevesinde toplan mak. 5. Söz birliği etmek; anlaşmak. 6. kim. İki ve daha fazla madde birbiri içinde kaynaşarak tepkime sonucu, başka bir madde meydana gelmek. 7. (İki akarsu için) birbirine katılmak, birleşmiş, [bir-le-ş-miş] sf. Birleşerek bir araya gel miş; birlik oluşturmuş, birleştirici, [bir-le-ş-tir-ici] sf. 1. Birliği sağlayan. 2. Uzlaşmayı ve anlaşmayı sağlayan. 3. İki ve daha birleşik, -ği [bir-le-ş-ik] sf. 1. Bir araya gelerek çok nesnenin birleşmesini, birbirine tutunmasını birleşmiş olanlar. 2. Birleşme yoluyla meydana sağlayan. gelmiş olan; müttehit. 0 birleşik cümle, dbl. B ir birleştirim, [bir-le-ş-tir-im] is. Birleştirmek eylemi an a cüm le ile b ir vey a birden f a z l a y an cü m leden ve bu eylemle ilgili sürecin sonucu, kurulmuş cümle.\\ birleşik fiil, dbl. B ir k elim e ile birleştirme, [bir-le-ş-tir-me] is. 1. Birleştirmek işi. 2. biçim ve anlam bakım ından kayn aşıp k alıp la şa n tıp. Yaranın kapanmasını kolaylaştırmak amacıyla fiil. || birleşik isim, dbl. B ir le şik k elim e biçim in de iki yakasını bir araya getirme. 3. eko. Ham madde olan is im.\\ birleşik kap ,fiz . iç le rin e kon ulan sıvı nin elde edilmesinden son ürünün bitişine kadar ya ların yoğu nluklarıyla oran tılı o la r a k sev iy eleri pılan bütün işlemlerin aynı üretim birimine bağlan fa r k lılık gösteren , b irb irin e taban d an b a ğ lı kap ması. 4. kim. Birkaç maddenin tek bir madde haline lar. || birleşik kelime, dbl. S es dü şm esi veya türe getirilmesi için kimyasal yolla bağlanması. 0 b ir m esi g ibi se s o la y ları m eydan a gelm iş, üzerin deki leştirme çizgisi, hat. Yazıda harflerin a sıl ç iz g ile ekin görevin i yitirm esi vey a an lam kaym ası d o la y ı rinden olm ayan f a k a t ayrı h a rfle ri birb irin e b a ğ la sıyla a ra la rın a e k g irem ey e c ek k a d a r kalıp laşm ış yan in ce çizgi. iki ve d a h a ç o k kelim ed en m eydan a g elm iş kelim e. \\ birleşik oturum , Ç eşitli org an ların b ir a ra y a g e le birleştirmek, [bir-le-ş-tir-mek] gçl. f i [-ir ] 1. Bir araya getirmek; uzlaştırmak; anlaştırmak. 2. Birbiri rek yaptıkları oturıım.\\ birleşik oy pusulası, siy. ile ilgisi olan öğelerin bağlantısını sağlamak; yapış Seçim e katılan bütün p a r tile r i ve adayların ı ayrı tırmak; takmak; bağlamak. 3. Birbirine darılarak ayrı g österen o y pusulası.\\ birleşik zam an, dbl. ayrılmış olan kişi ve grupların arasını bularak tek B ir fiilin kökün e ö n ce kip ek i d a h a so n r a d a e k f i i rar ilişki içine girmelerini sağlamak, lin, gen iş zam an, g örü len g eçm iş zam an, öğren ilen geçm iş zam an, şa rt çekim lerin den birin i g etirm ek birleyici, [bir-le-y-ici] sf. Tek kılan; bir yapan,
birler, [bir-ler] is. 1. Çok sayıda bir. 2. mat. Onluk sistemle sayıların yazılışında en sağda yer alan ba samaktaki sayılar, birleşek, [bir-le-ş-mek > bir-le-ş-ek] is. anat. 1. Y a rık şeklindeki bir açıklığın kenarlarının birleştiği nokta. 2. Tüm beyindeki sinir merkezlerinin bakı şık iki parçasını doğrudan doğruya birleştiren sinir demeti. 3. bot. Maydanozgillerin meyvelerinde iki meyve yaprağının bitiştiği yer. birleşen, [bir-le-ş-en] is. mat. (Doğru veya yay için) birbirini kesen veya bir noktada kesişen,
suretiyle olu şan zam an. birli, [bir-li] is. 1. İçinde veya üzerinde bir tane nes ne bulunduran şey. 2. Oyun kâğıtlarında veya pul birleşilme, [bir-le-ş-il-me] is. Birleşilmek işi. larında üzerinde “b ir” işareti olanı, birleşilmek, [bir-le-ş-il-mek] edil. fi. [ -ir ] 1. Birleş mek işi yapılmak. 2. Bir araya gelinmek; buluşul birlik, -ği [bir-lik ■iJJjJ is. 1. Bir tek olma durumu; mak. vahdaniyet. {eAT} (aynı) 2. Bütünlük; bölünmezlik. birleşim, [bir-le-ş-im] is. 1. Birleşmek işi. 2. Üyele 3. Birleşmiş olma. 4. Beraber veya bir arada bu rinin yeterli sayıyı bulması halinde, bir meclisin bir lunma; dayanışma; tecanüs. 5. Bağlılık ve üslup gün içinde yaptığı toplantı; inikat. 3. biy. Döllen benzerliği; bağlantı, münasebet. 6. Belirli bir toplu mek amacıyla erkek hayvanla dişisinin çiftleşmesi. luğun yararını korumak için kurulmuş demek. 7. 4. Farklı iki parçayı birbirine ekleyen parça. 5. İki Askerlikte bölük, tabur, alay gibi bir bütün sayılan ayrı binayı birbirine bağlayan ek yapı, topluluk. 8. ed. Konunun bir ana fikir etrafında top birleşme, [bir-le-ş-me] is. 1. Birleşmek işi. 2. Bera lanması. 9. biy. Aynı çevresel ortamı paylaşan aynı ber olma, bir araya gelme. 3. Cinsel ilişkide bu ya da farklı türdeki bitkilerden oluşan topluluk. 10. lunma. 4. bot. Birbirine çok yakın iki organın ge fe l. Bölünmezliği içeren yalın bütün. 11. müz. En lişme sırasında kaynaşması. 5. tıp. Kapanmasını büyük değerdeki nota; dört dörtlük. 12. sf. Bir ta sağlamak amacıyla bir yaranın kenarlarını bir araya neden oluşmuş. 13. Hacim olarak bir taneyi alabi getirme. 6. siy. Bir toprak parçasının, sınır komşusu len. S birlik eylemek, {eAT} B irleşm ek .|| birlik ülke ile siyasi ve ekonomik birlik içine girmesi. <5 itmek, {eAT} B irleşm ek ,|| birlik olm ak, 1. B ir işi birleşme değeri, kim. B ir elem en tin atom u ile b ir y a p m a k için gü çlerin i ve im kânlarını birleştirm ek. 2. Aynı fik ir le r i taşımak.\\ birlik ve beraberlik leşeb ilecek h id rojen atom ların ın en y ü k sek m ikta rı-I! birleşme tüpü, biy. Ç iftleşm e y a p a b ilen b a k te içinde, B ir a r a d a y a ş a m a k zoru n da o la n kim selerin riler ara sın d a olu şan tüp şeklin d ek i y a p ı; konjuç o k iyi a n laşm a ları ve aynı g ö rü şleri p a y la şm a la rı gasyon tüpü. durumu.
maımESBB.B,
BİR
birlikte, [bir-lik-te] zf. 1. Bir arada; beraberce. 2. Yatımda; beraberinde,
biruz, [Far. bırüz jj^u] {OsT} is. 1. Zümrüte benzer,
birliktelik, -ği [bir-lik-te-lik] is. Birlik olma durumu; beraberlik. birmek, [bir-mek / ber-mek] {eT} g ç l . f [-ü r ] 1. Ver mek. [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] 2. Yardımcı fiil. [EUTS]
biruzec, [Far. bırüzec ç-jju*] (bi:ru :zec) {OsT} is. Fi
birmemek, [bir-me-mek] {eT} g ç l . f [-z ] Vermemek; [Tekin] birnis, [Far. bimîs
(birn i:s) is. bot. At kes
tanesi. biro, [Mac. birov] {OsT} is. Yargıç; hakim,
pek de değerli sayılmayan yeşil bir taş; gök züm rüt; yalancı zümrüt. 2. sf. Kısmetsiz. ruze. birük, [bir-ük] {eT} zf. 1. Şimdi. [EUTS] [Gabain] 2. Fakat; ise; şayet. [EUTS] [Gabain] birükm ek, [bir-ük-mek dUS"y \ {eAT} dönşl. f . [-ür] Birleşmek; bir araya gelmek, biryan, [Far. büryân / biryân OLjJ {OsT} is. Susuz
kavurmak suretiyle veya tandırda pişirilmiş et ye meği; kebap; püryan. S biryân-ı muhallâ, {OsT} birov, [Mac. birov] {OsT} is. - * biro. Tere, n an e ve p iy a z lı kebap.\\ biryan olmak, Su suzluktan y a n m ak ; kav ru lm ak; susuz kalm ak. birök, [bîr (b ir kez) > bır+ök (ö k: p ekşt. edatı)] {eT} e. 1. Yine de; ama bir de. [İKPÖy.] 2. Şimdi; fakat; biryancı, [biryan-cı] is. Biryan yapan ve satan kim se; kebapçı. ise. [Gabain] 3. Eğer; şâyet. [EUTS] [Üç İtigsizler] birye, [ biri-ye / bir-ye] {eT} zf. Güneyde. [ETY] birsam , [Ar. birsam j»'-*,*] (birsa:m ) {OsT} is. 1. tıp. biryedim, [bir+ye-d-im ?] is. Kocayemişi, (Arbutus Zatülcenp hastalığı. 2. Sayıklama; hezeyan. 3. unedo). p sik o l. Uyanık bir insanın mevcut olmayan bir şeyi biryeki, [biri-ye > bir-ye-ki] {eT} sf. Güneydeki. görür gibi olması; sanrı; varsam; halüsinasyon. [ETY] birsan, [Ar. birsân jU^] (birsa:n ) is. Develere vuru birze, [Far. blrzed / bîrze / blrzî »j^] (bi.rze) {OsT} is. lan en. Kasnı. birsehel, [bir + Ar. sehl (hafif)] {ağız} zf. 1. Az bir birzed, [Far. blrzed / bîrze / bîrzî sjy] (bi:rzed) {OsT} zaman; bir an. 2. Birazdan. [DS] is. bot. Kasnı, birsemek, [bir-se-mek] {eT} gçsz. f. [ - r ] Vermek is
biron, [Yun. pironi] {ağız} is. Çatal. [DS]
temek; versemek.
birzevn, [Ar. birdevn] {OsT} is. Beygir,
birsim , [Ar. birsim ^ y ] (birsi:m ) is. bot. Yonca.
birzi, [Far. bîrzed / bîrze / bîrzî ^j^] (b i.rz i;) {OsT}
birt, [bir-mek (verm ek) > bir-t] {eT} is. Bir tür vergi. [EUTS] [Gabain] birtem, [bir-dem / bir-tem] {eT} zf. 1. Beraber; bir den; birlik. [EUTS] [Gabain] 2. Büsbütün; bütünüy le; tamamıyla; toptan. [EUTS] [Gabain] 3. Uzun za man; uzun müddet. [DLT] ö birtemledi, {eT} Ta m am ladı; bütünledi. [EUTS]
bis-, [Fr. bis-] ön ek. kim. Bir molekülün ild eş kökün birleşiminden meydana geldiğini belirten ön ek. bis1, [bis / büs / büş (yans.)] is. 1. Kedi cinsi hayvan lan çağırmayı ya da kovalamayı anlatan kök, bis-i bisi, bis-i, bis-t, bis-ik. 2. {ağız} ünl. Hayvan dur durma ünlemi. [DS]
is. bot. Kasnı,
birteviye, [eT. bütegü > biteviye] zf. -* biteviye,
bis2, [bis] {eT} is. Beş; 5. [EUTS]
birtin, [bir-tin] {eT} sf. 1. Bir taraflı. [Gabain] 2. zf. Güneyden. [EUTS]
bis3, [Lat. bis] is. 1. İki kez. 2. miiz. Bir şarkının ya da müziğin seyircinin isteği üzerine ikinci defa ça lınması, söylenmesi. S bis etmek, müz. Yinelemek.
birtişmek, [bi-r-t-mek (kırm ak) > bi-r-t-iş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r ] 1. Birbirini cezalandırmak. 2. Birbiri ni hor görmek. 3. Birbirini tahkir etmek. [EUTS] birtmek, [bı-r-t-mak / bi-r-t-mek / ba-r-t-mak] {eT} gçl. f . [-ü r ] Kırmak; parçalanmak; yaralamak. [EUTS] [Gabain] birtsiz, [bir-t-siz] {eT} sf. Vergisiz. [EUTS] birtürm ek, [bir-tür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Verdir mek. [EUTS] birun, [Far. bîrün jjju ] (bi:ru :n ) {OsT} sf. 1. Dış. 2. zf. Dışarı. 3. is. İmparatorluk döneminde saray dı şındaki bakanlık daireleri, biruni, [Far. bîrünî(b i.ru .n i:) {OsT} is. Selam lık dairesi; selamlık odası.
bisar, [Ar. büsre > bisâr j L ] (b isa :r) {OsT} is. 1. Ta zeler. 2. is. Uçlar; başlar. 3. Genç kız ve oğlanlar; gençler. bisat, [Ar. bast (yaymak) > bisât i U ] (bisa. t) {OsT} is. Keçe, halı, kilim gibi yaygılar, t? bisât-büsî, {OsT} E tek ö p m e.|| bisât-ı arz, {OsT} Y eşillik; çimenliı1.1| bisât-ı berf, {OsT} K a r d ö şeğ i; k a r la k aplı a la n .|| bisât-ı felek, {OsT} Yeryuvarlağı; Dünya.\\ bisât-ı hâk, {OsT} Yeryüzü. | bisât-ı kevn ü me kân, {OsT} E vren; kâin at.|| bisât-ı satran ç, {OsT} S atran ç tahtası. bisbiitUn, [bi(s)+bü/tün bütün.
j - J {eAT} pekşt. sf. Büs
bi’se, [Ar. bi’se
{OsT} ünl. Ne kötü; ne çirkin.
biseğel, [bir+ Ar. sehl > biseğel] ( b i ’seğ el) {ağızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] biseksüel, [Lat. bis (iki yan lı) + sexüel] (bi ’seksü el) sf. 1. İki yanlı cinsel zevk alan. 2. İki cinsiyetli. bisel, [bir + Ar. sehl (kolay)] (bise.T) zf. -*■ birsehel. biser1, [Far. bîser ^~o] (b i:ser) {OsT} is. zool. Zağa nos denilen yırtıcı bir atmaca. biser2, [Far. bı-ser ^ ^j] (bi:ser) sf. Başsız. S bî-ser ü bön, (OsT} (Söz, h a r e k e t için) ipe s a p a gelmez.\\ bî-ser ü pâ, {OsT} D üzensiz; savruk. || bî-ser ü sa man, {OsT} S efil v e p erişan . biserak, [Far. bıserâk
(b i:sera k ) {eAT} is. -*■
biserek. bisere, [Far. bısere
(b i:ser e) {OsT} is. zool. -*■
biser1. biserek, [Far. bîserek
(b i:serek ) {eAT} is. 1.
Tüylü erkek deve. 2. {OsT} İki hörgüçlü erkek deve ile bir hörgüçlü dişi devenin yavrusu, bi’set, [Ar. bi'şet
{OsT} is. 1. Gönderme. 2.
Peygamber gönderme, fi1 bi’set-i nebeviye, {OsT} isi. Hz. M u ham m ed’in gön derilm esi. bisi, [bis (yans.) > bis-i / pıs-i] {ağız} is. Kedi. [DS] <3 bisi bisi, {ağız} K ed i ç a ğ ırm a ünlemi. [DS] bisik1, [bişik > bisik] {eTf is. 1. Nesil; akrabalık; soy; sop. [EUTS] 2. Parça. [EUTS] S taş bisiknin, {eT} Taş parçasın ın . [EUTS] bisik2, [bis (yans.) > bis-ik] {ağız} is. Kedi. [DS] bisiklet, [Lat. bi- (çift) + Yun. kiklos (tekerlek) + Fr. -ette (-cik)] is. Tekerleği ayak ile çevrilerek hareket sağlayan iki tekerlekli taşıt; çift teker; velosipet. bisikletçi, [bisiklet-çi] is. 1. Bisiklet satan veya tamir eden kişi. 2. Bisikletle spor yapan kimse, bisikletçilik, -ği [bisiklet-çi-lik] is. 1. Bisiklet satma veya onarma işi. 2. Bisikletle yapılan spor, bisikletli, [bisiklet-li] sf. Bisikleti olan; bisiklete binmiş olan; bisikletle giden, bisinoz, [Yun. byssos (pam uk) + nosos (hastalık) > Fr. byssinose] is. tıp. Pamuk işçilerinde görülen bir tür nefes darlığı, bisküvi, [Lat. bis (iki d efa ) + coctus (pişm iş) > Fr. biscuit] is. Un, tuz ve sütle yapılan, uzun süre sak lanabilen kuru ve gevrek bir pasta, bisküvicilik, -ği [bisküvi-ci-lik] is. Bisküvi yapımı ve ticareti; bisküvi sanayii, bisleğeç, -ci [piş-ir-mek > piş-ir-geç > bişirgeç / bileğeç] is. Saçtaki yufkayı çevirmeye yarayan tah ta araç. bislemek, [bis-le-mek dUL~>] {eAT} gçl. f i [- r ] Bes lemek.
bism, [Ar. bi- + ism > bism
J {OsT} zf. Adıyla; is
miyle. fi1 bism-i şâh, {OsT} tasvfi B ek ta şiler c e b is m illah y erin e kullanılan terim. bismil, [Ar. besmele > Far. bismil
{OsT} sf. 1.
(Kasaplık hayvan için) kesilmiş; boğazlanmış. 2. m ecaz. (Kişi için) sabırlı ve yumuşak huylu. 3. {eAT} Temiz; pak. 4. Ağır; gevşek. S bismil-gâh, {OsT} H ayvan k esilen y e r ; m ez b a h a ; salhane.\\ bismil-şüde, {OsT} (H ayvan için) boğ azlan m ış; k e silmiş. bismillah, [Ar. bi’smiTlâh (A lla h ’ın ad ıy la) -»JJI j*—J (bism illa:h) {OsT} ünl. “B ism illahirrahm ân irrahîm ” (esirgeyen bağ ışlayan A llah 'in adıyla) sözü nün kısaltılmışı. 0 bismillah demek, İş e b a ş la mak. bismişah, [Ar. be-ism-i şâh (Hz. Ali'nin ad ıy la) > bismişâh] (bism işa:h ) {OsT} ünl. Bektaşilerce “bism illah (Allah ’in adıyla) ” yerine kullanılan “be-ism -i şa h [şa h (Hz. A li)’ın a d ıy la ] ’’ sözünün hafıfletilmişi. bisr, [Ar. bişr Jl{] {OsT} sf. (Kişi için) vücudu si vilceli. bisre, [Ar. bişre »y;] {OsT} is. Sivilce. bist1, [bis (yans.) > bis-t] ünl. Kediyi kovalama, azar lama ünlemi. bist2, [Far. bıst c —*] {OsT} is. Yirmi, fi3 bîst-gânî, {OsT} -*■ bistgani. bistah, [Far. bıstâh
(b i:sta:h ) {OsT} sf. (Kişi
için) edepsiz; hayâsız; küstah; utanmaz, bistam, [Far. bistâm
(bista:m ) {OsT} is. Mer
can. bistar, [Far. bistâr jto-o] (bista:r) {OsT} sf. 1. Gevşek. 2. Çarpık; eğri, biste, [bis-te / biş-te] {eT} is. Tüccarı evinde konukla tıp mallarını satıveren ve koyunlarmı toplayan ve giderken de yirmide bir koyun alıkoyan kişi; ko misyoncu. [DLT] bistek, [bistek] {eT} is. Fitil. [Clauson] bister, [Far. bister i —J {OsT} is. Yatak; döşek, bistgâni, [Far. bist-gânî
(bistgâ:n i:) {OsT} is.
Çocuklara, hizmetçilere ve askerlere aym yirmisin de verilen ücret, bistik, [bis-tik] {eT} is. 1. Eğrilmek üzere atılmış ve hazırlanmış pamuk yumağı. [DLT] 2. Fitil. [DLT] bistiyar, [Rumen, vistierie (devlet hâzinesi)] {OsT} is. Defterdar. bistro, [Fr. bistro] ( b i ’stro) is. İçkili küçük kahveha ne veya lokanta, bistuh, [Far. bistüh
.] {OsT} s f 1. (Kişi için) za
yıf; çelimsiz. 2. Beceriksiz; âciz.
BİS
ÖIlİMIÜfK S U M . 628
bisturi, [İt. Pistoja (b ıça kla rı ile ünlü İtalyan şeh ri) > pistorino (b ir tür kam a) > Fr. bistouri] is. Cerrahlar tarafından kullanılan eti çizmeye ve kesmeye yara yan küçük bıçak; neşter, bistüm, [Far. bîstüm / bîstümîn
{OsT} sf. Y ir
minci. bistümin, [Far. bîstüm / bîstümîn
{OsT} sf.
Yirminci.
bişek, -ği [eT. bış-mak (dövm ek) > biş-ek] {ağız} is. Yayık döveci; yayık kolu. [DS] bişi1, [biş-i / piş-i] {eT} is. Akçe; pul. bişi2, [biş-mek > biş-i
{eAT} is. 1. Yağda
kızartılmış çörek. 2. {ağız} Gözleme. [DS] 3. {ağız} Tatlı yapılmak üzere kızartılan ekmek. [DS] bişi3, [Far. bışı (_ri*] (b i:şi:) {OsT} is. Fazlalık. bişik1, [bi-s-ik / bi-ş-ik dlio / dLio] {eT} 1. Beşik.
bisud, [Far. bî-süd J j - ^
(bi:su :d ) s f Boş; yararsız;
sonuçsuz. bisut, [Ar. bisut / büsut Ja-J {OsT} sf. Cömertlik; el açıklığı.
[EUTS] 2. Parça. [EUTS] bişik2, -ği [biş-mek > piş-ik] {ağız} is. - * pişik. [DS] bişinç, [beş / biş-inç] {eT} sf. Beşinci. [ETY] [Üç İtigsizler] 0 bişinç ay, {eT} B eşin ci ay.
{eAT} is. Semirtmek i-
bişing, [Far. bişing lü& J {OsT} is. 1. Kazma. 2. Bal
çin besleme; besi, bisttk, [bi-s-ük] {eT} is. Beşik. [ETY] bisüs, [Lat. bisus] ( b i ’s üs) is. Pinna adlı iki çenekli bir yumuşakçanın, bir yere tutunmak veya yuva yapmak için salgıladığı ve deniz ipeği adı ile kadın giyim eşyası yapılan iplikçik,
yoz. 3. Kiiskü. 4. Burgu, bişirgeç, -ci [pişir-mek > biş-ir-geç] {ağız} is. 1. De mir şiş. 2. Saçta yufka ekmeği çevirmeye yarayan tahta aygıt. [DS] bişirik, -ği [Erme, p’sruk] {ağız} is. Evlerde tavan tahtalarının üstüne konulan çamur ya da kireçli harç. [DS] bişiriklemek, [bişirik-le-mek] {ağız} g ç l . f [- r ] [-l(i)y o r j Evlerde tavan tahtalarının üzerine çamur dö şemek. [DS]
bisü, [bes-i > bis-ü
I
bistttun, [Far. bîsütün
(bi:sütu:n) {OsT} sf. 1.
Direksiz. 2. is. Gökyüzü, bisyar, [Far. bisyâr jb ~*] (bisya:r) {OsT} sf. Çok. ff bisyâr-ber, {OsT} B o l m eyveli.|| bisyâr-gû, {OsT} Ç o k kon uşan.|| bisyâr-husb, {OsT} Ç ok tem bel.|| bisyâr-kes, {OsT} Ç o k a rk a d a şı o la n ; çev resi g e niş. bisyari, [Far. bisyâr-î
(b isy a .ri:) {OsT} is.
biş1, [bi-ş > beş > beş J y
{eT} {eAT} is. Beş; 5.
[Gabain] [Tekin] [Üç İtigsizler] [ETY] [EUTS] (bi:ş) {OsT} sf. Fazla; artık. ® bîş-
bahâ, {OsT} Pahalı.\\ bîş-ter, {OsT} D a h a ç o k .|| bîş ü kem, {OsT} Ç ok ve eksik. bişar, [Far. bişâr
(bişa :r) {OsT} sf. 1. Esir; tut
sak. 2. Dermansız. 3. Saçan. 4. is. Altın ve gümüşle yapılmış kakmalı süsler. 5. Tutuş. 6. Saçılan şey; saçı. bişare, [Ar. bişâre / bişâret / beşaret ojLio] (bişa .re) {OsT} is. Müjde, bişaret, [Ar. bişâre / bişâret / beşaret OjUo] (bişa :r et) {OsT} is. Müjde, bişbok, [Alm. bischof
{OsT} is. tar. Osmanlı
tarihçilerinin savaşçı papazlar için kullandıkları isim. bişe, [Far. bîşe
{OsT} is. 1. Sazlık. 2. Meşelik. 3.
Orman. S bîşe-zâr, {OsT} 1. O rm anlık; m eşelik. 2. Sazlık. bişegen, [biş-egen jS' *£)] {eAT} {ağız} sf. Çabuk pi şen. [DS]
f . [-ü r] Pişirmek, bişirtmek, [biş-ir-t-mek
{eAT} g ç l . f [-ü r ] Pi
şirtmek. bişkel, [Far. bişkel JSLiJ {OsT} is. 1. Üzüntü; keder;
Çokluk.
biş2, [Far. bîş
bişirmek, [biş-ür-mek > biş-ir-mek d l o {eAT} gçl.
gam; kasavet. 2. Kıvırcık saç. 3. Eğri anahtar, bişkele, [Far. bişkele tK ij] {OsT} is. -*■ bişkel. bişkene, [Far. bişkene ‘uSLiJ {OsT} is. -*■ bişkel. bişkûfe, [Far. bişküfe
(bişkû .fe) {OsT} is. 1.
Çiçek. 2. Kusma, bişkûh, [Far. bişküh ojSLiJ
(buşkû:h) {OsT} is. 1.
Kuvvet ve iktidar sahibi. 2. Saygıdeğer kişi, bişkûl, [Far. bişkül
(bişkû d) {OsT} sf. 1.
Becerikli. 2. Çevik. 3. İşine düşkün. 4. Akıllı. 5. Tedbirli; uyanık; dikkatli. 6. is. Rastık, bişleç, -ci [piş-mek > bişir-geç > bişleç] is. -*• pişir geçbişleç, -ci [piş-mek > bişir-geç > bişleç] is. -*■ pişir geç. bişleğeç, -ci [piş-mek > bişir-geç > bişleğeç] is. -* pişirgeç. bişme, [biş-me] {ağız} is. 1. Pişme. 2. Yemek; aş. [D S ]
bişmek, [bı-ş-mak > bi-ş-mek dU-iJ {eT} gçsz. f . [ü r] 1. Olmak; kemale gelmek; yetişmek. [ETY] 2. {eAT} Pişmek. [Gabain] 3. {ağız} (Meyve için) ol gunlaşmak. [DS] 4. {ağız} Yanmak. [DS]
BİT
İ l l i H M E S M İ . 629
bişmez, [biş-mez / piş-mez] (ağız} sf. Söz anlamaz; dik kafalı; inatçı. [DS] bişmiş, [piş-mek > biş-miş] {ağız} is. Yemek; aş. [DS]
bita2, [Far. bî-tâ l~;] (bi. ta:) {OsT} sf. Buruşuksuz,
bişmuş, [Far. bış + muş
bitap, -bı [Far. bı-tâb
(bi.şm u .ş) {OsT} is.
bitab, [Far. bl-tâb
(bi. ta. b) {OsT} sf. -» bitap (bi. ta.p) sf. Güçsüz; ta
1. zool. Eskiden eti panzehir olarak kullanılan, bıl katsiz; bitkin; halsiz. S bitap düşmek, Ç ok y o ru l dırcın otu ile beslenen bir tür fare. 2. bot. Bıldırcın m ak; bitkinleşm ek. otu ile birlikte yetişen safran kökü, bitaraf, [Far. bı + Ar. taraf ^ (bi:taı-af) bişon, [Fr. bichon] is. Çok tüylü, yuvarlak başlı, sivri {OsT} sf. Yan tutmayan; tarafsız; yansız, çeneli, çoğu beyaz renkli küçük süs köpeği, bitarafane, [Far. bî + Ar. taraf + Far. âne /üI bişpul, [Far. bişpül (bişpu .l) {OsT} sf. Perişan; <üUJ * ^ (b i:ta ra fa :n e ) {OsT} zf. Tarafsız olarak; dağınık. biştam, [Far. biştâm j>l^] (bişta.m ) {OsT} sf. 1. Ken di gelen. 2. Sığıntı. 3. Asalak, bişük, [biş-iik / böş-tik / büş-ük] {eT} is. 1. Beşik. [Tekin] [Gabain] 2. Dost; sevgili. [Tekin] [Gabain] 3. Akraba. [ETY] 4. Akrabalık; sıhriyet. [EUTS] bişürmek, [biş-ür-mek
/ dUyiJ ,'eAT} gçl. f .
[-ür] 1. Pişirmek. 2. Olgunlaştırmak. 3. Beslemek; geliştirmek. bit1, [eT. bit] is. zool. 1. İnsanların kıllı yerlerinde ve memelilerin kılları arasında kan emerek yaşayan yarım kanatlılar alt takımından asalak böcek; kehle, (Pediculus). {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] 2. {ağız} Ta hıl, baklagil vb.nde oluşan her türlü küçük böcek. [DS] S bit atm ak, arg o. K a v g a çıka rm a k için b a hane aramak.\\ bit dengi, {ağız} Ç o k küçü k; ç o k a z; bir dam lacık. [DS]|| bit gebesi, {ağız) B itlen m esi yakın tahıl. [DS]|| biti kanlanm ak, (Sıkıntı için de yaşayan biri için) m a d d î durumu düzelmek.\\ bitini şişirmek, {ağız} Ş ım artm ak; nazlandırm ak. [DS]|| biti şişmek, {ağız} N azlan m ak; şım arm ak. [DS]|| bit kadar, Ç ok küçü k; ç o k ufak. || bit otu, 1. A m eri ka 'da y etişen z am ba kg illerd en sa rı çiçekli, soğ an lı ç o k y ıllık otsıı b ir bitki; p a p a z otu, (S ch oen ocau lon offıcin ale). 2. E g e v e A kdeniz k ıyıların da yetişen, kayn atılarak suyu b ö c e k ila cı o la r a k kullanılan, düğün çiçeğ ig illerd en y a rı a sa la k, p e m b e çiçek li zehirli bir otsu bitki; m evzek, (D elphinium staphisagria). || bit yeniği, B ir işte gizli kalm ış kuşku verici durum. bit2, [be-t / bi-t] {eT} is. Yüz; bet; beniz. [EUTS] [Ga bain] bit3, [Çin. piet] {eT} is. Fırça. bit4, [Ar. bit u j ] (bi:t) {OsT} is. 1. Güç kuvvet. 2. Gı da. bit5, [İng. binary + digit] is. bsy. 1. 0 ve 1 gibi iki ayrı değerden başkasını almayan bilişim öğesi bi rimi. 2. Bir bilgisayar belleğinin kapasitesini ölç mekte kullanılan birim. S bit yoğunluğu, bsy. B ir kayıt ortam ı üzerinde birim boyuta kay d ed ilen bit sayısı. bita1, -a ’ı [Ar. bita‘
{OsT} is. 1. Bal ve hurmadan
yapılan bir tür şarap; koyu şıra. 2. sf. (Kişi için) uzun boylu.
herhangi bir yanı tutmadan, bitarafane, [Far. bî + Ar. taraf + Far. âne
<-s^ko
(b i:ta ra fa :n e) {OsT} zf. Tarafsız olarak; herhangi bir yanı tutmadan, bitaraflık, -ğı [bıtaraf-lık] (bi: taraftık) is. Yan tut mama; tarafsız olma durumu; tarafsızlık; yansızlık, bitbit, [bid / bit (yans.) > bit+bit] {ağız} is. Ufak bul gur. [DS] bitbül, [Sansk. pippala] {eT} is. -*■ bitmül. bite1, [Ar. bite a^o] (bi:te) {OsT} is. Geceleme; geceyi geçirme; konaklama. bite2, [İt. bitta] ( b i ’te) is. dnz. Halat bağlamak için güverteye konulmuş baba, bitegen, [bit-egen
/ J>^Ş\ {eAT} sf. -* biteğen.
biteğen, [bit-mek (yetişm ek) > bit-egen] sf. İyi yeti şen; çok biten. bitek1, -ği [bit-mek (yetişm ek) > bit-ek i! « a s f ı. (Toprak için) bol ürün yetişen; verimli; mümbit. 2. {eAT} is. Bitki yetişen yer. bitek2, -ği [bit-mek (tükenm ek) > bit-ek] {ağız} is. Pekmez konulan küçük küp. [DS] biteksiz, [bitek-siz] sf. (Toprak için) verimsiz; gayr-ı münbit. bitelge, [bit-mek (yetişm ek) > bit-el-ge] is. 1. Bir toprağın verimlilik gücü; kuw e-i inbâtiye. 2. {ağız} Ekilmiş toprak. [DS] 3. {ağız} Yarar; çıkar; fayda. [DS] 4. {ağız} Ürün verme gücü. [DS] 5. {ağız} Bitki. [DS] bitelik, -ği [bit-e-lik ?] {ağız} sf. Şaşkın; sersem; yorgun. [DS] bitemessük, -ğü [Far. bî- Ar. temessük (senet)] {OsT} sf. Sınırdan giriş izin belgesi olmaksızın; pasaport suz. bitem i1, [bit-mek (tükenmek) > bit-em-i] {ağız} zf. Tamı; tamamı. [DS] bitemi2, [Yun. pitami] {ağız} is. Arşın değerinde uzunluk ölçüsü birimi. [DS] biten, [bit-mek (yetişm ek, olm ak) > bit-en jo ] {eAT} is. Bitki; nebat.
BİT biter, [Far. bed-ter => biter _«] {eAT} zf. Daha çok; beter. biterge, [bit-mek > bit-er-ge] {ağız} is. Bitecek iş; ih tiyaç. [DS] biterli, [bit-mek (yetişm ek, olm ak) > bit-er-li J j ö ] {eAT} sf. (Y er için) bitki yetişen; bitkili. bitet, [Ar. bıtet
(bv.tet) is. Gece kalma; gece
leme; gece konaklama, biteturm ak, [bit-mek + tur-mak > bit-e+tur-mak ^ {OsT} g ç s z .f. [-u r] Bitmekte olmak.
Yazış; tahrirat. [DLT] 7. Muska; afsun; üfürük. [DLT] 8. Vasiyetname; [Gabain] [EUTS] 9. Yazıt. [ETY] S1 bitig taş, {eT} A b id e; yazıt; yazılı taş. [EUTS] ||bitig taş itgüçi, {eT} Yazıt yapım cısı. bitigaçi, [bit-i-ge-çi] {eT} is. Kâtip; yazıcı. [EUTS] bitigçi, [bitig-çi] {eT} is. Yazıcı; kâtip; sekreter, bitigli, [ bitig-li] {eT} sf. Yazılı. [ETY] bitiglig, [bitig-lig] {eT} sf. Yazı yazılacak şey sahibi; bitiği olan. bitiglik, [bitig-lik] {eT} is. Yazı yazılacak malzeme, bitigme, [bitig-me] {eT} sf. Yazan. [ETY] bitigü, [bitı-gü] (biti:gü) {eT} is. Türklere özgü yazı kalemi ve diğer yazı malzemeleri,
bitev, [eT. büt-mek > bit-egü (bütün) > bitev] {ağız} zf. 1. Tamamen; hepsi; tümden. 2. sf. Tam; kesik siz. [DS]
bitigüçi, [biti-gü-çî] (bitigü çi:) {eT} is. Yazıcı. [Ga bain]
bitevi, [eT. büt-mek > bit-egü (bütün) > bitevi j
bitik1, -ği [bit-i-mek (yazm ak) > bit-ig > bit-ik dL^]
{eAT} {OsT} zf. -*■ biteviye,
{eT} {eAT} is. 1. Yazılmış şey. 2. Kitap, {ağız} (aynı) biteviye, [eT. büt-mek > bit-egü (bütün) > bitevi > [DS] 3. Mektup; {ağız} (aym). [DS] 4. Amel defteri. bitevi-y-e] (biteviye) {eAT} zf. 1. Sürekli, durmadan. 5. Senet. 6. Muska, efsun, üfürük. 7. {ağız} Zarf. 2. sf. Flep aynı biçimde, değişmeden; yeknesak; [DS] 8. {ağız} Kitap, defter forması. [DS] 9. {ağız} monoton. 3. Düzgün; hepsi bir sırada, Vekâletname, senet, kimlik kartı, tezkere vb. belge. [DS] biteviyelik, [biteviye-lik] is. Hep aynı biçimde sürüp bitik2, [bit-mek (tükenm ek) > bit-ik] sf. 1. Hastalık gitme durumu; yeknesaklık; monotonluk, veya yorgunluk sebebiyle gücü kalmamış olan. 2. bitey, [bit-mek > bit-ey] is. Bitki örtüsü; flora, Durumu kötü, ümitsiz olan. 3. Donmuş; katılaşmış. bitgeçi, [bitî-mek > biti-g > bitge-çi] {eT} is. Yazıcı; 4. is. Tükenmiş pekmezin dibinde kalan tortu. S kopyacı; kayıt memuru; kâtip; yazman. [ETY] bitik pekmez, {ağız} K oyulaşm ış pekm ez. [DS] [İKPÖy.] [Gabain] [EUTS] bitgel, [bit-mek (yetişm ek) > bitek-el > bitgel] {ağız} bitik3, -ği [bit-mek (yapışm ak, kayn aşm ak) > bit-ik sf. Verimli. [DS]
dk>] sf. 1. (Yara vb. için) bitişmiş; kaynaşmış. 2.
bitgen, [bit-mek (tükenm ek) > bit-gen] {ağız} is. Son; uç. [DS] bitgin, [bit-mek (yetişm ek) > bit-gin] {ağız} sf. 1. (Yeni dikilmiş bitik için) tutmuş; bitmiş. 2. (Ürün için) boy vermiş. [DS] biti1, [Çin. piet (fırça) / eJb ıç-m ak (biç-m ek) > bit-îmek > bit-i
{eT} is. 1. Gökten inen kitaplardan
her biri. [DLT] 2. {eAT} {ağız} Yazılmış şey; mek tup. [DS] 3. {eAT} Amel defteri. 4. {eAT} Senet; bel ge. 5. {ağız} Defter. [DS] 6. {ağız} Kitap. [DS] 7. {ağız} Kitap forması. [DS] 8. {ağız} Muska. [DS] 9. {ağız} Belge, senet, kimlik cüzdanı, tezkere, .vekâ letname gibi resmî kâğıtlar. [DS] biti2, [bir+tik-e > biti] (bi'ti) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitici, [biti-ci] {ağız} is. Yazman. [DS] biticik, -ği [bir+tek-cik > biticik] (bi ’ticik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitidmek, [Çin. piet (fırça) / e T bıç-mak (biç-m ek) > bit-î-mek > bit-i-d-mek] gçl. f . [-ü r] Yazdırmak. [ETY] bitig, [bit-î-mek > bit-ig / bit-ik] {eT} is. 1. Yazma; yazı; harf. [Gabain] [DLT] 2. Hurufat; harfler; alfa be. [EUTS] 3. Kitap. [Gabain] [DLT] 4. Mektup. [DLT] [Gabain] 5. Yazılı şey; yazılı kâğıt. [DLT] 6.
{eAT} Bitişik. bitik4, -ği [bit-mek (yapışm ak) > bit-ik] {ağız} sf. 1. {eAT} Bitişik; ekli. 2. Dolaşık. 3. Tüm. [DS] bitik5, -ği [bit-mek > bit-ik] is. {ağız} Bahşiş. [DS] bitik6,-ği [bir+tek > bitik] (bi ’tik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitikçi, [bitik-ci l/ ? ^ ] {eAT} is. Yazıcı; kâtip. bitike, [bir+tik-e > bitike] (bi ’tike) {ağız} sf. Bir par ça; biraz; azıcık. [DS] bitiki, [bir+tik-i > bitiki] (bi ’tiki) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitikli, [eT. bitik-lig > bitik-li] sf. Yazı yazacak mal zemesi olan. bitiklig, [bitik-lig] {eT} sf. Yazı yazılacak şey sahibi. [DLT] bitiklik1, [bitik-lik] {eT} is. Yazı yazılmak için hazır lanan şey. [DLT] bitiklik2, -ği [bit-mek (olm ak, yetişm ek) bit-ik-lik] is. Bitik olma durumu, bitilemek, [biti-le-mek dUJu^] {eAT} gçl. f i [ - r ] Bir kimsenin yanına mektup vermek, bitilgen, [biti-l-gen] {eT} sf. Daima yazılan. [DLT] bitilmek, [bitî-mek > biti-l-mek] {eT} {eT} edil, f i [ü r] Yazılmak. [Yüknekî] [DLT] [EUTS]
İ M
İ K
İ «
.
BİT
631
bitim ', [bit-mek (tükenm ek) > bit-im] is. 1. Sona er me; tükenme durumu. 2. Son; nihayet; uç.
bitirm ek1, [bit-mek (tükenm ek) > bit-ir-mek] gçl. f i [-ir ] 1. Bitmesini sağlamak, tüketmek. 2. Sona er dirmek; tamamlamak; sonuçlandırmak. 3. Gücünü bitim2, [bit-mek (yetişm ek, olm ak) > bit-im] {ağız} is. 1. Bitmek eylemi ve bu sürecin sonucu. 2. (Canlılar tüketmek; güçsüz bırakmak; bitkin duruma getir mek. 4. Onulmaz duruma getirmek; mahvetmek; için) yapı; bünye; yaradılış. 3. Ekinin yerden bit öldürmek. 5. Çok memnun etmek. 6. {ağız} Kız ver mesi; çimlenme. [DS] meye razı etmek. [DS] bitimcik, -ği [bir+tim-cik > bitimcik] (bi ’tim cik) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitimek1, [bit-i-mek dU^.] {eATj gçl. f i [ - r ] 1. Nasib etmek; mukadder kılmak. 2. gçsz. fi. Kısmet olmak; mukadder olmak. bitimek2, [Çin. piet (fırça) > bit-ı-mek] (biti:m ek) {e l } gçl- f i 1- Yazmak; hakketmek (kazımak); kop ya etmek. [EUTS] [DLT] [Tekin] [Gabain] [Yüknekî] [İKPÖy.] 2. {eAT} Nasip etmek; mukadder kılmak. 3. {eA l'} Kısmet olmak; mukadder olmak, ö bitimek bedzetmek, {eT} Y azm ak v e sü slem ek.
bitirmek2, [bit-mek (yetişm ek, olm ak) > bit-ir-mek] gçl. fi. [ -ir ] 1. Yetiştirmek; üretmek. 2. Olgunlaştır mak. bitirmiş, [bit-ir-miş] sf. 1. (Kişi için) bir bilim dalın da bilginin doruğuna ulaşmış. 2. argo. Bilgili; açık göz.' bitiş, [bit-iş] is. 1. Bitmek işi. 2. Bitme biçimi. 3. Bit me, sona erme,
bitinmek, [bitî-mek> biti-n-mek] {eT} d ö n ş l.f. [-ü r] Yazılmak; yazınmak; kendisi için başkasının yar dımı olmadan yazmak. [DLT]
bitişik, -ği [bit-iş-ik] sf. 1. Birbirine dokunacak kadar yaklaşmış olan. 2. Birbirine bitişmiş olan; ekli. 3. Yandaki. 4. is. Yandaki evde oturanlar; komşu. S bitişik çanak yapraklılar, bot. Ç a n a k y a p ra k la rı birb irin e bitişm iş olan bitkiler.\\ bitişik düzen, B i n aların a r a lık bırakılm adan yapılm ası. || bitişik harfler, hat. İk i ayrı h a rfi b ir a ra y a g etirerek, b ir birin e d e ğ e c e k ş e k ild e yazılan h a rfle r (j£, ce g ib i). || bitişik kentleşme, Ç evre y erleşim leri b irb irin e b i tişm iş ve kayn aşm ış olan birden ç o k kentin oluştur duğu şe h irleşm e biçim i.|| bitişik taç yapraklılar, bot. T aç y a p ra k la rı birbirin e yan dan bitişm iş olan bitkiler. \\bitişik yazı, hat. E l y a zm ala rın d a y e r k a zan m ak a m a cıy la elin bir tek h a rek etiy le b irb irin e ekli o la r a k y azılan harfler.
bitirilme, [bit-mek (tükenm ek) / bitmek (yetişm ek, olm ak) > bit-ir-il-me] is. Bitirilmek işi.
bitişiklik, -ği [bit-iş-ik-lik] is. 1. Bitişik olan iki şe yin durumu. 2. Bitişik olma hâli,
bitirilmek1, [bit-mek (tükenm ek) > bit-ir-il-mek] edil. f i [-ir ] 1. Birisi tarafından tüketilmek, sona er dirilmek.
bitişim, [bit-iş-im] is. 1. Bitişme. 2. dbl. Dil işlevini yerine getirebilmek amacıyla kelime kök ve gövde lerinin sonuna ekler getirme, bitişimli, [bit-iş-im-li] sf. Bitişme özelliği olan; bitiş ken.
bitimli', [bit-mek (yetişm ek, olm ak) > bit-im-li] {ağız} sf. Gelişme ve büyümesi iyi olan; gösterişli. [DS]
bitimli2, [bit-mek (tükenm ek) > bit-im-li] sf. 1. Bit meye, tükenmeye mahkûm olan. 2. Sonu olan; son lu; mütenahi. bitimsiz, [bit-mek (tükenm ek) > bit-im-siz] sf. 1. Bit mek bilmeyen; tükenmez. 2. {ağız} Sonu olmayan; sonsuz; namütenahi. 3. Smırlandırılamayan. [DS]
bitirilmek2, [bit-mek (yetişm ek, olm ak) > bit-ir-ilmek] e d il.fi [ -ir ] Yetiştirilmek, üretilmek, bitirim', [bit-ir-im] is. 1. Bitirmek eylemi ve bu sürecin sonucu. 2. Bitiş noktası; bitirme, tüketme yeri. 3. {ağız} fo lk . Söz kesme. [DS] bitirim2, [bit-ir-im> bitrim / bitrüm] is. arg o. 1. Çok hoşa giden yer. 2. Beğenilen kişi. 3. arg o. Kabada yı. 4. sf. Becerikli ve zeki. S bitirim yeri, argo. Kum ar oynatılan, ba rb u t atılan yer. bitirimci, [bit-ir-im-ci] is. Kumarhane işleten, barbut oynatan kişi. bitirimhane, [bit-ir-im + Far. hâne (yer)] (bitirim ha:n e) is. arg o. Barbut oynatılan, kumar oynanan yer. bitirme, [bit-ir-me] is. 1. Bitirmek eylemi; itmam; mezuniyet. 2. Okuyarak sonuna kadar gelme; ha tim. S bitirm e fiili, dbl. “-m iş y a p ılı ” b ir s ıfa t f i i l e “o lm a k ” y a rd ım cı f ii l i g etirilere k y a p ıla n ve y a r dımcı fiilin belirttiği zam an dan ö n ce işin olu p bitti ğini ifa d e ed en b irle şik fiil.
bitişken, [bit-iş-ken] sf. 1. Bitişmiş, yan yana gelmiş. 2. Bitişik olmaya yatkın. S bitişken dil, dbl. K e li m e çek im leri ve türetm eler y a p ılırken k elim e kökü değişm eyen, çeşitli d il işlevleri kökün b a şın a veya son u n a g etirilen e k le yürütülen dil; iltisa k î dil. bitişkenlik, -ği [bit-iş-ken-lik] is. 1. Bitişken olma durumu ve özelliği. 2. dbl. Yeni bir kelime türet mek için köklere ek getirme özelliği, bitişme, [bit-iş-me] is. Bitişmek işi; ittisal, fi3 bitiş me noktası, 1. İk i se r b e s t p a rça n ın birb irin e d eğ diği yer. 2. İk i p a rça n ın ek yeri. bitişmek1, [bit-mek > bit-iş-mek] işteş, f i [-ir ] Birbi rine dokunacak kadar yan yana gelmek. bitişmek2, [bit-iş-mek] {eT} dönşl. fi. [-iir] İkrar etmek. [DLT] bitişmek3, [bitı-mek > biti-ş-mek] {eT} işteş, f i [-ü r] Yazmada yardım ve yarış etmek. [DLT] bitiştirme, [bit-iş-tir-me] is. Bitiştirmek işi.
0 IM I F i l î S 0 M . ;
BİT bitiştirmek, [bit-iş-tir-mek] g ç l . f [-ir ] 1. İki ve daha çok nesnenin bitişmesini sağlamak. 2. Birbirine de ğecek biçimde yaklaştırmak, eklemek, bititdeçi, [bitl-mek > biti-t-deçi / bit-i-t-teçi] {eT} is. Yazdırıcı. [DLT] bititgü, [bitl-mek > biti-t-gü] {eT} sf. Yazdıracak. [DLT] B bitit bititgü orung, Yazı y a z d ıra c a k yer. [DLT] bititküçi, [bitî-mek > biti-t-küçi] {eT} is. Yazdırıcı. [DLT] bititmek, [bitî-mek > biti-d-mek / bit-i-t-mek] {eT} gçl. f . [-iir] Yazdırmak; istinsah ettirmek; yazdırtmak. [DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] [EUTS] bititmek, [bit-i-t-mek
gçl. f i [-iir ] {e-
AT} 1. Takdir etmek; nasip etmek; yazmak. 2. {eAT} Meydana getirmek; hasıl etmek, bititmiş, [bitî-mek > biti-t-miş] {eT} sf. Yazılmış. [DLT] fi1 bititmiş bitik, Yazılmış y a zı; eser. [DLT] bititteçi, [bitî-mek > biti-t-teçi] {eT} is. Yazdırıcı. [DLT] bitke, [Ar. bitke
{OsT} is. Kesilen bir şeyin kü
çük küçük parçaları; kesinti; kırıntı; kırpıntı; talaş, bitkeçi, [Çin. piöt (fırça) > bit-î-mek > bitig > bitkeçi] is. Yazıcı; kopyacı; kayıt memuru; kâtip; yaz man. [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] bitken, [bit-ken] {ağız} sf. (Bitki için) çabuk büyü yen. [DS] bitki , [bit-mek (yetişm ek) > bit-ki] is. 1. Besinini kısmen veya tamamen suda, havada ve toprakta erimiş halde bulunan madensel tuzlarla karbondi oksit gazından elde eden, genellikle yeşil (klorofîlli) ve bittiği yere (toprağa) kökleriyle tutunmuş olarak gelişip üreyen, ömrünü tamamladıktan sonra kuruyup varlığı sona eren yosun, ot, ağaç gibi can lı; nebat. 2. {ağız} Ürün. [DS] <3 bitki asalağı, B it k ile r üzerinde a s a la k y a şa y an m an tar ve kiisküt cinsi a s a la k la r ,|| bitki bilimci, B itki bilim iyle u ğ ra şan uzm an; botanikçi.\\ bitki bilimi, B itkileri in ce leyen bilim k olu ; botanik.\\ bitki bitleri, zool. B itki le r üzerinde y aşayan , öz su larım em er ek z a r a r ve ren, ç o k hızlı ço ğ a la n bö cek lerin g e n e l adı. || bitki biyolojisi, B itkisel canlı varlıkları ve fa a liy e tle rin i in celeyen bilim d a lı; fıtobiyoloji.\\ bitki coğrafyası, B itkilerin y e r yüzünde dağılışını in celeyen bilim d a lı.|| bitki ekolojisi, B itkilerle ilişkisi bakım ından can lı cansız bütün v a rlık larla ilgili ortam ı in cele yen -bilim dalı. ||bitki örtüsü, H erh an g i bir c o ğ r a f y a d a o çevren in d o ğ a l şartların a uygım o la r a k g e lişen orm an, çalı, ça y ır g ib i bitki topluluğu.\\ bitki sütü, B azı bitkilerin süt görünüm ündeki öz suyu. »tki2, [bit-mek (tükenmek) > bit-ki] {ağız} is. Son; uç. [DS] bitkici, [bitki-ci] is. Bitki yetiştiren kimse, bitkicil, [bitki-cil] sf. zool. Bitkisel maddelerle bes lenen.
bitkicilik, -ği [bitki-ci-lik] is. Bitki yetiştirme işi. bitkiciller, [bitki-cil-ler] is. zool. Her şeyi yiyen km kanatlı böcekler grubu, bitkileşme, [bitki-le-ş-me] is. Bitkileşmek işi. bitkileşmek, [bitki-le-ş-mek] gçsz. [-ir ] Bitki duru muna gelmek, bitkimsi, [bitki-msi] sf. Bitkiye benzer; bitkiyi andı rır. S bitkimsi hayvanlar, zool. M ercan, sü nger g ib i bitki görünüm ünde o la n h ayvan lar (derisi di kenliler, selen tereler). bitkin, [bit-mek (tükenm ek) > bit-kin] sf. Kuvveti tü kenmiş; güçsüz kalmış; takatsiz. S bitkin düş mek, 1. Ç o k y o ru lm a k 2. Güçsüz kalm ak. bitkinlik, -ği [bitkin-lik] is. 1. Bitkin olma durumu. 2. Bitkin olanın niteliği. 3. Yorgunluktan veya has talıktan kaynaklanan güçsüzlük, bitkisel, [bitki-sel] sf. 1. Bitki ile ilgili. 2. Bitki cin sinden olan. 3. Bitkiden elde edilen; bitki kaynaklı; nebati. S bitkisel beslenme, Yalnızca b itk isel b e sin lerle beslen m e düzen i; et yem ez lik ; vejetaıy en lik. || bitkisel hayat, tıp. H a stalık veya kaz a s e b e b iy le z ih in sel y eten ek lerin i kullanam adan, s a d e c e y a ş a m a k için g e r e k li tem el ihtiyaçların gid erilm esi biçim in de y a şa m a . ||bitkisel kazein, kim. K ü spe ve sıvı y a ğ a rtıkların dan e ld e ed ilen azotlu m adde. || bitki taslağı, biy. Tohumlu b itk ilerd e çim len m eden ö n ce tohumun için d e uyku h a lin d e bulunan em bri yon. bitkürm ek, [bit-gür-mek / bit-ktir-mek] {eT} gçl. f. [iir] (Rica, istek vb. için) yerine getirmek. [Clauson] bitlab, [Far. bitlâb
(bitlâ;b) {OsT} is. Hurma
çiçeğinin kapçığı; hurma tomurcuğu, bitleme, [bit-le-me] is. Bitlemek işi. bitlem ek1, [bit-le-mek dU-L,] gçl. f. [ - ı ] [-l(i)-y o r] 1. Birinin bitlerini ayıklamak; bit kırmak, {eAT} (ayın) 2. {eT} Bit aramak; bit avlamak. [DLT] bitlemek2, [bit-le-mek] {ağız} gçl. f. [ - r ] [-l(i)-y o r] Bir işin ardına düşmek. [DS] bitlenme, [bit-le-n-me] is. Bitlenmek durumu, işi. bitlenm ek', [bit-le-n-mek] dönşl. f. [-ir ] 1. Vücu dunda bit üremek. 2. Bir yerden veya birinden bit kapmak. 3. (Birinden veya bir şeyden) huylanmak, şüphelenmek. bitlenmek2, [bit-le-n-mek] dönşl. f. [ - i ı] 1. Kendi bitlerini kırmak; bitlerini ayıklamak. 2. argo. Oya lanmak. 3. a rg o. Durumu düzelmek; paralı hâle gelmek. bitler, [bit-ler] is. zool. Ağız yapıları sokup kan em meye elverişli, memelilerde asalak olarak yaşayan böcekler takımı, (Siphunculata, Anoplura). bitli, [bit-li] sf. Üzerinde bit olan, bitlenmiş. S5 bitli kokuş, arg o. (K adın için) tem izliğe d ikk at etm eyen, üstü b a şı kirli. bitme, [bit-me] is. Bitmek işi.
bitmek1, [eT. büt-mek > bit-mek
gçsz. f i [-e r ]
1. (Bitki için) topraktan yeşerip çıkmak, yetişmek; meydana gelmek; hasıl olmak; çıkmak, {eAT} (aynı) 2. (Sakal, tüy, ktl için) deri üstüne çıkmak, büyü mek. 3. (İnsan için) beklenmedik bir anda görün mek, ortaya çıkmak, {ağız) (aynı) [DS] 4. (Kişi için) yetişip büyümek, fi1 bite tu rm ak , {eAT} B itm ekte olm ak; yetişm ekte olm ak. bitmek2, [eT. büt-mek > bit-mek] gçsz. fi [ - e r ] 1. (Para, yiyecek vb. için) hiç kalmamak; tükenmek. 2. (İş, süre, yol, vb. için) sona ermek; tamamlan mak. 3. (Kişi için) dayanma gücü kalmamak; çok yorulmak; zayıflamak; güçsüz kalmak. 4. m ecaz. Perişan olmak; mahvolmak; iflas etmek. {eATf (ay nı) 5. argo. Çok sevmek; bayılmak; beğenmek; hoşlanmak. 6. {ağız} Usanmak; bıkmak. [DS] S bit meğe yüz tutmuş, Az kalm ış; bitm ek ü zere o la n ; son a y a klaşm ış.|| bitmek tükenmek bilmemek, B ir türlü son u g elm em ek ; eksilmemek.\\ bitmez tü kenmez (bitip tükenmez), 1. H iç bitm eyen. 2. Sonu gelm eyen. 3. Uçsuz bu caksız.|| bitmiş gün, {eAT} Son gün; v a d e günü. bitmek3, [eT. büt-mek > bit-mek dU^] {eAT} {ağız} gçsz. f. [- e r ] (Yaralanma sonucu açılan cilt vb. için) bitişmek; kaynaşmak. [DS] bitmek4, [eT. büt-mek > bit-mek] {ağız} gçsz. fi. [- e r ] 1. (Pekmez, bal gibi şekerli maddeler için) koyu laşmak; donmak; şekerlenmek. [DS] bitmek5, [eT. büt-mek > bit-mek] {ağız} gçsz. f i [-e r ] (Saç, yün vb. için) birbirine girmek; karışmak; ke çeleşmek. [DS] bitmiş, [bit-miş] {ağız} is. Donmuş, şekerlenmiş pek mez. [DS] bitmişi, [bit-miş-i] {ağız} is. (Pazarlıklarda) taraflar dan birinin verebileceği en son fiyat; en sonu. [DS] bitmül, [Sansk. pippala => bitbül / bitmül / pitbül] {eT} is. Uzun taneli bir tür karabiber; darıfülfül. bitne, [Güre, p’it’na] {ağız} is. bot. Nane. [DS] bitnel, [bit-nel J ^ ] {eAT} {ağız} sf. Mümbit; verimli. [DS] bitnik, -ği [İng. beat (ritim) + Lehç. nuda (sıkıntı) > nudnik > İng. beatnik] is. 1. Bit kuşağı hareketin den yana olan. 2. Genel davranışları ve döküntü kıyafeti ile toplumdan kopma noktasına gelen veya toplumun dışında bir hayat süren genç kız veya erkek.
bittabi, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + tab’ (tab i at, d o ğ a ) > bittabi] (b i ’ttabi:) {OsT} zf. 1. Elbette. 2. Doğal olarak; tabiatiyle; tabii, bittam am , [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + ta mâm] ( b i ’ttam a;m ) {OsT} zf. 1. Tamam olarak. 2. Tamamiyle; eksiksiz, bitter, [Al. bitter (acı)] ( b i ’tter) is. 1. Sarı sabır, ka kule, güvercin otu kökü, centiyane ve kınakına ka buğu gibi değişik bitkilerin 45 derecelik alkolde haşlanması ile elde edilen acımsı likör. 2. Bir tür acı bira. 3. Bir tür ardıç rakısı. 4. Sütsüz ve şeker oranı az çikolata, bitti, [bit-ti] {ağız} is. fo lk . 1. Saklambaç oyunu. 2. Kazıkları yere saplamaya dayalı bir oyun ve bu oyunda kullanılan ucu sivri kazıklar. [DS] bittiği, [bir+tilc-i > bittiği] ( b i ’ttiği) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bittiğicik, [bir+tik-i-cik > bitiğicik] {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
( b i ’ttiğicik)
bittik, -ği [bit-ti-k] {ağız} is. Mayasız hamurdan ya pılan küçük ekmek; bazlama. [DS] bittike, [bir+tik-e > bittike] ( b i ’ttike) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitüm, [Fr. bitume] is. 1. Keskin bir koku, alev ve koyu duman çıkararak yanan, karbon ve hidrojen bakımından zengin yakıtların genel adı; yer sakızı, kara sakız. 2. Yol kaplamasında, çatıların su geçirmezliğini sağlamada, kömür tozundan briket yapımında kullanılan, doğal ısıda katı, yoğunluğu bire yakın, koyu kestane renginde doğal madde, bitfimek, [bit-ü-mek d U ^] {eAT} gçsz. f i [- r ] Mukad der olmak; kısmet olmak. K on u k umduğun yem ez bitiidüğiin yer. N ev’izâde Atâî (15.yy.) bitümleme, [bitüm-le-me] is. Bitümlemek işi. bitünılemek, [bitüm-le-mek] gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] Su geçirmezlik sağlamak için belirli kalınlıkta bi tüm ile kaplamak, bitümlü, [bitüm-lü] sf. 1. İçinde bitüm bulunan. 2. Bitüm ile kaplanmış, bitüm katılmış. 3. Bitümün özelliklerini gösteren. S bitümlü köm ür, Yağlı k ö mür]] bitümlü beton, B ağ lay ıcı o la r a k bitüm k a tılmış kum, ç a k ıl g ib i tem el m alzem e ile hazırlan an karayolların dcıki 7-12 cırı 'lik üst beton kaplam a. bitttn, [bit-ün ıjio] {eAT} is. Bütün. S bitün ile, {eAT} Bütün olarak.
bitpazarı, [Ar. bat + Far. bâzar + T. -ı] is. Eski, kul
bitünile, [bitün+ile <ü^o] {eAT} zf. Bütün olarak.
lanılmış eşyaların satıldığı çarşı pazar, bitrik, [Far. pistih (fıstık) => bitrik] {eT} is. 1. Fıstık. 2. Dılak; dilcik; klitoris. [DLT]
bitüri, [bit-mek > bit-ür-i lSj^] {eAT} zf. Bitinceye
bitrişmek, [bit-(i)r-iş-mek dU^ju] {eAT} işteş, f . [-ü r] Hesaplaşmak; ödeşmek, bitrüm, [bit-(i)r-üm pju] {eAT} sf. Üstün nitelikleri bulunan; çok yüksek.
dek. bitürmek, [bit-mek > bit-ür-mek / büt-ür-mek diojji] {eT} gçl. fi. [-ü r] 1. Sona erdirmek; tamamlamak. 2. Giydirmek. [Yüknekî] 3. {eAT} Peyda etmek; hasıl etmek; meydana getirmek; üretmek; başarmak. 4. Bitiştirmek; kaynaştınnak.
İ M TÜR M
BİT
b ityar, [Far. bityar / bityare
/ » j i y (bitya:r)
{OsTj is. Elem; keder; sıkıntı, biuza, [Ar. bi'üza -^iyu] (biu:za) {OsT} is. zool. Siv risinek. biv, [Far. b l v j J (bi:v) {OsT} is. Güve, bivabet, [Ar. bivâbet / bevâbet c vabet.
J
{OsT} is. -*■ be-
j
bivan, [Ar. bivân / bevân / bevvân OIjj] (beva:n ) {OsT} is. -*• bevan. bivar, [Far. bıvâr jt^>] (b i:v a:r) {OsT} sf. On bin. bivare, [Far. bıvâre
(b i:v a :re) {OsT} sf. 1. Za
vallı; âciz. 2. Kimsesiz; garip, bivaz, [Far. blvâz jlj-J (bi:va:z) {OsT} is. 1. Yarasa. 2.
Kabul etme; onama; muvafakat,
bive, [Far. bıve »j-J (bi:ve) {OsT} is. Dul. t? bivezen, {OsT} D ul kadın. bivefa, [Far. bı-vefa li^ ] (b i:v efa :) {OsT} sf. Sevgi sine bağlılık göstermeyen; vefasız, bivefayi, [Far. bî-vefayı
(b i:v efa :y i:) {OsT} is.
Vefasızlık. bivegî, [Far. bive-gî
(b i:v eg i:) {OsT} is. Dulluk,
biver, [Far. bıvâr / bıver jj? ] (biıver) {OsT} sf. On bin. bivezen, [Far. bıve-zen O j^] (bi:vezerı) {OsT} is. Dul kadın. bivezn, [Far. bı- + Ar. vezn (tartı) Ojj
{OsT} sf.
Ölçüsüz. biya, -a ’ı [Ar. bı‘a > biya' £h] {OsT} is. Kiliseler, biyaat, -ti [Ar. biyâ'at c^ lo ] (biya:at, t in ce sö y le nir) {OsT} is. Satılık mal. biyah, [Ar. biyâh / beyâh ^lu] (biya:h) {OsT} is. Kü çük balık. biyan, [Yun. pian => biyan / meyan / piyan] {ağız} is. Kökünden tatlı bir madde çıkarılan çalımsı bitki, (G lycyrrhiza g la b ra ). [DS] biyana, [big / beg > beğ+ana] {ağız} is. Amca karısı; yenge. [DS] biye1, [be
/ biye] {eT} is. Kısrak.
biye2, [Fr. biais (ça p ra z çizgi)] is. Elbiselerin yaka, kol ve etek çevresine aynı veya başka bir kumaştan verev kesilerek geçirilmiş ince şerit, biyel, [Fr. bielle] is. m ekanik. Pistonun gidip gelme şeklindeki doğrusal hareketini dairesel bir harekete çevirmek amacıyla bir ucu pistona, diğer ucu vola nı çeviren kaldıraca bağlı metal çubuk, biyeli, [biye-li] sf. Biyesi olan; biye geçirilmiş, biyerlemek, [bey-er-le-mek] {eAT} gçl. f . [-r ] [-l(i)-
. 634
y o r ] 1. Konuğu en iyi şekilde ağırlamak. 2. Kabul etmek. biyik, [bedü-mek > bedü-k / biyik] {eT} sf. Büyük. [Clauson] biyim, [begüm > biyim] {ağız} is. Kırım’da saraya mensup bayanlara verilen unvan. [DS] biyo-, [Yun. bios > Fr. bio] ön ek. “H ayat, c a n lı” an lamında Yunanca bir ön ek. biyoakustik, [Fr. bioacustique] is. biy. Hayvanların çıkardıkları sesleri ve nedenlerini araştıran bilim dalı. biyoayrışabilirlik, [biyo+ay-r-ış-a+bil-ir-lik] is. Biyoayrışkan bir maddenin niteliği, biyoayrışkan, [biyo+ay-r-ış-kan] sf. biy. (Madde için) biyolojik etkenlerle tahrip edilen, biyoayrışm a, [biyo+ay-r-ış-ma] is. biy. Tabiata terk edilen biyoayrışkan bir maddenin toprakta ve su içinde bulunan mikroorganizmalar tarafından par çalanarak toprağa eklenmesi, biyocoğrafya, [biyo+coğrafya] is. biy. Bitki ve hay vanların yeryüzünde dağılışını inceleyen coğrafya dalı. biyodönfişüm, [biyo+dön-üş-üm] is. biy. Organik bir maddenin toprakta bulunan mikroorganizmalar ta rafından parçalanarak tekrar canlıların yararlanabi leceği hale getirilmesi. biyoelektrik,-ği [Fr. bioelectrique] is. biy. Canlıların ürettiği elektrik, biyoenerji, [Fr. bioénergie] is. biy. Biyokütlenin kimyasal dönüşümüyle elde edilen yenilenebilir enerji. biyofizik, -ği [Fr. biophsique] is. Canlılardaki enerji dönüşümlerinin fiziksel yönlerini inceleyen bilim dalı; biyolojik fizik, biyoforlar, [Fr. biophores] is. biy. Kromozomlar gibi çok karmaşık yapıları oluşturacak şekilde bir araya gelmiş bulunan son derece küçük elemanlar, biyogenetik, [Fr. biogenètique] sf. biy. Biyogenezle ilgili, t? biyogenetik eleman, H ayvan sal veya bit k is el can lı m addenin bileşim in e g iren b a sit cisim. biyogenez, [Fr. biogenèse] is. biy. İlk canlının yara tılmadığını, cansız maddelerden meydana geldiğini ve bütün canlıların bu ilk canlıdan, her canlının da kendisini doğuran bir yaratıktan geldiğini kabul eden görüş. biyografi, [Yun. bios (hayat) + graphe (yazı) > Fr. biographie] is. 1. Hayat hikâyesi; tercüme-i hâl; hâl tercümesi. 2. Yaşayışları ve yaptıkları ilgi çekici görülen önemli kişilerin hayatına ait derlenen bilgi lerin düzenli olarak anlatıldığı yazı türü, biyografik, -ği [Fr. biographique] sf. Biyografi ile ilgili. biyojeografi, [Yun. bios (hayat) + ge (yer) + graphe (yazı) > Fr. biogéographie] is. Bitki ve hayvanların yer üzerindeki dağılımını ve bunun sebeplerini in celeyen bilim; canlılar coğrafyası.
B « lf lC T İ[ K . « 5
biyokatalizör, [Fr. bioctalyseur] is. biy. Canlı doku ların hepsinde çok az bulunan ve hayat için gerekli kimyasal tepkimeleri uyandıran veya kolaylaştıran madde. biyokimya, [Fr. bio+ Ar. kimya] is. Hücreden en ge lişmiş organa kadar canlı dokuların bileşimi ile dı şarıdan alman besinler atılıncaya kadar organizma da ortaya çıkan tepkimeleri inceleyen bilim dalı; canlılar kimyası, biyokimyacı, [biyokimya-cı] is. Biyokimya uzmanı, biyokimyasal, [biyokimya-sal] sf. Biyokimya ile il gilibiyoklima, [Yun. bios (hayat) + climat (iklim) > Fr. bioclimat] is. Canlı varlıkları, özellikle insanı etki leyen iklim şartları, biyoklimatik, [Yun. bios (hayat) + climat (iklim ) > Fr. bioclimatique] sf. Biyoklimatolojiyle ilgili olan, biyoklimatoloji, [Yun. bios (hayat) + climat (iklim) + logos (bilim ) > Fr. bioclimatlogie] is. biy. Canlı organizmaların gelişmesinde iklimin etkilerini araştıran bilim kolu, biyokütle, [biyo+kütle] is. Yeryüzünün belli bir böl gesinde veya okyanusların, tatlı suların belli bir yerinde denge halinde yaşayan hayvansal ve bitki sel canlı varlık kütlesi; biyomas. biyol, [bir+yol] {ağız} zf. Bir kez; bir kere. [DS] biyolog, -ğu [Yun. bios (hayat) + logos (söz) > Fr. biologue] is. Biyoloji ile uğraşan kimse; biyoloji uzmanı. biyoloji, [Yun. bios (hayat) + logos (söz) > Fr. biologie] is. Bitkilerle hayvanların doğma, gelişme, üreme gibi yaşayış evrelerini inceleyen bilim dalı; dirim bilimi; hayat ilmi, biyolojik, -ği [Yun. bios (hayat) + logos (bilim ) > Fr. biologique] sf. Biyoloji ile ilgili; dirimsel; dirim bilimsel. S biyolojik saat, biy. B ir ç o k h ü cre ve organizm ada bulunan m eta bo litik ve d avran ış ri timlerinin tem elin de bulunan mekanizma.\\ biyolo jik yarılanm a, fız. C anlı dokuya, o rg a n a veya o r ganizm aya verilen ra d y o a k tif m ad d e m iktarının yarısının ortam dan atılm ası için g eç e n zam an. biyolojizm, [Fr. biologisme] is. fe l. Gerçekliği yal nızca biyoloji açısından ele alan, organik hayatın kavramlarını öteki gerçeklik alanlarına da uygula yan görüş; dirim bilimcilik, biyolüminesans, [Fr. biolüminescence] is. Ateş bö ceği ve bazı bakteriler gibi canlıların organik bir işleve bağlı olarak ısısız (soğuk) ışık yaymaları, biyom, [Fr. biome] is. Okyanus, tatlı su, orman, çayır gibi dünyanın büyük ekolojik birimlerinden her bi ri. biyomağnetizma, [Fr. biomagnétisme] is. biy. Canlı varlıkların mıknatıs alanında gösterdikleri duyarlı lık ve tepki.
BİY
biyomas, [Fr. biomasse] is. Yeryüzünün belli bir böl gesinde veya okyanusların, tatlı suların belli bir yerinde denge halinde yaşayan hayvansal ve bitki sel canlı varlık kütlesi; biyokütle. biyomedikal, [Fr. biomédical] sf. Tıp ve biyolojinin ortak konusu olan, biyomekanik, [Fr. biomécanique] is. ve sf. Biyoloji, fizyoloji ve tıp sorunlarına mekanik yasaların uy gulanması. biyometeoroloji, [Yun. bios (hayat) + meteor (h a v a d a olu şan) + logos (söz) > Fr. biometèorologie] is. Hava olaylarının canlılar üzerindeki etkisini ince leyen bilim. biyom etri, [Fr. biométrie] is. biy. Canlılara istatistik metotlarını ve ihtimal hesapları formüllerini uygu layan biyoloji bölümü, biyomikroskop, [Fr. biomicroscope] is. Canlı gözü incelemek için kullanılan ince yarıklı lambalı özel aydınlatma düzenekli, iki gözle bakılabilen mik roskop. biyomimetik, -ği [Fr. bio-mimetique] is. Doğadaki canlıların koruyucu yapılarım ve tasarımlarını ince leyen, bulgularından teknikte yararlanmayı amaç layan bilim dalı, biyomorfoz, [Fr. biomorphose] is. biy. Bir canlı var lığın başka bir canlı varlık üzerindeki etkisinin so nucu. biyonik, -ği [Yun. bios (hayat) + elektro/nique > Fr. bionique / İng. bionic] sf. 1. Biyoloji ve elektrikle ilgili olan. 2. is. Yönelme ve sezme gibi bazı biyo lojik süreçleri inceleyen; sonuçların askerlik ve sanayide kullanılmasını amaçlayan bilim. 3. Dirim kurgu. biyopsi, [Yun. bios (hayat) + opsis (görm e) > Fr. bi opsie] is. tıp. Mikroskopta yapısını incelemek üze re canlıdan bir doku parçası alma, fi1 biyopsi yap mak, C anlıdan doku p a r ç a s ı alm ak. biyoritim, -mi [Fr. biorythme] is. Fizyolojik faaliye tin düzenli ve periyodik değişimi, biyos, [Fr. bios] is. biy. 1. Bitkisel hormonlar gru bundan bira mayası mantarının büyümesini etkile yen hormon. 2. Canlı organizmalar, biyosanayi, [biyo+sanayi] is. Gıda, ilaç ve enerji alanlarmda biyodönüşüm tekniklerinden yararlanan sanayi. biyosemez, [Fr. biocémèse] is. Ayılardaki kış uykusu gibi çevre soğuması, oksijen ve su azlığı gibi se beplerle uyuşuklaşmış ve yavaşlamış hayat, biyosenoz, [Fr. biocénose] is. Biyolojik bir ortamda karşılıklı bağımlılık ve denge içinde yaşayan hay van ve bitkiler topluluğu, biyosentez, [Fr. biosynthèse] is. biy. Canlı varlığın, kendi bünyesinde enzimler yardımı ile küçük mo lekülleri kimyasal bireşime sokarak büyük mole küllü organik madde yapımını gerçekleştirmesi.
« 1 H C E K U I.6 3 6
BİY
biyosfer, [Fr. biosphère] is. Canlı organizmaların bir biri ile ilişkilerinin sürdüğü, üzerinde hayat olan kayaç, su ve havadan ibaret yeryüzü örtüsü; ekosfer. biyosit, [Fr. biocide] is. kim. Mikroorganizmaları yok eden kimyasal ürün, biyostazi, [Fr. biostasie] is. Toprağın biyolojik ba kımdan durgunluk evresi, biyoşimi, [Fr. biochimie] is. Biyokimya, biyoteknik, -ği [Fr. biotchnique] is. Canlı varlıkların biyokimyasal özelliklerinden yararlanarak biyodönüşümler gerçekleştirmeyi amaçlayan tekniklerin tümü. biyoterapi, [Fr. biothéraphie] is. tıp. Bir hastalığı tedavi için kefir, maya gibi canlı mikroorganizma lardan ve fizyolojik ürünlerden yararlanan tedavi yöntemi. biyotip, [Fr. biotype] is. Dış görünümünün yanı sıra genetik varlığıyla da birbirine benzeyen aynı tür den bireyler topluluğu, biyotit, [J. B. Biot’un adından Fr. biotite] is. Siyah renkli, heksegonal yapraklar halinde bulunan monoklinik mika; kara mika, biyotop, [Fr. biotope] is. biy. Organizmaların içinde yaşadığı bir bataklık, çöl, çayır, orman veya mağa ra gibi biyolojik ortam, biyotropizm, [Fr. biotropisme] is. bot. Asalak bitki lerin köklerinin gelişme ve büyüme yönsemesi. -biz, [Far. bihten (elem ek, kalbu rdan g eçirm ek) > bîz
{OsT} sf. 1. Eleyen; kalburdan geçiren. 2.
so n ek. Sonuna getirildiği Arapça ve Farsça keli melerden “.. yapan , .. e d e n ’’ anlamında birleşik sı fatlar yapan son ek. b iz', [biz / biz (yans.)] is. (İnsan ve hayvan için) vızıltılı işemeyi anlatan kök. [Zülfıkar] biz-ik etm ek. biz2, [biz / biz / büz (yans.)] is. İşten kaçmayı, kaytar mayı, mıymıntılık ve mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] biz biz, biz-ik-le-m ek. biz3, [biz (ycms.)\ is. Organların uyuşmasını anlatan kök. [Zülfıkar] biz-ir-de-m ek. biz4, [biz (yans.)] is. Vızıltı sesini anlatan kök, [Zülfıkar] biz-i-ki. biz , [bi-z / mi-z] zm. 1. Çokluk birinci şahıs zamiri; feT} (aynı). [İKPÖy.] [DLT] [ETY] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabaiıı] [Tekin] [Yüknekî] 2. (Resmî üslupta ve önemli kişiliği olan bir kimsenin ağzından) ben. 3. (Daha süslü bir anlatım sağlamak; alçak gönüllü lük göstermek; kendisini ön plana çıkarmamak gibi sebeplerle bazı yazarlar için) ben. 4. İçinden geli nen bir topluluk ya da millet. S biz bize, H içb ir y a b a n cı bulımmalcsızın yaln ız biz.\\ bizden, {eAT} Bizim tarafımızdan.\\ bizden iyileri, (eAT) P eri; cin .|| bizden yeğler, {eAT} P eri; cin .|| Bize de mi lolo? “Senin çevirdiğin d o la p la rı bilirim , ben i d e m i a ld a ta b ile ceğ im sanıyorsu n?" an lam ın da kul
lanılır.\\ bizim kız, {ağız} K ız kardeş. [DS]|| bizim oğlan, {ağız} K a r d e ş ; a r k a d a ş ; dost. [DS] biz6 [böz > biz yS\ {eT} {eAT} {OsT} is. Bez; kumaş. [Yüknekî] biz7, [Çağ. bigiz > biz] is. 1. Kösele, deri gibi sert bir şeyi dikerken iğnenin geçeceği delik açmak için özel olarak yapılmış ucu sivri ağaç saplı araç; tığ. 2. Şiş. S biz çöreği, {ağız} G özlem e. [DS] biz8, [? biz] is. zool. Ülkemiz sularında yaşayan bir tür mersin balığı; şip, (A cipen ser nudiventris). biz9, [Lat. bis (çift) > Fr. bis] ünl. (Seyirci ya da din leyici haykırışı) bir daha! biza, -a ‘i [Ar. biza5 *t-L] (biza;) is. Bir kimseye karşı kaba ve çirkin davranışta bulunma, bizaat, [Ar. bizâ'at c^ U i;] (biza:at) {OsT} is. Ticaret eşyası; tüccar malı; satılık mal. bizahm et, [Far. bî- + Ar. zahmet
0 ^ -3
{OsT} zf.
Zahmetsizce. bizahl, [bir+ Ar. sehl > bizahl] (bi ’z ah l) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] Bizanslı, [Byzantion (İsta n b u l’un y erin d e bulunan an tik kentin ad ı) > Fr. Byzance => Bizans-lı] sf. 1. Bizans ve Bizans imparatorluğu ile ilgili. 2. Bi zans’ta ve Bizans imparatorluğunda oturan, bizar, [Far. bî-zâr jlj*] (b i;z a ;r) {OsT} sf. 1. Rahatsız; tedirgin. 2. Usanmış; bıkmış; bezmiş. S bizar et mek, 1. R ahatsız etm ek. 2. U sandırm ak,|| bizar ol mak, U sanm ak; bıkm ak. bizare, [Far. bîzâre ojll] (b i;z a :r e) {OsT} is. Oyun; hile; desise. 0 bîzâre-i dîdâre, {OsT} A şk oyunu; a ş k hilesi. bizari, [Far. bî-zârî
(b i:z a :r i;) {OsT} is. 1.
Bezginlik. 2. Usanç. 3. Küskünlük, bizatiha, [Ar. bi-zâtihâ
(biza: ’tiha:) {OsT} zf.
-*■ bizatihi. bizatihi, [Ar. bi-zâtihi ^\y] (biza: ’tihi) {OsT} zf. 1. (Varlığı) kendinden; kendiliğinden; özünden. 2. Kendisi. hizaz, [Ar. bizâz İİİJ (biza:z) {OsT} is. Dağınıklık; pejmürdelik. bizazet, [Ar. bizâzet o j l j J (biza:zet) {OsT} is. Bezcilik; dokumacılık, bizbilik, [biz (yans.) > biz+bil-ik] {ağız} is. Söğüt dalından yapılmış düdük. [DS] bizbiz, [biz (yans.) > biz+biz] {ağız} zf. (Çalışmak için) ağır ve uyuşuk; mızmız. [DS] bizcileyin, [biz-cileyin aM -ji] (biz-cileyin) {eAT} zf. Bizim gibi. bizçileyin, [biz-çileyin
{eAT} zf. -*• bizcileyin.
İK İM E « . 637
BLE
bizeğil» [bir+ Ar. sehl > bizeğil] ( b i ’zeğ il) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bizek, [beze-mek > biz-e-k] {eT} is. Bezek. [Yüknekî] bizel, [bir+ Ar. sehl > bizel] (bi'ze.j) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bizelgen, [beze-mek > biz-e-mek > biz-e-l-gen] {ağız} sf. Süslü. [DS] bizemek, [beze-mek > biz-e-mek d!o>o] {eT} {eAT} g ç l.fi [- r ] Bezemek. [Yüknekî] bizemsek, [bez-mek > biz-emsek dL-ojJ {eAT} sf. Âciz; düşkün; muhtaç, bizenmek, [beze-n-mek / biz-e-l-mek / biz-e-n-mek] {eT} d ö n şl.f. [-iir] Bezenmek; süslenmek. [Nevâyî] bizermek, [beze-mek > bize-mek > bize-r-mek] Sa ğız} gçl. f . [ -ir ] Süslemek. [DS] bizgiç, [biz-giç] {ağız} is. Çarık dikmek için kullanı lan demir ya da ağaç çivi. [DS] bizgin, [bez-mek > bez-gin / biz-gin j S j J {eAT} sf. Bezgin; bîzar. bizh, -hı [Ar. bizh ^İj] (h, kalın söy len ir) {OsT} is. Eli kesilmiş olan kimsenin yarası, bizi, [biz (yans.) > biz-i] {eT} is. Ekmeğin üzerindeki yanık kabuklar. [DLT] bizik, -ği [biz (yans.) > biz-ik] {ağız} is. Çiş. S bizik etmek, {ağız} Çiş etm ek. [DS] biziki, [biz (yans.) > biz-ik-i / Güre, bizikı] {ağız} is. Eşek arısı. [DS] biziklemek, [biz (yans.) > biz-ik-le-mek] {ağız} gçsz. f M [~ lp)-yor] (Kümes hayvanları için) korkudan acı acı bağırmak; cıyaklamak. [DS] bizimki, [biz-im-ki] zm. 1. Bizim olan. 2. Bizimle ilgili. 3. {ağız} Kadınlar kocalarından; erkekler de karılarından söz ederken eşlerinin adı yerine kulla nırlar; eşim; kocam / karım. [DS] 4. Yakın çevre mizde olan birinden söz ederken kullanılır. 5. (Ki şiler için) daha önce kendisinden söz edilen, bizing, [bi-z-in] (bizin) {eT} zm. 1. Teklik birinci kişi zamiri iyelik durumu; bizim; [Tekin] [ETY] 2. Bizler. [EUTS] bizinge, [biz-i-ne] (bizine) {eT} zm. Teklik birinci ki şi zamiri yönelme durumu; bize; [Tekin] [ETY] [EUTS] bizinte, [biz-inte] {eT} zm. Teklik birinci kişi zamiri bulunma durumu; bizden. .. bizir, [biz (yans.) > biz-ir] {ağız} is. 1. Tohum. 2. Er kek eşey hücresi; sperma. 3. Çekirge, karınca vb. küçük hayvanların yumurtası. [DS] bizirdemek, [biz (yans) > biz-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f M [-d (i)-y o r] (Organlar için) uyuşmak. [DS] bizişk, [Far. bizişk d iijJ is. Doktor; hekim, bizlah, [Ar. bizlâh
(bizlâ:h) {OsT} sf. (Kişi i-
çin) çenesi düşük; geveze.
bizle1, [Ar. bizle
{OsT} is. Gündelik elbise.
bizle2, [Far. bizle «di.] {OsT} is. Şaka; latife, bizleme, [biz-le-me] is. Bizlemek işi. bizlemek, [biz-le-mek] gçl. f . [ - e r ] [-l(i)-y o r] 1. K a lın deri veya başka maddeyi biz ile delmek. 2. Ucu nodullu değnek ile hayvanları dürtmek, {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Karıştırmak. [DS] 4. {ağız} (Arı, akrep vb. hayvan için) sokmak. [DS] 5. {ağız} Tarizde bu lunmak; iğnelemek. [DS] bizlenc, [biz-le-nç bizlengec, [biz-le-n-gec bizlengiç, [biz-le-n-gic
{eAT} is. -*■ bizlengiç. {eAT} is. -*■ bizlengiç. {eAT} is. -*• bizlengiç.
bizlengiç, -ci [biz-len-giç] {ağız} is. 1. U cu nodullu değnek; övendire. 2. Kunduracıların kullandığı biz. [DS] bizlik, -ğe [biz-lik d U jJ l ağ lzl zf !• {eAT} Bize yarar; tam bize göre. 2. is. Kendi yaradılışımız; kimliği miz. [DS] bizltt, [biz-lü
3!^] {eAT} zf. Bize ait; bizim tara
fımızda. bizmut, [Alm. Wissen (A lm an ya’d a y e r a d ı) + muten (m aden ara m a k) > Wismut > Fr. bismuth] is. kim. Atom ağırlığı 209, atom numarası 83, yoğunluğu 9,8 olan 27 1 .3 °C ’de ergiyen kızılımsı beyaz renkli kırılgan ve katı bir element. Sembolü: Bi. bizni, [biz-ni] {eT} zm. Teklik birinci kişi zamiri yük leme durumu; bizi. [ETY] bizon, [Lat. bison] (bi ’z on) is. zool. Kambur cidavlı, kalın postlu, geniş ve kısa kafalı, kıvrık kısa boy nuzlu, tümsek alınlı bir sığır türü, (B ison bon asu s; B ison am erican us). bizüm, [biz-üm] {eAT} zm. Bizim, bizzarure, [Ar. bi-(ön ek) + el ( h a r f i tarif) + zarüre(t) (gerekli)
( b i ’z zaru :re) {OsT} zf. Zo
runlu olarak; ister istemez; mecbur kalarak, bizzat, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + zât (kişi) > bizzat o l i.] ( b i ’zza:t) {OsT} zf. 1. Kendi; kendisi; şahsen. 2. Doğrudan doğruya. 0 bizzat ihkak-ı hak etme, K en d i hakkın ı z o r k u lla n a ra k eld e etm e, korum a. blakavt, [İng. black-out] (b'lakavt) is. as. Karartma, blanko, [İsp. blanco] (b 'la ’nko) is. Tam yetki; açık bono. blast, [Fr. blaste] (b'last) is. biy. Tohum; yeni hücre ler verecek olan yapı ya da hücre, hlastula, [Fr. blastula] (b 'la ’s tula) is. biy. Yumurta hücresi embriyon durumuna gelirken morulanın gelişerek içi boş yuvarlak bir şekil alması, blazer, [İng. blazer] (b'lazer) is. Bir tür spor ceket, blender, [İng. blender] (b'lender) is. Çeşitli malze-
ÖIÜMlİIIliCESöZbÖIİ.638
BLİ
melerin kesilip ufalanmasına ve karıştırılmasına yarayan alet; karıştırıcı, blider, [Yun. pliteri] (b'lider) {ağız} is. El bezi. [DS] blok, [Holl. bloc (kesilmiş ağaç gövdesi) > Fr. bloc] (b"lok, l ince söylenir) is. 1. Ağır ve büyük yığın. 2. İçine resim kâğıtları konulan karton kap. 3. Birbiri ne bitişik olarak yapılmış büyük binalar topluluğu. 4. argo. Sinemalarda asıl filme sonradan eklenen açık saçık sahneler bulunan bölüm. 5. mecaz. Aynı görüşü benimseyenlerin, aynı inancı paylaşanların meydana getirdiği topluluk. 6. Politik çıkarları için birlik oluşturan devletler topluluğu. 7. Mendirek ve köprü ayakları ile yanlarına konulan büyük beton kitle. 8. Aynı yol üzerinde giden veya manevra ya pan trenlerin çarpışmasını önleijfoek amacıyla kulla nılan ışıklı işaret sistemi. 9. sf. Birden çok bölüöıü bir araya getirilmiş ve bir bütün oluşturan.Ö blok inşaat, Birbirine bitişik binalardan m eydana gelen
inşaat. blokaj, [Fr. blocage] (b'lo ’ka:j, l ince söylenir) is. 1. Belirli bir noktada tutma; dondurma; tutmak. 2. Hareketine engel olma; yolu kapatma; bloke etme; durdurmak. 3. Sert bir frenleme ile aracın savrul masına veya kızaklamasma neden olacak şekilde tekerleklerin durdurulması. 4. bank. Banka hesa bındaki paradan hesap sahibinin dilediği gibi yarar lanmasını engelleme. 5. tic. Bir ülkeyle serbest ti caret yapımına engel olma veya bazı mallar için kısıtlama getirme. 6. inş. İnşaatlarda toprak ile be ton arasında bir kat oluşturmak üzere döşenen irili ufaklı taş dolgu, bloke, [Fr. bloquer > bloqué] (b'loke, l ince söylenir) is. El değiştirmesini, kullanılmasını veya hareketini önlemek amacıyla el koyma; tutma; durdurma. S bloke etmek, bank. 1. M alî işlemlerde bir paranın
kullanılmasını durdurmak; tutmak. 2. Kambiyo iş lemlerinde hükümet kararnamesi olmadan parayı kullanılmaz duruma getirmek; durdurmak. 3. Fut bolda kalecinin kaleye atılan topu iki elle yakala ması; tutmak, yakalamak. || bloke p ara, bank. Tu tulmuş para. blokhavz, [Alm. block-haus] (b'lo’khavz, l. ince söylenir) is. Küçük savunma istihkâmı; korunak, bloklaşma, [blok-la-ş-ma] (bloklaşma, l ince söyle nir) is. Bloklaşmak işi. bloklaşmak, [blok-laş-mak] (bloklaşmak, l ince söy lenir) gçsz. f. [-ır] Siyasi partiler ve devletler kendi aralarında kitle oluşturmak, bloknot, [Fr. bloc+notes] (bloknot, l ince söylenir) is. Yaprakları kolayca çıkartılabilecek veya yırtılabilecek şekilde yapılmış not almaya yarar küçük defter. bloksuz, [blok-suz] (bloksuz, l ince söylenir) sf. Hiç bir siyasi gruplaşmada veya devletler kitlesinde yer almayan; tarafsız.
bloksuzluk, -ğu [blok-suz-luk] (bloksuzluk, ilk l ince söylenir) is. Bloksuz olma durumu; tarafsızlık, blöf, [İng. bluff] (blöf) is. 1. İskambil oyunlarında elindeki kâğıtları olduğundan daha iyi göstererek karşı tarafın sinmesine veya çekilmesine sebep ola cak tavır takınma. 2. Bir işte rakibini alt etmek için söylenen yalan veya takınılan aldatıcı tavır; kuru sıkı. S blöf yapm ak, K arşısındakini caydırmak i-
çin kendini ve elinde olan imkânları olduğundan daha üstün gösterici söz söylem ek veya tavır ta kınmak. blöfçü, [blöf-çü] (b'löfçü) is. Blöf yapan, blucin, [İng. blue (mavi) + Genova (kaba kumaşın dokunduğu kent) > jean (pamuklu bez)] (b'lû’cin) is. 1. Elbise yapılan çapraz dokunmuş bir cins mavi kaba kumaş. 2. sf. Bu tür kumaştan yapılmış (giye cek). blum, [Fr. blum] (b'lûm) is. Elli iki kâğıtla oynanan iki veya dört kişilik bir iskambil oyunu, bluz, [Fr. blouse] (bulûz) is. Gömlek gibi giyilen ince kumaştan yapılmış veya örülmüş astarsız kadın giysisi. bo1, [ba / be / bı / bo / bö / bti (yans.)] is. (Hayvan için) bağırma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] bo-gür-mek, bo-ğur-t-lak, bo-vur-mak. bo2, [bo] {eT} sf. Bu. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] boa, [Lat. boa (su yılanı)] is. zool. 1. Güney Afri ka’da yaşayan, sarılarak öldürdüğü sıcak kanlı hayvanlarla beslenen, dört metre kadar boyunda zehirsiz bir yılan, (Boa constrictor) . 2. Kadınların sadece boyunlarına aldıkları yılan biçimindeki dar ve uzun kürk; boyun kürkü, boagiller, [boa+giller] is. zool. Avını sarılarak öldür mek suretiyle yiyen zehirsiz yılanlar familyası,
(Boaidae). boalar, [boa-lar] is. zool. Sürüngenler sınıfının, yı lanlar takımının bir bölümü, (Boaeformia). boba, [baba / boba / buba] {ağız} is. Baba. [DS] bobaçça, [Sırp, popadica > papatya / babaçça / bobaçça] {ağız} is. Papatya. [DS] bobi, [İng. boby (Robert erkek adının kısaltılmışı)] is. Süs köpeği; fino, bobin, [Fr. bobine] 1. Üzerine tel, iplik gibi şeyler sarılabilen ağaç veya plastikten yapılmış silindir. 2. elkt. Üzerine akım geçirebilen dışı yalıtılmış tel sa rılı manyetik ortam oluşturarak çeşitli amaçlarla kullanılan alet. 3. oto. Patlamalı motorlarda ateşle meyi sağlamak amacıyla kullanılan indükleyici. bobinaj, [Fr. bobinage] is. 1. Bobin yapmak. 2. Elek trik bobininde elektrik devresini oluşturan iletken kümesi. bobinatör, [Fr. bobinateur] is. Birpiliği, teli vaya şe ridi makaraya sarmakta kullanılan aygıt, bobo, [Çoc. d. bobo / bobos] {ağız} is. Küçük çocuk-
fllB H Iü lf fM « 6 3 9 lan korkutmak için uydurulmuş yaratık; umacı. [DS] boboç, [Erme, bobocag] {ağız} is. Sümük. [DS]
BOD
boçça, [Yun. mpotsa] {ağız} is. Küçük testi. [DS] boçga, [Rus. boçka] {ağız} is. 1. Testi. 2. Yayık. 3. Fıçı. [DS]
bobos, [Çoc. d. bobo / bobos] {ağız} is. •* bobo. [DS]
boçke, [Rus. boçka] {ağız} is. - * boçga. [DS]
bobstil, [Ing. bobstyle] is. Yirminci yüzyılın ortala rında gençler arasında yaygın olan gösterişli bir gi yim biçimi; züppe, boca, [İt. poggia] ( b o c a ) is. dnz. 1. Geminin rüzgâr almayan yanı. 2. ünl. Geminin baş tarafını rüzgâra doğru çevirme emri. S boca alabanda, 1. Y elkenle seyreden b ir gem inin p u p a sın d a n kon tra d eğ iştire rek dönm esi. 2. Bu iş için verilen emir.\\ boca et mek, 1. dnz. Seren, y elken , f ı ç ı g ib i şeylerin altını üstüne getirm ek. 2. B ir k a b ı ters ç e v ir e r e k için d eki leri birden boşaltm ak. bocalama, [boca-la-ma] is. Bocalamak eylemi,
boçuk, -ğu [Erm. poçi] {ağız} is. - * bocu. [DS]
bocalamak, [boca-la-mak] gçsz. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. dnz. (Gemi için) rüzgâra karşı gidemeyerek sürük lenmek. 2. Rüzgârdan kaçarak hız kesmek. 3. m e caz. Bir işte tutulması gereken yolu bilememek; kararsızlık içinde bunalmak. 4. Yeni bir işe ve or tama ayak uyduramamak; alışamamak.
bodam, [Yun. potamo] {ağız} is. Bir yapıya büyük kiriş atıldıktan sonra iki tarafta boydan boya kalmış olan bölmeler. [DS]
bocalatma, [boca-la-t-ma] is. Bocalatmak işi. bocalatmak, [boca-la-t-mak] g çl. f i [-ır ] 1. Birisinin bocalamasına yol açmak. 2. Birini, ne yapacağını bilemez duruma getirmek, bocanma, [boca-n-ma ?] {ağız} is. Gayret. [DS] boccik, -ği [Erme, boç (kuyruk) > boc-cik] {ağız} is. Keçi kuyruğu. [DS] boci, [İng. bogie] is. Ağır yükleri taşımakta kullanı lan iki küçük, kalın tekerleği olan el arabası, bocu, [Erme, poçi] {ağız} is. 1. Küçük köpek. 2. Tazı. 3. Domuz yavrusu. [DS] bocuk, -ğu [Slav, bojuku] is. 1. Domuz. 2. Hz. İsa (as)’m Ortodokslar tarafından kutlanan doğum yor tusu. S bocuk domuzuna dönmek, Şişm anlam ak. bocur, [Sırp, bojur] {ağız} is. bot. Küçük kırmızı renkli bir çiçek; şakayık, (P aeon ia). [DS] bocurgat, [Yun. mpotzergates / ? boci+ırgat] is. 1. Ağır yükleri kaldırmakta kullanılan ve bir manivela ile döndürülen özel bir çıkrık. 2. {ağız} Y ağ değir menlerinde hayvan veya insanlar tarafından çevri len ve döndükçe üzerine halat dolanarak pres göre vi yapa kalın direk. [DS] 3. {ağız} İri yarı adam. [DS] S bocurgat yapm ak, argo. Burnunu Iyarış tırmak. bocurum, [Yun. epidromus] is. dnz. Kotra ve filika gibi deniz taşıtlarının kıç direğinde yer alan dört köşe yelken. bocut, -du [bod-uç / boc-ut] {ağız} is. 1. Ağaçtan oyularak yapılmış testi. 2. Topraktan yapılma ağzı geniş testi. 3. Kısa boylu insan. [DS] boça, [İt. boccia] ( b o ’ça ) {OsT} is. dnz. On yedinci yüzyılda kullanılan bir tür top güllesi.
bod1, [böd] (b o :d ) {eT} is. Boy; vücut; kamet; gövde. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [İKPÖy.] bod2, [böd] (b o :d ) {eT} is. 1. Kurumlaşmış topluluk; boy; halk; aşiret; kabile; cemaat. [EUTS] [ETY] [Gabain] [İKPÖy.] 2. İttihat; birleşme; birlik. [ETY] bod3, [böd / boy] (b o :d ) {eT} is. Çok az bir misk kullanılarak yapılan makyaj malzemesi. [DLT] S1 bod moncuk, {eT} C ariyelerin takındığı boncuk. [DLT] bod4, [bod] {eT} is. Toy kuşu. [DLT]
bodana, [Yun. mpoutina] {ağız} is. 1. Tahta kap. 2. Küçük fıçı. 3. Toprak kap. [DS] bodaşm ak, [bod-aş-mak] {ağız} işteş f i [- ir ] Kollarını birbirinin boynuna dolayarak yürümek. [DS] bodes, [Yun. podesin] {ağız} is. Büyük boy öreke. [DS] bodımak, [bod-u-mak / bod-ı-mak] {eT} gçl. fi. [ - r ] 1. Yapıştırmak. 2. Boyamak. [Gabain] bodısabat, [Sansk. bodhisattva] {eT} sf. 1. Özü, eksiksiz bilgiye dayalı olan. [İKPÖy.] 2. is. Buda düzeyine erişmesine yalnızca bir basamak kalan Budacı aziz. [İKPÖy.] bodi, [Sansk bodhi] {eT} is. 1. Tanrısal aydınlanma; tenvir; ilham; nur; erme. [Gabain] [EUTS] 2. İrfan. [EUTS] 3. Buda bilgeliği, bodiri, [Yun. potiri] {ağız} is. Küçük konyak kadehi. [DS] bodiye, [Yun. podia] {ağız} is. Kızların okul önlüğü. [DS] bodlamak, [eT. botu-la-mak / bot-a-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-l(u )-y or] (Manda ve deve için) do ğurmak. [DS] bodlacı, [botla-cı] {eAT} sf. Gebe deve. bodlug1, [bod-luğ / bod-uğ] {eT} is. Boya; kına. [DLT] bodlug2, [bod-luğ] {eT} sf. Boylu. [DLT] [EUTS] bodoslama, [Yun. podostamo] is. 1. Bir teknenin baş ve kıç tarafından kaldırılan kaplamaların birleştiği yerdeki ağaç. 2. a rgo. Burun. 3. argo. Göğüs; gö bek. 4. zf. Ön taraftan; cepheden. S bodoslama demiri, K ayığın ön tarafın daki dem ir. bodoslamadan, [bodoslama-dan] zf. Önden, cephe den; tam karşıdan, bodrak, [böd-rak] {eT} sf. (At donu için) kızıl kahve rengi. [ETY]
İM lÜ IftS Ö M .
BOD
bodrum , [Yun. hypo (altında) + dromos (yol)] is. Binanın yol seviyesinden aşağıda kalan kısmı. S bodrum gibi, B a s ık ve k a ra n lık (yer).|| bodrum katı, B ir binanın zem in altında k alan ve oturu labilen kısmı. || bodrum mezarı, T ürbe ve kiliselerin bodru m ların a ölü göm ü lm esi için y a p ıla n o d a ; m e z a r oda. bodsuz, [bod-suz] {eT} sf. 1. Boysuz; endamsız. 2. Bedensiz.
bodurlaşm a, [bodur-la-ş-ma] is. Bodurlaşmak eyle mi. bodurlaşm ak, [bodur-la-ş-mak] gçsz. f . [-ır ] Bodur duruma gelmek, bodurluk, -ğu [bodur-luk] is. 1. Bodur olma duru mu. 2. Bodur olan şeyin niteliği, bod utmak, [bodü-mak > bodu-t-mak] {eT} gçl. f i [ur] Boyatmak. bog1, [böğ
bodu, [bod-u] {ağız} is. 1. Dokuma tezgâhının altına ve üstüne takılan yuvarlak ağaç. [DS]
(b o ;ğ ) {eT} {eAT} is. Bohça; heybe.
[DLT] bog2, [bo-ğ] {eT} is. Küf. [Gabain] boduç, -cu [eT. butik (tulum) > boduc {ağız} is. bog3, [beg / baş-buğ] {ağız} is. Başkan; amir. [DS] 1. Ağaç veya topraktan yapılmış kısa boylu, ağzı boga, [boğa] {eT} is. Boğa. [EUTS] içine el girebilecek genişlikte küçük küp; bodur bogaga, [*bukâ-mak > bukâ-ğıı] {eT} is. Kelepçe; cuk. 2. {eAT} Emzikli toprak su kabı. 3. Çömlek. 4. bent; bukağı. [EUTS] Küçük güğüm. [DS] bogaguçı, [buka-ğu-çı] {eT} sf. 1. Kelepçe vuran. boduçka, [bodur + Slav, -ka (küçültm e eki)] {ağız} sf. [EUTS] 2. is. Cellat. [EUTS] Bodur. [DS] bogagulug, [buka-ğu-luğ] {eT} sf. Boğulmuş; kelep bodug1, [bodü-mak (boyam ak) > bodu-ğ] {eT} is. 1. çelenmiş. [EUTS] Boya; renk. [DLT] [KB] 2. Çivit; boya; kına. [EUTS] bogagulukçı, [bukağu-luğ-çı] {eT} is. 1. Cellat. [EUTS] 2. Katil; boğazlayan. [EUTS] bodug2, [bod > bod-uğ] {eT} is. Heykel. [EUTS] bogam ak, [boğ-amak / buğ-anak] {eAT} is. Sağanak, boduglug, [boduğ-luğ] {eT} sf. Boyalı; renkli. [EUTS] bogay. boduk1, -ğu [eT. botu > botu-k / bod-uk] {ağız} is. 1. bogang, [*boğan] {eT} is. Deve yavrusu. 2. Ayı yavrusu. 3. Küçük çocuk. 4. bogarm ak, [boğ-ar-mak] {eT} gçl. f i Ağaca kertik aç mak. [DLT] Tek boynuzu kırık hayvan. [DS] bogarsuk, [boğ-ar-suk / bağ-ar-sık] {eAT} is. Bağır boduk2, -ğu [bod-uk ?] {ağız} is. Ağaç kovuğu. [DS] sak. bodulmak, [bod-ul-mak] {eT} edil. f. [-u r] 1. Bağ bogasa, [boğ-ası / boğ-asa] {eAT} is. Kalın çulha be lanmak; yapışıp kalmak. [EUTS] [Üç İtigsizler] 2. zi. Takılmak; asılmak. [Gabain] 3. Boyanmak. [Gabain] boğasam ak, [boğa-sa-mak / boğa-sı-mak] {eAT} [KB] gçsz. fi. [-r ] (İnek için) boğa ile çiftleşmek istemek; bodum ak, [*böd > bod-ü-mak] {eT} gçl. f . [-r ] 1. kızmak. Yapıştırmak; [Gabain] 2. Boyamak; renklendirmek. [DLT] [Gabain] 3. Asmak; süzmek. [EUTS] 4. Yak bogasımak, [boğa-sa-mak / boğa-sı-mak] {eAT} gçsz. f i [-ır ] -*■ boğasamak, mak. [EUTS] bogata, [İt. bugada / Yun. plogada (küllü su)] is. Y ı bodun, [böd (boy; kurum laşm ış topluluk) > böd-(u)n kamadan önce çamaşırı küllü ya da'ilaçlı suya bas (-n: çokluk, topluluk bildiren ek)] is. 1. Millet; tırma. halk; insanlar. [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] 2. Boylar; bogay, [boğan > boğay] {eT} is. Alçak; kısa. [Clauson] oymaklar; kabileler. [Tekin] [Gabain] [İKPÖy.] [ETY] bodunlug, [bodun-luğ] {eT} sf. Bir boya mensup o- boğaz, [boğ-az / boğ-uz] {eT} is. Boğaz. [DLT] [Gaba in] [EUTS] S boğaz bolmak, {eT} H am ile kalm ak. lan; kavimli; milletli; boylu, [EUTS]|| boğaz deliği, {eAT} Y em ek borusu.\\ bo bodur, [bod (boy) >bod-ur] sf. Enine göre boyu kısa ğazı ele virm ek, {eAT} Y akalan m ak; y a ka y ı e le olan; tıknaz. S bodur ağaç, bot. 1. İklim şartları verm ek.|| boğazı kulı, {eAT} Pisboğaz.\\ boğazın s e b e b iy le y eterin ce boy atam ayan a ğ a ç. 2. M aki; alm ak, {eAT} B o ğ a zın a y a p ışm a k ; boğ azın dan y a ç a lı.|| bodur çapak, zool. Sazan gillerden g ö l ve ır kalam a!1.1| boğazı tolusma, {eAT} B o ğ a z tokluğu m a k la rd a y a şa y an 20-30 cm. boyun da tatlı su balına^ boğaz yâri, {eAT} B o ğ a zın a düşkün. ğz.|| bodur kalmak, 1. B oyu uzam am ak, k ıs a k al mak. 2. Gelişememek.\\ bodur pas, bot. A rp a y a p bogazdak, [boğaz-dak] {eT} is. -*■ bağırdak. [Clauson] ra k la rın a y erleşen ilkel b ir m an tar (P ııccinia h or- bogazlagı, [boğaz-lağu>boğaz-lağı deli) ve bu m antarın y o l açtığ ı hastalık.\\ Bodur {OsT} is. 1. Boğazlama yeri. 2. Gırtlak; hançere, tavuk her dem piliç, "K ısa boylu olan kim se h er bogazlagu, [boğaz-lağu y^y^y] {eAT} is. Gırtlak; zam an olduğundan d a h a g en ç ve g ü zel görün ür" hançere. an lam ın da kullanılan söz. bodurcuk, [bod-ur-cuk] is. Küçük ve geniş karınlı, bogazlavu, [boğaz-lavu jljU ;] {OsT} is. Gırtlak; han geniş ağızlı toprak kap.
çere.
İP
ııe sam. e«
BOĞ
b o g d a m , [boğ-dam] {eT} sf. 1. Küflü. [Gabain] 2. is. Küf. [Gabain] 3. Bayatsımış; kokuşmuş. [EUTS] bogday, [boğday] {eT} is. Buğday, bogım, [boğ-ım / boğ-um / boğ-un] {eT} is. 1. Bo ğum. [DLT] 2. Eklem; oynak.
b o g ın m a k , [boğ-m-mak J ^ y ] {OsT} dönşl. f i [-u r] Kendi kendini boğmak,
b o g la m a k , [boğ-lâ-mak / bağ-lâ-mak] (b o ğ la :m a k) {eT} gçl- f i [ - r ] 1- Boğmak. [DLT] 2. Bohçalamak. [DLT] b o g la n m a k , [boğ-la-n-mak] {eT} edil. f i [-u r] BohçaIanmak. [DLT]
b o g la t m a k , [boğ-la-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] 1. Bohçalatmak. 2. Boğdurmak,
b o g lu n m a k , [boğ-lu-n-mak] {eT} edil. fi. [-u r] B o ğulmak. [DLT]
b o g m a g , [boğ-mağ
{eAT} is. Gerdanlık; kol
ye. boğmak1, [boğ-mak jU i-jj] {eT} is. 1. Gerdanlık; gelin gerdanlığı; {eAT} (aynı). [DLT] 2. Gömlek düğmesi. [DLT] boğmak2, [boğ-mak] {eT} gçl. f i [ - a r ] Boğmak; .sıkarak bağlamak. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] boğmak^, -ğı [bog-mak] {ağız} is. Parmak eklemi. [DS] bogmaklalmak, [boğmak-la-l-mak] {eT} dönşl. f i [ur] Düğmelenmek; gömleğini iliklemek. [DLT] bogmaklamak, [boğmak (düğm e) > boğmak-lâ-mak] (boğ m akla:m ak) {eT} gçl. f i [~r] Düğmelemek; ilik lemek. [Clauson] boğmakla tırnak, [boğ-mak-la-n-mak
{eAT}
dönşl. fi. [-u r] Boğmak takınmak; gerdanlık takın mak.
bogrul, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-ul / buğ(u)r-ul] {eT} sf. -*■ bogrıl. [DLT] bogruşmak, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uşmalc / buğ-(u)r-uş-mak] {eT} işteş f. [-u r] A ğaç yontmakta yardım ve yarış etmek. [DLT] bogsuk, [boğ-suk / boh-suk] {eT} is. Kölelerin bo yunlarına geçirilen lale. [DLT] bogtaçi, [boğ-taçi] {eT} is. Kurtarıcı. [Gabain] bogtag, [boğ-tâğ] {eT} s f Kurtarılmış; hidayete er miş. [Gabain] bogturm ak, [boğ-tur-mak] {eT} gçl. f. [-u r ] Boğdur mak. [DLT] bogug, [boğ-uğ / buğ-uğ] {eT} sf. Yuvarlak. [EUTS] boğuk, [boğ-uk] {eT} sf. Boğuk; kapalı. [EUTS] boğulmak, [boğ-ul-mak] {eT} edil. f . [-u r ] Boğul mak. [DLT] boğum, [boğ-um] {eT} is. Boğum; eklem. [DLT] boğun, [boğ-un ji- y ] {eT} is. Boğum; eklem; {eAT} (aynı). [DLT] bogundı, [boğ-un-dı] {eT} is. Hayvanların sidik tor bası; hayvan mesanesi. [DLT] bogunmak, [boğ-un-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] B o ğulmak. [DLT] bogurda, [boğ-ur-da] {eT} sf. Kıvırcık. S bogurda saç, {eT} K ıvırcık saç. [DLT] bogurtlak1, [bo (yans) > bo-ğur-t-la-k ^ 'y - y ] {OsT} is. zool. Bağırtlak. bogurtlak2, [boğ-ur-t-la-k
y /
y {OsT} is.
Boğaz; gırtlak, boğuşmak, [boğ-mak > boğ-uş-mak] {eT} işteş f i [ur] Birbirini boğmak; boğuşmak. [DLT] [EUTS] boguz, [boğ-mak (boğm ak) > boğ-uz jj^;] {eT} {eA T}
bognak, [boğ-un-mak > boğ-(u)n-ak] {eT} is. Boğu cu; nefes almayı güçleştirici,
is. 1. Boğaz; gırtlak. [EUTS] [İKPÖy.] [DLT] [Ga bain] [ETY] [KB] 2. {eT} Hayvan yemi olarak kulla nılan tahıl. [EUTS]
bognaklanmak, [boğnak-la-n-mak] gçsz. f i [-u r] (Bulut için) parça parça olmak; dağılmak [DLT]
boguzlagu, [boğ-uz-la-ğu] {eT} is. Boğaz; nefes bo rusunun üst kısmı; gırtlak. [Nevâyî]
bogoz, [boğ-uz / boğoz] {eT} is. -►boguz. bogra, [boğ-ra] {eT} is. 1. Her hayvanın döl almak için ayrılmış erkeği. [DLT] 2. Aygır. [DLT] 3. Boğa. [DLT] 4. Deve aygırı. [DLT]
boguzlamak, [boğ-uz-la-mak jljjJu] {eT} gçl. fi. [-r ]
bogralanmak, [boğ-ra-la-n-mak] {eT} gçsz. fi. [-u r] 1. Boğa veya aygır sahibi olmak. [DLT] 2. Boğa veya aygır haline gelmek; boğalaşmak; aygırlaşmak. [DLT]
böğürm ek, [bo (yans.) > bo-gür-mek] {ağız} gçsz. f i [ür] (Hayvan için) böğürmek. [DS]
bogramak, [boğ-ra-mak] {eT} gçl. f i [- r ] Ağaçta ker tik açmak. [DLT]
Boğazlamak; kesmek. {eAT} (aynı) [Clauson] boguzlanmak, [boğ-uz-la-n-mak] /eT} edil. f. [-u r ] Boğazlanmak,
boğ1, [eT. boğ > boğ] {ağız} is. 1. Sofra bezi. 2. Boh ça. 3. Nişanlı kız tarafından erkeğe gönderilen he diye bohçası. 4. Bağlanmış paket. 5. Hediye; arma ğan. [DS] S1 boğa gitmek, {ağız} Y iyecek b ir şey a la r a k b a ş sa ğ lığ ı dilem ey e gitm ek. [DS]
bogrıl, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-ıl / boğ(u)r-ul] {eT} sf. (Koyun için) boynu beyaz. [DLT]
boğ2, [eT. boğ] {ağız} is. Çöplük; gübre. [DS]
bogrug, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uğ / bığ(')r-ığ] {eT} is. Torba, çuval ya da deride katlanma sonucu oluşan büküntüler. [DLT]
boğa, [eT buka / buga / boğa] is. Damızlık erkek sı ğır. 0 boğa dikeni, bot. Yeryüzünde yaygın o la r a k y etişen p e k ç o k türü bulunan m aydan ozgillerden
M K E HUK. .
BOĞ
otsu bir bitki; ç a k ır otu; d ev e d iken i; g ö z dikeni.\\ boğa gibi, Vücudu iyi gelişm iş, güçlü g ö rü len .|| boğa güreşi, İsp an y a b a şta o lm a k üzere Latin A m erika, P ortekiz ve F r a n s a ’nın bir bölüm ünde y aygın o la r a k y a p ıla n vahşi b o ğ a la r la dövüş. || bo ğayı savm ak, {ağız}] (İnek için) g e b e kalm ak. [DS] boğaça, [Sırp. / Bulg. pogâca / İt. focacia / boğ-mak > boğ-a-ça [Gülensoy]] {ağız} is. -*■ poğaça. [DS] boğada, [İt. bucato / Yun. mpogada (küllü su)] is. Yıkamadan önce çamaşırları killi, küllü veya ilaçlı suda bastırma, boğak, -ğı [boğ-ak] is. tıp. Anjin, boğalık, -ğı [boğa-lık] is. 1. Boğa olma durumu veya boğanın niteliği. 2. sf. (Erkek dana için) boğa ol mak üzere ayrılan, boğan, [boğ-mak > boğ-an] sf. Boğma işini yapan; boğucu. S boğan otu, bot. A vrupa ve A sya d a ğ la rın d a y etişen düğün çiçeğ ig illerd en d ik gövdeli, ç o k zehirli ve ç o k y ıllık otsu bitki; kurt b o ğ a n ; k a p lan boğan, (Acunitum napellus). boğanak, -ğı [eT. boğ(u)n-ak (insanı b o ğ an şey) > boğ-anak ^ y ] {ağız} is. 1. Fırtına sırasında görü len hortum; kasırga. 2. Şiddetli yağmur; sağanak. 3. Tipi halindeki kar. 4. Yağmur öncesinde görülen boğucu ve sıcak hava. 5. Yağmur bulutu. 6. sf. (Renk için) parlak olmayan; karışık ya da bozuk. 7. (Y er için) sıkıntılı; boğucu; havasız. [DS] 0 boğa nak boğanak, {ağız} 1. B oğ u k boğuk. 2. S ilik silik; dum anlı, pu slu gibi. [DS] boğarsuk, -ğu [bağır-suk > boğarşuk
/e/f 7/
is. Bağırsak. boğartlak, -ğı [boğ-ar-t-la-k] {ağız} is. Yeni çıkan başak. [DS] boğasa, [İsp. bocacı => boğasa
l
{OsT}
is. Kalın çulha bezi, boğasak, -ğı [boğa-sa-k] sf. (İnek için) kızışan; çift leşmek için boğa isteyen, boğasam a, [boğa-sa-ma] is. Boğasamak eylemi, boğasam ak, [boğa-sa-mak j * —U jJ gçsz. f . [- r ] [s(ı)-y or] {OsT} 1. (İnekler için) kızışmak; boğa is temek. 2. Çiftleşmek, boğası, [İsp. bocacı / İt. boccascino [Tietze] ^ ^ j i ] {OsT} is. tekst. 1. Bez ayağı armürle dokunan ince astarlık bez. 2. Döşemelik kumaşları sağlamlaştır makta kullanılan kolalı ve zamklı astar, boğasımak, [boğa-sı-mak j * —
**y ] {OsT}
gçsz. f . [ - r ] (İnek için) boğa istemek, boğata, [İt. bigotta] is. dnz. Deliğinden halat geçiri len, dıştaki yuvalarına da sabit bir halat takılarak hareketli makara gibi kullanılan ancak döner olma yan bir çeşit makara, boğaz, [boğ-mak > boğ-uz / boğaz > boğaz] is. anat. 1. Boynun ön kısmında hava borusunun geçtiği
hassas ve korumasız yer; gırtlak; ümük. 2. Boynun ön ve yan kısımlarını oluşturan organlar. 3. Boynun iç tarafı ve ağız boşluğundan sonra gelen, yiyecek lerin ve soluğun geçtiği kısım. 4. coğ . İnsan vücu dunun en dar yeri olan boğaza benzeyen coğrafi yerler; iki sarp dağ arasındaki dar geçit; derbent. 5. Şişe, testi, güğüm, vazo gibi kaplarda ağza yalcın, dar ve uzunca kısım. 6. coğ . İki denizi birbirine bağlayan ve iki kara arasındaki dar uzun su geçidi. 7. Çay ağzı. 8. m ecaz. Yem e içme. 9. m ecaz. Yiye ceği içeceği bir kişiye bağlı kişi sayısı; gırtlak. 10. m ecaz. Yedirip içirme yükümlülüğü; iaşe. 11. Tele fon hatlarında telin bağlandığı fincanın boğumlu yeri. 12. Eskiden, ok atm a yarışlarında yirmi dörde ayrılan derecelerin son dört bölüm ü. 13. {ağız} Değirmen taşının ortasındaki delik. [DS] 14. {ağız} Bitkilerin köke yaktn kısmı. [DS] S boğaza çalm ak, {ağız} D eğirm en taşını çev reley en k asn a ğ a un birikm ek. [DS]|| boğaz açılm ak, İştahı g elm ek .|| boğaz açm ak, A ğ açların dibini ça p a la y ıp k a b a rt m ak ; y a b a n c ı o tla n v e sürgü nleri tem izlem ek. ||bo ğaza durm ak, L L okm ay ı yutam am ak. 2. Yem ek y iy en e sıkıntı verm ek. 3. {ağız} K ötü sö z le rle k arşı sın dakin i k ırm a k veya kızdırm ak. [DS] 11 boğaza gir mek, {ağız} D eğ irm en d e sıra y a g irm ek y a d a buğ dayın ı se p e te boşaltm ak. [DS]|| boğaz ağı, {ağız} K ad ın ların b a şla rın a b a ğ la d ık la rı yazm a. [DS]|| boğaz ağrığı, {ağız} H azır y iy ici; başkaların ın k a zan cın ı y em e durum unda olan. [DS]|| boğaz alan, {ağız} (Armut, ayva vb. m eyve için) sulu olm adığı için y erk en b o ğ a z a takılan, z o r yutulan. [DS]|j bo ğaz alm a, {ağız} B o ğ a z a tıkanm a. [DS]|| boğaz a r sızı, {ağız} H azır y iy ici; tem bel. [DS]|| boğaza sa rılm ak, 1. Sıkıştırm ak. 2. Z o rlam a k.|| boğaza tık m ak, (Söz için) hem en g e r i çevirip söyleyen in yü züne g e r ç e ğ i vurm ak.|| boğaz bağı, {ağız} Ç uvalla rın ağzım ba ğ la m a k ta kullanılan ip; ağız b a ğ ı; ağız ipi. [DS]|| boğaz boğaza gelmek, B irbirinin b o ğ a zın a s a r ıla c a k k a d a r şid d etli kav g a etm ek. || boğaz cengi, O burluk; p isb o ğ az lık . || boğaz çalan, {ağız} G ırtlaktan çıkan k a v a l se sin e ben zer ses. [DS]|| bo ğaz çekmek, {ağız} H av a akım ı yapm ak. [DS]|| bo ğaz çiçeği, {ağız} 1. P apatya. 2. E kilen bitkilerin düzgün b içim d e a ça n çiçeğ i. [DS]|| boğazda bı rak m ak , R a h at ve huzur verm em ek. || boğazda durm ak, (Yenilen y a d a içilen şey için) büyük bir ürküntü yüzünden yutulamamak.\\ boğazda kal m ak, (L okm a için) a şırı şaşkınlıktan yiyem em ek.|| boğazdan artırm ak , Az harcayıp, az y iy ere k p a r a biriktirm ek,|| boğazdan geçmemek, 1. Yiyememek. 2. H atırlan an birisin e y en en yem ekten ayırmak.\\ boğazdan kesmek, Y em eyerek biriktirm ek]] boğaz deliği, {eAT} Y em ek boru su.|| boğaz derdi, 1. G e çim için verilen m ü cadele. 2. Yem ek p işirm e ve h a z ırla m a sıkın tıları,|| Boğaz dokuz boğum, S öyle n en ler ç o k iyi düşün ülerek söylenm elidir. || boğaz
M in r ü lt t « * 6 4 3
doldurma, S eb z e ve m eyve bitkilerin in dip lerin e toprak yığma.\\ boğaz durm az, B eslen m e ihtiyacı bütün ihtiyaçlardan ön em lid ir; insan sü rekli b e s lenm ek zorundadır. \\boğaz düşmek, fağız} B a d em cikler şişm ek ; b o ğ a z ağrım ak. [DS]|| boğaz geç mek, {ağız} 1. Söz verm ek. 2. D eğ irm en d e taşı d ö n düren m ilin çev resi d elin e rek tahıl ç a r k evin e a k mak. [DS]]| boğazı açılm ak, İşta h ı artm ak.|| boğazı düğümlenmek, Üzüntüden bo ğ az ı tıkanm ak. || bo ğazı ele verm ek, {eAT} Yakalanmak.\\ boğazı in mek, B ad em cik leri şişm ek, iltihaplanmak.\\ boğazı işlemek, D urm adan b ir şe y le r yiyip içmek\\ boğazı kara, {ağız} Uğursuz. [DS]|| boğazı kısa, Sır tutm a yan; düşündüğünü hem en söy ley iv eren ,|| boğazı kulu, {eAT} O bur; p is b o ğ a z .|| boğazı kurum ak, Ç ok susam ak. || boğazına dikkat etmek, S ağ lıklı beslen m ek için özen li yiyip içm ek .|| boğazına di zilmek, Üzüntü, korku g ib i s e b e p le r le y iy e c e k ve içeceğ i yutamamak.\\ boğazına durm ak, Y iyeceği yutamamak.\\ boğazına düğümlenmek, S ö y lem ek istediği şey leri söyleyem em ek. [| boğazına düşkün, 1. Ç ok y em ekten zevk alan. 2. Ağzının tadını bilen. || boğazına indirmek, G elişig ü zel y em ek. ||boğazına kadar, Yeterinden ç o k ; a şırı.|| boğazına kavi, {a ğızf B oğ azın a düşkün. [DS]|| boğazın alm ak, {eAT} Boğazından y a k a la m a k ; b o ğ az ın a yapışmak.\\ bo ğazına sabırsız, N e bu lursa zam an ve s ır a g ö zet m eden yiyen .|| boğazına sarılm ak, S in irlen erek üzerine yü rü m ek; döv m ey e kalkışmak.\\ boğazında bırakmak, Yem eği y em esin e fır s a t b ıra k m a m ak ,|| Boğazında dursun! Y ediği şeyin y a ra m a m a sı d ile ğiyle birin e y a p ıla n b ir b e d d u a .]| boğazında dü ğümlenmek, H ey ecan ve üzüntü g ib i s e b e p le r le söylem ek istediğ i şey leri söyleyememek.\\ boğazın da kalmak, 1. A ğzın daki üzüntü d o la y ısıy la lo k mayı yutam am ak. 2. Yem eği y iyip bitirm esin e fır s a t kalm am ak]] Boğazında kalsın! K ızılan birisin e karşı yiyip içtiği şeyin sıkıntı verm esi için edilen beddua. || boğazından artırm ak , Y iyeceğinden k ı sa ra k p a r a artırm ak. || boğazından geçmemek, Düşünülen kim senin yoklu ğ u veya yoksullu ğu yü zünden huzur için de y em ek y iy em em ek || boğazın dan kesmek, Y iyecek iç e c e k h a rca m a ların ı azalt m a k ||boğazını çıkarm ak, A n cak g eçim in i k a r şıla yabilm ek]] boğazını çıkartm ak, K arnın ı d oy u ra cak, g eçim in i s a ğ la y a c a k k a d a r p a r a kazan m ak]] boğazını doyurm ak, K arn ım doyurmak.]] boğazını kazımak, {ağız} Z o rla tükürmek. [DS]|| boğazını sevmek, Yiyip içm ey e düşkün olm ak]] boğazını sıkmak, 1. B irin i b ir şe y için zorlam ak. 2. B ir şeyin mutlaka y apılm asın ı istem ek.|| boğazını yırtm ak, Ç ok b a ğ ır m a k || boğazın kökü tutuşm ak, Yenilen veya içilen şeyin ç o k a ç ı oluşundan d olay ı b o ğ a zında dayan ılm az a c ı veya y a n m a hissi duym ak. |j boğazın kökü yanm ak, boğazın kökü tutuş mak. || boğazı tolusuna, {OsT} B o ğ a z tokluğuna]]
BOĞ
boğaz içinde kavga, Yeme içm e; y em ek ]] boğaz ipi, {ağız} Ç ift ökü zlerin i boyunduruğa k oşark en boyun ların a b a ğ lan an ip. [DS]|| boğaz kavgası, 1. Y iyecek tartışm ası. 2. G eçim ini sa ğ la m a k için v eri len m ü cadele]] boğaz kaydında olmak, Yemekten, içm ekten b a ş k a b ir şe y düşünm ez olm ak. || boğaz kıstı, {ağız} Anjin. [DS]|| boğaz kökü, {ağız} B itk ile rin b o ğ a z a y akın kökleri. [DS] || boğaz kulu, P is boğaz, obur. || boğaz kurum ak, Ç o k konuşm ak. || Boğaz ola! arg o. A fiyet olsun.]] boğaz olmak, 1. B o ğ a z a ğ rısın a yakalan m ak. 2. İm renm ekten b o ğ a zı şişm ek.|| boğaz tokluğuna, 1. S a d e c e çalıştığ ı sü re c e karnını doyurm a karşılığ ın d a iş yapm a. 2. K ârsız /£.|| boğaz verm ek, {ağız} S eb z eleri ç a p a la mak. [DS]|| boğaz yâri, B oğ a zın a düşkün; y em e ve içm eyi sev en .|| boğaz yılanı, {ağız} B o ğ a z a a k a c a k k a d a r küçük ve ince yılan. [DS] boğazcıl, [boğaz-cıl] {ağız} sf. Hazır yiyici; tembel. [DS] boğazkesen, [boğaz+kes-en] is. Bir boğazı ve geri sindeki toprakları savunmak için deniz kıyısına ya pılan hisar, boğazlağı, [boğaz-lağı] is. {ağız} Huni. [DS] boğazlam a, [boğaz-la-ma] is. Boğazlamak eylemi, boğazlamak, [boğuz-la-mak / boğaz-la-mak] gçl. f . [->'] n ( l)~y°r] 1- Bir canlıyı boğazım kesmek sure tiyle öldürmek. 2. m ecaz. Gaddarca, kan dökerek öldürmek. 3. Kurban kesmek. 4. {ağız} Bir bitkinin dibindeki toprağı çapa ile gevşetmek. [DS] boğazlanma, [boğaz-la-n-ma] is. Boğazlanmak eyle mi. boğazlanmak, [boğaz-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. Bo ğazı kesilerek öldürülmek. 2. (Hayvan için) kurban edilmek. 3. dönşl. f i Yemek yemeye başlamak; iş tahı gelmek. boğazlaşma, [boğaz-la-ş-ma] is. Boğazlaşmak işi. boğazlaşm ak1, [boğaz-la-ş-mak] işteş, fi. [-ır ] 1. Bir birini boğazlayarak öldürmek. 2. Kıyasıya dövüş mek. boğazlaşmak2, [boğaz-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır] B o ğaz haline gelmek, boğazlatm a, [boğaz-la-t-ma] is. Boğazlatmak işi. boğazlatm ak, [boğaz-la-t-mak] gçl. fi. [ -ır ] 1. (Bir kasaplık hayvan vb. için) bir kimseye, boğazını kestirmek suretiyle öldürtmek. 2. Gaddarca öldürt mek. 3. Kurban kestirmek, boğazlayan, [boğaz-la-y-an] sf. 1. (Kişi için) kasap lık hayvanları kesen. 2. (Katil için) insanları boğaz layarak öldüren, boğazlı, [boğaz-lı] sf. 1. (Nesne için) boğazı olan. 2. m ecaz. Çok yemek yiyen; iştahlı. 3. {ağız} Obur; pisboğaz; boğazsak. [DS] boğazsak, -ğı [boğaz-sak] {ağız} sf. Obur; pisboğaz. [DS] boğazsı, [boğaz-sı] sf. dbl. Art damaksıl, küçük dil ünsüzü, boğazsı gibi art ünsüzlerin genel adı.
BOĞ boğazsıl, [boğaz-sıl] sf. dbl. Dil kökünü yutak çepe rine değdirmek suretiyle söylenen ünsüz, boğazsıllaşma, [boğaz-sıl-la-ş-ma] is. dbl. Yutağın kasılmasıyla art ağız boşluğunun şekil değiştirmesi sonucunda etkilediği seslerin bemolleşmesi olayı, boğazsırak, -ğı [boğaz-sı-ra-k] {ağızj sf. (Hayvan için) obur. [DS] boğazsız, [boğaz-sız] sf. 1. (Nesne için) boğazı ol mayan. 2. m ecaz. A z yemek yiyen; iştahsız, boğcalamak, [boğ-ca-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [~l(ı)~ y o r ] 1. Tırmalamak. 2. Örselemek; gırtlağını sık mak; eziyet etmek. [DS] boğcalaşmak, [boğ-ca-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ir ] Boğuşmak. [DS] boğça, [eT. boğ (b o h ça ) > boğ-ça] /ağız) is. Bohça.
[DS] boğdu, [boğ-du] is. 1. Üçgen kısmı ile baş örtüldük ten sonra iki ucu çene altından çapraz dolanarak ensede bağlamak suretiyle kullanılan baş örtüsü. 2. Boyuna, kulağa, başa sarılan her türlü örtü, boğdurma, [boğ-dur-ma] is. Boğdurmak işi. boğdurm ak, [boğ-dur-mak] gçl. f . [-tır] 1. Boğma işini birine yaptırmak. 2. Bir insanı veya bir hayva nı birine boğmak suretiyle öldürtmek, boğdurtm a, [boğ-dur-t-ma] is. Boğdurtmak işi. boğdurtm ak, [boğ-dur-t-mak] gçl. f . [-u r] Boğmak işini birisi aracılığıyla bir başkasına yaptırtmak, boğdurulma, [boğ-dur-ul-ma] is. Boğdurulmak işi. boğdurulmak, [boğ-dur-ul-mak] edil, f i [-u r] Birisi tarafından boğdurmak işi yapılmak, boğlama, [boğ-la-ma] {ağız} is. Atkı, baş örtüsü gibi örtü. [DS] boğma, [boğ-ma] is. 1. Boğmak eylemi. 2. Havasız bırakarak öldürme. 3. {ağız} Paçaları büzgülü bir tür şalvar. [DS] 4. İpekböceği üretiminde, kozaları kelebekleri delip çıkmaması için uygulanan sıcak hava ve buhar ile öldürme işlemi. 5. İncir ve dut gibi meyvelerden ilkel yöntemlerle kaçak olarak yapılan alkollü içki. 6. {ağız} Kanı çıkmadan öldü rülen hayvan. [DS] 7. {ağız} Bir tür kaçak rakı. [DS] 8. {ağız} Altınların bir beze sıra ile dizilmesinden meydana gelen gerdanlık. [DS] 9. {ağız} Parmaklara ara ara yakılmış kına. [DS] 10. {eAT} Boğaz ağrısı; anjin. 11. sf. Sıkılmış; boğulmuş, ff boğma kiraz, {ağız} B oğ azın a k a d a r g ü b re ile doldu rm ak suretiy le zam an ından ö n ce yetiştirilen kiraz. [DS] boğm aca, [boğ-ma-ca] zf. 1. Boğmak suretiyle. 2. is. tıp. Çoğunlukla çocuklarda görülen öksürük nöbet leri halinde kendini gösteren bir kok basilinin se bep olduğu ateşli ve bulaşıcı hastalık. 0 boğm aca böreği, {ağız} K o l böreğ i. [DS] boğmacalı, [boğ-ma-ca-lı] sf. (Kişi için) boğmacaya yakalanmış. boğm acam sı, [boğmaca-msı] sf. (Öksürük için) boğmaca nöbetini andırır.
O T ü M IK M . b oğm ak1, [eT. boğ-mak >boğ-m ak] gçl. f i [ - a r ] 1. Boğazını sıkmak suretiyle nefes almasını engelle yerek öldürmek. 2. Başka yollardan nefessiz bıra karak öldürmek. 3. Suya batırarak nefessiz bırakıp öldürmek. 4. (Ses, renk vb. için) anlaşılmasını ön lemek; silik duruma getirmek; bastırmak; örtmek. “S okağ ın gürültüsü, m üziği boğuyordu. 5 mecaz. Bütünüyle kaplamak; sarmak. 6. m ecaz. Bol bol vermek; aşırı yapmak. 7. (Araçlar için) fazla yakıt vererek çalışamaz duruma getirmek. 8. İşine gel meyen bir durumu, başka bir eylemle örtmeye, unutturmaya çalışmak. 9. (Bitkiler için) gelişmesini engellemek. 10. (Renkler için) birbirinin etkisini yok etmek, karartmak, silikleştirmek. 11. m ecaz. Bunaltmak. 12. Bir şeyi ip veya benzer şeyle sıkıp bağlamak. “K an am ayı durdurm ak için üst tarafın dan b ir b ez le boğunuz. ” 13. {ağız} Torba, kese, çu val vb. gibi şeylerin ağzını büzdürerek bağlamak. [DS] 14. {ağız} Ağaçları, kuruması için gövdesinin çevresini çentik açarak yaralamak. [DS] 15. argo. Kumarda hile ile yenmek. 16. argo. Birisinden çe şitli yollarla çıkar sağlayıp sırtından geçinmek.
”.
boğmak2, [eT. bud-mak > buy-mak > boğ-mak] {ağız} gçsz. f i [ a r ] Donmak; buymak. [DS] boğmak3, -ğı [boğ-mak] is. 1. Boğum yeri; düğüm; boğum. 2. Eklem. 3. Boyun halkası; kolye; gerdan lık. 4. Hayvanların boynuna takılan halka. 5. Sağa nak şeklindeki yağmur, boğm aklam ak, [boğ-mak-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] Bir ağacı kurutmak için kabuğunu boğa zına yakın yerden çevre dolayı çentiklemelc. [DS] boğmaklı, [boğ-mak-lı] sf. 1. Boğumları olan. 2. Eklemli. 3. Düğümlü. S boğmaklı kuş, zool. T ar la kuşu gillerden, tüyleri ç o k koyu esm er, kalın g a g alı, uzun kan atlı büyük b ir tarla kuşu; bir tiir toy g ar, (M elan ocory p h a calan dra). boğmuk, -ğu [boğ-muk / boğ-mak] {ağız} is. Boğum yeri; boğum; kalınca şişkinlik. [DS] boğnak, -ğı [boğ-(u)n-ak] {ağız} is. Enine kesilmiş tomruk parçası. [DS] boğnamak, [boğ-(u)n-a-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [n (u )-yor] 1. Boğar gibi sıkı sıkı bağlamak. 2. Bir dalı çentikleyerek kertik açmak; kertiklemek. [DS] boğnuk, -ğu [boğ-mak > boğ-un-mak > boğ-un-uk] {ağız} sf. 1. Boğuk. 2. Sıkıntılı. 3. Kısık; kapalı. 4. Donuk. [DS] boğsak1, -ğı [boğ-sa-k] {ağız} sf. Çok şımarık; hoyrat. [DS] boğsak2, -ğı [boğ-sa-k] {ağız} is. 1. Dere kıyısı; sığ ve nemli yer. 2. Derelerin birleştiği yer; boğaz. 3. Dağların birleştiği yerler. [DS] boğsu, [? boğsu] {ağız} is. Döşeme tahtasının altına konulan kaim direk. [DS] boğu, [boğ-mak > boğ-u] {ağız} is. Nişanlı kız tara fından erkeğe gönderilen hediye bohçası. [DS]
m it il
wm
« 6 4 5 _________
___________________
boğucu, [boğ-mak > boğ-ucu] s f 1. Boğma özelliği bulunan. 2. Boğulmaya sebep olan. 3. Solunumu güçleştiren veya yok eden. 4. m ecaz. Çok sıcak. 5. mecaz. Sıkıntı veren, boğuk, -ğu [boğ-mak > boğ-uk] sf. I. Boğulmuş olan. 2. (Ses için) kısık ve zor çıkan; çatallı; hırıltılı; pürüzlü. 3. /ağız} is. halıkç. Akşamdan ağa düşmüş ve kulak kapaklan ağa takılarak ölen kalkan balığı na balıkçıların verdiği ad, [DS] S boğuk fıtık, tıp. D ar ve çıkm ış olcnı fıtığın g e r i tek ra r g irm esin e en g el olan fıtık. boğuklaşma, [boğ-uk-la-ş-ma] is. Boğuklaşmak ey lemi. boğuklaşmak, [boğ-uk-la-ş-mak] g ç s z .f. [-ir ] î. Bo ğuk bir durum almak. 2. (Ses için) kısılmak; çatal laşmak; kısıklaşmak, boğulma, [boğ-ui-nıa] is. I. Boğulmak eylemi ve du rumu. 2. Havasız kalarak ölme. 3. (Ses için) kısıl ma. 4. Vücuttaki herhangi bir damarın veya boru nun sıkılması, boğulmak, [boğ-ul-mak] ec iil.fi [-u r] 1. Birinin yap tığı boğma eylemine uğramak. 2. argo. Parasım kaptırmak; aldatılmak; kandırılmak. 3. dönşl.fi. Ha vasız kalarak ölmek. 4. Güç nefes almak. 5. İçi sı kılmak; bunalmak. S - boğula boğul». N efesin i z o r alıp v ererek.|| boğulacak gibi olm ak, N efessiz k a l m ak; tıkanm ak]] boğulacak kadar, 1. Ç o k sin ir lenmiş olarak. 2. Tıkanm ış o la ra k. boğum, [boğ-um] is. 1. Boru şeklindeki bir nesnede boğmak suretiyle meydana getirilmiş dar ve oyuk kısım; boğulmuş, sıkılmış yer. 2. İki tarafından sıkmak suretiyle meydana getirilmiş dar ve şişkin ce kısım. 3. Parmak ve kamış gibi şeylerin şişkince kısımları. 4. Baş parmağın ucundan ilk büküm ye rine kadar olan uzunluğu esas alan ölçü birimi. 5. Bir çift sucuk. 6. anat. İnce damarların veya sinir lerin yumak gibi toplandığı yer. 7. (ağız/ Avuç içi ne alındığında, serçe parmak ile işaret parmağı ara sında kalan uzunluk; dört parmak. [DS] S boğuma kalkmak, E kin için, topraktan dikilm ek; b a ş ver mek]] boğum bağlam ak, B aşaklan m ak. || boğum boğum, Ç ok boğum u olan. || boğum boğum bo ğulmak, Ç ok bunalm ak. boğumlama, [boğ-um-la-ma] is. Boğumlamak işi. boğumlamak, [boğ-um-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)y or] 1. Ses çıkarırken ses yolunun herhangi bir ye rini daraltmak veya kapamak. 2. {ağız/ Yuvarlak şeylerin kalınlıklarını karşılaştırmak için sağ elin baş ve orta parmakları ile kavrayarak ölçmek. [DS] 3. {ağız} Ağaç kütüklerini enine keserek parçala mak. [DS] boğumlanma, [boğ-um-la-n-ma] is. 1. Boğumlan mak eylemi ve durumu. 2. d'bl. Akciğerden gelen havanın ağız veya burun boşluğunda sese dönüş mesi için ses yolunun herhangi bir yerinde meyda
_____________________________________________ BO Ğ
na gelen kapanma ya da daralma; telaffuz. S bo ğumlanma bölgesi, dbl. Ağız boşlu ğ u n da seslerin oluştuğu bö lg elerin biri]] boğumlanma noktası, dbl. Ağız boşluğu nda seslerin m eydan a g eld iğ i n oktaların h e r biri; çık a k ; m ahreç. boğumlanmak, [boğ-um-la-n-mak] d ön şl.fi. [-ir ] 1. Boğum meydana getirmek;boğum boğum olmak. 2. dönşl. fi. Bir ses çıkarmak için ses yolunun herhangi bir yerinde bir daralma veya kapanma olmak: telaf fuz edilmek. boğumlu, [boğ-um-lu] sf. 1. Boğumu olan. 2. (Kuş için) boynunda halka şeklinde değişik renk tüyleri olan. 3. (Sütun için) gövdesinde boğumlar bulunan, boğun, \eT. boğ-un > boğ-un] {eAT} is. Boğum; ek lem. boğunak, -ğı [boğ-un-ak] {ağız} sf. Boğuk. [DS] büğunmak, [eT. boğ-un-mak > boğ-un-mak] {eAT} edil, f i [-u r] Kendi kendini boğmak, boğuntu, [boğ-un-tu] is. 1. Boğum yapılmış, boğul muş olan yer. 2. Zor nefes alıp verme; tıkanma. 3. {ağız} Yoksulluk; sıkıntı; dert. [DS] 4. {ağızj Bir malı gerçek değerinden daha yüksek fiyata satma; vurgun; ihtikar. [DS] S. / ağızj Sıkıntılı ve boğucu havalı yer. [DS] 6. argo. Hile; dalavere. 7. argo. Hiçbir para harcamadan kazanılan para ya da mal. S boğuntuya gelmek, D olan d ırılm ak; a ld atılm ak; kan dırılm ak]] boğuntuya getirmek, Birini ş a ş ır tıp. k a n d ır a r a k kendisinden b ir şey karşılığ ın d a ç o k m iktarda p a r a a lm a k; yutturm ak]] boğuntu yeri, a rg o. 1. K um arhane. 2. G irenin ç o k p a r a h a r c a m ak zoru n da k a la c a ğ ı yer. boğunuk, -ğu [boğ-un-uk] {ağız} sf. 1. (Ses için) kısık; boğuk. 2. İnsanın içini karartan, sıkıntı ve ren; kapalı; donuk. [DS] b oğu r1, [boğur / buğur] {eAT} is. Develerle yapılan taşımacılık. boğur2, [bu + uğur (zam an)] {eAT} zf. 1. İşte. 2. Şim di. boğurdak, -ğı [boğ-ur-dak] (ağız} is. anat. 1. Gırtlak; boğaz. 2. Başak tutmaya başlamış ekin. [DS] b oğurtlak1, [boğ-ur-t-lak] {ağız} is. -»boğurdak. boğurtlak2, [bo (yans.) > bo-gur-t-lak] {ağız} is. zool. Bağırtlak. [DS] boğuşma, [boğ-uş-ma] is. Boğuşmak eylemi, boğuşmak, [boğ-uş-mak] işteş, f i [-u r] 1. Birbirinin boğazına sarılarak kavga etmek. 2. Dövüşmek. 3. İtişip kakışmak. 4. (Köpek vb. için) birbirini boğ maya çalışmak; dalaşmak. 5. m ecaz. Bir problemi halletmek için olanca gücüyle mücadele etmek. S boğuşa dövüşe, H ayatın g etird iğ i g ü çlü klerle d id i nerek. boğuşulma, [boğ-uş-ul-ma] is. Boğuşulmak eylemi, boğuşulmak, [boğ-uş-ul-mak] edil. fi. [-u r] Boğuş mak eyleminde bulunmak, boğuz, [eT. boğ-uz > boğuz] {eAT} is. Boğaz.
BOĞ boğuzlamak, [boğ-uz-la-mak] gçl. f - r ] [-l(u )-y or] Boğazlamak. bohça, [eT. boğ (b o h ça ) > boğ-ça > bohça] is. 1. İçi ne çamaşır, elbise vb. konularak bağlanan dört köşe kumaş parçası. 2. Bohça içine konulmuş giyim eş yaları. 3. Küçük ve seçme tütün dengi. 4. (ağız) Çeyiz. [DS] 5. {ağız} fo lk . Nişanlı kıza oğlan evi tarafından, nişanlıların birbirine veya evlenenlerin karşı tarafın akrabalarına gönderdikleri hediyeler. [DS] 6. {ağız} Baş örtüsü. [DS] 7. {ağız} Ekmek çıkı nı. [DS] 8. argo. But; kaba et; kalça. S1 bohça ba ha, tar. B ayram ve önem li g ü n lerde sa d ra za m ve d iğ e r dev let erkânının p a d iş a h a su ndu kları d eğ erli hediyeler.\\ bohça böreği, K a r e şeklin d e kesilm iş yu fkay a iç konulduktan so n ra b o h ç a g ib i y a p ıla n bö rek. || bohça etmek, E şyaların ı to p la y a ra k bir b o h ç a için e koymak.\\ bohça gibi, 1. D er top ed il m iş hâlde. 2. S ıkıca tu tu labilecek h â le getirilm iş,|| bohça gönderm ek, fo lk . N işanlıyken veya düğün sıra sın d a b o h ç a için d e h ed iy e göndermek.\\ bohça sını atm ak, {ağız} fo lk . (Kız için) nişandan vazge ç e r e k oğ lan tarafının hed iyelerin i ia d e etm ek. [DS]|| bohçasını bağlam ak, 1. Y olculuğa h azır o la r a k beklem ek. 2. B ir y erd en a y rılm ak için eşyaların ı toplamak.\\ bohçasını koltuğuna ahp kaçm ak, H izm etçi kız g ib i y o ksu l o la r a k gitm ek, ayrılm ak. || bohçasını koltuğuna vermek, H o r la y a r a k kov m ak ; başın dan defetmek.\\ bohça vermek, H ediye verm ek.
ÜTÜM DÜNCE S O M .
na gelen "ah sak b o h s a k " ikilemesinde kullanılır. [DLT] bohsam ak, [boh-sâ-mak] {eT} gçsz. f i [ - r ] Bir işi istemeyerek kabul etmek; kerhen yapmak. [DLT] [Clauson] bohsatm ak, [boh-sa-t-mak / buk-sa-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r ] Dik kafalılık ettirmek. [DLT] bohsuk, [boh-sâ-mak > bohsuk / bohsok] {eT} is. Kölelerin boyunlarına takılan halka; kelepçe. [DLT] bohsuklanmak, [bohsuk-la-n-mak] {eT} edil, f i [-u r] Eli boynuna bağlanmak. [DLT] bohtay, [bög + Moğ. -tây > boğ-tây > boh-tây] {eT} is. Elbise bohçası; elbise heybesi. [DLT] bohur, [buğra > buğur / bohur [Râsânen]] {ağız} is. 1. Kışın azgınlık gösteren erkek deve. 2. Çift hörgüçlü deve. [DS]
bojik, [Bul. bozik] {OsT} is. Noel. bok1, [bok (yans.)] {eT} is. Kavun kabak gibi şeylerin yere düştüğünde çıkardığı patlama, yarılma sesi. [DLT] bok2, [eT. bök] (eT. b o :k ) is. 1. {eT} Yeşil küf. [Cla uson] 2. kab a. İnsan ve hayvanların sindirim sonucu vücutlarından dışarı boşalttıkları sindirime girme yen atıklar; dışkı. {eT } (O ğuzca)} (aym) [DLT] [EUTS] 3. Flakaret anlamlı alçaltıcı söz. 4. Güç bir durum. 5. sf. k ab a. Tiksinilen ve hor görülen; pis; değersiz; niteliksiz; kötü, ö boka basm ak, 1. İçin d en çıkılm az b ir durum a dü şm ek; b e la y a ça t m ak. 2. Suç işlem ek. ||boka basm az, {ağız} 1. K en bohçacı, [bohça-cı] is. 1. Bohça içinde çamaşır ve di dini tarta tarta yürüyen. 2. K en din i beğ en m iş; ku ğer dokuma eşyasını gezdirerek satan kadın. 2. a r rumlu. [DS]|| boka taş atm am ak, B ir şe y söyleyin g o . İbne. S bohçacı kadın, E v lere sa tılık ev eşyası c e kötü b ir k a rşılık a la ca ğ ın ı b ile r e k sö z sö y lem e g e tir e r e k satan ç e r ç i kadın. m ek.|| bok atm ak, 1. B irisin i kötü lem ek. 2. iftira bohçacılık, -ğı [bohça-cı-lık] is. Bohçacının yaptığı etm ek. 3. H akkın d a kötü şe y le r söylemek.\\ bok ba iş ve mesleği, şı, Ottan y a p ıla n b a ğ kulübesi. || bok boklavat, bohçalam a, [bohça-la-ma] is. 1. Bohçalamak işi. 2. {ağız} Iv ır zıvır; g erek siz şey. [DS]|| bok boğaz, P is {ağız} Köfte. [DS] 3. zf. (Suya atlama biçimi için) boğ az. || bok bok üstüne koym amak, H içb ir işi kendini çuval gibi aşağıya bırakarak, becerem em ek . || bok böceği, zool. Kın k an atlıla r bohçalam ak, [bohça-la-mak] gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. dan g en ellik le hayvan p islik lerin d e y a şa y an ve Bir şeyi bohça içine koyarak bağlamak. 2. Bir şeyi onun la beslen en b ir b ö cek , (G eotru pes sterco ra bohça gibi sarıp bağlamak. 3. argo. Birini kendin rius).|| bok bulaşmak, {ağız} Üstüne su ç atılm ak; den geçinceye kadar döverek bir yere götürüp bı iftira etm ek. [DS]|| bok etmek, İş i b e rb a t etm ek.|| rakmak. bok götürm ek, H er yan ı p is lik için de olmak.\\ bok bohçalık, -ğı [bohça-lık] is. fo lk . Kız evinin oğlanın h ark etmek, {ağız} B ir eşyan ın kıym etini bilm e kendisine ve yakınlarına gönderdiği hediye çamaşır m ek ; onu kırıp bozm ak. [DS]|| bok karıştırm ak, takımı. Uygunsuz b ir iş y apm ak. || bok püsttr, Iv ır zıvır; d eğ ersiz şeyler. ||bok püsürük, {ağız} D eğ ersiz şey bohem, [Bohemya (Ç ek Cum huriyetinde b ir eyalet) > Fr. bohème (Ç ingene)] is. Yarını düşünmeden le r ; u fa k tefek ; ıvır zıvır. [DS]|| bok soylu, H ak aret ve küfür sözü. || boktan boka sokmak, {ağız} Ç ok günü birlik, başıboş ve derbeder yaşama yönelen kötü b ir şe k ild e h a k a ret etm ek, küçültm ek; rezil sanat ve edebiyat çevresinden kişi. S bohem ha etm ek. [DS]|| boktan terazi, {ağız} D erm e çatm a; yatı, B a ş ıb o ş yaşayış. bozu k düzen. [DS]|| bok tulumu, Ç ok şişm an kim bohsam ak, [boğ-sa-mak > boh-sa-mak] {eT} gçl. fi. [s e ,|| boku cinli, Ç o k sin irli.|| boku çıkmak, B ir r ] Boğulur gibi olmak; boğulur gibi ses çıkarmak; şeyin kötü y ö n leri o rtay a çıkm ak, an laşılm ak ,|| bo boğuna boğuna ağlamak. [Nevâyî] kumun ağa babası, Kuruntulu birisi ile a la y etm ek bohsak, [boh-sa-k] {eT} sf. “T opal ve ç o la k " anlamı için söy len en sö z .|| bokunu çıkarm ak, {ağız} B ir
n
H r y g M
BO K
z iıi.6 4 7
şeyin kötü y a n la n d a o rtay a dökü lü n ceye k a d a r uğraşm ak. [DS]|| bokunu çom aklam ak, {ağız} G e reğinden ç o k a lç a k gönüllülük gösterm ek. [DS]|[ bokunu temizlemek, B irinin y a p tığ ı hatayı dü zeltm ek^| (birinin) bokunu yemek, A şırı d e r e c e d e o kişinin tarafını tutm ak. \\ bokun üstünde otur mak, Ç evresin i ve evini tem iz tutm adan, p is ve p a sa k için de oturm ak. ||bok üstünde badem , B irb iri ne uym ayan iki şe y .|| bok üstünde badem kadın, K endisi süslü evi p a s a k lı kadın. ||bok üstünde bok, Tutulacak tarafı olm ayan. || bok yedi başı, a rgo. H er şe y e burnunu sokan . || bok yemek, 1. Yanlış bir iş y apm ak. 2. H atalı, kusurlu b ir sö z s a r f et mek]] (..ne) bok yemek düşmek, T araflard an biri ni savunur b içim d e sö z sö y lem ey e h akkı v e y etk isi olmamak.\\ bok yemenin A rap çası (âlâsı, gül pembesi), A ffedilm ez büyük hata. || bok yetiştir mek, Ç o k a c e le etm ek. || bok yolu, H elan ın çukur kısmı. ||bok yoluna gitmek, B ir h iç yüzünden, b o ş y ere hayatını kaybetm ek. boka, [boka] {eT} is. Boğa. [DLT] bokadmak, [boka-d-mak / boka-t-mak] {eT} gçsz. f . [-ur] Boğa olmak; boğalaşmak. [DLT] bokagçı, [buk-mak > bokağ-çı] {eT} sf. Bukağı vu ran; köstekçi. [EUTS] bokagu, [buk-mak > bok-ağu] {eT} is. Bukağı; bent; köstek; bağ. [EUTS] bokak, [boka-k] {eT} is. Yuvarlak. [EUTS] bokaponto, [İt. boca del ponte] (b o ’kap on to) is. dnz. Ambar ağzı. bokça, [boğ (b o h ça ) > boğ-ça > bokça
{OsT} is.
Bohça; büyük çıkın, bokdam, [bok-dam] {eT} sf. Boka benzer; bok gibi. [Clauson] boklağı, [bolc-lağı] {ağız} is. 1. Hela; boksak; bokluk. 2. Hayvan dışkısını atmaya yarar araç. [DS] boklama, [bok-la-ma] is. Boklamak eylemi, boklamak, [eT. bok-lâ-mak] gçl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] k ab a 1. Bir işi kötü duruma getirmek. 2. Bir yeri kirletmek; kirletmek; {eT} (aynı). [DLT] boklanmak, [bok-la-n-mak] dönşl. f . [ -ır ] k ab a. 1. Kötü bir duruma gelmek. 2. Pislenmek, boklaşmak, [bok-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] k ab a. Kötü bir duruma girmek, boklu, [bok-lu] sf. kab a. Boku olan; pis. S boklu mum, Mumu alınm ış p e t e k kalıntısı.|| boklu şehit, {ağız} argo. D ikkatsizliği yüzünden b ir k az a y a uğ rayıp ölen. [DS] bokluca, [bok-lu-ca] sf. (Hayvan adları için) pis kokan. S bokluca bülbül, B ir tür bülbül.\\ boklu ca bülbülü, Ç alı kuşu. bokluk, -ğu [bok-luk] is. k a b a 1. Pislik. 2. m ecaz. Kötü durum; kötülük; bozukluk. 3. Hayvan pislik lerini taşımakta kullanılan gereç. 4. {ağız} İşkembe. [DS]
boks, [İng. to box (yumruklamak)\ is. 1. spor. Özel eldiven takmış iki kişinin yumruk vurmak suretiyle yaptıkları karşılaşma. 2. Ahırlarda atları ve diğer evcil hayvanları tek tek ayırmaya yarayan bölme. 3. Tek hasta yatınlabilecek küçük oda. boksak, [bok-sak] {ağız} is. 1. Hela çukuru. 2. Güb relik. [DS] boksalık, -ğı [bok-sa-lık ?] {ağız} sf. (Kişi için) yassı burunlu. [DS] bokser, [Aim. boxer] is. zool. Alman dogu ile buldog melezi bir bekçi köpeği, boksit, [Fr. Baux (Güney F r a n s a ’d a b ir y er) > ba uxite] is. j e o l. Mineralojik unsurları içinde alümin yum bulunduran beyazımtırak renkte çakıyla çizilebilen kaya türü; korindon. boksör1, [Fr. boxseur] is. spor. Boks sporu yapan kimse. boksör2, [İng. box (hücre)] is. 1. Ahırlarda hayvanla rı tek tek yatırmak için yapılmış bölme. 2. Hasta yatınlabilecek küçük oda. boksörlük, -ğü [boksör-lük] is. Boksörün yaptığı iş ve spor. boksu, [bok-su] {ağız} zf. Bok gibi; boka benzer; utanılacak. [DS] S boksu düşmek, Ayıbının m ey d a n a çıkm asın dan utanmak. boksuratm ak, [boksu-ra-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] (Sigara için) dumanını keyifle savurtmak; fosur datmak. [DS] boksut, [? boksut] {eT} is. huk. Kural; kaide; nizam; usul. [EUTS] bokşut, [? bokşut] {eT} is. huk. -*■ boksut. bokuk, [buk-mak > buk-uk > bok-uk] {eT} is. 1. He kim. [EUTS] 2. Boğaz uru; boğazdaki şişlik. [EUTS] 3. Kuş vb. kursağı. [Clauson] 4. Tomurcuk; çiçek tomurcuğu. [Clauson] bokuklanmak, [bokuk-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Tomurcuklanmak. [Clauson] bokuklug, [bokuk-luğ] {eT} sf. Guatrı olan. [DTL] bokulmak, [buk-mak > buk-ul-mak / bok-ul-mak] {eT} edil. f . [-u r ] Bükülmek. [DLT] bokun, [bok-un] {eT} is. (Bodun sözcüğü ile birlikte kullanılır) halk birliği; oymak. [Clauson] bokunmak, [bok-un-mak] {eT} gçl. f . [-u r] 1. Çek mek. [EUTS] 2. Yerleşmek. [EUTS] bokunlug, [bokun-luğ] {eT} s f Oymağı olan; oymaklı. [DTL] bokunmak, [buk-un-mak / bok-un-mak] {eT} dönşl. f [-ur] 1- (Diz vb. için) bükmek; kıvırmak. 2. Say gı göstermek; selam için eğilmek, bokursı, [Toh. pyâkeş => bokursı [Windekens]] {eT} is. Saban demiri. [DTL] bokuz, [boğ-uz > bok-uz] {eT} is. Boğaz. [EUTS] bokttn, [bo+kün / bu+lcün] {eT} zf. Bugün. [Gabain]
ÖIÜMIMJSÛM.
BOL
bol1, [bol] sf. 1. Ölçü ve sayı bakımından alışılandan daha çok olan; aşırı; aşkın; derecesiz; dolu; dolgun; gür; gani. {eT} (aynı) [DTL] 2. Ölçüyü aşan; geniş. 0 bol ağızdan, (Atıp tutm ak için) ç o k fa z la . \\ bo! ahenk, Usta şa rk ıcı k ad ın la ra takm a ad.\\ bol avu rt, {ağız} Ölçüsüz kon uşan; ra s g e le atıp tutan. [DS]|| bol bol, 1. Sıkıntıya düşm eden. 2. Ç ok m ikta rd a .|| bol bol yiyip bel bel bakm ak, G eleceğ i düşünm eden y ap ılan h a rca m a son u n da d a rlığ a düşm ek.|j bol biçmek, B ir şey i bütün ihtim alleri d ü şü n erek d a h a ç o k hazırlam ak, ta sarlam ak. |j bol bulam at (bolamat, bulama, boiama), F a z la fa z la ; b o l b o l.\| bol doğram ak, 1. P arasım h esap sız h a r cam ak. 2. B o l b o l y a la n vaatte bulunmak.\\ bol gel mek, 1. (Giyim eşy ası için) ölçü den d a h a gen iş gelm ek. 2. (K işi için) yen i gird iğ i ortam ın huzurlu ve özgür h avasın dan y a r a r la n a r a k taşkın lık g ö sterm ek. j| bol kepçe, Y em ekleri n o rm a l ölçüsünün üstünde ç o k veren. || bol keseden atm ak, L Yapıl m ası mümkün olm ayan v a atlerd e bulunm ak. 2. B aşkasın ın m alından cöm ertlik y a p m a y a k alkış m ak. 3. A bartm ak.|| bol p aça, 1. {ağız} P an tolon . 2. m ecaz. D ökü k s a ç ık ; şapşal. 3. P asaklı. [DS]|| bol paçadan atm ak, 1. Aşırı şe k ild e övünm ek. 2. G e reksiz cö m ertlik taslamak.\\ bol sözlü, G ev eze; ç a l çen e.
b o lartı, [bol-ar-mak > bol-ar-tı] {ağız) is. 1. Genişlik.
bol2, [bol / bül] {eT} sf. (At için) ayaklan beyaz olan.
bold, [İng. bold] sf. matb. (Harf, yazı için) koyu; si
bol3, [Yun. bolos (top rak yığını) > Fr. bol] is. vet. 1. Atlara ve sığırlara ilaç yutturmak için verilen lok ma biçimindeki hap. 2. Normalden daha büyük öl çülerdeki hap. bol4, -lü [İng. bowl > Fr. bol] is. 1. Sofralarda meyve yendikten sonra, elleri içindeki suya daldırarak meyve yapışkanını gidermeye yarayan yayvan ça nak. 2. Yarı küre şeklindeki bir cam kap içinde ha zırlanan likör, şarap, meyve ve maden suyu karışı mı içki. 3. Dişçilerin alçı karıştırmakta kullandıkla rı plastik kâse. bolad, [bol-ad -l!jj] jeATj zf. Çok; bol. bolada, [Yun. pulada] (ağız) is. Altı aylık piliç. [DS] bolakim, [bol-mak > bol-a+kim
( b o l a ’ki)
{OsT} e. 1. Belki; inşallah. 2. Bari; keşke, bolalma, [bol-al-ma] is. Bolalmak eylemi, bolalmak, [bol-al-mak] gçsz. f i [-ır] Bollaşmak; ge nişlemek; çoğalmak,
2.
Ferahlık. [DS]
b o la rtm a k , [bol-ar-t-mak] {ağız} gçl.
fi. [-ır ] 1. Bol laştırmak; genişletmek. 2. Çoğaltmak. [DS]
b olaşm ak , [bulaş-mak / bolaş-mak] {ağız} gçsz. f i [-
ır] Bulaşmak. [DS] b olat, [Far. pulâd] {ağız} is. Polat; çelik. [DS] b o latan , [bol+at-an] {ağız} sf. 1. Kendisine ait şeyleri
büyüterek anlatan. 2. Abartıcı. [DS] b o latlam ak , [bolat-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - ı ] Çakı,
bıçak vb. kesici aletin ağzına çelik geçirip kaynat mak; polatlamak. [DS] bolayki, [bol-mak > bol-a-y+ki
/ dU^] {eAT}
{OsT} e. 1. Belki; inşallah. 2. Bari; keşke, b olaykim ,
[bol-mak > bol-a-y+kim [^Süv] {eAT]
{OsT} e, -*■ bolayki. b olca, [bol-ca] sf. 1. -Oldukça geniş; genişçe. 2. zf.
Çok miktarda; oldukça çok; çokça. 3. Bereketli, b o lcam an , [bol-ca-man] {ağız} sf. Çokça; genişçe.
[DS] b o lcan a, [bol-ca-(y)ı-n-a] {ağız} sf. Çokça; genişçe.
[DS] b olcaş, [Moğ. bolcal > bulcaş] {eAT) is. Buluşma ye
ri. yah. bold açı, [böl-daçı > bol-taçı]
( b o d d a ç ı)
{ eT 'j
sf. Ola
cak. [ETY] b olero , [İsp. bolero] is. i . miiz. Ağır ritimli bir İs
panyol dansı ve bu daıısm müziği. 2. Bretonlarm mahallî kıyafetlerinden olan ve buradan moda dün yasına yayılmış bulunan boyu beli geçmeyen, kısa İcadın ceketi; cepken. 3. Boğa güreşçilerinin giydiği ponponlu fötr şapka, bolgonok, [Rus. poykovnik] {ağız} is. Albay. [DS] bolgu, [böl-ğu] {eT} is. Olma; oluş; olgu. [DLT]
bolgusuz, [bol-ğu-suz] {eT} sf. Olması düşünülemez; olmaz; oluşsuz; olgusuz. [KJ3] boliçe, [İbr. boletz] (b o li'çe) is. Yahudi kadını. "Ba-
lat kapısın dan girdim içeri / B o liç e le r oturm uş iki g eçeli. ” Halk türküsü. b o lk a 1, [Yun. polka => bolka
is. 1. PolonyalI
kadm. 2. {eAT} Çuha ya da kadifeden yapılmış ce ket; hırka.
bolaltmak, [bol-al-t-mak] {eAT} gçl. fi. [-ır ] İ. Bol laştırmak. 2. Çoğaltmak,
bolk a2, [? balka / bolka] {eAT} is. İpek iplik çilesi,
bolamak, [bul-a-mak / bol-a-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [~l(u)-yor] Sürmek; lekelemek; bulaştırmak. [DS]
b ollan m ak , [boi-la-n-mak] gçsz. fi. [-ır ] 1. Bol du
bolar, [bu-lar / bu+olar] {eT} zm. Bunlar. [Üç İtigsizler]
b ollaşm a, [bol-la-ş-ma] is. Bollaşmak eylemi,
bolarm a, [bol-ar-ma] is. Bolarmak duru ve eylemi, bolarm ak, [bol-ar-mak] {ağız f gçsz. f i [-ır ] 1. Bol laşmak; genişlemek. 2. Çoğalmak. [DS]
b ollan m a, [bol-la-n-ma] is. Bollanmak eylemi,
ruma gelmek. 2. Çoğalmak, b ollaşm ak , [bol-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. Genişle
mek ve bol duruma gelmek. 2. Çoğalmak; fazla olmak. bollaştırma, [bol-la-ş-tır-ma] is. Bollaştırmak işi. J
n lB lÜ lffM .« 4 9 b o lla ş tırm a k , [bol-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ir ] 1. Bol
duruma getirmek. 2. Çoğaltmak. 3. (Terzi için) dar gelen elbiseyi sökerek ölçüsüne göre yeniden dik mek. bolîatma, [bol-la-t-ma] is. Bollatmak eylemi, bollatmak, [bol-la-t-mak] gçl. f i [ -ır ] Bol duruma getirmek; bollaştırmak, bolluk, -ğu [bol-luk] is. 1. Bol olma durumu; geniş lik. 2 . Her şeyin bol olduğu zaman. 3. Fazlalık; ar tıklık; bereket. 4. ekon. Mal arzının istekten daha çok olması durumunda piyasada mal fazlalığının ortaya çıkması. 5. Terzilerin dikiş sırasında elbise nin belirli yerlerinde bıraktıkları kumaş fazlalığı. 6. sf. (Yer için) her şeyi bol olan, bolmagu, [bol-ma-ğu] {eT} is. Olmayacak (şey). [DLT] S holding erinç boümagu. O lm ayacak b ir şey oldun. [DLT] bolmak, [bol-mak jİjj] {eT} {eAT} gçsz. yard, f . 1. Olmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Üç îtigsizler] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] [K B ] 2 . Bulunmak. [İKPÖy.] 3. Meydana gelmek. [İKPöy.J S 1 bola kim, {eAT} B elk i; o la k i; in şallah ,|| fooüay kı, {eAT) B elki; o la k i; inşallah.\\ bolay kim, {eAT} B elk i; o la ki; inşallah.|| bolsa kerek, {eT} Olmalıdır.\\ bolsa erdi, {eT} O lsaydı. bolmamak, [bol-ma-mak] {eT} gçsz. olm sz. f. [-z ] Olmamak. [Tekin] bolmuş, [bol-muş] {eT} sf. Olmuş. [DLT] S bolmuş aş, {eT} Olmuş, p işm iş aş. [DLT] bolometre, [Fr. bolometre] is. Işıyan bir enerji akışı nı metal şeridin direncindeki değişiklikle ölçemeye yarayan bir alet. bolsımak, [bol-sı-mak ,3*—J j J {OsTf gçl. f . [~r] Çok görmek; çok saymak; fazla bulmak. Bolşevik, [Rus. bol’şe (d a h a ço k) > bol’şevık] is. 1. Azınlık durumunda olan Menşevikiere karşı 1903 Brüksel ve Londra kongrelerinde Lenin’in parti teşkilatlanması ile ilgili görüşlerini kabul eden Rus Sosyal Demokrat partisi çoğunluk mensuplan. 2. sf. Bolşevik görüşleri benimseyen. Bolşeviklik, -ği [bolşevilc-lik] is. Rusya’da yirminci yüz yıl başlarında Lenin tarafından geliştirilen işçi partisi diktatörlüğüne dayanan azami devrimci ha reket. Bolşevistan, [Rus. bolşevik + Far. -istân] /ağızj is. Bolşeviklerin ülkesi. [DS] Bolşevizm, [Fr. bolchevisme] is. Bolşeviklik, boltaçı, [bol-daçı / bol-taçı] {eT} sf. Olacak; olucu. [ETY] lıolu, [bol-u] {ağız} is. 1. Çelik çomak oyunundaki çomak. 2. Kira. [DS] S bolu yığması, {ağız} İy ice doldurulmuş y e r ; yığ ılm ış şey. [DS] bolug, [bol-mak (olm ak) > bol-uğ] {eT} is. Var olma; varlık; mevcudiyet. [ETY]
BOM
boluglug, [bol-uğ-luğ] {eT} sf. Varlık; var oluş. [Clauson] bolıılgamak, [bol-ul-mak > bol-ul-ğa-mak] {eT} gçsz. f i [-r ] Karışmak; karmakarışık olmak. [EUTS] bolulmak, [bol-mak > bol-ul-mak] {eT} edil.fi. [-u r] 1. Elde edilmek. [EUTS] 2. Erişmek. [EUTS] bolum, [Yun. polimi] {ağız} is. Pekmez yapımı sıra sında ezilmiş üzüm şırasının toplandığı kap. [DS] bölümsüz, [bol-mak > bol-um-suz] {ağız} sf. 1. Tu tumsuz. 2. Kudretsiz; beceriksiz; yeteneksiz. [DS] 3, {eT} Layık olmayan, bolun, [bol-un] {eT} is. Esir; tutsak. [ETY] bolung, [bulun > bol-un] (bolun) {eT} is. 1. Köşe; yön; taraf; cihet. [EUTS] 2. Bir tür ilaç. [EUTS] 3. Ölçü; miktar. [EUTS] boSunmak, [bul-mak > bul-un-mak] {eT} e d il.fi [-u r] 1. Bulunmak. [Yüknekî] 2. Olmak. [KB] boluş, [bol-mak > bol-uş] {eT} is. 1. Sözle yardım; yardım. [DLT] 2. Yardımcı. [Clauson] f? boluş kıl m ak, S özle yardım etm ek. [DLT] boluşçu, [bol-uş-çu] {ağız} is. Yardımcı. [DS] boluşluk, -ğu [bol-uş-luk] {ağız} is. Yardım. [DS] boluşmak, [bol-mak > bol-uş-mak] {eT} dönşl. fi. [u r] 1. Birinden yana çıkmak. 2. Birinin dileğine uymak. [DLT] 3. {ağız} Yardım etmek. [DS] bolut, [Ar. ballüt] {ağız} is. Meşe palamudu. [DS] born, [bom (yans.)] is. 1. Bomba ve silah türünden patlayan şeylerin çıkardığı ses; patlama sesi. [Zülfıkar] 2, (Çocuk dilinde) düşmeyi anlatır. 3. Bir is kambil oyunu. 4. arg o. Yalan; uyduruk söz. 3 bom atm ak, Yalan söylem ek, uydurmak. bomb, [Fr. bombe] {OsTf is. Bomba. bom ba1, [Yun. bomboş] ( b o ’m ba) is. 1. İçi yanıcı ve patlayıcı maddelerle dolu ve bir ateşleme düzene ğiyle patlayan, canlı ve cansız bütün hedefleri tah rip eden mermi. 2. Elle atılan, tahrip gücü bulunan her türlü patlayıcı. 3. Büyük fıçı veya varil. 4. a r go. Güzel ve çekici kadın. 5. argo. (Kadm veya kızda) göğüs. 6. a rg o. Şaşırtıcı haber veya bilgi. S bomba gibi, 1. İyi ve sağlam . 2. (K adın için) ço k g ü zel ve çekici. 3. (Ö ğrenci) d ersin e iyi h azırlan m ış,|| bomba gibi patlam ak, 1. Ö fk elen erek birden ba ğ ırıp çağ ırm ak. 2. (O lay veya durum) b ird en b ire o rtay a ç ık a ra k h erkesi şaşırtmak.\\ bomba patlat mak, argo. 1. Şaşırtıcı h a b e r verm ek. 2. Çalm ak, hırsızlık y a p m a k ; aşırmak.\\ bombası patlam ak, argo. Yalanı düzeni anlaşılm ak, o rtay a çıkm ak. bom ba2, [İt. boma] (bo 'mba) is. dnz. -* bumba. bombacı, [bomba-cı] is. 1. Bomba imal eden kimse. 2. Bomba kullanan kimse. 3. Dinamit gibi patlayıcı maddelerle balık avlayan kimse. bombacılık, -ğı [bomba-cı-lık] is. 1. Bomba yapma veya patlatma işi. 2. Dinamit gibi patlayıcı madde lerle balık avlama usulü.
BOM İ B bom balam a, [bomba-la-ma] is. Bombalamak işi. bom balam ak, [bomba-la-mak] gçl. [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. as. Belli bir hedefe bomba atarak tahrip etmek; uçurmak; top ateşine tutmak. 2. Bir yere bombalı saldırıda bulunmak. 3. argo. (Erkek için) cinsel ilişkide bulunmak.
İ İ İ İ ^
bonboncu, [bonbon-cu] is. Bonbon yapan veya satan kişi. bonbonculuk, -ğu [bonbon-cu-luk] is. Bonbon yap ma ve satma işi.
bom bar, [Far. mubâr] {ağızj is. Bumbar. [DS]
boncuk, -ğu [eT. mon-çuk > bon-cuk] is. 1. Cam, taş, sedef, tahta, plastik gibi maddelerden yapılma ortası delikli ve renkli süs aracı. 2. {eAT} Cam. 3. Mahya kurma için minarelerin üst şerefelerine geri len halatın uçlarına geçirilen şimşir halka. 4. a rg o. Çingene veya zenci kadın. 5. {ağız} Havale geçir me. [DS] S boncuk boncuk, Yuvarlak y u v a rla k ; tan e tan e.|| boncuk gibi, K ü çü k v e m avi (göz).\\ boncuk mavisi, Yeşile ça la n m avi; türkuaz.\\ bon cuk tutkalı, B o n cu k şek lin d ek i glüten tutkal. boncukçu, [boncuk-çu] is. Boncuk yapan ve satan kimse.
bom barda, [İt. bombarda] {ağız} is. dnz. Eski bir savaş gemisi. [DS]
boncuklanm a, işi.
bom bardım an, [Fr. bombardement] is. 1. as. Bir yeri top mermileri atarak tahrip etmek; topa tutma. 2. Bomba atmak. S bombardıman etmek, 1. as. T op a teşi veya b o m b a la r a ta ra k saldırm ak. 2. m e caz. Birini a ğ ır sö z le rle azarlamak.\\ bombardı m an uçağı, as. B o m b a la m a işinde kullanılan uçak. bombardon, [Fr. bombardon] is. muz. Bandoda en kaim sesi veren pistonlu, nefesli çalgı,
boncuklanm ak, [boncuk-la-n-mak] dönşl. f i [ - ır ] 1(Göz yaşı, çiy taneleri, ter ve ağaçlardan sızan öz sular için) boncuk biçiminde, tane tane, yuvarlak damlacıklar oluşmak. 2. Boncuk takınmak. 3. Bon cuk sahibi olmak. 4 .{ağız} Havale gelmek; titremek. [DS] 5. {ağız} Billurlaşmak. [DS] boncuklaşm a, [böncuk-la-ş-ma] is. Boncuklaşm ak işi.
bombe, [Fr. bombé] is. 1. Şişkinlik; tümsek; kabarık lık. 2. sf. Şişkin; kabarık; tümsekli.
boncuklaşmak, [boncuk-la-ş-mak] g ç s z .f. [ - ı r ] Bon cuk biçimi almak; boncuk gibi olmak,
bombeli, [bombe-li] sf. Şişkinliği veya kabarıklığı olan.
boncuklu, [boncuk-lu] sf. 1. Boncuğu olan. 2 . Bon cukla süslenmiş. 3 . j e o l. (Mineraller için) boncuk şeklinde bulunan,
bom balanm a, [bomba-la-n-ma] is. Bombalanmak eylemi. bombalanmak, [bomba-la-n-mak] edil. fi [-ır] 1. Bombalı saldırıya uğramak. 2. dönşl. fi. Bomba sa hibi olmak. bom balatm a, [bomba-la-t-ma] is. Bombalatmak ey lemi. bom balatm ak, [bomba-la-t-mak] gçl. f i [ -ır ] Birine bir yeri bombalama eylemini yaptırmak,
bombok, [bo(m)+bo/k] (bo ’m bok) sf. k ab a. Çok kö tü; çok berbat. bomborisa, [İt. bompresso] ( b o ’m bo risa ) {OsT} is. dnz. Cıvadra. bombol, [bo(m)+bo/l] p ekşt. sf. Çok bol. bom bort, [Fr. bomborde] is. müz. Bandoda en kalın sesli üflemeli çalgı. bomboş, [bo(m)+bo/ş] ( b o ’m boş) s f Tamamen boş olan. bomboz, [bo(m)+bo/z] (b o m b o z ) sf. Tamamen boz olan. bombus, [Lat. bombus] is. zool. Yaban arısı, bomuz, [? bomuz / bomus / bamus] (ağız) sf. 1. Utangaç; sefil. 2. Keder; sıkıntı. [DS] bonaça, [İt. bonaccia] is. dnz. Sütlimanlık; rüzgârsız hava; dalgasız deniz. bonata, [İt. bonetta] (b o ’n ata) is. dnz. Cunda yelke ni. bonavela, [İt. bonavoglia] (bon av e'la) is. dnz. K a dırgalarda ücretle çalışan kürekçi; banavela. bonbon, [Fr. bon (iyi) > bonbon] is. Emilen veya çiğnenen bir tür şekerleme; fondan. S bonbon şe keri, B onbon.
[boncuk-la-n-ma] is. Boncuklanmak
boncukluk, -ğu [boncuk-luk] is. 1. Boncuk konulan torba veya kutu. 2 sf. (Malzeme için) boncuk yap ' maya uygun,
.
bonçuk, [mon-çık / bon-çuk] {e T} is. Boncuk, bonçuklanm ak, [monçuk-la-n-mak > bonçuk-la-nmak] {eT} dönşl. f i [-u r ] 1. Boncuk sahibi olmak. 2. Süs eşyası edinmek; takılanmak. [DLT] bond, [İng. James Bond (film k ah ram an ı) > bond] is• Evrak taşımada kullanılan kilitlenebilir ve güvenli bir çantayı nitelemekte kullanılır; bond çantası, bone, [Fr. bonnet] is. 1. Yumuşak veya kıvrımlı ku maş vb. maddeden yapılmış, başı iyice saran kenar sız başlık. 2. Banyoda ve denizde saçları ve kulak ları korumak için takılan plastik başlık, bonet, [Fr. bonnette] is. Dürbünlerde gözü korumak için gözün dayandığı yere yerleştirilen kauçuk par ça. bonfile, [Fr. bon (iyi) + filet (pişm iş et)] is. K asap lık hayvanların bel kemiğinin iki yanında, karın içine bakan tarafından kalçanın içinden böbreklere kadar olan kısımdan çıkarılan ve sevilerek yenen yum u şak et. bonfilelik, -ği [bonfıle-lik] sf. (E t için) bonfile olarak ayrılabilecek nitelikte olan.
i n u t m
» 651
BO R
[bon (yans.)] (bofi) {eT} is. 1. Ağır bir şeyin ye re düşerken çıkardığı ses. 2. sf. (Kişi için) ağır; hantal; iri yarı. [DLT]
üstünde meydana gelen tuzlu beyaz tabaka. [DS] 3. {ağız} Yollarda havaya kalkan toz. [DS] 4. {ağız} Kireç; tebeşir; beyaz toprak. [DS] 5. {ağız} Taşların güneye bakan yüzünde oluşan yosun birliği. [DS] 6. b o n g o , [İng. bongo drums] is. Elle vurularak çalman {ağız} sf. Yumuşak. [DS] S bor bırakm ak, {ağız} bir tür çifte dümbelek, T arlayı ek ecek m iş g ib i sürüp b o ş bırakm ak. [DS] bonjur, [Fr. bon-jour] ünl. 1. Günaydın; iyi günler. 2. is. Eskiden giyilen uzun siyah ceket ve çizgili bor6, [İng. bort] is. 1. Örtü olarak kullanılan yünden kaba dokuma. 2. Yuvarlak tanecikli sarımtırak el pantolondan oluşan erkek elbisesi, mas. 3. Kuyumculukta ve sanayide kullanılamayan bonjurlaşmak, [bonjıır-la-ş-mak] işteş, f . [ -ır ] Elle kara elmastan başka her elmas. tokalaşmak; selamlaşmak, bong,
bonker, [îng. bunker] is. Vapurda yakılmak için ve rilen kömür.
b or7, [Yun. bor] {eT} is. Bora; kar fırtınası; boran; fırtına. [ETY] [Gabain] [Tekin]
bonkör, [Fr. de bon (iyi) + coeur (kalp)] sf. 1. İyi yü rekli. 2. Cömert; eli açık, bonkörlük, -ğü [bonkör-lük] is. 1. İyi yüreklilik. 2. Cömertlik. bonmarşe, [Fr. Au Bon Marché (ö z el isim den) (ucuz)] is. İçinde her türlü giyim ve süs eşyası, oyuncak vb. satılan büyük mağaza,
bor8, '[Fr. bore] is. kim. Atom numarası 5, atom ağırlığı 10,82; çok sert, kahverengi-siyah amorf, yoğunluğu 2,4 olan ve 2000°C ’de ergiyen ve bili nen hiçbir eriticide çözünmez; Gay-Lusac ile Thenard ve Dauy tarafından 1808’de aynı zamanda ayrı ayrı bulunan bir element; sembolü: B. S bor zehirlenmesi, tıp. B o r ik asidin s e b e p olduğu z eh ir lenm eler.
bono, [İt. buono] (b o ’no) is. tic. Belirli bir süre so nunda, belirli bir paranın, belirli bir kimseye öde neceğini belirten senet; vadeli borç senedi. S5 bono kırdırmak, ic. V adesi dolm am ış o la n b ir bonoyu üzerinde yazılı o la n m iktardan d a h a az b ir p a r a tahsili ile ba n k a y a verm ek. bonservis, [Fr. bon service] is. Birine çalıştığı yer den ayrılırken iyi hizmet yaptığına dair verilen ve yaptığı işin ne olduğunu, özelliğini ve süresini be lirten belge; temiz iş kâğıdı,
b o ra 1, [? bora ojjJ is. 1. {OsT} Maden eğentisi; ma den cürufu. 2. {ağız} Küp ya da teneke dibinde ka lan bulanık zeytinyağı tortusu. [DS] bora2, [Yun. boreas (kuzey rüzgârı) > Vend. İt. bora] ( b o ’ra) is. Sağanak yağmurla beraber gelen çok şiddetli ve geçici rüzgâr. S bora patlam ak, B ir den şid d etli rü zgâr çıkmak.\\ bora yemek, B o r a y a y a k a la n m a k v e s ığ ın a ca k y e r bu lam am ak. boraç, -cı [bor-aç] {ağız} is. Toprak kap; boduç. [DS]
bonzai, [Jap. bon (kesim ) + sai (a ğ a ç)] is. Japon ya’da yaygın olarak özel yöntemlerle yetiştirilen cüce ağaç.
b orad a, [Ar. burada] {ağız} is. Demir tozu. [DS]
booş, [bö-ş] (b o :ş) {eT) Boş; serbest. [EUTS] bop, [Slav, bob] is. 1. Pokerde her oyuncunun ortaya koyduğu para. 2. Aynı oyunda yerdeki paraya razı olduğunu anlatmak için söylenen söz.
borak, -ğı [Yun. pouribor => bor / bor-ak] is. Tarıma elverişli olmayan, taşlık veya işlenmemiş toprak,
boppa, [Yun. pappos] {ağız} is. Büyükbaba. [DS] bopstil, [İng. bobstyle] is. 1. Züppece giyim. 2. Böy le giyinen kimse. bor1, [bor (yans.)] is. Yüksek sesle bağırmayı, ağız kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfikar] b o r b o r bor-ıl-de-m ek. 0 bor bor barıldemeh (harılda mak), {ağız} is. Yüksek s e s le kon u şm ak; b a s b a s b a ğırm ak. [Zülfikar] bor , [bor j j J is. 1. {eAT} Boz renk; boz. 2. {ağız} Boz renkli sığır. [DS] bor3, [Far. bör] {eT} is. Şarap; içki. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [KB] [Gabain] [Yüknekî] bor4, [bor-a-mak > bör] (b o :r) {eT} is. Fırtına; bora. [Clauson] bor5, [Kazk. bor (tebeşir) I Yun. poros / pori / pouri (yumuşak taş) / Erme, pur (alçı) j y ] {eAT} is. 1. Taşlık, sürülmemiş, otsuz ve tarıma elverişli olma yan sert toprak. 2. {ağız} Yağmurdan sonra toprağın
borağan, [Moğ. bora-ğan / buru-ğan] {ağız} is. Bora; fırtına; kasırga; sis. [DS]
boraks, [Far. burâh > Ar. büralç > Fr. borax] is. kim. Yoğunlaşmış bir borik asitten türeyen Na2B40 7, 10H2O formülündeki sodyum tuzu, boral, [Fr. borale] is. fız . nükl. Alüminyum içinde bulunan bor karbürden oluşan ve ısısal nötronlar için büyüle bir soğurma gücü gösterdiği için ışı nımdan koruyucu ekran imalinde kullanılan bir madde. boralı, [bora-lı] sf. Yağmurlu, sert ve soğuk rüzgârlı. b o ran 1, [Moğ. bora-ğan / buru-ğan > boran ö b jJ is. 1. Rüzgâr, şimşek ve gök gürültüsü ile beraber or taya çıkan sağanak yağmur ve dolu yağışı. 2. {eAT} is. Fırtınalı yağmur. 3. {ağız} Sis; duman. [DS] boran2, [bor-an] {ağız} is. 1. İç sıkıntısı. 2. Bela; fe laket. [DS] boranJ, [? boran] {ağız} is. Bir tür yaban güvercini. [DS] b o ran a1, [Far. bürânî] {ağız} is. 1. Borani. 2. Suda haşlanmış yumurta üzerine sarımsaklı yoğurt dökü lerek yapılan bir tür yemek. 3. Komposto. 4. Ekşi
BOR meyvelerden pekmez ve etle yapılan bir tür yemek. 5. Kışlık olarak kurutulmuş taze fasulye. 6. Ispa nak. [DS] b orana2, [Slav, boronâ / branâ] {ağız} is. Toprak dü zeltmekte kullanılan bir tür tırmık. [DS] boranhane, [boran + Far. -hâne] (b o ra n h a :n e) {ağızj is. Güvercinlik. [DS] boranı, [Ar. Bürân (H alife M e ’mıın ’un eşi) > Far. bürânî] {ağız} is. 1. Yoğurtlu mantı; tatar böreği. 2. Sarımsaklı yoğurt. [DS] borani, [Ar. Bürân (H alife M e'm ım 'un eşi) > Far. bürânî] (b o ra :n i) is. Pirinç veya bulgur ile pişirilen ıspanak, semizotu üzerine sarımsaklı yoğurt dökü lerek yenen bir tür yemek, boranlam ak, [boran-la-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [l(ı)-y o r] 1. Kar yağmak., 2. Hava bulanmak, sislen mek. [DS]
ÖTÜMİV E S İM . borbaş, [moyum > moyum-â-mak > borba-mak > borbâ-ş] {eT} sf. Gevşek; tembel; uyuşuk; ham. [Clauson] borbaşm ak, [moyum > moyum-â-mak > rnoyum-âş-mak > borba-ş-mak] {eT} işteş, f i [-u r ] Karışmak; dolaşmak. [Clauson] [DLT] borbatm ak, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak > borba-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] (Birinin işi içm) karıştırmak; geciktirmek; oyalamak. [DLT] borbay, [bor-bay ?] {ağız} is. 1. Baldır. 2. Bilek. [DS] bore, [Sogd. purc => bore ç_j3 >] is. Borç. S bore issi, {eAT} A la c a k s a h ib i; a la cak lı. borca, [İt. bolgia] {OsT} is. Çukur, borcak, -ğı [bür-mak > burçak] {ağızj is. Sarı çiçekli. yalcılabilen, süpürgeye benzer bir ot. [DS]
b o rç1, -cu [Sogd. purc] is. 1. Birine verilmesi, öden mesi gerekli olan para veya maddî değeri olan şey; ariyet; ikraz; karz; kredi; ödünç; takıntı; takanak. 2. boranlı, [boran-lı] {ağız} sf. (Hava için) kapalı; bulut m ecaz. Manevî ve ahlakî yükümlülük; ödev; min lu; sisli. [DS] net;. S borca alm ak, B ed elin i d a h a so n ra ö d em ek borantı, [boran-tı] {ağız} is. Eski elbise; giyilmiş el üzere a lm a k ; v eresiy e a lm a k .|| borca batm ak, Aşı bise. [DS] rı d e r e c e d e borcu olm ak. || borca girmek, 1. B o rç borasit, -di [Fr. boracite] is. je o l. Doğal magnezyum p a r a atm ak. 2. B orçla n m a k]] borcunu bilmek. kloroborat. B orcun u zam an ın da ö d e r o lm a k .jj borcunu harcını b orat, [Fr. borate] is. kim. Borik asidin tuzu veya bilmek, {ağız} Ö deyem eyeceğ i b o rç altın a g irm e esteri. m ek; h esa p lı davran m ak; dürüst davranm ak. [DS]|| borata, [? borata] is. Unu kepeğinden ayıran elekli borcunu kapatm ak, B orçla rın ı ö d ey ip bitirm ek.|| dolap. borcu asm ak, Ö dem em ek]] borç açm ak, B o r ç b oraz1, [bor5 > bor-az] {ağızj is. 1. Yağmur sonrasın lanm ak]] borç alm ak, Son ra ö d em ek üzere birin da toprağın üzerinde oluşan tuzlu tabaka. 2. İşlen den p a r a veya b ir b a ş k a şey almak]\ borç aîtiBa mediği için boş kalmış ve sertleşmiş tarlanın topra girmek, /. B orçlan m ak. 2. Yükümlülük doğuran ğı; taşlık ve sert toprak. [DS] b ir davran ışta bulunm ak. 3. B o rç p a r a almak.\\ boraz2, [Yun. apörizo (kökten çıkan siirgiin)] {ağız} borç bakiyesi, H esap kesim in de borçlu kalm an is. 1. Yeni dikilen asma çubuğu. 2. Meyve fidanı. p a r a m iktarı]] borç bilmek, B ir ş e y yap m ay ı y e r i [DS] ne g etirilm esi g e r e k li b ir yüküm lülük o la r a k d eğ e r borazan, [boru + Far. -zen (çalan ) > boru+zen] is. 1. lendirm ek]] borç bini aşm ak, I. Ö d em ed e z o r la as. Koni şeklinde genellikle piyade tarafından çalı n a c a k k a d a r borçlan m ak. 2. Ç ok borçlu olm asın a nan perdesiz üflemeli bakır çalgı. 2. Bu aleti çalan k a rşılık a ld ırm a zlık etm ek]] borç etmek, B orçla n kişi. S borazan gibi, (Ses için) ç o k kalın ve gür. m ak]] b orç gırtlağa çıkm ak, Aşırı d e r e c e d e b o r ç borazancı, [borazan-cı] is. Borazan çalan kişi, lanm ak]] borç h arç, B o r ç la n a r a k veya ben zeri y o l la r a b a ş vurarak]] b orç ik rarı, hıık. B orçlu olun borazancıbaşı, -nı [borazan-cı+baş-ı] is. Baş bora duğunu kabu llen m e]] b orçlar hukuku, hıık. B o rç zan. ilişkilerin i düzen leyen ku ralların tümii]] borç issi, borazancılık, -ğı [borazan-cı-lık] is. Borazancının {eAT} A la c a k sa h ib i; a la ca k lı]] borç paçadan ak işi. mak, Ç o k bo rçlu o lm a k .j| borç paçasından ak borbag, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak > mak, Ö d ey em ey eceğ i m iktarda borçlan m ak]] borç borbâ-ğ] {eT} is. İşi savsaklama, uzatma ya da ya pusulası, A la cak lıy a ö d e n e c e k p a r a la n g österen rım bırakma. cetv el.|| borç senedi, B orçlu tarafın dan a la ca k lıy a borbal, [Güre, borbal] {ağız} is. Değirmen taşım dön ö d e n e c e k p a ra y ı ve ö d em e gününü gö steren senet. |[ düren suyun çarptığı kanatlar; su çarkı; türbin. [DS] borçtan ibra, B orçlu ile a la c a k lı a ra sın d a düzen borbalmak, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak lenen borçtan kurtulunduğım a d a ir senet]] borçtan > borbâ-l-mak] {eT} e d il.fi [-u r ] Karışmak; karışık kurtulm ak, B orçla rın ı ö d ey ip bitirm ek]] borç ver lık içine düşmek; sorun yaratmak. [DLT] mek, ile r id e g e r i a lm a k ü zere verm ek; h esa p a ç borbam ak, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak] m ak ; k red i a çm a k]] borç yapm ak. B orçla n m a k ,|| !eTl g ç l■f i [ - r ] İşin üzerine düşmemek; titiz dav b orç yemek, G eçim ini sa ğ la m a k için b o r c a g ir ranmamak; savsaklamak. [DLT] mek.
borç2, [Rus. borse] is. Pancar, lahana ve et ya da krema konularak yapılan bir tür çorba; porç; borş. borça, [bör > bor-çâ] (b o rç a :) {eT} is. Fırtına; bora. [ETY] borçı, [bör (şarap) > bor-çı] (b o r ç v ) {eT} is. 1. Bah çıvan. [EUTS] 2. Üzüm vergisi toplayan memur. [EUTS] 3. sf. İçki içen; içkiye düşkün. [KB] borçıgın, [? borçığın / borçikın] {eT} sf. Koyu mavi gözlü. borcin, [Moğ. borçm] {eT} is. Dişi ördek; burçin. [Nevâyî] borçikın, [bor-çi-kın / bor-çı-ğm] {eT} sf. Koyu mavi gözlü. borçlandırılma, [borç-la-n-dır-ıl-ma] is. Borçlandı rılmak eylemi, borçlandırılmak, [borç-la-n-dır-ıl-mak] edil, f i [-ir ] Birinin borçlanmasına yol açılmak, borçlandırma, [borç-la-n-dır-ma] is. Borçlandırmak işi. borçlandırmak, [borç-la-n-dır-mak] gçl. f i [ -ır ] Bi rinin borçlanmasını sağlamak, borçlanılma, [borç-la-n-ıl-ma] is. Borçlanılmak ey lemi. borçlanılmak, [borç-la-n-ıl-mak] edil.fi. [ -ır ] Borca girilmek, borç edinilmek, borçlanma, [borç-la-n-ma] is. Borçlanmak eylemi, borçlanmak, [borç-la-n-mak] gçsz. fi. [-ır ] 1. Borç almak; kredi almak; veresiye almak. 2. Borca gir mek; borç yapmak; takmak. 3. m ecaz. Manevî bir yükümlülük altına girmek,
tek a tışta savurduğu m erm ilerin a ğ ırlık toplam ı.|| borda bataryası, as. Aynı a n d a atış y a p a n topların tiimü.|| borda etmek, Yandan yanaşmak.\\ borda bordaya, dnz. ik i gem inin y a n y a n a b irb irin e y a n a şa ra k yatması,\\ borda botu, dnz. G em ilerin b o r dasını tem izlem ek için ayrılm ış küçük filika.\\ b o r dadan alm ak, dnz. Rüzgârı veya akıntıyı gem inin om u rgasın a dikey y ön den k a rşıla m ak ,|| borda de nizi, dnz. G em iye d a lg a ları bo rd a ların d an ça rp a n deniz. || borda fenerleri, dnz. G em ilerin s o l y a n ın d a kırmızı, s a ğ y an ın d a y e ş il o la r a k yakıları la m b a lar.^ borda hattı, as. D on an m a gem ilerinin aynı h iza d a ve p a r a le l o la r a k g irm ek için a ld ık la rı em ir.|| borda iskelesi, dnz. Gem inin s o l ta rafı.|| b o r da kaplam ası, dnz. B ir gem i telm esinin su çizg i sinden güverte hizasına k a d a r dış taraftan döşen en kaplama.\\ borda levhası, ulaşt. U çak veya o to m o b ille rd e p ilotun veya sürücünün ra h a t g ö r e b ile c e ğ i şe k ild e yerleştirilm iş g ö ster g e ve cih az tablası.\\ borda yelkeni, {OsT} dnz. tar. E ski g em ilerd e ku l lan ılan y elk en lerd en birisinin adı. borda , [Yun. pörta] {a ğ a } is. İki kanatlı büyük kapı. [DS] bordalam ak, [borda-la-mak] gçl. fi. [- r ] [~(ı)-yor] dnz. 1. Bir gemiye bordası hizasından yaklaşmak. 2. Bir gemiye borda hizasından çarpmak. 2. Bir geminin sancak veya iskele hizasında olmak. 3. Kıyıya paralel olarak gitmek. b ord an a1, [Yun. protano / bordona] {ağız} is. Düz direk. [DS]
bordana2, [? bordana] {ağız} is. Gelin götürülürken borçlu, [borç-lu] sf. 1. Borcu olan; borç almış, borca süs olarak atm üzerine örtülen işlemeli kumaş. [DS] girmiş bulunan. 2. huk. Borç konusu olan edimi ye bordel, [İt. bordello / Fr. bordel] {ağız} is. Genelev. rine getirmekle görevli kimse; medyun; zimmetli. [DS] 3. mecaz. Manevî bir yükümlülüğü bulunan; min bordınar, [Yun. prinari] {ağız} is. Pırnar meşesi, (Junettar. S1 borçlu çıkm ak, A la ca k v e r e c e k h e s a n iperus sa bin a ). [DS] bının d en kleştirilm esi sıra sın d a v er ec e ğ i kalm ak. || bordlam ak, [bord (yans.) > bord-la-mak] {ağız} gçl. f i borçluya kefil, güçlüye vekil, K orku lu işlere g ir e [-r ] [-l(u )-y or] (Manda ve deve için) yavrulamak; cek k a d a r göziı p e k olan. doğurmak. [DS] borçluluk, -ğu [borç-lu-luk] is. Borçlu olma durumu, bordo, [Fr. Bordeaux (F ran sa 'da b ir ş e h ir ve bu ra d a borçsuz, [borç-suz] sf. 1. Borcu olmayan. 2. zf. Borç üretilen şa ra p ların renginden)] is. 1. Mora çalan yapmaksızın. 0 borçsuz harçsız, H içb ir b o r ç y a p kırmızı, şarap tortusu rengi. 2. sf. Bu renkte olan, madan. borçsuzluk, -ğu [borç-suz-luk] is. Borçsuz olma du bordozluk, -ğu [? bordoz-luk] {ağız} is. Kabadayılık. [DS] rumu. bordro, [Fr. bordreau] is. 1. Bir hesabın ayrıntılarım bord, [bord / bort (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkı gösteren cetvel. 2. Hizmet akdi ile çalışanlara öde şan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama nen ücretlerin aslını, kesintilerini ve ödenecek mik sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anla tarları gösteren cetvel, tan kök, bord-la-m ak. borduz, [Yun. paradeisos (park) > Far. bardüz / pâlîz borda1, [İt. bordo] ( b o ’rda) is. 1. dnz. Geminin su / Ar. falız] {eT} is. Sebze bahçesi; bostan. [DLT] üstünde kalan kısmının yanları. 2. Temeli su içinde kalan iskele, mendirek gibi yapıların yan tarafı. 3. bordür, [Fr. bordure] is. 1. Herhangi bir şeyin kenarı boyunca uzanan süs. 2. Bir şeyi korumak ve süsle Dönülen taraf. 4. ünl. as. Düşman gemisine yanaşa mek amacıyla kenarına yapılan çerçeve. 3. Bahçe rak zorla girme em ri.S borda ateşi, as. B ir b o r d a lerde çiçekli ve çimenli kısımları yoldan ayıran da bulunan topların aynı z am an d a a teş etm eleri. || bölme. 4. süsl. Halı, minyatür ve yazma kitaplarda borda atış gücü, as. B o r d a toplarının hepsin in bir
I M Î Ü M E S ö M .
BOR sayfaların, örtü ve mendillerin, kutu ve çekmece gi bi eşyaların etrafını çeviren süslemeli kısım,
borik, [yor-ık / yor-ulc] {eT} is. -* yorık. [DLT]
borsa, [Yun. bursa (m eşin) > İt. borsa (kese) / Anvers’te yabancı tüccarların toplandığı meydan adın dan] ( b o ’rsa) is. 1. Bazı tüccar ve özellikle sarraf larla değerli kâğıt ve tahvil alış verişi ile uğraşanla rın, alım satım ve değişim amacıyla devletin dene timi altında iş yaptıkları yer. 2. Menkul kıymetler ya da emtia üzerine alım satım yapılan piyasa. 3. Borsaya devam eden kişilerin tümü. S borsa oyu nu, Tahvil, h isse senedi, döviz g ib i d eğ erlerin yük se lm e vey a düşm esinden y a r a r la n a r a k y a p ıla n alış veriş işlem i.|| borsa simsarı, B o r s a d a a r a c ılık y a p a n kim se.
borik, -ği [Fr. borique] is. kim. Bordan türeyen bir asit ve bir anhidridin adı. S borik asit, E tkisi az, beyaz, s e d e f görünüm ünde, çözeltisi an tiseptik o la r a k kullanılan H3BO3 form ü lü n d eki b o r a sid i; asit borik.
borsacı, [borsa-cı] is. İşi ve mesleği borsa işlemleri olan kimse. borsacılık, -ğı [borsa-ci-lık] is. 1. Borsada yapılan iş ve işlemler. 2. Borsacının yaptığı iş; borsacının mesleği.
borikli, [borik-li] sf. kim. İçinde borik asit bulunan,
borsmuk, [Toh. borsumuk> borsmuk / porsuk] {eT} is. Porsuk,
borgu, [bor-ğü y -jjt] {eAT} is. Boru. borguy, [bör-ğü-y ?] {eT} is. Üflenerek öttürülen bo ru. [DLT] borhana, [Slav, boronâ] {ağız} is. Toprak düzeltmek te kullanılan bir tarım aracı. [DS] borı, [bor-î / bür-ı] {eT} is. 1. -*• büri2. 2. Hokka ve taş gibi şeylerin yarılmaması için ağızlarına geçiri len halka. [DLT]
borina, [İt. borina] (bo ri ’na) is. dnz. Direkteki yatay serenlere açılan dört köşe yelkenleri geri doğru ge ren iplerin bağlandıkları köşelere yakın olarak bu lunan ve yelkeni çevreleyen halatın üzerindeki üç gen sapanlara bağlanan ip; burina, borineta, [İt. borinetta] ( b o ’rinetta) {ağız} is. Yelken lilerde kullanılan bir tür halat; burinata. [DS] borla, [Slav, bürilo] {ağız} is. Çamdan yapılmış su kabı. [DS] borlag, [bor-lağ
{eAT} is. Sürülmemiş tarla.
horlam ak, [borğü > boru > bor-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(u )-yor] İçini oymak. [DS] borlo, [Fr. brûlé] {ağız} is. Bezik oyununda kullanı lan “geçti, d eğ işm ez a r tık ” anlamında bir deyim. [DS] borlota, [İt. burlota] {ağız} is. dnz. Eskiden deniz sa vaşlarında kullanılan bir ateş gemisi. [DS] borlug, [bor-luğ / bor-luk] {eT} is. -* borluk. [EUTS] borluk, [bör (şarap) > bor-luk] {eT} is. Meyve bah çesi; üzüm bağı. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] borlukçı, [bor-luk-çı] {eT} is. -* borlukçu. [EUTS] borlukçu, [bör (şarap ) > bor-luk-çu] {eT} is. Bağcı; bahçıvan. [İKPÖy.] borluvu, [bor-lağu > borluvu] {ağız} is. Damların ke narındaki oluk; saçak oluğu. [DS] borno, [İt. pemo] is. dnz. Makara ekseni. bornoz, [Ar. bümüs > Fr. bumous] is. 1. Önden açık, kollu, havludan yapılmış, banyodan sonra ku rulanmak için giyilen giyecek. 2. Afrika’da Berberilerin giydikleri başlıklı, kısa kollu, geniş bir üst lük. bornuz, [Ar. bümüs > bömüz -iyjji] {OsT} is. -*■ bor noz. boro, [? boro] {ağız} is. Üstü iki yarım, altı bütün gözlü büyük dolap. [DS]
borsu, [borsu] {eT} is. Fasulye. [EUTS] borsuk, [Toh. borsumuk > borsmuk / borsuk] {eT} is. Porsuk. borş, [Rus. borse] is. 1. Lahana çorbası. 2. Sebzeler le, kırmızı lahana ve pancarla yapılan, ekşi krema ve haşlama sığır etiyle sunulan çorba; borç; porç. bort, [bord / bort (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama so nucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök, bort-dür-m ek, bort-la-m ak. borta, [bortâ] (bo rta :) {eT} is: Altın kırıntıları. [DLT] [Clauson] bortalam ak, [bortâ-lâ-mak] (b o rta :la :m a k ) {eT} gçl. f [~r] Altın yaprakları ile süslemek. [Clauson] [DLT] bortalanm ak, [borta-la-n-mak] {eT} edil. f . [-u r] Al tın yaprakları ile süslenmek. [DTL] [Clauson] bortdürm ek, [bort (yans.) > bort-tür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r ] Biraz haşlamak; börttürmek. [DS] bortlacı, [bort (yans.) > bort-la-(y-l)cı] {ağız} sf. -*■ bortlayıcı. [DS] hortlak, -ğı [bort (yans.) > bort-lak j^ > > ] {eAT} {ağız} is. Deve yavrusu. [DS] hortlam ak, [bort (yans.) > bort-la-mak
{eAT}
{ağız} gçsz. f . [- r ] (Deve, manda vb. için) yavrula mak; doğurmak. [DS] bortlayıcı [bort (yans.) > bort-la-mak > bort-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Deve ya da manda için) gebe. [DS] boru, [eT. bor-ğu / bor-ğu-y > boru] is. 1. Bir yerden başka bir yere sıvı veya gaz akıtmaya yarar, içi boş, uçları açık, dar ve uzun yuvarlak nesne. 2. as. tar. Mehter ve daha önceki saltanat alameti olan tuğlar da yer alan ve nefesle çalman perdesiz madenî çal gı; nefir. 3. Megafon. 4. argo. Boş söz; saçma. 5. {ağız} Söğütten çıkarılan düdük. [DS] 6. argo. Gü rültü. 7. arg o. Fahişe. 8. arg o. Erkeklik organı. 9.
İ
B
İ
K
M
M
BO S
. 655
argo. Edilgin eşcinsel erkek. 10. sf. arg o. Kolay; zahmetsiz. 11. argo. Anlamsız; manasız. S boru ağı, T esisatı oluşturan boru ların bütünü. || boru anahtarı, B oru ları b irb irin e b a ğ la m a k için ku lla nılan ö z e l anahtar. || boru askısı, H er türlü boru nun asılm asın d a kullanılan lam a dem irden y a p ıl mış askılık. || boru bileziği, 1. S o b a boru ların ın e k y erlerin e g eçirilen süslii çem ber. 2. B irb irin e e k le nen boru ların ağızlarının etrafın a g eçir ilen en li halka.\\ boru çalm ak, müz. B oraz an öttürm ek.|| boru çiçeği, bot. B a h ç e v e ça rd a k la r ı sü slem ek için yetiştirilen sa rm a şık türü b ir bitki; çan ç iç e ğ i; tatu la, (İp o m a ea purpurea).\\ boru çiçeğigiller, bot. Çan çiçeğigiller.\\ Boru değil! a rg o. D e ğ e r v eril m ey ecek durum değil. ||boru demeti, B ir ısı d eğ iş tiricisindeki boru ların tümü. || boru dirseği, D irsek g ibi kıvrılm ış b o ru .|| boru döşemek, A kışkan bir m addeyi b ir y erd en b a ş k a b ir y e r e a k ta rm ak veya taşım ak için b o ru la rı b irb irin e eklem ek. ||boru gibi ötmek, B oş şe y le r kon u şm ak.|| boru hattı, 1. B irb i rine bağ lan m ış boru ların m eydan a g etird iğ i dizi. 2. A skerî ve ek o n o m ik a m a ç la r la b ir y erd en b a ş k a bir y er e aka ry a kıt veya ham p e t r o l akıtm a k için ku lla nılan boru tesisleri.\\ boru kabağı, bot. B oğum suz ve boru g ib i uzun su kab ağ ı. ||boru kelepçesi, B o ruyu duvara tespit etm ekte kullanılan, b ir tarafı sabit, d iğ er bölüm ü cıv ata ile sıkıştırılabilen g e reç .|| boru mengenesi, D iş açm a, k esm e g ib i işlem leri y a p a b ilm ek için borunun s ık ıc a bağ lan d ığ ı alet.|| Boru mu bu? K ü çü k s a y ıla c a k b ir şey veya durum değil. ||boru sesi, tıp. B azı a k c iğ e r h a stalık ların da üflenen b ir boru sesin i an dıran v e din le m ekle işitilebilen say.|| borusu ötmek, 1. Yetkisi olm ak. 2. Sözü g eç m e k ; d ilediğ in i yaptırabilmek.\\ borusuna ot tıkam ak, Gücünü ve etkisini kesmek.\\ (birinin) borusunu çalm ak, Ç ıka r s e b e b iy le bir kimsenin şahsını, fik irlerin i övm ek; söy led iklerin i aktarm ak.|| borusu tutm ak, 1. (Z en ciler için) ağzı köpü rerek kriz g eç ir m e k ; b a b a la r ı tutmak. 2. Ç ok ö fk elen erek etr a fa saldırm ak. || boru tertibatı, içinden sulu veya toz h a lin d e a kışk an la rın dolaştığ ı boru ve kan alların tam am ı. || boru yollu bilgisa yar, blş. Aynı a n d a ça lışa n b ir dizi işlem cid e bilg i leri seri h a lin d e işlem ek için ç o k büyük h ızla ra g ö re tasarlan m ış b ilg isay a r; pipeline.\\ boru yolu, 1. B ir tesisatta boru ların g eçtiğ i veya d ö şen d iğ i y er ; kanalizasyon. 2. P etrolü çıktığı y er d en b a ş k a b ir y ere akıtan boru tesisatı; p a y p la y n .|| boruyu çal mak, i. B ir n im ete konm ak. 2. B aşarm ak. borucu, [boru-cu] is. 1. Boru yapıp satan kimse. 2. Boru takma ve yerleştirme işinde çalışan kimse. 3. as. Boru çalmakla görevli asker; borazan. 4. tar. Tulumbacılık kuruluşunda yangın söndürme hortu munun borusunu taşımakla görevli kişiler, borucuk, -ğu [boru-cuk] is. anat. 1. Uzunluğu az, çapı küçük, içinden bir takım vücut sıvısı ve salgı
ların geçtiği organik yapılar. 2. bot. Bitişik çanak ve taç yaprakların altında bulunan borumsu bölüm, borucuklu, [boru-cuk-lu] sf. bot. (Bitki için ) bir ya da daha çok borucuğu olan. boruk1, -ğu [? boruk / poruk] {ağız} is. bot. Süpürge yapmakta kullanılan, sarı çiçekli, tohumları zehirli bir yabani çalı; katır tırnağı, (Spartium ju n ceu m ) [DS]^ boruk2, -ğu [bor-uk] {ağız} sf. (Meyve için) ham. [DS] borulu, [boru-lu] sf. Borusu olan, borumsu, [boru-msu] sf. Boru biçiminde olan, boruzen, [boru + Far. -zen] {OsT} is. tar. Boru çalan kimse. b ory a1, [Far. büriyâ] {ağız} is. Hasır. [DS] borya2, [Yun. puryâ] {ağız} is. Araba tekerleğinin or tasına geçirilen çelik boru parçası; poyra. [DS] boryaz, [Yun. boreas => boryaz jk j.r] {eAT} is. Poy raz. borza, [Yun. aporizo] {ağız} is. 1. Yeni dikilen asma çubuğu. 2. Meyve fidanı. [DS] bos1, [bos] {ağız} is. "V ücutyapısı, en d a m ” anlamın daki “b o y b o s ” ikilemesinde kullanılır. [DS] bos,2 [Far. büs] {OsT} is. Öpücük, bosa, [İt. bozza] ( b o ’sa ) is. dnz. Demir zincirini tutmakta kullanılan kısa halat veya zincir, bosaga, [Moğ. bosa-ğa] {eT} is. Yurt adı verilen ça dırın kapı çerçevesinin alt kısmı; eşik. [Nevâyî] bosanç, [bos-anç] {eT} is. Elem; keder. [ETY] boşanmak, [bos-an-mak / bus-an-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Kederlenmek; müteessir olmak; kaygılan mak; üzülmek. [EUTS] bosanturm ak, [bosa-n-tur-mak] {eT} gçl. f. [-u r] Kederlendirmek; üzmek. [EUTS] bosgak, [bos-ğalc / boz-ğak] {eT} sf. 1. Bozulmuş. [EUTS] 2. Bozulma. [EUTS] boskunmak, [baksı / bahşı ? > boskun-mak] {eT} g ç s z .f. [-u r] Öğrenmek; okumak. [EUTS] bosmak, [bos-mak / boz-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Boz mak; kırmak; parçalamak. [EUTS] bostan, [Far. bü (koku) + -sitân (yer)
{OsT} is.
1. Sebze bahçesi. 2. Kavun, karpuz tarlası. 3. Ka vun ve karpuzun ortak adı. 4. {ağız} Hıyar. [DS] S bostan bekçisi, B ostan bekley en kim se. || bostan bozan, {ağız} bot. B itkiler üzerinde a s a la k o la r a k y a şa y an k lorofilsiz bitkilerin g en el a d ı; ca n a v a r otu; taun otu, (O ro b a n c a c ea e). [DS]|| bostan bo zuntusu, 1. B elirli b ir düzen için de olm ayan, d a r m ad ağ ın ık y er. 2. B ostan a benzeyen, bostan g ibi görü n en .|| bostan böceği, {ağız} zool. D anaburnu. [DS]|| bostan dolabı, E skiden kuyulardan su ç ek m ekte kullanılan ve hayvan gü cü ile ça lışa n b ir dü z en ek .|| bostan güzeli, {ağız} bot. 1. K ü çü k f a k a t koku lu y u v a rla k b ir tür kavun. 2. T arla lard a y eti
ÜIÜHIİİICESöZİJİ.
BOS ş en h a rd a la ben z er kırmızı çiçek li b ir ot. 3. A yçiçe ği. [DS]|| bostan kebabı, Ana m alzem esi bostan p a tlıca n ı ve kuzu inciği o la n b ir tür ten cere k eb a b ı.|| bostan kesen, {ağızj zool. D anaburnu. [DS]|| bostan korkuluğu, 1. T arla lard a kuşları ürkütmek için dikilm iş insan şeklin d eki kukla. 2. K en disinden istenilen verim alınam ayan, kendisin i kim senin saym adığ ı kişi. || bostan otu, {ağızj bot. Sem izlik; sem izotu. [DS]|| bostan patlıcanı, Ç ekirdeksiz, iri v e y u v a rla k b ir tür patlıcan.\\ bostan yıldızı, {ağızj A kşam yıld ızı; ç o b a n yıldızı. [DS] bostana, [Ar. bustâne (küçük b a h çe)] {ağız} is. Sala ta. [DS] bostancı, [bostan-cı] is. 1. Bostan yetiştiren kimse. 2. {ağızj Bostan bekçisi. [DS] 3. tar. İmparatorluk dö neminde sarayın güvenliği ile sarayın bahçesinin bakımını ve İstanbul’un asayişini sağlamakla gö revli teşkilatta görevli kişi. £? bostancı ocağı, tar. B ostan cıların b a ğ lı olduğu ocak. bostancık, -ğı [bostan-cık] {ağız} is. Çıbana benzer büyük şişlik. [DS] bostancılar, [bostan-cı-lar] is. tar. Saray kuruluşun da, padişah saraylarının korunması ile görevli su bay ve askerler; bostancıyan. bostancılık, -ğı [bostan-cı-lık] is. 1. Bostan yetiştir me ve satma işi. 2. Bostancının görevi, bostancıyan, [bostan-cı + Ar. -y-ân OL g ^ j ; ] (bostancıya:n) {OsTj is. tar. - * bostancılar, bostaniyan, [Far. bostâniyân
(bosta:n iya:n )
is. tar. - * bostancılar, bostanlık, -ğı [bostan-lık] is. Bostan olan yer. bosuş, [bos-uş] {eT} is. Kaygı; keder; gam; üzüntü. [EUTS] bosuşlug, [bos-uş-luğ] {eT} sf. Kaygılı; kederli; üzün tülü. [EUTS] [ETY] bosümek, [bos-u-mak] (ağızj gçsz. f. [-r] Üzülmek. [DS] bosütmek, [bos-u-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ü r] Üzmek; kederlendirmek. [DS] boş, [eT. boş / böş] sf. 1. {eT} {eAT} {ağızj Serbest; hür; özgür. [DS] 2. Üstünde ve içinde hiç kimse ve bir şey bulunmayan; çıplak; tehi. {eT} (aynı) [ETY] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] [KB] 3. Issız; tenha. 4. Yapacak bir işi olmayan; iş bulamamış olan; işsiz. 5. mecaz. Bilgisiz. 6. (Makam için) görevlisi olma yan; münhal. 7. mecaz. Yararsız. 8. Bir işte kulla nılmayan. 9. Gerçeğe dayanmayan; hayal ürünü. 10. mecaz. Anlamsız; abes. 11. mecaz Verimsiz. 12. m ecaz. (Toprak için) sürülmemiş; ekilmemiş. 13. {eAT} Ergin. 14. {eAT} Boşanmış. 15. {eAT} Söl pük; gevşek; pörsük. 16. {eT} {eAT} Salıverilmiş. 17. Boşaltılmış. [DLT] 18. {ağız} Koyun ya da keçi doldurması. [DS] 19. {ağız} Bağlı olmayan. [DS] S boşa alm ak, I. Ç alışan b ir m akinenin iş y a p an kı
sım ile ilgisini kesm ek. 2. Etkin b ir g ö rev d ek i g ö revliyi h erh an g i b ir sorum luluğu v e y etkisi o lm a yan b ir m ak am a getirm ek. || boşa atm ak, H ed efi vuramamak.\\ boşa çalışmak, E m eğinin karşılığını a la m a m a k ; a v a r a k a sn a k işlem ek ; buz üstüne yazı y a zm ak ; h a v an d a su d öv m ek; p ö s te k i say m ak; y a p tığı h ay ır ürküttüğü k u rb ağ a y a değmemek.\\ boşa çalm ak, {ağız} B o y c a gelişm em iş ekin leri s a d e c e biçm iş o lm a k için tırpan sa lla m ak . [DS]|j boşa çık m ak, (Em ek, uğraş, umut vb. için) olum lu bir s o nuç y a d a k az an ç e ld e edem em ek. || boşa gitmek, H erh an g i b ir işe yaramamak.\\ Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı, K ararsızlık için de k alan ların sö y led ik leri söz. || boş almak, B ağ lan an n esn elerd eki g ev şek liğ i g id erm ek için g er d irm ek veya sıkm ak. || boş atıp dolu tutmak, B ek le d iğ i sonu cu gerçekleştirememek.\\ boş atıp dolu vu rm ak, B ek len m ed ik olum lu bir son u ç eld e etm ek; bilm ed en b a şa rı sağlamak.\\ boş bağarsuk, {eAT} anat. K ö r b a ğ ırsa k .|| boş bırakm ak, 1. (Ev, ü lke vb. için) için d e veya üzerinde oturan kim se kalm am ak. 2. (T arla için) ekim y a p m a m ak ; sü r m em ek. 3. (H ayvan için) salıverm ek. 4. (Çocuk, ö ğ ren ci için) onunla ilgilen m em ek.|| boş bırakm a m ak, 1. B irin e p a r a , y iy e c e k vb. kon u lard a yardım etm ek. 2. Yalnız y a şa y an birini s ık s ık ziy aret et m ek. 3. İşsiz kalm asın a, b o ş g ezm esin e m eydan verm em ek. j| boş birm ek, {eT} 1. Yardım etm ek; ia n e verm ek. 2. F e d a etm ek. [EUTS]|| boş bitig, {eT} hıık. S erb estlik b e lg e s i; a za tlık kâğıdı. [EUTS]|| boş böğür, {eAT} {ağız} anat. B öğrü n e ğ e ve k a lç a k e m ikleri a ra sın d a k i b o ş kısm ı; böğür. [DS]|| boş bu lunmak, 1. T edbirsiz davran m ak; h a b ersiz v e h a zırlıksız y a ka la n m a k. 2. D üşünm eden söyleyiver m ek. 3. Ani b ir se s veya gürültüden ürkm ek, irkil m ek,|| boş çıkm ak, Umduğu g ib i bıılamamak.\\ boş çıkm am ak, Az d a o ls a y a r a r sağlamak.\\ boş do lap, {ağız} B an y o yeri. [DS]|| boş döndürmemek, Az d a o ls a b ir şe y le r verm ek. || (eli / eli kolu) boş dönmek, 1. Gittiği y erd en veya yaptığ ı işten k a z an ç eld e edem em ek. 2. H içb ir şe y kazan m adan y a d a son u ç a la m ad a n g elm ek .|| boş durm ak, H içbir işle uğraşmamak.\\ boş durm am ak, 1. Sü rekli bir iş ile u ğ raşm ak; çalışm ak. 2. B irinin yaptığ ı kötü lü ğe k a r şılık verm eye hazırlanmak.\\ Boş durula cak zam an değil, B ir şe y le r y a p m a k g erekir. || boş düşmek, isi. huk. E şinden hükm en boşan m ış o l m ak.|| boş gezenin boş kalfası, H içb ir iş y a p m a dan d o la şa n ; işsiz ve s e r s e r ic e g ezm ekte ısra r ed en ; a y la k .|| boş gezmek, İşsiz dolaşmak.\\ Boş git sin dolu gelsin, elek D im yat’a varsın. H iç zahm et çek m ed en k azan m ak isteyen lerle a la y için sö y le nir. || boş gönderm emek, 1. B ir istekte bulunanın işini y ap m ak. 2. İsted iğ i şey i verm ek. ||boş gözlerle bakm ak, A nlam sız şe k ild e bakmak.\\ boş inan,
K aynağı İlah î vahye dayan m ayan inanç; b a tıl iti kat; h u rafe.|| boş inanç, K ay n ağı İ la h î vahye d a yanm ayan in an ç; b a tıl itikat. || boş kâğıdı, huk. Cumhuriyet ö n ces i m ed en î hukukta b o şa n m a k iste yen kocan ın eşin e verdiğ i b o şa n m a b elg esi. || boş kalmak, 1. iş i tam am layıp bitirm ek. 2. İşsiz kalmak. || boş kılmak, {eTj Azat etm ek; bırakm ak. [DLT]|| Boş kile, dipsiz am b ar, 1. Yararsız uğraş. 2. Savurganlık.\\ boş komak, {eATf S e rb est b ıra k m ak; azat etm ek.|| boş koym ak, 1. Yoksun b ır a k m ak; m ahrum etm ek. 2. B oşaltm ak. 3. P eşin i bırakm ak.|| boş kiime, mat. H içb ir elem an ı olm ayan küme.|| boş küp, B ilgisiz insan.\| boş laf, G ereksiz söz.|| boş laf etmek, G ereksiz ve y a ra rsız sö z le r söylem ek. || Boş ol! E sk i hukukta erkeğ in eşin i b o şam ak için sö y led iğ i söz. || boş olmak, 1. (Kadın için) eşi tarafından boşan m ak. 2. {eAT} B o ş durmak. || boş oturm ak, H erh a n g i b ir işle u ğ raşm a m ak; işsiz olmak.\\ boş salmak, {eAT} B o ş b ıra k mak.|| boş söz, H erh a n g i bir düşün ce ürünü o la r a k değil d e konuşm uş o lm a k için söylen en söz. || boş şey, Yararsız. || boşta gezmek, İşsiz olm ak. || boşta kalmak, İ ş e veya o k u la g irem em ek .|| boşta otu r mak, İşsiz k alm ak .|| boşu boşuna, 1. Yararsız. 2. Boş y er e; n a file.|| boşunu silkmek, {ağız} B ir kim senin niyetini a n la m a k için kon u ştu rarak ağ ız a r a m ak; söyletm ek. [DS]|| Boş ver! argo. Aldırma.\\ boş vermek, A ldırm am ak, ilgilen m em ek; o ra lı olmamak. || boş yere, H içb ir y a r a r sa ğ la m a d a n ; g e reksiz; beyhu de; n a file.|| boş zam an, B ir kim senin ça lışa ra k g eç ir m e k z oru n d a oldu ğu s a a tle r le din lenme sü resi dışın da k alan zam an. Boşa, [Erme, p’osa => boşa / poşa] is. Hindikuş kö kenli olup beşinci yüzyılda Kafkaslara yerleşmiş olan Çingenelere verilen ad. boşalım, [boşal-mak > boşal-ım] is. 1. Boşalmak işi. 2. Boş duruma gelme; deşarj. 3. fız . Bir elektrik yükünün bir iletken aracılığı ile devri tamamlana rak sıfıra inmesi. boşalma, [boş > boş-al-ma] is. 1. Boşalmak eylemi ve durumu; inhilal; deşarj. 2. m ecaz. Derdini birine açarak ferahlama; rahatlama. 3. fız . Elektrik yükü nün başka bir iletkene geçmesi veya yükün denge lenmesi. boşalmak, [boş > boş-al-mak] gçsz. f i [-ır ] 1. Boş duruma gelmek. 2. İçinde hiçbir şey kalmamak. 3. Bir kap içinden dışarıya akmak, dökülmek. 4. (İp, halat, tel vb. için) gevşemek; açılmak; çözülmek. 5. mecaz. Derdini ve sıkıntısını birine anlatarak ferah lamak; deşarj olmak. 6. (Hayvan için) bağından, ipinden kurtulmak. 7. Cinsel ilişkide beli gelmek. boşaltaç, -cı [boş-al-t-aç] is. fiz . Kapalı bir yerdeki havayı boşaltmaya yarayan alet; hava boşaltma ma kinesi. boşaltı, [boş-al-tı] is. 1. Boşaltma işlemi. 2. Sindirim
ve diğer fizyolojik olaylar sonucu vücutta meydana gelen artıkların ve salgıların dışarıya atılma işlemi; boşaltım; ifrağ, boşaltıcı, [boş-a-l-t-ıcı] is. fiz . Yükleri aynı olmayan iki iletkeni aynı yük düzeyine getirmekte kullanılan yalıtkan saplı iletken, boşaltılma, [boş-al-t-ıl-ma] is. Boşaltılmak işi. boşaltılmak, [boş-al-t-ıl-mak] edil. fi. [-ır ] Boş duru ma getirilmek, boşaltım, [boş-al-t-ım] is. 1. Boşaltma işlemi. 2. Sis temlerin çalışabilmesi için gerekli olan boşaltma işlemleri; boşaltı. 3. biy. Sindirim ve diğer fizyolo jik olaylar sonucu vücutta meydana gelen artıkların ve salgıların dışarıya atılma işlemi; ifrağ. S boşal tım aygıtı, Vücuttan dışarı atılm ası g er ek en m ad d eler i toplayıp boşaltan organ. boşaltma, [boş-al-t-ma] is. 1. Boşaltmak eylemi. 2. Bir yerden herhangi bir durum nedeni ile toplu ola rak çıkma; tahliye. 3. Bir bölgeyi terk etme. 4. Do kumacılıkta çözgü levendini sökmeden çözgüyü gevşetme. 5. Yükün taşıma aracından çıkarılması. 6. Bir ateşli silahın mermi kovanını yataktan çı karma ya da ateş ederek mermilerin tümünü bitir me. 7. fiz . Elektrik yükünü sıfıra indirme. S bo şaltm a havzası, coğ. Sularını b ir ırm ak veya g ö le akıtan y erlerin bütünü. boşaltmak, [boş-al-t-mak] g ç l .f i [-ır ] 1. Bir şeyi boş duruma getirmek. 2. Bir şeyi başka bir şeyin içine tamamen dökmek; boca etmek. 3. Bir silahta ne kadar mermi varsa hepsini arka arkaya ateşleyerek bitirmek. 4. m ecaz. Derdini dökmek. 5. Kusmak. 6. Bağlı bir şeyi veya cıvatayı gevşetmek; açmak. 7. Elektrik yükünü sıfıra indirmek. 8. Bir yerde toplu hâlde bulunan insanları toptan dışarıya çıkarmak. 9. p sikol. İçe itilmiş olan düşünce ve eğilimleri tek rar bilinç alanına çıkarmak, boşaltmalık, -ğı [boş-al-t-ma-lık] is. Bir su ya da sıvı tankındaki maddeyi tamamen boşaltmak amacıyla konulmuş olan ağız ya da musluk, boşam a, [boş-a-ma] is. Boşamak eylemi, boşamak, [eT. boş-ü-mak (bırakıverm ek, salıverm ek) l boş-a-mak] g çl. fi. [ - r ] [-(u )-y o r] 1. {eT} Bırak mak; terk etmek; ayrılmak. [KB] 2. {eT} Kurtarmak. [Gabain] 3. (Koca için) eski hukuka göre eşi ile ara sındaki nikâh bağını kaldırmak. 4. (Yargıç vb. için) kanunlara göre karı ile koca arasındaki evlilik ba ğının sonlandırılmasma karar vermek. 5. a rgo. Vazgeçmek; değer vermemek. 6. {ağız} Yapıp bi tirmek. [DS] boşandırm a, [boşa-n-dır-ma] is. Boşandırmak işi. boşandırm ak, [boşa-n-dır-mak] gçl. f i [-ır ] 1. Bir akıcının önünde bulunan tıpa veya set gibi engelleri kaldırarak hızla akmasını, boşalmasını sağlamak. 2. Bağlı duran bir hayvanı bağlarından kurtarmak; serbest bırakmak; bağdan kurtarmak. 3. Y ay ve
DliiHIİMtf: SOM • 653
BOŞ zemberek gibi kurulu bulunan esnek gereçleri ku rulu kalmasını sağlayan tırnaktan kurtarmak. 4. Boşaltmak. 5. (Evli çiftlerin) kanun gereği boşan malarını sağlamak. 6. {ağız} Atı dört nal ile rahvan arasında koşturmak. [DS] boşandurm ak, [boşa-n-dur-mak
{eAT} gçl.
fi. [-u r] Boşaltmak, boşanm a, [boşa-n-ma] is. Geçerli bir evliliğin kanu nun öngördüğü sebeplerden dolayı eşlerin sağlığın da mahkeme kararı ile bozulması. 3 boşanma da vası, huk. K a rı veya k o c a tarafın dan ev lilik birliğ i n e son v erd irecek, bozucu y en ilik doğu ran k a r a rı a lm a k ü zere açtığ ı dava. boşanm ak1, [eT. boş-un-mak > boş-an-mak d ö n ş l.f. [-ır ] [eT , eAT, -u r] 1. {eT} Kendini bir yer den kurtarmak; kurtulmak; serbest olmak; hür ol mak; başına buyruk olmak. [ETY] [EUTS] 2. {eT} Bağı çözülmek; boşalmak. [DLT] 3. Boş kalmak; boşalmak. {eAT} (aynı) 4. Birdenbire dışarı uğra mak. 5. (Gergin bir zemberek vb. için) birdenbire çözülüp açılmak; yuvasından kurtulup fırlamak, çözülmek; kurulu hâlden serbest hâle geçmek. 6. Birden gevşemek; hâlden düşmek. 7. (Hayvan için) bağlarından ve iplerinden kurtulmak. 8. (Akıcı ve yağmur için) birden ve bol akmak. 9. Hüngür hün gür ağlamak. 10. Söyleyeceklerini birdenbire söy leyivermek. 11. m ecaz. Derdini anlatmak. S Bo şan da semerini ye! Ç ok o b u r k im seler için sö y le nen ay ıp lam a sözü. boşanm ak2, [boş-a-n-mak] dönşl. f . [-ır ] huk. (Kan koca için) mahkeme kararı ile evlilik birliğini bitir mek; ayrılmak; ayağının bağını çözmek; ev boz mak; yuvasını yıkmak, boşatm a, [boş-a-t-ma] is. Boşatmak işi. boşatm ak1, [boş-a-t-mak
/ j U i î j J gçl. f i [-ır ]
1. Boşama işini yaptırmak; ayırmak. {eT} (aynı) [DLT] 2. Boşandırmak. 3. {eT} {eAT} Boşaltmak; çözmek.
boşgurm ak, [*boşğü-mak > boşğu-r-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] 1. Eğitmek; öğretmek; talim etmek. [EUTS] [ETY] [Gabain] 2. Akıl vermek. [ETY] 3. Yapmak; düzene sokmak. [ETY] [Tekin] boşgut, [*boşğü-mak > boşğu-t] {eT} is. 1. Öğüt; na sihat; talimat. [Gabain] [KB] 2. Okuma. [EUTS] 3. Öğrenme; öğrenim; ders. [Clauson] [EUTS] [KB] boşgutçı, [*boşğü-mak > boşğu-t-çı] {eT} is. Öğret men; muallim; mürebbi. [EUTS] boşgutlanmak, [*boşğü-mak > boşğu-t-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Çırak sahibi olmak; çıraklanmak; çırak edinmek. [DTL] [Clauson] boşgutlug, [*boşğü-mak > boşğu-t-luğ] {eT} is. Öğrenci; öğrenen; eğitim altında bulunan. [EUTS] [Clauson] boşgutmak, [*boşğü-mak > boşğu-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Öğretmek; okutmak. [EUTS] boşgutsuz, [boşğu-t-suz] {eT} sfi. Artık öğrenmeyen. [Üç İtigsizler] boşılıg, [boşü-malc > boşı-lığ] {eT} is. Kurbanlık. [EUTS] boşka, [Sırp, buçka > boçke] {ağız} is. 1. Testi. 2. Yayık. 3. Fıçı. [DS] boşkut, [*boşğü-mak > boşku-t] {eT} is. Okuma; öğ renme; ders. [EUTS] boşla, [eT. boş-la-ğ / boş-la] {eAT} zfi. Boş olarak, boşlag, [boş-lâ-mak > boş-lâ-ğ] (b o şla :ğ ) {eT} sfi 1. Bırakılmış; terk edilmiş; boş verilmiş. 2. Avare; boş. [KB] 3. Boş; gevşek. [Yüknekî] boşlaglanmak, [boş-la-ğ-la-n-mak] gçsz. fi. [-u r] 1. Kızmak. 2. Öğüt tutmamak. [DLT] boşlama, [boş-la-ma] is. Boşlamak eylemi, boşlamak, [boş-la-malc jo ilijj] {OsT} gçl. fi. [ - r ] [l(u )-yor] 1. Serbest bırakmak; kendi hâline terk etmek. 2. Boşaltmak. 3. İlgi göstermemek; önem vermemek; ihmal etmek. 4. {ağız} Peşini bırakmak; vazgeçmek. [DS] 5. Kocalık görevini yerine getir memek.
boşatm ak2, [boşa-mak > boşa-t-mak] gçl. fi. [-u r] {eAT} Çözülmek; bırakılmak,
boşlanm ak, [boş-la-n-mak
boşboğaz, [boş+boğaz] sfi. 1. Saklanması gereken sırları saklayamayıp söyleyiveren. 2. Yerli yersiz konuşan; sır saklamaz; geveze; çenebaz; lafçı; zev zek.
boşlık, [boş-lık] {eAT} is. Boşanmış olma; boşanmış olma hâli.
boşboğazlık, -ğı [boş+boğaz-lık] is. Boşboğaz olma durumu. 3 boşboğazlık etmek, D üşünm eden, g e reksiz ve y ersiz konuşm ak. boşçu, [boş-çu] {ağız} is. Kömür yükletirken boşalan küfeleri motora atan hamal. [DS] boşgunm ak1, [*boşğü-mak > boşğu-n-mak] {eT} d ö n ş l.f. [-u r ] Öğrenmek; okumak. [Gabain] [EUTS] [Clauson] boşgunmak2, [böş > boş-ğun-mak] g ç s z .f. [-u r ] Boş kalmak; boş olmak; işten yorulmak. [DLT]
{OsT} edil, f i [-
ur] Terk edilmek; boş bırakılmak,
boşluk, -ğu [eT. boş-luk
is. 1. {eT} Kurtulma;
serbest kalma. [KB] 2. {eAT} Boş kalmış olma; bo şanmış olma. 3. Herhangi bir yerdeki oyukluk ve çukurluk. 4. Birbiri ardına gelmesi gereken nesne ler ve elemanlar arasındaki kesinti; açıklık; ara; mesafe. 5. Çalışmadan, boş geçen süre. 6. Psikolo jik olarak hissedilen bir eksiklik veya yoksunluk duygusu. 7. m ecaz. Yetersizlik. 8.fiz . İçinde hiçbir cisim bulunmayan uzay; vakum. S boşluğunu al m ak, a rg o. 1. B ir kim senin karn ın a yum ruk atm ak. 2. B ir kim senin karnını k e s ic i y a d a d elici b ir sila h la yaralam ak.]] boşluk tulumbası, K a p a lı b ir y e r
T O lItH ff » 1 . 6 5 9
d eki havayı bo şa ltm a y a y a ra y an a le t; h a v a b o şa lt m a m akin esi; b oşaltaç. boşlukçuluk, -ğu [boş-luk-çu-luk] is. fe l. Tabiatta boşluğun bulunabileceğini kabul eden felsefî görüş, boşluklaşma, [boş-luk-la-ş-ma] is. fız . Hareket ha lindeki bir sıvının içinde buhar veya gazla dolu boşluklar oluşması, boşluklu, [boş-luk-lu] sf. 1. Boşluğu olan. 2. m ecaz. Yeterli ve tam olmayan, boşlunm ak, [boşü-mak > *boş-ul-mak > boş-(u)l-
uıı-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] (Kadın için) doğum yapmak; doğurmak. [Clauson] Boşnak, [Bosna (Y u goslavya’d a b ö lg e ve kent) > boşnyak] is. Bosnalı veya kökeni Bosna’ya ilişkin olan. >5 Boşnak eriği, (ağız} E lle k o la y c a bölü n ebilen m or ren kli iri ve s ö b e b ir tür erik. [DS]|| Boş nak güzeli, D olgun çeh reli, sarışın, a l y a n a klı g ü zel kız. boşnak, -ğı [boş-(u)n-ak] (ağız} is. Kocasından kaça rak başka biri ile evlenen kadın. [DS] boşnulmak, [boş-(u)n-ul-mak] {eT} g ç s z .f. [-u r] Ser best kalmak. [ETY] boşu, [Far. püşı] {ağız} is. Erkekler tarafından kulla nılan renkli, ipek baş örtüsü; poşu. [DS] boşug, [boşü-mak > boşu-ğ] {eT} is. 1. Bağış; hediye; ihsan. [KB] 2. Bağışlanma; azat; af; kurtuluş; halas. [EUTS] [Gabain] 3. Han tarafından dönmesi için el çiye izin verme; diplomatik izin. [DLT] 0 boşug yarlıg, A zat y a rlığ ı; a za t belgesi. [EUTS] boşugu, [boşu-ğ-u] {eT} is. Salıverme zamanı. [DLT] boşukmak, [buş-mak > buş-uk-mak / boş-uk-malc] {eAT} g ç s z .f. [-u r ] Kızmak, boşumak, [boşü-mak / boş-a-mak] {eT} g ç l . f [ - r ] 1. İzin verip bırakmak. 2. Boşamak. [DLT] 3. Günahı bağışlamak; a f etmek; kurtarmak. [Gabain] [EUTS] 4. gçsz. Boşalmak. 5. Boşanmak. 6. Çözülmek; gevşemek. boşuna, [boş-u-n-a] zf. 1. Gereksiz yere; hiçbir gere ği yokken. 2. Bir kazanç elde edemeden; yararsız olarak; beyhude; nafile; havaya; sonuçsuz, boşunak, -ğı [boşü-mak > boşu-n-ak] {ağız} is. B o şanma belgesi. [DS] boşunçsuz, [boşü-mak > boşu-nç-suz] {eT} sf. Affe dilmez. [Clauson] boşungu, [boşu-n-gu / boş+umgu] {ağız} is. Serap. [DS] boşunmag, [boşü-mak > boşu-n-mağ] {eT} gçsz. f . -*■ boşunmak. boşunnıak, [boşü-mak > boşu-n-mak] {eT} dönşl. f . [-ur] 1. Boşanmak; serbest olmak; azat olmak; kur tulmak; serbest kalmak. [ETY] [EUTS] 2. Tövbe etmek; kusurunu açıklamak. [EUTS] 3. Boşalmak. [DLT] 4. Günahtan kurtulmak; günah çıkartmak. [Gabain]
BO T
boşurkanm ak, [boşu-r-ka-n-mak] {e t} gçl. f . [-u r] 1. Kurtarmak. [Gabain] 2. Rahatsızlık hissetmek. [EUTS] 3. Kendisini kusurlu saymak. [EUTS] 4. Kay gılanmak. [EUTS] boşurraak, [*boşğü-mak > boş(ğ)u-r-mak > boşu-rmak] {eT} gçsz. f . [-ıır] 1. Öğrenmek. [EUTS] 2. Öğretmek; okutmak; ders vermek; talim ettirmek. [EUTS] [Gabain] boşutgan, [boşü-mak > boşu-t-ğan] {eT} sf. 1. Çok yumuşatan. 2. İshal eden; müshil. [DLT] boşutm ak, [boşü-mak > boşu-t-mak] {eT} gçl. f . [ur] 1. Bırakmak. 2. Boş bırakmak. [KB] 3. Serbest bırakmak. [KB] 4. (Erkek için) karısmı boşamak; eşinden ayrılmak. 5. İshal etmek; yumuşaklık ver mek. [DLT] b ot1, [Fr. botte] is. 1. Uzun konçlu ve kapalı ayakka bı. 2. {ağız} Çizme boğazı. [DS] bot2, [İng. boat] is. dnz. Bir tekneden kıyıya gidip gelmeye yarar küçük sandal. bot3, [bot] {ağız} is. Deve yavrusu. [DS] bot4, [bot] {ağız} is. (Kuş için) kuyruksuz ya da kuy ruğu kısa olan. [DS] bota, [eT. botü > botuk / boduk / boto] {eT} is. Deve yavrusu. b otak 1, -ğı [bota-k] {ağız} is. Orta büyüklükte manda yavrusu. [DS] botak2, -ğı [bat-ak > botak] {ağız} Serçeden biraz iri bir kuş; batak; karatavuk, botalam ak, [bota-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] (Deve için) yavrulamak; doğurmak. [DS] botanik, [Yun. botane (ot) + botanikos > Fr. botanique] is. Biyolojinin bitkileri ele alan ve bü tün bitkisel yaşam biçimlerinin yapısını, özellikle rini ve biyo-kimyasal süreçlerini inceleyen bilim dalı; bitki bilimi; nebatat; ilm-i nebatat. 0 botanik bahçesi, B itki gru pları a ra sın d a ki a k r a b a lık ilişki lerin i yan sıtm ak a m a cıy la düzenlenm iş canlı bitki koleksiyonu. botanikçi, [botanilc-çi] is. Botanik alanında uzman laşmış bilim adamı; bitki bilimci, botin, [Fr. bottine] is. Bir tür kapalı kadın pabucu, botlacı, [bot(a)-la-cı ^
{eAT} sf. (De
ve için) gebe, botlak, -ğı [bot-la-k] {ağız} is. 1. Deve yavrusu. 2. Manda yavrusu. [DS] botlam ak, [bort-la-mak > pot-la-mak
{eAT}
{ağız} gçsz. f [ -r ] [-l(u )-y or] (Deve için) yavrula mak. [DS] 0 botlamah olmak, {eAT} (D eve için) y a v ru la y a ca k durum a gelm ek. botlayıcı, [bot-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Deve için) gebe; doğurmak üzere olan. [DS] botlug, [böd > böd-luğ] {eT} sf. Boylu; boyu uzun olan. [Clauson]
öIİiMIİİlÇt SİEbİ.
BOT boto, [bota / botu / botu-k / botö] {eT} is. Deve yav rusu; potuk. [ETY] botolamak, [boto > botö-lâ-mak] (b o to .la .m a k ) {eTj g ç s z .f. [ - r ] (Deve için) yavrulamak. [ETY] botor, [Moğ. bagatur > botor] {ağız} sfi. (Kişi için) taşkınlık eden. [DS] botorluk, -ğu [Moğ. bagatur > botor-luk] {ağız} is. Taşkınlık. [DS] bottu, [bot-u / bot(t)-u] {ağız} is. Kısa boylu adam. [DS] botu, [bota / botü / botu-k / botö] (botu:) {eT} is. 1. Deve yavrusu; potuk. [DLT] [Gabain] 2. Çocuk; yavru; bebek. [KB] botuc, [eT. butik ? > botuc ^ j^ y ] {eAT) is. Emzikli toprak su kabı; çömlek, botuk, -ğu [eT. botü > botu-k] {ağız} is. Deve yavru su. [DS] botulanıak, [botü > botü-lâ-mak] (botu. la .m a k ) {eT} g ç s z .f. [ - r ] (Deve için) yavrulamak. botur, [Erme, p’ot’or j J * y ] {OsT} is. -*• potur, b oturasam ak, [botur-a-sa-mak
{eAT} gçsz.
f i [->'] (Dişi deve için) erkek deve ile çiftleşme iste ğinde bulunmak; kızmak, boturm ak, [-ıp+tur-mak / -ıp+otur-mak > -(b)oturmak] {ağız} yar. fi. [-u r] Sürdürmek; bir düzende durmak. [DS] “N e yapalım , ça lışıp boturuz. ” bovarizm [Flaubert’in Madam Bovary romanından > Fr. bovarysme] is. p sik ol. Genç kadınların, sosyal ve duygusal doyumsuzluklara bağlı olarak, kendi lerinde hissettikleri eksiklik duygusunu tatmin amacıyla kendini beğenme ve hayal dünyasına sı ğınma şeklinde görülen ruhsal dengesizlik, bovartlak, -ğı [boğ-ar-t-la-k] {ağız} is. Gırtlak. [DS] bovasamak, [boğ-a-sa-mak / bov-a-sa-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-s(ı)-y or] Yorulmak. [DS] bovurm ak, [bağ-ır-malc / boğ-ur-malc > bo-vur-mak] {ağız} g ç s z .f. [-u r] Bağırmak. [DS] boy’, [bod > boy lSjJ is. sosy. 1. Ortak bir atadan geldiklerine inanan, ortak bir sosyal düzen içerisin de yaşayan insanların meydana getirdikleri en basit topluluk; klan; ulus; kavim; kabile; aşiret; hısım. {eT} [DLT] 2. Eski Türklerde özellikle de Oğuzlarda temel siyasi ve sosyal birlik. 3. {eAT} Bir aşiretin kollarından her biri, fi1 boy başı, {eAT} K a b ile reisi.|| boy begi, {eAT} Boyun b a şk a n ı; a şiret re is i.|| boy boylam ak, {eAT} B ir kim senin soyunu sa y a r a k övm ek. ||boy beyi, 1. Yurdunda boyu ile b irlikte y a şa y a n ve boyunu b ir dev let düzeni için de yön eten başkan . 2. {ağız} A ğ a ; ileri g elen ; köy büyüğü. [DS] 3. {ağız} A şiret reisi. [DS]|| boy beyi gibi, İşsiz g ü ç süz. boy2, [böd (vücut, beden ) > boy ,jy\ (bo:y) is. 1. Vü cudun, insan ayakta dik durduğu zaman, yerle ka
fasının tepesi arasında kalan uzunlamasına olan ölçüsü; endam. 2. {eAT} Beden; vücut. 3. Bir nes nenin tabanında en yüksek noktasına kadar olan uzaklık. 4. İki boyutlu bir yüzeyde en sayılan ke narları arasındaki uzunluk. 5. Büyüklük derecesi; beden. 6. Dağ, dere, deniz ve yol kıyısı; uzantısı. 7. (Kumaş için) ölçü. 8. At ve tekne yarışlarında ya rışçıları birbirinden ayıran at veya tekne uzunluğu birimi. 0 boy abdesti, M üslüm anlarca, cünüplük a d ı verilen m a d d î ve m an ev î kirlilikten arın m ak için el, ağız, burun ile vücudun bütününü h iç kuru y e r k alm a m a ca sın a y ık a m a biçim in d e f a r z o la n te m izlik; gusül.\\ boya çekmek, 1. B oy atm ak; uza m ak. 2. {eATj B ağ ım sız ca iş y a p m a k ; ayrı b a ş ç ek m ek.,|| boy alm ak, B oyu uzam ak; boylanmak.\\ boy atm ak, B üyüm ek; uzam ak; gelişm ek, boylanmak.\\ boya yetm ek, {eAT} B oy lan m ak; y ü kselm ek.|] boy aynası, İn san ı bütünüyle g ö steren a y n a ; en dam aynası. 11 boy bos (boy pos), 1. Vücudun boy bakım ın dan güzelliği, biçim i. 2. m ecaz. D eğ eri olm a, g e çerlilik ,|| boy bos devrilmek, (B eddu a o la ra k) ölümünü d ilem ek ; ö lm ek .|| boy bosun, {eAT} B oy b o s ; endam . || boy bos yerinde, Uzun ve biçim li; yakışıklı.\\ boy boy, 1. B o y ca d eğ işik değişik. 2. D eğ işik b oy lard a. 3. Uzun b ir kuyruk oluşturan k a la b a lık la r la .|| boy bürüğü, {ağız} Ç a r ş a f yerin e kullanılan çift etek. [DS]|| boy çuvalı, {ağız} En bü y ü k çuval. [DS]|| boydan aşm ak, 1. Sınırı g eçm e k ; fa z l a olm ak. 2. İle r i varm ak. || boydan boya, B ir uçtan d iğ er uca. || Boydan kesat, içten fesat, K ısa boylu ların kıska n ç o la c a k la r ın a d a ir yaygın k a n a a ti ifa d e ed en söz. || boy entarisi, T opu klara k a d a r inen entari. || boy etmek, B oy ların a g ö r e sıra la m ak; iriliğin e veya ufaklığın a g ö r e ayıklamak.\\ boy gömleği, {ağız} K olsu z ve uzun kadın iç ça m a şırı; kom binezon. [DS]|| boy göstermek, 1. G örün m ek ; o rtay a çıkm ak. 2. G österiş yapm ak. 3. H içb ir iş y a p m a d an o rtalıkta görünmek.\\ boyı bükülmek, {eAT} B eli bükülmek.\\ boy kürkü, D iz k ap a kla rın dan a şa ğ ıy a k a d a r uzanan kürk.\\ boy ölçüşmek, i. Y arışm ak; r e k a b e t etm ek. 2. Güç ve nüfuz y arışın a girişm ek. || boy sürm ek, B oyu uzam ak; b o y ca bü yü m ek; boylanmak.\\ boy tüfeği, {ağız} T ek kurşun atan, insan boyun a y akın uzunluktaki tüfek. [DS]|| boyu batm ak, {ağız} (Sövm e ve kötü d ilek o la ra k) ölm ek. [DS]|| boyu boyanmak, {ağız} (Sövm e ve kötü d ile k o la ra k ) ölm ek. [DS]|| Boyu (bosu) dev rilsin! (devrilesi), “Ö lsün!" an lam ın da bed d u a .|| .. boyu, (T am layan a ba ğ lı o la ra k ) 1. Boyu kadar. 2. Süresince.\\ Boyu bacadan mı aştı? (K ızlar için) “D a h a ev len ec e k y a ş a g elm edi. " an lam ın daki söz. || boyu b erab er, K en d i boy u n ca; boyu kadar, y etişkin.|| boyu boyuna, huyu huyuna, E şler a ra sın d a ki fiz ik ve d avran ış uyumluluğu.\\ boyu güzel, {ağız} G örüm ce. [DS]|| boyuna alm ak, {eAT} Yanm a a l m ak; ken din e a rk a d a ş edinm ek. || boyuna biçilmiş
BO Y
.6 6 1
kaftan, B ir insan için, y a p a b ile c e ğ i en iyi iy.|j bo yuna bosuna bakm adan, Yapısına ve gü cü n e b a k m adan; gücünün üs tünde.\\ boyuna bosuna bak mamak, Yaş bakım ından küçü k oluşunu g ö z öniine alm adan büyüklerin y a p a b ile c e ğ i b ir işe k a lk ış m ak.|| boyuna vermek, B ir elb isey i kum aşın boyu na g ö r e k esm ek ve dikmek.\\ Boyun bir karış uzadı artık, G ereksiz bir iş y a p a n a söy len en ‘‘Ç o k şey kazandın, yükseldin. ” an lam ın da söylen en a la y sözü.|| boyundan büyük işlere kalkışmak, Ü ste sinden g elem ey eceğ i, b a şa ra m a y a ca ğ ı işlere k a l kışm ak,|| boyunda olmak, {ağız} (Ç ocu k için) an a karnında olm ak. [DS]|| boyunun ölçüsünü almak, 1. B irinden b e k led iğ i ilgiyi ve yakın lığı g ö r e m e mek. 2. Yetersizliğini ve beceriksizliğ in i anlam ak. 3. B ir kez den em iş olmak.\\ Boya sırık, aklı yılık, Uzun boyluların aklının kıl oldu ğu şeklin d ek i y a y gın k an aa ti belirten sözJjh boy verm ek, 1. (Su için) insanın boyunu a ş a c a k derin likte olm ak. 2. Suyun derinliğini ken di boyu ile ölçm ek. 3. B üyüm ek; g e lişmek. 4. (K um aş için) e lb is e o la c a k uzunlukta o l mak. 5. {ağız} F e la k e te d ay an m ak; sabretm ek. [DS]|| boy vermem ek, (Su için) insanın boyunu g eçm ey ecek k a d a r stğ .o lm a k .|| boy virm ek, {eAT} 1. İtaa t etm ek; boyun eğm ek. 2. K efil gösterm ek. boyJ, [bod / boy] {eT} is. Renk; boya. [Gabain] [EUTSj boy4, [boy
{eAT} is. İ. Derece; mertebe; ayar. 2.
{ağız} Parça: kere; kez; miktar. [DS] boy5, [bod > boy] is. Hikâye; bir Tiirk boyunun geç mişine ait kahramanlıkların anlatımı. "D edem K o r kut geldi, boy boyladı, so y sa y lad ı..” Dede Korkut Kitabı. boy6, [Far. bû (koku) > böy [Tietze]
{eT} is. To
humu pastırma çemeninde kullanılan bir bitki; boy otu; poy otu, (T rigon ella foeııo g ra ecu m ). {eAT} (ay nı) [DLT] S boy otu, bot. B ak la g illerd en , beyaz, mavi ve sa rı çiçekli, ezildiğ in de kuvvetli b ir koku yayan tohum ları ku ru tu larak çem en y a p ıla n bir bitki; boy otu; çem en, (T rigon ella faen u m -g ra ecum). boy , [Ing. boy (oğlan)} is. Sömürgelerde uşak olarak kullanılan gençlere verilen ad. boya, [eT. bod-uğ > bod-uğ (renk) > boyağ / boyak] is. 1. Renklendirmek veya dış etkenlerden korumak amacıyla eşyanın dışına sürülen veya içine katılan renkli madde. 2. Renk. 3. Yazı mürekkebi. 4. Mak yaj. 5. Makyaj malzemesi. 6. m ecaz. Aldatıcı görü nüş. ff boya abraşı, K u m aşların iyi boyan m am ası sonucu, a çıklı koyulu olm ası. | boya ağacı, K abuğu d ericiler tarafından b o y a y a p m a k için kullanılan bir tiir kayın a ğ a c ı.|| boya alm ak, İyi bo y a n ır o l mak]] boya atm ak, 1. B oyam ak. 2. (B oyalı b ir şey için) rengi solm ak]] boya fırçası, B o y a ve ba d a n a yaparken kullanılan ö z e l fır ç a ] ] boya gecesi, {ağız}
fo lk . K ız evin de gelinin sa çla r ı boyan ırken y ap ılan eğ len c e [DS]|| boya günü, fo lk . K ın a g ecesin d en iki gün ö n c e g elin e kın a h a zırlam a k için toplanm a]] boya kalemi, 1. Ö ğrencilerin resim y a p m a kta kul lan dıkları ren kli kalem ler. 2. M akyaj kalem i. ||boya kökü, D o ğ a l o la r a k b o y a eld e etm ekte kullanılan bitki k ö k le r i; k ö k boya.\] boya kullanmak, B oy a n m ak, m aky aj yapm ak. |j boya kutusu, iç in e b o y a kon ulan çeşitli kutular]] boya maddesi, H ayvan ve bitki d o ku la rın a ren k veren m adde. ||boyası atm ak, R en gi solm ak]] boyası meydanda, {ağız} N e o ld u ğu belli. [DS]|| boya tahtası, {ağız} Sandalın y a n tahtası üstündeki tahta. [DS]|| boya tutm ak, 1. B o yayı kabullenm ek. 2. B oy a lı şe y le r a ra sın d a uyum veya ben zerlik olm ak]] boya vurm ak, B oy a sü r m ek ; boyam ak. boyacı, [boya-cı] is. i . Boya üreticisi. 2. Boya satıcı sı. 3. Boyama işini yapan kirnse. 4. Mesleği ayak kabı boyamak olan kimse. 5. / ağızf Göz boyayıcı; sihirbaz. [DS] t? boyacı kedisi, Türlü ren k lere b o yan m ış; m aska ra gibi]] boyacı köpeği, Türlü ren g e boyan m ış; m aska ra g ibi]] boyacı küpü, I. E skiden kum aş ve ipliklerin bo y a n m ak için d a ld ırıld ık tan küp. 2. Ç a b u cak y a p ılam ay acak, zam an a la c a k iş le r için kullanılan “B o y a cı kiipü mü bu ? D aldırıp çıkaralım . ” sözünde g eç e n deyim.\\ boyacı küpüne girmiş gibi, Ç o k fa z la m akyaj yap m ış k ad ın la r için sö y len ir.|| boyacı sandığı, A yakkabı boyacıların ın b o y a a r a ç g ereçlerin i koydukları, m üşterilerin ay akkabısın ı boy arken ay akların ı bastırdıkları ta şın a b ilir ö z e l sandık. boyacılık, -ğı [boya-cı-lık] is. 1. Boya üretim ışı. 2. Boya satıcılığı. 3. Boya yapan kimsenin mesleği, boyaçm , [boya-çm] {ağız} is bot. Kökü kırmızı renkli boyar madde olarak kullanılan, bir iki metre boyunda, soluk sarı çiçekli, rizomlu, çok yıllık bir tür ot; boyalık; boya çili; kök boya, (R ııbia tinctorum ). [DS] boyahane, [boya + Far. hâne] (b o y a h a .ııe) is. Boya ve boyama işleri yapılan yer. boyak, -ğı [eT. boduğ > boy-ak iİIjjj) {eAT} {ağız} is. Boya. [DS] boyakcı, [boyak-cı
{eAT} is. Boyacı,
boyalam a, [boya-la-ına] is. Boyalamak işi. boyalam ak, [boya-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Gelişigüzel boya sürmek. 2, Boya lekesi oluştur mak. 3. (Solan çamaşır gibi şeyler için) rengi başka birine bulaşmak. 4. {ağız} Kandırmak; gözünü bo yamak. [DS] boyalı, [boya-lı] sf. 1. Boyanmış. 2, Boyaya batırıl mış olma durumu. 3. Renkli. 4. (Kadm için) aşırı makyajlı. 5. argo. Mavi ispirto. ® boyalı basın, Okuyucusunun ilgisini çek m ek için y azıd an d a h a ç o k ren kli resim lere y e r veren basın a racı.
İMTİİICîSÖM.
BOY
boy alık, -ğı [boya-lılc] is. 1. Boya konulan kap veya yer. 2. Boya yapımında kullanılan malzeme. 3. {çı ğız} bot. Kökü kırmızı renkli boyar madde olarak kullanılan, bir iki metre boyunda, soluk sarı çiçekli, rizomlu, çok yıllık bir tür ot; boyalık; boya çili; kök boya, (R ubia tinctorum ). [DS] 4 sf. Boya ya pımı için ayrılmış olan; boya yapımında kullanılan,
.
boyam a, [boya-ma] is. 1. Boyamak işi. 2. Renkli yazma veya mendil. 3. Rengi sonradan verilmiş olan. 4. {ağız} Boyanmış bez, şalvar, başörtüsü vb. [DS] S boyam a kitabı, eğit. Ç ocukların e l a lışk an lıkların ı geliştirm ek, ren kleri tanım aların ı s a ğ la m a k a m a cıy la hazırlan m ış b o y a n a b ilir kitaplar. boyam ak, [eT. bodu-mak > boyâ-mak] gçl. f . [ - r ] [y (u )-y o r] 1. Üzerine boya sürerek veya boya içine batırarak renklendirmek. 2. m ecaz. Küçük düşürü cü ağır söz söylemek; hakaret etmek; aşağılamak. 3. {ağız} (Koku için) ortalığı kaplamak. [DS] boyan, [İt. pian => boyan
{eAT} is. bot. Meyan
bitkisi. b oyan a1, [boya+Far. hâne] (boy a:n a) {ağız} is. Boya evi. [DS] boyana2, [İt. (Vend.) baona] (b o y a n a ) is. d m . San dalı kıçtan yürüten kısa kürek; boyna, boyanacı, [boyana-cı] (boy a:n acı) {ağız} is. Boyacı. [DS] boyandibi, [İt. pian => meyan > boy-an+dib-i oIjjj {eAT} is. Meyan kökü.
boyata, [? boyata] is. arg o. K ıç; göt. boyatı, [bayatı / boyatı] {ağız} is. Ağıt. [DS] boyatılma, [boya-t-ıl-ma] is. Boyatılmak işi. boyatılmak, [boya-t-ıl-mak] edil. fi. [-ır ] Üzerine bo ya yaptırılmak, boyatm a, [boya-t-ma] is. Boyatmak işi. boyatm ak, [boya-t-mak] gçl. [-ır ] Birine boyama işini yaptırmak, boyayıcı, [boya-y-ıcı] is. Boyamaya yarayan; boya yan. boybamak, [borbâ-mak / boybâ-malc] {eT} gçl. f i [-r ] (İş için) savsaklamak. [DTL] boyca, [boy-ca] ( b o y c a ) zfi 1. Boya göre. 2. Boy bakımından. 3. ..’in boyu kadar. 0 boyca evlat, Büyüm üş yetişm iş ço c u k .|| boyca günaha girmek, B üyük b ir gün ah işlem ek y a d a işlen m esin e se b e p olm ak. || boyca kalıbını basm ak, Bütün varlığı ile k e fil o lm a k; gü ven m ek; inanmak.\\ boyca kefil ol m ak, B iri h a kk ın d a h iç düşünm eksizin k efil olm ak. boydak, -ğı [Far. payâdak > Ar. baydak > boydak] {ağız} sf. 1. Yükü olmayan yaya. 2. Bekâr; yalnız. 3. Çocuksuz kadın. 4. Başıboş; işsiz. 5. Kötü kadın. [DS] boydan, [boy-dan] sf. Belirtilen nitelikte olan; .. çe şitten. boydaş [boy-daş
boyandurm ak, [boya-n-dur-mak
{eAT} gçl.
f . [-u r] Boyamak; boyanmasını sağlamak, boyanık, -ğı [boya-n-ık
Soluk. 4. (Kadın için) boya kullanmamış; makyaj sız.
{OsT} sf. Boyanmış;
boyalı. boyanm a, [boya-n-ma] is. Boyanmak eylemi. boyanm ak1, [boy > boy-an-mak
{eAT} dönşl.
f . [-u r] Erişmek; ulaşmak; uzanmak. boyanm ak2, [boya > boya-n-mak] dönşl. f i [-ır ] 1. Kendi kendini boyamak. 2. Yüzüne boya sürmek; makyaj yapmak. 3. edil. fi. Biri tarafından boya ya pılmak; üzerine boya uygulanmak. 4. Üzerin'e boya dökülmek, sürülmek veya başka bir şeyin rengi geçmek. boyanmak"1, [Far. büy => boy-a-n-mak] {ağız} gçsz. fi. [ -ır ] 1. Zıkkımlanmak. 2. Zehirlenmek. [DS] b o y ar1, [boya-r] sf. Boyayıcı niteliği olan. 0 boyar madde, B azı o rtam lard a çözünerek, ortam a ren k veren m adde. 2. biy. H ücre öz suyunda eriy ik h a ld e bulunan ren k v erici m adde. boyar2, [Rus. boyarin / Slav, bolyarin] is. 1. Prensin arkadaşlarının oluşturduğu üst sınıf. 2. Rusya, Tuna bölgesi ve Transilvanya’da soylulara verilen un van. 3. Eflak ve Boğdan soylusu, boyasız, [boya-sız] sf. 1. Boyanmamış. 2. Renksiz. 3.
sf. 1. Aynı boyda olan. 2.
{eAT} is. Boyları denk olanlar; akran; emsal,
boydaşlık, -ğı [boy-daş-lık] is. Boydaş olma durumu, boyın, [boyın / moym] {eT} is. 1. Boyun; ense; ger dan. [EUTS] 2. Vücut. [EUTS] 3. Tutamak. [DLT] boykot, [İng. (C h a rles B o y c o tt’un adın dan ) > boycott] is. 1. Bir kuruluşa, bir kimseye veya ülkeye baskı yapmak amacıyla onlarla her türlü ilişkiyi kesme. 2. Bir işi bir davranışı yapmama kararı al ma. 3. hulc. Bir insan topluluğunun bir plana göre veya aniden bir veya birden fazla kişi ile sosyal ve İktisadî ilişkilerini kesmesi. 0 boykot etmek, B ir işi b ir davran ışı y a p m a m a y a k a r a r verm ek. boykotaj, [Fr. boycottage] is. Boykot etme, boykotçu, [boykot-çu] is. Boykot yapan veya boyko ta katılan kimse, boykotçuluk, -ğu [boykot-çu-luk] is. Boykotçu olma durumu. boykutmak, [boy-(u)k-ut-mak ?] {ağız} gçl. fi. [-u r] Reddetmek; geri vermek. [DS] boyla1, [Alt. / Proto-Bulg. boyla] {eT } is. Bir rütbe; unvan. [Tekin] boyla2, [Yun. poreia> poyra] {ağız} is. 1. Değirmeni çeviren çarkı döndüren suyun çıktığı delik; poyra. 2. Değirmen oluğu. [DS] 0 boyla kazığı, {ağız} S a ba n ku lakların ın g eçtiğ i a ğ a ç. [DS]
BO Y
® 663
boylam, [boy-la-mak > boy-la-m] is. ast. Yeryüzündeki herhangi bir noktanın meridyen dairesi ile baş langıç seçilen Greenwich gözlemevinin meridyen dairesi arasındaki açı değeri; tul. boylama, [boy-la-ma] is. 1. Boylamak eylemi. 2. {ağız} Bir bağla boyna bağlanan muska. [DS] 3. {ağız} Kadın entarisi. [DS] S boylam a halatı, B a lık ağını d ik tutm ak için, ağın b a ş tarafın dan b ir m an tara b a ğ lan an ip. boylamak1, [boy > boy-la-mak
gçl. f . [-r ] [-
l(u)-yor] 1. Boylu boyunca dalmak; bütün vücu duyla girmek; batmak; inmek. {eAT} (aynı) 2. Yük selmek; çıkmak. boylamak2, [boy > boy-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(u)y o r ] 1. İstemeye istemeye bir yere gitmek zorunda kalmak. 2. Hoşlanılmayacak bir durum almak. boylamak3, [boy > boy-la-mak j^io] {eAT} gçl. f . [r] [~l(u)-yor] 1. Boy ölçmek. 2. Boy ölçüşmek. boylamak4, [boy > boy-la-mak
g çl. f . [-r ] [-
l(u)-yor] {eAT} Sürekli olarak izlemek, boylamasına, [boy-la-ma-s-ı-n-a] zf. Uzun tarafına gelecek şekilde; uzunlamasına; boyun yönünde, boylan, [boy-la-n] {ağız} is. Kibir. [DS] boylanış, [boy-la-n-ış] is. Boylanmak işi veya biçi mi. boylanma, [boy-la-n-ma] is. Boylanmak eylemi, boylanmak, [boy-la-n-mak] d ö n ş l.f. [-ır ] Boyu uza mak; boy atmak; gelişmek; büyümek. boylaşmak, [boy-la-ş-mak
{OsT} işteş, f . [-
ur] Boy ölçüşmek, boyler, [İng. boiler] is. Hem ısıtma, hem de kullan ma suyunu ısıtan kazan, boyh, [Yun. boulcla / vukla] {ağız} is. Kağnı tekerle ğinin dingilden çıkmaması için mazı başına takılan çivi. [DS] boylu, [boy-lu] sf. 1. Boyu uzun olan; bacaklı; en damlı; şehlevent. 2. {ağız} Gebe. [DS] S boylu bos lu (poslu), B oyu uzun v e g ö sterişli olan. || boylu boyuna, (İnsan için) b ed en i bütün o la ra k . || boylu boyunca, 1. Boyunun uzunluğunca. 2. Bütün uzun luğuna. boyluca, [boy-lu-ca] sf. Biraz uzun boylu, boylug, [eT. böd-luğ] feT} sf. Boylu, boylum, [boy-lu-m] {ağız} zf. Boyunca. 0 boylum, {ağız} B oylu boyunca. [DS]
boylum
boyma, [boy(a)-ma] {ağız} is. Gelinlere örtülen kır mızı bir örtü. [DS] boymak1, [*moy-mak / bon-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Karışmak; karışık durum almak. [Clauson] boymak2, [boy-mak] {ağız} gçl. f i [ - a r ] Yorumlamak. [DS] boymalmak, [moy(u)m-al-mak > boy-(u)m-al-mak]
{eT} edil, f i [-u r] Kafası karışmak; bunalmak. [Cla uson] boym am ak, [moyum > *boymâ-mak] {eT} gçsz. f i [r ?] Karışmak; dolaşmak. [Clauson] boym aşm ak, [*bonum / boyum / moyum > boy(u)m-aş-mak] {eT} gçsz. fi. [-u r] 1. Dolaşmak. [DLT] 2. (İp vb. için) açılmamak; karışmak. [DLT] boymul, [buy-mul > boy-mul
/ J^Ş._jj] sf. 1. {eT}
(Doğan için) beyaz boyunlu. [ETY] 2. {eT} {OsT} (Hayvan, kuş vb. için) boynunda beyazlık olan; boynunda renkli bir halka bulunan. [DLT] 3. is. {OsT} Doğan türünden yırtıcı kuş, (C ircus cyaneus, C. ceru g in osu s). 4. {ağız} Boynu siyah koyun. [DS] boyna1, [boy / beğ+ana] {ağız} is. Nine. [DS] boyna2, [İt. baona] is. dnz. 1. Sandalı kıçtan yürüten kısa kürek. 2. {ağız} Balıkçı kayığında dümen yeri ne kullanılan küçük kürek. [DS]S boyna etmek, San dalı kıçtan tek k ü rekle yürütmek. boynak, [boy-ın > boy(ı)n-ak / moynok] {eT} is. 1. Dar geçit. 2. Dağ boynu; belen. [DLT] 3. Yılana ağı veren keler. [DLT] 4. sf. {ağız} Boynu eğri; eğri. [DS] boynam ak, [boy-(ı)n-a-mak / moyno-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] 1. Kurulmak; gururlanmak; böbürlenmek; mağrur olmak. 2. (At için) dik başlı olmak; diren mek; inat etmek; itaatsiz olmak. [DLT] boynatmak, [boyna-mak > boyna-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Dik başlılık ettirmek; itaatsizlik ettirmek. [DLT] boynıra, [boy-(ı)n-ı-ra»
{eAT} zf. Boynu üzerine,
boynok, [boynok / boynak] {eT} sf. - * boynak. boynuk, -ğu [boy-(u)n-ulc] {ağız} sf. Boynu kısa. [DS] boynul, [*moy-mak / boy-mak > *boy-(u)m > boy mul] {eT} sf. (Doğan için) beyaz boyunlu. [ETY] boynuz, [mün-mek (binm ek) + -iz (ikili ço klu k ek i) > mün-üz / min-iz > bün-üz > boynuz] is. 1. Bazı hayvanların başında bulunan, tırnaksı maddeden sert ve sivri çıkıntı. 2. (Böceklerde) duyarga. 3. Hacamat işleminde kullanılan alet. 4. Barbarların içki kadehi olarak kullandıkları öküz boynuzu; hanap. 5. Öküz boynuzunun ucuna delik açılarak yapılmış bir tür müzik aleti; yuh borusu. 6. {ağız} Keçiboynuzu; harnup. [DS] S boynuz çekmek, H aca m a t etm ek; kan almak.\\ boynuz dikmek, (K adın için) b a ş k a b ir er k e k le cin sel ilişki k u ra ra k k oca sın ı aldatmak.\\ boynuz eğmek, 1. K a rşı ta ra fın gücünü k a b u l etm ek. 2. İstem ey e istem eye k a b u l etm ek. |j boynuz, kulağı geçmek, (Sonradan y e ti ş e n ler için) b ir kon u da ön cek ilerd en d a h a üstün o lm a k .I] boynuzlan yaldızlatmak, T ekrar tek ra r ald a tılm ak,|| boynuz takm ak, 1. (E rkek için) karısı veya b a şk a b ir yakın ı kadın tarafın dan aldatılm ak. 2. (K adın için) eşin i aldatmak.\\ boynuzu kurtlu, Yakım olan b ir kadının b a şk a la rı ile ilişki ku rm ası n a aldırm ayan veya bunu sağ lay an erkek.
S IÜ M Iü R M .
BOY boynuzcuk, -ğu [boynuz-cuk] is. anat. Buran boş luklarının dış yan çeperinde bulunan üç küçük ke mik çıkıntısının adı. boynuzlama, [boynuz-la-ma] is. Boynuzlamak işi.
boyralam ak, [boy-ra-la-mak] {ağız/ gçl. f i [- r ] (Acı için) tazelenmek; yinelenmek. [DS] boyraz, [Yıın. borias => boyraz raz.
{OsT} is. Poy
boynuzlamak, [bovnuz-la-mak] gçl. fi. [- r ] [-l(u)boysuz, [boy-suz] s f 1. Boyu benzerlerine göre daha y o r ] 1. (Hayvan için) boynuzu ile vurmak; süsmek. kısa olan. 2. m ecaz. Fitneci. 2. m ecaz. (Kadın için) başka bir erkekie sevişerek boyum, [*moy-mak / boy-mak > boy-um / moy-um] kocasını aldatmak, {eT} sf. Karışık. [Clauson] boynuzlanma, [boynuz-la-n-ma] is. Boynuzlanmak boyun1, -ynu [eT. bofi / boy > boy-m > boy-un eylemi. is. anat. 1. Gövdenin baş ile omuz arasında kalan boynuzlanmak, [boyııuz-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. kısmı; âdem elması; boğaz; emik; imik; ümük; sa Boynuz darbesine maruz kalmak; boynuz yarası kak. {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. gnşl. Şişe, almak. 2. m ecaz. (Erkek için) karısı veya yakını güğüm, testi gibi araçlarla vida gibi gereçlerin nis tarafından başka bir erkekle aldatılmak. 3. dönşl. fi. peten dar olan üst bölümleri. 3. Sorumluluk; mesu (Hayvan için) boynuzu çıkmak; boynuz sahibi ol liyet. 4. Kefil; üst; uhde. {eAT} {ağız} (ayın) [DS] 5. mak. Bir engebenin, bir dağın keskin sırtının alçalan ve boynuzlaşma, [boynuz-la-ş-ma] is. Boynuzlaşmak öbür yamacına geçmeye elverişli yeri, {ağız} (aynı) eylemi. [DS] 6. {eAT} Deveboynu denilen gerdanlık. 7. {eT} boynuzlaşmak, [boynuz-la-ş-mak] gçsz. f i [-ır ] Boy Vücut. [EUTS] 8. {ağız} Tomurcuk. [DS] S boyın nuz haline gelmek, urm ak, {eAT} B aşım k esm ek .|l boyna almak, B ir boynuzlatma, [boynuz-la-t-ma] is. Boynuzlatmak işi y a p m a y ı y a d a birin e bakm ayı üstlenm ek. || boy işi. na binmek, 1. Z orlam ak. 2. A ralık v erm ey erek d e boynuzlatmak, [boynuz-la-t-mak] gçl. f i [ - ır ] 1. diğin i y ap tırm a k ,|| boyna geçirm ek, E sir ve k ö le Bakımı ve gözetimi altında bulunan bir hayvan ta h â lin e koymak.\\ boyna sarılm ak, Sevgi g ö ster rafından, başka bir hayvana veya insana boynuz m ekr.|j boynı bunlu, {eAT} Boynu bükiik; m ahzun,j| darbesi vurarak yaralanmasına sebep olmak. 2. boynı burulm ış, {eAT} B oynu bükiik; mahzun.\\ (Erkek için) karısının, kendisini başkası ile aldat boynma alm ak, {eAT} Ü zerine a lm a k ; üstlenmek.\\ masına göz yummak veya fırsat vermek, boynına el bırakm ak, {eAT} B oynuna sa rılm a k .|| boynuzlu, [boynuz-lu] sf. 1. Boynuzu bulunan (hay boynma kol bırakm ak, {eAT} B oynuna sarılm ak]] van). 2. m ecaz. Karısının veya yakınlarından bir boynma salm ak, {eAT) K en d isin e b ıra k m a k; ıs kadının iffetsizliğine göz yuman (erkek). 3. argo. m arlam ak]] boyuma sarm ak, {eAT} B ir kim seye Troleybüs. hoşlan m ad ığı b ir işi yü klem ek]] boynını burm ak, {eAT} Boynunu bü km ek; sızlanm ak]] boynını u r boynuzluböee, [boyııuz-lu+böce jljjiy i] {OsT} mak, {eAT} B aşın ı kesm ek]] boynu altında kal is. Salyangoz; kabuklu sümüklü böcek, mak, (B ed d u a için) b a şın a b e la g elm ek ; ölm ek]] boynuzlugiller, [boynuz-lu-gil-ler] is. zool. Keçi, Boynu altında kalsın (kalasıca)! Birinin ölümünü koyun, sığır ve antilop gibi içi boş ve çatalsız sü dilem e, bed d u a]] boynu arm u t sapma dönmek, rekli boynuza sahip bulunan, geviş getiren, çift tır Ç ok zayıflam ak]] boynu buruk, {ağız} I. Yetimlik naklı, köpek dişi ve üst çene kesici dişleri olmayan ten d o la y ı iizgiin olan. 2. insan pisliğ i. 3. D alında memeliler familyası, (B ovidae). olm uş, sa p ı bükülm üş incir. 4. M enekşe. [DS]|| boy boynuzluteke, [boynuz-lu+teke] is. zool. Kınkanatlı nu bükük (burulu), 1. Yoksun. 2. Üzgün, kederli]] lardan meşe ağacında yaşayan, tırtılı ağaçta derin boynu eğri, 1. H er şey i k ab u l e d e c e k durum da. 2. delikler açan, sadece geceleri dışarı çıkan oduncu! Zavallı. 3. {ağız} H erh an g i b ir seb ep ten birin e söz bir böcek, (C eram byxeros) sö y ley em ey ecek , itiraz e d e m e y ec e k durum da o lan ; boynuzsu, [boynuz-su] sf. Boynuz gibi; boynuzu o kim seye karşı m innet duyan. [DS]|| boynu kıldan andıran. ince olmak, D oğru ve h a klı b u la ra k verilen g örev i boynuzsuz, [boynuz-suz] sf. Boynuzu olmayan. itirazsız k a b u l etm ek]] Boynu kopsun! "Ölsün!" b o y ra1, [Far. büriyâ] is. 1. Hasır. {ağızj (aynı) [DS] 2. an lam ın da bed d u a]] boynuna, Üstüne. || boynuna alm ak, Verilen b ir g ö rev i üstlenm ek]] boynuna {ağız} Kara örtü; toprak dam. [DS] atılmak, Sevinç ve mutluluktan sev d iğ i birinin boy b oyra2, [Yun. pouria => borya / boyra] {ağız} is. 1. nuna sarılm ak]] boynuna atm ak, K a b a h a ti bir Değirmen çarkına çarpan suyun çıktığı ortası delik b a şk a sın a yü klem ek]] boynuna geçirm ek, /. Bir parça; poyra. 2. Değirmen oluğu. 3. Araba tekerle şey i ken din e m al etm ek. 2. Z im m etine geçirm ek]] ğinin ortasına takılan metal oluk. 4. Topraktan ya boynuna kol (el) bırakm ak, B oynuna sarılm ak]] pılan su borusu; kiremit künk. [DS] ö boyra top boynuna salmak, K en disin e bırakm ak, ısm arla rak , {ağız} K ıra ç toprak, [DS]
BO Y
m iB T lK S K M Ü .6 6 5
m ak.\| boynuna sarm ak, B ir k im sey e hoşlan m adığı bir iş yüklem ek. || boynunda kalmak, B ir sözü ve selam ı y er in e iletm ediğ i veya b ir b o rcu öd em ed iğ i için üzerinde b ir yüküm lülük o la r a k k a lm a k .|| boy nunu bükmek (burmak), 1. A cın a ca k b ir durum da ve ça resiz lik için de kalm ak. 2. B ir durumu veya b ir işi ister istem ez k ab u l etm ek.j| boynunu kırmak, (H akaret o la ra k ) din lem eden ve söy len en i y a p m a dan çek ip gitm ek. |j boynunu uzatm ak, 1. H er şeye, her cez a y a razı olm ak. 2. H er işe k arışm a k; burnu nu sokmak.\\ boynunu vurm ak, 1. B a şım boynun dan k e s e r e k öldürm ek. 2.' {ağız} B u dam ak; y a şlı kiitiiğü tepesin den kesm ek. [DS][] boynunu yemliğe uzatır gibi, K en dini teslim etm iş o la r a k .|| boynu uzak, {ağız} Gurbet. [DSj|[ boynu uzun, {ağız} K a r nı dar, boynu uzun y oğ u rt çöm leği. [DS]|| boynu yoğsın, {ağız] Boynu kalın ve şişm an. [DS]|| boyuna almak, {eAT} Yanm a a lm a k ; ken din e a r k a d a ş etmek.|| boyun alm ak, {eAT} K efil o lm a k ; üzerine alm ak. || boyun bağı, G ö m lek y a ka sın ın altından g eçirilerek sü s o la ra k bağlan an , ö z e l o la r a k y a p ıl mış, uzun ve en lice kum aş p a r ç a s ı; kra v at.|| boyun bağlamak, 1. İta a t etm ek. 2. T evekkü lle k a r ş ıla mak.^ boyun bastı, {ağız} G erdanlık. [DS]|| boyun bezi, {OsT} Boyun a tkısı.||boyun borcu, 1. M innet duygusundan dolayı y a p ılm ası g er ek en hareket, iş. 2. Yapmayı, y er in e getirm eyi ken d isi için yüküm lü lük saym a dur umu.\\ boyun bükmek, /. Ç aresiz k alm ak 2. Ç aresizliğin i k a b u l etm ek. ||boyun cebe si, {OsT} Boynu kap lay an gerdanlık.\\ boyun çekici, {OsT} K im sey e boyun eğ m eyen ; itaatsiz. || boyun dartmak, {eAT} 1. K en din i g e r i çek m ek ; kaçınm ak. 2. K ibirlen m ek ,|| boyun dutm ak, {eAT} 1. A zm et mek; üzerine alm ak. 2. Boyun eğ m ek ; rıza g ö s te r mek,|| boyun eğmek, 1. K arşısın dakin in gücü k a r şısında b ir şey y a p a m a y a ra k rıza g ö sterm ek ; ister istemez razı olm ak. 2. Y alvarır b ir durum a lm a k || boyun kesmek, 1. B aşın ı eğm ek. 2. B ay a ğ ı bir h â l de itaat etm ek, jj boyun kırm ak, 1. Ç ekip gitm ek. 2. H er şarta v e cez a y a rıza g österm ek. 3. Saygı g ö ste risi o la ra k a y ak ta durup b a şı ö n e d oğru bükmek.\\ boyun kıstı, {ağız} G erdanlık. [DS]|| boyun komak, {eAT} l. T eslim iyet gösterm ek. 2. S elam v ere ne karşı esen lik dilemek.\\ boyun kökü, {ağız} Ense. [DS]|| boyun kütüğü, /ağız} E nse. [DS]|| boyun ol mak, 1. /eAT} {ağız} K e fil o lm a k ; sorum luluğu üze rine alm ak. [DS] 2. /ağız} K en din i b ir işe verm ek. [DS]|| boyun sunmak, /eAT} İtaa t etmek.\\ boyun tartm ak, /eAT} 1. K en din i g e r i çek m ek ; kaçınm ak. 2. K ibirlen m ek.j| boyun tucu, (ağız) E n se kökü. [DS]|| boyun tutm ak, /eAT} 1. A zm etm ek; üzerine almak. 2. Boyun eğ m ek ; rıza g ö s te r m e k || boyun tutulması, S e b e b i n e o lu rsa olsun aşırı k as g erg in liğinden d olay ı başın h a rek etlerin i en gelleyen b o yun ağrısı. \\ boyun urganı, {ağız} İn eklerin boynu na takılan urgan. [DS]|| boyun uzatm ak, R ıza g ö s
ter ere k b ek lem ek .|| boyun vermek, {ağız} 1. Yar dım y a p m a y a sö z verm ek. 2. K e fil olm ak. 3. K en a sin e v er ilec ek h e r türlü cezayı g ö z e alm ak. [DS]j| boyun virmek, {eAT} 1. İta a t etm ek; boyun eğm ek. 2. K e fil g ö sterm ek.|| boyun vurm ak, Boynundan k esm ek su retiyle öldürm ek. boyun", [bod > bod-un] /eT} is. -* bodun; budun. boyuna1, [boy-u-n-a] sfi Ene dik durumda; uzunla masına; boyunca. boyuna2, [boy-u-n-a] (b o y u n a ) zf. Hiç durmadan sürekli olarak; aralıksız; aleddevam; ardışık; duımaksjzm; fasılasız; inkıtasız; layenkati; muttasıl; mütemadiyen, boyunca, [boy-u-n-ca] (b o y u ’n ca) zf. 1. Boyu veya uzunluğu kadar. 2. Sürdüğü zaman kadar; süresin ce. S boyunca çocuğu olmak, Yetişkin çocu ğ u olm ak. || boyunca günaha girmek, Ç o k büyük g ü n a h a girm ek. boyuncak, -ğı [boy-un-cak] /ağız} is. Boyunduruk. [DS] boyunduruk, -ğu [boyun-turuk / boyun-duruk] is. 1 Çift süren veya araba çeken öküzlerin, birlikte çekmelerini sağlamak amacıyla iki ucu öküzlerin boynuna, ortası da saban veya kağnıya bağlanan uzun ağaç. /eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. m e caz. Zulüm ve zorbalık biçimindeki maddî ve m a nevî baskı; esaret, kölelik. 3. İnşaatta iki dikme araşma yatay olarak bağlanan atkı; kiriş, lento. 4. spor. Güreşte rakibin başım koltuk altına alıp kol dolama şeklindeki oyun. S. Çitlerin arasından geç memeleri için hayvanların boynuna takılan bir tür halka. 6. Mengenenin üst kısmındaki kemer biçi minde olan bölüm. 7. /ağız} Maden ocaklarında yapılan bağların üst kısımlarım bağlayan yatay di rek. [DS] S boyunduruğa almak, spor. G üreşte ra k ib in e boyunduruk vurmak. || boyunduruğa vurm ak, B askı altın a a lm a k .|| boyunduruk altına girmek, B aşkasın ın em ir ve b askısı altın a girm ek. || boyunduruk bağı, {ağız} K ağn ı kolunu y a d a s a ban okunu boyunduruğa bağ lay an kayış. [DS]j| bo yunduruk hakkı, tar. İm paratorlu k dönem inde, tı m arlı sip a h ile r e verilen top raklard an alınan ürün vergisi.|| boyunduruk parası, fo lk . B ir m ah a lled en veya köyden b a ş k a y e r e g id en g elin için kaynatanın o y erin d elika n lıla rın a verdiği bahşiş. boyundıırukçu, [boyun-duruk-çu] is. Boyunduruk yapan usta. boyundurukla, [boyun-durak-lu] sfi İ. Boynuna boyunduruk takılmış olan. 2. is. Köle, boyunlamak, [boyun-la-mak
{eT} /OsT} gçl.
f i { - r j Boyuna vurmak; boynunu kırıp öldürmek. [DLT] boyunlu, [boy-un-lu] sfi. Kalın enseli. boyunluk1, -ğu [boyun-luk sorumluluğu üzerine alma.
/eAT} is. Kefalet;
BOY boyunluk2, -ğu [boyun-luk] is. tıp. 1. Boynun dik durmasını sağlayan sağlık gereci. 2. Boynu soğuk tan korumak için kullanılan dokuma ya da kumaş parçası. boyunsak, -ğı [boyun-sa-k] is. 1. Hayvanların bo yunlarına takılan çember. 2. mim. Sütun taban ya da üstlerinde iki yarım daire silme arasına açılmış ters yay şeklindeki veya boyun gibi oyuk olarak açılmış silme biçimi,
İ M İ K SÖZLÜK. boz laf, {ağız} A nlam sız söz. [DS]|| boz madde, anat. Beynin dış, om uriliğin iç kısm ında y e r alan sin ir h ü creleri ta b a k a sı.|| boz muhalif, {eAT} K irli b o z .| boz sulu, {ağız} Ç ö m lek k eb a b ı. [DS]|| boz toprak, {ağız} 1. B oz renkli, killi toprak. 2. İyi ürün veren sert toprak. [DS]|| boz yakalı, Ç iftçi; köylü]\ boz yazı, {ağız} iy i ürün veren tarla. [DS]|| boz yel, Güney y a d a gün ey batıd an esen ılık rü zgâr; lo d o s .|j boz yer, {ağız} B ozkır. [DS]|| boz yörük, {ağız} Üstü h a f i f benekli, uzun b ir yılan. [DS]
boyunsalık, -ğı [boyun-sa-lık] {ağız} is. 1. Hayvanın boyııu altından geçen, geme ve yulara takılan ip. 2. Boyun atkısı. 3. Hamut. [DS]
boz2, [boz] {eT} is. Tiksinti; nefret; kin. [Gabain] [EUTS]
boyııntruk, [boy-un+t(u)r-uk] {eT} is. Boyunduruk. [EUTS]
b oza1, [? boza] {ağız} is. Yün ceket. [DS]
boyut, [boy-ut / Ar. bu'ut] is. 1. Bir cismin herhangi bir yöndeki uzanımı; buut, (1937). 2. (Soyut bir kavram için) ele alınan değişik yönlerden her biri. 3. m ecaz. Nitelik; genişlik; büyüklük; düzey; çap; hacim; kapsam. 4. m ecaz. Durum. 5. mat. (Cisim veya şekil için) ölçülebilen en, boy, yükseklik ya da derinlik gibi üç doğrultudan her biri; buut. 6. .sosy. Kavranmağa çalışılan bir toplumsal olayı meydana getiren öğelerin tümü. S boyut kazan m ak, Yeni b ir durum, içerik, g en işlik y a d a k apsam kazan m ak. boyutlandırm a, [boy-ut-la-n-dır-ma] is. Boyutlandırmak eylemi,
boz3, [boz] {ağız} is. Kurt; bozkurt. [DS] boza2, [Far. / Sogd. buza (m ısır) / eT. bohsum / boz mak > boza] (b o ’za) is. Mısır, arpa ve buğday gibi tahılların hamurunun ekşitilmesi ile elde edilen ko yu ve mayhoş bir içki. {eT} [Nevâyî] S boza etmek, U tandırm ak,|| boza gibi, (Sıvılar için) koyu ve bu lanık:|| boza olmak, U tanm ak; bozum olm ak. bozac, [boz-ac ç y y ] {eAT} sf. Boz renkte; boz renkli. [DK] bozacı, [boza-cı] is. Boza yapan veya satan kimse, bozacılık, -ğı [boza-cı-lık] is. Boza yapma ve satma işi. bozagu, [boz-âğü] {eT} is. Buzağı. [ETY] [EUTS]
bozagulamak, [bozağu-la-mak] {eT} gçl. f . [-r ] boyutlandırm ak, [boy-ut-la-n-dır-mak] gçl. f i [-ır ] Buzağı doğurmak; buzağılamak. [ETY] 1. (Soyut bir kavram için) kapsadığı alanın sınırla bozağanlık, -ğı [boz-ağan-lık] {ağız} is. Bozguncu rını belirlemek. 2. Yapı öğelerini ve bileşenlerini luk; geçimsizlik; mızıkçılık. [DS] belirli bir ölçüye getirmek, bozahane, [boz-a+ Far. hâne (ev, y er)] (bo z ah a ;n e) boyutlanm ak, [boy-ut-la-n-mak] dönşl. f. [-ır ] (So is. Boza üretimi yapılan veya satılan yer. yut bir kavram) nitelik, durum ve kapsam bakımın bozak, -ğı [boz-ak / mozak] {ağız} is. 1. Manda. 2. dan yeni özellikler kazanmak, Domuz yavrusu. 3. Erkek çocuk. [DS] boyutlu, [boy-ut-lu] sf. (Belirtilen sayıda) boyutu obozaki, [boz-mak + Yun. -aki] {ağız} is. “Bozulmak” lan. anlamındaki “b o z a k i olm ak” sözünde kullanılır. boyutsal, [boy-ut-sal] sf. Boyuta ilişkin, [DS] 0 bozaki yapm ak, {ağız} R ezil etm ek. [DS] boyutsuz, [boy-ut-suz] sf. fız . Boyutu olmayan; bu bozal, [boz-al] {ağız} is. Boz keçi. [DS] sebeple sayısal değerlerle ifade edilemeyen büyük bozalak1, -ğı [boz-alalc / boz-anak] {ağız} is. 1. Eg lük. zama türü bir deri hastalığı. 2. sf. Kel. [DS] b oz1, [eT. böz j j J is. 1. Açık toprak rengi. {eT} (aynı) bozalak2, -ğı [moza / boza-lak] {ağız} is. 1. Yaprak [DLT] [Gabain] [Tekin] [ETY] 2. sf. Bu renkte olan. 3. {eAT} (Toprak için) açılmamış ve sürülmemiş. 4. {OsT} is. Gözbebeğinde görmeğe engel olan beyaz lık; aksu. 5. {ağız} Öğrenim görmemiş, herhangi bir gelişme ve eğitim görmemiş basit kişi; yoz adam. [DS]t3 boz bulam aç, {ağız) Un ço rba sı. [DS]|| boz bulanık, D uru olm ayan, ç o k bulanık.\\ boz deve, {ağız} K ü çü k b ir y e r li d ev e türü. [DS]|| boz duman, {ağız} S isli ve fırtın a lı hava. [DS]|| boz düşmek, {ağız} 1. G öz b e b e ğ in d e lek e oluşm ak. 2. H ayvan la rın g özü n e p e r d e inmek. [DS]j| boz erkeç, {ağız} B o z ren kli keçi. [DS]|| boz güneş, {ağız} S oğ u k ve gün eşsiz hava. [DS]|| boz kavara, {ağız} Sıska. [DS]|| boz kırağı, {ağız} K o ç katım ı zam anı. [DS]||
tomurcuğu. 2. Çalının taze sürgünü. 3. Taze mısır koçanı. [DS] bozalanm ak, [bozal-mak > bozal-an-mak] dönşl. f i [ -ır ] Nemlenmek. [DS]
{ağız}
bozaltı, [boz-al-tı] {ağız} is. Alaca karanlık. [DS] bozamık, -ğı [boza-mık] {ağız} is. 1. Yakacak olarak kullanılan ufak boz renkli bir ot. 2. Gelip geçici yağmur; bulutlu hava. [DS] bozan, [boz-an] {ağız} is. Sürülmemiş, boz tarla; boz lak. [DS] bozanak, -ğı [boz-anak] {ağız} sf. 1. Tozlu; dumanlı. 2. Sarmal biçimde kıvrılmış. 3. is. Topaç. [DS] bozancalık, -ğı [boz-an-ca-lık] {ağız} is. Kavga. [DS]
İ P İ M İ S İM • 667
BOZ
bozancılık, -ğı [boz-an-cı-lık] {ağız} is. Kavga. [DS] bozantı, [boz-antı] {ağız) is. 1. Sulak yer. 2. Otlak. 3. Dağ. [DS] bozar, [boz-ar] {ağız} is. Ayıp; kusur. [DS] bozarak, -ğı [boz-(ı)-ra-k / boz-(a)-ra-k djlj.*] {eAT} sf. Bozca; bozumsu; boz renge yakın, bozaran, [boz-ar-an] {ağız} is. Haziran ve ağustos ay ları. [DS] bozarantı, [boz-ar-an-tı] {ağız} is. Hafif boz renkli lik. [DS] bozarık, -ğı [boz-ar-ık] sf. Bozarmış; boza çalar renkte. bozarıntı, [boz-ar-mtı] {ağız} is. Hafif boz renklilik. [DS] bozarma, [boz-ar-ma] is. Bozarmak eylemi, bozarmak, [boz-ar-mak
j j j J gçsz. f i [-ır ] 1. Boz
renge girmek; sararmak. 2. {ağız} Rengini atmak; rengini atarak solmak. [DS] 3. {ağız} Utanmak; utançtan kızarmak. [DS] 4. {ağız} Yüz ekşitmek; surat asmak. [DS] 5. {ağız} (Karpuz, kavun için) ol gunlaşmak; kızarmak. [DS] 6. {eAT} Kırlaşmak; sa rarmak; ağarmak, bozartı, [boz-ar-t-ı] {ağız} is. 1. Deride görülen yer yer morluk; boz renk. 2. Tarlada ya da dağlarda görülen yer yer açık renk yerler. 3. Ekinin yer yer yeşilden sarıya dönerek sararmaya, olgunlaşmaya başlaması; ekinin olgunluk belirtisi. 4. Hayal meyal görülen şey. [DS] bozaş, [boz+aş] {ağız} is. Bulgur, yarma vb. şeylerle yapılan bir tür çorba. [DS] bozatmak, [boz-at-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır ] Gözün renkli kısmında beyaz bir leke meydana gelmek. [DS] bozayı, [boz+ayı] is. zool. Prene ve Balkanlarda ya şayan, hem etçil hem otçul, insana kolay alışan, arka ayakları üzerinde doğrulabilen bir ayı türü; koca oğlan, (U rsus arctos). bozbakal, [boz + Yun. pakalos => boz+bakal] is. zool. Asya ve Avrupa’nın ormanlık kesimlerinde yaşayan boz renkli, ancak başı, kuyruk sokumu ve başının arkası beyaz, böcek ve meyvelerle besle nen, sinekkapangillerden bir tür ardıç kuşu; top karın ardıç kuşu, (Tıırdus pilarisu ).
bozcıl, [boz-cıl
{eAT} sf. (At için) boz renkli;
bozumtırak. bozdagan, [buz-mak (bozm ak) > *buz-da-mak > bozdağan OLüjjJ {eAT} is. Demir topuz; gürz. bozdamak, [boz-da-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-d(u )y o r ] Koşmak. [DS] bozdoğan, [buz-mak (bozm ak) > buz-dur-ğan > boz doğan o lf c s ^ ] {eAT} is. 1. Demir topuz; gürz. 2. İyi cins bir armut. bozdoğan1, [boz+doğan] is. z oo l. Kartalgillerden Avrupa ve A sya’da yuva yapan, kışları tropikal bölgelerde geçiren, gri-mavi sırtından dolayı boz renkli görünen, kırmızı paçalı, gözlerinin etrafı si yah tüylerle çevrili, küçük kuşlar ve kemirgenlerle beslenen bir doğan türü, (F a lc o aesalon ). bozdoğan2, [buz-mak (bozm ak) > buz-dur-ğan > buzdoğan] is. Yeniçeriler tarafından kullanılan ve atlarının eyerlerinde asılı duran altı toplu gürz, bozdurm a, [boz-dur-ma] is. Bozdurmak işi. bozdurm ak, [boz-dur-mak] gçl. fi. [-u r] 1. Bozmak işini birisine yaptırmak. 2. Büyük miktardaki para yı daha küçük paralarla değiştirmek. 3. a rgo. (Kız için) bekâretinin giderilmesine izin verecek ilişkiye girmek. S Bozdur bozdur h arca, Yetersiz o la n b ir şeyin ç o k az olduğunu an latm ak için söylen en a la y sözü. bozdurtm a, [boz-dur-t-ma] is. Bozdurtmak işi. bozdurtm ak, [boz-dur-t-mak] gçl. f i [-u r ] 1. Boz mak işini ikinci dereceden birisine yaptırmak; bozmak işini yaptırmak. 2. Birisinin bozmasına izin vermek veya göz yummak, bozdurulm a, [boz-dur-ul-ma] is. Bozdurulmak işi. bozdurulmak, [boz-dur-ul-mak] edil. fi. [-u r] Boz mak eylemi yaptırılmak, bozgak, [boz-mak > boz-ğak / buz-galc [Clauson]] {eT} sf. 1. Bozulmuş. [EUTS] 2. Kısa. [Clauson] 3. is. Bozulma. [EUTS] bozgeven, [boz+geven] is. bot. Yurdumuzda Erciyeş dağında yetişen bir tür geven, (A stragalus m icrocephalus).
bozgun, [boz-gun] is. 1. Bir topluluk içinde karşılıklı güvenin bozulması ile ortaya çıkan karışıklık; peri şanlık. 2. Yenik düşen ordunun, askerî disiplin ve bozbaş, [boz+baş] {ağız} is. 1. Kavurma et. 2. Ka bağlantı yönünden yaşadığı karışıklık ve perişanlık; vurmanın az kızarmış hâli. 3. Yahni. 4. Söğüş. 5. hezimet. 3. {ağız} İshal. [DS] 4. {ağız} Bozuk para. Tirit. [DS] [DS] 5. sf. Bozgunluk içine düşmüş olan; perişan. 6. {ağız} Sağlık durumu bozuk; zayıf. [DS] 0 bozgu bozca, [boz-ca sf. 1. Boza çalan renkli; bo na düşmek, {ağız} İs h a l olm ak. [DS]|| bozguna uğ zumsu. 2. is. İşlenmemiş, çalılık toprak; ham tarla. ram ak, Yenilip p er iş a n olm a k ; büyük b ir y en ilgiye S bozca aş, {eAT} Yoğurtlu çorba.\\ bozca aşı, uğram ak. ||bozgun söylemek, {eAT} B ir şeyin iyi ve {eAT} -* bozca aş. kötü y an ların ı sö y lem ek ; tenkit etmek. bozcana, [boz-ca-n-a] {ağız} sf. 1. Rengi boza çalar; bozguncu, [boz-gun-cu] sf. Bir toplulukta güven sar bir parça boz. 2. Biraz bozucu; bir parça utandırıcı. sıcı ve kişileri birbirine düşürücü durum yaratan; [DS]
ÖIİİMIÜMîSÛM.
BOZ
anarşist; asî; fesatçı; bölücü; kara çalı; iğtişaşçı; kundakçı; militan; ordubozan; yıkıcı,
Tarlayı sürüp ekmeyerek boş bırakmak; gen bı rakmak. [DS]
bozgunculuk, -ğu [boz-gun-cu-luk] is. Bozguncuya yakışır davranış ve tutum,
bozlan, [boz-la-n / boz-lan] {ağız} s f 1. Boz renkte olan. 2. Kireçli toprak. [DS]
bozgunluk, -ğu [boz-gun-luk] is. 1. Bozgun. 2, Boz gun olanın durumu; perişanlık,
bozlatm ak1, [bozlâ-mak > boz-la-t-mak] {eT} gçl. f. Böğürtmek. [DLT]
bozguntu, [boz-mak (utandırm ak) > boz-gun-tu] {çı ğız} is. Sürprize uğramak ya da utanmaktan ileri ge len şaşkınlık; bozuntu. [DS]
b ozlatm ak', [boz-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Tarlayı nadasa bırakmak. [DS] bozluk, -ğu [boz (bez) > boz-luk] {ağız} is. Pamuklu dokuma; bez. [DS]
bozırak, [boz-ı-rak J j j J {eAT} sf. Bozca; bozumsu. bozkır, [boz+kır] is. İlkbaharda yeşeren yaz ortaları na doğru kuruyup sararan otsu bitkilerle küçük ağaççıklardan meydana gelmiş bitki örtüsü; step; badiye; beyaban; burtlak; kepir. S bozkır sanatı, sanat, tar. Bronz ça ğ ın d a M oğ olistan ’dan R om an y a ’y a k a d a r uzanan A vrasya bozkırları alan ın da y a şa m ış o la n g ö ç e b e toplulukların m eydan a g etir dikleri sa n a t eserleri. bozkırlaşm a, [boz+kır-la-ş-ma] is. Bozkırlaşmak ey lemi. bozkırlaşmak, [boz+kır-la-ş-mak] g ç s z .f. [-ır ] Yük sek boylu ağaçların yok olması ile erozyona uğra yan toprak üzerindeki bitki örtüsü, giderek bozkır bitkilerine dönüşmek; bozkır hâline gelmek. bozkun, [boz-kun ö ji j y ] {OsTj sf. Bozuk, bozkunluk, -ğu [boz-kun-luk
{OsT} is. B o
zukluk. bozkurt, -du [boz+kurt] is. Mitolojiye göre, Göktürk hanedanın kökü olan Asena’nm türemiş olduğu söylenen efsanevî bir dişi kurt. bozlak1, -ğı [boz-la-k] is. 1. Sürülmemiş, nadasa bırakılmış tarla; gen. 2. Verimsiz tarla veya çayır, çimen. 3. Killi toprak. bozlak2, -ğı [boz (yans.) > boz-la-mak (bağırm ak, b ö ğürm ek) > boz-la-k] is, miız. 1. Orta ve Güney Anadolu’da söylenen bir tür uzun hava makamı. 2. Bu makama uygun olarak söylenen acıklı konuları olan türküler. 3. {ağız} Hikâye. [DS] bozlakJ, -ğı [boz-la-k] {ağız} is. 1. Boz renkli bir tür kuş. 2. Yağsız çıra; çırasız odun. 3. sf. Boza çalar renkte olan; bozumsu. [DS] bozlak4, -ğı [boz-la-mak > boz-la-k] {ağız} is. 1. Yünden örme kısa kollu giyecek; hırka; aba. 2. Ekmek yaparken kullanılan büyük yün örtü. [DS] bozlama, [boz-la-ma] is. Bozlamak eylemi. bozlamak1, [bos / buz / bus (yans.) / *boz (keder) > boz-la-mak j i y J {eT} gçsz. f . [ -r ] [ - l(u)-yor] 1. Ses vermek; bağırmak; böğürmek. {eAT} (aynı) [DLT] [DK] 2. (Dişi deve için) yavrusunu çağırmak için ses çıkarmak. [Nevâyî] 3. (Matemliler için) sesli olarak yas tutup ağlamak. [Nevâyî] 4. m ecaz. Çığlık atmak. bozlamak2, [boz-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r ] [-l(u )-yor]
bozma, [boz-ma] is. 1. Bozmak işi. 2. {ağız} Pamuğu toplanmış tarla. [DS] 3. sf. Biçimi ve kullanılışı de ğiştirilmiş olan. 4. Melez, bozmacı, [boz-ma-cı] is. Eski şeyleri satın alıp boz duktan sonra parça parça satan kimse, bozmak, [eT. buz-mak (yıkmak, kırm ak) > boz-mak] gçl. f . [ - a r ] 1. Bir şeyi kendisinden bekleneni yeri ne getiremeyecek duruma düşürmek; yıkmak; kır mak; parçalamak. {eT} (avın) [DLT] [EUTS] [ETY] 2. Bir yerin veya bir şeyin düzenini karıştırmak. 3. Zarar vermek, dokunmak. 4. m ecaz. Kötü duruma getirmek; kötü etkide bulunmak. 5. Geçersiz duru ma getirmek; iptal etmek; hükümsüz kılmak. 6. m ecaz. Birini, beklemediği davranışı göstererek kırmak; yalanını ortaya çıkararak küçük düşürmek. 7. Yenmek; bozguna uğratmak. 8. Büyük parayı ufak birimlere ayırmak. 9. Altını paraya; dövizi Türk parasına çevirmek. 10. Bağ ve bostamn en son kalan ürünlerini de toplamak. 11. m ecaz. (Bir şeyle aklını) yitirecek derecede ilgilenmek. 12. Ak lını kaybetmek. 13. (Erkek için) bir kızın bekâretini gidermek. 14. Biçimini ve kullanılışını değiştir mek. 15. Birini, yalanını meydana çıkararak utan dırmak. 16. (Mide için) yiyecek zarar vermek. 17. m ecaz. İyi davranışları kötüye çevirmek. 18. {ağız} Tarlayı ürün alımmdan sonra ilk defa sürmek. [DS] bozman çalık, -ğı [boz-man-ca-lık] {ağız} is. 1. Ara bozma. 2. Pazarlıktan cayma; sözünden dönme. [DS] S bozınancalık yapm ak, A rayı bozm ak; p a z arlığ ı b o zm ak; sözünden d ön m ek; caym ak. bozördek, -ği [boz+ördek] is. zool. Sık sazlıklı su larda yaşayan, çamuru süzmek için yüzeyi karıştı ran, başı pek fazla süslü olmayan bir tür ördek, (Anas strep era). bozrak, -ğı [boz-ra-k] sf. Rengi boza çalan, boztagan, [eT. buz-mak (bozm ak) > buz-dur-ğan > boztağan jU t j^ ] {eAT} is. Demir topuz; gürz, boztogan, [eT. buz-mak (bozm ak) > buz-dur-ğan > boztoğan
y ] {eAT} is. Demir topuz; gürz,
bozucu, [boz-ucu] sf. Tahrip edici. bozuk2, -ğu [buz-mak > buz-uk > boz-ulc J j j j ;] sf. 1. Bozulmuş olan; kırık; yıkık. [DLT] {eT} (aynı) 2. İşlemeyen ya da sağlıklı çalışmayan. 3. Düzensiz. 4. Kusurlu. 5. m ecaz. Kötü. 6. (Yemek için) kok-
fllK Îİ
wmSflEbüH • 669________________________________
muş; yenmeyecek duruma gelmiş; bayat. 7. m ecaz. (Kişi için) kızgın; sinirli. 8. m ecaz. (Kişi için) ke yifsiz; sıkıntılı. 9. (Madenî para için) değeri küçük. 10. {ağız} (Kız için) baldre olmayan. [DS] 11. is. {ağız} Kötü kadın. [DS] 12. {OsT} müz. Uzun saplı tambur ile bağlama tipinde, makamdan makama geçişte akort edilmesi gerekli olan bir telli çalgı. 13. {ağız } Ekini biçilip alınmış tarla. [DS] 14. {ağız} Ekin biçme, ürün kaldırma zamanı; sonbahar. [DS] 15. {ağız} Eski tip bir av tüfeği. [DS] 0 bozuk adam, F itneci, ahlaksız, baştan çıkm ış kim se.|| bo zuk adım, Uygun adım yürüyüşte a h en g i bozan, düzensiz yürüyenlerin adım ı. || bozuk atm ak, 1. Sinirlendiğini, öfkelen d iğ in i b e lli etm ek. 2. A zar lam ak; paylamak.\\ bozuk çalm ak, C anı sıkılm ış, yüzü asılm ış o lm a k .j| bozuk düzen, 1. D üzeni b o zuk o la n ; düzensiz. 2. A hlakı bozuk. 3. miiz. Türk h a lk m üziğinde b a ğ la m a la rd a uygulanan bir uyum düzeni.\\ bozuk p ara, U fak birim lere ayrılm ış olan p a r a ; ufaklık.\\ bozuk p ara gibi h arcam ak , İtib a rını ve d eğ erin i dü şü recek ş e k ild e birin den y a r a r lanm aya kalkışm ak. bozuk2, -ğu [boz-ulc] {ağız} is. Armut. [DS] bozukluk, -ğu [boz-uk-luk] is. 1. Bozuk olma duru mu. 2. Küçük değerde madenî para, bozulacak, -ğı [boz-ul-acak] sf. 1. Bozulabilir bir nitelik taşıyan; bozulan. 2. Kolay bozulan. 3. (Para için) bozukluk hâle getirilebilecek nitelikte olan, bozulamak, [bo (yans.) > bo-z-u-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(u )-y or] 1. (Deve için) acı acı bağırmak. 2. Kuvvetli bir şekilde iniltili ve acı ses çıkarmak. 3. Deve gibi bağırmak. 4. (Su için) çağlamak. [DS] bozulaşmak, [bozu-la-ş-mak] {ağız} işteş, f i [-ır] (Develer için) bir arada bağrışmak. [DS] bozulma, [boz-ul-ma] is. Bozulmak eylemi, bozulmak, [boz-ul-malc] edil. fi. [-u r ] 1. Biri tarafın dan bozma eylemi yapılmak. {e l '} (aym) [DLT] 2. {ağız} (Ürün alınan tarla için) ekime hazırlık olarak tekrar sürülmek. [DS] 3. {ağız} (Kız için) kızlığı giderilmek. [DS] 4. dönşl. (Yiyecek) sağlık açısın dan yenilmeyecek duruma gelmek, kokmak, ekşi mek. 5. iyi ve değerli niteliğini yitirmek. 6. m ecaz. Sağlığını yitirerek güçten, kuvvetten düşmek. 7. (Ordu için) yenilmek; bozguna uğramak, dağılmak. 8. m ecaz. Bir kimseye kızmak; sinirlenmek, bozulmaz, [boz-ul-maz] sf. 1> Bozulma niteliği ol mayan. 2. Harekete veya dinginliğe karşı hiçbir eğilimi olmayan; eylemsiz, bozuluş, [boz-ul-uş] is. 1. Bozulma işi. 2, Bozulma biçimi. ' v bozum, [boz-um] is. 1. Bozulmak eylemi ve sonucu. 2. Utangaçlık; mahcupluk; küçük düşme. 3. {ağız} Ürünü ahnmışj^arlayı yeni ekime hazırlık olarak sürme; anız bozma. [DS] 0 bozum etmek, Utan dırm ak; m ahcu p etmek.\\ bozum havası, argo. U-
____________________________ BÖ B
tangaçlık, mahcupluk.\\ bozum olmak, argo. U ta n a ca k durum a düşm ek; utanm ak; m ahcu p olm ak. bozumca, [Far. buzmâce
is. Boz renkli bir
tür kertenkele, bozumtuk, [boz-umtuk
{OsT} sf. Boza çalar,
bozun, [bod-un] {eT} is. -*■ bodun; budun, bozunm a, [boz-un-ma] is. fiız. 1. Bir atom çekirdeği nin enerji yayarak veya alarak kütle, yük, ömür vb. nitelikleri farklı bir çekirdeğe dönüşmesi olayı. 2. Kumaş boyalarında çeşitli etkenlerin neden olduğu bozulma. bozuntu, [boz-guntu / boz-ımtu] is. 1. Bozulmuş bir nesneden arta kalan; döküntü. 2. Kendinde bulun ması gerekli nitelikleri taşımayan. 3. Şaşkınlığa düşme. 0 bozuntuya uğram ak, Şaşkın lığa d ü ş m ek ,|| bozuntuya vermem ek, H oşa gitm eyen b ir durum da veya yan lışlıkta fa r k etm em iş g ib i d a v ranm ak. bozuşma, [boz-uş-ma] is. Bozuşmak eylemi, bozuşmak, [boz-uş-mak] {eT} işteş, fi. [-u r ] Araları açılmak; dostlukları bozulmak. [DLT] bozuşuk, -ğu [boz-uş-uk] sf. Aralan açık, bozuk olan. bozuşukluk, -ğu [boz-uş-uk-luk] is. 1. Bozuşuk ol ma durumu. 2. Karşılıklı bozulma içinde, bozyürük, -ğü [boz+yürü-k] is. zool. Küçük başlı, kalın ve kısa kuyruklu, zararsız ve zehirsiz bir yı lan, (Eryx). b ö1, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. 1. (İnsan için) bağırma, seslenme, gevezelik etme, yüksek sesle konuşmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bö-gür, bö-ğ (ii)l-e-m ek 2. (Hayvan için) bağırma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] bö-gü rmek, bö-ğür-ü böğürü a ğ la m a k ; bö-ğür-t-lek. bö2, [eT. böy / bög / bö y ] (b ö :) {eAT} is. 1. Zehirli örümcek; tarantula. 2. {ağız} is. Korkunç yaratık; korkunç böcek. [DS] 0 bö böcüğü, {ağız} Z ehirli örüm cek. [DS] bö3, [bö] (b ö :) {ağız} is. Korkutma sözü. [DS] böbek, -ği [bebek / böbek] {ağız} is. Bebek. [DS] böbrek, -ği [eT. böğür > bög(ü)r-ek / bögrik > böyrek > böbrek] is. 1. anat. Kandaki zararlı maddeleri süzen, idrar salan, karın bölgesinin arkasında omurganm iki yanında birer tane bulunan fasulye biçiminde organ. 2. sf. Böbrek biçiminde olan. 0 böbrek düşüklüğü, tıp. B öb reğ in a n o rm al s a r k m ası.|| böbrek genişlemesi, tıp. B ö b r e k havuzcu ğunun id ra r birikm esi sonu cu g en işlem esi.|| böb rek taşı, tıp. B ö b rek te id ra r için deki kalsiyum b ile şiklerinin çöküntüsü ile olu şan taş.|| böbrek üstü bezi, anat. H er iki b ö breğ in üzerinde ve b ö b r e k yuvasının için de y e r alan, so ld a k i b ö b r e ğ i ta kk e g ib i örten, s a ğ d a k i ise bir virgülü an d ırır h a y atî
ÖIÜMIÜltf SİM .
BÖB
önem taşıyan h orm on ları salg ılay an içsa lg ı bezi. || böcekçil, [böcek-çil] sf. biy. (Hayvan ve bitki iböbrek yağı, K a sa p lık hayvan ların b ö b r ek le ri et çin) böceklerle beslenen, ra fın d a toplan an iç yağı. || böbrek yatağı, {ağız} böcekçilik, -ği [böcek-çi-lik] is. 1. İpelcböceği yetiş K a s a p lık hayvan ların sırt kısm ındaki d iken si çıkın tiriciliği veya koza ticareti. 2. {ağız} Pezevenklik. tının iki y a n ın d a bulunan et; fileto . [DS] [DS] böbrekli, [böbrek-li] sf. 1. Böbreği bulunan. 2. Belir böcekçiller, [böcek-çil-ler] is. zool. İki yüz kadar tilen sayıda ya da nitelikte böbreğe sahip olan. 3. türü bulunan, sivri fare, kirpi gibi böceklerle besle {ağız} Yürekli; cesur; güçlü. [DS] nen, karada yaşayan memeli hayvanlar takımı, böbreksi, [böbrek-si] sf. Böbrek biçiminde olan, böbür, [Far. bebr] is. zool. 1. Suriye’de yaşayan, ko bay büyüklüğünde, uzun burunlu, kısa kuyruklu, benekli derili, gözleri fırlak, toynaklı ve memeli, yırtıcı bir hayvan; Suriye damanı, (H yrax syriensis). 2. Kibir; kendini büyük görme. S böbür böbür, Yüksekten a ta ra k ; gurur la.\\ böbür bübür böbürlenmek, Ç o k böbürlenm ek. böbürlenme, [böbür-le-n-me] is. Böbürlenmek eyle mi. böbürlenmek, [Far. bebr (leo p ar) > bebir-le-n-mek / böbür-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] Kendini beğenmek; övünerek kabarmak; kurumlanmak; kibirlenmek, böbürlü, [böbür-lü] sf. Övünç dolu, böbürtü, [böbiir-tü] is. Böbürlenme, böce, [eT. bög-çek > böce(k)] {ağız} is. 1. Dörtten çok bacağı bulunan küçük hayvan. 2. Akrep, çıyan, örümcek gibi zehirli böceklerin genel adı. 3. Kor kunç böcek; korkunç yaratık. 4. Sırtlan. 5. Kurt. 6. İpek böceği. [DS] S böce börtü, {ağız} A krep, çı yan, ö rü m cek g ib i z eh irli bö cek ler. [DS] böcek, -ği [eT. bö / böğ (örüm cek) > böğ-cek / bö-cü > bö-cük > bö-cek] is. 1. Trake solunumu yapan, başı göğsünden ayrı, her bir parçası birbirine ek lemle bağlanan ve birer çift bacak bulunan üç bo ğum gövdeli, omurgasız küçük hayvanların genel adı; haşarat; haşere. {eAT} (aynı) 2. Kelebek, kurt ve tırtıl dışında kalan küçük hayvancıkların halk ara sındaki adı. 3. İstakozgillerden ilk ayakları küt kıs kaçlı, 3 0 - 40 cm. uzunluğunda, sarı renkli, yenile bilen bir deniz hayvanı; langust. 4. m ecaz. Sevimli çocuk. 5. tar. İmparatorluk döneminde eski hırsız ve yankesicilerden kurulu gizli zabıta teşkilatında, aralarında kadınların da bulunduğu görevlilere ve rilen ad. 6. argo. Etken eş cinsel erkek. 1: argo. Gizli dinleme aygıtı. S böceği sönmek, {ağız} Gü cü tükenm ek; umutsuzluğa düşm ek. [DS]|| böcek başı, {OsT} tar. B ir tür z a b ıta görevlisi.\\ böcek çı k arm ak , ip e k b ö c e ğ i yetiştirm ek. || böcek bilimci, z oo l. B ö c e k bilim i konusunda uzm anlaşm ış kim se. || böcek bilimi, zool. B ö c e k le r i in celeyen bilim d a lı; en tom o lo ji.|| böcek kabuğu, 1. B ö c e k kabu ğu ren gi. 2. M etal p a rlak lığ ın d a , y eş ille m or a ra sı renkte olan. böcekbaşı, [böcek+baş-ı] is. tar. İmparatorluk döne minde gizli polis örgütünün yöneticisi, böcekçi, [böcek-çi] {ağız} is. 1. Küçük tüccar; esnaf. 2. Kötü kadın. 3. Pezevenk. [DS]
(Insectivora). böcekhane, [böcek+ Far. hâne (ev)] (b ö cek h a ;n e ) is. İpek böceği yetiştirilen yer; böceklik, böcekkapan, [böcek+kap-an] is. bot. Bazı organları böcek yakalamaya ve sindirmeye elverişli bitkilerin genel adı, (Apocynum, D ion ea, d rosera). böceklenme, [böcek-le-n-me] is. Böceldenmek ey lemi. böceklenmek, [böcek-le-n-mek] dönşl. f. [-ir ] 1. İçinde veya üstünde böcek üremiş olmak; bitlen mek. 2. {ağız} m ecaz. Oyalanmak. [DS] böcekler, [böcek-ler] is. z oo l. Vücutları baş, göğüs ve karın olmak üzere üçe ayrılan, duyargaları birer, kanatları ikişer, ayakları ile ağız parçaları üçer çift olan eklembacaklılar sınıfı, (İnsecta). böcekli, [böcek-li] sf. İçinde veya üstünde böcek bu lanan; böceklenmiş. böceklik, -ği [böcek-lik] is. İpek böceği yetiştirilen yer; böcekhane. böceksiz, [böcek-siz] sf. İçinde veya üstünde böcek bulunmayan. böcelenme, [böce-le-n-me] is. 1. Böcelenmek eyle mi. 2. Böcelenmek durumu, böcelenmek, [böcek-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] 1. Sersemleşmek. 2. Kuşkulanmak. 3. Oyalanmak. 4. (Tahıl ve baklagiller için) kötü ambarlanma şartları dolayısıyla böceklenmek; bitlenmek. [DS] böcen, [böce-n] {ağız} sf. Kısa; ufak. [DS] böcü, [bö / böğ (örüm cek) / bö (yans.) > bö-ce > böcü j=rji] is. 1. Böcek. 2. {OsT} Çocukları korkutmak için söylenen hayalî yaratık; umacı; öcü. 3. {ağız} Kurt. [DS] 4. {ağız} Akrep, çıyan, örümcek gibi ze hirli böcekler. [DS] 5. İpek böceği, f? böcü börtü, {ağız} 1. Kurt, ça ka l, dom uz g ib i z a ra rlı sayılan hayvan lar. 2. A krep, çıyan, örü m cek g ib i zehirli b ö cek ler. [DS] 11 böcü tutm ak, {ağız} İp ek b ö c eğ i beslem ek. [DS] böcük1, -ğü [bö / böğ (örüm cek) > bö-cük {OsT} is. Böcek; {ağız} (aynı). [DS] böcük2, -ğü [bö-cük] {ağız} is. Kötü kadın. [DS] böcük3, -ğü [bö-cük] {ağız} is. 1. Dirilik; canlılık. 3. Şans. [DS] böcükmek, [bö-cük-mek] {ağızf gçsz. f . [-ü r] Kanma susamak. [DS] böcül, [bö (yans.) > bö-cül] is. Böceklerin baktığı gibi iki yana bakmayı anlatan yansımalı gövde. S1 bö-
1 B T İİR 5 Ö M • 671
BÖG
cül böcül, {ağız} (B akış için) g ö zlerin i iki y a n a o y natarak. [DS] böcülemek, [böcü-le-mek] {ağızfgçsz. fi. [ - r ] [-l(ü )y o r] Kaçmak. [DS] böcümek, [böcü-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] 1. Caymak; vazgeçmek. 2. Usanmak. [DS] böcüyükmek, [böcü-y-ük-mek] {ağız} gçsz. f i [~ür] Zihni karışmak; bunalmak. [DS] böd, [böd] {eT} is. Taht. [ETY] bödek, -ği [böd-ek] {ağız} is. 1. Böbrek. 2. İç organ lar. 3. Yürek. [DS] bödelek, -ği [böd-elek] {ağız} is. 1. Böbrek. 2. Öd kesesi. 3. Karm. [DS]S bödeleği düşük, {ağız} Kansız; zayıf. [DS] bödene, [Moğ. bödene] {ağız} is. Bıldırcın. [DS] bödenek, -ği [böd-elek > bödenek] {ağız} is. Böbrek. [DS] bödenk, -gi [büg-dek > bügdetık] {ağız} is. Dere ve çayların derince olan yerleri. [DS] bödet, -di [büge-mek > büge-t] {ağız} is. Dere; çay. [DS] bödig, [bödı-mek > bödı-g] (b ö d i:g ) {eT} sf. Oyna yan; zıplayan; dans eden. [Clauson] bödimek, [bödı-mek] (bö d i:m ek ) {eT} gçsz. f . [- r ] Oynamak; dans etmek. [DLT] bödke, [ bu + öd-kâl {eT} zf. Bu zamanda; bu devirde [Tekin] [ETY] bödük, -ğü [böd-ülc] {ağız} is. 1. Madenî yemek kabı. 2. Çömlek. [DS] bödür, [püt > böd (yans.) > böd-ür] {ağız} sf. Küçük kabarcık; pütür. [DS] S bödür bödür, Pütür pütü r; pürüzlü. bödürük, [Erme, badruyg / Güre, patruki] {ağız} is. Eğirilmek üzere taranıp hazırlanmış yün ya da pa muk yumağı. [DS] bödüşmek, [bödı-mek / bödü-mek > böd-üş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r ] Birlikte dans etmek; dansta ya rışmak. [DLT] bödütmek, [bödı-mek / bödü-mek > böd-üt-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Birini oynatmak; dans ettirmek. [DLT] böet, [büge-mek > büge-t / büw-e-t] {ağız} is. 1. Su birikintisi; gölcük. 2. Kuyu. [DS] bög', [bö g / bi / böy] {eT} is. Bir çeşit zehirli örüm cek; böğ; tarantula. [DLT] bög2, [bö g] (b ö :ğ ) {eT} is. Aşığın sırtının, tümsek kısmının oyunda yukarı gelmesi durumu; çik bök. [Clauson] bögde, [bök-te / bög-de] {eT} is. Hançer. [Gabain] [EUTS] [KB] bögeç, -ci [böge-ç] {ağız} is. Derin ve durgun su; büğet. [DS] bögemek, [bög-mek / bög-e-mek] gçl. f . [~r] ğemek.
bü
böget, [böge-mek > böge-t / büge-t c ^ > ] {eAT} is. Akar su yatağında suların biriktiği çukur yer; kü çük gölet; büğet. bögi, [bögi / bögü] {eT} is. Hakim; akıllı; bilgili. [ETY] böglünmek, [bög-ül-mek > bög(ü)l-ün-mek] {eT} dönşl. f . [-ü r] (Yürümekte olan askerî birlik ya da akarsu için) durgunlaşmak; önü kapanmak; büğenmek; birikmek; toplanmak. [Clauson] bögmek, [bög-mek] {eAT} gçl. f. [ - e r ] 1. {eT} Topla mak; biriktirmek. [Clauson] 2. Birlikte bir araya ge tirmek; devşirmek. 3. (Su için) önünü keserek bü ğemek. bögö, [bögö
/ bögü] (b ö g ö :) {eT} is. -*• bögü.
bögölemek, [bögö -le-mek] {eT} gçl. f . [ - r ] -*■ bögülemek. bögölenmek, [bögö > bögö-le-n-mek] {eT,1 dönşl. f . [-ü r] -*■ bögülenmek. bögölög, [bögö bögülüg.
> bögö-lög / bögü-lüg] {eT} sf. -*■
bögör, [bögör / bög-ür] {eT} is. - * böğür. böğre, [bög-re] {eT} is. Böbrek. [EUTS] bögrek, -ği [bögir > bögr-ek
/ iif i fi\ {eAT} {OsT}
is. Böbrek. S bögrek eriği, {eAT} Can eriği. bögrik, [bögir > bögr-ik i)f i ^>] {eAT} is. Böbrek. bögrül, [*bogur > bög(ü)r-ül] {eT} sf. Böğrü ak olan hayvan. [DLT] bögrüşmek, [bö (yans) > bö-g(i)r-üş-mek dU-i f i y ] {eAT} işteş, f i [-ü r ] 1. (Hayvanlar için) hep birden böğürmek; böğrüşmek. 2. (İnsanlar için) böğürür gibi seslenmek; bağrışmak, böktür, [bög-mek > bög-üt-mek > bög-(ü)t-ür] {eT} is. Dağlardaki sert ve çukur yerler, bögü, \eT. bögü / bögö ] (bögü :) {eT} sf. 1. Dirayet li; anlayışlı; bilge; hakîm. [EUTS] [Gabain] 2. Büyü cü. 3. {ağız} Sözü geçen adam. [DS] bögülemek, [bögü > bögü-le-mek] {eT} gçl. f i [ - r ] Büyülemek; büyü yapmak; göz bağcılığı yapmak, bögülenmek, [bögü-le-mek > bögü-le-n-mek] {eT} edil. fi. [-ü r] 1. Büyülenmek; gizemli bilgiler etki sinde kalmak. 2. dönşl. f i Güvenmek; itimat etmek. [EUTS] bögülmek, [bög-ül-mek] {eT} edil. fi. [-ü r ] Büğenmek. [DLT] bögülüg, [bögü-lüg] {eT} is. Bilgelik; âlimlik. [EUTS] bögünmek1, [bög-mek > bög-ün-mek] {eT} e d il.fi [ür] Önüne set çekilmek; büğenmek; toplanmak; birikmek. bögünmek2, [bögü > bögü-n-mek] {eT} d ö n ş l [-ü r ] Derin düşünmek. [Üç İtigsizler]
BÖG böğür, [böğür £ y ] {eT} is. 1. Böbrek. 2. Böğür. [DLT] 0 böğür igi, {eAT} (Kişi y a d a n esn e için) y a k ın d a bulunup d a sü rekli o la r a k rah atsızlık ve ren. bögürlemek, [bög-ür-le-mek] (bö ğ ü rle:m ek ) {eT} g çl. f. [ - r ] 1. Böğüre vurmak. 2. Savaş saflarım yandan vurup düşmanı yenmek. [DLT] böğürm ek, [bö (yans.) > bö-gür-mek] /ağız} gçsz. f . [ü r] 1. (Hayvan için) acı acı ses çıkarmak; böğür mek. 2. Bağıra bağıra ağlamak. [DS] 0 böğürü böğürü ağlaşmak, {eAT} B a ğ ıra b a ğ ıra ağlam ak. [DK] böğürtm ek, [bö (yans.) > bö-gür-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r ] Bağırtmak; böğürtmek.[DS] bögüş, [bög-mek > bög-üş] {eT} is. Hikmet; marifet; bilgi; bilgelik; irfan. [EUTS] bögüşmek, [bög-mek > bög-üş-mek] işteş, f . [-u r] Toplamak, biriktirmek ve büğemekte yardım et mek; birlikte büğemek. [Clauson] böğ, [bög / böy] is. zool. Çoğu iri yapılı, çevik ve yırtıcı, geceleri avlanan, vücudu kül rengi dik kıl larla örtülü yer örümceği, (G a leo d e s g raecu s, G. a ra n eo id es). böğe, [böğ-e] {ağızf is. 1. Geceleri ışığa gelen zehirli böcek. 2. Bataklıkta yaşayan zehirli bir böcek. 3. Böğ. [DS] böğek, -ği [büg-mek (en gel olm ak) > böğ-ek] {ağız} is. Büvet. [DS] böğelek, -ği [*bügel-mek / bökelek [Tietze] > böğelek] {ağız} is. 1. Sığırları rahatsız eden bir tür si nek; büvelek. 2. Rahatsız edici herhangi bir şey. 3. Ökse otu. [DS] 0 böğeleğe tutulmak, {ağız} (Sığır la r için) b ü v elek tarafından rahatsız edilm ek. [DS]|| böğelek tutm ak, {ağız} B ü v elek tutmak. [DS] böğeleklenmek, [böğelek-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Büveleğe tutulmak. [DS] böğelemek, [büge-le-mek] {ağız} g ç l• / M [-l(i)y o r ] Engel olmak; büğemek. [DS] böğelmek, [büğ-el-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Bükül mek; eğilmek. [DS] böğem, [büge-mek > böğe-m] {ağız} is. Derin.su çu kuru. [DS] böğemek, [böge-mek / büge-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] [-ğ (ü )-y o r] 1. Suyun önüne bent yaparak toplanma sını sağlamak; gölcük oluşturmak; büğemek; boğ vurmak. 2. Engel olmak. 3. Öfkeli birini yatıştır mak. [DS] böğen, [böğ-en] {ağız} is. 1. İçine tereyağı konulan temizlenip kurutulmuş işkembe. 2. Koyun ve keçi lerde yediği otlarla ilgili olarak görülen ishal. 3. Çocuk ve hayvan yavrusunun pisliği. [DS] böğenlemek, [böğ-en-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [l(i)-y or] (Koyun, keçi için) baharda yeşil ot yediği için bulaşacak biçimde cıvık olarak pislemek. [DS]
HBliKESEbl. böğenmek, [eT. bög-mek > büg-en-mek] {ağız} gçsz. f [-ir ] - * büğenmek. [DS] böğennemek, [böğen-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [n (i)-yor] (Hayvan yavrusu için) ilk çişini yapmak. [DS]' böğenti, [eT. bög-mek > büg-enti] {ağız/ is. 1. Küçük su birikintisi. 2. Suyun önüne çekilen bent. [DS] böğet, [eT. bög-mek > büge-mek > büge-t] {ağız} is. 1. Su birikintisi; gölcük; büvet. 2. Suyun önüne çekilen bent. 3. İçinde su biriktirilen taş ya da top rak havuz. 4. Derin ve durgun su. [DS] böğetmek, [büg-et-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Suyun önüne bent yaparak toplanmasını, birikmesini sağ lamak; büğemek. [DS] böğez, [bu+kez / gez] {ağız} zf. Bu defa; bu kez; bu sefer. [DS] böğlemek, [bö / böğ (yans.) > böğ-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ü )-y or] (Hayvan için) acı acı ses çıkarmak; böğürmek. [DS] böğrek, -ği [bögüı-ek / bögür-ik] {ağız} is. 1. Böbrek. 2. Kağnı tekerleğinin iki yan tarafındaki dairesel tahta. [DS] böğrül, [böğ(ü)r-ül] {ağız} is. 1. Yanlan beyaz olan sığır. 2. sf. (Kişi için) ters; aksi. [DS] böğrülce, [böğür-lü-ce] is. bot. -*■ börülce, böğrü mek, [bö (yans.) > bö-gür-mek > böğrü-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] Böğürmek. [DS] böğrüşmek, [bö (yans.) > bö-ğür-üş-mek > böğ-r-üşmek] işteş, f . [-ü r] 1. (Hayvanlar için) hep birlikte bağırmak. 2. (İnsan için) hep birlikte anlaşılmaz biçimde bağırmak, böğsükmek, [böğ-sük-mek] {ağız} gçsz. f . [-(ğ )-ü r[ Üzülmek; kırılmak. [DS] böğsünmek, [büyük-sün-mek] {ağız} gçl. f. [-ü r] Karşısındakini küçük görmek; hiçe saymak. [DS] böğü, [böğ-ü] {ağız} is. 1. Böğ. 2. İri akrep. [DS] böğülce, [böğür-lü-ce] {ağız} is. 1. Kuru fasulye. 2. Fasulye. [DS] böğün, [bu+gün] {ağız} is. Bugün. [DS] 0 böğün yarın, {ağız} Ç o k g eçm e d en ; bugün veya yarın. [DS] böğür, -rü [eT. böğür (k a lça ile k a b u rg a ara sı) > böğür] is. 1. İnsan ve hayvan vücudunun kaburga ile kalça arasındaki bölümü. 2. gnşl. Yan taraf. 3. mim. Yapının bir bölümünü ana yapıya bağlayan kemer. 4. {ağız} Dağ yamacı. [DS] 5. {ağız} Göğüs. [DS] 0 böğrü böğrüne geçmek, {ağız} A çlıktan karn ı çek ilm ek ; ç o k zayıflam ak. [DS]|| böğür ağrı sı, {ağız} tıp. G öğüs ağrısı. [DS]|| böğür çivisi, {ağız} Z orluk ç ık a ra n ; en g el olan. [DS]11 böğür dolması, {ağız} D a v a r etinin b o ş böğ rü ile iki k a bu rg ası ayrıldıktan so n r a için e p irin ç ve b a h a r doldu ru lm ak su retiyle y a p ıla n b ir y em ek. [DS]|| bö ğür döven, A h ırla rd a hayvan ları birbirin den ay ırm ay a y a ra y a n tahta bölm e. || böğür germesi,
ifağiz} veî.  tlarda g ö rü len b ö b r e k hastalığı. [ÖS] |j böğür iği, '{ağız'} B a ş b e la s ı; zararlı. [DS]|| böğrü k ara, {âğız} B örü lce. [I>S|| böğür kazığı, {ağız} 1. Tem el yılanı. 2. B a ş bela sl. [DS] böğürteiftek', ![böğ®4^-mek] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(i)~ yırr] Arada kalan tarlayı sulamak. I[DSJ böğürme, [bö (yans.) > bö-ğür-me] is. Böğürmek işi. böğürmek, [bö (yans.) > bö-ğür-mek] gçsz. fi. [-ü r ] 1. '(Öküz, deve vb. hayvanlar için) bağırmak. 2. m e•caz. '(İnsan için) yüksek sesle ve anlaşılmaz biçim de bağırmak. S böğüre böğüre, B a ğ ır a r a k .,|| böğüren maymun, z ool. Güney ve O rta A m er ik a ’d a yaşayan , .yassı burunlu, bağ ırtısı k ilo m etrelerce Meriden dtıytilabilen, uzun kuyruklu, iri vücutlu, 'kalın p ostlu b ir tiir maymun, (Alouata). böğürtlemek, ![b'öğür-t-le-niek] gçsz. fi. :[-r] [4(40yiStij '(Ekin için) başağa durmak; bayraklanmak. böğürtlen1, [böğür-t-en pietzej
is. 1. Giilgil-
lerden, küçük ve dut gibi çok tanecikli meyvesin den reçel, marmelat yapılan, yaprakları halk he kimliğinde peklik verici, dikenli dalları çit bitkisi olarak kullanılan çalı; (T 8.-19.yy.} (aynı), (Rubus caesııs). i . Bu bitkinin önce kırmızı, daha sonra kararan yeMşleft.
bökelemek, [bök-mek > bök-cle-ıııekj (ağız} gçsz, / . >[-r■] [4(i)-y& r] 1. Birdenbire koşmak; ansızın sal dırmak. 2. (Su için) sıçramak. [DS] bökelik, -ği [bölce-lik] is. 1. Böke olma durumu; şanpiyonlıık. 2. Şampiyona, böken, [bök-en] (ağız} is. 1. Tandırda pişen yuvarlak ekmek. 2. Cıvık hamur yağda kızartıldıktan sonra üzerine tatlı ekilerek yenilen bir tür çörek; lokma tatlısı. i[DS] bökmek ;[bök-mek / bük-mek] {eT} gçsz. fi. [- e r ] 1. Eğilerek yere kapanmak. 2. Yemekten bıkmak, usanmak; çok doymak; gözü doymak. [DLT] [ETY] 3. Bir şeyden bıkmak; usanmak. [Gabain] 4. Doya sıya birlikte olmak. [ETY] 5. (ağız} Dolmak; taş mak. [DS] 6. {ağız} Çok kazanmak. [DS] S böke tu rm ak , B ükülm ek; eğilm ek. [DLT] bökmek2, ,[bök-mek] {eAT} gçsz. fi. [-ü r] Zıplamak; sıçramak. bökseg, [Moğ. bökse > bokse-g / bükseg [DLT]] {eT} is. Göğüs; meme. [Clauson] bökseglenmek, [bökseg-le-n-mek] {eT} donşl. fi. [ür] (Kız için) göğsü tomurmak. [DLT] böksig, [böksi-gj {eT} is. Karın; göğüs. [Gabaiiı]
böğürtlen2, I[toö4ğta>fein] İs, a rg o . Kusînük.
böksik, [böksi-k] {eT} is. Karın. [EUTS] böksilmek, [böksi-l-mek] {eT} gçsz. fi. [-iir ] Parça lanmak; yarılmak. [EUTS] [Gabain]
böğürtlenlik, -ği [böğürtlen-lik] is. Böğürtlen çalısı bol •ö'lan yer.
bokte [bökte / bügde] {eT} is. Hançer. [Gabain] [EUTS]
böğürtme1, |bö (yüm.) > bö-ğür-t mc] is. Böğürtmek
bökteg, [bökte-g] {eT} is. Yardım; inayet. [EUTS]
. işi:
böktelek, -ği [bök-mek > bök(ii)t-e-lek] {ağız} is. (Tavşan için) kızışma. [DS] S1 böktelek olmak, (T av şan la r için) çiftleşm ek için b ir a ra y a gelm ek.
*
böğürtme , ![bör-t-rhek > böğütt-mel sfi. İyi kuraıfiamış kayısı.
böğürtmek1, ifbö (yans.) > börğüf-t^nıek] g ç l, fi. ( - ‘tin] Böğürmek işini yaptırmak; böğürmesine sebep ol mak.
büktürmek, [bört-ür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Eti biraz 'kavurmak. [DS]
böğürtmek2, [bör4-mek > böğurt-mek] gçl. fi. [-ü r] Öiraz haşlamak; 'börttürmek.
bökün, [bö+fcün / bu+kün] {eT} zfi. Bugün. [Gabain]
bökii. [bökü / böğü] {eT} İs. Hekim. [EUTS]
böğürüm, [bö (yüns:) > bö-ğür-üm] {ağız} is. Geyik lerin çiftleşme zamanı.![0SÎ]
bökiişmek, 'fb'ök-taek > bök-üş-mek] {eT} gçsz. f i [ü r ] 1. Doymak. [ETY] 2. Doyasıya birlikte olmak. fıriYi böMitmek, [bök-üt-mek] {eT} g çl. fi [-ü r ] 1. İyice -doyurmak. 2. Yiyecekten bıktırmak. [DLT]
böğürüş, |bo ‘(yans.) > feö-ğür-üş!] is. Böğürme 'işi VeVâ biçimi.
biH, |böL] .{ağız} >is. Gereksinme; ihtiyaç. [DS] bftlcek1, 4ği t[böl-(e)cek] {ağız} is. Cetvel. [DS]
böhsümek, [bök-'Si-iiıekü {ağız} gçsz. fi. '[■‘r ] İçli içli ağlamak. [DS;]
böleek2, -ği [? bölcek] {ağız} is. Kova. [DS] böldürme, [böl-dür-me] is. Böldürmek işi.
bök, IfbJftj) {eT} ıs. 1. 'Köşe; büoak, zaviye. [ETY] 2. Aşığın sırtının, tümsek kısmının yukarı gelmesi; çik bök. |T)l.T]
böldürmek, [böl-dür-melc] :gçl. fi. [-iir] 1. Bölmek ■eylemini birinin aracılığıyla yapmak. 2. Bölmesine sebep olmak.
böke, :[böke / ;bökö] {eT} is. 1. Kahraman güçlü kim"Se; güÇlü; cesur; yiğit savaşçı, {ağız} (aynı) [ETY] iOSi 2. 'Uluslararası veya ülusal karşılaşmalarda birinci gelen; şampiyon. 3. Pehlivan, {ağız} (aynı) ifDS] [KB] 4. {ağız} Normal iriliğini almamış; geli şememiş kavun, insi
böle1, [? böle] {ağız} is. 1. Genel olarak amca, dayı, hala çocuğu. 2 . Yeğen. 3. Teyze, hala, yenge. 4. Amca. [DS] böle2, [bu+ eyle > böyle > böle] (b ö :le) {ağız} sf. Böyle. [DS]
böğürtü, ifbö (varis:) > bö-ğür-mek > bö-ğür-tü] is. Böğürme ses'i.
bölek, -ği [beleg 7 bölelc] (eT } (ağız) -4s. Hediye. [DS]
Ö I Ü M I İ İ I K S ü M . 674
BÖL
bölen, [böl-en] sf. 1. Bölme işini yapan. 2. mat. Bir bölme işleminde bölünen sayının kaç eşit parçaya bölündüğünü belirten sayı, bölene, [Bul. polyana] {ağız} is. Issız yer; tenhalık. [DS] bölenecek, -ği [böle-n-ecek] {ağız} zf. Böltinceye ka dar. [DS] bölge, [böl-mek > böl-ge
is. 1. Sınırları, İdarî
ve İktisadî birliğe; arazi, iklim ve bitki özellikleri nin benzerliğine veya üzerinde yaşayan insanların aynı soydan gelmiş olmalarına göre belirlenen top rak parçası; mıntıka; alan; civar; çevre; dolay; ha vali; yaka; {17. yy.} (aynı). 2. Vücutta sınırları belli herhangi bir kısım; nahiye, bölgeci, [böl-ge-ci] is. Belirli bir bölgenin çıkarlarını savunan kimse; mıntıkacı. bölgecilik, -ği [böl-ge-ci-lik] is. Belli bir bölgenin çıkarları için çalışma durumu; mmtıkacılık. bölgeleme, [böl-ge-le-me] is. Bir kentin konut, sana yi, eğitim, kültür ve eğlence gibi belirli işlevleri yerine getirecek şekilde bölgelere ayrılması işi. bölgesel, [böl-ge-sel] sf. 1. Bölge ile ilgili. 2. Bir bölgeye ait olan; mıntıkavi, mevzii, bölgeselleşmek, [böl-ge-sel-le-ş-mek] gçsz. f . [-ir ] istk. Uzaysal bir büyüklüğün, bir değişkenin, dü zensiz bir biçimde dalgalanırken büyük ölçekli bir yapı göstermesi, bölgü, [böl-gü] {ağız} is. Araziyi bölüşme, paylaşma. [DS] bölik, [böl-mek > böl-ik dLJy\ {eT} is. Bölük; parça, böllem, [? böllem] {ağız} is. Deve katarı. [DS] bölme, [böl-me
is. 1. Bölmek eylemi. 2. Ayır
ma; taksim. 3. Parçalara ayırma; parçalama. 4. B ö lünerek ayrılmış olan yer; parça; {OsT} (aynı). 5. Bir yeri küçük odalara ayıran ince duvar veya ahşap perde. 6. Evlerde yıkanmak için ayrılmış küçük oda; gusülhane. 7. anat. Çeşitli organları birbirin den ayıran ince perde. 8. mat. Bir niceliği belirli sayıda eşit parçalara ayırma işlemi; taksim. 9. ed. Bir edebî eseri, bir yazıyı veya konuşmayı arala rında bağlar bulunan bir çok parçalara ayırma. 10. Gemilerde su baskını ve yangm gibi durumlarda ara kapıları kapatarak yayılmayı önlemek amacıyla yapılmış bölümler. 11. man. Cins kavramlarını tür ve alt türlere ayırmak işi. 12. {ağız} Kalın ağaç gövdesinden dülgerlik için ayrılmış tomruk. [DS] 13. {ağız} Ambar. [DS] 14. {ağız} Ada. [DS] S3 böl me işareti, mat. B ölm e işlem inin y a p ıla ca ğ ın ı b e lirten |— veya + işareti: bölü. bölmeci, [böl-me-ci] is. res. Karma renkleri karıştır maktan ziyade tuval üzerine küçük benekler oturta rak resim yapan ressam, bölmecilik, -ği [böl-me-ci-lik] is. res. Yeni izlenimci ressamlar tarafından uygulanan, renk karışımından ziyade küçük beneklerle optik bir karışım elde et meye dayanan resim yapma tekniği.
bölm eç1, -ci [böl-meç] {ağız} is. Tek dağ. [DS] bölmeç2, -ci [böl-meç] {ağız} is. Dolap; kiler vb. [DS] bölmek, [böl-mek] gçl. f . [- e r ] 1. Bir bütünü iki ve daha çok parçalara ayırmak; taksim etmek. {eT} (aynı) [EUTS] [Üç İtigsizler] 2. m ecaz. Birbirine düşman olacak şekilde birliğin ve bütünlüğün bo zulmasına yol açmak; parçalamak. 3. mat. Bir nice liği belirli sayıda eşit parçalara ayırmak için işlem yapmak; taksim etmek, bölmeleme, [böl-me-le-me] is. Bölmelemek eylemi, bölmelemek, [böl-me-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Bir şeyi bölmelere ayırmak. 2. dnz. Geminin bir kaza sonucu aldığı yaralardan dengesini bozacak şekilde su almaması için kapanabilir sızdırmaz ka pılarla bölmeler yapmak. 3. Orman yangınlarında yangının yayılmasını önlemek ve söndürme çalış malarını kolaylıkla yürütebilmek amacıyla orman içinde bölümler meydana getirmek, bölmeli, [böl-me-li] sf. Bölmelerle ayrılmış bulunan, bölök, [böl-mek > böl-ük / böl-ök] {eT} is. -*■ bölük, bölön, [Tib. blon / Sansk buluna] {eT} is. 1. Bakan; nazır. [ETY] [Gabain] 2. Vekil; yüksek görevli. [ETY] [Gabain] bölü, [böl-ü] is. mat. Bir matematik işleminde bölme yapılacağını gösteren |— veya -s- ile, bayağı kesir lerde pay ile payda arasına konan — işaretinin oku nuşu, (1937). bölüc, [böl-mek > böl-üc j y l J {OsT} is. (Saç için) bölük. bölücek, -ği [böl-ü(k)-celc d^-jL] {OsT} {ağız} is. Küçük bir bölük; parça; bölük. [DS] bölücü, [böl-ücü] sf. 1. Bölme işini yapan; bölen. 2. m ecaz. Bir topluluğun bireyleri arasına düşmanlık duyguları sokarak birliği bozma veya siyasal ve sosyal bütünlüğü bozmaya çalışan; fesatçı, müfsit, münafık. 3. tek. Takım tezgâhlarında belirli açılara göre bölmeler yapmaya veya işlenecek malzemenin kalınlığını azaltmaya yarayan kısım, bölücülük, -ğü [böl-ücü-lük] is. Bir topluluğun bi reyleri arasına düşmanlık duyguları sokarak birliği bozmak veya siyasal ve sosyal bütünlüğü bozmak; fesat; ifsat; nifak, bölüg, [böl-üg] {eT} is. Kısım; bölük; parça. [EUTS] bölüglüg, [bölüg-lüg] {eT} sf. Bölüklü; kısımlı. [Üç İtigsizler] bölük, -ğü [böl-mek > böl-ük dlL / il^L] is. 1. Bü tünden ayrılmış parça; kısım. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [Üç İtigsizler] 2. Ortadan iki yana ayrılarak taranmış saç bölümü veya saç örgüsü; belik. {eAT} {ağız} (aym) [DS] 3. as. Takımlardan oluşan, üçü veya dördü taburları meydana getiren ve daha bü yük birliklerin temeli sayılan, içinde İdarî ve teknik çalışmalar yapılan esas savaş birliği. 4. mat. Onluk düzende yazılmış bir tam sayının üçer üçer ayrılan
HM İlff »1.875 basamaklarından her biri; hane. 5. Pay, hisse. 6. {ağız} Tarlalar arasında kalmış orman parçası. [DS] 7. {ağız} Tarla parçası; arazi parçası. [DS] 8. {ağız} Dokuma parçası; kumaş parçası; bez parçası. [DS] 9. {ağız} Mahalle. [DS] 0 böliik bölük, 1. B ölü k ler halinde. 2. P arçalan m ış, k ısım lara ayrılm ış o la rak. |j bölük pörçük, Bütünlüğü ve birliğ i sa ğ la n a m am ış durum da; p a r ç a p a r ç a . ||Bölük-i Rumiyân, tar. 1. A n adolu bölü kleri. 2. im p a ra to rlu k d ö n e m inde A nadolu 'dan çıkan y er li san atkârlar. bölükat, [böl-ük + Ar. -ât olS'jL] (bölü kâ:t) {OsT} is. Bölükler. S bölükât-ı seb’a, {OsT} tar. İm p a ra to r luk dönem inde, M ısır vilayetin deki y e d i o cak tan kurulu a s k e r î b irliğ e verilen ad. bölükbaşı, [böl-ük+baş-ı] {ağız} is. 1. Düğünlerde er kek evine başkanlık yapan kimse. 2. Sürüyü çeken çoban. [DS] bölükdeş, [böl-ük-deş] {ağız} is. Usta çoban. [DS] bölüklüler, [böl-ük-lü-ler] is. as. tar. Yeniçeri oca ğında ağa bölüklerinden olanlara verilen ad. bölükmek, [böl-ük-mek] {eT} g ç s z .f. [-ü r ] (Hayvan lar için) bölüklere ayrılmak. [DLT] bölülmek, [böl-ül-mek] {eT} edil. f . [-ü r] Bölünmek. [Üç İtigsizler] bölüm, [böl-üm] is. 1. Bölünen bir bütünün parçala rından her biri. 2. as. Ordu kuvvetlerinin gerektiği biçimde parçalara ayrılarak dağıtılışı. 3. ed. Bir yazının, bir konuşmanın veya kitabın içinde konu yu daha iyi anlatabilmek için yapılan ayırmalardan her biri. 4. Bir işletmede veya kurumda yardımcı yöneticiye bağlı, görev bakımmdan birbirine önce likli yakınlığı olan çalışma ve sorumluluk ortamı; kısım; departman; seksiyon. 5. mat. Bölme işlemi sonucunda elde edilen sayı. 6. müz. Bir müzik ese rinde bulunan ayrı parçalar. 7. m ecaz. Çağ; devir. 8. Bir okulun herhangi bir uzmanlık veya bilim dalında eğitim veren birimlerinin her biri. 9. {ağız} Fıçı. [DS] S bölüm bölük, P a r ç a p a r ç a . bölümleme, [böl-üm-le-me] is. Bölümlemek işi; tas nif; sınıflama, bölümlemek, [böl-üm-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Birçok şey arasında birbirine eşit veya benzer olanları bir araya toplayarak kümelere ayırmak; sınıflamak, tasnif etmek. 2. bsy. Bir bilgisayarın ya da bilgi işlem sisteminin belleğini, her biri bir kul lanıcıya ait olmak üzere bölümlere ayırmak. bölümlendirme, [böl-üm-le-n-dir-me] is. Bölümlendirmelc işi; sınıflandırma; tasnife tabi tutma, bölümlendirmek, [böl-üm-le-n-dir-mek] gçl. f i [-ir ] Bir şeyi ve bir çokluğu bölümlere ayırmak; sınıf landırmak; tasnife tabi tutmak, bölümleniş, [böl-üm-le-n-iş] is. 1. Bölümlenmek işi. 2. Bölümlenmek biçimi. bölümlenme, [böl-üm-le-n-me] is. 1. Bölümlenmek işi. 2. bsy. Bir belleğin, bir listenin değişik ölçülere
BÖL
uygun olarak dengeli bilgi kümesi taşıyan bölümle re ayrılması. bölümlenmek, [böl-üm-le-n-mek] edil. fi. [-ir ] Biri tarafından yapılan bölümleme eylemine uğramak, bölümlü, [böl-üm-lü] sf. Bölümü veya bölümleri olan. bölümölçer, [böl-üm + ölç-er] is. fız. Aynı zamanda etkiyen iki büyüklüğün oranını ölçmeye yarayan alet. bölümsel, [böl-üm-sel] sf. Bölüm ile ilgili; kısmî. bölün1, [böl-ün] is. Tefrika. bölün2, [Tib ı Sansk buluna] {eT} is. En yüksek kamu görevlisi; bakan. [Tekin] bölünebilir, [böl-ün-e+bil-ir] sf. 1. Bölünmeye uy gun olan. 2. mat. Bölme işlemi yapıldığında kalanı sıfır olan. bölünebilirlik, -ği [böl-ün-e+bil-ir-lik] is. 1. Bölü nebilir olma durumu. 2. mat. Bölme işlemi yapıldı ğında kalanı sıfır olan durum, bölünebilme, [böl-ün-e+bil-me] sf. mat. Bir bölme işlemi yapıldığında kalansız olma, bölünen, [böl-ün-en] sf. 1. Bölme işlemine uğratılan sayı. 2. Eşit sayıda veya miktarda parçalara ayrılan nesne. bölüngü, [böl-ün-gü] is. Parti, sendika gibi kuruluş larda izlenen ana çizgiye karşı olan örgütlü küme; bölüntü; fraksiyon, bölünme, [böl-ün-me] is. 1. Parçalara ayrılma; par çalanma. 2. biy. Bir hücrenin iki yavru hücreye ay rılması. 3. kim. Bir molekülde bir bağın kopması. 4. siy. Karar organlarında ortaya çıkan görüş ve oy ayrılığı. bölünmek, [böl-tin-mek] edil. f . [-iir] 1. Başkası tarafından parçalara, bölüklere ayrılmak. {eT} (aynı) [Üç İtigsizler] 2. Üzerinde bölme işi uygulanmak. 3. ed. Bir cümlenin anlattığı şeyi daha iyi açıklaya bilmek amacıyla, bir kez nesneyi, bir kez de özneyi yüklem yapmak suretiyle iki yeni cümle kurmak. 4. dönşl. Bir bütünden pek çok bölüm oluşmak; ço ğalmak. 5. Bölünebilir olmak, bölünmez, [böl-ün-mez] sf. Bölünmesi, parçalanması mümkün olmayan, bölünmezlik, -ği [böl-ün-mez-lik] olma durumu ve niteliği,
is.
Bölünmez
bölüntü, [böl-üntü] is. 1. Bölünmüş küçük parça. 2. Parti, sendika gibi kuruluşlarda izlenen ana çizgiye karşı olan örgütlü küme; bölüngü; fraksiyon. 3. {ağız} Oda gibi bölünmüş yer; bölme. [DS] bölüntüler, [böl-ün-tü-ler] is. Bir bütünün ayrılmış olduğu bölümler; taksimat, bolünüm, [böl-ün-üm] is. Bazı toplumlardaki soy zinciri kümelerinin sınırlarını belirleyen bölme ve ya bölünme süreci, bölünümsel, [böl-ün-üm-sel] sf. (Toplum için) grup
BÖL
lar, alt gruplar ve küçük birimler halinde bölünme ye dayanan. bölünüş, [böl-ün-üş] is. Bölünmek durumu veya bi çimi. bölüş, [böl-üş] is. Bölmek işi veya biçimi, bölüşme, [böl-üş-me] is. Bölüşmek işi. bölüşmek, [böl-üş-mek] işteş, f. [-iir] Bir şeyi iki ve daha çok kişi aralarında paylaşmak; üleşmek; tak sim etmek. bölüştüren, [böl-üş-tür-en] sf. Paylaştırma işini ya pan; herkese payına düşeni veren, bölüştürme, [böl-üş-tür-me] is. Bölüştürmek işi. bölüştürmek, [böl-üş-tür-mek] gçl. f. [-ür] Bölüş mek işini başkasına yaptırmak, bölüştürücü, [böl-üş-tür-ücü] sf. 1. Bölüştürme işini yapan. 2. is. Bir sulama kanalı suyunu tarla sahiple ri arasında belirli oranlarda bölüştürmeye yarayan alet. bölüşük, -ğü [böl-üş-ük] {ağız} is. 1. Bölünme yeri. 2. Kısmet. 3. Verese. [DS] bölüşüm, [böl-üş-üm] is. 1. Bölüşme; paylaşma. 2. bsy. Birden çok kullanıcının bellek ve bilgi işlem gibi kaynağı ortaklaşa kullanımı, bölüt, [böl-üt] is. zool. 1. Eklem bacaklıların vücu dunu oluşturan yan yana dizili parçaların her biri; halka. 2. biy. Zigotun bölünmesinden sonra ortaya çıkan hemen hemen birbirine benzeyen parçaların her biri; metamer. bölütlenme, [böl-üt-le-n-me] is. biy. Döllenmiş yu murtanın blastulayı oluşturuncaya kadar art arda bölünmesi. bölütlü, [böl-üt-lü] sf. Bölütlere, halkalara ayrılmış olan. bölütlülük, -ğü [böl-üt-lü-lük] is. Vücutları halkalara ayrılmış olan canlıların bu özelliği; metamerlilik. böm, [bö (yans.) > bö-m] is. Bağırma ve böğünne anlamı veren yansımalı gövde. S böm böm bö ğürm ek, Öküz gibi bağırmak. bömböyük, [büyük > böyük > bö(m)+bö/yük] (b ö ’mböyük) pekşt. sf. 1. Çok büyük. 2. Çok saygı değer. bön1, [eT. mün / bün (sakat, eksikli) ? > bön j ^ ] sf. Zekâ ve kavrayıştan yoksun olduğu için kolay kandırılabilen; akılsız; budala; aptal; saf; ahmak. {eAT} (OsTj (aynı) 0 bön bön bakmak, 1. H içbir şey an
lamadan, safça, şaşkın şaşkın bakmak. 2. Şaşırıp aptallaşmak.\\ bön düşmek, {eAT} Budalalık etmek. bön2, [Ar. bunn] {ağız} is. Öğütülmüş kahve. [DS] bönce, [bön-ce] (bö ’nce) zf. Akılsızca; saf ve budala olarak. böng1, [bin / bmg / binle / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans.)\ is. Bir sıvının kaynar gibi ka barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] böng-ül bön-
gül, böng-ül-de-mek.
böng2, [böng (yans.)] {eT} is. Ağır bir şeyin düşmesi ile çıkan ses. [DLT] ö böng etmek, {eT} (Yere dü şen ağır bir nesne için) ses çıkarmak. [DS] böng3, [bön] (bön) {eT} sf. 1. İri yarı. 2. Yoğun. 3. Obur. [DLT] böngece, [böng (yans.) > böng-e-ce] {ağız} z f Birden bire. [DS] böngmek, [*bön-mek / mön-melc] (böhmek) {eT} gçl. f. [-er] (At için) ayaklarını toparlayarak tekme at mak; tekmelemek, böngül, [böng (yans.) > böng-ül] {ağız} is. Sıvının kaynaktan kabarıp kaynamasını anlatan yansımalı gövde. [DS] fi1 böngül böngül, {ağız} (Suyun kay naması için) sesli olarak. [DS] böngüldek, -ği [böng (yans.) > böng-ül-de-k] {ağız} is. 1. Bataklık. 2. Suyun çıktığı yer; kaynak; pınar. [DS] böngüldemek, [böng (yans.) > böng-ül-de-mek] {ağızf g ç sz.f. [-r] [-d(ii)-yor] (Su için) yerden kayna yıp kabararak çıkmak; büngüldemek. [DS] bönlenmek, [bön-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. Bilmez hâle gelmek; bönleşmek. 2. Bilmezden gel mek. [DS] bönleşme, [bön-le-ş-me] is. Bönleşmek eylemi; ap tallaşma. bönleşmek, [bön-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Anlaya maz, kavrayamaz hale gelmek; aptallaşmak, bönlük, -ğü [bön-lük] is. 1. Bön olma durumu. 2. Bön olanın niteliği. 3. Bön kişilere yakışır davra nış; aptallık; saflık; akılsızlık, bönsetmek, [bön-se-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Kan dırmak. [DS] böö1, [bö (yans.) > böö] (bö:) {ağız} ünl. Korkutmak için kullanılan bir söz. [DS] böö2, [bö / böğ] {ağız} is. Örümcek; böy. [DS] bör, [bör (yans.)] is. Yüksek sesle bağırmayı, ağız kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfıkar] bör-ül-
de-mek. börek, -ği [bür-mek > bür-ük [Tietze] / börk [Rasanen] / Far. bürek] is. Açılmış yufka arasına ıspanak, peynir ya da kıyma konulmak suretiyle tepsi veya saçta pişirilen hamur işi yemek. S börek m antarı,
{ağız} Yufka arasına konularak börek yapm aya uy gun tatlı bir m antar türü. [DS]|| börek otu, {ağız} D ere otu, m aydanoz gibi böreklerde kullanılan çe şitli otların genel adı. [DS] börekçi, [börek-çi] is. Börek yapıp satan kimse, börekçilik, -ği [börek-çi-lilc] is. Börek yapma ve sat ma işi. böreklik, -ği [börek-lik] sf. 1. Börek yapmaya elve rişli. 2. Börek yapmak için ayrılmış, börem it, -di [? böremit] {ağız} is. 1. Fırında kızartıl mış elma ya da armut gibi meyve. 2. Tam kuruma mış armut. [DS]
pmınw{ sili, m
BÖR
böri, [bor! / börü] (b ö ri:) {eT} is. Kurt; börü; [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] [Tekin] [ICB] börileyü, [böri-leyü] (böriley ü :) {eT} zf. Kurt gibi; kurtçasma. [DTL] böıisiz, [böri-siz] {eT} sf. Düşmansız; yağışız. [EUTS] böritig, [börit-ig] {eT} is. Temas. [Üç İtigsizler] böritmek, [bört (yans.) > bör(i)t-mek /] {eT} gçsz. f . [Ür] Temas etmek; dokunmak. [Gabain] [Üç İtigsizler] börk, [eT. bör-(i)k > börk
I ı iyj is. 1. Başa gi
yilen her türlü başlığın genel adı; başlık; külah; şapka. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DLT] [KB] [Yüknekî] [DS] 2. Hayvan postundan yapılmış baş lık. 3. {ağız} Tahtadan yapılmış baca örtüsü. [DS] 4. {ağız} Sabanda tutağın ilerisindeki kılıç bağının baş çivisi. [DS] 5. {ağız} Evlerde zayıf döşemelerin altı na çakılan direklerin başına konulan ağaç kiriş. [DS] 6. {ağız} Kel baş için kara sakız ile yapılan bir tür yakı. [DS] 7. {ağız} Patlıcanın tepesindeki yeşil parça. [DS] 8. {ağız} Arı sepetinin üstüne konulan saz kılıf. [DS] 9. {ağız} İpekli kefiye ve yazmaların fes üzerine sarılmasıyla yapılan bir tür başlık; puşu. [DS] fi1 börke basm a, {ağız} K a çm a . [DS]|| börk-i Horasânî, K ırm ızı k a d ife y a d a çu hadan y apılm ış ve üstüne sa rık sarılm ış başlık.\\ börk kapm ak, {ağız} M üjdelik a lm a k için K u r 'an ’dan b ir cüz o ku yan çocuğun başlığın ı k ap ıp b a b a sın a götürm ek. [DS] börkçi, [börk-çi] {eT} is. -*■ börkçü. [DLT] börkçü, [börk-çü] is. Börk yapan ya da satan kimse. börke1, [börk > börke
{eT} {eAT} is. Börk.
börke2, [bür-ik-melc > bür-(ü)k-e > börke] {ağız} is. Havuz. [DS] börkenek, -ği [börk (başlık) > börk-enek] is. zool. 1. Geviş getiren hayvanların, yedikleri yemlerin ilk gittiği, daha sonra geviş getirirken de ağza yem lokmalarının tekrar geri geldiği, işkembe ile kırk bayıra giden yolların birleştiği yerde bulunan mide bölümlerinden birisi. 2. {ağız} Yağmurdan ve gü neşten korunmak için giyilen ucu sivri bir tür basit külah. [DS] 3. Kenarları sırma ile işlenmiş, püskül lü baş bağı. S börkenekli yağm ur, {ağız} İr i dam lalar h âlinde ve şid d etlice y a ğ a n yağm ur. [DS] börki, [börk> börki
j J {eT} {eAT} is. -*■ börk.
börklemek, [börk-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ü)y or] 1. Kel olanların başına kara sakız ile yakı yap mak. 2. Damların kenarlarını, duvarların üstünü balçıkla balık sırtı sıvamak. 3. Sepet, sandık gibi şeylerin üzerini yaprak ile örtmek. [DS] börklü, [börk-lü] {ağız} sf. 1. Otoriter. 2. Şerefli. 3. Metin. [DS] börkmek, [bört (yans.) > börk-mek] {ağız} gçsz. f . [er] 1. (El ve ayak derisi için) suda fazla kaldığı için
kabarmak. 2. (Turşu için) olmak. 3. Terlemek; bu nalmak. 4. Zenginleşmek; onmak. [DS] börktürm ek, [bört (yans.) > börk-tür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Tam pişirmeden haşlamak. [DS] börkü, [börk-ü] {ağız} is. Börk; börkenek; başlık. [DS] börkütmek, [bört-mek > börk-üt-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Tam pişmeden haşlamak. [DS] börleyii, [böri-leyü] {eT} zf. Kurt gibi. [DLT] b ö rt1, [bört (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök, bört-le-m ek, bört-m ek, bört-ü-m ek, bört-ür-m ek. bört2, [bör(i)-t] {eT} is. Kurt yavrusu. [ETY] bört3, [bör-t] {ağız} is. Akrep, çıyan, örümcek gibi ağılı böcekler. [DS] bört4, [bört (yans.)] {ağız} sf. 1. Çürük. 2. is. Yarı ku rumuş meyve. 3. Yarı hazırlanmış pekmez. [DS] <3 bört itmek, {ağız} Az haşlam ak. [DS] börtdürm ek, [bört (yans.) > bört-tür-mek {ağız} gçl. f. [-ü r ] Az haşlamak; börttürmek. [DS] börteçine, [Moğ. börte (boz, m avi-gri) + çina (kurt) / börteçine / börteçene] is. 1. Bozkurt. 2. Destanlara göre Türkleri Ergenekon’dan çıkaran demirci hü kümdarın adı. börtkün, [bört-lcün] {ağız} sf. Çapkın; haşarı; küstah. [DS] börtleci, [bört (yans.) > bört-le-y-ici] {ağız} sf. (Deve için) gebe. [DS] börtleğen, [bört (yans.) > bört-le-ğen] (ağız) is. B ö ğürtlen. [DS] börtlek, -ği [bört (yans.) > bört-le-k] {ağız} sf. 1. (Meyve için) yarı kurumuş. 2. Dışarı fırlamış; pat lak. 3. Korkak. 4. is. Böğürtlen meyvesi. [DS] börtlem ek1, [bört (yans.) > bört-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ü )-y or] 1. Az haşlamak. 2. gçsz. f . Terle mek; bunalmak. 3. Kıpkırmızı olmak; morarmak. 4. Güneş ya da ateşten kızarmak; yanmak. 5. Y u muşamak; kabarmak. [DS] börtlem ek2, [bört (yans.) > bört-le-mek] gçsz. f. [ - r ] [-l(ü )-y or] (Sıvı için) bulunduğu yerden birden fış kırmak; dışarı fırlamak. börtlem ek3, [bört (yans.) > bört-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ü )-y or] (Deve ve manda için) doğurmak. [DS] börtlen, [bört (yans.) > bört-len] (ağız} is. Böğürtlen. [DS] börtlenge, [bört (yans.) > bört-len > börtlen-ge] {ağız} is. Böğürtlen. [DS] börtlenmek, [bört (yans.) > bört-le-n-mek] {ağız} edil, f . [-ir ] 1. Haşlanmak; yanmak. 2. d ö n ş l.f. Isınmak; kızarmak. 3. Yumuşamak; kabarmak. [DS] börtletm ek, [bört (yans.) > bört-le-t-mek] {ağız} gçl.
BÖR f . [-ir] 1. Tam pişirmeden haşlamak. 2. Kabartmak; yumuşatmak. 3. Közlemek. 4. Kavurmak. [DS] börtliyen, [bört (yans.) > bört-l(e)-y-en] {ağız} is. Bö ğürtlen. [DS] t? börtliyen dikeni, {ağız} B öğürtlen çalısı. [DS] börtm e, [bört (yans.) > bört-me] is. 1. Börtmek eyle mi. 2. Suda haşlanmış ve içine nohut, badem, üzüm katılmış buğday. b örtm ek 1, [börit-mek / bört-mek] {eT} gçsz. f . [-iir] 1. Dokunmak; temas etmek. [EUTS] 2. is. Dokun ma; temas. [EUTS] börtm ek2, [bört (yans.) > bört-mek] g ç s z .f. [ - e r / -ür] 1. Şişmek; kabarmak. 2. (Yiyecek için) kaynar su da, külde veya ateşte birazcık pişmek; {ağız} (aynı). [DS] 3. (El ve ayak için) çok terlemekle veya çama şır, bulaşık gibi uzun süre yapılan işlerde üst deri nin çok su emmesinden dolayı kabarmak ve bu ruşmak. 4. {ağız} Terlemek; bunalmak. [DS] 5. {ağız} Morarmak; kıpkırmızı olmak. [DS] 6. {ağız} Güneşte ya da ateşte yanmak; kızarmak. [DS] 7. {ağız} (Yemek için) sıcak iken su katılınca rengi değişmek. [DS] 8. {ağız} Rengi kaçmak; solmak. [DS] 9. {ağız} Canlılığını, parlaklığım yitirmek. [DS] 10. {ağız} (Ayaklar için) yorgunluktan şişmek. [DS] börtm ekJ, [bört (yans.) > bört-mek] {ağız} gçsz. f. [ü r] Coşmak; sevinmek. [DS] börttürm e, [bört (yans.) > bört-tür-me] is. Börttürmek işi. b örttürm ek, [bört (yans.) > bört-tür-mek] {eAT} {ağız} gçl. f . [ -ür] (Et için) az pişirmek; biraz haşlamak. [DS] b ö rtü 1, [bört (yans.) > bört-ü] sf. 1. Börtmüş gibi kabarık. 2. is. İğrenç ya da tehlikeli böcek, b ör tü böcek, H er türlü bö cek ler. b örtü 2, [Moğ. börte] is. - * börtü. börtük, -ğü [bört (yans.) > bört-ük] sf. 1. Börtmüş; kabarmış. 2. Haşlanmış; az pişirilmiş. 3. (Kuru meyve, sebze için) iyice olgunlaşmadan kurutul muş. 4. {ağız} İyice olgunlaşmamış. [DS] 5. {ağız} Zayıf; çelimsiz. [DS] 6. {ağız} is. Yara; bere. [DS] börtülm e, [bört (yans.) > bört-ül-me] is. Börtülmek işi. börtülm ek1, [bört-mek1 > bört-ül-mek] {eT} e d il.f. [ü r] Değilmek; dokunulmak; temas edilmek. [EUTS] börtülm ek2, [ bört (yans.) > bört-ül-mek] edil. f . [-ü r] 1. (Yiyecekler için) biraz pişirilmek; az haşlanmak. 2. (Üst deri için) kabarmak; şişmek. 3. (Kuru sebze ve meyve için) iyice olgunlaşmadan kurutulmak. börtüm e, [bört (yans.) > bört-ü(r)-me] {ağız} is. Haş lama yemek. [DS] börtün, [bört-mek > bört-ün] {eT} sf. Meçhul; bilin meyen. [EUTS] b örtü rm ek 1, [bört-mek1 > bör(i)t-ür-mek] {eT} gçl. f [-ü r] Değdirmek; dokundurtmak; temas ettirmek. [EUTS]
n n K
H
.6 »
börtürm ek2, [bört (yans.) > bört-ür-mek] {ağız} gçl. f . [-iir] Az haşlamak. [DS] b örü 1, [böri > börü] {ağız} is. 1. Kurt. 2. Her türlü zehirli böcek. [DS] börü2, [? börü] is. {ağız} Çivi. [DS] börük, -ğü [bür-mek > bür-ülc] {ağız} is. 1. Bürgü; çarşaf. 2. Saç örgüsü. [DS] börük, -ğü [bör-ük] {ağız} is. Baca. [DS] t? börük başı, {ağız} O cağın üstüne y a p ıla n raf. [DS] börükmek, [bört-mek > bör(ü)k-mek] {ağız} edil. f . [-ü r] Haşlanmak. [DS] börüktürm ek, [bör(ü)k-tür-mek] gçl. f . [-ü r] Biraz haşlamak. börülce, [böğür-lü-ce > böğrülce] is. bot. 1. Fasulye ye benzer sıcak bölgelerde yetişen tohumunun gö beği koyu benekli birkaç türü bulunan bitki; kamı kara; börülce, (Vigna, D olicos, L a b la b ). 2. Fasulye, ff börülce kuşu, {ağız} zool. G üvercin büyüklü ğü n de g ö çm en b ir a v kuşu. [DS]|| börülce kurdu, {ağız} F a su ly e ü zerin de g elişen kurt. [DS] börüldemek, [bö (yans.) > bö-r-ül-de-melc] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d (ü )-y o r] (Hayvan için) acı acı ses çıkarmak; bağırmak. [DS] börüm celt, -ği [bür-üm-cek] {ağız} is. Bürünecek şey. [DS] börüncek, -ği [bür-ün-(e)cek] {ağız} is. Cibinlik. [DS] börüng, [bür-mek > bür-ün [Clauson]] (börün) {eT} is. Suların yerde açtığı yarıklar. [DLT] börüttürm ek, [bört (yans.) > bör(ü)t-tür-mek] {ağız} g ç l .f . [-ü r ] Biraz pişirmek; az haşlamak. [DS] böryarku, [bör+yar-ku] {ağız} is. Parlak başlık. [DS] bös, [bös (yans.)] is. Bağırma sesini anlatan ses takli di kök. 0 bös bös böğürm ek, Öküz g ib i y ü ksek s e s le bağırm ak. bösböyük, [bö(s)+bö/yülc] (b ö ’sböyiik) {ağız} sf. Büsbüyük; çok büyük. [DS] bösek, -ği [bös-ek] {ağız} is. Yağmur sularının top landığı çukur. [DS] bösgeç, [bös-mek > bös-geç] (b ö sg e :ç) {eT} is. Çö rek. [DTL] [Clauson] bösme, [bös-me] is. Bösmek eylemi, bösmek, [bös-mek / püs-mek [DLT]] {eT} gçl. f . [-er ] 1. Bir şeyi bir tarafından tutarak çekip uzatmak ve ya sürüklemek. [DTL] 2. Şiddetle dövmek, vur mak. [Clauson] 3. Katı veya sıvı haldeki bir madde, ani olarak gaz haline geçip patlamak; infilak et mek. bösüg, [bös-mek > bös-üg] {eT} zf. (Dövmek, vur mak için) şiddetli. [Clauson] böşemek, [böşe-mek ?] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-ş(ü )-yor] (Kar için) eriyip kabarmak; gevşemek. [DS] böşgel, [bös-mek > bös-geç / böşgel] {eT} is. İnce ekmek; yufka ya da pide. [Clauson] böşük1, [beşük / böşük / büşük] {eT} is. Beşik. [Gabain]
İ İ H
BRE
J İ İ U
böşük2, [böşük] {eT} is. 1. Dost; sevgili. [Gabain] 2. Akraba. [Gabain] S böşük körtük, {eT} Sevgili; aziz; dost. [EUTS]|| böşttk tüngür, {eT} Akrabalık; yakınlık; sıhriyet. [EUTS] bötdene, [Yun. mpoutina] {ağız} is. 1. Tahta kap. 2. Küçük fıçı. 3. Toprak kap. [DS] bötege, [? bötege] {ağız} is. Kuşların midesi; kursak. [DS] böv, [bög /bew / böv] {eT} is. -*■ bög2. böy, [bög / böy / bö
{eT} {eAT} is. Bir çeşit ze
hirli örümcek. [DLT] böy emek1, [büğe-mek > böye-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-y(ü)-yor] Büğemek. [DS] böyemek2, [bele-mek / bürü-mek > böye-mek] {ağız} gçl- f [-rl [~y(ü)-yor] 1. Bulaştırmak. 2. (Koku vb. için) dağılmak; yayılmak; kaplamak. [DS] böyle, [bu+öyle / ile] sf. 1. Bunun gibi; buna benzer. 2. zf. Bu şekilde; bu tarzda. 3. Bu derece; bu kadar. 4. ünl. (“Ne, nasıl” gibi soru kelimeleri ile kurulan cümlelerin sonuna geldiğinde) şaşma ifade eder, fi1 böyle böyle, 1. Bu şekilde; böylece. 2. Yavaş y a vaş; derece derece .|| böyle ile, {eAT} Böylelikle; bu
suretle.
böyütmek, [büyü-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] Büyük duruma getirmek. [DS] böz, [Yun. bussos (keten) > Ar. bezz
/ j» > böz]
(bö.z) {eT} {eAT} is. Pamuklu kumaş; pamuktan ya pılmış kumaş; bez. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî] [KB] bözçi, [böz-çi] {eT} is. 1. Pamuktan kumaş dokuyan kimse; dokumacı; bezci. [EUTS] 2. Pamukçu. [EUTS] bözdürmek, [bört-ür-mek ? > bözdür-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] Eti kızartmak; kebap yapmak. [DS] b raça, [İt. braccio (kol)] (b'ra’ça) is. dnz. Serenin cundasından donatılan selviçe. braçiyol, [İt. bracciolo (kol)] (b'ra’çiyol) is. dnz. Güverte kemerelerini bağlayan köşebent, b raga, [İt. braga (sapan)] (b'ra'ga) is. dnz. Top kuy ruğu. B rah asavati, [Sansk. Brhaspati] (b'rahasavati) {eT} öz. is. Jüpiter yıldızı. [EUTS] B rah m an , [Sansk. brahmen] (b’rahman) is. Hindistanda en yüksek sınıftan biri. Brahsuvati, [Sansk. Brhaspati] (b'rahsuvati) {eT} öz. is. Jüpiter yıldızı. [EUTS]
böylece, [böyle-ce] zf. Bu şekilde, böylecek, [böyle-cek] zf. Bu şekilde; böylece. böylecene, [böyle-ce-n-e] zf. Bu şekilde; böylece. böylelerin, [böyle-ler-in] zm. Buna benzer kimsele rin. böylelikle, [böyle-lik-le] zf. 1. Bu biçimde devam ederek. 2. En sonunda,
brak, [Fr. braque] (b'rak) is. Kısa tüylü, sarkık ku laklı bir av köpeği, brakil, [İt. braghier] (b'ra ’kil) is. dnz. Büyük bastonu cıvadraya bağlayan halat, brakisefal, -li [Fr. brachycéphale] (b'rakisefal) sf. Kafatasının genişliğiyle uzunluğu birbirine çok yakın veya denk olan; kısa kafa,
böyleme, [bu + ile + eT. yime
brakisefallik, -ği [brakisefal-lik] (b'rakisefallik) is. Brakisefallerin durumu; kısa kafalılık,
{ OsT'} zf.
Böylesi. böylemesine, [böyle-me-s-i-n-e] zf. Bu biçimde, böylesi, [böyle-s-i] zm. 1. Bunun gibi olanı. 2. Bu biçimde olanı. 3. zf. Bu derece; bunun gibi, böylesine, [böyle-s-i-n-e -u*-.
(bö ’y lesine) zf. 1.
Aşırı bir biçimde; çok fazla olarak. 2. {eAT} Bunun gibi; böyle; bu yolda. 3. zm. Bunun gibi olanına, böyrek, -ği [böğrelc] {ağız} is. Böbrek. [DS] böyük, -ğü [bedü-k > büyük > böyük] {ağız} sf. Bü yük. [DS] böyüklenmek, [büyük-le-n-mek] {ağız} d ö n şl.f. [-ir] Büyüklük taslamak; kibirlenmek. [DS] böyüklttk, [büyülc-lük] {ağız} is. Kendini büyük gör me; küstahlık. [DS] böyüksü, [büyük-sü] {ağız} sf. Büyüklük taslayan; büyüklere özenen. [DS] böyüksünmek, [büyük-sün-mek] {ağız} dönşl. f. [iir] Kendini büyük görmek; gururlanmak. [DS] böyültmek, [büyü-l-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] Bü yütmek. [DS] böyümek, [bedü-mek > büyü-mek > böyü-mek] {ağız} gçsz. f [-r] Büyümek[DS]
branda, [İt. branda] (b'ra’nda) is. 1. Savaş gemile rinde kullanılan asma yatak. 2. Gemilerde tayfala rın asma yatak yaptıkları astarlanmış ve su geçir mez kumaş, t? branda bezi, Keten ve pam uk ipli
ğinden kalın ve sık dokunmuş sağlam bez. brandi, [İng. brandy] (b'rendi) is. Sert alkollü, damı tılmış bir içki, branş, [Fr. branche] (b'ranş) is. 1. Bir bilimin, bir etkinliğin ya da bir düzenlemenin bölümleri; kol; dal. 2. Bir kimsenin etkinliğini sürdürdüğü alan, branşm an, [Fr. branchement] (b 'ra ’nşman) is. Bağ lantı. b rava, [Bulg. / Sırp, brava ?] (b'rava) {OsT} is. Kilit; kapı kilidi. bravo, [İt. bravo] (b'ra’vo) ünl. 1. Yaptığı iş beğeni len birine söylenen, “Aferin, çok g ü z e li” anlamın daki takdir sözü. 2. Aptalca bir davranışı vurgula mak için söylenir, bre, [Yun. vré > bre] (b're) ünl. 1. “Ey! H ey!" anla mında kabaca seslenme. 2. Eh artık, yeter anlamın da “b e!" yerine kullanılır. 3. Şaşkınlık ifadesi. 4. Tekrarlanan aynı fiilin arasında kullanıldığı zaman
BRE
süreklilik, bitnıe/lik; usanç bildirir. Çalış bre çalış! 5. Âmân. 5 1 B re am an} Şaşkınlık ve korku, bildi
rir. breş, ![lt. breccia] (b'reş) is. jeol. Çeşitli hayvanların kavkı, kabuk ve kemik kırıntılarının çakıl ile karı şarak taşlaşmasından meydana gelmiş tortul kütle; köşeli çakıl taşı, breyk, [İng. break ] (b'reyk) is. -*■ brik2. b re/il, [tsp. brasil / Fr. bresil] (b'rezil) is. bot. Bakla gillerden, Brezilya’da yetişen, çok sert ve turuncu kırmızı renkli odunundan kırmızı boya çıkarılan bir ağaç türü, (Hematexylon brasıletto). brezilin, [Fr. bresiline] (b'rezilin) is. kim. Brezil odunundan çıkartılan I f o r m ü l l ü çok halkalı birleşik. b riç ı[İng. teridgef 0'riçj) is. ikişer kişilik takımlar halinde dört fcişi arasında elli iki kağıt ile oynanan bir iskambil oyunu, briçka, [Rus. bricka] (b'ri ’çka) is. Sorgun ağacından yapılmış, kışın tekerlekleri çıkartılarak karda kızak olarak kullanılabilen üstü kapalı, tek atlı, dört te kerlekli yaylı, Rus 'gezi arabası, brid, [Fr. bride] (b'rid) is. 1. Çeşitli nedenlerle bozulnıuş 'ölan derideki gerginlik. 2. Karın zarının iplik şeklindeki bazı yapışık kısımları. 3. Akciğer zarının katları arasındaki yapışıklıklar, brifing, [-İng. briefing] (b 'ri’fıng) is. Bir konu ile ilgili yeni ve kısa bilgileri almak, görüşmek ve he defleri belirlemek amacıyla yapılan kısa toplantı. b rik 1, [Fr. brick] (b'rik) is. İki direkli, seren yelkenli, hem ticarî hem de askerî amaçlarla kullanılan bir tür gemi. torik2, :[İng. ‘breâkj] ı(b'reyk) >is. Önde yüksek bir otur ma yeri olan, diğer oturma yerleri arkada, dört tekerli yaylı at arabası, briket, [[Ft. briqucue] (b'riket) is. 1. Linyit ve taş kö mürü tozlarının büyük basınçlar altında sıkıştırıl m ası ile elde edilen kâtı yakıt. 2. Çimento, kum, cüruf gibi malzemeler kullanmak ve büyük basınç altında sıkıştırmak suretiyle elde edilen büyük ebattaki tuğlalar, briketçi, [briket-çi] (b'riketçi) is. Briket üretip satan kimse.
brikeitleme, fbriket-le-me| (b'rilcetleme) is. Briketle mek işi. briketlemek, |briket-lc-îiıck| (b'riketlemek) gçl. f i [r f [-l(i)-yor] Briket haline getirmek; briket yap mak.
Ö IÜ M IİİIC E S Ö M .
elde edilen pürüzsüz, sağlam bir kâğıt ve karton cinsi. brişti, [Far. fırişte] (b'rişti) (eT) is. Melek; fırişte. [EUTS] brit, [Fr. bride] (b'rit) is. 1. Elbiselerde ilik yerine kullanılan küçük halkacık. 2. İliklerin kenarına ge çilen fisto dikiş. 3. Bazı şapkaların düşmesini ön lemek için çene altından geçirilen şerit. 4. tıp. İki organı ya da dokuyu anormal şekilde bağlayan bağ dokusu. briyantin, [Fr. brillantine] (b'riyantin) is. 1. Saçlan yumuşatmaya ve parlatmaya yarar madenî ya da bitkisel yağ. 2. Sık dokunarak parlatılmış bir tür astarlık kumaş, briyantinlem ek, [briyantin-le-mek] (b'riyantinlemek) gçl. fi. [-r] ,[-l(i)-yor] Saçlara briyantin sür mek. briyantinli, [briyantin-li] (b'riyantinli) sf. (Saç için) briyantin sürülmüş, brizbiz, [Fr. brise-bise] (b'rizbiz) is. Hava akımını kesmek için pencerelerin alt kısımlarına gerilen yarım perde, brizent, [Rus. brezent] (b'rizent) is. Branda bezi, brizör, [Fr. briseur] (b'rizör) is. tekst. Tarak makine sinde, elyaf tutamlarını besleme silindirinden ala rak tambura aktaran silindir, brode, [Fr. braudet] (b“rode) is. tekst. Çevresini sardığı motife kabartma hissini veren kordonet ip lik, ya da at kılı ile yapılmış bukle işi fisto, broderi, [Fr. broderie] is. Tığ işi. b rok ar, [Lat. broccus (sivri dişli) > İt. broccato / Fr. brocart] (b'rokar) is. Altın ya da gümüş işlemeli ipek kumaş. broker, [İng. broker] (b'rork'r) is. 1. Simsar. 2. Taşı nır değerler alım ve satımında aracılık yapan kişi, brokoli, [İt. broccolo (tomurcuk) > İng. broccoli] (b"rokoli) is. bot. Karnabahara benzer, yeşil bir sebze. brom , [Fr. breme] (b"rom) is. kim. Atom ağırlığı 79:90; atom numarası 35, Özgül ağırlığı 3.2 olan halojenler grubundan normal sıcaklıkta sıvı olarak bulunan koyu kırmızı renkli ve kötü kokulu bir element; sembolü B r’dir. brom hidrik, -ği :[Fr. bromhydrique] (b"romhidrik) sf. kim. Bromun hidrojenle birleşmesinden oluşan. ö 1 brom hidrik asit, kim. Bromun hidrojenle bir
leşmesinden meydana gelen asit; HBr. b rom ür, [Fr. bromure] (b“romür) is. Bromhidrik asi din tuzu ya da esteri,
briks, [Alm. Adolf Ferdinand Venceslaus Brix (Al m an kimyacı)] (tiriks) is. Şeker çözeltisinin yoğun luğunu doğrudan yüzde/gram olarak veren şamandıralı areometre,
brom ürlü, [bromür-lü] ( V'romürlü) sf. Yapısında bromür bulunan,
bristöl, [İng. ibristöl] <(b'ristol) is. Matbaacılıkta iyi ve 'temiz baskıya elverişli, yalnız kimyasal hamur ile
bronkolit, [Fr. bronehholithe] (b"ronkolit) is. Bronş larda oluşan kireç taşı.
bronkiyoliz, [Fr. bronchiolyse] (b“ronkiyoliz) Bronş çeperlerinde meydana gelen yaralar,
is.
BRÜ
■ a H K E S E M l i • 681
bronş, [Fr- bronche] (b“ronş) is. anal. Soluk borusu ile akciğer hava petekleri arasında soluk gidip gel mesine yarayan yarı katı boru, bronşçuk, -ğu [bronş-çuk] (b r o n ş ç u k ) Bronşların akciğer içindeki dalları,
is.
anat.
bronşit, [Fr. bronchite] (b"ronşit) is. tıp. Bronş ve bronşçukların iltihabı, bronşitli, [bronşit-li] (b"ronşitli) sf. Uzun süredir bronşiti olan. bronz, [Far. birine (bakır, sa rı) > Fr. bronze] (b"ronz) is. Kalıpla şekil verilebilen, yüzde seksen gibi bakır oranı yüksek, kızıla çalan kahve renkli, bakır-kalay alaşımı; tunç; kızıl. S Bronz çağı, tar. B akır çağının hem en ardın dan g elen b a k ır ile k a la yın alaşım ın dan a letlerin ve süs eşyaların ın y a p ıl dığı ve d em ir çağ ın dan ö n ce g elen M ilâttan ö n ce dördüncü ve ikin ci bin y ılla rı a ra sım kap say an ta rihî ça ğ a verilen a d ; Tunç Ç ağı. bronzlaşma, [bronz-la-ş-ma] Bronzlaşmak eylemi,
(b r o n z la şm a )
is.
broıızlaşmak, [bronz-la-ş-mak] (V 'ronzlaşm ak) gçsz. f [-ır] 1. Bir şeyin renginin bronz rengine dönüş mesi. 2. Denizde veya başka bir yerde güneşlene rek derinin rengini koyulaştırmak, bronzlaştırıcı, [bronz-la-ş-tır-ıcı] (b"ronzlaştırıcı) sf. (Kimyasal madde için) güneş çarpmasını önleyen, güneşte yanmayı hızlandıran, bronzlaştırma, [bronz-la-ş-tır-ma] (b"ronzlaştırm a) is. Bir nesneyi bronzlaştırma işi. bronzlaştırmak, [bronz-la-ş-tır-mak] (buronzlaştırmak) gçl. f . [-ır ] 1. Bir şeyin bronzlaşmasını sağ lamak. 2. Havada ısıtma yoluyla bir metale mavim si veya kahverengi bir renk vermek, broş, [Fr. broehe] (b‘‘roş) is. 1. Değerli taşlarla süs lenmiş yaka iğnesi. 2. Sanayide kullanılan takım tezgâhlarında işlenecek parçayı taşıyan silindir bi çimindeki döner kısım. 3. Silindir biçiminde bir deliğin çapını genişletmeye veya bu delik çevresin ce yiv açmaya yarayan alet, broşlama, [broş-la-ma] (b"roşlam a) is. 1. tıp. Kırıl mış kemik parçalarının kemik iliğinden metal çu buk sokularak kemiklerin birleşip kaynaşmasını sağlayan bir tedavi yöntemi. 2. Basılmış olan kitap ların kırma, deste yapma, dikme, kapak takma ve tıraşlamadan ibaret olan ciltçilik işlemi, broşür, [Fr. broehure] (b"roşür) is. Sayfa sayısı az, küçük kitap; kitapçık; risale, brovning, [İng. John Browning (A m erikalı silah mucidi)] (b“rovning) is. 7.65 mm’lik mermi atan otomatik tabanca, bröve, [Fr. brevet] (b"röve) is. Devlet denetiminde hazırlanmış bir sınavdan sonra sahiplerine bazı haklar sağlayan belge; diploma; şahadetname, brülör, [Fr. brûleur] (V'riilör) is. tek. Gaz veya toz
yakıtı çıkışta hava ile karıştırarak yanmayı sağla yan alet. b rü t [Fr. brüt] (b"riit) sf. 1. Kesintileri yapılmamış; kesintisiz. 2. (Ağırlık için) kap veya aracın içine konulan madde ile birlikte olan; darası çıkmamış; daralı. bu1, [eT. mu / bo > b.ü] (bu:) sf. 1. Y er olarak yakın da bulunan bir varlığı işaret eder. {eT} (aynı) [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] [Yüknekî] [KB] 2.. Zaman ola rak en yakında olanı işaret eder. 3. Söz ve yazıda az önce geçmiş olan sözleri işaret eder. 4. zm. Y a kında bulunan bir varlığı işaret ederek adının yerini tutar. {eT} (aynı) [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] [Yüknekî] [ETY] [EUTS] 5. Az önce söylenen sözler ya da bir yazıda biraz yukarıda geçen ifadeleri işaret ederek onların yerlerini tutar, fi1 bu abdestte daha çok nam az kılmak, 1. “Şu an da ken d isin e verilen cez a y a d a y a şa d ığ ı o lay d an alm ış olduğu dersin etkisi ep ey s ü r e r ." an lam ın da söz. 2. iy i b ir d ers alm ış olm ak. || Bu ağza kayık yanaştıram am , “Artık bundan son rasın ı h iç um ursam ıyorum. ” anlam ında kullanılan sö z .|| bu ara , {eAT} B u ra ; bu rası.|| bu arad a, 1. Bu sü re içinde. 2. B irlikte; b e ra b e r. 3. B ir o la y sıra sın d a ; o olay olurken. || bu arad an , {OsT} Bu s ır a d a ; bu zamanda.\\ bu aralık, B u s ır a da, bu esnada.\\ bu aralıkta, {OsT} B u sırada.\\ bu asıl, {eAT} B u g ib i; böyle.\\ bu baştan, {ağız} H e m en; y akın ca. [DS]|| bu cümleden, B u n lar a ra sın d a ; bu n lar gibi.\\ bu defa, Bu s e fe r ; şim di. ||bu dö ne, {ağız} Bu kez; bu s e fe r ; bu defa. [DS]|| budur ola, {eAT} B u o ls a g e r e k .|| bu dttkeli, {eAT} Bütün bu nlar.|| bu dükeliyle, {eAT} B ununla birlikte; bu cü m leden o la r a k .|[ bu düzene, {eAT} B u su retle; bu şekild e. j| bu gidişle, B u uygulam a ile, bu biçim de, bu tarzda.\\ bu gözle, Bu a n lay ışla .|| bu hasiyetle, Bu bakımdan.\\ bu itibarla, Bundan dolayı.\\ bu kabil, Bu g ib i; bu türden. || bu kabilden, Aynı tür d en ; aynı sınıftan. || bu kadak, {ağız} Bu kadar. [DS]|| bu kadar, 1. Bu denli. 2. B elirsiz sa y ıd a olu şu ifa d e için kullanılır.\\ bu k ad ar da, A şırılık ifa d e etm ek için cü m le b a şın a getirilir.\\ Bu kadar ku sur, kadı kızında da bulunur. Sözü edilen, üze rin de durulm aya d eğ m ey e cek k a d a r küçü k b ir ku su r sayılır.|| bu kes, {ağız} B u kez. [DS]|| bıı meyanda, Bu a rad a. ||bu münasebetle, Sırası g elm iş ken .|| buna değdi, buna değmedi diyerek, Ö n ce den beğ en m ed iklerin i so n rad a n b e ğ en e re k seçm e durum unda,|| Bunda bir iş var! O layın b ir gizli yönü, bir iç yüzü var.|| bundan akdem, Bundan ö n c e; d a h a ö n ce.|| bundan başka, Ayrıca.\\ bun dan böyle, Şim diden son ra. || Bundan iyisi can sağlığı, Artık bundan d a h a iyisini bu lm ak mümkün d eğ ild ir; en iyi budur.|| Bu ne perhiz, bu ne laha na turşusu! Sözü ile davranışı birbirin i tutm ayan lara, tutarsızlıklarını h atırlatm ak için söylenir. || bunun burası, (D ikkati çek m ek için) burası.\\ bu
BUA
İ M
nun bigi, Bunun g ib i; böyle.\\ bunun birle, {eAT} B ununla birlikte; mamafıh.\\ bunun gibi, {eAT} Bu nun g ib i; bö y le.|| bununla (beraber) birlikte, 1. B u n a e k o la ra k. 2. Bunun bö y le oldu ğuna ba k m a d a n ; buna rağm en. ||bu resm e, {eAT} B ö y le; bunun gibi.\\ bu resm ile, {eAT} B u su retle; bu şe k ild e; böyle.\\ Bu sıcağa k ar mı dayanır? H arcam a kla p e k ç o k servetin tü ken eb ileceğ im vurgulam ak için sö y len ir.|| bu suretle, Böylelikle.\\ bu takdirde, E ğ e r bö y le olu rsa.|| bu üzre, {eAT} B ö y le; bu y o ld a .|| bu yakınlarda, O ldu kça y akın bir zam an da. || (..den) bu yana, (..den) b e ri.|| bu yanadan, {eAT} B e r i y a n d a n ; öte y a n d a n .|| bu yir, {eAT} B ura. ||bu yol, {eAT} Bu k e r e ; bu kez.\\ bu yüzden, Bundan d o la y ı; bunun için ; bu seb ep le. bu2, [bü] (bu ;) {eT} is. Buhar; buğu; istim. [DLT] bu3, [bü] (bu ;) is. ço c. d. Su. bu4, [Ar. ebfl > bü
(bu ;) {OsT} is. Baba.
bu5, [Far. bü / büy _jj ! <£&[ (bu :) {OsT} is. 1. Koku. 2. m ecaz. Umut, fi1 bü-fürüş, K oku satan. || büy-i ümîd, Ümit kokusu; umut belirtisi.\\ büy-i vefa, V efa kokusu; karşılıklı v efa bulm a ümidi. bu’ ak, -kı [Ar. bu'âk
(bu a:k) {OsT) is. 1. Şid
detli akan sel. 2. Ansızın bastıran yağmur. 3. Şid detli ses; haykırma, buat, [Fr. boîte] (bu"at) is. elkt. Elektrik akımı devre lerinin bağlantısının yapıldığı yuva; kutu. bub1, [bub / büb (yans.)\ is. Baykuş türü kuşların ötüşünü ve bu sırada çıkardıkları sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] bub-uh. bub2, [Far. büb l j j J (bu :b) {OsT} is. 1. Değerli ve gösterişli ev döşemesi. 2. Değerli kumaştan yapıl ma ev yaygısı, buba, [buba LyJ {eAT} {ağız} is. Baba, bubaçka, [Sırp, bubaçka] {ağız} is. Böcek. [DS] bubi tuzağı, [İng. booby + tuza(k)-ı] is. t. as. Do kunmayla veya kımıldatılmayla patlayan gizli ma yın veya bomba, bubik, -ği [Yun. bubuki] {ağız} is. 1. Tomurcuk. 2. Gonca. [DS] bubu1, [? bubu] is. {ağız} is. 1. Şeker, kuru üzüm, leblebi gibi tane hâlindeki çerez. 2. Dut. [DS] bubu2, [Sur. Ar. bıbbu] {ağız} is. Bir iki yaşındaki çocuk. [DS] bubuh, [bub (yans.) > bub-uh] is. {ağız} is. Çavuş ku şu. [DS] bubuklu, [bubik-li] {ağız} sf. Güzel. [DS] bubulik, -ği [Erme, bublug] {ağız} is. 1. Tomurcuk. 2. Gonca. [DS] bubumka, [? bubumka] {ağız} is. Böğürtlen; dut üzümü. [DS] bubürd, [Far. bübürd / bübürdek bürd) {OsT} is. Bülbül.
(bu :-
M
İ S İ M
. 882
b uc1, [buc (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır ma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] buc-u bucu. buc2, [buc / bıc / büc (yans.)] is. Şişman olmayı, be denin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkmasını, şiş manlığın verdiği hantallığı ve tembelliği anlatan kök. [Zülfıkar] bu c-ur buc-ur. buca, [buca] {ağız} is. Kalça; but. [DS] bucacuk, -ğu [buca(k)-cuk
{OsT} is. Köşe-
cik. bucag, [bıç-mak > buc-ğak / bucâğ
{eAT} is.
Köşe. bucak, -ğı [eT. bıç-ğak > buc-ğalç (kesim ) > bucak is. 1. Köşe. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Kenar yer; yakın yer; taraf; öte. {ağız} (aynı). [DS] 3. yönt. İlçeden küçük, köyden büyük merkezî yönetim birimi; nahiye. 4. A çı; zaviye, {ağız} (aynı) [DS] 5. {ağız} Yörüklerin, sıcaktan korumak için yağ, yoğurt tuluklarını koydukları yer. [DS] 6. {ağız} Köy evlerinde ocağın iki yanında oturulacak yer; ocağın yanı. [DS] 7. {ağız} Memleket. [DS] 8. {ağız} Semt; mahalle. [DS] 10. {ağız} Dağ eteği. [DS] 11. {ağız} Çay ve ırmak kıyılarındaki tarla ile su arasındaki çayırlık, sazlık, çalılık yer. [DS] 12. {ağız} Irmak kıyısı; sahil. [DS] 13. {ağız} Dolap. [DS] <5 bucak bucak, H er y erd e, h e r tarafta. ||bu cak bucak aram ak, H er y e r d e a ra m a k. || bucak bucak kaçm ak, B iri ile karşılaşm aktan ç ek in e rek saklanmak.\\ bucak damı, {ağız} K iler. [DS]|| bucakda oturm ak, {eAT} İnzivaya çekilmek.\\ bucak dibi, {ağız} O danın arkası. [DS]|| bucak üstü, {ağız} K ö y ev lerin d e b a ca n ın üst tarafın a çeşitli şey ler k oy m ak için y a p ıla n r a f y a d a du var çıkıntısı. [DS] bucaktık, -ğı [bucak-lık] {ağız} is. 1. Raf. 2. Odaların kapı yanı. [DS] bucaksız, [bucak-sız] sf. Köşesiz, bucalam ak, [boca-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)y o r 1. Telaş ve sıkıntı içinde çabalamak; kurtulma ya çalışmak. 2. Gayret etmek. 3. Yerinde saymak; bocalamak. [DS] bucarda, [ît. bocciarda / Bulg. buçarda] is. Çimento döşemelerin üzerinden geçirilen merdane, bud an m ak , [buc (yans.) > buc-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Karıncalanmak; uyuşmak; duyarlığı azalmak. [DS] bucuduk, -ğu [buc (yans.) > buc-ut-mak > buc-u(t)uk] {ağız} is. Kapı pervazı. [DS] bucugar, [bıç-uk > bucuğ-ar] {OsT} sf. Yarımşar, bucula, [Güre, budşula] {ağız} is. Küçük su değirme ni. [DS] b u cu r', [buc (yans.) > buc-ur] is. Şişman olmayı, et lerin sarkıklığını ve dolayısıyla tembelliği, hantal lığı anlatan yansımalı gövde, fi1 bucur bucur, {ağız} S ağ lıklı; can lı kanlı. [DS]
lif li ıiffltrC'E1 « « 6 8 3
BUD
bucur2, [Kırg. böcür > bucur] {ağız} sf. 1. Gelişme miş; ufak tefek; bücür. 2. Boyu kısa; bacaksız. [DS] bucurgat, [boca / boci+ırğat [Tietze] > bucurğat e t e j y r y ] {eAT} is. 1. Vinç. 2. {ağız} At ile dönen bostan dolabı. [DS] bucurlamak, [buc-ur-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(u)-y°r] Buruşturmak. [DS] buç1, [buç (yam.)] is. Kuş sesini anlatan yansıma kökü. S* buç buç, Kuşun ötm esi için " g iiz elg ü z el” anlam ında söylen en söz. [DLT] buç2, [bu+uç] {eT} is. Son; uç; nihayet; {ağız} (aynı). [DS] S buç noktası, En so n d a k i nokta. buç3, [Erme, poç / puç (kuyruk)] {ağız} is. Kıç; ma kat. [DS] buç4, [İng. buteh (erk ek s a ç kesim i biçim i)] is. argo. Erkek yapılı sevici, buçak, [bıç-ğâk] {eT} is. -*• buçgak. buçegü, [bu+üç-egfl] {eT} zf. Bu üçü birlikte. [ETY] buçgak, [bıç-mak > bıç-ğâk] (bu çg a:k) {eT} is. 1. Bucak; köşe. [EUTS] [DLT] 2. A çı; çap; kutur. [DLT] 3. Hayvan derisinden çarık yapılan uçlar. [DLT] buçgaklanmak, [buç-ğak-la-n-mak] {eT} gçsz. f . [ur] Köşelenmek. [DLT] buçgaksız, [buç-ğak-sız] {eT} sf. Bucaksız; köşesiz. [EUTS] [Gabain] buçı, [Çin. p’a tzü => püç! / pöç! / büçı] (b u .ç ı:) {eT} is. Bir çeşit kopuz; iyi ses veren, inleyen ut. [DLT] buçka, [Sırp, buçka] {ağız} is. 1. Yayık. 2. Fıçı. 3. Testi. [DS] buçuğar, [buçuk-ar y-y^i] {eAT} sf. Yarımşar, buçuk, -ğı [eT. bıç-mak (biçm ek, bölm ek) > bıç-uk > buçuk
I
/ ,j~ ] sf. 1. (Sayı sıfatlarından
sonra geldiğinde) yarım; yarı. {eT} {eAT} {OsT} (ay nı). 2. {ağız} is. Yer yer 160 gramla 300 gram ara sında değişen ağırlık ölçüsü. [DS] 3. Çingene. S buçuk dem, {eAT} Ç o k k ıs a z am an ; k ıs a m üddet.|| buçuk vermek, tar. Y en içerilerin m aa şla rın a y a p ı lan yarım a k ç e lik zam. buçukçu, [buçuk-çu] is. 1. tar. imparatorluk döne minde padişahlar alayla camiye giderken yoksulla ra sadaka dağıtan askerlere verilen unvan. 2. {ağız} Cimri; pinti. [DS] buçuklık, [buçuk-hk yarım para miktarında,
{eAT} sf. Yarım paralık;
bu’d, [Ar. bu'd -l>h] {OsT} is. 1. Uzaklık. 2. Aralık. 3. Uzay; evren. 4. mat. Boyut. S bu’d-i akreb, {OsT} En y akın uzaklık.|| bu’d-i bâid, {OsT} U zak m esa fe } ] bu’d-i beyn’el-hücrevî, {OsT} anat. G ö z eler a ra sı boşluğu.|| bu’d-i eb’ âd, {OsT} B oyutların en uzun o la n ı; boy .|| bu’d-i hakikî, {OsT} A sıl uzaklık.|| bu’d-i ittisal, {OsT} B a ğ ıl uzaklık.\\ bu’ d-i kutb, {OsT} g ö k b. Kutup uzaklığı.|| bu’d-i m eftur, {OsT} M utlak uzaydaki g e r ç e k uzaklık.\\ bu’d-i m e safe, {OsT} G idilen yolu n uzaklığı]] b u ’ d-i mihrâkî, {OsT} fız . O dak uzaklığı.|| bu’d-i mizvâ, {OsT} g ö k b. G özlem ciye g ö r e iki g ö k cism i a ra sın d a ki a ç ıs a l uzaklık.\\ bud’-i muaddel, {OsT} D oğ u veya batı ufkunda bir uzay cism inin zam an a ç ıs ı.|| bu’d-i muavvem, {OsT} G rafikle gö sterilen uzaklık.|| bu’d-i m ücerred, {OsT} V arsayılan uzay.\\ bu’d-i mümâs, {OsT} mat. T eğ et uzunluğu]] bu’d-i müzevvâ, g ö k b. A çısa l uzaklık]] bu’d-i nîreyn usûlü, {OsT} dnz. D eniz h a ritaların d a kullanılan b ir ölçüm yolu.]] bu’d-i semtü’ r-r e ’s, {OsT} g ö k b. B aşu cu uzaklığı. Bud, [Sansk. Buddha] {eT} öz. is. 1. Buda. [EUTS] 2. Merkür yıldızı. [EUTS] 3. is. Çarşamba günü. [EUTS] bud1, [büd / büt] (bu:d) {eT} is. -*■ but1. bud2, [büd / büt] (bu:d) {eT} is. - * but2. budJ, [Far. büden (olm ak) > büd ^ ] (bu :d) {OsT} is. Varlık. S büd ü nâbûd, 1. Varlık ve yokluk. 2. İn sanın neyi v a rsa hepsi. Buda, [Sansk. buddha (uyandırılm ış)] {ağız} öz. is. Budizmin kurucusu. [DS] buda, [Çin. p’u t’ao] {eT} is. 1. Üzüm. (?) [EUTS] 2. Meyan bitkisi, (G lycyrrhiza g la b ra ). [Clauson] budak, -ğı [butı-mak (budam ak, vurmak, kesm ek) > butı-k> buda-köİJu / ilbjj / Jj-b] is. 1. Ağaç göv desinde dal olacak yuvarlak boğum; tomurcuk. 2. Ağacın dal olacak sürgünü. {eAT} 3. Dalın gövde içindeki başlangıç yeri olan ve tahtalarda görülen yuvarlak ve koyu bölüm. 4. Şube; ayrıntı; teferruat. {eAT} (aynı) 5. {ağız} Damların üzerini düzeltmekte kullanılan silindir taş; loğ taşı. [DS] S budak deli ği, T ah talard aki bu d ak yuvarlağın ı çıkardıktan so n ra kalan oyuk bo şlu k .|| budak özü, Taze sü r gün. budaklam ak, [budak-la-mak] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Damların üzerini loğ taşı ile düzeltmek. [DS]
buçuklu, [buçuk-lu] sf. 1. Kesirli. 2. Fazlası bulunan. budaklanma, [budak-la-n-ma] is. Budaklanmak ey 3. {ağız} Yarı yarıya verilen mal. [DS] 4. {ağız} İki lemi. kulplu toprak kap. [DS] budaklanmak, [budak-la-n-mak {eAT} gçsz. buçula, [Güre, budşula] {ağız} is. Küçük su değirme f [~ur] (Bitkiler için) filiz sürmek; dal vermek; dal ni. [DS] lanmak. buçuna, [? buçuna] {ağız} sf. Sersem. [DS] budaklı, [budak-lı] sf. Budağı olan. buçung, [bu+uç-un] (buçun) {eT} is. Aslı kaybolmuş budaksız, [budak-sız] sf. 1. (Ağaç için) budağı olmakbuz yerine verilen yeni belge. [EUTS]
D B IÜ U H .
BUD mayan. 2. (Tahta ya da kereste) budak yerleri bu lunmayan; düz. budala, [Ar. bedii (karşılıklı değişm e) > büdelâ] {OsT) sf. 1. Zekâca geri; aptal. 2. m ecaz. Bir şeye karşı çok düşkün olan. 3. is. Zekâca geri olan kim se. S budala budala, B u d a la g ib i; bu d alaca. budalaca, [budala-ca] zf. Budala gibi; aptalca, budalalaşm a, [budala-la-ş-ma] is. Budalalaşmak ey lemi. budalalaşm ak, [budala-la-ş-mak] g ç s z .f. [-ır ] 1. Bu dala duruma gelmek. 2. Şaşırmak. 3. Budala gibi davranmak. budalalaştırm a, [budala-la-ş-tır-ma] is. Budalalaştırmak eylemi, budalalaştırm ak, [buda-la-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır] 1. Budala durumuna getirmek. 2. Şaşırtmak, budalalık, -ğı [budala-lık] is. 1. Budala olma duru mu. 2. Düşüncesizce, akılsızca, budalaca yapılan iş. S budalalık etmek, A kılsızca davranm ak. budam a, [buda-ma] is. 1. Budamak eylemi. 2. {ağız} Kasımpatı. [DS] 3. Koru. 4. spor. Rakibin elini, kendi kolundan söküp kurtulma, budamak, [eT. butî-mak / butâ-mak > buda-mak] g çl. f . [ - r ] [-d (u )-y o r] 1. {eAT} Bir şeyin ucunu kes mek. 2. Daha iyi meyve almak ya da güzel bir bi çim vermek için ağaçların dallarım kesmek, kı saltmak. 3. Yeni filiz sürmesi için bitkilerin dalla rım kesmek. 4. spor. Güreşte bir ayak oyunu ile rakibin ayaklarını yerden kesmek. 5. m ecaz. Bir şeyi azaltmak; miktarını düşürmek, bu’ dan, [Ar. ba'îd > bu'dân OIJjh] (bu -da:n) {OsT} is. Uzaklar; ıraklar, budan, [Yun. voutani (dalgıç kuşu) [Tietze]] {ağız} is. Bir tür yaban ördeği. [DS] budanış, [buda-n-ış] is. Budanmak işi ya da biçimi, budanma, [buda-n-ma] is. Budanmak işi. budanm ak, [buda-n-mak] edil. fi. [-ır ] 1. (Ağaç vb. bitki için) dalları kesilmek. 2. Kısaltılmak, budantı, [buda-n-tı] is. Budanmış dalların yere dü şen parçaları, budatm a, [buda-t-ma] is. Budatmak işi. budatm ak, [buda-t-mak] gçl. fi. [-ır ] Budama işini biri ne yaptırmak, budayıcı, [buda-y-ıcı] is. Budama işini yapan, bu işi meslek edinen kimse, buddum, [Ar. butm => buddum] is. Yabanî fıstık ağacı. bude, [Güre, bude] {ağız} is. Örümcek ağı. [DS] budene, [Far. büdene
{OsT} is. 1. Çil; çil kuşu.
2. Bıldırcın. budgay, [buğday > budğây] {eT} is. Buğday. [DLT] budha, [Ar. budhâ saha; meydan. 2. Avlu.
(bııdha:) {OsT} is. 1. Alan;
budık, [butı-mak > budı-k] {eT} is. Dal; budak. [EUTS] budin, [? budin] {eT} is. Beden. [EUTS] Budist, [Fr. bouddhiste] is. Budha inancında olan; Budizm’e inanan. Budizm , [Fr. bouddhisme] is. Tabiat üstü kendine özel bir tamı yerine, salt varlığın insanda arzu biçi minde belirdiğini, bundan ise ıstırabın doğduğunu, bu ıstıraptan kurtulmak için de varlıktan vazgeç mek gerektiğini ileri süren Hindistan ve Çin’de yaygın bir inanış, budla, [? budla] {eT} is. Deve burunduruğu. [ETY] budmak, [bud-mak] {eT} gçsz. fi. [ - a r ] Donarak öl mek; buymak; donmak. [DLT] budu, -uu [Ar. buzü‘] (budu:) {OsT} is. 1. Anlama. 2. Can sıkıntısı. buduç, [eT. butik > boduç > buduç
{eAT} is. - *
boduç. buduk1, -ğu [? budule] {ağız} is. Hayvanların su içtiği yer. [DS] buduk2, -ğu [? buduk] {ağız} sf. Kısa boylu; bacak sız. [DS] budulga, [Rus. butılka] {ağız} is. Tenekedan kiloluk şişe. [DS] budulmak, [bud-ul-mak] gçsz. fi. [-u r ] Asılmak. [EUTS] budun1, [eT. böd (boy; kurum laşm ış topluluk) > bod(u)n (-n: ço klu k eki) > bud-un] is. 1. Aralarında soy birliği yanında töre, kültür Ve dil bakımından ortak lık bulunan insan topluluğu; millet; ulus; kavim; {eT} (aynı), (1934). [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [KB] 2. Halk; cemaat; ahali. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [KB] 3. Reaya; tebaa. S budun betimci, etnog. K av im leri k a r şıla ştıra ra k kültür olu şum ları nı in celeyen uzm an; etn og rafy a uzm anı.|| budun betimi, etnog. K av im leri k a r şıla ştıra ra k kültür olu şu m larını in celeyen bilim ; etn ografya, kavm iyet]] budun bilimci, etnog. in san ların ırk la ra ayrılışım , bunların n ered en çıktığını, oluşum unu ve yeryüzün e dağılışını, a ra la rın d a k i ilişkileri ve niteliklerini inceleyen, karşılaştıran bilim a d am ı; etn olog]] bu dun bilimi, etnog. İn san ların ırk la ra ayrılışım , bunların n ered en çıktığını, oluşumunu ve yeryüzü n e dağılışını, a ra la rın d a k i ilişkileri ve niteliklerini inceleyen, karşılaştıran bilim d a lı; etn olo ji; ırki yat]] budun bilimsel, etnog. İnsan ırkları ile ilgili; etn olojik]] budun k ara, {eT} H a lk tabakası. [EUTS] budun2, [bodun / yod-un [Clauson]] {eT} sf. - * yodun. [DTL] budunlıg, [bodun-lığ / budun-lığ] {eT} sf. Kavimli; milletli. [ETY] S budunlug bukunlug, {eT} Ulusu, oym ağ ı olan. [DLT] budunsal, [budun-sal] sf. Kavimle ilgili; etnik; kavmî.
m a ik
i«
. 685
BUG
budursin, [*bul-dur-sîn / budur-sln] (bu dursvn) {eT} is. Bıldırcın. [DLT] buduşmak, [bûd-mak > bud-uş-mak] {eT} gçsz. f i [w ] Açılmak; ayrılmak; apışak olmak. [DLT] budutmak, [büd-mak > bud-ut-mak] {eT} gçl. f i [ur] Soğukta dondurarak ölmesine sebep olmak. [DLT] buffalo, [İt. bufalo] (b u ffa lo ) is. Kuzey Amerika bizonlarına verilen ad. bug1, [buğ £jj] {eATf is. Başbuğ. bug2, [buğ / bü £y\ {eAT} {OsT} is. Buğu; buhar. buga1, [Sanslc. püga > buğa] {eT} is. 1. Hindistan'dan gelen bir ilaç. [DLT] 2. Karabibergillerden, Hindis tan’da pek çok türü yetişen, yaprakları ve cevizleri boyama işlerinde kullanılan bir bitki; betel, (P iper betel). buga2, [bukâ / buğâ] (bu ğ a:) {eT} is. -*■ buka. bugan, [buğ-an] {eT} is. Bezelye türünden bir sebze. [EUTS]
bugralanm ak, [buğra-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] (Erkek deve için) damızlık özellikleri göstermek. [DLT] bugralıg, [buğrâ-lığ] {eT} sf. Buğra olacak; buğra olabilecek. [ETY] bugralık, [buğrâ-lık] (bu ğ rad ık) {eT} is. Deve ahırı. [Clauson] bugram ak, [boğ-mak > boğ-ur-mak > buğrâ-mak] (bu ğ ra:m ak) (eT) gçl. f . [-?■] Bir şeye kertik açmak. [DLT] buğran, [Buhara (T ü rkistan ’d a kent) > Fr. buğran] is. Ortaçağda Buhara’da dokunarak Avrupa’ya ih raç ’edilen Buhara kumaşlarına verilen ad. bugrıl, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-ıl-mak > buğ-(u)r-ıl] {eT} is. Çuval ve tuluma benzer kapla rın doldurulması halinde meydana gelen büküntü yerleri. [DLT] bugruşm ak, [boğ-mak > boğ-ur-mak > buğrâ-mak > buğr-uş-mak] {eT} işteş, f. [-u r ] Kertik açmakta yardım etmek; birlikte kertiklemek. [DLT]
buganak, [buğ-anak &i-y. / jU p jJ {eATj is. Sağanak.
buğu, [buğu] {eT} is. 1. Geyik. [EUTS] 2. Erkek ge yik; kızıl geyik. [Nevâyî]
bugarmak, [buğ-râ-mak > buğar-mak] {eT} gçl. f i [ur] -* bugramak.
bugunak, [buğ-un-ak
bugas, [Ar. buğâs
(bu ğ a:s) {OsT} is. Leşle
beslenen kuşlar, bugat, [Ar. bâğt (serkeş) > buğât o l i ] {OsT} is. 1. Başkaldırıcılar; serkeşler, isyancılar. 2. Haksızlık edenler. 3. tar. İmparatorluk döneminde, devlete sebepsiz yere isyan ederek eşkıyalık yapan kimse lere verilen ad.
{eAT} is. Sağanak.
buğur1, [bu+oğur > buğur jy^ y / j y ı / j* y ] {eAT} zf. Bundan sonra; şimdi; bu kez; bu defa. buğur2, [buğrâ > buğur yj / y-y] {eAT} {OsT} is. 1. İki hörgüçlü deve. 2. Erkek deve, buğurda, [buğur-dâ] (bu ğurda:) {eT} sf. (Saç için) kıvırcık. [DLT] bugursam ak, [buğur-sâ-mak y ^ j y v
/
y ^ jy -y ]
{eAT} gçsz. f i [-r ] (Dişi deve için) erkek deve ile bugda, [buğdâ IjJu / oJ^j] {eAT} is. Buğday, çiftleşme isteğinde bulunmak; kızışmak, buğday, [buğday jl-Uu] (bu ğ da.y) {eT} is. Buğday. bugün, [bu+gün > bökün / bokün / bükün] is. 1. İçinde bulunulan gün. 2. zf. İçinde bulunulan gün [Gabain] [DLT] [EUTS] [KB] S buğday enlü, {eAT} de. 3. genşl. İçinde bulunulan devir; çağ, zaman. S Buğday ben izli; es m e r.|| buğday gün, {eAT} G üne Bugün bana, yarın sana (bugün bana ise yarın da şin Süm büle bu rcu na g ird iğ i zam an ; ağu stos ayı. || sana), Bugün birinin b a şın a g elen kötii b ir duru buğday güni, {eAT} M uharrem ayının on ikinci mun, b a şk a b ir zam an d a başkasın ın ba şın a g e le b i günü; a şu re günii. leceğ in i hatırlatan sö z .|| Bugün buldum, bugün bugdayık, [buğday-ık JjI-Uu] {OsT} is. Siğil. yerim , yarın Allah kerim. Günü gününe y a şa y a n bugdı, [boğ-mak > buğ-dl / böğ] (bu ğdı:) {eT} is. ların hâlin i an latan söz. ||bugün yarın, Ç ok y a k ın Bohça; heybe, d a ^ bugünden tezi yok, H em en şim di; d e r h a l.|| bugenvila, [Fr. Louis Antoine de Bougainville bugünden yarm a, 1. Az zam an sonra. 2. Şim di y a (Fransız kâşif) > bougainvillée] is. bot. Orta Ame şay an lard an g e le c e k kuşaklara.\\ bugüne bugün, 1. “Şunu unutma, iyi b il k i ” an lam ın da u yan sözü. rika kökenli zehirli bir sarmaşık, 2. Bu gü n e k a d a r.|| bugünki gün, {eAT} Bugün; işte buğra, [buğra / boğrâ / buğur] (bu ğ ra:) {eT} {eAT} is. 1. Damızlık erkek deve. [ETY] [Gabain] 2. Her hay bu gün. bugünkü, [bu+gün-kü] sf. 1. İçinde bulunulan, ya vanın aygırı. [KB] şanmakta olan döneme ait. 2. Bugün olan; bugün bugragu, [buğra > buğra-ğü] (bu ğrağu :) sf. Buğra yapılan. S bugünkü günde, 1. İçin d e bulunduğu gibi; damızlık erkek deveye benzer. [Clauson] [KB] muz günde. 2. Y aşanılan zam anın şa rtla rı içinde. bugragurmak, [buğrağü-r-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Damızlık erkek deve hâline gelmek; buğralaşmalc; buğra gibi olmak. [KB]
bugünlicek, [bu+gün-li-cek güne özgü olarak.
{eAT} zf. Bu
e rü M iiiic iM .
BUG bugünlük, ~ğü [bu+gün+lük] zf. Bugün için. S bugünlük yarınlık, Ç o k y a kın b ir zam an d a olm ası beklen en doğum veya ölüm için söylenir. buğ1, [bağ / bü
{eT} {eAT} {ağız} is. 1. Buhar;
buğu. 2. Sisli, puslu hava. [DS] buğ2, [Far. büğ
(bu :ğ) {OsT/ is. Elde veya sırtta
taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını; bohça, buğada, [İt. bucata / bocata] {ağız/ is. Çamaşır yıka makta kullanılan küllü su. [DS] buğanak, -ğı [eT. boğ-nak > buğ-anak] {ağız} is. 1. Şiddetli yağmur; sağanak. 2. Yağmur bulutu. 3. Yağmur bulutları ile kapalı hava. 4. Sisli, puslu hava. 5. Yağmur sonrasında topraktan çıkan buhar. [DS] buğansalık, -ğı [bung > buğ-an-salık] {ağız} sf. Yok luk ve zorunluluk hâlinde işe yarayan; az bulunan. [DS] buğar, [bung (yans.) > buğ-ar] {ağız} is. Çeşme; pı nar. [DS] buğay, [? buğay] {ağız} is. Kuyu derinliğindeki buzul yarığı. [DS] buğaz, [eT. boğuz > buğaz] {ağız} is. Gebe. [DS] buğcut, [? buğcut] {ağız} is. Çıkrıktan sıyrılarak çı karılan ip yumağı. [DS] buğda, [buğda] {ağız} is. Buğday. [DS] buğday, [eT. buğday / boğday] is. bot. Taneleri en önemli besinlerimizden olan ekmek yapımında kul lanılan, çiçekleri bileşik başak şeklinde, düğümler den çıkan yapraklarının ucunda bir dilcik, iki ku lakçık bulunan, tohumları iki ucu yuvarlak, uzunca ve ortasında oyuk çizgi bulunan, genellikle bir yıl lık kültür bitkisi, (Triticum). 0 buğday başı, {eT} B uğday başağı.\\ buğday benizli, H a fif esmer.\\ buğday biti, zool. Yarım kan atlılard an vücudu y e şil, ba şı siyah, 2-3 mm. boyunda, dep olan m ış hu b u b a t ve m akarna, bisküvi g ib i b esin lere z a r a r ve ren bir b ö cek , (Stophilııs granarius).\\ buğday evininçe, {eT} B uğday ve a r p a tan elerin deki büyük lük, dolgunluk.\\ buğday güvesi, zool. G övdesi ve a r k a kan atları siyah, ön k a n a tla n sarım sı, 6 mm. k a d a r boyunda, am barlan m ış ta h ıllara z a r a r vçren kü çü k bir k e le b e k ; ekin a m b a r güvesi, (T inea g ra nella).\\ buğday pası, bot. 1. B u ğ daygillerde p a s hastalığ ı y a p a n a s a la k m antar, (P u ccin ia gram inis). 2. Bu m antarın bu ğ d ay g illerd e yaptığ ı h a sta lık.,|| buğday rengi, (Ten için) a ç ık esm er.|| buğday sürmesi, bot. B uğday ba şa k la rın d a h a sta lık y a p an a s a la k b ir mantar, (T illetia tritici) ve bu m antarın b u ğ d ay g illerd e yap tığ ı h a stalık; sürm e. buğdaycık, -ğı [buğday-cık] {ağız} is. 1. Buğdaya benzer bir tür ot; yabani buğday. 2. Serçe. 3. Arife den önce gelen gün. [DS] 0 buğdaycık otu, E şek kengeri. buğdaycıl, [buğday-cıl] is. zool. Karatavukgillerden Orta ve Kuzey Avrupa’da yaşayan, kışı geçirmek
için Türkiye’ye de gelen, genellikle bataklıklarda, ırmak kenarlarında, patates ve pancar tarlalarında görülen 14 cm. boyunda, böcek, larva ve tohumlar la beslenen bir tür bülbül, (Lu scinia s v e c ic a cyanecula). buğdaygiller, [buğday-gil-ler] is. bot. Dip kısmı gövdeyi bir km gibi saran yalın şerit yapraklı, sap larının içi genellikle boş, çanak ve taç yaprakları bulunmayan er dişi çiçekleri başak ya da salkım biçiminde, meyveleri kavuzlu ve buğdaysı taneli, besi dokusu unlu, altı bin kadar çeşidi bulunan bir çenekli bitkiler familyası, (G ram inae). buğdayi, [buğday + Ar. -î] (b u ğ d a.y i:) sf. (Ten için) buğday renginde; buğdaysı, buğdayık, -ğı [buğday-ık] {ağız} is. bot. Buğdaya benzer bir ot. [DS] buğdaysı, [buğday-sı] sf. Biçimi ya da rengi buğdayı andıran. 0 buğdaysı (meyve, tane) tohum, Ç atla m a çizgisi bulunm ayan tek tohumlu, kabu ğu ç o k in ce ve zarın dan a y rılm a y a ca k k a d a r kaynaşm ış b ir tohum görünüm ü veren kuru m eyve. buğduruk, -ğu [buğ-duruk] {ağız} is. Ağaçların, çiçek döktükten sonraki küçük meyvesi. [DS] buğız, [bu+ağız > buğız ji-y] {eAT} z f Bu kez; bu defa; bu ağız, buğlama, [buğ-la-ma] {ağız} is. Bulgur ve gömeçle yapılan bir yemek. [DS] buğlam ak, [buğ > buğ-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r j [l(u )-yor] Duman çıkmak; tütmek. [DS] buğle, [Yun. vukla] {ağız} is. Sabanın kulağını, saba na bağlayan parça. [DS] buğluk, -ğu [buğ > buğ-luk] {ağız} is. Hamam. [DS] buğmuk, -ğı [eT. boğ-mak > boğ-muk] {ağız} is. Kadınların takındığı altın. [DS] buğnümek, [bung (yans.) > buğn-ü-mek] {ağız} gçsz. f [-ü r ] (Su için) yerden büngüldeyerek kaynayıp çıkmak. [DS] b u ğ ra1, [eT. buğ-ur / buğ-ra deve. {eAT} (aynı) 2 Aslan. [DS]
. İki
> buğra] is. 1. Erkek hörgüçlü deve. 3. {ağız}
buğra2, [Far. buğra I> .] (bu ğ ra:) is. 1. zool. Turna. 2. Turna sürüsünün başında uçan erkek turna. 3. {ağız} Hindi. [DS] buğrasam ak, [buğra-sa-mak] gçsz. f . [ - r ] [-s(ı)-y or] (Dişi deve için) kızışmak; çiftleşmek için erkek deve istemek, buğrut, -du [? buğrut] {ağız} is. Çıkrıklarda tel bü kerken çıkrık direğine sarılan tel yumağı. [DS] buğsukmak, [buğ / bun > buğ-suk-mak] {ağız} gçsz. f [~ur] (Ateş için) alev almayıp duman çıkarmak. [DS] buğsurm ak, [bul-su-r-mak ?] {ağız} gçl. f . [-u r ] 1. Az bulmak; küçük görmek. 2. Cimrilik yapmak. [DS]
o n n ı m tf s o M .6 8 7
BUH
buğu1, [eT. buğ > buğu] is. 1. Isı etkisiyle sıvının gaz buğur2, [bu+uğur (zam an)] {eAT} zf. 1. Bundan son ra. 2. Şimdi; işte, hâline geçmiş olanı; buhar. 2. Soğuk bir cisim üze rinde ortamda bulunan havanın veya gazın yoğun buğursam ak, [buğur-sa-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [laşmasından ötürü meydana gelmiş ince sıvı kat s(u )-yor] (Dişi deve için) doğurmak istemek. [DS] manı. 3. Serbest kalınca buhar ve gaz hâline gelebi buğz, [Ar. buğz iy^i] {OsT} is. Düşmanlık duyma; len maddelerle meydana getirilmiş ortamı dezen sevmeme; nefret; kin. fekte eden ilaç, ö buğu çekm e, tıp. H azırlanm ış buğzetmek, [buğz+et-mek] gçsz. f . [-e r ] Düşman ol uçucu m a d d elerle d olu ila çlı bu h arı solum ak. ||bu mak; nefret etmek, ğu evi, tıp. M ikroplu eşyaların s ıc a k ve ila çlı bu h ard an g e ç ir ile r e k dezen fekte ed ild iğ i k a p a lı od a. || buh, [Ar. büh °^] (bu :h) {OsT} is. 1. Çakır gözlü buğu önleyici, C am lard a veya d iğ er o rtam lard a su doğan. 2. Erkek baykuş, bu harı toplanm asını ön leyen veya g id eren m ad d e buhaç, -cı [Slav, puhaç] {ağız} is. Puhu kuşu. [DS] veya a le t.|| buğu kebabı, K u şba şı eti ken d i bu h a buhak, [Ar. buhâk jU -] (bu ha:k) {OsT} is. Erkek rın da p işirm ey e dayan an b ir tür ten cere k eb a b ı. kurt. buğu2, [buğu] {ağız} is. 1. Yaban sığırının dişisi. 2. Ceylan. 3. Erkek geyik. [DS] buğulama, [buğu-la-ma] is. 1. Buğulamak eylemi. 2. Yemeği buğu ile pişirme yöntemi. 3. İçine su koy madan, malzemelerin kendi suyu ile pişirilmiş ye mek. 4. Buğudan geçirme, buğuya tutma tekniği. 5. sf. (Yemek için) buğulama yöntemiyle yapılmış, buğulamak, [buğu-la-mak] gçl. f . [- r ] [-l(u )-y or] 1. Buğudan geçirmek; buğuya tutmak. 2. Bir yiyece ği, kısık ateşte kendi suyunu uçurmayacak şekilde pişirmek. buğulandırma, [buğu-la-n-dır-ma] is. Buğulandır mak işi. buğulandırmak, [buğu-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır ] 1. Buğulanmasına sebep olmak. 2. Buğu edinmesini sağlamak. buğulanış, [buğu-la-n-ış] is. Buğulanmak işi ve biçimi. buğulanma, [buğu-la-n-ma] is. Buğulanmak eylemi, buğulanmak, [buğu-la-n-mak] edil. f . [-ır ] 1. Buğu lamak işi yapılmak. 2. dönşl. f . Kendi kendine buğu haline gelmek. 3. Üzerini buğu kaplamak; buğu ile örtülmek. 4. (Gözler için) nemlenmek; ıslanmak; yaşarmak. buğulaşma, [buğu-la-ş-ma] is. Buğulaşmak eylemi, buğulaşmak, [buğu-la-ş-mak] gçsz. f . [ - ır ] Buğu durumuna gelmek; buharlaşmak, buğulaştırıcı, [buğu-la-ş-tır-ıcı] is. Suyu buhar haline getirmek için kullanılan alet; buharlaştırıcı. buğulu, [buğu-lu] sf. 1. Üzerinde buğu bulunan; bu ğulanmış. 2. m ecaz. (Göz için) süzgün ve dalgın bakan, ö buğulu buğulu, (G öz için) nem li; ıslak; dolu d olu ; yaşlı. buğun, [eT. buğ > buğu-n] is. Kapalı yer içindeki dumanın dışarı atılması için yapılan baca delikleri; duman deliği, buğuntu, [eT. buğ > buğ-untu] is. Sıkıntı. buğur1, [eT. buğra > buğur / bohur] is. 1. {ağız} Er kek deve; damızlık deve. [DS] 2 {eAT} Develerle yapılan taşımacılık.
buhala, -a ’i [Ar. bahıl > buhala’ *>U ] (bu h ala :) {OsT} is. 1. Cimriler; pintiler. 2. Tamahkârlar. buhar, [Ar. buhar
(bu ha:r) {OsT} is. 1. Isı etki
siyle sıvıların ve bazı katiların girdikleri gaz duru mu. 2. genşl. Sis. S buhar kazanı, B u h a r e ld e et m ekte kullanılan kazan .|| buhar kurutucusu, B u h a r için deki su dam lacıkların ı ayıran v e kuru bu h a r eld e ed ilm esin i sağ lay an alet. ||b uh ar makine si, B u h a r gücünün basın cıyla işleyen m akine. buharı, [Ar. buharı lSjU-] {ağız} is. 1. Baca. 2. Odunluk; odun dolabı. [DS] b uhari1, [Ar. buharı tSjU-] (b u h a :ri:) {OsT} is. Bu harla ilgili; buğuya ilişkin, b u h a r i, [Far. Buhara (kent ad ı) > buhârî (so ba ) {ağız} is. 1. Ocak ya da oda içindeki dumanın dışarı çıkması için yapılan baca ya da duman deli ği. 2. Ocak başı. [DS] buharlam a, [buhar-la-ma] is. 1. Buhar verme işi. 2. Yün elyafının şekillendirilmesi için uygulanan üze rine sıcak buhar verme işi. buharlaşm a, [buhar-la-ş ma] is. Buharlaşmak eyle mi. ö buharlaşm a noktası, fız . Sıvıların k ay n a tılm ası ile b u h ar durum una g eçtik leri s ıc a k lık d e recesi. buharlaşm ak, [buhar-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Buhar durumuna dönüşmek; buğulaşmak; tebahhur et mek. buharlaştırıcı, [buhar-la-ş-tır-ıcı] is. 1. Bir sıvı ürü nü koyulaştırmak için suyunu buharlaştırmakta kul lanılan alet; evaporatör, tephir kazanı. 2. Bir so ğutma sisteminin içinde kolay buharlaşabilir bir kapalı gazın sıvı halden gaz hale geçmesini sağla yan düzenek. 3. sf. Buhar haline getiren, buharlaştırm a, [buhar-la-ş-tır-ma] is. Buharlaştır mak işi. b uharlaştırm ak, [buhar-la-ş-tır-mak] gçl. f . Buhar haline getirmek; tebahhur ettirmek,
[-ır]
buharlayıcı, [buhar-la-y-ıcı] sf. 1. (Cisim, madde
ÖIÜMIÜTOMU
BUH için) buhar hâline getiren. 2. is-, İçinde b u h arlaştı manın yapıldığı kap. buharlı, [buhar-lı] sf. 1. Buharı olan. 2. Buhar ile çalışan. 6* buharlı gemi, B u h a r b asın cı gü cü yle ça lışa n gemi.\\ buharlı ısıtma, Buharın, ışı taşım a özelliğin den y a ra rla n ıla ra k y a p ıla n ısıtm a işlem i ,|[ buharlı tren , B u h a r basıncın ın verdiğ i gü ç ite harre k e t ed en tren-1| buharlı ütü, Ü tülem eyi ayn ı za m an d a b u h a r püskürterek, y a p a n ütü, buhayre, [Ar. bahr (deniz) > buhayre oj^] (OsT} is,. 1. Küçük deniz. 2. Göl. S {OsT} G özyaşı pınarı. buhbuha, [Ar. buhbüha
(bu hbu :ha) {OsT} iş.
buhti, [Ar. buhtî
(buhti:) {OsT} is, İlşa hörgüçlü
buhtu, [Far. buljtu »;*-] (buhtıuh {■Qs.T} is,. Gök gü rültüsü, buhtur, [Far. buhtür
(buhtu:r), {Q şJ} is, -*■ buh
tu.
buhuh, [buhüh
(bııh,u:h) {OsT} is. Ses. kısıklığı,
buhul, 4 ü [Ar. b.uhûl Jj& ] (buhM-'.l) iş. Cimrilik.
(bu :he) {OsT} is. Dişi baykuş,
buhela, [Ar, buhl > bühelâ ^ - ] (b u h ela :) {OsT} is. Cimriler.
buhur1, [Ar, babr (tütme) > bahür / Far. buhür (buhu.r) {OsT} is. Dinî törenlerde yakılan, kokulu bot, - * bu hurumeryem. || buhur suyu, tar. R am azan ayının on beşiyıden sonra, p a d iş a h a ve d iğ er üst düzey d ev let g ö rev lilerin e sunu,lan ö z e l kokulu su. ağaç; tütsü- 5" buhür-i nıeryem, {OsT}
{OsT} is. Cimrilik; el sıkılığı, [Far. buhle <13-] {OsT} is. Semizotu,
buhl, -lü [Ar, buhl J3-] buhle,
{O sf} sf. Oyunda ütülmüş.; yn-
tuk.
(buhu:) {OsT} iş. Hakkını buhayre-i dem ’iye, buhu, -u ’ ıı [Ar- buhü‘ alçak gönüllülükle isteme,
Orta yer; alan; saha, buhe, [Ar, bühe
buhte, [Far, buhte
.
buhran, [Ar. buhrân oljA] (bu hra:n )
{OsT}
is.
Sayıklama; hezeyan; bunalım. 2. Hastalığın en teh likeli devresi; nöbet. 3. Şiddetli belirtilerle kendini belli eden ruhsal rahatsızlık. 4. Olayların gelişme sinde görülen karışıklık ve tehlikeli durum; kriz, 5. Gücünü kaybetme, düşme. 6. Üretim ile tüketim arasındaki dengenin bozulması; kıtlık; eksiklik; yokluk; bunluk. S buhran geçirm ek, K a rışık b ir devren in için de o lm a k ; bunalım geçirmek.\\ buhrân -ı ceyyid, {OsT} H astalığın iyileşm eye yiiz tut tuğunu g ö steren nöbet.\\ buhrân-ı kâmil, {OsT} H astalığın iyileşm eye yüz tuttuğunu g ö steren n ö bet]] buhrân-ı mahmûd, {OsT} H astalığın iyileş m ey e yüz tuttuğunu g ö steren n öbet.|| buhran-,ı redî’ , {OsT} H astalığın kötüye gittiğinin belirten n ö bet.\\ buhrân-ı vükelâ, {OsT} Hüküm et buhranı. || buhrân-ı suhünetî, {OsT}fız . K ritik sıcaklık. buhranlı, [buhran-lı] sf. 1. Buhran belirtileri göste ren, 2. m ecaz. Karışık ve tehlikeli, buhsamak, [buh-sa-mak] (eT} gçl. f i [- r ] 1. Kabul etmemek. 2. Zorla yapmak. [D LT] buhsatm ak, [buh-sa-t-mak] {eT} gçl, fi. [-u r] Dik başlılık ettirmek. [D LT] buhsı, [buh-sî] {eT} is. Pişmiş buğday ve badem içi üzerine bal ve süt ile yapılmış bulamaç dökülerek yapılan bir yemek. [D LT]
{eT} is.
buhur^, [Ar, bahr (deniz) > buhür j j £ ] (hu hu :j) is. Denizler, buhurcu, [buhur-eu] is. Buhur satan kimse, buhurdan,
[Far. butjür-dân dby& j
(bu hu:rda:n)
{OsT} is, İçinde kokulu ağaç kabukları yakılan tüts.ü kabı. buhurdanlık, -ğı [buhurdan-lık] (bu hurda:nlık) is. Tütsü kabı, buhıırlam ak, [buhur-la-mak] g ç l f i [- r ] [ - l(u)-yor] Tütsü yakmak; tütsülemek, buhurlu, [buhur-lu] is. 1. Tütsülenmiş. 2. Yol yol çizgileri olan kumaş, buhurluk, -ğu [buhur-luk] is. İçinde tütsü için konu lan maddeler yakılan kap; tütsülük, buhurum eryem , [Ar. bahür-i meryem] (buhu.rum eryem ) is. bot. Çuha çiçeğigillerden çiçek sapları toprak içindeki yumrularından çıkan, yapraklan uzun ve saplı, kökleri yer altında yuvarlak ve yumru biçiminde olan, ilkbahar, ve sonbaharda pembemsi veya beyaz çiçekler açan çok yıllık bitki; siklamen; tavşan kulağı; deve tabanı; domuz burnu; yer so munu; toparlak, (C yclam en) bujene, [Far. büjene
(bu ;jen e) {OsT} is, 1, To
murcuk. 2. Henüz açılmamış çiçek; gonca,
1. Boza. [D LT ] 2.
bujin, [Soğd. bujm] {eT} is. Çöpleme denilen zehirli bitki, (H ellebo ris). [D LT]
buhş, [Ar. buhş J& -] {OsT} is. 1. Delik. 2. Usturlabın
buji, [Fr. bougie] is. Patlamalı motorlarda yakıtı tu tuşturan elektrikli çakmak.
buhsıım, [buhsî > buhsu-m] Bira. [Clausoıı] göz deliği; bakaç.
buht1, [Ar. buht cJÇ-] {OsT} is. İki hörgüçlü deve.
buk1, [buk (yans.)] {eT} is. İçi boş şeylerin yere dü şünce çıkardıkları ses. [D LT]
buht2, [Far. b u h tcJt] {OsT} is. Oğul.
buk2, [buk] {eT} is. Gırtlak; boğaz. [E U TS]
I P J I f f S ilil,
m________________________________
buk\ [buk] (çğtz) i,s, Kavım lprpnz edilen, yer. [DS] buk\ [Ar. bük J jjJ is. 1. Düdük; boru. 2. Boşboğaz iflsan, 3 , B oş söz. buk5, [? buk] {ağız} is. 1. Büklüm. 2. Tomurcuk. [DS]
____________________________________ i y i ((. hanutı.'leo liıa m a c leo m . 2. m ecaz, Çıkarları doğ rulıusuıula hcnıeıı görüş ye davranış, değişikliği gpsteren kimse. 3. Eskiden renk renk ipliklerle çlokuııan ipekli kumaş. Ş?J bukalemun gibi reıık de ğiştirmek, Sişîekljijfikir- değiştirm ek,
buk’ a,. [Ar. buk'a* Wi\ fO tfl} is,, 1, t j f e , yer;, toprak.
bukalemurçgjller, [bukalemun-gil-ler] iş. zool, ]&şr-
2> Büyük bina, 3, Benek; tek©- S fouk’u buk^,, {OsT} Yer-yer; m em leketi m em leket.
tcakolelerdcn renklerini bulundukları yerin rengine uyduran u/un dilli sürüngenlier familyası,
buka., [bukâ l buğâ} (buka,:}. {eT} iş. Boğa. [ETY] |!K1*Ö>.; ‘(li'.b.ıin! -KBI
bukalıununluk. -ğu [bukalemun-luk] is. Bazı hay vanlarda deri renginin ani olarak değişmesi olayı,
bukaç, [bukaç l bukaç] {eT} is. 1. Topraktan yapılmış çömlek türü şeyler; su kabı. [DET] 2 , Tencere. [Et. UTS) bukadmak, [bukâ > bukâ-d-mak] {eT} gçsz. f i f - m ) Boğa olmak; boğalaşmalt; boğa hâline gelmek, hftkagl» [hul^a-gı
{eAT}, İs, -*■ bukagu.
bukagu, [*t(uka-mak > bukâ-ğü y i # i y -^ y ] (buk a:ğ u :) {eT} {eAT} {QsTf iş, 1. Bukağı; köstek; bağ. [EUTS] [Gabain] 2. Hırsızların ellerine vurulan ke lepçe. [DLT] bukagııçı, [bukâgü > lnıkağu-çt| {eT} İS-, 1. Bukağı vuran; bukağıcı. 2, Gardiyan. [Clauson] bukagulug, [hukağu-lng} {eT} şfi, Bukağı vurulmuş; b^ğlı; köstekli. bukagulııgçı, [hukağu-luğ-çı] {eT} is. Cellat; gardık yan. [Çlauson] bııkağ, [bukağ] {ağız} iş. Gerdan. [DS] bukağj, [eT. buka^ğu > bukağı] is, 1, Köstek, bağ. 2, Eskiden ağır cezalı mahpusların ayaklarına takılan ve ucuna pranga bağlanan demir halka. 3. Kaçma ması için hayvanların ayaklarına bağlanan zincir; köstek, S bukağı vurm ak, K a çm a m ası için a y a ğına bu kağ ı bağ lam ak. bukağılama, [bukağı-la-ma] is. Bukağılamak işi. bukağılamak, [bukağı-la-mak] g ç l f i f - r ] [-l(ı)-yor]. (Hayvan için) ayağına bukağı takmak, bukağılanmak, [bukağı-la-n-mak] edil. fi. [-ır ] 1. Bukağı vurulmak, 2. d ö n ş l fi. Bukağı sahibi olmak; bukağı edinmek, bukağılatmak, [hukağı-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Bukağı vurdurmak; zincirletmekbukağılı, [bukağı-lı] sf. 1. (At için) ayağına bukağı takılmış olan, 2. (At için) bileklerinde beyaz halka lar olan. bukağılık, -ğı [bukağı-lık] is. Atın ayağında tırnakla topuk arasındaki dar kısım, hu kak, [bukâ-mak > bulça-k] {eT} sf. 1. Yuvarlak. [EUTS] 2. is. Kuş kursağı. [DLT] bukalemun, [Yun. khamaileon (yer aslan ı) > Ar. ebükalemun / Far, bükalemün
is. zool. 1.
Bukalemungillerden, renk değiştirmesiyle ünlü, 2530 cm. boyunda bir tür kertenkele; kaya keleri,
b.ukame,
bukâme « U ] (bü kü m e), {Q sf} K,
Yün döküntüsü; yün kırıntısı. 2. m ecaz, Ap^l adami mahyak. bukaxsjt, [b,ukâ-mak >•buka-r-sı] {eT} is. Bağ; köşkte bukağı. [ETY], [G^bai^ bukat,, -ti [Ar. b.âkî > bûkât
(bük&t), {%$]> iş..
Ağlayanlar-
bukatpıak, [bttkâ > bukavt-mals
t bukâ-4miak|
gçsz. f i t*-, bukadmak, bukay, |Ş bukay] {eT}; sf; 1, Alçalt; kısa. [EUTS] 2. Aşağıda olan, bıık^t, |Fr, bouquet:] is. Çiçek, demeti. bulikwit [Ar, bukkârl ^,1%] (bvl^yW :)) {OşT} is-, 1, Bela; musibet; afet, 2.. sf. (Söz için) yalan, bukle, [Fr, bouçlel iş, KüÇijk lüle gibi kıvrım^ saç, # bukle bukle,, kıvrım b u kleli suç, bukleli, [bukle-li] sf. Buklesi olan; kıvrımlı, buklesiz, [bukle-siz] sf. Buklesi olmayan; kıvrıtnşi?. buklet, [Fr. boclette (küçük s a ç kıvrım ı)} is, 1, Deği şik numara ve bükümde küçük iplik liflerinin mey dana getirdiği kıvrımlı süslü iplik. 2. Bu tür iplikle dokunmuş veya örülmüş giyecek. bukm ak1, [bulamak] {eT} gçl. f i [-a r ] 1. Bükmek; kıvırmak; {ağız} (aym). [DLT] [DS] 2. {ağız} Lehim lemek; tutturmak, [DS] 3 , gçşz. fi. {ağız,} Bükülmek.; burkulmak. [DS] bukmak2, [buk-mak] gçsz. f i [ - a r ] {ağız} Uğur sayıL mak, [DS] bukram ak, [b.uk-râ-mak / buk-rı-mak] {eT} gçss. f i (Hayyan için) sıçramak; çamışlık etmek. [DLT] bukran, [Ar. bukran] is. Saraçların kullandığı kırpın tı yünler, B u krat, [Yun, hipp,aerates ~> Ar. bükrât
(tw;^
k ra:t) öz. is. Meşhur Yunanlı hekim Hipokrat. bukratî, [Ar. bukrâtl Jslyij] (bu kra:ti:) şfi Hipokrat’a ait; Hipokratla ilgili, bukratiyun., [Ar, bukrâtiyyûn
(bükra,:tjy-
yu:n) is. Hipokrat’ı izleyenler; Hipokratçılar. bukta, [Ar. bukta i t i ] {OsT} sf. 1. Dağınık; perişan,
2. is, Kalabalık; güruh. 3- Cemaat; topluluk.
O T u M K M ıU fi.,,
BUK [buk-mak > buk-uk] {eT} is. 1. Çiçek toplu luğu; çiçek tomurcuğu. [DLT] 2. Boğazda beliren ur. [DLT] 3. {ağız} Yavru. [DS]
b u k u k ,
[Ar. bu'küke aS'jSUj] (bu -kû :ke) {OsT} is.
b u ’k u k e,
b
Kalabalık; izdiham. S b u ’ k û k e t ü ’ s - s a y f , {OsT} Yaz mevsim inin en s ıc a k zam an ı. || b u ’ k û k e t ü ’ s ş i t â , {OsT} K ışın en so ğ u k zam an ı; zem heri. u k u k l a n m a k , [bukuk-la-n-mak] {eT} d ö n ş l.f. [-u r] Yuvarlaklaşmak. [EUTS]
b u k u l,
-lü [Ar. baki > bükül J_ji] (buku.i) {OsT} is.
Sebzeler; yeşil otlar; yeşillikler, [buk-mak > buk-ul-mak] {eT} edil. f . [u r] Bükülmek; toplanmak; burkulmak. [DLT]
b u k u lm a k ,
[buk-un] {eT} is. Halk; ahali; millet. [EUTS] [Gabain]
b u k u n ,
[buk-un-mak] {eT} g ç l .f . [-u r] Bükmek; kıvırmak. [DLT]
b u k u n m a k ,
b u k u rm a k ,
[buk-ur-mak] {eT} g ç l .f . [-u r ] İndirmek.
[DLT] [Toh. bokursı] {eT} is. 1. Saban. [ETY] 2. Saban demiri. [DLT]
b u k u r s ı,
b ü k ü n ,
[bu+kün] {eT} zf. Bugün. [EUTS] [bu+kün-ki] {eT} sf. Bugünkü
b u k ü n k i,
[bul (yans.)] is. Yüksekten akan gür suyun çı kardığı sesi ve akışını anlatan kök. [Zülfıkar] bul d u r buldur.
b u l 1,
[bul] is. Yalnız iki yüzü testere ile düzeltilmiş tahta.
b u l 2,
b u la ,
[büla "i# I ;] is. 1. Yenge. 2. {ağız} Amca ve
ya dayı karısı. 3. Hizmetçiye göre evin hanımı. {eAT} (aynı) [DS] 4. {eAT} Abla, [bula-ç] {ağız} is. Ayran yaparken yoğurdu çırpmaya yarayan araç. [DS]
b u la ç ,
[Yun. bulada] ( b u la ’da) {ağız} is. Büyük piliç. [DS]
b u la d a ,
b u la d a n ,
[Yun. platanos] is. Çınar,
[bü (bu har) > bü-la-d-mak / bu-la-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Tencere buğusunda pişirtmek; bu ğulamak. [DLT]
b u la d m a k ,
[bula-mak > bula-ğaç] {ağız} is. Bulama işinde kullanılan araç. [DS]
b u la ğ a ç ,
[bula-ğan] {ağız} is. Kağnı miline sürülen yağlı katran. [DS]
b u la ğ a n ,
b u l a k 1, - ğ ı
[eT. bul-ak J İ J is.
1.
Kaynak; pınar; çeş
me; göze. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [EUTS] [DS] 2. Kanal. [EUTS] 3. {ağız} İçinde çeşme, su bulunan yeşillik; çeşme başı; su başı; pınar başı. [DS] b u l a k 2, b u la k b u l a k 3,
[bulak] {eT} sf. (At için) haşarı. [KB] t? {eT} B oyu kısa sırtı gen iş at. [DLT]
a t,
[bulğâ-mak > bulğak / bulak] {eT} sf. Karışık.
[bula-k] {ağız} is. 1 . Kaçakçı ve hırsız ya tağı. 2. Bela; felaket. 3. sf. Sersem. [DS]
b u l a k 4, - ğ ı
[bulak-muk] {eT} is. Un lapası,
b u la k m u k ,
[bula-ma] is. 1 . Bulamak işi. 2. Üzüm ve di ğer meyve şıralarının kaynatılması ile elde edilen kıvamı koyu pekmez. 3. {ağız} Koyun ya da ineğin ilk sütü; ağız. [DS] 4. {ağız} Bu sütü kaynatarak ya pılan yemek. [DS] 5. {ağız} Ağızın bitip, inekten ilk sütün alındığı zamanki süt. [DS] 6. {ağız} Kaynamış ve çökmüş süte yumurta konarak yapılan yemek. [DS] 7. Ayranla dövme buğdaydan yapılan çorba. 8. {ağız} Ayran. [DS]
b u la m a ,
[bula-mak > bula-maç / bulama+aş] is. 1. Sulu ve akışkan hamur. 2. Muhallebi akışkanlı ğında yapılan bir tür un helvası. 3. Bitki hastalıkla rına karşı hazırlanmış zehirli koyuca sıvı ilaç. 4. {ağız} Hayvanlara verilen sulu yem. [DS] 5. m ecaz. Oradan buradan derlenmiş, toplanmış; karışık.
b u la m a ç , - cı
b u l a m a k 1,
[eT. bü (buğu) > bu-l-ğâ-mak (karıştır
m ak) > bulâ-mak > bula-mak
ij J g çl. f . [- r ] [-
l(u )-yor] 1. Bir nesneyi bulaşabilen bir akışkan içi ne yatırarak üzerini kaplamak; batırmak. 2. Bir şeyi sıvı ve bulaşabilen bir başka şeyle kirletmek. 3. Sıvı haldeki bir şeyi karıştırmak; çalkamak. {eAT} {OsT} (aynı) 4. {eT} Pişirmek. [DLT] 5. {OsT} Bulan dırmak. 6. {eAT} Sallamak. 7. {ağız} Dolanmak; sa rılmak. [DS] b u l a m a k 2,
[bulğa-mak] {eT} is. Bulamaç. [Nevâyî]
[bula-maç > bulam(b)aç] {ağız} is. 1. Bulamaç; koyu un çorbası. 2. Badana. [DS]
b u la m b a ç , - cı
[bulan] (bu la:n ) {eT} is. Yaban av hayvanı; er kek geyik. [DLT]
b u la n ,
[bulan-cak] {ağız} is. Bulanık akan su.
b u la n c a k , -ğı
[DS] [bulan-dır-ıcı] is. ve sf. 1 . Bulantı veren. 2. Manevî iğrenme duygusu veren; tiksindirici, nef ret ettirici.
b u la n d ır ıc ı,
b u la n d ır ılm a ,
[bulan-dır-ıl-ma]
is.
Bulandırılmak
eylemi. [bulan-dır-ıl-mak] edil. f. [ -ır ] Bu landırmak işi yapılmak,
b u la n d ır ılm a k ,
b u la n d ır m a ,
[bulan-dır-ma] is. Bulandırmak işi.
[bulan-dır-mak] gçl. f . [-ır ] 1 . Bir sıvının içine bir şey koyarak bulanmasını sağla mak. 2. m ecaz. Karıştırmak. 3. m ecaz. İki ve daha fazla şeyi birbirine ayırt edilemeyecek biçimde ka rıştırmak.
b u la n d ır m a k ,
b u la n g ,
[Çin. pu lang] {eT} is. Sofa; veranda; hayat.
[EUTS] [bulan-mak > bulan-ık] sf. 1. Bulanmış olan; duru ve açık olmayan. 2. (Hava için) bulutlu ve kapanık. 3. (Göz için) donuk; fersiz. 4. İyi seçi lemeyen; net olarak görülemeyen. 5. Karışık. 6. m ecaz. Niteliği tam olarak anlaşılamayan, S 1 b u l a n ı k s u d a b a l ı k a v l a m a k , B ir fırsa tta n kötü niyetle y ararlan m ak.
b u la n ık , -ğ ı
iM r ü i f j ı a ı .6 9 1
BUL
bulanıkça, [bulanık-ça] s f 1. Biraz bulanık olan. 2. Çok duru olmayan, bulanıklaşma, [bulanık-la-ş-ma] is. Bulanıklaşmak eylemi. bulanıklaşmak, [bulanık-la-ş-mak] gçsz. f . [-ır ] Bu lanık bir durum almak, bulanıklık, -ğı [bulanık-lık] is. 1. Bulanık olma du rumu. 2. Karışıklık. 3. (Fotoğraf için) net olmama, bulanış, [bulan-mak > bulan-ış] is. Bulanma eylemi ve biçim. bulanma, [bulan-ma] is. Bulanmak eylemi, bulanmak, [e l '. bul-ğan-mak > bulan-mak edil. f . [ -ır ] [eAT, -u r] 1. {eAT} Karıştırılmak; yoğ rulmak. 2. Bulantısı olmak. 3. dönşl. f . Duruluğunu kaybetmek. 4. {eAT} Salınmak; hıram etmek. 5. Her yanı bir şeyle kaplanmış, bulaşmış olmak. 6. Kir lenmek; lekelenmek. 7. (Hava için) parlaklığını ve duruluğunu yitirmek. 8. {ağız} Karışmak; temas etmek; değmek. [DS] 9. {ağız} Hiddetlenmek. [DS] bulantı, [bulan-tı] is. İnsanın midesinde görülen kus mayı gerektirecek bir rahatsızlık. S1 bulantı ver mek, insanın içini, m idesin i bu lan dırm ak; tiksin dirmek. bular, [bu-lar
I
/ j'İjj] {eTj {eAT} zm. Bun
lar. [EUTS] S bularunçttn, {eAT} B u n lar için .||bu lanınla, {eAT} B u n la rla; bu n lar ile. bularca, [bu-lar-ca
{eAT} zf. Bunlar kadar,
bularcılayın, [bu-lar-cılaym j 4 = - {eAT} zf. Bunlar gibi. bulaşıcı, [bula-ş-ıcı] sf. Bir kimseden başka birine geçen; bulaşan, fi1bulaşıcı hastalık, M ikropların başka k işilere bu laşm ası ile g e ç e n hastalık. bulaşıcılık, -ğı [bulaş-ıcı-lık] is. Bulaşıcı olma du rumu; bulaşıcı olan şeyin niteliği, bulaşık, -ğı [bulaş-mak > bulaş-ık] sf. 1. İstenmeyen herhangi bir nesneye bulaşmış olan. 2. Bulaşan. 3. mecaz. Kötü; yapışkan; kirli. 4. a rg o. (İnsan için) rahatsız eden, kavga çıkarmaktan hoşlanan; sata şan. {ağız} (aynı) [DS] 5. argo. (Kişi için) yapışkan; sırnaşık; askıntı olan. 6. {ağız} Sevimsiz. [DS] 7. is. Yiyecek ve içecek konulup yendikten veya boşal tıldıktan sonra henüz yıkanmamış kap kacak cin sinden mutfak eşyası. S bulaşık bezi, B u laşık y ı karken o v a la m a d a ku llan ılan bez. || bulaşık deniz, Mayın teh likesi o la n deniz.\\ bulaşık deterjanı, Bulaşık k a p la rı y ıka m ak ta kullanılan ö z e l tem izlik maddesi. || bulaşık eldiveni, B u la şık y ıka rk en e lle rin z a r a r g ö rm em esi için giyilen ö z e l eldiven. ||bu laşık gemi, T ayfaların da y a d a için deki y o lc u la rında bu laşıcı h a sta lık bulunan gemi.\\ bulaşık iş, Doğru olm ayan, y a s a la r a uygun olm ayan, yolsu z *f.|| bulaşık kabı, İçin d e bu laşıkların y ıkan d ığ ı g e nişçe kap. || bulaşık makinesi, B u laşığ ı ken d i k en
din e yıkayan elektrikli ev aleti. ||bulaşık suyu, B u laşık ları y ık a m a k veya yıkan m ış b u laşıkları duru lam a k için b ir k a b a konulm uş sm.|| bulaşık suyu gibi, (Y iyecek ve iç e c e k için) özen le hazırlan m a mış, tadı ve lezzeti y erin d e olm ayan. bulaşıkçı, [bulaşık-çı] is. Lokanta gibi toplu yemek yenilen yerlerde bulaşık kapları yıkamakla görevli kimse. bulaşıkçılık, -ğı [bulaşık-çı-lık] is. Bulaşıkçının yap tığı iş. bulaşıkhane, [bulaşık + Far. hâne
is. Otel,
yatılı pkul, kışla ve lokanta gibi çok kalabalık kişi nin yemek yediği yerlerde bulaşık kapları toplamak ve yıkamak için ayrılmış bölüm ve yer. bulaşılma, [bulaş-ıl-ma] is. Bulaşılmak eylemi, bulaşılmak, [bulaş-mak > bulaş-ıl-mak] edil. f . [-ır ] İstenmeyen bir işe girilmiş veya karışılmış olmak, bulaşkan, [bulaş-kan] sf. 1. Değdiği yere hemen bu laşan ve bulaştığı yerden de zor temizlenen. 2. m e caz. Başkalarına sataşma ve kavga etme huyu ve alışkanlığı olan; kavgacı; sataşkan; huysuz, bulaşkanlık, -ğı [bulaş-kan-lık] is. 1. Bulaşkan olma durumu. 2. Bulaşkan bir şeyin niteliği, bulaşlamak, [bulaş-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Başlamak. [DS] bulaşma, [bula-ş-ma] is. Bulaşmak eylemi, bulaşm ak, [eT. bul-ğâ-ş-mak > bula-ş-mak / gçsz. f . [-ır ] [eAT, -ur] 1. Bir şeyin üzerine bulaşıcı bir nesne sürülmüş, dökülmüş veya sıvaş mış olmak. 2. Kirlenmek. 3. (Bir hastalık mikropla rı için) geçmek; yayılmak. 4. (Bir fikir, görüş için) etkilemek. 5. Kavga ve huzursuzluk çıkarmak için birine sataşmak; musallat olmak; çatmak; sataş mak. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 6. Bir rastlantı sonucu ya da istemeden bir olayın içinde yer almak; ka rışmak; duçar olmak. {eAT} (aynı) 7. {eAT} Karış mak; fenalaşmak. 8. {eAT} Meşgul olmaya başla mak. 9. {eAT} Bulanmak; alûde olmak. 10. {ağız} Başlamak. [DS] 11. {ağız} Bir işe istekle başlamak. [DS] 12. {ağız} Engel olmak. [DS] bulaştırılma, [bulaş-tır-ıl-ma] is. Bulaştırılmak işi. bulaştırılmak, [bulaş-tır-ıl-mak] ed il f . [ -ır ] 1. Bu laştırma eylemi ve işi yapılmış olmak. 2. Bulaşmak durumunda bırakılmış olmak, bulaştırm a, [bulaş-tır-ma] iş. Bulaştırmak işi. bulaştırm ak, [bulaş-tır-mak] g ç l f [-ır ] 1. Bulaşma sını sağlamak. 2. Bulaşma özelliği olan bir şeyi bir başka nesnenin üzerine sürmek; sıvamak; kirlet mek. 3. Bir hastalık mikrobunun başkasına geçme sine yol açmak. 4. Düşüncesini, görüşünü başkala rını etkileyecek biçimde yaymak. 5. Birini bir işin veya olayın içine sokmak; karıştırmasını sağlamak, bulatalık, -ğı [Slav, blato => bulata-lık] {ağız} is. Bataklık. [DS]
ÖİMUKCESÖZLÜK. 692
BUL
bulatm ak1, [bü (buğu) > bulâ-mak (buğulam ak) > bula-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] (Herhangi bir şeyi) tencere buğusunda pişirmek; buğulamak. [DLT] [Clauson] bulatm ak2, [bula-mak > bula-t-mak
y\ {eAT} {çı
ğızf gçl. fi. [-ır ] [eAT, -ur] Bulandırmak. [DS] bulcaş,
[Muğ.
bolca-mak
(sözleşm ek)
>
bulcaş
(eAT) is. Vaat; söz. bulcum ak, [bulcu-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] Kendi kendini teselli etmek; avunmak. [DS] bulcunm ak, [bulcu-n-mak] (ağız} dönşl. fi. [-u r] Kendi kendini teselli etmek; avunmak. [DS] bulcutm ak, [bulcu-t-mak] (ağız) gçl. f i [-u r] Avut mak; vakit geçirtmek; eğlendirmek. [DS] buldok, -ğu [İng. bull (bo ğ a) + dog (köpek)] is. zool. İri kafalı, alt çenesi daha uzun, buruşuk kafa derisi yanaklarından aşağı sarkan, kısa ve çarpık bacaklı güçlü bir tür köpek, buldozer, [İng. bulldozer] is. Ön kısmında kürüme ve kaldırma düzenekli büyükçe bıçağı bulunan, toprak kazma, itme ve kaba tesviye işlerinde kulla nılan bir ağır iş makinesi. bulduk1, -ğu [bul-mak > bul-duk] {ağızj is. 1. Bulu nan çocuk. 2. Kimsesiz çocuk. 3. Kadının ilk koca sından olan ve ikinci kocasının yanma götürdüğü çocuk. 4. Üvey çocuk. S. Piç. [DS] bulduk2, -ğu [? bulduk] {ağız} is. Çömlek. [DS] buldukmak, [bul-duk-mak / bul-tuk-mak] {eT} edil. fi. [ - a r ] Bulunmak. [DLT] bulduktı, [bul-duk-tı] {eT} sf. Bulunmuş; buluntu. [DLT] 5 1 bulduktı nen, {eT} Bulunmuş eşy a ; bu luntu m al. [DLT] buldum cuk, -ğu [bul-du-m-culc] is. 1. ( ‘‘O lm a k ’’ yardımcı fiili ile) çok arzu ettiği bir şeyi elde edin ce düşülen çok sevinmeli durum. 2. {ağız} Şirin. [DS] S buldumcuk delisi, (ağız} N e oldum d elisi; um duğundan f a z l a şey bulm aktan şaşkın. [DS]|| buldum cuk olmak, {ağız} 1. N e olduğunu bilem e m ek ; şa şırm a k; g ö rm em işlik yapm ak. 2. Yiten, unu tulan şe y birden a k la gelm ek. [DS]
buldum, [Kençek. buldum] {eT} is. İçerisini üzüm konulmuş höşmerim. [DLT] buld ur1, [buld (yans.) > buld-ur] {eT} is. Gür akan su sesini anlatan yansımalı gövde. S1 buldur bucak, Yıkık d ö kü k; h a ra p .|| buldur buldur, 1. {eAT} Tane tan e; d a m la d a m la ; bon cu k boncuk. 2. {eT} Güldür güldür. [DLT]|| buldur buldur etmek, {eT} Güldür gü ldü r etm ek. [DLT] buldur2, [bir+yıl-dır / bu+ıl-dır jjJ^>] {eAT} (ağız} zf. Geçen yıl. [DS] bulduratm ak,
[bul-dur-a-d-mak >
budura-t-mak]
(eAT) g çl. f i [-u r] (Bina için) baştan sona aramak, buldurkı, [buldur-kı
(eAT} sf. Geçen yılki.
buldurki, [buldur-ki l_sS
' {eAT} sf. Geçen yılki.
buldurm a, [bul-dur-ma] is. Buldurmak işi. buldurm ak, [bul-dur-mak] gçl. f i [-u r] 1. Bulmak eylemini yaptırmak. 2. {eAT} Arayarak bulmak, bulduzmak, [bul-mak > bul-dur-mak > bul-duzmak] (eT} gçl. fi. [-u r ] Buldurmak. [DLT] bu’le, [Ar. bu‘le aU>] {OsT} sf. Çok yiyen; obur. bulfakir, [Ar. ebü’l-fakır (fakirin b a b a sı) {OsT} is. Yoksul; fakir, bulgag, [bulğa-ğ] {eT} sf. Bulanık; bulanmış; karışık. [EUTS] bulgak1, [bul-ğa-mak (karıştırm ak) > bul-ğa-k] {eT} sf. 1. İsyancı; kışkırtıcı; isyankâr. [ETY] 2. Karışık; alt üst olmuş; düzensiz; intizamsız; karman çorman. [ETY] 3. is. Karışıklık; düzensizlik; kargaşa. [Clauson] 4. Düşman saldırısı yüzünden halk ara sında görülen kargaşa; bulanıklık; panik. [DLT] bulgak2, -ğı [? bulgak] {ağız} is. Başarı. [DS] bulgalık, -ğı [bulğa-mak > bul-ğa-lılç j ! Wjj] {eAT} is. Karışıklık. bulgalışmak, [bul-ğa-l-ış-mak] {eT} işteş, fi. [-u r] Birbirine bulanmak; karışmak. [Üç İtigsizler] bulgama, [bul-ğâ-ma] (bu lğ a:m a) {eT} is. Yağsız ve şekersiz bulamaç; lapa. [DLT] bulgam ak1, [bol-mak > bol-ğa-mak] {ağız} gçsz. f i [r ] [-g (u )-y o r] Çok olgunlaşmak. [DS] bulgam ak2, [bul-ğa-mak] {eT} gçl. f i [-r ] 1. Karış tırmak; bulaştırmak; bulamak. 2. Bulandırmak. 3. Düzeni bozmak; karışıklık çıkartmak; kışkırtmak; bozmak; karıştırmak. [ETY] [EUTS] 4. Öfkelendir mek. [DLT] 5. Can sıkmak. [DLT] 6. gçsz. f i Kusa cak gibi olmak; kusayazmak. 7. Bulanmak; karma karışık olmak. [EUTS] bulganç, [bul-ğâ-mak > bul-ğa-nç] {eT} is. Karışık; düzensiz. [ETY] bulganguk, [bulğâ-mak > bulğâ-n-uk / bulğâ-n-uk / bulğayuk] {eT} sf. Bulanık. [DLT] [KB] [Clauson] bulganm ak, [bul-ğâ-mak > bul-ğa-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] 1. Bulaşık olmak; bulanmak; karış mak. [DLT] [EUTS] 2. Kızmak; öfkelenmek. [DLT] 3. Yanılmak. [EUTS] bulganuk, [bul-ğa-n-uk] {eT} sf. Bulanık. [KB] bulganyuk, [bul-ğâ-n-uk / bulğayuk] {eT} sf. Karışık; bulanık. [EUTS] Bulgar, [eT. bulğa-mak (karıştırm ak) > bulğa-r] is. 1. Bugün Kazan Türkleri olarak adlandırılan İdil (Volga) havzasında yaşayan bir Türk boyunun geçmişteki adı. 2. Slavların güney kolundan olup bugünkü Bulgaristan’da yaşayan halk. 3. sf. Bulga ristan’la ilgili, Bulgaristan’a özgü. bulgari1, [bul-ğa-rı / bulgar + Ar. -i lSjUJJ {eAT} is. Sahtiyan.
« E l İ R
S
b u l g a r i 2,
İ M
BUL
. 693
[bulgari / bulgarna] {ağız} - * bulgari.
[D S ]
[bulğar + Ar. -î] (bu lg a .ri:) is. miiz. Volga boylarında Bolkar dağlarına göç eden Türklerin getirmiş olduğu ve hâlen Toroslarla Kayseri dolay larında çalınan bağlama ailesinden curaya benzer dört telli bir çalgı,
b u l g a r i 3,
[bulgari + İt. -ino] (bıılga ’rino) {ağız} is. Üç telli uzun saplı bir tür bağlama. [ D S ]
b u lg a r in a ,
[bulgari + İt. -ino > bulgarna] {ağız} -*■ bulgarina [ D S ] b u lg a ş , [bulğâ-ş-mak > bulğâ-ş] {e7} is.. Düşman saldırısı yüzünden halk arasında görülen kargaşa.
b u lg a r n a ,
[D L T ]
[bulgâ-mak > bulğa-ş-mak] {eT} işteş, f . [-ıır] 1. Topluca bulunmak; toplu halde mevcut olmak. [EUTS] 2. Karışmak. [KB]
b u lg a ş m a k ,
[bulğâ-ş-mak > bulğâ-ş-u] {eT} sf. Gürültü lü; patırtılı. [EUTS] b u l g a y u k , [bulgâ-mak > bulğâ-n-uk / bul-ğâ-yuk / bul-ğâ-k] {eT} sf. Bulanık. [DLT]
b u lg a ş u ,
[bul-gu] is. 1. Var olmasına rağmen henüz bilinmeyen bir şeyi bulup ortaya çıkarma işi ve bu işin sonunda elde edilen şey; keşif; icat; {ağız} (ay nı), (1942). [DS] 2. Bir araştırma ve inceleme veri lerinin değerlendirilmesinden çıkan sonuç. 3. tıp. Hastalığın ne olduğunun anlaşılmasına, teşhisine yarayan belirtiler; araz; semptom. 4. {ağız} Anlayış. [DS] 5. {ağız} İlham. [DS] 6. Vicdan, (1935).
b u lg u ,
[bul-gu-la-ma] is. 1 . Bulgulamak işi. 2. fel. Yeni olayları ve bilgileri bulma yöntemi ve öğ retisi.
b u lg u la m a ,
[bulgur-cu] is. Bulgur yapan ve satan kim
b u lg u r c u ,
se. [bulgur-cuk] is. 1. {ağız} Küçük bul gur. [DS] 2. Küçük taneler biçiminde yağan kar. {ağız} (aynı) [DS] 3. Küçük dolu tanesi, {ağız} (aynı) [DS] 4. g ö k b. Güneş yüzeyinde teleskopla seçilebi len küçük dairesel parçacıklar. 5. {ağız} Küçük ku zu dişi. [DS]
b u lg u r c u k , -ğ u
b u lg u r c u lu k ,
-ğu
[bulgur-cu-luk] is. Bulgur yapma
ve satma işi. [bulgur-la-ma] is. 1 . Bulgur taneleri gibi .küçük parçalara ayırma. 2. {ağız} Evlerin tava nına konulan sulu çamur. [DS]
b u lg u r la m a ,
[bulgur-la-n-ma] is. 1 . Bulgur taneleri gibi küçük parçalara ayrılma. 2. g ö k b. Güneş yü zeyindeki küçük taneciklerin kaynaşması olayı,
b u lg u r la n m a ,
[bulgur-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ır] Karıncalanmak; uyuşmak. [DS]
b u lg u r la n m a k ,
[bulgur-lu] sf. İçinde bulgur bulunan. S k ö f t e , K ö fte m alzem esi için e bulgur k o n u lara k y a p ıla n yem ek.
b u lg u r lu ,
b u lg u r lu
-ğu [bulgur-luk] sf. 1. (Buğday için) bulgur yapmaya elverişli olan. 2. is. Bulgur konu lan kap veya yer. 3. {ağız} Bulgur yapılan yer. [DS]
b u lg u r lu k ,
[bul-gu-sal] sf. 1. Bulguyla ilgili. 2. Bul guya ilişkin. 0 b u l g u s a l y ö n t e m , eğit. Ö ğretilm ek istenen şey i öğren cilerin kendilerin in a ra ştıra r a k bu lm aların ı sa ğ la y a n öğretim yöntem i.
b u lg u s a l,
[bul-ğa-mak > bul-ğa-k / bulhak] {eT} sf. Bulanık; bulanmış; bulanma; karışık. [EUTS]
b u lh a k ,
b u l ı n , [eT. bulın jJ_jj] {eAT} is. -*• bulun. [bul-gu-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(u )-y or] 1. Araştırma ve inceleme sonucunda bir şeyi ortaya bıüınmak, [bul-ın-mak] {eAT} gçsz. f. [-u r] 1. Ol mak. 2. Bulunmak. 3. Kavuşmak. koymak; bulmak; keşfetmek. 2. fe l. Yeni olayları bulışmak1, [bul-ış-mak] {eAT} işteş, f . [-u r] 1. Bir ve bilgileri bulmak, araya gelmek. 2. Karşılaşmak. 3. Kavuşmak. b u l g u n a , [Ar. malğüne => balğunâ / bulğunâ] (bul
b u lg u la m a k ,
guna:) {eT} is. Develerin yediği ılgına benzer, kır mızı ve gevrek bir ağaç. [ D L T ]
bulışmak2, [bul-ış-mak] {eAT} gçsz. f . [-u r ] 1. Birisi ne gelmek. 2. Birinin huzuruna yetişmek,
[burk-mak > burk-ul > bulgur / Far. bulğür] is. 1. Kaynatılıp kurutulduktan sonra kabuğu alına rak kırılmış buğday. 2. Sert ve ufak taneler halinde yağan kar; ebe bulguru. S b u l g u r b u l g u r , Bulgur tanesini an d ırır şekilde.\\ b u l g u r ç o r b a s ı , İn c e bu l gur ile y a p ıla n yoğu rtlu ço rb a . |j b u l g u r d ü z e n i , {ağız} Ö nem siz; d eğ ersiz ; şö y le böyle. [ D S ] | | b u l g u r k ö f t e s i , B u lgu rla yoğrulm uş kıym adan y a p ıla n k ö f teler yum urtaya batırılıp kızartıldıktan so n r a s a lç a lı suda h a şla n a r a k y a p ıla n b ir y em ek. || b u l g u r p i l a V ı , Kavrulm uş so ğ an ve iri taneli bulgur ile y a p ı lan pilav.\\ b u l g u r u n u , {ağız} Yeni öğütülm üş bu l gurun elen m esi sıra sın d a a lta g ec e n in ce tozları.
bulıt, [bü (buhar) > bü-l-ıt / bulut] {eT} is. Bulut. [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] [Yüknekî] [KB]
b u lg u r ,
[D S ]
[bulgur-ca] {ağız} is. Buğday, fasulye, no hut, mısırın suda haşlanması ile yapılan çerez. [DS]
b u lg u r c a ,
[bulıt-ça + u-lâ-yu] {eT} sf. Buluta ben zer; bulut gibi. [EUTS]
b u lıtç u la y u ,
[bulıt-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Bu lutlanmak. [DLT]
b u lıtla n m a k ,
b u lıtlıg ,
[bulıt-lığ] {eT} sf. Bulutlu. [ETY]
b u lıts ız ,
[bulıt-sız] {eT} sf. Bulutsuz. [Clauson]
[Yun. puli] {ağız} is. 1. Kuş. 2. Civciv. 3. Kuş çuk. [DS]
b u li,
[bılg / bılh / bılk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is. Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bırakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bu lk bu lk et mek, bulk-a-m ak, bulk-a-k. f i 1 b u l k b u l k e t m e k , {ağız} S allan m ak; oyn am ak; b ılk bılk etm ek. [DS]
b u lk ,
İÖ lH ID M tS ü M .
BUL bulka, [bulk (yans.) > bulk-a] fağız} is. Ayran yapı mında kullanılan küp; yayık. [DS] bulkak1, [bul-ğâ-mak > bul-ğa-k / bul-ka-k] {eT} sf. Bulanık; bulanmış; karışık. [EUTS] bulkak2, -ğı [bulk (yans.) > bulk-a-k] {ağız} sf. (Sebze ve meyve için) olgunluktan yumuşamış; sulanmış; erimiş; zedelenmiş. [DS] bulkam ak1, [bul-ka-mak / bul-ğâ-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] 1. Bulanmak; karmakarışık olmak. [EUTS] 2. g çl. f i Bozmak; karıştırmak. [EUTS] [Gabain] bulkamak2, [bulk (yans.) > bulk-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r [-k(u )-y or] 1. (Meyve, sebze için) olgunluktan yumuşamak; sulanmak; erimek; zedelenmek. 2. (Y ara için) iltihaplanmak. [DS] bulkanm ak, [bul-ka-n-mak] {eT} edil. fi. [-u r] 1. Bulanmak; karışmak. [EUTS] 2. dönşl. fi. Yanılmak. [EUTS] bulkumak, [bul-kü-mak] {eT} gçl. f i [- r ] Yerine ge tirmek; yapmak; icra etmek. [EUTS] bulkiimek, [bulk (yans.) > bulk-ü-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] 1. Ekşimek. 2. (Mide için) gaz yapmak. [DS] bullak, -ğı [bul-la-k] {ağız} sf. 1. Her tarafı sallanan. 2. is. Kalaycı çırağı. [DS] bullamak, [bul-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(u )-yor] Sallamak. [DS] bullanmak, [bul-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] Sal lanmak. [DS] bullıtçulayu, [bu(l)lıt-ça + u-lâ-yu] {eT} sf. Bulut gi bi. [Gabain] bulma, [bul-ma] is. Bulmak eylemi, bulm aca, [bul-maca] is. Değişik biçimlerde, verilen ipuçları ya da tanımlardan uygun kelime, sayı vb. şeyleri bularak yerine yazmak için hazırlanmış oyun; bilmece, bulm aç, -cı [bul-maç] {ağız} is. Yitik. [DS] bulmaduk, [bul-ma-duk] {eT} sf. Bulunmamış. [DLT] bulmak, [eT. bul-mak] gçl. f i [-u r] 1. Arama sonu cunda aranan şeyi elde etmek; görmek; karşılaş mak. {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [Tekin] 2. Rastlantı so nucu ele geçirmek; görmek. {eT} (aynı) 3. Kaybol muş bir şeyi, bir kimseyi tekrar ele geçirmek. 4. O zamana kadar kimsenin bilmediği, henüz yapama dığı yeni bir şey yapmak; icat etmek. 5. Var olma sına rağmen kimsenin görmediği bir yeri veya bir şeyi ortaya çıkarmak; keşfetmek. 6. Ulaşmak; var mak; erişmek; değmek; iletişim kurmak, {ağız} (ay nı) [DS] 7. Sağlamak; temin etmek; edinmek. {eT} (aynı) [İKPÖy.] 8. Bir görüşe ve kanaate varmak; (öyle) olduğunu düşünmek. {eT} (aynı) [İKPÖy.] 9. Değişik bir durumda görmek. 10. Bir kusuru, suçu yüklemek. 11. Matematik işlemlerinde sonuca ulaş mak; çözmek. 12. Kullanmak; yararlanmak. 13. Uğramak. 14. Hatırlamak; çıkarmak; anımsamak. 15. Beklenmedik bir şekilde karşı karşıya gelmek.
16. Elinde olmayan sebeplerle olması gerekmeyen bir ortamda ya da durumda olmak. S bula bula bunu (şunu, onu, beni, seni, bizi, sizi, onları) bul m ak, 1. Var olan şey lerin içinden en değersizin i (en güçsüzünü, en dertlisini, en az ilgili olanını) seçm ek. 2. K ötü rastlan tıya ça tm a k .|| buldukça bunamak, B aşkaların ın b ir türlü eld e ed em ed iğ i şey le ri e ld e ettik çe d a h a çoğum ı e ld e etm e hırsın da olm ak. ||Buldun bal alacak çiçeği, Tam y a ra rla n ı la c a k kişiyi, y a d a nesn eyi e le g eçiren kim seye sö y lenen sö z .| bulup buluşturm ak, H er türlü ça rey e b a ş vu rarak sa ğ la m a k .|| bulup buşurm ak, {ağız} H er türlü ç a r e y e b a ş v u rarak eld e etm ek; bulup buluşturm ak. [DS]|| bulup da bursalam ak, {ağız} -*■ bulup da bulsuramak. [DS] ||bulup da bulsuramak, {ağız} E ld e ettiğini y a d a em ek siz ce sa h ip o l m a durum unda k ald ığ ı b ir şey i beğen m em ek. [DS] bulmış, [bul-mış] {eT} sf. Bulunmuş. [DLT] bulnamak, [bulun (tutsak) > bul(u)n-a-mak] {eT} gçl. f i [ - r ] Tutsak etmek; yakalamak; tutsak almak. [DLT] [ETY] [KB] bulnatmak, [bul(u)na-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Esir ettirmek. [DLT] bulnukmak, [bul(a)n-uk-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r] Bulanmak; karışmak. [KB] bulsuram ak, [bul-sıra-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-r(u )y o r ] 1. Çok harcamak. 2. Az bulmak; azımsamak. 3. Beğenmemek. [DS] bultukmak, [bul-duk-mak / bul-tuk-mak] {eT} edil. fi. [-u r] Bulunmak. [Üç İtigsizler] [Gabain] [EUTS] bulturm ak, [bul-tur-mak] {eT) gçl. fi. [-u r] Buldur mak; buldurtmak. [EUTS] [Gabain] bulucu, [bul-ucu] is. 1. Bir şeyi bulan, bir buluş yapan kimse; kâşif. 2. Zararlı gazları, radyoaktif maddeleri, manyetik dalgaları, mayınları bulmaya yarayan alet; detektör. buluç, [Far. pulüc
Ar. bulüc ?
{eAT} {ağız}
is. Erkekliği tam olmayan veya hiç olmayan erkek. [DS] buludi, [bulut + Ar. -î ıPjJb] (buludi:) {ağız} sf. (Üzüm için) kızıla çalan mor. [DS] buludu, [bulut + Ar. -ı] {ağız} sf. -*■ buludi. [DS] buluğ, [Ar. bulûğ (erişm e)] {OsT} is. -*• büluğ. ff bulüğ-i kemâl, M an evî olgunluk. bululamak, [bulu-la-mak] {eT} gçl. fi. [ - r ] 1. Karış tırmak. [Gabain] 2. Karışmak; karmakarışık olmak. [EUTS] bululmak, [bul-ul-mak / bul-un-mak] {eT} edil, f i [u r] 1. Bulunmak. [Üç İtigsizler] [KB] 2. Elde edil mek. [EUTS] 3. Erişilmek. [EUTS] bulun, [bul-mak (eld e etm ek) > bul-un] {eT} is. Esir; tutsak; tutuklu. [EUTS] [DLT] [Gabain] [KB] S bu lun kılmak, {eT} Tutsak etm ek; esir etm ek. bulunak, -ğı [bul-un-ak] {ağız} sf. Çok bulunan. [DS]
İ M
İ K
» . 6 9 5
BUL
bulunç, [bul-unç] {eT} is. 1. Bulunma; elde edilme. [EUTS] 2. Kazanç; kâr. [Gabain] 3. {yen i} Vicdan,
buluşatlı, [buluşat-lı] {ağız} sf. Buluş yeteneğine sa hip olan; akıllı. [DS]
bulunçsuz, [bul-mak (bu lm ak; edinm ek) > bul-(u)nçsuz] {eT} sf. 1. Bulunmayan; bulunmaz. [İKPÖy.] [Gabain] 2. Erişilmeyen. [EUTS] 3. Kazançsız. [EUTS] bulundurma, [bul-un-dur-ma] is. Bulundurmak işi. bulundurmak, [bul-un-dur-mak] gçl. f . [-u r] 1. Bir şeyin hazır durmasını, elde var olmasını sağlamak. 2. Yanından eksik etmemek, bulundurulmak, [bul-un-dur-ul-mak] edil. f . [-u r] Bulunması sağlanmak; elde tutulmak. bulung1, [bu-l-(u)n] (bulun) {eT} is. 1. Köşe; açı. [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Tekin] [ETY] [EUTS] [DLT] 2. Dört yönden her biri; yön; taraf. [Üç İtigsizler] [İKPÖy.] [ETY] 3. Bucak; dört ara yönler. [Gabain] [Tekin]] [ETY] [EUTS] 4. Ölçü; miktar. [EUTS] bulung2, [bülun] (budun) {eT} is. Bir tür ilaç. [EUTS] bulunma, [bul-un-ma] is. Bulunmak işi. fi1 bulunma durumu, dbl. F iilin belirttiği edim in g er çek le ştiğ i y eri g ö steren ismin h â li; k alm a durum u; lo k a tif; de hali. bulunmak, [bul-un-mak] edil. f . [-u r] 1. Arama sonucu veya rastlantı olarak elde edilmek. {eT} (ay nı) [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] [DLT] 2. Ortaya çıka rılmak, keşfedilmek. 3. İcat edilmek. 4. Kanaate varılmak. 5. Sağlanmak, temin edilmek. 6. dönşl. (Bir yerde) olmak. 7. gçsz. f . (Yardımcı fiil) her hangi bir durumda olmak, bulunmaz, [bul-un-maz] sf. 1. Eşine ve benzerine rastlanmayan; eşsiz; benzersiz. 2. Çok az görülen; ender. 0 bulunmaz H int kumaşı, Ç o k az ra stla nıldığı için ç o k d eğ e rli oldu ğu san ılan şey.
buluşma, [bul-uş-ma] is. 1. Buluşmak eylemi. 2. A y nı görüş veya duyguya varma, t? buluşma nokta sı, as. B ir birliğin m u h a reb e esn a sın d a sorum luluk alanının bittiği, d iğ er birliğin sorumluluğunun b a ş lad ığ ı y e r .|| buluşma yeri, B uluşm ak ü zere k a r a r laştırılan yer.
buluntı, [bul-un-tı
{eAT} is. Biri tarafından
bulunan ve başka birisine ait olan nesne; buluntu, buluntu, [bul-un-tu] is. 1. Asıl sahibi başkası olduğu halde, kaybettiği için bir başkası tarafından bulu nup kullanılan eşya. 2. ark eo. Kazılar sonucunda çıkarılan geçmiş devirlere ait eşya. 3. Sokakta bu lunarak evlatlık edinilen çocuk, buluş, [bul-uş] is. 1. Bulmak işi veya biçimi. 2. İnsan yeteneklerinin sınırları içinde ilk defa yeni bir şey yapıp ortaya koyma; icat. 3. Bilinen bilgilerden yararlanarak, daha önceden bilinmeyen yeni bilgi lere ulaşma ve yeni bir metot geliştirme. 4. ed. Bir sanat eserinde başkalarından ayrı bir biçim, düşün ce ve anlatım sergileyebilme. 5. {eT} is. Kişinin yaptığı işten elde ettiği kazanç; kâr. [DLT] S buluş hakkı, huk. D a h a ö n ced en kim senin bilm ed iği b ir alet yapan , y a ra rlı b ir m addeyi birleştirm e y o lu y la eld e eden birin e d ev letçe tanınan bu buluşunu kul lanm a ve sa tm a hakkı. buluşak, -ğı [bul-uş-ak] {ağız} is. Buluşma yeri. [DS] buluşat, [buluş + Ar. -ât oLs^Ju] (buluşa;t) is. Buluş lar.
buluşmak, [bul-mak > bul-uş-mak
işteş, f . [-
u r] 1. Önceden kararlaştırılmış bir yerde bir araya gelmek; birbirini bulmak. {eT} (aynı) [Gabain] [DLT] 2. Uzun bir ayrılıktan sonra birbirini görmek, birbi rine kavuşmak. 3. Aynı görüşe varmak; aynı duy guyu paylaşmak. 4. (Yol, kanal vb. için) bir yerde, bir noktada kesişmek. 5. {eAT} Karşılaşmak; rast laşmak. buluşturm a, [bul-uş-tur-ma] is. Buluşturmak eylemi, buluşturm ak, [bul-uş-tur-mak] gçl. f [-u r ] 1. Birbi rini görmek, bulmak isteyen kişilerin bir araya gelmesini sağlamak. 2. Bir araya getirmek. 3. (Ge rekli olan para için) zorlukla sağlamak. buluşuk, -ğu [bur-uş-uk > bul-uş-uk J^ J^ ] {OsT} s f Buruşuk. buluşulma, [bul-uş-ul-ma] is. Buluşulmak eylemi, buluşulmak, [bul-uş-ul-mak] edil. f . [-u r ] Buluşmak eylemi yapılmak, bulut, [eT. bü (buhar) > bü-l-ıt > bülut] is. 1. Hava nın üst katlarında, katı veya sıvı su damlacıklarının meydana getirdiği küme. {eT} [Gabain] [DLT] [EUTS] 3. Görüş alanını daraltan havada asılı her tür lü küme. 4. m ecaz. Tehlike belirtisi ve karamsarlık verici durum. 5. argo. sf. Çok sarhoş. S bulut ça lığı, {ağız} S ıc a k ve y a rı bulutlu havan ın etkisi ile y eterin ce g elişem em iş bu ğday tan esi; kavru k ekin. [DS]|| bulut geçeği, {ağız} K ıs a süren yağm ur. [DS]|| bulut geçkini, {ağız} K ısa sü reli yağm ur. [DS] 11 bu lut gibi, 1. (Sinek, b ö c e k vb. uçuşan h a y v an la r için) yoğun, çok. 2. a rg o . Ç o k s a rh o ş.|| bulut ke silmek, Ç o k s a rh o ş olm ak. || buluttan nem kap m ak, Ç o k alın g an lık etm ek; o lu r olm az şe y le r e bir an lam v er ere k şüphelenmek.\\ bulutunu vermek, argo. Ç o k sa rh o ş o lm a k .|| bulut vurgunu, {ağız} S ıca kla rın etkisi ile zam an ından ö n c e sa ra rm ış ekin. [DS] bulutlandırm ak, [bulut-la-n-dır-mak] gçl. f . [-ır] Bulutlanmasına yol açmak; bulutlu hâle getirmek, bulutlanm a, [bulut-la-n-ma] is. Bulutlanmak eylemi, bulutlanm ak, [bulut-la-n-mak] gçsz. f . [-ır ] 1. Bu lutla kaplanmak, örtülmek. 2. m ecaz. İyi göreme mek. bulutlu, [bulut-lu] sf. 1. Bulutla kaplanmış olan. 2. (Zihin için) bulanık, karışık. 3. Açık seçik görüle meyen. 4. (Mücevher için) saydamlığı eşit dağı lımda olmayan.
ÖIÖMIÜİCtSÖM.
BUL
bulutluluk, -ğu [bulut-lu-luk] is. m eteo. Gökyüzü nün sıfır ile sekiz oranlı derece arasında değişen bulutla kaplı olma durumu, bulutsu, [bulut-su] sf. 1. Buluta benzeyen; bulutu andıran. 2. is. g ö k b. flz . Uzaydaki düşük yoğunluk ta toz ve gaz karışımından meydana gelen kütle; nebülöz. S bulutsu kümesi, B ir y e r e yığılm ış olan ç o k sa y ıd a bulutsudan m eydan a g elen kiime. bulutsuz, [bulut-suz] sf. (Gökyüzü için) hiç bulut bulunmayan, açık, bulvar, [Fr. boullevard] (-1- ince söylen ir) is. Şehir içi ulaşımı sağlayan etrafı ağaçlı geniş yol. b um 1, [bum (yans.)] is. Güçlü ve derin bir gürültüyü yansıtan kök. [Zülfıkar] bum2, [Çoç. d. bum] (ağız) is. Su. [DS]
bumehin, [Far. bumehîn j ^ ^ ] (bu :m ehi:n ) {OsT} is. -*■ bumehen. bum erang, [Avust. yer. d. > İng. boomerang] is. Avustralya yerlilerinin kullandığı, fırlatıldığında geri dönüp gelen, kıvrık bir daldan yapılmış özel bir av silahı. bumhen, [Far. bümhen jf»^ ] (bu :m hen ) {OsT} is. -► bumehen. bum lam a, [bum-la-ma] is. Bumlamak işi. bum lam ak, [bum (yans.) > bum-la-mak] gçsz. f . [ - r j Otomobil lastiklerinin kusurlu takılması, ya da yol şartlarından dolayı gümleyerek patlaması, bum ruk, -ğu [bur-mak > bur-muk > bumruk] {ağız} is. Çimdik. [DS]
bum 3, [İng. boom] is. 1. Bir malı piyasaya sürmek için girişilen büyük reklam faaliyeti. 2. Borsada yapmacık fiyat artışı. 3. Ekonomik refah veya bir işletmenin ani gelişimi.
bumuz, [eT. mun / bun > bun-uz > bumuz] {ağızf is. 1. Üzüntü; keder. 2. sf. Utangaç. 3. Sefil. [DS]
bum4, [Ar. büm p j (bu:m ) (OsT) is. Baykuş. S
bumuzlu, [bumuz-lu] {ağız} is. Kederli; üzüntülü. [DS]
büm-i musîbet, {OsT} F e la k e t g etiren baykuş. bum 5, [Far. büm p>] (bu:m) {OsT} is. 1. Yer; yurt; ül ke; toprak. 2. Sürülmemiş tarla. 3. Yaradılış; huy; tabiat. bum a, [Yun. pöma (kaypak, y a ssı y u v a rla k taş)] is. 1. Üzüm küfesinin kapağı. 2. Tahtadan yemek tası, bumba, [İt. bumba / boma] ( b u ’m ba) is. dm . 1. Yan yelkenlerin alt kenarının bağlandığı, yük alıp ver mede kullanılan hareketli kalas; dikme; seren. 2. Liman ağzındaki engel. bum bar, [Far. mubâr / mumbâr / bumbar
is. 1.
Küçük ve büyükbaş hayvanların kaim bağırsağı. 2. Bu bağırsağa, ciğer, soğan, pirinç ve baharat doldu rularak yapılan bir çeşit dolma. 3. Kapı ve pencere aralıklarına, soğuktan korunmak için geçirilen içi pamuk veya kıtık doldurulmuş bez şerit, bum barlık, -ğı [bumbar-lık] is. Bumbar yemeği yapmak için hazırlanan iç.
bum uzlanmak, [bumuz-la-n-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır] Kederlenmek; üzülmek. [DS]
bun1, [Çin. pen / Sansk. bön /Far bun] {eT} is. 1. Asıl. [Üç İtigsizler] 2. Zemin, yer; esas; temel; [EUTS] [Gabaîn] bun2, [eT. mün / mun / mm > mun > bun] is. 1. Sıkıntı, gam, kasavet. 2. Şiddetli ihtiyaç; zaruret. 3. Bela; musibet. bun’, [Far. bıın OjJ (bu:n) {OsT} sf. 1. Kolay. 2. is. Dip. 3. Nihayet; son. 4. Temizlenmiş koyun bağır sağı. 5. anat. Döl yolu; rahim, buna, [eT. bu-n-ğâ / buna > bu-n-a] zm. “Bu” işaret zamirinin yaklaşma (yönelme) hâli. S buna bina en, {OsT} (Belirtilen, sözü ed ilen ) şe y e d a y an arak.|| buna mebni, {OsT} (Belirtilen, sözü edilen ) şe y e dayanarak.\\ buna değdi, buna değmedi diyerek, Ö nceden beğ en m ed iğ i şe y le ri so n rad a n çeşitli n e d en lerle s e ç m e k z oru n d a k a la r a k .|| buna mukabil, (B elirtilen şey e) k a r şılık o larak.
bumbulanık, [bu(m)-bu/lanık] (b u ’m bulanık) pekşt. sf. Dibi görünmeyecek kadar bulanık; çok bulanık,
bunak, -ğı [eT. mün > bun > bun (sıkıntı) > bun-amak > bun-a-k] sf. 1. (Kişi için) bunamış olan; ateh. 2. is. Bunamış kimse; matuh,
bum bur, [Yun. bumburas] {ağız} is. zool. Domuzlan böceği; bok böceği. [DS]
bunakça, [bunak-ça] sf. 1. Bunağa benzer, biraz bu nak. 2. (buna ’kça) zf. Bunağa yakışır şekilde,
bumburuş, [bu(m)-bu/ruş] (bu'm buruş) p ekşt. sf. Çok kötü bir şekilde buruşmuş,
bunaklık, -ğı [bunak-lık] is. Bunak olma durumu,
bum buruşuk, -ğu [bu(m)-bu/ruşuk] (bu m bu ru şu k) pekşt. sf. Çok kötü bir şekilde buruşmuş, bumbuz, [bu(m)-bu/z] (bu'mbuz) {ağız} pekşt. s f Çok soğuk; buzlu. [DS] bume, [Far. büme 4^ ] (bu :m e) {OsT} is. zool. Bay kuş. bumehen, [Far. bümehen ^
(bu :m ehen) {OsT} is.
1. Y er sarsıntısı; deprem. 2. Koyun bağırsağı.
bunalgın, [bun-al-mak > bun-al-gm] {ağız} s f (Hava için) sıkıntılı ve sıcak. [DS] bunalık, -ğı [bunal-mak > bunal-ık] {ağız} sf. 1. Bu nalmış durumda olan. 2. (Hava için) sıcak ve sıkın tı veren. [DS] bunalım, [bunal-mak > bunal-ım] is. 1. Yolunda gi den bir süreçte ani olarak beliren aykırılık; bunluk; sıkıntı; kriz; buhran. 2. Tehlike doğurabilecek de recedeki gerginlik. 3. tıp. Bir hastalıkta görülen ani ve olumsuz gelişme. 4. tıp. Üst karın bölgesinde
fflM İltE 58Mİ. 8 9 7 sıkıntı ile beliren ve solunum güçlüğü doğuran bir genel rahatsızlık. 5. Toplumun büyük ölçüde satın alma gücünün düşmesi, çalışma gücünün azalması gibi sebeplerle ortaya çıkan ekonomik sıkıntı. 6. p sikol. İnsanın içinde bulunduğu problemlere- bir çözüm ve çıkar yol bulamaması sonucunda içine düştüğü iç sıkıntısı ve ruhsal gerginlik. S1 bunalım g e çirm e k , H erh an g i b ir s e b e p le o rtay a çıkan bu nalım ı yaşamak.\\ b u n alım a d üşm ek, p sikol. R uhî sıkıntı ve g erg in lik için e girm ek. bunalım lı, [bun-al-ım-lı] sf. 1. Ruhsal gerginlik ve
recek sorun ve sıkıntı içinde bulunan. 2. (Dönem vb. için) tehlikeli boyutlara ulaşan gerilimli. 3. Bu nalım meydana getiren, bunalış, [bun-al-ış] is. Bunalmak durumu veya biçi
BUN b u n b u r, [Yun. bumburas => bunbur
b u n b u riy a, [Yun. boumbulia (arı)] {ağız} is. Kele
bek. [DS] b u n ca, [eT. bu-nça (bu zam irinin eşitlik h a li) > bun
ca 4=^] (b u n c a ) sf. 1. (Çokluk anlatırken) bu ka dar; bu denli; birçok. 2. Oldukça çok ve büyük miktarda; epeyce. 3. Böyle; böylesi. {eAT} (aynı) S1 b u n cad an b e rü , {eAT} Şu k a d a r z am a n d ır; bu k a d a r zam an dan b eri.jj b u n ca d ü rlü , {eAT} B u k a d a r; çeşit çeşit; türlü türlü. b u n cacık , -ğı [bunca-cık] (b u n c a c ık ) sf. 1. Bu kadar az. 2. Bu kadar küçük. 3. Çok az. 4 . (Sevgi ifadesi
olarak) küçük çocuk, b u n cağ ız, [bu-n-cuğaz > bu-n-cağız
mi. b u n alm a, [bun-al-ma] is. Bunalmak eylemi,
{eAT} is.
Domuzlan böceği; bok böceği,
{eAT} zfi.
Bu kadar.
b u n alm ak , [eT. mun / bun (sıkıntı) > bun-al-mak]
b u n cağ ız, [eT. bu-n-cuğaz > bu-n-cağız] (b u n c a ğ ız )
dön.yi. fi. .[-ir] 1. Soluk alıp vermekte güçlük çek mek. 2. p sik ol. İç sıkıntısına düşmek; çok tedirgin olmak. 3. Para sıkıntısı çekmek; darda kalmak; {çı ğız} (aynı). [DS] 4 {ağız} Usanmak; yorulmak. [DS]
is. 1. “Bu zavallıcık” anlamında acıma duygusu ifade eder. 2. {ağız} sf. Küçük; az; hafif; kısa. [DS]
.
bunalsalık, -ğı 4nınal-sa-lık! {ağız} is. Sıkıntı; darlık.
PSJ bunaltı, [bun-al-tı ] is.
Ortalıkta belirli bir sebep yokken duyulan gelip geçici iç sıkıntısı ve kaygı; bunalma.
b un altıcı, [bun-ial-t-ıcıi] sf.
1. Soluk alıp vermeyi güçleştirici; boğucu. 2. Tedirginliğe sebep olacak yoğun bir baskı oluşturan; sıkıcı,
b un altılm a, '[bun-al-t-ıl-ma] is. Bunaltılmak eylemi, bun altılm ak, [bun-al-t-ıl-mak] edil. f . [ - ır ] Bunalt
mak eylemi yapılmak; bunalmasına sebep olun mak. b u n altm a, l[bun-al-t-ma] is. Bunaltmak eylemi, b un altm ak , {bun-al-t-mak] gçl. fi. [ - ı r ] 1. Birinin so
luk almasını güçleştirmek. 2. Aşırı derecede sıkıl masına sebep olmak. 3. Para sıkıntısına düşmesine sebep olmak. b u n am a, [bun-a-ma] is. 1. Bunalmak işi. 2. tıp. Has
talık, darbe gibi dış veya yaşlılık, beyin damarları nın tıkanması gibi iç sebeplerle zihnî bağıntının kopması; ateh, b un am ak , [eT. bun (sıkıntı) > bun-a-mak] gçsz. fi. [-
r ] ;[-n (u )-yor] 1. Çeşitli sebeplere bağlı olarak mu hakeme, hatırlama gibi bir takım zihinsel faaliyet lerle konuşma ve hareket gibi bedenî yetenekleri zayıflamak; ateh getirmek. 2. {ağız} (Kız için) ev lenme çağı geçmek. [DS] 3. {ağız} (Yiyecek vb. için) kokmak; bozulmak. [DS] 4 . {ağız} Olduğu yerde durmak .[DS| b u n ar, [eT. bıiiar] (ağız} is. Pmar. [DS] bunayış, [bun-a-y-ıiş] is. Bunama eylemi veya biçi
mi.
b u n cak , -ğı [bu-n-cak
{eAT} {ağız} zfi Bu
kadar. ,[DS] b u n ca la r, [bu-n-ca-lar )
[eAT} zm. Birçokları;
birçok kimse, b u n caz, [bu-n-cağrz > buncâz] (bunca.:z) {ağız} zfi
Bu kadarcık; bu kadar az. [DS] b u n cılay m , [eT. mu-n-çulaym > tra-n-cılaym j j '
il j J ı ^ ] {eAT} zfi. Bunun gibi; böyle. [bun-cuk-mak] {ağız} gçsz. f i [-u r] Sabrı tükenmek; bunalmak; sıkılmak. [DS]
b u n cu k m ak ,
b u n ça, [bu + ançâ 1 munçâ] {eT} zfi. Bu kadar; bunca;
bu kadar (çok). [Tekin] [ETYj b u n çü lay u , [bunçâ + u-lâ-yu] {eT} zfi. -* munçulayu. b u n d a, [bu-n-da oJjj / o
zm. 1. “Bu” işaret zami
rinin kalma (bulunma) durumu. 2 . {eAT} zfi Buraya. 3. .{eAT} Burada. ® b u n d a b ir iş v a r, "Şimdi a n lam ad ığ ım v e bilem ediğim b ir neden olduğunu s a nıyorum ” an lam ın da kullan ılır. b u n d ak , [bu-n-ın + dek > bıııuluk Jxu| {eAT} zfi. Bu
kadar; böyle. bun dalıgu m u z, [bu-n-da-lığ-umuz
{eAT}
zfi. Burada bulunuşumuz; bulunduğumuz, b u n d alık , -ğı [bunda-lık j ) o-u^] {eAT} is. Burada o-
luş; burada olma, bun d an , [bu-n-dan
zm. 1. “Bü” işaret zamiri
nin çıkma durumu. 2. {eAT} zfi. Buradan. S b un dan ak d em , {OsT} D a h a ö n c e; bundan ö n c e .|| b un dan b aşk a, D a h a ayrı o la ra k. || b u n d an böyle, (Sözü edilen ) şeyden ve zam an dan so n ra ; ilerde.\\ b u n dan d olayı, Onun için ; bu sebeple:\\ B u n d an iyisi can sağlığı. D a h a iyisi bulunmaz, olm az.|| b un dan
OlMinfö SAMİ. 69*
BUN
naşi, {OsT) Onun için ; bu s e b e p le .|| bundan öte, {eAT} Bundan fa z la . ||bundan ötürii, Onun için ; bu se b e p le . || bundan sonra, (Sözü edilen ) şey ve z a m an dan sonra. bundıram ak, [? bundır-a-mak] {eAT} gçsz. f . [ - r ] Şı marmak; buldukça bunamak, bunduk', -ğu [Ar. bunduk / bunduka (küçük y u var {OsT} is. 1. Tüfek kurşunu. 2. Eski
l a k nesne)
den kullanılan bir tür mermiyi atan fitilli tüfek; fi linta. B bunduk serpmek, E skiden s a f tutarak a te ş ed ild iğ i z am an lard a birin ci s ıra d a k iler ateş ettikten so n r a y e r e ç ö k e r e k silahların ı doldururken o n ları k oru m ak için ikinci sıradakilerin , o n la r d a ayn ı ş e k ild e sila h doldururken b ir ark ad a kilerin a te ş etm esi. bunduk2, -ğu [Yun. pontikon (K araden iz cevizi) > Far. bunduk jJjj] {OsT} is. 1. Fındık. 2. Fındık bü yüklüğünde tane. 3. Ateşli silahlardan atılan taş ya da mermi. 4 {eAT} sf. Fındık büyüklüğünde. S bunduk şikesten, {OsT} 1. F ın d ık kırm ak. 2. Öpü c ü k verm ek.|| bunduk taşı, {eAT} F is k e ile a tıla b i len küçü k taş.
.
bundukçe, [Far. bunduk-çe a^sjul.] {OsT} is. Küçük mermi; kurşun, bundukçu, [bunduk-çu] is. tar. İmparatorluk döne minde top, tüfek, mancınık atan askerlere yeniçeri lerin verdiği ad. bunduki, [Ar. bunduk!
(bunduki:) {OsT} sf. 1.
Venedik’e ilişkin. 2. is. Venedik altını, bundukiye, [Ar. bundukiyye ıiJ^ ] {OsT} is. Tatar oku.
tırm ak için sıkıştırm ak. [DS]|| bun yiri, {eAT} Sıkın tı veren y e r v e zam an. bunga, [bu-n-ğa > buna *SÖ] (buna) {eAT} zf. 1. Bu raya. 2. Buna, bungadınçıg, [bun-ad-m-çığ / mun-ad-m-çığ] (bu hadınçığ) {eT} sf. Bunalmış; kafası karışmış; zihni bulanmış. [Clauson] S munadınçıg uluğ ış küdüg, {eT} O lağanüstü büyük b ir girişim . bungadmak, [bun-ad-mak / bun-ad-mak] (buhadm ak) {eT} gçsz. f . [-u r ] Bunalmak; sıkılmak; keder lenmek; müteessir olmak. [ETY] bungadturm ak, [bun-ad-tur-mak] {eT} gçl. f. [-u r] -*• mungadturmak. bungalm ak, [bun-al-mak] (bunalm ak) {ağız} gçsz. f . [-ır ] -*■ bunalmak. [DS] bungalov, [Hint, bangla (B en g al ’le ilgili) > İng. bungalow] is. 1. Hindistan’da tek katlı ve tahtadan yapılmış verandalarla çevrili ev tipine verilen ad. 2. Tek katlı ahşaptan yapılma basit barınak. bungalsılık, [bun-al-sı-lık öL -JS jJ {eAT} is. Bunaltı; sıkışık durum, bungam ak, [büge-mek > bun-a-malc] (bunam ak) {eAT} g ç l.f. [-r ] Engellemek, bungan, [*bun-ğân / mun-ğân] (bunğa;n) sf. Geveze; boşboğaz. [DLT] bungar, [bung (yans.) > bun-ar /
(buhar) {eAT} is.
Pınar; çeşme; kaynak, bungatm ak, [bun-a-mak > bun-a-t-mak] (bunatm ak) {eT} gçsz. f . [-u r] Bunalmak; sıkılmak. [ETY] bungdaş, [bun-daş
(bu hdaş) {eAT} is. Dert
ortağı.
bundukmak, [bun-duk-mak] {ağız} gçsz. f . Sabrı tükenmek; bunalmak; sıkılmak. [DS]
[-u r]
bunggak, [*bun-ğa-k / muyğa-k] (bu hgak) {eT} is. Dişi geyik.
bundurm ak, [bun-dur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] Kü çük görmek; azımsamak; beğenmemek. [DS]
bungkarm ak, [bun-ka-r-mak / mun-ka-r-mak] {eT} - * mungkarmak.
bunduz, [mun-duz / bun-duz] {eT} sf. 1. Bunak. 2. Geri zekâlı. [KB] [Clauson]
bunglanmak, [bun-la-n-mak ji^SL] gçsz. f . [-ır ] 1.
b un g', [bin / bmg / bınk / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bung-ul-dam ak, bung-ul-dak.
bunglu, [bun-lu
bung2, [mun > bun
(bun) {eT} {eAT} {ağız} is. 1.
A cı; sıkıntı; üzüntü; dert; mutsuzluk; keder; elem; gam kasavet; melankoli. [İKPÖy.] [Tekin] [DS] 2. Sefalet. [İKPÖy.] [Gabain] 3. Eksiklik; yokluk; şid detli ihtiyaç; zaruret. [Tekin] [ETY] S bun a! {eT} N e dert; n e a c ı.|| buna uğram ak, {eAT} Sıkıntıya dü şm ek; bunalmak.\\ bun gün, {eAT} Sıkıntılı gün; k a r a gün. || bununa burm ak, {ağız} F ırsattan y a ra rla n a ra k daraltm ak; sıkıntıya sokm ak. [DS]|| bununa busmak, {ağız} O lm ayacak b ir şey i y a p -
{eAT} Bunalmak. 2. {ağız} (Doğumu yakın olan ka dın için) hastalanmak. [DS] y ] (bunlu) {eAT} sf. Bunalmış
hâlde; sıkıntılı; mustarip. S’ bunlu gelmek, {eAT} Sıkıntı, keder, kaygı g elm ek ; bunalmak.\\ bunlu olm ak, {eAT} Sıkıntı ç e k e r o lm a k ; bunalm ak. bunglug, [bun-luğ] (buhluğ) {eT} sf. Bunlu; sıkıntılı; dertli; kederli. [DLT] bungsız, [bun-sız / bun-sız / mun-sız] (buhsız) {eT} zf. 1. Eksiksiz. [ETY] 2. Fazlasıyla; pek çok, bol bol; kesretle; mebzulen. [ETY] 3. Esirgemeden. [ETY] 4. Serbestçe; korkusuzca: [Tekin] 5. sf. Dert siz; kaygısız; sıkıntısız. [ETY] bungukmak, [mun-uk-mak > bun-uk-mak] (buhukm ak) {eT} dönşl. f . [-u r] Bunalmak; sıkıntıya düş mek. [DLT]
ırm ifflct®ffl •699
BUR
bungul, [bung (yans.) > bung-ul] is. Bir sıvının kay nar gibi kabarıp sönmesini, bulunduğu yerden ara lıklı çıkışını anlatan yansımalı gövde. 0 bungul bungul, {ağız} (Suyun a kışı için) b o l ve s e sli o la rak; ç a ğ ıl çağ ıl. [DS] bunguldak, -ğı [bung (yans.) > bung-ul-dak] {ağız} is. Bıngıldak. [DS] bungun, [eT. bun > bun-ğun] (bungun) {eAT} {ağız} sf. 1. (İnsan için) bunalmış durumda; sıkıntılı; çok sıkılmış; bunalmış; şaşkın; kederli; üzüntülü. 2. (Hava için) boğucu; bunaltıcı; nemli sıcak. 3. Yok luk içinde olan; darlık çeken. [DS] bungunlamak, [bun-gun-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ -r ] [-l(u)-yor] Bunalmak. [DS] bungunluk, -ğu [bun-gun-luk] {ağız} is. 1. (Hava için) sıkıntılı ve sıcak; boğucu. 2. Geçim sıkıntısı; darlık. 3. Baygınlık. [DS]
bunta, [bu >bu-n-ta] {eT} zm. 1. İşaret zamiri "bu"nun bulunma hâli; bunda. [ETY] [Tekin] 2. İşa ret zamiri "bu"nun yönelme hâli; buraya. [Tekin] [ETY] buntag, [bu+antağ / muntağ ?] {eT} zf. Bunun gibi; buna benzer. bunteg, [bu-n-ı+teg] {eT} zf. Böyle; bunun gibi; böylesi. [ETY] bunturm ak, [bun > *buntur-mak / mun-tur-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Çıldırtmak; delirtmek. [Clauson] buntutm ak, [bun+tut-mak? / bun-ut-mak] {eT} g çl. fi. [ - a r ] (Uyku için) kaçırtmak. [ETY] bunu, [bu > bu-n-u] zm. Bu, işaret zamirinin belirtme durumu.
bunguz, [eT. müngüz / büğüz ? > bunguz] {ağız} is. Kereste ya da ağaç üzerinde kesilmiş dalların bı raktığı iz; budak izi. [DS]
bunuk, [bun-mak > *bun-uk / mun-uk] {eT} sf. Kafa sı karışmış; zihni bulanmış, bunun, [bu > bu-n-un] zm. Bu işaret zamirinin tam layan durumu. S bunun burası, “A n layabileceğ in kadarıyla, senin an lay a cağ ın " an lam ın da kullanı lır. || bununla birlikte, 1. Bunun y an ın d a; b ir d e; b ö y le oldu ğu halde. 2. B ö y le oldu ğuna a ld ırm ay a rak.
bum, [bu-n-ı] {eT} zm. İşaret zamiri "bu"nun yükle me hâli; bunu. [Tekin] [ETY]
bupbu, [bub (yans.) + bu (yans.)] {ağız} is. Çavuşkuşu; ibibik. [DS]
bunk, [bin / bmg / bınk / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bunk bunk, bunk bunk bungiimek. S bunk bunk bungttmek, {ağız} (K ayn ak için) y erd en k a b a r a r a k çıkm a k; kaynam ak. [DS]
b u r1, [Ar. bür j^ ] (bu.r) {OsT} is. 1. Dünya ve ah
bungusuz, [bun-u-suz] (bunusuz) {eT} sf. Dertsiz; sı kıntısız. [ETY]
bunker, [İng. bunker / bonker] is. as. Sığmak, bunlanngla,
[bu-n-lar-m+ile
jk y ]
(bunlarınla)
{eAT} zf. Bunlar ile; bunlarla, bunlarungla, [bu-n-lar-un+ile iSZJüjı] (bunlarunla) {eAT} zf. Bunlar ile; bunlarla, bunlaşmak, [bun-la-ş-mak] {eAT} dönşl. f . [-u r] Te dirgin olmak. bunlu, [eT. bun > bun-lu] s f 1. (Kişi için) bun içinde bulunan; bunalan. 2. (Hava, olay vb. için) bun veri ci; bunaltıcı.
rette yararsız kimse. 2. Ekime elverişli olmayan tarla. 0 bur ve hınziyân, (K işi için) h içb ir iş e y a ram ayan ; kötü. b u r2, [Far. bür j y ] (bu .r) {OsT} sf. 1. Fıstık yeşili; fıstıki yeşil. 2. is. Kızıla çalar at; doru at. 3. zool. Sülün. bura, [bu + (a)ra > bu-ra] (b u ’ra) is. 1. Bu yer. 2. {eAT} zf. Buraya.® buradayım diye bağırm ak, (Aranan b ir nesn e) g ö z e ç a r p a c a k b ir y e r d e bu lunmak. buracıkta, [bura-cık-ta] (b u ’ra cıkta ) zf. Çok yakın olarak gösterilen yerde, burada, [bura-da] (bu ’ra d a ) zm. Bu yerde, buradan, [bura-dan] (bu ’radan ) zm. Bu yerden, burağan, [bur-mak > bur-ağan] si. v e sf. 1. Kısa süren fakat çok şiddetli esen, yerdeki pek çok şeyi kaldırıp savuran rüzgâr; hortum.
bunluk, -ğu [bun-luk] is. 1. Bunalım; sıkıntı; buhran. 2. p sikol. Bunama ve ağır zihinsel hastalık sırasın B u rak , [Ar. burâk ls'jJ {OsT} öz. is. Hz. Muhamda rastlanan ruhsal şaşkınlık durumu, med’in M irac’a çıkarken bindiği, özellikleri bizce bunmak, [eT. bun-mak] {ağız} gçl. f . [ - a r ] 1. Be bilinmeyen bir binek atı. S B u râk -ı Cem , Süley ğenmemek; küçümsemek. 2. A z bulmak; azımsa m an p ey g a m b erin uçan tahtını taşıyan rüzgâr. mak. 3. {eT} dönşl. f . Zihinsel karmaşaya düşmek; burak, [Ar. burâk {OsT} is. Boraks. bunamak; zırvalamak. [DS] bunsukmak, [bun-suk-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] Bu burakm ak, [bu-ra-k-mak] {eAT} {ağız} gçl. fi. [-ur] Bırakmak. [DS] nalmak. [DS] bunsuramak, [bun-sıra-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [r(u)-yor] 1. Beğenmemek; küçümsemek. 2. Az bulmak; azımsamak. [DS] bunsuz, [bu > bu-n-suz] {eAT} sf. Bu olmadan.
b u ralar, [bu + (a)ra-lar > bura-lar] is. Bu yerler, buralı, [bu + (a)ra-lı > bura-lı] (b u ’ralı) sf. (Kişi için) bu yerin halkından olan; bu memleketli olan; bu yerli.
İ M İ K H . 700
BUR
burahk, -ğı [bura-lık] ('ağız} is. Bura; bu yer; burası. [DS] buram , [eT. bur-mak (kokm ak, tütmek) > bur-am] sf. Burun veya gözde dayanılmaz bir etki bırakan. S b uram buram , (Duman, koku g ib i h a v a d a y ayılan n esn elerle ter için) ç o k fa z l a ve g ü r b ir şekilde. buram aç, [bur-a-maç] {ağız} is. Yol dönemeci. [DS] b u ran 1, [Ar. buhran] {ağız} sf. Geçim sıkıntısı; dar lık. [DS] buran2, [Moğ. boruğan / borağan] {ağız} is. Gök gürültüsü, şimşek ve rüzgâr ile başlayan kısa süreli şiddetli yağmur. [DS] buranca, [buran-ca] {ağız} is. bot. Aslanağzıgillerden sığırkuyruğuna benzer bir yaban otu, (V erbascum trapsus). [DS] burancine, [İt. bronzina] {ağız} is. dm . Makara orta deliğinin etrafındaki maden oluk. [Tietze] [DS] buranç, [bur-anç] {eT} is. Koku; havasızlık; sıkıntı. [EUTS] [Gabain]
b u rca, [eT. bu-r-mak (kokm ak) > bur-ca] {eAT} s f (Koku için) taze filiz ya da çiçek kadar hoş; burcu, ö burca b u rca, {eAT} {ağız} (K oku için) gü zel; burcu burcu. [DS] burcalam ak, [burca-la-mak j*JU-J3;] {eAT} gçsz. f . [r ] Buram buram tüterek etrafa koku yaymak, burcas, [Ar. burcâs
_h] (bu rca :s) {OsT} is. Nişan
gâh; hedef. b u rcu 1, [eT. buğur > bür > bur-cu] {ağız} is. Dört beş yaşındaki erkek deve. [DS] b urcu2, [eT. bu-r-mak (kokm ak) > bur-cu] is. Güzel koku. 0 burcu burcu , (K oku için) g ü z el güzel, p e k g ü zel; {17. yy.} (aynı). b urcu m a1, [bur-cu-ma] is. Burcumak eylemi. burcum a2, [Ar. burcuma 4^ - y] {OsT} is. 1. Parmak
boğumu. 2. Parmak eklemlerinin sivrilikleri, burcum ak, [buı-cu-mak] gçsz. f . [-r ] Güzel koku yaymak. burani, [Far. bürânî (b u :r a :n i:) {OsT} is. Is b u rç1, [Sansk. marica (biber) > eT. burç / murc] is. panak, pirinç ve yoğurt ile yapılan bir sebze yeme 1. Taze dal; filiz; tomurcuk. 2. Ahlat ve çam ağaç ği; borana. larında yetişen, tohumlarının yapışkanından yarar burantı, [? burantı] {ağız} sf. Eski; yıpranmış. [DS] lanarak kuşlara ökse kurulan asalak bitki; ökse otu. burası, [bura > bura-s-ı] (bu ’rast) zm. Bu yer; bura, burç2, -cu [Ar. burç] is. 1. Kale duvarlarının en stratejik noktasında yapılan yüksek, yuvarlak veya burbag, [burba-mak > burba-ğ / yurbağ] {eT} is. İşi dört köşe kule. 2. g ö k b. Güneşin, gök küre üzerin uzatma; işi yarma bırakma; savsaklama, sürünce de yıl boyunca izlediği yörüngede yaklaşık 3 0 °’lik mede bırakma. [DLT] yay veya önünden geçmiş gibi göründüğü, güneş burbalm ak, [burba-mak > burba-l-mak] {eT} gçsz. f . sistemine ait on iki takım yıldızdan her biri. 3. [-u r ] Karışmak. [DLT] {ağız} Kayalık, sarp yamaç. [DS] S b u rçlar kuşa burbam ak, [burba-mak / buybamak / yubalmak / yuğı, g ö k b. G ö k kü resin d e tutulma çem berin in g eç ti bamak / yubanmak] {eT} gçsz. f . [-r ] İşi savsakla ğ i ve ü zerin de on iki burcun y e r a ld ığ ı kuşak. mak; işin üzerine düşmemek. [DLT] b u rç ’, -cu [bur-mak > bur-ç] {ağız} is. Karın ağrısı. burbaşm ak, [burba-mak > burba-ş-mak] {eT} gçsz. f . [DS] [-u r ] Karışmak. [DLT] burbatm ak, [burba-t-mak / yap yup kılmak / yubat- burçak , -ğı [eT. bür-mak > bur-çak] is. 1. Ter tanele ri. {eT} (aynı) [DLT] 2. {eT} Tane. [DLT] 3. bot. mak / yubılamak / yuplamak] {eT} gçl. f . [-u r] Ka Hayvan yemi olarak kullanılan mercimeğe benzer rıştırmak; geciktirmek, [DLT] bir yıllık otsu bitki, (V icia ervilia) ve taneleri. {eT} b urbur, [Ar. burbür (bu rbu.r) {OsT} is. Bulgur, (aynı) [Gabain] 4. Bezelye. {eT} (aynı) [EUTS] burburlanm ak, [burbur-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [- b urçaklanm ak, [burçak-la-n-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] ır] Gürültü çıkarmak. [DS] 1. Terlemek. 2. Tane tane akmak. 3. Tane tane ol burC1, [Sansk. marica / manca > e T burç / murc mak. [DLT] (b ib er) / £ y] {eAT} {ağız} is. 1. Taze dal; filiz; burçalak, -ğı [burç-ala-k] {ağız} is. 1. Burçak. 2. Ze hirli bir ot. [DS] sürgün; tomurcuk. 2. Ökse otu. [DS] burçalık, -ğı [burç > burç-al-ık ?] {ağız} is. Yer burç2, [Ar. burç ^y\ {OsT} is. -* burç2. S burc-i âbî, elması biçiminde siyah kabuklu bir bitki. [DS] {OsT} Sulu bu rç (Yengeç, A krep, B alık).|| burc-i âburçınturm ak, [bur-çın-tır-mak] {eT} gçl. f . [-u r] teşî, {OsT} A teşli bu rç (K oç, Aslan, Yay).\\ burc-i Eziyet vermek; incitmek. [EUTS] [Gabain] âzerî, {OsT} A teşli bu rç.|| burc-i bâdî, {OsT} H av a b urçin, [bur-çin / bor-çin] {ağız} is. 1. Dişi geyik. lı bu rç (İkizler, Terazi).\\ burc-i eşref-ahter mîzân, [DS] 2. {eT} Dişi ördek. [Nevayî] {OsT} Uğurlu yıldızlardan olu şan T erazi burcu. || burçm ak, [burç-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] Burkul burc-i Delfın, {OsT} gök. b. Yunus.|| burc-i evliya, mak; acımak. [DS] {OsT} B a ğ d a t şehri. || burc-i huşt', {OsT} 1. A slan burçuklam ak, [burç-uk-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [burcu. 2. B a ş a k burcu. || burc-i süreyyâ, {OsT} l(u )-yor] Konuğu ağırlamakta sıkıntı çekmek; ik m ec. Güzelin ağzı.|| b u rc’ül-esed, {OsT} g ö k b. As ramda zorlanmak. [DS] lan takımyıldızı.
OlÖütilIİİIHÇESÖEbÖrl•701
BUR
burçuklu, [pürçük-lü > burçuk-lu] {ağız} is. Havuç. [DS] burçukturmak, [burç-uk-tur-mak
feAT)
gçl. f. [-u r] Sıkıştırmak; taciz etmek, burçulmak, [burç-ul-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] - * burçuklamak. [DS] burda, [Ar. bürde] is. -* bürde. burdurma, [bur-dur-ma] is. Burdurmak eylemi, burdurmak, [bur-dur-mak] gçl. f . [-u r ] 1. Burulma sını sağlamak. 2. gçsz. Dudaklarını büzmek suretiy le dargınlığım ve küskünlüğünü belli etmek; yüzü nü ekşitmek. burduz, [Yun. paradeisos / Far. faliz / palız > borduz] {eT} is. Bahçe; bostan. [DLT] bu’re, [Ar. bu’re ojj;] {OsT} is. 1. Çukur. 2. Çölde çu kur açılarak yapılan ocak, bure, [Far. büre
(b u :re) {OsT} is. 1. Kuyumcula
rın kullandığı tuza benzer madde. 2. Bitkisel şeker, burg, [İng. burg] is. İngiliz krallığında, bağımsız bir siyasi ve İdarî birim oluşturan topluluğun yaşadığı tahkim edilmiş yer. burga, [? burga] {ağız} is. 1. İnce ve etkili keklik sesi. 2. Kekeme, peltek vb. şekilde değişik ses. [DS] burgaç, [bur-mak > bur-ğac £
{OsT} is. Bük
lüm; kıvrım. burgacan, [bur-ga-mak > bur-ga-can] {ağız} is. 1. Soba borusunun anahtarı. 2. Dikenli bir ot. [DS] burgaç, [bur-mak > bur-ğaç £ l t J r ] is. 1. Suyun yan dan bir engele çarpması sonucu dibe doğru akarken meydana getirdiği dönme hareketi; anafor; girdap. {OsT} (aynı) 2. Bükülmüş; büklüm. {eAT'} (aynı) 3. Eğri büğrü; kıvrılmış; kıvrık; dolaşık. {OsT} (aynı) 4. fiz. Akışkan taneciklerin bir eksen etrafında dönme hareketi yaparak akması. 5. mim. Bir halat gibi kendi ekseni etrafında burularak ilerleyen yapı elemanı. 6. {ağız} Husyeleri burularak kısırlaştırıl mış koç, teke. [DS] 7. {ağız} Yol dönemeci. [DS] 8. {ağız} Ucu çatallı, meyve koparmaya yarayan değ nek; çevgen. [DS] 9. {ağız} Balta ile yanlamayan, dokuları çapraşık odun. [DS] 10. {ağız} Taranmış ve eğrilmek üzere burularak toparlanmış yün demeti. [DS]11. {ağız} İp gibi bükülerek büyüyen ağaç; sa rılgan bitki. [DS] 12. {ağız} Eklem yerlerindeki ke mikler. [DS] 13. Odunları arabada tutmak üzere yükün üzerine bağlandıktan sonra bir sopa ile çev rilerek sıkıştırmaya yarayan düzenek. 14. {ağız} Çimdik. [DS] 15. {ağız} Vida; vidalı şey. [DS] 16. {ağız} Burgu. [DS] 17. {ağız} Çeşme musluğu; açılıp kapanabilen çeşme oluğu. [DS] 18. {ağız} Hortum; rüzgâr çevrintisi. [DS] 19. {ağız} Burma altın bile zik. [DS] 20. {ağız} sf. Dolaşık; çapraşık; eğri büğrü. [DS]
burgaçlam ak, [bur-gaç-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [l(u)-yor] 1. Burgaç yapmak. 2. Bükülmemiş pamuk ve yün liflerini düzeltmek için bükmek. [DS] burgaçlanm ak, [bur-gaç-la-n-mak] dönşl. f . [ -ır ] (İp, tel vb. için) kıvrık hâle gelmek, burgaçlık, -ğı [bur-gaç-lık] {ağız} is. Burgaç olma durumu. [DS] ö burgaçlık etmek, {ağız} Aykırı davran m ak; y an çizm ek. [DS] burgada, [İt. purgada (inç)] ( b u ’rg a d a ) is. dnz. -*■ burgata. burgalaç, -cı [burga-l-mak > burgal-aç / burga1+ağaç] {ağız} is. İp eğirirken kola takılan yün yu mağı. [DS] 0 burgalaç yapm ak, {ağız} A r a b a d a k i yükü sıkıştırm ak için bağ lan an ip e b ir s o p a yardım ı ile g erg in lik verm ek. [DS] burgalam ak, [bur-ga-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] 1. Araştırmak; karıştırmak. 2. Kıvırmak; bük mek. 3. Kuşkulanmak; şüphe etmek. [DS] burgalaşlam ak, [bur-ga-la-ş-la-mak] {ağız} gçsz. f . [r] [-l(ı)-y o r] 1. İşi kötüye vardırmak. 2. İşe engel olmak. [DS] burgalaşm ak, [bur-ga-la-ş-mak] {ağız} işteş f. [- ır ] 1. Karışmak; dolaşmak; burulmak. 2. (Gövde ve organlar için) kıvnlmak. [DS] burgalıç, -cı [bur-ga-l-aç / burga-l+ağaç] {ağız} is. Çadır iplerini gerginleştirmeye yarayan ağaç çu buk. [DS] burgam , [burga-mak > burga-m] {ağız} is. Kıvrım; kıvrılma. [DS] S burgam burgam , {ağız} K ıvrım kıvrım. [DS] burgam aç, [burga-mak > burga-maç] {ağız} is. 1. Kasırga. 2. Girdap. [DS] burgan, [bur-gan] {ağız} is. Mengene sapı. [DS] burgaş, [bur-mak > bur-ğac > burgaş J ~ i - { O s T } is. Büklüm; kıvrım, burgaşık, -ğı [burga-ş-mak > burğa-ş-ık {OsT} {ağız} sf. 1. Bükülmüş; kıvrılmış; bükük; kıv rık. 2. Karışık; dolambaçlı. 3. Dönemeçli yol. [DS] burgaşış, [burğa-ş-ış
jy ] {OsT} is. Bükülmek ey
lemi ve biçimi; bükülüş; kıvrılış, burgaşlam ak, [bur-gaç-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(u )-yor] İplik yığınını yıkandıktan sonra bükerek sıkıp toplamak. [DS] burgaşm ak,
[bur-ğa-ş-mak
{OsT}
{ağız}
dönşl. f . [-ır ] 1. Bükülmek; kıvrılmak; burulmak. 2. Karışmak; dolaşmak. [DS] burgaştırm ak, [burga-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Karıştırmak; karma karışık etmek. [DS] b urgata, [İt. (Vend.) burgada] ( b u ’rgata) is. 1. dnz. Halat kalınlığını çevresel olarak belirten 2 .54 cm ’lik birim; inç; parmak. 2. {ağız} Bir tür halat. [DS] burgaz, [Yun. purgos] is. 1. Kale; hisar. 2. Küçük şe hir.
BUR
K İ K E H
. m
burgazan, [burga+ Far. -zen (yapan) / burga-mak > burgar-mak > burgaz-an] {ağız) sf. Ortalığı karıştı ran. [DS]
burgulanm ak, [burgu-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Bur gu ile delinmek. 2. dönşl. f . [ -ır ] Burgu sahibi ol mak.
burgazanlık, -ğı [burgazan-lık] {ağız) is. Fitnecilik; ortalık karıştırma; laf taşıma; fesatlık; dalavereci lik. [DS] burgeç, [bur-gaç / bur-geç] {ağız} is. Su çevrintisi. [DS] burgeşik, -ği [bur-ga-ş-ık] {ağız} sf. Bükümlü. [DS] b urgraf, [Alm. burg (kale) + graf (kont)] is. Kutsal Roma-Germen imparatorluğunda kralı temsil eden bir şehrin kumandanı.
burgulu, [burgu-lu] sf. 1. Burgusu olan. 2. Burgulan mış olan.
b urgu 1, [bör-ğö > bur-ğû y - jy ] {eT} {eAT} is. Boru; trompet. [Gabain] [EUTS] burgu2, [bur-mak (çevirm ek) > bur-gu y -jji] is. 1.
burgun, [bur-mak > bur-gun] {ağız} is. 1. İshal; di zanteri. 2. Su çevrintisi; anafor. [DS] burgusuz, [burgu-suz] sf. 1. Burgusu olmayan. 2. Burgulanmamış olan, burgutm ak, [burk-mak > burk-ut-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] -*■ burkutmak. [DS] burha, [Ar. burha
y ] {OsT} is. İyi cins bir devenin
dişisi. B u rh an , [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağ an ) > burhan / burkan] {eT} is. 1. Buda. [EUTS] 2. Put; Buda heykelleri. [DLT] 3. Yaratan; hâlik; ilah; tan rı. [EUTS] 4. Şaman. [EUTS]
Çevirerek delik açmaya yarar alet; matkap. 2. Şişe mantarı çıkarmaya yarar alet; tirbuşon. 3. Yeri de lerek aşağılara inebilmeyi sağlayan alet; sonda. 4. burhan, [Ar. bürhânuUy] (bu rha:n ) {OsT} is. 1. De Telli sazlarda, telleri germeye yarar mandal. 5. lil; kanıt. 2. man. Belgit. S burhân-ı innî, {OsT} sp or. Alttaki güreşçinin kolunu kapıp göğüs ve kol Tümevarım.\\ burhan-ı k at’î, {OsT} B ir m eselenin la sıkıştırmak suretiyle onu tuş etmeye yönelik gü doğruluğunu en sa ğ la m biçim d e ispatlayan kanıt.\\ reş oyunu. 6. {OsT} Bir işkence aracı. 7. {ağız} Ar burhân-ı limnî, {OsT} Tümdengelim.\\ burhân-ı tezyen kuyusu. [DS] 8. {ağız} Diş ağrısı. [DS] 9. Mesîh, {OsT} Hz. İ s a (as) ’m m ucizesi. || burhân-ı {ağız} İshal; dizanteri. [DS] 10. {ağız} Kurt derisi. mizânî, {OsT} M antığa uygun kanıt.\\ burhân-ı [DS] 11. {ağız} Musluk. [DS] S burgu gibi, 1. E tki râcî, {OsT} B ir m eselen in ispatı.\\ burhân-ı siy le rah atsız ed en düşünce. 2. E tkisi ile oyu k m ey süllemî, {OsT} Sonsuzluk kavram ı tartışılırken k a d a n a g etiren şey. || burgu m akarna, Burgu g ibi d em eli kanıt.|| burhân-ı tezâyüf, {OsT} Sonsuzluk ken d i etrafın d a kıvrım lar h a lin d e üretilm iş m ak ar kavram ı tartışılırken ileri sürülen k arşılıklı ilinti na. kanıtı. || burhân-ı türsî, {OsT} Uzayın sonluluğunu burgucu, [bur-gu-cu] is. 1. Burgu yapan veya satan ispat için kullanılan teorem . kimse. 2. Burgu ile delik açan kimse. 3. Tersane burhani, [Ar. bürhânî (bu rh a.n i:) {OsT} sf. lerde gemi pervanelerini onaran kimse, Açıklayan; ispat eden; kanıt olan, burguculuk, -ğu [burgu-cu-luk] is. Burgu işçiliği, burguç, [bur-guç] {ağız} is. 1. Su çevrintisi; anafor. burıg, [bür-mak > bur-ığ] {eT} sf. Pis kokulu; kok muş. [DLT] [Clauson] 2 . sf. Kabaran; köpüren. [DS] burguçlam ak, [bur-gaç-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [- burış, [bu-r-ış] {eT} is. Deride ve elbisede görülen kırışıklık. [DLT] l(u )-y or] Bir şeyi sıkmak için etrafına sarılan ipe geçirilen bir sopayı çevirmek. [DS] burina, [İt. boline] (huri ’na) is. dnz. Direkteki yatay serenlere açılan dört köşe yelkenleri geri doğru ge burguçm ak, [bur-gaç-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] Y o rulmak. [DS] ren iplerin bağlandıkları köşelere yakın olarak bu lunan ve yelkeni çevreleyen halatın üzerindeki üç burguk, -ğu [burk-mak > burk-uk] {ağız} is. 1. Sof gen sapanlara bağlanan ip. raya dökülen ekmek kırıntısı. 2. Bulgur. [DS]. burgul, [burk-mak > burk-ul > burgul] {ağız} is. burinata, [İt. bolinetta] (b u r i’nata) is. dnz. Pruva Bulgur. [DS] direğinin en alttaki yatay serenine açılan yelken, burgulaç, -cı [burk-mak > burk-ul-aç / burkul-u+a- buriya, [Far. büriyâ U jjJ (bu :riy a :) {OsT} is. Hasır. ğaç] {ağız} is. 1. Bir şeyi kaldırmakta kullanılan ö buriyâ-bâf, {OsT} H asır dokuyan. kalın halat ya da ipten yapılma araç. 2. Odun yüklü burjuva, [Alm. burg (şehir) > Fr. bourgeois] is. 1. arabanın yükünü sıkıştırmakta kullanılan halat veya Orta Çağ Avrupa’sında özel imtiyazlarla donatıl zinciri bükmeye yarayan ağaç. [DS] mış şehirli sınıf. 2. Orta smıftan olan kimse; kent burgulam a, [burgu-la-ma] is. Burgulamak işi. soylusu. 3. s f Kentsoylu, burgulam ak, [burgu-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(u )-yor] burjuvalık, -ğı [burjuva-lık] is. 1. Kent soylu olma 1. Bir nesnede veya yerde burgu ile delik açmak. 2. durumu. 2. Kentsoylunun niteliği, Sondaj yapmak, burjuvazi, [Alm. burg (şehir) > Fr. bourgeoisie] is. burgulanm a, [burgu-la-n-ma] is. Burgulanmak eyle 1. Orta çağ Avrupa’sında, halk ile soylular arasın mi.
(jlüitl İ R SÖEbOH• 703
BUR
daki sınıfın durumu ve niteliği; kentsoyluluk. 2. Hayatını el emeği ile kazanmayan, mülkiyetin ge tirdiği ranttan geçinen sınıf; kentsoylular. 3. Kapi talizmde üretim araçlarını elinde tutan sosyal sınıf, burka, -a ’ı [Ar. burka'
£ y \
(OsT) is. 1. Eskidenka-
dınların yüzlerine örttükleri tül; peçe; yaşmak. 2. Kabe’nin örtüsü. 3. Yedinci kat felek. S burkafiken, {OsT} P e ç e a ç a n .|| burka-i esrar, {OsT} Giz perdesi. burkac, [bur-mak > bur-kac
{OsT} is. Bük
lüm; kıvrım.
burkıg, [*burk-mak > burk-ığ] {eT} sf. (Deri ve de riye benzer şeylerde oluşan) kırışık; buruşuk, burkırak, [burkı > burkı-rak] {eT} sf. Buruk; ekşi; ekşimtırak. [EUTS] burkıtm ak, [*burk-mak > burkı > burk-ı-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r ] Yüz buruşturmak; suratını ekşitmek. [DLT] burkm a, [bur-k-ma] is. Burkmak eylemi, b urkm ak, [bur-k-mak
burkaçlamak, [bur-kaç-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [l(ı)-yor] 1. Burgaç haline getirmek. 2. Dokunacak ipliği, ıslattıktan sonra güçlü bir şekilde sıkarak öylece bırakmak. [DS] burkalamak, [burka-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r] 1. Bir şeyi iki yana bükmek. 2. Söylediğini, yaptığını inkâr etmek ya da değiştirmeye çalışmak. [DS] burkamak, [burk-a-mak
burkı, [*burk-mak > burk-ı / burk-ığ] (bu rkı:) {eT} sf. 1. (Yüz için) ekşi. 2. Kırışık; buruşuk. [EUTS] [DLT] [Clauson]
{eAT} gçl. f . [ -r ]
Bükmek; kıvırmak. Burkan, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) > burhan / burkan] {eT} is. 1. Buda. [ÎKPÖy.] [Üç İtig sizler] 2. Put; Buda heykeli, burkanak, -ğı [bur-k-anak] {ağız} is. Kağnı ya da araba üzerine sarılan yükü bağlayan ip ya da zinciri sıkıştırmakta kullanılan sopa. [DS] burkaş1, [bur-ğaç / bur-ğaş / bur-kaç / bur-kaş] {eAT} is. -*■ burgaç. burkaş2, [? burkaş] {ağız} sf. 1. İnatçı; aksi. 2. Dü zensiz; kılıksız; beceriksiz. [DS] burkaşdırmak, [burka-mak > burka-ş-tır-mak / burgaç-tır-mak] {eAT} gçl. f . [-u r] Bükülmüş, kıv rılmış hâle getirmek; bükmek; kıvırmak, burkaşık, -ğı [bur-ğa-ş-ık / bur-ka-ş-ık] {eAT} sf. -*■ burgaşık. Burkat, [Sansk. budha / Çin. fiı + T. han (kağan) > burhan / burkan > burkat] is. 1. Buda heykelleri; put. 2. İçinde put bulunan tapmak, burkatlık, -ğı [burkat-lık] is. İçinde tanrı heykelleri bulunan tapınak, burkaz, [bur-k-az / Yun. pyrgos ?] {ağız} is. Su ve çay kenarlarına ağaçlardan yapılan set. [DS] burkazantık, -ğı [burgazan-lık] {ağız} is. Fitnecilik; ortalık karıştırma; laf taşıma; fesatlık; dalavereci lik. [DS] burkeşmek, [bur-ga-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ir ] (Hayvan için) bağlı olduğu kazık etrafında, ayak ya da boynuna ipini dolaştırarak boğulma durumuna düşmek. [DS] burkhan, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) > burkan / burhan] is. Buda heykelleri.
gçl. f [ - a r ] 1. Burarak
çevirmek; bükmek; kıvırmak. {OsT} (aym) 2. Bu rulmuş hale getirmek. 3. gçsz. f . İncinmek. 4. {ağız} Burkulmak. [DS] burku, [bur-ğu / bör-ğüy > burku] {eT} is. Trompet; boru. [EUTS] burkucu, [burk-mak > burk-ucu] sf. Burkma işini yapan; burkan, burkug, [burk-uğ] {eT} is. Deride ve elbisede görü len kırışıklık. [DLT] burkuk, -ğu [burk-mak > burk-uk] {ağız} sf. 1. (A yak, kol vb. eklemleri için) burkulmuş. 2. (Hayvan için) husyesi burularak kısırlaştırılan. [DS] burkulm a, [bur-k-ul-ma] is. 1. Burkulmak eylemi. 2. Kasların, kol ve bacakların şiddetli bir şekilde yana bükülmesi. 3. tıp. Ani bükülme sonucu eklemlerde meydana gelen ağrılı rahatsızlık, burkulm ak, [burk-ul-mak] edil. f . [-u r] 1. Bir şey veya kimse üzerinde burkmak eylemi uygulanmak. 2. Bir organın kendi eklemi üzerinde ani bir şekilde dönmesi. 3. m ecaz. Üzülmek; kırılmak; neşesini yi tirmek. burkuluş, [burk-ul-uş] is. Burkulmak eylemi veya biçimi. burkun, [burk-mak > burk-un üjs^.] {OsT} sf. Bükük; bükülmüş. S burkun burkun, {OsT} B ü kü k bü kü k; kıvır kıvır. burkuntu, [burk-untu] {ağız} is. 1. Şiddetli rüzgâr; fırtına; hortum. 2. Sancılı mide bulantısı. 3. Yol dö nemeci. [DS] bıırkurm ak, [*burk-mak > burk-I > burku-r-mak] {eT} g ç s z .f. [-u r ] 1. Buruşmak; büzülmek. [DLT] 2. Homurdanmak; genizden ses çıkarmak. [DLT] burkuşm ak, [burk-uş-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] 1. Dolaşmak; karışmak; burulmak. 2. (Organlar için) kıvrılmak; bükülmek. 3. Burkulmak. [DS] burkutm ak, [burk-ut-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] Bur kulmasına sebep olmak. [DS] burlagan, [bur-(u)l-ğan > burla-ğan ^ j ^ ] {OsT} is. Su çevrintisi; girdap, hurlanm ak, [bur-(u)l-an-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Dolanmak; dolaşmak. [DS]
Ö 1M I İ M M burlcsk. [Fr. burlesque] 'is. Komikliğe dayanan edebî ‘eser. bürlijta, [İt. bûrlötoj !(Bü ’r lö'tâ) is. dnz. Ö'ir W ateş burm a, [bur-ma
is. 1. Rürrfmk eylemi. -2. {O stj
'{ağız} Telleri buruk'.r.ık yapılan bilezik. [D'S] 3. ,’ağız; Çeşme musluğu. [DS] 4, (Erkek hayvanı) kısVrlâştırma. iğdiş etme; eneme. fO s t; (aynı/ 5. İğdiş 'edilmiş hayvan. 6. Keserek besi suyunün akrîıatnası için, bir dal üzerinde gereğinden çök yaprak veyâ meyve ölüşümünu önlemek -amacıyla daim büküle rek kıirütulması. 7. mim. Urgan biçiminde silme ya da sûtuft. 8. 'Burgulu ‘çivi, Vida. 9 . {ağız} Eğirilmek 'üz!eie kabaca bükftrtı vapılnnş yün. [D'S|] 10. {ağız} ’Çeşıite 'ölüğü. [DS] İ l . {âğız} Ayakta kurumasını sağlamak için yaş ağaç kabuğunu soyma. [DS] 12. {ağız} Kolçak. [DSİ] 13'. {ağiz} Yaşken bûftiSrak kü^MtU'la'n ‘öt. [DS] 14. {ağız} Üzü'm küfelerinin ağzJna örülerek könülân saz. [DS] 15. {ağız} Yonca ve öt demeti. [DS] l î . {ağız} Araba ve kağnılarda yükün döküMesim önlemek için bağlanan ip ya da zi'ncirin bükülerek gerilmesini sağlayan ağaç sopa. [DS] 17. {âğız} Minâre merdiveni gibi dolanarak yüksel inen yer. [İ>S] 18. {ağız} Kıvnkı kıvrıla çıka’n duman. [DS| 19. {âğız} Simit ya :da 'ööâ benzer hâlk% ‘ekrriek. [DS] 20. Şalvar büzgüsü. 21. sf. Burula cak yâpilmiş; kıvrılmış. ’B burm a bezek, ‘m im. -BurUlîfUtş h d lâtâ 'ber&er süs ünüürü.\\ burm a börek, {âğız} B u riila ra k y a p ila h b ir 'tür 'böiek. [DS]|| burb’ükflhek, {ağız} ¥önca, ç a y tn ğ ib i Otları y a şk en 'bükerek'kurutup k ış a hazırlam ak. [DS]|| b u rm a öt, '{âğtz} 'Kışın ;hüy\>ârtldra y ed irilm e k 'üiefre burüldrdk 'kürütlilmüş ot. {DS]|| burm a saç. {OsT} Kıvrık saç. 1 te r t tıa sadef, {eA t} !{ O st} 'Kitblılilu 'sümiiklü böddk; !ÜMhre.\\ b u rm a sarık, tar. B aşlık üzerine, uzunca b ir tülbentten y u v a rla k ö lü r a k sarıları bir tür sitrik. b'ffifiıao, ifbtfr-rnac
Iföstf} is. Ü cû Çeittğel gibi
eğri demir. burm ak . [cT. bür-mek > bur-mak
‘ğ çl. f . [ - d i ]
1. feîr şeyi keM i ‘ekseni etrafında döndürerek bükrtıek: sarmak. {eT} {eAl} '(üyrii) [K.B] -2. {eliT} {âğız} 'ÇfeVirttek; yöneltmek. [DS] 3. (Yiyecek) ağızda ‘ekşi Ve kekre ‘töît bırakmak. 4. !(Mide veya bağirsâk İç'în}) şiddetli ağrımak: sâtt-cirriâik. îfe k t} i(âj)tit) -5. tnecaz. Üzüntü, sıkıntı Vermek. 6. ’(^İğdi'ş edilecek hay'vaıi için) erhezlerini İŞe \arama/ bale getirmek için deriyi kesmeden sıkıştırmak suretiyle kısırlaş tırnuı İşlemi uygulamak. 7. {âğız} Darılmak. SfD'S] 8. '{ağız} Kıskanmak. [DS! 'S burum bui'tını, (Karın, ih id e vb. içiti) çök'bıirü lm dk; ç ö k 'sahcithdk. b u rm ak 2, '[bü '(kökü) > bör-öüÖ^ (büirm dk) j e t } ğç'sz. f i '[-ur] İ . Kökü saçmak. [Gabain] [EUTS] [KB] 2. (Gü2el) kokmak. [K:B] 3. Büğusü yükselttik; buğulanmak. (Dİ X| 4 . ğçl. fi. Kokutmak. [EUTS:]
.
burm alı, |bıırıııa-lı |sf. 1. Burması olan. 2-. Burulmuş olan. 3. Burularak oluşturulmuş gibi görünen. 4. BüfnMariâ sMehmiş-. s burm alı çeşm e, {âğız} M usluklu Çeşfne. [DS]|| burm alı m arul, {âğız} G ö b ek li m arul. [D'S] bıırtiaç, [bürûn-âçl '(burna.-'ç) :{eT} is. Güğüm; ibrik. [e i : t s ] büttiatfrâk, [bürün > burn-a-mak
{ eAT} ğçl. f . [ -
r ] U ç yapmak; üç koymak, burnaz, [burun > burun-^az [EREN]
{OsT} {ağız}
s f Burun kemiği yüksek olan; iri ve uzun burunlu; büyük burunlu. jDSj bttröus, ÇUât biteüs > Ar. büriıüs] {OsT} is. 1. Yün den dokunmuş, köşelerinden kol geçecek kadar açıklık ve üstünde başı örtmek için bir başlığı bu lunan bir Çeşit göçük. 2 . Bir çeşit kadın yeldirmesi. bûi*s, [Fr. bourse] is. Bâzı kürüm ya da devlet taralindan öğrenim gören veya araştırma yapan kişiye ‘teâs’râfları kârşiiığı olarak verilen para, b'tırs’âlı-, [bursa-h?] {ağız} sf. Atik; çevik. [DS] bürsâlik, igı [pus-a-lık / bursâ-lik ?] {ağız} is. Kapalı; bulutlu. '[DS] btı^sâtinak, [bür-sa-iMâk] {âğiz}'ğ(Jl..fi [ - r ] [-s(u )-yor] Beğenmemek: küçük görmek: az bulmak. [DS] bü'rsâng, l[Çin. fo-serig] {e t } is. 1. Küme; takım; güruh; topluluk: cemaat. fKUTS] 2. Rahipler topluluğu. [EUTS] burslan, [burs-lân] is. zool. Postu benekli, genellikle geceleri avlanan yırtıcı, etçil ve memeli bir vahşî hâyvân; bebür denilen hayvan; pars; panter; leopar, '(Pdnihera p d rd u s), {e t} <(âyM) Îİ&’LÎ'ı] burslu, [burs- lıı |sfi Bürs alan, bursu olan, bürsöng, [Çin. büt-setığ] { e t } is. Rahipler derneği. I^EUTS] burssuz, -[büfs-'Suz] sf. Burs alnıa\an. bursu 'olma yan. bürsütıg, i[Çin. but-seng] {eT} is. 1. Küme; takım; güruh; topluluk: 'cömaat. [EÜTS] 2. Rahipler derne ği. ['EUTS] bürşıık, -ğu [bur-üş-ük] {ağız} sf. Kötü. [DS] biırt, [burt| { e t } is. Kâbus; karabasan. !DI.T| burta, [burta] {e t} 'is. Altın kırıntıları. [D1.T| burhıg, i[Mö:ğ. börtâğ] {e t} ‘is. Bozuk, taşlı, engebeli, dar yol. [Ncvâyîj bıırtalam ak. ibiirta-la-mak1 } e t } ?ğçl. f i [ - i ] Altın kırıntıları veya Varak yapıştırmak. il)l.T| bürlalanm ak. Iburta-la n mak' {e t} edil, f i '[-ur] Mtflıkırıkları veyâ varâkile süslenmek. |DL T| burlurık, |bur-(u)t-ar-ık i.:.y ;?ij ,'O.sT;- (Yüz için) asık ve ekşi. b itftü lü k ,
[bur-(ü)t-mak >
burt-ar-mak
i f e k f } {OsT; ’{ ağız} gifl. fi. [ -ir ] 1. (Yüz için) 'bürüşturnıak: surat asmak. 2. gçsz. f . Burüşmâk. [DS]
ÖlOffitl M f t l SöSbİİH •
705
BUR
burtaş, [bur+taş ?] {ağız} is. Kapı altlarına konulan geniş ve sağlam taş. [DS] burtaşık, -ğı [bur-ta-ş-ık] {ağızj sf. Dürülmüş, büzü lüp tortop olmuş. [DS] burtınnıak, [burt-mak > burt-un-mak] {eAT} gçsz. fi. [-u r] Buruşmak, burtlak, -ğı [burt-lak] is. 1. Domuz yavrusu. 2. {ağız} Taşlık, çalılık yer. [DS] burtmak, [bur-mak > bur-(u)t-mak] {ağız} gçl. fi. [ur] 1. Dürüp devşirmek; bükmek; toplamak. 2. {eAT} Surat asmak. [DS] burtuk, -ğu [bur(u)t-mak > burt-uk 3 y j y ] {OsT} sf. 1. (Yüz için) asık; ekşi. 2. (Kaş için) çatık, burtulmak, [burt-ul-mak] {ağız} edil. f . [-u r ] Dürül mek; bükülmek; tortop olmak. [DS] burtun, [İt. bertone] {OsT} is. 1. Kalyon sınıfından bir tür büyük savaş gemisi. 2. {ağız} Yük gemisi. [DS] burtuşmak, [burt-mak > burt-uş-mak jA -iyyJ {OsT} d ö n şl.f. [-u r ] Buruşmak. buru1, [bur-mak > bur-u] {ağız} is. 1. Halı tezgâhla rında arışları sıkıştırmakta kullanılan bir metre ka dar sopa. 2. Elli dirhem ağırlığındaki pamuk ipliği çilesi. [DS] buru2, [bur-mak > bur-u jjy ] is. 1. Sancı; ağrı. {eAT} {OsT} (aynı) 2. Doğum sancısı. {eAT} {OsT} (aynı) 3. {ağız} Eziyet. [DSJS1 buru tutm ak, {eAT} (G eb e kadın için) doğum sa n cısı g elm ek. buruc, [Ar. burç (kale) > bürüc
is. -*• büruc. S
Buruc Suresi, K u r ’an -ı K erim 'in 85. suresinin adı. burucu, [bur-mak > bur-ucu] {ağız} is. 1. Burmak işini yapan. 2. Tosun ve boğaların husyelerini bura rak eneyen kimse. [DS] buruculuk, -ğu [bur-ucu-luk] is. Burucunun yaptığı iş; tosun ve boğaları burarak eneme işi. buruç, -cu [eT. murc > buruç / burç] {ağız} is. 1. Ökse otu. 2. Meyvesiz bitkilerin ilkbaharda verdik leri tohuma benzer meyve. 3. Meyve kurusu. [DS] fi1 buruç gibi, {ağız} İri ve y akışıklı. [DS] buruk, -ğu [bur-mak > bur-uk] sf. 1. Burulmuş olan. 2. Tadı ekşi ve kekremsi olan. 3. Gücenmiş; kırgın; alıngan. 4. {ağız} Eğri basan; aksak; topal. [DS] 5. {ağız} Eğri; çarpık. [DS] 6. {ağız} Kambur. [DS] 7. {ağız} Düzgün konuşamayan; dili dönmeyen. [DS] 8. {ağız} Aksi; ters; inatçı. [DS] 9. {ağız} Cimri. [DS] 10. {ağız} İşi yavaş yapan; ağır kanlı; ağır canlı; beceriksiz. [DS] 11. is. Dokuları burulmuş olarak büyüyen ağacın kerestesi. 12. Kısırlaştırılmış hay van. 13. {ağız} Husyesiz erkek. [DS] 14. {ağız} Da lında kurumuş incir. [DS] 15. {ağız} Tatsız su. [DS] burukça, [buruk-ça] sf. 1. Tadı biraz buruk olan. 2. Biraz gücenmiş olan, buruklaşma, [buruk-la-ş-ma] is. Buruklaşmak eyle mi.
buruklaşm ak, [buruk-la-ş-mak] gçsz. f . [-ir ] Buruk duruma gelmek, burukluk, -ğu [buruk-hık] is. 1. Buruk olma duru mu, kekrelik. 2. Kırgınlık; güceniklik; alınganlık. 3. {ağız} İshal; amel. [DS] burulgan, [bur-ul-mak > burul-ğan
{ağız} is.
I. Su çevrintisi; girdap. {OsT} (aynı) 2. Hortum; rüz gâr çevrintisi. 3. sf. (El, kol vb. için) burulmuş. [DS] burulm a, [bur-ul-ma] is. Burulmak eylemi, burulm ak, [bur-mak > bur-ul-mak
edil,
f . [-u r ] 1. Ekseni etrafında döndürülmek; çevril mek; bükülmek. {OsT} (aynı) 2. {eAT} {ağız} d ö n ş l.f. Dönmek; eğilmek. [DS] 3. {ağız} m ecaz. Birine kı rılmak; küskünlük göstermek; alınmak; gücenmek; tedirgin olmak. [DS] 4. (Mide ve bağırsak için) ağ rımak; sancımak. 5. Ekşimek, burulu, [burul-mak > burul-u] sf. Burulmuş, bükül müş olan. burum 1, [bur-mak > bur-um] {ağız} is. 1. Burmak ey lemi ve sonucu. 2. Eğrilmek üzere temizlenip sa rılmış yün yumağı. [DS] S burum burgaç, {ağız} Ç a p ra şık ; karm akarışık. [DS] burum 2, [bü (buhar) > bür-malc] {ağız} is. Güzel ko ku; güzel kokma. S burum burum , {ağız} B uram buram . [DS] burum ak, [bur-mak > bur-u-mak] {eAT} gçl. f i [-u r] (Yüz için) asmak; kaşlarını çatmak. burun1, [bir+ön > burun] {eT} sf. Önce; ileri; öncele ri; evvel; evvelleri. [EUTS] [Yükııekî] [KB] burun2, -rnu [eT. bür-mak (kokm ak) > bur-un] is. 1. Solunum aygıtının en üst kısmını teşkil eden, üst dudakla alın arasında yer alan, yüzün en çıkıntılı kısmı, aynı zamanda koku alma organı. {eT} (aynı) [EUTS] [Gabain] 2. {eT} (Hayvan için) hortum. [EUTS] [Gabain] 3. {eT} Öne doğru çıkıntı yapan yer. [DLT] 4. Bazı şeylerin sivri ve ön tarafı. 5. Ka raların denize doğru olan uzantıları. 6. Dağların veya tepelerin ovalara ya da düzlüklere doğru alça lan çıkıntılı uzantıları. 7. m ecaz. Kibir; büyüklen me. 8. {ağız} Çakı ve benzeri. [DS] 9. {ağız} Pekmez yapmak için kaynatılan şıranın ilk suyu. [DS] 10. {ağız} Duttan kaynatılarak elde edilen ilk şıra. [DS] I I . {ağız} Samandan ayrılmış buğday yığını. [DS] 12. {ağız} Yün taranırken tarak dişinden ilk alınan yün. [DS] 13. {eT} Zodyak takım yıldızlarından her biri; burç. [KB] S5 burna yel girmek, {eAT} Gurur lan m ak; kib irlen m ek ,|| burna hırızmayı takm ak, H ayvan g ib i kullanmak.\\ burnı yire depilmek, {eAT} Burnu sürtülmek.\\ burnu bile kanam adan, En küçük bir z a r a ra uğramadan.\\ burnu büyük, Gururlu; ken dim beğenmiş.\\ burnu büyümek, G ururlanm ak. || burnu havada, Gururlu; kendini beğenmiş.\\ burnu K a f dağında, Gururlu, kendini beğ en m iş.|| (kimsenin) burnu kanam am ak, K im
BUR
ö ie ııra ü L
s e y e z a r a r g elm em ek .|| burnu kırılsın diye, Guru burun çalm a, {ağız} At ve eşeğ in hızlı solum ası. ru kırılsın, d ik b aşlılığ ı gitsin diye.|| (canı) burnu [DS'JİI burun çayı, {ağız} D em likten b a rd a ğ a ilk na gelmek, 1. B ir işte ç o k uğraşm aktan yorulm ak. kon u lan çay. [DS]|| burun çekmek, B ir şey eld e 2. D a y a n a ca k gücü kalmamcık.\\ burnuna girmek, edememek.\\ burunda kokmak, {eAT} Burunda 1. B irin e ç o k sokulm ak. 2. Tehdit etmek.\\ burnun tütm ek; ö zlem ek ; ç o k arzu etmek.\\ burunda tüt da tütmek, B ir şey i veya birin i ç o k özlem ek, iste mek, Ç o k istek ve özlem duymak.\\ burundan ateş m ek .|| burnundan fitil fitil getirmek, H akkını püskürm ek, Ç o k ö fk eli olmak.\\ burundan düş g a s p eden veya z a r a r veren birin den karşılığın ı k a mek, Tıpkısı, aynısı o lm a k .|| burundan gelmek, 1. tıyla çıkartmak.\\ burnundan gelmek, H o şa giden Yoksulluk çekm ek. 2. Z orluk çekmek.\\ burundan g ü z el g eçen gü n lerden so n ra kötü so n u çla rla k arşı getirmek, Ö ç a lm a k ; acısın ı çıka rm a k .|| burundan laşm ak. || burnundan kıl aldırm am ak, 1. Huysuz kan dam lam ak, Ç o k sıkıntı çek m ek .|| burundan ve gururlu olm ak. 2. K en disini eleştirtmemek.\\ kıl aldırm am ak, K en din i ç o k b eğ en m ek; büyüklük burnundan solumak, Ç o k öfkelen m ek]] burnun taslamak.\\ burundan ötesini görm emek, K en d isi dan yakalam ak, E gem en liğ i altın a alm a k .|| b ur ne ç o k güvenmek.\\ burundan solumak, Ç o k ö fk eli num sımak, {eAT} 1. Burnunu kırm ak. 2. Gururunu o lm a k .|| burundan söyler gibi, H ım hım casın a.|| kırm ak.|| burnunu çekmek, 1. Sümüğünü gen zine burun deliği, Burun boşlu kların ın d ışarıy a açılan d oğru çekm ek. 2. m ecaz. Umduğunu bu lam am ak}] iki d eliğ i.|| burun dibinde, Ç o k y a k ın d a .|| burun burnunu eğmek, {ağız} D arılm ak ; gücenm ek. dikine, K en d i bildiğine.\\ burun direği sızlamak, [DS]|| burnunu kırm ak, Gururlanan b ir kim seye I. Kötü koku duym ak. 2. H erh an g i b ir a cıy a uğra haddin i bildirmek.\\ burnunun dibi, Ç o k y akın m ak.,|| burun düdügi, {eAT} Burun boşluğunun üst yer.\\ burnunun dikine gitmek, K im seyi din lem e kısım ları; gen iz.|| burun etmek, {ağız} D arılm ak; y e r e k dilediğin i yapmak.\\ burnunun direği kırıl gücenm ek. [DS]|j burun gelme, {ağız} Atın burnu m ak, Ç ok p is koku dan rahatsız olmak.\\ burnunun nun k en arın d a olan b ir hastalık. [DS]|| burun ka direği sızlamak, Ç o k üzülm ek; a c ı duym ak.|| b ur barm ak , Burnu büyüm ek; kib irlen m ek,|| burun nunun doğrusuna, {ağız} D ikin e; aksin e; inatla. kanadı, Burun deliğinin iki yan ın d aki k a b a r ık k ı [DS]|| burnunun doğrusuna gitmek, K en d i bild i sımlar.\\ burun kapan, {ağız} Bukalem un. [DS]|| ğinden, dediğ in den şa şm a m a k.|| burnunun kılı .. burun kırılmak, 1. B irinin gururunu kırm ak. 2. ötmek, Sıkıntı yüzünden ç o k kızgın olmak.\\ bur B aş eğdirm ek. 3. K ötü b ir koku dan dolayı rahatsız nunun ucundan ilerisini görmemek, 1. K ıt ve o lm a k .|| burun kırm ak, Gururunu kırmak.\\ burun k ısır düşünceli o lm a k ; ken d i düşüncesini doğru kıvırm ak, {ağız} Ö nem verm ediğini burnunu e ğ e sanm ak. 2. K endini büyük işlere uygunmuş g ib i c e k şe k ild e yan ağın ı o y n a tara k belirtm ek; h o r la g ö rm ek ; gu ru rlan m ak,|| burnunun ucunu göre m ak; b ir şey i b eğ en m em ek; küçüm sem ek. [DS]|| memek, Ç o k sa rh o ş olm a k .|| burnunun yeli h ar burun otu, {eAT} B uru na çek ilen b ir tür tiitün; en m an savurm ak, 1. K en dini ç o k beğ en m iş olm ak. 2. fiy e .|| burun perdesi, Burun boşluğunu ikiye ayı Ç o k ö fk elen m ek ,|| burnunu sıksan canı çıkacak, ran b ö lm e.|| burun sarkm ak, D arg ın lık g ö ster Ç o k z a y ıf v e çelimsiz.\\ burnunu sokmak, G erekli m ek ; küsm ek.|| burun sıkılmak, Z orlu b ir işe kag erek siz h e r işe karışmak.\\ burnunu toprağa rışm ak .|| burun sokmak, H iç y oktan b ir işe k a rış sürtm ek, {ağız} A şağ ılam ak; kü çü k düşürmek. mış o lm a k .|| burun sonağı, {eAT} Burun deliği.\\ [DS]|| burnu sürtülmek, H ayatın g ü çlü kleri ile burun sürtm ek, {eAT} B irisinin hoşlan m ay acağ ı m ü ca d ele etm enin g ereğ in i ö ğ r en ere k guru rlan işi inat olsun diye y a p m a k .|| burun şerbeti, {ağız} m aktan v azg eçm ek zoru n da kalm ak .|| burnu tığı, Üzümün ilk alın an suyu. [DS]|| burun şişirmek, {ağız} Burnu h a v a d a ; m ağrur; kazak. [DS]|| burnu Burnu büyüm ek}] burun tom urm ak, {eAT} Burun yel almak, {ağız} (At için) şa h lan m a k; d elileşm ek. kanamak.\\ burun ucu, {ağız} coğ. B ir y a rım a d a y a [DS]|| burnu yellenmek, {ağız} C in sel isteklerde d a dağın den ize uzanan en uç tarafı. [DS]|| burun ken din i a şırı h ev e sler e kaptırm ak. [DS]|| burnu yapm ak, Büyüklük taslamalc.\\ burun yeli saman yelli, {ağız} H av a lı; azgın. [DS]|| Burnu yere düşse savurm ak, 1. Ç o k ö fk e li olm ak. 2. Büyüklük ta sla alm az, Ç o k gururlu b ir kim se için sö y len ir. \\ bu m ak.,|| burun yünü, {ağız} Taranm ış, tem izlenmiş run atm ak, {ağız} Bıırun tem izlem ek. [DS]|| burun yün. [DS] başı, {ağız} S o k ak la rd a k i d ö n em eçler; köşeler. burunca, [burun-ca] {ağız} is. Tepe. [DS] [DS]|| burun boğaz, {ağız} Yan dargın. [DS]|| bu buruncuk, -ğu [burun-cuk] {ağız} is. Tepe. [DS] S run boku, {ağız} (K işi için) a şa ğ ılık ; iğ ren ç; önem buruncuk kaşı, {ağız} B ir y an ı en gin ; üstü diiz te siz. [DS]|| burun boşlukları, Burnun için de k o k la p e . [DS] m a ve s o lu k alıp verm eye y a ra y an boşluklar. \\ bu burunç, [bur-mak > bur-unç] {ağız} is. Ağaç veremi. run burm ak, B eğ en m em ek.j| burun buruna, B ir [DS] b irin e ç o k y a kın ve yüz yüze. || burun buruna gel burundalı, [burunda-lı J ı {OsT} is. Emzikli mek, Ansızın ç o k yakın dan k arşıla şm ak ; karşı k a r tas. şıy a g elm ek .|| burun büyümek, K ib irli o lm a k .||
İM IB M m i .707
BUR
burundugın, [burun-duğın
(eAT) zf. Önce
burunsuz, [buran-suz] sf. 1. Burnu olmayan; {eT} (aym). [EUTS] 2. Hımhım,
{eT} {eAT} is. Yular.
buruntak, -ğı [eT. burun-tuk > burun-tak] {ağız} is. Yular. [DS]
is. 1. Atları
buruntahk, -ğı [burun-ta(k)-lık / burun-sa(lc)-lık] {ağız} is. Buransak; burunsalık. [DS]
den; başlangıçta, burunduk, [burun-duk [KB] burunduruk, -ğu [burun-duruk
nallarken huysuzluk yapmaması için dudaklarını kıstırmaya yarayan bir tür maşa kıskaç; yavaşa. 2. {eT} Yular; burana geçirilen yular. [DLT] 3. /eAT/ {OsT} Deveyi zapt etmek veya yönetmek için bur nuna takılan ağaç ya da geçirilen halka,
buruntı, [bur-mak> bur-untı] is. Girdap, buruntu, [bur-mak > bur-untu] is. Kalın bağırsakta hissedilen burulma ve sancı, buruıstuk, [burun-tuk] {eT} is. Gem. [EUTS]
burung, [bür-mak > bur-un] (burun) /eT} is. Bir ok atımı yer. [DLT]
buruş, [bur-uş] is. 1. Burmak eylemi ve biçimi. 2. Meyve kurusu. 3. {ağız} Erik hoşafı. [DS] S1 buruş buruş, Ç ok buruşmuş.
burungı, [bir+ön > burung-ı] /eT} zf. Önceki; evvel ki. [EUTS]
buruşgan, [buruş-malc’ > buruş-lcan] {ağız} sf. Dö vüşken. [DS]
buruni, [burun + Ar. -î] (bıım n i:) {OsT} sf. Kibirli,
buruşm a, [bur-uş-ma] is. Buruşmak eylemi.
burunlamak, [burun-lâ-mak] (bu ru nla:m ak) /eT} gçl. f. 1. Burnu ile vurmak. [DLT] 2. {ağız} Öne geçmek. [DS] 3. /ağız} (Civciv için) yumurtadan çıkmadan önce kabuğunu gagası ile vurmak. [DS] 4. /ağız} Burnu ile vurmak. [DS] 5. Beğenmemek. 6. /ağız} (Hayvan için) samanı veya yemi burnu ile itmek. [DS] 7. /ağız} Darılmak; gücenmek. [DS] 8. jağız} Saban demirinin ucuna demir parçası eklet mek. [DS]
buruşm ak1, [bur-mak > bur-uş-mak j i j j J gçsz. f . [-
burunlatm a, [burun-la-t-ma] /ağız} is. Saban demi rinin ucuna demir ekleterek onartma. [DS] buruıılatmak, [burun-la-t-mak] (ağız) gçl. f . [-ır ] Saban demirinin ucunu onartmak. [DS] burunlu, [buran-lu
sf. 1. Herhangi bir şekilde
burnu olan (şey). 2. Çıkıntılı olan. 3. m ecaz. Ken dini beğenmiş, onurlu; gururlu; kibirli. /eAT} /ağız} (aym) [DS] 4. /ağız/ Asık suratlı; kırgın. [DS] burunluk, -ğu, [burun-luk] is. 1. Kimi hayvanlan zaptetmek için burunlarına geçirilen halka; burun sak. 2. Miğferlerdeki burun siperliği, burunluhk, -ğı [burun-lu-lık
/eAT} is. Kibir;
gurur. burunsak, -ğı [burun-sak] is. 1. Isırmasına, emmesi ne veya otlamasına engel olmak amacıyla hayvan ların burunlarına takılan bir tür torbamsı aygıt. 2. /ağız} Hayvanların burnuna takılan ip; yularda hay vanın burnu üstüne gelen parça. [DS] burunsalık, -ğı [burun-sa-lık
is. 1. Sığır ve
deve cinsinden hayvanların bir şey yemesini engel lemek için ağız ve burunlarını kapatan bir çeşit tor ba. 2. Buzağıların, emmek için annelerine yaklaş tıklarında, rahatsız ederek emmesine engel olacak biçimde burunlarına takılan, ucu çivili ya da kirpi derisinden yapılmış alet. 3. Hayvanları kolayca zaptedebilmek için buranlarına sıkıca bağlanan ip. 4. {eAT} {OsT} Hayvan başlığının burun üzerine gelen parçası.
ur] 1. (Kâğıt, kumaş, deri vb. için) Düzgünlüğü gitmek, üzerinde kırışık ve katlanmalar meydana gelmek; kırışmak. 2. (Ağız için) ekşilik ve kekrelik duymak. 3. {eT} (Yüz için) somurtmak; asılmak; buruşturulmak. [DLT] S buruş buruş, Ç ok buruş muş, bum buruşuk.|j buruş yarış olm ak, /OsT} Ç ok bu ru şm ak; buruş buruş o lm a k ; sölpüm ek. buruşm ak2, [bur-uş-mak] /ağız} gçsz. f . [-u r] Baş sağlığı dilemek. [DS] b u ru şm ak / [vur-uş-mak > bur-uş-mak] /ağız} işteş. f i [-u r ] Vuruşmak; dövüşmek. [DS] buruşm az, [bur-uş-maz] sf. (Kumaş için) kıvrıklık ve kıvrımlar oluşturmayan, buruşturm a, [bur-uş-tuı-ma] is. Buruşturmak işi. buruşturm ak , [bur-uş-tur-mak] gçl. f i [-u r] Buru şuk hâle getirmek. b uruşturm ak2, [bur-uş-tur-mak] {ağız} gçl. fi. [-u r] Karşılaştırmak. [DS] buruşuk, -ğu [bur-uş-mak > buruş-uk] sf. Düzgün lüğü, gerginliği kalmamış; üzerinde katlar, kıvrım lar meydana gelmiş, buruşukluk, -ğu [bunışuk-luk] is. 1. Buruşuk olma durumu. 2. Buruşuk olanın niteliği. 3. Zayıflama ve yaşlanma gibi sebeplerden deride meydana gelen kırışıklık. buruşuksuz, [buruşuk-suz] sf. Buruşuk ve kırışığı olmayan; düz veya düzgün. b u ru t1, [bur-ut] {ağız} sf. Akılsız. [DS] burut2, [Ar. bürüt <~ıjy] (buru:t) {OsT} is. Bıyık. b urutgan 1, [bur-ut-gan] {ağız} sf. Somurtkan. [DS] burutgan2, [bur-mak > bur-ut-tan] {ağız} is. Şiddetli fırtına, kar ve yağmur; boran. [DS] b urutm ak 1, [bü (buhar) > bu-r-ut-mak] {eT} gçl. fi [u r] 1. Buğulandırmak. 2. Kokutarak yellenmek. {ağız} (aym) [DS] [DLT]
OIÜMIÜfflffJESİM.
BUR
burutm ak2, [bur-mak > bur-ut-mak] {ağız} gçl. f. [u r] 1. Darılmak; küsmek; somurtmak. 2. Hastalık öncesi düşkünlük ve keyfsizlik içinde bulunmak. 3. Topallamak; aksamak. 4. (Koç için) tos vurmadan önce başını yana çevirmek. [DS] burutm ak , [bört-mek > burut-mak] {ağız} gçl. f . [u r] Az haşlamak; börtlemek. [DS] buryuk, [buyur-mak > buy(u)ı-uk > buryuk] {eTj is. 1. Kumandan; vekil; [Gabain] 2. Buyruk. [EUTS] burzag, [Ar. burzağ f-jy] (burzağ) {OsT} is. 1. Genç lik neşesi. 2. sf. (Genç için) etine dolgun. -bus, [Far. büsiden (öpm ek) > -büs (bu :s) {OsT} so n ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere “öpen” anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. bus1, [büs / püs] (bu :s) {eT} {ağız} is. Sis; duman; pus. [DS] bus2, [bus] {ağız} is. Allah’ın ceza olsun diye verdiği sürekli hastalık. [DS] bus3, [bus] {ağız} is. Sürülmesi kolay, gübreli toprak. [DS] bus4, [Far. büsiden > büs j ^ ] (bu :s) {OsT} is. 1. Öp me; öpücük. 2. sf. Öpen. S büs etmek, Ö pm ek.|| büs-gâh, {OsT} Ö pü lecek yer. ||büs ü kenâr, {OsT} Ö pm e ve ku caklam a. b usak1, -ğı [? busak] {ağız} is. Kavak. [DS] busak2, -ğı [bu+sak] {ağız} zf. Bu sefer. [DS] busamak, [büs (sis) > *bus-â-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Büyük bir acı içinde olmak; kederlenmek. [Clauson] busanç, [busâ-mak > busa-nç] {eT} is. Büyük üzüntü; acı; keder; ıstırap. [ETY] busandurm ak, [busa-n-dur-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Bir kimseyi büyük bir üzüntü içine sokmak; keder lendirmek; üzüntü vermek; acı vermek. [Clauson] busanmak, [büs (sis) > *bus-â-mak > busa-n-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] 1. Üzülmek; sıkılmak; kederlen mek. [Gabain] [İKPÖy.] [ETY] 2. Umutsuzluğa düş mek; meyus olmak. [EUTS] 3. Öfkelenmek; sinir lenmek. [İKPÖy.]
busbudala, [bu(s)+bu/dala] ( b u ’sb u d a la ) pekşt. sf. Tamamen budala, busbulamk, -ğı [bu(s) + bu/lan-ık] (bu'sbulanık) pekşt. sf. Çok bulanık. buse, [Far. büsiden (öpm ek)> büse ^ y ] (bu .se) {OsT} is. 1. Öpücük; öpüş. 2. tasvf. İlahî sevgiden doğan heyecan. 3. tasvf. Dünya zevki, ö büse-câ, {OsT} Ö p ecek yer. || bflse-çîn, {OsT} B u se a la n ; öpücü k toplayan.\\ bûse-gâh, {OsT} Ö p ü lecek yer.\\ büsegeh, {OsT} Ö p ü lecek yer.\\ buse-rüba, {OsT} B u se toplayan ; öp ü cü k k ap a n .|| büse-şikesten, {OsT} Ş a p ır şu pur öpme.\\ bttse-zen, {OsT} Ö pen; öpiicü. buselik, -ği [Far. büse + T. -lik dil 4-*y\ s f Öpecek, öpmeye değer; öpülebilir (şey), buselik', -ği [Far. büse-lık dU busende ».u*^] (bu :sende) {OsT} sf. Öpen; öpücü. busgak, [büs (sis) > bus-ğak] {eT} is. Yürek sıkıntısı. [Gabain] busı, [Sog. bösanti / Skr. uposatha > busı / puşı] {eT} is. Sadaka; kurbanlık. [EUTS] busi, [Far. büsiden > büs! ^ y \ (bu .si:) {OsT} is. Öp me; öpüş. buside, [Far. büsiden > büslde
(bu :si:d e)
{OsT} sf. Öpülmüş, büsiden, [Far. büsiden
(bu :si:d en ) {OsT} F ar.
f . m astarı. Öpmek, busir, [Far. büşır j ^ y ] (bu :si:r, s, k aim söylenir)
{OsT} is. bot. Sığır kuyruğu bitkisi, busarık, [eT. büs (sis) > bus-ar-ık / pus-ar-ık] {eAT} busiş, [Far. büsiden > büsîş jV -ü ] (bu :si:ş) {OsT} is. sf. 1. (Hava için) dumanlı; sisli. 2. is. Duman; sis. Öpme; şapırtılı öpüş, 3. Uzakta olduğu için iyi seçilemeyen bulanıklık. 4. Serap. 5. {ağız} Sisli, tozlu, bulutlu hava. [DS] busitan, [Far. bü (koku) + sitân o l^ j;] (bu :sita:n ) is. busarm ak, [büs (sis) > bus-ar-mak] {eT} gçsz. f . [-*■ bustan. u r] Sis bastırmak; dumanlanmak; pusarmak. [DLT] busm, [Ar. buşm ^ = y ] {OsT} is. Serçe parmağı ile [Clauson] yanındaki parmak açıldığında arada kalan açıklık. busat1, [Sog. bösanti / Skr. uposatha] {eT} is. Bir tür . oruç. [EUTS] busat2, -dı [Ar. bisât (halı) > busat
{OsT} is. 1.
Kilimler; döşekler; minderler; keçeler. 2. {ağız} Kumaş parçası. [DS] 3. {ağız} Çocukları beşiğe sı kıca bağlamaya yarayan bez. [DS] 4. {ağız} Elbise. [DS] 5. {ağız} Süs eşyası. [DS] 6 . {ağız} Harp araç ve gereci. [DS]
busm ak1, [bus-mak / bös-mek] {eT} gçsz. f . [ - a r ] 1. Pusmak; pusu kurmak; pusuya yatmak; gizlenmek; saklanmak. [Yüknekî] [Nevâyî] [KB] 2. {ağız} Gizle nerek bir konuşmayı dinlemek. [DS] busmak2, [büs (sis) > bus-mak] {eT} dönşl. f . [ - a r ] 1. Üzülmek; sıkılmak; kederlenmek. [Gabain] [İKPÖy.] 2. Öfkelenmek. [İKPÖy.]
iim
r o M
BUŞ
. 7 0 9
busrulmak, [bus (sis) > *busa-mak > bus(a)-r-ulmak] {eT} dönşl. fi. [-u r ] Kederlenmek. [Gabain] bussukmak, [bus-mak > bus-uk-mak / bus(s)-ukmak] {eT} - * busukmak. bustan, [Far. bü (koku) + sitân (yer) o U ^ ] (bu:sta:rı) {OsT} is. 1. Güzel koku yeri; gül ve çiçek ko kularının olduğu yer. 2. Çiçek bahçesi; gül bahçesi. 3. Sebze bahçesi; bostan. S bustân-bân, {OsT} B ahçıvan .|| bustân-efrflz, {OsT} bot. K atm erli h o roz ibiği. ||bustân-fürûz, {OsT} bot. K a tm erli horoz ibiği.|| bustân-pirâ, {OsT} B a h ç e sü sley en .|| bustân-serâ, {OsT} B a h ç e için deki köşk. bustani, [Far. büstânî
(b u .sta.n i:) {OsT} is.
Bahçıvan. bustani, [Far. büstân + Ar. -î
(bu .sta.n i:)
{OsT} sf. 1. Bahçeye ilişkin. 2. Bostancı ocağına mensup olan. buster, [İng. booster] is. Çalışma süresi çok kısa fa kat büyük bir güce sahip, uzay araçlarının fırlatıl masına yarayan füze, bustuh, [? bustulî / büstüli / büsteli] (bustulı:) {eT} is. Karapazı, (Atriplex horten sis). [DLT] busu1, [bus-mak (gizlenm ek) > bus-uğ > bus-u / I j ^ jj ] {eT} {eAT} is. Birine saldırmak için gizle nerek beklenilen yer; pusu. S busu açm ak, {eAT} Pusu kurm ak. busu2, -u ’u [Ar. buşuc
{OsT} is. Terler.
busug, [bus-mak (gizlenm ek) > bus-u / bus-uğ] {eT} is. Pusu. [Clauson] [KB] busugçı, [busuğ-çı] {eT} is. Pusu kuran; pusuya ya tan; tuzakçı. [KB] busukmak, [bus-mak > bus-uk-mak] {eT} gçsz. fi. [ur] Birini veya bir şeyi yakalamak için saklanmak; pusuya yatmak; pusuya girmek. [DLT] [Clauson] busunç, [bus-unç] {ağız} is. Sığınma. [DS] busunmak, [bus-un-mak] {ağız} gçsz. fi. [-u r ] Sığın mak. [DS] busuramak, [bûs (sis) > *bus-ur-malc > busur-amak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-r(u )-y or] 1. Bıkmak; usanmak. 2. Doymak. 3. Önemsizliğini göstermek. [DS] busurkanmak, [büs (sis) > *bus-mak > bus-ur-kanmak] {eT} gçsz. fi. [-u r ] 1. Müteessif olmak; keder lenmek; üzülmek. [Nevâyî] 2. Korkmak. [Gabain] busuruk, -ğu [bus-ur-uk] {ağız} sf. Sıkıntılı; kederli; durgun. [DS] bususa, [Ar. bu'şüşâ
(b u -su :sa :) {OsT} is.
zool. Tatarcık, busuş, [*bus-mak (üzülmek) > bus-uş] {eT} is. Üzün tü; acı; ıstırap; hüzün; keder; dert; kaygı. [Gabain] [İKPÖy.] [ETY][EUTS] [Clauson]
busuşlug, [busuş-luğ] {eT} sf. Kederli; acılı; ıstıraplı; dertli; kaygılı. [EUTS] [ETY] busuşmak, [bus-mak (pusu kurm ak) > bus-uş-mak] {eT} işteş, f i [-u r] Karşılıklı pusu kurmak; birbirine tuzak hazırlamak. [DLT] busuşsuz, [busuş-suz] {eT} sf. Kedersiz; üzüntüsüz. [EUTS] buş, [Far. büş
3;] {OsT} is. Hastalanan koyun ve ke
çileri tedavi etmek için bacaklarına yapıştırılan bir tür laden. buşak, [buş-mak (sıkıntı verm ek, ked erlen d irm ek) > buş-ğak / buş-ak] {eT} sf. İçi sıkıntılı; üzüntülü; ke derli. [DLT] buşaklık, [buşak-lık] {eT} is. Öfke; kızgınlık. [KB] buşgurm ak, [buş-ğur-mak] {eT} g ç l . f [-u r] Kışkırt mak. [ETY] buşgut, [*boşğü-mak > boşğu-t] {eT} is. Çırak. [DLT] buşgutlanmak, [buşğu-t-la-n-mak] {eT} gçsz. fi. [-u r] Çırak sahibi olmak; çömez edinmek. [DLT] buşı1, [buş-mak > buş-ı] {eT} sf. Öfkeli; sinirli; hır çın. [KB] S1 buşı bolmak, {eAT} Ö fkelenm ek. buşı2, [Sog. bösanti / Skr. uposatha / Çin. pu-shih] {eT} is. Sadaka; kurbanlık. [EUTS] buşıçı, [buşı-çı] {eT} sf. Sadaka toplayan; dilenci. [EUTS] buşılıg, [buşı-lığ] {eT} sf. Sadakaya muhtaç. [EUTS] buşılık, [buş-ı-lık] {eT} is. Hiddetlenme; kızma. [KB] buşi, [Sog. bösanti / Skr. uposatha / Çin. pu-shih] {eT} is. Sadaka. [Gabain] buşmak, [bus-mak > buş-mak
{eT} gçsz. fi. 1.
Üzülmek; sıkılmak; canı sıkılmak; usanmak. [DLT] [İKPÖy.] 2. Sinirlenmek; hiddetlenmek; öfkelen mek; kızmak; heyecanlanmak. {eAT} (aynı) [EUTS] [İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] [KB] buşon, [Fr. bouchon] is. elkt. Silindirik yapılı bir tür akım açma kapama anahtarı, buşrulmak, [buş-mak (sinirlenm ek) > buş-ur-mak (sinirlendirm ek) > buş-(u)r-ul~mak] {eT} edil. fi. [u r] Taciz edilmek; sinirlendirilmek; kızdırılmak; öfkelendirilmek. [Clauson] buşu, [eT. buş-mak > buş-ü j - i j J {eAT} is. Öfke; kız gınlık. buşug, [buş-mak > buş-uğ / puşuğ] {eT} is. Can sı kıntısı. [DLT] buşukmak, [buş-mak > buş-uk-mak] {eAT} gçsz. fi. [u r] Kızmak. buşulgan, [buş-ul-ğân (Clauson’a göre yuşulğân)] {eT} sf. Eli işe yatkın. [DLT] buşurgam ak, [buş-ur-ğa-mak {eAT} gçsz. f i [-r ] 1. Sıkılmak. 2. Kızmak; öfke lenmek. buşurganm ak, [buş-mak>buş-ur-ğan-mak {eAT} dönşl. fi. [-u r] Sıkılmak.
ÖIÜMIİİMM.
BUŞ
buşurkanmak, [buş-ur-kan-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] bııtayn, [Ar. batn (karın) > butayn jJa J {OsT} is. 1. 1. Rahatsızlık hissetmek. [EUTS] 2. Kendisini ku Karıncık. 2. Küçük göze; hücre, surlu saymak. [EUTS] 3. Kaygılanmak. [EUTS] bute [Far. büte «îjj] (bu :te) {OsT} is. 1. Topraktan çı buşurm ak1, [bişir-mek / pişir-mek > buşur-malc ?] kar çıkmaz yaprak ve dalları yere yayılan gövdesiz {ağız} g ç l . f [-u r] 1. Arayıp bulmak; sorup soruştu bitkiler; sürüngen dallı bitkiler. 2. Kuyumcuların rup elde etmek; her yola başvurarak temin etmek; içinde altın veya gümüş erittikleri kap; pota. 3. tedarik etmek. 2. Bol bol harcamak; değerini bile Çeşme, sebil gibi yapıların mermer kitabeleri üze memek. [DS] rine oyulmuş yaprak resmi, buşurm ak , [buş-mak (üzülmek) > buş-ur-mak] {eT} g çl. f . [-u r ] Birinin canını sıkmak; sinirlendirmek. [DLT] [Yüknekî] [KB] buşuş, [bus-mak / buş-mak (üzülm ek; sıkılm ak) > bus-ıış / buşuş] jeT} is. Üzüntü; acı; hüzün. [İKPÖy.] but1, -du \eT. but / bud (ayak, b a ca k )] is. 1. İnsan vücudunun kalça ile diz anasındaki bölümü. {e l '} (aynı) 2. Kasaplık hayvanlarda genellikle arka ba cağın dizden itibaren gövde ile bitişik olan dolgun etli bölümü. {eT} [DLT] [EUTS] [Gabain] is. 3. feTj Bacak; ayak. 4. {eT) Dal. fi3 but ağacı, {ağız} A ra b a okunun y erleştirild iğ i ç a ta l ok. [DS]|| but altı pastırm a, {ağız} Butun b a c a k tarafından yap ılan pastırm a. [DS]|| but yarm ası pastırm a, {ağız} A rka k a lç a etlerin den y a p ıla n pastırm a. [DS] but2, [büt / büd] {eT} is. 1. Değerli ve büyük firuze. [DLT] 2. Büyük bir adamın armağanını getirene ve rilen bahşiş. [DLT] but3, [Sanslc. Buddha / Çin. b’iuet] is. 1. Buda; Bur han. 2. Put; heykel. [KB] b u ta1, [buta > puta] {eA Tl is. 1. Nişangâh; hedef; amaç. buta2, [büd / put] {ağız} is. Sevgili. [DS] butafoga, [İt. butafogo] (bu ta'foga) {OsT} is. Eski den, topları ateşlemekte kullanılan fitili tutan sopa, butafor, [? butafor] is. tiy. Tiyatro sahnesinde tarihî olaylar canlandırılırken kullanılan o devre ait eşya lar. butaforcu, [butafor-cu] is. Tiyatroda kullanılacak olan tarihî eserlerin benzerini yapan sanatkâr, butak, -ğı [butı-mak / buta-mak > but-ak JjlkjJ {eT} {eAT} {ağız} is. Budak; dal. [DLT] [DS] butaklam ak, [butı-mak > butık-la-mak > butak-lamak] {eT} g ç l.f. [- r ] Budamak. [DLT] butaklanm ak, [butak-la-n-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Budaklanmak; tomurcuklanmak; kollara ayrılmak. [DLT] butam ak, [butâ-mak] {eT} g ç l.f. [ -r ] 1. Budamak. 2. Vurmak; dövmek; kesmek. [EUTS] butanm ak, [buta-n-mak] {eT} edil. f . [-u r] Budan mak. [DLT] butar, [butâ-mak > buta-r] {eT} is. Hasır dokumasın da kullanılan ip. [DLT] butarlam ak, [butâ-mak > buta-r-la-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Parçalamak; yırtmak; parça parça etmek. [EUTS] [Gabain]
bııthîi, [Ar. butha oJa;] {OsT} is. İyi huy. butıg, [butı-mak > butı-ğ / butı-k] {eT} is. Budak; dal. [EUTS] butik, [butl-mak > butı-k] {eT} is. 1. Budak, dal; ağaç. [DLT] [EUTS] [Gabain] [KB] 2. Atın ayak deri si çıkarılarak yapılan tulum. [DLT] 3. Küçük testi; kırba; boduç. [DLT] butıklamak, [butı-k-lâ-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Buda mak. [DLT] butıklanmak, [butlk-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Budaklanmak; dallanmak, [KB] buti, [Skr. bhüta] {eT} is. Cin; peri; umacı. [EUTS] butik, -ği, [Yun. apoteke (m ahzen) > Lat. apotheca > İt. bottege / Fr. butique] is. Bir modelden çok az sayıda giyecek eşyası satan küçük mağaza, butikçi, [butik-çi] is. Butik işleten kimse, butikçilik, -ği [butilc-çi-lik] is. Butik işletmecisinin yaptığı iş. butim ar, [Far. bütımâr
(bu :ti:m a:r) {OsT} is.
zool. Balıkçıl, butlam ak, [büt > but-lâ-mak] {eT} gçl. f [ - r ] 1. Buduna vurmak. [DLT] 2. (Köpek için) birinin bu dunu ısırmak. [DLT] butlan, [Ar. butlan
(bu tla:n) {OsT} is. 1. Batıl
olma durumu. 2. huk. Geçersizlik, hükümsüzlük. 3. Yanlışlık; haksızlık, fi1 butlan hattı, G eçersizliğin i b elirtm ek için b ir yazının üzerin e çek ilen çizgi. || butlân-ı d a’vâ, {OsT} D avanın esassız, haksız veya b o ş oluşu. || butlân-ı his, A m eliyat için b ir organın g e ç ic i o la r a k duyarsızlaştırılm ası. butlu1, [but-lu] sf. 1. İçinde veya üzerinde but bulu nan. 2. (Belirtilen nitelikte) buta sahip olan. 3. Kal çası büyük olan. butlu2, [but-lü] {eT} is. 1. Devenin burnundaki yu muşak kısım; 2. Devenin burnuna geçirilen burun salık. [DLT] butlug1, [büt > but-luğ] {eT} sf. Butlu; ayaklı; ba caklı. [EUTS] [Gabain] butlug2, [but-luğ] {eT} sf. Sulu. [EUTS] buttuk, -ğu [but-luk
{eAT} is. 1. Eskiden el
bise üzerine giyilen şalvara verilen ad. 2. Zırhın şalvar kısmı. butmul, [Sansk. pippala > bibli / batmul] {eT} is. Bir tür karabiber; kuyruklu karabiber; dar-ı fulfül. [DLT]
6m E H T İİg B Ö N .7iı
BUY
buton, [Fr. bouter (itm ek) > bouton (gon ca)] is. 1. Sivilce. 2. Bir kısım elektrikli ya da mekanik araç ları çalıştırmak, durdurmak ya da ayar yapmak için basılan düğme şeklindeki küçük parça,
buus, [Ar. bu’us
butrak, [but-ur-ğak > butur-ak
rinlik ve genişlik öğelerinin her biri; boyut. 2. Uzunluk, fi1 bu’ut rakam ı, {OsT} B ir harita y a da p la n üzerindeki, ö lçü leri g ö steren ra k am ; ö lçek. buutlu, [buut-lu] sf. Boyutlu; boyutları olan, buva, [puhu > buv-a] {ağız} is. Baykuş. [DS] buvala, [boğ-mak > buva-la] {ağız} is. Boğmaca [DS] buvanak, -ğı [boğ-mak > buva-ııak] {ağız} is. 1. Derinden ve kapalı yerden gelen ses. 2. Gün batı nımda güneş ışığı. [DS] buvat, [büg-e-mek > buva-t / büve-t] is. Toplanmış su; sarnıç.
{eAT} is. 1. Üç
köşeli diken. 2. Bu dikene benzer eski bir savaş aracı. butraşmak, [but-(ı)r-aş-mak ,>-1./_*] {OsT} dönşl. f . [-u r] Çok güçlenip azgınlaşmak, buttuk, -ğu [but-luk] {ağız} is. Kısa don. [DS] buttum, [Ar. butm (çitlem bik) => buttum] {ağız} is. 1. Yabani fındık. 2. Yabani Antep fıstığı. [DS] butu1, [butu / boto] {eT} is. Deve yavrusu. [KB] butu2, -u ’i [Ar. butü5 «•jk J (butu:) {OsT} is. Geç kal ma; gecikme. butukmak, [but-ulç-mak] {eT} gçsz. f i [-u r ] Bulun mak; bulunmuş olmak. [EUTS] butul, [Ar. butül
(butu:l) {OsT} is. Boşluk; çü
rüklük; dayanaksızlık. butulamak, [boto-lâ-mak / butu-lâ-mak] {eT} gçsz. fi. [-r ] (Deve için) erkek yavru doğurmak. [ETY] butulmak, [but-ul-mak] {eT} edil. f i [-u r] Asılmak; .takılmak. [EUTS] butun, [Ar. batn > bütün j ^ ] (butu:n) (OsT} is. 1. Karınlar. 2. Soylar; nesiller. butur1, [püt (yans.) > püt-ür / butur] {ağız} is. 1. Pütür; pürüz. 2. Çiçek hastalığı geçirmiş kimsenin yüzü. [DS] S butur butur, {ağız} Düz olm ay an ; inişli çıkışlı; pütürlü. [DS] butur2, [Ar. bâtir (keskin)] {ağız} sf. 1. Haşarı; yara maz; azgm. 2. Eğlence ve gezme düşkünü. [DS] butur , [Ar. bâtire (keskin kılıç)] {ağız} is. Omuz ağ rısı; kulunç. [DS] buturak, -ğı [eT. butur-gâk / butur-ak] {ağız} is. 1. Pıtrak. 2. Kilim, çul ve heybede pıtrak biçimindeki bir süs öğesi. [DS] buturam ak, [butur-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-r(u )y o r ] Yaramazlık yapmak; taşkınlık etmek; kabına sığmamak. [DS]
is. Yokluk içinde bulunma,
buusı, [buusı / büsı] {eT} sf. Dağınık; dalgın. [EUTS] buut, -du [Ar. bu'ud Jju] {OsT} is. 1. Uzunluk, de
buy, [Far. bü / büy
(bu:y) {OsT} is. 1. Koku. 2.
Güzel koku. 3. m ecaz. Ümit; umma. 4. Sevgi. 5. Yaradılış; huy; tabiat. 6. Tamah. 7. Kısmet; nasip; pay. S bûy-dân, {OsT} 1. K oku kab ı. 2. Tuvalet çekmecesi.\\ buy-dar, {OsT} Güzel kokusu olan ; koku lu .|| büy-efzâr, {OsT} 1. G üzel kokan. 2. B a h a r )\ bûy-fürûş, {OsT} K oku sa tıcısı.|| büy-i ezhâr, {OsT} Ç içeklerin kokusu .||büy-i kısmet, {OsT} P ay; n asip .|| büy-i rüh, {OsT} Ruhun kokusu.\\ büy-i ve fa, {OsT} 1. Vefa kokusıı. 2. K a rşılık lı vefa bulm a ümidi. ||bûy-perest, {OsT} 1. G üzel koku seven . 2. Av k ö p e ğ i.|| büy-süz, {OsT} K oku y a k a n ; buhur dan. || buya, [Far. büyâ U^] (bu :y a:) {OsT} sf. Güzel koku lu. Buyahya, [Far. büyahyâ
(bu .y ah y a:) {OsT} is.
Azrail. buyan1, [Sansk. punya > buyan / muyân] {eT} is. 1. Ehliyet. 2. Sevap; iyi amel; iyilik; erdem. [EUTS] [Gabain] 3. Kut; saadet; mutluluk; saadet. [Gaba in] [EUTS] buyan2, [İt. pian => buyan j U ] is. Meyan bitkisi,
c.erred, {OsT} Uzay. buudak, [? büdalc] {eT} is. Engel,
buyançı, [buyan-çl] (bu yan çı:) {eT} is. 1. İyiliksever. [EUTS] 2. huk. Din adamı. [EUTS] buyanlam ak, [buyan-lâ-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] 1. İyilik etmek. [EUTS] 2. Hizmet etmek. [EUTS] 3. Kollamak. buyanlıg, [buyan-lığ] {eT} sf. 1. Mesut; mutlu. [EUTS] 2. Sevaplı; hayırlı. [EUTS] buyansız, [buyan-sız] {eTj sf. Sevapsız; hayırsız. [EUTS] buybam ak, [buyba-mak / burba-mak / yubamak] {eT} gçl. f . [ - r ] Savsaklamak; yüz üstü bırakmak. [DLT]
buule, [Ar. bu'üle
buyçe, [Far. büy-çe ^ .j j ] (bu .yçe) {OsT} is. bot. Sar
buturgak, [butur > butur-ğâk] {eT} is. Pıtrak; fıstık biçiminde çengelli bir diken. [DLT] buturlık, [butur-lılç
{OsT} is. Haşarılık; zı
pırlık. buu, [bü] {eT} sf. ve zm. Bu. [EUTS] buud, [Ar. bu'ud] {OsT} is. -*■ buut, ffb u ’ud-ı mü-
(buu.Te) {OsT} is. Kadın eş.
buulet, [Ar. bu'ület cJ_yu] (buu:let) {OsT} is. 1. Yok luk. 2. İçinde olmama.
maşık otu. buydu, [buy-du] {ağız} is. 1. Geveze; geçimsiz. 2. Zayıf; beceriksiz. [DS]
ö ie iira u iii.
BUY buydurm ak1, [uy-dur-mak > buy-duı-mak] {ağız} g ç l .f . [-u r] Uygun duruma getirmek. [DS] buydurm ak2,
[bud-mak >
buy-dur-mak
buye, [Far. b ü y e ^ ] (bu :ye) {OsT} is. Özleme, (bu :yi:) {OsT} is. Kokululuk.
buy iden, [Far. büyıden
( b u y i: den) F a r. f i i l
m astarı. Koklamak, buyiş, [Far. büyiden (kokm ak) > büyiş
diren g eçm iş zam an sıfa t f i i l eki) > buyr-uk / 3y .y / iİj«] is 1. Yapılması veya yapılmaması emredilen
{O sm T.} gçl. f . [-u r ] Dondurmak,
buyi, [Far. büyî
buyruk, -ğu [buy-ur-mak > buyur-uk (-k: son u ç b il
(bu.yiş)
{OsT} is. Kokulu olma; kokma, buyla, [boyla / buylâ] {eT} is. Yüksek bir unvan. [ETY] buylu, [? buylu / muylu] {ağız} is. 1. Kağnı yanlarını birbirine bağlayan ağaç kuşak. 2. Kızak döşeklerini birbirine bağlayan kuşak; bağ. 3. Araba, kağnı din gili. 4. Sabanın tabanında toprağı dağıtmaya yara yan çatal. 5. Kağnı ve araba tekerleğine çakılan tahta çivi. 6. Araba oku ile boyunduruğu birbirine çakan çivi. 7. Tırpanda, kılıcı sıkıştırmak için çakı lan ağaç çivi. 8. Övendirenin ucundaki çivi. [DS] buyma, [buy-ma] is. Buymak eylemi, buymak, [eT. bud-mak > buy-mak j i j J {eAT} {OsT} {ağız} gçsz. f . [-a r ] (İnsan ve hayvan için) soğuktan donmak; soğukta donarak ölmek. [DS] buymul, [*moy-malc / boy-male > *boy-(u)m > boymul > buymul] {eT} is. 1. Bir tür eğitilemez do ğan. [ETY] 2. Bir tür kuş, (Circus cyaneus), (C. ceru g in osu s). [Gabain] 3. Boynu beyaz hayvan. [ETY] buynaz, [buy-mak > buy-un-mak > buy(u)n-az] {a ğız} sf. Çabuk üşüyen. [DS] buynuz, [eT. münüz / *bünüz > boynuz / buynuz] {ağız} is. 1. {eT} Boynuz. 2. Keçiboynuzu; harnup. 3. Hah ve kilimde yer alan boynuz biçimli motif. [DS]
şey; emir; ferman; söz. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {eT} {eATj {ağız} Kumandan; bakan; buyur ma yetkisi bulunan amir; emir; önder. [ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin] [DS] 3. Egemenlik. 4. tasvf. Bektaşî büyüklerinin vecize ve atasözü değerindeki sözleri ve bunları derleyen kitap. 5. {eT} Bakan; mühürdar; vekil. [İKPÖy.] 6. {eT} Müşavir; vezir. [KB] S buyruğu altına girmek, 1. K işi için) biri nin em ri altın a g irm ek ; am irliğin i k a b u l etm ek. 2. (Ü lke için) b a ş k a b ir ülkenin hakim iyetin i k ab u l etmek.\\ buyruğunda bulunmak, E m rini yerin e g etirm ek.|| buyruğunda olm ak, E m ri altın a g ir m ek, egem en liğin i k a b u l etm ek. || buyruğu yürü mek, Hükmii g eç m e k ; em ri tutulmak.\\ buyruk bu yurm ak, {OsT} Emretmek.\\ buyruk dutm ak, {eAT} E m re itaat etm ek.|| buyruk etmek, E m ir verm ek; em retm ek.|| buyruk eyesi, {eAT} E m ir s a h ib i; b a ş; a m ir. \\ buyruk geçirm ek, {eAT} E m ri uygulam ak; em rin i y erin e g etirm ek ; infaz etm ek .|| buyruk geçmek, {OsT} Verilen em ir g eçerliliğ in i koru m ak; hüküm yürüm ek.|| buyruk issi, {eAT} E m ir veren k işi; em ir sa h ib i; b a ş ; bey ; hâkim .|| buyruk itmek, {eAT} E m ir verm ek; em retm ek.|| buyruk kulu, Ve rilen em ri y a p m a k zoru n da olan kimse.\\ buyruk kurum u, {ağız} Cirit alanının uzun ken arların dan birinin tam ortası. [DS]|| buyruk sımak, {eAT} E m r e aykırı davranmak.\\ buyruk sınmak, {eAT} E m ir y erin e g elm em ek ; em irleri y erin e getirilmemek.\\ buyruk tutm ak, E m re itaa t etm ek.|| buyruk tutucı, {OsT} ita a tli; b a ğ lı; u ysal; sö z dinler. buyrukçu, [buyur-uk-çu] is. Buyuran kişi, buyruldı, [buyur-mek > buyr-ul-dı i ^ j J {OsT} is. 1. Memurdan gelen yazılı isteğe yazılan şerh. 2. Amirin memura verdiği yazılı emir; buyrultu; fer man.
buynuzlu, [buynuz-lu] sf. Boynuzlu,
buyrulm a, [buy(u)r-ul-ma] is. Buyrulmak işi.
buyon, [Fr. bouillon (k a b a rc ık )] is. İçinde her türlü tekstil ürünü kaynatılan sıvı ortam,
buyrulm ak, [buy(u)r-ul-mak] edil. f . [-u r ] Buyruk verilmek; emredilmek,
buyot, [Fr. bouillotte] is. 1. Suyu elektrikle kaynatan kap. 2. Kauçuktan yapılma sıcak su torbası,
buyrultu, [buyur-mak > buy(u)r-ul-tu
buyrak, -ğı [buyur-mak > buy(u)r-uk > buyrak] {ağız} is. Memur. [DS] buyrug, [buyur-uğ > buy(u)r-uğ
{eT} is. Emir;
buyruk. S buyrugında bulunmak, {eA T} Em rini y er in e getirm ek .|| buyrugında olmak, {eAT} E m ri altın a g irm ek ; egem en liğin i k ab u l etm ek. |[ buyrugı (buyruğı) yürüm ek, {eAT} H ükmü g eç m e k ; em ri tutulmak. \ buyrugınlayın, [buyruğ-ı-n-laym j J Buyruğuna göre; emri üzerine.
{eAT} zf.
is. 1.
İmparatorluk döneminde sadrazam, vezir, beyler beyi gibi üst düzey devlet görevlilerince divan ya zısı denilen bir tür yazı ile yazılan buyruk. 2. İrade. 3. Valiler tarafından yazılarak iş sahiplerinin elleri ne verilen emirname. 4. Askerlikte kolağası rütbe sine kadar yükselenlere verilen tevcihname. 5. {ağız} Belge. [DS] 6. {ağız} Diploma. [DS] 7. {ağız} Davetiye. [DS] 8. {ağız} İl; vilayet. [DS] buyrultucu, [buy(u)r-ul-tu-cu] is. Buyrultu yazan kimse. buyrum cu, [buy(u)r-um-cu] {ağız} is. Davet eden; karşılayan. [DS]
im ik m ®. 713 buysuz, [Far. buy-suz
BUZ
(bu:ysu:z) {OsT} is. Bu
hurdan. buyun, [bud-un > buyun] {eT} is. Kavim; ulus. [DLT] buyur, [buyur] (e A T) is. Emir. S1 buyur almak, {eAT/ E m ir a lm a k ; buyrultu alm ak. buyurçın, [budır-sm / buyur-çm] {eT} is. zool. Bıl dırcın. buyurdu, [buyur-du / buyur-tu] {OsT} is. Yasa; dü zen; nizam; kanun, buyurdum, [buyur-tu-m
y y ] {eAT} is. Buyrultu;
emirname, buyurgan, [buyur-gan] is. 1. Buyurma alışkanlığında olan; her zaman buyuran. 2. Sert; mütehakkim. 3. {ağız} Kaynana. [DS] buyurm a, [buyur-ma] is. Buyurmak eylemi, buyurm ak, [eT. buyur-mak jy.y. /
g ç l - f [-
ur] 1. Bir şeyin yapılmasını ya da yapılmamasını bildirmek; emretmek. {eT} {eAT} (aynı) [Gabain] [İKPÖy.] [DLT] [KB] 2. (Saygı ifadesi olarak) de mek, söylemek; düşüncesini bildirmek. {eAT} (ayni) 3. Gelmek; girmek; geçmek; gitmek. 4. Almak. 5. ünl. “Söyle, söylediğini bir daha tekrarlar mısınız!” anlamlarında kullanılır. 6. “Etmek, olmak” anla mında yardımcı fiil olarak kullanılır. S Buyur! A n laşılm ayan b ir sözün tekrarlan m asın ı istem ek için kullanılan sö z .|| buyur etmek, 1. B ir kişiyi d a vet etm ek. 2. M isafiri karşılam ak, içeri alm ak. || Buyurun cenaze nam azına, B ek len m ed ik b ir du rum k arşısın d a duyulan üzüntüyü ş a k a ile k a rışık ifa d e etm ek için sö y len ir.|| buyurun itmek, {ağız} İyi k arşıla m a k ; k ap ıd an karşılam ak. [DS]|| Buyu runuz! 1. İk ra m a ç a ğ ırm a sözü. 2. B ir y e r e ç a ğ ır m ak a m a cıy la kullanılır. buyurtm ak, [buyur-t-mak] gçl. f i [-u r ] 1. Emrettir mek. 2. Bir dilekçeyi ya da resmî belgeyi ilgili ma kama havale ettirmek, buyurtu, [buyur-tu y j y t ] {OsT} is. 1. Düzen; yasa. 2. Emir; ferman, buyuru, [buyur-u] is. Buyruk; emir. S buyuru gel mek, {ağız} B uyurm ak; em retm ek. [DS] buyurucu, [buyur-ucu] sf. Emreden; buyuran; buy ruk veren. buyuruk, [buyur-uk d jj*] {eAT} {ağız} is. 1. Emir; ferman. 2. Emir; komutan; bey. [DS] S buyuruk buyurm ak, {eAT} Emretmek.\\ buyuruk itmek, {eAT} E m ir verm ek; em retm ek.|| buyuruk sımak, {eAT} E m re aykırı d a v ran m ak .|| buyuruk sürmek, {eAT} Hüküm yürütm ek. buyuruldı, [buyur-ul-dı ^
- ü
{OsT}
is.
Yazılı
emir; buyrultu; ferman, buyurulmak, [buy-ur-ul-mak
yard. fi. [-u r] 1.
Saygı göstermek amacıyla “edilmek, olunmak” an
lamlarında kullanılır. 2. edil. fi. Emredilmek. (aynı) 3. {eAT} d ö n şl.f. Emir almak,
{eAT}
buyurultu, [buyur-ul-tu] {ağız} is. -*■ buyuruldı. [DS] buyuşuk, -ğu [eT. bud-mak (donm ak) > buy-mak > buy-uş-uk] {ağız} sf. Uyuşuk; uyuşmuş. [DS] buyuz, [bu+yüz] {ağız} is. Bu yan; bu taraf. [DS] buz1, [eT. bü-mak / bud-mak (donm ak) > büz jy ] (bu:z) is. 1. Donmak suretiyle katılaşmış su. {eT} {OsT} (aynı) [DLT] [KB] 2. imi. (Hava ve nesneler için) “Ç o k s o ğ u k !” anlamında kullanılır. 3. Bir kimsenin sevgi ve şefkatten uzak olduğunu belirt mek için kullanılır. S buz adası, Ç o k büyük buz d a ğ la rı.|| buz alanı, D eniz suyunun don m ası ile kutup b ö lg elerin d e m eydan a g elen g en iş buz düz lü kleri; buzla, aysfild.|| buz bağlam ak, (Sıvılar için) yüzeyi donmak.\\ buz çalm ak, {ağız} P atin aj yapm ak. [DS]|| buz çiçeği, Y akılarak tuz eld e ed ilen b ir deniz bitkisi, (Msembıyanthemum).\\ buz çö zümü, Buzların erim eğ e ba şla m a sı v e kırılm ası. || buz dağı, K u tu plardaki kalın buz ta ba ka la rın d a n k o p a r a k akın tılarla d en izlere sü rü klen en ve g em i ler için teh like y aratan büyük buz kü tleleri; ays b e r g i buz dansı, Artistik patin ajın b ir d a lı.|| buz duvarı, Sam im i olm ayış veya uygunsuz b ir durum dan d olay ı ortam d aki n eşesizlik.|| buz düşmek, {ağız} Buz çözü lm ek; erim ek. [DS]|| buz gibi, 1. Ç ok soğuk. 2. B ir bilginin g erçek liğ in i ve kesinliğini ifa d e etm ek için ku llan ılır; m ırın kırın y o k ; itir a f etm ek g e r e k ir ki; şüphesiz. 3. (Et için) tem iz ve y ağlı. 4. (K işi için) sam im i ilişkiler kuram ayan. 5. (K işi için) duygusuz; taş kesilm iş. 6. S af; katkısız. 7. (K işi için) sevimsi.z.\\ buz gibi soğumak, B irin den b ir d a h a h içb ir y a kın lık du ym ayacak biçim de duygusal uzaklaşm ak, tiksinmek.\\ buz hokeyi, Altı ş a r kişilik takım larla buz p istin d e oynanan b ir tür hokey.\\ buz karpuzu, {ağız} B eyaz çekird ekli, gü n eşe konulunca soğuyan b ir tür karpuz. [DS]|| buz kaydı, {ağız} P a r la k b ir tür kum aş. [DS]|| buz kaym ak, spor. Buz üstünde kaykay yapmak.\\ buz kesilmek, Şaşkınlıktan, beklen m ed ik b ir durum dan y a d a üzüntü v er ec e k bir durum k arşısın d a n e y a p a c a ğ ın ı bilem em ek ; donakalmak.\\ buz kesmek, l. Ç o k üşümek. 2. Vücudu buz g ib i o lm a k ; donmak.\\ buzlar çözülmek, 1. (Soğuğun m eydan a getird iğ i bu zlar için) erim eye başlam ak. 2. K iş ile r a ra sın d a ki dargınlık, kırgın lık g ib i durum lar ortadan kalk m ay a başlamak.\\ buz sırpm ak (zıypmak), {ağız} Buz üstünde kaym ak. [DS]|| buz tutm ak, B uz b a ğ la m a k . \ \buz urm ak, {eAT} Buz üzerinde kaymak.\\ buz üstüne yazı yazm ak, 1. E tki s ü resi az o la n bir iş y apm ak. 2. Birine, ken disin de olum lu h iç b ir etki bırakm ayan sö z ler söylem ek. ||buz yalağı, B uzulla rın k a r a la r d a açtığ ı sert k en a rlı ve d a ğ la rd a içine k a r biriken y u v a rla k çöküntü. || buz yığını, B ir a ka rsu için d e buz p a r ç a la n birikintisi.
BUZ buz2, [büz-mak > büz] (bu:z) {eT} sf. "Üzücü, boz gun cu; ta h rip k â r” anlamındaki ‘‘üz b u z ” ikileme sinde geçer.
buzcu, [buz-cu] is. Buz satan kimse,
buz3, [buz] {eT} is. Bozulma; yıkılma; harap olma; tahribat. [EUTS]
buzdolabı, [buz+dola(p)-ı] is. Yiyecek ve içecekleri soğutmakta kullanılan iç sıcaklığı soğutucu bir dü zenekle ayarlanabilir, ısı yalıtımlı dolap; soğutucu, frijider.
buza, [Tuv. bızâ / Moğ. bra’u > bozağı] (buza:) {ağız} is. Buzağı. [DS] bıızad, [Soğd. bösanti / Skr. uposatha] {eT} is. Bir tür oruç. [EUTS] buzağı, [Tuv. bızâ / Moğ. bra’u > buza-ğı ^ j y ]
buzgak, [buz-mak > buz-ğak] {eT} sf. Ters. [Clauson] buzgi, [Güre, budzgi (kirpi yavrusu)] {ağız} is. Di kenli bir tür çalı. [DS] buzhane, [buz+ Far. hâne (ev)
{eAT} is. -*■ buzagu. buzagılık, [buzağı-lak > buzağı-lık jü U ^ ] {OsT} sf. (İnek için) buzağılamak üzere olan. S buzağılık inek, {OsT) D oğ u rm ak iizere olan inek. buzagu, [buz (yans.) > buz-â-mak (böğürm ek) > buzâ-ğü / buz-a-kı > buzağı
buzçözer, [buz+çöz-er] is. Buz çözmekte kullanılan alet; buz çözücü, defroster,
! y -jy ] fcT} {eAT} is.
İnek ve benzeri hayvan yavrusu; buzağı. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] S buzagu dişi, {eAT} D a na burnu d en ilen bö cek . buzagulamak, [buzâğü-lâ-mak] {eT} gçsz. f . (İnek için) doğurmak; buzağılamak; buzağı doğurmak. [DLT] [ETY] buzağı, [Moğ. bura’u / eT. boza-ğu / buza-ğu > buza ğı] is. Süt emen sığır yavrusu. S buzağı burnu, A slanağzı çiçeğ i, (Anthirrhintım majus).\\ buzağı damı, {ağız} B uzağı konulan ahır. [DS]|| buzağı derisi, K itap k ab ı o la r a k ku llan ılm ak üzere üzeri resim ve y a zı ile sü slen en y en i d o ğ a n buzağının derisi. || buzağı dişi, {ağız} D an aburn u d en ilen ve b a h ç e bitkilerinin k ök lerin i yiyen b ir z ara rlı böcek. [DS] buzağılacı, [buzağı-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Manda, inek için) gebe. [DS] buzağılama, [buzağı-la-ma] is. Buzağılamak işi. buzağılamak, [buzağı-la-mak] g ç s z .f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] (Sığılar için) yavrulamak; doğurmak, buzağılık, -ğı [buzağı-lık] is. 1. Buzağı ağılı. 2. Ot lamaya başladıktan sonra buzağılara yedirilen mev sim sonu taze ot. 3. Dağda, taşlar arasında yetişen çayıra benzer bir ot. 4. Yakın çayırlık; otlak; mera. buzakı, [buz-ağı > buz-akı
{eT) {16. yy.} is. -*•
buzagu. buzalacı, [buza(ğı)-la-y-ıcı] {ağız} sf. (İnek, dişi man da için) gebe. [DS] buzalamak, [buza(ğı)-la-malc j l j j ;] {eAT} gçsz. f . [r] (İnek için) yavrulamak; doğurmak, buzalatmak, [buza(ğı)-la-t-mak
{OsT} gçl. f .
[-u r] İneği doğurtmak, buzar, [Far. bü-zâr jlj^] (bu :za:r) {OsT} is. Tarçın, karanfil, biber, kimyon gibi baharatlar, buzarmak, [buz-ar-mak] gçsz. f . [-ır] Buz gibi ol mak; buza dönmek.
(bu zha:n e)
{OsT} is. 1. Buz üretilen ve satılan yer. 2. Gıda maddelerinin uzun süre depoda beklemesini temin için özel olarak yapılmış soğuk ortamlı tesis; soğuk hava deposu. buzı, [buz-mak > buz-T] (buzı:) {eT} is. Çok pişmek ten dolayı ekmeğin üzerinde oluşan siyahlık. [DLT] buzidan, [Far. büzıdân jİJujjj] (bu :zi:d a:n ) {OsT} is. bot. Semizlik, buzine, [Far. büzîne ^J^j] (bu :zi:n e) {OsT} is. zool. Maymun. buzkırak, -ğı [buz+kır-mak > buz-kır-ak] {ağız} is. Donmuş su; don; buz. [DS] buzkıran, [buz+kır-an] is. dnz. Gemilerin geçişini veya bir liman, kanal gibi yerlere girip çıkışını en gelleyen buzları kırmak için özel olarak imal edil miş gemi. buzkun, [buz-mak > buz-kun] {eT} is. 1. Bozgun. [ETY] 2. Kasırga; fırtına. [ETY] buzkunça, [buz-mak > buz-kun-ça] {eT} zf. Bozguna uğramış gibi; fırtına gibi. [ETY] buzla, [buz-la] (b ıı’zla) is. Kutup bölgelerindeki ge niş buz alanlarına verilen isim; aysfıld. buzlam ak1, [buz > buz-la-mak] gçl. f . [ - a r ] [-l(u)y o r ] Bozulmasını önlemek amacıyla bir yiyecek üzerine buz serpmek, buz koymak. buzlam ak2, [buz(ağı)-la-mak] {ağız} gçsz. f. [- r ] [l(u )-yor] Buzağılamak. [DS] buzlanma, [buz-la-n-ma] is. Buzlanmak eylemi, buzlanmak, [buz > buz-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Üzerini buz kaplamak, buzla örtülmek. 2. dönşl. Buz tutmak; buz bağlamak. 3. Buz edinmek; buz sahibi olmak, buzlaşma, [buz-la-ş-ma] is. Buzlaşmak eylemi, buzlaşmak, [buz > buz-la-ş-malc] gçsz. f . [-ır ] Buz durumuna gelmek, buzlu, [buz-lu] sf. 1. İçinde, üzerinde buz bulunan. 2. Buz bağlamaya başlamış olan. 3. Buz içinde soğu tulmuş olan. 4. Yarı saydam. 5. {ağız} Bir tür parlak kumaş. [DS] S1 buzlu cam , Saydam lığı azaltılm ış, yarı, saydam cam .|| buzlu hoşaf içmek, İşler i y o lunda olm ak. buzlug, [büz-luğ] (bu:zluğ) {e l } sf. Buzlu. [EUTS]
BÜC
• 715
buzluğan, [buz-lu-gan] is. Yüksek dağlarda hiç kar eksilmeyen, sürekli buzlu olan yer. buzluk, -ğu [eT. büz-luk] is. 1. Yiyecek ve içecekleri bozulmaması için buz içinde saklamaya yarar kap, küçük dolap. {eT} (aynı) 2. Soğutucuların buz üreten bölümleri. 3. İçine buz konarak servis yapmakta kullanılan kap; buz kabı. 4. Buz oluşturmak için buzluğa konulan küçük kap; buz kalıbı. 5. m ecaz. Çok soğuk olan yer. 6, İçinde doğal buz bulunan mağara; içerisine buz konularak yaz için saklanan yer; buzluk. {eT/ (aynı) [DLT] buzm, [Ar. buzm
{OsTj is. 1. Nefis; istek; arzu.
buzullu, [buz-ul-lu] sf. Buzulu olan, buzulmak, [buz-mak > buz-ul-mak] {eT} edil. f . [ur] Mahvedilmek; bozulmak; yıkılmak. [Gabain] [EUTS] [KB] buzun, [buz-mak > buz-un / yod-un] {eT} is. Yok eden; bozan. [Clauson] bü, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. (Hayvan için) bağımıa, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] bü-ğür-m e. büb, [bub / büb (yans.)] is. Baykuş türü kuşların ötü şünü ve bu sırada çıkardıkları sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] biib-ür-de-k. büber, [biber] {ağız} is. -*■ biber. [DS]
2. Başak. buzm ak1, [buz-mak] {ağız} sf. Koyu mavi. [DS]
bübü, -ü ’ü [Ar. bfl’bü5 jjjJ (bü :-bü :) {OsT} is. 1.
buzmak2, [büz-mak] (bu .zm ak) {eT} gçl. fi. [ - a r ] 1. Mahvetmek; bozmak; kırmak; parçalamak; tahrip etmek. [EUTS] [ETY] [Tekin] [Gabain] [KB] 2. Boz guna uğratmak; hezimete uğratmak; bozmak; yen mek. [EUTS] [ETY] [Tekin]
Gözbebeği. 2. m ecaz. Çok değer verilen şey; en de ğerli şey. bübübük, -ğü [büb (yans.) > büb-ü+bük / Lat. upupa ?] {ağız} is. Çavuşkuşu; ibibik. [DS] bübülük, -ğü [bübü-ltik] {ağız} is. Gül goncası. [DS]
buzra, [Ar. buzra
bübürdek, -ği [büb (yans.) > büb-ür-de-k] {ağız} is. Bülbül. [DS] bübürlenmek, [böbür-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir] Güvenmek; dayanmak. [DS] büc1, [büc (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır ma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] biic-iik bücük, büc-ü bücü. büc2, [büc / bıc / buc (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkmasını, şişmanlığın verdiği hantallığı ve tembelliği anlatan kök. [Zülfıkar] biic-ül-de-m ek, büc-iil-de-n-m ek, bü c-ül-de-k.
{OsTj is. anat. Üst dudağın or
tasından dışarı doğru taşan et parçası, buztılı, [buz+tılı] {eT} is. Sıçan gibi bir hayvan. [DLT] buzuk, [buz-mak > buz-uk] {eT} is. Bozuk; kırık; yı kık. [DLT] [KB] buzuki, [boz-mak >bozuk > Yun. buzüki] is. imiz. Sapı gitara benzer bir tür Yunan bağlaması, buzul, [buz-ul] is. 1. Önceki yılların karı erimeden yeni yağan karın yığılması ve billurlaşması ile olu şan çok büyük, kalın ve ağır buz kütlesi; cumudiye, (1944). 2. sf. Buzlarla ve buzullarla ilgili. S buzul bilimci, Buzul bilim i uzm anı; g la sy o lo jist.|| buzul bilimi, B uzulları ve buzulların y e r yüzün deki işlev lerini konu a la n fiz ik î c o ğ ra fy a bölüm ü; g lasy oloj i .|| buzu! çanağı, B ir buzul koyağın ın taban ın da a şırı oyulm a son u cu n da olu şan ve g en işley en ç a n a k biçim li çukur.|| Buzul (Çağı) Dönemi, D ö r düncü zam anın, y e r yüzünün büyük b ir bölümünün bu zu llarla k ap lı oldu ğu d ön em i; p le is to s e n .|| buzul kar, B ir buzulun olu şm asın a tem el o la n katılaşm ış k a r.|| buzul kaynağı, Buzulun a lt kısm ında eriy e re k biriken suyıı akıtan kaynak.\\ buzul masası, Buzulların alttan erim esi ile tek ay ak lı b ir m asa görünüm ündeki kü tle.|| buzul seli, Buzulun erim esi ile m eydan a g elen sel. || buzul taş, B uzulların taşı yıp biriktirdiğ i ü zerleri çizik ve p a r la k ta şlar; m oren .|| Buzul Toyın, Yakut Türklerinin in an cın a g ö re, A k Toyın d en ilen g ö k le r d e k i en biiyiik tanrıya g id en y olu bekley en iki tanrıdan birinin adı.
bücJ, [Far. büc
{OsTj is. Keçi.
büc4, -ccü [Ar. bücc g ] {OsT} is. Kuş yavrusu; palaz, bücal, -li [Far. bücâl JUr] (büca.T) {OsT} is. 1. Kö mür. 2. Ateşli kömür; kor. bücdet, [Ar. b ü cd e to j^ ] {OsT} is. Bilim; bilgi; ilim. bücelenmek, [büce-le-n-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] Oyalanmak. [DS] bücik, [büc (yans.) > büc-ik] ünl. Hayvan çağırma ünlemi. S bücik bücik, {ağız} H ayvanları çağ ırm a ve k ov a la m a ünlemi. [DS] bücr, [Ar. bücr j£ ] {OsT} sf. 1. Kötü; fena; şer. 2. Şa şılası. bücriy, [Ar. bücriy ^>f] {OsT} is. Bela; afet; musi bet. bücriye, [Ar. bücriyye
is. -*■ bücriy.
buzullaşma, [buz-ul-la-ş-ma] is. 1. Buzullaşmak durumu. 2. Buzul örtüsünün ortaya çıkıp genişledi ği dönem; buzul devri,
bücud, [Ar. bücüd iy^] (bü cu:d) {OsT} is. Bir yerde
buzullaşmak, [buz-ul-la-ş-malc] dönşl. f . [ -ır ] Buzul halini almak.
bücul, [Far. bücül J_j£] (bü cu d) {OsT} is. anat. To
oturma; ikamet etme, puk kemiği; aşık kemiği.
ÖIÜMIİİICîM.
BÜC bü cu s, [Ar. bücus ^ ( b ü c u : s ) {OsT} is. Sövme.
bücü, [büc (yam.) > büc-ü] tini. Hayvan çağırma ve kovalama ünlemi. S bücü bücü, {ağız} -*■ bücü. [DS] bücübücü, [büc-ü + büc-ü] {ağız} is. Bir yaşındaki dana. [DS] bücük1, -ğü [bıç-mak > bıç-uk > bücük] {ağız} is. 1. Kenar. 2. Hayvana binmiş olan kimsenin arkasında kalan ikinci kişinin oturabileceği yer. 3. Meme ba şı; meme. [DS] bücük2, -ğü [büc (yam.) > büc-ük] {ağız} is. Buzağı. [DS] S bücük bücük, {ağız} H ayvan ça ğ ırm a ün lem i. [DS] bücüldek, -ği [büc-ül-de-k] {ağız} sf. (Kişi için) tem bel ve beceriksiz. [DS] bücüldemek, [büc (yam.) > büc-ül-de-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-d (ü )-y o r] Oyalanmak. [DS] bücüldenmek, [büc-ül-de-n-mek] {ağız} dönşl. f . [ir] Oyalanmak. [DS] bücür, [Kırgız, böcür (tom urcuk] sf. 1. Ufak tefek, kısa boylu; bodur. 2. m ecaz. Afacan çocuk; bacak sız. bücürleşme, [bücür-le-ş-me] is. Bücürleşmek eyle mi. bücürleşmek, [bücür-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] Bücür duruma gelmek, bücürlük, -ğü [biicür-lük] is. Bücür olma durumu, büç, [Far. büç g ] {OsT} is. Yanakların ağız içinde ka lan kısmı; avurt. büd1, [Far. büd Ju] {OsT} is. 1. Sahip. 2. Maşa. büd2, -ddü [Ar. büdd Ju] {OsT} is. 1. Ayrılma; uzak laşma. 2. Vazgeçme, büdad, [Ar. büdâd M-l.] (bü da:d) {OsT} is. 1. Pay; hisse. 2. Nasip. 3. Son; nihayet, budala, -a ’ i [Ar. büdelâ’ ^ Ju ] (biid ela:) {OsT} sf. -*• büdela. büdbttdek, [Far. büdbüdek -d-b-b] {OsT} is. zool. Çavuşkuşu; ibibik, büdde, [Ar. büdde a J {OsT} is. 1. Pay; hisse. 2. Na sip. 3. Nihayet; son. büde, [Far. büde oJu] {OsT} is. 1. Ağaç kavı. 2. Maşa, büdela, -a ’i [Ar. bedii (akılsız) > büdelâ (aptallar) f-^-b] (bü d ela:) {OsT} s f 1. Akılsız; aptal; sersem; budala. 2. tasvf. Mutasavvıflar arasında seçkin bir zümre. büdik, [büd-î-mek > büd-i-k] {eT} is. Oynayış; zıpla yış; oyun; raks; ritmik ve zarif hareket. [DLT] [EUTS] [KB] büdimek, [büd-I-meld {eT} gçsz. f. [ - r l Dans etmek. [Gabain] [E T Y [DLT]
büdmek, [büd-mek] {eT} gçsz. f. [- e r ] 1. Bitmek; sona ermek; tamamlanmak. [EUTS] 2. inanmak. [EUTS] büdremek, [eT, büdî-mek > büd(i)-re~mek dU_>-b] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-r(ü )-y or] 1. Sendelemek; sürç mek. {eAT} (aynı) 2. Kaymak. 3. Hafifçe titremek. [DS] büdrimek, [büdre-mek > büdri-mek tiUj-b] {eAT} g ç s z .f. [ - r ] - * büdremek. büdun, [Ar. bedene > büdün / büdun ü jJ {OsT} is. Kurbanlık develer, büdur, [Ar. büdür jj-b] (bü du.r) {OsT} is. 1. Hızla geçme. 2. İleri gitme. büdü1, [büg-di / büğ-dü] {ağız} is. Tekerleği kağnıya bağlamakta kullanılan çivi. [DS] büdü2, [büdü] {ağız} is. Deve yavrusunu çağırmakta kullanılan ünlem. [DS] büdük, -ğü [büd-ük] {ağız} sf. Çelimsiz ve zayıf çocuk. [DS] büdün1, [büd-mek > büd-ün / büt-ün] {eT} sf. Bütün. [Gabain] [EUTS] büdün2, [Ar. bedene > büdün 0-b] {OsT} is. Kurban lık develer. büdür, [büd-ür] {ağız} sf. Çelimsiz ve zayıf çocuk. [DS] büdürmek, [büdı-mek > büd(ü)-re-melc > büdiirmekviiojJo] {eAT} g ç s z .f. [-ü r] Sendelemek. büdüşmek, [büdî-mek > büd-ü-ş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r ] Oyunda ve raksta yarışmak. [DLT] büdütmek, [büdî-mek > büd-ü-t-melc] {eT} gçl. f. [ür] Oynatmak. [DLT] büfe, [Fr. buffet] is. 1. Alt bölümü tabaklara, üst bö lümü de bardaklara ayrılmış büyükçe dolap. 2. Bir davet sırasında misafirlere sunulacak yiyecek ve içeceklerle donatılmış masa; bu masadaki yiyecek ve içeceklerin tümü. 3. Cadde, sokak başı vb. yer lerde gazete, dergi, hazır yiyecek ve içecek satılan küçük dükkân. 4. Tren istasyonlarında, gemilerde çay, kahve vb. içecek satılan yer. büfeci, [büfe-ci] is. Büfe işleten kimse, büfecilik, -ği [büfe-ci-lik] is. Büfe işletme işi. bügas, [Ar. büğâs o-«^] (bü ğ a:s) {OsT} is. 1. Pek faz la değeri olmayan bir tür avcı kuş; luri. 2. Karga, saksağan ve benzeri av değeri olmayan kuşlar, bügde, [biigde / bükte] (biig d e:) {eT} is. Hançer; ka ma. [DLT] bügdek, [büg-de-melc > büg-de-lc J-vS'jj / {OsT} is. -*• büğet, bügdelemek, [bügde-le-mek / bülcte-le-mek] {eT) g ç l .f . [ - r ] Hançerlemek. [DLT] bügelek, [bügel-mek > bügel-ek ^ is. Büvelek, (H ypoderm a bovis).
y I dilf
{OsT}
0ie t iW b ö ii. 7i7
BÜĞ
bügelmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büge-l-mek / S^SS y t JJUİS"jj] {eATf g ç s z .f. -*■ bügenmek. büğemek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-e-mek /
tS y
/ dU ■&] {eAT} (ağız) gçl. f i [ - r ] [-(ğ ii)-y o rj (Akar su için) önüne engel yaparak suyu biriktir mek. [DS] bügenmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-e-n-mek / / S ^ y / dLo? y /
{eAT} {OsT} edil. f i [-
ür] (Akarsu ya da akan bir topluluk, sürü vb. için) önü engelle tıkanarak yığılmak; birikmek, büğet, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-e-t cuS" {eAT} {OsT} is. Su birikintisi; akarsuyun önü kesil diği için yaptığı birikinti. S büğet su, {eAT} G ölet; su birikintisi. bügez, [bu+kez] {ağız} zf. Bu kez; bu defa; bu sefer. [DS] bügitmek, [bük-mek > bük-it-mek] {ağız} gçsz. fi. [ir] Bir sıkıntı ile büzülmek. [DS] büglimek, [bük-ül-mek > büg-(ü)l-i-mek
/ dUiSj
/ dUİSÖ] {eAT} g ç s z .f. [ -ir ] Kıvrılmak; bükülmek, büglük, -ğü [bügü-lük] {ağız} is. Büyü. [DS] büglünmek, [büg-mek > büg-(ü)l-ün-mek] {eT} {eT} d ö n şl.f. [-iir ] Toplanmak; birikmek. [DLT] bügmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-mek
/
/ dUS'jj] {eT} {eAT} gçl. f i [- e r ] 1. Eğmek; bükmek. [Gabain] 2. Önünü tutup durdurmak; hareketine en gel olmak; kapanmak; set çekilmek. [DLT] 3. Top lanmak; bükülmek. [DLT] bügri, [büg-mek > büg-(i)r-i ı j y .
/
y\ {eT}
{OsT} sf. 1. Eğri büğrü; eğri; eğik. [DLT] [EUTS] 2. {eAT} Kambur; tümsek. büğrü, [büg-mek > büg-(i)r-i > büg-rü
/ ^sj>y\
bügünmek, [bügü > bügü-n-mek] {eT) d ö n ş l.f. [-iir] Vâkıf olmak; tanımak. [Gabain] bügür, [böğür > bügü-r] {eT} is. Kalça; böğür. [Gabain] [EUTS] [KB] bügüş, [bögü > bügü-ş] {eT} is. 1. Dirayet. [Gabain] 2. Hikmet; marifet; bilgi. [EUTS] bügüşmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-mek > büg-üşmek] {eT} işteş, fi. [-ü r ] Su büğemekte yardım ve yarış etmek. [DLT] büğdül, [büğdü-1] {ağız} sf. Batıl; geçersiz; yanlış. [DS] büğdür, [büğ-mek > büğ-dür] {ağız} sf. Cılız; hasta lıklı. [DS] Büğdüz, [bügü > büğii-d-mek > büg(ü)-d-üz (hür metli, saygılı, tevazulu)\ öz. is. Oğuzların Üçok ko luna mensup bir boy adı. büğdüz, [büg-mek (eğm ek) > büğ-üd-mek > büg(ü)d-üz] {ağız} sf. 1. Kambur. 2. Kerestelik ağacın budak yeri. 3. Çam ağacının çıralı özü. [DS] büğe, [büğe / böy] {ağız} is. 1. Örümcek. 2. Büve, (H ypoderm a bovis). [DS] büğek1, -ği [büğ-mek > büğ-ek] {ağız} is. Buzağıların analarını emmesini önlemek için burunlarına takı lan sivri uçlu aygıt; burunsalık. [DS] büğek , -ği [büg-mek > büg-ek] {ağız} is. Su birikin tisi; büğet. [DS] büğelek, -ği [büğ (yans.) > büğ-e-lek / bügel-mek > büğel-ek] is. zool. Sığırsineğigiller familyasından 2 cm. boyunda, tıknaz gövdeli, kısa ve güçlü hortu mu ile sığırların derilerini delerek kan emen, nokra adı verilen hastalığa sebep olan bir tür sinek; eğri ce; büve; büvelek; nokra sineği; güğüm sineği, (H ypoderm a bovis). büğelez, [bügel-mek > büğel-ez] {ağız} sf. Kambur laşmış; kambur. [DS] büğeme, [büge-mek > büğ-e-me] is. Büğemek eyle mi.
bügte, [bügte] {eT} is. - * bügde.
büğemek, [eT. büg-e-mek > btiğ-e-me-k] gçl. f i [-r] [-ğ (ü )-y o r] 1. Suyun önüne bir bent yaparak suyu yükseltmek; toplamak, biriktirmek. 2. {ağız} Hay van sürüsünün önüne geçerek arkadakiler gelinceye kadar toplamak. [DS]
bügü, [bügü / bükü / bögü] {eT} sf. 1. Dirayetli; bü yücü. [Gabain] 2. Bilgin; bilge; akıllı; hakîm. [DLT] [KB] 3. Hikmet. [EUTS] S bügü bilge, Akıllı. [DLT]
büğenmek, [biiğe-mek > büğe-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir ] 1. Duygularım açığa vuramamak; içlenmek; içine atmak. 2. (Akarsu için) önündeki engel yü zünden birikmek; toplanmak. [DS]
bügülemek, [bügü-le-mek] {eT} g ç s z .f. [- r ] Bilgi ile donanmak. [KB]
büğenti, [büğen-melc > büğe-n-ti] {ağız} is. Su biri kintisi; gölcük. [DS]
bügülenmek, [bügü > bügti-le-n-mek] {eT} dönşl. f i [-ü r] Tabiatüstü güç göstermek; büyülemek. [Üç İtigsizler]
büğet, [büğe-mek > büğe-t / böget] is. 1. Bir akarsu yu tutmak için yapılan set, su bendi. 2. Akarsuların biriktiği çukur alan; su birikintisi; gölcük, bataklık. 3. Önüne set çekilerek tutulmuş su.
{eT} {OsT} sf. -*• bügri. bügrüce, [bügrü-ce
{eAT} sf. Kam
burca.
bügülmek, [büg-mek > büg-ül-mek] {eT) gçsz. fi. [ür] Büğenmek; önü büğenerek toplanmak; çoğal mak. [DLT]
büğleğen, [büğ (yans.) > büğ-le-ğen] {ağız} is. Kay nak; pınar. [DS]
DIÜMIİİMM.
BÜĞ
büğlemek1, [büng (yans.) > büng-le-mek] {ağız} gçsz. f [-rj[-l(ü )-y ° r] 1. (Su içiıı) fışkırmak; kaynamak. 2. (Yılan için) deliğinden fırlamak. [DS] büğlemek", [bügü > büyti-le-mek] {ağız} g ç l . f [->'][l(ii)-yor] Büyü yaparak bir kimseyi kötü yola dü şürmek. [DS] büğlez, [bügel-mek > büğel-ez] {ağız} sf. Kambur. [DS] büğlii, [Fr. bugle (öküz)J is. müz. Askeri bandonun önemli bir öğesi olan, borazana benzer pistonlu bir üflemeli çalgı. büğmek1, [büng-ü-mek] {ağız) gçsz. f . [ - e r ] (Su için) topraktan kaynayarak çıkmak. [DS] büğmek2, [Moğ. biig > büğ-melc] jağız} g ç l . f [- e r ] Büğemek. [DS] büğnümek1, [büng (yans.) > büğnü-mek] {ağız/ gçsz. f. [ - r ] 1. Yerinde duramamak; yaramazlık etmek. 2. Geçimsizlik yüzünden ayrılmak. [DS] büğnümek", [büng (yans.) > büng-ü-mek] {ağız} gçsz. f [~r] * • (Su için) topraktan kaynayarak çıkmak. 2. (Köstebek için) yuvasındaki toprağı yeryüzüne yı ğın hâlinde çıkarmak. [DS] büğrez, [büğ-(ü)r-ez] {ağızfis. Eğri büyüyen ağaç. [DS] büğrü, [eT. bük-ri / bük-rü] sf. İ. Bükülmüş; kam bur. {ağız/ (aynı) [DS] 2. Tümsek, büğrülmek, [büğ > büğ-rü-l-mek] {ağızj g ç s z .f. [-iir] Eğrilmek; kamburlaşmak. [DS] büğü, [eT. bögü / bügü (hikm et) > bügi / büyü] {ağızj is. Büyü. [DS] büğül, [bu+yıl] {ağız/ is. Bu sene. [DS] büğüldemek, [büğ (yans.) > biiğ-ül-de-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d(ü )-y or] (Su için) topraktan kayna mak; büngümek. [DS] büğiilemek, [büyü-le-mek] {ağız! gçl. f . [-r ] [-l(ü)y o r ] Büyülemek. [DS] büğülmek, [büg-ül-mek > büğ-ül-mek] {ağız} edil. f . [-iir ] Eğilmek; kamburlaşmak. [DS] büğülü1, [büyü-lü] {ağız} s f Büyülü. [DS] bügü lii2, [İng. bugle] {ağız} is. Klarnet. [DS] büğün, [bu+gün] {ağız} is. Bugün. [DS] büğürmek, [bö (yans.) > bö-ğür-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r ] (Hayvan için) acı acı bağırmak; böğürmek. [DS] büğüt, -di [? büğüt] {ağız} is. Hile; aldatma. [DS] bühlel, [Ar. bühlel J l j J {OsTf sf. Boş; boş yere; abes, bühlûl, [Ar. bühlül J>1^] (bühlû.l) {OsTf sf. 1. Çok gülen. 2. Hayır sahibi, bühme, [Ar. bühme 4*-^] {OsT} is. 1. Kuzu. 2. Oğlak. 3. Buzağı. 4. Keçi otu. bühr, [Ar. bühr j^>] {OsT} is. Sık sık soluma; solu ğanlık.
bühre, [Ar. bühre » ^ ] {OsT/ is. 1. Geniş yer. 2. Dere içindeki çayırlık ve sazlık. 3. Kesik kesik soluyuş. bttht1, [Ar. büht 04 J {OsT/ is. 1. Yalan; iftira. 2. Şaş kınlık. büht2, [Far. büht
04 J {OsT} is. Bir gezegenin belli
bir süre içindeki hareketi, bühtan, [Ar. bühtan jl^ j] (biihta.n) {OsT/ is. Yalan yere suçlama; birine işlemediği suçu yükleme; kara çalma; iftira. S bühtan etmek, Yalan y e r e su çla m ak; iftira etm ek, k a r a çalm ak. bühtancı, [bühtan-cı] sf. İftira eden, bühtanlı, [bühtan-lı] sf. İftiraya uğramış, bühtür, [Ar. bühtiir / bühtüre
/ 0^ ] {OsT} sf. B o
dur; kısa. bühur, [Ar. bühür j^ .] (biihıı.r) {OsT} sf. Aydınlık; ışıklı. bühüt, [Ar. behüt > bühüt c ^ ] {OsT} is. Duyanlarda şaşkınlık yaratan türden yalan ve iftiralar, bühüv, -vvü [Ar. behv / behve > bühüvv _^] {OsT} is. 1. Konuk odaları. 2. Yer altındaki hayvan ahırla rı. büjhan, [Far. büjhân oUjj] (biijha:rı) {OsT} is. İm renme; gıpta. büjm eje, [Far. büjmeje »>>>] {OsT} is. zool. Kaya keleri. büjııl, [Far. büjül Jjj^] (biijıı.T) {OsT/ is. Topuk kemi ği; aşık kemiği. bük1, [bük-mek > bük] {eT/ is. Tomurcuk. [DLT] bük2, [eT. b ü k iljJ is. 1. {eT/ {eAT/ {OsT} {ağız} Dere, ova ve ırmak kenarındaki sık çalı, saz, söğüt gibi ağaç topluluğu; ağaçlık; ormanlık; sık ağaçlık; fun dalık. [DLT] [ETY] [DS] 2. {ağız/ Ağaç, çalı vb. or man gibi bitki topluluklarının en sile olduğu yer. [DS] 3. {ağız} Böğürtlen. [DS] 4. {ağız} Bostan eki mine uygun akarsu ve göl kıyılarındaki verimli top raklar. [DS] 5. {ağız} Bostan. [DS] 6. {ağız/ Düz ve büyük toprak parçası. [DS] 7. {ağız/ Dağ veya tepe yamacı; yamaç; sırt; belen. [DS] S bük toprağı, D ere k en a rla rın d a ki d o lm a topraklar. bükJ, [Argu. bük] is. 1. {eT/ Köşe; köşe bucak; evin köşesi. [ETY] [DLT] [KB] 2. {ağız/ Dönemeç. [DS] 3. {ağızl Akarsuların büküntü yerleri. [DS] 4. {eT} {ağız} Bükülerek katlanmış bir şeyin her bir bükü mü; kat; büküm. [DS] bük4, [Yun. büki => bük Jjj] {eAT} is. 1. Yem. 2. Lokma. 3. Nasip; kısmet, büka, -a ’i [Ar. bükâ *ISÖ] (bü kâ:) {OsT} is. Göz yaşı dökme; ağlama. S bükâ-alûd, {OsT} A ğlatıcı; a ğ lam a klı.|| bükâ-engiz, {OsT} A ğlatıcı.|| bükâ eyle
M C E X bB .ro mek, {OsTj Ağlamak.\\ bükâ-yi sürür, fOsTj Sevinç g ö zy a şları.|| bükâ-yı şedîd, {OsTj Şiddetli a ğ la m a ; hüngür hüngür ağlam a. bükat, [Ar. bükât olSÖ] (biikâ:t) {OsT} is. Ağlayanlar; ağlayıcılar. bükdelek, -ği [bük-(ü)d-e-lek] {ağız} sf. Eğilip bükü lerek yürüyen. [DS] bükdelemek', [bükde-le-mek] {eT) gçl. f . f - r ] [-l(i) -y o r] Hançerlemek. [DLT] bükdelemek2, [bük-(ti)d-e-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Kaçamak cevap vermek. 2. (Yük hay vanı için) yükünün ağırlığından dolayı sendeleye rek yürümek. [DS] büke1, [böke / büke] {eT} sf. 1. Kahraman; cesur. [ETY] 2. Büyük yılan; ejderha. [DLT] [KB] büke2, [bük-e] {ağız} sf. Sapa; kenar; kıyı. [DS] büke , [Kürt, bük] {ağız} is. Gelin. [DS] bükecek, -ği [bük-ecek] {ağız} is. 1. Bir şeyi bük mekte kullanılan aygıt. 2. Değirmende tanelerin az veya çok dökülmesini ayarlayan kısım. 3. İp bükme aygıtı. [DS] bükeç, [bük-eç] {ağız} is. 1. Dönemeç. 2. Köşe. 3. Çene. 4. Kambur. 5. Eğri. [DS] bükegük, [bük (sık a ğ a çlık ) > büke-gtik] /eTj is. Ormanlık. bükelemek, [bük-mek > bük-e-le-tnek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Bağından kurtulmak için çabala mak; kıvranmak; didinmek; uğraşmak. 2. Caymak. 3. Duraksamak. 4. Zor durumda kalmak. [DS] bükelenmek, [bük-mek > bük-e-le-n-mek] {ağız) gçsz. f . [-ir ] 1. Zor durumda kalmak. 2. Sancıdan kıvranmak. 3. Yaltakçılık yapmak; köle gibi eğil mek. [DS] bükemeç, [biik-emeç] {ağız} is. 1. Dönemeç; viraj. 2. Köşe. [DS] büken1, [bük-mek > bük-en] is. 1. Bükmek eylemini yapan. 2. Oynak kemiklerin arasındaki açıyı daral tan kasların genel adı. büken2, [bük-mek > büken] {eT} is. 1. İşkembe. 2. Karpuz; bir tür kavun; Hint kavunu. [DLT] [EUTS] bükenek, -ği [bük-enek] {ağız} is. Diz kapağı altı. [DS] bükenmek, [bük-mek > bük-en-melc] {eT} d ö n ş l.f. [iir] Kapanmak. [Yüknekî] bükerez, [bu+kere-z] {ağız} zf. Bu sefer; bu kez. [DS] bükgen, [bük-gen] {eT} is. İşkembe, bükidmek, [bük-mek > bük-id-mek] {ağız} gçsz. f . [ir] Bir sıkıntı ile büzülmek. [DS] bükiıı, [bük > bük-in] {eT} sf. Erliksiz; puluç; ikti darsız. [DLT] bükleç, [bük-(ü)l-eç] {ağız} is. 1. Dönemeç. 2. Akar su büküntiisü; menderes. [DS] büklembeç, [bük-ül-mek > bükül-en-meç > biik(ü)lembeç] {ağız} is. 1. Dönemeç. 2. Eğri. [DS]
büklemek, [büg-li-melc > bük-le-mek dUisy {eAT} gçsz. f . [-ü r] -*■ büglimek. büklesin, [bük-le-sin] {ağız} is. Göbek kaçıklığından ileri gelen ve bükülünce geçeceği sanılan karın ağ rısı. [DS] bükleş, [bük-le-ş] {ağız} is. 1. Dönemeç. 2. Akarsu büküntüsü; menderes. [DS] büklevü, [bük-legi] {ağız} is. Keser, balta gibi araçla rın sap takılan deliği. [DS] büklimek, [büg-li-mek > bük-le-mek dUK.] {eAT} gçsz. f . [-r ] - * büglimek. büklük, -ğü [bük-lük
is. 1. Akarsu ve göl kı
yılarındaki bostan ekimine elverişli tarlalar. 2. Sık çalı ve ağaç topluluğu. 3. {OsT} Ağaçlık yer. 4. {ağız} Dönemeç. [DS] büklüm, [bük-mek > bük-(ü)l-üm
^
is. 1. Bü
külmüş, katlanmış şeylerin meydana getirdiği kat yeri. 2. {ağız} Dönemeç; viraj. [DS] 3. Akarsuların ovalarda meydana getirdiği kıvrımlar; menderes. 4. {OsT} is. Kıvrıntı. 5. Mantarlarda şapkanın altında gerçek anlamda lam oluşturacak kadar belirli ol mayan çizgisel çıkıntılar. S büklüm büklüm, Ç ok kıvrım lı; kıvrım kıvrım, h a lk a halka. büklümek, [büg-li-mek > bük-lü-mek dU^İS^j] {eATI gçsz. f . [ - ı ] -*■ büklimek. büklttmlü, [büklüm-lü] sf. Büklümleri olan. 0 büklümltt memeli, (H ayvanlarda g elişm işliğ in belirtisi o la ra k ) beyin yarım kü resin de bü klü m ler olan m e m eli hayvan. büklümsüz, [büklüm-süz] sf. Büklümü olmayan. 0 büklümsüz memeli, B eyin yarım kü resin de biikliim bulunm ayan m em eli hayvan ; lisan sefal. büklünmek, [bük-(ü)l-in-mek] {eT} edil. f . [-iir] Kıv rılmak. [DLT] büklütmek, [biik-(ü)l-üt-mek dUJSy {eAT} g çl. f . [-ü r ] Bükmek; eğmek; kıvırmak, bükm, [Ar. ebkem > bükm *£>] {OsT} sf. Dilsizler. bükme, [bük-mek > bük-me] is. 1. Bükmek işi. 2. Bükülmüş ip. 3. İnce kıvırcık kumaş. 4. Yaprak dolması; sarma. 5. Bükülerek yapılmış bir tür kol böreği, {ağız} (aynı) [DS] 6. Vücudun bir kısmını yanında bulunan kısma doğru eğip yaklaştırma ha reketi. 7. İnce fitilleri ya da lifleri iplik haline ge tirmek için yapılan işlem. 8. {ağız} İğdiş edilmiş hayvan. [DS] 9. Daha çok meyve vermesi için bü külerek yay haline getirilmiş meyve veya asma da lı. 10. {ağız} Dönemeç. [DS] 11. {ağız} Arasına ipek ipi katılarak el tezgâhlarında dokunan çamaşırlık bez. [DS] 12. {ağız} Krepon. [DS] 13. {ağız} Dört, altı, sekiz telli ip. [DS] 0 bükme çorbası, {ağız} iç in e bükülmüş ham u r k on u larak y apılm ış un ço r bası. [DS]
ÖIÜMIÜIIÎSÖM.
BÜK
bükmece, [bük-mece] (ağız) is. 1. Belden aşağı olan inme. 2. Kayısı, erik gibi meyvelerin içine badem, ceviz içi ve fıstık konularak kurutulmuş meyve. [DS] bükmeç, -ci [bük-mek> bük-meç] {ağız} is. 1. Büke rek meydana getirilmiş şey. 2. Yufka içine yemek alınarak kıvırmak suretiyle meydana getirilmiş lokma. 3. Dönemeç; viraj. [DS]
büktelemek, [bükte-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. Kurtulmak için çabalamak; çırpınmak. 2. Kaçamak cevap vermek. 3. g ç l.f. Atlatmak. [DS]
bükm ek1, [eT. bük-mek / büg-mek / bök-mek
büktürm ek, [bük-mek > bük-ttir-mek] gçl. [-ü r] 1. Bükme işini birine yaptırmak; kıvırttırmak; eğdir mek. 2. Bir şeyin bükülmesini sağlamak. 3. Bir şe yin bükülmesine sebep olmak,
'jJ
g ç l . f [ - e r ] 1. Bir şeyi eğmek; kıvırmak. {eTj (aynı) [EUTS] 2. Vücudun bir organım, bir bölümünü di ğer kısmına doğru eğmek, yaklaştırmak. 3. Lifleri veya telleri bir arada sararak ip veya iplik yapmak. 4. (Kumaş, kâğıt vb. için) katlamak; kıvırmak; kı rıştırmak. 5. Bir metal parçasını ya da sacı belirli bir açı yapacak şekilde üzerine kuvvet uygulayarak kıvırmak, şekil vermek. 6. Döndürmek; çevirmek. 7. {ağız} Erkek sığırları iğdiş etmek; kısırlaştırmak. [DS] 8. Durdurmak. 9. {e l } dönşl. f . Toplanmak; bükülmek. [DLT] 10. Yere kapanmak. [DLT] 11. {eAT} Oynamak; raksetmek. 12. {eAT} Hakaret et mek. S büke büke, B ü kerek, döndürerek, e ğ ir e rek. bükmek2, [bük-mek] {e l '} gçsz. f . [ - e r ] 1. Doymak; yemekten doyup usanmak; kanmak. [ETY] 2. Bık mak; usanmak; tiksinmek. [Gabain] bükolik, [Lat. bocolica] sf. 1. Çoban hayatına ait. 2. Çoban şiirine dair. bükre1, [bük-mek > bük-(ü)r-e] {ağız} is. Çıkrığın iğine takılan kemik. [DS] bükre2, [Ar. bükre
{OsT} is. Sabah; erken; tan
vakti. bükri, [bük-mek > *bülc-ür-mek > bük(ü)r-I] (bü kri:) {eT} sf. 1. Bükük; eğri; eğri büğrü. 2. is. Bağırsak. 3. Kambur kimse. [Clauson] bükrü, [eT. bükri] {ağız} sf. Kambur. [DS] bükse, [Ar. bükse <-SÖ] {OsT} is. 1. Saksı. 2. Kiremit parçası. 3. Kayrak taşı, büksek, [bökse-g] {eT} is. 1. Kadının göğsü ile boy nu arasında gerdanlık takılan yer. [DLT] 2. Göğsün yukarı tarafı; göğüsten yukarı olan kısım. [DLT] büksilmek, [bük-üş-mek > bükş-ül-mek > büksilmek] {eT} e d il.f. [-ü r ] Yarılmak. [Gabain] büksüklemek, [bökseg > büksük-le-mek] {eT} gçsz. f [ - rJ (Kızlar için) memeleri tomurmak. [DLT] büksüllük, -ğü [bük-sü-l-lük] is. Nehir kıvrımları, bükşülmek, [bük(ü)s-ül-mek (Clauson’a göre yanlış okuma)] {eT} e d i l . f [-iir] -*• bükşülmek. [DLT] bükşülmek, [büküş-mek > bük(ü)ş-ül-mek] {eT} edil. f. [-ü r ] Çatlamak; yarılmak. [Clauson] bükte, [bügde / bükte] {eT} is. Hançer. [DLT] büktel, [büktel] {eT} sf. 1. Olgun; oturaklı. [Clauson] 2. (İnsan için) orta boylu. [KB] 3. (At için) yassı arkalı; oturaklı. [DLT] [KB]
bükteletmek, [büktele-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Ça balatmak; kıvrandırmak. [DS] büktir, [bög-mek > *bög-üt-mek > bög(ü)t-ür [Cla uson] > bük-(ü)t-ir] {eT} is. Dağlardaki sarp ve çu kur yerler; dağ engebeleri. [DLT]
bükü, [böke > bögü / bügü / bükü] {eT} sf. Bilgin; akıllı; hakim. [DLT] S bükü bilge, Bilgin, a kıllı; hakim . [DLT] bükücü, [bük-ücü / bük-ü-cü] is. Büken, iplik eğiren kimse. S bükücü kas, B iikm e işini g ö ren k a s ; bü ken. büküdmek, [bük-mek > bük-üd-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r] Bir sıkıntı ile büzülmek. [DS] bükük, -ğü [bük-mek > bük-ük
sf. 1. Bükül
müş olan. 2. Bükülmüş durumda bulunan. 3. Eğ rilmiş. 4. {OsT} Dönemeç, bükülek, -ği [bük-ül-mek > bük-ül-ek] {ağız} is. 1. Tavşanların çiftleşme zamanı. 2. Mayıs ayı. [DS] bükülgeç, -ci [bük-ül-mek > bük-ül-geç] {ağız} is. 1. Dönemeç. 2. Akarsu büküntüsü; menderes. [DS] bükülgen, [bük-ül-mek > bük-ül-gen] sf. Kolayca, eğilip bükülebilen. 0 bükülgen dil, dbl. K elim e çekim ve y a p ım ları k ö k le rd e k i se s d eğ işm eleri ile y a p ıla b ile n d il gru bu ; bükünlü dil; k ö k bükünlü dil. bükülgenlik, -ği [bük-ül-gen-lik] is. Bükülgen olma durumu. bükülme, [bük-ül-me] is. 1. Bükülmek eylemi ve durumu. 2. Kıvrılma. 3. Çevrilme. 4. Burulma, bükülmek, [bük-mek > bük-ül-mek] edil. f. [-ü r] 1. Çevrilmek; burulmak. {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] 2. (îplik için) eğrilmek. 3. Katlanmak. 4. dönşl. f . Eğilmek. 5. {eT} Kesilmek. [DLT] [EUTS] 6. (Yolcu için) dönmek; çevrilmek; yönelmek, bttkülü, [bük-ül-mek > bük-ül-ü] sf. Bükülmüş, kıv rılmış olan. bükülüş, [bük-ül-mek > bük-ül-üş] is. Bükülmek işi ya da biçimi. büküm, [bük-mek > bük-üm / mükim / mülcin] is. 1. Bükmek eyleminin sonucu ve durumu. 2. Bükül müş olan şeyin kat yeri; kıvrım. 3. Bir ipliğin metre başına dönme sayısı. 4. {ağız} Yufkanın dört köşe olarak dürülüş biçimi. [DS] 5. {ağızj Kat; katmer. [DS] 6. {ağızl Dönemeç. [DS] 7. {eT} Kadın pabucu. [DLT] 8. (İplik vb. malzeme için) bir ya da belirti len daha çok sayı kadar bükülebilecek miktar. S büküm ağırşağı, {ağız} İp bü km ekte kullanılan ağırşak. [DS]|| büküm etük, K ad ın pabu cu . [DLT]
ö r y n f f liif f m .7 2 1
BÜL
bükümcü, [bük-üm-cü] is. İplik üretimi için iplik bükme makinesinde çalışan kişi.
darbe ile yere yuvarlanmak. [DS] 3. {ağız} Bir köşe ye kıvrılıp uyuyakalmak. [DS]
bükümhane, [bük-üm + Far. hâne «iUtjSy (büküm-
büküştürmek, [bük-mek > bük-üş-tür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Rasgele bükmek. [DS]
h a:n e) is. İplik büküm işlerinin yapıldığı atölye, bükümlemek, [bük-üm-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(ü)-yor] 1. Katlamak. 2. Yün ya da pamuk ipliğini kalınlaştırmak. [DS]
bükütm ek1, [bük-melc > bük-üt-mek
bükümlü, [bük-üm-lü] sf. 1. Kıvrılmış, bükülmüş olan. 2. Eğrilmiş olan, fi5 bükümlü kaşık, B a lık ç ı ların kullandığı b a lık la rı ken din e çek en b ir tür o l
bükütmek2, [bük-mek (bıkm ak) > bük-üt-mek] {eT} gçl. f . [-iir] 1. (Yemek için) bıktırmak; doyurmak. 2. (Mal vb. için) gözünü doyurmak. [DLT]
ta. bükümölçer, [bük-üm+ölç-er] is. Bir ipliğin metre başına büküm sayısını ölçen alet,
bül1, [bil / bül (yans.)\ is. Kümes hayvanlarını çağır mayı.anlatan kök. [Zülfilcar] bül-ü biilü, bül-üş, bülüc, bül-üç, bül-ük.
bükümsüz, [bük-üm-süz] sf. 1. Bükümü olmayan; katsız; düz. 2. Eğrilmemiş. bükün1, [bu+kün] {eT} zf. Bugün. [EUTS]
bül2, [bü-1 ?] { eT} sf. Zamanla eskiyen herhangi bir şey. [DLT] S bül at, A yakları beyazlı at. [DLT]|| bül tarıg, Yıllandığı için tadı bozulan tahıl. [DLT]
bükün2, [bük-melc > bük-ün OjSjj /
bülaceb, [Far. büT + Ar. ‘aceb *_^ *% ] {OsT} sf. Çok
is. 1. {OsT}
Bükülme izi; büküm yeri. 2. {eT} Kör bağırsak. [DLT] 3. dbl. Cümle kuruluşunda bazı dillerin özel liği olarak çekim, yapım gibi işlemlerin, kelime bünyesinde ses değişiklikleri ile yapılması durumu; insiraf. S bükün bükün olmak, {OsT} 1. Kıvrım kıvrım olm ak. 2. Şişm anlıktan vücudun kim i y er le ri kat kat olm ak. bükünki, [bu+kün-ki] {eT} sf. Bugünkü. [EUTS] bükünlü, [bük-iin-lü] sf. (Dil için) çekim ve yapım, kökteki değişiklikle yapılan. S bükünlü dil, dbl. K elim e üretim ve durum, cins, kişi, zam an, kip, çatı ve sayı g ib i çek im ler sırasın da, kelim en in kökü n de değişiklik olan d il; bükülgen d il; tasrifi dil. bükünme, [bük-ün-me] is. Bükünmek eylemi, bükünmek, [bük-mek > bük-ün-mek] dönşl. f. [-ü r] 1. Kıvrılmak, bükülmek. 2. Ağrı ve sancı sebebiyle kıvranmak. 3. (Su için) bir yere toplanmak. bükünte, [bu+kün-te] {eT} zf. Bugün içinde. [EUTS] büküntü, [bük-mek > bük-üntü] is. 1. Bükülme sonucu oluşan kıvrım veya iz. 2. Karın, özellikle bağırsak ağrısı, sancısı. 3. Yollardaki dönemeçler; viraj. 4. {ağız} Köşe; açı. [DS] bükür, [bir+kür ?] {ağız} sf. Toplu. [DS] bükürmek, [bük-mek > bük-ür-mek] {eT} gçl. f . [ür] Su serpmek. [Gabain] [EUTS] büküş1, [bük-üş] {ağız} sf. 1. (Keçi için) kulakları orta büyüklükte olan. 2. (İnsan ve hayvan için) ku lakları içe eğri olan. [DS] büküş , [bük-üş] is. 1. Bükmek eylemi veya biçimi. 2. {ağız} Eğrilmeye hazır pamuk fitillerinin sekiz on tanesinden oluşmuş deste. [DS] büküşmek1, [bük-mek > bük-üş-mek] {eT} işteş, f . [ür] 1. Bükmekte yardım etmek; birlikte bükmek [DLT] 2. {ağız} El şakası yapmak. [DS] büküşmek2, [bük-mek > bük-üş-mek
dönşl.
f [-ür] {OsT} 1. Yere kapanmak. 2. {ağız} Ani bir
{eAT}
g ç s z .f. [-ü r] 1. Eğilmek. 2. {ağız} Bir sıkıntı ile bü zülmek. [DS]
garip; şaşırtıcı; şayan-ı hayret. S {OsT} Son d e r e c e ş a ş ıla c a k şey.
b ü T aceb -ter,
bülacebi, [Far. büT + Ar. ‘ acebı
(b ü la ceb i:)
{OsT} is. Çok acayiplik; çok tuhaf oluş, bülalet, [Ar. bülâlet cJU>] (bü laılet) {OsT} is. Yaşlık; ıslaklık. bülbit, [Fr. bulbite] is. tıp. Onikiparmak bağırsağının ilk bölümünün iltihabı, bülbül, [Far. / Ar. bülbül J J J is. zool. 1. Sesinin gü zelliğiyle tanınan, karatavukgillerden, vücudunun üst tarafı koyu alt kısmı açık, kuyruğu kızıl kahve rengi, ötüşü çok berrak ve ahenkli, gece gündüz uzun süre ötebilen küçük bir ötücü kuş; andelip, (Lu scinia m egarhyn chos). 2. m ecaz. Sesi çok güzel olan kimse. 3. dnz. Büyük bir palanga hattının bağ landığı halka veya halat kasa. 4. tasvf. Hz. Muhammed(sa)’e verilen sıfatlardan birisi. S bülbül çanağı, Ç o k küçü k b a r d a k veya kâse. ||bülbül dişi, Tülbentlerin k en a rla rın a g eçirilen ç o k in ce bir tür oya.\\ bülbül gibi açılm ak, K on u şm akta g ittikçe açılmak.\\ bülbül gibi konuşmak, Ç o k g ü z el ve k u ra lla rın a uygun kon uşm ak.|| bülbül gibi konuş tu rm ak , İ t ir a f etm esini sa ğ la m a k .|| bülbül gibi okumak, K o la y ve g ü zel okum ak. || bülbül gibi öt mek, S öylen m ek; kon u şm ak; it ir a f etm ek. |j bülbül gibi söyletmek, H er şey i it ir a f ettirm ek.|| bülbül gibi şakım ak, N eşeli ve g ü zel b ir s e s le konuşm ak, şa rk ı söylem ek. || bülbül-i nâlân, {OsT} A ğlayan bülbül. || bülbül-i şeydâ, {OsT} A şk yüzünden aklın ı yitirm iş bü lbül; şa ir.|| bülbül kesilmek, 1. İsten i len leri k o la y c a söylem ek. 2. G ereğ in den fa z la k o nuşm ak; itirafta bulunmak.\\ bülbül otu, bot. K uzey y a rı k ü red e ılım an ve so ğ u k b ö lg e le r d e yetişen, tu rpgiller fam ily a sın d a n yap rakların ın k en a rla rı dişli, ç iç e k le r i sa rı ve g e v ş e k salkım biçim inde, h a lk h ekim liğ in de ses kısıklığı, balg am söktürücü,
O T M IİİK S Ü M .
BÜL id ra r artırıcı o la r a k kullanılan b ir y ıllık otsu bitki; ç a lg ıcı otu, (Sisymbrium o fficin a le)\\ Bülbülün çektiği dili belası, D üşünülm eden söylen en söz, insan için so n rad a n ba şın a b ir d ert açab ilir.
bülg, [bılg / bılh / bılk / bülk / bülg (yans.)] is. Maya lanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bırak ma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dal galanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] biilg-ül-de-m ek.
(bü lbiila:n) jOsTj is.
bülga, [Ar. bülğa « L ] {OsT} is. Geçinecek kadar olan
bülbüle, [Ar. bülbüle
bülgak, [Far. bülğâk İİIaL] (b ü lg a.k ) {OsT} is. Kavga;
bülbülan, [Far. bülbülân
şey; geçimlik,
Bülbüller. deh. 3. Renkli deri. 4. Bir zerdali türü, bülbüli, [Ar. / Far. bülbül! ^LL] (bü lbü li:) {OsT} is. 1.
Emzikli su kabı. 2. Şarap kadehi,
bülbülyuvası, [bülbül + yuva-s-ı] is. Yuva şeklinde oturtulmuş bölümlerden oluşan bir tür baklava çe şidi. büldan, [Ar. belde (şehir) > büldân ul-üj] (biilda.n) {OsT) is. 1. Şehirler. 2. Memleketler; iller, büldürge, [Moğ. büldürge] {eT} is. Bileğe geçirmek veya asmak için kullanılan kamçı sapındaki bağ. [Nevâyî] bülega, -a ’i [Ar. beliğ > büleğâ *UJb] (bü leg a:) {OsT} is. Güzel ve düzgün konuşanlar; belagat sahipleri. S' bülegâ-pesend, {OsT} G üzel kon uşanların hoşu n a giden. büleha, [Ar. belâhet > bülehâ LjL] (b iileh a:) {OsT} is. Ahmaklar; budalalar, lend-ahter, Yıldızı y ü ksek; talihli.\\ bülend-âvaz, Yüksek ^e5.|| bülend-bâla, Uzun boylu.|| büleııdbîn, 1. Yüce ş e y le r e ilgisi olan. 2. Ç o k hırslı.|| bülend-himmet, İy ilik için ça lışa n ; y ü c e him m etli.|| bülend-iktidâr, Ç o k kuvvetli.|| bülend-kadd, 1. Uzun boylu. 2. B içim li. || bülend-pâye, Yüksek rütbeli.\\ bülend-per, Yüksekte u çan .|| bülend-pervâz, Yüksekte u çan ; izzet-i nefis sa h ib i.|| bülendter, Dahayiiksek.\\ bülend-terîn, En yüksek. bülendî, [Far. bülendî ı£JAİ>] (bü len di;) {OsT} is. Yük seklik; ululuk; yücelik, bülengez, [bül-eng-ez ?] {ağız} sf. Kambur. [DS] bülent, -di [Far. bülend -liL] {OsT} sf. 1. Yüksek; yü ce; ulu. 2. Uzun boylu. 3. (Ses için) yüksek, bülezük, [bilek + üzük > biler-zük / bilerzüv / büle{eAT} is. Bilezik.
biilfudul, [Far. bü’ l + Ar. füzül
(biilga;m e) {OsT} sf.
Her şeye istekli olan, bülgat, [Ar. bülğat oUl>] {OsT} is. Geçinmeye yete cek kadar olan şey. bülgune, [Far. bülğüne AyiL] (bülğıv.ne) {OsT} is. Düzgün; allık, bülgüldemek, [biing (yans.) > büng / bülg-ül-de-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-d (ü )-y o r] (Su için) topraktan kaynamak; büngüldemek. [DS] bülheves, [Far. bül (çok) + Ar. heves (istek) {OsT} sf. Çok hevesli; maymun iştahlı, bülhevesane, [Far. bül + Ar. heves + Far. -âne (biilh ev esa;n e) {OsT} zf. Maymun iştahlı olarak; kararsızca, bülhevesî, [Far. bül + Ar. heves + Far. -I ^ ^ \ y \
bülend, [Far. bülend -ulu] {OsT} is. -*■ bülent. S bü-
zük
kargaşa. bülgame, [Far. bü’l-gâme
Iy\ (bülfudu:l)
(bü lhevesi:) {OsT} is. Maymun iştahlı oluş; sebat sızlık. bülk, [bılg / bılh / bılk / bülk / bülg (yans.)] is. Maya lanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bı rakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] biilk-e. bülke, [bülk (yans.) > bülk-e] {ağız} is. 1. Şadırvanlar da su çıkan taş. 2. Hamamların ortasında sıcak su çıkan yer. [DS] bülkinıek, [bülk (yans.) > bülk-i-mek] {eAT} gçsz. f . [ r ] Kaynamak. <5 bülkiyü çıkm ak, {eAT} K ay n a y a r a k çıkm ak. bttlkttmek, [bülk (yans.) > bülk-i-mek] {ağız}] gçsz. f i [-r ] [-ü -y o r] 1. (Yoğurt, hamur vb. için) ekşiyip kabarmak. 2. (Mide için) ekşimek; bulanmak. [DS bülten, [Fr. bulletin] is. 1. Halka bilgi veren kısa, özlü, resmî rapor. 2. Bir kurum ve kuruluşun ça lışmaları hakkında bilgi vermek; bilim ve teknik alanlarda yapılan araştırmaları duyurmak amacıyla çıkarılan süreli yayın. 3. Dergi,
{OsT} sf. 1. Yerli yersiz konuşan; boşboğaz. 2. Kendinden büyük işlere karışan,
bülu, -û ’u [Ar. bülü‘ £jJl>] (biilû;) {OsT} is. İlaçlı bü
bülfudulane, [Far. bü’l + Ar. fuzül + Far. -âne
büluc, [Far. bülüc j-ji.] (bü lû ;c) {OsT} is. 1. Nişan. 2.
(biilfu du:la-ne) {OsT} zf. Dangalakça;
bot. Horozibiği. 3. özl. is. Bülûcistan halkından olan.
boşboğazca, bülfudulî, [Far. bü’l + Ar. fuzül + Far. -I (bülfudu. li.) {OsT} is. Dangalaklık; boşboğazlık.
yük hap.
büluğ, [Ar. bülüğ j-jL] (bülû;ğ) is. Fizik olarak ço cuğu olabilecek yapıya ulaşma; cinsel olgunluk;
im
« e
s o m • 723
BÜN
erinlik; erin olma; baliğ olma. S büluğa ermek, D ö l v er eb ilec e k durum a g elm ek .|| büluğ çağı, Ç o cuğu o la b ilir yaş. büluh, [Ar. bülüh j-jJJ (biilû.h) {OsT} sf. 1. Becerik siz; âciz. 2. is. Yorgun olma, Düz ova. 2. Çöl. bülul, -lü [Ar. bülııl JjL ] (bülû:l) {OsT} is. 1. Hasta lıktan kurtulma. 2. Kurtuluş, jl>] (bü lû .iet) {OsT} is. Yaşlık;
ıslaklık. bül’um, [Ar. bül'üm
(biil-u:m ) {OsT} is. Gırt
lak; hançere. bülü1, [bül (yans.) > bül-ü] {ağız} iin l Kümes hayvan larını çağırma ünlemi. [DS] S bülü bülü, {ağız} 1. K üm es hayvan larını ça ğ ırm a ünlemi. 2. Tavuk. [DS] bülü2, [bül (yans.) > bül-ü] {ağız} is. Hindi. [DS] bülü , [Yun. puli] {ağız} is. Kuş; civciv. [DS] bülü4, [Kürt, bulu (m ısır)] {ağız} is. Yufka. [DS] bülüç, [Yun. pullitza (kuş yavrusu) ? / bül (yans.) > bül-üç £ j k ] {ağız} is. 1, Piliç. {eAT} (aynı) 2. Civciv. 3.
Serçe. [DS]
bülük, -ğü [Ar. bülüğ ? / bül (yans.) > bül-ük] {ağız} is. Küçük erkek çocukların cinsiyet organı. [DS] bülükçü, [bülük-çü] {ağız} is. Sünnetçi. [DS] bül’üm, [Ar. bel'üm
{OsT} is. -* bül’um.
bülür, [Erm. bolor (bütün)] {ağız} is. Zedelenmeksizin kabuğundan çıkarılan bütün ceviz içi. [DS] bülüş, [bül (yans.) > bül-üç / bülüş] {ağız} is. 1. Piliç. 2. Civciv. [DS] bülvefa, [Far. bü’l + Ar. vefa
(bü lv efa:) {OsT}
sf. Çok vefalı. biin1, [bün / mün / min] {eT} is. Çorba. [DLT] bün", [bü n / bön / bön] {eT} is. 1. Kusur; noksan; ayıp. [DLT] [Clauson] 2. {ağız} s f . Çekingen. [DS] bün ’, -nnü [Ar. bünn
bündad, [Far. bün-dâd M-io] (biinda.d) {OsT} is. 1. Esas kuruluş; temel. 2. Set; destek, bündar, [Far. bün-dâr jIJoj] (bü nda:r) {OsT} sf. 1. Ev
biilukka, [Ar. bülCıkka <üjL] (biilû.'kka) {OsT} is. 1.
bülulet, [Ar. bülület
bünçig, [mün-çig > *bün-çig] {eT} is. Oğulcuk; döl yatağı; uterus. [Clauson]
{OsT} is. 1. Yemen kahvesi.
2. Yemen kahvesinin yaprak ve olgunlaşmamış meyvelerinden yapılan bir turşu. bün4, [Far. bün ^ ] {OsT} is. 1. Dip; temel. 2. Aşağı taraf; alt kısım. 3. Kök; kütük. 4. Ağaç. 0 bünâver, {OsT} K ö k lü ; y erleşm iş.j| bün-i bagal, {OsT} K oltuk altı.|| bün-i bînî, {OsT} Burun ucu.|| bün-i câh, {OsT} Kuyunun dibi,\\ bün-i hisar, {OsT} K a lenin d ibi.|| bün-i hüşe, {OsT} Üzüm çö p ü ; üzüm sap ı.|| bün-i nâhün, {OsT} 1. T ırnak kökü. 2. A cele.|| bün-i rân , {OsT} K asık. bünbek, [Ar. bünbek / benbek d U J {OsT} is. zool. Kadırga balığı denilen yırtıcı bir balık.
bark sahibi. 2. Zengin. 3. Kibirli ve soylu, bünek, -ği [bün > bün-ek] {ağız} is. Basık, ıssız ve çukur yer. [DS] bünelmek1, [müne-mek > müne-l-mek / *büne-lmek] {eT} edil. f . [-ü r ] (Elbise vb. için) uzun ve biçimsiz yerleri kesilerek düzeltilmek. bünelmek2, [büğ-el-mek] {ağız} gçsz. f. [ - ir ] 1. Eğik bir şekilde durmak. 2. Büyük aptesini yapmak için çökmek. [DS] bünemek, [bü n > bün-e-mek] {eT} g ç l .f i [- r ] (Elbi se vb. için) kusurlu ve biçimsiz yerlerini düzelt mek, kesmek; biçim vermek. [DTL] büng, [bin / bmg / bmk / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans.) iJjJ is. Bir sıvının kaynar gibi kabarıp sönmesini bir yerden veya kaynaktan ara lıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] büng-ülde-m ek, büng-ül-dek, büng-ül büngül, büng-ürmek. S bün bün atm ak, {OsT} B üngül büngül kaynam ak. büngâh, [Far. büngâh o&j] (bü n gâ.h) {OsT} is. 1. İçine saklanmak üzere yolcu eşyası, para vb. konu lan oda, çadır ya da bina. 2. Menkul mallar; ağırlık, bünglemek, [büng (yans.) > bün-le-mek] {ağız} gçsz. f M [-l(ü )-y °r] (Su için) topraktan kaynamak. [DS] büngeşmek, [bin-mek > büng-eş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] I. Ayak sinirleri uyuşmak. 2. Damar damar üstüne binmek; incinmek; kramp girmek. 3. Geriye çekilip toplanmak. [DS] büngüdük, -ğü [büng-üd-ülc] {ağız} is. Suyun kayna yarak çıktığı yer; pmar; kaynak. [DS] büngül1, [büğ-mek > büğ-ül > büng-ül] is. 1. Köşe; bucak. 2. Kışlık kumanya. 3. s f (Ot için) tutam. [DS] büngül2, [büng (yans.) > büng-ül] {ağız} is. 1. Suyun topraktan kaynayarak çıkmasını anlatan yansımalı gövde. 2. Kaynak; pınar. S büngül büngül, {ağızj (Suyun çıkışı için) topraktan kayn ayarak. [DS]|| büngül büngül çıkm ak, {ağız} (Su için) topraktan kayn ayarak, fış k ır a r a k çıkm ak. [DS] büngüldek, -ği [büng (yans.) > büng-til-de-k] {ağız} is. 1. Kaynak; pmar. 2. Bataklık. 3. sf. Yerinde du ramayan; coşkun. [DS] büngüldemek, [büng (yans.) > büng-ül-de-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-d (ü )-y or] 1. (Su için) topraktan kaynayarak çıkmak. 2. (Ateş üzerindeki su için) kaynamak. 3. Coşmak; yerinde duramamak. 4. (Manda için) yavrusunu ve eşini bağırarak aramak. [DS]
IM U K tE H .
BÜN büngüldetmek, [büng (yans.) > büng-ül-de-t-mek] {çı ğız} gçl. f i [-ir ] 1. Büngiildemesini sağlamak; kay natmak; hoplatmak. 2. Karıştırmak. [DS]
büntegi, [bu-n-ı+teg-I > büntegı] {eT} zf. Böylesi; bunun gibisi. [ETY]
büngüldeyik, -ği [büng (yans.) > büng-iil-de-y-ik] {ağızf is. Kaynak; pınar. [DS]
Büyük bayraklar; sancaklar, bünüd, [bin-mek > bin-it > bünüd] {eAT} is. - * binit, bünükmek, [*bün-ük-mek > mün-ük-mek] {eT} gçl. fi. [-iir] Kusurlu hâle getirmek; hatalı yapmak. [Clauson] bünüş, [bin-mek > bin-iş] {ağız} is. Biniş. [DS]
büngülek, -ği [büng (yans.) > büng-ül-ek] {ağızf is. Kaynak; pınar. [DS] büngülemek, [büng (yans.) > büng-ü-le-mek] {ağız} is. Kaynak; pınar. [DS] büngülmek, [büng (yans.) > büng-ül-mek] {ağız} gçsz. f i [-ü r ] 1. (Su için) topraktan kaynamak. 2. Fışkırmak. [DS] büngültmek, [büng (yans.) > büng-ül-t-mek] {ağız} g ç l .f . [-ü r ] (Su için) topraktan kaynamak. [DS] bttngttmek, [büng (yans.) > büng-ü-mek / bün-ümek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] 1. (Su için) topraktan kay nayarak çıkmak. 2. (Ateş üzerindeki su için) kay namak. 3. Coşmak; yerinde duramamak. 4. (Su için) fışkırmak. 5. (Köstebek için) yeryüzüne yuva sından çıkardığı toprağı yığmak. 6. Korku ile sıç ramak. [DS] bttngür, [büng (yans.) > büng-ür] {ağız} is. Suyun topraktan kaynayarak çıkmasını anlatan yansımalı gövde. [DS] ö büngür büngür, {ağız} (K aynayan su için) h o p la y ıp çıkarak. [DS] büngürdemek, [büng (yans.) > büng-ür-de-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] (Su için) kaynamak. [DS] büngürm ek, [büng (yans.) > büng-ür-mek] {ağız} g ç s z .f. [-ü r ?] (Su için) topraktan kaynamak. [DS] büngüz, [*bün-üz / mün-üz] (bühüz) {eT} is. Boynuz. [DLT] büngüzgek, [*bünüz-gek / münüz-gek] {eT} is. Ça lışma yüzünden elde oluşan katılık; nasır. [DLT] büngüzlenmek, [*bünüz-le-n-mek / münüz-le-nmek] {eT} dönşl. f . [-ü r] (Boynuzlu hayvanların yavrulan için) boynuzlanmak. [DLT] bünk1, [bıii / bmg / bınk / böng / bunk / bung / bün / büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bünk-m,ek. bünk2, [bünk] is. 1. Bir şeyin aslı. 2. Hoş kokulu bir tür ağaç kabuğu, bünkmek, [bünk (yans.) > bünk-mek] {ağız} gçsz. f i [ü r] (Su için) topraktan kaynamak. [DS] bünlad, [Far. bünlâd j>Uj] (bü n la.d') {OsT} is. 1. Esas bina. 2. Temel. 3. Duvar; set. 4. Destek; payanda, bünlemek, [mün / bün > mün-le-mek / bün-le-mek] {eT} g ç l .f . [-r ] Çorba içmek. [DTL] bünlü, [Far. bün + T. -lü] {OsT} sf. Temeli olan, bünsiz, [mü n-siz / bün-siz] {eT} sf. Kusursuz; ayıp sız. [DLT] bünteg, [bu-n-ı+teg] {eT} zf. 1. Böyle; bunun gibi. [ETY] 2. sf. Serseri. [ETY]
bünud, [Ar. bend > bünüd ^ ]
(bünu.d) {OsT} is.
bünüvvet, [Ar. bin (oğul) > bünüvvet o ^ j] {OsT} is. Evlatlık; oğulluk, bünyad, [Far. bünyad :>LaJ (bünya:d) {OsT} is. 1. Asıl; esas; temel. 2. Yapı; bina. S bünyad eylemek, {OsT} 1. B in a etm ek; kurm ak. 2. B aşla m ak ]] bünyâd-ger, {OsT} B in a yapan.\\ bünyâd-kârdan, {OsT} K u rm ak; bin a etm ek.|| bünyâd-ı kavî, {OsT} S ağ lam yapı.\\ bünyâd-ı zulüm, {OsT} Zulüm y a p ı sı. bünyadger, [Far. bünyâd-ger
(bü nya:dger)
{OsT} is. Bina yapıcısı, bünyan, [Ar. bina > bünyân jUi;] (bünya:n) {OsT} is. 1. Bina; yapı. 2. Yapı tarzı, f? bünyan etmek, {OsT} K u rm ak; in şa etm ek; yap m ak]] bünyân-ı kavî, {OsT} S ağ lam yapı. bünye, [Ar. bina (yapı) > bünye 4_j] {OsT} is. 1. Vü cut; beden yapısı. 2. Bir bütünü oluşturan parçalar arasındaki düzenleniş; yapı; kuruluş. 3. Bir binanın kuruluşu, çatkısı ve dokusu. 4. psikol. Kişinin özel liklerini belirleyen psikolojik ve fiziksel özellikle rin tümü. 5. Resim ve heykelde bir figürü oluşturan çatkı, fi1 bünye-hîz, {OsT} Vücuda ca n lılık veren ; dirilten]] bünye-i dâhiliye, {OsT} bot. İ ç yapı]] bünye-i sünâiye, {OsT} bot. İkin ci y ap ı]] bünye-i ülâ, {OsT} bot. B irin ci yapı. bünyevi, [Ar. bünye-vî cîj^ ] (bünyevi:) {OsT} sf. Y a pı ile ilgili; bünye ile ilgili; yapısal. b ü r1, [bür / pür] {eT} {ağız} is. Tomurcuk. [EUTS] [Gabain] [DS] bür2, - r ’i [Ar. bür5 *^] {OsT} is. Hastanın iyiliğe yüz tutmuş olması, bür , [Far. büride (kesm ek) > bür ^] {OsT} sf. ek. Ke sen, kesici. bür4, [Fr. bure] is. Kömür ocaklarında, galerileri bir birine bağlayan ve dışarıya açılan düşey kuyu. b ür5, -rrü [Ar. bürr y] {OsT} is. Buğday, b ü ra, -a ’i [Ar. bürâ3 t-\y] (bu ra:) {OsT} is. 1. Ağaç yongası. 2. Törpüden çıkan kırıntı, bürad, [Ar. bürâd il_*] (bü ra:d) {OsT} sf. Soğuk. büraye, [Ar. bürâye «uljJ (bü ra.ye) {OsT} Yontulan ağaçtan çıkan döküntü; yonga.
i p i r m ı. 725
BÜR
bürce, [bir-ce] {ağız} zf. Tane; bir tane. [DS]
bürehne, [Far. berehne > bürehne
y] {OsT} sf. Çıp
bürcek, -ği [bür-mek>bür-çek / bür-cek d U - {eAT}
lak; açık; yalın. S bürehne-gî, {OsT} Çıplaklık.\\
is. -*■ pürçek. bürcük, -ğii [bir-i-cik] {ağız} zf. Biricik; bir tane. [DS] S bürcük bürcük, {ağız} B ir er b ire r; tane tane. [DS]
bürehne-pây, {OsT} Yalın ayak. || bürehne-ser,
bürcüme, [Ar. bürcüme
y] {OsT} is. 1. Parmak
boğumu. 2. Parmak eklemlerindeki kemiklerin çı kıntıları. bürçe, [bür-mek > bür-ge > bür-çe / bür-e] (bü rçe:) {eT} {ağız} is. Pire. [DS] bürçecük, [bürçek > bürçe-cük] {eAT} is. İncecik kâ kül. bürçek, [bür-mek > bür-çek / bür-çük] {eT} is. Per çem; kâkül; pürçek, {ağız} (aynı) [DLT] [DS] bürçeldenmek, [bürçelc-le-n-mek] {eT} d ö n şl.f. [-ü r] 1. (At için) yelesi çıkmak; yelelenmek. 2. (İnsan için) kâkülü oluşmak; kâküllenmek. bürçekli, [bürçek-li] {ağız} is. Havuç. [DS] bürçük, [eT. bür-çek > bür-çük
is. 1. Alın
veya yanaktan sarkan saç kıvrımları; zülüf, kâkül. {eAT} (aynı) 2. Kuyruklu yıldızın kuyruğu. 3. bot. Bileşik çiçek durumu, bürçüklü, [bürçük-lü] sf. (Bitki için) çiçekleri pür çük durumunda olan. bürd1, [Ar. bürd
{OsT} is. Bir çeşit çubuklu, yol
yol renkli kumaş. S bürd-i m uhattât, {OsT} Ç izgi li, çubuklu kum aş. bürd", [Far. bürd j_h] {OsT} is. Bilmece; bulmaca; muamma. biirda, -a ’i [Ar. bürdâ5 ^bjj] (bü rda:) {OsT} is. tıp. Sıtma. bürdbar, [Far. bürdbâr jIjJjj] (bü rd b a:r) {OsT} sf. 1. (Kişi için) uysal; ağırbaşlı. 2. Sıkıntıya katlanan; sabırlı; tahammüllü, bürbari, [Far. bürdbârî ı i j ^ ] (b iird b a .ri:) {OsT} is. 1. Ağırbaşlılık. 2. Sabırlı oluş. -bürde, [Far. -bürde < o {OsT} so n ek. Getirildiği Farsça isimlere ‘‘götüren, götürm üş, götürülm üş" anlamı katan son ek. bürde, [Ar. bürde o^>] {OsT} is. Arapların gündüzleri elbise üzerine hırka olarak giydikleri, geceleri de örtü olarak kullandıkları yünlü üstlük. bürdek1, -ği [bür-mek > bür-dek] {ağız} is. Tomur cuk. [DS] bürdek2, -ği [Far. bürdek il-SjJ {OsT} is. Küçük bil mece. büre, [eT. bür-ge > büre IjjJ {eAT} is. Pire, büreha, -a ’i [Ar. bürehâ f - ^ y ] (bü reh a:) {OsT} is. Şiddetli azap; sıkıntı.
{OsT} B a şı a ç ık ; ba şı k a b a k .|| bürehne-sîne, {OsT} G öğsü a ç ık ; ba ğ rı açık. bürelenmek, [bür-mek > bür-e-le-n-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. Örtünmek. 2. gçl. f. Birinin üzerine çul lanmak. [DS] büret, [Fr. bürette] is. kim. Hacmi dereceli deney tüpü. bürge, [bür-ge] {eT} is. Pire. [DLT] S bürge kişi, B ir y e r d e du ram ayan ; zev zek; taşkın kim se. [DLT] bürgelenmek, [bürge-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ü r] Öfkeden pire gibi sıçramak; pirelenmek. [DLT] bürgu, [Far. bürğü y -y ] (biirğu;) {OsT} is. miiz. Boru denilen müzik aleti, bürgus, [Ar. bürğüş
y] (bürğu:s) {OsT} is. Pire,
bürguzen, [Far. bürğü-zen ojy-y] (bürğu:zen) {OsT} is. Boru çalan kimse, bürgü, [eT. bür-mek (dolam ak) > bür-gü
is. 1.
Başörtüsü. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Başla birlikte vücudu bedene kadar saracak büyüklükte örtü; ih ram; mahrama; car; çarşaf; üstlük; fıta; ferace. {ağız} (aynı) [DS] 3. Atkı. 4. İnce perde. 5. bot. Bit kilerde çiçek sapının dibinden çıkan, yapraklardan daha küçük yaprak topluluğu; çiçek yaprağı. 6. {ağız} Boyun atkısı. [DS] 7. {ağız} Yeldirme. [DS] bürgücük, -ğü [bürgii-cük] is. bot. Çiçek saplarının dibinde bulunan yaprakçık. bürgüç, [bür-mek > bür-güç] {eT} is. Sac üzerindeki ekmeği çevirmekte kullanılan kılıca benzer tahta araç; evirgeç. [DLT] [Clauson] bürgülü, [bürgü-lü] sf. 1. Bürgüsü bulunan; bürgülenmiş, bürgü örtünmüş. 2. bot. (Bitki bölümleri için) üzerinde bürgü bulunan. 3. {ağız} İri taneli bir üzüm. [DS] bürgümsü, [bürgü-msü] sf. (Bitki bölümleri için) bürgü biçiminde olan; bürgüyü andıran, bürgün, [o+bir+gün > öbür+gün] (bü ’rgün) {ağız} zf. Öbür gün. [DS] b ü rh an 1, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) > burhan / burkan] is. Burkan. bürhan2, [Ar. btirhân oU^J (büı-ha:n) {OsT} is. Delil; ispat; tanık, fi1 bürhân-ı katı’, {OsT} İsp a ta g e r e k duyu lm ayacak k a d a r a ç ık ve sa ğ la m delil.\\ bürhân-ı mesîh, {OsT} Hz. İ s a ’nın g ö sterd iğ i mucize.\\ bürhân-ı râci, {OsT} B ir sorunun ispatı. ||burhân-ı limnî, man. Tüm dengelim . || burhân-ı süllemî, {OsT} Sonsuzluk kavram ının tartışm ası sıra sın d a kullanılan k ad em eli delil.\\ bürhân-ı tezeyyüf, {OsT} Sonsuzluk kavram ının tartışm asın da ileri sü rülen karşılıklı ilintili d elil.|| burhân-türsî, {OsT}
n a v E z u ı.
BÜR Uzayın sonluluğunu ispat etm ek için kullanılan te orem . bttrhani, [Ar. biirhânî
(b ü rh a .n i:) {OsT} sf. Is-
patlayıcı; açıklayıcı, bürhe, [Ar. bürhe
{OsT} is. Uzun zaman; uzun
müddet. 0 bürheten mine’z-zemân, (OsT,1 B ir h a y li zam an.
b ürke1, [Ar. bürke / birke Sy\ {OsT} is. zool. 1. Kur bağa. 2. Martı, fi1 bürke-i lâciverd, {OsT} G ökyü zü. bürke2, [bir-ik-mek > bir-ke] {ağız} is. Küçük göl; havuz. [DS] bürkek, [bür-mek > *bür-ük-mek > bürk-ek] {eT} is. Örtü. [DLT] [Clauson]
bürhun, [Ar. bürhün 0_yv] (bürhu.n) (OsT} is. 1.
bürkirm ek, [bür-kir-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] 1. Püskürmek. 2. Serpmek. [KB]
Çember; daire. 2. Kemer; kemerli duvar. 3. Engel. 4. Çit; avlu. 5. Kale veya ev kapısı.
bürklemek, [biirk-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-ı~] [-l(ü)y o ı ] (Sıvılar için) fışkırmak. [DS]
b ü ri1, [böri / büri / börü] {eT} is. Kurt; börü. [EUTS] büri2, [bür-mek > bür-î] (bü ri:) is. 1. İçine geçirile rek bir şey takmaya yarayan halka veya oyuk; soket. 2. Okun ucuna geçirilen temrenin oyuğu. [DLT] [Clauson] büride, [Far. bürıden (kesm ek) > bürîde
(bü-
ri:d e) {OsT} sf. 1. Kesilmiş. 2. Kırılmış. 3. Arkadaş lık ilişkilerini kesmiş. 4. (Elbise) biçilmiş. 5. (Yer için) üzerinden geçilmiş. S bürîde-düm , {OsT} Kuyruğu k esik ; talihsiz.\\ bürîde-ser, {OsT} B aşı k esilm iş,|| bürîde-zebân, {OsT} 1. D ili kesilm iş 2. S essiz; a z konuşan. büridegî, [Far. bürîde-ğî ^ ^.y] (bü ri.d eg i:) {OsT} is. Kesilmişlik. büriklem ek, [bürük-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] rüklemek. [DS]
bü-
bürimek, [bür-i-mek] {eAT} gçl. f i [ - r ] Bürümek, bürin, [Far. bürîn ^y.y\ (büri:n) is. Meyve dilimi. büriş, [bür-mek > bür-iş] {eT} is. Buruş; büküş; kı vırış. [DLT] [Clauson] büritis, [Yun. puritis] {ağız} is. Çakmak taşı. [DS]
bürkm e, [bir-ik-me > bürk-me] {ağız} is. Eğlentili kadın toplantısı. [DS] bürkm ek, [bürk-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - e ı ] 1. (Mide için) bulanmak. 2. Sıkıntı ile kızarmak. [DS] bürku, -u ’u [Ar. bürku‘ ^ y ] {OsT} is. Yüz örtüsü; yaşmak; tül. bürkü, [bür-gü / biir-kü] {ağız} is. Bürgü. [DS] bürküm , [bürk-üm] {ağız} is. 1. Küldeki sıcaklık. 2. Bunaltıcı sıcaklık. [DS] b ürkürm ek1, [pür-kür-mek / bür-mek > biir-kür-mek (Clauson’un okuyuşu)] {eT} dönşl. fi. [-ü r ] 1. Ör tünmek; kapanmak. 2. (Hava için) bulutlanmak. [DLT] bürkürm ek2, [bürk (yans.) > bürk-ü-r-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Püskürtmek. [DLT] bürlemek, [bür-mek > bür-(ü)l-e-mek] {ağız} gçl. fi [ - r ] [-l(ü )-y or] Örtmek. [DS] hürlenm ek, [bürle-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Ör tünmek; bürünmek. [DS] hürlenmek, [bür (tom urcuk) > bür-le-n-mek] {eT} dönşl. fi. [ -ü ı] Tomurcuklanmak. [DLT]
bürlesk, [ît. burlesco] sf. 1. Aşırı ve bayağı derecede büritmek, [bür-mek > bür-i-t-mek] {eT} gçl. f i [-ü r] gülünç olan. 2. Ciddî bir konuyu bayağı bir üslûpla 1. Hissetmek; duymak; dokunmak. [EUTS] 2. Ha işleyen; kaba güldürü. fifçe yakmak. [EUTS] 3. is. Dokunma; his; duyu; b ürm e1, [bür-mek (d olam ak) > bür-me] is. 1. {ağız} duygu. [EUTS] Kadınların sokağa çıkarken bürünüp örtündükleri b ü rk 1, [bürk (yans.)] is. Sıvıların püskürmesini, fış kumaş; car. 2. Bürüterek sarılan bir çeşit sarık; kırmasını anlatan kök. [Zülfikar] biirk-le-m ek, bürkburma sarık. [DS] ür-mek. bürm e2, [bür-me] {eT} is. 1. Burma; bükme; kıvırma. bürk 2, [bür-(ü)k] {ağız} is. 1. Baş örtüsü. 2. Külah; 2. Don vb. şeylerin ağı. [DLT] börk. [DS] biirm eç, -ci [bür-meç] {ağız} is. Kesenin iple büzülen bürka, -a ’ı [Ar. burka‘ <*5^] {OsT} is. Yaşmak; tül. S yeri. [DS] büka’-fîken, {OsT} Örtü a ça n ; örtü atan. bürm ek 1, [bür-mek] {eT} gçl. f. 1. Burmak; bükmek; biirkân, [Ar. bürkân olS^] (bürkâ.n) {OsT} is. Yanar dağ; volkan. bürkan, [Ar. bürkân j ^ ] (bürka:n) {OsT} is. 1. Be yaz tenli adam. 2. zool. Alaca çekirge, bürkâni, [Ar. bürkânî
y ] (bü rkâ.n i:) {OsT} sf.
Volkanik; yanardağa ilişkin, bürkaniyet, [Ar. bürkâniyyet is. Volkan bilimi.
_^] (bü rka.niyet)
kıvırmak; bir şeyi iki ucundan tutup ekseni çevre sinde bükmek. [Nevâyî][DTL] 2. Büzmek. [DLT] 3. {ağız} Ağacın kuruması için köküne yakın yerinden kabuğunu soymak. [DS] 4. Katlamak; devşirmek. bürm ek2, [bö (yans.) > bö-ğür-mek > bür-mek] (bü:rm ek) {ağız} gçsz. f i [-ü r] 1. Bağırmak; böğürmek. 2. (Kederli kişi için) sesli olarak ağlamak. [DS] bürna, [Far. bümâ ky] (biirn a:) {OsT} sf. Genç; deli kanlı; yiğit.
BÜR btirnah, [Far. bümah »U^] (bü rn a.h) {OsTj sf. -*■ bürna. biirnak, [Far. bümâk i!U^] (hiirna:k) {OsTj sf. -*• bürna. bürnüs, [Ar. bürnüs
{OsTj is. 1. Üste giyilen bir
tür Arap giysisi. 2. Kollu ve başlıklı hamam ağası. 3. Bir tür kadın yeldirmesi. büro, [Fr. breau] is. 1. Çalışma odası; yazıhane. 2. Bir kuruluşta memurların çalıştığı yer; daire. 3. Sınırlı ve belli bir konuda halka hizmet veren yer. 4. Bir kuruluşun belli bir bölümü; şube; bölüm. 5. Bir kuruluşta yazı işlerinin yürütüldüğü yer. 6. Y a zı masası, ö büro malzemeleri, B ir bü ro d a k u lla nılan m asa, dolap, yazı a r a ç ve g er eçler i, silgi, dosya g ib i eş y a la r ve tüketim e y ö n elik m a lla r; kır tasiye. bürokrasi, [Fr. bureaucratie] is. 1. Devlet teşkilatın da yönetimin etkisi, gücü. 2. Memur ve yöneticiler topluluğu. 3. İşlerin yürütülmesinde verimlilikten daha çok, biçimsel tam oluşa önem verme durumu; kırtasiyecilik. bürokrat, [Fr. bureaucrate] is. 1. Devlet kuruluşunda üst düzey yöneticiler. 2. Büro işlerinde çalışan kim se. 3. Devlet işlerinin yürütülmesinde biçimselliğe aşırı derecede önem vererek uygulanırlığı ve ve rimliliği ikinci plana iten yönetici, bürokratik, -ği [Fr. bureaucratique] sf. Bürokrasi ile ilgili; bürokrasiye dayanan, bürokratizm, [Fr. bureaucratisme] is. Devlet yöne timinde bürokrasinin aşılamayan, etkili ve egemen bir gücünün bulunması durumu, bürokratlaşma, [bürokrat-la-ş-ma] i s .l. Devlet yönetiminin uygulanabilir, verimli ve demokratik işlemlerden ziyade kâğıt üzerinde çok şey üretiyor görünerek hizmet üretemez duruma gelmesi. 2. Bü rokratik işlemlere ağırlık verme. 3. Aşırı yönetici kalabalığına ulaşma. bürran, [Far. biiriden (kesm ek) >berrân / bıirrân jly\ (bürra:n) {OsTj sf. Keskin; kesici, bürs, [Far. bürs ^ ijJ {OsTj is. bot. Ardıç meyvesi, bürsan, [Far. bürsân ûL.y\ (bü rsa:n ) {OsTj is. Büyük yılan; ejderha, bürsute, [Ar. bürşüte »sjîjJ (bürsıı:te) is. Tehlikeli yer.
bürtlek, -ği [bört (yans.) > bört-le-k / bürt-le-k] {ağız} s f (Göz için) devrik; patlak; pörtlek. [DS] bürtlemek, [bört (yans.) > bürt-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ü )-y or] 1. (Su için) fışkırarak kaynamak. 2. (Ekilmiş tahıl taneleri için) toprak altından yüze çıkmak. [DS] bürtletm ek, [bört (yans.) > bürt-le-t-mek] {ağızj gçl. f i [-ir ] 1. Ortaya çıkarmak. 2. Kabartmak; şişirmek. [DS] bürtm ek1, [bür-mek > bür-t-mek] {eT} g çl. fi. [-ü r ] Dokunmak; temas etmek. [Clauson] bürtm ek2, [bört (yans.) > bürt-mek / bört-mek] {ağız} gçl. fi: [- e r ] 1. Az haşlamak. 2. Yumurtayı suda haşlamak. [DS] bürtm ük, -ğü [bürt-mük] {ağız} is. Yumuşak şeyler den kopan küçük parçalar. [DS] bürtüglüg, [bürt-mek > bürt-üg-lüg] {eT} sf. 1. His sedilen; duyulan. [EUTS] 2. is. Hissetme; duyma. [EUTS] bürtük, -ğü [bürt-ük] {ağız} is. Tahıl tanesi. [DS] bürtülm ek, [bürt-ül-mek] {eT} edil, f i [-ü r ] Doku nulmak; temas edilmek. [Clauson] bürtüşm ek, [bürt-üş-mek] {eT} işteş, f i [-ü r ] Birbiri ne dokunmak. [EUTS] bürü, -u ’i [Ar. bürü1 *j y] (bürü:) { OsTf is. 1. Hasta nın iyiliğe yüz tutması. 2. Bilgi, erdem ve iyiliktebenzerlerine olan üstünlük, büruc, [Ar. burç > bürüc / burüc j- jy ] (büru. c) {OsT} is. 1. Burçlar; kaleler. 2. On iki takımyıldız; burç lar. S bürüc-i isnâ-aşer, {OsT} Güneş sistem inin on iki bu rcu .|| bürûc-i sabite, {OsT} S abit b u rçla r; B o ğ a ; A slan; A krep; K ova. bürud, [Ar. bürüd -sjjJ (büru:d) {OsTj sf. 1. Soğuk. 2.
is. Bir işten bıkıp usanma; soğuma,
bürudet, [Ar. bürüdet o ^ ] (büru:det) {OsT} is. 1. Soğukluk. 2. m ecaz. Kırgınlık; küskünlük, ö bürûdet-engîz, {OsT} Ç o k soğ u k .|| bürüdet-i hevâ, {OsTj H avanın soğukluğu. || bürüdet-i muamele, {OsT} D avran ış soğuklu ğu; so ğ u k davranış. bürufe, [Far. bürüfe ^ y ] (biirıt.fe) {OsT} is. 1. Sarık. 2.
Bel kuşağı. 3. Mendil.
büruk1, [Ar. bürük 4 jy ] (büru:k) {OsTj is. Un hel vası. büruk2, [Ar. berk > bürük S jy ] (biiru:k) {OsT} is. Şimşekler.
bürsün, [Ar. bürsün jî^ ] {OsTj is. 1. İnsan eli. 2.
b ü r’ um, [Ar. bür'üm / bür'üme ?y-y / ^ y y ] (bür-
Yırtıcı hayvanların pençesi. 3. Develere vurulan damga.
u:m ) {OsTj is. bot. Bir ağacın henüz açılmamış çi çeği; tomurcuk,
bürşüm, [Ar. bürşüm ^ y\ {OsTj is. Kadınların yüz lerini örttükleri örtü, bürt, [bür-melc ? > bür-(ü)t] {eTj is. Karabasan; kâ bus. [DLT]
bürüt, [Ar. bürüt o j^ ] (büru.t) is. Bıyık, büruz, [Ar. bürüz j jy ] (biıru;z) {OsT} is. 1. Belirme; ortaya çıkma. 2. Açık; meydanda; aşikâr. 3. Gös terme; teşhir.
üIÜKEîlIÜUKCî SÖELİİK.
BÜR b ü rü 1, [böri / büri / börü] {eT} is. Kurt; börü. [EUTS]
bürüm ek, [eT. bür (tom urcuk) > bür-ı-mek > bür-ü-
bürü2, [eT. bür-mek (d olam ak) > bür-ü] (ağız) is. 1. Baş örtüsü. 2. Çarşaf; car. [DS]
mek dUjjj / d!:^] gçl. f i [-ü r ] 1. Kaplamak; ört
bürülnıek, [bür-mek > bür-ül-mek / bur-ul-mak] {eT} e d il.fi [-iir ] Buruşturulmak; bükülmek. [DLT]
bürünm ek, [eT. bür-mek (dolam ak, bükm ek) > bür-
mek. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Sarmak; ku b ürük 1, [eT. bür-mek (dolam ak) > bür-ük] {eT} is. 1. şatmak. {eAT} {OsT} (aynı) 3. Basmak; istila etmek. Şalvar gibi şeylerin uçkurunda bulunan yuvarlak 4. Etkilemek. 5. {ağız} Toplanmak. [DS] ip. [DLT] 2. {ağız} Baş örtüsü. [DS] 3. {ağız} Çarşaf; bürüm en, [bür-ü-mek > bürü-men] {ağız} is. İpekten car. [DS] 4. {ağız} Araba üstüne gerilen tente. [DS] yapılmış elbise. [DS] 5 . {ağız} Duvak. [DS] 6. {ağız} Boyun atkısı. [DS] 7. bürün, [Yun. pirina] {ağız} is. Zeytin posası. [DS] {ağız} Hamam havlusu. [DS] bürüncek, [bür-ün-(e)cek / dLfj^] {eAT} bürük2, -ğü [pür / bür > bür-ük] {ağız} is. 1. Irmak, {OsT} {ağız} is. 1. Baş örtüsü; çarşaf; bürümcek. 2. göl ve ova kenarlarındaki gür çalılık, sazlık vb. 2. Duvak. 3. Kaput, palto, pelerin gibi giyim eşyası. Orman. 3. Gövdesini sarmaşık sarmış ağaç. 4. Üstü [DS] açık çevresi çalılarla sarılmış ağıl. 5. Asma yapra bürüncük, -ğü [eT. bür-ün-çük / bür-üm-cük] is. 1. ğı. [DS] Bürümcük. 2. {ağız} Ham ipekten dokunmuş bez. bürüklemek, [bür-mek > bür-ük-le-mek] {ağız} gçl. [DS] f i [-r ] [-l(ü )-y or] Çarşaflamak. [DS] bürünçük, [bür-mek (d olam ak) > bür-ün-çük] {eT} bürüklenm ek, [bür-ük-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] is. Bürümcük; kadm baş örtüsü. [DLT] 1. (Kadm, kız için) baş örtüsü örtünmek. 2. Örtün büründürm ek, [bür-ün-melc > bürün-dür-mek] gçl. mek; bürünmek. [DS] fi. [-ü r] 1. Bürünmesini sağlamak. 2. Bürünmesine b ürüklük1, -ğü [bıir-ük-lük] {ağız} is. Baş örtüsü. sebep olmak. [DS] bürüng, [bür-mek > bür-ün] (bürün) {eT} is. Akarsu bürüklük2, -ğü [bür-ük-lük] {ağız} is. Havanın bu ların yeryüzünde meydana getirdiği yarıklar. [DLT] naltıcı ve sıcak zamanı. [DS] bürükm ek, [bür-ük-mek / bir-ik-mek] {ağız} gçsz. fi. bürünm e, [bür-ün-me] is. Bürünmek eylemi ve du rumu. [-ü r ] Birikmek; toplanmak. [DS]
bürülü, [bür-ü-lü] sf. 1. Örtülü, sarılı. 2. Kaplı, bürüm , [eT. bür-mek (dolam ak) > bür-üm c-iiül is. 1. Bürümek eylemi ve sonucu. 2. Bir kenarı üze rinde yuvarlanarak dürülmüş, sarılmış, katlanmış şey. {OsT} (aynı) 3. bot. Şemsiye veya kömeç du rumundaki bileşik çiçeklerde sapın dibinde yan yana duran bürgülerin tümü. 4. {ağız} Arapların başlarına koydukları poşu üzerine geçirilen halka şeklindeki kalın ip. [DS] 5. {ağız} Giyim eşyası. [DS] 6. {ağız} Şemsiye. [DS] 0 bürüm bürüm , {eAT} 1. B irbirinin üstüne sarılm ış. 2. {ağız} (Ö r tünmek için) sıkı sıkıy a; sıkıca. [DS] bürüm cek, -ği [bür-üm > bürüm-cek] is. 1. Koza gibi yuvarlanmış ve bürünmüş şey. 2. İpek böceği kozalağının dış tarafında bulunan iplikler. 3. Başör tüsü. 4. {ağız} Ham ipekten dokunmuş bez. [DS] 5. {ağız} Baş örtüsü. [DS] 6. {ağız} Çarşaf. [DS] 7. {ağız) Yağmurdan korunmak için örtünülen bez; yağ murluk. [DS] 8. {ağız}Y eni doğmuş yavrunun üze rindeki zar; son. [DS]
ü-n-mek dlij^] dönşl. f i [-ü r] 1. Sarınmak, örtün mek, kaplanmak. {eT} (aynı) [DLT] [KB] 2. Giyin mek. {eAT} (aynı) 3. m ecaz. Kendini belli bir özel likte göstermeye çalışmak. 4. edil. Sarılmak, ör tülmek. 5 {ağız} (Hava için) bulutlanmak. [DS]
.
bürüntü, [bür-ün-tü] {ağız} is. 1. Bürgü. 2. Peştamal. [DS] bttrünük, -ğü [bür-ün-ük] {ağız} sf. (Hava için) ka palı; bulutlu. [DS] bürünüş, [bür-ün-üş] is. Bürünme eylemi ve biçimi, bürüşde, [? bürüşde] {ağız} is. Tandır ya da sacda pi şirilen ekmeğin çok kızarmışı. [DS] bürüşmek, [bür-mek > bür-üş-mek] {eT} işteş, f i [ür] Bükme, burma, dolama, kıvırma işlerini birlikte yapmak; bükerken birbirine ardım etmek; büküşmek. [DLT] biiryan, [Far. büryân o b jJ (bürya:n) {OsT} is. 1. Su suz kavurmak suretiyle veya tandırda pişirilmiş et yemeği; kebap, biryan, püryan. 2. {ağız} Et ve pi rinçle tepside pişirilen bir yemek. [DS] S1 büryan olmak, K avrulm ak, sıısuz kalm ak.
bürüm cük, -ğü [bürüm > bürüm-cük] is. 1. Kıvrat ma denilen bükülü ham ipekten bez ayağı armürde dokunmuş ince kumaş. 2. sf. Bu tür kumaştan ya pılmış giyecek vb.
b üs1, [bis / büs / büş (yans.)] is. Kedi cinsi hayvanları çağırmayı ya da kovalamayı anlatan kök, biis-sük.
bürüm e, [bür-ü-me
büs3, [büs] {ağız} is. Küspe. [DS]
Kaplama, sarma. 3. {eAT} sf. Bütün vücudu kapla yan.
büs2, [büs (yans.)\ is. Sinmeyi, ürküntü duymayı anla tan kök. [Zülfikar] büs. büsbütün, [bü(s)+bü/tün] (bii ’sbütün) p ekşt. zfi. 1. Bir bütün olarak; tamamıyla; tamamen. 2. İyiden
amire m ı. 7*.
BÜT
iyiye; iyice. 3. Köklü bir şekilde; temelli. 4. sf. Ek siksiz bir bütün,
büsur1, [Ar. besr > biisür j j i ] (büsu:r) {OsT} is. Çı
büsbüyük, [bü(s)+bü/yük] (b ü ’sbüyük) sf. Çok bü yük.
büsur2, [Far. büsür j^-o] (büsu:r) {OsT} is. Lanet;
banlar. beddua.
büsek, -ği [büs-ek] (ağız} is. Katran. [DS] büskeç, [bös-mek > bös-geç > biis-keç] {eT} is. Çö rek. [DLT]
büsut, [Ar. büsut -k~>] {OsT} is. El açıklığı; civan
büslemek, [btis-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ü )-y or] Süslemek. [DS]
büsük, [büs (yans.) > büs-ük / pis-ik / püs-ük] {eAT} is. Kedi.
büslet, [Ar. büslet cJLu] {OsT} is. Şöhret; ün.
büsükmek, [büs-ük-mek] {ağız} gçsz. f. [-ü r ] Acık mak. [DS]
büsmek, [büs (yans.) > büs-mek] {ağız} gçsz. f . [-e r ] Sinmek; saklanmak; pusmak. [DS] büsmürük, -ğü [büs (yans.) > büs-mek > *büs-miirmek > büs-mür-ük] {ağız} sf. (Kişi için) kurnaz; sinsi. [DS] büsr, [Ar. büsr / büsre
{OsT} sf. 1. Taze;
körpe. 2. is. Bir nesnenin ucu ve başı. 3. Genç kız ve oğlan. büssed, [Ar. büssed
{O s T} is. Mercan.
mertlik.
büsürgeç, -ci [püs-kür-geç] {ağız} is. Ağaçlara ilaç sıkmakta kullanılan araç. [DS] büş1, [bis / büs / büş (yans.)] is. Kedi cinsi hayvanları çağırmayı ya da kovalamayı anlatan kök, büş büş. S büş büş, {ağız} H ayvanları ça ğ ırm a v e k o v a la m a ünlemi. [DS] büş2, [Far. büş
{OsT} is. 1. Kâkül. 2. At yelesi. 3.
sf. Eksik; noksan,
büst, [İt. busto (göğüs) > Fr. büste] is. 1. İnsan baş ve gövdesinin üst kısmının heykeli; baş heykeli. 2. terz. Kadın vücudunun göğüs kısmı,
büşerm ek, [biş-mek > büş-er-mek] {eT} gçl. f i [-ü r ] Olgunlaştırmak. [EUTS] büşinçek, [Kençek. büşinçek] {eT} is. Üzüm salkımı. [DLT]
büstah, [Far. büstâh ^ ^ —;] {OsT} sf. Küstah; utan
büşkâni, [Ar. büşkâm ^IS^o] (bü şkâ:n i:) {OsT} is. 1.
maz; edepsiz, büstan, [Far. büstân > Ar. büstân
(büsta.n)
{OsT} is. Bağ bahçe; bostan, büstani, [Ar. büstân!
(bü sta:n i:) {OsT} is. Bah
çıvan; bostancı,
büşra, [Ar. büşrâeS^iJ (bü şra:) {OsT} is. Sevinçli ha
büste, [Far. büste 4^~>] {OsT} is. bot. Fındık, büstec, [Far. büstec
Kendi dilini bilmeyecek kadar ahmak adam. 2. Arap çocuğu olduğu hâlde Arapça’yı bilmeyen ahmak. büşmek, [biş-mek > büş-mek] {ağız} gçsz. f i [- e r ] Pişmek. [DS]
{OsT} is. -*• büstek.
büstek, -ği [Far. büstek dk~j] {OsT} is. 1. bot. Ak
ber; müjde. büşter, [Far. büşter >a>] {OsT} is. tıp. Kurdeşen, büşterem , [Far. büşterem j>>io] {OsT} is. tıp. -*• büş ter.
günlük. 2. Fıstık zamkı, büsteli, [? bustulî / büstelı] {eT} is. Karapazı denilen bitki, (Atriplex horten sis). [DLT]
büşteri, [Far. büşterî lSjüJ (bü şteri:) {OsT} is. tıp. -*■
büstiyer, [Fr. bustiere] is. 1. Omuzları ve göbek böl gesini açıkta bırakan bir tür kadın elbisesi. 2. Sut yen.
büşük, [biş-mek (olgu nlaşm ak; a lışm a k; deneyim kazan m ak) > biş-ük > büş-ük] is. 1. Beşik. 2. Birbi rine alışmış olanlar; birbirlerini iyi tanıyanlar 3. İçli dışlı olanlar; akraba; yakınlar; hısım. [EUTS] [IKPÖy.] 4. Eş dost; sevgili. [Gabain] [İKPÖy.]
büstüka, [Ar. büstüka ü ( b ü s t ü . k a ) {OsT} is. Kü çük küp; küpçiik. büsuk, -ku [Ar. büsük
(biisü:k, k kalırı sö y le
nir) {OsT} is. 1. Ağacın boy atması, boylamnası. 2. Birinin, akranına üstün olması. büsul1, -lü [Ar. büsül
(büsu.l) {OsT} is. 1. Sı
vıların ya da içeceklerin mayalanma sonucu tatları nın ağırlaşması ya da ekşimesi. 2. Bir şeyin haram olma özelliği kazanması. büsul2, -lü [Far. büsfll J_j~>] (büsır.l) {OsT} is. Lanet, beddua.
büşter.
büşürmek, [biş-mek > büş-ür-mek] {ağız} gçl. f i [iiı] Pişirmek. [DS] büt1, [eT. bit > büt c JJ {OsT} is. Bit. büt2, [Far. büt o j J {OsT} is. 1. Put. 2. Tapınılan şey. 3. Sevgili. 4. sf. m ecaz. Güzel. S büt-gede, {OsT} P uta tapan ların tapınağı.\\ büt-hâne, {OsT} T apınak.\\ büt-i perîveş, {OsT} P e r i g ib i g ü zel.|| büti sınmak, {eAT} Yüzü d eğ işip bozu lm ak; gönlii d a ra lm a k ,|| büt-lal, {OsT} H ayran o lan ; şa şa n ; şa şkın. ||büt-nigâr, {OsT} P ut y a p a n ; pu tçu ; p o rtreci. \\
İM T İİM M .
BÜT
büt-perest, {OsT} P uta tapan.|| büt-perestî, {OsT} büthane, [Far. büt-hane iiU ^] {OsT} is. İçinde tapını P u ta tapan .|| büt-perîveş, {OsTj P e r i g ib i g iiz el.j| lan putların bulunduğu tapmak, biit-şiken, {OsTj P ut kıran .|| büt-şikestî, fOsT} Put bütirat, [Fr. butyrate] is. kim. Bütirik asidin tuzu ve kırıcılık.\\ büt-tirâş, {OsT} 1. Put y a p a n ; p u t oyan. ya esteri. 2. Heykeltıraş.\\ büt-tirâşî, {OsT} Put y a p ıc ılığ ı.|| bütirik, -ği [Lat. butyrum (yağ) > Fr. butyrique] sfi büt yonm ak, {eAT} Put yapm ak. kim. (Asit ve aldehit için) tereyağında, yaban havu bütadien, [Fr, butadiène] is. kim. Yapısında iki tane cu esansında, terde ve kas özünde bulunan CH3çift bağ bulunan iki hidrokarbon; C 4 H6; CHr CFL-COOH formüllü normal, keçiboynuzunc h 2= c h - c h = c h 2 da bulunan (CH 3 ) 2 CH-COOH formüllü izobüritik b ü tan 1, [Far. bütan j b j (büta:n) {OsT} is. 1. Putlar. kimyasallarla ilgili, 2. Güzeller. bütirin, [Fr. butyrine] is. kim. Tereyağında bulunan bütan", [Fr. butane] is. kim. Düşük basınç altında sıvılaştrılarak metal tüpler içinde yakıt olarak kul lanılmak üzere pazarlanan C 4 H ı 0 formülündeki doymuş hidrokarbon, bütangaz, [bütan+gaz] is. Yakıt olarak tüplere dol durularak dağıtımı yapılan gaz.
bir gliserinin esterine verilen ad.
is. Putların
bütkede, [Far. büt-kede
bulunduğu
yer. bütkü, [büt-mek > büt-kü] (çocuk dili). [DLT]
{eT} is. Kaka; büyük aptes {eT} gçl. fi. [-
bütçe, [Lat. bulgaette (deri k esecik ) > Fr. bougette (küçük k e s e ) / İng. budget] (bü ’tçe) is. 1. Sarfiyat planı; harcama listesi. 2. huk. Devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin gelecek belli bir dönem için deki gelir ve giderlerini tahmin eden ve bunların tahsil ve harcanmasına izin veren hukukî işlem. 3. gnşl. B ir kişinin gelir ve giderleri. S bütçe açığı, B ü tçed e g id erlerin g elirlerd en fa z l a olm ası dıırumu.\\ bütçe aktarm ası, D evlet h a rca m a ların d a p a r a s ı a rta c a ğ ı tahm in ed ilen k alem lerd en p a r a s ı y etm ey e cek k a lem lere p a r a aktarm a bütçe fazlası, G elirlerin g id erlerd en ç o k olm ası durumu.\\ bütçe hedeflerini aşmak, D evlet bü tçesin de tah min ed ilen g e lir y a d a g id erler i y ıl için de fa z la s ı ile gerçekleştirmek.\\ bütçe kanunu, D evletin d a ir e ve kurum larm ın y ıllık g elir ve g id er toplam ını belirten v e bunların yürütülm esine izin v eren kanun. \\bütçe yılı, Bütçenin uygulanm aya b a şla d ığ ı günden ertesi y ıl aynı gü n e k a d a r g eçen süre. bütçeleme, [bütçe-le-me] is. Bütçe yapma işi.
bütkürmek, [büt-mek > büt-kür-mek] ür] Bitirmek. [EUTS]
bütçelemek, [bütçe-le-mek] gçl. f i / - r / [-l(i)-y o r] 1. Gelir ve gideri bütçeye kaydetmek. 2. Bütçe yap mak.
bütperest, [Far. büt-perest
büte, [büt-mek > büt-ë] (büte:) {eT} zf. 1. Çok; pek çok. [DLT] [KB] 2. (Zaman için) kısa. [DLT] '
bütrü, [büt-ür-mek > büt-ür-ü > bütr-ü] tanbaşa. [KB]
büteki, [bu+tek-i] {ağız} zf. Bizden tarafta olan; bu yandaki. [DS]
bütrürek, [bütrü-rek] iyice. [KB]
büten, [Fr. butène] is. kim. Olefin grubundan formü lü C4 FI8 olan etilen hidrokarbon; bütilen.
bütrüşmek, [büt-ür-mek > büt-(ü)r-üş-mek] {eT} işteş, fi. [-ür] Muhakeme olmak; tanık getirmek. [DLT] bütsemek, [büt-mek > büt-se-mek] {eT} gçsz. fi. [-r] (Yara için) iyileşmeğe, kapanmaya yüz tutmak. [DLT]
büteyra, -a ’i [Ar. büteyra 1 eljv^] (bü teyra :) is. 1. Gü neş. 2. Sabah, bütgü, [büt-mek > büt-gü ] (bütgü:) {eT} is. Dışkı; def-i hacet. [EUTS] bütgürm ek, [büt-mek > büt-gür-mek] {eT} gçl. f i [ü r] Bitirmek. [Clauson] bütgüsüz, [bütgü-süz] {eT} sf. Tamamlanmamış; ek sik. [Clauson]
bütm ek1, [büt-mek] {eT} gçsz. fi [-er] 1. Bitmek; tamamlanmak; gerçekleşmek. [EUTS] [Gabain] [KB] [Üç İtigsizler] 2. Sona ermek; yok olmak. [EUTS] [Gabain] [KB] [Üç İtigsizler] 3. (Ses için) kısılmak; kesilmek; alçalmak. [KB] bütmek2, [büt-mek] {eT} gçsz. fi. [-er] (Yara için) ka panmak; onulmak. [Ytiknelrî] [KB] bütmek3, [büt-mek] {eT} gçsz. fi [-er] 1. (Bitki için) bitmek; çıkmak; neşvünema bulmak. 2. Yaratıl mak. 3. Doğmak. [DLT] bütmek4, [büt-mek] {eT} gçsz. fi. [-er] 1. B ir şeye inanmak. [EUTS] [Yüknekî] [KB] 2. Arzusu, dileği yerine gelmek; borcu veya alacağı gerçekleşmek. [ETY] [KB] 3. (Suya vb.) kanmak. [ETY] 4. Doy mak. [ETY] 5. İkrar etmek. [DLT] [KB]
{eT} sfi'. (Yara
bütmiş, [büt-mek > büt-miş] panmış; iyileşmiş. [DLT]
tapan kimse; putperest. 2. puta tapan.
{OsT} is. 1. sfi (Kişi
{eT} zf.
silme. 2. Uzaklaşma.
Putlara
için) puta tapıcı;
{eT} zfi. B aş
Tamamen; tamamıyla;
büttül, [Ar. büdelâ => büttül ?] la. [DS] bütu, -u ’u [Ar. bütüc
için) ka
{ağız} sfi Alık;
(bütu:) {OsT} is.
buda 1. K e
1 B 1WS«.731 bütün, [Ar. batn > bütün d ^ \ (bütu:n) {OsTj is. 1. Karınlar. 2. Nesiller; soylar, bütüd, [büt-mek > büt-üd] {eT} is. Bitme; tamam lanma; ikmal. [EUTS] bütüg, [büt-mek > büt-üg] {eT} sf. 1. Bütün; tüm. [İKPÖy.] 2. Dokunulmamış. [İKPÖy.] 3. (Yara için) kapanmış; iyileşmiş. [İKPÖy.] bütüge, [Far. büta ? / Sansk. ? > biitü ge] (büti'r.ge:) {eT} is. Patlıcan. [DLT] bütülmek, [büt-mek > büt-ül-mek] {eT} edil. f . [-ü r] 1. İnanılmak. [KB] 2. Tamamlanmak. [KB] 3. dönşl. f Olgunlaşmak. [KB] bütün, [eT. büt-mek (bitm ek) > büt-ün jj^ ] sf. 1. Eksiksiz; tam. {eT} (eAT) (aynı) [EUTS] [DLT] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [KB] 2. Parçalara ayrıl mamış; tek parça halinde. (eT) {eAT} (aynı) [DLT] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [KB] 3. Çok sayıda varlık ve nesnelerin tamamı. 4. (Para için) bozuk olmayan; büyük miktarda ve tek banknot halinde. 5. Mümkün olduğu kadar; olanca. 6. Biri cik, tek olarak. 7. {eT} {eAT} Doğru; dürüst; sahih; mükemmel; sağlam. [Yüknekî] [KB] 8. is. Birlik; tamlık. S bütün bütün, Büsbütün; tam am en, iyi ce.\\ bütün bütüne, Bütün o la r a k .|j bütün eyle mek, {eAT} B irleştirip bütün h â le g etirm ek ; sağ lam ve tam y a p m a k .|| bütün itmek, {eAT} B irleştirip bütiin h â le g etirm ek ; sa ğ la m ve tam yapmak.\\ bü tün olmak, {eAT} B irleşip bütün h â le g elm ek ; s a ğ lam ve tam o lm a k bütünce, [bütün-ce
(biitii ’n ce) zf. 1. Bütün ola
rak. 2. sf. Bütüne yakın; bütün görünümünde. 3. is. dbl. Dilbilimsel çözümleme amacıyla oluşturulmuş yazılı ya da ses alma araçlarıyla kayıtları yapılmış belirli sayıdaki söz veya cümle verileri, bütüncene, [bütün-cene] (bütü ’ncene) {ağız} zf. 1. Bütün olarak. 2. Sağ salim. [DS] bütüncü, [bütün-cü] sf. 1. Bütüne ilişkin; bütünle ilgili. 2. Bütünü savunan; bütünden yana olan. S bütüncü ekonomi, eko. B ir m illetin b e lli dön em deki g e n e l ek o n o m ik etkin lik düzeyini ve ek o n o m ik büyüklükler a ra sın d a k i ilişkileri tespit ed en e k o nomi d a lı; m akroiktisat. bütüncül, [bütün-cül] sf. Bir ideoloji adına bütün ki şisel çabaları, etkinlikleri sıkı bir denetim altına alarak bireysel özgürlüğe yer vermeyen ve bireyin hayatını her yönüyle devlet otoritesine tabi kılan; totaliter. bütüncüllük, -ğü [bütün-cül-lük] is. Devletin bir ideoloji adına bütün kişisel çabaları, etkinlikleri sıkı bir denetim altına alarak bireysel özgürlüğe yer vermeden, bireyin hayatının her yönüyle devlet otoritesine tabi olması gerektiğini savunan siyasi sis tem; totalitarizm.
bütüncülük, -ğü [bütün-cü-lük] is. fe l. Çeşitli öğe lerden meydana gelmiş bir bütünde, var olmayan bazı özelliklerin bulunduğunu ileri süren felsefe, bütünleme, [bütün-le-me] is. 1. Bütünlemek eylemi. 2. Eksiği bulunan bir şeyi bütüne tamamlama; ek sikliğini giderme; bütün yapma; ikmal. £? bütün leme sınavı, eğit. Sen e için d e y a d a y a p ıla n ilk im tihan da derslerin den g e ç e r not a la m ay a n lar için açıla n ikinci b ir imtihan. bütünlemek, [eT. bütün-le-mek] gçl. f . [- r ] [-l(ü )y o r ] 1. {eT} Gerçekliğini aramak. [DLT] 2. Eksiği bulunan bir şeyi bütüne tamamlamak; eksikliğini gideııpek; bütün yapmak; ikmal etmek. 3. Ufak paraları bütün para haline getirmek. 4. Haritacılıkta uçaktan çekilerek elde edilmiş haritaya nehir, dağ, şehir adı gibi özellikleri işlemek, bütünlemeli, [bütün-le-me-li] sf. Bir kısım derslerin den başarısız olmuş ve bütünleme sınavına girebi lecek durumda olan (öğrenci), bütünlenme, [bütün-le-n-me] is. Bütünlenmek eyle mi. bütünlenmek, [bütün-le-n-mek] e d il.f. [ -ir ] 1. Eksik kısmı bütüne tamamlanmak; eksikliği giderilmek; bütün yapılmak; ikmal edilmek. 2. (Ufak paralar için) bütün para haline getirilmek, bütünler, [bütün-le-mek > bütün-le-r] sf. 1. Eksiği bulunan bir şeyi, kendisini katmak suretiyle bütüne tamamlayan; bütünleyen; bütünleyici. 2. Bir bütün elde etmek için eklenen; mütemmim, ö 1 bütünler açı, mat. B ir açının d eğ erin i 180° ’y e tam am lam ak için eklen en a çıla rd a n h e r biri. bütünleşme, [bütün-le-ş-me] is. 1. Bütünleşmek ey lemi. 2. Bütün durumuna gelme, bütünleşmek, [biitün-le-ş-mek] gçsz. f. [ -ir ] 1. Bir bütün durumuna gelmek. 2. Bir bütünün parçaları olarak uyum içinde bulunmak; tek parça gibi hare ket etmek. 3. İçinde bulunduğu topluma ayale uy durmak; dayanışma içinde olmak; kaynaşmak, bütünletme, [bütün-le-t-me] is. Bütünletmek işi. bütünletmek, [bütün-le-t-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Bütün durumuna getirtmek. 2. Eksikliğini gidertmek. 3. (Küçük değerli paralar için) toplamı kadar daha büyük para hâline çevirttirmek, bütünleyen, [bütün-le-y-en] sf. 1. Bütün duruma ge tiren; mütemmim. 2. Bütün duruma getirmek için eklenen. bütünleyici, [bütün-le-y-ici] sf. Bütünlemeyi sağla yan; mütemmim, bütünlük, -ğü [bütün-lük] is. 1. {eT} Doğruluk; mü kemmellik. [KB] 2. Bütün olma durumu. 3. Bütün olanın niteliği, bütünsel, [bütün-sel] sf. 1. Bütün niteliği taşıyan; total. 2. Bütünle ilgili. 3. Bütüne ilişkin, bütünsellik, -ği [bütün-sel-lik] is. Bütün olma duru mu.
ÖIÜMIIESİİM.
BÜT
bütürm ek, [bit-ür-mek > büt-ür-mek] {eT} gçl. f i [ü r] 1. Tedavi etmek; sağaltmak. [KB] 2. Sağlam hâle koymak. [KB] 3. Alacağını tanıklamak; ispat etmek. [DLT] [KB] 4. Sona erdirmek; bitirmek; ta mamlamak; yerine getirmek; gerçekleştirmek. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] bütürü, [büt-mek > büt-ür-mek > bütür-ü] feT} zf. Tamamıyla; hepsi; topu; baştan başa. [EUTS] [Gabam] bütüşmek, [büt-mek > büt-üş-mek] {eT} işteş, f . [ü r] Bitişmek; birleşmek. [Clauson]
le insan geleceği üzerinde etkiler yapma, yönlen dirmede bulunma gibi işlerin bütünü; sihir; afsun; füsun. 2. İnsan üzerinde şaşırtıcı etki bırakan ola ğanüstü güzellik duygusu. 3. Karşı durulması güç çekicilik, ö büyü bozmak, B ir biiyüyii etkisiz h a le g etirm ek .|| büyü ile bağlam ak, Büyü sayesin de etkisiz durum a getirm ek. || büyüsüne kapılmak, G üzelliğinin ve çekiciliğ in in etkisi altın da kalmak.\\ büyüsüne tavşan başı, {ağız} Büyüden korkm ad ı ğ ım ifa d e için söylen en söz. [DS]|| büyü yapmak, Büyü ile etkisi altın a a lm a y a çalışm ak.
bütüt, [büt-mek > büt-üt] {eT} is. Bitme; tamamlan ma; ikmal, tekâmül. [Gabain] [EUTS]
büyücek, -ği [büyü(k)-cek > büyü-cek] sf. 1. Bir de receye kadar büyük; büyükçe. 2. Büyük sayılacak kadar.
büvan, [Ar. büvân olj>] (büva:n) {OsT} is. Çadır di reği; direk. büve, [böğ > büğe / büve] is. zool. Sığırsineğigiller familyasından 2 cm. boyunda, tıknaz gövdeli, kısa ve güçlü hortumu ile sığırların derilerini delerek kan emen, nokra adı verilen hastalığa sebep olan bir tür sinek; eğrice, büğe, büğelek, nokra sineği, güğüm sineği, (H ypoderm a bovis). büvelek, -ği [bügel-mek > büvel-ek dU
{OsT} is.
-*• büvelek; büve. büvenmek, [büge-n-mek / büve-n-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] Eğilmek; çömelmek. [DS] büvet1, [büge-mek > büğe-t > büvet] {ağız} is. 1. Suyun önüne çekilen set; bent. 2. Irmağın en derin yeri. 3. Kuyu. 4. Mandaların serinlemek için girdiği bataklık. 5. Çit. 6. Su birikintisi. [DS] büvet2, [Fr. büvette] is. 1. Yiyecek, içecek satan küçük dükkân. 2. Küçük istasyon büfesi, büvkirmek, [bür-kür-mek / büv-kür-mek] {eT} gçl. f i [-ü r ] -*■ bürkirmek. büvkürm ek, [bür-kür-mek / büv-kür-mek] {eT} gçl. fi. [-ü r] - * bürkürmek. büyeyz, [Ar. büyeyz^i-o] {OsT} is. biy. Yumurtacık, büylük, [büy-lük ? iijJu^j] {Os T} is. Gonca, büyu, -u’u [Ar. büyü'
(büyü:) {OsT} is. 1. Sat
malar; satışlar. 2. Satın almalar. 3. Satılmalar, büyud, [Ar. büyüd Jj~j] (büyu:d) {OsT} is. Yok olma, büyün, [Ar. bîn> büyün j j * ] (büyu:n) {OsT} is. Böl geler. büyüt, [Ar. beyt (ev) > büyüt Oj^] (büyu:t) {OsT} is. 1.
Evler. 2. Ev halkları; aileler,
büyutat, [Ar. büyüt-ât o b j^ ] (büyu:ta:t) {OsT} is. 1. Ev kümeleri. 2. Soylu aileler. 3. Soylu kişiler, büyuz, [Ar. beyz > büyüz
(büyu:z) {OsT} is.
Yumurtalar. büyü, [eT. bögü / bügü (hikm et) > bügi / büyü] is. 1. İnsan ve tabiatla ilgili olarak, bir takım gizli güçler
büyücü, [büyü-cü] is. Büyü yapan kimse. büyücülük, -ğü [büyü-cü-lük] is. 1. Büyü yapma sanatı. 2. İyi veya kötü ruhların yardımını sağlaya rak kazanıldığı sanılan gücün kullanımı. 3. m ecaz. Doğa üstü gibi gelen her şey. büyük, -ğü [eT. bedük > beyük > büyük] sf. 1. (Nes neler için) boyutları diğerlerinden daha uzun olan. 2. Ortalamanın üstünde olan. 3. Nitelikleri üstün olan. 4. Yaşı ilerlemiş; yetişkin. 5. Önemli. 6. Elde ettiği başarılar ve seçkinliği nedeniyle benzerlerin den ayrılmış bulunan. 7. is. spor. Çoğunlukla 21 yaş üstündeki sporcuların katıldığı yarış grubu, fi1 büyük abdest, D ışkı; kaka.\\ büyük abdesti (apte si) gelmek, G öden b a ğ ırsa ğ ın d ak i dışkıları dışarı çıka rm a ihtiyacını duym ak. |j büyük aladı, {ağız} İ p e k böceğ in in son uykusu. [DS]|| büyük amiral, as. D eniz sa v a şı kazan m ış a m ira le verilen unvan. || büyük ana, B üyük anne.\\ büyük anne, Annenin veya baban ın an n esi; nine. ||büyük ay, {ağız} O cak ayı. [DS]|| büyük baba, Annenin vey a baban ın b a b a sı; d ed e. || büyük baş, S ığ ır ve m an da g ib i ev cil hayvan ların g e n e l a d ı.|| büyük başlı, Akıllı.\\ bü yük b azar, {eAT} Panayır.\\ büyük camgöz, zool. S ıca k ve ılık den izlerd e y aşayan , boyu üç m etreyi bulan, yü zgeçlerin den y a p ıla n ç o r b a s ı ile meşhur, y ırtıcı b ir kem ikli b a lık ; (C archarhin u s plum beus).|| büyük çem ber, mat. B ir kürenin m erkez den g e ç e n dü zlem le kesişim i ile olu şan çem b er.|| büyük çıkçığı, {ağız} B ir tür kilim. [DS]|| büyük dalga, fiz . (R adyo d a lg a la rı için) uzun dalga.\\ bü yük dalgıç kuşu, zool. G erdan lı d a lg ıç kuşu.\\ bü yük defter, A na d efter; d efter-i k e b ir .|| büyük dü nür, {ağız} fo lk . B eğ en ilen kızı k ad ın la r istedikten so n r a isteyen, a ile büyüğü bir erkek. [DS]j| büyük dünürlük, {ağız} fo lk . K ız evinde b ir se p et içinde sergilen en , oğ lan evinden g ö n d erilen lokum vb. hediyeler. [DS]|| büyük eksen, B ir elipsin ek sen le rinden uzunluğu en ç o k olan. || büyük er, {eAT} C en gâver. ||büyük hanım , B ir ev d e bulunan kadın ların en yaşlısı. ||büyük harf, Ö zel isim leri ve cüm le ba şla rın ı belirtm ekte kullanılan, d iğ er h a rfle re g ö r e b o y c a d a h a büyük ve ş e k il bakım ından fa r k lı
S lû lfl B I C t S İ M
• 733
yazılan harf. ||büyük kalori, 1 kg. suyun sıcaklığın ı 1 a tm o sfer basın ç altın d a 14,5°C 'den 15,5°C'ye çıka rm a k için g er ek en ısı en erjisi miktarı, k ilo k a lo ri.|| büyük kına, {ağız} fo lk . G elin a lm a günii. [DS]|| büyük kırk, {ağız} fo lk . D oğum yapm ış bir kadının kırkıncı giinii. [DS]|| büyük lüle, {ağız} K ö rükteki büyük h a v a borusu. [DS]|| büyük mevlit ayı, H icrî a ylardan R eb iiilev v el ayı.\\ büyük mut, {ağız} 18 ten ek elik (360 litre) tahıl ölçüsü. [DS]| | büyük nişan, {ağız} fo lk . K üçük nişandan so n ra y apılan nişan. [DS]|| büyük orta, spor. Yağlı g ü reş ve k ara k u ca k ta b a ş altı ile o rta boy a ra sın d a k i bir a ğ ırlık kategorisi. || büyük öksürük, {ağız} tıp. B oğ m aca. [DS]|| büyük önerm e, mant. B ir kıyasın öncü llerin den büyük terim veya sonucun yüklem in i içinde bulunduran,|| büyük panda, zool. T aban ın a b a s a r a k yürüyen, baş ve g ö v d esi beyaz, d ö rt b a ca ğ ı koyu kesta n e ren gin de ayıdan biraz d a h a büyük m em eli hayvan ; (A ilu ropoda melanoleuca).\\ bü yük peder, B üyük b a b a ]| büyük sarı, {ağız} İrm ik y a p m a kta kullanılan iri ve sa rı b ir buğday. [DS]|| büyük sesli uyumu, dbl. T ürkçe k elim elerd e ilk hecenin ünlüsü kalın ise d iğ er h ecelerin ünlüleri d e kalın; e ğ e r ilk h ecen in ünlüsü in ce ise d iğ er h e c e lerin ünlüleri d e in ce olm ası ku ralı.|| büyük söy lemek, Gücünün dışın daki şey leri v a at etmek.\\ bü yük söz, K ad erin in üstünde dilek.\\ Büyük sözüme tövbe! Büyük sö z söylem ekten sakınmak.\\ büyük şehir, B eled iy e sın ırları için d e birden ç o k ilçe bu lunan şe h ir ; anakent.\\ büyük tansiyon, tıp. K a lp atışı sıra sın d a k i d a m a r içi basıncı. || büyük terim , B ir kıyasta son u ç önerm enin yüklem in i oluşturan terim. |j büyük tövbe ayı, H icr î a y lard an C em aziyü levvel ayı.\\ büyük ünlü uyumu, dbl. - * büyük sesli uyumu-H büyük yemin etmek, B ozulduğunda k efareti b ile ö d en e m e y ece k k a d a r kötü yem in et mek.
BÜY
büyüklük taslamak. {OsT} (aynı) 2. Kibirlenmek; böbürlenmek, büyükleyin, [büyük-leyin] {ağız} zf. Büyükçe. [DS] büyüklü, [büytik-lü] sf. Aralarında büyük bulunan. S büyüklü küçüklü, H er yaştan ve h e r düzeyden. büyüklük, -ğü [büyülc-lük] is. 1. Büyük olma duru mu. 2. Büyük olan şeyin niteliği. 3. Hoş görülü bir kişinin niteliği; bağışlayıcılık. 4. Hoş görülü kişiye has bir davranış; büyüklük; ululuk. 5. Yıldızların bağıl parlaklığı. 6. mat. Bir ölçü ifade eden bütün varlıklar, f? büyüklük göstermek, B ağ ışlay ıcı ve h o ş görü lü d avran m ak; ululuk gösterm ek]] büyük lük hastalığı, p sikol. K en din i olduğundan d a h a üstün ve büyük görm e, g ö sterm e h a stalığ ı; büyük lük hezeyan ı; büyüklük kuruntusu; m eg a lo m an i,[| büyüklük taslam ak, K en din i üstün, ba şk a la rın ı düşiik g ö rm ek ; kibirlenm ek, böbü rlen m ek. büyükseme, [büyük-se-me] is. Büyüksemek eylemi, büyüksemek, [büyük-se-mek] gçl. f i [-r ] [-s(ü )-y or] 1. Bir şeyi olduğundan daha büyük olarak değer lendirmek. 2. Abartmak. 3. Birine veya bir şeye değer ve önem vermek, büyüksü, [büyük-sü] sf. 1. Büyükçe. 2. Büyümüşçesine. 3. Büyümüşe benzer, büyüksünmek, [büyük-sün-mek] {ağız} gçsz. f i [-ü r] Kendini büyük görmek; büyük saymak. [DS] büyüleme, [büyü-le-me] sihirleme.
is.
Büyülemek
eylemi;
büyülemek, [büyü-le-mek] gçl. f i [ - r ] [-l(ü )-y or] 1. Büyü ile etki altına almak; büyü yapmak; sihir yapmak. 2. m ecaz. Aşırı ölçüde etki altına almak; cezbetmek; kendine çekmek, büyüleniş, [büyü-le-n-iş] is. Büyülenmek eylemi ve biçimi. büyülenme, [büyü-le-n-me] is. Büyülenmek eylemi,
büyülenmek, [büyü-le-n-mek] edil. fi. [-ir ] 1. Kendi Büyükayı, [büyük+ayı] is. gök. b. Gök yüzünün ku sine büyü yapılarak etki altına alınmak. 2. gçsz. zey kutbuna yakın bir takım yıldız, m ecaz. Bir güzellikten, çekicilikten aşırı derecede büyükçe, [büyülc-çe] sf. 1. Oldukça büyük. 2. Biraz etkilenmek; kendini alamamak, büyük; büyücek. 3. Çok önemli, büyüleyici, [büyü-le-y-ici] sf. 1. insanın kendini büyükelçi, [büyük+elçi] is. Bir devletin, diplomatik alamayacağı kadar olağanüstü çekici ve etkileyici; görevleri yürütmek için başka bir devlete gönder sihirli. 2. m ecaz. Çok güzel. 3. Uygun; cazip. S diği sürekli temsilci, büyüleyici özellik, İnsan ı hayran bıra k an y a d a büyükelçilik, -ği [büyük+elçi-lik] is. 1. Bir ülkenin ken din e çeken , bağ lay an nitelik; ira d esin i k u lla başka bir ülkede bulundurduğu sürekli temsilcilik. nam az durum a g etiren etki; gü zellik; alben i. 2. Büyükelçinin görev yaptığı yer ve makam. 3. büyüleyiş, [büyü-le-y-iş] is. Büyülemek eylemi ya Büyükelçinin görev yaptığı konut ve bağlı servisle da biçimi. rin bulunduğu bina, büyülteç, -ci [büyü-l-t-eç] is. Fotoğraf ve resimleri büyükleme, [büyük-le-me] is. Büyüklemek eylemi, büyülterek basmaya yarayan alet; agrandisör. büyüklemek, [büyük-le-mek dUİS"^] {OsT} gçl. f . [büyültme, [büyü-l-t-me] is. 1. Büyütmek işi. 2. r] Saygı göstermek; ilcramda bulunmak, Fotoğraflara daha büyük boyut kazandırma işlemi; büyüklenme, [büyük-le-n-me] is. Büyüklenmek ey agrandisman. lemi; kibirlenme, büyültmek, [büyü-l-t-mek] gçl. fi. [-ü r] 1. Bir şeyi büyüklenmek, [büyük-le-n-mek gçsz. f i [olduğundan daha büyük hâle getirmek; genişlik ya ir] 1. Kendini olduğundan daha büyük göstermek; da büyüklük kazandırmak. 2. (Resim, harita vb.
ÖIÜMIİİMM.
BÜY
için) boyutlarım uzun tutarak büyük bir örneğini yapmak. 3. m ecaz. Abartmak, büyültücü, [büyü-l-t-ücü] sf. Büyültme işini yapan; büyülten. büyülü, [büyü-lii] sf. 1. Büyü yapılmış olan; sihirli. 2. İnsanın kendini alamayacağı kadar olağanüstü çekici ve etkileyici özelliği bulunan; cazibeli; albe nili. büyüme, [büyü-me] is. 1. Büyümek işi. 2. biy. Bede nin bütününde veya bir bölümünde boyut artması. 3. ekon. Bir dönem içinde bir veya birkaç ekono mik göstergenin yükselmesi. 4. (Şehir, köy, fabrika vb. için) fazlalaşmak; genişlemek. büyümek, [eT. bedümek > beyümek > büyü-mek] gçsz. f i [ - r ] 1. Organizmanın bütününde veya bir bölümünde boyut artmak; gelişmek. 2. Eskisinden daha iri duruma gelmek; irileşmek. 3. Yaşı artmak; yaşlanmak. 4. Yetişmek; boy atmak; serpilmek. 5. Sayısı, ölçüsü artmak. 6. Şiddeti, etkisi artmak; güçlenmek. 7. Önem kazanmak; değerlenmek. 8. Rütbece yükselmek. 9. İtibarı artmak, fi1 büyümüş de küçülmüş, D avran ış bakım ından bü yü klere b en zeyen ; yaşın dan ço k ilerid e olum lu d av ran ışlar serg iley en ço cu k için kullanılır. büyünmek, [büyü-n-mek
{eAT} d ö n ş l.f. [-ü r]
Büyümek. büyüsel, [büyü-sel] sf. 1. Büyü ile ilgili. 2. Büyüye ilişkin. büyüteç, -ci [büyü-t-eç] is. fiiz. Cisimleri yakınlaştı rarak büyük göstermeye yarayan mercek; pertavsız, (1935). büyütken, [büyü-t-ken] sf. Büyümeye yol açan. S büyütken doku, biy. B itk ilerd e büyüm enin m eyda n a g eld iğ i siirgen doku ; kam biyom .
kök. [Zülfıkar] biiz büz, biiz-de-k, bü z-de-k-le-m ek, bü z-de-le-m ek. S büz büz, jağız} 1. M ıymıntı; b e ceriksiz; p ısırık. 2. İçten p a zarlıklı. [DS] büz2, [Far. büz j j {OsT} is. zool. Keçi, 0 biiz-bân, {OsT'} K e ç i ç o b a n ı.|| büz-çe, {OsT} K eç i yavrusu; oğlak. || büz-dil, {OsT} K e ç i y ü rek li; korkak. || büzgâle, {OsT} O ğlak.|| büz-i kûhî, {OsT} D a ğ keçisi. büz3, [Flaman, buis (boru) > Fr. buse] is. 1. Akıcı maddelerin akışını ve boşalmasını sağlayan beton veya seramik boru; künk. 2. Akıcı maddelerin akı şını kontrole yarayan profil boru, büzak, [Ar. büzâk Jİjj] (bü za:k) {OsT} is. Salya; tü kürük. büzdek, -ği [büz (yans.) > büz-dek] {ağızj sf. Mıymın tı; beceriksiz; pısırık. [DS] büzdeklemek, [büzdek-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [l(i)-y or] Miskince hareket etmek; oyalanmak; du raksamak. [DS] büzdeklenmek, [biizdek-le-n-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [ir] Mızmışlaşmak; miskinleşmek; oyalanmak. [DS] büzdelek, -ği [büzde-le-k] {ağız} sf. 1. Miskin; pısı rık. 2. Buruşuk. [DS] büzdelemek, [büzde-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(i)y o r ] Miskinlik etmek; oyalanmak; duraksamak. [DS] büzdeşik, -ği [büzde-ş-ik] {ağız} sf. Uyuşuk. [DS] büzdük, -ğü [büz-dü-k] {ağız} sf. Miskin; pisinle; mıymıntı. [DS] büzdüm, [büz-mek > büz-düm jOjJ {OsT} {ağız} is. 1. Kuyruk sokumu. 2. Anüs. [DS] S büzdüm kemiği, {eAT} {ağız} K uyruksokum u kem iği. [DS] büzdürme, [büz-dür-me] is. Büzdürmek işi.
büzdürmek, [büz-dür-mek] g çl. fi. [-ü r ] 1. Büzülme sini sağlamak. 2. Büzülmesine sebep olmak. 3. büyütme, [büyü-t-me] is. 1. Büyütmek eylemi ve Büzmek. etkisi. 2. Birisi tarafından bakılıp yetiştirilen kimse. 3 . g ö k b. Uzakta duran cisimlere ya da yıldızlara büzeyr, [Ar. büzeyr y.y] {OsT} is. biy. Sporcuk. bir optik aletle bakıldığı zaman gören açının, çıplak büzgale, [Far. btizğâle “dU-jj] (büzğa.Te) is. Keçi yav gözle bakıldığı andaki açıya oram, rusu; oğlak. büyütmek, [büyü-t-mek] gçl. f i [-ü r ] 1. Hacim veya alanca daha fazla duruma getirmek; genişletmek. 2. büzgen, [büz-gen] sf. anat. Vücuttaki herhangi bir geçidi veya açıklığı açıp kapatan çemberimsi kas; Beslenmesini ve bakımını sağlayarak yetiştirmek. muassıra. 3. Geliştirmek; ilerletmek. 4. fız . Mercekler veya aynalar aracılığıyla insanda büyükmüş hissi uyan büzgü, [büz-gü] is. terz. Dikişte bir ipliğin çekilmesi ile meydana getirilen küçük pililer şeklindeki dadırmak. 5. m ecaz. Olduğundan daha fazla göster raltı. mek; anlatmak; abartmak, büzgüç, [büz-güç] {ağız} is. Şalvarın paça bağı; uç büyütülme, [büyü-t-ül-me] is. Büyütülmek işi. kur. [DS] büyütülmek, [büyü-t-ül-mek] edil, f i [-ü r] 1. Büyük büzgüleme, [büz-gü-le-me] is. Büzgülemek işi. hale getirilmek. 2. Beslenip bakılarak yetiştirilmek. 3.
Abartılmak. 4. Yüceleştirilmek, ululaştırılmak.
büyütüş, [büyü-t-üş] is. Büyütme işi ve biçimi, büyüyüş, [büyü-y-üş] is. Büyüme eylemi ve biçimi. b ü z1, [biz / biz / büz (yans.)] is. İşten kaçmayı, kay tarmayı, mıymıntılık ve mızıkçılık etmeyi anlatan
büzgülemek, [büz-gü-le-mek] gçl. f i [-r ] [-l(ü )-yor] 1. Büzgü biçimini vermek. 2. Büzgü oluşturmak, büzgülü, [büz-gü-lü] sf. 1. Büzgüsü olan. 2. Büzüle rek dikilmiş olan, büzgüsüz, [büz-gü-süz] sf. Büzgüsü olmayan.
İM
TÜRCE SO M • 735
______________________
__________________________________________ BY
büziçe, [Far. büzı-çe 4* ^ ] (biizi:çe) {OsT} is. Küçük
büzülmek, [büz-mek > büz-ül-mek] edil. f . [-ü r] 1 . Sıkıştırılmak suretiyle boyutları daraltılmak. 2. (Kumaş için) kırışmak; ütüsü bozulmak. 3. dönşl. f . Korku, şaşkınlık gibi psikolojik etkenlerle bir kena ra çekilmek; susmak; sinmek. S büzülü düşmek, {OsT} Buruşup kalm ak.
keçi; oğlak. büzm, [Ar. büzm?.i>] {OsT} is. 1. Doğru karar; doğru oy. 2. Kesin karar. 3. Kuvvet. 4. Tahammül; dayanıklılık; sertlik, büzme, [büz-me] is. 1. Büzmek işi. 2. Ağzı büzgülü örme para kesesi. 3. (ağız} Üstü dar altı geniş kadın elbisesi. [DS] 4. {ağız} Kol ağzı; yen. [DS] 5. {ağız} Büzgü. [DS] 6. sf. Ağzı büzülerek kapatılan. 7. Bü zülmüş. 0 büzme don, P a ç a s ı büzgülü kadın ş a l varı. büzmece, [büz-mece] {ağız} is. tıp. Sinirin çekilip bü zülmesi. [DS] büzmeç, -ci [büz-meç] {ağız} is. 1. Kesenin iple büzülen ağız kısmı. 2. Kol düğmesinin dikildiği yer. 3, Büzülen kumaşın kıvrıntılı yeri. [DS] büzmek, [eT. bür-mek (burm ak, sarm ak) > büz-mek dUjjJ gçl. f . [ - e r ] 1. Sıkıştırarak ve kıvırarak da raltmak, kapatmak. 2. terzi. Bir elbisedeki bolluğu gidermek için geçirilen ipliği çekmek suretiyle da raltmak. 3. {eAT} Burmak, büzrük, -ğü [Far. büzürg] {OsT} is. -*■ büzürg. büzug, [Ar. büzüğ j-jjJ (büzu:ğ) {OsT} is. 1. Doğma. 2.
Çıkma. 3. Doğmaya başlama,
büzur, [Ar. bezr (tohum) > büzür jjJu] (biizu:r) {OsT} is. Taneler; tohumlar, büzü rat, [Ar. büzür > büzürât oljjju] (bü zu :ra:t) {OsT} is. (çoğulun çoğulu) Taneler; tohumlar, büzıızet, [Ar. büzüzet o ijJo ] (biizu:zet) {OsT} is. 1. Dağınıklık; pejmürdelik. 2. Kıyafetsizlik. 3. Pinti lik. S büzûzet-i hâl, {OsT} Üst b a ş döküklüğü; kıyafet p erişan lığ ı. büzücü, [büz-mek > büz-ücü] sf. 1. Büzme işini ya pan; büzen. 2. anat. (Kas için) bazı kanalları ve de likleri çepeçevre saran ve daraltan, büzük, -ğü [büz-mek > büz-ük] sf. 1. Büzülmüş, daralmış olan. 2. {ağız} is. Kaim bağırsağın bitimi; anüs; makat. [DS] 3. a rg o. Gözü peklik; cesaret. 4. Utangaç. S büzük büzük, (Yüz veya cilt için) y a r a izlerinden bozulm uş, y e r y e r büzülmüş.\\ büzük devirmek, {ağız} Yan yatm ak. [DS] büzüktaş, [büzük-taş] is. a rg o. 1. Arkadaş; kafadar; kafa dengi. 2. Çıkarları aynı olan kişiler, büzülebilirlik, -ği [büz-ül-e+bil-ir-lik] is. 1. Büzülebilme niteliği. 2. Bazı doku ve organ parçalarının lokal etkiler altında boyutlarını bir derece kiiçültebilme özelliği. 3. Nem oranı değiştiği zaman odun ve kerestede meydana gelen hacimce değişme özel liği. büzülme, [büz-mek > büz-ül-me] is. 1. Büzülmek eylemi. 2. fız . Isı etkisi ile cismin boyutlarında meydana gelen küçülme.
büzülüş, [büz-til-üş] is. Büzülmek işi ve biçimi, büzürg, [Far. büzürg S j^ ] {OsT} sf. 1. Ulu; büyük. 2. Uzun. 3. İhtiyar. 4. Güçlü. 5. Kutsal. 6. is. Başkan 7. Türk müziğinde birleşik bir makam. S büzürgdil, {OsT} Gönlii y ü c e; eli a ç ık ; cöm ert.|| büzürghimmet, {OsT} Yüksek davranışlı]] büzürg-meniş, {OsT} A sil diişünüşlü; gururlu.|| büzürg-sâl, {OsT} Yaşlı.\\ büzürg-vâr, {OsT} K u dretli; soy lu .|| büzürg-vârî, {OsT} Büyüklük; sa y g ıd eğ erlik ; ululuk.\\ büzürg-zâde, {OsT} Soylu kişi çocuğu. büzürgân, [Far. büzürg > büzürgân
(büzür-
g â ;n ) {OsT} is. Büyükler; ulular, büzürgâne, [Far. büzürg> büzürg-âne 4ilS jy ] (büzürg â :n e) {OsT} zf. Büyük kişilere yakışacak biçimde; ululara yakışır. büzürgî, [Far. büzürgî
jy>] (büzürgi:) {OsT} is. Bü
yüklük; ululuk, büzüş, [büz-üş] is. Büzmek eylemi ve biçimi, büzüşme, [büz-üş-me] is. Büzüşmek eylemi, büzüşmek, [büz-mek > büz-üş-mek] dönşl. f . [-ü r] 1 . Büzülerek hacmini, alanını veya boyunu daraltmak. 2. Kırış kırış olmak; buruşmak. 3. Büzülmek, büzüştürme, [büz-üş-tür-me] is. Büzüştürmek eyle mi. büzüştürmek, [büz-üş-tür-mek] gçl. f . [-iir ] Büzüş mesine yol açmak, büzüştürücülük, -ğü [büz-üş-tür-ücü-lük] is. Tanenli maddelerde bulunan dericilikte alt derinin kuru masını sağlayarak derinin üst yüzeyinin büzüşme sine yol açma özelliği, büzüşük, -ğü [büz-üş-ük] sf. 1. Büzülerek boyutları küçülmüş olan. 2. Buruşuk; kırışık, büzütmek, [büz-üt-mek] {ağız} gçsz. f. [-ü r ] Soğuk tan uyuşup büzülmek. [DS] büzzaka, [Ar. büzzâka
(bü zza;ka) {OsT} is. K a
buksuz salyangoz; sümüklü böcek, büzzük, -ğü [büz-mek > büz(z)-ük] is. arg o. zük.
bü
by-pass, [İng. by-pass] (baypas) is. 1 . İkinci yol. 2 . Bir akışkanın ana devresinden herhangi bir aleti ayırmaya veya kontrol etmeye yarar ikinci boru. 3. Ek borular ve bunları kontrol eden vana.
mm s
u
c, [c / C] (ce) 1. Latin asıllı Türk alfabesinin üçüncü harfi olup titreşimli, süreksiz bir diş-dudak ünsü züdür; c e diye adlandırılır. 2. Sıralamada üçüncüyü gösterir. 3 . fız . Işığın boşlukta yayılma hızı sembo lüdür. C 1, [Fr. carbone] kısalt, kim. Atom numarası 6, atom ağırlığı 12.01 olan, doğada elmas, grafit gibi billur laşmış ya da maden kömürü, linyit, antrasit gibi şe kilsiz olarak bulunan karbon elementinin sembolü. C2, biy. Suda çözünen bir vitaminin (a sc o rb ic asit) adı. C 3,fız . (°C ) C elsius termometresinde sıcaklık ölçü mü yüzdelik birimi. C \ fız. Elektrik miktarı birimi c o lo m b un sembolü. C5, mat. 1. Roma rakamlarında 100 sayısını gösterir. 2. mat. Karmaşık sayılar kümesinin sembolü. C , müz. Alman ve İngiliz nota sisteminde do nota sını gösterir. -ca1, [-ca /-ce / -ça / -çe] çek. e. İsmin eşitlik hâli ekidir; sıfatlardan sıfatın niteliğine yakınlık bildirir; ancak türettiği kelimeler kalıcı nitelik taşıdığından bu ek yapım eki niteliği kazanmıştır, eski-ce, y a ş lı ca. -ca2, [-ca / -ce / -ça / -çe] y ap. e. 1 . İsimden isim türetme ekidir. Eşitlik, benzerlik, gibi, görelik, nis pet kavramların veren sıfat ve zarflar yapar; {eATj (aynı)', uzunca (boy), uzunca (düşünmek), ç o k ç a (para), ç o k ç a (kazanm ak). “Yoktur anın yan ın da bir k ılca (kıl k ad a r) itibarım . ” Fuzulî. 2. Bu sıfatla rın kalıcı isme dönüştüğü görülmektedir; siv ilce (< siğilce), k a ra ca , yum u şakça, sütlüce. 3. İsme “o la ra k " anlamı katarak zarflar yapar: dostça, gizlice, yalnızca. 4 Nispetle, -e göre, itibarıyla kavramları katarak zarflar yapar: ben ce, insanca, y ılla rca , gün lerce. 5. Tarafından kavramı katarak zarflar yapar: dernekçe, hüküm etçe, yön etim ce. 6. Ulus adların dan dil ve lehçe adları yapar: Türkçe, A rapça, İn gi lizce, Türkm ence, Ö zbekçe, K a za kça . 7. Yer ve me kân kavramları katarak isimler yapar: ılıca, k a p lıc a (< k ap a lıca ), D üzce, Ç am lıca, Ç ekm ece. 8. /eAT} -
.
da. B en dahi anın la g iileş dutup inayet-i H ak ile bastığım ta kd irce (takdirde) şa y et ki yorulm uş idim. Siyer-i Darîr. 9. {eAT} -dan. A rd ca (arttan g e len)... Kanun’ül-Edeb. 10. {eAT} -a uygun olarak. E ğ e r g elm ey e idin bu n lar ile m u rad ca elleşem ez id ik dediler. Ebamüslimname. 11. {eAT} Küçültme, andırma anlatır. B ed en d e can tu tacak k a d a r c a az g ıd a ve yiygü. Babü’l-Vasıt. 12. {eAT} İle. O d ilc e (ile) ine idi h a lk a Fürkan. Muhammediye. 13. {eAT} -cık. H u b lar içre şim di b ir d a n eced ir (tan e ciktir). /4şık Ömer. 14. {eAT} ... boyunca. Bu h â l ile y o lc a (yol boyun ca) y o ld a ş olu p gittiler. Antemame. 15. {eAT} -acalc kadar. B ir b a rta k sığ a r c a (sı ğ a c a k kad a r) küp vaz idiip o l sudan intifa ide. Şer’iye Sicilleri. C a, [Fr. calcium] is. kim. Atom numarası 20, atom ağırlığı 40,08 olan, beyaz renkte, bıçakla kesilebilen, yoğunluğu 1,54, ergime sıcaklığı 810°C olan toprak alkalilerinden en yaygın olan, kalsiyum ele mentinin sembolü. c a 1, [Ar. cemâziy’el-âhır U-] (c a :) {OsTj kısalt. Arap aylarından Cemaziyelahir in kısaltması. ca2, [Far. câ / cay ^U- / U-] (ca :) {OsTj is. 1. Yer. 2. Nokta; husus, t? câ-be-câ, {OsTj Yer y e r .|[ câ-gir, Yer tutan; y e r le ş e n .|| câ-güzîn, {OsT} Yer seçen.\\ câ-nem âz, {OsTj N am az y e r i; seccade.\\ câ-yi behiştî, {OsT} C ennet g ib i yer. || câ-yi dil nişîn, {OsT} G önül a çıcı yer.\\ câ-yi işret, {OsTj İç k i iç ile c e k y e r .|| câ-yi iştibâh, {OsTj T ereddüt e d ile c e k nokta.\\ câ-yi mülahaza, {OsT} D üşü nü lecek n okta.|| câ-yi penâh, {OsT} S ığ ın ıla ca k y e r .|| câ-yi râh at, {OsTj R a h at edilecekyer.\\ câ-yi şübhe, {OsT} Şüphe ed i le c e k nokta. caadet, [Ar. ca'âdet coU=-] {OsT} is. Kıvırcıklık. ca b 1, [cab (yans.)] is. Şakırtılı ses çıkarmayı, şakır datmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cab-ır-tı. cab2, [cab / cap (yans.)] is. Gelişigüzel, şımarık ve hoppaca davranışları anlatan kök. [Zülfıkar] ca bcık, cabcu k.
ÖIÜMIİİRSÖM.
CAB
ca b ’, [cab / şab / çap (yans.)] is. Sıvılar içinde, ya ğışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı an latan kök. [Zülfikar] ca b -a -la -k, ca b -b a -la -k , ca b-ılda-m ak. cab4, [Ar. câb uU-] {OsT} is. 1. Göbek. 2. Kırmızı toprak boya. cab5, [İng. cab < Fr. cabriolet] is. Arabacının oturma yeri yüksekçe yapılmış bir tür Fransız at arabası. cab a1, [cab (yans.) > cab-a] {ağız} is. Toprak tencere; güveç. [DS] caba2, [Ar. caba / Far. cibâ / İt. giappaa (karşılıksız a lm a ) Ur] ( c a ’ba) is. 1. Alman bir şeyin yanında karşılıksız olarak verilen nesne; bedava. 2. {ağız} Bahşiş. [DS] 3. zf. Ek olarak, yanında, fazladan. S caba etmek, H ed iy e etm ek.|| caba ekmeği, H ayır için y a p ılıp dağıtılan ek m ek ; hayır çöreğ i. || çabayı kesmemek, {OsT} K arşılık sız o la r a k verm ekte d e vam etm ek. caba3, [? caba] {OsT} is. tar. İmparatorluk döne minde, bekâr ve topraksız köylüye verilen isim. [Tietze] ö caba akçesi, tar. im p aratorlu k dön em in de, tım ar sistem i uygulanırken ara zi sa h ib i olm ayıp d a ücretli ç a lışa n la rla tü ccarlardan alm an yıllık vergi. cabadan, [caba-dan] (ca ’ba d a n ) z f Herhangi bir üc ret ödemeksizin, bedavadan, parasız olarak, cabalak, -ğı [cab (yans.) > cab-ala-k] {ağız} is. 1. Ekin biçme makinesinin pervanesi. 2. İri taneli ve sulu kar. [DS] çabalam ak, [caba2 > caba-la-malc jll~ r] {OsT} gçl. f . [ - r ] Armağan olarak vermek; caba vermek, çaban, [Erme, çevon / çopan] {ağız} is. Kaim urgan; halat [DS] cab ar, [Rom. çapari / zapari (g ö ç e b e Çingene)] {ağız} is. Çingene. [DS] cabbalam ak, [cab (yans.) > cab-b-ala-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Sıvıyı elle vurarak çalka lamak; hareket ettirmek. [DS] cabbık, -ğı [cab (yans.) > cab-b-ık] {ağız} is. Su için de hareket eden cismin çıkardığı ses. [DS] S cabbık cabbık, {ağız} (Su için deki h a rek et için) ses çıka rta ra k. [DS] cabcık, -ğı [cab (yans.) cab+cık] {ağız} sf. 1. Şımarık; hoppa. 2. Terbiyesiz; saygısız. [DS] cabcuk, -ğu [cab (yans.) cab+cık] {ağız} sf. -*■ cabcılc. [DS] cabcup, [cab (yans.) > cab+cup (yans.)] {ağız} zf. Acemi kimsenin yüzüş biçimi. [DS] ca’be, [Ar. ca'be
(ca -be) {OsT} is. Okluk; sa
dak; ok kuburu, cabe, [Ar. câbe
ve söğütte yaşayan, Güney Avrupa’da yaygın pul kanatlılardan yuvarlak beyaz zemin üzerinde kur şunî çizgileri bulunan pul kanatlı pervaneler takımı, (C a b e r a p u saria ). cabet, [Ar. câbet ojU -] (c a .b et) {OsT} is. Cevaplan dırma; cevap verme, cabgın, [çap-malc > Çağ. çapkun / çabğm] {eAT} sf. (At için) hızlı giden; çapgın. cabı, [Ar. câbı^ U -] {ağız} is. Suyolcusu. [DS] cabıl, [cab (yans.) > cab-ıl] {ağız} is. Su içinde hare ket eden cismin çıkardığı ses. [DS] fi1 cabıl cubul, {ağız} (Su için deki h a rek et için) se s çıkartarak. [DS] cabıldam ak, [cab (yaas.^cab-ıl-da-m ak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] (Su içinde hareket eden cisim için) ses çıkarmak. [DS] cabıldatm ak, [cab (yans.) > cab-ıl-da-t-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Sıvıyı elle vurarak çalkalamak; ses çıkartarak sıçratmak. [DS] cabınm ak, [eT. çap-mak > çap-m-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] -*■ çapmmak. [DS] cabırtı, [cab (yans.) > cab-ır-tı] {ağız} is. İki sert cis min birbirine vurmasından çıkan ses; şakırtı. [DS] cabi, [Ar. cibâyet (vergi toplam a) > câb! ^U -] (c a :b i:) {OsT} is. 1. İmparatorluk döneminde haraç ve cizye adı verilen vergileri, vakıf kiralarını ve zekât gibi hayır paralarını toplamakla görevli kimse. 2. z ool. Çekirge, cabilik, -ği [cabi-lik] (c a :b i:lik ) is. Vergi toplama işi; tahsildarlık. cabir, [Ar. cebr (zor, zorlam a, kırık sarm a, düzeltm e) >
câbir jjU-] (ca :b ir ) sf. 1. Zorlayan. 2. Kırıkçı çı
kıkçı. 3. Düzelten. S 1 C âbir-i küll-i kesr, {OsT) K ı rılan, bozulan h e r şey i düzelten (Allah). cabiye, [Ar. câbiye ^U -] (ca :b iy e) {OsT} is. Havuz. cablak, -ğı [cab (yans.) > cab-la-k] {ağız} is. Obruk; su biriken derin çukur. [DS] cablam ak, [cab (yans.) / e T çap (kam çı sesi) > cabla-mak] {ağız} gçsz. f i [-r) [-l(ı)-y o r] Uğraşmak; didinmek. [DS] cablûs, [Far. câblüs
(ca :b lû :s) {OsT} sf. 1.
Dalkavuk; yaltaklanan; yaltakçı. 2. is. Yaltaklan ma; dalkavukluk. cablûsane, [Far. câblüs-âne
(ca :b lû :s a :n e)
{OsT} zf. Dalkavuklara yakışır biçimde; dalkavuk ça. cablûsi, [Far. câblüsî ^ jL U -] (c a :b lû :s i:) {OsT} is. Dalkavukluk; yaltakçılık, cabu, [cabu] {ağız} is. 1. Örtü. 2. Pencere perdesi. [DS] cabul, [cab (yans.) > cab-ul] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
fllû ffilt İ K
İ M
.
CAD
739
oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan yansımalı gövde. S cabul cubul, {ağız} Sulu ve ba tak hâlde. [DS] cabur, [cab (yans.) > cab-ur] is. Gelişigüzel, şımarık ve hoppaca davranışları anlatan yansımalı gövde. S cabur cubur, {ağız} Ufak tefek; işe yaram az. [DS] cabülka, [Far. câbülkâ Lsi>U-] (ca:biilka) {OsT} is. 1. Sakinlerinin bin harfli bir alfabe kullandıkları, dünyada var olan her şeyin bir suretinin bulunduğu, öldükten sonra iyilik yapanların gideceği kabul edi len bin kapılı ve her kapısında bin bekçi ile koru nan uzak doğuda yer aldığı söylenen efsanevî bir şehir. 2. tasvf. İnsanın mutlak yaratana yönelme yolundaki ilk merhalesi, cabülsa, [Far. câbülsâ LJbU-] (ca:biilsa) {OsT} is. 1. Sakinlerinin bin harfli bir alfabe kullandıkları, dünyada var olan her şeyin bir suretinin bulunduğu, öldükten sonra kötülük yapanların gideceği kabul edilen bin kapılı ve her kapısında bin bekçi ile ko runan uzak batıda yer aldığı söylenen efsanevî bir şehir. 2. tasvf. Mutlak ile mevsufun yani Allah ile insanın birleştiği insan gayretinin son hedefi, caca, [Güre, çaça > Az. cece > caca] {ağız} is. Pek mez yapımı sırasında şırası alınmış dut. [DS] -cacık, [-cacık / -cecik / -çecik / -çacık] yap. e. 1 . İsimlerden zarf yapar: usulcacık, yavaşçacık, g ü zelcecik. 2. Gösterme zamirlerinden sıfatlar yapar:
buncacık, şurıcacık, oncacık.
Kıvırcık ve dolaşık saç; arapsaçı.\\ c a ’d-ı kalem, {OsT} 1. Giizel yazı. 2. Kaleme yapışan mürekkep. 3. Yazarın kaleminden çıkan güzel yazılar. 4. mat. Yarım daire .|| c a ’d-ı şütür, {OsT} 1. Deve kıvırcığı. 2. mecaz. Vücudu çok tüylü olan kimse. ca d 1, -ddı, [Ar. câdd / cadde
/ o^U] (ca:d) {OsT)
sf. Ciddî; çalışkan; azimli. cad2, [Güre, cadi / Erme, cat] {ağız} is. 1. Mısır unu. 2. Mısır unundan yapılan ekmek. [DS] cadaloz, [Ar. câdıı + loz / aloz (Yun. -os ekine uydu rulmuş bir ek)] (c a ’daloz) sf. 1. (Yaşlı kadın için) huysuz; şirret; çok konuşkan. 2. is. tiy. Türk kukla ve karagöz oyununda huysuz, geçimsiz ve çenesi düşük bir yaşlı kadın tipi. 3. {ağız} sf. Cömert; yiğit; becerikli. [DS] 4. {ağız} Ağız kalabalığı ile istedi ğini elde eden; şirret. [DS] 5. {ağız} Bilgili; görgülü. [DS] cadalozlaşm a, [cadaloz-la-ş-ma] is. Huysuz ve şirret bir yaşlı kadın durumuna gelme, cadalozlaşm ak, [cadaloz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Huysuz ve şirret bir yaşlı kadın durumuna gelme, cadalozluk, -ğu [cadaloz-luk] is. Huysuz ve şirret ol ma durumu; huysuzluk; şirretlik; çenesi düşüklük, cadde, [Ar. cadde
{OsT} is. Bir kentin içinde yer
alan geniş ve işlek yollardan her biri, fi1 câdde-i kebîr, {OsT} A na cadde .|| caddeyi tutm ak, 1. Bir
engel koyarak caddeden geçişi durdurmak. 2. argo. B ir şeyden çekinerek oradan uzaklaşmak; sıvış mak; toz olmak.
cacık, -ğı [Sansk. dadika (yoğurt ) > Erme, cacıg] is. cadı, [Far. câdü is. 1. Bir takım doğa üstü güç 1. Sulandırılmış yoğurt içine hıyar veya marul doğ lere sahip olduğu ve bu gücünü de kötülük yap ramak suretiyle yapılmış bir tür salata. 2. {ağız} A y makta kullandığı söylenen masal kahramanı bir ko ran içine yufka kırıntıları konulmak suretiyle yapı cakarı. 2. Geceleri dolaşarak rastladığı kişilere kö lan yiyecek. [DS] 3. {ağız} İçinde kekik, biber vb. tülük yaptığına inanılan hortlak. 3. gnşl. Büyücülük bulunan pasta şeklindeki çökelek. [DS] 4. {ağız} yapan, büyücülükten anlayan kadın. 4. Güzel göz. Semizotu. [DS] 5. {ağız} Mantar. [DS] 6. {ağız} Yeşil 5. sf. (Kadın için) kötü, yaşlı ve çirkin. 6. argo. tahıl. [DS] 7. {ağız} İçine pirinç veya bulgur ko (Kadın, kız için) tuttuğunu koparan, girişken ve be nularak yapılan sebze yemeği. [DS] <3 cacığını çı cerikli. ö cadı bitik, {ağız} D üşmanlık muskası. karm ak, {ağız} Ezmek; berbat etmek. [DS]|| cacık [DS]|| cadı gibi, 1. (Kadın, kız için) saçı başı da bile olm amak, argo. H içbir işe yaramamak.\\ ca ğınık, uzun tırnaklı, p is ve pasaklı. 2. (Kadın, kız) cık olmak, argo. Herhangi bir sebeple kendisinden becerikli, girişken.\\ cadı kazanı, H er türlü kö geçecek hâle gelmek. cacıklık, -ğı [cacık-lık] sf. 1. Cacık yapmaya uygun ya da cacık için ayrılmış olan. 2. argo. Enayi; ap tal; bön. caci, [Taşkent’in eski adı olan Çâç / Câc > câcı] {OsT} sf. 1. Taşkentle ilgili; Taşkente ait olan. 2. (Yay için) iyi cins; kaliteli, cacim, [Far. câcim
(ca:ci:m) {OsT} is. 1. Bir
tür kaba yün dokuma. 2. Renkli ipliklerle dokunan bir tür kaba kilim; cicim. 3. İran’daki Yörüklerin dokudukları ve kullandıkları alacalı uzun şeritler, ca’d, [Ar. ca‘d -u>-] {OsT} sf. (Saç için) kıvırcık. S ca’d-ı engüşt, {OsT} Cimrilik.\\ ca ’ d-ı girih-gîr,
tülüğün, ihanetin, güvensizliğin çok yaygın olduğu y e r veya ortam. ||cadı kazanı gibi kaynam ak, K a rışıklık içinde olmak.\\ cadı şimşiri, {ağız} Yap rakları daima yeşil, ufak, sivri dikenli bitki. [DS]|| cadı unu, {ağız} M ısır unu. [DS] cadıcı, [cadı-cı] is. Büyü ve dua gibi yollarla cadıları kovduğu söylenen kişi, cadıçekirgesi, [cadı+çekirge-s-i] is. zool. Vücutları yaşadıkları yerlere uygun renkte olup gövde ve ba caklarında bulunan dikenler yardımıyla böcekçil hayvanlardan korunabilen, tropik bölgelerde yay gın iki bin türü bulunan, bazılarının boyu otuz cm.yi geçen böcekler familyası.
İ M İ K SOM.
CAD
cadılaşm a, [cadı-la-ş-ma] is. 1. (Kadmlar için) huy suz ve çirkin duruma gelme, çekilmez olma. 2. (Bitkiler için) bakımsızlıktan yabani hâl alma, çalılaşma. cadılaşmak, [cadı-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] 1. (Kadm lar için) huysuz bir duruma gelmek, çirkinleşmek, çekilmez olmak. 2. (Bitkiler için) bakımsızlık yü zünden, yabani bir görünüm kazanmak; çalılaşmak. cadılık, -ğı [cadı-lık] is. Cadıya yakışır tutum ve davranış; huysuzluk; şirretlik; cadalozluk. S ca dılık etmek, C adı g ib i davran m ak; huysuzluk et m ek. cadım aki, [cadı+maki] is. zool. Güneydoğu Asya adalarmda yaşayan sıçan büyüklüğünde, büyük ku laklı, uzun bacaklı, kıllı bir maymun türü, (7arsius). cadısüpürgesi, [cadı+süpür-ge-s-i] is. bot. Askh mantar, virüs, kene ve bakteri gibi canlıların mey dana getirdiği urlar yüzünden bazı ağaçlarda gö rülen süpürge biçimindeki sürgünler demeti. cadi1, [Ar. cadı Lpt»-] (c a :d i:) {OsTj is. Dilenci. cadi2, [Far. cadı ıP ^-] (c a .d i:) {OsT} is. Safran, cadib, [Ar. câdib/ câdibe
(ca .d ib )
{OsT) sf. Kusurları araştıran; kusur gören, cadil, [Ar. câdil J^U-] (ca :d il) {OsT} sf. Güçlü kuv vetli; gürbüz. cadis, [Ar. câdis / câdise
/
4-0 U-] (ca:d is)
{OsT} sf. 1. (Toprak için) çorak; işlenmemiş. 2. (Y er için) harap; yıkık. cad u 1, [Far. câdü
(ca :d u :) {OsT} is. 1. Cadı;
büyücü. 2. Karakoncolos; hortlak; gulyabani. 3. sf. Çirkin kocakarı; acuze. 4. (Göz için) çok güzel. S câdü-fen, {OsT} Büyücü; sih irb az.|| câdü-ger, {OsT} Büyücü; sih irb a z .|| câdü-gerî, {OsT} B ü yücülük; sih irb az lık .|| câdü-keş, {OsT} Büyücü k ı ra n ; büyücü öldüren.\\ câdü-suhân, {OsT} insanı kan d ırıcı sö z le r sö y ley en ; sö z leri ile insanı büyüleyen. || câdu-vâne, {OsT} -*■ caduvane.|| câduzebân, { OsT} D ili ile insanı büyüleyen; büyülercesin e. cadu2, [Güre, cadi / Erme, cat] {ağız} is. 1. Mısır unu. 2. Mısır unundan yapılan ekmek. [DS] caduluk, -ğu [cadu-luk] {OsT} is. Cadılık; büyü cülük; sihirbazlık. S caduluk eylemek, {OsT} B ü yücülük yapm ak. cadus, [Lat. cadus] is. 1. Ağzı geniş, büyük küp. 2. Yaklaşık 38 litreye eşit hacim ölçüsü, caduvane,
[Far. câdüvâne -üljjiU-] (ca :d u :v a :n e)
{OsT} zf. Büyücülere yakışır biçimde; büyücü tar zında. caduvi, [Far. câdüvl LSjjiU-] (ca .d u .v i:) {OsT} is. Bü yücülük; sihirbazlık.
caduyi, [Far. caduyı
(ca :d u :y i:) {OsT} is. Bü
yücülük; sihirbazlık. caf1, [caf (yans.)] is. Kızgın yağın dökülüşü sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] caf-la-m a. caf2, [caf / cif (yans.)] is. Gevezelik, ağız kalabalığı etmeyi, bu tarz ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] c a f caf, c a f c i f ca fca flı. cafcaf1, [caf (yans.) > caf+caf] is. 1. Gösteriş ama cıyla yapılmış aşırı süsleme; şatafat. 2. {ağız} sf. Ağız kalabalığı yaparak amacına ulaşan; şirret. cafcaf2, [Far. câf-câf
^ W ] ( c a :fc a :f) {OsT} sf.
(Kadın için) iffetsiz; ahlaksız, cafcaflı, [cafcaf-lı] sf. Olağan dışı süslemesi olan; gösterişli; şatafatlı, cafcof, [caf (yans.) caf+cof] {ağız} sf. (Konuşma için) iddialı. [DS] cafcuf, [caf (yans.) > caf+cuf] is. 1. Ağız kalabalığı. 2. Aşın süsleme; şatafat, c a ’fer, [Ar. ca'fer y ^ r ] {OsT} is. coğ. 1. Küçük akarsu. 2. Süsleme, hat ve minyatür yapmak için kullanılan değerli bir kâğıt türü. C a ’ferî, [Cafer’üs-Sadık’a n isb etle ca'ferî ^s y ^ r ] is. Caferiye mezhebinden olan. C a ’feriye, [Ar. ca'feriyye ^.y^r] is. Hz. Muhammed(s.a)’in vefatından sonra imamlığın Hz. Ali(r.a)’ye geçtiğini kabul eden Şiîlik kolu; İmamiye. cafî, [Ar. cefa (eziyet) > câfî ^JW] (c a .fi:) {OsT} sf. Eziyet eden; zulüm yapan; cefa eden, caflak, -ğı [cav-la-mak > cav-la-k] {ağız} sf. - * cav lak. [DS] caflam a, [caf (yans.) > caf-la-ma] {ağız} is. Kızgın yağ yemek üzerine döküldüğünde çıkan ses. [DS] cag, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cag -ak. cagak, -ğı [cag (yans.) > cag-ak] {ağız} sf. Geveze; dedikoducu. [DS] cager, [Far. câğer > W ] (ca :ğ er ) is. Kuş kursağı, caggıldamak, [cag (yans.) > cag(g)-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d (ı)-y o r] Karışık sesler çıkararak ba ğırmak veya ötmek. [DS] caggıldaşmak, [cag (yans.) > cag(g)-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş, f . [- ır ] Bir araya gelerek bağrışmak veya ötüşmek. [DS] caggıldı, [cag (yans.) > cag(g)-ıl-tı] {ağız} is. Oy nayan çocukların, ötüşen kuşların birbirine karışan sesleri; cıvıltı. [DS] cagıl, [cag (yans.) > cag-ıl] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan yansı malı gövde. S 1 cagıl cugul, {ağız} (Ses için) a n la şılm a y a ca k d e r e c e d e k a r ış ık ve in celi kalınlı. [DS]
İ M M f S İM . 741 cagışdı, [cağ (yans.) > cağ-ış-dı
CAĞ
lü İ> ] {ağız} is.
{OsT} Boncuk, düğme gibi nesnelerin madenî bir kap içinde sallanmasıyla çıkardıkları ses. cağ', [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik « . Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cağ -ıl-da-m ak, ca ğ -ır çağır, cağ-ıl-dı. cağ2, [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy 6 ;aw*sJ] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kummuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] ca ğ -ılda-m ak, cağ-ıl-dı, cağ-ıl-tı, cağ-ış-tı, ca ğ -(ı)ş-a mak, cağ -(ı)ş-a-k, ça ğ -u r cuğur. cağJ, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk is. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay namasını anlatan kök. [Zülfikar] c a ğ -a l ca ğ al, ca ğ -ıl çağıl, cağ -ıl-d a-m ak, cağ-ıl-tı, ca ğ -la-m ak, ca ğ -la k, cağ-la-n. cağ4, [Erme, cağ / Güre, cali / çij (dem ir çivi) / çüjmek (germ ek, uzatm ak) > cağ / cav ğW] is. 1. De mirden yapılmış şiş; mil. 2. Çorap örmekte kullanı lan şiş. 3. Parmaklık; korkuluk. 4. Dokuma tezgâh larında bobinleri takmakta kullanılan ağaç ya da demir çiviler. {OsT} (aynı) 5. {ağız} Yükü tutmak için kağnının yanlarına konulan sırıklar. [DS] 6. {ağız} Ekin taşırken kullanılan kızakların altına ko nulan sopalar. [DS] S cağ etmek, {ağız} P arçalay ıp dağıtm ak. [DS]|| cağ kebabı, Şiş k e b a b ı.|| cağ ke miği, {ağız} K olu n d ö n er k em iğ i..[DS]|| cağ olmak, {ağız} P arçalan m ak . [DS] cağ5, [Far çâh (kuyu)] {ağız} is. 1. Banyo yapılan yer, küvet veya tekne. 2. El yüz yıkanan lavabo veya leğen. 3. Kirli suları toplayan tekne ya da çukur. 4. Çamaşır teknesi. [DS]
cağıldak, -ğı [cağ-ıl-da-k] {ağız} is. 1. Çağlayan. 2. Çocuk oyuncağı; çıngırak. 3. Değirmende tahılın bittiğini bildiren alet; çakıldak; çakçak. 4. sf. (Kişi için) pis ve dağınık. [DS] çağıldamak, [cağ (^a«.sv)>cağ-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f M [-d (ı)-y o r] 1. Gürültü etmek. 2. Ağır sözlerle karışık öğüt vermek. 3. (Su için) çağlama, akma sesi çıkarmak. [DS] cağıldaşmak, [cağ-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş, fi. [ -ır ] Kavga etmek. [DS] cağıldı, [cağ-ıl-tı] {ağız} is. Hafif gürültü. [DS] cağıllık, -ğı [cağ-ıl-lık] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS] çağıltı, [cağ-ıl-tı] {ağız} is. 1. Hafif gürültü. 2. Su gü rültüsü. [DS] -cağın, [-cağın / -ceğin] {eAT} y a p e. ... olarak, çağır, [cağ-ıt] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde ba ğırma ve gevezelik etmeyi anlatan yansımalı göv de. fi1 çağır çağır, {ağız} (Kuş ve civciv sesi için) ötm e v e bağ ırtı se sler i b irb irin e karışm ış o la ra k. [DS] cağışdı, [cağ (yans.) > cağ-ış-dı] {ağız} is. Hafif gü rültü. [DS] cağıştam ak, [cağ-ış-ta-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-(d ı)y o r ] 1. (Kuru yaprak, kuru bitki vb. için) hışırtılı ses çıkarmak; hışırdamak. 2. (Para, zincir, çakıl taşı vb. için) birbirine sürtünerek, çarparak ses çıkar mak. [DS] cağıştatm ak, [cağ (yans.) > cağ-ış-ta-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] Kuru yaprak, bitki, çakıl taşı veya zincir gibi şeyleri birbirine sürterek ses çıkarttırmak; hı şırdatmak. [DS] cağıştı, [cağ (yans.) > cağ-ış-tı ^ jü -U -] {ağız} is. 1.
Ot ya da çalılar arasında gezerken çıkan ses; hışırtı. 2. Zincir şıkırtısı. [DS] 3. {OsT} Boncuk vb.nin kap içinde çalkandıkları vakit çıkardığı ses. cağ6, [Asur. şakku > Yun. sakkos > Lat. saccus > -cağız, [-cak-ız > -cağ-ız /- ceğiz / -çağız /-çeğiz ] Mac. zsak [Tietze]] {ağız} is. 1. Bezden ya da de yap. e. İsimden isim türeten ektir; sevgi, küçültme, riden yapılma büyük torba; tuluk. 2. Avcı çantası. düşkünlük ve zavallılık kavramları katar: a d a m 3. Tütün ya da para kesesi. 4. Torba. 5. Çuval. [DS] cağız, yavrucağız, kızcağız, buncağız, oncağız. cağak, -ğı [Erme, cağak (orm an) / cağ (yans.) > çağ cağlak, -ğı [cağ (yans.) > cağ-la-k] {ağız} is. 1. Çağ mak > cağ-ak] is. Dere kenarındaki düzlükler, layan. 2. Suyun akıntılı ve çevrimli yeri. [DS] cağal, [cağ (yans.) > cağ-al] is. Su sesini, suyun çağ layıp akmasını, sıvıların kaynamasını anlatan yan çağlam ak 1, [cağ-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [-l(ı)y o r ] (Su için) çağlamak; ses çıkarmak. [DS] sımalı gövde. S cağal cağal, {ağız} (Akarsuyun çağlam ak2, [eT. çak (tam) > cağ-la-mak J ^ » - ] {eAT} çıkardığ ı se s için) ince, y a v a ş ve tatlı. [DS] cağaz, [cağ+ ağz-ı] {ağız} is. Ekini biçilmiş tarlalarda tırmıkla toplanan başaklar. [DS]
gçl. fi. [- r ] 1. Tahmin etmek; hesaplamak. 2. Za manını bekleyip bulmak,
-cağı, [-cağı / -ceği] {eAT} y a p e. -ca, .... görünüşlü, ... gibi.
cağlık, -ğı [cağ-lık] is. Dokumacılıkta çözgü iplik bobinlerinin desen ve renk sırasına göre yerleştiril diği sehpa.
çağıl, [cağ (yans.) > cağ-ıl] is. 1. Çakıl, kuru dal vb. şeylerin çarpma ve vurması anında çıkan karmaşık sesleri anlatan yansımalı gövde. 2. {ağız} Hafif gü rültü. [DS] çağıl çağıl, {ağız} 1. Yığın yığın. 2. Sü rekli b ir gürültü y a p a ra k . [DS]|| çağıl cuğul, {ağız} Gürültülü; ç o c u k se sler i ile dolu. [DS]
cağşak, -ğı [cağ (yans.) > cağ-şa-k] {ağız} sf. Yerin den oynamış; gevşek. [DS] cağşam ak, [eT. *çak (yans.) > çak-ış > *çah-şa-mak (takırdam ak) [Clauson] > cağ-şa-mak] {ağız} gçsz. fi [ - r ] [-ş(ı)-yor] 1. (Birbirine geçme suretiyle bağ-
Ö IÜ M IİİM M .
CAĞ
lantıh olan nesneler için) ayrılmak; gevşemek. 2. Eskimek. [DS]
hil-i cühela, {OsT} H iç o ku la gitm em iş; tümden cahil.\\ cahil-i munsif, {OsT} B ilm ediğ in i kab u l ed en c a h il; insaflı cahil.\\ (bir şeyin) cahili olmak, O kon u da bilgisi bulıınmamak.\\ cahil kalmak, B il g isiz k alm ak ; o ku la gitm e ve ö ğ ren m e im kânı bu lam am ak.
cağu r, [cağ (yans.) > cağ-ur] is. 1. Çakıl, kuru dal vb. şeylerin çarpma ve vurması anında çıkan kar maşık sesleri anlatan yansımalı gövde. 2. {ağız} Ha fif gürültü. [DS] S cağur cuğur, {ağız} Gürültülü; ç o c u k se sler i ile dolu. [DS]
cahilane, [Ar. câhil + Far. -âne > câhilâne 4j^UU-]
cah 1, [cağ / cah / cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] c a h cah, cah-ır-tı, cah-(ı)ş-a-m ak.
(c a .h ila .n e) {OsT} zf. Cahil birine yakışır biçimde; cahilce; deneyimsizce; bilgisizce, cahilce, [cahil-ce] (c a .h ilc e) zf. Cahil birine yakışır biçimde; cahillere özgü; cahilane; deneyimsizce; bilgisizce.
cah2, [Far. câh / câhe »U- / «l»-] (ca :h ) {OsT} is. 1.
cahilî, [Ar. câhili ^ ^ - 1 (c a ;h ili;) {OsT} sf. Cahilliğe
Mevki; yer; orun. 2. Rütbe; paye,
ait olan.
cahal, [Ar. câhil] {ağız} sf. 1. Cahil. 2. Deneyimsiz; genç. [DS] cahavel, [Erme, ts’ah-avel] {ağız} is. Çalı süpürge. [DS] cahcahane, [cah (yans) > cah+cah + Far. âne] {ağız} is. Mısır tarlalarını yaban hayvanlarından korumak için kullanılan gürültü çıkaran bir alet. [DS] cahcahun, [Erme, çahçahun] {ağız} is. Karışıklık. [DS] cahd, [Ar. cahd a ^ - ] {OsT} is. Bilerek inkâr etme; yadsıma. S cahd-ı mutlak, {OsT} dbl. A rap dil bilgisinde, olumsuz gen iş zam an kipi. ||cahd-ı müstağrak , {OsT} dbl. A rap dilbilgisinde, b ir d iğ er olum suz g en iş zam an kipi. cahırtı, [cah (yans.) > cah-ır-tı] {ağız} is. Çakıl taş larının, demir parçalarının, bilye, boncuk vb.’nin birbirine çarpmasından çıkan ses. cahız, [Ar. cahz (gözü dışarı fır la m a k ) > cahız ii^U-] {OsT} sf. Patlak gözlü; gözü dışarı fırlak, cahi, [Ar. cehy (açıklık) > câh! / câhiye
cahiliye, [Ar. câhili / câhiliyye -uUU-] (ca:h iliy e) {OsT} is. v e sf. 1. Cahilliğe ait; cahillikle ilgili. 2. Arapların İslamlık öncesine ait dönemleri. S cahi liye devri, A rap tarihin de Hz. M uham m ed(s.a.) ’den ö n cek i dönem . cahiliyet, [Ar. câhiliyyet c~UU-] (ca;hiliyet) {OsT} is. Cahil olma durumu; bilgisizlik, cahillik, -ği [cahil-lik] (ca ;h illik) is. 1. Cahil olma durumu, bilgisizlik. 2. Gençlik ve deneyimsizlik sebebiyle beceriksizlik; bilgisizlik; acemilik; tec rübesizlik. S cahillik etmek, 1. C a h il b ir şek ild e davranm ak. 2. B ilgisizliğin i o rtay a koym ak. 3. D e neyim sizlik, toyluk yüzünden kusur işlem ek. 4. Ye teri k a d a r b ilg i s a h ib i o lm asın a rağm en ilerisini düşünm eden toy ca b ir iş yapm ak. cahim , [Ar. cahîm ^ W ] (cahi.m , h kalın söylenir) {OsT} is. 1. Cehennem; tamu. 2. Yedi kat sayılan cehennemde şeytanın ve İslamiyet’i bırakanların iş kence göreceği dördüncü kat.
/ V “W]
cahim î, [Ar. cahîmı L?«~^U-] (ca h i.m i;) {OsT} sf. 1.
cahid1, [Ar. cahd > câhid J^L=-] (ca:hid, h kalın sö y
Cehennem gibi sıcak. 2. Cehenneme benzer. 3. Ce hennemlik; cehenneme ait.
(ca. h i:) {OsT} sf. Açık; aşikâr; apaçık. lenir) {OsT} is. Bilerek inkâr eden; bile bile yalan söyleyen; yadsıyan. cahid2, [Ar. cehd (gayref> câhid Jl»U-] (ca :h id ) {OsT} is. Elinden geldiğince çalışan; çabalayan; gayret eden. Cahidiye, [Ar. Kurucusu Edirneli Şeyh Cahidî Ah
cahit, -di [Ar. cehd (gayret)>câhid jU-] (ca;hit) {OsT} is. Elinden geldiğince çalışan; çabalayan; gayret eden. cahiyen, [Ar. câhiyen li*U-] ( c a ;h i ’y en ) {OsT} zf. A çık olarak; alenen. cahiz1, [Ar. cahz (gözü d ışa rı fır la m a k ) > câhiz
(ca .h i-
jiıaU-] (ca;h iz) {OsT} sf. 1. Patlak gözlü. 2. Atılgan;
d i:y e) {OsT} is. Halveti tarikatının şubelerinden bi risi.
cahiz2, [Ar. kafız jis] {OsT} is. 1. Endülüs Eme-
met Efendi’nin adından > câhidiyye
cahil, [Ar. cehl (bilgisizlik) > câhil J*l=r] (ca .h il) {OsT} is. ve sf. 1. Herhangi bir konuda öğrenim görmemiş; hiç okumamış; en temel bilgileri bile edinmemiş. 2. Belli bir konuda yeterli bilgisi olma yan; bilgisiz. 3. Beceri kazanmamış; tecrübesiz; genç; toy; deneyimsiz. S cahil etmek, {ağız} Ziyan etm ek. [DS]|| cahil-i anüd, {OsT} İn atçı c a h il.|| ca
mücadeleci; gözü pek. vîleri’nin egemenliği altında kalmış bulunan İspany a’nın değişik bölgelerinde katilar için kullanılan yaklaşık 200 ile 654 litre arasında değişen hacim ölçüsü birimi. 2. Madrit’te alçı ölçmede kullanılan 690 kg’a karşılık gelen hacim ölçüsü, cahsuk, [Far. câhsük Orak.
(ca :h su :k ) {OsT} is.
İM İR S İM İ. 743
CAK
- ğ ı [cah (yans.) > eT. çahşa-k (d a ğ tep e sin d eki g ev ş ek taşlar) [Clauson]] {ağız} is. Dağların tepelerinden yuvarlanarak eteklerinde birikmiş oy nak taşlar ve bu taşların oluşturduğu yığınlar. [DS]
ca h şa k ,
[cah (yans.) > eT. *çah-şa-mak (takırd a m ak) [Clauson]] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [ş(ı)-y o r] 1. Gev şemek; yerinden oynamak. 2. Parçalara ayrılmak. [DS]
ca h şa m a k ,
[Ar. cahd (inkâr) cahüd ^ W ]
cah u d ,
(cahu :d)
{OsT} sf. 1. İnatla inkâr eden; ısrarla yadsıyan. 2. is. Hz. Muhammet(sa)’in peygamberliğini inkâr eden Arap Yahudisi. 3 . gnşl. Yahudi; çıfıt. S c a h ü d - ı a n f l d , {OsT} Ç o k inatçı Yahudi. ca h u d a n e,
[Ar. cahüd + Far. -âne übj^U-] (cah u :-
d a :n e) {OsT} zf. 1. Çok inatçı bir biçimde. 2. Bile bile inkâr ederek. 3 . sf. (İnat ve inkâr için) Yahudi gibi. [Ar. cahüf
c a h u f,
(ca h u :f) {OsT} sf. Kendini
beğenmiş; gururlu; kibirli, [Ar. câ’ibe
c a ib e ,
zında dolaşan haber, [Ar. câ’ife 4üU-] (ca. ife) {OsT} is. huk. Karın
c a ife ,
■veya göğüs boşluğuna kadar giden yara. [Ar. câ'il J^L=-] (ca :il) {OsT} sf.
c a ’ i l 1,
1.
Yapan;
eden; işleyen. 2. Yoktan var eden; yaratan; Allah. f i 1 c â i l ’ ü l - l e y l i v e ’ n - n e h â r , {OsT} G ecey i g ece, gündüzü gündüz y a p a n ; Allah. [Ar. cavelân > c â ’il JsU-] (ca :il) {OsT} sf. Dö
c a ’ i l 2,
nüp dolaşan. c a ile ,
[Ar. cavelân > câ’il > câ’ ile 4İsU-] (ca :ile ) {OsTj
is. İnsanın aklından bir türlü çıkarıp atamadığı dü şünce veya anı. c a ir ,
[Ar. câ’ir
y U ]
(ca :ir) {OsT} sf. Zulmeden; çev
reden. [Sansk. caitya] is. 1 . Budizm’de kutsal yer veya eşya. 2. Ölü yakma yeri. 3. Mezar tümseği,
c a ity a ,
c a iz ,
[Ar. cevaz (izin) > câ’iz jiU-] (ca:iz) {OsT} sf. 1.
Dinî ve yasal yönden yapılmasında herhangi bir sakınca bulunmayan. 2. Yapılması uygun ve ye rinde görülen (davranış). 3. Doğru; uygun; yerinde. 4. man. Akla uygun gelen şey. f i 1 c a i z g ö r m e k , Uygunluğunu onaylam ak. c a iz a t ,
[Ar. c â ’ iz > câ’izât oljsU-] (ca :iz a :t) {OsT} is.
İzin verilen şeyler, c a ’ iz e ,
[Ar. cevaz (izin) > câ’iz > câ’ize °>sL=r]
(ca :ize) {OsT} is. 1. Şairlere, övdükleri devlet bü yükleri tarafından verilen bahşiş. 2. Üst satırda ya zılı olanın aynen tekrar edildiğini belirten (») işare ti; denden. 3. Yol azığı. 4 . Devlet dairelerinde ev raka konulan “görülm üştür” anlamındaki işaret. 5.
İmparatorluk döneminde, bir makama geçenlerin kendilerini bu makama getirenlere ödedikleri para, [-cak / -cek / -çek / -çak] y ap. e. 1. Sıfatlardan küçültme sıfatı yapar: bü yücek (< büyük-çelc), küçü cek (< küçük-çek), ılıca k (< ılık-çak). 2. İsimlere gelerek sevgi, acıma ve şefkat kavramı katar: kuzucak, yu m u rcak (yum ru-cak), yavrucak. 3. Sıfat ve zarflardan hareketin tarzını gösterme, anlatma kavramı katan zarflar yapar; “-ca, -cacık, ... olarak” {eAT} (aynı): dem incek, ça bu cak, sa ğ lıca k, y a lın ca k ; ''Süheyl’e şa h iişte y a k m c a k (yakın cacık) g elir." Süheyl ü Nevbahar. 4. Beraberlik, toplu halde dav ranma kavramları katarak zarflar yapar: evcek, a ile cek. 5 . Özel bir amaç veya iş için kullanılan araç kavramı katarak isimler yapar: oyuncak, salın cak, y a p ın ca k bürüm cek. 6. Yer adları yapar: Kuyucak, B ulan cak, G öynücek. 7. İsimlere araç, gereç kavra mı katarak doğrudan araç, gereç isimleri yapar: a y a k ç a k (m erdiven), boyu n cak (gerdanlık), oyun cak. 8. {eAT} Sıfat özelliği taşıyan kelimeler yapar. aru -cak, g ö k-çek, ısı-cak. 9. {eAT} Yer adı yapan lık eki göreviyle kullanılır. 10. {eAT} Zaman adı ya par.
-cak,
[cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfılcar] c a k cak, c a k -cı+ b a r-a k , cak-gıl-da-ş-m ak, ca k-ılda-k, ca k-k a-l-a, c a k -k a -l-a -k kuşu c a k , [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfılcar] c a k cak, ça k -ır cak-ır. c a k 3, [cak / cık (yans.)] is. Kahkaha atarak gülmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cak-kır-a-m ak.
c a k 1,
[cak / cok / cuh / cuğ / cuk (yans.)] is. Yeme, çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] c a k -ır çakır, c a k cuk.
c a k 4,
[-ca (.. k a d a r) > ca-k / -ce-k] e. 1. {ağız} (Y ö nelme halindeki isimlerden sonra) kadar; değin; dek. [DS] 2. {eAT} zf. Tam; tamam.
c a k 5,
[Mac. zsak] {ağız} is. -*• cağ6. [DS] [İt. giacca (ceket) ?] ( c a ’ka) is. a rg o. Kendini başkalarına beğendirmek amacıyla yapılan göste riş; fiyaka. S c a k a s a t m a k , G österiş yapm ak.
c a k 6,
ca k a ,
[caka-cı] sf. Gösteriş yapmayı alışkanlık edinmiş olan.
c a k a c ı,
- ğ ı [caka-cı-lık] is. 1 . Cakacı olma duru mu. 2. Cakalı davranış, c a k a k , - ğ ı [cak (yans.) > cak-ak] {ağız} is. zool. Sak sağan. [DS] c a k a c ılık ,
[caka-lı] sf. 1 . Caka satan. 2. (Davranış, fiil için) caka yapma amacı taşıyan,
c a k a lı,
[Fr. jacquart] {ağız} is. 1 . Acem şah gibi na kışlı şeyleri işlemekte kullanılan şal dokuma tez-
ç a k a r,
ÔIÜHIüRSÔM.
CAK
gâhı. 2. Nazilli dokumalarından çift dürüm bir tür keten kumaş. [DS] [cak (yans.) > cak+cab-an] {ağız} sf. -* cakçıbarak. [DS]
ca k c a b a n ,
[cak (yans.) > cak+cak-ı > cakcahı] {ağız} is.-*■ cakcakı. [DS]
c a k c a h ı,
- ğ ı [cak (yans.) > cak+cak] (ağız} sf. 1. Dedikoducu. 2. Geveze. 3. is. Ağaçkakan. 4. Hindi. 5. Değirmende, çıkardığı sesle tahılın bittiğini bil diren düzenek. [DS]
ca k c a k ,
[cak (yans.) > cak+cak-ı] {ağız} is. Değir mende, çıkardığı sesle tahılın bittiğini bildiren dü zenek. [DS]
c a k c a k ı,
[cak (yans.) > cak-çı+barak] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
c a k ç ıb a r a k ,
c a k e t,
[Fr. jaquette] is. Ceket,
c a k e ta ta y ,
[Fr. jakuette à taille] is. -»-jaketatay,
[cak (yans.) > cak-ıl-dak] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
ç a k ıld a k ,
-ğı
[cak (yans.) > çakır] is. Yeme, çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan yansımalı gövde, t ? ç a k ı r ç a k ı r {ağız} (Sakız vb. çiğ n em ek için) ses ç ık a rta ra k ; şapırtılı. [DS]
ç a k ır ,
[Ar. kakülle] {OsT} is. bot. Turpgiller famil yasından kumullarda yetişen uzun köklü ve tuz ta dında beyaz veya mor çiçekli bir bitki,
c a k ile ,
[cak (yans.) > cak+kabak] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
ca k k a b a k , -ğı
latan yansımalı gövde. S c a l a p c a l a p , {ağız} (Su yun akm ası için) tem iz b o l m iktarda olu p ta şa ta şa; y a la p y alap . [DS] [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vur
ç a la s ın ,
m ak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > calâsrn c a la s u n ,
(celâ:su n ) s f - * cilasun. [cağ-az > calaz] is. 1. Ekini biçilmiş tarlalarda tırmıkla toplanan başaklar. 2 . {ağız} Mısır koçanı sapı. [DS] 3. {ağız} Sararmış ekin; cılız ekin. [DS] 4 . {ağız} Biçilirken dökülen ve sonradan toplanan za yıf saplı ekin. [DS] 5. {ağız} Kuru ağaç, dal, yaprak vb. [DS] c a l a z 2, [cal-az] {ağız} sf. Karışık. [DS]
c a l a z 1,
[calb / calp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] c a la b c a la b , calb -a-la-n -m ak, ca lba-la-n -dır-m ak.
c a lb ,
[calb (yans.)> calb-a-la-n-dır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Su vb. sıvıyı elle vurarak hareket ettirmek; çalkalandırmak. [DS]
c a lb a la n d ır m a k ,
[calb (yans.) > calb-a-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] (Sıvılar için) çalkalanmak; sallanmak. [DS]
c a lb a la n m a k ,
[cal (yans.) > cal+cul] {ağız} is. Gürültü. {ağız} Gürültü etm ek. [DS]
c a lc u l,
[cak (yans.) > cak(k)-a-la] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
c a lc u lu s ,
c a k k a la ,
- ğ ı [cak (yans.) > cak(k)-a-lak] {ağız} sf. Gevezelik eden; gürültücü.S c a k k a la k k u şu , {ağız} 1. G eveze. 2. D edikoducu . [DS]
c a k k a la k ,
[Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vur
mak, yıkm ak) > çal-ık-sm [Tietze] > calâsun j-» %r]
[cak (yans.) > cak(k)-a-dak] {ağız} zf. 1. Birdenbire. 2. Yerli yersiz. [DS]
ca k k a d e k ,
[Lat. calculus (u fak ç a k ıl taşı)] is. Roma lıların hesap yapmakta kullandıkları küçük ve düz çakıl taşı,
c a lç ı,
[çal-çı] {ağız} is. Çırak. [DS]
[Lat. caldus (sıcak) > caldaria (sıca k banyo)] is. Roma hamamlarında sıcak banyo dai resi.
c a ld a r iu m ,
c a le ,
[-ca-1 / -cel] yap. e. İsimden sıfat yapar: öncel, güncel,
c a lg a z a n ,
- c a l,
c a ’ l, - i
[Ar. ca'l J « r ] (ca-l) {OsT} is. 1. Yapma; mey
dana getirme. 2. Sabır; tahammül. 3. İşe başlama; bir iş yüklenme, c a l, - i
[Far. câl / calï J U - / JU-] (ca :l) {OsT} is. 1.
Tuzak. 2. Misvak ağacı, [Yun. kalamos (kalem )] is. 1. Tropik ve subtropik bölgelerde yetişen sarmaşıcı görünümde iki yüz kadar türü bulunan bir palmiye çeşidi. 2. Beyindeki dördüncü karıncığın tabanını ortadan ikiye ayıran kalem kamışı şeklindeki boşluk, (C a la mus scrip toriu s). c a l a p , [calb (yans.) > cal(a)p] is. Sıvılar içinde, ya ğışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı an-
c a la m u s ,
S 1
c a lc u l e tm e k ,
[cak (yans.) > cak(k)-ı-ra-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-r(ı)-y or] İçten gelerek, istekle gül mek. [DS]
c a k k ır a m a k ,
}U-]
(c elâ :sı:n ) sf. -*■ cilasun,
[Far. câle aJL=-] (c a :le) {OsT} is. Nehirlerde kul
lanılan sal; kelek, [cal-gaz-an] {ağız} sf. 1 . Geveze. 2 . Her şeye karışan. 3. İş bozan; oyun bozan. 4 . İşten ka çan; tembel. 5. Yaramaz; haşarı. [DS]
- ğ ı [cal-gaz-an-lık] {ağız} is. Komiklik. [DS] c a l h , [calh / calk / cılh / cılk (yans.)] is. Sıvı ve cıvık maddelerin çalkalanması, sarsılması durumunu an latan kök. [Zülfıkar] calh -a-m a. c a lg a z a n lık ,
[calh (yans.)> calh-a-ma / çalk-a-ma] {ağız} is. Sulanmış yoğurt. [DS]
c a lh a m a ,
[cal-ık] {ağız} is. 1 . Parmaklık; korkuluk. Kolan dokunurken enine atılan kıl sicim. [DS]
ç a lık , -ğ ı
c a lin ,
[cal-ın] {ağız} is.
1.
İs.
2.
2.
Yele. [DS]
[cal-ın-dır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Y al vartmak. [DS]
ç a tın d ır m a k ,
i r a i K
M
CAM
. 7 4 5
ca lın la n d ırm a k , [cal-m-la-n-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-
ır] İslendinnek. [DS] calın lan m ak , [cal-m-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] İslenmek. [DS] çalım latm ak, [cal-ın-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] İs lemek. [DS]
latan kök. [Zülfıkar] ca lk -a-san olm ak, ca lk -a-san hk. calk 2, [calk jL r] {eAT} zf. Tamamıyla; tam. ca lk a sa n , [calk-a-san] {ağız} sf. 1. İçi geçmiş; sulanıp bozulmuş. 2. Geveze, fi1 calk asan o lm ak , {ağız}
F a z la g ev şey ip su lan m ak; cıvım ak. [DS]
c a ’li, [Ar. ca‘11 İJ j^ t] (ca -li:) {OsT} sf. 1. Yapma, uy
calk asan lık , -ğı [calk-a-san-lık] {ağız} is. Cıvıklık;
durma. 2. Sahte, fi1 c a ’li m a s ta r, A r a p ça d a sonu - "-iyyet" ile biten m astar.
C alo , [Çing. calo] is. Çingene diline dayanan olduk
ca li1, [Ar. cila (parlaklık) > cali J U - ] (ca d i) {OsT} sf.
1. Parlayan, cilalı. 2. Temizleyen, parlatan. 3. Sür gün eden; bağırsakları temizleyen. cali2, -i’ ı [Ar. cali' <*JU-] (ca d ı) {OsT} sf. 1. (Kadın
için) açık saçık. 2. (Erkek için) utanması kıt. calib, [Ar. celb (yanına çekm e) > câlib
(ca d ib )
{OsT} is. calip. S1 câlib -i d ik k at, {OsT} D ikkat ç ek ic i.|| calib -i m e rh a m e t, M erham et uyandıran.\\ câlib -i şüphe, {OsT} Ş ü phe uyandırıcı.\\ calif, [Ar. câlif
(ca d if) {OsT} sf. Deri yüzen;
kabuk soyan. eti birlikte koparan yara, caliks, [Lat. calix] is. 1. Romalıların pişmiş toprak,
cam veya metalden yapılmış kadehlere verdikleri isim. 2. bot. Çiçekte çanak kısmın latince adı; ça nak. calip, -b i [Ar. celb (kendine çekm e) > câlib
(ca d ip ) {OsT} is. Kendine doğru çeken; çekici. fi1calip o lm ak , Ü zerine çekm ek. calis, [Ar. cülüs (oturm a) > câlis
(ca d is) {OsT}
sf. 1. Oturan; cülûs eden. 2. Tahta çıkan. S câlis-i evren g-i sa lta n a t, {OsT} Saltan at tahtına geçen . || câlis-i se rîr-i sa lta n a t, {OsT} S altan ata g e ç e n ; tah ta çıkan.\\ câlis olm ak, Tahta otu rm ak; b a ş a g e ç mek. caliş, [Far. câliş
(ca d iş) {OsT} is. 1. Çiftleşme.
2. sf. Naz ve işve ile salınma. S 1 câliş-g er, {OsT} 1.
Yalnız şeh v et duyguları taşıyan kim se. 2. N az ve işve ile sa lm a n güzel. [Ar.
ça zengin bir İspanyol argosu, calp , [calb / calp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı
havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] ca lp calp, calp-a-la-n -m ak. B calp ca lp , {ağız} (B ol ve tem iz suyun akışı için) ta şa ta şa. [DS] calp alan m ak , [calp (yans.) > calp-a-la-n-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] (Sıvılar için) çalkalanmak; sallanmak. [DS] C â lû t, [İbr. Goliath] is. Hz. Davut(as)’un teke tek dövüşte sapan taşı ile öldürdüğü Filistinli savaşçı, ca m , [Far. câm fL=r] is. 1. Soda veya potas katılmış
calife, [Ar. câlife ^ W ] (c a d ife) {OsT} is. tıp. Deri ve
c a ’liy at,
fazla hafiflik. [DS]
ca‘li> ca'liyyât o lk > -]
(ca-liya:t)
{OsT} is. Sahte olan şeyler; yapma nesneler. c a ’Iiye, [Ar. ca'li > ca'liye «J^ r] (ca-liye) {OsT} is.
Yapmacıklık. c a ’liyet, [Ar. ca'li > ca'liyet
(ca-liyet) {OsT}
is. Yapmacıklık, caliz, [Far. câlız
(a :li:z) {OsT} is. Sebze bah
çesi; kavun karpuz tarlası; bostan. calk 1, [calh / calk / cılh / cılk (yans.J] is. Sıvı ve cıvık
maddelerin çalkalanması, sarsılması durumunu an
silisli kumun ateşte eritilmesiyle elde edilen sert, saydam ve kırılgan madde. 2. gnşl. Pencere. 3. {OsT} gnşl. İçki kadehi. 4. {OsT} gnşl. İçki. 5. {ağız} Tencere ve su kabı. [DS] 6. {ağız} Lamba şişesi ve haznesi. [DS] 7. tasvf. Tanrı aşkı ile dolu gönül; tasavvufçunun kalbi. 8. sf. Camdan yapılmış. B ca m b uz, Yere d eğ e r değm ez donan yağm u r d a m lalarının y a d a gün eş ile eridikten so n r a k a r ta b a kasın ın yüzeyinde d o n a ra k m eydan a g etird iğ i p a r la k yüzeyli buz.|| cam çiçeği, {ağız} Itır. [DS]|| cam deliği, {ağız} P en cere. [DS]|| ca m gibi, 1. A rkası g örü n en ; şeffa f. 2. Donuk, cansız (göz). || cam evi, 1. Cam k esm e ve takm a işlerinin y a p ıld ığ ı dükkân; cam cı. 2. Ç er çev e le rd e cam ın oturm ası için a çıla n yiv ; cam yuvası.\\ ca m -g e r, {OsT} Cam ustası; cam cı. || ca m göbeği, Cam k ırık ların d a görü len ren g e ben z er y e ş ile ç a la r a ç ık mavi.\\ cam göz, 1. Gözü takm a olan. 2. m ecaz. A ç gözlü, tamahkâr.\\ câ m -h a n e , {OsT} Cam y a p ıla n y e r .]| câ m -ı âlem n ü m â, {OsT} İçin d e dünyayı seyrettiren k a d e h ; içki k a d e h i.|| câ m -ı âteş-füm , {OsT} Ateş ren kli k a d e h ; ş a r a p .|| câm -ı ayş, {OsT} Z evk ve s a fa k a d e h i; y a şa m a kadehi.\\ câm -ı cem , {OsT} E sk i İ r a n ’d a ş a ra b ı bulduğu söylen en hüküm darın k a d e h i; ş a r a p kadehi.\\ câm -ı cih ân -n ü m â, {OsT} Dünyayı g ö s te ren cam.\\ cam ı çerçev ey i in d irm ek , O lay ç ık a r a r a k ç ev red e bulunan eşy aları kırıp döknıek.\\ câm -ı fen a, {OsT} F a n ilik k a d e h i; ölüm.\\ câ m -ı gevheri, {OsT} 1. B illu r kadeh. 2. Sevgilinin dudağı.\\ câm -ı g îtî-n ü m â, {OsT} İçin d e dünyayı g ö steren kadeh.\\ câ m -ı g u ru r, {OsT} Gurur veren k a d e h .|| câm -ı g ü l-fâm , {OsT} 1. G ül renkli k a d e h ; şa ra p kadehi.
DlÜHUlfCtSÖM.
CAM
2. K ırm ızı ş a r a p .|| câm -ı ikbâl, {OsT} 1. Dünya mutluluğu. 2. Şarap.\\ câm -ı leb, {OsT} 1. D udaktan k ad eh . 2. Kırm ızı ş a r a p la d olu k a d e h e b en z er du d ak]] câm -ı leb-rîz, {OsT} A ğzına k a d a r dolu k a d e h ,| câm -ı memlû, {OsT} D olu kadeh.\\ câm-ı m erg, {OsT} Ölüm k a d e h i.|| câm -ı mevt, {OsT} Öliim k a d e h i.|| câm -ı mey, {OsT} Ş a ra p kadehi.\\ câm -ı mînâ, {OsT} A çık m avi ren kli kadeh.\\ câm -ı m înâ-reng, {OsT} G ö k m avisi kadeh. || câm -ı mu saffa, {OsT} P a r la k kad eh ]] câm -ı mürg, {OsT} Ölüm k a d e h i.|| câm -ı neşât, {OsT} N eşe v eren kad e h .|| câm -ı reng, {OsT} G ö k m avisi k a d e h .|| câm -ı rüşen, {OsT} P a r la k kadeh.\\ câm -ı sabühî, {OsT} S a b a h içki içilen k a d e h .|| câm -ı sahbâ, {OsT} K ır m ızı şa ra p içilen kadeh.\\ câm -ı seher, {OsT} Gü n e ş.,|| câm -ı sîm, {OsT} 1. Gümüş kad eh . 2. S evgili nin çen esi.|| câm -ı şarâb, {OsT} Ş a ra p kadehi.\\ câm -ı şehriyârî, {OsT} Büyük k a d e h .|| câm -ı şîr, {OsT} Sütlü m eme. || câm-ı tehî, {OsT} B oş kadeh. |j cam -ı zerrîn, {OsT} 1. Altın kadeh. 2. B ey a z ş a ra p ]] cam kanatlılar, P u l k an atlıla r takım ından kurtçu kları elm a, kavak, m eşe ve gürgen y a p ra k la rın a z a r a r veren, cam sı kanatlı, hortum ları körelm iş b ir k e le b e k fam ily ası, (Sesiidae). || cam kırığı, {ağız} Cam g ö b e ğ i rengi. [DS]|| cam kuşu, {ağız} 1. S erçe. 2. K ırlan gıç. [DS]|| cam mozaik, R en kli ta şla r y erin e ren kli cam p a r ç a la r ı ku lla n ıla r a k y a p ılm ış m ozaik]] cam m ühre, E skiden k â ğ ıt p a rlatm ak ta kullanılan b ir tür mühre. || cam pamuğu, P am u k yığın ı h alin de eld e edilm iş cam lifi.|| cam pil, {ağız} Ampul. [DS]|| cam resim, R en kli cam ların k esilere k birb irin e kurşun veya b a ş k a m a d d elerle bağ lan m ası sonu cu eld e edilen resim ; vitray]] cam sileceği, 1. C am ların tem izlen m esin de kullanılan araç. 2. O tom ob illerd e y a ğ m urlu h a v a la r d a ön cam ın suyunu süpüren lastik süpürge. || cam suyu, A ğacın a teşe veya b ö c e k le r e k a r şı dayan ıklılığını a rtırm ak için kullanılan p o ta s vey a sodan ın kuvars ile eritilm esinden eld e edilen .sm.|| cam taşı, {ağız} 1. Kuvars. 2. Zım para. [DS]|| cam yuvası, Ç erçev elerd e cam ın oturm ası için a ç ı lan y iv ; cam evi]] cam yünü, Isı yalıtım ın da ku lla n ılan ç o k in ce e l y a f h a lin e g etirilm iş cam ]] cam zım para kâğıdı, M aran gozlu kta kullanılan b ir yü züne aşın dırıcı o la r a k küçü k cam k rista lleri y a p ış tırılm ış b ir tür zım p a ra kâğıdı. cam 2, [Yun. diadima] {ağız} is. Saç demeti. [DS] cam ad an 1, [Far. câme-dan jl-uL»-] {OsT} is. 1. Yün elbise. 2. Çapraz düğmeli, kadifeden yapılmış, işle meli kısa bir tür yelek. 3. dnz. (Y eleği dü ğ m elem e işin e ben zediğ i için) Boğulmak suretiyle yüzeyi küçültülmüş dört köşe yelken. S cam adan vur m ak, F a z la rü zgâra karşı y elk en i kasm ak. || cam a danı fora etmek, K ısalm ış yelken in b ağ ların ı s a la r a k açm ak.
cam adan2, [İt. damigiana > damacan > camadan (c / d se s g öçü şm esi)] {ağız} is. -*■ damacana. [DS] cam ah, [Yun. diadimata (sa ç dem etleri) ?] {ağız} is. Yosun. [DS] S cam ah bağlam ak, {ağız} Yosun tutmak. [DS] cam at, [Yun. diadimata] {ağız} is. Saç demeti. [DS] cam b 1, [camb / cımb / cmb / cimb / cimp / comb / conb / cumb (yans)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] ca m b -ıl cam bıl, ca m b -u l cam bul, cam b -u r cumbur. cam b2, [camb / cımb / comb / comp / cum / cumm / cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cam b-u l-da-m ak. cam bJ, [camb / comb / cumb (yans.)] is. Düşme, yu varlanma, takla atma gibi eylemler sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] cam b -al-ak. cam balak, [camb (yans.) > camb-al-ak] {ağız} is. Takla. [DS] cam baz, [Far. can + bâz (oynayan) > canbâz > cam baz] is. ve sf. 1. Canıyla oynayan. 2. Yüksek bir yere gerili ip veya tel üzerinde tehlikeli oyunlar ve gösteriler sergileyen kimse. 3. Usta ve becerikli kişi. 4. At alıp satan ya da at terbiye eden kimse. 5. m ecaz. Sözüne güven olmayan, hilekâr kimse. 6. {ağız} Birbirine geçmiş iki zincirin herhangi bir halkasına sokulan çomak. [DS] cam bazan, [Far. canbâzân > cambazan] (cam b a :z a :n ) {OsT} is. 1. Cambazlar. 2. İmparatorluk askerî teşkilatında savaşçı sınıf, cam bazane, [Far. canbâzâne > cambazane] (cam b az a :n e) {OsT} zf. Cambaza yakışacak biçimde; cam bazlıkla. cam bazhane, [Far. canbaz+hâne > cambazhane] (ca m b az h a:n e) {OsT} is. Cambazların gösteri yap tıkları yer. cam bazi, [Far. cân-bâz-î ^jUU-] (ca m b a .z i:) is. 1. Cambazlık. 2. Hilecilik, cambazlık, -ğı [cambaz-lık] is. 1. Cambazın yaptığı iş; akrobatlık. 2. At alıp satma veya eğitme işi. 3. m ecaz. Kurnazlık; hilekârlık, cambıl, [camb (yans.) > camb-ıl] is. Kapalı bir yer deki sıvının çalkalanması ile çıkan sesi anlatan yansımalı gövde. S cambıl cambıl, {ağız} I. (K a p a lı y er d ek i sıvı için) se s ç ık a r a c a k k a d a r sa lla n a ra k ; ça lk a la n a ra k . 2. (Y em ek için) suyu ç o k fa z la . [DS] ' cambul, [camb (yans.) > camb-ul] is. Kapalı yerdeki suyun çalkalanması ile çıkan sesi anlatan yansımalı gövde, fi1 cam bul cumbul, I. K a p a lı bir kap için d e bulunan sıvının ça lk a la n d ık ç a çıka rd ığ ı ses. 2. (Y em ek vb. için) suyu b o l; ç o k sulu.|| cambul cum bul yemek, {ağız} B ec er ik siz c e y em ek ; d ö k e s a ç a yem ek. [DS] cam buldam ak, [camb (yans.) > camb-ul-da-mak]
.7 4 7
{ağızI gçsz. f i [-r ] [-d (u )-y o r] (İçine katı cisim atı lan sıvı için) ses çıkarmak. [DS] cambultu, [camb (yans.) > camb-ul-tu] {ağız} is. Şa pırtı. cambur, [camb (yans.) > camb-ur] is. Su içinde ha reket eden cismin çıkardığı sesi anlatan yansımalı gövde. S cambur cumbur, {ağız} (Su içinde ha reket eden cisim için) ses çıkararak. [DS]
CAM
m ecaz. Kiirk.\\ câme-i Nahcivânî, {OsT} S a d e d i kilm iş elbise. || câme-i nevrûzî, {OsT} 1. R enk ren k elbise. 2. B a h a r çiçeği.\\ câme-i seher, {OsT} 1. S a b a h güneşi. 2. S a b a h rüzgârı. 3. Sürahi.\\ câmekân, {OsT} E lb ise soyu n u lacak y e r ; ca m lı b ö lm e.|| câme-seher, {OsT} S a b a h rü zgârı; s a b a h güneşi. [] câme-şûy, {OsT} Ç a m a şır y ıkay an ; çam aşırcı. || câme-şüyân, {OsT} Ç am aşırcılar.
camcı, [cam-cı] is. 1. Cam üreten ve satan. 2. Cam camedan, [Far. câme-dân ub u U ] (ca ;m ed a ;n ) {OsT} dan yapılmış eşya üreten veya satan kimse. 3. Pen is. 1. Elbise dolabı. 2. Yolculuk sırasında çamaşır cere camı takan kimse. 4. a rg o. Pencerelerden ev ve elbise koymaya yarar sandık; valiz. leri gözetleyen kimse; röntgenci. S camcı arşını, camedar, [Far. câme-dâr jb uU-] (ca :m ed a ;r ) {OsT} C am cıların kullandığı 64.8 cm. boyu n daki esk i bir is. 1. Elbiseyi koruyan kimse. 2. Vestiyer. 3. Sa ölçü birim i. ||camcı elması, U cunda bulunan kiiçük rayda hükümdarın elbiselerini ve fermanlarını ko bir elm as p a r ç a s ı ile cam k esm eğ e y a ra y an alet. || rumakla görevli kimse. camcı gömleği, C am cıların iş sıra sın d a giydikleri cameduz, [Far. câme-düz «L=r] (ca:m edu :z) {OsT} tek kollu bez g öm lek. || camcı macunu, P en c ere cam larının boşlu kların ı doldu rm akta kullanılan is. Elbise biçen ve diken kimse; terzi. reçin eli b ir tür m acu n; sa k ız m astikası.|| camcılar camegâh, [Far. câme-gâh S wU-] (c a :m eg â :h ) {OsT} ocağı, tar. im p a ra torlu k dön em in d e sarayın v e s a is. Hamamlarda soyunma yeri; sandık odası; ves ray la ilgili y a p ıla rın cam ların ı h a zırlam a k ve tak tiyer. m akla görevli, bostan cı o cağ ın ın b ir kolu o la n sı camegi, [Far. câme-gî J uU-] (ca :m eg i:) {OsT} is. nıf. camcılık, -ğı [cam-cı-lık] is. 1. Cam ve cam eşya 1. Hizmetçilere verilen elbise parası ve ücret. 2. üretme işi, bilgisi ve tekniği. 2. Cam satma, cam Hizmetçi. 3. Elbiselik kumaş. 4. Tüfek fitili. takmak eylemi. 3. Cam ve cam eşya sanayii. 4. a r camehab, [Far. câme-hâb <-jU- «U-] (ca :m eh a :b ) go. Pencerelerden ev içlerini gözetleme işi; rönt {OsT} is. Yatak. gencilik. toU] (c a :m eh a :n e) came, [Far. câme
{OsT} is. Çamaşır konulan yer; yüklük. camekân, [Far. câme-kân j t f «U -] (cam ekâ;n ) {OsT} is. 1. Camlarla çevrili bölme. 2. Dükkânlarda satı lacak malların veya birer örneğinin sergilendiği bölüm; vitrin; sergen. 3. Cam bölme. 4. Kütüp hanelerde kitapların ve müzelerde tarihî eşyaların sergilendiği dolap. 5. Hamamlarda elbise çıkarılan, soyunup giyinmeye yarar bölmelerden her biri. 6. Bahçelerde fıdeleri soğuktan korumak için yapıl mış üstü cam, zemini toprak fidelik; ser. 7. argo. Gözlük. camekânlı, [camekân-lı] (cam ekâ;n lı) sf. 1. Carnekânı olan. 2. argo. Gözlüklü. camekiye, [Far. câmekiye
CAM
İ M
camgöz, [cam+göz] is. 1. zool. Kıyılara yalcın böl gelerde yaşayan, 25 kadar yavru doğuran, açık ye şil ile sarı arası parlak gözlü bir tür köpek balığı, (G aleiu s canis). 2. /ağız} Üzüm teveklerinin kökle rini mahveden bir kurt. [DS] 3. {ağız} Papaz. [DS] cam gur, [eT. cağ-mur] {ağız} is. Şalgam. [DS]
İ R S İ M
İ .
camid, [Ar. cümud (donm a) > camid / camide »juU/ JuıU-] (ca.m id) {OsT} sf. 1. Donmuş. 2. Hareketsiz; cansız. 3. dbl. Arap dilbilgisinde çekimi ve türevi olmayan isim veya fiil. S câm idü’l-ayn, {OsT} K atı y ü rek li; insafsız.|| câm idü’l-kef, {OsT} Cim ri; tamahkâr.\\ câm idü’l-mâl, {OsT} Taşınm az mal.
camgüzeli, [cam+güzel-i] is. bot. Daha çok evlerin güneş alan pencere kenarlarında yetiştirilen kırmızı çiçekli bir tür kma çiçeği; (İm patien s sultani).
cam ih, [Ar. câmih ^ U -] (ca.m ih, h kalın söylenir)
cam hane, [Far. câm+hâne
cam i’ıyet, [Ar.
»U-] (ca .m h a.n e)
{OsT} is. Cam üretilen yer; cam fabrikası, cam ış, [Ar. câmüs > camış] {ağız} is. -*• camız. [DS] cam ışlanm ak,
[Ar.
sâmuş
=>
çamış-la-n-malc
{eAT} d ö n ş l . f [-u r ] -* çamışlanmak. camışlık, [Ar. sâmuş => çamış-lılc jJ ^ U -] {eAT} d ö n şl.f. [-ıır ] - * çamışlık. cam ız, [Ar. câmüs > camız / camış / kömüş] {OsT} is. Çift toynaklılar takımının boynuzlugiller famil yasından, iri ve güçlü bir iskelet yapısına sahip, kalın derili, seyrek kıllı, su içinde ve bataklıklarda yatmayı seven sütü için ve yük taşıma hayvanı ola rak beslenen memeli bir sığır türü; manda; su sığırı, (B ııbalus bubalis). cam i1, -i’i, [Ar. cem' (toplanm a) > cami' £»L>-] (ca :m i) {OsT} sf. 1. Toplayan, derleyen; bir araya geti ren. 2. İçine alan; içinde bulunduran; kapsayan; içeren. S câmi-i K u r’an, {OsT} K u r ’an'ı derleyen toplayan ; Hz. Osman (ra ).j| câm iü’l-fünün, {OsT} Biıtiin bilim leri kapsayan. || câm iü’l-hayır, {OsT} Bütün iyilikleri, h ay ırları ken disin de toplayan.\\ câm iü’l-hurüf, {OsT} K itap yazarı.\\ câm iü’ lkelîm, {OsT} K ısa f a k a t anlam bakım ın dan özlü söz.|| câm iü’l-kemâlât., {OsT} Bütün olgun nitelik le r i ken disin de toplayan.\\ câm iü’l-mehâsin, {OsT} Bütün iyi n itelikleri ken disin de toplayan .|| câm iü’lulütn, {OsT} Bütiin ilim lerden anlayan. cam i2, -i, -si [Ar. cem ' (toplanm a) > cami' £»V] (ca:m i) {OsT} is. Müslümanların topluca namaz kılmak için toplandıkları yer. S câm i’-i kebîr, {OsT} Büyük cam i. ||cam i musikisi, Türk din î m usi kisinin b ir d alı o la r a k ca m ilerd e okunan ezan, sa lat, Cum a salatı, bayram salatı, kurban bayram ı salatı, cen a z e salatı, sa lat-ı ümmiye, tekbir, m ahfil sürm esi, teşbih, m iraciye, temcit, tehlil, m ünacat g ib i fo r m la rd a n m eydan a gelm iş m usiki eserleri.' câm i-i şerîf, {OsT} M ü barek cami.\\ Cam i yıkılmış am m a mihrap yerinde, (K adın için) y aşlan d ığ ı h â ld e güzelliğinden b ir şey kaybetm em iş.
{OsT} sf. (Hayvan için) başı sert; yönetilmez,
câmi'iyyet c -m U ] (ca.m iıyet) {OsT}
is. 1. Toplayıcılık. 2. Evrensellik, camkesen, [cam+kes-en] is. Bir ucuna küçük bir el mas parçası takılarak cam kesmekte kullanılan alet; camcı elması, cam kıran, [cam+lcır-an] is. Kaza sırasında bir araç tan çıkabilmek amacıyla camını içten kırmaya ya rayan çekiç biçiminde küçük alet, cam lam a, [cam-la-ma] is. Bir şeye cam takma, üze rine cam geçirme işi. cam lam ak, [cam-la-malc] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Cam geçirmek. 2. Cam takmak, cam lanm a, [cam-la-n-ma] is. 1. Cam sahibi olmak eylemi. 2. Üzerine cam geçirilme, cam takılmak eylemi. cam lanm ak, [cam-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Cam geçirilmek. 2. Cam takılmak. 3. dönş. f . Cam sahibi olmak; cam edinmek, cam laşm a, [cam-la-ş-ma] is. Cam gibi sert, kırılgan veya şeffaf duruma gelme işi. cam laşm ak, [cam-la-ş-malc] gçsz. f i [-ır ] Cama ben zer özellikler kazanmak, cam laştırm a, [cam-la-ş-tır-ma] is. 1. Cam durumuna getirme işi. 2. Cam gibi şeffaf bir madde ile bir yeri veya döşemeyi kaplamak eylemi, cam laştırm ak, [cam-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır ] 1. Eriterek cam gibi sert, kırılgan veya şeffaf hâle ge tirmek. 2. Üzerine şeffaf bir madde kaplayarak par latmak. cam latm a, [cam-la-t-ma] is. Cam taktırmak eylemi, cam latm ak, [cam-la-t-mak] gçl. fi. [-ır ] Cam tak tırmak; cam ile kaplatmak, camlı, [cam-h] sf. 1. Camı olan. 2. Cam takılmış olan. 3. Cam ile kaplanmış bulunan. S camlı ışık, {ağız} L a m ba . [DS]|| camlı köşk, tar. S aray ve b a h çelerin d e, soğu ktan koru n m ak a m a cıy la ca m la ö r tülmüş o d a veya bölm e. || camlı taş, {ağız} M erm er. [DS]
cam i’a, [Ar. cem' (toplanm a) > câm i'a £»W-] (ca.m i-
camlık, -ğı [cam-lık] is. 1. Camlı çerçevelerle bö lünmüş oda veya bölme. 2. Çiçek ve fıdeleri soğuk ve rüzgârdan korumak için yapılmış küçük limon luk; camekân; sera.,
a ) {OsT} is. 1. Topluluk, zümre. 2. Ortak eğilimleri nedeniyle bir araya gelerek birlik oluşturan insan topluluğu. S câm i’ a Suresi, {OsT} Ş u ara suresi.
cam sı, [cam-sı] sf. Cam gibi saydam, sert ve kırılgan. fi1 camsı cisim, fızy. G öz küresini d oldu ran yu m urta a kı kıvam ın daki saydam m adde. || camsı do-
CAN
r ü M lK S M .7 4 9
ku, m in. Cam sı doku lardan olu şan ve bazı pü skü rük k a y a çla rd a görü len doku katmam.\\ camsı madde, min. B ir m agm a kütlesinin h a v a vey a su ile tem ası sonu cu aniden soğ u m ası ile m eydan a g elen kristalleşm em iş m in eral m adde. camus, [Ar. câmüs
{OsT} is. Çift toynaklılar
takımının boynuzlugiller familyasından, iri ve güç lü bir iskelet yapısına sahip, kalın derili, seyrek kıllı, su içinde ve bataklıklarda yatmayı seven sütü için ve yük taşıma hayvanı olarak beslenen memeli bir sığır türü; manda; su sığırı, (B ubalus bu balis) câmüs-ı cesîm, {OsT} Büyük m anda. || câm üs ökü zü, {eATj E rk ek m anda. -can, [-a-can / -e-cen / -can] yap. e. -*■ -acan. can 1, [Far. can 0U-] (ca:n ) {OsT} is. 1. İnsan ve hay vanların yaşamalarını sağlayan, ölümle birlikte be denden ayrılan madde dışı varlık. 2. Yaşama; ha yat. 3. Güç, kuvvet; dirilik, canlılık. 4. İnsanın kendi varlığı, özü. 5. Kişi; şahıs; insan; kimse. 6. Bir şey yapma isteği; arzu; gönül. 7. {eATj {OsT} tasvf. Tarikat kardeşi; tarikata kabul edilmek üzere gelen yeni derviş. 8. {OsT} Silah. 9. Çok içli dışlı ve birbirine çok uygun kişiler. 10. sf. Çok sevilen. 11. {eAT} Sevimli; cana yakın; şirin. 12. {eATj Sevgi ve yakınlık duygusu ile kendisine bağlanılan; aziz. 13. is. Sevgi ve yakınlık belirten bir seslenme sözü. S cana ateş bırakm ak, {OsTj Ateş y a k m a k ; a teş koymak.\\ cana başa kalm am ak, {eAT} Canım , b a şını esirg em em ek .|| cana can katm ak, 1. D in çlik verm ek; kuvvetlendirm ek. 2. F era h la m a k . 3. Ya şa m a gücünü artırm ak.|| cana can istemek, Ö ldü rülen birisi için k arşı taraftan d a birisinin öld ü rülm esini istem ek. ||can acısı, B eden in h erh an g i bir y erin d e duyulan şid d etli ağrı veya a c ı fes7.ll cana değmek, 1. E tkili b ir ş e k ild e hissetm ek. 2. U laş m ak,|| cana eser etmek, Ç o k etk ilem ek.|| cana ezan okumak, Ölüm h a lin d e iken cezalandırmak.\\ cânâferîn, {OsT} -*■ canaferin.|| cana geçmek, 1. Ç ok etkilem ek; dokunm ak. 2. {eAT} Yürekten k a b u l et m ek.]| can ağza gelmek, 1. Ç o k k orkm ak ; ürkmek. 2. Dayanamamak.\\ cana işlemek, Güçlü b ir ş e k il d e hissettirm ek,|| cana kalm am ak, {OsT} Canını esirg em em ek.|| cana k âr etmek, 1. Ç o k etkilem ek. 2. D ayan m a gücü bitm ek. || cana karin olmak, (B eddua sözü) hayrını g örm em ek. || cana kastet mek, Ö ldürm ek am acın ı gütm ek.|| cana kıymak, 1. A cım a duym adan öldürm ek. 2. Z alim lik etm ek.|| can (alacak) alıcı, 1. En ön em li ve ilgi ç e k ic i; en esaslı, en tem el. 2. {eAT} {OsT} Azrail.\\ can alacak (alıcı) yer (nokta), B ir şeyin en ön em li ve en h a ssa s yeri. || can alıp can verm ek, 1. Ölüm h a lin d e bu lunmak. 2. Büyük b ir sıkıntı için d e olm ak. 3. Ç o k korkmak.\\ can alm ak, A dam öldürmek.\\ cana minnet bilmek, A şın b ir istekle k a b u l etm ek. || can arıtm ak, {eAT} K en din i y o rm a k ; canını sıkıntıya
koym ak.|| cana susamak, Ö ldü recek k a d a r kızm ak .|| can aşı, {ağız} Ölünün ardın dan verilen h a y ır yem eği. [DS]|| cana tak demek, D ayanm a sın ı rın a v arm ak; so n d er ec e y e ulaşmak.\\ cana tak et mek, D ayanılm az d er ec e y e ulaşmak.\\ can atm ak, 1. H erhan gi b ir şey i şid d etle arzu etm ek. 2. T elaşla b ir y e r e sığınmak.\\ cân-âver, {OsT} -*• canavar.|| cana yakın, Sevimli, şirin ; sempatik.\\ cana yakın lık, Sevimli, şirin o lm a durum u; sempatiklik.\\ can ayaklı, {ağız} A celeci. [DS]|| cana Yasin okumak, 1. Durumunu kötüleştirm ek. 2. B erb a t etmek.\\ cana yetmek, D ayanılm az durum almak.\\ cana yuva yapm ak, A lışkan lık edin m ek; huy edinmek.\\ can az, {ağız} Sinirli. [DS]|| cân-âzâr, {OsT} Can y a k a n ; eziyet ed en .|| can bağışlamak, 1. Ö ldürm em ek. 2. Suçluyu affetmek.\\ can-bahâ, {OsT} Kurtuluş p a r a sı; kurtulm alık.|| can-bahş, {OsT} -*■ canbahş.|| can başa çıkmak, 1. Ç o k telaşlan m ak. 2. Aşırı ted ir gin lik duym ak.|| can başa düşmek, I. H ayatı teh li k ey e girm ek. 2. Sıkıntıdan kurtulm ak için aşırı ç a b a gösterm ek. || can başa gelmek, K en din i to p a rla m ak; ken din e gelm ek. || can başa sıçram ak, Ç ok korku p tela şa kapılmak.\\ can başa üşmek, 1. Ç ok korkm ak. 2. Ç o k heyecanlanmak.\\ can baş oyna mak, {eAT} Canını f e d a etm eğ e h azır olm ak. || Can baş üstüne! H erhan gi b ir şey i se v e s e v e y a p a c a ğ ı na d a ir verilen söz. || cân-bâz, {OsT} - * canbaz.|| cân-bâzân, {OsT} -* canbazan.|| cân-bâzâne, {OsTj -*■ canbazane.|| can bazarı, {eATj Öliim kalımyeri.\\ cân-bâz-hâne, {OsTj canbazhane.|| cân-be-leb, {OsT} Canı du d ağ ın d a; ö lm ek üzere.|| câıı-be-lcb olmak, {OsT} Ö lm ek üzere olm a k .|| can beraber, Ç ok sevilen, aziz.|| can-ber-leb, {OsT} Canı d u d a ğ ın d a ; ölm ek üzere.|| can beslemek, 1. H am ile o l m ak. 2. iy i şe y le r y iyip iç e r e k kendini b eslem ek ; rah atın a bakm ak. || can bezi, {ağız} anat. O m urilik soğan ı. [DS]|| (kimsede) can bırakm am ak, Ç ok güldü rm ek; g ü ld ü rerek kırıp geçirmek.\\ can birli ği, Sıkı ve sam im i b ir ortam d a yürütülen ça lışm a birliğ i.|| can boğaza gelmek, 1. Ç o k eziyet ve z a h m et çekm ek. 2. Ö lecekm iş g ib i olm ak. || can boğaz dan gelmek, Sağlığına, y iy eceklerin e dikkat e d e r e k yiyip güçleninek.\\ can borcu, Ölüm.|| can borcunu ödemek, Ölmek.\\ can bulmak, H erhan gi b ir h a s talıktan veya kazadan ku rtu larak iyileşm ek; tek ra r h a y ata dönm üş g ib i olmak.\\ can burna gelmek, Ç o k sık ılm ak ; ç o k eziyet çekmek.\\ can cana, B irlik te, b e r a b e r c e ; y a kın ; y a n yana.\\ can cana, baş ba şa, 1. H erhan gi b ir teh likeli durum da herkesin kendini düşünm esi durumu. 2. B irbirin i sev en iki kişinin yaln ız bir a r a d a kalmaları.\\ can can ol m ak, {ağız} O rtak olm ak. [DS]|| can ciğer, Ç o k y a kın olu ş; sam im ilik; sıkı fık ı. || can ciğer arkadaş (dost), Ç o k sam im i v e dost; içli d ışlı; sıkı f ı k ı ; b ir birin den h iç ayrılmayan.\\ can ciğer kuzu dolması, Ç ok sam im i ve dost; içli d ışlı; sıkıfıkı.\\ can ciğer
CAN
Û IÜ M IIİM M .
olm ak, Ç o k yakın ve sam im i a rk a d a ş o lm a k ; içli dışlı o lm a k .||Can cümleden aziz, “İnsanın ken disi ve kendi hayatı b a şk a la rın d a n ö n ce g elir " a n la m ın da ku llan ılır. can çekilmek, B aygın ve bitkin h â le g elm ek ; kım ıldayam az olm ak. || can çekişmek, 1. Ö lm ek üzere olm ak. 2. Ölüm h a lin d e olm a k .|| can çekmek, (B ir şeyi) ç o k istem ek; imrenmek.\\ can çıkmak, 1. Ölmek. 2. Ç ok ç a lış a r a k yoru lm a k .|| cân-dâde, {OsT} İçten lik le bağ lan m ış; can dan]] can dam arı, (B ir şeyin) en ön em li ve h a y atî kısm ı; en duyarlı n okta.|| can dam arına basmak, B ir şeyin en önem li yönü üzerinde durm ak; en h a s s a s ve tem el noktasını belirlem ek ,|| candan, Sam imi. || candan bezmek, 1. B üyük sıkıntıya uğram ak. 2. H er şeyden vazgeçm ek. || candan bizar olmak, iç in e düştüğü sıkıntılı durum dan d o la y ı y a şa m is teğ in i yitirm ek.|| candan etmek, Ölümüne s e b e p olmak.\\ candan geçmek, Ölümü g ö z e almak.\\ candan olmak, Ölmek.\\ candan usanm ak, U ğra dığı sıkın tılar yüzünden y a şa m a isteğini yitirm ek; ölüm ü d ile y ec e k k a d a r bıkm ak]] candan yürekten, içten g elerek , sam im i o la ra k. || cân -d âr, {OsT} candar.|| can darlığı kar, {ağız} L a p a la p a y a ğ a n kar. [DS]|| can dartm ak, {eÂT} Can çekişm ek. || cân-d ârû , {OsT} candaru.|| can dayanm am ak, 1. B ir durum k arşısın d a dayan m a gücünü yitirm ek; taham m ü l edem em ek. 2. Ç o k üzülmek.]] can derdi ne düşmek, 1. Ölüm karşısın da direnm ek. 2. T ehli k eli bir durum da kendini kurtarm a ç a reler im a r a m ak]] can deri, / eAT} Öliim teri; e c e l teri]] can dili, {ağız} Göğüs. [DS]|| can direği, K em an ın için d e a lt ve üst k a p a k la rı a ra sın d a d ikili duran çu buk]] can dostu, P e k sev g ili ve içten dost]] can dudağa gelmek, 1. Ç o k korkm ak. 2. D ayanm a gü cünün son u n a g elm ek]] can düşmanı, 1. En önem li düşman. 2. Ölümü isten ecek k a d a r ileri düşman]] can düşmanı olm ak, B irin i ö ld ü rec ek k a d a r kin g ü d e re k düşm anlık beslem ek .|| cân-efgâr, {OsT} C an y a r a s ı; ıstırap. || cân-efgen, {OsT} Can düşü re n ; öldü ren .|| cân-efşân, {OsT} Can s a ç a n ; b ir kişi vey a dava uğruna ken di canını h a rca y an .|| cânefşânî, {OsT} B ir kon u da canını f e d a etm e]] cânefzâ, {OsT} Can artıran ; iç a ça n ; g ön ü l feıx ıh la tan,|| can ekşitmek, {OsT} Can sıkm ak; sıkıntı v er m ek]] can eriği, -*• caneriği.|| can evi, 1. İn san da hayatiyetin m erkezi sayılan y ü r ek v e çev resin i için e a la n ve m id e bölgesin in üst kısmı. 2. {OsT} K a lp ; yü rek. 3. En h a ssa s nokta]] can evinden vurm ak, B irin i en h a ssa s noktasın dan y a ka la m ak , ça resiz bırakm ak]] cân-fedâ, 1. En büyük fe d a k â r lık ifa d e si. 2. {OsT} Canını f e d a ed en .|| Can feda! İyi ve g ü z el şe y le r için ç o k beğ en ildiğ in i ifa d e etm ek için söylen ir]] cân-fersâ, {OsT} D ayanm a sınırlarını aşan ]] cân-feşân, B ir d a v a uğruna canını v eren .|| cân-fezâ, {OsT} -*■ canfeza.|| cân-fidâ, {OsT} Canını f e d a eden]] cân-figâr, {OsT} Can y a r a s ı; ıstırap.||
\
-*■
cân-fîgen, {OsT} Can düşüren; ö ldü ren .|| can fili kası, dnz. G em ilerin batm a teh likesi an ın da y o lcu ların ve m ürettebatın hayatını ku rtarm ak için d o natılm ış filik a ]] cân-gâh, {OsT} Can ev i; k a lp ; yü rek]] can gelmek, G üç k az an m a k ; ken din e g elm ek ; can lan m ak,|| cân-gezâ, {OsT} 1. Can ısırıcı; tehli k eli ve öldürücü. 2. A cı veren. || cân-gîr, {OsT} I. Can alan. 2. Can sıkan. 3. A cı veren.|| can görme, {ağız} folk. D üğiin günü seçk in k iş iler e verilen y e m ek. [DS]|| can gözü, 1. Ç ok dikkat ve in ce düşü nüş. 2. {OsT} K a lp gözü]] can gözün uyarm ak, {OsT} Gözünü d ö rt a çm a k ; uyanık d avran m ak.|| can gözüyle bakm ak, Ç o k dikkatli b ir şe k ild e in celem ek, bakm ak]] cân-güdâz, {OsT} Can eriten; k a h r ed ic i.|| cân-güsîl, {OsT} Can sıkan ]] cângüzâr, {OsT} C an a doku n an ; y ü reğ e işleyen. || can havli ile, (Yapılan h a rek et için) ölüm korkusu ile]] cân-hırâş, {OsT} Tüyler ü rpertici; y ü r ek p a ra la y ıcı.|| can hırsuzu, {eAT} Can düşm anı]] can hulkuma gelmek, Can b o ğ a z a gelm ek. || canı acım ak, M erham et etm ek; a cım a hissi duym ak]] canı ağzına gelmek, B üyük b ir teh like an ın da ö le cekm iş g ib i büyük b ir korku y a kapılm ak]] canı Al lah’ a ısm arlam ak, T ehlikeli bir durum da A llah 'a sığ ın m ak.|| canı azacuk, {eAT} Sabırsız]] canı azalm ak, {ağız} Sıkıntı basm ak. [DS]|| cân-ı azîz, {OsT} En sev g ili ca n ; insanın ken d i hayatı.|| canı boğazına gelmek, 1. Ölüm an ın d a olm ak. 2. Ç ok korkm ak. || canı burnuna gelmek, B ir iş y a p arken ç o k sık ılm ak ; bu nalm ak]] canı burnunda olmak, Ç o k yorgun ve bezgin olm ak]] canı burnundan gelmek, Ç o k zah m et ç ek m ek .|| cân-ı cân, {OsT} tasvf. Canın c a m ; A llah]] canı cana ölçmek, B a ş k a birinin y aşayışın ı ken d i hayatı im iş g ib i d e ğ e r len dirm ek; on a d a aynı y a şa m a hakkın ı layık g ö r m ek]] canı cebinde, Ç o k z a y ıf ve güçsüz (insan); en eze]] Canı cehenneme! N efret ifa d esi o la r a k kullanılır]] canı çekilmek, 1. Ölmek. 2. C anlılığını k a y b ed er g ib i olm ak. 3. B ayılm ak, halsizleşm ek. 4. iç i sıkılm ak. ||canı çekm ek, I. B ir şey i ç o k istem ek, arzu etm ek. 2. işta h ı artm ak]] Canı çıkasıca! N ef ret ed ilen biri için bed d u a sözii]] canı çıkık, {ağız} bot. B ir tür bey az çiğdem . [DS]|| canı çıkmak, I. Ölmek. 2. Ç o k yorulm ak. 3. Yıpranm ak, eskim ek. || Canı çıksın! N efret ed ilen biri için bed d u a sözü]] canı ...den yanm ak, O şe y yüzünden ç o k sıkıntı veya a cı çekm iş olm ak]] can-ı dilden, Büyük bir istekle. || canı dişe alm ak, Bütün gü cü ile ç a b a la mak.]] canı dişe takm ak, Bütün gü cü ile m ü cad ele etm ek]] canı evek, {ağız} A ce le ci; sa b ırsız ; tez ca n lı. [DS]|| canı geçmek, U yuklam ak; uykuya b a ş la m ak]] canı gelip gitmek, 1. B ayılıp ayılm ak. 2. Ümit ve k aram sa rlık a ra sın d a b o ca la m ak . 3. Sinir krizleri g eç ir m e k .|| cam gelmek, 1. S ağlığın a k a vuşmak. 2. Yorgunluğu g eç m e k ; dinlenm ek]] canı gibi sevmek, I. Ç o k sevm ek. 2. Ü zerine titrem ek,
İ M İ K SOM. 751 koru m ak.|| canı gitmek, 1. Ç o k sev d iğ i birin e veya b ir şe y e z a r a r gelm esin den çek in m ek ; üzerine tit rem ek. 2. Ç o k arzulamak.\\ canı ile oynam ak, Teh likeli işler yapm ak. || canı iliği gurulm ak, {ağız} S a b ır v e taham m ü l d erecesin in üstünde sıkıntı verm ek; can ın dan bezdirm ek. [DS]|| canı istemek, A rzu lam ak; h ev es duymak.\\ Canı isterse! K a b u l etm ese b ile önem sen m ediğin i an latm ak için ku lla nılan dayatm a sözü. || canı kılca kalmak, {eAT} D ayanm a gücü k alm am ak ; sabredememek.\\ C a nım! 1. Sevgi ifa d e ed en söz. 2. (Sert bir ton da sö y lendiğinde) hoşnutsuzluk bildirir. 3. (ilk h e c e uzun okunduğunda) ç o k d eğ e rli ve g ü zel.|| Canım a değ sin! Sevilm eyen birinin b a şın a g elen kötii b ir h a l den d o la y ı sevin m e ifa d e ed en söz. || Canım a min net, B ek len m ed ik iyi b ir durum k arşısın d a sevin ç ifa d e eden söz. || canım a sava, {ağız} "Canım a minnet. ” an lam ın da kullanılır. [DS]|| Canım , ciğe rim ! İçten duyulan sevgiyi ifa d e ed en söz.|| canım hakkı için, K a rşısın d ak i kişiyi in an dırm ak için söylen en yem in sözii.\\ canımın içi, I. Sevgi, şe fk a t ve içten lik anlatan söz. 2. K ü çiik g örm e, b eğ en m e m e an latır.|| canı m ırk m ırk etmek, {ağız} H ırs ve korku ile k a r ış ık h ey ecan duymak. [DS]|| canına acım am ak, Sağlığını h iç düşünm eden kendim y ıp r a ta c a k ş e k ild e ça lışm a k .|| canına basm ak, 1. iy ic e kabullenm ek. 2. K en d in e a it saym ak. || canına bo yanm ak, {eAT} İçin e işlem ek ; ç o k etkilen m ek .|| ca nına değmek, 1. Ç o k hoşlan m ak. 2. Ö len birisin i hay ırla a n a ra k ruhunu ş a d etm ek. || canına düş kün, K en d in e iyi ba k ıp sağ lığ ın ı koruyan. || canına ezan okumak, arg o. Cezalandırmak.\\ canına geçmek, {eAT} {OsT} 1. D ayanılm az ve katlan ılm az olm ak. 2. M addî ve m an ev î o la r a k ç o k derin etki bırakmak.\\ canına işlemek, 1. Ç o k hoşlan m ak. 2. Ölen birisin i h a y ırla a n a r a k ruhunu ş a d etm ek. || canına kâr etmek, 1. Ç ok hoşlan m ak. 2. Ölen biri sini h a y ırla a n a r a k ruhunu ş a d etmek.\\ Canına karîm olsun! “Y aptıklarından dolayı a cı ç e k s in !” an lam ın da bed d u a sözü.\\. (birinin) canına kastet mek, B irin i ö ldü rm eye niyetlen m ek veya k a lk ış m ak.|| (birinin) canına kıymak, O kişiyi öld ü r m ek,|| (kendi) canına kıymak, 1. İn tih a ra k a lk ış mak. 2. İn tih ar etm ek.|| canına koym ak, {ağız} B ir şeyi h a ksız lık la eld e etm ek. [DS]|) Canına minnet! B eklen m eyen ve iyi b ir durum için sevin m e ifa d e eden s ö z .|| canına ne sığarsa, {OsT} Vicdanı neyi kab u l e d e r s e .|| canına od düşmek, {eAT} İ ç i yanm ak.|| canına okumak, arg o. 1. B ir kim seyi p e r i şan etm ek, z o r durum da bırakm ak. 2. B ir şeyin hakkın dan g elm ek ; becerm ek, y a p ab ilm ek . 3. iy i ve gü zel b ir şe y e z a r a r verm ek, kullanılm az h â le g e tirm ek]] Canına rahm et! “İyi söyledin, ç o k y a ş a y a s ın ! ” an lam ın da b eğ en m e sözü .|| canına soka cağı gelmek, Ç o k hoşlanmak.\\ canına susamak, K en disi için kötülük a ra n m a k ; bela sın ı a r a m a k .||
CAN
canına tak demek, D ayanılm az b ir durum a lm a k .|| canına tak etmek, D ayanılm az b ir durum a lm a k .|| Canına tükürdüğümün ... ! K ızgınlık ve ö fk e ifa d esi belirten söz.|| Canına üfürdüğümün ... ! K ız g ın lık ve ö fk e ifa d esi belirten sö z .|| Canına yandı ğımın ...! D urum a g ö r e sevgi, şaşm a, ha y ra n lık ve ö fk e ifa d e ed en b ir söz.|| Canına yatsın! {ağız} H aksız bir şe y e ld e ed en için söy len ilen ilenm e s ö zü. [DS]|| canına yetmek, D ayanılm az b ir durum alm a k ; k atlan ıla m a y a cak durum a g elm ek ; bezmek', bıkmak.\\ canından bıkmak, İçin d e bulunduğu bü yü k sıkıntı yüzünden bezg in lik ve k a ra m sa rlık taşı m ak]] canından bezmek, iç in d e bulunduğu büyük sıkıntı yüzünden bezgin lik ve k a r a m sa rlık taşım ak. || canından usanmak, B ezgin lik getirm ek]] Canın dan yanasıca!, {ağız} İlen m e sözü. [DS]|| canını acıtm ak, Birinin bed en in e a c ı verm ek]] canını ağ zına almak, {eAT} 1. H ayatını teh likey e s o k a r a k b ir işe girişm ek. 2. canını dişin e alm ak. || canını alm ak, 1. (Allah) öldürm ek. 2. Canını f e d a e d e c e k k a d a r memnun etmek]\ canını bağışlamak, Öl dürm eye giicii yeterk en veya h akkı varken hayatını bağ ışlam ak]] canını cebine koymak, {ağız} Ölü m üne u ğ raşm ak; canını dişine takm ak. [DS]|| canı nı cehenneme göndermek, argo. Ö ldürm ek]] ca nını çıkarm ak, 1. B irin i ç o k ç a lıştıra ra k o ld u kça fa z l a y o rm a k ; bezdirm ek. 2. B ir şey i aşırı v e hor k u llan m ak su retiyle a şırı eskitm ek; y ıp ra tm a k; işe y a ra m a z kullanılm az durum a getirm ek. ||canını (bir yere) d ar atm ak, T ehlikeden gü çlü kle kurtu larak b ir y e r e sığınm ak]] canını dişine almak, Bütün gücüyle ça lışm a k; ç o k g a y ret s a r f etm ek]] canını dişine takm ak, O lan ca gücünii s a r f etm ek; ço k ça lışm a k .|| canını k urtarm ak , K en di g a y reti ile hayatını tehlikeden kurtarm ak]] canını ortaya koymak, B ir iş için hayatını teh likey e a ta c a k f e d a kâ rlığ ı g ö stereb ilm ek ; başın ı o rtay a koym ak. || canının derdine düşmek, C anından b a şk a b ir şey dü şü n em eyecek k a d a r büyük b ir sıkıntı için de bu lunm ak]] canınıng gayısına yan, {ağız} İlen m e sö zü. [DS]|| canının içine sokacağı gelmek, Ç ok sevm ek. || canının kadrini bilmek, K en din i düşün m ek; b en cillik etm ek]] canını sıkmak, I. Birini usandırm ak. 2. Birinin n eşesin i k açırm a k; üzül m esin e s e b e p olm ak]] canım sokakta bulmamak, 1. T ehlikeye atılm aya, g ü çlü ğe katlan m aya niyetli olm am ak. 2. U ğrunda fe d a k â r lık gerek tirm ey ecek b ir iş için tehlikeye atılm aya g e r e k bulm am ak]] canını verm ek, 1. K en din i f e d a etm ek. 2. H içbir şey i esirgem em ek. 3. A şırı düşkün o lm a k ; ç o k sev m ek]] canını yakm ak, 1. B irin e a c ı verm ek. 2. Zulmetmek. 3. Üzüntü verm ek. 4. B irin e acı v erecek b ir şek ild e cezalan dırm ak]] Canın isterse! K abu l etm ese b ile önem sen m ediğin i a n latm ak için kulla nılan day atm a sözii]] Canın sağ olsun! M al ve m ülke g elen z ararla rın can sa ğ lığ ı k a d a r önem li
CAN olm ad ığ ı şeklin d e söylen en teselli sözü. || canı pa hasına, B ir işi bütün teh likeleri g ö z e a la r a k y a p m a k .|| canı pek, A cıya ve sıkıntıya karşı dayan ıklı (kim se).|| Canı sağ olsun! M addî k a y ıp la r için sö y len en teselli sözü. || canı sevmek, B irin e y a kın lık d u y a ra k içi ısm ıverm ek.|| canı sıkılmak, 1. H u zursuz olm ak. 2. N eşesi k a çm a k ; y a rı öfke, y a rı üzüntü için d e olm ak. 3. Y ap acak iş bu lam am aktan d o la y ı sıkılmak.\\ can ısm arlam ak, {eAT} Ruhunu teslim etm ek; can verm ek; ölmek.\\ cân-ı şîrin, {OsT} Tatlı can.\\ canı tatlı, Sıkıntıya g elem ey en ; z o rlu klara g öğü s geremeyen.\\ canı tez, 1. B ir iş için ç o k a c e le ed en ; a c eleci. 2. B ek lem ey e taham m ül edemeyen.\\ canı yanm ak, 1. Ç o k a cı çekm ek. 2. B ir işten z a r a r görm ek. 3. Sonucu z a r a r g etiren b ir den em e g eçirm ek .|| canı yerine gelmek, 1. Yorgunluğu g eçm ek. 2. S ağ lığ ın a kavuşmak.\\ canı yerine oturm ak, {OsT} İç i ra h a t etmek.\\ canıyla uğraşm ak, H ayatından b a şk a b ir şey i düşünem ez durum a g elm ek .|| canı yoka komak, {eAT} H ay a tını f e d a etm eye h a zır olm ak. || ...in canı yok mu? Birisinin katlan dığı sıkıntıyı b a şk a la rın a ö rn ek g ö sterm ek için söylen en sö z .|| caııı yürekten, B ü y ü k istekle. || can içe sığmamak, Ç o k sa b ırsız lık göstermek.\\ can iletmek, {eAT/ C an kurtarm ak; tehlikeyi u zaklaştırm ak.|| can istemek, K eyfin e b a ğ lı o lm a k ; dilediğiniyapmak.\\ can kâğıdı, {ağız} Nüfus cüzdanı. [DS]|| cân-kâh, {OsT} Can eksilten ; a c ı veren. || cân-kûş, {OsT} Can öldü rücü; inatçı.|| can kalmamak, 1. Ölüm h alin de olm ak. 2. Yor gun luk veya h a stalık s e b e b iy le düşüp b a y ıla ca k k a d a r bitkin olm ak. || can kardeşi, tasvf. C anlı o l m aktan ileri g elen y a kın lık; insanın insan a karşı b e sled iğ i in san cıl y a klaşım ; tarikat k a r d eşi; derviş d erv işe arkadaşlık.\\ can karıştırm ak, {eAT} Ya k ın lık göstermek.\\ can kaygısına düşmek, H er ş e y i b ıra k ıp s a d e c e ken d i hayatını kurtarm a ç a b a sın d a o lm a k ; h a stalık y a d a ölüm den ç o k k ork m ak ,|| can kesesi, {eAT} C iğ erp a re,|| can korkusu, 1. Ölüm korkusu. 2. H erhan gi b ir tehlikeyi büyük görmek.\\ can kulağı ile dinlemek, Ç o k büyük bir d ikk at ve ilgi ile dinlemek.\\ Can kurban! (İyi ve g ü z el şe y le r için) ç o k beğ en ildiğ in i ifa d e etm ek için söylenir. || can k urtaran , 1. Yardım eden. 2. {OsT} Büyükyelken.\\ Can k urtaran yok mu? Ölüm teh lik esi ile k arşılaşıld ığ ın d a istenilen im dat sözü; ■SUS. || can k urtarm ak, T ehlikeyi atlatm ak; tehli k esiz bir y e r e ulaşm ak. || can kuşu, Yaşamın b e lirtisi olan ru h.|| canla haşla, 1. Bütün gücüyle. 2. B üyiik b ir istek le. \\ cân-nisâr, {OsT} Can s a ç a n ; hayatını f e d a eden. || can otu, {ağız} Az bulunan; nadir. [DS]|| can oynam ak, 1. K o rk m a k ; ürkmek. 2. {eAT} H ayatını fe d a y a h a zır o lm a k .|| can oyunu, Ölüm teh likesi olan h erh an g i b ir iş veya durum.\\ can özemek, {OsT} B ir işi y a p a rk en ç o k özen m ek; ç o k dikkatli, sa b ırlı olmak.\\ can pahasına, 1. C a
O T ü M T Ü IffS Û M . nını vererek. 2. Canını teh likey e a ta ra k .|| can pa zarı, 1. H erkesin ken d i hayatını kurtarm a ça b a sın a düştüğü teh likeli durum. 2. T ehlikeli y e r veya du rum.,|| cân-perver, {OsT} Can b esley en ; ru ha f e r a h lık veren .|| can rah at olmak, T ehlikeden kurtul m ak.|| cân-rüb â, {OsT} -*■ canrüba.|| cân-rübâyî, {OsT} -* canrübayi.|| can sağlığı, 1. İnsanın sa ğ lık ve esen lik için de olm ası. 2. M addî z ararla rın insan sa ğ lığ ı k a d a r önem taşım adığını ifa d e için kullanı lan teselli sözü. || can semesi, {ağız} Can acısının verdiğ i sersem lik le y a p ıla n bilin çsiz hareket. [DS]|| can sevecek bir şey, insanın h oşu n a g id e c e k bir durum veya n esn e.|| can sıkıcı, İn san a sıkıntı ve ren ; üzücii; sıkıntılı.\\ can sıkılmak, R ahatsız o l m ak; h a fifç e kızm ak.|| can sıkıntısı, H erhan gi bir durum dan veya y a p a c a k b ir iş bu lam am aktan d o layı duyulan huzursuzluk,|| can sıkmak, 1. B ıkkın lık verm ek, usandırm ak. 2. Kızdırm ak. 3. R ahatsız lık vermek.\\ can sıktı, {ağız} K adın ların içlerin e g iy d ik leri d a r y elek . [DS]|| can simidi, dnz. D enize düşen kim seyi su üstünde tutm aya y a ra y an içi hava veya k ö p ü k dolu sim it.|| cân-siparî, {OsT} F e d a k â r lık,|| cân-siper, {OsT} - * cansiper.|| cân-siperâne, {OsT} -*■ cansiperane.|| cân-sitân, {OsT} 1. Öldüren. 2. (G üzel kadın için) gön lü büyüleyip insana b e la o la n .|| cân-sitânî, {OsT} 1. B üyülem e; cezbetm e. 2. C an a lıcılık ; öldü rm e ;jz.|| can sohbeti, A rkadaşça, sam im i o la r a k y a p ıla n konuşm a. ||can suyu, I. Ye ni d ikilen f i d e veya fid a n la r a tutması için verilen ilk su. 2. Ö lm ek ü zere o la n kişiye verilen su. 3. {ağız} Kan. [DS]|| cân-sflz, {OsT} Can y a k a n ; ç o k üzücü o la n ; sıkıntı veren .|| cân-şikâf, {OsT} Can yırtan ; gön ü l yaralayan.\\ cân-şikâr, {OsT} Can avlay an ; can a la n ; ö ldü ren ; Azrail.\\ can-şiken, {OsT} Can k ıran ; Azrail.\\ can tahtası, G öğüs k e m iği.|| can tapşırm ak, {OsT} Can vermek.\\ can tartınm ak, {eAT} Canını esirgemek.\\ can tartm ak, {eAT} Can çek işm ek .|| can tutm ak, {eAT} Ö ldür m em ek; s a ğ tutm ak.|| cân ü dilden, {OsT} C andan; içten likle,|| can ü gönülden, İçten likle, kendini vererek.\\ can ü yürekten, K en din i v ererek ; içten lik le .|| can ve baş feda etmek, B irin e veya bir şeye, ölüm ü g ö z e a la c a k b içim d e bağlanmak.\\ can ve baş ile, Ç o k büyük b ir istek ve ça lışm a ile.\\ can ve baş yoluna, D ayanıklılığın en son sın ırın a k a d a r.|| can ve başa kalmak, 1. H er şey i g ö z e alm ış olm ak. 2. Yalnız kendisin i düşünm ekten b a ş k a tutumu o l m am ak.,|| can verm ek, I. Ölmek. 2. Canlandırm ak, h ay at verm ek. 3. R uha dayan ıklılık ve gü ç verm ek; cesaretlen d irm ek. 4. B ir şey i ç o k istem ek. || can yakm ak, 1. B irin e a c ı verm ek. 2. Zulm etm ek. 3. Üzüntü verm ek. 4. B irin e büyük z a r a r vermek.\\ can yanm ak, A cıklı b ir durum la k arşıla şm ak ,|| can ye leği, K auçu ktan y ap ılm ış ve şişirilebilen , k az a z ed e y i su üstünde tutan b ir tür y e le k biçim in de kurtar m a a ra cı. || can yeri, {ağız} H ayvanlardan uzak,
1 M M M .7 5 3
CAN
havası iyi y er. [DS]|| can yoldaşı, Yalnızlıktan kur tulm ak için birlikte y a şa n ıla n kimse.\\ can yürek, {ağız} M erham etli. [DS] can2, -nnı [Ar. cin > cânn uU-] (ca:n ) {OsT} is. Cin taifesi.
Canıyla oynayan; akrobat. 2. Tehlikeli işler yapan. 3. Muharip. 4. Atlı fedai. 5. m ecaz. Hileci. canbaz2, [Far. cân-bâz j^W-] (ca .n b a .z ) {O sT} is. 1. At yetiştirip satmakla geçinen kimse. 2. At tüccarı,
cana, [Far. cân+â (ey) l;U-] (c a :n a :) {OsT} is. Ey sev gili! cana, [? cana] {ağız} is. Büyük anne. [DS] canaferin, [Far. cân + aferin
canb az1, [Far. can-baz jU 0U-] (ca :n b a ;z ) {O sT} sf. 1.
0U-] (ca :n a:ferin )
{OsT} sf. Can yaratan; yaratıcı; Allah, canan, [Far. cân-ân / cânâne OUU- /
canbazan, [Far. cânbâz-âne -oljUU-] (c a :n b a :z a :n e) {O sT } zf. Cambaza yakışacak biçimde,
canbazhane, [Far. cânbâz-hâne <üU-jUU-] (ca :n b a ;z h a :n e) {O sT} is. Cambazların gösteri yaptıkları yer. canbazi, [Far. cânbâzı t i j L ^ ] (c a ;n b a :z i:) { O sT } is. Cambazlık. cancağız, [Far. cân+ T. -cağız] is. 1. Sevgili can. 2. Sevgi ve bağlılık ifadesi olarak "cancağızım ” keli mesinde geçer. 3. Önemsemezlik bildirmek ama cıyla “ca n cağ ızı isterse; can cağ ızın b i l ir ” deyim lerinde kullanılır, cancal, [Yun. tzantzalo (tutacak)'] {ağız} is. Tutam; demet. [DS] cancuk, -ğu [can-cuk
{eA T} is. Cancağız.
candan, [Far. cân+ T. -dan] sf. 1. İçten, yürekten ve sıcak davranan; samimi. 2. Gösterişten uzak, için den geldiği gibi davranan, candane, [Far. cândâne 1.
4>l.uU-]
(ca :n d a :n e) {O sT } is.
Tepe ile alın arası; bıngıldak. 2. Beyin,
cand ar, [Far. cân+dâr ji-uL»-] (c a :n d a :r) {O sT} sf. 1. Birinin hayatım kurtaran. 2. Canlı, diri olan. 3. Kuvvetli, hareketli. 4. is. Azık. 5. Korucu; saray lardaki güvenlik görevlisi ve bu sınıftan olan, candaru, [Far. cân-dârü
(ca ;n d a ;ru :) {O sT}
is. Tiryak. candarm a, [İt. gendarme] ( c a ’ndarm a) is. 1. Yurt içinde genel güvenliği sağlamak, kamu düzenini korumak, yasa ve nizamların uygulanması ile ilgili hükümet emirlerinin yerine gerilmesini sağlamakla görevli askerî güç. 2. Bu görevi üstlenmiş olan kimse. 3. sf. m ecaz. Açık göz. candaş, [Far. cân + T. -daş] is. 1. Çok yakın dost. 2. Can yoldaşı. candirazi, [Far. cân-dirâzî
(ca .n d ira .z i:)
{O sT } is. Ömür uzunluğu,
cane, [Far. câne <ül=r] (ca :n e) is. 1. Silah. 2. Ruh. canelik, -ği [? cane-lik] {ağız} is. Irmakların denizle birleştiği yer. [DS] caneriği, [Yun. tzaneriki [Tietze] / can+erik-i] is. bot. Mayhoş tadı olan açık yeşil renkte, sert ve sulu bir erik türü. canever, [Far. cân-âver jj~\ jl= -] {O sT} is. -*■ canavar, canfes, [Far. cân-fezâ / Ar. cunfâş => canfes] is. 1. Atkı ve çözgüsü ipek, üzerinde hiçbir desen bulun
Ö IÜ M ÎÜ M M .
CAN
mayan, bez ayağı örgü yöntemiyle dokunan, par lak, tok, perdahsız dokunmuş, tafta türü bir kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan. S canfes gibi yap rak , Çok az damarlı, ince ve taze asma yap
rağı.
cangırm ak, [cang (yans.) > cang-ır-a-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] Yankılanmak; yanla yapmak. [DS] cangırdı, [canğ-ır-dı lP ^ U -] {Os T} is. Şangırtı; şın
canfeza, [Far. cân+fezâ Ij&W\ (camfeza:) {OsT} sf. 1. Can artıran. 2. İç açıcı; gönle ferahlık veren. 3. m üz. Klasik Türk müziğinde saba, acemaşiran ve uşşak makamı eklenerek meydana getirilmiş iki ayrı birleşik makamın adı. can g1, [cang (yans.)\ is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cang-ul cungul,
cang-ıl-da-k, cang-ır-a-mak, cang-ır-dı. cang2, [cang / cank / cmg / cing / cong / conk / cöng / cunk / can (yans .)] is. Çınlama sesini andırır ge vezelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cang-a-la-ma, cang-a-ma,
cang-ıl-da-ma, cang-ul cung-ul. canga, [cang (yans.) > cang-a / çang-a] {ağız} is. Ko va; küçük bakraç. [DS] cangalak, -ğı [cang (yans.) > cang-a-lak] / ağızj is. Dağ yüzündeki tarla. [DS] cangalam ak, [cang (yans.) > cang-a-lak] {ağız} gçsz. fi [-r] [~l(ı)-yor] Kalabalıkta birinin dediğini diğeri duyamayacak kadar gürültülü konuşmak. [DS] cangalaz, [DS] cangam a, Gürültü; mak için
lulukta birbirinin söylediğini anlayamayacak şe kilde gürültülü konuşmak. [DS]
[Yun. kohliangos] {ağız} is. Salyangoz.
gırtı. çangırtı, [cang (yans.) > cang-ır-tı] {ağız} is. Gürültü patırtı; şangırtı. [DS] fi1 çangırtıya gitmek, {ağız} Boşu boşuna ölmek. [DS] çangırdam ak, [Erme, cangart (pençe) > çangırt-lamalc] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(ı)-yor] - * çangırdamak. [DS] cangul, [cang (yans.) > cang-ul] is. Çınlama sesini andırır gevezelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anlatan yansımalı gövde. S cangul cun gul, {ağız} (Çocukların konuşması veya sesleri için) gürültüden anlaşılmaz derecede. [DS] canhıraş, [Far. cân+harâş (tırnakla çizen)] (ca:nhıı-a:ş) {OsT} sf. Dayanılmayacak derecede acı veren; tüyler ürperten; iç tırmalayan, canım , [Far can + T. -im (1. teki, kişi iyelik eki)] sf. 1. Çok sevilen; çok değerli. 2. Çok güzel. cani1, [Ar. cinayet (öldürmek) > cânî / caniye
4^ W] (ca:ni:) {OsT} is. İnsan öldürmüş, cana kıymış olan kişi. cani2, [Far. cânî <_y^-] (ca:ni) {OsT} sf. (Kişi için) candan sevilen; sevgili; aziz,
[cang (yans.) > cang-a-ma] {ağız} is. 1 . yaygara; ağız kavgası. 2. Konuşmuş ol konuşma; boşboğazlık. [DS]
cangıl1, [cang (yans.) > cang-ıl] is. 1. Karışıklık belirten yansımalı gövde. 2. Hayvanlara takılan çanların ve başka metallerin çıkardığı kaba sesleri anlatan yansımalı gövde. 3. Buna benzer her türlü gürültü. S cangıl cangıl etmek, {ağız} B ir top
lulukta birbirinin söylediğini anlayamayacak şe kilde gürültülü konuşmak. [DS]|| cangıl cungul, 1. Ç ok değişik çan ve benzeri araçların birlikte çı karm ış oldukları ses. 2. Karmakarışık. 3. Çok de ğ işik biçimde ve tonda ses çıkararak. cangıl2, [tng. jungle] is. 1. İçinde çok sayıda yabani hayvanların barındığı sık ve gür tropik orman; cen gel. 2. Hiç kesilmemiş orman. 3. Zayıf ve güçsüz lerin ortadan çekildiği acımasız ve sert rekabet or tamı.
canib, [Ar. cenb (taraf) > cânib y ^ ] (ca:nib) {OsT}
is. 1. Yan. 2. Yan taraf. 3. Yön; cihet. S cânib-i rahm et, Allah 'm kullarına, öldükten sonra yapa cağı bağışın bulunduğu taraf. canibdar, [Ar. cânib + Far. dâr jl-LJl=r] (ca:nibda:r)
{OsT} is. as. Yancı, canibeyn, [Ar. cânîb-eyn j^W -] (ca:nibeyn) is. İki taraf. canibî, [Ar. cânib-ı ^1=-] (ca.nibi:) {OsT} sf. 1. Yana ait; yanda olan. 2. mat. Yanal, canice, [cani-ce] zfi. Cana kıyan kişilere yakışır bi çimde; caniyane. canih, [Ar. cünha > cânih / câniha li-U- juU-/ ] (ca:-
nih) sf. Bir suç işlemiş olan; suçlu, caniha, [Ar. cenah > câniha ti-U-] (ca:niha) {OsT} sf.
1. Yana yönelen. 2. Bir tarafı tutan. 3. anat. is. cangıldak, -ğı [cang (yans.) > cang-ıl-dak] {ağız} zfi. 1. Çalkalayarak, çalkalama sesi çıkararak. [DS] 2. İkinci ve yedinci kaburga kemikleri arasında ka lanlar. {ağız} sf. Gereğinden çok sulu. [DS] S cangıldak ak tarm ak , {ağız} Sıvı bir şeyi özensiz bir şekilde caniko, [Far. cân + Slav. d. -ka / -ko (dişil küçültme birden boşaltmak. [DS]|| cangıldak su etmek, eki)] sf. (Seslenme sözü olarak) sevgili, {ağız} Suyunu fa zla koymak ; çok sulandırmak. [DS] canilik, -ği [cani-lik] is. 1. Cana kıyma, adam öl dürme durumu. 2. Cana kıyıp adam öldüren kim cangıldam ak, [cang (yans.) > can-gıl-da-mak] (cahselerden beklenebilecek davranış; gaddarlık. gıldamak) {ağız} gçsz. fi [-r] [-d(ı)-yor] Bir top
CAN
ru B T O M M .7 5 5
canip, -bi [Ar. cenb (taraf) > cânib
(ca :n ib ) is.
-* canib. can iyan e, [Ar. cânî + Far. -y-âne
(OsT) zf. Ca
na kıyan kişilere yakışır biçimde; canice; acımasız ca. caniye, [Ar. caniye ^ W ] (ca:n iye) (OsT) is. Cinayet işlemiş kadın. cank1, [cang / cank / cmg / cing / cong / conk / cöng / cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır ge vezelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anlatan kök. [Ztilfıkar] can k-a-m a. cank2, [cank (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] carık-ır-dı. cank3, [İng. junlc] is. 1. Uyuşturucu madde. 2. Eroin, canka, [Bulg. djanka] (ağız) is. Küçük, sarı bir erik türü; can eriği. [DS] cankama, [cank (yans.) > cank-a-ma] {ağız} is. Gü rültü; yaygara; ağız kavgası. [DS] cankaştırm ak, [cank (yans.) > cank-a-ş-tır-mak] {çı ğızj g ç l .f i [ -ır ] Birbirine düşürmek. [DS] cankı, [Moğ. canki (danışm a) Lfs'-=r] {OsT} is. Da nışma kurulu, cankırdı, [cank (yans.) > cank-ır-dı ^pyüU-] {OsT} is. Şangırtı; şıngırtı. [DS] canki, [İng. junky / junlcie] is. Uyuşturucu bağımlısı; eroinman. cankurtaran, [can+kurtar-an] is. 1. Ölüm tehlikesi altında bulunanları kurtarmak için kullanılan araç. 2. Hasta ve yaralıları acil olarak hastaneye taşıyan otomobil. 3. Plajlarda, yüzme havuzlarında boğul ma tehlikesi geçirenleri kurtarmakla görevli iyi yüzme bilen kişi. 4. Yüksek dağ geçitlerinde kış günleri yolcuların soğuk ve olumsuz kış şart larından korunmak için sığındıkları bina, kulübe vb. S cank urtaran çanı, G örü ş alanının k ap a lı olduğu gü n lerd e g id ile c e k veya sığ ın ıla ca k y er i g em ilere g ö sterm ek için ça lm a n çan. || cank urta ran düdüğü, dnz. G örüş alanının k a p a lı olduğu h a v alard a g em ile re y o l g ö sterm ek a m a cıy la ç a lı nan düdük.\\ cank urtaran gemisi, dnz. B atm a teh likesi g eçiren veya k a r a y a oturan g em ileri kur tarm akta kullanılan g em i.|| cank urtaran kulübesi, Tipiden veya soğu ktan koru n m ak için d a ğ g eç it lerin e y a p ıla n ku lü be veya barınak.\\ cank urtaran simidi, dnz. D enize düşen birisinin tutunarak su yüzünde kalm asın ı sa ğ la y a n batm az simit.\\ can kurtaran yeleği, dnz. D en ize düşen lerin su ya bat m asını en g ellem ek için şişirileb ilen ve p lastikten yapılm ış b ir tür y elek . canlandırıcı, [can-la-n-dır-ıcı] sf. 1. Canlandırma işi ni sağlayan. 2. Canlılık veren. 3. Dirilten, canlılık kazandıran.
canlandırıcılık, [can-la-n-dır-ıcı-lık] is. 1. Canlan dırıcı olma durumu. 2. Canlandırıcı şeye veya kim seye özgü nitelikler, canlandırılm a, [can-la-n-dır-ıl-ma] is. 1. Diriltilme. 2. Dinçleştirilme. 3. Hareketlendirilme; faaliyete geçirilme. 4. Tekrar yaşanıyormuşçasma hayal edilme. canlandırılm ak, [can-la-n-dır-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Canlı hâle getirilmek; diriltilmek. 2. Dinçleştiril mek. 3. Faaliyete geçirilmek. 4. Yeniden yaşanı yormuş gibi anlatılmak; hayal edilmek, canlandırım , [can-la-n-dır-ım] is. 1. Canlandırmak eylemi. 2. Bir eseri kalıntılara bakarak ilk hali ile çizmek. 3. Bir metnin zaman içinde silinen ve ko pan parçalarım tamamlayarak ilk şekline getirme, canlandırm a, [can-la-n-dır-ma] is. 1. Canlı hâle getirme; diriltme. 2. Güç kuvvet kazandırma; dinç leştirme. 3. Çalıştırma, faaliyete geçirme; hareket lendirme. 4. Bir olayı, bir hayali gerçek ortamı içindeymiş gibi zihinde gösterme; anlatma, ortaya çıkarma. 5. Soyut bir düşüncenin bir şekil veya fi gür ile anlaşılır hâle getirilmesi. 6. Kukla ve resim leri bir hareket duygusu verecek biçimde sahnede veya perdede oynatmak eylemi, canlandırm ak, [can-la-n-dır-mak] gçl. f . [-ır] 1. Canlı hâle getirmek; diriltmek. 2. Güç kuvvet ka zandırmak; dinçleştirmek. 3. Çalışmaya başlatmak; faaliyete geçirmek; harekete geçirmek. 4. Geçmişte olan bir olayı hatırlatmak. 5. Yaşanmış olsun veya olmasın bir olayı yaşanmış gibi kişi ve çevre orta mında göstermek, canlanm a, [can-la-n-ma] is. 1. Canlı hâle gelme, ya şama belirtisi gösterme. 2. Dinçleşme. 3. Hare ketlenme. 4. Hatırlanma, canlanm ak, [can-la-n-mak] d ö n şl.f. [-ır ] 1. Ölü iken canlı hâle gelmek; hayat belirtisi göstermek. 2. Güç kuvvet kazanmak, dinçleşmek. 3. Çalışmaya baş lamak, harekete geçmek; faaliyete geçmek; hare ketlenmek; eskiye göre daha iyi hâle gelmek. 4. Geçmişte olup bitmiş bir olayı yeniden yaşanı yormuş gibi hatırlamak; belleğinde yeniden ortaya çıkarmak. 5. Bir şeye hareket ediyormuş, yürüyormuş izlenimi vermek, canlatm ak, [Far. can > can-la-t-mak] fağızj gçl. f . [ır] Ayıltmak. [DS] canlı, [can-lı] sf. 1. Canı olan. 2. Yaşayan; hayatî fonksiyonlarım devam ettiren; diri. 3. Güçlü, kuv vetli; sağlıklı. 4. Hareketli; hayat dolu; neşeli. 5. (Yer için) sürekli kalabalık olan. 6. Dinç. 7. (An latım için) etkileyici; ilgi çekici ve akıcı. 8. Parlak; çarpıcı; aydınlık. 9. is. Yaşamakta olan, hareket edebilen yaratık. 10. {ağız} Çelik çomak oyununda çeliği çelmeye hakkı olan oyuncu. [DS] 11. {ağız} Saklambaç oyununda kaleye, ebeden önce gelerek sobeleyen oyuncu. [DS] S1 canlı bebek, Ç o k g ü z el.|| canlı canlı, H enüz ölm em işlcen; d a h a y a şıy o r
ÜlÜKEÎl IÜÎİKCE SÖEIÜH.
CAN k en ; hayattayken. ||canlı can av ar, (Ç o cu k için) ç o k h a rek etli; y aram az. || canlı cenaze, (K işi için) ç o k z a y ı f ve güçsüz. || canlı hedef, as. A sk erî b irlikleri v e sivil h alkı için e alan hedef.\\ canlı kayıt, H er h a n g i b ir stü dyoda d eğ il d e sa h n ed e vey a halkın önün de g ö steri h a lin d e y a p ıla n kayıt.\\ canlı mo del, H eykel veya resim yap ım ın d a m od el o la r a k kullanılan kadın veya erkek. || canlı özdekçilik, fe l. E vrenin tem eli o la r a k düşünülen m addenin can lı olduğunu savunan g örü ş; hilozoizm.\\ canlı resim, sine. Sin em a san atın d a b ir h areketin h e r safhasın ın ö n c e ayrı ayrı görüntüsü alın ıp so n ra bu görüntü lerin b elirli zam an a ra lıkla rıy la sin em a vericisin d en g eçirilm esin e dayan an yöntem . || ... canlısı, O ş e y e ç o k düşkün olan. || canlı yayın, tv. Ö nceden h erh an g i b ir şe k ild e tespit edilm em iş ve a lıcıy la doğru dan aktarılm ış bulunan yayın. || canlı yem, b a lkç. E tçil ba lık ları y a k a la m a k için oltanın ucuna takılan so lu ca n veya kurtçuk. canlıcı, [can-lı-cı] sf. Olayların ruhlar âlemindeki gizli güçlerce yönetildiğine inanan görüş sahibi; animist. canlıcılık, -ğı [can-lı-cı-lık] is. fe l. 1. Olanların ruhlar âleminin gizli güçlerince yönetildiğine inanan ilkel anlayış; animizm. 2. Çocuğun, bütün varlıkların canlı olduğuna inanma şeklinde beliren dönemi, canlık, -ğı [can-lık] {ağız} is. Besin. [DS] canlılaştırm ak, [can-lı-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır ] Can lı hâle getirmek, canlılık, -ğı [can-lı-lık] is. 1. Canlı olma durumu. 2. Canlı bir şeye has nitelik; dirilik. 3. m ecaz. Ha reketlilik, neşelilik, cang, [cang / can (yans.)] is. Cam ve metal nes nelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfikar] canp, [Ar. canb (yan, böğür)] {ağız} is. 1. Kola bitişik duran vücut parçası. 2. Kağnıda yanlar. [DS] canp ara, [Far. cân+pâre] {ağız} is. Sabanı teker leklere bağlayan parça. [DS] canperver, [Far. cân+perver
jU -] (ca:n perver)
{OsT} sf. 1. Can besleyen. 2. Ruha ferahlık veren; iç açan. 3. Ruha hoş gelen, canrüba, [Far. cân+rübâ k>
(ca .n rü b a :) {OsTj
sf. 1. Can alan; gönül kapan. 2. Öldürücü olan. 3. m ecaz. (Kadın için) güzelliğiyle gönülleri çelen; cazip; hoş; latif, canrübayi, [Far. cân+rübâyî] (ca :n rü b a:y i:) {OsT} sf. 1. Öldürücü nitelik. 2. Büyü, cansız, [can-sız] sf. 1. Cam olmayan. 2. En temel hayatî fonksiyonlardan yoksun olan; canlılık be lirtisi göstermeyen. 3. Ölmüş, canlılığını yitirmiş bulunan; ölü. 4. Güçlü bir yaşama belirtisi göste remeyen; zayıf; cılız. 5. Çok ağır hareket eden; dermansız; halsiz; mecalsiz. 6. İnsan üzerinde bir etki bırakmayan; etkisiz; durgun; sönük. 7. is. Can
lı olmayan, yaşam belirtisi göstermeyen varlık. 8. zfi. Ölü olarak; hareketsiz; durgun biçimde. S1 can sız at, {ağız} B isiklet. [DS]|| cansız düşmek, H asta lık ve y orgu n lu k g ib i s e b e p le rd en dolayı gücünü k ay b etm ek ; zay ıfla m a k ; bitkin dü şm ek; h alsiz k a l mak. cansızlaşm a, [can-sız-la-ş-ma] is. Cansız hâle gel mek eylemi. cansızlaşmak, [can-sız-la-ş-malc] dönşl. f i [ -ır ] Can sız hâle gelmek; cansız duruma düşmek; zayıfla mak; güçsüzleşmek, cansızlaştırm a, [can-sız-la-ş-tır-ma] is. 1. Cansız hâ le getirme işi. 2. tıp. Bir dişin canlı dokusunu yok etme. cansızlaştırm ak, [can-sız-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Cansız hâle getirmek; cansız duruma düşürmek; zayıflatmak; güçsüzleştirmek; cansızlaşmasına yol açmak. cansızlık, -ğı [can-sız-lık] is. 1. Cansız _olma durumu. 2. Cansız bir şeye has nitelik. 3. Durgun ve ha reketsiz olma; zayıf ve güçsüzlük, cansipar, [Far. cân+sipâr jL-jU -] (c a .n sip a .r) {OsT} sf. -*■ cansiper. cansiparane, [Far. cân+sipârâne
(c a :n sip a :ri:)
{OsTj is. Fedakârlık, cansiper, [Far. cân+sipâr jU~iU-] (ca :n sip er) {OsT} sf. Canını feda eden; hayatını esirgemeyen, cansiperane, [Far. cân+siper+âne 4iljL_;U-] (ca:n sip e r a :n e ) {OsT} zfi Canını feda edercesine, cant, [Fr. jante] is. -►jant. canter, [İn. canterbury] is. Yarış atlarının, gösteri ve çevikliklerini sergilemek ve yarış için ısınmaları amacıyla tartı yerinden başlama noktasına kadar koşturulması işi. cantiyane, [Lat. gentiane] is. bot. Büyük bir kökü, sap üzerinde bir düğüm çevresinde dizili altın sarısı çiçekleri bulunan, kuvvetli bir kokusu ve acı bir tadı olan, iştah açıcı, uyarıcı, kuvvetlendirici ve ateş düşürücü özelliklerinden dolayı halk hekim liğinde kullanılan bir yıllık bitki; kızıl kantaron, (G en tian a lutea). ca p 1, [cab / cap (yans.)] is. Gelişigüzel, şımarık ve hoppaca davranışları anlatan kök. [Zülfıkar] ca p cık, ca p cuk, capcu k-lan -m ak. cap2, [cap (yans.)] is. Gereksiz, yerli yersiz konuşma, boş laf etme ve ötüşme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] ca p çak, c a p + ç a k ağızlı. S cap sı yırtm ak, {ağız} 1. Öğünmek. 2. B irinin arkasın dan k on u şm ak; d ed ikod u yapm ak. [DS] cap 3, [cap / calp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
I H I K SÖIİ^757 oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] ca p cap, c a p cup, cap-ul, cap-la-k. S cap cap, {ağız} (Sıvı için d e h a rek et ed en cisim için) şapırtı se sler i çıka ra ra k. [DS]|| cap cup, {ağız} ço c. d. Yıkanma. [DS] cap4, [cap] {ağız} is. 1. Toprak tencere; güveç. 2. Sırlı su küpü; küp. 3. Çelik çomak oyununda çeliğin konulduğu oyuk. 4. Emin ve sağlam yer. 5. Eğimli yüzey. [DS] capcanlı, [ca-(p)+ca/nlı] (ca ’p ca n lı) p ek şt. sf. 1. Çok canlı; hareketli. 2. İlgi çekici; hemen dikkati çeken; gösterişli. capcuklanm ak, [cap (yans.) > cap-cuk-la-n-mak] {ağızj dönşl. f . [ - ı r j Hoppoca davranmak veya ko nuşmak. [DS] çapçak, -ğı [çamçak / cap (yans.) > cap-çak ?] {ağızj is. Çeşme ya da kuyu başlarında su içmekte kulla nılan kepçe biçimindeki ağaç maşrapa; maşrapa. [DS] S çapçak ağızlı, {ağız} 1. Ç o k a ğ la y an çocuk. 2. G ev eze; dedikodu cu. [DS] capçık, -ğı [çap (yans.) > cap-çık] {ağız} sf. Şımarık; hoppa; terbiyesiz. [DS] caplak, -ğı [cap (yans.) > cap-la-k] {ağız} is. Kay nağa daldırılarak su doldurulan kap. [DS] çaplan, [cap (yans.) > cap-lan] {ağız} is. 1. Su bi rikintisi. 2. Etrafı dağlarla çevrili yer. [DS] caplanlık, -ğı [cap (yans.) > cap-lan-lık] is. Etrafı dağlarla çevrili yer. çapul, [cap (yans.) > cap-ul] {ağız} sf. 1. Sulu. 2. Ba tak. [DS] ca r1, [car (yans.)] is. Sürtünme, dönme ve bu biçim de parazit sesler çıkarma, bağırma, ağlama, ötme vb. sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] car-ıl-tı. S car car, 1. Yüksek s e s le ve gürültülü b ir b içim d e (k o nuşma). 2. G eveze, y a y g aracı. car2, [Moğ. car] is. 1. Yüksek ses; bağırma; nidâ. 2. Bir şeyi tellal aracılığıyla, yüksek sesle duyurma; bu şekilde yapılan ilan, {ağız} (aym) [DS] 3. Tehlike durumunda yardım isteme, {ağız} (aynı) [DS] 4. Y ar dım. 5. {ağız} Dilek; rica. [DS] S c a r çekm ek, B ir şeyi duyurm ak a m a cıy la tella l tarafın dan b a ğ ıra r a k ilan edilmek.\\ c a r çektirm ek, T ella l v a sıtası ile ilan ettirm ek. ||c a r etmek, 1. Yüksek s e s le b a ğ ıra r a k konuşm ak. 2. {eAT} N a ra a tm a k; h a y kırm ak. 3. {eAT} İlan etm ek. 4. B ir kim seyi ba ğ ırt m ak.|| carına yetişmek, {ağız} İm d ad ın a koşm ak. [DS]|| carını atm ak, {ağız} K oruyu culuğu na sığ ın mak. [DS]|| c a r kılmak, {eAT} -*■ car etmek. car3, [Ar. civar > car _>U-] (c a :r ) {OsT} is. 1. Komşu.
C AR
tündükleri tek parça ve renk renk desenlerle işlen miş örtü. 2. {ağız} Siyah üstlük; çarşaf. [DS] 3. {ağız} Bel bağı. [DS] c a r5, -rr ı [Ar. cerr (çekm e) > carr / carre jU- / {OsT} is. Çeken, çekici, sürükleyici. S car h arf leri, A r a p ç a ’da, ismin önüne g eld iğ i zam an so n u nun es reli okunm asını g erek tiren ön ekler. c a r6, [Ar. cerr yr] {ağız} is. 1. Dilenme; toplama. 2. Dilenci. [DS] c a r7, [car] {ağız} is. 1. Çakıl yığını. 2. Kayalık ya maç; yar. 3. Meyveli dal. 4. Süt süzmeye yarayan aygıt. [DS] c a r a 1, [Ar. carras^-] {ağız} is. Toprak testi. [DS] ca ra 2, [Fr. cigarette > cığara] (c a :ra ) {ağız} is. Sigara. [DS] carak , -ğı [car (yans.) > car-alc] {ağız} is. Kurbağa. [DS] c a ra l1, [? caral] {ağız} is. Zarf; kabuk; sargı; kap; zar. [DS] caral2, [Ar. caral J y r] {ağız} is. Az ürün veren zayıf toprak. [DS] caraskal, [Ar. cerr (çekm e, sü rü klem e) + eşkal (ağır şeyler)] {ağız} is. Ağır şeyleri kaldırmakta kullanı lan üç ayak üzerine kurulmuş bir tür vinç. [DS] carasun, [Moğ. calagu (yiğit) / e T çal-mak (yere vur m ak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > carâsun j j - l y r ] (cera:su :n ) sf. - * cilasun, c a rc a r, [Ar. carcar
y ry r]
{ağız} is. Döven denilen ta
rım aracı. [DS] c a rc a ra , [Ar. carcara sy r y r ] {ağız} is. Çağlayan. [DS] carcı, [Moğ. çar-çi > car-cı] is. 1. Halka duyurulacak şeyi yüksek sesle bağıra bağıra dolaşarak ilan eden kişi; tellal. 2. {ağız} Kur’an okuyarak para kazanan. [DS] c a rc u r1, [car+cur (yans.)] zf. 1. Zararını ve yararını düşünmeden, aklına estiği gibi. 2. {ağız} is. Elbise ve çanta gibi eşyalarda geniş açıklıkları kapatmaya yarayan, karşılıklı erkekli dişili dişlerden ve bunla rın üzerinde yürüyen bir kapatıcıdan meydana gel miş düzenek; fermuar. [DS] 3. {ağız} sf. Geveze; de dikoducu. [DS] ö c a rcu r etmek, G elişi g ü z el ve y e r li yersiz konuşm ak. c a rcu r2, [Fr. chargeur> şarjör] {ağız} is. Tüfek ve ta bancada namluya mermi veren yaylı kutu. [DS] cardın, [Ar. cirzavn jjiU -] {OsT} {ağız} is. İri fare.
[DS] 2. Müşteri. S câr-ı mü lası k, {OsT} B itişik kom şu .|| câ r’ullâh, {OsT} M e k k e ’y e g id ip o r a d a oturan.|| care, [Ar. câre Sjl=r] (ca. re) {OsT} is. Mahalle. cârü ’l-cenb, {OsT} B itişik k om şu .|| c â rü ’l-cünüb, cargam a, [Far. çâr-gâme] {ağız} is. Ağız kavgası; gü {OsT} A k rabad an olm ayan kom şu. rültü. [DS]
car4, [Ar. 'izâr (örtü) => car _>U-] {OsT} is. 1. Kadın ların sokağa çıkarken üzerlerine boydan boya ör
carh , [carh (yans.)] is. Birden vurma, çarpma anlatan kök. [Zülfıkar] carh-a-da-h.
Ö IÜ M IİIT O M .
CAR
carh adah , [carh (yans.) > carh-a-dak] {ağız} zf. Bir denbire. [DS] carı, [Yun. tsaro] {ağız} sf. 1. Becerikli. 2. Eli çabuk. 3. Canlı. [DS] çarık 2, -ğı [eT. yaruk > car-ık] {ağız} is. 1. İşık; ay dınlık. 2. Yarık. [DS] çarık 2, ğı [Far. çâr (p eçe)+ Kürt, -ik > çarik (b ir tür kuşak)] {ağız} is. Keklik avında avcının arkasına saklandığı keklik resimli pano. [DS] cank lanm ak, [eT. yaruk > carık-la-n-mak] {ağız} d ö n ş l.f. [ -ır ] Aydınlanmak. [DS] carıklatm ak, [eT. yaruk > carık-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Aydınlatmak; ışıtmak. [DS] çarıklık, -ğı [eT. yaruk > carık-lık] {ağız} is. Işık; aydınlık. [DS] carıldaşm ak, [câr-ıl-da-ş-mak j^uJ_,U-] {eAT} işteş f . [-u r] Barışmak, carıltı, [car (yans.) > car-ıl-tı] {ağız} is. 1. Çağıltı. 2. Hırıltı. 3. Bir sesi anlaşılmaz kılan yabancı ses. 4. Hafif ses. [DS] carıs, [Ar. câris j-j^ -] {ağız} sf. 1. (Kadın için) arsız; terbiyesiz. 2. Yaramaz. [DS] 3. {OsT} Rezil, t? carıs etmek, 1. {ağız} U sandırm ak; rahatsız etm ek. [DS] 2. {OsT} R ezil etm ek; rüsvay etm ek.|| carıs ol m ak, {ağız} I. R ahatsız olm ak. 2. U tan acak duru m a düşmek. [DS] carıslık, -ğı [carıs-lık] {ağız} is. Terslik; uğursuzluk; biçimsizlik. [DS] carıt, [Erme, çarat / çaruk] is. 1. Ateş küreği. 2. {ağız} Toprak küreği. [DS] cari, [Ar. cereyan (akm a) > câr! lSjLş-] (c a :ri:) {OsT} is. 1. Akan; geçen; yürüyen. 2. Yürürlükte bulunan; hâlen geçerli olan. S cari faiz haddi, eko. P a r a a rz ve ta leb in e g ö r e olu şan f a i z oranı. || cari fiyat, 1. A lışveriş işlem lerin de g e ç e r li olan fiy at. 2. B ir m alın belirli b ir z am an ve y e r d e g e ç e r li olan p iy a s a değ eri. |j cari hasıla, eko. 1. B ir yatırım dan bir y ıl için de sa ğ la n a n gelirin yatırım d eğ erin e oranı. 2. Serm ayenin yü zde ile g ö sterilen y ıllık g e lir i.|| c a ri hesap, bank. K işiler veya k işilerle ba n k a a r a sın d a sürüp giden a la c a k ve b o rç ilişkisi için de y ü rütülen işlem .|| cari hesap sözleşmesi, bank. B irbi ri ile b o r ç ve a la c a k ilişkisi bulunan iki kişiden k arşılık lı o la r a k a la c a k ve v ereceklerin i döktükten so n r a eld e edilen toplam so n u ca g ö r e bo rçla n m a v ey a a la ca k la n m a sözleşm esi. || cari ihtiyat, eko. K ıs a zam an da p a r a y a ç ev r ile b ile c ek a k t if h e s a p lar. || cari kur, eko. Yabancı p a ra la rın m illî p a r a birim ine dönüştürüldüğü a n d a ki fıy a tı. || cari mali yet, eko. B elir li b ir zam an dilim i için deki fiy a tla r a g ö r e olu şan maliyet. || cari m asraf, B elirli b ir d ö nem için de y ap ılan m asraf. || cari nispet, eko. D ö nüşüm de bulunan d eğ erlerin toplam ının k ıs a vadeli
b o r ç la r toplam ın a bölüm ü. || cari olmak, Yürürlük te olm ak. carih, [Ar. cerh (yaralam a) > cârih
(ca.rih. h
kalın söylen ir) {OsT} sf. 1. Yaralayan; yara açan. 2. m ecaz. Bir görüşün karşıtını ispat ederek onu çürü ten. 3. (Hayvan için) yırtıcı. carih a,
[Ar.
cerh
(yaralam a)
>
câriha
(ca :rih a ) {OsT} is. 1. Kol ve ayak gibi vücut üyele rinden her biri. 2. Yırtıcılar, (R apaces). carihîn, [Ar. cerh (y aralam a) > cârihîn
(c a :-
rihi.n, h kalın söylen ir) {OsT} is. 1. Yaralayanlar. 2. Bir fikre karşı iddiada bulunup bunu ispat edenler. carim , [Ar. cümı > cârim / cârime />jl>- /
jl>-] (ca :-
rim ) {OsT} sf. 1. Suçlu. 2. Kesen. 3. Hurma topla yan. 4. Ailesinin geçimini sağlayan. caris, [Ar. câris ^_>L=r-] (ca :ris) {ağız} s f 1. (Kadın için) hırçın. 2. Terbiyesiz. 3. Yaramaz. 4. Cadı. [DS] cariy e1, [Ar. câriyye <;jU-] (ca :riy e) sf. Geçerli olan; yürürlükte bulunan. cariye2, [Ar. câriye ^ W ] (ca :riy e) {OsT} is. 1. Para karşılığı alman kadm; odalık; halayık. 2. Eskiden savaşlarda esir alınarak para karşılığı satılan, hiçbir özgürlüğü olmayan ve efendisinin her türlü ihtiya cını karşılayan köle kadm, kız; halayık; karavaş, cariyelik, -ği [cariye-lilc] (ca:riy elik) is. 1. Cariye ol ma durumu. 2. Cariye olanın niteliği, cariyeniz, [cariye-niz] (ca:riyen iz) zm. 1. Kadınların eskiden aşırı saygı amacıyla kendilerinden bahse derken “ben” yerine kullandıkları kelime. 2. Karşı sındakine aşırı saygı amacıyla kendi kızından ve karısından bahseden erkeğin “kızım veya e ş im ” yerine kullandığı söz. c a rk 1, [cark (yans.)] is. Birden ikiye ayrılmayı, ya rılmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cark-ıl-da-m ak. cark 2, [cark (yans.)] is. Birden vurma, çarpma anla tan kök. [Zülfıkar] cark-a, cark-ı-d a-k. carkıdak, [cark-a-dak] {ağız} zf. (Yapılan iş veya ha reket için) carkıltı sesi ile birlikte ve ansızın; bir denbire. carkıldam ak, [cark-ıl-da^malc] {ağız} gçsz. f . [-r ] [d (ı)-y or] 1. Ansızın açılıp kapanma ile birlikte ses çıkarmak. 2. (Kuş, tavuk vb. için) rahatsız edici ve sürekli ses çıkarmak; cark cark ötmek, carkıltı, [cark (yans.) > cark-ıl-tı] {ağız} is. 1. Ansı zın çıkan vurma ve çarpma sesi. 2. Kalın, kaba ve rahatsız edici kuş, tavuk sesi. 3. Sakız çiğnerken çıkan ve buna benzer ses. carlak , -ğı [car-la-k] {ağız} sf. 1. (Kişi için) sesi hoşa gitmeyen. 2. is. Kötü ses. [DS] carlam a, [Moğ. car (çağrı) > car-la-ma] is. 1. Yük sek sesle bağıra bağıra konuşma. 2. Nara atma. 3. Tellal aracılığıyla duyurma; ilan etme.
r o m m ttM i.7 5 9
CAS
c a rla m a k , [Moğ. car (çağrı) > car-la-mak] g ç s z . f [-
r] [-l(ı)-y o r] 1. Car çeker gibi bağırarak konuşmak. 2. Tellallık etmek. 3. gçl. f . Çarcı aracılığıyla halka duyurmak. carlaşm ak, [car-la-ş-mak] {ağız} işteş, f [~ır] 1. Top lanıp konuşmak; tartışmak; görüşmek. 2. Gürültü yapmak. [DS] carlı, [car-lı] {ağız} sf. Yoksul; zavallı. [DS] çarlık, [Moğ. car (çağrı) > car-lık] is. Tellal bağırt mak suretiyle yapılan duyuru, carlu, [car-lu
j=r\ {OsT} sf. Tanınmış; meşhur; ünlü.
carm açu r, [Erme, cermag (beyaz) + çur (su)] is. a r go. Rakı. S carm açu r yapm ak, argo. R akı içm ek. carm ak, [Erme, çermag] is. a rg o. Rakı, carp, [carp (yans.)] is. 1. Birden kuvvetlice çarpma, bu biçimde vurma, kesme anlatan kök. [Zülfıkar] carp-a-dak, carp -a-d an , carp-ıl-da-t-m ak. 2 . zf. {ağız} Birdenbire; hemen. [DS] carpadak, -ğı [carp (yans.) > carp-a-dak] {ağız} zf. Birdenbire; hemen. [DS] carpadan, [carp (yans.) > carp-a-dan] {ağız} zf. Bir denbire; ansızın; hemen. [DS] carpıldatmak, [carp-ıl-da-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Sopa ile ansızın kuvvetlice vurmak. [DS] carse, [İng. jersey] is. -*■ jarse, carşeb, [Far. câr-şeb
4~ijU-] (ca :rş eb ) {OsT} is.
Çarşaf. cart, [cart (yans.)] is. 1. Ansızın yırtılma ve bu bi çimde kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] ca rt-a-d ak, ca rt cart, ca rt curt, cart-ıl-la-m ak, ca rt-ıl olm ak, cartla-k. 2 is. Kâğıt veya bez cinsi şeylerin yırtılırken çıkardığı ses. 3. argo. Birinin aşırı abartmada bu lunduğunu ikaz için söylenir. 4. sf. (Renkler için) gözü rahatsız edecek şekilde uyumsuz; frapan. S cart c a rt ötm ek, Ç ev resin d ekileri küçü k g ö r e r e k kendini beğ en m iş b ir h a ld e durm adan konuşm ak. || cart cu rt, 1. B ozu k veya g ev şem iş eşyadan çıkan gıcırtı sesi. 2. A sılsız tehdit ve g ö z korkutm a. 3. B oş y er e öğü n m e; böbürlenme.\\ c a rt cu rt etmek, 1. Em ri a ltın d akileri korku tm ak için ba ğ ırıp ç a ğ ır mak. 2. B ö b ü rlen m ek için y üksekten atm ak; çalım lı konuşm ak. 3. İle r i g e r i konuşmak.\\ c a rt kaba kâğ't, Birinin p a la v r a s ın a inanılm adığını ifa d e etm ek için söylen en söz.
.
carta, [Ar. darta / zarta] (ca ’rta) is. arg o. Seslice yel lenme; osurma. S c a rta çekmek, argo. Yellen m ek.|| cartayı çekmek, arg o. Ölmek. cartadak, [cart (yans.) > cart-adak] ( c a ’rtadak) zf. 1. “Cart!” diye ses çıkararak. 2. Gürültülü bir biçimde ve aniden. 3. {ağız} Birdenbire; hemen. [DS] cartazan, [cart-az-an] {ağız} sf. 1. Kendini beğenmiş. 2. Geveze. [DS] cartı, [cart-ı] {ağız} sf. Yarım; parça. S cartı kal mak, {ağızf Yarım kalm ak. [DS]
cartıl, [cart-ı-1] {ağız} sf. 1. Kötürüm. 2. Yaşlılıktan bunamış olan. 3. Acuze; delimsi; cadı. [DS] S ca rtıl olmak, {ağız} 1. Güçten düşm ek; yoru lm ak. 2. H am laşm ak. [DS] cartıllam ak, [cart (yans.) > cart-ıl-la-mak [Zülfıkar]] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Yorulmak; güçten düşmek. 2. Hamlaşmak; cartıl olmak. [DS] cartlak, -ğı [cart (yans.) > cart-la-k] sf. 1. Yırtılmış; çatlamış durumda olan. 2. {ağız} Kendini beğenmiş; şımarık. [DS] 3. Yaşlılıktan bunamış; delimsi; acu ze; cadı. 4. {ağız} is. Olgunlaşmak üzere olan incir. [DS], c a ru 1, [Far. cârü _ı>l=r] (ca :ru :) {OsT} is. Süpürge, caru , [câr-ü j_>W-] {OsT} is. Yüksek ses; bağırtı. S caru çalm ak, {OsT} B ağ ırm ak ; haykırm ak; n a ra atmak.\\ caru urm ak, {OsT} -*■ caru çalmak, carub, [Far. cârüb v ’Jj^ -] (ca ;ru ;b ) {OsT} is. Süpür ge. S cârflb-keş, {OsT} -*■ carubkeş.|| cârü bnümâ, {OsT} Süpürgeyi andıran.\\ cârûb-zen, {OsT} - * carubzen. carubkeş, [Far. cârub-keş
ı_jjjW-] (ca.ru p keş)
{OsT} is. 1. Süpürücü. 2. Eskiden önemli ve şerefli bir görev sayılan Mekke’de Kâbe’nin, Medine’de ise camilerin süpürülme işi. carubzen, [Far. cârub-zen oj
(ca.ru bzen )
{OsT} is. Süpürücü; çöpçü, carullah,
[Ar.
câr’ullâh
-UJljW]
(ca ;ru lla ;h )
sf.
Mekke’ye çekilip orada oturan, caru t, -du [Erme, caruğ > carut] {ağız} is. Ateş küre ği. [DS] c a s1, [cas] is. Parıltılı görüntü ve yansıma anlatan kök. S cas cas, Yanıyormuş g ib i p a r la y a r a k ; ışık la r yan sıtarak. cas2, [Ar. caşş l_r=-=-] {OsT} is. 1. Kireç. 2. Alçı taşı. cascavlak, [ca(s)+ca/vlak] ( c a ’sca v lak ) pekşt. sf. 1. Saçsız. 2. Elbisesiz; çıplak. 3. zf. Saçsız olarak. 4. Çıplak olarak. 0 cascavlak kalmak, 1. Ü zerinde h iç b ir g iy ec e k k alm am ak ; ç ır ılç ıp la k kalm ak. 2. Bütün m ad d î varlığını yitirm iş bir durum da k a l m ak; ça resiz düşmek. caselik, -ği [Ar. câşelîk
(c a .se li.k , k kalın sö y
lenir) is. 1. Katolik. 2. Büyük papaz; başpapaz. -Cası, [-ca-s-ı / -ce-s-i] {eAT} y a p e. ...-m hepsi, casıl, [cas / caz (yans.) > cas-ıl] is. Yanma sırasında çıkan sesi anlatan gövde. [Zülfıkar] S casıl casıl yanm ak, {ağız} C ızırd ay araky an m ak. [DS] casim, [Ar. câsim »iU-] (ca.sim ) {OsT} sf. (Kişi için) yüzükoyun yatmış olan, casir, [Ar. cesâret > câsir y*W ] (ca ;sir) {OsT} sf. Ce saret edici; cesaret gösteren.
01 M I Ü K S Ö M .
CAS cassas, [Ar. caşşaş ^ U ^ r ] (ca ssa :s) {OsT} is. 1. Ki reççi. 2. Sıvacı, cast, [Far. castc~ ^ -] {OsT} is. Üzüm sıkma teknesi. casum , [Ar. câsüm pi'W-] (ca:su :m ) {OsT} is. Kor kunç rüya; kâbus; karabasan, casus, [Ar. cess (gizli) > câsüs
da demir çiviler. 4. {ağız} Balık ağı örmekte kulla nılan mekik. [DS] cav6, [cav] {ağız} is. 1. Savaş. 2. Düşman. [DS] cav8, [cav] {ağız} is. Yağ. [DS] cav9, [cav / çav jU- / jU-] {eAT} is. Ün; şan; şöhret. 0 cav dutm ak, {eAT} Ün a lm a k ; şö h re t kazanm ak.
(ca :su :s)
{OsT} is. 1. Gözetlemek, bilgi toplamak için düş man içine sızan veya yabancı bir devlet içinde gizli bilgileri öğrenmek amacıyla çalışan kimse; çaşıt. 2. Birini ve bir topluluğu izleyerek bilgiler toplamaya çalışan kimse; ajan. 3. sf. Gizli bilgileri toplamakta ve ilgili yere aktarmakta kullanılan, casus belli, [Lat. casus belli] is. 1. Savaş sebebi. 2. Bir ülke ile savaşa sebep olabilecek her olay. 3. Savaşı haklı gösteren bahane. casusî, [Ar. câsüsı ^ ^ U - ] (ca :su :s i:) sf. 1. Casus lukla ilgi. 2. is. Casusluk, casuslam ak, [casus-la-mak] (ca:su slam ak) g ç s z .f. [r ] [-l(u )-y or] Casusluk etmek; gizli şeyleri araştır mak. casusluk, -ğu [casus-luk] (ca.su slu k) is. 1. Yabancı bir ülkede, bağlı olduğu ülke yararına bilgi toplama ve aktarmak eylemi. 2. Casusun yaptığı iş ve gö rev; ajanlık. caşır, [Ar. çavşır] (ca :şır) {ağız} is. -*■ çavşır. [DS] caşnam ak, [caş-na-mak] g ç s z .f. [-r ] [-n (ı)-y or] Şim şek çakmak. caşu r, [Ar. çavşır => câşur yil=r] {eAT} -*■ çavşır. S caşu r dibi, {eAT} Yaban p a n c a rı kökü. cat, [Güre, çadi / Erme, cat] {ağız} is. 1. Mısır unu. 2. Mısır unundan yapılan ekmek. [DS] çatm ak, [cat-mak] g ç s z .f. [ - a r ] Yatmak. cav1, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay namasını anlatan kök. [Zülfıkar] cav-la-m ak. cav2, [cav (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde ko nuşma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] ca v -ır cavır, cav-ır-da-m ak, cav-ır-tı, cav-ış-tı. cav3, [cav (yans.)] is. Gereksiz, anlamsız boş lafların söylenişini anlatan kök. [Zülfıkar] cav-gır-t-m ak, cav-ık-m ak. S cav saymak, {ağız} Önem verm e m ek. [DS] cav4, [cav (yans.)] is. Flızla uçma, uçuşma, kaçma ve fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cav-gırt-m ak, cav-ık-m ak. cav5, [Far. çah] is. 1. Büyük bez veya deri torba; tu luk. 2. Banyo yapılan yer, küvet veya tekne. 3. El yüz yıkanan lavabo veya leğen. cav7, [çınğ (yans.) / çij (dem ir çivi) / çüjmek (ger m ek, uzatm ak) > cağ / cav] is. 1. Parmaklık, korku luk. 2. Çorap örmekte kullanılan şiş. 3. Dokuma tezgâhlarında bobinleri takmakta kullanılan ağaç ya
cavalacoz, [Yun. zavalis (zavallı) ?] sf. argo. 1. De ğersiz; önemsiz. 2. Derme çatma. 3. Gereksiz söz. cavan, [Erme, çevon / çopan] {ağız} is. Kalın urgan; halat. [DS] cavcav, [cav+cav] is. ikile. 1. İyi hazırlanmamış, tel vesi ve suyu ayrı duran kahve. 2. {ağız} argo. Uy durma, boş ve gereksiz konuşma. [DS] 3. {ağız} Hindi. [DS] 4. {ağız} Havlama. [DS] cavcavlı, [cav+cav-lı] {ağız} sf. En hareketli an. [DS] cavcı, [cav-cı] {ağız} sf. Bencil. [DS] cavdımak, [çav-mak > cav-(ı)d-mak] {ağız} gçl. f. [r ] (Atılan taş, ok, mermi vb. için) hedefe varmaya rak yana doğru kaymak. [DS] cavers, [Ar. câvers
(ca :v ers) {OsT} is. Buğ
day arasında biten bir tür sarı darı, caversi, [Ar. câversı ^ j j U - ] (c a :v ersi:) {OsT} sf. (Kabarcık için) bir darı tanesi büyüklüğünde olan. fi5 câversiyyü’ş-şekl, {OsT} D a n biçim inde. cavgın, [cav (yans.) > cav-mak > cav-gm] {ağız} Rüzgârlı havada karla karışık yağan yağmur. [DS] cavgırtm ak, [cav (yans.) > cav-gı-r-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Kaçırmak. [DS] cavık, -ğı [cav (yans.) > cav-ı-k] {ağız} sf. Sulu; suyu çok; cıvık. S cavık cıvık, {ağız} (Y em ek için) a c e le ile y a p ıla n ve uydurma. [DS] cavıkm ak, [cav (yans.) > cav-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Oraya buraya koşturmak. [DS] cavıldak, -ğı [cav (yans.) > cav-ıl-dak] {ağız} sf. Sevimli ve konuşkan. [DS] ca v ır1, [cav (yans.) > cav-ır] is. Sevimli ve konuşkan olmayı anlatan yansımalı gövde, ö cavır cavır, {ağız} K onuşkan ve sevim li. [DS] cavır2, [Ar. kâfir / Far. gabr (ateşperest) > gâvur] {ağız} is. Gâvur. [DS] S cavır com balak, {ağız} T epe takla. [DS]|| cavır gibi, {ağız} B ilg iç; kurnaz; akıllı. [DS]|| cavır hıyarı, {ağız} E ş e k hıyarı. [DS]|| cavır otu, {ağız} Anason. [DS] cavırdam ak, [cav (yans.) > cav-ır-da-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r ] Tatlı sesle konuşmak. [DS] cavırdaşm ak, [cav (yans.) > cav-ır-da-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Cıvıldaşmak. [DS] cavırtı, [cav (yans.) > cav-ır-tı] {ağız} is. Kuş sesi; cıvıltı. [DS] cavıştı, [cav (yans.) > cav-ış-tı] {ağız} is. Haykırma sesi; gürültü. [DS] cavi, [Cava > cavı j j U ] (ca :v i:) {OsT} sf. 1. Cava ile
hm ım
SİM-« 76i
CAY
ilgili. 2. is. Cava adasında yetişen sert bir kamıştan yapılmış, hattatlıkta çok ince çizgiler çizmek için kullanılan kalem. 3. Bu kalemle yazılmış bir hat çeşidi. cavid, [Far. câvid / câvîd sf.
(ca:vid) }ÖsT}
cavlanm ak, [cav-la-n-mak ^ y r ] {eAT} dönşl. f . [-
eavit.
cavidan, [Far. câvid-ân / câvıd-ân
/ ûİJbjU-]
(ca:v id a:n ) {OsT} sf. Sonsuz; ebedî. S serây, {OsT} Cennet. cavidane,
[Far.
tüyleri dökülmek. 3. Çıplak kalmak; soyunmak. 4. argo. Ölmek. 5. Kumarda kaybetmek. [DS] cavlam ak3, [cav (yans.) > cav-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] (Su için) ses çıkarmak; çağlamak. [DS]
câvid-âne /
câvidân-
{OsT} is. 1. Ava alıştırılmamış
doğan; çavlı. 2. sf. Ünlü; meşhur,
câvıd-âne «ubjU- /
(ca :v id a :n e) /OsT} sf. Sonsuz; ebedî, cavidani, [Far. câvid-ânî / câvîd-ânî
u r] Ün salmak; meşhur olmak; ünlenmek, çavlı, [çav-lı
/
j , bjU-] (ca :v id a :n i:) {OsT} sf. Sonsuz; ebedî. cavit, -di [Far. câvid ijL»-] (ca:vid) {OsT} sf. Sonsuz; sürekli kalıcı; ebedî, cavk, [Ar. cavk ö y r ] {ağız} is. Topluluk. [DS] S cavk cavk, {eAT} 1. K ü m e küm e; takım takım. 2. Ç ok çok. cavka, [Slav, çavka] {ağız} is. Siyah karga. [DS] cavkırmak, [cav (yans.) > cav-kır-mak] {ağız} gçsz. f [ - ’>'] (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik hav lamak. [DS] cavkırtmak, [cav-k-ır-t-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] 1. Çalmak; aşırmak. 2. Etrafı dolaşmak; kolaçan et mek. 3. İşten kaçıp gezmek, dolaşmak. [DS] cavkmak, [cavk-mak] {ağız} gçsz. f . [ - a r ] Bir şey elde etmek için çabalamak. [DS]
cavlu, [çav-lu
{OsT} sf. Ünlü; meşhur.
cavm ak 1, [cav (yans.) > cav-mak y y r ] g ç s z .f. [ - a r ] 1. (Atılan ok için) hedefe veya sert bir engele çarp tıktan sonra saparak yön değiştirmek. 2. Hedef de ğiştirmek; yol değiştirmek. 3. Amaçtan şaşmak. 4. Önce yaklaşıp sonra birdenbire uzaklaşıp kaçmak. cavm ak2, [câv-mak J*jU -] {OsT} gçsz. f . [ - a r ] Sıcak lığı yayılmak, cavrak, -ğı [cav (yans.) > cav-ra-k] {ağız} is. Köpek. [DS] cavraklam a, [cav-ra-k-la-ma] {ağız} is. Sözünden dönme; pişman olma. [DS] cavralam ak, [cavra-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Sevincini konuşmaları ile belli etmek; şa kımak. 2. Korku ve heyecan yüzünden çnpmmak. [DS] cav ram ak 1, [cav (yans.) > cav-ra-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-r(ı)-y o r] (Bitkiler için) yanmak; sararmak. [DS] cavram ak 2, [cav (yans.) > cav-ra-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-r(ı)-y or] 1. Uğraşmak; didinmek; çabalamak. 2. Yardım istemek. [DS]
cavlak, -ğı [cav (yans.) > cav-la-mak > cav-la-k] sf. 1. Çıplak ve saçsız kafalı; dazlak. 2. Soyunmuş; cavratm ak, [cavra-t-mak] {ağız} gçl. f. [ - ır ] 1. Ü z çıplak. 3. (Kuş ve kümes hayvanları için) tüysüz; mek; yalvartmak. 2. Gayrete getirmek. [DS] tüyü dökülmüş. 4. is. Saçını, sakalını, hatta kaşları cavri, [Ar. cürî] {OsT} is. Bir tür esans, nı tıraş ettirerek çıplak denecek bir kıyafetle diyar cavsıtm ak, [cav-sı-t-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] 1. diyar dolaşan Kalenderi dervişi. 5. zf. Çıplak ola Konuşurken saçmalamak; söz düzenini yitirmek. 2. rak. fi1 cavlağı çekmek, a rgo. Ölmek. ||cavlağı so Gideceği yeri şaşırmak; oraya buraya gidip gelmek. yulmak, S a çı d ö k ü le rek tep esi açılm ak. [DS] cavlaklaşma, [cavlak-la-ş-ma] is. 1. Cavlak duruma gelme eylemi. 2. a rg o. Sebepsiz kavga çıkarma; cavşir, [Far. gavsir / Ar. çavşır] {ağız} is. bot. M ay danozgillerden ishâl kesici, sinirleri yatıştırıcı ve maraza çıkarma, hayvanlarda cinsel istek uyandırmak için kullanılan cavlaklaşmak, [cavlak-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. otsu bir bitki, (O popon ax chironium ). [DS] Cavlak duruma gelmek. 2. a rgo. Hiçbir sebep yok ken kavga çıkarmak; hır çıkarmak, cavlaklık, -ğı [cavlak-lık] is. Cavlak olma durumu; çıplaklık; saçsızlık ve tüysüzlük. cavlama, [cav-la-ma] is. 1. (İnsan için) saç dökülme durumu. 2. (Kuş ve kümes hayvanları için) tüy dö külme durumu. 3. Çıplak kalma. 4. a rgo. Ölme. cavlam ak1, [eT. çak (yans.) / cağ > cağ-la-mak] gçsz. f M [-l(ı)-y o r] Parıldamak; parlamak. cavlamak2, [cav (yans.) > cav-la-mak] {ağız} gçsz. f . l - r ] [-l(ı)-y o r] 1. (İnsan için) saçları dökülerek başı çıplak kalmak. 2. (Kuş ve kümes hayvanları için)
cavuldur, [cav-ul-dur] {ağız} sf. Namuslu. [DS] cavzıtm ak, [cav-(ı)-z-ıt-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. İşi sürüncemede bırakmak; yarıda bırakmak; usa narak işten kaçmaya çalışmak. 2. Aşırı gitmek; uzatmak. 3. Küsüp gitmek. [DS] c a y 1, [cay (yans.)] is. 1. Süratle uçma, fırlama, kaçma hareketlerini anlatan kök. [Zülfikar] cay -ır-ad ak. 2. Sürtünme anlatan kök. [Zülfikar] ca y -ır-d a-m ak ; cay-ır-da-t-m ak. cay2, [cay (yans.)] is. Acıyla yanmayı ya da yanmayı anlatan kök. [Zülfikar] ca y -ır cay-ır, cay-ır-da-m ak.
ÖIUMIİlCtSÖM.
CAY
cay3, [cay (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde ko nuşma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] cay-la-m ak, cay-ır-tı, cay-ra-k. cay4, [cay (yans.)] is. Kuvvetli ve hızlı bir şekilde yanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cay-ıı- cayır, cay-ırda-m ak, cay-ır-tı. cay5, [cay / cıy / ciy (yans.)] is. Yırtılma, tırnakla yırtma, koparma olaylarım anlatan kök. [Zülfıkar] cay-ır-da-t-m ak. cay6, [Far. cay
( c a y ) {OsT} is. 1. Yer; mekân. 2.
Mevki; rütbe; mertebe. 3. Uygun bir zaman; fırsat. 4. m ecaz. Uygun. 0 cây-bâş, {OsT} Oturulan y e r ; o d a ; yurt; m ekân. ||cây-gâh, {OsT} -*■ caygâh.|| câygeh, {OsT} 1. Yer. 2. M evki; rü tbe.|| cây-gîr, {OsT} -*■ caygir. 11 cây-güzîn, {OsT} Y erleşm ek ü zere y e r s e ç e n .|| cây-i behiştî, {OsT} C ennet gibiyer.\\ cây-i büse, {OsT} Ö pü lecek yer.\\ cây-i ilticâ, {OsT} Sı ğ ın m a y e r i; sığ ın a k .|| cây-i işret, {OsT} İçk ili e ğ le n c e y e r i.|| cây-i iştibâh, {OsT} Ş ü phe n oktası.|| cây-i k a râ r, {OsT} D inlenm e, durm a y e r i.|| cây-i m eşakkat, {OsT} 1. Sıkıntı yeri. 2. m ecaz. Dünya.\\ cây-i m ülahaza, {OsT} D üşü n ü lecek y e r ; düşünü le c e k konu.\\ cây-i m ütâlaa, İn celem eye, oku m aya d e ğ e r .|| cây-i penâh, {OsT} Sığınm a y e r i; sığ ın a k .|| cây-i rah at, {OsT} R a h at yer.\\ cây-i suâl, {OsT} S o ru la ca k şey .|| cây-i şek, {OsT} Şü phe n oktası.|[ cây-i taaccüb, {OsT} Ş a şıla c a k şey.\\ cây-i tereddüd, {OsT} Şüphe n oktası.|| cây-i ümîd, {OsT} 1. Ümit v eren şey. 2. İstenilen nokta. || cay-mend, {OsT} Yerinden kalkm ayan ; üşen en; tem bel.|| câynişîn, {OsT} B irinin y erin e g eç e n ; onun y erin i tu tan. caydırıcı, [cay-mak > cay-dır-ıcı] sf. 1. Bir topluluğu veya kişiyi yapmak istediği işten vazgeçiren. 2. Düşmanı saldırı fikrinden vazgeçiren. S caydırıcı güç, B ir ülkenin, sa ld ırg an b a şk a b ir ülkenin sa ld ı rısı sonu cun da saldırgan ın z ara rlı çık a ca ğ ı k a n a a tini uyandıran a s k e r î im kân ları; düşm ana korku v eren ve onu sindiren güçler. caydırıcılık, -ğı [cay-dır-ıcı-lık] is. 1. Caydırıcı olma durumu. 2. Caydırıcı olan şeyin niteliği, caydırılm a, [cay-dır-ıl-ma] is. Caymasına 'sebep olunma; niyetinden vazgeçirilme. caydırılm ak, [cay-dır-ıl-mak] edil. f i [ -ır ] 1. Cayma sı sağlanmak. 2. Niyetinden vazgeçirilmek. 3. Ka rarından döndürülmek, caydırm a, [cay-dır-ma] is. 1. Sözünden ve kararın dan döndürme; vazgeçirme. 2. as. Düşmandan ge lecek bir nükleer saldırı karşısında daha etkili bir silahla karşılık verileceği tehdidine dayanan askerî strateji. caydırm ak, [cay-mak > cay-dır-mak] gçl. fi. [-ır ] 1. Caymasını sağlamak; sözünden ve kararından vaz geçirmek. 2. Kötü niyet ve emellerimden vazgeçir mek.
caygâh, [Far. cay-gah °liö.L=-] (ca .y g â h ) {OsT} is. İyi bir memuriyet makamı, caygın, [cay-mak > cay-gm] sf. 1. Sık sık karar değiştiren. 2. Sözüne ve kendisine güvenilmeyen; dönek; kaypak.. 3. İşin ardını bırakan, caygınlık, -ğı [cay-gın-lık] {ağız} is. 1. Caygın olma durumu. 2. Kararsızlık. 3. Beğenmezlik; usanmışlık. [DS] caygir, [Far. cây-gîr jŞ^\>-] (ca ;y g i;r) {OsT} sf. Yer leşmiş, sabit; yer tutan. 0 câygîr olmak, {OsT} Yer tutm ak; y erleşm ek. cayık, -ğı [Kaz. Kır. Kıpç. cayık] is. 1. Yayık. 2. Eski Türk kozmogonisine göre Tufan tanrısı. ca y ır1, [cay (yans.) > cay-ır] is. Yanma, yırtılma ve kırılma sırasında çıkan sesi ve hızlı oluş anlatan yansımalı gövde. S cayır cayır, 1. Şiddetli b ir y a n m a ve y ırtılm a durumu. 2. H ızlı b ir şe k ild e; ç a bu klu kla. || cayır cayır yanm ak, Ş iddetli ve etkili b içim d e yanm ak. cayır2, [çayır] {eAT} is. Çayır. S {eAT} Ç ayır ve çimen.
cayır ü cümen,
cayıradak, -ğı [cay (yans.) > cay-ır-adak] {ağız} zf. (Kırılma, yırtılma, yanma, kaçma eylemleri için) birdenbire; çarçabuk; şiddetli bir biçimde. [DS] cayıradan, [cay (yans.) > cay-ır-a-dan] {ağız} zf. -*• cayıradak. [DS] cayırdak, [cay (yans.) > cay-ır-adak] {ağız} zf. -» cayıradak. [DS] cayırdam a, [cay (yans.) > cayır-da-ma] is. Cayırtılı sesler çıkararak yanma ve yırtılma, cayırdam ak, [cay (yans.) > cayır-da-mak] gçsz. f i [r ] [-d (ı)-y o r] 1. (Yanmak ve yırtılmak için) cayırtılı sesler çıkarmak. 2. Hızlı bir şekilde yanmak veya yırtılmak. 3. {ağız} Yanar gibi acımak. [DS] 4. {ağız} Parlamak; azarlamak; çıkışmak. [DSJ cayırdanak, [cay (yans.) > cay-ır-da-n-ak] {ağız} zf. -*• cayıradak. [DS] cayırdatm a, [cay (yans.) > cayır-da-t-ma] is. 1. Cayırtılı sesler çıkartarak yırtma veya yakma. 2. Baş kasının beceremediği güç bir işi yapıp bitirme, cayırdatm ak, [cay (yans.) > cayır-da-t-mak] gçl. f i [ır] 1. Cayırtılı sesler çıkartarak yırtmak veya yak mak. 2. Başkasının beceremediği güç bir işi yapıp bitirmek. cayırdayış, [cay (yans.) > cayır-da-y-ış] is. Yanan veya yırtılan bir şeyin ses çıkarma eylemi ve biçi mi. cayırrad a, [cay (yans.) > cay-ır(r)-a-da] {ağız} zf. -+ cayıradak. [DS] cayırrad ah , [cay (yans.) > cay-ır(r)-a-dah] {ağız} zf. -*■ cayıradak. [DS] cayırtdak, [cay (yans.) > cay-ır-t-dak] {ağız} zf. -* cayıradak. [DS]
m m s T iM .ı
CAZ
cayırtdana, [cay (yans.) > cay-ır-t-dan-a] {ağız} zf. -*■ cayıradak. [DS] cayırtdanak, [cay (yans.) > cay-ır-t-dan-ak] {ağız} zf. -*■ cayıradak. [DS] cayırtı, [cay (yans.) > cayır-tı] is. 1. Şiddetle yanan bir şeyin veya yırtılan kâğıt, bez gibi nesnelerin çıkardığı ses. 2. Gürültü patırtı; şamata. 3. {ağız} Telaşla bağırıp çağırma; velveleye verme. [DS]t5 cayırtı vermek, B a ğ ırıp ç a ğ ır a r a k korku tm ak; g ö z dağı verm ek.|| cayırtıyı basm ak, 1. B ird en b ire b a ğırıp ça ğ ırm a y a başlam ak. 2. Gürültü p a tırtı ç ı karm ak. 3. Y aygara koparmak.\\ cayırtıyı kopar mak, 1. B ird en b ire ba ğ ırıp ça ğ ırm a y a başlam ak. 2. Giiriiltü patırtı çıkarm ak. 3. Y aygara koparm ak. cayış, [cay-mak > cay-ış] is. Caymak eylemi ve bi çimi. cayi, -i’ı [Ar. ciyâ' / cay!' £.W ] (ca .y i:) {OsT'} sf. Acıkmış; aç. cayigâh, [Far. cây-gâh o&L»-] (c a :y ig â :h ) {OsT} is. Oturulan yer; konut; ikametgâh, cayir, [Ar. cevr > câyir jjU-] (ca:yir) sf. Eziyet eden; çevreden. cayiz, [Ar. cevaz (izin) > caiz jsU-] {OsT} is. -*■ caiz, cayize, [Ar. cevaz (izin) > caize ©jiU>-] {OsT} is. -*■ caize. caylamak, [cay-la-mak
{eAT} gçsz. f . [-r ]
Yüksek sesle bağırmak; sesini yükseltmek, cayma, [cay-ma] is. Verdiği sözden, alman karardan ve niyetinden dönme, vazgeçme işi ve eylemi; rücu. S caym a hakkı, huk. K an u n lar çerçev esin d e ku llan ılabilen verilen k arard a n dön m e hakkı.\\ cay ma tazminatı, huk. Y apılan söz leşm ed en veya v a rılan k arard a n so n r a ta raflard an biri vazgeçtiği takdirde karşı tarafın u ğradığı z ararı k a rşıla m a k üzere ö d ed iğ i p a ra . caymak, [çav-mak / cıv-mak (sapm ak, yön değ iştir m ek) > cay-mak] gçsz. f . [ - a r ] Vermiş olduğu söz den, birlikte alman karardan ve niyetinden dönmek; vazgeçmek; rücu etmek. Caynacılık, [Hint, cina (m uzaffer)] is. din. Ruhu, ruh göçünden kurtararak Nirvana’ya ulaştırmak amacı nı güden bir Hint dini, caynak, -ğı [eT. tırn-ak / cır-mak (bir p a r ç a yırtm ak) ? > cırnak / caynak] {ağız} is. 1. Tırnak; pençe. 2. Bir tür güvercin. [DS] caynal1, [cay-mak > cay-nal] {ağız} sf. Beceriksiz. [DS] caynal2, [Far. çenğâl (pen çe)] {ağız} sf. Karışık; bir birine girmiş. [DS] S caynal cuynal, {ağız} K a r m akarışık; eğ ri büğrii. [DS] caynaz, [cay (yans.) > cay-na-z] {ağız} sf. Sıska; za yıf; cılız. [DS]
caynişin, [Far. caynişm] (ca:yn işi:n ) {OsT} sf. 1. Bir birinin yerine geçen. 2. Mevki tutan, cayrad ak , [cay (yans.) > cay-(ı)r-a-dak] {ağız} zf. -*■ cayıradak. [DS] cayrak , -ğı [cay (yans.) > cay-(ı)r-a-k] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] cayrıdak, [cay (yans.) > cay-(ı)r-ı(t)-ak] {ağız} zf. -*■ cayıradak. [DS] cayroskop, [İng. gyroscope] is. 1. Ağır bir cismin bağlı olduğu tabana göre bir veya iki serbestlik de recesine sahip bir eksen çevresinde hızla dönmesi sayesinde değişmez bir frekans doğrultusu sağla yan alet; jiroskop. 2. Uçağın uçuş vaziyetini göste ren alet. ca z 1, [caz / cız / coz (yans.)] is. 1. Ateşte yakma, kı zartma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] ca z-ır cuzıır, ca z-la-m a k caz-ır-tı, caz-z-adak. 2. Yanan bir şeyi ateşte söndürme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] ca z etm ek, caz-z-adak. 3. a r go. Boş konuşma, gevezelik. S caz demek, {ağız} B irden yanm ak. [DS]|| caz etmek, 1. C azırtılı b ir ses ç ık a r a r a k bird en yanm ak. 2. (Yürek, iç vb. için) birden sız la m ak ; bu rkulm ak; a şırı üzüntü ile s a r sılm ak. caz2, [caz (yans.)] {ağız} sf. 1. Yakan; yakıcı. [DS] 2. is. {ağız} Yufka pişirmeye yarayan sac. [DS] caz3, [İng. jazz] is. miiz. 1. Bütün dünyaca benimse nen Kuzey Amerika zenci müziği. 2. Bu tür müzik çalan orkestra. S caz yapm ak, argo. G ev ez elik e t m ek ; b o ş a konuşm ak. cazbant, -dı [İng. jazz-band] is. müz. Caz orkestrası, cazbantçı, [cazbant-çı] is. Caz orkestrasında müzik aleti çalan kişi, cazcı, [caz-cı] is. müz. 1. Caz müziği ile uğraşan kişi. 2. argo. Gevezelikle vakit geçiren, boş konuşan kimse. cazgır, [Far. şâd (kuşak) + -gır (tutan)] is. 1. Bağıran. 2. Yağlı güreşte pehlivanları halka tanıtan, dua eden, güreşin kurallara uygun yapılıp yapılmadığı nı denetleyen, çok konuşan görevli. 3. sf. Çok ko nuşan; geveze. 4. argo. Her şeye burnunu sokan; hemen her ortamda bitiveren. 5. {ağız} Sözünden dönen; sözünde durmayan; dönek. [DS] 6. Dediko ducu; fitneci. cazgırlık, -ğı [caz-gır-lık] is. 1. Cazgır olma durumu ve cazgırın niteliği. 2. Cazgırın yaptığı iş ve mes lek. cazhut, [? c â z h u to ^ -jU ] {OsT} is. Kasnı, cazı, [Far. câdü => cazı ^jU-] (ca ;z ı:) {OsT} is. Cadı, cazılanm ak, [câzı-la-n-makj^-JjU-] {eAT} d ö n şl.f. [ur] Cadı hâline gelmek, cazır, [caz (yans.) > caz-ır] is. Kızgın bir tava veya başka bir katı cisim üzerine dökülen yağ, su vb. şeylerin yanarken çıkardığı sesi anlatan gövde S
CAZ cazır cazır, (Yanma, kayn am a için) güçlü b ir ş e k ild e cazırtı sesler i çıka ra ra k. || cazır cuzur, (Yan m a k için) cazırtılı s e s le r çıkarak. cazırdam a, [caz (yans.) > cazır-da-ma] is. Cazırtılı bir ses çıkararak yanmak eylemi, cazırdam ak, [caz (yans.) > cazır-da-mak] gçsz. f i [r ] [-d (ı)-y o r] Cazırtılı sesler çıkararak şiddetli bir şekilde yanmak, cazırdatm a, [cazır-da-t-ma] is. Cazırtılı sesler çıkar tarak yakmak eylemi,
o i e ï ü f f l i f f S i jM . cazlam ak, [caz (yans.) > caz-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [r ] 1. (Ekmek, yemek vb. için) sacın, kabın çok sı cak oluşu yüzünden cızırtılı bir sesle yapışıp yan mak. 2. (Yemeğe konulan kızgın yağ için) cazırtılı bir ses çıkararak kabarıp sıçramak, cazlak, -ğı [caz-la-k] {ağız} sf. Kel kafa; dazlak. [DS] cazlıg, [caz-lıg] {eT} is. Eyer kaltağı altına konulan örtü veya terlik. [Nevâyî] cazu, [Far. câzü jib -] (ca :z u :) {OsT} is. 1. Cadı. 2.
Sihirbaz; büyücü, cazzadak, [caz (yans.) > caz(z)-adak] zf. Birdenbire güçlü bir yalana ile birlikte cazırtı sesi çıkararak; cazırtı, [caz (yans.) > cazır-tı] is. 1. Cazırdama sesi. caz ederek. 2. Kızgın bir tava veya başka bir katı cisim üzerine cazzak, -ğı [caz (yans.) > caz(z)-a-k] {ağız} is. Tica dökülen yağ, su vb. şeylerin yanarken çıkardığı ses. rette batan kimse. [DS] cazib, [Ar. cezb > cazib (ca :z ib ) {OsT} sf. -*• Cb, [Colombia > Fr. colombium] (l ince) is. kim. Atom sayısı 41, atom ağırlığı 92,91, yoğunluğu cazip. 8,57 olan, oksijen, kükürt ve klor gibi elementlerle cazibe, [Ar. cezb (çekm e) > cazibe ajİU] (ca :z ib e) bileşikler veren bir element olan kolombiyum (ni {OsT} is. 1. Çekim. 2. Başkaları için istek ve ilgi yobyum) elementinin eski sembolü; yenisi Nb. uyandıran kişinin veya bir nesnenin belirgin ve be Cd, [Fr. cadmium] is. kim. Kalay görünüşünde, atom ğenilen niteliği; alımlılık; çekicilik; albeni, ö cânumarası 48, atom ağırlığı 112.41, özgül ağırlığı zibe-i arz, {OsT} fız . Yer çekim i. |j cazibe merkezi, 8,6 olan, 320°C ’de ergiyen, 778°C ’de portakal ren Ş e h ir suyu şeb e k e sin d e b irleşik k a p la r sistem in e gi buhar yayarak kaynayan, yüksek düzeyde nötron uygun o la r a k suyun p o m p a kullanılm adan y u k a rıd a soğurucu özelliği nedeniyle reaktörlerin denetim bulunan b ir y e r e akıtılm asın ı sağ lay an nokta. çubuklarında kullanılan çok parlak doğal bir ele cazibedar, [Ar. cazibe + Far. -dâr jb 4bU] (c a :z ib ement olan kadmiyum elementinin sembolü. -ce!, [-ca / -ce / -çe / -ça] yap. e. -* -ca. d a :r ) sf. Çekiciliği olan; çekici; cezbedebilen. -ce2, [-ca /-ce / -ça / -çe] çek. e. -ca. cazibeli, [cazibe-li] (ca :z ib eli) sf. 1. Çekiciliği olan; alımlı; albenili; güzel. 2. (Şehir suyu için) birleşik Ce [Lat. Cérès (m itolojik R om a tanrıçası) > Fr. cérium] ( s e ’ryum) is. kim. Atom numarası 58, atom kaplar sistemine göre çalışan; pompasız. ağırlığı 140,12 olan, demir görünüşünde, 6.7 yo cazibesiz, [cazibe-siz] (ca:zibesiz) sf. Çekiciliği ol ğunluğunda, 799°C ’de ergiyen, havada kuvvetle mayan; albenisiz; çirkin. oksitlenen, suyu yavaş yavaş ayrıştıran, bazı birle cazim , [Ar. cezm (k a ra r verm e) > câzim <4jb-] (c a :şiklerde 3, bazılarında 4 değerlik alan, akkor lam zim ) {OsT) sf. 1. Kesin olarak kararını vermiş olan; baların yapımında kullanılan, nadir topraklar gru kararlı. 2. Kestirip atan. bundan bir element olan seryum elementinin sem bolü. cazip, -bi [Ar. cezb (çekm e) > câzib ^öb-] (ca:zip) {OsT} sf. 1. İstek ve ilgi uyandıran. 2. Çekici. 3. ce, [ceë / ce (yans.)] (ce ’e : / c e :) is. Küçük çocukları eğlendirmek için saklanılan yerden aniden çıkıveUygun; elverişli, rirken söylenen söz. £? ce demek, B ird en b ire o rta cazipleşme, [cazip-le-ş-me] (ca:zip leşm e) is. 1. İlgi y a çıkıp korkutm ak. \| ce demeye gelmek, (Ziyare ve istek uyandıracak biçime gelme durumu. 2. Çe tini k ıs a kesen kim seye serzen iş için) ç o k çabu k kici olma hali. 3. Uygun duruma gelme, ayrılm ış olm ak. cazipleşmek, [cazip-le-ş-mek] (ca:zip leşm ek) dönşl. f i [-ir ] . 1. İlgi ve istek uyandıracak hâle gelmek. 2. ceb 1, [ceb (yans.)] is. Gereksiz, yerli yersiz konuşma, boş laf etme ve ötüşme sırasında çıkan sesi anlatan Çekici hâl almak. 3. Uygun ve elverişli duruma kök. [Zülfikar] c e b cek. gelmek. ceb2, [Ar. ceyb] is. -* cep. cazipleştirme, [cazip-le-ş-tir-me] (c a lip le ş tir m e ) is. 1. İlgi ve istek uyandıracak biçime getirme duru ceb3, [Ar. ce’b ı_/b-] {OsT} is. 1. Göbek. 2. Kırmızı mu. 2. Çekici kılma. 3. Uygun ve elverişli duruma toprak boya. getirme. cebabire, [Ar. cebr (zorlam a) > cebâbire «J^=r] (cecazipleştirmek, [cazip-le-ş-tir-mek] ( c a lip le ş t ir b a :b ir e ) {OsT} is. Zorlayanlar; baskı kuranlar. m ek) gçl. fi. [-ir], 1. İlgi ve istek uyandıracak nitelik kazandırmak. 2. Çekici kılmak. 3. Uygun duruma ceban 1, [Ar. cebânet (korkaklık) > cebân / cebbân OUr] (ceb a .n ) {OsT} sf. Korkak; yüreksiz; ödlek. getirme. cazırdatm ak, [cazır-da-t-mak] gçl. f i [-ır ] Cazırtılı ses çıkartarak yakmak,
i i ı «
m
. 765
CEB
ceban2, [eT. çibün > ceban j U ] {OsT} is. Sivrisinek. cebanet, [Ar. cebânet
(ceb a :n et) {OsT} is.
Korkaklık; yüreksizlik; ödleklik, cebbac, [Far. cebbâc jr W ] (c e b b a :c ) {OsT} is. İran şahlarının nevruz günlerinde giydikleri özel elbise,
gçl. f.
[-ir ]
cebelenmek, [cebe-le-n-mek] {eAT} dönşl. f i [-ir ] Si lahlanmak. cebeli, [Ar. cebeli / cebeliyye a J - - / LfW ] (ceb eli:) {OsT} sf. 1. Dağla ilgili. 2. Dağa ait.
cebban, [Ar. cebbân üL^-] (ceb b a :n ) {OsT} is. Pey nirci. cebbane, [Ar. cebbân (a ç ık alan ) > cebbâne AiU>-] (ceb b a ın e) {OsT} is. 1. Açık havada namaz kılman yer. 2. Mezarlık, cebbar, [Ar. cebr (zorlam a) > cebbar jL^r] (c eb b a :r ) {OsT} sf. 1. Zorlayıcı; zorlayan. 2. Zulmeden; zor kullanan; baskıcı; zorba. 3. isi. Her türlü güç ve kudretin, ululuğun sahibi olan (Allah). 4. Orion takım yıldızı. 5. sf. {ağız} Ekmeğini taştan çıkaran; becerikli; iş bilir. [DS] cebbarane, [Ar. cebbar + Far. âne ^IjLş-] (ceb b a ra:n e) {OsT} zf. Zorbalara yakışır biçimde, cebbari, [Ar. cebbarı lSjW ] (c e b b a ır i:) {OsT} is. 1. Zorbalık. 2. Zorba, cebcek, -ği [ceb (yans.) > ceb+cek] {ağız} sf. 1. Ge veze. 2. Dedikoducu. [DS] cebcebe, [Far. cır ü cebe / Moğ. cer cebe (a sker teçhizatı)] {ağız} is. Makyaj malzemelerini koymak için üzerinde küçük cepler bulunan işlemeli bez. [DS] ce’be, [Ar. ce’be 4jU-] {Os T} is. anat. Göbek mın
cebeli, [cebe-li] sf. 1. Silahlı ve zırhlı asker. 2. İmpa ratorluk döneminde tımar sahiplerinin dirliklerinin oranına göre yanlarında bulundurmak ve savaşa hazır tutmak zorunda oldukları silahlı muharip as ker. 3. {ağız} Silahlı kılavuz. [DS] 4. {ağız} Tüccar ların tehlikeli yollarda yanlarına özel olarak aldık ları silahlı adam. [DS] cebelistan, [Ar. cebel + Far. istân jL _J^ -] (c eb elista:n) {OsT} is. Dağlık arazi; dağlık ülke, cebelleşme, [cedel-le-ş-me] is. 1. Dövüşür gibi bo ğuşmak eylemi. 2. Mücadele. 3. Uğraşma, çekişme, tartışma. cebelleşmek, [Ar. cedel (kavga) > cede-l-le-ş-mek] işteş, f i [-ir ] 1. Dövüşürcesine boğuşmak. 2. Müca dele etmek. 3. Uğraşmak; çekişmek; tartışmak. 4. {ağız} Kavga etmek; sataşmak; çatmak. [DS] cebellezi, [Ar. ceyb (cep) + ellezi (arg o uydurm a e k lenti)] is. argo. 1. Cebe indirme. 2. Bir şeyi hakkı olmadan kendisine mal etme. cebellezi etmek, Ç alm ak; c e b e indirm ek. cebellik, -ği [cebel-lik] {ağız} is. Düz yolda çıkıntı yapan toprak yığınları. [DS] cebelü, [cebe-lü j i <^-] {OsT} is. Timar sahiplerinin yedek götürdükleri silahlı adam,
tıkası. cebe, [Moğ. cebe] is. 1. {eT} {eAT} {OsT} Halka ve zincirden örme zırh; cevşen. 2. Her türlü savaş araç ve gereci; silah ve mühimmat. 3. {OsT} {ağız} Altın ve gümüşten yapılmış düz veya işlemeli bilezik. [DS] 4. {ağız} Altın, gümüş ve elmastan yapılmış gerdanlık. [DS] S cebe bilezik, {OsT} Süslü b ile zikli cebe delen, {OsT} Ucu uzun tem ren.|| cebe göstermek, {OsT} R esm -i g eç it y a p m a k ; a la y g ö sterm ek.|| cebe-pflş, {OsT} Zırh giyen.\\ cebe sat mak, {eAT} G österiş y a p m a k ; c a k a satm ak. cebeci, [cebe-ci] is. 1. {OsT} Cephaneci er. 2. Silah yapan veya satan kimse. 3. tar. İmparatorluk dö neminde ordunun her türlü silah ve mühimmatını hazırlayan, tamir eden kapıkulu askerleri, cebehane, [cebe + Far. hâne
cebelendirmek, [cebe-le-n-dir-mek] Silahlandırmak,
{OsT} is. Savaş araç ve gereçlerinin saklanıp ko runduğu yer. cebel, [Ar. cebel J-^-] {OsT} is. 1. Dağ. 2. Sahipsiz ve boş arazi. 3. Ekime elverişsiz yer. 0 as. D ağ lık a ra z id e kullanılan top.
cebel topu,
cebelemek, [cebe-le-mek] gçl. f . [-r] [-l(i)-y o r] Zırh giydirmek. 2. Teçhiz etmek; silah kuşatmak.
1.
ceber, [Ar. ceber j^r] {OsT} is .fe l. İnsanın iradesinin elinde olmadığını, her davranışını bir zor altında yaptığına inanan tarikat; cebriye, ceberi, [Ar. ceberi lS>=-] (c eb er i;) {OsT} is. fe l. İnsa nın iradesinin elinde olmadığını, her davranışını bir zor altında yaptığına inanan kişi, ceberiye, [Ar. ceberiyye ^j«-] {OsT} is. fe l. İnsan iradesinin kendi elinde olmadığını, her şeyi bir zor lama ile yaptığını savunan mezhep, ceberut, [Ar. ceberüt ojjs=r] (ceb eru ;t) {OsT} is. 1. Aşırı büyüklük. 2. m ecaz. Aşırı kibir. 3. Allah’ın büyüklüğü, ululuğu. 4. Merhametsizlik. 5. tasvfi. Allah’a varma yolunun üçüncü basamağı. 6. sf. Merhametsiz, cebhane, [cebe + Far. hâne
^ -]
(cep h a ;n e)
{OsT} is. -*■ cebehane. cebhe, [Ar. cebhe <4^-] {OsT} is. -*• cephe, cebhesa, [Ar. cebhe + Far. sây
44^-] (ceb h es a ;)
{OsT} sf. Birinin karşısında alnını yere koyan; alın sürücü.
ÖIÜMIÜMM.
CEB
cebik, -ği [ceb-ik ?] {ağız} sf. 1. Cılız; zayıf. 2. is. Moloz, iri taneli kum ve ufak taş parçaları karışımı. [DS] cebin1, [Ar. cebânet> cebin jo^-] (ceb i:n ) {OsT} sf. 1. Korkak; yüreksiz. 2. {ağız} Uslu. [DS] cebin2, [Ar. cebîn j ^ r ] (ceb i:n ) {OsT} is. 1. Alın. 2. Görünen yüz. t? cebîn-fersâ, {OsT} Yüz süren.\\ cebîn-sâ, {OsT} -*• cebinsa.|| cebîn-sây, {OsT} Yüz süren. cebin3, [? cebin] {OsT} is. Bir tür yüğrük deve, cebinan, [Ar. cebmân j L ^ ] (ceb i:n a :n ) {OsT} is. Alnın üst tarafının şakaklara bitiştiği yerler, cebinsa, [Ar. cebm+ Far. sâ ^ t—^ ]
(ceb i:n sa :)
{OsT} sf. Alnını yere koyan, fazla saygı gösteren.
B ilinen ve bilinm eyen bü yüklüklerle bu n lara bağ lı büyüklük ölçüsünü ç ık a rm a k için g e r e k li işlem leri g ö steren ve bu nları c e b ir s e l işa retler le bağ layan h a r f ve sa y ıla r küm esi. cebirtlek, -ği [cebir-t-lek ?] {ağız} sf. Yassı; yapışık. [DS] cebi, [Ar. cebi J^ r] {OsT} is. Yoktan yaratma, cebr, [Ar. cebr j~r\ {OsT} is. -*■ cebir. Cebrail, [Ar. cebrâil J^ lj«-] (c eb ra :il) {OsT} is. Dört büyük melekten Allah’ın emirlerini vahiy yoluyla peygamberlere getirmekle görevli olanı; Cibril, cebren, [Ar. cebr-en 1 ^ ] ( c e ’bren) {OsT} zf. Zor kul lanarak, zorla, cebretm e, [cebr+et-me] is. Zor kullanmak işi.
ceb ir1, -bri [Ar. cebr j^r] is. 1. Zor; zorlama. 2. Bir
cebretm ek, [Ar. cebr + T. et-mek dLjül _*>-] gçsz. f . kimseye yapmak istemediği bir şeyi zorla yatırma. [-e (d )-e r ] Birisini, bir şeyi yapması için zorlamak, 3. tıp. Kırık sarma. 4. fe l. Önceden belirleyip ayır baskı altına almak; zorlamak, ma; takdir. S cebir kullanmak, B ir işi y ap tırm ak cebreze, [Ar. cebr > cebr-eze ? / cebri eza ?] {ağız} is. için z o r a başvurmak.\\ cebretm ek, Z orlam ak.|| Zorlanarak iş gören adam. [DS] cebreylemek, Zorlamak.\\ cebr-i hatır etmek, cebrî, [Ar. cebrî / cebriyye (ceb ri:) {OsT} G önü l a lm a k .|| cebr-i m afat, {OsT} K a y b e {OsT} sf. 1. Zor kullanmak suretiyle yaptırılan. 2. dilm iş b ir şeyin y er in e b a şk a b ir şe y bulup onunla Baskı altında yapılan. 3. zf. İster istemez; cebren; avunm a.|| cebr-i nefs, {OsT} K en din i z o rla m a .|| zorlama ile. 0 cebrî geçiş, as. D üşm an elin d e bu cebr-i noksan, {OsT} E ksiğ i tam am lam a. lunan köprü, a ka rsu veya y o ld a n z o r ku llan arak cebir2, -bri [Ar. el-cebr (zorlam a, indirgem e) > cebir y a p ıla n g e ç iş .|| cebrî istikraz, {OsT} 1. Alınm ası >=r] {OsT} is. mat. Sayıların yerini tutan harfler ve y a s a ile m ecb u r kılınm ış tah v illerle devletin b o r ç sayılarla artı, eksi değer vermek suretiyle nicelikler lanm ası. 2. B ir b o rcu k a rşıla m a k için y a p ıla n b o rçarasında genel bir bağlantı kuran matematik dalı. lan m a.|| cebrî yürüyüş, as. B ir y e r e düşm andan S cebr-i adî, {OsT} mat. Yeni b a şla y an la r için k o ö n ce v arm ak veya kuvvet yetiştirm ek için y ap ılan la y c eb ir.|| cebr-i âla, {OsT} C eb ir öğren im in de zorunlu ve sıkı yürüyüş. ilerlem iş o la n la r için y ü k sek cebir. || cebr-i icrâ, cebrinefs, [Ar. cebr-i nefs j-jüjm-] {OsT} is. Kendini {OsT} Borçlunun ken di arzusu ile y a p m a d ığ ı ö d e zorlama; kendini tutma, m eyi d ev let kuvvetiyle ödetmek.\\ cebr-ve’lmukabele, {OsT} C eb ir denklem i. cebriye, [Ar. cebriyye {OsT} is. fe l. İnsanın cebirci, [cebir-ci] is. 1. Cebir alanında uzmanlaşmış bütün davranışlarının önceden Allah tarafından be matematikçi. 2. Cebir öğretmeni. lirlendiğini, bunun için kişinin iradesinin elinde cebire1, [Ar. cebire
(c eb i:re ) {OsT} is. 1. Kırık
kemikleri yerine tespit etmek için üzerine bez sarı lan, düz ve uzun tahta veya karton gibi malzeme; süyek. 2. Rayları birbirine birleştirmeye yarar iki düz levha. cebire2, [Far. cebire bir işe hazırlanması,
(c eb i:re ) {OsT} is. Halkın
olmadığım, her davranışını bir zor altında yaptığını savunan tarikat; ceber; kadercilik; yazgıcılık; fata lizm cebrolunm ak, [Ar. cebr + T. ol-un-mak
>=r]
{OsT} e d il.f. [-u r] Zorlanmak, cec, [Far. çâş => cec ^ ] {OsT} is. Samanından sav
rulup ayrılmamış tahıl yığını, cebirsel, [cebir-sel] sf. 1. Cebirle ilgili. 2. Cebire ait. cece, [Güre, çaça > Az. cece] {ağız} is. 1. Eritilip sü 0 cebirsel deyim, Bilinen ve bilinm eyen büyüklük zülen şeyden arta kalan tortu; kalıntı. 2. Arı petek le r le bu n lara ba ğ lı büyüklük ölçüsünü çıka rm a k lerinin eritilerek mumu alındıktan sonra kalan kıs için g e r e k li işlem leri gö steren ve bu nları c eb irse l mı. [DS] işa retlerle bağ lay an h a r f ve sa y ıla r kümesi.\\ cebir cecik, -ği [Az. çeciy (boncu k) / çecik / cicik] {ağız} is. sel ifade, B ilinen ve bilinm eyen bü yüklüklerle bun 1. Tel çivi. 2. İp eğirmekte kullanılan aracın teli. 3. la r a ba ğ lı büyüklük ölçüsünü çıka rm a k için g er ek li Kulp; sap. [DS] 0 ceciği gevşemek, 1. A şırı ilgi işlem leri g ö steren ve bunları c e b ir s e l işa retlerle g ö sterm ek : ağzının suyu akm ak. 2. in attan vaz b a ğ lay a n h a r f ve sa y ıla r küm esi. ||cebirsel formül, g eç m e k ; diren m eyi bırakm ak.
fiilili BBHCESÖZbUli. 767
CEF
cecim, [Far. cacim => cecım
{OsT} {ağız} is. 1.
İnce dokunmuş renkli, nakışlı kilim. 2. Yünden do kunmuş nakışlı çul, çuval. 3. Dokuma seccade. 4. Örtü; yaygı. 5. ince halat. [DS] -cecik, [-cacık / -cecik / -çecik / -çacık] yap. e. -*• cacık. ced, -ddi [Ar. cedd -l=-] {Os T} is. -*■ cet. S ced-be-
cedene, [çedene > cedene üj^-] {O s T} is. Çitlenbik. cedere, [Ar. cedere «j-iş-] {OsT} tıp. Guatr hastalığı, cederi, [Ar. cederi
(ced eri;) {OsT} tıp. Çiçek
hastalığı. S cederî-i bakarî, {OsT} vet. S ığ ırlard a olan ç iç e k hastalığı.]] cederî-i kâzib, {OsT} tıp. Su çiçeğ i.
cedes, [Ar. cedes o j > ] {OsT} is. Mezar; kabir, ced, {OsT} Büyük b a b a d a n büyük b a b a y a g e ç e g e cedgâre, [Far. cedgâre ojl?-L=-] (ced g â ;r e) {OsT} is. 1. ç e; soy ca. |j cedd-i âlâ, {OsT} B ir soyun b a b a sı olan kimse.\\ cedd-i büzürgvâr, {OsT} Soylu; hatırlı; Değişik teknik ve yollar; usuller. 2. Başka başka sayılan.|| cedd-i fasîd, {OsT} Annenin b a b a sı. || oylar; tedbirler, cedd-i sahîh, {OsT} B ab an ın ba ba sı. cedi, [Ar. cedî (ced i;) {OsT} is. 1. Keçi yavrusu; ced, -d ’ı [Ar. ced' {OsT} is. Birinin burun, ku oğlak. 2. g ö k b. Oğlak burcu, lak, dudak, el veya ayağını kesme.
cedid, [Ar. cedıd
ceda, [Ar. cedâ l-br] {OsT} is. 1. Bol yağmur. 2. He diye; ihsan. 3. Avantaj; kazanç. cedavi, [Ar. cedâvî
(ced i;d ) {OsT} sf. -*■ cedit,
cedidan, [Ar. cedıd > cedıdan
(ced i;d an )
{OsT} is. Gece ile gündüz,
(ced a :v i:) {OsT} is. Hiz
cedide, [Ar. cedıd > cedide oJj.-br] {OsT} sf. -* cedit,
metçi aylığı. cedavil, [Ar. cedvel (su arkı) > cedâvil
(ce-
da.vil) {OsT} is. 1. Düzgün çizgi çizmeye yarar tah ta parçaları; cetveller. 2. Çizelgeler. 3. Su arkları. cedb, [Ar. cedb
{OsT} is. 1. Kısırlık. 2. Kusur.
ceddani, [Ar. ceddânî ,^1-^-] (ced d a m i:) {OsT} sf. 1. Ataya ait. 2. Atalardan gelen, ceddaniyet, [Ar. ceddâniyet cuJİ-br] (cedda:n iyet) is. Soyda bulunan karakterin uzun aradan sonra tekrar ortaya çıkması; atacılık; atavizm, ceddat, [Ar. c e d d a to l^ ] (ced d a :t) {OsT} is. Nineler, büyük anneler,
(cedi:deyn )
{OsT} is. Gece ile gündüz, cedir, [Ar. cedâret (layık olm a) > cedîr ja-Iş-] (ced i. r) {OsT} sf. Uygun; layık; münasip. S cedîrun-bi’zzikr, {OsT} Sözü edilm eye, an latılm aya değer. cedit, -di [Ar. cedıd -4.
(cedi;t) {OsT} sf. 1. Yeni.
2. Kullanılmamış. Ceditçilik, -ği [cedit-çi-lik] is. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Türkistan’da batılılaşmak tarzında beli ren yenileşme hareketi, cediy, [Ar. cediy lS-l?-] {OsT} is. -*■ cedi. cedre, [Ar. cedre »jA*-] {O s T} is. tıp. Guatr,
cedde, [Ar. cedde o-l=-] {OsT} is. Babanın veya anne nin annesi; büyük annelerden her biri, fi1 cedde-i faside, {OsT} A nneanne. |j cedde-i sahîha, {OsT} B abaann e. cedden, [Ar. cedden ilw-] ( c e ’dden ) {OsT} zf. 1. Ata larla ilgili olarak. 2. Atasal olarak,
cedva, [Ar. cedvâ
2. Karşısındakini susturmak için yapılan tartışma. 3. Hırçınlık gösterme; kavga. 4. Diyalektik; eyti şim. S cedel etmek, Söz y a rışı yapmak.\\ cedelgâh, {OsT} -*■ cedelgâh. (c ed elg â ;h )
{OsT} is. 1. Çekişme yeri. 2. m ecaz. Dünya, cedelî, [Ar. cedel! J -b r ] (c ed e li;) {OsT} sf. 1. Müna kaşaya, tartışmaya ilişkin. 2. Münakaşacı, tartışma cı. fi1 cedelî-i mucîb, {OsT} T artışm ada cev a p v e ren ta raf.|| cedelî-i saîl, {OsT} Tartışm ayı açan , soru so ra n kişi, taraf. cedelleşmek, [cedel-le-ş-mek] işteş, f . [-ir ] Tartış mak, çekişmek, münakaşa etmek; cebelleşmek.
(ced v a :) {OsT} is. 1. Hediye;
armağan. 2. Bol yağmur, cedvar, [Ar. cedvâr jtj-k»-] (ced v a ;r) {OsT} is. bot. Zencefil cinsinden, kâfur kokulu, uyarıcı olarak kullanılan bir tür safran kökü, (C urcum a z ed o aria ). cedvari, [Ar. cedvârı
cedel, [Ar. cedel J-i»-] {OsT} is. 1. Tartışma, çekişme.
cedelgâh, [Ar. cedel + Far. gâh
cedideyn, [Ar. cedid > cedıdeyn
(ced v a .ri;) {OsT} sf. 1.
Cedvarla ilgili. 2. Aybaşı durumunu kolaylaştırma da kullanılan ilaçların genel adı. cedvel, [Ar. cedvel J j ->-?-] {Os T} is. -*■ cetvel, cedy, [Ar. cedy Lı ^ ]
{OsT} is. 1. Keçinin erkek
yavrusu; erkek oğlak. 2. g ö k b. Oğlak burcu, cee, [cee / ce] is. -*• ce. cefa, [Ar. cefa li=-] (c efa :) {OsT} is. 1. Büyük sıkıntı. 2. Büyük eziyet; incitme. 3. Ayrılıkta bırakma. 4. tasvf. Müridin, mürşitten ayrı veya uzak kalması. S cefâ-cfl, {OsT} 1. C efa arayan . 2. C efa e d e n .|| cefa çekmek, Sıkıntı geçirm ek, eziyet g örm ek. || cefâ-dîde, {OsT} C efa görmüş.\\ cefa etmek, 1. E z i y et etm ek; sıkıntıya sokm ak. 2. Üzmek.\\ cefâ-keş,
DIÜMIÜRSÖM.
CEF
{OsTf -*• cefakeş. [| cefâ-perver, {OsT} C efayı b e nim seyen kim se.|| cefâ-pîşe, {OsT} 1. E ziyet etmeyi, sıkıntıya sokm ay ı huy edinm iş; zalim . 2. m ecaz. Sevgili. (I cefâ-yı y â r, {OsT} 1. S evgiliden ayrı düş m e. 2. tasvf. T arikat adam ının kalbinin ö ğ ren d ik le rinden p e r iş a n olm ası. cefakâr, [Ar. cefa+ Far. kâr jlS'Lir] (c e fa .k â .r ) {OsT} sf. 1. Eziyet eden. 2. (anlam zıtlığı ile) Acılara sı kıntılara katlanmış; çok cefa çekmiş olan. 3. Ken disine eziyet edilen; cefalı, (cefa :k eş) {OsT}
cefakeş, [Ar. cefa + Far. keş
sf. Eziyet çeken; sıkıntılara katlanan; cefalı, cefalı, [cefa-lı] (cefa :lı) sf. 1. Sıkıntılı ve eziyetli. 2. Eziyet ve sıkıntılara katlanan. 3. Eziyet eden, cefaset, [Ar. cefaset
(cefa :set) {OsT} is. Ha
zımsızlık ıstırabı, cefcaf, [Far. cefcâf
(cefca :f) {OsT} is. -*■ caf
caf. ceferlik, -ği [Ar. cefr => cefer-lik] {ağız} is. 1. Üzeri ne kullanılmayan eşyaların konduğu yüksekçe yer. 2. Ahırlarda saman, ot konulan kafesli tahta bölme. [DS] ceffaf, [Ar. ceffaf tili?-] (c effa :f) {OsT} is. 1. Kuru ma. 2. Kuru olma; kuruluk, ceffar, [Ar. cifr > ceffar jU=-] (ceffa :r) {OsT} is. Fal cı; cifrle uğraşan,
cegen, [Kürt, cegen] {ağız} is. 1. Hasır otu. 2. Buğ day, arpa, çavdar veya mısır bitkisinin sapı. [DS] cegert, [? cegert] is. Sonbaharda ekilen bitkilerin ta ze filizleri. cegirgen, [cegir-gen ?] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] cegzinmek, [çiz-gin-melc > cegzin-mek
{eAT}
d ö n ş l.f. [-ir ] 1. Dönmek. 2. Dolaşmak. -ceği, [-cağı / -ceği] {eA T }yap e. - * -cağı. -ceğin, [-cağın / -ceğin] {eAT} y a p e. -*• -cağın. -ceğiz, [-cak-ız > -cağ-ız /- ceğiz / -çağız /-çeğiz ] yap. e. -*• -cağız. ceh 1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] S celi ceh etmek, {ağız} Ötmek. [DS]j| ceh ceh vurm ak, {ağız} Ötmek. [DS] ceh2, [ceh] is. Şaşkınlık bildiren ünlem, cehabize, [Ar. cıhbız > cehâbize olol^-] (ceh a :b ize)
{OsT} is.
Gerçeklerden haberi olanlar,
cehalet, [Ar. cehl (bilm em ek) > cehalet 0 JI4Ş-] (ceh a :let) {OsT} is. Bilgisizlik; bilmezlik; cahillik. S cehâlet-i müstetemme, {OsT} K oyu cahillik. ceham , [Ar. cehâm j»l^] (ceh a :m )
{OsT} is.
Yağmur
vermeyen bulut, ceham et, [Ar. cehâmet c^Ljs-] (ceh a .m et)
{OsT} sf.
1.
Patlıcan burunlu. 2. Yüz ekşiterek karşılama,
ceffe, [Ar. ceffe *i=r] {OsT} is. 1. Kalabalık; kütle. 2.
cehan, [Far. cehân jLjjr] (ceh a m ) {OsT} sf. 1. Çabuk
Kalabalığın oluşturduğu gürültü, ceffelkalem, [Ar. c e ff el-lçalem (kaderin k alem i ku
ceharet, [Ar. celır (yüksek sesle) > cehâret OjLj^-]
rumuştur) (Uiil
{OsT} zf. 1. Düşünüp taşmmak-
sızın; hemen. 2. Bir kalemde. 3. Aklına geldiği gi bi; çala kalem, cefif, [Ar. cefîf
(c e fv .f {OsT} sf. Kurumuş; ku
ru. cefn, [Ar. cefn
{OsT} is. 1. Göz kapağı. 2. Bıçak
veya kılıç kını. 3. Asma çubuğu. ce fr1, [Ar. cefr f cifr ys*.] {OsT} is. 1. Oğlak veya kuzu. 2. Bir takım harf veya şekillerle gaipten ha ber verdiği sanılan bilgi; fal. cefr2, [Ar. cefr y&-] {OsT} is. Geniş kuyu, cefri, [Ar. cefrî / c
i f r (cefri:) {OsT} is. Falcı,
cefriyat, [Ar. cefriyât / cifriyât o ly iş-] (cefriya:t) {OsT} is. Cifr ile ilgili olan şeyler, ceft, [Far. ceft / Süry. gevt] {ağız} is. Çam ya da meşe ağacının meyvesinin kabuğu. [DS] cefv, [Ar. cefv y=-] {OsT} is. Kaba davranış, cefve, [Ar. cefve °y=r\ {OsT} is. Azarlama; cefa etme. cefvet, [Ar. cefvet sizlik.
{OsT} is. Kabalık; nezaket
hareket eden; fırlayan; sıçrayan. 2. is. Dünya, (ceh a :ret) {OsT} is. 1. Yüksek seslilik. 2. Göze bü yük ve kibar görünme. 3. Güzellik; yakışıklılık, cehaz, [Ar. cehâz jl^=-] (ceh a :z ) {OsT} is. -*• cihaz, cehcehe, [Ar. cehcehe
{OsT} iş. Parlaklık; ay
dınlık. cehd, [Ar. cehd -i$^] {OsT} is. -*• ceht. S
cehd ü
gayret, Ç o k çalışm a. cehdetme, [Ar. cehd + T. et-me] is. Çalışıp çabala mak eylemi. cehdetmek, [Ar. cehd + T. et-mek dU^İjı^ş-] gçsz. f . [-e (d )-e r ] [ - e(d)-i-yoı-] Çalışıp çabalamak, cehele, [Ar. cehl (bilm em ek) > cehele «Af»-] {OsT} is. 1. Bilgisizler; cahiller. 2. Kendini bilmezler; müna sebetsizler. cehende, [Far. cehende »J^=r] {OsT} sf. 1. Sıçrayan; fırlayan. 2. Sıçramış; fırlamış. S1 cehende-gî, {OsT} F ırla y ış; sıçrayış. cehennem, [İbra, gehinnom (Kudüs yakın ların d a su çluların ve kurban edilen lerin atıldığı H innom vadisi) > Ar. cehennem
{OsT} is. 1. Günah-
i
m
. »
.
CEK
kârların öldükten sonra ahrette cezalarını çekmek cehre2, [Far. cehre o ^ ] {ağız} is. 1. Pamuk, yün veya üzere gidecekleri yer; tamu. 2. m ecaz. Çok sıcak ipek gibi maddeleri eğirip ip haline getirmeye yarar yer. 3. m ecaz. Büyük sıkıntı ve azap veren yer. B alet; iğ. 2. Cehreye bir kerede sarılan iplik. [DS] cehennem azabı, 1. G ü nahkârların a h rette ç e k e cehren, [Ar. cehr > cehren f ^ -] (ce ’hren) {OsT} zf. c ek leri cez a ve azap. 2. Büyük sıkıntı.\\ cehenneme Yüksek sesle; açıktan; uluorta, çevirmek, A cı verm ek; ıstırap çektirmek.\\ cehen neme direk olmak, C ehenn em den kurtulamamak.\\ cehreten, [Ar. cehreten s ^ ] (ce'hreten ) {OsT} zf. cehenneme k adar, İsted iğ i y e r e g id eb ilir.|| cehen Açıktan açığa; aşikâr olarak, neme postu sermek, B iiyük g ü n ah la r işlem ek. || cehrî, [Ar. cehri tsj^r\ (ceh ri:) {OsT} sf. Yüksek sesle cehennem gibi, 1. Ç o k sıcak. 2. Ç o k sık ıcı; bunalveya açıktan yapılan; aşikâr, tıcı. ||cehennem hayatı, Büyük sıkıntı ve üzüntüler le dolu mutsuz yaşantı.\\ cehennemi boylamak, cehri, [Sur. Ar. cıhra ?] {ağız} is. bot. 1. Cehrigillerden, 3 m. kadar boylanabilen, yuvarlak meyvele Ö lünce ceh en n em e gitm ek.|| cehennemin dibi, Ç ok rinden sarı iplik boyası yapılan, dikenli bir çalı; uzak veya ulaşılm ası z o r yer. || cehennemin dibine altın ağacı; boyacı dikeni, (Rhamnus p etio la ris, R. gitmek, K ızılan birisin e d efo lu p gitm esi için sö y le orbicu latu s). 2. Küçük dağ eriği. [DS] nen sö z .|| cehennem kütüğü, C ehen n em e gitm eye cehrigiller, [cehri-gil-ler] is. bot. Yapraklan basit, layık, gün ahkâr. || cehennem olmak, D efolm ak]] çiçekleri erdişi, meyveleri genellikle zeytinimsi iki cehennem suratlı, Ç o k çirkin yüzlü. || cehennem çenekli, ayrı taçyapraklı ağaç ya da ağaççıklar fa taşı, D ağ lam a işlerin d e kullanılan kalem şeklin d e milyası. ergitilm iş güm üş nitrat.|| cehennem zebanisi, 1. Zalim, g a d d a r kim se. 2. Ç o k korku nç kim se. cehş, [Ar. cehş is. Korkarak birbirine sığınma, cehennemi, [Ar. cehennemi (cehen n em i:) cehşan, [Ar. cehşân OLi^-] (ceh şa:n ) {OsT} is. Kor {OsT} sf. 1. Cehennemle ilgili, cehenneme ait. 2. karak birbirine koşup sığınma, Cehennem gibi yakıcı, azap verici. S cehennemi cehşet, [Ar. cehşet {OsT} is. 1. Akan göz yaşı. ■sürat, Ç o k büyük hız. 2 . İnsan topluluğu, cehennemiyun, [Ar. cehennemiyyun {Os T} is. Cehennemlikler, cehennemlik, -ği [cehennem-lik] sf. 1. Cehenneme gitmeye layık. 2. is. Hamamları ısıtmak için yer altına yapılan büyük ocak; külhan. 3. is. Külhanla rın ısıttığı oda veya salon, cehil, -hli [Ar. cehl J*=r] {OsT} is. Bilgisizlik; bilmez cehir, [Ar. cehre > cehîr jt^-] (ceh i.r) sf. 1. Açıktan, yüksek sesle okunan. 2. Güzelliği dikkat çekecek kadar belli olan, f? cehîrü’s-savt, G ür ve güçlü sesli. {OsT} {ağızj is. 1.
Gelin olan kızm, babasının evinden götürdüğü eş ya. 2. Kızların gelin oldukları gün sandıklarına ko nan hediyeler. 3. Kırmızı ipekli kumaş. [DS] ö cehiz gırdıcı, {ağız} fo lk . D üğünde g elin tarafından güvey evine g id erek, güvey velisinin y en i ev lilere v ereceğ i o d a v e y em ek takım larını g ö ren ve tespit eden iki üç k işilik heyet. [DS]|| cehiz halkası, {ağız} Çeyiz a sm a k için kullanılan ip. [DS] cehl, [Ar. cehl J^=-] {OsT} is. -*■ cehil. S cehl-i basit, {OsT} Ayıp sa y ılm a y a ca k şe k ild ek i bilgisizlik.|| cehl-i mürekkep, {OsT} B ilm ediğ in i bilm ezlik. cehr, [Ar. cehre (açıklık) _ ^ ] {OsT} is. Yüksek sesle konuşma veya okuma. cehre1, [Ar. cehre o_r&=-] {OsT} is. Açıkta görünen, bel li olan şey.
başarmak için kendini zorlama; çalışma, çabalama, cehud, [Ar. cehüd ^ j^ r] (cehu .d) {OsT} is. 1. Yahu di. 2. Çıfıt. cehudane, [Ar. cehüd + Far. -âne ü b j^ r] (ceh u :d a :n e) {OsT} zf. Yahudi gibi; Yahudicesine.
lik; cehalet.
cehiz, [Ar. cihaz > cehîz
ceht, -hdi [Ar. cehd -x^=-] {OsT} is. Bir şeyi yapmak,
cehul, [Ar. cehl (bilgisizlik) > cehül J ^4=-] {OsT} sf. Pek çok cahil; kara cahil, cehulane, [Ar. cehl (bilgisizlik) > Far. cehül-âne (ceh u :la :n e) {OsT} zf. Pek cahilcesine; kara cahilcesine. cehum, [Ar. cehüm p*?-] (cehu :m ) {OsT} sf. Düşkün ve zayıf olan, cehz, [Ar. cehz >4=-] {OsT} is. 1. Düşük (çocuk). 2. Birini zorla işinden alıkoyma; görevini yapmasına engel olma. -cek, [-cak / -cek / -çak / -çek] y a p e. -*• -cak. cek, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağınna ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] c e k cek, c ek + cek , c e k + c e k kuşu. cekcek1, -ği [cek (yans.) cek+cek] {ağız} is. Serçe büyüklüğünde gri renkli bir kuş. [DS] S cekcek kuşu, {ağız} 1. G eveze. 2. D edikoducu . [DS] cekcek2, -ği [cek (yans.) > cek] {ağız} is. Değirmen de, tahılın bittiğini bildiren düzenek. [DS]
ÔIÜMrulCESÛM.770
CEK cekcek3, -ği [cek (yans.) > cek] {ağız} sfi 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] cekceki, [cek+cek-i] {ağız} is. 1. Topaç. 2. Topacın hareketi; dönüş. [DS] ceket1, [İt. giachetta > Fr. jaquette] is. Bedeni kalça ya kadar örten, kollu ve önden düğmeli, gömlek veya kazak üzerine giyilebilen elbise. ceket2, [ceket ?] {ağız} is. 1. Cadde. 2. Sokak. [DS] ceki, [çek-i > cek-i
{eAT} is. Baş örtüsü.
sf. Hükümdarlara hitap ederken kullanılan saygı unvanı. celali1, [Ar. celâli J ^ r ] (c e lâ :li:) sf. 1. Büyüklük, ululuk ve yücelikle ilgili. 2. is. Allah’a ait kahır ve gazap. S celali takvimi, Selçuklu su ltam M elikşah tarafın dan bilg in ler heyetin e esk i Iran takvim i esas a lın a ra k düzenletilm iş bulunan gün eş takvimi. celali2, [Ar. celâl (16. y y .'d a A nadolu a y ak la n m a la rının lid eri Şeyh C elal'in adın dan ) ^ i ^ r ] (c elâ :li:)
ceklemek, [Far. jeng (pas) > cek-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] Paslanmak. [DS] çeklenmek, [Far. jeng (pas) > cek-le-n-melc] {ağız} d ö n ş l.fi [-ir ] Paslanmak. [DS] -cel, [ca-1 / -cel] yap. e. - * cal. cel1, [Far. cel] {ağız} is. Açık deniz; engin. [DS] cel2, -İli [Ar. celâl (büyüklük) > celi J*-] {OsT} sf.
{OsT} is. Eşkıya. Celalilik, [Celâl (M ehdi olduğunu iddia eden B ozoklu derviş) > celâli => celali-lik] (c elâ :li:lik ) is. 16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu’da çıkan isyanların genel adı. celaliyane, [Ar. celâliyâne 4jU^U-] (cela :liy a :n e) {OsT} zf. Celali olana yakışır biçimde,
Ulu; büyük. cela, -a ’i [Ar. celâ’ t- >U] (c elâ :) {OsT} is. Gurbete
celallenme, [celal-le-n-me] (cela :ilen m e) is. Öfke lenme, hiddetlenme eylemi,
gitme, memleketten ayrılma. S cela’-i vatan, {OsT} Vatandan ayrılm a.|| cela’-i vatan etmek, Vatandan ayrılm ak, g u rbete gitm ek.
celallenmek, [celâl-le-n-mek] (cela :ilen m ek ) dönşl. f i [-ir ] Öfkelenmek; hiddetlenmek,
celab, [Far. celâb
(c elâ :b ) {OsT} is. 1. Salkım.
2. Küpe. celabib, [Ar. cilbâb > celâbib y * ^ - ]
(c elœ b ib )
{OsT} is. 1. Gömlekler. 2. Kadınların yüzlerini ört tükleri yaşmak, başörtüsü vb. şeyler, celacil, [Ar. cülcül (çan) > celâcil
(ca lâ cil)
{OsT} is. 1. Küçük çanlar; çıngıraklar. 2. Def zilleri, celadet, [Ar. celâdet oiM»-] (c elâ :d et)
{OsT} is.
celalli, [celal-li] (cela.Tli) sf. 1. Öfkeli, kızgın, hiddet li, sert. 2. Coşkun. 3. Hırçın, celasın, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vurmak, yıkm ak) > çal-ık-sm [Tietze] > celâsın / cilâsın / cilasın] (celâsın ) sf. Kahraman; cesur, celasınhk, -ğı [celasın-lık] is. Cesaret; kahramanlık, celasun, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vurmak, y ıkm ak) > çal-ık-sm [Tietze] > celâsın / cilasın / cilasın] (celâsun ) sf. - * celasın. celavruk, -ğu [ Karaçay. cel (yel) + auruu (ağrısı)] {ağız} is. Romatizma; yel. [DS]
Kahramanlık; yiğitlik; mertlik. S celâdet-perver, {OsT} Yiğitlik sever, kahraman.\\ calâdet-şiâr, {OsT} Yiğit m izaçlı. celadetli, [celadet-li] (celâ :d etli) {OsT} sf. Kahraman; cesur, yiğit; mert,
celb1, [celb] {ağız} sf. Aksi; inatçı. [DS] fi1 celbine gelmek, {ağız} (Y em ek için) p iş e r e k uygun kıvam a gelm ek. [DS]|| celbine gitmek, {ağız} A ksine gitm ek. [DS]
celafet, [Ar. celâfet cJ^U-] (celafet) {OsT} sf. Kaba
celb2, [Ar. celb i_Jl=-] {OsT} is. -*• celp. S’ cclb-i ku-
lık; yakışıksızlık; yontulmamıştık, celail, [Ar. çelil (büyük) > celâl > celâil Js>^-] (cela :il) {OsT} is. Ulu, büyük ve yüce kişiler. S celâili mesâlih-i devlet, {OsT} D evlet işlerinin büyükleri. celal1, -li [Ar. çelil (büyük) > celâl / celâlet I c J % r J^U-] (c ela :l) is. 1. Büyüklük; yücelik; ululuk. 2. Büyüklere has kızgınlık. 3. Öfke; hışım. 4. Allah’ın kahır ve gazap taşıyan sıfatı. S celâl ü câh, {OsT} Büyüklüğün rütbe ve mevkii. celal2, -li [Far. celâl J %>-] (c ela .j) {OsT} sf. Güzel, celalet, [At. celâl > celâlet c J >U-] {OsT} is. - * celal1, ö celâlet-m eâb, {OsT} H üküm dara hitap ed erk en kullanılan saygı unvanı. celaletlû, [Ar. celâlet+T.-li
%>] (cela .jetlû :) {OsT}
lûb, {OsT} K a lp ler i kazan m a; g ö n ü lleri çekm e. || celb-i lânet, {OsT} L a n eti üzerin e çek m e.|| celb-i m enfaat ve deP-i m azarrat, {OsT} Ç ıkarları s a ğ lam a ve z a ra rla rı uzaklaştırm a.^ celb-i teveccüh, {OsT} Birinin ilgisini, sevgisin i üzerin e çek m e.|| celb-nâme, {OsT} -*■ celpname, celba, [çelebi+ağa] (c e lb a :) {ağız} is. Kayın birader. [DS] celbe1, [Ar. cerâbe (d ağ arcık) ?] {ağız} is. Avcı çan tası; av torbası; cağ. [DS] celbe2, [Ar. celbe *Jl>-] {OsT} is. Kızıl Deniz’de kul lanılan bir tür kayık, celbetmek, [Ar. celb + T. et-mek e r ] [-(d )i-y o r] Kendi üzerine çekmek, celbeze, [Ar. cerbeze] is. -*• cerbeze.
ıJL»-] gçl. f i [-
CEL
O lÖ H IİK SÖEbÜH. 771
celbiz, [Far. celbiz y ^ r ] (celb i:z) {OsT} is. 1. Ke ment; ilmik. 2. sf. Ara bozucu; kovucu. celbu, [Far. celbü jJl»-] (celb u :) {OsT} is. 1. Naneye benzer bir ot. 2. Sebze, celbub, [Far. celbüb
(celb u :b ) {OsT} is. bot.
Sarmaşık. celcele, [Ar. celcele
{OsT} is. 1. Çan sesi. 2.
Gök gürültüsü. celd1, [Ar. celd jJU-] {OsT} sf. 1. Güçlü; kuvvetli. 2. Sebatlı. celd2, [Ar. celd -iU-] {OsT} is. Kamçı ile vurma. celd3, [Far. celd -iV| {OsT} sf. Tez; atik; çevik, celde, [Ar. celde eA>-]{OsT} is. 1. Büyük kamçı. 2. Kamçı ile vurma. celeb1, [Ar. celeb
{OsT} is. - * celep.
celeb2, [Far. celeb v~k-] is. 1. Yolsuz kadın; fahişe; orospu. 2. Çan. celebe, [Ar. celebe
is. Anlaşılmaz konuşma; mı
rıltı; homurtu,
celepçi, [celep-çi] is. Davar tüccarı; celep, celeplik, -ği [celep-lik] is. 1. Kesimlik hayvan ticare ti. 2. sf. (Güçten düşen çift öküzü, verimi azalan sağmal inek veya koyun) kesim için kasaba satıla cak nitelikte; celebe yarar olan. 3. m ecaz. İşe yara maz; tembel; kaltaban, celesat, [Ar. celse > celesât ol_U -] (celesa :t) {OsT} is. Oturumlar; oturmalar, celfin, [Anad. yerli halk. d. > Biz. Yun. selkes (gen ç h oroz)] is. 1. Piliç. 2. {ağız} Tavuk. [DS] 3. {ağız} sf. Genç; taze. [DS] celî, [Ar. cilâ (parlak) > celî
(celi:) {OsT} sf. 1.
Belli; açık; aşikâr. 2. Gizli olmayan; göz önünde olan. 3. Parlak; cilalı, celî yazı, hat. Ö zellikle lev h a ve taş y a zıtla ra yazıları kalın v e büyük y azı türü. || celî divanî, hat. D ivanî yazının ç o k g irift ve süslü o la ra k y a z ıla n ı]] celî kalemi, hat. H attatların ken d ilerin e özgü kam ış veya tahtadan yap m ış o l du kları büyük boy y a zıları yazm akta kullanılan k a lem ]] celî-müsennâ, {OsT} Yazı türü.|| celî-nüvis, {OsT} hat, C e lî türü yazı yazan hattata verilen isim. celib, [Ar. celıb s-sM (celi:b ) {OsT} is. 1. Esir. 2. Sa
celebkeş, [Ar. celeb + Far. keş J ^ W ] {OsT} is. 1. Hayvanları toplayıp başka memleketlere sevk eden kimse. 2. Canlı hayvan tüccarı, celed, [Ar. celed j S^\{Os T} sf. 1. (Arazi için) sert ve düz. 2. (Kişi için) tez; atik; çevik, celencebin, [Ar. celencebîn
meyve. [DS] 3. {ağız} Esmer undan yapılmış ekmek. [DS] 4. {ağız} Yüz dirhem ağırlığındaki ip. [DS]
(celen ceb i:n )
tılık esir. celid1, [Ar. celıd -uU] (celi:d ) {OsT} sf. Aşırı kah raman olan. celid2, [Ar. celıd j^U-] (celi.d ) {OsT) is. Kırağı; çiy. çelik, -ği [? çelik] {ağız} is. Yavru. [DS] 0 çelik cü cük, {ağız} Ç o cu k çoluk. [DS] çelil, [Ar. celâl > celîl / celıle
{OsT} is. Gül tatlısı.
/ ^LU] (celid )
celep1, -bi [Ar. cellab / Far. celeb-keş] is. 1. Kasaplık hayvan ticareti ile uğraşan kişi. 2. {OsT} tar. Saray larda hizmetçilik eden acemi oğlanları. 3. {ağız} Saraydan yeni çıkmış ve henüz görev deneyimi olmayan paşa. [DS] 4. {ağız} Hizmetçi; işçi. [DS]
{OsT} sf. 1. Çok büyük ve ulu. 2. Vezir veya müşir rütbeli makamlara yazılan yazılarda hitap olarak kullanılırdı. 3. Allah’ın büyüklük ve ululuk sıfatı. S celîlü’l-unvân, {OsT} Unvanı ve rü tbesi büyük olan. ||celîlü’ş-şân, {OsT} Şan v e ş e r e fi büyük olan.
celep2, -bi [Far. celeb v V ] sf. 1. (Hayvan için) sü
celis, [Ar. cülus (oturm a) > celıs ^ -^ r] (celi:s) {OsT}
rülerek getirilmiş; tüccar malı olan. 2. {ağız} Başı boş; bağlanmayan. [DS] 3. Fahişe. 4. {ağız} sf. (Kişi için) acemi; toy. [DS] 5. {ağız} (Kişi için) genç ve güzel; yakışıklı. [DS] 6. is. {ağız} Atlara döl veren damızlık eşek. [DS] 7. {ağız} Uzun boylu hayvan. [DS] 8. {ağız} Dişi deve. [DS] 9. {ağız} Bir yaşını aşmış dişi tay. [DS] 10. {ağız} Boşanmış, dul kadın. [DS] 11. ünl. argo. “Hayvan” anlamında hakaret sözü.
sf. 1. Birlikte oturan; arkadaş. 2. İçki meclisinde eşlik eden. 3. Tahta geçen; tahta oturan, celîs-i enîs, {OsT} Yakın a rk a d a ş; c a n a yakın dost.
celep3, -bi [Sur. Ar. celeb
{ağız}[ sf. 1. (Kişi
için) kaba yapılı; biçimsiz. 2. Kalitesi düşük; adî. 3. (Kişi için) zayıf; ince. 4. Esmer. [DS] celep4, -bi [ ? celeb] {ağız} is. Dam saçağı. [DS] celep5, -bi [? celeb] {ağız} is. 1. {ağız} Tohum olama yacak kadar zayıf ekin. [DS] 2. {ağız} Aşılanmamış
celiyat, [Ar. celiyyât o L V ]
(celiy a:t)
{OsT} sf.
Meydanda olan şeyler, celiye, [Ar. celiyye
ö iü itırıiM M .;
CEL
cellad, [Ar. celd (k ırba ç)> cellâd
(c ella :d ) {OsT}
is. - * cellat. celladi, [Ar. cellâd + Far. -T
(c ella :d i:) {OsT}
is. Cellatlık. celladiye, [Ar. cellâdiyye
(celladiye) {OsT} is.
Cellatlık ücreti, cellase, [Ar. callâse 4-5U-] {OsT} is. Şamdan; lamba; idare.
celve, [Ar. celve / celvet ejh? / ojJl»-] {OsT} is. 1. Yerini yurdunu terk etme. 2. Gelinin peçesiz olarak damada gösterilmesi. 3. Yeni gelinin peçesinin kal dırılması töreni veya damadın geline yüz görümlülüğü vermesi. 4. tasvf. Tarikat yolcusunun Allah’ın sıfatlarıyla halvetten (yalnızlıktan) çıkıp Allah’ın varlığında eriyip (fenâfıllaha erişmesi) yok olması. S celve eylemek, {OsT} G elinin yüzünü a çm a k ; duvağı k a ld ırm a k
Celvetiye, [Ar. celvetiyye {OsT} is. Aziz Mah (cella:d ) mut Hüdaî’nin kurduğu, Bayramîlikten ayrılan bir {OsT} 1. Çok kırbaç vuran. 2. Mahkemece verilen tarikat kolu. ölüm cezasını uygulayan görevli. 3. m ecaz. Hiç çekinmeden suç işleyen veya adam öldüren kimse. cem 1, [cem (yans.)\ is. Küçük yapılı köpek ve benze 4. m ecaz. Çok merhametsiz. S cellad etmek, ri hayvanların havlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] {OsT} İdam etm ek.|| cellad-ı felek, {OsT} Göğün cem -kir-m ek. c ella d ı; ölüm m eleğ i; A zrail.|| cellad olmak, {OsT} cem2, -m ’i [Ar. cem1 j ^ ] {OsT} is. 1. Biriktirme, İd a m edilm ek. toplama 2. Toplanma; toplam; bir araya getirilme. cellatlık, -ğı [cellât-lık] is. Celladın işi ve mesleği, 3. Genel ve özel bir konuyu bir kategori içine sok cellayi, [Ar. celâ (parlaklık) > cellâyı ^ }U-] (c ellâ :ma. 4. man. Bir terimi genelleştirme. 5. mat. Top y i:) {OsT} is. Yenleri açık ve geniş bir üst giyeceği, lama işlemi. 6. dbl. Çoğul. 7. tasvf. Allah’ın birli ğini idrak etmiş kimsenin coşkun hali. 8. tasvf. celle, [Ar. celi (büyüklük) > celle iU-] {OsT} is. “Yü (Alevilikte) şeyh huzurunda yapılan mevsimlik c e , aziz ve ulu olsun! ” anlamında dua sözü, ff celle tören. S cem evi, tasvf. 1. (A levilikte) toplanm a celâlühtt, {OsT} Onun (Allah ’ın) yü celiği, şan ı art y eri. 2. Cam inin y erin i tutan c em a a t binası.\\ cem-i sın. ianât, {OsT} Yardım ve ba ğ ış top lam a kurallarını çello, [Ar. celâl > Kürt, çello] {ağız} is. “Kürt adam belirley en tüzük. ||cem -i müennes, {OsT} dbl. A raplar” anlamına gelen “çello bello” ikilemesinde ge ça d a, “- â t ” ek i ile y a p ıla n çoğul.\\ cem-i müçer. (B ello, B ila l adının K ü rtçe kısaltılm ışı). [DS] kesser, {OsT} dbl. A r a p ça d a kelim elerin kökü d e celmed, [Ar. celmed -U.U-] {OsT} is. Kaya; taş. ğ iştirile rek y a p ıla n s e m a î çoğul.\\ cem -i mütekelcelp, -bi [Ar. celb {OsT} is. 1. Kendi üzerine lim, dbl. Ç oklu k birin ci kişi. || cem -i müzekker, {OsT} dbl. A r a p ç a d a “-in ” ve p e k az d a “-un" ile çekme. 2. Yazı ile çağırma. 3. Getirtme. 4. huk. y a p ıla n çoğul.\\ cem-i sahîh, {OsT} dbl. C em -i mü Yazılı çağrı. 5. Para sızdırma; sömürme. <3 celp etmek, K en d in e d oğru çekm ek. 2. B irin i yazı ile en n es ve cem -i m üzekkerin o rta k a d ı.|| cem olmak, d a v et etm ek. || celp müzekkeresi, huk. B ir m ah k e B ir a ra y a g elm ek ; toplan m ak.|| cem ü’l-cem, {OsT} m ed e davalı, davacı, tanık y a d a b ilirkişi o la r a k 1. dbl. Çoğulun çoğ u lu ; katm erli çoğul. 2. M uta bulunm ası g e r e k e n le r e h azır bulunm aları için g ö n savvıfın h e r n esn ed e A lla h ’ın tecellisin i gördüğü d erilen y a zılı ç a ğ r ı.|| celp olunmak, Ç ağrılm ak; m ertebe. ||cem ü telfik, {OsT} 1. T oplam a ve b irleş getirtilm ek. tirme. 2. ed. Tenasüp.
cellat, -dı [Ar. celd (kırbaç) > cellâd
celpname, [Ar. celb + Far. nâme
(celp n a;m e)
cem 3, -m m i [Ar. cemm j*^-] {OsT} is. 1. Büyük sayı.
{OsT} is. 1. Çağrı kâğıdı. 2. Askerlik veya yokla ması için mükellefe gönderilen çağrı yazısı. 3. huk. Bir mahkemede davalı, davacı, tanık ya da bilir kişi olarak bulunması gerekenlere hazır bulunmaları için gönderilen yazılı çağrı,
2. Kalabalık; çokluk. 3. İnsan topluluğu; yığın. 4. Bir kuyuda toplanan su kitlesi. S cemm-i gafir, {OsT} Büyük insan k a la b a lığ ı
celse, [Ar. celse
] (celû :) {OsT} sf. 1. (Kişi için)
şakacı; latifeci. 2. is. Kebap şişi.
cem4, [Far. cem (E fsan ev î İra n hüküm darının adın dan) |*^-] {OsT} is. 1. Hükümdar; şah. 2. özl. is. Şa rap ve içkiyi bulan efsanevî hükümdar. 3. Hz. Sü leyman’ın lakabı. 4. Büyük İskender’in lakabı. cem 5, [Far. câm] {ağız} is. Tencere; su kabı. [DS] cem aat1, -ti [Ar. cem‘ (biriktirm e, toplam a) > cemâ‘at c~pL_>-] (cem a ;a t) {OsT} is. 1. Bir yere gel miş, toplanmış insanlar. 2. Bir imama uyarak na maz kılmak, mevlit veya vaaz dinlemek için bir araya gelmiş kişiler. 3. İslam inançları çerçevesin
■ B
m ilî
SOMU 773
CEM
de toplanan insanlar; müminler topluluğu. 4. Aynı an) {OsT} zf. 1. Toplanmış durumda; tümüyle. 2. dinden, aynı mezhepten insanların meydana getir Toplu olarak. S cem ’an yekûn, {OsT} Toplam o la ra k ; h ep si b ird en ; tümden. diği topluluk. 5. Bir devlet içinde büyük topluluğu meydana topluluktan ayrılan küçük gruplar; zümre. cem ’aniye, [Ar. cem' (toplam a)> cem'âniyye 6. tor. Yeniçeri kuruluşunda birkaç odanın meyda (cem -a:n iye) {OsT} is. sosy. Ortakçılık; ortaklaşacı na getirdiği bölüm. 7. Tiyatroda oyuncu topluluğu. lık; kolektivizm, 0 cem aate uymak, H erk es n asıl davran ıyorsa cem apur, [Hint. d. Cemâpur (H in distan ’d a esk i bir öy le h a rek et etm ek; toplum a uymak. ken t adı)\ (cem a:pu r) {OsT} sf. (Ordu için) derme cem aat2, -ti [Ar. cemâ'at > cemâ'ât oU U ^-] (cem a :çatma. a :t) {OsT/ is. 1. Topluluklar; cemaatler. 2. İmam cemaziyülahır, [Ar. cümâd’el-âhıre js-’ÜI ^ilo-sr] (c e ların arkalarında namaz kılanlar. 3. Bir mezhepten m a:ziy ela :h ır) {OsT} is. Kamerî ayların altmcısı; olan halkın tümü. 4. tar. Yeniçeri kuruluşunda bir küçük tövbe ayı. kaç odadan oluşan zümre. S cem âât-i çilingirân-ı hassa, {OsT} S a ra y d a ki çilin g irler topluluğu.\\ ce- cemaziyülevvel, [Ar. cümâd’el-evvel JjVI mâât-i hademe-i ehl-i hıref, {OsT} S a ra y d a ç a lı şan sa n a tk â rla r,|| cem âât-i mücellidân-ı hassa, {OsT} S a ra y d a ki kita p la rı ciltleyen sa n a tçıla r; s a ray ciltçileri.\\ cem aât ortaları, {OsT} Y eniçeri ocağ ın ın oluşturan 196 ortan ın birin ciden yüz b i rinci o rtay a k a d a r olan ların o rta k adı. cemaatleşme, [cemaat-le-ş-me] (cem a :a tleşm e) is. Cemaat hâline gelme işi. cemaatleşmek, [cemaat-le-ş-mek] (cem a :a tleşm ek ) gçsz. f . [ -ir ] (İnsan topluluğu) inanç, ibadet veya başka amaçlarla organize birlik olmak,
(cem a:ziyelevvel) {OsT} is. 1. Kamerî ayların beşin cisi. 2. Büyük tövbe ayı. 3. Bir kimsenin biraz kirli geçmişi. S cemaziyülevvelini bilmek, İyi o la r a k tanınan birisinin g eçm işteki b ir yolsuzluğunu veya kirli işini bilm ek. cembiye, [Ar. cenbıye
{OsT} is. Bir tür kamalı
bıçak; hançer, cemceme, [Fars, cimcim / cimcime
{OsT} is.
sız varlık; cisim; nesne. 2. Bitki ve hayvanlar dı şındaki varlıklardan her biri,
Bektaşi dervişlerinin yolculuğa çıkarken giydikleri kalın bez tabanlı ve örme sicim konçlu bir tür ayakkabı veya çizme, cem cenabet, [ce(m)+ce/nâbet] ( c e ’m cen a:bet) pekşt. sf. Çirkin; suratsız; meymenetsiz,
cem adat, [Ar. cemâd > cemâdât o b U > ] (cem a :d a ;t)
cem der, [Far. cem-der jJ ^ r ] {OsT} is. Bir tür bıçak;
cemad, [Ar. cemâd
(cem a :d ) {OsT} is. 1. Can
kama.
{OsT} is. Cansızlar; cansız varlıklar, cemadi, [Ar. cemâdı ı p W ] (cem a :d i:) {OsT} sf.
cemed, [Ar. cemed -w»-] {OsT} is. 1. Buz. 2. Kar. 3. Dondurma.
Ruhsuz; cansız, cemadiyet, [Ar. cemâdiyet / cemâdiyyet o-oU^r] (ce-
cemedî, [Ar. cemedî t5-u^] (cem ed i:) {OsT} sf. Buz
m a:diyet) {OsT} is. 1. Cansızlık; ruhsuzluk. 2. Do nukluk.
gibi soğuk; çok soğuk, cemek, [Erme, camak] {ağız} is. Üvendirenin arka sında yer alan, sabandaki çamurları sıyırıp temiz lemeye yarayan küçük yassı metal parça. [DS]
cemah, [Ar. cemâh
(cem a :h ) {OsT} is. (At
için) baş sertliği; yönetim zorluğu, cemahir, [Ar. cumhür > cemâhîr
(cem a .h i.r)
{OsT} is. Cumhurlar; topluluklar. S cem âhîr-i müttehide-i A m erika, A m erika B ir le şik D ev letle ri. cemal, -li [Ar. cemâl JUsr] (cem a d ) {OsT} is. 1. Yüz güzelliği. 2. Yaratılış ve görünüş bakımından güzel olma; güzellik. 3. Yüz; güzel yüz. 4. tasvf. Allah’ın gafûr, rahîm, kerîm, latîf sıfatlarının hepsine birden verilen isim; Allah’ın güzelliği. S cemal böğrülcesi, {ağız} B ezelye. [DS]|| cem âPullâh, {OsT} A llah 'ın lütfü. cemalî, [Ar. cemâli
(c em a d i:) {OsT} sf. 1.
Güzellikle ilgili; güzelliğe ilişkin. 2. Kusursuzlukla ilgili; kusursuzluğa ilişkin, cem’an, [Ar. cem' (toplam a) > cem'an lî^ -] (ce ’m
cemel, [Ar. cemel J ^ - ] {OsT} is. Erkek deve. S cem eFil-bahr, {OsT} z oo l. 1. K ılıç balığ ı. 2. Balina.\\ cemelü’I-mâ, {OsT} 1. K ılıç balığı. 2. B alina. cemeliye, [Ar. cemeliyye
(cem elr.ye) {OsT} is.
zool. Devegiller; develer, çemen, [Far. çemen
{OsT} is. Çardak,
cem erat, [Ar. cemre > cemerât
(cem era:t)
{OsT} is. Cemreler, cemet, -di [Ar. cemed -u^-] {OsT} is. 1. Kar; buz. 2. Dondurma. cemetme, [Ar. cem' + T. et-me ^1 ^=r] is. 1. Bir araya getirme işi. 2. Toplamak eylemi, cemetmek, [Ar. cem' + T. et-mek dlil
g ç l . f [-
ÖlÜHIÜfflffiSÖM.v;
CEM ir] [-e(d )-i-y o r] 1. Bir ayara getirmek. 2. Topla mak. cem’i, [Ar. cem' > cem 'ı
(cem -i:) { OsT} sf. 1.
Toplanma ile ilgili. 2. Toplumla ilgili; topluma ilişkin. 3. sosy. Ortaklaşa; kollektivist. 4. Toplamla ilgili. 5. Çoğul yapan. cemi, -i‘ı [Ar. cem' > cemî' £^=r] (cem i:) {OsT} e. Hep; bütün, fi1 cemi cümle, {OsT} H erkes, hepsi. cemia, [Ar. cem ' (toplam a) > cemî'a a*»*»-] (c em i.a ) {OsT} zf. -*■ cemi, cemian, [Ar. cemı'an IL*^] (cem i.an ) {OsT} zf. Hep; bütün; tekmil; hep birlikte; tümü birden, cemil, [Ar. cemîl J ^ r ] (cemi.T) {OsT} sf. 1. Güzel; iyi; latif. 2. is. Eskiden okullarda başarılı olan öğ rencilere verilen bir takdir ifadesi, cemilat, [Ar. cemîl > cemilât cj^L*^] (cem i:la :t)
.
{OsT} is. İ. Beklenmedik hoş ve güzel şeyler. 2 Hoş sürprizler; güzel hareketler. 3. Güzel düşünce ler. cemile1, [Ar. cemîl > cemîle *L~>-] (cem id e) {OsT} sf. (Kadın için) güzel. cemile2, [Ar. cemîle
(cem id e) is. 1. Kendini
beğendirmek, yaranmak ya da iyilik olsun diye ya pılan gönül okşayıcı hareket. 2. Beklenmedik bir anda yapılan iyi hareket; iyilik; sürpriz. 3. Birinin gönlünü hoş etmek için yapılan iyilik. S cemile göstermek, G önül o kşay ıcı h a rek ette bulunm ak; lütfetmek.\\ cem île-kâr, İyilik yapm ayı sev en .|| cemîle-kârl, {OsT} İyiliksev erlik .|| cemîle-kârlık, İyi likseverlik. cem’ilendirme,
[cem‘î-le-n-dir-me]
(cem -i:len dir-
m e) {OsT} is. 1. dbl. Çoğul hâle getirme; çokluk hâle getirme işi. 2. mat. Toplama işlemi yapma. cem’ilendirmek,
[cem'î-le-n-dir-mek
«il»
(cem -iden dirm ek) {OsT} gçl. f . [-ir] dil b. Çoğul yapmak; çokluk durumuna getirmek, cem’ilenme, [cem'î-le-n-me] (cem -iden m e) {OsT} is. dbl. 1. Çoğul hâle gelme. 2. Çokluk yapılmak ey lemi. cem’ilenmek, [cem'î-le-n-mek
(cem -id en -
m ek) {OsT} d ö n şl.f. [ -ir ] dbl. 1. Çoğul hâle gelmek. 2. edil. f . (Kelime için) çoğul yapılmak, cemiyat, -ti [Ar. cem' (biriktirm e, toplam a) > cemi'yyât o L « ^ ] (cem -iya:t) {OsT} is. 1. Kurumlar; demekler. 2. Toplumlar; zümreler, cemiyet, [Ar. cem' (biriktirm e, toplam a) > OsT. cemi'yyet
{OsT} is. 1. Toplum; topluluk,
(19 .y y). 2 .Belli bir amaçla bir araya gelmiş toplu
luk; dernek. 3. Derli toplu, düzenli olma hali. 4.
Düğün, sünnet töreni gibi eğlenceli veya yemekli mevlit gibi toplantı. 5. ed. Divan şiirinde birbiri ile ilgili sözcükleri bir beyitte bir araya getirme esası na dayanan tenasüp, müraat-i nazir, tezat gibi söz sanatları. 6. tasvf. Gönlün ve zilinin, maddî olan her şeyle ilgisini keserek yalnızca Allah’la ilgili olması durumu. 7. as. (Savaşta) karşılaşma; muha rebe. fi1 cem ’iyet-gâh, {OsT} Toplantıyeri.\\ cem ’iyet-güriz, {OsT} Toplum dan k a ç a n .|| cemiyet ha yatı, Toplum hayatı. || cem ’iyet-i akvam , {OsT} M illetler cem iyeti (B irleşm iş M illetler kurulm adan ö n cek i teşkilat).\\ cem ’iyet-i beşeriye, {OsT} İnsan topluluğu.\\ cem ’iyet-i hâl, {OsT} Durumun bütünii.|| cem ’iyet-i hatır, {OsT} Zihnin ve düşüncelerin tertipli ve ra h a t o lm ası durumu.\\ cem ’iyet-i hitan, {OsT} Sünnet tören i.|| cem ’iyet-i kelâm, {OsT} S ö zün b irk a ç a n lam a g elm esi.|| cem ’iyet-i mahsusa, {OsT} Ö zel toplantı.]] cem ’iyet-i nisvân, {OsT} K a d ın larla b ir a ra y a g elm e; k ad ın la rla sohbet. || cem ’iyet-i sür, {OsT} Sünnet düğünü. cemiyetli, [cemiyet-li] sf. Derli toplu ve bir düzen içinde olan; düzenli, cemiz, [Far. camîz y>W] {ağız} is. bot. Yaban inciri, (Ficu s sycom oru s). [DS] cemkirişm ek, [cem (yans.) > cem-kir-iş-melc] {ağız} işteş, f . [-ir ] Birbirine karşı gelmek; karşılıklı sert cevap vermek. [DS] cemkirmek, [cem (yans.) > cem-kir-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik havlamak. 2. Karşı gelmek; sert cevap ver mek. 3. Surat asmak; kızmak. 4. Saldırmak; hücum etmek. [DS] cem kürm ek, [cem (yans.) > cem-kir-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r ] (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik havlamak. [DS] cemmal, [Ar. cemel (deve) > cemmâl JU=-] (cem m ad ) {OsT} is. Deve sürücüsü; deveci, cem m aş, [Far. cemmâş J ı W ] (cem m a:ş) {OsT} sf. Zampara. cem re, [Ar. cemre °y>^r\ {OsT} is. 1. Kor halindeki ateş; köz. 2. İlkbaharda, 19 şubat ile 6 mart tarihleri arasında birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılan ısıtıcı kuvvet veya tabiatta ısı yükselmesi olayı. 3. Hacıların Mina’da şeytan taş lamaları işi. 4. Müslüman hacıların hac sırasında Mina vadisinde attığı taşlardan meydana gelen yı ğınların adı. 5. Küçük çakıl taşları. 6. Kara kabar cık denilen iltihaplı bir yara; ateş göynüğü; yanıka ra. S cem re-i üla, {OsT} C em relerin ilk haftası.]] cem re-i saniye, {OsT} C em relerin ikinci haftası.]] cem re-i sâlis, {OsT} C em relerin üçüncü ve son h a f tası. cemreviye, [Ar. cemrevîyye
(cem revv.ye)
{OsT} is. ed. Divan şiirinde, nesip bölümlerinde
M İM İM İ)!. 775
CEN
baharın gelmesi ile ilgili olarak cemrelerden bah seden kaside türü, cemse, [Amer. General Motors Company (kısaltm ası olan) GMC harflerinin İng. okunuşu] kısalt, is. Bir askerî kamyon markası. cen1, [cen / ceng / cen (yans.)] is. Köpek ve bazı hayvanların havlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] cen cen, cen g-ir-de-m ek. S cen cen etmek, {ağız} L a f yetiştirm ek. [DS] cen2, [Far. ceng > cengî > cen] {ağız} is. Şarkı; türkü. [DS] cen3, [Far. jeng (pas)] {ağız} is. Bakır pası; küf. [DS] cenab, [Ar. cenâb
kılınırken okunan dua.\\ cenaze gibi, 1. Ç ok zayıf; güçsüz. 2. S olu k benizli.\\ cenaze levazımatı, Ölüyü g öm m ekte kullanılan çeşitli a r a ç ve g e r e ç le r .|| ce naze m arşı, C en aze tören lerin de söylen en b e lli bir m üzik p a rça sı. || cenaze merasim i, Ölüyü g öm m e sıra sın d a y a p ıla n din î veya g e le n e k s e l işler. ||cena ze namazı, G öm ülm eden ö n ce yıkan ıp kefenlen m iş ölü m u salla ta şm a konulduktan so n ra kılm an namaz. || cenaze salası, C en aze nam azı için okunan b ir tür ezan. ||cenaze töreni, C enazenin göm ü lm esi için y a p ıla n tören. || cenazeyi kaldırmak, Ölüyü g ö m m ek üzere m ezarlığ a g ötü rm ek; göm m ek.
(cen a :b ) {OsT} is. - * cenap.
cenb,' [Ar. cenb v ^ ] {OsT} is. 1. Yan; taraf; yön. 2.
fi1 Cenâb-ı H ak, {OsT} Allah.\\ cenâb-ı hilâfetpenâhî, {OsT} H ilafetin sığındığı y ü c e k iş i; p a d işa h .|| cenâb-ı südde-i devlet-meâb, {OsT} P a d i şa h kapısının avlusu.
cenbî, [Ar. cenbî ^j^r] (cen bi:) {OsT} sf. Yan tarafa
cenabet, [Ar. cünüb > cenabet ojU^-] (cen a:b et) {OsT} is. 1. Gusül etmeyi gerektiren durum; cünüplük. 2. sf. Gusül yapması gereken; cünüp. 3. (Kişi veya şey için) hoşlanılmayan kötü; sıkıcı; menfur. 4. sövgü. (Kişi için) pis; iğrenç; uğursuz; aşağılık, cenah, [Ar. cenâh ^ U -] (cen a:h ) {OsT} is. 1. Kanat. ■2. Kuş kanadı. 3. Kol; pazı. 4. Kapı gibi açılıp ka panır şeylerin her bir kanadı. 5. Aynı siyasi görüşü paylaşan kişilerin toplandığı yanlardan her biri. 6. as. Savaş düzenindeki ordunun yanlarından her biri. 7. Binanın yan tarafları ya da yanlarda bulu nan eklentileri, bölümleri. 8. Ahret. S cenâh-ı m a’ dilet, {OsT} A d a let kanadı.\\ cenâh-ı semek, {OsT} B a lık k an a d ı.|| cenâh-ı tâir, {OsT} K uş k a n a dı. cenâheyn, [Ar. cenâh > cenâheyn j e - U -] {OsT} is. İki kol; iki yan. cenaib, [Ar. cenibe > cenâib v J '-^] (cen a :ib ) {OsT} is. Yedeğe alınmış olan binek hayvanları, cenan, [Ar. cenân OL^-] (cen a:n ) {OsT} is. Yürek; kalp; gönül. cenap, -bı [Ar. cenâb ^L^-] (cen a:p ) {OsT} is. 1. Ev veya binayı çevreleyen duvar; avlu. 2. Huzur; kat; makam. 3. Ululamak ve yüceltmek amacıyla “say gıdeğer, hazret” anlamlarında kullanılan saygı sö zü. cenayib, [Ar. cenibe > cenâyib v -i^ rl (cen atib) {OsT} is. -*■ cenaib. cenaze, [Ar. cinâze (tabut) °j^ r] (cen a:ze) {OsT} is. 1. Gömülmek üzere yıkanıp kefenlenerek tabuta konulmuş insan ölüsü. 2. Cenaze töreni. 3. argo. Yavaş davranışlı, ağır hareketli kimse; miskin. S cenaze alayı, Ölünün cen a z e nam azını k ılm a k ve g ö m m ek g ib i son v a zifeleri y a p m a k için b ir a ra y a gelm iş topluluk.\\ cenaze duası, C en aze nam azı
Vücutta kaburgaların bulunduğu yer; böğür, ait; yanal. cenbiye, [Ar. cenbiyye
{OsT} is. Belin yan ta
rafına asılan eğri bir Arap kaması; hançer, cendal, [Far. cendâl
(cen d a:l) {OsT} sf. (Kişi
için) bayağı; aşağılık; adî. cendek, -ği [? cendelc] {OsT} is. 1. İnsan ya da hay van ölüsü. 2. Beden, cendel, [Ar. cendel J-u=r] {OsT} is. Nehirlerde bulu nan büyük kayalar, cendeliye, [Ar. cendeliyye ■tJ-i-^r] {OsT} is. Bir Rufaî tarikatı kolu. cender, [Far. cender _>-i^-] {OsT} is. Eşya; giyim eş yası. cendere, [Far. cendere «jJ-^-] is. 1. Baskı; sıkma; sı kıştırma; tazyik. 2. Bir şeyi sıkmaya yarayan iki ağaç. 3. Sıkıştırma işlemlerinde kullanılan makine veya alet; pres. 4. Kalın oklava. 5. Sıkı veya dar yer. 6. Dar dere veya vadi; boğaz. 7. m ecaz. Mane vi baskısı yoğun olarak hissedilen. 8. m ecaz. İşin içinden çıkılması güç durum. 9. {ağız} Taze peyni rin suyunu süzmekte kullanılan sık dokumadan ya pılmış torba. [DS] 10. {ağız} Ekşimik süzmekte kul lanılan dokumadan yapılmış süzgeç. [DS] cen dere baklavası, Yufkası c en d er e a d ı verilen kalın o k la v a ile a çıla n b a k la v a .|| cendereye sokmak, B üyük b a sk ı altın a alm ak. cenderehane, [Far. cendere-hâne -tiU- °_>jj>-] (cen der e h a :n e ) {OsT} is. Elbise ve kumaş ütülemeye ya rayan birbirine bitişik iki silindirden yapılmış bir tür ütünün bulunduğu oda veya bölme, cenderm e, [Fr. genderme] {ağız} is. -*■ jandarma. [DS] çenek, -ği [gene / yine > cene-k] {ağız} zf. Buna rağ men; yine de. [DS] ceneral, [İt. zenerâ] {OsT} is. Bir Hristiyan donanma sının amirali. [Tietze]
CEN
Ö IM
ceng1, [ceng / cen (yans.)] is. Köpek ve bazı hayvan ların havlamasını anlatan kök. S cen cen etmek, {ağız} 1. (K ö p ek için) cem kirm ek. 2. Can sık ıcı söz söylem ek. [DS] ceng2, [Far. âjeng / jeng (pas, küf) > cen] (cen) {ağız} w.'" Mantar lcüfu; pas. [DS] ceng3, [Far. ceng S^>-\ {OsT} -*■ cenk. S ceng-âver, {OsT} -* cengâver.|| ceng-âverân, {OsT} -* cengâveran.|| ceng-âver-âne, {OsT} -*■ cengâverane..|| ceng-âverî, {OsT} -*■ cengâveri.|j ceng-âzm â, {OsT} S av aş görm üş. || ceng-azmüde, {OsT} S avaş g ö r m üş.|| ceng-azmüdegî, {OsT} S avaşta deneyim kazan m a.|| ceng-bâz, {OsT} Savaşçı, kahraman.\\ ceng-cü, {OsT} -*■ cengcu.|| ceng-cüy, {OsT} -*■ cengcu.|| ceng-cû-yâne, {OsT} S av aşçıy a y a k ışır b i çim d e || ceng eylemek, {OsT} S avaşm ak.|| ceng-i harbî, {OsT} miiz. K la s ik Türk m üziğinde 10 z a m anlı ve 10 vuruşlu küçü k b ir usul. ||ceng-i sultanî, {OsT} Şiddetli çarpışma.\\ ceng-i zengerî, {OsT} Y alancıktan y a p ıla n savabil cengâr, [Far. jengâr _>l&j] (cen g â:r) {OsT} is. Bakır pası. cengâri, [Far. jengâr-I
(cen g â :ri:) {OsT} sf.
Bakır pası renginde; açık yeşil, cengâver, [Far. ceng (savaş) + âver (getiren) (cen gâ:ver) {OsT} sf. 1. Savaşmayı seven; savaş kan; dövüşken. 2. is. Savaşçı; silahşor, cengâveran, [Far. cengâver + Ar. -an jljj&L*-] (ceng â :v er a :n ) {OsT} is. Savaşçılar; dövüşçüler, cengâverane, [Far. cengâver-âne iîljjl&L»-] (cen g â:v era:n e) {OsT} zf. Savaşçılara yakışır tarzda; bir sa vaşçı gibi. cengâverî, [Far. cengâverî
(cen g â.v eri:)
{OsT} is. Savaşçılık, dövüşkenlik, cengâverlik, -ği [cengâver-lik] (ceııgâ.'verlik) is. 1. Savaşçılık. 2. Savaşçı olma durumu, cengcu, [Far. ceng-cü y r ^ r ] (cen gcu :) {OsT} sf. Kavgacı; tartışmaya başlamaya hazır, cengel, [Sansk. cangala > Hint, cangal > Far. ceıjgel / İng. jungle] is. 1. Orman; ağaçlık ve sazlık yer. 2. Hindistan ormanlarına verilen isim; cangıl, cengelistan, [Far. cengel-istân
(cen gelis-
ta:n) {OsT} is. Orman; sık ağaçlıklı yer. cenger, [Far. cenkâr
/ jenkâr (b a k ır p a s ı rengi)
>
cenger] {ağız) is. Bakır eşya. [DS] S cengeri çıkm ak, {ağız} O ksitlenm ek; p aslan m ak. [DS]
cengî, [Far. cengi J ^ r ] (cen gi:) {OsT} sf. 1. Savaş eden; savaş durumunda olan. 2. {ağız} sf. Kahraman lık türküsü. [DS] cengi, [ceng / çmg (yans.) > çıng-ı > ceng-i] {ağız} is. Küçük parça; molekül. [DS]
IM
J M
.
cengîlik, [Far. cengî-lik dlLS^-] (cen g i:lik) is. Kah ramanlık. cengirdemek, [cen (yans.) > cen-gir-de-mek] {ağız} g ç s z .f. [-ir] (Köpek için) çemkirmek. [DS] cengiz, [Moğ. Çingiz (han) > cengiz j r ^ r ] {ağız} sf. Yenilmez. [DS] cengname, [Far. ceng-nâme u i ^ - ]
(cen gn a.m e)
{OsT} is. Cenkname. cenib, [Ar. canlb y ^ ] (can i:b ) {OsT} is. Yedek at. cenibe, [Ar. cenîbe / cenıbet
/ o ^ = r] (ceni-.be)
{OsT} is. Yedek hayvan; çıvgar, fi1 cenîbe-keş, {OsT} Y edek hayvanı çek ip götüren. cenik1, -ği [cen (yans.) > cen-ik] {ağız} sf. 1. Atik; çevik. 2. Becerikli; gözü açık. 3. is. Yapısı ufak tefek olduğu hâlde güçlü kuvvetli kimse. 4. Besili ve küçük boylu manda. 5. Kısa boylu, huysuz at. [DS] cenik , -ği [Kürt, cimik (duvak)] {ağız} is. Kadınların başlarına taktıkları, çevresine altınlar dizili fes. [DS] cenik3, -ği [Far. jenk (b a k ır p a sı}] {ağız} is. 1. Havası sıcak ve nemli yer. 2. Deniz kıyısı; sahil. 3. Ova. 4. Uzak, bilinmeyen yerler. [DS] cenin, [Ar. cenin jysr] (cen i:n ) {OsT} is. 1. Ana rahmindeki henüz doğma zamanı gelmemiş yavru; dölüt. 2. Doğma zamanı gelmeden ölmüş yavru; düşük. 0 cenîn-i gayr-i müstebîniT-hilka, {OsT) H enüz o rg a n ları teşekkü l etm em iş dölüt.\\ cenîn-i kâzib, {OsT} G e rç e k olm ayan g e b e lik ; dış gebelik.\\ cenîn-i müstebîni’l-hilka, {OsT} O rganları teşek kül etm iş dölüt.|| cenîn-i tâm m ü ’l-hilka, {OsT} Or g a n la rı bütünüyle teşekkü l etm iş dölüt.\\ cenin-i sakıt, {OsT} D üşük çocuk. cenistre, [İt. ginestra] is. bot. Katırtırnağı, ceniver, [Far. ceniver j^ = -] (cen i:v er) {OsT} is. Sırat köprüsü. cenk1, -gi [Far. ceng &*-] is. 1. Savaş; harp; kavga; çatışma. 2. Çekişme. 3. Büyük çaba, mücadele. S cenk etmek, S avaşm ak. || cenk eylemek, S avaş m ak ; vuruşm ak.|| cenk kolayı, {eAT} H arp usulü. cenk2, -gi [Far. âjeng / jeng (küß] {ağız} is. Küf; pas. [DS] S cenk çalm ak, {ağız} 1. O ksitlenm ek; p a s lanm ak. 2. (K alaysız k ap ta ki y em ek için) bozulm ak. [DS] cenk3, -gi [Far. ceng (açılm ış avuç)] {ağız} sf. Bir tek avuç dolusu. [DS] cenkâr, [Far. jenkâr jl5^-] (cen kâ .r) {OsT} is. 1. Ba kır pası. 2. sf. Bakır pası renginde olan; yeşilimsi, cenkâri, [Far. jenkârî
(c en k â .r i:) {OsT} sf.
Bakır pası renginde olan, cenkçi, [cenk-çi] is. Savaşçı; cengâver.
Ö lf fir t K S ö E li®
.7 7 7
_____________________________________
cenkleşme, [cenk-le-ş-me] is. Savaşma, çatışma, çe kişme işi. cenkleşmek, [cenk-le-ş-mek] işteş f . [ -ir ] 1. Savaş mak. 2. Çatışmak; çekişmek. cenkname, [Far. ceng-nâme
(cen kn a:m e)
IOsT} is. Savaş hikâyeleri anlatan kitap.
c e n n a n , [Ar. cennân jh=-] (cenna:rı) {OsT} is. Bah çıvan. cennat, [Ar. cennet > cennât
(cen na:t) {OsT}
is. 1. Cennetler; uçmaklar. 2. Bahçeler, t? cennât-i adn, {OsT} C ennet b a h çeleri. cennet, [Ar. cennet c*^-] is. 1. Bahçe; güzel bahçe. 2. Allah’ın günahsız kullarını veya günahlarından arınmış olanları öldükten sonra sonsuz bir mutluluk içinde yaşatacağını vaat ettiği yer. 3. m ecaz. Çok güzel ve havası iç açan yer. fi3 cennet-âsâ, {OsT} Cennet gibi. |[ cennet-âşiyân, {OsT} Yeri cen n et ci lan.\\ cennet balığı, zool. Çin veya Tayvan kökenli, hem havadaki, hem d e su d ak i erim iş oksijen iyle solunum y ap ab ilen , m avi y e ş il zem in üzerine b a k ır rengi çizgili b ir ç eşit akvaryum balığı, (M acropodu s vinidiauratus).\\ cennet balığıgiller, zool. Güney doğu A sya d en izlerin de y aşayan , ö rn e k türü cennet balığ ı olan ve havan ın se r b e s t oksijen in den de y a ra rla n a b ilen kem ikli b a lık la r fam ily a sı, (Anabatidae).|| cennet biberi, bot. Z en cefilgillerden , A f rika kıyıların da y etişen k a r a b ib e r tadın da iştah açıcı b ir baharat, (Amomıım paradisi).\\ cennet ca nıma minnet, "S eve se v e k ab u l ed erim ” an lam ın da söylenir. |[ cennet gibi, 1. Ç o k güzel. 2. H av a dar, b a ğ lık b ah çelik, y eşillik (yer), jj cennet-i a ’lâ, {OsT} C en net m akam ların ın en y ü kseğ i olan sekizincisi.||cennet-i a ’ mâl, {OsT} Cennetin m ad d î düşüniilüşü. || cennet-i ePâl, {OsT} Cennetin m ad d î düşünülüşü. || cennet-i nefs, Cennetin n ıaddî düşü nülüşü.\\ cennet-i kalb, {OsT} Cennetin m an evi dü şünülüşü.\\ cennetin kapısını açm ak, iy ilikte bu lunmak]] cennet-i rüh, {OsT} Cennetin m an evi dü şünülüşü.|| cennet-i sıfat, {OsT} Cennetin m anevi düşünülüşü.||cennet-i za’f, {OsT} Cennetin m anevi düşünülüşü. ||cennet-i vesîle, {OsT} C en net m akam larının en y ü kseğ i o la n sekizincisi. || cennet kuşıı, 1. K üçücükken ölen gün ahsız ço cu k ; m asum bebek. 2. iy i n itelikleri o la n kim se. 3. zool. A lt tarafı s a rımsı esm er ren kte siyah ötücü kuş, (P a r a d ise a apoda). 4. g ö k b. Güney kutbuna 20 ° uzakta, güney g ök küresinin kü çü k yıldız takım ı. 5. bot. Güney A frika kökenli, y a p ra k la r ı dikdörtgen biçim li, m a vimsi y eş il y a p ra k lı ç o k y ıllık k ö k sa p lı b ir süs bit kisi, (Strelitzia reginae).\\ cennet kuşugiller, zool. Yeni G ine ve A vustralya çev resin d e yüz yirm i k a d a r türü y a şa y an ötücü ku şlar fam ily a sı, (P aradiseidae).\\ cennet-m akâm , {OsT} M akam ı cen n et olan .|| cennet m ekân, “Yeri cen n et o la s ı ! ” a n la
_____________________________________________ CEN
m ın da ölm üş birin den b a h sed erken kullanılan iyi d ile k s özü.\\ cennet-nazîr, {OsT} C enneti andıran]] cennet öküzü, Temiz kalpli, iyi y ü rek li f a k a t saf, b u d ala kişi.\\ cennet taam ı, K a b a k y em eğ i.|| cennetü’d-dünyâ, {OsT} Yeryüzü cenneti. cennetabat, [Ar. cennet + Far. âbâd jL>T o jj-] (cenn eta :b a :t) {OsT} is. Cennete benzer yer. cennetlik, -ği [cennet-lik] sf. 1. Ölünce cennete gi deceğine inanılan (kişi). 2. Cennete layık. 3. “Yeri cen n et o la s ı ! ” anlamında biri için iyi dilek sözü; cennetmekân. censiyan, [Lat. gentiana] is. bot. -*■ centiyan. centilmen, [İng. gentleman / Fr. gentilhomme (a sil z ad e)] is. Toplum yaşayışına uygun davranan; ki bar; iyi eğitim görmüş erkek; beyefendi, t? centil men anlaşması, B ir hukukî d e ğ e r taşım am akla birlikte d ev letler a ra sın d a b ir iyi niyet g ö sterisi için karşılıklı o la r a k y ap ılan sözlü anlaşm a. centilmence, [centilmen-ce] s f ve zf. Centilmen bir kimseye yakışır biçimde; kibarca, centilmenlik, -ği [centilmen-lik] is. 1. Centilmene yakışır tutum ve davranış. 2. Centilmen olma duru mu; incelik; kibarlık. S centilmenlik antlaşması, R esm î ö zellik taşım ayan, k arşılıklı sam im i gü ven lerin e dayan an tarafların ken d i a ra la rın d a v ardık ları sözlü anlaşm a. centilom, [İt. gentilis (soydan) + homo (insan)] (ce ’ntilom ) {OsT} is. Hristiyan asilzadesi, centiyan, [Lat gentiane] is. bot. 1. Büyük bir kökü, sap üzerinde bir düğüm çevresinde dizili altın sarısı çiçekleri bulunan, kuvvetli bir kokusu ve acı bir ta dı olan, iştah açıcı, uyarıcı, kuvvetlendirici ve ateş düşürücü özelliklerinden dolayı halk hekimliğinde kullanılan bir yıllık bitki; kızıl kantaron, (G entiana lutea). 2. Bu bitkinin kökünden yapılan acı lezzetli bir likör. centiyaniye, [Ar. centiyâniyye
| (centiya:niye)
{OsT} is: bot. Centiyangiller. cenub, [Ar. cenüb
(cen u :b) {OsT} is. - * cenup,
ff cenüb-ı garbî, {OsT} G üneybatı.|| cenüb-ı şarkî, {OsT} Güneydoğu. cenuben, [Ar. cenııb-en 1 ^ - ] (cem c b en ) {OsT} zf. 1. Güneye doğru; güneye yönelik olarak. 2. Güney yönünden; güneyden, cenubi, [Ar. cenüb (güney) > cenübı
(cem ı:-
bi:) sf. 1. Güneyde bulunan. 2. Güneye ait. cenup, -bu [Ar. cenüb ^ j^ r] {OsT} is. Coğrafî yön lerden Antarktika kıtasına doğru yönelik olanı; gü ney. cenuplu, [cenup-lu] sf. Güneyli, güneyde oturan; kö keni güney tarafta bulunan bölgelere ait olan, cenük, -ğü [Kült, cimik] {ağız} is. -*■ cenik. [DS]
CEP
ce p 1, [cep (yans.)\ is. Gereksiz, yerli yersiz konuşma, boş laf etme ve ötüşme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] c ep cek, cep + cek-le-n -m ek. cep , [cep / cop (yans.)\ is. 1. Yemek sırasında ağız şapırdatmayı anlatan kök. [Zülfıkar] c ep -ir cepir. 2. is. Kıvam; olgunlaşma. cep3, -bi [Ar. ceyb (yaka) > ceb] {OsTj is. 1. İçine bir takım küçük şeyleri koymak için elbise üzerine yerleştirilmiş, ağzı açık, üç tarafı kapalı torbacık. 2. Çanta, cüzdan cinsi eşyaların ana bölmelerinden daha küçük olanı. 3. Cebe uygun, cepte taşınabile cek nitelikte (olan şeyleri belirtmek için tamlayan olarak kullanılır.) 4. Düşmanın savunma hattına derinlemesine girilmek suretiyle kazanılan toprak parçası. 5. Bir kaya üzerinde değişik jeolojik etken lerin açtığı oyuklarda bir takım tortul maddelerin dolması ile meydana gelmiş katı yapılaşma. 6. Ma den ocaklarında açılmış küçük yan oda. 7. Taşıtla rın trafik akışını engellemeden yol kenarında du raklayıp bekleyebilmeleri için yapılmış girinti. 8. {ağız} Ocağın yemek pişirilen köşesi. [DS] B cebe atm ak, 1. H akkı olm ad ığ ı h a ld e ken disin e m a l et m ek ; k en d i m alı say m ak; a şırm ak; çalm ak. 2. H e diye, rüşvet vb. a lm a k.|| cebe el atm ak, P a r a ver m eye d av ran m ak.|| cebe indirmek, 1. H akkı o lm a dığı h a ld e ken disin e m al etm ek; a şırm ak ; çalm ak. 2. Z ahm etsizce kazanmak.\\ cebe koymak, K en din e m a l etm ek. || cebi delik, 1. P arasız. 2. Ç o k p a r a h arcayan , elin e g eç e n p a ra y ı hem en h a rca y ıp biti ren kişi. || cebinde akrep olmak, P a r a s ı olduğu h a ld e o r ta k h a rc a m a la ra k atılm am ak v e m asra fla rı b a şk a sın a y ü klem ek; cim rilik etm ek; a s a la k g eçin m ek.|| (birini) cebinden çıkarm ak, 1. (O ndan) d a h a üstün olm ak. 2. Övünme bildirir. || cebinden verm ek, K en di p a ra sın d a n ö d em ed e bulunmak.\\ cebine atm ak (indirmek), H akkı o lm ad ığ ı h a ld e ken disin e m al etm ek; a şırm ak ; çalm ak. || cebini doldurmak, F ırsattan y a r a r la n a r a k b o l p a r a kazan m ak.|| cebi p ara görm ek, 1. P a r a k az an ır o l m ak. 2. Ç o k p a r a kazanm ak. || cep defteri, C epte ta şın a b ile cek k a d a r kü çü k d efter.|| cep harçlığı, 1. K ü çü k k işisel ihtiyaçları k a rşıla m a k için ayrılan p a r a . 2. im p a ra torlu k d ön em in de p a d iş a h la r a Mı s ır eyaletinden g elen p a r a . ||cep hastalığı, E rik ler d e taphrin a pru n i den ilen m antarın s e b e p olduğu, yum urtalığın a şırı şe k ild e bü yüyerek çek ird ek siz içi b o ş bir c ep halin i a lm ası h a stalığ ı,|| cep kitabı, K ü çü k b o y ve ucuz kitap . \\ cep saati, Y elek ceb in d e taşm an, k ö stek a d ı verilen b ir zin cirle y e le ğ e b a ğ lanm ış b ir sa a t türü. ||cep sözlUğü, C ep te taşın abi le c e k b o y d a hazırlan m ış sözlük. || cep şıkırdam ak, P a r a s ı o lm a k .|| cep takvimi, C ep te ta şın a b ilecek b o y d a ve d efter şeklin d ek i takvim ; cep muhtırası.\\ cep telefonu, C ep te taşın abilen ve uydu a ra cılığ ı ile kon uşm a y a p ıla b ilen kab losu z telefon.\\ cepten verm ek, 1. K en d i p a ra sın d a n ö d em ed e bulunmak. 2. Z ararı ödem ek.
Û IİİM IÜ IC t S O M .
77®
cep4, [Far. çap (so l taraf)] {ağız} sf. Eğri. [DS] cepcek, -ği [cep+cek] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedi koducu. [DS] cepceklenmek, [cep (yans.) > cep+cek-le-n-mek] {ağız} d ö n şl.f. [-ir] Gevezelik etmek. [DS] cepçi, [cep-çi] is. argo. Kalabalık yerlerde sıkışıklık tan yararlanarak başkalarının ceplerinden cüzdan, para vb. şeyleri çalan kişi; yankesici, cepçilik, -ği [cep-çi-lik] is. argo. Cepçinin yaptığı iş; yankesicilik. çeper, [eT. *çeb-mek (çevirm ek) > cep-er / çep-er] {ağız} is. Çit. [DS] cephane, [Moğ. cebe (zırh) + Far. hâne > cebe-hâne > cephâne] (cep h a ;n e) {OsT} is. 1. Ateşli silahların kullanılabilmesi için gerekli olan mermi, barut hakkı, fiize, kapsül gibi malzemelerin bütünü. 2. gnşl. Bir iş için gerekli olan şeyler. 3. m ecaz. Para. 4. argo. Uyuşturucu; afyon, cephaneci, [cephane-ci] (c ep h a ;n eci) is. 1. Askerî birliklerde cephanelik görevlisi ya da sorumlusu. 2. Otomatik ağır piyade silahları ile toplarda cepha neyi namluya doldurmakla görevli numara eri. cephanelik, -ği [cephane-lik] (cep h a ;n elik) is. Cep hanenin saklanması için yapılmış sağlam, korunak lı ve denetimli yer. cephe, [Ar. cebhe (alın)] {OsT} is. 1. Ön; yüz; yüz ta rafı. 2. mim. Binaların ana girişinin bulunduğu ön yüzü; fasat. 3. mim. Bir binanın dış yanlarından her birisi. 4. Taraf; yön. 5. siy. Aynı siyasi görüşü pay laşan parti ya da sivil örgütlerin meydana getirdiği mücadele birliği. 6. as. Bir birliğin oluşturduğu sa vaş düzeninin dış hattı. 7. as. Çatışma alanının önünde bulunan sınır. 8. as. Bir birliğin enine tuttu ğu alan. 9. m eteo. Sıcaklıkları ya da nem oranları farklı hava kütlelerinin birbirine değmesiyle oluşan yüzey. 10. Okyanuslarda, ısısı farklı iki su kütlesi arasındaki sınır. 11. arg o. Kadın ve kızda önden görünen göğüsler. 0 cephe alarak selamlamak, as. Yönünü sela m la m a sı g er ek en s a n c a k y a d a cu m hu rbaşkan ın a dönüp es a s duruşta b e k ley e re k sela m v erm ek.|| cephe almak, 1. as. (A skerî birlik için) düşm anı k a r şıla m a k üzere uygun b ir y er d e m evzi alm ak. 2. K a rşı çıkm a k; düşm anca tavır ta kın m ak,|| cephe ateşi, as. K en di birliğinin c e p h e s i ne d ikey o la r a k düşm an üzerin e y a p ıla n ateş. ||cep he büyütmek, as. (A skerî birlik için) cep h esin i y a n la r a doğru a çm a k .|| cepheden hücum a geç mek, 1. D ola m b açlı y o lla r a başvu rm adan doğru dan, a ç ık ç a m ü ca d eley e girişm ek. 2. as. D üşm anın y a n lard an kuşatılm ası mümkün olm ayan durum la r d a doğru dan sa ld ırm a k ; c e p h e taarruzu y a p m ak. ||cephe derinliği, B ir a s k e r î birliğin cep h ed en itibaren g er iy e doğru olan uzantısı. || cephe gerisi, S ilahlı çatışm anın bulunduğu y erd en itibaren eld e bulunan ve savaşın k a d eri üzerinde sa v a şan a sk er-
f l i r a r a i ı i • 779 le r k a d a r etkili olan to p rak p a rç a sı. || cephe kü çültmek, B irliğin c e p h e y an ların ı d a ra lta ra k g e r i y e doğru derin liğini artırm ası. || cephe oluştur mak, S iyasi o la r a k o rtak bir g örü ş etrafın d a birlik m eydan a getirm ek. cepheleşme, [cephe-le-ş-me] is. Karşılıklı cephe oluşturmak eylemi, cepheleşmek, [cephe-le-ş-mek] işteş f . [- ir ] Karşılık lı zıt düşünceler etrafında birleşerek siyasi ya da ideolojik gruplar oluşturmak, cepheli, [cephe-li] sf. Cephesi olan; yönlü; taraflı; yüzlü. cepin, [Yun. tsapin / Slav, câpün / capîn] {ağız} is. -* çepin. [DS] cepir, [cep (yans.) > cep-ir] {ağız} is. Ağız şapırtısı. S cepir cepir yemek, {ağız} Ağzı şa p ırd a ta ra k yem ek. [DS] cepken, [çek-mek > çek-men [EREN]] is. Çuhadan yapılma, yırtmaçlı, uzun kollu, yakasız ve gömlek üstüne giyilen kısa üst giyeceği, ceplemek, [cep-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Cebe indirmek. ce r1, [cer / çer] {eT} is. Yer. [Clauson] cer , [cer / çer / çör] {ağız} e. Kendi başına bir anlamı olmayıp ancak başına getirildiği kelimelere pekiş tirme görevi yapan edat. [DS] & cer cehennem, {ağız} Z orla; isteksizce. [DS]|| cer cehiz, {ağız} Ç e yiz türünden n e g e r e k li ise. [DS] cer3, [Ar. cer y r] {OsT} is. Özel olarak yarılmış yer; yarık; çatlak. cer4, - r ’ i [Ar. cer' ^yr] {OsT} is. Suyu yudum yudum içme; yudumlama, cer , -rri [Ar. cerr y r] {OsT} is. 1. Çekme; sürükle me. 2. Para çekme; eşya çekme. 3. dbl. Arap dilbil gisinde ait olduğu ismi esreli (-i) okutan harf ya da edat; harf-i cer. 4. Medrese öğrencilerinin, Rama zan ayında köylere giderek dinî konularda halkı aydınlatma ve namaz kıldırma gibi işleri yürütme lerine karşılık halkın verdiği fitre, zekât, sadaka ve yardımları toplamaları. 5. fız . Sürüklenme hızı. 6. {ağız} İğin ip takmak için yapılmış çengeli. [DS] ® cer atölyesi, D em iryolu taşıtlarının bakım ını, on arımını yapan , a r a ç v e g er eç ler in i üreten atölye. || cere çıkm a, (M edrese ö ğ ren cileri için) üç a y la rd a d ağ ıld ıkları k ö y lerd e im am lık veya m üezzinlik y a p a r a k p a r a ve e r z a k toplamak.\\ cer harfi, A rap ç a 'd a kelim en in sonunun e s r e li (-i, -ı) okunm asını g erektiren ön ek. || cer hocası, C er için k ö y lere g i den h o ca. || ce rr-i eşkâl, {OsT} A ğır b ir yükü k a l dırm a,|| cerr-i kelâm etmek, {OsT} B ir konu h a k kın da kendini kon u şm aya zorlamak.\\ cerr-i menfaât, {OsT} Ç ık a r sa ğ la m a]] cerr-i miyâh, {OsT} Su p o m p a sı.|| cerr-i nuküt, {OsT} M en faat sa ğ la m a .||
CER
cer kancası, Yük k ald ırm a y a d a a r a ç ç ek m ed e kullanılan h a la t ve zincirin takıldığı sa ğ la m kan ca. cer6, [Far. cav (arpa)] {ağız} is. 1. Arpa. 2. İnce dişli eğe. [DS] cerab, [Ar. cerâb / cerâbe
/ <4!y r] (c er a :b )
{OsT} is. Dağarcık; torba. S cerâbe-i hafiye, {OsT} zool. Ü rem e torbası. cerad, [Ar. cerâd ->l_rr] (c er a :d ) {OsT} is. 1. Çekirge ler. 2. m ecaz. Yağmacılar takımı, fi1 cerâd-ı münteşîr, {OsT} Yayılmış y a ğ m a c ıla r .|| cerâd ü ’l-bahr, {OsT} zool. T eke adı verilen b ir deniz bö ceğ i. ceraha,t', -ti [Ar. cerh (yarm a) > cirâhat > cerahat c^ \ yr] (cera :h a t) {OsT} is. 1. Yara. 2. İltihaplanma sonucunda meydana gelen sarı su; irin; akıntı. cerah at2, -ti [Ar. cerahat > cerahat ol>-y r] (c e r a :ha:t) {OsT} is. Yaralar; irinler; akıntılar, cerahatlenm e, [cerahat-le-n-me] (cera:h allen m e) is. Bir yaranın iltihaplanması durumu; irinlenme ey lemi. cerahatlenm ek, [cerahat-le-n-mek] (cera:h atlen m ek) g ç s z .f. [-ir ] (Yara için) irin toplamak, cerahatli, [cerahat-li] (cera.h atli) sf. (Yara için) irin toplamış; irini olan; irinli; akıntılı, cerah or, [Far. *carâ (m aaş) + hvör (yiyen) [Tietze] yr] (c e r a :h o :r ) {OsT} is. İmparatorluk döne minde, Osmanlı ordusunda görev yapan Flristiyanlara verilen ad. ceraid, [Ar. ceride > cerâ’id -lsIy r] (cer a :id ) {OsT} is. Gazeteler; cerideler. S Günlük gazeteler.
cerâid-i yevmiye, {OsT}
ceraim , [Ar. cerime (suç) > cerâ’im pilyr\ (cera:im ) {OsT} is. 1. Suçlar. 2. Cinayetler. 3. Suç karşılığı ödenmesi gereken para cezalan. S cerâim -i cinai ye, {OsT} huk. C inayet su çları.|| cerâim -i müşte reke, {OsT} O rtak işlenm iş suçlar. ce ra n 1, [Moğ. cegeren > jeren / ceren] is. 1. {OsT} Ceylan; {ağız} (aynı). [DS] 2. {ağız} Geyik. [DS] 3. {ağız} (İnsan ve hayvan için) uzun boylu, sevimli ve güzel gözlü. [DS] 4. {ağız} İyi koşan biçimli at. [DS] 5. {ağız} Kırmızı renkli bir tür çiçek. [DS] S ceran göz, {ağız} C eylan göz. [DS] ceran 2, [İt. geranio (küçük turna kuşu)] ( c e ’ran ) is. bot. Meyvesi turna gagasına benzeyen bir çiçek olan ıtır çiçeği, ceraskal, -li [Ar. cerr (çekm e, sü rü klem e) + eşkal Ça ğ ır şeyler)] {ağız} is. Ağır yükleri kaldırmakta kul lanılan üç ayaklı sehpa veya ray üzerine oturtulmuş sabit ve hareketli makaralardan meydana gelmiş bir tür palanga. [DS] cerasim , [Ar. cürsüme > cerâşîm |*-îl>>-] (cera:si:m ) {OsT} is. 1. Dipler; kökler. 2. Tomurcuklar. 3. Flas-
ÖIÜMIIMCESÖM.
CER
talıklı tohumlan; mikroplar. S cerasîm -i mütenâsile, {OsT} bot. Yeşil yosun hücreleri.
cerebü’l-ayn, {OsT} tıp. G öz kap akların ın içinde çıkan sivilceler.
ceraye, [Far. cerâye 4*1^] (cera.ye) {OsT} is. 1. As
cerebî, [Ar. cereb > cerebî ^.yr] (c er eb i:) {OsT} sf.
ker tayım. 2. Vakıflar tarafından fakir ailelere veri len yiyecek.
cerebiye, [Ar. cereb > cerebiyye '^.yr] {OsT} is. zool.
cerayet, [Ar. câriye > cerâyet c_>lyr] (cera.yet) {OsT}
is. Cariyelik.
Uyıız hastalığına yakalanan; uyuz olmuş; uyuz, Uyuz böcekleri; (A carides). cerebiyet, [Ar. cereb > cerebiyyet ^ . y r ] {OsT} is. U-
cerayim , [Ar. cerâ’im ^ y r ] (cera.yim) {OsT} is. -*■ ceraim.
yuz hastalığına yakalanma; uyuzluk. cered 1, [Ar. cered Jyr] {OsT} is. Çıplak hâle getirme.
cerazet, [Ar. cerâzet o jlyr] (cera:zet) {OsT} is. Obur luk. cerban, [Ar. cerbân oL>_rr] (cerba:n) {OsT} sf. Uyuza yakalanan; uyuz, cerbeze, [Ar. cerbeze °y.yr] {OsT} is. 1. Hilekârlık;
cered2, [Far. cered zyr] {OsT} sf. Yaralı. cerek, -ği [? cerek] {ağız} is. 1. İnce uzun ve yuvarlak sırık. 2. Taze çam fidanı. 3. Döven oku. 4. Sırıklar döşenip üzerine toprak doldurularak yapılan döşe me. 5. Kaburga kemiği. [DS]
kurnazlık. 2. Etkileyici konuşma. 3. Girişkenlik ve cerelik, -ği [Ar. cerre (testi) > cere-lik] {ağız} is. 1. Musluk. 2. Su haznesi. [DS] beceriklilik. 4. Etkileyici dış görünüş, cerbezeli, [cerbeze-li] is. 1. Hilekâr. 2. Etkileyici ve cerem , [Ar. cerem j*y r] {OsT} is. 1. Toplanan hurma güzel konuşan; demagog. 3. Girişken ve becerikli. lardan yere düşeni yeme. 2. Hata. 3. Cinayet. 4. 4. Tavır ve hareketleri veya dış görünüşü ile başka Günah. S lâ-cerem , {OsT} E lb ette; şü phesiz; mut larını etkileyen, laka. cerbiye, [Ar. cerb > cerbiyye -hiyr] {OsT} is. zool. cerem e, [Ar. cürm (suç) > cerime / cereme u yr] Uyuz böcekleri, (Acarides) {OsT) is .l. Başka birinin yaptığı zararı ödeme. 2. cercer, [Ar. cercer yryr] {OsT} {ağız} is. Döven adı Para cezası. 3. {ağız} Değer; fiyat. [DS] S1 cerem e verilen tarım aracı. [DS] sini çekmek, B a ş k a birinin y o l açtığ ı z ararı ö d e m ek zoru n da kalm ak. cerci, [Ar. cerr (çekme) > cer-ci] is. Cer atölyesinde çalışan. ceren, [Moğ. cegeren > jeren > ceren ö y r] {OsT} is. cerd, [Ar. cerd >yr] {OsT} is. Çıplak bir hâle getirme; elbisesinden soyma,
Ceylan; {ağız} (aynı). [DS] cereng, [Far. cereng & yr] {OsT} is. 1. Çan ya da zil
cerda, [Ar. cerd > cerdâ b>>-] (cerda:) {OsT} sf. 1. Elbisesinden soyulmuş; çıplak. 2. Mahrum. 3. Daz lak; saçsız; tüysüz. 4. Verimsiz; çorak. 5. (Şarap için) karıştırılmamış,
sesi. 2. Kılıç, topuz gibi savaş araçlarının kullanımı sırasında çıkan ses. ceres, [Ar. ceres ^yyr] {OsT} is. 1. Küçük çan. 2.
çerd e1, [Ar. çerde o y r] {OsT} is. 1. Mekke’de ha
Hayvanların boynuna takılan çan; çıngırak. 3. {eATj Deve çanı. 4. Zindan. S ceres-d âr, {OsT} Ç ıngırak taşıyan ; çın gıraklı]] ceres-hay-ı zerrin, {OsT} Altın çın gıraklar.
cılara eşlik eden atlı muhafız. 2. sf. Tüysüz; dazlak.
ceresiye, [Ar. ceresiyye - ^ -y r ] {OsT} is. bot. Çan-
cerdan, [Far. cerdân öb>>-] (cerda:n) {OsT} is. Di lenci çanağı.
çerde2, [Far. çerde
{OsT} is. Kuladan daha açık
sarı donlu at. cere1, [Ar. cerre «yr] {ağız} is. 1. Toprak testi. 2. Toprak küp. [DS] cere2, [Ar. câri ,xıU- > Far. cıra ıj~r] {ağız} is. 1. Ko casından boşanan kadına ve çocuklarına bağlanan para; nafaka. 2. Bir malın yıllık kirası. 3. Bir malın yıllık vergisi. 4. Bir iş karşılığında alman şey; emek bedeli. 5. Güç; erk. [DS] S cereye vermek,
{ağız} Tarlayı ekilen tohum kadar ücretle kiraya vermek. [DS] cereb, [Ar. cereb ^ y r ] {OsT} is. tıp. Uyuz hastalığı; uyuz olma; uyuzluk, t? cereb-nâk, {OsT} Uyuz.\\
çiçeğigiller. cereyan, [Ar. cereyân
(cerey a :n ) {OsT} is. 1.
Bir yöne doğru akma; akış; akıntı; akım. 2. Elektrik akımı. 3. Hava akımı; rüzgâr. 4. m ecaz. Aynı görüş ve düşüncede bulunan kişilerin meydana getirdiği hareket, akım. S cereyan etmek, Olup bitm ek; geçmek.\\ cereyan çarp m ak , E lektrik akım ın a tu tulm ak,|j cereyân-ı daimî, {OsT} fız . D oğru akım. |j cereyân-ı elektrikî, {OsT} E lektrik akım ı. || cereyân-ı galvânî, {OsT} Volt.|| cereyân-ı hevâ, {OsT} H av a a kım ı; rüzgâr.\\ cereyân-ı mesâlih, {OsT} İş lerin oluşu, akışı. || cereyân-ı mütemadî, D oğru akım .|| cereyân-ı mütenâvil, {OsT} A ltern a tif akım.\\ cereyân-ı müvellidî, {OsT} Ü reteç; jen era tö r.
İBİHIK Silil. 781
CER
cereyanlı, [cereyan-lı] sf. 1. Elektrik akımı yüklü. 2. Hava akımı bulunan. 3. Elektrikle çalışan. 4. (Top lantı vb. için ) tartışmalı; çekişmeli, çerez, [çerez > çerez j~r\ {OsT} is. Çerez; meze, cergand, [Far. cerğand -ui^-] {OsT} is. 1. Bumbar dolması. 2. Işık; ışık konacak yer. cerge1, [Moğ. cerge > Far. cerge
{OsT} is. 1.
Bir yerde bulunan insan kümesi. 2. Bitki sapların dan yapılan demet; deste. 3. Kurutulmak üzere üst üste dizilmiş tezek yığını. 4. {eAT} {OsT} {ağız} Bos tan ve tarlalara yapılan basit kulübe ya da gölgelik; derme çatma çadır. [DS] 5. {ağız} Göçebe çadırı; tente; çerge. [DS] 6. {ağız} Süslenmiş gelin arabası. [DS] 7. {ağız} Dizi; sıra. [DS] 8. {ağız} sf. Dizi dizi; grup grup. [DS] cerge2, [Bulg. çerga] {ağız} is. -*• çerge. [DS] cergelenmek, [cerge-le-n-mek ] dönşl. f . [-ü r ] {OsT} (İnsan ve hayvan için) çepeçevre dizilerek halka oluşturmak. cergü, [Bulg. çerga ?] {ağız} is. Fındık kurutmak için özel olarak yapılan sergi yeri. [DS] cerh, [Ar. cerh ^ y r] {OsT} is. 1. Yaralama. 2. Baş ve yüz dışındaki organlardan birini yaralama. 3. Bir düşünceyi, bir iddiayı çürütme; yanlışlığı ortaya koyma. 4. m ecaz. Kabul etmeme; reddetme. 5. huk. Davada tanıkların tanıklıklarının kabul edilmemesi; davalının tanığın güvenilir olmadığını belirtmesi. B cerh etmek, 1. huk. Y aralam ak. 2. Çürütmek.\\ cerh fî-hükmi’l-hatâ, {OsT} huk. B a ş k a eylem s e çen eğ i olm aksızın olıışan yaralama.\\ cerh-i anıd, {OsT} huk. H erh a n g i b ir a r a ç la b ir kim seyi kasten yaralama.\\ cerh-i hatâ, {OsT} huk. K asıtsız o la r a k y a d a b ir y a n lışlık sonu cu yaralama.\\ cerh-i mushin, {OsT} huk. B ir kim senin b ir gün y a d a d a h a az yaşam asın ın mümkün g ö rü lm ed iğ i y a r a la m a.|| cerh-i mühlik, {OsT} huk. Yaralının ölüm üne neden o la n y a ra la m a . cerha, [Ar. cerh > cerha
yr\ {OsT} sf. Yaralı.
cerî1, [Ar. cerî / ceriy t s y ] {OsT} is. Cereyan; akım. cerî2, -i’i [Ar. cerî5 tSrr] (ceri:) {OsT} sf. 1. Gözü
ceride2, [Ar. cerid (hurm a dalı) > ceride
y r] {OsT}
is. 1. Sopa. 2. Şi’a’mn kollarından olan İmamiye’de biri ölünün sağ tarafına, iç kefeni ile bedeni arasına; diğeri de sol tarafına, iç kefeni ile dış ke feni arasına konulan yaş ağaçtan kesilerek uçlarına ölünün inanç sahibi olduğuna dair yazılar yazılmış iki adet sopa. ceride3, [Ar. ceride
(c eri:d e) {OsT} is. 1. İm
paratorluk devrinde vergi memurlarının arazilerin yüz ölçümlerini yazdıkları defter. 2. Tutanak. 3. Türk basınında süreli yayınlara verilen ad; gazete, (19.yy.). 4. as. Süvari kolu. S cerîde-i ferîde, {OsT} E şi olm ayan, tek g a z e te.|| cerîde-i nüfûs, {OsT} Nüfus kütüğü.|| cerîde-i resmîye, {OsT} TBM M ’nin resm î yayın o rg a n ı; R esm î G azete. ||ce ride kalemi, {OsT} Nüfus sayım ını yürüten kuruluş. cerih, [Ar. cerîh g.yr\ (ceri.h , h kaim söylenir) {OsT} sf. Yaralı; ağır yaralı. S cerîhü’l-fuâd, {OsT} Yü re ğ i yaralı.\\ cerîhü’l kalb, {OsT} Yüreği y a ra lı. ceriha, [Ar. cerîh > ceriha
y r] (ceri:h a ) {OsT} is.
Yara. S cerîh a-d âr, {OsT} 1. Y aralı; y a ra sı olan. 2. G ücen ik.|| cerîha-dâr etmek, {OsT} 1. Y arala m ak. 2. İn citm ek; kırmak.\\ cerîha-dâr olmak, {OsT} 1. Yaralanm ak. 2. İn cin m ek; kırılm ak; d a rıl m ak .|| cerîha-i iltiyâm -nâ-perîz, {OsT} İyi olm az y a r a ; onulm az y ara. cerik, [çeyrek > cerik] {ağız} [DS] is. - * cırık. cerikan, [İng. jerry (Alman) + can (bidon)] is. as. Petrol ürünlerini taşımakta kullanılan yirmi litrelik taşınabilir kap; benzin çantası. çerim 1, [Ar. cerîm (*+>>-] (ceri;m ) {OsT} sf. 1. Suç iş leyen; suçlu. 2. Cinayet işleyen; cani. 3. Kabahatli. çerim 2, [Ar. cerm ?y r] {OsT} is. -* cerme. cerim e, [Ar. cürm (suç) > cerime
{OsT} is. 1.
Başka birinin yaptığı zararı ödeme. 2. Para cezası, çerin, [Ar. cerîn öyr\ (cerv.n) {OsT} is. Hurma ku rutma yeri. cerip, -bi [Ar. cerîb
{OsT} is. 1. Bin arşın kare
pek; korkusuz; cüretli. 2. Küstah; yüzsüz. S cerîü’l-kelâm, {OsT} K orku su zca y a z ıla r y a za n .|| cerîü’l-lisân, {OsT} Sözünü esirgem eyen.
(yaklaşık bir dönüm) alanındaki arazi ölçü birimi; dönüm. 2. Bu kadar alandan alınabilecek buğday (yaklaşık 216 litre) miktarındaki hacim ölçüsü bi rimi.
cerib1, [Ar. cerib v v r ] {OsT} sf. Uyuz hastalığına ya
cerire, [Ar. cerîre °y.yr] (c eri;re) {OsT} is. Kabahat;
kalanan; uyuz.
suç.
cerib2, [Ar. cerîb ^ .y r ] (c er i.b ) {OsT} is. -*■ cerip. fi1 cerîbü’t-tâm , {OsT} D ört ca h iz lik tahıl ölçeğ i. cerid, [Ar. cerid / ceride
{OsT} is. (Yer
için) verimsiz; çorak. ceride1, [Ar. ceride o^.yr] (c er i:d e) {OsT} sf. Yalnız; tenha.
cerm , [Ar. cerm p=r] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Koyun kırpma. 3. Günah işleme. 4. Bir tür Arap kayığı, cerm e, [Ar. cerme
{OsT} is. Nil nehrinde ve
İskenderiye kıyısında seyreden küçük tekne. Cerm en, [Fr. germain] is. Eskiden Cermenya adı ve rilen Almanya, Bohemya ve Polonya’nın batı bö-
flie iiiT O M .
CER lümünü içine alan bölgede oturan halk ve bu halk tan olan kişi. S Cermen dilleri, Hint A vrupa d ille rinden K uzey A vrupa 'da konuşulan dil ailesi. cermüze, [Far. cermüze °y y r] {OsT} is. Misafirlik;
o j i^yr]
{OsT} is. ed. Yergi; hi
civ. ceruz, [Ar. cerüz j jy r ] {OsT} sf. Obur, cerv, [Ar. cerv jy r ] {OsT} is. 1. Yırtıcı hayvan yav
konukluk; sefer, cerp, [Far. çerb ^ y r ] fağ ‘z}
cerşeft, [Far. cerşeft
82
Et suyunun üstündeki
yağ tabakası. [DS]
rusu; enik. 2. Küçük meyve, cery, [Ar. cery j y r ] {OsT} is. Akım; cereyan,
cerrah , [Ar. cerh (yaralam a) > cerrah j-1y r] (cer-
cerz, [Ar. cerz jy r ] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Yok etme.
r a :h ) {OsT} sf. 1. Yaralılara yardım eden. 2. is. Ameliyat uzmanı hekim; operatör. 3. Eskiden önemsiz yaraları tedavi eden sağlıkçıya verilen ad.
ces, -ssi [Ar. cess ^j^r] {OsT} is. 1. El ile yoklama. 2.
cerrahbaşı, [Ar. cerrah + T. baş-ı ^
1y r] {OsT} is.
İmparatorluk döneminde saray cerrahlarının amiri, cerrahhane, [Ar. cerrah + Far. hâne
ç )y r ] (c e r -
r a :h h a :n e ) {OsT} is. İmparatorluk döneminde ordu için cerrah yetiştiren kurum. S cerrâhhâne-i âmi re, {OsT} İm p arato rlu k dön em in de ileri tekn iklerle am eliy at y a p a n tıp kurumu.
3. Öldürme. Araştırma. 3. Soruşturma, cesam et, [Ar. cism > cesamet c~»l~=-] (cesa:m et) {OsT} is. 1. İrilik; büyüklük; kalınlık. 2. güz. santl. Resim, heykel ve maketlerin gerçek boyutlarında yapılışı. cesametli, [cesamet-li] (cesa:m etli) sf. İri, büyük, cesaret, [Ar. cesaret cjjL^-] (cesa :ret) {OsT} is. 1.
Tehlikeyi ya da güçlüğü göze alarak işe girişmeyi sağlayan ruhsal güç; korkusuzluk; yüreklilik. 2. Çekinmezlik; cüret. S1 cesaret almak, B irin e y a d a sf. Cerrahlıkla ilgili; cerrahlığa ait. 2. is. Tedavi bi b ir şe y e g ü v en erek veya on dan d es tek a la r a k ken liminin canlı bir beden üzerinde el veya aletle müd isin de tehlikeyi g ö z e a la b ile c e k g ü ç bulm ak. || ce dahâleyi gerektiren bölümü. 3. Hastanelerin ameli saret bulm ak, G üç ve d es tek kazanm ak. || cesaret yat bölümü. 4. tasvf. Cerrahiye tarikatına mensup etmek, Ç ekinm eden, korkm ad an b ir işe g irişm ek; kimse. S cerrah î müdâhale, A m eliyat işi. cü ret etm ek. |j cesaret gelmek, Ü zerindeki korku ve cerrahîn, [Ar. cerrahın yr] (cerra :h i:n ) {OsT} is. yılgınlığı atm ak. || cesaret göstermek, Yürekli dav Cerrahlar. ran m ak,|| cesaretini kaybetmek, B ir işi y a p m a konusunda korku veya y ılg ın lığ a dü şm ek; ümitsiz cerrahiye, [Ar. cerrâhiyye <<^1y r] (cerra :h iy e) {OsT} liğ e dü şm ek; korkmak.\\ cesaretini kırm ak, B ir sf. 1. Cerrahlıkla ilgili. 2. is. Hastanelerin ameliyat kim senin y ılg ın lığ a ve üm itsizliğe düşm esine s e b e p la ilgili bölümü. 3. tasvf. Halveti tarikatının Nuredolm ak. || cesaretini toplamak, Korkusunu y en er ek din Cerrahî tarafından kurulan bir kolu, yü reklen m ek,|| cesaret verm ek, B irinin üzerinde cerrahlık, -ğı [cerrah-lık] is. 1. Cerrah olma durumu. bulunan korku ve yılgınlığı, üm itsizliği atm asını 2. Cerrahlık mesleği; operatörlük. 3. sf. Cerrahın sağ lam ak. tedavi edebileceği nitelikte (hastalık), cesaretlendirilm e, [cesaret-le-n-dir-il-me] ( c e s a r e t cerrahnam e, [Ar. cerrah + Far. nâme «ut; ^1y r] (cerlendirilm e) is. Korkusuz, ümitli ve yürekli bir du ra :h n a :m e) {OsT} is. Eskiden cerrahlıkla ilgili ola ruma getirilme eylemi, rak yazılmış eserlere verilen ad. cesaretlendirilmek, [cesaret-le-n-dir-il-mek] (c a s a ;retlen dirilm ek) edil. f . [-ir ] Birinin taşıdığı korku, c e rra r, [Ar. cerr > cerrar jly r] ( c e r r a r ) {OsT} sf. 1. yılgınlık ve ümitsizliği üzerinden atması, kendisine Çeken; sürükleyen. 2. sf. Zorla para alan. 3. is. Di güven kazanması sağlanmak; yüreklendirilmek, lenci. 4. Para toplamaya çıkan kimse; tahsildar. 5. Savaş araç ve gereçleri ile donatılmış ordu. 6. Ağır cesaretlendirm e, [cesaret-le-n-dir-me] ( c e s a r e t le n dirm e) is. Birini korkusuz, ümitli ve yürekli bir du hareket eden kalabalık ordu. ruma getirme eylemi; yüreklendirme, cerrare, [Ar. cerrâre [Ar. cerş J^yr] {OsT} is. Bir şeyin kabuğunu cesaretlenm ek, [cesaret-le-n-mek] (c e s a r etlen m e k ) s°yma; kazıma.
cerrah i, [Ar. cerrahı ^ 1 y r ] (c e r r a .h i:) {OsT} sf. 1.
f M tll İM E SAM «783
C EV
dönşl. f i [-ir ] 1. Korkusunu, çekingenliğini üzerin den atmak; yüreklenmek. 2. Yılgınlık duygusunu yenerek ümitlenmek, cesaretli, [cesaret-li] (cesa:retli) sf. Korkusu ve çe kintisi olmayan; cesur; yürekli; yiğit, cesaretlilik, -ği [cesaret-li-lik] (cesa:retlilik ) is. Kor kusu ve çekintisi olmama durumu; korkusuzluk; yüreklilik; yiğitlik, cesaretsiz, [cesaret-siz] (cesa :resiz ) sf. 1. Bir işte gördüğü tehlikeyi veya güçlüğü göze alamayan; yüreksiz. 2. Korkak, cesaretsizlik, -ği [cesaret-siz-lik] (cesa:retsizlik) is. 1. Bir işte gördüğü tehlikeyi veya güçlüğü göze alamama durumu; korkaklık; yüreksizlik. 2. Çekin genlik. cesaset, [Ar. cesâset
(c es a :se t) {OsT} is. Me
rak; tecessüs, cesed, [Ar. cesed ceset, -di [Ar. cesed
{OsT} is. -*■ ceset, is. 1. Canlılık faaliyetlerini
kaybetmiş insan vücudu; ölü. 2. Gövde; beden; ten. -cesi, [-cası / -cesi] {eAT} y a p e. - * -cası. cesim, [Ar. cesamet > cesîm / cesîme {OsT} sf. İri; büyük; kocaman; kalın. S cesîmü’lcüsse, {OsT} İri vücutlu. cesk, [Far. ceskdl—^-] is. Keder; musibet; mihnet, cessas, [Ar. cessâs
(cessa :s) {OsT} sf. Çok me
raklı. cessase, [Ar. cessâse
(c es sa :s e) {OsT} is. Harp
gemisi; kruvazör, cest, [Far. cestân > cest c —^-] {OsT} is. 1. Sıçrayış; atlayış. 2. sf. Çabuk hareket eden. 3. zf. Sıçrayarak; atlayarak. cestan, [Far. cestân
(cesta:n ) {OsT} sf. Sıçra
yan; atlayan. S cestân cestân, {OsT} S ıçray a sıçraya. ceste, [Far. cesten > ceste * ^ r ] {OsT} sf. Sıçramış, fırlamış. S ceste ceste, {OsT} A zar azar, p a r ç a p a rça , bölüm bölüm .|| ceste-gîr, {OsT} 1. Arsız. 2. Dilenci. cesten, [Far. cesten Cr~^r] {OsT} f. 1. Sıçramak; at lamak. 2. Atılmak; kaçmak; kurtulmak, cesur, [Ar. cesâret > cesür jj-^ r] (cesu :r) {OsT} sf. 1. Tehlikeden korkmayan; korkusuz; yürekli. 2. Güç lüklerden yılmayan; gözü pek. cesurane, [Ar. cesür + Far. -âne
(cesu :ra :n e)
{OsT} zf. 1. Tehlikelerden korkmadan; korkusuzca; yüreklice. 2. Güçlüklerden yılmadan; cesurca, cesurluk, -ğu [cesur-luk] is. 1. Cesur olma durumu; korkusuzluk; yüreklilik. 2. Cesur olanın niteliği; cesaret; gözü peklik; yiğitlik.
ceş, [Far. ceş j^ - ] {OsT} is. Mavi boncuk, ceşn, [Far. ceşn
{OsT} is. 1. Ziyafet; şölen. 2.
Bayram. 3. Eğlence. S ceşn-i büzürg, {OsT} E sk i den Iran lıların 2 7 m artta ya p tık la rı bay ram ; büyük bayram . || ceşn-i M eryem , {OsT} D oğum y a p arken ken disin e m eyve veren hurm anın an ısın a yapıları bayram . cet, -ddi [Ar. cedd j^ ] {Os T} is. 1. Annenin veya ba banın babası; dede. 2. Ata. S ceddine lanet, K ız gın lık an ın da birinin a taların a ed ilen küfür.\\ ced dine rahm et, 1. A llah b a b a n a rah m et eylesin. 2. “Ç o k teşekkü r ederim " an lam ın da söylenir. cetbecet, [Ar. cedd + Far. be + Ar. cedd
^
{OsT} zf. Soyca büyük babadan büyük babaya geçe geçe. cetik, -ği [iç edik] {ağız} is. -*■ çedik. [DS] cetvel, [Ar. cedvel JjJ^r] {OsT} is. 1. Su kanalı; ark. 2. Çizelge; tablo; liste. 3. Düz çizgi çizmeye ve boyut ölçmeye yarar, ölçü birimlerine uygun bi çimde derecelendirilmiş tahta, metal ya da plastik ten yapılmış araç. 4. Oyma ve kakmalarda birbirine paralel olarak yerleştirilmiş fildişi çubuklar. 5. Yazm a kitaplarda sayfanın kenarlarına çizilen çiz giler. 6. Ciltlenmiş bir kitabın sırtındaki yatay kıla vuz. ö cedvel-keş, {OsT} hat. G üzel çizgi çek eb ilen h a t san atçısı. || cedvel-i sîm, {OsT} L a le D evrin de K â ğ ıth a n e y e yap ılm ış y a p ay dere. cev1, [cev (yans.)] is. Gereksiz, anlamsız boş lafların söylenişini anlatan kök. [Zülfıkar] cev cev, cev cek, cev + cev -e-le-n -m ek, cev-kir- mek. cev2, [cev (yans.)] is. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cev cev. cev4, [Far. cev y?] {OsT} is. 1. Arpa. 2. Küçük bir ağırlık ölçüsü birimi; buğday; yaklaşık bir gramın 2 9 6 ’da biri kadar. S cev cev, {OsT} Tane tane; p a rç a parça. cev3, -vvi [Ar. cevv j^-] {OsT} is. Boşluk; gök; hava; atmosfer, fi1 cevv-i heva, {OsT} H av a boşluğu. || cevv-i kebut, {OsT} M avi boşlu k; gökyüzü. cevab, [Ar. cevâb vls^r] (cev a :b ) {OsT} is. -*■ cevap. S cevâb ale’l-cevâb, {OsT} C ev a b a cevap. ||cevâbdîh, {OsT} C evap v eren .|| cevab döndürmek, {OsT} 1. itiraz etm ek. 2. C evap verm ek. || cevab etmek, {eAT} C evap verm ek.|| cevâb-ı bâ-sevâb, D oğru cevap. || cevâb-ı k at’î, {OsT} K esin o la r a k verilen cevap. || cevâb-ı müskit, {OsT} S essizce verilen c e vap,|| cevâb-ı nâ-sevâp, {OsT} D oğru olm ayan ce vap. || cevâb-ı red, {OsT} R et cev a b ı.|| cevâb-ı şâfî, {OsT} İn an dırıcı cevap. \\cevâb-nâm e, {OsT} C evap o la r a k yazılan y a zı.|| cevâb-nüvis, {OsT} C evap y a za n ; kâtip ; yazıcı. ||
ö io ra iü ic tm ıı.
CEV cevabat, [Ar. cevâb-ât o U jjş-] (cev a :b a :t) {OsT} is.
cevaben, [Ar. cevâb-en
(cev a .b en ) (OsT} zf.
cevabi1, [Ar. câbi (tahsildar) > cevâbı
(cev a ;-
cev’ an, [Ar. cu‘ > cev'ân Ipjs.] (ce:v -a:n ) {OsT} sf. cevanan, [Far. cevân > cevânân jlilj=r\ (cev a:n a:n ) {OsT} is. Gençler; tazeler; delikanlılar; civanlar,
b i:) {OsT} is. Tahsildarlar. (c e v a :b i:) {OsT}
zf. 1. Karşılık olmak üzere; cevap yerine geçmek üzere. 2. sf. Cevapla ilgili olan; cevaba ilişkin. 3. Cevap olarak söylenen ya da yazılan, cevabname, [Ar. cevâb + Far. nâme
(cev a ;b -
n a :m e) {OsT} is. 1. Cevap yazısı. 2. Yazılı cevap; karşı nota. cevad, [Ar. cüd > cevâd ı\yr] (cev a :d ) {OsT} sf. Cö mert; eli açık,
(ceva:n ) {OsT} sf. Genç; ta
Midesi boş; acıkmış; aç.
Cevap olarak; karşılık olarak.
cevabi2, [Ar. cevâb > cevâbı
cevan, [Far. cevân ze; delikanlı; civan,
Cevaplar, karşılıklar; yanıtlar,
cevani, [Far. cevân!
(cev a .n i;) {OsT} is. Genç
lik. cevanib, [Ar. cânib (yön, taraf) > cevânib ^Ij=r] (ceva:n ib) {OsT} is. Yönler; taraflar; her taraf. S cevânib-i erb aa, {OsT} D ört yön. cevanilı, [Ar. câniha > cevânih
(ceva:n ih, h
k aim söylen ir) {OsT} is. Suçlular, cevap, -bı [Ar. cevâb
(cev a :b ) {OsT} is. Bir
soruya, bir isteğe, bir söz ya da yazıya verilen kar şılık; yanıt. S cevabı dayatm ak, G örüşünü kesin cevad, -ddı [Ar. cadde > cevâdd (cev a :d ) {OsT} o la r a k söylemek.\\ cevabı dikmek, Görüşünü kesin is. Caddeler. ş e k ild e söylem ek]] cevabı yapıştırm ak, K arşılığın ı cevahir, [Ar. cevher (değ erli taş) > cevâhir j»\yr] hem en ve bek len m ed ik b ir şe k ild e verm ek.|| cevap (ceva.'hir) {OsT} is. 1. Pırlanta, elmas, yakut, züm hakkı, K işilerin kişilik ve on u rların a z a r a r v eril rüt gibi değerli taşlar; mücevher. 2. Mayalar; özler. m esi veya k en d ileriy le ilgili g e r ç e k dışı yay ın lar 3. sf. Cevhere benzer; parlak. S cevahir bedeste y a p ılm ası üzerine, bunların z a ra rlı son u çların ı o r ni, K ıym etli taşların satıldığı d ü kkân lar grubu. || tadan k a ld ırm a k am acın ı giiden a n a y a sa l hak]\ cevâhir-i ulvîye, {OsT} G ezeg en ler; felekler.\\ ce cevap-nâm e, {OsT} C evap için yazılan m ektup.|| vahir yum urtlam ak, alay. G üzel konuştuğunu s a cevap verm ek, l. K a rşılık verm ek; yanıtlam ak. 2. n a ra k saçm alam ak. K a rşı koy m ak; saygısızlık etm ek. || cevap yetiştir cevahirci, [cevahir-ci] (cev a .h irci) is. Mücevher alıp mek, Sorunun karşılığın ı hem en verm eye çalışm ak. satan kimse. cevaplam a, [cevap-la-ma] is. Bir soruya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık verme işi. cevahiri, [Ar. cevâhirî (c ev a :h ir i:) {OsT} is. cevaplam ak, [cevap-la-malc] gçl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Mücevher alıp satan kimse, Bir soruya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık cevaib, [Ar. câ’ibe (söylenti) > cevâ’ib (c e vermek; cevap vermek; yanıtlamak, v a :ib ) {OsT} is. Halk arasında dolaşan söylentiler, cevaplandırılm a, [cevap-la-n-dır-ıl-ma] is. Bir soru ya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık verilme ey cevaiz, [Ar. câ’ize (arm ağan) > cevâ'iz icclemi; yanıtlandırma, va:iz) {OsT} is. 1. Armağanlar; bahşişler; hediyeler. 2. İmparatorluk döneminde yüksek görevlere ata cevaplandırılm ak, [cevap-la-ıı-dır-ıl-mak] edil, f i [ir]. Bir soruya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık nanların sadrazama ve ona bağlı görevlilere verdik verilmek; yanıtlandırılmak, leri armağanlar. cevaplandırm a, [cevap-la-n-dır-ma] is. Bir sorunun, cevali, [Ar. câlî (terk eden) > cevâlı JL y r] (cev a ;li;) isteğin, bir söz veya yazının karşılığını verme ey {OsT} is. 1. Memleketlerini terk edenler; bulunduk lemi; yanıtlandırma, ları yeri değiştirenler. 2. Müslüman olmayan Arap cevaplandırm ak, [cevap-la-n-dır-mak] is. Bir soru ların ödemekle yükümlü oldukları cizye vergisi. 3. nun, isteğin, bir söz veya yazının karşılığını ver Yaşlılık ve malûliyet emekliliği, mek; yanıtlandırmak, cevami, -m i’ı [Ar. câmi‘ > cevâmi' (ceva:m i) cevaplanm ak, [cevap-la-n-mak] edil. fi. [-ır ] (Soru, istek veya söz için) karşılığı verilmek; cevap ve {OsT} is. 1. İbadet yerleri; camiler; mescitler. 2. rilmek; yanıtlanmak, Toplu şeyler. cevaplaşm ak, [cevap-la-ş-mak] işteş, f i [-ır ] Karşı cevamid, [Ar. câmid (cansız) > cevâmid A-»l_j=r] (celıklı olarak birbirine mektup yazarak haberleşmek, va;m id) {OsT} is. Cansız varlıklar; cansızlar; hayatcevaplı, [cevap-lı] sf. Cevabı da içinde bulunan; ya sız, donmuş şeyler; nesneler. nıtlı. S cevaplı telgraf, A lın a cak cev abın ücreti cevamis, [Ar. câmüs (m anda) > cevâmıs (ceön ceden , talep eden kişi tarafından ödenm iş olan va.m is) {OsT} is. Su sığırları, mandalar. telgraf.
ı ı i £
B
t i .
785
________________________
cevapsız, [cevap-sız] sf. 1. Cevabı olmayan. 2. Ceva bı verilmemiş; karşılıksız; yanıtsız. cevari, [Ar. cevâri tij'_>=r] (c ev a .ri;) {OsT} is. Hala yıklar; odalıklar; cariyeler. S cevârî’l-Künnes, {OsT} M erkür, Venüs, Mars, Jü p iter ve Satürn g e zegen lerinin o rta k adı. cevarih, [Ar. cevârih
(cev a.rıh , h kalın sö y
lenir) {OsT} is. 1. Yaralayanlar. 2. Çürütenler, cevasis, [Ar. câsüs > cevâsîs
(cev a :si:s)
{OsT} is. Casuslar; çaşıtlar, cevat, -dı [Ar. cüd (cöm ert) > cevâd Jİj»-] sf. -*■ cevad. cevaz, [Ar. cevaz j\yr] (cev a:z) {OsT} is. 1. Yasak olmama. 2. İzin. 3. İmkân; olanak; ihtimal, 6> cevâz-ı istihdam k arârı, {OsT} A tam a k a r a rı.|| cevâz-ı kanunî, {OsT} K an ım a uygun, kanunun izin verdiği.|| cevâz-ı şer’î, {OsT} Y apılm asın da din ce b ir sa k ın ca bulunmayan.\\ cevaz verm ek, Uygun g ö rm ek ; izin v erm ek; h o ş karşılam ak. cevcek, -ği [cev (yans.) > cev+cek] j'ağız} sf. 1. Ge veze. 2. Dedikoducu. [DS] cevcev, [cev (yans.) > cev+cev] {ağız} is. 1. Bir top lantının, işin en kızışkın, en hareketli zamanı. 2. Havlama. 3. (Sıcak için) en koyu, en etkili olduğu zaman. [DS] cevceve, [cev (yans.) > cev+cev-e] {ağız} sf. Geveze; boşboğaz. [DS] cevcevelenmek, [cev (yans.) > cev+cev-e-le-n-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] 1. İsteksiz isteksiz konuşmak. 2. Oyalanmak. [DS] cevder, [Far. cevder j* y r ] {OsT} is. Öküz, cevdet, [Ar. cevdet o ^ ] {OsT} is. 1. Güzellik. 2. Tazelik. 3. İyilik. 4. Olgunluk; büyüklük. 5. Kusur suzluk. S cevdet-i fehm, {OsT} A nlayış üstünlü ğü ,|| cevdet-i fikr, {OsT} D üşünce üstünlüğü. [| cev det-i karîha, {OsT} K a v ra m a üstünlüğü,|| cevdet-i zihn, {OsT} D üşünce üstünlüğü. cevelan, [Ar. cevelan / cevlân o il_*»-] (cev elâ :n ) {OsT} is. Dolaşma, gezinme; gezinti. S cevelan etmek, Gezinm ek, dolaşmak.\\ cevelân-geh, {OsT} 1. D ola şılan y e r ; dönüp d o la şm a yeri. 2. K oşu yeri. 3. S a vaş yeri.\\ cevelân-ger, {OsT} D o la şa n ; g ez ici.|| cevelân-gerî, {OsT} D ola şıcılık ; gezicilik.\\ cevelân-ı dem, {OsT} K an dolaşım ı. cevf, [Ar. cevf <-»}»-] {OsT} is. 1. Boşluk; oyuk. 2. İç;
__________________________________________________ C E V
cevf-i mide, {OsT} M ide boşluğu.\\ cevf-i nihâî, {OsT} anat. O m urilik kovuğu.|| cevf-i nuhâî, {OsT} B eyin boşluğu. ||cevf-i sadrî, {OsT} G öğüs boşluğu. cevfî, [Ar. cevfî ,,jyr\ (cevfi;) {OsT} sf. Gövdeye iliş kin; gövde ile ilgili; içe ait. cevgân, [Far. çevgân 01S j^ ] (çevgâ;n ) {OsT} is. -*■ çevgân. cevher, [Ar. cevher y>yr I Far. gevher y^jS'] {OsT} is. 1. Bir şeyin özü, esası, mayası. 2. Ruh. 3. Üstün nitelik, yetenek. 4. Güç, enerji. 5. Değerli taş, ma den veya mücevher. 6. Şam ve Horasan’da yapılan kılıçlar üzerindeki menevişli dalgalar. 7. ed. Ebcet hesabında noktalı harflere verilen ad. 8. fe l. Her türlü belirlenmiş arazdan bağımsız ve kendinden gelen şeyin niteliği; töz. 9. Erdem; hüner; marifet. S cevher bilimi, D eğ erli taşların yap ıların ı a r a ş tıran ve bunların sü slem ed e ku llanılış alan ların ı belirley en bilim d a lı.]| cevher-dâr, {OsT} 1. E lm as lı. 2. İyi, özlü; nitelikli. 3. N oktalı harfli. 4. (K ılıç için) siyah ve bey az benekli. 5. E ski b ir tür tüfek a d ı.|| cevher-ebyâz, {OsT} A k m ad d e.|| cevher fiili, dbl. E k fiil.\\ cevher-füruş, {OsT} M ücevher sa tan ; kuyum cu.|| cevher-i ebyâz, {OsT} A k m ad d e.|| cevher-i ferd, {OsT} 1. fiz . B ir m addenin bölün m ez en küçük p a r ç a s ı; atom. 2. ed. m ecaz. Sevgilinin dud a ğ ı.|| cevher-i kül, {OsT} Evrenin aslı.\\ cevher-i lâsık, {OsT} biy. Agliitinin.\\ cevher-i m ücerred, {OsT} M utlak cev h er; m ad d e h â lin d e olm ayıp k â i natın ruhunu m eydan a getiren madde.\\ cevher-i sincâbî, {OsT} anat. B oz madde.\\ cevher-i ulvî, {OsT} 1. En y ü k sek c ev h er; g ez eg en ler; fe le k le r . 2. Ruh. 3. Ateş.\\ cevher-pâre, {OsT} M ücevher p a r ças7.|| cevher-tıraş, {OsT} M ücevher işleyen .|| cev her yum urtlam ak, G üzel konuştuğunu sa n a ra k sa ç m a la y a n la ra söylen en a la y sözü. cevherci, [cevher-ci] is. 1. Cevher bilimi uzmanı. 2. fe l. Olayların değişmez temeli olarak bir cevherin var olduğun kabul eden görüş yanlısı, cevhercilik, -ği [cevher-ci-lik] is. fe l. Olayların de ğişmez temeli olarak bir cevherin gerçekten var olduğunu kabul eden öğreti, cevhere, [Ar. cevhere »y^yr] {OsT} sf. Bir tek cevher. cevheri, [Ar. cevheri ısy>j>-] (cev h eri;) {OsT} sf. 1. Cevhere ilişkin. 2. Cevherle işlenmiş; cevher süslü. 3. is. Cevher işleyen; kuyumcu, cevherin, [Ar. cevherin y.y>yr] (cevheri;n ) {OsT} sf.
Mücevherden; cevherden, kalp. S cevf-i a ’la, {OsT} G övde boşlu ğu.|| cevf-i cevheriye, [Ar. cevheriyye ^ .y ^ ] {OsT} is. fe l. Cev arz, {OsT} D ünyanın için deki bo şlu k .|| cevf-i batnî, hercilik; tözcülük, {OsT} anat. K arın boşluğu.\\ cevf-i fehm, {OsT} anat. Ağız boşlu ğ u .|| cevf-i galsamî, {OsT} biy. S o cevheriyun, [Ar. cevheriyyün oy.y*yr] (cevheriyu;n) lungaç kovuğu. 1| cevf-i hicâbî, {OsT} anat. G öz evi; {OsT} is. Allah’ı bir cevher olarak kabul eden o rb ite.|| cevf-i leyi, {OsT} G e c e y a rısı; y a n g ece. || Mu’tezile kolu.
CEV
ö iü M im m i.7 8 6
cevherli, [cevher-li] sf. Cevheri olan; özlü, değerli, cevhersiz, [cevher-siz] sf. Cevheri olmayan,
cevm erdırak, [Far. civanmerd => cevmerd-ırak] {eAT} sf. Daha cömert.
cevi, [Far. cev (arp a) > cevî [Syr\ (cevi:) {OsT} is.
cevm erd, [Far. civanmerd => cevmerd
Ağırlık ölçüsü birimi olarak arpa; bir arpa; yaklaşık 3,38 miligram. cevin, [Far. cevin / cevîne jı.y r / ^ .y r ] (cevi:rı) {OsT} sf. 1. Arpadan yapılmış. 2. Arpa unu. cefa.
l b
{eAT} is. Cö
mertlik.
{OsT} Zulüm ve eziyet. cevreb, [Ar. cevreb ^ j y r ] {OsT} is. Çorap.
{OsT} is.
bot. 1. Cevizgillerden uzun ömürlü, kalın gövdeli, kerestesi değerli, yurdumuzda çok sayıda yetişen, bir evcikli, sert kabuk içinde ikişer loplu iki çenek ten meydana gelen ve yağlı bir meyveye sahip uzun ömürlü ağaç, (Ju glan s regia). 2. Bu ağacın mobilyacılıkta kullanılan işleme ve oymacılığa el verişli kerestesi ve bu keresteden yapılmış mobilya. 3. Bu ağacın, olgunlaşınca üzerinden sıyrılıp düşen ve “g ö v ek " denilen yeşil bir dış kabukla kaplı odunsu iç kabuklu, yağlı ve ikişer loplu iki çenetten oluşan meyvesi. 4. Üç ila dört santimetre arasında değişen ticarî parça maden kömürü. S ceviz boya, C eviz görünüm ü verm ek için h er cins k erestey e vu ru lan koyu k ah v eren g i boya.\\ ceviz gölgesi, K oyu g ö lg e. || ceviz içi, Cevizin odunsu kabuğun dan ay rılm ış y en ilebilen iç kısm ı.|| ceviz kabuğu gibi, (T ek n eler için) kü çü k ve d a lg a la ra k arşı güçsüz.\\ ceviz kabuğuna sokmak, Ç o k sıkıntılı bir durum a getirm ek .|| ceviz kabuğunu doldurmaz, Önemsiz.\\ ceviz kıran, İk i kolu ara sın d a ki yu valı boşlu kta cev iz kırm aya y a r a r bir tür m aşa. || ceviz kırmak, 1. B aşka la rın ın y a n ın d a uygun dü şm ey ecek biçim d e sevişm ek. 2. K e y if çatmak.\\ ceviz oynamak, C evizleri y u v a rla m a k su retiyle oynanan b ir tür ç o cu k oyunu oynam ak. cevizgiller, [ceviz-gil-ler] is. bot. Kuzey Amerika kökenli, öz suyu sütsü, iki çenekli, büyük boylu ağaçlar familyası, (Juglans). cevizi, [Ar. cevizi ijjy r ] (cevizi:) {OsT) sf. Koyu kah ve ile yeşil arası bir renkte olan; ceviz rengi.
,
cevizli, [ceviz-li] sf. İçine ceviz katılmış olan; cevizi bulunan. cevizlik, -ği [ceviz-lik] is. 1. Ceviz ağaçları bulunan yer. 2. Ceviz yetiştirilen yer; ceviz bahçesi. 3. Ce vizlerin korunup saklandığı sandık, oda, ambar vb. cevkirmek, [cev (yans.) > cev-kir-mek] {ağız} gçsz. f . [- ir ] (Yeni doğan çocuk için) ağlamak. [DS] cevlan, [Ar. cevelân / cevlân o ' i ( c e v l â : n ) {OsT} is. Dolaşma, gezinme; gezinti, fi1 cevlân-geh, {OsT} 1. D ola şıla n y e r ; dönüp d o la şm a yeri. 2. K o şu yeri. 3. S avaş yeri. || cevlek, [cev-lek dUj^-] {OsT} is. Ok kuburu.
cevmerdlik, -ği [cevmerd-lik d
cevr, [Ar. cevr j y ] {OsT} is. -*• çevir. S1 cevr ü cefâ,
çevir, -vri [Ar. cevr jy r ] {OsT} is. Eziyet, sıkıntı; ceviz, [koz / Far. ğavz jy - / Ar. cevz
!e/i T}
{OsT} sf. Cömert,
cevretm ek, [Ar. cevr + T. et-mek
{OsT}
gçsz. f . [-er) [-(d )i-y o r] Eziyet etmek; zulmetmek; üzmek. cevsak, [Ar. cevsak y ^ y r] {OsT} is. Köşk; konak. cevse, [Ar. cevse ^ y r ] {OsT} is. 1. Köşk. 2. Çardak. cevsek, [Ar. cevselc ^ y r ] {OsT} is. Düğme. cevşen, [Far. cevşen ^ y r ]
{OsT} is. Örme zırh;
eskiden giyilen bir savaş elbisesi. S cevşen-dûz, {OsT} Zırh öre«.|| cevşen-güdaz, {OsT} Zırh er i ten.|| cevşen-güzâr, {OsT} Zırh d elen .|| cevşen-hay, {OsT} Zırh delen. || cevşen-püş, {OsT} Zırh giyen ; zırhlı.|| cevşen-şikâf, {OsT} Z ırh p a ra la y ıcı, cevşir, [Far. cevşîr j ^ y r ] (cevşi:r) {OsT} is. 1. Arpa torbası. 2. Çulha, cevüngar, [Moğ. cegüngar / cüüngar] {eAT} is. Or dunun sol yanı, cevval, -li [Ar. cevelân > cevvâl
(c e w a :l)
{OsT} sf. 1. Koşan; dolaşan; hareket eden. 2. Atik. 3. Hazırcevap. 4. Hareketli, canlı; işlek; yerinde duramayan, çok çalışkan. 5. Parlak, cevvar, [Ar. cevr > câ’ir > cevvâr j\yr\ (cev v a:rj {OsT} sf. Cevredici; zalim, cevvî, [Ar. cevv (hava küre) > cevvı -] (cevvi:) sf. Dünyayı saran hava küresi ile ilgili; havaküre ile ilgili; atmosferik, cevz, [Ar. cevz j y r / Far. ğavz jy-\ {OsT} is. -*■ ceviz, ö || cevz-bergünbed, {OsT} Yararsız ve b o ş işle uğraşma.\\ cevz-i bevvâ, {OsT} H indistan cevizi.\\ cevz-i gendttm, {OsT} B u ğ day tanelerinin birbirin e y a p ışm a sı ile olu şan topak. || cevz-i mâsil, {OsT} bot. Tatula.\\ cevzö’l-Hind, {OsT} bot. H indistan cevizi. || cevzü’l-kay, {OsT} bot. K a rg a biik en ve m eyvesi.|| cevzü’t-tıb, {OsT} K ü çü k H indistan cev i z i.|| cevzii’s-serv, {OsT} Servi kozalağı. Cevza, [Ar. cevzâ \jyr] (cev za:) {OsT} is. İkizler bur cu. cevzak, [Far. cevzâk illjy r ] (cevza:k) {OsT} is. Elemlenme; kederlenme.
İ H İM E SAM » 787
C EZ
cevziye, [Ar. cevz > cevziyye <ıjyr] {OsT} is. bot. Cevizgiller. ceyb, [Ar. ceyb <-~=r] {OsT} is. 1. İki meme arası; ya ka. 2. Gömleğin iki yakası arasındaki açıklık. 3. Cep. 4. Kese. 5. mat. Sinüs. S ceyb-i a ’zâm , {OsT/ mat. D oksan d erecen in sinüsü. \\ ceyb-i hümâyûn, {OsT} P ad işah ın hususî kesesi.\\ ceyb-i kavs, {OsT} anat. A rka sin ü s.|| ceyb-i m urâkabe, {OsT} tasvf. D ervişlerin düşünm ek ü zere ba şla rın ı ö n e eğ ip iç lerin e k ap a n m ala rı; düşünm e vaziyeti. || ceyb-i sabr, {OsT} S abretm e]] ceyb-i tam am , {OsT} mat. Kosinüs. || ceyb-i tefekkür, {OsT} D üşünm e duru mu; düşünürken a lm an biçim . ceybî, [Ar. ceybı ^ ^ r] (cey b i:) {OsT} is. mat. Sinüsle ilgili; sinüzoidal. ceyda, [Ar. ceydâ İJ*>-] (cey d a :) {OsT} is. Uzun boy lu kadın. ceyl, [Ar. ceyl J^=r] {OsT} is. 1. Topluluk; kavim. 2. Nesil; kuşak. 3. zool. Yengeç, ceylan, [Moğ. cegeren > jeren / ceren > ceylân] (ceylâ:n ) is. zool. 1. Asya ve Afrika bozkırlarında yaşayan, boynuzlugiller familyasından narin yapılı, ince bacaklı, çok güzel gözlü, hızlı koşan, halka biçiminde boynuzlu bir antilop türü; gazal, (G azella d o rca s). 2. {ağız} Kırşehir yöresinde tek erkek tarafından oynanan bir halk oyunu. [DS] S ceylan bakışlı, (K adın için) g ü z el gözlü, tatlı süzgün b a kışlı, etkileyici. ||ceylan çiçeği, {ağız} Y aprağı b eş köşeli olu p p e m b e ç iç e k le r a ça n b ir ot. [DS]|| cey lan gibi, (K adın için) in ce ve uyumlu vücutlu. ||cey lan kâğıdı, Ü zerine y a zı y a z ıla c a k k a d a r inceltil miş ceylan derisi. ceyran, [Moğ. cegeren > jeren > ceyrân oljy=-] is. 1. Ceylan, {ağız} (aynı) [DS] 2, {ağız} Karaca. [DS] ceyş, [Ar. ceyş
{OsT} is. 1. Ordu; asker. 2. Ses;
seda. ceyvad, [Ar. ceyvâd
(cey v a:d ) {OsT} is. Gü
nahtan sakınma, ceyyid, [Ar. ciyâdet (saflık, tem izlik) > ceyyid/ ceyyide
] {OsT} sf. İyi; hoş; saf ve temiz, ö
ceyyid-i heva, {OsT} İy i h a v a ; tem iz hava. || ceyyidü’l-ayâr, {OsT} (P ara için) ay arı tam ; halis. cez1, -z’i [Ar. cez' / cez'a
/ **j=r] (cez-a) {OsT}
1. Damarlı akik; alaca bir değerli taş. 2. Göz bon cuğu. cez2, -z’i [Ar. cez'
{OsT} is. Ağaç kökü.
cezJ, [Ar. cez y>-] {OsT} is. Ada. ceza1, -a ’i [Ar. ceza’
(cez a ;) {OsT} is. 1. İyi ve
ya kötü karşılık. 2. Bir kimsenin kusurlu ya da yan lış davranışlarından dolayı uygulanan yaptırım. 3.
huk. Yasalarda belirlenen suçlan işleyen kişilere devletçe uygulanan çeşitli yaptırımlar. 4. Yanlış bir davranışın istenmeyen ve kötü sonucu. 5. Bazı ço cuk oyunlarında yenilen oyuncuya uygulanan yap tırım. 6. dbl. Şart cümlesinde, şartlı fiilin bulundu ğu cümlenin karşılığı olan temel cümle. “K azan ır sanız, (şart) sevinirim . ” (ceza). S ceza alm ak, C e z alan d ırılm ak ,|| ceza alanı, spor. F u tb o ld a k a le direklerin in önünde, fu tb o lcu ların işled ikleri doku z kusurlu d avran ış d olayısıyla p en a ltı atışı ile c e z a lan dırılan d ik dörtgen alan. || ceza atışı, spor. F u t bolda, b ir oyuncunun cez a sa h a sın d a yan lış h a r e ketini cez a la n d ırm a k için karşı tarafın h a k kaz an dığı s e rb est vuruş. || ceza çekmek, H ap iste y a t m ak.|| cezaevi, H apis cez a sın a çarptırılan ların bu c e z a sü resin i g eçir d ik le ri hürriyeti kısıtlayıcı y e r ; h a p ish a n e; m ahpu shan e.|| ceza görm ek, C ezalan dırılm ak.|| ceza hukuku, huk. Suç say ılan eylem leri ve b u n lara u ygu lan acak cez a la rı in celeyen hukuk dalı. \\ cezaî ehliyet, C ezalan dırılm a y a ş ve soru m luluğuna sa h ip olma.\\ cezaî şart, S özleşm elerde, sö z leşm e şartların ı y erin e g etirm ey en lere uygula n a c a k yaptırım.\\ cezaların birleştirilmesi, huk. B irden f a z l a suçtan hüküm giyen kim senin c e z a la rının b ir a ra y a toplanm ası,|| cezaların kanunîliği ilkesi, huk. Suç sayılan eylem lerin ve bu n lara uy g u la n a c a k cez a la rın kanunla tespit ed ilm esi ilk esi.|| ceza kesmek, 1. P a r a cez a sın a çarptırm ak. 2. a r go. K en d isi ile birlikte bu lunanlara çay, m eşrubat vb. ısm arlam ak. |J ceza mahkemeleri, huk. C eza y a rg ıla m asın d a g ö rev li a ğ ır ceza, su lh cez a ve a s liye c e z a m ah k em eleri g ib i m a h k em eler. || cezanın düşmesi, B ir kim senin işlediğ i suçtan dolayı uygu lan m ası g er ek en cezanın ölüm, a f ve zam an aşım ı g ib i s e b e p le r le uygulam adan kalkm a sı; cezanın sukûtu. ||ceza reisi, huk. A ğır cez a m ahkem esi b a ş kanı.J| cezasını bulm ak, H a k etm iş olduğu kötü so n a u ğ ram ak.|| cezasını çekmek, 1. T edbirsizlik ve kusurlu davranış sonu nda z a r a r görm ek. 2. M ah k em ece hükm edilen h ap is cezasın ı h a p ish an e d e tam am lam ak,|| ceza vuruşu, spor. -*■ ceza atışı.|| cezaya çarptırılm ak, huk. M ah k em ece su ç sayılan davran ış karşılığ ı o la r a k hüküm giy m ek; c ez a la n d ırılm ak .|| cezaya kalmak, (Ö ğrenci için) eskiden uygulanan, işlenen b ir su ç y a d a d erslerin e ç a lış m am aktan d o la y ı cez a niteliğin de o lm a k üzere, son dersten so n r a oku ld a b ir m üddet d a h a kalm ak]] ceza yazm ak, C ezalandırm ak]] ceza yemek, C ez a lan dırılm ak]] cezâ-yı amel, {OsT} İşlen en b ir ey lem den d olay ı görü len karşılık. || cezâ-yı nakdî, {OsT} P a r a cez a sı.|| cezâ-yı seza, {OsT} Uygun dü şen ceza. ceza2, -aı [Ar. ceza' £_!>?-] (cez a ;) {OsT} is. Sabırsız lıkla sızlanma. S cezâ fezâ, {OsT} K o rk u ; en d işe; tedirginlik.
İM İR S İM .
CEZ
cezaen, [Ar. cezâ’en
(cez a :en ) {OsT} zf. Ceza
olarak; karşılık olarak, cezai, [Ar. cezâ’î j\ y r ] (c ez a :i:) {OsT} sf. 1. Ceza ile ilgili. 2. Cezaya ilişkin. S cezâî müeyyide, {OsT} C ez a b a sk ısı; cezanın yaptırım ı. cezair, [Ar. cezire (ad a) > cezâ’ir / cezâyir (cez a .ir) {OsT} is. Adalar, fi1 cezâir-i B ah r-i Sefîd, {OsT} A kdeniz a d aları. ||cezâir-i garb, {OsT} C ezayir. || cezâir-i hâlidât, {OsT} K a n a ry a a d a la r ı.|| cezâir-i Hind, {OsT} H ind-i Çin adaları.\\ cezâir-i isna-aşer, {OsT} E g e den izindeki On İk i A d a .j| cezâir-i müctem iâ, {OsT} Takım a d a la r .|| cezâir-i saadet, K a n a ry a adaları.\\ cezâir-i seb’ a, {OsT} Yunan a d aları. cezalandırılm a, [ceza-la-n-dır-ıl-ma] (c e z a la n d ır ıl m a) is. Ceza verilme eylemi, cezalandırılmak, [ceza-la-n-dır-ıl-mak] ( c e z a la n d ı rılm ak) edil. f . [ -ır ] İşlediği bir suç karşılığı cezaya çarptırılmak; kendisine ceza verilmek, cezalandırm a, [ceza-la-n-dır-ma] (c ez a la n d ırm a ) is. Ceza verme işi. cezalandırm ak, [ceza-la-n-dır-mak] ( c e z a la n d ır m ak) dönşl. f . [ -ır ] Suç işleyen birine ceza vermek; suçluyu cezaya çarptırmak, cezalanm a, [ceza-la-n-ma] (ceza.Tanm a) is. Ceza al mak eylemi. cezalanm ak, [ceza-la-n-mak] (ceza.Tanm ak) gçsz. f . [- ır ] İşlediği bir suç karşılığı olarak ceza almak, cezalet, [Ar. cezâlet
(cez a :let) {OsT} is. 1.
Dilde herhangi bir tutukluk, bozukluk olmaması; düzgün söyleyiş; akıcılık. 2. Söylenişi zor olan ke limeleri söyleyebilme. S cezâlet-i lafz, {OsT} Söz düzgünlüğü. \\cezâlet-i m a’nâ, Anlam düzgünlüğü. cezalı, [ceza-lı] (cez a ;lı) sf. 1. Ceza verilmiş. 2. Cezası olan. 3. Gününde ödenmeyen (borç ya da vergi). 4. zf. Para cezası ödemek suretiyle, cezasız, [ceza-sız] (cezaisiz) sf. 1. Cezası olmayan. 2. Cezalandırılmamış (kimse). 3. zf. Cezaya çarptırıl madan; ceza ödemeden, cezayir, [Ar. cezire > cezâir / cezâyir y\yr], (ceza:y ir) {OsT} is. Adalar. S Cezayir menekşesi, bot. Z akkum gillerden h er dem y e ş il ve b o l ç iç e k veren, dik saplı, m avi çiçek li b ir süs bitkisi, (Vinca). cezb, [Ar. cezb ^ y r ] {OsT} is. 1. Kendine çekme. 2. Çekilme, fi1 cezb-i kalb, {OsT} Gönlü çek m e; g ö nül alm a. cezbe, [Ar. cezbe ^.yr] {OsT} is. 1. Ruhun coşku ve sevinç ile sanki bedenden ayrıymış gibi olması; kendinden geçme; vecit. 2. tasvf. İnsanın özünün Allah tarafından Allah’ın ilahi varlığına çekilmesi coşkusuna kapılarak kendinden geçme durumu, fi
cezbe-dâr, {OsT} C ez b eli; c ez b ey e tutulmuş.\\ cezbe-dârâne, {OsT} C ezbey e tutulmuş gibi. || cezbedârî, {OsT} C ez bey e tutulma durumu. || cezbeefgen, {OsT} C ezbey e düşüren; c e z b e v eren .|| cezbe-figen, {OsT} C ez bey e düşürücü; c e z b e v erici.|| cezbe-yâb, {OsT} C ezbey e tutulmuş; kendinden geçm iş. || cezbeye tutulmak, K en dinden g eçm ek ; coşku ile kendini kaybetm ek. cezbelenme, [cezbe-le-n-me] is. Cezbeye tutulma, kendinden geçme eylemi, cezbelenmek, [cezbe-le-n-mek] gçsz. f . [-ir ] Cezbe ye tutulmak; coşkuyla kendinden geçmek, cezbeli, [cezbe-li] sf. 1. Cezbeye gelmiş, cezbeye tu tulmuş olan. 2. Cezbesi olan; çekici, cezbetmek, [Ar. cezb + T. et-mek
y y r ] {OsT}
gçl. f . [ - e r ] [-(d )-y o r] Güzelliğiyle ya da soyut özellikleri ile kendine çekmek, cezbiye, [Ar. cezbiyye
{OsT} is. Çekme; çe
kicilik. cezebat, [Ar. cezbe > cezebât oL>^] (cez eb a ;t) {OsT} is. Cezbeler. cezel, [Ar. cezel J y r] {OsT} is. 1. Bir şeyi ikiye bölme. 2. Doğru ve düzgün söz. cezer, [Ar. cezer jl=-] {OsT} is. Havuç. 0 cezerü’ttü râb , {OsT} Yaban havucu. cezerye, [Ar. cezer (havuç) > cezerye *v y r] {OsT} is. Havuç, şeker ve krem tartarla pişirildikten soma içine Antepfıstığı, fındık ve ceviz katılmak suretiy le yapılan bir tür lokum, cezginmek, [çiz-gin-mek > cezgin-mek
/ d U jîy r
dönşl. f . [-ü r ] Dönmek; dolaşmak, cezi, -zi’i [Ar. cezf £ .Ju-] (cezi;) {OsT} is. bot. Küçük tomurcuk. ö cezî’-i adüdî-i re ’sî, {OsT} anat. K o l ve b a ş a n a atardam arı. cezil, -zli [Ar. cezâlet (bolluk, b ela g a t) > cezîl J ±yr\ {OsT} sf. 1. Bol; çok. 2. Sanatlı, beliğ (söz), cezir, -zri [Ar. cezr jlsr] {OsT} is. 1. Kök. 2. Deniz lerin alçalma durumu; git. 3. mat. Kök. 4. dbl. Her hangi bir ekle genişletilmemiş kelime; kök. cezire1, [Ar. cezire °y.yr] (cez i;re) {OsT} is. 1. Ada. 2. Yarımada. cezire2, [Ar. zecr > zecrî
y r j] {ağız} is. 1. Zorlama;
sıkıştırma; işkence; eziyet. 2. [DS] Sıkıntı; çile. [DS] cezi, [Ar. cezi J y r ] {OsT} is. 1. Tomruk; kalın odun; kütük. 2. (Söz için) doğru, anlaşılır ve düzgün olan, cezlan, [Ar. cezlân
(cezla;n ) {OsT} sf. Mutlu,
cezm, [Ar. cezm çyr] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Kesin bilgi. 3. Kesin olarak karar verme. 4. Kur’an-ı Ke
fllütstîl PİME S M i »789
CIB
rim’i kesin ve açık bir şekilde okuma. 5. Hattatların kullandığı bir kalem çeşidi. 6. dbl. Arapça’da geniş zaman fiilinin sonundaki harekeyi düşürme. 7. Bu harekesizliği göstermek için kullanılan yuvarlak küçük işaret; ( 0 ). S cezm etmek, 1. K esin o la r a k anlam ak. 2. H ükm etm ek. cezmazec, [Ar. cezmâzec çjU ^ r] (cez m a:zec) {OsT} is. bot. Ilgın meyvesi, cezmen, [Ar. eezmen lî_^-] {OsTj zf. 1. Kesinlikle. 2. Kararlı olarak; kestirip atmak suretiyle, cezm î, [Ar. cezmı
(cezm i:) {OsT} sf. 1. Kesin
cezzar, [Ar. cezzar
(cezza:r) {OsT} is. 1. Kasap.
2. Deve kasabı. 3. sf. Çok öldüren; zalim; gaddar. 4. sf. Düşman öldüren; kahraman. Cf, [Fr. califomium] (kalifo ’rniyum) is. kim. Küriyum elementinin alfa parçacıklarıyla bombardıman edilmesi ile elde edilen, atom numarası 98, radyo aktifliği yüksek bir element olan kaliforniyumun sembolü. cgs, C . G. S. [santimetre-gram-saniye] kısalt, fız . Santimetre (uzunluk), gram (ağırlık), saniye (za man) üçlü ölçü birim sistemi.
-cı, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. 1. İsimden isim türeten ektir. Sonuna getirildiği keli lı. me ile ilgili iş, meslek ve sanat adları yapar; bir iş ve meslekle uğraşan kimseleri bildiren isimler ya cezp, -bi [Ar. cezbr] is. 1. Çekme, kendine yak par: {eAT} (aynı), kapu -cı, kulluk-çı, ok-çı, dem irci, laştırma. 2. Kendine bağlı hâle getirme. S cezp çiftçi, aşçı, işçi. 2. Çeşitli ihtiyaç maddelerini üret etmek, 1. B ir şey i ken disin e doğru çekm ek. 2. B iri meyi, satmayı kendine iş ve meslek edinmiş kimse ni kendisin e bağ lam ak. 3. B aşkasın ın ilgisini uyan kavramı taşıyan isimler yapar: sütçü, sim itçi, dırmak. 4. K en din i beğ en dirm ek. üzümcü, eczacı. 3. Bir alet veya işe bağlı olarak bir cezr, [Ar. cezr jiş-] {OsT} is. 1. Kök; asıl. 2. Deniz iş yürüten kimse kavramı taşıyan isimler yapar: suyunun seviyesinde alçalma; git. 3. mat. Karelcök. düm enci, m akasçı, tornacı. 4. Bir işi görev olarak S cezr-i amüdî, {OsT} biy. D ikey k ö k ; k a z ık k ö k .|| almış kimse kavramı taşıyan kelimeler yapar: g ö z cezr-i arızî, {OsT} bot. E k kök.\\ cezr-i asâm , {OsT} cü, konuşm acı, p o litika cı, elçi, havacı. 5. Bir inanı mat. S a n a l k ö k .|| cezr-i derenî, {OsT} bot. Yumru şı, görüş ve düşünüşü benimsemiş olma kavramı kök.|| cezr-i ekmel, {OsT} coğ. B üyük gidim . ||cezr-i taşıyan kelimeler yapar: g elen ek çi, k ad erci, cum hu hamız, {OsT} kim. Asit kökü .|| cezr-i havaî, {OsT} riyetçi, m illiyetçi. 6. Bir işte uzmanlaşmış kimse bot. H av a d a y etişen küçü k k ö k .|| cezr-i mantık, kavramı taşıyan kelimeler yapar: g ö k bilim ci, p la n {OsT} mat. A sal kök.\\ cezr-i mikâb, {OsT} mat. cı, m atem atikçi. 7. Bir işi kendine uğraşı alanı ola Kiip k ö k .|| cezr-i m urabba, {OsTj mat. K a r e k ö k .|| rak seçmiş kimse kavramı taşıyan kelimeler yapar: cezr-i muzâaf, {OsT} İki k ö k .|| cezr-i miikeab, dıırumcu, türkücü, özleştirm eci. 8. Bir şeye sahip {OsTj mat. K ü p k a r e.|| cezr-i müsbit, bot. Tutunma olma kavramı taşıyan kelimeler yapar: m irasçı, y a kökü.|| cezr-i nâtık, {OsTj mat. A sal k ö k .|| cezr-i tırımcı, fırın cı. 9. Bir şeye düşkünlük, tutkunluk, rişî, {OsT} bot. S a ç a k kök.\\ cezr-i tam , {OsT} mat. sevme kavramı taşıyan kelimeler yapar; {eAT} (ay A sal kök. ||cezr-i vetedî, {OsT} bot. K a z ık kök. nı): şa ra p çı, uykucu, a k ş a m cı; içgü-ci, kovu-cu, y a la n -cı. 10. Bir işi davranış biçimi haline getirme, cezre, [Ar. cezre ojj=-] {OsT} is. Kasaplık koyun, keçi. alışkanlık ve huy edinme kavramları taşıyan keli cezrî, [Ar. cezri lSj-İş-] (cezri:) {OsT} s f 1. Köke ait; meler yapar: alaycı, yalan cı, bozguncu, kinci. 11. kökle ilgili. 2. Köktenci; köklü; esaslı; radikal. 3. Eklendiği ismin bildirdiği iş veya durumla ilgili Kökü çok derinlere giden. bulunma kavramı taşıyan kelimeler yapar: yolcu , a ra cı, y aban cı. cezriye, [Ar. cezriyye (cezri:y e) {OsT} is. 1. cı, [cı (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, Köktencilik; radikalizm. 2. mat. Köklü ifade, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama sesleri cezu, -zu’ u [Ar. cezü‘ ^ jy r] (cezu :) {OsT} sf. Çok sa ni anlatan kök. [Zülfıkar] c ı-c ık bıcık, cı-cık-lı bıbırsızlanan. cıklı, cı-cı-lı bıcılı. cezub, [Ar. cezüb (cezu :b) {OsT} s f Çok cez cıb1, [cıb / cip (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı ha kararlılıkla ilgili. 2. Kesin karar sahibi; kesin karar
beden; aşırı çeken, cezve, [Ar. cezve
{OsT} is. Genellikle kahve pi
şirmekte kullanılan uzun saplı küçük silindir biçi minde kap. cezzab, [Ar. cezzâb
(cez z a:b ) {OsT} sf. Çok
cıb , [cıb / çıp / cib (yans.)] is. El çırpma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıb-ban .
(cezza:f) {OsT} is. A ğ ile
cıba, [cıb (yans.) > cıb-a] {ağız} sf. 1. (Koyun veya keçi için) tüyü kırkılmış. 2. Çıplak. 3. Saçsız; kel.
cezbeden; aşırı çeken, cezzaf, [Ar. cezzâf balık tutan balıkçı.
valarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfîkar] c ıb -a l-a ğ ı çıkm ak, cıb-ı-dık, cıb -ıl cıb-ıl, cıb-ıl-a-m ak, cıb-ıl-da-m ak, cıb-ıl-lık, cıb-ır cıbır, cıb-ır-dan, cıb-ıt.
CIB
4. Bozkır; verimsiz toprak. 5. Üzerinde ağaç bu lunmayan tepe. [DS] S1 cıbada kalmak, {ağız} 1. (A ğaç için) y a p ra ğ ın ı d ö k e r e k çıp la k kalm ak. 2. O va ü zerin de y o l şaşırm ak. [DS] cıbalak, -ğı [cıb (yans.) > cıb-a-lak] {ağız} sf. Islak. S cıbalağı çıkm ak, {ağız} Sırılsıklam ıslanm ak. [DS] cıb a r1, [cıb (yans.) > cıb-ar] {ağız} sf. Geçim darlığı çeken. [DS] cıb ar2, [Rom. cabar / şopar] {ağız} is. Bebeklikten ye ni çıkmış çocuk. [DS] cıb ar , [Ar. cibâre] {ağız} is. -*■ cibar. [DS] cıbara, [cıb (yans.) > cıb-ar-a] {ağız} sf. 1. Çıplak. 2. Geçim darlığı çeken. 3. Görgüsüz. 4. Tutumsuz. 5. (Kişi için) düşük karakterli; serseri. 6. is. Tütünün küçük yaprağı. [DS] cıbarm ak, [cıb (yans.) > cıb-ar-mak] {ağız} gçl. f i [ır j 1. Ağacı budamak. 2. Ağacın yaprak ve çiçekle rini koparmak. 3. gçsz. fi. Dövülmekten dolayı cilt kabarmak. 4. (Yara için) iltihap ve su toplamak. [DS]
Û IÜ M IİİM M . ,o cıbıldamak, [cıb (yans.) > cıb-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [ - d ( ı)- y o r ] (Su içinde hareket eden cisim için) ses çıkarmak. [DS] cıbılık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıl-ık] {ağız} sf. Islak. S cıbılığı çıkm ak, {ağız} Sırılsıklam ıslanm ak. [DS] cıbıllık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıl-lık] {ağız} is. Sulu ça mur. [DS] cıbır , [cıb (yans) > cıb-ıl / cıb-ır] sf. 1. Tüyleri dökülmüş olan. 2. Kel. 3. Geçim darlığı çeken; pa rası olmayan; züğürt; iflas etmiş. {OsT} (aynı) 4. Zayıf; cılız; çelimsiz; zavallı. 5. İşsiz güçsüz; tem bel. 6. (İnsan için) kısa boylu; yaşı büyük, boyu küçük. 7. Suyun sığ yeri. cıbır2, [cıb (yans.) > cıb-ır] {ağız} sf. Sulu; cıvık; sırılsıklam. [DS] S cıbır cıbır, {ağız} 1. Sulu sulu. 2. (Y iyicek için) koku şm a d er ecesin d e ekşim iş, b o zulmuş. [DS] cıbır3, [Slav, çıbr] {ağız} is. Küçük tahta fıçı. [DS] cıbırdan, [cıb (yans.) > cıb-ır-da-n] {ağız} sf. Az sulanmış toprak. [DS]
cıbırlam ak, [cıb (yans.) cıb-ır-la-mak] {ağız} gçsz. fi cıbban, [cıb (yans.) > cıbb-a-n] {ağız} is. 1. Küçük el. [~r] [-l(ı)-y o r] 1. Zayıflamak. 2. Parasız kalmak. 2. Alkış. [DS] S cıbban çalm ak, {ağız} E l çırp [DS] m a k ; alkışlam ak. [DS] cıbırlık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ır-lık] {ağız} is. Yok sulluk. [DS] cıbıbık, -ğı [cıb (yans.) > cıb(ı)b-ık] {ağız} is. Usan ma ve cayma bildiren söz. [DS] f? cıbıbık çağır cıbış, [cıb (yans.) > cıb-ış] {ağız} sf. Dertli; düşünceli. [DS] m ak, {OsT} A cıklı se s çıkarm ak. cıbıt, -dı [cıb (yans.) > cıb-ıt] {ağız} sf. -*• cıbıdık. cıbıt, [cıb (yans.) > cıb-ıt] {ağız} sf. Sırılsıklam ıslak. 0 cıbıt olmak, {ağız} Sırılsıklam ıslanm ak. [DS] [DS] cıbıdık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıd-ık] {ağız} sf. Sırsık cıc, [cıc (yans.)] is. Ezilme, hırpalanma ve cıvık cıvık lam; ıslak; sulu. [DS] 0 «bıdığı çıkm ak, {ağız} olma durumlarını anlatan kök. [Zülfıkar] cıc-ı(k)-ı çıkm ak. S ırsıklam ıslanm ak. [DS] cıbık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ık] {ağız} sf. 1. Oyunda ve yaptığı işte hileye kaçan; hileci. 2. Yerli yersiz övünen. [DS]
cıcık1, -ğı [cıc (yans.) > cıc-ık] is. 1. {ağız} Süs. [DS] 2. {ağız} sf. Güzel. [DS] 0 cıcık bıcık, {ağız} Süs ve süslü g ib i şey le r; sü s püs. [DS]
cıbıl, [cıb (yans.) > cıb-ıl] sf. 1. Çıplak. 2. Üzerinde yırtık pırtık elbise bulunan. 3. Yoksul. 4. {ağız} (At ve eşek için) üzerinde semer ya da eyer bulunma yan. [DS] 5. {ağız} Parası olmadığı hâlde caka satan. [DS] 6. {ağız} Sırılsıklam ıslak. [DS] 7. {ağız} Sulu. [DS] 8. {ağız} is. Bezir yağı kandili. [DS] 9. {ağız} Suyu az ırmak ya da gölcük. [DS] 10. {ağız} .Suyun sığ yeri. [DS] 0 cıbıl cıbıl, {ağız} 1. (Yıkanm ak için) suyu şa k ır şa k ır d ökerek. 2. (Su için deki şeyin h a rek eti için) şapırtılı s e s le r çıka ra ra k. 3. Ç o k su lu. [DS]|| cıbıl cıbıl çimmek, {ağız} Yıkanmak. [DS]|| cıbıl cıbıl etmek, {ağız} Yıkanmak. [DS]|| cı bıl cıbıl olmak, {ağız} Sırılsıklam ıslanm ak. [DS]
cıcık2, -ğı [Çağ. iç-ek > cıcık] {ağız} is. 1. Derisi yüzülmüş et. 2. İç organlar. 3. Göbek. 4. Limon. [DS] 5 1 cıcığı çıkm ak, {ağız} 1. İ ç i dışın a çıkm ak. 2. Ç o k yorulm ak. 3. Ç o k yıpranm ak. 4. Suyu çık mak. 5. E zilm ek; p a r a m p a r ç a o lm a k; sağ lam y eri kalm am ak. [DS]|| cıcığını çıkarm ak, Ç o k fa z l a hır p a la m a k , örselem ek, y ıp ra tm a k; ç o k yorm ak.
cıbılamak, [cıb (yans.) > cıb-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [- ır ] 1. Sulanmak; cıvımak. 2. Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] cıbıldacık, -ğı [cıbıl-da-cık] {ağız} sf. Çırılçıplak. [DS] cıbıldak, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıl-dak] {ağız} sf. 1. Kararsız durumda; şaşırmış. 2. Geveze. [DS]
cıcıklam ak, [cıc (yans.) > cıc-ık-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Kâğıdı karalamak. 2. Süslemek. [DS] cıcıklı, [cıc (yans.) > cıc-ık-lı] {ağız} sf. Süslü. [DS] S cıcıklı bıcıklı, {ağız} Süslü püslii. [DS] cicili, [cıc (yans.) > cıc-ı-la] {ağız} sf. Süslü. S cicili bıcılı, {ağız} 1. Süslü piislii. 2. A llı m orlu. [DS] cicim, [Far. câcim] {ağız} is. -*• cicim. [DS] cıcırık, -ğı [cıc (yans.) > cıc-ır-ık] {ağız} is. Karata vuğa benzer bir kuş. [DS] cıd , [cıd / cıt (yans.)] is. Bir şeyi ikiye ayırma, böl me, kırma, çarpma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cıd-m ak.
lETBİffŞMUTSI cıd2, [cıd / cıt (yans.)] is. Oyunbozanlık etmeyi, oyunda kavga çıkarmayı, mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cıd-ı-k, cıd-ı-mak, cıd-ır-ık çıkarmak,
cıd-ır-ım, cıd-ır-lık. cıda1, [Moğ. cida > e T çıda] (eAT} {OsT} is. 1. Ucu sivri, yaralayıcı ve batıcı, uzun sırık gövdeli eski bir savaş aracı; mızrak; kargı, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Olta. [DS] 3. {ağız} İnce uzun tahta. [DS] cıda2, [cıd-a ?] {ağız} is. 1. Aşırı istek. 2. Aşerme. 3. İnat; iddia. [DS] cıdağı, [Moğ. cidüü (kaşıntılı cilt hastalığ ı) [Tietze] > cıdağı / cıdavı / cıdağu] is. 1. Hayvanın sırtında eyer veya semer vurmasından oluşan derin ve bü yük yara. 2. At ve sığır gibi hayvanlarda boyun, sırt ve kürek kemiği arasında kalan bölüm; kürek ke miğinin üstü. S5 cıdağı yüksekliği, D ört b a ca k lı hayvan larda y ü k seklik ölçü m ü ne es a s o la n cıdağ ın en y ü k sek n oktası ile y e r a ra sın d a ki m esafe. cidal, [cıd (yans.) > cıd-al] is. 1. Ayrı; aksi. 2. Mı zıkçılık. 3. sf. (Kişi için) huysuz ve sinirli, çıdamak, [cıd-a-mak] {ağız} gçl. f [- r ] [-d (ı)-y o r] 1. Beğenmek; istemek, l . g ç s z . f Sabretmek. [DS] cıdamık, -ğı [cıd-a-mık] {ağız} sf. Sabırlı olan. [DS] cidar, [cıd (yans.) > cıd-ar] {ağız} sf. 1. Sakat. 2. Çatlak. [DS] cıdav, [cıd (yans.) > cıd-ağu > cıdâv jİJ^-] {OsT} is. Binek ve yük hayvanlarının omuz başlarında eyer veya semer vurmasından dolayı oluşan yara; yağır, cıdavı, [? cıdavı] {ağız} sf. 1. Aksi; inatçı. 2. Afacan; yaramaz. [DS] cıdı, [cıd (yans.) > cıd-ı] is. Oyunbozanlık etmeyi, oyunda kavga çıkarmayı, mızıkçılık etmeyi anlatan yansımalı gövde. S cıdı cıdı, {ağız} (K üçük ç o c u k konuşm ası için) tatlı tatlı; cıvıl cıvıl. [DS] cıdık, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ık] {ağız} 1. Karda kuş yakalamakta kullanılan bir tür çubuktan yapılma tuzak. 2. At kılından yapılmış kuş tuzağı; ökse. 3. sf. Kavgacı. 4. Çok olgun. [DS] & cıdık etmek, {ağız} D id ik lem ek; p a rça la m a k . [DS] cıdılı, [cıd (yans.) > cıd-ıl] {ağız} sf. 1. Küçük; zayıf; ince. 2. is. Elin en küçük parmağı. [DS] cıdımak, [cıd (yans.) > cıd-ı-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] Oyun bozmak; mızmalc. [DS] cıdın , [cıd (yans.) cıd-m] {ağız} is. Kenar; uç. [DS] cıdın2, [cıd (yans.) > cıd-ın] {ağız} is. Gurur; onur. [DS] cıdır', [cıd (yans.) > cıd-ır] {ağız} is. 1. Öfke; sinir. 2. Öfkeyi tahrik eden şey. 3. sf. Titiz; sinirli. [DS] fi1 cıdırma basm ak, {ağız} 1. Ö fkesini ta h rik etm ek. 2. Onuruna dokunm ak. [DS]|| cıdırm a gitmek, {ağız} Birinin istem ediğ i şey i y a p a r a k ö fk elen d irm ek; a k sin e gitm ek. [DS] cıdır2, [cıd (yans.) > cıd-ır] {ağız} is. 1. İrileşmiş ya ra. 2. Vücutta sık sık çıkan yara. 3. İnsan vücudun daki kir. [DS]
C IĞ
cıdırık1, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ır-ık] sf. 1. Azıcık; bir parça. 2. Pürüzlü. 3. sf. İshal. cıdırık2, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ır-ık] {ağız} is. Oyun bozanlık; mızıkçılık. S cıdırık çıkarm ak, {ağız} O yunbozanlık etm ek. [DS] cıdırım , [cıd (yans.) > cıd-ır-ım] {ağız} is. Hoşa git meyen sözler. [DS] »d ırlan m ak , [cıd (yans.) > cıd-ır-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [ -ır ] 1. Sinirlenmek. 2. Gücenmek; darıl mak. [DS] cıdırlı, [cıd (yans.) > cıd-ır-lı] {ağız} sf. 1. Titiz; si nirli. 2. Deli. 3. Sürekli hasta. 4. Vücudu yaradan kurtulamayan. 5. Kirli. 6. Açıkgöz. 7. Atılgan. 8. Çabuk gidip geri gelen. 9. Süvari. [DS] cıdırhk, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ır-lık] {ağız} is. Sinirli lik. [DS] cıdm ak, [cıd (yans.) > cıd-mak] {ağız} gçl. fi. [ - a r ] 1. Parçalamak; didiklemek. 2. İkiye ayırmak; yırtmak. [DS] cıdıroğlu, [cıdır + oğlu] is. Anadolu’da köy oyunları nı hazırlayan ve yöneten kişi; öncü; yiğit başı; meydancı; delil başı, cif, [caf / cif (yans.)] is. Gevezelik, ağız kalabalığı etmeyi, bu tarz ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] c i f cif. 6> cif cif, {ağız} K uş se si; c ik cik. [DS] cıfra, [Yun. tsifra] {ağız} is. 1. Kalem ucu. 2. Mürek kep kalemin sapı; divit. [DS] cıg1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cıg-ıl-da-m ak, cıg-ıl-tı. cıg2, [cıg / cığ (yans.)] is. Yağ ve benzeri maddelerin kaynaması sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıg-g-ıl-tı. cıga, [Far. ciğa] {ağız} is. -*■ çığa. [DS] cıgay, [eT. çığan / çığay] {ağız} sf. ■+ çığan. [DS] cıgıldamak, [cıg (yans.) > cıg-ıl-da-malc] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-d (ı)-y o r] Kavga aramak. [DS] cıgdtı, [cığ (yans.) > cığ-ıl-tı] {OsT} is. Karışık ses lerden meydana gelen gürültü, cığ'j [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] c ığ cık, c ığ cığ, cığ + cığ -a, cığ -al-a-k, cığ -ıl cığ-ıl, cığ -ıl-da-m ak, cığ-ıl-dım , cığ-ıl-tı, cığ-ır, cığ-ır-tgan, cığ-ır-tı. S cığ cığ, {ağız} (Tavuk sesi için) hafiften ö tü şerek ; cığıltılı s e s le r çıka ra ra k. [DS] cığ2, [cağ / cah /calc / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] cığ -ıl-da-m ak, cığ-ış-tı, cığ-ıl, cığ-ış-la-m ak, cığ(ı)ş-ta-m ak, cığ-ış-ta-k. cığ3, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay-
Û IÜ M IÜ M tM .
C IĞ
namasmı anlatan kök. [Zülfikar] cığ -ıl cığıl, cığ-ılda-nıak, a ğ -ıl-tı, cığ -ış-la-m ak, a ğ -ış-ta -m a k . cığ4, [cıg / cığ (yans.)\ is. Yağ ve benzeri maddelerin kaynaması sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfi kar] ağ -ıl-tı. cığ5, [cığ (yans.)] is. Acı, sızı ve sinirlilik anlatan kök. [Zülfikar] c ığ etm ek. S1 cığ etmek, {ağız} (Yü r e k için) a cım a duygusu ile bu rkulm ak; cız etm ek. [DS] cığ6, [cığ / cık (yans.)] is. Oyunda mızıkçılık etmeyi, anlaşmadan dönmeyi, mıymıntılık etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cığ-ır, cığ-ız, cığ-ız-lık, cığ-ız-lamak, cığ-ız-m ak. cığ7, [cığ] {ağız} is. 1. Genç, küçük ağaç dalları. 2. Ağaca yapılan kalem aşısının uç kısmı. 3. Kuzular için tahtadan yapılmış ağıl. 4. Ahırın üst döşemesi. [DS] cığ8, [cığ] {ağız} is. 1. Kar üzerindeki ayak izi. 2. Smır. 3. Sürü; katar. [DS] S1 cığ tutm ak, {ağız} 1. K a r izleri örtm em ek. 2. (K uşlar için) b ir y e r e top lan m ak; yığılm ak. [DS] çığa, [Far. ciğa => cığâ U=-] {ağız} is. 1. Kadınların süs için başlarına taktıkları parlak tüy ya da telden taç; sorguç; çelenk. 2. Kalaylı kâğıttan ya da simli iplikten yapılmış tel ya da şerit; gelin teli. 3. ed. Doğu Anadolu’da ve Azerî halk şairlerinin cinasla ra verdikleri isim; cinas. 4. {OsT} Kümes hayvanla rı ile bazı kuşların baş, kanat ya da kuyruklarındaki renkli ve uzun tüyler. 5. Çeşitli renklere boyanmış tavuk tüyleri. 6. Filiz. [DS] cığal1, [eT. çığan / çığay] {ağız} sf. Aldatıcı; hileci. [DS] cığal2, [cığâ > cığâl J W ] {OsT} is. -*■ çığa.
cığara, [ît. cigarra] {ağız} is. Sigara. [DS] cığcığ, [cığ+cığ] {ağız} sf. 1. (Sıcaklık için) güneşin dik gelen ışınlarının etkisi ile oluşan. 2. Parlak. [DS] cığcığa1, [cığ (yans.) + Far. ciğa] {ağız} is. 1. Süs olarak kullanılan kuş tüyleri. 2. Genç ve küçük ağaç dalları. [DS] cığcığa2, [cığ (yans.) > cığ+cığ-a] {ağız} is. Kuru gürültü; gevezelik. [DS] cığcığlı, [cığ (yans.) > cığ+cığ-lı] {ağız} s f (Zaman için) en hararetli. [DS] cığcık1, -ğı [çığ (kam ış) > cığ-cık] is. Haşhaş bitkisi nin kozası koparılmış kuru sapları; haşhaş çubukla rı. cığcık2, -ğı [cığ (yans) > cığ+cık] {ağız} is. Tarla kuşu. [DS] cığıcığı, [cığ (yans.) > cığ-ı+cığ-ı] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] cığıl1, [cığ (yans.) > cığ-ıl] is. 1. Suyun akarken çı kardığı yavaş ve tatlı sesi anlatan yansımalı gövde. 2. Suyun sığ ve yavaş akan yeri. 3. {ağız} İri kumlu toprak. [DS] S cığıl cığıl, {ağız} 1. P ekm ezin a ğ ır a ğ ır kayn arken çıka rd ığ ı ses. 2. Kuş veya civciv s e s i; cıvıl cıvıl. 3. Yavaş y a v a ş ; a ğ ır ağır. [DS] cığıl, [Yun. atsingano (çingene)] {ağız} is. -*■ cıngıl. [DS] ağılam ak , [cığ (yans.) > cığ-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [->'] [- l( 1) - y ° r] Hafiften çağlamak. [DS] cığıldam ak, [cığ-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-d(ı)y o r ] 1. (Çocuklar için) hep bir ağızdan yüksek ses le konuşmak. 2. Gürültü yapmak. 3. (Akar su için) çağlamak. [DS]
cığalak 1, -ğı [cığ (yans.) > cığ-a-lak] {ağız} sf. (Kişi için) zayıf. [DS]
cığıldaşmak, [cığ-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş fi. [-ır ] (Çocuklar için) hep bir ağızdan yüksek sesle karşı lıklı olarak konuşmak; bağrışmak. [DS]
cığalak2, -ğı [cığ (yans.) > cığ-a-lak] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
cığıldım, [cığ (yans.) > cığ-ıl-dım] {ağız} is. Kuru gürültü; gevezelik. [DS]
cığalam ak, [cığ-a-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] 1. (Bitki için) filiz verip gelişmeye başlamak. 2. g ç l.f. Süslemek. [DS]
çığıltı, [cığ (yans.) > cığ-ıl-tı] {ağız} is. 1. Su sesi; hafif çağıltı. 2. Hafif gürültü. 3. {OsT} Karışık ses lerden meydana gelen gürültü. 4. Yağın erirken çıkardığı ses. 5. Yeni doğan çocuk. [DS]
ağalan m ak ,
[cığa-la-n-mak jaJU ş-]
{O sT }, {ağız}
:ığalı, [cığa-lı] sf. 1. Çığası olan; çığa ile süslenmiş bulunan. 2. Cinaslı,
çığır1, [cığ (yans.) > cığ-ır] {ağız} is. Boğazı sıkılan kimsenin çıkardığı boğuk ses. [DS] çığır2, [cığ (yans.) > cığ-ır] {ağız} s f Oyunbozan; mızıkçı. [DS]
cığalmak, [cığ-al-mak] {ağızf gçsz. f . [-ır ] 1. Nem lenmek. 2. Sulanmak. [DS]
ağ ırcık , -ğı [cığ (yans.) > cığ-ır-cık] {ağız} is. zool. T arla kuşu; çayır kuşu; toygar. [DS]
çığan, [eT. çığan / çığay] {ağız} sf. 1. Parasız; züğürt. 2. {eATf Cimri; hasis. 3. {OsT} İnsafsız; düşmanca hareket eden. [DS]
cığırgan, [cığ (yans.) > cığ-ır-gan] {ağız} is. zool. Ağustos böceği. [DS]
. ö n ş l .f [ -ır ] Süslenmek. [DS]
cığanlık, -ğı [cığan-lık jk '^ r] {eAT} {OsT} is. Cimri lik. cığanmak, [cığ-an-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Sevin mek. [DS]
cığırtgan, [cığ (yans.) > cığ-ır-t-gan] {ağız} is. zool. - * cığırgan. [DS] çığırtı, [cığ (yans.) > cığ-ır-tı] {ağız} is. Tavuk sesi. [DS] cığış, [cığ (yans.) > cığ-ış] {ağız} is. Parlama belirten
i f f i ü i n g s B O j i .7 9 3
yansımalı gövde. [DS] 0 cığış cığış, {ağız} P a r ıl p a rıl; p a rla y a ra k . [DS] cığışlamak, [cığ-ış-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)vor] 1. Hafif hafif ses çıkarmak. 2. (Ocaktaki su için) yeni kaynamaya başlamak. 3. (Ocaktaki yağ için) erimeye başlamak. [DS] cığıştamak, [cığ-ış-ta-malc] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-(dı)y o r] 1. (Para, zincir, boncuk, çakıl taşı gibi nesne ler için) birbirine çarparak, sürtünerek ses çıkar mak. 2. (Su için) hafiften çağlamak; ses çıkarmak. 3. (Kuru yaprak için) rüzgâr vb. etkilerle ses çı karmak; hışırdamak. [DS] cığıştatmak, [cığ (yans.) > cığ-ış-ta-t-mak] {ağız} g ç l - f [-ır ] (Para, zincir, çakıl taşı vb. için) birbiri ne sürtünerek ya da sallanıp çarparak ses çıkarmak. [DS] ciğıştı, [cığ-ış-tı] {ağız} is. Çalılık yerlerde ya da otlar arasında gezerken çıkan sürtünme sesi; hışırtı. [DS] çığız1, [cığ-ız] {ağız} is. 1. Oyunbozan; mızıkçı. 2. Oyunda hile yapan. 3. Kavgacı; geçimsiz; huysuz. 4. Dedikoducu. [DS] çığız2, [cığ-ız] {ağız} is. 1. Yol. 2. Düzen. [DS] ağızlam ak, [cığ-ız-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r] 1. Oyunda mızıkçılık etmek. 2. Hile yapmak. 3. Huylanmak. 4. Ürkmek. [DS] ağızlanmak, [cığ-ız-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] cığızlıh, [cığ (yans.) > cığ-ız-lıh] {ağız} is. -*• ağızlık. [DS] ağızlık, -ğı [cığ-ız-lık] {ağız} is. 1. Mızıkçılık. 2. Hi lecilik. [DS] ağızm ah, [cığ (yans.)> cığ-ız-mak> cığızmah] {ağız} gçsz. f . [-ır ] -*• cığızmak. [DS] cığızmak, [cığ (yans.) > cığ-ız-mak] {ağız} gçsz. f. [ır] Oyunbozanlık etmek; oyunda mızıkçılık etmek, çığla, [cığ-la] {ağız} sf. 1. Büyüyememiş, bodur. 2. (Kişi için) donsuz. [DS] cığra, [cığ-ra] {ağız} is. Bir tür dikenli ot. [DS] cığralık, -ğı [cığ-ra-lık] is. Sık çalılık, cığrık, -ğı [cığ (yans.) > cığ-(ı)r-ık] {ağız} is. Doku macı çıkrığı; çıkrık. [DS] cığşamak, [cığ (yans.) > cığ-(ı)ş-a-mak] {ağız} gçsz. f [-r ] Yerinden oynamak; gevşemek. [DS] -cık, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çuk] yap. e. 1. İsimden isim türeten ek. Eklendiği kelimeye bilinen büyüklüğünden daha küçük olma kavramı katar: derecik, o d acık, sapçık, başçık. 2. Doğada var olan bir nesneye benzerliği veya çok küçük örneği olma dolayısıyla tıp, bitki bilimi ve hayvan bilimi terimlerini karşılayan kelimeler ya par: arpacık, badem cik, beyincik, gelin cik, k arın cık, kızılcık, m aymuncuk, tomurcuk, sığ arcık, to suncuk. 3. Küçültme kavramı katarak yer adları ya par: Çınarcık, G erm encik, O vacık, P ın arcık, R us çuk. 4. Düşkünlük ve bağlılık duygularını katar:
CIK
p a ra c ık , liracık, m akam cık. 5. Niteleme sıfatlarının taşıdığı kavramı daraltan, kısaltan veya daha az bulunduğunu belirten sıfatlar yapar: a z ıcık (az-ıcık), incecik, d a ra c ık (dar-a-cık), u fa cık (ufak-çık), küçü cük (küçük-çük). 6. Yer bildiren işaret zamirle rinden yakınlık, mesafe kısalığı, benimseme kav ramı taşıyan zamirler yapar: buracık, şu racık, o r a cık. 7. Kimse kelimesine gelerek hiçlik, yokluk kavramı taşıyan zamir yapar: kim secik, kim secikler. 8. Getirildiği isimlere sevgi, acıma, şefkat duygula rı katarak isimler yapar: annecik, M ehm etçik, A yşe cik. 9. Sıfatlardan hoşlanma, sevgi duygulan kata rak sıfatlar yapar: biricik (< bir-i-cik), s ıc a c ık (< sıcak-çık). 10. Benzerlik ve kullanma yeri kavram ları katarak araç gereç isimleri yapar: ku rbağ acık, maymuncuk, a y akçık. 11. Aşağılama, hor görme kavramları katar: adam cık, h o cacık . 12. Çeşitli benzerliklerden dolayı hastalık adları yapar: kızıl cık, kızam ıkçık, yılancık, pam ukçuk. -cık, [-cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / -çuk] yap. e. Fiilden isim türeten ek. Fiilin kökünün belirttiği eyleme bağlı olarak ortaya çıkan veya yapılan kü çük iş kavramı katarak isimler türetir: öpücük, g ü lücük. cık1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cık+ cık-la-m ak, cık-ır+ iy-ik. cık2, [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] c ık cık, cık c ık etm ek, cık+ cık-a, cık-ı takm ak, cıkgır, cık-kır. cıkJ, [cak / cık (yans.)] is. Kahkaha atarak gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cık-r-a-k. cık4, [cığ / cık (yans.)] is. Oyunda mızıkçılık etmeyi, anlaşmadan dönmeyi, mıymıntılık etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cık-çı-la-m ak. cık5, [cık (yans.)] is. “Hayır” anlamında ön damaktan çıkarılan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cık-ı-la-m ak, c ık c ık e t m e k B S cık cık cık!.. Şaşm a, hayret b ild i ren ve aynı şe k ild e çıkarılan ses. cık6, [cık (yans.)] is. Ekşiyip kabarma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cık-ra-m ak, cık-rı-m ak. cık7, [cık (yans.)] is. 1. Fazla yağlı olmayı, vıcık vıcık olma durumunu anlatan kök. [Zülfikar] c ık -la yağ, cık-la-m a. 2. {ağız} sf. Sulu; cıvık. [DS] cıkcık, -ğı [cık+cık] {ağız} is. 1. Kırmızı boya. 2. Gizli söz. 3. Salyangoz. 4. Tarla kuşu; toygar. 5. sf. Geveze; dedikoducu. [DS] S cıkcık etmek, {ağız} Sinirlenm ek. [DS]|| cıkcık kulağı, {ağız} Salyangoz. [DS]j| cıkcık taş, {ağız} B irbirin e sürtüldüğünde kıvılcım çıka ra n taş; ç a k m a k taşı. [DS] cıkcıka, [cık (yans.) > cık+cık-a] {ağız} is. Değir mende tahılın bittiğini bildiren düzenek. [DS]
IİE IIIİE E S E U R . tm
CIK cıkcıklam ak, [cık+cık-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [l(ı)-y or] 1. Bağırıp çağırmak. 2. Gevezelik etmek. 3. “Cık cık” sesleri çıkararak şaşkınlığını belirt mek. [DS] cıkçılam ak, [cık (yans.) > cık-çı-la-mak] {ağız} gçsz. f M Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] cıkı, [cık-ı] {ağız} is. 1. Küçük bohça; çıkm. 2. Küçük tencere. [DS] S cıkı takm ak, {ağız} fo lk . Düğünden ön ce, d am at tarafın dan g elin e h ed iy e gön derm ek. [DS] çıkılamak, [cık-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] “Hayır, yok!” anlamında “cık” sesi çıkarmak. [DS] cıkıriyik, -ği [cık-ır-a-yık] {ağız} is. 1. Tahterevalli. 2. Ağustos böceği. [DS] cıkgır, [cık (yans.) > cık-gır] {ağız} is. Silindir biçi minde ağaçtan yapılmış yayık. [DS] cıkırık, -ğı [cık (yans.) > cık-ır-ık] {ağız} is. Çıkrık. [DS] cıkıriyik, -ği [cık (yans.) > cık-ır-ık > cıkıriyik] {ağız} is. 1. Ağustos böceği. 2. Tahterevalli. [DS] cıkka, [azıcık > acık (p ek az) > cıkka [Tietze]] {ağız}] sf. 1. Gelişmemiş; büyümemiş. 2. is. İnce, dar ve taşlı yol; patika; cılga. 3. Dağ ya da ağaç tepesi; doruk. [D S cıkkadar, [cık+kadar] {ağız} sf. Bir parça; azıcık. [DS] cıkkırak, -ğı [cık (yans.) > cık-kır-a-mak > cık-kır-ak] {ağız} is. Kapı mandalı. [DS] cıkla, [cık-la] {ağız} sf. 1. Katışıksız; saf. 2. Çok yağlı. 3. Çiğ; pişmemiş. [DS] S cıkla yağ, {ağız} (Y em ek için) ç o k yağlı. [DS] cıklam a, [cık-la-ma] {ağız} is. Bulgur ve mercimekle yapılan sulu bir yemek. [DS] cıkrak, -ğı [cık-ra-k] {ağız} sf. Yerli yersiz çok gülen. [DS] cıkram ak, [cık-ra-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-r(ı)-y or] (Yemek için) ekşimek; bozulmak. [DS] cıkrım ak, [cık (yans.) > cık-ra-mak] {ağız} gçsz. f . [r ] (Mide için) ekşimek. [DS] -cıl, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. 1. İsimden isim ve sıfat yapan ek. Getirildiği isimlere yakınlık duyan, seven, hoşlanan gibi be nimseme ve alışma kavramları katarak sıfatlar ya par; {eAT} (aynı): an acıl, b a b a cıl, adam cıl, insancıl. 2. Düşkünlük, bağımlılık kavramlarını katarak sı fatlar yapar: bencil, avcıl, evcil, kadıncıl, boğazcıl. “O l k o ç kuzu a d a m cıl (adam sı) oldu. ” Ebamüslimname. 3. Bir ortamı seven veya o ortamda yaşa yabilen kavramı katararak isimler yapar: çürükçül, kumcul, tuzcul, çalıcıl, nem cil. 4. Getirildiği bitki ve hayvan isimleri ile ilgili olarak o bitki ve hay vanlarla beslenen, onları yemeyi seven kavramı ta şıyan hayvan adları yapar: balıkçıl, etçil, kurtçul, bitkicil. 5. Eğimli olan, yönelen kavramı taşıyan
sıfatlar yapar: alım cıl, olum cul, ölüm cül, öncül. 6. Benzerlik kavramı katarak isimler yapar: ta rak çıl (kuş adı). cıl1, [cıl / cıld (yans.)] is. Bağrışma, söylenme, ağ laşma, mızıkçılık etme, bu biçimde konuşma ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cıl-la-m ak, cıl-m ak, cıl-lı-m ak, cıl-lı-t-m ak, cıl-lık-la-m ak, cıl-la-k. cıl2, [cıl] {ağız} is. 1. Yaş. 2. Yıl. [DS] cila, [Ar. celâ] {ağız} is. -*• cila. [DS] cılagıt, -dı [cı-la-gıt ?] {ağız} is. Suyu değirmenden ayırmak için oluklar üzerinde kurulan bir düzenek; savak; savacak. [DS] cılam ak, [cı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y or] İnce ince ses çıkarak ağlamak. [DS] cılamuk, -ğu [cıl-a-muk] {ağız} is. 1. Cıvık yoğurt. 2. sf. Cılız. [DS] cilasın, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vurmak, y ıkm ak) > çal-ık-sm [Tietze] > celâsın > cilasın j - 5 ^ - ] (cilasın) is. 1. {eAT} {OsT} Kahra man; yiğit; gürbüz delikanlı. 2. {ağız} Erkek ve kız güzeli. [DS] cilasun, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vurmak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > celâsm > cilasun
(cilasun) is. {eAT} -*■ cilasın.
cılaşmak, [eT. yığ-la-mak > cıla-ş-mak] {ağız} [DS] işteş, f . [ -ır ] Ağlaşmak, cılatm ak, [cîla-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Ağlatmak. [DS] cılav1, [cıla-v] {ağız} is. Ağlayış. [DS] cılav2, [Moğ. cillau > cilav j ^ ] {eAT} {ağız} is. At yuları; dizgin; gem. [DS] S cılavu burm ak, {OsT} D izgin kırm ak. cılav3, [Ar. celâ => cılav] {ağız} is. 1. Parlaklık. 2. Süs. 3. İstek. [DS] cılavlanm ak, [cılav-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Çok isteklenmek. 2. gçsz. f . Çalım satmak. [DS] -cılayın, [-cıl-a-y-ın / -cil-e-y-in] {eAT} y a p e. ... gibi; ... kadar; ...türlü. “B en cileyin (benim kadar) yoktu ru r bahtı siyah. ” Mihri Divanı, cılaz, [cıl-az] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) hastalıklı. 2. (Ekin için) gelişmemiş. 3. Arık; cılız. [DS] cılb1, [cılb / cılp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılb-ık, cılb-ir-ik. cılb2, [cılb / cılp / cilb (yans.)] is. Y ağ lı, sulu ve cıvık olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılb-ır, cılb -ır aşı, cılb-ır-ı, cılb-ır-t cılbağa, [cılb (yans.) > cılb+ağa] {ağız} is. 1. Yara maz ve huysuz çocuk. 2. sf. Sıska; cılız. [DS] cılbak, -ğı [çıp-la-k / cılbak] {ağız} sf. 1. Çıplak. 2. Geçim darlığı çeken; yoksul. [DS]
İ H
I « m
. 795
cılban1, [Ar. culban jU tr] {ağız} is. 1. Yabani bezel ye. 2. Burçak. [DS] çüban2, [Erme, çurban] {ağız} is. Sulama işini düzen leyen görevli. [DS] cılbanmak, [cılba-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] So yunmak. [DS] cdbık, -ğı [cılb (yans.) > cılb-ık] {ağız} is. Sulu ça mur. [DS] çılbır1, [cılb (yans.) > cılb-ır] {ağız} is. 1. Yoğurtlu yumurta. 2. Et, ıspanak ve yumurta ile yapılan bir yemek. 3. Makarna veya erişteden yapılan sulu bir yemek. 4. Yağda kızartılan balık üstüne limon ve sarımsak dökülerek yapılan bir yiyecek. 5. sf. Y ır tık pırtık. [DS] >5 çılbır aşı, {ağız} S ebze yem eği. [DS] çılbır2, [Moğ. çilbür > çılbır / çilbir] is. 1. At, eşek ve sığır gibi hayvanların başına geçirilen yulara bağ lanarak hayvanı çekmek ve yedmekte kullanılan ip veya zincir. { OsT} (aynı) 2. {ağız} Satılan hayvanın ipini teslim ederken çoban yardımcısına verilen bahşiş parası. [DS] çılbırı, [cılb (yans.) > cılb-ır-ı] {ağız} is. Bulgur ve patatesle yapılan bir tür sulu yemek. [DS] cılbırt, -dı [cılb-ır-t] {ağız} is. Sacda pişirilen, buğ day, arpa, çavdar ekmeği. [DS] cılbirik, -ği [cılb (yans.) > cılb-ır-ık] {ağız} is. Sulu çamur. [DS] cılcıl, [cır (yans.) > cır+cır > cılcıl] {ağız} is. Az az akan su. [DS] cılcılık, -ğı [cır (yans.) > cır+cır-ık] {ağız} is. -*■ cılcıl. [DS] cıld1, [cıl / cıld (yans.)] is. Bağrışma, söylenme, ağlaşma, mızıkçılık etme, bu biçimde konuşma ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cıld-ır-ık, cıld -ır cıld-ır. cıld2, [cıld / cilt / cild (yans.)] is. Parlamayı, ışık saçmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cıld -ır çıldır, cıld-ıra-mak, cıl-dır-da-t-m ak. cılday, [cıl-day / çildek] {eT} is. Atların göğsünde çı kan bir hastalık. [DLT]
CIL
cıldırdatm ak, [cıld-ır-da-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Parlatmak. [DS] cıldırık, -ğı [cıld (yans.) > cıld-ır-ık] {ağız} is. Serçe. [DS] cılga1, [Moğ. cilga / cılkı] {ağız} is. 1. İnce, dar ve taşlık yol; patika; keçi yolu. 2. İnce dal. 3. Engel. 4. Fundalık. 5. Bulanık akan su. [DS] cılga2, [Güre, cilga] {ağız} is. Küçük pulluk; küçük saban. [DS] cılgar, [? cılgar] {ağız} is. Örtü. [DS]® cılgar etmek, {ağız} Tarlanın üzerini su tam am en ö r te c e k k a d a r su verm ek. [DS]|| cılgar olmak, {ağız} Tarlanın üze rini tam am en su bürümek. [DS] cılgı1, [Moğ. cilga / cılkı ^^1=r] {ağız} is. Patika yol; lceçiyolu. [DS] cılgı2, [çmg (yans.) > çıngı] {ağız} is. Çakı ve bıçakla rın ucunda bulunan zincir takmaya mahsus halka. [DS] cılgı3, [eT. çık-mak (düğüm lem ek) > çık-ı / çık-m > cılgı LSil=-] is. 1. {OsT} Beyaz tüylerden oluşan tüy demeti. 2. {ağız} İnce uzun tülbent. 3. İncecik bağ. [DS] cılgı4, [cıl (yans.) > cıl-gı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) kendine sahip olamayıp yerli yersiz konuşan. 2. is. Deriden yapılma su tulumu. [DS] cılgımak, [cıl (yans.) > cıl-gı-mak] {ağız} gçsz. f. [ır] 1. (Kişi için) isteğine ulaşamayıp bozulmak. 2. Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] cılgısız, [cıl-gı-sız] {ağız} sf. 1. Terbiyesiz. 2. Çapkın. 3. Yaramaz. 4. Oyunbozanlık eden. 5. Açgözlü. 6. Obur. [DS] cılh, [calh / calk / cılh / cılk (yans.)] is. 1. Sıvı ve cıvık maddelerin çalkalanması, sarsılması durumu nu anlatan kök. [Zülfıkar] cılh-m ak. 2. {ağız} sf. Cı vık. [DS] 3. {ağız} Bozuk; çürük; kokmuş; çılk. [DS] cılı, [Kırg. cılı-mak (ılım ak)] {ağız} sf. 1. Sıcak. 2. Ilık. [DS]
-cılık, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. 1. İsimden isim yapan ek; meslek adı yapan -ci eki ile soyut kavramlar üreten cildi, [cıld-ı] {ağız} is. Resim. [DS] -lik ekinin kalıplaşmış biçimidir. Meslek ve uğraş çıldır, [cıld (yans.) > cıld-ır] {ağız} is. 1. Parlamayı, alanı kavramı taşıyan isimler yapar: besicilik, ışık saçmayı anlatan yansımalı gövde. 2. Bağrışıp oyunculuk, yatırım cılık, sözcülük, çiftçilik. 2. Alış çağrışmayı, mızıkçılık etmeyi anlatan yansımalı kanlık haline getirilmiş iş, tabiat, huy kavramları gövde. 3. is. A z akan su. [DS] t? çıldır çıldır, {ağız} taşıyan isimler yapar: fırsa tçılık, yalan cılık, m ızık 1. H oppa. 2. (Ç ocuğun konuşm ası) şen şakrak. 3. çılık, otlakçılık, k aça kçılık. 3. Bir görüş, düşünce Suyun a ka rk en çıka rd ığ ı ses. [DS]|| çıldır kaym ak, ve bir akımı benimseme, taraftar olma kavramları Yassı taşları durgun su yüzeyinde kaydırm ak. taşıyan isimler yapar: adcılık, atacılık, belirlen im cıldıramak, [cıld (yans.) > cıld-ır-a-mak / yıld-ır-acilik, devletçilik, devrim cilik, g erçek çilik, A tatürk mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-r(ı)-y o r] 1. (Kedi, koyun çülük, törecilik, toplumculuk, ülkücülük, y a p ıs a lc ı vb. hayvanların gözü için) karanlıkta parlamak; lık. ışılamak. 2. (Göz için) kaymak. [DS] cılık1, -ğı [cıl (yans.) > cıl-ık] {ağız}is. 1. İncir. 2. sf. cıldırdamak, [cıld (yans.) > cıld-ır-da-mak] {ağız} Oyunbozan; mızıkçı. 3. Terbiyesiz. [DS] g çsz .f. [-r ] [-d (ı)-y o r] İnce sesle ağlamak. [DS]
ÖIÜHIÜMtSÖM. ;S,3
CİL
cılık2, -ğı [cıl (yans.) > cıl-k / cıl-ık] {ağız) sf. l./Ç ok ıslak. 2. Cıvık. 3. Çürük. [DS]
cıllaka, [cıl (yans.) > cıl-la-mak > cıl-la-k / cıllaka] {ağız} is. Şımarık. [DS]
«Iım ak , [cıl (yans.) > cıl-ı-mak] {ağız} g ç s z .f. \[-r] 1. Oyunda mızıkçılık etmek. 2. İşi bozmak. [DS]
allam ak , [cıl / cır (yans.) > cıl-la-mak / cır-la-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(ı)-y o ı] 1. Dönmek; vazgeç mek. 2. Karşı gelmek. 3. Oyunda mızıkçılık etmek. 4. İnce ve yüksek sesle ağlamak. [DS]
cılıman, [cılı-man ?] {ağız} is. İnsan gücü. [DS] cılıngız, [cıl-mg-ız] {ağız} sf. 1. Arık; cılız. 2. Bakım sız. [DS] cılıntı, [cıl-ın-tı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] cılırga, [cıl-ır-ga] {ağız} is. Kaldıraç. [DS] cılız, [Erme, cılız] sf. 1. Çok zayıf, çelimsiz. 2. Gücü kuvveti yetersiz; kuvvetsiz. 3. Dayanıksız. 4. Çok ince. 5. Değersiz. 6. {ağızj Cüce. [DS] 7. {ağız} Sey rek. [DS] 8. {ağız} Yeni doğmuş küçük çocuk. [DS] cılızlaşma, [cılız-la-ş-ma] is. Güçsüz düşme, zayıf lamak eylemi, cılızlaşmak, [cılız-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. Zayıf lamak; güçsüz düşmek. 2. Gücünü kuvvetini, etki sini yitirmek; sönükleşmek, cılızlık, -ğı [cılız-lık] is. 1. Cılız olma durumu. 2. Cılız olan şeyin niteliği. 3. Zayıflık, güzsüzlük. cılk1, [calh / callc / cılh / cılk (yans.)] is. Sıvı ve cıvık maddelerin çalkalanması, sarsılması durumunu an latan kök. [Zülfıkar] cılk çıkm ak, c ılk y ara, cılk cılk, cıl(lı)k cıllık. cılk2, [cılk (yans.)] sf. 1. {ağız} Çok ıslanmış. [DS] 2. {ağız} (Yara için) irinlenmiş. [DS] 3. (Yumurta için) bozulmuş. 4. (Yumurta için) kuluçkada civciv çık mayan, dölsüz. 5. Çürümüş; kokmuş. 6. Sözünde durmayan; sözünün eri olmayan. 7. {ağız} Kötü kalpli. [DS] S cılk çıkmak, Kusurlu, kötü, boş çıkm ak. ||cılk etmek, 1. B ozm ak; çürütmek. 2. İy ice sulamak.\\ cılkı çıkmak, Güvenilirliği, sağ lam lığ ı k alm am ak ; bozulm ak, la çk a la şm a k ,|| cılk kesmek, {OsT} C ılk olm ak .|| cılk olmak, {ağız} Ç o k uslan mak. [DS] cılkava, [Slav, vılk (kurt) > Bulg. cılkava] is. 1. Kafa derisi. 2. Kurt veya tilkinin ense kısmından yapılan kürk. cılkı1, [Kırg. cılkı] {ağız} is. 1. At sürüsü; yılkı. 2. Eşek. [DS] cılkı2, [Moğ. cilga / cılkı (_raJU-] {ağız} is.
cılga1.
[DS]
cıllayık, -ğı [cıl (yans.) > cıl-la-y-ık] {ağız} sf. İnce bir sesle sürekli bağırıp ağlayan. [DS] cılh1, [cıl (yans.) > cıl-lı] {ağız} sf. 1. Nazlı. 2. Oyun bozan; mızıkçı. 3. Haksız. 4. Çelik oyununda din lenmek için verilen zaman. [DS] cıllı2, [Kırg. cılı-mak (ılım ak)] {ağız} sf. Ilık. [DS] cıllıgu, [ctllı-ğü jill=r] {OsT} is. Çalılık. cıllık1, -ğı [cıl (yans.) > cıl-lı-k] {ağız} sf. 1. Oyunbo zan; mızıkçı. 2. Çok çabuk darılan. 3. is. Bir yıllık ya da daha küçük horoz. 4. Mıncıklama; bozma. 5. Talaş. 6. Mayasız hamur ekmeği. 7. Korku. [DS] S cıllık cıllık, {ağız} Sulu sulu. [DS]|| cıllık etmek, {ağız} 1. M era k etm ek. 2. (Yürek için) üzüntü y a da korku dan burkulm ak. [DS] cıllık, -ğı [cıl (yans.) > cıl-lık jl»-] {eAT} is. Kabarcık. cıllıklamak, [cıl (yans.) > cıl-lı-k-la-mak] g ç s z .f. [ - r ] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS]
{ağız}
cılhmak, [cıl (yans.) > cıl-lı-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] 1. Yorgunluk yüzünden güçten düşmek. 2. Dön mek; vazgeçmek. 3. Oyunda mızıkçılık etmek. 4. İnce ses çıkararak ağlamak. 5. gçl. f i Sulandırmak. [DS] « Ilıtm a k , [cıl (yans.) > cıl-lı-t-mak] {ağız} gçl. f i [-
ır] Oyunda karşı tarafı mızıkçılığa zorlamak. [DS] cıl m ak , [cıl (yans.) > cıl-mak / yıl-mak] {ağız} gçsz.
f i [ - a r ] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] cılmık, -ğı [cıl (yans.) > cıl-mık] {ağız} sf. Çok sulu; cıvık. [DS] S cılmık yoğurt, {ağız} Sarım saklı y o ğurt. [DS] cılmuk, -ğu [cıl (yans.) > cıl-muk] {ağız} sf. -*■ cılmık. [DS] cılp1, [cılb / cılp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılp cılp, cılp-ı-m ak, cılp-ık, cılp-ımak.
{ağız}
cılp2, [cılb / cılp / cilb (yans.)] is. I. Yağlı, sulu ve cıvık olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılp cılp, cılpık. 2. sf. Cok ıslak. 0 cılp cılp, {ağız} Ç o k sulu. [DS] cılpık, -ğı [cılp (yans.) > cılp-ık] {ağız}is. 1. Sulu peynir. 2. Bir tür tatlı su balığı. [DS]
cılklık, -ğı [cılk-lık] is. 1. Cılk olma durumu. 2. Cılk olan şeyin niteliği,
cılpmıak, [cılp (yans.) > cılp-ı-mak] {ağız} gçsz. f i [r ] (Donmuş yerler için) güneş etkisi ile çözülüp çamur olmak. [DS]
cıllak, -ğı [cır (yans.) > cır-la-k > cıl lak] {ağız} sf. 1. İnce bir sesle sürekli ağlayan; bağıran. 2. Mızıkçı. 3. is. Civciv. 4. İnce ve pürüzlü ses. [DS]
-cılrak, [-eıl-ra-k / -cil-re-k] {eAT} y a p e. İsim ve sıfatlara benzerlik kavramı katan yapım eki; bu günkü “-ımsı” görevinde kullanılmıştır.
cılkıcı, [yılkı > cılkı-cı] {ağız} is. At çobanı. [DS] cılkır, [cılk (yans.) > cılk-ır] {ağız} is. Et, ıspanak ve yumurta ile yapılan bir yemek. [DS] cılklaşma, [cılk-la-ş-ma] is. Cılk olmak eylemi, cılklaşmak, [cılk (yans.) > cılk-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] Cılk duruma gelmek. [DS]
i ü iM itıa ı.7 9 /
CİM
cilt, [cıld / cilt / cild (yans.)] is. Parlamayı, ışık saç mayı anlatan kök. [Zlilfıkar] cü t-ra-m ak. cıltram ak, [cilt (yans.) > cılt-ra-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-r(ı)-y or] Parlamak. [DS] cıltratm ak, [cılt-ra-t-mak] {ağız} gçl. f. [ -ır ] Parlat mak. [DS] cim, [cim / cim / ciim ('yans.)] is. Parmak uçları arasında sıkıştırma, ezme ve buna benzer hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cım cık, cım -cık-la-m ak, cım ı-k-la-m ak. cırnak1, [cır-mak > cı-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] Yırt mak. [DS]
cımbıldamak, [cımb (yans.)> cımb-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d (ı)-y o r] 1. (Su için) çalkalanmak. 2. Suda oynamak. 3. Bulanmak. 4. Heyecanlanmak. [DS] cımbıldatmak, [cımb-ıl-da-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Bir kaptaki sıvıyı yavaşça çalkalayarak kendi üzerine sıçratmak. 2. Yoğurdu yayıkta dövmek. 3. Sıçratmak. 4. Duyurmak; sezdirmek. [DS] cımbıldayık, -ğı [cımb (yans.) > cımb-ıl-da-y-ık] {ağız} sf. Sözünde durmayan; dönek. [DS]
cırnak2, [Güre, cımahe] {ağız} sf. Ekşimiş. [DS] cım b1, [camb / cımb / emb / cimb / cimp / comb / conb / cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cım b -ıl cım bıl, cım b-a-la-m ak, cım b-ıl-la-m ak, cım b-ıl-damak, cım b-ıl-da-k. cımb2, [camb / cımb / comb / comp / cum / cumm / cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cım b-a-la-n -m ak.
cımbırık, -ğı [cımb-ır-ık] {ağız} sf. (Kişi için) ufak tefek. [DS] cım bırt, [Yun. tsimpidi] {ağız} is. 1. Davul çubuğu. 2. is. Cam ve porselen eşyanın kırılırken çıkardığı ses. [DS] cımbıt, -dı [Yun. tsimpidi] {ağız} is. 1. Cımbız. 2. Yemek çatalı. [DS] cımbız, [Yun. tsimpidi] is. 1. Kıl, tel gibi ince şeyleri çekip çıkarmaya yarar küçük maşa. 2. tekst. Boya işlerinde kumaş üzerinde bulunabilecek çöp vb. şeyleri temizlemede kullanılan alet. 3. {ağız} Hay van sürmekte kullanılan ucu sivri ağaç. [DS] 4. Deri veya meşin delmeye yarayan sapı tahta, ucu metal araç; biz. S cımbız gibi, Atik; çevik.
cınıbJ, [cımb / cim (yans.)] is. Suya dalma, yıkanma, su sıçratma, sıvıları çalkalama sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cım b -ıl cım bıl. cımbalam ak, [cımb (yans.) > cımb-a-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Sıvıyı çalkalamak; sarsmak. [DS] cımbalanmak, [cımb (yans.) > cımb-a-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] (Su için) içine taş atıldığı za man ses çıkarmak. [DS] cım bar1, [cımb (yans.) > cımb-ar ?] {ağız} is. 1. Filiz; sürgün. 2. Meşe; çalı çırpı. 3. Çatal değnek. 4. İnce ve kuru sopayla atılan dayak. 5. Öfke; sinir. [DS] S cım bar yemek, {ağız} D a y a k yem ek. [DS] cımbar2, [Far. çember (kasn ak) > cımbar] {OsT} is. Dokuma tezgâhlarında dokunan kumaşı gergin tut mak içini tezgâhın iki yanına geçirilen dişli aygıt, cım barlam a, [cımbar-la-ma] is. Cımbar geçirme ya da takmak eylemi, cımbarlamak, [cımbar-la-mak] gçl. f [ - r ] [-l(ı)-y o r] Tezgâhtaki kumaşı cımbarla geriye almak. cımbıl1, [cımb (yans.) > cımb-ıl] is. Su içinde hareket eden şeylerin ya da dökülen, çalkalanan sıvıların çıkardığı sesi anlatan yansımalı gövde. S cımbıl cımbıl, {ağız} 1. (Y ıkanm ak için) su s e s i ç ık a ra k ; dökülen su la ra se s çıkartarak. 2. (Su için de h a rek et eden cisim için) su s e s i çıkartarak. 3. Sulu sulu. [ÜS] cımbıl2, [cımb (yans.) > cımb-ıl ?] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız. 2. is. Küçük üzüm salkımı; salkım üzerindeki dalcıklar. [DS] cımbıldak, -ğı [cımb (yans.) > cımb-ıl-da-k] {ağız} sf. 1. Sütsüz; soysuz. 2. Yaramaz. 3. Her şeye karışan; ukala. 4. Arsız. 5. Oynak. 6. Sözünde durmayan; dönek. [DS]
cımbıllamak, [cımb (yans.) > cımb-ıl-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ -r ] 1. Korkmak. 2. Kafası karışmak. [DS]
cımbızcı, [cımbız-cı] is. tekst. Kumaşları cımbızla te mizleme işini yapan işçi, cımbızlama, [cımbız-la-ma] is. 1. Cımbızlamak işi. 2. tekst. Boya öncesi kumaş üzerinde bulunan iplik, çöp parçaları ya da düğüm, nope gibi kumaşın kali tesini bozabilecek maddelerin temizlenmesi işi. cımbızlamak, [cımbız-la-mak] gçl. f. [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. tekst. Boya öncesi kumaş üzerinde bulunan iplik, çöp parçalan ya da düğüm, nope gibi kumaşın kali tesini bozabilecek maddeleri cımbız adı verilen el aracı ile temizlemek. 2. {ağız} Cımbız adı verilen ucu sivri ağaçla hayvanı dürtmek. [DS] cımcıklamak, [cim (yans.) > cım+cılc-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. Tırmalamak. 2. Çimdikle mek. 3. Ezmek. 4. Kırıştırmak. [DS] cımcıl, [cımb (yans.) > cımb-ıl > cımcıl] {ağız} -*■ cımbıl. fi3 cımcıl cımcıl, {ağız} -*• cımbıl cımbıl. [DS] cımcılık, -ğı [cı(m)+cı/lık] {ağız} sf. Sırılsıklam. [DS] cım cım a, [Far. cumcuma (kuyu)] {ağız} is. Yollarda ve tarlalarda meydana gelen su birikintisi ve batak lık. [DS] cımcıslak, -ğı [cı(m)+cı/s-la-k] sf. Çırılçıplak, cımıcık, -ğı [cım-ı-cık] {ağız} sf. Biraz; çok az; cim dik. [DS] cımıklam ak, [cim (yans.) > cım-ık-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r ] 1. Yoğurmak. 2. Karıştırmak. 3. Çimdik lemek. [DS] cım ırtlak, -ğı [cım-ır-t-la-k] {ağız} is. Arasına oturup
CİM
sallanmak ya da yatmak için karşılıklı iki ağaç ara şma gerilmiş iplerden meydana gelen salıncak; ha mak. [DS] cımışka, [? cımışka] {ağız} is. Ayçiçeği tohumu. [DS] cimiz, [? cimiz] {ağızf is. 1. Yaz kış sulu olan yer; bataklık. 2. Ekilemeyen killi tarla. [DS] cımızlanm ak, [cımız-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] 1. Huysuzlanmak. 2. (Hava için) bulutlanmak. [DS] -cm , [-cin / -cin / -cün / -cun / -çin / -çin / -çün / çun] yap. e. 1. İsimden isim türeten ek. Kuş adları yapar: güvercin (gök-er-cin), bıldırcın, kaşıkçın. 2. Yaşadığı yeri esas alarak kuş adı yapar: çamurcun, hayırcın. 3. Belli bir hayvanı yiyerek beslenen kuş adı yapar: balıkçın. 4. Değişk türde adlar ve sıfatlar yapar, tokurcun, örcün (ipten örülm üş m erdiven), yalçın. cm , [cm / cınc (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cınc-ı-k, cin cık, cınc-ı-k-lı, cın c-ı-k göz, cın c-ı-k-la-m ak. cırnak, -ğı [cın-ak ?] {ağız} is. Cam ve porselen eşya. [DS] cm az, [cın-az ?] {ağız} is. Huysuz ihtiyar. [DS] cınb, [camb / cımb / cmb / cimb / cimp / comb / conb / cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cınb-ıl-da-m ak, cm b-ıl-tı. cınbıldak, -ğı [cmb (yans.) > cınb-ıl-da-k] {ağız} sf. 1. Zevzek. 2. Oynak. [DS] cınbıldam ak, [cmb (yans.) > cmb-ıl-da-mak] {ağız} g ç s z .f. f - r ] [-d (ı)-y o r] Çalkalanmak. [DS] cınbdtı, [cmb (yans.) > cmb-ıl-tı] {ağız} is. Kap içindeki sıvının çalkalanmasından doğan ses. [DS] cınbıs, [Yun. tsumpidion => cınbıs Lf-“^-] {OsT} is. Cımbız. cıncık, -ğı [cm (yans.) + cık (yans.)] is. 1. Bardak, tabak gibi cam ve porselenden yapılmış eşyalar; zücaciye; sırça. 2. {ağız} Kırık cam ve porselen par çaları. [DS] 3. {ağız} Çocuk oyuncağı. [DS] 4. {ağız} Bilye. [DS] S cıncık boncuk, Yalancı taşlardan ya p ılm ış süs ve takı eşyası.\\ cıncık göz, {ağız} Ç a k ır göz. [DS]|| cıncık kırığı, {ağız} H ay al kırıklığın a uğratan g erçek . [DS] cıncıkçı, [cmcık-çı] {ağız} is. Zücaciyeci. [DS] cıncıklam ak, [cmcık-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Süslemek. 2. Gıdıklamak. 3. Mıncıklamak. '[DS] cıncıklı, [cıncık-lı] {ağız} sf. Süslü. [DS] cindi, [cın-dı] {ağız} sf. Cimri. [DS] cindik, -ğı [cın-dı-k] {ağız} sf. 1. Küçük ve yuvarlak. 2. Alıngan ve kötü huylu. [DS] cindim, [cın-dı-m] {ağız} sf. Davranışlarını ve sözünü kontrol edemeyen. [DS] cindir, [cıy (yans.) > cıy-ın-dır] {ağız} sf. Kuru; za yıf; cılız. [DS]
Ö IÜ M IÜ M tS Ö M .
8S
cındıra, [cm-dı-r-a ?] {ağız} is. Yaban atı ve sığır ya kalamakta kullanılan, ucunda urgan halka bulunan çatal ağaç. [DS] cındırık, -ğı [çiğ / cığ (yans.) > cıy-ın-dır-ık] {ağız} sf. (Et için) yağsız ve sinirli. [DS] cıng1, [cang / cank / cıng / cing / cong / conk / cöng / cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfıkar] cıng-ı, cıng-ıl-da-m a, cıng-ır cıng-ır, cıng-ış-m ak. ff cıng atm ak, {ağız} Çifte atm ak; tepm ek. [DS] cm g2, [cmg (yans.)] is. Cam ve çaıpma, sallanma ve sürtünme ile seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] m ıngıllı, cıng-ıl-da-k, cıng-ır-a-k, ır-t-la-k.
metal nesnelerin çıkardığı çınlama cıng-ıl, cıng-ıl-lı cıng-ı-m ak, cıng-
çıngar, [Yun. tsingra] {ağız} is. Kavga; kavga gürül tüsü. [DS] S çıngar çıkarm ak, {ağız} K a v g ay a n e den o lm a k ; s e b e p li seb e p siz kav g a çıkarm ak. [DS] cıngaylı, [cmg (yans.) > cıng-ay-lı] {ağız} is. Çaylak. [DS] cıngaz, [cıng (yans.) > cmg-az] {ağız} sf. Geveze. [DS] çıngı, [cmg (yans.) > cıng-ı] {ağız} is. 1. Kıvılcım; çmgı. 2. Civciv. [DS] cıngıl1, [cmg (yans.) > cmg-ıl / cingil / çıngıl] {ağız} is. Su veya süt taşımakta kullanılan bakır kap; ko va; bakraç; su kovası; kuyu kovası. [DS] cıngıl2, [Yun. atsingano (çingene) [Tietze] / cmg (yans.) > cıng-ıl] {ağız} is. 1. Asma kütüğünden üzüm salkımları elle eklem yerinden koparıldıktan sonra o eklem yerine bitişik küçük bir sap üzerinde kalan birkaç taneli üzüm salkımı. 2. İnci, boncuk, altın gibi maddelerden yapılmış başlık veya elbise ye takılan süs eşyaları. 3. Su veya süt taşman bakır kap; bakraç. 4. sf. (Elbise için) eski; yırtık pırtık. 5. Sözünü düşünüp taşınmadan konuşan. 6. mecaz. Ufak tefek. [DS] cıngıl3, [İng. jingle (şıngırtı)] is. Radyo ve televizyon reklamları için uyarlanmış ya da özel olarak beste lenmiş, kolayca akılda kalabilen kısa müzik parça sı. cmgıldak, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ıl-dak] {ağız} is. Bir tür tahterevalli. [DS] cıngıldamak, [cmg (yans.) > cıng-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] 1. (Metal kap vb. için) “cmg” sesi çıkarmak. 2. (Su için) kap içinde çalka lanmak. 3. (Çan veya zil için) çalmak. 4. (Kulak için) çınlamak. 5. Hafifmeşrep davranmak; oynak lık etmek. [DS] cıngıllamak, [cmgıl-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(t)y o r ] Üzüm salkımlarının cıngıllarını koparıp ayır mak. [DS] cıngıllı1, [cmg (yans.) > cmgıl-lı] {ağız} is. Küçük ka zan. [DS]
« E li M
î İ M
. 799
cıngıllı2, [cmgıl-lı] {ağız} sf. 1. Süslü. 2. m ecaz. (Ka dın için) oynak; hafifmeşrep. 3. Dayanıksız; irade siz. 4. Yaman; çetin. [DS] 0 cıngıllı melek aşı, {ağız} M ercim ekli ham u r ç o r b a s ı.[DS]|| cıngıllı mıngıllı. {ağız} Süslü püslü. [DS]|| cıngıllı püngüHü, {ağız} Süslü püslü. [DS] cıngımak, [cmg (yarış.) > cıng-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] 1. Koşmak. 2. Hoplamak; zıplamak. 3. Kız mak. 4. Oyunda mızıkçılık etmek. 5. Bir işi gönül süz yapmak. [DS] çıngır, [cmg (yans.) > cıng-ır] {ağız} is. 1. İki üç ay lık horoz. 2. sf. (Hava için) açık; bulutsuz. 3. Çok parlak. [DS] S çıngır çıngır, {ağız} Ç ın gırak sesin i an d ırır şekild e. [DS]|| cm gır çıngır etmek, {ağız} 1. G ev ezelik etm ek. 2. T erb iy esizce s ö z söylem ek. [DS] cıngırah, [cmg (yans.)> cmg-ır-a-k > cmgırah] {ağız} is. Çıngırak. [DS] çıngırak1, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-a-k] {ağız} is. Çıngırak. [DS] çıngırak2, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-a-k] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] çıngırdak1, -ğı [cıng (yans.) > cıng-ır-da-k] {ağız} is. Genişletilmiş söz. [DS] çıngırdak2, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-da-k] {ağız} is. 1. Küçük çan. 2. Çocuk oyuncağı. 3. Eşek sürmek için ucuna halka geçirilmiş değnek. 4. Tahterevalli. [DS] çıngırdamak, [cmg (yans.) > cmg-ır-da-mak] gçsz. f . [-r ] [-d (ı)-y o r] 1. (Hava için) açık, parlak ve soğuk olmak. 2. (Cam bilezik vb. için) birbirine değerek ses çıkarmak. 3. (Eriyen yağ için) ses çıkarmak; cızırdamak. cıngırgeç, [cmg (yans.) > cmg-ır-gaç] {ağız} is. Tah terevalli. [DS] cıngırık, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-ık] {ağız} is. Tah terevalli. [DS] cıngırlak, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-la-k] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] cıngışmak, [cıng (yans.) > cmg-ış-mak] {ağız} işteş. f. [-ır ] Tartışmak. [DS] cınğ, [cmğ (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarp ma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cınğ-ır-da-k, cınğır-ık. çıngırdak, -ğı [cmğ (yans.) > cınğ-ır-da-k] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] cınğırık, -ğı [cınğ (yans.) > cınğ-ır-ık] {ağız} is. Tah terevalli. [DS] cınımak, [cm (yans.) > cm-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] cınk, [cınk (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarp ma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cınk-ıl, cınk-ıl-lı. cınkay, [cin (yans.) > cm-kay ^Li^-] {OsT} is. İskete kuşu.
c ip
cınlu, [cmk (yans.) > cınk-ı (_ ^ ] {eAT} is. Kıvılcım. cınkıl, [cmk (yans.) > cınk-ıl] {ağız} is. 1. İnci, bon cuk, gümüş ve altından yapılan süs eşyası. 2. Kü çük üzüm salkımı. 3. Üzüm salkımındaki küçük salkımakların her biri. [DS] cınkıllı, [cmk (yans.) > cınkıl-lı] {ağız} is. Küçük ka zan. [DS] cınkırık, -ğı [cınk (yans.) > cınk-ır-ık] {ağız} is. 1. Kaldıraç. 2. Tahterevalli. [DS] cınnak, -ğı [cır (yans.) > cır-(ı)n-ak > cınnalc] {ağız} is. 1. Tırnak; pençe. 2. Küçük bir parça. [DS] cınnaklam ak, [cır (yans.) > cır(ı)n-ak-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Tırmalamak; tırnaklamak. [DS] ' cip1, [cıb / cip (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı ha valarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfikar] cip cip, cıp -ı-d ık-la- mak, cip etm ek, cıp-ıl-da-m ak, cıp-ıl-dan, cıp-ıt-ı çıkm ak. S cip cip, {ağız} (Suyun akışı veya dam layışı için) kesinti li o la ra k. [DS]|| cip etmek, {ağız} (Ç o cu k d.) y ı kanm ak. [DS] cip2, [cıb / çıp / cib (yans.)] is. El çırpma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıp-pan, cip cık. cip3, [cip / cip] {ağız} e. 1. Pekiştirme edatı. 2. zf. Ansızm. 3. Hep; bütün; çok. [DS] cıpan, [cip (yans.) > cıp-an] {ağız} is. Yıkanma, fi1 cıpan etmek, {ağız} Yıkanmak. [DS] cıpcık, -ğı [cip (yans.) > cıp-cık] {ağız} is. 1. El çırp ma; alkış. 2. İki çocuğun karşılıklı olarak ellerini birbirine vurma ve yüzlerine dokunma biçiminde oynadıkları bir oyun. 3. Çırpınarak yıkanma. [DS] cıpcılız, [cı(p)+cı/lız] pekşt. sf. Çok cılız, cıpcıp, [cip (yans.) + cip] {ağız} is. Su içinde çırpına rak yıkanma. [DS] cıpılamak, [cip (yans.) > cıp-ı-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-l(ı)-y o r] Su içinde hareket ederek ses çıkar mak. [DS] çıpıldak, -ğı [cip (yans.) > cıp-ıl-da-k] sf. (Y er için) ıslak; sulu; yürürken çıplama sesi çıkaran, cıpıldamak, [cip (yans.) > cıp-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f [~r] [-d (ı)-y o r] Sıvı ya da su içinde çırpınarak ses çıkarmak; ses çıkararak hareket etmek. [DS] cıpıldan, [cip (yans.) > cıp-ıl-dan] {ağız} is. Suyun sığ yeri. [DS] cıpıldık, -ğı [cip (yans.) > cıpıl-dık] {ağız} sf. Tepe den tırnağa kadar ıslak. [DS] cıpıt, [cip (yans.) > cıp-ıt] {ağız} sf. Çok ıslak. S cıpıtı çıkmak, {ağız} Islanm ak. [DS] cıpkı, [cip (yans.) > cıp-kı] {ağız} is. 1. Kamçı. 2. İnce uzun değnek; çımkı. [DS] cıppan, [cip (yans.) > cıp(p)-an] {ağız} is. Alkış. [DS] S cıppan çalm ak, {ağız} E l çırp m ak; alkışlam ak. [DS]
d lÜ H IİİK S Ö M .
CİP ciptir, [cip (yans.) > cıp-(ı)t-ır] {ağız} sf. Hoppa; oy nak; hafifmeşrep. [DS]
cırcıvık, -ğı [cı(r)+cı/vık] {ağız} sf. Çok sulu; çok cıvık.
c ır1, [cır (yans.)] is. Pençe ile vurma, tırmalama, yırt ma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırm ak, cır-ıl-m ak, cır-ı-k, cır-ı-m , cır-m ak-la-m ak, cır-m ık, cır-m ık-la-m ak, cır-n a-k-la-m ak, cır-r-ılda-m ak.
c ırd 1, [cırd (yans.)] is. Ansızın yırtılma ve bu biçim de kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırd-m ak.
c ır', [cır (yans.)] is. Sürtünme, dönme ve bu biçimde parazit sesler çıkarma, bağırma, ağlama, ötme vb. sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] cır+ b a ğ a , c ır+ c ır b ö ceğ i, cır cır, cır c ır cırlam ak, cır-ık, cır-ıl-da-m ak, cır-ıl-tı. S cır cır, R ahatsız ed ici bir s e s le durm ak sızın .|| cır cır ötmek, Yerli yersiz rahatsız e d e c e k biçim d e konuşm ak. cırJ, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)] is. Sıvı madde lerin akışı, dökülüşü ve ishal olma durumunda çı kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cır-ıl-cırıl, cır cır ak-m ak, c ır cır. cır4, [cır / yır / ır / çığır] is. Sözlü müzik parçası. cır5, [cır] {ağız} is. “İmdat” işareti. [DS] cır6, [cır] {ağız} sf. Son. [DS]
cırd2, [cırd / cırt / cört (yans.)] is. Bir yerde tutulan, sıkıştırılan sıvı ve diğer akışkanların veya domates vb. meyvelerin ezilmesiyle içindeki sıvıların dışa rıya çıkmaları, fırlamaları, tepilmeleri sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırd-a-m ık, cırd-ık atm ak. cırdak, -ğı [cırd (yans.) > cırd-ak] {ağız} is. 1. Küçük testi. 2. Küçük bardak. [DS] cırdam ık, -ğı [cırd (yans.) > cırd-a-nnk] {ağız} sf. (Meyve için) olgun fakat tatsız. [DS] cırdaval, [? cırdaval] is. Meşe dallarından yapılmış ucu demirli uzun mızrak ya da cirit değneği, cırdavallı, [cırdaval-lı] sf. Cırdaval taşıyan; cırdavalı bulunan; cırdaval sahibi, cırdm ak, [cırd (yans.) > cırd-mak / Krrg. cırt-mak] g ç l . f [-a r ] Yırtıp parçalamak,
cırbağa, [cır (yans.)+bala (cocıık) / Far. cerbâ (uyuz)] sf. 1. (Çocuk için) küçük. 2. {ağız} (Çocuk için) za yıf; çelimsiz. [Gemalmaz] 3. {ağız} Aşağılık; yara maz; arsız. [DS]
cırga, [cırk (yans.) > cır-ga] {ağız} sf. 1. Zayıf; ince. 2. (Meyve için) çok olgun; yumuşak. [DS]
cırboğa, [Fr. gerboise / Ar. cerbü] is. zool. Bir tür çöl faresi; Arap tavşanı, (Dipus aegiptius).
cırgam ak2, [Moğ. cır-ga-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Eğ lenmek; zevk sürmek. [Nevâyî]
cırcır, [cır (yans.) + cır / Ar. cercer j? y r ] is. 1. Do
cırgana, [cırk (yans.) > cırgan-a] {ağız} is. 1. Uzak yere gönderilen meyve sepetinin üzerine balık ağı gibi iple yapılan örgü. 2. Çürümeye yüz tutmuş meyve. 3. Cendere. [DS] S1 cırgana olmak, {ağız} Ezilm ek. [DS]
kuma tezgâhlarında gücü çerçevelerinin asıldığı, yükseklik ayarı yapılabilen bir tür çengel. 2. {ağız} Kaynana zırıltısı da denilen cırıltılı ses çıkaran bir çeşit oyuncak. [DS] 3. {ağız} Fermuar. [DS] 4. {ağız} İshal. [DS] 5. {ağız} Ağustos böceği. [DS] 6. Pamuk çekirdeğini ayırmakta kullanılan bir tür tezgâh; çır çır. 7. {ağız} Suyu az akan çeşme. [DS] 8. {ağız} Ka pı gıcırtısı. [DS] 9. sf. {ağız} Çok konuşan; geveze. [DS] S1 cırcır akm ak, {ağız} (Ç eşm e, d e r e vb. için) suyu ç o k az o la r a k akm ak. [DS]|j cırcır arab a, {ağız} K ağnı. [DS]|| cırcır böceği, zool. D üz kan at lıla r takım ından iri başlı, s ıc a k ve k a ra n lık y e r le r d e y aşayan , erk e k ler i cırlam a s e s i çıka ra n ,. 15-20 mm. uzunluğunda, m utfak kırıntıları, un döküntüle ri ile beslen en, s ıc a k o c a k b a şla rın d a ki kov u klara y u v a lar y a p a n k azıcı küçü k b ö c e k ; k a r a ç ek irg e; cırc ır; çırçır; cırlak, (A cheta domesticus),\\ cırcır delgi, D ön m e h areketin i yivli g ö v d e üzerinde bulu nan p a rça n ın ileri g e r i itilm esi ile sağ lay an küçük delg i. ||cırcır olmak, İsh a l olm ak. cırcırın, [cır (yans.) > cır+cır-m] {ağız} is. İshal; sürgün. cırcırlı, [cır (yans.) > cır+cır-lı] sf. Cırcır adı verilen çevirdikçe cırt sesi çıkaran düzeneği bulunan, fi1 cırcırlı an ahtar, Vida veya som un sık arken g eri a d ım d a çırlam a s e s i çıkaran anahtar.
cırgam ak 1, [cırk (yans.) > cır-ga-mak] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [-g (ı)-y o r] Ezilmek. [DS]
cırganak, -ğı [cırk (yans.) > cırga-n-ak] {ağız} is. Ka rın boşluğundaki organlar. [DS] cırgelmek, [cır+gel-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] Bıkmak; usanmak. [DS] cırgıt, [cır (yans.) > cır-ğıt o i-yr] {OsT} is. Cırcır bö ceği. cırık ', -ğı [cır-mak (yırtm ak) > cır-ık] {ağız} sf. 1. Yırtık; yarık. 2. Paramparça. [DS] cırık2, -ğı [cır (yans.) > cır-ık / cırr-ık] {ağız} is. 1. Serçeye benzer bir kuş. 2. Kuş yavrusu. 3. Piliç. 4. Masal; hikâye. 5. Arının üçüncü ve sonraki oğulla rı. 6. sf. m ecaz. Düzenbaz. 7. Sır saklamayan; ge veze. 8. Aklı kıt. 9. (Meyve için) fazla olgunlaşmış. 10. (Meyve için) bozuk; çürük; cılk. 11. Büyüme miş; gelişmemiş. [DS] cırıkJ, -ğı [cır (yans.) > cır-ık] {ağız} is. Tekme. S1 cırık atm ak, {ağız} Tepm ek. [DS] cırık4, -ğı [Far. çehâr-yek > çeyrek] is. On beş ve on altıncı yüzyıllarda kullanılmış, mangırın dörtte biri değerinde bakır para, cırıklam ak, [cır (yans.) > cır-ık-la-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Bağırmak. [DS]
r« « M M .
801
cırıklı, [cırık2 > cırık-lı] {ağız} sf. 1. Çok kaba. 2. Kirli; pis. 3. is. Yankesici; hırsız. [DS] a rık ta , [Yun. tsrıhta] {ağız} is. Lokma tatlısı. [DS] cırıl, [cır (yans.) > cır-ıl] is. 1. Sıvı maddelerin dökü lüşü sırasında çıkan sesi belirten yansımalı gövde. 2. {ağız} is. Tiz sesle öten bir kuş. [DS] 0 cırıl cırıl, {ağız} 1. (A ğlam a için) ba ğ ırarak . 2. (Ses için) cırıltılı; çatallı. 3. (Akan sıvı için) az f a k a t sürekli. [DS] cırıldak, -ğı [cır (yans.) > cır-ıl-da-k] {ağız} sf. 1. Ho şa gitmeyen cırıltılı sesler çıkaran; gürültücü. 2. Dokuma tezgâhında çözgüyü germek için kullanı lan aygıt. [DS] cırıldam a, [cır (yans.) > cır-ıl-da-ma] is. Cırıltılı ses çıkarmak eylemi, cırıldam ak, [cır (yans.) > cır-ıl-da-mak] gçsz. f . [-r ] [-d (ı)-y o rJ 1. Cırıltı sesi çıkarmak; cırlamak. (OsTJ (aynı) 2. {ağız} Yerli yersiz ağlamak. [DS] 3. {ağız} Gevezelik etmek. [DS] 4. {ağız} Her işe burnunu sokmak. [DS] 5. {ağız} (Ayakkabı vb. için) gıcırda mak. [DS] cırılmak, [cır (yans.) / cır-mak > cır-ıl-mak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] 1. Kesilmek. 2. Yırtılmak. [DS] cırıltı, [cır (yans.) > cır-ıl-tı] is. 1. Ağustos böceği ötmesi gibi, aralıksız ve rahatsız edici bir şekilde çıkan cırlama sesi. 2. {ağız} Ağlayan çocuk sesi; bağırtı. [DS] 3. Makine veya araba tekerleği, cırım, [cır-mak (yırtm ak) > cır-ım] is. 1. Tırmalama, parçalama, yırtmak eylemi. 2. {ağız} is. înce kesil miş bez parçası. [DS] 3. Sınır. 4. Belli yer. ö cırım cırım , 1. P a r ç a p a r ç a ; d id ik didik. 2. (Ç alışm ak için) didin e didine. ||cırım cırım etmek, {ağız} P a r ç a p a r ç a etm ek. [DS]|| cırım çekmek, {ağız} D ik k a tle a ram ak. [DS]|| cırım çıkarm ak, {ağız} P a r ç a p a r ç a etm ek. [DS] cirit, [Ar. carîd] {ağız} is. Cirit. [DS] cırıtkı, [cır (yans.) / cır-t-mak (yırtm ak) > cır-ıt-kı] {ağız} is. İnce basma; dayanıksız astar. [DS] cırıtlavuk, -ğu [cırt (yans.) > cır(ı)t-la-muk ?] {ağız} is. 1. Söğüt dalından yapılan su tulumbası. 2. Pat langaç. [DS] cırk1, [cağ / cah / cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] cıı-k-ıl-da-m ak, cırk-ıl-dı. cırk2, [cırk (yans.)] is. Kırma, sürtme vb. sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırk-la-m a, cırk-ılda-t-m ak. ., cırk , [cırk (yans.)] is. Sıvı maddelerin kapalı yerde sıkışmaları sırasında bir delik veya çatlaktan fırla yıp çıkmalarım anlatan kök. [Zülfıkar] cırk olm ak, cırk-ı-d-ı çıkm ak, ö cırk altı, {ağız} H uninin altın a bağ lan m ış kap. [DS]|| cırkı çıkm ak, {ağız} Bozum olm ak. [DS]|| cırk olmak, {ağız} 1. E zilm ek. 2. B o zulm ak. [DS]
CIR
cırkıldatm ak, [cırk (yans.) > cırk-ıl-da-t-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır ] Parmak çıtlatmak. [DS] cırkıt, -dı [cırk (yans.) > cırk-ıt] {ağız} is. 1. Posa. 2. sf. Ezik. S cırkıdı çıkmak, {ağız) Ezilm ek. [DS]|| cırkıdını çıkarm ak, E zip için i dışın a çıkarm ak. cırklam a, [cırk (yans.) > cırk-la-ma] {ağız} is. Fasul ye, bulgur ve soğanla yapılan bir yemek. [DS] cırlağan, [cır (yans.) > cır-la-ğan] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] cırlağuk, -ğu [cır (yans.) > cır-la-ğu-k] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] cırlak, -ğı [cır (yans.) > cır-la-k] sf. 1. (Ses için) kulak tırmalayıcı. 2. (Renk için) parlak, göze çar pan; sırıtan; cırtlak. 3. {ağız} Sürekli olarak ince bir sesle bağırıp ağlayan. [DS] 4. {ağız} Çabuk ağlayan. [DS] 5. {ağız} Korkak. [DS] 6. {ağız} Geveze. [DS] 7. is. Cırcır böceği. 8. {ağız} Olgun meyvenin toplan dıktan sonra ezilerek bozulmuş hâli. [DS] 9. {ağız) Karga. [DS] 10. {ağız} Boz renkli bir küçük kuş. [DS] 11. {ağız} Ürün vermeyen yıkanmış toprak. [DS] 12. {ağız} Ocak çekirgesi. [DS] 13. {ağız} Do kuma tezgâhlarından selminin dönmesine ve dur masına yarayan çark. [DS] cırlak cırlak, K ulağı tırm alayıcı in ce b ir sesle. cırlam a, [cır (yans.) > cır-la-ma] is. Cır sesi çıkar mak eylemi. cırlam ak, [cır (yans.) > cır-la-mak] g ç s z .f. [ - a r ] [l(ı)-y or] 1. Aralıksız ve rahatsız edici şekilde ince ses çıkarmak. 2. /ağız} Gevezelik etmek. 3. İnce ses çıkararak ağlamak. 4. Tiz sesle bağırıp çağırmak. 5. Şarkı okumak. 6. İşemek. 7. Oyunbozanlık etmek; mızıkçılık etmek. 8. Çaresiz kalmak. 9. Zil çalmak. 10. (Menteşe veya tekerlek için) sürtünerek ses çı karmak. [DS] cırlangeç, -ci [cır (yans.) > cır-lan-geç] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] cırlangıç, -cı [cır (yans.) > cır-lan-gıç] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] cırlatm a, [cırla-t-ma] is. Cır sesi çıkartmak eylemi, cırlatm ak, [cır (yans.) > cır-la-t-mak] gçl. f . [ - ır ] 1. Cırlama sesi çıkarmasına yol açmak. 2. {ağız} Yırtmak. [DS] cırlavık, -ğı [cır (yans.) > cır-la-mak > cır-la-y-ık] {ağız} is. 1. Ağustos böceği. 2. Cırlama sesi çıkaran bir tür akbaba. 3. Kamının altı beyaz karatavuk boyunda bir kuş, (Lanius). 4. sf. Geveze. [DS] cırlavuk, -ğu [cır (yans.) > cır-la-y-uk] {ağız} is. 1. Ağustos böceği. 2. Hindi yavrusu. [DS] cırlayan, [cırla-y-an] is. Cırlama sesi çıkaran böcek ler. cırlayık, -ğı [cırla-y-ık] is. 1. Ağustos böceği. {eATf {OsT'/ (avnı) 2. zool. Örümcek kuşugillerden küçük bir av kuşu; (Lanius). cırm ah 1, [cır (yans.) > cır-mak > cır-mah] {ağız} gçl. f . [ - a r ] Yırtıp parçalamak. [DS]
ÖIÜMIÜMEM.
CIR
cırmah2, [cır (yans.) > cır-mak > cırmah] {ağız} is. Pençe. [DS] S cırmah atmak, {ağız} Tırnakla yırt mak; pençelemek. [DS]
cırmak1, [cır-mak] /ağız} gçsz. f. [-a r] 1. Yardım istemek. 2. Özür dilemek. 3. Kaçmak. 4. Delirmek.
cırnaklamak, [cımak-la-mak] gçl. f. [-r ] [-l(ı)-yor] Tırnakları ile yaralamak; çizmek; tırmalamak,
cırnaz, [? cımaz] {ağız} sf. Cılız. [DS] cırnık, -ğı [Erme, cırmuk > cırnık] is. 1. Set duvarla
cırmak2, [Çağ. yır-mak / cır (yans.) > cır-mak] {ağız}
rında arkada biriken suyun duvara zarar vermeden akmasını sağlamak için duvar içinde bırakılan kü çük delikler. 2. {ağız} Dar yol; patika. [DS]
gçl. f. [-a r] 1. Yırtıp parçalamak. 2. Pençelemek.
cırnıklamak, [cır (yans.) > cır-(ı)n-ılc-la-mak] {ağız}
[DS]
[D S]
cırmak , -ğı [cır-mak] {ağızf is. 1. Yırtıcı hayvan pençesi; tırnak. 2. Ağaç köklerindeki lifler. [DS]
gçl. f . [-r ] [-l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS]
cırpak, -ğı [cırp (yans.) > cırp-ak] {ağız} is. İnce so pa. [DS]
cırmaklamak, [cır (yans.) > cır-mak-la-mak] {ağız}
cırrık, -ğı [cır (yans.) > cır®-ık] {ağız} is. Serçeden
gçl. f. [-r ] [-l(ı)-yor] 1. Tırmalamak. 2. Kavrayıp almak. [DS]
cırt1, [cırd / cırt / cört (yans.)] is. Bir yerde tutulan,
cırmalama, [cırma-la-ma] is. Tırnakla yaralamak ey lemi.
cırmalamak, [cır (yans.) > cır-ma-la-mak] gçl. [-r] [-l(ı)-yor] Tırnakla yaralamak; tırmalamak,
cırmalanmak, [cır (yans.) > cır-ma-la-n-mak] {ağızj gçsz.f. [-ır] Yıpranmak. [DS]
cırman, [Moğ. cumran] {ağız} is. zool. İri bir sıçan türü; tarla sincabı. [DS]
cırmanmak, [cır (yans.) > cır-ma-n-mak] {ağızj gçsz. f. [-ır] Tırmanmak. [DS]
cırmık1, -ğı [cır (yans.) > cır-mık] is. Tırmalama so nucu deride kalan tırnak izi.. S cırmık atmak, {ağız} Tırmalamak. [DS]
cırmık2, -ğı [cır (yans.) > cır-mık] {ağız} is. Etin cıvık ve yağlı kısmı. [DS]
cırmık3, -ğı [Erme, çırmuk] {ağız} is. Evlere ve bah çelere su almak için avlu duvarına açılan delik. [DS]
cırmıklamak, [cır (yans.) > cır-mılc-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS]
cırmılamak, [cır (yans.) > cır-ma-la-mak > cırmı-lamak] {ağız} g ç l.f. [-r ] [-l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS]
cırmıt, -dı [cır-mak (yırtmak) > cır-ım > cır-(ı)m-ıt] {ağız} is. Parçacık. [DS]
biraz büyük, eti yenen bir kuş; boz bakal. [DS] sıkıştırılan sıvı ve diğer akışkanların veya domates vb. meyvelerin ezilmesiyle içindeki sıvıların dışa rıya çıkmaları, fırlamaları, tepilmeleri sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırt, cırt-a-t-mak, cırt+at-an, cırt-da-mak, cırt-da-k, cırt-la-mak, cırtla-k, cırt-la-mbuk, cırt-la-muk, cırt-la-n, cırt-la-vuk, cırt-la-ma, cırt-tır-mak. S cırt atmak, {ağız} Fırlatmak. [DS]|| cırt cırt, {ağız} Az az. [DS]
cırt“, [cırt (yans.)] is. Kâğıt, kumaş gibi şeylerin yırtılırken çıkardığı ses.
cırt3, [cırt (yans.)] is. Ansızın yırtılma ve bu biçimde kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cırt-ık, cırt-mak, cırt-an, cırt-la-muk, cırt-lak.
cırt4, [cırt (yans.)] {ağız} is. 1. Soğuk vurmuş meyve. 2. Tanesi yeni olgunlaşmaya başlamış ekin. 3. Kü mes hayvanları ve kuş gübresi. 4. Çocukların za mansız yaptığı çiş. 5. sf. Yaramaz; arsız. 6. Şıma rık; hoppa; züppe. 7. zf. (Çıkış için) sert. 8. Pek az. [DS] & cırt atmak, {ağız} Korkmak. [DS]|| cırt cırt, {ağız} 1. Az. 2. Cıvık; gevşek. 3. H er işe karışan. 4. Küçük domates. [DS]|| cırt etmek, {ağız} “Cırt" sesi çıkarmak. [DS]|| cırt parmak, {ağız} Serçe parmak. [DS]
cırmıtmak, [cır-mak (yırtmak) > cır-ım > cır-(ı)m-ıt-
cırt5, [Yun. sirtis] {ağız} is. Kapı sürgüsü. [DS] cırta, [cırt-â / cırt+ağa?] (cırta:) {ağız} sf. 1. Geveze.
mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Toprağı yüzeyden gelişigü zel sürmek. [DS]
cırtabozart, [cırt-a+boz-an] {ağız} sf. Onurlu; kibirli.
cırmuk, -ğu [cır (yans.) > cır-muk] {ağız} is. Tırnak izi. [DS]
cırmuklamak, [cır (yans.) > cır-muk-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS]
cırnak, [cır (yans.) > cır-(ı)n-ak] is. 1. Yırtıcı hayvan tırnağı; pençe. 2. {ağız} bot. Çoban çantası. [DS] 3. {ağız} bot. Hindiba. [DS] 4. {ağız} Dolmakalem. [DS] 5. {ağız} Kalem ucu. [DS] 6. {ağız} Üzüm şırası konulan büyük teneke. [DS] 7. {ağız} Lades. [DS] 8. {ağız} sf. Az bir parça, birazcık. [DS] fi1 cırnak çekmek, {ağız} Lades tutuşmak. [DS]
cırnaklama, [cırnak-la-ma] is. Tırnakları ile yarala ma eylemi; tırmalama.
2. Düşkün. [DS] [DS]
cırtacak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-acak] {ağız} zf. Cayıradak. [DS]
cırtalak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-alak] {ağız} sf. Şıma rık; hoppa; züppe. [DS]
cırtan, [Yun. tzirtizo [Tietze] ? / cırt (yans.) > cırt-an] {ağız} is. Küçük şelale. [DS]
cırtanalık, -ğı [cırtana-lık] {ağız} is. Tatsızlık. [DS] cırtatan, [cırt (yans.) + at-mak] / ağızf is. 1. Yenme yen, portakal büyüklüğünde, güzel kokulu, kavun cinsi bir meyve. 2. Tohumlarına basıldığında to hum ve su fışkırtan bir bitki; acırga. 3. Küçük do mates. 4. Su fışkırtan oyuncak. [DS]
OKI liİlEt SÛM. 803 cırtcırt1, [cırt (yans.) + cırt] {ağız} is. Küçük doma tes. [DS] cırtcırt2, [cırt (yans.) + cırt] {ağız} sf. 1. Cıvık; gev şek. 2. mecaz. Şımarık; hoppa. [DS] cırtdak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-(a)-dak] {ağız} zf. 1. (Yırtmak için) birdenbire; cırt sesi çıkartarak. 2. is. Yellenme. [DS] cırtdam ak, [cırt (yans.) > cırt-la-mak] {ağız} g ç l.f. [r ] [-d(ı)-yor] Kabak çekirdeği, ayçiçeği yemek; çitlemek. [DS] cırtdanak, [cırt(d)-anak] {ağız} zf. (Yırtmak için) bir denbire; cırt sesi çıkartarak. [DS] cırtı, [cırt-ı] {ağız) is. 1. Meşe ağacı yemişinin en küçüğü. 2. Serçeden biraz büyük, eti yenen boz renkli bir kuş. [DS] cırtıdak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-(a)-dak] {ağız} zf. Birdenbire. [DS] cırtık1, -ğı [cırt (yans.) > cırt-ık] {ağız} sf. 1. Şımarık; hoppa; züppe. 2. is. Bir arı kovanının çıkardığı üçüncü oğul. [DS] cırtık2, -ğı [cırt-mak (yırtmak) > cırt-ık] {ağız} sf. Yırtık. [DS] ö 1 cırtık m ırtık, {ağız} 1. (Yazı için) kötü yazılmış. 2. Yırtık pırtık. [DS] cırtdtı, [cırt (yans.) > cırt-ıl-tı] {ağız} is. Kuş sesi; cı vıltı. [DS] cırtkan, [cırt (yans.) > cırt-kan] {ağız} is. Ocak çekir gesi. [DS] cırtladan, [cırt (yans.) > cırt-la-t-an] {ağız} is. Porta kal kabuğu fırlatan, kamıştan yapılmış bir oyuncak. [DS] cırtlak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-la-k] sf. 1. (Meyve için) olgunlaşmak ya da çok beklemekten dolayı yumuşamış, çatlamış. 2. {ağız} Kendini beğenmiş; şımarık. [DS] 3. (Ses için) kulağı rahatsız edecek derecede ince ve tırmalayıcı. 4. {ağız} Her söze ka rışan. [DS] 5. is. {ağız} Sık sık pisleyen hayvan ya da çocuk. [DS] 6. is. {ağız} Biçimsiz, kuru ve ince adam. [DS] 7. {ağız} Kötü cins erik. [DS] 8. {ağız} Olgunlaşmamış, ezik meyve. [DS] 9. {ağız} Küçük domates. [DS] 10. {ağız} Su fışkırtan oyuncak. [DS] S cırtlak otu, {ağız} Nohuda benzer fakat acı bir ot. [DS] cırtlam a, [cırt-la-ma] is. 1. Cırtlak duruma gelme eylemi. 2. {ağız} “Cırt” diye ses çıkarma. [DS] cırtlam ak1, [cırt (yans.) > cırt-la-mak] gçsz .f. [-r ] [l(ı)-yor] 1. (Sebze ve meyve için) olgunlaşmak ya da çok beklemekten dolayı yumuşak bir hâl almak veya çatlamak. 2. (Kâğıt, kumaş için) ses çıkararak yırtılmak. 3. {ağız} (Kuş ve kümes hayvanlan için) pislemek. [DS] 4. {ağız} Fışkırmak. [DS] 5. {ağız} Düşünmeden konuşmak. [DS] 6. {ağız} (At için) dörtnala kaçmak. [DS] cırtlam ak2, [cırt (yans.) > cırt-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] [-l(ı)-yor] Sürekli konuşmak; böcek gibi cır cır etmek. [DS]
cıs cırtlam buk, -ğu [cırt-la-mak > cırt-la-mık > cırtlambuk] {ağız} is. 1. Su fışkırtan çocuk oyuncağı. 2. Çitlembik meyvesi. 3. Hayvanların yaralarından çı kan akıntı. [DS] cırtlam uk, -ğu [cırt-la-mak > cırt-la-muk] {ağız} sf. 1. Kendini beğenmiş. 2. is. Su tulumbası. [DS] cırtlan, [cırt (yans.) > cırt-lan] {ağız} is. Yenmeyen, portakal iriliğinde kokulu bir kavun. [DS] cırtlanbuk, -ğu [cırt (yans.) > cırt-la-muk > cırtlanbuk] {ağız} is. -*■ cırtlambuk. [DS] cırtlatm a, [cırt-la-t-ma].w. Sebze ve meyveyi sıkarak veya ısırırken, suyunu fışkırtmak eylemi. cırtlatm ak 1, [cırt (yans.) > cırt-la-t-mak] g ç l . f [-ır] Olgun sebze veya meyveyi elle sıkarak ya da ısıra rak yerken kabuğundan suyunu fışkırtmak; cırttırmak. cırtlatm ak2, [cırt (yans.) > cırt-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Fırlatmak. [DS] cırtlavuk1, -ğu [cırt (yans.) > cırt-la-muk > cırtlavuk] {ağız} sf. Tez canlı. [DS] cırtlavuk , -ğu [cırt (yans.) > cırt-la-muk > cırtlavuk] {ağız} is. 1. Küçük domates. 2. Ağustos böce ği. [DS] cırtlayık, -ğı [cırt (yans.) > cırt-la-y-ık] is. 1. { OsT} Ağustos böceği. 2. {ağız} Su fışkırtan oyuncak. [DS] cırtlık, -ğı [cırt (yans.) > cırt-lık] {ağız} is. 1. A ğaç kakan. 2. Meneviş. 3. Su fışkırtan oyuncak. 4. Sü pürge yapılan bir ot. 5. Süzme bal veya üzüm şıra sı. 6. sf. Küçük; cüce. [DS] ö cırtlık kuş, {ağız} Çalıkuşu. [DS]|| cırtlık p arm ak , {ağız} Kiiçiik p a r mak. [DS] cırtm ak 1, [Moğ. cır-mak (yırtmak) > cır-t-mak] {ağız} g ç l.f. [-a r] Yırtmak. [DS] cırtm ak 2, [cırt (yans.) > cırt-mak] {ağız} gçsz.f. [-ar] 1. Yerli yersiz darılmak. 2. Kendi kendini övmek. [DS] a rttırm a k , [cırt-tır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. Püs kürtmek. 2. Fırlatmak. [DS] cıs1, [cıs (yans.)] is. 1. Çocukların tehlikeli şeylerden ya da ateşten uzak durmalarım sağlamak için söy lenen uyarı sözü. 2. {ağız} Sus! [DS] 3. is. Ateş. S cıs etmek, {ağız} (Çocuk d.) yakmak. [DS]|| cıs ol m ak, {ağız} Yanmak. [DS] cıs2, [cıs (yans.)] is. Kaynama sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıs-la-mak. cıs ’, [cıs (yans.)] is. Yalana, kızartma ve pişirme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıs et mek, cıs olmak, cıs-tır-ma yapmak. cıscıbıl, [cı(s)+cı/bıl] {ağız} pekşt. sf. 1. Tamamen çıplak. 2. Yoksul. [DS] 0 cıscıbıl olmak, {ağız} Soyunmak. [DS] cıscıbıldak, -ğı [cı(s)cı/bıl-dak] {ağız} pekşt. sf. -*• cıscıbıl. [DS] cıscıbır, [cı(s)+cı/bır] {ağız} pekşt. sf. 1. Tamamen çıplak. 2. Çok yoksul; hiçbir şeysiz. [DS]
üTliHTÜMî SÛM.
cıs cıscıblak, -ğı [cı(s)cı/blak] {ağız} p ekşt. sf. -*■ cıscıbıl. [D S ]
cıscıvık, -ğı [cı(s)+cı/vık] {ağızj pekşt. sf. Çok cıvık; çok sulu. [DS]
{ağız} [DS] (Silahın nam lusundan çıkan kurşun için) h a v a d a se s çık a r a r a k gitm ek. cıv4, [cıv (yans.)] is. Mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cıv-ız, cıv-ız-lık, cıv-ız-m ak, cıv-ız-la-m ak.
cısdır, [cırs (yans.) > cıs-dır] {ağız} is. Yakma, kızart
cıv5, [cıv / cıy /cuv (yans.)] is. Sıvı maddelerin sulu,
ma ve pişirme sırasında çıkan sesi anlatan yansıma lı gövde. [DS] S cısdır yapmak, {ağız} Yufkanın b ir tarafın a y a ğ sü re rek s a c d a ısıtmak. [DS]
çalkantılı ve cıvık oluşlarını anlatan kök. [Zülfıkar] cıv-ak, cıv-ık, ctv-ık-lı, ctv-tk-la-m ak, ctv-ı-mak, cıv-ı-t-m ak, cıv-ı-ra-k.
cısdırma, [cıs-dır-ma] {ağız} is. Sacda ısıtılmış yağlı yufka. [DS] 0 cısdırma yapmak, Yufka ekm eğin
cıv6, [cıv] {ağız} is. 1. Ok atmakta kullanılan ince düz
b ir ta rafın a y a ğ s ü re rek s a c d a ısıtmak, {ağız} [DS]
cıva1, [cıv (yans.) > cıv-a] {ağız} sf. Atılgan; gözü pek. [DS] S cıva gibi, Ç o k h a rek etli ve e le av u ca
cısgal, [cıs-ga-1] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] cıskımak, [cızık-mak > cıskı-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] Caymak; vazgeçmek. [DS]
cıslamak, [cıs-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r][-l(l)~ yor] 1. Kaynamak. 2. Heyecanlanmak. [DS]
cıslı, [cıs-lı ?] {ağız} sf. Hastalıklı. [DS] cışak, -ğı [? cışak] {ağız} is. Gelin tacı. [DS] cışgılık, -ğı [cış-mak > cış-gı-lık ?] {ağız} is. Mızıkçı lık. [DS]
cışkı, [cış-mak > cış-kı] {ağız} is. Oyunbozan; mızık çı. [DS]
cışkınmak, [cışkın-mak] {ağız} gçsz. f i [ -ır ] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS]
cışmak, [? cış-mak] {ağız} gçsz. f i [ - a r ] Vazgeçmek; dönmek. [DS]
cıştak, -ğı [cış-mak > cış-(ı)t-ak] {ağız} sf. Arsız; utanmaz. [DS]
cıt1, [cıd / cıt (yans.)] is. Oyunbozanlık etmeyi, oyunda kavga çıkarmayı, mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cıt cıt.
cıt2, [cıt / cıt (yans.)] is. Bir şeyi ikiye ayırma, bölme, kırma, çarpma çırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıt-la-k, cıt-ır.
cıtcıt, [cıt+cıt] {ağız} sf. 1. Elinden hiçbir iş gelmedi ği hâlde gösteriş yapan. 2. Titiz ve sinirli. [DS]
çıtlamak, [cıt-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] (Kuş için) pislemek. [DS]
çıtır, [cıt (yans.) > cıt-ır] {ağız} sf. Ufak. [DS] cıtlak, -ğı [cıt (yans.) > cıt-la-k] {ağız} is. 1. Kapı mandalı. 2. Tüfek kapsülü. [DS]
çıtlamak, [cıt (yans.) > cıt-la-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] (Kuş için) pislemek. [DS]
cıv1, [cıv (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde konuş ma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] cıv cıv, cıv-ıl ctv-ıl, cıv cık, cıv-ıl-da-ş-m ak, cıv-ı-la-tm ak, cıv-ıl-tı, cıv-ıl-dır-a-k.
cıv2, [cıv (yans.)] is. Gereksiz, anlamsız, boş lafların söylenişini anlatan kök. [Zülfıkar] cıv cık, cıv-ı-k ağızlı.
cıv , [cıv (yans)] is. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cıv cıv, cıv-m ak, cıv-dır-m ak, cıv-gın, çıv-gır-t-m ak, cıv-lam ak, cıv-ır-m ak, cıv-(v)a-dak. S cıv cıv çıvlamak,
değnek. 2. Kendir sapı. [DS]
sığm az.
cıva2, [Far. civa] {OsTj is. kim. Atom sayısı 80, kütle si 200.59, normal şartlarda sıvı halde bulunan me tal parlaklığında bir element; sembolü: Hg.
cıvadan, [cıv (yans.) > cıv-adan] {ağız} zfi. Çok ça buk. [DS]
cıvadra, [İt. givadiera] is. dnz. Yelkenli gemilerin baş taraflarında belirli bir eğimle ileriye doğru uza tılan seren.
cıvak, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ak] {ağız} sf. 1. Sulu; cıvık. 2. is. Leblebi. 3. Şeytan tırnağı. [DS]
cıvalama, [cıva-la-ma] is. kim. Organik bir moleküle cıva atomu taşıyan bir grubun eklenmesini sağla yan tepkime. cıvalı, [cıva-lı] sf. 1. İçinde cıva bulunan; cıva ile çalışan. 2. Etkili maddesi cıva ya da cıvalı bileşik ler olan. S cıvalı zar, Oyunda h ile y a p m a k için yüzlerden birinin taban ın a cıv a konulm uş zar.
civar, [cıv-ar] {ağızfis. Tarlalara su dağıtan bekçi. [DS]
cıvarna, [İt. ciavarina] is. dnz. 1. Durgun havalarda ara sıra esen rüzgârın etkisi ile su yüzeyinde oluşan habbecikler. 2. {ağız} Hortum. [DS] 3. {ağız} Kar fır tınası. [DS] 4 {ağız} Rüzgârla karışık yağmur. [DS]
.
cıvata, [İt. giaveta] is. İki veya daha fazla parçayı birbirine birleştirmekte kullanılan bir vida ve so mundan meydana gelmiş mekanik bağlama elema nı.
cıvatalama, [cıvata-la-ma] is. Cıvata ile bağlamak eylemi.
cıvatalamak, [cıvata-la-mak] g ç l .f i [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Cıvata ile tutturmak, bağlamak. 2. Cıvatanın somu nunu sıkarak yerine takmak,
cıvazlık, -ğı [cıv-az-lık] {ağız} is. Hile. [DS] cıvcık, -ğı [cıv (yans.) > cıv+cık] {ağız} is. 1. Afyo nun kurutulmuş sapı. 2. Serçe. 3. sf. Geveze; dedi koducu. [DS]
civciv, [cıv (yans.) > cıv+cıv] {ağız} is. İnce sesli adam. [DS] S civciv olmak, {ağız} K ırılıp p a r ç a p a r ç a olm ak. [DS]
civcivli, [cıv (yans.) > cıv+cıv-lı] {ağız} sf. 1. (Hava için) karlı ve fırtınalı. 2. (Ortam için) çok hareketli. [DS]
M M IÜ H Ü ffM .8 0 5
çıvdırmak, [cıv (yans.) > cıv-dır-mak] {ağız} gçl. fi. /ır] 1. Güzel ok atmak. 2. gçsz. f i (Su için) fışkır mak. 3. Delirmek. 4. Sevinçten delirecek gibi ol mak. [DS] cıvga, [eT. çıvğa-çı > cıvga] {ağız) sf. 1. Dik ve sivri. 2. İnce uzun ağaç. 3. Sığır boynuzu. 4. Uzun boylu ve sıska kimse. [DS] çıvgın1, [cıv (yans.) > cıv-gm] {ağız} is. Ağaçların verdiği genç ve taze filizler; sürgün. [DS] çıvgın2, [cıv (yans.) > cıv-gm] {ağızf sf. 1. Delice hareketler yapan. 2. Delirmiş; çıldırmış. 3. is. Rüz gârla karışık yağmur. 4. Çalıkuşu. [DS] cıvgırtmak, [cıv (yans.) > cıv-gır-t-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır ] Sağa sola koşturmak. [DS] cıvgışmak, [cıv (yans.) > cıv-gı-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Kaşınmak. [DS] cıvı, [cıv-ı] {ağız} is. Saç kıvrımı. [DS] cıvık, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ı-k] sf. 1. Çok miktarda sıvı karışarak akışkanlığı, bulaşkanlığı artmış du rumda olan. 2. (Kişi için) soğuk şakalar yapan; can sıkıcı sözler söyleyen; yılışık; geveze. 3. {ağız} Verdiği sözü tutmayan. [DS] 4. {ağız} Sır saklayamayan. [DS] 5. {ağız} is. Bataklık; çamur. [DS] S cıvık ağızlı, {ağız} Sır saklam ayan . [DS]|| cıvık cı vık, 1. H oş o lm a y a ca k biçim de, so ğ u k ve can sık ıcı o larak. 2. {ağız} P a r ç a p a r ç a . [DS]|| cıvık m an tar lar, bot. B ak terilerle o rta k y a şa y an ilk el v e hayva nımsı y a p ıd a , je la tin görünüm ünde o la n m antarlar.
cıv h a rek etli ve n eşeli o la ra k. 3. N eşeli; canlı. 4. H a reketli ve k alab alık. cıvılamak, [cıv (yans.) > cıv-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Havada ıslık sesi çıkararak geçmek. [DS] cıvılatmak, [cıv (yans.) > cıv-ı-la-t-mak] {ağız} g çl. f . [ -ır ] 1. Kuş gibi bağırmak. 2. Gaz çıkarmak; yel lenmek. [DS] cıvıldam a, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-ma] is. Cıvıl cıvıl ötme eylemi. cıvıldamak, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-mak] gçsz. f i [-r ] [-d (ı)-y o r] (Kuş, civciv vb. için) öterek cıvıl cıvıl sesler çıkarmak, cıvıldaşma, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-ş-ma] is. Karşı lıklı ya da bir arada cıvıl cıvıl ötüşme eylemi, cıvıldaşmak, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-ş-mak] işteş, f . [-ır ] (Kuş, civciv vb. için) karşılıklı ya da bir arada cıvıl cıvıl ötüşerek sesler çıkarmak, cıvıldı, [cıv (yans.) > cıv-ıl-dı ls-üyr\ {OsT} is. Fısıltı. cıvıldırık, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ıl-dır-ık] {ağız} is. Serçe. [DS] cıvıllatmak, [cıv (yans.) > cıv-ıl-la-t-mak] {ağız} gçsz. fi. [ -ır ] Cıvıldamak. [Gemalmaz] cıvıltı, [cıv (yans.) > cıv-ıl-tı] is. 1. Kuşların, civciv lerin ötüşürken çıkardığı ses. 2. İnce seslerden olu şan gürültü.
cıvıklaşma, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-ma] is. Cıvık bir durum almak eylemi, cıvıklaşmak, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Cıvık duruma gelmek. 2. Hoşa gitmeyen bir durum almak. 3. Çığırından çıkmak,
cıvıma, [cıv (yans.) > cıv-ı-ma] is. Cıvık veya yumu şak hâle gelmek eylemi, cıvımak, [cıv (yans.) > cıv-ı-mak] gçsz. fi. [-r ] 1. Yu muşak hâle gelmek; cıvık olmak; sulanmak. 2. m e caz. Yakışık almayacak bir duruma gelmek; çığı rından çıkmak. 3. Şımarıklık yapmak; laubalileş mek. 4. {ağız} Verdiği sözü tutmamak. [DS] cıvımak, [cıv (yans.) > cıv-mak / cıv-ı-mak] gçsz. f . [-r ] 1. {ağız} Atlamak. [DS] 2. Şaha kalkmak. cıvınm ak1, [cıv-m-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] 1. Ye rinmek; üzülmek. 2. Gücenmek. 3. Dövüne dövüne ağlamak. 4. Bir kimseye kişiliği ile ilgili beğenisini bildirmek. 5. gçl. fi. Ağırlamak. [DS]
cıvıklaştırma, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-tır-ma] is. Cı vık duruma getirme,
cıvınmak2, [cıv-ın-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Salın cakta sallanmak. [DS]
cıvıklaştırmak, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Bir şeyin katılığını azaltmak için biraz daha su veya başka sıvı ekleyerek akışkanlığını ve bulaşıklığım arttırmak,
cıvır, [? cıvır] {ağız} is. Kadın. [DS] cıvırak, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ı-rak] {ağız} sf. A z cı vık; cıvıkça. [DS] cıvırm ak, [cıv (yans.) > cıv-ır-mak] {ağız} gçsz. f i [ır] Koşmak. [DS]
ayıklam ak, [cıvık-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [l(ı)~ y o r ] İshal olmak. [DS] cıvıklanma, [cıv (yans.) > cıvık-la-n-ma] is. Cıvık duruma gelir gibi olmak eylemi, cıvıklanmak, [cıv (yans.) > cıvık-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Cıvık duruma gelir gibi olmak,
cıvıklık, -ğı [cıv (yans.) > cıvık-lık] is. 1. Cıvık olma hali. 2. Cıvık olan şeyin taşıdığı nitelik. 3. m ecaz. Sataşma ve sululuk,
cıvıtılma, [cıv-ı-t-ıl-ma] is. Cıvık duruma getirilme eylemi.
cıvıkmak, [cıv (yans.) > cıv-ı-k-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Sululuk etmek. [DS]
cıvıtılmak, [cıvıt-mak > cıv-ı-t-ıl-ma] edil, f i [-ır] Cıvık duruma getirilmek,
cıvıl, [cıv (yans.) > cıv-ıl] is. 1. Kuş sesi gibi cıvıltı ları, hareketliliği, kaynaşmayı anlatan yansımalı gövde. 2. is. Kuşların ötüşürken çıkardığı ses. 0 cıvıl cıvıl, 1. (Kuş için) cıvıltı ile ötüşerek. 2. Canlı,
cıvıtma, [cıv-ı-t-ma] is. Cıvık duruma getirme eyle mi. cıvıtmak, [cıv (yans.) > cıv-ı-t-mak] gçl. f i [ - ır ] 1. Cıvık duruma getirmek. 2. (İş, durum vb. için) ya
cıv kışık almayacak hâle sokmak. 3. gçsz. f . Ciddiyet ten uzak bir durum kazanmak. 4. /ağız} İşi uzatarak usanç vermek. [DS] 5. {ağız} Caymak; dönmek. [DS] cıvız, [cıv (yans.) > cıv-ız] {ağız} sf. 1. Oyunda hile yapan. 2. Bozguncu; iş bozan. 3. Sözünde durma yan; sözünün eri olmayan. [DS] cıvızlamak, [cıv (yans.) > cıv-ız-la-mak] {ağız) g s z .f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Sık sık hataya düşmek. 2. Oyun bozanlık yapmak. 3. Oyunda mızıkçılık yapmak. [DS] cıvızlık, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ız-lık] {ağız} is. 1. Hi lecilik. 2. Mızıkçılık. 3. Arabozuculuk. 4. Cimrilik. [DS] cm zm ak , [cıv (yans.) > cıv-ız-mak] {ağız} gçsz. f . [ır ] Oyunda mızıkçılık yapmak. [DS] cıvkırtm ak, [cıv (yans.) > cıv-kır-t-mak] {ağız} gçl. f . [- ır ] Hayvanı peklikten kurtarmak. [DS] cıvkmak, [cıv (yans.) > cıv-k-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] Sıçrayıp kaymak. [DS] cıvlak, -ğı [cıv (yans.) > cıv-la-k] (ağız) is. 1. Uzun ve düzgün gövdeli ağaç. 2. sf. İnce ve kuru. 3. Tüy leri dökülmüş; soyulmuş. [DS] çıvlam ak1, [cıv (yans.) > cıv-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [r ] [-l(ı)-y o r] 1. Fırlayıp çıkmak. 2. (Hava içinden geçen cisim için) ses çıkarmak. 3. (Ağaç için) sür gün vermek; filizlenmek. 4. Uzamak. 5. Kayna mak. [DS] çıvlamak2, [cav-la-mak > cıv-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-(ı)-y o r] 1. Yontmak; parçalamak. 2. Kabu ğunu soymak. 3. Tüyünü dökmek; kavlamak. [DS] cıvlan, [cıv (yans.) > cıv-la-n] {ağızfsf. Sulu. [DS] cıvlatm ak1, [cav-la-mak > cıv-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [- ır ] 1. Soymak; yüzmek. 2. Acı acı bağırtmak. 3. Fırlatmak. 4. Havada sallayarak ses çıkartmak. [DS] av latm ak , [cıv (yans.) > cıv-la-t-mak] {ağız} gçl. f . [ - ır ] 1. Acı acı bağırtmak. 2. Fırlatmak. 3. Havada sallayarak ses çıkartmak. [DS] çıvmak, [cıv (yans.) > cıv-mak] {ağızf gçsz. f . [- a r ] 1. Sıçramak; fırlamak. 2. (Atılan mermi için) he deften şaşmak. 3. (Yıldız için) kaymak. 4. Boy at mak; 5. Delirmek. 6. Oyunda mızıkçılık etmek. [DS]
İ M HİÇE M ü . Konuşurken şaşırmak; sapıtmak. 2. Gideceği yolu kaybetmek. 3. İşten bıkkınlık göstererek bırakmaya çalışmak; işi uzatmak; savsaklamak. [DS] cıy', [cay / cıy / ciy (yans.)} is. Yırtılma, tırnakla yırt ma, koparma eylemlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cıyır-t-ı, cıy -n a k-la-m a k cıy2, [cıv / cıy /cuv (yans.)] is. Sıvı maddelerin sulu, çalkantılı ve cıvık oluşlarını anlatan kök. [Zülfıkar] cıy-ık, cıy-ık-la-m a. cıyJ, [cıy (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde konuş ma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] cıy a k cıy-ak, cıy-ır-gan, cıy-ak-la-m ak, cıy-ıl-da-m ak, cıy-ır-gan, cıy-(y)a-k. cıyak, [cıy (yans.) cıy-ak] is. 1. İnce, tiz, cırlak ve yüksek biçimde bağırma sesi. 2. {ağız} is. Baykuş. [DS] 0 cıyak cıyak, (B ağ ırm ak için) durm adan ince, tiz, c ır la k v e y ü k sek b ir şekilde. cıyaklam a, [cıyak-la-ma] is. Cıyak cıyak ses çıkar mak eylemi. cıyaklam ak, [cıyak-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Durmadan ince, tiz, cırlak, acı ve yüksek bir şekil de bağırmak. ay ak latm a, [cıyak-la-t-ma] is. Cıyak cıyak ses çı kartmak eylemi, cıyaklatm ak, [cıyak-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Durmadan ince, tiz, cırlak, acı ve yüksek bir şekilde bağırt mak. cıydak, -ğı [cıy (yans.) > cıy-dak] {ağız} sf. (Çocuk için) çok ağlayan. [DS] cıydan, [cıy-(ı)d-an] {ağız} is. Derin olmayan dere. [DS] cıyıklam a, [cıy (yans.) > cıy-ık-la-ma] {ağız} is. Y u murta, kıyma, biber, bal ve tereyağı ile yapılan bir yemek. [DS] ayık lam ak , [cıy-ık-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Toplamak. [DS] cıyıldam ak, [cıy (yans.) > cıy-ıl-da-mak / cıvılda mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] Gürültü yap mak. [DS] cıyındırık, -ğı [çiğ (pişm em iş) çiğ-in-dirik / cıy-ındınk] {ağız} is. Yağsız ve sinirli et. [DS] cıymtı, [cıy-ıntı] {ağız} is. Toplantı. [DS]
cıvralam ak, [cıv (yans.) > cıv-ra-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Acele etmek. [DS]
cıyıpmak, [cıy (yans.) > cıy-ıp-malc] {ağızf gçsz. f . [a r ] Kaymak. [DS]
cıvram ak, [cıv (yans.) > cıv-ra-mak] {ağız} gçsz. f . [r ] [-r(ı)-y o r] 1. Çamur olmak. 2. (Sığır için) tüyle rini dökmek. [DS]
cıyır, [cıy (yans.) > cıy-ır] is. 1. Dişler arasında ezilen taş, kum cinsi maddenin çıkardığı ses. 2. Yır tılan kâğıt ya da bezin çıkardığı ses.
cıvsıtmak, [cıv (yans.) > cıv-sı-t-mak] {ağız} gçl. f . [ır] Delirmek. [DS]
cıyırdak, -ğı [cıy (yans.) > cıy-ır-da-k] {ağız} is. Ayakkabının yürürken ses çıkarması için yerleştiri len ikinci kat astar. [DS]
cıvvadak, -ğı [cıv (yans.) > cıv(v)-adak] {ağız} zf. (Geçip gitmek için) çok hızlı olarak. [DS] cıvzıklamak, [cıv (yans.) > cıv-(ı)z-ık-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [-l(ı)-y o r] Acele etmek. [DS] cıvzıtmak, [cıv (yans.) > cıv-(ı)z-ıt-mak] {ağız} 1.
cıyırdam a, [cıy (yans.) > cıyır-da-ma] is. “Cıyır!” diye ses çıkarmak eylemi, cıyırdam ak, [cıy (yans.) > cıyır-da-mak] gçsz. f . [-r ] [-d (i)-y o r] (Dişler arasındaki taş veya yırtılan kâ
MM İ R
İ M
cız
. 807
ğıt, bez cinsi maddeler için) “Cıyır!” diye ses çı karmak. cıyırdatm a, [cıy (yans.) > cıyır-da-t-ma] is. Cıyırtı çıkarmasına sebep olmak eylemi, cıyırdatm ak, [cıy (yans.) > cıyır-da-t-mak] gçl. f i [ır] Cıyırdamasına sebep olmak . cıyırdık, -ğı [cıy-ır-dık ?] (ağız) is. Tomurcuk. [DS] cıyırtı, [cıy (yans.) > cıy-ır-tı] is. Bez, kâğıt cinsi şeyler yırtılırken ya da dişler arasında kalan kum tanelerinin ezilirken çıkardığı ses. cıymalam ak, [cıy (yans.) > cıy-ma-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [~l(ı)yor] Tırmalamak. [DS] cıynak, -ğı [cıy (yans.) > cıy-(ı)n-ak
{ağız} is.
1. Yırtıcı kuş tırnağı; pençe. {OsT} (aynı) 2. Ceviz içi. 3. Çuval, bez vb. üzerine yapılan bir tür motif. 4. Bitki köklerinin ince saçakları. 5. Ispanak. [DS] cıynaklam ak, [cıynak-la-malc] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [l(ı)-y or] Tırmalamak. [DS] cıynaz, [cıy-(ı)-n-az] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) dur madan ağlayan. 2. (Kişi için) çok ince; kuru. [DS] cıyrık, -ğı [eT. cığrık / cıy (yans.) > cıy-(ı)r-ık] {ağız} is. Pamuktan tohumları ayıran makine; çırçır. [DS] cıyyak, -ğı [cıy (yans.) > cıyy-alc] {ağız} is. Tavuk ve ■kuşların tehlike anında çıkardığı ses. [DS] cıyyaklamak, [cıy (yans.) > cıyy-ak-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r] (Tavuk ve kuşlar için) ba ğırmak. [DS] cız1, [caz / cız / coz (yans.)] is. 1. Ateşte yakma, kı zartma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cız-la-m ak, cız biz, cız-la -m a k cız-ır-tı, cız-ır cızır. 2 Yanan bir şeyi ateşte söndürme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cız etm ek, cız-la-m ak.
.
cız2, [cız (yans.)] is. 1. Kızgın yağ içine sulu bir şey atılınca çıkan ses. 2. Ateşe su dökülünce ani buhar laşmanın çıkardığı ses. 3. Çocuk dilinde ateş veya sıcak, yakıcı olan şey; cıs. 0 cız etmek, Yanmış g ib i şiddetli ve in ce b ir a cı ile irkilm ek. cız3, [cız (yans.)] is. Mızıkçılık etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cız-ık-m ak, cız-ık-tır-m ak. cız4, [cız (yans.)] is. Püskürmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cız-gır-t-m ak. cız5, [cız (yans.)] is. Yırtma ve yırtarak çizme sıra sında çıkan sesi anlatan ek. cız-ır-da-k, cız-ır-t-dak, cız-ır-t-da-n-ak, cız-m ak-la-m ak. S1 cız çekmek, {ağız} S a b a n la tarlanın etrafını b ir k e r e dolanm ak. [DS] cız’, [cız / ciz (yans.)] is. Yazı yazma, çizme vb. sı rasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] ctz-mak, cız-ık, cız-ık-tır-m ak, cız-z-ık. cız7, [cız / coz (yans.)] is. Ötme, bağırma, sızlanma, ağlama ve dönme belirten kök. cız bebek, cız-gırm ak, cız-ıl-da-m ak, cız-ır-ık, ctz-la-n, cız sineği. <5 cız sineği, zool. B ir ç eşit bü velek. || cız tutm ak, {ağız} B ü v elek tutmak. [DS]
cız8, [cız (yans.)] {ağız} is. Yanık. [DS] cızak, -ğı [cız (yans.) > cız-ak] {ağız} sf. 1. Mızıkçı; oyunbozan. 2. is. At kılından yapılmış bir tür kuş tuzağı; ökse. 3. Rendeye benzer bir marangoz aygı tı. 4. Tahterevalli. [DS] cızalam ak, [cız (yans.) > cız-ala-mak] {ağız} gçl. f i [r ] [-l(t)-y o r] 1. Çizmek; karalamak. 2. Ekmeğe çok az yağ sürmek. [DS] cızbız, [cız + biz (yans.)] is. 1. Izgarada kendi yağı ile pişirilen köfte. 2. {ağız} Tavanın dibinde kalan yağ bulaşığına konan yemek. [DS] 3. {ağız} Arasına peynir ve maydanoz konularak pişirilen pide. [DS] cızcız1, [cız (yans.) + cız] {ağız} is. 1. Haşhaş yağı ile yağlanmış ekmek. 2. İri undan yapılmış sac ekme ği. [DS] cızcız", [cız (yans.) + cız] {ağız} is. 1. Ağustos böce ği. 2. Yerli yersiz ağlayan çocuk. [DS] cızdak, [cız (yans.) > cız-dak] {ağız} is. 1. Koyun kuyruğu eritilip yağı alındıktan sonra geri kalan kıkırdaklar. 2. Zayıf, çelimsiz kimse. [DS] cızdam, [cız (yans.) > cız-da-m] is. argo. Kaçma; savuşma. S cızdamı çekmek, K a çm a k ; savuşm ak. cızdatm ak, [cız (yans.) > cız-la-t-mak] {ağızj gçl. fi. [-ır ] (Yemeğe konulan soğan için) sertliği kayboluncaya kadar yağda kavurmak. [DS] cızdır, [cız (yans.) > cız-dır] {ağız} is. Sacda, tavada pişirilen ekmek veya börek. [DS] cızdırıverm ek, [cız-dır-mak + ver-mek] {ağız} gçl. b. fi. [-ir ] 1. Baştan savmak. 2. Oyunda yenmek. [DS] cızdırm a, [cız-dır-ma] /ağızj is. 1. Sacda veya tavada yapılan ekmek veya börek. 2. Tarlanın iyi sürül memiş durumu. [DS] a z d ırm a k 1, [cız (yans.) > cız-dır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] (Yağ için) tavada, tencerede kızdırmak. [DS] azd ırm ak ’ , [cız (yans.) > cız-dır-malc] {ağız} gçl. fi. [- ır ] Oyunda karşı tarafa mızıkçılık ettirmek. [DS] azd ırm ak 2, [cız (yans.) > cız-dır-mak] {ağız} gçl. fi [-ır ] 1. Çizdirmek. 2. Vücudun bir yerinden kan aldırmak. [DS] cızga, [cılga / cız-ga] {ağız} is. Keçi yolu. [DS] cızgal, [cız (yans.) > cız-ga-1 ?] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] cızgı, [cız (yans.) > cız-gı] {ağız} is. Çizgi. [DS] çizgin, [cız (yans.) > cız-gm] {ağız} sf. Sözünde dur mayan; dönek. [DS] cızgırm ak, [cız (yans.) > cız-gır-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır ] 1. Uğuldamak. 2. Bağırmak. 3. (At için) kiş nemek. [DS] cızgırtm ak, [cız (yans.) > cız-gır-t-malc] {ağız} gçl. fi. [-ır ] Su püskürtmek. [DS] cızı, [cız (yans.) > cız-mak > cız-ı / cız-gı] {ağız} is. 1. Çizgi. 2. Tohum ekerken saban ya da pulluk ile toprakta açılan iz; çizi. 3. Tarladaki su yolu. [DS] fi1 cızı çekmek, {ağız} Çizgi çekm ek. [DS]|| cızı ka-
cız
ÖIÜMIİİfflftESÖM.
rığı, {ağız} K a rıkla rın en uzunu. [DS]|| cızıya gel m ek, /ağız} D oğru y olu bulm ak. [DS]
acımak. [DS] S cızıldayıp durm ak, {ağız} H iç su sm adan ağlam ak. [DS]
cızık1, -ğı [cız (yans.) > cız-ık] is. Ötme, bağırma, sızlanma, ağlama ve dönme belirten yansımalı göv de. S cızık cızık bağırm ak, Can a cısıy la in ce bir s e s le bağırm ak.
cızıldu, [cız (yans.) > cız-ıl-du j-JJ^r] {OsT} is. Cı
cızık2, -ğı [cız (yans.) > e T çız-mak / çiz-mek > çiz ik > çizik] {ağız} is. 1. Çizgi. 2. İz. 3. Sıyrık. [DS] S azık tan çıkm ak, {ağız) Yoldan çıkm ak; doğru y o l da n sapm ak. [DS] cızık , -ğı [cız-ık] {ağız) is. İç; can. [DS] S cızığı blzıkmak, {ağız} Canı sıkılm ak; ca m yanm ak. [DS]|| cızık tutm ak, {ağız} Tutunmak; bağlan m ak. [DS] cızık4, -ğı [cız (yans.) > cız-ık] {ağız} sf. Mızıkçı; oyunbozan. [DS] cızıklamak, [cız (yans.) > cız-ık-la-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Acele etmek. 2. Zor karşısında oraya buraya koşturmak. [DS] cızıklatmak, [cız (yans.) > cızık-la-t-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. Buruşturmak; büzmek. 2. Çizgi hâ line koymak. [DS] cızıkmak1, [cız (yans.) > cız-ık-mak] {ağız} gçsz. f i [ır] Son hızla koşmak. [DS] cızıkmak , [cız-ık-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] Kızmak. [DS] cızıkmak3, [cız (yans.) > cız-ık-mak] {ağız} gçsz. fi. [ır] 1. Dönmek; caymak. 2. Mızımak. 3. Yoldan çıkmak. [DS] cızıktırm a, [çiz-ik-tir-me > çızıktırma] is. Çizgi çek me veya acele yazı yazmak eylemi. cızıktırm ak1, [eT. çız-mak > çiz-ik-tir-mek > çızıktırmak] gçl. fi. [-ır] 1. Çizgi çekmek. 2. Acele bir şeyler yazmak; baştan savma yazmak. 3. {ağız} Ka ralamak. [DS] 4. {ağız} Çifti iyi sürememek. [DS] cızıktırm ak , [cız (yans.) > cız-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f i [ - ır ] 1. Kaçırmak. 2. Oyunda karşı tarafı mızıkçı lık yapacak duruma düşürmek. [DS] cızılamak, [cız (yans.) > cız-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [l(ı)-y o r] (Kızdırılan yağ için) ses çıkarmak. [DS] cızıldak, -ğı [cız (yans.) > cız-ıl-da-k] {ağız} sf. Y ağ da ya da sacda pişirilen cıvık hamurdan yapılma yağlı ya da yağsız ekmek. [DS] cızıldama, [cız (yans.) > cız-ıl-da-ma] is. 1. Cızıltılı sesler çıkarmak eylemi. 2. Ne dediği anlaşılma makla beraber sürekli ve bıktırıcı istekte bulunmak eylemi. cızıldamak, [cız (yans.) > cız-ıl-da-mak] gçsz. f i [-r ] [-d (ı)-y o r] 1. Cızıl cızıl sesler çıkarmak. 2. Ne de diği anlaşılmamakla birlikte sürekli, bıktırıcı ve mızmız bir ses çıkarmak. 3. {ağız} Yerli yersiz ağ lamak. [DS] 4. {ağız} (Kızdırılan yağ için) ses çı karmak. [DS] 5. {ağız} (Yemek için) pişme sırasında suyunu çekerken ses çıkarmak. [DS] 6. {ağız) Yanıp
zıldama sesi; cızırtı, cızılmak, [eT. çız-mak > cız-ıl-mak] {ağız} edil, f i [ır] Çizilmek; yırtılmak. [DS] cızıltı, [cız (yans.) > cız-ıl-tı] is. 1. Cızıldama sesi. 2. Cızıl cızıl çıkan sesler. 3. Radyo, televizyon ve te lefon gibi aygıtlarda sesin anlaşılmasını engelleyen cızırdama sesleri. 4. {ağız} Gürültü. [DS] 5. {ağız} Kimsenin bilmediği olayla ilgili olarak verilen çok kısa bilgi. [DS] cızıltılı, [cız (yans.) > cız-ıl-tı-lı] sf. 1. Cızıl cızıl sesi çıkan. 2. Cızıltısı olan, cızır, [cız (yans.) > cız-ır] is. Kâğıt veya cam gibi maddeler üzerine katı bir cisim sürtmekle sürekli olarak çıkan “cız” sesi. 0 cızır cızır, Cızırtılı se s le r çıka ra ra k. cızıradan, [cız (yans.) > cız-ır-adan] {ağız} zf. (Ko nuşma için) hızlı ve tiz sesle. [DS] cızırdak1, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-dak] {ağız} is. 1. Koyun kuyruğu eritildikten sonra kalan kıkırdaklı kısım. 2. Yerli yersiz ağlayan. [DS] cızırdak2, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-dak] {ağız} zf. 1. (Yırtılmak için) birdenbire. 2. (Gaz çıkarmak için) birden. [DS] cızırdak3, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-dak] {ağız} is. Topaç. [DS] cızırdam a, [cız (yans.) > cız-ır-da-ma] is. 1. Cızır cızır etme; cızırdamak eylemi. 2. {ağızj Tavada ya pılan börek. [DS] cızırdam ak, [cız (yans.) > cız-ıı-da-mak] gçsz. f i [-r ] [-d(ı)-yor] 1. Sürekli bir “cız” sesi çıkarmak; cızırtı yapmak. 2. m ecaz. Acele ve karmakarışık, anlaşıl maz sesler çıkarmak. 3. {ağız} Ağlamaya başlamak; ağlamak. [DS] 4. {ağız} (Kızdırılan yağ için) cızır dama sesi çıkarmaya başlamak. [DS] cızırtdak, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-t-da-k] {ağız} zf. 1. (Yırtılma için) birdenbire ince bir sesle. 2. (Yanma için) birdenbire. 3. (Gaz çıkarmak için) birdenbire. [DS] cızırdatm a, [cız (yans.) > cız-ır-da-t-ma] is. Cızırtılı sesler çıkarmasını sağlamak eylemi. cızırdatm ak1, [cız (yans.) > cız-ır-da-t-mak] gçl. fi. [ır] 1. Cızırtı halinde ses çıkarmasına sebep olmak. 2. {ağız} İnce sesle hafiften yellenmek. [DS] cızırdatm ak2, [cız (yans.) > cız-ır-da-t-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] (Yazı için) çabuk ve güzel yazmak. [DS] cızırık, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-ık] {ağız} sf. Yerli yersiz ağlayan. [DS] cızırtdak, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-t-dak] {ağız} zf. 1. (Yırtılmak için) ince bir sesle ve birden. 2. (Yan mak için) birden. [DS] cızırtdanak, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-t-da-n-ak] {ağız} zf. -*■ cızırtdak. [DS]
aiBlIÖİCESM.sos cızırtı, [cız (yan s.) > cız-ır-tı] is. 1. Cızırdama sesi. 2. Cızır cızır çıkan ses. 3. Radyo, televizyon ve tele fon gibi aygıtlarda sesin anlaşılmasını engelleyen cızırdama sesleri, cızırtılı, [cız (yans.) > cız-ır-tı-lı] sf. 1. Cızır cızır se si olan. 2. Cızırtı yapan, cızıtmak, [cız (yans.) > cız-ıt-mak] {ağız} gçsz. fi. [ır] Aklını kaçırmak; bozmak. [DS] azıttırm ak , [cız (yans.) > cız-mak > cız-ıt-tır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] 1. Baştan savmak. 2. İşten kaç mak. [DS] cızlağ, [cız (yans.) > cız-la-k > cızlağ] {ağız} is. Eri tilen koyun kuyruğunun kalan kıkırdaklı posası. [DS] cızlağan, [cız (yans.) > cız-la-ğan] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] cızlağlı, [cız (yans.) > cızlağ-lı] {ağız} sf. Kıkırdaklı. fi5 cızlağlı ekmek, {ağız} K ık ırd a k k a tıla ra k y a p ıl m ış gözlem e. [DS] cızlak1, -ğı [cız (yans) > cız-la-k] {ağız} is. 1. Yağda veya saçta pişirilen sulu hamurdan yapılmış yağlı veya yağsız ekmek. 2. Koyun kuyruğu eritildikten sonra kalan posa. [DS] cızlak2, -ğı [cız-la-k ?] {ağız} is. 1. Verimsiz toprak. 2. Temizlenmiş ve toprağı sıkıştırılmış düz alan. [DS] cızlak3, -ğı [cız (yans.) > cız-la-k] {ağız} sf. Yerli yer siz ağlayan. [DS] cızlak4, -ğı [cız (yans.) > cız-la-k] {ağız} is. Ortası de linmiş kestaneye ip geçirmek suretiyle yapılan bir çocuk oyuncağı. [DS] cızlam, [cız (yans.) > cız-la-mak > cız-la-m] is. argo. Kaçma; savuşma. S cızlamı çekmek, K a çm a k ; savuşup gitm ek. cızlama, [cız (yans.) > cız-la-ma] is. 1. “Cız” sesi çıkarmak eylemi. 2. {ağız} Yağda ya da sacda pişi rilen sulu hamurdan yapılma yağlı ya da yağsız ekmek. [DS] 3. {ağız} Mayalı hamur içine peynir ve maydanoz konulup pasta biçiminde kesilerek fırın da pişirilen çörek. [DS] 4. {ağız} Yumurta ve unla yapılan bir tür omlet. [DS] cızlamaç, -cı [cız (yans.) > cız-la-maç] {ağız} is. Yağda ya da tavada pişirilen bir tür çörek. [DS] cızlamak, [cız (yans.) > cız-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [l(ı)-yor] 1. (Yanan nesne, öten böcek vb. için) “cız” sesi çıkarmak. 2. {ağız} Kaynamak. [DS] 3. {ağız) gçl. f . (Yağ için) kızartmak. [DS] 4. {ağız} Kalbi sızlamak; acımak; içi burkulmak. [DS] cızlan, [cız (yans.) > cız-lan] {ağızj is. Ağustos böce ği. [DS] cızlandurmak, [cız (yans.) > cız-la-n-dur-mak jjjJ-Jy r] {eAT) gçl. f . [-u r ] Yavaşça akıtmak. S cızlandurdı cızlandurdı, {eAT} (Akıtmak, d ö km ek için) y a v a ş yavaş.
CİB cızlatm a, [cız (yans.) > cız-la-t-ma] {ağız} is. Az yağ da yapılan kızartma. [DS] cızlık, -ğı [cız (yans.) > cız-lık] {ağız} is. 1. Yağ sü rülmüş ekmek. 2. İçine soğan kıyma ve yağ konu larak saçta kızartılan yufka. [DS] cızm ak1, [eT. çız-mak > cız-mak] {ağız} gçl. f. [ - a r ] 1. Çizmek. 2. Yazmak. [DS] cızmak2, [cız (yans.) > cız-mak] {ağız} gçsz. f. [ - a r ] 1. Caymak; dönmek; vazgeçmek. 2. Mızıkçılık et mek. 3. Gitmek. [DS] cızzık1, -ğı [cız (yans.) > cız-cık / cızz-ık ?] {ağız} zf. Az; biraz. [DS] cızzık2, -ğı [cız (yans.) > cız(z)-ık] {ağız} is. 1. Y e meğe yağ koyduktan sonra kalan yağı aldırmak için tavaya konulan bir veya iki kaşık yemek. 2. Yan ma. [DS] cızzık’, -ğı [cız (yans.) > cız(z)-ık] {ağız} is. Çizgi; çizik; çizik. [DS] cızzık4, -ğı [cız (yans.) > cız(z)-ık] {ağız} is. Kaçış. [DS] cızzık5, -ğı [cız (yans.) > cız(z)-ık] {ağız} sf. Sık sık darılan. [DS] cızzıktırm ak, [cız (yans.) > cız(z)-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] Yazmak; çizmek; karalamak. [DS] -ci, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. -* -cı.
ci, [ci (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama sesleri ni anlatan kök. [Zülfıkar] ci-ci-li bicili, ci-cik. ciale, [Ar. ci'âle GP (bir A m erikan a r a c ı tipi) > jeep] is. -*■ cip, jip. ciba, [Far. cıbâ W r] (c i:b a ;) {OsT} is. Odun.
CİB
Ğ IÜ M I İİ lC fS Ö M .
cibab, [Ar. cibab u lş -] (cib a :b ) {OsT} is. Cüppeler, cibah, [Ar. cebhe (yüz, alırı) > cibâh oL^-] (cib a :h ) {OsT} is. 1. Cepheler. 2. Alınlar, cibal, -li [Ar. cebel > cibâl J W ] (cib a :l) {OsT} is. Dağlar. S cibâl-i mübâhe, {OsT} K im senin m ülki y etin d e olm ayan d ağlar. || cibâl-i şahika, {OsT} Yüksek d ağlar. cibali, [Ar. cibâlî ^ J^ -] (ciba. li:) {OsT} sf. Dağlık, cibar, [Ar. cibâra (kırık tedavisi) °jUr] {ağız} is. Bel ağrısı, kırık çıkık gibi durumlarda sargı amacıyla kullanılan iç yağı, kara sakız vb. ile yapılan bir ka rışım. [DS] cebavet, [Ar. cibâvet / cibâyet o j U ]
(cib a :v et)
{OsT} is. -*■ cibayet. cibayat, [Ar. cibâyet > cibâyât
(cib a :y a :t)
{OsT} is. 1. Tahsiller. 2. Devlet gelirini toplamalar. 3. Vakıf kiralarını toplamalar, cibayet, [Ar. cibâvet / cibâyet
(ciba.y et) {OsT}
is. 1. Tahsil etme; toplama. 2. Devlet gelirini top lama; vergi tahsil etme. 3. Vakıf kirası toplama. S cibayet etmek, T ahsil etm ek, toplam ak. cibban, [cib (yans.) > cib(b)-an] {ağız} is. Alkış, fi1 cibban çalm ak, {ağız} A lkışlam ak; e l çırpm ak. [DS] cibbelek, [cib (yans.) > cib(b)-e-lek] {ağız} is. Alkış. fi1 cibbelek çalm ak, {ağız} El çırpmak; alkışlamak. [DS] cibcitmek, [cib-tir-mek ?] {ağız} gçl. f i [ - e r ] Bir şeyi kökünden kesmek. [DS] cibcük, -ğü [cib (yans.) > cib-cük] {ağız} is. Alkış. S cibcük çalm ak, {ağız} E l çırp m ak; alkışlam ak. [DS] cibdirmek, [cib (yans.) > cib-dir-mek] {ağız} g ç l .f . [ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] cibe, [Moğ. cebe] {eT} is. Cebe; zırh; silah. [Nevâyî] cibeçi, [Moğ. cebe > cibe-çi] {eT} is. Cebeci; silah yapımcısı. [Nevâyî] cibek, -ği [cib (yans.) > cib-ek] {ağız} is. Mısır püs külü. [DS] cibelek, -ği [cib (yans.) > cib-ele-k / civ-ele-k] '{ağız} sf. 1. Geveze. 2. Çok neşeli ve kıpır kıpır. 3. So kulgan; sıcak kanlı. [DS] cibelemek, [cib (yans.) > cib-ele-mek] {ağız} g ç l .f . [r] [-l(i)-v o r] 1. Sevmek. 2. gçsz. f . Hırçınlaşmak. [DS] cibelenmek, [cib (yans.) > cib-ele-n-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir ] 1. Şımarmak; yersiz davranışlarda bu lunmak. 2. Nazlanmak; cilvelenmek. [DS] cibelgeç, [cib (yans.) > cib-el-geç] {ağız} sf. Terbiye siz; şımarık. [DS] cibelik, -ği [cib6 > cib-e-lik] {ağız} zf. Temelli; büs bütün. [DS] cibelmek, [cib (yans.) > cib-el-mek] {ağız} gçsz. f . [-
ir] 1. Yersiz davranışlarda bulunmak; şımarmak. 2. Kendini beğenmek. 3. Huysuzlanmak. 4. Yiğitlik taslamak. 5. gçl. f . Sevmek. [DS] cibeltmek, [cib (yans.) > cib-el-t-mek] {ağız} g ç l.f. [ir] Şımartmak; yüz vermek. [DS] ciberik, -ği [cib (yans.) > cib-er-ik] {ağız} sf. 1. (Yer için) sulu; batak. 2. (Yara için) sulanmış; sulu. [DS] cibermek, [cib (yans.) > cib-er-mek] {ağız} gçsz. f . [ir] (Yara için) sulanmak. [DS] cibertlemek, [cib6 > cib-er-t-le-mek] {ağız} gçl. f . [r]J-l(i)-y o r] Yeni baştan incelemeye almak; tekrar karıştırmak. [DS] cibi, [cib (yans.) > cib-i] {ağız} is. Civciv. [DS] S cibi cibi, {ağız} K e ç i ç a ğ ırm a ünlemi. [DS] cibicik, -ği [cib (yans.) > cib-i-cik] {ağız} is. Alkış; el çırpma. 0 cibicik çalm ak, {ağız} A lkışlam ak; e l çırpm ak. [DS] cibik, -ği [cib (yans.) > cib-ik] {ağız} is. 1. Köşe. 2. sf. Her işe burnunu sokan. [DS] cibil1, [cib (yans.) > cib-il] is. Sulanma, ıslanma, su yu sıçratarak ses çıkarma anlatan yansımalı gövde. fi1 cibil cibil, {ağız} (Y ara için) su lanm ış; akıntılı. [DS]|| cibil cibil yunmak, {ağız} B o l su ile y ık a n m ak. [DS] cibil2, [cib (yans.) > cib-il] {ağız} is. Sulu çamur. [DS] cibil3, [cib (yans.) > cib-il] {ağız} is. Küçük bir yaban ördeği. [DS] cibildek, -ği [cib (yans.) > cib-il-de-k] {ağız} is. 1. Su birikintisi. 2. Sulu çamur. [DS] cibildemek, [cib (yans.) > cib-il-de-mek] {ağız} gçsz. f i [-r][-d (i)-y o r ] 1. (Kaplumbağa, kurbağa gibi su hayvanları için) suda yüzerken ses çıkarmak. [DS] cibilemek, [cib (yans.) > cib-i-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [- r ] [ - l(i)-yor] 1. Yüzmek. 2. İstek duymak. 3. Acele etmek. 4. (Kuş ve tavuklar için) yumurtadan yavru çıkarmak. [DS] cibilger, [çılbır / cibilger] {eT} is. Gem; oyan. [Nevâ yî] cibilik, -ği [cib (yans.) > cib-i-lik] {ağız} is. Kuş. [DS] cibillet, [Ar. cibillet o -W ] {OsT} is. Yaradılış; huy; doğuştan getirilen davranışlar, cibilletsiz, [cibillet-siz] sf. sövgü. Soysuz; sütü bo zuk. cibillî, [Ar. cibillî J>~r\ (cibilli;) sf. Yaratılıştan, do ğuştan olan; fıtrî, cibilli, [cib (yans.) > cib-il-li] {ağız} is. Taneleri tam gelişmemiş üzüm salkımı. [DS] cibillik1, -ği [cib (yans.) > cib-il-lik] {ağız} is. 1. Karanlık ve pis yer. 2. Arıların bol bulunduğu yer. 3. Bataklık ve pınar başı gibi yerlerde biten ot ve yosun türü şeyler. [DS] cibillik2, -ği [cib (yans.) > cib-il-lik] {ağız} is. Kuş. [DS]
orüffiiiiW M .8ıı cibilliyet, [Ar. cibillet > cibilliyet c~L>-] {OsTj is. Yaradılış; huy. S1 cibilliyeti bozuk, Yaratılıştan, doğuştan kötü o la n ; soysuz. cibilliyetsiz, [cibilliyet-siz] sf. sövgü. Kötü yaradılış lı; soyu bozuk olan; soysuz, cibilliyetsizlik, -ği [cibilliyet-siz-lik] is. 1. Kötü ya radılışlı olma durumu. 2. Cibilliyetsiz bir kimseye has davranış; soysuzluk, cibimek, [cib (yans.) > cib-i-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] Suda yumuşamak. [DS] cibin1, [eT. çıbın (sivrisinek) > eib-in j ^ ] {OsT} {çı ğız} is. Sivrisinek, karasinek, tatarcık gibi rahatsız edici uçucu böcekler. [DS] cibin2, [cib (yans.) > cib-in] {ağız} is. 1. Çamurlu top rak. 2. Killi toprak. [DS] cibindirik, -ği [eT. çıbın (sivrisinek) > cibin-dirik] {ağız} is. 1. Cibinlik. 2. Üzüm posası. [DS] cibinlik, -ği [eT. çıbın (sivrisinek) > cibin-lik] is. 1. Sinek ve sivrisinek gibi zararlı böceklerden korun mak amacıyla yatağın üstüne kurulan tülden ya pılma bir tür çadır. 2. Sivrisineği bol bataklık yer. cibir1, [cib (yans.) > cib-ir] is. Sulanma, ıslanma ve suyu sıçratarak bir şey yapma anlamı veren yansı malı gövde. S cibir cibir, {ağız} (Y ara için) ilti hap lı; sulu. [DS] cibir2, [? cibir] {ağız} is. Üç dizi zincirden yapılmış gerdanlık. [DS] cibirdemek1, [cib (yans.) > cib-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-d (i)-y o r] (Göz için) pırıl pırıl parla mak. [DS] cibirdemek2, [cib (yans.) > cib-ir-de-mek] gçsz. f . [r] [-d (i)-y o r] Acı acı ötmek. [Türkmen DS] cibirdeşmek, [cib (yans.) > cib-ir-de-ş-mek] işteş, f . [-ir] Dertleşmek. [Türkmen DS] cibirdi, [cib (yans.) > cib-ir-(t)i] is. Kuş cıvıltısı. [Türkmen DS] cibiş, [cib (yans.) > cib-iş] {ağız} ünl. Keçi çağırma veya kovalama ünlemi. 0 cibiş cibiş, {ağız} K eç i çağ ırm a ünlemi.[DS] cibre, [Yun. tsipura] is. 1. Suyu alınmak üzere sıkıl mış meyve posası. 2. Çürük, ezik meyve. 0 cibresi çıkmak, {ağız} S ıkışm ak; ezilm ek. [DS] Cibril, [Ar. cibrîl Jo k -] (cib ri.l) {OsT} is. Dört bü yük melekten Allah’ın emirlerini vahiy yoluyla peygamberlere getirmekle görevli olanı; Cebrail; Cebre’il cibs, [Ar. cibs ^-^r] {OsT} sf. 1. (Kişi için) alçak; ha yırsız; duygusuz. 2. is. Kireç, cibt, [Ar. cibt c~=-] {OsT} is. 1. Arapların İslamlık öncesi putlarından birinin adı. 2. isi. Allah’ın ha ram kıldığı kâhin, büyücü gibi inanılmaması gere ken kişi.
c ic cibtirm ek, [cib (yans.) > cib-tir-mek] {ağız} gçl. f . [ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] cibtürm ek, [cib (yans.) > cib-tür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Bir vuruşta kesmek. [DS] cicam ık, [cica-mık ?] {ağız} is. Ardıç ağacı ve mey vesi. [DS] cicaz, [? cicaz] {ağız} is. Şeytan. [DS] cice, [ci-ce / cici] {ağız} is. 1. Abla. 2. Büyükanne. 3. Hala. 4. Teyze. 5. Görümce. [DS] cicecik, -ği [ci-ce-cik ?] {ağız} sf. 1. Yaramaz. 2. Kaşıntıdan yerinde duramayan. [DS] cicer, [? cicer] {ağız} is. Küçük tulum. [DS] cicgar, [Güre, cişkari (çit kapısı)] {ağız} is. Buzağıla rı kapatmak için ahırın bir köşesine yapılmış yer; buzağılık. [DS] cici, [ci (yans.) + ci LS>^~r] is. 1. {OsT} Süs. 2. Çocuk lara hoş gösterilmek istenen şeyler için söylenen söz. 3. Çocuklar için alınmış yeni elbise veya ayakkabı vb. şeyler. 4. sf. {ağızf çoc. d. Çocuğun hoşuna giden; güzel; hoş; sevimli. [DS] 5. {ağız} Çeşitli bölgelerde yenge, hala, teyze ve amca yeri ne kullanılır. [DS] 6. {ağız} Sünnet edilen çocuğu tutan erkek. [DS] 7. {ağız} Karısının veya yakınla rından birinin kötü yola sapmasına göz yuman er kek. [DS] S cici ana, {ağız} 1. Yenge. 2. Üvey anne. [DS]|| cici anne, Ç ocukların üvey anne, büyük a n ne, y a şlı y akın a k r a b a kadın ları için ku llan dıkları isim .|| cici bici, 1. Süs, g ö z a lıcı inci boncuk. 2. K arm akarışık. 3. {eAT} Allıpullu.\\ cici el, Ç ocu k la r için s a ğ el.\\ cici m am a, Toy delikanlının düşüp kalktığ ı kadın .|| cici nene, {ağız} A rabulucu kadın. [DS] cicicik, [ci (yans.) > ci+ci-cik] {ağız} sf. Çok az; azı cık. [DS] cicidan, [ci (yans.) > ci-ci-dan] {ağız} is. Bülbül. [DS] ciciğe, [ci+ci-ge] {ağız} is. Tarla kuşu. [DS] cicik1, -ği [Yun. tsitsi (m em e) / ci (yans.) > ci-cik] {ağız} is. Meme; meme ucu. [DS] cicik2, -ği [ci (yans.) > ci-cik] {ağız} is. 1. Taze soğan yaprağı; cücük. 2. sf. Küçük; cılız. 3. Tüysüz. [DS] 0 cicik bıyık, {ağız} Z or b eğ en ir; m üşkülpesent. [DS]|| cicik boğaz, {ağız} H er y em eğ i beğenm eyen. [DS] cicik3, -ği [Az. çeçiy (süs) / ci (yans.) > ci-cik] {ağız} is. 1. Süs. 2. Bakır kapların saplarını tutturmak için takılan çivi. 3. Oyuncak. [DS] 0 ciciği gevşemek, {ağız} 1. Aşırı ilgi g ö sterm ek; ağzı su lanm ak; iştahı k ab arm ak. 2. Gönlii yum uşam ak. [DS] cicikli, [ci-cilc-li] {ağız} sf. Karışık renkli. [DS] 0 cicikli su, {ağız} Pis, çam urlu su. [DS] ciciko, [cici + Slav, ko (küçültm e eki)] is. Yakın dost; sevgili. cicili, [cici-li] sf. Üzerinde cicisi olan; süslü. 0 cicili bicili, Süslü, inci b on cu k takm ış olarak.
cic cicilmek, [cic-il-mek] {ağız} g ç s z .f. [-ir ] 1. Sürtünme ve sıcak dolayısıyla yara olmak. 2. (Açık yara için) yayılmak; genişlemek. [DS] cicim 1, [cici-m (iyelik eki)] ünl. 1. “Güzelim, sev g i lim ” anlamında sevgi hitabı. 2. Alay yollu söylenen seslenme sözü. 3. is. Naz; yapmacık kibarlık; gös teriş. ö cicim ayı, Evliliğin ilk z a m a n la n ; balayı. cicim2, [Far. câcim] {OsT} is. Ensiz ve parça parça dokunmuş küçük kilimlerin birbirine eklenmesi ile meydana getirilmiş örtü, ö cicim tülü, {ağız) Yün d en y a p ıla n d o la p örtüsü. [DS] cicoz, [Çing. çiçoz (kedi)] is. 1. Cam ya da toprak bilye. 2. Bu bilyelerle oynanan bir çocuk oyunu. 3. Yüzük oyunu. 4. U ç taş oyunu. 5. argo. Yok; hiç yok. S cicozu çekmek, arg o. Yok o lm a k; savu ş m ak. cicozlam a, [cicoz-la-ma] is. a rg o. 1. Bitme, tükenme eylemi. 2. arg o. Kaçma, savuşmak eylemi, cicozlam ak, [cicoz-la-mak] gçsz. f . [- r ] [~l(ı)-yor] a r g o .l . Bitmek, tükenmek, kalmamak. 2. argo. Kaçmak, uzaklaşmak, sıvışmak; yok olmak; tüy mek. cid1, [cid] {ağız} is. Tavuk gübresi. [DS] cid2, [Ar. cîd -l^-] (ci:d ) {OsT} is. Boyun. cidJ, -ddi [Ar. cidd -i^-] {OsT} is. 1. Ağırbaşlılık; cid dîlik. 2. Emek sarf etme; çaba; gayret; uğraşma. S cidd ile, {OsT} G ayretle. cida, [eT. çıda] {ağız} is. Kargı; mızrak. [DS] cidagu, [? cidagu] {ağız} sf. 1. Yaramaz. 2. Hırçın. [DS] cidal, -li [Ar. cedel (tartışm a) > cidal JİJ^-] (cid a.l) {OsT} is. 1. Kavga; tartışma. 2. Mücadele; savaş. S cidâl-cû, {OsT} K a v g a cı; mücadeleci.\\ cidâl-cüyâne, {OsT} 1. K a v g a cıla r a y a k ışır tarzda. 2. K a v g a çık a rm a k istercesin e.|| cidal etmek, {OsT} K av g a etm ek, m ü ca d ele etmek. || cidâl-gâh, {OsT} K a v g a yeri. || cidâl-i hayât, {OsT} H ayat m ü cad elesi; y a şa m kavgası.\\ cidâl-i mâişet, {OsT} G eçim d erdi; g eçim kavgası. cidalci, [cidal-ci] is. Savaşçı; kavgacı, cidar, [Ar. cidar jl-t>-] (cid a.r) {OsT} is. 1. İç duvar; kenar. 2. biy. Zar; çeper. S1 cidâr-ı hadîka, {OsT} B a h ç e duvarı.
O lM Ü K EESgU . meyen. 4. Eğlendirmek amacı gütmeden öğretici olan. 5. Gerçek. 6. Önemli. 7. Sıkı. 8. Tehlikeli. 9. zf. Ağırbaşlı olarak. 10. Şaka yapmadan. 11. Önem vererek, 6 1 ciddi ciddi, C iddi o la r a k ; ş a k a y a g e l m eksizin.|| ciddiye alm ak, 1. Ö nem verm ek. 2. G erçekliğ in e inanm ak. ciddileşme, [ciddi-le-ş-me] (c id d ile ş m e ) is. Ciddi bir durum almak eylemi, ciddileşmek, [ciddi-le-ş-mek] (c id d ile ş m e k ) dönüşl. f . [ - ir ] 1. Ciddi bir görünüm kazanmak. 2. Kaygı verici kötü bir hâl almak, ciddilik, -ği [ciddi-lik] (cid d i:lik) is 1. Olaylar karşı sında ağırbaşlı, düşünceli davranma. 2. Önemi do layısıyla tehlike arz eden. 3. Gülmezlik; asık surat lılık. 4. Laubali olmamak; ciddiyet, ciddiyat, [Ar. ciddiyyât o L ı= -] (ciddiya:t) {OsT} is. Gerçek olarak çalışılacak işler, ciddiyet, [Ar. ciddiyyet c-j.j^-] fOsTjis. 1. Olaylar karşısında ağırbaşlı, düşünceli davranma. 2. Önemi dolayısıyla tehlike arz eden. 3. Gülmezlik, asık su ratlılık. 4. Laubali olmamak; ciddilik, ö ciddiyeti ni takınm ak, Şakayı ve lau ba liliğ i b ır a k a r a k ciddi b ir d avran ış sergilem ek. ciddiyetle, [ciddiyet-le] zf. Ciddi olarak; ciddi bir şekilde. cidirli, [cidir-li] {ağız} s f Açıkgöz. [DS] cidirm ek, [cid (yans.) > cid-ir-mek] {ağız} g ç l . f [-ir] Bir şeyin suyunu çıkarmak. [DS] cidos, [? cidos ^jjusr] {OsT} iş. Umacı. cif, [İng. cost (fiyat)-insurance (sigorta)-freight (nav lun) (taşım a ve sig o rta fiy a ta d ahildir) > c.i.f] kı salt. is. tic. Alıcı ile satıcı arasında yapılan, bir ma lın asıl fiyatına teslim edilecek ülkeye kadar olan taşıma, sigorta ve diğer zararları karşılayıcı her tür lü masrafı ekleme anlaşması. cifar, [Ar. cefr > cifar jU^] (cifa .r) {OsT} is. Geniş kuyular. cife, [Ar. cife *i»-] {OsT} is. 1. Leş. 2. m ecaz. İğrenç şey. 3. {ağız} Bozulmuş; bayatlamış. [DS] 4. {ağız} Kirli; pis. [DS] 5. {ağız} İnsan dışkısı. [DS] 6. {ağız} m ecaz. (Kişi için) düşük; kötü. [DS] S cîfe-gâh, {OsT} 1. L e ş le d olu olan y er. 2. m ecaz. D ünya.|| cîfe-h'ör, {OsT} L e ş yiyen.
cidav1, [Moğ. cidüü] /ağız} is. 1. At ve eşeklerde gö rülen derin yara; çıban. 2. sf. Ezik; çürük. 3. Kav gacı. 4. m ecaz. Kötü kadın. [DS] cidav , [Moğ. cidüü] {ağız} is. İnsan ve hayvanlarda, kürek kemiğinin üstü; omuz başı. [DS]
cifi, [? cifi] {ağız} sf. 1. Yiğit. 2. Çalışkan; becerikli. [DS]
cidden, [Ar. cidd > cidden \'^] ( c i ’dden) {OsT} zf.
cifre, [İt. cifra (imza) / Ar. şiff (sıfır)] is. 1. Şifre. 2. {ağız} Mürekkep kalemin sapı; divit. [DS] S cifre kalemi, {ağız} M ad en î uçlu y azı kalem i. [DS]
Ciddi olarak; gerçek olarak, ciddi, [Ar. cidd > ciddî tS-J^-] (ciddi;) {OsT} sf. 1. Ağırbaşlı. 2. Şaka olmayan; şakaya gelmez. 3. Gül
cifr, [Ar. cifr / cefr y=-] {OsT} is. 1. Oğlak, kuzu. 2. Bir takım harf veya şekillerle gaipten haber verdiği sanılan bilgi; fal.
cifrî, [Ar. cifri / cefri Lsy^r] (cifri:) {OsT} is. Falcı.
ııııiüicfmı.m c ifr iy a t,
CİĞ
[Ar. cifriyât / cefriyât
(cifriya.t)
{OsT} is. Cifr ile ilgili olan şeyler, c ift ,
[Far. cuft / cift
feAT} is.
1.
Bir çift öküz.
2.
Birbiri ile evli eşlerden her biri. S c i f t o l m a k , {eAT} Evlenm ek. ||c i f t s ü r m e k , {eATf Çift sürm ek. ç i f t l e n d i r m e k , [cift-le-n-dir-mek] {eAT} gçl. f i [ -ür] Evlendirmek. c i g 1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] cig cig, cig+ cig-e. c i g 2, [cig / ciğ (yans.)] is. Parıldamayı anlatan kök. [Zülfikar] cig-il-cigil. c ig a r a , [İt. cigarra] is. Sigara. S c i g a r a g i z d i ğ i , {ağız} S ig a ra izmariti. [DS] c i g a r e t , [ciğer + et > cigâret] {ağız} is. Diyarbakır ve Siirt dolaylarında ilkbaharda kırlara çıkılarak ciğer ve et yemek suretiyle kutlanan bir tür bahar bayra mı. [DS] c i g a z , [cig-az] {ağız} sf. Zavallı; zararsız. [DS] c ig c ig e , [cig (yans.) > cig+cig-e] {ağız} is. Tarla kuşu; toygar. [DS] c iğ e r ,
[Far. ciğer J i ^ ] {OsT} is.
1.
Ciğer; bağır.
2.
Keder; sıkıntı. 3. Bağırma; avaz. 4. {eAT} Cesaret; yürek, f i 1 c i g e r - â ş â m , {OsT} A cı veren. || c i g e r - c ü ş , {OsT} Yüreği coştu ran .|| c i g e r - d â r , {OsT} C iğ erli; yü rekli; cesur. || c i g e r - d e r , {OsT} C iğ er p a ra la y a n ; ciğ er y ırtan ; c iğ e r s ö k e n .|| c i g e r - d ü z , {OsT} C iğ eri delip g e ç e n .|| c i g e r - f ü r ü ş , {OsT} C iğ er sa tan ; c i ğ e r c i.|| c i g e r - g â h , {OsT) C iğerin bulunduğu y e r .|| c i g e r - g â h o l m a k , {OsT} N e y a p a ca ğ ın ı bilem em ek ; şaşırmak.\\ c i g e r - g û ş e , {OsT} 1. Ç o k sev ilen kim se. 2. E vlat.|| c i g e r - g ü d â z , {OsT} C iğ er y a k a n ; a c ı ve ren. ||c i g e r - h S r , {OsT} (K işi için) k ed er li; sık ın tılı]] c i g e r - h â r e , {OsT} 1. Ç ok eziyet çekm iş kim se. 2. A cım asız; m erham etsiz; g a d d ar. 3. Büyücü.|| c i g e r h â y , {OsT} A cı veren.| | c i g e r - h u n , {OsT} C iğ eri kan lı; ç o k acıklı. ||c i g e r - p â r e , {OsT} C iğ er p a r ç a s ı; evlat. ||c i g e r - s ü z , {OsT} B a ğ ır y a k a n ; acıklı. ||c i g e r r e n d , {OsT} A cıklı.| | c i g e r - t â b , {OsT} A cı veren ; acısı o la n .||c i g e r - t e ş n e , {OsT} 1. Susam ış ciğer. 2. m ecaz. Ç ok özleyen. c i g i , [cigı / yi / yigi] (cig i:) { eT} is. (Dikiş için) sağ lam. [DLT] c i g i l , [cig (yans.) > cig-il] is. Parıldamayı anlatan yansımalı gövde. B c i g i l c i g i l , {ağız} P ır ıl p ırıl. [DS] c i ğ , [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] ciğ-ir-de-m ek, ciğ -ir ciğir. c i ğ " , [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay namasını anlatan kök. [Zülfikar] ciğ-il-ti.
[cig / ciğ (yans.)] is. Parıldamayı anlatan kök. [Zülfikar] ciğ -il ciğil. c i ğ a , [Far. ciğa] {ağız} is. 1 . Yanağa dökülen saç. 2 . Tuğ. 3. Türlü renklere boyanmış tavuk tüyü. 4. Tüysüz kuş yavrusu. [DS] c iğ J ,
c iğ e r ,
[Far. ciğer _£>-] is. 1. anat. Kamın sağ üst kıs
mına yerleşmiş bulunan, kan depolanması, mikrop lardan süzülmesi, safra salgılanması, şeker ve şeker türleri ile yağ ve proteinlerin metabolizmaya katıl ması, A, D ve B vitaminlerinin depolanması gibi pek çok hayatî fonksiyonları yürüten, ortalama bir buçuk kilogram ağırlığında iç organ; karaciğer. 2. anat. 'Göğüs boşluğunda bulunan ve göğüs boşluğu aracılığıyla korunan, esnek ve süngerimsi bir yapı da, nefes alıp verme sırasında alveollerdeki alyu varlar aracılığıyla kanda metabolizma sonucu olu şan karbondioksiti alarak, havada serbest olarak bulunan oksijeni alyuvarlara aktarma görevini ye rine getiren bir iç organ; akciğer. 3. Akciğer ile ka raciğerin ortak adı. 4. Kasaplıkta akciğer ve karaci ğer ile yürek ve böbreklerden meydana gelmiş bu lunan yemeklik takım. 5. İç; bağır; göğüs. 6. İnsa nın herhangi bir iç organı. 7. m ecaz. Kalp; yürek. 8. m ecaz. Sevgili. 9. Cesaret; yiğitlik; kahramanlık. 1 0 . Üzüntü; iç sıkıntısı. 1 1 . {ağız} Yakın akraba. [DS] 1 2 . {ağız} Çalışkan kadın. [DS] S c i ğ e r a c ı s ı , E vladın ölüm ü ile duyulan büyiik üzüntü]] c i ğ e r a ğ ı z d a n g e l m e k , {ağız} Ö ğürm ek; kusm ak. [DS] | | c i ğ e r b e n i , {ağız} Yüzde ve boyunda olan kırm ızı et beni. [DS]|| c i ğ e r c a n l ı , {ağız} A kra ba sın a düşkün olan. [DS]|| c i ğ e r d a ğ l a m a k , Büyük b ir a cı ve s ı kıntılı durum a s e b e p olm ak]] c i ğ e r d e l d i , {ağız} -* ciğerdeldi. [DS]|| c i ğ e r d e l m e k , Ç ok doku n aklı o l m ak]] c i ğ e r e g e ç m e k , Ç ok doku n m ak; ç o k a cı v er m ek]] c i ğ e r e i ş l e m e k , Acısını ço k fa z l a duym ak; can ı ç o k y anm ak]] c i ğ e r e v i , {ağız} K alp. [DS]|| c i ğ e r h u n o l m a k , Ç ok a cı ve üziintii duym ak; y ü rek p a rça la n m a k ]] c i ğ e r i a ğ z ı n a g e l m e k , 1. Ç ok k o r k mak. 2. Sarsıntı g eçirm ek]] c i ğ e r i b e ş p a r a e t m e m e k , İn san lık d eğ erlerin d en yoksun olm ak]] c i ğ e r i d a ğ l ı , Ç ok üzücü b ir a cıy a u ğram ış.| | c iğ e r im in k ö ş e s i , Sevilen kişi için sev g i hitabı]] c i ğ e r i n e i ş l e m e k , Ç ok etkilenm ek]] c i ğ e r i n i d a ğ l a m a k , B ir i ne büyiik a cı ve üzüntü çektirm ek,|| c i ğ e r i n i d e l m e k , B irin i büyük b ir üzüntüye sokm ak. | |c i ğ e r i n i d o ğ r a m a k , A cın dırm ak,| | c iğ e r in in b a ş ın a iş le m e k , Ç o k a cı verm ek; dokunm ak]] c i ğ e r i n i o k u m a k , Birinin p lan la rın ı tahm in etm ek; d ü şü n cele rini bilmek.]] c i ğ e r i n i s ö k m e k , Ç ok büyük işken ce etm ek; eziyet çektirm ek. || c i ğ e r i p a r ç a p a r ç a o l m a k , Ç ok acınm ak. | | c i ğ e r i s ı z l a m a k , Büyük bir a c ı duym ak]] c i ğ e r i y a n m a k , Büyük bir üziintii duym ak]] c i ğ e r k e b a p o l m a k , Ç ok y a n ılm a k y a kılm ak]] c i ğ e r l e r i b a y r a m e t m e k , 1. S ig ara içmek. 2. Tem iz h a v a d a gezm ek]] c i ğ e r o t l a r ı , bot. Yap
Ö IİİM IİİM M .
CİĞ
r a k lı k a r a yosu n ların dan b ir bitki sınıfı. ||ciğer otu, bot. Düğün çiçeğ ig illerd en , Avrupa ve B atı Asya k ırla rın d a yetişen, a la c a lı ve sert tüylü y a p ra k la rı bulunan, çiç ek le ri olgu n laşın ca kırm ızıdan m ora dönen, iştah artırıcı ve g öğü s yum uşatıcı o la r a k h a lk hekim liğin de kullanılan ç o k y ıllık otsu b ir bit ki, (P ulm onaria o fficin alis).\\ ciğer pare, Ç o k sev i len ; evlat. || ciğer sızlamak, Ç ok fa z l a a cı duym ak; iizülmek.\\ ciğer sökmek, A cım asız davranmak.\\ ciğer yakm ak, Ç o k a cı v erm ek.|| ciğer yanm ak, Ç o k acı duymak. ciğerci, [ciğer-ci] is. 1. Kasaplık hayvanların ciğer ve ona bağlı iç organlarını satan kişi ya da bunların satıldığı dükkân. 2. Ciğerden yapılma yemekleri satan kimse ya da bu yemeklerin yenildiği aşçı dükkânı, ciğerci sırığı, Ç o k uzun kimse. ciğerdeldi, [ciğer+del-di] is. 1. Kalem biçiminde, iş leme yapmak için kumaş üzerinde küçük delikler açmaya yarayan alet. 2. Beyaz işte zenginleştirme amacıyla ciğerdeldi ile açılan deliklerin kenarlarına sarma suretiyle yapılan işleme, ciğerek, -ği [Ar. ziyaret ?] (ağız) is. İlkbaharda yapı lan yemekli okul gezisi. [DS] ciğerlenmek, [ciğer-le-n-mek] (ağız) dönşl. f . [-ir] Tatlanmak; olgunlaşmak. [DS] ciğerli, [ciğer-li] {ağız) sf. 1. Merhametli. 2. Atılgan; yürekli. [DS] ciğerpare, [Far. ciger-pâre
(ciğ erp a :r e) (OsT)
is. 1. Ciğer parçası. 2. gnşl. Çocuklar ve torunlar için kullanılan sevgi ifadesi, ciğersek, -ği [ciğer-sek] {ağızf sf. Acıya dayanıksız. [DS] ciğersiz, [ciğer-siz] (ağız) sf. Korkak; yüreksiz. [DS] ciğı, [ciğı] (e7} is. İ. Cin. 2. Savaşan tarafların da kendi aralarında savaşan cinleri, ciğil1, [ciğ (yans.) > ciğ-il] {ağız} is. 1. İri kum. 2. Kıskandırmak için yapılan övgü; nispet. [DS] S ciğil ciğil, {ağız} 1. (Yüz için) p a r la k ve kırmızı. 2. P ır ıl pırıl. 3. (P a rça için) küçü k küçü k; u fa k ufak. [DS] ciğil2, [ciğ (yans.) > ciğ-il] is. Kuş seslerini anlatan yansımalı gövde. S' ciğil ciğil, {ağız} - * cıvıl cıvıl. [DS] ciğil’, [ciğ (yans.) > ciğ-il] is. Parlamayı anlatan yan sımalı gövde. S ciğil ciğil, {ağız} P ır ıl p ırıl. [DS] ciğir, [ciğ (yans.) > ciğ-ir] is. Sürtünme, cızırdama anlatan yansımalı gövde. S ciğir ciğir, (ağız) 1. (K um lar için) sürtünm e s e si ç ık a ra ra k ; cıyır cıyır sesinin bira z d a h a in cesi ile. 2. (Eriyen y a ğ için) h a f i f h a fi f cızırtı y a p arak . [DS] ciğir2, [ciğ (yans.) > ciğ-ir] {ağız} sf. İşe alıştığı hâlde yapmaktan çekinen. S ciğir etmek, {ağız} B irisin e k ız a r a k kendisin den beklen m eyen b ir işi yapm ak. [DS] ciğirdemek, [ciğ (yans.) > ciğ-ir-de-mek] {ağız} gçsz.
f i [ - r [-d (i)-y o r] (Yiyecekteki çok küçük taş için) dişe dokununca ezilme veya sürtünme sesi çıkar mak; cıyırdamak. [DS] çiğit, -di [? çiğit / cüğüt] (ağız) is. 1. Çekirge. 2. Çe kirdek. 3. Kesilmiş söğüt dalı. [DS] ciğitlik, -ği [ciğit-lik] {ağız}is. Fidanlık. [DS] cihad, [Ar. cehd > cihâd 3İ+r] (cih a:d ) {OsT} is. -*■ cihat1. S cihâd-ı asgar, K ü çü k sa v a ş; din uğruna y a p ıla n sila h lı sarabil cihâd-ı ekber, En büyük sa v a ş; A llah ’in em irlerin i y erin e g etireb ilm ek için kişinin ken di nefsi ve ben liği ile yaptığ ı m ü cadele. cihadi, [Ar. cihâd > cihâdı ıpl+»-] (cih a .d i;) (OsT) sf. 1. Savaş işleri ile ilgili; cihada ait. 2. huk. İslam da vası uğruna dünyadaki İslam düzenini egemen kıl mak ya da bu düzeni savunmak amacıyla yapılan savaşlara ilişkin, cihan, [Far. cihan
CİH
f jf fiH T O g S a M . 8 1 5
{OsTj Dünyayı y a k a n ; gü n eş.|| cihân-şümül, {OsTj 1. H er yan ı kaplayan. 2. D ünya ça p ın d a; dünya ölçüsünde.\\ cihân-tâb, D ünyayı p a r la ta n ; dünyaya ışık v e sıca k lık veren. cihanarayi, [Far. cihân-ârâyî
olfr?-] (ciha:na:~
ra ;y i;) {OsTj is. Güzellik, cihanda, [cihan-da] (cih a; ’nda) zf. (Olumsuz cümle lerde) asla; hiçbir surette; dünyada. cihangir, [Far. cihân-glr jtŞ^^rr] (cih a;n g i;r) {OsTj sf. Dünyanın büyük bir bölümünü ele geçiren, cihangirane, [Far. cihân-gırâne iİİjjSjL^] (ciha:ngi:~ ra ;n e) {OsTj zf. 1. Cihangire yakışır bir biçimde. 2. Bütün dünyayı zapt edercesine, cihangirlik, -ği [cihangir-lik] sf. Cihangir olma du rumu; bütün dünyayı ya da dünyanın büyük bir bö lümünü ele geçirme işi. cihani, [Far. cihânî
(cih a.n i:) {OsTj is. ve sf. 1.
Dünyalı; insan. 2. Dünya ile ilgili; dünyaya ilişkin, cihannüma, [Far. cihan + nümâ (gösteren ) U oL ^] (eiha;n n u m a;) {OsTj is. 1. Dünyayı gösteren ayna. 2. Dünya haritası. 3. Eski İstanbul evlerinde çatının tepesinde yapılan dört taraftan görüşü açık oda ya da bölmeye verilen ad; bakacak. cihanşümul, -lü [Far. cihan + şümül
(ci-
ha:n şüm u;l) (OsTj sf. Dünyayı kaplayan, dünya öl çüsünde; evrensel. cihanyan,
[Far.
cihân-yân
(cih a;n i:y a ;n )
(OsTj is. Dünyalılar; insanlar. cihar1, [Ar. cehr (sesini yükseltm e) > cihar (cih a;r) {OsTj is. Yüksek sesle ve açıkça söyleme. cihar2, [Far. çehâr
(cih a;r) {OsTj is. Dört
sayısı. S cihar ü dü, T avla y a d a dom in o oyunun d a d ört iki.|| cihâr ü se, T a v la y a d a dom in o oyu nunda d ö rt üç.\\ cihâr ü yek, T avla y a d a dom ino oyununda d ört bir. ciharen, [Ar. cehr > cihâren
{OsTj zf. Apaçık
idaresi, {OsTj E skiden d in î hizm et p erson elin in idaresin den sorum lu dev let d a ir esi; e v k a f idaresi. cihat2, [Ar. cihet (yön, taraf) > cihât
(cih a:t)
,'OsT) is. 1. Yönler, taraflar. 2. Yerler; semtler. 3. Görüşler, hususlar. 4. Vakıflara ait hizmet işleri. S cihât-ı aslîye, {OsTj 1. A na y ön ler. 2. huk. M üder rislik, imam lık, hatiplik, müezzinlik, kayyum luk g ib i b ir vakfın b a şlıc a g ay esin i y erin e g etiren hizm et ler.|| cihât-ı erbaâ, {OsTj D ört y ö n .|| cihât-ı fer’iye, {OsTj huk. Vakfın ikinci d ereced en sayılan hizmetleri.\\ cihât-ı gayr-ı zaruriye, {OsTj huk. B ir vakfın hizm et için zorunlu olan işlerinin dışın da k alan lar. || cihât-ı selase, {OsT} Üç y ö n ; boyut; en, b o y ve kalmlık.\\ cihât-ı sitte, {OsTj Altı y ö n : ön, arka, sağ, sol, üst ve alt.\\ cihât-ı zarüriye, {OsTj huk. B ir vakfın, g a y esin i sa ğ la m a k için y erin e g eti rilm esi g er ek en hizm etler; b a ş lıc a ça lışm a a la n ı ve hizm etleri. cihaz, [Ar. cehâz / cihaz jl&=r] (ciha:z) {OsTj is. 1. Bir işlevi yerine getirmek için birbirine bağlı çalı şan parça ve aletlerin meydana getirdiği bütün; ay gıt; takım; sistem. 2. Evlenecek kız için hazırlanan ev eşyası; çeyiz. 3. Cenazenin kaldırılması için ge rekli olan malzeme. S cihâz-ı asabî, {OsTj anat. Sinir sistem i. || cihâz-ı basarî, {OsTj anat. G örm e sistem i.]| cihâz-ı deverânî, { OsTj anat. K an d o la şım ı.,|| cihâz-ı hazmî, {OsTj anat. Sindirim sistem i.|| cihâz-ı m uharrik, {OsTj anat. H arek et sistem i. || cihâz-ı müfriğ, {OsTj anat. B oşaltım sistem i. || cihâz-i tenâsülî, {OsTj anat. Ü rem e sistem i. ||cihâz-ı tenâsül-i şey biye, {OsTj bot. A potek. || cihâz-ı teneffüsî, {OsTj anat. Solunum sistemi. cihazlam ak, [cihaz-la-mak] gçl. f . [ r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir iş yerine, yapılacak iş için gerekli olan araç, gereç ve eşyayı sağlamak ve yerleştirmek; donat mak. 2. {OsTj (Kız için) çeyiz hazırlamak. cihazlanm ak1, [cihaz-la-n-mak] edil. f . [-ır ] (Kişi ya da yer, için) gerekli olan araç gereç sağlanmak ve yerleştirilmek; donatılmak.
cihat1, -dı [Ar. cehd (direnm e, ça b a la m a ) > cihâd
cihazlanmak2, [cihaz-la-n-mak] dönşl. f i [-ır] Ken disi için gerekli olan araca veya gereçlere sahip olmak; donanmak,
•>1$»-] (cih a;d ) {OsTj 1. Mücadele; savaş. 2. Düşman
cihet, [Ar. cihe / cihet (yan, yönetim şu besi) c_$s-]
ile çarpışma, dövüşme. 3. Kur’an bilgisi ve inançla, çalışma ve uygulama ile, mal ve canla bütün gücü nü ve zamanını, bütün imkânlarını Allah yoluna harcama. 4. Allah rızası için yapılan muharebe. 5. Dinî bilgileri öğretmek, yaymak için çalışmak. 6. İman, ibadet, ahlak ve beşerî münasebetler konu sunda titiz davranarak Allah’ın sevgili kulu olabil mek için çalışmak, çabalamak; kendi benliği ve nefsi ile mücadele etmek. 7. İslam davası uğruna, yeryüzünde İslam düzenini egemen kılmak veya bu düzeni savunmak amacıyla yapılan savaş. S cihat
{OsTj is. 1. Yön; taraf. 2. Görev; vakıf hizmeti. 3. tar. Vakfın gelirlerinin harcanma amacı, yönü. 4. huk. İşlemlerin amacı. 5. tar. İmparatorluk döne minde ulema sınıfının devletten aldığı aylık. 6. man. Akim verdiği hüküm. S cihet-i gayr-ı muntaka, {OsTj Vakıfta sonu gelm eyen hizmetler.\\ ci het tayini, 1. B ir p u su la y a d a y ön g ö steren a ra ç veya işaret yard ım ıy la ken di bulunduğu y er i belir lem esi. 2. B ir şeyin an a y ö n lere g ö r e durumunu belirlem e. || cihet tevcihi, {OsTj B ir din g ö rev lisi nin bulunduğu y erd en b a şk a b ir y e r e atanm ası.
bir biçimde; açık olarak; alenen.
CİH
ın ıifö S M
ciheteyn, [Ar. cihet-eyn j^ = r] {OsT} is. İki cihet. cihetle, [cihet-le] e. 1. Gibi; için. 2. Sebebiyle; bun dan dolayı. Cihut, [Far. cuhüd
(OsT} is. Yahudi.
•
cilacı, [cila-cı] (c ilâ :c ı) is. Cila yapan kişi, cilacılık, -ğı [cila-cı-lık] (cilâ ;cılık) is. Cila yapma işi ve bu işi yapan kişinin mesleği, cilalam a, [cila-la-ma] (cilâ :la m a ) is. Cila sürerek parlatmak eylemi,
-cik, [-cık / -cilt / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çuk] yap. e. -*■ cık. cik1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / ciğ / cik (yans.)] w. Kuşların ötüşünü, bu şekilde bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] c ik cik, cik c ik etm ek, cik+ cik-i, cik-gil-de-m ek, cikil-ti. S cik cik etmek, {ağız} (Kuş için) ötm ek. [DS] cik2, -ği [cik / çik] {ağız} is. 1. Hasır otu. 2. Sırt üstü yatış biçimi. [DS] cik3, [cik (yans. dil-diş sesi)] iinl. Hayır; değil, cikcik, -ği [cik+cik] is. 1. Civciv, kuş vb. çağırma sözü. 2. {ağız} is. Çalıkuşu. 3. Parçalanmış balonun parçalarından şişirilmiş baloncuk. 4. Tüy. 5. Kır mızı boya. 6. İnce yapılı ve hoppa kadın. [DS] 7. Seyrek düşen damlalar. 8. arg o. Yaşı küçük kız. 9. arg o . Kolayca aldatılabilen kız veya kadın, cikciki, [cik (yans.) > cik+cik-i] {ağız} is. 1. Çalıku şu. 2. sf. Şakacı; taklitçi; güldürücü. [DS] cikciklemek, [cik (yans.) > cik+cik-le-mek] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-(i)-y o r] “Cik cik” sesleri çıkarmak. [DS] ' cikilemek, [cik (yans.) > cik-i-le-mek] {ağız} gçz. f . [- r ] [-l(i)-y o rJ “Cik cik” sesleri çıkarmak. [DS] cikilti, [cik (yans.) > Türkm. cik(g)-il-di / cik-il-ti] is. Böcek, kuş sesi. [Püsküllüoğlu] çiklet, [Fr. jiclet] {ağız} is. Şekerli sakız. [DS] -cil1, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. -* -cıl. -cil2, [-cıl / -cil] {eAT} y a p e. - * -cıl.
cilalam ak, [cila-la-mak] (cilâ d a m a k ) gçl. f. [- r ] [l(i)-y or] 1. Cila sürerek parlatmak; cila vurmak; cila çekmek. 2. Metal eşyalar üzerindeki pürüzleri gidermek. 3. teks. Bükülmüş olan ipliğe mekanik yollarla parlaklık kazandırmak,
cil1, [Ar. cıl J ^ ] (ci:l) {OsT} is. 1. İnsan topluluğu;
cilasız, [cila-sız] (cilâ:sız) sf. Cilası olmayan veya bozulmuş olan,
topluluk; güruh. 2. Aşiret; millet. 3. Kuşak; nesil. 0 cîlen b a’ de cîlin, {OsT} D evirden devire. cil2, [Erme, çil / Oset. cıl] {ağız} is. Hasır otu. [DS] cila, -a ’ı / -yı [Ar. celâ5 » >U-] (cilâ :) {OsT} is. 1. Parlaklık. 2. Parlatma. 3. Uygulandığı yüzeye cam sı bir parlaklık vermek için eriticiler yardııpıyla inceltilmiş mumlardan ibaret koruyucu bileşik. 4. Bir kişinin ya da bir şeyin dış görünüşündeki par laklık, süs. 5. argo. Esrarkeşlerin yediği bir tür hel va. <3 cilâ-bahş, {OsT} P a r la k lık veren. ||cilâ-dâde, {OsT} C ila sürülm üş; cila ile p a rla tılm ış; cila la n m ış.|| cilâ-dâr, {OsT} C ilalı; p a r la k .|| cila fırçası, N orm a l fır ç a la r d a n d a h a yu m u şak fır ç a . ||cilâ-ger, {OsT} C ila y a p a n kim se; cilacı, cila makinesi, Yer çinilerini, p a r k e le r i v e m erm erleri p a rla tm a k ta kul lanılan, ucuna f ı r ç a takılm ış elektrikli alet. || cilâsâz, {OsT} P arla tan ; p a r la k lık veren.|| cila topu, C ilanın sü rü lm esin de kullanılan top h a lin e g etiril m iş p a m u k y a d a b ez yum ak. ||cilaya gelmek, argo. Sarhoşluğun etkisi ile iyice neşelenm ek.
cilalanm a, [cila-la-n-ma] (cilâ:lan m a) is. 1. Cila sa hibi olmak eylemi. 2. Üzerine cila sürülmüş olmak eylemi; cila vurulma. cilalanm ak1, [cila-la-n-mak] (cilâ d a n m ak ) edil. f . [ır] 1. Üzerine cila uygulanmak; cila vurulmak; cila çekilmek. 2. dönşl. Kendi dış görünüşünü parlat mak; süslenmek. 3. Cilaya sahip olmak; cila edin mek. 4. argo. Sarhoşluğun etkisi ile iyice neşelen mek. cilalatm a, [cila-la-t-ma] (cilâ :la tm a ) is. Cila yaptır mak eylemi. cilalatm ak, [cila-la-t-mak] (cilâ d a tm a k) gçl. f . [-ır ] Bir şeye cila yaptırmak, cilalı, [cila-lı] (cilâ :lı) sf. Cilası olan; cilalanmış. S cilalı kum taşı, P a r la k kırık yüzeyli kum taşı. || Ci lalı Taş Devri, Taş devrinin en son ev resi; neolitik dev ir; y en i taş devri. cilam ak, [yığ-la-mak / ci-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(t)y o ı] Ağlamak. [DS] cilanger, [Far. cilân-ger _^ % r] (cilâ.n g er) {OsT} is. Çilingir. cilas, [Ar. cilâs ^>^ r] (cila :s) {OsT} is. Beraber oturma.
cilasun, [eT. celasun / cilasun] sf. 1. Kahraman; yiğit; cesur. 2. Becerikli; eli çabuk, cilasunluk, [cilasun-luk] is. I. Cesaret; kahramanlık. 2. Beceriklilik, cilaz, [? cilaz] {ağız} is. Mızıkçı; oyunbozan. [DS] S cilaz etmek, {ağız} Oyunda h ile yapm ak. [DS] cilb, [cılb / cıİp / cilb (yans.)] is. Yağlı, sulu ve cıvık olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cilb-ir, cilb-ir-t-i. ö cilb etmek, {ağız} Şım artm ak. [Aksoy] cilbab, [Ar. cilbâb
(cilb a :b ) {OsT} is. 1. Göm
lek. 2. Çarşaf; uzun peçe; ferace, cilban, [Ar. culbân üUt=r] {ağız} is. Küçük taneli fa sulye. [DS] cilbend, [Ar. cild+ Far. bend
{OsT} is.-*- cil
bent. cilbent, -di [Ar. cild + Far. bend -^JJt»-] {OsT} is. 1. Cilt bağı. 2. Kâğıt ya da evrak saklamak için kulla-
o iif iııııt B i.8 1 7
CİL
mlan büyük dosya. 3. Evrak çantası. 4. Büyük para cüzdanı. 5. {OsTj Dervişlerin kemerleri arasına yer leştirdikleri meşin cep. cilbir, [Moğ. çilbür] {ağız} is. Çılbır. [DS]
cilkes, [cil+kes] {ağız} z f Hiçbir zaman; asla. [DS] cilkisiz, [cillci-siz] {ağız} sf. Terbiyesiz. [DS] çille1, [cil-le] {ağız} sf. (Kişi için) yalnız. [DS] çille2, [cil (hasır otu) > cil-le] {ağız} is. 1. Sedir. 2. Üstü toprak örtülü ev. 3. Büyük testi. [DS] çille'1, [çille] {ağız} is. 1. Hile. 2. İşkence. [DS]
cilbir, [cilb (yans.) > cilb-ir] {ağız) is. 1. Makama. 2. Pide üzerine domates ve kıyma kavurması döküle rek yapılan bir yemek. 3. Sacda pişirilen kaim pide. çille4, [Ar. çille / cülle -ti=-] {OsT} is. Sığır tezeği. 4. Kalemlerin ucunu korumak için takılan kapak. 5. cillek, -ği [cil-le-k] {ağız} sf. 1. Obur; pisboğaz. 2. A ç Yoğurtlu yumurta. [DS] gözlü. [DS] cilbirt, [cilb-ir-t ?] {ağız} is. Meşe odunu. [DS] çilli1, [cil-li] {ağız} sf. 1. Filizli. 2. Köklü. [DS] cilbirti, [cilb (yans.) > cilb-ir-ti] {ağız} is. Peynir ve çilli2, [cil-li] {ağız} is. 1. Cam bilye. 2. Kovalamaca yumurta ile yapılan sarımsaklı bir yemek. [DS] <5 oyunundaki kale. [DS] cilbirti etmek, {ağız} Yumurtalı y em ek pişirm ek. cilliJ, [cil-li] {ağız} sf. Sıcak. [DS] [DS] çilli4, [cil-li] {ağız} zf. Belli; gerçek. [DS] cilcilik1, -ği [cil (h a sır otu) > cil-ci-lik] {ağız} is. cillik, -ği [cil (h a sır otu) > cil-lik] sf. 1. Yırtık; eski. Sepet ve hasır dokuma sanatı. [DS] 2. Hasır otunun bol bulunduğu yer. 3. Talaş kebabı, cilcilik2, -ği [cil (yans.) > cil+cil-ik] {ağız} is. Az az cilliyen, [cil-li + yen (Ar. zarf ekine benzetilmiş)] akan su. [DS] {ağız} zf. Gerçekten. [DS] cild1, [cıld / cilt / cild (yans.)] is. Parlamayı, ışık cillop, [? cillop] {ağız} sf. 1. Düz; pürüzsüz. 2. Ter saçmayı anlatan kök. [Zülfikar] cild -ir çildir, cild-ir. temiz. [DS] cild2, [Ar. cild jlU-] {OsT} is. -*■ cilt. S cild-ger, cilov, [? cilov] {ağız} is. Dizgin. [DS] {OsT} C iltçi; mücellit. cilpirti, [cilb (yans.) > cilp-ir-ti] {ağız} is. Bir tür çalı. cildî, [Ar. cild > cildi ı_s-ü=r] (cildi:) {OsT} sf. Ciltle ilgili; cilde ait. çildir, [cild (yans.) > cild-ir] is. Parlamayı, ışık saç mayı anlatan yansımalı gövde. S çildir çildir, {ağız} (B ak m a k için) g özlerin i a ç a r a k . [DS] cildiye, [Ar. cildiyye
{OsT} is. tıp. Deri hasta
lıkları tedavisi ile ilgili tıp dalı, cildiyeci, [cildiye-ci] is. tıp. Cilt hastalıklarının tedavisi ile ilgili uzman hekim, cilet, [İng. gilette] {ağız} is. Jilet. [DS] -cileyin, [-cıl-a-y-m / -cil-e-y-in] / eAT} y a p e. -* -cılayın. cilf, [Ar. cilf ^ü=-] {OsT} sf. 1. (Kişi için) kaba; hoy rat; ayak takımından. 2. Cahil, cilga, [? cilga] {ağız} is. Halkalı toka. [DS] cilgar, [? cilgar] {ağız} is. 1. Akarsu kolu. 2. Tarlaya verilmiş suyun yaygın durumu. [DS] cili, [ci-li / cü-lii] {ağız} is. 1. Piliç. 2. Yeni doğmuş keçi yavrusu. [DS] -cilik, [-cı-lılc / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -cululc / -çültik / -çuluk] yap. e. -* -cılık. çilim, [? çilim] {ağız} is. 1. Killi toprak. 2. Çok su çe ken ancak hemen çatlayan toprak. 3. Akarsuyun bıraktığı tortu. 4. Sürekli olarak nemli duran top rak. 5. Bir metre derinliğinde taşsız, temiz, verimli kara toprak. [DS] cilimlemek, [cilim-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ -r ] [-l(i)y o r ] Bataklığa batıp kaybolmak. [DS] cilis, [? cilis / çiliz] {ağız} zf. 1. Bütün; hep. 2. Sonuna kadar. [DS]
[DS] -cilrek, [-cıl-ra-k / -cil-re-k] {eAT} y a p e. - * -cılrak. cilt, -di [Ar. cild J-L>-] {OsT} is. 1. Deri; ten. 2. Kitaba geçirilen deri, bez, plastik gibi malzemelerden ya pılmış kap. 3. Çok sayfalı bir eserin ayrı basılan ve her birine ayrı numaralar verilen kısımlarından her biri. S cilt evi, K itapların ciltlen diği y e r ; m ücellithane. ciltçi, [cilt-çi] is. 1. Kitapların forma ve yapraklarım diktikten ya da yapıştırdıktan sonra üzerine deri, plastik vb. malzemeden kapak geçiren kişi; mücel lit. 2. Bu işlemlerin yapıldığı dükkân; cilt evi. ciltçilik, -ği [cilt-çi-lik] is. 1. Kitaplara kap geçirme işi ve mesleği. 2. Basının kitaplara kap geçirme işini yapan sanayi dalı, ciltillemek, [cild (yans.) > cilt-il-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Kıvılcımlandırmak. 2. Kızdır mak. [DS] ciltillenmek, [cild (yans.) > cilt-il-le-n-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] Kıvılcımlanmak. [DS] ciltillendirmek, [cild (yans.) > cilt-il-le-n-dir-mek] {ağız} gçl. f i [ -ir ] Kıvılcımlandırmak. [DS] ciltin, [cild (yans.) > cilt-in] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] ciltleme, [cilt-le-me] is. Kitapların sayfalarını bir araya getirip diktikten veya yapıştırdıktan sonra üzerine kap geçirme işi. ciltlemek, [cilt-le-mek] g çl. f i [- r ] [-l(i)-y o r] Kitapla rın sayfalarını bir araya getirip diktikten veya ya pıştırdıktan sonra üzerine kap geçirmek, ciltlenme, [cilt-le-n-me] is. (Kitap vb. için) sayfaları bir araya getirilip dikildikten veya yapıştırıldıktan sonra üzerine kap geçirilme eylemi.
ÖIÜMIÜRSM.
CİL
ciltlenmek, [cilt-le-n-mek] edil. f . [-ir ] (Kitap vb. için) sayfaları bir araya getirilip dikildikten veya yapıştırıldıktan sonra üzerine kap geçirilmek, ciltletme, [cilt-le-t-me] is. Kitap ve defter cinsi şey lerin yapraklarını ve formalarını diktirerek dışına kap geçirtme işi. ciltletmek, [cilt-le-t-mek] gçl. f . [-ir ] Kitap ve defter cinsi şeylerin yapraklarını ve formalarını diktirerek dışına kap geçirtmek, ciltli, [cilt-li] sf. (Kitap vb. için) yaprakları dikilerek dışına kap geçirilmiş; ciltlenmiş olan, ciltsiz, [cilt-siz] sf. Ciltlenmemiş olan, cilve, [Ar. cilve o^iş-] {OsT} is. 1. Ortaya çıkma; gö rünme; tecellî. 2. Bir olayın veya durumun bir kişi yi şaşırtan ve beklenmedik yanı. 3. Bir kadının bir erkeği baştan çıkarmak için yaptığı hoşa giden ve ilgi çeken davranışlarının tümü; işve; naz; kırıtma. 4. Yüz görümlülüğü. 5. tasvf. Kulun İlahî tecelliler ile halvetten çıkıp bütün varlığı ile Allah’a ulaşma hali. S cilve-füruş, {OsT} C ilve sa ta n ; cilv eli.||cilve-gâh, {OsT} 1. C ilve ed ilen yer. 2. G örünm e ve g özü km e y eri. 3. G elin od ası. ||cilve-ger, {OsT} N az v e işve y a p a n ; cilveli.\\ cilve-gerî, {OsT} C ilve et m e; naz ve işve y a p m a .|| cilve-i ilahiye, {OsT} 1. A lla h ’ın cilvesi. 2. K a d erin cilvesi.|| cilve-kâr, {OsT} C ilveli; işveli.|| cilve kutusu, Ç ok cilv eli.j| cilve-kün, {OsT} Cilve y a p a n ; cilv e eden. || cilvekünan, {OsT} C ilve e d e rek .|| cilve-nüma, {OsT} C ilve g ö ster en ; cilv e y a p a n .|| cilve-penâh, {OsT} G ö rk em li; tantan alı; ş a ş a a lı.|| cilve-perdaz, {OsT} H o ş ve g ü z el o la n .|| cilve-rîz, {OsT} K en din i g ö s term e.|| cilve-sâz, {OsT} C ilve ed en ; işve y a p an ; işveli. || cilve-sâzî, {OsT} C ilve y a p m a ; işvelilik. || cilve urm ak, {OsT} Cilve y a p a r a k kendini g ö ster m ek ; g ö steriş yapmak.\\ cilve yapm ak, B irin i işve v e kırıtm aları ile baştan çıka rıp ken din e b a ğ la m a y a çalışm ak. cilvelenme, [cilve-le-n-me] is. Kendi kendine cilve yapmak eylemi, cilvelenmek, [cilve-le-n-mek] dönşl. f . [- ir ] Kendi kendine cilve yapmak, cilveleşme, [cilve-le-ş-me] is. Karşılıklı cilve yap mak eylemi. cilveleşmek, [cilve-le-ş-melc] işteş, f . [ - i ı ] Karşılıklı cilve yapmak, cilveli, [cilve-li] sf. Cilvesi olan; cilve yapan; nazlı; işveli. cim 1, [cim / cim / cüm (yans.)\ is. Parmak uçlan ara sında sıkıştırma, ezme ve buna benzer hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cim cık, cim -cik-le-m ek, cim i-k-le-m ek, cim -cir-m ek, cim -di-le-m ek, cim -di-m ek, cim -cir-i-k. S cim cim etmek, {ağız} G özlerini sık s ık a çıp kapam ak. [DS] cim2, [cımb / cim (yans.)~\ is. Suya dalma, yıkanma, su sıçratma, sıvıları çalkalama sırasında çıkan sesi
anlatan kök. [Zülfıkar] cim cim , cim cim etm ek, cim dir-m ek, cim + cim -e, cim + cim -e-lik. S cim cim et mek, {ağız} 1. Az yoğu rttan y a ğ çıkarm ak. 2. Yı kanm ak. [DS] cimJ, [Ar. cim
{OsT} is. Arap alfabesinde (c) sesi
ni veren harf; ebcet hesabında üç sayısının karşılı ğıdır. S cim dal hocası, İlko ku l öğretm eni. || cim-i A rabî, {OsT} A r a p ça d a k i "cim " h arfi olu p “c ” sesinin karşılığı.\\ cim-i Farisî, {OsT} F a rs ç a d a k i üç n oktalı "çim " h a rfi olu p " ç ” sesinin k arşılığ ı.|| cim karnında nokta, H içb ir şey bilm eyen ; k a ra cahil. cim a, -a ’ı [Ar. cem (toplanm a, birleşm e) > cima' ^U^r] (cim a;) {OsT/is. (İnsanlar için) cinsel birleş me; çiftleşme. S cima etmek, C in sel ilişkid e bu lunmak. cim ah, [Ar. cimâh ^ W ] (cim a;h) {OsT} is. (At için) sert başlı olma, cimal, -li [Ar. cemel (deve) > cimâl JU=r] (cim a;l) {OsT} is. Erkek develer, cim ar, [Ar. cimâr jU^-] (cim a;r) {OsT} is. 1. Toplu kabile. 2. Süvari alayı, cimb, [camb / cımb / cmb / cimb / cimp / comb / conb / cumb (y a n s.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cim b-ılda-m ak, cim b-ıl-dak. cim bakuka, [cim (harf) + ba (harf) + kuka ?] sf. Eğri büğrü, çarpık ve çelimsiz (kimse), cim bar, [cimb-ar] {ağız} is. Tezgâhta dokunan kuma şı gerdirmeye yarayan ağaç. [DS] cım barlam ak, [cimbar-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r ] [l(ı)-y or] Dayak atmak; sopa ile dövmek. [DS] cim birt, [Yun. tsimpidi (cım bız)] {ağız} is. Ağaçların yüksek dallarından meyve koparmaya yarayan ucu çatallı sırık. [DS] cim bistra, [Yun. tzimbistra] is. Cımbız, cimbiş, [Yun. tsimbizi] {ağız} is. Cımbız. [DS] cimbişlemek, [cimbiş-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)y o r ] 1. Çimdiklemek. 2. Dürtmek; nodullamak. [DS] cimbiz, [cimb-iz] {ağız} is. Küçük bataklık. [DS] cimbizik, -ği [cimb-iz-ik] {ağız} sf. Çok ufak tefek. [DS] cimbom, [cim (yans.) + bom (yans.)] is. Sporcular arasında çetin bir mücadeleyi anlatan söz. cimcik, -ği [Moğ. çim-çi / cim (yans.) > cim-cik] {ağız} is. 1. Çimdik. 2. İki parmak ucu ile alman miktar; tutam. 3. Ev makarnası; erişte. 4. Yoğurtlu hamur çorbası. [DS] S cim cik aşı, {ağız} Yoğurtlu ham u r ço rba sı. [DS] cimciklemek, [cim-cik-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [l(i)-y or] Çimdiklemek. [DS]
ö I Ü
M
R S M
.8 1 9
cim rim ', [cim+cim] {ağız} sf. Cimri. [DS] S cimcim arısı, {ağız}[DS] S a n ren kte y a b a n a rısı; s a n c a a r ı.|| cimcim etmek, /ağ/z/[DS] Az yoğu rttan y a ğ çıkarm ak. cimcim“, [cim (yans.) > cim+cim] {ağız} is. Çocukla rın ellerini üst üste koyarak oynadıkları bir oyun. [D S ]
cimcime, [Ar. cümcüme / cim (yans.) > cim+cim-e 4«^^-] is. 1. Tatlı ve küçük bir karpuz cinsi. 2.
CİN
cimlastik, [Fr. gymnastique] (cim lâstik) {ağız} is. Beden eğitimi. [DS] cimlos, [Yun. tzimblos => cimloz] {eAT} sf. Gözü ça paklı. cimnastik, -ği [Fr. gymnastique] {ağız} is. Beden eği timi. [DS] cimp, [camb / cımb / cınb / cimb / cimp / comb / conb / cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cim p-ir cim pir, cim-ir, cim p-ir-ik.
,'OsT} Paçavra tabanlı, örme konçlu bir tür derviş ayakkabısı. 3. {ağız} Üstü çok açık terlik. [DS] 4. cim pir, [Ar. cinn + Slav, vampir [Tietze] ? / Far. peri ] {ağız} sf. 1. Cin; hortlak 2. Çabuk kızan. [DS] S {ağızj sf. (Kız çocuğu için) küçük ve sevimli. [DS] 5. {ağız} Ufak tefek. [DS] 6. {ağız} (Kadın için) ufak cim pîr etmek, {ağız} K ızdırm ak. [DS]|| cim pir ol mak, {ağız} Ç o k kızm ak; öfkelen m ek. [DS] tefek ve güzel. [DS] 7. {ağız} (Kadın için) becerikli cimpirik, -ği [cimpir-ik] {ağız} sf. Kuruntulu; vesve ve konuşkan ufak tefek. [DS] seli. [DS] cimcirik, -ği [cim (yans.) >cim-cir-ik] {ağız} sf. 1. cim re, [Erme, cimre] {ağız} is. Göz çapağı. [DS] Ufak tefek; çelimsiz. 2. Açıkgöz. [DS] cimcirnıek, [cim-ci-r-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Çim diklemek. [DS] cimcuk, -ğu [cim (yans.) > cim-cik] {ağız} is. Ev ma karnası. [DS] cimcük, -ği [cim (yans.) > cim-cik] {ağızj is. Çimdik. [DS] cimdallı, [Ar. cim + dal (c ve d h a rfleri) T. -lı] is. 1. Bir tür erkek kıyafeti. 2. Bir tür kâğıt oyunu, cimdilemek, [cim (yans.) > cim-di-le-mek dUl-u^-] {OsT} gçl. f i [ - r ] Çimdiklemek, cimdimek, [cim (yans.) > cim-di-mek dU-u^] {eAT} {OsT} gçl. fi. [ - r ] Çimdiklemek, cimdirik, -ği [cim (yans.) > cim-dir-ik] {ağız} is. Çimdik. [DS] çimdirmek, [cim (yans.) > cim-dir-mek] {ağız} gçl. f i [ - i ı] 1. Yıkamak. 2. Üzerine su serp mele. [DS] çimek, -ği [cim-elc] {ağız) is. Çok küçük şey. [DS] cimicik, -ği [cim (yans.) > cim-i-cik] {ağız} sf. (Tuz, şeker vb. için) işaret ve baş parmak ucu ile alınabi lecek miktarda. [DS] cimin, [e l . çıbm > cibin / cimin] {ağız} is. Tatarcık. [DS] cimit, -di [cim (yans.) > cim-it] {ağız} is. 1. Keten tohumu. 2. Keten tohumundan yapılmış hayvan yemi. 3. Fındık ve ceviz içi. [DS] cimiz1, [cim-iz] {ağız} is. 1. Erkek isteyen dişi deve. 2. Erkeğe düşkün kadın. [DS] cimiz2, [cim-iz] {ağız} is. 1. Sulu toprak. 2. Yaşlık; yaş. 3. sf. Yapışkan. [DS] cimiz3, [cim (yans.) > cim-iz] {ağız} sf. Minik; küçük. [DS] cimizimek, [cimiz-i-mek] {ağız} gçsz. f i [ - ı ] (Dişi için) erkek istemek. [DS] cimke, [cim (yans.) > cim-ke] {ağız} is. 1. Nokta. 2. Küçük çıkıntı; kabarcık. [DS] cimla, [Yun. tzimbla] {ağızf is. Göz çapağı. [DS]
cim ri, [Far. cimri (dilenci) {jy ^ r] (cim ri:) {eAT} {OsT} sf. 1. Soysuz; alçak. 2. Dilenci. 3. ( c i ’nv-i) Temel ihtiyaçları için bile harcamayı keserek sürekli para biriktiren; pinti; nekes; hasis. 4. Parayı tutku dere cesinde seven. S. {ağız} Genç ve bilgisiz. [DS] 6. {ağız} Görgüsüz. [DS] 7. {ağız} Gelişmemiş; büyü memiş. [DS] 8. {ağız} Yoksul. [DS] 9. {ağız} Tüysüz; çıplak. [DS] 10. {ağız} Atılgan; yaramaz. [DS] cimrileşme, [cimri-le-ş-me] is. Cimri durumuna gel me eylemi. cimrileşmek, [cimri-le-ş-mek] d ö n ş l.f. [ - ir ] 1. Cimri gibi davranmaya başlamak. 2. Cimrilik belirtileri göstermek. cimrilik, -ği [cimri-lik] is. 1. Cimri olma durumu. 2. Cimri olan kişiye özgü davranış. 3. Cimrinin taşı dığı nitelik, fi1 cimrilik etmek, C im rice d av ran mak. -cin, [-cin / -cin / -cün / -cun / -çın / -çin / -çün / çun] yap. e. -*■ -cm. cin, [cin] {ağız} sf. 1. Kuvvetli. 2. Kuvvetlendirme, pekitme bildirir. [DS] 0 cin başına, Yapayalnız; tek b a şın a ; inzivada. || cin k ara, {ağız} Sim siyah. [DS] cin, [cin] {ağız} sf. 1. (Y er için) en son. 2. (Yer için) en yüksek. [DS] cin dal, {ağız} 1. A ğacın en y ü k sek ve en in ce dalı. 2. Omuz başı. [DS]|| cin dalı, A ğ a ç ların en yü ksekteki in ce dalı.\\ cin doruk, {ağız} En y ü k sek yer. [DS]|| cin tepesi, {ağız} En y ü k sek tep e; d oru k; zirve. [DS] cin1, [cin] {ağız} sf. Küçücük; minimini. [DS] fi1cin düdük, {ağız} Söğüt dalın dan y a p ıla n ince sesli düdük. [DS]|| cin kadar, {ağız} Ç o k az. [DS] cin2, -nni / -i [Ar. cinn ly r] {OsT} is. 1. Bir şeyi his seden. 2. isi. Meleklerle şeytanlardan olup duyu organları ile hissedilemeyen, çeşitli biçimlere gire bilme gücüne ve insan ölçülerinin üstünde akla sa hip olan latif yaratık. 3. Masallarda geçen doğaüstü
OIÜMTÜMESOM.
CİN güçlere sahip yaratık. 4. sf. Akıllı ve zeki (kişi). S cin arabası, {ağız} Bisiklet. [DS][| cin atı, {ağız} B i siklet. [DS]|| cin atına binmek, {ağız} Sinirlenm ek; kızm ak. [DS]|| cin aynası, {ağız} 1. Süs o la r a k kul lan ılan p a r la k top. 2. D ışbü key ayna. [DS]|| cin baş, {ağız} 1. Ç a bu k yürüyen at. 2. Z eki; uyanık. 3. Şirret; aksi. [DS]|| cin başa üşmek, Ç o k terslen m ek ; ç o k kızmak.\\ Cin başka, şeytan başka, O lay ların değ erlen d irilm esi sıra sın d a k işiler a ra sın d a fa r k lılık g ö rü leb ilir.|| cin biberi, {ağız} Süs biberi. [DS]|| cin bilimi, Cinleri, cinlerin niteliklerini, tür lerin i ve in san lara karşı davran ışların ı in celeyen bilim dalı.\\ cin cin bakm ak, 1. Uykusuz g ö z ler le f a k a t gözü a ç ık o la ra k, uykuya d iren erek bakm ak. 2. K urnaz ve z ek ic e bakm ak. || cin çahğı, Ç arp ık ve d ış görünüşü çirkin kişi.|| cin çalm ak, {ağız} Cin ç a rp m a k ; bir tarafın a inm e inmek. [DS]|| cin çarp m ak , (E ski b ir inanışa g ö re) ağzı veya b e d e ninin b ir y e r i ça rp ılm a k; inm e inm ek; f e l ç gelm ek. || cin çarpm ası, {ağız} S a ra hastalığı. [DS]|| cin çarpm ışa dönmek, A n laşılam ayan s e b e p le r le işle rin ters gitm esin e şa şırıp kalmak.\\ cin çırası, {ağız} B ird en p a rla y ıp sö n en h a y a lî ışık. [DS]|| cin dalak, {ağızl T erbiyesiz; geveze. [DS] ||cin dansı, bot. Cin m ısırı, (Z ea m ays everta). ||cin dermek, {ağız} ÜJürükçülükte cin leri b ir a ra y a toplam ak. [DS]|[ cin dili, {ağız} Ç ok akıllı ve y aram az. [DS]|| cin evi, {ağız} Yıkanm a y e r i; banyo. [DS]|| cin fikirli, (Kişi için) g ö rü ş ve an layışı keskin. || cin gibi, 1. Ç o k a k ıllı ve b ecerik li. 2. H arek etli; yaram az.^ cin göz, Ç o k a kıllı; kurnaz.\\ cini coş etmek, {ağız} İçinden g elm ek ; h ev es etm ek. [DS]|| cini düşmek, {ağız} 1. İş gü ç edinm ek. 2. H iç durm aksızın uğraşm ak. [DS]|| cin ifrit olmak, Ç o k sin irlen m ek; kızmak.\\ cini kızmak, {ağız} Ç ok kızm ak; sinirlenm ek. [DS]|| (bir şey) cinine gitmek, (O şeyden ) hoşlan m am ak; sin irlerin i bozmak.\\ cinini çıkarm ak, {ağız} Ç ok kızdırm ak. [DS]|| cinini dermek, {ağız} Ö fkesini g id erm ek ; yatışm ak. [DS]|| cin kafa, {ağız} Ç abuk kızan adam . [DS]|| cinler başa toplanmak, Ç ok kızm ak; sin irlen m ek,|| cinler cirit atm ak, Ç ok ten h a ve b o ş olm ak. || cinleri ayağa kalkmak, Ç ok sin irlen m ek.|| cinleri başına üşüşmek, Ç o k kız m a k ; ö fk e b a sm a k .|| cinleri civirdeşmek, {ağız} Ö fkelen m ek; kızm ak. [DS]|[ cinleri kalkmak, Huy suzluk etmek.\\ cinler top oynam ak, H iç kim se o l m am ak; ıssız ve tenha olm ak. || cin mısırı, bot. B uğdaygillerden, küçü k ve sert taneli, g ü zel p a tla y a n ve çer ez o la r a k tüketilen b ir m ısır türü; cin darısı, (Z ea m ays everta)\| cin otu, {ağız} K ereviz. [DS]|| Cin Suresi, B irka ç cinin okunan K u r ’an 'ı k u la k v er ere k din lediklerin i ve on a iman ettiklerini, A lla h ’a h iç b ir o rta k k oşm ay acakların ı belirten ve bunu d iğ er cin lere g id ere k on ları d a doğru y o la çağ ırdığ ın ı anlatan, 28 a y etlik, 72. sure. ||cin tavu ğu, {ağız} 1. K üçük y a p ılı b ir tür tavuk. 2. Hindi.
[DS]|| cin tutm ak, 1. Huysuzluk ve y a ra m a zlık et mek. 2. {OsT} Ç ıldırm ak; delirm ek. || cin yavrusu, (Ç ocu k için) e le av u ca sığ m az; akıllı.\\ cin yolu, 1. Tarlanın için de y e r y e r gö rü len verim siz kısım lar. 2. {ağız} Verimsiz toprak. [DS] cin3, [İng. gin (ardıç)] is. Mayalanmış tahıl tanesi içine ardıç kozalağı katıldıktan sonra damıtılmak suretiyle ede edilen ve Anglosakson ülkelerinde çok tüketilen bir alkollü içki, cinaî, [Ar. cinayet > cinâ’ı
(cina. i;) {OsT} sf. 1.
Cinayetle ilgili olan. 2. Konusu cinayet olan, cinaiyet, [Ar. cinâ’iyyet
(cin a:iyet) {OsT} is.
hulc. Adam öldürme işi ve durumu, cinan, [Ar. cennet > cinân j l ^ ] (cina:n ) {OsT} is. Cennetler. S cinânü’d-dünyâ, {OsT} D ünya cen netleri. cinas, [Ar. cins (soy, tür) > cinas
(cina;s)
{OsT} is. 1. Münasebet; benzeyiş. 2. ed. Anlamlan ayrı olduğu halde yazılışları aynı olan iki kelimeyi art arda kullanma. 3. Bir kelimenin iyi anlamını belirtir gibi görünerek kötü anlamını kullanma. S cinâs-ı darbî, {OsT} P ekiştirm e sıfatı ile yap ılan cinas. || cinâs-ı mefrük, {OsT} Y azılışları b ir ses fa r k lı o la n cin as.|| cinâs-ı m uharref, {OsT} H arf lerd e bera b erlik , h a r e k e le r d e fa r k lılık bulunan ci n a s: merd-m"rd.\\ cinâs-ı nâkıs, {OsT} C inaslı k eli m elerin birin d e fa z la d a n h a ı f bulunan cin a s; ek sik cinas.\\ cinâs-ı tâm , {OsT} H içb ir eksikliğ i ve f a z l a lığı bulunm ayan cin a s; “k a r ” (yağış biçim i) “k a r ” (karıştır). cinaslı, [cinas-lı] sf. Cinasa yer verilen, içinde cinas bulunan, cinaslı kafiye, ed. A n lam ları ayrı, y a zılışları aynı olan k elim eler le y a p ıla n kafiye. cinayat, [Ar. cinayet > cinâyât
(cin a:ya:t)
{OsT} is. 1. Cinayetler. 2. Ağır suçlar, cinayet, [Ar. cinayet
(cin a.yet) {OsT} is. 1. İn
san öldürme. 2. Adam öldürme derecesinde ağır suç. S cinayet etmek, {eAT} Suç işlem ek .||cinayet işlemek, İnsan öldü rm ek]] cinâyet-kâr, {OsT} A dam ö ldü ren ; cin ayet işleyen. |j cinâyet-kârâne, {OsT} A dam ö ld ü ren lere y a k ışır b içim d e.|| cinâyetkârî, {OsT} A dam öldü rm e durum u; canilik. cinaze, [Ar. cinâze / cenaze (m usalla taşı) {OsT} is. Tabut, cinbil, [cimb-il] {ağız} sf. 1. Benekli; noktalı. 2. Renkli. [DS] cinbistire, [Yun. tsumpidion => cimbistire ej~^>-] {OsT} is. Cımbız, cinbit, -di [cimb-it] {ağız} is. Yemek çatalı. [DS] cinc, [cin / cinc (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfikar] cinc-i-k, cinc-i-l.
0 İİH I1 IE » 1 . 8 2 1 cincar, [Güre, canciri] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] cinci', [cin-ci] sf. 1. Cin ve perilerle ilişki kurarak in sanların psikolojik sorunları ve hastalıkları ile hır sızlık, kayıp, evlenme, eşlerin birbirine bağlanması, boşanması gibi pek çok sosyal olaylarla ilgili prob lemlerine çözüm bulacağını iddia eden ve bu tür işlerle uğraşan kişi. 2. {ağız} Büyücü; üfürükçü. [DS] 3. {ağız} Falcı. [DS] cinci2, [cinc-i] {ağız}is. 1. Cam ya da porselen bilye. 2. Cam parçası. [DS] cincibir, [cinc (yans.) > cinc-i-mek > cinci + pır (yans.)\ {ağız} is. Zıpzıp. [DS] cincik', -ği [cinc (yans.) > cinc-i-mek > cinc-i-k] {ağızj is. 1. Ziynet eşyası. 2. Cam ya da porselen ev eşyası. 3. Ufak tefek. [DS] S cincik m akarna, {ağız} E v m akarn ası; erişte. [DS] cincil', [cinc-il / cin-cil] {ağız} sf. En yüksek yer. [DS] cincil2, [cinc (yans.) > cinc-il] {ağız} is. 1. Yeni yürü yen çocuğun ayağına takılan halka. 2. Beşik. 3. Bir tür kuş. [DS] cincilemek, [cinc-i-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] Tahılların arasına karışmış çöpleri el yorda mıyla ayıklamak. [DS] cincilik, -ği [cin-ci-lik] {ağız}is. Sihirbazlık. [DS] cincirak, -ği [cinc (yans.) > cinc-ir-ak] {ağız} is. Atlıkarınca. [DS] cincombalak, -ğı [cin+comb-al-ak] {ağız} is. Takla. [DS] 0 cincom balak gitmek, {ağız} T akla atm ak. [DS] cincü, [cinçü / yincü / yinçü / yünçü] (cinçü :) {eT} is. İnci. [DLT]
CİN
zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfikar] cing-il-de-m ek, cing-il-dek, cingir-de-m ek. cing2, [cing (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfikar] cing-il-de-k, cing-ire-k, cing-il-de-m ek, cing-ir-ık, cing-ir-t. cingan, [Far. çinğâne / Yun. tsingani] {ağız} sf. 1. Cimri. 2. özl. is. Çingene. [DS] cingaz, [cin+gaz] {ağız} is. Küçük lamba. [DS] cingen, [Far. çinğâne] {ağız} is. 1. Çingene. 2. sf. Cimri. 3. Görgüsüz. [DS] 0 cingen cab ar, {ağız} K ötü niyetli y a b a n cı kişi. [DS] cingıldak, -ği [cing (yans.) > cing-ıl-dak] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] cingırak, -ğı [cing (yans.) > cing-ır-a-k] {ağız} is. Hayvanların boyunlarına takılan küçük çan. [DS] cingi', [cing (yans.) > cing-i] {ağız} is. Kıvılcım; çın gı. [DS] cingi2, [cing (yans.) > çing-i] {ağız} is. 1. Sert taş; granit. 2. Küçük piliç. [DS] cingil1, [cing (yans.) > cing-il
/ J ^ r ] /eAT} is.
Küçük bakraç, cingil , [cing (yans.) > cing-il] {ağız} is. 1. Küçük üzüm salkımı. 2. Salkımdaki küçük salkımaklar dan her biri. 3. İnci, boncuk ve altından yapılmış süs eşyası. [DS] cingil3, [cing (yans.) > cing-il] {ağız} is. Burundan damlayan su. [DS] cingil4, [cing (yans.) > cing-il] {ağız} is. Takla. [DS]
cindal, [? cindal] {ağız} is. Kedi yavrusu. [DS] cindar, [Ar. cinn+ Far. -dâr] {ağız} is. Cinci. [DS]
cingildek, -ği [cing (yans.) > cing-il-de-k] {ağız} sf. Şımarık. [DS]
cinde, [Far. jende] {ağız} is. Yamalı, eski şey. [DS]
cingildemek1, [cing (yans.) > cing-il-de-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-d (i)-y o r] Şımarmak. [DS]
cinder, [Ar. cinn + Far. -dâr] {ağız} is. Cinci. [DS] cinderen, [Ar. cinn+der-en] {ağız} is. Cinci. [DS] cindi, [cindi] {ağız} is. Küçük şey. [DS] cindirmek, [cin-dir-mek dUj-u^-] {OsT’} gçl. f . [-ü r j Araştırmak; soruşturmak, cinede, [Yun. kinaidos > cinaede] is. 1. Eski Yunan ve Roma’da önceleri para karşılığı soytarılık yapa rak katılanları eğlendiren kişilere verilen ad. 2. Da ha sonraları Roma’da şehvet uyandırıcı dans ve gösteriler yapanlara verilen ad. cinel, [Güre, jinel] {ağız} is. Yük hayvanlarını bağla makta kullanılan yaş ağaç kabuk veya liflerinden yapılmış halat biçimdeki bağ. [DS] cineviz, [İt. Genovese (C en ovalı)] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu ve çok akıllı. [DS] 0 cineviz akıllı, {ağız} İn ce g örü şlü ; h e r şey i bilen. [DS] cineya, [Yun. tzinea] {ağız} is. Kuş gübresi. [DS] cinfiz, [İng. gin fızz (köpü ren içki)] is. Bir tür içki, cing', [cang / cank / cıng / cing / cong / conk / cöng / cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve
cingildemek2, [cing (yans.) > cing-il-de-mek] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [-d (i)-y o r] Çınlamak. [DS] cingildetmek, [cing (yans.) > cing-il-de-t-melc] {ağız} gçl. f i [-ir ] Çınlatmak. [DS] cingilli, [cing (yans.) > cing-il-li] {ağız} is. 1. Sığırla rın arkasından dolaşarak artıkları ile beslenen be yaz, siyah ve sarı tüyleri bulunan küçük bir kuş; cingit. 2. Burnu ucunda sürekli su bulunan kimse. [DS] cingilmek, [cing (yans.) > cing-il-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] İ . Takla atmak. 2. edil.fi. Yıkılmak; devril mek. 3. Ayağın takılması ile yere, yuvarlanmak. [DS] cingilti, [cing (yans.) > cing-il-ti] {ağız} is. 1. Çınla ma. 2. Kulak çınlaması. [DS] cingirdemek, [cing (yans.) > cing-ir-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-d (i)-y o r] 1. Ağlamak. 2. Parlamak. [DS] cingirik, -ği [cing (yans.) > cing-ir-ik] {ağız} is. Ku yu çıkrığı. [DS]
ÖIÜMIÜfflffiSÖM.
CİN
cingit, -di [cing (yans.) > cing-it] {ağız} is. 1. Sığırla rın arasında dolaşarak onların yiyecek döküntüleri ile beslenen beyaz, siyah ve sarı tüyleri bulunan küçük kuş. 2. s f Açıkgöz. 3. Arsız; utanmaz. [DS] cingoizm, [Bask, jainko (tanrı) > jainkoism > cingoizm] is. J. Chamberlain ve R. Kibling ile aşırılığa vardırılmış olan tutucu İngiliz milliyetçiliği, cingöz, [Ar. cinn + T. göz] sf. 1. (Kişi için) kolay kandırılamayan, zeki ve açıkgöz. 2. {ağız} Titiz. [DS] 3. {ağız} Kültürlü; bilgili. [DS] 4. {ağız} İnce zayıf. [DS] 5. {ağız} Küçük gözlü. [DS] cini1, [cin-i?] {ağız} is. 1. Madenî çorap şişi; mil. 2. İp eğirmekte kullanılan araç. [DS] cini2, [cin-i] (ci'rıi) {ağız} sf. 1. Bir parça. 2. Bir diş. [DS] cinicik, -ği [cin (yans.) > cin-i-cik] {ağız} s f Baş ve işaret parmakları ucu ile tutulan miktarda. [DS] cinik1, -ği [cin-ik] {ağız} is. 1. Küçük hıyar. 2. Pek küçük şey. 3. Tavuğun göğüs kemiği; lades kemiği. [DS] cinik2, -ği [Zaza. Kürt, cinike (kadın)] {ağız} sf. Dişi. [DS] cinik3, -ği [cin-i-k] {ağız} sf. Mızıkçı. [DS] cinimek, [cin-i-mek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] Mızıkçılık yapmak. [DS] cinistan, [Ar. cinn + Far. istân] (cinista.n) {OsT} is. Cinler ülkesi, cink, [cink (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarp ma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cink-il. cinkil, [cink (yans.) > cink-il] {ağız} is. 1. Kova; bak raç. 2. Küçük salkım. 3. Üzüm salkımındaki küçük salkımaklardan her biri. [DS] cinkmek, [cink (yans.) > cink-mek] {ağız} gçsz. f i [e r ] 1. Tepetakla yuvarlanmak. 2. Kayarak sende lemek. 3. gçl. fi. Bir şeyi devirmek. 4. (Güreşçi için) hasmını kaldırıp yere vurmak. 5. Sopayı yere vura rak sektirmek. [DS] cinlendirmek, [cin-le-n-dir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Kızdırmak. [DS] cinlenme, [cin-le-n-me] is. Öfkelenme, çok kızmak eylemi. cinlenmek, [cin-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir ] 1. Cinli olmak; cinlerin saldırısına uğradığı sanılmak. 2. m ecaz. Çok kızmak; öfkelenmek, cinli, [cin-li] sf. 1. Cin bulunan. 2. Cin çarpmış olan. 3. m ecaz. Çok sinirli; öfkeli, cinlik, -ği [cin-lik] {ağız} is. 1. Cin niteliği; cin gibi oluş. 2. Eskiden, köye gelen misafirlerin ağırlandı ğı köy odalarında misafirlerin heybelerini koymak için yapılmış dolap. [DS] cinnet, [Ar. cinn > cinnet o ^ -] {OsT} is. 1. Cin tut ması. 2. Delilik; çılgınlık. S cinnet getirmek, D e lir m e m cinnet-i maniya-i inhitâtiye, {OsT} p sikol. R u h sal bunalım sonu cu o rtay a çıkan delilik.\\ cin
net-i mütenavibe, {OsT} p sik o l. Zam an zam an o r taya çıkan delilik. cinni, [Ar. cinn > cinnl l_r^-] (cinni:) {OsT} is. 1. Bir tek cin; ecinni. 2. sf. Cinlerle ilgili; cinlere ilişkin. S cinni cüre, {ağız} D elidolu konuşan. [DS] cinnistan, [Ar. cinn + Far. istân jU~^-] {eATf is. Cin ülkesi. cins, [Yun. genos > Ar. cins j~^-] {OsT} is. 1. Tür; çeşit. 2. Aralarında ortak özellikler bulunan nesne ya da varlıklar topluluğu. 3. Birbiri ile aynı özellik te görünmesine rağmen onları birbirinden ayırt eden özellik. 4. Erkekle dişiyi birbirinden ayırt eden özellik. 5. Soy; kök; asıl. 6. s f (Hayvan için) soyu iyi olan; saf kan; melezleştirilmemiş. 7. sf. a rg o. (Kişi için) kendine has tuhaf alışkanlıkları, değişik özellikleri olan; acayip; garip. 8. biy. Canlı ların sınıflandırılmasında, ortak özellikler gösteren ve birbirine yakın türleri kapsayan, familya veya alt familyanın bölümü. 9. dbl. Bazı dillerde kelime lerin dişi, er veya yansız olduğunu belirten dilbilgi si kategorisi. 10. {eAT} Para dışındaki kıymetli şey ler. 0 cins cibilliyet, 1. S oy sop. 2. Nitelik. 3. K ö ken. || cins cins, I. Ç eşit çeşit; çeşitli. 2. Türlerine g ö re. || cins-i latif, {OsT} G üzel kad ın .|| cins isim (cins ismi), dbl. Aynı türden v a rlık lara ve n esn elere birden a d olan isim ; tür adı, ortak ad. cinsaçı, [cin + saç-ı] is. bot. Sarılgan, erguvan rengi çiçekler açan asalak otsu bitki; bağboğan; küsküt, (Cuscuta). cinsel, [cins-el] sf. 1. Cinsiyete yani erkek ve dişi arasındaki farka ilişkin; cinsî. 2. Cinsellikten kay naklanan. S1 cinsel birleşme, (İnsan ve y ü k sek y a p ılı hay v an lar için) ü rem e b a şla n g ıcı o la r a k e r k e ğin cin sel organının, dişinin cin sel organ ı için e g irm esi; cin sel ilişki; cin sel tem as; cin sî m ün ase b et; çiftleşme.\\ cinsel davranış, K işinin cin sel ihti y a çla rın ı g id erm ey e ve ü rem eye ilişkin d av ran ışla rının tümü.|| cinsel hastalık, C in sel birleşm e ile bu laşan h a stalık; zü hrevî h a stalık .|| cinsel kimlik, Kişinin b iy o lo jik cinsiyetinden ayrı o la r a k kendisi için seçtiğ i ve tatmin oldu ğu görü n ü rdeki cinsiyet şekli. ||cinsel organ lar, E r k e k ve kad ın d a a s ıl fo n k siyonu ü rem e o la n b ir tür z ev k a lm a organları.\\ cinsel sapm a, Kişinin b iy o lo jik cin sel yapısın dan ayrı veya o la ğ a n cin sel ilişkiler dışın da tatmin y o l ların a sapm ası. cinsellik, -ği [cins-el-lik] is. 1. Erkek veya dişilik ge reği canlıların gösterdikleri özellikler. 2. Cinsel do yum olaylarının tümü, cinseyn, [Ar. cins > cinseyn j^~^r] {OsT} is. İki cins; iki cins birden; erkek ve dişi olarak, cinsî, [Ar. cinsî
(cin si:) {OsT} sf. 1. Türle ilgili;
cinse ilişkin; cinsel. 2. Cinsiyete yani erkek ve dişi arasındaki ayrılığa ilişkin; cinsel. 3. Cinsellikten
■ büke s u . »
CİR
kaynaklanan. S cinsî cazibe, {OsT} C insiyete iliş kin çekicilik.\\ cinsî münâsebet, {OsT} C in sel b ir leşm e. cinsiyet, [Ar. cinsiyyet
{OsT} is. 1. Bir cins
ile ilgili oluş. 2. Aynı cinsten olma özelliği; cins ve ırk denkliği. 3. biy. Canlılarda erkekle dişiyi birbi rinden ayırt ettiren kalıcı nitelikteki biyolojik, fiz yolojik ve insanlar için psikolojik özelliklerin tü mü; dişi veya erkek olma durumu; eşey. 4. Cinsel ilişki veya ihtiyacı, cinsiyetsiz, [cinsiyet-siz] sf. biy. Cinsiyet ayrımını belirleyen biyolojik ve fizyolojik özellikleri olma yan; erkek ya da dişilik özellikleri bulunmayan; eşeysiz. cinslik, -ği [cins-lik] is. Canlılarda erkekle dişiyi birbirinden ayırt ettiren biyolojik, fizyolojik ve in sanlar için psikolojik özelliklerin tümü; cinsiyet. S cinslik bilimi, C in sellikle ilgili soru n ları konu a la n bilim d a lı; seksolo ji. cinsliksiz, [cins-lik-siz] sf. biy. 1. Cinsiyet ayrımını belirleyen biyolojik ve fizyolojik özellikleri olma yan; erkek ya da dişilik özellikleri bulunmayan; eşeysiz. 2. dbl. Ne eril, ne de dişil olan kelimeler için kullanılır. cip1, [cib /cip (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı hava larda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluş turulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] cip-il-de-k. cip2, [cip] {ağız} e. 1. Pekiştirme edatı. 2. Eğer; şayet. 3. zf. Hep; bütün; büsbütün çok. [DS] cip3, [Ing. GP (G en eral P u rpose) > jeep] is. Her türlü arazide kullanılabilen hafif motorlu kara taşıtı, cipil, [cip-il] /ağtzjis. Gelişigüzel yetişen fidan. [DS] cipkesen, [cip+kes-en] is. Bağ bıçağı, cips, [Ing. chips (talaş, y o n g a la r)] is. Buharda kuru tularak kızartılmış ince dilimli patates, cipten, [cip-ten] {ağız} zf. Gerçekten. [DS] ciptirm ek, [cip (yans.) > cip-tir-mek] {ağız} gçl. f i [ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] cipidek, -ği [cip (yans.) > cip-e-dek] ( c i ’p id ek ) {ağız} zf. (Kesmek için) bir vuruşta. [DS] cipil, [cip (yans.) > cip-il] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan yansımalı gövde. 0 cipil cipil, 1. {ağız} (G öz için) ça p ak lı. [DS] 2. (A kar su veya göl, su birikintisi için) sığ ; derin olm ayan. [Püsküllüoğlu] cipildetmek, [cip . (yans.) > cip-il-de-t-mek] {ağızf gçl. f i [ -ir ] Suyu etrafa sıçratmak. [DS] ciptirm ek, [cip (yans.) > cip-tir-mek] {ağız} gçl. fi. [ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] c ir1, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)] is. Sıvı madde lerin akışı, dökülüşü ve ishal olma durumunda çı kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cir-i-k, cir-i-l-d emek.
cir2, [cir (yans.)] {ağız} sf. Cıvık; sulu. [DS] cir3, [Far. cır j~r] (ci:r) (OsT) is. 1. Alt; aşağı; zir. 2. Kılıç kayışı, eldiven vb. yapılan tabaklanmış deri, cirah at, -ti [Ar. cirahat
yr] (cira .h a t) {OsT} is. 1.
Yaralanma. 2. Yara. 3. Yaradan akan sıvı; irin, cirah at, -ti [Ar. cirâhât o 1.
>=-] (c ira :h a :t) {OsT} is.
Yaralanmalar. 2. Yaralar. 3. İrinler.
cira n 1, [Ar. câr > cırân oU=r] (c i:ra :n ) {OsT} is. 1. Komşular. 2. Çevrede olan yerler; yakın yerler. 3. Müşteriler. S cirân-ı sâlihîn, {OsT} İyi kom şular. ciran2', [Ar. cerre > cirân j [ / r ] (cira:n ) {OsT} is. Top rak testiler. ciran ta, [İt. girare (çevirm ek) > girante] is. tic. Emre yazılı senedi ciro eden kişi. ciraye, [Ar. cirâye -] (cira .y e) {OsT} is. Günlük nafaka; tayın, cirbit, -di [cirb (yans.) > cirb-it] {ağız} is. Çapak. [DS] cirbitik, -ği [cirb (yans.) > cirb-it-ik] {ağız} sf. Bir vuruşta kesilmiş. S cirbitik kesmek, {ağız} Ansızın b ir vuruşta kesm ek. [DS] circir, [cir (yans.) > cir+cir] {ağız} is. 1. Ağustos böceği. 2. Çok yiyen çocuk; obur çocuk. [DS] cirdaval, [? cirdaval / cırdaval] is. -*• cırdaval, cirdavallı, [cirdaval-lı] is. Savaşlarda cırdaval deni len mızrağı kullanan atlı savaşçı. c ire 1, [cir (yans.) > cir-e] {ağız} sf. 1. Küçük. 2. Ser sem. [DS] cire2, [Ar. cıre oj^r] (ci:re) {OsT} is. 1. Günlük geçim ihtiyaçları; nafaka; yevmiye. 2. Bir iş yerinde çalı şanlara verilen gündelik veya yemek, cirenk, [Erme, çrenk] {ağız} is. Ana kanaldan ayrılan büyük ark. [DS] cireltmek, [cir-el-t-mek] {ağız} gçl. f i [ -ir ] Azaltmak; kısmak. [DS] ciret, [Ar. clret o *ş-] (ci.ret) {OsT} is. Komşuluk. cirik 1, -ği [cir (yans.) > cir-ik] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] cirik2, -ği [cir (yans.) > cir-ik] {ağız} is. 1. Sümük. 2. Pek sulu hamur. 3. Pek sulu çamur. [DS] cirildemek, [cir (yans.) > ciril-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [- r ] [-d (i)-y o r] Bahçe sulamak. [DS] cirim 1, -rm i [Ar. cirm j^r] {OsT} is. 1. Cisim. 2. Hacim; büyüklük; oylum. cirim 2, [cir-im] {ağız} is. 1. Sınır. 2. Çevre. [DS] S cirim çevirm ek, {ağız} 1. Sınırlam ak. 2. Sınırda d olaşm ak. 3. (Ç ocu klar için) k o ş a r a k oyun o y n a m ak. [DS]|| cirim çıkarm ak, {ağız} 1. B ir işi ça b u k bitirm ek. 2. P a r ç a p a r ç a etm ek. [DS] cirit, -di [Ar. cerîd / cered (kabuğu soyulm uş hurm a
IMIİİMESİM.
CİR
d a lı) > cirit] {OsT} is. 1. At üzerinde birbirine değ nek atmak suretiyle oynanan bir takım oyunu. 2. Bu oyunda kullanılan özel değneğin adı. 3. Atle tizmde kullanılan ucu sivri, üzeri sargılı metal sırık. S cirit atm a, A tletizm de atm a d a lın d a y e r a la n ve cirit ad ın d aki sırığın atılm asın a dayan an b ir y a rış türü. || cirit atm ak, isted iğ i g ib i d a v ra n a ra k çev r e sin e z a r a r v er ec e k h a rek etler d e bulunmak.
cirs, [Ar. cirs ^yyr] {OsT} is. Kök; asıl; menşe. cirsam , [Ar. cirsâm ^ y r ]
(cirsa:m ) {OsT} is. 1.
Öldürücü zehir. 2. Zatülcenp. 3. Delilik, cirşane, [Far. şeş-hâne <üU=-2~i] (cirşa :n e) {ağız} is.
lış; tabiat; huy. 2. Alışkanlık; âdet, cirk , -ği [Far. çirk] {ağız} is. 1. Tavan bulgurlamasın da kullanılan çamur. 2. Gübre. 3. Tütün zifiri. [DS] cirlek, -ği [cir (yans.) > cir-le-k] {ağızj sf. İnce ve sızıltılı bir sesle bağırıp çağıran. [DS] cirlemek, [cir (yans.) > cir-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-l(i)-y o r] İnce ve rahatsız edici bir sesle bağırmak. [DS] cirleş, [? cirleş] {ağız} is. Güzel kokulu küçük bir kavun türü. [DS]
Yivli eski bir tüfek. [DS] cirt, [cirt (yans.)} is. Ansızın yırtılma ve bu biçimde kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cirt- lik. cirtlem , [cirt (yans.) > cirt-le-m] {ağız} is. Damla. [DS] cirtlik 1, -ği [cirt (yans.) > cirt-lik] {ağız} is. Hafiflik. [DS]? cirtlik2, -ği [cirt (yans.) > cirt-lik] {ağız} is. Serçeden biraz büyükçe, eti yenen, boz renkli bir kuş. [DS] cirtm ek 1, [cirt (yans.) > cirt-mek] {ağız} g ç s z .f. [-e r ] Yerli yersiz darılmak. [DS] cirtm ek2, [cirt (yans.) > cirt-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] Ufak parçalara ayırmak; doğramak; çentmek. [DS] cirtm ek'’, [cirt (yans.) > cirt-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] İneği damla damla sağmak. [DS]
cirm , [Ar. cirm ?yr] {OsT} is. İ. Oylum; hacim. 2.
ciryal, -li [Ar. ciryâl JU yr] (cirya:l) {OsT} is. 1. Bir
ciritçi, [cirit-çi] is. s p o r 1. Cirit oyuncusu. 2. Atle tizmde cirit atma dalında yarışan sporcu, ciriya, [Ar. ciriyyâ ^.yr] (ciriya:) {OsTf is. 1. Yaradı
Cisim. cirm an, [Ar. cirm > cirmânOLoj»-] (cirm a:n) {OsT} is. Bütün uzuvlarıyla tam insan vücudu, cirm ik, -ği [Erme, çırmuk] {ağız} is. 1. Su deliği. 2. Evlere ya da bahçeye alman suyun duvardan geçti ği delik. [DS] ciro, [İt. giro] ( c i ’ro) is. tic. hıık. Emre yazılı her türlü senedin hak sahibi tarafından bir başkasına devredilmesi. S1 ciro etmek, A lacaklı tarafından em re y azılı bir sen ed i, b a şk a sın a devrettiğin e d a ir açıklam ayı, senedin a rk asın a yazıp im zalam ak. cirp, [cirp (yans.)] is. 1. Birden kuvvetlice çarpma, bu biçimde vurma, kesme anlatan kök. [Zülfıkar] cirp-m ek, cirp -e-d ek, cirp-e-den, cirp cirp. 2. zf. Hemen; birdenbire. S cirp cirp, {ağız} (K esm ek için) keskin b ıç a k gibi. [DS] cirpedek, -ği [cirp (yans.) > cirp-edek] {ağız} zf. (Kesmek, biçmek için) bir çırpıda, keskin bıçak gibi. [DS] cirpeden, [cirp (yans.) > cirp-e-den] {ağız} zf. He men; birdenbire. [DS] cirpitm ek, [cirp (yans.) > cirp-it-mek] {ağız} g ç l .f . [ir ] Bir çırpıda kesmek. [DS] cirpmek, [cirp (yans.) > cirp-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] Bir vuruşta kesmek. [DS] cirptirm ek, [cirp (yans.) > cirp-tir-mek] {ağız} gçl. f . [- ir ] Bir vuruşta kesmek. [DS] cirris, [Ar. cirrîs
(cirri:s) {OsT} is. zool. 1.
Yılan balığı. 2. Sazan balığı, cirriye, [Ar. cirriye i>.y] {Os T} is. 1. Kuş kursağı. 2. anat. Leğen; havsala.
çeşit kırmızı boya. 2. sf. Altın sarısı. 3. (Renk için) temiz ve saf. 4. (Şarap için) saf. ciryale, [Ar. ciryâle 4 li>>-] (ciry a d e) {OsT} is. Saf şarap. cirye, [Ar. cirye ^ .y ] {OsT} is. 1. Cereyan. 2. biy. Börkenek. cis1, [cis (yans.)} is. İnce ince yağmur yağışını, sıvıla rın incecik sızıntısını ve bu şekilde dökülüşünü an latan kök. [Zülfıkar] cis-en cisen, cis-e-le-m ek, cis-il cisil, cis-le-m ek. cis2, [cis] {ağız} is. Badana. [DS] cisad, [Ar. cisâd :>L~=r] (cisa :d ) {OsT} is. 1. Kan. 2. Safran. ciscibil, [ci(s)+ci/bil] {ağız} p ekşt. sf. Tümüyle çıp lak; çırılçıplak. [DS] çiselemek, [cis (yans.) > cis-e-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] (Yağmur, su damlacıkları için) ince ince ve yumuşak bir düşüşle yağmak; çiselemek. [DS] cisen, [cis (yans.) > cis-e-mek > cis-en] {ağız} is. Yağmurun ince ince yağışını anlatan yansımalı gövde. [DS] S cisen cisen, {ağız} (Yağm ur için) in ce in ce; çisil çisil. [DS] cisetmek, [cis (yans.) > cis+et-mek] {ağız} g ç l . f [-ir] İşemek. [DS] cisil, [cis (yans.) > cis-il] {ağız} is. Yağmurun ince ince yağışını anlatan yansımalı gövde. [DS] <3 cisil cisil, {ağız} (Yağm ur için) in ce in ce; çisil çisil. [DS] cisim, -smi [Ar. cism
=r] {OsT} is. 1. Ruh ve can
karşıtı olarak insan vücudu; beden. 2. Uzayda yer kaplayan, elle tutulan, gözle görülen, biçimi, rengi,
o ram i
r
m
civ
. 825
ağırlığı ve hacmi bulunan her şey; nesne; madde. 3. Dünya. 4. mat. Sıfırı olmayan cümle,
ilgili. 2. Yalnız isimle ilgili olarak değil aynı za manda bedenle, varlıkla ilgili; gerçekten,
cisimcik, -ği [cisim-cik] is. 1. Çok küçük cisim. 2. Atom taneciği; atomun parçalanmasından doğan yüklü ya da yüksüz tanecik. 3. Havada bulunan'toz taneciği. cisimlenme, [cisim-le-n-me] is. Cisim niteliği ka zanma eylemi; cisimleşme; tecessüm.
cisr, [Ar. cisr
cisimlenmek, [cisim-le-n-mek] dönşl. f i [-ir ] Cisim niteliği kazanmak; cisimleşmek; tecessüm etmek,
iki köprü. cisse, [? cisse] {ağız} is. Yeni ve güzel şey. [DS]
cisimleşme, [cisim-le-ş-me] is. 1. Cisim durumuna gelme eylemi. 2. hrist. Manevi bir varlığın veya tanrının insan veya hayvan kılığına bürünerek et ten, kemikten bir varlık olarak görünmesi,
cistik, -ği [cis-tik] {ağız} is. Yemeni türü ayakkabı. [DS] cit1, [cit\'{ağız} sf. Küçük; ufak; zerre. [DS] S cit kadar, {ağız} A zıcık; az; ç o k az. [DS]
cisimleşmek, [cisim-le-ş-melc] gçsz. fi. [-ir] Cisim durumuna gelmek; cisimlenmek; tecessüm etmek,
cit2, [? cit] {ağız}] {eAT} {ağız} is. Saman konulan büyük çuval. [DS
cisir, [Sur. Ar. cisr (köprü) j~^-] {ağız} is. Dam için
citek, ği [cit-e-k] {ağız} is. Kuşları canlı yakalamak için özel olarak tahta parmaklıklardan yapılmış tu zak. [DS]
kullanılan kaim ve uzun ağaç. [DS] cislemek, [cis (yans.) > cis-le-mek] {ağız} gçl. fi. [- r ] [-l(i)-y o r] Badana yapmak. [DS] cism, [Ar. cism
{OsT} is. -*■ cisim. S cism-i
azm, {OsT} a n a t. K em ik gövdesi. || cism-i basît, {OsT} Töz; c ev h er.|| cism-i beyzî, {OsT} Yumurtamsı cisim .|| cism-i billûrî, {OsT} K rista l cisim ; billû r cisim .|| cism-i cemâdî, {OsT} C ansız cisim.\\ cism-i cevherî, (OsT) A na m ad d e; ilkmadde.\\ cism-i eflatunî, {OsT} mat. P o lig o m .|| cism-i felekî, {OsT} G ök cism i.|| cism-i gayr-ı muzî, {OsT} Işıksız cisim .|| cism-i hâil, {OsT} K orku n ç cis im.\\ cism-i havaî, {OsT} G az h a lin d eki cisim .|| cism-i latîf, {OsT} 1. B eş duyunun kav ray am ad ığ ı m elek, cin vb. yaratık. 2. m ecaz. G üzel bay an .|| cism-i m ürekkeb, {OsT} B irleşik m ad d e; b ileşik .|| cism-i m üteharrik, {OsT} H arek et hâlin d eki cisim. || cism-i mühâmî, {OsT} Sümüksü m adde. || cism-i nâmî, {OsT} Y aşayan vü cut.\\ cism-i nâtık, {OsT} Söz söyleyen cisim ; insan vücudu. || cism-i nizâr, {OsT} Z a y ıf vücut. || cism-i sefenî, {OsT} N asırlı cisim .|| cism-i semavî, {OsT} G ök cism i.|| cism-i sulb, {OsT} K atı cisim .|| cism-i üryân, Ç ıp lak vücut. cismani, [Ar. cismânî / cismâniyye
cismanilik, [cismani-lik] (cism a.ni. lik) is. Bir vücu du, cismi olma; maddilik, (cism a:niyet)
{OsT} is. Bir cisme, bir vücuda sahip olma, cismen, [Ar. cismen
(ci'sm en) {OsT} zf. 1. Ci
sim olarak. 2. Bedence; vücutça, cismî, [Ar. cismî
{OsT} is. Bir cisme,
bir vücuda sahip olma, {OsT} is. Köprü. 0 cisr-i mual
lâk, {OsT} A sm a köprü. cisreyn, [Ar. cisr > cisreyn
{OsT} is. (Bilinen)
çiti, [Çağ. çet (kıyı) > cit-i] {ağız} sf. 1. Sivri ve kes kin. 2. m ecaz. Çok akıllı. [DS] S çiti tav, {ağız} Yüksek ve sivri dağ. [DS] citlek, -ği [çit > cit-le-k] {ağız} is. Yaylı bilezik. [DS] çittir, [cit-tir] {ağız} is. Küçük topaç. [DS] civ1, [civ (yans.)] is. 1. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde konuşma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfikar] civ civ, civ-ci-le-m ek, civ-ir-ti, civ-il civil, civil-de-ş-m ek, civ-dir-m ek, civ-ir-de-m ek. 2. {ağız} is. Yüksek ses; nara. [DS] S civ civ, {OsT} D u rm adan ; sü rekli.|| civ civ etmek, {ağız} “civ c i v ” diye se s çıkarm ak. [DS] civ', [civ (yans.)] is. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] civ-kirmek. civan, [Far. cevân / cüvân => civan
(civa:n)
{OsT} sf. 1. Genç ve yakışıklı olan. 2. is. Yakışıklı genç. S civân-baht, {OsT} B ahtiyar, mutlu. civanan, [Far. civânân OUI^] (civ a:n a:n ) {OsT} is. Civanlar. civanane, [Far. civânâne a j U I (civ a:n a :n e) {OsT}
(cism a. ni:) {OsT} sf. 1. Cisimle ilgili; bedene ait. 2. Dinî işler dışında kalan. 3. Hıristiyanlıkta dinle il gili olmayan hususlar; ruhani karşıtı. S cismani ad, H ıristiyanlıkta ço cu ğ a kilisen in dışında, a iles i nin verdiği isim.
cismaniyet, [Ar. cismâniyyet
cismiyet, [Ar. cismiyyet
=r\ (cism i:) {OsT} sf. 1. Cisimle
zf. Gençlere yakışır biçimde; genç gibi, civani, [Far. civânî ,_ y ^ ] (civ a:n i:) {OsT} is. Genç lik. civankaşı, [civan+kaş-ı] is. 1. Paralel kenar fildişi parçalarla zikzaklar halinde oyma ve kakmalar yapmak şeklindeki süsleme tekniği. 2. Bu tür işle menin adı. S civankaşı kundura, {ağız} E skiden gen çlerin giydiği burnu k esik a y akkabı. [DS]|| ci van kaşı sarık, On sekizin ci yüzyılda kadın ların taktığı b ir başlık. civanm erd, [Far. civân-merd ^y-[y-] {OsT} is. vanmert.
ci
civ
IM IİİfflfîE M .
civanm erdan, [Far. civan-merdan öbJ.\^>-] (civa.n m erda:n ) {OsT} is. Alicenaplar, yüce gönüllüler; ci vanmertler. civanm erdane, [Far. civân-merdâne 4ibyl_^] (civ a .n m erd a .n e) {OsT} sf. 1. Âlicenaplıkla; yüce gö nüllülükle. 2. zf. Yüce gönüllü, yiğit insanlara yakı şacak biçimde, civanm erdi, [Far. civân-merdı
(c iv a n m e r
d i:) {OsT} is. Yüce gönüllülük; cömertlik; iyilik severlik. civanm ert, -di [Far. cevân+merd
*ji\yr] {OsT} sf.
ve
is. 1. Alicenap; yüce gönüllü. 2. Mert yaratılışlı; yiğit, yürekli, civanm ertlik, -ği [civanmert-lik] is. 1. Yiğitlik; yü reklilik. 2. Civanmert olma durumu, civanperçem i, [civan+perçem-i] is. bot. B ileşikgil lerden parçalı yapraklı, tüylü, beyaz ve sarı çiçekli, halk hekimliğinde kullanılan çok yıllık otsu bitki; ak yavşan; barsama; marsıma; (A chillea a lep p ica ). civar, [Ar. civar j,\yr] (civa:r)
{OsT}
is. 1. Bir yerin
yakını, çevresi. 2. Yalcın yer; çevre; dolay; yöre. 3. {ağız/ Sulanacak arazilere su dağıtımı ile görevli kimse. [DS] 4. sf. Yakında olan; komşu, civari, [Ar. civârî ıs J y r ] (civ a:ri:)
{OsT} sf.
Çevre ile
ilgili. civarina, [İt. ciavarina (oğlak)] is. dnz. -* cıvama, civariyet, [Ar. civâriyyet Cojljş-] (civa:riyet) {OsT} is. 1. Yakınlık. 2. Çevrede, dolayında bulunma du rumu. civce, [civ-ce] {ağız} is. Civciv. [DS] civcer, [? civcer] {ağız} is. 1. Küçük yağ, yoğurt, peynir tulumu. 2. Serçe kuşu. [DS] civcik, -ği [civ (yans.) > civ-cilc] {ağız} is. 1. Civciv. 2. Serçe. 3. sf. Geveze; dedikoducu. [DS] civcilem ek1, [civ-ci-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. (Tavuk, kuş için) civciv çıkarmak. 2. (Ta vuk için) civcivlerini çağırmak. [DS] civcilemek2, [civci-lemek] {ağız} gçl. f . l - r ] [ -l(i)y o r ] Sivriltmek. [DS] civcir, [? civcir / civcür] {ağız} is. - * civcür. [DS] civciv, [civ (yans.) + civ] is. 1. Kümes hayvanlarının yumurtadan yeni çıkmış bir iki haftalık yavrusu. 2. gnşl. Heyecanlı ve telaşlı çalışma. S civcivi kara, {ağız} B a şta n k a ra denilen g ü zel ve ötücü b ir kuş. [DS] civcivlemek, [civ (yans.) > civ+civ-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] 1. (Tavuk için) yavrulamak. 2. (Tavuk için) civcivlerini çağırmak. [DS] civcivlenmek, [civciv-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] Şid detlenmek; keskinleşmek, civcivli, [civciv-li] sf. 1. Hareketli; telaşlı. 2. Zorlu, civcivlik, -ği [civciv-lik] is. Civcivlerin bakımına ay rılmış olan kümes.
civcür, [? civcir / civcür jy r y r ] {OsT} {ağız} is. Kü çük tulum. [DS] civdirmek, [civ (yans.) > civ-dir-mek] {ağız} is. İneği gelişigüzel sağmak. [DS] cive1, [civ (yans.) > civ-e] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] cive2, [Far. cıve °^rr] (ci:v e) {OsT} is. kim. Cıva. civek, -ği [civ (yans.) > civ-e-k] {ağız} is. 1. Kıvıl cım. 2. Kadın şalvarlarının bacak bağı. 3. s[. Atıl gan. [DS] civelek, -ği [civ (yans.) > civ-elek / cibelek] sf. 1. Canlı, neşeli; oynak. 2. {ağız} Küçük ve sevimli. [DS] 3. {ağız} (İnsan için) küçük tipli. [DS] 4. {ağız} Toy. [DS] 5. {ağız} Geveze. [DS] 6. is. Genç insan. 7. Deve yavrusu. 8. Yeniçeri ocağına yeni giren yeniçeri adayı. 9. {ağız} Su çulluğu. [DS] 10. {ağız} Gelincik otu. [DS] 11. {ağız} Köyün bütün işlerine karışan adam. [DS] civeleklik, -ği [civelek-lik] is. 1. Canlı, neşeli ve oy nak olma durumu. 2. Civelek olanın niteliği, civez, [? civez] {ağızjsf. Çok ince. [DS] civgar, [Yun. zevgari] {ağız} is. 1. Öküz çifti. 2. Ara baya yedek koşulan at. [DS] civi, [Far. dev => civı] (civi:) {eT} is. -*■ ciğı. [Clauson] civik, -ği [civ-ik] {ağız} is. 1. Pekmez. 2. sf. Verdiği sözde durmayan. [DS] civil1, [civ (yans.) > civ-il] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçim de konuşma, çığlık atma, bağırma anlatan yansıma lı gövde. S1 civil civil, {ağız} I. (K onuşm a için) g ü z e l bir ötüşü andıran. 2. K uş se sler i içinde. 3. (H a va için) a ç ık ; güneşli. [DS] civil", [civ (yans.) > civ-il] is. 1. Küçük taneli darı. 2. Yazın ekilen ekin. 3. Doğranmış yeşil fasulye tane si. 4. Kuşburnu. 5. Yaban ördeği. 6. IÇüçük iplik çilesi. 7. sf. (Kişi için) küçük tipli. 8. Titiz; duygu lu. 9. Uyanık. S civil cücüğü, {ağız} Yaşları küçük v e ç o k sa y ıd a çocuk. [DS] civil3, [Erme, çivil] {ağız} is. 1. Yağ, peynir vb. koy maya yarar küçük toprak çömlek. 2. Yağda peyniri pişirerek yapılan bir yemek. 3. Yağı alınmış sütten yapılan peynir. [DS] civildek, -ği [civ (yans.) > civ-il-de-k] {ağız} sf. İnce sesi ile hiç durmadan konuşan. [DS] civildemek, -ği [civ (yans.) > civ-il-de-mek dlojJ^-] gçsz. f . [ - r ] [-d (i)-y o r] 1. {eAT} {OsT} Fısıldamak. 2. {ağız} Tatlı sesle konuşmak. [DS] civildeşmek, [civ (yans.) > civ-il-de-ş-mek dU-ijJy>-] {eAT} işteş, f . [-ir] Fısıldaşmak. civilgi, [civ-il-gi] {ağız} is. Asma dalı. [DS] civildirik, -ği [civ-il-dirik] {ağız} sf. (Kişi için) sıcak tan bunalarak bayılan. [DS] civilti, [civ (yans.) > civ-il-ti] {ağız} is. Kuş sesi; cıvıltı. [DS]
O T t iM I ü lf f im i.8 2 7
c iz
civir, [civ (yans.) > civ-ir] is. 1. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve fırlama hareketlerini anlatan yansımalı gövde. 2. sf. Cüce. 3. is. Dallarından sepet örülen bir tür söğüt. S civir civir, {ağız} (K işi için) g iiler yüzlü. [DS] civirdek, -ği [civ (yans.) > civ-ir-de-k] {ağız} is. Küçük çan. [DS] civirdemek, [civ (yans.) > civ-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f [~r] [-d (i)-y o r] Tatlı bir sesle konuşmak. [DS] civirdeyik, -ği [civ / ciğ (yans.) > ciğir-delc / civir dek / civir-de-y-ik] {ağız} is. Mayası gelmemiş ha murdan yapılan ekmeğin içindeki küçük maya ka barcıkları. [DS] civirmek, [civ (yans.) > civ-ir-mek] {ağızj g ç l .f . [-ir ] Aldatmak. [DS] civkirmek, [civ (yans.) > civ-kir-mek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] Fışkırmak. [DS] civrilmek, [civ (yans.) > civ-(i)r-il-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] 1. Donmak. 2. (Yaprak için) soğuk ya da sıcak yüzünden buruşmak, kıvrılmak. [DS] civrişik, -ği [civ (yans.) > civ-(i)r-iş-ik] {ağız} sf. Buruşuk. [DS] civrişmek, [civ (yans.) > civ-(i)r-iş-mek] d ö n şl.f. /'-/r/Dolaşm ak; karışmak. [DS]
{ağız}
civvede, [civ .(yans.) > civ(v)-e-de] ( c i ’vvede) {ağız} zf. Hemen; çarçabuk. [DS] ciy1, [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] ciy-ir-de-m ek, ciy-ir ciyir. ciy2, [cay / cıy / ciy (yans.)] is. Yırtılma, tırnakla yırtma, koparma olaylarını anlatan kök. [Zülfıkar] ciy-ir ciyir, ciy-ir-de-m ek. ciy3, [ciy (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde konuş ma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] ciy a k ciyak, ciy-ak-la-m ak. ciy4, [ciy (yans.)] is. Kuvvetli ve hızlı bir şekilde yanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] ciy-ir-de-m ek. ciya1, a ’ı [Ar. câyi' > ciyâ' f W ] (ciya:) {OsT} is. Kamı acıkmış olanlar; açlar.
Yüksek ve tiz bir sesle durmadan bağırmak. 2. {ağız} (Kuş ve tavuk için) yüksek sesle bağırmak. [DS] 3. {ağız} Bağırarak konuşmak. [DS] ciye1, [çiye / ciye] {ağız} is. 1. Ceviz içinin dörtte biri. 2. Badem ve fındık içi. ciye2, [Yun. tsia] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] ciye3, [Yun. tia] {ağız} is. 1. Büyükanne. 2. Hala; teyze. 3. Görümce; abla. [DS] ciyef, [Ar. cife > ciyef ^ r ] {OsT} is. Leşler, ciy er, [Far. ciğer] {ağız} is. -*■ ciğer. [DS] ciyindirik, -ği [çiğ (pişm em iş) çiğ-indirik / cıyındırık] {ağız} is. Sinirli ve yağsız et. [DS] ciyir, [ciy (yans.) > ciy-ir] {ağız} is. 1. Çakıl, kum tanesi vb. şeylerin birbirine sürtmesi, ezilmesi gibi durumlarda çıkardığı sesi anlatan yansımalı gövde. 2. Yırtma, tırnakla koparma gibi durumlarda çıkan esleri anlatan yansımalı gövde. [DS] S ciyir ciyir, {ağız} 1. (E şya için) yen i ve p a rla k . 2. (Yırtılm ak için) “ciy ir" s e si çıka ra ra k. 3. (Y em ek için) p iş m em iş tan eleri bulunun; yerken a ğ ızd a “ciy ir" s e s i çıkaran . [DS]|| ciyir ciyir etmek, {ağız} G ıcırd a m ak. [DS]|| ciyir etmek, {ağız} K ızm ak; n efret et mek. [DS] ciyirdek, -ği [ciy (yans.) > ciy-ir-de-k] {ağız} sf. “Ciyir” sesi çıkaran; ciyirtili. [DS] S ciyirdek hel vası, {ağız} H aşh aş tohumu ile pekm ezin kayn atıl m asın dan eld e ed ilen tatlı. [DS] ciyirdemek, [ciy (yans.) > ciy-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-d (i)-y o r] 1. Çok az ses çıkarmak. 2. İnce sesle yırtılmak. 3. Susuzluktan yanmak; çok kuru mak. [DS] ciyirdetmek, [ciy (yans.) > ciy-ir-de-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Gıcır gıcır etmek. [DS] ciynak, -ğı [eT. tırnak / cıynak] {ağız} is. 1. Tırnak; pençe. 2. Kıl ve yün dokumalarda yırtıcı hayvan pençesini andıran desen. 3. Köprücük kemiği. 4. Mısır tarlalarında biten, yaprakları buğdayı andıran bir yaban otu. 5. sf. Bir parça; az. [DS] ciz1, [cız / ciz (yans.)] is. Yazı yazma, çizme vb. sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] ciz-iktir-m ek.
ciya2, [Güre, ciyakela] {ağız} is. Solucan. [DS]
ciz2, -z’i [Ar. ciz' £İş-] {OsT} is. Hurma ağacı kökü,
ciyad, [Ar. ceyyid (saf) > ciyâd j U ] (ciy a:d ) {OsT}
cizal, -li [Ar. cizâl J!_^-] (ciza.i) {OsT} is. Hurma top
is. Eşkin giden iyi cins atlar,
lama.
ciyadet, [Ar. ciyâd > ciyâdet cjjLş-] (ciy a:d et) {OsT}
cizaret, [Ar. cizâret o;l_^-] (ciza:ret) {OsT} is. Deve is. 1. İyilik; güzellik. 2. Yenilik; tazelik, kasaplığı. ciyak, [ciy (yans.) > ciy-ak] is. 1. Yüksek ve tiz sesle cizek, -ği [ciz (yans.) > ciz-ek] {ağız} is. İz; çizgi. durmadan bağırma sesini anlatan yansımalı gövde. [DS] 2. {ağız} is. Kuş tüyü. [DS] S ciyak ciyak, Yüksek cizelenmek, [diz-mek > diz-ele-n-mek / diz-e-le-nve tiz b ir s e s le durm aksızın haykırarak. mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] Sıralanmak; dizilmek. [DS] ciyakela, [Güre, ciyakela] {ağız} is. Solucan. [DS] cizeme, [diz-mek > diz-e-me] {ağız} is. 1. Parmaklık. ciyaklama,, [ciyak-la-ma] is. Ciyaklamak eylemi, ciyaklamak, [ciyak-la-mak] gçsz. f i [-r ] ]-l(ı)-y o r ] 1.
2. Döşeme ağaçlarını yan yana dizerek yapılan du var. 3. Bağ; dizi; demet. [DS]
İM İK M
ciz cizfe, [Ar. cizfe 4İy>-] {OsT} is. Küçük sürü, cizgarı, [Ar. ‘acüze + T. karı] {ağız} is. Büyücü ka dın. [DS] cizge, [ciz-mek > ciz-ge] {ağız} is. Köylü kadınların önlüklerini bağladıkları yün örme ip. [DS] cizginmek, [ciz-gin-mek dUj5"^-] {eAT} dönşl. f. [iir] Dönmek; dolaşmak, cizgit, -di [ciz-mek > ciz-gi-t] {ağız} is. Bir tür beyaz fasulye. [DS] cizi, [ciz-mek > ciz-i jy>-] {ağız} is. 1. Dizi; sıra. 2. Tohum ekerken saban ya da pulluğun açtığı iz; ka rık. 3. Sebze dikmek için boylu boyunca açılan çu kur. 4. Tarlaya giden su yolu. [DS] 5. {eAT} Çizgi. fi3 cizi tutm ak, {ağız} H ayvan larla çift sürm eye b a şla rk en b ir kişi önden g id e r e k ilk izi y a p m a k ; ilk çiziyi açm ak. [DS]j| çiziyi ayaklatm ak, {ağız} Suyu a r k a getirm ek. [DS]
.
Cm , [Fr. Cürie (radyum u bulan F ran sız fiz ik çisi) > curium] is. kim. Plütonyum 2 3 9 ’un helyum çekir dekleri ile bombardımanı sonucunda bulunan, atom numarası 98, atom kütlesi 248 olup birçok izotopu bilinen, uranyum ötesi aktinitler grubundan radyo aktif bir element olan küriyumun sembolü, cm, is. Uzunluk ölçülerinden santimetrenin sembolü, cm", is. Alan ölçülerinden santimetre karenin sembo lü. Co, [Alm. kobalt (efsa n ev î b ir şeytan adı)] kısalt, kim. Yoğunluğu 8,8, atom numarası 27, atom küt lesi 58,93; sert, kırılgan, kırmızımsı beyaz bir me tal olan kobalt elementinin sembolü, cob, [cob / cop / cub (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağış lı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] c o b-la-k . S cob cob sancımak, {ağız} (Ç ıban için) zon klam ak. [DS]
çizim, [ciz-mek > ciz-im] {ağız} is. Sıra; dizi. [DS] S çizim çizim, 1. {eAT} D ilim dilim ; ş e r h a şerh a . 2. {ağız} S ıra s ıra ; dizi dizi. [DS]
coblak, -ğu [cob (yans.) > cob-la-k] {ağız} is. 1. Lavabo suyunun aktığı çukur; pis su çukuru. 2. Düz arazide yağmur sularının biriktiği yer. [DS]
cizimlik, -ği [ciz-mek > ciz-im-lik] {ağız} sf. Bir sı raya yetecek kadar. [DS]
coblan, [cob (yans.) > cob-la-n] {ağız} is. 1. Sarp dağlarla çevrili vadi. 2. Büyük derin dere. 3. Batak lık. 4. Balta girmemiş orman. [DS]
cizlam a, [ciz (yans.) > ciz-la-ma] {ağız} is. Taş üze rinde pişirilen yufka. [DS] cizm, [Ar. cizm ?y>-] {OsT} is. 1. Tayın. 2. Porsiyon. çizme, [çek-me / çöz-me > ciz-me] {OsT} {ağız} is. Çizme. [DS] çizmek, [ciz-mek > ciz-mek] {ağız} gçl. f . [- e r ] İpe dizmek. [DS] cizrnir, [Ar. cizmır jyy=r] (cizm i:r) {OsT} is. Ağaç kü tüğü. cizn, [Ar. cizn o y r] {OsT} is. 1. Kök. 2. Ağaç kütüğü. Cizvit, [Fr. Jésus (İsa) > jésuite] is. 1. tsa birliği üyesi. 2. sf. Cizvitlerle ilgisi olan. S cizvit börül ce, {ağız} K ü çü k cins b ir fasu ly e. [DS] cizvitlik, [cizvit-lik] is. Cizvitlerin ahlaki, sosyal, di nî sistemleri. cizye, [Ar. cizye
{OsT} is. İmparatorluk döne
minde devleti metbu tanımış bulunan Müslüman olmayan ahaliden devletçe can güvenliğinin sağ lanmış olmasından dolayı İslâmî hükümlere daya nılarak alman kişisel vergi. 0 cizye-dâr, {OsT} H ı ristiyan teb a a d a n vergi toplayan tahsildar.\\ cizye-i gebrân, {OsT} H ıristiyanlardan alm an vergi. | cizye-güzâr, {OsT} İslam devletin e cizye öd ey en M üs lüm an olm ayan genç. cl, is. Hacim ölçülerinden santilitrenin sembolü. Cl, [Yun. khloros > Fr. chlore] (k lo r l in ce söylen ir) kısalt, kim. Normal sıcaklıkta gaz hâlinde bulunan, atom numarası 17, atom ağırlığı 35,46 ve yoğunlu ğu 2,5 gr/cm3 yeşil sarı renkte, keskin ve pis koku lu, zehirli bir element olan klorün sembolü.
cobol, [İng. Common Business Oriented Language (o rtak g ö r e v bu lm a dili)] kısalt, bsy. Ticaret ve iş yeri yönetimde kullanılan yapma bir bilgisayar dili, cobuduk, -ğu [cob (yans.) > cob-ud-uk] {ağız} sf. Çok ıslak; çok sulu; sırılsıklam. [DS] S cobuduğu çıkm ak, {ağız} Sırılsıklam ıslanm ak. [DS] cobuk, -ğu [cob (yans.) > cob-uk] {ağız} is. 1. Arazi üzerindeki küçük çukurlar. 2. Kısa boylu ve zayıf at. 3. Yeni palan vurulacak at. 4. sf. Tatsız; biçim siz. 5. Çiçekbozuğu yüzlü; çopur. 6. Budanmış; kesilmiş. 7. (At, eşek, katır için) kuyruğunun ucun daki uzun lallar kesilmiş olan. [DS] cobul1, [cob (yans.) > cob-ul] {ağız} is. 1. Etrafı yüksek dağlarla çevrili dere. 2. Küçük su birikinti si. 3. Bulanık su. [DS] cobul2, [cob (yans.) > cob-ul] {ağız} sf. Bol. [DS] S cobul düşmek, {ağız} Yem eği iştahla y em ek. [DS]| cobul olmak, {ağız} Ç o k bu lm ak; bıkm ak. [DS] cobut, -du [Far. çöp => cob-ut] {ağız} is. Kısa ve kalın sopa. [DS] coca-cola, [İng. coca-cola (tescil ed. ad)] (k o'k ak ola ) is. Kokaini çıkarılmış koka yaprakları ve kola cevi zi özsuyu, şeker, karamela, su ve karbon gazı karı şımı ile üretilen bir tür sodalı içecek, coddu, [codd-u ?] {ağız} sf. Kısa boylu. [DS] cof, [Erme, coh (zengin) > cof] {ağız} is. 1. Gösteriş; parlaklık. 2. sf. Eli açık; cömert. 3. Şakacı. [DS] cofcof, [cof+cof] {ağız} is. 1. Ağız kalabalığı; geveze lik. 2. Süs eşyası; süs. [DS] cofcoflu, [cof+cof-lu] {ağız} sf. Renkli; gösterişli; parlak. [DS]
ı r a t i f E » ö ü . 829
COM
cogi, [Far. cögı / covgi] {eATJ is. Hint fakiri, coğ, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay namasını anlatan kök. [Zülfıkar] co ğ -u l çoğul, co ğ ıl-da-k, coğ-u l-dak, co ğ -u l co ğ -u l sağm ak.
cokurdam ak, [cok (yans.) > cok-ur-da-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-d(u )-y or] (Kaynak suyu için) çıkar ken ses çıkarmak; sesli kaynamak. [DS]
coğıldak, -ğı [coğ (yans.) > coğ-ıl-dak] {ağız) is. Çağlayan. [DS] coğlaşmak, [coğ-la-ş-mak] {ağız) işteş, fi. [-ır ] Top lanmak; yığılmak. [DS]
colaf, [Ar. culâb / Far. gulâb] {ağız} is. 1. Şekeri so ğuk suda eriterek yapılan-şerbet. 2. Pestil hoşafı. [DS]
coğrafî, [Ar. coğrafî] (co ğ r a fi:) {OsT) sf. Coğrafya ile ilgili. coğrafîyim , [Ar. coğrafiyyün] (coğrafiyyu :n ) {OsT} is. Coğrafyacılar, coğrafya, [Yun. geograhia > Ar. coğrafya] is. 1. Y er yüzünün doğal ve beşerî görünümünü inceleyen ve belirleyen bilim dalı. 2. Bir bölgenin fizikî ve be şerî özellikleri, coğrafyacı, [coğrafya-cı] sf. 1. Coğrafya ile ilgili araştırma ve inceleme yapan. 2. Coğrafya dersi ve ren. coğrafyacılık, -ğı [coğrafya-cı-lık] is. Coğrafya uz manlığı. çoğul, [coğ (yans.) > coğ-ul] is. Su sesini, suyun çağ layıp akmasını, sıvıların kaynamasını anlatan yan sımalı gövde. S çoğul çoğul sağm ak, {ağız} Gür ve b o l o la r a k sağm ak. [DS] coğuldak, -ğı [coğ (yans.) > coğ-ul-da-k] is. Taşların arasından akan su. coğuldaşmak, [coğ (yans.) > coğ-ul-da-ş-mak] {ağız) işteş, f i [-ır ] Koro hâlinde şarkı okumak. [DS] coh, [Erme, coh] {ağız) sf. 1. Gamsız; şen. 2. Gözü tok; cömert; eli açık. [DS] cohcohun, [Erme, çahçahun] {ağız} is. Karışıklık; ana baba günü. [DS] cohum, [coh-um] {ağız} is. Bolluk. [DS] cok', [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay namasını anlatan kök. [Zülfıkar] cok-u r-da-m ak. cok2, [cak / cok / cuh / cuğ / cuk (yans.)] is. Yeme, çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] co k-u r cokur. cok3, [Erme, cog / Rus. joh ?] is. 1. Aşık kemiğinin çukur tarafı; cuk. 2. Aşık oyununda aşığın istenilen biçimde oturması, cokey, [İng. jokey (genç, uşak)] is. Yarış atlarına bi nerek koşturan ve bu alanda kendini yetiştirmiş ki şi; binici. cokeylik, -ği [cokey-lik] is. Cokeyin işi ve mesleği, cokur, [cok (yans.) > cok-ur] is. 1. Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kaynamasını anlatan yansımalı gövde. 2. Yem e, çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan yansımalı gövde. S cokur cokur, {ağız) (Ç ocuğun em m esi için) “c o k co k! ” s e sler i çık a ra ra k . [DS]
colab, [Ar. culâb / Far. gulâb] {ağız} is. Temiz, duru su. [DS]
columbudak, [comb (yans.) > columb-ud-ak
yr]
{eAT) zfi. “Com” sesi çıkararak; combadak. colmak, [gel-mek / col-mak] {ağız} gçsz. f i [ - a r ] Gelmek. [DS] com , [com] {ağız} sf. 1. Her şeye karşı merakı olan. 2. is. Suyun en derin yeri. 3. Dairenin içi. [DS] S com baş, {ağız} Anlayışsız. [DS]|| com com, {ağız} B o l bol. [DS]|| com com etmek, {ağız} S a rsıla ra k y ü rü m ek; tin tin gitm ek. [DS]|| com olm ak, {ağız} T oplanm ak. [DS] com art, [Far. cümerd] {ağız} is. Eli açık; cömert. [DS] com b 1, [camb / cımb / cmb / cirnb / cimp / comb / conb / cumb (yans.)} is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] com b-u lda-m ak, com b-ak. comb2, [camb / cımb / comb / comp / cum / cumm / cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] com b -a-d ak, com b-ul-tuy a düşm ek. comb3, [camb / comb / cumb (yans.)] is. Düşme, yuvarlanma, takla atma gibi eylemler sırasında çı kan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] co m b -a-d a k, co m b -al-a k, com b-al-la-k. com ba, [comb-a] {ağız} is. 1. Genç erkek manda; manda danası. 2. Yaşı büyük olmakla birlikte vücut yapısı küçük olan manda. 3. Güçlü kuvvetli, yiğit erkek çocuk. [DS] com badak, -ğı [comb (yans.) > comb-adak] (co'm b a d a k) zfi 1. Birdenbire. 2. “Comb” sesi çıkararak. S com badak kılmak, -*■ combalak kılmak. com b ak 1, -ğı [comb (yans.) > comb-ak] {ağız} is. Yaprakları soyulmuş fakat koparılmadan halka şek linde sarılarak bağlandıktan sonra biribirine geçi rilmiş mısır hevengi. [DS] combak2, -ğı [comb (yans.) > comb-ak] {ağız} is. Küçük göl; gölcük. [DS] com balak, -ğı [comb (yans.) > comb-alak] {ağız} is. Takla. [DS] 3 combalak kılmak, {ağız} T akla a t mak. [DS] com ballak, -ğı [comb (yans.) > comb-al(l)ak] {ağız} is. Takla. [DS] com baz, [comb-az] {ağız) is. Başın tepe kısmında bırakılmış uzun saç tutamı; perçem. [DS] combu, [comb-u] {ağız} is. Büyük ve saplı testi. [DS] combul, [comb (yans.) > comb-ul] {ağız} is. 1. Sıvı
COM
içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan yansımalı gövde. 2. zf. (Bir yere toplanma, üşüşme için) düşercesine. [DS] S combul çokuş, {ağız} H ep b ir d en ; toptan. [DS] combulak, -ğı [comb (yans.) > comb-ul-ak] {ağız} is. Takla. combuldam ak, [comb (yans.) > comb-ul-da-mak] {ağız} is. (Su için) çalkalanmak. [DS] combuldatm ak, -ğı [comb (yans.) > comb-ul-da-tmak] {ağız} gçl. f . [-ir] Bir sıvıyı çalkalamak; bu lunduğu kabı sarsmak. [DS] combullak, -ğı [comb (yans.) > comb-ul-la-k] {ağız} is. Takla. [DS] combııltu, [comb (yans.) > comb-ul-tu] {ağız} is. Bir sıvının içine düşen cismin çıkardığı ses. [DS] f? combultııya düşmek, {ağız} m ecaz. B ird en b ire bir olayın için e g irm ek ; kendini olay ların için de buluverm ek. [DS] com bıır, [comb (yans.) > comb-ur] {ağız} [DS] is. Yıkanma, yüzme sırasında çıkan su sesini anlatan yansımalı gövde, t? combıır com bur etmek, {ağız} [DS] Yıkanırken a şırı d e r e c e d e su s e s i çıkartm ak. com burt, [comb-ur-t ?] {ağız} is. Kadınların belden aşağı kısmı. [DS] com m an, [com-man] {ağız} is. İri yarı ve aptal çocuk. [DS] co m p 1, [camb / cımb / comb / comp / cum / cumm / cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] com p etm ek. S comp etmek, {ağız} (Suya atılan veya düşen iri b ir nesne için) "com p ” s e si ç ık a ra ra k düşm ek. [DS] com p2, [camb / comb / cumb (yans.)] is. Düşme, yu varlanma, takla atma gibi eylemler sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] com p kalm ak. S comp kalmak, {ağız} B ird en b ire b ir olayın o rta sın d a kalm ak. [DS] :om zunnıak, [com-(u)z-un-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] İsteklenmek; heveslenmek. [DS] con, [Erme, con] {ağız} is. Çavdar. [DS] conb, [conb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] con b-u l conbul, conb-ul. conbul, [conb (yans.) > conb-ul] is. Sıvıların çalkanması ile oluşan hareketleri anlatan yansımalı gövde. S conbul conbul, {ağız} (Su s e si için) ç a l kan tıdan dolayı “c o n b ” s e s i çıkartarak.[DS]\\ con bul conbul etmek, {ağız} Yıkanırken se s çıkarm ak. [DS] conbul, [conb (yans.) > conb-ul] {ağız} is. Su güğü mü. [DS] ö conbul conbul, {ağız} “C on b ” sesler i çıka ra ra k. [DS] concoloz, [konçuy + Yun. -los / karkantzolos > koncolos] {ağız} is. 1. Hortlak. 2. Sara hastalığı yap tığına ve kış geceleri dolaştığına inanılan hayalî yaratık. 3. İhtiyar kadın. 4. Bunak kadın. 5. sf. Bo zuk düzen; karmakarışık; berbat. [DS]
ÖIÜMIİİfflftEM. cong1, [cong (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfıkar] cong-ul-da-m ak, cong2, [cong (yans.)] is. Su ve sıvıların kaynamaları sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] con g -ıd congul, cong-ul-da-m ak. congalaz, [koncolos] {ağız} -*■ concoloz. [DS] congaz, [cong-az] {ağız} is. Haç. [DS] congul, [cong (yans.) > cong-ul] {ağız} is. Sıvıların kaynamasını ve bu sırada çıkan sesi anlatan yansı malı gövde. [DS] congul congul, {ağız} B o l bol. [DS] conguldam ak, [cong (yans.) > cong-ul-da-mak] {çı ğız} gçsz. f . [-r ] [-d (u )y o r] 1. (Sallanan şeyler için) ses çıkarmak. 2. İstek uyanmak; arzu duymak; kanı kaynamak. [DS] conguldaşmak, [cong (yans.) > cong-ul-da-ş-mak] {ağız} işteş, f . [ -ır ] (Birkaç kişi için) bir araya gele rek gülüşüp konuşmak. [DS] Coni, [İng. johnny (küçük Jo h n )] is. alay. 1. Ameri kalı. 2. argo. c. is. Büyükler tarafından çalıştırılan yankesici çocuk. conk1, [conk (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] conk-ul-da-m ak. conk2, [conk (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfikar] con k-la-ş-m ak. S conk kuşu, {ağız} Baykuş. [DS] conkabır, [cong (yans.) + kab-uk > kab-ur > conkabır] {ağız} is. Dış kabuğu soyulmuş ceviz. [DS] conkabırlam ak, [conkabır-la-malc] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Cevizleri dışındaki yeşil kabuktan ayır mak. [DS] Conkikirik, -ği [İng. john + T. kikirik (yans.)] is. argo. İngiliz. conklaşmak, [conk (yans.) > conk-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [ -ır ] Birkaç ldşi bir araya gelerek gürültülü biçimde gülüşüp konuşmak. [DS] conkuldam ak, [conk (yans.) > conk-ul-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [ -d(u)-yor] Kaimli inceli çıngırak lar çalınmak. [DS] co n ta1, [İt. giunta / giunto > Fr. joint] is. Geçirmezliği sağlamak üzere, sıkıştırılmış iki yüzey arasına yerleştirilmiş ince parça. conta2, [İt. zonta] is. dnz. Yan yana gelen iki sac levhayı birbirine bağlamakta kullanılan parça lev ha. co p 1, [cep / cop (yans.)] is. Yemek sırasında ağız şa pırdatmayı anlatan kök. [Zülfıkar] co p -u r çopur, co p -u l copul, cop-ur-da-t-m ak. cop2, [cop (yans.)] is. 1. Sıvılar içinde, yağışlı hava larda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluş turulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök.
O I M
M
M
CO R
.8 3 1
[Zülfıkar] co p cop, co p co p etm ek. 2. {ağız} Bataklık. [DS] 0 cop cop etmek, {ağız} Yıkanmak. [DS]
coram ak, [cor-a-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-r(ıı)-y or] Toplanıp konuşmak; tartışmak. [DS]
cop3, [cop /corp (yans.)\ is. Yutkunmayı ve yutkun ma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cop ul copul.
c o rc o r1, [cor (yans.) +cor] {ağız} sf. Sulu; cıvık. [DS] fi1 corco r pekmezi, {ağız} Duttan y a p ıla n sulu p ekm ez. [DS] corco r2, [cor+cor] {ağız} is. Hindi. [DS]
cop4, [Far. çüb / çöb] {OsT} is. 1. İnsan dövmek amacıyla özel olarak yapılmış içi demirli kauçuk sopa. 2. Kalın kısa değnek. 3. {ağız} Cirit değneği. [DS] coplama, [cop-la-ma] is. 1. Cop ile birini dövmek eylemi. 2. {ağız} Evlerin damına konulan ince uzun ağaçlar. [DS] coplamak, [cop-la-mak] gçl. fi. [ - r ] [-l(u )-y or] 1. Cop ile vurmak. 2. Cop ile dövmek, coplan, [cop-la-n] {ağız} is. Sarp dağlarla çevrili va di. [DS] coplanm a, [cop-la-n-ma] is. 1. Cop sahibi olma du rumu; cop edinme. 2. Cop ile vurulma, dövülme, coplanmak, [cop-la-n-malc] g ç l .f . [-ir ] 1. Cop sahibi olmak; cop edinmek; cop kuşanmak. 2. edil. f i Cop ile vurulmak, dövülmek,
corcu, [cor-cu] {ağız} sf. Dedikoducu. [DS] corh, [corh / cork (yans.)] is. Yutkunma, yutma sıra sında yutaktan gelen sesi anlatan köle. [Zülfıkar] corh-ıı-dak. corhudak, -ğı [corh (yans.) > corh-u(d)-ak] {ağız} is. Boğazdan çıkan hırıltılı ses. [DS] co rk 1, '[corh / cork (yans.)] is. Yutkunma, yutma sırasında yutaktan gelen sesi anlatan kök. [Zülfıkar] co rk -u l corkul, cork-a-d ak, cork-ul-da-t-m ak. cork2, -ku [cork] {ağız} is. Kuluçka. [DS] S cork ta vuk, {ağız} K u lu çkaya g elm iş tavuk. [DS] corkadak, -ğı [cork (yans.) > cork-a-dak] {ağız} zf. Birdenbire; aniden. [DS]
coplatmak, [cop-la-t-mak] gçl. fi. [-ır ] Bir kimseyi, başka birine cop ile dövdürmek,
corklam ak, [cork (yans.) > cork-la-mak] {ağız} gçsz. f i [ - ı ] [-l(u )-y or] Kuluçkaya yatmak. [DS] corkul, [cork (yans.) > cork-ul] {ağız} is. Yutkunma sırasında yutaktan gelen sesi anlatan yansımalı gövde. [DS] S corkul corkul, {ağız} (Yemek, em m ek için) istekle ve “c o r k ” s e sler i çıka ra ra k. [DS]
coppadak, -ğı [cop (yans.) > cop(p)-a-dak] {ağız} zf. (Bir sıvı içine düşmek için) birdenbire ve “cop” sesi çıkararak. [DS]
corukuldatm ak, [cork (yans.) > cork-ul-da-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] İştahla ve tadını çıkararak yemek; yutmak. [DS]
copul, [cop (yans.) > cop-ul] is. Yutkunmayı ve yut kunma sırasında çıkan sesi anlatan yansımalı göv de. S copul copul, {ağız} (Yemek, em m ek için) is tekle ve “co p c o p ” s e s le r i çıkartarak. [DS]
corkuntu, [cork (yans.) > cork-un-tu] {ağız} is. Tor tu. [DS] corlak, -ğı [cor (yans.) > cor-la-k] {ağız} is. zool. Bağırtlak. [DS]
çopur, [cop (yans.) > cop-ur] {ağız} is. Yemek yer ken ağız şapırdatmayı ve iştahı anlatan yansımalı gövde. [DS] S çopur çopur, {ağız} (Y em ek için) iştahlı b ir biçim d e se s ç ık a ra ra k ; höpü rdeterek. [DS] copurdatm ak, [cop (yans.) > cop-ur-da-t-mak] {ağız} g ç l . f [ -ır ] 1. Sulandırmak. 2. İstekle ve ses çıkara rak yemek; şapır şupur yutmak. [DS]
corlaşm ak, [cor (yans.) > cor-la-ş-mak] {ağız} işteş, f i [ - ır ] 1. Toplanıp konuşmak; tartışmak. 2. Toplu hâlde gürültü yapmak. [DS]
coplatma, [cop-la-t-ma] is. Birini başkasına cop ile vurdurma veya dövdürme işi.
coput, [cop (yans) > cop-ut] {ağız} sf. Çok ıslanmış. [DS] cor1, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)} is. Sıvı madde lerin akışı, dökülüşü ve ishal olma durumunda çı kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] co r-u l-co ru l alc-mak, c o r cor, cor-ul-da-m ak. cor , [Ar. (Sur.) jj-i] {ağız} is. 1. Söz. 2. Toplanıp konuşma; danışma. [DS] 0 cor davarı, {ağız} B ü tün köy d avarların ın katıldığı sürü. [DS]|| cor et mek, {ağız} 1. T oplanıp ekin biçm ek. 2. K onuşm ak. [DS] coralaşmak, [cor-a-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [ -ır ] Bir yiyeceğin başına üşüşmek ve kısa zamanda bitir mek. [DS]
co rp 1, [cop /corp (yans.)] is. Yutkunmayı ve yut kunma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] co rp yutm ak. S corp yutm ak, {ağız} A ldığını v er m em ek. [DS] corp2, [corp (yans.)] is. Birden kuvvetlice çarpma, bu biçimde vurma, kesme anlatan kök. [Zülfıkar] co rp a-dak. corpadak, -ğı [corp (yans.) > corp-a-dak] {ağız} zf. (Batma, çarpma, vurma için) birdenbire ve etkilice. [DS] cort, [cort] {ağız} is. 1. Öfke;, hırs. 2. Şiddet. [DS] t? cort atm ak, {ağız} Öğiinmek. [DS]|| c o rt etmek, {ağız} 1. P alavradan , y alan d an sö z verm ek. 2. B ir işi veya sözü b ird en b ire bozm ak. 3. işin sonunu g etirem em ek; bozm ak. [DS]|| c o rt sözlü, {ağız} A çık sözlü. [DS] cortlam ak, [cort (yans.) > cort-la-mak] {ağız} gçsz. f i [~r] [-l(u )-y or] Gizlenen şeyi söyleyivermek. [DS] cortlatm ak, [cort (yans.) > cort-la-t-mak] {ağız} gçl.
COR f . [-ır] Bel, çap, saban gibi tarım araçlarının kul lanmaktan dolayı aşınmış uç ve kenarlarını inceltip keskinletmek. [DS] cortm ak, [yort-mak > cort-mak] {ağız} gçsz. f i [ - a ı ] 1. Yavaş koşmak. 2. (Vida, çivi vb. için) sökmek; işletmek. [DS]
h m keh m k. coşkulanm ak, [coşku-la-n-mak] gçsz. f i [-ır ] Coşku ya kapılmak, aşırı heyecan duymak, coşkulu, [coşku-lu] sf. Coşkuya kapılan; aşırı heye can duyan. coşkun, [coş-kun] sf. 1. Coşmuş olan. 2. (Deniz, nehir vb. için) kabaran, coşan,
coruk, -ğu [cor (yans.) > cor-uk] (ağız) sf. 1. Büyü memiş; gelişmemiş. 2. (Kişi için) fıtıklı. 3. Züğürt; para tutmayan. 4. İnatçı. 5. is. Bahane; özür. 6. Fi dan. 7. Yıkılmaya yüz tutmuş yapı; yıkıklık. [DS] S coruk koşmak, {ağız} H aklı haksız h e r şe y e iti ra z etm ek. [DS]
coşkunca, [coşkun-ca] zf. Coşkun bir biçimde; coş kulu olarak.
coruklam ak, [cor (yans.) > cor-uk-la-mak] {ağız) gçsz. f. [ - r ] [-l(u )-yor] 1. Zayıflamak. 2. Uyukla mak. 3. Şalca olarak birinin kalçasına dokunmak. [DS] corul, [cor (yans.) > cor- ul] {ağızj is. Sıvıların bol olarak dökülüşünü ve bu sırada çıkardıkları sesleri anlatan yansımalı gövde. [DS] £? corul corul, {ağız} (in ek sütü vb. için) ç o k ; bol. [DS]|| corul corul akm ak, {ağız} (Yağlı y iy ece k için) yerken y a ğ ı akm ak. [DS]|| corul corul konuşmak, {ağız} Ç o k kon uşm ak; gürültü yapm ak. [DS]
coşkunluk, -ğu [coşkun-luk] is. 1. Coşkun olma du rumu. 2. Büyük heyecan, coşm a, [coş-ma] is. 1. Büyük bir sevinç veya heye can içinde duygularını dışa vurmak eylemi. 2. (De niz, ırmak için) Artma, kabarma, şiddetlenme ey lemi.
coruldam ak, [cor (yans.) > cor-ul-da-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-d(u )-y or] Toprak damlarda yağmur sularını akıtan oluklardan bol bol akışı belirten ses ler gelmek; şarıldamak. [DS] coruldaşm ak, [cor (yans.) > cor-ul-da-ş-mak] {ağız} işteş, f. [ - ır ] 1. Toplanıp konuşmak; tartışmak; ka rar vermek. 2. Gürültü yapmak. [DS] corum , [İt.ciurma] is. 1. Balık akını. 2. Uskumruların büyük balıklardan ürkerek kıyılardaki kayalıklara sığınmaları durumu, coslatm ak, [cos (yans.) > cos-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Cızlatmak. coş, [coş (yans.)] is. Kabaran denizin dalgalarının ya da akar suyun kabardığı zaman çıkardığı ses. >5 coş coş, H er an oyn am aya h azır olan.
coşkunlaşma, [coşkun-la-ş-ma] is. Coşkun duruma gelmek eylemi, coşkunlaşmak, [coşkun-la-ş-malc] gçsz. f i [-ır] Coşkun bir durum almak; coşkunluk kazanmak,
coşmak, [Far. cüş (taşm a, k ab arm a ) ?/ coş (yans.) > coş-mak] gçsz. fi. [ - a r ] . 1. Büyük bir sevinç veya heyecan içinde duygularını dışa vurmak. 2. (Deniz dalgası, ırmak akıntısı vb. için) artmak; kabarmak; şiddetlenmek. 3. {ağız} Uzamak. [DS] 4. {ağız} Ge nişlemek. [DS] coştar, [Far. cüş-dâr] {ağız} is. 1. Cömert; eli açık. 2. Fesatçı. 3. (Erkek için) çapkın. [DS] coşturm a, [coş-tur-ma] is. Birinin coşmasını sağla mak eylemi. coşturm ak, [coş-tur-mak] gçl. fi. [-u r ] 1. Birinin coş masını sağlamak. 2. Coşmasına yol açmak. 3. Coş ku uyandıracak heyecan verici katkıda bulunmak, coşturucu, [coş-tur-ucu] sf. Coşturan; coşku sağla yan. coşturuculuk, -ğu [coş-tur-ucu-luk] is. 1. Coşturucu olma durumu. 2. Coşturucunun niteliği, coşturulm a, [coş-tur-ul-ma] is. Coşku verilme; coşku uyandırılma,
coşak, -ğı [coş (yans.) > coş-ak] {ağız} is. 1. Bataklık. 2. sf. Çabuk coşan. [DS] coşanm ak, [coş (yans.) > coş-an-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Taşmak; püskürmek. [DS]
coşturulm ak, [coş-tur-ul-mak] edil, f i [-u r] Coşku uyandırılmak; coşması sağlanmak,
coşarm ak, [coş (yans.) > coş-ar-mak] {ağız} gçl. f i [ır] 1. Bir şeyi abartarak anlatmak. 2. Gururla ka barmak; kurulmak. [DS]
cotlak, -ğı [cot-la-k] {ağız} sf. Aptal. [DS]
coşartm ak, [coş (yans.) > coş-ar-t-mak] {ağız} gçl. fi. [- ır ] Bir şeyi abartarak anlatmak. [DS]
cotturm ak, [cot-tur-mak] {ağız} gçsz. fi. [-u r] Kızıp gitmek. [DS]
coşdan, [coş (yans.) > coş-(u)d-an] {ağız} sf. Boşbo ğaz; geveze. [DS] coşka, [? coşka] {ağız} sf. 1. Dikkatsiz. 2. Sıska; cılız. [DS]
cotturuk, -ğu [cot-tur-uk] {ağız} sf. Kocamış ve çirkinleşmiş. [DS] çotuk, -ğu [çot-mak > çot-uk] {ağız} is. 1. Asma. 2. Budak. [DS]
coşku, [Far. cüş (taşm a, k ab arm a ) ? / coş (yans.) > coş-ku] is. Aşırı heyecan; coşkunluk,
cotuşm ak, [çat-mak / çot-mak > > cot-uş-mak] {ağız} işteş, fi. [-u r ] Çiftleşmek. [DS]
coşkulanm a, [coşku-la-n-ma] is. Coşkuya kapılmak eylemi.
cov, [? cov] {ağız} is. Küçük pirinç bağlamı. [DS]
cot, [cot] {ağız} is. 1. En küçük pirinç karığı. 2. İki duvar arasındaki dar açıklık. [DS] cottu, [cot-tu] {ağız} sf. 1. Yüzü çiçek bozuğu olan; çopurlu. 2. Bodur. [DS]
covaşlık, -ğı [çoğ (b ir y e r e düşen gü n eş ışığı) > çoğ-
m
M CE » Ö ü . 833________________________________
__________________________________________________C Ö R
aç-hk] {ağız} is, Evin ve bahçenin güneş gören yer leri. [DS] covuk, -ğu [Erme, cağ (tel)] {ağız} is. Şemsiye teli.
cöddürük, -ğü [cödd-ür-ük] {ağız} sf. (Erkek için) kısa boylu. [D S] cöde, [cöd-e] {ağız} is. Küçük somun. [D S]
[D S]
coyınak, [Kıpç. yoy-mak] {ağız} gçl. f i [ - a r ] Yok etmek; imha etmek; kaybetmek. [D S] coytmak, [yoy-ut-mak] {ağız} gçl, fi. [-u r ] Kaybet mek. [D S] coyulmak, fyol-ul-mak] {ağfz} edil. f i [-u r] Yok edilmek; yıkılmak. [DS] coz’j [caz 1 ®İ2 I Göt (yans.)) is. Yanan bir şeyi suda söndürme sırasında çıkan sesi anlatan kök. ]Zül tı kar] 'C'öz^til töz-la-m ak] ‘{âğfz} gçsz. f . ifir] [4 (u )-y o r] 1» Süya gömülmek; dalmak. 2. (Yanan kömüif için) suya atılmea ses çıkarmak. ■[DS] coznıak, [coz (yarn.) > coz-mak] {ağız} g çsz . f i [ -ü t] Vazgeçmek; dönmek; mızıkçılık etmek. [DS] cozulamak, [coz (yans.) > cöz^ül-a-mak] {ağız} gçsz, f . J - r ] ,[-l{u)-yor] Ağlarken nııziİtılı sesler çıkar mak, 'DS] cozul, [Coz (yaws-.) > coz-ul| is. Yanan bir şeyin su ile söndürülmesi anında çıkan sesi anlatan yansımalı gövde. S cozul cozul, {ağız} (K ayn am ak için) fa z la ses çıka ra ra k. [D S] cozurdamak, jc cöZ-ür^da-niak] {ağız} gçsz.. f . /-)■/ /-ii{u )-y o ı] (Yağ için) kızarırken ses çıkarmak. [DS] cozlıtmak, [coz (yans.) > coz-ut-mak / coz+et-mek] {ağız} gçsz, f i [ -u t] 1. Kaçmak, t . Darılmak, 3-. So ğuktan büzülmek, 4. Aklını kaçırmak. 5. Yoldan çıkmak. [D S] cöbük, -ğü [cöb-ük] (ağız} İs. İki çizginin birleşme sinden oluşan açıklık; açı. [DS] cöbüi, [eT. Çöp-ür > 'cöbni'r] {ağizj cöbürTü] {'ağız} sf. (Kişi için) mide Ve bağırsak hastalığı olan. [DS] cöc, [? cöej {üğiz} is. Sefmaye; anapara. [D S] cö'cefitıek, [cöc-er-mek] {ağız} gçsz, f i [ -ir ] 1. Küf lenmek. 2. Filizlenmek; yeşermek; cücüklenmek. [DS] cocertmek, [cöc-er-t-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Yeşil
lendirmek. [DS] CÖddü, [cMd-u] {ağız} sf. Büyümemiş; gelişmemiş. (DS|
cöğeltmek, [çöğ-mek > coğ-el-t-mek
y>-] {eAT}
{OsT} gçl. fi [-ir] Yukarı kaldırmak, cökündür, [Far. çuğundur] {ağız} is. 1. Toprak altın da kalan öt kökleri. 2. Pancar. [D S] cömbek, -ği [cömb-ek] {ağız} is. Karın; mide. [DS] cöm erm ek, [eT. *çömer-mek] {ağız}] gçsz. fi. [-ir] Bakakalmak. [DS cöm ert, -di [Far, cuvânmerd => cömerd] {OsT} sf. 1. Elindekini vermekten kaçınmayan; eli açık. 2. Çok ürün veren; verimli, cöm ertçe, [cömert-çe] zfi 1. Cömert olarak; cömert bir biçimde. 2. Sakınmadan, bol bol, cömertleşm e, [cömert-le-ş-me] is. Cömert davran mak eylemi. Cömertleşmek, [cömert-le-ş-inek] dönşl, f i [-ir] 1. Cömertçe davranmak. 2. Cömertçe davranır hâle gelmek. Cömertlik, -ği [cömert-lik] is. İ. Cömert olma duru mu. 2. Cömert olanın niteliği; el açıklığı; semahat. 3. Verimlilik; bolluk, cönbelek, -ği [cömb-e-lek] {ağız} is. Sevinçten güler ken göbeğin oynaması. [D'S] cöııg1, [cöng (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve 'ötüşmeyi anla tan kök, [Zülfıkar] cim g-iir dc-m ek. cöng2, [Malay, cong > Far. cüng] {OsT} is. 1. Bir tür büyük gemi. 2. Cönk, cöngeltmek, [cöng-el-t-mek dUjJSÖ^] gçl. f i [-ü r ] Yukarı kaldırmak, conger, [Cöfi-er] (cö n erj {ağız} İs. Kız arkadaş. [D S] cöngerlik, -ği [cön-er-likİ (cökerlik) {ağız} is. Kız arkadaşlık. [D S] S1 cönerlik etmek, {ağız} A rka d aş lık etm ek. [D S] cöngürdemek, [cöng (yans.) > cöng-ür-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [- r ] [-d(ü )-yor] Söylenerek ağlamak. [D S]
cönk1, [Malezya d. eong > Far. cüng => cönk &$>•]
is. İ. Büyük yelkenli gemi. 2. {OsT} ed. Halk şairle rinin şiirlerinin toplandığı, uzunlamasına açılan el yazması, dana derisi kaplı şiir defteri; dana dili; sığır dili. cönk2, -gü [? cönk] {ağız} is. Köşe. [D S] cönk3, [cöng (yans.) > cönk] {ağız} sf. (Kişi için) şakacı, gülenyüzlü. [D S] cönklü, [cönk-lü] {ağız} sf. Neşeli. [DS] cördek, -ği [eört (yans.) > cör(d)-ek] {ağız} is. Su bardağı. [DS] cördük, -ğü [? çördük > cördük] {ağız} is. Ahlat; çördük. [DS] cöretm ek, [cör (yans.) > cör-et-mek] {ağız} gçl. .fi. [ir] Suda haşlamak. [DS]
0 ÏÜ H M M Ü H .8 3 4
CÖR c ö r t1, [cırd / cırt / cört (yans.)] is. Bir yerde tutulan, sıkıştırılan sıvı ve diğer akışkanların veya domates vb. meyvelerin ezilmesiyle içindeki sıvıların dışa rıya çıkmaları, fırlamaları, tepilmeleri sırasında çı kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cö rt cört. S cört cört, {ağız} (M eyveler için) sulu. [DS]
cu3, -u ’u [Ar. cu‘ £ y r] (cu:) {OsT} is. Açlık; aç kal
c ö rt2, [cört] {ağız} sf. 1. Topal ya da çolak. 2. Geliş memiş; büyümemiş. 3. Kaba saba. 4. Savruk; sa kınması olmayan. [DS] S cö rt etmek, {ağız} Yanlış yapm ak. [DS]
cu5, [Far. cü / cüy y ? /
cörtle, [cört (yans.) > cört-le / cört-le-k / cörtleği] {ağız) is. Çeşme borusu. [DS] cörtlek, -ği [cört (yans.) > cört-le-k] {ağız} sf. 1. Cüce; kısa boylu. 2. Gözleri bozuk olan. 3. Her söze karışan. 4. is. Ses çıkararak azar azar su akıtan oluk ya da musluk. [DS] cörtlem ek, [cört (yans.) > cört-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ü )-y or] 1. Oynadığı oyunu becerememek. 2. Sinmek; saklanmak; büzülmek. [DS] cörtlem en, [cört (yans.) > cört-le-men] {ağız} sf. Çok kısa boylu; cüce. [DS] cörtletm ek, [cört (yans.) > cört-le-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Eşeği koşturmak. [DS]
ma. S cfl’-i kelbî, {OsT} 1. K ö p e k açlığı. 2. tıp. Tu tulanın b ir türlü d o y m a k bilm ed iği b ir tür hastalık. cu4, [Far. cü y r ] (cu :) (OsT) sf. 1. Arayan; arayıcı. 2. is. Arama; araştırma. ırmak; çay. cu ’ an, [Ar. cu'an li^>-] (cu :an ) {OsT} zf. Aç olarak; aç acına. cub, [cub (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] cu b-u l cubul. cubbal, [cubb-al] {ağız} is. Cankurtaran düdüğü. [DS] cubi, [Yun. tzupi] {ağız} is. Çeşme tıkacı. [DS] cu ’bub, [Ar. cu'büb
(cu -bu :b) {OsT} is. İşe
yaramaz adam, cubul, [cub-ul] is. Sıvılar içinde meydana gelen hareketin çıkardığı sesi anlatan yansımalı gövde. S cubul cubul, {ağız} 1. Sulu sulu. 2. (Y ıkanm ak için) suyu se s ç ık a r a c a k ş e k ild e sıçrata ra k. [DS]
cöte, [çot-mak / çöt-mek > cöt-e] {ağız} is. 1. Biçilen ekinleri toplamakta kullanılan ucu çatal sopa. 2. Mısır tanelemekte kullanılan çubuktan örülmüş ağaç. [DS]
cubur, [Yun. tsipuro] {ağız} is. Üzüm posası. [DS]
cöttü, [cöttü] {ağız} is. Küçük toprak testi. [DS]
cucu, [cu (yans.) +cu] {ağız} is. Bir tür ağustos böce ği. [DS]
C r. [Fr. chrome] (k ro m ) kısalt, kim. Atom numarası 24, atom ağırlığı 52,01; bazı alaşımların elde edil mesinde ve oksitlenmediği için koruyucu kaplama maddesi olarak kullanılan, beyaz, sert bir metal element olan kromun sembolü. C s, [Lat. caesius (mavi) > Fr. caesium / césium] ( s e ’zyum) kısalt, kim. Atom numarası 55, atom ağırlığı 132,91, yoğunluğu 1,9 olup 28°C ’de ergi yen, 670°C ’de kaynayan, uçuk sarı renkli, potas yuma benzeyen bir alkali element olan sezyumun simgesi. C u , [Fr. cubrium] kısalt, kim. Atom numarası 29, kütlesi 63,34; ergime sıcaklığı 1084°C olan esmer kızıl renkte, ısı ve elektriği iyi ileten, dövülerek şekillendirilebilen yumuşak bir metal olan bakır elementinin simgesi. -e u 1, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. - * -cı. -eu2, [Far. cü y
-] (cu:) {OsT) son ek. Sonuna geti
rildiği Farsça isimlere “arayan, arayıcı” anlamlan katarak birleşik sıfatlar yapan son ek.
cu ’bus, [Ar. cu'büs
r] (cu bu :s) {OsT} sf. Aptal,
cüce, [Far. cüce 4^=-] (cu :ce) {OsT} is. Civciv.
cucuk, -ğu [cu (yans.) > cu-cuk / cücük] {ağız} is. 1. Civciv. 2. Soğanın tohum veren uzun ve sert yap rağı. [DS] cucuklam ak, [cu (yans.) > cu-cuk-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(u ]-y o r] Filiz vermek; yeşermek. [DS] cuculam ak, [cu (yans.) > cü+cü-la-mak] (cu .cu .lam ak) {ağız} gçl. f i [ - r ] 1. (Tavuk için) çağırmak. 2. gçsz. f i İşemek. [Gemalmaz] cu d 1, [Ar. cüd *y>-] (cu:d) {OsT} is. Cömertlik; eli açıklık. S cfld-i kerem , {OsT} C öm ertlik. || cûd-i sehâ, {OsT} Cöm ertlik. cud2, [Far. cehud (Yahudi) > cüd >yr] (cu:d) {OsT} is. Karagöz oyunundaki Yahudi tipinin adı. cudam , [Ar. cüdam fU ir] (cuda:m ) {ağız} sf. 1. Görgüsüz; beceriksiz 2. Güçsüz. 3. Sakat ve çirkin. 4. is. Kötü adam. 5. Cüzam. [DS] cudaym a, [Ar. kudayme ] {ağız} is. Leblebi. [DS] cufut, [Far. cehud => çıfıt > cufut] {ağız} is. 1. Açık göz. 2. Yaramaz. 3. Cimri. 4. Çingene. [DS]
c u 1, [cu / cü (yans.)\ is. Filiz vermeyi, küçük, körpe olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cu + cu -k-la-m ak.
cug, [Far. cüğ £y>-\ (cu:ğ) {OsT} is. Öküz boyundu
cu2, [cu / cü / cül (yans.)] is. Kümes hayvanları vb. kuşları çağırma ünlemi, cu+cu, cu +cu-k, cu + cu -lam ak, cu-r-luk.
-cugaz, [-cuk-az > -cuğ-az / -cüg-ez] {eAT} y a p e. Küçültmelik ekidir, -cuk ve -az eklerinin birleşmesi
ruğu.
i l l l i l t » 1 )1 .8 3 5 ile oluşmuştur. Çoğunlukla tek heceli kelimelere eklenir. Bugünkü “-cağız” işlevindedir. ev-cügez, kız-cuğaz, ton-cuğaz. cugdu, [cug-du / yogdu / yorgu / yogruy / yugdu] {eT} is. Devenin uzamış tüyleri. [DLT] cugu, [? cugu] {ağız} is. Piliç. [DS] cugun, [Rus. cugun (ten cere)] {ağız} is. Büyük çay danlık. [DS] cuğ1, [cuğ (yans.)] is. Yem e, çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cuğ-urda-t-m ak. cuğ2, [cuğ] {ağız} is. 1. Suyun çekilmesi için batak lıklara açılan küçük kanal. 2. Yığın; birikinti. [DS] cuğd, [Ar. cuğd jj^>-] {OsT} is. zool. Baykuş. cuğu, [cuğ-u] {ağız} is. 1. Hindi yavrusu. 2. Piliç. [DS] cuğun, [Rus. cugun] {ağız} is. Demlik. [DS] cuğurdatm ak, [cuğ (yans.) > cuğ-ur-da-t-mak] {ağız} g ç l . f [-ır ] istekle yutkunmak. [DS] cuğurm ak, [cuğ (yans.) > cuğ-ur-mak] {ağız} gçsz. f i [-u r] Sinmek. [DS] cuğutmak, [cuğ (yans.) > cuğmak > cuğ-ut-mak] gçsz. fi. [-u r] 1. Üşümek; titremek. 2. Büzülmek; şaşkınlık içinde kalmak, durmak, cuh, [cuh (yans.)] is. Yeme, çiğneme ya da emme sı rasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cu h-u r-dat-mak. cuhud, [Far. cehüd => cuhüd J^^r] {eAT} is. Yahudi. S cuhud ısıtması, {eAT} Şiddetli sıtm a; çıfıt sıtm a sı,|| cuhud yolunması, {eAT} Yaygara. cuhurdatm ak, [cuh (yans.) > cuh-ur-da-t-mak] gçl. fi [-ır ] istekle yutkunmak. -cuk, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çiik / çulc] yap. e. -*■ cık. cuk1, [cuk (yans.)] is. Su sesini, suyun çağlayıp ak masını, sıvıların kaynamasını anlatan kök. [Zülfıkar] cuk-ur-da-m ak. cuk2, [cuk (yans.)] is. Yeme, çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cuk-urda-t-m ak, cu k-ur çukur. cuk3, [cuk (yans.)] is. 1. Aşık oyununda kemiğin düz tarafı. 2. Yakın akraba; dost. S cuk oturm ak, 1. A şık kem iğinin düz tarafı y e r e g e le c e k şe k ild e dur m ası. 2. m ecaz. Tam y er in e oturm ak. 3. Uygun düşmek, d en k gelm ek. cuka, [cuka-ıs^ş-] {eAT} is. Çuha. cukcuk1, -ğu [cuk (yans.) + cuk] {ağız} is. 1. Çok cı lız tavuk. 2. Karatavuk kuşu. 3. Hindi. [DS] cukcuk2, -ğu [cuk (yans.) + cuk] {ağız} is. 1. Düdük. 2. Zurnanın üst kısmı. [DS] cukka, [cukk-a] {ağız} is. Hayvan ve çocuk memesi. [DS] cuklamak, [cuk-la-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [~l(u)~ y o r ] Uyuklamak. [DS]
CUL
cukluk, -ğu [cuk-luk] {ağız} is. Yakınlık. [DS] çukur, [cuk (yans.) > cuk-ur] {ağız} is. Yem e, çiğ neme ve yutma sırasında çıkan sesi anlatan yansı malı gövde. [DS] S çukur çukur, {ağız} A rka a r k a y a yutkunurken çıkan ses. [DS] cukurdam ak, [cuk (yans.) > cuk-ur-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [- r ] [-d (u )-y or] istekle yutkunmak. [DS] cukurdatm ak, [cuk (yans.)> cuk-ur-da-t-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır ] İstekle yutkunmak. [DS] -cul, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. -* cıl. cu ’l, [Ar. cu‘l Jj<^-] {OsT} is. 1. Ücret; karşılık. 2. Ayak kirası, cul, [Ar. cül J.yr] (cıı.i) {OsT} is. zool. Çaylak, çula, [Ar. cül ?] {ağız} is. 1. Karga. 2. Yuvasını sarp kayalıklara yapan, “çula çula” diye öten ve eti ye nen bir tür karga. [DS] culah, [Far. cülâh
(cu :la:h ) {OsT} is. 1. Kumaş
dokuyan. 2. gnşl. Örümcek, culahek, [Far. culâhek
{OsT} is. 1. Küçük
dokumacı. 2. Örümcek, culam ak, [cula-mak] {ağız} gçlsz. f i [- r ] [-l(u )-y or] Eskimek; yıpranmak. [DS] culban, [Ar. culbân 6LJU-] {ağız} is. Yabani bezelye; burçak. [DS] culcul1, [cul (yans.) + cul] {ağız} is. Hindi. [DS] culcul2, [Ar. cülcül (susam )] {ağız} is. Kuş yemi. [DS] culeh, [Far. cüleh
(cu.leh, h kalın söylenir)
{OsT} is. Yoksul kimselerin giydiği kalın ve kaba dokunmuş kumaş, culehi, [Far. cülehî
_j=r] (cu .ieh i:, h kalın söylenir)
{OsT} sfi. 1. (Kişi için) abalı; kebeli. 2. Kalender, culfa, [Far. cülâh ^ y r ] {ağız} is. Dokumacı. [DS] çulha, [Far. cülâh f^ yr] (eu. lh a :) {OsT} is. 1. Kumaş dokuyan. 2. gnşl. Örümcek, culk, [culk /curk (yans.)] is. Kuluçka tavuğun çıkar dığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cu lk tavuk. S culk culk etmek, {ağız} B irisi y erken ağzı su lanıp yut kunm ak. [DS] culkıı, [Az. culku] {ağız} is. Kağnının tekerleğinin çıkmaması için dingil başına takılan çivi. [DS] culp, [culp (yans.)] is. Sıvı içine düşen taş vb. mad denin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] culp. culuf, [Yun. ğlupa] {ağız} is. Fındığın yeşil kabuğu. [DS] -culuk, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. -*■ -cılık. culuk, -ğu [cu (yans.) > cu-lu-k] {ağız} is. Hindi. [DS] çulum, [cu-lu-m ?] {ağız} sfi Alıngan; küçük söz ve olayları büyüten. [DS] culumlamak, [culum-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [- r ] [l(u )-yor] Sinirlenmek. [DS]
ÖIÜffitlTÖIffSÖM..
CUM cum , [cum (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkar dığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cum. cum a, [Ar. cem' >cum‘a4*^ -] (cum -a: /cu m a:) {OsT} is. 1. Toplanma günü. 2. Haftanın günlerinden per şembe ile cumartesi arasındaki gün. 3. Müslüman lıkta haftanın kutsal günü. 4. Cuma günü, camide cemaatle kılman namaz. 3 cuma akşamı, {ağız} P e rş em b e günü. [DS]|| cum a biri, {ağız} Cum artesi. [DS]|| cum a evi, {ağız} Cami. [DS][| cum a ikisi, {ağız} P azar. [DS]|| cum a üçü, {ağız} P azartesi. [DS]|| cum a namazı, isi. Cum a günü ö ğ le vakti c e m aa tle ca m id e kılınan iki rekâ tlık fa r z nam az. || cum a selamlığı, tar. P ad işah ın cu m a günü nam aza g id iş ve g eliş i sıra sın d a düzenlenen tö ren .||cuması eksik, B u d a la .||C u m ’a Suresi, C um a nam azından b a h sed en K u r 'an ’m on b ir ay etlik 62. suresi. cum alık, -ğı [cuma-lık] {ağız} is. Zifaf gecesinden sonraki cuma günü kadınların gelini görmeğe git meleri. [DS] cum artesi, -yi [Ar. cuma + T. erte-s-i > cumartesi] is. Haftanın cuma ile pazar arasındaki günü, t? cum artesi kibarı gibi süslenmek, Büyük b ir özen tiyle f a k a t zevksiz b ir şe k ild e süslenm ek. cum at, [Ar. cum'ât / cume'ât
o
U«j »-] (cum -a:t) {OsT}
is. Cumadan sonra gelen günler. cu m b 1, [cumb (yans.)] is. Düşme, yuvarlanma, takla atma gibi eylemler sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] cu m b-al-ak, cum b-ul-ak. cum b2, [cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cu m b-ul cum bul, cu m b-ul-da-m ak, cu m b-ur+ lop, cumb-ur-tu, cum b-ul-da-k. cum b3, [cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cum b-ul cumbul, cu m b-ul-da-m ak, cu m b-ıır cumhur. cum ba, [İt. gibbo / Far. cunbad (kem er)] is. 1. Bina ların bir yüzüne üç tarafı pencereli olarak yapılan çıkıntı; çıkma. 2. Tahkim edilmiş savaş gemisi ku lesi. 3. Tamimlerin okunduğu kürsü biçiminde ah şap çıkma. S cum ba mazgal, K a le üzerin deki cu m ba biçim in deki m azgal. cum badak, -ğı [cumb (yans.) > cumb-adak] zf. Bir denbire ve hızlıca (suya düşmek), cum balak, -ğı [cumb (ses taklidi) > cumb-alak] is. Takla. S1 cum balak aşmak, {ağız} T akla atm ak. [DS] cum balam a, [cumba-la-ma] is. Tahta kenarını dü zeltme işi. cum balam ak, [cumba-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Tahtanın dar kenarındaki testere diş izlerini gider mek, düzeltmek, cumbalı, [cumba-lı] sf. Cumbası olan. cum bul1, [cumb (yans.) > cumb-ul] is. 1. Kapalı bir kap içinde çalkalanan sıvının çıkardığı ses. 2. argo. Karın; mide. S cumbul cumbul, 1. (Y em ek için)
g ereğ in d en ç o k suyu bulunan; ca m b u l cumbul. 2. (Yarı dolu k ap ta ki sıvının ça lk ala n ışı için) se s ç ık a rarak. cumbul2, [cumb-ul] {ağız} is. İ . Çok eski elbise. 2. Naz; cilve. [DS] cum bulak1, -ğı [cumb (yans.) + cumb-ul-ak] {ağız} is. Takla. [DS] cum bulak2, -ğı [cumb (yans.) + cumb-ul-ak] {ağız} is. Su biriken yer; birikinti yatağı. [DS] cum buldak, -ğı [cumb-ul-da-k] {ağız} is. 1. Bozuk süt. 2. s f Dönek; sözünde durmayan. [DS] cum buldam a, [cumbul-da-ma] is. Kapalı bir kap içindeki sıvının sesine benzer ses çıkarmak eylemi, cum buldam ak, [cumbul-da-mak] g ç s z .f. [-r ] [-d(u)y o r ] 1. Kapalı bir kap içinde çalkalanan sıvının se sine benzer ses çıkarmak. 2. {ağız} Bol ve gür ola rak akmak. [DS] 3. {ağız} (Su içine atılan taş için) “cumb” sesi çıkarmak. [DS] cum buldatm a, [cumbul-da-t-ma] is. Kapalı bir kap taki sıvıyı çalkalayıp ses çıkartmak eylemi, cum buldatm ak, [cumbul-da-t-mak] gçl. f i [-ır ] Ka palı bir kaptaki sıvıyı çalkalayıp ses çıkartmak. cu m b u r1, [cumb-ur] is. Su içine atılan nesnelerin çıkardığı sesi ve batışı anlatan yansımalı gövde. cum bur2, [Ar. cumhur] {ağız} is. Topluluk. [DS] cum burdam a, [cumbur-da-ma] is. Kapalı bir kap içindeki sıvının sesine benzer ses çıkarmak eylemi, cum burdam ak, [cumbur-da-mak] gçsz. f i [ - r ] [d(u )-yor] 1. (Kapalı bir kap içinde çalkalanan sıvı için) ses çıkarmak. 2. Bu sese benzer ses çıkarmak. 3. Su içinde oynayarak ses çıkartmak. 4, (Su için) bol ve gür akarak ses çıkarmak, cum burdatm a, [cumbul-da-t-ma] is. Kapalı bir kap taki sıvıyı çalkalayıp ses çıkartmak eylemi, cum burdatm ak, [cumbur-dâ-t-mak] gçl. fi. [ -ır ] Ka palı bir kaptaki sıvıyı çalkalayıp ses çıkartmak, cum burlop, [cumbur (yans.) + lop (yans.)] zf. 1. Ağır bir cismin suya düştüğü zaman çıkardığı ses. 2. arg o. Kolayca çalınmak; cebe indirilmek, cum burt, [cumb-ur-t] {ağız} is. Küçük göl. [DS] cum burtu, [cumb (yans.) > cumb-ur-tu] is. Suya dü şen bir cismin ya da kapalı kap içinde çalkalanan sıvının çıkardığı ses. cum e, [Far. câme «U -] {OsT} is. Elbiselik, cum hur, [Ar. cumhür
(cum hu:r) {OsT} is. 1.
Halk; ahali. 2. Topluluk. 3. Grup; sınıf. 4. Cumhu riyetle yönetilen insan topluluğu. 5. tasvf. Türk ta savvuf müziğinde kimi bölümlerin koro ile seslen dirileceğini belirten terim. S Cum hüra muhalefet kuvve-i hatadandır, H alkın uygun bulduğu g ö rü şe karşı çıkm a k ç o k y a n lış tır. \\ cum hur-i httkemâ, {OsT} F ilo z o fla r grubu.\\ cum hür İlâhi, B aştan s o n a k o r o ile seslen d irilen ilahî.\\ cum hür-i nâs,
liiIlIIEE »1.837
CUR
{OsT} H alk topluluğu.\\ cum hur-i üdeba, {OsT} E d ebiy atçılar. cum hurbaşkanı, [Ar. cumhur (halk) + baş-kan-ı] is. Cumhuriyetle yönetilen ülkede devlet başkanı; cumhurreisi. cumhurbaşkanlığı, [cumhur+baş-kan-lı(ğ)-ı] is. 1. Cumhurbaşkanının görevi. 2. Cumhurbaşkanının makamı. 3. Cumhurbaşkanının ve bağlı personelin görev yaptığı yer veya bina. cum huri, [Ar. cumhüri
(cıım hu :ri:) {OsT} sf.
1. Halkla, toplumla ilgili. 2. Halka ve topluma öz gü. 3. Cumhuriyete ait. cumhuriye, [Ar. cumhüriyye ^ j y ^ ] (cum hu:riye) {OsT} sf. 1. Halkla, toplumla ilgili. 2. Halka ve top luma has. 3. Cumhuriyete ait. cumhuriyet, [Ar. cumhüriyyet
(c u m h u ri
yet) {OsT} is. 1. Milletin, egemenlik hakkını kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı siyasal örgüt lenme biçimi. 2. Bu biçimde yönetilen ülke. 3. sf. Cumhuriyete ait, cumhuriyetle ilgili olan. S1 C um huriyet B ayram ı, Türkiye Cum huriyetinin ilan ed ild iğ i gün olan 29 E kim 1923 un y ıl dönüm lerin d e kutlanan m illî bayram . || cum huriyet-perver, {OsT} Cumhuriyetçi. cumhuriyetçi, [cumhuriyet-çi] sf. 1. Cumhuriyetçilik yanlısı olan. 2. Cumhuriyetçiliği savunan. 3. is. Cumhuriyet yanlısı olan topluluk. S cumhuriyetçi dokumacı kuşu, zool. D oku m acı ku şu giller fa m il yasından, Güney A frika sav a n ların d ak i a ğ a ç la r d a otuz k ırk çiftin y avru çıka rd ığ ı s e r ç e y e b en z er ötü cü b ir kuş türii; (P hiletairus socius). cumhuriyetçilik, -ği [cumhuriyet-çi-lilc] is. 1. Yöne timde cumhuriyet yanlısı olma durumu. 2. Cumhu riyetçi görüş. 3. Cumhuriyet yanlılarının görüşü, cum huriyetperver, [Ar. cumhüriyet + Far. perver (cum hu :riyetperver) {OsT} sf. Cumhu riyet yanlısı olan; cumhuriyetçi, cumluzrak, -ğı [cum-lu-z-rak
{eAT} zf. B i
raz kapalı; yarı yumuk, cumm, [cumm (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cum m -a-dak. cumınadak, -ğı [cumm (yans.) cumm-adak] {ağız} zf. (Su atlamak, batmak için) “cum” sesi çıkararak. [DS] cump, [cump (yans.)] is. Suya düşen bir nesnenin çı kardığı ses; cup. cum ra, [cum-ra °yy=r] {eAT} is. Kozadan ipek sağ makta kullanılan aygıt, cumu, -u ’u [Ar. cemc > cumüc ^y^r] (cum u:) {OsT} is. 1. Toplamalar; yığmalar. 2. Çoğullar.
cum uat, -ti [Ar. cum'â > cumu'ât cjU»^-] (cum u :a:t) {OsT} is. Perşembeden sonra gelen günler,
cumuh, [Ar. cumüh ^ ^ r ] (cumır.h) {OsT} is. Atın huysuzluğu; başının sertliği, cum ur, [Erme, çmur / Yun. tzumur] {ağız} is. 1. Yağda kızartılmış ekmek. 2. Peynir ve taze mısır ekmeğinden yapılan bir yemek. [DS] cum urlam ak, [cum (yans.) > cum-ur-la-mak] {ağız} g ç l .f . [ - 1] [-l(u )-yor] 1. Buruşturmak; kırıştırmak. 2. Yoğurmak. 3. Çimdiklemek. [DS] -cun, [-cin / -cin / -cün / -cun / -çm / -çin / -çün / çun] yap . e. -*■ -cm. cunbalak, -ğı [cumb (yans.) > cumb-a-lak > cunbalak
{OsT} is.
Takla. S cunbalak atm ak,
{OsT} T akla atm ak. cunbuldamak, [cumb (yans.) > cumb-ul-da-mak > cunbuldamah] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d(u )-yor] (Su içine atılan taş için) ses çıkarmak. [DS] cuncukm ak, [tunc-uk-mak > cuncuk-mak yJ>ySryr]
{OsT} gçsz. f . [-u r] Havasızlıktan bunalmak; tuncukmalc. cun da1, [İt. giunta / zonta] is. dnz. Yelkenli gemiler de yatay serenlerin her iki ucu. S cundaya bin mek, Yönetim i ve yön len dirm eyi e le a lm a k ; b a ş a geçm ek. cunda2, [? cunda] {ağız} is. Kuvvet. [DS] cundası/, [cunda-sız] {ağız} sf. 1. Kuvvetsiz. 2. Ufak tefek; gelişmemiş. [DS] cunggar, [Moğ. cegiingar] (cuhgar) {eAT} Ordunun sol kanadı. cunk, [cunk (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfıkar] cunk kuşu. B cunk kuşu, {ağız} Baykuş. [DS] cunm ak, [yu-n-mak > cu-n-mak] { eTf dönşl. f. [ - a r ] Yıkanmak. [Clauson] cunta, [İsp. junta] is. 1. Eskiden İspanyol ve Portekiz siyasi ve idari kurulu. 2. Mevcut seçilmiş hükümeti askeri güçle devirerek yönetimi ele geçiren diktatör hükümet. cuntacı, [cunta-cı] is. ve sf. 1. Cunta yanlısı olan. 2. Cunta üyesi. cup, [cup (yans.)] is. Suya düşen bir nesnenin çıkar dığı ses; cump. cuppadak, [cup (yans.) > cup(p)-a-dak] zf. 1. (Suya düşmek için) birdenbire ve “cup” sesi çıkararak. 2. (Herhangi bir düşüş için) birdenbire. 3. {ağız} (Suya atlamak için) birdenbire. [DS] cur, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)] is. Sıvı madde lerin akışı, dökülüşü ve ishal olma durumunda çı kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cu r cur. S cur cu r, {ağız} (A km ak için) sü rekli ve güçlü. [DS]|| cu r et mek, {ağız} İşem ek. [DS]
CUR
m m c E H .a »
c u r a 1, [Far. curre (uçan e r k e k h a şere) ? > cura ° j y ] is. 1. {OsTf Tezene adı verilen mızrapla çalman bağlama ailesinin en küçüğü. 2 {ağız} Tiz ses. [DS]
.
cura , [cura Ij y ] is. 1. Doğan cinsinde küçük ve yır tıcı bir kuş. 2. Gelişmemiş, ufak tefek, çelimsiz çocuk. 3. {ağız} Erkek atmaca. [DS] 4 {OsT} sf. Ge lişmemiş; ufak tefek. S cura zurna, K ü çü k zurna.
.
c u r a ’, [Ar. cür'a] is. argo. Esrar, curacı, [cura-cı] is. Cura çalan, curcuna, [cur (yans.) > curcuna i y j y ] ( c u ’rcuna) is. 1. Gürültü, kargaşalık ve şamata. 2. Türk müzi ğinde on zamanlı altı vuruşlu küçük bir usul. 3. {eAT} Kaba etlerini oynatarak yapılan bir dans. S curcuna tepmek, C urcuna h avası ile oynam ak]] curcunaya çevirm ek, O rtalığı karm akarışık, gü rültülü ve patırtılı b ir h â le getirm ek. || curcunaya kalkmak, K a v g a çıkarm ay a davran m ak,|| curcu nayı koparm ak, Gürültü p atırtı etm ek. curcuni, [curcuni ^ j y ] {eAT} {OsT} is. Kalçalarım oynatarak yapılan hızlı bir dans, curde, [Ar. curd (süvari alayı) > curde
{OsT} is.
Atlı asker. 0 curde askeri, E skiden h a c c a giden k afilelerin güvenliklerinin sağ lan m ası ile g ö rev len dirilen atlı a sk er.|| curde başbuğu, Atlı a s k e r le rin kum andam . curk, [culk /curk (yans.)] is. 1. Kuluçka tavuğun çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cu rk tavuk. 2 {ağız} Kuluçka. [DS] S curk tavuk, {ağız} K ulu çka olm uş tavuk. [DS] curnal, [Fr. journal] {ağız} is. Birisi hakkında verilen kötüleyici rapor. [DS] S curnal etmek, B irisi h a k k ın da y etk ili y e r e kötü leyici bir ra p o r verm ek. curnata, [İt. giomata] is. 1. Bıldırcın akını. 2. m ecaz. Hareketli ve çok verimli dinleniş. curru k, -ğu [cur (yans.) > cur(r)-uk] {ağız} is. 1. Martı. 2 Ocak çekirgesi. 3. Bir çocuk oyunu. 4. sf. (Yemek için) sulu; özleşmemiş; curu. [DS] S cu rru k çıkm ak, {ağız} P ayını alam am ak. [DS] curu, [cur (yans.) > cur-u] {ağız} s f (Yemek için) su yu bol; koyu olmayan. [DS] curul, [cur-ul] {ağız} is. Sıvıların dökülüşünü ve bu sırada çıkan sesi anlatan yansımalı gövde. [DS] S curul curul, {ağız} (Suyun a kışı için) az f a k a t "curultulu se s ” çıka ra ra k. [DS] cu ru m 1, [Ar. curm (yalak)] {ağız} is. Taş havuz. [DS] curum 2, [Yun. korimbos] {ağız} is. Lahana çiçeği. [DS] curum ak, [cur (yans.) > cur-u-mak] {ağız} gçsz. f . [r ] Sulu şakalar yapmak; oynaşmak. [DS] curun, [Ar. cum] {ağız} is. 1. Şıra çıkarılırken şıranın aktığı yer. 2. Taş veya tahtadan yapılma oluk; kur na. 3. Taş, çimento veya tahtadan yapılma üzüm ezme kabı. [DS]
.
.
curunlu, [cur (yans.) > cur-un-lu] {ağız} is. Üstünden su damlayan mağara. [DS] curuşm ak, [cur (yans.) > cur-uş-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] Buruşmak; pörsümek. [DS] curuzlam ak, [cur-uz-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-r ] [-l(u )-y or] Uyuşmak; büzülmek. [DS] cus, [cus] {ağız} s f Akıllı; kurnaz. [DS] dışlanm ak, [cus-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . Kendini ağır satmak; nazlanmak. [DS]
[-ır]
cuslu, [cus-lu] {ağız} sf. 1. Kendini ağıra satan. 2. Nazlı ve hileli konuşan. 3. Akıllı; uslu; rahat duran. [DS] custul, [? custul] {ağız} sf. Nazlı ve hileli konuşan. [DS] custullu, [custul-lu] {ağız} sf. Alıngan. [DS] cusun, [Ar. cins > Kürt, cisin] {ağız} is. 1. Çeşit; cins. 2. Biçim. [DS] cuş, [Far. cüş J ^ y ] (cu:ş) {OsT} is. 1. Coşma; coş kunluk. 2. Kaynama; taşma, S cflşa gelmek, Ansı zın c o şm a k .|| cüş â cüş, {OsT} Ç ok coşm u ş; taşkın; coşku n .|| cüş-âver, {OsT} Coşturucu.|| cüş etmek, {OsT} C oşm ak.|| cüş-i âb, {OsT} Suyun co şm ası; suyun akışı. || cûş-i dil, {OsT} G önül coşkunluğu,|| cûş-i dil-i enhâr, {OsT} Irm akların gönlünün c o ş m ası; ırm akların coşkunlu ğu. |j cüş ü hurüş, I. C o şup taşm a. 2. tasvf. C o şm a; taşma. cuşak, [Far. cüşı > cüşâk ^ l i y ] (cu :şa :k ) {OsT} is. Kaynama; kaynayış, cuşan, [Far. cü şân o lij^ ] (cu :şa ;n ) { OsT} sf. Coşkun; kaynayan; taşan, cuşani, [Far. cüşânı ^ J ^ y ] (cu :şa :n i:) {OsT} is. Coş kun olma hâli, cuşen, [Far. cevşen j ^ y ] {OsT} is. -» cevşen. cuşide, [Far. cüşıde
y ] (cu ;şi;d e) {OsT} sf. 1.
Kaynamış; coşmuş. 2. Galeyana gelmiş. 0 cüşîdemağz, I. B eyn i kaynam ış. 2. A teşli; şehvetli. cuşidegî, [Far. cüşıdegî ^ ^ y ] (cu ;şi;d eg i;) {OsT} is. Coşkunluk, cuşir, [Far. cü şır/ cüşıre j ^ y / ° j ^ y ] (cu ;şi:re) is. {OsT} Dokumacı, cuşiş, [Far. cüşiş J ^ y ] (cu;şiş) {OsT} is. Coşma; coşkunluk; kaynama; taşma. S cüşiş-i ahzân, {OsT} Hüzün coşkunluğu. || cüşiş-i dil, {OsT} Gönül coşkunluğu]] cflşiş-i efkâr, {OsT} F ik irlerin c o ş kunluğu]] cüşiş-i yâd, {OsT) H atırlam anın verdiği coşkunluk. cuv, [cıv / cıy /cuv (yans.)} is. Sıvı maddelerin sulu, çalkantılı ve cıvık oluşlarını anlatan kök. [Zülfıkar] cuv-uk. cuvap, [Ar. cevâb v l f d {ağız} is. Cevap. [DS]
M H lÖ R lffi S
«
cü c
. 839
cuvariş, [Far. guvâriş
{OsTj is. Mide ilacı,
cuvuk, -ğu [cuv (yans.) > cuv-uk] {ağız} sf. Sulu; cıvık. [DS] cuvurmak, [cuv-ur-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] Koşa rak yürümek. [DS] cuvutmak, [cur (yans.) > cuv-ut-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] Kendinden geçmek; dalmak. [DS] cuy, [Far. cüy / cü
/ y ] (cu:y) {OsT} is. Irmak,
nehir; akarsu. S cüy-bâr, {OsT} 1. A k ar su; çay ; d e r e ; ırm ak. 2. A karsu kıyısı.\\ cfly-çe {OsT} K ü çü k a k a r su.\\ cfiy-i revân, {OsT} A karsu.|| cüy-i sirişk, {OsT} G özyaşı ırm ağı. cuya, [Far. cüsten (aram ak) > cüyâ
(cu tya;)
{OsT} sf. Arayan; isteyen, cuyan, [Far. cüsten (aram ak) > cûyân OL;.^] (cu :ya;n ) {OsT} sf. Arayan; isteyen, cuybar, [Far. cüy-bâr
(cu ;y b a :r) {OsT} is. A -
karsu; ırmak; nehir, cuyçe, [Far. cüy-çe *^ .y r] (cu :yçe) {OsT} is. Küçük akarsu. cuyçek, [Far. cüy-çek d X ^ y ] (cu .yçek) {OsT} is. Kü■çük akarsu. cuyende, [Far. cüsten (aram ak) > cüyende (cu;yende) {OsT} sf. Arayan; arayıcı, cuyendegî, [Far. cüsten (aram ak) >
cüyende-gı
(cu .y en d eg i:) {OsT} sf. Arayıcılık. -cü , [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] y ap. e. -*■ -cı. cü , [cu / cü (yans.)] is. Filiz vermeyi, küçük, körpe olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cü -ce, cii-ce-lik, cü + cü k-le-m ek, cü +cü k-le-n -m ek. cü2, [cu / cü / cül / cüy (yans.)] ünl Kümes hayvanları vb. kuşlan çağırma ünlemi, cü + cü -k, cü + cü -k çı karm ak. S cü cü, {ağız} Tavuk ç a ğ ırm a sözü. [DS] cüb, -bbü [Ar. cübb v^r] {OsT} is. Kuyu, cübbe, [Ar. cübbe *+>-] {OsT} is. Eskiden sarıklı din adamlarının giydiği yenleri geniş, uzun ve düğmesiz üst elbisesi, cübbeci, [cübbe-ci] is. -*■ cüppeci. cübbeli, [cübbe-li] sf. -*■ cüppeli, cübeb, [Ar. cübbe > cübeb ı_^r] {OsT} is. Cüppeler; üstlükler. cübn, [Ar. cübn j« -] {OsT} is. 1. Peynir; kazein. 2. Korkaklık. cübni, [Ar. cübnî {J y ] (cübni;) {OsT} sf. 1. Peynir gibi olan; peynirimsi. 2. is. Peynirci, cübün, [Ar. cebîn > cübün j y ] {OsT} is. Alınlar, cüce, [cü (yans.) > cü-ce (civciv) / Far. cüce (civciv)]
is. 1. Boyu normalden daha kısa olan kişi. 2. {ağız} Civciv. [DS] 3. sf. Çok kısa boylu. 4. m ecaz. Ge lişmesi geri kalmış olan; bodur. 5. m ecaz. Değer siz; kafasız. <3 cüce baykuş, zool. K uzey y a rı kü renin ılım an b ö lg elerin d e y a şa y an tepelikli, p e ç e l e ri ve k u lak tüyleri kah v eren g i ve boz ren kli bir b a y kuş çeşidi, (Otus scops).|| cüce geyik, z oo l. Asya ve A fr ik a ’d a yaşayan , erkeklerin in üst k ö p e k d işleri savunm aya y ö n elik o la r a k d ışa doğru fır la m ış in ce y a p ılı küçük, m em eli b ir hayvan, (Tragulus).\\ cüce karab atak, z oo l. A nadolu ve çev resin d ek i g ö l ve a ka rsu k en a rla rın d a y a şa y an b a şı ve boynu k a h v e rengi, d iğ er y e r le r i siyah ren kli b ir b a ta k lık kuşu, (P h a la cr o c o ra x pygm aeus). ||cüce maki, zool. M a d a g a s k a r ’d a yaşayan , sıçan büyüklüğünde bir maymun, (M icrocebu s murinus). cücek, -ği [cü (yans.) > cü-cek] {ağız} is. 1. Hayvan yavrusu. 2. Kümes hayvanlarının yavrusu. 3. Koza lak. [DS] cücelek, -ği [cü (yans.) > cü-ce-lek] {ağız} sf. Yuvar lak. [DS] cüceleşme, [cüce-le-ş-me] is. Cüce durumuna gelme eylemi. cüceleşmek, [cüce-le-ş-mek] dönşl. f . [- ir ] Cüce durumuna gelmek, cücelik, -ği [cüce-lik] is. 1. Cüce olma durumu. 2. Cüce olanın niteliği. 3. tıp. Çeşitli bozukluklar ne deniyle bir kişinin yetişkinlikte ulaşması gereken boy uzunluğunu kazanamama durumu, cücü, [cü (yans.) > cü-cü] {ağız}is. 1. (Çocuk dili) kuş. 2. Çocuklar için yapılan küçük ekmek. 3. B ö cek. 4. Küçük bir darı türü. [DS] cücük, -ğü [cü (yans.) > cü-cük i!y y ] is. 1. Soğanlı bitkilerde, soğandan çıkan tomurcuk. 2. Soğanın iç kısmı. 3. Bir sebze veya meyvenin göbeği çıkarılıp yenilen kısmı. 4. Filiz; tomurcuk. 5. Bir şeyin kü çüğü veya benzeri. 6. {eAT} Kuş veya tavuk yavru su; civciv. 7. {ağız} Serçe. [DS] 8. Tohumda bulu nan bitki embriyonu. 9. Bazı yer altı yumrularında meydana gelen küçük basit tomurcuk. 10. {ağız} Dağ çileği. [DS] 11. {ağızf Çıkrıkta hareketi sağla yan kol. [DS] 12. {ağız} Çıbanın ortasında toplanan katı irin tabakası. [DS] 13. {ağız} Çekilmiş ince bul gur. [DS] 14. {ağız} sf. Küçük; körpe. [DS] 15. {ağız} Tatlı; güzel. [DS] S cücük ayı, {ağız} Şubat ayı. [DS]|| cücük burnu, {ağız} Tomurcuk. [DS]|| cücük çıkarm ak, {ağız} Civciv çıkarm ak. [DS]|| cücük pilavı, {ağız} Kuskuslu pilav. [DS]|| cücük suyu, {ağız} P eyn ir veya ç ö k e le k suyu. [DS]|| cücük ye tirm ek, {ağız} K u lu çkaya yatırm ak. [DS] cücüklenme, [cücük-le-n-me] is. 1. Cücük çıkarma. 2. Canlılarda embriyon oluşumu, cücüklenmek, [cücük-le-n-mek] gçsz. f . [-ir ] 1. Cü cük çıkarmak. 2. Canlılarda embriyon meydana gelmek.
cüc
û m h iü m m
cücûm en, [cücü-men] {ağız} sf. Küçücük. [DS] cücütm ek, [cü-cü-t-mek] {ağız} gçl. f i [-ü r] Tadını çıkarmak. [DS] cüda, [Far. cûdâ l-L=r] (ciida:) {OsT} is. 1. Ayrı düş müş; ayrılmış. 2. Uzak kalmış, fi1 cüda cüda, Ayrı a y rı; tek tek. ||cüda düşmek, 1, A yrılm ak. 2. U zak kalm ak, \\cüda etöıek, Ayırmak. cüdagâne,
[Far.
cüdâgâne
-üUftj^-]
(cü d a :g â :n e)
{OsT} zf. Ayrı olarak, cüdaî, [Far. cttdaî
aynliş. cüdalık, [cüdâ-lık] (eü d ad ık ) is. Ayrılık, cüdam , [Ar. cüdârn j>U&-] {OsT} is. Cüzam, cüdat, [Ar. cad! > cüdât o W ] {cü d a :t) {OsT} is. Dilenciler. cüdayı, [Far. cüdâyî
( cîid a .y i:) {OsT} is. Ayrı
lık. cüdde1, [gövde ? > cüdde] {ağız} is. Vücut; gövde. [DS] cüdde2, [Ar. cüdde »-l=-] {OsT} is. 1. Dağlar arasından :geçeft yol. 2. Çizgi. 3. İşaret; biçim; yol; metot. Cüddeli, [cüdde-li] {ağız} sf. Gövdeli. [DS] cüdele, [? cüdele] {ağız} is. Yazlık yorgan. [DS] cüdera, -a ’i [Ar. cedir > cüderâ’
(cü d era:)
{OsT} sf. Uygun düşelıler; layık olanlar; yakışanlar, cüderî, [Ar. cederî / cüderî
(cü deri:) {OsT} is.
tıp. Çiçek hastalığı. S cüderî-ı bakarı, {OsT} Sı ğ ırla r d a görü len ç iç e k hastalığ ı. || cüderî-i kâzib, {OsT} tıp. Suçiçeği. Cüdey, [Ar. cûdeyy ^-^-] {OsT} is. Kutup yıldızı, cüdran, [Ar. Cedr» cüdrân
(cü dra:n ) {OsT} is.
Duvarlar, cüdud, [Ar. ced > cüdüd i j i r ] (cM u :d) {OsT} is. Atalar; cet ler. cüdür, [Ar. cidar » cüdür j-L=r] {OsT} is. î . Duvarlar. 2.
Zarlar. 3. İnce deriler,
cüf, [Ar. cüff
{OsT} is. 1. Başta, beyne ulaşmış
bulunan yara veya yarık. 2. sf. İçi boş; kof. cüfa, -a ’i [Ar. Cüia’ >U>] (cü fa :) {OsT} is. 1. Köpük. 2.
Suyutı üzerindeki çerçöp,
cüfaen, [Ar. cüfa’en * Uş-] (cü fa:en ) {OsT} zf. Boş
cüfte, [Far. cüfte
\ {OsT} is. 1. At, katır gibi
hayvanların arka ayaklarıyla attıkları tekme; çifte. 2. Sağrı. 3. sf. Benzer; eş. S cüfte-endâz, {OsT} Ç ifte atan. cüftlenmek, [cüft-le-n-mek
{eAT} dönşl. f .
[-ü r ] Eş edinmek; evlenmek, {OsT} sf. Eşsiz; bekâr,
cûgen, [eT. yüğün (dizgin)] {ağız} is. A t başlığı. [DS] -cügez, [-cuk-az > -cuğ-az / -cüg-ez] {eAT} y a p e. cugaz. cüğür, [Çağ. çöğür] {ağız} is. Çalı süpürgesi. [DS] cühal, -li [Ar. cühâl J U > ] (cü h a d ) {OsT} is. Zehir; ağı. cühan, [Far. cihan j ^ ] {ağız} is. Dünya. [DS] cühela, [Ar. cehl > câhil > cühela1 * 5L^-] (cü h ela:) {OsT} is. Cahiller; bilgisizler, cühera, [Ar. cehîr > cüherâ” t j ^ ] (cü h era :) {OsT} is. Yüksek sesle ve açıktan söylenenler, cühhal, [Ar. cehl > câhil > cühelâ > cühhâl Jl&^-] (cü hharl) {OsT} is. Cahiller, bilgisizler. Cühud, [Ar. cühüd
(cühu :d) {OsT} is. Yahudi;
Cahûd Cühudek, -ği [Ar. cühûd + Far. -ek
{OsT} öz.
is. 1. Küçük Yahudi. 2. Kurnaz Yahudi, cüje, [Far. cüje ıj y r j {eAT} is. Civciv. -cük, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çuk] yap. e. -*■ cık. -cül, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. - * cıl. cül1, [cu / cü / cül / cüy (yans.)] is. Kümes hayvanları vb. kuşlan çağırma ünlemi [Ztilfıkar] ve buna bağlı türevlerin kökü, ciil+ cü-lük, ciil-ü, cüt+cül. cül2, [cül] {ağız} is. Şans. [DS] cül3, -lü [Ar. cüll J^r] {OsT} zf. En fazlası; çoğu; bütünü. S cüll-i himmet, 1. E lden g elen gayret. 2. En fa z l a dikkat. 3. K en dim işe tam verme. cül4, -lü [Ar, cüll J*-] {OsT} is. 1. Çul. 2. At çulu, cülab, [Far. gülâb > A r cülâb / cüllâb
(cülab)
{OsT} is. 1. Gül suyu. 2. Sürgün veren şerbet; müs hil. cülahek, [Far. cülâhek dU ^U-] (cü la :h e) {OsT} is. 1.
yere; boşuna, cüfaf, [Ar. eüfaf
Ç ift sü rm ekte kullanılan öküz çifti. || cüft-i felek, {OsT} Güneş ve Ay.
cüftsüz, [cüft-süz (cü d a :i:) {OsT} is. Ayrılık;
.
(cü fa.f) {OsT} sf. Kurumuş,
cüfal, »li [Ar. cüfal JU=r] (cü fa .l) {OsT} sf. Bol; çok. ciifre, [Ar. cüfre »yi^-] {OsT} is. Boşluk; çukur, cüft, [Far. cüft c ^ ] {OsT} sf. 1. İkili. 2. Eşi olan; eşli. 3. Çift. Ö cüft-gâv, {OsT} 1. B ir çift Öküz. 2.
Küçük dokumacı. 2. zool. Örümcek, cülaver, [Far. cül-âver jjT J=-] (cü la .v er) {OsT} sf. Çulla örtülü. cülazi, [Ar. cülâzi lP
(cüla:zi) {OsT} s f 1. İriyan
ve güçlü. 2. is. Hizmetçi. 3. Kilise hizmetçisi. 4. Papaz; keşiş.
İflüll.M ı
CÜM
ciilbe, [Ar. cülbe 4-Jb».] {OsT} is. tıp. Kapanmış yara nın üzerindeki deri veya pulcuklar. cülcül1, [Ar. cülcül J=*Aş-] {OsT} is. 1. Küçük zil; kü çük çan; çıngırak. 2. D ef kenarına konulan zil; pul. cülcül2, [cül (yans.) + cül] {ağız} is. Eti yenecek çağa gelmiş horoz. [DS] cülcülan, [Ar. cülcülân 6^UJb>-] (cü lcü la.n ) {OsT} is.
ların beşinci ve akıncısının adları. S cüm âd’elâhıre, {OsT} C em aziyelahir]] cüm âd’el-ula, {OsT} C em aziyelevvel. cüm an, [Ar. ctimân uUjt] (cüm a:n) {OsT} is. Büyük inci. cüm ane, [Ar, cümâne liU^-] (cüm a:n e) {OsT} is. Tek ve iri taneli inci. cüm bür, [Ar. cumhür jj^ ^ r] {ağız} is. Topluluk. [DS]
Kişniş. ciilcüle, [Ar. cülcüle *W=r] {OsT} is. 1. D ef kenarına konulan zil; pul. 2. El çıngırağı, cülcülük, -ğü [cül (yans.) > cül+cül-ük] {ağız} is. 1. Çaylak. 2. Kartal. [DS] cülde, [cül-de] {ağız} is. Bir saraç aygıtı. [DS] cüldelenmek, [cül-de-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] İsteğini belli ederek beklemek. [DS] cülesa, -ai [Ar. celıs > cülesa’ *L~U] (cü lesa :) {OsT} is. Birlikte oturanlar, cüleyde, [Ar. cüleyde o-JlJl»-] {OsT} is. Dericilik, cüllab, [Ar. cüllâb
(cü lla.b) {OsT} is. - * ciilab.
cüllah, [Far. cüllâh / cülleh o}U- /
4JU-] (cü lla:h)
cümbüş u ~ ^r] is. 1. Eğlence. 2. Hareket; neşe. 3. miiz. Gövdesi alüminyumdan, gövde tahtası deri den, mızrapla çalman uta benzer, Zeynelabidin Cümbüş tarafından icat edilmiş bir telli saz, t? cümbüş yapm ak, Toplu h a ld e eğlen m ek. cümbüşçü, [cümbüş-çü] is. Cümbüş imal eden ya da cümbüş çalan kişi, cümbüşlü, [cümbüş-lü] sf. Eğlenceli, hareketli, cüm cüm e, [Ar. cümcüme
{OsT} is. Kafatası,
cümcümlemek, [cüm (yans.) > cüm+cüm-le-mek] {ağız} g ç l . f [ - r j [-l(ü )-y or] Çimdiklemek. [DS] cümd, [Ar. cümd -u^-] {OsT} is. Taş.
{OsT} is. Dokumacı, cüllas, [Ar. câlis > cüllâs
(cü lla:s) {OsT} sf. 1.
Oturanlar. 2. Tahta çıkanlar, cüllenar, [Ar. cüllenâr
(cü llen a:r) {OsT} is. Nar
çiçeği; gülnar. cülmud, -dü [Ar. cülmüd
(cülm u:d) {OsT} is.
Kaya. cülmüd, [Ar. cülmüd -u-U-] {OsT} sf. Sesi güçlü olan kimse. cülnar, [Ar. cülnâr
S cüm bür cem aat, Toplu o la r a k ; h ep birden.. cümbüş, [Far. cünbiden (kım ıldam ak) > cünbiş >
(cü ln a:r) {OsT} is. -*■ cül
lenar.
cümel, [Ar, cümle > cümel / cümmel J^=r] {OsT} is. 1. Cümleler; söz dizileri. 2. ed. Arap harflerinin ebcet hesabına göre hesaplanması, fi1 cümel-i ekber, {OsT} B ir cü m lede A rap h a rflerim sa y a ra k y a p ıla n hesap.\\ cümel-i hikemiye, D erin anlam lı, hikm etli sözler.\\ cümel-i kebîr, {OsT} E b c e t h a r fle rinin sayısın a g ö r e y a p ıla n hesap.\\ cümel-i müntehâbe, {OsT} S eçm e sö z ler.|| cümel-i sagîr, {OsT} E b c e t hesabı. cümeyz, [Ar. cümmeyz >*^-] {OsT} is. Firavun inciri, cüm bür, [Ar. cümhür jjf«*-] (cüm hu:r) {OsT} is.
cülud, -dü [Ar. cild > cülüd
(cülû :d) {OsT} is.
Hayvan derileri; ciltler, cülus, [Ar. cülüs ^ ^=-] (cülû.s) {OsT} is. 1. Oturma. 2. (Yönetici için) tahta çıkma; başkanlık makamına geçme. 3. Yıldız falında kehanette bulunmayı mümkün kılan yıldızların durumu, 0 cülüs etmek, T ahta oturm ak. cülusi, [Ar. cülüsî
(cülû si:) {OsT} sf. Padişa
hın tahta çıkışı ile ilgili, cülusiye, [Ar. cülüsiyye
Halk; kamuoyu; herkes, cümle, [Ar. cümle A »-] {OsT} is. 1. Hep; bütün. 2.
(cülû :siye) {OsT} is.
1. Hükümdarların cülus törenlerinde dağıttığı bah şiş. 2. ed. Şairlerin tahta çıkan hükümdarlar için yazdıkları kaside, cülü, [cül (yans.) > cül-ü] {ağız} is. Civciv. [DS] -cülük, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cüliik / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. -*■ -cılık. cümade, [Ar. cemad (cisim ) > cemâdl / cümâde coU»(ciim a.d e) {OsT} sf. 1. Ruhsuz. 2. Arabî ay
Herkes. 3 . dbl. Bir duyguyu, bir düşünceyi veya eylemi tam olarak bir hüküm halinde anlatan keli meler dizisi; tümce. 4. Anatomide sistem. S1 cümle âlem, Herkes.\\ cümle bilgisi, dbl. Sözdizim i.|| cümle çözümlemesi, dbl. Cüm leyi oluşturan ö ğ elerin ayrıştırılm ası; cüm lenin çeşitlerinin b e lir tilm esi:.|| cümle-i asabiye, {OsT} anat. Sinir s iste mi]] cümle-i aslîye, {OsT} dbl. T em el cümle.\\ cüm le-i cezaiye, {OsT} dbl. Ş art ciimlesi.\\ cümle-i fı’liye, {OsT} d b l F iil cüm lesi]] cümle-i emriye, {OsT} dbl. E m ir cü m lesi.|| cümle-i hukuk-i mükte sebe, {OsT} huk. K azanılm ış hakların ben zerlerin den biri.|| cümle-i ihbariye, {OsT} dbl. B ildirm e cü m lesi.|| cümle-i iltizâmiye, {OsT} dbl. İstek cüm lesi]] cümle-i inşâiye, {OsT} dbl. E m ir cüm lesi]] cümle-i ismiye, {OsT} dbl. İsim cü m lesi]] cümle-i istidrâkiye, {OsT} dbl. K arşıtlı cü m lecik]] cümle-i
İ M İ R S İ M . M2
CÜM
kevkebiye, {OsT} g ö k b. Takım yıldız.|| cümle-i cünabe, [Far. cünâbe -oU»-] (ciin a:be) {OsT} is. İkiz lenfâviye, {OsT} anat. L e n f sistemi.\\ cümle-i m u’çocuk. ta n z â , {OsT} dbl. A ra cü m le; a çık la m a cüm lesi. || cünah, [Far. cünâh (cün a:h) {OsT} is. Günah, cümle-i müfessire, {OsT} dbl. Yorum cü m lesi; “y a n i" kelim esi ile ba şla y an cü m le.|| cümle-i müste- -cünhan, [Far. ciinbîden > -cünbân oL^>- -] (cünba:n) nefe, {OsT} dbl. B ağım sız cümle.\\ cümle-i mütem{OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere meme, {OsT} dbl. Anlam ı b a şk a cü m le tarafından "sallanan, kım ıldanan, kım ıldatan, o y n a y an ” an tam am lanan cümle.\\ cümle-i mütevâliye, {OsT} lamları katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. dbl. Sıra cü m leler.|| cümle-i sempati-i kebîr, {OsT} cünban, [Far. cünbiden (kım ıldam ak) > cünbân anat. B üyük sem p a tik sin ir sistem i. || cümle-i şarOL-^-] (cü n ba:n ) {OsT} sf. Kımıldanan; hareket tiye, {OsT} dbl. Ş art cüm lesi. || cümle-i şartiye-i eden; sallanan. S5 cünban etmek, T itrem ek; s a lla faraziye, {OsT} dbl. S özde şa rt cümlesi.\\ cümle-i m ak. ||cünban olmak, S allan m ak; titrem ek. şartiye-i hakîkiye, {OsT} dbl. G e rç e k şa rt cü m le (cü b a:n i:) {OsT} is. si. || cümle-i tâbia, {OsT} dbl. A nlam ı b a ş k a cüm le cünbani, [Far. cünbânî tarafın dan tam am lanan cüm le. || cümle-i tâm m e, Tahrik edicilik, {OsT} dbl. T ek b a şın a anlam ı tam am olan cü m le.|| cünbide, [Far. cünbıde (cü n bi.de) {OsT} sf. cümle-i tefsiriye, {OsT} dbl. K en dinden ö n ce g elen Kımıldamış; sallanmış; hareket etmiş, cü m leleri "yani, m ese la " sö z leri ile b a şla y a r a k cttnbiş, [Far. cünbiden (kım ıldam ak) > cünbiş J^ = r] açık lay a n cü m le.|| cümle-i vasfiye, {OsT} dbl. C ü m lede sıfa t o la r a k kullanılan cümlecik.\\ cümle-i {OsT} is. 1. Kımıldama; harekete gelme; titreme. 2. vücübiye, {OsT} dbl. G erek lilik cü m lesi.|| cümle-i Eğlence. 0 cünbiş-geh, {OsT} Eğlenceyeri.\\ cünzarfiye, {OsT} dbl. Z a r f o la r a k kullanılan cümle.\\ biş-i evvel, {OsT} 1. K a z a ve kad erin başı. 2. F e le cümle kapısı, mim. B in aların a n a g iriş kapısı.\\ ğin hareketi. 3. G ezeğ en lerin K o ç bu rcu ndaki hacümle öğeleri, dbl. Cüm lenin y a p ısın d a y e r alan r ek eti.|| cünbiş-i müjgân, {OsT} K irpiklerin h a r e özne, yüklem ve tüm leç g ib i biçim ler\ cümle vur keti. ||cünbiş-i zemîn, D eprem . gusu, dbl. C üm lede önem li olan kısm ın vurgu ile cünbüde, [Ar. cünbüde » V r ] {OsT} is. Kubbe; küm belirtilm esi durumu. bet. cümlecik, -ği [cümle-cik] is. 1. Önerme. 2. dbl. Kü cünbüş, [Far. cünbiş J ^ r ] {OsT} is. -*■ cümbüş, çük cümle. cümlemsi, [cümle-msi] is. dbl. Bir cümlenin anlamı nı tamamlayan, genellikle fılimsilerle, dilek-şart kipiyle, çekimli eylemler ve ek eylemle birleşmiş ad soylu sözcüklerle kurulan ve ona bağlı, bir yargı içeren birimler bütünü; yan cümle; tümcemsi.
cünbüz, [Ar. cünbüz
cümleten, [Ar. cümleten Sl»^] ( c ü ’m leten) {OsT} zf.
süvari. 2. At üzerinde silah kullanma becerisi ka zanmış asker. 3. Mısırlı süvari. 4. sf. İyi at binen, cttndibaşı, [cündi+baş-ı] is. t. İmparatorluk döne minde süvarilerin ve binicilikle ilgili kişilerin ami ri. cttndilik, [cündı-lik] (cündi. lik) is. Binicilik, cündiyane, [Ar. cündî + Far. -âne > cündiyâne
Hep birlikte; beraberce, cüm m a, -a ’ı [Ar. cem ' > cümmâ'
(cü m m a:)
{OsT} is. Bir araya gelerek tortop olmuş; küme. S cüm m â’ül-kef, {OsT} Yumruk. cüm mal, -li [Ar. cemâl > cümmâl J W ] (cüm m a:l)
cünd, [Ar. cünd j ^ ] {OsT} is. Asker, ordu, cündî, [Ar. cündî
{OsT} sf. Çok güzel; çok iyi. cümud, [Ar. cümüd
(cüm u:d) {OsT} is. 1. Buz
soğukluğu. 2. Donma. 3. Hareketsizlik; donukluk. S cüm üd-i ayn, {OsT} G öz donukluğu.\\ cüm üdü’ l-mevt, {OsT} Ölüm donukluğu. cümudiye, [Ar. cümüd (donm a) > cümüdiyye (cüm u:diye) {OsT} is. Buzul, cüm uh, [Ar. cümüh
(cüm u:h) {OsT} is. Atta,
baş sertliği. -cün, [-cm / -cin / -cün / -cun / -çm / -çin / -çün / çun] yap. e. -*■ -cm. cünab, [Far. cünâb tutuşma.
(cü n a:b) {OsT} is. Lades
{OsT} is. 1. Kubbe; küm
bet. 2. Kemer,
(cündi:) {OsT} is. 1. Asker;
(ciin di.yane) {OsT} zf. Ata iyi binenlere yakışır biçimde, cüngültt, [cuğ (hindi, civciv) + gül-ü > cüngülü] is. Hindinin gagasının altından sarkan kırmızı deri, cünh, [Ar. cünh ^ r ] {OsT} is. Koruma; esirgeme, cünha, [Far. günah > Ar. cünha
(cün ha:) {OsT}
is. 1. Kabahatten ağır, cinayetten hafif suç. 2. Cü rüm derecesindeki suç. cünhadar, [Ar. cünha + Far. -dâr jtaUaş-] (cün ha:d a :r) sf. Suçlu, cünnar, [Ar. cünnâr Çınar.
(cünna:r) {OsT} is. bot.
u:;-..
CÜR
„ 843
ciinne, [Ar. cünne cünüd
(cünu:d) {OsT} is.
cüreksinm ek, [cürek-sin-mek] {ağız} gçsz. f . [ - ir ] Öfkelendiği hâlde bir şey yapamamak. [DS] cü r’et, [Ar. cür’et o i y ] {OsT} is. -*■ cüret, fi1 c ü r’et etmek, C esa retle ortaya atılm ak.
Askerler; ordular, cttnun, [Ar. cinnet > cünün
(cünu:n) {OsT} is.
c ü r’etk âr, [Ar. cür’et + Far. -kâr jLSjIy \ (cü retkâ:r)
{OsT} sf. -*■ cüretkâr, 1. Delilik; çıldırma. 2. tasvf. Allah sevgisinin üs tünlüğü dolayısıyla insanın dış âlemle ilgisini kes c ü r’etkârane, [Ar. cür’et + Far. -kâr-âne ■üljlSj'lj^] mesi. <3 cünûn-ı âhidî, {OsT} M era k hastalığ ı. || (cü retk â:ra :n e) {OsT} zf. 1. Yiğitçe. 2. Atılganlıkla. cünün-ı devrî, {OsT} A ra sıra g elen çılgınlık.\\ cü3. Cesaretli bir şekilde. 4. Küstahça, nün-ı ehl-i aşk, {OsT} A şıkların çılgın lığ ı,|| cünflnc ü r’etkârlık, -ğı [cür’etkâr-lık] (cü r-etkâ:rlık) {OsT} l gayr-ı mutbık, {OsT} A kıl bozukluğunun g elip is. -* cüretkârlık, giden şek li.|| cünfln-ı mutbık, {OsT} Sü rekli a k ıl c ü r’etlenme, [cür’et-le-n-me] {OsT} is. -*■ cüretlenbozukluğu.\\ cünün-ı sebnî, {OsT} Sü rekli a k ıl b o zukluğu.|| cünün-ı şebâb, {OsT} E rken bunam a. me. cünup, -bu [Ar. cünüb ı_^-] sf. İslamiyet’in getirdiği temizlik kuralları gereğince bütün bedenim yıkayıp maddeten ve manen temizlenmek zorunda olan, cünupluk, -ğu [cünup-luk] is. 1. Dinî açıdan yıkan mayı, temizlenmeyi gerektirir durum. 2. Cünup olanın niteliği, cünüb, [Ar. cünüb
sf
cünup.
cür, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)] is. Sıvı madde lerin akışı, dökülüşü ve ishal olma durumunda çı kan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cü r-de-k, cür-ii-k, cür cür. t? cü r cür, {ağız} (Suyun a kışı için) sü rekli ve ince. [DS] cür’a, [Ar. cür'a
yr\ {OsT} is. 1. Yudum. 2. Kade
hin dibinde kalan son yudum. 3. arg o. Sigaradan çekilen son nefes. 4. tasvf. İlahî içkiden sonra mu tasavvıfın bazı sırlara vakıf olması. 0 c ü r’ a-dân, {OsT} 1. İç k i kadehin in dibin d e k alan kısım . 2. Ş a rap artıklarının döküldüğü k a p .|| c ü r’a-nfiş, {OsT} İçki içen .|| c ü r’a-nüşan, {OsT} İç k i içen ler.|| c ü r’arîz, {OsT} 1. D am la d a m la döken. 2. B ir tür ibrik. cüraz, [Ar. cürâz jlyr\ (cü ra:z) {OsT} is. Keskin, cürcüllü, [cür-cül-lü] {ağız} sf. Süslü. [DS] cürcüne, [curcuna > cürcüne] {ağız} is. Dedikodu. [DS] cürcür, [cür (yans.) > cür + cür] {ağız} is. İshal; sür gün. [DS] cürd, [Ar. cürd syr\ {OsT} sf. 1. Tüysüz; kılsız. 2. (At için) kısa tüylü. 3. (Y er için) bitki örtüsü olmayan. 4. (Deve için) cilt hastası. 5. (Süvari için) piyadesiz. cürde, [Ar. cürde co^] {OsT} is. 1. Çıplak vücut. 2. Çorak bölge. 3. Atlı asker, cürdek, -ği [cür (yans.) > cür-dek] {ağız} is. Su testi si. [DS] cüre, [cüre] {ağız} is. Cins; şekil; tür. [DS] cürek, -ği [Alt. cürek / Kırg. cürök] {ağız} is. Yürek. [DS] cürekli, [cürek-li] sf. Yürekli.
c ü r’etlenmek, [cür’et-le-n-mek] {OsT} dönşl. f . [-ir ] -*• cüretlenmek. c ü r’etli, [cür’et-li] {OsT} sf. -*• cüretli, c ü r’ etyâb, [Ar. cür’et + Far. -yâb
(cür-
ety a :b ) {OsT} is. ve sf. 1. Cesaret bulabilen. 2. Sal dırma cesaretini gösteren. 3. Cesaretli. cüret, [Ar. cür’et o î yr] is. 1. Cesaret; yiğitlik. 2. Dü şüncesizce atılganlık, ö o rtay a atılm ak.
cüret etmek, C esaretle
cü retk âr, [Ar. cür’et + Far. -kâr jISjIy>-] (ciiretkâ:r) {OsT} sf. 1. Atılgan (kimse). 2. Atak. 3. Düşüncesiz ve saygısız davranan; kendini bilmez; küstah, cüretkârane, [Ar. cür’et + Far. -kâr-âne (cü retk â:ra :n e) {OsT} zf. 1. Yiğitçe. 2. Atılganlıkla. 3. Cesaretli bir şekilde. 4. Küstahça, cüretkârlık, -ğı [cüretkâr-lık] (cü r-etkâ:rlık) is. 1. Atılganlık; cesaret. 2. Cüretkâr olma durumu, cüretlenme, [cüret-le-n-me] is. Atılganlık ve cesaret gösterme eylemi, cüretlenmek, [cüret-le-n-melc] dönşl. f . [-ir ] 1. Cesaret bulmak. 2. Bir şeyi yapma cesaretini gös termek. 3. Cüretkâr olmak, cüretli, [cüret-li] sf. 1. Cesur, atak, girişken; cüret kâr. 2. Cesaret sahibi; atılgan, cürez, [Ar. cürez iyr\ {OsT} is. z oo l. Tarla faresi, cürf, [Ar. cürf ^yr\ {OsT} is. Uçurum; yar. cürh, [Ar. cürh jv=r] {OsT} is. Yara, cttrha, [Ar. cürha ^ y r\ {OsT} is. 1. Bir tek yara. 2. huk. Tanıklıkta bir tek hükümsüzlük sebebi, cürm , [Ar. cürm çyr] {OsT} is. -*■ cürüm. 0 cürm -i meşhûd, {OsT} -*• cürmümeşhut. cürm ane, [Far. cürmâne
(ciırm a:n e) {OsT} is.
Para cezası; ceza, cürm nak, [Far. cürm-nâk Suçlu; kabahatli.
(cürm na:k) sf.
İ M
C ÜR
cürm üm eşhut, -du [Ar. ctirm-i meşhud i
?y ]
(cürm üm eşhud) {OsT'} is. hıık. Suçüstü; göz önünde işlenen suç. cü rre, [Far. cürre o y ] {OsT} s f 1. Cesur; cüretkâr. 2. is. Uçan her türlü kuşun erkeği. 0 cürre-bâz, {OsT} 1. E r k e k şa h in ; e r k e k akdoğ an . 2. A tm aca. 3. H ızla uçan ok. cürsum e, [Ar. cürşüme
y ] (cürm su.m e) {OsT} is.
İ K » .
cüssedar, [Ar. cüsse + Far. -dar _>b
(cüssedatr)
sf. İri yapılı; cüsseli, cüsseli, [cüsse-li] sf. Vücutça iri yapılı olan, cüssesiz, [cüsse-siz] sf. İnce yapılı; ufak tefek; cılız, cüst, [Far. cüsten (aram ak) > cüst
{OsT} is.
Araştırma; arama. S cüst ü cü, {OsT} A rayıp s o r m a; sıkı sıkıy a a ra m a .|| cüst ü cü etmek, {OsT} Sı k ıc a a ra m a k ; araştırmak.\\ cüst ü cû olunmak, {OsT} A raştırılm ak; denetlenm ek.
1. Kök. 2. Dip. fi3 cürsflme-i dırâht, {OsT} 1. A ğaç cüst, [Far. cüft => cüst o -^ -] {eAT} sf. Denk; uygun; kökü. 2. K a rın c a yuvası. yakışır. cürub, [Ar. cürüb ^ j y ] (ciiru.b) {OsT} is. Fena cüstelemek, [Far. custe + T. -le-mek dU 4x~=-] {eAT}
sözler; beddualar; ilençler. cüruf, [Ar. curüf ^ j j y ] (cüru:J) {OsT} is. 1. Maden eritilip arıtıldıktan sonra geride kalan posa kısmı. 2. Hafif, kaba ve köpüklü volkanik madde, cüruh, [Ar. cürh (yara) > cürüh ç s y ] (cüru.h) {OsT} is. Yaralar.
1.
Aramak; araştırmak. 2. Denetlemek,
cüsteletmek, [Far. custe + T. -le-t-mek {eAT} 1. Aratmak. 2. Denetletmek, cüsu, -u ’u [Ar. cüsü‘ ^y~^r] (cüsu:) {OsT} is. Ta mahkârlık; pintilik,
cürun, [Ar. çürün ö j y r] (cüru:n) {OsT} is. Alışkan lık.
cüsum , [Ar. cism > cüsüm j>y y ] (cüsu;m) {OsT} is. Cisimler.
cürüf, [Ar. cürüf ^ y ] {OsT} is. Yar; uçurum, çürük, -ğü [cür (yans.) > cür-ük] {ağız} is. İbrik. [DS]
cüsur, [Ar. cisr (köprü) > cüsür j y y ] (cüsu.r) {OsT} is. Köprüler.
cürüm , -rm ü [Ar. cürm fy \ {OsT} is. Cezayı gerek
cüşa, -ai [Ar. cüşâ5
tirecek suç. cürüm süz, [cürüm-süz] sf. Suçu olmayan; suçsuz,
cüval, -li [Far. cüvâl
cürüz, [Ar. cürüz j y ] {OsT} sf. (Y er için) verimsiz; çorak. cü rz, [Far. gürz > Ar. cürz j y ] {OsT} is. Gürz, cüsad, [Ar. cüsâd ) U ]
(ciisa:d) {OsT} is. Karnı
ağrısı. cüsal, -li [Ar. cüşâl JU=r] (cü sad ) {OsT} is. Tarla kuşu. cüsale, [Ar. cüsâle
(cü sad e) {OsT} is. Sonba (cü sa:m ) {OsT} is. Kâbus;
karabasan. geniş. cüses, [Ar. cüsse > cüşeş c i - ] {OsT} is. Gövdeler; cesetler; bedenler; kalıplar; çelimler. cüseym, [Ar. cism > cüseym ^ y ] {OsT} is. Cisim cik. cüseym at, [Ar. cüseymât ü U ~ > ] (cüseym a:t) {OsT} is. Cisimcikler,
cüsm an, [Ar. cüsmân
{OsT} is. Cisimcik, (cüsm a.n) {OsT} is.
Bütün vücut. cüsse, [Ar. cüsse <ıir] {OsT} is. 1. İnsan ve hayvan gövdesi; kalıp. 2. İrilik.
cüvan, [Far. civan o \ y ] {OsT} is. Genç ve yakışıklı erkek. S cüvân-baht, {OsT} 1. Mutlu. 2. A sil; c ö m ert,|| cüvân-m erd, {OsT} C öm ert]] cüvan-m erdlik etmek, {OsT} C öm ertlik etm ek; cen tilm en ce h a re k e t etm ek. cüvani, [Far. civânî ^ y ] (civ a:n i;) {OsT} is. Genç lik. cüvere, [İt. cigarro] {ağız} is. Sigara. [DS] cariyecik. cüvüt, [cüvit] {eT} is. Boya. [DLT]
cüsam 2, [Ar. cüsâm pL-^-] (cüsa:m ) {OsT} is. Büyük;
cüseyme, [Ar. cüseyme
(cüvad) {OsT} is. Çuval.
S cüvâl-düz, {OsT} Çuvaldız.
cüveyre, [Ar. cüveyre »y y ] {OsT} is. Küçük cariye;
harda dökülen yapraklar. cü sam 1, [Ar. cüsâm
(cü şa;) {OsT} is. Geğirme,
cüy, [cu / cü / cül / cüy (yans.)] is. Kümes hayvanlan vb. kuşları çağırma ünlemi, cüy-ce. cüyub, [Ar. ceyb (cep ) > cüyüb ^>j-ş-] (cüyu;b) {OsT} is. 1. Cepler. 2. Yarıklar, cüyud, [Ar. cıd > cüyüd >ys-] (cüyu;d) {OsT} is. Bo yunlar; gerdanlar, cüyuş, [Ar. ceyş (asker) > cüyüş J - j y ]
(cüyu:ş)
{OsT} is. Askerler, cüz, -z ’i [Ar. cüz5 t- y ] {OsT} is. 1. Kısım; parça. 2. Kur’an’m otuzda birine denk gelen sayfalar toplu luğu. 3. Yirmi sayfadan ibaret el yazması eser. 4. Bir kitabın bir formalık veya daha fazla sayfalık bölümü. 5. Bir sayıyı tamamıyla bölen kesir. 6. tasvfi Bütünün bir parçası. S cüz gülü, {OsT} Süs
O K U M ? m ı . a45
cüz
lem elerd e göriilen g ü l motifleri.\\ cüz’-i ced, {OsTf İnik. Yakın ve uzak a m ca ve a m c a oğulları.\\ cüz’-i eb, { OsTI huk. Ölen kim senin a n a b a b a b ir k a r d eş leri ve onların o ğ u lla rı.|| cüz’-i ferd, {OsT} fız . Atom]| cüz’-i ferdî, {OsT} A tom al.j| cüz’-i ferdiye, {OsT} fe l. Atom culuk.|| cüz’-i içtim â, {OsT/ g ö k b. tki g ö k cism inin birbirin i kestiğ i yerin boylam ı]] cüz’-i la-yetecezzâ, {OsT} B ölü n em eyen ; p a r ç a la nam ayan kısım ; bölün m e im kânı olm ayan en küçük p a r ç a . || cüz’-i mü te in m em, {OsT} Tam olm ayan p a r ç a .|| cüz’-i şâyi’, {OsT} B ir şeyin ü çte b ir veya dörtte b ir g ib i b ir p a rça sı]], cüz’ -i tâm , {OsT} Tam p a r ç a ; p a rça la n d ığ ı zam an e s a s k arak terin i k a y b e den şey. || cüz kesesi, E skiden ö ğ ren cilerin oku la g id erk en oku y aca kla rı kitap ları için e koydu kları boyun ların a a sılı çanta. cüzaf, [Ar. cüzâf
(cü za:j) {OsT} is. 1. Tahmin;
attığını tutturma. 2. Götürü alışveriş, cüzafen, [Ar. cüzâfen liljş-] (c iiz a :fe ’n) {OsT} zf. 1. Tahminen. 2. Götürü olarak; götürü pazarlıkla, fi1 cüzâfen-bey’ , {OsT} Götürü satış. cüzam , [Ar. cüzam / cüzzam M ir] (cüza:m ) {OsT} is.
cüzdan, [Ar. cüz’ (parça) + Far. -dan (-lık) (cüzda:n) {OsT} 1. İnsanın üzerinde taşıyabileceği büyüklükte, içine para veya evrak konulan küçük çanta. 2. Evrak çantası. 3. Kimlik belgesi, cüzeyr, [Ar. cezr (kök) > cüzeyr
{OsT/ is. İnce
kök; kök dallan, cüzeyre, [Ar. cezire (ada) > cüzeyre «^,1=-] {OsT} is. Küçük ada; adacık, cüzeyrevi, [Ar. cezire (ada) > cüzeyrevî ,S 3ji.^r] {OsT} is. Adada oturan; adalı, cüzhan, [Ar. cüz’hvân j
l
(cüzha:n) {OsT} is. 1.
Cüz cüz Kur’an’ı öğrenen kimse. 2. Kur’an oku yan. cüz’î [Ar. cüz’ (parça, bölüm ) > cüz’ı
(cüz-i:)
{OsT} sf. 1. Çok az; azıcık. 2. Göze çarpmayacak kadar küçük ve önemsiz olan. 3. fe l. Tikel. 4 . Yalın tek maddeden meydana gelmiş olan. S cüz’î küsüf, {OsT} Güneşin kısm i tutulması. cüz’ice, [cüz’ı-ce] (cüz-i:ce) zf. Son derece az; çok küçük miktarda; azıcık,
tıp. Bir tür basilin sebep olduğu deri hastalığı; lep ra.
cüz’iyat, [Ar. cüz’iyyât o U jş -] (cüz-iya:t) {OsT} is.
cüzam hane, [Ar. cüzam + Far. hâne 4ils-liş-] (cü-
cüz’iye, [Ar. cüz’ (parça, bölüm ) > cüz’iyye ^j=r]
z a :m h a :n e) {OsT} is. Cüzamlı hastaların toplandığı yer. cüzamlı, [cüzam-lı] sf. Cüzam hastalığına tutulmuş olan.
(cüz-iye) {OsT} sf. 1. Çok az; azıcık. 2. Göze çarp mayacak kadar küçük ve önemsiz olan. 3. fe l. Ti kel. 4. Yalın tek maddeden meydana gelmiş olan,
cüzazat, -ti [Ar. cüzâzât
o lill^-]
(ciiza:zat) {OsT} is.
Kesintiler; kırpıntılar; kırıntılar. S heb, {OsT} Altın kırıntıları. cüzaze, [Ar. cüzâze
oil.L>-] (cüza:ze)
cüzâzât-i ze-
{OsT} is. Kesinti;
kırıntı; kırpıntı, cüzbend, [Far. cüz-bend J-4>r] / OsTjis. 1. Bir çeşit cüzdan. 2. Cilt yapan kimse, cüzbendî, [Far. cüzbend! ı s ^ . y ] (cü zben di:) {OsT} is. Ciltçilik; mücellitlik.
1.
Ufak tefek önemsiz şeyler. 2. Bir işin ayrıntıları,
cüz’iyet, [Ar. cüz’iyyet
(cüz-iyet) {OsT/ is.
Ayrıntı; teferruat, cüzur, [Ar. cezr (kök) > cüzür
(cüzu:r) {OsT}
is. Kökler. cüz’ütam , [Ar. cüz’-i + tâm (bütün)
(cüz-
üta.m ) {OsT} is. Birlik, cüzvi, [Far. cüzv nik.
(cüzvi:) {OsT} sf. Küçük; mi
SOM
Ç> [Ç / Ç] (çe) is- Latin asıllı Türk alfabesinin dördün cü harfi. Diş-damak ünsüzlerinden olup süreksiz, sert bir sesi vardır ve “çe” diye seslendirilir. Sıra lamada dördüncüyü gösterir.
ça9, [Far. ta => ça] {ağız} zf. Ta. [DS] ç a b 1, [çab / çalp / çap / çıp / çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareketler sonucunda oluşan, ya da el ve ayak la oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfikar] çab-a, ça b-a la -m ak , ç a b ıl-d a -m ak
-ç, [-ç / -aç / -eç / -ıç / -iç / -uç / -üç] y a p e. 1. Fiilden isim türeten ek. Bir işe yarayan, o işi yapmakta kul lanılan nesne adı ve o işe yarayan nitelik kavramı veren isimler türetir: g ereç, toplaç, tümleç, tıkaç, çab2, [çab / çep / çıp / çip (yans.)] is. Gevezelik büyüteç, güleç, k ald ıraç, a tla ç (yam a), u laç (sınır). etmeyi, yerli yersiz konuşmayı, hoppaca hareketle 2. Küçültme ve sevgi anlamı katan ek. a ta -ç (b a b a ri, ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] ç a b cak, ça b c ık cık) {eT} (aynı) [ETY] 3. Belli bir özellik kazanmış çab3, [çab] {eT} is. 1. Şöhret; şan. [ETY] 2. Şanlı; kavramı veren isimler yapar: an aç, b a b a ç, araç. şöhretli; meşhur. [ETY] -ç a 1, [-ca /-ce / -ça / -çe] {eAT} çek. e. - * -ca. çab4, [Erme, çap (ölçü)] {ağız} is. Tahıl ölçeği; çap. -ça2, [-ça / çe] {eT} {eAT} yap. e. 1. Eşitlik bildiren, kadar, gibi, g ö re, d e k anlamları kazandıran isimden isim yapma eki. a rsla n -ça (aslan kad ar), y a n a n -ça b o lm a k (fil g ib i olm ak), n e-çe (nice) [ETY] 2. {eT} Asıl eylemden az önce yapılan ya da oluşan eylemi belirten zarf fiil türeten ek; -ince. [ETY] ça1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] ünl. 1. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde konuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfikar] ça-gır-m ak, ça -g ır-g an 2. {ağız} Öküz, manda, keçi vb. hayvanları yürütmek ya da kovalamak için söylenen söz. [DS]
[DS] çaba, [çap (yans.) / çap-mak > çab-a] is. 1. Bir işi yapmak, bir direnci yenmek için büyük bir beden sel, zihinsel veya ruhsal güç harcama; gayret, (1935). 2. Büyük bir gayret sarf etme; zorlu çalış ma. 3. {ağız} Çırpmış; çarpıntı. [DS] 4. {ağız} Tasa. [DS] S çaba göstermek, B ir işi b a şa rm a k için uğ raşm ak, çalışm ak. çab ak 1, [Moğ. çârkab > çarbak > çabâk 3 W ] (ço -
ça3, [ça] {ağız} e. 1. Uzakta olan bir yeri göstermekte kullanılır; ta. 2. zf. Sonuç olarak; eninde sonunda. [DS]
b a :k ) {eT} {eAT} is. Çok ince dokunmuş bir tür bez; patiska. çabak2, -ğı [çab (yans.) > çab-ak] {eT} {ağız} is. zool. Bir tatlı su balığı, (A bram is bram a). [DLT] [DS] çabak3, [çap-mak (koşm ak) I çap (yans.) > çelpek / çelpik > çab-ak [Clauson]] {eT} is. Göz pınarındaki akıntı; çapak. [DLT] 0 çabak er, Soysuz; m ayası bozu k; sütsüz adam . [DLT]
ça4, [Çin. çâ => Far. çâ / çây U- / lîU-] (ça :) {OsT}
çabalağan, [çab (yans.) > çab-â-la-ğan ^ W ] {eAT}
ça2, [ça] {eT} e. Benzetme edatı. [DLT] ça3, [çâ U-] (ça :) {eATf ünl. Aferin; yaşa.
{ağız} is. Çay. [DS] ça5, [çâ] {ağız} ünl. Öküz, manda, keçi gibi hayvanla rı kovalama ve yürütme ünlemi. [DS] ça6, [Moğ. çaka > çağa > çâ] (ça :) {ağız} is. Bebek; çocuk. [DS] ça7, [çağ > çâ] (ç a :) {ağız} is. Saat. [DS] ça8, [çağ (yans.) > çâ] (ç a :) {ağız} is. Çakıl ve taş yı ğını. [DS]
sf. Çabalayan; hareketli, çabalak, -ğı [çap (yans.) > çap-mak > çab-a-la-k jlL>-] {eAT} sf. (At için) şaha kalkan; daima sıçra yan. çabalaklanm ak, [çab (yans.) > çab-a-la-k-la-n-mak jo J
{eAT} dönşl. f . [-u r] Çabalamak,
çabalam a, [çaba-la-ma] is. 1. Uğraşma. 2. Güç bir
ÇAB________________________ __ _______________ durumdan kurtulmak için çırpınma i.şi. 3, /ağız} Kaynaşma, [DS]
çabuklaşm ak, [çabuk-la-ş-mak] dönşl: f [-ir ] Daha hızlı davranır duruma gelmek,
çabalam ak, [çap (yans.) > e T çap-mak > çab-a-lamak] gçsz. f [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Hızlı hareketlerle güç bir durumdan kurtulmaya çalışmak, 2. Bir işi başarmak için elindeki bütün olanakları kullanarak uğraşmak; var kuvvetiyle çalışmak, ® Çabalam a kaptan ben gidemem. “Biitüm u ğ raşm alar b oşu na. " a nlam ında kullanılır.
çabuklaştırılm a, [çabuk-Ia-ş-tır-ıl-ma] iş. Daha hızlı davranır duruma getirilme işi.
çabalanm a, [çaba-la-n-ma] is. Didinme, çabalama, uğraşma eylemi, çabalanm ak, [çaba-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Çırpın mak, debelenmek, çabalayış, [çaba-la-y-ış] is. Çabalama durumu ve işi. çabcak, -ğı [çab (yans.) > çab-cak] /ağız} sf. Şımarık; hoppa, [DS] çabcık, -ğı [çab (yans.) > çab-cık] {ağız} sf. 1. Şıma rık; hoppa. 2. Geveze. 3. Dedikoducu, [DS] çabıcık, -ğı [Far. çâbülc => çabık > çabı(k)-cık] {ağız} zf. Çabucak. [DS] çabığımak, [Far. çâbük ■=> çabı(k)-ı-mak > çabığımak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Çabuk olmak; çabuk dav ranmak. [DS] çabık, -ğı [Far. çâbük > çabık] {ağız} zf. Çabuk; tez. [D S]
çabıldamak, [çab (yans.) > çab-ıl-da-mak] gçsz. f . [r ] [-d (ı)-y o r] 1. Çabalamak. 2. İvedilik etmek, çabır, [? çabır] {ağız} is. Hayvan derisinden yapılmış çarık. [DS] çabırçak, -ğı [çap-mak (koşm ak, saldırm ak) > çabır-çak] {ağız} is. Çapulcu; başıbozuk. [DS] çabış, [çap-mak (koşm ak) > çab-ış] {eT} is. Yaver. [E T Y ]
çabıt, [Far. çağbüt => çaput > çabıt] {ağız} is. Eski bez parçası; çaput; paçavra. [DS]
çabuklaştırılm ak, [çabuk-la-ş-tır-ıl-mak] edil, f . [ır] Hız verilmek; çabuk yapılır hâle getirmek; ça buk yapılmasını sağlamak, çabuklaştırm a, [çabuk-la-ş-tır-ma] i.s. Çabukluk ka zandırma eylemi; tacil, istical, çabuklaştırm ak, 'çabuk la-ş-tır inak] gçl. f . f ır] Hız kazandırmak; çabukluk kazandırmak; seri hâle getirmek; tesri etmek, çabukluk, -ğu [çabuk-luk] is. Çabuk olma hâli; hız; çeviklik. çabula, [Far. pSçîla] {ağız} is. «* çapula. [DS] çabük, [Far, çâbük iljjl*.] (ça:b iik) {OsT} zf. Çabuk. ® çâbük-dest, {OsT} E lin e çabuk. I çâbük-destî, {OsT} E l çabu kluğu,|| çâbük-hırâm ân, {OsT} Ç a bu k yürüyen. || çabuk-hir3m , {OsT} Ç abu k yürü y en .|| çâbttk-inân, {OsT} D izginine ça bu k; atım hızlı sû ren ,|| çâbük-pâ, {OsT} A yağına çabuk.\] çŞbiik-rev, {OsT} Ç abu k giden. || çabuk-sühân, {OsT} H azırcev ap ,|| çâbük-süvâr, {OsT} İyi a t sü ren ; a ta iyi binen. çabükî, [Far. çâbükî
(ça :b ü k i:) is. 1, Çabuk
luk; çeviklik. 2. Hızlı giden at, çacal, [? çacal] {ağız} şf. Çıplak. [DS] -çacık, [-cacık. / -cecik / -çecik / -çacık] yap, e, -*■ cacık. çacık, -ğı [Erme, cacıg => cacık] {ağız} is. Salata. [DS] çackana, [Far. şeş-hâne *=> çaçkana] {ağız} is. Kur şundan yapılmış yuvarlak ok. [DS] ç a ç ’, -cı [Far. çâç ^U-] (ç a :ç ) {ağız} is. 1. Samanın
çabras, [Far. çâb ü rast => çabras] {ağız) sf. Şaşı. [DS]
dan savrulup ayrılmış tahıl yığını; çeç. 2. Buğday yığını. [DS]
çabucacık, [çabu(k)-ça-cık > çabuca-cık] ( ç a ’bu cacık) zf. 1. Çok çabuk olarak; hiç vakit geçirmeden; olabildiğince çabuk. 2. Kolaylıkla; zorlanmadan,
çaç2, -cı [Erme, ç ’aç] {ağız} is. 1. Patates, pancar gibi bitkilerin toprak üstündeki yeşil dallan. 2. Hayvan ların altına serilen kuru yaprak. [DS]
çabucak, [çabu(k)-cak > çabucak] ( ç a ’buk) zf. 1. Çok çabuk olarak; hiç vakit geçirmeden; olabildi ğince çabuk. 2. Kolaylıkla; zorlanmadan,
çaç3, -cı [Güre, çaçi] {ağız} is. Şapka. [DS] çaç4, -cı [saç > çaç] {ağız} is. Saç. [DS]
çabuk, [çap-mak > çap-uk / Far. çâbük il^U-] z f 1. Kısa bir zaman içinde. 2. Seri olarak. 3. sf. Hızlı. 4. ünl. “Acele et! Oyalanma!” anlamında kullanılır. S çabuk-inan, {OsT} Atını hızlı siiren.|| çabuk köprü, D erinliği az su lard a bidon f ıç ı g ib i m esnet le r le bir erin g e ç e b ile c e ğ i k a d a r büyüklükte kuru lan köprü. çabukça, [çabuk-ça] ( ç a ’bu kça) zf. Acele olarak; çok kısa sürede; hızlı bir biçimde, çabuklaşm a, [çabuk-la-ş-ma] is. Hızlı davranma ey lemi.
ç a ç a 1, [Rom. çaço manuş (g erç ek insan)] is. 1. Eski ve usta gemici. 2. Hatırlı kabadayı. 3. zool. Çaça balığı. 4. {ağız} Duvar kertenkelesi. [DS] S. {ağız} Yemekli ve içkili eğlence derneği. [DS] S çaça balığı, z ool. Sardalyegillerden , sa rd a ly e büyüklü ğünde, g öğü s y ü zg eçleri sırt yüzgecin den d a h a ön d e olan b a lık (C lııp ea sprattııs). çaça2, [Yun. tsatsa (teyze, a b la )] is. argo. Genelev yöneticisi kadın, çaça , [çeç > çaça] {ağız} is. Az ballı siyah petek. [DS] çaça4, [? çaça] {ağız) is. Meyve şırası. [DS]
• 849 çaça3, [? çaça] {a ğ « } is,.. Sulu yara. JDS} çaçalam a, [çaça ia ma] fağuzj is. Ayak sürtme.[DS] çaçaça. [İşp. ehacha-cha| is, l . Rumba, ye mambo danalarının bazı ritimlerinin uyarlanması ile doğ muş olan Meksika kökenli bir dans. 2. Bir zaman lar moda olan bir tür kadın ayakkabısı. Ç açan , [Çeçen (K a fk asy a h alkların dan ) > çaçan] Ça ğız} is. Çeçen. [DS] ® çaçan arabası, {ağız} Yaylı, d ö rt tekerlekli, çift atlı, iki p en c er eli, sü slü ve a r k a d a b a g a jı bulunan esk i p o s ta a r a b a s ı; Ç eç en arubası. [ÜS| çaçar, [İt, chiacçhierone => çaçaron > çaçar ?] {ağız.} sf. Kavgacı. [DS] çaçaran , [İt. chiacchierone] {ağız} sf. 1. Çok konu şan. 2, Sarp. [DS] çaçaran , [İt, chiacchierone] s f Çok konuşan; çenesi düşük; geve/e. çaçaron ca, [çaçaron-caj (ç a ç a m 'n c a ) zfi Çaçarona yakışır biçimde; bir çaçaron gibi, çaçaronluk, -ğu [çaçaron-luk] is. Gereksiz yere ç,ok fazla konuşma; gevezelik. ı? çaçaronluk etmek, G ereksiz y e r e ç o k kon u şm ak; g ev e z e lik etm ek. çaçele, [Far. çâçele «^U -] (ç a :ç e le ) {OsT} is. Çarık, postal, ayakkabı gibi eşyaların genel adı. çaçık, -ğı [Erme, cacıg => çaçık] {ağız} is. Salata. [DS] çaçır, [Sansk. çatra > çatır > çâçır] (ça.:çır) {eT} is. Çadır. [DLT] Ç açî, [Far. Çâç (Ö zb ekistan ’d a k i T aşkent kentinin es k i adı) > çâç-î ^ t » . ] (ç a :ç i:) {OsT} s f Çaç şeh rine ait; Taşkentli. S çaçî keman, {OsT} E skiden ç o k iyi say ılan b ir yay. çaçka, [Slav, câska] {ağız} is. Çinko ya da teneke tas. [D S]
çaçn aç, [Erme, ç ’aç => ça.çnaç ?] {ağız} is. Yaprak konan yer. [DS] çaço, [? çaço] {ağız) sf. Düzensiz; budala, [DS] çaçoş, [? çaçoş] {ağız} sf. Yüze gülüp arkadan konu şan; dedikoducu. [DS] çaçuv, [Kır, çaçuu (sa çm a) > çaçuv] {ağız} sf. Saçıl mış; dağıtılmış. S çaçuv kuçuv, {ağız} D a rm a d a ğın. [DS] çadan, [çâdan] (ça :d a n ) {eT} is. 1. Çıyan. [DLT][KB] 2.
Akrep. [D LT ] [KB] 3. Akrep burcu. [KB]
ç a d a r1, [Far. nişâdur=> çâdar] (ça.'dar) {eT} is. Kül. [E U TS]
çadar2, [? çadar] {ağız} is. 1. Tohumluk mısır. 2. Mı sır demeti. [DS] çaddah, [çat-la-k > çaddah] {ağız} sf. Çatlak. [DS] çader, [Far. çâder j^U-] (ça.'der) is. 1. Çadır. 2« Ka dınların başlarına büründükleri örtü. 3. Gökyüzü. 4. {ağız} Atkı. [DS] 5. {ağız} Bez. [DS] 6. {ağız} Çadır için kıldan örülmüş kilim. [DS] t? çâder-i ihram ,
ÇAP
{OsT} 1. Ç adırm ihram ı. 2. m ecaz. K a n[| çâder-i kâfıırî, {OsT} S a b a h aydınlığı, j çâder-i kuhlî, {OiT} l. K a ra n lık g e c e , 2, Gdkyüzü.\\ çâder-i lâci verdi,, {OsT} i. Çayır- çimen. 2. Gökyifcii..\\ çâder-i şeb, {Os.T} I.. A rap kadınların giydiği ça rşa f. 2, Ya ta ğ a yayılan örtü; çarşaf\\ çâder-i tersâ, {OsT} 1. Hıristiyan kadın ların b a ş örtüsü o la r a k kullandığı sa rı w m avi ren kli ip ek kumaş. 2. Ş afak, 3. Güneş tşmları\{ çâder-nişın, {OsT} Ç ad ırd a a tıır m ; g ö çeb e. çaderî, [Far, çâderî u s j^ ] (ç a :d e r v ) {Os.T.I is.. Mavi ile yeşil arasj bir renk; gök rengi.. çadı, [Far. cldü çadı] {ağız} iş. Kötü yaradılışlı kadın, [DS] ça d ır1, [Far. nişâdur a » çâdır] (ça ;d ır) {eT} is. Kül. [EUTS] S* çadır uşağı, {OsT} A m onyak sakızı, çadır2, [Sansk. çattra (güneş şem siyesi) > eT. çîtır / çat(ı)r / çetir
is. 1, Açık havada kaba bez, çul,
kilim, keçe, hasır, vb. şeylerden kurulan, toplanıp taşınabilir barınak; çerge, otağ. 2. İmparatorluk dö nemi savaş gemilerinde kıç üstüne açılan tente. 3. Sirklerde tavanı örten büyük bez örtü, 4, İranlı Müslüman kadınların yabancı erkeklerden sakın mak amacıyla elbiselerinin üzerine giydikleri bü yük ferace, {eAT} (aynı) 5, {ağız} Şemsîye, [DS] 6. {ağız,} Kefen, [DS] 7.. {ağız} Yorgan çarşafı., [DS] 8. {ağız} Kadınların örtündükleri alacalı ya da düz renkli çarşaf, [DS] 9 , {ağız} Çadır bezi; patiska, [DS] 10. {ağız} Kaput bezi, [DS] 11. dnz. Yelkenli savaş gemilerinin kıç tentenesine verilen ad. 0 çadır ağırşağı, {eAT} Ç adırın d irek b a şlığ ı.} çadır bezi, 1. D a h a ço.k ç a d ır yapım ın da kullanılan yün, keten veya p am u ktan dokunm uş k aim ve sıt geçirm ez, bez. 2. E rin ş a h s î eşy ası a ra sın d a bulunan, yağm u rlu h a v a la r d a o rtasın d a ki boşluktan b a şım g e ç ir e r e k ıslan m aktan korunduğu, b a şk a la rı ile birleştirild i ğ in d e ç a d ır o la b ilen dörtgen bir bez. || çadır çam ağı, {ağız} Ç ad ır direğinin ç a d ır a dayan m ası için kon ulan ortası oyuk a ğ a ç. [DS]|| çadır çiçeği, bot. 1. N ilüfergillerden, zeytin y eşili yap rakların ın g en işliğ i b ir m etreyi bulan, p e m b e beyaz ç iç ek li H indistan k ö k en li b ir su bitkisi, (E uryaleferox). 2. Türk sü slem eciliğ in d e kullanılan ç a d ır a ben zer ç iç e k m otifi.|j çadır dikmek, {eAT} Ç a d ır kurmak.\\ çadır direği, Ç adırın iskeletini oluşturan ve a y ak ta durm asını sağ lay an a ğ a ç v ey a m etal direkler.\\ ça dır dutm ak, {eAT} 1. Ç adır kurm ak. 2. P erd e g er m ek. || çad ır eteği, {ağız} G öğün büyük bölüm ünü k ap lay an v e sü rekli yağm u r y a ğ d ıra n bulut. [DS]|| çadır göbeği, {eAT} Ç adırın tepesinde, direğin g eç m e sin e y a ra y an y u v arlak d elikli tahta.\\ çadır ipi, Ç a d ır bezinin gergin durm asını ve çadırın y e r e bağlan tısın ı sa ğ la y a n ipler. || çadır kazığı, Ç a d ır iplerin i bağlam ak, için y e r e ça kılan kazıklar.\\ çadır kurm ak, 1. Ç adırı, içinde o tu ru la b ilecek şe k ild e
ÇAP a çm ak, düzenlem ek, yerleştirm ek. 2. argo. E rk ek cin s el organının sertleşm esi ile elb is e ü zerin de şiş kin lik m eydana getirmek.\\ çadır kuşağı, bot. M ay dan ozgillerden , id ra r söktürücü, afrod izy a k ve uya rıcı bir y a ğ eld e ed ilen otsu bir bitki, (D orem a ammoniacum).\\ çadır mehterbaşısı, tar. P ad işa h ç a d ırla rım kurup kald ıran ve koruyan ç a d ır m eh terlerinin am irin e verilen a d ; haym e mehterbaşı.\\ çad ır mehteri, tar. im p a ra torlu k dön em in de p a d i şa h ların çadırların ın bakım ı, korunm ası ve se fe r d e kurulup kald ırılm ası ile g ö rev li s ın ıf || çadır meh terleri, tar. Ç a d ır m ehteri. || çadır sayvanı, Ç ad ır kan atların ın üst tarafın a fır d o la y ı tutturulan en li ve n akışlı kuşak.\\ çadır tepeliği, Yuvarlak çad ırların tep ed ek i k on ik kısım . || çadır tiyatrosu, Ç a d ırla r k u ra ra k tem siller veren gezgin tiyatro.|| çadır toz luğu, Ç ad ır için e toz to p rak girm em esi için ç a d ır y an ların ın altın a fır d o la y ı dikilen ve içten üzerin e taş to p rak ile bastırılan uzun p a r ç a . || çadır turiz mi, Turistik bö lg elerd e, ç a d ır ku rm ak su retiyle g erçek leştirilen turizm olayı. ||çadır yarm ak, {eAT} H ırsızlık niyeti ile ç a d ır a girmek.\\ çadır yıkmak, Kurulu ça d ırı bozm ak. çadır3, [? çadar > çadır] {ağız} is. Mısır demeti. [DS] çadıra, [çadır > çadır-a] {ağız} is. Alaca veya düz renkli kadın baş örtüsü. [DS] çadırcı, [çadır-cı] is. 1. Çadır üreten veya çadır satan kimse. 2. Çadırda yaşayan kimse. 3. as. Yeniçeri ocağının üretim atölyelerinde çadır üretenlere veri len ad. çadırcılık, -ğı [çadır-cı-lık] is. 1. Çadır üretme veya satma işi. 2. Çadırda yaşama, çadırga, [çadır-ga] {ağız} is. Asmanın çubuklarını yüksekte tutmak için ağaçtan yapılmış çardak; göl gelik. [DS] çadırgaç, -cı [çad (yans.) > çad-ır-gaç] {ağız} is. Ateşte hafifçe ütülmüş buğday başakları. [DS] çadıri, [çadır + Ar. -î] (çad ıri:) sf. Bakır yeşili; göz taşı rengi; yeşil, çadırlanm ak, [çadır-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] [eA T ur] 1. Çadır sahibi olmak; çadır edinmek. 2. {eAT} Çarşafa bürünmek; çar örtünmek, çadırlı, [çadır-lı] sf. 1. Çadırı olan. 2. Çadıra yerleş miş; çadırda oturan. S çadırlı ordugâh, as. Ç a d ır la r d a barın dırılan a s k e r i güç. çadıtm a, [çat-mak > çad-ıt-ma] {ağız} is. Asma çar dağının çatkıları; gölgelik. [DS] çadir, [Far. nişâdur => şatır / çatır] (ça:tır) {eT} is. kim. Nişadır ruhu; amonyak. [EUTS] çad m ak, [çat-mak] {ağız} gçl. f . [-a r ] Odunları yana cak şekilde ocağa yerleştirmek, [DS] çadurğa, [çad-ır-ga > çadur-ga] {ağız} is. -*■ çadırga. [DS] çafçalanm ak, [çalk-ala-n-mak > çafç-ala-n-mak] Sa ğız} dönşl. f . [-ır ] (Kaptaki sıvılar için) sallanarak dökülmek. [DS]
m a m a n ı.«. çafılam ak, [çafı-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Tırmalamak. [DS] çafi, [? çafı] {ağız} is. Tırnak. [DS] çafilam ak, [çafı-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y or] Tırmalamak. [DS] çafîli, [çafı-li] {ağız} sf. Tırnaklı. 0 çafili kiirek, {ağız} G ü bre y ığ ın ların ı eşelem ey e y a ra y an ucu tırm ıklı kürek. [DS] çafk ar, [Bul. câvka] is. Karga, {ağız} [DS] çafralı, [çafra-lı] {ağız} is. Odun parçası. [DS] çafşırı, [çafşırı / çavşırı] {ağız} sf. Ters. [DS] Çag1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] is. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde ko nuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] çag -n a-n ıak çag2, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] ç a g çag, ç a g -ıl çağıl, çag-n am çagnam . çag3, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] çag-ıl, çag-ış-tı, ca g -şı-l-d a m ak, çag -şı-l-d ı çag4, [çağ / çak] {eT} is. Çağ; zaman. [EUTS] çağa, [? çağa] {ağız} is. Çapa. [DS] çağada, [çağ-ad-a ?] {eAT} sf. 1. Çocukça; çağa. 2. Yeni doğmuş; tüyü bitmemiş. [YE] çaggal, [Far. şagâl] {ağız} is. Çakal. [DS] çağı, [çağ (yans.) > çağ-ı / çoğ-T / çuğ-î] (ça ğ ı:) {eT} is. Gürültü. [DLT] S çag çug, Gürültü; ç a r çur. [DLT] çagıg, [çağ-ığ / çav-ığ] {eT} is. Kamçı; sırım. [DLT] çagılam ak, [çağ-ı-lâ-mak / çoğ-ı-lâ-mak / jagılamak / şagılamak] {eT} gçl. f . [- r ] 1. Çağırmak; seslen mek. [DLT] l . g ç s z . f . Çağlamak. [DLT] ça ğ ır1, [çağır / çakır] {eT} is. Şarap; şıra. [DLT] çağır2, [çığ-ır > çağır] {eT} is. Dar yol; küçük yol; çığır. [DLT] çagırlam ak, [çağır-lâ-mak] (ça ğ ırla :m a k) {eT} gçl. f . [ - r ] 1. Üzümün suyunu çıkarmak; şıra yapmak. [DLT] 2. Şıra içmek. [DLT] çagırlanm ak, [çağır-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Şıra veya şarap sahibi olmak. [DLT] çagırhg, [çağır-lığ] {eT} sf. Şaraplı; şarabı olan. [DLT] çagıru, [çağ-ır-u] {eAT} is. 1. Davet. 2. Davetiye. [YE] çağlanm ak, [çağ-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] (Et için) yarı pişmek; börtmek. çağm ak, [çağ / çak (yans.) > çağ-mak] {eT} gçl. f . [u r] 1. Çakmak; vurmak. [EUTS] 2. Çakmak çak mak.
öIMITOİMİ. 851
ÇAĞ
çagm ur, [çam-ğur > çağ-mur] {eT} is. Şalgam, (B rass ic a ra p a ). [DLT] çağrı, [Lât. sacer [Clauson] => çağrı / çak-ır / çavlı] (ça ğ rı:) {eTj is. Doğan kuşu; çakır doğan, (H ypotriorchis a eso lon ). [DLT] [KB] çagruk, [cağ-ruk] {eT} sf. Sertleşen; katılaşan. [DLT] çagşaput, [Sansk. çikşapada] {eT} is. Ahlak; ahlak kuralı. [EUTS] çagurm ak, [çağur-mak] {eT} gçl. f i [-u r ] İftira et mek; leke sürmek; çamur atmak. [EUTS] [Gabain] çağ 1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] is. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde ko nuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] çağ -a, çağ -ır-ış-m ak, çağ-ır-m ak, çağ -ış-la-m ak, çağ -la-k, çağ-lık, ça ğ -rı-ş çağ2, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] çağ -al-gan , ça ğ + ça r-a , ç a ğ -ıl çağıl, çağ -la-m ak, çağ -la-k, çağ la-y-arı, çağ -la-r, çağ -la-y-ık, ç a ğ -ş a -k & çağ çağ, ,'eATj Ç ağıl çağıl.\\ çağ çağ derlemek, {eAT} B u ram buram terlem ek. çağ3, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] ç a ğ çağ , çağ -al, çağ -al-d ak, çağ-ıl, çağ -ıl-da-k, çağ -ış-ta-k, çağ -ra-m ak, çağ ra-k, çağ -şa-m ak, ça ğ -ş a -k çağ4, [çağ / çak (yans.)] is. Işığın yansımasını, canlı ve parlak oluşunu anlatan kök. [Zülfikar] ça ğ -m a k
çağ7, [çağ (yans.)
çağ5, [eT. çak > çağ > çağ jL>-] is. 1. Zaman; zaman
çağana2, [Yun. tsaganos] {ağız} is. Yengeç. [DS]
parçası; vakit; mevsim; devir; {eAT} (aym). 2. Haya tın, çocukluk, gençlik ve yaşlılık gibi önemli dö nemlerinden her biri. 3. Belli bir özelliği bulunan zaman parçası; devir. 4. Dünya tarihini daha kolay inceleyebilmek amacıyla varsayımla bölünmüş dö nemlerden her biri. 5. je o l. Bir katmanın oluştuğu süre. 6. Bir şeyin en uygun ve elverişli olduğu za man. 7. {eAT} Y aş; asır. 8. {ağız} Saat. [DS] 3 çağ açm ak, E v ren sel niteliği taşıyan ön cekin den ç o k fa r k lı y en i b ir dönem in b a şla m a sın a y o l a çm a k .|| çağ dışı, 1. Ç ağın g er ek le rin e y etişem em iş; çağın şartların a g ö r e g e r id e k alm ış; köhn e. 2. as. A sker lik y a p m a y a ş ı sın ırları dışın a çıkm ış olan. || çağ dışı olmak, as. Y edek a sk erlik çağ ın ı doldurm uş olm ak. ||çağı geçmek, Yaşlanm ak. çağ6, [Erme, cağ / Güre, cali / Far. çâh / eT. çij (d e m ir çivi) / çüjmek (germ ek, uzatm ak) > cağ / çağ
çağanak, -ğı [Far. çegâne-k => çağanak] is. Çengi ya da dansözlerin oynarken parmaklarına takarak bir birine vurmak suretiyle ritim sesi çıkarttıkları kü çük pirinç yuvarlak zil.
{eAT} is. 1. Dokumacıların üzerine ip sardık ları dolap. 2. {ağız} Çorap tığı. [DS] 3. Yün eğir mekte kullanılan iğin tepesindeki çengel. 4. {ağız} Yükün düşmemesi için kağnının yanlarına konulan ağaçlar; söve. [DS] S çağ kemiği, {ağız} K a lç a ile diz a ra sın d a ki kem ik. [DS]
{eAT} is. 1. Su deliği. 2. Çağ
layan. 3. {ağız} Şıra süzmeye yarayan tahta tekne. [DS] 4. {ağız} Musluk. [DS] 5. {ağız} Lavabo; banyo. [DS] S çağ evi, {ağız} L avabo. [DS] çağ8, [çağ jjL»- / çak / çah] {eAT} is. 1. Tam; tamam. 2. sf. Salt; sırf; sade; halis; yalnız. 3. zf. Ta. çağ9, [çağ] {ağız} is. 1. Erkek kümes hayvanları ve kuşlarda cinsel organ. 2. Erkek danaların cinsel organını örten tüylü deri kısım. [DS] çağ 10, [çağ] {ağız} is. 1. Saz otu. 2. Yaprakları hay vanlara yedirilen bir bitki. [DS] çağ a1,' [Moğ. çaka > çağa ^
/ 4&U-] is. 1. {ağız}
Çocuk; bebek. [DS] 2. {eAT} {OsT} (Kuş yavrusu için) daha tüyü bitmemiş; yeni doğmuş. S çağa çıplak, {eAT} Ç ırılçıplak. çağa2, [çağ-a] {ağız} is. Balık tutmakta kullanılan, fındık dallarından yapılma sepet. [DS] çağabacak, [çağ-a+bacak] {ağız} is. İnce, zayıf ba caklı kimse. [DS] çağala, [Far. çağâle => cağala *1^?-] {eAT} {ağız} is. -*■ çağla. [DS] çağalam ak, [çağa-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)y o r ] (Yaşlı kimse için) çocukça davranışlarda bu lunmak; çocuklaşmak. [DS] çağaldak, -ğı [çağ (yans.) > çağ-al-dak] {ağız} is. Pis insan. [DS] çağalgan, [çağ (yans.) > çağ-al-gan] {ağız} is. Çağla yan. [DS] çağan a1, [Far. çeğâne] is. ■* çağanak.
çağandır, [çağan-dır ?] {ağız} is. Çingene çadırı. [DS] çağanoz, [Yun. tsaganos] is. zool. Türkiye’nin bütün kıyılarında yaşayan yan yan yürümesiyle tanınan kabuklu, yüzer yengeç; çingene pavuryası, çingene yengeci, (C arcinus m aen as). B çağanoz gibi, 1. Vücudu eğ r i büğrü olan kim se. 2. (Sarhoş için) y a m u k ve y a n yan yürüyen. çağarak , -ğı [çağ-ar-ak ?] {ağız} is. Baca. [DS] çağarm ak 1, [çağ (yans.) > çağ-ar-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır ] Taşla hücum etmek. [DS] çağarm ak 2, [çağ-ar-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] Kay mak. [DS] Ç ağatayca, [Çağatay-ca] (ç a ğ a t a ’y c a ) is. dbl. 1. Yirminci yüzyılda yerini Özbekçe’ye bırakmış olan on beşinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar Orta A sya’da kullanılan tarihî Türk lehçesi. 2. s f Bu Türkçe ile yazılmış veya söylenmiş olan, çağbacak, -ğı [çağ +bacak] {ağız} is. İnce bacaklı insan.
ÇAĞ
çağbağ, [çağ+bağ] {ağız} sf. Hamarat. [DS] çağcıl, [çağ-cıl] sf. 1. Çağın yeniliklerini benimse yen, yeniliklerden yararlanabilen; modem; asri. 2. Tekniğin ve bilimin yeniliklerini kullanabilen; mo dem. çağcıllaşm a, [çağ-cıl-la-ş-ma] is. Çağın yeniliklerini benimseyebilir, yararlanabilir hâle gelme eylemi; modernleşme, asrileşme,
O IÜ M IİİM M . çağü3, [Far. çağâle => çağla > çağıl] {ağız} is. Cağla. [DS] çağıldah, [çağ (yans.) > çağ-ıl-dah] {ağız} sf. Pek çok. [DS] çağıldak1, -ğı [çağ (yans.) > çağ-ıl-da-k] {ağız}, is. Koyunların kuyruk altlarında birikmiş pislik topak ları. [DS] çağıldak2, -ğı [çağ (yans.) > çağ-ıl-dak] {ağız} is. 1. Taze börülce. 2. Çiçeği yeni dökülen taze kabak. [DS]
çağcıllaşmak, [çağ-cıl-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] Çağın yeniliklerini benimseyebilir, ondan yararlanabilir hâle gelmek; modernleşmek, asrileşmek, çağcıllaştırm a, çağ-cıl-la-ş-tır-ma] is. Çağın yenilik lerini benimsetme, ondan yararlanabilir hâle getir me eylemi; modernleştirme, asrileştirme,
çağıldak3, -ğı [çağ (yans.) > çağ-ıl-dak] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS]
çağcıllaştırm ak, [çağ-cıl-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Çağın yeniliklerini benimseterek ondan yararlana bilir hâle getirmek; modernleştirmek, asrileştirmek,
çağıldam ak, [çağ-ıl-da-mak] gçsz. fi. [ - r ] [-d (ı)-y o r] (Su için) akarken taşlara, kayalara çarparak hoş ve tatlı sesler çıkarmak,
çağcıllık, -ğı [çağ-cı-lık] is. Çağın yeniliklerini ve yaşama gereklerini benimseyebilme, ondan yarar lanabilme durumu; modernlik, asrilik,
çağıldayış, [çağ-ıl-da-y-ış] is. Çağıldamak durumu ve eylem biçimi,
çağçağ, [çağ+çağ] {ağız} is. Değirmende tanelerin düzenli dökülmesini sağlayan ve titreşimini taşın hareketinden alan düzenek. [DS] çağçara, [çağ+çar-a] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çağdaş, [çağ-daş] sf. 1. Biri ile aynı çağda yaşayan; muasır. 2. İçinde bulunulan çağın şartlarına uygun olan; muasır, (1935). çağdaşlaşm a, [çağ-daş-la-ş-ma] is. Çağın gereklerine uygun davranma eylemi; muasırlaşma, çağdaşlaşm ak, [çağ-daş-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Ça ğın gereklerine uygun davranmak; muasırlaşmak, çağdaşlaştırm a, [çağ-daş-la-ş-tır-ma] is. Çağın ge reklerine uygun davranmasını sağlama eylemi; mu asırlaştırma. çağdaşlaştırm ak, [çağ-daş-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-ır] Çağın gereklerine uygun davranmasını sağlamak; muasırlaştırmak, çağdaşlık, -ğı [çağ-daş-lık] is. Çağdaş olama duru mu; muasırlık; asrilik; modernlik, çağdavul, [Moğ. çağda-mak / çığda-mak (n öbet tut m a k ) > çağda-vul] is. Moğol ordu kuruluşunda art çı kuvvetler. çağeç, [ e l çuvaç > çoğaç > çağeç] {ağız} is. Sonba harın bunaltıcı sıcağı. [DS] çağevi, [çağ+ev-i] {ağız} is. Lavabo; banyo. [DS] çağgelmek, [çağ+gel-mek] {ağız} g ç s z .f. [-ir ] Çabuk gelmek; tez gelmek. [DS] çağıl2, [çağ (yans.) > çağ-ıl J*U -] is. 1. {eAT} Küçük taş parçaları; çakıl. 2. {ağız} Çakıl yığını. [DS] 3. {ağız} İri taşlardan örülmüş harçsız duvar. 4. {ağız} İri taş yığını. [DS] çağıl1, [çağ (yans.) > çağ-ıl] iinl. Yüksekten düşerek akan suyun çıkardığı ses. & çağıl çağıl, Ç a ğ ıld a y a r a k a ka n suyun sesin i belirten ikilem e.
çağıldam a, [çağ-ıl-da-ma] is. Çağıltı çıkararak akma eylemi.
çağıllı, [çağ-ıl-lı] {ağız} sf. Çakıllı; çakıl bulunan. [DS] çağılşak, -ğı [çağ (yans.) > çağ-ıl-dak > çağılşak] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS] çağıltı, [çağ-ıl-tı] is. Suyun akarken taşlara, kayalara çarparak çıkardığı gürültülü ve hoş ses. çağıltılı, [çağ-ıl-tı-lı] sf. Çağıltısı olan, çağıltı sesi çıkaran. çağır, [eT. çakır > çağır > U -] is. 1. {eAT} Şarap. 2. Moğol imparatorluğunda yabgunun emrindeki su baylara maaş yerine tahsis edilen arazi geliri, çağırcı, [çağ-ır-mak > çağ-ır-cı] {ağız} sf. (Kişi için) kaba konuşan. [DS] çağırdak, -ğı [çağ-ıl-dak > çağ-ır-dak] {ağız} is. Koyunların kuyruk altlarına yapışıp kuruyan pis lik. [DS] çağırgan1, [çağ-ır-mak >çağ-ır-ğan u U ^ U -/ji^ U -] sf. 1. {eAT} {OsT} Çok bağıran; yaygaracı. /ağızj (aynı) [DS] 2. {ağız} is. Tellal. [DS] 3. {ağız} Müba şir. [DS] 4. {ağız} Zil; çan. [DS] çağırgan fatm a, {ağız} K a ra fa tm a . [DS] çağırgan2, [çağ-ır-gan] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) iyi enenmemiş. 2. (Kadın için) terbiyesiz; dile düşmüş. [DS] çağırı, [çağ-ır-ı] is. - * çağrı, fi1 çağ ın söylemek, {eAT} B a ğ ır a r a k seslen m ek. çağırıcı, [çağ-ır-ıcı] is. 1. Birini çağırmak için giden veya görevli olarak gönderilen kimse; davetçi. {ağız} (aynı) [DS] 2. Şarkı, türkü söyleyen kimse, çağırış, [çağ-ır-ış] is. Çağırma eylemi ve biçimi, çağırm a, [çağ-ır-ma] is. 1. Birisinin gelmesini kendi sine yüksek sesle söyleme; davet. 2. Birisinin gel mesi için istekte bulunmak; davet etme. 3. (Türkü veya şarkı) söyleme, çağırm ak, [çağ / çak (yans.) > eT. çak-ır-mak > çağ
İ M İ K M . 8*
ÇAĞ
ır-mak jjijiU-] g ç l . f [ -ır ] 1. Birine gelmesini söy lemek; davet etmek. {eAT} {OsT} (aym) [YE] 2. Ba ğırmak; haykırmak; seslenmek. {eAT} {OsT} (aym) 3. Türkü, şarkı söylemek. 4. {eAT} Manzume söy lemek. [DK] S çağırı söylemek, {eAT} B a ğ ıra ra k hitap etm ek.|| çağıru söylemek, {eAT} B a ğ ıra ra k söylenm ek. çağırtı, [çağ-ır-tı] is. Bağırma, haykırma sesi, çağırtkan, [çağ-ır-t-kan / çığ-ır-t-kan] is. 1. Yüksek sesle bağırarak insanların çevresinde toplanmasını sağlayan kimse. 2. Av kuşlarının sesini taklit ede rek onların toplanmasını sağlayan kişi veya bu iş için kullanılan düdük. 3. Ötüşü ile kendi cinsinden olan av kuşlarını çevresine toplamakta kullanılan alıştırılmış kuş. 4. {ağız} Karafatma. [DS] çağırtm a, [çağ-ır-t-ma] is. Birinin, bir başkasını çağırmasını sağlama işi. çağırtm aç, -cı [çağ-ır-t-maç] is. Halka duyurulması gereken konuları yüksek sesle bağırarak ve dolaşa rak ileten kimse; tellal, çağırtm ak, [çağ-ır-d-mak
> çağ-ır-t-mak]
gçl. f i [ -ır ] 1. Birini, biri aracılığı ile çağırmak. 2. Bir şeyi halka yüksek sesle bağırtarak duyurmak; tellal bağırtmak. {eAT} (aynı) 3. Şarkı veya türkü söyletmek. çağıru, [çağ-ır-u jj^-U-] zf. 1. {eAT} Çağırarak. 2. is. Çağrı, c? çağıru söylemek, {eAT} B a ğ ır a r a k s e s lenm ek. çağış1, [çağ (yans.) > çağ-ış] is. Tahta, taş, kum, cam, metal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan yansımalı gövde. S1 çağış çağış etmek, (Zincir vb. için) şıngırtıya b en z er sürtünm e s e s i çı karm ak. çağış2, [çağ-ış] {ağız} is. Ağıl önündeki çitle çevrili avlu. [DS] çağış3, [çağ-ış] {ağız} is. Bal. [DS] çağışlamak, [çağ (yans.) > çağ-ış-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [ - ı ] [-l(ı)-y o r] Yankı yapmak. [DS] çağıştak1, -ğı [çağ (yans.) > çağ-ış-ta-lc] {ağız} is. Ça kıllı yer. [DS] çağıştak2, -ğı [çağ (yans.) > çağ-ış-ta-k] {ağız} is. Zincirli bizlengiç. [DS]
çağlagan, [çağ (yans.) > çağ-la-gan] {ağız} is. Çağla yan. [DS] çağlağa, [çağ (yans.) > çağ-la(k)-a] {ağız} is. Akarsu seti. [DS]
(yans.) > çağ-la-ğan j U ü U ] sf. 1. {OsT} (Su için) çağlayarak akan. 2. is. Çağlayan. çağlak1, -ğı [çağ (yans.) > çağ-la-k / d!UU-] {eAT} is. Şarıl şarıl akan su; çağlayan; şelale. çağlak2, -ğı [çaylak] {ağız} is. çaylak. [DS] çağlam , [çağ (yans.) > çağ-la-m] {ağızj is. Çağlayan.
çağlağan, [çağ
[DS] çağlam a, [çağ (yans.) > çağ-la-ma] is. 1. (Su için) köpürerek ve ses çıkararak akma eylemi. 2. gnşl. Ağlama. çağlam ak 1, [çağ (yans.) > çağ-la-mak] gçsz.f. [-r] [l(ı)-yor] 1. (Su için) köpürerek ve ses çıkararak coşkun bir şekilde akmak. 2. gnşl. Ağlamak. çağlam ak2, [çag / çağ (zaman) > çağ-la-mak] {eAT} gçl. f. [-r] [-(ı)-yor 1. Tahmin etmek. 2. Zamanı beklemek; zamanını bulmak. 3. {ağız} (Dişi koyun, keçi için) çiftleşme zamanı gelmek; kızışmak. [DS] ■5 çağlam adan çatlam ak, Gereken olgunluğa
erişmeden, olgunmuş gibi davranışlarda bulun mak; olgunluk taslamak; sekmeden ııçmak. çağlan, [çağ (yans.) > çağ-la-n] {ağız} is. 1. Çağla yan. 2. Delta; çatalağız. [DS] çağlang, [çağ (yans.) > çağ-la-n / çağ-la-k âi^ıtu]
{eAT} is. -*• çağlak. (yans.) > çağ-la-n-lık j K l t U ] {eAT} is. Şarıl şarıl akma durumu, çağlanm ak, [eT. çav (ün) > çav-la-n-mak > çağ-la-nmak {eAT} dönşl.f [-ur] Şöhret kazanmak;
çağlanlık, -ğı [çağ
ün sahibi olmak; tanınmak, çağlar, [çağ (yans.) > çağ-la-r] sf. 1. (Su için) az veya çok bir yüksekten düşerek köpürüp akarken, çağıltılı sesler çıkaran; çağlayan 2. Çağlama işini yapan. 3. {ağız} is. Çağlayan; şelale. [DS] çağlayan, [çağ (yans.) > çağ-la-y-an] sf. 1. Çağlama işini yapan. 2. is. Suyun az veya çok bir yüksekten düşerek köpürüp aktığı, çağıltılı, gürültülü yer; çağlar; şelale, çağlayık, -ğı [çağ (yans.) > çağ-la-y-ık] is. Yerden ses çıkararak fışkırıp kaynayan sıcak su; kaynarca, çağıştı, [çağ (yans.) > çağ-ış-tı , / S U / ^ J^ iU -] is. çağlayış, [çağ (yans.) > çağ-la-y-ış] is. Çağlamak 1. {eAT} Boncuk, düğme vb. şeylerin kapalı bir kap eylemi veya biçimi, içinde sallandıkları zaman çıkardığı ses; çıkır çıkır çağle, [Far. çağâle => çağle] {ağız} is. Çağla. [DS] sesi. 2. {ağız} Ot veya çalılar arasında gezerken çı çağlı, [çağ-lı] {ağız} sf. Yaşlı; kocamış. [DS] kan ses; hışırtı. [DS] çağlık', -ğı [çağ-lık] {ağız} is. Çığlık. [DS] çağide, [çağa-da / çağide] {eAT} sf. 1. Çocukça. 2. çağlık% -ğı [çağ-lık] {ağız} is. 1. Lavabo; banyo. 2. Ham; manasız. [YE] Musluk. [DS] S çağlık bucağı, {ağız} Lavabo; ban çağirdek, -ği [çekirdek] {ağız} is. Çekirdek. [DS] yo. [DS] çağla, [Far. çağâle] is. Henüz olmamış fakat yenile çağlu, [çav-lu > çağ-lu _jJil=r] {eAT} sf. 1. Talihli. 2. bilen erik, badem, kayısı yemişi. S çağla yeşili, Ünlü; meşhur. Griye ça la n a ç ık yeşil.
Û IÜ M IÜ R M . 54
ÇAĞ
çağm a, [cav-mak (h ed efi şaşırm ak) > çav-mak > çağ-ma] is. Çağma eylemi. çağm ak 1, [cav-mak (h ed efi şaşırm ak) > çav-mak > çağ-mak / çavmak] g ç s z .fi [ -a r ] 1. {ağız} Hedeften sapmak; şaşırmak. [DS] 2. Gün ışığı vurmak. 3. Parlamak. 4. (Sıcak, koku, ışık için) dağılıp yayıl mak. 5. {ağız} (Güneş için) doğmak. [DS] 6. {ağız} Yükselmek; çıkmak. [DS] çağm ak2, [çağ-mak] {ağız} gçsz.fi. [ - a r ] (At, eşek vb. için) çiftleşmek. [DS] çağm an, [cav-mak (h ed efi şaşırm ak) > çav-mak > çağ-mak / çavmak > çağ-man] is. bot. Akçaağaç. çağnak, -ğı [çağ-(ı)n-a-k] is. biy. Döl kesesini doldu ran ve dölütün korunmasını sağlayan sıvı; amnios sıvısı. çağnam , [çağ (yans.) > çağ-(ı)n-a-m
{eAT} is.
Çağlama sesi; çağıltı. [DK] fi1 çağnam çağnam , {eAT} 1. Ç a ğ ıl çağıl. 2. D am la dam la. çağn am ak 1, [çağ (yans.) > çağ-(ı)n-a-mak
% ]
{eAT} gçsz. f i [-r ] [ - n(ı)-yor] 1. Haykırmak; çığlık koparmak. 2. {ağız} Meydanı boş bulup cesaret alıp söylenmek. [DS] 3. {ağız} Her yeri gezip dolaşmak. [DS] çağnam ak2, [ağ-(ı)n-a-mak > çağna-malc ? [Tietze] {ağız} 1. (Hayvanlar için) yerde keyifle yuvarlan mak. [DS] 2. {ağız} (Hayvan için) yattığı yerde ölüp kalmak. [DS] çağnaşm ak, [çağ-(ı)n-a-mak> çağna-ş-mak
U-]
{eAT} işteş, fi. [-ır ] 1. Konuşmak; görüşmek. 2. Me raka düşüp aralarında tahmin yürütmek, çağp ara, [Far. çül+pâre => çağpara] {ağız} is. Dağı nık insan. [DS] çağ ra, [eT. *çığ-ır-mak > çığ(ı)r-ı > çağ-(ı)r-a] {ağız} is. Çıkrık. [DS] çağrağ, [çağ-ra-k > çağrağ] {ağız} is. Su çevirisi; burgaç; girdap. [DS] çağrak , -ğı [çağ (yans.) > çağ-ra-k] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS] ç a ğ rı1, [çağır-mak > çağ-(ı)r-ı > çağr-ı] is. 1. Birinin bir yere gelmesini isteme ve duyurma; davet, (1935); okuma, {ağız} (aynı) [DS] 2. Bir kimseyi ve ya bir topluluğu bir iş yapmak üzere işbirliğine ça ğırma; davet etme, {ağız} (aynı) [DS] çağrı2, [çak (yans.) > çak-ır / çağrı / çavlı] {eT} is. z oo l. Doğan; çakır kuş, (H vpotriorchis a eso lon ). [Nevâyî] çağrıcı, [çağ-(ı)r-ıcı > çağrıcı] is. 1. Çağırma işini yapan. 2. Çağırmak için giden kimse; davetçi; okucu. 3. Bazı yerlere girmek isteyenleri sırası ge lince çağıran kimse; mübaşir, çağrıcılık, -ğı [çağ-(ı)r-ıcı-lık > çağrıcı-lık] is. Çağ rıcının görevi veya mesleği, çağrılı, [çağır-mak > çağ(ı)rı-lı] is. ve sf. 1. Bir top
lantıya veya birinin yanına çağrılmış olan (kimse); davetli; okulu. 2. zfi. Çağrılmış olarak, çağrılık, -ğı [çağ-(ı)r-ı-lık > çağrı-lık] is. Birini çağırmak için yazılmış kâğıt; davetiye, oku, okun tu. çağrılış, [çağ-(ı)r-ı-lış > çağrı-lış] is. 1. Bir yere çağrılma eylemi. 2. Çağrılış biçimi, çağrılm a, [çağ-(ı)r-ıl-ma > çağrıl-ma] is. 1. Bir yere gelme konusunda çağrı yapılma eylemi; davet edil me; okunma. 2. (Türkü veya şarkı) söylenilme, çağrılm ak, [çağ-(ı)r-ı-l-mak > çağrıl-mak] edil. fi. [ır] 1. Bir yere gelme konusunda seslenme ya da adam gönderme yoluyla çağrı yapılmak; davet edilmek. 2. (Şarkı veya türkü) söylenilmek, çağrım , [çağ-(ı)r-ı-m > çağrı-m] is. Yüksek sesin işi tilebileceği uzaklık, çağrısız, [çağ-(ı)r-ı-sız > çağrı-sız] sf. 1. Kendisine çağrı yapılmamış olan; davetsiz. 2. Bir yere veya toplantıya kendisine çağrı yapılmadan gelmiş bulu nan. 3. zfi. Çağrı yapılmaksızın; çağrı yapılmadan, çağrışım , [çağ-(ı)r-ış-ım > çağrış-ım] is. 1. Zihinde ortaya çıkan bir hatırlamanın ya da görülen bir nesnenin bir başka şeyi hatırlatması, onu akla ge tirmesi olayı; tedai. 2. Bir şeyin hatırlattığı şeyler den her biri. 3. Davranışlar, düşünceler ve kavram lar arasında benzerlik, zıtlık veya yer ve zaman bir liği bakımından ilişkilendirme sonucu bilinç alanı na bunlardan birisi girince öbürünün de bilinç ala nına çekilmesi durumu, çağrışım cı, [çağrışım-cı] is. Bütün zihnî faaliyetleri, aklın işleyişini düşüncelerin çağrışımına dayandı ran. çağrışımcılık, -ğı [çağrış-ım > çağrış-ım-cı-lık] is. fe l. Bütün bellek işlemlerini, akim işleyiş ilkelerini düşüncelerin çağrışımı yoluyla açıklamaya çalışan öğreti. çağrışımlı, [çağrış-ım > çağrışım-lı] sf. Çağrışımı olan. çağrışım sal, [çağrış-ım > çağrışım-sal] is. Çağrışıma dayanan; çağrışımla ilgili, çağrışımsız, [çağrış-ım > çağrışım-sız] sf. Çağrışımı olmayan. çağrışm a, [çağ-(ı)r-ış-mak > çağrış-ma] is. 1. Karşı lıklı birbirini çağırma işi. 2. Hep birlikte bağırarak gürültü etme. çağrışm ak, [çağır-mak > çağ(ı)r-ış-mak] işteş, f. [ır] 1. Karşılıklı birbirine seslenerek çağırmak. 2. Birbirini davet etmek. 3. Birlikte bağırmak suretiy le gürültü çıkarmak, çağrıştırm a, [çağrış-mak > çağrış-tır-ma] is. 1. Bir çağrışıma yol açma eylemi. 2. Akla getirme, hatır latma. çağrıştırm ak 1, [çağrış-mak > çağrış-tır-mak] gçl. f i [-ır ] 1. Zihinde bir çağrışıma yol açmak. 2. Alda getirmek, hatırlatmak.
■
İK İ
BÜK. 855
çağrıştırm ak2,
[çağrış-mak
ÇAH
>
çağrış-tır-mak
yU r] {eAT} g ç l . f [-ır ] Bağırtmak. çağşaban, [çağ-(ı)ş-mak + ü-ben?] (eAT} zf. Dağıla rak. [YE] çağşak 1, -ğı [eT. çağ-(ı)ş-a-mak > çağşa-k J-üL-r]
çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan kök. [Zülfıkar] ça h çah, ça h + ça h , çah-m ak, çah-m ah, çah-şa-m ak, ça h -şa k S çah çah, {ağız} -* çakçak. [DS]
(eAT) sf. 1. (Eklem yeri için) çok oynak; gevşek. 2. (ağız} Eski. [DS]
çah3, [çağ / çak / çah ^U-] {eAT} sf. 1. Tam; tamam.
çağşak2, -ğı [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-ak] {ağız} is. 1. Çakıllı yer. 2. Aşınarak dökülmüş dağ ya da duvar döküntüsü; moloz. [DS]
çah4, [Far. çâh / çeh oU- / t^] (ça :h ) {OsT} is. 1.
çağşak3, -ğı [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-ak] (ağız) is. 1. Suyun biriktiği yer. 2. Çağlayan. [DS] çağşak4, -ğı [çağ (yans.) > çağ-şa-k] (ağız} is. Yün eğirmekte kullanılan iğ. [DS] çağşak5, -ğı [çağ (yans.) > çağ-şa-k] {ağız} is. Koyunlarm kuyruk altlarında kuruyarak sertleşmiş pislikler. [DS] çağşaklı, [cağ-şa-k-lı] {ağız} sf. 1. Çakıldaklı. 2. Kir li. [DS] çağşam ak, [çağ (yans.) > eT. çağ-(ı)ş-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-ş(ı)-y o r] (Duvar için) eskimek; gev şemek. [DS] çağşır1, [Far. cahcir => çahşur > çağşır _**» j-l»-/ çalı şır > çakşur / çakşır] {eAT} is. 1. Üst donu; bol pan tolon; şalvar. 2. {ağız} Kıldan dokunan şalvarlık kumaş. [DS] 3. {ağız} İşlemeli dar şalvar. [DS] 4. {ağız} İç donu. [DS] çağşır2, [Far. cahcir] {ağız) 1. Yırtık pırtık elbise. 2. Kümes hayvanlarının ve kuşların ayağındaki tüy ler. 3. Kuşların ayağına bağlanan süslü bez parçası. 4. Dantel. 5. Püskül. 6. Post. [DS] S çağşırlı güğercin, {eAT} P a ç a lı gü vercin .|| çağşırlı tavuk, {ağız} 1. P a ç a la r ı tüylü tavuk. 2. m ecaz. (K adın için) p a s a k lı; b u d a la ; p a ç a s ı düşük. [DS] çağşır-5, [çağ+aş-ır-ı > çağşır] {ağız} zf. (Davarın çift leşme isteği için) bir yılda ikinci defa olarak. [DS] çağşır4, [Far. gavsir / Ar. çavşır] {ağız} is. bot. 1. Kırlarda yetişen, susuzluğa dayanan bir ot. 2. Dereotuna benzer, yemeği yapılan bir ot. [DS] çağşırı, [çığ / cığ+aş-ır-ı] {ağız} sf. (Çizgi için) tersi ne, yanlamasına çizilen. [DS] çağşur, [Far. cahcir / çahşur > çağşir / çahşır > çağşur
l çakşır] {eAT} is. -*■ çağşır; çakşır
çağu, [çağ (yans.) > çağ-u y^r] {eAT} is. Çağıltı; ses; gürültü.
2.
Salt; sırf; hâli; yalnız; sade. 3. zf. Ta.
Kuyu; çukur, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Lavabo. [DS] ö çâh-cû, {OsT} 1. Kuyu k az ıcı; kuyu tem izle y ic i.'2. Kuyunun için dekileri alm a y a y a ra y an ç en g e l vb. araç.\\ çâh-ı bün, (OsT} Kuyu d ibi.|| çâh-ı gâbgâb, {OsT} Ç en e altı çukuru.\\ çâh-ı nisyân, {OsT} Unutmuş.|| çâh-ı nisyâna atılmak, {OsT} Unutulmak.\\ çâh-ı pest, {OsT} 1. A lça k çukur. 2. Dünya. ||çâh-ı sitâre-cû, {OsT} M üneccim kuyusu. || çâh-ı zekân, (OsT) Ç en e çukuru.\\ çâh-ı zemzem, {OsT} Zem zem kuyusu.\\ çâh-ı zenâh, {OsT} Ç en e çukuru.|| çâh-ı zenahdân, {OsT} Ç en e çukuru. || çâh-ı zîc, {OsT} G özlem çukuru.\\ çâh-ı zulmânî, {OsT} 1. K a ra n lık çukur. 2. iç in d e y aşad ığ ım ız dün ya. 3. Ten; n efis.|| çâh-ken, {OsT} Kuyu k a z ıcı.|| çâh -sâr, {OsT} Kuyusu ç o k yer.\\ çâh-yüz, (OsT} Kuyuya düşmüş bir şey i alm a y a y a ra y an araç. ça h a 1, [çak (yans.) > çak-mak > çaha / çehe] {eT} is. Çakmak. [DLT] çaha2. [Far. çâh => çaha] {ağız} is. Musluk. [DS] çaha, [Erme, ts’ah-avel => çaha] {ağız} is. Çalı sü pürgesi. [DS] çahal, [Far. şagâl => çakal > çahal] {ağız} is. 1. Sığır ve atların alnında bulunan beyaz leke. 2. sf. Y ara maz; huysuz; kötü. [DS] çah ar, [? çahar] {ağız} sf. 1. Beyaz. 2. (Göz için) süt mavisi ile açık mavi karışığı renk. [DS] çahaveli, [Erme, ts’ah-avel] {ağız} is. Çah süpürgesi. [DS] çahavuz, [? çahavuz] {ağız} is. Akbaba. [DS] çahcaver, [? çahcaver] {ağız} is. Çene eklemlerindeki bozukluk yüzünden hayvanlarda geviş getirmeyi engelleyen bir hastalık. [DS] çahçah, [çah (yans.) + çah] {ağız} is. Değirmende, tahılın bittiğini bildiren düzenek. [DS] çahçaha, [çah (yans.) > çah+çah-a] {ağız} is. -*■ çah çah. [DS]
çağz, [Far. çağz y-^-] {OsT} is. 1. zool. Kurbağa. 2.
çahdırm ak, [çak-mak > çah-dır-mak] {ağız} gçl. fi. [ır] Hayvanı nallatmak. [DS]
Ağzı iyileşip kapandığı hâlde içinde akıntı bulunan yara. 3. Korku. 4. İnleme; inilti.
çahıldah, [çak-ıl-dak > çahıl-dah] {ağız} is. -*■ çakıl dak. [DS]
çah 1, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] ça h -la -k çah2, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig /
çahıldahlı, [eT. çakır / çağır (şarap) > çahıldah-lı] {ağız} sf. Olgunlaşmamış üzümden yapılan koyu, ekşi pekmez. [DS] çahıldah1, [çak-ıl-dak] {ağız} is. -*• çakıldak. [DS]
OIÜMIÜRSÖM.
ÇAH
çahıldah2, [çak-ıl-dak] {ağız} sf. Çokluk, bolluk bil dirir. [DS] çahım , [çak-ım > çah-ım] {ağız} is. Nal çakma; nal lama. [DS] ç a h ır1, [eT. çakır / çağır > çahır] {ağız} is. îçki; şarap ve rakı. [DS] çahır2, [çakır > çahır] {ağız} sf. (Hayvanlar için) bir gözü beyaz, diğer gözü siyah olan. [DS] S çahır göz, {ağız} Siyahla e la a ra sı göz. [DS]|| çahır tike ni, {ağız} -*• çakır dikeni. [DS] çah ır3, [çakır > çahır] {ağız} is. Hırsız. [DS] çahıra, [Far. çarh => çahıra] {ağız} is. Çıkrık. [DS] çahışm ak1, [çak-ış-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] 1. Söz yarışı yapmak. 2. (Şairler için) atışmak [DS] çahışmak2, [çağ-ış-mak > çah-ış-mak] {ağız} işteş, f . [ -ır ] Dengelemek; denge sağlamak. [DS] çahlak, -ğı [çah (yans.) > çah-la-k] {ağız} is. Çağla yan; çağlak. [DS] çahlam ak, [çah-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Kıskanmak. [DS]
mak
{eAT} gçsz. f i [- r ] [-ş(ı)-y o r] Sarsılıp
gevşemek; kağşamak; gevşeyip birbirinden ayrıl mak. {ağız} (aynı) [DS] çahşam ak3, [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-ş(ı)-y o r] Üşümek; titremek. [DS] çahşapat, [Sansk. çikşâpada] (ça k h şa .p a t) {eT} is. Ahlak. çahşapatlıg, [Sansk. çikşâpada] (çakh şap atlıg ) {eT} sf. Ahlaklı; ahlak kurallarına uyan, saygı gösteren. [EUTS] çahşatm ak, [çahşa-mak > çahşa-t-mak j^jlü-L*-] {eAT} gçl. fi. [-ır ] Şıngırdatmak, çalışır', [Far. cahcir => cahşır
{eAT}
is. -*■ çakşır; çağşır. çahşır2, [Far. ğavsir / Ar. çavşır] {ağız} is. - * cavşir. [DS] çahşu, [Sansk. caksu (göz)] {eT} is. Göz ağrısı için kullanılan fîlizherç denilen bir ot; dikenli şimşir, (Lycium).
çahm ah, [çak (yans.) > çak-mak] {ağız} is. Çakmak. [Zülfıkar] 0 çahm ah daşı, {ağız} Ç akm ak taşı. [DS]
çahşur, [Far. cahcir => cahşur j y ^ f ] {eAT} is. -*
çahm ak, [çak-mak > çah-mak
çahtana, [Far. çâh+hâne => çahtana ?] {ağız} is. Ayakyolu; tuvalet; hela. [DS]
{eAT} gçl. f i [-
a r ] 1. tyice anlatmak; bildirmek; tanıtmak; açıkla mak. 2. Kovlamak; jurnal etmek, çahm aşm ak, [çak-(ı)m-aş-mak > çahmaş-mak] {ağız) işteş, fi. [-ır ] Birbirine girmek; karışmak.[DS]
çakşır / çağşır.
çaidan, [? çaidan] {eT} is. Tapmak; mabet; ibadetha ne; ibadetgâh. [EUTS] çaidir, [Sansk. citrâ] {eT} is. Bir yıldız adı. [EUTS]
çahm ur, [çakır (m avi-yeşil) > Ar. mahmür (etkisiyle) çaitir, [Sansk. citrâ] {eT} is.-* çaidir. [EUTS] > çakmur] {ağız} is. 1. Süt mavisi göz. 2. Yarı uy çaiye, [Far. çâ > çâiye ■uiU-] (ça. iye) {OsT} is. bot. kulu bakış. [DS] Çaygiller. çah ra, [Far. çarh => çahıa] {ağız} is. Çıkrığı çeviren -ç a k 1, [-calc / -cek / -çak / -çek] {eAT} y a p e. -*■ -cak. çark. [DS] -çak 2, [-çak / -çek / -çuk / -çük / -çık / -çik] {eT} yap. çah rah , [çak (yans.) > çak-rak > çahrah] {ağız} is. 1. e. Küçültme bildiren isimden isim yapma eki; -cık1. Çay ve derelerin geçit verdiği yerler. 2. Dağların ç a k 1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] aşınmış, yıpranmış yerleri. [DS] fi1 çahrah yer, is. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde ko {ağız} A şın arak dökülm üş du var ve d a ğ yığın tısı; nuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anlatan m oloz. [DS] kök. [Zülfikar] ç a k çak, çak-an ak, çak-ra-k, çak-ılçahsar, [Far. çâhsâr] (ç a :h sa :r) {OsT} is. Kuyusu bol da-k, çak-ın-cık, çak-(ı)r-ış-m ak, olan yer. çak2, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv çah şak 1, [çak (yans.) > çak-(ı)ş-a-mak > çahşâ-k] (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra (ç a h şa .k ) is. 1. {eT} Dağ tepesindeki taşlık yer; sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] çak-ıl-dam , çağşak. [DLT] 2. {ağız} Aşınarak dökülmüş duvar ç a k -ır su ve dağ yığıntısı; moloz. [DS] 3. {ağız} sf. Yerinden çakJ, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / oynamış; gevşek. [DS] çiğ / çik / çiy (yans.) /eT} çap / çat/ çit] is. Tahta, çahşak2, [çak (yans.) > çak-(ı)ş-a-mak > çahşâ-k] taş, kum, cam, metal eşya ve kuru nesnelerin birbi (ç a h şa .k ) {eT} is. Kurutulmuş kayısı, üzüm gibi rine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya meyveler; kak. [DLT] vurmayı, çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] çak-ak, çahşak3, -ğı [çak (yans.) > çak-(ı)ş-a-k > çahşak] çak-m ak, ça k + ç a k -a , ça k-ı çuku, ç a k çak, ç a k çuk, {ağız} s f (Kişi için) bozuk yürüyüşlü. [DS] çak-gıl, S çak çuk, Taş, k a y a veya m etal g ib i c i çahşam ak 1, [çak (yans.) > çak-(ı)ş-a-mak > çahşasim lerin b irb irin e ça rp m ası ile ç o k sa y ıd a çıkan mak] (ça h şa :m ak ) {eT} gçsz. f i [-r ] 1. (Taş, çakıl ses. [DLT]|| çak etmek, {eT} S es çıkarm ak. [DLT] vb. için) çağıltılı ses vermek; çağıl çuğul etmek. 2. çak4, [çağ / çak (yans.)] is. Işığın yansımasını, canlı (Süs eşyası için) ses vermek. [DLT] ve parlak oluşunu anlatan kök. [Zülfikar] çak-ır, çahşam ak2, [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-a-mak > çahşa
çak-ır-m tı, ç a k -m a k
i i i i ü
î m
i . 8
5
ÇAK
7
çak5, [çak] {eTj zf. Çağ; zaman. [EUTS] çak6, [çak / çâk JU - / j»-] '{el} zf. 1. Bir şeyin özü, aynısı; tam; işte; aynı; doğru olarak; tamamıyla. {eAT} {OsT} (aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. /eAT}_sf Salt; sırf; sade; halis; yalnız. 3. {eAT'} {ağız} zf. Ta; işte. [DS] 4. {ağız} En son; ancak. [DS] çak7, [çak-mak > çak] {ağız} is. Mühür. [DS] çak8, [çok > çak ?] {ağız} sf. (Meyve için) bol. [DS] çak9, [Far. çâkiiU-] (ça :k ) {OsT} is. 1. Yırtılmış yer; yırtık. 2. Yarık. 3. Yırtmaç. 4. Sabahın aydınlığı. 5. {ağız} Başta saçların birleştiği yer. [DS] S çak çak, {OsT} 1. P arçalan m a. 2. Ç o k p a rça la n m ış; p a r ç a p a r ç a . 3. K ılıç, b ıç a k g ib i şeylerin çarpışm asın dan çıkan se.s.|| çâk çâk etmek, {OsT} P a r ça la m a k ; yarm ak. || çâk çâk olm ak, {OsT} P a r ça la n m a k ; y a rılm ak]] çak çem beri, {ağız} Ü zerinde ça lı d esen i bulunan yazm a. [DS]|j çâk -d âr, {OsT} Yarılm ış; yırtılm ış; çatlamış.\\ çak etmek, {OsT} Yırtmak, p a r ç a la m a k ,|| çâk eylemek, {OsT} P a r ç a la m a k ; yırtm ak. || çâk-i girîbân, {OsT} 1. Y aka yırtm acı; y a k a açıklığ ı. 2. S a b a h aydınlığı. || çâk-i girîbân etmek, {OsT} Üzüntüden y a k a yırtm ak.|| çâk ol mak, {OsT} P a r ça la n m a ; yırtılm ak. çak 11, [Far. çâh => çak] {ağız} is. Lavabo; banyo. [DS] ç a k a 1, [çak-a] {ağız} is. Bir iskambil oyunu. [DS] çaka“, [çak-mak > çak-a / çak-ı] {ağız} is. Çakı; bı çak. [DS]
(Kişi için) iş bilmeyen; acemi; toy. [DS] 8. {ağız} (Köpek için) havlayan ancak ısırmayan. [DS] 9. {ağız} (Kişi için) mavi gözlü ve sarışın. [DS] 10. (Kişi için) sinsi. 0 çakal ağzı, {ağız} T el d o la şm a sı. [DS]|| çakal arm udu, bot. Yaban arm udu; a h lat]] çakal çiğdemi, {ağız} bot. Z ehirli bir ç iç ek li bitki. [DS]|| çakal eriği, bot. G ülgillerden beyaz ren kli ç iç ek le ri kan arıtıcı o la r a k h a lk h ekim liğ in de, ç o k ekşi, sert m eyvesi d e k ö y lerd e erik ezm esi o la r a k kullanılan 1-1,5 m. boyunda y a b a n eriği. (Prunus sp in o sa )] \ çakal gibi kevkirmek, N e d e diği an laşılm az biçim de g erek siz y e r e a ğ ır sö z ler sö y ley en e h a k a ret için söylen en söz.|| çakal olmak, Ş ü phe etm ek; işkillenm ek,|| çakal öldüye vurm ak, {ağız} 1. Uyumuş g ib i yapm ak. 2. B ayılm ış, ölm üş g ib i y apm ak. [DS]|| çakal soluğu, {ağız} K ısa sü reli dinlenm e. [DS]|| çakal uy(u)dusu, {ağız} B ir a ra lık kestiriliveren uyku. [DS]|| çakal yağm uru, {ağız} G üneşli h a v a d a y a ğ a n yağm ur. [DS]|[ çakal yolu, {ağız} K e ç i y o lu ; p a tik a ; d a r yol. [DS] çakal2, [Yun. tsukali] {ağız} is. Toprak kap. [DS] çakala, [Far. çağale => çakala] {ağız} is. Çağla. [DS] çakalboğan, [çakal+boğ-an] is. Kırlarda rastlanan aralarından geçilemeyecek kadar dalları birbirine geçmiş yaban çalılarının genel adı. çakallam ak, [çakal-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Yeni olgunlaşmaya başlayan üzüm salkı mındaki olgun taneleri seçip almak. 2. Gizli tutulan bir işin iç yüzünü sezdirmeden anlamak. [DS]
çak ak 1, -ğı [çak-mak > çak-ak] {ağız} is. 1. Yere çakılan kısa kazık. 2. Kağnının kenarlarına, yükü tutmak için konulan ağaçlar. [DS]
çakallık, -ğı [çakal-lık] {ağız} is. Görgüsüzlük. [DS] çakaloz, [çakıl + Yun. -os / -oz > çakaloz / çakanor] is. 1. as. Küçük gemilerde kullanılan ağızdan dol ma, taş gülle atan 40 cm çapında bir tür havan to pu. 2. Bu tür topları kullanan topçu. 3. {ağız} sf. Topluluğa uyamayan; asosyal. [DS] 4. {ağız} (Kişi için) işe yaramaz; beceriksiz. [DS] S çakaloz sa pan, B ir den kleştirm e a ğ ırlığ ı ile büyük ta şla n u zak m esa felere atan b ir ç eşit sapan.
çakak2, -ğı [çak (yans.) > çak-ak] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS] fi1 çakak börülcesi, {ağız} K ılçıklı fa s u l ye. [DS]
çakan, [çak-mak > çak-an] {ağız} is. Köy evlerinde aşhane kirişleri ile çatı arasındaki boşluk. [DS] çak an a1, [? çakana] {ağız} is. Diken. [DS]
çaka3, [İt. giacca ?] {ağız} is. Caka, [DS] çakaçak, -ğı [eT. çak (yans.) > Far. çâk-â-çâk
lS'Lr
İİU-] ( ç a :k a :ç a :k ) is. 1. Sert şeylerin birbirine çarp masından çıkan ses. 2. {OsT} Silah çatışmalarından çıkan ses.
çakaksı, [çakak-sı] sf. 1. (Y er için) çakıllı; çakıl döküntüsü olan. 2. is. {ağız} İki tepe arasındaki va di; dağlardan taş ve çakıl yuvarlanarak birikmiş çukur yer. [DS] çakal1, [Sansk. şrigala > Far. şağâl] is. zool. 1. Köpekgillerden tilki büyüklüğünde ve tilki gibi uzun ve bol tüylü kuyruğu olan, geceleri sürü hâlinde dolaşarak avlanan, sürüden sürüye karşılıklı kevkirmek suretiyle çok gürültü çıkaran etçil bir yaban hayvanı; dağ iti, (C anis aureus). 2. argo. Kurnaz, yalancı, düzenbaz, aşağılık kimse. 3. sf. (Kişi için) görgüsüz. 4. (Kişi için) titiz; huysuz, {ağız} (aynı) [DS] 5. (Kişi için) serseri; ipsiz. 6. {ağız} (Hayvan için) alnında beyaz tüyler bulunan. [DS] 7. {ağız}
çakana2, [? çakana] {ağız} sf. Yaramaz. [DS] çak an ak 1, -ğı [çak (yans.) > çak-anak] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] çakanak2, -ğı [çak-anak] {ağız} is. Çerçöp. [DS] çakanos, [Yun. tsaganos (yen geç)] argo. sf. 1. (Kişi için) inatçı; dik kafalı. 2. Serkeş. ça k a r1, [çak-mak > çak-ar] is. dnz. 1. Denizde açığa ya da kıyılara yerleştirilerek tehlikeli bölgeyi ya da kıyıyı gösteren, belirli aralıklarla yanıp sönen kü çük fener. 2. Genişliği on, uzunluğu iki yüz elli kulaç civarında olan balık ağı. 3. Kule ve yüksek binaların uçaklar tarafından gece fark edilmesi için bu gibi yerlere konulmuş, belirli aralıklarla yanıp sönen kırmızı ışık. 4. {ağızj Kıvılcım. [DS] 5. {ağız}
ü IliM IÖ M î S İ M .
ÇAK Şimşek. [DS] 6. {ağız} sf. (Kişi için) eli işe yakış mayan; sakar. [DS] çak ar2, [çak-ar] {ağız} is. Uskumru ağı.[DS] çakaralm az, [çak-mak+al-ma-mak] is. 1. Eski za man tüfeği; çakmaklı fitille ateşlenen eski bir tüfek. 2. Kullanılamayacak kadar eski tabanca. 3. Sağlıklı işlemeyen herhangi bir şey. 4. sf. m ecaz. (Ateşli si lah için) bozuk, işe yaramaz. 5. a rgo. (Erkeklik gü cü zayıflamış kişiler için) ara sıra sertleşen erkeklik organı, t? çakaralm azdan gelmek, Duym azdan, gö rm ez d en gelm ek. çak arm ak 1, [çok-ar-malc > çak-ar-mak] {ağız} gçl. fi [- ır ] 1. Odunları ocağa ya da sobaya yanacak bi çimde yerleştirmek. 2. Sönmekte olan ateşi yeniden yakmak. [DS] çakarm ak 2, [çak-ar-mak] {ağız} gçsz. fi. [ -ır ] Sap lanmak; batmak. [DS] çak at, [? çakat] {ağız} is. Dağ başı; tepe. [DS] çakatu ra, [çak-a+tur-a] {ağız} is. 1. Hayvan sayımı yapan görevli. 2. Bağdadi duvar. [DS] çakatuz, [çak-a+tuz] {ağız} is. Yeşil zeytin bastırma sı. [DS] çakcavar, [çak (yans.) > çak+ça(k)-ar > çakcavar] {ağız} is. Geveze. [DS] çakcaver, [çak (yans.) > çak+ca(k)-ar > çakcaver] {ağız} is. Hayvanlarda alt çeninin üst çeneyle bağ landığı yer. [DS] çak çak 1, -ğı [çak (yans.) + çak] {ağız} is. Değirmen de tahılın bittiğini haber veren düzenek; cakcakı. [DS] çakçak 2, -ğı [çak (yans.) + çak] {ağız} sf. Geveze; cakcak. [DS] çakçaka, [çak (yans.)> çak+çak-a
/ Ar. ca'ca'a
[Tietze]] {ağız} is. Değirmende öğütülmekte olan buğdayın bittiğini sesi ile haber veren düzenek. [DS] çakçakı, [çak (yans.)> çak+çak-ı] {ağız} is. -*■ çak çaka. [DS] çakçura, [çak (yans.) > çak+çur-a] {ağız} is. Beşiğin başına takılan ağaç halka. [DS] çakd ar, [Far. çâk-dâr jl-ifU-] (ç a :k d a :r) {OsT} sf. Yarılmış; yırtılmış, çaker, [Far, çâker jS"^-] (ça :k er) is. 1. Cariye; köle; kul. 2. Yanaşma. S çâker-hâne, "Benim e v im ” y er in e "kulunuzun e v i ” an lam ın da kullanılan sö z .|| çâker-nevâz, {OsT} 1. K u lların a o kşay ıcı şe k ild e davranan. 2. H ürm et için "siz" y erin e kullanılır.\\ çâker-nevâzî, {OsT} K u lların a okşayıcı şe k ild e davranma.\\ çâker-perver, {OsT} K ö le le rin i b e s le yen , o n la ra iyi davranan. ||çâker-perverâne, {OsT} K ö le kay ıra n a y a k ışır biçimde.\\ çaker-perverî, {OsT} K ö le le r i kayırma.\\ çâker-zâde, {OsT} "Ku lu n u z” an lam ın da kullanılır.
çakerane, [Far. çakerane
(ç a :k e r a :n e ) {OsT}
zf. 1. Köleye yakışır biçimde; kölecesine. 2. zm. (Alçak gönüllülük göstermek için) “ben” zamiri yerine kullanılır, çakerî, [Far. çâkerî
(ç a :k e r i:) is. 1. Kölelik;
kulluk. 2. sf. Kula ilişkin; kulla ilgili; kula ait. çaketa, [İt. giacchetta] {ağız} is. Kadınların giydiği bir tür astarlı gömlek. [DS] çakevi, [? çakevi] {ağız} is. Balık yavrusu. [DS] çakgal, [Far. şağâl => çakgal] {ağız} is. Bir veya iki gözünde beyazlık bulunan hayvan. [DS] çakgala, [Far. çeğâle] {ağız} is. Çağla. [DS] çakgıl, [Ar. şâkül] {ağız} is. Sucu omuzluğu. [DS] çakgıldah, [çak (yans:) > çak(g)-ıl-dak] {ağız} is. Koyunların kuyrukları altında kuruyup kalmış pis lik topakları. [DS] çakı1, [çak-mak > çak-u / çakı] is. Bir veya birden çok bıçağı bulunan ve bu bıçakları gövdesi üzerin deki yuvalara katlanarak kapanabilen cepte taşınır küçük kesici alet. S çakı boynuz, {ağız} K ısırlaştı rılan koçu n büyüyem em iş boynuzu. [DS]|| çakı gibi, Ç o k sağlam , çev ik ve ca n lı; dipdiri. çakı2, [çak-mak > çak-ı] (eT} is. Isırgan otu. [EUTS] çakı3, [çak-mak > çak-ı] {ağız} is. Atların, bol çayırlı bir yerde, bir ucu ayaklarına bağlanmış olan ipin diğer ucu yere çakılı bir kazığa bağlı olmak sure tiyle otlatılması. [DS] çakı4, [çak-mak > çak-ı] {ağız} is. Şimşek; çakıntı. [DS] çakı5, [çak-mak > çak-ı] {ağız} is. Balık yavrusu. [DS] çakıcak, -ğı [çak-ı-cak] {ağız} is. Çakı; bıçak. [DS] çakıcı1, [çakı-cı] is. Çakı üreten ya da satan kimse. çakıcı2, [çak-mak > çak-ıcı] s f 1. Çakma işini yapan. 2. a rg o. İçkici; ayyaş. çakıcı3, [çakı-cı] {ağız} is. Koyu esmer. [DS] çakıç, -cı [çeküç / çakıç] {ağız} is. Çekiç. [DS] çakıdak, -ğı [çak-ı-dak ?] {ağız} is. Çağla. [DS] çakıl1, [çak / çağ (yans.) > çak-ıl JaU- / çağ-ıl] is. 1. Çoğunlukla deniz ve akarsularda suyun sürükleme si sırasında birbirine sürtünme sonucu sivrilikleri gitmiş ve yuvarlaklaşmış küçük taş parçaları. {eT} (aynı) 2. {eT} Tepe; sırt. [Nevâyî] 3. {ağız} Harçsız örülmüş taş duvar; kuru taş duvar. [DS] S çakıl çukul, Düzgün olm ayan y e r veya h erh an g i b ir yü zey. ||çakıl dikmek, as. O k atm a y a rışla rın d a re k o r kırdığ ı h â ld e a rk a d a şla r ın a ziy afet çek m ey e gücü yetm ey en ler n am ın a y a p ıla n o rta k la ş a ziyafet. || ça kıl etmek, {eAT} Ç a kıl p id e s i.|| çakıl nohut, {ağız} S ert ve cılız nohut. [DS]|| çakıl pidesi, {eAT} Ö nce den kızdırılm ış ç a k ıl taşları ü zerin de p işirilen b ir tür ekm ek. çakıl2, [çak-ıl] {ağız} is. 1. Çağla. 2. Taze fasulye. [DS]
I H I R SİMİ. 8S9
Ç AK
çakıl3, [çak-ıl] (ağız) is. Pide. [DS] çakılam ak, [çak-ı-la-mak] {ağız} gçl. f . [~r] [-l(ı)y o r ] Tırmalamak. [DS] çakılca, [çakıl-ca] {ağız} is. Çakıllı toprak. [DS] çakıldak1, -ğı [çak (yans.) > çak-ıl-da-k JjlLHs- / JI-üiU- /] is. 1. Bir çarkın tek yönlü dön mesini sağlayan,değirmen veya su dolabı gibi alet lerin işleyişini kontrole yarayan ve döndükçe ses çıkaran parça. 2. {eAT} {ağız} Değirmende taşlara çarparak ses çıkaran ve taşlar arasındaki buğdayın bittiğini bildiren aygıt; çalcıldırak; çakçaka. [DS] 3. {eAT} {ağız} Bostanlarda kuş ürkütmek için kullanı lan bir çeşit fırıldak. [DS] 4. Elde çevrildikçe gürül tü çıkaran bir çocuk oyuncağı; kaynana zırıltısı. 5. Koyun kuyrukları altında top hâline gelmiş kuru pislikler. 6. Nohut bitkisinin taneleri dışını saran kabuğu. 7. {ağız} Ham meyve. [DS] 8. {ağız} Kabu ğu ile kurutulmuş fasulye. [DS] 9. {ağız} Patlıcan kurusu. [DS] 10. {ağız} Börülce. [DS] 11. {ağız} Su samın meyvesini koruyan zar. [DS] 12. {ağız} Ara baların yan kayışlarının takıldığı ağaçlar. [DS] 13. {ağız} Olmadan küflenmiş üzüm salkımı. [DS] 14. {ağız} Ağaç sürgü; kilit. [DS] 15. sf. (Tahıl ve mey ve için) bol; çok. S çakıldak gibi, {ağız} Ç o k sık. çakıldak2, -ğı [çak (yans.) > çak-ıl-da-k] {ağız} sf. 1. Seviyesi düşük. 2. Pis; dağınık. 3. Geveze. 4. Renksiz. [DS] çakıldak3, -ğı [çak-ıl-dak] {ağız} sf. Pis; dağınık. [DS] çakıldaktı', [çakıldak-lı] sf. Çakıldağı bulunan. çakıldaklı2, [çakıldak-lı] {ağız} sf. 1. Terbiyesiz. 2. Geçimsiz. 3. Pis; kirli; dağınık. [DS] 0 çakıldaklı un, {ağız} Taşlı un. [DS] çakıldam, [çak (yans.) > çak-ıl-da-m] is. Dökülen suyun çıkardığı ses; çağlam. [H. Kadri] çakıldam a, [çak (yans.) çak-ıl-da-ma] seslerine benzer ses çıkarma,
is.
Çakıl
çakıldam ak, [çak (yans.) > çak-ıl-da-mak] gçsz. f . [r ] [-d (ı)-y o r] Çakıl sesine benzer sesler çıkarmak, çakıldavuk, -ğu [çak (yans.) > çak-ıl-da-ğuk] {ağız} is. Değirmende, tahılın bittiğini bildiren düzenek. [DS] çakıldırak, -ğı [çak (yans.) > çak-ıl-dır-a-k
j-ü*»-]
{eAT} is. Dönen değirmen taşma çarparak ses ver mek suretiyle değirmende öğütülen tahılın bittiğini haber veren düzenek; çakıldak, çakıncık, -ğı [çak (yans.) > çak-ın-cık] {ağız} is. Saksağan. [DS] çakırışm ak, [çak (yans.) > çak(ı)r-ış-mak] {eT} işteş. f . [-u r] Çağrışmak, [DLT] çakıldatm a, [çakıl-da-t-ma] is. Çakıl sesine benzer ses çıkarmasını sağlama eylemi, çakıldatmak, [çakıl-da-t-mak] gçl. f . sesine benzer sesler çıkartmak.
[-ır ] Çakıl
çakıldırak, -ğı [çak (yans.) > çalc-ıl-dı-ra-k] {eAT} is. - * çakçaka. çakıldu, [çak-ıl-du] {eAT} is. Ceviz, badem gibi şeyler bir yere boşaltılırken birbirine çarpma sonu cunda çıkan ses; şakırtı; takırtı. çakılı1, [çakı > çakı-lı] sf. Çakısı bulunan; çakı sahibi olan. çakıb2, [çak (yans.) > çak-mak > çak-ıl-ı] sf. 1. Bir yere çakılmış olan. 2. Çivi, kazık gibi bir şeyle tut turulmuş olan. 3. Yeri değişmez, sabit. 0 çakılı kalmak, Olduğu y er d e k alm ak ; ça kılıp kalm ak. çakıllı, [çakıl-lı] sf. İçinde çakıl bulunan; çakıl ko nulmuş. çakıllık, -ğı [çakıl-lık] is. 1. Çakıl bulunan yer. 2. Çakıl döşenmiş yer. 3. {ağız} Taşlı tarla. [DS] çakılm a, [çak-ıl-ma] is. 1. Çakılı duruma gelmek işi. 2. Yüksekten sert bir zemine hızla düşmek işi. çakd m ak ', [çak-ıl-mak] {eT} edil. f . [-u r] 1. Çakmak eylemi yapılmak; ateş çıkartılmak. 2. (Çakmak taşı vb. için) birbirine vurularak kıvılcım çıkartılmak. 3. Eriştirilmek; ulaştırılmak; yetiştirilmek. [DLT] çakılm ak2, [çak-ıl-mak] edil. f. [-ır ] 1. Çakılı duru ma gelmek. 2. {ağız} Gömülmek. [DS] 3. argo. An laşılmak; sezilmek; fark edilmek. 4. d ö n ş l.f. Yük sekten sert bir yere hızla düşmek, saplanmak. çakıltı, [çak (yans.) çak-ıl-tı / çağıl-tı] is. Çakıl taşla rının veya ona benzer nesnelerin birbirine çarpması veya sürtünmesi ile çıkan ses. çakım ', [çak-ım] is. 1. Çakmak işi. 2. Şimşek, {ağız} (aynı) 3. Kıvılcım. [DS] çakım 2, [çak-ım] {ağız} is. 1. Hayvanların çayıra çıkma zamanı. 2. Hayvanı çayıra çakmaya yarayan köstek, örk vb. takımı. [DS] çakım 3, [çak-ım] {ağız} is. Kavun, karpuz dilimi. [DS] çakım 4, [çak-ım] {ağız} is. Yığın. [DS] çakın', [çak-m] is. 1. Şimşek. {eT} {ağız} (aynı) [Nevâyî] [DS] 2. Kıvılcım. çakın2, [çak-ın] {ağız} sf. Mavi gözlü. [DS] çakınm ak, [çak-m-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] Kendisi ne ateş yakmak için çakmak çakmak. [DLT] çakm tı1, [çak-ıntı] is. 1. Birden ve geçici bir aydın lanma durumu. 2. {ağız} Şimşek. [DS] 3. {ağız} İşa ret. [DS] çakm tı2, [çak-ıntı] {ağız} is. Birkaç yolun birleştiği yer. [DS] çakm tı3, [çak-ıntı] a rgo. İçki meclisi, çak ır', [çak (yans.) > çak-ır] ünl. Tahta, taş, kum, cam, metal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarp masını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı çarpmayı anlatan yansımalı gövde. 0 çakır çukur, Ç a k çu k diye çıkan seslerin m eydan a g etird iğ i gürültii.|| çakır su, {ağız} Yalnız yağm u r yağdıktan so n r a a ka n d e r e suyu. [DS]
fllÜ M IÜ M M .
ÇAK
çakır2, [e l . çakır] {ağız} is. 1. Tam değil; karışık. 2. Karışık içki. 3. (Hayvan ırkı olarak) karışık; melez. [DS] S çakır pilav, {ağız} P irin ç v e bulgur ile k a r ı ş ık pilav. [DS] çak ır3, [eT. çakır
sf. 1. Mavi benekli gri; ma
vimsi; yeşile çalan mavi. {eT} (aynı) 2. (Meyve için) yeni olgunlaşmaya başlamış, yer yer yeşillikleri bulunan, {ağız) (aynı) [DS] 3. {eT} Gök gözlü; çakır gözlü. [DLT] 4. {eAT} (Et için) iyi pişmemiş. 5. {eAT} Bir gözü mavi diğer gözü siyah olan. 6. is. bot. Isırgan otu. 7. {ağız} Pürüz; sertlik. [DS] 3 ça kır ala, {ağız} Yeni olgu n laşm aya başlam ış meyve. [DS]|| çak ır ayaz, 1. A çık f a k a t ç o k so ğ u k hava. 2. {eAT} K a r serpin tili soğ u k.|| çakır çakm ak, {ağız} A çık ve y ıldızlı gökyüzü. [DS]|| çakır çukur, (Yol vb. için) düzgün olmayan.\\ çakır dikeni, {ağız} (K işi için) k a v g a cı; sinirli. [DS]|| çakır ıldızlık, {ağız} A çık hava. [DS]|| çakır yıldız, {ağız} A çık ve yıld ızlı gökyüzü. [DS] çakır4, [Lat. sacer / Ar. şakr [Clauson] => çağ-ır / çak ır yU-] {eAT} {OsT} is. zool. Doğan ile atmaca arası, iri ve keskin pençeli bir avcı kuş; çakırdoğan, (H ypotriochis a eso lon ). çak ır5, [eT. çağır > çakır jsU-] is. Şarap, fi1 çakır keyif, içkin in verdiği hoşnutluk. çak ır6, [Sansk. cakra => çakır] {eT} is. Tekerlek; çark. [EUTS] çakır7, [çak-ır] {ağız} is. Gönül; iç; can. [DS] S1 çakırı çekmek, {ağız} Gönlü istem ek. [DS] çak ır8, [çak-ır] {ağız} is. Hırsız. [DS] çak ırca, [çakır-ca] {ağız} is. 1. Açılmak üzere olan pamuk kozası. 2. Yeni olgunlaşmaya başlayan meyve. [DS] S çakırca dikeni, {ağız} S a n ç iç ek açan , uzun ve sert sa p ı o la n diken. [DS] çakırcı, [çakır-cı] is. Avda kullanılmak üzere çakır doğan yakalayıp yetiştiren ve bunları avda kullanan kimse. çakırcıbaşı, [çakır-cı+baş-ı
{eAT} is.
tar. Kuşçubaşı. çakırça, [çakır-ça] {ağız} sf. İyice; orta. [DS] çakırdak 1, -ğı [çak-ır-dak] {ağız} is. Ürünleri hay vanlardan korumak için yapılmış, rüzgârda ses çı kararak dönen bir çark. [DS] çakırdak2, -ğı [çak-ır-dak] {ağız} is. Koyunların kuy ruk altlarında oluşan kurumuş pislik artıkları. [DS] çakırdaka, [çakır-dak-a] {ağız} is. -*■ çakırdak1. [DS] çakırdakh, [çakıldak-lı] {ağız} sf. Kirli; pis. [DS] çakırdam ak, [çak-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [d (ı)-y or] Kahkaha ile gülmek. [DS] çakırdı, [çak (yans.) > çak-ır-dı
is. Şakırtı;
takırtı. çakırdiken, [çak-ır+diken / çak-ır+diken-i] is. Kimi
yerlerde dulavratotuna, kimi yerlerde de boğa di keni veya deve dikeni gibi bitkilere verilen isim, çakırdoğan, [çak-ır+doğ-an] is. zool. Kuzey yarım kürenin ılıman bölgelerinde yaşayan, kamı beyaz ve enine çizgili, sırtı kül rengi, karga, saksağan ve güvercin avlamak için yetiştirilen bir avcı kuş; ça kır kuşu, (As tur p a lu b a riu s). çakırga, [çakır-ga] {ağız} is. Mazı ağacı. [DS] çakırım , [çağır-mak > çağır-ım / çakır-ım] {ağız} is. Çağrıldığında ses duyulan uzaklık; kilometre. [DS] çakırıntı, [çak-ır-mtı] {ağız} is. Şimşek. [DS] çakırkanat, [çakır+kanat] is. zool. Dünyanın pek çok bölgesinde, bol bitkili su kenarlarında yaşayan yen geç, salyangoz, larva ve su bitkileri ile beslenen en küçük ördek; çamurcun, cüce ördek, eğrikoca, (Anas c recca ). çakırkeyf, [çakır (şarap ) + Ar. keyf] sf. İçkinin etkisi ile yarı sarhoş olmuş (kimse), çakırlaşm ak, [çakır-la-ş-mak] dönşl. f . f ı r ] (Meyve için) yarı olgun hâle gelmek. çakırlı1, [çakır-Iı] {ağız} sf. 1. (Mısır koçanı) içinde renkli taneler bulunan. 2. Ala. 3. (Meyve için) yarı olgunlaşmış. [DS] çakırlı2, [çakır-lı] {ağız} is. Isırgan ile yapılmış bö rek. [DS] çakırm ak, [çak-ır-mak / çağ-ır-mak / çak-ur-mak / çağ-ur-mak] {eT} g ç l .f . [-ır ] 1. Çağırmak; davet et mek. 2. İlan etmek, çakırpençe, [çakır (çakırd oğ an )+ Far. pençe] sf. Başladığı ve el attığı her işi başaran, tuttuğunu ko paran; çok hırslı, çakısız, [çalo-sız] s f Çakısı bulunmayan; yanında çakı taşımayan, çakışık, -ğı [çak-ış-mak > çak-ış-ık] sf. Birbiri ile çakışan. çakışm a, [çak-ış-ma] is. 1. Üst üste gelerek bütün noktalardan bitişmek işi. 2. Gerçekte ayrı oldukları hâlde üst üste getirildiklerinde birbirini tamamen örten iki geometrik şeklin durumu. 3. {ağız} Hasta lığın yayılması; bulaşma. [DS] çakışm ak1, [çak (yans.) > çak-ış-mak] {eT} işteş, f i [u r] Ateş yakmak için çakmak çakmakta yardım ve yarış etmek; çakmağı birlikte çakmak. [DLT] çakışm ak2, [çak-ış-mak] işteş, fi. [ -ır ] 1. Üst üste getirildiği zaman biçim ve boyut bakımından denk ve eşit olmak; birbirine tam uymak. 2. Birbirinin içine geçerek kenetlenmek. 3. m ecaz. Birbiri ile uyum içinde bulunmak; uyumlu olmak. çakışm ak3, [çak-ış-mak] işteş, fi. f ı r ] 1. Birbiri ile çarpışmak; vuruşmak. 2. {ağız} Karşılıklı söz yarışı yapmak; yarışmak. [DS] 3. ed. (Halk şairleri için) karşılıklı atışmak; {ağız} (aynı). [DS] 4. Aynı zama na rastlamak. çakışm ak4, [çak-ış-mak Birbirini kovlamak.
işteş, f i [-u r] {eAT}
Ö M IflM ÎS ai.s «
ÇAK
çakışmalı, [çakış-ma-lı] sf. (Şekiller için) ölçüleri birbirine eşit olan,
çaklıg, [çak-lığ] {eT} sf. Yeterli; kâfi miktarda. [Clauson]
çakıştıncı, [çakış-tır-ıcı] {ağız/ sf. Dedikoducu; fit neci. [DS]
çaklm m ak, [çak-ıl-mak > çak-(ı)l-m-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r] Kıvılcımlanmak; alevlenmek. [DLT]
çakıştırm a, [çakış-tır-ma] is, 1. Ölçüleri denk iki şe yi birbiri üstüne getirmek işi. 2. Nesneleri üst üste getirmeye çalışma eylemi.
çak m a1, [çak-ma] is. 1. Ucu sivri bir nesneyi tepe sinden vurarak bir zemin içine gömme işi. 2. Vur mak suretiyle meydana getirilmiş çukurlu ya da kabartmalı kuyumcu işi. 3. Bu işte kullanılan kalıp. 4. {ağız} Gelin teli. [DS]
çakıştırm ak1, [çakış-tır-mak
gçl. f [ -ır ] 1.
İlci nesnenin birbiri ile çakışmasını sağlamak. 2. {eAT) (ağız) Mukayese etmek; karşılaştırma yap mak. [DS] çakıştırm ak2, [çak (yans.) > çak-ış-tır-mak] gçl. f . [ır] tçki içerek eğlenmek; kadehleri birbirine vur mak; kadehleri tokuşturmak; çakmak. çakıştırm ak3, [çak (yans.) > çak-ış-tır-mak] gçl. f i [ır] 1. {eAT} {ağız} İlci kişiyi birbirine düşürmek; birisinin aklına vesveseli şeyler sokmak. [DS] 2. Birkaç tokat vurarak dövmek. 3. {ağız} Yaptığı kö tülüğü yüzüne vurmak. [DS] 4. {ağız} Eğlenmek. [DS] çakıt, -tı [çak (yans.) > çak-ıt] {ağız} is. 1. Verimsiz toprak. 2. sf. Eski; hurda. [DS] S çakıtı çıkm ak, {ağız} G evşem ek; birbirin den a y rılm a k; eskim ek. [DS] çakıtlam ak, [çak-ıt-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Gevşemek; birbirinden ayrılmak; eskimek. [DS] çakide, [Far. çâkıde «j-S'U-] (ç a :k i:d e ) {OsTf sf. Yır tılmış; yarılmış, çakilmek, [çek-ıl-mek] {ağız} dönşl. f i [ - ir ] Çekil mek. [DS] çakincık, -ği [çakin-cık] {ağız} is. Alakarga. [DS] çakir, [Sansk, cakra] {eT} is. Tekerlek. [Gabain] çakkadak, -ğı [çak(k)-adak] {ağız} zfi 1. Birdenbire. 2. Yerli yersiz. [DS] çakkal, [Ar. şâkül => çak(k)-al] {ağız} is. Sucu omuzluğu. [DS] çakkala, [Far. çeğâle] {ağız} is. Çağla. [DS] S çakkala badam , {ağız} Ç a ğ la badem . [DS] çakkıl, [çak (yans.) > çak(k)-ıl] {ağız} is. Çakıl. [DS] çakkıldah, [çak(k)-ıl-dah] {ağız} is. Çakıldak. [DS] çakkıram ak, [çak (yans.) > çak-kır-a-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r ] [-r(ı)-y or] Kahkaha atmak. [DS] çakla, [çak-la] {ağız} is. Bir tür göz bozukluğu. [DS] çaklam ak1, [callc (yans.) > calk-a-mak > çakla-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] Çalkalamak; çalkalaya rak yıkamak. [DS] çaklam ak2, [çak-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Gizlice, birer birer toparlayıp götürmek. [DS] çaklanmak, [callc (yans.) > calk-an-mak / çakla-nmak] {eT} e d il.fi [-u r] Çalkanmak. [DLT] çaklatm ak, [çak (yans.) > çak-la-t-mak] gçl. fi. [ -ır ] “Çak” sesi çıkaracak biçimde vurmak; şaplatmak, çaldı, [çak-lı] {ağız} is. Patlamış mısır. [DS]
çakm a2, [çak-ma] {ağız} is. İltihaplanma meydana getiren, yer yer kabarcık şeklinde gelişen bulaşıcı bir deri hastalığı; yara; çıban, (im petigo). {ağızj (ay nı) [DS] çakm a3, [çak-ma] {ağız} is. Hayvanlara işaret vermek için kullanılan bir araç. [DS] çak m aca1, [çak-maca] {ağız} is. Bozuk para ile oyna nan bir kumar oyunu. [DS] çakm aca2, [çak-maca] {ağız} is. tıp. -*■ çakma2. [DS] çakm ak 1, [çok-mak / çuk-malc > çakmak] {eT} gçsz. fi. [ - a r ] (Kuş için) aşağı inmek. [DLT] çakm ak2, [çak (yans.) > çak-malc] gçl. fi. [ - a r ] 1. {eT} Vurmak. [Gabain] [EUTS] 2. {eT} Parçalamak; kes mek. [EUTS] 3. Çivi, kazık gibi ucu sivri nesneleri tepesinden vurarak yer, duvar veya herhangi bir zemine gömmek; vurarak yerleştirmek. 4 . Bir şeyi çivi ile tutturmak. 5. a rg o . Vurmak. 6. arg o. Fark etmek; anlamak; sezmek; keşfetmek. 7. argo. İs tenmeyen bir şeyi birisine kurnazlıkla kabul ettir mek; yamamak. 8. arg o. (İşaret için) etmek; yap mak. 9. Tutuşturmak; ateş çıkartmak; alevlendir mek. {eT} (aynı) [DLT] 10. İçki içmek; kadeh tokuş turmak. 11. Silahı ateşlemek. 12. {ağız} (Bir iskam bil oyunu olan altmış altıda) masadaki kâğıtlar ka patıldıktan sonra rakibin elindeki kâğıdı koz ile almak. [DS] 13. gçsz. fi. Gazaba gelmek. 14. Birden ve geçici bir süre aydınlanmak; parlamak. 15. a rg o. İmtihanda başarı gösterememek; sınıfta kalmak. 16. a rg o . Hakaret olarak benzetmek, çakm ak3, [çak-mak ,>-*>- / ^ L * -] gçl. fi. [ - a r ] 1. {eT} Yapmak. [EUTS] 2. {eT} Eriştirmek. [DLT] 3. {eT} {eAT} (Kişiler için) aralarını açmak; birini diğerine kışkırtmak; kovlamak; gammazlamak; jurnal et mek. 4. {eAT} İyice anlatmak; bildirmek; tanıtmak; açıklamak. 5. {eAT} Yansıtmak; aksettirmek. 6. {eAT} İfşa etmek. 1. {ağız} Kötülük etmek, [DS] çakm ak4, -ğı [eT. çak-mak] is. 1. Ateş elde etmeye yarar küçük mekanik, manyetik ya da elektrik tutuşturmalı alet. 2. Kibritin icadından önceleri, çak mak taşına hızla vurma ile meydana gelen sürtün me sonucunda çıkan kıvılcım ile kav adı verilen maddeyi tutuşturarak ateş elde etmeye yarar eğri çelik parçası. 3. Ağızdan dolma tüfeklerde tetiğin harekete geçirdiği ateşleme düzeneği. 4. Eskiden kullanılan çakmaklı tüfeklerde taşa çarpıp kıvılcım çıkarmak ve bu yolla barutu tutuşturmakta lcullam-
ÖIÜMIÜRSÖM.S62
ÇAK
lan araç. 5. {ağız} Şimşek. [DS] 6. {ağız} Dokumada bir motif çeşidi. [DS] 7. {ağız} Tüfek; tabanca.fDS] 8. {ağız} Çocukların kuş avlamakta kullandıkları bir yay. [DS] 9. sf. Eğri olan. 10. (Bakış için) korkulu ve öfkeli. S çakm ak çakm ak, 1. (G öz için) kızar mış. 2. Ç o k z ek ic e (bakış). \\çakm ak gibi, Z ekâ f ı ş kıran (göz). || çakm ak pabuç, E skiden kullanılan ça k m a k la r g ib i eğ ri y a p ılı b ir tür a y ak ka b ıy a veri len a d .|| çakm ak taşı, Ç eliğ e sürtüldüğünde s ıc a k kıvılcım çıka ra n kuvars. || çakm ak tiftik, K a lite bakım ın dan en iyi tiftik. çakm ak5, -ğı [çak-mak] is. tıp. Streptokok denilen mikroplardan ileri gelen ve yer yer uçuğumsu ka barcıklar şeklinde gelişen bir deri hastalığı, (imp etig o ). çakm ak6, -ğı [çak-mak] {ağız} sf. Gösterişli; alımlı. [DS] çakm ak7, -ğı [çak-mak] {ağız} is. Dokumada bir mo tif çeşidi. [DS] çakm akçı1, [çak-mak-çı] is. 1. Çakmak üreten, satan ya da tamir eden kimse. 2. {ağız} Makine onarımı yapan kimse; tüfekçi; çilingir. [DS] çakm akçı2, [çalc-mak-çı] {ağız} is. Konuşan iki kişiyi kızıştırarak birbirine takan kişi. [DS] çakm akçılık, -ğı [çak-mak-çı-lık] is. Çakmakçının işi; çakmakçının mesleği, çakm aklaşm ak, [çak-mak-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] 1. (Göz için) çok zekice bakmaya başlamak. 2. Kı zarmak. çakm aklı', [çak-mak-lı] sf. 1. Çakmağı olan; çakmak taşıyan; çakmak bulunduran. 2. is. Çakmak taşına çarpmak suretiyle çıkan kıvılcımdan ateş alan, ağızdan dolma eski tür silah. 0 çakmaklı havan, H avan doldurulduktan so n ra bir tetik düzeni ile a teşlen en esk i b ir top çeşidi. || çakmaklı ışık, Bil g em i tarafından b a şk a b ir gem inin dikkatini ç ek m ek için g e ç ic i b ir sü re yan ıp sön en ışık. çakm aklı2, [çakmak-lı
{eAT} is. Bir tülbent
çeşidi.
çako, [çako] {ağız} sf. Budala. [DS] çakoç, [çak-uç / çeküç > çakoç] {ağız} is. Çekiç. [DS] çakoz, [çak-mak (an lam ak) > çak + Yun. -os (ben zetm e ile)\ is. argo. Anlama; sezme, ö çakoz ol mak, arg o. İş i a n lam a k; kav ram ak ; hileyi sezm ek. çakozlam ak, [çakoz-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(u )-yor] (Gizli bir şey için) anlamak; sezinlemek, çak ra, [Sansk. cakra] is. 1. Çember; disk. 2. Teker lek. 3. Budacılıkta, evrenin varlığını, Buda öğreti ve yasalarını, Tanrı Vişnu’nun Güneş çemberini simgeleyen daire, çakradm ak, [çalc-ır > çak-(ı)r-ad-mak] {eT} gçl. f . [ur] Çakırlaştırmak. [DLT] ça k ra k ', [çak-(ı)r-a-k] {eT} sf. 1. Kel; dazlak. [DLT] 2. {ağız} Ufak taşlı arazi. [DS] 3. {ağız} Akarsuların en akıntılı yeri. [DS] çak rak 2, -ğı [çakır > çak(ı)r-(r)ak] {ağız} sf. Mavi gözlü. [DS] çakratm ak , [çak-(ı)r-at-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Gözü çakırlaştırmak; gözünü çakır gözlü imiş gibi dön dürmek. [DLT] çakraz, [çak-(ı)r-az] {ağız} sf. İnce; çürük, çakrım , [çağır-mak > çağ(ı)r-ım] {ağız} is. Çağrılınca ses duyulabilecek kadar uzaklık; kilometre. [DS] çakrışm ak, [çak-ır-mak > çak-(ı)r-ış-mak] {eT} işteş. f. [-u r] Birbirini çağırmak; çağrışmak. [DLT] çakşak', -ğı [çak-(ı)ş-a-k] {ağız} is. Yürürken arka ayak bileklerini birbirine sürten at, eşek, katır. [DS] çakşak2, -ğı [çağşa-mak > çakşa-k] {ağız} sf. Gevşek. [DS] çakşam ak, [çağ(ı)ş-a-mak > çakşa-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-ş(ı)-y o r] Gevşemek; oynamak; eskimek. [DS] çakşapat [Sansk. çikşapada] {eT} is. Talimat; akide; ahlak kuralı. [Gabain] çakşaput, [Sansk. çikşapada] {eT} 1. Bir ayın adı; Uluğ Bey takviminde yılın on ikinci ayının adı. [EUTS] 2. Ahlak kaidesi. [EUTS] çakşaşık, -ğı [çak(ı)ş-aş-ık] {ağız} sf. Dengesiz. [DS]
çakmaklık, [çak-mak-lık] sf. Çakmakta kullanılmaya elverişli olan,
çakşaşm ak, [çak(ı)ş-aş-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] Bir şeye karar vermemek. [DS]
çakmaksız, [çak-mak-sız] sf. 1. Çakmağı bulunma yan. 2. is. Kibrit,
çakşır, [eT. çakşır
çakm ak, [çak-ma-lı] {ağız} is. İpek tül üzerine renkli pullar işlenmiş baş örtüsü. [DS] çakm an, [çak-man] {ağız} sf. Süt mavisi. [DS] çak m u r', [çakır (m avi-yeşil) (Ar. mahmür etkisiyle) > çakmur] {ağız} is. Yarı uykulu bakış. [DS] çakm ur, [çak-mur] {ağız} is. Sert kireç taşı. [DS] ® çakm ur buğday, {ağız} İri, a ğ ır b ir tür buğday. [DS] çaknaşm ak, [çok-mak > çak-(ı)n-aş-mak / çağn-aşmak] d ö n ş l.f. [-ır] 1. {eAT} Meraka düşüp araların da tahminler yürütmek. 2. {ağız} Toplanmak. [DS]
> Far. cahcir / çakşür ? [Do-
erfer]] {ağ ız.} is. 1. Erkeklerin giydiği ince kumaş tan yapılmış bir tür şalvar. {OsT} (aynı) 2. Paçalı güvercin ve diğer kuşların ayaklarındaki tüyler. {eAT} (aynı) S çakşır otu, bot. P a r ç a lı yapraklı, g en ellik le sa rı çiçekli, bazı türlerinin y a p ra k la rı h aşlan dıktan so n r a tuzlanıp yen ilebilen , bazılarının kurutulmuş y a p ra k la r ı hayvan yem i o la r a k kullanı lan, kim isinin kökü d e toz h â lin e g etirildikten so n ra b a l ile k a rıştırıla ra k cin sel gücü artırıcı o la r a k kul lanılan, ülkem izde yirm i k a d a r çeşid i bulunan, m aydan ozgillerden p e k ç o k bitkinin g e n e l adı, (Ferula).
__________________________________ çakşırlı, [çakşır-lı] sf. 1. (Erkek için) çakşır giymiş olan. 2. (Kuş için) ayaklarında paça bulunan; paça lı. çakşırm ak, [çak-(ı)ş-ır-mak] {ağız} gçl. f . [-ir ] Su sıçratmak. [DS] çakşırsız, [çakşır-sız] sf. Çakşırı olmayan; çakşır giymemiş. çakşur, [Far. cahcir
{eAT} is. -*■ çağşır / çak
şır. çakşurlu, [çakşur-lu Jj>üsU -] {OsT} is. Çakşırlı. S çakşurlu güğercin, {OsT} P a ç a lı güvercin. çaktırılm a, [çak-tır-ıl-ma] is. Çakmak işinin yaptı rılma eylemi. çaktırılm ak, [çak-tır-ıl-mak] edil. f . f ı r ] Çakmak eylemi yaptırılmak; çaktırmak eylemi yapılmak, çaktırış, [çak-tır-ış] is. Çaktırmak işi veya biçimi, çaktırm a, [çak-tır-ma] is. Çakma işini yaptırma ey lemi. çaktırm adan, [çak-tır-ma-dan] zf. argo. Belli etme den, sezdirmeden, çaktırm ak, [çak-tır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Çivi, kazık gibi ucu sivri nesneleri tepesinden vurarak yer, du var veya herhangi bir zemine gömdürmek. 2. Bir şeyi çivi ile tutturtmak. 3. arg o. Fark ettirmek; bi rinin bir şeyi sezmesini sağlamak. 4. İşaret ederek anlatmak. 5. Tutuşturmak, ateş çıkartmak için sürt türmek. 6. İmtihanda başarısız saymak; sınıfta bı rakmak. 7. Silahı ateşletmek, çakturm ak, [çak-mak > çak-tur-mak] {eT} gçl. f . 1. (Çakmak vb. için) çaktırmak. 2. İki kişiyi kızıştır mak. [DLT] çaku, [çak-mak (iftira etm ek) > çak-ğu / çak-u] {eAT} is. İftira. çakuç, -cu [Far. çâküç
(ça :k u :ç) {OsT} is.
Çekiç. çakul, [Ar. şakul > çakul ? JjsU-] {eAT} is. Dirhem; ağırlık. çakuşlam ak, [çak-uş-la-mak] {ağız} gçl. f . f r ] f l ( u ) y o r ] Sır saklayamamak. [DS] çakuşm ak, [çolc-uş-mak > çak-uş-mak] {ağız} dönşl. f . [-u r] Toplanmak. [DS] çal1, [çal] (ça .i) {eT} sf. 1. Alaca; kır; kırçıl. {eAT} {ağız} (aynı) [KB] [DK] [DLT] [DS] 2. Boz; kül rengi. {ağız} (aynı) [DK] [DS] 3. {ağız} Ben; çil; leke. [DS] 0 çal horozu, {ağız} 1. A la calı horoz. 2. İri ibikli horoz. [DS]|| çal kara kuş, {eAT} zool. K artal. [DK] ||çal kirazı, {ağız} B ey a z kiraz. [DS] çal2, [çal-an / çal] {ağız} is. 1. Taşlık ve çıplak tepe. 2. Kireçli toprak. 3. Ormanlık; fundalık. 4. Maki ile örtülü engebeli alan. 5. Susuz, çıplak engebeli alan. 6. Sulu, düz ova. [DS] S çal baş, K el. çal3, [çal] {eT} is. Yele.
ÇAL
çal4, [Far. çâh (kuyu) => çal] {ağız} is. Müslüman ol mayanların mezarı. [DS] çal5, [cağ > çal] {ağız} is. 1. Arabanın yanlarındaki direklere bağlanan sırık. 2. Etrafı çitle çevrili yazlık ağıl. 3. Taştan örülmüş çit. [DS] S1 çal duvar, {ağız} 1. Asm anın altın a yap ılm ış ça rd a k. 2. A ğ a ç la r la çevrilm iş avlu. 3. Ç alıdan y a p ıla n çit. [DS]|| çal kamış, {ağız} D am ın a ğ a c ı döşen dikten so n r a üzerine çam u r ve to p rak serilen kalın kam ış dizisi. [DS] çal6, [çal / çala] {ağız} z f 1. (Vakit için) tam o anda. 2. Tam; eksiksiz. [DS] S çal akap, {ağız} Ç ok k ısa zam an içinde. [DS]|| çal akşam , {ağız} A kşam o lu r olm az; tam a kşam vakti. [DS]|| çal ahm ak, {ağız} B eceriksiz ; ahm ak. [DS]|| çal ense etmek, {ağız} E nsesinden y a ka la m ak . [DS]|| çal koyun, {OsT} Sırt üstü.|| çal p ara, {ağız} Su lar a zald ığ ın d a p a r a s ı ö d en m ek üzere tarlayı b eled iy ey e su latm ak işi. [DS]|| çal p aracı, {ağız} B eled iy e su lam a işinde g ö revlen dirilen kişi; su bekçisi. [DS]|j çal yaka et mek, {ağız} Yakasından tutmak. [DS] çal7, [Far. çâh => çal] {ağız} is. Lavabo; banyo. [DS] çal8, [çal] {ağız} is. Salıncak. [DS] çala’, [çal-mak (sürdürm ek, tekrarlam ak, a c e le ile y a p m a k) > çal-a] zf. 1. Defa; kez. 2. Bir an, bir ara. {ağız} (aym) [DS] 3. {ağız} Fırsat. [DS] 4. Bazı isim lerden önce gelerek deyimin fiiline çabukluk, sü reklilik, dikkatsizlik ve üstünkörülük anlamı taşı yan birleşik zarflar yapar, fi1 çala kalem, -*■ çalaka lem^ çala kamçı, -*• çalakamçı.|| çala kaşık, -*• çalakaşık|| çala kılıç, -*■ çalakılıç. || çala kürek, -*■ çalakürek.|| çala p aça, -*• çalapaça.|| çala pala yapm ak, {ağız} -*■ çalapala. [DS]|| çala pata, {ağız} -*■ çalapata. [DS]|| çala taban, çalataban. çala2, [çal-mak (benzem ek, andırm ak) > çal-a] zf. 1. {eAT} Biraz; kısmen. 2. {ağız} Az kullanılmış; eski; kullanılmış. [DS] S çala kullanmak, {ağız} B ir şey i az kullanm ak. [DS]|| çala tutulmuş, {ağız} Az kullanılm ış. [DS] çala3, [çal-mak (andırm ak) > çal-a] {ağız} zf. (Gör mek eylemi için) yalan yanlış. [DS] çala4, [çal-mak > çal-a] {ağız} is. Silah. [DS] çala5, [Güre, çala] {ağız} is. 1. Hayvanlara yedirilen tahıl sapları; mısır koçanı vb. 2. Tatsız tuzsuz ye mek. [DS] çalabım ak, [çaba-la-mak > çalabı-mak ?] {ağız} gçsz. f. [ -ır ] Uğraşmak; didinmek. [DS] ça la ca 1, [çal-mak > çala-ca
{eAT} zf.
1. Biraz;
az. 2. {ağız} Bir an; bir ara. [DS] S çalaca dutulm ak, {eAT} Az kullanılm ak.|| çalaca yapm ak, {ağız} (İş için) g elişig ü z el ve zam an ından ç o k ö n ce bitirm ek. [DS] çalaca2, [çala-ca] {ağız} sf. Eski; kullanılmış; müsta mel. [DS]
ffÜMIİİfflftt S İM . [çal-a+kap] {-ağız} zf. Çok kısa zaman için
ça la ca k 1, -ğrı (çaH aak > çâl~-âcâk3 {ağız} is, Yoğurt in ayası. [DS|
ş a la k a p ,
çalacak 2, “-ğı [çal-acak] {ağız} is, Kibrit, [BSj
ç a la k a ş ık ,
çalacak3, -ğı [çal-acak] {ağız} is. Şıra karıştırmaya yarayan üzün, i ç çatal ağaç, pas] çalaf, [? çakıl] {a ğ a } sf. İnce; zayıf, [ÖSJ
ş a la k a t,
çaİa§âIı, , [çal-agan] {ağız} sf. -* çalağan1. [DS] ç a l a p a 2, [çal^agan] [ağız} Is, **•çalâğan2. tö s] çalağan . |ça!-ıuak •Çâl-âğan] {ağız} is. 1. Kartal. 2. 'Çaylak. [DS] [çal-mak > çal-ağah] '{ağa} is. Bağ, bahçe ve tarla kenarlarım selden korumak için çalı çırpı ve ağaçlar ile yapılmış set. '[DS]
ç a la ğ a n 2,
ç a la ğ a n
, [çal-mak > çal-ağan] {ağız} is. Isırgan otu.
[DS]
[çal-mak (sürdürmek, tekrarlam ak, acele İle yapm ak) > çal-a+kaşık] (çu ’lakaşık) -zf Acele ile yiyerek, kaşıklayarak, [çal-â+kat] {ağız} is. Eski ceket, [DS]
[çal-mak (sürdürmek, t&kı-ariamak, acele ille yapm ak) > ç a l-a •kılıç! fakiliç) z f Sürekli
ç a la k ıllç ,
kılıç sallayarak. ç a la k î,
[Far. çâiâkî
[çal-ağan-cı] {ağıt} is. Doğan küşti. [DS] ç â l â ğ a p , [çal-a+kap-(mak)] {ağız} zf. Şöyle böyle; yanıtı yamalak; üstünkörü. [DS]
çalaği, [Çal-mak > çâl-âğlj {ağız} is. Süpürge. [ÖS] çahığıırlaııuık. |çal-ıııak > Çâla-gur-la-mak / çalavur-
la-mak ?] {ağız} ğçİ. f . aramak. |1)S]
[-l(u )-y or] Sezdirmeden
[çâLmâk > çalmak] {ağız} is. Erkek yabalı dömuZün'ün alt çenesindeki köpek dişlerinden her biri: çalgıç. [ D S ] ç a la k --ğı [çal (&taoa) > çal-ak] fağtz} is. 1 . Küçük kârpllz. i Ham [ D S 'l S ş a l a k c ü l e k , {ağız} ç a l a k 1, - ğ i
1, (Meyve içitı) kam, 2. (Kişi için) ruhen :gelişâremiş. [ D S ] çalak\ -ği tçağ (yans.) » ça(;ğ)-lâ-k] { ça tla k ) {ağız} is-, 1. Avludaki suyun dışarı akmasını sağlayan de lik. 2» Çukur. 3. Küçük çağlayan. [DS] çâtak4, -ğı [çal-mak fvarm ak, kesm ek) > çal-ak] {ağız} is. 1. Dallı budaklı ağaç, 2. Davar için yapıl mış kışlık ağıl, 3. Sele karşı korunmak için çalı ve çırpıdan yapılmış set, [DS] çalak5, -ğı [çal-mak (vurm ak) >• çal-ak] {ağız} is. İşaret: iz. [ÖS| çalâte6-, -ğı [çal (çıp la k ) > ç&l-âkj {ağız} is. ÎRffigann katını Sürükleyerek çıplak bıraktığı yer, [DS] [Far. Şiilik Üİlş-] (ç'a.-ld.-k) { ö s f } ■sf. 1.
-ğı
Çabuk hareket edebilen; çevik; tez canlı. 2. Adam öldüren hırsız. 3. Yol kesici. 4. Yüksek yer; büyük âdâm. [çal-ak] {ağız} is. Biçilen ekinin bir sırada olması. [DS]
ç a l a k 8, - ğ ı
ç a l a k 9, - ğ ı
[çal-mak > çal-ak] {ağız} sf. Deli. [DS]
[çal-mak (sürdürmek, tekrarlamak, acele ile yapm ak) > çal-a+kalem] (çalakalem ) zf. Çabuk
Ç a la k a le m ,
çabuk ve özentisiz biçimde yazarak, [çal-mak (sürdürmek, tekrarlam ak, acele ile yapm ak) > çal-a; kamçı] (çaîakam çı) zf. 1. Sü
ç a la k a m ç ı,
rekli veya sık sik kamçı vurarak. 2. (Ât arabası için) bütün ayrıntıları ile tam olarak.
'(çaM :ki:)
{Osîj is.
Eline
ayağına çabukluk; tez canlılık; çabukluk, çeviklik. [çal-ak-la-mâk] {ağız} g ç l.f. f i ] /-l(ı)y orj (Yaban domuzu için) insana saldırarak azı diş
ç a l a k l a m a k 1,
leri ile yaralamak. ç a l a k l a m a k 2,
ç a la ğ a n c ı,
ç a l a k 7,
de, [DS]
[çâî'âk-lâ-mak] {ağız} ğçl. f [-r] f-l(ı)-
y orj Araştırmak. [DS] [Yun. tsalukopus] {ağız} is. Çalı çırpı kesi len büyük bıçak. |Ds]
ç a la k ö p ,
[çal+akşam] {ağız} zf. Akşam olur olmaz.
ç a la k ş a ııı.
m ) [çal-mâk (sürdürmek, tekrarlam ak, acele ûeyapm ak) > çal-a+kürek] (çatakü rek) zf. Aralık
ç a lâ k ü r e k ,
siz kürek çekerek, [Çal-%-lûak] {ağız} gçl. f. i[-r] {-l(ı)-yorj Gözden geçirmek. [DS]
ç a la n ıa k ,
[çal-â-löâr / ÇâKmâr] fağız} is. Üstü açık, etrafı çalı çitle çevrilmiş yazlık koyun, keçi ağılı; âğil. iDS]
ş a la m â f,
çalan1, [çal-Sn] {ağa} sf. Parlayan. [DS] çalan2, [çal-ân] {ağız} sf. Aceleci; sabırsız. [Ds] çalang, [çal-mak > çai-afi] (ça'lafi) feT) sf. 1 . Gevele; bağıran; çalçene. [DLT] 2. (Yer için) yanmış gibi siyah; öt bitmeyen'; çorak. [DLTJ çalânğo, [Far. çeleng] {ağız} is. Çelenk. [DS] çâlaiıkı, [çal-mâk > Şâl-âft-kl] { ‘ağız} is. Çalı Çirpl1; ince odun. {DS] Ç a l a p , - b ı [Ar. callâb fMfe Utecan) > talab '(koie sa
hibi)
=> çalab
[MarCel] > çalap
{eAT} is. 1.
Tanri; ilah. 2. Efendi; sahip. 3. Hoşt: yardımcı. Ö Ç â lâ p
T a n r ı,
feÂT} Hâk P aaiâ; Cenab-ı Hak.
tüccarı) -> câlafe ‘(köle sahibi) => Çalab [Mârcel] > çalap ylç-3 {eAT} is, 1 .
ç a l a p 1,
4>ı
[Ar. caliab (köle
Efendi; sahip, 2. Dost; yardımcı, [çâl-öıâk > çâl^av # Çâlâp
ç a l a p 2,
f] {ağız}
is. Ateş.
[DS] [Lat, jalappa] is. bot. 1. Kökünden müshil olarak yararlanılan bir bitki, (îpom aca Jalappa). 2. Bu bitkiden alınan müshil,
ç a l a p a 1,
[Far. çül-pâ] {ağız} sf. Beceriksiz; elinden iş gelmeyen. [DS]
ç a l a p a 2,
[Çal-mak (sürdürmek, acele ile yapmak) > çal-a - paçal (ç a ’lapça) z f Zorla; sürükleyerek,
ç a la p a ç a ,
ç a la p a la ,
[çal-mâk (sürdürmek, < a cele ile yapmak) >
ÜlÛlltTİIWS0M.865
çal
çal-a+pala] ( ç a ’lap a la ) zf. Acele ile. ^ ça la p a la yapm ak, {ağız} (İş için) tez y apm ak. [DS] çalapat, [çal-a+pat] {ağız} sf. (Gürültü için) az. [DS] çalapata, [çal-mak (sürdürm ek, a c e le ile y a p m a k) > çal-a+pat-a] ( ç a ’lap a ta) {ağız} zf. (Dövmek için) hemen girişmek; ne olup bittiğini anlamadan. [DS] ç a la r1, [çal-mak > çal-ar] sf. Çalma, ses verme özel liği bulunan. S çalar saat, A yarlanıp kurulduğun d a belirlen en sa a tte b ir zil donanım ı ile ça la n m asa saati. çalar2, [çal-ar] {ağız} is. Süpürge. [DS] çalarJ, [Yun. skillarion] {ağız} is. Sırtı dikenli, yen meyen köpek balığına benzer bir balık cinsi. [DS] çalarm a, [çal-ar-ma] is. (Ekinler için) başakların ol gunlaşmaya başlama durumu, çalarm ak, [çal-ar-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] (Ekin için) olgunlaşmaya, sararmaya yüz tutmak. [DS] çalası, [çal-ası] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalaş, [çal-aş / talaş] {ağız} is. Talaş. [DS] çalaşır, [çal-mak (sürdürm ek, a c e le ile y a p m a k) > çal-aş-ır] {ağız} sf. (Kişi için) karşılık beklemeden herkesin işini gören, başkalarına çalışan. [DS] çalata, [çal-mak (sürdürm ek, a c e le ile y a p m a k) > çal+at-a] {ağız} sf. Elbiseyi çabuk yırtıp eskiten. '[DS] çalataban, [çal-mak (sürdürm ek, a c e le ile y a p m a k) > çal-a+taban] zf. (Kaçmak, koşmak için) paldır kül dür. çalav, [çalk (yans.) > çalk-ağu > çal-av] {ağız} is. Y a yık. [DS] çalavan, [çal-mak (sürdürm ek, a c e le ile y a p m a k) > çal-ağan] {ağız} is. Hizmetçi; işçi. [DS] çalavanlık, -ğı [çalavan-lık] {ağız} is. İşçilik. [DS] çalavlam ak, [çalav-la-mak] {ağız} gçl. f . [ -r ] [-l(ı)y o r ] Çevreyi gezip dolaşarak araştırmak. [DS] çalavurlam ak, [çal-mak (sürdürm ek, a c e le ile y a p m ak) > çal-a+vur-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [l(u)~ y o r ] Herhangi bir yerdeki pisliği ve çeşitli dökün tüleri özen göstermeksizin yüzeyden temizlemek. [DS] çalaz, [çal-mak9 > çal-az / çala-z] {ağız} is. 1. Mısır koçanı. 2. Kuru dal; kuru ağaç. [DS] çalba, [Lat. salvia] {ağız} is. 1. Adaçayı. 2. Labada; efelek. 3. Ocak yakmakta kullanılan kuru dal ya da çalı çırpı; kuru ot. [DS] çalbadar, [Far. çâr-pâ (d ö r ay aklı) > çârpâ-dâr] {ağızf is. At ya da katır kervanının önünde giden hay van. [DS] çalbara, [Bul. çerepna ?] {ağız} is. Küçük tencere. [DS] çalbarm ak, [yalvar-mak > çalbar-mak] {eT} gçsz. f . [-u r] Yalvarmak, çalbus, [Far. çâl-büs takçı; dalkavuk.
(ça :lb u :s ) {OsT'} is. Yal
çalbuzan, [Far. çal-bus => çalbuzan] {ağız/ sf. Her şeye burnunu sokan. [DS] çalcak, -ğı [çal-acak > çalcak] {ağız} is. Yoğurt ma yası. [DS] çalcek, -ği [çal-acak] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalça, [çal-ça] {ağız} is. Dağlarda kayaların toplu bu lunduğu yer. [DS] çalçap, [çal-mak+çap-mak] {ağız} is. 1. Eli çabuk; hırsız. 2. Acele, gelişigüzel iş yapan. [DS] ö 1 çalçap etmek, {ağız} Ç alm ak; hırsızlam ak. [DS] çalçaput, -du [çal+çaput] {ağız} is. Eski bez parçası. [DS] çalçar, [çal+çar ?] {ağız} sf. (Kişi için) eğri yürüyen; yürürken bacakları birbirine dolaşan. [DS] çalçene, [çal-mak+çene] sf. Durmadan (kimse); çenesi düşük; geveze,
konuşan
çalçenelik, -ği [çal+çene-lik] is. Durmadan konuşma durumu; gevezelik, çalçubuk, -ğu [çal+çubuk] {ağız} sf. Terbiyesiz; ken dini bilmez. [DS] çald, [çald / çıld / çild (yans.)] is. Hafif çarpma ve sürtünmeyi; çıtırtı ve hışırtı çıkararak kıpırdanma, sallanma, dönme ve titremeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ça l-d ır çaldır, ç a l-d ır çuldur, çal-d ır-a-m ak, ça l-d ır-d a -m a k çaldam ak, [çald (yans.) > çald-â-mak] {eT} -*■ çalramak. çald ır1, [çald (yans.) > çald-ır] {eT} is. Çarpma, sür tünme gibi durumlarda çıkan sesi ve sallanma gibi hareketleri anlatan yansımalı gövde. 0 çaldır çal dır, S es çıkarm a. [DLT] || çaldır çaldır etmek, {ağız} (M aden î büyük p a r ç a la r için) b irb irin e sü r tü n erek ses çıkarm ak. [DS]|| çaldır çuldur, (A ra banın g id işi için) h ızla ve gürültü y a p arak . çaldır2, [Sansk. jaladhara] (çaldr) {eT} is. Deniz. [EUTS] çald ıram ak, [çald (yans.) > çald-ır-a-mak j»jjJU -] {eAT} gçsz. f . [-r ] [-r(ı)-y or] 1. Hareket etmek. 2. Çaldırtı çıkarmak; şakırdamak, çaldırılm a, [çal-dır-ıl-ma] is. Çaldırmak eylemine uğrama. çaldırılm ak, [çal-dır-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Çalmak eylemine uğramak; çalmak eylemi uygulanmak. 2. Hırsıza kaptırılmak; çalınmasına sebep olmak, çaldırış, [çal-dır-ış] is. Çaldırma işi veya biçimi, çaldırıverm ek, [çal-dır-ı+ver-mek] {ağız} gçl. b. f i [ir] Süpürüvermek. [DS] çaldırm a, [çal-dır-ma] is. 1. Ses çıkaracak şekilde bir müzik aletini veya nesneyi kullandırma işi. 2. Hır sızın kapmasına sebep olma eylemi. çaldırm ak 1, [çal-dır-mak] gçl. f i [-ır ] 1. (Zil vb. için) ses çıkarmasını sağlayacak şekilde birisine kullan dırmak. 2. Müzik aleti kullandırmak, musiki icra ettirmek.
ÜIÜMIÜMfSÖM.
ÇAL
çaldırm ak2, [çal-dır-mak] {ağız} gçl. f [-ır ] Hırsızın çalmasına meydan vermek; aşırmasına, alıp götür mesine sebep olmak. [DS] çaldırm ak3, [çal-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Vur durmak; kestirmek. 2. Bir şeyi çapraz olarak kes tirmek. [DS]
çalgap 1, [çalk-a-m > çalk-ab] {ağız} is. 1. Dalga. 2. Anafor. [DS] çalgap2, [çal+gap] {ağız} zf. 1. Bir parça; azıcık. 2. Birdenbire; hemen. 3. Belli belirsiz. 4. Bir an; bir ara. [DS] çalgap3, [çal-mak+kap-mak] {ağız} is. Yağma. [DS]
çaldırm ak4, [çal-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] (Yoğurt için) mayalatmak. [DS]
çalgarış, [çal + kar-ış] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. (Hava için) bozuk. [DS]
çaldırm ak5, [çal-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] (Süpür mek, sürmek için) özen göstermeden yapmak; geli şigüzel yapmak. [DS]
çalgavu r1, [*çal-ga-mak > çalğa-ğur ?] {ağız} zf. (Arayıp yakalamak için) hemen. [DS] S1 çalgavur etmek, {ağız} T elaşla dolaşm ak. [DS]
çaldırm ak6, [çal-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Duymak; hissetmek. [DS]
çalgavur2, [çalk-a-mak > çallcavur ?] {ağız} is. Tahıl eleme makinesi; selektör. [DS]
çaldırm ak7, [çal-dır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Azıcık benzemek; andırmak. [DS]
çalgavuş, [çal+kav-uş ?] {ağız} sf. (Kişi için) acele ve özensiz iş gören. [DS]
çaldıvar, [çal+duvar] {ağız} is. 1. Asma çardağı. 2. A ğaçla çevrilmiş avlu. [DS]
çalgay, [çal-gây] (ça lg a .y ) {eT} is. 1. Kuş kanadının uçları; kuş tüyü [DLT] 2. Kaz tüyü. [Clauson]
çaldram ak, [çald (yarış.) > çald-(ı)r-a-mak] {eT} gçsz. f . [-r ] Ses çıkarmak; çağıl çuğul etmek; çaldıramak; çıldırdamak. [DLT]
çalgazan 1, [çal+kaz-an] {ağız} is. Dolandırıcı. [DS]
çaldurm ak, [çal > çald-ur-mak] {eA T} gçsz. f . [-u r] Azıcık benzemek [DK] çaldurum , [çal+dur-um] {ağız} is. 1. Dağların enge beli taşlık yerleri. 2. Sıcak mevsimlerde yağ, peynir vb. konulan yer. [DS] çaldut, [çal+tut] {ağız} is. Kibrit. [DS] çald u var1, [çal+duvar ?] {ağız} is. 1. Yemekten önce yenen meyve. 2. Kahvaltı. [DS] çalduvar2, [çal+duvar] {ağız} is. Çalıdan yapılan çit. [DS] çale, [Far. çeğâle] {ağız} is. Çağla. [DS] çaleli, [çağ-ıl-lı ? > çaleli] {ağız} sf. (Toprak için) kumsal. [DS] S çaleli toprak, {ağız} Kum lu toprak. [DS] çalenç, [İng. challenge] is. spor. Spor karşılaşmala rında birincinin, daha sonra rakibinin kendisini yeninceye kadar elinde bulundurduğu ödül ya da un van. çalfatura, [Far. çâr-pâ-dâr] {ağız} is. Hayvan vergisi için sayım yapan memur. [DS] çalg, [çalg / çalh / çalk / çılh / çılk (yans.)} is. Sıvı ve akışkan maddelerle, cıvık kıvamdaki şeylerin sar sılma, çalkalanma ve bu biçimdeki hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] ça lg -a r-ış çalgaç, -cı [çal-mak > çal-gaç] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalgam 1, [çal-ga-m] {ağız} is. Kartal. [DS] çalgam 2, [çalg-a-m] {ağız} is. 1. Suyun akıntılı yeri. 2. Çağlayan. [DS] çalgam 3, [Far. şelğâm] {ağız} is. Şalgam. [DS] çalgam lanm ak, [çalgam-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ır] (Meyve için) tam olgunlaşmak. [DS] çalgan, [çalg-an] {ağız} is. 1. Taşlık ve meyilli su yatağı. 2. Suyun akıntılı yeri. [DS]
çalgazan2, [çalk-az-an] {ağız} sf. Geveze. [DS] çalgeç, -ci [çal-geç] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalgeçir, [çal+geç-ir] {ağız} is. Kapı mandalı. [DS] çalgı , [çal-mak (vurmak, se s çıkartm ak) > çal-gı] is. 1. Müzik yapmak amacıyla kullanılan her türlü ses verebilen alet; saz; enstrüman; müzik aleti. 2. Bu tür aletleri kullanan müzikçiler topluluğu; saz. 3. Çalgılı yer; gazino. S çalgı aleti, M üzik sesler i çıka rm a y a y a r a r a ra ç. || çalgı çağanak, Çalgılı, n eşeli ve gürültülü olarak.\\ çalgı çalm ak, B ir mü z ik aletin i kullanmak.\\ çalgı .müziği, İn san sesinin katılm adığı, y a ln ız ca m üzik a r a ç la r ı ile y ap ılan m üzik; en strü m an tal müzik. ||çalgı partisi, Yalnızca ça lg ıların ic ra ed ild iğ i m üzik partisi. çalgı2, [çal-mak > çal-gı] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalgı3, [çal-mak > çal-gı]
{ağız} is.Tırpan. [DS]
çalgı4, [çal-mak > çal-gı] [DS]
{ağız} is.Baş örtüsü;çalma.
çalgı5, [çal-mak > çal-gı]
{ağız} is.Kibrit. [DS]
çalgıcı, [çalgı-cı] is. 1. Geçimini bir müzik aletini çalarak sağlayan kimse. 2. Bir çalgı ile müzik ya pan sanatçı. 3. Çalgı aleti yapan veya satan kimse. S çalgıcı böcek, zool. B a şı se rt b ir k a b u k la örtülü, k a h v e ren gi y a d a siyah renkli, b eş m ilim etre b o yu n da z a r a rlı b ir b ö cek . ||çalgıcı otu, bot. Turpgil lerden b ey az çiçekli, h a lk hekim liğ in de g öğü s yu m uşatıcı o la r a k kullanılan, g en ellik le k u ra k y e r le r d e y etişen b ir otsu bitki; bü lbü l otu, (Sisymbrium officin ale). çalgıcılık, -ğı [çalgıcı-lık] is. Çalgıcının işi veya mesleği. çalgıç1, -cı [çal-mak (vurmak, se s çıkartm ak) > çal gıç] is. Bazı telli sazları çalmakta kullanılan boy nuz, kemik, plastik vb. şeylerden yapılmış araç; tezene; mızrap.
i e
MCE «
. 8 6 7
çalgıç2) -cı [çal-gıç] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalgıç3, -cı [çal-gıç] is. 1. Yaban domuzunun alt çe nesindeki köpek dişlerinden her biri; çalak. 2. {çı ğız} Yaban domuzunun erkeği. [DS] çalgıç4, -cı [çal-gıç] {ağız} is. Bahçe süpürgesi. [DS] çalgıhane, çalgı + Far. hâne] (ça lg ıh a :n e) is. 1. Çalgı çalman yer. 2. Konser salonu, çalgılama, [çalgı-la-ma] is. Elde bulunan bir müzik parçasını belli bir çalgı ile seslendirilebilecek hâle getirme işi; enstrümantasyon. çalgılam ak1, [çalgı-la-mak] gçl. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Bir müzik eserini her parçasını ayrı bir çalgı seslendi recek şekilde yazmak ve böylece besteye renk kat mak. çalgılamak2, [çalı-la-mak / çalgı-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] Haşhaş, susam vb. küçük taneli to humların toprağa karışmasını sağlamak için üze rinden bir çalı parçasını sürüyerek dolaştırmak. [DS] çalgılı, [çalgı-lı] sf. 1. Çalgısı bulunan. 2. Çalgı ça lınarak yapılan. S çalgılı saat, iç in e yerleştirilm iş d eğ işik s e s le r veren ç a n la r üzerin e küçü k ç ek iç vurm ak su retiyle m üzikal s e s le r çıka ra n saat. çalgın1, [çal-mak (vurmak, ça rp m a k > çal-gın jyJU-] {ağız} sf. 1. (Ekin için) sıcak ya da soğuktan gelişemeyip cılız kalan; çalık. 2. (Meyve için) donmuş ya da hastalıklı. 3. (Yemek için) uzun süre bakır kapta kalarak bozulmuş; çalık. 4. (Kişi için) cin tarafından çarpıldığına inanılan; kötürüm; inmeli; sakat; çalık. 5. Deli; delimsi. 6. Terbiyesiz; hoppa; oynak. [DS] <3 çalgın yürüm ek, {eAT} S a ğ a s o la ça rp a ra k, d elice, düzensiz yürüm ek. çalgın2, [çal-mak (benzem ek) > çal-gm] {ağız} sf. An dıran; benzeyen. [DS] çalgın3, [çal-mak > çal-gın] {ağız} is. Hırsız. [DS] 0 çalgın salmak, {ağız} K ö y san d ığ ın a p a r a y a tır mak. [DS] çalgın4, [çalg-mak > çalg-m] {ağız} is. Hızlı akan su. [DS] çalgın5, [çal-mak > çal-gın] {ağız} is. Hafif hafif ya ğan yağmur; çisenti. [DS] çalgın6, [çal-mak > çal-gm] {ağız} is. Eski baş örtüsü. [DS] çalgınlık, -ğı [çal-gm-lık] {ağız} is. Yağmur etkisi ile buğdaylarda olan bir hastalık. [DS] çalgır, [çal-gır] {ağız} is. Gelinlerin başlarına bağla nıp ucu arkadan sarkıtılan örtü. [DS] çalgırbaç, [çal+kır+baş ?] (ç a ’Ig ırbaç) {ağız} zf. Hep si; tamamı. [DS] çalgısız, [çal-gı-sız] sf. Çalgısı, müziği olmayan, çalgotur, [Far. çâr-pâ-dâr] {ağız} is. Hayvan sayım memuru. [DS] çalgu, [çal-gu] {ağız} is. Bahçe süpürgesi. [DS] çalguç, [çal-guç] {ağız} is. 1. Azgın erkek domuz. 2. Domuzun uzun azı dişi; domuz boynuzu. [DS]
ÇAL
çalguçlu, [çal-guç-lu] {ağız} sf. Utanmaz; arsız. [DS] çalgun', [çal-mak > çal-gun] {ağız} is. Sağanak yağ mur. [DS] çalgun2, [çal-gun / çal-gm] {ağız} is. Sıcak veya so ğuk yüzünden gelişemeyerek cılız kalmış ekin. [DS] çalguz, [yal-(ı)ng-uz / çal-guz / yal-guz] {eTf sf. Yalnız. çalğap1, [çal+kap] {ağız} zf. 1. Birdenbire; hemen. 2. Belli belirsiz. [DS] çalğap2, [Far. çarh-âb] {ağız} is. 1. Anafor. 2. Yağma. [DS] çalğazan, [çal+kazan] {ağız} is. Dolandırıcı. [DS] çalğı, [çal-gı] {ağız} is. Ahır süpürgesi. 0 çalğı düydüsü, {ağız} A hır süpürgesinin yıprandıktan so n r a k alan yeri. [DS] çalğıç, -cı [çal-gıç] {ağız} is. Azgın erkek domuz. [DS] çalğın, [çal-gm] {ağız} is. 1. Soğuk veya sıcak yü zünden gelişememiş cılız kalmış ekin. 2. Kötürüm; inmeli. [DS] çalğmlık, -ğı [çal-gm-lık] {ağız} is. Yağmur yüzün den ekin ve meyvelerde olan hastalık. [DS] çalğu, [çal-gı] {ağız} is. Bahçe süpürgesi. [DS] çalğuç, -cu [çal-gıç] {ağız} is. Dişi yaban domuzu. [DS] çalğun, [çal-gın] {ağız} is. Donmuş veya hastalıklı meyve. [DS] çalh, [çalg / çalh / çalk / çılh / çılk (yans.)\ is. Sıvı ve akışkan maddelerle, cıvık kıvamdaki şeylerin sar sılma, çalkalanma ve bu biçimdeki hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] çalh -a-m ak, çalh-ala-n -m ak, çalh-a-n tı çalhaçal, [çal+ha+çal ?] {ağız} zf. (Dövüşmek için) şiddetli. [DS] çalhalam ah, [çalh-ala-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [~l(ı)~ y o r ] -*• çalkamak. [DS] çalhalam alam ak, [çalh-ala-ma-la-mak] {ağız} g çl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Hafifçe yıkamak; durulamak. [DS] çalham a, [çalh-a-ma] {ağız} is. Çalkama, 6* çalham a sepet, {ağız} İn c e kam ıştan yap ılm ış büyük sepet. [DS] çalham ak, [çalh (yans.) > çalh-a-mak] {ağız} gçl. f i [r ] - * çalkamak. [DS] çalhalanm ak, [çalh (yans.) > çalh-ala-n-mak] {ağız} edil.fi. [-r ] -*■ çalkalanmak. [DS] çalhantı, [çalh (yans.) > çalh-a-ntı] {ağız} is. -*■ çal kantı. [DS] çalhantu, [çalh-a-ntı] {ağız} is. 1. Yıkanan buğdayın elek altında kalan kısmı; elenti. 2. Bulaşık suyu. 3. Sulandırılmış yoğurt. [DS] çalh ar1, [çalh-a-r] {ağız} is. iri gözenekli kalbur. [DS] çalh ar2, [çalh-ar] {ağız} is. Poyraz yeli. [DS] çalı1, [çal-mak (vurmak, çarp m ak) > çal-u / çal-ı] is. 1. Boyu fazla uzamayan, genellikle dipten dallana-
ı ı e i i i M
ÇAL ralc yayılan, gövdesi fazla kalınlaşmayan odunsu bitki. 2. Cılız ve karmaşık dallı otsu bitkiler toplu luğu. f? çalı bülbülü, zool. Sin ekkapan gillerden, a ğ a ç la r a yu va y a p a r a k m eyve ve b ö c e k le r le b e s le nen iri b ir ötücü kuş, (Sylvia hortensis).\\ çalı ça pak, (ağız) Ç alı çırpı. [DS]|| çalı çeper, {ağız} 1. Ç alı çırpı. 2. Ç alıdan yap ılm ış çit. [DS]|| çalı çıpkı, {ağız} Ç alı çırpı. [DS]|| çalı çırpı, K o la y tutuşabilen, ince a ğ a ç d a lla rı ile kuru ot türü şeyler. [| çalı çıtlığı, {ağız} zool. Çalıkuşu. [DS]|| çalı demeti, Yengeç av ın d a kullanılan, a ra la rın a et p a r ç a la r ı k o n u la ra k akşam d an suya bırakılan ça lı dem eti. || çalı dibi, {ağız} Ç a lılık lard a biten ve y em eğ i y a p ı lan bir ot. [DS]|| çalı dikeni, K a r a ça lı.|| çalı fasul yesi, bot. T aze ve kuru o la r a k tüketilen b ir tür sırık fa s u ly e s i.|| çalı gaga, {ağız} İğde. [DS]|| çalı gibi, (S aç ve s a k a l için) sert, s ık ve dik.\\ çalı horozu, z oo l. O rm an tavuğugillerden, k oz ala klı a ğ a ç o r m an ların da y aşayan , b ö c e k ve k o z a la k sü rgü nleri ile beslen en iri b ir kuş; orm an horozu, (T etrao urogallus).\\ çalı kakıcı, {ağız} Yol k esiciliğ e ö z e nen kim se. [DS]|| çalı kap, {ağız} D iken vb. şey leri tutm aya y a ra y an ç a ta l a ğ a ç. [DS]|| çalı koparan, {ağız} S ağ lam kum aş. [DS]|| çalı kuşu, zool. S in ek k ap a n g illerd en A vrupa ve A sya 'nın bütiin b ö lg e le rin d e y a şa y an b ö cek , larv a ve tan e ile beslen en göçm en , tüyleri yeşilim si, kan atların ın üstü koyu es m e r benekli, başının ortasın d aki sa rı y a n la rd a siy a h çizg iler bulunan, ç o k küçük b ir tür ötücü kuş, (Regulus regu lu s).J| çah külü, {ağız} K o r ; köz. [DS]|| çalı süpürgesi, 1. Süpürge otundan y a p ıla n süpürge. 2. Ç alı otların dan y ap ılan süpürge.\\ çalı taşlam ak, B ir girişim in y a d a b ir sözün altın da b a ş k a n iyetler olu p olm adığını ara ştırm ak ,|j çalı toprak, {ağız} D ağ eteklerin d e bulunan iyi cins, verim li toprak. [DS]|| çalı tutm ak, {ağız} Çit y a p m a k için ç a lıla rı b ir ucundan y e r e g ö m e r e k b irb i rin e bağ lam ak. [DS]|| çalı yemişi, {ağız} İğde. [DS]|| çalıyı ucundan sürüm ek, 1. İşi yön tem in e ters o la r a k yapm ak. 2. B eceriksiz davranm ak. çalı2, [Far. çâh => çalı] {ağız} is. Delikli taş. [DS] çalı3, [çal-ı] {ağız} is. Bahçe. [DS] çalı4, [çah] {ağız} ünl. Keçi kovalama ünlemi. [DS]
M
.
çalıg, [çal-mak > çal-ığ / çal-ık] {eT} is. 1. Yitik arama. 2. Beylerin halkı davet için gönderdiği ha ber. [DLT] çalıgaç, -cı [çal-(ı)gaç] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalıgeç, [çal-(ı)gaç] {ağız} is. Yoğurtmayası. [DS] çalıh1, [çal-ık] {ağız} is. bot. Kırmızı çiçekli, kökü yenir bir yaban bitkisi. [DS] çalıh2, [çal-ık] {ağız} sf. Kötürüm; inmeli; sakat. [DS] çalık1, -ğı [çal-mak (vurmak, çarp m ak) > çal-ık] {ağız} sf. 1. Bir tarafa eğrilmiş; çarpık; yamuk. 2. Bi çimsiz. [DS] çalık2, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} sf. 1. Doğal du rumundan, doğal renginden uzaklaşmış; bozulmuş. 2. (Ekin için) soğuk ya da sıcaktan gelişemeyerek cılız kalmış. 3. is. Koyunlarda görülen çiçek türün den bir virüsün yol açtığı hastalık. [DS] S çalık kavak, bot. D alları sep etçilik te kullanılan b ir tür k a v a k a ğ a c ı; se p etç i kavağı. çalıkJ, -ğı [çal-mak > çal-ık j ! ^ ] sf. 1. {ağız} Y ü zünde yara izi bulunan. [DS] 2. {eAT} Kesik. 3. {eAT} is. Y ara veya çıban izi. 4. {ağız} Bir yanı yon tulmuş ağaç. [DS] çalık4, -ğı [çal-mak > çal-ık jJL»-] sf. 1. {eT} {eAT} {ağız} (Kişi için) cin çarpmış gibi delice hareket eden; haşarı; delimsi. 2. {eAT} (At için) rahat dur mayan; yerinde durmadan sıçrayan. 3. {ağız} Sabır sız. [DS] 4. {ağız} Aceleci. [DS] 5. {ağız} Kaba; pa tavatsız. [DS] 6. {ağız} Hasta; yüzünün rengi kaç mış; kansız. [DS] 7. {ağız} Sıska; güçsüz; zayıf. [DS] 8. {ağız} Sakat. [DS] 9. Doğru yürüyemeyen; yan yan giden. 10. is. {eAT} Delilikten kalan iz. S çalık at, {eAT} Ç o k sıçrayan , y erin d e durm ayan at.|| ça lık seğirtm ek, {eAT} D e lic e sıç r a y a ra k k oşm ak .|| çalık yürüm ek, {eAT} D e lic e çırp ın a ra k yürüm ek. çalık5, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} is. Saat. [DS] çalık6, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} is. Uzun süre bakır kapta kalmaktan dolayı bozulan yemek. [DS] çalık7, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) babası belli olmayan; piç. 2. Serseri. 3. (Kadın için) hoppa; ahlaksız; oynak. [DS]
çalı6, [Far. çeğâle] {ağız} is. Çağla. [DS]
çalık8, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} is. 1. Hırsız. [DS] 2. tar. Suçlu bulunarak askerlikten çıkarılmış yeni çeri.
çalıbasan, [çalı+bas-an] {ağız} is. İri ve sert taneli, uzun saplı ve kılçıklı bir buğday. [DS]
çalık9, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} is. Başörtüsü. [DS]
çalıbasmaz, [çalı+bas-maz] {ağız} is. Kara kılçıklı buğday. [DS]
çalık10, -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} sf. (Kadın için) aşeren; hamile. [DS] S çalık çalm ak, {ağız} A şermek. [DS]
çalı5, [çal-ı / çal-a] {ağız} zf. Bir ara; bir an. [DS]
çalıcak, -ğı [çal-acak] {ağız} is. Yoğurt mayası. [DS] çalıcı, [çal-mak > çal-ıcı
/ ^ y * ^ ] {eAT} sf. Saz
çalan; çalgıcı, çalıcıl, [çalı-cıl] {ağız} is. zool. Çalı kuşu. [DS] çalıg, [çal-ığ / çal-ık] {eTj sf. -*• çalık4.
ça lık ", -ğı [çal-mak > çal-ık] {ağız} is. Kırpık kumaş.
[DS] çalık 12, -ğı [Far. çâh => çah-lık > çalık] {ağız} is. Lavabo. [DS] çalıklam a, [çal-ık-la-ma] is. 1. Sağlam koyunları
« B M SOM. 869 çalık virüsü ile aşılama eylemi. 2. {ağız} Koyunların memelerinde görülen bir hastalık. [DS]
çalımlanma, [çalım-la-n-ma] is. Kendisine çalım ya
çalıklamak1, [çal-ık-la-mak] g çl. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r]
çalımlanmak, [çalım-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Ken
Koyunlara çalık virüsü aşılamak.
çalıklamak2, [çal-ık-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ı)y o r ] Karanlıkta etrafı yoklamak. [DS]
çalıklanmak1, [çal-ık-la-n-mak
U-] {eATj dönşl.
pılma eylemi, disine çalım yapılmak. 2. dönşl. f . Çalımlı davran mak.
çalımlayış, [çalım-la-y-ış] is. Çalım yapma eylemi ya da biçimi.
[~lr] (Hayvan için) haşarılık etmek. 2. {ağızj Sinirlenerek sözle çatmak. [DS]
çalımlı1, [çalım-lı] sf. 1. Çalımı olan. 2. Gösterişli;
çalıklanmak2, [çal-ık-la-n-malc] edil. f i [-ır ] Her
çalımlı2, [çalım-lı] (ağız} is. Kırmızı killi toprak. [DS] çalımlık, -ğı [çalım-lık] sf. (Maya için) bir kere
f
hangi bir şeyin bir yanından kesilip alınmak,
çalıklı, [çal-ık-lı] sf. (Koyun için) çalığa tutulmuş olan.
çalıksı, [çal-ık-sı LS-JflU-] {eAT} sf. Çabuk çabuk ve delice.
çalılandırma, [çal-ı-la-n-dır-ma] is. Toprağı koru mak amacıyla, çıplak arazi üzerinde çalı yetiştir mek.
azametli.
yoğurt çalmaya yetecek ölçüde,
çalımsız, [çalım-sız] sf. 1. Çalımı olmayan. 2. Göste rişsiz, sade,
çalın, [çal-ın] {ağız} is. Çakmak. [DS] çalıng, [Çin. ch’a (çay) => ça-lıfi] (çalın) {eT} is. Çin kâsesi. [DLT]
çalılık, -ğı [çalı-hk] is. 1. Çalısı çok olan yer. 2.
çalınma, [çal-ın-ma] is. Çalınmak işi. çalınmak1, [çal-mak (vurmak) > çal-ın-mak] {eT}
Kalın bir çalı örtüsü ile örtülü alan. 3. Üzerinde yalnızca çalı, funda ve katırtırnağı gibi yabani bit kilerin bulunduğu geniş arazi. 4. Tropik bölgelerde ağaç ve ağaççıklardan oluşmuş bitki topluluğu.
çalınmak2, [çal-mak > çal-m-mak] {eT} {eAT} edil. f .
çalım1, [çal-mak (vurmak, devirm ek) > çal-ım jU>-]
dönşl. f . [-ır] 1. Kendini yere atmak. [DLT] 2. (Baş için) selam, saygı amacıyla yere sürmek. 3. edil. f . Kovulmak; işten çıkarılmak. [-ır ] 1. (Söz için) kulağına gelmek. 2. {ağız} (Dedi kodu için) yayılmak. [DS]
is. 1. Vuruş. (eAT) (aynı) 2. Kılıcın keskin yanı. 3. çalınmak3, [çal-mak > çal-m-mak] {eT} dönşl. f . [ -ır ] (ağız) Ekin biçerken her tırpancının tırpanla açtığı Arıklamak; zayıflamak. [DLT] yer. [DS] 4. (ağız) Tırpanın bir vuruşta biçtiği ot. çalınmak4, [çal-mak > çal-m-mak] edil. f . [-ır] Çal [DS] 5. {ağız) Dönümün bir parçası; evlek. [DS] 6. mak işi yapılmak; hırsızlar tarafından alınmak. {eT} {ağız} Yakın yer; semt. [DS] 7. Karşısındakini etki (avnı) leyici ve yanıltıcı davranış; gösteriş. {eAT} (aynı) çalınmak5 , [çal-mak > çal-ın-mak U-] dönşl. f . [[DK] 8. dnz. Geminin su altında kalan kısmının baş bodoslamasına doğru daralması durumu. 9. dnz. Bir ır] [eA T -u r] 1. Felç gelmek; inme inmek, {ağız} yatta baş ve kıç taraflarınc a teknenin su kesimi üs (aynı) [DS] 2. {ağız} Cin çarpmak. [DS] 3. {ağız} Deli tünde kalan kısmı. 10. sp'or. Bir futbolcunun aya olmak. [DS] 4. {ağız} (Ölmek üzere olan hasta için) ğındaki topu kaptırmadan kıvrak hareketlerle rakip dili peltekleşmek; tutulmak. [DS] 5. (Ekin için) oyuncuyu aldatıp geçmesi. S çalım atmak, 1. rüzgâr veya sıcak yüzünden bozulmak. 6. {eAT} G österiş y apm ak. 2. Ç alım lam ak,|| çalımına gel e d il.f. Yaralanmak; vurulmak. mek, {eAT} B içim in e g elm ek .|| çalımına getirmek, çalınmak6, [çal-mak > çal-m-mak {eAT} Uygun b ir zam an kollay ıp fır sa tta n istifa d e etm ek. || dönşl. f . [-ır ] [eA T -u r] 1. Telaşla etrafı yoklamak. çalımından geçilmemek, Ç o k kuru m lanm ak; b ö 2. {ağız} Kendi kendine aranmak. [DS] bü rlen m ek; kurumlanmak.\\ çalım satmak, Büyük lük taslam ak; bö bü rlen m ek ,|| çalım sıyırtmak, çalınmak7, [çal-mak > çal-m-mak J ^ r ] {eAT} edil. {ağız) Ç alım satm ak. [DS]|| çalım yapmak, 1. G ö s f . [-u r] Sıyrılmak. teriş y apm ak. 2. Ç alım lam ak ,|| çalım yeri, {eAT} çalınmak8, [çal-mak > çal-m-mak {eAT} edil, K ılıç ağzı. f . [-u r ] 1. (Yazı için) çizilmek; silinmek. [YE] 2. çalım2, [çal-mak > çal-ım] {ağız) is. İlgi. [DS] gçl. f i Çizmek. [YE] çalım3, [çal-ım] {ağız} is. Vakit; zaman. [DS]
çalımcı, [çâlım-cı] is. Çalım yapan kimse, çalımlama, [çalım-la-ma] is. Çalım yapma eylemi, çalımlamak, [çalım-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1.
çalınmak9, [çal-mak > çal-m-mak] {ağız} dönşl. f i [-
Futbolda topu kaptırmamak için vücut hareketle rinden yararlanarak karşı oyuncuyu şaşırtmak. 2. Bir fırsatını bularak karşı tarafın hakkı olan bir şeyi ele geçirmek.
çalınmak10, [çal-mak > çal-m-mak] {ağız}] dönşl. fi.
ır] 1. Biraz yemek; atıştırmak. 2. (Hayvan için) az otlamak. [DS] [-ır ] 1. Sürünmek; sokulmak. 2. Uğraşmak. 3. İs tekle bakmak. [DS
çalınmak", [çal-mak > çal-m-mak] {ağız} gçsz. f i [-
ÖIİİMIİİIttSÖM.
ÇAL
ır] Bir ilçe veya bucak başka bir ile bağlanmak. [DS]
p ıla n işin b a şa rı ile so n u çlan d ırıla bilm esi için uy g u la n a c a k tekn ikler v e g id ile c e k y ollar.
çalınmak12, [çal-mak > çal-ın-mak] {ağız} edil. f i [-
çalışmacı, [çal-ış-ma-cı] is. Sağlık, idari bilimler gibi
ır] 1. Üstüne bir şey sürülmek. 2. dönşl. fi. Kendi üzerine sürmek. [DS]
çalışmak1, [çal-ış-mak] {eT} işteş, f . f ı r ] 1. Güreş
çalınmak13, [çal-mak > çal-ın-mak] {ağız} dönşl. f . [ır] Örtünmek; sarınmak. [DS]
çalıntı1, [çal-mak > çal-ıntı] sf. 1. Çalınmış olan. 2. is. Bir eserden kaynak göstermeden yapılan alıntı; intihal. çalıntı2, [çal-mtı] {ağız} is. Yoğurt yapmak için içine maya konulmuş süt. [DS] çalıntı3, [çal-mtı] {ağız} is. Sıcak ya da rüzgârdan gelişemeyerek zayıf kalan ekin. [DS]
çalıntı4, [çal-mtı] {ağız} is. Cin ve perilerin etkisinde kaldığı sanılan çocuk. [DS]
çalıntı5, [çal-mtı] {ağız} is. Eski süpürge. [DS] çalısız, [çalı-sız] sf. (Y er için) üzerinde hiç çalı bu lunmayan.
çalış1, [çal-ış] is. Çalma eylemi ya da biçimi. çalış2, [çal-mak (vurmak) > çal-ış j d * - I ji.İU-] {eT} is. 1. Çalma; güreş; vuruş; {eAT} (aynı). [DLT] [DK] 2. Şaşı bakış. [Clauson] 3. Çarpık. 4. Çarpışma; cenk; muharebe; {eAT} (aynı). i? çalış kılmak, {eAT} S avaşm ak; çarpışmak.\\ çalış yürüyen, {eAT} Öncü.
çalışık, -ğı [çalış-malc > çalış-ık .jiJJU-] {eAT} is. Çalışma; gayret,
çalışıldı, [çalış-ık-lı] {ağız} sf. 1. Çalışkan. 2. İbadete düşkün olan. [DS] çalışılma, [çalış-ıl-ma] is. Çalışma işinin yapılma ey lemi.
çalışılmak, [çalış-ıl-mak] edil. f . f ı r ] Çalışmak ey lemi yapılmak,
çalışkan, [çalış-kan] sf. Çok çalışan ve çalışmaktan büyük zevk alan,
çalışkanlık, -ğı [çalış-kan-lık] is. Çalışkan olma du rumu; çalışkan olanın niteliği,
çalışma, [çal-mak (vurmak) > çal-ış-ma] is. 1. Emek vererek ve gayret göstererek bir şeyi ortaya koyma eylemi; say; mesai. 2. İş. 3. Gayret gösterme. 4. Bir yapının bazı elemanlarının yük altında şekil değiş tirmesi. 5. İçinde bulunan suyun azalması ya da çoğalması sonucu ahşap malzemenin eğilip bükül mesi. 6. Bir motorun ya da bir teknik aletin işlevini yerine getirmesi; işleme, fi1 çalışma barışı, Ç alı ş a n la rla iş veren a ra sın d a verim artırıcı huzur o r tam ı,|| çalışma hayatı, İş hayatı.|| çalışma karnesi, B ir iş y er in d e ça lışm a y a başlay an işçiye, iş veren tarafın dan verilen o işçinin ça lışm a durumunu g ö s terir belge. || çalışma masası, Ü zerinde iş y a p ıla n m a s a ; tezgâh. ||çalışma odası, Ç alışm a a m a çlı kul lan ılan oda.\\ çalışma saati, İşin ba şla m a ve bitiş z am an ları a ra sın d a k i süre. \ çalışma yöntemi, Ya
alanlarda araştırma yapan kimse. mek. [DLT] 2. {eAT} Vuruşmak; çarpışmak; savaş mak; kılıçlaşmak. [DK]
çalışmak2, [çal-mak (vurm ak) > çal-ış-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Bir şey ortaya koymak için sürekli emek ve çaba sarf etmek. 2. İş görmek; görev yapmak; işi olmak. 3. Bir işle uğraşıyor olmak; boş durmamak. 4. Bir şeyi yapmak veya anlamak için büyük çaba ve emek harcamak. 5. Öğrenmek için emek harca mak; ders yapmak. 6. (Bir motor ya da makine ve alet için) işliyor olmak; işlemek. 7. Dövünmek; kendisini sağa sola çarpmak. S çalışan nüfus, B ir ülke nüfusunun ça lışa n bölüm ü; a k t if nüfus, etkin nüfus. ||çalışıp çabalamak, Ç o k uğraşm ak.
çalışmak3, [çal-ış-mak] dönşl. f i f ı r ] 1. (Ahşap için) nem oranı değişimi sonucu liflerindeki kısalma se bebiyle şekil değiştirmek; çarpılmak. 2. (Bir şeyin çatlakları, ekleri için) açılmak; ayrılmak. {eT} (aynı) 3. (Bir yapının bazı elemanları için) yük altında şekil değiştirmek.
çabştırıcı, [çal-ış-tır-ıcı] is. Bir spor dalında sporcu ları çalıştıran ve eğiten kimse; antrenör,
çalıştırıcılık, -ğı [çal-ış-tır-ıcı-lık] is. Çalıştırıcının işi ve görevi; antrenörlük,
çalıştırılma, [çal-ış-tır-ıl-ma] is. Çalıştırma işinin ya pılma eylemi,
çalıştırılmak, [çal-ış-tn-ıl-malc] edil, f i f ı r ] Çalış mak işi yaptırılmak,
çalıştırış, [çal-ış-tır-ış] is. Çalıştırmak eylemi veya biçimi.
çalıştırma, [çal-ış-tır-ma] is. Çalışma işini yaptırma eylemi.
çalıştırmak, [çal-ış-tır-mak] gçl. fi. f ı r ] 1. Birine çalışmak eylemini yaptırmak. 2. Bir şeyi bir işte kullanmak. 3. (Bir motor veya alet, bir kurum, bir iş yeri veya fabrika için) işletmek; işleri yürütmek. 4. spor. Maça veya yarışmaya hazırlık çalışması yaptırmak; idman yaptırmak.
çalıtmak, [çal-mak > çal-ıt-mak] {ağız} gçl. f i f ı r ] Başını iyice sararak örtmek. [DS]
çalıvermek, [çal-mak+ver-mek] {ağız} gçl. fi. f i r ] Sürüvermek. [DS]
çalik, -ği [Far. çâlilc dlJU] (ça ;lik ) {OsT} is. Çelik ço mak oyunu. S çâlik-bâz, {OsT} Ç elik ç o m a k oyn a y an kim se.
çaliş, [Far. çâliden (nazla salın m ak) > çâliş ^ U -] (ça :liş ) {OsT} is. 1. Salınarak yürüme. 2. Mücadele etme; savaş. 3. Karşı durma. 4. Çiftleşmek; birleş mek. 6> çâliş-ger, {OsT} 1. S a lın arak yürüyen. 2. C in sel ilişkiye a şırı düşkün.
Ö l« M t M
. 871
çalk 1, [çalg / çalh / çalk / çılh / çılk (yans.)] is. Sıvı ve akışkan maddelerle cıvık kıvamdaki şeylerin sarsılma, çalkalanma ve bu biçimdeki hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] ç a lk çullc, çalk-m ak, ça lk -a mak, çalk-a, çalk-a-n -ı çalkan ı y ürüm ek çalk2, [çalk (yans.)] feT} is. Çarpma, sürtünme sesini anlatan yansımalı kök. S çalk çulk, İtm enin ç ık a r dığı ses. [DLT]|| çalk çulk kılmak, İtm ek; çarpm ak. [DLT]|| çalk koyun, {eATj S ırtü stü ; çalkoyun. çalkafa, [çal+kafa / çılkava ? « i U ] {eAT'} is. Kurdun ense postundan yapılan kürk. çalkağı1, [çalka-mak > çalk-ağı / çalkavu / çalgavur] is. 1. -*■ çalkak1. 2. {ağızj Pamuk kozasını temizle mekte kullanılan en seyrek kalbur. [DS] çalkağı2, [çalk-ağı] {ağız} is. Testi yayık. [DS] çalkağı3, [çalk-ağı] {ağız} is. Mısır patlatılan tava. [DS] çalkak 1, -ğı [çalk-a-k] {ağız} is. 1. Tahıl tanelerinin yabancı maddelerden ya da istenmeyen tanelerden ayrılmasını sağlamak için döner veya sarsılır elek leri bulunan makine; çalkar, çalkağı. 2. {ağız} Tahıl temizleme yeri. [DS] çalkak2, -ğı [çalk-a-k] {ağız} is. Keten bitkisinin lifi alındıktan sonra kalan artığı. [DS] çalkak3, -ğı [çalk-a-k] {ağız} is. Oynak kadın. [DS] çalkak4, -ğı [çalk-a-k] {ağız} is. 1. Testi yayık. 2. Yoğurdun yağını almakta kullanılan araç. [DS] çalkalam a, [çalk (yans.) > çalk-ala-ma] is. Bir şeyi sağa sola sallayarak içindeki sıvıyı karıştırma ey lemi. çalkalam ak, [çalk (yans.) > çalk-ala-mak] g ç l . f [-r ] f-l(ı)-y o r] 1. İçinde bir nesne bulunan şeyi sarsarak karışmasını veya alt üst olmasını sağlamak. 2. Su yun içinde bir şeyi sarsarak temizlemek. 3. Tahılla rı sarsarak kalburdan geçirip temizlemek; elemek. {ağız} (aynı) [DS] 4. a rg o. Göbeğini veya kalçasını oynatarak sallamak. 5. Kuluçka yumurtalarını çe virmek. 5. {ağız} Hafifçe yıkamak; durulamak. [DS] çalkalanış, [çalk (yans.) > çalk-ala-n-ış] is. Çalka lanmak eylemi veya biçimi, çalkalanm a, [çalk (yans.) > çalk-ala-n-ma] is. Çalka lanmak işi. çalkalanmak, [çalk (ya/M\j>çalk-ala-n-mak j^-dilU-]
ÇAL
çalkam a, [çalk (yans.) > çalk-a-ma] is. 1. Bir şeyi sarsmak, sallamak suretiyle karıştırmak ya da te mizlemek eylemi. 2. Mısır unu, yağ, yoğurt, su ve ıspanak konulup karıştırılmak suretiyle yapılan bir tür börek; kaygana, {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Su landırılmış yoğurt; ayran. [DS] 4. {ağız) Şeker veya pekmezden yapılan şerbet. [DS] 5. {ağız} Un, yağ ve şekerden yapılan bir çocuk yiyeceği. [DS] 6. {ağız} Çalkak1. [DS] 7. {ağızf Toprak testiden yapılma ya yık. [DS] 8. sf. Çalkalayarak yapılan, çalkam aç, -cı [çalka-maç] {ağız} is. Ayran. [DS] çalkam ak, [çalk (yans.) > çalk-a-mak] gçl. f. [ - r ] [k(ı)-y o r] 1. Bir şeyi sarsmak; sallamak. {eAT} (aynı) 2. Bir nesneyi sadece suya tutmak, ya da suyun içinde sallamak suretiyle temizlemek. 3. Tahılı çal kak ya da kalburdan geçirerek ayıklamak, temizle mek. {ağız} (aym) [DS] 4. {ağız} Tahılı tarlaya saç tıktan soma tekrar sürmek. [DS] 5. {ağız} (Kuluçka tavuğu için) yumurtaları alt üst etmek. [DS] 6. (Araçtaki yolcu için) sallantıdan midesi bulanmak. 7. {ağız} (Tohumu tarlaya serptikten sonra toprağa karışması için) ikinci defa sürmek. [DS] 8. {ağız} Bezdirmek; rahatsız etmek. [DS] 9. a rg o . Kalça ya da göbeğini iki yana sallayarak ya da çevirerek oy namak. çalkan1, [çal-kan] {eT} sf. tıp. 1. (Yara için) bulaşan; üreyen; yürüyen. 2. is. Ayak şişliğinin kasıklara doğru yayılması. [DLT] çalkan2, [çalk-an] {ağız} is. 1. Suyun en hızlı akan yeri. 2. Su birikintisi. [DS] çalkanış, [çalk (yans.) > çalk-a-n-ış] is. Çalkama eylemi ya da biçimi, çalkanm a, [çalk (yans.) > çalk-a-n-ma] is. Çalkan mak işi. çalkanm ak1, [çalk (yans.) > çalk-a-n-mak j^aiU -] edil, f i 1. Çalkalama eylemi yapılmak. 2. Dalga lanmak. 3. (Haber, söylenti için) herkesin ağzında dolaşmak. 4. {eAT} Sarsıla sarsıla yürümek; yerinde duramamak. S çalkanarak yürüm ek, {eAT} S a rsı la sa rs ıla yürüm ek. || çalkanı çalkanı yürümek, {eAT} Ç a lk a n a ra k yürüm ek. çalkanm ak2, [çal-ka-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır ] Üzülmek; darılmak. [DS]
çalkalatm a, [çalk (yans.) > çalk-ala-t-ma] is. Çalka lama işini yaptırma eylemi,
çalkantı, [çalk (yans.) > çalk-a-n-tı] is. 1. Çalkanmış nesne. 2. Denizdeki dalgalanma; küçük dalga. 3. {ağız} Tahılların kalburdan geçirilmesi sırasında üstte kalan çöpler ve istenmeyen şeyler. [DS] 4. Devlet otoritesinin zayıflaması ile ortaya çıkan kargaşa ve bunalımlı durum veya düzen bozukluğu. 5. {ağız} Elenen tahılın kalbur üstünde kalan toz ve çöpleri. [DS] 6. {ağız} Bulaşık suyu. [DS]
çalkalatm ak, [çalk (yans.) > çalk-ala-t-mak] gçl. fi. [ır] Çalkalama eylemini yaptırmak,
çalkantılı, [çalk (yans.) > çalk-a-n-tı-lı] sf. 1. Çalka nan. 2. Çalkantısı olan,
çalkalayış, [çalk (yans.) > çalk-ala-y-ış] is. Çalkala ma eylemi ya da biçimi.
çalkantısız, [çalk (yans.) > çalk-a-n-tı-sız] sf. 1. Çal kanmayan. 2. Çalkantısı olmayan.
edil. f i 1. Çalkalama eylemi yapılmak. 2. Dalgalan mak. 3. (Haber, söylenti için) herkesin ağzında do laşmak. çalkalatış, [çalk (yans.) > çalk-ala-t-ış] is. Çalkalat mak eylemi ya da biçimi,
ÇAL
Ö IÜ M IÜ R S Ö M .
çalkap 1, [çal+kap] {ağız} zf. 1. Bir anda; hemen. [DS] 2. sf. Bir şeyin yarısı. S çalkap etmek, {ağız} 1. K a p ıp kaçm ak. 2. E linden alm ak. [DS]|| çalkap görm ek, {ağızf B ir a r a g ö rm ek ; dikkatsiz bakm ak. [DS] çalkap2, [Yun. tsalukopus] is. Çalı kesmekte kullanı lan demir testere; çalakop.
çalkıç, [çal-kıç] {ağız} is. Bahçe süpürgesi. [DS]
ça lk a r1, [çallc-a-r] is. 1. -*■ çalkağı; çallcak1. 2. {ağız} Pamuk kozalarını ayıklayan makine. [DS]
çalkotça, [çakatura-ca > çalkotça] {ağız} is. Hayvan sayımı yapan görevli. [DS] çalku1, [çal-mak > çal-ku] {ağız} is. Kepçe. [DS]
çalkar2, [çalk (yans.) > çalk-a-r] {ağız} is. Müshil ila cı. [DS] çalkara, [çay+ğara (m aden suyu)] {ağız} is. Su kena rındaki kaynak. [DS]
çalkın, [çal-lcın / çal-gm] {ağız} sf. Kötürüm; inmeli; felçli. [DS] çalkm ak, [çalk (yans.) > çalk-mak] {ağız} gçl. f . [-a r ] Çalkalamak. [DS] çalkop, [Yun. tsalukopus] {ağız} iis. Çalı kesmekte kullanılan araç; testere. [DS]
çalku2, [çal-gu] {ağız} is. Bahçe süpürgesi. [DS]
çalkatm a, [çalk (yans.) > çalk-a-t-ma] is. Çalkama işini yaptırma eylemi,
çalkun, [çal-kun] {ağız} sf. Kötürüm; inmeli; sakat. [DS] çalkur, [çal+kır] {ağız} is. Kurumuş ağaç kökü par çası. [DS]
çalkatm ak, [çalk (yans.) > çalk-a-t-mak] gçl. f i [-ir ] Çalkama eylemini yaptırmak,
çallaklam ak, [Far. çâlâk => çallak-la-mak] {ağız} gçl. f i f r ] [-l(ı)-y o r] Acele olarak aramak. [DS]
çalkatora, [Far. çâr-pâ-dâr] {ağız} is. Hayvan sayımı.
çallam ak', [çal-la-mak] {ağız} gçl. f i f r ] f l( ı ) - y o r ] 1. Görmeden el yordamı ile aramak. 2. El sallamak. [DS] çallam ak2, [çal-la-mak] {ağız} gçl. f i f r ] [-l(ı)-y o r] 1. Yemekten önce bir şeyler atıştırmak. 2. Yemek tabağını ekmekle sıyırıp yemek. [DS]
[D S ]
çalkatura, [Far. çâr-pâ-dâr] {ağız} is. 1. Hayvan sa yımı. 2. Sayım memurları tarafından sayılan, sayı mı yapılıp bitirilmiş hayvanların doğru yazılıp ya zılmadığını kontrol için yapılan ikinci sayım. 3. Dolaşıp arama işi. [DS] çalkaturacı, [çalkatura-cı] {ağız} is. 1. Etrafı karıştı ran kimse. 2. Hayvan sayımı görevlisi. [DS] çalkavu, [çalka-mak > çalka-ğu] {ağız} is. -*• çalkağı. [DS] çalkavur, [Far. çâr-pâ-dâr ] {ağız} is. Dolaşıp arama. [DS] çalkavuş, [çalk (yans.) > çalk-a-ğu-ş ?] {ağız} sf. Aceleci. [DS] çalkay, [çalk-a-mak > çalka-k / çalk-ka-gu > çalkay] {ağız} is. 1. Mısır kalburu. 2. Pamuk kozasını ayıklayan makine; çalkar. [DS] çalkaya, [çal+kaya] {ağız} is. Çalılık ve kayalık yer. [DS]. çalkayacak, -ğı [çalk-a-y-acak] {ağız} is. Geniş ağızlı ve büyük çömlek. [DS] çalkayış, [çalk (yans.) > çalk-a-y-ış] is. Çalkama durumu ya da biçimi, çalkaymak, [çal+kay-mak] {ağız} gçsz. f . f a r f Ar kaya yaslanmak; kurulmak. [DS] çalkaz, [çalk-az] {ağız} sf. Düzensiz. [DS] çalkazan, [çalk (yans.) > çalk-az-an] {ağız} is. 1. Geveze. 2. Taklitçi. 3. Bağlılık duygusu olmayan. [DS] çalkazanlık, -ğı [çalk-az-an-lık] is. Gevezelik. çalkı1, [çal-kı (_süi?-] {eAT} is. Çalgı. çalkı2, [çal-mak > çal-kı] {ağız} is. 1. Çalı süpürgesi; bahçe süpürgesi. 2. Ekin ve ot biçmeye yarayan büyük oraklı tarım aracı. 3. Tırpan. [DS] çalkı3, [çal-kı] {ağız} is. Kadınların başlarına sardık ları örtü. [DS]
çatlanm ak1, [eT. çav (ün) > çav-la-n-mak > çalla-nmak] {ağız} edil, f i f ı r ] Adı yayılmak; ünü yayıl mak. [DS] çallanm ak2, [çal-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i f ı r ] 1. Dolaşıp aranmak. 2. Oraya buraya saldırmak. 3. Yapacağı işi ona buna söylemek. [DS] çatlanm ak3, [çar (örtü) > çar-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. f ı r ] Örtünüp sarınmak. [DS] çatlanm ak4, [çal-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i f ı r ] (Saç için) ağarmak. [DS] çallanm ak5, [çal-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i (Hayvan için) otlamak. [DS]
[-ır]
çallanm ak6, [çağ (zam an) > çağ-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. f ı r ] (Meyve için) tatlanmak. [DS] çallayuk, -ğu [çağ-la-y-ık > çalla-y-uk] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çaltumak, [çal-la-mak > çal-lu-mak ?] {ağız} gçl. f i f r ] Yemekli misafire, yemekten önce meyve vb. vererek iştahını kesmek; tıkamak. [DS] çalm a1, [çal-ma] is. 1. Çalmak eylemi; hırsızlık. 2. Hileli olarak oyun kartı değiştirme. 3. sf. Başkasın dan gizlice alınan; çalınan. çalm a2, [çal-ma] {eT} is. Ahırlardan ve ağıllardan toplanarak kışın yakmak üzere kurutulan ve kesilen tezek; kemre. [DLT] çalm a3, [çal-ma] {ağız} is. 1. Yoğurt yapmak üzere ayrılmış maya. 2. Çiğ sütten yapılan yoğurt. [DS] çalm a4, [eT. çal-mak (sarm ak) [Râsânen] > çal-ma 4İU-] is. 1. Üzerinde serpme çiçek motifleri bulunan tülbent. {eT} (aynı) 2. Bu tür tülbent dolanmak sure tiyle yapılan sarık. 3. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} Başör-
■ a » c t »1.873
ÇAL
.
tüsü; yazma; çelme; çember. [DS] 4 {ağız) Başa takılan altınlı süs. [DS] S çalma destar, tar. İlm iye sınıfı tarafından sarılan bey az destar. çalma5, [çal-ma] is. Taş, tahta gibi malzeme üzerine yapılan ince oyma işi. çalma6, [çal-ma] is. 1. İçine yağsız yoğurt katılarak yapılan kıvamlı bir tür üzüm pekmezi. 2. {ağız} Koyulaştırılmış pekmez. [DS] çalma7, [çal-ma] is. Mısır unu, yağ, yoğurt, su ve ıspanak konulup karıştırılmak suretiyle yapılan bir tür börek; kaygana. çalma8, [çal-ma] /ağız) is. 1. Kibrit. 2. Odunluk ağaç dalı. [DS] çalma9, [çal-ma] {ağız) is. Orman ya da fundalık içindeki otu bol ve sulak alan. [DS] çalma10, [çal-ma] (ağız) is. 1. Azmış yara ya da si vilce. 2. Bir tür deri hastalığı. [DS] çalma", [çal-ma] {ağız} is. Kabartma işli kilim veya çuval. [DS] çalma12, [çal-ma] {ağız} is. Keçi veya koyunun ayak larının tutulup aksaması. [DS] çalma13, [çal-ma] {ağız} is. Çeltik tarlalarında su çık mayan yerlere, çevresine çamur atarak su çıkarma işlemi. [DS] çalmacı, [çal-ma-cı] is. Kalemle metal üzerine ince oyma işi yapan usta. çalmaç1, -cı [çal-mak > çal-maç] {ağız} is. Tahta kap. [DS] çalmaç2, -cı [çal-ma+aş > çalmaç] {ağız} is. 1. Pirinç unu ya da nişasta ile yapılan pelte. 2. Mısır unu, yağ ve su ile yapılan bir lcuymaç yemeği. [DS] çalmaçJ, -cı [çal-maç] {ağız} is. Yaylada hayvan sı ğınağı. [DS] çalmak1, [çal-mak] gçl. f . [ - a r ] 1. Başkasına ait bir malı, sahibinin haberi olmadan yararlanmak veya kendine mal etmek üzere almak; hırsızlık yapmak. 2. (Kumaş vb. için) başka yerde kullanmak amacıy la biraz arttırmak. 3. Bir şeyin bir kısmını çapraz olarak kesmek. S1 çalıp çırpmak, H aksız k azan ç eld e etm ek.|| çalub çarpmak, {eAT} T alan etm ek; y a ğ m a la m a k .|| çalub çırpmak, H ırsızlık etm ek.
çalmak2, [çal-mak
g ç l - f [~or] 1. (İş için) ge
lişigüzel yapmak. 2. (Süpürge için) gelişigüzel sü pürmek. 3. Arka arkaya yapmak; sürdürmek. 4. (Boya, badana, yağ, reçel vb. için) bir şeyin üzerine sürmek; yaymak. {eATf {ağız} (aynı) [DS] 5. {eAT} Sürmek; sığamak. fi1 çalıp atmak, {ağız} K ısa z a m anda, g elişig ü z el yazm ak. [DS]
çalmak3, [çal-mak JİL>-] g çl. f . [ - a r ] 1. {eAT} Elle ve ya bir araçla vurmak; çarpmak. {eT} {eAT/ (aynı) [Gabain] [EUTS] [KB] [DK], 2. Silahı doğrultarak vurmak. 3. {eT/ Yere vurmak; atmak, çarpmak; yenmek. [Gabain] [EUTS] [KB] [DK], 4. Kesici bir aleti sallamak; kesmek; kesmek üzere sürmek; vur mak; biçmek. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 5. {ağız} Sal
dırıp ısırmak; sokmak; yaralamak; diş geçirmek; ısırmak; sokmak. [DS] 6. Zarar vererek dokunmak. 7. (Kumaş için) kesmek; biçmek. 8. (Yazı için) silmek; çizmek. 9. Madenî kalemle işlemek; süs lemek. fi1 çala çala, {ağız} Vura vura. [DS]|| çal ka pı gitmek (gelmek), B ir y e r e davetsiz o la r a k g it m ek.|| çal koyun, {eAT} Sırt üstü.|| çalmadan oy namak, 1. B ir şey e ç o k hev esli görünm ek. 2. Ç o k sevin çli veya keyifli olm ak.
çalmak, [çal-mak JİL;-] {eAT} gçl. f . [ - a r ] (Top vb. için) çelmek.
çalmak4, [çal-mak Jİ^ -] gçl. f . [ - a r ] 1. (Zil, çan, saat, telefon vb. için) tokmakla vurarak veya başka yollarla ses çıkartmak. {eT} (aynı) 2. Çalgı aleti ile bir müzik parçasını seslendirmek. 3. Kaydedilmiş müzik parçalarım özel aleti ile dinlemek veya din letmek. 4. Radyo ve televizyondan müzik yayını yapmak. 5. gçsz. (Radyo, televizyon, pikap, zil, saat vb. için) ses vermek.
çalmak5, [çal-mak j i y gçl. f i [~ aı] {eAT) Bir şeyi beline, başına, boynuna bağlamak; takmak; sar mak; dolamak.
çalmak6, [çal-mak JİL>-] gçl. f i [ - a r ] {eAT/ 1. Kat mak; karıştırmak; ilave etmek. 2. Yoğurt yapmak için süte maya katmak; mayalamak; katmak karış tırmak. {ağız} (aym) [DS] 3. (ağız} Çalkalayıp karış tırmak. [DS] 4. (Yiyecek kapları için) içindeki yi yeceği kimyasal olarak bozmak. çalmak7, [çal-mak] gçsz. fi. [ - a r ] 1. Benzemek; hafif çe andırmak. 2. (Ses için) kulağa gelmek; başka sesler arasında bir ara kulağına gelmek; işitmek. {eT} (aym) [DLT]. 3. (Görmek için) gözüne ilişmek. {eT} (aynı)
çalmak8, [çal-mak] {eT} gçsz. f i [ - a r ] Eğilmek. [EUTS]
çalmak9, [çal-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - a r ] (Diş için) kamaşmak. [DS]
çalmak10, [çal-mak] {ağız} gçsz. f i [-a r ] Hava çarp mak; havanın etkisi ile hasta olmak. [DS]
çalmak1 , [çal-mak] g çsz f i [ - a r ] Bir yere yollanmak. çalmak12, [çal-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] Silahı ateşle mek. [DS]
çalman, [çal-mak > çal-man] {ağız} is. 1. İnce çubuk larla çevrilmiş çit. 2. Üstü açık, çalı veya taşlarla çevrilmiş ağıl; çalmar. [DS] çalmar, [çal-mak > çal-mar] {ağız} is. Üstü açık, çalı ve taşlarla çevrilmek suretiyle yapılmış ağıl. [DS] çalmızzık, -ğı [çal+mız(z)-ık] (ağız) sfi Mızıkçı. [DS] çalp1, [çab / çalp / çap / çıb / çıp/ çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalka lanma gibi hareketler sonucunda oluşan ya da el ve ayakla oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfikar] çalp -a, çalp-a-k, çalp-a-n -m ak, çalp-a-n-tı, çalp-a-n -a, ç a lp -a la m ak
m a iR K E E S E U l.
çalp2, [çalp] {ağız} sf. Çevik; tetik. [DS] çalp a1, [Far. çöl (eğri) + pâ (ayak)] {ağız} sf. Eli işe yatkın olmayan; beceriksiz. [DS] çalpa2, [çalp-a] {ağız} is. Dalgaların karaya vurup da ğılması durumu. [DS] çalpa, [Lat. salvia] {ağız} is. 1. Adaçayı. 2. Labada. [DS] çalp ak 1, [eT. çalp-â-mak (sıvım ak) > çalpa-k] {eT} is. 1. Kir; pislik. [DLT] 2. {eT} sf. Kirli; pis. [DLT] S çalpak iş, {eT} K a r ış ık iş. [DLT]
etmek; çarpışmak. 2. Sertleşmek; 3. Bir şey kötü leşmek; pisleşmek. [DLT] çalpaşuh, [çalp-aş-uk > çalpaşuh] {ağız} sf. Karışık; bulaşık. [DS] çalpatu r, [Far. çâr-pâ-dâr] {ağız} is. Katırcı; kervan cı. [DS] çalpavur, [Far. çâr-pâ-dâr] {ağız} is. Dolaşarak ara yıp tarama. [DS] çalpaz, [eT. çalp-â-mak (sıvım ak) > çalp-a-z] {ağa} sf. Eli işe yatkın olmayan; beceriksiz. [DS]
çalpak2, [çalp (yans.) > çalp-ak] {ağız} is. 1. Küçük su birikintisi. 2. Testi yayık. [DS]
çalpı1, [çalp-ı] {ağız} is. Çalı çırpıdan yapılan cit. [DS]
çalpaklı, [çalpak1-lı] {ağız} sf. Eli işe yatkın olma yan; beceriksiz. [DS]
ç a lp r, [çarp-ı / çalp-ı] {ağız} is. Badana için kullanı lan beyaz toprak. [DS]
çalpalam ak, [çalp (yans.) > çalp-ala-mak] {ağız} gçl. f i [~rj f l( ı ) - y o r ] 1. Yoğurt, pekmez vb. şeyleri su landırarak ezmek. 2. (Kaynamakta olan şıra için) köpürmek. [DS]
çalp ıra1, [eT. çalp-â-mak (sıvım ak) > çalp-ı-ra / Far. çül-pâre] {ağız} sf. 1. Pis, kötü (kadın). 2. is. Kötü söz. [DS]
çalpam ak, [çalp-â-mak] {eT} gçsz. f i f r ] (Hamur, çamur vb. için) su ya da nemden cıvımak. çalpan a1, [çalp (yans.) > çalp-an-a] {ağız} is. Yoğurt karıştırmaya yarayan araç. [DS] çalpana2, [Far. çâr-pâre] {ağız} is. Zil. [DS] çalpang, [eT. çalp-â-mak (sıvım ak) (çalpan ) {eT} is. Sıvık çamur. [DLT]
>
çalp-a-n]
çalpanniak, [çalp (yans.) > çalp-an-mak jiU U -] d ö n ş l.f. f ı r ] {eAT} Çalkanmak, çalpantı, [çalp (yans.) > çalp-an-tı] {ağız} sf. Acele, t? çalpantıya binmek, {ağız} İşi a c e le y e getirm ek. [DS] ça lp a ra 1, [eT. çalp-â-mak (sıvım ak) > çalpara / çolpara] {ağız} sf. 1. Eli işe yakışmayan; beceriksiz. 2. (Kadın için) pis ve kötü. [DS] çalp ara2, [Far. çâr (dört) + pare (p arça) => çalpara] is. 1. Çok sert ağaçtan yapılmış, dansözlerin elleri ne ikişer ikişer alarak çaldıkları bir tür müzik aleti. 2. Eskiden Avrupa’da cüzamlıların yerleşim birim lerinden geçerken halkı uyarmak için kullandıkları menteşe ile tutturulmuş kemik veya ahşaptan mey dana gelen alet. 3. z ool. Ege, Marmara ve Akdeniz kıyılarında yaşayan bir tür lezzetli yengeç, (P ortunus p u b er). 4. {ağız} Araba dingilinin ucuna geçi rilen yassı halka. [DS] S1 çalparası çıkmak, {ağız} Ç o k yorulm ak. [DS] çalparalı, [çalpara-lı] {ağız} sf. (Kişi için) dalgın. [DS] çalpare, [Far. çâr+pâre
(ç a :lp a :re ) {OsT} is.
- * çalpara. çalpaş, [eT. çalp-â-mak (sıvım ak) > çalpâ-ş] {eT} is. Elbiseye ya da ele bulaşan meyve yapışkanı, çalpaşlanm ak, [eT. çalpâ-mak > calpa-ş-la-n-mak] {eT} dönşl. fi. (El vb. için) yapışkan olmak; meyve yapışkanı gibi bir şey bulaşmak. [DLT] çalpaşm ak, [çalp-aş-mak] {eT} işteş, f i 1. Mücâdele
çalpıra2, [Far. çâr-pâre] {ağız} is. Araba dingiliflin ucuna geçirilen yassı halka. [DS] çalpıra3, [Ar. cüll + Far. pâre] {ağız} is. Örme bel kuşağı. [DS] çalpız, [çalp-ız] {ağız} is. Çalı çırpı; çit. [DS] çalram ak , [çald (yans.) > çald-(ı)r-a-mak > çalramak] {eT} gçsz. f i Ses çıkarmak; çıldırdamalc. [DLT] çalratm ak , [çald (yans.) > çald-(ı)r-a-t-mak] gçl. fi. [-u r] Çıldıratmak; ses çıkartmak. [DLT]
{eT}
çalsıkmak, [çal-m ak> çal-sılc-mak] {eT} e d il.fi f a r ] Yere vurulmuş olmak; yere çarpılmak. [EUTS] çaltak 1, -ğı [çald (yans.) > çalt-ak] {ağız} is. Ağaç çatalı; budaklı dal. [DS] çaltak2, -ğı [çal-(ı)t-ak] {ağız} sf. 1. Eğri bacak. 2. Yatakta düzgün yatamayan. 3. Elbiseyi düzgün gi yemeyen; tutumsuz. [DS] çaltaklı1, [çaltak-lı] {ağız} sf. 1. (Kadın için) kavgacı. 2. (Kişi için) dağınık; pis. [DS] çaltaklı2, [çaltak-lı] {ağız} is. Budaklı. [DS] çaltanaz, [çal-(ı)t-an-az ?] {ağız} sf. İşlek. [DS] çaltayak, -ğı [çal-(ı)t+ayak] {ağız} is. Güreşte ayakla yapılan bir oyun. [DS] çaltek, -ği [Kırg. cel-mek (yelm ek) > çel-t-ek > çal-tek] {ağız} is. Yamak. [DS]çaltı1, [çal-ı > çal-(t)ı ?] {ağız} is. 1. Diken; çalı. 2. Nazarlık için üçgen biçiminde kesilmiş ağaç parça sı. 3. Maki. 4. Akasya ağacı. 5. Ormanlık; küçük orman. 6. Ağaç dalı. [DS] S çaltı dikeni, {ağız} D iken ; çalı. [DS] çaltı2, [çal-(ı)t-ı] {ağız} sf. Tetik; tez; ayağına çabuk. [DS] çaltı3, [çal-(ı)t-ı] {ağız} is. 1. Kuytu yer. 2. Engel. [DS] çaltılık, -ğı [çaltı-lık] {ağız} is. Dikenlik; çalılık. [DS] çaltım a, [çal-(ı)t-ma / çaltı-ma] {ağız} is. Kadın baş lıklarından taç bağlamakta kullanılan boncuklu şe rit. [DS]
m
e r iit iM
. 8 7 5
çaltırak, -ğı [çaltı-rak 3> V ] {eAT} sf. Daha çevik; en çabuk. çaltop, [çal-ıt-ak > çaltop] {ağız } sf. (Kişi için) elbi seyi düzgün giyemeyen. [DS] çalturm ak, [çal-mak > çal-tur-mak] {eT '} g çl. f . 1. Yere çeldirmek, 2. Yere çarptırmak. 3. Aranmasını emretmek; aratmak. [EÜTS] 4. İşittirmek için ça ğırmak; bağırmak. [DLT] çaluk , [çal-ık > çal-uk Jjl»-] {eAT} sf. Sıçrayan. S çaluk at, -* çalık at. çaluk2, -ğu [çal-mak > çal-uk] {ağız} sf. Kötürüm; in meli; sakat. [DS] çalunm ak, [çal-un-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] 1. İtaat etmek. [OKD] 2. gçl. f . Eğmek, çaluska, [? çaluska] {ağız} is. Bir kat siyah yün ile iki kat beyaz yünü eğirerek yapılan ip.[DS] çaluş, [çal-uş ?] {ağız} is. Yardımcı olarak araba ya da kağnıya koşulan öküz ya da manda. [DS] çaluşlamak, [çaluş-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(u )y o r ] Bir çift öküze yardımcı olarak ikinci bir çift öküzü araba ya da kağnıya koşmak. [DS] çaluşturm ak, [çal-uş-tur-mak] {ağız} gçl. fi. [-u r] Karanlıkta el yordamıyla bir şey aramak. [DS] çalvurm ak, [*çal-ğur-m ak> çalvur-mak] {ağız} gçsz. f i [-u r] Kinayeli söz söylemek. [DS] çalyaka, [çal+yaka] zf. 1. Birdenbire. 2. Birinin ya kasına yapışarak. S çalyaka etmek, Y akasına y a p ışıp sık ıc a tutmak. çam 1, [çam (yans.)] is. Su ve diğer sıvıların bolca akışım anlatan kök. [Zülfıkar] çam -çak, ça m -ça k çam çak. çam 2, [çam] {eT} is. Dava; itiraz. [EUTS] fi1 çam çarım kılmak, {eT} İtiraz etm ek; d a v acı olm ak. çam ’, [Ar. şem' / şamc [EREN] / Kore, cham-namu (m eşe) [Ramstedt] > çam] is. Çamgillerden kuzey yarıkürede yetişen iğne yapraklı ve reçineli büyük orman ağacı, (Pinus). S1 çam a çakan, {ağız} A ğ a ç kakan. [DS] 11 çam a çard ak , {ağız} (O lay için) y a y ma, duyurma. [DS]|| çam çivisi, {ağız} E rk ek lik o r ganı. [DS]|| çam dan kavuktan konuşmak, {ağız} Ordan burdan, b irb iri ile bağ lan tısız şey lerd en söz etm ek. [DS]|| çam delen, {ağız} A ğaçkakan . [DS]|| çam devirmek, D üşünm eden kon u şm ak; p o t kır m ak]|| çam fıstığı, F ıstık çam ının k o z a la k biçim in d ek i m eyvesinden çıka rılan sert kabuklu, y a ğ lı ve nişastalı tohum .|| çam piirü, {ağız} Kuru çam y a p rağı. [DS]|| çam sakızı, Çam a ğ a cın d a n eld e ed ilen re çin e.|| çam sakızı çoban arm ağanı, Verilen a r m ağanın m ad d î d eğ erin in p e k olm adığını, verenin gücünün a n c a k buna y eteb ild iğ im ifa d e ed en özür dilem e sözii. || çam sakızı gibi, Huzursuz e d e c e k şek ild e birinin p eş in i bırakmayan.\\ çam üzümü, {ağız} Ş ıra için kullanılan kü çü k kırm ızı taneli üzüm. [DS]|| çam yağı, {ağız} R eçin e. [DS]|| çam
ÇAM
yarm ası, ir i yapılı, koca m a n gövdeli. || çam yeşili, K oyu y eş il; nefitî. çam 4, [çam] {eT} is. Çanak; çömlek. [EUTS] çam 5, [çam] {ağız} sf. Toplu; küme. [DS] çam 6, [çam] is. dnz. Nehirlerde işleyen bir tür küçük tekne. çam 7, [Far. çam fU-] (ça;m ) {OsT} is. 1. Salınma. 2. Eğrilme. ç am a1, [çam-a] {ağız} is. 1. Demet; tutam. 2. Toplu, küme hâlinde olan şey. [DS] çam a2, [çam-a] {ağız} is. 1. Derece. 2. Oranlama. [DS], çam ah, [çom-ak > çamah] {ağız} is. Ucu topuzlu kaim sopa; çomak. [DS] çam ak 1, -ğı [çam-ak] {ağız} sf. Kendini beğenmiş. [DS] çam ak2, -ğı [çam+ak] {ağız} is. Kılçıksız buğday. [DS] çam alam ak, [çam-ala-mak] {ağızj gçl. fi. [ - r ] [-l(ı)y o r ] Tahmin etmek. [DS] çam an, [Erme, çaman (kim yon)] {ağız} is. 1. Kebap; pirzola. 2. Doğranmış, kurutulmuş pastırmalık et. [DS] çam ar, [çam-ar] {ağızjsf. (İnsan ya da hayvan) cüce; kısa boylu. [DS] çam ariva, [İt. ciama arriva] ( ç a m a ’riva) ünl. dnz. Gemi tayfalarına armaya çıkmaları için verilen emir sözü. çam aşır, [Far. câme (giyecek) + şüy (yıkayan) > câmeşür] is. 1. İç giyeceklerinin genel adı. 2. Y ı kanmak üzere ayrılan ya da yıkanmış olan her türlü giyecek, havlu, çarşaf gibi şeyler. 3. Bu eşyaları yıkama. S çam aşır değiştirmek, K irlen m iş iç g i y e c e k le r i çıka rıp tem izini giyinm ek.|| çam aşır de terjanı, Ç am aşırların kirini arıtm akta kullanılan çeşitli kim yasal birleşik.\\ çam aşır dolabı, Ç a m a şırların konulduğu çek m ece li y a d a k a p a k lı d o la p . || çam aşır ipeği, K adın ça m a şırla rı üzerine işlem e y a p m a kta kullanılan çeşitli ren kte ip ek iplik.\\ ça m aşır ipi, Yıkanmış ça m a şırla rı se rm ek için k u lla nılan gergin ip.|| çam aşır leğeni, İçin d e ça m a şır ıslatılan y a d a y ıkan an gen iş kap. || çam aşır m aki nesi, Ç alkalam a, suyu ısıtm a ve tem izlik m a d d e le rini otom atik o la r a k a la r a k ça m a şırı yıkam a, duru lam a, sıkm a ve kurutm a g ib i işlem leri y a p an m ak i ne. || çam aşır mandalı, Serilen ça m a şırla rı ip e tut turm ada kullanılan küçü k kıskaç.\\ çam aşır sabu nu, Ç am aşır y ık a m a d a kullanılan sabun. ||çam aşır sepeti, Yıkanmış y a d a kurumuş ça m a şırla rı için e koyup taşım aya y a ra y an p la s tik y a d a h a sır sep et. || çam aşır sodası, Ç a m a şırla r üzerin deki asitli k ir le ri g id erm ed e kullanılan kim yasal m adde. ||çam aşır suyu, B eyaz ça m a şırla rı a ğ artm akta kullanılan kim yasal bileşik. . çam aşırcı, [çamaşır-cı] is. Ücreti karşılığında başka larının çamaşırlarının yıkayan kişi.
ÇAM
a iü M IİİM M .
çam aşırcılık, -ğı [çamaşır-cı-lık] is. Çamaşırcının yaptığı iş.
zel. 2. Söz; nutuk. S çam e-gû(y), {OsT} 1. Şair. 2. Şarkıcı.
çam aşırhane, [çamaşır + Far. hâne] (ça m a şırh a ın e) is. 1. Ücreti karşılığında müşterilerin çamaşırlarının yıkanıp kurulandığı ve ütülendiği ticarethane. 2. Çamaşır yıkamak için ayrılmış yer; çamaşırlık. 3. Köylerde mahalle halkının çamaşır yıkaması için yapılmış yer.
çamel, [çeğmel > câmel] (ça :m el) {ağız} is. 1. Düğme yerine kullanılan ucu eğri kanca. 2. Yüksek dallan yakalamakta kullanılan ucu eğri ya da kancalı sopa. 3. sf. Eğri; kavisli. [DS] <5 çamel boynuz, {ağız} E ğ ri boynuz. [DS]
çam aşırlık, -ğı [çamaşır-lık] is. 1. Çamaşırhane. 2. sf. Çamaşır yapımına uygun (kumaş, bez), çam aşur, [? çamaşur] {ağız} is. Eğri bıçak. [DS]
çamgiller, [çam-gil-ler] is. bot. Kışın da yeşil kalan iğne yapraklı ve kozalaklı, çıplak tohumlu ağaçlar familyası, (P in aceae).
çam az, [çam-az] {ağız} is. Taze ağaç dallarını büke rek ip yapma. [DS]
çam guk, [çam (dava) > çam-ğuk] {eT} is. Kovucu; kovcu. [DLT]
çam b ara, [Far. çenber => çambara] {ağız} is. Mısır patlatılan tava. [DS]
çam guklanm ak, [çam-ğuk-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [u r] Dedikoducu, kovucu, yerici olmak. [DLT]
çam ber, [Far. çenber => çamber] {ağız} is. Kadın baş örtüsü. [DS] çambış, [Ar. câmus] {ağız} sf. Gamsız; kedersiz; al dırışsız. [DS] çambudivip, [Sansk. sambudvipa] {eT} is. Kâinat. [EUTS] çam buna, [Yun. tsambuna / İt. zampogna] {ağızj is. Bir tür düdük. [DS] çam buş, [Ar. sâmüş] {ağız} is. İnsana sokulmayan, kötü huylu hayvan. [DS] çam ça, [çam (yans.) > çam-çak > çamça /F a r . çam (büyük k ep ç e) + -ça (küçültm e eki)} is. 1. {ağız} Ağaçtan oyularak yapılmış büyük kaşık; kepçe. [DS] 2. {ağız} Çamdan oyularak yapılmış su kabı. [DS] 3. {ağız} Bir tür kilim deseni. [DS] 4. zool. Sa zangillerden, pullarından yalancı inci yapılan, Anadolu’nun bütün tatlı su göl ve ırmaklarında ya şayan iri pullu bir tür balık, (Leuciscu s rutilus). çam çak 1, -ğı [sap-çak [EREN] > çap-çak > çam-çak jU ^ U ] is. 1. Ağaçtan, özellikle de çamdan oyula rak yapılmış yayvan su kabı; çapçak, çömçelc. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Kayıkçıların kayık içindeki suyu boşaltmak için kullandıkları tahta kürek. [DS] 3. {ağız} Su kabağından yapılmış kap. [DS] 4. {ağız} Büyük kepçe. [DS] 5. {ağız} Sürahi. [DS] 6. Bakraç; kova, fi1 çam çak çam çak, 1. B o l b o l. 2. Ş arıl şarıl. çam çak 2, -ğı [çam-(ı)ç-ak] {ağız} sf. Ezik. [DS] çanıçaka, [çam (yans.) + çak-a] {ağız} is. Değirmen de, sandıktan tanelerin taş ağzına akmasını sağla yan araç. [DS]
çam era, [? çamera] {ağız} is. Küçük el sepeti. [DS]
çam gur, [cam -ğur> çam-ğur] is. Şalgam. [DLT] çamhui, [Çin. tsch’an-huei] is. Nadim olma; pişman lık duyma. [EUTS] çam ı1, [çam-ı] {eT} is. “Gürültü patırtı” anlamına gelen “çogı çamı” ikilemesinde geçer. [DLT] S çogı çam ı, {eT} Gürültü patırtı. çam ı2, [çam-ı] {ağız} is. 1. Saç örgüsü. 2. Örülmüş mısır demeti. [DS] çam ıç, -cı [Erme, ç ’aıniç] {ağız} is. 1. Dut kurusu. 2. Kuru üzüm. 3. sf. (Kişi için) küçük yapılı. [DS] çam ır, [çam -ur> çam-ır] {eAT} {ağız} is. Çamur. [DS] fi1 çam ır çaylak, {ağız} B a ta k lık ; çam urlu yer. [DS] çam ırak , -ğı [çamır-ak] {ağız} is. Bulanık su. [DS] çam ırca, [çamır-ca] {ağız} is. zool. Balıkçıl. [DS] çam ırcı, [çamır-cı] {ağız} is. zool. Balıkçıl. [DS] çam ırhğ, [çamır-lık] {ağız} is. Araba çamurluğu. [DS] çam ış, [Ar. sâmüş => çamış j^ U -] sf. (Hayvan için) haşan; sert başlı; {eAT} {ağız} (aynı). [DS] çam ışlanm ak, [çamış-la-n-mak j^ lio U -] dönşl. fi. [ır] [eA T -u r] Haşarılaşmak; {eAT} (aynı). çamışlık, [çamış-lık jLi^U-] is. Haşarılık, huysuzluk; {eAT} (aynı). çam ız, [Ar. câmus] {ağız} is. Manda; camız. [DS] çam i1, [Yun. trafıon] {ağız} is. Taze peynir. [DS] çam i2, [çam-ı / çami] {ağız} is. 1. Saç örgüsü. 2. Örülmüş mısır demeti. [DS] çam iç, [Erme, ç ’amiç] {ağız} is. Dalında kurumaya başlamış meyve. [DS]
çam çakır, [çam+çak-ır] {ağız} is. fo lk . Gece oynanan bir çocuk oyunu. [DS]
çam in, [Far. çâmîn j^»U-] (ça.m i. n) {OsT} is. Sidik ve
çam çarşu, [Far. çâr-sü (dört taraf) => ça(m)+ça/rşu] {OsT} pekşt. zf. 1. Her tarafta. 2. Büsbütün.
çam kalam ak1, [çam-ka-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [l(ı)-y or] Pençe ile yüzünü yırtmak. [DS]
çam çı1, [çam ça/ çamçı] {ağız} is. Kaşık. [DS]
çam kalam ak2, [çamk-ala-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] (Sıvı için) çalkalamak. [DS]
çam çı2, [yamçı > çamçı] {ağız} is. Yamçı. [DS] çam dı, [? çamdı] {ağız} is. 1. Tavan. 2. Pencere. [DS] çam e, [Far. çâme « U ] (ça. m e) {OsT} is. 1. Şiir; ga
pislik.
çam kım ak, [çam-kı-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] Sıçra mak. [DS]
İ M İ K M .877 çamlaguçı, [çam-la-ğuçı] { e l } sf. Dava eden; dava açan; davalı; iddia eden. [EUTS] çam lam ak, [çam (dava) > çam-lâ-mak] (çam la.m ak) {eTf gçsz. f . [ - r ] Dava etmek; çekişmek; (mahke mede) itiraz etmek. [EUTS] çamlığan, [çam-lı(k)-an] {ağız} is. 1. Ağaçlı tepe. 2. Çamlık. [DS] çanılıh, [çam-lık > çamlıh] {ağız} is. Çamlık. [DS] çamlık, -ğı [çam-lık] sf. 1. (Arazi için) çam ağaçlan çok olan. 2. is. Çam korusu, çamp, [çamp / çımp / çomp / çumb / çunb (yans.)] is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı hareketleri anlatan kök. [Zülfikar] çam p-u l çam pul, ça m p -a la ınak, çam p-u l-da-t-m ak çam palam ak, [çamp-ala-mak] {ağız) gçl. f . [ - r ] [l(ı)-y or] Çalkalamak. [DS] çam palandırm ak, [çamp-ala-n-dır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] İçinde sıvı olan bir kabı sallamak. [DS] çam p ara, [Far. çarpara => çalpara / çampara] {ağız} is. 1. Ses vermesi için dingile geçirilen yassı halka. 2. Mısır kavurmaya yarayan araç. 3. Zil. [DS] fi1 çam p ara çalm ak, {ağız} T elaşlanm ak. [DS] çam p ır1, [Far. çenber => çampır] {ağız} is. Beyaz patiska; humayun. [DS] çam pır2, [? çampır] {ağız} is. Hayvan yemi olarak toplanan ot. [DS] çam pnak, [çamp (yans.) > çamp-(ı)n-ak] {ağız} is. Yayık. [DS] çampul, [çamp (yans.) > çamp-ul] {ağız} is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı, hareketi anlatan yansımalı gövde. [DS] S çam pul çampul, {ağız} (Su için de yürüm ek, yü zm ek için) a y a k la rla güçlü b ir şe k ild e se s ç ık a r a r a k ve su sıçrata ra k. [DS] çam puldatm ak, [çamp-ul-da-t-mak] {ağız} g ç l fi. [ır] Çalkalamak. [DS] çam rak ’, [çâr / çam-rak] {eT} -*• çar3. çam rak 2, [çar-mak > çamrak] {eT} is. ■* çarmak. çam rak 3, -ğı [çam-(ı)r-ak] {ağız} is. Bulanık su biri kintisi. [DS] çam rık, -ğı [çam-(ı)r-ık] {ağız} is. Bulanık su birikin tisi. [DS] çamsı, [çam-sı] {ağız} sf. Çam gibi; çamı andırır. [DS] çamsıtnak, [çam-sı-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] (Erkek için) kadına meyletmek; hoşlandığını sezdirmek. [DS] çamsıtm ah, [çam-sı-t-mah] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] (Y i yecek maddesi için) ekşimek; bozulmak. [DS] çam sıtm ak1, [çanı-sı-t-mak] {ağız} gçl. fi. [ -ır ] 1. Sezdirmek; duyurmak. 2. Saçmalamak. [DS] çam sıtm ak2, [çam-sı-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] 1. Meylettirmek. 2. Doğru yoldan çevirmek. [DS] çamsız, [çam (dava) > çam-sız] {eT} sf. Davasız; itirazsız. [EUTS] çam taklam ak, [çam-tak-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS]
ÇAM
çam tı1, [çam-tı] {ağız} is. Yük; denk. [DS] çanıtı2, [çam-tı] {ağız} is. Tavan. [DS] çam uç, -cu [çam (yans.) > çam-uç] {ağız} is. Kepçe. [DS] çam uha, [Yun. tsimuha] is. Düşük kaliteli sünger, çam uk, -ğu [çam-uk] {ağız} is. Küçük kulaklı keçi veya koyun. [DS] çam uka, [Yun. tsamauka] is. zool. Gümüş balığına benzer fakat daha küçük bir balık türü, (A therina hepsetus). B çamuka ağı, balıkç. Ağzı k a r a y a d ö nük yarım d a ir e şeklin d e ve dikin e sarkık, g el-g it olayı sıra sın d a deniz a lça lırk en b a lık tutm aya y a r a r ctğ. çam ur, [çam-ur ?] is. 1. Su ile karışmış bulaşkan toprak. 2. Yapı işlerinde kullanılan çeşitli malzeme ile karışmış harç. 3. sf. m ecaz. Sataşkan, kavga çı karmaktan hoşlanan; sırnaşık, ö çam u ra bulaş mak, K irli işlere karışm ak .|| çam u ra taş atm ak, K a v g a cı birin e sataşm asın a s e b e p o la c a k söz s ö y lem ek .|| çam u r atm ak, Birini kötü b ir işe karışm ış g ö sterm ek; iftira etm ek; k a r a ça lm a k .|| çam u ra yatm ak, argo. 1. B orcunu ödem em ek. 2. Sözünde durm am ak. ||çam u r banyosu, T edavi ed ic i ö zelliğ i o la n çam u r ile y ıkan m ak .|| çam urdan çıkarm ak, B irin i onur kırıcı bir işten veya öy le y erd en ku r tarm ak,[| çam u r gibi, 1. İyi pişm em iş. 2. S ataşkan ; kavgacı. ||çam u r ığrıbı, D enizin sığ y erlerin d e ku l lan ılan b a lık a ğ ı.|| çam uru karnında, Ç ok taze; çiç eğ i burnunda. çam u ra, [çamur-a] {ağız} is. Bataklık; sazlık. [DS] çam urcalı, [çamur-ca-lı] {ağız} is. Balıkçıl. [DS] çam urcıl, [çamur-cıl] {ağız} zool. Az bulunur değerli bir yaban ördeği. [DS] çam u rcu, [çamur-cu] {ağız} is. zool. Balıkçıl. [DS] S çam urcu kuşu, {ağız} zool. B alıkçıl. [DS] çam urcuk, -ğu [çamur-cuk] is. zool. Sazangillerden, bataklık ve göllerde yaşayan, sazandan daha küçük lezzetsiz bir balık, (C hron drostom a nasus). çam urcun, [çamur-cun] is. zool. Dünyanın pek çok bölgesinde, bol bitkili su kenarlarında yaşayan yen geç, salyangoz, larva ve su bitkileri ile beslenen en küçük ördek; çakırkanat; cüce ördek; eğrikoca, (Anas crecca ). çam urcıl, [çamur-cıl] {ağız} is. zool. Balıkçıl. [DS] çam u rla, [Moğ. çamur (ok) > çamur-lağı] {ağız} is. -*• çamurlağı. [DS] çam urlağı, [Moğ. çamur (ok) > çamur-lağı] {ağız} is. Okun dingil hizasında durması için altına konulan destek. [DS] çam urlam a, [çamur-la-ma] is. Çamur sürme veya çamura batırma işi. çam urlam ak, [çamur-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Çamur sürmek; çamurla kirletmek. 2. m ecaz. Kötülemek.
O İM IÜ C E IM .
ÇAM çam urlanm a, [çamur-la-n-ma] is. Üzerine çamur bu laşma, çamur olma eylemi, çam urlanm ak, [çamur-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Üzerine çamur bulaşmak, sıçramak; çamur ile kir lenmek. 2. dönşl. f . Sululaşmak; cıvımak. 3. Sar hoşluktan edepsizleşmek, çam urlaşm a, [çamur-la-ş-ma] is. Çamur durumuna gelmek işi. çam urlaşm ak, [çamur-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. Çamur durumuna gelmek. 2. m ecaz. Sataşmaya, saldırmaya yeltenmek; edepsizleşmek. 3. Kaba ha karetlerle hücum etmek. 4. {ağız} Bir şeyde ısrar etmek. [DS] çam u rlatm a, [çamur-la-t-ma] is. Çamurlatmak işi. çam urlatm ak, [çamur-la-t-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Ça murla sıvatmak. 2. Çamur sürdürmek. 3. Çamurlu hâle getirtmek, çam urlu, [çamur-lu] sf. 1. Üstünde çamur bulunan. 2. Çamur sürülmüş; çamur bulaşmış. 3. {ağız} Arazi kayıtlarım gösteren resmî belgeler. [DS] çam urluh, [Moğ. çamur (ok) > çamur-luk > çamurluh] {ağız} is. Araba dingili. [DS] çam urluk1, -ğu [çamur-luk] is. 1. Çok çamurlu olan yer. 2. Paçaları çamurdan korumak için giyilen bir tür tozluk. 3. Ayakkabıların çamurunu sıyırmak için yapıların önüne konulan ayakkabı sileceği. 4. Otomobillerde tekerleklerden sıçrayan çamuru tu tan ve sürücüleri çamurdan koruyan saç veya baka lit parça 5. {ağız} Yemeni üzerine giyilen çizme koncu. [DS] çam urluk2, -ğu [Moğ. çamur (ok) > çamur-luk] {ağız} is. 1. Araba dingili. 2. Tavan kirişlerinin duvar la bağlantısını sağlayan direk. 3. Arışın yere değ memesi için ucuna eklenen ayak. [DS] çam ursuz, [çamur-suz] sf. 1. Çamuru olmayan. 2. Çamur bulaşmamış, üstünde çamur bulunmayan, çam uş, [Ar. sâmüş => çamuş
{ağız} is. 1. Kü
çük yapılı katır.' 2. Huysuz hayvan. 3. Katır. [DS] ç a n 1, [çan / çang / çank / çen / çın / çıng / çınk / çin / çing (yans.j\ is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ça n çan, çan -n a-m ak S çan çan, 1, Çan se sin e b en z er ses çıka ra ra k. 2. Sürekli ve y ü ksek s e s le y a p ıla n gevezelik.^ çan çan çarık, {ağız} (Kişi için) h akkın d a ded ikod u çıka n ; d ile düşen. [DS]|| çan çan etmek, Yüksek s e s le durm adan kon uş m a k .]| çan çangara etmek, {ağız} D edikodu y a y m ak. [DS] çan2, [çan / çang / çank / çeng / çm / çmg / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)\ is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çan -la-m ak, çanıl-tı çan3, [çan / çen (yans.)\ is. İri yapılı köpek ve köpek türü hayvanların havlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] ça n -ku r-m ak
çan4, [çang (yans.) > çan / Çin. çeng] is. 1. Çınlayan bir metalden ters çevrilmiş bardak şeklinde, içte bulunan bir dil ya da dıştan bir çekiçle vurularak ses çıkaran araç; kampana. 2. Bazı sütun başlıkla rında başlık tablasında tepe bileziğine kadar olan kısmın genel biçimi. 3. {ağız} Değirmende tahılın bittiğini haber veren bir ipe asılı taşa değen maden parçaları. [DS] 4. {ağız} İçi oyularak kurutulmuş patlıcan. [DS] 5. {ağız} Kağnıda yanlara konulan ağaç. [DS] 6. {ağız} Haç. [DS] S çan çalm ak, H er k e s e duyıırmak.\\ çan çiçeği, bot. 1. Çan çiçeğ ig illerd en çan biçim in de bitişik taç y a p ra k lı b ir bit ki, (C am panula). 2. N erg isg iller fam ilyasın dan , ta z e so ğ an ın d a kusturucu a lk a lo it bulunan, kuzey A nadolu 'da su la k y e r le r d e yetişen, sa p ucunda çan biçim in de ç iç e k le r a ça n so ğ an lı b ir bitki, (L eu coju m aestivum ).|| çan çiceğigiller, bot. Çan biçim in d e ç iç e k le r i o la n a c ı sütlü ve kim isi tüylü otsu bitki le r fam ily a sı, (Campanulaceae).\\ çan eğrisi, istk. O lasılıklar h es a b ın d a g ra fiğ i ça n a benzeyen ve L a p la c e -G a u ss e y a sa sın ı tem sil eden eğ ri.|| çanına ot basm ak, {ağız} Gururunu k ır a r a k susturm ak; sesin i kesm ek. [DS]|| çanına ot tıkam ak, 1. B irin i z a r a r v erem ey ecek durum a getirm ek. 2. Susturmak. çan5, [Çin. chen > çîn / çan] {eT} is. -*■ çm. [EUTS] çan6, [Çin. chan] {eT} is. 1. Bardak; kadeh. [Gabain] 2. Çanak. [EUTS] çan 7, [çan] {eT} is. Yan. çana, [çana] {ağız} is. 1. Kızak. 2. Fren. [DS] çanacuk, -ğu [çana(k)-cuk 3^-Lı^-] {eAT} is. Çanak çık. çanaç, [çan-aç] {eT} is. 1. Korkak. 2. İş göremeyen; gevşek. 3. Edilgen cinsî sapık. [DLT] çanaçlaınak, [çanaç-la-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] 1. Bir kimseyi zayıf saymak; arık bulmak. 2. Gevşek, kekez olarak değerlendirmek. [DLT] çanaçlık, [çanaç-lık] {eT} sf. 1. (Erkek için) kadınsı; efemine. 2. is. Aptallık; perişanlık. [DLT] çanağ, [can-ağ] {ağız} is. Çanak. [DS] çanah, [çan-ak > çanah] {ağız} is. 1. Saksı. 2. Üç okkalık tahıl ölçeği. [DS] çanak, -ğı [çan-ak] is. 1. Kilden yapılma yayvan ve küçük kap. 2. {eT} Kap kacak, tuzluk, tuzluğa ben zer çamdan oyulmuş kap. [DLT] [EUTS] 3. Arap harflerinden bazılarının biraz çukur ve yayvan olan kısmı. 4. Çiçeklerin çanak yapraklarının meydana getirdiği, genellikle yeşil olan dış kılıfı. 5. Bir ça nağın alacağı miktar. 6. Çevresine göre alçakta kal mış ortası çukur arazi parçası, {ağız} (aynı) [DS] 7. Dor sütun başlıklarında tabla altına yapılan yastık taşı biçimindeki silme. 8. {eT} Ölçü kabı. [EUTS] 9. {ağız} Ü ç okkalık bir tür tahıl ölçeği. [DS] 10. {ağız} Minare şerefesi. [DS] 11. {ağız} Fincan. [DS] 12. müz. Sazın baş tarafına verilen ad 13. {ağız} Güneş te sertleşmiş çamur. [DS] 14. {ağız} Ağaç veya ma
Ü M I iM lı O I İ. 8 7 9
den kap. [DS] S (bir şeye) çanak açm ak, S eb ep o lm a k; m eydan verm ek; v esile hazırlamak.\\ çanak ağızlı, 1. B üyük ağızlı. 2. m ecaz. Sır sa k la y am a yan.\\ çanak anten, Uydu yayın ların ı a lm a k için büyükçe b ir ça n a k şeklin d e yap ılm ış ö z e l anten.\\ çanak çatlatan, {ağızj bot. G elin cik çiçeğ i. [DS]|| çanak çömlek, T opraktan yap ılm ış türlü k a p la r.[| çanak çömlek otu, {ağız} bot. P atlıcan gillerden , sa rı-m or çiçekli, yu m u şak tüylü, 20-100 cm. k a d a r boylu, y a p ra k la r ı a ğ rı k esici o la r a k kullanılan iki y ıllık z eh irli b ir otsu bitki; ban otu; g â v u r haşhaşı, (H yoscyam us niger). [DS]|| çanak gibi, (K üçük k a p la r için) ağzı g ereğ in d en büyük.\\ çanak kıran, {ağız} bot. G elincik. [DS]|| çanak kurutan, {ağız} S ıca k e s e r e k ekin leri kurutan rü zgâr; sam yeli. [DS]|| çanak tutm ak, 1. D ilenm ek. 2. Söz ve d a v ran ışlarıy la kötü b ir karşılığ ı d a v et etm ek. |) çanak üzengi, B asılan y e r i tabanın büyük b ir bölüm ünü k a p s a y a c a k k a d a r g en iş üzengi.\\ çanak yalam ak, D alkavu kluk etm ek; y a lta kla n m ak .|| çanak yalayı cı, D alkavu k; y a lta k .|| çanak yalayıcılık etmek, D alkavu klu k etmek.\\ çanak yaprağı, bot. Ç içek lerd e ça n a ğ ı oluşturan y a p ra k la rın h e r biri. çanakbastı, [çanak+bas-tı] is. Toprak kap içine ba sılan, gerektikçe bir miktar alınarak köfte yapılan evde hazırlanmış sucuk içi. çanakbaz, [çanak + Far. bâz] (ça n a k b a :z ) is. Eski den çeşitli çanaklarla denge oyunları gösterisi ya pan sirk cambazı, çanakçı, [çanak-çı] is. Çanak üreten veya satan kim se. çanakçılık, -ğı [çanak-çı-lık] is. Çanak üretme veya satma işi. çanaklam ak, [çanak-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Ağaçların dibini çukurlatmak. [DS] 2. gçsz. f. (Ekin için) iyice kök salmak, çanaklık, -ğı [çanak-lık] is. 1. Çanak konulan yer. 2. dnz. Gemi direklerindeki gözetleme yeri. S çanak lık feneri, dnz. E skiden kum andan g em ilerin d e kum andan fo r s u an lam ın a g eceley in ça n a k lık a r k a sın d a y a kılan fe n e r e verilen ad. çanakpara, [çanak + Far. pare] {ağız} is. Üzüm sık makta kullanılan araç. [DS] çanaksı, [çanak-sı] sf. Çanağa benzeyen; çanak gibi. S çanaksı hücreler, anat. S algı o la c a ğ ı an şişen ve b elirli b ir h a cm e ulaştıktan so n r a içlerin d eki salgıyı bo şa ltan bezler. çanakte, [? çanakte] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çanavar, [Far. cân-âver => çanavar] {ağız} is. 1. Ca navar; kurt; böri. 2. sf. (Kişi için) aç gözlü. [DS] çanayaz, [çm+ayaz] {ağız} is. Açık, mehtaplı ve çok soğuk gece. [DS] çancaşı, [? çancaşı] {ağız} is. Kırağı. [DS] çancı, [çan-cı] is. 1. Çan üreten ya da satan kimse. 2. Çan çalmakla görevli kişi.
ÇAN
çançala, [Güre, çançala] {ağız} is. İki yaşındaki to sun. [DS] çançan, [çan (yans.) > çan+çan] is. Dedikodu; lakla kıyat. S çançan çarık, {ağız} H akkın d a ded ikod u çıkan. [DS]|| çançan gara etmek, {ağız} D edikodu yaym ak. [DS] çançık, -ğı [çanç-ık] {ağız} is. Ağaç perçin. [DS] çançkır, [çanç-kır] {ağız} is. Küçük çağlayan. [DS] çançnıak, [sanç-malc > çanç-mak] {ağız} gçl. f . [ - a r ] 1. Batırmak. 2. gçsz. f . Böğrü, yanı sancımak. [DS] çançu, [Çin. chan chou] {eT} is. Erişte hamuru açılan oklava. [DLT] çançuk, -ğu [çanç-uk] {ağız} is. Çekiç. [DS] çançun, [çan (yans.) > çan+çun] is. Dedikodu, çançur, [? çançur] {ağız} is. Kırmızı siyah erik. [DS] çanda, [çat-mak > ça(n)t-mak ? > çanda] {ağız} is. Duvarları birbirine geçme kalaslarla yapılmış ev. [DS] çandallam a, [çandal-la-ma] {ağız} is. Seyrek ve kaba dikiş. [DS] çandallam ak, [çandal-la-mak] {ağız} gçl. f. [ - r ] [l(ı)-y or] Seyrek ve kabaca dikmek. [DS] çan d ar2, [? çandar] {ağız} sf. Yarı kurumuş; nemli. [DS] çan d ar2, [eT. *çand-mak > çand-ar] {ağız} is. 1. Y a ğ sız et. 2. zool. Karaman ile dağlıç cinsi koyunlardan doğan melez koyun ırkı. [DS] çandavul, [Moğ. çağdağul (nöbetçi) [TUNA] J jl-i^ ] {eAT} is. Artçı, çandı, [çat-mak > ça(n)t-mak ? > çandı / çantı] {ağız} is. 1. Direk başlığı. 2. Bağdadi. 3. Kuyu ağzına ve baca başlarına tahtadan yapılmış kapak. 4. Dam ve çatıların üzerinden açılan pencere. 5. Duvarları bir birine geçme tahtadan yapılmış ev veya herhangi bir yapı. 6. Hayvan barınağı olarak yapılan yayla ağılı. 7. Duvar. 8. Köşe. 9. Tavan. 10. Hayvanın iki yanma vurulan yük. [DS] S çandı ev, {ağız} D u var ları birb irin e g eçm e kalın tahtalardan y a p ıla n ev veya yapı. [DS]|| çandı samanlık, {ağız} A ğ a çları üst üste d izm ek su retiyle y a p ıla n sam an lık. [DS] çan d ır1, [eT. *çand-mak (caym ak) [Clauson] > çand ır] sf. 1. (Koyun, keçi, köpek vb. için) ırkı karışık; melez. 2. (Ağaç için) aşılanmamış; yabani. 3. {ağız} (Kişi için) dik başlı; kavgacı. [DS] 4. {ağız} (Hay van için) ürkek. [DS] 5. {ağız} Yarım; bitmemiş. [DS] 6. (kişi için) gök gözlü. 7. (Kişi için) ince uzun bacaklı; cılız. 8. {ağız} (Kişi için) piç; edepsiz; yabani. [DS] 9. {ağız} is. Boz renkli bir tür kuş. [DS] S çandır baba, {ağız} fo lk . Ç ocu kların yağm u r y a ğ m a sı için y a p tık la rı tören ve bu tö ren d e taşınan ku kla adam . [DS] çandır2, [çadır > çandır] {ağız} is. Keçe. [DS] çandırJ, [? çandır] {ağız} is. Mısır ekmeği. [DS] çandıra, [? çandıra] {ağız} is. Bir gemiyi karinaya basmak için direğe destek olan ek direk. [DS]
ÇAN
çandırm a, [Fr. gens d’armes] fağızj is. Jandarma. [DS] çandışm ak, [*çand-mak (caym ak) > çand-ış-mak] {eT} işteş, f i [-u r] 1. Karşısındakini caydırmak için birbirine karşı sertleşmek. 2. Birbirinden caygmlık göstererek kaçınmak; çekinmek. [DLT] çandm ak, [*çand-mak] {eT} gçsz. fi. [-u r] Caymak. [Clauson] ça n d tu rm a k , [*çand-mak (caym ak) > çand-tur-mak] {eT} g ç l . f [-u r] Caydırmak. [Clauson] çandu, [çat-kı / çat-ku > çandu ?] {ağız} is. Duvar. [D S ]
çandur, [eT. *çand-mak > çand-ır > çand-ur] {ağız} is. Uzun boylu adam. [DS] çane, [Far. çâne 4il=r] {OsTj is. Çene, çaneşmek, [çang-aş-mak > çaneş-mek] {ağız} dönşl. f H r ] (İp için) dolaşmak. [DS] çanfır, [Far. çenber => çanfır] {ağız} is. Patiska. [DS] çan g1, [çan / çang / çank / çen / çın / çıng / çınk / çin / çing (yans.)\ is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ça n g -a m anga, çan g -ar-a, çan g-ıl-da-k, ça n g -ış-m ak çang2, [çan / çang / çank / çeng / çın / çmg / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çang-a, çan ga l çungal, çang-ıl-tı, çarıg-ır çungur, ça n g -a l m an g a l, çan g-ır-da-m ak, çang-ır-tı çang3, [çang / çeng / çen (yans.)] is. Küçük köpek ve benzeri hayvanların bağırışlarım, havlamalarını anlatan kök. [Zülfikar] çan g -ı-la-m ak çang4, [Çan. cheng / Far. çang / Ar. şanc] (çan) is. 1. {eT} Küçük çan; çan. [Gabain] [EUTS] 2. {ağız} İçi oyularak kurutulmuş patlıcan. [DS] 3. {ağız} Değir mende tahılın bittiğin haber veren, taş üzerine sar kan ipe bağlı maden parçaları. [DS] S1 çan çangara etmek, {ağız} D edikodu yaym ak. [DS] çang3, [Far. çâh => çan] (çan) {ağız} is. Lavabo; banyo. [DS] çang6, [cağ / çağ / çan] (çan) {ağız} is. Kağnıda yan lara konan ağaç. [DS] çan g a1, [çang-a] {ağız} is. Küçük bakraç; kova. [DS] çanga , [çang-a] {ağız} is. Köşe; dönemeç. [DS] çangak, [yang-ak > çang-ak] {eT} is. Yan taraf. çan gal1, [çan-al] {eT} sf. Şer; yaramaz. [DLT] çangal2, [Far. çengâl => / çang (yans.) > çangal / çangal] {ağız} is. 1. Dallı budaklı, eğri ağaç. 2. Fa sulye sırığı. 3. Tarlayı korumak için dallı budaklı ağaçlardan yapılmış çit. 4. Çengel. 5. Sucuların su taşımakta kullandığı ucu çengelli omuz değneği. 6. Boyunduruk. 7. İnce kemikleri çıkmış olan zayıf hayvan. 8. Kuzusu ölmüş sağmal koyun. 9. Zayıf fakat büyük boynuzlu öküz. 10. spor. Ayakta güre şirken rakibin koltuğu altından bir kolu sokarak bir
OlMIİİMESöM. ayakla da o güreşçinin bacağına çengel taktıktan sonra onu öne doğru eğip başının üzerinden atma oyunu; çelme takma. 11. Dere dibi. 12. sf. Eğri. 13. Dallı budaklı. [DS] S1 çangal almak, {ağız} Ç elm e takm ak. [DS]|| çangal çalm ak, {ağız} Kuyuya düşen b ir şey i ucu çen g elli bir s o p a ile alm a y a çalışm ak. [DS]|| çangal çımbal, {ağız} (H ayvanlar için) çeşitli n ed en lerle üst üste toplan ıp yığılm ak. [DS]|| çangal çungal, {ağız} 1. Salkım salkım . 2. K arm akarışık. 3. E ğri büğrü. 4. Ç engelli. [DS]|j çangal fasulyesi, {ağız} S ırık fasu ly esi. [DS]|| çangal mangal, {ağız} K arm akarışık. [DS] çangala, [Far. çeğâle => çangala] {ağız} is. Çağla. [DS] çangalak, -ğı [çang-ala-k] {ağız} is. 1. Y er elması. 2. Keçi veya koyun gibi hayvanların kıvrılmış boynu zu. [DS] çangalaz, [çangal-az] {ağız} sf. Yaramaz. [DS] çangalh, [çangal-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) yaramaz; kötü karakterli. [DS] 2. Karışık; çapraşık. S çangallı çungallı, {ağız} (A ğaç için) dallı budaklı. [DS] çangara, [Yun. tsingara] {ağız} is. Gürültü; kavga. [DS] çangaza, [Yun. tsingara] {ağız} sf. 1. Gürültücü; kav gacı. 2. Geveze. [DS] çangazılanm ak, [cangaz-ı-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Gevezelik etmek. [DS] çangdavul [Moğ. çağdağul / çağdavul / çındavul / çandavul] {eT} is. Artçı; dümdar. [Nevâyî] çanggal, [çan(g)-al] (çan gal) {ağız} sf. (Ağaç, çalı vb. için) eğri büğrü ve dallı budaklı. [DS] S1 çangal çungal, {ağız} Salkım salkım . [DS]|| çangal mangal, {ağız} K arm akarışık. [DS] çangı, [Far. çengi / çang-ı] {ağız} is. Kötü adam. [DS] çangıl, [çang (yans.) > çang-ıl] is. Çınlama biçimin de çıkan sesleri anlatan yansımalı gövde. S1 çangıl çungul, 1. Ç ok d eğ işik ça n ve ben zeri a ra çla rın b irlikte çıkarm ış oldu kları veya k a b a ve çirkin ses. 2. sf. K arm akarışık. 3. zf. Ç o k d eğ işik biçim d e ve ton da s e s çıka ra ra k. çangılamak, [çan > çan-î-lâ-mak] (ça h ı:la :m a k ) {eT} gçsz. f i [ - r ] 1. (Köpek için) dövüldükten sonra ba ğırmak; çenilemelc. 2. (Kişi için) kötü sözler söyle yerek bağırmak; cengildemek. [DLT] çangıldak, -ğı [çang (yans.) > eT. çanı-la-mak > çang-ıl-da-k] {ağız} sf. Geveze. [DS] çangıltı, [çang (yans.) > çang-ıl-tı] {ağız} is. Zil sesi; çan sesi. [DS] çan g ır1, [çang (yans.) > çang-ır] is. Çınlama biçi minde çıkan sesleri anlatan yansımalı gövde, ö çangır çungur, (B irbirin e ça rp m a vey a düşm e yü zünden) k arışık ve h o ş olm ayan se s çıkararak. çangır2, [çang-ıl > çan-gır] {ağız} is. Fasulye sırığı. [DS] çangırdam a, [çang (yans.)> çang-ır-da-ma] is. “Çan gır!” sesi çıkarma eylemi.
o iu m
r a M
.8 8 1
çangırdam ak, [çang (yans.) > çang-ır-da-mak] gçsz. f i [- r ] [-d (ı)-y o r] (Madenî şeyler düşerken veya birbirine çarparken) gürültü çıkarmak, çangırtı, [çang-ır-tı] is. Çangırdama sesi, çangırdam ak, [Erme, cangart (pen çe) > çangırt-lamak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Tırnakla çiz mek; tırmalamak. 2. Çiziktirmek; çizgilerle zede lemek. [DS] çangışmak, [çang (yans.) > çang-ış-mak] {ağız} işteş. fi. [-ır] Dövüşmek. [DS] çanglak, -ğı [çağ-la-k > çanlak] {ağız} is. Çağlayan ların döküldüğü bataklık yer. [DS] çanglı, [çan (zil) > çan-lı] {eT} sf. Bir çocuk oyunu olan “çanglı manglı” adında geçen söz. [DLT] çanglık, -ğı [çan (zil) > çan-lık JİS^-] (çanlık) {eAT'} is. Çan kulesi, çangşı, [Çin. ch’ang shih => çangşî] (çafışv.) {eT} is. Üst düzey resmî tarihçi; vakanüvis. [EUTS] çangşu, [Çin. ch’ang shih ? => çangşü] (çah şu :) {eT} is. Kısa kadın üst giysisi; kısa hırka; tunik. [DLT] çangu, [çanğ-u
U-] {eAT} is. Söyleşme.
çanguş, [Erme, cank (tırnak)] {ağızf is. Tırnak. [DS] S çanguş etmek, {ağız} T ırnakla sökm ek. [DS] çanguşlamak, [çanguş-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r [l(u )-yor] Tırnakla sökmek. [DS] çanğlağa, [çağ-lağı > çanğlağa] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çanıldamak, [çang (yans.) > can-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-(ı)-y o r] Sürekli olarak yüksek sesle konuşmak; ileri geri söylenmek. [DS] çanıldatmak, [çang (yans.) > çanıl-da-t-mak] gçl. fi. [-ır ] (Çan vb. için) çaldırmak; ses çıkarttırmak, çanışlamak, [Yun. tzannis => çanış-la-mak] gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] Bilincini yitirmek; bunamak, çanıltı, [çan (zil) > çan-ıl-tı] {ağız} is. Çan sesi. [DS] çanışlamak, [çanıs-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Bilincini yitirmek; bayılmak. [DS] çanişir, [? çanişir] {ağız} is. Evin en güzel odası. [DS] çank1, [çan / çang / çank / çen / çm / çmg / çmk / çin / çing (yans.)] is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çan k-a-m a, ça n k -az -a çank2, [çan / çang / çank / çeng / çm / çmg / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] ç a n k -a çank, -gı [Erme, cank] {ağız} is. 1. Keskin tırnak. 2. Pençe. [DS] çanka, [çank (yans.) > çank-â] {eT} is. 1. Bir tür tuzak. [DLT] 2. {ağız} Bakraç; kova. [DS] çankal1, [çank (yans.) > çank-al Jli^ -] {eAT} sf. 1. Eğri. 2. is. {ağız} Dallı budaklı, eğri ağaç. [DS] 3. {ağız} Zayıflıktan kemikleri çıkmış insan ya da
ÇAN
.
hayvan. [DS] 4 {ağız} Cılız, arık, büyük boynuzlu öküz. [DS] S çankal çunkal, {ağız} 1. K a rm ak arı şık. 2. E ğ ri büğrii. [DS] çankal2, [çank-al ? ] {ağız} is. Kuzusu ölmüş sağmal koyun. [DS] çan k al’, [çan+kale ?] {ağız} is. En yüksek kaya. [DS] çankam a, [çank-a-ma] {ağız} is. Ağız kavgası. [DS] çank ar, [çank-ar] {ağız} is. Yamru yumru oluş bildi ren gövde. S çank ar çunkar, {ağız} Yamru yumru. [DS] çankaş, [çank (yans.) > çank-a-ş] {ağız} sf. Becerik siz; sakar. [DS] çankaza, [Yun. tsingara] {ağız} sf. 1. Gürültücü; kav gacı. 2. Geveze. [DS] çankıl, [çank (yans.) > çank-ıl] {ağız} is. Kaba ve gürültülü ses. [DS] çankıldak, -ğı [çank (yans.) > çank-ıl-da-k] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çanklam ak, [çank-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)~ y o r ] Tırmalamak. [DS] çankurm ak, [çank (yans.) > çank-ur-mak] {ağız} gçsz. fi. [-u r] (Köpek için) can acısından havlamak; haykırmak. [DS] çanlağa, [çan-lağa] {ağız} is. Gerdan. [DS] çanlağı, [çağ-la-ğı > çanlağı] {ağız} is. Çağlayan.[DS] çanlak, -ğı [çan-la-k] {ağız} is. Çağlayan suyunun döküldüğü bataklık. [DS] çanlam ak, [çan (yans.) > çan-la-mak / çan-na-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(t)-y o r] Dedikodu yaymak. [DS] çanlanm ak, [çan (3ww.,)>çan-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] Dile düşmek; yayılmak. [DS] çannam ak, [çan (yans.) > çan-la-mak] gçsz. fi. [ - r ] [n (ı)-yor] Çınlamak; çalmak, çanp ara, [Far. çâr-pâre] {ağız} is. 1. Çalpara. 2. Ara baların ses çıkarması için tekerleklere konulan de mir levha. [DS] çanpır, [Far. çenber => çanpır] {ağız} is. Beyaz pa tiska. [DS] çanpırı, [Far. çenber => çanpırı] {ağız} is. Beyaz pa tiska. [DS] çanpur, [Far. çenber => çanpur] {ağız} is. Beyaz pa tiska. [DS] çanşak, -ğı [çağ-(ı)ş-a-k > çanşak] {ağız} is. Koyunlarm kuyruk altlarında kurumuş pislik topakları. [DS] çanşır, [Ar. çavşır / Far. gavsir] {ağız} is. bot. -*■ cavşir, (O popon ax chironium ). [DS] çanta, [Moğ. cuntay (yün torba) > çantay / Roman, gentâ [Doerfer] > çanta] (ça ’nta) is. Deri, bez, plas tik vb. maddelerden çeşitli büyüklüklerde yapılan ve içinde eşya, giyecek, evrak gibi şeyler taşman bir tür torba. S çantada keklik, E ld e edilm iş sa y ı lan şey. çantacı, [çanta-cı] is. 1. Çanta yapan veya satan kim se. 2. Avcılıkta avcının yanında dolaşarak av çanta-
OluraIM S S M .
ÇAN sim taşıyan kimse. 3. tor. Padişah saray dışında bulunduğu sırada, altın dolu çantasını taşıyan me murlara verilen ad. çantacılık, -ğı [çanta-cı-hk] is. Çanta yapma ve sat ma işi. çantak, -ğı [? çantak] {ağızj is. Dallı budaklı ağaç. [DS] çan tal’, [Sansk. candâla] {eT} is. Cellat. [EUTS] [Gabain] çantal2, [çan+dal ?] is. Ü ç etek denilen kadm elbise si; {ağız} (aynı). [DS]
lerin genişliği; kutur. 2. Büyüklük; hacim. 3. m e caz. Ölçü, değer. 4. Bir damarın veya iç organın iç açıklığı. 5. Tapuya kaydolunan taşınmazın harita daki yerini ve durumunu gösteren çizili belge. 6. mat. Bir dairenin, kapalı eğrinin veya bir kürenin merkezinden geçen ve o eğrinin çevresi ile sınırlı doğru parçası. 7. Bir silahın namlusunun iç ölçüsü. 8. {ağız} En ve boy. [DS] 9. Arazi ölçme işi. 10. Öl çü; mikyas. 11. S çapını açm ak, {ağız} H ızlan dır m ak. [DS]|| çap ucu, mat. B ir ç e m b e r y a d a küre üzerinde ça p ın eğ riyi k estiğ i noktalar.
çantalı, [çanta-lı] sf. Çantası olan; çantası bulunan,
çap5, [çap] {ağız} is. Kor.
çantasız, [çanta-sız] sf. taşımayan.
çap 6, [çap] {ağız} is. Toprak tencere; güveç. [DS]
Çantası
olmayan;
çanta
çantay, [Moğ. çantay] {ağız} is. 1. Büyük keten tor ba. 2. Bavul. [DS] ça n tı1, [çat-malc > çat-kı > çantı] {ağız} is. 1. Ağaçtan yapılmış duvar. 2. Bağdadi. 3. Köşe. 4. Saçak. 5. Baca. 6. Balkon. 7. Tavan. [DS] S çantı arası, {ağız} Tavan arası. [DS]|| çantı başı, {ağız} K ö ş e başı. [DS]|| çantı ev, {ağız} D uvarları birbirin e g eçm e k alın k erested en yap ılm ış ev veya duvar. [DS] çantı2, [çat-ı > çantı] {ağız} is. anat. Leğen kemiği. [DS] çantıJ, [? çantı] {ağız} is. Sırıkları birbirine vurmak suretiyle oyanan bir oyun. [DS] çantılı, [çatı-lı > çantı-lı] {ağız} sf. (Yapı için) üzeri kapalı. [DS] çantıras, [? çantıras] {ağız} sf. Yabancı. [DS] çantik, -ği [çanta > çantik] {ağız} is. Küçük torba; çanta. [DS] çantu, [çandı / çantu] {ağız} is. Duvarları birbirine geçme kaim tahtalardan yapılmış ev. [DS] çanturm ak, [*çand-mak (caym ak) > çand-ur-mak / çm-dır-malc] {eT} g ç l . f [-u r] Caydırmak. [DLT] çao, [? çao] {eT} is. Bir tür para ve birimi. [EUTS] ç a p 1, [çab / çalp / çap / çıp / çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareketler sonucunda oluşan ya da el ve ayakla oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfikar] ç a p çap, ç a p -a çap -a, çap a+ çu l, çap-ak-la-n -m ak, çap-ıl-m ak, çap-ın-m ak, çap-ıt-m ak, çap-kın -la-ş-m ak, çap-kın S çap çap, {eAT} Ş a p ır şapır. çap 2, [çap (yans.)) {eT} is. Vurma ya da yemek yeme sırasında çıkan sesleri yansıtan kök. S çap çap, {eT} 1. K a m çı sesi. 2. D u d ak şapırtısı. [DLT] 3. (Yeni yürüyen ç o cu k la r için) p a t p a t ses ç ık a ra ra k ; yalpalayarak.\\ çap çap yemek, {eT} Ş ap ır şupur yem ek. [DLT] çap 3, [çap / çep / çıb / çib / çip / çüp (yans.) is. El çırpma ve alkışlama sesini ve hareketini anlatan kök. [Zülfikar] çap-an , ça p -an etm ek, çap-ık, ça p -ık çalm ak. çap4, [Erme, ç ’ap (ölçü, p er g el) [Tietze]] is. 1. Cisim
çap 7, [çap] {ağız} is. ince kuru ağaç. [DS] çap 8, [çap] {ağız} is. Sıva. [DS] çap9, [Moğ. çap (yalan)] {ağız} is. 1. Hile. 2. Dolan dırma. [DS] S çap yapm ak, {ağız} Söz verdiği işi y a p m a m ak ; sözünden dönm ek. [DS] ça p 10, [Far. çep (sol)] {ağız} sf. 1. Ayları; eğri; dola şık. 2. Testere dişlerinin sağa sola açıklığı. [DS] S çap demiri, {ağız} T estere d işlerin i s a ğ a s o la bü ke r e k a ç ık lık verm eye y a ra y a n a ra ç. [DS]|| çap git mek, {ağız} Zıt gitm ek. [DS] çap 11, [çap] {ağız} is. Hile. [DS] çap 12, [çap] {ağız} is. Yön. [DS] ça p 13, [çap] {ağız} is. 1. Deste; bağ; çile. 2. sf. Bir avuç miktarında. [DS] çap a1, [İt. zappa => çapa] is. 1. Tarla ve bahçelerde toprağı işlemekte kullanılan ağaç saplı eğik ağızlı kazı aracı. 2. Kolları dibe gömülerek gemiyi tutan iki ve daha çok kollu gemici aracı; demir. 3. {ağız} Çengelli iğne. [DS] 4. {ağız} Göğse takılan süslü iğne. [DS] 5. .{ağız} İri dişli tarak. [DS] 6. {ağız} Kesmez, kör keski. [DS] çapa-, [İt. ciappa / Yun. tsâpa => çapa] is. 1. Gemi kirişi. 2. {ağız} İnce uzun tahta parçası. 3. 8 x 1 6 * 4 0 0 cm. boyutlarında kalas. [DS] çapa3, [Far. çâpâ] {ağız} is. A v köpeği. [DS] çapa4, [? çapa] {ağız} sf. Tüysüz. [DS] çap a5, [çapa] {ağız} is. Ölçeğin sekizde biri. [DS] çapacı, [çapa-cı] is. Tarla ve bahçelerde çapa ile tarım işinde çalışan işçi; rençper, çapacılık, -ğı [çapa-cı-lık] is. Çapacının yaptığı iş. çapaçul, [çap (yans.) > çapak+çul / Far. çepân (eski) + çül] sf. Kılık ve kıyafeti dağınık, özensiz; derbe der; hırpani. çapaçulluk, -ğu [çapaçul-luk] is. Kılık ve kıyafetteki dağınıklık, özensizlik; derbederlik, çapadüşmek, [çap-mak + düş-melc
4.U-] {eAT}
g ç l . f [ - e r ] Yağm â etmeğe başlamak, çapah, [çap-alc > çapah] {ağız} is. - * çapak1. [DS] çapahlanm ak, [çapak-la-n-mak > çapah-la-n-mak] {ağız} d ö n şl.f. [-ır ] (Göz için) çapaklanmak. [DS]
İ M
İ K
ÇAP
B Ü K . 883
çapak 1, [eT. çelp-ek > çap-ak j U ] is. 1. Meibous bezlerinin salgıladığı, göz kapaklarının kenarların da biriken sarımsı yapışkan madde. {eT} {ağız} (ay nı) [DS] 2. {eT} Gözdeki yaşlık veya pislik. 3. {ağız} Göze inen beyaz perde. [DS] 4. Madenler dövülür ken meydana gelen ince parçalar. 5. İşlenen, dökü len metal eşyadaki pürüzler. 6. Matbaacılıkta bir baskıda görülen leke. 7. {ağız} Pantolon, şalvar, çakşır bacaklarının arasına konulan üçgen parça. [DS] 8. {ağız} Don yağı. [DS] fi1 çapağını silmek, {eAT} Pürüzünü g iderm ek. çapak2, [ç^p-mak > çap-ak > çab-ak] {eT} is. z oo l. 1. Küçük bir balık, (A bram is bram a). 2. {ağiz} Tatlı su balığının iri pullusu. [DS] S çapak balığı, {ağız} 1. Sazan türünden, karn ı kan atlı ve sa rı p u llu tatlı su balığı. 2. Sazan ve yayın balığ ı yavrusu. [DS] çapak3, -ğı [çap (yans.) > çap-ak] {ağız} is. 1. Dış kabuk. 2. Selin getirdiği çöpler. [DS] çapak4, -ğı [Far. çârkab (kıym etli kum aş) j —~j {ağız} is. 1. Tarak ve gücüden geçirilen ip. 2. {eAT} Çok ince dokunmuş bir tür bez; patiska. [DS] çapaklanış, [çapak-la-n-ış] is. Çapaklanma eylemi veya biçimi. çapaklanm a, [çapak-la-n-ma] is. Çapaklı duruma gelmek işi. çapaklanm ak, [çapak-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Ça paklı duruma gelmek, çapaklı, [çapak-lı] sf. 1. Çapağı olan. 2. Pürüzlü; karışık. 3. {ağız} (Kadın için) ahlaksız. [DS] çapaksız, [çapak-sız] sf. Çapağı olmayan, çapala, [Far. pâ-çıle => çapala] {ağız} is. Çarık. [DS] çapalah, [çapak > çapalah] {ağız} is. çapak. [DS] çapalam a, [çapa-la-ma] is. Toprağı çapa ile kabart ma işi. çapalam ak1, [çapa-la-mak] gçl. f. [ -r ] [-l(ı)-y o r] Toprağı çapa ile kabartmak ve yabancı otlardan temizlemek. çapalam ak2, [çap (yans.) > çaba-la-mak > çapa-lamak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Uğraşmak; di dinmek; çabalamak. [DS] çapalam ak3, [çap-mak > çap-a-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Ustaca aramak. [DS] çapalanış, [çapa-la-n-ış] is. Çapalanmak eylemi veya biçimi. çapalanm a, [çapa-la-n-ma] is. Çapalanmak işi. çapalanm ak, [çapa-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] (Tarla ya da bahçe-toprağı) çapa ile kabartılmak ve otları ke silmek. çapalatm a, [çapa-la-t-ma] is. Toprağı çapa ile ka barttırmak işi. çapalatm ak, [çapa-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Toprağı çapa ile kabarttırmak; çapa yaptırmak, çapalı, [çapa-lı] sf. 1. (Bağ, bahçe ya da tarla için) çapası yapılmış. 2. Çapası olan.
çap an 1, [çap-mak > çap-an] is. Atlı haberci, postacı; ulak. {eAT/ (aynı) [DK] çapan2, [çap (yans.) > çap-an] {ağız} is. El çırpma; alkış. [DS] S çapan etmek, {ağız} A lkışlam ak. [DS] çapan3, [çap-mak > çap-an] {ağız} is. 1. Düğün ye meği yapan aşçı. 2. Kadm. [DS] çapan4, [çap-an] {ağız} sf. Engelli; tehlikeli. [DS] çapan5, [Moğ. çapan] {ağız} is. 1. Ceket 2. Kaput be zi. [DS] çapan6, [çap-an] {ağız} is. Yaş ağaçtan eğilerek ya pılan, çiftçilikte saban ile boyunduruğu birbirine bağlayan araç. [DS] çapana, [? çapana] {ağız} is. Kapı menteşesi. [DS] çapana, [Far. paçîle] {ağız} is. Eski Ayakkabı. [DS] çapana, [çapan] {ağız} is. Çapak. [DS] çapanak, -ğı [çap-mak > çap-an-ak] {ağız} is. Kaçak mal. [DS] çapanakh, [çapan-ak-lı] {ağız} sf. Beceriksiz. [DS] çapanoğlu, [çapan+oğ(u)l-u (Yozgat ta rafların d a bey lik yap m ış olan Ç apan oğ u lları ailesin in a d ın dan)\ is. İnsanın başına bela açacak durum. S çapanoğlunun abdest suyu gibi, (Sıvı iç e c e k le r için) ç o k sulu, iyi hazırlan m am ış ve bulanık. ç a p a r1, [çap-mak (koşm ak, hızlanm ak) > çap-ar / çap-an / Far. çâpâr j^U-] is. 1. Atlı haberci, postacı; ulak. {eAT} (aynı) [DK], 2. {ağız} Takadan büyük tek direkli bir tür kayık. [DS] 3. {ağız} Baş ve kıçı yuka rı kalkık mavna. [DS] fi1 çap ar g ap ar (kapar), {ağız} B ecer ik li av köpeği. [DS]|| çapar ulak, {eAT} H a b eri ç a b u k u laştırm ak için h e r m enzilde atı ve bin icisi değ işen p o s ta ; tatar. çap ar2, [Far. çepâr (iki renkli) jL»-] sf. 1. (Kişi için) çok sarışın veya açık renk gözlü. 2. {ağız} (Hayvan için) karışık renkli; alaca; benekli. [DS] 3. {ağız} Çilli. [DS] 4. {ağız} (Hayvan için) kula renkli. [DS] 5. {ağız} (Köpek için) boz ve siyah karışımı renkli. [DS] 6. {ağız} (Tavuk için) karışık renkli tüyleri olan. [DS] 7. {ağız} (Hayvan için) beyazı çok, kır renkli. [DS] çap ar3, [çopur > çapar] {ağız} is. Çiçek bozuğu yüz. [DS] çap ar4, [çap-mak > çap-ar] {ağız} sf. 1. (Kişi için) huysuz; ters. 2. Sakar. [DS] çapar çavuş, {ağız} (K işi için) h e r şe y e burnunu sokan . [DS] çap ar5, [çap (yans.) > çap-ar] {ağız} sf. 1. Sırnaşık. 2. Cesur. [DS] çap ar6, [çap (yans.) > çap-ar] {ağız} is. Kolan doku makta kullanılan, deve derisinden yapılma, her de liği 5 cm. boyunda dörtgen aygıt. [DS] çap ar7, [çap (yans.) > çap-ar] {ağız} is. Maşrapa. [DS] çap ara, [İt. chiaparin] {ağız} is. -*• çapari. [DS] çaparaz, [Far. çep-râst (sol-sağ ) c —lj^ -] {ağız} sf. 1. Hileli. 2. (Kişi için) zarar verici. [DS]
ÇAP
Ö IÜ M IÜ R S Ö M .
çaparazluh, [çaparaz-luh] {ağız} is. Sırnaşıklık. [DS] çaparhane, [çapar + Far. hâne üU-jUU-] (ça p a r h a :ne) {OsT'} is. 1. İmparatorluk döneminde haberleş me ile görevli kişilerin atlarının durduğu barınak. 2. Posta güvercinlerinin barınağı, çaparıs, [Far. çep-râst
1 ^ ] {ağız} is. Taşlı ve sarp
dere. [DS] çaparız, [İt. impazzare / Far. çep-râst
sf. 1.
{eAT} Güç; çapraşık. 2. {ağız} (Kişi için) borcuna sadık olmayan. [DS] 3. is. Tokat; vuruş. 4. argo. Flerhangi bir konuda engel doğuran karışıklık. 5. {ağız} İçinden çıkılamayacak karışık iş. [DS] 6. {ağız} Engel. [DS]
çaparızlanm ak, [çaparız-la-n-mak j^jJjjL^-] {eAT} dönşl. f i [ -ır ] Güç ve karışık duruma gelmek, çaparızlık, -ğı [çaparız-lık j i j / y r l {eAT} is. 1. Güç lük; çapraşıklık. 2. argo. Engel; zorluk, çapari, [İt. chiaparin (iğne takım ı)] is. dnz. Pek çok iğne bağlanmış olta, {ağız} (aynı) [DS] çapariz, [İt. impazzare / Far. çep-râst] is. -+ çaparız, çap ark ır, [çapar+kır] {ağız} sf. (Hayvan rengi için) beyazı çok olan kır. [DS] çaparoz, [İt. impazzare / Far. çep-râst jjL ^ ] is. ->■ çaparız. çaparuz, [İt. impazzare / Far. çep-râst jjL?-] is. -*■ çaparız. çaparya, [? çaparya] {ağız} is. Bir balık türü. [DS] çapasız, [çapa-sız] sf. 1. (Tarla ve bağ, bahçe için) çapası yapılmamış. 2. Çapa bulunmayan, çapavul, [çap-mak + Moğ. -avul] {eTf is. 1. Akıncı. [Nevâyî] 2. Yağma için düşman topraklarına saldı ran askerî birlik ve bu birlikte bulunan kişi. çap çak 1, -ğı [çap-mak > çap-çak ı3W=^-] is. 1. {eAT} Ağaçtan, özellikle de çamdan oyularak yapılmış yayvan su kabı; çamçak; çömçek. 2. {ağız} Ağzı açık fıçı; çam bardak. [DS] 3. {ağız} Şıra süzmekte kullanılan aygıt. [DS] çapçak 2, -ğı [çabuk-cak] ( ç a p ç a k ) {ağız} zf. Çarça buk; tez. [DS] çap çak 5, -ğı [çapçak] müz. Birkaç neyin birbirine ve hepsinin bir boruya bağlanması suretiyle meydana getirilmiş bir müzik aleti, çapçı, [çap-cı / çap-çı] {ağız} is. Dolandırıcı. [DS] çapçık, -ğı [çabuk-cak] (ça ’p çık ) {ağız} zf. Çarçabuk; tez. [DS]
çapgm , [çap-mak > Çağ. çapkun > çap-ğm jy ^ r ] sf. 1.
{eAT} (At için) hızlı koşan. 2. {ağız} Çapkın. [DS]
çapgut, [çap-mak > çap-ğut] {eT} is. 1. Küçük kumaş parçası; çaput. 2. Şilte. [DLT] çaphın, [çap (yans.) > çap-km > çap-hm] {ağız} is. Alkış. [DS] S çaphın çalm ak, {ağız} A lkışlam ak. [DS] çap ı1, [çap-ı] {ağız} is. Meyve toplamakta kullanılan çift ayaklı merdiven. [DS] çapı2, [çap (yans.) > çap-ı] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çapı3, [çap (yans.) > çap-ı] {ağız} is. Küçük köpek. [DS] çapı4, [çap-ı] {ağız} is. Testere ağzı; yiv. [DS] çapıçak, -ğı [çabuk-cak > çapıcak] {ağız} z f Çarça buk. [DS] çapıda, [çap (yans.) > çap-ıt-mak > çapıda] {ağız} sf. (Kadın için) beceriksiz. [DS] çapık 1, -ğı [Çağ. çapuk] {ağız} is. Pantolon vb. giye ceklerin iki paçası arasına konulan üçgen parça.
[DS],
çapık2, -ğı [çap (yans.) > çap-mak > çap-ık] {ağız} is. Alkış. [DS] çapıkJ, -ğı [Erme, ç ’ap’uk] {ağız} is. Üstü açık, kolay taşınan kollu sepet. [DS] çapık4, -ğı [çabuk > çapık] {ağız} zf. Çabuk; tez. [DS] çapıl, [çap (yans.) > çap-ıl] {ağız} is. Sulu batak. [DS] çapıl, [çap-mak > çap-ul > çap-ıl] {ağız} is. Yağma; ganimet; çapul. [DS] çapıla, [Far. pâçîla] {ağız} is. Uçları kıvrık ayakkabı; yemeni; çapula, çapılacı, [çapıla-cı] {ağız} is. Çarık ve yemeni satan kimse; yemenici. [DS] çapılam ak, [çap (yans.) > çap-ı-la-malc] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] İşi tam olarak anlamak. [DS] çapıldam ak, [çap (yans.) > çap-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-d (ı)-y o r] (Suya düşen nesne için) ses çıkarmak. [DS] çapılış, [çarp-ıl-ış] is. Çarpılma eylemi veya biçimi. çapılm ak1, [çap (yans.) > çap-ıl-mak] {eT} edil, f i [ur] İnce ve yumuşak çamurla sıvanmak. çapılm ak2, [çap-mak (vurm ak) > çap-ıl-mak {eT} edil. fi. 1. Boynu vurulmak. [DLT] 2. {eAT} Yağmalanmak; yağma edilmek; basılmak. [DK] çapındırm ak, [çap-mak (koşm ak) > çap-ın-dır-mak j*jJl^>-] {eAT} gçl. f i [ -ır ] Koşturmak.
çapdırm ak, [çap-mak > çap-dır-mak] {ağız} gçl. f i [ır] Koşturmak. [DS]
çapm m ak 1, [çap (yans.) / çap-mak (çırpm ak) > çapın-mak] {eT} dönşl. fi. 1. Yüzmek; suda çırpınmak. [DLT] 2. {ağız} Yapmaya çalışmak; yapmaya kal kışmak; davranmak. [DS]
çapdurm ak, [çap-dur-mak JajJu?-] {eAT} gçl. fi. [-u r]
çapınm ak2,
1. Yağmalatmak; yağma ettirmek. 2. Koşturmak; at koşturmak. [DK]
[çap-mak
(koşm ak)
>
çap-m-mak
{eT} {eAT} dönşl. fi. [-u r] 1. Hızlı hareket etmek; sür’atle koşmak. 2. İleri atılmak; saldırmak.
d im
ı »
ÇAP
m o « . 885
çapınm ak3, [çap-malc (kam çılam ak) > çap-ın-mak] {eT/ e d il.f. [-u r] Kamçılanmak, çapır, [çap9 > çap-ır] (ağız/ is. Taşlı, sarp yol. [DS] çap ıt1 [eT. çap-mak > çap-ğut > çaput / çap-ıt c~>-] is. 1. {eAT} Bez parçası; paçavra; bayağı bez. (ağız/ (aym) [DS] 2. (ağız) Çiftçilerin işe giderken çarık içine ve bacaklarına sardıkları kalın aba, yün ve örme parçalan. [DS] S1 çapıt aşı, (ağız/ Kurutulmuş a sm a y a p rağ ın d an y a p ıla n y em ek. [DS]|| çapıt gibi, {ağız/ (M eyve için) ç o k s ık ve b irb irin e girm iş. [DS] çapıt2, [çap-ıt] {ağız} is. Kalın ve kabuklu kök. [DS]
çapkın3, [çap-km] {ağız} sf. Biçimsiz yürüyen. [DS] çapkın4, [çap-mak > çap-km] {ağız/ sf. (Kişi için) kısıtlı; tutuklu. [DS] çapkınca, [çapkm-ca] zf. Çapkın bir kimseye yakışır biçimde. çapkınlaşma, [çapkın-la-ş-ma] is. Çapkın bir durum alma eylemi. çapkınlaşmak, [çap-km-la-ş-mak] Çapkınlık yapmaya başlamak,
dönşl. f.
[-ır ]
çapkınlık, -ğı [çap-kın-lılc] is. Çapkın olma durumu ve niteliği.
çapıtçı, [çapıt-çı] {ağız} is. 1. Eskici. [DS] 2. Giyim eşyasına çok düşkün olan,
çapkun, [çap-mak (koşm ak, saldırm ak) > çap-kun
çapıtgan, [çap-mak (koşm ak) > çap-ıt-ğan] {eT} sf. Çok saldıran. [DLT] (5 çapıtgan er, {eT} C ellât; boyım vuran. [DLT]
giden at. 3. m ecaz. Sürtük; derbeder; külhanbeyi; hovarda; zendost. f? çapkun etmek, {eAT} Akın etm ek.
çapıtlı, [çapıt-lı] sf. 1. Üzerinde, içinde çapıt bulu nan. 2. {ağız} m ecaz. Üstüne başına özen gösterme yen; dağınık. [DS] S çapıth çalı, {ağız} D ilek bezi b a ğ lan an ça lı veya a ğ a ç. [DS]|| çapıtlı çorba, {ağız} iç in e lâ h a n a y a p ra ğ ı kon ulan ço rb a . [DS]
çapla1, [Lat. salvia] {ağız/ is. Adaçayı, (Salvia o ffi cinalis). [DS]
çapıtm ak, [çap-mak (koşm ak) > çap-ıt-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Saldırmak; vurdurmak. [DLT] çapiç, -ci [çepiç / çapiç] {ağız} is. Üç yaşındaki keçi. [DS] çapik1, -ği [çap-mak > çap-ilc] {ağız} is. Alkış. [DS] çapik , -ği [çap (yans.) > çap-ik] {ağız} is. Alkış. [DS] çapile, [Far. pâçîla] {ağız} is. Altı kösele, üstü meşin den yapılma yumuşak ayakkabı. [DS] çapili, [? çapili] {ağız} is. Bir tutam ot. [DS] çapille, [Far. pâçîle] {ağız} is.
çapile. [DS]
çapilya, [Far. pâçîle] {ağız} is. -*■ çapile. [DS] çapilye, [Far. pâçîle] {ağız} is. - * çapile. [DS] çapka, [çapğut > çapka] {ağız} is. - * çapıt. [DS] çapkı1, [çap-mak (vurm ak) > çap-kı] {ağız} is. Y ağ ma için yapılan akm. [DS] çapkı2, [çap-kı] {ağız} is. 1. Bağdadi. 2. Çatılardaki dilmeler üzerine konulan ağaç parçaları. [DS] çapkıcı, [çap-mak (vurm ak) > çapkı-cı] {ağız} is. Akıncı; yağmacı. [DS] çapkılamak, [çapkı-la-malc] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Akın etmek; yağmalamak. [DS] çapkın1, [çap-mak (koşm ak) > çap-km
sf. 1.
(At için) hızlı koşan. 2. Koşucu. S {eAT/ H ızlı koşan at.
çapkın at,
çapkın2, [çap-mak (koşm ak, at sürm ek) > çap-km] sf. 1. Sürekli sevgili değiştiren; geçici aşklar peşinde koşan; hızlı aşk hayatı yaşayan; hovarda; zendost. 2. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara düşkünlük gös teren; sefih. 3. Hiçbir işte dikiş tutturamayan; uçarı ve haylaz. 4. (Bakış için) baştan çıkarıcı; cinsellik taşıyan. 5. {ağız} Her gördüğü eşyayı alan. [DS] 6. {ağız} Kabadayı. [DS] 7. {ağız} Açıkgöz. [DS]
j
{eAT/ is. 1. Akm; baskın. [DK] 2. Açık eşkin
çapla2, [? çapla] is. Metal levha üzerine kazıma iş lemi yapmakta kullanılan çelik kalem, çaplak, -ğı [çap (yans.) > çap-la-k] {ağız/ is. Sulu batak. [DS] çaplam a, [çap (yans.) > çap-la-ma] is. 1. Bir yontu taşının etrafında belirli kalınlıkta bir pay bırakarak yapılan profil çalışması. 2. Bir ateşli silaha veya mermiye istenilen çapı verme işi. 3. {ağız/ İnşaat larda çeşitli amaçlarla kullanılan yontulmuş ağaç. [DS] çaplam ak, [çap > çap-la-mak] gçl. f .[ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir cismin çapını ölçmek. 2. Bir ağaç tomruğu ya da taş kütleyi kabaca yontmak. 3. İmal edilen toprak, ağaç ya da metal eşyaya, tavlandıktan soma en son şeklini vermek. 4. {ağız} Demet yapmak. [DS] 5. {ağız} Eşyayı düzgünce birbiri üzerine yığ mak. [DS] 6. {ağız} spor. (Güreşçi için) rakibine şark kündesi uygulamak. [DS] çaplançanak, -ğı [çap-lan+çanak] {ağız} is. bot. Kapsülü küre biçiminde olan bir tür gelincik, (P ap a v e r rh o ea s). [DS] çaplanm ak, [çap-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] (Ağaç, kereste vb. için) çarpılmak; eğrilmek. [DS] çaplı1, [çap-lı] sf. 1. Çapı olan. 2. m ecaz. Enli; geniş. 3. (Kişi için) değerli, nitelikli, ça p lr, [Far. çep (sol, eğri) > çap-lı] {ağız} sf. 1. (Tes tere ağzı için) dişleri sağa sola açılarak ağız geniş liği kazandırılmış; keskin. 2. Eğri; çarpık. [DS] çaplı3, [çap-lı] {ağız} sf. Düzenli. [DS] çaplık, -ğı [Far. çep (sol, eğri) > çap-lık] {ağız} is. Eğrilik. [DS] çaplus, [Far. çâblüs ^^LU-] (ça .p lu .s) {OsT/ sf. Dal kavuk; yaltakçı, çapm a, [çap-mak (koşm ak, hızlanm ak) > çap-ma] is. Koşturma veya akm etme; at sürmek işi.
ÖIÜMIÜHIfSÛM. s6
ÇAP
gçl. fi [-ar] 1. {el} {eAT} (At) koşturmak; sürmek. 2. gçsz. f i Koşmak; süratle hareket etmek. (eAT) {ağız} (aynı) [DS] 3. jeAT} Dört nala yetişmek. [DK] 4 . {eTj {eAT} {ağız}
çap m ak 1,
[eT.
çap-mak
Vurmak; çarpmak; kesmek. [Nevâyî] [DLT] [DS] 5. {eAT} Hücum etmek; saldırmak. 6. Akın etmek; yağma ve talan etmek; çapul yapmak. 7. {eAT} Yarmak. [DK] 8. {eT} Yapmak. [OKD] 9. {ağız} İv mek. [DS] çapm ak2, [çap (yarış.) > çap-mak ] {eT} gçsz. fi. [-a r ] İyi cins çamurla sıvamak. çapm ak3, [çap (yans.) > çap-mak ] {eT} gçsz. f i [-a r ] Yüzmek. [KB] çapm ak4, [çap-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - a r ] (Köpek için) havlamak. [DS] çapm az, [Far. çep ü rast => çapraz > çapmaz] {ağız} is. Ön ve arka ayakları çaprazlama beyaz olan at. [DS] çaprak, -ğı, [Mac. csâprâg] is. Atların üzerine örtü len bir tür örtü; gaşiye; haşa, {ağız} (aynı) [DS] ça p ra ş 1, [Far. çep ü râst] {ağız} sf. 1. Eğri. 2. Şaşı. [DS] çap raş2, [Far. çep ü rast => çapraş] {ağız} is. Ayakla rı çaprazlama beyaz olan at. [DS] çap raş3, [Far. çep ü râst => çapraş] {ağız} is. Göğse takılan süs iğnesi; gümüş iğne. [DS] çap rast, [Far. çep ü râst (so la s a ğ a dönüş)
j
c - J J {OsT} {ağız} sf. Çapraz. [DS] çaprastlam a, [çaprast-la-ma] {OsT} zf. Çaprazlama, çapraşık, -ğı [Far. çep ü râst => çapraz > çapraş-ık] sf. 1. Sağdan sola, soldan sağa olmak üzere birbiri nin içine geçmiş; dolaşık; çitişik. 2. Çözülmesi güç ve karışık. 3. İçinden çıkılamaz, çapraşıklaşm a, [çapraşık-la-ş-ma] is. Çözülmesi ve anlaşılması güçleşmek işi. çapraşıklaşm ak, [çapraşık-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Çapraşık duruma gelmek, çapraşıklık, -ğı [çapraş-ık-lık] is. Çapraşık olma durumu. çapraşk a, [Far. çep ü râst => çapraş-ka] {ağız} sf. Şaşı. [DS] çapraşlam ak, [Far. çep ü râst => çapraz > çapraş-lamak] gçl. f . [-r ] Çapraz olarak yerleştirmek; çaprazlamak. çapraşm a, [Far. çep ü râst => çapraş-ma] is. 1. Karışık ve içinden çıkılamaz duruma gelmek işi. 2. Karşılıklı birbirini kesecek biçimde biri diğerinin üzerinden geçmek işi. çapraşm ak, [Far. çep ü râst => çapraş-mak dönşl. f . [-ır ] 1. Karışık, anlaşılmaz, çözülmez ve içinden çıkılmaz duruma gelmek; karmakarışık ol mak. {eAT} (aynı) 2. (İp vb. için) çözülmez hâle gelmek; karışıp düğümlenmek; kenetlenmek; sı kışmak. 3. Şiddetlenmek. 4. işteş, f . (Karşılıklı iki
ip vb. şey) biri diğerini kesecek şekilde biri diğeri nin üzerinden geçmek ya da bağlanmak; çitişmek. 5. {ağız} Birbirine zıt gitmek. [DS] çapraz, [Far. çep (sol) ü râst (sağ) => çapraz] sf. 1. Çarpı işareti şeklinde birbiri üstünden geçen veya birbirini kesen. 2. Karşılıklı iki yandan birbirine doğru kapanan. 3. (Kar yağışı için) sulu sepken. 4. {ağız} Eğri. [DS] 5. {ağız} Şaşı. [DS] 6. (At için) ön sağ, arka sol ya da ön sol, arka sağ ayaklan beyaz ya da alacalı olan. 7. {ağız} (Kişi için) inatçı. [DS] 8. {ağız} (Kişi için) ortalığı karıştıran. [DS] 9. is. Eski den kuşak üzerine takılan halkalı silahlık. 10. Tes terenin ardışık iki dişi arasındaki yana doğru olan açı farkı. 11. {ağız} Kopça. [DS] 12. {ağız} Kaytanla sarılmış süs düğmesi, [DS] 13. {ağız} Gümüş veya altın gerdanlık. [DS] 14. {ağız} Göğse takılan süs iğnesi; gümüş iğne. [DS] 15. {ağız} Buğday ve arpa karışımı. [DS] 16. {ağız} Engel. [DS] 17. {ağız} Ka dife ya da çuhadan üzeri sırma ile işlenerek yapıl mış ceket. [DS] 18. {ağız} Bir tür dokuma motifi. [DS] 19. spor. Ayakta iken rakibin koltuk altından ellerini geçirerek sırtında kenetlemek şeklinde yağ lı güreş oyunu. 20. {ağız} Demircilerin kıskacı bağ lamak için kullandıkları demir halka. [DS] 21. {ağız} Dolap ve pencere menteşesi. [DS] 22. {ağız} Köpek tasması. [DS] 23. {ağız} Kolan tokası. [DS] fi1çap raz ateş, as. Ç eşitli n oktalard an çıkan ve birbirin i k e s e r e k aynı h e d e fe y a p ıla n atış. || çapraz bağlar, anat. D iz eklem in in a rk a tarafın d a bulunan iki ba ğ . i| çapraz kafiye, ed. B ir dörtlü kte birin ci ile üçüncü, ikin ci ile dördü n cü m ısraların o rta k k a fi y e s i,|| çap raz taş, At b a şlığ ın a takılan pirin çten y a p ılm a rfw.|| çap raz tozlaşma, biy. B ir çiçeğ in b a ş k a çiçekten g elen ç iç e k tozlarıyla döllenmesi.\\ çap raz yakınlar, B ir kim senin h a la ile dayı ço cu k ları a ra sın d a k i a k r a b a lık bağı. çaprazlam a, [çapraz-la-ma] is. 1. Çapraz hâle getir mek işi. 2. zf. Çapraz olarak, verevine birbirini ke ser biçimde. çaprazlam ak, [çapraz-la-mak] gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. İki şeyi artı ya da çarpı gibi üst üste getirmek ya da kesiştirmek. 2. İki ayrı türü ya da ırkı birbiri ile döllemek. 3. Dokumacılıkta çözgü ipliklerini çok sayıda basit gruplara ayıracak biçimde birbirine kesiştirmek. çaprazlaşm a, [çapraz-la-ş-ma] is. Çapraz duruma gelmek işi. çaprazlaşm ak, [çapraz-la-ş-mak] dönşl. f i 1. Çapraz duruma gelmek. 2. (İş, olay, ortam için) kanşmak, içinden çıkılamaz hâle gelmek, çaprazlık, -ğı [çapraz-lık] is. 1. Çapraz olma duru mu. 2. Çapraz olan şeyin niteliği, çaprazm ak, [çap-ra-z(ı)-mak ?] {ağız} gçsz. fi. [-ır] (İyi cins tohum için) toprakta bozulmak. [DS] çaprazölçer, [çapraz+ölç-er] is. Testere dişlerinin çp./:azlığını ölçen alet; çapraz mastarı.
İ H
İ R
m u.
887
çapraznari, [Far. çep ü râst-vâr-ı] {ağız} is. Küçük çekiç. [DS] çaprazvari, [Far. çep ü râst-vâr-ı] (ça p ra zv a :ri:) zf. Çapraz olarak; çaprazlamasına, çaprı, [çırp-ı / çarp-ı > çaprı] {ağız} is. Çırpı. [DS] çapsal, [çap-sal] sf. 1. Çapa ilişkin. 2. Bir yüzeyi iki eş değerli parçaya bölen, çapsam ak, [çap-mak > çap-sa-mak] {eT} gçsz. f i [-r ] Yüzmek istemek. [DLT] çapsız, [çap-sız] sf. m ecaz. Değersiz, önemsiz, zayıf, çapşak, -ğı [çamçak > çapşak] {ağız} is. Çam ağacın dan yapılmış su kabı. [DS] çaptırm ak, [çap-mak (koşm ak, y a ğ m a la m ak ) > çaptır-mak
{eAT} gçl. f . 1. Yağmalatmak; yağ
ma ettirmek. 2. Koşturmak. 3. gçsz. f . {ağızj Serse rice gezmek. [DS]
ve kalkık bir tür günlük ayakkabı; yemeni. 2. A yakkabı çivisi. 3. Altı kabaralı kaba ayakkabı. [DS] çapula2, [? çapula] {ağız} is. Başörtüsü. [DS] çapulacı, [çapula-cı] is. Çapula yapıp satan ayakka bıcı. çapulcu, [çapul-cu] sf. 1. Yağmacı. 2. Düşman top raklarına yağma amacıyla saldıran akıncı. 3. (Kişi için) kaba saba ve kırıcı. 4. İşsiz güçsüz; serseri, çapulculuk, -ğu [çapulcu-luk] is. 1. Çapulcunun yaptığı iş. 2. Bir yeri yağmalama. S çapulculuk etmek, 1. B ir y e r i y a ğ m a la m ak ; y a ğ m a c ılık yolu y la geçin m ek. 2. K a b a s a b a ve kırıcı davranm ak. çapuldam ak, [çap (yans.) > çap-ul-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d(u )-yor] Su ya da çamur içinde yü rürken ayaklar ses çıkarmak; sağa sola su ve çamur sıçramak. [DS]
çaptırm ış, [çap-mak (koşm ak) > çap-tır-mış] {ağız} is. Sokak kadım. [DS]
çapuldatm ak, [çap (yans.) > çap-ıl-da-t-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] 1. Yemek yerken ağız şapırdatmak. 2. Çalkalamak. [DS]
çaptu rm ak 1, [çap (yans.) > çap-mak > çap-tur-mak] {eT} g ç l.f. [-u r] 1. Suda yüzdürmek. 2. Çamurla sı vatmak.
çapullam a, [çapul-la-ma] yağmalama.
çapturm ak2, [çap-mak > çap-tur-mak] {eT} gçl. f. 1. Boyun vurdurmak. [DLT] 2. Yaptırmak. [OKD] çapuk1, -ğu [Çağ. çapuk
{eAT} {ağız} is. Don
ağı. [DS] çapuk2, -ğu [çap (yans.) > çap-uk] {a ğ ız .} is. Alkış; el şaklaması. S çapuk çalm ak, {ağız} A lkışlam ak. [DS] çapuk3, -ğu [Erme, c ’ap’uk] {a ğ ız .} is. Ağzı açık el sepeti. çapuk4, -ğu [Far. çâbük => çapuk] {ağız} zf. Çabuk; tez. [DS] çapukbaz, [Far. çâbük-bâz] {eAT'} zf. 1. Çabuk; tez. 2. sf. Çevik. çapul1, [çap (yans.) > çap-ul] is. 1. Su vb. sıvı mad deler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareket ler sonucunda oluşan ya da el ve ayakla oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan yan sımalı gövde. 2. {ağız} Su dolu çukur; obruk. [DS] 3. {ağız} sf. (Y er için) sulu; batak. [DS] fi1 çapul çupul, {ağız} 1. Ç am ur yüzünden a y a k la r "çap çup ” s e sler i çıka ra ra k. 2. K arm akarışık. [DS] çapul2, [çap-mak (koşm ak, a t sü rm ek) > çap-ul JjU-] is. 1. Bir yeri toplu hâlde basarak yağma et me; talan; yağma. {eAT} (aynı) 2. Yağm a sonucu ele geçirilen mal, eşya; ganimet. S çapul civerm ek, {eAT} Ç apulcu g ö n d erm ek ; akın ettirmek.\\ çapul seğirtmek, {eAT} Akın etm ek. çapul3, [çap (yans.) > çap-ul] {ağız} is. Göl ve çay kenarında yetişen ot. [DS] çapula1, [Far. pâçîla] ( ç a ’p u la ) {ağız} is. 1. Karadeniz bölgesinde giyilen, ham deriden yapılmış, ucu sivri
is. Çapul yapmak işi;
çapullam ak, .[çapul-la-mak] g ç l . f [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Yağm a etmek. 2. Ganimet almak, çapur, [çopur > çapur] {ağız} is. 1. Keskin taşlarla örtülü yer. 2. Keçe kılı. 3. Çiçekbozuğu yüz. [DS] çapurculuk, -ğu [çapul-cu-luk] {ağız} is. Çapulcu luk; yağmacılık. 0 çapurçuluk etmek, {ağız} T ar la a ç m a k için orm an yakm ak. [DS] çapurt, [çaput > çapurt] {ağız} is. Eski bez parçası; paçavra. [DS] çapuşm ak, [çap-mak > çap-uş-mak
{eAT}
işteş, f . [-u r] Birlikte hücum etmek; koşuşmak, çaput, [eT. çap-mak > çap-ğut > çaput] is. 1. Eski bez parçası; paçavra; {eT} {ağız} (aynı). [DS] 2. E s kimiş, dökülmüş ve sökük elbise. 3. Bez. S çaput kilimi, {ağız} İn c e şerit hâlin d e kesilm iş b ez p a r ç a ların dan dokunm uş kilim. [DS] çaputlam a, [çaput-la-ma] burun akıntısı. [DS]
{ağız}
is.
Grip; nezle;
çapü k 1, -ğü [Çağ. çapuk vil;L>-] {eAT} is. Don ağı. çapiik2, -ğü [Far. çâbük / eT. çap-mak > çap-ük] sf. Hızlı hareket eden; çabuk. ç a r 1, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans.)] is. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. {eT} (aynı) [DLT] çar-lan , ç a r-şa -k S çar ça r, A karsuyun çıka rd ığ ı ses. ça r2, [çar / çır /çir / çur (yans.)] is. Dönme, sürtünme, bağırma, ağlama, ötme ve parazitli sesler çıkarma durumlarında çıkan sesleri anlatan kök. [Ztilfıkar] ça r-la -m a k ç a r3, [çâr] (ça :r) {eT} is. “Çoluk çocuk” anlamındaki “çar çarmak” ikilemesinde geçer. [DLT] "5 ç a r çarm ak , {eT} Ç olu k çocuk.
ÇAR
ç a r4, [Ar. i’zâr => car / çar] is. 1. Omuzlara örtülen atkı; şal. 2. {eAT} {ağız} Baş örtüsü; çarşaf. [DS] 3. {ağız} Bel bağı. [DS] ç a r5, [Far. çehâr / cihar / çâr jl>] (ça :r) {eAT} {OsT} sf. Dört. S çâr-ak târ, {OsT} H er ta raf; h e r y ö n ; h e r yan. ||çâr-bâliş, {OsT} 1. D ört ög e. 2. tar. P a d i şa h ların ve dev let büyüklerinin üzerine oturdukları d ö rt katlı şilte.|| çâr-bâliş-i erkân, {OsT} D oğ a d ak i sıcaklık, soğukluk, nem ve kuruluktan ib a ret dört ö z ellik .|| çâr-cih et, {OsT} D ört ta ra f; dört yan.\\ çâr-cû -yi fıtrat, {OsT} İnsan vücudundaki kan, balgam , l e n f ve sa fra d a n ib a ret sayılan d ört öge. || çâr-çeşm , {OsT} 1. D ört göz. 2. Candan, gönülden istem e ve b e k lem e.|| çâr-çübe, {OsT} -*■ çarçube.|| ç âr-d arb , {OsT} tasvf. M elâm îlikte saçı, sakalı, k a ş ı ve bıyığı ustura ile tıraş etm e g elen eğ i.|| çârdeh, {OsT} 1. On dört. 2. Dolunay.\\ çâr-dehüm , {OsT} On dördüncü.\\ çâr-d ivâr, {OsT} D iin y a ’nm d ö rt tarafı.|| çâr-duvâl, {OsT} Ucu dört dilli kırb a ç .|| çâr ebrü, {OsT} 1. D ört kaşlı. 2. Yeni terle m eye başlay an bıyık.\\ çâr-em în, {OsT} D ört halif e .|| çâr-erk ân , {OsT} D ört elem an .|| çâr-erkân-ı cuvânî, {OsT} tar. P ad işah ın ö zel hizm etini g ö ren h a s o d ab aşı, silâhtar, çu h ad a r ve rik âb d ard an ib a ret enderunun d ö rt büyük görevlisi. || çâr-gâh , {OsT} -* çargâh. ||çâr-gâm e, {OsT} 1. Hızlı ve y o rg a at. 2. İçki m eclisin d eki kızışm a.|[ çâr-gûşe, {OsT} çargûşe.|| çâr-gûşî, {OsT} D ört k ö ş eli ş a r a p jiyayj.|| ç â r kûşe, {OsT} E sk i kitapların cilt kapların ın k ö şelerin in d a ğ ılm a y a yüz tutması üzerine, bu k ö ş e le r e sağ la m la ştırm a k için g eçirilen m eşin y a d a b a k ır k ö ş eb e n tler e verilen ad.\\ çâr-m âd er, {OsT} 1. D ört ög e. 2. D ört yıldız.\\ çâr-m âğz, {OsT} K abu klu y e m işlerin içi. || çâr-m ezheb, {OsT} Sünnîlik, M alikîlik, Ş afiîlik ve H an belîlik 'ten ib a ret olan d ört İslam m ezh ebi.|| çâr-m ısrâ, {OsT} R u bai.|| çâr-m îh, {OsT} 1. D ört çivi. 2. Çarm ıh. 3. B ir erkeğ in d iğ er er k e k le cin sel ilişkiye g irm e biçim i.|| çâr-m îh-i hayât, {OsT} H ayatın ve vücudun esasın ı oluşturan dört unsur.|| çâr-p â, {OsT} D ört ay ak lı.|| çâr-p âre, {OsT} 1. D ört p a rç a . 2. Çalpara.\\ çâr-sü, {OsT} 1. D ört taraf. 2. D ört tarafı olan şey. 3. Ç a rşı; p a zar-.11 çâr-şeb, {OsT} K adın ların örtündüğü çarşaf.\\ çâr-şenbîh, {OsT} D ördüncü gün; ça rşa m ba . ||çârtâ, {OsT} 1. D ört telli tam bur veya kem en çe. 2. D ört öge. 3. D ünya.|| çâr-târe, {OsT} 1. D ört telli tam bur veya kem ençe. 2. Dünya. 3. D ört öge. ||çârtâk , {OsT} 1. D ört k ö ş e çadır. 2. Çardak.\\ ç â r tek bir, {OsT} D ört tekbir; cen az e nam azı. || çâr-y âr, {OsT} D ört d o st.|| çâr-yârî, İlk d ört h a lifey e b a ğ lı lık; Sünnîlik.\\ çâr-yâr-i güzîn, {OsT} D ört sevgili d o st.|| çâr-yek, {OsT} D örtte b ir; ç ey r ek .|| çâ rzebân, {OsT} 1. D ört dil. 2. Ç a lçen e; geveze. çar6, [Far. çâr jU-] (ça :r) {OsT} is. 1. Çare. 2. Tuğla ve çanak çömlek fırını. S çâr-n â-çâr, {OsT} Ç a re siz ; ister istem ez.
Ö IÜ M I Ü f flr C tS Ö M .
ç a r7, [Lat. caesar (hüküm dar) > Slav, tsesary / tzar => çar] is. Rus ve Bulgar hükümdarlarına verilen unvan. ç a r8, [eT. çer] {ağız} is. Hastalık; çor. [DS] ç a r9, [? çar] {ağız} is. Tartı. [DS] ç a r 10, [? çar] {ağız} is. Saman sepeti. [DS] ç a r 11, [? çar] {ağız} is. Bozuk para. [DS] ç a r a 1, [Far. çâre°jU-] {eAT/ is. Çare. [DK] ç a ra 2, [çara] {ağız} is. 1. Memeli hayvanların kızgın lık zamanlarında ve doğum öncesinde dişilik or ganlarından gelen sıvı. 2. Meni; sperma. 3. Yeni doğan yavrunun ilk dışkısı. 4. Dölyatağmda yavru-yu saran zar; eş; plasenta. [DS] ça ra J, [çara] {ağız} sf. (Et için) yağsız, ince. [DS] çara4, [? çara] {ağız} is. Kapı mandalı. [DS] ç a ra 5, [Ar. carre °^=r => çara] {ağız} is. Testi. [DS] ç a ra 6, [çar (yans.) > çar-a] {ağız} is. Bez parçası; eski bez. [DS] S ça ra gibi, {ağız} (B ez için) in ce ve çü rük. [DS] çarak , -ğı [çar-a-k] {ağız} is. Ayakyolu; yüz numara; tuvalet. [DS] çaral, [Ar. caral] {ağız} is. Az ürün veren toprak. [DS] çaranıbula, [Far. çerâğ => çıra-(m)+bul-a ? > çarambula] {ağız} is. Ateş böceği. [DS] çaran , [Ar. caral => çaran] {ağız} is. 1. Az ürün veren toprak. 2. Nemli toprak. [DS] ç a ra ş 1, [? çaraş] {ağız} is. 1. Pekmez ocağı. 2. Şıra için üzüm ezilen büyük tekne. [DS] çaraş2, [? çaraş] {ağız} is. Bir çift öküzün önüne koşulan ikinci koşum çifti. [DS] çarçabu k, [ça(r)+ ça/buk] ( ç a ’rçabu k) zf. Çok çabuk olarak; çok acele olarak, çarçak , -ğı [çar+şak / çar+çak] {ağız} is. Dağ etekle rindeki taş yığını. [DS] çarb ak 1, -ğı [? çarbak] {ağız} is. Tarla faresi. [DS] çarb ak 2, -ğı [? çarbak] {ağız} is. İpek veya yün ku şak. [DS] çarcavlak , -ğı [çar+cav-la-k] {ağız} sf. [DS] ç a rç, -cı [Far. çarh => çarç] {ağız} is. Tekerlek. [DS] çarçak , -ğı [çar (yans.) + çak (yans.)] {ağız} is. Dağ eteklerindeki taş yığınları. [DS] ça rç a r, [Ar. cercer
=> çarçar] {ağız} is. Döven.
[DS] ça rça rı, [çar+çar-ı] {ağız} is. Birdirbir oyunu. [DS] çarçel, [? çarçel] {ağız} is. Çubuklarla örülen döşeme. [DS] çarçube, [Far. çâr (dört)+ çûbe (a ğ a ç) -jU-] (ça :rçu :b e) {OsT} is. Çerçeve, çarçu r, [çar (yans.) > çar+çur / Erme, ç ’arç’rug (çalkalan m ış)] {eT} is. 1. İşe yaramaz şeyler; abur cubur. [DLT] 2. Gereksiz harcama; israf, ö çarçu r etmek, 1. B o ş y e r e h a rca y ıp bitirm ek; is r a f etm ek;
s ı n
i i f f . a
ı
.
889
_________________________
ziyan etm ek. 2. D ağıtm ak; h o r kullanmak.\\ çarçu r olmak, B o ş y e r e h a rca n ıp gitm ek; ziyan olm ak. || ç a rçu r yemek, E lin e g eç e n i y em ek ; h içb ir şe y b ı rakm adan yem ek. [DLT] çarçü , [Far. çerçi => çarçü] {ağız} is. Çerçi. [DS] çard ağ, [Far. çâr-tâk tjlkjU- > çardâğ] {eAT} {ağız} is. Çardak. [DS] çard ah, [Far. çâr-tâk => çardah] {ağız} is. 1. Çardak.
___________________________ _________________ ÇAR
k an lık yolu.\\ çâre-perdâz, (OsT) Çözüm yolunu bu lan ; ç a r e bu lan .|| çâre-sâz, {OsT} Ç a re bulanted b ir düşünen.\\ çâre-sâzî, {OsT} Ç a re buluculuk.\\ çaresine bakm ak, Çözüm y olu aram ak, a ra ştır mak. || çaresi yok, İster istem ez; ne ça re. || çâreperdâz, {OsT} Çözüm üreten, bu lan .|| çâre-yâb , {OsT} Çözüm y o lu bu lan ; ç a r e bulan. çare2, [Far. çâre ojU-] (ça :re ) {OsT} is. Ayrılık.
2. Bir oda içerisinde ayrılmış yüksekçe yer. 3. Bal çare3, [Far. çâre ojU-] (ça ;re ) {OsT} zf. Bir kere, kon. 4. Salon. [DS] çarem in, [Far. çâr + Ar, emin (ça:rem in ) çard ak 1, -ğı [Far. çâr (dört) + Ar. tâk (direk) JU^U-] {OsT} is. Dört güvenilir kimse; (FIz. Ebubekir, Hz. is. 1. Üstüne sarmaşık cinsi bitkiler sardırılmak Ömer,' Hz. Osman, Hz. Ali), suretiyle birkaç direk ve kafesten oluşmuş gölgelik. çaresiz, [çare-siz] (ça;resiz) sf. 1. Çaresi olmayan. 2. 2. Dört direk üzerine kurulmuş bahçe veya bostan Çare bulamayan; çözüm getiremeyen. 3. zf. B a ş k a kulübesi. 3. tar. İmparatorluk döneminde esnafı ç ık a r y olu b u lam ay arak; zorunlu olarak. kontrol eden daire ve bu dairenin elemanları ile çaresizlik, -ği [çare-siz-lik] (ça;resizlik) is. 1. Çare gümrük dairesine verilen ad. 4. {ağız} Bir oda için siz kalma durumu. 2. Elden bir şey gelmeme, de ayrılmış yüksek yer. [DS] 5. {ağız} Davarcılarm çareviç, [Rus. tsarovits] is. Çarm büyük oğlu veya ağıllarının yanma yaptıkları ilkel yapı. [DS] 6. {atahta çıkacak olan prens; veliaht, ğız} Odaların ön kısmı. [DS] 7. {ağız} Mutfak. [DS] çarg a, [çağa > ? çarga] {ağız} is. Bebek. [DS] S çard ak emîni, tar. G üm rük k on trol memuru. || çard ak palası, {ağız} Tem izlik bezi; tahta bezi. [DS] çargâh, [Far. çâr + gâh (yayla) °\SjU-] (ç a :r g â ;h ) {OsT) is. 1. Dört yön. 2. müz. Türk müziğinde bir çard ak 2, -ğı [çar (yans.) > çar-da-k] {ağız} is. Çağla numaralı basit makam ve dizgesi. S çargâh p er yan. [DS] desi, Türk m üziğinde d o sesin e verilen ad. çardalık, -ğı [çardak-lık] {ağız} is. Çardak. [DS] çardam an, [çardak > çarda-man] {ağız} is. Çardak. çargala, [? çargala] {ağız} is. Pancar. [DS] [DS] çargat, [Ar. i’zâr + kadd -iüjL>-] {ağız} is. Baş örtüsü. çard arb , [Far. çâr + Ar. zarb
(ça ;rz a rb ) is.
tasyf. Melamîlerin zikir sırasında kalplerinin “dört darp” denilen düzende çarpmaya başlaması ile ne şelenmeleri üzerine sakal, saç, bıyık, kaşlarım tıraş etmeleri olayına verilen ad. çardaş, [Mac. csardas] is. Önce yavaş tempoda başlayan daha sonra hızlı tempoda devam eden iki veya dört zamanlı bir Macar dansı, çardeh, [Far. çâr (dört) + deh (on)
{ OsT} sf. 1.
On dört. 2. is. Dolunay. S1 çardeh-i m a’süm, On d ört masum (Hz. M uhammet, kızı F a tm a ve on iki imam). çard ın 1, [çardak > çardın] {ağız} is. Balkon. [DS] çardın2, [Ar. cirzavn j j i y r ] {ağız} is. İri fare. [DS] çardöntt, [çardak+ön-ü > çardönü] {ağız} is. Salon. [DS] ça re 1, [Far. çâre »jU-] (ç a ;re ) {OsT} is. 1. Bir engeli, bir güçlüğü aşmak için tutulan yol; çıkar yol; yön tem. 2. Çözüm; tedbir. 3. Kurtuluş yolu. 4. Bir has talığı iyileştirecek her türlü yol; deva. 5. Yardım. 6. Hile.S çâre-cû , {OsT} Ç a re a ra y a n .|| çâre-cü yâne, {OsT} Ç a re a ra y a n a y a k ışır biçimde.\\ çâreger, {OsT} Ç a re bu lm ak isteyen.\\ çâre-hâh, {OsT} Ç a re ara y an .|| çâre-i hâl, {OsT} Çözüm y o lu .|| çâre-i halas, {OsT} Kurtuluş yolu. || çâre-i tahlis, {OsT} Kurtuluş y o lu .|| câre-i teenntts, {OsT} A lış
[DS] çargı, [? çargı] {ağız} is. Mendil. [DS] çargûşe, [Far. çâr-güşe
_>U-] (ç a :rg û ;şe) {OsT} is.
1. Dört köşeli olan şey. 2. Dört yön; her taraf. 3. Dörtgen yemek sofrası. 4. Yıpranmasını önlemek için kitap kabının köşelerine konulan bakır üçgen. 5. Dörtgen kesilen ağaç, taş vb. 6. mat. Eşkenar dörtgen. ç a rh 1, [Far. çarh / çerh j ^ r ] {OsT} is. 1. Tekerlek gibi bir eksen üzerinde dönen aygıt; çark. 2. Daire sel hareket. 3. {eAT} Gökyüzü. [YE] 4. Şans; talih; baht. 5. {eAT} Felek. 6. m ecaz. Dönmeye devam eden şey. 7. Tef. 8. Ok yayı. 9. Elbise yakası. 10. tasvf. Mevlevilikte, sema ederken direk (sol ayak) sabit tutulurken onun etrafından döndürülen sağ ayağa verilen ad. 11. zool. Çakır doğan. 12. {ağız} Kapı mandalı. [DS] 13. {ağız} Değirmen çarkı. [DS] 14. {ağız} Ağartma taşı. [DS] 15. sf. Dönen; devre den. 0 çarh -âb, {OsT} D ön en su ; girdap.\\ çarh gâh, {OsT} M evlevi dervişlerin se m a ya p tık la rı yer. || çarh -ı abkesî, {OsT} Su çek en ç a r k ; bostan d o la b ı.|| çarh -ı âbnus, {OsT} Göğün dokuzuncu katı.|| çarh-ı ahdâr, {OsT} M avi g ö k kubbe.\\ çarh -ı atlas-berîn, {OsT} Göğün dokuzuncu k atı.|| çarh -ı devrân, {OsT} D önen g ö k k u b b e; talih, k a d e r .|| çarh -ı devvâr, {OsT} 1. Gökyüzü. 2. T alih; kısm et;
ÖIüraiilOESöiM.
ÇAR şa n s; kader.\\ çarh -ı esîr, {OsT} Göğiin es ir katm anı.|| çarh -ı felek, {eAT} 1. Gökyüzü. 2. D o la b a ben zeyen gökyüzü. 3. m ecaz. T alih; baht. 4. D ön erken etra fa a teş ve kıvılcım sa ça n d a ir e s e l b ir şe n lik f i şeğ in e eskid en verilen ad. 5. E sk i ku m aşlard a g ö rülen ç a r k şeklin d eki b ir sü slem e öğesi. || çarh-ı gaddar, {OsT} Zalim fe le k ; kötü talih.|| çarh -ı ger dan, {OsT} l. D ön en çark. 2. Dünya.\\ çarh-ı kebüt, {OsT} M avi g ö k k u b b e.|| çarh -ı kîne-sâz, {OsT} A lt üst olm uş, kötü talih .|[ çarh -ı nıînâ, M avi g ö k kubbe. ||çarh -ı nigân, 1. Alt üst olmuş. 2. Kötü talih.\\ çar-ı nühiinı, D okuzuncu g ö k .|| çarh -ı sitem kâr, {OsT} Zalim talih .|| çarh urm ak, {eAT} tasvf. D ön m ek; se m a etm ek. [YE]|| çarh-zen, {OsT} A rba let a d ın d ak i oluklu oku kullanan.
3. argo. Para cüzdanı. S çarığı çekmek, 1. İş e başlam ak. 2. {ağız} G itm eye hazırlanm ak. [DS]|| çarık ağız, {ağız} Ağzı büyük. [DS]|| çarık çıkart maz, {ağız} K o le r a hastalığı. [DS]|| çarık çürük, Sağ lam değil.\\ çarık kapm aca, {ağız} folk. B ir tür oyun. [DS]|| çarık örtü, {ağız} H er yüzü üçgen olan çatı. [DS] çarıkçı, [çarık-çı] is. Çarık yapan veya satan kimse,
tar. Görevi genellikle sefer sırası devam eden çarhacı birliğinin kumandanı,
ç a r i1, [? çari] {ağız} is. Ekmek. [DS]
çarıkçılık, -ğı [çarık-çı-lık] is. Çarık yapma ve satma işi.
çarıklı, [çarık-lı] sf. 1. Çarığı bulunan; çarık giymiş olan. 2. Anlayışı ve becerisi yüksek köylü. 0 ça rıklı erkânıharp, C a h il f a k a t kurnaz k ırsa l kesim insanı. || çarıklı möhtü (müftü), {ağız} Okuyup y a z m a bilm ediği h â ld e y a sa la rd a n ivi an layan köylü. ça rh 2, [Far. çâh] {ağız} is. Lavabo; banyo. [DS] [DS] çarh a, [Far. çarha 4i-y>-] {OsT} is. 1. Dönen tekerlek. çarıklık, -ğı [çarık-lık] is. 1. Çarık yapmaya elverişli deri. 2. sf. Çarık yapmak için ayrılmış olan. 3. Be 2. {eAT} Ordu öncüsü. S çarh a cengi, Ö ncülerin lirtilen sayıda çarık çıkabilecek büyüklükte olan, yap tığ ı savaş:\\ çarh a girmek, {eAT} S em a etm ek; çarıksız, [çarık-sız] sf. Çarığı olmayan, çarık giy dönmek.\\ çarh a topu, H a fif top. memiş olan. çarh acı, [çarha-cı ^ {OsT} is. 1. çarım , [eT. çar > çar-ım] {eT} is. Dava; iddia; itiraz. Devriye. 2. tar. İmparatorluk döneminde ordunun [EUTS] yürüyüşünü güvenlik altına almak için seçme süva çarındı, [? çarındı] {ağız} is. Salon. [DS] rilerden kurulu dört beş bin kişilik öncü birliği. 3. çarınm ak, [çar (yans.) > çar-m-mak] {ağız} dönşl. f . {eATf Öncü asker. 4. {ağız} Kötü kadın; fahişe. [DS] [-ır ] Bağırmak. [DS] çarhacıbaşı, [çarha-cı+baş-ı ^ 4i-^-] {OsT} is. çarıt, [? çarıt / carıt] {ağız} is. Ateş küreği. [DS] çari2, [? çari] {ağız} is. Sığırların kuyruk kılı. [DS]
çarh ala, [? çarhala] {ağız} is. 1. Pazı otu. 2. Pancar. [DS]
çariçe, [Rus. tsaritsa] is. 1. Çarlık yönetiminin başın da bulunan kadın. 2. Rus çarının karısı.
çarhalanm ak,
ç a rk 1, [çark (yans.)] is. Vurma, çarpma sonucunda çıkan sert ses. S çark çark , {ağız} Savaş gürültü sü. [DS]
[çarha-la-n-mak 4i-y>-]
{OsT}
d ö n ş l.f. [ -ır ] Devriye gezmek; öncü olmak, çarhalaşm ak,
[çarha-la-ş-mak 4i-y>-\ {OsT}
d ö n şl.f. [-ır] Devriye gezmek; Öncü olmak, çarh atun , [? çarhatun] {ağız} is. Kulplu maşrapa. [DS] çarhaveli, [Erme, t’sahavel] {ağız} is. Çalı süpürge. [DS] çarhevi, [Far. çarh + T. ev-i] {ağız} is. Değirmende, taşları döndüren çarkın bulunduğu yer. [DS] ■ çarh ıt, -dı [çark (yans.) > çark-ıt] {ağız} sf. 1. Ezik; bozuk. 2. Eski. 0 çarhıdını çıkarm ak, {ağız} İş e y a ra m a z h a le getirm ek. [DS] çarh i, [Far. çarhı
y?\ (ça rh i;) {OsT} is. 1. Dönen;
devreden 2. Semavi; kutsal, çarıh , [çarık > çarıh] {ağız} is. Çarık. [DS] çarık , -ğı [eT. çar-mak (sarm ak, d olam ak) > çar-uk > çar-ık] is. 1. Kenarları sicim geçirilerek kıvrılmak, ön ucu da ortadan ikiye katlanarak dikilmek sure tiyle ham deriden yapılmış, kırsal kesimde giyilen bir tür ayakkabı. 2. Yokuş aşağı inen araba veya römorkları frenlemek için tekerlek ile yol arasına konularak sürükletilen oluk şeklindeki demir levha.
çark 2, [Far. çarh=> çark] is. 1. Makinelerde tekerlek biçimindeki hareketli parça. 2. Bileği taşı. 3. m e caz. Yönetici durumunda olan kişi ve kurumlar. 4. Devam eden, işleyen; sürüp giden şey. 5. Talih, felek, şans. 6. Askerlikte yanaşık düzende taktik manevra. 7. Birlikte manevra yapan gemilerin daire hareketi çizmeleri. 8. Suların akış hızını ölçmek için kullanılan alet. 9. tasvf. Mevlevilikte, sema ederken direk (sol ayak) sabit tutulurken onun etra fından döndürülen sağ ayağa verilen ad; çarh. S çark a tutm ak, B ileğ i taşı ile m akas, bıçak, satır vb. şey le ri bilemek.\\ çark çevirm ek, Ç ep eçev re dolaşmak.\\ ç a rk etmek, 1. O lduğu y e r d e dönm ek. 2. as. B ir kıtanın kan atların dan b iri çev resin d e d ö n e re k y ön değ iştirm ek .|| çark ı dönmek, İşler i y o lunda gitm ek. || ça rk evi, {ağız} D eğ irm en de taşları döndüren çarkın bulunduğu yer. [DS]|| çarkına UKiimak, a rg o. B ozm ak, b e rb a t etm ek; yıkmak.\\ çark köşe, {ağız} K a r e ; d ört k öşe. [DS]|| çark yapm ak, B in icilikte atı k ıs a m esa fed e d a ir e çizer şeklin d e döndürm ek.
â i f a ı ı i î s o M
ÇAR
.8 9 1
çark 3, [Far. çâh => çark] {ağız} is. Lavabo. [DS] çark 4, [Far. çarh] {ağız} is. Kış için saklanan elma, armut hevengi. [DS] çark ab, [Çağ. çârkab / çâr + kâp] is. 1. Değerli bir tür kumaş. 2. İpek ya da yün kuşak, çark acı, [çarha-cı > çarka-cı ^
«jU-] {eAT} is. 1.
Öncü asker. 2. {ağız} Dolandırıcı. [DS] çarkacılık, -ğı [çarka-cı-lık
{eAT} is. Ön
cülük. S1 çarkacılık etmek, {eAT} S e fe rd e orduya öncü lü k etm ek. çark adak , -ğı [çark (yans.) > çark-adak] {ağız} sf. Birdenbire; ansızın. [DS] çark ak , -ğı [eT. çahşak > çarkak] {ağız} sf. 1. Gev şek; yerinden oynamış. 2. is. Dağ eteklerindeki taş yığınları. [DS] çark ana, [Far. çarh-hâne] {ağız} is. Değirmenin taşını döndüren çarkın bulunduğu yerin dışarıya açılan kapısı. [DS] çark atı, [Ar. i’zâr-kadd] {ağız} is. Baş örtüsü. [DS] çark çı, [çark-çı] is. Makine ile işleyen gemilerde makine kısmını yöneten kimse, çarkçıbaşı, [çark-çı+baş-ı] is. t. Vapurda birinci çarkçı. çarkçılık, -ğı [çark-çı-lık] is. 1. Çarkçının işi. 2. Çarkçının mesleği. çark ı1, [Far. çârhı => çarkı] {ağız} is. Her yüzü üçgen olan çatı. [DS] çarkı2, [? çarkı] {ağız} is. 1. Küçük tepsi. 2. Porselen veya bakır tabak. [DS] çarkıfelek, -ği [Far. çark-ı felek dUs j y r ] is. bot. 1. Döne döne yanan havai fişek. 2. m ecaz. Talih; ka der. 3. tar. Eskiden kale kuşatmalarında kaleden atılan top mermilerine karşı kullanılan bir çeşit si per. 4. Eski kumaşlarda görülen çark biçimindeki süs. 5. bot. Büyük, parlak kırmızı, pembe veya er guvan renkli çiçekleri olan otsu veya ağaçsı bitki ler, (P assiflora). 6. {ağız} Samanyolu. [DS] 7. {ağız} Pervane. [DS] 8. {OsT} Dünya’yı evrenin merkezi olarak kabul eden Baltamyus’a ve onu izleyenlere göre Y er ile birlikte onun etrafında dönen gezegen lerin oluşturduğu sisteme verilen ad. çarkıfelekgiller, [çarkıfelek-gil-ler] is. bot. Örnek bitkisi çarkıfelek olan, çift taç yapraklı, üst yumurtalıklı, çeperden eteneli iki çenekli sarmaşıksı bitki ler familyası, (P assiflo ra c ea e). çarkıt, [çark (yans.) > *çark-î-mak > çark-ı-t] {ağız} sf. 1. Eski; bozuk. 2. Sakat. 3. is. Kötü kadın. [DS] çarklı, [çark-lı] sf. Çarkı olan; çarkı bulunan, çarkoş, [Far. çâr-güşe] {ağız} is. Mendilin çapraz iki köşesi birleştirilerek yapılan üçgen biçim. [DS] çarköşe, [Far. çâr-güşe
is. -*• çargûşe.
çarksız, [çark-sız] sf. Çarkı olmayan; çarkı bulunma yan.
çarkuşe, [Far. çar-guşe
y?-\ is. -*■ çargûşe.
çarkyel, [çark+yel] {ağız} is. Kayseri yöresinde ku zeyden esen rüzgâra verilen ad; poyraz. [DS] çarlam ak , [çar (yans.) > çar-lâ-mak] (çarla:mak) {eT} gçsz. f. [-r] 1. Ağlamak; sızlamak; bağırmak; cırlamak. [DLT] 2. Çağırmak. [EUTS] 3. Seslenmek, çarlan, [çar (yans.) > çar-la-n] {ağız} is. Kuvvetli akan su. [DS] çarlan m ak 1, [Ar. i’zâr => çar-la-n-mak]
dönşl. f.
[-
ır] Şal örtünmek. çarlanm ak2, [çar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Paslanmak. [DS] çarlaşm ak, [çar (yans.) > çar-la-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Hıçkırarak ağlaşmak; bağrışmak. [DLT] çarlatan, [İt. ciarlatano] (ça’rlatan) is. Kendi malını överek müşterilerini aldatan kimse; şarlatan, çarlatm ak , [çar (yans.) > çar-la-t-mak] {eT} gçl. f. [ur] Hıçkıra hıçkıra ağlatmak. [DLT] çarlıg, [yarlığ > çar-lığ] {eT} is. Emir; yarlık; buyruk. [OKD] çarlık 1, -ğı [çar-lık] is. 1. Çar olma durumu. 2. Çar ile yönetilen ülke. çarlık2,--ğı [Ar. i’zâr => çar-lık]
{ağız} is. Kaputbezi.
[DS] çarliston, [İng. charleston] is. 1. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaygınlaşan bir dans türü. 2. argo. Züppe. 3. Sivri uçlu, uzun ve kalın bir bi ber türü. çarm ağz, [Far. çâr + mağz (sert kabuklu yemiş içi) jx»y>-\ (ça:rmağz)
{OsT} is. bot. Ceviz. [çâr-mak] (ça:rmak) {ağız} gçsz. f. [-ır]
çarm ak 1, 1. (Ağır hasta için) çırpınmak; çabalamak. 2. Çağır mak. [DS] çarm ak 2, [çar > çar-mak] {eT} is. “Çoluk çocuk” anlamına gelen “çar çarmak” ikilemesinde geçer. [DLT] çarm ak , -ğı [Far. çâr-mih] {ağız} is. Merdiven. [DS] çarm an , [Sansk. carman] {eT} is. Bir tür deri hastalı ğı. [EUTS] çarm ıh, [Far. çâr
(dört) +
mıh
(çivi)
is.
1. İp
cambazlarının üzerinde gösteri yaptıkları ip ve onu tutan kazıklar. 2. Birbiri üzerine çapraz konmuş iki tahtadan ibaret darağacı. 3. Hz. İsa(as)’m çarmıha gerilmiş olarak gösterildiği haç. 4. Dokumacılıkta, dayanıklı bir gövde üzerine bağlı iki koldan mey dana gelmiş bir çile çırpma aracı; kollu sehpa. 5. dnz. Ana direkleri ve gabya çubuklarını yandan tu tan kaim halatlar. 6. {ağız} Elbise kurutmak için ya pılmış askı. [DS] çarm ıhlı, [çarmıh-lı] {ağız} sf. İri yapılı; gösterişli. [DS] çarm ık 1, -ğı [Far. çârmıh Çarmıh. 2.
dnz.
=> çarmık]
is.
1.
Serenleri ve gabya çubuklarını dik
İ M « { i S İM .
ÇAR
tutan çelik halatlar. 3. Bir direği veya vinç gibi bir makineyi dikine tutmak ya da yükün etkisi ile dev rilmesini önlemek için zıt yönde çekilen karşı ko yucu çelik halat. 4. {ağız} Yelkenli kayık direkleri nin çevresinde bulunan ip veya teller. [DS] 5. {ağız} Küçük çatı çivisi. [DS] 6. {ağız} Yıkılmaması için direklere, ağaçlara vurulan destek. [DS]' 7. mim. Boyundurukların altına ve üstüne haç biçiminde çapraz olarak çivilenen desteklere verilen ad; ku şaklama. 8. {ağız} Düzen. [DS] 9. {ağız} Yetenek. [DS] 10. '{ağız} Mal; mülk. [DS] 11. sf. Gösterişli. S çarm ık ayağı, {ağız} dm . K ü peşteye bağ lan an iple r i tutan halka. [DS]|| çarm ık demiri, {ağız} dnz. K ü p eşted en gem inin teknesine çivilen en d elikli d e mir. [DS]|[ çarm ıkta kalmak, {ağız} Sıkıntı için de kalm ak. [DS] çarm ık2, -ğı [eT. çarmak] {ağız} is. Çoban yamağı. [DS] çarm ık3, -ğı [yar-mık > çar-mık] {ağız} is. Ağaç ta laşı. [DS] çarm ık4, -ğı [çar-mık] {ağız} is. Dar yol. [DS] çarm ıklam ak, [eT. çarmak > çarmık-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-(ı)-y o r] Çoğalmak. [DS] çarm ıklanm ak, [çarmık-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ır] (Tohum için) başak çıkarmak; cücüklenmek. [DS] çarm uk, -ğu [Far. çarmıh j^ jU ] {eAT} is. Çarmıh. S çarm u k ayağı, {ağız} dnz. K ü peşteye bağ lan an ip leri tııtan halka. [DS]|| çarm uk ta kalmak, {ağız} Sıkıntı için d e kalm ak. [DS] çarn açar, [Far. çâr (çare) + nâ (yok, değil) + çâr (çaresiz) jU-UjU-] ( ç a ’rn a :ç a :r) zf. İster istemez; çaresiz olarak, çarn ak , -ğı [Far. çarmıh => çamak] {ağız} is. Fasulye sırığı. [DS] ç a rp 1, [çarp / çerp / çırp / çirp (yans.)] is. Sıvı ya da kıvamlı maddeler içinde kendi kendine ya da el ve ayakla oluşturulan hareketler sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] ça rp çurp, çarp-ala-m ak, ça rp -a ş-ık ça rp 2, [çarp / çerp / çırp /çirp (yans.)] is. Ansızın kuvvetlice vurma, vurarak kesme ve bu biçimdeki hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] ç a rp -ık çurp-uk, çarp-an , çarp-an -ak, çarp-m ak, çarp-ın-tı ç a rp 3, [çarp] {ağız} sf. Gelişgüzel çizilmiş; eğri. [DS] çarp a, [Far. çâr-pâ / çârvâ IjU ] (ç a :r p a :) {OsT} is. 1. Dört ayaklı hayvan. 2. Yük taşıyan hayvan, çarp ag, [Yun. arpag / çarp-mak > çarp-ağ] {ağız} is. Bir direğe takılmış yuvarlak ve küçük balık ağı. [DS] çarp ala, [? çarpala] {ağız} is. Ağzı geniş altı dar tencere. [DS] çarpalam ak, [çalp (yans.) > çalp-a-la-mak] {ağız} g ç l.f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Çalkalamak. [DS]
ç a rp a n 1, [çarp-mak > çarp-an] is. 1. Çarpmak işini yapan. 2. mat. Bir çarpma işleminde çarpılan sayı ların veya cebirsel ifadelerin her biri. 3. ekon. Bir yatırımın artış miktarının toplam gelir üzerinde et kisini gösteren kat sayı. 4. {ağız} zool. Çarpan balı ğı. [DS] S çarp an balığı, zool. Serin ve ılık deniz lerd e y a şa y an yü zgeç d iken leri ç o k z eh irli bir tür balık, (T rachinus d raco). || çarp an lara ayırm a, m a t B ir sayıyı veya c e b ir s e l ifaden in kendisin i ça rp m a su retiyle m eydan a g e tir e b ile c e k sa y ıla ra a y ır a r a k a ra la rın a ça rp m a işaretini koym a. çarp an 2, [çarp-an] {ağız} is. Kadın. [DS] çarp an J, [çarp-an] {ağız} is. Engebeli arazi. [DS] çarp an 4, [çarp-an] {ağız} is. Küçük saman sepeti. [DS] çarp an, [Far. çârpâre => çarpana > çarpan] {ağız} is. Çalpara. S çarp an çalm ak, {ağız} Ç a b a la m a k ; uğraşm ak. [DS] ça rp a n a 1, [Far. çârpâre °jVjW-] is. 1. Kolan, uçkur gibi şeyleri dokumakta kullanılan, köşelerinde birer delik bulunan tahta vb. malzemeden yapılmış, dört köşe küçük levha. 2. Ensiz kilim. 3. {ağız} Dört beş metre boyunda yün kuşak. [DS] çarp an a2, [Far. çârpâre »jIjjU-] {ağız} is. 1. Sahan ka pağını andıran ve birbirine vurularak çalman büyük zil. [DS] 2. {ağız} Zilli def. [DS] 3. {ağız} Eski ayak kabı. [DS] 4. {ağız} Eski deri parçası; deri parçaları. [DS] 5. {ağız} Araba tekerleğine konulan sert tabla. [DS] 6. sf. Serseri; avare. 7. (Kadın için) fahişe; orospu. S çarp an a yüzlü, {ağız} K a r a kuru ve çi ç e k bozuğu yüzlü. [DS] çarp anak , -ğı [çarp-an > çarp-an-ak] {ağız} sf. 1. Çarpık bacaklı. 2. Selden korunmak için evlerin önüne yapılan eğik kâgir duvar. [DS] ç a rp a ra , [Far. çârpâre (dört p a r ç a ) »jVjM {Os T} is. -*■ çalpara. çarpaşık, -ğı [çarp-aş-ık] {ağız} is. Sulu çamur. [DS] çarpaşuh, [çapraş-ık > çarpaşuh] {ağız} sf. Dolaşık; karışık. [DS] çarp , [çarp] {ağız} sf. Eğri. S çarp dezgâhı (tezgâ hı), {ağız} E ğ ri h a lıla rı düzeltm ekte kullanılan h a lı cı a ra cı. [DS] çarp ı1, [çarp-mak > çarp-ı] is. mat. 1. Çarpma işle minin yapılacağını belirten ( x ) işareti; zarp, (1937). 2. Flarcı duvara mala ile hızla savurup çarpmak suretiyle yapılan kaba sıva; çarpma sıva. çarp ı2, [çarp-ı] {ağız} is. 1. İnce uzun sırık; çırpı. 2. Pekmez kaynatırken, kazandaki şırayı taşırmamak için kullanılan çubuklar. [DS] çarp ı3, [çarp-ı]
{ağız}
is. Kilim; yaygı. [DS]
çarp ı4, [çarp-ı] {ağız} is. Beyaz badana toprağı. [DS] S çarpı toprağı, {ağız} B ey a z b a d a n a toprağı. [DS]
İM
İ * » 0 1 . 8 9 3
çarpıcak, [çarp-acak > çarpıcak] is. Taş işlemecili ğinde kullanılan ağzı geniş çekiç, çarpıcı, [çarp-ıcı] sf. Aşırı derecede dikkat çeken; şaşırtıcı; önemli, çarpık, -ğı [çarp-mak > çarp-ık] sf. 1. Çarpılmış; düzgün olmayan. 2. Bir yana doğru eğilip bükül müş olan. 3. Amacından sapmış; olması gereken nitelikleri kaybetmiş. 4. (Düşünce için) akla ve mantığa aykırı. 5. Felçli. 6. (Ahşap için) nem ora nının değişmesi ile liflerinde çekme olmuş ve düz günlüğünü kaybetmiş. 7. zf. Bozuk bir biçimde, ö çarpık ayak, B astığ ı y e r e uğursuzluk getird iğ in e inanılan kimse.\\ çarpık çurpuk, Ç o k çarpık, eğ ri büğrii.
ÇAR
sağa sola çarpmak; telaş göstermek. 2. Bir işi ger çekleştirmek için birçok yere baş vurarak uğraş mak; didinmek; çırpınmak, {ağız} (aym) [DS] S çarpınıp çırpınm ak, {ağız} Ç o k çırpınm ak. [DS] çarp ın tı1, [çarp-mtı] is. 1. Bir boru içinden geçen sıvıların akış hızındaki değişikliğin yaptığı sarsıntı. 2. Heyecan, korku gibi sebeplerle kalp vuruş düze nindeki değişiklik ve artış. çarpıntı2, [çarp-ıntı] {ağız} is. Çalınmış eşya. [DS] çarpm tıJ, [çarp-ıntı] {ağız} is. Toprak damlarda, toprak altına döşenen kuru ağaç dalları. [DS] çarpıntılı, [çarp-m-tı-lı] sf. 1. Çarpıntısı olan. 2. Kalp atışını değiştirecek ölçüde heyecanlı, telaşlı,
çarpıkça, [çarpık-ça] sf. Biraz çarpık olan,
çarpıntısız, [çarp-ın-tı-sız] sf. 1. Çarpıntısı olmayan. 2. Sakin.
çarpıklaşm a, [çarpık-la-ş-ma] is. Çarpık bir durum alma eylemi.
çarpış, [çarp-mak > çarp-ış] is. Çarpmak eylemi veya biçimi.
çarpıklaşm ak, [çarpık-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır ] Çar pık bir durum almak, çarpıklaştırm a, [çarpık-la-ş-tır-ma] is. Çarpık du ruma getirmek işi.
çarpışdurm ak, [çarp-ış-dur-mak] {eÂTj g ç s z .f. [-u r] 1. Gezip tozmak. [DK] 2. Çırpıştırmak, çarpışık, -ğı [çarp-ış-ık / çarp-aş-ık] {ağız} sf. Zik zaklı. [DS]
çarpıklaştırm ak, [çarpık-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır ] Çarpık duruma getirmek,
çarpışılm a, [çarp-ış-ıl-ma] is. Karşılıklı veya birlikte çarpmak işi.
çarpıldık, -ğı [çarpık-lık] is. 1. Çarpık olma durumu. 2. Çarpık olan şeyin niteliği. 3. Bozukluk; düzen sizlik; amaca ters işleme. 4. Nispetsiz,
çarpışılm ak, [çarp-ış-ıl-mak] edil. f . [-ır] Çarpışmak eylemi yapılmak; savaş yapılmak; dövüş yapılmak,
çarpılan, [çarp-ıl-an] sf. 1. Çarpma işinin etkisinde kalmış olan. 2. is. mat. Bir çarpma işleminde bir sa yı ile çarpma yapılan ilk sayı; çarpanlardan ilki ve ya büyük olanı, çarpılm a, [çarp-ıl-ma] is. 1. Çarpılma eylemi. 2. Çarpık duruma gelme, çarpılm ak, [çarp-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Çarpma eyleminden etkilenmek. 2. Çarpık duruma gelmek; biçimi bozulmak; yamrulmak; eğilmek; bükülmek; yana yatmak. 3. Çok etkilenmek; şaşkına dönmek. 4. Felç geçirmek; (felç hastalığının sebebi olarak gösterilen inanışa göre) cinlerin hışmına uğramak. 5. Elektrik akımının etkisinde kalarak fiziksel zarar görmek. 6. argo. Aldatılmak; parası çalınmak; so yulmak. çarp ım 1, [çarp-ım] is. mat. Bir çarpma işleminde sonuç. S çarpım cetveli, çarpım tablosu, B irden o n a k a d a r olan say ıların birb iri ile çarpım ın ı g ö s teren cetvel, P is a g o r cetveli.\\ çarpım çarpım ç a r pınmak, {ağız} K en dini ç o k yorm ak. [DS] çarpım 2, [çarp-ım] {ağız} is. Beyaz badana toprağı. [DS] çarpım 3, [çarp-ım] {ağız} is. Tutam; deste; küme. [DS] çarpınlam ak, [çarp-mak > çarp-m-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Badana toprağı ile badana yapmak. [DS]
çarpışm a, [çarp-mak > çarp-ış-ma] is. 1. Karşılıklı çarpma eylemi. 2. as. İki ordunun bazı birlikleri arasında çıkan küçük çaplı savaş; çatışma; vuruş ma; müsademe. 3 . fiz . İki ya da daha çok hareketli cisim arasında hareketlerinin yönünü ve hızını de ğiştirecek etki, çarpışm ak, [çarp-mak > çarp-ış-mak] işteş, f . [-ır] 1. Karşılıklı birbirine çarpmak; vuruşmak; tokuşmak. 2. (Düşman birlikleri ile) küçük çaplı savaş yap mak; çatışmak; vuruşmak; müsademe etmek. 3. (Düşünce, görüş için) üstün gelmeye çalışmak. çarpıştırm a, [çarp-ış-tır-ma] is. Çarpışmak işini yap tırma. çarpıştırm ak, [çarp-ış-tır-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Çar pışmak işini yaptırmak. 2. {ağız} Dövmek. [DS] çarpıtılm a, [çarpıt-mak > çarp-ıt-ıl-ma] is. Çarpık duruma getirilmek işi. çarpıtılm ak, [çarp-ıt-mak > çarp-ıt-ıl-mak] edil. f. [ır] 1. Biçimi ve görüntüsü değiştirilmek. 2. m ecaz. Gerçek niteliği veya doğruluğu giderilmek; bozul mak; değişik biçime sokulmak, çarp ıtm a, [çarp-ıt-ma] is. Çarpık hâle getirmek işi.
çarpınm a, [çarp-m-ma] is. Çarpınmak işi.
çarpıtm ak, [çarp-mak > çarp-ıt-mak] gçl. f . 1. Bir şeyin biçimini ve görüntüsünü değiştirmek, boz mak; çarpık hâle getirmek. 2. Bir olayın veya du rumun gerçek niteliğini değiştirmek, yok etmek; yanlış biçimde yorumlamak; çarptırmak. 3. {ağız} Eğmek. [DS]
çarpınm ak, [çarp-ın-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Kendini
çarpik, -ği [çarp-ık] {ağız} sf. Kısa boylu; bodur. [DS]
ÇA R
Û IÜ M IM J S İ İ M .8 9 4
çarpinm ek, [çarp-ın-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] Çok heyecanlanmak. [DS] çarplaşm ak, [çarp-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] (Y aş ağaçtan kesilen tahta için) kuruyunca ekseni çevresinde bükülmek; çarpılmak. [DS] çarplı, [çarp-lı] {ağız} is. Çevresi düzeltilmiş yapı taşı. [DS] ça rp m a 1, [çarp-ma] is. 1. Çarpmak eylemi veya iş lemi. 2. mat. Çarpan ve çarpılan adı verilen iki sa yıdan çarpım adı verilen üçüncü sayıyı elde etme işlemi. 3 .fiz . Hareket hâlindeki bir cismin başka bir cisme hızla dokunarak kütlesinden ve hızından do layı uyguladığı fizikî etki. 4. balıkç. Balık sürüleri arasına daldırıldıktan soma hızla çekilmek suretiyle balık yakalamaya yarar çok iğneli bir tür olta. 5. Sıvayı mala ile duvara hızla atarak yapılan bir sıva işi. 6. Türk müziğinde asıl notaların araşma sıkıştı rılmış ve usulü bozmayan küçük fazlalık. 7. {ağız} İnme; felç gelme. [DS] 8. Vurarak, takma gibi ya pılmış kabartmalı gümüş eşyalara verilen ad. 9. sf. Çarpılarak yapılan. S çarpm a işareti, Ç arpm a işlem in de ku llan dan ça rp ı (X ) y a d a (.) işa retleri.|| çarp m a yol, {ağız} T aşlı yol. [DS] çarp m a2, [çarp-ma] {ağız} is. Yanıltma. [DS] çarp m ak 1, [çarp-mak
|g ç l .f i [ - a r ] 1. (Bir şeyi)
hızla bir yere vurmak. 2. Hızlı kapatmak. 3. (Elekt rik akımı için) etkisinde bırakmak. 4. (Hava, rüz gâr, soğuk, güneş için) hasta etmek. 5. Dövmek, tokat vurmak. 6. (Cin, şeytan vb. için) etkisi altına almak. 7. Hızla sıva atmak. 8. Hareket hâlindeki bir cisim, başka bir cisme hızla vurarak kütlesinden ve hızından dolayı fizikî etki uygulamak. 9. mat. Bir sayıyı ikinci bir sayı kadar toplamaya dayanan ma tematik işlemini yapmak. 10. Olumsuz bir davranı şı yüz yüze söylemek; hatırlatmak. 11. (Kalp için) atışları hızlanmak ve atış gücü yükselmek. 12. {eAT} Sıvamak; sürmek; bulaştırmak. 13. {eAT} Yağm a etmek; baskın yapmak. [DK] 14. a rg o Çal mak; kandırmak; el çabukluğu ile almak. çarp m ak 2, [eT. çap-mak > çarp-mak] {ağız} gçl. f . [a r ] At koşturmak. [DS] çarptırış, [çarp-tır-ış] is. Çarptırma eylemi ve biçimi, çarp tırm a, [çarp-tır-ma] is. Çarpma eylemini yap tırma işi. çarp tırm ak , [çarp-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Çarpma eylemini yaptırmak. 2. Bir şeyin başka bir şeye çarpmasına sebep olmak. 3. Yankesiciye para, cüz dan vb. şeylerini çaldırmak; kaptırmak. 4. Çarpık duruma getirmek; çarpıtmak, çarpuh, [çarp-ık > çarpuh] {ağız} sf. Eğri; çarpık. [DS] çarpuhlu, [çarpık-lı > çarpuhlu] {ağız} sf. (Ekin için) cılız. [DS] çarpuk, -ğu [çarp-mak > çarp-uk] {ağız} sf. 1. Eğri; çarpık. 2. Yalancı. [DS]
çarpul, [çarp (yans.) > çarp-ul] is. Sıvı ya da kıvamlı maddeler içinde kendi kendine ya da el ve ayakla oluşturulan hareketler sırasında çıkan sesleri anla tan yansımalı gövde. S çarpul çurpul, {ağız} (Kap için de sa lla n a n su için) “ça rp ç u r p ” s e s i ç ık a ra rak. [DS] çarpuşturm ak, [çarp-ış-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-u r] Tokatlamak. [DS] ç a rs 1, [çars (yans.)] {eT} is. Çarpma, vurma sesini anlatan yansımalı kök. S çars çars, Ses belirtir; ç a t çat. [DLT] ||çars çars urm ak, Vücudunun n ere sin e d en k g e lir s e ç a t ç a t vurmak, dövm ek. [DLT] çars2, [çars] {ağız} is. Sis. [DS] çarsu, [Far. çâr (dört) + sü (yön)
{eAT} is.
Çarşı. [YE] çarşaf, [Far. çâder+şeb (g ec e örtüsü)
is. 1.
Yatağa serilen ve yorgana kaplanan pamuklu ku maştan örtü. 2. Eskiden kadınların giydiği uzun sokak kıyafeti. 3. Büyük boy sigara kâğıdı. S ç a r şafa bürünm ek, {OsT} (G en ç kız için) eskiden on iki on üç y a şm a g eld ik lerin d e ç a r ş a f adı verilen örtü ile örtünm eye başlamak.\\ çarşafa dolaşmak, (İş ve konu için) karışm ak, içinden çıkılm az duru m a g elm ek ; beeeremenıek.\\ çarşafa girmek, (Yeni y etişen g en ç k ız lar için) ç a r ş a f örtünm eye b a ş la m ak.|| çarşafa sokmak, (Y en iy etişen g en ç kız için) ç a r ş a f giydirm ek. || ç a rşa f çarşaf, (G azete, m ektup vb. için) ç o k uzun; ç o k sayfalı.\\ çarşaf gibi, 1. (Deniz, g ö l vb. için) dalgasız, durgun. 2. (Kâğıt, m en dil vb. için) büyiik boy. || çarşaf kadar, G ere ğin den veya o lm ası g erek en d en d a h a büyük. çarşafçı, [çarşaf-çı] is. Çarşaf üreten ya da satan kimse. çarşafçılık, -ğı [çarşaf-çı-lık] is. Çarşaf üretme ya da satma işi; çarşafçının mesleği, çarşaflam a, [çarşaf-la-ma] is. 1. Çarşaf kaplama ey lemi. 2. Başarısız olma eylemi, çarşaflam ak, [çarşaf-la-mak] gçl. [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Yatak, yorgan için) çarşaf geçirmek; çarşafla kap lamak. 2. gçsz. argo. Başarısız duruma düşmek; becerememek; kötü duruma düşmek, çarşaflanm a, [çarşaf-la-n-ma] is. 1. (Yatak, yorgan için) çarşaf geçirilme; çarşafla kaplanma eylemi. 2. Çarşaf örtünme. 3. Çarşaf edinmek işi. çarşaflanm ak 1, [çarşaf-la-n-mak] edil. f. [ - ı ı] 1. (Yatak, yorgan için) çarşaf geçirilmek; çarşafla kaplanmak. 2. dönşl. f . Çarşaf örtünmek. 3. Çarşaf sahibi olmak; çarşaf edinmek; çarşaflı hâle gelmek, çarşaflatm a, [çarşaf-la-t-ma] is. 1. Çarşaf geçirtme veya kaplatma işi. 2. a rg o. Birini zor duruma dü şürmek işi. çarşaflatm ak, [çarşaf-la-t-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. (Y a tak, yorgan vb. için) çarşaf geçirtmek; çarşaf kap latmak. 2. (Bir kadın veya kız için) çarşafa girme
ÇAR
lllt ll[ f » il. 8 9 5
sini sağlamak; buna zorlamak. 3. argo. Birini zor duruma düşürmek, çarşaflı, [çarşaf-lı] sf. 1. (Yorgan, yatak vb. için) çar şaf kaplanmış veya- örtülmüş olan. 2. (Kişi için) çarşaf giyinmiş olan, çarşaflık, -ğı [çarşaf-lık] sf. Çarşaf yapımına uygun, çarşafsız, [çarşaf-sız] sf. 1. Çarşafı olmayan. 2. (Kadın için) çarşaf giymemiş. çarşak 1, -ğı [eT. çahşa-k (g ev şek taşlar) > çarkak / çarçalc / çarşak] {ağız} is. 1. Yamaçlardan aşağı doğru akarak eteklerde biriken çakıl yığını. 2. Ka yalık yamaç yer. 3. Uçurum. 4. Ufak çakıl taşları ile örtülü yer. [DS] çarşak2, -ğı [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-ak > çarşak] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çarşam ba, [Far. çâr (dört) + şenbih (giin) vA ;U -] is. Salı ve perşembe arasında kalan günün adı. S ç a r şamba karısı, 1. (K adın için) s a ç ı b a şı dağınık, üstü ba şı p erişan . 2. m ecaz. C ad ı; sihirbaz. || ç a r şamba pazarı, K a rm aşık ve d a rm ad a ğ ın ık (yer). || çarşam ba pazarına çevirm ek, B irin i iyice dövüp yüzünü gözünü kan için de bırakmak.\\ “çarşam b a dır çarşam b a” demek, D üşü ncesinden ve inadın dan vazgeçm em ek. çarşanga, [? çarşanga] {ağız} sf. Uyarılara kulak as mayan; söz dinlemeyen; bildiğini okuyan. [DS] çarşeb, [Far. çâr-şeb
kuşu, {ağız} zool. D iken a ra la rın d a g ezen b o z ren k li küçü k b ir kuş; ça lı ötleğ en i; a k g erd an lı ötleğen, (Sylvia com m unis). [DS] ç a rt2, [çart] {eT} is. Parça. [DLT] fi1 (bir) ç a rt algu, {eT} B ir p a r ç a a la c a k .|| ça rt çurt, {eT} H er şeyin u fağ ı; döküntü. [DLT] ç a r t ’, [çart] {ağız} is. Suların getirdiği çörçöp. [DS] ç arta, [Far. çâr (dört) + târ (saz teli)] {OsT} is. Eski den kullanılan dört telli, perdeli bir tür telli saza verilen ad. çartak , [Far. çâr (dört) + tak (direk)] (ça .rta .k ) {eAT} is. Dört köşe çadır; çardak,
{OsT}
çartan , [? çartan] {ağız} is. Uçurumun dibi. [DS] çarter, [Lat. chartula > İng. to charter (kiralam ak)] (çartır) is. 1. Bir turizm kuruluşunca kiralanan uçak. 2. Hava taşımacılığında düzenli olmayan hizmetler için yapılan kiralama sözleşmesi. 3. De niz taşımacılığında yer ayırtmalı navlun sözleşme si. çartık, -ğı [? çartık] {ağız} is. Boya için dalyanlarda kullanılan kayık. [DS] çarub, [Far. çârüb v ’Jj^-] (ça .ru .b ) {OsT} is. Süpür ge. S çârflb-fürûş, {OsT} Süpürge y a p an ve satan kim se. || çârüb-keş, {OsT} -*■ çarubkeş.|| çarubkeş, 1. Süpüren. 2. T ekke şeyhi. || çârüb-zen, {OsT} Siipüriicü.
(ç a :rş eb ) {OsT} is. Çar
çarubî, [Far. çârüb + Ar. -î ^ jj^ -] (ç a ;ru ;b i;) {OsT}
çarşenbih, [Far. çâr-şenbih (dördüncü gün) -u^ijU-]
is. Hayır kuramlarındaki temizlikçilere verilen ad; süpürücü.
şaf. (ça :rşen bih ) {OsT} is. Çarşamba günü, çarşı, [Far. çehâr (dört) + sü (taraf)
—>-* çarşı /
çarşu] is. Şehir ve kasabalarda pek çok dükkânın bir arada bulunduğu alış veriş yeri. S çarşı ağası, Çarşının düzenini sa ğ la m a k la g ö rev li kişi. || çarşı ekmeği, E v d e yapılm am ış, ça rşıd a k i fırın la rd a n satın alınm ış ek m ek ; fr a n c a la . || çarşı tuğlası, B o yutları altı p a r m a k o lan g en iş tuğla. çarşılı, [çarşı-lı] is. Esnaf. çarşır1, [Far. cahcir] {ağız} 1. işlemeli dar şalvar. 2. İç donu. [DS] çarşır2, [Far. cahcir] {ağız} is. Kümes hayvanlarının ve kuşların ayağındaki tüyler. [DS] çarşır3, [Far. gavsir / Ar. çavşır] {ağız} is. bot. Kır larda yetişen, susuzluğa dayanan bir ot. [DS] çarşırlık, -ğı [çarşır3-lık] {ağız} is. Çarşır otunun bol olduğu yer. [DS] çarşov, [çarşaf] {ağız} is. Çarşaf; örtü. [DS] çarşu, [Far. gavsir] {ağız} is. Yeşilken acı, sararınca tatlılaşan, hayvanlara yedirilen bir ot. [DS] çarşut, -du [eT. çaşut > çarşut] {ağız} is. Sezdirme den denetleyen kişi. [DS] ç a rt1, [çart / çırt (yans.)] is. Kaba bir şekilde ötmeyi, bağırmayı anlatan kök. [Zülfıkar] ç a rt kuşu. 0 ç a rt
çaru ca, [? çaruca] {ağız} is. Turşu veya sirke kabı. [DS] çarug, [Far. çâruğ ^j^-] (ça.ru ğ ) {OsT} is. Çarık. çaru h 1, [çarak > çaruh] {ağız} is. Demir saban. [DS] çaru h 2, [çaralc > çaruh] {ağız} is. Çarık. [DS] çaru k, [çaruk] {eT} is. 1. Çarık, {ağız} (aynı) [DLT] [EUTS] [DS] 2. Işık, çarukeş, [Far. çârü-keş jiS 'jjU ] {OsT} is. Tekke şeyhi. çaruklam ak, [çaruk-lâ-malc] (çaru kla;m ak) {eT} g ç l f . [ - r ] 1. Çarıklamak; çarık giydirmek. 2. Çarık bo yuna nispet etmek. [DLT] çaruklanm ak, [çaruk-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] Çarık giymek. [DLT] çaruklug, [çaruk-luğ] {eT} sf. Çarıklı. [DLT] çarukluk, [çaruk-luk] {eT} is. Çarık yapılmak üzere ayrılmış deri. [DLT] çarun, [çarün / çünük / şünük] (çaru:n) {eT} is. bot. Çınar ağacı, (P latanus orien talis). [DLT] çaru t, -du [Erme, çarut / çarıt] {ağız} is. Ateş küreği. [DS] çarü k, -ğü [çürü-k] {ağız} sf. Çürük. [DS] çarüke, [? çarüke] {ağız} is. Terlik; ayakkabı. [DS]
Ö IÜ H IİM C E S Ü M .
ÇAR çarü m , [Far. çârüm pU-]
Dör
çaşgır2, [Far. cahcir] {ağız} is. 1. Yırtık, eski püskü elbise. 2. İşlemeli dar şalvar. [DS]
(ça:rümi:n) {OsT} sf.
çaşgırJ, [Far. cahcir] {ağız} is. Kümes hayvanlarının ayaklarındaki telekler. [DS]
(ça.rüm) { OsT}’ sf.
düncü. çarüm in, [Far. çârümîn uy»jW-] Dördüncü.
(dört)
(dost)
+ yâr
jIjjU-]
{OsT}
(ça:ıya:r) is. Dört dost; (F[z. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali). S çâryâr-ı güzîn, İlk dört halife.
çary ari, [Far. çâryâri lSj^j^-]
(ça:rya:ri:) {OsT} is.
Dört halifeye bağlılık; Sünnîlik, çaryek, [Far. çâr
(dört) +
yek
(bir) iÜjj.L*-] (ça:ıyek)
{OsT} is. Dörtte bir; çeyrek, (ça:rzarb)
çarzarb , [Far. çâr-zarb / çâr-darb
{OsT} sf. tasvf.
Saç, sakal, bıyık ve kaşları tıraş
edilmiş. çasa, [? çasa]
{ağız} is. Şahin.
(ça.sa.r) {OsT} is. 1. Osmanlıların Viyana’da otu ran Alman imparatoruna verdikleri unvan; kayser. 2. Rus çarı. çası, [*çaş-mak > ças-ı] {eT} atma; iftira. [EUTS] [Gabain]
is.
Leke sürme; çamur
çasu rm ak, [*çaş-mak > ças-ur-mak / çaşurmak] {eT} gçl. f. Leke sürmek; çamur atmak; iftira etmek. [EUTS] [Gabain] çasut, [ças-ut] {eT} [EUTS] [Gabain]
is.
İftira; kara çalma; karalama.
ç a ş 1, [çaş (yans.)] is. Kalın bir hışırtı ve sürtünme sesini anlatan kök. [Zülfıkar] çaş-ır-da-mak çaş3, [Far.
{eT} is. Firuze; Türk mavisi. çâş jiUr] (ça:ş) {OsT} is. Harmandaki tahıl
yığını; cec, çeç. çaş4, [caş / çaş] {ağız} is. Mısır unu ile yapılan çocuk maması. [DS] çaşa, [? çaşa] {ağız} is. Çam ağacının kuru dalları. [DS] çaşak 1, -ğı [eT. cahşa-mak > çâşa-k] (ça:şak) {ağız} sf. 1. Eskimiş. 2. Parçalanmış; dağılmış. [DS]
(yans.) > çağ-(ı)ş-a-k > çâşak] (ca:şak) {ağız} is. 1. Yamaçlardan akarak birikmiş
çaşak2, -ğı [çağ
taş yığınları. 2. Çağlayan. [DS]
[eT. *cahşa-mak > çâş-a-mak] (ça:şamak) {ağız} gçsz. f. [-r] [-ş(ı)-yor] Yıkılacak duruma
çaşam ak,
gelmek. [DS] çaşara, [çaş-ar-a]
{ağız} sf. Dedikoducu.
çaşıfen, [? çaşıfen]
ç a şır1, [Sansk. {eT} is. Büyük çadır; ala sayvan. [DLT] çaşır2, [Far. cahcir => çağşır => çâşır] (ça.şır) {ağız} 1. Geniş pantolon; şalvar. 2. Kıldan dokunmuş bez. 3. İç donu. [DS] çaşır% [çâşır] (ça:şır) {ağız} is. Etrafı düzeltilerek çatı üzerine döşenen ağaç. [DS] çaşır4, [Far. gavsir / Ar. cavşir => çağşır > çâşır] (ça:şır) {ağız} is. bot. 1. Kırlarda yetişen, susuzluğa dayanan bir ot. 2. Dere otuna benzer, yemeği yapı lan bir ot. 3. Yaban pancarı. [DS] çaşır5, [çâşır]
[DS]
çasar, [Lat. caesar > Mac. zaeszar => çâsâr jL-U-]
çaş2, [çaş]
{eT} is. Hayat, {ağız} is. Pencere kafesi. [DS] chattra (krala ait) => çâşır] (ça:şır)
çaşgu, [çaş-ğu / çaşa-ğu]
çary ar, [Far. çâr
[DS]
çaşarat, -dı [çaş + Ar. avret => çaşârat] (çaşa.rat) {ağız} is. 1. Huysuz, kavgacı kadm. 2. Ahlâksız ka dın; aşüfte. 3. Dedikoducu. 4. Beceriksiz, şaşkın kadın. [DS] çaşg ır1, [Far. gavsir] {ağız} is. Kırlarda yetişen, su suzluğa dayanan bir ot. [DS]
(ça:şır) {ağız} is. Boş
gezen. [DS]
çaşıran, [çaş (yans.) > çaş-ır-an] {ağız} is. Geniş ve yuvarlak yapraklarından sarma yapılan bir tür ot. [DS]
(yans.) > çaş-ır-da-mak] {ağız} gçsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] (Kuru yaprak vb. için) birbi
çaşırdam ak, [çaş
rine sürtünerek cığırdamak. [DS]
ses
çıkarmak;
çaşırm ak, [çaş-ır-malc / ças-ur-mak] İftira etmek; haksız yere suçlamak. çaşıt1, [çaşu-r-mak
(suçlamak) >
hışırdamak;
{eT} gçl. f. [-ur]
çaşut > çaşıt o*i^-]
is.
1. Casus. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Dedi kodu yaparak ara bozan; laf getirip götüren kişi. [DS] çaşıt2, [çaş-ıt] {ağız} is. Üzüm. [DS] çaşıtçı, [çaşıt-çı]
{ağız} is. Gözetleyici.
[DS]
çaşıtlam a, [çaşıt-la-ma] is. 1. Casusluk yapmak işi. 2. Dedikodu yaparak ara bozmak işi. çaşıtlam ak, [çaşıt-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] {ağız} 1. Casusluk yapmak. 2. Dedikoduculukla, laf taşımakla ara bozmak. [DS] çaşıtlık, -ğı [çaşıt-lık] is. 1. Casusça davranış; casus luk. 2. Kişiler arasında laf taşıyarak ara bozuculuk yapma. çaşk a1, [? çaşka]
{ağız} is. Bebek; çocuk.
[DS]
çaşka2, [? çaşka] {ağız} is. Büyük yaygı. [DS] 0 çaşka çaparaşk a, {ağız} (Iş için) iyi yapılmamış. [DS] çaşk ar, [? çaşkar] {ağız} is. Taşlı ve kumlu. S çaşk ar tarla, {ağız} Taşlı ve kumlu tarla. [DS] çaşlak, -ğı [çoğaç-la-mak ? > çaşla-k] {ağız} is. 1. Balık ağlarını serip kurutmaya yarayan yüksekçe çardak. 2. Ağır yükleri kaldırmakta kullanılan, or tasında makara bulunan üç ayaklı aygıt. [DS] çaşm ak 1, [*çaş-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] İftira etmek; karalamak; haksız yer suçlamak. [Clauson] çaşm ak2, [çaş-mak]
{ağız} is. Çocuk salıncağı.
[DS]
' ÇAT
ı r a iu it is f lM . 8 9 7
çaşmuli, [? çaşmuli] {ağız} is. Sulu hamurdan pişen ekmek. [DS] çaşni, [Far. çâşnî
(ça :şn i:) {OsT} is. 1. Lezzet;
tat; çeşni. 2. Tadımlık. S çaşnî-gîr, {OsT} tar. S a ra y lard a y em ek leri h azırlayıp pişiren , tadını kon t r o l eden ve su nm a işlerin i yürüten k im se le re v eri len a d ; çeşn ici.|| çaşnî-gîr başı, {OsT} tar. S o fra hizm etini g ö ren çaşn igirlerin b a ş m a verilen ad.\\ çaşnî-gîr usta, {OsT} tar. im p a ra to rlu k d ön em in de sa ra y la r d a y em ek hizm etleri ile görevlen dirilm iş k ad ın la ra verilen a d .|| çaşni tutm ak, {OsT} tar. (E skiden b e le d iy elerc e ekm eğin cinsin i b elirlem ek için) bir takım tekn ikler uygulam ak. çaşt, [Far. çâşt c~î.U-] (ça:şt) {OsT} is. 1. Sabah ile öğle arasındaki vakit; kuşluk. 2. Kuşluk yenen ye mek. S çâşt-dân, {OsT} İçin e y iy e c e k ve ek m ek konulan se p et; ek m ek sepeti. çaşur, [Far. eahşır => çâşur] (ça:şu r) {ağız} is. bot. Çakşır otu. [DS] çaşurm ak, [*çaş-m ak > çaş-ur-mak] {eT} g ç l .f i [-u r] İftira etmek; haksız yere suçlamak. çaşut1, [*çaş-mak > çaş-ut o-iU-] is. 1. {eT} {eAT} {ağız} Casus. [DS] 2. .{ağız) Muhabir. [DS] 3. {ağız} Arabulucu. [DS] 4. sf. Şaşırtan; aldatan; karalayan. 5. {ağız} Gözetleyici. [DS] çaşut2, [? çaşut] {ağız} is. Her gün koyun ve ineği sağan kadın. [DS] çaşutlam ak, [çaşut-la-mak j^-b'^iU-] {eAT} gçl. f . [r] 1. Araya casus koyup durumündan ve sözlerin den haber almak. 2. Gözetlemek; gözetlettirmek. ç at1, [çat / çet / çıd / çıt / çit (yans.)] is. Güçlü bir şekilde vurma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, yanma ve tutuşmayı anlatan kök. [Ziilfıkar] {eT} (ay nı): ç a t p at, ç a t kapı, çat-ıl-tı, ça t çat, ça t-ır çat-ır, çat-ır-da-m ak, çat-la-m a, çat-ır-tı tü? çat çat urm ak, {eT} "Çat ç a t" s e s le r i ç ık a rta ra k vurmak, dövm ek. || çat kapı, (B ir kim senin g elişi y a d a kap ı çalın m ası için) b eklen m ed ik b ir a n d a .|| çat orada çat burada, Yeri b e lli olm ayan ; n ere d e oldu ğu k e sin lik taşım ayan ; s ık s ık y e r değiştiren. çat2, [çat / çıt / çit (yans.)] is. Kızma, kavga etme vb. durumlarında bağırma, rasgele konuşma ve söylenmeyi anlatan kök. [Zülfikar] ça t-ır çatır, çat-ırda-m ak, ça t-ır-gaç, ç a t pat, S çat pat, (Y abancı d il için) az çok, şö y le b ö y le; y a la n yanlış.\\ çat çe ne, {ağız} G ev eze; ça lçen e. [DS] çat3, [çat (fiil kökü)] is. 1. Birbirine kavuşturulup bağlanmış şeylerin birleşme yeri; iki şeyin birbirine değdiği, kesişerek birleştiği uç kısım. 2. {ağız} İki derenin birleştiği yer. [DS] 3. {ağız} İki yolun kesiş tiği yer; kavşak. [DS] 4. {ağız} Orta yer. [DS] 5. {ağız} Köşe başı. 6. {ağız} İki tepe arasındaki geçit. [DS] [DS] 7. {ağız} İki bacağın birleşmesi ile oluşan biçim. [DS] 8. {ağız} Bel. [DS] 9. {ağız} Kuyruk so
kumu. [DS] 10. {ağız} Tam karşı. [DS] S çat ayak, {ağız} Sacayak. [DS]|| çat aynaş olmak, {ağız} K a v g a etm ek; çatm ak. [DS] çat4, [Soğd. c ’t =>çât] {eT} is. Kuyu. [ETY] [DLT] çat5, [çat] {ağız} is. Küçük yuvarlak taş; çakıl. [DS] çat6, [çat] {ağız} is. Ateş. [DS] çat7, [çat] {ağız} sf. Çetin; sert. [DS] t? çat ayaz, {ağız} 1. Ç ok soğuk. 2. P a r a s ı olm ayan. 3. Orta yer. [DS] çat8, [çat] {ağız} is. Soğuk almaktan dolayı oluşan bir hayvan hastalığı. [DS] çat9, [çat] {ağız} is. Mısır unundan yapılarak fırında pişirilen, büyük, uzun ekmek. [DS] çatadak, -ğı [çat (yans.) > çat-adak] ( ç a ’tadak) zf. “Çat” sesi çıkararak, çatak, -ğı [çat (yans.) > çat-mak > çat-ak] is. 1. İki yol veya derenin birleştiği, birbirine kavuştuğu yer; kavşak. 2. {ağız} İki dağ yamacının kesişmesi ile meydana gelmiş dere; iki tepe arasındaki geçit. [DS] 3. {ağız} Su akıntılı yerler. [DS] 4. {ağız} Dağ lardaki derin dereler. [DS] 5. sf. Çapraşık; iç içe girmiş; karışık; girift; arabesk. 6. (Meyve için) ya pışık; ikiz; çatal. 7. (Kişi için) varıp ona buna ça tan; kavgacı. çatal, [çat (yans.) > çat-mak > çat-al Jl^ -] sf. 1. Bir ucu iki ve daha çok parçaya ayrılmış olan. 2. (Söz için) iki anlamlı. 3. is. (Yol, ağaç vb. için) ayrılış noktası. 4. İki ve daha çok dallara, ya da kola ayrı lan nesne. 5. Yiyeceklere saplamada kolaylık ol ması için ucunda üç veya dört dişi bulunan metal yemek servis aracı. 6. oyun. Satrançta karşı tarafın iki taşını tehdit altında bırakacak şekilde taş sürme. 7. Ucu iki ya da daha çok dala ayrılmış değnek. 8. Dallı olan şeylerin her bir kolu. 9. Tarım araçların dan yaba veya dirgenin iki parmaklısı. 10. {eAT} Üç değneği bir demir halkaya bağlamak suretiyle oluş turulan bir av aracı. 11. {ağız} Erkeklerin giydiği, topuklara kadar uzun iç çamaşırı. [DS] 12. {ağız} Arabalarda dingile bağlanan tahta. [DS] 13. {ağız} İki tepe arasındaki geçit. [DS] 14. İnsanın bacakları ile oluşturduğu açıklık; apış arası. 15. {OsT} tar. İmparatorluk döneminde, ordu sefere çıktığında askerî hizmetler dışında çalıştırılan kimselere veri len ad. 16. {ağız} Et asılan çengel. [DS] 17. {ağız} Kalafatçıların kullandığı keskiye benzer, boyuna oluklu demir aygıt. [DS] S çatala binmek, {ağız} P an tolon giym ek. [DS]|| çatal ağarsak , {ağız} Sığır, davar, a t ve eşek lerin tırnak a ra la rın d a olu şan y a ra. [DS]|| çatal ağısı, {ağız} -*■ çatal ağarsak. [DS]|| çatal ağız, coğ . D enize dökülürken d elta m eydana g etiren akarsuyun bu bölüm ü. || çatal aksak, {ağız} - * çatal ağarsak. [DS]|| çatal ansa, {ağız} çatal ağarsak. [DS] || çatal arab a, {ağız} D ört tek erlekli at a r a b a s ı.|| [DS] çatal arz, {OsT} tar. B ir m akam da eş zam an lı y a d a a rt zam an lı o la r a k ortay a çıkm ış
ÛIÜMIİİfflitfSÛM. bulunan tutarsız iş veya işlem ler. || çatal asak, dala ayrılma eylemi, {ağız} -*■ çatal ağarsak. [DS]|| çatal aş, {ağız} -*• çatal çatallanm ak, [çatal-la-n-mak] dönşl. f . [-ir ] 1. Çatal aşı. [DS]|| çatal aşı, {ağız} Yarm a ve m ercim ekle meydana getirmek. 2. (Ses için) gırtlakta iki ayrı yapıları b ir yem ek. [DS]|| çatal aşık, {ağız} -*■ çatal ses oluşmak. ağarsak.[DS]|| çatal at, {eAT/ 1. B in ilen ve y ed e k te çatallaşm a, [çatal-la-ş-ma] is. Çatal bir durum alma bulunan atların h e r ikisine birden verilen ad. 2. eylemi. {OsT} İki tarafın a d a b ire r den k y ü k sarılm ış at. || çatallaşm ak, [çatal-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır] 1. (İş çatal atm ak, B ir işe burnunu so k m a k .|| çatal avuç, için) karışmak ve içinden çıkılmaz bir duruma Yan y a n a g etirilere k birleştirilen iki avuç.\\ çatal gelmek. 2. (Ses için) iki ayrı ses olarak çıkmak, bayrak, {OsT} Y eniçeri b ö lü k ve ortaların ın b a y çatallaştırm a, [çatal-la-ş-tır-ma] is. Çatal duruma ra k la rın d a n y a rısı kırmızı, y a rısı sa rı olanı. |[ çatal getirmek işi. bel, Ucu ikiye ayrılm ış bel. || çatal ciynak, {ağız} çatallaştırm ak, [çatal-la-ş-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] Çatal B ir doku m a m otifi. [DS]|| çatal çatal, B ird en ç o k bir durum almasını sağlamak, ç a ta lla r a ayrılm ış; çatallanmış.\\ çatal çapa, Ucu çatallı, [çatal-lı] sf. 1. Çatalı olan. 2. İki ve daha çok ikiye ayrılm ış ça p a. || çatal çorba, {ağız} -*■ çatal ihtimal bulunan. 3. (Ses için) pürüzlü, aşı. [DS]|| çatal çutal, 1. Ç o k çatallı. 2. (A ğaç için) çatallık, -ğı [çatal-lık] is. 1. Çatal olan yer. 2. Çatal d a llı budaklı.\\ çatal çutal boynuzlu, (E rk ek için) konulan yer. karısı tarafın dan ç o k ç a aldatılm ış,|| çatal don, çatam ak, -ğı [çotanak > çatamak] {ağız} is. Daldaki {ağız} İş y a p a rk en giyilen don. [DS]|| çatal fitil, meyve kümesi. [DS] {OsT} B ir tür es k i zam an tüfeği.\\ çatal gavak, {ağız} -*■ çatal kavak. [DS]|| çatal görm ek, N esn ele çatan 1, [çat-an ?] {ağız} is. Saman taşımakta kullanı lan büyük küfe. [DS] ri net g ö rem em ek ; birden fa z la görüntü teşkil etçatan, [çat-an] {ağız} is. Orta yer. [DS] m ek .j| çatal ilâm, {OsT} B ir m ahkem enin aynı tür ç a ta n a 1, [Rom. çatanele / Çetine (Y u goslavya’d a v e özellikteki kon u lara verdiğ i b irb iri ile çelişen k a s a b a ) adından] is. dnz. Filika büyüklüğünde mo k a r a r .|[ çatal iğne, {ağız} Ç en gelli iğne. [DS]|| çatal torlu tekne. kapı, {ağız} 1. Çift kan atlı s o k a k kapısı. 2. H ayvan ların sa ğ ıld ığ ı yer. [DS]|| çatal kavak, {ağız} B a çatan a2, [çatan-a] {ağız} is. Saman taşımak için arabaya yapılan parmaklık. [DS] c a k la r ı y u k a rıd a a ç ık durum da b a ş ü zerin de durm a şekli. [DS]|| çatal kazık, Tutumları birb irin e ters ve ç a ta n a ’, [çat-an-a] {ağız} sf. Ona buna sataşan. [DS] birbirinin em irlerinin y apılm asın ı en gelleyen iki çatanacı, [çatana-cı] is. Çatana işleten kişi, y etk ili kişi. || çatal m atal, l. (Görüntü için) ç a ta l çatanah , [çatan-ak > çatanah] {ağız} is. Feslere diki laşm ış o la r a k ; net olm ayan. 2. {ağız} B ir ço cu k len altın süs. [DS] oyunu; uzuneşek. [DS]|| çatal m atal kaç çatal, çatanak, -ğı [çot-anak / çat-anak] {ağız} is. 1. Dalda U zuneşek oyunu.\\ çatal ötmek, {ağız} (T üfek için) ki meyve kümesi. 2. Ağaç dalı. 3. İki dal arası. 4. g e ç a teş alm ak. [DS]|| çatal sakal, {OsT} Yüzün iki Bacakların gövdeye birleştiği yer. 5. Birbirine bağ tarafın dan uzatılan sakalın çen ed en k esilm esi ile lanmış iki bohça. 6. sf. Çatallı; pürüzlü. [DS] verilen biçim .|| çatal ses, İk i ayrı p e r d e d e n çıkı çatanaklı, [çot-anak-lı / çatanak-lı] {ağız} sf. Dallı; yorm u ş g ib i k u lak tırm alayıcı ses. || çatal tırnak, budaklı. [DS] {OsT} Koyun, k eç i ve sığ ır cinsi h a y v an lara verilen çataneş, [çat+aynaş] {ağız} is. Çatma; kavga etme; ad. || çatal yarası, {ağız} -* çatal ağarsak. [DS]|| ça uğraşma. [DS] tal yük, {OsT} Atın iki tarafın a yerleştirilen yük. çatangır, [çat-an+kır ?] {ağız} is. Yağ, un ve yumurta çatalca1, [çatal-ca {ağız} is. 1. Bazlama ile yapılan bir yemek. [DS] pişirmekte kullanılan bir tür sacayağı. {eAT} (aynı) çatap at, [çat (yans.) + pat (yans.)\ is. 1. Yere sürül 2. Dokuma tezgâhlarında ipliği aralayan aygıt. 3. düğünde ya da ayakla çiğnendiğinde sürtünme ısısı Çift sürerken toprağı diğer tarafa yatırmak için ile tutuşarak önce çıtırtı daha sonra da patlama ses sabana sokulan keskinin deliğine vurulan demir. leri çıkaran patlayıcı madde. 2. zf. Beklenmedik bir yer ve zamanda; ansızın; birdenbire. S çatapat çaEfâSda2, [çatal-ca] {ağız} is. Kamış kalem. [DS] gelmek, {ağız} Ansızın k arşısın a çıkm ak; k a r şıla ş çatalca ’, [çatal-ca] is. Lades kemiği. m ak. [DS] çatalca4, [çatal-ca] {ağız} is. Tahıl içinde bulunan yabancı ot taneleri. [DS] çatalcılık, -ğı [çatal-ca-lık] {ağız} is. Bir çatı altında birleşmiş birkaç bina. [DS] çatallam ak, [çatal-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] spor. Güreşte bir oyun yapmak. [DS] çatallanm a, [çatal-la-n-ma] is. İki ve daha fazla ana
çatap ata, [çata + pata ?] is. dnz. Gemi sahibi ile tüccar arasında yapılan sözleşme, ç atara, [çat+ara] {ağız} is. Bacak arası. [DS] çataşm ak, [çat-aş-mak
{eAT} işteş, f . [-ır]
[eA T -u r] 1. Çatışmak. 2. {ağız} Buluşmak. [DS] 3. {ağız} Birbirine çatmak. [DS]
Ü ffilIİK C E S İM İ. MS
çatdankuş, [çat-la-n+kuş > çatdanguş] {ağız} is. bot. Hindiba. [DS] çatgı1, [çat-mak > çat-gı] {ağız} is. 1. Alna bağlanan iki parmak eninde tülbent. 2. İp; urgan veya kor don. 3. Baş örtüsü. [DS] çatgı2, [çat-gı] {ağız} is. Ü ç ayaklı sehpa. [DS] çatgı", [çat-gı] {ağız} is. Saman taşımaya yarar büyük sepet; saman selesi; küfe. [DS] çatgın, [çat-mak > çat-km > çat-gm] sf. Çatkın. çatı1, [çat-mak > e T çat-ığ] is. 1. Yol, dere vb.nin ikiye ayrıldığı yer. 2. Bir ucunda bir ayara getirilip çakılmış şeylerin bütünü. 3. as. Tüfeklerin birbirine destek olacak şekilde dayanmış durumu. 4. {ağız} İki bacağın oluşturduğu çatal; bacak arası; apış. [DS] 5. {ağız} Birbirine tutturulmuş kereste. [DS] 6. Binaların üstünde yağmur, kar ya da sıcak, soğuk gibi doğal etkilerden korunmak amacıyla yapılmış eğimli örtü. 7. Binaların damı ile tavam arasındaki boşluk. 8. gnşl. Barınak; sığmak. 9. {ağız} Ara du var. [DS] 10. Aynı amaç etrafında toplanan kişilerin bütünü. 11. dbl. Eylemin özne tarafından yapılma sına veya özneye yönelik yapılmasına göre fiillerin taşıdığı özellik. 12. {ağız} Baca. [DS] 13. Omuzda su taşımaya yarayan iki ucu çengelli sopa, t? çatı arası, 1. E ğim li çatı yüzeyi ile son k at tavanı a r a sın daki boşluk. 2. {ağız} B a c a k arası. [DS]|| çatı avı, {ağız} Ç ığırtkan o la r a k kullanılan b ir çift e r k e k k ek likle m art ayın da y a p ıla n k ek lik avı. [DS]|| çatı ayrılmak, {ağız} B a c a k la rı ayrılm ak. [DS]|| çatı çatm a, {ağız} B a h ç e y i seld en k oru m ak için a ğ a çta n y a p ıla n çit. [DS]|| çatı ekleri, dbl. F iil k ök lerin e g etirilere k fiille r in çatısın ı ve anlam ını değiştiren ekler. || çatı kat, B ir binanın son n orm al katından so n ra ön cep h ed en bira z d a h a g e r id e y a p ıla n kü çü k kat.|| çatı kemiği, anat. K a lç a kem iğinin ön alt p a r çaları.\\ çatı kopmak, {ağız} Yorgunluktan adım atam az olmak.\\ çatı makası, {ağız} Çatı altın a k o nulan kiriş. [DS]|| çatına girmek, {ağız} (E rk ek için) b ir kadın ile cin sel ilişkide bulunmak.\\ çatı penceresi, Ç atı üzerinde çıkıntılı o la r a k y a p ıla n ve çatı arasın ı havalan dırm aya, b ir iş için çatıy a g irip çıkm aya y a ra y an boşluk. || çatı yarm a, {ağız} vet. B ir tür sığ ır h astalığ ı (H alk hekim liğ in de hayvanın iki o m a kem iğ i o rtası (çatı) k a n a tıla ra k iyileştiri lir). [DS] çatı2, [çat-mak > çat-ı] {ağız} is. 1. İp; urgan; kordon. [DS] 2. Büyük kıl çuval. 3. İnce ince örülerek birbi rine bağlanmış saç. S çatı kuyruk (cadı kuyruk ?), {ağız} D edikodu cu kadın. [DS] çatı3, [çat-ı] {ağız} is. Kulpsuz yoğurt kabı; tahta kova; külek. [DS] çatıba, [Çigil. çatı-bâ] (çatı. b a :) {eT} is. Köy muhta rının imeceye katılmayanlardan aldığı vergi; salma. [DLT] çatık1, -ğı [çat-mak > eT. çat-uk > çat-ık] sf. 1. U çla
ÇAT rından kavuşmuş, birbirine bağlanmış olan. 2. Asık. 3. Çatılmış. 4. {eT} Birbirine kenetlenmiş; ya pışık. [EUTS]. 5. {ağız} Birleşik. [DS] 6. {ağız} İki derenin ya da iki yolun kesiştiği yer. [DS] S çatık çehre, (surat, yüz), Ö fkeli ve sin irli y a d a kiis, d a r gın oldu ğu yüzünün, yüz kaslarının gergin liğin den b e lli o la n . \\ çatık kaş, Iç taraftaki uçları b irb irin e değgin ve yu karıya doğru k a lk ık olan k a ş ; k aşla rı bö y le olan (kişi). çatık2, -ğı [çat-ık] {ağız} is. Yakı. [DS] çatık3, -ğı [çat-ık] {ağız} is. Büyük havlu. [DS] çatıklaşm a, [çatık-la-ş-ma] is. Çatık duruma gelmek işi. ' çatıklaşm ak, [çatık-la-ş-mak] dönşl. f. [ -ır ] Çatık duruma gelmek, çatıklık, -ğı [çatık-lık] is. Çatık olma durumu. çatılam ak 1, [çat (yans.) > çat-î-lâ-mak] (ça tı:la :m a k ) {eT} gçsz. f . [ - r ] Şaklamak; çat sesi çıkarmak. [DLT] çatılam ak2, [çat-mak > çat-u > çat-ı-la-mak] {ağız} g ç l.f. [- r ] [-l(ı)-y o r] İki şeyin uçlarını birleştirmek; çatı meydana getirmek. [DS] çatıldı, [çat-ıl-dı lS ^ V ] {eAT'} is. Çatırtı, çatıldu, [çat-ıl-du j-üîU-] {eAT} is. Çatırtı. çatü ı1, [çatı-lı] sf. (Bina için) çatısı olan. çatılı2, [çat-ıl-ı] sf. 1. Çatılmış bulunan. 2. {ağız} Birleşik. [DS] çatılık, -ğı [çatı-lık] {ağız} is. Orta yer. [DS] çatılış, [çat-ıl-ış] is. Çatılma durumu veya biçimi, çatılm a, [çat-ıl-ma] is. Çatılı duruma getirilmek eylemi. çatılm ak, [çat-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Çatılı duruma getirilmek. çatıltı, [çat (yans.) > çat-ıl-tı
is. Çarpma,
vurma gibi sebeplerle çıkan ses; çatlama sesi; çatır tı. {eAT} (aynı) çatınm a, [çat-m-ma] is. Kaşlarını çatmış bir hâle gelmek işi. çatınm ak, [çat-m-mak] dönşl. f . çatmak; suratını asmak.
[-ır ]
Kaşlarını
çatın tı1, [çat-m-tı {ağız} is. 1. İki derenin ya da iki yolun kesiştiği yer. 2. İyi yapılmamış ev. [DS] çatıntı2, [çat-mak (o cak ta yakm ak) > çat-mtı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çatıpatı, [çat (yans.) > çat-ı + pat (yans.) > pat-ı] {ağız} is. Arka arkaya birkaç defa patlayan patlan gaç. [DS] ç a tır1, [çat (yans.) > çat-ır] is. 1. Güçlü bir şekilde vurma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, yanma ve tutuşmayı anlatan yansımalı gövde. 2. Kınlan bir ağacın çıkarmış olduğu ses. 3. Yanan bir ağacın veya ağaçlığın içinde bulunan kozalak veya tohum ların çıkardığı çatlama sesleri. S çatır ayaz, {ağız}
M K ESBO K .
G e c e çıkan sert soğuk. [DS]|| çatır çatır, 1. Ç atır d a m a k suretiyle. 2. Z or ve ba sk ı kullan arak. 3. H iç g ü çlü k çek m ed en ; k olay ca. || çatır çatır çatlam ak, 1. Ç ok çatlam ak, p a r ç a p a r ç a olm ak. 2. Aşırı kıs kan çlığ ın dan ne y a p a ca ğ ın ı bilememek.\\ çatır ça tır etmek, Ç atırdam ak. || çatır çatır sökmek, Zor ku llan arak, z o r la b ir y erd en b ir şey i sökü p çıkarm ak. ||çatır çutur, K ırılan b ir a ğ a cın çıkard ığ ı s e sin aşırılığ ım an latm ak için kullanılır. çatır", [Sansk. chattra (k rala ait) —> çatır] (ça:tır) {eT} is. Çadır; gölgelik. [DLT] S çatır bezi, {ağız} P atiska. [DS]
çatışık, -ğı [çatış-mak > çat-ış-ık] sf. 1. Birbiri ile çatışma durumunda olan; çatışmış. 2. Birbirini tut mayan; çelişik, çatışılma, [çatış-ıl-ma] is. Çatışma durumunda bulu nulmak eylemi, çatışılmak, [çatış-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] Çatışma du rumunda bulunulmak, çatışkan, [çatış-kan] sf. 1. Çatışma hâlinde bulunan; sürekli çatışan. 2. {ağız} Ahlaksız kadın; fahişe. [DS] çatışkı, [çatış-kı] is. Yasalar, fikirler veya önermeler arasındaki tutarsızlık; karşıtlık; çelişki,
çatır , [Far. nişâdur => çatır] (ça:tır) {eT} is. 1. Nışa dır; amonyak tuzu. [DLT] 2. Kül.
çatışkılı, [çatış-kı-lı] sf. 1. Çatışkı doğuran. 2. Çatış kıya dayanan; çelişkili, çatır4, [çat (yans.) > cat-ır] {ağız} is. Çatlak; çizgi. çatışm a, [çat-ış-ma] is. 1. Birbirine çatma işi. 2. Kar [DS] şıt gruplar arasında meydana gelen şiddetli çarpış ça tır5, [çat (yans.) > çat-ır] {ağız} sf. Sert; çetiıı. [DS] ma; dövüş; arbede. 3. Düşünceler ve menfaatler aS1 çatır ayaz, {ağızj G e c e çıkan soğuk. [DS] rasındaki karşıtlık; anlaşmazlık; uyuşamama. 4. p sik ol. Bir şeyi yapma arzu ve istekleri ile bunu çatırdam a, [çat-ır-da-ma] is. Yanma veya kırılma yasaklayan veya yapmak istemediği şeyler ile bu sırasında çatırtı sesi çıkarma eylemi, nun yapılmasını zorunlu kılan değerler ve kurallar çatırdam ak, [çat-ır-da-mak] gçsz. fi. [ - r ] [-d (ı)-y o r] 1. “Çatır!” sesi çıkararak yanmak veya kırılmak. 2. arasında kişide görülen bocalama; çekişme. 5. as. Düşman iki ordunun ilk birlikleri, keşif kolları ya gnşl. fi. (Bir kurum veya bina için) çökmeye, yıkıl da güvenlik kolları arasındaki ilk çarpışma, maya yüz tutmak. 3. {ağız} Sert ve dik sözler söy çatışm ak, [çat-ış-inak] işteş, f . [ - ı r ] 1. İki ve daha lemek; hakaret etmek. [DS] çok nesnenin bir noktada birbirleri çarpışarak, da çatırgaç, [çat-ır-gaç] {ağız} is. Taze buğday başakla yanarak, kavuşarak birleşmeleri. 2. (Giden veya rının sapları ile birlikte yakılması sonucu elde edi akan ayrı şeyler için) bir noktada karışmak, birleş len kavurga; ütme. [DS] mek; karşılaşmak. 3. {ağız} Karşılaşmak; buluşmak. çatırgam ak, [çat-ır-ga-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-g(ı)[DS] 4. (Olay, randevu, program vb.) aynı zamana y o r ] Paylamak; azarlamak. [DS] rastlamak; çakışmak. 5. Karşı karşıya gelerek birbi çatırık 1, -ğı [çat-mak > çat-ır-ık] {ağız} is. İki dere rine vurmak, çarpmak; vuruşmak; çarpışmak; kav veya yolun birleştiği yer. [DS] ga etmek. 6. (Söz ve iddia için) birbirini tutmamak; çatırık", -ğı [çat-ır-ık] {ağız} sf. (Hava için) çok çelişmek. 7. {ağız} (Köpek, deve için) çiftleşmek. soğuk; don tutacak zaman. [DS] [DS] 8. {ağız} Zina etmek. [DS] çatırık , -ğı [çat-ır-ık] {ağız} is. Yeni çıkmış ekin. çatıştırm a, [çatış-tır-ma] is. Çatışma işini yaptırma [DS] eylemi. çatırım , [çat-ır-ım] {ağız} is. (Hava için) toprağın don çatıştırm ak, [çatış-tır-mak] g çl. f i [ - ı r ] 1. (Odun, tutma zamanı; çok soğuk. [DS] sopa vb. şeyleri) diğer ucu serbest ve açık kalacak çatırkaç, -cı [çatır-gaç] {ağız} is. Taze buğday başak biçimde bir ucundan bir araya getirerek bağlamak; larının yakılması ile elde edilen kavurga; buğday birbirine iliştirmek. 2. Kişileri birbirine düşürmek; ütmesi. [DS] kavga etmelerini sağlamak, {ağız} (aynı) [DS] 3. çatırlıg, [çatır3 > çatır-lığ] {eT} sf. 1. Nişadırlı. 2. {ağız} (Deve, köpek için) çiftleştirmek. [DS] Küllü. çatıtm a, [çat-mak > çat-ıt-ma] {ağız} is. 1. Buğday sapı yüklenecek kağnının, boyunduruk yanlarına çatırt, [çat (yans.) > çat-ır-t] ünl. Kırılma ve yanma konan bir metre boyunda iki ağaç. 2. Evin içinde, sırasında çıkan güçlü ses. buğday konulan, kenarı çevrili köşe. [DS] çatırtı, [çat (yans.) > çat-ır-t-ı] is. Sert ve kuru bir şeyin yandığı, kırıldığı veya sıkıştırıldığında çıkar dığı ses. çatırtılı, [çat-ır-tı-lı] s f Çatırtı sesi çıkaran, çatırtm a, [çat-mak > çat-ır-t-ma] {ağız} is. Asma çardağı. [DS] çatısız, [çatı-sız] sf. Çatısı bulunmayan; üstü açık, çatış, [çat-mak > çat-ış] is. Çatmak eylemi ya da biçimi.
çatik, [Sansk. jataka] {eT} Buda’nm daha önceki yaşayışına dair hikâyeleri; doğum efsanesi. [Gabain] [EUTS] çatk ı1, [çat-mak > çat-kı / çat-ğı] is. 1. Sehpa. 2. Uçlarından birbirine çatılan nesnelerin bütünü. 3. İskele kurmak veya destek sağlamak amacıyla bir birine çakılan ahşap parçaların meydana getirdiği bütün. 4. Mobilya iskeleti. 5. Aralarına dolgu yapı
O H UWE S U .
ÇAT
m i
larak duvar örmek amacıyla birbirine uçlarından bağlanan ahşap ya da metal iskelet. 6. {ağız} Kuyu nun dört tarafına konan, üzerine duvar örülen ağaç. [DS] 7. {ağız} Yayık asılan üç sopadan meydana gelmiş sehpa. [DS] 8. {ağız} Su taşımakta kullanılan sopa. [DS] çatkı2, [çat-mak > çat-kı] {ağız} is. {ağız} 1. Alından geçerek başm çevresini çember gibi saran bağ. 2. Pullu ve işlemeli, kırmızı renkli gelin duvağı. 3. Hotoz; toplanmış saç biçimi. 4. Teyelleme. [DS]
k a r a rı bozucu, huzursuzluğu artırıcı s ö z le r ve h a reketler^ çatlak çutlak, Ç ok ça tla ğ ı bıılunan.\\ çatlak zurna, (K işi için) s e s i çirkin ve geveze. çatlak2, -ğı [çat-la-k] {ağız) is. 1. Ardıç. 2. Kökünde patates gibi yumrular bulunan, sarı çiçekli, 10-80 cm. boyunda çok yıllık bir bitki; kırkbaş otu; aslanayağı; patlangaç, (L eon tice leon topelatu m ). [DS]
çatkık, -ğı [çat-mak > çat-kı-k] {ağız} is. Bir tür kumaş. [DS]
çatlakoç, -cu [çat-la-ğuç > çatlakoç] {ağız} is. Me lengiç ağacının tohumu. [DS]
çatkılı1, [çatkı-lı] sf. Çatkısı olan.
çatlakuç', [çat-la-ğuç > çatlakuç £js^b>-] {eAT} is.
çatkılı2, [çatkı-lı] {ağız} 1. Çizgili. 2. Çatallı. 3. Birbi rine bağlı. [DS] S çatkılı kına, {ağız} fo lk . Çözül düğü zam an eld e bey az izler b ır a k a c a k ş e k ild e e le bağ lan an ip likler üzerine y a k ıla n kına. [DS]
çatlaklık, -ğı [çatlak-lık] is. 1. Çatlak olma durumu. 2. Çatlama sonucunda meydana gelmiş yarık; çat lak. 3. gnşl. Delilik, kaçıklık,
Melengiç ağacının tohumu, çatlankoz, [çatla-n-guç > çatlankoz] {ağız} is. Hindi ba, (C ichorium intybus). [DS]
çatlankuç, -cu [çat-la-guç > çatla-n-kuç] {ağız} -* çatkılık, -ğı [çatkı-lık] is. 1. Çatkı yapmaya uygun. çatlakuç. S çatlankuç sabunu, {ağız} M elengiç 2. Çift öküzlerini birbirine bağlayan çifte boyundutohum u y a ğ ı karıştırılm ış sabun. [DS] ruklu ağaç. çatlankuş, [çatla-n-guç > çatlankuş] {ağız} is. Hindi çatkın1, [çat-kın] sf. Çatılmış olan; çatık. ba, (C ichorium intybus). [DS] çatkın2, [çat-kın] {ağız} sf. 1. Büyük ve zengin bir çatlam a, [çat-la-ma] is. 1. Yarık oluşma eylemi. 2. aileye girmiş olan. 2. Kayrılan; iltimaslı. [DS] bot. Tohumların fırlayıp dağılması için kuru meyve çatkın3, [çat-km] {ağız} sf. İkiye ayrılmış; parçalan kabuğunun yarılması. 3. dnz. Dalga tepelerinin fır mış. [DS] tına etkisi ile kırılması. 4. Dalgaların kıyıya çarpıp çatkınlık, -ğı [çat-km-hk] is. 1. Çatkın olma durumu. gürültü ile parçalanması. 2. Çatkın olan şeyin niteliği, çatlam ak 1, [çat (yans.)] g ç s z .f. -*■ çatılamak. çatkısız, [çatkı-sız] sf. Çatkısı olmayan, çatlam ak2, [çat (yans.) > eT. çat-T-lâ-mak > çat-laçakladı, [çatla-mak > çatla-dı] { OsT'} is. Çatlak; çizik. mak] (eT. ça tla .m a k) g ç s z .f. [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. {eT} çatlaguç1, -cu [çat-la-ğuç {eAT} is. 1. “Çat” sesi çıkarmak; şaklamak. [DLT] 2. “Çat” sesi Kamçının şaklaması için ucuna konulan tüy ya da ile birlikte parçalanmak; dağılmak. 3. Parçaları ay yarılmış kayış parçası. 2. {eAT} Sapanın çatlayan rılıp dağılmayacak şekilde yarılmak. 4. (Toprak, kısmı. [DK] duvar, sıva, deri vb. için) yarıklar oluşmak. 5. (Dalga için) kayalara vurup dağılmak; kırılmak. 6. çatlaguç2, -cu [çat-la-ğuç ^^i-'İ^-] {eAT} is. Çitlem (At için) çok koşturmaktan ölecek hâle gelmek; bik; melengiç. çok yorulmak. 7. (Kişi için) çalışmaktan, yorgun çatlak1, -ğı [çat (yans.) > çat-la-mak > çat-la-k] sf. 1. luktan vb. bitkin hâle gelmek. 8. (Kişi için) üzün Henüz parçalara ayrılmamış, ancak yarılmış olan; tüden, meraktan çok sıkılmak. 9. (Kişi için) çok üzerinde veya içinde çatlaklıklar görülen. 2. g n ş l yemekten dolayı rahatsız olmak. 10. (Çocuk için) Deli, kaçık. 3. (Ses için) kulağa hoş gelmeyen; bir çok ağlamaktan dolayı tıkanmak, nefesi kesilmek; den çok ses çeşidini bir arada çıkaran; pürüzlü; cır katılmak. 11. (Kişi için) çok gülmekten dolayı ka lak. 4. Bir deride veya düzgün olması gereken yü tılmak. 12. Yalnızlık, sıkıntı, sabırsızlık, kıskançlık zeylerde görülen küçük yarıklar. 5. Kemiğin bir gibi duygulan aşın derecede hissetmek. 13. (Mey bölümünde görülen ancak tamamlanmamış kırık. 6. ve için) olgunluktan yarılmak. 14. (Başçık, spor je o l. Y er kabuğunda görülen her türlü yarık. 7. El kesesi; kozalak gibi) kapalı organların kendi ken mas üzerinde görülen damar biçimindeki yarık. Ş. dine yarılıp açılması. 15. {ağız} Tuvalet ihtiyacını Bir kömür tabakasında görülen kırıklar. 9. Bir bi gidennek; d e f-i hacet etmek. [DS] S Çatladın nanın duvar ve çatısında görülen ince yarıklar. 10. mı? “Ç o k sa b ırsız davranıyorsun. ” an lam ın da uis. {ağız} Tabanca, tüfek kapsülü. [DS] 11. {ağız} y a rı sözü. Fırtınalı havalarda kıyılara yakın yere vurarak kö {eAT} püren dalga. [DS] 12. {ağız} Sahile yakın büyük ka çatlam uk, [çat-la-mak > çatla-muk ya. [DS] 13. {ağız} Fıtık. [DS] 14. {ağız} Patlamış {ağız} is. Melengiç ağacının tohumu. [DS] mısır. [DS] 15. {ağız} Kabakulak hastalığı. [DS] 16. çatlatılm a, [çatla-t-ıl-ma] is. Çatlatılmak işi. {ağız} Kötü (ar damarı çatlak) kadın; düşük; fahişe. çatlatılm ak, [çatla-t-ıl-mak] edil. f . f- ır ] Çatlatmak [DS] 3 çatlak ses, Toplum düzenini veya alınan eylemi yapılmak.
ÖIÜMIİIfCE S İM .
Ç AT ç a tla t ış ,
[çatla-t-ış] is. Çatlatma eylemi ve biçimi,
[çat-la-mak > çatla-t-ma] is. Çatlamasına yol açma eylemi.
ç a tla t m a ,
ç a tla t m a k ’,
[çatla-t-mak
g çl. f i [~ır] 1. Bir
şeyin parçalan dağılmayacak şekilde yarılmasına sebep olmak. 2. Çatlayacak duruma getirmek; zor lamak; baskı altında tutmak. 3. Birini aşırı derecede üzmek; kıskandırmak; jağız} (aynı). [ D S ] 4. Çok öf kelendirmek; kızdırmak. 5. (At için) aşırı derecede koşturarak, yorgunluktan ölmesine yol açmak. 6. {eAT} Sezdirecek kadar söylemek; çıtlatmak. 7. g ç s z .f. Aklını kaçırmak; delinnek; fıttırmak, [çat (yans.) > çat-la-t-mak] gçl. fi. [-u r] {eAT} Şaklatmak. [ D K ]
ç a tla t m a k “ ,
ç a tla y ık ,
-ğı
[çat-la-y-ık
{eAT} is. Çatlak;
yarık. ç a tla y ış ,
[çat-la-y-ış] is. Çatlama eylemi ve biçimi,
[çat-mak > çat-(ı)l-ı] {ağız} is. Pullarla süslü, işlemeli, kırmızı gelin duvağı. [DS]
ç a tlı,
ç a tlu ,
[çat-(ı)l-u jJ^-] {eAT} sf. 1. Çevrelenmiş; sarıl
mış; dolanmış. 2. Çatılmış. ç a t m a 1,
[çat-mak > çat-ma <îU-] is. 1. Çatmak işi. 2.
Bir bütünün değişik parçalarını bir arada tutmaya yarayan ana öğelerin bütünü. 3. Kavga çıkarmak amacıyla birine sataşma. 4. {ağız} Baş örtüsü. [ D S ] 5. {ağız} Duvarları, ağaç kütükleri uçlarından birbi rine takılmak suretiyle yapılan kır evi. [ D S ] 6. {ağız} Etin asıldığı sehpa. [ D S ] 7. Dericilikte iki parçayı elle veya makine ile birbirine birleştirme. 8. Gemi lerin birbiri ile çarpışması. 9. Yapılarda ahşap iske let; çeşitli işlerde kullanılan tahta destek. 10. Kapı vb. şeylerin çevresindeki ahşap öğe. 11. {ağız} Y ö rük çadırı. [ D S ] 12. {ağız} Direkler çatılarak araları tuğla ya da kerpiç ile doldurulmuş duvar. [ D S ] 13. {ağız} Dövensiz olarak birbirine bağlı on-on beş hayvan ile harman dövme işi. [ D S ] 14. {ağız} Yayık asılan, birer ucundan birbirine bağlanmış üç ince sırıktan oluşan askılık. [ D S ] 15. {ağız} Destek ola rak kullanılan çatal ağaç. [ D S ] 16. {ağız} Dört teker lekli arabada arka tekerlekleri badoga bağlayan çatal ağaç. [ D S ] 17. {ağız} Semerin ağaç kısmı. [ D S ] 18. sf. Çatık; çatılmış. [ D K ] S ç a t m a ç e k m e k , {ağız} D ö v ü lecek sapı, harm anın etrafın a yaym ak. [ D S ] | | ç a t m a e v , {eAT} A ğ a ç la n b irb irin e ç a tıla ra k y a p ıla n k ır ev i.|| ç a t m a k a ş , B irb iri için e girm iş g ü r ve siy ah kaş. || ç a t m a k o v m a k , {ağız} H arm an dövm ek. [ D S ] ç a t m a 2,
[çat-ma <îU- / <^>-] {ağız} is. 1. Birleştirme.
2. İlmeleme. 3. Zemini kılaptan, üstü kadife çiçek lerle süslü bir tür eski Türk kadifesi. {eAT} (aynı) [D S ]
[çat-ma] {ağız} is. 1. Elbise sandığı. 2. Yük leri hayvanın semerine yükleme. [DS]
ç a t m a 3,
ç a t m a k 1,
[çat-mak j*U-] gçl. f i [ - a r ] [eA T -ur] 1.
(Odun, değnek, tüfek gibi uzun şeyler için) diğer uçları serbest kalacak biçimde bir ucundan çapraz lama kavuşturarak durdurmak, tutturmak; bir araya getirmek; birbirine dayamak. {eT} {eAT} (aynı) [Yilknekî] 2. Keresteyi kabaca uçlarından çivileyerek bir şey kurmak; birbirine tutturmak. 3. Kavuşturup bağlamak. 4. Başa yazma, yemeni bağlamak. 5. (Kaş, yüz için) yüz kaslarını germek suretiyle öfke li ve sert bir ifade takınmak. 6. {ağız} Rast gelmek; karşılaşmak. [ D S ] 7. (Bilinen, belirlenen zaman için) iyice yaklaşmak; vakti zamanı, sırası gelmek. 8. Hayvana iki yanlı yük vurmak. 9. Yaklaşıp vur mak. 10. Yapmak, inşa etmek; kurmak; tanzim et mek. {eAT} (aynı) 11. Yüksek mevkide bulunan bi rinin iltimasını kazanmak; ona sokulmak. 12. {ağız} Yetişmek; geriden varmak. [ D S ] 13. terz. Bir elbi seyi dikmeden önce parçalarını teyelle birbirine birleştirmek. 14. gçsz. Birine sert ve kırıcı sözler söylemek, yazılar yazmak; sataşmak; saldırmak. {ağız} (aynı) [ D S ] 15. m ecaz. Hoşa gitmeyen bir du rumla veya kişiyle karşılaşmak. 16. {eAT} Parçaları birbirine tutturmak suretiyle bir şey yapmak. 17. {eT} Kuzuyu koyuna katmak. [ D L T ] 18. {eAT} Kar şılaşmak; çarpmak; dokunmak. 19. gçsz. / dnz. (İki gemi için) birbiri ile çarpışmak. S ç a t a c a k b i r i n i a r a m a k , Sinirli ve ö fk eli o lm a k; sinirini yatıştır m ak için k av g a e d e c e k birin i a r a m a k veya ba h a n e bulmak.\\ Ç a t t ı k t e y e l l e m e s i k a l d ı . “Atlattığımızı zannettiğim iz bu sıkıntının d a h a a rk a sı var. ” a n la m ın da kullanılır.\\ ç a t t ı m ç a n a k , {ağız} G elin cik çi çeğ i. [ D S ] [çat-mak] {ağız} is. (Halk hekimliğinde) kan almak için ustura ile vücudu çizmek. [ D S ]
ç a t m a k 2,
[çat-mak] {ağız} sf. Damalı; kareli.
ç a t m a k 3, - ğ ı
[D S ]
[çat-ma-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(ı)y o r ] Dövensiz olarak birbirine bağlı on-on beş hayvanı sap üzerinde koşturarak harman dövmek.
ç a tm a la m a k ,
[D S ] ç a tm ı,
[çat-ma > çatmı] {ağız} is. Samanlık.
[D S ]
[çat-mık] {ağız} is. Ocağı tutuşturmaya yarayan küçük odun parçaları. [ D S ]
ç a t m ı k 1, - ğ ı
ç a t m ı k 2, - ğ ı ç a tp a ,
[çat-mık] {ağız} is. Kaş.
[D S ]
[Çiğil. çatîba / çatpa] {eT} is. Salma.
[D L T ]
[çat }yans.) + pat (yans.)] ikile, is. Yere sürül düğünde sürtünme ısısı ile tutuşarak önce çıtırtı da ha sonra da patlama sesleri çıkaran patlayıcılı eğ lence fişeği.
ç a tp a t,
p a t r a , [çat (yans.) > çatır-a-mak + pat-ır-amak / Bulg. çetir-pet (dört-beş)] is. 1. Gürültü; pa tırtı. 2. zf. (Yabancı dil için) az çok, şöyle böyle; yalan yanlış.
ç a tra
[? çatran] {ağız} is. Gübre çekmekte kullanı lan, çubuklardan örülmüş derin sepet. [ D S ]
ç a tra n ,
İ M İ « SOM. 903 çatrık, -ğı [çat > çat-lık > çatrık] {ağız} is. İki dere veya yolun birleştiği yer. [DS]
çattadan, [çat (yans.) > çatt-a-dan] {ağız} zf. “Çat” sesi çıkartarak. [DS]
aranm ak. [DS]|| çav dutm ak, {eAT} Ün a lm a k; ş ö h ret k az an m a k .|| çav düşmek, {eAT} Söylenti olm ak .||çav itmek, {eAT} S eslen m ek; ça ğ ırm a k .||çav olmak, {eAT} D ile düşm ek; a d ı y a y ılm ak ; hakkın da söylen ti çıkmak.\\ çav urm ak, {eAT} S esin i h er ta r a fa y a y m a k; bağırm ak.
çattırm a, [çat-tır-ma] is. Çatmak işini yapma eylemi,
çav4, [çav jU-] is. 1. {eAT} Erkek cinsel organı. 2. {a-
çattırm ak, [çat-tır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Çatmak eyle mini yaptırmak. 2. Birinin veya bir şeyin birine veya bir şeye çatmasına yol açmak. 3. Odun, değ nek, tüfek gibi uzun şeyleri diğer uçları serbest ka lacak biçimde bir ucundan çaprazlama kavuşturtarak durdurtmak. 4. Keresteyi kabaca uçlarından çi vileterek bir şey kurdurmak. 5. Başa yazma, yeme ni bağlatmak. 6. (Kaş, yüz için) öfkeli ve sert bir ifade takındırmak. 7. Hayvana iki yanlı yük vurdur mak. 8. Yaptırmak, inşa ettirmek; kurdurmak. 9. terz. Bir elbiseyi dikmeden önce parçalarını teyelle birbirine birleştirtmek. 10. Birine, birisi için sert ve kırıcı sözler söyletmek, yazılar yazdırmak; sataş tırmak; saldırtmak. 11. m ecaz. Hoşa gitmeyen bir durumla veya kişiyle karşılaştırmak. 12. İki gemiyi birbiri ile çarpıştırmak,
ğız} At, eşek, deve gibi iri yapılı hayvanların erkek lerinin cinsel organı. [DS] çav , \eT. çoğ > çav] {ağız} is. Güneşin buluttan sıyrılmış durumu. [DS] çav6, [Kürt, çav] {ağız} is. Ottan örülmüş urgan. [DS] çav7, [Çin. ch’ao] {eT} is. Kâğıt para; banknot. [EUTS] çav8, [Lat. sclavus (köle) > schiavo (köleniz) > Vend. İt. ciao] ünl. Allahaısmarladık, çava, [Far. cavân => çava] (ça v a:) {eT} is. Delikanlı; genç. [DLT] çavalye, [? çavalye] is. Balık taşımada kullanılan kestane ağacından yapılmış geniş sepet, çavam ak, [çav-mak (sıyrılıp çıkm ak) / çav-a-mak] {ağız} gçsz. f . f - r ] [-v (ı)-y or] (Buğday filizleri için) başak vermeden boylanmak. [DS] çavan, [çav-mak (sıyrılıp çıkm ak) > çav-an] {ağız} is. 1. Hayvanların erkeklik organı. 2. Sığırların dişilik organı. [DS] ça v a r1, [çavâr] (ça v a:r) {eT} is. Ateş yakmaya yara yan şey; tutuşturucu. [DLT] çav ar2, [çav-mak (sapm ak) > çav-ar] sf. {OsT} (Ok için) düz gitmeyerek sağa sola sapan, çavarlıg, [çavâr-lığ] (ça v a:rlığ ) {eT} sf. Tutuşturma ya yarayan, fi1 çavarlıg yer, Yavşan g ib i tutuşturu cu y a p m a y a y a ra y an odunluk yer. [DLT] çavaş, [çöğ > çoğ-aç > çavaş] {ağız} is. 1. Güneşlik yer; güneş ışığı düşen alan. 2. Güney. [DS] çavaşlam ak, [çavaş-la-mak] {ağız) gçsz. f . [-r ] [-(ı)y o r ] Güneşlenmek. [DS] çavd ar, [Moğ. çavdar / Far. çüdâr] is. 1. bot. Buğ daygillerden ekmeği yapılan nişastası az, selülozu fazla, bir yıllık, boylu tahıl; (S eca le cer ea le ). 2. {ağız} Arabanın ön ve arka tekerleklerinin bağlan dığı uzun ağaç. [DS] 0 çavd ar bacak, {ağız} (K işi için) in ce bacaklı. [DS]|| çavd ar mahmuzu, bot. H y p ocrea les takım ından, çiç ek te tep e cik y o lu ile döly atağ ın a y erleşen ve o r a d a için de ç o k sa y ıd a zeh irli a lk a lo it bulunduran siy ah bir sk lero z m ey d a n a g etiren b ir m an tar türii, (C lavicep purpurea).\\ çavd ar mahmuzu hastalığı, tıp. İçin d e çavdarm ahm uzu bulunan unların y en m esi ile o rtay a çıkan, e l ve a y a k la rd a kangren, k ra m p lar ve baş d ö n m eleri ile su ç işlem ey e y ö n elik d a v ra n ışlara s e b e p olan b ir ç o k h astalığ ın adı. çavdarlı, [çavdar-lı] sf. 1. İçinde çavdar bulunan. 2. (Yiyecek veya ekmek için) içine çavdar unu katıl mış olan.
çattadak, -ğı [çat (yans.) > çatt-adak] {ağız} zf. “Çat” diye ses çıkararak. [DS]
çatu, [çat-malc > çat-uk / çat-ü] (çatu:) {eT} is. 1. ■Çin’den gelen bir balık boynuzu. [DLT] 2. {ağız} Çuvalların ağzına bağlanan ip. [DS] 3. {ağız} Yük hayvanının karnının altından geçen kolan. [DS] 4. Ateş körüğünün kollarım bağlayan ağaç. [DS] çatu k 1, [çat-mak > çat-uk / çat-ok / çıtak / çıtık/ çıtulc] {eT} sf. Çatık; çatılmış. çatuk2, -ğu [çat-mak > çat-uk] {ağız} is. 1. İki dere nin veya yolun birleştiği yer. 2. İki tepe arasındaki geçit. [DS] çatukJ, -ğu [çat-mak > çat-uk] {ağız} is. Ağaç kökü. [DS] çatuldu, [çat-ul-du] {eAT'} is. Çatırtı, çatum , [çat-mak > çat-um] {ağız} is. İki dere veya yolun birleştiği yer. [DS] çatura, [Bul. çotra] {ağız} is. 1. Yarım fıçı. 2. Çam dan yapılmış su kabı. [DS] çau, [?çau] {eT} is. Havale. [EUTS] çav 1, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, alana ve çağlama sıra sında çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çav-la-n çav2, [çav / çıv / çiv (yans.)] is. Ansızın fırlama, kaç ma, kayma ya da uçma hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] çav-m ak, çav-gın çav3, [çav jU-] (ça:v) {eT} is. 1. Şöhret; şan; ün. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] [DLT] [KB] [Yüknekî] 2. Ad; san. [KB] 3. Haber. {eAT} (aynı) 4. Ses. [KB] 5. {eAT} Yüksek ses. 6. {eAT} Şöhretli bir yer; memleket; iklim. [YE] 7. sf. {eAT} Şöhretli. [YE] S çav çal dırm ak, {eAT} 1. İlân etm ek. 2. Söz y a y m a k; sö y lenti çıkarmak.\\ çav çalm ak, {ağız} B aşvu rm ak;
İ H M î S İM .
ÇAV çavdarlık, -ğı [çavdar-lık] {ağız} is. Çavdar bitkisi kadar büyüyen, başak verdiği halde tanesi olma yan, çalı içlerinde yetişen bir tür bitki. [DS]
çavhıt, [? çavhıt] {ağız} sf. İşi yaramaz; bozulmuş. [DS]
çavdarsız, [çavdar-sız] sf. 1. İçinde çavdar bulunma yan. 2. Çavdar konulmamış olan,
çavıg, [çav-mak > çav-ığ / çağ-ığ] {eT} is. Kamçı; kamçı ucu. [DLT]
çavdır, [çav-mak (sapm ak) / eT. *çand~mak > çav dır] {ağız} sf. Irkı saf olmayan; melez; karışık. [DS]
çavık, -ğı [çav-ık] {ağız} is. Koku. [DS]
çavdırm a, [çav (yans.) > çav-dır-ma] {ağız} is. 1. Tarlayı baştan aşağı sulama. 2. Akarsuyun kollara ayrıldığı yer. 3. Eyere bağlı kolanın çok sıkılma sından, hayvanın kamında meydana gelen şişlik. 4. sf. (Atış için) isabetsiz. [DS]
çavı, [çav-ı] {ağız} is. 1. Azgın 2. Vahşi. [DS]
çavıkm ak, [çâv (ün) > çav-ık-mak] {eT} gçsz. f. [-ır ] 1. Güçlenmek; kuvvetlenmek. [EUTS] 2. Ün sahibi olmak; meşhur olmak. [EUTS] [KB] çavıkmış, [çâv > çav-ık-mak > çav-ık-mış] {eT} sf. Meşhur. [Gabain] çavıl, [çağ-ıl > çavıl] {ağız} is. Çakıl yığını; çağıl. [DS]
çavd ırm ak 1, [çav (yans.) > çav-dır-mak] /ağızj gçsz. f . [ -ır ] Işık tutmak. [DS]
çavıldır, [çav > çav-ıl-d-ır] {ağız} sf. Namuslu. [DS]
çavdırm ak2, [çav (yans.) > çav-dır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Fırlatmak; atmak. [DS]
çavılmak, [çâv > çav-mak > çav-ı-l-mak] {eT} dönşl. f. [ - a r ] Meşhur olmak,
çavdurm ak, [çav-dur-mak] {ağız} gçl. f . [-ıır] 1. At mak. 2. Uçurmak. [DS]
çavım ak, [çav-mak > çav-ı-malc] {ağız} gçsz. f i [-r] Şaşırmak. [DS]
çavela, [İt. ciambella] {ağız} is. Balıkçı sepeti. [DS]
çavın 1, [çav > çav-m] {ağız} is. Baston. [DS]
çavele, [Far. çâvele “JjU-] (ça :v ele) {OsT} is. 1. Güzel
çavın2, [çav > çav-m] {ağız} is. İri yapılı hayvanların erkeklik organı. [DS]
görünümlü bir tür gül. 2. sf. Eğri büğrü, çaveş, [çöğ > çoğ-aç > çaveş] {ağız} is. Güneş ışığı ve ısısı alan yer; güneş. [DS] çaveşir, [Ar. çavşır / Far. gavsir => çavşır / çaveşir] {ağız} is. Meyveleri, halk hekimliğinde uyarıcı ve gaz söktürücü olarak kullanılan çok yıllık otsu bit ki, (P ran gos p a b u la ria ). [DS] çav g a1, [Slav, câvka] {ağız} is. Bir tür karga. [DS] çavga2, [çav-mak (caydırm ak, savm ak) > çavga] {ağız} is. Geçirilen kazadan soma verilen şükran ye meği. [DS] çavgaç, -cı [çoğ > çoğ-aç > çav-gaç] {ağız} is. Güney. [DS] çavgal, [? çavgal] {ağız} sf. Çok; bol. [DS] & çavgal çavgal, {ağız} B o l bol. [DS] çavgan, [Far. çevgân] {eT} is. Polo oynamakta kulla nılan ucu eğik sopa; çevgen. [DLT] çavgın’, [çav-mak > çav-ğm / çav-km j*jl=r] {eAT} is. 1. Şiddetli rüzgâr ve alev. 2. {ağız} Şiddetli esen rüzgârla birlikte yandan yağan yağmur. [DS] 3. {ağız} Kar ve yağmur karışımı yağış. [DS] çavgm 2, [çav-mak (sıyırılıp çıkm ak) > çavan / çavğm CAsW] {eAT} is. 1. Erkeklik organı. 2. Özellikle at, eşek gibi iri yapılı erkek hayvanların cinsel organı. çavgınJ, [çav-gın] {ağız} is. Çabuk hareket eden ince yılan. [DS] çavgın4, [? çavgın] {ağız} is. Çaydanlık. [DS] çavgın5, [çav-gm] {ağız} sf. Bir anı diğerine uyma yan; kararsız. [DS] çavgu, [çal-mak > çal-gu > çav-gu] {ağız} is. Süpür ge. [DS] çavgun, [çav-gun] {ağız} is. Rüzgâr ve karla karışık yağan yağmur. [DS]
ça v ır1, [çâv (ün) > çav-ır jjU-] is. 1. {eATf {OsT} Ses lenme; çağırma.. 2. {ağız} Haber. [DS] S çavır ey lemek, {eATf {OsT} H a b e r verm ek ; ilan etmek. çavır2, [Ar. (Sur.) j_^] {ağız} is. Duyuru. S çavır et mek, {ağız} K a y bed ilen b ir şey i ç ev rey e duyurmak. [DS] çavır3, [çığ > çığ-ır > çavır] {ağız} is. 1. Karda açılan yol; çığır. 2. Sonu olmayan yol. [DS] çavır4, [çav > çav-ır] {ağız} is. İri yapılı hayvanların erkeklik organı. [DS] çavış1, [çav-ış / çev-iş] {eT} is. 1. Y ol; vasıta; tedbir. [EUTS] 2. Hile. [EUTS] çavış2, [çav > çav-ış] {ağız} is. Huni. [DS] çavışdan, [çağ > çağ-ış-dan > çavış-dan] {ağız} is. Duvarları olmayan basit barınak. [DS] çavju, [? çavjü] (çavju :) {eT} is. 1. Gövdesi, dallan ve meyvesi kırmızı olup meyvesi acı bir ağaç. 2. (Bu ağaca benzetme yapılarak) güzel kadın parma ğı. [DLT] çavka, [Slav, câvka] {ağız} is. Bir tür karga. [DS] çavkaç, -cı [çoğ-aç > çavkaç] {ağız} is. Güneş ışığı ve ısısı alan yer; çoğaç. [DS] çavke, [Slav, câvka] {ağız} is. Bir tür karga. [DS] çavkın1, [çav-mak > çav-kın
{eATf is. Şiddetli
esen rüzgâr ya da alev. çavkın2, [çav > çav-kın] {ağız} is. Erkek cinsel orga nı. [DS] çavk ırm ak 1, [çav-kır-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] Sert karşılık vermek; karşı gelmek. [DS] çavkırm ak2, [çav-kır-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] (Hasta için) çabalamak. [DS]
ÇAV
lI î lI İK f f iİ J İ. 9 0 5
çavlam ak, [çığ-la-mak / çav-lâ-mak] (çav la:m ak) {eT} gçsz. f i [-r ] Bozulmak; çürümek; kokuşmak,
çavm ak6, [cav-mak j^jU-] {OsT} gçsz. fi. [ - a r ] (Vücut
çavlan, [çav (yans.) > çav-la-mak > çav-la-n] is. Bü yük çağlayan; şelale,
çavm ak7, [cav-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] Benzemek. [DS] çavon, [? çavon] {ağız} is. Ayak izi. [DS]
çavlannıa, [çav (ün) > çav-la-n-ma] is. 1. Gürültüsü etrafa duyulma eylemi. 2. Ünü yayılma eylemi, çavlanm ak, [çav (ses,
ün, şan ) > çav-la-n-mak
edil. f . [-ır ] [eT, eAT, OsT. -u r] 1.
için) pişmek; isilik olmak; yanmak.
çavras, [Far. çep ü râst = > çapraz > çavras] {ağız} is. Ayakları çaprazlamasına beyaz olan at. [DS] çavratm ah, [çav (ün, ses) > çav-(ı)r-a-t-mah] {ağız} gçl. fi. [ -ır ] Duyurmak. [DS]
Sesi veya gürültüsü etrafa yayılmak; çevreden işi tilmek. 2. {eT} {eAT} {OsT} dönşl. f . Ünü, şanı, şöh reti yayılmak; şüyu bulmak; dillere düşmek; şan şöhret sahibi olmak; ünlenmek. [DLT] [DK][KB]
çavrıkm ak, [çav-(ı)r-ık-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] 1. Acele etmek; çabalamak. 2. Başı dönmek. 3. Ateş ten yüzü kızarmak. [DS]
çavlı1, [çövlî /çâvlî] (ça ıv lı:) {eT} is. Ateş tutuştur maya yarayan meyve kabukları. [DLT]
çavrım ak, [çav-(ı)-r-ı-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] Ateş ten yüzü kızarmak. [DS]
çavlı2, [eT. çâv-lığ > çav-lı J jU r ] sf. {OsT} Ünü ya
çavsımak, [çav-sı-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] Kokmak. ' [DS] çavsız, [Çin. ch’ao (kâğıt p a r a ) => çav-sız] {eT} sf. Parasız. [EUTS]
yılmış; meşhur; şöhretli. çavlı3, [çav-lî] (çavlı:) is. 1. {eT} Henüz ava alıştırıl mamış doğan yavrusu. 2. {ağız} Şahin kuşu. [DS] çavlıg, [çâv-lığ] (ça. vlığ) {eT} sf. Şöhretli; tanınmış. [Clauson] çavlım, [çav-lı-m
{eAT} sf. Ünlü; meşhur.
çavlıı, [çav-lu] {ağız} is. Meyve taşımak için bezden yapılmış sepet. [DS] çavlug, [çâv-lığ / çav-luğ] {eT} sf. Şöhretli; tanınmış, çavlum, [ç av -lu -m ^ jU -] {eAT} sf. Ünlü; tanınmış. çavm a, [çöğ (yalım ) > çağ-mak / cağ-malc > cav-ma (dağılm a; yolunu sapıtm a) > çav-ma] is. î. Güne şin doğması eylemi. 2. (Sıcak, koku, ışık) yayılma, dağılma eylemi. 3. Yolundan sapma eylemi; hedef ten sapma; şaşırma. çavm ak1, [çağ-mak / cağ-mak / cav-mak (dağılm ak; yolunu sapıtm ak) > çav-mak
/ J*_yr] gçsz. f .
[ - a r ] 1. {eAT} {OsT} {ağız} Doğrultusunu, yönünü değiştirmek; yoldan çıkmak; hedeften sapmak; şa şırmak. [DS] 2. {eAT} {OsT} İleri fırlamak. 3. {ağız} (Yıldız için) kaymak. [DS] 4. {ağız} Kuş kanatlarını büzerek ok gibi uçmak. [DS] 5. {ağız} (Araba için) önü yukarı kalkmak. [DS] 6. {ağız} İvmek; çabala mak. [DS] 7. {ağız} Sinmek. [DS] 8. {OsT} (Sıcak, koku, ışık için) yayılmak; dağılmak; saçılmak. {ağız} (aynı) [DS] 9. {ağız} (Ekin için) başak verme den boy atmak; uzayıp yükselmek. [DS] 10. {ağız} (Kuş için) kanatlarını sika sika uçmak. [DS] çavmak , [çâv (ün) > çav-mak] {eT} gçl. f i 1. Ses ta şımak; haber götürmek. 2. {ağız} Duymak. [DS] çavmak3, [eT. çöğ > çav-mak
gçsz. f i [ - a r ] 1.
(Güneş için) doğmak, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} (Güneş için) bulutların arasından sıyrılmak. [DS] çavmak4, [çav-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - a r ] 1. Dolaş mak; gezmek. 2. Hasta yoklamak. [DS] çavmak5, [çav-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - a r ] Temizliği, güzelliği göz almak. [DS]
çavsurm ak, [çav-(ı)s-ur-mak] {ağız} gçl. f i [-u r] Toplamak. [DS] çavşam ak, [çak (yans.) > çahşâ-mak] {eT} gçsz. fi. [r] (Çakıl, küçük taş, boncuk vb. için) ses çıkarmak; cıkırdamak. çavşak, [eT. çahşâ-mak > çahşak / çavşa-k] {ağız} is. 1. Küçük çakıllı tarla. 2. Tarladaki taş yığını. [DS] çavşang1, [Çiğ. çavşân / çıvşân] (ça şa :n ) {eT} is. Koyun kırpma makası. [DLT] çavşang2, [çavşân] (cavşa:n ) {eT} sf. sürekli yaş akan; sulu göz. [DLT]
Gözünden
çavşarı, [Far. çâp ü rest ? / çav-mak > çav(ı)ş-ar-ı] {ağız} sf. Çarpık; ters. [DS] çav şır1, [Ar. çavşır (b a h a r otu) / Far. gâvşîr => çavşır /çaşır / çaşur / çakşır otu] is. bot. Maydanoz gillerden, telek yapraklı, sert gövdeli, şemsiye bi çiminde bileşik sarı çiçekli, kalın kökleri kurutulup dövülerek cinsel gücü artırmada ilaç olarak kullanı lan çok yıllık otsu bir bitki; çakşır otu, (P astin aca opopancpc), çavşır2, [cav-mak > çav-(ı)ş-ır] {ağız} is. Enlemesine. [DS] çavşırı, [cav-mak (sapm ak) > çav-(ı)ş-ır-ı] {ağız} zf. 1. Enlemesine. 2. Ters. [DS] çavşur, [cav-mak > cav-(ı)ş-ur] {ağız} is. Enlemesi ne. [DS] çavşut, [çaşıt > çavşıt] {ağız} is. Casus; çaşıt. [DS] çavul, [çak / çağ (yans.) > çak-ıl > çağ-ıl / çavul] {ağız} is. Buz kütlelerinin dağlardan sürükleyip ge tirdiği taş yığını. [DS] çavullam ak, [çav-mak (dolaşm ak) > çav-ul-la-mak] {ağız} gçl. fi. ] - r ] [-l(u )-yor] Çevreyi dolaşarak gö zetlemek. [DS] çavu n 1, [çav > çav-m] is. İ. {ağız} İri yapılı hayvan ların erkeklik organı. [DS] 2. Hayvanların erkeklik organından yapılan kırbaç. 3. Baston.
O lM Iü R M .
Ç AV
çavun2, [çav+ün] {ağız} is. Şan; şöhret. [DS] çavunJ, [? çavon > çavun] {ağız} is. Ayak izi. [DS] çavundur, [çav-mak (sıyrılıp çıkm ak) > çav-un-(u)dur ?] {ağız} is. Düzlüklerin ortasında yükselen tepe; höyük. [DS] ç a v u r1, [eT. çığ-ır > çavur] {ağız} is. Karda açılan yol; iz; çığır. [DS] çavu r2, [çav (ses) > çağur / çavur] {ağız} is. Haber. [DS] çavu r3, [Ar. kâfir / Far. gabr] {ağız} is. Gâvur. [DS] çavurdaşm ak, [çav (ses) > çav-ur-da-ş-mak] {ağız} işteş, f i [ -ır ] Gürültü yapmak; anlaşılmaz biçimde hep birden konuşmak. [DS] çavurgun, [çav-mak > *çav-ur-mak > çavur-gun] {ağız} is. Birdenbire yağan kar. [DS] çavu rlam ak 1, [çav-mak (dolaşm ak) > çav-ur-lamak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(ıı)-vor] Dolaşıp bakmak. [DS] çavurlam ak2, [Ar. (Sur.) şavur j> s = > çavur-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(u )-y or] Duyurmak; haber ver mek. [DS] çavurm ak, [çev-ir-mek] {ağız} gçl. fi. [-u r] Yemeni lerin etrafını dikmek. [DS] çavu ş1, [çâv (ses) > çav-mak > çav-ış / çavuş] {ağız} is. 1. Sıvıları şişe veya fıçı gibi kaplara koymakta kullanılan koni biçimli araç; huni. 2. Fes ibiği. [DS] çavuş2, [eT. çabış (yaver) / çawuş (kom utan) > Far. çâvüş JıjU - JijjU - /] is. 1. {eT} Ordu komutanı. 2.
{eT} Savaşta askerin düzenini sağlayan; onları zu lüm yapmaktan men eden kimse; kumandan. [DLT] 3. tar. Toplantılarda, divanlarda alman kararları yüksek sesle halka duyuran kişi. 4. tar. Orduda on başıdan sonra gelen erbaş. 5. Bir işin veya işçilerin başında bulunan, onları yöneten kişi. 6. {eAT} Bek çi. [DK] 7. {eAT} Hizmetkâr. [DK] ö çavuş aşı, {OsT} B ir k a ç türlii hu bu bat k arıştırıla ra k y ap ılan b ir y em ek ; şetren c. || çavuş kuşu, z oo l. G ö k kıızgunum sular takım ının çavuş kuşu giller fa m ily a sın dan, gen iş siyah v e beyaz çizgili, kızılım sı renkli, b a şın d a iri bir tep elik bulunan, esk i dünyanın s ıc a k ve ılım an b ö lg elerin d e yaşayan , yuvasını a ğ a ç k o vukların a y a p an b ö c e k ç il b ir kuş; hüthüt, (U pupa ep op s). || çavuş kuşugiller, zool. Çavuş kuşunu kap say a n kuş fam ily a sı, (Upupidae).\\ çavuş üzü mü, bot. M arm ara, T rakya ve E g e b ö lg esin d e y e tiştirilen iri taneli, ince kabuklu, b o l sulu tatlı bir so fr a lık üzüm türü. çavuş3, [çöğ > çoğaç > çavuş] {ağız} is. Güneşlik yer; güneş. [DS] çavuşan, [çavuş + Far. ân OLijjU-] (çavuşa:n) {OsT}
çavzukm ak, [çav-(ı)z-uk-malc] {ağız} gçsz. f . [-u r] -*■ çavzurtmak. [DS] çavzurtm ak, [çav-(ı)z-ur-t-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] 1. Oraya buraya koşuşturmak; cozurtmak. 2. İv mek. [DS] çay 1, [çay] is. Irmaktan küçük, dereden büyük, yaz kış suyu bulunan akarsu, t? çay ana, {ağız} E be. [DS] || çay anası, {ağız} Çayın ta şa r a k iki tarafta bıraktığ ı y a ta k izi. [DS]|| çay beyi, {ağız} Ç ay k en a rın d a çıkan kay n ak; p ın a r ; g ö z e ; çay kara. [DS]|| çaydan geçip derede boğulmak, P e k ç o k güçlü k leri aşm ışken kü çü k b ir olum suzlukla başa rısız du ru m a düşmek.\\ çayı görmeden p açaları sıvamak, Yersiz o la r a k ç o k ön ced en ted b ir almak.\\ çay ke narına kuyu kazm ak, G erek siz y e r e em ek h a r c a m ak.|| çay taşı, {ağız} İri çakıl. [DS]|| çay üzümü, bot. M eyvesi için de taşıdığı tanenden dolayı ishal k esic i o la r a k kullanılan y a b a n m ersini bitkisi, (V accinium myrtilius). çay2, [Çin. c ‘a-ye > Moğ. çai => çay] is. bot. 1. Güneydoğu Çin kökenli, demlendikten sonra uya rıcı bir etkisi ve kekremsi bir tadı dolayısıyla sıcak içecek olarak tüketilen yaprakları almaşık, kısa saplı, sert derili ve dişli, çiçekleri sarımsı ve az ko kulu bodur ağaç, (C am ellia cinensis). 2. Bu ağacın demlenmek üzere kurutulmuş yapraklan. 3. Bu yaprakların sıcak su içinde demlenmesi ile elde edilen kırmızı renkli ve hoş kokulu sıcak içecek. 4. Genel içeceği çay olan ve yanında pasta börek gibi yiyeceklerin de ikram edildiği davetli toplantı. 5. Genellikle öğleden sonra düzenlenen müzikli eğ lence. 6. argo. Esrar. S çay bahçesi, Çay, kah v e ve alkolsü z içecek lerin içildiğ i a ç ık h a v a k a h v eh an e s i.|| çay bardağı, Ç ay içm ekte kullanılan d a r belli in ce b a r d a k .||çay coştu, {ağız} Ç ay sem averi. [DS]|| çay evi, Ç ev red eki iş y er le rin e ça y ve d eğ işik iç e c e k satan kü çü k kahvehane.\\ çay fincanı, Çay içi len k a h v e fin ca n la rın d a n d a h a büyük p o rse le n kap. ||çay kaşığı, Ç aya kon ulan ş e k e r i karıştırm ak ta kullanılan kü çü k kaşık. || çay ocağı, B ir iş y erin d e y a d a ça rşı için de çayın dem len ip hazırlan dığı yer.\\ çay saati, Ç alışm a ortam ın da çay veya d eğ i ş ik iç e c e k le r i içm ek için ayrılm ış b e lir li b ir zam an dilim i. || çay servisi, Ç ay ikram etm e; ça y dağıtm a işi.|| çay şekeri, D em lenm iş çayın tatlandırılm ast için kullanılan kristal ş e k e r .|| çay takımı, 1. Ç ay danlık, dem lik, şekerlik, sütlük ve fin ca n la rd a n m eydan a g elm iş m utfak eşyasının tümü. 2. Ç ay ik ram ed erk en kullanılan örtü ve p e ç e t e g ib i eşy a lar. ||çay verm ek, K o n u k lara ça y v e yan ın d a pasta, börek, ç ö r e k g ib i y iy e c e k le r verm ek üzere toplantı düzenlem ek.
is. Çavuşlar, çavuşkan, [? çavuşkan] {ağız} is. Çardak. [DS]
çay3, [Rom. çay] is. argo. Kız.
çavuşluk, -ğu [çavuş-luk] is. 1. Çavuş rütbesi ve görevi. 2. Çavuş olma durumu.
çaya, [Moğ. çaka > çağa > çaya] {ağız} is. Çocuk; bebek. [DS]
ır a
h k b d k . «.T
çayan 1, [eT.. çadan > çayan] {ağız} is. 1. Çıyan. 2. Kırkayak. 3. Akrep. 4. Yılan. 5. Midye. 6. Yılana benzer, kertenkele gibi yürüyen hayvan. 7. Yengeç. 8. Arpa başağı. [DS] fi1 çayan gözlü, {ağız) M avi gözlü. [DS] çayan2, [? çayan] fağızj sf. Mavi gözlü. [DS] çayanJ, [çav (yarış.) > çav-mak > çay-an] {ağız} is. Kızak. [DS] çayana, [çağ(a)+ana] {ağız} is. Ebe. [DS] çaycı, [çay-cı] is. 1. Çay demleyip satan kimse. 2. Çay üreticisi. 3. Çay tiryakisi. 4. a rg o. Esrar, uyuş turucu satıcısı, çaycılık, -ğı [çay-cı-lık] is. 1. Çay demleyip satma işi ve mesleği. 2. Çay üreticiliği. 3. argo. Uyuşturucu satıcılığı. çaycoş, [çay+coş] {ağız} is. Çaydanlık. [DS] çaydam , [çaydam / çiydem] {eT} is. Yatak içine ko nulan veya yağmurluk yapılan ince keçe, çaydanlık, -ğı [çay + Far. dan (yer) + T. -lık] is. İçin de çay demlemek için su kaynatılan ve demlikten daha büyük olan kap. çayevi, [çay+ev-i] {ağız} is. Çayın taşarak, iki tara fında bıraktığı yatak yerleri. [DS] çaygara, [çay + gara (m aden suyu) [Tietze] / çay + (kak (su dolu oyuk) > kah-ra > kâra > ğâra] {ağız} is. 1. Çay kenarında çıkan su gözesi; pınar; kaynak; çaykara. 2. Kumsal; nehir yatağı. [DS] çaygiller, [çay-gil-ler] is. bot. Yaprakları basit ve dişli, almaşık; çiçekleri çoğunlukla tek, ayrı taç yapraklı, iki çenelcli bitkiler familyası, (T h ea cea e). çayhane, [çay + Far. hâne (ev) ^UrU-] (ça y h a:n e) is. Çevredeki iş yerlerine çay ve değişik içecek hazır layıp satılan küçük kahvehane; çay evi. çayhaneci, [çayhane-ci] (ça y h a :n ec i) is. Çayhane iş leten kimse. çayhanecilik, -ği [çayhane-ci-lik] (ça y h a:n ecilik) is. Çayhane işletme işi. çayır1, [Kırg. çiyir / çıyır [Râsânen] > çay-ır] is. bot. 1. Üzerinde ot biten, bu otlar biçilerek ya da otla tılmak suretiyle hayvancılık yapılan nemli arazi. 2. Bu tür yerlerde biten otlar. S1 çayır faresi, zool. Ç ayırlık a la n la rd a y a şa y an ta rla f a r e s i büyüklü ğün de olan b ir tür fare.\\ çayır göbeleği, bot. Ç ayır m antarı. || çayır köpeği, zool. M arm ota benzeyen büyük kem irgen hayvan, (Cynom ys socialis).\\ çayır kuşu, zool. T arla kıışu gillerden, ta rla la r d a yuva y a p an 2 0 cm. boyu n da sırtı kahveren gi, karn ı b e yaz, yuva y a p m a d ö n em leri dışın da sürü hâlin d e dolaşan küçü k ötücü kuş; tarla kuşu, toygar, tarla toygar, (A lauda arvensis). || çayır m antarı, bot. Ç ayırlık a la n la rd a y etişen kim i y en ileb ilen kim i de zehirli olan şa p k a lı m an tarların o rta k adı, (Agaricus, Am anita, Psillota).\\ çayır melikesi, bot. B a h çe le rd e süs bitkisi o la r a k yetiştirilen, beyaz
ÇAY p e m b e çiçek li b ir a ğ a ç ç ık ; e r k e ç sakalı, k e ç i sakalı, (S p ira ea aruncus).\\ çayır nergisi, bot. İlk b a h a r d a ç iç e k a çan y a b a n i nergis, (N arcissus officin alis) ve çu h a ç iç eğ i (P rim ula officin alis) g ib i sa rı ç iç ek li bitkilerin g en el adı. ||çayır otu, bot. 1. Ç ayırda b i ten, b a şa k la rı küm e şeklin d e o la n otların g en el adı. 2. B u ğ daygillerden küçük boylu g en ellik le k ir eç li y e r le r d e ve ça y ırlık la rd a y etişen b ir ça y ır bitkisi, (Phleum pratese).\\ çayır peyniri, Koyun sütünden y a p ıla n üzerine ç ö r e k otu serp ilip ç a y ır otların a s a r ıla r a k satılan taze peynir. || çayır sazı, bot. P a p irü sg illerd en üçgen kesitli sa p la r ı b ir tutam e tr a fın d a bulunan, yatay k ö k sap lı ç o k y ıllık otsu bitki, (Carex).\\ çayır sedefi, bot. Diiğün çiçeğ ig illerd en , su lak y e r le r d e yetişen, kökü m üshil o la r a k kullanı lan b ir bitki, (Thalictrum).\\ çayır tavuğu, zool. Kuzey A m erika 'da y a şa y an sırtı beyaz çizgili siy ah ve esm er, karnı siyah b ir y a b a n tavuğu, (Tympanııchııs). II çayır teresi, bot. T urpgillerden y a b a n i b ir bitki, (C ardem in a p raten sis). ||çayır tirfili, B a k lag illerd en hayvan y em i o la r a k y etiştirilen bir b it ki, (Trifolium p raten se).|| çayır voynukları, tar. S e fe rd e ordu atların a bakm ak, has a h ır ve ça y ır hizm etlerini g ö rm ek üzere H risU yanlardan seçilen b ir s ın ıf asker. || çayır yulafı, bot. B u ğ daygillerden y u la fa ben z er b ir kır bitkisi, (Avenastrum ). çayır2, [çay-ır] {ağız} is. Ördek. [DS] çayırgüzeli, [çayır+güzel-i] is. bot. Kömeç biçimin de ve ortası sarı, çepeçevre ve uçları pembe dilsi çiçekleri olan sapsız otsu bir bitki, (B ellis pernn is). çayırlam a, [çayır-la-ma] is. 1. (Hayvanlar için) ça yırda otlamak işi. 2. (Hayvanlar için) çayır otları yüzünden hastalanma, çayırlam ak, [çayır-la-mak] g ç s z .f. [-r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Hayvanlar için) çayırda otlamak; çayır otları ile kamını doyurmak. 2. (Hayvanlar için) yediği çayır otları yüzünden hasta olmak, çayırlanm a, [çayır-la-n-ma] is. Çayır oluşumu, çayırlanm ak, [çayır-la-n-mak] is. (Tarla, arazi, bah çe vb.) çayır otları bitmek; çayır oluşmak, çayırlaşm a, [çayır-la-ş-ma] is. Çayır durumuna gel mek işi. çayırlaşm ak, [çayır-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır ] Çayır durumuna gelmek; çayır gibi olmak, çayırlatm a, [çayır-la-t-ma] is. 1. Bir hayvanı çayırda otlatma işi. 2. Çayır otu yedirerek hastalandırma, çayırlatm ak, [çayır-la-t-mak] g ç l .f . [- ır ] 1. Bir hay vanın çayırda otlamasını sağlamak. 2. (Hayvanı) çayır otu yedirerek hastalandırmak, çayırlı, [çayır-lı] sf. Çayırı olan; üzerinde çayır bulu nan. çayırlık, -ğı [çayır-lık] is. Çayır bitkileri yetişmiş olan yer. çayka, [Slav, çayka / şayka] is. İmparatorluk döne-
m minde kullanılan, üç topu bulunan ve altı düz, 2050 asker alan savaş gemisi, çaykalm ak, [çalka-n-mak > çayka-l-mak] feT j is. Çalkanmak; sallanmak; harekete gelmek. [Nevâyî] çaykam , [çalk-a-m > çaykam] {ağız/ is. Yayık yay ma; çalkama. S çaykam testisi, {ağız} Yayık. [DS] çaykam a, [çallt-a-mak > çayka-ma] {ağız} is. Bir tür darı ekmeği. [DS] çayk ara, [çay + gara (m aden suyu) [Tietze] / kak (su d o lu oyuk) > kah-ra > kâra > ğâra)] is. Çay kena rında çıkan su kaynağı; göze, çaykavuş, [çay+kavuş] {ağız} sf. Sırasız. [DS] çaykazanı, [çay+kazan-ı] {ağız} is. Büyük çamaşır kazanı. [DS] çaykuş, [çay+kuş] {ağız} is. Çaydanlık. [DS] çaylak 1, -ğı [Şor. şay-lak > çay-lak] is. 1. zool. Uzun kanatlı, çengel gagalı, küçük kuşları ve fare gibi zararlıları avlayan tavuk büyüklüğünde yırtıcılar dan bir kuş; kocalak, (Milvus m igrans). 2. {ağız} Bebek; çocuk. [DS] 3. tar. İmparatorluk dönemin de, terfi eden, rütbe alan kişilere bunu haber veren ve böylece müjdelik toplayan kişilere verilen ad. 4. sf. m ecaz. Acemi; tecrübesiz; toy. 5. Tamahkâr. 6. {ağız} (Kişi için) sözünde durmayan. [DS] 7. {ağız} (Sığır için) boynuzlarının arası açık olan. [DS] 8. {ağız} (At için) bacaklarının arası çok açık olan. [DS] fi1 çaylak fırtınası, K ış a g irerken g örü len bir fırtına.\\ çaylak kapışmak, {ağız} B ir tür oyun. [DS] çaylak2, -ğı [çağ-la-mak > çay-la-k] {ağız} is. 1. Irmağın en geniş yeri. 2. Çağlayan; şelale. [DS] çaylak, -ğı [çağa-lak > çaylak] {ağız} is. Çocuk; bebek. [DS] çaylakça, [çaylak-ça] zf. Çaylağa yakışır biçimde; toyca; acemice, çaylaklık, -ğı [çaylak-lık] is. Toyluk, acemilik. çaylam ak 1, [çak / çağ (yarış.) / çay (dere) > çay-lamak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Sel suları tara fından tarlaya taş, kum getirilmek. [DS] çaylam ak2, [çay-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Düşünmek. [DS] çaylambuk, -ğu [çay-la-mık > çay-la-(m)bık] {ağız} is. bot. Ayrık otu. [DS] çaylamık, -ğı [çay-la-mık] {ağız} is. bot. Ayrık otu. [DS] çay lan, [çay-la-mak > çay-la-n] {ağız} is. 1. Akarsu ların geçit verdiği yer. 2. Çakıllı, kumlu yer. [DS] çaylı, [çay-lı] sf. İçinde çay bulunan, fi1 çaylı kek, iç in e çay k on u larak yap ılm ış b ir tür kek. çaylık1, -ğı [çay-lık] is. 1. Çay ağaçlarının yetiştiği yer; çay bahçesi. 2. sf. Çay için ayrılan; çayda kul lanılan. çaylık2, -ğı [çay-lık] {ağız} is. Kadınların iş yaparken giydikleri geniş, uzun don. [DS] çaylık1, -ğı [Far. câh => çağ-lık > çay-lık] {ağız} is. Lavabo; banyo. [DS]
n c E H
.
çaym ak 1, [çay-mak / cay-mak] {e AT} gçsz. f. [-ar] 1. Dönmek; vazgeçmek. [DK] 2. {ağız} Kaymak. [DS] çaym ak2, [çay-mak] [DS]
{ağız} gçl. f. [-ar]
Tırmalamak.
{ağız} is. Çaydanlık. [DS] (yans.) > cır-(ı)n-ak > cıy-(ı)n-a-lc > {OsT} {ağız} is. -*• cıynak. [DS]
çaynıık, [Bulg. câjnik] çaynak, -ğı [cır çaynaköUj.Ur]
çaynaklanıak, [çaynak-la-mak j*JUi>U-]
{eAT} edil.f.
[-ir] Tırmalamak, çaynaşık, -ğı [çay-(ı)n-aş-ılc] {ağız} tutmayan; eli kolu sakat olan. [DS]
sf.
Eli kolu,
çaynaşm ak, [çay-(ı)n-aş-mak] {ağız} dönşl.f. [-ır] 1. Dolaşmak; karışmak; birbiri içine girmek. 2. Şa şırmak. 3. Bir yere toplanmak. [DS]
{ağız} is. Çaydanlık. [DS] {ağız} is. Çaydanlık. [DS] çaynuğ, [? çaynuğ] {ağız} is. Çmar ağacı. [DS] çay rak 1, -ğı [çay (yans.) > çay-(ı)r-a-k] {ağız} is. çaynık, -ğı [Bulg. câjnik]
çaynik, -ği [Bulg. câjnik]
1.
Çaykara. 2. Çakıllı ve otlu düz toprak. [DS] çayrak 2, -ğı [çay-(ı)r-a-k] [DS]
{ağız} is. 1.
Baca. 2. Odun.
çayram ak, [çay-(ı)r-a-mak] {ağız} is. 1. Hasada eriş mek. 2. (Ekin için) susuzluktan kurumak. [DS] çayram palık, -ğı [çayrampa-lık] bataklık yer. [DS]
{ağız} is.
çayraz, [çay-ır > çay-(ı)r-a-z] {ağız} tarla hâline getirilen toprak. [DS]
Sulak ve
is. Bataklık iken
çaysam ak, [çay-sa-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-s(ı)yor] Çay içmek istemek; çay arzulamak. [DS] çayşak, -ğı [çağ-(ı)ş-ak) toprak. [DS]
{ağız} is.
Otlu ve çakıllı düz
çaytak, -ğı [çağ (şiş, sopa) + tak ? > çaytak] {ağız} is. 1. Atlara yük vurulurken kullanılan çatal ağaç. 2. sf. Bacakları dışa doğru eğri olan. 3. Düz taban. [DS] çaytı, [? çaytı]
{e'T} is. Manastır. [EUTS] {ağız} sf. Bacakları
çaytınak, -ğı [çay(ı)t-m-ak] doğru eğri olan. [DS]
dışa
{ağız} is. Çakal. [DS] {eAT} is. Çarşaf; üst giyim eşyası. -ç e 1, [-ca / -ce / -ça / -çe] yap. e. -*• -ca. -çe2, [-ca /-ce / -ça / -çe] {eAT} çek. e. -*■ -ca. -çeJ, [Far. -çe <^-] {OsT} ek. Sonuna getirildiği Farsça isimlerden isim yapan küçültme eki, bağ-çe (küçiik bağ). çe1, [çe / çö (yans.)] is. Şaşma ve ne söyleyeceğini bilememe durumlarını anlatan kök. [Zülfıkar] çeçele-me çe2, [çe /ça] {eTf e. Benzetme edatı. çeJ, [Far. tâ => çâ > çe] {ağız} zf. Ta. [DS] çebek, -ği [? çebek] {ağız} sf. (Hayvan için) bir boy
çaytulus, [? çaytulus] çazer, [Far. çâder]
nuzu kırık. [DS]
U E lH K E X b H .il. çeber, [Ar. cebbar] {eT} sf. Becerikli. /ağızj (aynı) [DS] çebeş, [Yun. kemos / çimos (burunsalık)] {ağız} is. 1. Ata vurulan gemin damaklı ve metal kısmı. 2. Da maklı gem. [DS] çebiç1, - d [çebiş > çebiç] {ağız} is. 1. Bir ya da iki yaşındaki keçi yavrusu 2. Kısır keçi. 3. Tiftik keçi si. [DS] fi1 çebiç çene, {ağız} (İnsan için) sivri çen e. [DS] çebiç2, -ci [? çebiç] {ağız} is. Köklenmiş bağ çubuğu. [DS] çebik, -ği [Far. çâbük => çebik] {ağız} zf. Çabuk; acele. [DS] çebil, [çebil] {ağız} is. Bir yaşındaki keçi yavrusu. [DS] çebiş1, [Far. çebiş / çepiş J±>-] 1. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} Bir ya da iki yaşındaki keçi. [DS] 2. {ağız} İki yaşındaki erkek keçi. [DS] çebiş2, [çeb-mek / çew-mek (çev irm ek; ç ık a r y o l bulm ak) > çeb-iş / çev-iş] {eT} is. 1. Kurnazlık; hi le; oyun. [İKPÖy.] 2. Çıkar yol; çare. [İKPÖy.] çebiş3, [? çebiç] {ağız} is. Köklenmiş bağ çubuğu. [DS] çebis4, [? çebiş] {ağız} is. Kızların cinsiyet organı. [DS] çebişleme, [çebiş-le-me] {ağız} is. Salkımında kuru muş üzüm. [DS] çebit, -di [? çebit] {ağız} is. Yufka hamurunun içine tereyağ ve peynir konularak saçta kızartılmak sure tiyle yapılan börek. [DS] çeblebi, [? çeblebi] {ağız} is. Çay kenarında kendi kendine yetişen ağaç, çalı, söğüt vb. [DS] çebmek, [çeb-mek / çew-mek] {eT} gçl. f . [* - iir ] 1. Çevirmek. [İKPÖy.] 2. Çıkar yol bulmak. [İKPÖy.] çebre, [Slav, çeber ] {ağız} is. Turşu için kullanılan üstü geniş, altı dar fıçı. [DS] çebres, [Far. çeb ü rast] {ağız} is. 1. Çengel. 2. Kop ça. [DS] çebrez, [Far. çeb ü rast] {ağız) is. -*■ çebres. [DS] çebük, [Far. çâbük] {eAT} sf. 1. Çevik; seri; atik. 2. Becerikli.
çece3, [? çece] {ağız} is. Pencere. [DS] çeçen, [çeçen] {ağız} is. Sığır kuyruğu kılından do kunmuş süt süzgeci. [DS] çecey, [? çece > çecey] {ağız} is. Baba. [DS] çecgere, [Far. dest-gâre] {ağızj is. Teskere. [DS] çecih, [çecik > çecih] x'ağız} is. Altın veya madenî paralara ip takılması için yapılan küçük halka. [DS] -çecik, [-cacık / -cecik / -çecik / -çacık] yap. e. -*■ cacık. çecik1, -ği [Az. çeciy (süs boncuğu)] is. 1. Kulp; sap. 2. A ğaç veya madeni çivi. 3. Kova, kazan gibi kap ların kulplarının takıldığı yer. 4. Kapların kulpunu tutturmak için çakılan çivi; cicik. 5. Kazan veya yemek tenceresinin ağız kısmının kıvrıntı yeri. S çeciği geçmek, {ağız} (M akas, b ıç a k vb. için) çivisi gevşem ek. [DS]|| çeciği gevşemek, {ağız} 1. -*■ çeci ği geçmek. 2. in ad ı kırılm ak; gön lü o lm a k ; d a y an m a gü cü ve kuvveti kalm am ak. [DS] çecik , [Far. çâç => çeç > çec-ik] {ağız} is. Savrularak samanından ayrılmış tahıl yığını. [DS] çecitmek, [çeç + et-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] Savrulmuş buğdayı gözerden geçirerek yığın yapmak. [DS] çecürce, [çecür-ce ?] {ağız} is. Büyük taşçı cekici. [DS] çecüstü, [çeç+üst-ü] {ağız} is. Harman sahibinin, ta hıl vererek harmanda çalışanlara aldığı çerez vb. yiyecek. [DS] çeç1, [Far. çâç (yaba) £ U
/ £=-] is. 1. {eAT} {OsTj
Savrulmuş, samanından ayrılmış tahıl yığını; çeç. {ağız} (aynı) [DS] 2. {eAT} Yığın. 3. {ağız} Kabuğu çıkarılmış fındık, ceviz ve mısır yığını. [DS] 4. {OsT} Tahıl elenen kalbur. 5. {OsT} Harman savur makta kullanılan yaba. S çeç tepe, {ağız} Ç evresi düz, to p rak yığ ın ı; höyük. [DS] çeç2, [Eııne. c ’ec] {ağız} is. Balsız petek; dalak. [DS] çeç3, [Erme, c ’eç] {ağız} is. Üzümün suyu alındıktan sonra kalan posası. [DS] çeç4, [çeç] {ağız} is. Şalgamın yaprak ve sapları. [DS] çeç5, [Far. çâç =>çeç] {ağız} is. Koni şeklinde yığıl mış taş. [DS] çeç6, [çeç] {ağız} is. çoc. d. El. [DS]
çec1, [Far. çâç => çec] {ağız} is. -* çe ç 1. [DS] 0 çec etmek, {ağız} 1. H arm anda, savrulm uş tahılı k al burdan g e ç ir e r e k yığın yap m ak. 2. B ir m eyveyi v e y a kuru se b z ey i kabu ğu n dan ayırm ak. 3. H erhan gi b ir m eyveyi b ir a ra y a to p la m a k ; yığm ak. [DS]|| çeci durm ak, {ağız} K a y n a tıla rak veya kuru tularak f i resi çıkan b ir şeyin g e r i k alan özü ç o k o lm a k ; evin li olm ak. [DS] çec2, [çeç] {ağız} is. -*■ çeç2. [DS]
çeç7, [çeç] {ağız} is. Kova sapı. [DS] çeçe1, [? çeçe] {ağız} is. Efe. [DS]
çece1, [? çece] {ağız} is. 1. Ağabey. 2. Baba. 3. Dede. [DS] çece2, [? çece] {ağız} is. 1. Ova köylerinden çalışmak için gelen işçi. 2. Seyyar satıcı. [DS]
çeçe4, [Yun. tsatsa] {ağız} is. 1. Genelev çalıştıran ka dın, çaça. 2. Kefalin küçük yavrularına verilen ad; çaça balığı. [DS] S çeçe başı, {ağız} A rabu lu cu ; ç a ç a başı. [DS]
çeçe2, [Bantu d. > Fr. tse-tse] (çe ’çe) is. zool. İnsan lara uyku hastalığı bulaştıran, iki kanatlılardan, Güney Afrika’da pek çok türü bulunan sinekten büyük bir böcek; çeçe sineği, (G lossina). S çeçe sineği, {ağız} Ç eçe. [DS] çeçe2, [? çeçe] {ağız} is. Ağabey. [DS] çeçeJ, [? çeçe] {ağız} is. çoç. d. Et. [DS]
O lÜ M IİİIttM . çeçek ,
[eT. çeçek / Moğ. çeçeg > Far. çeçek
is.
T. {eT} {ağız) Çiçek. [Gabain] [DLT] [EUTS] [DS] 2. {OsT} Gül. 3. {OsT} {ağız} Çiçek hastalığı. [DS] 4. {OsT) İnsan vücudundaki ben. [çeçek-le-n-mek] {eT} dönşl. f . [-ü r] Çiçeklenmek. [DLT] [EUTS]
ç e ç e k le n m e k ,
ç e ç e k lig , ç e ç e k lik ,
[çeçek-lig] {eT} sf. Çiçekli. [EUTS] [çeçek-lik] {eT} is. Çiçeklik. [DLT] [EUTS]
[çeçe-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] Şaşırmak. [DS]
ç e ç e le m e k ,
[Çeçen (kavim adı)] öz. is. 1 . Kuzey-Doğu Kafkasya’da yaşayan ve kendilerine Nahci, Nahcuva adını veren yerli Müslüman halk. 2. sf. Çeçenlere ait, onlara özgü olan. 3. sf. Çeçen soyundan olan. Ç e ç e n a r a b a s ı , E skiden p o s ta a r a b a s ı o la r a k kullanılan, yaylı, d ört tekerli, iki p e n c e r e li ve çift atlı süslü b ir a r a b a türü. || ç e ç e n k ı z ı , A dıya man, E rzin can y ö resin d e kın a g e c e s i eğ len celerin d e oynanan g ö v en d e türii b ir h a lk oyunu ve türkü sü.
Ç e çe n ,
çeçen ,
[? çeçen] {ağız} sf. Akıllı. [DS]
2. Keten tohumu. 3. Kendir tohumu. 4. Çam fıstığı kozalağı. 5. Sakız ağacı meyvesi. 6. Buğday kavur gası. 7. sf. (Kişi için) kısa boylu ve huysuz. 8. Çok zayıf. [ D S ] ç e d i,
[? çedi] {ağız} is. Bir tür diken.
ç e d i k 1,
Mest üzerine giyilen sarı pabuç. 2. Terlik. 3. {eAT} {ağız) Koncu kısa çizme; konçlu mest. [ D S ] & ç e d i k p a b u ç , Ç ed ik le birlikte giyilen ayakkabı.
[Çeçen-ce] is. Çeçenler tarafından konuşu lan Kafkas dili, [İt. chiacchierone] {ağız} sf. Açıkgöz olan kimse. [DS]
çe çe ro n ,
[Far. çeç (yaba) > çeç-ge] {eT} is. Çulha tara ğı. [DLT]
çeçge,
[Az. çeciy (süs boncuğu) > çeçik] {ağız} is. 1. Ziynet altınının halkası. 2. Kulp; sap. 3. Tencere ya da kazanın ağzındaki dışarı doğru olan kıvrıklık. 4. Kovanın kulp takılan yeri. 5. Ağaç veya metal çivi. [DS] S ç e ç i ğ i g e v ş e m e k , {ağız} D ayanm a g ü cü k alm am ak ; gön lü olm ak. [DS]
ç e ç i k 1, - ğ i
[çeçik] {ağız} is. Kadınların başlarına ört tükleri yazmanın gerisini atma biçimi. [DS]
ç e ç i k 2, - ğ i
[çeçik] {ağız} is. Elma, armut gibi meyve lerin yenmeyen özü; koçan. [DS]
ç e ç i k ’, - ğ i
[? çeçil] is. Yağı alınmış sütten ya da ayrandan yapılan bir tür peynir; çökelek; keş; kurut,
ç e ç il,
[Far. câcim => çeçim] {ağız} is. İnce dokun muş, renkli kilim. [DS]
[? çedik] {ağız} is. Çekirge.
ç e d i k 2, - ğ i
[D S ]
[çet-ik > çedik] {ağız} is. Bir cismin kena rında meydana getirilen oyuklar. [ D S ]
ç e d ik
, -ği
[çedik-çi] is. Çedik imal eden ya da satan
ç e d ik ç i,
kimse. [çed-im ?] {ağız} is. (Çocuk için) gelişme; bü yüme. [ D S ]
ç e d im ,
ç e d ü k , -ğü ç e fa ,
[çetük / çedük
{eAT} is. Kedi,
[? çefa] {ağız} is. Çimen; yeşil ot.
ç e fa lık , -ğ ı
ç e fe t,
[D S ]
[çefa-lık] {ağız} is. Çimenlik; otlak.
[Far. şeft-âlü] {ağız} is. Şeftali.
ç e fd e li,
Ç eçen ce,
[D S ]
[iç + edük (pabu ç) > çedik J-iş-] is. 1.
-ği
[D S ]
[D S ]
[Far. cehüt => çefet] {ağız} is. Geçimsiz kimse.
[D S ]
[çepiş (oğlak) > cefşen / çavşân [Clauson]] {eT} is. Koyun kırpılan makas; kırkı. [ D L T ]
ç e fş e n g ,
[? çeft] {ağız} is. 1. Çam ve palamut ağacının meyvesinin kabuğu. 2. Üzüm kabuğu. 3. Meyvenin içindeki parçalardan her biri. [ D S ]
ç e ft,
c e g e t, - d i
[çeget] {ağız} is. Orman.
[D S ]
[çeg] (çe:g ) {eT} is. Çizgili bir tür pamuklu do kuma. [ D L T ]
çeg ,
[Far. çeğâle ^Uj-] (çeğ a. le) {OsT} is. Çağla,
ç e g a le ,
çeg ân e,
[Far. çegâne ^ t"-] (çeg â :n e) {OsT} is. 1.
Çengilerin dans ederken çaldıkları, zilleri ve kas nağı metal def. 2. Çengilerin ikişerli olarak ellerine takarak çaldıkları dört parçadan ibaret bir tür metal çalpara; çağana. çeg ân eb az,
[Far. çegâne+baz (oynayan) jL «jUş-]
ç e ç im ,
[çeçin-li] {ağız} sf. Macun gibi yoğrulmuş; yapışkan. [DS]
ç e ç in li,
[çeç-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [ - l(i)-yor] Flamandaki ekin saplarım, döven sürmek üzere yaymak. [DS]
ç e ç le m e k ,
[çeç-li] (ağız/ sf. Petekli. P etek li bal. [DS]
ç e ç li,
f i1 ç e ç li
b a l,
{ağız}
[? çedek] {ağız} sf. (Kişi için) pis ve bece riksiz. [DS]
ç e d e k , -ği
(ç eg â :n eb a :z ) {OsT} is. Çegâne adı verilen tek veya üç kollu zilli maşayı çalarak oynayan dansçı, çege, ç e g e l,
[D S ]
[çağ-ıl] {ağız} is. Çakıl yığını; çağıl.
[D S ]
[çene-sek] {ağız} sf. (Kişi için) çok ko nuşan; geveze. [ D S ]
çeg e se k , -ği
ç e g e t,
[? çeget] {ağız} is. Orman.
[D S ]
[çeg-i] {ağız} is. Saban demirinin çamurunu kazımakta kullanılan demir. [ D S ]
ç e g i,
ç e g il,
çedeme, [Far. câu (arp a) ? / eT. çığ (hasır otu) + Far. dâne] {ağız} is. Keten tohumu. [DS]
ç e g in ,
[Far. câu (arpa) ? / eT. çığ (h a sır otu) + Far. dâne] {ağız} is. 1. Fterhangi bir şeyin küçük parçası.
ç e g le ,
çed en e,
[çene] {ağız} is. Köşe.
[çağ-ıl > çeg-il] {ağız} is. Çakıl yığını; çağıl.
[D S ]
[eT. çig-mek > çig-in / çiğin / çiyin] {ağız} is. ■* çiğin. [ D S ] [çeg-le] {ağızf is. Çakıl yığını; çağıl.
[D S ]
İ m
i k
s a a ı. sn
çegleşmek, [çeg-le-ş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r ] Karşı lıklı olarak ad çekmek; kur’a çekişmek, çegtirge, [çeg-ür-ge] {ağız} is. İnşaatta kullanılan dört köşe ağaç. [DS] çegzinmek, [tegzin-mek > çegzin-mek > Çağ. çizgin-mek] {eAT} dönşl. f . [-ü r] -*• çezginmek; çizginmek. çeğ, [çene > çeğ] {ağız} is. Kene. [DS] çeğe1, [çene > çeğe] {ağız} is. Köşe. [DS] çeğe2, [çene > çeğe] {ağız} is. Kene. [DS] çeğel, [çağ (yans.) > çağ-ıl > çeğ-el] {ağız} is. Çakıl; kum yığını. [DS] S çeğel taşı, {ağız} Ç ay taşı. [DS] çeğen, [Far. çevgân => çeğen] {ağız} is. Baston; asa. ’ [DS] çeğesek, -ği [çene-sek] {ağız} sf. Çok konuşan; geve ze. [DS] çeğil1, [çeğ-il] {ağız} is. 1. Çekirdek. 2. Çakıl; çağıl. [°S] çeğil", [çeğ-il] {ağız} is. Savrulup temizlenerek yığıl mış tahıl yığını. [DS] çeğillik, -ği [çeğ-il-lik] {ağız) is. Çakıl taşı bulunan yer; çakıllık. [DS] çeğin, [çiğin > çiğin > çeğin] {ağız} is. Omuz. [DS] çeğir, [çağ (yans.) > çeğ-ir] {ağız} is. Tarlada bir yere toplanmış taş yığını. [DS] çeğirdek, -ği [çekir-dek] {ağız) is. Çekirdek. [DS] çeğiz1, [çez-gin-mek / çeğz-in-mek > çeğiz / çeğz] {eAT} is. Daire; çevre. [Tietze] çeğiz2, [Ar. cihaz => çeğiz] {ağız} is. Çeyiz. S çeğiz evi, {ağız} G elinin çıktığı ev. [DS]. çeğle, [çağ (yans.) > çeğ-le] {ağız} is. 1. Kumdan bü yük, çakıldan küçük taş. 2. Büyüklü küçüklü taş yığını. [DS] çeğm el1, [çek-mek > çek-me-1 ?] {ağız} sf. l.Y a y ya da çengel biçiminde olan. 2. is. Baston biçimindeki çoban değneği. 3. Yüksek dallardaki meyveleri çekmek için kullanılan ucu çatal sopa. [DS] çeğmel2, [çek-mel] {ağızf is. Kıl çadır. [DS] çeğmen, [çek-mek > çeğ-men] {ağız} is. Çekmen. [DS] çeğnek, -ği [çeğ-ne-k] {ağız} is. Yol üstündeki batak lık. [DS] çeğneraek, [çeyne-mek / çiğne-mek] {ağız} g ç l . f ] - r ] [-n(i)-yor] -*■ çiğnemek. [DS] çeğşek, -ği [çeğ-(i)ş-ek] {ağız} is. Kırılarak küçültül müş taş. [DS] çeğürme, [çev-ir-me > çeğ-ür-me] {ağız} is. 1. Etra fını sarma; kuşatma; çevirme. 2. Ağılların önünde her tarafı çitlerle çevrilmiş olan yer. [DS] çeğzindürmek, [çez-(i)g-in-mek > çeğzin-mek > çeğzin-dür-mek dUjjjjSU-] {eAT} gçl. f . [ü r ] Dön dürmek; devrettirmek, çeğzinnıek, [[tegzin-mek> çegzin-mek > çeğzin-mek liü jS y dönşl. f . [-ir ] [eA T -ü r] 1. {ağız} Yavaş davranmak; ağırdan almak; oyalanmak. 2. {eAT}
ÇEİ ranmak; ağırdan, almak; oyalanmak. 2. {eAT} Dön mek; dolaşmak. [DS] çeh 1, [Far. çeh çehdir-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Çektirmek. [DS] çehe, [çene > çehe] {ağız} Çene. [DS] 0 çehe taşı, kon ulan büyük taşlar. [DS] çehebaz, [çene + Far. bâz > için) çok konuşan; geveze.
is. 1. Duvar köşesi. 2. {ağız} D uvar k ö şelerin e çehebaz] {ağız} sf. (Kişi [DS]
çehim, [? çehim] {ağız} is. Patiska. [DS] çehiz, [Ar. cihâz > çehiz
{eAT} is. Çeyiz.
çehm e1, [çek-me > çehme] {ağız} is. Ayakkabı. [DS] çehme2, [cek-me > çehme] {ağız} is. Bir tür pilav. [DS] çehmece, [çek-me-ce] {ağız} is. Çekmece. [DS] çehmek, [çek-mek > ceh-mek] {ağız} gçl. f . [ - e r ] Çekmek. [DS] çehre, [Far. çihre o^hj-t] is. 1. İnsanda başın saçlar, ku lak ve çene altı ile sınırlanmış bölümü; yüz; sima; surat. 2. Yüzünün özellikleri ile özdeşleşmiş kişi; şahsiyet, kişilik. 3. Yüzdeki ifade. 4 gnşl. Bir şeyin dış görünümü; biçim. 5. Özellik. 6. Somurtkanlık; surat asma. S çehre-gû, {OsT} Satranççıbaşı.\\ çehre-güşâ, {OsT} Yüz a ç ıc ı; yüzünü açan . |j çehre-i gülgûn, {OsT} Gül ren k li yüz; g ü l y a n a k lı.|| çehrenttmâ, {OsT} Yüz g österen , yüzünii g ö steren .|| çehre-perdâz, {OsT} R essam .|| çehre-perdâz-ı cihan, {OsT} G üneş.|| çehre-sâ, {OsT} Yüz süren.\\ çehre züğürdü, Çirkin yüzlü kimse.
.
çehretim , [? çehretim] {ağız} sf. Saplı; kollu. [DS] çehrî, [Ar. (Sur.) cılıra] {ağız} is. -*■ cehri. [DS] çeik, -ği [çecik] {ağız} is. Kova, bakraç vb. kapların birleşme yerlerindeki çivi. [DS]
■Ell V
ÇEJ
XU .
çej1, [çej / çev / çeg / çüv / çüy] (çe:j) {eT} is. 1.
çekçek1, -ği [çek-mek + çek-mek > çek+çek] is. 1.
Demir çivi. 2. Çivi ve tellerin ucundaki kancalar.
İnsan gücü ile hareket ettirilen dört tekerlekli ara ba. 2. Uzakdoğu’da insan taşımada kullanılan el arabası. 3. Eskiden bayram yerlerinde, dört beş ço cuk alabilen ve sahibi tarafından çekilerek götürü len üstü püsküllerle süslü arabalara verilen ad. çekçek2, -ği [çelc+çek] {ağız} is. 1. Üzüm ve nişasta dan yapılan bir tür tatlı. 2. Küp biçimindeki şeyler.
çej2, [Far. cec] is. {ağız} Saplı buğday yığını. [DS] -çek1, [-cak / -cek / -çak / -çek] y a p e. -*■ -calc. -çek2, [-çek] {eAT} y a p . e. Fiilden isim yapan ek; tek örneği vardır, em -çek.
-çek3, [-çak / -çek / -çuk / -çük / -çık / -çik] {eT} yap. e. - * -çak.
Çek, [Slav, çeh] is. 1. Orta Avrupa’da Bohemya, Moravya ve Silezya’nın bir kesiminden meydana gelen bölge ve bu bölge halkından olan. 2. sf. Çek lerle ilgili olan. çek1, [eT. çeg] is. Bez ayağı örgü ile dokunmuş çizgili bir kumaş türü. çek2, [çek] {eT} is. 1. Kura; ad çekme. 2. Hisse; pay. çek3, [çek] {ağız} is. 1. Hallaç tokmağı. 2. Harmanda saplan çekerek dağıtmakta kullanılan uzun saplı geniş ağızlı çengel. [DS] çek4, [? çek] {eT} is. “Ufak tefek şeyler” anlamındaki “çek çük” ikilemesinde geçer, S çek çük, M alın en d eğ ersiz i; kıvır zıvır. [DLT] çek5, [Far. şâh > Ar. > Fr. > İng. cheque / check (satran ç oyununda ş a h a “K ış!" dem ek)] is. Belli bir paranın ödenmesi konusunda bankaya talimat veren, şekli kanunla belirlenmiş ödeme emri belge si. S çek etmek, K on trol etm ek; y o k la m a k ; tahkik etm ek ; den etlem ek. çek6, [çak > çek] {ağız} zf. Ta. [DS]
çekâçak, [Far. çekâçâk İU-1&*-] ( ç e k â .ç a .k ) {OsT} is. Kılıç, mızrak gibi silahların çarpışmasından çıkan ses; silah şakırtısı. S çekâçâk-ı süyüf, {OsT} K ılıç şakırtısı.
çekân, [Far. çekiden (dam lam ak) > çekân jlSL>-] (çek â;n ) {OsT} sf. 1. Damlayan. 2. Damla damla akan,
çekap, [İng. check (yoklam ak) + up (sonuna kad ar)] is. Herhangi bir hastalık belirtisi bulunmasa dahi, bir kimseyi bütün tıbbi inceleme ve araştırma metot ve tekniklerini kullanarak yapılan tam bir sağlık muayenesi; tam bakım, çekas, [çek-mek + as-mak] is. Bir ucu sabit bir yere takıldıktan sonra diğer ucu çekilmek suretiyle ma karasındaki ip veya telin boşanması ile karşı duvar veya direğe takılan ve sonra da tekrar makarasına sarılarak toplanıp kaldırılabilen bir tür çamaşır ser geni. çekberi, [çek-mek + beri] is. 1. Harmandaki sapları çekmeye veya yaymaya yarar uzun saplı bir tür çengel. 2. Fırından ateş ve kül çekmekte kullanılan çengelli kürek,
çekçak, [Far. çekçâk 3\^>-] (ç ek ç a ;k ) {OsT} is. -*■ çekaçak. Çekçe, [Çek (Avrupalı b ir ulus) > Çek-çe] is. Bo hemya, Moravya ve Silezya’mn bir bölümünde konuşulan Slav dili.
[DS] çekçeki1, [cek+cek-i] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekçeki2, [çek+çek-i] {ağız} is. Kaim kiriş ucu ile direk arasına konulan süslenmiş kama. [DS]
çekdire, [çek-dir-e ojJ&y] {OsT} is. -* çektiri. çekdiri, [çek-dür-ür lSj-1^?-] {eAT} {OsT} is. -*■ çektiri. çekdirik, [çek-dir-mek > çek-dirik] {ağız} is. Har manda samanları toplamakta kullanılan tahta araç. [DS]
çekdirme, [çek-dir-me
çekdürür, [çek-mek > çek-dür-ür] {OsT} is. Çektiri. fi1 çekdürür gemi, {OsT} Çektiri. çeke1, [Far. çeke (ç o k kiiçük)] {ağız} sf. Küçük; ufak. [DS]
çeke2, [çek-e] {eAT} is. 1. Çekme eylemi ve durumu. 2. Çekerek düzene sokma. 3. {ağız} sf. Sıkı; gergin. [DS] ö çeke durmak, {ağız} Ç ek in erek k en ard a du rm ak; karışm am ak. [DS]|| çeke dutmak, {ağız} G ergin tutmak. [DS]|| (ayağını) çeke dutmak, {ağız} B irisin e sık g id ip g elm em ek ; s ık görüşm em ek. [DS]|| çeke düzen, {eATj Ç ek i düzen; intizam .||çeke düzen virmek, {eAT} K ılık kıyafetin i düzeltm ek; süslenm ek.
çekecek, -ği [çek-mek > çek-ecek] is. 1. Ayakkabıyı kolayca giyebilmek için topuğun biçimine uydu rulmuş metal ya da plastikten yapılma küçük eşya. 2. Kapı kilitlerinin dilini harekete geçiren ve zincir bağlanabilen bir tür kanca. 3. {ağız} Kar temizle meye yarayan aygıt. [DS] 4. {ağız} Yemenicilerde kalıpları çıkartmakta kullanılan aygıt. [DS] 5. {ağız} Kar temizlemeye yarayan aygıt. [DS] 6. {ağız} Dö venin altına sap çekmek için kullanılan aygıt. [DS] 7. {ağız} Saban okunu boyunduruğa bağlayan iP-[DS]
çekek1, [çekek] {eT} is. Çiçek hastalığı. [DLT] çekek2, -ği [çek-mek > çek-elc] is. dnz. Tekneleri kıyıya çekmeye ve karinasını temizlemeye yarar eğik düzlem biçimindeki iskele; {ağız}. [DS]
çekek3, -ği [çek-ek] {ağız} is. Bataklık. S çekek çamur, {ağız} B ataklık, [DS] çekel, [Yun. tzakelin] {ağız} is. 1. Sabana yapışan çamurları sıyırmaya yarayan ve üvendirenin ucuna
ommiiwæiiùii.913 takılmış ıspatula biçiminde küçük metal parça. 2. Küçük çapa. 3. İnce, uzun değnek. [DS] çekelebüz, [çek-ele-vüz / çekele-biiz] {ağız} is. Sin cap. [DS] çekeleme, [çek-ele-me] is. Tekrar tekrar çekmek işi. çekelemek, [çek-ele-mek] gçl. fi. [ - r j [-l(i)-y o r] 1. Tekrar tekrar çekmek; çekiştirmek. 2. {ağız} Bir kimseyi, bir şeyi çekerek, sürükleyerek götürmek. [DS] çekeles, [çekelez / çekeles] {ağız} is. Sincap. [DS] çekeleve, [İt. sacaleva / Yun. sakko (k a b a giysi) + leva / laifa (yelken)] is. dnz. Kıç tarafı yüksek hızlı bir yelkenli türü, çekeleviz, [çekelevüz > çekeleviz] {ağız} is. Sincap. [DS] çekelevüz, [çekele-vüz] {ağız} is. Sincap. [DS] çekelevüz, [çek-ele-vüz] {ağız} is. Sincap. [DS] çekelez1, [çek-mek > çek-ele-z] {ağız} is. Sincap. [DS] çekelez2, [çek-mek > çe'k-ele-z] {ağız} is. Kasap. [DS] çekelge, [çek-er-ge > çek-el-ge] {ağız} is. 1. Süre. 2. Mesafe. 3. Uzam. [DS] çekelik, -ği [çök-el-ik > çekel-ilc] {ağız} is. Çökelek; yağsız ayran peyniri. [DS] çekelos, [çekelez] {ağız} is. Sincap. [DS] çekeloz, [çekelez] {ağız} is. Sincap. [DS] çekem 1, [çek-em] is. 1. {eAT} (Kuyu vb.den) bir çekimlik su; çekim. 2. İdrar artırıcı, tansiyon düşü rücü ve özellikle romatizmaya karşı yakı olarak kullanılan, elma, armut ağaçları ile çamlar üzerinde asalak yaşayan ökse otunun (Viscum albüm ) kuru tulmuş meyvesi; burç; gevele; gökçe; gövelek; güvelek. 3. {ağız} Böğürtlen. [DS] 4. {ağız} Su yolla rını yapan ve su işlerinden anlayan kimse. [DS] 5. {ağız} Kuyucu. [DS] çekem2, [çek-em] {ağız) is. Pekmez kaynatılarak yapılan ağda. [DS] çekemci, [çekem-ci] {ağız} is. Lağımcı. [DS] çekememe, [çek-e-me-me] is. 1. Çekmeye gücü yetmeme durumu. 2. Katlanamama, hoş görememe veya kıskanma durumu, çekememek, [çek-e-me-mek (çek eb ilm ek fi. olum su zu)] gçl. yeterlik, fi. 1. Çekmeye gücü yetmemek; çekme, taşıma gücünden yoksun bulunmak. 2. Katlanamamak; kıskanmak. 3. Hoş karşılamamak. S çekemeze düşmek, {ağız} T ehlikeye düşm ek. [DS] çekemezlik, [çek-e-me-mek > çek-e-me-z-lik] is. Çekememe durumu; kıskançlık; hoş görmeme. çeken1, [çek-en] sf. 1. Çekme işlemini yapan. 2. Uzatan. 3. is. Makinelerde hareketi başka bir orga na aktaran kayış vb. şey. 4. Müzikte bir durak veya tonalite dizisinde bitiş sesinden sonraki en önemli ses. çeken2, [çek-en] {ağız} is. Su yollarını yapan ve su işlerinden anlayan kimse. [DS]
ÇEK çekene, [çök-mek > çöken-e / çeken-e] {ağız} is. 1. Keten döküntülerinden yapılan bir tür kilim. 2. K e ten ipinden dokunmuş yaygı. [DS] çekenek, -ği [çek-mek > çek-enek] {ağız} is. 1. Her hangi bir şeyi çekmekte kullanılan aygıt. 2. Dolma tüfeğin içindeki sıkıyı boşaltmakta kullanılan ucu çengelli ince çubuk. 3. Harmanı tınaz yapmakta kullanılan aygıt. [DS] çekenel, [çeken+el] {ağız} is. Semerin arka tarafına çakılan çengelli demir. [DS] çekenez, [çekele-vüz > çekelez / çekenez] {ağız} is. Sincap. [DS] çekenmek, [çek-mek > çek-en-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Arzu etmek; istemek. [DS] çeker1, [çek-mek > çek-er] is. 1. Bir tartının kaldıra bileceği en ağır yük miktarı. 2. Uzatma işareti. 3. Paketlenecek ürüne sarıldıktan sonra boyutları küçülebilen ambalaj maddesi. çeker2, [çek-mek > çek-er] {ağız} is. Çekinilen şey. [DS] çekerJ, [Far. şeker] {eT} is. Kudret helvası; tatlı; şeker. çekere, [? çekere] {ağız} sf. Sarı. [DS] çekerek1, -ği [çeke (küçük) > çeke-rek i)jS^-] {OsT} zf. 1. Az küçük. 2. {ağız} Daha küçük. [DS] çekerek2, -ği [çek-mek > çek-er-ek] {ağız} is. Çekim serlik. [DS] çekerek , -ği [cek-er-ek] {ağız} is. Uzaklık; mesafe. ' [DS] çekerge, [çek-mek > çek-er-ge] {ağız} is. Süre; uzak lık; uzam; mesafe. [DS] çekert, [? çekert] {ağız} is. Yeşermiş güzlük ekin. [DS] çeket1, -di [Fr. jaquette] {ağız} is. Ceket. [DS] çeket2, -di [? çeket] {ağız} is. Sokak. [DS] çeketlemek, [ceket-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)y o r ] (Bitki kökleri için) su yüzünden fazla büyü mek. [DS] çeketm ek1, [çek-mek + et-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [d (i)-y or] Yola çıkmak; yola koyulmak; hareket et mek; çekip gitmek. [DS] çeketmek2, [çek+et-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-d (i)y o ı ] Çekimser durmak. [DS] çekgaleviz, [çek-ele-vüz => çekgaleviz] {ağız} is. Sincap. [DS] çekge, [çekürge > çek-ge > çelc-ke] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekgel, [Yun. tzekalin] {ağız} is. Üvendirenin alt ucundaki demir sıyırgı. [DS] çekgi, [çek-mek > çek-ki] {ağız} is. Harmanda sapları yaymak için kullanılan bir tarım aracı. [DS] ç e k i, [çek-i] is. 1. Çekme eylemi ve sonucu. 2. Ha lıyı tezgâha germe işi. S çeki düzen, D üzenlilik; tertipli ve intizamlı yaşayış.
IMIÜIffSMİ.
ÇEK
çeki2, [çek-mek (tartm ak) > çek-i] is. 1. Odun, kö mür, kireç vb. ağır şeyleri tartmak için kullanılan 195 okkalık (=250 kg) ağırlık ölçüsü. 2. İpek cinsi şeyleri tartmakta kullanılan 300 g’lık ölçü. 3. Tartı aleti. 4. (ağız) Tüfekte barut ve saçma miktarım gösteren ölçü. [DS] S çeki taşı, Tartı aletin in b ir tarafın d a a sılı duran iki yüz elli k ilo g ram lık taş veya m ad en î a ğ ırlık .||çeki taşı gibi, (K işi için) a ğ ır davran an y a d a h a rek etsiz .|| çekiye gelmek, D üze n e uymak. |j çekiye gelmez, 1. Ö lçü lem ey ecek k a d a r ağır. 2. isted iğ i g ib i davranan, b a sk ı altın a g ir e meyen. çeki3, [eT. çığ-mak (dürm ek) > çık-mak > çık-ı > çek-i
{OsT} is. 1. Kadın başörtüsü. 2. {ağız}
Alna bağlanan yazma; çember. [DS] 3. Kadınların fes üzerine sardıkları yemeni. 4. Kadınların başla rına bağladıkları baş örtüsü. 5. {ağız} Hayvan pala nının üzerine çekilen çul. [DS] çeki4, [eT. çığ-mak (dürm ek) > çık-ı > çek-i] {ağız}] is. fo lk . 1. Düğüne götürülen hediye. 2. Düğünlerde oyuna kaldırılan kimse. [DS] çeki5, [çek-mek > çek-i] {ağız} is. 1. Ekin ve ot çek mekte kullanılan çengelli alet. 2. Hallaç tokmağı. 3. Bıçkı; dişli çakı. 4. Boyunduruğu oka bağlayan ağaç çivi. [DS] S çeki kayışı, {ağız} A raban ın yan kayışı. [DS]
5. spor. Bir ucu saplı uzun bir tele bağlı gülle ve bu gülle ile yapılan atış. S 1 çekiç atm a, spor. Ç ek icin u zağa fır la tılm a sı şek lin d e y a p ıla n b ir atletizm y a rışm ası.|| çekiç balığı, zool. S ıc a k ve ılık d en iz lerd e y aşayan , b a şı ç e k iç biçim in d e ve g ö z ler i bu ç e k icın iki y an ın d a bulunan b ir tür k ö p e k balığı, (Sphyrnidae). || çekiç kemiği, anat. M em elilerd e o r ta k u lak tak i küçü k kem iklerd en b ir tan esi.|| çekiç kuşu, zool. G a g ası ç e k ic e ben zeyen b ir kuş, (S co p u s ıım bretta). çekiçge, [Yun. tskisti (ezik)] {ağız} is. Yeşil zeytin salamurası. [DS] çekiçhane, [çekiç + Far. hâne] (çek içh a .n e ) is. De mir fabrikalarında makine ile çalışan çok ağır çe kiçlerin bulunduğu bölüm, çekiçleme, [çekiç-le-me] is. 1. Çekiçle dövme, vur ma eylemi. 2. Çekiçle dövmek suretiyle meydana getirilmiş süsleme, çekiçlemek, [çekiç-le-mek] gçl. f . [ - r j [-l(i)-y o r ] 1Çekiçle dövmek, şekil vermek. 2. Madenî şeyleri dövmek suretiyle şekillendirmek. 3. Kesilecek or man ağaçlarını damgalı çekiçle vurarak belirlemek. 4. vet. Boğanın erbezi kanalları altına bir sopa koy duktan sonra üzerinden vurarak enemek, çekide, [Far. çekiden (dam lam ak) > çekide o
(çek i.d e ) {OsT} sf. 1. Damlamış. 2. is. Topuz, gürz çeki6, [eT. çığ-mak (dürm ek) > çık-mak > çek-mek > gibi savaş araçları, çek-i] {ağız} is. 1. Hayvanların beline bağlanan ip. çekidek, -ği [çekir-dek > çekîdek] (ç ek i.d e k ) {ağız} 2. Kuşak. 3. Hayvanın payamnın üstüne örtülen is. Çekirdek. [DS] çul. 4. Pantolon. [DS] çekidik, -ği [çeki-d-ik / çeki-dik] {ağız} is. Kadınların çeki7, [çek-mek > çek-i] {ağız} is. Meyve sebze taşı başlarına bağladıkları yemeni. [DS] makta kullanılan kamıştan örülme büyük sepet. çekig, [çek-mek > çek-ik / çek-ig] {eT} is. Nokta; el [DS] yazması kitaplarda noktayı temsil eden şekil. [DLT] çeki8, [çek-mek > çek-i] {ağız} is. 1. Sıkıntı. 2. Üzün çekik1, -ği [çek-ik] sf. 1. Bir tarafa doğru eğilmiş ve tü. [DS] fi1 çeki çekmek, Üzüntü, sıkıntı veya a cıy a ya çekilmiş. 2. İçeriye doğru çekilmiş; içeriye kaç katlanm ak. mış. çeki9, [çak-mak > çak-ı > çek-i] {ağız} is. Bıçkı; çakı. çekik', -ği [çek-ik] {ağız} sf. Tatsız; çirkin. [DS] [DS] çekicek, -ği [çeki-cek / çek-ecek] {ağız} is. Testi çekik2, [çekik / çekük i! jS^-] {eT} {eAT} {ağız} is. zoo lSiyah kayalıklarda yaşayan serçeye benzer alacalı büyüklüğünde pekmez küpü. [DS] bir kuş; tarla kuşu; toygar, (A lauda). [DLT] [DS] çekici, [çek-mek > çek-ici] sf. 1. Çekme eylemini yapan. 2. İlgi ve eğilim uyandıran; beğenilen; ca çekik3, [çek-ik / çübek] {eT} is. Küçük çocukların er keklik organı. [DLT] zip, alımlı. 3. is. Römork ve treyler gibi yük araçla rım taşımakta kullanılan motorlu araç. 4. Geriye çekikçe, [çek-ik-çe] sf. Biraz çekik; çekiğe yakın, doğru asılan. çekikge, [çekir-ge > çekikge] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekicilik, -ği [çek-ici-lik] is. 1. Çekmek eylemini çekildek, -ği [çak-ıl-dak > çek-il-dek] {ağız} is. O l uygulayan şeyin niteliği. 2. Bir şeyin veya kişinin mamış meyve. [DS] hoşa gitmesini, beğenilmesini sağlayan nitelik; be çekilek, -ği [çek-il-mek > çek-il-ek] {ağız} sf. 1. K ısa ğenilme; alımlılık, albeni, cazibe, 2. Küçük. [DS] çekiç, -ci [eT. çeküş / çekük] is. 1. Çivi çakmak, maden dövmek gibi işlerde kullanılan saplı demir veya çelik araç. 2. anat. Orta kulakta yer alan dört kemikten biri. 3. müz. Piyano klavyesine basıldı ğında tele vurarak ses çıkartan tahta çıta. 4. as. tar. Eskiden kullanılan uzun saplı bir tür silah; martel.
çekilen, [çek-il-en] {ağız} is. Nezle; grip hastalığ1-
[DS]
çekilenmek, [çıkı-la-n-mak > çeki-le-n-mek] {ağ'zı dönşl. f . [-ir ] Kendi başına yazma bağlamak. [DS] çekili, [çek-il-i] {ağız} sf. Düzenli; tertipli; derli toplu[DS]
0 I M K E 2 U I .« .
ÇEK zaman ya da şahıs açısından uygun ekleri getirerek belirli bir düzen içinde sıralamak,
çekiliş, [çek-il-iş] is. 1. Çekilmek eylemi veya biçi mi. 2. Çok sayıdaki nesne arasında birini tesadüfi olarak almak, seçmek; keşide,
çekimli, [çek-im-li] sf. 1. Çekimi olan. 2. dbl. Çeki mi yapılmış ya da yapılabilir olan. S çekimli fiil, Ç ekim ek i a la b ile c e k durum da veya çek im i y a p ıl m ış; kip, zam an ve ş a h ıs eklerin i alm ış fiil.
çekilme, [çek-il-me] is. 1. Çekme işinin yapılması. 2. Bir işten, bir görevden kendi isteğiyle ayrılma. 3. Akarsularda veya göllerde görülen su alması. 4. Anlaşma ve sözleşmelerden vazgeçme; cayma. 5. Bir seçim için aday olan kişinin adaylıktan vaz geçmesi. 6. Bir spor karşılaşmasına katılmama.
çekimölçer, [çek-im+ölç-er] is. Çekim kuvvetlerini ölçmeye yarayan aygıt; atraksiyometre. çekimseme, [çek-im-se-me] is. İstememekten dolayı yapmama eylemi,
çekilmek1, [çek-il-mek dUAsy e d il.f. [ - ir ] 1. Çekme işi yapılmak. 2. (ağız} (Hayvan için) ahır,, ağıl, avla vb. yere yedilerek götürülüp bağlanmak. 3. {ağızf (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleştirilmek. [DS] 4. Tartılmak. {OsT} (aynı) 5. (Kumaş için) makine ile dikilmek. 6. (Et, yağlı tohum vb. için) kıyma, ezme makinelerinden geçirilmek. 7. dönşl. f. Bulunulan yerden başka bir yere gitmek, ayrılmak; uzaklaş mak. 8. Dinlenmek ya da sessiz çalışmak için bir odaya veya bir kenara geçmek. 9. Geriye gitmek; gerilemek; ricat etmek. 10. Bir görevden kendi is teği ile ayrılmak; istifa etmek; bir işi veya karşı laşmayı terk etmek. 11. Azalmak. 12. Katılmamak.
çekimsemek, [çek-im-se-mek] gçsz. f . [-r ] [-s(i)y o r ] İstenmeyen bir şeyi, yapmaya gücü yettiği hâlde yapmamak; vazgeçmek, çekimsenme, [çek-im-se-n-me] is. İstememekten do layı bir şeyi yapmaktan kaçınma eylemi, çekimsenmek, [çek-im-se-n-mek] dönşl. f . [-ir ] Bir şeyi yapmaktan geri durmak; kaçınmak; istinkâf etmek.
(Kitap için)
çekim ser, [çek-im-se-r] sf. 1. Taraf tutmaktan kaçı nan; müstenkif. 2. Yapılan bir oylamada tarafların hiç birisi için olumlu oy vermeyen; boş oy veren; müstenkif, (1955). 3. Bir şey yapmaktan kaçman. 4. is. Kabul veya ret kararı belirtmeyen oy.
çekilmek , [çek-il-mek] edil. f . [- ir ] Uzatmak; esne tilmek.
çekimserlik, -ği [çek-im-se-r-lik] 1. Çekimser kalma durumu; karışmama. 2. Çekimser kalan kişinin ni teliği.
çekilmek2, [çek-il-mek] {eT} edil. f . noktalanmak. [DLT]
çekilmez, [çek-il-mez] sf. Dayanılması, katlanılması zor.
çekimsiz, [çek-im-siz] sf. 1. Çekimi olmayan; cazi besiz. 2. dbl. Çekimlenebilen kelimeler grubundan olmasına rağmen bütün durumlarda hep aynı kalan, çekime girmeyen. 3. Cins, sayı, kişi bakımından bütün hâllerde aynı kalabilen (kelime),
çekim 1, [çek-im] is. 1. Çekmek eylemi. 2. Asılma, uzatma veya götürme işi. 3 .fız . Cisimlerin birbirini çekme biçiminde ortaya çıkan kütlesel etki. 4. Gü zel ve düzgün görünüş; çekme gücü; cazibe. 5. çekimsizlik, -ği [çek-im-siz-lik] is. 1. Çekimsiz olma durumu. 2. Çekimsiz olan şeyin niteliği. 3 .fız . Var Yün, pamuk, elyaf cinsinden şerit veya fitil hâlin lıkların ve eşyanın, etkisinde kaldıkları çekim kuv deki dokuma ham maddesi ürünü iplik yapmak vetinden kurtulduklarını sandıran ya da buna denk üzere özel makinelerden geçirerek inceltme işlemi. 6. dbl. îsim soylu kelimelere hâl, iyelik, soru, eşit bir karşı çekimle sıfırlanan bir tür denge durumu; ağırlıksızlık. lik, çoğul eklerinin, fiil soylu kelimelere de zaman, kip ve şahıs eklerinin getirilmesi ile uğradığı deği çekin1, [? çekin] {ağız} is. Meşe ağaçlarında olan iri bir çeşit meyve. [DS] şiklik. 7. Kamera ile görüntü alma işi. 8. a rg o. Bir çimdik eroin. S1 çekim eki, dbl. K elim e le ri cü m le çekin2, [çeke / çekkem] {ağız} is. Bağ çubuklarının açılmak üzere olan gözlerini bitten korumak için d e kullanırken on ları b irb iri ile ilişkilen diren ekler. kullanılan ökse, (Viscum albüm ). [DS] çekim2, [çek-im {OsT} is. Tartı. çekin3, [çiğin] {ağız} is. Omuz. [DS] çekim3, [çekem / çekkem] {ağız} is. 1. Çam ve armut çekince, [çek-in-ce] is. 1. Çekinti yapmayı gerektiren ağaçlarında görülen ökse otu, (Viscum albüm ). 2 durum; çekinilecek durum; utanç, {ağız} (aynı) [DS] Çam yaprağı. [DS] 2. Bir anlaşma veya sözleşmede taraflardan birinin, çekim4, [çek-im] {ağız} is. Tespih. [DS] belli hakları kullanmakta serbest kalacağını ifade çekim5, [çek-im] {ağız} is. Güç; erk. [DS] eden ön şart; ihtirazı kayıt, kayd-ı ihtirazî, (1935). çekim6, [çek-im] {ağız} is. Damızlık, iyi cins iri yapılı 3. Uluslararası anlaşmalarda taraflardan birinin an erkek eşek. [DS] laşmanın bazı maddelerini tanımadığını ilan eden bildirim. çekimleme, [çek-im-le-me] is. Çekimli hâle getirme işi. çekincek1, -ği [çek-in-cek] {ağız} sf. (Kişi için) çe kingen kimse; utangaç. [DS] çekimlemek, [çek-im-le-mek] gçl. f . [ -r ] [-l(i)-y o r] fız . 1. (Cisimler için) genel çekim kanunu gereğin çekincek2, -ği [çek-in-cek] {ağız} is. Tetik. [DS] ce bir başka cismi çekmek. 2. dbl. Kelimelere hâl, çekinceme, [çek-in-ceme] {ağız} is. Bir tehlike kor-
.
ÇEK
lcusu ile bir şey yapmak ya da söylemekten sakın ma. [DS] çekindirik, -ği [çiğin-dirik / çek-in-dirik] {ağız} is. Mum içindeki fitil. [DS] çekinge, [çek-in-ge] {ağız} is. 1. Kaçınma. 2. Sakın ca. [DS] çekingen, [çek-in-gen] sf. 1. Başkaları ile ilişki kur makta sıkıntı çeken; kendisini ortaya koymaktan kaçman; ürkek; muhteriz, (1935). 2. zf. Çekingen olarak; çekingenlikle, çekingence, [çekingen-ce] (çekin ge'n ce) zf. Çekin gen bir şekilde; ürkekçe, çekingenleşme, [çekingen-le-ş-me] is. Çekingen bir hâl alma. çekingenleşmek, [çekingen-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir ] Çekingen biçimde davranmaya başlamak, çekingenlik, -ği [çekingen-lik] is. 1. Çekingen olma durumu. 2. Çekingen olan kişinin niteliği, çekingi, [çekin-gi] {ağız} is. Kararsızlık. [DS] çekinik, -ği [çekin-ik] sf. biy. Birkaç kuşak gizli ka lan ve daha sonraki kuşaklarda ortaya çıkan soya çekim niteliği; resesif. çekiniklik, -ği [çekin-ik-lik] is. Çekinik bir genin ve ya karakterin durumu, çekinilme, [çekin-il-me] is. Çekinmek işinin yapılma eylemi. çekinilmek, [çekin-il-mek] edil. f . [-ir ] Bir işi yap maktan korkulma, kaçınılmak veya sakınılmak çekiniş, [çekiıı-iş] is. Çekinme işi veya biçimi. çekinm e1, [çek-in-me] is. Bir şeyi yapmaktan kaçın ma veya utanma eylemi. çekinme2, [eT. çığ-mak (dürm ek) > çık-mak > çekin-me] {ağız} is. Kadınların baş örtülerinin altına bağladıkları ince örtü. [DS] çekinm ek1, [eT. çığ-mak (dürm ek) > çık-ın-mak > çekin-mek] {eT} dönşl. f i [-ü r] Bohça bağlamayı üzerine almak; bohçayı kendi kendine bağlamak. [DLT] çekinmek2, [eT. çek-i (nokta) > çekin-mek] {eT} dönşl. f. [-ü r ] Kendi kitabına nokta koymak; kita bını noktalamak. [DLT] çekinmek3, [çek-in-mek] dönşl. fi. [-ir ] 1. Çeşitli etkenlerden dolayı bir şeyi yapmaktan kaçınmak; yapmak istememek. 2. Saygı yüzünden biri ile me safeli durmak; ölçülü davranmak. 3. Utanmak, sı kılmak. 4. Sürme, rastık gibi şeyler kullanmak. S çekinip çiikünmek, {ağız} B ir şe y e hızla vurm ak için g eriy e doğru ç e k ile r e k hız alm ak. [DS] çekinmek4, [çek-in-mek viU-^-] {eATf {OsT} {ağız} dönşl. f. [-iir ] İçi çekmek; arzulamak; canı istemek. [DS] çekinti1, [çekin-ti] is. 1. Kötü bir sonuçla karşılaş maktan korkarak duraksama; kararsızlık; tereddüt. 2. {ağız} Sakınma. [DS]
Û IÜ M IÜ fflfttS Ö M .
çekinti2, [çekin-ti] {ağız} is. 1. Halı dokunurken yatık liflerin dikleştirilmesi sırasında ortaya çıkan serbest lifler. 2. Döküm işlerinde görülen soğuma farklılı ğının doğurduğu büzülme hatası. 3. Halı işlenirken elle çekilen fazla yünler. [DS] çekintili, [çekin-ti-li] sf. 1. Çekintisi olan. 2. Karar sız; mütereddit, çekintilik, -ği [çelcin-ti-lik] {ağız} is. Utangaçlık. [DS] çekirdecik, -ği [çekirde(k)-cik > çekirde-cilc] is. biy. Hücre çekirdeğinin içinde, tek veya birden fazla bulunan yuvarlak cisim, çekirdek, -ği [çık / çak / çek (yans.) > çekür-de-mek / çök-mek > çök-ür-mek (yoğu nlaşm ak) / çek-mek >
çek-ür-mek > çekür-de-k
] is. 1. Etli mey
velerin içinde bulunan odunsu bir kabukla örtülü tohum. 2. Çerez olarak tüketilen kabak çekirdeği, ayçiçeği vb. 3. biy. Hücrenin özünü ve merkezini oluşturan cisimcik. 4. Bir düşüncenin, bir şeyin esasını, temelini oluşturan öz; nüve. 5. Y er yuvar lağının orta kısmı. 6. fiız. Atomun çevresinde elekt ronların döndüğü merkez bölümü. 7. {eAT} {OsT} Kuyumculukta kullanılan beş santigram değerinde bir ağırlık ölçüsü. 8. a rg o. Mermi, kurşun. 9. sf. Tane durumunda bulunan, ezilmemiş, dövülmemiş, çekilmemiş. 10. sf. Bir kurumun temelini oluşturan az sayıda ve iyi yetişmiş elemandan kurulu olan. 0 çekirdek aile, Aynı ev d e oturan anne, b a b a ve ç o cu klardan m eydan a g elm iş en küçü k toplu m sal b i rim]] çekirdekten yetişme, (K işi için) b ir m esleğ e kü çiik y a şta ba şla m ış ve o m eslek le ilgili h e r k a d e m eyi b a şa rı ile g e ç e r e k uzm anlaşm ış olan.\\ çekir dek kahve, Ç ekilm em iş veya dövülm em iş kah v e.|| çekirdek sıvısı, biy. H ücrenin çekirdeğ in in içini doldu ran koyu kıvam lı sıvı.\\ çekirdek zarı, biy. H ü cre çek ird eğ in i sa ra n yoğu n m olekü l katm am . çekirdekçi, [çekirdek-çi] is. 1. Çerez satan kimse. 2. Çerez satılan dükkân, çekirdekçilik, -ği [çekirdek-çi-lik] is. 1. Çekirdek ve çerez satma işi. 2. Bu kişinin mesleği, çekirdeklenme, [çekirdek-le-n-me] is. Çekirdek bağ lama. çekirdeklenmek, [çekirdek-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir ] (Bitkiler için) çekirdek bağlamak, çekirdekli, [çekirdek-li] sf. İçinde çekirdeği bulunan, çekirdeksel, [çekirdek-sel] sf. fiız. Atom çekirdeği ile ilgili; nükleer, çekirdeksi, [çekirdek-si] sf. Görünümü bir çekirdeğe benzeyen; çekirdeği andıran, çekirdeksiz, [çekirdek-siz] sf. 1. Çekirdeği olmayan. 2. gnşl. Çekirdeksiz üzüm, çekirge, [eT. çek / çak (yans) > çekür-ge & J&?] is. zool. Sıcak bölgelerde tarıma zarar veren düz ka natlılardan uzun art bacaklarına dayanarak sıçrayan böcekler, (A crididae). ö çekirge gibi çekmek, (Y iyecek için) b ir e r ikişer a la r a k k ıs a zam an da b i
ir a in et so m . 917 tirm ek; b a şk a la rın a h iç bırakm ad an yemek.\\ çe kirge kamışçını, zool. Ö tleğ en gillerden 14 cm. uzunlukta, sırtı y e ş il kahveren gi, karnı a ç ık renkli, A vrasya ’nm ça y ırla rın d a ve o rm an lık a la n la rın d a yaşayan , T rakya ve K uzeydoğu A n adolu d a ğ la rın d a kuluçkaya yatan, b ö c e k ve b ö c e k lârv aları ile beslen en , g ö çm en b ir ötücü ku ş; ta rla a rd ıç kuşu, (L ocu stella n aevia). || çekirge kuşu, zool. Sığırcık, (Sturnus vulgaris). || çekirge öteğeni, z ool. Tüyleri koyu çizgili esm er, se si ç ek irg e sesin e b en z er ötücü b ir kuş, (L ocu stella woevwj.ll çekirge suyu, (eATI Ç ek irg e öldü ren ku şları çek irg elerin bulunduğu y e r e to p la m a k için b ir k a p için d e kon ulan ö z e l sıvi.|| çekirge taşı, {ağız} O cağın y a n ların a konulan uzun taşlar. [DS]
ÇEK
mek. {eAT} {OsT} (aynı) 3. (Bıçak, silah vb.) karşı lıklı olarak doğrultmak, saldırmak. 4. Karşılıklı ad çekmek. 5. Dövüşmek; kavga etmek; savaşmak. 6. {ağız} Lades tutuşmak. [DS] fi1 çekişe çekişe, K a r şılıklı tartışarak; ağız kavgası e d e rek ; güçlükle. çekişmek2, [çek-mek > çek-iş-mek] {eT} işteş, f . Nokta koymakta birbirine yardım etmek; birlikte noktalamak. [DLT] çekişmek1, [çek-mek > çekiş-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Ortak yapılan bir gideri hep beraber ödemek. [DS] çekişmekli, [çekiş-mek-li] {ağız} sf. Kavgalı. [DS]
çekişmeli, [çek-mek > çekiş-me-li] sf. 1. Çekişmeye yol açan; tartışmalı. 2. sosy. Bir çekişme sonucun da ortaya çıkan. 3. Sert, çetin, zorlu, kıran kırana bir mücadeleye dayanan. 4. zf. Zorlu ve çetin bir çekirgegiller, [çekirge-gil-ler] is. zool. Çekirge ve biçimde. yakın türleri içine alan düz kanatlı sıçrayıcı böcek çekişmesiz, [çek-mek > çekiş-me-siz] sf. 1. Çekişme ler familyası, (A rcididae). ye yol açmayan; tartışmasız. 2. Sakin; heyecansız. çekirke, [çekir-ke] {ağız} is. Çekirge. S çekirke taşı, 3. zf. Tartışmaya, çekişmeye yol açmaksızın, {ağız} O cağın iki y a n ın a kon ulan uzun taşlar. [DS] çekişte, [Yun. tsakiste] ( ç e k i ’şte) is. Çekiç gibi bir çekiş1, [çek-mek > çek-iş] is. 1. Çekme işi ve biçimi. şeyle üzerine vurularak hafifçe ezildikten sonra 2. Bir motorun çekme gücü; işleme kuvveti. 3. {a- tuzla terbiye edilen yeşil zeytin; kırma zeytin, ğız} Ekin biçerken, keskinletmek için tırpanın ağzı çekiştirici, [çek-mek > çekiş-tir-ici] sf. Başkalarını na vurulan taş. [DS] S çekişten düşmek, (M akine çekiştiren; aleyhinde konuşan; dedikoducu, için) eskisi g ib i iyi işlem em ek ; iyi çek m ez olm ak. çekiştiricilik, -ği [çekiştir-ici-lik] is. Başkalarını çe çekiş2, [çek-mek> çek-iş is. 1. {ağız} Ağız kav kiştirme, dedikodularını yapma işi veya durumu, gası. [DS] 2. {eAT} {OsT} İtiş kakış ve ağız kavgası; çekiştirilme, [çek-mek > çekiş-tir-il-me] is. 1. Biri mücadele; münazaa. S çekiş etmek, {ağız} Tartış nin hakkında dedikodu yapma işi. 2. Çekiştirmek m ak ; m ü n akaşa etm ek; ağ ız k av g ası etm ek. [DS] işinin başkaları tarafından yapılma eylemi, çekiş3, [Yun. tsakiste (ezik)] {ağız} is. -*■ çelcişge; çe- çekiştirilmek, [çek-mek > çekiş-tir-il-mek] edil. f . [kiçge. [DS] ir] 1. Hakkında dedikodu yapılmak; aleyhinde ko nuşulmak. 2. Bir şey ucundan tutularak bir tarafa çekişge, [Yun. tsakiste] {ağız} is. Tuzla terbiye edil doğru çekilip sürüklenmeye çalışılmak, miş yeşil zeytin. [DS] çekişgen, [çek-mek > çek-iş-gen] {ağız} sf. (Kişi için) çekiştirme, [çek-mek > çekiş-tir-me] is. 1. Karşılıklı çekmek işi. 2. Aralıklı olarak çekip çekip bırakmak kavgacı. [DS] eylemi. 3. Dedikodu, çekişik, -ği [çek-iş-mek > çek-iş-ilc {eAT} is. Çekişme. çekişikli, [çek-iş-mek > çekiş-ik-li] {ağız} sf. Kavga lı. [DS] çekişke, [Yun. tsakiste] {ağız} is. -*■ çekişge; çekiçge. [DS] çekişken, [çek-mek > çekiş-lcen] {ağız} sf. 1. Kavga yı, ağız dalaşını seven; kavgacı. 2. Başkası ile çeki şerek üstün gelmeye çalışan. [DS] S1 çekişken ke miği, {ağız} L â d es kem iği. [DS] çekişli, [çek-iş > çekiş-li] sf. 1. Çekişe dayanan. 2. (Otomobil için) hareketini çekme gücü ile sağla yan. çekişme, [çek-mek > çek-iş-me] is. 1. Bir şeyi karşı lıklı çekme işi. 2. Ağız kavgası. çekişmek1, [çek-mek > çek-iş-mek dU^i£=-] işteş, f . [-ir ] 1. Bir şeyi uçlarından tutarak karşılıklı çek mek. 2. m ecaz. Biri ile anlaşmazlığa düşerek karşı lıklı tartışmak; münakaşa etmek; ağız kavgası et-
çekiştirmek, [çek-mek > çekiş-tir-mek] g çl. f . [- ir ] 1. Güçlü biçimde fakat kısa süre çekmek. 2. Bir şe yi karşılıklı olarak çekmek; asılmak. 3. Çeşitli ruh sal sıkıntılardan dolayı bir şeyi çekip çekip bırak mak. 4. Birinin olumsuz ve kötü yönlerini onun bulunmadığı bir ortamda sayıp dökmek; dedikodu sunu etmek, çekit, -di [Fr. jaquette] {ağız} is. Çeket. [DS] çekke, [çek-ke] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekkel, [Yuun. tzakalin] {ağız} is. Sabanın çamurunu sıyırmakta kullanılan övendirenin ucundaki demir. [DS] çekkem, [çekem / çekkem] {ağız} is. İdrar artırıcı, tansiyon düşürücü ve özellikle romatizmaya karşı yakı olarak kullanılan, elma, armut ağaçları ile çamlar üzerinde asalak yaşayan ökse otunun (Viscum album ) kurutulmuş meyvesi; burç; gevele; gökçe; gövelek; güvelek. [DS] S çekkem sakızı, {ağız} B ir tür o t yağı. [DS]
ÇEK
çekkıka, [çıkrık ? > çekkıka] {ağız} is. Sarmak için üzerine iplik çilesi geçirilen aygıt. [DS] çekki1, [eT. çıg-mak > çek-mek > çek-ki] {ağız} is. 1. Kadınların başlarına bağladıkları baş örtüsü. 2. At ların palanlarının üzerine örtülen kaim bez. [DS] çekki2, [çek-ki] {ağız} is. Kilit. [DS] çekkin, [çek-mek > çek-lcin] sf. 1. Elini eteğini çek miş; etrafına ilgisiz. 2. Çekingen. çekle1, [Far. çekle -] {OsT} is. Küçük su damlası; serpinti. çekle2, [Far. cegâle] /ağız} is. Çağla. [DS] çeklemek, [çek-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] Çekinmek; utanmak. [DS] çekleşmek, [çek (k u r ’a) çek-le-ş-mek] {eT} işteş, f . [iir] Birlikte kur’a çekmek. [DLT] çekli, [çek-li ?] {ağız} is. Ucu ateşli odun; meşale. [DS] çeklinmek, [çek-(i)l-in-mek dUjJSU-] {OsT} dönşl. f . [ -ir ] Çekilmek, çekme, [çek-me **£>-] is. 1. Bir kuvvetin, bir cismi kuvvetin kaynağına doğru asılması eylemi. 2. Do lap ve masa gibi eşyaların dışarıya açılan küçük gözü. 3. Yüksek ve ince dalları kesmek için kulla nılan uzun saplı bir tür orak. 4. (Kumaş vb. için) boyayı emme. 5. Parmak veya mızrapla çalınan bir telli saz. 6. spor. Barfikste kol gücüyle bedeni yu karıya doğru yükseltme. 7. Bir çizgisi ipek, bir çiz gisi pamuk ipliğiyle bez ayağı örgüde dokunan kumaş. 8. İpek kozalarının iplik çıkrığında sökül mesi işlemi. 9. Sıcak yaldız kalıbıyla kitap sayfala rım süsleme işi. 10. Ağacın yapısında bulunan ne min azalması sonucu lif kısalması ile meydana ge len çarpılma. 11. İş yaparken giyilen omuzdan as kılı, ön kısmı göğsü de örtecek kadar yüksek panto lon; bahçıvan pantolonu; tulum. {eAT} {OsT} (aynı) 12. {eAT} {OsT} {ağız} Çizme. [DS] 13. Eskiden, so kağa çıkarken içinde mum yakılarak en önde giden kimse tarafından taşman fener. 14. {ağız} Ayakkabı pençesi. [DS] 15. {ağız} Ayakkabı çekeceği. [DS] 16. Kurumuş dut ve ceviz içinin öğütülmesi ile elde edilen un karışımı. 17. {ağız} Etin bütün olarak'pişi rilmesinden sonra kızartılıp pişirilen yemek. [DS] 18. {ağız} Ağzı testereli bağ bıçağı; bıçkı. [DS] 19. {ağız} Tarla sulama sırasında toprak yığmakta kul lanılan bir tür büyük kürek. [DS] 20. {ağız} Har manda sapları dağıtmak için çekmekte kullanılan ucu eğri tarım aracı. [DS] 21. {ağız} Tornadan geçi rilmiş, altı kaim çoban değneği. [DS] 22. {ağız} Bir çukur içinde birden çok olarak köklendirilmiş bağ çubuğu. [DS] 23. {ağız} Kız kaçırma. [DS] 24. {ağız} Küçük toprak kap; küçük çömlek. [DS] 25. {ağız} İğdiş edilmiş erkek hayvan. [DS] 26. sf. Çekilerek giyilen veya kullanılan. 27. Çekilmiş. 28. (Burun için) düzgün ve biçimli, fi1 çekme burun, G üzel ve
Û IÜ M IÜ M M . düzgün burun. || çekme dem ir, H a d d e adı verilen ö z e l k aim lik verm e tezgâhın dan g eçirilm iş demir.\\ çekme direği, {ağız} Ç atıd a a ş ık d ireklerin in b a ğ lan dığı direk. [DS]|| çekme kapan, {ağız} Kışın, küçü k kuş tutm ak için kullanılan tuzak. [DS]|| çek me kat, A partm an larda b ir veya bird en ç o k c e p h e s i teras o la r a k bıra k ıla n en üst kat. || çekme taşı, {ağız} D eğirm en taşı. [DS] çekme2, [eT. çığ-mak > çek-me] {ağız} is. Başörtüsü. [DS] çekm e3, [çek-me] {ağız} is. Geven bitkisinin otu. [DS] çekm ece1, [çek-me-ce] sf. 1. Çekmek suretiyle kulla nılabilen. 2. Değişik anlamlara çekilebilen. S1 çek mece pınar, {ağız} Kuyu. [DS] çekm ece2, [çek-mece] is. 1. Masa, dolap gibi eşya larda dışarıya doğru çekilmek suretiyle açılan ka palı bölme. 2. İçine mücevher gibi kıymetli süs eş yalarının konulduğu işlemeli, küçük sandık. 3. {ağız} Tek gözlü küçük masa. [DS] çekm ece3, [çek-mece] {ağız} is. 1. Fırtınalı havalarda küçük gemilerin ve teknelerin sığındığı küçük koy; derin koy. 2. Buharlı lokomotiflerde, buharın pis tonlara gidişini ayarlayan düzenek. [DS] çekm ece4, [çek-mece] {ağız} is. Ü ç gaz tenekesi (60 litre) su alabilen küp. [DS] çekm ece5, [çek-mek (öğütm ek, suyunu em m ek) > çek-mece] {ağız} is. Bulgur pilavı. [DS] çekmece6, [çek-mek (katlanm ak) > çek-mece] {ağız} is. Çirkin görünüşlü bir cilt hastalığı. [DS] çekm ece7, [çek-mece] {ağız} iş. Dokumacılıkta kulla nılan ve ip çekmeye yarayan aygıt. [DS] çekmeceli, [çek-mece-li] sf. 1. Çekmecesi olan; çek mecesi bulunan. 2. {ağız} Dolambaçlı; çok anlamlı; değişik anlamlara çekilebilen. [DS] çekmecesiz, [çek-mece-siz] sf. Çekmecesi bulunma yan; çekmecesi olmayan. çekm ek1, [çek-mek] {eT} gçl. f . [ - e r ] (Kitap için) noktalamak. [DLT] çekmek2, [çek-mek dUS^-] g çl. f . [ - e r ] 1. Bir cismi, başka bir cisim kendisinde var olan kuvvetin etkisi ile harekete geçirmek, yürütmek; asılmak. 2. Bir nesnenin bir ucunu kendisine doğru getirerek uzatmak; germek. {eAT} (aynı) 3. (Su için) kuyudan çıkarmak. 4. Alıp götürmek; bir yerden başka bir yere taşımak. 5. (Tel, kablo vb. için) döşemek. 6. Nem ve ıslaklığı emmek. 7. Perde, çit vb. şey ile bir açıklığı kapatmak. 8. Bir metni yazarak başka bir yere aktarmak; almak. 9. (Silah için) kullanma ya davranmak; (sıkılan ok için) asılmak. {eT} (aynı) [DLT] 10. (Kur’a için) kendisine isabet edecek olan şeyi tespit etmek amacıyla yazılı kâğıtlardan birini tesadüfe dayalı olarak almak. 11. {eT} Attan kan almak. [DLT] 12. Tedavi amacıyla boynuz, şişe gibi kan ve kan sıvısı emici aygıtları uygulamak. 13. Bir ucundan tutarak hızlıca örtünmek. 14. {eAT}
ııe ı ııc t so m . 91«, Yemek. [YE] 15. {OsT'} (Yemek için) sıralamak; dizmek. 16. (Boya vb.) sürmek; çalmak. 17. (Elbise vb. için) bir ucundan asılmak suretiyle giymek. 18. (Duman, koku vb. için) nefesle birlikte içine al mak. 19. (Baca, boru için) dumanı, kokuyu dışarıya vermek; iyi bir hava akımı oluşturmak. 20. {OsT} Yükseltmek. 21. (Kahve, karabiber vb. için) öğüt mek. 22. Tartmak; bir şeyin ağırlığını ölçmek. {eATf {OsT/ (aynı) 23. {eAT} Zorla elinden almak. 24. (Kimyasal sıvılar için) damıtmak. 25. Dayan mak; kaldırmak; taşımak. 26. (Bayrak, sancak, fla ma için) göndere asmak. 27. spor. Topa vurmak; atmak. 28. İşinden almak; uzaklaştırmak. 29. (Çiz gi için) çizmek. 30. (Telgraf vb. için) posta ile göndermek; yollamak. 31. (Görüntü için) kaydet mek. 32. İlgi, dikkat uyandırmak; ilgiyi ve merakı kendi üzerine yöneltmek. 33. (Söz ve davranış için) kast edilenin dışında belli bir anlam vermek; yor mak. 34. Yapılan masrafı karşılamak. 35. Bir şeyi içten gelerek ya da öfke ile söylemek, demek. 36. (Sevda vb.) bir duyguyu gönlünde yaşatmak; sür dürmek. 37. (Bir sıkıntıya veya yaşanılması zor birinin davranışlarına) katlanmak; hoş görmek. 38. (Aharlanacak kâğıt için) şaplı suya batırıp çıkar mak. 39. (Oto, araba için) taşımak; götürmek. 40. (At, otomobil için) kapalı yere koymak. 41. argo. İçmek. 42. Orduyu savaştan almak. 43. dbl. İsim, zamir, fiil gibi kelimelerin çekim eklerini cümlede ki görevine göre değiştirerek söylemek. 44. Kaçmış ilmikleri iğne veya tığ ile asılarak tamir etmek. 45. Bir şeyi içinde yer aldığı ortam ya da etkinliğin dışına çıkarmak. 46. (Sanık, tanık vb. için) ifadesi ni almak; sorgulamak; soru sormak. 47. (Tartıda) belli bir ağırlığı olmak. 48. {ağız} (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleştirmek. [DS] 49. {ağız} Kız kaçır mak. [DS] 50. gçsz. f . (Yol vb. uzaklıklar için) be lirtilen süre kadar zaman almak; sürmek. 51. (Ço cuk için) aile büyüklerinden birine benzemek. 52. (Aylar için) belirtilen kadar gün olmak. 53. (Motor lu araç vb. için) iyi gitmek; taşımak. 54. Üzüntü ve sıkıntı içinde yaşamak. 55. (Ziyafet için) vermek; ağırlamak. 56. (Kumaş, elbise için) daralmak, kı salmak. S Çek arab an ı! D efo l!|| çekeceği olmak, K ötü bir durum veya katlan ılm ası z o r bir kişi yü zünden sıkıntılı a n la r y a ş a y a c a ğ ı anlaşılm ak. || çek etmek, {ağız} 1. Ç ek im ser durm ak. 2. B ir y erd en b a ş k a b ir y e r e g itm ek için y o la çıkm ak; h a rek et etm ek. [DS]|| çekip alm ak, Z or k u lla n a ra k e le g e çirm ek. || çekip çevirm ek, Y önetm ek; y o lu n a koym ak. || çekip gitmek, H ab ersiz gitm ek; kaçm ak. || Çekiver kuyruğunu, a rg o. "Artık on dan hayır gelm ez, p eşin i bırak. ” an lam ın da kullanılır. çekmek0, [çık-mak / çek-mek] {eT} gçl. f . [ - e r ] Top lamak; çekerek bağlamak. [DLT] çekmel, [çek-mek > çek-me-1 / çek-mel] {ağız} is. Harman sürerken ekinleri dövenin altına getiren çengelli bir tarım aygıtı. [DS]
ÇEK
çekm eler, [çekme-ler] {ağız} is. Yük hayvanlarında semerin öne kaymasını önlemek için hayvnan kuy ruğu altına takılan kayış. [DS] çekmeli, [çek-me-li] {ağız} sf. 1. Çekmesi olan. 2. Çekilerek kullanılabilen. [DS] "5 çekmeli ala bon cuk, {ağız} Yün ve çu l doku m aların d a kullanılan b ir tür motifin adı. [DS] çekmen, [çek-mek > çek-men] is. 1. biy. Bazı hay vanların katı cisimlere tutunmak veya yakalamak için kullandıkları organ. 2. tıp. Deri üzerine uygu lanarak içindeki hava boşaltıldıktan sonra kan veya kan sıvısı emen şişe, boynuz gibi eski bir tedavi aleti; vantuz. 3. {ağız} Çobanların giydiği, kıl veya yün örgüsü çuldan yapılmış bir tür yağmurluk. [DS] 4. {ağız} Küçük küp. [DS] 5. {ağız} Tırmık. [DS] çekmenliler, [çek-men-li-ler] is. zool. Mürekkep ba lığı, ahtapot gibi çekmeni bulunan yumuşakçalar, çekm er, [? çerkem > çekmer] {ağız} is. Ardıç cinsin den bir ağaç; boz ardıç, (Ju n iperis ex celsa). [DS] çekmez, [çek-mez] sf. 1. Taşımaz; kaldırmaz. 2. Kü çülmez; daralmaz. 3. Emmez; massetmez, çekmezlik, -ği [çek-mez-lik] is. (Kumaş vb. için) su veya başka dış etkenlere karşı dayanarak boyutları nın küçülmemesi durumu, çeknedir, [? çeknedir] {ağız/ is. 1. Mum fitili. 2. Pü rüz; engel. [DS] çeknemek, [çek-in-mek > çelc(i)n-e-mek] {ağız/ gçsz. f M (-n (i)~y°r] Çekinir gibi olmak. [DS] çekneşik, -ği [çek-in-mek > çek-(i)n-eş-ik] {ağız/ is. 1. Kavga gürültü. 2. Engel. 3. sf. (Çamaşır, meyve vb. için) suyu yarı yarıya çekilmiş olmakla birlikte tam kurumamış. [DS] çekneşikli, [çek-(i)-n-eş-ik-li] {ağız/ sf. Davalı. [DS] çekneşir, [çek-(i)n-eş-ir] is. 1. Engel. 2. Aydınlanmakta kullanılan mumun fitili, çekneşmek, [çek-mek>çek-(i)n-eş-mek] {ağız/ dönşl. f . [-ir ] Suyunu biraz çekmek; yarı yarıya kurumak. [DS] çeknimek, [çelc-(i)n-i-mek] {ağız/ gçsz. f . [-ir ] (Yaş meyve için) kurumaya yüz tutmak. [DS] çekpaça, [çek+paça] {ağız/ is. Köylü kadınların giy diği paçası büzgülü don. [DS] çekre1, [Far. çekre °^>-] {OsT/ is. Küçük su damlası; serpinti; çekle. çekre2, [Yun. tzegra ? [Tietze]] {eATf is. 1. Oluktan atılan küçük ok. 2. Bu tür okun atılmasında kullanı lan oluk. çekrek, [çek-m ek/ e T çık-mak (toplam ak, büzm ek) > çek-rek / çeg-rek] /eTf is. Kölelerin giydiği yünden yapılma cepsiz kaftan; alttan giyilen kısa giyim. [EUTS] [DLT] çekreklenmek, [çekrek-le-n-mek] {eT} dönşl. f . [-ü r] Kaba yünden yapılma kaftan giyinmek. [DLT] çekremek, [eT. çTk-mak (toplam ak, büzm ek) > çek-
ÖIİMMÇESÖM.
ÇEK
re-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-r(i)-y or] Paçaları ve kolları sıvamak. [DS] çektir, [çek-mek > çek-dür-ür] is. d m . -* çektiri. çektiri, [çek-mek > çek-tür-ür] is. dnz. 1. Yelkeni bulunmakla birlikte kürekle de işletilen eski bir savaş ve ticaret gemisi; çektinne. 2. {ağız} Büyük sağlam kayık. [DS] çektirik, -ği [çek-mek > çek-tir-ik] {ağızj is. Dövül müş harmanı bir yere toplamak için kullanılan tahta sürgü. [DS] çektiriş, [çek-tir-iş] is. 1. Çektirmek eylemi. 2. Çek tirme biçimi. çektirm e, [çek-mek > çek-tir-me] is. 1. Çekme işini birine yaptırmak işi. 2. dnz. Çektirme ağ. 3. Sökü lüp kurulabilir mobilyaların parçalarını bir birine tutturmaya yarar küçük vidalı parça. 4. (Rulman vb.) sıkı geçmiş parçaları çekip çıkarmaya yarar alet. 5. Soğan, et ve havuçla yapılan Türkmen pila vına bazı yörelerde verilen isim. 6. {ağız} Hamurun ateş içine uzun olarak konulup pişirilmesi. [DS] 7. dnz. Çektiri. ® çektirm e ağ, İk i tekn e tarafından ç e k ile r e k kullanılan büyük b ir ç o ra p şeklin d e ve a ğ z ı a ç ık ağ. çektirm ek, [çek-mek > çelc-tir-mek] gçl. f i [ -ir ] 1. Çekmek eylemini bir başkasına yaptırmak. 2. Biri ni sıkıntı çekmesine, eza görmesine, zor duruma düşmesine sebep olmak. 3. {ağız} Çıkık organı ye rine getirtmek. [D S] çektürm ek, [çek-tür-mek] {eT} gçl. fi. [-ü r] 1. Nokta latmak. 2. Kan aldırmak. [D LT] çeku, [çıg-mak > çık-u > çek-i / çek-u] {ağız} is. Kadınların başlarına bağladıkları baş örtüsü. [D S] çekuç, [Far. çeküç ç _ ^ r l e T çekiiş] (çeku :ç) {OsT} is. 1. Taşçı tarağı; dişengi. 2. Değirmen taşı dişengisi. 3. Çekiç. çekum, [Lat. caecum] is. Kör bağırsak, çekü, [çek-ü / çek-i] {ağız} is. Başörtüsü; yemeni. [D S]
çekücek, -ği [çekür-cek > çekü-cek] {ağız} is. Çekir ge. [DS] çeküç, -cü [çek-üç] {eAT) is. Çekiç. çeküg, -ğü [çek-ük > çek-üg] {ağız} is. Çekiç. [DS] çekük1, -ği [eT. çekik / çekük
{eAT} is. zool.
Tarla kuşu; toygar, (Alauda). çekük2, [çek-ük / çeküç / çöküç] {eT} {ağız} is. Çekiç. [D L T ] [DS]
çekül1, [çek-ül (Ar. ş â k ü l’e ben zeterek)] is. 1. Yerçe kimi doğrultusu veya düşeyliği bulmak için kulla nılan bir ucuna ağırlık bağlanmış uzunca bir ipten ibaret alet; şakul. S çekülü (çekülden) kaçm ak, Ç ekü l doğrultusundan sa p m a gösterm ek. || çekülü ne bakm ak, Ç ekü l yardım ı ile b ir y a p ı öğesinin düşeyliğini k on trol etm ek. çekül“, [Yun. tzakalin] {ağız} is. Sabana yapışan
çamurları sıyırmakta kullanılan övendire ucundaki sıyırgı. [DS] çekülü k, -ğü [çek-ü-lük] {ağız} is. Pullu fes üzerine bağlanan şerit. [DS] çeküm, [çekem > çeküm] {ağız} is. Çam ve armut ağaçlarında görülen parazit ökse otu, (Viscum albüm ). [DS] çektin, [çekün] {eT} is. Ada tavşanı yavrusu; göçen. [DLT] çekündür, [çök-mek > çök-ün-mek > çekündür] {ağız} is. Yağsız peynir; çökelek; keş. [DS] çeküntü, [çek-üntü ?] {ağız} is. Kesilmiş ağacın izi. [DS] çektir, [çek-iir] {eT} is. Çukur. [FAJTS] çektirce, [çekür-ge] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekürcek, -ği [çekür-cek] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekürdek, -ği [çek (yans)> çelc-ür-de-k
{OsT}
is. Çekirdek. çekürge, [çek (yans.) / çekür-mek > çekür-ge / £ ^ r - tS ^ U ] {eT} {eAT} {ağız} is. Çekirge. [DLT] [DS] çekürgelik, -ği [çekürge-lik] {ağız} is. Köy evlerinde ocakların yanlarına lamba ya da çıra koymaya ya rayan taş çıkıntı;, çekirge taşı. [DS] çekürgen, [çek-ür-gen] /ağız} sf. (Kişi için) çekin gen; utangaç. [DS] çekürtge, [çekür-t-ge] {ağız} is. Çekirge. [DS] çekiiş, [çek-ük / çek-üş] {eT} is. Çekiç, çeküşmek, [çek-mek > çek-üş-mek dU-ijS"U-] {eAT} işteş, fi. [-iir ] Çekişmek; tartışmak, çeküştürm ek, [çek-mek > çeküş-tür-mek] {ağız} gçl. fi. [-ü r] Bir kimsenin kötü taraflarını sayıp dökmek; çekiştirmek. [DS] çekyat, [çek-mek + yat-malc] is. Arkalığı devrilmek suretiyle yatak hâline gelebilen kanepe veya kol tuk. çel1, [çel] {ağız} is. Bir şeyi engelleme; engel olma. [DS] çel2, [çal > çel] {ağız} is. Yumuşak kaya. [DS] çel3, [Ar. şerr => çel] {ağız} sf. (Çocuk için) yaramaz. [DS] çelan, [çel-en > çelan] {ağız} is. Dam saçağı. [DS] Çelap, [çalap] {ağız} is. Tanrı; Çalap. [DS] çelba, [çelebi+ağa] {ağız} is. Kayınbirader. [DS] çelbelek, -ği [çelebi-lik ?] {ağız} is. Cami. [DS] çelber, [Far. çenber] {ağız} is. Kadınların baş örtüsü, çelbeşik, -ği [eT. çalpaş-mak (kirlenm ek) > çelpeşik] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. Bozuk. [DS] çelbeşük, -ğü [çelpeş-ük] {ağız} sf. -*■ çelbeşik. [DS] çelcebel, [çer / çalı+çöpel] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çeldirem e, [çeld-ir-e-me] {ağız} is. Ara vermeden söylenme. [DS] çeldirmek, [çel-dir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] 1. Hareket
ö T u i ı i ü m ı .^ hâlindeki bir şeyin yönünü vurmak suretiyle değiş tirmek. 2. Kafasını koparıp atmak. [DS] çele1, [? çele] {ağız} is. Büyük kardeş. [DS] çele2, [? çele] {ağız} is. Taze fasulye. [DS] çeleba, [çelebi+ağa > çeleba] (ç e le b a :) is. Kayın bi rader. çelebağa, [çelebi+ağa] {ağız} is. Kayın birader. [DS] çelebi1, [Ar. callab (k öle tüccarı) > calab (k öle s a h i bi) => çalab > çalabı > çelebi [Marcel] LS^ r ] is. 1. Okumuş kimse. 2. Efendi; kibar kimse. 3. Bey; bay. 4. Padişah oğullan. 5. Mevlana’mn torunları. 6. Bir hurma türü. 7. {ağız} Kayın birader. [DS] 8. {eAT} {OsT} Kölenin sahibi; efendi. 9. {ağız} İstas yon şefi. [DS] 10. {ağız} Eşcinsel erkek. [DS] 11. {ağız) Hristiyan tüccar. [DS] 12. sf. (Erkek için) na zik; terbiyeli; görgülü; ince. {OsT} (aynı) S çelebi ağa, {ağız} K ayın birader. [DS]|| çelebi efendi, tasvf. K on ya M evlevihanesinin postn işin in e verilen ad. jj çelebi sultan, tar. im p a ra torlu k dönem inde, s a n c a k ve v ilây etlerd e v alilik y ap m ış olan ş e h z a d e lere verilen ad. çelebi2, [Sur. Ar. çalebi / şalebi] {ağız} is. Berber. [DS] çelebice, [çelebi-ce] is. ve zf. 1. Çelebiye yakışır tarzda. 2. Çelebi gibi, çelebilik, -ği [çelebi-lik] is. 1. Çelebi olma durumu ve niteliği. 2. Çelebi karakteri taşıma, çelebne, [Bulg. çerebne] {ağız} is. Üzerinde gözleme pişirilen toprak sac. [DS] çelebük, -ğü [? çelebük] {ağız} sf. Açıkgöz. [DS] çelecöş, [? çelecöş] {ağız} is. Havuç, pancar turşusu. ’ [DS] çeleğ, [? çeleğ] {ağız} is. Yokuştan sonraki düzlük. [DS] çeleği, [çel-eği / çel-en] {ağız} is. Evin saçağı. [DS] çelek1, -ği [e. T yel-ek > çel-ek] {eAT} is. 1. Yelek. 2. {ağız} Kanat tüyü; telek. [DS] çelek2, -ği [çel-mek > çel-ek / çel-ik] {ağız} is. 1. Bir boynuzu kırık hayvan. 2. Eğri boynuzlu hayvan. 3. Gözü şaşı olan kimse. [DS] çelek3, -ği [? çelek] {ağız} sf. 1. Kaba. 2. Yakışıklı. [DS] çelek4, -ği [Karaç. çelek / çellek] {ağız} is. 1. Metal su kovası. 2. Tahta süt kovası. [DS] çelek5, -ği [çel-ek] {ağız} is. Elma, armut gibi meyve lerin yenmeyen çekirdek yuvaları. [DS] çelek6, -ği [çel-ek] {ağız} is. Koyunlann kuyrukları altında birikmiş kuru pislik çakıldakları. [DS] çelem 1, [Far. şelem] {ağız} is. 1. Şalgam. 2. Pancar. 3. Kırmızı turp. [DS] çelem2, [çel-em] {ağız} is. Yiğit. [DS] çelenr’, [çel-mek > cel-em] {ağız} is. Evin saçağı. [DS] çelen1, [çel-mek > çel-en / çel-en] (çelen ) {ağız} is. 1.
ÇEL Evlerin duvarlarını yağıştan korumak için damlarda yapılan dışa doğru çıkıntı; saçak. 2. Kar, yağış, rüz gâr tutmayan kuytu yer. 3. Köşe başı. [DS] S çelen altı, {ağız} Ev. [DS]|| çelen hırsızı, {ağız} B ec er ik li hırsız. [DS] çelen2, [Far. çâlâk] {ağız} sf. 1. (Delikanlı için) yakı şıklı. 2. Becerikli; canlı. 3. Eline çabuk. [DS] çelen3, [çel-en] {ağız} is. Bağlarda karık boyunca dikine sıralanan çubuklar. [DS] S çelen çevirm ek, {ağız} B a ğ kütüklerinin dibini ç e p e ç e v r e a çıp ç e virmek. [DS] çelen4, [çel-en] {ağız} is. Tarlada buğday saplarından yapılân öbek. [DS] çelen5, [çel-en] {ağız} is. 1. Kadınların yakalarına ve ya başlarına taktıkları İncili iğne. 2. Kırkılan lcoyunların süs olsun diye boyunlarında bırakılan tüy ler. [DS] çelenç, [Lat. calumnia (iftira) > İng. challenge] is. spor. 1. Rekor kıranlara verilen ve elden ele geçen kupa. 2. Bu kupa için yapılan yarış, çelenger, [Far. çilânger => çelenger] (çelen ger) {ağız} is. Boş zamanlarını değerlendiren kimse. [DS] çelengi, [çel-mek > çel-en-gi] {ağız} is. Evin saçağı. [DS] çelenk1, -gi [Far. çelenk tİbK^-] is. 1. Törenlerde kul lanılan veya bir saygı ifadesi olarak mezarlara ko nan halka şeklindeki çiçek demeti. 2. Kadınların başlanna taktıkları mücevher ya da kıymetli ma denden yapılma sorguç, 3. tar. Eskiden savaşta ba şarı gösteren kahramanları veya komutanları ödül lendirmek için dağıtılan gümüş ya da altın sorguç armağanlar. 4. zool. Kuşun kanadındaki iri tüyler. 5. {ağız} Uzun kuş tüyü. [DS] 6. {ağız} Dik boynuzlu sığır. [DS] çelenk2, -gi [çel-mek > çel-en > çelenle] {ağız} is. 1. Saçak altı. 2. Köşe başı.[DS] Çelep, [çalap > çelep] {ağız} is. Tanrı. [DS] çelep1, [Ar. (Sur.) celeb] is. 1. İmparatorluk döne minde Galata, Edime ve İbrahim Paşa saraylarında görevlendirilen iç oğlanlarına verilen unvan. 2. {ağız} Satılmak için ayrılmış kısır hayvan. [DS] çelep2, [çelep
{eAT} sf. (Un için) esmer,
çelepağa, [çelebi+ağa] {ağız} is. Kayın birader. [DS] çelepe, [? çelepe] {ağız} is. Sulu sepken. [DS] çelepene, [Bulg. çerepna] {ağız} is. Toprak sac. [DS] çelepne, [Bulg. çerepna] {ağız} is. 1. Üstünde gözle me pişirilen sac. 2. Ocakta pişirilen ekmeğe kapa nan sac. [DS] çelerik, -ği [çeler-ik] {ağız} sf. Şişerek gerilmiş. [DS] çelerm ek1, [cel-er-mek/çer-er-mek
0>r]
{ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. Y er yer ışıltılı ve parıltılı hâl almak. 2. (Ekinler için) yeşermek; kuvvetlenmeğe başlamak. 3. {eAT} (Göz için) açılıp parlamak. 4. Sinirlendiği için gözlerini açarak bağırıp çağırmak.
İM İK SİM.
ÇEL
5. Büyümek gelişmek. 6. Hastalıktan kalkmak, iyi olmak. 7. Sallanarak yürüyüp kendini göstermek. 8. Büyüklere karşı gelmek. 9. (Bebek için) ağla maktan tıkanmak. 10. Boğaza kaçan bir şeyi çı karmaya çalışmak. 11. (Kan için) pıhtılaşmak. 12. Soğukta kalıp üşümek. 13. Susuzluktan bayılmak. 14. (Vurulan yer için) yara olmak. [DS] çelermek2, [eT. çerer-melc] gçsz. f . [-ir ] 1. (Koyun sürüsü için) çok yemekten ya da yediği ottan dolayı ölmek; şişip ölmek. 2. {ağız} (Hayvan için) zehirli ot yiyerek ölmek. [DS] 3. {ağız} (Hayvan için) fazla yağlanarak ölmek. [DS] çelertm e, [çeler-t-me
{eAT} is. Koyunlarda gö
rülen öldürücü bir hastalık. çelertm ek1, [çeler-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] 1. Sakla nılan bir yerden başını hafifçe göstermek. 2. Büyü yüp, gelişmeye yardım etmek. [DS] çelertm ek2, [çeler-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] (Zehirli ot vb. için) zehirleyerek veya şişkinlik vererek hayvanı öldürmek. [DS] çelet, -di [? çelet] {ağız} sf. (Çocuk için) şımarık; hırçın; atılgan; haylaz. [DS] çeleyi, [? çeleyi] {ağız} is. Ördeğin kanadının ucu. [DS] çelfin, [Biz. Yun. selkes => celfın / çelfın] {ağız} is. Piliç. [DS] çelgetir, [çel+get-ir ?] {ağız} is. Bazı yerleri eskimiş, yırtılmış giyecek. [DS] çelgi, [çel-gi] {ağız} is. 1. Çene altından bağlanarak kullanılan baş örtüsü. 2. Alna bağlanan yazma veya yemeni. 3. Kalem açacağı; kalemtıraş. [DS] çelgin, [çel-gin] {ağız} is. Yaralı av hayvanı. [DS] çelgir, [çel-gi > çel-gir] {ağız} is. Alna bağlanan yaz ma, yemeni. [DS] çelh, [? çelh] {ağız} is. Harman savrulduktan sonra geri kalan yarı ezilmiş başak veya iri saman. [DS] çeli1, [? çeli] {ağız} is. Mısır sapı. [DS] çeli2, [? çeli] {ağız} is. Keçi yavrusu. [DS] çeliba, [çelebi + ağa] {ağız} is. 1. Baldız. 2. Kayın birader. [DS] çelibaşı, [çeri+baş-ı > çelibaşı] {ağız} is. Kötü bir işte öncülük eden; elebaşı olan kimse. [DS] çeliç, -ci [çebiç > çeliç] {ağız} is. Bir yaşındaki keçi yavrusu. [DS] çelik1, -ği [çel-mek (yandan kesm ek) > çel-ilc] is. 1. Çelmek suretiyle kesilmiş olan çubuk parçası veya odun; kısa kesilmiş ağaç dalı. 2. Değneklerle vur mak suretiyle oynanan çubuklardan küçük olan parça. 3. Daldan üretme sisteminde ana gövdeden ayrılmış ve köklendirilmek üzere toprağa gömül müş ya da aşısı yapılacak dal, filiz, sürgün; kalem. 4. dnz. Gemilerde, üzerine halat veya ip geçirip tutturmaya yarar metal veya ağaç değnek. 5. tasvf. Mevlevi dergâhlarında kabahat işleyenleri cezalan dırmak için kullanılan bir arşın uzunluğunda değ
nek. f? çelik çom ak, Ç elik den ilen k ısa kesilm iş a ğ a ç d a lı ve ç o m a k a d ı verilen d a h a kalın ve uzun b ir s o p a y la oynanan b ir ç o c u k oyunu. çelik2, -ği [Far. celüc / cülük (değirm en taşı çenten a ra ç) > çelik] is. 1. içinde çok az karbon bulunan, ısıl ve mekanik işlemlerden geçirilmiş çok sert ve esnek demir ve karbon alaşımı. 2. sf. Bu tür metal den yapılmış. 3. Sağlam; çok güçlü; sarsılmaz; da yanıklı. S çeliğe su verm ek, Ç eliğ i h ızla soğ u ta r a k d a h a se rt h â le getirm ek. ||çelik başlık, Savaşta a skerin başın ı m erm ilerin p a r ç a etkisinden koru m a k için giyilen çelikten y a p ılm a başlık. || çelik fabrikası, Ç elik üreten fa b r ik a . \\ çelik gibi, Giiçlü, sağlam . || çelik kasa, K ıym etli evrak, p a r a veya m ü cevher sa k la n a n a çılm ası ve kırılm ası ç o k z or k asa. || çelik kapı, Ç elik m alzem e k u lla n ılarak y a p ılm ış k a p ı.|| çelik macunu, Yağ, vernik, dolgu ve b o y a m ad d elerin d en hazırlan m ış ça b u k katılaşan b o y a astarı. || çelik mavisi, P a r la k gri-m avi. || çelik m etre, K ıvrılıp bü kü lebilen şeritten y ap ılm ış ve bir kutu için e y a y g ib i bü kü lerek g ireb ile n b ir tür metr e .|| çelik pamuğu, Verniklenm iş yü zeyleri düzelt m eye y a d a m atlaştırm aya y a ra y an uzun ve keskin ken a rlı ç e lik tel tom arı. || çelik yelek, G öğüs Ve sırt bö lg elerin i k ap atan kurşun g eçirm ez üstlük. çelik3, -ği [Karç. çelek / çelik] {ağız} is. fo lk . Düğün sahiplerinin, akrabalarına özel bir törenle yolladığı koyun, kuzu, kaz eti. [DS] çelik4, -ği [çel-ik] {ağız} is. 1. Pencere. 2. Ahırlarda, dışarıya gübre atmak için açılmış delik. [DS] çelik5, -ği [çel-ik] {ağız} is. Bir boynuzu kırık hayvan. [DS] çelik6, -ği [çel-ik] {ağız} is. 1. Direk başlığı. 2. Ağaç tan yün eğirme aygıtı; kirman. 3. Tahta yapmak için hazırlanmış ağaç kütüğü; kereste.[DS] çelik7, -ği [çel-ik] {ağız} is. İğde ağacı. [DS] çelik8, -ği [çel-ik] {ağız} is. Hayvanın boyunduruğa bağlandığı yer. [DS] çelik9, -ği [çel-ik] {ağız} is. On kiloluk tahıl ölçeği-İDS]____________ çelik1 , -ği [çel-ik] {ağız} is. İpek böceğine yaprağı verildikten sonra kalan dut çalısı. [DS] çelik ", -ği [çel-ik] {ağız} is. Baston. [DS] çelik12, -ği [çel-ik] {ağız} is. Kırılan kemiğin tedavi sinde kullanılan yumurta ve un karışımı madde. [DS] çelik13, -ği [çel-ik] {ağız} is. Altınlara yapılan halka. [DS] çelikhane, [çelik + Far. hâne] (çelikh a :n e) is. Çelik üretilen fabrika, çelikleme, [çelik-le-me] is. 1. Ağaç yetiştirmek üzere ağaçlardan dal alma ve bu dalları köklenmesi için toprağa gömme işi. 2. {ağız} Kısa odun. [DS] S çe likleme atm ak, {ağız} B ir a ğ a ç p a rç a sın ı y a d a değ n eğ i dikin e atm ak. [DS]
ÇEL çeliklemek1, [çelik-le-mek] g ç l f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Ağaç yetiştirmek üzere ağaçlardan dal almak ve bu dallan köklenmesi için toprağa gömmek, {ağız} (ay nı) [DS] 2. Ayakkabı vb. şeylerin dayanıklılığını ar tırmak için uygun yerlerine çelik parçaları yerleş tirmek. 3. {ağız} Bağ kütüğünü uzunca budamak. [DS] 4. {ağız} Hayvana sarılan yükü, türlü yerlerden yedek iplerle bağlamak. [DS] 5. tasvf, Mevlevi der gâhlarında kabahat işleyenleri çelik adı verilen değneklerle döverek cezalandırmak. çeliklemek2, [çelik-le-mek] gçl. f . f - r ] [-l(i)-y o r] Bı çak, satır, nacak gibi kesici araçların yüzüne çelik parçası kaynatmak. çeliklenmek1, [çelik-le-n-mek] ed il f . [-ir ] 1. Çelik durumuna getirilmek. 2. Uygun bir yerine çelik parçası eklenilmek. çeliklenmek2, [çelik-le-n-mek] ed il f. [-ir ] (Çelik adı verilen ağaç dalı için) kesilmek veya köklendiril mek. çelikleşme, [çelik-le-ş-me] is. 1. Çelik durumuna gelmek işi. 2. Çelik gibi sert ve dayanıklı bir durum almak işi.
çelimsizlik, -ği [çelim-siz-lik] is. Gösterişsiz ve güç süz olma durumu, çeling, [Çin. ch’a (çay) => çalın / çelin] (çelin) {eT} sf. Çin’den gelme; çini. [DLT] ö celin ayag, Çin kâsesi. [DLT] çelinmek, [çel-in-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] 1. Takıl mak; yeterince sağlıklı düşünememek. 2. Takılıp düşmek. [DS] çelipa, [Sümer, çelipa > Far. çelipâ
/ Ar. şallb]
(çelipcı:) {OsT} is. 1. Put. 2. Haç, çarmıh; istavroz; salip. 3. Kıvrık, kavisli çizgi. 4. Kadın kâkülü, çelişen, [çel-iş-en] is. Birbiri ile karşıt olan veya tutarsızlık gösteren, çelişik, -ği [çel-iş-ik] sf. 1. Birbiri ile çelişen; birbiri ni yalanlayan; zıt. 2. man. Nitelik ve nicelik bakı mından birbirine ters olan; mütenakız. çelişiklik, -ği [çel-iş-ik-lik] is. 1. Çelişik olma duru mu. 2. Birbirine nitelik ve nicelik bakımından ters oluş. S çelişiklik ilkesi, man. İk i ç elişik önerm enin hem doğru hem yan lış o la m a y a ca ğ ı ilkesi. çelişken, [çel-iş-ken] sf. Çelişik olan; çelişen,
çelikleşmek, [çelik-le-ş-mek] dönşl. f . [ - i ı ] 1. Çelik durumuna gelmek; çeliğe dönüşmek. 2. Çelik gibi güçlü ve sağlam olmak; sağlamlaşmak, {ağız} (aynı) [DS] çelikleştirme, [çelik-le-ş-tir-me] is. 1. Çelik durumu na getirmek işi. 2. Çelik gibi sert ve dayanıklı hâle getirmek işi.
çelişki, [çel-iş-ki] is. İki şey arasında var olan tutar sızlık veya zıtlık; karşıtlık; tenakuz,
çelikleştirmek, [çelik-le-ş-tir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Çe lik durumuna getirmek; çelik özelliği kazandırmak. 2. Çelik gibi sert ve dayanıklı hâle getirmek,
çelişme, [çel-iş-me] is. 1. Birbirine zıt ve ters nitelik te olma; tenakuz, (1942). 2. Aralarında tutarsızlık olma durumu. 3. man. Karşıt iki şeyin durumu,
çelikletme, [çelik-le-t-me] is. Çeliklemek işini yap tırmak; çelikli hâle getirme,
çelişmek, [çel-mek > çel-iş-mek] işteş, f . [-ir ] 1. Karşılıklı olarak birbirini çelmek. 2. (Düşünce, söz, davranış için) birbirini tutmamak, birbirine ters düşmek, (1942).
çelikletmek, [çelik-le-t-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Çelikle mek işini yaptırmak. 2. Demir veya başka bir metal üzerine çelik bir parça kaynattırmak, çelikli, [çelik-li] sf. 1. Çeliği olan. 2. Çeliklenmiş olan. çeliklik, -ği [çelik-lik] {ağız} is. Dam deliği. [DS] çelikmen, [çelik-men] {ağız} is. Çelik çomak oyunu. [DS] çeliksi, [çelik-si] sf. Çelik gibi olan; çeliği andıran; çelik özelliği taşıyan, çelilemek, [çeli-le-mek] {eT} gçl. f . [ - r ] Karartmak. [KB] çelim, [çel-mek > çel-im] is. 1. Beden yapısı; cüsse; endam. 2. {ağız} Davranış biçimi; eda; tavır. [DS] 3. {ağız} Gösteriş. [DS] 4. {ağız} Kuvvet; güç. [DS] S1 çelim avuç, {ağız} B ir avuç dolusu. [DS]|| çelim başı, {ağız} S ırası g elm iş söz. [DS] çelimli, [çel-im-li] sf. 1. Beden yapısı güzel ve oran lı; endamlı. 2. {ağız} Güçlü; kuvvetli. [DS] çelimsiz, [çel-im-siz] sf. 1. Zayıf, güçsüz. 2. Göste rişsiz.
çelişkili, [çel-iş-ki-li] sf. Birbiri ile aralarında çelişki bulunan; birbirini tutmayan; tutarsız olan; mütenakız. çelişkisiz, [çel-iş-ki-siz] sf. Aralarında çelişki bu lunmayan; tutarlı,
çelişmeli, [çel-iş-me-li] sf. Aralarında çelişki bulu nan; çelişen. çelişmesiz, [çel-iş-me-siz] sf. Aralarında çelişki bu lunmayan; çelişkisiz, çelişmezlik, -ği [çel-iş-mez-lik] is. man. Çelişme ol maması durumu. S çelişmezlik ilkesi, B ir şey k e n disinden b a ş k a b ir şey d eğ ild ir veya b ir şey b ir ni teliği heıfı taşıyor ham d e taşım ıyor olam az, ilkesi. çeliştirmek, [çel-iş-tir-mek dlo^JU-] {eAT} gçsz. f . [ür] Gevelemek, çeliye, [Far. çeliyye <ıJ^] is. Eskiden ırmaklarda iş leyen bir tür kayık, çelke, [? çelke] {ağız} is. 1. Kuyu bileziği. 2. Üstü açık, etrafı çalı vb. ile çevrilmiş ağıl. [DS] çelki, [çel-ki] {ağız} is. 1. Kurumuş ağaç dalı. 2. Du varları yağmurdan korumak için duvarlara konulan çalı çırpı. 3. Bağ kulübesi. 4. Balkon; taraça. 5. Bahçe; avlu. [DS]
m n ra m c E H .
çelle, [Far. çihil] {ağız} is. Yazın ve kışm en etkili ol duğu zaman; yazın en sıcak zamanı; kışın en soğuk zamanı. [DS] çellek1, -ği [Karaç. çelle-k] {ağız} is. Su kovası. [DS] çellek2, -ği [çel-mek > çel-ik > çel(l)-ek / çel-lek] {ağız} is. Çelik çomak oyunu. [DS] cellek3, -ği [Far. çâlâlc] {ağız} sf. Atılgan; açıkgöz. ’ [D S ]
çellem ek1, [e/l T. çer-er-mek > çeler-mek [Tietze]] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-l(i)-yor] 1. Soğuktan donmak. 2. Gebermek. [DS] çellemek2, [çel-mek > çel-le-mek] {ağız} g ç l.f. f-rj [l(i)-yor] Caydırmak. [DS] çellig, [çel-mek > çel-ik > çel(l)-ig] {ağız} is. Çelik çomak oyununda kullanılan kısa değnek. [DS] çellik1, -ği [çel-mek > çel-lik] {ağız} is. 1. Çelik ço mak oynanan değnek. 2. Çelik çomak oyunu. [DS] çellik yapm ak, {ağızj Yaramazlık yapmak. [DS] çellik2, -ği [çel-mek > çel-ik > çel(l)-ik] {ağız} is. Kirman. [DS] çellik3, -ği [çel(l)-ik] {ağız} is. Kovana yerleştirilen gömecin düşmemesi için iki yanına dayanan ağaç parçası. [DS] çelliklemek, [çel-ik > çel(l)-ik-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)-yor] Fırlatmak. [DS] çellime, [çel-mek > çel-me > çel-(li)-me] {ağız} is. Kısa, çalı odunu. [DS] çellist, [It. çello > İng. cellist] is. Çello çalan müzikçi; çellocu. çelliş, [? çelliş] {ağız} is. Çok ucuza alman mal. [DS] çello, [İt. violon-cello > çello] is. Keman ailesinden, kemandan daha güçlü ve bas sesi olan, bacak arası na alınarak çalınan bir yaylı çalgı; viyolonsel, çellocu, [çello-cu] is. Çello çalan müzikçi; çellist. çelme, [çel-me -u-U-] is. 1. Çelmek işi. 2. Yürüyen birisini düşürmek için adım atarken önüne ayak uzatma işi. 3. Ayakta duran birisini yere düşürmek amacıyla ağırlığını taşıyan ayağına arkadan bir ba cağını dolama. 4. {ağız} Uçları saçların altından ve enseden geçirilerek arkada bağlanan baş örtüsü. [DS] 5. Zeybeklerin başlarına doladıkları oya işle meli mendil. 6. {eAT} Baş örtüsü; sarık. 7. {ağız} Kısa çalı odunu. [DS] 8. mecaz. Bir işi baltalama; engel olmaya çalışma. 9. {ağız} Pencere; çelmelik. [DS] 10. {ağız} Akarsuyun hızını kesmek için çalı ve kum torbaları ile yapılan set. [DS] 11. {ağız} Keklik. [DS] 0 çelme atm ak, 1. Birini çelme ile y ere düşürmeye çalışmak. 2. Birinin başarılı olma sına engel olmak. 3. Bir işin başarı ile sonuçlan masını engellemek.\\ çelme çelik, {ağız} Çelik ço mak oyunu. [DS]|| çelme takm ak, 1. Birini çelme ile yere düşürmeye çalışmak 2. Birinin başarılı olmasına engel olmak. 3. Bir işin başarı ile sonuç lanmasını engellemek .||çelme yemek, 1. Çelme ta
kılarak y ere düşürülmek istenmek. 2. Başarısına engel olunmak; baltalanmak. çelm ek', [çel-mek] gçl. fi [-e r] 1. Yolundan çevir mek; engellemek; gidiş yönünü değiştirmek; sap tırmak. 2. Çelme takarak birini düşürmek. 3. Birini kandırmak. 4. Bir şeyin kenarını çapraz veya verev kesmek. 5. (Örtü için) örtünüp iki ucunu bağlamak. 6. (Söz, düşünce için) birbirini tutmamak; uyma mak; nakzetmek. 7. {ağız} (Kalem, kazık vb. için) ucunu yontarak sivriltmek; açmak [DS] 8. {ağız} Havaya fırlatılan çeliği çomak ile vurarak uzaklaş tırmak. [DS] çelmek2, [çel-mek] {ağız} gçl. fi. [-e r] 1. Koyunlar çiftleşirken kuyruklarını yana doğru çekerek yar dımcı olmak. 2. gçsz. f i (Koyun için) çiftleşmek. [DS] çelmek, [gel-mek > çel-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir] Gel mek. [DS] çelmeleme, [çelme-le-me] is. 1. Çelme takarak dü şürmek işi. 2. Birinin başarısını engellemek eylemi, çelmelemek, [çel-mek > çelme-le-mek] g ç l . f [-r] [l(i)-yor] 1. Çelme takarak düşürmek. 2. Birinin ba şarısını engellemek; baltalamak, çelmelenme, [çelme-le-n-me] is. 1. Çelme takılarak düşürülme eylemi. 2. Başarısına engel olunma ey lemi. çelmelenmek, [çelme-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. Çel me takılarak düşürülmek. 2. Başarısına engel olun mak; baltalanmak, çelmeleyiş, [çelme-le-y-iş] is. Çelmelemek eylemi veya biçimi, çelmelik, -ği [çel-me-lik] {ağız} is. Pencere. [DS] çelmen, [çel-men] {ağız} is. Fese veya başa sarılan oyalı krep, mendil veya yazma. [DS] çelmice, [çel-mece > çel-mice] {ağız} is. Kısa çalı odunu. [DS] çelmig, -ği [çel-mik > çel-mig] {ağız} is. -*■ çelmik1. [DS] çelmik1, -ği [çel-mek > çel-mik] {ağız} is. 1. Har manda tahıl elendikten sonra kalburun üstünde ka lan iri saman veya başak parçaları; kesmik. 2. Pa muk kozasından lifler alındıktan soma geri kalan kabuk. 3. sf. (Miktar için) çok az. [DS] çelmik2, -ği [Erme, cermug > çelmik] {ağız} is. Ilıca; kaplıca. [DS] çelm ik’, -ği [çim-lik > çelmik] {ağız} is. Çayırlık. [DS] çelpek, [çelp-ek/ çelp-ik] {eT} is. Göz çapağı. [DLT] çelpeklenmek, [çelpek-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] (Göz için) çapaklanmak. [DLT] çelpene, [Bulg. cerepna] {ağız} is. Ekmek pişirmekte kullanılan sac. [DS] çelpeşik, -ği [eT. çalpaş-mak > çelp-eş-ik] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. Bozuk. 3. (Kişi için) sıtmadan yürü-
■ î i ti ü c a i i .9 2 5 yemeyecek kadar bitkin düşmüş. 4. (Odun için) zor kırılan. 5. (Arazi için) çamurlu; batak. [DS] çelpeşük, -ğü [çelp-eş-ük] {ağız} sf. Karışık; bozuk. [DS] çelpi, [çelp > çelp-i] {ağız} is. Dam saçağı. [DS]
ÇEM çeltikçi, [çeltik-çi] is. Çeltik yetiştiren kimse, çeltikçilik, -ği [çeltik-çi-lik] is. Çeltikçinin yaptığı iş. çeltikli, [çeltik-li] sf. Çeltiği olan; içinde çeltik bulu nan. çeltiklik, -ği [çeltik-lik] is. İçinde çeltik yetiştirilen yer, tarla.
çelpik, -ği [çelp > çelp-ilc] {ağız} is. 1. Paçavra. 2. Ağacın yeni çıkmış dalları. [DS]
çeltin, [çel-(i)t-in ?] {ağız} is. Bir tür kuş tuzağı. [DS]
çelpin, [And. yer. d. > Biz. Yun. selkes] {ağız} is. Pi liç. [DS]
çeltiyh, [Far. şeltük => çeltik > çetiyh] {ağız} is. Pi rinç tohumu. [DS]
çelpmek, [çelp-mek] {ağız} gçsz. f . [- e r ] Göz kırp mak. [DS]
çeltük1, -ğü [Far. şeltük => çeltük - ^ j^ ] {eAT} is.
çelt, [Güre, çelti] {ağız} is. Üzerinde meyve kurutu lan, ağaç dallarından örülmüş büyük sele. [DS] çeltek1, -ği [Kırg. cel-mek (yelm ek) > çel-t-ek] {ağız} is. 1. Çoban yamağı. 2. Yardımcı; uşak. 3. Dost; ah bap. [DS] çeltek2, -ği [? çeltek] {ağız} is. Deriden yapılan kal bur. [DS] çeltekJ, -ği [çelt-ek] {ağız} sf. Korkak. [DS] çeltek4, -ği [Far. şeltük] {ağız} is. Kabuklu pirinç. [DS] çelten, [Kırg. cel-mek (yelm ek) > çel-t-en] {ağız} is. Deveyi yeden kimse. [DS] çeltermek, [? çelt-er-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. Kızgın kızgın bakmak. 2. Büyüklere karşı gelmek. [DS] çelteşik, [çelp / çelt (yans.) > çelt-eş-ik] {ağız} is. (tş, durum için) karışık; anlaşılması zor. [DS] çelti1, [çel-mek > çel-ti] {ağız} is. 1. Derelerde balık avlamak için kullanılan, çubuklardan örülmüş, bir tarafı açık diğer tarafı kapalı bir tür tuzak. 2. Kuş yakalamakta kullanılan bir tür ökse. [DS] çelti2, [çel-ti] {ağız} is. Meyve kurutulacak sergi. [DS] çeltik1, -ği [Far. şeltük] is. 1. Pirinç. 2. Kabuğu so yulmamış pirinç. 3. {ağız} Nişastası çıkarıldıktan sonra kalan buğday kabuğu. [DS] 4. {ağız} Suyu alınmış meyve posası. [DS] 5. {ağız} Kırıntılı leble bi. [DS] 6. {ağız} Mısır patlakları arasında patlama dan kalmış olan taneler. [DS] 7. {ağız} Pirinç içinde bulunan yabancı bitki tohumları. [DS] S çeltik fabrikası, P irin çlerin kab u kların ın tıra şlan arak soyulduğu fa b r ik a . \\ çeltik kargası, zool. İb isg iller fam ily a sın d a n s ıc a k ve ılım an b ö lg e le r d e yaşayan , Orta A v ru p a’d a yuva yapan , A fr ik a ’d a kışlayan ibis, (P leg ad is falcinellus),\\ çeltik nehri, P irin çle rin sü rekli su d a bıra k ılm ası için p irin ç ta rlaların a açıla n arklar.\\ çeltik tarlası, P irin ç yetiştirilen su la k tarla. çeltik2, -ği [cel-mek (yelm ek) > çel-(i)t-ik] {ağız} is. Çoban yamağı. [DS] çeltik3, -ği [çel-(i)t-ik] {ağız} is. Ufak hayvan. [DS] çeltik4, -ği [çel-(i)t-ik] {ağız} is. Dokunaklı söz. [DS] çeltik5, -ği [çel-(i)t-ik] {ağız} is. Kesilmiş odun parça sı. [DS]
Kabuklu pirinç; çeltik, fi1 çeltük çeltük, {ağız} D ü zensiz; dengesiz. [DS] çeltük2, -ğü [cel-mek (yelm ek) > çel-(i)t-ik] {ağız} is. Bir çocuk oyunu. [DS] çeltük3, -ğü [Far. şeltük] /ağızf is. 1. Buğday veya başakla karışık iri saman; çelmik. 2. Hastalıklı meyve. [DS] çelük1, -ğü [çel-ik > çel-ük] {ağız} is. Kavaklık. [DS] çelük2, -ğü [Yun. kaliki] {ağız} is. Çocuk ayakkabısı. [DS] S celüge koymak, {ağız} K ırılan a y ağ ı a lçıy a koym ak. [DS] çem 1, [çem / çim / çöm (yans.)] is. Köpek ve benzeri hayvanların havlamasını ve buna benzer sesler çı karmayı anlatan kök. [Zülfikar] çem -kir-m ek, çem ki-n -m ek çem2, [çem / çim (yans.)] is. Anlaşılmayacak biçimde sözler söylemeyi ya da gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] çem çem, çem çüm S çem basm ak, {ağız} Konuyu kapatm ak. [DS] çem 3, [Far. çemiden (sa lın arak yürüm e) > çem ^ ] {OsT} is. 1. Naz ile salınarak yürüme. 2. Anlam. 3. Suç; kabahat. 4. Yemek. 5. sf. Süslü; düzgün. 6. Kazanılmış; toplanılmış; yığılmış. çem4, [çim > çem] {ağız} is. 1. Zararlı otlarla dolu yer. 2. Çayır çimen. 3. Karamuk ve benzeri bodur yaban ağaçları ile dolu yer. [DS] S çem yeli, {ağız} D oğu y e li; poyraz. [DS] çem5, [çem] {ağız} is. Akar su. [DS] çem ak, -ğı [Erme, ts’mah / Güre, çmahe] {ağız} is. Bit öldüren zehirli bir ot. [DS] çem an, [Far. çemân oL^>-] (çem a:n ) {OsT} sf. 1. Sa lınarak yürüyen; nazlı. 2. is. Şarap kadehi. 3. Çi men. çemane, [Far. çemâne üL^-] (çem a .n e) {OsT} is. İçki kadehi; şarap kadehi, çemani, [Far. çemânî ^ L ^ ] (çem a :n i:) {OsT} is. 1. Salınıcı; naz edici. 2. Saki, çem apur, [Hind. cemâpür (H indistan ’d a efsan ev i b ir kent)
{OsT} sf. (Ordu için) derme çatma,
çembalo, [İt. clavi-cembalo] is. Spinet ailesinden tel li ve klavyeli bir çalgı; klavsen, çembelcik, -ği [çembel-cik] {ağız} is. Saka kuşu. [DS]
ÇEM
n
m
.
çem b er1, [Far. çenber] {ağız} is. 1. Kadınların saçla Çemberle kuşatılmak. 2. Çember geçirilmek. 3. rını toplamada kullandıkları bir şakaktan öbürüne Çember hâline getirilmek. 4. dönşl. f . Çember kadar uzanan metal. 2. Başa veya boyuna bağlanan edinmek; çember sahibi olmak, büyük yazma, yemeni; başörtüsü. [DS] çemberlenmiş, [çember-le-n-iş] sf. (Boru için) soğuk çem b er', [Far. çenber] is. 1. mat. Bir merkeze aynı ortamda çember geçirilmiş, uzaklıkta bulunan noktaların meydana getirdiği ka çemberletme, [çember-le-t-me] is. Çember geçirtme palı eğri; daire; halka. 2. Değirmi hâle sokulmuş işi. sert cisimlerin çevresi. 3. Çocukların bir sopa ile çemberletmek, [çember-le-t-mek] gçl. f . [- ir ] 1. yuvarlayarak arkasından koştukları daire şeklindeki Çemberlenmesini sağlamak. 2. Etrafına çember ge oyuncak. 4. Kişilik haklarından yoksunluk; bağlı çirtmek. kimse; esirlik; esaret. 5. Fıçı, sandık, ambalaj pake çemberli, [çember-li] sf. 1. Çemberi olan. 2. Üzerine ti, araba tekerleği gibi şeyleri sıkı tutturmak için veya etrafına çember geçirilmiş, çemberlenmiş bu çevrelerine geçirilen metal ya da plastik şerit. 6. lunan. 3. is. Eskiden kullanılan arkası kalkık bir tür müz Türk musikisinde genellikle ilahi formunda koşu arabasına verilen ad. kullanılan on iki darplı bir usul. 7. as. Tunç topla çembersel, [çember-sel] sf. 1. Çemberi andıran. 2. rın namlu çevresini saran metal kuşak. 8. Elişi ya Çember biçiminde olan, pılan ve üzerine işlenecek kumaşın gerdirildiği ah çembersiz, [çember-siz] sf. 1. Çemberi olmayan. 2. şap kasnak. 9. Bir kişiyi saran ve sıkıntıya sokan Çembersiz, üzerine veya etrafına çember geçiril duygu. 10. {ağız} Araba ve kağnı tekerleklerine ta memiş bulunan, kılan değirmi demir. [DS] 11. {ağız} Çoban köpek çemcik, -ği [çamçak > çemcik] {ağız} sf. (Ağız için) lerinin boyunlarına takılan mahmuzlu halka. [DS] bir tarafa çarpık. [DS] 12. {ağız} müz. On iki telli çalgı. [DS] 13. {ağız} Oda bölmelerinde kiriş altına konulan direk. [DS] 14. çemçe, [çam (yans.) > çam-çak > çam-ça / Far. çâm (büyük k ep çe) + çâ (küçültm e e.) => çam-ça > çem {ağız} Çerçeve. [DS] 15. {ağız} Pulluğa bağlı olan çe] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış büyük kaşık; kepçe. boyunduruğun alt parçası. [DS] 16. sf. Biçimi çem [DS] beri andıran; çember gibi. S çem ber açısı, mat. çem çem , [çem (yans.) + çem] {ağız} sf. Geveze. [DS] Ç em b er ü zerin de alm an b ir noktadan uzatılan ve S çemçem etmek, {ağız} G ev ez elik etm ek. [DS] ç em b er üzerinde b ir yay ayıran iki kirişin oluştur duğu açı. || çem ber çevirm ek, Ö zel so p a sı ile bir çem çırah, [? çemçırah] {ağız} is. Kıymetli taş. [DS] çemçiğ, [çamça / çömçe > çemçiğ] {ağız} is. Ağaçtan çem b eri ç ev ir ere k oynam ak]] çem bere alm ak, as. yapılmış su kabı. [DS] Ç evresin i sa rm a k ; kuşatm ak]] çem bere düşmek, as. K uşatm a için d e kalm ak]] çem ber geçirmek, çemçuk, -ğu [çem-çük] {ağız} sf. - * çemçük. [DS] Ç evresin i çem b erle ku şatm ak; çem b erlem ek ]] çem çemçük, -ğü [çem (yans.) > çem-çük] {ağız} sf. Zayıf beri yarm ak, as. K u şatm adan kurtulm ak]] çem ber ve çirkin. [DS] t? çem çük kaşık, {ağız} K ıs a sa p lı sakal, Yüzü çe p e ç e v r e kuşatan y u v a rla k sa k al]] tahta kaşık. [DS] çem ber tahtası, K estan e, kayın, d işbu d ak a ğ a cın çem çüm , [çem (yans.) + çüm] {ağız} sf. Geveze. S da n ç em b er y ap m a y a elv erişli kereste. || çem ber çem çüm etmek, {ağız} G ev ez elik etm ek. [DS] yağı, {ağızf İç y a ğ ı. [DS] çemçüm e, [Ar. cümcüme] {ağız} is. Ufak tefek; cim çem berbaz, [Far. çenber-bâz] (çem b erb a:z) is. Çem cime. [DS] berlerle gösteri yapan sirk oyuncusu, çem çün, [? çemçün] {ağız} is. Soğan, sarımsak ve pı çemberdeş, [çember-deş] sf. mat. (Noktalar için) ay rasanın ortasından büyüyüp uzayarak tohum veren nı çember üzerinde bulunan, sap. [DS] çem bere, [Far. çenberî => çembere] {ağız} is. Kadın çeme, [çem-e] {ağız} sf. Budala; sersem. [DS] ların başlarına taktıkları kasnak. [DS] çem ek1, -ği [çem-ek] {ağız} is. Y er odalarındaki cam çem beri, [Far. çenberî] (çen b eri:) {OsT} sf. Çember sız küçük pencere. [DS] biçiminde olan. S çem beri çulla, {ağız} K adın baş çemek2, -ği [Erme, camak] {ağız} is. 1. Üvendirenin örtüsü; yem en i. [DS] ucundaki sıyırgı. 2. Zıpkın. [DS] çem berlem e, [çember-le-me] is. 1. Çemberle kuşat çemek3, [çem (yans.) > çem-ek] {ağız} sf. Çok konu ma. 2. Çember takma, şan; geveze. [DS] çemberlemek, [çember-le-mek] g ç l.f. f- r ] [-l(i)-y o r] 1. Çember geçirmek; çemberle kuşatmak. 2. Çem çem en1, [eT. çimgen > Far. çemen j ^ - ] {OsT} is. Çi men; yeşillik. 0 çem en-ârâ, {OsT} B ahçıvan ]] çeber hâline sokmak, men-istân, {OsT} Ç im enlik; bahçe.]] çem en-pîrâ, çem berlenm e, [çember-le-n-me] is. 1. Çemberle ku {OsT} B a ğ bu dayıcı]] çemen-soffa, {OsT} B a h ç e d e şatılma eylemi. 2. Soğukta ve iç basınç altında bir çim en le kaplı, o tu ra ca k yer]] çem en-zâr, {OsT} borunun çember biçimini almasını sağlayan usul, Çim enlik. çemberlenmek, [çember-le-n-mek] edil. f . [-ir ] 1.
filin İ R
®
İ . 927
ÇEM
[Erme, çamon / Rum. kaminon [ E R E N ] ] is. 1. bot. Maydanozgillerden bir tür kimyon (Cum inum cyminum) ve bunun kokulu tohumu. 2. Çemen tohumlan pastırmanın üzerine sürülmek üzere, 1111 gibi öğütüldükten sonra kırmızı biber ve dövülmüş sarımsakla karıştırılmak suretiyle hazırlanmış ma cun.
ç e m e n 2,
[? çemen] {ağız} is. Pirzola. [DS]
çem en J ,
[Far. çemend-er j^-^=-] {eAT} {OsT} is.
çe m e n d e r,
Eşek. [çemen-le-me] is. Üzerine çemen sürme veya çemene koyma işi.
ç e m e n le m e ,
[çemen-le-mek] gçl. f . [- r ] ]-l(i)-y o r] Üzerine çemen sürmek. 2. Çemene yatırmak,
ç e m e n le m e k ,
1.
[çemen-li] sf. Çemeni bulunan veya çemen sürülmüş olan, ç e m e n s i z , [çemen-siz] sf. Çemeni bulunmayan veya çemen sürülmemiş olan. ç e m e n li,
[? çemente] {ağız} sf. Başkasının sırtından geçinen; asalak. [DS]
ç e m e n t e 1,
ç e m e n t e 2,
[? çemente] {ağız} is. Çoluk çocuk. [DS]
ç e m e n te J ,
[İt. cemento] {ağız} is. Çimento. [DS]
çe m e n z a r,
[Far. çemen-zar jl> ^ r] (çem en za:r) {OsT}
is. Çimenlik; yeşillik, [? çemete] {ağız} is. Su tası. [DS]
ç e m e te ,
[çebiç / çebiş > çemiç] {ağız} is. Bir ya şındaki erkek keçi. [DS]
ç e m i ç 1, - c i
çemirli, [çem-ir-li] {ağız} sf. Kollarını, paçalarını ya da eteklerini toplamış; çemrenmiş. [DS] çem irm ek, [çem-ir-mek] {ağız} gçl. f i [ -ir ] Kolunu veya paçasını sıvamak; eteklerini toplamak. [DS] çem irrenm ek, [çemir-le-n-mek] {ağız} dönşl. / [ -ir ] -*■ çemirlenmek. [DS] çemirşek, -ği [? çemirşek] {ağız} is. Atların burunla rında olan bir hastalık. [DS] çem iş1, [eT. çebiç / çemiş] {ağız} is. Altı ay ile bir yaş arasındaki keçi yavrusu. [DS] S çemiş eti, {ağız} K e ç i eti. [DS] çemiş2, [Erme, c ’amic] {ağız} is. 1. Dut kurusu. 2. Kuru üzüm. [DS] çemiş3, [çemiş] {ağız} is. 1. Kavun. 2. Ballanmış annut. [DS] çemişkemek, [çemiş-ke-mek] {ağız} gçsz. fi. [ r ] [k (i)-y o r] (Meyve için) kurumaya yüz tutmak; ka buğundan ayrılmak. [DS] çemişlenmek, [çemiş-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Kuruyup tatlanmak. [DS] çemişmek, [çemiş-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] (Bitkiler için) susuzluktan sararmak; suyu çekilmek. [DS] çemit, [Erme, çamiç] {ağız} is. Dut kurusu. [DS] çemki, [? çemki] {ağız} is. Hayvanların yünü kırkıl dıktan sonra vurulan damga. [DS] çemkinme, [çem-kin-me] {ağız} is. Hayvanların az otlu yerde otlaması. [DS]
Dut ve üzüm
çemkinmek, [çem-kin-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] 1. (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik havlamak. 2. Karşı gelmek; sert cevap vermek. [DS]
[çem-i(r)-le-mek] {ağız} gçl. f. f - r ] [-l(i)y o r ] Kol ve paçaları sıvamak. [DS]
çemkiriş, [çem (yans.) > çem-kir-iş] is. Çemkirme eylemi veya biçimi,
[Erme, c ’amic] {ağız} is. kurusu. 2. İri leblebi. [DS]
ç e m i ç 2, - c i
1.
ç e m ile m e k ,
[? çemille] {ağız} is. Semizotu. [DS]
ç e m ille ,
[Far. çemın je^ -] (çem i:n ) {OsT} is. Sidik ve
ç e m in ,
pislik. [çem-i(r)-le-mek > çemil-le-mek] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] Kol ve paçaları sıvamak. [DS]
ç e m ille m e k ,
[çem-i(r)-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [ir] İşe başlamakta istekli olmak; kararlı olmak. [DS] ç e m i l l i , [? çemilli] {ağız} is. Semizotu. [DS] ç e m ille n m e k ,
ç e m in ,
[Erme, çamiç] {ağız} is. Kuru üzüm. [DS]
[çem-ir-e-mek] {ağız} gçl. fi. [- r ] [-r(i)y o r ] Kolunu veya paçalarını sıvamak; eteğini top lamak. [DS] ç e m i r e n m e k , [çem-ir-e-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Kolunu veya paçalarını sıvamak; eteğini toplamak. [DS] ç e m i r l e m e k , [çem-ir-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r][-l(i)y o r] Kolları ya da paçaları toplamak; dışına doğru kıvırmak; çemremek. [DS] ç e m ir e m e k ,
[çem-ir-le-n-mek {ağız} dönşl. fi. [-ir] Kollarını veya paçalarını kıvırarak veya sıyırarak toplamak; çemrenmek. [DS]
ç e m ir le n m e k ,
çem kirm e, [çem (yans.) > çem-kir-me] is. Çemkirmek işi. çemkirmek, [çem (yans.) > çem-kir-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] 1. Kendinden büyük ve yaşlı birine karşı yüksek sesle ve saygısızca karşılık vermek; diklenmek; karşı gelmek. 2. (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik havlamak. 3. (Av köpeği için) ava yaklaştığı zaman ses çıkararak haber vermek. 4. (Köpek yavruları için) açlıktan acı acı ses çıkar mak. 5. (Çakal için) ulumak. 6. (Yaban hayvanları için) bağırmak. [DS] çemkirmeyh, [çem-kir-mek > çemkirmeyh] {ağız} g ç s z l.f. [ -ir ] -*■ çemkirmek. [DS] çem kirtm ek, [çem-kir-t-mek] {ağız} gçl. fi. [ -ir ] Çemkirmek eylemini yaptırmak; çemkirmesine sebep olmak. çemkitmek, [çem (yans.) > çem-ki-t-mek] gçsz. fi. [---7 ir] (Hayvanlar için) korku duyduklarında kulakla rını dikerek etrafa sert sert bakmak. f çem kürm ek, [çem-kür-mek] {ağız} gçsz. fi. [-Ur] -*■ çemkirmek. [DS] çem lam ak, [çem-le-melc] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r]
ÇEM
Kolunu veya paçalarını sıvamak; eteklerini topla mak. [DS] çem lanm ak, [çem-le-n-mek ?] {ağız} dönşl. f [-ir] Sövmek. [DS] çem lek1, -ği [çem-le-k] {ağız} sf. (Kol ve bacak için) çemrenmiş; çıplak. [DS] çemlek2, -ği [çömlek] {ağız} is. Sıvı koymaya yarar tahta kap. [DS] çemlemek, [çem-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r ] 1. Arklar dan taşan suyun önünü çalı çırpı ile tutmak. 2. Kol larını ve paçalarını sıvamak; eteğini toplamak. [DS] çemlenmek1, [çem-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Çemrenmek. [DS] çemlenmek2, [çim-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Çimlenmek. [DS] çemliğ, [çem-lik] {ağız} is. Ağaç dikilmiş yer. [DS] çem lik1, -ği [çem-lik / çim-lik] {ağız} is. Çimenlik; çayırlık. [DS] çemlik2, -ği [Erme, cermuk] {ağız} is. Kaplıca. [DS] çem per, [Far. çenber] {ağız} is. Kadın baş örtüsü; yemeni. [DS] çem re, [Far. çihre] {ağız} is. Çehre; yüz. [DS] çem reh, [çem-re-k] {ağız} sf. -*■ çemrek. [DS] çem rek 1, -ği [çem-re-k i!y«-] {OsT} sf. 1. Kıvrak; ça
ÖIİMIÖlttSÖM. çemşik, -ği [Erme, çamiç] {ağız} is. Buruşmuş sebze veya meyve. [DS] çemtük, -ğü [çem-(i)t-ük] {ağız} sf. 1. Sözünde dur mayan. 2. Geveze. [DS] çemülemek, [çem-ü-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r [-l(i)y o r ] Ağlamak. [DS] çemüllenmek, [çem-(ir)-le-n-mek / çemre-n-mek] {ağız} dönşl. f . [ - i ı] Çemrenmek. [DS] çemirlenmek, [çem-ir-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir] Çemrenmek. [DS] çemüt, [Erme, çamiç] {ağız} is. Dalında kurumuş dut meyvesi. [DS] çen 1, [çan / çang / çank / çen / çm / çıng / çınk / çin / çing (yans.)] is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çen çen, çen çen etm ek çen2, [çan / çen (yans.)] is. İri yapılı köpek ve köpek türü hayvanların havlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] ç en -kir-m ek çen3, [çen] {ağız} is. Sis; duman. [DS] çen4, [çen] {ağız} is. 1. Bir şeyin yarı parçası. 2. Omuz arası. 3. Ceviz içi. [DS] çenag, [Far. çenâğjj-^-] (çen a:ğ ) {OsT} is. Çanak.
çenak, -ği [? çenak] {ağız} is. İki derenin birleştiği buk iş yapan; becerikli; düzenli, {ağız} (aynı) [DS] 2. yer. [DS] Kısa. 3. {ağız} (Kol ve bacak için) çıplak; çemren çenar, [Far. çenâr _>L^-] (ç en a :r) {OsT} is. Çınar; çümiş. [DS] nük. çem rek, -ği [çem-re-k] {ağız} sf. (Kişi için) becerikli; düzenli. [DS] çenber, [Far. çenber _ ^ ] {OsT} is. 1. Çember. 2. çem rekçe, [çem-re-k-çe] {ağız} sf. Derli toplu. [DS] * {eAT} {ağız} Baş yemenisi; yazma. [DS] 3. Esirlik; çemreklik, -ği [çem-re-k-lik] {ağız} is. Çeviklik; bağlılık. S1 çenber-bâz, {OsT} Ç em b erler a ra sın kuvvetlilik. [DS] dan a tla y a r a k g ö ster i y a p a n cam baz. || çenber-deş, çem rem e, [eT. çerme-mek > çemre-me] is. Eteklerini {OsT} Aym ç em b erd e bulunan n o k talar.|| çenber-i veya kollarını yukarı doğru sıvamak, toplamak işi. gerdan, {OsT} anat. B oy an kem iği. || çenber-i mînâ, {OsT} Gökyüzü. || çenber yağı, {ağız} K arın çem rem ek, [eT. çerme-mek> çemre-mek dL»y^>-] gçl. zarı. [DS] f M [-r(i)-y °r] 1. Gömlek kolunu veya pantolon paçasını üst üste kıvırmak suretiyle yukarı doğru toplamak; sıvamak. {eATf {ağız} (aynı) [DS] 2. Enta ri, palto gibi giyeceklerin eteklerini toplayıp bele bağlamak veya böyle yaparak oturmak. 3. {ağız} Herhangi bir şeyin ucunu, etrafını toplamak. [DS] çem renm ek, [çemre-n-mek / çimre-n-mek ^ j ^ r ] dönşl. f . [ -ir ] [eAT. -iir] 1. Kendi elbisesinin kolu nu, paçasını kıvırmak suretiyle toplamak; sıvan mak. {eATf {OsT} (aym) 2. Bir işe girişmek; iş için gerekli hazırlıkları tamamlamak; kolları sıvamak. 3. {ağız} Yüznumaraya oturmak. [DS] çemrenik, -ği [çjmre-n-ik] {ağız} sf. Kolları sıvan mış; paçaları çemrenmiş; etekleri toplanmış. [DS] çemrilem ek, [çem-re-le-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(i)y o r ] Kollarını, paçalarını sıvamak; eteğini topla mak. [DS] çemse, [? çemse] {ağız} is. Öksürürken ağızdan sıçra yan tükrük parçaları. [DS]
çenberî, [Far. çenber-ı jj;->-] (çen b eri:) sf. 1. Çem ber biçiminde olan; çember gibi. 2. {ağız} is. Kadın baş örtüsü; yazma; yemeni. [DS] çencere, [Far. tengıre (ten cere)] {ağız} is. Tencere. [DS] çenci, [İt. cencio / Yun. tzentzi] {ağız} is. Tutacak. [DS] çencik, -ği [çen (yans.) > çen-cik] {ağız} is. Kilidi takmak için kullanılan halka. [DS] çencire, [Far. tengîre] {ağız} is. Tencere. [DS] çencüne, [Ar. cümcüme] {ağız} sf. Kısa boylu; bodur. [DS] çenç, [İng. change] is. 1. Bir ülkenin parasını başka ülke parasına çevirme; tahvil etme. 2. argo. Bir yerden aşırılmış, çalınmış veya yürütülmüş eşya, mal. 3. a rg o. Üzerinde bulunan araca ait olmayan, numarası kazınmış, değiştirilmiş motor, çençen, [çen (yans.) > çen+çen] {ağız} sf. Çok konu
oiın riK C îm ffi.929 şan; geveze. [DS] ö çençen aşı, {ağız} B ir ham ur tatlısı. [DS]j| çençen etmek, {ağız} 1. Ç o k kon uş mak. 2. A cı sö z le r söy lem ek. [DS]|| çençen itmek, {ağız} A cı sö z le r söylem ek. [DS] çençere, [Far. tengıre] {ağız} is. Tencere. [DS]
çendin, [Far. çendîn ^.■^-] {OsT} sf. 1. Birkaç (tane). 2.
Bu kadar çok; nice,
çendir, [çiy-in-dir / cıy (yans.) > cıy-m-dır] {ağız} is. 1. Yağsız et. 2. Sinirli et. 3. sf. (Bayan için) zayıf. [DS]
çençi, [çen (yans.) > çen-çi ?] {ağız} is. Küçük mavi boncuklarla üç parmak şeklinde örülmüş nazarlık. [DS]
çendire, [Far. tengıre] {ağız} is. Tencere. [DS]
çençüne, [Ar. cümcüme] {ağız} sf. Kısa boylu; bodur. [DS]
çendirek, -ği [çend-ir-e-k] {ağız} is. Sabaha karşı esen yel. [DS]
çend1, [Far. çend x^-] {OsT} sf. 1. Birkaç. 1. zf. Her
çendük, -ğü [çön-mek > çön-diik > çen-dük] {ağız} is. Sınıfta çocukların oturduğu sıra. [DS]
ne kadar. 3. Ta ki. S çend-bâr, {OsT/ B ir k a ç defa.\\ çend-în, {OsT} Bu k a d a r .|| çend-rüz, {OsT} B irka ç gün. çend2, [? çend] {ağız} is. Ceviz içi. [DS] çendan, [Far. çendân j t j ^ ] (çen d a.n ) {OsT} zf. (Olumsuz cümlelerde) o kadar da (değil). S1 çendân ki, O k a d a r ki. çendek1, -ği [çent-mek > çent-ik] {ağız} is. 1. Çözül mesi güç düğüm. 2. Bakır sahan ya da bıçak ağzın daki tırtıklar. 3. Ağaçta balta ile yapılan kesik; çen tik. 4. Üzerinde odun kırılan ağaç parçası. [DS] 5. sf. (Kişi için) yüzü çiçek bozuğu olan; çopur. çendek2, -ği [? çendek] {ağız} is. İnsan veya hayvan ölüsü. [DS] çendele, [çend-ele ?] {ağız} is. 1. Peynir süzmekte kullanılan seyrek dokuma. 2. Sofra bezi. 3. İş önlü ğü. [DS] çendelek, -ği [çend-ele-k ?] {ağız} sf. Kararsız; deği şik. S çen delek gitmek, {ağız} (H ava için) d eğ işik ve y a ğ ışlı olm ak. [DS] çendelemek, [çent-mek > çent-ele-mek dllj^-] {ağız} g ç l . f [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Ufak ufak doğramak; yont mak. {eAT} (aynı). 2. Keserle tahta üzerine vurarak kesik ya da izler açmak. [DS] çendeleşmek, [cend-ele-ş-mek] {ağız} işteş f . [-ir ] Tartışmak; çekişmek. [DS] çendemek, [çend-e-mek] {ağız} g ç l . f [ r ] [-d (i)-y o r] Yontmak. [DS] çendere1, [Far. cendere] {ağız} is. Cendere. [DS] çendere2, [? çendere] {ağız} is. Su bardağı. [DS] çendey, [Moğ. cunday] {ağız} is. Çanta. [DS] çendi, [Far. çendı ı s ^ r ] (çen d i:) {OsT} zf. Bir süre; biraz; bir müddet, çendik, -ği [çent-mek > çent-ik] {ağız} is. 1. Tırtık; çentik. 2. Et tahtası. [DS] çendiklemek, [çentik-le-mek] {ağız} g ç l .f . [- r ] [-l(i)y o r ] Tırtıklamak. [DS] çendikli, [çend-ik-li] {ağız} is. Elbise. [DS] çendil, [? çendil / çend-ele] {ağız} is. 1. Bezden yapı lan örtü. 2. Peynir süzmükte kullanılan seyrek do kuma. 3. İş önlüğü. [DS]
çendiri, [çel-mek > çel-dir-i] {ağız} is. Dallı, uzun kazık. [DS]
çendürttk, -ğü [çiy-in-dirik / cıy (yans.) > cıy-mdırık] {ağız} sf. (Et parçası için) gevşemiş. [DS] çene, [Far. çâne [EREN] çe ne] is. 1. anat. Ağızda alt sıra dişleri taşıyan kemik; yüzün alt bölümünde yer alan ve her canlıya göre değişik biçim alan parçası. 2. biy. Omurgalılarda boğazın ön bölümünde yer alan, dişleri taşıyan; ağzı açıp kapamaya, yiyecekleri koparmaya, çiğ nemeye yarayan iki hareketli organdan her biri. 3. Yüzün alt kıyısı. 4. Yüzün alt yanındaki ön çıkıntı. 5. Uç taraf. 6. Kerpeten ve pense gibi aletlerin tut maya ve koparmaya yarayan karşılıklı iki parçası. 7. m ecaz. Aralıksız, durmadan konuşma huyu. 8. m üz. Kemana tutturulan ve çeneye dayanan küçük parça. 9 dnz. Gemilerde baş bodoslamanın omurga ile birleştiği yuvarlak kısım. S çene çalm ak, On dan bundan k o n u şa ra k g ev e z e lik etmek.\\ çene çivi si, {ağız} A raban ın tekerleğin in çıkm am ası için dingilin ucuna kon ulan çivi. [DS]|| çene çukuru, anat. Alt çen en in ucunda bulunan çukurluk. || çene etmek, {ağız} P az arlık etm ek. [DS]|| çene kavafı, Ç o k kon u şan ; geveze. ||çene kavaflığı, {ağız} G e v e zelik. [DS]|| Çenen pırtı! “Ç o k konuştun, artık s u s !” an lam ın da kullanılan uyarı sözü .|| Çenen tutulsun! K ötü şey ler söyleyen kişi için “Söylem ez ola sın ; kon u şam ayasın !" an lam ın da bed d u a sözü.\\ çene satm ak, D evam lı ve g erek siz y e r e konuşm ak. || çenesi açılm ak, Ö n celeri suskun iken konuşm aya, sö y lem ey e başlamak.\\ çenesi atm ak, Can ç e k iş ir ken çen es i titrem ek; ölm ek. || çenesi düşük, K o nu şm aları ile çev resin i bezd iren ; durm adan y er li y ersiz konuşan. || çenesi gevşek, D evam lı ve ç o k konuşan, g ev e z e .|| çenesi kilitlenmek, 1. Ağzını a ça m a z olm ak. 2. Söz söy ley em ez durum a düşm ek. || çenesi kuvvetli, Ç ok kon u şan ; konuşm aktan y o ru lm ayan ; dinletm esin i bilen.\\ çenesini açtırm ak, K on u şm asın a m eydan verm ek veya s e b e p olm ak. || çenesini bağlamak, 1. Ölen birisinin çen esin i tül ben t ile bağ lam ak. 2. Birinin ölümünü dilemek.\\ çenesini dağıtmak, Birinin çen esin e vu rarak a ğ z ı nın burnunun kan am asın a s e b e p olm ak. || çenesini tutm ak, B ild iklerin i b a şk a sın a sö y lem em ek; sır saklam ak. || çenesi oynam ak, Ağzı k a p a lı b ir şey
.
ÇEN
ÜTÜM l i l l f t S O M .
y e m e k veya çiğnemek.\\ çenesi şakırdak, {ağız} G e veze. [DS]|| çenesi tutulm ak, K onuşam az o lm a k .|| çene taşı, {ağız} K ö ş e taşı. [DS]|| çene yarışı, D ur m adan k arşılıklı konuşm a. || çene yarıştırıcı, G eve z e ; ça lçen e. || çene yarıştırm a, K arşılıklı g ev ez elik etm e. |[ çeneye kuvvet, K on u şm a y o lu y la ; du rm a d an konuşup an latarak. ||çeneye tutm ak, K onuştu r a r a k zam anını a lm a k .|| çene yorm ak, S ö y led ikle rinin h içb ir etkisi o lm a m a k; boşu n a konuşm ak. çeneb, [Far. çeneb
{OsT} is. Sünnet,
çenebaz, [Far. çâne+bâz > çenebaz jl> -us-] (çen e b a z ) {OsT} is. Konuşması ile herkesi kandıran veya çok konuşan kimse, çenebazlık, -ğı [çenebaz-lık] is. Çenebaz olma du rumu; çenebazın niteliği, çeneçüt, -dü [? çeneçüt] {ağız} sf. Zayıf yapılı; çe limsiz. [DS] çened, [çene-t] {ağız} is. -*■ çenet. [DS] çenek, -ği [çene-k] is. 1. Tohumun içinde yer alan yaprak taslaklarından her biri, (1944). 2. {ağız} Bir birine yapışık iki eşit parçadan meydana gelmiş şeylerden her biri. [DS] 3. {ağız} Fasulye, nohut gibi sebze ve badem, ceviz, fındık gibi kuru meyvelerin içindeki parçalardan her biri. [DS] S çenek etmek, {ağız} Toplam ak. [DS] çeneke1, [? çeneke] {ağız} is. Kız çocuğu. [DS] çeneke2, [çene-ke] {ağız} is. Çenenin uç tarafı. [DS] çenekli, [çenek-li] sf. Çeneği bulunan; belirtilen sa yıda çeneğe sahip olan, çenekok, [çene + Yun. kopto] {ağız} is. Lüfer balığı nın küçüğü; çinakop. [DS] çenelemek’, [çen (yans.) > çen-i-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] (Köpek için) herhangi bir şekilde canı yandığında kesik kesik ağlar gibi bağırmak. [DS] çenelemek2, [çene-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)y o r j (Çocuk, kadın vb. için) üzüntüsünü dindirmek için oyalamak, aldatmak. [DS] çeneleşme, [çene-le-ş-me] is. Çene durumuna gel mek işi. çeneleşmek1, [çene-le-ş-mek] d ö n ş l . f [-ir ] Çene du rumuna gelmek; çene gibi olmak, çeneleşmek , [çene-le-ş-mek] işteş, f . [-ir ] 1. Karşı lıklı çene yarıştırmak; konuşmak. 2. Ağız kavgası yapmak. çeneli, [çene-li] sf. 1. Çenesi olan. 2. m ecaz. Çok ko nuşan; geveze; çalçene, çenelik, [çene-lik] is. Kemanın çeneye dayanan ye rinde çeneye sıkıca tutunmasını sağlayan parça, çenepe, [Bulg. cerepna] {ağız} is. Ekmek pişirmek için topraktan yapılmış sac. [DS] çenet, [çene-t] is. 1. Bakla, nohut, fıstık, fındık ve ce viz gibi bitkilerde olgunlaştıkları zaman tohumun içinde yer alan yaprak hâlindeki bitki taslakların
dan her biri. 2. {ağız} But; kalça. [DS] 3. {ağız} Ka pı, pencere gibi iki kanatlı şeylerin kanatlarından her biri; kanat. [DS] çenetlemek, [çenet-le-mek] gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Fıstık, kabak çekirdeği gibi çerezlerin kabuklarını çıkararak yemek; çitlemek. 2. {ağız} iki parçayı birbirine bitiştirmek; kenetlemek. [DS] 3. {ağız} Parçalamak. [DS] çenetlenmek, [çenet-le-n-melc] {ağız} d ö n ş l.f. [-ir ] 1. (İki parça için) birbirine bitişmek. 2. edil. f . Birbi rine bitiştirilmek. [DS] çenetmek, [çen-et-mek / çen+et-mek] {ağız} gçl. f . [e r ] Parçalamak. [DS] çenevir, [? çenevir] {ağız} is. Arpa, buğday ve çavdar gibi tahılı elemeye yarayan seyrek kalbur. [DS] çeneyh, [çenek > çeneyh] {ağız} is. Tarladan pamuk toplama. [DS] çeng1, [çan / çang / çank / çeng / çm / çmg / çın / çmk İ ç i / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çen g -il çeng2, [çang / çeng / çen (yans.)] is. Küçük köpek ve benzeri hayvanların bağırışlarım, havlamalarını anlatan kök. [Zülfıkar] çen g-il-de-m ek, çen g-ir-demek, çen g-le-m ek, çen -i-le-m ek, çen -le-m ek çeng3, [çen] (çen) {eT} is. Zil; çalpara. [DLT] çeng4, [Far. çeng &>■] {OsT} is. 1. Hayvan pençesi. 2. El. 3. /e/f 77 Eskiden, dikine tutulan ve parmakla çalman kanuna benzer 17-40 arası telleri bulunan bir saza verilen ad; ıklığ. [YE] 4. sf. Eğri büğrü, ö çeng-i m eryem , {OsT} Buhurumeryem.\\ çeng-nâme, {OsT} ed. D ivan ed ebiy atın d a b ir nazım türü. çengâl, -li [Far. çengâl J&-=-] {OsT} is. 1. Pençe. 2. Çengel. S çengâl-i şahin, {OsT} Şahin p en çesi. çengâr, [Far. çengâr j l ^ - ] (çen g â;r) {OsT} is. 1. Yengeç. 2. Bakır pasından yapılmış yeşil boya. ® çengâr battal, E skiden kullanılan b ir tür büyük boy k â ğ ıd a verilen ad. çengâri, [Far. çengârî (ç en g â ;ri;) sf. Bakır pası renginde olan. çenge1, [Far. çenge / çinge ■>S^] is. 1. Avuç; el. 2. Düğünlerde erkek ve kadınların el ele tutuşarak oynadıkları ve genellikle “y âr, y â r ” sözleriyle bi ten gelin karşılama havası. çenge2, [*iç+enek > çene [Tietze] &>-] (çen e) {ağız} is. 1. Köşe; çıkıntı. 2. Arazide ileri doğru olan çı kıntı; burun. 3. Su arklarının iki yanda sırt oluştu ran kenarı. 4. Sabanın, sürgü demiri takılan ucu; enek. 5. m ecaz. Çok konuşan; geveze; çençen. [DS] 6. {OsT} U ç; taraf. 7. {OsT} Çene. S çene atm ak, {ağız} Ç o k ateşliyken ç en e tutmaz olm ak. [DS]|| çene gavaflığı, {ağız} G evezelik. [DS]
H M K E S b l.m çenge3, [çene > çenge] {ağız } is. 1. Duvar köşesi. 2. Çene. [DS] çengedir, [çenge-dir ?] {ağız} is. Yere çakılan dört sı rığın uçlarına geçirilen bir çul parçasıyla yapılan gölgelik. [DS] çengel1, [Far. çengâl > çengel jS ^r] is. 1. Üzerine bir şey asmaya veya bir şeyi bir yere tutturmaya yara yan ucu eğri kanca. 2. Yırtıcı hayvan veya kuşların pençesi. 3. spor. Yağlı güreşte rakibin ayağını sar maya dayanan bir oyun. 4. Ahır gübrelerini topla mak, toprağı yüzeyden kabaca işlemek gibi tarım sal alanlarda kullanılan, birkaç dişi bulunan alet. 5. Geyiğin üst çenesindeki köpek dişi. 6. müz. Bir notanın değerini yarıya indirmek için eklenen işa ret. 7. {ağız} Yemek çatalı. 8. Eskiden kullanılan bir tür idam sehpası. [DS] 9. {ağız} Çoban köpeklerinin boynuna takılan dişli demir halka. [DS] 10. {ağız} Pulluğun uç kısmındaki eğri demir. [DS] 11. {ağız) Maşa. [DS] 12. {ağız} Tarlayı hayvanlardan koru mak için, kenarına dikilen uzun sırıklar. [DS] 13. sf. Çengel biçiminde olan. S çengel atm ak, Yandaş to p la m a k için ilişki ku rm ak; e l atm ak; ken di ta rafı na çek m ey e çalışm ak. ||çengel beygiri, K oşu lu top çu bey g iri çiftlerin den en ö n d e bu lunanları,|| çen gel çeneliler, Ç en eleri g a g a biçim in de uzam ış bu lunan p u llu veya pulsu z p e k ç o k b a lık la rı için e alan kem ikli b a lık la r a lt takımı, (Plectognathi).\\ çengel çiçeği, E skid en çen g ele a tılm ak su retiyle öldürülen kim senin kan lı ve s a r k ık ces ed in e verilen ad. || çen gel çüngel, {ağız} E ğri büğrü; k a r g a c ık bu rgacık. [DS]|| Çengelde kokmuş etim yok. "Kızım d a h a ev len ec e k y a şta değil. ” an lam ın da söylenir.\\ çen gele dönmek, H a stalık veya y a şlılık s e b e b iy le z a yıflam ak, kamburlaşmak.\\ çengele gelmek, A sıla r a k idam edilm ek. ||çengel er, Ş er a d a m ; şe rli kim se. [DLT] ||çengel guyruh, {ağız} -*■ çengel kuyruk. [DS]|| çengel kemik, anat. E l b ileğ i kem iklerin den en içte ve ikinci s ıra d a ola n ı (Os hamatum)\\ çengel kuyruk, {ağız} A krep. [DS]|| çengel otu, {ağız} Ya ban en gin arı; k en g e r dikeni. [DS]|| çengel sakızı, bot. Güçlü ve kalın b ir kökü bulunan, g ö m e ç le r h â lin d e sa rı çiçek li ve g a g a g ib i uzun m eyveli, k ö künden ç e n g e l sakızı a d ı verilen ö z e l b ir sa k ız eld e ed ilen ç o k y ıllık otsu b ir bitki; k en g e r sakızı, (C han drilla ju n cea ).|| çengel takm ak, B irin e kötü lük etm ek a m a cıy la uğraşm ak. çengel2, [Far. çengâl > çengel J S^ \ {OsT} is. Orman. S çengel-istân, {OsT} S ık orm an. çengel3, [Far. jeng] {ağız} is. Bakır çalığı. [DS] çengelci, [çengel-ci] {ağız} is. Zahire tüccarının, bir bölgedeki köylerden alım yapmak üzere görevlen dirdiği kimse. [DS] çengelcik, -ği [çengel-cik] is. Küçük çengel, çengelcikli, [çengel-cik-li] sf. 1. Küçük çengeli olan. 2. Küçük bir çengel biçiminde olan.
ÇEN çengelleme, [çengel-le-me] is. Çengel takma işi. çengellemek, [çengel-le-mek] gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Çengel takmak; çengel geçirmek. 2. Kapı ve pencere gibi açılıp kapanan yerlerde çengeli kanca sına oturtarak kapalı hâle getirmek; tırkılamak. çengellenme, [çengel-le-n-me] is. Çengeli takılı hâle getirilmek işi. çengellenmek, [çengel-le-n-mek] edil. f . [-ir] 1. Çengelle tutturulmak. 2. dönşl. f . Çengel sahibi ol mak. çengelleyiş, [çengel-le-y-iş] is. Çengellemek eylemi veya biçimi. çengelli, [çengel-li] sf. 1. Çengeli bulunan. 2. Ucu çengel biçiminde olan. S çengelli iğne, B a tırıla r a k kullanılan, s e rb est ucu b ir yu vaya o tu ra ra k tutturu lan in ce b ir telin kıvrılm ası ile y apılm ış iğ n e; ç a ta l lı iğne. çengelsi, [çengel-si] sf. Çengel biçiminde olan. S çengelsi diken, anat. E l b ileğ i oyuğunun iç k e n a rın da bu lan an ve ç en g el kem iğinin ön yüzündeki çıkın tı.||çengelsi çıkıntı, anat. Alt k a fa boynuzunun tabanında, beyin y an karın cığ ın a ait tümsek. çengeme, [çene > çenge-me ?] {ağız} is. Yontma taş. [DS] çengen, [Far. çengâl => çengen] {ağız} is. Yemek ça talı. [DS] çenger, [Far. kenger] {ağız} is. Yaban enginarı; ken ger. [DS] çengerek, -ği [? çengerek] {ağız} is. Toprak içine açılan büyük delik; kovuk. [DS] çengesek, [cene-sek] (çen esek) {ağız} is. (Kişi için) çok konuşan; geveze. [DS] çengetir, [? çengetir] {ağız} is. 1. Yazlık çardak. 2. Göçebe çadırı. [DS] çenggir2, [çen(g)-ir] {ağız} is. Küçük göçebe çadırı. [DS] çenggirdemek, [çen(g)-ir-de-mek] (çeh g ird em ek) {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d (i)-y o r] Flakaret etmek; bağı rıp çağırmak. [DS] çenggiremek, [çen(g)-ir-e-mek] (çehgirem ek) {ağız} gçsz. f i [-r ] [-r(i)-y or] -*• çenggirdemek. [DS] çengi1, [çene > çeni <<£=-] (çent) {eAT} is. Çene, fi3 çengi göz, {ağız} K ü çü k oda. [DS] çengi2, [Far. çengi L/ ^ r ] (çen gi;) {OsT} is. 1. Çenk denen sazı çalan kimse. 2. Çalgı eşliğinde oynama yı meslek edinmiş olan kadın; eski zaman dansözü. 3. sf. Çenk denilen saza ilişkin. S çengi kolu, K o l başı, y a rd a kçı, ça lg ıc ıla r ve on iki oyuncudan m ey d a n a g elen çen g i topluluğu.\\ çengi-nâm e, {OsT} çenginame.|| çengi takımı, Ç en gi kolu den ilen to p luluk.|| çengi yeli, {ağız} Rom atizm a. [DS] çengi3, [çeng-i] {ağız} is. Çok konuşma; gevezelik. [DS] çengil1, [çeng (yans.) > çeng-il] is. Küçük köpek ve
ÇEN
H
benzeri hayvanların bağırışlarını, havlamalarını anlatan yansımalı gövde, ö çengil çengil (çeh il), (K ö p ek hav lam ası için) korku lu b ir şekilde.
çengil2, [çeng-il] (ağız) is. Bakır kova. [DS] çengildemek, [çeng (yans.) > çen-il-de-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d (i)-y o r] 1. (Köpek için) bağırmak; acı acı ses çıkarmak; ulumak. 2. (Kişi için) hakaret etmek; bağırıp çağırmak. 3. Çok konuşmak. [DS] çengilemek, [çeng (yans.) > çeng-i-le-mek / çen-i-lemek dU-K^-] (çeh ilem ek / çen g ilem ek) {eT} gçsz. f [ - r ] 1. Dövüldükten sonra bağırıp çağırmak; kötü söyleyip bağırmak; çenilemek. [DLT] {ağız} (aynı) [DS] 2. {eAT} {ağız} (Köpek için) acı acı bağırmak. [DS] 3. {ağız} Çok konuşmak. [DS] çengilik, -ği [çengi-lik] is. Çenginin yaptığı iş ve meslek. çengilti, [çen-il-ti] (çenilti) {ağız} is. 1. Köpeğin acı acı haykırması. 2. Bağırıp çağırma; hakaret. [DS]
çenginame, [Far. çengı-nâme
,j^ -\ (çen g i:n a :-
m e) is. Köçekler için yazılmış şiirlere verilen ad. çengir1, [çeng-ir?] {ağız} sf. Haşarı. [DS] çengitmek, [çen+it-mek] {ağız} gçsz. f . [ - e r ] (Çocuk için) ağlamak. [DS] çengiz, [Ar. cihâz => çeyiz / çeniz] (çeniz) {ağızj is. Çeyiz. [DS]
çenglemek, [çeng (yans.) > çen-(i)-le-mek dUJSU-] {eAT} g ç s z .f. [-r ] (Köpek için) acı acı bağırmak,
çengleşmek, [eT. çan-la-ş-mak / çeng (yans.) > çenle-ş-mek] (çeh leşm ek) {eAT} işteş, f . [-ir ] (Köpekler için) kısık kısık havlaşmak. çenglik, [çen-lik] (çehlik) {eT} is. bot. Sarmaşık otu, (D olich os lab la b ). [DLT] çengşü, [Çin. ch’ang shih] {eT} is. Küçük hırka.
[DLT] çenikmek1, [çen-i-k-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] Kork mak ve telaşlanmak. [DS] çenikmek2, [çen-ik-mek] (çe:n ikm ek) {ağız} gçsz. f . [~(ğ)-ir] -*■ çeynikmek. [DS] çenileme, [çeng (yans.) > çen-i-le-me / eT. çanı-lamak] is. (Köpek için) acı acı bağırma eylemi,
çenilemeh, [çeng (yans.) > çen-i-le-mek > çen-i-lemeh] {ağız} is. 1. Hakaret etmek. 2. Bağırıp çağır mak. [DS] çenilemek, [çeng (yans.) > çen-i-le-mek / eT. çanıla-mak] g ç s z .f. [- r ] [-l(i)-y o r] 1. (Köpek için) canı yanmaktan dolayı acı acı bağırmak. 2. m ecaz. Ha karet etmek, bağırıp çağırmak, çenilti, [çeng (yans.) > eT. çanı-la-mak / çen-il-ti] is. Köpeğin canı yanmaktan dolayı acı acı havlaması, çeniştürük, [*çen-mek > *çeıı-iş (b ir tür fın d ık, L ich e e ) > çeniş-türük [Clauson]] {eT} is. Fındığa benzer bir meyvesi olan ağaç. [DLT] çeniştürüksemek, [çenüştürük-se-mek] {eT} gçsz. f . [ - r ] Çeniştürük yemek istemek. [DLT]
H K fî S H . «32
çenk1, -ngi [Far. jeng => çenk] {ağız} is. Bakırın yeşil pası. [DS]
çenk2, -gi [Far. çeng] is. 1. Hayvan pençesi. 2. müz. Harpa benzeyen, dik tutularak çalman, üçgen bir çerçeveye gerilmiş tellerden oluşan, mızrap veya elle çalınan, doğu kültürüne ait küçük bir çalgı. S çeng ü çegâne, Sazlı eğ len ce. çenkel, [Far. çengâl] {ağız} is. Pulluğun uç kısmında ki eğri demir. [DS] çenketir, [çadır > çenketir] {ağız} is. Karşılıklı iki ağacın arasına kurulan çadır. [DS] çenki1, [çene > çenki] {ağız} is. Çok konuşan; geve ze. [DS] çenki2, [çenk (yans.) > çenk-i] {ağız} is. Kıvılcım.
[DS] çenkirmek, [çem-kir-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] (Kö pek için) can acısıyla ağlar gibi kesik kesik bağır mak. [DS] çenkürmek, [çem-kür-mek] {ağız} gçsz. f. [-ü r] 1. (Köpek için) can acısıyla ağlar gibi kesik kesik ba ğırmak. 2. Hakaret etmek. 3. Bağırıp çağırmak.
[DS] çenlenıek, [çen-i-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)y o r ] 1. Hakaret etmek. 2. Bağırıp çağırmak. [DS] çenletmek, [çeng (yans.) > çen-le-t-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] Köpeği döverek bağırtmak. [DS] çenpe, [? çenpe] {ağız} is. Pencere. [DS] çent1, [Far. çend j^ -] sf. -*• çend. çent2, [çene-t > çent] {ağız} is. Çenet. [DS] çente1, [Moğ. centey] {ağız} is. Çanta. [DS] çente2, [çinko > çente] {ağız} is. Çinko sahan. [DS] çente3, [? çente] {ağız} is. Asker arkadaşı. [DS] çentek1, -ği [çent-m ek> çent-e-k] {ağız} is. 1. Bıçak la çubuk ya da tahta üzerinde açılan küçük tırtık; çentik. 2. Ağaç dallarının birbirinden ayrıldığı yer. 3. sf. Düz olmayan; eğri büğrü. [DS] S çentek çflntek, {ağız} D üz olm ay an ; eğri. [DS] çentek2, -ği [çent-mek > çent-ek] {ağız} is. Et satırı.
[DS] çenteklemek, [çent-e-k-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(i)-y o r] Yontmak. [DS]
çentelek, -ği [çent-ele-k] {ağız} is. Değişken hava. [DS]
çentelemek, [çent-ele-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Ufak ufak doğramak; yontmak, {ağız} (aynı) [DS] 2. Aşırı pazarlık etmek; aradaki küçük farkları da pa zarlık konusu yapmak, çenteleli, [çent-ele-li ?] {ağız} is. Budağı çok olan değnek. [DS] çenteleşmek1, [çente-le-ş-mek] {ağız} işteş, f . [-ir] Çekişmek; tartışmak; münakaşa etmek. [DS] çenteleşmek2, [çente-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir] Sıkı pazarlık etmek. [DS] çenteli, [çent-e-li / çent-el-i] {ağız} is. Önden ve ara dan kapalı İcadın elbisesi. [DS]
İM İ M İ « .
933
ÇEP
çentelmek, [çent-el-mek] /ağız} g ç s z .f. [-ir ] 1. Karşı lık vermek. 2. isyan etmek. [DS] çentemek, [çent-e-mek] {ağızj gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] Yontmak. [DS] çentes, [Yun. tsentezimo] {ağız} is. -*■ çentez. [DS] çentey, [Moğ. centey] {ağız} is. Çanta. [DS] çentez, [Yun. tsentezimo] {ağız} is. Bozuk para. [DS] çenti1, [Moğ. cendey] {ağız} is. Çanta. [DS] çenti2, [? çenti] {ağız} is. Gömlek. [DS] çenti3, [çent-ek > çent-i] {ağız} is. Bıçakla, çubuk ve ya tahta üzerinde açılan küçük tırtık; çentik. [DS] çentici, [çent-ici] {ağız} is. Hastanın şişip sızlayan ye rini, bıçağın ağzıyla yontuyormuş gibi yavaş yavaş vurarak iyileştirmeye çalışan kimse. [DS]
çentik1, -ği [çent-mek (yontm ak) > çent-ik] is. 1. Bir şeyin üzerinde yontmak suretiyle meydana getirilen küçük oyuk; kertik. 2. {ağız} Kıymalı börek. [DS] 3. {ağız} Elma, armut gibi meyvelerin etli kısmı yenil dikten sonra kalan çekirdekli sert kısım. [DS] 4. {ağız} Bez süzgeç. [DS] 0 çentik açmak, Ç en terek oyuk açmak.\\ çentik atmak, Ç en tm ek su retiyle işaret koym ak.
çentik2, -ği [Moğ. centey] {ağız} is. Çanta. [DS] çentikleme, [çent-ik-le-me] is. Çentik meydana ge tirme eylemi
çentiklemek, [çent-ik-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Bir şeyin üzerinde keskin bir araçla bir çok oyuklar oluşturmak; çentik çentik etmek,
çentiklenme, [çent-ik-le-n-me] iş. Çentik açılma ey lemi.
çentiklenmek, [çent-ik-le-n-mek] edil. f . [-ir ] Üze rinde çentik açılmak; çentikler meydana getirilmek,
çentikli, [çent-ik-li] sf. Çentiği olan; çentik açılmış bulunan.
çentilemek, [çent-i-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(i)y o r ] Sıkı pazarlık etmek. [DS]
çenttirmek, [çent-tir-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Ağrıyıp sızlayan yerine, bıçağın ağzıyla yavaş yavaş dokundurtmak. [DS]
çentük, -ğü [çent-mek > çent-ük] {ağız} is. Çentik, fi1 çentUk çüntük, {ağız} D iş diş pürüzlü yontulmuş. [DS] çenülemek, [çen-i-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ü)y o r ] (Köpek için) can acısıyla ağlıyormuş gibi ke sik kesik bağırmak. [DS]
çenzinmek, [çez-gin-mek / çeğzin-mek > çenzinmek] {eAT} d ö n şl.f. Dönmek; dolanmak.
çep1, [çab / çep / çıp / çip (yans.)] is. Gevezelik etmeyi, yerli yersiz konuşmayı, hoppaca hareketle ri, ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] ç e p çek, çep + çek-le-n -m ek, çep -il-d e-y -ik
çep2, [çap / çep / çıb / çib / çip / çüp (yans.) is. El çırpma ve alkışlama sesini ve hareketini anlatan kök. [Zülfikar] çep-ik, çep -ik çalm ak, çep-ük, çep3, [çep (yans.)] is. Şapırtılı yemek yeme sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] ç e p -ir çep ir. S1 çep-çâp, {OsT} Öpüş sesi.
çep4, [Far. çep ı_^-] {OsT} is. 1. Sol. 2.m ecaz. Uğur suz. 3. Yanlış. S çep-endâz, {OsT} 1. İşi ters gi den. 2. H ilek â r; hileci.\\ çep-endâzâne, {OsT} H ile ciy e y a k ışır b içim d e; bir h ile c i gibi. || çep-endâzî, {OsT} H ilecilik; hilekârlık.\\ çep ü rast, {OsT} Sağ ve sol.
çep5, [çep] {ağız} is. Çöp; ev artığı. [DS] çep6, [çep] {ağız} is. Göç. [DS] çep7, [Ar. ceyb] {ağız} is. Cep. [DS] çepakin, [T. çap-km > Ar. çoğ. çepâkin
(Çe-
p a :k in ) {OsT} is. Çapkınlar,
çentilme, [çent-il-me] is. İnce ince doğranma veya çentik açma biçiminde yontulma eylemi,
çentilmek, [çent-mek > çent-il-mek] ed il f. [-ir ] 1. İnce ince, diş diş doğranmak. 2. Üzerinde pek çok çentik açacak biçimde kesilmek; oyuklar açılmak. 3. {ağız} (Hasta olan kimse için) bir yerindeki sızıyı dindirmek için çentici tarafından tedavi olmak. [DS] çentimek, [çent-i-mek] {ağız} gçl. fi. [- r ] Yontmak.
' [DS] çentiyan, [Lat. gentiane] {ağız} is. Centiyan. [DS] çentme, [çent-me] is. 1. İnce ince doğrama veya çen tikler açma eylemi. 2. Taze kabağı yağda kavurma,
çentmek, [çent-mek «iU^=-] gçl. /
tikler açmak; kertmek. 5. Yararak açmak. 6. {ağız} Üfürükçüler tarafından, hastaya okuyarak bıçakla yontuyormuş gibi tedavi amacıyla hafif hafif vur mak. [DS]
[ - e r ] 1. (Soğan,
domates vb. için) ince ince, diş diş kesmek; doğ ramak. {eAT} (aynı) 2. Bir şeyin üzerinde ince dişler açmak; kertmek. 3. Duvara yapılacak sıva için bir birine dik ve küçük çentikler açmak. 4. {eAT} Ker
çepçap, [çep (yans.) + çap / Far. çepçâp u U -> ] is. Öpme sesi.
çepçek, -ği [çep+çek] {ağız} sf. Geveze. [DS] çepçevre, [çe(p)+çe/vre
^ - ] ( ç e ’p çev re) pekşt.
zf. Bütün yanlarını kuşatacak biçimde; fırdolayı. S çepçevre almak, Ç evresin i s a rm a k ; kuşatm ak.
çepeçevre, [çe(p)-e+çe/vre] ( ç e p e ç e v r e ) p ek şt. zf. Bütün yanlarını kuşatacak biçimde; fırdolayı,
çepekleşmek,
[çep-ek-le-ş-mek
dL-ilSL>-]
{eAT}
dönşl. f i [-ir ] Karışık bir durum almak; karışmak; çapraşık duruma gelmek.
çepel1, [Ar. cebel] {ağız} is. (Arazi için) engebeli. [DS] çepel2, [Far. çepel J~>-] is. 1. {eAT} {OsT} {ağız} Kir; bulaşık; pislik. 2. Ürün içine karışmış yabancı madde; çöp. 3. {eAT} {OsT} Çamurlu, bataklık yer.
ÛIüMIİİfCESÛM.
ÇEP
4. {ağız} Çalı çırpı; çer çöp. [DS] 5. Otlu, çayırlı, dikenli tarla. 6. {ağız} Dişi hayvanların üreme or ganlarının çıkardığı beyaz renkli salgı. [DS] 7. {eAT} {OsT} sf. Kirli; pis; murdar. 8. {ağız} (Tahıl için) toz, saman ve başka tohumlarla karışık. [DS] 9. {ağız} (Hava için) yağmurlu; bozuk. [DS] S çepel eylemek, {eAT} Kirletmek.\\ çepel illeti, {OsT} B e l soğukluğu. || çepeli m ürt, {ağız} N am usluca. [DS] çepelek, -ği [çepel-ek] {ağız} is. Göz çapağı. [DS] çepellemek, [çepel-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. Kirletmek; bulaşık hâle getirmek. 2. Y a bancı maddelerle karıştırmak; bozmak; berbat et mek. [DS] çepellenme, [çepel-le-n-me] is. Kirlenme veya içine yabancı madde karışmış duruma gelmek işi. çepellenmek, [çepel-le-n-melc] {ağız} d ö n şl.f. [-ir ] 1. Çepelli duruma gelmek; kirlenmek; bulaşıklanmak; pislenmek. 2. Yabancı unsurlarla karışıp bozulmak. [DS] çepelleşmek1, [çepel-le-ş-mek] d ö n ş l.f. [-ir ] 1. Çe pel hâline gelmek; çepel olmak. 2. {ağız} Karmaka rışık olmak. [DS] çepelleşmek2, [çepel-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir] Bir şeye engel olmak. [DS] çepelli, [çepel-li] sf. 1. Kirli. 2. {ağız} Karışık; pislik li; çöplü. [DS] 3. (Tahıl için) içinde taş, toprak, sap ve yabancı tohum gibi başka maddeler bulunduran. 4. {ağız} (Hava için) yağışlı; bozuk. [DS] çepellik, -ği [çepel-lik] {ağız} is. 1. Kirli ve çamur yer. 2. Çalılık. 3. Yağmurlu ve bozuk hava. [DS] çepellilik, -ği [çepel-li-lik] is. Çepelli olma durumu, çepen, [Yun. tsapin => çepen
{eAT} {ağız} is.
Küçük çapa; çepin. [DS] çeper1, [eT. *çeb-mek (çevirm ek) [Tietze] > çep-er > Far. çeper j ^ ] is. 1. Bir boşluğu çepeçevre saran yüzey; cidar. 2. {OsT} Bir odayı diğerinden ayıran bölme. 3. Yan yüz; iç yüz. 4. biy. Zar. 5. {ağız} Çit. [DS] 6. {ağız} Sebze bahçesi. [DS] S çeper çek mek, {ağız} Çitten duvar çevirm ek. [DS]|| çeper etmek, {ağız} -* çeper çekmek. [DS]|| çeper ger mek, {ağız} G elin alayının önüne ip g e r e r e k bah şiş istem ek. [DS]|| çeper kurm ak, {ağız} -*■ çeper ger mek. [DS] çeper2, [Far. çepel J ^ ] {ağız} is. 1. Tahıl içinde bulu nan yabancı madde. 2. Toz, saman, yoz tohumlarla karışık hububat. 3. sf. (Kişi için) ahlaksız; geçim siz. [DS] çeper , [çeper] {ağız} is. Kışın, yaprakları hayvanlara yedirilmiş kuru meşe dalları. [DS] çeperiz, [çepel > çeperiz] {ağız} sf. Tehlikeli; karışık. [DS] çeperlemek, [çeper-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)y o r ] Çit duvar çevirmek. [DS]
çeperli, [çeper-li] sf. Çeperi bulunan. çeperlik1, -ği [çepel > çeper-lik] {ağız} is. Yağmurlu, çamurlu hava. [DS] çeperlik2, -ği [çeper-lik] {ağız} is. Çit yapmaya elverişle çalı, diken, tahta gibi şeyler. [DS] çepez, [çep-ez] {ağız} is. 1. Bozuk ipek böceği koza sı. 2. Çerez. 3. Denizin yosun ve sünger taşlı yeri. 4. Sazlı yerler. [DS] çepi, [Yun. tsapi / Slav, capîn] {ağız} is. Küçük çapa. [DS] çepi çepilemek, {ağız} Soğan ta rlalala rın d a so ğ a n a ra la rın ı küçü k b ir ç a p a ile karıştırm ak. [DS] çepicek, -ği [Far. çâbük => çabu-cak > çepicek] {ağız} zf. Çabucak. [DS] çepiç, [eT. çepiş > çepiç] is. 1. Bir veya iki yaşındaki oğlak. 2. İyi cins tiftik veren besili tiftik keçisi oğ lağı. 3. İyi beslenmiş altı aylıktan büyük oğlak. 4. {eT} Altı aylık oğlak. 5. {ağız} Yayığın içindeki so pa. [DS] çepik!, -ği [çep (yans.) > çep-ik / Erme, capik] {ağız} is. Alkış; el çırpma. [DS] çepik2, -ği [Bulg. cepik] {ağız} is. Örme yün terlik. [DS] çepik3, -ği [çabuk > çepik] {ağız} is. Çabuk. [DS] çepik4, -ği [? çepik] {ağız} is. Meyve konulan sepet. [DS] çepik3, -ği [çep-ik] {ağız} is. Gömleğin uzun ve geniş kolu. [DS] çepik6, -ği [çepik] {ağız} is. Çekirdek. [DS] çepik7, -ği [çepik] {ağız} is. Keçi eti. [DS] çepil, [çep-il] {ağız} is. Çit. [DS] çepildeyik, -ği [çepil-deyilc] {ağız} sf. Çok konuşan; geveze. [DS] çepillenmek, [çepel-le-n-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [-ir ] 1. Karışmak. 2. Kirlenmek. [DS] çepin, [Yun. tsepa > tsapin / Slav, capn] {ağız} is. Bir tarafı düz yassı, diğer tarafı çatal ve sivri ağızlı kü çük bahçıvan çapası. [DS] çepinlemek, [çepin-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)y o r ] Çapalamak. [DS] çep ir1, [çeper > çepir] {ağız} is. Çamur; pislik; bula şık; kir. [DS] çepir2, [çepir] {ağız} is. Su kuyusu. [DS] çepir3, [Ar. cebel => çepir] {ağız} is. Engebeli arazi. [DS] çepirdek, -ği [çep-ir-de-k] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. Eğ ri büğrü. [DS] çepirdeklenmek, [çep (yans.) çep-ir-dek-le-n-mek viU-dS"^j^ -] dönşl. f . [-ir ] 1. Nazlanmak; cilve yap mak. {eAT} (ayın) 2. Sevinmek. {eAT} (aynı) çepirdeklik, -ği [çep-ir-dek-lik
{eAT'} is.
Hafifçe hareket; naz; işve, çepirlemek, [çepin-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] Tarlayı çapalamak. [DS]
n M H E E SEMDİ, m i
ÇER
çepirlenmek, [çepir-le-n-mek] {ağız} d ö n ş .f. [- ir ] 1. Kanşmak. 2. Kirlenmek. [DS] çepirli, [çepel-li > çepir-li] {ağız} is. 1. Karışık. 2. Çöplü. 3. Pislikli. [DS] çepiş, [eT. çepiş] {eT} {eAT} is. Altı aylık keçi yavru su; çepiç. [DLT] fi1 çepiş gözlü, {ağız} Gözünü k ıs a r a k b a k an a ç ık ren k gözlü kişi. [DS] çepişlenmek, [çepiş-le-n-mek] {eT} dönşl. fi. [-ü r] Çepiç olmak; çepiç hâline gelmek. [DLT] çepit1, -di [çep / şep (yans.) > şep-it > çep-it] {ağız} is. Yufka ekmeği içine tereyağı ve peynir konul mak suretiyle yağda kızartılarak yapılan bir tür bö rek. [DS] çepit2, -di [Far. çağbut] {ağız} is. Paçavra. [DS] çepiyh, [Far. çâbük] {ağız} sf. Çevik; çabuk. [DS] çepka, [? çepka] {ağız} is. Üzüm salkımı. [DS] çepkel, [Far. çevgân] {ağız} is. Pulluğun ucundaki eğ ri demir. [DS] çepken, [çek-mek > çepken] is. Cepken, çeplemce, [çeplem-ce ?] {ağız} sf. Çok konuşan; çe nesi düşük; geveze. [DS] çepleşik, -ği [Far. çep ü rest => çepleş-ik] {ağız} sf. 1. (İş durumu vb. için) karışık; çapraşık. 2. (Hava için) bozuk. [DS] çepleşük, -ğü [Far. çep ü rest => çepleş-ük] {ağız} sf. -*■ çepleşik. [DS] çepli1, [çepel > çepli] {ağız} is. Saman, toz vb. karışık tahıl. [DS] çepli2, [çep (yans.) > çep-li] {ağız} is. İnce, uzun, es nek çubuk. [DS] çepmek, [çap-mak > çep-melc] {ağız} gçl. f . [- e r ] Çalmak. [DS] Çepni, [eT. çap-mak > çep-ni ?] özl. is. Oğuz boyla rından bir oymak adı. çepni, [? çepni] {ağız} is. 1. Dağ köylülerine verilen ad. 2. sf. Soysuz; ahlakı bozuk. 3. Fahişe. [DS] çeprast, [Far. çep (sol) ü (ve) râst (sağ)] {OsT} sf. Çapraz. çepreşik, -ği [Far. çep (sol) ü (ve) râst (sağ) => *çepreş-mek > çepreş-ik
{eAT} sf. 1. Karışık;
çapraşık; {ağız} (aynı). [DS] 2. Eğri büğrü, çepreşikli, [çepreşik-li] {ağız} sf. Karışık; çapraşık. [DS] çepreşiklik, -ği [çepreşik-lik
{eAT} is. Dar
lık; kıtlık. çeprez, [Far. çep ü râst] {ağız} is. Çoban köpeklerinin boyunlarına takılan mahmuzlu halka. [DS] çeptirm ek, [çap-mak > çep-tir-mek] {ağız} gçl. f. [ir] Göndermek. [DS] çepük, -ğü [çep (yans.) > çep-ük] {ağız} is. El çırp ma; alkış. [DS] çepürdeklenmek, [çep (yans.) > çep-ür-dek-le-nmek dJUS'ijj^] {eAT} dönşl. f i [-ü r ] -*■ çepirdeklenmek.
çepürdük, -ğü [çep (yans) > çep-ür-dük il-sx ^-\ {eAT} sf. Karışık; çetrefil. ç e r 1, [çer (yans.) / çör] is. Küçük ve dayanıksız şey. 0 çer çöp, 1. Ç alı çırp ı kırıntısı. 2. Döküntü, k ırın tı, süprüntü. 3. Ç o cu k oyunlarında ‘"D ikkat!” a n lam ın da uyarı sözü ] | çerden çöpten, D ayanıksız; çürük; d erm e çatm a. çer2, [cer / çer] {eT} is. 1. Yer. [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. Savaşta karşılıklı duran saflar. çer3, [çer] {eT} is. Vakit. [DLT] çer4, [çer] {eT} is. 1. Vücudun ağırlığını bildiren bir kelime; ağırlık; hantallık. [DLT] 2. Hastalık. [Râsânen] 3. {ağız} Hayvan hastalığı. [DS] fi1 çer çal mak, {ağız} Ani h a stalığ a yakalan m ak. [DS] çer5, [çer] {ağız} is. Küçük zehirli böcek. [DS] çer6, [Yun. tzirin / Erme, çi’r / Güre, çiri] {ağız} is. Kayısı kurusu. [DS] çer7, [Ar. şerr] {ağız} sf. Yaramaz. [DS] ç e ra 1, [Far. çeriden (otlam ak) > çerâ l_^-] (ç er a :) {OsT} is. 1. Otlama. 2. Otlak. S çerâ-câ, {OsT} Ot la k ; ça y ır.|| çerâ-cfl, {OsT} H ayvan otlatılan y e r ; m era ; otlak. || çerâ-çeşm , {OsT} S eçkin ; güzide. || çerâ-gâh, {OsT} H ayvan otlatılan y e r ; çayır; otla k .|| çerâ-ger, {OsT} O tlayan.|| çerâ-h âr, {OsT} O tla beslen en hayvan ; o t obur. || çerâ-h ür, {OsT} O tla beslen en hayvan ; ot o b u r.|| çerâ-zâr, {OsT} Ç ayır; otlak. çera2, [? çera] {ağız} is. Evlerde, üzerine mertek konulmak için bırakılan ağaçlar. [DS] çerag, [Far. çerâğ
/ çerâle / çırak] {eAT} is. Çe-
rağ. çe ra ğ 1, [Far. çerâğ £_!>>-/ çırağ] {OsT} is. 1. Yağ kan dilinin fitili. 2. İçine yağ konulup yakılan bir tür fitilli lamba; kandil; çıra. 3. m ecaz. Parlayan, ya nan, ışık veren şey. 4. Çırak. 5. Bektaşi dergâhla rında, yeni gelen derviş için tören düzenlenen ma kam. S çerâğ-bere, {OsT} S o k a k fe n e r i; şam dan . || çerâğ-çeşm , 1. G öz nuru; g ö z aydınlığı. 2. Evlat. || çerağ deliği, E ski b in a la r d a kan dil k oy m ak için d u vara a çıla n oyuk.|| çerağ gülbankı, D erg â h la rd a mıım y akılırken okunan gülbank. || çerâğ-hâre, {OsT} D um an yutan; k an d il deliğ in den yu karı çıkan b a ca . ||çerâğ-ı has, E skiden, büyük d ev let a d am ları tarafın dan kayrılan dev let m em urlarına verilen a d .|| çerâğ-ı çeşm, {OsT} G öz nuru; evlat.|| çerağı dinlendirmek, Mumu, ışığı söndürmek.\\ çerâğ-ı has, {OsT} İm p arato rlu k dön em in de ileri g elen dev let a d am ları tarafın dan korunan, kayrılan kimse.\\ çerâğ-ı mugân, {OsT} K ırm ızı şa r a p .|| çerâğ-ı se her, {OsT} S a b a h yıldızı.\\ çerâğ-ı sipihr, {OsT} Ay, gün eş ve yıldızlar.\\ çerağı yanm ak, K a y b o lm a m ak; ünü devam etmek.\\ çerâğ-küş, {OsT} S ır s a k layan]] çerâğ olmak, 1. (C ariy e için) ev b a r k veri lip ev len d irilerek sa ra y d an çıkarılm ak. 2. R esm î
ÛIÜMMESüM.
ÇER d a ir e le r d e m aaşlı işe geçm ek. 3. E m ekli edilmek.\\ çerâğ-p â, {OsT} Şam dan ; s o k a k fe n e r i.|| çerâğperhîz, {OsT} F e n e r fan u su . || çerâğ-vâre, {OsT} Kandil.\\ çerağ uyandırm ak, D erg â h la rd a ışığı, mumu yakm ak.
is. 1. Resim, ayna gibi şeyleri bir yere
çerağcı, [çerağ-cı] is. Tekkelerde mumları yakmakla görevli derviş,
asabilmek veya korumak için etrafına geçirilmiş kenarlık. 2. Gözlük camım gözlerin önünde tutmak için yapılmış metal veya plastik kısım. 3. Bir yazı nın veya resmin çevresine çizilen dörtgen şeklin deki ' çizgi. 4. Kasnak. 5. m ecaz. Bir konuyu, bir anlaşmayı ya da ortamı sınırlayan şey. 6. Petekleri taşımak için arı kovanına konulan dörtgen araç. 7. Kapı ve pencerenin yarleştirildiği dış kısım. 8. Te levizyon görüntülemesinde düşey süpürme sırasın da taranan yatay satırların bütünü. 9. Kuramların işleyişinde genel uygulama sınırları. S çerçeve anlaşm a, S on radan y a p ıla c a k ayrıntılı an laşm aya ö rn eklik e d e c e k g e n e l hüküm ler taşıyan ta sla k a n laşm a.
çerağcıyan, [Far. çerâğ + T. -cı + Ar. -ân] is. Kandil yakma görevlileri.
çerçeveci, [çerçeve-ci] is. Çerçeve yapan, satan ya da resimlere, tablolara çerçeve takan kimse,
Çerakise, [Çerkeş > (Ar. ç o k lu k ku ralın a g ö re) çerâ-
çerçevecilik, -ği [çerçeve-ci-lik] is. Çerçeve yapma veya satma işi.
çerağ2, [Far. çerâğ j-Jj»-] (ç er a :ğ ) {OsT} is. 1. Otlama. 2. Otlak. çerağan, [Far. çerâğân
/ çırağan] {OsT} is. 1.
Kandillerle etrafı aydınlatma; donanma. 2. Yağa bulanmış fitil. 3. Eskiden, suçlunun vücudunda, başında açılan yaralara fitil sokularak uçlarından tutuşturmak suretiyle yapılan bir işkence türü,
kise / çerâkese i~S\_/>■] {OsT} is. 1. Çerkesler. 2. Mı sır’da hakimiyet kuran Çerkez asıllı kölemenler, çeram , [Far. çerâm j»l>>-] (çera. m) {OsT} is. Otlak. çeram in, [Far. çerâmîn
>~] (çera:m i:n ) {OsT/ is.
Otlak. çerb , [Far. çerbden (yağlı olm ak) > çerb v ’./r] {OsT} sf. 1. Yağlı; semiz; besili. 2. Uygun; elverişli. 3. Fazla; üstün. 4. Daha becerikli. S çerb -âhü r, {OsT} 1. Y iyeceği b o l olan ahır. 2. (K işi için) ra h a t ve bollu k için d e yaşayan.\\ çerb-dest, {OsT} 1. E li h e r işe yatkın olan. 2. A kıllı; san atkâr. || çerb-gıl, {OsT} 1. H oş soh bet. 2. Yaltakçı. 3. Hilekâr.\\ çerbgüftâr, {OsT} 1. H oş soh bet. 2. Yaltakçı. 3. H ilek â r .|| çerb-pehlfl, {OsT} 1. Sem iz; yağlı. 2. Ç evre sin e y a ra rlı kim se.|| çerb ü huşk, {OsT} 1. Sem iz ve zayıf. 2. Varlıklı ve yoksul.\\ çerb-zebân, {OsT} 1. H oş so h b e t; tatlı dilli. 2. Yaltakçı. 3. H ilekâr. çerbe, [Far. çerbiden (yağlı o lm a k)> çerbe <■>>-] {OsT} sf. 1. Yağ. 2. Yağlı kâğıt, çerbi, [Far. çerbiden (yağlı olm ak) > çerbı
(çer-
b i;) {OsT} sf. 1. Yağlılık; semizlik. 2. Tatlı dillilik; yumuşaklık. çerbiş, [Far. çerviş / çerblş
{eAT} {OsT} is. 1.
İç yağı. 2. Yağlılık. çe rc e 1, [ser-çe > çer-çe] {ağız} is. Serçe. [DS] çerçe2, [çer-çe ?] {ağız} is. Kare. [DS] çerçef, [Far. çâder-şeb => çarşaf > çerçef] {ağız} is. Çarşaf. [DS] çerçeki, [çer-çek-i] {ağız} is. Çekirge. [DS] çerçelli, [Yun. kerkelli] {ağız} is. Bir tür hamur tatlı sı. [DS] çerçene, [çer+çene] {ağız} is. İtiraz, f? çerçene et m ek, {ağız} K a rşı du rm ak; k arşı söylem ek. [DS] çerçeve, [Far. çâr (dört) + çübe (çubuk) > çârçübe
çerçeveleme, [çerçeve-le-me] is. 1. Çerçeve takma veya bir çerçeve içine alma eylemi, l . f o t . Görüntü lenecek nesneyi kameranın veya makinenin vizör sınırları içine almak işi. çerçevelemek, [çerçeve-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)y o r ] 1. Bir nesneye çerçeve geçirmek ya da bir resmi ve yazıyı çerçeve içine almak. 2. fo t. Görün tüsü alınacak bir nesneyi makinenin vizör sınırları içine almak. çerçevelenm e, [çerçeve-le-n-me] is. 1. Çerçeve içine alınma işi. 2. Çerçeve geçirilmek durumu. 3. Çer çeve sahibi olma durumu. çerçevelenm ek1, [çerçeve-le-n-mek] ed il f . [-ir ] 1. Çerçeve içine alınmak. 2. Çerçeve geçirilmek. çerçevelenmek2, [çerçeve-le-n-mek] dönşl. f . [-ir] Çerçeve sahibi olmak, çerçeveletme, [çerçeve-le-t-me] is. 1. Çerçeve içine aldırmak işi. 2. Çerçeve geçirtmek işi. çerçeveletm ek, [çerçeve-le-t-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Çerçeve içine aldırmak. 2. Çerçeve geçirtmek, çerçeveleyici, [çerçeve-le-y-ici] is. sin. Film çekimi sırasında görüntü yönetmeni veya onun yardımcısı; kameraman. çerçeveli, [çerçeve-li] sf. Çerçeve geçirilmiş veya çerçeve içine alınmış olan, çerçevesiz, [çerçeve-siz] sf. Çerçeve geçirilmemiş veya çerçeve içine alınmamış olan, çerçi, [eT. çert (kü çü k p a r ç a , kırıntı) > çert-çi > çerçi] is. 1. Köy köy dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan, çoğu zaman da bunları köylünün ürünleri ile değişmek suretiyle alış veriş yapan es naf. {eAT} (aynı) [YE] 2. {ağız} Tuhafiyeci. [DS] çerçibe, [Far. çâr-çübe] {ağız} is. Çerçeve. [DS] çerçici, [çerçi-ci] is. Çerçi, çerçife, [Far. çâr-çübe] {ağız} is. Çerçeve. [DS]
Ö İ K İ I İ 1 ® M .937
ÇER
çerçilik, -ği [çerçi-lik] is. Çerçinin yaptığı iş. çerçive, [Far. çâr-çübe] (ağız} is. Çıtalı uçurtma.[DS] çerde, [Far. çerde < o {ağız} sf. Koyu renk; esmer; yağız. [DS] çerdek, -ği [çekir-dek > çer-dek] (ç e:rd e k ) {ağız} is. Çekirdek. [DS] çerdeyh, [çekirdek > çerdeyh] {ağız} is. Çekirdek. [DS] çerek 1, -ği [? çerek] {ağız} is. Çatılarda kullanılan ağaç. [DS] çerek ', -ği [çeyrek] {ağız} is. 1. Yarım taslık, buğday ölçüsü. 2. Beş kuruş. 3. Çeyrek. 4. Dibi dar, ağzı geniş, içi sırlı toprak kap. [DS] çerekçi, [çerek-çi
j=r] {eA l} is. Halk kalabalığı,
çerek e', [? çereke] {ağız} is. Genç kız. [DS] çereke2, [? çereke] (ağız} is. İnce ve renkli yün ipliği ile işlenen bir tür kumaş. [DS] çerekeJ, [? çereke] {ağız} is. Tespih. [DS] çerelm ek1, [çel-er-mek > çerel-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] Kızgınlıktan gözlerini fazla açıp bakmak. [DS] çerelmek2, [çel-er-mek > çerel-mek] {ağız} gçsz. fi. [ir] (Hayvan için) öldürücü ot yiyerek ölmek. [DS] çereltmek, [çeler-t-mek > çerelt-mek] {ağız} gçl. f i [ir] Kızgınlıktan gözlerini fazla açıp bakmak. [DS] çerem etçi, [çeremet-çi] {ağız} sf. Aceleci. [DS] çerem onya, [İt. ceremonia] {OsT} is. Tören; mera sim; seremoni, çerem ük, -ğü [çere-mük] {ağız} is. Erik. [DS] çeren, [Far. çeren] is. Biçilmiş ot yığını, çerende, [Far. çeriden (otlam ak) > çerende o-Uyr] {OsT} sf. 1. Otlayıcı; ot yiyen; otçul. 2. is. Ot yiyen hayvanlar. çerep 1, [Ar. cürab => çerep] {ağız} is. Çorap. [DS] çerep2, [Bul. çerapna] {ağız} is. Küçük toprak kap. [DS] çerepene, [Bul. çerepna] {ağız} is. - * çerepne. [DS] çerepne, [Bul. çerepna] is. {ağız} is. Ekmek pişirmek için yapılmış toprak sac. [DS] çererişm ek, [çer-er-iş-mek
{OsT} işteş, f . [-
ür] Parıldaşmak. çererm ek, [eT. çer-le-n-mek > çer-er-mek / çel-ermek ^ j > ? ] {etİT} gçsz. f i [ - i ı] (Göz için) korkudan açılıp parlamak. S çererü bakm ak, {eAT} G özle rini f a z l a c a a ç ıp bakm ak. çeres, [Far. çeres
{OsT} is. 1. Hapishane; zin
dan. 2. İşkence. 3. Üzüm ezilen tekne. 4. Otlak. 5. Dilencilerin dilenerek biriktirdikleri şey. 6. Çerez. S çeres-dân, {OsT} Yoksul torbası. çereslenmek, [ceres-le-n-mek ıiU-ü ^ y ] {eAT} gçl. f i [ - i ı] Çerez yemek, çereşme, [Slav, çereslo => çereşme / çireşne] {ağız}
is. 1. Pulluk bıçağı. 2. Saban demirinin önüne ko nan uzun demir. [DS] çereşne, [Slav, çereslo => çereşne] {ağız} is. Pulluk bıçağı. [DS] çerez, [Yun. kseros (kuru) / Far. çeres (sad aka)] is. 1. Yemeklerden önce yenen ve asıl yemekten sayıl mayan zeytin peynir gibi yiyecekler. 2. Leblebi, fındık, fıstık, ayçiçeği gibi kuru yiyecekler; kuru yemiş. S çerez parası, {ağız} fo lk . D üğünde ç a lg ı c ıla r a verilen bahşiş. [DS] çerezci, [çerez-ci] is. Çerez satan kişi veya kuru ye miş dükkânı. çerezcilik, -ği [çerez-ci-lik] is. Kuru yemiş hazırlama ve satma işi. çerezlenme, [çerez-le-n-me] is. Biraz yararlanma ey lemi. çerezlenmek, [çerez-le-n-mek] dönşl. f . 1. Kuru ye miş cinsinden bir şeyler yemek. 2. m ecaz. Bir şey den biraz yararlanmak, çerezlik, -ği [çereç-lilc] is. 1. Çerez olabilecek şeyler. 2. m ecaz. Ucundan kıyısından yararlanılabilecek şey. çerge1, [Yun. tserga / Lat. serica > Bul. çerga / Far. hargâh (çadır) <6"y ] is. 1. Kilim; yün örtü, {ağız} (avm) [DS] 2. Küçük çadır. {eAT} {OsT} (aynı) [YE] 3. Çingene çadırı. 4. Derme çatma kulübe. 5. gnşl. Çadırda yaşayanlar; çingeneler. 6. İmparatorluk döneminden padişah için kurulan bir tür tören çadı rı. 7. sf. Göçebe. [DS] ö çerge çerisi, Çingene. || çerge-i seyis, {OsT} E skiden seyislerin ku llan d ıkla rı ça d ır la ra verilen ad.\\ çerge kabadayısı, K a b a day ılık taslayan çingene.\\ çerge-nîşîn, {OsT} K ö y ve k a s a b a d a yerleşm iş olm ayıp g ö ç e b e y a şa y a n la ra verilen ad. çerge2, [Far. çerge *5y ] {ağız} is. Sürek avı. çergeci, [çerge-ci / çergi-ci] is. 1. Pazarlarda sergi açan gezginci esnaf. 2. Seferde padişahın çadırını kurmak ve beklemekle görevli kişi. 3. Yeniçeri or talarından yedincisi. çergel, [Far. çevgân => çergel] {ağız} is. Bir tarafı öküzleri sürmek, diğer tarafı saman temizlemek için yapılan araç. [DS] çergelenmek,
[çerge-le-n-mek
& y?]
{OsT}
dönşl. f i [-ü r] (İnsan ya da hayvan için) bir yerde halka yaparak toplanmak, çergen, [çergen / çerken] {ağız} is. Uçurtma. [DS] çergeşmek, [çer-(i)g-eş-mek] {eT} işteş, fi. [-ü r] (Or du için) savaş safı tutmak, çergi, [Yun. tserga / Lat. serica > Bul. çerga / Far. hargâh (çadır)] {ağız} is. 1. Kilim; bir tür dokuma. 2. Göçebe çadırı; tente. [DS] çergo, [? çergo] {ağız} is. Araba ve pulluğa koşulan iki çift öküz veya manda. [DS]
ÇER
ö IÜ M IÜ T O M .9 3 8
çergöz, [çer+göz] {ağız} is. Şaşı göz. [DS] çergüçi, [çergü-çı] (çerg ü çi:) {eT} is. Kurtarıcı. [KB] çergülemek, [çergü-le-mek] (çerg ü le:m ek) {eTj gçl. f M Kurtarmak. [KB]
çerkel, [Yun. tzakelin] {ağız} is. Övendirenin ucunda bulunan sıyırgı. [DS]
çerh, [Far. çerh j-y ] { OsT } is. -*■ çarh.
çerkelli, [Yun. tzakelin > çekel > çerkel-li] {ağız} is. -* çerkel. [DS]
çerhenıek, [çerhe-mek ?] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-h (i)y o r ] Ölmek. [DS] çeri, [eT. çerig > çeri ^ y ] is. 1. Asker. {eAT} {OsT} (aynı) 2. {eAT} {OsT} Savaş. 3. Bir sürü halk, fi1 çeri ard ı, {eAT} A rtçı; diimdar.\\ çeri başı, -*• çeribaşı.|| çeri başılık, Ç eribaşım n işi ve g ö rev i.|| çeri baş lam ak, {eAT} { OsT} A skerin kum andasını e le a l m a k ; a s k e r e kom uta etmek.\\ çeri beği, {eAT} K o m utan; se r a s k e r .|| çeri bindirmek, {eAT} {OsT} A s k e r g ö n d erm ek .|| çeri çekmek, {eAT} {OsT} A sker g etirm ek ; a sk er se v k etm ek .|| çeri dirmek, {eAT} A s k e r toplamak.\\ çeri düzmek, {eAT} A sker top la m a k ; a s k e r ted a rik etm ek. || çerinin yüzün dön dürm ek, {eAT} A skeri hezim ete uğratmak.\\ çeri önü, {OsT} A skerin ö n d e g id en i: öncü.\\ çeri sal m ak, {eAT} A sker sev k etm ek.|| çeri sınıkmak, {eAT} A sker bozulmak.\\ çeri sınmak, {eAT} {OsT} A s k e r kırılm ak, bozulmak.\\ çeri sürücü, {eAT} {OsT} A sker şevki ile g ö rev li kim se. || çeri tartm ak, {eAT} A sker toplayıp g ötü rm ek; a s k e r yollamak.\\ çeri yasam ak, {eAT} A sker tertiplem ek.|| çeri ya rağı, {OsT} S ilâh ; c ep h a n e .|| çeriyi bağlam ak, {eAT} A skeri durdurmak. çeribaşı, -yı, -nı [çeri+baş-ı] {eAT} {OsT} is. 1. Asker başı; komutan; başbuğ. 2. tar. imparatorluk döne minde tımarlı sipahilerin komutanı. 3. Çingene top luluklarına başkanlık eden kimse, çeribaşılık, -ğı [çeri+baş-ı-lık] is. Çeribaşımn işi ve görevi. çerig, [çerig] {eT} is. Asker; ordu; asker dizisi. [DLT] [ETY] [KB] çerik 1, [çerik] {eT} is. 1. Her şeyin karşısı. 2. Her şeyin vakti; sırası. [DLT] çerik2, -ği [Far. çâr-yek] {ağız} is. Bir tahıl ölçüsü. [DS] çerik3, -ği [çer-ik] {ağız} is. Çemensiz pastırma. [DS] çerik4, -ği [çer-ik] {ağız} is. Baş çatkısı. [DS] çerik5, -ği [Far. çâr-yek => çerik] {ağız} is. 1. Parça. 2. Yarım. 3. On santimetre kalınlığında çeşitli en ve boyda bulunan tahta. [DS] S1 çerik çürük, {ağız} B ö lü k ; p a r ç a . [DS] çerikçi, [eT. çerig > çerik-çi] {eAT} is. Asker, çeriklemek, [çirk-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r ] [-l(i)-y o r] çirklemek. [DS] çerilemek, [çeri-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-l(i)-y o r] Karşı gelmek; yüze gelmek. [DS] çeripene, [Bul. çerepna] {ağız} is. -*• çerepne. [DS] çerke, [Yun. tserga / Lat. serica > Bul. çerga / Far. hargâh (çadır) kilim. [DS]
y ]
{ağız} is. Bir çeşit dokuma;
çerkelez, [çekel-ez > çerkel-ez] {ağız} is. Sincap. [DS]
çerkemek, [çerk-e-mek] {ağız} is. Taze yemişleri toplamak için kullanılan ucu çengelli değnek. [DS] çerken, [çerk-en] {ağız} is. Uçurtma. [DS] çerkene, [Far. çirk => çerk-en-e] {ağız} is. Evlerde pis suların akması için açılan çukur. [DS] çerkenez, [çerk-en-ez] {ağız} is. Güvercin büyüklü ğünde, sarı renkli bir kuş. [DS] Çerkeş, [Kerket / Çerkeş] is. -*■ Çerkez, çerkes, [? çerkes] {ağız} is. Kadınların giydikleri uzun elbise. [DS] çerkeşm ek, [eT. çerig > çer-(i)lc-eş-mek] {eT} işteş, f . [-iir] Saf hâline gelmek; sıralanmak; dizilmek; dü zelmek. [DLT] Çerkez, [Kerket > Çerkez] is. 1. Kuzey Kafkasya’da yaşayan yerli halklardan bir boydan olan kişi. 2. sf. Bu halk ile ilgili, 0 Çerkez biberi, mutf. Ç erkez y em ek lerin d e b o l b o l kullanılan küçü k f a k a t a c ı bir b ib e r türü ve bıı b ib erd en y a p ılm a so.y.|| Çerkez eyeri, O rtasından boğulm uş b ir y astığ ı an d ırır b ir tür eyer.\\ Çerkez tavuğu, m u tf H aşlan m ış tavuk eti üzerin e ceviz, ek m ek içi, kavrulm uş soğ an , kiş niş, sa rım sa k ve a cı b ib e r ile hazırlan m ış ö z e l so s d ö k ü lerek y a p ıla n b ir yemek.\\ Çerkez peyniri, mutf. D il p ey n irin e ben z er tuzsuz ve y a ğ sız b ir p e y nir. çerkez, [? çerkez] {ağız} is. Kadınların giydikleri uzun elbise. [DS] ö çerkez kuşu, {ağız} Uçurtma. [DS] çerkinez, [çerk-in-ez] {ağız} is. -*■ çerkenez. [DS] çerlem ek1, [çer-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. (Hayvan için) zehirli ot yiyerek ölmek. 2. (Hay van için) ansızın ölmek. [DS] çerlem ek2, [çer-ye-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Usanmak. 2. Bakmak. [DS] çerlenmek, [çer-le-n-mek] {eT} d ö n şl.f. [-iir] 1. Has talanmak; ağırlaşmak. 2. (Vücut için) ağırlaşmak. [DLT] 3. {ağız} (Hayvan için) zehirli ot yiyerek öl mek. [DS] çerletm ek, [çer-le-t-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Bozmak; ağrıtmak; ağırlık vermek. [DLT] çerlig, [çer-lig] {eT} sf. (Göz için) gece körlüğü olan, çerlik, [çer-lik] {eT} is. 1. Karşı. [DLT] 2. Vakit. [DLT] çerm , [Far. çerm fy ] {OsT} is. İnsan ve hayvan de risi. 0 çerm -şîr, {OsT} K am çı. çerm e1, [Far. çerme (beygir) u y ] {OsT} is. Huysuz luğu ile tanınan bir at türü. çerm e2, [Erme, çerm => çerme] {ağız} is. 1. Çay ke
I H
İ I M
î
SûM . 9 3 9
ç es
narlarında sulu ve yeşil yer. 2. Akarsuların toprak tan çıkan su sızıntısı; kaynak; memba. 3. Çeşme. 4. Sıcak su kaynağı; kaplıca. [DS] çerm e3, [? çerme] {ağızj is. Saçta yapılan yufka ek meğin kalını. [DS] çerm ek, [çer-mek] {ağız} gçsz. f i [ - e r ] İyileşmek. [DS] çermelemek, [eT. çerme-mek > çerme-le-mek] (ağız) gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Örtünün kenarlarını bir araya toplamak. 2. Başörtüsünü bağlamak. [DS] çermelm ek, [çerme-l-mek] {eT} edil. f i [-ü r ] Bir şe yin ucu kıvrılmak; bükülmek. [DLT] çerm em ek, [çerme-mek
y \ {eT} gçl. fi. [- r ] 1.
Bükmek; burmak; yılan gibi kıvırmak. 2. {eAT'} Çemrenmek. çerm enm ek, [eT. çerme-mek > çem e-n-m ek/ çemren-melc
y>-] {eAT} d ö n ş l.f. [-ü r ] - * çemrenmek.
çermeşmek, [çerme-ş-mek] {eT} işteş, fi. [-iir] Bük mekte yardımlaşmak; birlikte bükmek. [DLT]
fi
çerm etm ek, [çerme-t-mek] {eT} gçl. 1. Bir şey fitil gibi bükülmek. 2. Ördürülmek. [DLT] çerm ik, -ği [Erme, çermug / cermuk] {ağız} is. Sıcak su kaynağı; ılıca; kaplıca. [DS] çerminebaz, [Far. çermln (deriden yapılm ış) > çermîne-bâz] (çerm i.n eb a.z ) {OsT} sf. (Kadın için) yapay erkeklik organı ile cinsel tatmine ulaşan, çerm ük, -ğü [Erme, çermug] {ağız} is. -*■ çermik. [DS] çerne, [Far. çerme çapraş-ık] {ağız} sf. Karışık; dolaşık. [DS] çerpeşük, -ğü [çapraş-ık > çerpeş-tik] {ağız} sf. Karı şık; bozuk. [DS] çerpez, [Far. çep ü rast => çapraz / pervâz ?] {ağız} is. Pencereyi tutan dış çengel. [DS] çerpi, [? çerpi] {ağız} is. Baş örtüsü. [DS] çerpinti, [çerp-in-ti] {ağız} is. Dalgaların kayalarda parçalanmasından soma meydana gelen su serpinti si damlaları. [DS]
çerpm ek, [çerp-mek] {ağız} gçsz. f . [ - e r ] Etrafa ya yılmak; serpilmek; sıçramak. [DS] çerptirm ek, [çerp-tir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Yaydır mak; sıçratmak. [DS] çerşefe, [Far. çâr-çübe] {ağız} is. Çerçeve. [DS] çerşi, [çerçi > çerşi] {ağız} is. Çerçi, S1 çerşi karısı, {ağız} K öy leri d o la ş a r a k e lb is elik satan kadın. [DS] çert, [çertOj^-] {eT} {eAT} is. Küçük parça; kırıntı. S çert aleti, {eAT} Ç erçi eşy ası; çerçiy e g er ek li olan şey. çertevül, [çert-e-gü-1 > çertevül] {ağız} sf. Geçimsiz; uysal olmayan. [DS] çertik 1, -ği [çert-ik] {ağız} is. Düz bir yüzeye açılmış pürüz veya çentik. [DS] çertik2, -ği [çert-ik / çört-ük] {ağız} is. Yabani armut; ahlat. [DS]
fi
çertilmek, [çert-ilmek] {eT} edil, 1. Yok edilmek. 2. Ortadan yok olmak; kaybolmak; 3. Ölmek; 4. Uzaklaşmak. 5. Elden çıkmak, çertm e, [Bul. çerepna] {ağız} is. -*■ çerepne. [DS] çertm ek, [çert (yans.) > çert-mek] gçl. fi. [- e r ] 1. {eT} Kesme, koparma vb. sırasında “ca rt" diye ses çı kartmak. 2. {ağız} Yontmak. [DS] 3. {ağız} (Üfürük çüler için) hastanın ağrıyan yerini bıçakla kesiyor muş gibi hafif hafif vurmak. [DS] çertük, -ğü [çert-ülc] {ağız} is. Yaban armudu; ahlat. [DS] çerü, [eT. çerig > çeri / çerü ^y?] {eAT} is. -*■ çeri. çerük, -ğü [çer-ü-k] {ağız} sf. Ezik; çürük. S çerük çürük, {ağız} 1. O lgunlaşm am ış, ezilm iş vey a çü rümüş meyve. 2. K ırık dökü k eşya. [DS] çerviş, [Far. çerbîş / çerviş
(çervi:ş)
{OsT} is. 1. Eritilmiş hayvani yağ; iç yağı. {eAT} (aynı) 2 {eAT} Yağlı et suyu. 3. Yemeğin yağlı ve sulu bölümü. 4. Un kavurarak yapılan bir tür ye mek.
.
çerzelenmek, [çerze-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [ -ir ] Kahvaltı yapmak. [DS] çesban, [Far. çesbıden (yapışm ak) > çesbân OL—^-] (çesb a :n ) {OsT} sf. 1. Yapışkan; yapışık olan. 2. m ecaz. Uygun; layık, çesçevre, [çe(s)+çe/vre] pekşt. sf. Bütünüyle çevresi: çepçevre çespan, [Far. çesbıden (yapışm ak) > çespân û ^ - t ] (çesp a:n ) {OsT} sf. - * çesban. çespide, [Far, çespîde °-ı^~r] (çesp i:d e) {OsT} sf. -*■ çesban. -çeş, [Far. çeşlden (tatm ak) > -çeş
-] {OsT} son
ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelerden “tadan, tadın a bakan , ta tlı” anlamında sıfatlar yapan son ek.
ÇEŞ çeş1, [çeş / çaş] feT} is. Peraze; firuze; türkuaz. [DLT] çeş2, [Far. çeşiden (tatm ak) > çeş] sf. Tadına bakan; deneyen, sınayan. çeş3, [çeş] {ağızj is. Yan taraf. [DS] çeş4, [çeç > çeş] {ağız} is. Savrularak samanından ay rılmış tahıl yığını. [DS] S çeş çıkarm ak, {ağız} H arm an da dövülm üş tahılı savurm ak. [DS] çeşan1, [Far. Kaşan (^e«^>kâşan>çeşan jtis -] {OsT} is. Makaslı ya da taraklı peştamal adıyla bilmen pa muk ipliğinden veya pamuk ipek karışımından bez ayağı örgüyle dokunan bir tür kumaş. çeşan2, [Far. çeşân oliş-] (çeşa.n ) {OsT} is. Gürz; to puz. çeşana, [Far. şeş-hâne -uU^-i] {ağız} is. 1. içi yivsiz tüfek namlusu. 2. Uzun namlulu eski tip tüfek. 3. Kurşundan yapılmış yuvarlak ok. [DS] çeşber, [Far. şeşper => çeşber] {ağız} is. Ucu topuzlu çoban değneği; baston. [DS] çeşde, [Far. şeştâ Ui-i] is. müz. -*• çeşte. çeşdelmek, [çeş-de-l-mek ?] {ağız} dönşl. f i [-ir ] Kendini beğenmek; gururlanmak. [DS] çeşdiman, [Far. deşt-bân] {ağız} is. Köy bekçisi. [DS] çeşdira, [çeş-tir+ağa] {ağız} sf. 1. (Kişi için) gereksiz yere çok dolaşan. 2. Sözünü sakınmayan. [DS] çeşende, [Far. çeşîden (tatm ak) > çeşende o.u^>-] {OsT} sf. Tadına bakan; tadan, çeşetmek, [çeç+et-mek > çeş+et-mek] {ağız} gçl. f . [e r ] Kabuğundan ayırmak. [DS] çeşide, [Far. çeşîden (tatm ak) > çeşide » J-i> ] (ç eş i:d e) {OsT} sf. 1. Tadına bakılmış; tadılmış. 2. Tat mış. çeşit, -di [Far. çeşiden (tatm ak) > çeşid ?] is. 1. Aynı cinsten varlıklar arasında yer almakla birlikte bazı özellikleri dolayısıyla onlardan ayrılan ve kendi içlerinde bir bütünlük oluşturan nesneler topluluğu. 2. Canlıların sınıflandırılmasında aynı özellikleri taşıyan bireylerden meydana gelmiş ve türün altın da yer alan bir sınıflandırma basamağı. 3. iki ayrı nesne veya durum arasındaki yakınlık; benzerlik. 4. {ağız} Kilim vb. dokumakta kullanılan renkli iplik. [DS] 5. sf. (Aynı cins varlıklar için) aralarında aykı rılık taşıyan; değişik. S çeşit çeşit, Ç ok d eğ işik ö z ellik leri o la n n esn eleri ve durum ları b ir a ra d a bulunduran; türlü türlü. || çeşit çüşüt, H er türlü; ç eş it çeşit. \\çeşit pazarı, B it pazarı. çeşitkenar, [çeşit+kenar] is. mat. (Çokgen için) hiç bir kenarı birbirine eşit olmayan çokgen. S1 çeşit kenar üçgen, mat. K en a rla rı b irb irin e eşit o lm a y an üçgen. çeşitleme, [çeşit-le-me] is. 1. Bir şeyin çeşidini ço ğaltma eylemi. 2. Bir müzik parçasının ikinci de recedeki unsurlarım değiştirerek meydana getirilen
ö K IH ü K m ü li. yeni beste. 3. Yazmacılıkta zemin üzerine diğer renkleri basma işi. çeşitlemek, [çeşit-le-mek] gçl. f. [- r ] /-lti)-y o ı] 1. Bir şeyin çeşidini artırmak, çoğaltmak. 2. müz. De ğişik yöntemler kullanarak bilinen ve tanınan bir müziğin ikinci derecedeki unsurlarını değiştirerek yeni bir biçime sokmak, çeşitlendirme, [çeşit-le-n-dir-me] is. 1. Çeşit sayısını artırma eylemi. 2. Bir işletmenin hitap ettiği piya saları genişletmek amacıyla belirlediği yeni strateji, çeşitlendirmek, [çeşit-le-n-dir-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Çeşit sayısını arttırmak. 2. Çeşitlilik kazandırmak, çeşitlenme, [çeşit-le-n-me] is. Çeşidi çok duruma gelme eylem. çeşitlenmek, [çeşit-le-n-mek] dönşl. f . [-ir] 1. Çeşit sayısı artmak. 2. Çeşidi çoğalmak, çeşitli, [çeşit-li] sf. Çeşidi çok olan; türlü; pek çok. çeşitlilik, -ği [çeşit-li-lik] is. 1. Çeşitli ve değişik ol ma durumu. 2. Çeşidi olan şeyin niteliği. 3. Bir eko sistemin tür sayısına ve türlerinin çokluğuna dayalı özelliği. çeşkel, [? çeşkel / çaşhal] {eT} is. Çanak; çömlek. [DLT] çeşlem ek', [çeş-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Hedefe nişan almak. 2. İsabet ettirmek. [DS] çeşlemek2, [çeç-le-mek] {ağız} gçl. f . [ -r ] [-l(i)-y o r] Harmanda tahılı samandan ayırmak; harman sa vurmak; tahılı çeç yapmak. [DS] çeşm, [Far. çeşm |*-i>-] {OsT} is. 1. Göz. 2. d m . Es kiden yelkenli gemilerin tamir ve imali sırasında kullanılan ve sürme denilen kalasların konulduğu bölmeli yerler, t? çeşm -arü, {OsT} N azar boncuğu; m uska.|| çeşm -âşina, {OsT} Tanıdık.|| çeşm-âşnâyî, {OsT} T anıdıktık; tanış o lm a ; g öz aşin a lığ ı.|| çeşmâvîz, {OsT} 1. At gözlüğü. 2. P e ç e .|| çeşm -bâz, {OsT} 1. G öz oynatan. 2. Yalvaran.\\ çeşm-bend, {OsT} 1. G özbağ cı. 2. Büyücü.|| çeşm-bendek, {OsT} G özleri b a ğ la n a ra k oynanan b ir ç o cu k oyu nu; k ö r e b e .|| çeşm-beste, {OsT} Gözü ba ğ lı.|| çeşmbüs, {OsT} G öz ö p en .|| çeşm-büsî, {OsT} G öz öpm e.|| çeşm -çerağ, {OsT} 1. G öz nuru; evlat. 2. Seçkin. || çeşm -dân, {OsT} G öz evi.|| çeşm -dâr, {OsT} G özleyen ; bekley en .|| çeşm -dâşt, {OsT} Ümit etm e; b e k lem e.|| çeşm -derîde, {OsT} Utanmaz; yüzsüz.|| çeşm -düz, {OsT} B ir şe y e g ö z dikm iş o la n .|| çeşmefsâ, {OsT} N azar d eğ m esin i ö n lem ek am acıy la oku nan efsun.\\ çeşm-efsây, {OsT} -*■ çeşm-efsa.|| çeşm-gûşâ, {OsT} G öz a ç a n ; d ikk atle b a k a n .|| çeşm -hâne, {OsT} anat. G özevi; g öz yuvasa.\\ çeşm -hurde, {OsT} N az ar değmiş.\\ çeşm-i âhü, {OsT} C eylân gözlü. ||çeşm-i bed, {OsT} K ötii g ö z .|| çeşm -i bed-dflr, {OsT} "K ötü n a z ar d eğ m esin " an lam ın da kullanılan b ir dua. ||çeşm -i bî-âb, {OsT} U tançsız; utanm az; sıkılmaz.\\ çeşm-i câdü, {OsT} Büyüleyen g ö z .|| çeşm -i derîde, {OsT} E d ep siz ; h a
0IMIMÎ5ÖM.941
çeş
y âsız.|| çeşm-i dttmbâle-dâr, {OsT} B oy a ile kuyruk çekilm iş göz. || çeşm -i fettan, jOsTj B üyüleyici ve çek ic i g ö z .|| çeşm -i firengî, {OsT} G özlük.|| çeşm-i gâv, {OsT} bot. İri p a p a ty a ; öküzgözü; sığırgözü ; m astı ç iç eğ i; arnika, (A rnica montana).\\ çeşm-i gazal, {OsT} 1. C eylân gözü. 2. m ecaz. Ç o k g ü zel g ö z .|| çeşm-i gazOb, {OsT} K ızgın b a k ış.|| çeşm-i giryân, {OsT} A ğlayan g ö z .|| çeşm -i hâb-alûde, {OsT} Uykulu g ö z ; m ahm ur göz. || çeşm-i habîde, {OsT} Uykulu g ö z .|| çeşm-i horos, {OsT} 1. H oroz gözü. 2. Kırm ızı şarap.\\ çeşm -i hoşnigâh, {OsT} G üzel bakışlı g öz.|| çeşm-i hün-feşân, {OsT} K an dökü cü g ö z ; ç o k g a d d a r ba k ışlı g öz.|| çeşm-i hun h ar, {OsT} K an dökü cü g ö z ; ç o k g a d d a r bakışlı g ö z .|| çeşm-i hün-rîz, {OsT} K an dökü cü g ö z ; ç o k g a d d a r ba k ışlı g ö z .|| çeşm -i hurfis, {OsT} 1. K ırm ı zı şa ra p . 2. Kırm ızı dudak. || çeşm -i keşîde, {OsT} Ç ek ik g ö z .|| çeşm-i m ahm ur, {OsT} B aygın ba k ışlı g ö z ; m ahm ur göz.\\ çeşm -i mest, {OsT} S arh oş g ib i b akan g ö z .|| çeşm -i meygûn, {OsT} Ş a ra p g ib i s a r h o ş ed ici g ö z .|| çeşm-i mizan, {OsT} Terazi k e fe s i.|| çeşm-i nergîs, {OsT} 1. N ergisin taç y a p ra kları. 2. G üzel göz. 3. tasvf. Tasavvufçunun kavuştuğu mut luluğu insan gözü nden gizli tutuşu.|| çeşm-i nerm , {OsT} Yumuşak bakışlı, sevim li g ö z .|| çeşm-i pe nam , {OsT} N azarlık; n azar d eğ m em esi için takılan f e t iş .|| çeşm-i pür-hum âr, {OsT} B aygın ba k ışlı g ö z ; m ahm ur g ö z .|| çeşm -i pür-m ahm flr, {OsT} Baygın, süzgün g ö z .|| çeşm-i sepîd, {OsT} 1. B eyaz g ö z ; a k göz. 2. F e r i kaçm ış, don u k g ö z.|| çeşm-i sitâre-şüm âr, {OsT} Uykusuz göz. || çeşm-i siyah, {OsT} K a r a göz, k a r a gözlü .|| çeşm -i süzen, {OsT} 1. İğ n e deliği. 2. Ç o k d a r y er. 3. m ecaz. Aşırı cim ri.|| çeşm-i şeb, 1. G ecen in gözü. 2. Ay ve yıldız lar^ çeşm -i şeb-peymâ, {OsT} Uykusuz g ö z .|| çeşm-i şehla, {OsT} Ş eh lâ göz.\\ çeşm -i ter, {OsT} Islak, sulu g ö z .|| çeşm-i terazû, {OsT} T erazi k efesi; terazi gözü .|| çeşm -i y âr, {OsT} Sevgilinin gözü .|| çeşm -i zâğ, {OsT} 1. K a r g a gözü. 2. A çık renkli, m avi g ö z .|| çeşm-i zahm , {OsT} N azar d eğ m esi.|| çeşm-i zânü, {OsT} anat. D iz k a p a ğ ı.|| çeşm kiişâ, {OsT} G öz a ç a n ; d ikk atle bakan . || çeşm-nişîn, {OsT} I. H er zam an g örü leb ilen . 2. G öz dolduran.\\ çeşm-pîş, {OsT} U tan gaç.|| çeşm -püş, {OsT} 1. G ö zü k a p a lı; gözü yum ulıı; 2. G örm ezden gelen . || çeşm-püşî, {OsT} 1. G öz yum m a; görm ezlikten g e l me. 2. A ffetm e; bağışlama.\\ çeşm -resîde, {OsT} N azar değ m iş.|| çeşm -ter, {OsT} 1. Gözü sulu. 2. Ç o k ağlayan.\\ çeşm ü güş, {OsT} 1. G öz ve kulak. 2. D ikkat.|| çeşm -zâhm , {OsT} N az ar d eğ m e.|| çeşm-zed, {OsT} 1. N az ar boncuğu. 2. K ısa bir z a m an; b ir an. çeşman, [Far. çeşmân jl»-i^-] (çeşm a;n ) {OsT} is. Gözler. çeşm aru, [Far. çeşm-âru j j l
(çeşm a.ru ) {OsT}
is. Kötü bakışa karşı korunmak için taşman muska, nazar boncuğu gibi şeyler. çeşme, [Far. çeşme
is. 1. Musluklu su deposu.
2. Pınar; su kaynağı. 3. Borularla kaynaktan getiri len, bir oluktan yalağa akıtılan ve herkesin yarar lanmasına açık, çoğunlukla sürekli akan su ve bu nunla ilgili yapı; pınar. 4. {ağız} Ayakyolu; yüznumara; hela. [DS] 5. {ağız} Körükten ocağa hava gönderen ince boru. [DS] S çeşnıe-i âb-ı hayât, {OsT} E b e d î hay at çeşm esi.|| çeşme-i âftâb, {OsT} Güneşin parıltısı.\\ çeşme-i ateş-feşan, {OsT} Gü neş.|| çeşme-i germ , {OsT} Güneş.\\ çeşme-i hâverî, {OsT} Güneş.\\ çeşme-i hayvân, {OsT} A b-ı hay at çeşm esi.|| çeşme-i hıdr, {OsT} A b-ı h a y at çeşm esi.|| çeşme-i hızr, {OsT} A b-ı hayat çeşmesi.\\ çeşme-i hurşit, {OsT} Güneşin p arıltısı. \\çeşme-i nür-bahş, {OsT} Giineş.\\ çeşme-i nûş, {OsT} 1. Bengisu. 2. Sevilen erkeğ in ağzı.|| çeşme-i rüşen, {OsT} Giin eş.|| çeşme-i sîm-âb, {OsT} Ay.|| çeşme-i süzen, {OsT} I. İğ n e gözü. 2. C im ri.|| çeşme-i tedbîr, {OsT} 1. B eyin; dim ağ. 2. D üşünm e gücü.\\ çeşme-i tîre-gûm, {OsT} G ece.|| çeşme-i sîm-âb, {OsT} A y.|] çeşme-i süzen, {OsT} İğ n e deliği.\\ çeşme-i vasi, {OsT} K avu şm a çeşm esi.|] çeşmeleri koyvermek, H er iki gözünden şiddetli y a ş g e le r e k ağ lam ak]] çeşm e-sâr, {OsT} 1. P ın arı bulunan yer. 2. Ç eşm e b a şı.|| çeşmeye gitse kurutur, Birinin şanssızlığını ifa d e için kullanılır]] çeşm e-zâr, {OsT} 1. P ın a rla rın bulunduğu yer. 2. Ç eşm e başı. çeşm ek', [çeş-mek / seş-mek / çöj-mek] {eT} {ağız} gçl. f . [-e r ] Düğümü çözmek; gevşetmek; serbest bırakmak. [DS] çeşmek2, [Far. çeşm-ek ıiU-i>-] {OsT} is. 1. Göz mer hemi yapılan siyah bir tohum. 2. {ağız} Kara çalı denen bir bitkinin tohumu. [DS] çeşmek3, [çeş-mek] {ağız} is. 1. Ağaç dalı. 2. Meyve lerin dallarına tutunduğu sap. [DS] çeşmek4, [şimşek > çeşmek] {ağız} is. Şimşek. [DS] S1 çeşmek alayı, {ağız} Şim şek çaktığı zam an m ey d a n a g elen aydınlık. [DS] çeşmezen, [Far. çeşme-zen j > ^ r ] {ağız} is. Bir tür göz ilacı. [DS] çeşmibülbül, [Far. çeşm-i bülbül JA> ^-i=-] is. 1. Bül bül gözü. 2. Renkli ve sarmal cam yapım tekniği. 3. Bu teknikle yapılmış cam eşya, çeşn, [Far. çeşn / çeşen ^ r ] {OsT} is. 1. Bayram. 2. Şölen; ziyafet. 3. Düğün, çeşnevir, [? çeşnevir] {ağız} is. Misafirlere sunulan kuru yemiş; çerez. [DS] çeşni1, [Far. çâşn! > çeşni
(çeşn i:) is. 1. Bir yi
yecek veya içeceğin ağızda bırakmış olduğu hoş bir tat; lezzet, {eA T} (aym) [YE] 2. Hoşa gidecek güzel ve hoş bir özellik; tat. 3. Darphanede maden ala-
ü I Ü M I l C E S Ö M . 942 şımlarınm oranını belirtmede kullanılan terim. 4. {eATj sf. Tadımlık miktarda. [YE] S çeşni değiş tirm ek, (E rk ek içirt) evli olduğu h â ld e b a ş k a k a d ın larla d a ilişkiye girm ek. || çeşni deliği, K ütahya çin i fırın ların ın g ö v d esin d e bulunan için deki s e r a m iğin p iş m e durumunu d en etlem ey e y a ra y an a çılıp k a p a n a b ilir küçü k delik.\\ çeşni-gîr, Ç eşn ici.|| çeşni malı, Ç ini fırın ın d ak i seram iğ in p işm e durumunu d en etlem ek için fırın ın için e kon ulan ö rn e k se ra m ik p a r ç a s ı.|| çeşni tutm ak, E km ek çilik te d eğ işik bir lezzet eld e etm ek için bu ğday um m a k a tıla c a k m ı sır, a rp a g ib i unların m iktarını ayarlamak.\\ çeşni sine bakm ak, Tadına, lezzetine bakm ak. çeşni2, [Far. çâşnî] {ağız} is. Kurak toprakta yetişen kavun, karpuz ve sebze. [DS] çeşniye, [çeşniye] (ağız) is. - * çeşni2. [DS] çeşnici, [çeşni-ci] is. 1. Saraylarda ve büyük konak larda yemeklerin tadını denetleyen kişi; çeşnigir; aşçıbaşı; sofracıbaşı. 2. Tütün ve içkilerin tadını ve özelliğini belirleyen kişi. 3. Darphanede basılan para ve altınların ayarlarını kontrol eden kişi. çeşnicibaşı, -nı, -yı [çeşni-ci+baş-ı
is. 1.
Saraydaki çeşnicilerin başı; çaşnigir başı, baş çeş nici. 2. Darphanede baş ayarcı. 3. a rg o. Sık sık eş değiştiren erkek, çeşnicilik, -ği [çeşni-ci-lik] is. Çeşnicinin işi ve gö revi. çeşnileme, [çeşni-le-me] is. Çeşni verme işi.
çeşte2, [? çeşte] {ağız} is. Koyun takıldığında üzerin de bırakılan bir tutam yün. [DS] çeşte3, [? çeşte] {ağız} is. Sulamadan yetişen mahsul. [DS] çeşteman, [Far. dâşt-bân] {ağız} is. Kır bekçisi; koru cu; köy bekçisi. [DS] ç e t1, [çat / çet / çıd / çıt / çit (yans.)] is. Güçlü bir şekilde vurma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, yanma ve tutuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çet-lemik, çet-le-n -b ik çet2, [eT. çıt / çit > Çağ. çet] is. 1. Sınır. 2. Kenar; kıyı. çet3, [çet] {ağız} is. İyice dövülmemiş tahılın kalbu run üstünde toplanan kısmı; çelmik. [DS] çetare, [? çetare] {ağız} is. - * çetari. [DS] çetari, [? çetari] {ağız} is. İpek veya ipek karışığı, yollu dokuma. [DS] çetdaş, [çet-daş] {OsT} sf. Sınır ortağı; komşu. çete1, [Bulg. ceta (alay, sürü)] is. 1. Ordu birlikleri dışındaki silahlı birlik. 2. Yasa dışı faaliyetlerde bulunan küçük topluluk. 3. tar. İmparatorluk dö neminde, keşif amacıyla düşman topraklarına gön derilen, başlarında kumandan bulunmayan akıncı birliğine verilen ad. S çete kayığı, tar. İm p arato r luk dön em i don an m asın da, iç su larda, d a r g e ç it ve n eh irlerd e kullanılan çek tiri türü in ce donanm a gem isi. ||çete savaşı, Ç etelerle yürütülen savaş. çete2, [eT. çet-mek > çet-e] {ağız} sf. Kısa boylu. [DS]
[-r ] [-l(i)-y o r]
çete3, [Yun. segitta / Lat. sagitta (ok)] ( ç e ’te) is. Sa pan.
çeşnilenme, [çeşni-le-n-me] is. Çeşni verilmek işi. çeşnilenmek, [çeşni-le-n-mek] edil. f . [-ir ] 1. Çeşni kazanmak. 2. Tadı ve lezzeti yerine gelmek. 3. (Y i yecek için) kıvamında olmak,
çeteci, [çete-ci] is. 1. Bir çete üyesi olan kişi. 2. Çete savaşlarına katılan kişi. 3. {ağız} Buğday tüccarının, köylerden kendi adına alım yapmak üzere görev lendirdiği kimse; çengelci. [DS] çetecilik, -ği [çete-ci-lik] is. 1. Çete olma durumu. 2. Çetecinin yaptığı iş.
çeşnilemek, [çeşni-le-mek] gçl. f . Çeşni vermek,
çeşnilik, -ği [çeşni-lik] is. Yemeğe değişik bir tat vermek için katılan baharat vb. şeyler, çeşnilik, -ği [çeşni-lik] is. Yemeğe değişik bir tat vermek için katılan baharat vb. şeyler, çeşniyar, [Far. çâşniyâr j L ^ - ] (çeşn iy a:r) {OsT) is. Çeşniye bakan kimse; çeşnici. S çeşniyar usta, Sarayın h arem d a iresin d e g en el h izm etlere, ve ki lerc i usta ile b irlikte y e m e k işlerin e bakan kalfan ın unvanı. çe şt1, [çeşt] {ağız} ünl. Uyarı sözü. [DS] çeşt2, [? çeşt] {ağız} is. İyice dövülmemiş buğdayın kalburda toplanan kısmı. [DS] çeşt3, [Sırp, çest] {ağız} is. Bayram yemeği. [DS] çeşta, [Far. şeş-târ j l i ü ] {eAT} is. -*■ çeşte. çeştal, [? çeştal / Far. şeş-târ] {ağız} sf. Hantal; uyu şuk; tembel. [DS] çeşte1, [Far. şeş-târ j U ü / çeşte -*^»-] {eATf is. Tek nesi yarım küre biçiminde, uzun saplı, beş telli, sık perdeli bir tür çöğür. [YE]
çetek, -ği [çet-ek] {ağız} is. Kabak çekirdeği. [DS] çetel1, [çetele ?] {ağız} is. Kura. [DS] çetel2, [? çetel] {ağız} sf. (Meyve için) ham; olmamış. [DS] çetel3, [çat-al > çetel] {ağız} is. Uç tarafı ikiye ayrılan ağaç dalı. [DS] çetele1, [Yun. tsetula / Lat. cedula (liste, pu su la) > İt. cedula] is. 1. Sayı belirlemek için çekilen çizgi ya da açılan çentik. 2. Kahvecilerin içilen çay veya meşrubatı işaretledikleri tahta. 3. Oyuncuların sayı larını işaretledikleri tabla. 4. Eskiden okuma yazma bilmeyen esnafın veresiye verdikleri ekmek, süt vb. şeylerin miktarını işaretledikleri tahta çubuk. 5. Sayım işlemleri sırasında kolaylık olsun diye her bir sayı için çekilen bir çubuk ve bunların dört ta nesini kuşaklamasına birleştiren beşincisi ile birlik te meydana getirilen beşli kümeler. 6. {ağız} Mal bölüşümünde çekilen kura. [DS] 7. {ağız} Hediye gönderirken adres yazılarak bağlanan tahta. [DS] S
İ H I M I ) ! . 943 çetele tutm ak, H esap tutmak amacıyla bir yere çizgiler çekmek.\\ çeteleye dönmek, İnsanın yüzün de p e k çok kesikler olmak.\\ çeteleyi şaşırm ak,
{ağız} N e yapacağını bilememek; pusulayı şaşır mak. [DS] çetele2, [? çetele] {ağız} is. Küçük çapa. [DS] çetele3, [çat-la-mak > çetele ?] {ağız} is. Soğuktan el ve ayak çatlaması. [DS] çeteleci, [çetele-ci] {ağız} is. Ormanda kesilen odun ları bir tüccar adına teslim alan ve alım satım he saplarını tutan memur. [DS] çetelem ek1, [eT. çet-mek (kesmek) > çete-le-mek ?] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(i)-yor] Veresiye hesap açmak. [DS] çetelemek2, [çete-le-mek ?] {ağız} gçl. fi [-rj [-l(i)yor] Çapalamak. [DS]
ÇET
hotozları, kız çocuklarının şapka kenarlarına diki len süs. [DS] çeti, [çet-mek > çet-i] {ağız} is. bot. Baklagillerden, 30-100 cm. boyunda, meyvelerinin dış kabuğu sıy rıldıktan sonra çiğ olarak yenen ve hayvan yemi olarak kullanılabilen sarı çiçekli, dikenli bir çalı, (Prosopis fa r d a / P. stephaniana). [DS] S çeti si neği, Bir tür sivrisinek. çetibeti, [çeti + pat-ı] {ağız} is. Kasımpatı. [DS] çetik1, -ği [eT. çetük > çetik
{eAT} is. 1. Kedi.
{ağız} Köpek yavrusu. [DS] ö çetik balığı, {ağız} Karides. [DS] çetik2, -ği [iç+edik > çetik] {ağız} is. 1. Çedik. 2. 2.
Yünden örülmüş terlik. 3. Mest. 4. Çarık. 5. Çocuk ayakkabısı. [DS] çetik3, -ği [çet-ik] {ağız} is. Çekirge. [DS]
çeteleşme, [çete-le-ş-me] is. Çete durumuna gelmek işi.
çetik4, -ği [çet-ik] {ağız} is. Birbirine girmiş; karışık; girift. [DS]
çeteleşmek, [çete-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir] Çete oluş turmak; çete durumuna gelmek,
çetik5, -ği [çet-ik] {ağız} is. Ekilmeyen toprak. [DS]
çeteleştirm e, [çete-le-ş-tir-me] is. Çete durumuna getirme işi. çeteleştirmek, [çete-le-ş-tir-melc] gçl. f. [-ir] Çete durumuna getirmek,
çetik6, -ği [Ar. şatl => çetil > çetik] {ağız} is. Fidan. [DS] çetil, [Ar. şatl] {ağız} is. Fidan. [DS] çetili, [çet-mek / çit-mek > çet-il-i / çit-il-i] {ağız} sf. Örülmüş; çitilmiş. [DS]
çeten, [eT. çit / çet > çet-en / çit-en] {ağız} is. 1. çetilik, -ği [çetil-ik] {ağızj is. Fidanlık. [DS] Saman taşımak için arabalara konan büyük sepet veya çit. 2. Ahırın yanında yavrular için ayrılmış çetin1, [çet-mek > çet-in j ^ r ] {OsT} sf. Hayırsız. bölme. 3. Çitten yapılmış ambar. 4. Çamaşır sepeti. çetin2, [çet-mek > çit-in / çet-in] sf. 1. Aşılması zor; 5. Çit ambar. 6. Çit duvar; kamıştan yapılmış du çok sarp; çok engelli. 2. Yola gelmesi, elde edilme si imkânsız. 3. İşlenmesi zor; sert, güç. 4. (Kişi var. 7. Saman ölçü birimi. 8. Mısırları koçanları ile için) inandığı ilkelerden taviz vermeyen; inatçı. 5. kurutmak için çubuklardan yapılan kulübemsi yer. Kendisinden korkulup çekinilen. 6. Kafasına koy 9. Üstü allı yeşilli kilimle örtülü gelin kağnısı. [DS] duğu işi mutlaka yapan; azimli. 7. Çözülmesi veya çetene1, [çedene > çetene] {ağız} is. 1. Keten tohumu. çözümlenmesi güç. 8. Sıkıntılı; bunalımlı. 9. {eAT} 2. Kendir tohumu. 3. Çam fıstığı kozalağı. 4. Sakız Hayırsız. S çetin ceviz, 1. Kırılması ve içinin çıka ağacı meyvesi. 5. Buğday kavurgası. [DS] çetene2, [Yun. tsetula / Lat. cedula (liste, pusula )] {ağız} is. Hesabı unutmamak için üzerine bıçakla işa ret yapılan ağaç; çetele. [DS] çetene3, [çet-en > çeten-e] {ağız} is. 1. Saman taşı mak için kağnılara konan büyük sepet. 2. Ahırın bir tarafında yavrular için ayrılan yer. [DS] çetene4, [çete > çetene] {ağız} is. Çapulcu; akıncı. [DS] çetene5, [? çetene] {ağız} is. Küçük parça; kırıntı. [DS] çetenek1, -ği [çet-mek > çet-enek] {ağız} is. Güç oku nan yazı. [DS] çetenek2, -ği [çet-enek] {ağız} is. Elma, armut ve ceviz gibi meyvelerin dörtte biri. [DS] çetenek3, -ği [çet-mek > çet-enek] {ağız} is. Ekmek sepeti. [DS] çetgen, [çet-gen / çet-ken] {eT} is. Gem dizgini. [DLT] çetği, [çet-mek > çet-ki > çetği] {ağız} is. Kadınların
rılması zor sert kabuklu bir ceviz türü. 2. mecaz. Yola gelm esi veya bir fikrin kabul ettirilmesi çok zo r olan kişi; anlaşma imkânı neredeyse yo k dene cek kadar az olan kişi. 3. Başarılması çok zor olan iy.|| çetin koz, {OsT} Kırılması, ayıklanması güç olan ceviz. çetin3, [çet-in] {ağız} is. Ökse otu. [DS] çetince, [çetin-ce] sf. Biraz zorluğu olan; başarılması öyle kolay görülmeyen, çetine, [çedene > çetine] {ağız} is. Kendir tohumu; kenevir tohumu. [DS] çetinlenmek, [çet-in-le-n-mek d U j-b ^] {eAT} d ö n şl
fi [-ir] Öfke ve şiddet sergilemek, çetinleşme, [çetin-le-ş-me] is. Çetin duruma gelmek eylemi. çetinleşmek, [çetin-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] Çetin bir durum almak, çetinleştirme, [çetin-le-ş-tir-me] is. Çetin bir durum kazandırma eylemi.
Sil______________________________ ________________________« M U Ş « . * 4 çetinleştirmek, [çetin-le-ş-tir-mek] g ç l . f [-ir ] Çetin bir duruma getirmek,
çetneviz, [? çetneviz] {ağız} is. -* çetnevir. [DS]
çetinlik, -ği [çetin-lik d U ^ -] is. 1. Çetin olma du
neşten korunmak için yapılan gölgelik; şemsiye. {eAT} (aynı) [YE] 2. Bir tahtın veya yatağın üzerine kurulan tavan. 3. Çadır. 4. m ecaz. Gece. 5. Döşe melik olarak kullanılan bir tür ipekli kumaş. S çetr-i âb-gûn, {OsT} 1. G ök ç a d ır ; m avi çadır. 2. Gökyiizü.\\ çetr-i anberîn, {OsT} K a ra n lık g e c e .|| çetr-i bî-sütun, {OsT} Gökyüzü. ||çetr-i firüze-fâm, {OsT} M avi renkli gökyüzü.\\ çetr-i nür, {OsT} Gü neş. || çetr-i seher, {OsT} Güneş.\\ çetr-i rflz, {OsT} Güneş.|| çetr-i sîmâbî, {OsT} Ay; dolunay.|| çetr-i sîmîn, {OsT} Ay; dolunay. çetrebez, [? çetrebez] {ağız} sf. (Kişi için) geçimsiz; kavgacı. [DS]
rumu. 2. Çetin olan şeyin niteliği. 3. {eA T} Güçlük gösterme. çetir1, [Sansk. çattra > Far. çetr
/ çetir] {eAT} (çı
ğız} is. Çadır. [DS] çetir2, [çetir] {ağız} is. 1. Bodur boylu çeşitli çalılık lardan ibaret kayalık ve taşlık arazi. 2. Ak meşe. [DS] çetirdemek, [çet-ir-de-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-d(i)y o r ] Her söze karışmak; gevezelik etmek. [DS] çetirez, [çet-i-re-z ?] {ağız} is. -*• çeti. [DS]
çetr, [Sansk. çattra > Far. çetr (çadır) /=-] is. 1. Gü
çetirik, -ği [çet-ir-ik] {ağız} sf. 1. Vücudu zayıf olan. 2. is. Yayık yaymakta kullanılan tulumu tutan üç çetrefil, [? çetrefil] sf. 1. Anlaşılması güç. 2. Çözüm ayak. 3. Kayalık yerler. [DS] lenmesi zor. 3. Sonuçlandırılması mümkün görül çetirmek, [çet-mek (kesm ek) > çet-ir-mek] {ağız} gçl. meyen. 4. Karışık; karmaşık. 5. (Dil için) yanlış ve f. [-ir ] Sivri bir araçla çizdirerek yazdırmak. [DS] bozuk kullanılan; yanlış telaffuz edilen, çetişçe, [Yun. tsakiste] {ağız} is. -*■ çekişde; çekişge. çetrefilce, [çetrefil-ce] sf. Biraz karmaşık ve zor. [DS] çetrefilleşme, [çetrefil-le-ş-me] is. Çetrefil duruma çetişde, [Yun. tsakiste] {ağız} is. Çizilerek yapılan gelmek işi. yeşil zeytin salamurası; çekişge. [DS] çetrefilleşmek, [çetrefıl-le-ş-mek] gçl. f . [-ir ] Çetre çetişte, [Yun. tsakiste] {ağız} is. -*■ çekişde; çekişge. fil duruma gelmek, [DS] çetrefilli, [çetrefil-li] sf. Karmaşık ve anlaşılması zor çetken, [yet-mek > çet-mek (çekip götürm ek) > çetolan. gen / çet-ken] (çetke:n ) {eT} is. Gem dizgini. [DLT] çetrefillilik, -ği [çetrefıl-li-lik] is. Çetrefil olma çetle, [çet-le] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı. [DS] durumu veya çetrefil olan şeyin durumu, çetlek, -ği [çet-le-k] {ağız} is. Sakız ağacının meyve çetrefilsiz, [çetrefıl-siz] sf. Basit ve anlaşılması ko si. [DS] lay. çetlemik, -ği [çet-le-mik] {ağız} is. Çitlenbik. [DS] çetlemük, -ğü [çet-le-mük] {ağız} is. Çitlenbik. [DS] çetlenbik, -ği [çet-le-mik > çetlenbik] {ağız} is. Çit lenbik. [DS] çetlenbuk, -ğu [çet-le-mik > çetlenbuk] {ağız} is. Çitlenbik. [DS] çetlevik, -ği [çet-le-mik > çetlevik] {ağız} is. Fındık. [DS] çetlevuk, -ğu [çet-le-mik > çetlevuk] {ağız} is. Fın dık. [DS] çetlik1, -ği [çet-lik] {ağızf is. Küçük memeli koyun. [DS]^ çetlik2, -ği [çeltik > çetlik] {ağız} is. Pirinç tarlası. [DS] çetine, [çet-me] {ağız} is. 1. Olmamış karpuz. 2. Doğranmış sebzelerle yapılan bir yemek. [DS] çetm ek1, [yet-mek (çekip götürm ek) > çet-mek] {eT} g ç s z .f. [-ü r ] Erişmek. [DLT] çetm ek', [eT. ket-mek > çet-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] Kesmek; yarmak. [DS] çetini, [çepni > çetmi] {ağız} sf. 1. Açıkgöz. 2. is. Y ağ yoğurt yaparak geçinen köylü. [DS] çetnevir, [? çetnevir] {ağız} is. Konuklara sunulan kuru yemiş. [DS]
çetrez, [çet-(i)r-e-z] {ağız} is. Geven türü dikenli bir ot. [DS] çettirm ek, [çet-tir-mek] {ağız} g ç l .f . [-ir ] Aldatmak. [DS] çetu, [Far. çetü ^ - ] (çetu :)
{OsT} is. Perde; örtü.
çetuk, -ğu [Far. çetükil^=r] (çetu .k) {OsT} is. Serçe. çetük1, -ğü [çetükiij^-] {eT} {eAT} {OsT} is. 1. Kedi. [DLT] 2. {ağız} Kedi yavrusu. [DS] 3. {ağız} Doğan kuşu. [DS] 0 çetük otu, {eAT} K ed iler tarafından ç o k sevilen ve kokusu süm büle ben zer b ir ot. çetük2, -ğü [çet-ük] {ağız} is. Kaydırak oyunu. [DS] çetüklemek, [çetük-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ü)y o r ] (Kedi için) yavrulamak. [DS] çevale, [? çevale] is. Balıkçı sepeti, çevdalık, -ğı [çevda-lık] {ağız} is. Terbiyesizce yapı lan hareket; terbiyesizlik; saygısızlık. [DS] çeve, [çene > çeve] {ağız} is. Çene. [DS] çevek, [? çevek] {eT} is. Çivit. çevele, [? çevele] {ağız} is. Küfe. [DS] çevelek, -ği [çev-ele-k] {ağız} is. Su çevrintisi. [DS] çever1, [? çever] {ağız} is. Kapı. [DS] çever2, [? çever] {ağız} is. Akarsuyun bölündüğü yer. [DS]
rü M lK S M .9 4 5
Ç EV
çeverm ek, [çever-mek] {ağız} g ç s z .f. [ -ir ] Gelişmek; yayılmak; dağılmak. [DS]
çevirecek, -ği [çevir-ecek] {ağız} is. Ayakkabı çeke ceği. [DS]
çeviren, [çev-ir-en] sf. 1. Çeviri yapan; tercüme eden. 2. Döndüren, değiştiren; tahvil eden. 1. Cirit oyununda kullanılan değnek; çevgen; çö ğen. [YE] 2. Ucu eğri değnek; baston. 3. Polo oyu çevirge1, [çev-ir-ge] {ağız} is. 1. Kapı veya pencere mandalı. 2. İğ. 3. Yerli kozayı temizlemek için ya nunda topu fırlatmakta kullanılan ucu eğik çomak. pılmış sepet. [DS] 4. Derviş asası. 5. Davul tokmağı. 6. tasvf. Allah’ın
çevgân, [Far. çevgân ö\S_ y > ](çevgâ.n )
{eAT} {OsT}
is.
ezeldeki takdiri. S çevgân-bâz, {OsT} Ç evgân oy n ayan; so p a sallayan . || çevgân-dâr, {OsT} Ç evgân taşıyan u şak ,|| çevgân-ı sümbül, {OsT} Sevgilinin saçı. ||çevgân-zen, {OsT} Ç evgân ile oynayan. çevgâni, [Far. çevgânî
] (çev g â .n i;)
{OsT}
is. 1.
Çevgen oyunu için yetiştirilmiş at. 2. Bir tür tatlı kavun. çevgel, [Far. çevgân => çevgel] {ağız} is. Saban de mirin çamurunu sıyırmaya yarayan, üvendirenin ucundaki aygıt; sıyırgı. [DS] çevgen, [Far. çevgân o
€
> çevgen] {OsT} is. 1.
Değnek. 2. Polo oyununda topu yakalayıp belirli bir delikten geçirmeye yarayan eğri ucuna file geçi rilmiş değnek. 3. Bu değnekle oynanan bir tür cirit oyunu. 4. Başı eğri değnek; baston. 5. Davul tok mağı. 6. tor. Mehterde çepeçevre çıngırak, zil ve zincir takılı bir çember ile bunu yukarıda tutmaya yarar bir sopadan ibaret ritim aleti. 7. tar. İran hü kümdarlarının önünde taşman ucu eğri değnek. 8. tasvf. İnsanı bir top gibi yuvarlayan hayat şartlan; kader; Allah’ın ezeldeki takdiri. S çevgân-bâz, {OsT} Ç evgen oyn ayan .|| çevgân-dâr, {OsT} Ç evgen oyununun takım ım taşıyan hizm etçi. || çevgân-zen, {OsT} Ç evgen ile to p a vuran oyuncu.|| çevgân-i sümbül, {OsT} Sevgilinin kıvrım lı saçı. çevicek, -ği [çevi(k)-cek [Tietze]] {ağız} sf. Küçücek. [DS] çevik1, -ği [Far. çabük => çevük / çevik] sf. Kolay ve çabuk davranan; atik; tetik. S1 çevik kuvvetler, as. H arek et ve m an evra k ab iliy eti ile vurucu gücü y ü k s e k zırhlı v e m otorlu b irliklerd en m eydan a g elen a s k e r î kuvvet. çevik2, -ği [? çevik] {ağız} is. Palamut. [DS] çevikçe, [çevik-çe] sf. 1. Hızlı ve çabuk. 2. zf. Çevik bir biçimde. çevikleşme, [çevik-le-ş-me] is. Çevik bir durum alma eylemi. çevikleşmek, [çevik-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] Çevik bir durum kazanmak, çevikleştirme, [çevik-le-ş-tir-me] is. Çevik hâle ge tirmek işi. çevikleştirmek, [çevik-le-ş-tir-mek] gçl. f . [-ir ] Çevik bir durum kazandırmak; çevik hâle getirmek, çeviklik, -ği [çevik-lik] is. 1. Çevik olma durumu ve ya çevik olan şeyin niteliği. 2. Çabuk ve kolay dav ranabilme. çevirdik, -ği [çevir-dik] {ağız} is. Kısa boylu gürgen ağacı. [DS]
çevirge2, [çev-ir-ge] {ağız} is. Çekirdek. [DS] çevirgeç1, -ci [çev-ir-geç] is. Devredeki elektrik akı mının yönünü ters çeviren araç, çevirgeç, -ci [çev-ir-geç] {ağız} is. 1. Yufkayı sacda döndürmeye yarayan araç; aktaraç. 2. Çocukları yürümeye alıştınnak için kullanılan üç tekerlekli araç; yürüteç. 3. Kapı veya pencere mandalı. 4. Bir çocuk oyunu. [DS] çevirgel, [çevir-mek+gel-mek] {ağız} is. Tespih çe kerken okunan dua. [DS] çevirgele, [çevir-mek + gel-mek] {ağız} is. Tespih. [DS] çevirgen1, [çev-ir-gen] {ağız} sf. Yöneticilik yapan. [DS] çevirgen2, [çev-ir-gen] {ağız} is. Topaç. [DS] çevirgen3, [çev-ir-gen] {ağız} is. Damızlık eşeğini, dişi eşeklere aşırtarak para alan adam. [DS] çevirgi, [çev-ir-gi
y..y-\ is. 1. Çevirmek suretiyle
kullanılabilen tokmak, anahtar vb. 2. {eAT} Çamaşır eteklerinin çevrilerek bastırılmış kısmı, çevirgil, [çevir-gil] {ağız} is. Aş büyülerinde okunan dua. [DS] çeviri, [çev-ir-i] is. 1. Bir dilden başka bir dile çe virme, aktarma işi; tercüme, (1959). 2. Bu şekilde çevrilmiş eser. 3. sf. Tercüme edilmiş, fi1çeviri ya zı, dbl. 1. B ir d ild e yazılm ış olan b ir metni, ö z e l işa retlerle bütün se s özelliklerin i g ö ster ere k b a şk a b ir y a zıy a akta rm a işi; yazı çevirim i; transkripsi yon. 2. Bu y ön tem le yazılm ış yazı. çevirici, [çev-ir-ici] is. 1. Bir dilden başka bir dile çeviri yapan kişi; çevirmen; mütercim, l .f ı z . Ener jilerden en az biri elektrik enerjisi olmak üzere enerjiyi başka tür bir enerjiye çeviren düzenek. 3. bilş. Bir kod aracılığı ile verilen bilgilerin çevirisini yapan sinyal araçlan. çeviricilik, -ği [çev-ir-ici-lik] is. Çeviricinin yaptığı iş veya görevi, çevirim, [çev-ir-im] is. Çevirmek eylemi ve sonucu. çevirim senaryosu, Ç ekim senaryosu. çeviriş, [çev-ir-iş] is. Çevirmek eylemi veya biçimi, çevirm e, [çev-ir-me
is. 1. Çevirmek eylemi.
2. Kuşatma; asker ile etrafım sarma. 3. Bütün bir kuzunun şişte döndürülmesi ile yapılan kebap. {eAT} {OsT} (aynı) 4. {ağız} Etrafı duvar ya da çitle çevrilmiş küçük bahçe. [DS] 5. {ağız} Ekin desteleri yığın yapılırken konan birinci sıra. [DS] 6. {ağız} Kozayı tozundan ayırmak için kullanılan dolap.
ÇEV [DS] 7. {ağız} Izgara et. [DS] 8. {ağız} Taştan yapılan bir kapta yapılan ekmek. [DS] 9. sf. Çevirmek sure tiyle yapılmış olan. S çevirm e kösüre, {eAT} Ç arklı b ileğ i taşı. çevirm ek, [eT. çev-ür-mek J-»y y ] g ç l .f . [-ir ] 1. Bir şeyi kendi ekseni etrafında döndürmek. 2. Bir mer kez etrafında daire çizecek şekilde döndürmek. 3. Bir şeyin yönünü değiştirmek. 4. Alt üst etmek; görünmeyen yüzünü görünür hâle getirmek. 5. Bir yazıyı, konuşmayı başka bir dile aktarmak; tercüme etmek. 6. Etrafını sarmak; kuşatmak. 7. (Silah, söz, bakış vb.) birine veya bir yere doğrultmak. 8. Bir kurumu, şirketi, işletmeyi yönetmek. 9. Gitmekte olan yolcuyu, aracı durdurarak geri döndürmek. 10. Kabul etmemek; geri göndermek; iade etmek; red detmek. 11. Değiştirmek. 12. (Elbise vb. için) ters yüz etmek; içini dışına getirmek. 13. Bir durumdan başka bir duruma getirmek. 14. Birini kötü bir du ruma sokmak; saygınlığını gidermek. 15. Sözü başka türlü anlamak veya o yöne doğru çekmek; başka anlam vermek; tevil etmek. 16. Bir maddeyi kimyasal işlemlerle başka bir madde hâline getir mek; dönüştürmek; hâl değiştirtmek. 17. Bir ener jiye başka bir enerji hâline dönüştürmek. 18. (Hava için) bir iklim şartından başka bir duruma geçmek. 19. Bir parayı başka bir paraya dönüştürmek. 20. Bankada bulunan bir hesabı başka bir tür hesaba döndürmek. 21. Birinin aleyhinde gizli planlar kurmak; hesaplar yapmak. 22. Bir masa etrafına toplanarak kâğıt vb. oyun oynamak. 23. Konuşma yı veya sohbeti başka konuya getirmek; sözü sap tırmak. 24. Görüntü alma makinesi ile hareketli resimler kaydetmek; film çekmek. 25. Film çeki minde rol almak. 26. tasvf. (Saray, tekke vb. kapı lan için) kapatmak. S Çevir kazı yanm asın! B ir h a ta yaptığını anlayan ların sözü d eğ iştirm ek için h a rc a d ık la rı ça b a y ı an latm ak için söylenir. çevirmen, [çevir-men] is. Bir dilden başka dile ter cüme yapan; tercüman; mütercim; çevirici; çeviren, (1935). çevirmenlik, -ği [çevir-men-lik] is. Çevirmenin yap tığı iş ve mesleği; çeviri işi. çevirtm e1, [çevir-t-me] is. Çevirme işini yaptırma; çevirtmek eylemi. çevirtm e2, [çevir-t-me] {ağız} is. Sokak. [DS] çevirtm e3, [çevir-t-mek] {ağız} is. Topaç. [DS] çevirtm eç, -ci [çevir-t-meç] {ağız} is. Topaç. [DS] çevirtm ek, [çevir-t-mek] gçl. f i [-ir] 1. Çevirmek işini yaptırmak. 2. Bir şeyi kendi ekseni etrafında döndürtmek. 3. Bir merkez etrafında daire çizecek şekilde döndürtmek. 4. Bir şeyin yönünü değiştirt mek. 5. Alt üst etmek; görünmeyen yüzünü görü nür hâle getirtmek. 6. Bir yazıyı, konuşmayı başka bir dile aktartmak; tercüme ettirmek. 7. Etrafını sardırmak; kuşattırmak. 8. (Silah, söz, bakış vb.)
O ir a ilH î S İ M İ .
946
birine veya bir yere doğrultturmak. 9. Bir kurumu, şirketi, işletmeyi yönettirmek. 10. Gitmekte olan yolcuyu, aracı durdurtarak geri döndürtmek. 11. Kabul ettirmemek; geri göndertmek; iade ettirmek; reddettirmek. 12. Değiştirtmek. 13. (Elbise vb. için) ters yüz ettirmek; içini dışına getirtmek. 14. Bir durumdan başka bir duruma getirtmek. 15. Bi rini kötü bir duruma sokturmak; saygınlığını gidertmek. 16. Bir maddeyi kimyasal işlemlerle başka bir madde hâline getirtmek; dönüştürmek; hâl değiştirtmek. 17. Bir enerjiye başka bir enerji hâline dönüştürtmek. 18. (Hava için) bir iklim şar tından başka bir duruma geçmek. 19. Bir parayı başka bir paraya dönüştürtmek. 20. Bankada bulu nan bir hesabı başka bir tür hesaba döndürtmek. 21. Birinin aleyhinde gizli planlar kurdurmak; hesaplar yaptırmak. 22. Bir masa etrafına toplanarak kâğıt vb. oyun oynatmak. 23. Konuşmayı veya sohbeti başka konuya getirtmek; sözü saptatmak. 24. Gö rüntü alma makinesi ile hareketli resimler kaydet tirmek; fılııı çektirmek. 25. Film çekiminde rol al masını sağlamak. 26. tasvf. (Saray, tekke vb. kapı ları için) kapattırmak, çeviş, [çavış / çev-ş] {eT} is. 1. Yol; vasıta; tedbir; usul. [Gabain] [EUTS] 2. Hile; kandırma. [EUTS] [Gabain] çevişlig, [çeviş-lig] {eT} sf. Hileli. [EUTS] çevit1, -di [çivit > çevit] boya; çivit. [DS] çevit2, -di [çevit]
{ağız}
{ağız}
is. Bir çeşit mavi
is. Çam kabuğu. [DS]
çevk1, [çevk / çevik] {ağız} is. Palamut ağacının, tabaklıkta kullanılan meyvesi. [DS] çevk2, [çevik > çevk]
{ağız}
sf. Çevik. [DS]
çevkel1, [? çevkel] {ağız} sf. (Kişi için) çekişe çekişe pazarlık eden. [DS] çevkel2, [? çevkel] {ağız} sf. (Ceviz için) kolay ayıklanamayan; çetin. [DS] çevkel, [Far. çevgân] {ağız} is. Üvendirenin ucundaki sıyırgı. [DS] çevken, [Far. çevgân] {ağız} is. Meyve toplamak için kullanılan üç dört metre uzunluğundaki sehpa. [DS] çevkirm ek, [çem (yans.) > çem-kir-mek > çev-kirmek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] (Tilki veya köpek için) havlamak. [DS] çevlek, -ği [çev(i)r-ek > çev-le-k ^ .y r ] {eAT'} {OsT} is. 1. Çevre; etraf; civar. 2. Girdap. çevlik1, -ği [çev(i)r-ik > çev-lik ^ y ] {ağız} is. 1. Etrafı çevrilmiş bahçe ya da tarla. 2. Irmak kenarla rındaki taşlık ve kumluk yer. [DS] 3. {eAT} {OsT} {ağız} Girdap. [DS] çevlik2, -ği [çev-lik] {ağız} is. Çadırın tepe örtüsünü tutan ağaç iskelet. [DS] çevlik3, -ği [çev(i)r-ik > çev-lik] {ağız} is. Samanlık. [DS]
ö iım ct m u .
947
çevlik4, -ği [çev(i)r-ik > çevlilc] {ağız} is. Sürek avın da, avın içine düşürüldüğü tuzak vb. [DS] çevlük1, -ğü [çev(i)r-ik > çev-lük dUy~\ {eAT} {OsT} is. Çevre; etraf. çevlük2, -ğü [çev(i)r-ik > çevlük] {ağız} is. Etrafı çevrili bağ, bahçe veya tarla. [DS] çevlük^ -ğü [çev-lük] {ağız} is. Irmak kenarlarındaki taşlık ve kumluk yer. [DS] çevlük4, -ğü [çeltik > çevlük ?] {ağız) is. Pirinç. [DS] çevlük5, -ğü [çev(i)r-ilc > çev-lük] {ağız} is. Çayırlık. [DS] çevre, [çevür-mek > çev-(i)r-e > çevre °j«r] is. 1. Bir nesnenin etrafını kuşatan, ona yakın olan yer ve nesnelerin bütünü; etraf; civar; muhit; dolay. {eAT} (aynı) 2. mat. Bir yüzeyi veya alanı sınırlayan çizgi ler. 3. Bir insanın sosyal olarak yaşadığı, içinde yer aldığı ortam. 4. Bir kişinin yetiştiği, içinden çıktığı sosyal ortam; muhit. 5. Aynı etkinliği gösteren in sanlar topluluğu. 6. Kenarları oyalı ve işlemeli mendil; makrama. 7. biy. Bir canlının yaşaması ve soyunu sürdürebilmesi için gerekli olan fiziksel ve biyolojik ortam. 8. sosy. Bir kişinin, toplumsal bir grubun veya toplumun gelişmesi üzerinde etkili olabilecek her türlü dış etken. 9. dbl. Bir birimden önce ve sonra gelen aynı türden birimlerin tümü; bunların meydana getirdiği küçük bağlam. 10. sf. Bir şeyin veya yerin etrafında, yakınında bulunan. 11. {eAT} zf. Çepeçevre, fi1 çevre açı, mat. B ir çem b eri k esen kirişi g ö ren ve tepesi ç em b er üze rinde bulunan a ç ı.|| çevre alm ak, {eAT} Ç evresin i ku şatm ak; etrafını sarmak.\\ çevre bilimci, Ç evre bilim i uzm anı; ek o lo jis t.|| çevre bilimi, C an lılar a ra sı ilişkileri ve on ların y a şa m a ortam ların ı in ce leyen bilim d a lı; ek o lo ji.|| çevre bilimsel, Ç evre bilim i ile ilgili; o n a day an an ; onun v erilerin e g ö r e ; ekolojik.\\ çevre bilişim, B ir bilişim sistem inde, m erkez birim i çev reley en uç birim ler, ba ğ lan tılar ve y a z ıc ıla r g ib i b ileş en ler le ilgili etkinlikler.\\ çev re çalm ak, {eAT} Ç evresin i y o k la m a k ; etrafını a ra ştırm ak ,|| çevre çizim, B ir binanın dış hatlarını g ö steren çizim .|| çevre etraf, {eAT} H er taraf.\\ çev re kirlenmesi, H ava, su ve to p ra k g ib i y a şa m a o r tam ların a z a r a rlı m a d d e le r k a r ış a r a k insan ve d i ğ e r can lıların sağ lığ ın ı b o z a c a k y ö n d e etkili olm a.s;.|| çevre sağlığı, B elli b ir o rtam d a y a şa y an insan ların sağ lığ ın ı etkileyen d ış fa k tö r le rin tümü. || çev re söz, ed. K ısa y o ld a n a n la tıla b ilecek k en b ir sözü dolay lı o la r a k a n latm a; dolay lam a. || çevre taraf, {eAT} H er ta ra f.|| çevre teker, bot. B itki k ö k lerin d e m erkez silindirin en dış ta b a k a sı.|| çevre yan, {eAT} D ört y a n ; etraf. ||çevre yolu, B ir y erleşim birim inin dışından g eç e n ş e h ir le r a ra sı ulaşım yolu. çevrecek, -ği [çev-ür-mek > çev(ü)r-ecek] {ağız} is. Şiş. [DS] çevreci, [çevre-ci] is. 1. Doğal kaynakların daha
ÇEV tutumlu kullanılmasını, korunmasını; doğaya ve çevreye zarar verilmemesini savunan kişi. 2. s f Çevrecilik yanlısı. çevrecilik1, -ği [çevre-ci-lik] is. Doğal kaynakların daha tutumlu kullanılmasını, korunmasını; doğaya ve çevreye zarar verilmemesini savunan akım. çevrecilik2, -ği [çevre-ci-lik] {ağız} is. Genç erkekle rin kullandığı büyük mendil; çevre. [DS] çevreçelen, [çev-(i)r-e+çel-en] {ağız} zf. Çepeçevre. [DS] çevregelen, [çevre+gel-en] {ağız} is. Çepeçevre. [DS] çevrek 1, -ği [çevre-k] {ağız} sf. Genel. [DS] çevrek2, -ği [çev-ir-mek > çev(i)r-ek] {ağız} is. Gir dap; burgaç. [DS] çevrek3, -ği [çev(i)r-mek > çev(i)r-ek] {ağız} is. Etrafı çevrilmiş bahçe vb. [DS] çevreklemek, [çevre-k-le-mek] {ağız} gçl. f. [ - r ] [l(i)-y or] Bir kimseden yarar bekleyerek çevresinde dolaşmak. [DS] çevrel, [çevre-1] sf. 1. Çevre ile ilgili. 2. mat. Çember çizgisine ait. 3. biy. (Çiçek, yaprak, erkek organ vb. için) bir eş merkez etrafında dizilmiş olan, çevreleme, [çevre-le-me] is. Çevresini ve sınırlarını belirleme işi. çevrelemek, [çevre-le-mek] gçl. f . [ - r j [-l(i)-y o r] 1. Kuşatmak; içine almak. 2. Bir konunun sınırlarını çizmek; tahdit koymak; kısıtlamak. 3. Bir resimde kontur denilen çevre çizgisini daha belirgin hâle getirmek. çevreleniş, [çevre-le-n-iş] is. Çevrelenmek eylemi ve biçimi. çevrelenme, [çevre-le-n-me] is. Kuşatılma, sınırları belirlenmek işi. çevrelenmek, [çevre-le-n-mek] ed il f i [- ir ] 1. Kuşa tılmak; sarılmak. 2. Sınırları çizilmek; tahdit edil mek; kısıtlanmak, çevreleyiş, [çevre-le-y-iş] is. Çevreleme eylemi ve biçimi. çevrelik, -ği [çevre-lik] is. mim. Bir bina, meydan, köprü, yol gibi yapıların kenar parçaları, çevrem , [çevre-m] is. bot. Bir bitkinin ana eksenin deki bir düğümden çıkan dalların tümü, çevreınli, [çevre-m-li] sf. Çevrem şeklinde dizili olan. çevren 1, [çevir-mek > çev(i)r-en] is. g ö k b. 1. Yeryü zünün herhangi bir noktasında çekül doğrultusuna dik düzlem; ufuk. 2. Düz bir arazide veya denizde yeryüzü ile gökyüzünün birleşir gibi göründüğü yer. çevren2, [çevir-mek > çev(i)r-en] {OsT} is. Hayvanın karın zarına sarılmak suretiyle tava ya da fırında pişirilmiş karaciğer kebabı, çevrendi, [çevir-mek > çev(i)r-en-di / çevrenti] {ağız} is. Cılız tahıl. [DS]
ı
ÇEV çevrengeç, -ci [çev(i)r-en-geç] {ağız} is. Su çevirisi; girdap; akıntılı yer. [DS] çevrenmek, [çev(i)r-e-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] (Baş için) ağrımak. [DS] çevrenti, [çev(i)r-enti] {ağız} is. 1. Cılız tahıl. 2. Tar laları gübrelemek için yapılan geçici ağıl. [DS] çevresel, [çevre-sel] sf. 1. Çevre ile ilgili olan. 2. dbl. Bir sesin değişmede etkisinde kaldığı yanındaki başka seslerle ilgili, çevri, [çev-(i)r-i > çevr-i] is. 1. Karşılıklı gelen iki hava veya su akımının etkisinde kalarak çarpışma yerinde meydana gelen dönme; hortum. 2. m ecaz. Bir işi veya hareketi olduğundan başka türlü, kendi işine gelecek biçimde anlamlandırma; tevil, çevrik, -ği, [çevir-mek > çev(i)r-ik
sf. 1. Dön
dürülmüş, çevrilmiş olan; dönük. 2. Etrafı kapatıl mış; sarılmış; çevrilmiş; sınırlanmış, {eAT} (aynı) 3. is. Girdap veya hortum gibi dönen şey. {ağız} (aym) [DS] 4. {ağız} Akarsuyun oyduğu yarımada şeklin deki toprak. [DS] 5. {ağız} Harman sonu kalıntısı. [DS] 6. {ağız} Becerikli kadın. [DS] 7. {ağız} Etrafı çevrili bağ, bahçe veya tarla. [DS] çevrileme, [çev(i)r-i-le-me] is. Çevriye uğratma ey lemi. çevrilemek, [çev(i)r-i-le-mek] gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] Çevriye uğratmak; tevil etmek, çevrili, [çevir-mek > çev(i)r-il-i] sf. 1. Etrafı kuşa tılmış olan; sarılmış. 2. Bir yöne veya yere döndü rülmüş olan; çevrilmiş olan, çevriliş, [çevril-mek > çevril-iş] is. Çevrilmek eyle mi veya biçimi, çevrilme, [çev(i)r-il-me] is. Çevrili hâle gelmek işi. çevrilmek, [çevir-mek > çev-(i)r-il-mek] edil. f . [-ir ] 1. Döndürülmek. {eT} (aym) [KES] 2. Bir dilden baş ka bir dile aktarılmak; tercüme edilmek. 3. Etrafı kuşatılmak; sarılmak. 4. Bir tarafa yönelmek; bir yere doğrulmak. 5. Çıkış yolu, geçişi kapatılmak. 6. tasvf. (Tekke ve saray kapıları için) kapanmak. 7. Değiştirilmek; başka bir amaçla kullanmak. 8. {eA T} dönşl. f . Geri gelmek; dönmek; dolaşmak. 9. {ağız} Dönmek. [DS] ö çevrili çevrili, {eAT} D ön e döne. çevrilmiş, [çev(i)r-il-miş
{eAT} sf. Şişte kı
zartılmış. çevrim 1, [çev(i)r-im > çevr-im
is. 1. Sürekli
aynı biçimde olan değişme; devir. 2. bilş. Kendi aralarında aynı dalga üzerinde çalışacak şekilde ayarlanmış radyo istasyonları. 3. bilş. Aynı kanalda çalışacak şekilde ayarlanmış telsiz alıcı vericileri. 4. fız . Bir başlangıç durumundan itibaren bir takım değişikliklere uğradıktan sonra yeniden ilk duru muna dönen bir sitemin gösterdiği dönüşümlerin tümü. 5. İki veya dört zamanlı bir motorun devri. 6. fız. Saniyede bir salınım yapan bir titreşim kayna
m
. ; . 48
ğının frekansı; hertz. 7. En son etkileyicinin birin ciyi etkilediği etkiler dizisi; döngü. 8. ed. Aynı ki şiyi, aynı aileyi, aynı olayı konu alan romanlar bü tünü. 9. {eAT} Daire; değirmi. 10. {ağız} Sınır. [DS] 11. {ağız} Suyun akıntılı yeri; su çevrintisi; girdap. [DS] çevrim içi, bilş. B ilg isa y ar sistem in de an a işlem birim inin doğru dan d oğ ru y a den etim i altında o la n kısım ; on-line. çevrim 2, [çev(i)r-im] {ağız} is. fo lk . Düğün gecelerin de, meşale yakıp etrafında toplanarak oynanan oyun. [DS] S çevrim çiçek, {ağız} Ç ocu kların ken d i etrafların d a d ö n er ek oy n ad ıkları b ir oyun. [DS] çevrim li, [çev(i)r-im-li > çevrim-li] sf. Becerikli; eli çabuk; canlı. çevrim sel, [çev(i)r-inı-sel > çevıim-sel] sf. 1. Belli aralıklarla düzenli olarak ortaya çıkan. 2. Az çok düzenli olarak yinelenen, çevrince, [çev(i)r-in-ce] {ağız} is. bot. Meyveleri sar mal biçimde olan, çiçekleri sarı, açık mor renkli, çoğunlukla hayvan yemi olarak kullanılan çok yıl lık otsu bitkiler, (M edicago, M. sativa). [DS] çevringeç, -ci [çev(i)r-in-geç] {ağız} is. Su çevirisi; girdap. [DS] çevrinme, [çevrin-mek > çevr-in-me] is. 1. Kendi ekseni etrafında sürekli dönmek işi. 2. Baş dönme si. çevrinm ek, [çevir-mek>çev(i)r-in-mek ^ JJ?-] dönşl. f . [-ü r] 1. Kendi ekseni etrafında sürekli dönmek; kıvrılmak. {eAT} { OsT } (aym) 2. (Baş için) dönmek. 3. {eAT} {OsT} Çevresinde dolaşmak; etrafını dön mek. çevrinti, [çevir-mek > çev(i)r-in-mek > çevr-in-ti is. 1. Hava ve su akıntılarının karşılaşması ile meydana gelen dönme; girdap; anafor. {OsT} {ağız} (aym) [DS] 2. Böyle yer değiştiren hava veya su kütlesi. 3. Çeşitli tahılların birbiri ile karıştırıl ması ile elde edilen karışım. 4. {OsT} Çukur, çevriş, [Far. çerviş (eritilm iş iç y a ğ ı) > çevriş] {ağız} is. Yemek suyu. [DS] çevrişmek, [çev(i)r-iş-mekdUJiJ J >-] {OsT} dönşl. f . [ir] Çevrilmek, çevrit, [çev(i)r-it] is. Resim ya da desende etkin bi çimde belirtilmiş biçimleri birbirinden ayıran çizgi ler. çevrü k 1, -ğü [çev-(i)r-ük] {ağız} is. 1. Etrafı çevrili tarla, bağ veya bahçe. 2. Su çevrintisi; girdap. [DS] çevrük2, -ğü [? çevrük] {ağız} is. Çayırlık. [DS] çevrüliceğizlik, -ği [çev-(i)r-ül-iceğ-iz-lik
J jy ?
{eAT} is. Çevrilici durumda olma.
çevrülm ek1, [çev(i)r-ül-mek] {eT} edil. f . [-ü r] Çev rilmek; döndürülmek. [DLT] çevrülm ek2, [çev(i)r-ül-mek] {ağız} edil, f i [-ü r] (Dişi hayvan için) erkeğiyle çiftleştirilmek. [DS]
ÇEY
1 M I I İ I { £ » İ .9 4 9
çevrüm , [çev-(i)r-üm] {ağız} is. Otuz üç taneli tespih dizisi. [DS] çevrümlü, [çev-(i)r-üm-lü] {ağız} sf. (Kişi için) işi düzenli olarak yürüten. [DS] çevrünmek, [çev(i)r-ün-mek d ü ^ j^ ] {eAT} dönşl. f . [-ü r] -*■ çevrinmek. çevrüntü, [çev(i)r-üntü] {ağız} is. Harman sonu ka lıntısı. [DS] çevrüşmek, [çev(i)r-üş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r ] Bir birini çevirmek. [DLT] çevşeng, [çavşan / çevşen] {eTj sf. Gözü sulu; gözü her zaman akan. [DLT] çevşek, -ği [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-a-k > çevşek] {ağız} is. Çakıllı toprak. [DS] çevşen, [? çevşen] {ağız} is. Küpenin kulağa takılacak yeri. [DS] S çevşen çuvalı, {ağız} B erit ve N urdağı y ö rü k aşiretlerin in kullandığı ö z e l doku m a çuval. [DS] çevt, [Far. şeft (kab a)] {ağız} is. 1. Palamut kabuğu. 2. Hayvanların dişilik organı. [DS] çevtali, [Far. şeft-âlü] {ağız} is. Şeftali. [DS] çevteli, [Far. şeft-âlü] {ağız} is. Şeftali. [DS] çevtik, -ği [Far. şeft-ik ?] {ağız} is. Elma, armut gibi meyvelerin etli kısımları yenildikten sonra geriye kalan çekirdekli sert kısım. [DS] çeviik, -ğü [Far. çâbük => çevük dy>-] {eAT} {ağız} sf. Çevik; canlı; atik; seri; cevval. [DS] çevüklenmek,
[çevük-le-n-mek
dUJS'j*-]
{eAT}
dönşl. f . [-ü r ] 1. Acele etmek. 2. Titiz davranmak, çevürecek, -ği [çevür-mek > çevür-ecek] {eAT} is. Pişirilecek şeyi saplayarak ateş üzerinde çevirmeye yarayan araç; şiş. çevürge, [çevür-ge] {ağız} is. Etrafı çevrilmiş, bağ, bahçe veya tarla. [DS] çevürgen, [çevür-gen] {eT} sf. Her zaman çeviren. [DLT] çevürm e, [çevür-me
jy>-] is. 1. {OsT} -*■ çevirme. 2.
{ağız} Etrafı çevrili tarla, bağ ve bahçe. [DS] 3. {ağız} Etrafı taş veya çitle çevrilmiş ağıl. [DS] çevürmek, [çevür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] 1. Çevir mek; bir şeyi sol elin baş parmağı üzerinde çevir mek. [DLT] 2. {eAT} Döndürmek; dolandırmak; de virmek. [DK] 3. {eAT} Önünü kesmek. [DK] 4 {eAT} Çevire çevire pişirmek. [DK] S. {ağız} Bahçenin çevresini dikenli ağaçlarla çevirmek. [DS] 6 {ağız} Hayvanları çiftleştirmek. [DS] çevttrilmek, [çevür-il-mek] {eAT} edil. f . [-ü r] 1. Çevrilmek. [DK] 2. dönşl. f . Dönmek. [DK] 3. Dö nüp dolaşmak. [DK] çevüt, [Far. şeft => çevüt] {ağız} is. Palamut kabuğu. [DS] çevzinmek, [çiz-ginmek (dönm ek, d olan m ak) > çez-
.
.
gin-mek > çeğzin-mek > çevzinmek ^ j y ? ] {eAT} dönşl. f . -*■ çeğzinmek.
çeyan, [eT. çadan > çeyan oL=r] {OsT} is. -*• çıyan. çeyangaş, [yengeç > çeyangaş] {ağız} is. Yengeç. [DS] çeydeğ, [çardak > çeydeğ] {ağız} is. 1. Kabak fıdelerinin dallarından, sırık ve çalılardan yapılan çardak. 2. Evin ot kaplı olan damı. [DS] çeyem, [çeçem > çeyem] {ağız} is. Yapraklan çamınkine benzeyen, nohut büyüklüğünde kırmızı mey veleri olan, bir metre boyunda bir ağaç; Frenk üzümü, (R ibes rubrum ). [DS] çeygel, [? çeykel] {ağız} sf. Sert; kavgacı. [DS] çeyil1, [çağ (yans.) > çağ-ıl > çeğil > çeyil] {ağız} is. 1. Taşlı, kumlu yer. 2. Verimsiz toprak. [DS] çeyil2, [? çeyil] {ağız} is. Sarı boya yapmada kullanı lan bir çeşit kısa boylu çalı. [DS] çeyin, [çiğin > çiğin > çeyin] {ağız} is. Omuz. [DS] çeyiz, [Ar. cihaz (donanım ) > cehiz] is. 1. Evlenecek kız için gerekli olan her türlü ev eşyası; gelinin sandık eşyası. 2. Bir kadının evlenirken eşine ge tirmiş olduğu her türlü mal mülk. 3. huk. Baba ve ya ana tarafından, örf ve âdete göre, evlenen kız çocuklara, evin döşenmesi için verilen taşınır eşya. S çeyiz alayı, fo lk . G elinin çeyizini güvey evin e getiren düğün alayı. || çeyiz çemen, Ç eyiz türü e ş y a la r ; eksiksiz çeyiz. ||çeyiz düzmek, E v le n ec ek kız için çeyiz hazırlam ak .|| çeyiz halayığı, G elin e a ile si tarafın dan verilen hizm etçi kadın. || çeyiz katırı, 1. Ç eyiz taşıyan katır. 2. m ecaz. G öze b a ta c a k b i çim d e a şırı süslenm iş kişi.|| çeyiz sermek, fo lk . G e linin g etird iğ i eşy ala rı sergilem ek. çeyizci, [çeyiz-ci] is. 1. Çeyiz hazırlayan ve satan kişi. 2. Bu kimsenin iş yeri, çeyizcilik, -ği [çeyiz-ci-lik] is. Çeyiz eşyası hazırla ma, satma işi; çeyizcinin mesleği, çeyizleme, [çeyiz-le-me] is. Evlenecek kızın çeyizini hazır etme işi. çeyizlemek, [çeyiz-le-mek] gçl. f. [ - r ] [-l(i)-y o r] Evlenecek kızı çeyiz sahibi yapmak, çeyizlenme, [çeyiz-le-n-me] is. Çeyiz sahibi olmak eylemi. çeyizlenmek, [çeyiz-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. Çeyiz sahibi olmak. 2. (Evlenecek kız için) çeyizli duru ma gelmek; kendisi için çeyiz hazırlanmak, çeyizli, [çeyiz-li] sf. Çeyizi olan, çeyizlik, -ği [çeyiz-lik] sf. 1. Çeyiz için ayrılmış olan. 2. Çeyiz olarak hazırlanan. 3. Çeyiz hazırlamaya uygun. 4. is. Çeyiz eşyası. çeyizsiz, [çeyiz-siz] sf. Çeyizi olmayan; kendisi için çeyiz hazırlanmamış olan. çeykel1, [Far. çevgân => çevgel / çeykel] {ağız} is. Üvendirenin ucunda bulunan sabandaki çamuru sıyırmakta kullanılan üçgen uçlu demir. [DS] çeykel, [? çeykel] {ağız} sf. 1. (Kişi için) sert; kavga cı. 2. Kılıksız. [DS]
ÜTÜMTlMt U
ÇEY
[? çeykem] (ağız) is. Krater. [DS] [çağ (yans.) > çağ-la(lc) > çeyle] {ağız} is. 1. Killi toprak. 2. Kumlu toprak. 3. Ufak taşlı toprak. [DS] ç e y l e k , - ğ i [çağ (yans.) > çağ-lak] {ağız} is. Kumlu toprak. [DS] çeyk em ,
ç e y le ,
ç e y l e n 1,
[çağ (yans.) > çağ-la-n] {ağız} is. Ufak taşlı
toprak.
[D S ]
[çağ (yans.) > çağ-la-n] {ağız} is. Çay ve de re gibi küçük akarsuların derin olmayan yeri. [ D S ]
ç e y l e n 2,
ç e y le n ç ü ş , çeym ek ,
[çağla-n+çüş] {ağız} is. Tahterevalli.
[D S ]
[çey-mek dU^-] {eAT} gçsz. f i [ - e r ] 1. Geri
dönmek; caymak. 2. Hoplamak; sıçramak, ç e y m e l , [Far. çevgân => çeğmel > çeymel] {ağız} is. Yüksek ağaç dallarını eğmekte kullanılan ucu eğri sopa. [ D S ] [çımak > ceynak] {ağız} is. Yırtıcı hay van veya kedi gibi hayvanların tırnağı; pençe. [DS]
ç e y n a k , -ğı
[cımak-la-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [l(ı)-y or] Tırnaklamak. [DS]
ç e y n a k la m a k ,
çeyn em ,
[çey-ne-mek > çey-ne-m p-^>-] {eAT} { OsT'}
{ağız} sf. Bir kere çiğneyecek kadar; bir lokmalık. [D S ] çeyn em ek ,
[çeyne-mek d U ^ -] {eAT} {OsT} {ağız} gçl.
fi. [ - r ] Ağızda çiğnemek. [YE] [DS] [çeyne-n-mek] {eAT} edil. f . [-ir ] Ağız da çiğnenmek,
çeyn en m ek ,
[çen-ik-mek / çeynik-mek] gçsz. f i [(ğ )ir] Spor yaparak bedeni çevikleştirmek; jimnas tik yapmak.
ç e y n ik m e k ,
[çeyre] {ağız} is. Sellerin bıraktığı küçük taş lar. [DS]
çe yre ,
[Far. çâr (dört) + yek (bir)] sf. 1. Dörtte bir; bir bütünün dörtte birini oluşturan. 2. On beş dakikalık süre; tam saatlerden önce ve sonra on beşinci dakika. 3. argo. Alman Markı. 4. Gümüş mecidiyenin dörtte biri değerinde olan para. 5. Bir elbisenin beden ve eteğini meydana getiren başlıca dört parçadan her biri. 6. Eskiden, pazarlarda gezici kasapların sattığı koyun budu vb. et parçasına veri len a d .0 ç e y r e k s o n u ç , spor. E lem e usulü y ap ılan k a r şıla şm a la rd a en s o n a k a la n sekiz sp o rcu veya takım a ra sın d a y a p ıla n karşıla şm ala rd a n h e r biri; ç e y r e k fin a l. ||ç e y r e k s o n u ç ç u , spor. Ç ey rek son u ç ta y a rışa n sp o rcu v ey a takım ; ç ey r ek son u ç oyun cusu; ç ey rek fin alist.
ç e y re k , -ği
[çeyrek-çi] is. Eskiden, pazarlarda et satan gezici kasaplara verilen ad.
ç e y r e k ç i,
[çeyrek-le-me] is. Kol ve bacakları çaprazlama oynatarak hareket yaptırma eylemi, ç e y r e k l e m e k , [çeyrek-le-mek / çeynik-le-mek] gçl. fi. [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Bir şeyi uçlarından dörtte bir ora nında kıvırmak. 2. Süt çocuklarını yüz üstü yatıra
ç e y r e k le m e ,
.
rak kol ve bacaklarını çapraz olarak birbirine değ dirmek suretiyle alıştırma yaptırmak, ç e y r e k l e n m e , [çeyrek-le-n-me] is. Kol ve bacaklar çaprazlama oynatılarak hareket yaptırılma, ç e y r e k l e n m e k , [çeyrek-le-n-mek] 1. (Bir şey) uçla rından dörtte bir oranında kıvrılmak. 2. (Süt çocuk ları için) yüz üstü yatırılarak kol ve bacaklarını çapraz olarak birbirine değdirmek suretiyle alıştır ma yaptırılmak, [çağ (yans.) > çağ-(ı)ş-ak > çeyşek] {ağız} is. 1. Taşlı, kumlu yer. 2. Çatıyla tavanın birleştiği yerdeki açıklık. [ D S ]
çe y şe k , -ği
[çey(i)z-in-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [ -ir ] Ta salanmak; çabalamak. [ D S ]
ç e y z in m e k ,
çez,
[Far. tez => çez] {ağız} zf. Çabuk.
[D S ]
[çez-ek] {ağız} is. Yapı taşlan arasındaki derzleri yapmakta kullanılan aygıt. [ D S ]
çezek,
-ği
[çiz-ginmek (dönm ek, dolan m ak) > çezgin-melc > çeğzin-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [ -ir ] 1. Oya lanmak. 2. Tembellik etmek. [ D S ]
çez en m ek ,
[çöz-gü > çez-gi] {ağız} is. Halı ve diğer do kuma tezgâhlarına gerilen sıra ipler; çözgü. [ D S ]
ç e z g i,
[çezgin-dir-il-mek dUj-uSjş-] {eAT}
ç e z g in d ir ilm e k .
e d il.fi [-ir ] Döndürülmek, ç e z g in m e k ,
mek
[[tegzin-mek > çegzin-mek > çezgin{eAT} dönşl. fi. [-ü r] Dönmek; do
laşmak. [çez-il-mek dUj^-] {eAT} {ağız} edil.fi. [-ir ]
ç e z ilm e k ,
Çözülmek.
[D S ]
[tegzin-mek > çegzin-mek > çeğzin-mek > çezin-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Oyalanmak; vakit kaybetmek. [ D S ]
ç e z in m e k ,
çezm ek ,
[çez-mek
{eAT} {OsT} gçl. fi. [-ü r ?] I.
Çözmek; açmak, {ağız} (aynı) [ D S ] 2. {ağız} Çözgü ipliklerini tezgâha dikine olarak, sıra sıra germek. [D S ] ç e z ü n ttt,
[çöz-üntü] {ağız} is. Eski çorap söküntüsü.
[D S ]
[Sanslc. çikşapada] (c*hşapat) {eT} 1. Oruç ayı. [ E U T S ] 2. Ahlak kuralı. [ E U T S ] 3. Talimat; ni zam; kaide. [ E U T S ] 4. Tann buyrukları. [ E U T S ]
ç h ş a p a t,
-ç ı1, [-cı / -çı / -ci / -çi / -cu / -çu / -cü / -çü] yap. e. -*■ -cı.
-çı2, [-çı / -çi] {eT} y ap. e. “O meslekle uğraşan, o gö revi yapan, o işi yapan ya da yapacak olan” anlamı veren isimden isim ya da fiilden isim yapma eki. a l-çı (hileci), b ö z -çi (doku m acı) [ E T Y ] ç ı1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] is. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde konuş ma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] çı-gır-m a, çı-gır-m ak, çı2, [çi / çı / çig / çık] (çı:) {eT} is. Nem; ıslaklık. [D L T ]
Û IM IItS İİM .ssı çı3, [çığ] {ağız} is. Kargı. [DS] çı4, [çığ] {ağız} is. Çaylarda balık tutmak için taş ve çitten yapılan set. [DS] çıb1, [çab / çalp / çap / çıb / çıp / çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalan ma gibi hareketler sonucunda oluşan, ya da el ve ayakla oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] ç ıb -a -k ç ıb a k çıb2, [çap / çep / çıb / çib / çip / çüp (yans.) is. El çırpma ve alkışlama sesini ve hareketini anlatan kök. [Zülfıkar] çıb-(b)arı çıba, [? çıba] {ağızj sf. 1. Zayıf; ince; cılız. 2. Küçük. [DS] S çıba çoluk, {ağız} Ç olu k ço cu k ; aile. [DS] çıbak, [çıb (yans.) > çıb-ak] {ağız} is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi ha reketler sonucunda oluşan ya da el ve ayakla oluş turulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anla tan yansımalı gövde. [DS] S> çıbak çıbak, {ağız} (Y ıkanm ak için) su s e s i çıka rta ra k. [DS] çıban1, [eT. çıbıkan > çıbkan > çıban] is. 1. Vücudun herhangi bir yerinde deride şişkinlik, kızartı, ağrı ve ateş yükselmesiyle kendini gösteren irin biriki mi; yara; baş. {eT} (aynı) 2. arg o. Büyük altın yüzük.fi1 çıban ağırşağı, Ç ıbanın d er id e k i kızarm ış ve şişkin bölümü.\\ çıban başı, 1. Ç ıbanın p a tla m a k ü zere olan ucu. 2. m ecaz. Altından cid d i so ru n lar çıka bilen durum veya soru n y a r a ta c a k kişi. || çıba nın başını koparm ak, R ah atsızlık v e r e c e k b ir du rumun do ğ m a sın a y o l a çm a k .|| çıban otu, bot. Sı ra ca g illerd en , boru biçim in d e bitişik ta ç yapraklı, h a şla n a r a k dıştan y a r a la r a sü rü lerek iyileştirici o la r a k kullanılan otsu bitki; (V eron ica offıcinalis).\\ çıban özü, K an çıbanının ölü doku ve irinden olu şan m erkez bölgesi. çıban2, [çıbıkan > çıbkan > çıban] {eT} bot. Hünnap. (Zizyphus vulgaris). çıbar, [çıbar] {ağız} is. Çıban. S çıbar atm ak, {ağız} Ç ıban çıkarm ak. [DS] çıbarm ak, [çıb (yans.) > çıb-ar-mak] {ağız} g ç s z .f. [ır] Dövülmekten dolayı derisinde kabarcıklar oluş mak. [DS] çıbartm ak, [çıb (yans.) > çıb-ar-t-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] Derisi kabaracak şekilde dövmek. [DS] çıbban, [çıb (yans.) > çıb(b)-an] {ağız} is. Alkış. [DS] çıbbana, [çıb (yans.) > çıb(b)-an-a] {ağız} is. Alkış. [DS] çıbı, [çıb (yans.) > çıb-ı] {ağız} ünl. Köpek kovalama ünlemi. [DS] çıbığaltı, [çubuk+alt-ı] {ağız} is. Kahvaltı. [DS] çıbık1, -ğı [çıbık] {eT} is. 1. Y aş dal parçası; çubuk. [DLT] 2. {ağız} Uzun sigara ağızlığı. [DS] 3. {ağız} İnce ip. [DS] 4. {ağız} Pulluğun ortasındaki uzun demir. [DS] 5. {ağız} Bir tür yün ve çul motifi. [DS] S çıbık kemiği, {ağız} Boyun kem iği. [DS]|| çıbık kızdırm ak, {ağız} K esilen b a ğ çu bukların ı to p ra ğ a
ç iç g ö m e r e k köklendirm ek. [DS]|| çıbık konur, {ağız} Vücudu siyah, boynundan kuyruğuna k a d a r o la n sırt b ö lg esi sa rı ren kli sığır. [DS] çıbık2, -ğı [çıb (yans.) > çıb-ık] {ağız} is. Göz hastalı ğı. [DS] çıbıkçı, [çıbık-çı] {ağız} is. Bağ kütüklerinin dibi kazılırken dalların kırılmaması için tutan işçi. [DS] çıbıkan1, [çıbıkan / çıbıyan / çıban] (çıbıka :n ) {eT} is. Hünnap, (Zizyphus vulgaris). çıbıkan2, [çıbıkan > çıbkan > çıban] (çıbıka .n ) {eT} is. Çıban; baş. çıbıklamak, [çıbık-la-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Çubukla vurmak. [DLT] çıbıklatma, [çıbık-la-t-ma] {ağız} is. Çubuk adı veri len hastalıktan kurtulacağı inancı ile çubukçu deni len adama, çocuğun ayağını yavaş yavaş dövdürtme. [DS] çıbıklı, [çıbık-lı] {ağız} is. Yol yol dokunmuş kumaş. [DS] çıbıl, [çil (yans.) > çıb-ıl] {ağız} is. Yayık. [DS] çıbın, [eT. çıb-un > çıbm] {ağız} is. Sinek. [DS] çıb ır1, [Bulg. çıbr] {ağız} is. Küçük tahta fıçı. [DS] çıbır2, [? çıbır] {ağız} sf. Tembel. [DS] çıbır3, [? çıbır] {ağız} is. Şubat. [DS] çıbırtm ak, [çıb (yans.) > çıb-ır-t-mak] {eT} gçl. f i [ur] Taze dal parçaları ile dövmek; çırpıştırmak. [DLT] çıbışga, [? çıbışga] {ağız} is. İnce, uzun ve yaş değ nek. [DS] çıblamak, [çıb (yans.) > çıb-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] (Ağaç için) budamak. [DS] çıbuk, -ğu [çıb-uk
{eAT} is. Çubuk. S çıbuk
börk, {eAT} İn c e uzun k e ç e külâh.\\ çıbuk çalm ak, {eATf D ay a k a tm a k çıbun, [çıbun] {eT} is. Sinek. [KB] çıcık1, -ğı [çı-cık] {ağız} is. Yay. [DS] çıcık2, -ğı [çı-cık] {ağız} sf. Güzel. [DS] çıça, [çıça / çiçe] {eT} ünl. 1. Yeter, yetişir, kâfi. [KB] 2. zf. Yeter derecede, çıçalak, [çıçâ-lak] (ç ıça :la k ) {eT} is. Serçe parmağı; sırça parmak. [DLT] çıçam uk, [çıçâ-muk] (çıça:m u k) {eT} is. Yüzük par mağı. [EUTS] [DLT] [Gabain] çıçartm a, [çıka-r-t-ma] {ağız} is. Balkon; cumba. [DS] çıçğan, [sıç-gan > çıç-gan] {ağız} is. Fare; sıçan. [DS] çıçırgan, [çıç-ır-gan] {ağız} is. Kışın yapraklarını döken, 6-9 mm. uzunlukta, sarı ve turuncu renkli, olgun meyveleri çiğ olarak, reçel veya ezme olarak yenilen, C vitamini bakımından zengin, çok dikenli bir çalı; kara çalı, (H ippophe rham n oides). [DS] çıçuk, -ğu [? çıçuk] {ağız} is. Asıl peynir alındıktan sonra kalan sütten yeni peynir yapmak için alman maya. [DS]
■M K E KUR. w
ÇID
çıd, [çat / çet / çıd / çıt / çit (yans.)] is. Güçlü bir şekilde vurma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, yanma ve tutuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] ç ıd çıd, çıd -d a k çıda, [çıda] {eT} is. Süngü; mızrak. [EUTS] çıdağı, [Moğ. cidüü] {ağız} is. Derin işleyen büyük yara. [DS] çıdak, -ğı [çıd-ak] {ağız} sf. (Kişi için) çevresine za rar veren; yaramaz. [DS] çıdam , [Moğ. çidân > çıdam
{e T} is. Sabır;
dayanıklılık; {eAT} (aym). çıdam a, [çıda-ma] is. Sabretmek işi. çıdam ak, [Moğ. çıda-mak] {eT} gçsz. f . [ - r ] Taham mül etmek; katlanmak; dayanmak. [Nevâyî] çıd ar1, [? çıdar] {ağız} is. Hayvanların otlama sıra sında uzaklaşmalarını önlemek için ön ayaklarını topuklarından birbirine bağlayan kayış veya ip. [DS] çıdar2, [? çıdar] {ağız} is. Çam ağacı. [DS] çıdçıdı, [çıd (yans.) > çıd+çıd-ı] {ağız} is. Çıtçıt. [DS] çıddak1, -ğı [cıd (yans.) > çıd-la-k > çıddak] {ağız} is. Çıtçıt. [DS] çıddak2, -ğı [ çıd (yans) > çıd(d)-ak] {ağız} is. Kapı kilidi. [DS] çıdılgı, [çat-ıl-mak / *çıt-ıl-mak / çit-il-mek > çıdılgı] {ağız} is. 1. Engel; duvar; çit. 2. Çalı çırpı. [DS]
üreten yapım eki. a d ın ç-çıg (şa şıla sı; olağanüstü), korku nç-çıg. Ç«g', [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] is. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde ko nuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çıg-u, çıg-rış-dır-m ak. çıg2, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çıg-ış çıgış, çıg-ış-tı, çıg-rı çig3, [çığ (yans.)] {eT} is. Memnuniyetsizlik; yüz ek şitme. [KB] çıg4, [çığ / çi] {eT} is. Nemlilik; ıslaklık. çig5, [çığ £>-] {eT} is. bot. 1. Sepet, hasır vb. örmede kullanılan bir tür bataklık bitkisi; kamış, (Arund in ella n epalen sis). [EUTS] [Abuşka] 2. {OsT} Ev ve yurt kapısı üzerine asılan ince çubuk ve sazlar dan yapılma perde biçimindeki kafes, bölme. [Nevâyî] 3. Göçebelerin sele sazı (çığ otu) ile yap tıkları çadır örtüsü. [DLT] 4. Kamıştan iple örülmüş hasır. 5. {ağız} Pencere kafesi. [DS] çig6, [Çin. ç ’ilc] {eT} is. 1. Türklerin bez ölçmede kul landığı 25 cm. kadar gelen bir uzunluk ölçüsü bi rimi. [DLT] 2. Kâşgar’da bir Türk arşını; uzunluk ölçüsü birimi olarak ayak. [EUTS] 3. Litre. [EUTS]
çıdılgu, [çat-ıl-mak / *çıt-ıl-mak / çit-il-mek > çıdılgu] {eAT} is. Birbirine girmiş çalılık, ağaçlık ya da orman.
çıg7, [çığ £ ? -] is. 1 . {OsT} Kafile; sürü. 2.
çıdırh, [çıdır-lı] {ağız} is. 1. Bir yere gidip gelme işi ni çarçabuk yapan; ayağına çabuk. 2. Sinirli; titiz. [DS]
çığan, [çığân] (çıg a:n ) {eT} s f Yoksul; fakir. [ETY] [DLT] ’
çıf, [çıf (yans.)] {eT} is. Şıra kaynarken kazandan çı kan ses. [DLT]
çıgarı, [çığ-ar-ı / çığ-rı] {eT} is. Çıkrık; dokuma çıkrığı. [İKPÖy.]
çıfılamak, [çıf (yans.) > çıf-ı-lâ-mak] {eT} gçsz. f . [r] Çığıl çığıl ses vermek; şıra kaynarken ses ver mek. [DLT]
çıgay1, [çığan / çığay] {eT} sf. 1. Yoksul; fukara; se fil. {ağız} (aym) [DLT] [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [Te kin] [KB] [DS] 2. Felaket.
çıfm, [? çıfın] {ağız} is. Küçük hamur teknesi. [DS]
çıgay2, [çige / çıgay] {eT} is. Yaban kendiri lifi, çıgaylık, [çıgay-lık] {eT} is. Yoksulluk; fakirlik. [KB] [Yükııekî]
çıfınlık, -ğı [çıfm-lık ?] {ağız} is. Dikenlik. [DS] Çıfıt, [Ar. yehüd / Far. cehüd => çıfıt] öz. is. 1. Yahudi. 2. sf. “Hileci, düzenbaz” anlamında haka ret sözü. S çıfıt çarşısı, 1. B ir ç o k şeyin k arm a ka rı şık olduğu y er. 2. H ile, düzen, k an d ırm aca ve kötü niyetlerin iç iç e olduğu ortam . || çıfıt orucu, Uzun sü reli olm ayan şey. Çıfıtlık, [çıfıt-lık] öz. is. 1. Yahudilik. 2. cins. is. m ecaz. Hilekârlık; düzenbazlık; dümen. S çıfıtlık etmek, D üzenbazlık etm ek; diim en çevirm ek. çıfuta, [İt. cifutti] is. dnz. Kızaktan denize indirilmek üzere olan geminin destekler alınınca devrilmemesi için altına konulan çerçeve. -çıg1, [-çığ / -çig] {eT} yap . e. "Benzer, g i b i ” anlamı veren isimden isim yapma eki. "Ç'g2> [-sığ > çığ] {eT} ek. Durum bildiren kavramlar
{ağız}
Har
manda bir araya toplanmış hububat yığını; çeç. [DS]
çıgang, [çığan] (ç ıg a :n ) {eT} sf. Yoksul,
çıgıl, [çığ (yans.) > çığ-ıl / cağ-ıl / çağ-ıl / çak-ıl / cığ-ıl] {eT} is. Sürtünme, çarpma sonucunda çıkan sesi anlatan yansımalı gövde. <3 çıgıl tıgıl, Ses b il diren b ir söz. [DLT] çıgılmak, [çığ-mak > çığ-ıl-mak] {eT} edil. f . [-u r] Bağlanmak; bohçalanmak; boğulmak; çıkılanmak çıgılvar, [çığıl + Far vâr ? / çığıl-mar] (çığ ılva:r) /eT) is. Tatar oku; mancınık. S çıgılvar okı, {eT} B ir tür küçü k ok. [DLT] çığır, [çığ-ır] {eT} is. 1. Dar yol; küçük yol; çığır. [DLT] 2. Sınır; hudut. [Clauson] çıgırlam ak, [çığ-ır-lâ-mak] (çığ ırla :m a k) {eT} gçsz. f . [ - r ] 1. Ayakları ile çiğneyerek yol açmak; iz yap mak; çığır açmak; çığır açmaya yönelmek; karda
«m
büğe b ü i
.953
ayağı ile yol açmak. [DLT] 2. Ayakları ile basarak ezmek; çiğnemek, çıgırlanm ak, [çığ-ır-la-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r] (Yer için) çığır meydana gelmek; çığır oluşmak. [DLT] çıgıtlı, [çıgıt-lı] {ağız} is. Tarladan pamuk toplama işi. [DS] çıglamak, [çığ6 > çığ-lâ-mak] (çığ la .m a k) {eT} gçl. f i [ - r ] Çığ ile ölçmek. [DLT] çıglanm ak1, [çığ6 > çığ-la-n-mak] {eT} edil. f i [-u r] Çığ ile ölçülmek. [DLT] çıglanmak2, [çığ4 > çığ-la-n-mak] {eT} edil. fi. [-u r] (Et, sebze vb. için) biraz pişmek; az haşlanmak. [DLT] çıglatm ak, [çığ-la-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Çığ ile ölçtürmek. [DLT] çıgmak, [çığ-mak] {eT} gçl. f . [ - a r ] Dürmek; çıkın lamak; bağlamak. [DLT] çıgrı, [*çığ-ır-mak > çığ-(ı)r-î / çığ-(ı)r-ık / çık-(ı)rık] {eT} is. Çıkrık, değirmen, dolap gibi dönen şey lerin çıkrığı; ip çıkrığı; makara; daire; felek. [DLT] çıgrık, [* çığ-ır-mak > çığ-(ı)r-î / çığ-(ı)r-ık / çık-(ı)rık] {eT} is. -*■ çıgrı. çığrılm ak, [çığ-(ı)ı-ı-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] 1. Çiğnetmek; çiğneterek sertleştirmek. 2. (İnsan için) işte pişirmek, ustalaştırmak. [DLT] çıgruk, [çığ-(ı)r-u-k] {eT} sf. (Yer için) çok çiğnen mek yüzünden sertleşmiş; katı; çiğnek. [DLT] çıgrum ak, [çığ-(ı)r-ü-mak] (çığ ru :m ak) {eT} gçsz. f i [-r ] 1. (Nesne için) gevşek iken sert hâle gelmek; sertleşmek. [DLT] 2. (Kaba ve gevşek toprak için) çok çiğnemek yüzünden sertleşmek, çıgrutm ak, [çığrü-mak > çığru-t-mak] {eT} gçl. f i [ur] 1. (Y er için) ayakla çiğneterek, tepindirerek sertleştirmek. 2. (Un vb. şeyler için) çuvala kuvvet le basarak sıkıştırmak; tepmek. [DLT] çiğsiz, [çığ6 > çığ-sız] {eT} sf. Ölçüsüz. [EUTS] çığ1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] is. 1. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde konuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anla tan kök. [Zülfıkar] çığ-d-tı, çığ-ıl-t-m a, çığ -ğır-d aşma, çığ-ır-m ak, çığ-ır-t-karı, çığ-ır-gatı, çığ-ır-ış, çığ-ır-t-m aç, çığ-rın-m ak. 2. {ağız} Çığlık; haykırış. [DS] çığ2, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çığ -ıl çığıl, çığ -ış-la-m ak. çığ3, [çığ (yans.)] is. Yağda kızartma yaparken çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çığ-ır-t-m aç. çığ4, [çığ (yans.) > çıg-mak / çığ-mak (dürmek, top lam ak, yığ m ak) > çığ] is. Yükseklerdeki kar yığın larının ağırlıklarının artması sebebiyle kopması ve aşağı doğru yuvarlandıkça büyümesi suretiyle meydana gelen kar kayması biçimindeki bir doğal
ÇIĞ afet. 0 çığ düşmek, D ağdan a şa ğ ı doğru y ü k sek b ir k a r kütlesi kaym ak, düşmek.\\ çığ gibi büyü mek, (Dert, tasa, p ro b lem için) g ittikçe artm ak; y a y ılm ak; çoğ alm ak. çığ5, [eT. çığ] {ağız} is. 1. bot. İki metre kadar boylu, çiçek durumları dikenli bir topuzu andırdığı için çeşitli tarama işlerinde, sapı da kamış olarak kulla nılabilen, beyaz veya soluk pembe çiçekli, iki yıllık bir bitki; çoban tarağı; fesçi tarağı; tarak otu, (D ipsacu s laciniatus). 2. Kurumuş afyon bitkisi sapı. 3. Harman savrulurken, samanla tane arasına dikilen uzun değnek. 4. Kamış türü uzun bitki sap larından yapılan ve üzerinde meyve, tarhana gibi yiyecekleri kurutmaya yarar, gerektiğinde halı gibi dürülerek kaldırılabilen bir tür sergi. 5. Bu tür bitki saplarından yapılmış bölme. 6. Süt kaplarının üstü nü örtmeye yarar kamıştan yapılma örtü. 7. Ağıl larda oğlak ve kuzu koymaya yarar bölme. 8. Pen cere kafesi. 9. Çamaşır sepeti. 10. Kağnıdan saman dökülmemesi için tahtalardan yapılmış çit. 11. Ok lu kirpinin dikenlerinden her biri. 13. Tavan arası. 0 çığ çığ, {ağız} Atkuyruğu bitkisi. [DS] çığ6, [çığ / çiğ] {ağız} is. 1. Süt üzerinde toplanan kaymak. 2. Ekşimiş süt. [DS] çığ7, [çığ / çiğ / çiy] {ağız} is.
çiy. [DS]
çığ8, [çiğ > çığ] {ağız} sf. Pişmemiş; çiy. [DS] Çiğ9, [Çiğ] {ağız} sf. Çok sık. [DS] çığa1, [Az. çığa > çığa] {ağız} is. 1. Horoz ve cennet kuşu gibi bazı hayvanların kuyruklarındaki en uzun ve en gösterişli tüy. 2. Kadınların başına örtündük leri çarşaf. 3. Gelinlerin başına takılan sorguç. [DS] çığa2, [çığ-a ?] is. zool. Havyarı ile tanınan bir tür mersin balığı, (A cipen ser ruthenus). çığa, [çağa > çığa] {ağız} is. Yaramaz çocuk. [DS] Çiğal1, [çığal] is. - * çığa1. çığal2, [çığ (yans.) > çığ-al] {ağız} is. Çakıl. [DS] çığal3, [çığ (yans.) > çığ-al] {ağız} is. Palamut mey vesinin üst kısmı. [DS] çığalanm a, [çığa-la-n-ma] is. Çığa durumuna gelmek işi. çığalanm ak, [çığa-la-n-mak] dönşl. f. [- ır ] (At kuy ruğu için) horoz kuyruğu gibi dikleşmek, çığarm ak, [çık-ar-mak > çığ-ar-mak] {ağız} gçl. f . [ır] Çıkarmak. [DS] çığdaç, -cı [? çığdaç] {ağız} is. Süt kazanlarının üstü nü örtmek için kullanılan kamıştan yapılmış örtü; çığ. [DS] çığdarm ak, [çığ > çığ-(ı)d-ar-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] Nemlenmek; çiylenmek. [DS] çığdıklamak, [eT. çığ-mak (bağlam ak, dürm ek) > çığdık-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Bahar da, ağaçların yaprak gözleri kabarmak. [DS] çığdırm ak, [cıv / çığ (yans.) > çıv-dır-mak > çığ-dırmak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] Delirmek. [DS]
ÇIĞ çığgın, [çığ / cıv (yans.) > çıv-mak > çığ-gm] fağız} sf. (Gidiş için) hızla. [DS] çığı1, [çığ-ı] {ağız} is. Pencere kafesi. [DS] çığı2, [? çığı] {ağız} is. Anne. [DS] çığı3, [çığ-ı] {ağız} is. Hediye paketi. [DS] çığı4, [çığ-ır > çığı] {ağız} is. Karda kürekle açılan yaya yolu. [DS] çığı5, [çığ-ı] {ağız} is. Düdük yapılan kamış. [DS] çığıl1, [çığ / cığ (yans.) > çığ-ıl] is. Suyun kaynama, akma ve çağlaması sırasında çıkan sesleri anlatan yansımalı gövde. çığıl2, [çağ / çığ (yans.) > çağ-ıl > çığıl] {ağız} is. 1. Taş ve çakıl yığını. 2. İri kumlu toprak. 3. İri sa man. [DS] fi1 ç ığ ıl toprak, {ağızf K ırm ızı ve sa rı ren k li toprak. [DS] çığıl3, [çığ-ır > çığ-ıl] {ağız} is. Taşlı yol; patika. [DS]
ÛIÜHIÜBKCt SöM. lerde, davetlilerin verdikleri hediyeleri abartarak söyleme geleneği. [DS] çığırgan 1, [çığır-mak > çığır-gan] sf. 1. Çağıran; çağırıcı. 2. (Çocuk için) çok bağıran. çığırgan3, [çığ (yans.) > çığ-ır-gan] is. 1. zool. Cırcır böceği. 2. bot. Yabani menekşe. çığırgan2, [çığ (yans.) > çığ-ır-gan] {ağız} is. Pamuğu çekirdeğinden ayıran el çıkrığı. [DS] çığırış, [çık / çığ (yans.) > çığ-ır-mak > çığ-ır-ış] is. Çağırma, bağırma eylemi veya biçimi, çığırışmak, [çığ (yans.) > çığır-ış-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Yüksek sesle birlikte bağrışmak; çığrışmak. [DS] çığırm a, [çık / çığ (yans.) çığ-ır-ma] is. Çağırmak işi. çığırm ak, [çık / çığ (yans.) > çık-ır-mak > çığ-ır-mak {ağız} gçl. f . [ -ır ] 1. Birini çağırmak; ona
çığıl4, [çığ-ıl] {ağız} sf. Kalabalık. [DS] çığıl5, [çıng-ıl > çığıl] {ağız} is. Başa takılan yirmilik altın. [DS] çığılamak, [çık-mak > çık-ı-la-mak > çığ-ı-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] Çıkın yapmak; bohçayı bağlamak. [DS]
çığırnık, -ğı [çığ (yans.) > çığ-ır-(ı)n-ık] {ağız} is. Tarla kuşu; toygar. [DS]
çiğlilik, -ğı [çığ-ıl-lık] {ağız} is. Çakıllı yer; çakıllık. [DS]
çığırt, [çığ (yans.) > çığ-ır-t] {ağız} is. Taşlı yol; pa tika. [DS]
çığıltı, [çığ (yans.) > çığ-ıl-dı ^ .d i^ ] {OsT} is. Çığ
çığırtgan, [çığ-ır-t-gan] {ağız} sf. 1. Çok bağıran; çı ğırtkan. 2. Ağustos böceği. [DS]
lıkla karışık ses. çığım, [? çığım] {ağız} is. Akraba. [DS] çığın, [çiğin > çığın] {ağız} is. Omuz başı. [DS] çiğindirik, -ğı [çıy (yans.) > çıy-m-dırık > çığ-ındırık] {ağız} is. Sinirli ve yağsız et. [DS] çığır1, [eT. çığ-mak > çığ-ır > çığ-ır] is. 1. Kar üze rinde çığın açtığı iz. 2. {ağız} Karda kürekle açılan yol. [DS] 3. Kar yolu; buz yolu. 4. Hayvanların kır da sürekli geçmeleri sonucu açılan yol; keçi yolu; patika, {ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} İz. [DS] 5. m ecaz. Başkalarının takip edebileceği yeni bir tarz, yöntem veya yol. 6. Büyük hattatların ortaya koydukları ve sonra gelenlerin benimsedikleri sanat yolu. S çığır açm ak, Yeni bir y o l ve tekn ik ortay a koymak.\\ çı ğırından çıkmak, (B ir iş, uygulam a, düzen için) doğru ve uygun y o ld a n sapm ak. çığır2, [çığ-ır] {ağız} sf. Kel. [DS] çığırdam ak1, [çığ (yans.) > çığ-ır-da-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-d (ı)-y o r] Ses çıkarmak. [DS] çığırdam ak2, [çığ-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [d (ı)-y or] (Pekmez, yoğurt vb. için) ekşiyip kabar mak; köpüklenmek. [DS] çığırdeşmek, [çığ (yans.) > çığ-ır-da-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ir ] 1. Kavga, gürültü etmek. 2. İnatlaş mak. [DS] çığırdık, -ğı [eT. çığ-mak (dürm ek, ba ğ lam ak ) > çığır-dık] {ağız} is. 1. Kara gürgen. 2. Zeytin ağaçları nın çiçek açacağı zaman çıkardığı tomurcuk. [DS] çığırdım, [çığır-mak > çığır-dı-m] {ağız} is. Düğün
seslenmek. 2. Davet etmek; çağırmak. {eAT} (aynı) 3. gçsz. f . Bağırmak; haykırmak; çığlık koparmak. {eAT} (aynı) 4. Şarkı türkü söylemek. 5. Bir kimse hakkında iyi konuşmamak; dedikodu etmek. [DS]
çığırtı1, [çık / çığ (yans.) > çığ-ır-mak > çığ-ır-tı] {ağız} is. Bağırma, çağırma sesleri; çığlık. [DS] çığırtı2, [çığ-ır-tı] {ağız} is. Davetiye. [DS] çığırtı3, [çığ-ır-tı] {ağız} is. Karda, kürekle açılan yol. ' [DS] çığırtı4, [çığ-ır-tı] {ağız} is. Hamile kadınların yüzün de görülen koytı renkli leke. [DS] çığırtk an 1, [çık / çığ (yans.) > çığ-ır-mak > çığ-ır-tkan] sf. 1. Çok bağırıp çağıran, {ağız} (aynı) [DS] 2. is. Yüksek ses çıkararak bağırma ve çağırma işini yapan; tellal; münadi. 3. Seyirci veya alıcı çekmek için bağırmak suretiyle davet eden kimse. 4. m ecaz. Çıkar uğruna başkalarım her yerde yüksek sesle öven kimse. 5. Avcıların ötüşü ile kendi türünden olan kuşlan etrafında toplaması için kullandıkları kuş. 6. Avcıların kuşları yakma toplamak için kul landıkları kuş sesi çıkaran düdük. 7. Eskiden çadır tiyatrolarına müşteri toplamak için yüksek sesle bağıran soytarı. çığırtkan2, [çığ-ır-t-kan] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çığırtkanlık, -ğı [çığırt-kan-lık] is. 1. Halkın ilgisini çekmek için bağırıp çağırma. 2. m ecaz. Çıkar sağ lamak içini birini övme. S1 çığırtkanlık yapm ak, Ç ıkarı dolay ısıy la birin i ç o k a b a r ta r a k övm ek. çığırtm a, [çık / çığ (yans.) > çığ-ır-mak > çığ-ır-t-ma ■ü>~r] is. 1. Bağırıp çağırma işini yaptırmak işi. 2. müz. Uzunluğu 20-30 cm. kadar, kamış veya kartal
f f İ M
ÇIĞ
I t a İ . 9 5 5
kanadından yapılmış, üstte altı, altta tek deliği bu çığlamak2, [çığ-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r ] [-(ı)-y o r] 1. lunan, tiz sesli bir tür kaval. {OsT} {ağız} (aynı) [DS] (Ceviz, badem, fındık vb. için) kabuğundan ayır 3. {ağız} Yumurtalı unun yağda kızartılması ile ya mak. 2. Mısır tanelerini koçanından ayırmak. 3. Apılan bir tür tatlı. [DS] 4. {ağız} Domates, biber ve ğaç dallarını budamak. [DS] patlıcanın zeytinyağında kızartılması suretiyle ya çığlamak3, [çığ-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] pılan yemek. [DS] Hastalanmak. [DS] çığırtm acı, [çığırtma-cı] is. Çığırtma çalan kişi. çığlamak4, [çığ-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)-y o r] çığırtm aç1, -cı [çığırt-mak > çığırt-maç] {ağız} is. Tellal. [DS] çığırtm aç2, -cı [çığırt-maç] {ağız} is. Yumurtalı unun yağda kızartılmasıyla yapılan tatlı. [DS] çığırtm ak, [çık / çığ (yans.) > çığ-ır-mak > çığ-ır-tmak
{eAT} {OsT} {ağız} gçl. f i [-ır ] [eA T -
ur] 1. Bağırtmak. [DK] 2. İlan etmek. [DK] 3. Davet etmek; çağırtmak. [DK] 4. Bağırta bağırta zorla mak. [DS] çığış, [çığ-ış / cığ-ış
is. Çarpma, vurma ve
sürtünme sonucu çıkan sesi bildiren yansımalı gövde. S çığış çığış, {eAT} {ağız} 1. Ç arpm a ve vurm a se si çıka ra ra k. 2. H arm an savururken y a banın çıka rd ığ ı ses. [DS]
1. Gururlanmak. 2. Şımarmak. [DS] çığlaıı, [çığ-lan] {ağız} is. Balık yatağı olan sığ su. [DS] çığlı, [çığ-lı] {ağız} is. Çığı bulunan. S1 çığlı kirpi, {ağız} Qklu kirpi. [DS] çığlık1, -ğı [çık / çığ (yans.) > çığ-lık] is. 1. İnce ve keskin bir sesle acı acı haykırma; bağırma; feryat. 2. Bir kişinin haykırarak söylediği kısa sözler. 3. Gırtlakta ve yutakta titreşimlere yol açan şiddetli ve sürekli bir soluk vermeye dayalı seslenme. S çığlığı basm ak, A cı a c ı ba ğ ırm ak ; fe r y a t etm ek. || çığlık atm ak, A cı a c ı ba ğ ırm ak ; fe r y a t etm ek.|| çığ lık çığlık, Ç ığ lıklar a ta ra k .|| çığlık çığlığa, Ç ığlık la r a ta ra k ; çığ lık için d e.|| çığlık koparm ak, A cı a c ı b a ğ ırm ak ; fe r y a t etm ek.
çığışık, -ğı [çığ-ış-ık] {ağız} is. Bulgurcuk denilen kar tanesi. [DS]
çığlık2, -ğı [çığ5 > çığ-lık] {ağız} is. Teras önüne ince çıtalardan yapılan korkuluk. [DS]
çığışlamak, [çığ-ış-la-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(ı)y o r ] (Su için) hafif hafif akmak. [DS]
çığlık3, -ğı [çığ-lık] {ağız} is. Kekliğin öterken çıkar dığı ses. [DS]
ÇiğıŞtı, [çığ-ış-tı j ^ r ] {eAT} is. Çakıl.
çiğlikçi, [çığ-lık-çı] is. Cenazelerde ölen ile yakınlığı olmayan fakat çığlıklar atarak yas tutan ve bunu meslek edinmiş kişi; ağıtçı; yasçı,
çiğit1, [çığ-lt
/ -U=-] {eAT} {OsT} is. 1. Yüzde
bulunan nokta nokta esmer lekeler; çil. 2. {ağız} Hamile kadınların yüzünde bulunan koyu renkli lekeler. [DS] çiğit2, [eT. çig-mek > çiğ-it > çığ-ıt
{Os T} is. 1.
Pamuk çekirdeği. 2. Çekirdek.
çığmak, [çığ-mak] {ağız} gçsz. f . [- a r ] Birdenbire koşmak; fırlamak. [DS] çığmak, [çî (nem) > çığ-mak] {ağız} gçsz. f . [- a r ] 1. (Testi için) dışına su vermek; sızdırmak. 2. Terle mek. [DS]
çiğit3, -dı [çığ-ıt] {ağız} is. Karda, kürekle açılan yol. [DS]
çığm alam ak, [çığ-ma-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(ı)y o r ] Ot ve benzeri şeyleri kökünden sökmek. [DS]
çığıtlanmak, [çığ-ıt-la-n-mak j*jJ-U »-] {Os T} d ö n şl.f.
çığnak, -ğı [çığ-(ı)n-a-k] {ağız} is. 1. Ayak altı. 2. Çok çiğnenen yer. [DS] S1 çığnağa gitmek, {ağız} A yak a ltın d a ezilm ek. [DS]
[-u r] (Yüz için) çillenmek. çığız, [çığ-ız] {ağız} is. Oyunda hile yapan. [DS] çığızlık, -ğı [çığız-lık] {ağız} is. Mızıkçılık, ö çığızlık yapm ak, {ağız} M ızıkçılık etm ek. [DS] çığla1, [Yun. tsihla (ard ıç kuşu)] {ağız} is. Civcivden büyük fakat piliç sayılamayacak tavuk yavrusu. [DS] çığla2, [Az. cılha (katışıksız)] {ağız} is. 1. Üzerinde ot bitmeyen sert ve taşlı toprak. 2. Kumlu toprak. [DS] çığlaJ, [? çığla] {ağız} is. Pulluk. [DS] çığlam a1, [çığ-la-ma] {ağız} is. 1. Altına lahana yap rağı konularak pişirilen mısır ekmeği. 2. Çiğ sütten yapılan peynir. [DS] çığlama2, [eT. çl (nem) > çığ-la-ma] {ağız} is. Nem lenme. [DS] çığlam ak1, [çığ-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-(ı)-y o r] Ağlamak. [DS]
çığnam, [çığ (yans.) > çığ-(ı)n-a-m j«-^>-] {eAT} is. Su sesini anlatan yansımalı gövde. S çığnam çığnam, {eAT} Ç ığ ıl ç ığ ıl; şırıl şırıl. çığnam ak, [çığ-(ı)n-a-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-n(ı)y o r ] Çiğnemek. [DS] çığnık, -ğı [çığ-(ı)n-ık] {ağız} is. Ocak arkası. [DS] çığra, [çığ-(ı)r-a] {ağız} is. Taşlı ve dar yol. [DS] çığrak, -ğı [çığ-(ı)r-a-k] {ağız} is. -► çığra. [DS] çığrem ek, [eT. çıkrâ-mak > çığra-mak / çığre-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-r(ı)-y or] 1. Bıkmak. 2. Tiksin mek. [DS] çığrıh, [çığ-(ı)r-ık > çığrıh] {ağız} is. İp bükmekte kullanılan çıkrık. [DS] çığrık1, -ğı [çığ-ır-mak > çığ(ı)r-ık] {ağız} is. Çığlık. [DS]
ÇIĞ
O I Ü M I Ü H I S f i M . 9Wl
çığrık2, -ğı [eT. *çığ-ır-mak > çığ-(ı)r-T / çığ-(ı)r-ık / çık-(ı)r-ık] {ağız} is. Çıkrık. [DS] S çığrık kapı, {ağız} D a r b o ğ a z la r a y ap ılan p a rm a k lık lı kapı. [DS] çığrık3, -ğı [çığ (yans.) > çığ-(ı)r-ık] {ağız} is. Taşlı yol. [DS] çığrık4, -ğı [çığ-(ı)r-ık] {ağız} is. Civciv. [DS] çığrılm ak, [çığ(ı)r-ıl-mak Jİ>=-] {eAT} edil. f . [-ır ] Çağrılmak; seslenilmek. [YE] çığrıltı, [çığ (yans.) > çığ(ı)r-ıl-tı] {ağız} is. Bağırma; haykırma; bağırtı; çığlık. [DS] çığrınm ak, [çığ(ı)r-m-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır] Haykırmak; çığlık atmak. [DS] çığrıntı, [çığ(ı)r-ın-tı] {ağız} is. Çığlık. [DS] çığrışm a, [çık / çığ (yans.) çığ-(ı)r-ış-ma] is. Hep be raber çığırma, çığrışm ak, [çık / çığ (yans.)> çığ-(ı)r-ış-mak
y^]
işteş, fi. [- ır ] Hep birden çığırıp bağırarak gürültü etmek; {eAT} {OsT} (aynı). çığrışdurm ak, [çığ-(ı)r-ış-dur-mak y^-] {eAT} g ç l . f [-u r ] Çığrıştırmak; bağrıştırmak; feryat ettir mek. çığsak, -ğı [eT. cî > çığ-sa-k] {ağız} sf. Nemli. [DS] çığsık, -ğı [eT. çl > çığ-sı-k] {ağız} sf. 1. Nemli. 2. (Yağmur için) sürekli olarak yağan. [DS]
çığşırılmak, [çığ(ı)ş-ır-ıl-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Yapılacak iş varken tembel tembel oturmak. [DS] çığşıtm ak, [çığ(ı)ş-ıt-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Biraz haşlamak. [DS] çığu, [çık / çığ (yans.) > çığ-u y ~ ] {eAT} is. Çığınş; çığlık; haykırma. çıh 1, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı çarpmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çıh -şa-g u çıh2, [çıh (yans.)] is. Hayvan çağırma ya da kovala ma ünlemi, çıh çıh, çıh -e çıh e çıh, [çık > çıh] {ağız} sf. Saf; temiz; dolgun. [DS] çıhansı, [Çin. chih han ssü] {eT} is. Nakışlı bir tür Çin ipeklisi. [DLT] çıhar, [çık-ar > çıhar] {ağız} is. 1. Çıkar. 2. Kâr. 3. Yarar; fayda. [DS] çıhari, [çıkar-mak > çıhari / çıkari] {ağız} is. 1. Dışa rı. 2. Kır; yaban. [DS] çıharm ak, [çıh-ar-mak
{eAT} gçl. f . [-ır]
Çıkarmak. çıhartm ak, [çık-ar-t-mak > çıhart-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Çıkartmak. [DS]
çığsamak, [eT. çl > çığ-sa-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-
çıhı, [çığ-mak > çık-ı > çıhı] {ağız} is. Küçük bohça; çıkın; torbacık. [DS]
(ı)-y or] Nemlenmek; terlemek. [DS] çığsımak, [eT. çığ > çığ-sı-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] Nemlenmek; terlemek. [DS]
çıhıh, [çık-ık > çıh-ıh] {ağız} sf. Çıkık. [DS] çıhın, [çık-m > çıh-m] {ağız} is. Çıkm. [DS]
Ç'ğşağı, [Çiğ (yans.) > çığ-(ı)ş-a-ğı
I
{eAT} {OsT} is. 1. İçine konulan küçük taş parçalan yüzünden sallandıkça ses çıkaran yuvarlak bir ço cuk oyuncağı. 2. Yoyo. Çiğşağu, [çığ (yans.) > çığ(ı)ş-a-ğu
{eAT} is.
- * Çiğşağı. çığşağulu, [çığ(ı)ş-a-ğu-lu
{eAT} sf. Çığış
çığış ses çıkartan; çağıltılı, çığşak, -ğı [çığ (yans.) > çığ(ı)ş-ak] {ağız} is. 1. Ka rışıldık. 2. Kırık; parça parça. 3. is. Küçük taneli dolu. 4. Taşlı arazi. 5. Fincan oyunu sonunda kaza nan tarafın diğer tarafa söylediği mâni. [DS] çığşam ak1, [eT. cahşa-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-ş(ı)y o r ] Gevşemek; birbirinden ayrılmak. [DS] çığşam ak2, [çığ (ekşi) > çığ(ı)ş-a-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-ş(ı)-y or] Ekşimek; bozulmak. [DS] çığşana, [Far. şeşhâne] {ağız} is. Eski bir tüfek cinsi. [DS]
çıhınlamak, [çıkın-la-mak > çıhın-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] Çıkm yapmak; çıkınlamak. [DS] çıhışdıh, [çık-ış-tık > çıhışdıh] {ağız} is. 1. Karşı gelme; dövüşme. 2. Ödeşme; anlaşma. [DS] çıhışm ak1, [çık-ış-mak > çah-ış-mak] {ağız} işteş, fi. [-ır ] Dövüşmek. [DS] çıhışmak2, [çık-ış-mak > çıh-ış-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] Yeterli gelmek; yeter olmak. [DS] çıhla, [çık-la> çıhla] {ağız} sf. Yalnız; arı. [DS] çıtım a, [çılc-ma > çıhma] {ağız} is. Vücutta çıkan başsız çıban. [DS] çıhm ak, [çıh-mak J ^ r ] {eAT} g ç s z .f. [ - a r ] Çıkmak, çıhşağu, [çık / çığ (yans.) > çık(ı)ş-a-ğu / çıh(ı)ş-a-ğu y - ^ ^ r ] {eAT} -*• Çiğşağı. çıhşana, [Far. şeşhane] {ağız} is. -*■ çığşana. [DS] çıjm ak, [çıj-malc] {eT} gçsz. f i [ - a r ] (Yağırlı hayvan için) binerken veya yük sarıldığında acıdan belini çöktünnek. [DLT]
{eAT} işteş, f .
-çık 1, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çuk] yap. e. -*• -cık.
[-u r] “Çığış çığış” madenî sesler çıkarmak; cıkırdamak.
-çık2, [-çak / -çek / -çuk / -çük / -çık / -çik] {eT} yap. e. -*■ -çak.
çığşatm ak, [çığ(ı)ş-a~t-mak jaJuü»-] {eAT} gçl. f . [-
çık 1, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me
çığşaşmak, [çığ(ı)ş-a-ş-mak
u r] “Çığış çığış” sesi çıkartmak; cıkırdatmak.
ÇIK
f l i ı a n f f i M .9 5 7 tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] çık -ır çıkır, çık+ çık -a, çık-ran-cık, çık-şa-m ak, çık-şa-ğ ı çık 2, [çlk] {eT} is. Çok küçük bir ses; ses; çıt. [DLT] t? çık et k örey in , { eT j Çıt ç ık a r d a göreyim . çık 3, [Çin. ç ’ik] {eT j is. Ayak (uzunluk ölçüsü). [Gabain] çık 4, [çık Jht] {eT } {eATj {ağız} sf. Karışık olmayan;
temiz; arı; yalnız; sade; safı; halis; sırf; salt. çık 5, [çık] {ağız} is. 1. Çıkın; bohçacık. 2 . Torbacık.
ken d i m enfaatinden b a şk a b ir şey düşün m em ek,|| ç ık a r b u d ak , {ağız} Kurum uş k ere sted e bulunan budak. [DS]|| ç ık a r yol, Kurtuluş y o lu ; çare. çık a r2, [çık-ar] {ağız} is. Kız. [DS] ç ık a rcı, [çık-ar-cı] sf. Yalnız kendi çıkarını gözeten; kendinden başkasını düşünmeyen; menfaatçi; men faatperest. çık arcılık , -ğı [çık-ar-cı-lık] is. Yalnız kendi çıkarını düşünme; menfaatçilik; menfaatperestlik, çık a rı, [çık-ar-ı] {ağız} zf. 1. Dışarı. 2. is. Kır. [DS] çık a rıc ı, [çık-ar-ıcı] is. Çıkarma işlevini yapan alet
veya makine.
[D S ]
çık 6, [çık] {ağızI is. Aşığın düz tarafı. [DS]
çık arılış, [çık-ar-ıl-ış] is. Çıkarılma eylemi ve biçimi,
çık a , [cağa > çıka] {ağız} is. 1. Kız çocuğu. 2 . Y ara
çık a rılm a , [çık-ar-ıl-ma] is. Çıkarmak eylemi,
maz çocuk. [DS] ç ık a c a k 1, -ğı [çık-acak] is. Hamamlarda dışarıya çıkarken kurulanmak için verilen havlu. çık a ca k 2, -ğı [çık-acak] {ağız} is. Hayvanların otla masına yarayan yer. [DS] çık agelm e, [çık-a+gel-me] is. Beklenmedik bir anda çıkıp gelmek işi. çık agelm ek , [çık-mak+gel-mek] gçsz. f . [ -ir ] Bek lenmedik bir anda gelivermek,
çık a rılm a k , [çık-ar-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Çıkarıl mak eylemi. 2 . Herhangi biri tarafından çıkarma
çık a g ö rm e k , [çık-mak+gör-mek
çık a rın m a k , [çıkar-ın-mak j^ .y b -] {eAT} edil. f . [-
jjS" Ai^] {eAT}
gçsz. b. f i [-ü r] Çıkmaya çalışmak; çıkmaya bak mak. [YE] çık ak , -ğı [çık-ak] is. 1 . Çıkış yeri; kaynak; mahreç. 2 . dbl. Ses yolundaki organlardan birinin kapanma sı, daralması gibi hareketlerle sesin meydana geldi ği yer; boğumlanma noktası; mahreç. 3. {ağız} Kaynak; memba. [DS] 4. {ağız} Tahta ya da çıtada, ağacın ortadan kenara doğru uzanan büyüme çizgi si. [DS] 5. {ağız} Ahırdaki su ve gübreyi dışarı akıt makta kullanılan delik. [DS] çık ak o y m ak , [çık-mak+koy-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - a ı ] Çıkagelmek. [DS] çık al, [? çıkal] {ağız} is. Havuç. [DS] çık a la m a k , [çık-ı-la-mak > çıka-la-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] Çıkınlamak; bohçalamak. [DS] ç ık a n 1, [çık-an] sf. 1. Çıkma eylemini yapan. 2. (Işık, dalga, parçacık için) bir ortamı geçerek terk eden. çık an 2, [çıkan] {eT} is. Yeğen; kuzen; teyzezade; hala veya teyze oğlu. [DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] çık a n J, [Çin. chiang-chün] {eT} is. Bir unvan. [ETY] çıkana, [? çıkana] {ağız} is. Kız kardeşinin çocuğu; yeğen. [DS] çıkançu, [çıkan-çu] {ağız} is. Eski kayınbirader. [DS] çıkanınak, [çık-an-mak] {eT} edil. f . [-u r ] 1. Çiğ nenmek; ayaklar altında çiğnenmek. 2. Sakınmak, çekinmek; korkmak; gerilemek. [Nevâyî] ç ık a r1, [çık-ar] is. 1. Bir kişinin yararına olan şey; menfaat, (1935). 2. Bir kişinin yalnız kendine yarar sağlayan şey. 3. {ağız} Hedefe götüren; sonuç ver diriri; çare; yol. [DS] 4. sf. Yararlı; uygun; iyi so nuç veren. S çıkarm a bakm ak, K en din den ve
eylemi uygulanmak, çık a rım , [çık-ar-ım] is. 1. Çıkarmak eylemi ve sonu cu. 2. man. Verilmiş olan önermelerden bir sonuca
ulaşma işlemi; çıkarsama. 3. Bu işlemin sonucu; çı karsama, (1935). 4. dbl. Üretici dilbilgisinde, cüm lenin bir öğesini başa veya sona koymak için nor mal yerinden almaya dayanan dönüştürüm, ı ı] Çıkarılmak, çık arın ılm ak , [çık-ar-ın-ıl-mak j/Jı^ i*-] {eAT} edil.
f . [ -ır ] Çıkarılmak, çık arış, [çık-ar-ış] is. Çıkarma eylemi veya biçimi, çık arlı, [çık-ar-lı] {ağız} sf. İçinde yabancı madde
bulunan; karışık. [DS] ç ık a r m a 1, [çık-ar-ma] is. 1. Çıkma işini yaptırma ey lemi. 2 . as. Düşman topraklarında önemli bir yeri
ele geçirerek oraya asker, araç, silah ve mühimmat yerleştirme harekâtı. 3 . mat. Aritmetikte dört temel işlemden İkincisi; toplamanın ters işlemi. 4 . tıp. Organizmada mevcut zararlı bir maddeyi veya ağ rılı ve yararından çok sağlık için zararı bulunan bir organı alma işlemi. 5 . Sindirim veya metabolizma sonucu ortaya çıkan değişik maddeleri dışarı atma işlemi. S çık a rm a işareti, M atem atikte çıkarm a işlem inin y a p ıla ca ğ ın ı belirten (—) işa reti; eksi. ç ık a rm a 2, [çık-ar-ma] {ağız} is. Balkon. [DS] ç ık a rm a 3, [çık-ar-ma] {ağız} is. 1. Kız gelin etme. 2. fo lk . Düğün ve nişan sırasında karşı tarafın yakınla rına karşılıklı olarak gönderilen hediye. [DS] çıkarm ak, [eT. çık-mak > çık-ar-mak
j% r] g çl. f
1. Bir şeyin çıkmasını sağlamak; içerden dışa rıya hareket ettirmek. 2. Gizli veya örtülü bir şeyi görünmesi için ortaya koymak. 3. Bir şeyi bulun duğu yerden dışarı almak. 4. Bir kişiyi işinden veya bulunduğu topluluktan dışarı atmak. 5, Bir şeyi bulunduğu yerden daha yüksek olan bir yere gö türmek; yükseltmek; {eAT} (aynı). 6. Dışarıya uzat mak. 7. Açıklık yere götürmek. 8. Ayırmak; atmak.
[-ır]
1 M I İ M J M .9 5 8
ÇIK 9. Sahnede ve televizyonda görünmesini sağlamak. 10. Giyecekleri vücuttan üzerinden sıyırıp atmak; soyunmak. 11. Birini veya bir şeyi tanımak; anla mak; kavramak; bulmak; bilmek. 12. Birinin gizli kalması gereken şeylerini açığa vurmak; açık et mek; aşikâr etmek. 13. m ecaz. Elde etmek. 14. Ulaştırmak; eriştirmek 15. Çok hoşlanmak. 16. Ge çimini sağlamak; ihtiyaçlarım karşılayabilmek. 17. Öfkesini veya kinini başkasına yöneltmek; intikam almak. 18. Yayımlatmak; neşretmek. 19. m ecaz. Vermek. 20. Vücutta sivilce ve yaralar çıkmasına sebep olan bir hastalığa tutulmak. 21. Bir kısmını atmak; elemeye tabi tutmak; gereksiz görülen şey leri almamak; bırakmak; silmek; yok etmek. 22. Bir kişiyi bilinen özelliklerinden uzaklaştırmak. 23. Derinde bulunan su, kömür, petrol ve maden gibi *- maddelerin yeryüzüne çıkmasını sağlamak; elde etmek. 24. mat. Üçüncü bir sayı elde etmek için bir sayıdan başka bir sayıyı eksiltmek. 25. (Kir ve leke için) yok etmek; temizlemek. 26. Haberci gönder mek. 27. Ses, ışık ve ısı yaymak. 28. Birini, bir şeyi veya bir olayı unutmak; akimdan gitmek; zihnin den silmek. 29. Bir müzik parçasının melodisini çalmayı başarmak. 30. as. Bir ülkeye veya adaya, kıyıya askerî birlik, araç gereç ve mühimmat götü rüp yerleştirmek. 31. Bir şeyi yükseltmek. 32. Bir şeyin kopyasını veya örneğini çoğaltmak. 33. Biri nin para harcamasına sebep olmak. 34. Bir şeyi belli bir paraya mal etmek. 35. Açıklamak, söyle mek; gizliliği kaldırmak. 36. Doğruluktan sapıt mak. 37. Eğitmek, yetiştirmek; mezun etmek. 38. Kusmak. 39. Bir kavgaya, tartışmaya veya savaşa sebep olmak; böyle bir şeyi başlatmak. 40. Dedi kodu, söylenti gibi şeylerin yayılmasına sebep ol mak. 41. Sonunu getirmek; bir işi bitirmek, {ağız} (aynı) [DS] 42. Üretmek; imal etmek; tamir etmek; yapmak. 43. icat etmek. 44. Piyasaya sürmek. 45. Birine bir niteliğin yüklenmesine sebep olmak. 46. (Kanun, yönetmelik, emir için) düzenlemek, yayın lamak; kararlaştırmak; yapmak. 47. Bir kimseye yiyecek, içecek sunmak. 48. Organizmada bulunan bir şeyi dışarı atmak. 49. (Belirtilen zaman ya da süre için) yaşamak; ermek. 50. {ağız} Resim yap mak. [DS] S çıkarm ak etmek, {eA T} Ç ıkarm ak is tem ek; ç ek m ek istem ek. çıkarmış, [çıkar-mak > çıkar-mış] is. argo. Bir erke ğin genelevden çıkarıp evlendiği ya da metres edindiği kadm. çıkarsam a, [çık-ar-sa-ma] is. man. Doğru kabul edilen bir önermeden düşünce yoluyla yeni bir öner me elde etme; intikal, (1942). çıkarsız, [çık-ar-sız] sf. 1. Belli bir çıkara dayanma yan. 2. zf. Bir çıkar gözetmeden, çıkart, [çık-ar-t] {ağız} is. Y er elması. [DS] çıkartı, [çıkar-tı] is. 1. Organizmadan dışarı atılan
maddeler. 2. İnsan ve hayvanların dışarı attıkları artık maddeler; dışkı; sidik; ter. çıkartıcı, [çıkar-t-ıcı] is. fo t . Mavi, yeşil ve kırmızıya duyarlı üst üste konmuş üç tabakadan meydana gelen fotoğraf filmi kullanma esası ve buna dayalı fotoğraf çekme işlemi, çıkartılm a, [çıkar-t-ıl-ma] is. Çıkartılmak eylemi, çıkartılm ak, [çıkar-t-ıl-mak] edil. f . [-ır ] 3. Çıkart mak eylemi yapılmak. 2. Hakkında çıkartma işlemi uygulanmak. çıkartm a, [çıkar-t-ma] is. 1. Çıkarma işini yaptırma eylemi. 2. Kâğıt, cam, porselen gibi maddelerin üzerine resim geçirme işlemi. 3. Bu yöntemle ya pılmış resim. 4. {ağız} Balkon. [DS] 5. {ağız} Üze rinde tahıl kurutmak için eve bitişik olarak yapılan meyilli tavan. [DS] 6. sf. Bir çıkıntı, çıkma meyda na getiren. 7. Çıkarılmış olan; çıkarılıp atılan. 8. {ağız} Terbiyesiz. [DS] çıkartm aç, [çıkar-t-maç] {ağız} is. Karanın denize doğru uzanan kısmı; burun. [DS] çıkartm ak, [çıkar-mak > çıkar-t-mak] gçl. f . [-ır ] Çıkarma eylemini başka birisine yaptırmak, çıkaturm ak, [çık-malc + tur-mak
*£>-] {eAT}
gçsz. b . f [-u r] Çıkmakta olmak, çıkavarm ak,
[çık-mak+var-mak
-üs-] {eAT}
gçsz. b .f . [-u r ] Ansızın gitmek; habersizce varmak; çıkagelmek, çıkcanlı, [çık+can-lı] {ağız} sf. Aceleci. [DS] çıkcanlık, -ğı [çık+can-lık / çık+can-lı-lık] {ağız} is. Acelecilik. [DS] çıkcanlılık, -ğı [çık+can-lı-lık] {ağız} is. Sabırsızlık. [DS] çıkçıka, [çık (yans.) > çık+çık-a] {ağız} is. 1. Doku ma tezgâhlarında ayakçaklar ile gücüleri aşağı yu karı hareket ettiren makaralar. 2. Yoyo denilen oyuncak. [DS] çıkğan, [çık-gan] {ağız} sf. (Ayak, bilek, kol için) çıkık. [DS] çıkı, [eT. çığ-mak (dürm ek, toparlam ak) > çık-ı {ağız} is. 1. Çıkın; küçük bohça; {OsT} (aynı). 2. Bü yük düğüm. 3. Sofra bezi. 4. Nişan töreni. 5. m e caz. Türban. [DS] çıkıcı, [çık-ıcı] is. 1. Döküm sırasında kalıp ile dö küm ergimiş döküm malzemesi arasında kalan ha va veya oluşan gazların boşaltılması için bırakılan küçük delik. 2. sf. Çıkan, yükselen. S çıkıcı a ra lık, müz. İlk se si p es , ikinci s e si tiz olan aralık. || çıkıcı dizi, müz. S esleri p eş ten tize doğru sıralan an dizi. || çıkıcı ezgi, müz. P eşten tize doğru seyreden ezgi. ||çıkıcı m akam , müz. Seyri d u rak p erd esin d en v eya dolay ların d an ba şla y an m akam . çıkık, -ğı [çık-mak > çık-ık] sf. 1. Normal hizasında olmayıp dışarı doğru taşkınlık yapan; çıkıntılı. 2. Bedende normal yüzeylerden daha fazla çıkıntı ya
o lu ra ııiitE m
u it.
959
pan. 3. tıp. (Organ için) kemiği yerinden oynamış. 4. {ağızj Normal olmayan; uğursuz; netameli. [DS] 5. is. Kemiklerin eklem yüzeylerinin birbirinden ayrılması. 6. {ağız} Kirli çamaşır. [DS] çıkıkçı, [çıkık-çı] is. Kırıkları, çıkıkları ve burkulma ları tedavi etmekte ustalaşmış ve bunu meslek edinmiş kimse; sınıkçı; kırıkçı, çıkıkçılık, -ğı [çıkık-çı-lık] is. Çıkıkçının yaptığı iş veya mesleği. çıkıl1, [çığ (yans.) > çık-ıl / çakıl / çağıl] {ağız} is. Küçük taş parçaları. [DS] S çıkıl çıkıl, {ağız} Ç a ğıltılı s e s le r çık a ra ra k . [DS] çıkıl2, [çığ-mak > çığ-ıl] {ağız} sf. 1. Düğümlü. 2. K a rışık. [DS] çıkıl3, [çık (yans.) > çık-ıl] {ağız} is. Vücutta meyda na gelen kabarcıklar. [DS] çıkılı, [eT. çığ-mak > çıkı-lı] sf. 1. Düğümlü. 2. Ka rışık. çıkılama, [çıkı-la-ma] is. Çıkı durumuna getirmek işi. çıkılam ak1, [çığ-mak > çık-ı-la-mak] gçl. f . f - r ] [l(ı)-yor] 1. Bir şeyi çıkın yapmak; çıkın içine koy mak. 2. {ağız} Bohçalamak; çıkın yapmak. [DS] 3. m ecaz. (Baş için) iyice sarmak; örtmek; sıkıca bağ lamak; türban takmak. çıkılamak2, [çık (yans.) > çıkı-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] (Tavuk, kuş vb. için) kişelemek; kovalamak. [DS]
ÇIK
çıkınlama, [çıkm-la-ma] is. Çıkın yapma eylemi, çıkınlamak, [çıkm-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Bir şeyi çıkın içine koyup bağlamak; çıkın etmek. çıkıntı1, [çık-mak > çık-mtı] is. 1. Düz bir yüzeyden dışarı çıkan tümsek ya da uzantı. 2. Yazıda satırla rın dışına yapılan ekleme veya düzeltme. 3. Bir binanın balkon gibi dışa taşan unsurları; balkon. {ağız} (aynı) [DS] 4. Dökümü yapılmış bir makine parçasının başka bir parçaya eklenmesi için yapıl mış eklenti. 5. argo. Sigara. 6. (Kişi için) davranış ları ile çevresindekilere rahatsızlık veren. çıkıntı2, [çık-ıntı] {ağız} is. Fayda; kâr. [DS] çıkıntı3, [çık-ıntı] {ağız} is. 1. Sürü içinde işe yara mayan koyun. 2. Kirli çamaşır; kirlendiği için çıka rılan çamaşır. 3. İşe yaramayan eşya. [DS] 4. sf. İşe yaramaz; eski, çıkmtıcık, -ğı [çıkmtı-cık] is. zool. Bazı kavkılı canlıların kavkısının yüzeyinde iki çizgi ile sınır lanmış küçük çıkıntı, çıkıntılı, [çık-mtı-lı] sf. Çıkıntısı olan, çıkıntısız, [çık-mtı-sız] sf. Çıkıntısı olmayan, çıkır, [çıkır (yans.)] is. Birbirine sürten metal veya katı cisimlerin çıkardığı ses. fi1 çıkır çıkır, Ç ıkır s e sler i çıka ra ra k. çıkırancık, -ğı [çık (yans.) > çıkır-a-n-cık] {ağız} is. Bir çeşit tahterevalli. [DS] çıkırcak, -ğı [çıkır-cak] {ağız} is. Tarlalarda, hayvan ların geçmesine yarayan kapı. [DS]
çıkılanma, [çıkı-la-n-ma] is. Çıkın durumuna getiril mek işi.
çıkırık, -ğı [çıkır-ık / çık(ı)-r-ık] is. -*■ çıkrık.
çıkılanmak, [çıkı-la-n-mak] edil. f . [ -ır ] Çıkın duru muna getirilmek; çıkın içine konulmak,
[DLT] [KB] [DS] 0 çıkış etmemek, {eAT} K azan ç e ld e ed em em ek; k â r edem em ek. çıkış2, [çık-ış] is. 1. Çıkma eylemi ve biçimi. 2. Ha reket; gidiş; azimet. 3. Bir yerden çıkmak için kul lanılan kapı veya geçit; çıkılacak yer. 4. Çıkma zamanı; iş veya okul bitimi. 5. Beklenmedik bir zamanda, araya girerek yapılan sert konuşma. 6. Yokuş; tırmanış. 7. havc. Havacılıkta pilotların uçuşa gitmeleri; uçuş yapmaları; sorti. 8. spor. Yağlı güreşte pehlivanların tutuşmadan önce seyir cilere doğru çalım yaparak yürümeleri. 9. spor. Ve rilen bir işaretle yarışa başlamak; depar. 10. gnşl. Yükselme; ilerleme. 11. Bir yerden ya da işten ay rılma işlemi ve bununla ilgili belge, fi1 çıkış al m ak, İşten ayrılm ak. || çıkış belgesi, 1. B ir okulu bitiren lere dip lom a y erin e verilen g e ç ic i m ezuniyet belgesi. 2. B ir m alın ü lke dışın a çıkış iznini g ö s te ren b e lg e .|| çıkış eylemek, {eAT} Sert s ö z le rle s a l d ırm ak; a z a rlam a k .|| çıkış hakemi, spor. Yarışın k u ra lla ra uygun b aşlay ıp başlam adığın ı den etleyen hakem . || çıkış kapısı, B in ala rd a d ışa rı çıkm ayı sağ lay an veya s a d e c e bu iş için ayrılm ış olan kapı.\\ çıkış noktası, 1. B ir şe y e ba şla n a n yer. 2. B ir g ö rü ş veya düşün ceye tem el alınan olay, durum veya a n a fikir.\\ çıkış vermek, E lin e b ir b e lg e vere-
çıkılma, [çık-mak > çık-ıl-ma] is. Çıkma işinin ya pılması eylemi, çıkılmak, [çık-mak > çık-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] 1. Çık ma eylemi yapılmak; dışarıya uğranmak. {eT} (aynı) [DLT] 2. (Kat, balkon vb.) inşa edilmek; yapılmak. çıkım 1, [çık-mak > çık-ım] sf. 1. (Ekin biçme, çift sürme için) bir defada tarlanın bir ucundan öbür ucuna kadar gidilebilecek genişlikte olan. 2. is. Ev lek; bir ekimlik yer. çıkım2, [çık-mak > çık-ım] {ağız} is. Ürün. [DS] çıkım3, [çığ-mak > çık-ım] {ağız} is. Çıkın; bohça. [DS] çıkımsız1, [çıkım-sız] {ağız} sf. Verimsiz. [DS] çıkımsız2, [çıkım-sız] {ağız} sf. (Kişi için) sözünde durmayan. [DS] çıkın, [eT. çığ-mak (toplam ak, dürm ek) > çılc-ın] is. İçine konan şeyi örtecek şekilde çapraz uçları birbi ri üstüne getirip bağlanan büyükçe mendil, bohça cinsi bir bez. S çıkın etmek, B ir şey i çıkın için e koyup b a ğ la m a k ; çıkın y a p m a k ; çıkınlam ak. çıkındırık, -ğı [Far. çukundur => çıkındırık] {ağız} is. 1. Pancar. 2. Pazı kökü. [DS]
çıkış1, [çık-ış jü > ] {eT} {ağız} is. Çıkar; menfaat.
öIÜMIÜMCESÖM.
ÇIK
r e k işten veya oku ldan u zaklaştırm ak,|| çıkış yap m ak, B ir tartışm ada karşıt d ü şü n cede o la n la rı y en m e k için se rt konuşm ak. ||çıkış yolu, Ç özü m e götü r e c e k y o l veya teknik. çıkış3, [çık-ış] {ağız} is. Ürün. [DS]
çıklı1, [çık-lı] {ağız} sf. 1. Sade; saf; arı; katışıksız; yalnız. 2. Tamamen; hep; tüm. [DS]
çıkışık, -ğı [çık-ış-ık] {ağız} is. Değişme; takas. [DS] t3 çıkışık yapm ak, {ağız} D eğişm ek. [DS]
çıklık, -ğı [çıt-lık > çık-lık] {ağız} is. 1. Çitlembik meyvesi; çıtlık. 2. Hindiba. [DS]
çıkışlı, [çık-ış-lı] sf. 1. Bir okulu bitirmiş olan. 2. Bi tirdiği okuldan çıkış belgesi almış bulunan. 3. Bir iş yerinden çıkış belgesi verilerek kovulmuş bulu nan. çıkışlık, -ğı [çılc-ış-lık] {ağız} is. Gelin olacak kıza, ailesi tarafından yapılan elbise. [DS] çıkışma, [çık-ış-ma] is. 1. Yeterli olmak eylemi. 2. Azarlamak eylemi.
çıkm a, [çık-ma
çıkışm ak1, [çık-ış-mak , ^ - i r ] işteş, f i [-u r ] 1. {eT} Çıkmakta yardım ve yarış etmek; birlikte çıkmak. [DLT] 2. {ağız} Hesaplaşma sonucu uzlaşmak. [DS] 3. {eAT} d ö n şl.f. Başa çıkmak. çıkışmak2, [eT. çık-ış-mak] dönşl. fi. [- ır ] Yeterli miktarda olmak; bu miktara ulaşmak; kâfi gelmek. çıkışmak3, [çık-ış-mak] dönşl. f i [-ır ] Birini sert söz lerle azarlamak; uyarmak, çıkıştağı, [çığ (yans.) > çık-(ı)ş-ağı > çıkıştağı] {ağız} is. Hayvanları yürütmek için kullanılan ucu çivili tahta. [DS] çıkıştırm a, [çık-ış-tır-ma] is. Gereken miktara ulaş masını sağlama eylemi, çıkıştırm ak, [çık-ış-tır-mak] gçl. fi. [-ır ] Gereken miktara ulaşmasını sağlamak; tamamlamak. çıkıt1, -dı [çık-ıt] is. 1. Çıkış yeri; kaynak; mahreç. 2. dbl. Ses yolundaki organlardan birinin kapanması, daralması gibi hareketlerle sesin meydana geldiği yer; boğumlanma noktası; mahreç. çıkıt2, -dı [çık-ıt]
{ağız}
is. Ürün. [DS]
çıkıt3, -dı [çık-ıt] {ağız} is. Un yapmak için değirme ne getirilen buğdaydan öğütülemeyecek derecede kalan artıklar. [DS] çıkıt4, -dı [çık-ıt] {ağız} is. Kirli çamaşır. [DS] çıkıtlık, -ğı [çık-ıt-lık] {ağız} is. fo lk . 1. Gelin olacak kıza ailesi tarafından yapılan elbise. 2. Evlenme sırasında kız tarafının istediği para. [DS] çıkkır, [çık (yans.) > çık-kır] {ağız} is. Ağaç gövde sinden oyulmuş su kabı. [DS] çıkla1, [çak (tam) > çık4 > çık-la] {ağız} zf. 1. Tama men; büsbütün. 2. sf. Arı; saf; yalnız. 3. Tıpkı; ay nı. [DS] çıkla2, [Yun. tsihla (ardıç kuşu)] is. Civcivle piliç arası büyüklükte tavuk yavrusu. çıkla3, [Mac. cilga => cılga > çıkla] {ağız} is. Taşlı yol. [DS] çıklamak, [çık-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-l(ı)-y o r] (Toprağa atılan tohum için) çimlenmeye başlamak; çatlamak. [DS]
çıklı2, [çık-lı] {ağız} is. 1. Çember (oyuncak). 2. Ekmek pişirmekte kullanılan sacın üstüne konulan demir çember. [DS]
gitme, yönelme veya fırlama eylemi. 2. Binalarda dışarıya doğru yapılmış çıkıntılı bölme; balkon; cumba. {eAT} {ağız} (ayın) [DS] 3. {ağız} Bir binanın yanma ek olarak yapılan kısım. [DS] 4. Hamam havlusu veya kurulanma takımı. 5. Yazılı bir say fanın kenarına eklenmiş konu ile ilgili not; derke nar. 6. {ağız} Merdiven. [DS] 7. Kirli çamaşır. 8. {ağız} Bir odanın içinden geçilerek merdivenle çıkı lan oda. [DS] 9. {ağız} Sedir. [DS] 10. {ağız} Yara. [DS] 11. {ağız} Kına yakılırken ellere, ayaklara bir takım nakışlar çıkarmak için kullanılan oyulmuş muşamba. [DS] 12. tar. İmparatorluk döneminde, acemi ocağı ile ocak dışındaki hizmetlerde bulu nanlardan yeniçeri ocağına alınmaları hâlinde yapı lan kayıt ve kabul işlemi. 13. tar. Saray hizmetle rinde bulunanların dışarıda görevlendirilmeleri. 14. tar. Saray mensuplarının bir daireden diğer daireye ya da bir odadan diğer odaya nakledilmeleri işlemi. 15. sf. Dışarı taşmış, çıkıntı yapmış olan. S çıkma başı, tar. S a ra y g örev lilerin in sa ltan at d eğ işik likle ri sıra sın d a sa ra y dışı hizm ette en y ü k sek rü tbe ve y a m em uriyet ile g ö rev len d irilen lerin e verilen unvan. || çıkm a durum u, dbl. İsim ve isim soyundan b ir kelim en in an lam ın da çıkış g ö steren durum ; den hâli. ||çıkm a kule, mim. K a le b ed en leri üzerine bin dirm e u sulle d ışa rıy a d oğru taşkın o la r a k y a p ı lan küçü k k u lelere verilen a d .|| çıkm a su, {ağız} K a y n a k suyu. [DS] çıkm ak1, [taş-ık-mak > *tış-ık-mak [EREN] > çık mak j * ^ ] gçsz. fi. [ - a r ] 1. Bir yerden, bir yerin içinden dışarı varmak. {eT} (aynı): E vden çıktılar. 2. Fırlamak; kopmak. K a n ca çividen çıktı. 3. (Kapalı yerde veya örtülü, gizli olan şeyler için) görünür olmak. Yalanı o rtay a çıktı. 4. Bir okulu bitirmek; mezun olmak. Ü niversiteden 1960 ’d a çıktı. 5. (Bir yerden, işten) ayrılmak; uzaklaşmak; ilgisini kes mek; istifa etmek. S özleşm e sü rem i doldu ru n ca bu radan d a çıkacağım . 6. (Hapishane vb. yer için) süresini doldurup serbest kalmak. Tam on y ıl so n ra çıktı. 7. Başka bir şeyden meydana gelmek. İk i hid rojen b ir oksijen d en su çıkar. 8. (Kumaş vb. için) yetmek; yetişmek; yapılabilmek; yeterli gelmek. B undan b ir elb is e ç ık a r mı bilmem . 9. Eksilmek; azalmak; indirilmek. B orcu n birazını çıkm ışlar. 10. Yüksekteki bir yere varmak; yükselmek; tırman mak. B iz d a ğ a çıkacağız. 11. (Yapı ve bina için) yapılmak; bina edilmek; yükselmek. Üçüncü katı
I lir iB S Ö M
. 9 6 1
d a çıktılar. 12. Bir evden başka bir eve taşınmak. B a b a evini b ırakıp k ira y a çıktılar. 13. Birinin şan sına, talihine düşmek. B a n a d a suyun kıyısındaki b a h ç e çıktı. 14. (Tahminler, varsayımlar) gerçek leşmek; söylenenlerin gerçek olduğu anlaşılmak; doğrulanmak. D ed ikleri aynen çıktı. 15. Gitmek, yola koyulmak. Y ola akşam çıktılar. 16. Kapalı bir şey açıldığında birdenbire görünüvermek; Ortalıkta görülüvermek. P aketten oyu n cak ayı çıktı. 17. Elde edilmek; sonuç olarak meydana gelmek; sağlan mak. Ç ıka ç ık a b ir k ile un çıktı. 18. Belirli bir fiya ta mal olmak; (o kadar) bedel ödenmek. K endim örey im dedim a m a b a n a p a h a lıy a çıktı. 19. Sahne de oynamak; rol almak; bir tipi canlandırmak; tele vizyonda görünmek. İlk d e fa oku l m ü sam erelerin de sa h n ey e çıktı. 20. Varmak, ulaşmak; sonuçlanmak. Bu y o l b a şa rısız lığ a çıkar. 21. (Denizden) karaya ayak basmak; kıyıya varmak. Atatürk, 19 M ayıs 1 9 1 9 'da S am su n ’a çıktı. 22. Rütbe ve makamca daha üst birinin yanına varmak. D oğru kay m akam a çıktı. 23. (Boya için) bulaşmak; geçmek. R esim ler sayfan ın k arşısın a çıkm ış. 24. (Söylenti ve haber için) duyulmak; yayılmak. Gün g eçm ed en a d ı çıktı. 25. Bir yere doğru gitmek; bulunulan yerden uzak laşmak. K aym akam b e y le r k ö y ler e çıktılar. 26. So kağa gitmek. 21. (Özellik ve nitelik için) anlaşıl mak. Y alancı çıktı. 28. (Yangın, savaş, salgın has talık vb. için) meydana gelmek; olmak. 29. (Kemik için) eklem yerinden ayrılmak; yerinden kaymak. G ü reşirken kolu çıktı. 30. Dikkati çekecek kadar görünür hâle gelmek. 31. (Deri üzerinde) yara, çı ban veya sivilce olmak. 32. Bulunmak. K aybettim san dığ ı sa a ti ev d e çıktı. 33. (Gazete, dergi, kitap) basılmak; yayınlanmak; dağıtıma sunulmak. 34. İcat edilmek; imal edilmek; üretilmek. Yeni b ir te m izlik ürünü çıkm ış. 35. (Sakal, bıyık, tüy, bitki için) bitmek. 36. (İzin, terfi, maaş, emir) verilmek; ödenmesi, verilmesi, yapılması için emir yazısı gelmek. 37. (Mevsim, ay, hafta için) bitmek; sona ermek. 38. (Meyve, sebze için) turfanda olarak ilk defa pazara getirilmek. 39. (Fiyat) yükselmek. 40. (Vücut ısısı'; ateşi) yükselmek. 41. (Ses için) du yulmak; yükselmek; bağırmak, 42. Küçük ve bü yük abdest için tuvalete gitmek. 43. (Renk, boya için) solmak; kaybolmak; yok olmak. 44. Hatırda kalmamak; zihinden silinmek; akıldan gitmek; unutmak. 45. (Ay, güneş, yıldız için) doğmak; yük selmek. Ay çıktı. 46. Ortalıkta görünmek; dolaş mak; peyda olrtıak. B u y a b a n cı d a n ered en çıktı? 47. İskambilde koz oynamak. 48. m ecaz. Para har camak zorunda kalmak; cebinden para vermek; ödemek. 49. (Duman, koku, su) sızmak, yayılmak. 50. Gitmekte olduğu yolu bırakmak; sapmak; sıy rılmak. 51. Bir durumla ilgili nitelikleri kaybetmek. Yol, y o l olm aktan çıkm ış. 52. Bir dönemi veya problemi geride bırakmak. Ü lke ek o n o m ik buna
ÇIK lım dan d a h a y en i çıktı. 53. Belli bir amaç için bir yere gitmek. Ç alışm aya çıktı. 54. Resmî bir ma kamdan, mahkemeden izin, karar almak. K a y m a kam dan izin çıktı. 55. Bir şeye kaynaklık etmek ve bu kaynaktan gelmek. “Bu olay d an iyi bir hikâye çıkar. ” 56. Ticari bir ilişki sonunda yapılan hesap laşmada borçlu veya alacaklı olduğu anlaşılmak. 57. (Haber için) ulaşmak; duyulmak; gelmek. Dün ölüm h a b er i çıktı. 58. Duygusal yönden kız-erkek arkadaşlığı kurmak; flört etmek. 59. (Akraba, hem şehri) olduğu anlaşılmak. 60. Bir engel ile karşı laşmak. Şim di d e bu sıkıntı çıktı. 61. mat. Bir sayı başka bir sayıdan eksilmek. 62. (Kir, boya vb. için) yok olmak; temizlenmek; gitmek; arınmak. 63. (Bir sıkıntıdan, kazadan, hastalıktan) kurtulmak. 64. (Yeni bir ürün için) piyasaya sürülmek. 65. (Haber ve yazı için) gazetede basılmak; yayınlanmak; te levizyon ve radyoda yayınlanmak. 66. Oyunu terk etmek; bırakmak. 67. Bir şeyin sınırları dışına taş mak; yetkisinin üstünde iş yapmak. 68. Düzen ve tertibi bozulmak. 69. {ağız} Oyunda kazanmak. [DS] 70. (Giyecek) sıyrılmak, ayrılmak. 71. Yapıl mak; yürütülmek. ‘‘B iz d a h a ç o k iş çıkardık. ” 72. İnceleme araştırma sonucunda bulunmak. ‘‘K an ın d a ş e k e r çıkm ış. ” 73. Bir yere varmak; ulaşmak. “Bu s o k a k sizin aradığın ız m eydan a çıkar. ’’ 74. Karşı gelebilmek; rakip olmak. 75. {eAT} Ulaşmak; erişmek; bir sonuca sebep olmak; müncer olmak. "... geyikler... aslan ın işinin n eye çıktığını so rd u lar. ” (Kelile ve Dimne) 76. {eAT} Vazgeçmek. 77. (Erkek hayvan için) dişisi ile çiftleşmek. 78. gçl. f. argo. Vermek. 79. (Yol, çıkış yeri vb. için) içerden dışarı çıkmak. K öyden erken çıktılar. 80. Aşağıdan yukarı tırmanmak, yükselmek. Sırtı çıkın ca y o l dü zelir. 0 çıkmalu olmak, {eAT} Ç ıkm ak üzere bu lunm ak]| Çıktı dokuza, inmez sekize. K a ra rın d a a y a k d irer; vazgeçm ez.|| çıksavuz gerek, {eAT} 1. Çıkm alıyız. 2. Ç ıkacağız. çıkm ak2, [çîk-mak / çTğ-mak] (çı:km ak) {eT} gçl. f . [a r ] Çekerek bağlamak; boğmak; çıkılamak; çıkın yapmak. [DLT] çıkm ak3, [çî > çı-k-mak] {eT} gçsz. f. [ - a r ] Nemlen mek. [DLT] çıkmaklık, -ğı [çık-mak-lık] is. Çıkma durumunda olma. çıkmalı, [çık-ma-lı] sf. Çılana durumunda olan. 0 çıkmalı tam lam a, dbl. Tam layanı çıkm a duru munda, tam lananı d a üçüncü kişi iy elik ek i alan tamlama,\\ çıkmalı tümleç, dbl. F iilin anlam ım tam am layan ve çıkm a durum unda olan d olaylı tümleç. çıkm az, [çık-maz] sf. 1. Sonu kapalı olan; devam etmeyen; çıkış yeri olmayan; hiçbir yere ulaşma yan. 2. m ecaz. Çözümsüz; çözüme ulaşmayan; çö züm yolu bulunamayan, S çıkm aza girmek, (İş
Ö IÜ H K İ K SÖ ZLÜ K. 952
ÇIK
için) çözüm lenem ez, içinden çıkılam az durum al- çıkrıksız, [çıkrık-sız] sf. Çıkrığı olmayan, m ak. |[ çıkm aza sokmak, (Iş, durum vb. için) olum çıkrıncak, -ğı [çık(ı)r-m-cak] {ağız} is. Çocukları suz tutumlar yüzünden y a p ılm ası g ü ç durum a dü yürümeye alıştırmak için kullanılan üç tekerlekli şü rm ek; yapılam az, çözü m len em ez h â le getirm ek. || araba. [DS] çıkm az ayın son çarşam bası, Yapılm ası h içbir çıkrınkaç, -cı [çık(ı)r-m-gaç] {ağız} is. -*• çıkrıncak. zam an mümkün olm ayan işler için söylen en sö z d e [DS] zam an. || çıkmaz sokak, İleriy e devam etm eyen, çıkrışm ak, [eT. çakır-malc> çak(ı)r-ış-mak > çıkr-ışönü bin a la r veya a r s a ile k a p a lı so k a k ; irim. mak] {eT} işteş, f . 1. Hep birlikte bir şeyin ortaya çıkmış, [çık-mış] {ağız} is. Kirli çamaşır. [DS] çıkması, anlaşılması için çalışmak; çıkarmakta yar dım ve yarış etmek. [DLT] 2. Birbirinin hırsızlık vb. çıkra, [çığ (hasır otu) > çık-ra ?] is. Dere ve su şeylerini ortaya çıkarmak, kenarlarındaki sık ve birbirine girmiş çalılar; çıtrak. çıkracık, -ğı [çık (yans.) > çık-(ı)r-a-cık] {ağız} is. Dönme dolap. [DS]
çıksam ak, [çık-sa-mak j * —i?-\ gçsz. f . [- r ] Çıkmak
çıkralık, -ğı [e l . çığ (hasır otu) > çıkra-lık] is. Sık çalılarla kaplı olan yer. çıkram ak, [çık (yans.) > çık-(ı)r-â-mak] (çıkra:m ak) {eT} gçsz. f . 1. (Diş, kapı vb. için) gıcırdamak. [Gabain] [EUTS] 2. Kızgınlık ya da düşmanlıkla bi rine bağırmak. [DLT]
çıksingir, [eT. çık (tam am en) + sinir] (çıksinir) {ağız} sf. (Kişi için) zayıf fakat güçlü. [DS]
çıkrancık, -ğı [çık-(ı)r-an-cık] {ağız} is. Atlı karınca. [DS] çıkraşm ak, [çık (yans.) > çık-(ı)r-a-ş-mak işteş, f. 1. {eT} (Diş, kalem, kapı vb. için) çokça gıcırdamak; cıkırdamak. [DLT] 2. {eATf dönşl. f . Fokurdamak. çıkratm ak, [çık (yans.) > çık-(ı)r-a-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] (Diş, kapı, kalem vb. için) gıcırdatmak. [DLT] [EUTS] çıkrıcak, [çığ-mak (dürmek, ba ğ lam ak ) > çıg(ı)r-ı > çıkrı-cak
{OsT} is. 1. Çıkrık. 2. {ağız} Yün
ve çul dokumalarında kullanılan bir motif adı. [DS] çıkrık, -ğı [eT. *çığ-ır-mak > çığrî / çığ-(ı)r-ık / çık(ı)r-ık] is. 1. {eT} Değirmen, dolap gibi şeylerin dönen bölümü. [DLT] 2. İğin daha çok ve hızlı dönmesini sağlayacak şekilde elle çevrilir bir kol, bu kola bağlı geniş bir silindir ve bu silindir ile iğ arasında dönme hareketini sağlayan kayıştan ibaret bir iplik bükme aracı. {eT} (aynı) [DLT] 3. {eT} Ma kara. [DLT] 4. {eT} Daire; felek. [DLT] 5. Kuyudan su çekmekte kullanılan, elle çevrilen bir silindir üzerine ipin sarılması ile ipini kısaltarak kovayı yukarı çeken araç. 6 .fız . Ağır bir yükün kaldırılma sında kullanılan, elle çevrilen kolun uzunluğundan daha küçük çaplı bir silindir üzerine yükü taşıyan halatın sarılması esasına dayanan bir tür mekanik araç. 7. Kuyumcuların altın tel sardıkları makara. 8. {ağız} Pamuklan çekirdekten ayırmaya yarayan ve elle çalıştırılan bir araç. [DS] 9. {ağız} Çocukları yürümeye alıştırmak için kullanılan üç tekerlekli araba. [DS] çıkrıkçı, [çıkrık-çı] is. Çıkrık yapıp satan kimse, çıkrıkçılık, -ğı [çıkrık-çı-lık] is. 1. Çıkrık yapma ve satma işi. 2. Çıkrıkçının mesleği, çıkrıklı, [çıkrık-lı] sf. Çıkrığı olan.
istemek. S çıksavuz gerek, {eA T} Çıkm am ız gerek.
çıkşa, [çığ (yans.) > çık(ı)ş-a-ğı] {ağız} is. -*• çıkşağı. 5 1 çıkşağ çalm ak, {ağız} Yoyo denilen oyuncakla oynamak. [DS] çıkşağı, [çığ (yans.) > çığ-(ı)ş-a-ğı / çıkşağı / ^ {OsT} is. 1. “Çık çık” ses çıkaran çocuk oyuncağı. 2. Yoyo. çıkşağu, [çığ (yans.) > çığ-(ı)ş-a-ğu / çıkşağı] (e AT} is. -*■ çıkşağı. çıkşam ak, [eT. cahşa-mak] {ağız} gçsz. f . [-r][-ş(ı)y o r ] Gevşemek; ek yerleri birbirinden ayrılmak; eskimek. [DS] çıktı, [çık-tı] is. 1. Bir üretim sonucu ortaya çıkan ürün. 2. bsy. Bir veri işlem sisteminden dışarıya verilen bilgi; işlem ve hesap sonucu. 3. matb. Baskı öncesi düzeltme yapmak üzere alman örnek. çık tu rm ak 1, [çık-mak1 > çık-tur-mak] {eT} gçl. f . [ur] Çıkartmak. [DLT] çıkturm ak2, [çık-mak3 > çık-tur-mak] {eT} gçl. f . [u r] Islak bir yere koymak; ıslatmak. [DLT] çıku, [çık (yans.) > çık-u] {eT} is. İlaç olarak kullanı lan bir taş. [EUTS] çıkupken, [çık-up+i-ken] {eAT} zf. Çıkmış iken. -Çil1, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. -*■ cıl. -çü2, [-cıl / -çil /-çil / -çul / -çül] yap. e. İsimden isim türeten ek. Benzerlik, yakınlık, beneklilik gibi te mel renkten farklı renkleri belirten sıfatlar yapar: akçıl, kırçıl, gökçü l. çil, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans)] is. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] çıl-çıl-an çıla, [çı-lâ-mak > çı-lâ] (çila :) {eT} is. Kırda yayıl makta bulunan atın yaş gübresi. [DLT] çılak, -ğı [çığ > çığ-la-k] {ağız} is. Çocukların kuru saplarını mızrak olarak kullandıkları çığ bitkisi, (D ipsacu s laciniatus). [DS] çılam ak 1, [çl-lâ-mak / çi-le-mek] (ç ı:la :m a k ) gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. {eT} Islatmak; nemlendirmek.
« M
İM
İ . 963
çılam ak2, [çık4 > çı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [- r [-l(ı)y o r ] 1. (Badem, ceviz vb. için) meyveler dalında olgunlaşarak dış kabukları çatlayıp dökülmek. 2. g ç l . f Ağaç dallarını budamak. [DS] çılan, [Çuv. şâlan / Far. şelân => çılan] is. bot. Hün nap; çiğde, (Zizyphus sative). çılanmak, [çl-la-n-mak] (çı:lan m ak) {eT} dönşl. f . [ur] 1. Nemden ıslanmak. 2. At terlemek. [DLT] çılaşmak, [çî-la-ş-mak] (çv.laşm ak) {eT} işteş, f . [-u r] Birlikte ıslatmak; yardımlaşarak ıslatmak. [DLT] çılatm ak, [çî-lâ-mak > çı-la-t-mak / çl-la-t-mak] {eT} g ç l .f . [-u r ] 1. Atı terletmek, 2. Islatmak. [DLT] çılbak, -ğı [çıb (yans.) > çıb-la-k > çılbak jJ^ -] {OsT} {ağız} sf. Çıplak. [DS] çılbaklık, -ğı [çılbak-lık
{OsT} is. Çıplaklık.
çılbamak, [çıb-la-malc > çılba-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-b (ı)-y o r] Bir insanı tamamen soymak; çırılçıplak yapmak. [DS] çılbanmak, [çılba-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] So yunmak. [DS] çılbır1, [Kırg. çalap (koyu ayran ) > çalap-ır / Erme, tsvabur [Nişanyan] > çılbır] is. 1. Kaynar suya kırı larak haşlanmış yumurta üzerine sarımsaklı yoğurt ve kızarmış yağ dökülerek yapılan bir yemek. 2. Mısır ununa peynir koymak suretiyle yapılan bir yiyecek. 3. Yeni yavrulamış ineklere içirilen yal. çılbır2, [Moğ. çilbür / çilbuğur jd*-] is. 1. {eAT} {ağız} At, eşek ve sığır gibi hayvanların başına geçirilen yulara bağlanarak hayvanı çekmek ve yedmekte kullanılan ip veya zincir. [DS] 2. {ağız) Anahtar zinciri. [DS] 3. Yular. S çılbır p arası, {ağız} H ay van satışların da, sa tıcıy a y a rd ım cı o la n çocuğun alıcıd an a y a k k irası o la r a k a ld ığ ı bahşiş. [DS]|| çıl bır yol, P atika. çılbırlam ak, [çılbır-la-mak] {ağızj gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Binek hayvanlarını yürütmek için dizginleri ile vurmak. [DS] çılbur1, [çılbır1 > çılbur] {ağız} is. - * çılbır1. [DS] çılbur2, [Moğ. çilbür j ,? ^ ] {eT} {OsT} {ağız} is. Y u lar; yular sapı; çilbir. [Nevâyî] [DS] çılçap ar, [eT. çîl > çıl+çapar] {ağız} sf. Karışık renk li. [DS] çılçıbıl, [çı-r+çı/bıl] {ağız} sf. Çırılçıplak. [DS] çılçılan, [çılç (yans.) > çılç-ıl-an] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çılçılbak, -ğı [çı-r+çı/b-(ı)l-ak > çır+çıplak] (çı ’Içılbak) {ağız} sf. Çırılçıplak. [DS] çılçıbıldak, -ğı [çır+çı/p-ıl-da-k] (çı'lçıb ıld ak) {ağız} sf. Çırılçıplak. [DS] çıld1, [çald / çıld / çild (yans.)] is. Hafif çarpma ve sürtünmeyi; çıtırtı ve hışırtı çıkararak kıpırdanma, sallanma, dönme ve titremeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çıl-dır-a-m ak, çıl-d ır-d a-m ak, çıl-dır-tı
çıld2, [çıld (yans.)] is. Suyun azar azar akışını anlatan kök. [Zülfıkar] çıld-ır-a-m ak, çıld-ır-tı çıld3, [çıld / çild (yans.)] is. Işık saçma, parlama ve bu biçimde bakış anlatan kök. [Zülfıkar] çıld-ır-dam ak, çıld -ır çıldır, çıld -ır-ık çıldamak, [çıl-da-mak / çal-da-mak / çılramak] {eT} gçsz. f . [-r ] Çıldır çıldır ses çıkarmak; çıldıramak. [DLT] çıldır , [çıld (yans.) > çıld-ır] is. Çalı, ot, çöp gibi şeylerin arasından geçerken veya rüzgâr estiğinde çıkardıkları sesi anlatan yansımalı gövde; çıldırtı; çıtırtı. S çıldır çıldır, 1. Ç ıtır çıtır s e s le r ç ık a r a r a k ., 2. {ağız} (Kutu için deki düğm e, kib rit vb. için) b irb irin e ça rp m a sonu cu s e s çıka ra ra k. [DS] çıldır2, [çıld (yans.) > çıld-ır] is. Işık saçma, parlama ve bu biçimde bakış anlatan yansımalı gövde, fi1 çıldır çıldır, {ağız} (G öz için) canlı ve p a r la k bir biçim de. [DS] çıldır3, [? çıldır] {ağız} is. Düğün. [DS] çıldır4, [? çıldır] {ağız} is. Abla. [DS] çıldır5, [çıld-ır] {ağız} is. Kabuğu soyulmuş ceviz içi. [DS] çıldır6, [çel-mek > çel-dir > çıldır] {ağız} is. Çelik çomak oyununda çeliğin dikilme biçimi. [DS] çıldıram ak', [çıld (yans.) > çıld-ır-a-mak {eAT} gçsz. f . [-r ] [r(ı)-y or] 1. Çıldırtılı sesler çı karmak. 2. {ağız} (Ağaç dalları, çalı vb. için) hafif esen rüzgârla ses vermek. [DS] 3. {ağız} (Deve veya koyun çanı için) ses çıkarmak. [DS] çıldıram ak“, [çıld (yans.) > çıld-ır-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-r(ı)-y o r] (Su için) şırıldayarak ak mak. [DS] çıldıram ak3, [çıld (yans.) > çıld-ır-a-mak] {eAT} gçsz. f . [ - r ] [-r(ı)-y o r] Parlamak; ışılamak; ışık saçmak. çıldırasıya, [çıldır-mak > çıl-dır-ası-y-a] zf. 1. Çıldı racak gibi. 2. Pek çok; aşırı, çıldırayaz, [çıld-ır+ayaz] {ağız} is. Dondurucu kış so ğuğu; kuru soğuk. [DS] çıldırdam ak1, [çıld-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [d (ı)-y or] (Ağaç dalları, çalı vb. için) hafif eser rüz gârla ses çıkarmak; çıldırtılı ses çıkarmak. [DS] çıldırdam ak2, [çıld-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [d (ı)-y or] (Soba için) ateş yanmaya başlamak. [DS] çıldırdam ak3, [çıld-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r [d (ı)-y or] (Kapıl bir yerdeki küçük nesneler için) birbirine çarparak ses çıkarmak. [DS] çıldırgeç, -ci [çıld-ır-geç] {ağız} is. Gece ay ışığında oynanan bir oyun. [DS] çıldırgı, [çıld-ır-gı] {ağız} sf. Zayıf; güçsüz. [DS] çıldırıh, [çıld-ır-ık > çıldırıh] {ağız} is. Tutuşturmada kullanılan çabuk yanabilecek ince odun parçaları. [DS] çıldırık1, -ğı [çıld (yans.) > çıld-ır-ık] {ağız} is. 1. Çabuk yanabilen ince ağaç parçalan. 2. Pamuk at
■HUGESEUI.m«
ÇİL makta kullanılan yay ve kirişin arasına yerleştirilen ince çubuk. [DS] çıldırık2, -ğı [çıld (yans.) > çıld-ır-ık] {ağız} is. Göz bebeği. [DS] çıldırık3, -ğı [çıldır-mak > çıldır-ık] {ağız} sf. (Kişi için) çıldırmış; delirmiş. [DS] çıldırık4, -ğı [çıld (yans.) > çıld-ır-ık / cıvıl-dır-ık] {ağızj is. Serçe. [DS]
çılgı1, [* çıl-mak (delirm ek) > çıl-eı ?] {ağız} is. 1. Akıl; us. 2. Terbiye. 3. Biçim. [DS] çılgı2, [çıl-gı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çılgı3, [Moğ. cilga > çılgı] {ağız} is. 1. Dar ve taşlık yol; patika. 2. Uçurum. [DS] çılgı4, [çıl-mak > çıl-gı] {ağız} sf. Rahat. [DS] çılgıdır, [çılg-ıt-ır] {ağız} is. Tüfek harbisi. [DS]
çıldırıyuk, -ğu [çıld-ır-ık > çıldırıyuk] {ağız} is. Göz bebeği. [DS] çıldırlam ak, [çıld-ır-la-mak] fağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Çocuk oyunlarında, oyun sırasında iki kişinin arasından geçerek birinin oyun dışı kalmasını sağ lamak. [DS]
çılgın, [*çıl-mak (delirm ek) > çıl-gın] sf. 1. Aklını kaçırmış; delirmiş; mecnun, (1935). 2. Çıldırmışa benzer; hareketlerinde çok aşırı giden. 3. Aklını kullanan birinin işini veya davranışını gösterme yen. 4. Çok aşırı. 5. is. Delirmiş kimse, fi1 çılgın edebiyat, ed. Aklın, a h lâ kın veya toplu m sal ku ral ların den etim in den uzak; ö z ellik le ten zevkin i a la bild iğ in e coşku lu b ir duygu için de işleyen ed eb iy at a kım ı; çılg m okulu.
çıldırtanmış, [çıld (yans.) > çıld-ır-la-n-mış] {ağız} sf. (Ceviz, badem için) kabuğu soyulmuş. [DS]
çılgınca, [çılgın-ca] ( ç ı ’lgın ca) zf. Çılgm gibi; çılgına yakışır biçimde; delice,
çıldırm a, [çıld-ır-ma] is. Aklını yitirme; çıldırmak eylemi.
çılgıncasına, [çılgm-ca-sı-n-a] (çı ’Igıncasına) Deli gibi; deliye yakışır biçimde; delicesine,
çıldırm ak, [*çıl-mak (delirm ek) > çıl-dır-mak] gçsz. f. [ - ır ] 1. Delirmek; aklını oynatmak. 2. m ecaz. Büyük bir arzu içinde olmak; çok istemek. 3. (Se vinç, korku, üzüntü için) aşın duygulanmak; şaşır mak; ne yapacağını bilemez hâle gelmek,
çılgınlaşma, [çılgın-la-ş-ma] is. Çılgın durumuna gelmek işi.
çıldırış, [çıldır-mak > çıldır-ış] is. Çıldırma eylemi ve biçimi.
çıldırtı, [çıld (yans.) > çıld-ır-tı] is. 1. Rüzgârdan dolayı ağaç ve çalıların çıkardığı ses; hışırtı; çıldırama sesi. 2. {ağız} Su sesi. [DS] 3. {ağız} Madenî para sesi. [DS] 4 {ağız} Gizli haber; söylenti. [DS]
.
çıldırtm a, [çıldır-t-ma] is. Birinin çıldırmasına yol açma; çıldırtmak eylemi, çıldırtm ak, [çıldır-t-mak] gçl. f . [- ır ] 1. Birinin aklını kaçırmasına sebep olmak. 2. (Sevinç veya öfkeden) akıl dengesini yitirtmek, çıldirdemek, [çıld (yans.) > çıld-ır-da-mak] {ağızj g ç s z .f. [-r ] [-d (i)-y o r] İyileşmek. [DS] çıldurdu, [çıld (yans.) > çıld-uı-du
{eATf is.
-*■ çıldırtı. çıldurmuş, [çıldır-mış] {ağız} sf. (Kişi için) çıldırmış; deli. [DS] çıldurttu, [çıldır-t-tı] {ağız} sf. Çıldırmış. [DS]
.
zf.
çılgınlaşmak, [çılgın-la-ş-mak] dönşl. f . [ -ır ] Çılgın ca davranışlarda bulunur olmak, çılgınlık, -ğı [çılgm-lık] is. Hoş görülmeyecek aşırı davranış; delilik, çılgısız, [çılgı-sız] {ağız} sf. 1. Akılsız. 2. Terbiyesiz. [DS] çılğıdır, [çılk (yans.) > çılk-ıd-ır] {ağız} sf. (Kişi için) vücudunun etleri gevşemiş. [DS] çılğısız, [çıl-gı-sız] {ağız} sf. Akılsız. [DS] çılğıttı, [çıl-gı-t-tı] {ağız} sf. Çıldırmış. [DS] çılh, [cılk > çılh] {ağız} sf. Bozuk; çürük; kokmuş. [DS] -çılık, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. -*■ -cılık. çılık’, -ğı [çı-lık] {ağız} is. Evlerden pis suları dışarı akıtmak için yapılmış uzun oluk. [DS] çılık2, -ğı [çı-lı-k] {ağız} sf. Hoppa; züppe. [DS] çılım ak, [çı-lı-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] Mızıkçılık etmek. [DS]
çıldurtu, [çıld (yans.) > çıld-ır-tı] {ağız} is. Su hışırtı sı. [DS]
çılınga, [çıl-ın-ga ?] {ağız} is. Kıvılcım. [DS]
çılduruh, [çıldır-ılc > çıldıruh] {ağız} sf. Çıldırmış. [DS] çılga1, [? çılga] {ağız} is. Kalem saklanan kılıf. [DS]
çıhngı2, [çal-mak > çal-mgı ?] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çilingiriz, [çıl-ıng-ır-ız] {ağız} sf. Zayıf; çelimsiz; cı lız. [DS]
çılga2, [Moğ. cilga] {ağız} is. Dar ve taşlık yol; pati ka. [DS] çılga3, [? çılga] {ağız} is. Kayış tokası. [DS] çılga4, [çalk (yans.) > çalk-a > çılg-a] {ağız} is. Silin dir şeklinde ağaçtan yapılmış yayık; cıkgır. [DS] çılgan, [çıl-gan] {ağız} is. Gelin tacı. [DS] çılgar, [çıvgar > çılgar] {ağız} is. Bir kağnı veya arabaya koşulmuş iki çift öküz. [DS]
çılıngı1, [çıl-ın-gı ?] {ağız} is. Kıvılcım. [DS]
çılıngız, [çıl-mg-ız] {ağız} sf. Zayıf; çelimsiz; cılız. [DS] çılınğı, [çıl-ın-gı] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çılınkı, [çal-m-gı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çılıntı, [çal-ın-tı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çılış, [çal-ış / çıl-ış] {ağızf is. Çalı çırpı. [DS] çılk1, [çalg / çalh / çalk / çılh / çılk (yans.)] is. Sıvı ve
İ
lil «
İ
M
.
965
akışkan maddelerle, cıvık kıvamdaki şeylerin sar sılma, çalkalanma ve bu biçimdeki hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] çılk-ı, çılk -ık çılk2, [eT. çık > çılk] {ağız} sf. Sade; arı; katışıksız. [DS] çılk3, [cılk > çılk] {ağız} sf. Çürük; bozuk; kokuşmuş. [DS] çılka1, [Moğ. cilga] {ağız} is. Dar ve taşlık yol; pati ka. [DS] çılka2, [çık-la > çılka] {ağız} sf. Sade; arı; temiz. [DS] çılkalamak, [çılk-a-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-k(ı)y o r ] Yayığı hafif olarak yaymak. [DS] çılkava, [Bul. cılkava !yi=-] {OsT} is. Kurdun ense postundan yapılan kürk. çılkı1, [çılk-ı] {ağız} is. İnce değnek. [DS] çılkı2, [çılk-ı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çılkı3, [cılk > çılk-ı] {ağız} sf. Bozuk; çürük; kokuş muş. [DS] çılkı4, [çal-gı > çılkı] {ağız} is. Bahçe süpürgesi. [DS] çılkıdır, [çılk-ıd-ır] {ağız} sf. Vücudunun etleri gev şemiş. [DS] çılluk, -ğı [çılk-ık] {ağız} sf. 1. Yumuşamış. 2. (Mey ve için) olgunlaşmış. [DS] çılkım, [çılk-ım] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı; cıngıl. [DS] çılkısız, [çılkı-sız] {ağız} sf. Terbiyesiz. [DS] çıllağaç, -cı [çır-la-ğaç] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çıllağaş, [çır-la-ğaç] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çıllaka, [çıl-la-k-a] {ağız} sf. Şımarık. [DS] çıllık , -ğı [çıl-lılc] {ağız} is. Koşmaca oyunu. [DS] çıllık2, -ğı [Erme, şıl (şaşı) > şıl-lık / çıllık] {ağız} is. Çok boyanmış, hafifmeşrep kadın. [DS] çılm, [? çılm] {ağız} is. Sümük. [DS] çılma, [çıl-ma ?] {ağız} is. Erik. [DS] çılm ık1, -ğı [cıv-ı-k > çıl-mık] {ağız} sf. Süzülmeden yenen peynir. [DS] çılmık2, -ğı [çal-mak > çal-mık > çıl-mık] {ağız} is. Yonga. 0 çılmık sap, {ağız} T ırpan la biçilen ekin sapı. [DS] çılmuk, -ğu [çal-mak > çıl-muk] {ağız} is. Küçük odun parçası; yonga. [DS] çılpa, [? çılpa] {ağız} is. Küçük kulaklı keçi. [DS] çılpah, [çıpla-k > çılpah] {ağız} sf. Çıplak. [DS] çılpak, -ğı [çıp (yans.) > çıp-la-k > çılpak <3^ ] {OsT} sf. Çıplak. 0 çılpak olmak, {eAT} Soyunm ak. çılpantı, [çılp-antı] {ağız} is. Yayıkta yayılacak az miktardaki yoğurt. [DS] çılpek, -ği [? çılpek] {ağız}.is. Yürüyüşü kıvrak hay van. [DS] çılpı1, [çırp-ı] {ağız} is. Fasulye sırığı. [DS] çılpı2, [çılp-a] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çılpıcı, [çırp-ıcı] {ağız} is. Hırsız. [DS]
ÇİM çılpıh, [çılp-ık > çılpıh] {ağız} sf. (Çocuk için) yara maz. [DS] çılpık1, -ğı [çırp-mak > çırp-ık > çılpık] {ağız} is. 1. Kesilen ya da yırtılan kumaşın bu kenarındaki bir birine dolaşmış iplikleri; çilpek. 2. Kumaş parçası. [DS] çılpık2, -ğı [çılp-ık] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) yara maz. 2. Şımarık; züppe. [DS] çılpık ’, -ğı [çılp-ık] {ağız} is. Cılız üzüm. [DS] çılpık4, -ğı [çılp-ık] {ağız} is. Gözden akan yaş. [DS] çılpıklı, [çılp-mak > çırp-ık-lı ?] {ağız} sf. 1. Çılpıkları olan; saçaklı. 2. Eskimiş, iplikleri meydana çıkmış. 3. Yamalı. [DS] çılpımak, [çılp-mak > çılp-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] (Donmuş yerler için) güneşin etkisi ile çözülerek çamurla karışmak, [DS] çılpuk, -ğu [çılp-ık > çılp-uk] {ağız} sf. (Çocuk için) yaramaz. [DS] çılratm ak, [çal-d-(ı)-ra-t-mak / çılratmak] {eT} gçl. f . [-u r] Çığıl çığıl ettirmek; seslendirmek. [DLT] çıltak1, -ğı [*çıl-mak (delirm ek) > çıl-(ı)t-ak] {ağız} is. İftira. [DS] çıltak2, -ğı [çıl-(ı)t-ak] {ağız} sf. 1. Kavgacı. 2. Sö zünde durmayan. [DS] 0 çıltak dolamak, {ağız} Sözünden dönm ek. [DS] çıltak3, -ğı [çıl-(ı)t-ak] {ağız} is. Kaba ağaç. [DS] çıltım, [çılt-ım ?] {ağız} is. Vücut güzelliği. [DS] çılvıra, [? çılvıra] {ağız} is. Bulgur çorbası. [DS] çim 1, [çem / çim / çöm (yans.)] is. Köpek ve benzeri hayvanların havlamasını ve buna benzer sesler çı karmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çım -kır-m ak çim2, [çim / çın / çim (yans.)] is. Uyuşma, birden silkinme ve ürperme anlatan kök. [Zülfıkar] çım -gış-m ak, çım -kı-r-m ak çim3, [çim / çim (yans.)] is. Sıvı maddeyi fışkırtmayı, bu biçimde pislemeyi, bir yerde sıkıştırılan sıvıların dışarıya atılmasını anlatan kök. [Zülfıkar] çım -kırm ak çim4, [çim / çim / çin / çüm (yans.)] is. Parmak uçları ile sıkıştırmayı, ezmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çım dı-k, çım -dı-k-la-m ak çim 3, [çim / çim / çom / çöm / çum / çüm (yans.)] is. Suya girmeyi, yıkanmayı, suyu çalkalamayı ve bu sırada su sıçratmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çım m ak, çım -gış-m ak, çım -kı-m ak, çim6, [çim / çın] {eT} çmg3. çim7, [çim / çim] {eT} e. Pekiştirme edatı; (ıslak ve çiğ sıfatları ile birlikte kullanılır.) çim8, [çim / çim] {eT} is. Ayrık otu; çimen. [KB] çıma, [İt. cima] is. dnz. 1. Gemi bağlama halatı. 2. Bu halatın halka biçimindeki ucu. 0 çıma atm ak, dnz. G em i b a ğ la m a halatın ı uzatmak. || çıma çım a ya, dnz. Ç ım a uzatıldıktan so n r a a n c a k b a ğ la y a c a k k a d a r y er i kalm ış bulımmak.\\ çıma vermek, dnz. G em iyi b a ğ la m a k için halatın ucunu uzatmak.
M C E m .* «
ÇİM
çım acı, [çıma-cı] is. dnz. İskeleye yanaşan geminin çımasını atan ve bağlayan veya çözen kişi; halatçı, çımacılık, -ğı [çıma-cı-lık] is. Çımacının yaptığı iş; çımacının mesleği, çım ad, [? çımad] {e l } is. Öfke; hiddet; kızgınlık. [EUTS] [OKD] çım ak ', -ğı [Erme, ts’mah] {ağız} is. Bit öldüren bir ot; bit otu, (D elphinium sta p h isa g ria ). [DS] çım ak2, -ğı [çı(r)-mak] {ağız} is. Tırmalama sonucu deri üzerinde açılan yara bere. [DS] çımalaınak, [çı(r)-ma-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r ] [-l(ı)y o r ] Tırmalamak. [DS] çım am ak, [çım-a-mak] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-m (ı)-y or] Çamaşır yıkamak. [DS] çım ara, [Ar. camr (köm ür)> camrî oy ^ - / »jl»^-] {eAT} is. 1. Hamamlarda ateş yakan ve kül atan işçi; kül hancı; külhan işçisi. 2. m ecaz. Önemsiz, değersiz adam. 3. Yoksul, çım arm ak, [şımar-mak / çımar-mak] {ağız} g ç s z .f. [ır ] Şımarmak. [DS] çımb, [çamp / çımp / çomp / çumb / çunb (yans.)] is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] çım b-ış-m a, çım b -ıl-d a-m ak çım bar, [Far. çenber (kasnak) => çımbar / cımbar] is. Dokuma tezgâhlarında dokunan kumaşı gergin tutmak içini tezgâhın iki yanına geçirilen dişli ay gıt. S çım b ar tahtası, {ağız} D oku m a tezgâhların d a bezi g er d ir m e k için kullanılan iki tarafı dişli aygıtın tahtası. [DS] çımbarsı, [çımbar-sı] {ağız} sf. (Kişi için) Zayıf ve uzun boylu. [DS] çımbık, -ğı [eT. çelpik / çımb (yans.) > çımb-ı-k ?] {ağız} is. Göz çapağı. [DS] çımbıl, [çımb (yans.) > çımb-ıl] {ağız} is. Göz çapağı. [DS] çımbışma, [çımb-ış-ma] {ağız} is. Su kaynamaya başlama. [DS] çımbildemek, [çimb (yans.) > çimb-il-de-mek] {ağız} g çl. f . [ - r ] [-d (i)-y o r] Kulağa yavaşça söylemek. [DS] çım çaşm ağ, [çim (yans.) > çım-(ı)k-aş-mak ?] {ağız} d ö n şl.f. [-ır ] Korkudan titremek; çımkışmak. [DS] çımçığ, [çim (pekşt.) + çık j ^ r ] {eAT} sf. Arı; saf; halis; temiz. çımçık, -ğı [çim (pekşt.) + çık] {ağız} sf. 1. Sade; arı; yalnız. 2. Tüm; tamamen; hep. 3. Tıpkı; aynı. [DS] çımçıkıl, [çı(m)+çı/k-ıl] {ağız} pekşt. sf. 1. Çok; bol. 2. (Hava için) açık; aydınlık. [DS] çımçım lanm ak, [çım+çım-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] Bir şeyi nazlanarak azar azar yemek. [DS] çım çıtır, [çı(m)+çı/t-ır] {ağız} pekşt. sf. Çok; bol. [DS] çımçıtlık, -ğı [çım+çıt-lık] {ağız} is. Sakız çıkarılan bir bitki. [DS]
çımçik, -ği [çim-dik / çim+çik] {ağız} is. Çimdik. [DS] çimdik, -ğı [çım-dı-k / çim-di-k] {ağız} is. Çimdik. [DS] çımdılam ak, [çim (yans.) > çım-dı-la-mak / çim-dimek] {eT} g ç l.f. [- r ] Çimdiklemek. [Nevâyî] çımgıl, [çım-gıl] {ağız} is. Kısalmış kurşun kalemi kullanmaya devam etmek için üzerine geçirilen ka mış. [DS] çımgırık, -ğı [çim (yans.) > çım-ğır-ık £ > ~ r ] {eAT} is. Püskürteç. çım gışm ak1, [çim (yans.) > çım-ğı-ş-mak {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. {OsT} Ürpermek. 2. Uyuş mak. 3. (Vücudun bir yeri için) ağrımak; sızlamak. 4. Kaşınmak. 5. (Boğaz için) gıcıklanmak. [DS] çımgışmak2, [çim (yans.) > çım-kı-ş-mak] {ağız} d ö n şl.f. [-ır ] (Sıvı maddeler için) sıçramak. [DS] çımguklanm ak, [çım-ğuk-la-n-mak] {eT} d ö n ş l.f. [ur] Kovcu olmak; dedikoduculuk yapmak. [DLT] çırnık1, -ğı [çım-ık] {ağız} is. 1. Sıkıntılı hava. 2. Kış geceleri rastlanan bulutlu fakat yağmursuz hava. 3. Yumuşak ılık hava. 4. Bataklık. [DS] çırnık2, -ğı [çım-ık] {ağız} sf. A z; birazcık. [DS] çımışkı, [çım-ış-kı] {ağız} is. Ağaçtan koparılmış ince uzun dal parçası. [DS] çımıtlık, -ğı [çımıt-lık] {ağız} is. Çok sıcak hava. [DS] çım kalam ak, [çım-ka-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [l(ı)-y or] Çalkalamak. [DS] çım kı1, [çim (yans.) > çım-kı] {ağız} is. İnce uzun değnek. [DS] çımkı2, [çım-kı] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çım kılam ak1, [çim (yans.) > çım-kı-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r ] [-l(ı)-y o r] Hayvanlara kamçı ile vurmak. [DS] çımkılam ak2, [çim (yans.) > çım-kı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Kıvılcım atmak; ateş etrafa yayılmak. [DS] çımkım ak, [çim (yans.) > çım-kı-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] 1. (Bir kaptan başka kaba boşaltılan sıvı için) sıçramak. 2. (Yara, bere vb. için) zonklamak. [DS] ö çımkım ak bıçm ak, {eT} B içm ek kesm ek. [EUTS] çım kırık1, -ğı [çim (yans.) > çım-kır-ık öy^^r] is. 1. Kuş pisliği. 2. Bahçe kovası. 3. {eAT} Püskürteç. 4. {ağız} Fışkıran sıvı. [DS] çım kırık2, -ğı [çim (yans.) > çım-kır-ık] {ağız} is. Kı rılarak parçalanmış camın tuz gibi etrafa sıçrayan en küçük parçası. [DS] çım kırm a, [çim (yans.) > çım-kır-ma] is. (Kuş için) pislemek işi. çım kırm ak1, [çim (yans.) > çım-kır-mak j * y^ -\ {ağız} g ç s z .f. [-ır ] [eAT.,O sT. -ur] 1. (Kuş için) fış kırtarak pislemek. {eAT} {OsT} (aynı) 2. Fışkırmak. 3. {eAT} Püskürtmek. 4. {eAT} Kötü ve sert söyle-
ım iic î m
.967
ÇIN
çım kırm ak2, [çem-kir-mek] fağız} g çsz. fi. [ - ır ] 1. (Köpek, çakal vb. için) bağırmak; acı acı havla mak. 2. İçin için ağlamak. [DS]
[EUTS] [KB] 2. is. Gerçeklik. [EUTS] S çın bitig, G e r ç e k sen et ve sözleşm e. [EUTS]|| çın sav, G er ç e k ; g e r ç e k ve doğru söz; hakikat. [EUTS] || çın tutm ak, Söylenenin doğruluğunu tasdiklem ek; d o ğ ru lam ak; g erçek lem ek.
çım kırtm a, [çım-kır-t-ma] fağızf is. Ergenlik çağma girerken duyulan sinirlilik. [DS]
çm 6, [çm] {ağız} is. 1. Üzerinde çok meyve bulunan küçük dal. 2. Ağaç uru. [DS]
çım kırtm ak, [çımkır-t-mak Jjo J ^ r ] {Os T} {ağız} gçl.
çın7, [çiğin > çiğin > çın] {ağız} is. Omuz. [DS]
mek; azarlamak. 5. (Hayvan için) sıçramak; oyna mak. 6. Sıvı için sıçramak. 7. ishal olmak. [DS]
f.
[ -u r ] Fışkırtmak; püskürtmek. [DS]
çım kışm ak1, [çim (ya n s.) > çım-kı-ş-mak {OsT} {ağız} d ö n şl. f i [ - ır ] 1. Ürpermek. 2. Uyuş-
mak. 3. (Vücudun bir yeri için) ağrımak; sızlamak. 4. Kaşınmak. 5. (Boğaz için) gıcıklanmak. [DS] çım kışm ak2, [çım-kış-mak] {ağız} d ö n şl. fi. [ - ır ] ilk yağmur damlaları düşmek. [DS] çım m ağak, [çım+ak+ak] {ağız} sf. Bembeyaz. [DS] çım m ak, [çım-mak] {ağız} g çsz. fi. [ - a r ] Yıkanmak; çimmek. [DS] çımp, [çamp / çımp / çomp / çumb / çunb (yans.)] is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] çım b-ış-m a, çım b -ıl-d a -m a k çım ram ak, [çem-(i)r-e-mek > çımra-mak] {ağız} gçl. f M [-r(ı)-y or] Kolunu, paçalarını sıvamak; ete ğini toplamak. [DS] çımrık, -ğı [çır-mık > çımrık] {ağız} is. Ateş tutuş turmakta kullanılan küçük ardıç odunu parçaları. [DS] çım sıtm ak, [çım-sı-t-mak] {ağız} g çl. f i [ - ır ] Çıldır mak. [DS] çım şık, -ğı [çım-(ı)ş-ık] {ağız} sf. Benzer; aynı. [DS] çım tan, [Far. nım-ten ? => çımtan] {ağız} is. Frenk gömleği. [DS] -çın, [-çın / -çin] {eT} yap. e. isimden isim yapma eki. k ök-çin (gri) ç ın 1, [çan / çang / çank / çen / çın / çmg / çmk / çin / çing (yans.)] is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] çın çm çm 2, [çan / çang / çank / çeng / çm / çmg / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çın çm ötm ek, çm -çık, fi1 çın çm , Ç ın lam a s e si çıkararak.\\ çm çm inletm ek, K eskin, g ü r ve h o ş a g id en b ir se s çıkarmak. || çm çm ötm ek, A ralıksız b ir çın lam a s e si duyulmak. çm 3, [çim / çm / çim (ya n s)] is. Uyuşma, birden sil kinme ve ürperme anlatan kök. [Zülfıkar] ç ın -g ışm ak
çın4, [çın / çim / çin] {eT} e. Pekiştirme bildiren edat; tam; tamamen; bütün; bütünüyle, çm g tolu k ö l (a ğ zına k a d a r su dolu g öl) çın5, [Çin. chen => çın] (ç ı:n) {eT} sf. 1. Gerçek; doğru; sahih. [DLT] [Üç İtigsizler] [Yüknekî] [Gabain]
ç ın a 1, [çma] {eT} sf. (Hayvan için) genç. [ETY] çına2, [çene > çma] {ağız} is. Dirsek. [DS] çınaçık, -ğı [çına-çık] {ağız} is. Dirsek. [DS] çınahsı, [Çin. chih han ssuı] {eT} is. Nakışlı bir tür Çin ipekli kumaşı. [DLT] çın ak , -ğı [çır-(ı)n-ak > çlnak
(çı;n ak) {OsT}
{ağız} is. Yırtıcı kuş pençesi. [DS] çm ak2, -ğı [eT. çın + ak] {ağız} is. Yağmurdan sonra açılan hava. [DS] çınaklam ak, [çımak > {ağız} çînak-la-mak / {eAT} çınaklamak
({ağız} çı.n ak lam ak ) {eAT} {ağız}
gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] Tırmalamak. [DS] çın ar, [Far. çenâr jb=-] is. bot. 1. İki çeneklilerden, boyu 25-30 m. kadar uzayabilen, koyu gölgeli, ka lın gövdeli ve parçalı yapraklı, uzun ömürlü bir ağaç; kavlağan; çünük, (Platanus). 2. {ağız} Çam ağacı. [DS] 3. {ağız} Dişbudak. [DS] 4. {ağız} Akas ya. [DS] çınarg iller, [çmar-gil-ler] is. bot. Örnek türü çınar olan ağaçlar familyası, (P la ta n a cea e). çınarı, [eT. çın + arı] {ağız} sf. Küçük fakat sağlam yapılı. [DS] S çın arı beden, {ağız} K ü çü k fa k a t sa ğ la m y a p ılı kim se. [DS] çınarım sı, [çmar-ımsı] sf. Çınara benzer; çınar gibi, ö çınarım sı isfendan, Ç ın ara ben z er bir a k ç a a ğ a ç türü, (A cerpseu doplatan u s). çm arlanm ak, [çın-ar-la-n-mak] (çınarlan m ak) {ağız} dönşl. f i [-ır ] Sinirlenmek. [DS] çın arlı, [çmar-lı] is. Çınarı olan, çın arlık, -ğı [çmar-hk] is. Çınar ağaçları çok olan yer. çınatm ak, [çm-a-mak > çın-a-t-mak] {ağız} gçl. fi. [ır] Sıçratmak. [DS] çınayaz, [eT. çın (pekşt. e.) + ayaz] {ağız} is. Açık, mehtaplı ve çok soğuk hava. [DS] çm b ar, [çımb-ar > çmb-ar] {ağız} is. Dokuma tezgâh larında bezi gerdirmek için kullanılan iki tarafı dişli bir aygıt. [DS] çınbarm ak, [Çin. chen => çmg-ar-mak > çınbarmak] {eT} gçl. f. [-u r] -*■ çmgarmak. [EUTS] çın b ıld am ak1, [çımb-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [d (ı)-y or] Çalkalanmak. [DS] çınbıldam ak2, [çımb > çmb-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-d (ı)-y o r] Ağlar görünmek. [DS] çın çık ’, -ğı [çın-çık] {ağız} zfi. Tamamen. [DS]
ÇIN
I Ü
1 V E S E Ü
.
çınçık2, -ğı [çmç (yans.) > çınç-ık] {ağız} is. Cam ve porselen nesne. [DS]
[-u r] 1. Araştırtmak; inceletmek. [EUTS] 2. Tetkik ve tahkik etmek. [EUTS] 3. Muayene etmek. [EUTS]
çınçm, [çın+çm] {ağız} is. 1. Serçe. 2. Yusufçuk ku şu. [DS]
çm garu, [Çin. chen => çmğ-aru] {eT} sf. 1. Tam; şüphesiz. [Gabain] [EUTS] 2. is. Arzulama; özlem; hasret. [EUTS]
çınçırga, [çm+çır-gâ / çıp+çır-gâ] (çın çırg a:) {eT} is. Serçe kuşu. [DLT] çından, [Sansk. candana] {eT} is. 1. Sandal ağacı, (Santalum albüm ). [EUTS] [DLT] 2. sf. Kırmızımsı. S çından at, {eT} G öv d esi kirli sa rı ren kte yele, kuyruk ve b a c a k la rı koyu renkte olan a t; kula. [DLT] çınday, [çınday] {ağız} is. Şişle örülmüş yün çorap. [DS] çındık, -ğı [çmd-ık] {ağız} is. Ağzı kapaklı bakır kap. [DS] çındıkel, [çmd-ık-al] {ağız} is. Eskimiş çorap parçala rı. [DS] çındır1, [çmd-ır] {ağız} is. Sinirli ve gevşek et. [DS] çındır2, [çınd-ır] {ağız} is. fo lk . Sinsin denilen oyun. [DS] çındırık, -ğı [cıy-m-dırık] {ağız} is. Cıyındırık. [DS] çm dıturm ak, [çand-tur-mak / çındı-tur-mak çânturmak] {eT} g ç l .f . [-u r] Caydırmak. [DLT]
/
çıng1, [çan / çang / çank / çen / çın / çıng / çmk / çin / çing (yans.)] is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çıng-ır-ak, çıng-ış-ta-k-lı çıng2, [çan / çang / çank / çeng / çm / çıng / çın / çmk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çın g etm ek, çın g ıl, çıng-ı, çıng-ıl-da-k, çın g-ır çıngır, çıng-ır-ık, çm g -ır-a-k, çm g-ır-t, çın g-ra-t-m ak çıng3, [çın (yans.)] (çın) {eT} is. Çan ve leğen gibi nesnelerin verdiği ses; çınlama sesi. [DLT] S çing etmek, Ç ın lam ak; çm s e si verm ek. [DLT] çıng4, [çmg / çim / çim] {eT} e. Pekiştirme edatı. 0 çıng ayaz, {ağız} Açık, m ehtaplı ve ç o k soğ u k hava. [DS] çmg5, [Çin. chen] {eT} is. 1. Doğru. 2. Gerçek. 3. sf. Tam. 4. zf. Kesin olarak. [EUTS] çınga1, [çmg-a] {ağız} sf. Kıvırcık. [DS] çınga2, [çm-ga] {ağız} is. Kıvılcım; çıngı; çıngı. [DS] çıngamak, [çm-a-mak] (çıham ak) {ağız} gçsz. f . [-r ] [- h(ı)-yor] Sıçramak. [DS] çıngar, [Yun. dzingra / Çing. çıngar] is. argo. Gürül tü patırtı; kargaşa; kavga. 0 çıngar çıkarm ak, K a v g ay a s e b e p o lm a k ; gürültü patırtı yapm ak. || çıngar kopmak, K a v g a o lm a k; gürültü patırtı o l mak. çıngar mak, [Çin. chen => çmg-ar-mak] {eT} g ç l .f . [ur] Araştırmak; tahkik etmek. [EUTS] [DLT] çm gartgu, [çın-ar-t-ğü] (çınartgu;) {eT} is. Zil; çıngırak. [EUTS] çıngartm ak, [Çin. chen => çıng-ar-t-mak] {eT} gçl. f .
çıngaşm ak, [çma-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Sıçra mak. [DS] çıngayaz, [çmg+ayaz] {ağız} is. Açık, mehtaplı ve çok soğuk hava. [DS] çıngaylı, [çıngay-lı] {ağız} is. zool. Çaylak. [DS] çınggacık, -ğı [çm-ga-cık] (çm gacık) {ağız} is. Kilim lerde kullanılan bir motifin adı. [DS] çınggılamak, [çın(g)-ı-la-mak] (çıhgılam ak) {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] (Su için) sıçrayıp dağılmak. [DS] çınggımak, [çmg-ı-mak] (çıhgım ak) {ağız} gçsz. f . [ır] Koşmak; yarış etmek. [DS] çıngı1, [çmg (yans.) > çm-gı / cın-gı / cm-kı] {ağız} is. 1. Kıvılcım. 2. Çok küçük parça; zerre. [DS] çıngı2, [çıng-ı] {ağız} is. 1. Su tası. 2. Sıçrayan ça murlu suyun bıraktığı iz. [DS] çıngıJ, [çmg (yans.) > çmg-ı] {ağız} is. 1. Kuru çam odunu. 2. Sopa parçası; dal kırığı. [DS] çıngı4, [çıng-ı] {ağız} is. Leke. [DS] çıngıl1, [çmg (yans.) > çmg-ıl] {eT} is. Şıngırtı sesini veren yansımalı gövde. 0 çıngıl çıngıl, B ir şeyin in ce b ir çın lam a s e s i çıka rm a sı durumu. [DLT] ç ın g ıl, [Yun. atsingano / çmg (yans.) > çıng-ıl] « .1 . Ufak ve seyrek taneli küçük üzüm salkımı, {ağız} (aynı) [DS] 2. Asma kütüğünden üzüm salkımları elle eklem yerinden koparıldıktan sonra o eklem yerine bitişik küçük bir sap üzerinde kalan birkaç taneli üzüm salkımı, {ağız} (aynı) [DS] 3. {a ğ a } Ge linlerin başına takılan pul dizisi. [DS] 4. {ağız} Bon cuk; nazarlık. [DS] 5. {ağız} Cam bilezik. [DS] 6. {ağız} Kalemin ucunu korumak için kullanılan me tal başlık. [DS] 7. {ağız} Püskül; kuyruk. [DS] 0 çıngıl çıngıl, {ağız} (M eyve için) b o l; sık. [DS]|| çıngıl çıtak, {ağız} 1. (M eyve için) b o l; sık. 2. Takıp takıştırm ış. [DS] çıngıl3, [çmg (yans.) > çıng-ıl] {ağız} is. Kumlu, ça kıllı toprak. [DS] çıngıl4, [çıng (yans.) > çmg-ıl] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çıngıl5, [çıng-ıl] {ağız} is. Dağ ve ağaç doruğu. [DS] çıngıl6, [çmg-ıl] {ağız} is. Kova; bakraç. [DS] çıngıldın, [çmg-ıl-dm] {ağız} zf. İnceli kalınlı. [DS] çıngıllamak, [çmgıl-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Nazlanmak. [DS] çıngıllı1, [çıngıl-lı] {ağız} is. Çaylak. [DS] çıngıllı2, [çmgıl-lı] {ağız} sf. 1. Paçalı; saçaklı. 2. (Ağaç için) dalları sık olan. [DS] çıngıllı3, [çmgıl-lı] {ağız} sf. Nazlı. [DS] 0 yürüyüş, {ağız} Titiz yürüyüş. [DS]
çıngıllı
ÇIN
f f l M K E E S a « .M çıngıllı4, [çıngıl-h] {ağız} sf. 1. (Süs eşyası için) de mir, bakır ya da gümüşten yapılma. 2. is. Küçük kazan. [DS]
çıngırdatm ak, [çıng-ır-da-t-mak] gçl. f i [-ır ] Çıngı rak sesine benzer ses çıkartmak,
çıngıllı5, [çıng-ıl-lı] {ağız} s f Süslü. [DS]
çıngırık, -ğı [çıgrık > çıngırık] {ağız} is. Kuyu çıkrı ğı. [DS]
çıngıllı6, [çmg-ıl-lı] {ağız} sf. (Kadın için) hoppa; oy nak. [DS]
çmgırlavı, [çıng-ır-lağı > çmgırlavı] {ağız} is. Çocuk oyuncağı; çıngırak. [DS]
çıngımak, [çıng-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-ir ] 1. Hopla mak. 2. Yarış yapmak. [DS]
çıngırm ak, [çm-ır-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] Çağırmak. [DS] çıngırşak, -ğı [çmg-ır-cak > çıngırşak] {ağız} is. Tah terevalli. [DS] çıngırt1, [çmg-ır-t] {ağız} is. Y er altından dere hâlin de akan su. [DS]
çıngır1, [çmg-ır (yarış.)] is. Bir metale vurma veya çarpma sırasında çıkan çınlamalı ses. S çıngır çıngır, 1. Ç ın gırak s e s i g ib i ses çıka ra ra k. 2. {ağız} (H ava için) ç o k so ğ u k ve avaz. [DS]|| çıngır mın gır, (At a r a b a s ı vb. g id işi için) çıngırtılı s e s le r ç ı k ararak. çıngır2, [çmg-ır] {ağız} is. 1. Bakır kap. 2. Su kovası. [DS] çıngır3, [çıng-ır] {ağız} is. Atmaca. [DS] çıngır4, [çın-ır] {ağız} is. Dar ve taşlı yol; patika. [DS] çıngırak1, -ğı [eT. çınra-m ak> çın-ra-k] is. 1. Küçük çan. 2. Sesinden gittikleri yeri takip edebilmek ve kaybolmalarım önlemek için hayvanların boynuna asılarak hayvanın hareketi ile içindeki metal yuvar lağın çarpması sonucu ses çıkaran küçük metal kü re. 3. İçinde küçük boncuklar bulunan plastik bir küreden meydana gelmiş çocuk oyuncağı. 4. {ağız} Beygir koşulan dövenin ön tarafına takılan, beygi rin yan kayışlarının bağlandığı, ağaçtan yapılma falaka. [DS] çıngırak2, -ğı [çın-ır + ak] {ağız} sf. (Hava için) çok soğuk ve açık. [DS] çıngırak , -ğı [Far. çerâğ => çıngırak] {ağız} is. Çıra. [DS] çıngırakçı, [çmgırak-çı] is. Çıngırak yapan veya sa tan kişi. çıngırakçılık, -ğı [çmgırak-çı-lık] is. Çıngırak yapma ve satma işi. çıngıraklı, [çıngırak-lı] sf. 1. Çıngırak taşıyan; üze rinde çıngırak bulunan. 2. (Kahkaha için) yüksek sesle, neşe içinde, keyifle atılan, fi1 çıngıraklı yı lan, zool. A m erika ’d a y aşayan , k ısa ve kiit kuyru ğunun ucunda bulunan boynuzsu p u lla r la h a rek et hâlin d e çın g ıra k se si çıkaran , belirg in b a şlı ve ç o k zeh irli on b e ş k a d a r çeşid i bulunan b ir yılan, (Crotalus). |j çıngıraklı yılangiller, zool. K uyrukla rını y e r e v u rarak ilerlerken kuru y a p r a k hışırtısına ben z er se s çıka ra n zeh irli y ılan lar, (C rotalidae). çıngırdak, -ğı [çın-gır-da-k] is. Bebek oyuncağı ola rak kullanılan saplı bir tür çıngırak, çıngırdam a, [çmg (yans.) > çıng-ır-da-ma] is. Çıngı rak gibi ses çıkarma; çıngırdamak eylemi, çıngırdam ak, [çmg (yans.) > çmg-ır-da-mak] gçsz. f . [-r ] [-d (ı)-y o r] Çıngırak sesine benzer çıngır çıngır ses çıkarmak. çıngırdatm a, [çmg-ır-da-t-ma] is. Çıngırak sesi çı kartmak işi.
çıngırt2, [çıııg-ır-t] {ağız} is. 1. Sabana, arabaya ko şulan hayvanın bağlandığı demir halka. 2. Zinciri, araba veya herhangi bir eşyaya tutturan halka. [DS] çıngırtı, [çın-ır-dı j z j ^ } (çınırtı) {OsT} is. Çıngırak sesine benzer keskin ve tiz ses. çıngışmak, [çmg-ış-mak] {ağız} d ö n ş l.f. [-ır] Ü rper m ek ; uyuşmak; çımkışmak. [DS] çıngıştaklı, [çıng-ış-ta-k-lı] {ağız} sf. Neşeli. [DS] çm gıştam ak, [çmg-ış-da-mak ^ jlü j^ -] {OsT} gçsz. fi [-r ] [-d (ı)-y o r] (Küçük metal, soncuk vb. şeyler için) ses çıkarmak; şıngırdamak, çıngkırdak, -ğı [çın-kır-da-k jtayiS^-] {eATj is. Çın gırak. çm glam ak, [çın-la-mak] (çınlam ak) {eAT} gçsz. fi. [r ] [ - l(ı)-yor] Çınlamak. [DK] çıngmak, [çim-mek > çın-mak] (çınm ak) {ağız} is. Yıkanmak. [DS] çm grağı, [çın-(ı)-ra-ğı
(çm rağ ı)
{OsT} is.
Çıngırak. çıngrağu, [çın-(ı)r-a-ğu
^
] (çınrağıı) {eAT} is. -*
çmgrağı. çıngrak, [çm-râ-mak > çın-rak] (çınrak) {eT} is. Gür ve pürüzsüz ses. [DLT] çıngram ak, [çın (yans.) > çm-râ-mak / çin-re-mek / jal S j- / ^ _ ^ y ] (çıh ra:m ak) {eT} gçsz. f. [ - r ] 1. Çınlamak. [DLT] {eAT} {OsT} (aynı) [DLT] 2. Çın gırdamak; şıngırdamak, çıngratgu, [çın (yans.) > çıfi-r-(a)t-gu] (çınratgu) {eT} is. Çıngırak; çan. [İKPÖy.] çıngratm ak, [çın (yans.) > çın-(ı)r-a-t-mak
_£=-]
(çıfiratm ak) {eT} gçl. f i [-u r] 1. Çınlatmak. {eAT} {OsT} (aynı) [İKPÖy.] DLT] 2. Ses çıkartmak; şın gırdatmak. çm gşaşm ak, [çın (yans.) > çm-şa-ş-mak / çığşa-şmak / cahşa-ş-mak] işteş, fi. [-ır ] Toplu olarak şın gırdamak. çıngüneş, [çın (pekşt. e.) + güneş] {ağız} sf. Bulutsuz hava. [DS] çınık1, -ğı [çm-ık] {ağız} is. Büyük çorba tası. [DS]
I H V E SEMDİ.*70
ÇIN çınık2, -ğı [sm-ık > çımk] {ağızj is. Kırılan kemik. [DS] çınıkmak, [Çin. chen => çm-ık-mak] {eT} gçsz. u r] Tahakkuk etmek; gerçekleşmek. [EUTS] bain] [DLT] çınju, [Çin. chen-ju] {eT} is. Gerçek; hakikat. bain] çınk1, [çan / çang / çank / çen / çm / çmg / çınk / çing (yans.)] is. Çınlamayı andırır konuşma, rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan [Zülfıkar] çınk-ış-m ak,
(çın la:m ak) {eT} gçl. f . [ - r ] Gerçekliğini araştır mak; tahkik etmek. [DLT]
f i [[Ga-
çınlamalı, [çın-la-ma-lı] sf. Çınlaması olan, çınlayan,
[Ga-
çınlatm a, [çın-la-t-ma] is. Çınlamasını sağlama; çın latmak eylemi.
çin / bağ kök.
çınk2, [çan / çang / çank / çeng / çın / çmg / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çınk-ı, çınk-ıl-dak
çınlatış, [çm-la-t-ış] is. Çınlatma eylemi veya biçimi,
çınlatm ak1, [çm-la-t-mak] gçl. f . [ -ır ] Çınlamasını sağlamak. çınlatm ak2, [Çin. chen => çîn > çm-la-t-mak] gçl. f . [ - a r ] Gerçekleştirmek; tahkik ettirmek; tasdik et tirmek. [DLT] çınlayış, [çm-la-y-ış] is. Çınlama eylemi veya biçimi, çınlayu, [çm-layu] {eT} zf. Gerçek olarak. [Üç İtigsizler] çınlık1, [çın-lık] {eT} is. Doğruluk; gerçeklik. [KB]
çınkar, [Çin. chen => çmkar] {eT} sf. Dosdoğru. [EUTS]
çınlık2, -ğı [çın-lık] {ağız} is. Yaban tavuğuna benzer bir tür av kuşu. [DS]
çınkayaz, [çınk+ayaz] {ağız} is. Açık, mehtaplı ve çok soğuk hava. [DS]
çm n am ak 1, [çm-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-n(ı)y o r ] Sıçramak. [DS]
çınkı1, [çınk-ı L/^ r ] {eAT} {OsT} {ağız} is. Kıvılcım.
çm nam ak2, [çiğne-mek > çmna-mak] {ağız} gçl. f . [r ] [-n (ı)-y or] Çiğnemek. [DS]
[DS] çınkı2, [çınk-ı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çınkı3, [çmk-ı] {ağız} is. Parça; zerre. [DS] çınkıbat, [? çmkıbat] {ağız} is. Kavga. [DS] çınkıl1, [çınk-ıl] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı. [DS] çmkıl2, [çınk-ıl] {ağız} is. Koyun sağılan küçük bak raç. [DS] çınkıldak, -ğı [çmk-ıl-dak] {ağız} is. Çıngırak. [DS] çınkırak, -ğı [çınk-ır-a-k] {ağız} is. Çıngırak. [DS] çınkırdak, -ğı [çınk-ır-da-k] {ağız} is. Çıngırak. [DS] çınkırık’, -ğı [çın+kır-ık] {ağız} sf. (Hava için) açık ve çok soğuk. [DS] çınkırık2, -ğı [çıgrık > çınkırık] {ağız} is. Kuyu çıkrı ğı. [DS] çınkışdak, -ğı [çınk-ış-dak] {ağız} is. Çıngırak; çocuk oyuncağı. [DS] çm kışm ak1, [çınk-ış-mak] {ağız} işteş, f . [ -ır ] Tar tışmak. [DS] çınkışmak2, [çım-kı-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] Vü cudun bir yeri ağrımak; sızlamak; zonklamak. ,[DS]
çınsabah, [çın (pekşt. e.) + sabah] zf. Sabahın çok erken saatinde, çınsız, [Çin. chen (g erçek) => çm-sız] {eT} sf. Gerçek olmayan. [Üç İtigsizler] çınsu, [Çin. chen-ju] {eT} zf. Olduğu gibi. [EUTS] çıntam anı, [Sansk. cintâmani] {eT} is. -*■ çintemeni. [İKPÖy.] çm tan, [Sansk. candana => çmtan] {eT} is. Sandal ağacı, (Santalum albüm ). [ETY] çıntar, [? çıntar] {ağız} is. Yenilen bir tür mantar; çam mantarı; kanlıca mantarı, (L actariu s deliciosııs). [DS] çıntık1, -ğı [çin-t-ik > çın-t-ık] {ağız} is. 1. Bir şeyin çok küçük parçası. 2. Sabun parçası. [DS] çıntık2, -ğı [çint-ik > çmt-ık] {ağız} is. Fiske. [DS] çıntır, [? çmtır] {ağız} is. Koyun ve keçinin karın boşluğu üzerindeki etli kısım. [DS] S çıntır çıntır, {ağız} P a r ç a p a r ç a . [DS] çın tın k 1, -ğı [çmtır-ık] {ağız} is. Fiske. [DS]
çınlak, -ğı [çm (yans.) > çın-la-mak > çm-la-k] is. içinde sesin yankılanarak çınladığı yer.
çm tırık2, -ğı [çıymdırık > çıntınk] {ağız} is. Yağsız et. [DS]
çınlama, [çın-la-ma] is. 1. Çın çm sesleri ile yankı lanma. 2. Kulakta duyulan tiz bir uğultu. 3 .fız . Re zonans.
çıntıyan, [Ar. şintiyân] {ağız} is. 1. Kadınların giy dikleri şalvar. 2. Gömlek. [DS]
çınlam ak1, [çm (yans.) > çm-la-mak] gçsz. f . [- r ] [l(ı)-y or] 1. Çm diye ses vermek. 2. Yankılanmak. 3. (Kulak için) kendiliğinden tiz bir ses duymak. 4. fiz . Titreşerek ses veren bir tel veya diyapazonu, aynı titreşimi gösteren başka bir tel veya cisme yaklaştırdığımızda aynı titreşimleri ve sesi ondan almak. çınlamak2, [Çin. chen => çin (gerçek) > çın-lâ-mak]
çıntm ak, [çmt-mak] {ağız} gçl. f . [ - a r ] Bir şeyi ince ince parçalara ayırmak. [DS] çıp 1, [çab / çalp / çap / çıb / çıp / çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalan ma gibi hareketler sonucunda oluşan, ya da el ve ayakla oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] çıp çıp, çıp-ı çıpı, çıp ıl, çıp-ıl-dan-lık, çıp-ıl-da-tm ak, çıp-ıl-dım , çıp2, [çab / çep / çıp / çip (yans.)] is. Gevezelik etme-
ilK tllH tffllil.9 7 1
ÇIP
yi, yerli yersiz konuşmayı, hoppaca hareketleri, ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çıp cık, çıp çığ
çıpıldatmak, [çıp (yans.) > çıp-ıl-da-t-mak] {ağız} g ç l .f i [-ır ] Suyu etrafa sıçratmak. [DS]
çıp3, [çıp / çlb] {eT} is. İnce ve yumuşak dal; çubuk. [DLT]
çıpıldık, -ğı [çıp (yans.) > çıp-ıl-dık] {ağız} sf. Vıcık vıcık; çamur içinde. [DS]
çıp4, [cip / çıp
çıpıldum, [çıp (yans.) > çıp-ıl-dım] {ağız} is. Derinli ği birkaç santimetreyi geçmeyen su birikintisi. [DS] çıpımak, [çıp (yans.) > çıp-ı-mak] {ağız} gçl. f i [-r] Yıkamak. [DS]
{eAT} e. Pekiştirme edatı. S çıp
yalıncak, {eAT} Ç ırılçıplak. çıpa', [İt. zappa => çapa / çıpa] is. dnz. İki kollu gemi demiri. çıpa2, [İt. ceppo => çipo] is. dnz. Gemi demirinin kollarına dikey olan demir. çıpa3, [? çıpa] {ağız} is. Askıda değil de, yerde örülen koza. [DS] çıpa4, [? çıpa] {ağız} is. Küçük ve kısa kulaklı koyun. [DS] çıpa5, [? çıpa] {ağız} is. Kapı sürgüsü. [DS] çıpa6, [? çıpa] {ağız} is. Göbek; orta yer. [DS] çıp ar', [Yun. tipari] is. (Hayvanlar için) biçim; şekil. çıpar2, [çapar > çıpar] {ağız} is. 1. Kula renkli hay van. 2. Çiçek bozuğu yüz. [DS] çıpba, [? çıpba] {ağız} is. Tandırda pişirilen ekmek. [DS] çıpcık, -ğı [çıp+cık] {ağız} is. Serçe. [DS] çıpçığ1, [çıp+çığ] {ağız} is. Söğüt dalından yapılan oyuncak düdük. [DS] ÇiPÇiğ2* [Çi(p)++Çi/ğ] {a ğ a } sf. Çiğ; pişmemiş. [DS] çıpçıplamak, [çıp (yans.) > çıp+çıp-la-mak] gçsz. fi. [ - r ] [-l(ı)-y o r] ç o c u k d. Yıkanmak; yüzmek, çıpek, -ği [Far. çübek => çıpek] {ağız} is. Asma dalı. [DS] çıpgı, [çıp-gı] {ağız} is. İnce uzun değnek. [DS] çıpgın, [çıv-gm] {ağız} is. Sağanak hâlinde yağan şid detli yağmur. [DS] çıpı, [çıp (yans.) > çıp-ı] is. 1. Ses çıkartmak için elle suya vurma. 2. {ağız} Bebek banyosu. [DS] S çıpı çıpı, Ç ocu k d ilin de y ıka n m a ; b ıcı bıcı. çıpıkan, [çıb-ık-ân / çıp-ık-an /çıpkan] {eT} is. - * çıbıkan. çıpıl1, [çıp (yans.) > çıp-ıl] is. 1. Yıkanırken suyun çıkardığı ses. 2. sf. (Kişi için) gözleri çapaklı. S çıpıl çıpıl, Yıkanırken suyun çıkard ığ ı s e s e ben zer se s çıka ra ra k. çıpıl2, [çıp (yans.) > çıp-ıl] {ağız} sf. (Genç için) tüy süz. [DS] çıpıldak1, -ğı [çıp (yans.) > çıp-ıl-da-k] sf. Çıplak. çıpıldak2, -ğı [çıp (yans.) > çıp-ıl-da-k] {ağız} sf. Vı cık vıcık. [DS] çıpıldama, [çıp (yans.) > çıp-ıl-da-ma] sf. 1. Çıpıltı çıkarma. 2. Soyunma; çıplaklaşma, çıpıldamak, [çıp (yans.) > çıp-ıl-da-mak] gçsz. f . [-r ] [-d (ı)-y o r] 1. (Sıvı şeyler ve su için) dökülme sesi çıkarmak. 2. Soyunmak; çıplaklaşmak, çıpıldanlık, -ğı [çıp (yans.) > çıp-ıl-da-n-lık] {ağız} is. Tarla içinde ya da kenarındaki su birikintileri. [DS]
çıp ır1, [çırp-mak > çırp-ı > çıpır] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çıpır , [çapar > çıpır] {ağız} is. Alacalı, benekli hay van. [DS] çıp ış,' [cıp-ış] {ağız} sf. (Kişi için) gözleri çapaklı. [DS] ' çıpışka, [? cımışka / simişka / çıpışka] {ağız} is. Ay çiçeği. [DS] çıpkağı, [? çıpkağı] {ağız} is. Hamle. [DS] çıpkı, [çım-kı / çıp-kı] {ağız} is. İnce uzun değnek. [DS] çıpkıç, -cı [çıp-kıç] {ağız} is. İnce uzun değnek. [DS] çıpkın1, [çıp (yans.) > çıp-kın] {ağız} is. Rüzgârla karışık yağan yağmur. [DS] çıpkın2, [çıp-kın] {ağız} is. İnce uzun değnek. [DS] çıplacık, -ğı [çıpla(k)-çık] sf. Çıplak, çıplak, -ğı [çılb-a-mak (soym ak) > çılb-a-k [EREN] / çıp (yans.) > çıp-la-mak > çıp-la-k] sf. 1. Giyinik olmayan; üstünde hiçbir giyecek bulunmayan; soyunuk. 2. Saçı dökülmüş. 3. (At için) koşum takımı vurulmamış. 4. Hiç parası olmayan; züğürt, {ağız} (aym) [DS] 5. gnşl. (Arazi için) üzerinde bitki örtüsü olmayan. 6. (Anlatım için) yalm ve süssiiz. 7. m e caz. Hiç gizli bir yeri kalmamış olan. 8. (Tel için) üzeri yalıtkan ile kaplı olmayan. 9. is. Soyunmuş kimse. 10. Giyimi kuşamı yeterli olmayan kimse; fakir. 11. tar. Yeniçeri ocağında hizmete başlamak üzere nöbete soyunan er. 12. Soyunuk bir modele bakarak yapılmış ve bu şekilde tasvir edilmiş resim veya heykel. 13. zf. Hiç giyinmeden, soyunmuş olarak. 14. {ağız} (Tahıl alım satımı için) çuval gibi ambalajı olmaksızın. [DS] t? çıplak balığı, zool. S azan gillerden durgun tatlı su la rd a y aşayan , ya ssı ve g en iş beden li, ç o k kılçıklı f a k a t eti lezzetli b ir tür balık, (A bram is bram a).|| çıplak gözle, G örm eyi etkiley ici h iç b ir a r a ç kıtllanmadan.\\ çıplak kuş, {ağız} Y arasa. [DS]|| çıplak mülkiyet, huk. Y arar lan m a h a kk ı ba şk a sın a ait b ir m al üzerin deki m ali kin mülkiyeti.\\ çıplak sazan balığı, {ağız} zool. Pulsuz sazan balığı. [DS]|| çıplak tohum lular, bot. A çık tohum lular.|| çıplak ücret, ekon. P rim ler ve e k ö d em eler d ikkate alın m adan h esap lan an ücret. çıplaka, [çıplak-a] {ağız} sf. Çıplak. [DS] çıplaklaşm a, [çıplak-la-ş-ma] is. Çıplak duruma gel me; çıplaklaşmak eylemi, çıplaklaşm ak, [çıplak-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] Çıp lak duruma gelmek.
ÇIP çıplaklaştırm a, [çıplak-la-ş-tır-ma] is. Çıplak duru ma getirme; çıplaklaştırmak eylemi, çıplaklaştırm ak, [çıplak-la-ş-tır-mak] gçl. f . [-ır] Çıplak duruma getirmek, çıplaklık, -ğı [çıplak-lık] is. Çıplak olma durumu. S (bütiin) çıplaklığıyla, Olduğu g ib i; h iç b ir şey saklanm aksızın. çıplanma, [çıp-la-mak > çıp-la-n-ma] is. Çıplak du ruma gelmek işi. çıplanmak, [çıp-la-mak > çıp-la-n-mak] dönşl. f . [ır ] 1. Çıplak hâle gelmek; soyunmak. 2. (Ağaç için) yapraklarını dökmek. 3. e d il.f. (Arazi için) bit ki örtüsü yok edilmek, çıplatmak, [çıp-la-mak > çıpla-t-mak] {ağız} g ç l .f . [ır ] Çıplak hâle getirmek; soymak. [DS] çıplattırm ak, [çıp-la-t-tır-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Bir vuruşta kesmek. [DS] çıplık, -ğı [çıp-lık] {ağız} is. Bez parçası. [DS] çıpra, [Yun. tsipura] {ağız} is. Meyve posası. [DS] çıprağı, [çıp-ra-ğı] {ağız} is. İnce ve uzun değnek. [DS] çıpurduk, -ğu [çıp-ur-du-k / çep-(i)r-dü-k] {eAT} sf. Karışık; çetrefil. ç ır1, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans.)\ is. 1. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] ç ır çır, ç ır-ık 2. Zincir vb. şeylerin sürtünme ile çıkardığı ses. 3. Suyu az çeşmenin akarken çıkardığı bir tür şırıltı sesi. 4. Cırcır böce ğinin sesi. S çır çır çırpınmak, T elaşla ve üzüntü ile n e y a p a ca ğ ın ı bilem ez h â ld e ç a b a gösterm ek. çır2, [çar / çır /çir / çur (yans.)] is. Dönme, sürtünme, bağırma, ağlama, ötme ve parazitli sesler çıkarma durumlarında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] ç ır çır, çır-gan, çır-gıt, çır-la-m a, çır-la-k, çırla(ğ )-aç, çır-la-n -gıç, çır-nı-k, çır(r)-ıl-dı çır3, [çır / çir (yans.)] is. 1. Tırnakla yırtma, tırmala ma, pençeleme veya herhangi bir şekilde yırtmayı ve bu sırada çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] {eT} (aynı) [DLT] çır-m ak, çır-ık, çır-m ak-la-m ak, çırm a-la-m ak, çır-n a-k 2. {eT} is. Elbise vb. yırtılırken çıkan ses. [DLT] çır4, [çır / çir] {eT} is. Yağ. [DLT] çır5, [çır] {ağız} is. A z akan su. [DS] çır6, [Yun. tzrin] {ağız} is. Meyve pestili. [DS] çır7, [çır] {ağız} is. 1. Hastalık. 2. sf. Bozuk; düzensiz. [DS] çır8, [çığır > çır] (çı:r) {ağız} is. Taşlı yol; patika. [DS] çıra, [Far. çerâğ (mum, kandil) > çıra Iyr] is. 1. Çam ağacının, reçinesi bol odunundan elde edilen, kolay tutuşan ve bol alev veren çubuk. 2. Her türlü aydın lanma aracı; lamba; fener; kandil; mum. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Işık; aydınlık. [DS] fi1 çıra gibi yanm ak, Büyük b ir z a r a ra u ğ ram ak; p e rişan o lm a k ; M arm ara çıra sı g ib i yanm ak.
B U K C E B O li. çırabana, [Far. çerağ-pâ] {ağız} is. Ocak. [DS] çıraburun, [çıra+burun] {ağız} is. Siyah tüylü, üç dört cm. uzunluğunda çıra renginde gagası olan bir kuş. [DS] çırağı, [çıra-ğı / çıray] {eT} is. Yüz; çehre. [OKD] çırağ, [Far. çerâğ / çırağ
{eAT} is. 1. İçine yağ
konulup yakılan bir tür lamba; kandil; çıra. 2. Yağ kandilinin fitili. 3. m ecaz. Parlayan, yanan, ışık ve ren şey. 4. Kılavuz, mürşit. 5. Efendisi tarafından ev bark verilerek evlendirilmiş cariye ya da hala yık. 6. Bir devlet dairesinde memur adayı olarak yetiştirilmiş kişi; şakirt. 7. Çırak. 8. Bektaşi der gâhlarında, yeni gelen derviş için tören düzenlenen makam. çırağan, [Far. çerâğân > çırağan] is. 1. Kandillerle etrafı aydınlatarak yapılan şenlik; donanma. 2.Yağa bulanmış fitil. 3. Açılan yaralara tutuşturulmuş fitil sokularak yapılan bir işkence türü, çırah baca, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Lamba veya çıra konulan yer. [DS] çırahlam ak, [çırah-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Kırmak. [DS] çırahlıh, [çırah-lıh] {ağız} is. Adak; sadaka. [DS] çırahm a, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. 1. Kandil. 2. Nal çatalı. [DS] çırahm an, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Lamba veya çıra konulan yer. [DS] çırah pa, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Lamba veya çıra konulan yer. [DS] çırak 1, -ğı [Far. çerâğ => çırak jl> r] {eAT} is. Işık; kandil; çıra; mum. S çırak uyandırm ak, {eAT} K a n d il yakmak.\\ çırak uyarm ak, {eAT} K an d il yakmak.\\ çırak yandırm ak, {eAT} K a n d il yakm ak. çırak 2, -ğı [Far. çerâğ > çırağ => çırak] is. 1. Bir usta yanında meslek edinmek amacıyla öğrenime başla yan kişi. 2. Bir iş yerinde öğrenmek amacıyla değil de ayak işlerini yapmak amacıyla bulunan kişi; yamak. 3. Gerekli deneyimi edinememiş ve işe ye ni başlamış kişi; aday. 4. Sanat alanında bir usta sanatçının yanında sanatkâr olarak yetişmek üzere çalışan ve o sanatı ustasından öğrenmiş olan kişi; öğrenci; tilmiz; şakirt. 5. Efendisi tarafından ev bark verilerek evlendirilmiş cariye ya da halayık. S çırak çıkarm ak, 1. B eklen en d en az bir kazan çla ortaklıktan ayrılm asını sa ğ la m ak . 2. m ecaz. B oz m ak, işe y a ra m a z durum a getirm ek. 3. {ağız} Kız g elin etm ek. [DS]|| çırak çıkm ak, {ağız} A çığ a çık m ak ; fay d a lan am am a k. [DS]|| çırak etmek, /. tar. Yaşlanm ış k ö le veya cariy elerin geçim in i s a ğ la y a r a k veya ev len d irerek hü r ve bağım sız hayat sü r m elerin e izin verm ek. 2. B ir ustanın y an ın d a çıra k lık ettikten so n r a bağım sız o la r a k b ir iş y a p a b ile c e k ve g eçim in i sa ğ la y a b ile c e k durum a g elm iş ola n la ra izin verm ek.
IT O M
M
.
ÇIR
973
çırakJ, -ğı [Far. çerağ] {ağızf is. Derileri sermek için iki kazık arasına uzatılan direk. [DS]
çıray, [? çıray] {ağız} is. Beniz. [DS]
çırazan, [çır5 > çır-az-mak > çır-az-an ?] {ağız} is. Y er altından akan suların oyması ile meydana ge len çöküntü çukuru; düden. [DS] Şamdan. çırbağa, [çır (yarış.) + bağa] {ağız} is. 1. Yaramaz; çırakçı, [çırak-çı >>-] {eAT} is. Tekkenin kandil arsız. 2. Aşağılık. [DS] lerini yakmakla görevli kişi, çırban, [Erme, çur (su) + Far. bân (yöneten)] {ağız} çıraklık, -ğı [çırak-lık] is. 1. Çırak olma hâli; yamak is. Sulama suyunun idare işlerinden sorumlu görev lık. 2. Çırağın işi. 3. Çırağa verilen ücret. 4. Çırağın li. [DS] çalıştığı yer. ® çıraklık etmek, Ç ıra k o la r a k ç a çırça, [? çırça] {ağız} is. Hadım. [DS] lışm ak. çırçam ak, [çırça-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-ç(ı)-y o r] (Meyve, sebze için) buruşmak; tazeliğini kaybet çırakm a, [Far. çerâğ-pây / çerâğ-pâ {OsT} is. 1. Üzerine mum, kandil veya herhangi bir ışık ko mek. [DS] nulan yüksek sehpa; şamdan, {ağız} (aynı) [DS] 2. çırçel, [? çırçel] {ağız} is. Çift sürülen saban. [DS] {ağız} Lamba konulan yer. [DS] 3. {ağız} Işık; ay çırçıl, [İt. sercelo] is. dnz. Gemilere fıçı, bidon gibi eşyaları yüklerken yatay olarak kaldırmakta kulla dınlık. [DS] 4. {ağız} Nal çatalı. [DS] nılan iki ayaklı ve ayaklarının ucunda tırnak ya da çırakm ak, -ğı [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Üzerine mum, kanca bulunan vinç çengeli, çıra konulan şamdan vb. araç. [DS] çırçıplak, -ğı [çır+çı/plak] p ekşt. zf. Tamamen çıplak çırakmalık, -ğı [çırakma-lık] {ağız} is. Lamba konu olarak. lan yer. [DS] çırçıplaklık, -ğı [çır+çı/plak-lık] p ekşt. is. Tamamen çırak m an 1, [Far. çerâğ-pâ => çırakman y^\y>-] {eAT} çıplak olma durumu. is. 1. Üzerine mum, kandil veya herhangi bir ışık ç ırç ır1, [çır (yans.) + çır / Ar. (Sur.) carcar] is. 1. konulan yüksek sehpa; şamdan, {ağız} (aynı) [DS] 2. Pamuk liflerini çekirdeğinden ayırmaya; keten, ke {ağız} Geceleri meydanda yakılan ateş. [DS] 3. nevir gibi kabuğu elyaflı bitkilerin liflerini çıkar {ağız} Balıkçı meşalesi. [DS] 4. {ağız} Tabakların, maya yarayan makine; çırçır makinesi. 2. {ağız} üzerinde deri temizledikleri üç ayaklı aygıt. [DS] 5. Suyu çok az olan çeşme. [DS] 3. {ağız} Suyu yük {ağız} Sekiz on susam demetinin bir araya gelmesi sekten akan az sulu çağlayan. [DS] 4. Cırcır böceği. ile oluşan küme. [DS] 6. {ağız} Tekke ve türbelerin 5. {ağız} Yeni yürüyen çocukların yürümesini ko kandillerini yakıp temizliğini yapan görevli. [DS] 7. laylaştırmak için kullanılan üç tekerlekli araba; yü {ağız} Çocuklar tarafından ufak bir çukura makara rüteç. [DS] 6. Küçük derenin akarken çıkardığı ses. kukasını koymak için sopalarla vurarak oynanan 7. Ağır cisimleri kaldırmada kullanılan zincir do bir çeşit oyun. [DS] nanımlı makara. 8. z oo l. Lapinagillerden eti lezzet çırakm an2, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Çağlayan. [DS] siz, küçük, parlak renkli bir deniz balığı; çurçur, çırakpa, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Kandil koyacak (C ren ilabn ıs). 9. Denizcilerin önemsiz saydıkları yer. [DD] küçük balıklar. 10. {ağız} Etli sac ekmeği. [DS] 11. sf. m ecaz. Değersiz, önemsiz. 12. Devamlı ve çok çıralam ak, [çıra-la-mak] g ç l .f . [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Çı konuşan; geveze. S çırçır böceği, {ağız} z oo l. Ara koymak. 2. Çıra edindirmek. 3. {ağız} Tutuştur ğ u stos bö ceğ i. [DS] mak; kızıştırmak. [DS] çıralanm ak, [çıra-la-n-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] 1. Reçine- çırçır2, [çır+çır] {ağız} is. Fermuar. [DS] çırd, [çırd / çırt / çirt (yans.)] is. Sıvı maddelerin her lenmek. 2. Çıra sahibi olmak; çıra edinmek. 3. e d il hangi bir yerde sıkışmaları sonucu buldukları boş Çıra konulmak; çıralı hâle getirilmek, luktan fışkırmasını, ezilen bir maddenin içinde bu çıralı, [çıra-lı] sf. Çırası olan veya çıra gibi reçinesi lunan sıvı ya da koyu maddenin fırlayıp çıkmasını, bulunan. bir gücün tepmesini anlatan kök. [Zülfıkar] çırd -akçıralıh, [çıra-lık > çıra-lıh] {ağız} is. Çıralık. [DS] la-m ak çıralık, -ğı [çıra-lık] sf. 1. (Odun için) çıra olarak çırdaklam ak, [çırd (yans.) > çırd-ak-la-mak] {ağız} kullanılmaya elverişli. 2. {ağız} is. Çıra veya lamba g ç l . f [ - r ] [-l(ı)-y o r] Fırlatmak. [DS] konulan yer. [DS] 3. {ağız} Lamba. [DS] çıram oz, [çıra + yakamoz] is. Balıkçıların sardalye çırga, [çır-ga] {ağız} is. Domates salatası. [DS] avlarken veya geceleri avlanırken kullandıkları, çırgap, [Far. câr + Ar. kadd => çırğap] {eAT} is. Al tın işlemeli, süslü elbise, ucunda lamba bulunan uzun saplı ızgara, çırgışm ak, [çığ(ı)r-ış-mak / cırgış-mak] {ağız} işteş, f. çırapha, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Lamba. [DS] [-ır ] Çağrışmak; bağrışmak. [DS] çırapna, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Kandil. [DS] çırgıt, [çır (yans.) > çır-ğıt Ji^>-] is. 1. {ağız} Bir tür çırap pa, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Kandil ve çıra ko çırakba, [Far. çerâğ-pâ => çırakba aJİj=r] /OsT} is.
nulan yer. [DS]
çekirge. [DS] 2. {eAT} Ağustos böceği.
ÇIR
çırguy, [çırğüy] {eT} is. 1. Ok temreninin şişkince olan yeri. [DLT] 2. Bir giyeceğin yan tarafında olu şan şişkinlik. [Clauson] 3. Düşkün; yoksul. [KB] 4. Cimri. [KB] çırh ıt1, -dı [çırk-ı-t > çırhıt] {ağız} is. Bir tür çekirge. P>s]
çırhıt2, -dı [çırk-ı-t] {ağız} sf. Kırık; bozuk. [DS] çırık 1, -ğı [çığ (yans.) > çığ(ı)r-ık] (çı:rık) {ağız} is. 1. Su oluğu. 2. Kirman; çıkrık. [DS] S çırık atm ak, {ağız} Tepm ek. [DS]
İ H
lü ffl® » 1 . 9 7 4
taş üstünde döverek yıkamak. 2. Ağacı silkelemek. 3. Bir kimseyi öfkeyle silkelemek ve dövmek. [DS] çırlagaç, -cı [çır-la-gaç] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çırlağaç, -cı [çır-la-ğaç] {ağız} is. Ağustos böceği. ' [DS] ç ırlak 1, -ğı [çı(p)-la-k> çırlak] {eAT} sf. “Çırılçıplak” anlamına gelen “çırlak çıplak” ikilemesinde geçer. çırlak2, -ğı [çır / cır (yans.) > çır-la-k
y r] {ağız} sf.
çırık2, -ğı [çır-mak / yır-mak / cır-mak] {ağız} sf. 1. Yırtık; yarık. 2. m ecaz. Sürtük; fahişe. 3. Arsız; ter biyesiz. [DS]
1. İnce ve sürekli bir sesle ağlayan. 2. (Ses için) ince ve rahatsız edici; cırlak. 3. Çabuk ağlayan. 4. is. Kuş yavrusu. [DS] S çırlak çıplak, {OsT} Ç ırıl çıplak.
çırık3, -ğı [çır (yans.) > çır-ık] {ağız} is. 1. Köpük; kaymak. 2. Bir tür serçe. 3. Sıkılmış üzüm posası. [DS]
çırlak3, -ğı [çır-la-k] {ağız} sf. (Kişi için) gözleri dı şarı fırlak olan. [DS]
çırıklam ak, [çır (yans.) > çır-ık-la-mak] {ağız} gçsz. f M [-■l(ı)-yor] Bağırmak. [DS] çırıklık, -ğı [cır-mak > çır-ık-lık] {ağız} is. Sürtüklük. [DS] çırılçıplak, -ğı [çırıl+çıplak] pekşt. zf. Tamamen çıplak olarak, çırılçıplaklık, -ğı [çırıl+çıplak-lık] p ekşt. is. Tama men çıplak olma durumu, çırılta, [çır (yans.) > çır-ıl-ta ?] {ağız} is. Lokma tat lısı. [DS] çırımbula, [çır (yans.) > çırımbula ?] {ağız} is. Ağus tos böceği. [DS] çırım lam ak, [çır-mak > çır-ım-la-mak] {ağız} gçl. f . [-l(ı)-y o r] Parça parça etmek. [DS] çırıng, [çır (yans) > çır-ın] {eT} ünl. Çıngırtı; şıngırtı. [DLT] çırıntı, [çır-ıntı] {ağız} is. Odun parçaları. [DS] çırız, [çır-ız] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çırk 1, [çırlc (yans.)] is. Sıkılan çamaşır vb. şeylerden suyun dışarı atılmasını anlatan kök. [Zülfıkar] çırkm ak çırk2, [çırk (yans.)] {ağız} is. “Hayır, yok!” anlamın da dil şaklatma sesi. [DS] çırk3, [çırk] {ağız} sf. Sade; arı; saf. [DS] çırk4, [Far. çirk] {ağız} is. Sigara zifiri. [DS] çırka, [? çırka] {ağız} is. Civciv. [DS] çırkalam ak, [çırk (yans.) > çırk-ala-mak] {ağız} gçl. f M [-l(ı)-y o r] Çalkalamak. [DS] çırkıdı, [çır (yans.) > çır-ğıt > çırkıd-ı ı$J>vr] {eAT} {ağız} is. -*• çırgıt. [DS] çırkık, -ğı [çığn > çıkrık > çırkık] {ağız} is. Pamuğun tohumunu ayırmak için kullanılan ağaçtan yapılmış araç. [DS] çırk ıt1, [çır (yans.) > çır-gıt / çırlcıt] {eAT} {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çırkıt2, [çır-kıt] {ağız} is. Bir çeşit keklik; çil keklik. [DS] çırkm ak, [çırk-mak] {ağız} gçl. f . [ - a r ] 1. Çamaşırı
çırlam ak 1, [çır-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. İnce ses çıkararak ağlamak; cırlamak. 2. Tiz ses le bağırıp çağırmak. [DS] çırlam ak2, [çır-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [ - l(ı)-yor] 1. (Suda akıntıya kapılan nesne için) kıyıya vur mak. 2. (Gemi için) karaya oturmak. [DS] çırlam ak3, [çır-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Kışkırtmak; isteklendirmek. [DS] çırlangıç1, -cı [çır-la-n-gıç] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çırlangıç2, -cı [çır-la-n-gıç] {ağız} is. Güzel kokulu, yenmeyen bir tür kavun. [DS] çırlavık, -ğı [çır-la-gu-k] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çırlavuk, -ğu [çır-la-gu-k] {ağız} is. Ağustos böceği. [DS] çırlayık, -ğı [çırla-y-ık j J y>-] {eAT} is. 1. Ağustos bö ceği; cırlayık. 2. {ağız} Kurbağa. [DS] çırm açıtır, [çır-ma+çıt-ır] {ağız} sf. Karışık ve ba kımsız. [DS] çırm ağan, [çır-ma-ğan] {ağız} is. Dokuma tezgâhın da, gücülere takılan kuyu makarasına benzer bir tahta araç. [DS] çırm ak, [çır-mak / cır-mak / yır-mak] {ağız} gçl. f i [a r ] 1. Yırtmak; parçalamak. 2. Tırmalamak. 3. Par çalara ayırarak bölmek; pay etmek. [DS] çırm aklam ak, [çımak / tırnak > çır(m)ak-la-mak] {ağız} gçl. fi. [- r ] [l(ı)-y o r] Tırmalamak. [DS] çırm alam ak, [çımak > çırma-la-mak] {ağız} gçl. fi. [r ] [-l(ı)-y o r] Tırmalamak. [DS] çırm am ak, [Tat. çırma-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-m (ı)y o r ] Sarıp sarmalamak; dolamak. [DS] ç ırm ar, [çır-mak (bölm ek) > çır-mar ?] {ağız} is. 1. Evlek. 2. Tarlayı sulamak için açılan su arkları. [DS] çırm ık 1, -ğı [çır-mak > çır-mık] {ağız} is. 1. Tırnak. 2. Pençe. [DS] çırm ık2, -ğı [çır-mak > çır-mık] {ağız} is. Odun par çaları. [DS]
ÇIR
ö T i i M i i i t ç t a z i jü i i .9 7 5
çırmık3, -ğı [çığ-ır-mık > çır-mık] {ağız} is. Civciv. [DS] çırmık4, -ğı [çır-mık] {ağız} is. Duvarları yağmurdan korumak için üzerine örtülen çalı örtü. [DS] çırm ıklam ak1, [çır-mık-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS] çırm ıklam ak2, [çırmık-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [l(ı)-yor] Odunu parçalayıp küçültmek. [DS] çırm ıt1, [çır-mak > çır-mık > çırmıt] {ağız} is. 1. Su yolunun bahçe duvarından geçmesi için açılan de lik. 2. Değirmen arklarında suyu çevirmekte kulla nılan tahta parçası; savacak. [DS] çırm ıt2, [çır-mak > çır-mık > çırmıt] {ağız} is. Parça cık. [DS] çırm uklam ak, [çır-mık-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS] çırnah, [çır-(ı)n-a-k > çımah] {ağız} is. Tırnak. [DS] çırnahlam ak, [çımah-la-mak] {ağız} gçl. f [-r] [-l(ı)yor] Tırnaklamak; pençelemek. [DS] çırn ak 1, -ğı [eT. tırnak / çır-mak > çır-(ı)n-a-k
{17.yy.} {ağız} is. Tırnak; pençe. [Karacaoğlan] [DS] S çırnak atm ak, {ağız} Tırmalamak. [DS] çırnak2, -ğı [çığır > çîr-(ı)n-ak] {ağız} is. Taşlı ve dar yol; keçi yolu. [DS] çırnakaz, [çır (yans.) > çır-(ı)n-a+kaz ?] {ağız} is. Bir su kuşu. [DS] çırnaklam ak, [çımak-la-mak j ^ l j y » - ] {eAT} {ağız}
gçl. fi. [-r] [-l(ı)-yor] Tırmalamak; pençelemek. [DS] çırn ık 1, -ğı [Bul. tsamık / tsolnak => çemik > çırnık r] {OsT} is. dnz. 1. Küçük boyda kayık. 2. Tek ve yekpare direkli, üç flok yelkeni bulunan ve 200 tona kadar olan yelkenli. 3. {ağız} İki başı eğri ba lıkçı ya da tahıl kayığı. [DS] çırnık2, -ğı [çır (yans.) > çır-(ı)n-ık] {ağız} is. Tahte revalli. [DS] çırnık3, -ğı [çır (yans.) > çır-(ı)n-ık] {ağız} is. 1. Küçük dere. 2. Keçi yolu. [DS] çırnık4, -ğı [Far. zemih => zırnık] is. argo. 1. En küçük şey. 2. sf. Değersiz; çirkin. çırnık5, -ğı [çır-(ı)n-ık] {ağız} is. İnce ağaçlı, sık or man. [DS] çırnık6, -ğı [cır-ık > çırnık] {ağız} is. Serçeye benzer, “cırrık” diye ses çıkararak öten bir kuş. [DS] çırnıklı, [çımık-lı] {ağız} sf. Suçlu. [DS] çırona, [Yun. tzirona] {ağız} is. Baykuş. [DS] ç ırp 1, [çarp / çerp / çırp / çirp (yans.)] is. Sıvı ya da kıvamlı maddeler içinde kendi kendine ya da el ve ayakla oluşturulan hareketler sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] çırp-ın-mak, çırp-ış-mak çırp2, [çarp / çerp / çırp /çirp (yans.)] is. Ansızın kuv vetlice vurma, vurarak kesme ve bu biçimdeki ha reketleri anlatan kök. [Zülfıkar] çırp-a çırpa, çırp
çırp, çırp-mak, çırp-ı, çırp-ın-tı, çırp-ış-la-mak, çırp-ış-tır-mak S çırp çırp atm ak, {ağız} Kestirip atmak. [DS] çırpacah, [çırp-acak > çırp-acah] {ağız} is. -*■ çırpa cak. [DS] çırp acak , -ğı [çırp-mak > çırp-acak] is. 1. Çırpma işinde kullanılan araç. 2. {ağız} Çok ince değnek. [DS] 3. {ağız} Ağaçlardan meyve düşürmekte kulla nılan uzun sopa. [DS] 4. {ağız} Yün, pamuk vb. ka bartmakta kullanılan iki çatallı ince sopa. [DS] çırpağı, [çır-mak > çırp-ağı] {ağız} is. Yün kabart makta kullanılan ucu iki çatallı ince sopa. [DS] çırp ak 1, -ğı [çırp-ak] {ağız} is. 1. İnce değnek. 2. Ce viz, palamut, zeytin gibi meyveleri silkmeye yarar ince uzun değnek. 3. Yün, yapağı ve pamuk ka bartmakta kullanılan ucu çatallı ince değnek. [DS] çırpak2, -ğı [çırp-mak > çırp-ak] zf. Bir çırpıda; ça bucak. S çırpak çıkarm ak, {ağız} Tezden yapıp bitirmek. [DS] çırpaklam ak, [çırp-ak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [l(ı)-yor] 1. Hafifçe vurarak dövmek. 2. Sopa ile ağacın meyvelerini dökmek. 3. (Sıvı için) kap için de çalkalanmak. [DS] çırpalam ak, [çırp-ala-mak] {ağız} gçl. f . [-r] [-l(ı)yor] 1. Kap içindeki sıvıyı sallamak; çalkalamak. 2. Püskürtmek. [DS] çırp an 1, [çırp-an / corb-an] {ağız} is. 1. Bataklık; coblan. 2. Kötü kadın, fahişe. 3. sf. (Kişi için) geçim siz; kavgacı. [DS] çırpan2, [çırp-mak > çırp-an] sf. 1. Çırpma işini ya pan; çırpıcı. 2. {ağız} Kuş avlamakta kullanılan sa pan. 3. Meyve ağaçlarını silkmekte kullanılan ince uzun sopa. [DS] çırpan3, [çırp-an/ tırpan] {ağız} is. Tırpan. [DS] çırpan4, [çırp-an] {ağız} is. Sarılık tedavisi için halk arasında iki kaşın arasından kan çıkartmakta kulla nılan araç. [DS] çırp an 5, [Erme, çurban] {ağız} is. Bir köyün sulama suyunu yönetmekle görevli kimse. [DS] çırpı1, [çırp (yans.) > çırp-mak > çırp-ı .^.yr] is. 1. Ağaç veya asmanın dal ve budak kırıntısı. 2. Biçile cek tahtaların boylarını ve kalınlıklarını belirlemek için iki ucundan gerdirilip bastırılan boyalı ipin ortasından çekip bırakmak suretiyle kalas üzerine çekilen çizgi. {OsT} (aynı) 3. mecaz. Hiza; tahmin; hesap; tertip. 4. {OsT} Huy; gidiş; tavır; kılık. 5. {ağız} Bir işi düzgün biçimde yapış. [DS] 6. zf. (Bu lunma hâli ile) birdenbire; ansızın; çarçabuk; ara vermeksizin. Diyeceklerini bir çırpıda söyler, son ra susardı, fi1 çırpı ipi, 1. Çırpı vurmada kullanı
lan boyalı ip. 2. {OsT} Duvarcıların yapı taşlarını bir hizada koymayı sağlamak için kullandıkları ip. || çırpı vurm ak, Boyalı bir ipi iki ucundan gergin tutarak ortasından çekip bırakmak suretiyle tahta veya herhangi bir zem in üzerinde düz bir çizgi çek
ÇIR
m ek. || çırpı gibi, (K o l ve b a c a k için) ç o k in ce ve zayıf. ||çırpıya getirmek, {eAT} H izaya sokm ak. çırpı2, [çırp-ı] (ağız) is. 1. Kadınların başlarına bağ ladıkları yemeni. 2. Ü ç parçalı, el dokuması renkli kilim. 3. Ensiz kilim. [DS] çırpı3, [çırp-ı] {ağız} is. Yaprak. [DS] çırpı4, [çırp-ı] {ağız} is. Yün atmakta kullanılan araç. [DS] çırpı5, [çarp-ı] {ağız} is. Beyaz badana toprağı. [DS] çırpıcak, -ğı [çırp-acak > çırpıcak] {ağız} is. Çırpa cak. [DS] çırpıcı', [çırp-mak > çırp-ıcı , ^ y - ] is. 1. Çırpmak işini yapan kişi. 2. Kumaş ve yazma gibi şeylerin boyaları tutsun diye deniz suyunda çırpan kişi. {OsT} (aynı) 3. {ağız} Çamaşırcı. [DS] 4, {ağız} Sırık larla zeytin ve ceviz gibi meyveleri dallarından çırpmak suretiyle düşüren kişi. [DS] 5. tar. Boyan mış yazmaları, çuha ve benzeri dokumaları yıkayan işçilere verilen ad. S çırpıcı çoğanı, {OsT} Ç ırpıcı ların keten y ıka m ak ta kullan dıkları su d a eriyen bir tür taş. çırpıcı2, [çarp-mak / çırp-mak > çırp-ıcı] {ağız} is. Hırsız. [DS] çırpıdak, -ğı [çırp (yans.) > çırp-adak / çırp-ı(t)-ak] {ağız} zf. Bir anda; bir çırpıda. [DS] çırpık1, -ğı [çırp-ık] {ağız} is. 1. Hileci. 2. (Kişi için) eline geçeni alıp götüren. 3. (Kişi için) adaletsiz; kötü ruhlu. [DS] çırpık2, -ğı [çırp-ık] {ağız} is. 1. Badana. 2. Çapak. [DS] çırpık3, -ğı [çırp-ık] {ağız} is. Bez parçası. [DS] çırpılm a, [çırp-ıl-ma] is. Çırpma işinin yapılma ey lemi. çırpılmak, [çırp-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Çırpma eylemi yapılmış olmak, çırpm cak, -ğı [çırp-mak > çırp-m-cak] {ağızf is. Unu su içinde çırpmaya yarar alet; çırpacak. [DS] çırpındı, [çırp-m-dı] {eAT} is. Çırpıntı. [DK] çırpınış, [çırp-ın-ış] is. Çırpınmak eylemi ve biçimi, çırpınm a, [çırp-m-ma] is. Kol ve bacaklarını bilinç sizce çırpma eylemi, çırpınmak, [çırp-m-mak] dönşl. f . [ -ır ] 1. Bir' acı etkisi ile vücudun bazı yerlerini, özellikle kol ve bacakları şiddetle sallamak, sarsmak; sağa sola sa vurmak. 2. (Kaslar için) kendiliğinden ve düzensiz olarak kımıldamak; seğirmek. 3. (Deniz için) kü çük dalgacıklar hâlinde dalgalanmak. 4. Kendini tutan veya sıkan birinden kurtulmaya çalışmak. 5. m ecaz. Zor bir durumdan kurtulmak veya bir mese leyi çözmek için çaba harcamak; çıkar yol aramak; çabalamak. 6. Ne yapacağını şaşırarak üzüntü için de telaş göstermek. çırpıntı1, [çırp-ın-tı] is. 1. Çırpınma. 2. Su yüzeyin deki hafif dalga; çalkantı. 3. {ağız} Çarpıntı; heye can. [DS]
Ö
I İ M
I Ü M
M
.
çırpıntı2, [çırp-ın-tı] {ağız} is. Bir yerden çalınmış ya da. götürülmüş eşya. [DS] çırpıntılı, [çırp-m-tı-lı] sf. (Deniz için) küçük ve oy nak dalgalı; çalkantılı, çırpışız, [çırp-ı-sız] {ağız} sf. Terbiyesiz. [DS] çırpış, [çırp-ış] is. Çırpmak eylemi veya biçimi, çırpışlam ak, [çırp-ış-la-mak] {ağız} g ç l . f [ - r ] [-l(ı)y o r ] Bir hayvanın arkasına hızlı fakat hafif bir şe kilde vurarak sürmek. [DS] çırpışm a, [çırp-ış-ma] is. (Kuşlar için) birlikte kanat çırpma; çırpışmak eylemi. çırp ışm ak 1, [çırp-ış-mak] işteş, f . [ - ır ] 1. Sürekli ve karşılıklı çırpmak. 2. (Kuşlar için) birlikte kanat çırpmak. 3. Birbiri üzerine sıçramak; sıçrayarak karışmak. çırpışm ak2, [çırp-ış-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır ] 1. (Su, çamur vb. için) bir şeyin üzerine sıçramak. 2. Sa çılmak; dökülmek; etrafa sıçramak. [DS] çırpıştırılm a, [çırp-ış-tır-ıl-ma] is. Çırpıştırmak işi nin yapılması; çırpıştırılmak eylemi, çırpıştırılm ak, [çırp-ış-tır-ıl-mak] edil.fi. [ -ır ] 1. Çır pıştırmak eylemi yapılmış olmak. 2. İnce değnekle hafif hafif vurulmak. 3. (Bir iş için) üstünkörü ya pıp bitirilmek, çırpıştırm a, [çırp-ış-tır-ma] is. 1. Çırpıştırmak işi. 2. (İş için) acele ve dikkatsizce yapılma durumu, çırpıştırm ah, [çırp-ış-tır-mak > çırpı ştırmah] {ağız} g ç l.f. [-ır ] Çocuğu hafifçe dövmek. [DS] çırp ıştırm ak 1, [çırp-ış-tır-mak] gçl. fi [-ır ] 1. Çır pışmasını sağlamak. 2. İnce bir değnekle hafif, hız lı ve kısa darbelerle vurmak. 3. Bir işi üstünkörü ve çabucak yapmak. 4. {ağız} Ağaç dallarının uçlarını ve küçük dalları kesmek. [DS] 5. {ağız} Herhangi bir şeyi silkelemek. [DS] 6. {ağız} Satmak. [DS] çırpıştırm ak2, [çırp-ış-tır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Çalmak; hırsızlık etmek. [DS] çırpıştırm ak3, [çırp-ış-tır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] Meyve ve yemek atıştırmak. [DS] çırpıştırucu, [çırp-ış-tur-ucu] {ağız} is. Hırsız. [DS] çırpıt, [çırp-ıt / kibrit] {ağız} is. Kibrit. [DS] çırpız, [çırp-ız ?] {ağız} is. 1. Sonbaharda erken eki lerek sulanan ve dolayısıyla erken gelişip yeşille nen buğday. 2. Çavdar. 3. Ağaç filizi. [DS] çırpm a, [çırp-ma] is. 1. Çırpmak, silkelemek eylemi. 2. Kumaşın kenarı kıvrılarak iğne ile yan tutturulan dikiş. 3. Ağdan balık ayıklamak; ağı suda temizle mek. 4. spor. Yağlı güreşte rakibinin tutmak üzere uzattığı eli, eli ile keserek bu hamleyi engelleme hareketi; budama. 5. spor. Greko-Romen güreşte minderde rakibini beli hizasından kavrayarak kendi üzerinden sağa veya sola sırt üstü aşırma oyunu. 6. Meyve ağaçlarım bir sırıkla vurarak meyvelerini yere dökme. 7. Sulu yiyecekleri çatal veya kaşık ile hızlı hızlı karıştırma. 8. {ağız} Ü ç veya dört oltanın bir araya getirilmesinden oluşan bir tür olta. [DS] 9.
O
T lllt lR M
ç ıs
ı I • 977
{ağız} Cacık. [DS] 10. {ağız} Haşlanmış yumurta üzerine soğan doğranarak yapılan bir yemek. [DS] 11. Iağız} Sulu lahana yemeği. [DS] 12. {ağız} Kü çük parçalara ayrılmış patlıcan veya kabaktan yapı lan yemek, [DS] çırpm acı, [çırp-ma-cı] is. Çırpma işini yapan kimse; çırpıcı. çırp m ak 1, [çırp-mak J*i> r] gçl- f i [ - a r ] 1. Hızla ve kesik kesik silkelemek. 2. (Ağaç, saç vb. için) ucundan birazcık kesmek. {OsT} [DK] 3. İki şeyi birbirine hızla vurmak; çarpmak. {eAT} (aynı) [DK] 4. Sulu yiyecekleri hızla çatal veya kaşık ile sürekli olarak karıştırmak. 5. spor. Greko-Romen güreşte minderde rakibini beli hizasından kavrayarak kendi üzerinden sağa veya sola sırt üstü aşırmak. 6. spor. Yağlı güreşte rakibinin tutmak üzere uzattığı eli, eli ile keserek bu hamleyi engellemek; budamak. 7. {eAT} {ağız} Hırsızlık etmek; çalmak. [DS] 8. {eAT} Kesmek. 9. {ağız} Küçük parçalara ayırmak; ince ince doğramak. [DS] 10. {ağız} Badana yapmak. [DS] 11. {ağız} Evi temizlemek. [DS] 12. {ağız} Dü zeltmek. [DS] 13. {ağız} Tüketmek. [DS] 14. {ağız} Çamaşır yıkamak. [DS] 15. {ağız} Çizgi çekilmek istenen yere iki uçundan tespit edilmiş boyalı ipi ortasından çekip bırakmak; çırpı ile işaretlemek.
[DS] çırpm ak“, [çırt-mak / çırp-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] Kan almak için ustura ile vücudun herhangi bir yerini kesmek. [DS] çırp tırm a, [çırp-tır-ma] is. Çırpma işini yaptırma ey lemi. çırptırm ak, [çırp-tır-mak] gçl. fi. [ - ır ] Çırpmak işini yaptırmak. ç ırt1, [çart / çırt (yans.)] is. Kaba bir şekilde ötmeyi, bağırmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çırt-la-y-ık çırt2, [çırd / çırt / çirt (yans.)] is. Sıvı maddelerin herhangi bir yerde sıkışmaları sonucu buldukları boşluktan fışkırmasını, ezilen bir maddenin içinde bulunan sıvı ya da koyu maddenin fırlayıp çıkma sını, bir gücün tepmesini anlatan kök. [Zülfıkar] çırt-la-k, çırt-la-m ak, çırt-m ak, çırt-ık çırt3, [çırt / çört / çurt (yans.)] is. 1. Sıvıların atılışını, dökülüşünü ve akışını anlatan kök. [Zülfıkar] çırt-ık 2. {eT} Dişler arasından tükürük fırlatırken çıkan ses. çırt4, [çırt / çirt (yans.)] is. Bölme, kesme, kırma ve çıtırdatma anlatan kök. [Zülfıkar] çırt-m ak, çırt-ık, çırt-d a-m ak çırt5, [? çırt] is. At veya eşek tarafından çevrilen tu lumlu su dolabı, ç ı r t , [çırt (yans.)] {ağız} is. Kümes hayvanları ile kuşların gübresi. [DS] çırtak, -ğı [? çırtak] {ağız} is. Bağdadi duvarlara ko nulan çıta. [DS] çırtan, [çırt-an / çort-an] {ağız} is. Ağaç oluk. [DS]
çırtanhk, -ğı [çırtan-lık] {ağız} is. Çıta yapmaya uy gun ağaç, [DS] çırtdam ak, [çırt (yans.) > çırt-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-d (ı)-y o r] Çıtırdamak. [DS] çırtıboğa, [çırt-ı+boğ-a
J* s ? ] {eAT} is. Ötleğen
kuşu. çırtık 1, -ğı [çırt-ık / çırt-ılj] {ağız} is. 1. Oynarken parmakların çıkardığı ses. 2. İşe yaramaz duruma gelmiş süpürge. 3. Hoppa; züppe. 4. Kapı mandalı. [DS] S çırtık pırtık, {ağız} P a r ç a p a r ç a ; a z a r azqr. [DS] çırtık2, -ğı [çırt-ık] {ağız} 1. Sağılması güç olan kü çük hayvan memesi. 2. İnce su yolu. 3. sfi. Küçük; az. [DS] çırtıklı, [çırt-ık-lı] {ağız} sfi (İş için) karışık. [DS] çırtılm a, [çırt-ıl-ma] {ağız} is. Parça parça yırtılma. [DS] çırtım , [çırt-mak > çırt-ım / cırkım] {ağız} is. 1. Kü çük bir parça; az miktarda. 2. Bir damla. [DS] ö çırtım çırtım , {ağız} A zar azar. [DS] çırtlak, [çırt (yans.) > çırt-la-k] is. 1. Karga. 2. sfi (Çocuk ya da hayvan için) çok çabuk pisleyen, çırtlam ık, -ğı [çırt-la-mık] {ağız} is. Su fışkırtan çocuk oyuncağı. [DS] çırtlayık, -ğı [çırt-la-y-ık
{eAT} is. Cırcır bö
ceği. çırtlaz, [çır-t-la-z] sfi. Arsız, geveze; maskara, çırtlık, -ğı [çırt-lık] {ağız} is. Süpürge otu. [DS] ç ırtm a 1, [çırt-mak > çırt-ma] {ağız} is. 1. Küçük par çalara doğranmış patlıcan ya da kabak yemeği. 2. İnce doğranmış taze fasulye yemeği. 3. Cacık. 4. Isırgan otundan yapılmış börek. [DS] çırtm a2, [çırt-ma] {ağız} is. 1. Tekme; çelme. 2. Fis ke. [DS] çırtm ak 1, [çırt-mak / cırt-mak / yırt-mak] {ağız} gçl. fi. [ - a r ] 1. Bıçak vb. ile küçük delikler, gözler aç mak. 2. Küçük parçalara bölmek; ince ince doğra mak. 3. Kan almak için vücudun herhangi bir yeri ni kesmek. [DS] çırtm ak2, [çırt-mak] {ağız} gçl. fi. [- a r ] Damla damla inek sağmak. [DS] çırtm ak 3, [çırt-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - a r ] 1. Yellen mek; osurmak. 2. Böbürlenmek; öğünmek. [DS] çırtm an , [çırt-man] {ağız} is. Hayvan sürmekte kul lanılan ince ağaç dalından yapılma sopa. [DS] çırya, [Yun. tsirya] {ağız} is. Elma, armut kurusu; kak. [DS] çıs, [çığ > çl-s] (çı:s) {ağız} sfi Yapışkan ve ıslak. S çıs toprak, {ağız} İşlenm iş toprağın altından çıkan a ç ık renkli, sakız g ib i y a p ışka n to p rak ; tuğla h a muru. [DS] çısan1, [eT. çî (nem) > çı-s-an] {ağız} is. Çisenti. [DS] S1 çısan çısan, {ağız} (Yağm ur için) y a v aş y a v a ş ; çisen çisen. [DS]
ç ıs
çısan2, [? çısan] {ağızj is. Sarmaşık. [DS] çısık, -ğı [eT. çî (nem ) > çı-sı-k / çığ-sı-k] (çı:sık) {ağızj sf. Nemli. [DS]
öIÖMrülCtSÖM.m çıtak3, -ğı [çıt-ak] {ağız} is. İyi giyimli, yakışıklı delikanlı. [DS]
çıtak4, -ğı [çıt-ak] {ağız} is. Çobana dışarıdan katılan davar; katıntı. [DS] çıtak5, -ğı [çat-ak > çıt-ak] {ağız} is. Bir dalda bulu nan dört beş meyve topluluğu. [DS] çısmak, [çıs-mak ?] {ağız} g ç s z .f. [ - a r ] Susmak; pus çıtalı, [çıta-lı] sf. 1. Çıtası bulunan. 2. Çıta ile birleş mak. [DS] tirilmiş olan. çışkımak, [çış-kı-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] Oyunda çıtanak, -ğı [çıt-anak] {ağız} is. 1. Küçük dal. 2. Bir mızıkçılık etmek. [DS] dalda bir arada bulunan dört beş meyve topluluğu. çışmak, -ğı [çış-mak ?] {ağız} is. Şimşek. [DS] [DS] çıt1, [çat / çet / çıd / çıt / çit (yans.)\ is. Güçlü bir şe çıta n , [Far. se (üç) + tar (tel)] {OsT} is. Bir tel ipek, kilde vurma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, iki tel pamuk ipliği ile, bez ayağı armürle sarı ve yanma ve tutuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çıt, çıtkırmızı çubuklu dokunmuş kumaş; diba, ık, çıt-ı, çıt-ı pıtı, çıt-ır çıt-ır, çıt-ır-m ak, çıt-ır-tı, çitari, [Yun. kitari] is. zool. Bir balık türü, (S alpa çıt+ kır-ıl-dı-m , çıt-lık sa lp a ). çıt2, [çat / çıt / çit (yans.)] is. Kızma, kavga etme vb., çıtavık, -ğı [çıt-a-gı-k > çıtavık] {ağız} is. Yara; çı durumlarında bağırma, rastgele konuşma ve söyban. [DS] lenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çıt-ır-an, çıt-ır pıtır, çıtçıt1, [çıt (yans.) + çıt] is. 1. Elbise, çanta gibi iki çıt-r-ık ayrı parçası bulunan şeylerin kapalı kalmasını sağ çıt3, [çıt (yans.)] is. Kırılan bir ağaç vb. çubuğun layan erkek, dişi olarak birbiri içine geçen bir tür çıkardığı hafif ve süreksiz ses. S çıt çıkarm am ak, düğme; fermejüp. 2. Dolap kapaklarını kapalı tut H iç ses çıka rm a m a k . || çıt çıkm am ak, En hafifi bir mak için özel olarak imal edilmiş geçmeli veya se s bile çıkm am ak. || çıt çıt, B irbiri a rd ın ca çıkan manyetik tertibat. çıtırtılı ses.|| çıt etmek, Çıt s e s i çıkarmak.\\ çıtı çık çıtçıt2, [çıt+çıt] {ağızj is. İncir ağacının, yapraklardan m am ak, (Ç ocu k için) y a ra m a zlık etm em ek; gürültü önce verdiği ilk meyve. [DS] yapmamak.\\ çıt pıt, Çıt ve p ıt se sler i çıkararak.\\ çıtçıt3, [çıt+çıt] {ağız} is. 1. Patlamış mısır. 2. Keten çıt yok, En küçük b ir ses b ile olm am ak. tohumu. 3. Kenevir tohumu. [DS] çıt4, [çıt / çit] {eT} is. 1. Çit. [ETY] 2. Kamıştan yapı çıtçıtan, [çıt+çıt-an] {ağız} is. Çitlembik. S çıtçıtan lan kulübe. [ETY] 3. {ağız} Çalı çırpı. [DS] fi1 çıt ağacı, {ağız} Ç itlem bik a ğ a cı. [DS] p arm ak , S e rç e p a rm ak . çıtçıtı1, [çıt (yans.) + çıt-ı] {ağız} is. Fermejüp. [DS] çıt5, [çıt] {ağız} is. 1. Asma kilit. 2. Anahtar. [DS] çıtçıtı2, [çıt+çıt-ı] {ağız} is. Bakır tabak; bakır tepsi. çıt6, [Sansk. citra (renkli) > Far. çıt => çıt / çit] {ağız} [DS] is. 1. Baş örtüsü. 2. Yemeni. [DS] çıtçıtlam a, [çıt+çıt-la-ma] is. Bir elbisenin veya çan çıt7, [çift > çıt] {ağız} is. Odun taşıyan kağnı. [DS] tanın çıtçıtını takma eylemi, çıta’, [Moğ. cida (m ızrak) > çıda > çıta] ( ç ı ’ta) is. 1. çıtçıtlam ak, [çıt+çıt-la-mak] gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Düzgün biçilmiş ensiz ve uzun tahta. 2. İki metal (Elbise, çanta veya dolap için) çıtçıt takmak. 2. Bu parçanın ek yerini örtmekte kullanılan madenî plak. eşyaların çıtçıtını iliklemek; çıtçıt ile kapamak, tut 3. Yan yana gelen, fakat birleştirilmeden eklenen turmak. tahtaların ek yerlerini çivileyerek örtmekte kullanı çıtdam a, [çıt-la-ma > çıt(d)a-ma] {ağız} is. Ayçiçeği lan ince dar tahta parçası, t? çıta gibi, Sağlıklı, ç e tohumu. [DS] v ik ve görünüm ü zarif. ||çıta p arm ak , {ağız} K ü çü k çıtdık, -ğı [Erme, tsilik / çıt (yans.) > çıt(d)-ık] {ağız} p a rm ak . [DS] is. Dişilik organı. [DS] çıta2, [? çıta] {ağız} is. Bir tarafı çapa, diğer tarafı çıten, [çıt-an > çıten] {ağız} is. Ağaç dallarından ya tırmık olarak kullanılan tarım aracı. [DS] pılmış küçük kulübe. [DS] Çıtak, [çıtak] {ağız} öz. is. Bulgaristan’ın Deliorman çıtı1, [çıt-ı] {ağız} is. Mısır patlatmak için kullanılan bölgesinde yaşayan, Kıpçakçanm değişik bir ağzını bir tava çeşidi. [DS] konuşan bir Türk topluluğu. çıtı2, [çıt-ı] {ağız} is. 1. Sonbaharda toplanan meyve çıtak 1, -ğı [çıt-ak ?] {ağız} sf. 1. (Sığır için) boynuzla ve sebzenin ağaçlarına ve bitki köklerine bağlana rı düzgün bir hilali andıran. 2. Dağda yaşayan ve rak çatılmış şekli. 2. Bir araya bağlanmış mısır ko odunculukla geçinen; dağlı. 3. Huysuz, kavgacı; çanı. [DS] S çıtı miti, {ağız} Sam im iyet; içtenlik. ağzı bozuk. 4. Kaba saba, düzgün konuşamayan; [DS] şivesi bozuk kimse. 5. Açıkgöz; kurnaz. [DS] çıtı3, [çıt (yans.) > çıt-ı] is. Küçüklük ve incelik an çıtak2, -ğı [çıt-ak] {ağız} sf. (Kişi için) evlenmeye ilk latan yansımalı gövde. S çıtı pıtı, (Kız çocu ğ u ve yeltenen. [DS] y a kadın için) u fa k tefek, .şirin ve sevim li. çısımak, [eT. çî (nem) > çı-sı-mak] (çv.sım ak) {ağız} g ç s z .f. [ - r ] Hafif hafif terlemek. [DS]
Ü M llR f f lli.9 7 9
ç il
çıtı4, [çıt (yans.) > çıt-ı] {ağız} is. Çıtçıt. [DS] çıtı3, [çıt-ı] {ağız} is. 1. Anahtar. 2. Asma kilit. [DS] çıtık1, -ğı [çıt-ık] {ağız} is. 1. Küfe, sepet örmekte kullanılan soyulmuş fındık çubuğu. 2. Tuzak. [DS] çıtık2, -ğı [çit-ik > çıt-ık] {ağız} sf. Bitişik. [DS] çıtık3, -ğı [çıt-ık] {ağız} is. zool. Serçeden küçük, sırtı kahverengi ile siyah arası, göğsü kirli sarı, gagası siyah bir kuş; su serçesi, (P a sser m obiticus). [DS] S1 çıtık parm ak, {ağız} K ü çü k p a r m a k ; s e r ç e p a r mak. [DS] çıtıl1, [çıt-ıl] {ağız} is. 1. Kavga. 2. sf. (Kişi için) kavgacı. [DS] S çıtıl çıkarm ak, K a v g a çıkarm ak. çıtıl2, [çıt-ıl] {ağız} is. 1. Üzerinde kendir ipi bükülen çatal ağaç. 2. Kesilen ağacın yerde kalmış olan ince dalları. 3. Yeni çıkmış ağaç dalları; taze dal; filiz. 4. Dikenlik. [DS] çıtılcı, [çıt-ıl-cı] {ağız} sf. Kavgacı. [DS] çıtıldamak, çıt-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . f - r ] [-d (ı)y o r j (Yolda yürüyen hayvan ve insan için) ayakları ses çıkarmak. [DS]
çıtınkılı, [çıt-m-gı-lı] {ağız} sf. Birbirine girmiş; do laşık; karışık. [DS] çıtınuk, -ğu [çıt-ın-ık] {ağız} sf. Birbirine girmiş; ka rışık; dolaşık. [DS]
çıtılgı1, [çıt-ıl-ğu / çıt-ıl-kı / çıt-ur-ğu> çıt-ıl-ğı ^y^r]
çıtır4, [çıt-ır] {ağız} is. Diken; çalı. [DS]
{ağız} is. 1. {OsT} Birbirine geçmiş ağaçlık, çalılık ya da orman. 2. Söğüt ve kavak ağaçlarının ince dalları. 3. Entarilerin kenarlarına yapılan işleme. 4. Su içinde dal ve artıklardan meydana gelmiş set. 5. sf. Sık. [DS] çıtılgı2, [çıt-ıl-gı] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çıtılgu, [çıt-ıl-ğu / çıt-ıl-kı / çıt-ur-ğu y ^ r \ {eAT} is. çıtılgı1. çıtılkı, [çıt-ıl-ğu / çıt-ıl-kı / çıt-ur-ğu . j ^ r ] {OsT} {ağız) sf. Birbirine geçmiş; dolaşık. [DS] çıtıltı, çıt-ıl-tı] {ağız} is. Hafif ses; çıt sesi. [DS] çıtım an, [çıtı-man ?] {ağız} is. Hayvan yemi yığını. [DS] çıtım ak, [çıt-ı-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] Kumaş, elbise vb.nin eskiyen, yırtılan yerlerini örmek suretiyle dikmek. [DS] çıtımık, -ğı [çıt-ı-mık] {ağız} s f 1. Çok; bol. 2. Sık. 3. is. Sakız ağacı meyvesi. [DS] çıtımıtı, [çıt (yans.) > çıt-ı+(m)ıtı] {ağız} is. Samimi yet; içtenlik. [DS] çıtımkı, [çıt-ıl-kı > çıt-ım-kı] {ağız} is. Söğüt ve kavak ağacının ince dalları. [DS] çıtın1, [çetin > çıt-ın] {ağız} is. İçi güçlükle çıkan ceviz; çetin ceviz. [DS] çıtın2, [çıt-ın] {ağız} is. Küçük dal. [DS] çıtm ak, -ğı [çıt-anak > çıt-mak] {ağız} is. Küçük dal. [DS] çıtıngı, [çıt-m-gı] {ağız} is. Kuru ağaç ve çalı dallan. [DS] çıtıngılı, [çıt-ın-gı-lı] {ağız} sf. Birbirine girmiş; ka rışık; dolaşık. [DS] çıtınık, -ğı [çıt-ın-ık] {ağız} is. 1. Sarp taşlı yer. 2. sf. Birbirine girmiş; karışık; dolaşık. [DS]
çıtıpıtı, [cıt-ı+pıt-ı] {ağız} is. Fermejüp; çıtçıt. [DS] ç ıtır1, [çıt (yans.) > çıt-ır] is. 1. Yanan bir odun veya kömürün çıkardığı ses. 2. Gevrek bir yiyeceğin ağızda çiğnenirken çıkardığı ses. 3. İnce tahta veya dal parçalarının kırılırken çıkardığı ses. 4. {ağız} is. Gevretilmiş ekmek ve simit. [DS] 5. {ağız} Kavrul muş kabak çekirdeği. [DS] 6. sf. Karışık; birbirine girmiş; dolaşık. S çıtır çıtır, Ç ıtırdayarak. || çıtır pıtır, 1. (K üçük ç o cu k için) düzgün ve tatlı kon u ş ma. 2. Kibrit. çıtır2, [eT. çatır (nişadır) > çıtır / çotur] {ağız} sf. 1. Çamaşır kili. 2. Kibrit. 3. sf. Çorak; alkali. [DS] ç ıtır1, [çıt (yans.) > çıt-ır] sf. {ağız} (Kişi için) kısa boylu; ufak. [DS] <5 çıtır m ıtır, {ağız} (Kişi için) u fa k tefek. [DS]|| çıtır pıtır, {ağız} (K işi için) u fa k tefek ; çıtı pıtı. [DS] çıtır5, [? çıtır] {ağız} is. Tahıl ölçüsü; kile. [DS] çıtıranm ak, [çıtır (yans.) > çıtır-a-n-mak] {ağız} d ö n ş l.f. [-ır ] Sinirlenip rahatı kaçmak. [DS] çıtırçıtır, [çıtır (yans.) + çıtır] {ağız} sf. Küçük; ufak. [DS] çıtırdam a, [çıt-ır-da-ma] is. Çıtırtı sesi çıkarma ey lemi. çıtırdam ak, [çıt-ır-da-mak] g ç s z .f. [-r ] [-d (ı)-y o r] 1. Çıtır çıtır ses çıkarmak. 2. Çıtır çıtır etmek. 3. (Tuzlar için) kristalleşme sırasında su kaybından dolayı ses çıkarmak, çıtırdatış, [çıt-ır-da-t-ış] is. Çıtırdatmak eylemi veya biçimi. çıtırdatm a, [çıt-ır-da-t-ma] is. Çıtır çıtır ses çıkart mak işi. çıtırdatm ak, [çıt-ır-da-t-mak] gçl. f. [ -ır ] Çıtır çıtır ses çıkartmak, çıtırdayış, [çıt-ır-da-y-ış] is. Çıtırdamak eylemi veya biçimi. çıtırga, [çıt-ır-ga] is. 1. Yapraklı ağaç dalı. 2. {ağız} Meşe yaprağı. [DS] çıtırgı1, [çıt-ır-gı] {ağız} is. 1. Söğüt ve kavak ağacı nın ince dalları. 2. Ardıç ağacının yapraklı uçları.
[DS] çıtırgı2, [çıt-ır-gı] {ağız} is. Elbiselerin kol ve yakası na ince çizgi şeklinde yapılan nakış. [DS] çıtırgı3, [çıt-ır-gı] {ağız} s f (Kişi için) ince düşünen. [DS] çıtırgı4, [çıt-ır-gı] {ağız} is. bot. Silcan, (Smiax). [DS] çıtırgu, [çıt (yans.) > çıt-ır-gu] {ağız} is. Küçük dolu tanesi. [DS] çıtırıh1, [çıt-ır-ık > çıtırıh] {ağız} is. Söğüt ve kavak ağacının ince dalları. [DS]
Ç JI çıtırıh2, [çıt-ır-ık > çıt-ır-ıh] {ağız} sf. Karışık; birbi rine girmiş; dolaşık. [DS] çıtırıhJ, [çıt-ır-ık > çıt-ır-ıh] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çıtırık 1, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Bir sırada dikilmiş a~ ğaçlar. [DS] çıtırık2, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Dert; hastalık. [DS] çıtırık3, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} sf. Çok konuşan; geveze. [DS] çıtırık4, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Dağ eteklerindeki taşlı yol. [DS] çıtırık5, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Kavga. [DS] çıtırık6, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Kavun ve incir üze rinde görülen küçük çatlaklar. [DS] çıtırık7, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çıtırık8, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. Küçük dolu tanesi. [DS] çıtırık9, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} sf. 1. Karışık; dolaşık; güç. 2. Sık. 3. İnce, kuru ağaç dalları. [DS] çıtırık 10, -ğı [çıt-ır-ık] {ağız} is. 1. İki derenin birleş tiği yer. 2. Çıkacak ayın son, girecek ayın ilk gün leri. [DS] çıtırım , [çıt-ır-ım] {ağız} s f 1. Çok güçlü; sert. 2. Çok; bol. [DS] çıtırkı, [çıt-ır-gı > çıt-ır-kı] {ağız} is. Söğüt ve kavak ağacının ince dalları. [DS] çıtırlanm ak1, [çıtır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Dolaşmak; karışmak. [DS] çıtırlanm ak2, [çıtır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Yarılmak; ayrılmak; çatlamak. [DS] çıtırlanm ak3, [çıtır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] Sinirlenip huzuru kaçmak. [DS] çıtırlaşm ak, [çıtır-la-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır] Birbirine girmek; karışmak; dolaşmak. [DS] çıtırlı1, [Far. se (üç) + târ (tel) > çıtır-lı] {ağız} sf. Çizgili. [DS] çıtırlı2, [çıtır-lı] {ağız} sf. Yaralı. [DS] çıtırlı3, [çıtır-lı] {ağız} sf. (Kavun, yemiş vb. için) üzerinde küçük çatlaklar bulunan. [DS] çıtırm ak 1, [çıt (yans.) > çıt-(t)ır-mak] {ağız} g ç l . f [ır] İki parmak arasında sıkıştırdıktan sonra döndü rerek atmak. [DS] çıtırm ak2, [çıtır-mak] {ağız} is. Susam helvası. [DS] çıtırm an, [çıtır-man] {ağız} is. Biçilmiş ekin yığını. [DS] çıtırm ık, [çıt-ır-mık] is. Pekmezi, susam veya haşhaş ile karıştırarak yapılan bir çeşit tatlı veya helva, çıtırtı, [çıt (yans.) > çıt-ır-tı] is. Çıtırdayan şeyden çı kan kesik ve hafif ses. çıtışm a, [çıt-ış-ma] {ağız} is. Köpek çiftleşmesi. [DS] çıtkam a, [çıt-ka-ma] {ağız} is. Kavga. [DS] çıtkı, [çıt-kı] {ağız} is. Kadm hotozunun etrafına süs için dikilen kırmızı basma veya ipek şerit. [DS] çıtkırıldım, [çıt+kır-ıl-dı-m] sf. 1. Aşırı duyarlık, çekingenlik ve incelik gösteren. 2. Çabuk yorulan veya hastalanan, güçsüz.
Ü ltllIlK C E S Ö U .
çıtkırıldımlık, -ğı [çıt-kır-ıl-dı-m-lık] is. Çıtkırıldım olma durumu, çıtlah, [çıt-la-k > çıtlah] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çıtlak1, -ğı [çıt (yans.) > çıt-la-k] {ağız} is. 1. Kıvıl cım. 2. Kibrit. [DS] çıtlak2, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. Kapı mandalı; zembe rek. [DS] çıtlak3, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. Tuzlanmış yeşil zeytin. [DS] çıtlak4, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. 1. Kavrulmuş mısır ve unu. 2. Kenevir tohumu. [DS] çıtlak5, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. Fermuar. [DS] çıtlak6, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. Çatlak. [DS] çıtlak7, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. 1. Kara kavuk otu; hindiba, (C h on d rilla ju n c ea ). 2. Bu otun kökünden çıkarılan sakız. [DS] S çıtlak sakızı, {ağız} K a ra kavu k otunun sütünden h azırlan an sakız. [DS] çıtlak8, -ğı [çıt-la-k] {ağız} is. Çitlembik, (Celtis orien talis). [DS] çıtlam a, [çıt-la-ma] is. 1. Çıt sesi çıkarma; çıtlamak eylemi. 2. {ağız} Etle tırnak arasında oluşan yangı. [DS] çıtlam ak 1, [çıt (yans.) > çıt-la-mak] gçsz. f . [-r ] [l(ı)-y o r] 1. Çıt sesi çıkarmak, {ağız} (aynı) [DS] 2. Çıt sesi çıkararak kırılmak, yarılmak veya ezilmek. 3. {ağız} Çatlamak. [DS] 4. {ağız} (Meyve sebze için) çiçekleri açılmak. [DS] çıtlam ak2, [çıt (yans.) > çıt-la-mak] g ç l .f . [ -r ] [-l(ı)y o r ] {ağız} Söylemek; sözünü etmek. [DS] çıtlam ak3, [çıt (yans.) > çıt-lâ-mak] g ç l . f [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Fıstık, çekirdek gibi kuru yemişlerin bir ucundan diş vb. ile bastırarak açmak; hafifçe çat latmak. 2. Böyle yaparak yemek, çıtlam ık, -ğı [çıt (yans.) > çıt-la-mık] is. Çitlembik ağacı. çıtlatılm a, [çıtla-t-ıl-ma] is. Çıtlatma işi yapılmak; çıtlatılmak eylemi, çıtlatılm ak, [çıtla-t-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] Çıtlatmak eylemi yapılmak, çıtlatış, [çıtla-t-ış] is. Çıtlatma eylemi ve biçimi, çıtlatm a, [çıtla-t-ma] is. Çıtlamasını sağlama eylemi, çıtlatm ak, [çıtla-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Çıtlamasını sağlamak; çıt sesi çıkartmak. 2. Söylenmesi gere ken şeyin bir kısmını söyleyerek geri kalanını anla yışına bırakmak; ihsas etmek. 3. {ağız} m ecaz. Bir kimseye bilmediği bir şeyi birazcık duyurmak; sezdirmek; belirtmek. [DS] 4. Fıstık gibi şeylerin ağzını, kabuğu yarılacak kadar kırmak, çıtlayış, [çıt-la-y-ış] is. Çıtlama eylemi ve biçimi, çıtlık, -ğı [çıt-lık] is. 1. bot. Karaağaçgillerden sakız ağacının mercimekten biraz büyük, buruk lezzetli meyvesi; çitlembik; melengiç. 2. {ağız} Sakız ağacı. (C eltis orientalis). [DS] 3. {ağız} Kenevir tohumu. [DS] 4. {ağız} Flindiba. [DS] 5. {ağız} Kara kavuk
am m e
h
i
çıv
.981
otu ve bu otun kökünden çıkarılan sakız. [DS] 6. {ağız} Çengel sakızı. [DS] 7. {ağız} Labada. [DS] 8. {ağız} Çalı süpürgesi. [DS] 9. {ağız} Çalı kuşu. [DS] S çıtlık çekirgesi, {ağız} (K işi için) h e r şe y e bu r nunu sokan . [DS]|| çıtlık çıbanı, {ağız} tıp. Vücudun k o l ve b a c a k kısm ında çıkarı kü çü k çıban . [DS]|| çıtlık sakızı, {ağız} K a r a kavu k otunun kökün den çıka rılan sakız. [DS] çıtm a1, [çıt-ma / çit-me] {ağız} is. Hayvan tekmesi. [DS] çıtm a2, [çat-ma > çıt-ma] {ağız} is. Pencere kafesi. [DS] çıtm a3, [çıt-ma] {ağız} is. Beyaz hamam havlusu. [DS] çıtm a4, [çent-me > çınt-ma > çıt-ma] {ağız} is. İnce ince doğrama; kıyma. S çıtm a gabah (kabak), {ağız} K a b a k ve m ercim ek le y a p ıla n b ir y em ek. [DS] çıtm ak 1, [çent-mek > çmt-mak > çıt-mak] {ağız} gçl. f M Yontmak. [DS] çıtm ak2, -ğı [çıt-(ı)n-ak > çıt-mak] {ağız} is. Portakal vb. dilimlerinin birkaç tanesinin bir arada bulun ması durumu. [DS] çıtme, [çit-me > çıt-me] {ağız} is. Hayvan tekmesi. [DS] çıtmıh, [çıt-mık > çıtmıh] {ağız} is. Hayvan tekmesi. S çıtmıh atm ak, {ağız} T ekm e atm ak. [DS]
çıttır, [çıt(t)-ır] {ağız} sf. Ufak; çıttır. [DS] çıttırım , [çıt (yans.) > çıtt-ır-ım] {ağız} is. Çocukların su üzerinde sektirdikleri yassı taş. [DS] S çıttırım çıt, {ağız} fo lk . Ç ocu k oyunlarında kapının a çılıp kapan m asın ı anlatan söz. [DS] çıttırm ak, [çıt-tır-mak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] 1. (Mermi vb. atılan şey için) hedefe isabet ettirmek. 2. Bir ağacı, bir vuruşta keserek kesilen parçasını fırlat mak. [DS] çıturgu, [çıt-ıl-ğu / çıt-ıl-kl / çıt-ur-ğu
j^-] {OsT} is.
Birbirine geçmiş ağaçlık, çalılık ya da orman, çıturgu, [çıt-ır-gı > çıt-ur-ğu] {ağız} is. Fırtına. [DS] çıv1, [çav / çıv / çiv (yans.)\ is. Ansızın fırlama, kaçma, kayma ya da uçma hareketlerini anlatan kök. [Zillfikar] çıv-m ak, çıv-gın, çıv-la-m ak, çıv-ı-lam ak çıv2, [çıv (yans.)] is. Cıvık hâlde bulunmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çıv-ı-k çıv3, [çıv / çiv (yans.)] is. Kuşların ötüşmesini, fısıltılı hâlde konuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çıv-ıl-dam ak çıv4, [Çin. chio] {eT} is. 1. Boynuz. 2. Köşe. [Clauson] çıv5, [eT. çığ > çıv] {ağız} is. Kestane çubuklarından örülmüş yer sofrası tablası. [DS]
çitm ik1, -ğı [çıt-mık] {ağız} is. Tekme. [DS]
çıvaç, -cı [eT. çöğ (yalım ) > çoğ-aç > çıvaç] {ağız} is. Soğuk havalarda az ısıtan güneş. [DS]
çitmik2, -ğı [çıt-mık] {ağız} is. Çıra. [DS]
çıvangar, [Moğ. cevün gar] {ağız} is. Sol taraf. [DS]
çitmik3, -ğı [çıt-mık] {ağız} is. Çitlembik. [DS]
çıvdırgm , [çıv-dır-mak > çıv-dır-gın] {ağız} sf. Deli; çıldırmış; mecnun. [DS]
çıtm uklam ak, [çıt-mık-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r ] [l(u )-yor] Bozmak. [DS] çıtnak, -ğı [çıt-(ı)n-a-k] {ağız} sf. 1. Çift. 2. (Meyve dilimi için) bitişik; çatal. [DS] S çıtnak k ara, {ağız} B ir üzüm çeşidi. [DS] çıtnaşm ak, [çıt-(ı)n-a-ş-mak] {ağız} işteş, fi. [-ır] (Hayvan, özellikle köpek için) çiftleşmek. [DS] çıtnık, -ğı [çıt-lık / çıt-(ı)n-ık] {ağız} is. Kara kavuk otu, (C hon drilla ju n c ea ). [DS] çıtpıt, [çıt (yans.) + pıt (yans.)] is. 1. Ayak altında ezildiği veya bir yere sürtüldüğü zaman çıtır pıtır sesler çıkaran bir çocuk eğlence aracı; çatapat. 2. {ağız} Çıtçıt; fermejüp. [DS] çıtrak, -ğı [çıt (yans.) > çıt-(ı)r-a-k] {ağız} is. Diken; çalı. [DS] çıtraklık, -ğı [çıtrak-lık] {ağız} is. Çalılık; fundalık. [DS] çıtrık 1, -ğı [çıt (yans.) > çıt-(ı)r-ık ^ J^ r] {OsT} is. Kı vılcım; şerare. çıtrık2, -ğı [çıt (yans.) > çıt-(ı)r-ık] {ağız} is. 1. Yan sıma. 2. Kavgacı çocuk. [DS] çıtrık3, -ğı [çıt (yans.) > çıt-(ı)r-ık] {ağız} sf. (Kişi için) ufak tefek. [DS] çıttadak, -ğı [çıtt-adak] {ağız} zf. Çıt diye ses çıkara rak. [DS]
çıvdırm a, [çıv (yans.) > çıv-dır-ma] is. Çıvma işini yaptırma eylemi, çıvdırm ah, [çıv-dır-mak > çıv-dır-mah] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] Delirmek. [DS] çıvdırm ak1, [çıv (yans.) > çıv-dır-mak] gçl. f i [ - ır ] 1. Çıvmak eylemini yaptırmak. 2. Çıvmasını sağla mak. 3. {ağız} Fırlatmak. [DS] çıvdırm ak2, [çıv-dır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Delir mek. [DS] çıvdırm ak , [çıv-dır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] Ağacın kabuğunu yontarak özünü çıkarmak. [DS] çıvga, [çıv (yans.) > çıv-gâ] (çıvga:) is. 1. {eT} Ökse çubuğu. [Gabain] [EUTS] 2. Sığır boynuzu. 3. {ağız} Budaksız, düzgün çubuk. [DS] 4. {ağız} Taze ve ince söğüt dalı. [DS] 5. sf. İnce, zayıf, kuru cılız, çıvgaçı, [çıvğa-çı] {eT} is. Tuzak kurarak avlanan avcı; tuzakçı; ökseci. S çıvgacı tor, A ğ a tıc ı; tor kurucu; tuzak kuran. [EUTS] çıvgan, [çıv-gan] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) zayıf, cılız ve ince. 2. is. Boynuzları geriye bükülmüş sığır. [DS] çıvgar, [Yun. zevgari (eklem e)] is 1. Çift süren öküz. 2. Çift süren veya araba çeken hayvanlara yardımcı olarak koşulan hayvan, {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Dört tekerlekli yük arabası. [DS] 4. {ağız} Odun ve
ü IİtilT Ö R S ö M .
çıv kereste araçlarında ipi gerdiren sopa. [DS] S çıv g a r ağacı, {ağız} Ç ıv g ara koşu lan öküzlerin koşulduğu ağaç. [DS]|| çıvgar takımı, {ağız} Ç ıvgar a ğ a cı. [DS] çıvgarlam ak, [çıvgar-la-mak] {ağız} g ç i f M [ - 1( 0 y o r ] Bir çift öküzün önüne bir çift öküz daha koş mak. [DS] çıvgın, [çıv (yans.) > çıv-mak > çıv-gm] {ağız} is. 1. Rüzgârlı havada yağmurla karışık yağan kar. 2. A ğaç sürgünü; filiz. 3. sf. (Kadın için) hafifmeşrep. [DS] fi1 çıvgın yağm ak, {ağız} (Yağm ur için) şid d etli yağm ak. [DS] çıvı, [Far. dıv > çuvı / çıvı / çığı [Clauson]] {e l } is. -*■ ciğl. çıvıl, [çıv-ıl] {ağız} sf. Küçük. [DS] çıvıldamak, [çıv-ıl-da-mak j *
{OsT} g ç s z .f. [-
r ] [-d (ı)-y o r] Fısıldamak, çıvıldı, [çıv (yans.) > çıv-ıl-dı çıvıldu, [çıv-ıl-du
j>-] {OsT} is. Fısıltı,
çıvşagun, [çıvşâ-mak > çıv-(ı)ş-â-ğun] (çıvşa:gıtn) {eT} sf. Ekşi. [EUTS] çıvşam ak, [*çıvış > çıv-(ı)ş-â-mak] {eT} gçsz. f i [~r] 1. (Yiyecek, içecek vb. için) ekşimek; bozulmak; mayalanmak. [Clauson] 2. (Mide için) yanmak; ek şimek; bulanmak, çıvşang, [çıv(ı)ş-â-n / civşen] (cıvşa.n ) {eT} is. Ekşi şarap; bozulmuş şarap. [DLT] çıvşatm ak, [cıvşâ-mak > çıv(ı)ş-a-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Ekşitmek; bozmak. [DLT] çıvtan, [çiğdem > çıvtan] {ağız} is. Çiğdem. [DS] çıy1, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] çıy-rt-h, çıy-rı-k, çıy2, [çıy (yans.)] is. Yanmayı anlatan kök. [Zülfikar] çıy -ır-d a-k çıy3, [çik / çiğ / çığ] {ağız} sf. Pişmemiş; çiğ. [DS]
{OsT} is. -*• çıvıldı,
çıyan, [eT. çadan (akrep)] is. zool. 1. Çokayaklılar-
çıvılgm, [çıv-ıl-gın] {ağız} is. Kıvılcım. [DS]
dan sıcak yerlerde yaşayan, yirmi bir çift eklem bacağı olan, sarımsı esmer renkli, zehirli bir böcek, (S colop ed ra). {eA l') (aynı) [YE] 2. m ecaz. Sarı, so ğuk ve sevimsiz kimse. 3. {ağız} Arpa başağının bir teki. [DS] S çıyan gibi, H ain ve g en ellik le sarışın kişi. ||çıyan gözlü, M avi gözlü.
çıvıncak, [çıv-m-(a)cak] {ağız} is. Salıncak. [DS] çıvış, [çıv-ış] {eT} is. Ekşi.
çıvka, [eT. çıv-ğa > çıv-ka] {ağız} is. 1. Kavak ve söğüdün yeni sürmüş yumuşak ve ince dalları. 2. Budaksız, düzgün çubuk. 3. Sivri boynuz. [DS] çıvkar, [Yun. zevgari (koşum )] {ağız} is. 1. Yardım. çıyancık, -ğı [çıyan-cık] is. Beş yüz metreden daha 2. Boyunduruğa koşulan bir çift öküze yardım için yukarı kesimlerde çayırlıklarda yetişen, kökü ge nellikle iki kere kendi üstüne bükülü olan bir tür koşulan ikinci çift öküz. 3. Pulluk öküzle kullanıla bitki, (Polygonum bistorta). cağı zaman pulluk halkasına takılan ok. [DS] çıvkı, [çıv-kı] {ağız} is. Kavak ve söğüt ağaçlarının çıyanlık, -ğı [çıyan-lık] is. Hainlik; sinsilik. S çı yanlık etmek, H ain lik etm ek, sin sice davranm ak. yeni sürmüş ince ve yumuşak dalları. [DS] çıvkın, [çıv (yans.) > çıv-kın] {ağız} is. Rüzgârlı havada karla karışık yağan yağmur. [DS] çıvlam a, [çıv (yans.) > çıv-la-ma] is. 1. Fışkırarak akma eylemi. 2. Çıv diye sürekli ses çıkararak fır lama, uçma eylemi. çıvlam ak1, [çıv (yans.) > çıv-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [r ] [- l(0 -y ° r ] 1. (Su için) fışkırarak akmak. 2. (So pa, ok vb. şeyler için) çıv sesi çıkararak gitmek; fırlamak. [DS] S çıvlayıp gitmek, {ağız} (H ızla atılan şey için) se s ç ık a ra ra k gitm ek. [DS] çıvlamak2, [cav-la-mak > çıv-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] Tüyleri dökülmek; cavlamak. [DS] çıvm a, [çıv-ma] is. Çıvma durum ve eylemi, çıvmak, [çıv (yans.) > çıv-mak] {ağız} gçsz. f i [-a r ] 1. Fırlamak. 2. Atlamak. 3. Sıçramak; hoplamak. 4. Kaçmak. 5. (Hızla giden bir şey için) bir şeye çar pıp yön değiştirmek; sekmek; çavmak; çağmak. 6. (Bitkiler için) filiz vermek; çok uzamak. 7. (Kapalı yerdeki sıvılar için) basınç altında kalıp fışkırmak. 8. Salıncakta salınmak. 9. (Hayvan için) yoldan çıkmak. 10. (Yıldız için) kaymak. 11. (Atılan taş için) düz gitmek. [DS]
çıydam, [? çıydam] {eT} is. 1. Çobanların giydiği yün örme ya da keçeden yapılmış gömlek. 2. Yatağa doldurulan ince join. [DLT] çıyır, [çığ-ır > çıyır] {ağız} is. Karda kürekle açılan yol; çığır. [DS] çıyırdak, -ğı [çıy-ır-da-k] {ağız} is. Pırnal meşesi, (Q uercus ilex). [DS] çıylatm ak, [çuğ-la-t-mak / çî-la-t-mak] {eT} gçl. fi. 1. (At için) terletmek. 2. (Nesne için) ıslatmak. [DLT] çıynak1, -ğı [çıy-na-k 3U^-] {eA l'} {ağız} is. Tırnak; pençe; cıynak. [DS] çıynak2, -ğı [çiğ-ne-k / çığ-na-k / çıy-na-k] {ağız} is. Çok çiğnenen yer; ayak altı. [DS] çıypak, -ğı [zıyp > çıyp (yans.) > çıyp-ak] {ağız} is. Kaygan toprak. [DS] çıyrık, -ğı [çık-(ı)r-ık / çığrık] {ağız} is. 1. Çıkrık. 2. Çocukları yürümeye alıştırmakta kullanılan üç te kerlekli araba. [DS] çıyrım ak, [çıyrı-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] Tiksinmek. [DS] çiz1, [çiz (yans.)] is. Kızartma yaparken çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] çiz
İ lK lllir o S M
ÇİB
.9 8 3
çiz2, [çiz (yarış.)] is. Oyundan kaçmayı, mızıkçılık etmeyi, kaçma ve sıvışma anlatan kök. [Zülfıkar] çız-ık-m ak, çız-m ak S çiz gelmek, {ağız} Oyunda k u ra lla ra uymamak. [DS] çiz3, [çiz (yans.j] is. Ötme, bağırarak konuşma ve ağlamayı anlatan kök. [Zülfıkar] çız-kır-m ak çiz , [çiz / çiz (yans.)] is. Sürterek yazma, bir şeyi kazıma, kazıyarak çizmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çız-m ak, çız-gı, çız-ık, çız-ık-tır-m ak çızak, -ğı [çız-ak] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] çızdırm a, [cız (yans.) > cız-dır-ma > çız-dır-ma] {ağızj is. Tavada da yapılabilen bir tür sac böreği.[DS] çızdırm ak, [çız-dır-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] Koşmak. [DS] çızdurm ak, [çız-dur-mak] {eT} is. Çizdirmek. [EUTS] çızga, [? çızga] {ağız} is. Domuz yavrusu. [DS] çizgi1, [çiz (yans.) > çız-gı] is. Sözünden dönme; cayma. çizgi2, [çız-ıg / çız-gı] {ağız} is. 1. İz. 2. Çizgi. [DS] çizgi3, [çmg-ı / çız-gı] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çizi, [çiz-mek > çiz-i > çız-ı] {ağız} is. 1. Saban veya pulluğun tarlada bıraktığı iz. 2. Tarladaki su yolu. [DS] çızıg, [çız-ığ] {eT} is. 1. Çizgi. [EUTS] 2. Hareket tarzı ve usulü. [EUTS] çızıhmak, [çız-ık-mak > çızıh-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] Sözünden dönmek; caymak. [DS] çızıhtırm ak, [çız-ık-tır-mak > çızıh-tır-mak] {ağız} g ç l . f [-ır ] 1. Yazmak. 2. Karalamak. [DS] çizik, -ğı [çız-ık] {ağız} is. Çizilmiş yer. [DS] çızıkmak, [çız-ık-mak / çızıh-mah] {ağız} gçsz. f . [ır] 1. Kaytarmak. 2. Son hızla koşmak. 3. Sözün den dönmek; mızıkçılık etmek. [DS] çızıktırm a, [çiz (yans.) > çiz-ik-tir-me > çız-ık-tırma] is. Çizgi çekme işi. çızıktırm ak, [çiz (yans.) > çiz-ik-tir-mek > çız-ık-tırmak] gçl. f. [-ir ] 1. Kesin olmayan çizgilerle çiz mek, yazmak. 2. Çarçabuk baştan savma yazıp çiz mek. çızılma, [çiz (yans.) > çız-ıl-ma] {ağız} is. Sacda ya da tavada yapılan börek. [DS] çızıştırm ak, [çiz (yans.) > çız-ış-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Yazmak; karalamak. [DS] çızıttırm ak, [çiz (yans.) > çız-ıt-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Yazmak; karalamak. [DS] çızkırm ak, [çiz (yans.) > çız-kır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Bağırıp çağırmak. [DS] çızmak, [çiz (yans.) > çız-mak] {eT} gçl. f . [-a r ] Çizmek. [EUTS] çızmaklam ak, [çiz (yans.) > çız-mak-la-mak] gçl. f . [-r ] [-l(ı)-y o r] Tırmalamak, çızmık, -ğı [çiz / çır (yans.) > çız-mık] {ağız} is. Tırnak yarası. [DS] çızzak, -ğı [çız(z)-ak] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
-ç i1, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. - * -Cl, {eAT} (aynı). -çi2, [-çı / -çi] {eT} yap. e.
-çı.
çi-, [Far. çi- 4=-] {OsT} ön ek. Başına getirildiği farsça isimlere “ne” anlamı katar ön ek. S çi-faide, {OsT} N e fa y d a ; k a ç p a r a eder.\\ çi-gûne, {OsT} N asıl; ne türlü.|| çi-gûnegî, {OsT} N asıllık; nicelik. çi1, [çan / çang / çatık / çeng / çın / çıng / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çi-ri-n -g çi2, [çi (yans.)] is. Övmeyi, yüz vererek şımartmayı anlatan kök. [Zülfıkar] ç i çi, çiçi-le-m ek çi3, [çi / çu / çü (yans.)] ünl. Kümes veya diğer evcil hayvanları kovalama ya da çağırma ünlemi, ç i çi çi4, [çi] {eT} is. Topraktaki yaşlık; yaş; ıslaklık; nem. [DLT] çi5, [Çin. ch’eng] {eT} is. Bitme. [EUTS] çi6, [Far. çı] {eAT} zf. 1. Nasıl. 2. Ne. çi7, [çiğ > çı] (çi;) {ağız} s f Çiğ; pişmemiş. [DS] çib, [çap / çep / çıb / çib / çip / çüp (yans.) is. El çırpma ve alkışlama sesini ve hareketini anlatan kök. [Zülfıkar] çib-el-ek, çib-i-cik, ç ib -ik ça lm a k çiba, [çiba] {ağız} is. Göbek. [DS] çibare, [? çibare] {ağız} sf. 1. (Kişi için) terbiyesiz. 2. Şımarık. [DS] çibe, [? çibe] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çibek, [çib-ek / çüp-ek] {eT} sf. (Kuş için) avcı; yır tıcı. S çibek kırguy, A tm acaya ben z er bir avcı kuş; d e lic e d o ğ a n ; m oym ul; (A ccipiter nisus). [DLT] çibelek, -ği [çib (yans.) > çib-ele-k] {ağız} is. Alkış. [DS] çibelenmek, [çibe-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [ -ir ] Nazlanmak; işve yapmak. [DS] çibeng, [? çiben] {ağız} zf. Bundan sonra; artık. [DS] çibi, [çibi] {ağız} is. Oğlak. [DS] çibiçibi, [çib-i+çib-i] {ağız} is. Bir çeşit ot. [DS] çibiçik, -ği [çib (yans.) > çib-i(k)-çik] {ağız} is. Alkış. [DS] çibik1, -ği [çib (yans.) > çib-ik ^ r ] {OsT} is. El şa kırtısı; el çırpmakla çıkan ses; alkış sesi. S1 çibik çalm ak, {OsT} {ağız} E l çırp m ak ; alkışlam ak. [DS]|| çibik çırpm ak, {ağız} E l çırpm ak. [DS] çibik2, -ği [çib-ik] {ağız} is. Civciv. [DS] çibil1, [çib-il] {ağız} is. 1. Çayır vb. sulak yer. 2. Sulu çamur. 3. Çayın sığ olan yeri. [DS] çibil2, [çib-il] {ağız} is. Çapak. [DS] çibil3, [çib-il] {ağız} is. Su içinde yetişen bir ot. [DS] çibim, [çibin > çibim] {ağız} is. Karasinek. [DS] çibin1, [eT. çıbun > çibin] {ağız} is. 1. Karasinek. 2. Sivrisinek. [DS] çibin2, [? çibin] {ağız} is. Paçavra; bez. [DS]
ÇİB
S İM İM ? İ M
çibindirik, -ği [çibin-dirik] {ağız} is. Söğüt ağacının çiçeği. [DS] çibinliğ, [çibin-lik] {ağız} is. Cibinlik. [DS] çibinniyh, [çibin-lik > çibinniyh] {ağız} is. Cibinlik. [DS] çibiş1, [çib-iş] {ağız} is. Çam kozalağı. [DS] çibiş2, [çebiş / çebiç] /ağız} is. Bir yaşındaki keçi yavrusu. [DS] çibli, [çib-li] {ağız} sf. Semiz; besili. [DS] çice, [çi-ce ?] {ağız} is. 1. Abla. 2. Hala. 3. Teyze. [DS] çicik2, [çi-cik] /ağız} is. Bir karış kadar yükselmiş ekin. [DS] çicik1, -ği [Az. çeçiy {süs boncuğu) > çecik / çicik is. 1. {eAT} Bakır kapların saplarını tuttur mak için çakılan çivi. 2. {ağız} Helke, çingil gibi şeylerinin kulpunun tutturulduğu yer. [DS] 3. {ağız} Meme. [DS] S çiciği genşemek, {eAT} 1. Gönlü yu m u şam ak; diren m ekten vazgeçm ek. 2. Arzu ve isteğ i d ep reşm ek; ağzı su lan m ak; a şırı ilgi g ö ster m ek .|| çiciği gevşemek, Ağzı su lan m ak; istek duy m ak ; kendini tutamamak.\\ çicik ayı, {ağız} M ayıs ayı. [DS] çiç1, -ci [? çiç / çic] {ağız} is. Meyve suyu. [DS] çiç2, -ci [Far. çâç] {ağız} is. 1. Şalgam yaprağı. 2. Çeç. [DS] çiçJ, -ci [? çiç] {ağız} sf. (Kişi için) bir şeyi zorla almak isteyen. [DS] çiç4, -ci [? çiç] {ağız} is. Tahıl güvesi. [DS] çiç5, -Cİ [çiş / çiç] {ağız) is. Çiş. [DS] çiçar, [? çiçar] {ağız} is. Dokuma tezgâhında, bezi gerdirmek için kullanılan iki tarafı dişli aygıt. [DS] çiçe1, [çiçe / çıça] {eT} zf. Yeter derecede; kâfi mik tarda. [KB] çiçe2, [çiçe] {ağız} is. Küçük parmak. [DS] çiçek1, -ği [eT. çeç-mek (açm ak, çözm ek) > çeç-ek / Moğ. çiçik / Kıpç. çeçek > çiçek] is. 1. bot. Üstün yapılı, tohumlu bitkilerin bir kılıfla çevrili üreme organlarını taşıyan, parlak renkli, güzel ve gösteriş li, hoş kokulu bölümü. 2. Çiçek açan veya süs ola rak kullanılan bitki. 3. argo. Davranışları hafif, top lum kurallarına uymayan kadın. 4. kim. Süblim leşme veya ayrışma sonucu oluşan toz madde. 5. m ecaz. Kötü özellikleri olmasına rağmen iyi görü nen kişi. 6. Kumaş, ahşap, taş ve metal gibi eşya üzerine yapılan çiçek desenli süsleme. 7. {ağız} Re sim veya yazı kopyası. [DS] 8. {ağız} Papatya. [DS] 9. {ağız} Ufukta görülen küçük köpüklü dalgacıklar. [DS] S çiçeği burnunda, 1. Ç ok gen ç. 2. İşin b a ş lan gıcın da. 3. (S ebze için) y en i koparılm ış, ç o k taze ve körpe. || çiçek açm ak, (B itkiler için) ç iç e k m ey d a n a getirmek.\\ çiçek bahçesi, 1. Ç içek yetiştirilen b a h ç e ; ser. 2. Ç o k g ü z el düzenlenm iş, temiz ve b a kım lı yer.\\ çiçek balı, A rıların çiçek lerd en to p la d ık la rı n ektarlardan ürettikleri bal. || çiçek balığı,
. :v
z oo l. Sazan gillerden , sırtı koyu, karın ve y an ta ra f ları güm üş p a rlak lığ ın d a , 2 0 cm. boyunda, D oğu ve O rta A nadolu a ka rsu v e g ö ller in d e y a şa y an bir kem ikli b a lık türü, (A canthorutilus handlirschi).\\ çiçek biti, zool. Yarım kan atlılard an yu m u şak vü cutlu, b itk iler ü zerin de sürü h â lin d e yaşayan , yu m u şak vücutlu kü çiik b ir b ö cek . ||çiçek boyası, K ırm ızı.|| çiçek bozuğu, ( Yüz için) ç iç e k h a stalığ ı s o nucu yü zde m eydan a g elen çukur izler. || çiçek çı karm ak , tıp. Ç iç ek h astalığ ın a yakalan m ak.^ çiçek durum u, bot. B ir bitkide çiçek lerin s a p veya d a l üzerin de y er le şm e ve diziliş durum u.|| çiçek dür bünü, İçin e uzunlam asına d eğ işik a ç ıla r d a a y n alar yerleştirilm iş ve döndürüldüğünde d eğ işik görüntü le r o rtay a çıka ra n b ir nevi dürbün; k a ley d o sk o p .|| çiçek evi, Ç iç ek satılan y er. || çiçek gelişimi, biy. B ir bitkinin çiçeklerin in açılm asın d an solm asın a k a d a r g eçir d iğ i evreler. ||çiçek gibi, Ç o k temiz, ç o k g ü zel ve bakım lı. \\ çiçek gibi olm ak, H içb ir eksiği, kusuru kalmamak.\\ çiçek kilimi, {ağız} B erit ve N urdağı Y örüklerine a it b ir tür kilim.\DS]|| çiçek lahanası, {ağız} K a rn a b a h a r. [DS]|| çiçeklerin dili, Ç içeklerin tek veya birlikte ö z e l su rette y erleştiril m eleri ile an latılm ak istenen duygu lar. \\ çiçek mu hasebesi, muh. E skid en uygulanan, b ir tüccarın koyduğu serm a y e ve b o rç la rı p a s i f k a s a mevcudu, m al ve sa b it d eğ e rleri ile a la c a k la r ı aktifi olu ştura c a k ş e k ild e düzenlenen ilk el b ir m u h a seb e y ön te mi.,|| çiçek olmak, (K işi için) y a ş m a ve durum una uym ayan h a fi f d a v ra n ışlard a bulunmak.\\ çiçek ö r tüsü, bot. Ç içeğ in eşey siz kısımları.\\ çiçek örtü süz, bot. (Bitki için) ç iç ek lerin d e ç iç e k örtüsü o l m ayan .|| çiçek sapı, bot. 1. Ç içek le ri taşıyan ek se n ,|| çiçek sapçığı, bot. B ir ç iç e k tablasın d a ucun d a tek ç iç e k taşıyan sap. 2. K ü çü k ç iç e k sapı. || çi çek sokunmak, {ağız} B a ş a ç iç e k takınm ak. [DS] || çiçek suyu, T urunçgillerin çiçek lerin i im bikten g eç ir m e k su retiyle e ld e ed ilen g ü zel kokulu su.\\ çiçek tablası, bot. Ç iç ek sapının diiz, b o m b eli veya çukur o la b ilen tepesi.\\ çiçek tacı, bot. Ç içeklerin ü rem e organ ların ın çev resin d e y e r a la n ve çeşitli b ö c e k le r i çek en ren kli kısımlar.\\ çiçek tom urcuğu, bot. Y alnızca ç iç e k m eydan a g etiren tomurcuk.\\ çiçek tozu, bot. Ç içek li b itk ilerd e e r k e k organın b a şçığ ın d a bulunan d ö l hü creleri. || çiçek yağı, Ay ç iç eğ i tohum larından eld e ed ilen sıvı yağ.\\ çiçek yaprağı, bot. Ç iç ek sapının üstünde bulunan ve d iğ er y a p ra k la r d a n fa r k lılık gö steren y a p ra k ; bürgü. || çiçek yemişi, {ağız} A ğ açta ilk olgu n laşan in cir. [DS] çiçek2, -ği [çiçek] is. tıp. 1. Süzgeçten geçen bir virüsün neden olduğu, yüksek ateş, titreme, kusma ve bütün vücutta irinli kabarcıklar ve bunların dö küntüleri şeklinde kendini gösteren bir hastalık. 2. {ağız} Frengi. [DS] S çiçek aşısı, tıp. Ç içek h astalı ğ ın a k arşı ba ğ ışık lık kazan d ırm ak için y a p ıla n aşı.
f lIH 0 I( f» Ö Ü . 985_________________________________
____________________________________S!f
çiçekçi, [çiçek-çi] is. 1. Çiçek yetiştiren kişi. 2. Çiçek satan kimse. 3. Yapma çiçek yapan veya satan kişi. 4. Çiçek satılan dükkân,
çiçek açmayan. S çiçeksiz bitkiler, bot. Ü rem eleri ç iç e k ve tohu m larla d eğ il d e m an tar ve eğ relti o tla rı g ib i s p o r la r la olan bitkiler.
çiçekçik, -ği [çiçek-çik] is. 1. Küçük çiçek. 2. bot. Kömeç veya başak durumunda olan çiçeklerden ayrı duran çiçek,
çiçelem ek1, [çiçe-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)y o r ] (Yağmur için) çiselemek. [DS]
çiçekçil, [çiçek-çil] s f zool. (Böcek için) çiçeklerle beslenen.
çiçelemek2, [çiçe-le-mek] {ağız} g ç l .f . [ - r ] [-l(i)-y or] Şımartmak. [DS] çiçen, [? çiçen] {ağız} is. Peynir suyu. [DS]
çiçekçilik, -ği [çiçek-çi-lik] is. 1. Çiçek ve süs bitki lerini yetiştirmek ve bakımını yapmakla ilgili bah çıvanlık dalı. 2. Çiçekçinin işi; çiçekçinin mesleği,
çiçer, [çiç-er / çiçe-r] {ağız} sf. Tuzlu. [DS]
çiçekleme, [çiçek-le-me] is. Çiçek dikerek ya da çi çek resimleri yaparak süslemek işi; çiçeklemek ey lemi.
çiçgar, [? çiçgar] {ağız} is. Parmaklıklı bahçe kapısı. [DS]
çiçeklemek, [çiçek-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Çiçek dikmek. 2. Çiçeklerle süslemek. 3. Çiçek resimleri yapmak. 4. {ağız} (Yara, çıban için) etrafı kabarcıklanmak. [DS] çiçekleniş, [çiçek-le-n-iş] is. Çiçeklenme eylemi ve ya biçimi. çiçeklenme, [çiçek-le-n-me] is. 1. Çiçekli duruma gelmek işi. 2. Çiçek açma devresi. 3. kim. Kristal leşen tuzların suyunu kaybetmesi ile toz meydana gelmesi. 4. kim. Bazı minerallerin yüzeyinde mey dana gelen metal oksit; çiçeksime. çiçeklenmek, [çiçek-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. Çi çek açmak; çiçek meydana getirmek. 2. kim. (Kris taller için) suyunu kaybederek toz hâle gelmek; çiçeksim ek. çiçekli, [çiçek-li] sf. 1. (Bitkiler için) çiçek açan. 2. Üzerinde çiçek bulunan. 3. Üzerinde çiçek resimle ri, çiçek baskıları bulunan. 4. {ağız} (Bulut için) dağılmış; dağınık. [DS] 5. {ağız} Çeşitli çiçeklerin taç yapraklarının pekmezle kaynatılmasından elde edilen bir tür reçel. [DS] S çiçekli bitkiler, bot. Ç içek a ç m a k su retiyle m eydan a g elen m eyve to hum larından üreyen b itk iler; tohum lu bitkiler.
çiçerm ek, [çiçer-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir ] Yeşermek. [DS]
çiçğal, [? çiçğal] {ağız} is. Ahırda hayvan bağlamakta kullanılan, bükülmüş ağaç halka. [DS] çiçhal, [? çiçhal] {ağız} is. Ahırda hayvan bağlamakta kullanılan zincir. [DS] çiçhola, [? çiçhola] {ağız} is. Ortadan yarılarak dizilip fırında kurutulmuş armut. [DS] çiçi1, [çiçi] (ç i:-ç i:) {ağız} ünl. 1. Keçi çağırma ünle mi. 2. Tavuk çağırma ünlemi. [DS] çiçi2, [çiçi] {ağız} sf. Şımarık; arsız. [DS] çiçi3, [ci-ci / çi+çi] {ağız} sf. çoç. d. 1. Yeni ve güzel. 2. Renkli kumaş parçaları. [DS] çiçi4, [çiçi] {ağız} is. Yeni açılan yara. [DS] çiçi5, [çiçi] {ağız} is. çoç.d. Et. [DS] çiçih, [çiçik > çiçih] {ağız} is. Koyun veya keçi postu. [DS] çiçik, -ği [cicik / çiçik] {ağız} is. Meme. [DS] çiçikar, [? çiçikar] {ağız} is. Çit kapısı. [DS] çiçilemek, [çiçi-le-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-(i)-y o r] 1. Bir kimsenin yüzüne karşı övgülü sözler söylemek; övmek; iltifat etmek. 2. (Çocuk için) şımartmak. [DS] çiçili, [Güre, tsitskni] {ağız} is. Solucan. [DS] çiçim am a, [? çiçimama] {ağız} is. Yağmura tutulmuş bir kimsenin hâli. [DS]
çiçeklik, -ği [çiçek-lik] is. 1. Çiçek yetiştirilen yer. 2. Kesme çiçeklerin ıslatılarak konulduğu kap; vazo. çiçinmek, [çiçi-n-mek] {ağız} dönşl. f. [- ir ] Tiksin mek. [DS] 3. Çiçek saksılarını koymak için özel olarak yapıl mış yer. 4. Eski evlerde süs eşyası konulan raflı ve çiçük, -ğü [? çiçük / çıçuk] {ağız} is. Asıl peynir almdıktan sonra kalan sütten, başka bir peynir yap oymalı duvar. 5. {ağız} Odanın duvarında, çiçek ve mak üzere karıştırılan maya. [DS] lamba koymaya yarar raf. [DS] 6. bot. Bir çiçeğin üzerinde çanak yaprak, taç yaprak ve öteki organla -çide, [Far. çîde oJ^>-] (çi:d e) {OsT} son ek. Sonuna rın bulunduğu kısım, getirildiği Farsça isimlere “toplanm ış, d ev şirilm iş” çiçeksever, [çiçek+sev-er] sf. 1. Çiçeğe düşkün olan anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. kimse. 2. z oo l. (Böcek için) çiçekten çiçeğe dola çidem, [çiğdem > çîdem] (çi. dem ) {ağız} is. Çiğdem. şan. [DS] çiçeksime, [çiçek-si-me] is. Çiçeklenme veya çiçeğe benzer durum alma eylemi, çiçeksimek, [çiçek-si-mek] gçsz. f . [ - r ] 1. Çiçeğe benzer hâl almak. 2. (Kristalleşmiş tuzlar için) su yunu kaybederek tozlaşmak. 3. (Deri için) çiçek gibi lekeler oluşmak, çiçeksiz, [çiçek-siz] sf. (Bitkiler için) çiçeği olmayan;
çideri, [? çideri] {ağız} is. At kösteği. [DS] çidik, -ği [çid-ik] {ağız) is. Üzümleri küçük olan yaban asması. [DS] çif, [Far. cüft=> çift > çif] {ağız} is. Çift. [DS] çifçi, [çift-çi > çif-çi] {ağız} is. Çiftçi. S çifçi kuşu, {ağız} zool. E kilm iş tohu m larla beslen en küçük bir kuş. [DS]
0 1 ü n HÜCE S O M . çifdelemek, [çift-e-le-mek] {ağız} gçl. f [ - r ] [-l(i)y o r ] Çamaşırı yumrukla bastırarak yıkamak. [DS] çifek1, -ği [? çifek] {ağız} is. Kırlarda, ormanlarda ye tişen bir tür yaban üzümü. [DS] çifek2, -ği [çiçek > çifek] {ağız} is. Çiçek. [DS] çifîn1, [Ar. zivân / Far. zevân => zifın > çifm] {ağız} is. Ormanlarda ve fundalıklarda yetişen sarı renkli çiçekleri zehirli, arıların deli bal yaptığı çalı görü nümlü bitki, (R hododen dron luteum). [DS] çifin2, [? zifın] {ağız} sf. Cimri; tutumlu. [DS] çifita, [Yun. sifuti] is. Kızak üzerinde inşa edilip denize indirilmek üzere olan geminin dengede kalması için yanlara dikilen destek, çiflemek, [çif-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ -r ] [-l(i)-y o r] Tereddüt etmek; karar verememek. [DS] çifti, [? çifli] {ağız} is. Biçilmemiş çam tomruğu. [DS] çifne, [? çifne] {ağız} is. Erişte kesmekte kullanılan üç ayaklı hamur tahtası. [DS] çifni, [? çifni] {ağız} is. 1. Ağaçtan oyulmuş ekmek tepsisi. 2. Ağaçtan oyma, yuvarlak hamur teknesi. [DS] çifşeng, [çıv-şa-mak > cif-şen] {eT} sf. Ekşi; ekşimiş. [DLT] çifşiyik, -ği [? çifşiyik] {ağız} is. Dolu (yağış biçimi). [DS] çift, [Far. cüft => çift o i ^ ] sf. 1. İki ve ikinin katları kadar olan. 2. Aynı cinsten olup da ikisi bir arada kullanılan. 3. Benzer iki öğeden meydana gelmiş. 4. İki defa tekrarlanan. 5. is. Birbiri ile evli kadın ve erkekten meydana gelen birlik. 6. Birbiri ile evli kadın ve erkekten her biri. {eAT} {OsT} (aynı) 7. Toprağı işlemek için beraber koşulan iki öküz veya at. 8. Tarla sürme, tarımla uğraşma işi. 9. Saatçi ve kuyumcuların ince işlerde kullandıkları bir tür cımbız. 10. Pokerde aynı değerde iki kâğıt. 11. {ağız} Saatçilik ve matbaacılıkta kullanılan kıskaç; pens. [DS] S çift akçası, {eAT} tar. E skiden alınan b ir tür tarım v erg isi.||çift atış, spor. Ç ıkış h a kem i nin, çıkışın hatalı olduğunu k oşu cu la ra bild irm ek için yap tığ ı ikinci atış. || çift ayak, {ağız} fo lk . B ir U rfa oyunu. [DS]|| çift ayaklılar, z ool. K a ra n lık ve ıs la k zem in leri seven , du yargaları sekiz eklem den oluşan, vücut halkaların ın h er birin d e ik işer çift a y a ğ ı bulunan ç o k ayaklılar.\\ çift ayna, A raların d a küçü k b ir a ç ı bulunan v e girişim o lay ı m eydan a getiren d ü zen ek.||çift başlı, dnz. B aşı ve kıçı b irb i rin e benzeyen gemi.\\ çift boynuzlu, İk i boynuzu bulunan. || çift boyutlu, İk i boyutlu. || çift bozan resm i, tar. im p a ra torlu k d ön em in de tarım la uğra şa n köylülerin ş e h r e g ö çlerin i ö n lem ek için çiftçi likten vazg eçen lerd en veya tarlasın ı b o ş b ıra k an lard an alın an vergi. || çift büküm, tekst. T ekstilci likte d ü zen eğ e iletilen tek d ev ire karşılık, iplikte iki d ev irlik büküm m eydan a g etiren bü km e sistem i. || çift cam , R en kli ve renksiz cam katm an ların ın üst
986
üste kon ulm ası ile e ld e ed ilen cam türü. ||çift camlı pencere, Isı yalıtım ı sa ğ la m a k a m a cıy la a ra d a b o şlu k b ıra k ılm a k su retiyle üst üste iki cam takıl m ış p en c er e. ||çift cinsellik, p sik o l. B ireyin taşıdığı d işilik v e er k e k lik duygularının b ir a r a d a bulunm a sı.|| çift cinsiyet, biy. H ayvan ve bitkilerd e dişi ve e r k e k organ ların ın b ir a r a d a buhınması.\\ çift cin siyetti, biy. H em d işi hem d e e r k e k ü rem e o rg a n la rını bulunduran bitki ve hayvan.\\ çift cinsli, biy. H em e r k e k hem d e d işi ö zelliğ i gösteren . || çift çu buk, T arım la ilgili h e r türlü a r a ç gereç.\\ çift çu buk sahibi, T arım la u ğ r a ş a b ilec e k k a d a r m alı ve a r a c ı o la n k işi; varlıklı, zengin. || çift dalm a, spor. S erb est g ü reşte rakib in b a ca k la rın ı k ap m a k üzere y a p ıla n hamle.\\ çift değer, K işid e aynı a n d a iki zıt duygunun bir a r a d a bulunm ası.|| çift değerlilik, R ek lâm cılık ta m üşterinin ürünü a lm a veya alm am a a ra sın d a b o c a la m a s ı durumu.\\ çift desimetre, Ü zerinde y irm işer c m ’lik b ö lm e le r bulunan ölçü cetveli. ||çift dikiş, 1. Aynı y e r i iki d e fa dikm e işi. 2. S ın ıf tek ra r etm ek su retiyle h er sınıfı ikişer y ıld a b ir g eçm e. 3. Çift d ikişle dikilm iş ciltli k ita p la ra verilen ad. || çift dilli, A iled e b a ş k a iş hayatın da b a ş k a b ir d ili ku llan m ak zoru n da olan kişi. || çift dip, dnz. B ir gem inin dış b o r d a k ap lam a sı ile iç b o r d a k ap lam a sı a ra sın d a kalan bölüm.\\ çift di rekli, dnz. İki d irek li y elk en li gem i. || çift dirsek, B oru ları üç yüz altm ış d e r e c e döndürm eye y aray an dirsek.\\ çift dişliler, K em iriciler takımının üst ç e n ed ek i b ir çift kem irm eye y a r a r k esic i dişin a ra sın d a b ir çift d e kü çü k dişi bulunan a lt takımı, (Duplicidentata).\\ çift dokulu, tıp. İk i doku dan m eydan a g elm iş ur. || çift dudaklı, bot. B itkilerd e iki du dağı o la n taç veya çan ak. || çift dudaksı, dbl. D u dakların b irb irin e y a p ışm a veya ayrılm ası ile m eydan a g elen ünsüzler.\\ çift düzeyleyici, bilş. Telsiz a lıcı v erici sistem in de birbirin i etkilem eden aynı anten i k u llan abilm e özelliği. || çift düzeyli, bilş. R adyo ve televizyonculukta iki ayrı işaretin aynı kan ald an ve aynı yön de, aynı a n d a iletim im sa ğ la y a n sistem . || çift eksenlilik, müz. B ir m üzik eserin d e fa r k lı iki tonalitenin eş zam an lı o la r a k ku llan ılm ası; bitonalite.\\ çifte gitmek, T arlaya çift sü rm ek için gitmek.\\ çift elek, K â ğ ıt fa b r ik a la r ın d a kullanılan ikiz elek.\\ çift eşeyli, biy. H em d işi hem d e e r k e k org an ı bulunan.\\ çift halkalı, Ç o k h a şa rı a tla rd a kullanılan, h a lk ala rd a n birin e başlık, d iğ e rin e d e dizginin ba ğ lan d ığ ı b ir tür gem . || çift harf, dbl. B azı d iller d e b ir tek s e s i g ö sterm ek için ku lla nılan iki harf. || çifte koşmak, H ayvanları sa b a n veya p u llu ğ a koşm ak. || çift görm e, tıp. C isim leri çift g ö steren b ir tür g ö rm e bozukluğu; diploi. || çift görm ek, S a rh o ş olm ak. || çift halkası, {ağız} B o yunduruğu o k a b a ğ la m a y a y a ra y an a ğ a ç halka. [DS]|| çifti bozmak, Ç iftçilik y ap m aktan v azgeç m ek; çifti çubuğu dağıtmak.\\ çift işitme, biy. H er
Ö I İ 1 H I I I Î B 1 .9 8 7
CİF
iki kulağın d a aynı a n d a s e s i a lg ılam ası durumu. f| dirilm eyen s e rb est vuruş; en direkt vuruş.]] çift yan çift kanallam a, bilş. R adyo- telsiz iletim inde çift lı, dbl. H av a akım ının dilin iki y an ın d a akm ası ile kan allı iletim e im kân veren işlem . || çift kanalçıkan ünlü: (ı). || çift yazım, hat. E l y a zm aların d a bir sesin, kelim enin veya p a ra g ra fın iki d efa y a z ıl layıcı, /iz. B ir anteni hem a lıcı hem d e v erici o la r a k mış olm ası. || çift yıldız, g ö k b. B irbirinin çekim ku llan abilen sistem . ||çift kanallı, bilş. İk i ayrı n o k ala n ı etkisi altında k a la r a k oluşturdukları o rta k ta a ra sın d a iki yönlii ça lışa n b a ğ lan tı; iletim y a d a kütle m erkezi altında dolan an yakın iki yıldız. || çift iletişim . ||çift kanatlılar, zool. B ö c e k le r takım ından yönlü, /;'z. İletişim de aynı a n d a iki y ön lü h a b e r le ş a rk a kan atları körelm iş, bir çift kan ad ı bulunan ev m eyi sağ lay an sistem . || çift yum urta ikizi, biy. sineği, karasin ek, s o k a r sin ek g ib i soku cu ve em ici F a rk lı iki yum urtanın d öllen m esi ile d o ğ a n ikizler. || o rg a n ları bulunan sin ekler. || çift kapı, Üst üste çift yüzlü kumaş, tekst. İk i çözgü, b ir atkı veya bir kap an an v e ısı yalıtım lı iki ayrı kan attan m eydan a çözgü, iki atkı sistem i ile h e r iki yüzünde d e ayrı g elm iş kapı.\\ çift kat, tekst. Yakın ren k lere bo y a n arm iir olu ştu racak biçim d e dokunm uş kumaş. || çift m ış iki katın ipliklerini b irb iri ile k esiştirerek üçün zam anı, Tarlayı ek im e hazırlam a, çift sü rm e z a cü b ir ren k veya a r a ton e ld e etm eye dayan an bir manı. doku m a türü. || çift katlı, İki kattan m eydan a g e l m iş,|| çift kayışı, {ağız} B oyunduruk ile o k a b a ğ la çiftçi, [çift-çi] is. 1. Toprağı işleyip ekerek geçimini nan halkan ın kayışı. [DS]|| çift kırıcı, fız . Ç ift kırm a sağlayan kimse; tarımla uğraşan. 2. {ağız} Çiftçi ö zelliğ i olan.\\ çift kırıcılık, fız . A nizotrop o rtam la kuşu. [DS] 3. {ağız} Çırak; işçi.[DS] 3 çiftçi kuşu, rın içlerin den g eç e n ışınları ikiye ayırm a özelliği. || {ağız} E kilm iş tohu m larla beslen en kü çü k bir kuş. [DS] çift ldriş, müz. İk i ayrı telde aynı a n d a se s ç ık a r m aya y ö n elik telli sa z ça lm a tekniği.\\ çift kişilik, çiftçilik, -ği [çift-çi-lik] is. Toprağı işleyip ekerek, İk i kişiye y e te c e k büyüklükte veya m iktarda olan. || geçimini elde ettiği toprak mahsullerinden sağlama çift koşmak, H ayvanları s a b a n a veya pulluğu işi. koşmak.\\ çift kutup, fız . Artı ve ek si kutuplarının çifte, [Far. cüfte => çifte 4^ ] sf. 1. İki adet olarak aynı p a r ç a üzerinde bulunması.\\ çift kutuplu, fız. bulunan; ikili. 2. (Sandal için) iki kürekli. 3. is. İki kutbu olan cisim. j| çift kuvars, fız . C isim lerin (Hayvanlar için) iki arka ayakla savrulan tekme. 4. döndürm e hızını ö lçm ek te kullanılan, biri s a ğ bir İki namlusu bulunan tüfek. 5. müz. Çift ağızlı bir s o l y an y a n a iki kuvarstan olu şan op tik sistem ]] çift tür zuma, {ağız} (aynı) [DS] 6. {OsT} Atın boğazı küme, g ö k b. B irb irin e ç o k y akın iki yıldız küm esi. || üzerindeki tüyden iki daire. 7. {ağızj Çatının altın çift metalli, İki m etalin birleştirilm esi ile oluşan. || daki ağaç döşeme. [DS] 8. {ağız} Süt makinesinde çift motorlu, İki m otorla donatılm ış o la n .|| çift ayrılan yağın konulduğu ağaç kap. [DS] S çifte namlulu, İk i nam lusu olan silâ h .|| çift nokta, N ok aharlı ebru, Ü zerine ö n ce nişasta, d a h a so n r a da ta İkilisi.|| çift parm aklılar, zool. M em eli hayvan yum urta a kıy la a h a r sürülm üş ebru.]] çifte asa, lardan koyun, sığ ır g ib i çift p a rm a ğ ı bulunan ta {ağız} -*■ çifte hasse. [DS]|| çifte dikiş, S ın ıf tekrar kım .|| çift pencere, Isı yalıtım ını sa ğ la m a k üzere etm e]] çifte ham am , B ir tarafı kadın lar, d iğ er ta a ra la rın d a b o şlu k bırakılm ış durum da üst üste ta ra fı d a er k e k le r için olan h a m a m la ra verilen ad.\\ kılm ış iki katlı p en cer e. ||çift resm i, tar. İm p a ra to r çifte hasse, {ağız} P atiska. [DS]|| çifte kardeş, tar. luk d ön em in de en az b ir çift öküzün sü re b ile ceğ i B irb iri ile d ost iki tulum bacı sandığının biri ön de k a d a r tarlay a sa h ip olan d an alın an vergi.|| çift robiri a r k a d a o lm a k ü zere d o stça yangın y erin e g i torlu, İk i ro to rla tutunan h a v a taşıtı. || çift salto, dişlerin i an latan terim. || çifte kavrulmuş, 1. U fak spor. G ü reşte rakibin iki kolunu birden y a k a la y ıp u fa k kesilm iş sert lokum. 2. (L eblebi, nohut için) iki yarım ken disi köprü ye g e le r e k om uzdan çevirip d e fa kavrulm uş olan. 3. argo. Olgun ve tecrü beli; atm a oyunu.|| çift sarm a, spor. G üreşte rakibin h içb ir şeyden etkilenm eyen. 4. Ç o k çile, a cı çekm iş belin e oturup iki a y a k la y a p ıla n sa rm a oyunu. ||çift olan. 5. Aynı sınıfı ikinci d e fa okuyan öğren ci. || sayı, mat. İk i ve ikinin katları o la n ve ikiye böliin eçifte kenar, {ağız} B ey az b a ş örtüsü. [DS]|| çifte bilen tam sa y ıla rd a n h er biri. || çift sıralı, ik i sıra kum rular, B irbirin i ç o k seven ve birbirin den hiç h âlin de dizilm iş bulunan]] çift sürm e, T oprağ ı e k i ayrılm ayın iki kişi. ||çifte kuş, K uş filig ra n lı b ir tür leb ilir h â le g etirm e; işlem e]] çift ucun tutm ak, V enedik ürünü k â ğ ıd a verilen ad. || çifte n ağra, {eAT} Ç iftçilik yapm ak]] çift üçlü, bot. Y aprak s a p müz. B irbirin e bağ lı iki küçük d ü m b elek şeklin d eki çığı ö n ce üç sa p çığ a, d a h a so n ra h e r s a p ç ık d a ça lg ı; kudüm . \\ çifte sandıklı, T ahta p e r d e veya ucundan ü çe a y rıla ra k ucunda b irer y a p r a k ç ık bu b a ğ d a d i y a p ıla rd a kullanılan ince çam tahtası]] lunan b irle şik y a p ra k biçim i. || çift ünlü, dbl. Art çifte vav, dbl. A rap a lfa b es in d ek i vav harfinin biti a rd a iki ünlü]] çift ünsüz, dbl. Yan y a n a iki eş ün şik o la r a k ve sa ğ lı sollu iki d e fa yazılm ışı. süz]] çift vuruş, spor. F u tb o ld a kasıtsız o la r a k y a çiftelek, -ği [çift-elek] {ağız} is. Zıpzıpları hedefe pılm ış ku ral dışı h a rek etler e cez a o la r a k verilen, atmak şeklinde oynanan çocuk oyunu. [DS] f a k a t doğru dan k a ley e g ir e r s e g o l o la r a k d eğ erlen
BMKESEUl.«'
ÇİF çifteleme, [çifte-le-me] is. Çifte atma veya çift hâle getirmek işi.
çiftleştiriş, [çift-le-ş-tir-iş] is. Çiftleştirme eylemi ve biçimi.
çiftelemek, [çifte-le-mek] gçsz. [-r] [-l(i)-yor] 1. (Hayvanlar için) arka ayakları ile tekme atmak. 2. Bir şeyi çift hâle getirmek. 3. dnz. Fırtınalı hava larda iki demir atmak,
çiftleştirme, [çift-le-ş-tir-me] is. Çiftleştirmek eyle mi. çiftleştirmek, [çift-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [-ir] 1. İkili duruma getirmek; dengini, eşini bulmak, yanma koymak; ikileştirmek. 2. Erkek ve dişi hayvanı çift leşmek üzere bir araya getirmek; çiftleşmesini sağ lamak.
çiftelenme, [çifte-le-n-me] is. Çifte yemek işi. çiftelenmek, [çifte-le-n-mek] gçl. f i [-ir] Hayvanlar tarafından tepilmek; tepme yemek, çifteleşme, [çifte-le-ş-me] is. (Hayvanlar için) karşı lıklı çifte atma; tepişme, çifteleşmek, [çifte-le-ş-mek] işteş, fi. [-ir] (Hayvanlar için) karşılıklı çifte atmak; tepişmek, çifteli, [çifte-li] sf. 1. Çift namlulu silahı bulunan. 2. Çifte atmayı huy edinmiş (hayvan). 3. Herkese sa taşan. 4. {ağız} Uğursuz. [DS] çiftelik, -ği [çifte-lik] {ağız} is. Bilye oyunu. [DS] çifter, [çift-er] sf. “Çift” sayı sıfatının üleştirme bi çimi. S çifter çifter, H er birine ikişer düşecek bi
çimde; ikişer ikişer. çifterli, [çift-er-li] sf. Her birine ikişer tane düşecek biçimde; ikişerli, çiftetelli, [çifte+tel-li] is. folk. 1. Göğüs, göbek ve kalça titreterek, gerdan kırarak oynanan bir oyun. 2. Bu oyunun müziği, çifthane, [Far. cüft-hâne <üLk^>-] (çiftha:ne) is. Fuhuş yuvası. çiftleme, [çift-le-me] is. 1. Çift hâle getirme; ikileme. 2. Avcıların arka arkaya attığı iki atışta ayrı iki avı vurması. çiftlemek, [çift-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. Bir şeyi ikiye çıkarmak; ikilemek. 2. Tek olan bir şeyi eşi ile birlikte bir araya getirmek; eşlemek; çift yapmak. çiftlendirmek, [çift-le-n-dir-mek ıİUj-u! c*i>-] {eAT}
{OsT} gçl. f. [~ür] 1. İki nesneyi birbirine eş yap mak. 2. Kadın ve erkek iki kişiyi birbirine eş yap mak; evlendirmek, çiftlendürmek, [çift-le-n-dür-mek
oi>-] {e-
AT} gçl. f i [-iir] - * çiftlendirmek, çiftlenme, [çift-le-n-me] is. Çift hâle getirilmek işi. çiftlenmek1, [çift-le-n-mek ^UJcüis-] d ö n şl.f. [~ür] 1.
{eAT} Karşı cinsten birini eş olarak almak; evlen mek. 2. Çift duruma gelmek. çiftlenmek2, [çift-le-n-mek] edil fi [-ir] Çift duruma getirilmek; ikilenmek, çiftleşme, [çift-le-ş-me] is. 1. Çift duruma gelmek işi. 2. Hayvanlarda üreme amacıyla birleşmek işi. çiftleşmek, [çift-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] 1. Çift duruma gelmek; ikileşmek. 2. işteş, f i (Hayvanlar için) üreme başlangıcı olarak birleşmek. 3. argo. (İnsanlar için) cinsel ilişkiye girmek.
çiftletmek, [çift-le-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] folk. Çı banların iyileşmesi için iki eli yumruk yapıp birbi rine vurarak okumak. [DS] çiftlik, -ği [çift-lik] is. 1. Çift hâle gelme durumu. 2. Çift olma durumu. 3. Tarım yapılan, hayvan yetiş tirilen ve çalışanların oturması için barınak, iş yer leri bulunan büyük işletme. 4. mecaz. Emek ve para harcamadan geçim sağlanılan yer veya iş. S çiftlik kâhyası, B ir çiftliği sahibi adına yöneten kişi. || çiftlik kebabı, mutfi İnce doğranmış kuzu etinin
sebze ve baharat ile tencerede kavrulması ile p işi rilen bir tür kebap. çiftteker, [çift+teker] is. Bisiklet, çifttekerci, [çift+teker-ci] is. Bisikletçi, çifttekercilik, -ği [çift+teker-ci-lik] is. Bisikletçilik, -çig, [-çığ / -çig] {eT} yap. e. - * -çıg. çig1, [çag / çağ / çah / çak / çig / çıh / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] çig-ir çigir, çig-ri-ş-mek çig2, [çî / çığ / çig] {eT} is. 1. Nemlilik; ıslaklık. 2. sf. Nemli; yaş; ıslak. çig3, [? çig] is. Balık sürüleri arasına daldırıldıktan sonra hızla çekilmek suretiyle balık yakalamaya yarar çok iğneli bir tür olta; çarpma. çig4, [çig / çik] {ağız} is. Aşık kemiğinin çukur tarafı. [DS] çig5, [çiğ] {ağız} is. Yağ çıkarmak için biriktirilmiş çiğ süt. [DS] çig6, [çığ > çig] { ağız} is. Kamıştan örülmüş sergi. [DS] Çigan, [Mac. czigany / eT. çığan (yoksul)] is. Bo hemya’dan çıktığı söylenen göçebe kavim; Çinge ne. S Çigan müziği, Macaristan veya Bohemya
Çingenelerine özgü, keman ve keman topluluğunun ağır bastığı kıvrak ve duygu yüklü müzik. çiğdem, [çig-mek (bağlamak) > çig(i)d-em] {eT} is. - * çigidem. çige, [çig-e] {ağız} is. Ceviz ve badem içi. [DS] çigelek, [çiğe-lek] {ağız} is. Çilek. [DS] çigen, [çig-en / çig-gen] {eT} sf. Yular. [KB] çigetey, [Moğ. çiketü / çiketei] is. Güzel görünümlü bir yaban eşeği, çigi, [çig-mek (düğümlemek) > çig-i / yig-i] {eT} sf. Sık; birbirine girmiş.
Ç İĞ
çigidem, [çig-mek (düğümlemek) > çig-(i)d-em] {eT} is. bot. Çiğdem, (Crocus sativus). [EUTS]
çigil, [çig-mek > çig-in > çiğil JS^-] {OsTj is. Omuz, çigilmek, [çig-il-mek / çik-il mek] {eT} edil. f. 1. (Düğüm için) sıkıştırılmak. 2. (İp için) düğümlen mek. [DLT]
çiğin, [çig-mek > çig-in / çik-in / çiy-in
{eT} is.
Düğüm. 2. {eAT} Omuz, çiginmek, [çig-mek > çig-in-mek] {eT} dönşl. f . f-ü rj Kendi kendine dürüp bağlamak, çigir, [çig (yans.) > çig-ir] is. Tahta, taş, kum, cam, metal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan yansımalı gövde. S çigir çigir, Ekmek içinde taş kırıntıları olduğu zaman çiğneme sıra sında dişlerin çıkardığı ses. [DLT] çigirtmek, [çig-ir-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Nefret et mek. [DS] çiğit, [çig-mek / çığ-mak > çığ-ıt > çig-it] is. 1. {eT} Pamuk çekirdeği. [DLT] 2. {ağız} Çekirdek. [DS] çiglişmek, [çig-mek > çig-(i)l-iş-mek] {eT} dönşl. f i [-ü r] (Düğüm vb. için) sıkışmak, çigma, [çig-ma ?] {eT} is. Bir hastalık. [EUTS] çigmek, [çığ-mak / çig-mek / çek-mek] {eT} gçl. f i [e r] Dürerek bağlamak; bohçalamak.[DLT] çiğne, [çig-ne / çik-ne] (çiğne:) {eT} is. 1. Mala. 2. Sürülmüş tarladaki kesekleri ezmekte kullanılan araç; sürgü. [DLT] çiğnemek, [çig-ne-mek / çik-ne-mek] {eT} gçl. fi [-r ] 1. Mala ile sıva yapmak. 2. Tarlayı sürgü ile dü zeltmek. 3. Kumaş üzerine nakış yapmak, çigremek, [çig (yans.) > çig-re-mek / çik-re-mek] {eT} gçsz. fi. [-r ] (Yemek veya ekmekte bulunan küçük taş için) ağızda cıyırdamak, çigreymek, [çig-re-y-mek] {eT} gçsz. fi. [-ü r] Uyuyamamak; uyku kaçmak; uykusuzluğa müptela ol mak. [Nevâyî] çigşi, [Çin. tz’ü shih] {eT} is. Eski Türklerde kağanın yakınlarına verilen bir yargıçlık unvanı, çigtttrmek, [çig-tür-mek] {eT} gçl. fi [-ür] (Düğüm vb. için) sıkıştırtmak. çiğ1, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)\ is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çiğ-il çiğil, çiğ-i-le-mek 1.
çiğ2, [eT. yıg (pişmemiş) > yiğ > çig > çiğ ^W ] sfi 1. Pişmemiş. 2. Az pişmiş. 3. (Söz veya davranış) görgü kurallarına aykırı; yersiz ve yakışıksız; kaba. 4. Yaşının ve makamının gerektirdiği davranışları gösteremeyen; olgun olmayan. 5. (Renk ve ışık için) gözü rahatsız edecek biçimde olan; zevke uymayan. 6. İşlenmemiş, ham. {eAT} (aynı) [YE] 7. tasvf. Tarikata girip de henüz olgunlaşma yolunda ilerleme kaydetmemiş olan. 8. {eAT} Talimsiz; id
mansız. 9. is. {ağız} Yağ çıkarmak için biriktirilmiş çiğ süt. [DS] 10. {ağız} Çiğ sütün kaplarda pıhtılaştırılması ile elde edilen kaymak. [DS] 11. {ağız} Çö kelek yapılmak için ekşimeye bırakılmış süt. [DS] 12. {ağız} Çift sürerken pulluk veya saban değme den kalmış yer. [DS] S (birini) çiğ çiğ yemek, (O kimseye karşı) büyük bir kin ve öfke duymak; p a r çalayacak kadar kızgınlık duymak. | | çiğ börek, mutfi Çiğ kıymaya soğan ve baharat katarak taze açılmış yufka içine koyup katladıktan sonra yağda kızartmak suretiyle yapılan börek; p u f böreği. | | çiğden vermek, as. Askere yem ek vermeyerek be delini ödemek.\\ çiğ dökmek, {ağız} Sütün yağını makine kullanmaksızın almak ve geri kalanını da lor peyniri yapmak. [DS] | | çiğ iplik, Bükülmemiş iplik.\\ çiğ kaçmak, (Söz ve davranış için) yersiz kaçmak; kaba düşmek.\\ çiğ kaymağı, {ağız} Çiğ sütün kaymağı. [DS]|| çiğ kaymah, {ağız} -*■ çiy kaymağı. [DS]|| çiğ köfte, mutf. Dövülmüş et üzeri ne bulgur ve baharat koyarak karıştırmak suretiyle yapılan köfte. | |çiğ renkçi, res. Çiğ renkleri kulla narak resim yapan sanatçı. || çiğ renkçilik, res. Yirminci yüzyıl başlarında izlenimcilerin yerini alan ve doğal renk yerine s a f renkleri kullanarak resim yapma geleneğini geliştiren ekol. ||çiğ suyu, {ağız} 1. Kaymak, yağ yapıldıktan sonra kalan su. 2. Çökelek suyu. [DS]|| çiğ süt, {ağız} Yağı alınma mış ve kaynatılmamış süt. [DS]|| çiğ tel, {ağız} Bü külmemiş pamuk ipliği. [DS]|| çiğ toprak, Uzun zamandır işlenmemiş, g ü ç sürülür tarla. || çiğ yağ, {ağız} Olmamış zeytinden çıkarılan yağ; koruk ya ğı. [DS]|| çiğ yoğurt, {ağız} Yağı alınmamış sütten yapılan yoğurt. [DS]
çiğ3, [çığ > çiğ] {ağız} is. bot. Köylerde süt süzmeye yarayan, bir iki metre kadar boyda, dikenli yaprak lı, tepesinde haşhaş kapsülü gibi dikenli bir kozala ğı bulunan iki yıllık bir otsu bitki; fesçi tarağı, (Dipsocus laciniatus). [DS]
çiğ4, [çığ > çiğ] {ağız} is. 1. Oğlak ağılı. 2. Kamıştan örülmüş sergi. [DS] Çiğ5» [Çiy > Çiğ] {ağız} is. çiy. & çiğ (çiy) bulutu, {ağız} Sisli havadaki bulut. [DS]|| çiğ (çiy) duman, {ağız} Sis. [DS] çiğböreği, [çiğ+böre(k)-i] {ağız} is. Puf böreği. [DS] çiğce, [çiğ-ce] {ağız} is. Çökelek yapmak için ekşi meye bırakılan süt. [DS] çiğde, [eT. çig-mek > çiğ-de] is. bot. 1. Ayrı çanak yapraklı iki çeneklilerden büyük bir ağaç; hünnap; çubakan (Uyg.), (Zizyphus). 2. Bu ağacın kırmızı kabuklu, sert çekirdekli, zeytin iriliğinde, güzün olgunlaşan meyvesi, çiğdem, [eT. çig-mek (düğümlemek) > çig-id-em > çiğdem] is. 1. bot. Zambakgillerden, yaprağının dibi kınlı, ilkbaharda pembe, beyaz, mor, bazen sarı çiçekler açan, fındık iriliğinde, yenebilen, so ğanlı otsu bitki, (Colchicum). 2. {ağız} Çerez olarak
ÜMIÜRfE SOZbOtS. «o
ÇİĞ yenilen ayçiçeği tohumlan. [DS] fi3 çiğdem pilavı, fo lk . B ah a rın g elişin i ku tlam ak a m a cıy la ç o c u k la rın çiğdem çiç ek le ri h ed iy e e d e r e k k arşılığ ın d a ev lerd en top lad ıkları bulgur, y a ğ ile için e çiğdem yum rularını k oy m ak su retiyle y a p tık la rı p ila v ve eğ len ce.
çiğe1, [çiğ-e] {ağız} is. 1. Ceviz ve badem gibi kabuk lu yemişlerin içi. 2. Karpuzun içi bıçakla bölündük ten sonra, her karpuz lokması. [DS]
çiğe2, [çiğ-e] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çiğel1, [çiğ-el] {ağız} is. Su birikintisi. [DS] çiğel2, [Far. çevgân => çevgel > çiğel] {ağız} is. Üvendirenin alt ucundaki yassı demir. [DS]
çiğelek1, -ği [çiğ-e-le-k] {ağız} is. Çilek. [DS] çiğelek2, -ği [çiğ-ele-k] {ağız} is. Korkmuş kimselere içirilen nişasta ve şeker karışımı şurup. [DS]
çiğelem1, [çiğ-el-mek > çiğel-em] {ağız} sf. Taze; genç. [DS] çiğelem2, [çiğe-le-m] {ağız} is. Çilek. [DS]
çiğelemek, [çiğe-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] (Mısır vb. için) taneleri elle ovarak ayırmak. [DS]
çiğelmek, [çiğ-el-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] (Koşum hayvanı için) uzun süre ahırda kalmaktan dolayı acemileşmek. [DS]
çiğenek1, -ği [çiğ-enek] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çiğenek2, -ği [çiğ-enek] {ağız} is. Suda ezilmiş hamur veya yoğurdun ezilmeden top olarak kalmış parça lan. [DS]
çiğer, [ciğer] {ağız} is. Ciğer. S çiğere batmak, Sa ğız} P işm an o lm a k; vicdan a za b ı çekm ek. [DS]
çiğermek1, [çiğ-er-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] Acımak. [DS]
çiğermek2, [çl (nem) > çı-gar-mak > çiğer-mek] Sa ğız j g ç s z .f. [-ir ] Nemlenmek. [DS]
çiği, [çiğ > çiğ-i] {ağız} is. Pişmemiş; çiğ. [DS] çiğid, [çiğ-it > çiğid] {ağız} is. Çekirdek. [DS] çiğik, -ği [? çiğik] {ağız} is. Kirpik. [DS] Çiğil1, [Çİğil] {eAT} is. ■* çiğin. çiğil2, [çiğ / çığ / cığ (yans.) > çiğ-il / çiğ-ir] is. 1. Suyun kaynama, akma sırasında çıkardığı sesleri anlatan yansımalı gövde. 2. Taş, kum ve piş'memiş yiyeceklerin dişlerde çıkardığı sesi anlatan yansı malı gövde. 3. {ağız} Çakıl taşı. [DS] fi1 çiğil çiğil, Suyun a ka rk en çıka rd ığ ı y a v a ş ve tatlı s e s ; cığ ıl cığıl.
çiğil3, [çile > çiğ-il] {ağız} is. Koyun aşığı. [DS] çiğil, [çiğ-il / siğil] {ağız} is. Elde görülen siğil. [DS] çiğilemek, [çiğ-i-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] (Yağmur için) ince ince yağmak; çiselemek. [DS]
çiğilli, [çiğ-il-li] {ağız} sf. (Toprak için) taşlı. [DS] çiğin, [eT. çiğin j&>-] is. 1. {eAT} {OsT} {ağız} Omuz; omuz başı. [DS] 2. {ağız} Hayvanların boynundaki
etli kısım. [DS] S çiğnine götürmek, Omzuna götürm ek.
{eAT} {OsT}
çiğinbaş, [çiğin+baş] {ağız} is. Omuz başı. [DS] çiğindirik1, -ği [çiğin-dirik] is. İki ucuna asılan su kovası veya yoğurt tepsisini taşımak için omuza alınarak kullanılan kalın sopa; omuzluk. çiğindirik2, -ği [çiğ-in-dirik] {ağız} is. 1. Bulamacın içindeki top top olmuş nişasta parçacıkları. 2. Ocakta kül biriktirilen yer. 3. Zayıf hayvanın eti.
[DS] çiğindirik3, -ği [çiğ-in-dirik] {ağız} is. Taze yaprak ve filiz. [DS] çiğindirme, [çiğin-dir-me] {ağız} is. Omuzda taşına rak getirilen uzun odun. [DS] çiğindürük, -ğü [çiğindir-ük] {ağız} is. Taze yaprak ve filiz. [DS] çiğinlik, -ği [çiğin-lik] {ağız} is. Su taşıyanların omuzlarına koydukları sopa; çiğindirik; omuzluk.
[DS] çiğinnik, -ği [çiğin-lik > çiğinnik] {ağız} is. Ocak üzerindeki raf. [DS] çiğir1, [eT. çig (nem)
>
çig-ir >çiğ-ir
jS^-] {eAT}
is.
Kir.
çiğir2, [çığ-ır > çiğ-ir] {ağız} is. 1. Karda kürekle açılan yol. 2. Taşlık der yol; patika. [DS] çiğirdek, -ği [çiğ (yans.) > çiğ-ir-dek] {ağız} is. 1. Olmamış kavun. 2. Çiçek tomurcuğu. [DS] çiğirdek, -ği [çiğ-ir-dek] {ağız} is. Ayran yapıldıktan sonra kabın dibinde kalan yoğurt topçukları. [DS] S çiğirdek helvası, {ağızj H a ş h a ş ve p ek m ez k a r ı şım ı tatlı. [DS] çiğirden, [ceg-ir-gen / çiğ-ir-t-en] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] çiğirdik1, -ği [çiğ-ir-d-ik ib ^ - ]
{OsT}
is. 1. Ağacın
körpe ince dalları; taze filiz ve yaprak, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Çiçek tomurcuğu. [DS] 3. {ağız} Ökse otu. [DS] çiğirdik2, -ği [çiğ-ir-d-ik] {ağız} is. 1. Sabun gibi kul lanıldıkça küçülen şeylerin en küçük parçası. [DS] 2. {ağız} Takkenin kenarlarına yapılan işleme. [DS] çiğirdik3, -ği [çiğ-ir-d-ik] {ağız} is. Pembe renk. [DS] çiğirdik4, -ği [ciyir-d-ek > çiğ-ir-d-ik] {ağız} is. Haşhaş ve pekmez karışımı tatlı. [DS] çiğirdim, [çiğ-ir-d-im] {ağız} is. Tiliz ve taze yaprak.
[DS] çiğirmek, [çiğ-ir-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Nefret et mek. [DS] çiğirt1, [çiğit > çiğirt] is. Çekirdek. çiğirt2, [çığ-ır-t > çiğirt] {ağız} is. Taşlı ve dar yol; patika. [DS] çiğirtmek, [çiğ-ir-t-mek] {ağız} gçsz. f . [ -ir ] Nefret etmek. [DS] çiğiştemek, [çiğ (yans.) > çiğ-iş-te-mek] {ağız} gçsz. f M [-d (i)-y o r] Korkuyla ürpermek. [DS]
OlÜMIMf S02ÜI.991
ÇİĞ
çiğiştirmek, [çiğ (yans.) > çiğ-iş-tir-mek] {ağız} gçsz. f [~r] [ - rO)-y°rJ Korkuyla ürpermek. [DS] çiğit, -di [eT çiğit] is. 1. {ağız} Çekirdek. [DS] 2. Pa muk liflerinin bağlı olduğu tohum; pamuk çekirde ği. 3. Hamile kadınların yüzleriyle kol ve bacakla rında oluşan leke ya da sivilceler. 4. Çok küçük, değersiz şey. 5. {ağız} Kuru fasulye. [DS] 6. {ağız} Sabun gibi kullanılan nesnelerin küçülmüş parçala rı. [DS] çiğitli, [çiğit-li] sf. Çiğit bulunan; çekirdekli, çiğiz, [çiğin > çiğiz] {ağız} is. Omuz başı. [DS] çiğle, [çiğ-le] {ağızj is. Taşlı toprak. [DS] çiğlem, [çiğ-le-m] {ağız} is. Çiğ sütün kaymağı. [DS] çiğleme1, [çiğ-le-me] {ağız} is. 1. Yağsız sütten yapı lan peynir ve çökelek. 2. Pişirilmeden büyük ka zanlarda biriktirilerek yağı alman süt. 3. Çiğ sütten alınan yağ. 4. Yeni yavrulayan ineğin ilk sütünden yapılan yoğurt. 5. Çiy sütün kaymağı. [DS] çiğleme3, [çiğ-le-me] {ağız} is. İşlenmemiş tarlayı sürme. [DS] çiğleme2, [çiğ-le-me] {ağız} is. Hafif ve ince yağan yağmur; çisenti. [DS] çiğleme4, [çiğ-le-me] {ağız} is. Pişmemiş yiyecekler. [DS] çiğleme5, [çiğ-le-me] {ağız} is. İki yaşındaki dişi keçi. [DS]
çiğnem, [çiğ-ne-m ,*&»■] {ağız} is. 1. Lokma. {OsT}
çiğlemek1, [çig-le-mek
çiğnenme, [çiğne-n-me] is. Çiğnenmek eylemi,
{OsT} gçl. f i [ - r ] [-
(aym) 2. Bir kerede ısırılıp çiğnenebilecek büyük lükte yiyecek. {OsT} (aynı) 3. Sakız. 4. sf. Bu mik tarda olan. [DS] çiğneme, [çiğ-ne-me] is. 1. Ayakla üzerine basma eylemi. 2. Yiyeceği sindirime hazırlamak için ağızda dişlerle ezme, parçalama eylemi, çiğnemek, [çeyne-mek / çigne-mek / eT. çikne-mek ?] gçl. f i [-r ] [-n (i)-y or] 1. Ağza alınan bir yiyeceği sindirime hazırlamak için dişlerle ezmek; öğütmek. 2. Ayakla üzerine basmak; ezmek. 3. (Araç için) tekerlekle üzerinden geçmek; ezmek. 4. Uyulması gereken kurallara veya kanunlara bilerek uyma mak. 5. Kendisine saygı gösterilmesi gereken bir yakını veya yaşlıyı ziyaret etmeden geçip gitmek. fi1 çiğneyip geçmek, 1. Yolu üstündeki b ir y a k ın ı nı, ziyaret etm esi m ümkünken ziyaret etm eden g e çip gitm ek. 2. M akam sırasın ı gözetm eden üstüne başvurm ak. çiğnemik, -ği [çiğ-ne-m-ik] is. Dişleri olmayan küçük çocuklara ağızda çiğnenerek çıkarıldıktan sonra yedirilen çiğnenmiş yiyecek, çiğnemlik, -ği [çiğne-m-lik] sf. Ağızda bir seferde çiğnenebilecek miktarda olan (yiyecek), çiğneniş, [çiğne-n-iş] is. Çiğnenmek eylemi veya bi çimi.
l(i)-y or] Çiğnemek. çiğlemek2, [çiğe-le-mek] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] Tanelemek. [DS] çiğlenmek, [çiğ (nem) > çiğ-le-n-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [-ir ] Şüphelenmek. [DS] çiğlenti, [çi(ğ)-le-nti] {ağız} is. Çisenti; çilenti.[DS] çiğleşme, [çiğ-le-ş-me] is. Çiğ hâle gelmek işi. çiğleşmek, [çiğ-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. (Işık ve renk için) gözü rahatsız edecek hâle gelmek. 2. (Kişi için) insana yakışmayan davranışlarda bu lunmak; kaba ve saygısız davranmak,
çiğnenmek, [çiğne-n-mek] edil, f i [-ir ] 1. Ağızda ezilmek; öğütülmek. 2. Üzerine basılmak; üzerin den geçilerek ezilmek. 3. (Kural, yasa vb. için) uyulmamak; önem verilmemek; yok sayılmak,
çiğletmek, [çig-le-t-mek liLJSU-] {eAT} gçl. f . [-ir ]
çiğneyiş, [çiğne-y-iş] is. Çiğneme eylemi veya biçi mi.
Çiğnetmek. çiğlez, [çiv-le-z/ çiğ-le-z] {ağız} sf. Yakışıklı. [DS] çiğli, [çiğ-li] {ağız} is. Çiğ ekmek. [DS] çiğlik, -ği [çiğ-lik] is. 1. Pişmemişlik. 2. Çiğ olma durumu. 3. Kaba ve yersiz davranış. 4. Olgunluk gösterememe hâli, çiğnak, -ğı [çmg-a-k > çiğnak] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çiğneg, [çmg-a-k > çiğneg] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çiğnek1, -ği [çiğ-ne-k dbSU-] sf. 1. (Toprak, tarla için) çok ayak basılmış, çiğnenmiş; çok sert; üzerinden çok gelinip geçilen; çok çiğnenen. {OsT} (aynı) 2. {ağız} Yol üstü; ayak altı; yol uğrağı. [DS] çiğnek2, -ği [çing-e-k > çiğne-k] {ağız} is. Kıvıl cım.[DS]
çiğnetme, [çiğne-t-me] is. Çiğneme işini yaptırma eylemi. çiğnetmek, [çiğne-t-mek] gçl. fi. [-ir ] 1. Çiğnenmesini sağlamak. 2. Çiğnenmesine yol açmak veya izin vermek. çiğneyim, [çiğne-y-im] {ağız} is. Bir parça; bir lok ma. [DS]
çiğni, [çiğin > çiğni] {ağız} is. Omuz. [DS] çiğre, [çiğ-re
{OsT} is. 1. Küçük oluk. [Bürhan-
ı Katı’] 2. Oluk biçimindeki bir yatak içinden atılan küçük ok; koğuş, çiğrek, -ği [çiğ-rek] {ağız} sf. Biraz çiğ; çiğsi. [DS] çiğrem ek, [çiğ-re-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-r(i)-y or] 1. Bağırıp çağırmak. 2. Nefret etmek. 3. Üşüme sonucu çişi gelmek. [DS] çiğrim ek, [çiğ-(i)r-i-mek] {ağız} gçsz. f i [- r ] 1. Biraz korkmak. 2. Nefret etmek. [DS] çiğrinmek, [tegzin-mek > çegzin-mek > çiğrin-mek jS^] {OsT} d ö n şl.f. [-ü r] Dönmek dolanmak, çiğrişmek, [çiğ-ri-ş-mek] {ağız} dönşl. f i [ - ir ] 1.
ÖIÜMIMJSÖM.
ÇİĞ
Birbirine sürtünen iki şeyin çıkardığı gıcırtıdan içi ürpererek rahatsız olmak. 2. Nefret etmek. [DS] çiğritm ek, [çiğ-(i)r-i-t-mek] {ağız} gçl. fi. [ -ir ] Nefret ettirmek. [DS]
çihr, [Far. çihr
çehre / çihre] {OsT} is. -*• çehre,
çihre, [Far. çihr / çehre / çihre o ^ ] {OsT} is. Çehre.
S1 çihre-perdâz, {OsT} R esim y a p a n ; ressam . çihri, [Ar. (Sur.) cıhra] {ağız} is. Cehri. [DS] çiğse, [çi-se > çiğse] {ağız} is. İnce yağmur. [DS] çihrit, [Yun. tsihrites] {ağız} is. Çekirge. [DS] çiğselemek, [çiğ-se-le^-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(i)y ö r ] (Yağmur için) ince ince ve hafif hafif yağmak; çij, [çej / çij / çec] {eT} is. 1. Demir çivi. 2. Zırh çivilerinin ucu. [DLT] 3. Demir bir şeyin tutacak çiselemek. [DS] ucu; kanca; tırnak, çiğsemek1, [çiğ-se-mek] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [=-s(ifiyor] çijtürm ek, [çıj-mak > çij-tür-mek] {eT} gçsz. fi. (Yük (Yağm ur için) ince ince yağmak; çiselemek. [DS] için) ağırlığı ile yük hayvanının belini çökertmek. çiğsemek2, [çiğ-se-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-s(i)-y or] [DLT] (Yem ek için) ekşimek; bozulmak. [DSj -çik 1, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çiğsemek3, [çiğ-se-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-s(i)-y or] çuk] yap. e. -*■ -cık. Nefret etmek. [DS] -çik2, [-çak / -çek / -çuk / -çük / -çık / -çik] {eT} y ap. çiğsimek1, [çiğ-si-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-s(i)-y or] e. -*■ -çak. 1. Üzülmek, müteessir olmak; etkilenmek. 2. (Y e çik1, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çığ / çık / çıy / çig / mek için) ekşimek; bozulmak. [DS] çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me çiğsimek2, [çiğ-si-mek] {ağız} gçsz. f i [-r ] Çiğ, piş tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, memiş olarak kalmak. [DS] vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı çiğsimek3, [çiy-si-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] Terlemeye anlatan kök. [Zülfıkar] çik-re-m ek, çik-ri-cak, çikbaşlamak. [DS] Şağ çiğsimek4, [çiy-si-mek] {ağız} gçsz. f i [-r ] 1. Çiy çik2, [çik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü anlatan kök. düşmek; kırağı yağmak. 2. Çiy, kırağı altılıda kala [Zülfıkar] ç ik ç ık rak işe yaramaz duruma gelmek. [DS] çik3, [çik (yans.)] {eT} is. Oğlak çağırmakta kullanı çiğsimek5, [çiğ-si-mek] {ağız} gçsz. fi. f - r ] Nefret etlan ünlem. S çik çik, {eT} O ğlağı gütm ek veya ç a nıek. [DS] ğ ırm a k için kullanılan söz. [DLT] çiğsimit, -di [çiğ+simit] {ağız} is. Kaynatılmamış çik4, [çik (yans.)] is. Köpek çağırma ünlemi, çik-i buğdaydan yapılan bulgur. [DS] çiki çiğsinmek1, [çiğ-si-n-mek] dönşl. f i [-ir ] 1. Alış ve çık5, [çik] {eT} İs. Aşığın çukur tarafı. S çik bök, rişte biriniiı hilesini görerek tıefret etmek; tiksin {eT} Aşığın sırtının tüm seğinin y u karı g elm esi dumek. 2. Alışverişte verilen fiyatı az bulmak. rtimu, [DLT] || çik durm ak, {ağız} -*■ çik turmak. |l)S]j! çik tu rm ak , {eT} A şlk oyuüuhda a$ık yân çiğsinttıek2, [çiğ-sin-mek] {ağız} dönşl. fi. [ -ir ] Nefret etmek. [DS] yatıH câ çu ku r tcitafı y u karı g elm ek ; cu k oturm ak. [DLT] || çik y'âtmak, {ağız} 1. Aşığın çukur tarafı çiğSıremek, [çiğ-si-re-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-r(i)üste gelm ek. 2. Slrt ÖStu yatm ak. [DS] y ö r ] (Ekmek için) sıCak iken üst üste konulduğu için havasızlıktan bozulmağa kokmağa başlamak. çik6, [çik] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] [DS] çikara, [Hint, çikara] is. Hindistan’da yaşayan iki çiğşemek, [çiğ-(i)ş-e-mek] {ağız} gçsz. f i [-r][-ş(i)~ çift boynuzlu bir antilop türü, (T etracaru s qu ady o r ] (Yemek için) bozulmaya yüz tutmak; kayna ricornus). mak. [DS] çikçi, [Çin. tz’ü shih] {eT} is. Eski Türklerde, kağanın yakınlarına verilen yargoç unvanı. [EUTS] çiğşimek, [çiğ-(i)ş-i-mek] {ağız} gçsz. f i [^r] Bir haberden dolayı heyecan duymak. [DS] çikik, [ çek-ig] {eT} is. Nokta. [DLT] çiğzindirmek, [çiğ-(i)z4n-dir-mek] {eAT} gçl. fi. [-ir ] çikin1, [çığ-mak > çig-in / çik-în] (çiki:n ) {eT} is. Düğüm; bağ. Döndürmek; devrettirmek; dolaştırmak, çikin2, [çik-în] { 6 T} is. Üzüm bağlarında biten hay çihar, [Par. çihâr jl&^-] (çih a.r) {OsT} is. Dört. S1 çivanların yediği başaklı bir ot; frenk lavantası. hâr-dost, {OsT} D ört dost.'] çihâr ü dü, {Ü st} [DLT] (T avlada) d ört-iki.|| çihâr ü se, {OsT} (T avlada) çikin3, [Çin. chin (altın) => çikîn] (çikim ) {eT} is. dört-üç. ||çihâr ü yek, {OsT} (T avlada) dört-bir. İbrişim. [DLT] <3 çikin çiknemek, {eT} İp e k kum a çihil, [Far. çihl J+»-] sfi. 1. Kırk. 2. m ecaz. Çok. S1 şı altın sırm alı k ılap tan la dikm ek. çihil-çerâğ, {OsT} Ç o k kollu büyük avize. || çihil- çikir, [eT. çig (nem) > çik-ir J ^ - ] {eAT} is. Kir. hadis, {OsT} K ırk hadis.\\ çihil-pâ, {OsT} zool. K ır çikirdemek, [çik-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f i [-r][-d (i)k ay ak]] çihil-sây, {OsT} K ırk.yaşında. y o r j (Pekmez ve yoğurt için) ekşiyip köpürmek. çihol, [? çihol] {ağız} is. Havuç. [DS] [DS]
ÇjL çikirken, [çik-ir-ken] {ağızj is. Isırgan otu. [DS] çikkal, [? çikkal] {ağız} is. Kavrulmuş arpa, buğday unu. [DS] çiklet, [İsp. chicle] is. Ağızda çiğnemek için sıtma ağacının macunundan ya da sentetik olarak hazırla nan macunlara şeker kaplamak suretiyle yapılan sakız; jiklet. çikletçi, [çiklet-çi] is. Çiklet yapan veya satan kimse. çikli1, [Yun. kyklion] {ağız} is. Çember adı verilen çocuk oyuncağı. [DS] çikli2, [? çikli] {ağız} is. Simit. [DS] çikli'5, [? çikli] {ağızj is. Ağaç çekmek için kullanılan ağaç parçası. [DS] çiklişmek, [çik-(i)l-iş-mek] {e l } dönşl. f . f-ü r ] (Dü ğüm için) sıkışmak; sıkışmak, çikmek, [çik-mek] {ağız} is. Hafif ve ince ince yağan yağmur; çisenti. [DS] çikmen, [çığ-mak > çik-men] {ağız} is. Hamam havlusunun konulduğu bohça. [DS] çikment, [çik-men] {ağız} is.
çikmen. [DS]
çikne, [çig-(i)n-e > çikne] (çikn e:) {eT} is. 1. Mala. 2. Merdane; sürgü. [DLT] çiknemek, [çikın > çik(i)n-e-mek] (çikn e:m ek) {eT} gçl. f . 1. Sıkı dikmek. [KB] 2. Altın tellerle kumaş üzerine nakış yapmak. [KB] 3. Tarlaya sürgü çek mek. [DLT][KB] çikolata, [İt. cioccolato] (ç ik o la ’ta) is. 1. Kakao, şe ker, süt, fındık, fıstık katılarak yapılan bir yiyecek; çukulata. 2. sf. Kahve rengi ile koyu kırmızı arası renkte olan. çikolatacı, [çikolata-cı] is. 1. Çikolata yapan ve satan kimse. 2. Çok çikolata yiyen, çikolatacılık, -ğı [çikolata-cı-lık] is. Çikolata yapma ve satma işi.
o isme “-çil” getirilir, bu şekilde elde edilmiş olan kelime sıfat olur, tüp(i)-çil (tipisi ç o k olan), ig -çil (hastalıklı). [DLT] çil1, [eT. çil / çiğil / çil
/ J^-] (çi:l) sf. 1. Alaca
renkli; benekli. {eAT} {OsT} (aynı) 2. gnşl. (Para için) parlak, yeni; değerli. 3. is. {eT} Çirkinlik. [DLT] 4. {eT} Dövme vurma yüzünden vücutta meydana gelen iz; dayak izi; bere. [DLT] 5. Yüzde ve vücutta oluşan kahverengi veya esmerimsi leke ler. 6. Aynalarda görülen lekeler. 7. Tüyleri benekli kümes hayvanı. 8. zool. Orman tavuğugillerden es mer, beyaz, kızıl, siyah karışımı tüylü 35 cm. kadar boyunda, ormanlarda yaşar, eti çok lezzetli bir kuş; dağ tavuğu, (T etrastes bon asia). {eAT} {OsT} (aynı) 9. {ağız} Yüzdeki çiçek izleri. [DS] 10. {ağız} Yüzü çilli kimse. [DS] fi1 çil akçe, Yeni p a ra . || çil altın, D a rp h a n ed e a y arı tam ve p a r la k o la r a k basılm ış altın. j| çil ardıcı, zool. O teğengillenden su k ıy ıla rın da y aşayan , yuvasını sa z lıkla rd a ters çevrilm iş bir ku pa şeklin d e yapan , sırtı p a s sarısı, k a m ı a ç ık ren kli ötiicü ve g ö çm en b ir kuş, (A crocepalu s arundinaceus).\\ çil at, {eAT} Tüyü kırm ızı ve b ey az k a r ış ık olan at.\\ çil aygır, {eAT} Çil a t.|| çil çık ar mak, {ağız} O yunbozanlık etm ek. [DS]|| çil çil, (P a ra ve altın için) p a r la k ve yeni. || çil getirmek, {ağız} ihtiyarlam ış atların, ökü zlerin tüyleri a ra sın d a b e n e k ler oluşm ak. [DS]|| çil keklik, {ağız} zool. B ıldırcın. [DS]|| çil kuruş, P a r la k ve y en i altın p a ra .|| çil p ara, D arp h an ed e y en i basılm ış p a r l a k paralar.\\ çil yavrusu gibi dağılmak, (K a la b a lık için) toplu h â ld e bulunurken birden b a ş k a b a ş k a y ö n lere k a ç ış a r a k dağılm ak. çil2, [çil] {ağız} sf. 1. Yeşile çalar mavi renk; türkuaz. 2. is. Bir toprak türü. [DS]
çikremek, [çik (yans.) > çik-re-mek] {eT} g ç s z .f. [- r ] (Ekmek vb. içindeki küçük taşlar için) dişe doku nup gıcırdamak. [DLT]
çil3, [Erme, cil] {ağız} is. 1. Topraktan yeni çıkan bitki; yeşillik; ekin. 2. Taze labada yaprağı. 3. Taze iken yenilen bir tür dikenli ot. 4. Sepet yapmakta kullanılan bir tür kamış. 5. Köklerdeki kıl gibi ince uzantılar; çilpek; çolpak. [DS] S çil soğan, {ağız} T aze soğan . [DS]|| çil yarm ak , {ağız} (Tohum için) filiz len ip yeşerm ek. [DS]
çikricak, -ğı [eT. çığrl > çıgrı-cak] {ağız} is. Pamuğu
çil4, [Far. çihil (kırk) > çil J=-] sf. 1. Kırk. 2. Ahmak.
çikolatalı, [çikolata-lı] sf. İçine çikolata katılmış olan; içinde çikolata bulunan, çikot, [? çikot] {ağızf is. Havuç. [DS]
çekirdeğinden ayıran aygıt; çırçır. [DS] çikşağı, [çik (yans.) > çılc-(ı)ş-a-mak > çıkşa-gu] {ağız} is. “Y oyo” denilen çocuk oyuncağı. [DS]
3. is. Kırk altın. 4. Kırk paralık gümüş sikke. çil3, [? çil] {ağız} is. Islatılmış tütün tohumu. [DS] çil6, [? çil] {ağız} is. Yatak. [DS]
çiktelik, -ği [çilc-te-lik ?] {ağız} is. Serçeye benzer bir kuş. [DS]
çil7, [? çil] {ağız} is. Erik, zerdali kurusu. [DS]
çikten, [? çikten] {eT} is. Eyer örtüsü. [DLT]
çila, [Far. çile => çilâ] (ç ila :) {ağız} is. Koyun yü nünden dokunan şalların ucundaki saçaklar. [DS]
çiktürm ek, [çıg-mak > çig-tür-mek / çik-tür-mek] {eT} g ç l.f. Düğümü sıkıştırmak; sıkıştırmak. [DLT]
çil8, [çil] {ağız} sf. Küçük. [DS]
çilar, [? çilâr] (çila :r) {ağız} is. z oo l. Köpek balığına benzer bir çeşit balık. [DS]
-Çil\ [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. -*• -cıl.
çilav, [Far. çilâv (etsiz pilav ) j^U-] is. mutf. İran pi
-çil2, [-çil] {eT} yap. ek. Herhangi bir şey, bir nesne üzerine çok devam ederse, ardı kesilmeden sürerse,
rinci ile pişirilmiş pilav üzerine kuzu etinden tence re kebabı konularak yenilen pilav, fi1 çilav kebap,
Ç İL
Ü zerine tereyağ ı ve k e b a p k on u larak y en ilen A cem p ilâv ı. çilbant, [Far. ser-bân] {ağız} is. Sulama işlerinin dü zenini sağlamakla görevli köy korucusu. [DS] çilbe, [Far. cilve ?] {ağız} is. Ahlak; karakter. [DS] çilbidik, -ği [çilb-id-ik] {ağız} is. Horoz ibiği. [DS] çilbidir, [çirp (yans.) > çirp-it-ir > çilbidir] {ağız} is. Davula vurulan küçük değnek. [DS] çilbir1, [Moğ. çılbur / çilbir] {ağız} is. 1. Yular; yular ipi. 2. İnce ağaç dallarından yapılan sopa. [DS] fi1 çilbir otu, {ağız} Sem iz otu. [DS] çilbir2, [çılbır > çilbir] {ağız} is. Yoğurtlu yumurta; çılbır. [DS] çilbirtir, [? çilbirtir] {ağız} is. Çınar ağacı. [DS] çilbiz, [çirp-mek > çirp-i-z ?] {ağız} is. Çalı; çırpı. [DS] çilbozgunu, [çil+boz-gun-u] {ağız} sf. (Kişi için) çil li. [DS] çilbozuğu, [çil+boz-u(k)-u] {ağız} sf. (Kişi için) çilli. [DS] çilbur, [çılbır > çilbur] {ağız} is. Mısır unu, yağ ve peynirden yapılmış yemek. [DS] çilçap ar1, [çil+çapar] {ağız} sf. Siyah beyaz, karışık boz renk. [DS] çilçapar2, [çil+çapar] {ağız} sf. (Kişi için) çilli. [DS] çilçik, -ği [çil-cik] {ağız} sf. Şımarık; hoppa; züppe. [DS] çild1, [çald / çıld / çild (yans.)] is. Hafif çarpma ve sürtünmeyi; çıtırtı ve hışırtı çıkararak kıpırdanma, sallanma, dönme ve titremeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çil-dir-e-m ek, çil-dir-ge, çil-dir-ki çild2, [çıld / çild (yans.)] is. Işık saçma, parlama ve bu biçimde bakış anlatan kök. [Zülfıkar] çild -ir çil dir. çildeg, [çil > *çilde-mak > çil-deg / çıl-day] {eT} is. Atm göğsünde çıkan yara. [DLT] çildey, [çil > *çilde-mak > çil-deg / çil-dey] {eT} is. -*■ çildeg. çildir1, [çild (yans.) > çild-ir] {ağız} is. Işık saçma, parlama ya da ışıl ışıl bakmayı anlatan yansımalı gövde. [DS] çildir2, [çild-ir] is. 1. Cazgır. 2. Çok konuşan; geve ze. çildir3, [çild-ir] {ağız} is. İnce, uzun boylu, zayıf adam. [DS] S çildir bacak, {ağız} İnce, uzun boylu, z a y ı f adam . [DS] çildir4, [çild-ir] {ağız} sf. (Kişi için) teni çilli olan. [DS] çildiremek, [çild (yans.) > çild-ir-e-mek] g ç s z .f. f- r ] [-r(i)-y o r] Hafifçe kımıldamak, çildirge, [çild (yans.) > çild-ir-ge] {ağız} is. 1. Davu lun küçük ve ince tokmağı. 2. Kasapların kestikleri koyunları şişirmekte kullandıkları ince değnek. [DS]
ÛIİİMIİİMfSÛİM. çildirgi, [çild (yans.) > çild-ir-gi] {ağız} is. Pamuk kabartmakta kullanılan ince değnek. [DS] çildirik, -ği [çild (yans.) > çild-iı-ik] {ağız} sf. Zayıf. [DS] çildirki1, [çild (yans.) > çild-ir-ki] {ağız} is. 1. Hallaç kirişini bastıran sopa. 2. Davula vurulan küçük değnek. [DS] çildirki2, [çild-ir-ki] {ağız} sf. Zayıf; cılız; çelimsiz. [DS] çile1, [çile] {ağız} is. Genişlik; en. [DS] çile2, [Far. çille (kiriş) *1=-] is. Belirli aralıktaki iki çubuk arkasından yün, ipek ve pamuk ipliğini sar mak suretiyle meydana getirilen iplik demeti; ke lep. çile3, [çılâ / çile / cile] {eT} is. Örek atının yaş gübre si. [DLT] çile4, [Far. çihil (kırk) > çile 4JU-] 1. tasvf. Dervişlerin ruh temizliğine erişmek amacıyla, sakin ve temiz bir yere çekilerek kırk gün kırk gece ibadet ettikleri ve nefislerine perhiz uyguladıkları zahmetli dönem. 2. m ecaz. Eziyet; mihnet; sıkıntı; zahmet. 3. gnşl. f e l. İradenin, etkili ve sağlam hâle getirilmesini amaç olarak kabul eden çabalar; bir ideale yönel miş kimsenin, kendini arıtarak yücelmesi. 4. (Hay vanlar için) sağlık; şişmanlık. S çile çekmek, Ç ok sıkıntı çekmek.\\ çile çıkarm ak, tasvf. (D ervişler için) nefis terbiyesi için k ırk günlük m ahrum iyet ve ib a d et dönem ini yaşamak.\\ çileden çıkm ak, K en dini tu tam ayacak k a d a r ö fk elen m ek; ç o k sin irlen m ek .|| çile doldurm ak, Sıkıntı ve eziyete katlan m a k .|| çile-hâne, {OsT} tasvf. - * çilehane.|| çile-keş, {OsT} -*• çilekeş.|| çile kırgını, tasvf. M evlevilikte, çiley e g irip d e bin b ir gün lük sü reyi tam am laya m ayan b ıra k a n la ra verilen ad. || çile-nişîn, {OsT} tasvf. H ü cred e oturan; çile doldu ran]] çile-şiken, tasvf. Ç ile kırgını. çilecilik, -ği [çile'-ci-lik] is. 1. Dünya işlerinden el çekerek kendini dine veren kimselerin ruhsal çaba ları ile ilgili davranışlar. 2. Bedensel duygu ve hazları küçümseyerek ruhun içgüdülere ve tutkulara üstün gelmesini sağlayan dinî ve ahlaki görüşe bağ lananların yaşama biçimi, çilehane, [Far. çile+hâne üU- ■&>■] (çileh a:n e) is. Dervişlerin çile doldurdukları yer. çilek1, -ği [eT. çiğe-le-k> çiğ-le-k] is. bot. 1. Gülgiller familyasından yabani ve kültür bitkisi olarak yetişebilen, sürüngen dallı, çok kollu, üç yapraklı, bir çok kapçıktan meydana gelen meyveleri etli çiçekliğin üzerinde yer alan, güzel kokulu ve may hoş tatlı meyveli, çok yıllık bir bitki, (F rag a ria ). 2. Bu bitkinin taze olarak tüketilen veya komposto, reçel yapılan meyvesi. ® çilek reçeli, mutf. Ç ilek ve ş e k e r ile y a p ıla n reçel. \\çilek suyu, Taze çileğin sık ılm a k su retiyle e ld e ed ilen ve d a h a so n r a kon san tre o la r a k sa k la n a b ilen öz suyu.
I H
« { t K
M
. 995
çilek2, -ği [eT. çı (nem) > çi-le-mek > çi-le-k ii «d»-] fOsT} is. Yağmur serpintisi; ince yağmur damlası, çilekçi, [çilek-çi] is. Çilek yetiştiren veya satan kişi, çilekçilik, -ği [çilek-çi-lik] is. Çilek üretme ve satma işi. çilekeş, [Far. çile+keş
ve üzüntülere katlanmış kişi; çile çeken. 2. tasvf. Çile dönemini yaşayan derviş. 3. Manastırlar ku rulmadan önce kendilerini dine adamak üzere dün ya işlerinden kendilerini tamamen uzaklaştırmış kimseler. 4. Ruhani yaşama denemelerinde bulunan ve nefsine acı çektiren kimse, çilekeşlik, -ği [çilekeş-lik] is. Çilekeş olma durumu, çileleme, [çile-le-me] is. Çile durumuna getirmek işi. çilelemek, [çile-le-mek] gçl. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. (İp lik için) çile hâline getirmek. 2. {ağız} Dokuma ip liklerini önce unlu suda bekletmek. [DS]
çilenmek1, [çi-le-n-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [ -ir ] Şüphe lenmek. [DS] çilenmek2, [çile-n-mek] {ağız} dönşl. f. [ -ir ] Çisele mek. [DS] çilenmek3, [çile-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Yeşil lenmek. [DS] çilenpe, [çileme > çilenpe] {ağız} is. Çisenti. [DS] çilenti, [çile-n-ti] is. Hafif ve ince ince yağan yağ mur; çisenti. çilepe, [? çilepe] {ağız} is. Tatlı bir şeyin elde bıraktı ğı yapışkanlık. [DS] çilepelik, -ği [çilepe-lik] {ağız} sf. Çisentili. [DS] çilerm ek1, [eT. çî > çi-le-r-mek] {ağız} gçsz. f i [ - ir ] 1. Islanmak, nemlenmek. 2. Üşütmek; soğuk almak. 3. Nemlenmek; nemden dolayı küf bağlamak. [DS] çilerm ek', [çil-e-r-mek] {ağız} gçsz. fi. [ -ir ] (Bülbül için) sürekli ötmek. [DS]
çilelenmek1, [çile-le-n-mek] ed il fi. [-ir ] (Yün, ipek ve iplik için) çile hâlinde sarılmak,
çilermek3, [Erme, cil => çil-er-melc] {ağız} gçsz. f i [ir] (Ot, çayır, çimen veya ekinler için) ilkbaharda yeşermek; topraktan baş çıkarmak. [DS]
çilelenmek , [çile-le-n-mek] gçsz. f i [- r ] [-l(i)-y o r] (Hayvanlar için) semizleşmek; şişmanlamak.
çilesiz1, [çile-siz] {ağız} is. 1. Utanmaz; ahlaksız. 2. Düşünmeden konuşan; patavatsız. [DS]
çilelenmek3, [çile-le-n-mek] {ağız} dörışl. fi. [-ir ] Le kelenmek. [DS]
çilesiz“, [çile-siz] {ağız} sf. (Hayvan için) besisiz; za yıf. [DS]
çileli1, [çile-li] sf. 1. Çile çekmiş olan. 2. Çile çekme yi gerektiren. 3. (Hayvanlar için) semiz; besili; kuvvetli.
çileşme, [çile-ş-me] {ağız} is. Çisenti. [DS]
çileli2, [çile-li] sf. 1. Çile hâlinde sarılmış ipi olan.
çileştirmek, [çile-ş-tir-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] Çise lemek. [DS]
çilem e1, [çi (yans.) > çi-le-me] is. 1. Çilemek eylemi. 2. İki yaşındaki keçi. 3. {ağız} Ispanak, pancar vb. sebzelerden pirinç ya da bulgur ile yapılan yemek. [DS] 4. {ağız} Hafif hafif, ince ince yağan yağmur; çisenti. [DS] çileme2, [çile-me] {ağız} is. İki yaşındaki keçi. [DS] çilemek1, [eT. çî (nem) > çi-le-melc ıiU-U-] gçsz. f . [r ] [-l(i)-y o r] 1. {eT} Islatmak; yaşartmak. [DLT] 2. {ağız} Nemlenmek. [DS] 3. (Yağmur için) ince ince, toz hâlinde yağmak; çiselemek. 4. {eAT} {OsT} (Yağmur için) serpiştirmek. 5. {ağız} Terlemek. [DS] 6 . {ağız} Sulamak. [DS] çilemek2, [çi (yans.) > çi-le-mek] gçsz. f . [- r ] [ -l(ı)y o r ] (Bülbül için) ötmek, şakımak. çilemek3, [Erme, cil => çil-e-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Tohum serpmek; saçmak; ekmek. [DS] çilemek4, [çiğe > çile-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)y o r ] Pamuklan kozadan ayırmak. [DS] çilemek5, [çile-mek] {ağız} gçl. f. [-r ] [-l(i)-y o r] Çocuk dünyaya getirmek. [DS] çilemez, [çile-mez] {ağız} is. Un çorbası. [DS] çilen, [eT. çî (nem) > çi-len] {ağız} is. 1. Suyun derin olmayan yeri; sığ su. 2. Çisenti; çilenti. [DS] çilenger, [Far. çilânger] {ağız} is. Çilingir. [DS] çilengir, [Far. çilânger] {ağız} is. Çingene. [DS]
çileşmek, [çi-le-ş-mek > çile-ş-mek] dönşl. f i [-ir ] (Yağmur için) seyrek seyrek dökülmek; çiselemek,
çilez, [çile-z\ {ağız} sf. Gelişmemiş; zayıf. [DS] çilga, [Moğ. çilga] {eT} is. Nehir, çay yatağı; dere; oyuk. [Nevâyî] çilganat, -dı [çil (parlak) + kanat] {ağız} is. Bütün banknot. [DS] çilgi1, [çil-gi] {ağız} is. Kadınların başlarına bağladık ları tülbent. [DS] çilgi2, [çil-gi] {ağız} is. Siyah üzüm. [DS] çilgidir, [çil (yans.) > çil-gi-d-ir] is. 1. Pamuğu iplik olarak büküme hazırlamak için demet yapmaya yarayan alet. 2. Pamuk atılan el yayının çubuğu. 3. Davulun ince tokmağı. 4. sf. Zayıf; ince, çilgidirik, -ği [çil-gi-d-ir-ik] {ağız} is. Davula vurulan ince değnek. [DS] çilgirdi, [çil-gir-di] {ağız} is. 1. -*• çilgidirik. 2. Pa muk atmağa yarar değnek. [DS] çilgü, [çil-gü] {eT} sf. Al; kırmızı. S çilgü at, {eT} Al at; kesta n e donun da olan at. [DLT] çili1, [çil-i] {ağız} is. Taze kopanlmış üzüm. [DS] 0 çili çili, {ağız} T aze taze. [DS] çili2, [çil-i] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çilibik, -ği [çil+ibik ? / çirp-ik] {ağız} is. Kırağı; don. [DS] çiliçirpi, [çil-i+çirp-i] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS]
sik çilihta, [? çilihta] {ağız} is. Buğday unundan yapılan ve yağda kızartılan bir tatlı. [DS] -çilik, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. -*■ -cılık. çilik1, [çik > çi(li)k ?] {eT} ünl. Oğlak çağırma ünle mi. çilik çilik, {eT} O ğlağı ça ğ ırm a k için s ö y le nen söz. [DLT] çilik2, -ği [Erme, cilik (bızır)] {ağız} is. Dişilik orga nı. [DS] çilik3, -ği [Yun. klikion (K ilikya keçisinin kılından dokunm uş çul)] {ağız} is. At eğerinin altına konulan keçe. [DS] çilik4, -ği [çil-ik] {ağız} is. Alkış. [DS] çilik5, -ği [çel-ik > çilik] {ağız} is. Çelik çomak oyu nunda kullanılan kısa ve ince değnek. [DS] çilim, [Kırım T. çilim] {ağız} is. Nargile. [DS] çilimbiz, [? çilimbiz] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çilimsiz, [çelim-siz > çilim-siz] {ağız} sf. Zayıf; cılız. [DS] çilinggi, [çilin-gi] (çilingi) {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çilingir1, [Far. cilânger] is. 1. Kilit, anahtar gibi ince demircilik işlerini yapan ve tamir eden; kilitli kal mış kapıları açan sanatçı. 2. a rgo. Kilit açan hırsız. S çilingir sofrası, Ü zerinde az yem ek, içki ve m eze bulunan içki m asası. çilingir2, [Yun. sinyatirion / Far. çîne-dâr => çinedir / çilingir ] {ağız} is. 1. İri gözlü kalbur; gözer. 2. Süzgeç. [DS] çilingir3, [çı > çiğ-(i)l-in-gir ?] {ağız} sf. 1. Islak; yaş; nemli. 2. Kumlu toprak. 3. Az sazlı bataklık. 4. Su lu, verimli toprak. [DS] çilingir4, [çilin-gir] {ağız} is. Kumlu toprak. [DS] çilingirlik, -ği [çilingir-lik] is. 1. Çilingirin işi ve sanatı. 2. Çilingirin elinden çıkmış iş. 3. Ancak çi lingirin yapabileceği nitelikteki iş. 4. Hiç makineye girmemiş ve dövme demirden elle yapılmış iş. çilinti, [çel-mek > çil-inti] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çilipit, -di [çil-i+pit] {ağız} is. Ses. [DS] çilis, [? çilis] {ağız} sf. (Çocuk, hayvan yavrusu için) gördüğü her yemekten isteyen. [DS] çiliyhlemek, [çil-ik-le-mek > çiliyh-le-mek] '{ağız} g ç l .f i [-r ] [-l(i)-y o r] Odunu parçalamak. [DS] çilkim, [çit-im > çi(l)t-im > çilkim] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı. [DS] çilko, [? çilko] {ağız} is. Patika; keçiyolu. [DS] çilkura, [çil+kula > çilkura] {ağız} is. Ufak kulaklı, yüzü benekli hayvan. [DS] çille1, [Far. çile / çille 4İ>-] {ağız} is. Kışın en soğuk, yazın en sıcak günleri. [DS] S1 çille-i büzürg, {OsT} Z em heri; erb a in .|| çille-nişîn, {OsT} H ü cred e otu ra n ; çile dolduran. çille2, [Far. çihil / çihle (kırk) aU-] {OsT} is. 1. Bez ya da kumaş ölçüsü. 2. Dokuma tezgâhındaki tarağın
öruMTÜIKSÖM.Ms boy ölçüsü. S1 çille ham am ı, {ağız} K adın ların sa ğ lık dileğiyle, b e lir li m evsim lerde k ır k gün birb i ri üstüne h a m am a g id ip yıkanm ası. [DS] çillem ek1, [eT. çı > çi-(l)le-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [l(i)-y or] (Çocuk için) işemek; çişini yapmak. [DS] çillemek2, [çil-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Odunu parçalamak. [DS] çillemek3, [çil-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Çimlenmek; yeşermek. 2. (Ekmek için) küflen mek. [DS] çillenme, [çil-le-n-me] is. Çilli duruma gelmek işi. çillenmek, [çil-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. Çilli hâle gelmek. 2. {ağız} Yeşermek. [DS] 3. {ağız} (Ekmek için) küflenmek. [DS] t? çillenerek ağlam ak, {ağız} İçten ağlam ak. [DS] çilleşmek1, [çil-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Çil hâ line gelmek. [DS] çilleşmek2, [çil-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] Çim lenmek; yeşermek. [DS] çillez, [çil-le-z] {ağız} s f Kırmızı. 0 çillez toprak, {ağız} K ırm ızı toprak. [DS] çilli1, [çil-li] sf. Cildinde çil bulunan. S1 çilli çarpan, zool. Ç arpan balığ ıgillerden , s ıc a k den iz kıyıların da, yurdum uzda, ise A kdeniz kıyıların da yaşayan , vücudu y e ş il zem in üzerin e sa rı veya b e j lek elerle k ap lı b ir balık, (Sigam ıs rivulatus). çilli2, [Yun. kelli / Lat. cella] {ağız} is. Hapishane. [DS] çilliJ, [Far. sili => çilli] {ağız} is. Şamar; tokat. [DS] çilliçop, [çil-li+çop] {ağız} is. Tahin ve şekerle yapı lan helva. [DS] çillik1, -ği [çil-lik] {ağız} is. Körebe oyunu. [DS] S çillik millik etmek, {ağız} D ağ ıtm ak; k a rm a ka rışık etm ek. çillik2, -ği [çil-lik] {ağız} is. Uzun kuyruklu bir çeşit tarla kuşu. [DS] çillik3, -ği [çilik > çillik] {ağız} is. Dişilik organı. [DS] çilme, [çel-me > çil-me] {ağız} is. Alna bağlanan örtü. [DS] çilmek, [çel-mek > çil-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] (Odun, ağaç, dal vb. için) bir vuruşta kesmek. [DS] çilmik, [çilkim > çilmik] {ağız} is. Küçük üzüm sal kımı. [DS] çilo, [Far. çelov => çilo] {ağız} is. Bir tür pilav. [DS] çilosen, [? çilosen] {ağız} is. Bakır süzgeç. [DS] çilot, [? çilot] {ağız} is. Şamar; tokat. [DS] çilpek1, -ği [çirp (yans.) > çirp-mek > çilp-ek] {ağız} is. 1. A ğaç kökü; saçak kök. 2. Çalı çırpı. 3. Çıkın tı; pürüz. 4. İpek kozasının işe yaramayanları. [DS] çilpek2, -ği [çirp-mek > çilp-ek] {ağız} is. Elbiseye sıçrayan çamurun bıraktığı iz.[DS] çilpek3, -ği [çirp-ek] {ağız} is. Çocuk bezi. [DS] çilpenti1, [çilp-enti] {ağız} is. Çalı çırpı ile yakılan geçici ateş. [DS]
û îü itiîiitm .9 9 7 çilpenti, [çilp-enti] {ağız} is. A z yoğurtla yayık yay ma. [DS] çilpeşik, -ği [Far. çep ü rest => çilp-eş-ik] {ağız} sf. Karmakarışık; içinden çıkılamaz durumda olan. [DS] çilpez, [çilp-ez] {ağız} sf. Cılız kalmış, gelişememiş çocuk. [DS] çilpi, [çirp-i > çilp-i] {ağız} is. Çizgi çekmekte kulla nılan boyalı ip. S çilpi çekmek, {ağız} B oy a y a b a tırılm ış iplik ile çizgi çekm ek. [DS] çilpik1, -ği [çirp-mek > çilp-ik] {ağız} is. Kumaşın kesilen yerinden çıkan iplik uçları. [DS] çilpik2, -ği [çirp-ik > çilpik / çilibik] {ağız} is. 1. Kı rağı. 2. Don. [DS] çilpik, -ği [çirp-ik > çilp-ik] {ağız} is. Ağaç kökü. [DS] çilpiklenmek, [çirp-mek > çilp-ik-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] (Dikiş için) payı az olan yerden ayrı lıp saçaklanmak. [DS] çilpikli, [çirp-mek > çilp-ik-li] {ağız} sf. (Kumaş vb. için) saçaklı. [DS] çilpimek, [çirp-mek > çilp-i-mek] {ağızj gçl. f . [-r ] Ağaçların sık dallarını seyrekleştirmek. [DS] çilpinti, [çirp-mek > çilp-inti] {ağız} is. Yağmur suyu sıçraması yüzünden duvar ya da elbise üzerinde meydana gelen lekeler. [DS] çilpirin, [çılbır > çilbirin] {ağız} is. Yumurtadan ya pılan bir yemek. [DS] çilpirti, [çirp-ir-ti > çilp-ir-ti] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çilpitme, [çirp-mek > çilp-it-me] {ağız} is. Doğran mış taze asma yaprağı, kıyma ve bulgur ile yapılan bir yemek. [DS] çilsi, [çil-si] {ağız} sf. (Kişi için) az çilli. [DS] çilsiz, [çil-siz] sf. Cildinde çil bulunmayan. çilte1, [Far. çihil-teh <^1*»-] is. 1. Köylü kadınların do kuduğu kaim aba. 2. Keten veya kenevir lifinden dokunmuş seyrek dokulu çuval; teliz. 3. {ağız} Çu val. [DS] 4. {ağız} Seyrek dokunmuş ince, beyaz astarlık kumaş. [DS] 5. {ağız} Şilte; minder. [DS] 6. {ağız} Semerlerin iki tarafına yük bağlamak için takılan urgan. [DS] 7. {ağız} Urgandan ince, çarık bağından kalın ip. [DS] 8. {ağız} Abadan yapılmış geniş şalvar. [DS] 9. {ağız} Yemenilerin yüz kenarı nı dikerken kullanılan bir tarafı çatal ağaç. [DS] 10. {ağız} Semere yük vurmak için kullanılan ucu çatal lı sopa; dayak. [DS] çilte2, [? çilte] {ağız} is. Çorap şişi. [DS] çilteg, [çilte-mek > çilte-g] {eT} is. Saygı; ikram; iti bar; hürmet. [EUTS] [Gabain] çiltemek, [çilte-mek] {eT} g ç s z .f. [-r ] Hürmet etmek; saygı göstermek; saymak. [EUTS] çilter, [Far. çihil-teh] {ağız} is. Çuval. [DS] çilteyan, [Ar. şintiyân => çiltiyan] {ağız} is. Abadan yapılmış geniş şalvar. [DS]
ÇİM çiltiğen, [Ar. şintiyan => çiltiğen] {ağız} is. Abadan yapılmış geniş şalvar. [DS] çiltik1, -ği [Erme, çit’ig ] {ağız} is. Düşmüş kadın; sokak kadını. [DS] çiltik2, -ği [Far. çihilteh => çiltik] {ağız} is. Tülbent. [DS] çiltik3, -ği [? çiltik] {ağızI is. Bebek; çocuk. [DS] çiltik, -ği [Far. şeltük => çeltik > çiltik] {ağız} is. Pirinç tarlası. [DS] çiltim, [çit-im > çilt-im] {ağız} is. Küçük üzüm sal kımı. [DS] çiltiyan, [Ar. şintiyân / İt. cignato => çiltiyan] {ağız} is. Abadan yapılmış geniş şalvar. [DS] çiltiyen, [Ar. şintiyân / İt. cignato => çiltiyen] {ağız} is. Abadan yapılmış geniş şalvar. [DS] çiltiyenni, [çiltiyen-li] {ağız} sf. (Yapılan iş için) ya rım bırakılan. [DS] çim 1, [çem / çim (yans.)] is. Anlaşılmayacak biçimde sözler söylemeyi ya da gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çim çim, çim + çim -ci çim2, [çim / çm / çim (yans.)\ is. Uyuşma, birden sil kinme ve ürperme anlatan kök. [Zülfıkar] çim -ir-ti, çim -ir-m ek çim3, [çim / çim (yans.)] is. Sıvı maddeyi fışkırtmayı, bu biçimde pislemeyi, bir yerde sıkıştırılan sıvıların dışarıya atılmasını anlatan kök. [Zülfıkar] çim -kirm ek çim4, [çim / çim / çin / çüm (yans.)] is. 1. Parmak uçlan ile sıkıştırmayı, ezmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çim -di-k, çim -çi-k, çim -di-k-le-m ek, 2. sf. Az; biraz. çim5, [çim / çim / çom / çöm / çum / çüm (yans.)} is. Suya girmeyi, yıkanmayı, suyu çalkalamayı ve bu sırada su sıçratmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çim -m ek, çim -ir-m ek, çim -giş-m ek, çim -il-de-m ek, çim -ke çim6, [çim (yans.)] is. Yavaş yavaş ve geveleyerek yemeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çim -çi-le-m ek, çim de-le-n -m ek, çim -ki-n-m ek, çim -ti-n-m ek S çim çim, istek siz ce; iştahsız olarak. çim7, [eT. çim > çim ^ -] is. 1. {eT} Ayrık otu. [DLT] [KB] 2. {eT} Kuru yosun. 3. {OsT} Nem yüzünden oluşan yeşillik; yosun. 4. bot. Buğdaygillerden do ğada kendiliğinden yetiştiği gibi, bahçelerin yeşillendirilmesi için ekilerek de yetiştirilen çok yıllık otsu bitki, (Lolium ). 5. {ağız} Sebze fıdelerinin ge nel adı. [DS] 6. {ağız} Toprağın katılaşmış üst taba kası. [DS] 7. Kesilmiş çimenli yerler. S çim otu, bot. G en ellikle ç o r a k ve taşlık a ra z ile rd e sık toplu lu klar hâlin d e y etişen bu ğdaygillerden , sa p kısm ı hem en hem en çıplak, çiç ek le ri küçük v e yeşilim si b ir otsu bitki, (Festuca). çim 8, [çim / çim] {eT} is. Kat; buruşuk. [Gabain] [EUTS]
Û IÜ M IÜ ltfS İM .
ÇİM
çim9, [çim] {eTf e. Çiğ ve yaş olmayı abartmak için kullanılan edat. [DLT] S çim yig et, Çim ç iğ et. [DLT]|| çim öl ton, Ç o k ıslak elbise. [DLT] çim 10, [çim] {ağızj sf. Az; biraz. [DS] çinıa, [İt. cima] {ağız} is. Kayıkçılıkta kullanılan bir çeşit halat; çıma. [DS] çim ak 1, -ğı [çim (pekş. e.) + ak] {ağız} sf. 1. Bembe yaz. 2. (Kişi için) sarışın, mavi gözlü ve çilli. [DS] çimak2, -ğı [? çimak] {ağız} sf. Ekşi. [DS] çimayaz, [çim (pekş. e) + ayaz] {ağız} is. Mehtaplı, çok soğuk hava. [DS] çimbali, [İt. cembalo] (ç e m b a ’li) is. müz. Orkestra larda çalınan iki yuvarlak yüzeyden oluşan metal vurmalı çalgı; halile. çim b ar1, [? çimbar] {ağız} is. Ağaçların yeşil dalları. [DS] ^ çim bar2, [Far. çenber => çımbar] {ağız} is. Dokunan kumaşı gerdirmekte kullanılan iki tarafı dişli araç. [DS] çimbilemek, [çivi-le-mek] {ağız} gçl. f . [~r] [-l(i)y o r ] Ucu sivri değnekle hayvan dürtmek. [DS] çim bir, [? çimbir] {ağız} sf. Çok küçük. [DS] çimbita, [? çimbita] {ağız} is. Çimdik makama. [DS] çim bor, [? çimbor] {ağız} is. 1. Kapı kilidi. 2. Değir men oluğunun uç ve en dar yeri; poyra. [DS] çimcik, -ği [çim-cik] {ağız} is. 1. Çimdik. 2. sf. İki parmak arasında tutulabilen miktar. 3. Çimdik ma kama. [DS] S çimcik çalm ak, {ağız} Ç im diklem ek. [DS] çinıçe, [çim-çe] {ağız} is. 1. Çayır; çim. 2. Serçe. [DS] çimçek, -ği [çim-çelc] is. zool. Bir cins küçük serçe, çimçeşmek, [çim(i)ç-eş-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Ür permek. [DS] çimçiğ, [çi(m)+çi/ğ / çim + çiğ] sf. Çiğ; pişmemiş. Çİmçiği, [çi(m)+çi/ğ > çimçiği] {ağız} sf. Çiğ; pişme miş. [DS] çim çik1, -ği [çim-çik] {ağız} is. Tıpkı; aynı. [DS] çimçik2, -ği [çimçiğ > çimçik] {ağız} sf. Çiğ; pişme miş. [DS] çimçiklemek, [çimçik-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(i)-y o ı] Çimdiklemek. [DS] çim çim 1, [çim+çim] {ağız} zf. (Yemek için) az az; isteksizce. [DS] çimçim2, [çim+çim ?] {ağız} is. Karides. [DS] çimçimci, [çim+çim-ci] {ağız} sf. (Kişi için) meraklı. [DS] çim çim e1, [Far. çümçüm / çim+çim-e
j*^-] {eATf
is. Cimcime. çimçim e2, [çim-(i)ç-i-me] {ağız} is. İçin için sızlama. [DS] çimçimek, [çim-(i)ç-i-mek] {ağız} gçsz. f. [- e r ] İçin için sızlamak. [DS] çimçimi, [çim+çim-i] {ağız} is. Doruk; zirve. [DS] çimçimlemek, [çim+çim-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Kekeleyerek okumak. [DS]
çimçimlenmek, [çim+çim-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Yemeği isteksizce yemek. [DS] çim çir, [Far. şemşır] {ağız} is. Şimşir. [DS] çimdaş, [çim+taş] {ağız} is. Çakıl. [DS] çimdelenmek, [çim-de-le-n-melc] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Yemeği yavaş yavaş yemek. [DS] çimdik, -ği [çim (yans.) > çim-di-k] is. 1. Birisinin cildini işaret parmağı ile baş parmak arasına alarak sıkıştırma. 2. (Tuz vb. için) işaret parmağı ile baş parmak uçları arasına alınabilen miktar. 3. Gönül kırıcı söz. 4. {ağız} Tatar böreği. [DS] S çimdik atm ak, Çimdiklemek.\\ çimdik yemek, Ç im diklen mek. çimdikleme, [çim-di-mek > çimdi-k-le-me] is. Çim dik atmak eylemi, çimdiklemek, [çim-di-mek > çimdi-k-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-(i)-y o r] Birinin cildini veya etini işaret par mağı ile baş parmak arasına alıp sıkıştırmak; çimdilemek; çimdimek. çimdiklenme, [çim-di-mek > çimdi-k-le-n-me] is. Çimdik yemek işi. çimdiklenmek, [çimdikle-n-mek] edil. f. Birisi tara fından, cildi veya eti işaret ve baş parmakları arası na alınarak sıkıştırılmak, çimdilemek, [çim-di-le-mek lili-u^-] {OsT} gçl. f . [-r ] Çimdiklemek. çim dim ek1, [çim-di-mek db,_u^-] {eAT} {OsT} {ağız} gçl. f. [ - r ] Çimdiklemek. [DS] çimdimek2, [çim-di-mek] {ağız} gçsz. f . [ - i ı ] (Dişi develer için) çiftleşme isteği göstermek. [DS] çimdinmek, [çim-di-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir] İsteksiz olarak yemek yemek. [DS] çimdirik, -ği [çim-di-r-ik] {ağız} is. Çimdik. [DS] çim dirm e, [çim-dir-me] is. 1. Bol su veya yağa bulamak eylemi. 2. Yıkamak eylemi, çim dirm ek1, [çim-dir-mek Jloj-u^] gçl. f . [-ir ] 1. Bol su ve yağ gibi bir sıvıyla ıslatmak. {OsT} (aynı) 2. {ağız} Yıkamak. [DS] çim dirm ek2, [çimdi-mek > çimdi-r-mek] gçl. f . [-ir] Çimdiklemek. çimdük, -ğü [çim -dükJ-u^-] {OsT} is. Çimdik, çime, [çim-mek > çime] {ağız} is. Balık yavrusu. [DS] çimecek, [çim (yans.) > çim-ecek] {ağız} is. Yıkanı lan yer; hamam; çimek. [DS] çimeç, -ci [çim-eç] {ağız} is. Çimen. [DS] çim eder, [Yun. sinyatiron / Far. çîne-dâr] {ağız} is. İri gözenekli kalbur; çinedir. [DS] çim ek1, -ği [çim (yans.) > çim-ek] {ağız} is. Yıkanı lan yer; hamam; çimecek. [DS] çimek2, -ği [çim-ek] {ağız} is. Çimenli tepe. [DS] çimelge, [çim-mek > çim-el-ge] {ağız} is. Yıkanılan yer; banyo. [DS]
ö H H R 5 Ö 2 1 İ 1 . 9 9 9
ÇİM
çim eli, [ çümeli / çumoli / çümüle] {eT} is. Karınca.
[EUTS] çim e n 1, [çim-gen > çim-en > Far. çemen
meter. [DS] is.
Buğdaygiller familyasından, kendiliğinden veya kültür olarak yetişmiş, boyu on cm.den kısa bitki örtüsü; çayır; çim. çim en 2, [Erme, çamon => çimen] is. bot. Pastırma yapımında kullanılan bir tür kimyon; çemen, (Cumirıum cyminum). çim en d ifer, [Fr. ehemin (yol) de fer (dem ir)] {ağız} is. Demir yolu taşıtı. [DS] çim en î, [çimen + Ar. -ı 1_f^=-] (çim en i:) sf. Çimen
renginde; parlak ve canlı yeşil, çim en istan , [Far. çemen-istan j b —i^>-] {Osm T.} is.
Çimen ile kaplı yer; çimenlik, çim em lendirm e, [çimen-le-n-dir-me] is. Toprağı çimen ile örtmek eylemi; çimen yetiştirme işi. çim en len d irm ek , [çimen-le-n-dir-mek] gçl. f i [-ir ] (Bir yeri) çimen yetiştirerek üzerini çimenle ört mek. çim enli, [çimen-li] sf. (Yer için) çimeni olan; üzerin de çimen bulunan, çim enlik, -ği [çimen-lik] is. Çimen olan yer; çimen ekili alan. çim ensiz, [çim-en-siz] sf. (Y er için) çimeni olmayan, çim en to , [It. cemento] is. 1. Su ya da tuzlu eriyik içine kum, çakıl gibi katı malzeme ilavesi ile karış tırılarak meydana gelen harcı döküldüğü yerin şek lini alan ve hava ile temasta sertleşerek taşlaşan toz hâlde bir yapı malzemesi. 2. İki sert cismi bağla makta kullanılan yapıştırıcı madde. 3. Bir kayacın elemanlarını kaynaştıran kimyasal kökenli madde, çim e n to la m a , [çimento-la-ma] is. 1. Çimento ile sıvama, kaplama eylemi. 2. Çatlaklara sulu çimento püskürtmek suretiyle su geçirmez hâle getirme. 3. Petrol kuyularının çeperi ile kaplama boruları ara sına çimento şerbeti akıtma, çim e n to la m a k , [çimento-la-mak] gçl. f . [~r] [-(u)v o r] Çimento ile sıvamak, kaplamak; çimento sür mek. çim en to lan m a, [çimento-la-n-ma] is. Çimento sı vanma, kaplanma veya sürülme eylem, çim e n to la n m a k , [çimento-la-n-mak] edil. f . [-ır ] Çimento ile sıvanmak, kaplanmak; çimento sürül mek. çim ep e, [? çimepe] {ağız} sf. Beyaz. [DS] çim e rü k , [çim > çim-er-ük / çömerük] {eT} is. 1. Gözü sulanan kimse. 2. Gözü az gören kimse. [DLT] çimıeş, [çim-eç > çimeş] {ağız} is. Kısa ot. [DS] çim eşlen m ek , [çimeş-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir] (Bitki tohumları için) filizlenip yeşermek; çimlen mek. [DS] çim e te 1, [? çimete] {ağız} is. İçlenmiş lahana. [DS]
çim ete2, [çim+et-mek > çim+ed-er] {ağız} sf. - * çiçim e te r, [çim+et-mek > çim+ed-er] {ağız} sf. Yemek
seçen; az yiyen. [DS] çim eteri, [çim+ed-er-i] {ağız} is. -*• çimeter. [DS] çim etlik , -ği [çim -m ek> çim-et-lik] {ağız} is. Yıkanı
lacak yer; banyo. [DS] çim gen , [çim-gen] {eT} is. Çayır; çimen. [EUTS] çim gişm ek , [çim (yans.) > çim-giş-mek / çim-giç-
ıııek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] (Su için) sıçramak. [DS] çim i, [çim-i] {ağız} is. Âz yemeyi belirten yansımalı gövde. [DS] fi1 çim i çim i, {ağız} Az az y em ek ; istek
siz ce yem ek. [DS] çim idi, [? çimidi] {ağız} is. Beyin. [DS] çim il1, [çim (yans.) > çim-il] {ağız} is. Sivrisinek.
[DS] çim il2, [çim (yans.) > çim-il] {ağız} is. Gizli söz; fı
sıltı. [DS] çim ild em ek 1, [çim (yans.) > çim-il-de-mek] {ağız}
gçsz. f . [-r ] [-(d (i)-y o r] Su içinde el ve ayakları yavaşça çırparak ses çıkartmak. [DS] çim ild em ek 2, [çim (yans.) > çim-il-de-mek] {ağız}
gçl. f i [-r ] [-d (i)-y o ı] Fısıldamak. [DS] çim ilem ek, [çim (yans.) > çim-il-e-mek] {ağız} gçsz.
f i [ - r ] [-l(i)-y o r] Fısıldamak. [DS] çim ilti1, [çim (yans.) > çim-il-ti] {ağız} is. Fısıltı. [DS] çim ilti2, [çim (yans.) > çim-il-ti] {ağız} z's.Vücudun
herhangi bir yerindeki seyrime. [DS] çim irm ek , [çim-ir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Yıkamak.
[DS] çim irre n m e k , [çim-ir-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ]
Oturduğu yerde uyumak. [DS] çim irti, [çim (yans.) > çim-ir-t-i] {ağız} is. Ürperti.
[DS] çiıniş, [çim (yans.) > çim-iş] {ağız} is. Ağrı; sızı. [DS] çim işlem ek , [çim (yans.) > çim-iş-le-mek] {ağız}
gçsz. f i [-r ] [-l(i)-y o r] Ürpermek. [DS] çim işlik, -ği [çim-iş-lik] {ağız} is. Yıkanacak yer;
banyo. [DS] çim it, -di [çim (yans.) > çim-it] {ağız} is. 1. Keten to
humu. 2. Kara susam. [DS] çim iz, [çim (yans.) > çim-iz] {ağız} is. Bataklık. [DS] çim k e 1, [çim-ke ■»£*-=-] {eAT} is. 1. Diz kapağından to
puğa kadar uzanan kemik; incik kemiği, {ağız} (ay nı) [DS] 2. {ağız} Kalça kemiği. [DS] 3. Topuk ke miği. 4. {ağız} Güneşte kurutulmuş etli koyun veya keçi bacağı. [DS] çim k e2, [çim (yans.) > çim-ke] {ağız} is. Sıçrayan
yağmur ya da su damlaları. [DS] çim k e3, [çim-ke ?] {ağız} is. Ders; örnek. [DS] çim k e4, [çifte > çimke] {ağız} is. At çiftesi. [DS] çim k e5, [çim-ke] {ağız} is. 1. İki parmak ucu ile
alınabilen miktar; tutam. 2. Parça; kırıntı. [DS]
ÖIÜMIÜRSeM.
ÇİM
çimke6, [çim-ke] {ağız} sf. Kavgacı. [DS] çimkecik, -ği [çim-ke-cik] {ağız} is. Parçacık. [DS] çimkelemek, [çimke-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(i)y o r ] (At için) çifte atmak. [DS] çimkem, [çim-ke-m] {ağız} is. 1. Küçük et parçası. 2. Ev makarnası; erişte. [DS] çimketmek, [çim (yans.) > çim-ke-t-mek] {ağız} gçl. f i [ -ir ] Sıçratmak. [DS] çim ki1, [çim-ki] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çimki2, [çim-ke > çem-ki] {ağız} sf. Kavgacı. [DS] çimkinmek, [çim (yans.) > çim-kin-mek] {ağız} dönşl. f. [ - ir ] 1. Yemeği sessiz ve iştahsız olarak yemek. 2. Yemeğin üstünden yemek. [DS] çimkirmek, [çem / çim (yans.) > çim-kir-mek] gçsz. f i [ -ir] -*• çemkirmek. çimla, [? çimla] {ağız} is. Çapak. [DS] çimleme, [çim-le-me] is. 1. Çim ekip çimle kaplama eylemi. 2. {ağız} Yere dikilip köklendirilmiş dal; çubuk; kalem. [DS] çimlemek1, [çim-le-mek] gçl. fi. [ - r ] [-(i)-y o r] (Bir yeri, bahçeyi vb.) çim yetiştirerek yeşillendirmek; çimle kaplamak. çimlemek2, [çim-le-mek] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] Yıkamak. [DS] çimlendirme, [çim-le-n-dir-me] is. 1. Bir yeri çim ile kaplama eylemi. 2. Bir bitki tohumunun yeşerme sini sağlama eylemi. 3. Biracılıkta arpa tanelerinin ıslatılarak yeşermesini sağlama işi. çimlendirmek, [çim-le-n-dir-mek] gçl. fi. [ -ir ] 1. (Tohum için) yeşermesini sağlamak. 2. (Y er için) çim ekip, yeşertmek; çimle kaplamak. 3. Biracılıkta arpa tanelerinin ıslatılarak yeşermesini sağlamak, çimlenme, [çim-le-n-me] is. 1. Çimli hâle gelmek işi. 2. (Tohumlar için) uygun ısı ve nem ortamında ye ni bitki vermek için uç verip yeşerme dönemi; filiz lenme. çimlenmek1, [çim-le-n-mek] dönşl. f i [-ir ] 1. Çimli hâle gelmek; üzerinde çim bitmek. 2. (Tohum için) yeni bitki meydana getirmek üzere yeşermek; filiz lenmek. çimlenmek2, [çim-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir ] 1. Yiye ceklerden azar azar alıp yemek. 2. (Balık içiiı) ol tayı ısınmadan yemi kapmak. 3. m ecaz. Başkasına ait olan şeyden biraz yararlanmak, çimleyiş, [çim-le-y-iş] is. Çimlemek eylemi veya bi çimi. çim li1, [çim-li] sf. Çimi bulunan; çimle kaplı olan. çimli2, [? çimli] {ağız} is. Çapak. [DS] çimlik, -ği [çim-lik] is. 1. Çim olan yer; çimenlik. 2. {ağız} Körpe dal; fidan. [DS] çimme, [çim (yans.) > çim-me] is. Yıkanmak eylemi. çim m ek1, [çim (yans.) > çim-mek
{OsT} {ağız}
gçsz. f i [ - e r ] 1. Göl, deniz veya akarsu içine gir mek; yüzmek. 2. Su ile yıkanmak; banyo etmek. [DS]
çimmek2, [çim-mek] {ağız} is. Yufka. [DS] çimnemek, [çim-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [ -r ] (Koyun için) otlamak. [DS] çimpon, [? çimpon] {ağız} is. Suyu fışkırtan aygıt; piston. [DS] çim rem ek, [çim-re-mek] gçl. fi. [- r ] [-r(i)-y or] -*• çemremek. çim renm ek1, [çim-re-n-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] Eteklerini, paçaları sıvamak. [DS] çimrenmek2, [çim-(i)r-en-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir] Ürpermek. [DS] çimsenli, [çis-en-li > çimsenli] {ağız} sf. (Hava için) yağmurlu; çisentili. [DS] çim siz1, [çim-siz] sf. 1. Çimi olmayan. 2. Üzerinde çim bulunmayan. çimsiz2, [Far. çın (buruşuk) => çim-siz] {e7} sf. Bu ruşuksuz. [EUTS] çimşek, -ği [şimşek > çimşek] {ağız} is. Şimşek. [DS] çim şir, [Far. şemşır => çimşirjs-i^-] {eAT} {ağız} is. bot. Şimşir. [DS] {eAT} dönşl. fi
çimşişmek, [çim-(i)ş-iş-mek [-ü r] Ürpennek.
çimtemek, [çim-(i)t-e-mek] {ağız} gçl. fi. [- r ] [-(di)y o r ] Sakınmak. [DS] çimtik, -ği [çim-di-k iİJio^-] {eAT} {ağız} is. Çimdik. [DS] S çimtik urm ak, {eAT} Çim diklem ek. çimtilli, [çim-di-l-li] {ağız} sf. Tertipli; düzenli. [DS] çimtinmek, [çim-di-n-mek] Kaşınmak. [DS]
{ağız} dönşl. f i
[-ir]
çimtiyen, [Ar. şintiyân] {ağız} is. İçi astarlı kadın do nu. [DS] çimzik, -ği [çim-di-mek > çim-di-k > çim-zi-k] {ağız} is. Çimdik. [DS] -çin 1, [-cin / -cin / -cün / -cun / -çın / -çin / -çün / çun] yap. e. -*■ -cin. -çin2, [-çın / -çin] {eT} yap. e. -*■ -çm. -çin3, [Far. çıden (toplayan) > -çın
-] (çi:n) son
ek. Farsça isimlerden “toplayan, se çen ” anlamında sıfat türeten son ek. Çin, [Çin, çin (Ç in ’d e ç o k esk i b ir han edan )] is. Doğu A sya’da eski bir medeniyetin üzerine kurul muş nüfusça kalabalık bir ülke. S Çin anasonu, bot. M eyveleri yıldız biçim in de m an olyagillerden y a p ra k la r ı ıtırlı ve dayan ıklı altı tür ağ aççık, (Illicium anisatum).\\ Çin bilimi, Çin dilini v e m e deniyetini in celeyen bilim ; Sinoloji. || Çin bülbülü, zool. T im alaya kuşu gillerden Çin 'in tropik b ö lg e le rin de y a şa y an üstü yeşilim si alt tarafı sa rı veya turuncu renkli, çoğ u n lu kla k a feste beslen en küçük ötücü kuş. ||Çin geyiği, zool. Çin ve K o r e ’d e b a ta k lık v a d ilerd e yaşayan , boynuzsuz; erkeğ in d e cü ce gey iklerin kin e benzeyen k ö p e k d işleri bulunan bir küçü k geyik, (H ydropotes inerm iş). \\ Çin gülü, bot.
OT« I K M
. ıooı
E begü m ecigillerclen koyu y e ş il y a p ra klı, büyük ve koyu kırm ızı çiçek li Çin veya Ja p o n k ö k en li b ir süs bitkisi a ğ a ççık, (H ibiscus roza-sin en sis). j| Çin işi Japon işi, A kıl erm ez, g a rip işler. || Çin leylağı, bot. L e y lâ k kokulu b ir tespih a ğ a c ı türü, (M eli azed ara ck ).|| Çin şapkası, zool. S ığ su la rd a k i k a y a lık la rd a rastlanan k on ik kabu klu y en eb ilir b ir tür yum uşakça.]] Çin tuzu, {OsT} G ü h erçile.|| Çin ve M açin, Ç o k uzak ülkeler, y erler. çin', [çan / çang / çank / çen / çm / çmg / çmk / çin / çing (yans.)] is. Çınlamayı andırır konuşma, bağ rışma, ötüşme ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çin-çik, çin -çir kuşu çin2, [çan / çang / çank / çeng / çm / çmg / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. 1. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çin-ti-k, çin -lertıek, çin-i-le-m ek, çin çin, 2. {ağız} Yankı. [DS] fi3 çin çin ötmek, {ağız} (Yer için) sessiz ve ıssız o l m ak. [DS] çinJ, [çim / çim / çin / çüm (yans.)] is. Parmak uçları ile sıkıştırmayı, ezmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çin dik, çin -di-k çin4, [çin] {ağız} is. Rütbe. [DS] çin5, [Çin. chen => çm > çin j ^ ] {eT} is. 1. Gerçek; hakikat. [EUTS] 2. sf. {eAT} Doğru; sahih; halis. 3. Tam. 4. {ağız} Öz; katıksız. [DS] S çin akşam (çm akşam), Tam akşam vakti. || çin ayaz, {ağız} S oğu k ve a ç ık hava. [DS]|| çin etmek, {eAT} 1. D oğrult m ak; düzeltm ek. 2. G erçekleştirm ek.]] çin eytmek, {eAT} D oğru sö y lem ek .|j çin kılmak, {eAT} çin etmek.|| çin sabah, {OsT} T a n y e r i a ğ a m ay a b a ş la dığı vakit.|| çin seher, {OsT} S e h er vakti; çin sa ba h .
ÇİN çincil, [çing > çinc-il] {ağız} is. Çocuk salıncağı. [DS] çinçah, [? çinçah] {ağız} is. Tavuk yemliği. [DS] çinçar, [? çinçar] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] çinçavat, [? çinçavat] {ağız} sf. (Kişi için) bencil; açıkgöz. [DS] çinçe, [çin-çe] {ağız} is. 1. Serçe. 2. sf. Küçük. [DS] ö çinçe parm ak, {ağız} K ü çü k p a r m a k ; se r ç e p a r mak. [DS] çinçi, [çin-çi] {ağız} is. Cam veya porselen eşya. [DS] çinçik1, -ği [çin-çik] {ağız} is. Cam ve porselen eşya. [DS] çinçik2, -ği [çin+çik] {ağız} is. Serçe kuşu. [DS] çinçik3, -ği [? çinçik] {ağız} is. Üste oturmak. [DS] çinçilbi, [? çinçilbi] {ağız} is. Su tası; maşrapa. [DS] çinçilebi, [? çinçilebi] {ağız} is. -*• çinçilbi. [DS] çinçilemek, [çin-çi-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-(i)y o r ] Gizliden gizliye araştırmak. [DS] çinçilya, [İsp. chinche (tahta kurusu) > chinchilla] is. zool. 1. Güney Amerika’da yaşayan yumuşak ince kıllı, açıklı koyulu gri renkte güzel postu için avla nan kemirgen bir hayvan, (C hin chilla lan iger). 2. Bu hayvanın yumuşak ve güzel tüylü kürkü, çinçilyagiller, [çinçilya-gil-ler] is. zool. Yumuşak tüylü, uzun kıllı kuyruklu kemirgenler familyası, (Lagostom u s m axim us ve lagidium ). çinçin1, [çin+çin] is. Japon köpeği. çinçin2, [çin (yans) + çin] {ağız} is. zool. Toprak ren ginde, kurak ve yarı kurak bölgelerde seyrek çalı lıklarda yaşayan, taş aralarında yuvalanan, tohum ile beslenen yaz göçmeni bir serçe türü; kısa ayaklı çöl kaya serçesi, (P ortron ia bra ch id a cty la ). [DS]
çin6, [Far. çm j ^ ] (çi:n) is. 1. Kıvrım; büklüm. 2.
çinçin3, [çin (yans.) + çin] {ağız} is. 1. Su kuyusu. 2. Hamam tası. [DS]
Buruşukluk. 3. Çatıklık. S çîn-i cebîn, {OsT} Alın buruşukluğu.]] çîn-i ebrü, {OsT} K a ş çatıklığı.
çinçin4, [çin+çin] {ağız} is. Tek ayak üzerinde seke rek oynanan bir çocuk oyunu. [DS]
çin7, [çin] {ağız} is. Halı dokumada kullanılan gevşek eğrilmiş ip. [DS]
çinçin5, [çin+çin] {ağız} is. Ağızda ezilerek çocuklara yedirilen çiğnem. [DS]
çin8, [çeğin / çiğin] (çi:n) {ağız} is. Omuz. [DS]
çinçinek, -ği [çin+çin-e-k] {ağız} is. Kelebek. [DS]
çina, [Moğ. çina / çinu > çine / çene] is. Kurt,
çinçiri, [çin-çir-i ?] {ağız} sf. Ufak tefek. [DS]
çinağar, [Yun. sinyatirion / Far. çîne-dâr] {ağız} is. iri gözenekli kalbur. [DS]
çindik1, -ği [çiğin-dik / çin-dik] (çi:n dik) {ağız} is. İnsanın arkası; sırt. [DS]
çinak, -ğı [? çinak] {ağız} is. Köy evlerinde dumanın damdan çıktığı aralık. [DS]
çindik", -ği [çim (yans.) > çim-dik] {ağız} sf. Küçük miktar. [DS]
çinakop, [T. çene Yun. + kopto (kesm ek) > tşenokopus [Tzitzilis] => çinakop] is. zool. Sırtı koyu, yan ları açık mavi veya yeşilimsi gümüşi, kamı parlak ve beyaz, boyu 10-15 cm kadar olan küçük lüfer balığı, (T em m adon saltator).
çindilli, [çindil-li] {ağız} sf. (Kişi için) geçimsiz. [DS]
çinbar, [Far. çenber] {ağız} is. Dokuma tezgâhların da, dokunan kumaşı gerdirmekte kullanılan iki ucu dişli araç. [DS] Çince, [çin-ce] is. Çin’de konuşulan dil; Çinlilerin dili.
çine1, [çene > çine] {ağız} is.Ç ene. [DS] çine2, [Far. çine < ^ ] (çi;n e) {OsT} is. Kuş yemi. S çîne-dân, {OsT} K uş ku rsağ ı.|| çîne-rîz, {OsT} Yem d ö k en ; y em dökücü. çine3, [Yun. sinyatirion / Far. çîne] {ağız} is. Geniş gözlü kalbur. [DS] çine başı, {ağız} İr i g özlü k a l bu rdan g eç e n bu ğday tan eleri ile harm an yerinin taş ve top rağ ı k arışık küçük yığın. [DS]
İIÜMIKSÖM. o«
ÇİN çinebiıı, [Far. çînicebîn
{çin eceb im ) OsT} is.
-*■ çinicebin. çineder, [Yun. sinyatirion / Far. çine-dâr j b -] {çı ğız} is. -*■ çinedir. [DS] çinedir, [Yun. sinyatirion / Far. çîne-dâr jb t > ] {çı ğız} is. İri gözenekli kalbur. [DS] çineğir, [Yun. sinyatirion / Far. çîne-dâr jb
{çı
ğız} is. -*■ çinedir. [DS] çinek, -ği [çiğne-mek > çine-lc] (çi:n ek) {ağız} sf. Üzerine basılmış; çiğnenmiş; ezilmiş. [DS] çineker, [? çineker] {ağız} is. Çıralı çam. [DS] çinende, Far. çînende
{OsT} is. Toplayıcı; dev-
şirici. çin er1, [Yun. sinyatirion / Far. çîne-dâr jb çi-le-r-mek] {ağız} gçsz. f . [ - ir ] Parlamak; ışıldamak. [DS] çinertm ek, [çiner-t-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] -*■ çinermek. [DS] çineter, [Yun. sinyatirion / Far. çîne-dâr jb Far. çingâne / Yun. tsinganos] is. Çingene, çingencik, -ği [çing-en+cik] {ağız} is. Serçe. [DS] Çingene, [Flind. çangar (Indüs kıyısında esk i bir k a b ile) > Far. çingâne / Yun. tsinganos] is. I . Hint asıllı olduğu söylenen on üçüncü yüzyıldan itibaren
Avrupa’ya yayılmış, genellikle sepetçilik, kuyum culuk, kalaycılık, çalgıcılık, falcılık, at cambazlığı, arabacılık ve bohçacılık gibi işlerle geçimlerini sağlayan çoğu göçebe topluluktan olan kimse. 2. sf. m ecaz. Arsız; yüzsüz. 3. m ecaz. Cimri, fi3 Çingene borcu, M iktarları kü çü k o lm asın a rağm en, d ağın ık ve p e k ç o k kim seye olan b o r ç .|| Çingene çalar K ü rt oynar, N e y a p ıld ığ ı belli d eğ il; h erk es kendi âleminde.\\ Çingene çergesi, Pis, bakım sız ve d a ğ ı n ık yer.\\ Çingene çorbası, Ç eşitli kim selerin b a şk a b a ş k a dü şü n celerle katıldığ ı ve k a r m a k a rışık h â le g etird ik leri durum,\\ Çingene düğünü, Gürültülü patırtılı, düzensiz toplantı.\\ Çingene kavgası, 0 nem siz b ir şey d en çıkan ve o ld u k ça ç o k gürültü patırtın ın y a p ıld ığ ı k a v g a . \\ Çingene maşası, K a ra kuru ve cılız b ir kim seyi a şa ğ ıla m a k için söylen en söz. || Çingene palamudu, m ecaz. P alam u dun küçüğü.\\ Çingene parası, B ozu k p a r a , ufaklık.\\ Çin gene pembesi, G öz alıcı, ç iğ p em be. Çingenece, [çingene-ce] is. 1. Hint-Ari grubundan, kökeni Kuzey-Batı Hindistan’daki Bancaras kabi lelerinin dillerine dayanan ve Çingenelerin konuş tuğu dil. 2. zf. Çingene gibi, çingeneye yakışır bi çimde. çingeneleşme, [çingene-le-ş-me] is. Çingene duru muna gelmek işi. çingeneleşmek, [çingene-le-ş-melc] dönşl. f . [-ir ] 1. Cimrileşmek. 2. Arsızlaşmak. 3. Açgözlü hâle gel mek. çingenelik, -ği [çingene-lik] is. Cimrilik. Çingenelik, -ği [çingene-lik] is. Çingene olma duru mu veya çingenelerin tutumu, çingenlik, -ği [çinge-n-lik] {ağız} is. Serçe büyüklü ğünde bülbüle benzer bir kuş. [DS] çingi1, [çing-i] {ağız} is. Sert taş. [DS] S çingi taşı, {ağız} Y apılarda çoğ u n lu kla k ö ş e le r e kon ulan sert, sa ğ la m b ir siyah taş. [DS] çingi2, [Far. çâne / *iç+enek [Tietze] / çene] {ağız} is. Çene. [DS] çingil1, [Yun. atsiggano / çing (yans.) > çing-il J£u=r] {OsT} is. 1. Küçük üzüm salkımı, {ağız} (ay nı) [DS] 2. {ağız} Küçük bakraç, [DS] 3. {ağız} Y e meninin kenarlarına zincir örülerek bağlanan sal kım şeklindeki pullar. [DS] 4. {ağız} Kapı mandalı. [DS] ö 1 çingil beşik, {ağızj Salın cak. [DS] çingil2, [çing (yans.) > çing-il] {ağız} is. 1. Dağ doru ğu. 2. Ağaç doruğu. [DS] çingil3, [çiğin > çiğin > çingil / çiılil] (çingil / çini 1) {ağız} is. Omuz. [DS] çingildi, [çing (yans.) > çing-il-di ^JİSÖ^] {eAT} is. Çınlama sesi. çingilemek1, [çing (yans.) > çing-i-le-mek / çin-i-lemek] (çihilem ek) {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(i-y o ı] 1. Boş ve yüksek ses çıkarmak. 2. Çınlamak. [DS]
İ H İ R l b l . 1003
ÇİN
[çing (yans.) > çing-il-le-mek] {ağız} g ç l . f [- r ] [-l(i)-y o r] Üzüm salkımının salkımcıklarım ayırıp koparmak; çingillerine ayınnak. [ D S ] ç i n g i l l i , [çing-il-li] {ağız} sf. Sonuncu. [ D S ]
ç i n g i l l e m e k 2,
[çing (yans.) > çing-ir] {ağız} is. Çınlamayı anlatan yansımalı gövde. [ D S ] S ç i n g i r a y a z , {ağız} M ehtaplı h a v a d a ve kuru soğuk. [ D S ] | | ç i n g i r ç i n g i r , {ağız} 1. Kupkuru. 2. Işıl ışıl. 3. (Ses için) ıs sız ve k a ra n lık g e c e d e y a n k ıla n a ra k gelen . 4. Yeni ve b o ş şeylerin çıka rd ığ ı s e s e benzer. [ D S ]
ç i n g i r 1,
ç i n g i r 2,
[? çingir] {ağız} is. Fahişe.
ç i n g i r 3,
[çing-ir] {ağız} is. Küçük kulaklı keçi.
[D S ] [D S ]
[çing (yans.) > çing-ir-e-k] {ağız} Bülbüle benzer, serçe büyüklüğünde bir ötücü kuş. [ D S ]
ç ig ir e k , -ği
[çing-ir-t] {ağız} is. Öküzler tarafından çeki lebilmesi için tomruğa çakılan demir. [ D S ]
ç in g ir t ,
ç in g ir t i,
[çing (yans.) > çin-ir-ti ^_£~r] (çihirti) {eAT}
is. Çınlama sesi; şıngırtı, [? çingiş] {ağız} is. Arapsaçına benzer bir ot.
ç in g iş ,
ç i n g i z 1,
[çiğ-ne-z > çing-iz ?] {ağız} sf. Katı; sert.
[DS] ç in g iz “ ,
[çiğin > çifiiz] (çihiz) {ağız} is. Omuz. [DS]
ç in g k e ,
[çin-ke] {ağız} sf. Pek çok. [DS]
[çin (yans.) > çin-re-mek] (çihrem ek) {eAT} g ç s z .f. [- r ] [-r(i)-y or] Çınlamak,
ç in g r e m e k ,
ç in g r e n d ir m e k ,
[çin
(yans.)
>
çin-re-n-dir-mek
dloj-ü^SU-] (çinrendirm ek) {OsT} gçl. f i [-ir ] -*■ çıngratmak. ç in g r e tm e k ,
[çin (yans.) >
çin-re-t-mek
{OsT} (çinretm ek) g ç l.f. [-ir ] -*■ çmgratmak. [Far. çîn > çın!
(O sT ç i.n i:) ( ç i ’ni) is. 1.
Beyaz kilden yapılmış, bir yüzü sırlı, kaplama mal zemesi. 2. Banyo, mutfak gibi zeminlere döşenen fayans; seramik. 3. sf. Çini tekniğinde yapılmış ve ya kaplanmış. 4. {eT} Çinli. [KB] 5. {ağız} Açık ma vi. [DS] 6 . {ağız} Bakır tabak. [DS] ö ç i n i ç a m u r u , S era m ik yap ım ın d a kullanılan b ey az kilden h azır lanm ış çam u r.|| ç i n i k ü p , {ağız} Sırlı küp. [DS]|| ç i n i m a v i s i , Yeşil ile m avi a ra sı b ir renk. | |ç i n i m o z a i k , K ü çü k se ra m ik p a rça la rın ın du var üzerin e y a p ıştı rılm ası ile e ld e ed ilen m oz aik süsleme.\\ ç i n i m ü r e k k e b i , E sa s o la r a k b a c a isinin kurum undan y a p ılm ış mürekkep.\\ ç i n i t o p r a ğ ı , F eld sp atla rın b o zuşm asıyla oluşm uş y a ğ lı k il toprak. ç i n i 2,
[çin (yans.) > çin-i] {ağız} is. Topaç. [DS]
ç i n i 3,
[çin (yans.) çin-i] {ağız} is. Bilezik.[DS]
ç i n i 4,
[çiğin > çini] {ağız} is. [DS]
ç in ic e b in ,
[Far. çîn-i cebin
ç i n i k 2,
[DS] [Yun. khoiniks] {ağız} is. Sekiz kg.lık bir hububat ölçüsü; şinik. [DS]
ç i n i k 5, - ğ i
[çiğ (yans.) > çiğ-il > çinil] {ağız} is. Küçük ça kıl taşı. [DS]
ç in il,
[çin (yans.) > çin-i-le-k] sf. (Y er için) aşırı yankı yapan.
ç in ile k ,
[çin-i-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. (Kulak için) çınlamak. 2. Yankılanmak. [DS] ç i n i l i , [çini-li] sf. 1. Çinisi bulunan. 2. Çinilerle süs lenmiş olan. ç in ile m e k ,
[çin (yans.) > çin-il-ti] {ağız} is. Gerilmiş yün veya ipliğin çıkardığı ses. [DS]
ç in ilt i,
ç in in ,
[çiğin > çiğin > çinin] {ağız} is. Omuz. [DS] [çini-siz] sf. Çinisi bulunmayan,
[çin+iş-i] is. t. 1. Çin’den gelen veya Çin zev kine uygun olarak düzenlenmiş eşya. 2. İpek üstüne sırma ve ibrişimle yapılan bir cins işleme; Çin iğ nesi.
ç in iş i,
[çen-iş-tür-ük] {eT} is. İlk yazda yetişen kırmızımsı içli, fındığa benzer bir meyve. [DLT]
ç in iş tü r ü k ,
[çen-iş-tür-ük-se-mek] {eT} g ç s z .f. [ - r ] Canı çiniştürük istemek. [DLT] ç i n k 1, [çan / çang / çank / çeng / çın / çmg / çın / çmk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zültıkar] çinlc-e vurm ak & ç i n k ç i n k , {OsT} Eskiden, h esa p işlerin de ku llan ıl m ak ü zere d eğ ersiz m adenden y a p ıla n m arka.
ç in iş tü r ü k s e m e k ,
ç i n k 2,
[çink (yans)] {ağız} is. Serçe kuşu. [DS]
[Far. çini + Slav, -lca (küçültm e eki)] {ağız} is. Porselen tabak; kâse. [DS]
ç in k a ,
[çink (yans.) > çink-e] sert ve sağlam. 2. is. Benek. alınabilen miktar; çok küçük [DS] ö ç i n k e v u r m a k , {ağız}
ç i n k e 1,
tık kaşlar. 2. Sert bakış, [çini-ci] is. Çini yapan ve satan kimse,
ç in ic ilik , - ğ i
[çini-ci-lik] is. Çini yapma işi.
{ağız} sf. 1. (Taş için) 3. İki parmak arasına parça; zerre. 4. Fiske. F is k e vurmak. [DS]
[çink-e] {ağız} sf. 1. Kısa. 2. Ufak. [DS]
ç i n k e 2,
ç in k e r li,
[çink-er-li {ağız} sf. (Çam için) içi çürük.
[DS] - ğ i [çink-ey-lik] {ağız} is. Bülbüle benze yen, serçe büyüklüğünde bir kuş. [DS] ç i n k i 1, [çink (yans.) > çink-i] {ağız} sf. (Taş için) sağ lam; sert. [DS]
ç in k e y iik ,
[çink-i] {ağız} is. Çivi. [DS]
[çink-il-li ?] {ağız} is. Atmaca. [DS] [İt. cinque] ( ç i ’nko) is. Tombala oyununda ilk iki sıranın doldurulması suretiyle alman para. S ç i n k o d e m e k , T om ba lad a ilk b ir ve ikinci sıray ı doldurmak.\\ ç i n k o y a p m a k , Ç inko dem ek.
ç in k illi, ç i n k o 1,
ç in ic i,
[çin-i > çinik] {ağız} is. Porselen tabak.
-ği
ç i n k i 2,
j^ r] {OsT} is. 1. Ça
[çin-ik] {ağız} is. înce keçe. [DS]
ç i n i k 1, - ğ i
ç in is iz ,
[D S ]
ç i n i 1,
[çin+iğne-si] is. Kumaş üzerine renkli ipliklerle uygulanan bir süsleme tekniği.
ç in iğ n e s i,
OTOMlÜBlfttSÖMİ.,oo4
ÇİN çinko2, [Alm. zink > İt. zinco] ( ç i ’nko) is. kim. 1. Ha vadan etkilenmeyen, parlatmaya elverişli mavimsi beyaz renkte, atom sayısı 30, kütlesi 65,37 olan metal bir element; sembolü: Zn. 2. sf. Çinkodan yapılmış olan. S çinko baskı, matb. B askı k a lıp la rı o la r a k çinko levhaların kullanılm ış olduğu ba sk ı yöntem i. çinko3, [? çinko] {ağız} is. Kasaplıkta, sığırın dirsek ten etli olarak ayrılmış kol kemiği. [DS] çinko4, [çinko] {ağız} sf. 1. Kavgacı. 2. Çok konuşan. [DS] çinkograf, [Fr. zincographe] is. Çinkografı ustası, çinkografi, [Fr. zincographie] is. Çoğaltılmak iste nen resim ve yazıların çinko kalıplar üzerine çıka rılması işi ve tekniği çinkolam a, [çinko-la-ma] is. Çinko ile kaplamak işi. çinkolu, [çinko-lu] sf. İçinde çinko bulunan; çinko karışmış olan, çinlemek, [çing (yans.) > çin-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [ -l(i)-y o rj Yankılanmak; yankı yapmak. [DS] Çinlıg, [Çin + T. -lığ] {eT} sf. Çinli; Çini. [KB] Çinli, [çin-li] is. Çin halkından olan kimse. çinm ek1, [çim (yans.) > çim-mek] {ağız} g ç s z .f. [- e r ] Yıkanmak. [DS] çinmek2, [çin-mek] {ağız} gçl. f. [ - e r ] Alkışlamak. [DS] çinnek, -ği [çiğne-k > çinnek] {ağız} sf. Çiğnenmiş; ezilmiş, fi1 çinnek etmek, {ağız} B itkileri, çiğneyip ezm ek. [DS] çinnem, [çiğne-m > çinnem] {ağız} is. Çiğnem; be beklere yedirilen ağızda çiğnenip ezilmiş lokma. [DS] çinnemek, [çiğne-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-n (i)-y or] Çiğnemek. [DS] çinngi, [çiğin > çinni] {ağız} is. Omuz. [DS] çintal, [Sansk. candâla] {eT} is. Cellat. [EUTS] çinnik1, -ği [cin-lik > çinnik] {ağız} is. Ocağın iç kıs mında bacaya doğru yapılan raf. [DS] çinnik2, -ği [çint-ik > çinnik] {ağız} is. Bir şeyin en küçük parçası. [DS] çinpiy, [? çinpiy] {ağız} is. Yiyecek olarak yağ, [DS] çintam ani, [Sansk. cintâmani] {eT} is. Bir mücevher. [Gabain] çintan ', [Sansk. candana] {eT} is. Sandal ağacı. [EUTS] çintan2, [Ar. şintiyân] {ağız} is. İçi astarlı kadın do nu; şalvar. [DS] çinte1, [? çinte] {ağız} is. Köylülerin giydiği bir tür gömlek. [DS] çinte2, [Ar. şilte] {ağız} is. Minder. [DS] çintelemek1, [çent-mek > çint-ele-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] Bir ağacı balta, bıçak vb. şeylerle yontmak; üzerinde gedikli yaralar açmak. [DS] çintelemek2, [çiti-le-mek > çinte-le-mek] {ağız} gçl. f [~rl f-lfi)~yor] (Çamaşır için) çitilemek. [DS]
çintem ani, [Sansk. cintâmani] is. 1. {eT} Düşünce incisi. [İKPÖy.] 2. İt ayağı, bulut buse ve Çin bulutu gibi desenlerle birlikte kullanılan, bir noktadan te ğet iç içe üç daireden oluşan süsleme motifi, çinterm ek, [Türkm. çintge-mek > çintge-r-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] Bir işi dikkatle ve özenerek yap mak. [DS] çinti, [çent-mek / çint-mek > çint-i] is. 1. Maden ocaklarında yatay çökmeleri önlemek için dik ve yatay direkler arasına eğik olarak konulan kalasları yerine oturtmak için direklerde birbirine uygun ola rak balta ile açılmış çentikler, oyuklar. 2. {ağız} İçi astarlı kadın şalvarı. [DS] çintik, -ği [çent-mek > çint-mek > çint-ik] is. 1. Kesici bir araçla açılmış küçük gedik; oyuk. 2. m e caz. Küçük bir kusur. 3. {ağız} Yontulmuş; kesil miş; çentik. [DS] 4. {ağız} Bir şeyin çok küçük par çası. [DS] 5. {ağız} Fiske. [DS] 6. {ağız} Hayvan tekmesi. [DS] S çintik taşı, {ağız} F ın d ık büyüklü ğ ü n de taş. [DS] çintiklemek, [çit-i-le-mek > çint-ik-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [ - l(i)-yor] Çamaşır yıkamak. [DS] çintilemek1, [çint-i-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(i)y o r ] Kumaş ya da örgülerin delik ve yırtıklarını aslına uygun örmek; dikmek. [DS] çintilemek2, [çinti-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] Çiselemek. [DS] çintili, [Güre. çqintli] {ağız} is. Kömürde közlenmiş taze mısır. [DS] çintim ek1, [çit-i-mek > çint-i-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] Kumaş ya da örgülerin delik ve yırtıklarını aslına uygun örmek. [DS] çintimek2, [çint-mek > çint-i-mek] {ağız} gçl. fi. [- r ] Bir odun veya ağacı balta veya bıçakla vura vura kesmek; çentmek. [DS] çintimek3, [çit-le-mek / çint-i-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] (Kabak çekirdeği veya ayçiçek gibi yiyecekler için) kabuğunu çıkararak içini almak. [DS] çintirik1, -ği [çintir-ik] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boy lu. [DS] çintirik2, -ği [çintir-ik] {ağız} sf. (Kişi için) çok ko nuşan. [DS] çintirm ek, [çintir-mek
{O sT } gçl.
fi. [-ir ] Giz
lice öğrenmeye çalışmak. çintiyan1, [Ar. şintiyân /İt. cignato => çintiyan {eAT} is. Kaba kumaştan yapılmış içi astarlı, paçası büzgülü, geniş ve uzun şalvar.
çintiyan2, [? çintiyan] {ağız} is. Kılıç; kama. [DS] çintli, [çint-li ?] {ağız} is. Ateşte közlenmiş taze mı sır. [DS] çintme, [çint-me] {ağız} is. 1. Kabak yemeği. 2. Ca cık. [DS] çintm ek, [çent-mek / çint-mek] {ağız} gçl. f i [ - e r ] 1. Bir şeyi küçük parçalara ayrılacak şekilde kesmek;
Ö
Î M
1 K M
. 1 0 0 5
doğramak. 2. Yontmak. 3. Kabuğunu çıkarıp içini almak. 4. Ovalamak; sürtmek. 5. A z olan suları bir araya toplamak. 6. Aradan çıkarmak. 7. Aşık oyu nunda büyük aşıkla küçük aşıkları vurmak. 8. Sula rı azır azar ayırıp bölmek. [DS] çinya, [? çinya] {ağız} is. Kuş ve kümes hayvanları nın gübresi. [DS] çip', [çab / çalp / çap / çıp / çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareketler sonucunda oluşan, ya da el ve ayak la oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfıkar] çip çip, çip -i çip-i, çip-en dirik-li, çip-il, çip-il-de-m ek, çip-il-de-k, çip-il-dim , çip-il-le-n-m ek, çip-i-nti f i 1 ç i p ç i p etmek, {ağız} (Ç o cu k dili) yıkanm ak. [DS] çip2, [çab / çep / çıp / çip (yans.)] is. Gevezelik etme yi, yerli yersiz konuşmayı, hoppaca hareketleri, ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ç ip -çe çip3, [çap / çep / çıb / çib / çip / çüp (yans.) is. El çırpma ve alkışlama sesini ve hareketini anlatan kök. [Zülfıkar] ç ip -cik çalm ak, çep-ik, çip-(p)e-k, çip-(p)e-n çip4, [çip (yans.)] ünl. Keçi çağırma ünlemi, çip -i çip i çip5, [İng. chip (yonga, çentik)] is. bsy. Çok küçük yüzeyler üzerinde binlerce devre elemanından olu şan son derece karmaşık elektronik devrelerin yer leştirildiği yarı iletken bir malzemeden yapılmış ince dilim; yonga, kıymık. çip6, [Güre, çipi] {ağız} is. Göbek. [DS] çipa1, [İt. ceppo] (çi'po) is. dnz. İki kollu gemi demi ri. çipa2, [Slav, şip] {ağız} is. Arının iğnesi. [DS] çipaJ, [Güre, çipi] {ağız} is. Göbek. [DS] çipağ, [? çipağ] {ağız} is. İneklerin çok güneşli yer den kaçması. [DS] çip a r1, [Yun. tipari] {ağız} is. 1. Biçim; şekil. 2. Özel işaret veya renk. [DS] çipar2, [? çipar] {ağız} is. Çiçek bozuğu; çopur. [DS] çipeik, -ği [çip (yans.) > çip-cik] {ağız} is. Alkış. [DS] f? çipeik çalm ak, {ağız} A lkışlam ak. [DS] çipçe, [çip (yans.) > çip-çe] {ağız} is. 1. Civciv; cü cük. 2. Çocuk; bebek. [DS] çipçi, [çip-çi] {ağız} is. Yayık kolu. [DS] çipçiğ, [çi(p)+çi/ğ] pekşt. sf. Tamamen çiğ; çimçiğ. çipçirkin, [çi(p)+çi/rkin] p ekşt. sf. Çok çirkin, çipdirmek, [çip (yans.) > çip-tir-mek] {ağız} g ç l .f . [ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] çipe1, [? çipe] is. spor. Güreşte bir eli ile rakibin bir kolunu ve diğer eli ile de ters yandaki koltuk altın dan kavramak suretiyle rakibini kendi sırtından aşırmak şeklinde ayakta uygulanan bir oyun. çipe2, [? çipe] {ağız} is. Gübre taşımak için yapılmış etrafı kapalı kızak. [DS] çipeç, -ci [çip-eç] {ağız} is. Yayık kolu. [DS]
ÇİP çipendirikli, [çip (yans.) > çip-en-dir-ik-li] {ağız} sf. (Hava için) soğuk ve yağmurlu. [DS] çiper, [çip-er] {ağız} is. Bahçe etrafına dikenli bitki lerden yapılmış çit. [DS] çiperlik, -ği [çip (yans.) > çip-er-lik] is. Yağmurlu ve soğuk hava. çipez, [çip (yans.) > çip-ez] is. 1. Çeşitli sebeplerden dolayı kalitesi düşmüş ipek böceği kozası; sıdak. 2. Para. çipi1, [çip (yans.) > çip-i] ünl. Keçi çağırma ünlemi. S çipi çipi, {ağız} K e ç i çağ ırm a ünlemi. [DS] çipi2, [çip (yans.) > çip-i] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareketler so nucunda oluşan, ya da el ve ayakla oluşturulan ha reketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan yansı malı gövde. S çipi çipi, (Ç ocu k dili) yıkanm a. çipi3, [çip (yans.) > çip-i] {ağız} is. Küpe. [DS] çipik, -ği [çip (yans.) > çip-mek > çip-ik] {ağız} is. El çırpma; alkış. [DS] çipil1, [çip (yans.) > çip-il] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareketler so nucunda oluşan, ya da el ve ayakla oluşturulan ha reketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan yansı malı gövde. S çipil çipil, {ağız} (E l ve a y a k la r için) su için de s e s le r çıkartarak. [DS] çipil2, [çip (yans.) > çip-il] {ağız} is. 1. Ağacın yan dallan. 2. Irmak kenarlarındaki söğüt, kavak gibi ağaçların filizleri. 3. Bataklık ve çeşme suyunun aktığı yerlerde meydana gelen yosun ve ot türü kü çük bitkiler. 4. Altı bataklık, üstü sazlık arazi. 5. Küçük durgun su. 6. Sığ su. 7. Çamurlu su. 8. So ğuk ve karlı günlerde suların bulunduğu yerde ya şayan uzun gagalı eti yenir bir kuş. [DS] çipilJ, [Far. çepel (iğren ç görünüşlü) / çip (yans.) > çipil J~?-] {ağız} sf. 1. (Göz için) kirpikleri dökül müş; çapaklı ve hastalıklı. [DS] 2. {OsT} Kirli; pis; murdar. 3. {eAT'} Pislik. S çipil çipil, 1 . (G öz için) ça p ak lı. 2. (G öz için) küçük, p a r la k ve mavi. || çipil gözlü, {ağız} (K işi için) kü çü k gözlü. [DS] çipildek1, -ği [çip (yans.) > çip-il-de-mek > çipil-dek] {ağız} is. 1. Suların sığ kesimi. 2. Sulu çamur. [DS] çipildek2, -ği [çip-il-dek] {ağız} sf. (Kişi için) gözleri çapaklı olan. [DS] çipildemek, [çip (yans.) > çip-il-de-mek] {ağız} gçsz. f [->'] [~d(i)-yor] 1. (Su için) çeşitli nedenlerle etra fa sıçramak. 2. (Yara için) sulanmak. 3. Su içinde el ve ayakları çırpmak. 4. Sıçramak. [DS] çipilden, [çip (yans.) > çip-il-den] {ağız} is. 1. Dur gun, az sazlı ve bulanık su. 2. Suyun sığ yeri. [DS] fi1 çipilden kuşu, {ağız} B ata klıkta y a şa y an b ir kuş. [DS] çipildetmek, [çip (yans.) > çipil-de-t-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] El, yüz yıkarken suyu çevreye sıçratmak. [DS]
çipildik, [çipil-dik] {ağız} is. Göz çapağı. [DS] çipildinı, [çip (yans.) > çipil-dim] is. Küçük su biri kintisi. çipilemek, [çip (yans.) > çipi-le-mek] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(i)-y o r] Suda oynamak. [DS] çipilgen, [çip (yans.) > çip-il-gen] {ağız} is. 1. Y ağ murdan sonra veya karlar erimeye başladığında meydana gelen cıvık çamur. 2. sf. (Yol için) çamur lu. [DS] çipilgi, [çip-il-gi] {ağız} is. Ağacın yan dalları. [DS] çipillemek, [çip (yans.) > çip-il-le-mek] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] El vurarak tempo tutmak; el çırp mak. [DS] çipiLlenmek, [çipil-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir] (Göz için) çapaklanmak. [DS] çipilleşme, [çipil-le-ş-me] is. (Göz için) çipilli hâle gelme. çipilleşmek, [çipil-le-ş-mek] dönşl. fi. [ -ir ] (Göz için) çipilli hâle gelmek, çipilli, [çipil-li] {ağız} sf. (Göz için) çapaklı. [DS] çipillik1, -ği [çip (yans.) > çipil-lik] is. 1. Altı sulu çi menlik yer. 2. Yağmurlu ve çamurlu hava. çipillik2, -ği [çip-il-lik] {ağız} is. Irmak kenarlarında ki söğüt, kavak gibi ağaçların filizleri. [DS] çipilti, [çip (yans.) > çip-il-ti] is. Yağmur serpintisi, çipinti, [çip (yans.) > çip-in-ti] {ağız} is. Yağmur su larının saçaklardan damlaması suretiyle duvarlarda meydana gelen ıslaklık ve leke. [DS] çipir, [çip-ir] {ağız} is. Ağacın yan dallan; ince ağaç dalı. [DS] çipirdik, -ği [çip (yans.) > çip-ir-dik] {ağız} is. Gözde oluşan çapak. [DS] çipirgi, [çip (yans.) > çip-ir-gi] {ağız} is. Ağaç dalla rının uç kısmı. [DS] çipirtm e, [çip (yans.) > çip-ir-t-me] {ağız} is. Bazla ma. [DS] çipiruz, [İt. impazzare] {ağız} sf. (Kişi için) parasını yerinde harcamasını bilmeyen. [DS] çipiş, [çip (yans.) > çip-mek > çip-iş / cib-iş] {ağız} sf. Gözü iyi görmediği için gözünü sık sık kırparak veya kısarak bakan. [DS] çipit, -di [çip-it] {ağız} is. Sacda pişirilen mayasız ha mur ekmeği; şebit. [DS] çipite, [? çipite] {ağız} is. Tel ile işlenmiş bir tür baş örtüsü. [DS] çipkesen, [çip+kes-en] {ağız} is. Testere. [DS] çipki, [çip (yans.) > çip-ki] {ağız} is. İnce ağaç dalı. [DS] çipli, [çip (yans.) > çip-li] {ağız} is. 1. İnce ve esnek değnek. 2. Sepet. [DS] çiplik1, -ği [çip (yans.) > çip-lik] {ağız} is. İnce ağaç dallarından yapılmış değnek veya kamçı. [DS] çiplik2, -ği [çip-lik] {ağız} is. Baş ve işaret parmakla rının arasındaki açıklıktan ibaret uzunluk ölçüsü. [DS]
• 1 0 0 6
Ö IÜ M IİİM M
ÇİP
çiplik , -ği [çip-lik] {ağız} is. Şeytan tırnağı. [DS] çipo, [İt. cipo / ceppo] is. dnz. Çapa kollarının deniz dibine takılmasını sağlamak için bedene dikey ola rak geçirilmiş ağaç veya demir parça, çippek, [çip (yans.) > çipp-e-k] {ağız} is. El çırpma; alkış tutma. [DS] çippen, [çipp-en] {ağız} is. El çırpma; alkış. [DS] çipre, [? çipre] {ağız} is. Madenî kalem ucu. [DS] çipri, [çırp-ı > çipri] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] çipro, [? çipro] {ağız} is. Buğday çeşidi. [DS] çipura, [Lat. tsipoura] is. z oo l. Ege ve Akdeniz’de yaygın olarak yaşayan, sırtı koyu mavi-gri, yanları sarı gümüşi, solungaç kapağı çevresi lekeli, lezzetli bir balık, (Sparus aurata). çipuri, [Yun. tsipura] {ağız} is. Suyu çıkarılmış üzüm posası. [DS] çipürduk, -ğu [çep / çip (yans.)> çip-ür-dük
uj$*>-]
{OsT} sf. Karışık; çetrefil. -çir, [-çir-]/e77 yap. e. Fiilden fiil yapan ek. kül-çirm ek (gülüm sem ek) ç i r 1, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans.)] is. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] ç ir ç ir çir2, [çar / çır /çir / çur (yans.)} is. Dönme, sürtünme, bağırma, ağlama, ötme gibi durumlarda çıkan ve parazitli sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] çir-çı-t ç ir3, [çır / çir (yans.)] is. Tırnakla yırtma, tırmalama, pençeleme veya herhangi bir şekilde yırtmayı anla tan kök. [Zülfîkar] ç ir-ik çir4, [çır / çir] {eT} is. 1. Yağ. [DLT] 2. {ağız} Kayna mamış sütün kaymağı. [DS] 3. sf. Şişman, S1 çir etmek, {ağız} Özür d ilem ek. [DS] çir5, [Yun. tzirin / Güre, çiri / Erme, c ’ir] {ağız} is. Meyve kurusu. [DS] S çir basta, {ağız} T aze z e r d a linin ez ile rek kurutulm ası ile y a p ıla n pestil. [DS] çir6, [çir] {ağız} is. Suyu az akan çeşme; cırcır. [DS] çira, [Far. çirâ Iy>-] (ç ira :) {OsT} zf. Niçin, neden? ç ira ğ 1, [Far. çerâğ
ı>*-] (ç ira :ğ ) {OsT} is. 1. Fitil 2.
Kandil ve mum. çirağ2, [Far. çerâğ ^jyr] {OsT} is. 1. Çırak. 2. Öğren ci; talebe. 3. sf. Emekli; tekaüt, çirakha, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Toprak kandil. [DS] çirak m a, [Far. çerağ-pâ
{ağız} is. Üzerinde çı
ra yakılan tenekeden yapılma bir tür şamdan. [DS] çirappa, [Far. çerâğ-pâ] {ağız} is. Toprak kandil. [DS] çiras, [? çiras] {ağız} is. Kurumaya yüz tutmuş mey ve. [DS] çiratm ak , [çirat-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Zerdali ku rusu yapmak için zerdalileri yarıp sermek. [DS] çirav, [? çirav] {ağız} is. Sepet. [DS] çirçe, [çir (yans.) > çir-çe / çiçe] {ağız} is. Küçük par mak. [DS]
ÇİR
İ İ I M İ I C E 5 1 1 l i . 1007
çirçel, [Bulg. creslo] {ağız} is. -*■ çirçene. [DS]
çirik3, -ği [çir-mek > çir-ik] {ağız} sf. Yırtık. [DS]
çirçene, [Bulg. creslo] {ağız} is. Üvendirenin ucunda ki demir. [DS]
çirik4, -ği [çir (yans.) > çir-ik] {ağız} is. Az akan, ki mi kez de hiç akmayan çeşme. [DS]
çirçıt, [çir+çıt] {ağız} is. Çekirge. [DS]
çirike, [? çirike] {ağız} is. Evlerdeki ocaklardan ate şin sıçramaması için ocağın önüne konulan taş en gel. [DS]
ç irç ir1, [çir (yans.) + çir] {ağız} is. İdare lambası. [DS] çirçir2, [çir (yans.) + çir / şır (yans.) + şır] {ağız} is. Suyu az akan çeşme. [DS]
çirim ek, [çir-i-mek / çür-ü-mek] {ağız} gçsz. f . [-r] Çürümek. [DS]
çirçir3, [çir+çir] {ağız} is. Pamuk kozalarının çekir değini çıkarmakta kullanılan çıkrık. [DS] çirçirik, -ği [çir+çir-ik] {ağız} is. Kuruyan yabani otlar. [DS]
çirin, [çir-in ?] {ağız} is. Çapak. [DS] çiring, [çir (yans.) > çir-ing] {eT} is. Leğen vb. nes nelerin çıkardığı ses. [DLT]
çirçitlem , [çi(r)+çi/tlem] {ağız} pekşt. sf. Ufak tefek; önemsiz. [DS]
çiriş1, [Far. sirîş > şiriş > çiriş] is. 1. Dağ pırasası, (Allium vin eale). 2 Çirişotu, (A sphodelus albu s). 3. Çirişotunun kökü öğütülerek elde edilen ve ayak kabıcılarla kitap ciltçilerinin kullandıkları yapıştırı cı madde. 4. {ağız} (Hayvanlar için yapılmış) un çorbası. [DS] 0 çiriş geçmek, {OsT} K a ra la m a k ; iftira atm ak; çam u r çalm ak. |[ çiriş siki, {ağız} D ağ p ıra sa la rın ın tohum a kalkm ış olan ç iç e k sap ları. [DS] çiriş2, [? çiriş] {ağız} is. Bağırsak. [DS]
çirdek, -ği [çir (yans.) > çir-de-k] {ağız} is. Toprak testi. [DS] çire1, [Far. çîre »j«-] (çi:re) {OsT} sf. 1. Becerikli; elinden iş gelir. 2. Cesur; kuvvetli; kahraman, fi1 çîre-dest, {OsT} E li işe y atkın ; b e c er ik li. \\ çîredestî, {OsT} U stalık; b e cer ik lilik . || çire dolanmak, {ağız} B ir kim seden veya p a z a r d a satılan m aldan y a ra rla n a ca ğ ın ı u m arak etrafın d a dönüp d o la ş m ak. [DS]|| çîre-kâr, {OsT} E lin e ça b u k ; a n layışlı; usta; b e c er ik li.|| çîre-zebân, {OsT} G üzel kon u şan ; tatlı dilli. çire2, [Far. çerâğ] {ağız} is. Lamba; küçük fener. [DS] çiregi, [Far. çıregî
_*=-] (çi;r eg i;) is. 1. Yiğitlik. 2.
Beceriklilik, çirene, [Bulg. cerepna] {ağız} is. -* çirepne. [DS] çirepene, [Bulg. cerepna] {ağız} is.
çirepne. [DS]
çirepne, [Bulg. cerepna] {ağız} is. Ekmek pişirmek için topraktan yapılma sac. [DS] çireş, [? çireş] {ağız} is. Yaprakları pırasa yaprakları na benzeyen bir tür dağ pancarı. [DS] çireşne, [Rus. cereslo] {ağız} is. 1. Pulluk bıçağı. 2. Saban demirinin üzerine konulan uzun demir. [DS] çirgeç, -ci [çir-geç] {ağız} is. Eğrilmiş ipliği saracak aygıt. [DS]
çiringil, [çiring-il] {ağız} is. Pınar. [DS]
.
çiriş3, [kiriş > çiriş] {ağız} is. Kapı kirişi. [DS] çirişçi, [çiriş-çi] is. Çiriş yapan veya satan kimse, çirişçilik, -ği [çiriş-çi-lik] is. Çiriş yapma ve satma işi. çirişekalmak, [çiriş-mek+kal-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] (İş için) bütün çıplaklığı ile açığa çıkmak. [DS] çirişleme, [çiriş-le-me] is. Çiriş sürmek işi. çirişlemek, [çiriş-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Yapıştırılacak ayakkabı veya kitap cilt parçalarına çiriş macunu sürmek. 2. {ağız} Bir işi baştan savma yapmak. [DS] çirişlenme, [çiriş-le-n-me] is. Çiriş sürülmek işi. çirişlenmek, [çiriş-le-n-mek] edil. f . [ - ir ] 1. Çiriş sü rülmek; çirişli hâle getirilmek. 2. dönşl. Çiriş sahibi olmak. çirişli, [çiriş-li] sf. 1. Çiriş sürülmüş. 2. İçinde veya üzerinde çiriş bulunan. S çirişli iş, {ağız} K a rışık iş. [DS]
çirgem ek, [çir (yans.) > çir-ge-mek] {ağız} gçsz. f . [r ] [-g (i)-y o r] Usanmak; bıkmak; tiksinmek; soğu mak. [DS]
çirişlik, -ği [çir-iş-lik] {ağız} is. Çiriş otunun çokça bulunduğu yer. [DS]
çirgimek, [çir (yans.) > çir-gi-mek] {ağız} g ç s z .f. [ -r ] -*■ çirgemek. [DS]
çirişm ek, [çir-iş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] (İş için) bütün çıplaklığı ile açığa çıkmak. [DS]
çiri, [Yun. tzirin / Erme, ç i’r / Güre, çiri] {ağız} is. 1. Cansız ya da kuru olan nesne. 2. Balık kurusu; çi roz. 3. Zerdali kurusu. [DS]
çirişne, [? çirişne] {ağız} is. Tutkal olarak kullanılan çiriş. [DS]
çirik 1, -ği [çir-ik / çer-ik i)_^r] {OsT} is. 1. Eski bir ta hıl ölçeği. 2. {ağız} Ağaçtan oyulmuş tekne; kayık. [DS] çirik2, -ği [? çirik] {ağız} is. 1. Kilim yerine kullanı lan keçe. 2. Çarıkların içine konulan keçe. 3. Seme rin altına konan keçe. 4. Şiltenin içine konan yün. [DS]
çirişotu, [çiriş+ot-u] is. bot. Zambakgillerden, bütün yaprakları gövdenin dibinden çıkan, rozet yapraklı, tüysüz sarı çiçekli, bir iki metre kadar boylanabilen, köklerindeki nişasta sebebiyle yapıştırıcı ya pımında kullanılan çok yıllık otsu bitki türleri, (A sphodelus albu s / E rem urus spectabilis). çiritm ek, [çir-it-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. Donmak. 2. Soğuk havada açık saçık gezmek. [DS]
ÇİR
Ö l H M f C E S E l ı I • 1008
[çirk (yans.)\ {ağız) is. Dil şaklatarak söylenen "yok, hayır, d e ğ il” anlamındaki ifade. [DS]
ç i r k 1,
ç i r k 2,
[Far. çirk il>>-] {OsTf is. 1. Kir; pas. 2. Su bo
rularında biriken tortu; pas. 3. Sigara ağızlıklarında biriken kir. {ağız) (aynı) [DS] 4. Kulak kiri veya göz çapağı gibi vücut salgısı. 5. Yaradan akan kan ve irin. 6. Dışkı. 7. {ağız) Gübre. [DS] 8. {ağız) Üzüm posası. [DS] 9. {ağız) Cevizin olgunlaştığında düşen yeşil dış kabuğu. [DS] 10. {ağız) Bitkilerin leke ya pan özsuyu. [DS] 11. {ağız) Küçük toz parçalan. [DS] S ç i r k - â b , {OsT) P is su ; ç ir k e f.|| ç i r k - a l ü d , {OsT} K ir bu laşm ış; kirli.|| ç i r k a r ı ğ ı , {ağız) Evin k irli sularının aktığı ark. [DS]|| ç i r k a t m a k , {ağız) İftira etm ek. [DS]|| ç i r k - i d ü n y a , {OsT) 1. D ünyanın p isliğ i. 2. Dünyanın değersizliği. ç i r k J , [çirk] {ağız) is. Sıkıntı; cefa. [DS] ç i r k 4 , [? çirk] {ağız) is. Kilim yerine kullanılan keçe. [DS] ç ir k e f,
[Far. çirk (pis)
+
âb (su) ^ ^
>
çirkef] is.
1.
Kokuşmuş pis su. 2. m ecaz. Kötü kimse. 3. Bulaşık ve iğrenç şey. 4. Ahlakça düşük ve bayağı durum veya ortam. S ç i r k e f e t a ş a t m a k , T erbiyesiz ve k av g a cı birin i ken disin e sa ld ır ta c a k bir sö z sö y le m ek veya b ö y le b ir d avran ışta bulunmak.\\ ç i r k e f s u y u , Pis, k irli su. ç i r k e f ç e , [çirkef-çe] sf. Çirkefe yakışır bir biçimde olan. ç i r k e f l e ş m e , [çirkef-le-ş-me] is. Çirkef hâline gel mek işi. ç i r k e f l e ş m e k , [çirkef-le-ş-mek] dönşl. f i [ -ir ] Çirkef duruma gelmek, ç i r k e f l i k , - ğ i [çirkef-lik] is. 1 . Çirkef olanın durumu. 2. Çirkef olma durumu. 3. Çirkef bir şeyin niteliği. 4. Böyle bir davranış biçimi. ç i r k e m e k , [Far. çirk => çirk-e-mek] {ağız) g ç s z .f. [r ] [-k (i)-y o r] Tiksinmek. [DS] ç ir k e v ,
[Far. çirk-âb => çirkev f _^-] {eAT) sf. Çirkef.
[Far. çirk-âb => çirkef > çirkif] {ağız) is. Güb re. [DS] ç i r k i m e k , [çirk-i-mek] {ağız) gçsz. f i [ - r ] Usanmak. [DS]
ç ir k if,
ç i r k i n 1,
[Far. çirk (kir) > çirkin
j
>>-]
sf.
1.
{OsT)
Pek kirli. 2. Güzellik anlayışımızı ve zevkimizi rencide eden; güzelliğe ters gelen; güzel olmayan. 3. gnşl. Hoşa gitmeyen; beğenilmeyen. 4. Ahlak güzelliğine, dürüstlüğe aykırı olduğu için hoş gö rülmeyen. 5. {OsT) is. Kanlı ve irinli çıban. 6. {eAT) Çirkinlik. 7. zfi. Kötü ve yakışık almaz biçimde, ö ç i r k i n d e n ç i r k i n , {eAT) Büsbütün kötü .| |ç i r k i n i y i , {eAT} F e n a kok u .|| ç i r k i n k a ç m a k , Y akışık a lm a m ak; y a k ışık a lm a y a ca k b ir durum ortay a ç ık a r m ak. ç i r k i n 2, [çirk-in] {ağız} is. Sap ve saman gibi şeyleri taşımak için kullanılan sepet. [DS]
ç ir k in c e ,
[çirkin-ce] sf. Çirkine yakın bir biçimde,
[çirkin-le-ş-me] is. Çirkin bir durum alma eylemi.
ç ir k in le ş m e ,
[çirkin-le-ş-mek] dönşl. f i [ -ir ] Çirkin bir duruma gelmek; çirkin olmak,
ç ir k in le ş m e k ,
ç ir k in le ş t ir m e ,
[çirkin-le-ş-tir-me] is. Çirkin bir hâle
getirmek işi. [çirkin-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [ -ir ] 1. Çirkin bir hâle getirmek. 2. Çirkin görünmesini sağlamak; buna sebep olmak,
ç ir k in le ş t ir m e k ,
- ğ i [çirkiıı-lik] is. 1 . Çirkin olma durumu. 2. Çirkin olan şeyin niteliği,
ç ir k in lik ,
ç ir k in s e m e ,
[çirkin-se-me] is. Çirkin bulma eylemi,
[çirkin-se-mek] gçl. f i [-r ] [-s(i)-y or] Bir şeyi çirkin bularak beğenmemek,
ç ir k in s e m e k ,
ç ir k in s im e k ,
[çirkin-si-mek
_^\ {OsT} gçl. fi.
[-r ] Çirkin görmek; çirkin saymak, [çir-le-n] {ağızf is. Suyun sığ yeri.
ç ir le n ,
[D S ]
[çer > çir-le-n-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir] Hastalanmak. [ D S ]
ç ir le n m e k ,
ç i r l i 1,
[ç e r> çir-li] {ağız} sf. Hastalıklı.
[D S ]
[çir5-li] {ağız} is. 1 . Et ve meyve kurusu ile yapılan bir tür yemek. 2. Nohut ve kayısı kurusu ile pişirildikten sonra soğuk olarak yenen bir yemek.
ç i r l i 2,
[D S ]
[Erme, çur (su) => çirmar] {ağız} is. Tarlaları sulamak için açılan su yolu. [ D S ]
ç ir m a r ,
[çem re-m ek> çirme-mek] {ağız} gçl. f i [r ] [-m (i)-y o r] Kolları sıvamak. [ D S ]
ç ir m e m e k ,
[çirme-n-mek] Paçaları sıvamak. [ D S ]
ç ir m e n m e k ,
{ağız} dönşl. fi. [-ir]
[çır-mık > çir-mik ?] {ağız} is. Bahçe su lamakta kullanılan suyun geçmesi için duvar altın dan açılan delik. [ D S ]
ç ir m ik , -ğ i
[çirmik-le-n-mek] {ağız) dönşl. f i [ir] (Yoğurt için) mayalandıktan sonra pul pul ol mak. [ D S ]
ç ir m ik le n m e k ,
ç ir m it, - d i
[çir-mik > çirmit] {ağız} is. - * çirmik.
[D S ]
[şinik / çir-nik ?] {ağız) is. Bir kiloluk buğday ölçeği. [ D S ]
ç ir n ik ,
-ği
ç ir o n a ,
[? çirona] {ağız) is. Çulluk.
[D S ]
[Yun. tsiros] is. 1 . zool. Yumurtalarını atarak zayıflamış uskumru balığı. 2. Bu balığın temizlenip tuzlandıktan sonra kurutulmasıyla yapılan balık kurutması. 3. sf. m ecaz. (Kişi için) çok zayıf ve hâlsiz.
ç ir o z ,
ç ir o z la ş m a ,
[çiroz-la-ş-ma] is. Çiroz durumuna gel
mek işi. [çiroz-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır ] 1 . (Us kumru için) yumurtalarını atarak zayıflamak. 2. m ecaz. (Kişi için) çok zayıflamak; sıskalaşmak,
ç ir o z la ş m a k ,
[çiroz-luk] is. 1 . Kurutulmaya elverişli uskumru. 2. Zayıflık; sıskalık.
ç ir o z lu k , -ğ u
İ M
İ M
«
ÇİR
• 1009
çirp 1, [çarp / çerp / çırp / çirp (yan s.)] is. Sıvı ya da kıvamlı maddeler içinde kendi kendine ya da el ve ayakla oluşturulan hareketler sırasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] çirp-i-m ek, çirp-m ek, çirp-itmek, çirp-inti çirp2, [çarp / çerp / çırp /çirp (yans.)] is. Ansızın kuv vetlice vurma, vurarak kesme ve bu biçimdeki ha reketleri anlatan kök. [Zülfıkar] çirp-iş-tir-m ek çirp ak 1, -ğı [çırp-ak] {ağız} is. İnce ve yaş değnek. [DS] çirpak2, -ğı [çırp-ak] {ağız) is. Kireç yerine badana yapmakta kullanılan beyaz toprak. [DS] çirpek, -ği [çirp-ek / çilp-ek] {ağız} is. Çocuk bezi. [DS] çirpenek, -ği [çirp-enek] {ağız} is. Yaprakları, oğlak lara yedirilen kuru meşe dalı. [DS] çirp i1, [çirp (yans.) > çirp-mek > çirp-i] {ağızj is. 1. Çalı çırpı. 2. Ağaç kökü. 3. Hallacın pamuk atarken yay üzerinde tuttuğu ince çubuk. 4. Tahta biçilecek kütüğün üzerinde biçme izlerini belirlemek için gerdirilip bırakılarak iz meydana getirmekte kulla nılan boyalı ip. 5. -*■ çirpi ipi. [DS] S çirpi ipi, {ağız} D uvarcıların kullandığı b o y a lı ip. [DS] çirpi2, [çirp-i] {ağız} is. Buzları çözülmüş tarla. [DS] çirpik, -ği [çirp-ik] {ağız} is. 1. Fasulye kılçığı. 2. Çapak. [DS] çirpiklenmek, [çirp-ik-le-n-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] (Fasulye için) kartlaşarak kılçığı artmak. [DS] çirpim ek, [çirp-i-mek] {ağız} g ç s z .f. [- r ] (Çamur, su ve sulu maddeler için) sıçramak. [DS] çirpinti, [çirp-inti] {ağız} is. 1. Denizle çayın birleşti ği yer. 2. sf. (Kişi için) terbiyesiz. [DS] çirpis, [? çirpis] {ağız} is. Çıra. [DS] çirpisiz, [çiıp-i-siz] {ağız} sf. (Kişi için) terbiyesiz. [DS] çirpişmek, [çirp-iş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] (Çamur vb. için) sıçramak. [DS] çirpiştirm ek, [çirp-iş-tir-mek] {ağız} g ç l .f i [-ir ] İnce çubuk vb. ile hafif hafif vurmak. [DS] çirpit, -di [çirp-it / kibrit] {ağız} is. Kibrit. [DS] çirpitm ek, [çirp-it-mek] {ağız} gçl. f . [- ir ] 1. Sıçrat mak. 2. Tuzağın kapanmasını sağlamak. [DS] çirpm e, [çirp-me] {ağız} is. Keklik tuzağı. [DS] çirpm ek1, [çirp-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. (Çamur vb. için) sıçramak. 2. (Tuzak için) kapanmak. [DS] çirpm ek2, [çırp-mak > çirp-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] Meyve silkmek. [DS] çirpm ek3, [çint-mek > çirp-mek] {ağız} gçl- f- M Bir şeyi bıçak vb. ile ufak parçalara bölmek; parça lamak. [DS] çirpttk, -ğü [çirp-ik] {ağız} is. 1. Fasulye kılçığı. 2. Kiraz vb. sapı. [DS] çirşef, [Far. çirk-âb => çirkef > çirşef] {ağız} is. Pis su. [DS] ç irt1, [çırd / çırt / çirt (yans.)] is. 1. Sıvı maddelerin
herhangi bir yerde sıkışmaları sonucu buldukları boşluktan fışkırmasını, ezilen bir maddenin içinde bulunan sıvı ya da koyu maddenin fırlayıp çıkma sını, bir gücün tepmesini anlatan kök. [Zülfıkar] çirt-m ek, çirt-ik-le-m ek 2. {eT} Tükürük fırlatma sesi. [DLT] S çirt sudmak, D işleri arasın dan se sli o la r a k tükürük fırla tm ak . [DLT] çirt2, [çırt / çirt (yans.)] is. Bölme, kesme, kırma ve çıtırdatma anlatan kök. [Zülfıkar] çirt-m ek, çirt-im, çirt-im çirtim, çirt-ik çirtelemek, [çirt (yans.) > çirt-e-le-mek] {ağız} gçsz. f i [-r ] [-l(i)-y o r] (Ağaç için) tomurcuklanmak. [DS] çirtenm ek, [çirt-en-mek] {ağız} dönşl. f i [ -ir ] Özen mek. [DS] çirterm ek 1, [çirt-er-mek/ {ağız} gçsz. fi. [-ir ] (Bir kimsenin yanında çalışan kişi için) gelişmemek; onmamak. [DS] çirterm ek , [çirt-er-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] (Ağaçlar için) tomurcuklanmak. [DS] ç irterm ek ’, [çirt-er-mek] {ağız} g ç s z .f. [- ir ] Herhan gi bir yere oturmak. [DS] çirteyne, [? çirteyne] {ağız} sf. (Kadın için) hafifmeş rep; oynak.[DS] çirti, [çirt-i ?] {ağız} is. Dikenli ardıç ağacı. [DS] çirtik 1, -ği [çirt (yans.) > çirt-i-k ^ y ? ] is. 1. {OsTj {ağız} Küçük üzüm salkımı; salkımcık. [DS] 2. {ağız} Kuş üzümü. [DS] çirtik2, -ği [çirt-ik] {ağız} 1. Oyaların kenarlarına yapılan basamak biçimli piko. [DS] 2. {ağız} Bakır kapların kenarlarındaki tırtıklar. [DS] çirtik3, -ği [çirt-ik] {ağız} is. Sabun parçası. [DS] çirtik4, -ği [çirt-ik] {ağız} Sağılması, ağza alınması güç, küçük meme. [DS] çirtik5, -ği [çirt-ik] {ağız} sf. Hiçbir şeyi beğenmeyen. [DS] çirtik6, -ği [çirt (yans.) > çirt-ik] {OsT} Parmakla çı karılan ses; parmak şakırtısı. £? çirtik çalm ak, {çı ğız} P a r m a k şa k ır d a ta ra k f is k e çalm ak. [DS] çirtiklem ek, [çirt-ik-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(i)y o r ] Tartışma sırasında el kol hareketleri ile ko nuşmak. [DS] çirtikli, [çirt (yans.) > çirt-ik-li] {ağız} sf. Kenarları tırtıklı. [DS] S çirtikli terlik, {ağız} 1. Y anları iş lem eli k e ç e terlik. 2. P atisk ad a n yapılm ış, k en arları işlem eli takke. [DS] çirtim 1, [çirt (yans.) > çirt-i-m] {ağız} is. 1. Üzüm salkımının birkaç tane bulunduran küçük bölümü; çitim. 2. Küçük üzüm salkımı; salkımcık. [DS] S çirtim çirtim etmek, {ağız} Omuzlarını ve vücudu nu o y n a tara k yürüm ek. [DS]|| çirtim oynam ak, {ağız} (İki kişi) üzüm salkım ın dan sıra ile b ire r b irer k o p a r a r a k oyun oynam ak. [DS] çirtim 2, [çirt (yans.) > çirt-im] {ağız} sf. A z bir parça. [DS]
ÇİR
Ü I Ü M I İİC E SÖZLÜK • 1010
çirtinm ek', [çirt-in-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] 1. Şı marıklık etmek. 2. Bir şeyi veya kişiyi beğenme mek. [DS] çirtinm ek2, [çirt (yans.) > çirt-in-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Çekingenlik göstermek. [DS] çirtm e, [çirt-me] {ağız} is. Cacık. [DS] çirtm ek 1, [çir-mek > çir-t-mek] {ağız} gçl. f . [ - e r ] 1. Yontarak çentikler açmak; çentiklemek. 2. Bir şeyi ufak parçalara ayırarak doğramak; çentmek. 3. Ba zı hastalıklarda ustura ya da jiletle küçük darbeler vurarak kan akıtmak. [DS] çirtm ek2, [çirt (yans.) > çirt-mek] {ağız} gçl. f . [- e r ] Küçük şeyleri parmakla itmek; fiskelemek. [DS]
çisenti, [çis (yans. > çis-e-nti j ^ r ] {OsT} is. 1. Y ağ mur serpintisi. 2. {ağız} İnce toz hâlinde yağan yağ mur; çise. [DS] çişik, -ği [çiğ > çiğ-si-k > çısik] (çi:sik) {ağız} sf. (Yiyecek için) az pişmiş; çiğsi. [DS] çisil, [çis (yans.) > çis-il] is. Yağmurun ince ince ya ğışını, sıvı maddelerin toz damlacıkları hâlinde dö külüşünü anlatan yansımalı gövde. S çisil çisil, (Yağm ur için) in ce toz serpin tisi şeklin de. çisimek, [çiğ > çiğ-si-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] (Y e mek için) bozulmak. [DS] çişin, [çis (yans.) > çis-in] {ağız} is. Çisenti. [DS]
çirtm ek4, [çirt (yans.) > çirt-mek] {ağız} g ç s z .f. [-e r ] Yalan söylemek. [DS]
çisinti, [çis (yans.) > çis-enti] {ağız} is. İnce ince yağan yağmur. [DS] çiskin, [çis (yans.) > çis-kin] {ağız} is. 1. Çiseleyen yağmur. 2. Sisli ve yağmurlu hava. 3. sf. Çiseleyen yağmurdan hafifçe ıslanmış olan. [DS]
çirtm ek, [çirt (yans.) > çirt-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] Ovalamak. [DS]
çiskinlik, -ği [çis (yans.) > çis-kin-lik] {ağız} is. Y a ğıştan dolayı yerde oluşan ıslaklık; ıslak yer. [DS]
çirtm eli, [çirt-me-li] {ağız} sf. Karışık; anlaşılması güç. [DS]
çiskünlük, -ğü [çis (yans.) > çis-kün-lük] {ağız} is. -*■ çiskinlik. [DS]
çis1, [çis / çiz (yans.)] is. Yağmurun ince ince yağışı nı, sıvı maddelerin toz damlacıkları hâlinde dökü lüşünü anlatan kök. [Zülfikar] çis-e-m ek, çis-e-k, çis-ele-m elc, çis-e-nti, çis-e-n -le-m ek
çisnikli, [çis (yans.) > çis-lik-li] {ağız} is. İnce yağ mur. [DS]
çirtm ek3, [çirt (yans.) > çirt-mek] {ağız} gçl. f . [-e r ] Satın almak. [DS]
çis2, [çis] is. Çeşitli bitkilerden kendiliğinden ya da kabuğun çizilme ve ezilmesi sebebiyle sızan ve ha va ile teması sonucu katılaşan öz su; kudret helvası. çise, [çis (yans.) > çis-e l-^-] {ağız} is. 1. İnce toz hâ linde yağan yağmur; çisenti. {eAT} (aynı) 2. Çiy; şebnem. [DS] çisek, çis (yans.) > çis-ek
{Os T} {ağız} is. Y ağ
mur serpintisi; ince yağmur. [DS] çiseleme, [çis (yans.) > çis-ele-me] is. (Yağmur için) ince toz hâlinde yağma eylemi; çiseme. çiselemek, [çis (yans.) > çis-ele-mek] g ç s z .f. [ - r ] [l(i)-y o r] (Yağmur için) ince ince, toz gibi yağmak; çisemek. çiseme, [çis (yans.) > çis-e-me] is. 1. (Yağmur için) ince toz hâlinde yağma eylemi; çiseleme. 2. Bulut lu hava. 3. {ağız} İnce yağmur. [DS] çisemek, [çis (yans.) I çiğ-se-mek > çis-e-mek] gçsz. f M [-s 0 )-y ° rJ (Yağmur için) ince ince, toz gibi yağmak; çiselemek, çisemük, -ğü [çis (yans.) > çis-e-mülc] {ağız} is. Sisli ve yağmurlu hava. [DS] çisen, [çis (yans.) > çis-en] {ağız} is. Sisli ve kapalı havada ince ince yağan yağmur. [DS] çisengi, [çis (yans.) > çis-e-n-gi] {ağız} is. Ancak yeri ıslatacak kadar yağan yağmur. [DS] çisenlemek, [çis (yans.) > çis-en-le-mek] {ağız} gçsz. f M [-l(i)-y o r] (Yağmur için) ince ince toz hâlin de yağmak; çiselemek; çilemek. [DS]
çispe, [çis (yans.) > çis-me > çispe] {ağız} is. Sis. [DS] çistan, [Far. çıstân o b -^ r] (çi:sta:n ) {OsT} is. Bil mece. çiştik, -ği [çist-ilc] {ağız} is. Burnu uzun, ökçesi yük sek ayakkabı. [DS] çistil, [? çistil] {ağız} is. Arpa ekmeği. [DS] çiş, [çiş (yans.)] is. 1. Yağmurun ince ip gibi yağışı nı, sıvı maddelerin aynı şekilde dökülüşünü anlatan kök. [Zülfikar] çiş-e-m ek, çiş-ele-m ek, çiş-e-nti, çişle-m ek, çiş etm ek 2 . {eT} İdrar; sidik. S ç iş ç iş , {eT} 1. Ç ocu k işetm ek için söylen en söz. 2. Atı işetm ek için söy len en söz. [DLT] 11 çiş etmek, İşem ek. || çişi gelmek, iş e y e c e ğ i g elm ek ; işem e ihtiyacını duy m ak. çişden, [çiş-den ?] {ağız} sf. Şımarık. [DS] çişdirmek, [eT. çej-mek / çeş-mek > çiş-dir-mek {eAT} gçl. f i [ -ir ] Çözdürmek, çişe, [çis-e > çişe] {ağız} is. Çisenti. [DS] çişelemek, [çiş (yans.) > çiş-ele-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] (Yağmur için) çiselemek. [DS] çişemek, [çiş (yans.) > çiş-e-mek] {eT} gçsz. f i 1. Çiş etmek. 2. (Çocuklar için) pislemek. [DLT] çişengi, [çiş-en-gi] {ağız} is. Çisenti. [DS] çişenti, [çiş (yans.) > çiş-enti] {ağız} is. İnce yağmur; çisenti. [DS] çişetmek, [çiş (yans.) > çiş-e-t-mek] {eT} gçl. fi. [-ü r] 1. Çiş ettirmek. 2. Aptes bozdurmak. [DLT] çişi, [kişi > çişi] {ağız} is. Kişi. [DS] çişik, -ği [? çişik] is. Yavru tavşan.
ç|l
Ö T Ü i e i I M I .1 0 1 1 çişlemek1, [çiş (yans.) > çiş-le-mek] {a ğ a } gçsz. f . [r ] [-l(i)-y o r] (Ocakta yanan odunların dışarıda ka lan uçları için) cızırtılı sesle birlikte odunun suyunu çıkartmak. [DS] çiişlemek2, [çiş-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] (Çocuk için) işemek. [DS] çişm e1, [Far. çeşm] {ağız} is. Çeşme. [DS] çişme2, [çiş-me] {ağız} is. Arıların kovana girdiği de lik. [DS] çişm ek1, [eT. çej-mek>çiş-mek dUj^-/dl<^>-] {eAT} {OsT} g ç l . f [- e r ] Çözmek. çişmek2, -ği [çiş-mek] {ağız} is. Meyvelerin ağaçta dallara tutunduğu sap. [DS] çişnemek, [çis-le-mek > çişne-mek] {ağız} gçsz. f . [r ] [-n (i)-y or] Çiselemek. [DS] Çişt, [Sansk. iyestha]
{eT}
is. Bir yıldız adı. [EUTS]
çiştan, [çiştan] {ağız} sf. -*■ çişten. [DS] çişten, [? çişten] {ağız} sf. (Kişi için) şımarık. [DS] çit1, [çat / çet / çıd / çıt / çit (yans.)] is. Güçlü bir şekilde vurma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, yanma ve tutuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çit-m ek, çit çit, çit-ilik, çit-ir-ik, çit-le-m bik, çit-ri-k fi1 çit pit, {ağız} Çıtırtı ve pıtırtı s e s le r i çık a ra ra k . [DS] çit2, [çat / çıt / çit (yans.)] is. Kızma, kavga etme vb. durumlarında bağırma, rasgele konuşma ve söylenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çit-il çıkarm ak, çite-m ik, çit-ik-çi çit3, [çit (yans.)] is. Örgü örmeyi, ip veya iplikleri birbirine dolamayı, dokumayı; yıkamayı ve ayık lamayı anlatan kök. [Zülfıkar] çit-m ek, çit-ele-m ek, çit-e çite, çit-i-le-m ek, çit-i-m ek. çit4, [çit-mek > çit] is. 1. {eT} Kamıştan veya çalıdan yapılmış duvar veya huğ; çardak. [DLT] 2. Bahçe ve bostan gibi yerlerin etrafım çevirmek için birbi rine geçmiş kuru dal, kamış veya dikenli bitkiler den yapılmış basit engel. 3. {ağız} Sebze bahçesi. [DS] 4. {ağız} Göl kenarlarına sazdan örülmüş ağ. [DS] 5. {ağız} İpekböceği yetiştirmek için kullanılan çubuk örmesi. [DS] 6. {ağız} Küçük sepet veya sele. [DS] 7. {ağız} Kağnı ile saman taşımakta kullanılan büyük sepet. [DS] 8. {ağız} Sac üzerinde pişirilen yufka, bazlama gibi ekmekleri sermekte kullanılan hasır tabla. [DS] 9. {ağız} Dallardan silindir şeklinde örülmüş mısır ambarı.[DS] S çit arabası, {ağız} Sam an taşım akta kullanılan, k en a rla rı ö rm e çu bu k la r la kapatılm ış a ra b a . [DS]|| çit dam , {ağız} Kulü be. [DS]|| çit parası, tar. E skid en koyun ve keçid en alın an v erg ilerd en birinin a d ı; a ğ ıl resm i. || çit sarm aşığı, bot. 1. Düz y a p ra klı, bey az veya p e m b e çiçek li sa rm a şık türlerinin g e n e l adı, (C alystegia). 2. D a h a ç o k ta rla k en a rla rın d a y etişen bey az çi ç ek li sa rılıcı bitki, (C onvolvulus arvensis).\\ çit sarmaşığıgiller, bot. Ç içek le ri biiyiik ve g ö z a lıcı olan sa rm a şık la r fam ily a sın ın tek familyası.\\ çit serçesi, zool. E sm er, kül renginde, A vrupa ve As
y a 'da y erleşim birim lerin e y akın y e r le r d e y aşayan , b ö c e k ve küçiik ta n elerle beslen en şa rk ıcı kuşugillerin ö rn e k tipi ötiicü b ir kuş, (P run ella m odularis). çit5, [Sansk. citra (ren k renk) > Far. çıt] {eT} is. 1. Üzeri alaca nakışlı Çin ipeklisi. [DLT] 2. {ağız} Pa muklu bez; basma. [DS] 3. {ağız} Baş örtüsü; yaz ma; yemeni. [DS] t? çit bezi, {eAT} Yazma y em en i; basm a. çit6, [? çit / cit] {ağız} is. Çuval. [DS] çit7, [Çağ. çet / çit] {ağız} is. Kenar. [DS] S çit a çit, {OsT} B ir ken arın dan ö b iir kenarına.\\ çit parm ak, {ağız} K ü çü k p arm ak. [DS] çit8, [çit] {ağız} is. Uçurtma yapımında kullanılan ince çubuklar. [DS] çit9, [çit] {ağız} is. Kaburga kemiği. [DS] ç it10, [çit] {ağız} is. Çorap şişi. [DS] ç i t" , [çit] {ağız} is. Küçük anahtar. [DS] ç it12, [çift > çit] {ağız} sf. İki tane. [DS] çita, [İng. chectah] is. zool. Etçil memelilerden uzun bacaklı, postu açık kızıl üzerine siyah benekli, yü zünde uzun kıllı bir ayla bulunan, tırnakları içeri çekilmeyen, saatte yüz kilometre kadar koşabilen yırtıcı bir hayvan, (Acinonyx ju batu s). çitak 1, -ğı [? çitak] {ağız} sf. Süslü; iyi giyinen. [DS] çitak2, -ğı [? çitak] {ağız} sf. Kaba ve kavgacı. [DS] çitak3, -ğı [? çitak] {ağız} is. Demetlerden meydana gelmiş yığın. [DS] çitak4, -ği [? çitak] {ağız} is. Boynuzu ay şeklinde olan sığır. [DS] ç ita r1, [Far. se (üç) + tar (iplik) > sehtarı => çitar] is. Bir tel ipek, üç tel pamuk ipliği ile bez ayağı örgü sünde sarı ve kırmızı çubuklu dokunmuş kumaş; diba. çitar2, [Yun. kitar] {ağız} is. Tavuk ve horoz ibiği. [DS] ç itari1, [Far. se (üç) + tar (iplik) > sehtar! => çitari ^jl%>-] (OsT} is. -*■ çitar1. çitari2, [Yun. kıtari] is. zool. İzmaritgillerden sıcak ve ılık denizlerde yaşayan, uzun gövdeli, sarı çizgi li, kılçıklı, küçük bir balık, (B ox sa lp a, S a rp a s a l pa). çitari3, [Yun. kitar] {ağız} is. -*■ çitar2. [DS] çitbit1, [çit+bit] {ağız} is. Bir tür çelik çomak oyunu. [DS] çitbit2, [çit+bit] {ağız} is. Çıtçıt; fermuar. [DS] çitçit1, [çit+çit] {ağız} is. Kibrit. [DS] çitçit2, [çit+çit] {ağız} is. Çıtçıt; fermuar. [DS] çitçiti, [çit+çit-i] {ağız} is. Küçük kahvaltı kabı. [DS] çitdaş, [çet-daş / çit-daş] {ağız} is. Komşu; hemhudut. [DS] çite1, [? çite] {ağız} is. Çorap şişi. [DS] çite2, [Moğ. cida => çıta > çite] {ağız} is. İnce uzun sopa; çıta. [DS] çite3, [? çite] {ağız} is. Çamaşır sepeti. [DS]
« m iü ic îs ö m
s il
• 1012
çitek, -ği [çit-mek > çit-ek] {ağız} is. Çorapta örül mek suretiyle kapatılmış delik. [DS] çitelem ek1, [çit > çit-e-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [l(i)-y or] Mısır tanelerim, koçanından ayırmak. [DS] çitelemek2, [çit-e-le-mek] {ağız} g Ç l- f M [-l(i)-y o r] Kumaş vb. şeylerin deliklerini örmek. [DS] çitem ek, [çit-e-mek / çit-i-mek] gçl. fi. [-r ] [-t(i)-y o r] 1. (Kumaş veya çorap deliği için) örmek. 2. Sık dokumak. çitem ik1, -ği [çit-e-mik] {ağız} sf. Kavgacı. [DS] çitemik2, -ği [çit-e-mik] {ağız} sf. (Ağaç vb. için) çok sık. [DS] çiten, [çit-mek > çit-en] {ağız} is. 1. Çocukların kul lanabileceği büyüklükte küçük sepet. 2. Küfe. 3. Saman taşımak için arabaların üzerine örülen bü yük sepet. 4. Yeni doğmuş buzağı veya kuzuların konulduğu ağıl. 5. Çamaşır sepeti. 6. Bahçe ve ağıllarm etrafına çekilen çit. 7. Süt konulan yer. [DS] çitenek, [çit-enek] is. Ekmek ve yemek taşınabilecek saplı sepet. çitenlik, -ği [çit-en-lik] {ağız} is. Bahçe; avlu; sebze lik. [DS] çiterm ek, [çit-er-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Gelişmek; büyümek. [DS] çiteşm ek1, [çit-eş-mek / çit-iş-mek] {ağız} dönşl. f. [ir ] (İplik için) dolaşmak; karışmak. [DS] çiteşmek2, [çit-eş-mek] {ağız} işteş, f . [ -ir ] Karşılıklı ağız kavgası yapmak; dalaşmak. [DS] çitez, [çit-ez] {ağız} sf. 1. Aynı; tıpkı. 2. Yakın. [DS] çitgi, [çit-mek > çit-gi] {ağız} is. Bahçe ve ağılların etrafına çekilen çit. [DS] çiti1, [çit-i] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu ve zayıf. [DS] çiti2, [çit-mek > çit-i] {ağız} is. 1. Çitilemek eylemi. 2. Çitmek eylemi. [DS] S çiti kemiği, {ağız} K a bu rg a kem iği. [DS] çiti3, [çit-i] {ağız} is. Çorap şişi; tığ. [DS] çiti4, [çit-i] {ağız} is. Baş örtüsü. [DS] çiti5, [çit-i] {ağız} is. 1. Örülmüş saç. 2. Örgü ip. 3. İnce sicim; ip. [DS] <3 çiti baz, {ağız} S aç ö rg ü leri nin ucuna takılan bağ. [DS] çiti6, [çit-i] {ağız} is. İlik; düğme deliği. [DS] çiti7, [çit-i] {ağızf is. 1. Pencere kafesi. 2. Kağnı se peti. [DS] çiti8, [çit-i] {ağız} is. Bahçe ve ağılların etrafına çeki len çit. [DS] Ğ1 çiti gıyı, {ağız} -*■ çiti8. [DS] çitik1, -ği [çit-mek > çit-ik] sf. Çitilmiş olan; çitili. çitik2, -ği [çit-mek > çit-ik] {ağız} is. Kuş tuzağı. [DS] çitik3, -ği [çit-ik] {ağız} is. Baş örtüsü. [DS] çitik4, -ği [çit-ik] {ağız} is. Sabun parçası. [DS] çitikçi, [çit-ik-çi] {ağız} is. Fırsatçı. [DS]
çitil3, [Ar. satl J k - / (Sur.) şatl J W ] {ağız} is. Küçük
çitil1, [Ar. şetl J ^ ] is. 1. Meyveli ağaç fidanı. 2. {a-
çitim 2, [çit-im / çirt-im] is. 1. Üzüm salkımının parçaları. 2. {ağız} Küçük üzüm salkımı. [DS]
ğız} Sebze fıdesi. [DS] 3. {ağız} Fidan. [DS] 4. {ağız} Tohum. [DS] çitil2, [çit-il] {ağız} is. Şekil; biçim. [DS]
bakraç. [DS] çitil4, [çit-il] {ağız} sf. 1. (Kişi için) belalı; kavgacı. 2. (Hayvan için) huysuz. [DS] S çitil çıkarm ak, {ağız} K a v g a çıkarm ak. [DS]|| çitile tırm ık çekmek, {ağız} K a v g acı b ir adam ın işin e k a r ış a r a k düzenini bozm ak. [DS] çitilci, [çitil-ci] {ağız} sf. (Kişi için) kavgacı. [DS] çitileme, [çit-i-le-me] is. Çitileyerek yıkama eylemi. çitilem ek1, [çit-i-le-mek] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Çorap gibi delinmiş şeyleri tamir etmek. 2. Çarı ğın altım sırımla örerek onarmak. [DS] çitilemek2, [çit-i-le-mek] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] Birkaç şeyi yan yana koyarak birbirine bağlamak. [DS] çitilemek3, [çit-i-le-mek] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] Tarağın dişlerini iplikle sıkıştırarak saçları sıkı şe kilde taramak. [DS] çitilemek4, [çit-i-le-mek] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [ -l(i)-yor] Çamaşırın iki parçasını elle birbirine sürterek yı kamak. [DS] çitilemek5, [çit-i-le-mek] {ağız} gçl. f .[ - r ] [ - l(i)-yor] Küçük şeyleri, teker teker parmakla itmek. [DS] çitilemek6, [çit-i-le-mek] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(i)-y o r] Keçiyi “çit çit” diyerek yürütmek. [DS] çitilenme, [çit-i-le-n-me] is. Çitilenmek eylemi, çitilenmek, [çit-i-le-n-mek] ed il f i [ -ir ] Çiti yapıl mak. çitilgi, [çit-mek (örm ek) > çit-il-gi] is. Eskiden, örme suretiyle yapılan işlemelere verilen ad. çitili1, [çit-mek > çit-i-li] sf. 1. Çitilenmiş olan. 2. {ağız} Birbirine sıkıca bağlanmış olan; çitilmiş olan. [DS] çitilik1, -ği [çit+ilik] {ağız} is. Fermuar; çıtçıt. [DS] çitilik2, -ği [çit-il-ik] {ağız} is. Susta; yay. [DS] çitilikJ, -ği [çit-i-lik] {ağız} is. 1. Bahçe ve ağılların etrafına çekilen çit. 2. Çit yapmakta kullanılan in ce, düzgün ağaç çubuk. [DS] çitilli1, [çitil-li] {ağız} sf. Kavgacı; geçimsiz. [DS] çitilli2, [çit-il-li] {ağız} sf. Çilli. [DS] çitilli3, [çitil-li(k)] {ağız} is. Fidan dikilen yer. [DS] çitilli4, [çitil-li] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. Zor. [DS] çitillik, -ği [çit-il-lik] {ağız} is. Aksilik. [DS] çitilme, [çit-il-me] is. Bir araya getirilmek işi. çitilmek, [çit-il-mek] edil, f i [-ir ] Bir araya getirip bağlanmak veya çitme yapılmak. çitim 1, [çit-mek > çit-im] is. 1. Çitmek eylemi. 2. Birbiri içine girme. S1 çitim çitim, {ağız} B irb iri için e girm iş, ayrılm az h â le g elm iş olan. [DS]
çitimJ, [çit-im] {ağız} is. Damla. [DS] çitim e1, [çit-i-me] {ağız} is. Gri renkli, kabuğunun
İ M
İ K
S E U . 10«
üzerinde sık ve birbirini kesen küçük yarıklar bulu nan tatlı bir kavun cinsi. [DS] çitime2, [çit-i-me] {ağız} is. -*■ çitime oyunu. [DS] S çitime oyunu, {ağız} B üyük b ir d a ir e o rtasın a d iki len ceviz, a ş ık veya çek ird eğ i dörtgen şeklin d ek i küçiik taşla vu rarak d a ir e dışın a çıka rıp ütm ek b i çim in de oynanan b ir oyun. [DS] çitim ek1, [çit-i-mek
g ç l.f. [ - r ] 1. Elbiseye ilik
deliği açmak. 2. {ağız} Kumaş ve örgülerin sökük lerini ve eskimiş yerlerini örerek onarmak. [DS] 3. feAT} {ağız} Dikmek; iliştirmek. [DS] çitimek2, [çit-i-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] Çamaşır yıka mak. [DS] çitimek3, [çit-i-mek] {ağız} g ç l . f [ - r ] Tarlanın etrafı nı çit ile çevirmek. [DS] çitimek4, [çit-i-mek] {ağız} g ç l . f [-ir ] Tohumları ve fideleri sık dikmek. [DS] çitimek5, [çit-i-mek] {ağız} g ç l .f . [-ir ] Tarlanın etra fım çitle çevirmek. [DS] çitimek6, [çit-i-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] Çitime oyu nunda yakından atarak cevizi veya aşığı daireden çıkarmak. [DS] çitimek7, [çit-i-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Ayçiçeği, çe kirdek vb. yemişlerin kabuğunu ayırarak içini ye mek; çitlemek. [DS] çitimek8, [çite-mik / çiti-mek] Sağız} is. Meyvesi yen meyen bir tür çıtlık ağacı, (Celtus au stralis). [DS] çitimik, -ği [çit-i-mik] {ağız} is. Bir dalda çok sık olarak bulunan meyve topluluğu. [DS] çitine, [çit-in-e] {ağız} is. Sık dikim. [DS] çitinik1, -ği [çit-in-ilc] {ağız} sf. 1. Birbirine bağlı. 2. Birbirine girgin. [DS] çitinik2, -ği [çit-in-mek > çit-in-ik] {ağız} is. Ayak kabı. [DS] çitinmek, [çit-in-mek dJu-u^] dönşl. f . [ -ir ] 1. Örül müş gibi birbirine girmek. 2. edil. f . {17. yy.} Birbi rine geçirilmek; iliştirilmek; birbirine girmek. [Karacaoğlan] çitinni, [çit-in-li > çitinni] {ağız} sf. Çok sıkışmış. [DS] çitipi, [çit+ip-i] {ağız} is. Kağnının arka kısmını bağ layarak birleştiren ip. [DS] ç itir1, [çit (yans.) > çit-ir] is. Güçlü bir şekilde vur ma, çarpma, kırma, patlama, dağılma, yanma ve tutuşmayı anlatan yansımalı gövde. <5 çitir pitir, {ağız} Ç ıtır pıtır. [DS] çitir2, [çit-ir] {ağız} is. 1. Zeytin ağaçlarının kök lerinden çıkan gereksiz filizler; piç. 2. Üstü kesil miş yabani zeytin ağacı. [DS] çitir3, [çit-ir] {ağız} is. Kayalık, çıplak tepe. [DS] çitir4, [çit-ir] {ağızj is. Çamaşır veya baş kiri. çitir5, [çit-ir] {ağız} is. Kıvırcık saç. [DS] çitir6, [çit-il > çit-ir] {ağız} is. Kavga. S çitir çık ar mak, {ağız} K a v g a çıkarm ak. [DS]
çitir7, [Far. nişadur => çatır > çitir] {ağız} Çamaşır kili. [DS] çitirdem ek, [çit (yans.) > çit-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f M [-d (i)-y o r] “Çıtır çıtır” sesleri çıkarmak. [DS] çitirgi, [çit-ir-gi] is. Taşlı yer. çitirik1, -ği [çit-ir-ik] {ağız} is. Kapsız yorgan. [DS] çitirik2, -ği [çit-ir-ik] {ağız} sf. Çatlak; yarılmış. [DS] çitirik3, -ği [çit-ir-ik] {ağız} sf. 1. (Hava için) değiş ken. 2. is. Kışın ekin ekme zamanı. [DS] çitirik4, -ği [çit-ir-ik] {ağız} sf. Sık sık hasta olan; ömür boyu hastalık çeken. [DS] çitirik , -ği [çit-ir-ik] {ağız} is. Küçülmüş sabun; sabun parçası. [DS] çitirik6, -ği [çit-ir-ik] {ağız} is. Çekirdek. [DS] çitirlik, -ği [çit-ir-lik] {ağız} is. Sık çalılık. [DS] çitirm ekke [çit-ir+mekke] {ağız} is. Patlatılan bir çeşit küçük mısır; patlak mısır. [DS] çitirmelik, -ği [çit-ir-me-lik] {ağız} is. Pencere kafesi. [DS] çitirtm e, [çit-ir-t-me] {ağız} is. Pencere kafesi. [DS] çitişme, [çit-iş-me] is. Birbirine karışma; çitişmek eylemi. çitişmek, [çit-iş-mek] işteş, f . [-ir ] (Saç, yün vb. için) birbirine geçmek, karışmak; sertleşmek; keçeleş mek. çitiverm ek, [çit-i+ver-mek] {ağız} gçl. b. f . [-ir] Karıştırıvermek. [DS] çitki, [çit-mek > çit-ki] {ağız} is. Ölülerin çenesini bağlamakta kullanılan bağ. [DS] çitle, [çit-le] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı. [DS] çitleğine, [çit-le-k+iğne] {ağız} is. Çatallı iğne; firke te. [DS] çitlek1, -ği [çit-le-k] is. 1. Ayçiçeği tanesi. 2. {ağız} Olgunlaşmamış pamuk kozası. [DS] çitlek, -ği [çit-le-k] {ağız} sf. 1. Yarılmış; çatlak. 2. is. A z yarık; küçük çatlak. çitlek2, -ği [çit-le-k] {ağız} is. Çıtçıt; fermuar. [DS] çitlembek, -ği [çit-le-m(b)ik] {ağız} is. Çitlembik meyvesi. [DS] çitlembik, -ği [çit-le-mek > çit-le-mik / çit-lem(b)ik] is. bot. 1. Karaağaçgillerden ılıman ve tro pikal bölgelerde yetişen, düzgün kabuklu, kerestesi sert ve dayanıklı, seyrek ve oval yapraklı büyük bir ağaç, (C eltis australis). 2. Bu ağacın buruk lezzette küçük meyvesi. S çitlembik gibi, (K ız ço cu k la rı için) u fak tefek, esm er ve sevim li. çitlem e1, [çit-le-me] is. Çitli hâle getirmek işi. çitleme2, [çit (yans.) > çit-le-me] is. Çitleterek yeme. çitlem ek1, [çit-le-mek] g ç l . f [ - r ] [-l(i)-y o r] (Y er için) etrafını çitle çevirmek; çit yapmak. çitlemek2, [çit (yans.) > çit-le-mek] gçl. f i [- r ] [-l(i)y o r ] Kabak çekirdeği veya ayçiçeği gibi çerezlerin dişle kabuğunu ayırarak içini yemek.
Û IÜ M IİİM M .
s il çitlemik, -ği [çit-le-mik / çitle-mük] {ağız} is. 1. Çit lembik. 2. Erguvan çiçeği. [DS] çitlemük, -ğü [çit-le-mük] fağız} is. Çitlembik mey vesi. [DS] çitlenbek, -ği [çit-le-mik > çitle(nb)ek] {ağız} is. -*• çitlemük. [DS] çitletm ek1, [çitle-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Çitlemek eylemini başkasına yaptırmak; çit çevirtmek; çit içine aldırmak. [DS] çitletmek2, [çit (yans.) > çit-le-t-melc] {ağız} gçl. f i [ir] Çıtlatmak; hafifçe çatlatmak. [DS] çitlevik, -ği [çit-le-mik > çitlevik] {ağız} is. Fındık. [DS] çitlevü, [çit-le-gü > çitlevü] {ağız} is. Göğüs kemiği. [DS] çitlik1, -ği [çit-lik] {ağız} is. 1. Sık çalılık. 2. Çit yapmakta kullanılan ince ve düzgün ağaç dalları. [DS] çitlik2, -ği [çit-lik / çıt-lık] {ağız} is. Çitlembik. [DS] çitlik3, -ği [çit-lik] {ağız} is. Saman taşımak için kağnıya konan büyük sepet. [DS] çitlik4, -ği [çift-lik > çitlik] {ağız} is. I. Çiftlik. 2. Sebze bahçesi. [DS] çitlim, [çit-il-mek > çit-(i)l-im] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı; salkımcık. [DS] çitman, [çit (yans.) > çit-man] {ağız} is. Saplı süt bakracı. [DS] çitm e1, [çifte > çit-me] {ağız} is. Çift ayakla vurulan tekme. [DS] S çitme salmak, {ağız} Ç ifte atm ak. [DS] çitme2, [çit-me] {ağız} is. 1. Bir araya getirme veya dikme, sıkıştırma eylemi. 2. Pencere kafesi. 3. Bahçe etrafına dikilen ağaç fideleri. 4. Bahçe ve ağılların etrafına çekilen çit. 5. Örme kalın kese. 6. Eski bakır paraları duvara çarpmak ve birbirine yakın düşürmek suretiyle oynanan bir çocuk oyu nu. [DS] S çitme çarık , {ağız} Şaplan m ış d eriden y a p ıla n çarık. [DS]|| çitme kına, {ağız} P a rm a k la r üzerin e ça p ra z la m a iplik s a r ıla r a k üzerin e y a kılan kına. [DS] çitm ek1, [çit-mek] gçl. f . [ - e r ] 1. Bir araya getirip bağlamak. 2. Kumaştaki deliği veya iliği örmek. 3. {ağız} Tarağın dişlerini iplik takarak sıkıştırmak. [DS] S çitm ek yapm ak, {ağız} İki ipliği yan y a n a g e tir e r e k tek b ir ip yapm ak. [DS] çitmek2, [çit (yans.) > çit-mek] {ağız} gçsz. f . [ - e r ] 1. Jilet darbesi ile keserek kan akıtmak. 2. Fiske vur mak (tavlada). [DS] çitmek3, [çit-mek] {ağız} gçl. f . [- e r ] Ovalayarak yı kamak; çitilemek. [DS] çitmek4, [çit-mek] {ağız} gçl. f i [- e r ] Tarlanın etrafını çitle çevirmek. [DS] çitm idan, [? çitmidan] {ağız} is. Yaşından büyük gi yinen ve öyle konuşan çocuk. [DS] çitm ik1, -ği [çim-di-k > çitmik] {ağız} is. 1. İki par
mak ucu ile alınabilen miktar; çimdik. 2. sf. Azıcık. [DS] çitmik2, -ği [çit (yans.) > çit-mik] (ağız} is. Fiske.
[DS1
çitm ik3, -ği [çit (yans.) > çit-mik] is. Üzüm salkımı nın her bir dalı; çitim, çitmiklemek, [çit (yans.) > çit-mik-le-mek / çim-dikle-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(i)-y o r] Yavaş yavaş ve az az eğlenir gibi yemek. [DS] çitm ük1, -ğü [çit-mik] {ağız} sf. Azıcık. [DS] çitm ük2, -ğü [çit-mik] {ağız} is. Küçük üzüm salkımı. [DS] çitne, [? çitne] {ağız} is. Tahtadan yapılmış büyük sofra. [DS] çitneşmek, [çit-in-mek > çit-(i)n-eş-mek] {ağız} dönşl. fi. [ -ir ] (İplik, saç vb. için) birbirine karış mak; dolaşmak. [DS] çitnevir, [? çitnevir] {ağız} is. Düğün çerezi. [DS] çito, [Yun. tsita] {ağız} ünl. 1. Sus; susun! 2. sf. Zarif; ince. [DS] çitpit, [çit (yans.) + pit (yans.)] {ağız} is. Kopça. [DS] çitrik, -ği [çit (yans.) > çit-(i)r-ik] {ağız} is. Sıçrayan çamur damlası. [DS] çittirm ek1, [Yun., tsita => çit (kibar) > çit-tir-mek] {ağız} gçsz. f i [ -ir ] Kibarlaşmak. [DS] çittirm ek2, [çetir (şem siye) > çitir-mek ?] {a ğ a } gçsz. fi. [-ir ] Örtünmek; giyinmek. [DS] çiu, [?çiu] {eT} is. Yakalama; tutma. [EUTS] çiv1, [çav / çıv / çiv (yans.)] is. Ansızın fırlama, kaç ma, kayma ya da uçma hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] çiv-m ek, çiv-dir-m ek, çiv-gin çiv2, [çıv / çiv (yans.)] is. Kuşların ötüşmesini, fısıltılı hâlde konuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çiv-il çivil, çiv -il-d e-m ek çiv3, [çiv] {ağız} is. Tepsi biçiminde örülmüş sepet. [DS] çivdirm ek1, [çiv-dir-mek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] Delir mek. [DS] çivdirm ek2, [çiv-dir-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Kandır mak. [DS] çivdirm ek3, [çiv-dir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir] (Erkek için) çişini yapmak; çöğdürmek. [DS] çivdirm ek4, [çiv-dir-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Sağmal hayvanı gelişigüzel sağmak. [DS] çivdirm ek5, [çiv-dir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Bir şeyi gizlice almak; çalmak. [DS] çivek, -ği [çiv-ek] {ağız} is. Küçük taneli, siyah bir üzüm. [DS] çivgar, [Yun. zevgari (koşm a)] {ağız} is. 1. Tek atlı arabaya bir tane daha, çift atlı arabaya bir çift daha bağlanan at; yedek at. 2. Öküz çifti. [DS] çivgin1, [*çiv-mek > çiv-gin / kevgin] {eT} sf. Yağlı; doyurucu; besleyici. [DLT] fi1 çivgin aş, {eT} B e s leyici, doyurucu y em ek. [DLT]|| çivgin ot, {eT} H ayvanları sem irten ot. [DLT]
İH lift » 1
çiv
.1 0 1 5
çivgin2, [çiv-gin] {ağız} sf. Delirmiş. [DS] çivginlenmek, [çivgin-le-n-mek] {eT} dönşl. f Vücuda yararlı ve besleyici bulmak. [DLT]
[-ü r]
çivi1, [Türkm. çüy / Kır. çege (dökm e dem ir) > çivi] is. 1. Bir şeyi bir yere tespite veya iki şeyi birbirine tutturmaya yarayan, bir ucu sivri, diğer tarafı yu varlak başlı metal veya ağaç çubuk; mıh. 2 . spor. Tenis, masa tenisi ve voleybolda yükselmiş topu karşı tarafın sahasına doğru şiddetle vurma; smaç. 3. tasvf. Mevlevilikte, sema etmeye alıştırılacak dervişin eğitiminde, adayın sol ayak baş ve ikinci parmakları arasına alarak dönme talimi için kulla nılan taban tahtasına çakılmış fındık büyüklüğün deki bronz çiviye verilen ad. 4. {ağız} Küçük kazık. [DS] 5. {ağız} Çorap şişi. [DS] 6. {ağız} Sallanan bir şeye konan destek. [DS] 7. {ağız} Ağaç kütükleri yarmakta kullanılan ucu yassı ağaç veya metal araç. [DS] 8. {ağız} Telli sazların tel burguları. [DS] 9. m ecaz. Soğuk. S çividen inmek, tasvf. (Aday derviş için) M evlevilikte, çivi ile dön m e işlem ini bitirm iş ve dön m e eğitim ini b a şa rı ile b itirerek çivisiz dön m eye başlamak.\\ çivi gibi, 1. (Sıı için) ç o k soğuk. 2. (Kişi için) ç o k sağlam . || çivi kıvratm ak, {ağız} Oyun kurm ak; d o la p çevirm ek. [DS]|| çivi kesmek, A yazda veya ç o k soğ u kta o ld u k ça f a z la k a la r a k ç o k üşümek. J[ çivisine düşmek, {ağız} Ş a kalaşm ak. [DS]|| çivi süren, {ağız} îş bozan. [DS]|| çivi yazısı, tar. Antik ç a ğ d a A n adolu ve M ezop o tam ya 'da yum u şak kil üzerin e sivri uçlu b ir nesn e ile ç iz e rek yazılan b ir şekil-an latım yazısı. || çivi yukarı, spor. Yağlı gü reşte rakib in i ay akların d an y a k a la y ıp tepesi üstü g etirdikten so n ra om uzlarını y e r e d eğ d irm e oyunu. çivi2, [Far. dıv] {eT} is. Şeytan; iblis, çivici, [çivi-ci] is. 1. Çivi yapıp satan kimse. 2. Spor da çivi vuruşu yapan oyuncu, çivicilik, -ği [çivi-ci-lik] is. Çivi yapma ve satma işi. çividî, [çivit + Ar. -i] sf. Laciverde yakın koyu mavi; çivit rengi, çivik, -ği [? çivile] {ağız} is. Kavga. [DS] çiviki, [? çiviki] {ağız} is. Atmaca. [DS] çivil1, [çiv (yans.) > çiv-il] is. Kuşların ötüşmesini, fısıltılı hâlde konuşmayı anlatan yansımalı gövde. fi1 çivil çivil, (K onuşm a için ) ö ter g ib i güzel.
2. zf. İki ayakları aşağı gelecek, önce suya girecek biçimde, ö çivileme atlam ak, İk i ay ak la rı a şa ğ ı doğru su ya d a lm a k; atlam ak. çivilemek1, [çivi-le-mek] gçl. fi [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Bir şeyi bir yere çivi ile tutturmak; mıhlamak. 2. m e caz. Bir şeyi, bir kimseyi olduğu yerden kıpırda yamaz duruma getirmek. 3. Gözlerini bir yere sa bitleştirerek bakmak. 4. argo. Birini sivri bir araçla yaralamak. 5. argo. İhbar etmek. çivilemek2, [çivi-le-mek] {ağız} gçl. f i [ - ı ] [-l(i)-y o r] Yontmak. [DS] çivilenme, [çivi-le-n-me] is. Çivi ile tutturulmak ve ya hareketsiz durumda bırakılmak eylemi, çivilenmek, [çivi-le-n-mek] edil, f i [-ir ] 1. Çivi ile tutturulmak; sabitleştirilmek. 2. dönşl. f i Hareket edemez duruma gelmek; hareketsiz kalmak, çiviletme, [çivi-le-t-me] is. Çivi çakılmasını sağla mak eylemi. çiviletmek, [çivi-le-t-mek] gçl. fi. [-ir] 1. Çivi çak tırmak. 2. Çivi ile tutturtmak. çivilgi, [çiv-il-gi] {ağız} is. Asma dalı. [DS] çivili, [çivi-li] sf. 1. Çivisi olan. 2. Çivi ile tutturul muş olan. 3. (İskambil kâğıdı için) işaretli, fi5 çivili kalkan, zool. K alkan b alığ ıg illerd en A tlas Oky>anusu v e A k d en iz ’d e yaşayan , b ed en i kem iksi k a b a r tı ve lek elerle kaplı, s a ğ y an ın a yatan büyiik y a ssı balık, (P setta m axim a). || çivili lastik, K a rd a k a y m ayı ö n lem ek için tungsten k arb ü r çiv ileri bulunan oto dış lâstiği. çivimlik, -ği [çivim-lik] {ağız} is. Ocakların baca kıs mında kibrit vb. koymaya yarayan kireç sıvalı raf. [DS] çivindirik, -ği [çiv-in-dirik] {ağız} is. Ağaçların kü çük taze dalı; filiz; sürgün. [DS] çivinik, -ği [çiv-in-ik] {ağız} is. Ocak içi. [DS] çivinlik, -ği [çiv-in-lik] {ağız} is. -*• çivimlik. [DS] çivinmek, [çiv-in-mek] {ağız} dönşl. f i [ -ir ] (Kumaş için) kesilen yerinden ipliklenmek; saçaklanmak. [DS] çivinnik, -ği [çiv-in-lik > çivinnik] {ağız} is. -*■ çi vimlik. [DS] çivir, [? çivir] {ağız} is. Renk. [DS] çivirdik1, -ği [çiv (yans.) > çiv-ir-d-ik] {ağız} is. 1. Tomurcuk. 2. Ağaçların küçük, taze dalı; filiz; sür gün. [DS]
çivil2, [çiv (yans.) > çiv-il] {ağız} sf. 1. Küçük; ufak. 2. is. Yeşil iken küçük küçük doğranıp kurutulmuş çivirdik2, -ği [çiv-ir-d-ik] {ağız} is. zool. Gri renkli, fasulye. [DS] pullu bir tatlı su balığı. [DS] çivil3, [çibin > çivil] {ağız} is. Karasinek. [DS] çivisiz, [çivi-siz] sf. Çivisi olmayan; çivilenmemiş, çivildemek, [çiv (yans.) > çiv-il-de-mek dl»jJ_^] {eö çivisiz kalkan, zool. K alkan b alığ ıg illerd en kü çü k ve kaygan pullu, s a ğ y a n a y atan ve dipte y a ş a AT} {OsT} {ağız} gçsz. f . [ - r [-d (i)-y o r] Fısıldamak; yan, eti lezzetli ve h a fi f kem ikli balık, (S cotophtalkulağa hafifçe söylemek. [DS] mus rhom bus). çivildeşmek, [çiv (yans.) > çiv-il-de-ş-mek dU-ijJj^-] çivit1, -di [eT. çüvit > çivit] is. 1. Beyaz çamaşıra {eAT} {OsT} {ağız} işteş, f . [-ir ] Fısıldaşmak. [DS] parlaklık vermek için son durulama suyuna katılan çivileme, [çivi-le-me] is. 1. Çivi ile tutturma eylemi. çivit ağacından yapılmış mavi bir toz. 2. İçine çivit
çiv konmuş çamaşır suyu. S çivit ağacı, bot. B a k la g il lerden, y a p r a k ve sap ların d an çivit e ld e edilen , sı c a k ü lk elerd e yetiştirilen, bir, b ir bu çu k m etre b o y u n d a ç o k y ıllık b ir ağaç, (în d ig ofera tinctoria). || çivit mavisi, L â c iv er d e y akın koyu m avi; çivit ren g i; çividî. || çivit otu, bot. Turpgillerden, b a sit y a p raklı, küçü k fa k a t ç o k k a la b a lık sarı, çiçekli, çivit m avisi ren gin de düşük k aliteli b o y a r m ad d e eld e ed ilen ç o k y ıllık otsu bitki, (Isatis).\\ çivit rengi, L â c iv er d e y akın koyu m avi; çivit m avisi; çividî. çivit2, [çiğ-it > çivit] {ağız} is. 1. Pamuk çekirdeği. 2. Sebze ve meyve çekirdeği. [DS] çivit3, -di [çivit] {ağız} is. 1. Gebe kadınların yüzle rinde, vücutlarında oluşan lekeler. 2. Güneşin deri üzerinde yaptığı çil. [DS] çivit4, -di [çivit] {ağız} is. Kullanılmış sabun parçası. [DS] çivit5, -di [çivit] {ağızf is. Pişirilmiş sütün soğuduk tan sonra üzerinde biriken yağ tabakası; kaymak. [DS] çivit6, -di [çiğ-it > çivit] {ağız} is. Yağı çıkarılan ke ten tohumunun küspesinden yapılan hayvan yiye ceği. [DS]
OTÜMIİİICESSZII •
1014
çivril, [çiv(i)r-il ?] {ağız} is. Pırasa. [DS] çivrişmek, [çiv-ir-iş-mek] {ağız} dönşl. f i [ -ir ] (Yap rak için) soğuk veya sıcaktan kıvrılmak. [DS] çivşemek, [çiv (yans.) > çiv-(i)ş-e-mek] gçsz. fi. [-r] [-ş(i)-y o r] Fısıldamak, çivşik, -ği [çiv-(i)ş-ik] {ağız} sf. Dolu. [DS] çivt, [çift > çivt] {ağız} is. 1. Çift. 2. Saban takımı. [DS] çivte, [çift-e > çivte] {ağız} is. Çift namlulu silah; çif te. [DS] çivze, [çiv-(i)z-e] {ağız} is. Sivilce. [DS] çivzik, -ği [çiv-(i)z-ik] {ağız} is. Sivilce. [DS] Çİy1, [çag / çağ / çah / çak / çıg / çığ / çık / çıy / çig / çiğ / çik / çiy (yans.)] is. Tahta, taş, kum, cam, me tal eşya ve kuru nesnelerin birbirine çarpmasını, vurmasını, sürtünmesini veya vurmayı, çarpmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çiy-ri-h, çiy-ir-de-m ek çiy2, [eT. çî (nem) > çiğ > çiy] is. Flavada bulunan su buharının yerde ve bitkilerde yoğuşması sonucu meydana gelen ve genellikle gece ve sabah saatle rinde görülen küçük su damlacıkları; şebnem, fi1 çiy dum an, {ağız} Sis. [DS]
çivit7, [çift > çivit] {ağız} is. Çift. [DS]
çiy3, [çiy] {ağız} is. Ceviz ve badem içi. [DS]
çivitleme, [çiv-it-le-me] is. Çivitli su ile yıkamak ey lemi.
çiy4, [çiğ > çiy] {ağız} is. Pişmemiş sütten yapılan mayasız yoğurt. [DS]
çivitlemek, [çiv-it-le-mek] gçl. f . [-r ] [ - l(i)-yor] Ça maşırları çivitli su ile yıkamak, çivitlenme, [çiv-it-le-n-me] is. Çivit ile yıkanma ey lemi. çivitlenmek, [çiv-it-le-n-mek] edil. f . [ -ir ] 1. (Çama şırlar için) çivit ile yıkanmak. 2. dönşl. Çivitli hâle gelmek. 3. Çivit edinmek; çivit sahibi olmak.
çiya1, [çiy-e] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çiya2, [? çiya] {ağız} is. Horon oynarken, ortaya top lanıp ayakları yere vurma. [DS] çiya3, [çiğ-e > çiya] {ağız} is. Sarımsak dişi. [DS] çiyan, [eT. çadan] {ağız} is. Meyve kurdu. [DS] çiyangaç, -cı [çiyan-gaç] {ağız} is. Yengeç. [DS]
çivitli1, [çiv-it-li] sf. 1. İçinde çivit bulunan. 2. Çivitli suya bastırılmış olan.
çiyci, [çığ-cı > çiyci] {ağız} is. Üzerine tarha serilen hasırları örüp satan adam. [DS]
çivitli2, [çiv-it-li] {ağız} is. Dokunaklı, iğneleyici söz.
çiydam , [çiydam] {ağız} is. Çiğdem. [DS]
[D S ]
çivitli3, [çiğit-li] {ağız} sf. (Pamuk için) çekirdekli; çiğitli. [DS] çivitsiz, [çiv-it-siz] sf. 1. İçinde çivit bulunmayan. 2. Çivitli sudan geçirilmemiş,
çiydem 1, [çıy-(ı)dam ?] {eT} is. Yatağa doldurulan veya yağmurluk yapılan ince keçe. [DLT] çiydem2, [çiydem] {ağız} is. Çiğdem. [DS]
çivizik, -ği [çiviz-ik] {ağız} is. Sivilce. [DS]
çiye1, [çige / çiğe / çiye] {ağız} is. 1. Kabuklu meyve lerin içi. 2. Fasulyenin içi. 3. Çam kozalağının meyvesi. [DS]
çivlez, [çiğ-le-z > çivlez] {ağız} sf. Yakışıklı. [DS]
çiye2, [Yun. tia (yaşlı kadın )] {ağız} is. Abla. [DS]
çivlik1, -ği [çiğ-lik > çiv-lik] {ağız} is. 1. Kamış ve sazdan yapılmış çiftçi kulübesi. 2. Kümes. [DS]
çiye3, [çiye] {ağız} is. At ve öküzleri rahatsız eden kanatsız sinek. [DS]
çivlik2, -ği [çiv-i-lik > çiv-lik] {ağız} is. Ucu yontula rak sivriltilmiş ağaç çubuk. [DS]
çiyelem 1, [çiye-le-m] {ağız} is. Çiğdem. [DS]
çivm ek1, [çiv (yans.) > çiv-mek] {ağız} gçl. f i [ - e r ] 1. (Bir nesneyi) gizlice almak. 2. Amaçtan sapmak. [DS] çivmek2, [*çiv-mek] {eT} g ç s z .f. [-e r ] 1. Beslenmek; doymak. 2. Semirmek. [Clauson] 3. {ağız} Birdenbi re büyümek. [DS] çivmek3, [çıv-mak > çiv-mek] {ağız} gçsz. f i [ - e r ] 1. Fırlamak; sıçramak. 2. Atlamak. [DS]
çiyelem2, [çiye-le-m] {ağız} sf. (Kişi için) yakışıklı ve sevimli. [DS] çiyelemek1, [çiye-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] (Badem, ceviz, fındık gibi kabuklu yemişler için) kabuğunu kırarak içini çıkarmak. [DS] çiyelemek , [çiye-le-mek] {ağız} gçl. fi. [- r ] [-l(ı)-y o r] Toplamak. [DS] çiyenek, -ği [çiğ-enek > çiy-enek] {ağız} is. Hamur,
o iın iü K m
i
. 1017
tarhana, yoğurt vb.nin suda ezilmeyen parçalan. [DS] çiyer, [? çiyer] {ağız} is. Boş arazi. [DS] çiyil, [çiy-il] {ağız} is. 1. Küçük taş, kum parçası. 2. Küçük taneli nohut. [DS]
Çiz çiynar, [Far. çenar => çiynar] {ağız} is. Çınar ağacı. [DS] çiynek1, -ği [çiğne-k] {ağız} is. 1. Çiğnek. 2. Topu ğuna basılarak giyilen ayakkabı. [DS]
çiyilemek, [çiy-i-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-l(i)y o r ] Birdenbire titremek. [DS]
çiynek2, -ği [Yun. tzinaki] {ağız} is. Kıvılcım. [DS] çiynelemek, [çiğne-mek > çiyne-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(i)-y o r] Çiğnemek. [DS]
çiyin, [çiğin] {ağız} is. Omuz. [DS]
çiynem, [çiğne-m j*^>-] {eATf {ağız} is. Çiğnem. [DS]
çiyindirik, -ği [çiyin-dirik] {ağız} is. Tomurcuk. [DS] çiyir1, [çiy-ir] {ağız} is. Su birikintisi. [DS]
çiynemek, [çiğne-mek / çiyne-mek] gçl. fi. [-r ] f-n (i)y o r ] Çiğnemek.
çiyir2, [çığ-ır > çiyir] {ağız} is. Karda kürekle açılan yol. [DS]
çiynemti, [çiğne-m-ti j ^ ~ r \ {OsT} is. Ağızda çiğne-
çiyirdek1, -ği [çiy-ir-de-k] {ağız} is. Yeni büyümekte olan çayır. [DS] çiyirdek2, -ği [çiy-ir-de-k] {ağız} is. Olmamış kavun. [DS] çiyirdeklenmek, [çiy-ir-de-k-le-n-mek] {ağız} dönşl. f H r ] (Ağaç için) tomurcuklanmak. [DS] çiyirdemek, [çiy (yans.) > çiy-ir-de-mek] {ağız} gçsz. f i f - r ] [-d (i)-y o r] (Kurumuş yapraklar için) üzerin de gezildiğinde cıyırtılı, çıtırtılı ses çıkarmak. [DS] çiyirdek, -ği [ciy-ir-dek] {ağız} is. Olmamış kavun. [DS] çiyirdik1, -ği [çiy-ir-d-ik] {ağız} is. 1. Tomurcuk. 2. Küçük ağaç dalı. 3. Bir yıllık söğüt dalı. [DS]
necek şey. çiynet, -di [çiğ-(i)n-et / çenet > çiynet] {ağız} is. Ceviz içinin dörtte bir parçası. [DS] çiyni, [çiğin] {ağız} is. Omuz. [DS] çiyo, [? çiyo] {ağız} is. 1. İçi boş çekirdek. 2. Meyve ve sebze çekirdeği; tohum. [DS] çiyrimek, [çig > çigir > çiy-(i)r-i-mek] /ağızj gçsz. f i [-r ] Nefret etmek. [DS] çiyritm ek, [çiğ-(i)r-it-mek > çiyrit-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Nefret ettirmek. [DS] çiysemük, [çiy-se-mik] {ağız} is. Sisli ve yağmurlu hava. [DS] çiysi, [çiğ-si] {ağız} sf. Çiğ gibi olan; çiğimsi. [DS]
çiyirdik2, -ği [çiy-ir-d-ik] {ağız} is. İnce ip katlanır ken, katın birinin gevşek kalması. [DS]
çiysimek, [çiy-si-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] 1. Nem lenmek; küflenmek; bozulmak. 2. Üzülmek. [DS]
çiyit1, -di [çiğ-it > çiyit] {ağız} is. 1. Pamuk çekirde ği. 2. Meyve ve sebze çekirdeği. [DS]
çiysinmek, [çiy-si-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] B e ğenmemek; hoşlanmamak. [DS]
çiyit2, -di [çiğ-it] {ağız} is. Olmamış karpuz. [DS]
çiyşimek, [çiy-si-mek] {ağız) gçsz. f i [- r ] Nemlen mek; küflenmek; bozulmak. [DS] çiyşitmek1, [çiy-si-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir ] Nemlendirnıek. [DS]
çiyle, [çiy-le] {ağız} is. Engebeli arazide, etrafı or man, ortası çimenlik alan. [DS] çiylelik, -ği [çiyle-lik] {ağız} is. Çakıllı, kumlu top rak. [DS] çiylem e1, [çı (nem) > çiy-le-me] is. İnce ince ve hafif hafif yağan yağmur; çisenti.
çiyşitmek2, [çiy-si-t-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Çiy bı rakmak; pişmemiş bırakmak. [DS] çiyt, [çiğit] {ağız} is. Pamuk çekirdeği. [DS]
çiyleme2, [çiy-le-me] {ağız} is. İki yaşındaki oğlak. [DS] çiyleme3, [çiy-le-me] {ağız} is. Çiğ köfte. [DS]
çiz1, [çiz / çiz (yans.)\ is. Sürterek yazma, bir şeyi kazıma veya kazıyarak çizme anlatan kök. [Zülfıkar] çiz-m ek, çiz-gi, çiz-ik, çiz-ik-tir-m ek, çiz-elg e
çiyleme4, [çiğ > çiy-le-me] {ağız} is. 1. Pişmiş sütün üstündeki kaymak. 2. Çiğ sütün üstündeki kaymak. 3. Biriktirilmiş sütün yayılmasıyla elde edilen yağ. [DS] çiylemek1, [çı (nem) > çiy-le-mek] gçsz. fi. [ - r ] [-l(i)y o r ] (Yağmur için) çisenti hâlinde yağmak; çise lemek.
çiz2, [çis / çiz (yans.)] is. Yağmurun ince ince yağışı nı, sıvı maddelerin toz damlacıkları hâlinde dökü lüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] çiz-ele-m ek
çiylemek2, [çiy-le-mek] {ağız} is. Tarlayı ikilemeye hazırlık olmak üzere ilk defa sürmek; birinci sürü mü yapmak. [DS]
çizdirmek, [çiz-dir-mek] gçl. fi. [-ir ] 1. Çizmek eyle mini yaptırmak. 2. Çizilmesine sebep olmak,
çiylez, [çiğ-le-z] {ağız} sf. Yakışıklı. [DS] çiymek, [çiy-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - e r ] Nefret etmek. [DS] çiynak, -ğı [cıynak > ciynak] {ağız} is. 1. Tırnak; pençe. 2. bot. Çobançantası. [DS]
çiz3, [Far. çiz j~r] {OsT} is. Nesne; şey. çizdirme, [çiz-dir-me] is. 1. Çizme işini yaptırma; çizdirmek eylemi. 2. {ağız} Yüz ve kolda görülen kaşıntı ve kızartı. [DS]
çizecek, -ği [çiz-ecek] is. Ağaç, taş veya metal üzeri ne çizgi çekme veya işaretleme gibi teknik alanda kullanılan ucu sivri, ağaç saplı, sert bir çelik çubuk. çizek1, -ği [çiz-ek] is. 1. Bakırcılıkta yapılacak olan kabın kalıbını bakır üzerine çizmeye yarayan araç. 2. Pulluk veya sabana takılarak sürülecek toprağı
BlÛMIÜIfflM. ;rm
Çiz yırtmaya yarar bir tür bıçak. 3. {ağız} Pulluğun top rağı devirmeye yarayan kulağı. [DS] çizek2, -ği [çiz-ek] {ağız} is. 1. Yazı satırı. 2. İz; çizgi. [DS] çizelemek, [çis / çiz (yans.) > çiz-ele-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] [-l(i)-y o r] (Yağmur için) ince ince yağmak; çiselemek. [DS] çizelge, [çiz-el-ge] is. 1. Belirli bir konudaki bilgile rin dökümünün yapıldığı ve bölümleri çizgilerle ayrılmış kâğıt; cetvel, (1935). 2. Düzenli olarak işlenmiş bilgiler, veriler dizisi; tablo, çizeme, [diz-mek > diz-e-me > çizeme] {ağız} is. Par maklık; çit. [DS] çizer, [çiz-er] is. 1. Karikatür yapan. 2. Çizgi resim yapan. çizge, [çiz-ge] is. Belirli alandaki verileri çizgiler ile karşılaştırmaya dayanan bilgi aktarımı; grafik, çizgenmek, [çizgin-mek > çizgen-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] Bir şeyin çevresini dönüp dolaşmak. [DS] çizgi1, [çiz-mek > çız-ıg > çiz-ig > çiz-gi] is. 1. Yal nızca uzunluğu ölçülebilen ve çizilerek meydana getirilmiş, kesintisiz iz; hat. 2. Nesneler veya şekil ler arasım ayıran iz. 3. Yüz ve vücut kıvrımlarının her biri. 4. m ecaz. Belli başlı özellik; ana hat. 5. Bir nesnenin dışı; çevresi; biçim. 6. Bir iş yapılırken izlenen yol; metot, teknik. 7. Bir elbisenin modaya uygun olarak belirlenen kesimi. 8. {ağız} Köylü ka dınların renkli ipliklerden örerek bellerine kuşanıp uçlarını iki yandan sarkıttıkları bağ. [DS] 9. {ağız} Biçilen ekinlerin başaklarını toplamaya yarayan büyük tırmık. [DS] 10. {ağız} Haşhaş sütünü çıkar mak için kapsülü çizmekte kullanılan bıçak. [DS] ff çizgi film, H arek et izlenim i v e r e c e k biçim de düzenlenm iş resim leri a rk a a rk a y a sa n iy ed e 24 a d e t g eç ir m e k su retiyle oynatılan film . ||çizgi im, 1. Ç izg ilerle belirlen m iş işaret. 2. B ir ürün h akkın dak i b ilg ileri g ö steren ve bu ürünün p a k e ti üzerine basılm ış k alın lık ları d eğ işik dikey çizgilerden m ey d a n a g elm iş işaret; b a r k o t.|| çizgi resim, Yalnız çiz g ilerle y a p ıla n resim.\\ çizgi rom an, Konunun resim lerle kesintisiz sıralan dığı, kon u şm aların ise b a lo n la r için d e verildiği b ir tekn iğe dayançın r o man. çizgi2, [çiz-gi] {ağız} is. Köylü kadınların renkli yün ipliklerinden örerek bellerine kuşanıp uçlarını iki yandan sarkıttıkları kuşak. [DS] çizgi3, [çöz-gü > çez-gi > çiz-gi] {ağız} is. Dokuma ve hah tezgâhlarına uzunlamasına gerilen sıra boy iplikleri; çözgü. [DS] çizgiç, -ci [çiz-giç] {ağız} is. Haşhaş sütünü almak için kozalağı çizmeye yarayan aygıt. [DS]
2. j e o l. Yerin yapısal yüzeylerinin doğrusal arake sitinden oluşan paralel ve sızıcı çizgiler, çizgilenmek, [çizgi-le-n-mek] edil, f i [- ir ] Çizgi meydana getirilmek, çizgileşme, [çizgi-le-ş-me] is. Çizgi durumuna gel mek işi. çizgileşmek, [çizgi-le-ş-mek] dönşl. fi. [ -ir ] Çizgi du rumuna gelmek; çizgi biçimi almak, çizgili, [çizgi-li] sfi 1. Çizgisi bulunan. 2. Üzerine çizgi çekilmiş olan. B çizgili sinek, zool. Sinekgille r fam ilyasın dan , in ce uzun duyargalı, sa rı hum m a ve d a n g h astalığ ın ı bu laştıran en z ararlı sin ek türü, (Stegom yia calapu s). çizgilik, -ği [çizgi-lik] is. 1. Çizgi çekmeye yarar, kenarları düz ahşap, metal veya plastik araç; cetvel. 2. {ağız} Köylü kadınların renkli yün ipliklerinden örerek bellerine kuşanıp uçlarını iki yandan sarkıt tıkları kuşak. [DS] çizgindirmek,
[çizgin-mek
>
çizgin-dir-mek
{eAT} gçl. fi. [-ir ] Döndürmek; devrettir mek. çizginmek, [tegzin-mek > çegzin-mek > çiz-gin-mek kiUuS'js-] {OsT} dönşl. f i [ -ir ] Bir şeyin çevresinde dönmek; dolanmak, çizgirm ek, [çiz (yans.) > çiz-gir-mek] {ağız} gçsz. fi. [ -ir ] 1. Kesilen ince damardan kan fışkırmak. 2. Delik kaptan su fışkırmak. [DS] çizgisel, [çizgi-sel] sfi 1. Çizgiyle ilgili; çizgi ile gösterilebilen. 2. Düzgün bir sürerlilik gösteren. 3. dbl. (Dilsel göstergeler için) zaman içinde bir doğ rusal yayılma gösteren. 4. mat. Değişimi bir çizgi ile gösterilebilen, çizgisiz, [çizgi-siz] sfi. Çizgisi olmayan; çizgi çekil memiş olan. çizi1, [çız-ıg > çiz-ig > çiz-i lS_k-t] is. -1. Çizgi. {OsT} (aynı) 2. {ağız} Çift sürerken sabanın toprakta açtığı iz; karık. [DS] 3. {ağız} Tarla sınırım belirten iz; arık. [DS] 4. {ağız} Tarladaki su yolu. [DS] 5. Bir tür aşık oyunu, ff çiziye gelmek, {ağız} D oğruyu k ab u l etm ek; inadın dan vazgeçm ek. [DS] çizi2, [çiz-i] {ağız} is. Bir tür aşık oyunu. [DS] çizici, [çiz-ici] is. 1. Çizme işini yapan kişi; çizen. 2. kim. Doğal bir elementin radyoaktif izotopu. çizik1, -ği [çiz-ik] is. 1. Çizme sonucunda meydana gelen iz. 2. Çizgi. çizik2, -ği [çiz-ik] {ağız} is. 1. Tohum ekmek için pul luk veya sabanla açılan iz; karık. 2. Smır belirle mek için iki tarla arasına çekilen çizgi. [DS]
çizgileme, [çizgi-le-me] is. Çizgi çekmek işi.
çizikli, [çizik-li] sfi Üzerine çizikler açılmış bulunan; çiziği olan.
çizgilemek, [çizgi-le-mek] gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] Çiz gi çekmek; bir şey üzerinde çizgiler oluşturmak,
çiziktirm e, [çizik-tir-me] is. Çabuk ve üstün körü yapılan çizme, yazma eylemi,
çizgilenme, [çizgi-le-n-me] is. 1. Çizgi çekilmek işi.
çiziktirm ek, [çizik-tir-mek] gçl. fi. [ -ir ] 1. Kesin
ÇOB
H M H E S M S .1 0 1 . olmayan çizgilerle çizmek, yazmak. 2. Çarçabuk baştan savma yazıp, çizmek; çızılctırmak. çizildek, -ği [çiz-il-de-k] {ağız} is. Hedef. [DS] çizili, [çiz-i-li] is. Çizilmiş olan; üzerinde çiziler bu lunan.
ler çekerek iptal etmek; yok saymak; ortadan kal dırmak. 8. mat. Bir geometrik şekli verilen ölçülere göre çizgilerle göstermek. 9. {ağız} Çapalanacak mısır aralarını sabanla sürmek. [DS] çizmek2, [*teg-(i)z-mek / teg-(i)r-mek > çeğ-(i)z-
çiziliş, [çiz-il-iş] is. Çizilme eylemi veya biçimi,
mek
çizilme, [çiz-il-me] is. Üzerine çizi veya çizgiler açılma eylemi.
çevresini dolanmak; dönmek; devretmek.
çizilmek , [çiz-il-mek] edil. f . [ -ir ] 1. Çizmek işi ya pılmak. 2. Çizgilerle resmi veya şekli yapılmak; resmedilmek. çizilmek2, [çej-il-mek > çiz-il-mek
/ ıül>=-]
{eAT) e d il.f. [-ir ] 1. Çözülmek. 2. İçini dökmek; açılmak.
{eAT} gçsz. f . [- e r ] Bir şeyin ya da yerin
çizmek3, [eT. çöj-mek / çej-mek > çiz-mek
.
{eAT} {ağız} gçl. f . [ - e r ] 1. Çözmek. 2 Çözgü iplik lerini tezgâha germek. [DS] çizmeli1, [çizme-li] sf. 1. Çizmesi olan. 2. Ayağına çizme .giymiş bulunan. çizmeli2, [çiz-me-li] {ağız} sf. Çizmek eylemine dayanan. [DS]
çizilmek3, [diz-il-mek] {ağız} edl. f . [-ir ] Dizilmek; sıra olmak. [DS] çizim, [çiz-mek > çiz-im] is. 1. Çizmek eylemi ve sonucu. 2. Çizilerek oluşturulan şekil, resim vb. şey. 3. mat. Bir problemin çözümünde grafik yap ma veya grafikten yararlanma işi. 4. fağızj Saban izi.
ç o 1, [ço / çok (yans.)\ is. Kaynamayı, gür bir biçimde fışkırmayı, taşkınca kabarmayı anlatan kök. [Zülfıkar] ço-k-ra-m ak, ço -k-ra-m a
cizimci, [çizim-ci] is. Çizim yapan kimse; grafıker. [DS]
ço4, [çö] (ço :) {ağız} ünl. “Aşağı doğru yürü!” anla mında kullanılan ünlem. [DS]
ço2, [ço / çu / çuş / çüş (yans.)] ünl. Eşek vb. hayvan ları durdurmak ya da kovalamak, hızlı yürütmek için kullanılan ünlem. ço3, [ço] {ağız} is. Tepe; doruk. [DS]
çizin, [çiğin] {ağız} is. Omuz. [DS] çoba, [Far. şâd-bâş (alkış) => çoba] {ağız} is. Çalgıcı çizin ti, [çiz-mek > çizin-ti] is. 1. Küçük çizik; sıyrık. ların topladığı para. [DS] 2. Yazıda üzeri çizilerek iptal edilmiş kısım; çizilen çoban, [Far. şü (koyun) + -ban (koruyucu) > şöbân / şey. 3. {ağız} Çizilme. [DS] çübân] is. Koyun, keçi ve sığır gibi hayvanları gü çiziş, [çiz-iş] is. Çizmek eylemi veya biçimi, den ve otlatan kimse. S çoban aldatgucu, {eAT} çizlek, -ği [cız-la-k > çiz-le-k] {ağız} is. Cıvık ha z ool. Çobanaldatan.\\ çoban aldatkıcı, {OsT} z oo l. murdan sac veya tavada pişirilen bir tür çörek. [DS] Çobanaldatan.\\ çoban aldatkucu, {OsT} zool. Ç obanaldatan.\\ çoban aldavucu, {OsT} z oo l. Ç o b a çizlik, -ği [çiz-lik] /ağız} is. Köylülerin giydiği ökçe naldatan.\\ çoban aldayıcı, {OsT} zool. Ç o b a n a ld a siz kundura. [DS] tan.|| çoban böreği, {ağız} Tuz, k a ra b ib er, kırm ızı çizme’, [çiz-me] is. Çizgi çekme, çizgilemek işi. b ib e r ve y a ğ konulm uş su d a ek m ek ıslatılarak y a p ı çizme2, [eT. çek-me / çöz-me > çizme (edik) [EREN] lan b ir tür yem ek. [DS]|| çoban çırası, {ağız} bot. 1. ■“ J^r] fa- Koncu çoğunlukla diz altına kadar uzanan K uşkonm az. 2. Yalnız odun o la r a k kullanılan ve bir tür ayakkabı, fi1 çizmeden yukarı çıkmak, y a kıld ığ ın d a çam g ib i ışık veren bir a ğ a ç. [DS]|| H addin i bilm em ek; h a d d i olm ayan b ir işe k a r ış çoban çokeren, {ağız} - * çoban çökerten. [DS]|| m ak.,|| çizme edik, {OsT} Uzun kon çlu m est.|| çizme çoban çoluk, {ağız} K ö y çocu kları. [DS]|| çoban ile tandıra girmek, Y akışık alm ayan , bulunulan çökerden, {ağız} -* çoban çökerten. [DS]|| çoban o rtam la ters düşen b ir iş yapmak.\\ çizmeleri çek çökerten, {ağız} 1. G e ç e c e k diye ümit edilen , y a v a ş mek, B ir işe g irişm ek ; b aşlam ak. ve sü rekli y a ğ a n yağm ur. 2. K arpu z teveğ i g ib i y a çizme3, [diz-mek > çiz-me] {ağız} is. Bahçe avluları rım m etre k a d a r uzunluktaki d a lla n diken li ve d o na yapılan parmaklık. [DS] kunduğu y e r i kızartan b ir o t; d em ir dikeni, çizmeci, [çizme-ci] is. Çizme yapa ve satan kişi, (Tribulus terrestris). [DS]|| çoban değneği, {ağız} çizmecilik, -ği [çizme-ci-lik] is. 1. Çizme yapma ve bot. T op rak üstünde yatık, beyaz ve p e m b e ç iç ek le r satma işi; çizmecinin mesleği. 2. Çizme yapma sa açan , b o y a r m ad d e eld e edilen b ir y ıllık otsu bitki; natı. k eç i m em esi, e ş e k m adım ağ ı; m adım ağın oynaşı, (Polygonum a vicu lare). [DS]|| çoban deyişi, B a s it çizmek1, [çız-mak > çiz-mek] gçl. f . [ - e r ] 1. Çizgi f a k a t sevim li şiir. || çoban dilimi, {ağız} K alın k e çekmek. {eT} (aynı) [Gabain] [EUTS] 2. Bir şeyin silm iş ek m ek dilim i. [DS]|| çoban döşeği, {ağız} bot. çizimini yapmak; resmetmek. 3. Çizgiler hâlinde Yetiştiği y e r i y a ta k g ib i örten, tüylü, g r i y e ş il y a p belirtmek. 4. Çizgiler çekerek belirtmek. 5. Soyut raklı, ço b a n ların üzerine uzanıp yattığı gen iş b ir bir kavramın tanıtımına yarayacak özellikleri sıra ot, (T hym elaea tarton raira). [DS]|| çoban ekmeği, lamak; tayin etmek. 6. (Deri, ağaç kabuğu için) de {ağız} 1. bot. D a ğ la rd a yetişen, ekşim si, katm erli, i rin olmayan yara ve yırtık açmak. 7. Üzerine çizgi
OTUMWOM •
ÇOB çi çok sulu bir bitki; madımak, (Polygonum cognatum). 2. -*■ çoban dilimi. 3. -*■ çoban böreği. [DS]|| çoban eli yalayan, (ağız) zool. Kertenkele. [DS]|| çoban elması, {ağız} Ufak boylu bir ağacın, mısır büyüklüğündeki kırmızı meyveleri; çoban üzümü (?), (Vaccinium myrtillus). [DS]|| çoban eniği, {ağız} zool. Kertenkele. [DS]|| çoban firîb, {Osl} zool. Çoban aldatan .|| çoban galgıdan, {ağız} -* çobankalgıtan. [DS]|| çoban ıslatan, {ağız} -*■ çoban çokeren. [DS]|| çoban iliği, {ağız} Çobanların tor balarını bağlamakta kullandıkları bir tür ağaç çen gel. [DS]|| çoban itikadı, İçten gelerek inanılan; basit fa k a t sağlam ve köklü inanç.\\ çoban kaçıran, {ağız} M ayıs ayında birden bastıran ve sahildeki çobanların yaylalara göç etmesine neden olan sı caklar. [DS]|| çoban kalgıtan, {OsT} bot. 1. D emir dikeni. 2. -*■ çobankalgıtan. || çoban kavurm ası, Otlaklarda çobanların misafirleri için hazırladığı tuzdan başka baharat veya sosun kullanılmadığı bir tür kavurma .|| çoban kayıştırması, {ağız} D ağ larda çobanların yığdıkları koni biçimindeki ağaç ları tutuşturarak ısınmaları.\\ çoban kebabı, E t ve sebze ile yapılan bir tür tencere kebabı. || çoban köpeği, Sürülerin yırtıcı hayvanlardan korunma sında ve yönlendirilm esinde çobana yardım cı olan köpek. ||Çoban köpeği gibi ne yer, ne yedirir. Çok cim ri kimseleri tasvir için kullanılan söz. || çoban kösteği, {ağız} bot. Böğürtlen; karamama, (Rubus canescens, R. sanctus). [DS]|| çoban kulübesinde padişah rüyası görm ek, Gerçekleşmesi mümkiin olmayan hayallerle kendini avutmak. || çoban kur ta ra n , {ağız} Birdenbire yağm aya başlayan ya ğ mur. [DS]|| çoban merhemi, Terementi ve mum karıştırılarak elde edilen bir tür ya ra merhemi. || çoban salatası, Salatalık, soğan, domates, yeşil biber, m aydanoz ve diğer taze sebzelerden hazırla nan karışık salata. ||çoban sargısı, {ağız} Lapa lapa yağan kar. [DS]|| çoban takkesi, {ağız} bot. D ağ larda ve kırlarda yetişen, ağzı yukarı doru kıvrık bir tür ot. [DS]|| çoban taşı, Büyük ve güzel bir el m asın adı. || çoban üzümü, {ağız} bot. Kışın yap raklarını döken, 30 cm. kadar boylu, çalı görünüş lü, soluk yeşil-pem be çiçekli, meyveleri olgunlaştı ğında siyahım sı kırmızı renk alan, meyveleri çiğ olarak yenebilen çok yıllık bitki; çay üzümü, (Vaccinium myrtillus). [DS]|| çoban yastığı, {ağız} - * çobanyastığı. [DS]|| Çoban (aslı Çolpan) Yıldı zı, Alaca karanlıkta çobanların çıplak gözle bile görebildikleri Venüs takım yıldızının en pa rla k y ıl dızı; Çolpan. || çoban yolu, {ağız} Yeni doğmuş ku zuyu sahibine getiren çobana verilen hediye. [DS] çobanaldatan, [çoban+alda-t-an] is. zool. Çobanaldatangillerden kısa bacaklı, uzun kanatlı, esmer, beyaz, siyah, kırmızı çizgili yumuşak tüylü ötücü kuş, (Caprimulgus). çobanaldatangiller, [çoban + alda-t-an-gil-ler] is.
1020
zool. Çobanaldatanlar takımından çobanaldatan ile ibijoları içine alan kuş familyası, çobancalık, -ğı [çoban-ca-lık] {ağız} is. 1. Çoban hakkı. 2. Çobanın yıllık ücretinden başka ona ve rilmek üzere ekilen ekin. 3. Sürüden bir hayvan satıldığı zaman alıcı tarafından çobana verilen bah şiş. 4. Ağıl yakınında çobanlar için yapılmış konut. [DS] çobançantası, -a la n [çoban+çanta-s-ı] is. bot. Turp giller familyasından, tarlalarda, çayırlarda, yol ke narlarında yetişen, hardal gibi yassı tohumları olan, çiçekli dalları kaynatılarak halk hekimliğinde idrar artırıcı olarak kullanılan küçük bir bitki, (Capsella
bursa-pasroris). çobandağarcığı, -k lan [çoban+dağar-çı(k)-ı] is. t. bot. Turpgillerden bir tür yabani turp, (Thlaspi). çobandeğneği, -kleri [çoban+değne(k)-i] is. bot. Karabuğdaygiller familyasından, kırlarda yetişen, bahçeleri süslemek için kültürü yapılan, beyaz veya pembe çiçekli, yuvarlak yapraklı bir yıllık otsu bit ki, (Polygonum). çobandüdüğü, -kleri [çoban+diidü(k)-ü] is. bot. Loğusaotgillerden ağaçlık ve nemli yerlerde yeti şen, kök sapı ve yaprakları acı ve keskin kokulu çok yıllık otsu bitki; meyhaneci otu; afşar otu; azaron, (Asarum). çobaniğnesi, -eleri [çoban+iğne-s-i] is. bot. Itır çi çeği cinsinden, meyvesi uzun gaga gibi olması ile tanınan, bazı türleri sebze olarak yenilen bir otsu bitki, (Geranium). çobankalgıtan, [çoban+kalgı-t-an] is. bot. Peygam ber çiçeği türünden, boğa dikeni de denilen, haşla narak elde edilen suyu halk hekimliğinde ateş dü şürücü olarak kullanılan, soluk pembe çiçekli di kenli bitki, (Santoria calcitrapa). çobanlam a, [çoban-la-ma] is. ed. Çobanların hayatı nı ve kır yaşamını konu alan; pastoral, çobanlık, -ğı [çoban-lık] is. 1. Sürüyü otlatma ve ko ruma işi; çobanın işi ve görevi. 2. Çobana ödenen ücret. 3. {ağız} Çobana verilen bahşiş. [DS] 4. {ağız} Sürüden bir hayvan satıldığında, alıcının çobana verdiği bahşiş. [DS] 5. {ağız} Ağıl yakınında çoban lar için yapılmış konut. [DS] S çobanlık etmek, 1.
Çoban olarak çalışmak; hayvan otlatmak; sürü gütmek. 2. mecaz. Korunm ası gereken bir malı ve y a kişileri özenle korumak, bakmak. çobansalık, -ğı [çoban-ca-lık / çoban+sal-ık] {ağız} is. 1. Çoban hakkı; çobana ödenen bahşiş. 2. Ağıl yakınlarında çobanların oturmaları için yapılmış ev. [DS] çobansırık, -ğı [çoban+sal-ık] {ağız} is. Sürüden bir hayvan satıldığında çobana alıcının ödediği bahşiş. [DS] çobanpüskülü, -İleri [çoban+püskül-ü] is. bot. Yap rakları ve meyveleri idrar artırıcı, ateş düşürücü, spazm çözücü ve iştah açıcı olarak kullanılan,
çoc meyvesi yuvarlak ve parlak kırmızı, odunu sert, ağır ve çok dayanıklı, yapraklan dikenli bir ağaç çık, (Ilex aquifolium ). çobanpüskülügiller, [çoban + püskül-ü-gil-ler] is. bot. Yaprakları basit, çoğu dikensi ve meşin gibi sert, örnek tipi çobanpüskülü olan ağaççıklar fa milyası, (A qu ifoliaceae). çobansüzgeci, -çleri [çoban+süz-ge(ç)-i] is. bot. Kök boyasıgillerden dört köşe saplı, halka dizilişi görü nümünde küçük yapraklı beyaz, sarı, kırmızı küçük çiçekli bir yıllık otsu bitkiler topluluğu; yoğurt otu, (Galium). çobantarağı, -kları [çoban+tara(k)-ı] is. bot. May danozgiller familyasından işlenmiş tarlalarda yeti şen, az telli şemsiye biçimli ve beyaz çiçekli, çok uzun gaga biçiminde meyveleri olan yabani ot, (Scandix). çobantuzluğu, -kları [çoban+tuz-lu(k)-u] is. bot. Salkım şeklinde küçük, ekşimsi meyveli, buğday ürününe büyük zarar veren kara pas mantarlanmn kışın konakladığı bir ağaççık; kadın tuzluğu; sarı çalı, (B erb eris vulgaris). çobanüzttmü, -m leri [çoban+üzüm-ü] is. bot. Fun dagillerden, bezelye büyüklüğünde koyu kırmızı meyveli, meyveleri taze olarak tüketildiği gibi, re çel, şerbet, şurap yapımında kullanılan, 30 cm. ka dar boylu, çalımsı bir bitki, (Vaccinium myrtillus) çobanyastığı, -k lan [çoban+yastı(k)-ı] is. bot. Dalla rın üzerinde dağınık duran yaprakları küçük ve sap sız, dallann koltuklarından çıkan küçük çiçekli, halk hekimliğinde müshil ve boya elde etmekte kullanılan ağaçsı bitki, (T h y m elaea tarton raira). çobartm ak, [çob-ar-t-mak] feT} gçl. f i [-u r ] - * çubartmak. çob ra, [çop-ra / çob-ra] {eT} is. Yün. [EUTS] çobuk, -ğu [Far. çâbük => çobuk] (ağız) zf. Çabuk. [DS] çobulmak, [çob-um-lık / çobulmak] {eT} is. Elmanın yansı; elma şakı; elma kakı. [DLT] çocik, -ği [ço (yans.) > ço-cik ?] {ağız) is. Eşek. [DS] çocuğumsu, [çocu(k)-umsu] sf. 1. Çocuk gibi. 2. Çocukça olan. 3. Çocuğa benzer; çocuksu, çocuk, -ğu [eT. çoç-ğa / çoç-ka > çocuk (dom uz y a v rusu)] is. 1. Ergenlikten önceki dönemde bulunan, küçük yaştaki oğlan veya kız. 2. Bir kimsenin ne sep bakımından oğul veya kızı. 3. Genç erkek de likanlı. 4. Gereğince olgunlaşmamış; yeterince ol gunluk gösteremeyen kişi. 5. Soyu, düşüncesi veya doğum yeri itibariyle belli bir topluluğun insanı; bireyi. 6. Ana kamındaki cenin. 7. m ecaz. Meydana gelen sonuç; ürün. 8. İnsan soyu, gelecek nesiller. 9. çok. Kendi akranı olanlara hitap sözü. S çocuğa kalmak, (K adın için) g e b e kalmak.\\ çocuğu ol mak, 1. (K adın için) ç o c u k doğu rm ak. 2. (E rkek için) e ş i ç o c u k doğurmak.\\ çocuk aklı, H oşg örü ile
ka rşıla n a b ilecek , ço cu k la ra ait b a sit g ö rü ş ve f ik ir ler. || çocuk aldırm ak, Cenini tıb b î u su llerle r a him den çıkartm ak; kürtaj yaptırmak.]] çocuk bah çesi, Ç o cu k la ra oy n am aları için ayrılm ış p a r k veya bahçe.]] çocuk bakıcısı, Annesi ça lışa n ba k ım a m uhtaç b e b e k le r e ücret karşılığ ı bakan kız veya kadın.]] çocuk bakımı, Ç ocu kları sa ğ lık lı y etiştire bilm ek için g e r e k li bütün bilg ileri uygulama.]] ço cuk bezi, Ç ocukların altını ıslatm a ve k irletm eleri ni ö n lem ek için ap ış a ra la rın a kon ulan b ez veya ö z e l o la r a k yap ılm ış em ici sargı.]] çocuk bilimci, Ç ocu k bilim i uzm anı.|| çocuk bilimi, Ç ocuğu ve çocuğun g elişim in i e le a lıp inceleyen v e çocuğun tanıtılm asını sağ lay an bilim ; pedoloji.]] çocuk çen gi, Ç olu k çocuk. || çocuk dili, Yeni kon uşm aya b a ş layan çocu kların dilin k u ralların a uym adan y ap tık ları kon u şm a veya uydurdukları ö z e l dil.]] çocuk dttnyaya getirmek, Ç ocu k doğ u rm ak.|| çocuk dü şürm ek, (G eb e kadın için) çocu ğu doğum zam an ı gelm ed en ölü o la r a k doğu rm ak; düşük yapmak.]] çocuk etmek, {ağız} Ç ocu k doğu rm ak; ç o c u k dün y a y a getirm ek. [DS]|| çocuk felci, tıp. Omuriliğin ön k ö k lerin d e m eydan a g elen ve f e l ç le r e s e b e p olan hastalık, (polyomiyelit).]] çocuk gibi, 1. K o la y c a a ld a tıla b ilen ; k olay inanır. 2. (Yetişkin için) y e te n ekleri g elişm em iş.|| çocuk gibi sevinmek, Ç o k sevinmek.]] çocuk hekimliği, tıp. Ç ocu k h a sta lık la rının önlenm esi, tanı ve iyileştirilm esi ile uğraşan tıp dalı. || çocuk istemek, Ç ocuğu olm asın ı arzu etmek.]] çocuk işi, K o la y ve önemsiz.]] çocukla ço cuk, büyükle büyük olmak, (Yetişkin b ir kim se için) çocu kların a ra sın a g irer ek o n larla iyi ilişkiler kurup anlaşabilm ek.]] çocuk m ahkemeleri, huk. Suç işleyen küçüklerin yarg ılan d ığ ı ö zel m ah k em e ler.]] çocuk olmak, Çocuklaşm ak.]] çocuk oyunca ğı, K o la y lık la y a p ıla b ile c e k iş; ç o cu k işi.]] çocuk oyuncağı hâline getirmek, Sık s ık k a r a r ve tutum d eğ iştire rek işin önem ini ve d eğ erin i yitirtm ek. || çocuk oyunu, 1. Ç ocu k la r tarafından oynanan h e r türlü eğ len celi oyun. 2. tiy. Ç ocu kların düzeyine uygun ve eğ itici yan ı a ğ ır basan tiyatro eseri. || ço cuk peydahlam ak, E v lilik dışı ç o c u k doğu rm ak. || çocuk ruhlu, Ç o cu k ça davran an ; ç o c u k g ib i h a r e k et eden.]] çocuktan al haberi, A ile için de gizli tutulm aya ça lışılan kon u lar çocu kların kon u şm ala rından k o la y c a anlaşılabilir.]] çocuk tiyatrosu, Ç o cu k oyunlarının oynandığı tiyatro. ||çocuk üstü ne gitmek, (K adın için) doğum y a p a r k en ölmek.]] çocuk üstüne ölmek, (Kadın için) doğum y a p a r ken ölmek.]] çocuk yapm ak, Ç ocuğu olmak.]] ço cuk yetiştirm ek, Ç ocuğu ken din e ve toplum a y a rarlı, ken disi v e çev resiy le b a rışık h â ld e eğitip, bü yütmek.]] çocuk yuvası, Ç alışan kadın ların 3-4 y a şla rın d a k i çocu kların ı bakılm ası için bıraktıkları bakım y e r i; yuva.]] çocuk zammı, İşçi ve m em urla ra ç o c u k say ısın a g ö r e verilen ilâ v e ücret.
ço c
ĞIİlMIİİMî SdM
• 1023
çocukça, [çocuk-ça] zfi. 1. Çocuklara yakışır biçimde. 2. Çocuktan beklenebilecek; deneyimsiz; bilgisiz,
çodur, [? çodur] {ağız} is. Yeşil nohut veya baklanın yakılması ile yapılan kavurga. [DS]
çocukçu, [çocuk-çu] is. Çocuk hastalıkları uzmanı, çocuklaşm a, [çocuk-la-ş-ma] is. Çocuk gibi davran ma eylemi. çocuklaşm ak, [çocuk-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] Çocuk gibi davranmak; çocuksu hareket etmek, çocuklaştırm a, [çocuk-la-ş-tır-ma] is. Çocuk gibi davranmasına sebep olma eylemi, çocuklaştırm ak, [çocuk-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır ] Çocuk gibi davranmasına sebep olmak, çocuklu, [çocuk-lu] sf. Çocuğu olan, çocukluk, -ğu [çocuk-luk] is. 1. Bebeklikten ergenlik yaşma kadar geçen dönem. 2. Çocuk olma durumu. 3 . Çocukça davranış. 4. tıp. p sikol. Çocukluğa özgü bir takım özelliklerin ergenlik sonrası da sürüp gitmesi şeklinde görülen bir dengesizlik. 5. {ağız} Döl yatağı. [DS] S çocukluk etmek, 1. D üşü nce siz lik y a d a den eyim sizlik so n u ca yan lış d avran ışta bulunm ak; kusurlu b ir iş yapm ak. 2. Ç o cu k g ib i davranm ak. çocuksu, [çocuk-su] sf. 1. Ancak çocuğun gücü ye tebilecek nitelikte olan; çocuk işi olan. 2. Çocuğa benzer. 3. Çocukça olan. 4. Hiçbir kötülük taşıma yan; saf. çocuksuluk, -ğu [çocuk-su-luk] is. 1. Çocuksu olma durumu. 2. Ergin kişiyi çocuk gösteren zekâ gerili
çodürm ek, [çöğ-dür-mek] {ağız} gçl. f i [-ü r ] 1. Bir sıvıyı fışkırtmak. 2. (Erkek için) havada kavis çize rek işemek; çöğdürmek. [DS]
ği. çocuksuz, [çocuk-suz] sf. Çocuğu olmayan; yanında çocuğu bulunmayan, çocuksuzluk, -ğu [çocuk-suz-luk] is. Çocuksuz olma durumu. ço ç 1, [? çoç / çöç] {ağız} is. Yağda kızartılmış çiğ köfte, [DS] çoç2, [? çoç] {ağız} is. 1. Bataklık; coblan. 2. s f Yaş; sulu. [DS] çoça, [çomça > çöça] (ç o :ç a ) {ağız} is. Büyük tahta kaşık; kepçe; çömçe. [DS] çoçetmek, [çoç+et-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] 1. (Çocuk için) yürümeğe çabalamak; emeklemek; sürünmek. 2. Çömelmek. [DS] çoçik, -ği [ço-çik] {ağız} is. Eşek. [DS] çoçka, [eT. çoçğa / çoçka / çoşka] {ağız} is. 1. Do muz. 2. Domuz yavrusu. [DS] çoçlam ak, [çoç-la-mak] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(u )-y or] (Çocuk için) emeklemek, yürümeğe çalışmak. [DS] çoço, [ço+ço] {ağız} is. Eşek. [DS] çoçuk, [çoçğa / çoçka > çoçuk] {eT} is. 1. Domuz yavrusu. 2. Her şeyin küçüğü, yavrusu. 3. Çocuk. [DLT] çodaki, [Sansk. codaka] {eT} is. Sorucu; itirazcı. [Üç İtigsizler]
çodfirüçok, -ğü [çöğ-dür-ü+çök] {ağız} is. Tahtere valli. [DS] çodürük, -ğü [çöğ-dtir-ük] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] çofa, [? çofa] {ağız} is. Otların toprakla beraber kop ması. [DS] çog1, [ça / çag / çağ / çak / çı / çıg / çığ / çog (yans.)] is. Haykırma, bağırma, çağırma ve bu biçimde ko nuşma, gevezelik etme, ötme ve ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çog-ı, çog -ı-la-m ak, çog-la-m ak, çog-u, çog-u l-dı ÇOg2, [Çöğ / şöğ / çök] (ç o :ğ ) {eT} is. 1. Ateş; alev;
ziya; parlaklık. [EUTS] [Gabain] 2. Ateş alevi; ateş yalını. 3. Güneşin yalını; güneş saçakları. [DLT] 4. Kor; köz. [EUTS] t? çog yalın, P arlaklık. [EUTS] çog3, [çoğ] {eT} is. Zincir; bağ. [KB] çog4, [çığ-mak > çuğ > çoğ] {eT} is. Eşya konulan heybe; bohça. [DLT] çoğa, [çöğ (yalım ) > çog-a / çog-ay] {eT} is. Gölge, çogaç, -cı [çöğ > çoğ-aç] {eAT} is. Güneş; gün. çogay, [çöğ (yalım ) > çog-a / çog-ay] {eT} is. Gölge, cogdu, [coğ-dü] {eT} is. Devenin çenesinin altındaki tüyler. [DLT] ÇOgı, [çoğ (yans.) > çoğ-I / çağı / çuğl] {eT} is. 1. Gürültü; bağırtı. [DLT] 2. Savaş; mücadele. [DLT] 3. Münakaşa; anlaşmazlık. [KB] çogılam ak, [çoğ-î-lâ-mak / çagılamak] {eT} gçsz. fi. [r ] Bağırıp çağırmak. [DLT] çogısız, [çoğ-ı > çoğ-ı-sız] {eT} s f Övünülecek yanı olmadan; övünçsüz. çoglam ak1, [çoğ-(ı)-la-mak] {eT} gçsz. f i [-r ] 1. (Fil için) bağırmak. [DLT] 2. Bağırmak; çağırmak. [KB] çoglam ak2, [çoğ (bo h ça ) > çoğ-lâ-mak] {eT} gçl. fi. [r] Bağlamak; bohçalamak. [DLT] çoglan, [çöğ > çoğ-lâ-mak > çoğ-la-n] {eT} sf. Parla yan; muhteşem. çoglanm ak1, [çöğ (yalım ) > çoğ-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] 1. Parlamak. [Gabain] [EUTS] 2. (Ateş için) alevlenmek; alevi artmak. 3. Güneşin yalını yere düşmek. [DLT] çoglanm ak2, [çoğ (b o h ça ) > çoğ-la-n-mak] {eT} edil, fi. [-u r] 1. Heybe sahibi olmak; heybelenmek. 2. Bohça sahibi olmak; bohçalanmak. [DLT] 3. Bağ lanmak. [DLT]
çodın, [çödm / çoym / çoğın / çoyğın] (ço :d h m ) {eT}
çoglanm ak3, [çoğ-la-n-mak / çüğ-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [-u r] Akışarak bir yerde birikmek; top lanmak. [DLT]
is. 1. Saf bakır; bakır. [DLT] 2. Tunç. 0 çodın esiç, {eT} B a k ır ten cere. [DLT]
çoglatm ak, [çığ-mak > çoğ-la-t-mak] {eT} gçl. f i [u r] Bohçalatmak; sardırtmak. [DLT]
ıra iim ü i . 1 0 2 3
ÇOĞ
çoglug, [çoğ > çoğ-luğ] {eT} sf. 1. Ateşli; ziyalı; korlü; nurlu. [EUTS] 2. Haşmetli; görkemli. [EUTS]
çeşitli şe k ille rd e ço ğ altm a y a y a ra y an m akin e; tek s ir m akin esi; fo t o k o p i m akin esi; tap m akinesi.
çogm ak1, [çok-mak > çoğ-mak] {eT} gçl. f i [ - a r ] 1. Kesmek; öldürmek; [Gabain] [EUTS] 2. (Hayvan için) kesmek. [EUTS] çogm ak2, [çığ-mak > çoğ-mak] {eT} gçl. fi. [ - a r ] Sıkı bağlamak; sarmak. [DLT]
çoğaltm ak, [çoğal-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Sayısını artırmak; fazlalaştırmak. 2. Yazı, resim ve diğer tür belgelerin birden çok örneğini çıkarmak,
çogsız, [çöğ > çoğ-sız] {eT} sf. Sessiz; gürültüsüz. [Clauson] çoğu, [eT. çöğ > çoğ-ı] {eAT} is. Gürültü patırtı, çoguldı, [eT. çöğ > çoğ-ul-dı] {eAT} is. 1. Gürültü. 2. Çağıltı, ö çoguldı etmek, {eAT} Y aygara k o p a r m ak; gürültü etm ek. çogulmak, [çoğ-mak > çoğ-ul-mak] {eT} edil. f . [-u r] Bağlanmak; bohçalanmak. [DLT] çoğ1, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Züifıkar] ço ğ -la -ğ an çoğ2, [çoğ / çoh
{eAT} sf. Çok. [DK] S çoğ a,
{eAT} Ç o k y a ; ç o k bulunur; ç o k vardır. çoğ3, [çağa > çoğ] {ağız} is. Bebek; çocuk. [DS] çoğa1, [çağa> çoğa] {ağız} is. Bebek; çocuk. [DS] çoğa2, [? çoğa] {ağız} is. Kadınların iş yaparken giydikleri siyah elbise. [DS] çoğaç, [eT. çöğ (yalım ) > çoğ-aç
{e-
AT} {OsT} {ağız} is. 1. Güneş; gün ışığı. 2. sf. (Y er için) güneş vuran; hiç güneşi eksik olmayan; güne şe karşı olan. 3. Güneşlenilen yer. 4. sf. (Hava için) sıkıntılı, sıcak hava. [DS] çoğaçlanm ak,
[çoğaç-la-n-mak
{eAT}
{OsT} dönşl. f . [-u r ] Güneşte ısınmak; güneşlen mek. çoğak, -ğı [eT. çoğ > çoğ-ak j L i j r ] {eAT} sf. Işıklı; aydınlık; ziyadar, çoğalaşm ak, [çok-mak > çoğ-al-aş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Birikmek; toplanmak; yığılışmak; çokuşmak. [DS] çoğalış, [çoğal-mak > çoğal-ış] is. Çoğalma eylemi veya biçimi. çoğallaşmak, [çok-mak > çoğ-al(l)-aş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır] Yığılışmak; toplanmak; birikmek; çokuşmak. [DS]
çoğan, [Tiirkm. çoğan / Far. çevğân > çoğan {OsT} {ağız} is. bot. Çöven. [DS] çoğanm ak1, [çok-mak > çoğ-an-mak] {ağız) dönşl. f . [- ır ] Birikmek; çoğalmak. [DS] çoğanm ak2, [çok > çok-un-mak] {ağız} dönşl. f. [ -ır ] Çok görmek; kıskanmak; çekememek. [DS] çoğar, [çok > ço(ğ)-ar] zf. “Çok” sıfatının üleştirme biçiminden yapılan zarf; her birine çok olmak üze re (ikilem e o la r a k ku llan ılır). çoğarıverm ek, [çok-al-mak + ver-mek] {ağız} gçsz. b . f [ -ir ] Çoğalıvermek; çoğalmak, [DS] çoğarm ak, [çok-ar-mak] {ağız} gçl. f . [ -ır ] Ateş yakmak için odunları yerleştirmek. [DS] çoğartm ak, [çok-ar-t-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] Odunu ocak veya sobaya çaprazlama yerleştirmek; çat mak. [DS] Çoğaş, [eT. çöğ > çoğ-aç > çoğ-aş ^ j ? ] {eAT} is. -* çoğaç. çoğaşlık, -ğı [çoğaş-lık] {ağız} is. Köylülerin toplanıp sohbet ettikleri meydanlık yer. [DS] çoğay, [eT. çöğ > çoğ-a / çoğ-ay] {eAT} is. Gölge, çoğdürek, -ği [çöğ-dür-ek] {ağız} is. Çiş; sidik. [DS] çöğdürmek, [çöğ-dür-mek ?] {ağız} gçl. fi. [-ü r] Seç mek. [DS] çoğeç, -ci [çoğ-aç > çoğaç] {ağız} is. Güneş; güneş alan yer. [DS] çoğeçlemek, [çoğaç-la-mak] {ağız} gçsz. f i [- r ] [-l(i)y o r ] Güneşlenmek; güneş banyosu yapmak. [DS] çoğelemek, [çağa-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - r [-l(ı)y o r ] (Çocuk için) yeni yeni ayağa kalkmak; yürü meye çabalamak. [DS] çöğen, [Far. çevgân / çoğan] {ağız} is. bot. Çöven. [DS] çoğeş, [çoğ-aç] {ağız} is. Yağmur öncesi görülen bu naltıcı sıcak. [DS] çoğeşlik, -ği [çoğaç-lık] {ağız} is. Mahalle insanları nın toplanıp sohbet ettikleri meydanlık. [DS]
çoğalm a, [çoğal-ma] is. Sayıca artma; çok duruma gelmek işi.
çoğla1, [eT. çöğ > çoğ-la] {ağız} is. Fırın, ocak veya güneşin keskin sıcağı. [DS]
çoğalm ak, [ço(k)-al-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Sayısı artmak. 2. biy. Döllenme olmaksızın üremek,
çoğla2, [Far. çeğâle] {ağız} is. Çağla. [DS]
çoğaltım, [çoğal-t-ım] is. Sayısını artırma, kopyasını çıkarma eylemi, çoğaltış, [çoğal-t-ış] is. Sayısını artırma, kopyasını çıkarma eylemi ve biçimi, çoğaltm a, [çoğal-t-ma] is. 1. Çok hâle getirmek işi. 2. Bir yazının veya resmin kopyalarını artırma; tek sir. t? çoğaltm a makinesi, B ir yazının kopyasını
çoğlağan, [çoğ (yans.) > çoğ-la-ğan] {ağız} is. Çağla yan. [DS] çoğlu, [çoğ-lu] {ağız} is. 1. Kepçe şeklindeki balık ağı. 2. Uzun saplı süzgeç. [DS] çoğm ak1, [çoğ-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - a r ] Kabadayılık taslamak. [DS] çoğm ak2, [çok-mak] {ağız} gçsz. f i [ - a r ] toplaşmak; yığılmak; birikmek. [DS]
ÖIÜMIİİRSÖM •
ÇOĞ
çöğm ek1, [çöğ-mek] {ağız} gçsz. f i [- e r ] 1. Aşağı in mek; alçalmak; çökmek. 2. Aşağı sarkmak; alçal mak. [DS] çöğmek2, [çoğ-mek] {ağız} gçsz. f. [- e r ] (însan, hay van veya bitki için) kısa sürede boy atmak. [DS] çoğm er, [çök-mer ?] {ağız} is. Yüksek dalların mey velerini toplamak için çekmeye yarayan çengelli sopa. [DS] çoğo, [? çoğo] {ağız} is. 1. Sönmüş ateşin kıvılcımlanması. 2. Çok yanmış ateş. [DS] çoğram a, [çoğ (yans.) > çoğ-ra-ma] {eAT} is. Kay nama; fokurdama; fıkırdama, çoğrum ak, [çok-mak > çoğ-(u)r-u-mak / çoğur-mak] {eAT} {ağız} gçsz. fi. [-r ] 1. Sinmek; gizlenmek. 2. Uyumak. [DS] çoğsız, [çöğ-sız] {eT} sf. 1. Parlaklığı olmayan; göste rişsiz. 2. Ünsüz; şansız, çoğsunm ak, [çok-su-n-malc] {ağız} dönşl. fi. [-u r] Çok görmek; kıskanmak. [DS] çoğşurm ak, [çok-mak > çok-uş-mak > çoğ(u)ş-urmak] {ağız} g ç l.f. [-u r] I. Dağılmış olan yanar hâl deki odunları bir araya toplayarak ateşi kuvvetlen dirmek. 2. Ateşi tutuşturmak ya da kuvvetlendir mek için üflemek. 3. Güçlü bir ateş yakmak. 4. Eş yaları toplamak. [DS] çoğşurtm ak, [çok-mak > çok-(u)ş-ur-t-mak] {ağız} g ç l .f . [-u r ] İtip yere yuvarlamak. [DS] çoğşurulm ak, [çok-mak > çok-(u)ş-ur-ul-mak] {ağız) dönşl. f . [-u r ] 1. (Yer, bina vb. için) çöküp yıkıl mak. 2. (İnsan, hayvan için) çöküp yıkılmak. [DS] çoğu 1, [ço(k)-u] zm. 1. (Bir şeyin) büyük bir bölümü. 2. sf. Pek çok defa; ekseriya, S çoğu kez, B ir ç o k d e fa ; çoğ u n lu kla; g en el o larak. |[ çoğu zam an, H em en h e r zam an ; çoğu n lu kla; g en el o larak. çoğu2, [eT. ç ö ğ > çoğ-u
{eAT} is. Ses; gürültü,
çoğul, [ço(lc)-ul] is. 1. Sayısı birden fazla olan; çok olan. 2. dbl. Kelimelerin sonuna aldıkları eklerle birden çok varlığı bildirmeleri durumu; çokluk; cemi. S çoğul eki, dbl. B ir ismi, zam iri veya fiili ço ğ u l h â le g etiren ek .|| çoğul ekleri, dbl. İsim leri, zam irleri ço ğ u l y a p a n [-ler, -la r ] ek leri ile y ü k le min çoğ u l olduğunu g österen şa h ıs [-ik, -niz, -ler] v e çoğ u l a itlik (iyelik) bildiren [-imiz, -iniz, -leri] ekleri. çoğulcu, [çoğul-cu] sf. Toplumdaki değişik eğilimle rin, düşüncelerin yönetime yansımasını kabul eden; plüralist. t? çoğulcu demokrasi, yönet. Toplum da v a r olan h e r türlü g öriiş ve düşüncenin y ön etim e y an sım asın ı sağ lay an siy asi yönetim biçim i. çoğulculuk, -ğu [çoğul-cu-luk] is. Toplumdaki değişik eğilimlerin, düşüncelerin yönetime yansı masını kabul eden siyasi yöntem; plüralizm. çoğuldaşm ak, [çoğ (yans.) > çoğ-ul-da-ş-mak J ji-
| {OsT} işteş, f i [-u r] Kalabalık hâle
gelmek; birçok kişi bir araya toplanmak.
1024
çoğuldu, [çoğ (yans.) / e T çoğ > çoğ-ul-du lS-lU_?>-] {OsT} is. 1. Topluluk; kalabalık; sürü. 2. Gürültü; çığıltı. 0 çoğuldu etmek, {OsT} Y aygara k o p a r m ak; gürültü y apm ak. çoğullama, [çoğul-la-ma] is. Çoğul duruma getirmek işi. çoğullamak, [çoğul-la-mak] gçl. fi. [-r ] [-l(u )-yor] Çoğul duruma getirmek, çoğullaştırm a, [çoğul-la-ş-tır-ma] is. Çoğul yapma eylemi. çoğullaştırm ak, [çoğul-la-ş-tır-malc] gçl. fi. [-ır ] dbl. Bir kelimeyi çoğul yapmak, çoğulluk, -ğu [çoğul-luk] is. Çoğul olma durumu, çoğultu, [çoğ (yans.) > çoğ-ul-tu j J y ^ ] {eAT} is. - * çoğuldu. çoğum sam a, [ço(k)-umsa-ma] is. Çok olduğu kanı sına varma eylemi, çoğum sam ak, [ço(k)-umsa-malc] gçl. fi. f - r ] [-s(u )y o r ] 1. Bir şeyi düşünülenden daha çok olarak de ğerlendirmek. 2. Çok bulmak; çok görmek, çoğumsumak, [ço(k)-umsu-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] Çok görmek; kıskanmak; çekememek. [DS] çoğun, [ço(k)-un] zfi. Çoğu kez; ekseriya, çoğunca, [çoğ-u-n-ca] zfi. 1. Çoğunluğu elde bulun duranlar bakımından; en çok olana göre. 2. {ağız} Çok kez; ekseriya. [DS] çoğuncak, -ğı [çoğu-n-cak] {ağız} zfi Çoğu kez; ek seriya. [DS] çoğuncalık, -ğı [çoğun-ca-lık] {ağız} zfi. Çoğu kez; ekseriya. [DS] çoğuncası, [çoğu-n-ca-s-ı] {ağız} zfi. Çoğu kez; ekse riya. [DS] çoğunluk, -ğu [çok-un-luk] is. 1. Sayıca üstün olma durumu; ekseriyet. 2. Sayıca üstün olan taraf. 3. Siyasi ve ekonomik bir kuruluşta sayıca üstünlüğü elinde tutan taraf, fi3 çoğunluk sistemi, siy. En ç o k oy a la n ad ay ların seçilm iş olduğunu k ab u l eden siy asi sistem. çoğunlukla, [çoğun-luk-la] zfi. 1. Çok defa; ekseriya. 2. Sayıca üstünlüğü elinde tutarak; çoğunluğu sağ lamış olarak. çoğunmak, [*çoğu-mak [Tietze] / ço(k)-un-mak > çoğ-un-mak] dönşl. fi. [-u r] 1. Çok görmek. 2. Kıs kanmak; çekememek, çoğunsam ak, [çoğ-umsa-mak] gçl. fi. [-r ] [-s(u )-y or] 1. Çok görmek. 2. Kıskanmak; çekememek, çoğunsumak, [çoğ-umsu-mak] {ağız} gçl■f M çoğunsamak. [DS] çoğur, [çöğ-ür > çoğur] {ağız} is. 1. Çalı dikeni; çö ğür. 2. Çobandüdüğü; çöğür. [DS] çoğurcuk, -ğu [çoğ (yans.) > çoğ-ur-cuk ] is. Sığır cık. çoğu rm ak 1, [çok-mak > çoğur-mak] {ağız} gçsz. f . [u r] 1. Sinmek; gizlenmek. 2. Uyumak. [DS]
ÜMÜKÇE S İM İ. «25
ÇOK
çoğurm ak2, [çöğ-mek > çöğ-ür-mek > çoğurmak] {çı ğız} gçsz. f . [ - a r ] Kavis çizdirerek işemek; çöğdür mek. [DS] çoğurten, [çöğ-ür-t-en] {ağız} is. Toprak damların su yunu akıtan oluk. [DS] çoğuş, [çoğ-uş] {ağız} is. Göllerde, kamışlar arasın dan geçen kayık yolu. [DS] çoğuşturm ak, [çok-mak > çok-uş-tur-mak / eT. çöğ > çoğ-uş-tur-malc?] {ağız} gçl. f . [-u r] Ateşi tutuş turmak; yakmak; alevlendirmek. [DS] çöğül, [? çöğül] {ağız} is. Ağaç budağı. [DS] çoh, [çoh
{eAT} {OsT} {ağız} sf. Çok; fazla. [DS]
çoh a1, [ço+ha] {ağız} üttl. Deve çağırma ünlemi. S çoha çoha, {ağız} D ev e ça ğ ırm a ■ ■'lemi. [DS] çoha2, [Far. çühâ=> çoha] {ağız} is. Çuha. [DS] çohalmak, [çoh-al-mak J/Ui-j»-] {OsT} dönşl. f . [-ır ] Çoğalmak. ço h ar1, [çınar > çohar] {ağız} is. Çınar ağacı. [DS] çoh ar2, [? çohar] {ağız} is. Zehirli sıtma hastalığı. [DS] çohçala, [çok-ça+ ile > çohçala] {ağız} zf. Çoğunluk la; çoğu zaman; ekseriya. [DS] çohçohlu, [Erme, coh => çoh+çoh-lu] {ağız} sf. (Kişi ' için) eğlenceyi seven; neşeli; şen. [DS] çohm ak, [çoh-mak
{eAT} gçsz. f . [ - a r ] -*
çokmak. [DK] çohoş, [çekiç] {ağız} is. Çekiç. [DS] çohuntu, [çok-mak > çok-untu > çohuntu] {ağız} is. Toplantı. [DS] çohuşmak, [çok-uş-mak > çohuş-mak] {ağız} işteş, f . [-u r] Toplanmak; birikmek; üşüşmek; çokuşmak. [DS] ço k 1, [ço / çok (yans.)] is. Kaynamayı, gür bir biçim de fışkırmayı, taşkınca kabarmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çok-ra-m ak, çok-ra-ş-m ak, ç o k çok, ç o k + çok-lu çok2, -ğu [çok Jjj»-] s f 1. Sayısı birden fazla olmakla birlikte kesin olarak bilinemeyen nicelik. {eAT} (ay nı) 2. Değeri, şiddeti, derecesi aşırı ve yüksek olan. 3. is. Bir şeyin büyük bir bölümü. 4. zf. Nicelik ve nitelikçe aşırılık. S çoğa kaçm ak, Ölçüsüz d a v ran m ak; ölçüyü k a çırm a k ; fa z l a gelmek.\\ Çoğu gitti, azı kaldı. ( Yapılan iş için) gü çlü k a tlatıldı; sıkıntı gitti; az bir şe y k a ld ı.|| Çoğu z a ra r, azı ka ra r. A şırıya k a ç m a k doğru değildir.\\ çok amaçlı, B irden ç o k a m a ç la ku llan ılan ,|| çok anlamlı, dbl. B ir ç o k a n lam a gelen.\\ çok anlamlılık, dbl. Ç o k anlam ı olan kelim en in taşıdığı özellik.'}, çok ara, {eAT} Ç o k d e fa ; çoğ u n lu kla; ekseriyetle. || çok ayaklılar, K ırk a y a k ve çıyan g ib i h e r b ir h a lk asın d a bir veya iki çift a y a k bulunan b ö c e k le r .|| çok bağlaçlı, dbl. B ir cüm lenin h e r öğesin in önün e aynı b a ğ la m a edatının g etirilm esi ile oluşmuş.\\ çok
başlı, Ö rgü san ayiin de ç o k sa y ıd a b a şı bulunan ve bu sa y ed e ç o k üretim y a p a n tezgâh.\\ çok batmlı, Ip e k b ö c e ğ i g ib i y ıld a b irk a ç d e fa üreyen. || çok bi lir, {eAT} Bilgili.]] çok boyutlu, 1. (U zaysal cisim için) üçten d a h a ç o k boyutu olan. 2. (Olay, durum, düşün ce için) ç o k d eğ işik y ö n leri olan. ||çok çekir dekli, biy. 1. (H ücre veya sp o r) ikiden ço k çek ird ek taşıyan. 2. (M eyve için) için de ç o k ç e k ir d e k bulunan. || çok çevrimli, biy. D öllen m iş yum urtalardan çıkan bireylerin y ıld a b irk a ç d e fa ortay a çıktığı ü rem e biçim in de olan.]] çok çok, O lsa o ls a ; en ç o k .|| çokda azın, {eAT} Ç o k şey e k a rşılık birazın ı; bin de birini.]] çok dilimli, P a rm a k biçim in de bir ç o k dilim e ayrılm ış y a p ra klard an oluşan. ||çok dil li, 1. B irden ç o k dili bilen, konuşabilen. 2. dbl. (Sözlük için) birden ç o k dilin kelim elerin i aynı say f a d a ayrı sütunlarda karşı karşıy a veren karşıla ştırmalı.]\ çok dillilik, B irden ç o k d ili b ilm ek özelli ği.]] çok dizili, (O rgan için) eş m erkezli y a d a p a r a le l b ir ç o k sıra hâlin d e dizilmiş. || çok döngülü, (Yeryüzü şek ille ri için) birbirin i izleyen b irç o k aşın m a d ön gü leriyle oluşan. || çok düzlemli, Sınırı düzlem p a rça la rın ın birleşim i olan sınırsız uzay parçası.]] çok eklemli, biy. (H ayvan ve bitki için) b ir ç o k ek lem i bulunan]] çok eksenlilik, miiz. (Mü zik, m elodi) ek sen i birbirin den fa r k lı ve bağım sız o lm a k la birlikte üst üste bin dirilm iş olan ]] çok embriyolu, biy. İçin d e b irç o k em briyon bulunan; ç o k cücüklii]] çok embriyoluluk, biy. B ir yum urta cıkta aynı zigotlardan b ir a r a d a iki ve d a h a ço k bulunm a durum u; ç o k cücüklülük. || çok erkek organlı, bot. (Ç içek için) e r k e k organ ı ç o k olan.]] çok eşli, sosy. 1. (K adın için) birden ç o k k o ca sı olan. 2. (E rkek için) birden ç o k k arısı olan ]] çok eşlilik, sosy. B irden ç o k eş i olm a durum u; p o lig a m i]] çok evreli, l. fiz . Ç o k fa z lı. 2. (Sistem için) b ir ç o k ev red en oluşan. 3. p sik ol. K işiliğin fa r k lı y a n ları ko nusunda tahm inde bulunm ayı g e r e k li k ıla c a k şekil d e düzenlenm iş soru k âğ ıd ı; ç o k ev reli M innesota kişilik testi]] ço’ evrelilik, j e o l. Y eryuvarlağı olu şum unda fa r k lı y a şta k i b ir ç o k biçim d eğ işikliğ i ev relerin in aynı y a p ıs a l bütün için de üst üste g elm esi durumu]] çok fazlı, fiz. B irden fa z l a fa z ı bulunan]] çok geçmeden, Az s o n ra ; k ıs a b ir s ü re son ra. ||çok gelmek, 1. G ereken den d a h a fa z l a olm ak. 2. Ç e kilm ez olm ak]] çok görm ek, 1. Verm ekten çekin m ek ; esirgem ek. 2. Uygun bulmamak.]] çok gör memek, H o ş görm ek, bağ ışlam ak]] çok gözeli, biy. (C anlı için) bed en i organ lar, org an ları dokular, doku ları d a ç o k sa y ıd a hü creden m eydan a g elm iş.|| çok halkalı, kim. (B irleşik için) form ü lü n d e b irç o k k a p a lı zin cir bulunan; p o lisik lik]] çok heceli, dbl. B ir ç o k h eced en oluşan]] çok hücreli, biy. (Canlı için) b ed en i organ lar, org an ları doku lar, doku ları d a ç o k sa y ıd a hü creden m eydan a g elm iş] ] çok hücreliler, biy. B ed en leri organ lar, org a n ları d o
IM IİK C tS İM .
ÇOK
kular, d o ku la rı d a ç o k sa y ıd a h ü creden m eydan a g elm iş canlılar. || çok iletkenli, fız. H er biri y a lıtıl mış ayrı ayrı iletken lerden olu şan kab lo. j| çok iş lemcili, bilş. B irden ç o k işlem birim i olan bilişim sistem i.|| çok kademeli, (M akine için) s e ri veya p a r a le l b ir ç o k ç a r k içeren. || çok karılı, sosy. B ir den ç o k kadın ile evli o la n .|| çok karılılık, sosy. B ird en ç o k k ad ın la evlen m e durumu. ||çok katlı, 1. biy. (Bitki veya hayvan dokusu için) b ir ç o k hü cre dokusundan oluşan. 2 . Üst iiste getirilm iş, ç o k s a y ıd a katı bulunan. \\ çok kısa dalga, fız . D a lg a boyu 2 ,9 ile3,4 m. veya 87.5 MHz ile 104 MHz. a ra sın d a o la n rad y o dalgaları.\\ çık kızgın, zool. (H ayvan için) bütün y ıl boyu n ca düzenli a r a lık la rla kızgınlık dön em i g eç ir en ve bunların h er birisin de döllen m e şan sın a s a h ip o la n .|| çok kistli, tıp. B ir ç o k kist iç e ren ,|| çok kocalı, sosy. B irden ç o k er k e k le aynı an d a evli olan. || çok kocalılık, sosy. B irden ç o k e r k e k le aynı a n d a ev li olm a durumu. || çok konaklı, biy. (A salak veya z a r a rlıla r için) ü rem e çevrim ini ö n c e belli b ir kon akta, g er i k alan kısm ını d a b a şk a türden b ir kon ak ta geçiren.\\ çok kristalli, fiz . B ir ç o k küçük kristali içeren .|| çok kromozomluluk, biy. D iploit b'om ozom sayısın a fa z la d a n b ir y a d a b ir ç o k krom ozom eklen m esi dıırumu.\\ çok kutup lu, 1. (M akine veya a let için) birden ç o k kutbu bu lunan. 2. fız . B irden ç o k m anyetik kutup içeren. 3. fız . B irbirin den yalıtılm ış ve aynı a n d a ç a lış a b ile c e k biçim d e bağ lan m ış kutupları bulunan.\\ çoklar yaşasın, {eAT} P e k ç o k yaşasın.\\ çok makamlı, miiz. H er biri b a şk a m akam d a yazılm ış birden ç o k ez g i üst üste g etirilm iş olan.\\ çok maksatlı, B irden ç o k a m a ç la kullanılan.\\ çok memeli, biy. Ceninin ç o k sa y ıd a m em e çıkıntısı taşım ası hâli. ||çok m er cekli, fız. (T elesk o p vb. için) m erkezlenm iş b ir sis tem oluşturan b ir ç o k m erc ek içeren. || çok merkez cilik, siy. K om ü nizm de b irç o k yönetim ve k a r a r m erkezini ön g ören sistem. || çok merkezli, 1. Ç ok çek ird ek li. 2. (Ş ehircilik için) b irç o k m erkez oluştu r a c a k şe k ild e y a p ıla n p lâ n la m a biçim i. || çok milli, (M akine için) ç o k sa y ıd a m ili bulunduran,|| çok mineralli, je o l. (Yer katm anı için) b irç o k m in erali içeren . ||çok moleküllü, kim. (M adde için) ç o k m o lekülden oluşan.\\ çok motorlu, (U çak için) ç o k sa y ıd a m oto rla itilen.\\ çok namlulu, as. (Silâh için) birden ç o k nam lusu olan. || çok olmak, H ad dini aşm ak ; karşısın dakin i bıktırmak.\\ çok organlılık, biy. N orm aldekin den fa z l a o rg a n g örü lm esi şeklin d e olu şan bozukluk.\\ çok ornatm alı, kim. (B ileşik için) b ir h id ro ka rb on d ak i b ir ç o k hidrojen atom unun y erin e b a ş k a atom veya köklerin g e ç m e siy le oluşan.\\ çok ortaklı, (Şirket ve işletm e için) ç o k sa y ıd a ortağı bulunan.\\ çok ölçütlü, (B ir y a tı rım m aliyetinin hesaplan m asın da) p a r a s a l d eğ e rler dışın da d a birden ç o k ölçütün kullanılm ası duru mu. ||çok özeklilik, bot. (E ğrelti sa p ı vb. için) aynı
kabuğun için de y e r a lm a sın a rağ m en ayrı çevretek eri ve en d od erm i bulunm a durum u.|| çok parçalı, bot. (Ç a n a k ve taç y a p ra ğ ı, y a p r a k için) b irç o k p a r ç a y a bölünmiiş.\\ çok parm aklı, tıp. N orm a ld e kinden fa z l a p a rm a ğ ı bıılunan.\\ çok partili, siy. (Yönetim sistem i için) bird en fa z l a siy asi p a rtisi bulunan.\\ çok renkli, fiz . (Cisim için) ışığın girdiğ i doğru ltu ya g ö r e b ir ç o k r en k g österen . \\çok renkli lik, B ir cism in ç o k renginin bulunm ası durumu. || çok sesli, 1. müz. B ir ç o k se s veya çalgının birlikte kullanıldığı m üzik icrası için kullanılır. 2. dbl. B ir ç o k fa r k lı s e s i a k ta ra b ilen y a zı sistemi.\\ çok sesli lik, 1 . müz. B ir ç o k se s veya çalgının b irlikte ku lla n ılm ası durumu. 2. dbl. B ir ç o k fa r k lı s e si a k ta ra b i len y a zı sistem inin niteliği. 3. Toplum için de h er k e sin sö z s a h ib i o la b ilm esi veya görüşünü savu n a bilm esi ku ralın a dayan an siy a si anlayış. || çok si lindirli, (M otor için) birden ç o k silin diri bulunan.\\ çok sistemli, bilş. (T elevizyon a lıcısı için) birden ç o k sistem d e y a p ıla n yayın ı alabilen.\\ çok söyle mek, 1. Is r a r la üstünde durm ak. 2. Ç o k kon uş m ak,|| çok spermalılık, biy. Olgun yum urtaya b ir den ç o k sperm atozoitin g irm esi durumu.\\ çok söz lü, Tatlı dilli ve konuşkan.\\ çok şükür, A lla h ’ın v erdiğ i n im etler k arşısın d a ki hoşnutluğun ifa d esi o lan söz. ||çok tanrıcı, din. B irden ç o k tanrıya ina nan]| çok tanrıcılık, din. B irden ç o k tanrının var lığını k a b u l ed en in an ç sistemi.\\ çok tasım , man. B irin in sonu cu d iğ erin e ön cü l o lm a k şartıy la bir ç o k kıyastan oluşm uş kanıt. || çok telli, fız . (iletken) yalıtılm am ış b ir ç o k telden oluş an.\\ çok terimli, mat. A rala rın d a (+) vey a (-) işareti bulunan b ir ç o k terim den oluşm uş c e b ir s e l ifa d e; polinom.\\ çok tipli, biy. (Tür için) b ir ç o k tipi olan. || çok uçlu, balıkç. (iğn e) iki y a d a d a h a ç o k ucu olan. || çok uluslu, (Sanayi ve ticaret için) iki ve d a h a ç o k m il letten o la n ; d eğ işik m illetten olan ların katıldığı o rta k lık ; b ir ç o k ü lkeye y ayılm ış bulunan.\\ çok ya kıtlı, (Isıtm a a r a c ı v e m otor için) d eğ işik türde y a k ıtlar kullanabilen.\\ çok yanlı, dbl. A raların da bulunan zıtlık aynı dizideki d iğ er se s le r d e d e bulu nan,|| Çok yaşa! 1. B eğ en m e ve a lk ışlam a sözü. 2. H ap şıran birisi için söylen en iyi d ile k sözü.\\ çok yıllık, bot. Ç içek a çm a d an ö n ce b ir ç o k y ıl canlı k a la b ile n veya to p ra k altın daki so ğ a n la rı kışın can lılığın ı kaybetm eyen b itk i.||çok yönlü, 1. D eğ i ş ik y e te n e k ve b e c e r i sa h ib i olan. 2. D eğ işik y ö n lerd en e le alın ıp d eğ erlen d irilen ; fa r k lı g örü ş a ç ı sın a sa h ip o la n .|| çok yüzlü, mat. Bütün yüzleri b ir e r ço k g en olan cisim. çok3, [çok] {eT} sf. Kötü; alçak. [DLT] çok4, [eT. çöğ (yalım ) > çok j=-] {eAT} is. Işık; aydın lık; ziya; lem’a; şua. çok a1, [çolc-mak > çok-a] {ağız} is. Tarla ve bağlar daki taş yığını. [DS]
« E t i l i ® » 1 .1 0 2 7
ÇO K
çoka2, [Far. çuha => çoka] {ağız} is. Köylü dokuma ve örgüsünden yapılan ceket. [DS] çokak, -ğı [? çokak] {ağız} is. Asma kütüğü; omca. [DS]
çok artm a, [çok-mak > çok-ar-t-ma] {ağız} is. İmece; birleşme; elbirliği. [DS]
çokal’, [çokal JlS^r] is. 1. Eskiden savaşta atlara giy
çokaşm ak, [çok-mak (toplanm ak) > çok-aş-mak] işteş, f i [-ır ] (İnsanlar için) bir yere toplanmak; bi rikmek; çokuşmak. çokaştırm ak, [çok-mak > çok-aş-tır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] Bir araya getirmek; yan yana getirmek; bi riktirmek; toplamak. [DS]
dirilen zırhlı örtü. {OsT} (ayın) 2. Savaşçıların zırh altına giydikleri yün örtü. {OsT} (aynı) 3. {ağız} Ev lerin dış kısmına tahtadan yapılan kaplama. [DS] 4. {ağız} Evlerde odaları birbirinden ayıran bağdadi bölme. [DS] 5. {ağız} Tahtadan yapılma avlu duvarı. [DS] ç o k a l, [Yun. tsoukhali] {ağız} is. Kulplu toprak kap. ' [DS] çokal3, [? çokal] {ağız} is. bot. Kızılcık. [DS] çokal4, [? çokal] {ağız} is. Hızlı akan derelerde suyun üstünde meydana gelen köpük. [DS] çokal5, [çakal > çokal] {ağız} is. Çakal. [DS] çokal6, [? çokal] {ağız} is. Ağıl. [DS] çokal7, [? çokal] {ağız} is. Eski bez; bez parçası; çaput; paçavra. [DS] çokala, [? çokala] {ağız} is. Gelişigüzel yapılan çar dak. [DS] çokalak, -ğı [Bulg. çokany] {ağız} is. Mısır sapı. [DS] çokalaşm ak, [çok-mak > çok-al-aş-mak ?] {ağız} işteş, fi [-ir] Toplaşmak; çokuşmak. [DS] çokalca, [Yun. tsoukhali] {ağız} is. -* çokalı. [DS] çokalı, [Yun. tsoukhali] {ağız} is. Toprak tencere ve ya çömlek. [DS] çokalık, -ğı [çök-el-ik] {ağız} is. Çökelek; ekşimik. [DS] çokallu, [çokal-lu] {eAT} sf. Zırhlı. [YE] çokaltm ak, [çok-al-t-mak
{eAT} g ç l . f [-u r]
1. Çoğaltmak. 2. Biriktirmek, çokam , [çok-mak > çok-am] {ağız} is. Küçük toplu luk; çokuntu. [DS] çokam aç, -cı [çok-a-maç] {ağız} is. Küçük topluluk; çokuntu.[DS] çok an 1, [çokan] {eT} sf. (İnsan için) sıradan; hiçbir özelliği olmayan (?). S çokan kişi, N işanlı kim se; yavuklu kişi. [EUTS] çokan2, [Bulg. çokany] {ağız} is. 1. Mısır sapı. 2. Ta neleri alınmış mısır koçanı. [DS] çokanak, -ğı [çok-mak > çok-anak] {ağız} is. Toplan tı. [DS] çokarak, -ğı [çok-ar-ak] {ağız} is. Gırtlak hırıltısı. fi1çokarak düşmek, {ağız} Ölümüne yakın hastanın gırtlağ ın d a hırıltı belirm ek. [DS] çokarıverm ek, [çok-ar-mak + ver-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Üşüşmek; toplanmak; birikmek. [DS] ço k arm ak 1, [çok-mak (toplanm ak) > çok-ar-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Biriktirmek, toplamak; yan yana getirmek. [DS] çokarm ak2, [eT. çöğ > çoğ-ar-mak] gçl. f i [-ır ] Yanan ateşi hızlandırmak; harlandırmak.
çokartm ak, [çöğ > çok-ar-t-mak] {ağız} gçl. fi. [ - ı ı ] Yakmak; tutuşturmak. [DS]
çokatm ak, [çöğ > çok-at-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] Yakmak; tutuşturmak. [DS] çokay,1 [Rum. ciocoi] {ağız} is. 1. Eşkıya. 2. Köy zengini; çiftlik sahibi. [DS] çokbilmiş, [çok+bil-miş] sf. Her şeyi bilen, kavra yan; zeki. çokcalı, [çok-ça-la] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokcalık, [çok-ça-lık] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokcana, [çok-ça-la] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokcıla, [çok-ça-la] {ağız} z.f. Çok kez; ekseriya. [DS] çok alın, [çok-ça-la-n] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokculam , [çok-ça-la-m] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokça, [çok-ça] zf. 1. Oldukça çok. 2. Biraz fazlaca. 3. Aşırı olarak, çokçala, [çok-ça-la] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokçalam , [çok-ça-la-m] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokçalası, [çok-ça-la-s-ı] {ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokçalayın, [çokça-laym] {ağız} zf. Çoğunlukla; çoğu zaman; ekseriya. [DS] çokçalık, [çok-ça-lık] (ağız} zf. Çok kez; ekseriya. [DS] çokçana, [çok-çana (küçültm e eki)] {ağız} zf. Çok defa. [DS] çokçoğu, [çok+ço(lc)-u] {ağız} zf. Daha fazla; en ço ğu. [DS] çokçoklu, [çok / çoh (yans.) > çok+çok-lu / Erme. coh (zengin) ?] {ağız} sf. Şen; neşeli; eğlenceli. [DS] çokçu, [çok-çu] sf. 1. Gerçeğe ulaşılmada birden çok temel ilkenin varlığını kabul eden; plüralist. 2. Çokçulukla ilintili, çokçuluk, -ğu [çok-çu-luk] is. fe l. 1. Gerçeğe ulaşıl mada birden çok temel ilkenin varlığını kabul eden öğreti; kesretiye; plüralizm. 2. Çeşitliliği ve farklı lığı savunan ve bunların bir arada bulunması gerek tiğini ileri süren görüş. çokdan, [çok-dan oaSj*-] {eAT} zf. Çok eskiden; çok tan. çokdankı, [çok-dan-kı ^ S i ^ r ] {OsT} s f 1. Çok es-
ÇOK
H Em O RK EEH
• 1028
kiden kalmış. 2. Uzun zamandan beri sürüp gelen. S1 çokdankı koca, {eATj Ç o k y a şlı ihtiyar.
şa h ıs “-ik, -niz, -le r " ve ç o ğ u l a itlik (iyelik) bild i ren “-imiz, -iniz, -le r i" ekleri.
çokdayı, [çok+dayı] {ağız} sf. Çok güzel olan; dikkati çeken; ruhu okşayan. [DS]
çok m ak 1, [çok (yans.) > çok-mak / çogmak] {eT} gçl. fi. [-u r] 1. Vurmak. [İKPÖy.] 2. Öldürmek; başına vurarak öldürmek. [İKPÖy.] [Gabain] [EUTS] 3. (Hayvan için) kesmek. [EUTS] 4. (Kuş için) aşağı doğru süzülmek.
çökek, -ği [çök-ek > çökek] is. 1. Bataklık; sulu arazi. 2. Dağ geçitlerindeki basık yerler, çokel, [? çokel] {ağız} is. Söğüş eti. [DS] çökelek, -ği [çök-el-ek] {ağız} is. Yağı alınmış süt ve ya yoğurdun kaynatılması ile yapılan bir tür peynir; ekşimik; çökelek. [DS] çokelik, -ği [çök-el-ik] {ağız} is. Çökelek. [DS] çokermek, [çök-er-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Çöktür mek; çökertmek. [DS] çokeş, [çok-mak > çok-aş] {ağız} is. Çokuşma; top lanma. B çokeş ekmeği, {ağız} Ç ocu kların evden a ld ık la rı y e m e k ve ekm eğ i b ir y e r d e to p la n a ra k b irlikte y em eleri. [DS] çokgal, [Far. şağâl => çakal > çokgal] {ağız} is. Y a bani hayvan. [DS] çokgen, [çok+gen / çok-gen] is. mat. Açı oluşturacak biçimde dörtten fazla kenar ile çevrili olan kapalı düzlem; mudalla. çokgensel, [çokgen-sel] sf. 1. Çokgen ile ilgili; çok kenarı bulunan. 2. (Çok yüzlü için) tabanı çokgen olan. çokkala, [Yun. tsukala] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çokkak, -ğı [çok-ka-k] {ağız} is. Değirmende, dönen taş üzerinde sürtünerek tahılın düzenli dökülmesini sağlayan düzenek. [DS] çokkalla, [Yun. tsukala] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çokkollu, [? çokkollu] {ağız} is. Çavdar ekmeği. [DS]
çokm ak2, [çok-mak ^ j = r ] {eAT} {ağız} gçsz. f . [ - a r ] 1. {eT} Süzülüp inmek; konmak; başına çökmek. [DLT] 2. Toplanmak; üşüşmek. 3. Hücum etmek, çullanmak. 4. (Köpekler için) bir yöne doğru hav layarak koşuşmak. 5. (Davar sürüsü için) bir yere toplanarak otlamak; yayılmak. [DS] çokm ak3, [çak-mak / tokmak / Moğ. çoki (vurmak) > çok-mak] {ağız} is. Tokmak. [DS] çokm ak4, [çok-mak] {ağız} gçl. fi. [ - a r ] (Hastalık için) bulaşmak; geçmek. [DS] çokm aklanm ak, [çok-mak-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [ır] (Yılan için) çöreklenmek. [DLT] çokm an, [çok-man] is. Eskiden savaş aracı olarak kullanılan iri toparlak başlı kaim çomak, çok m ar, [Moğ. çoki (vurm ak) [Râsânen] > Çağ. çağmar > çokmar
ja
£►■] {eAT} is. Başı topuzlu değnek;
.
çomak; topuz, çoknaşm ak, [çok-la-ş-mak > çoknaş-mak
1
{eAT} dönşl. fi. [ -ır ] Çoğalmak; çoklaşmak, çokolata, [Aztelc. d. xococ (acı) + at (su) > İsp. chocolate] is. Çikolata, çokoy, [Yun. Rum. ciocoi] {ağız} is. Çok zengin. [DS] çok rağan , [çok (yans.) > çok-ra-gan] s f (Kaynak için) suyu bol olan,
zf. Çoğunlukla; daha
çokrağan, [çok (yans.) > çok-ra-mak (kaynam ak) > çok-ra-ğan] is. Suyu bol kaynak.
çokları, [çok-lar-ı] zm. Birçoğu; birçok kimse; çoğu kimse.
ço k rak 1, [çok (yans.) > çok-ra-mak (kayn am ak) > çok-ra-k] {ağız} is. 1. Kaynak; pınar. 2. Çamurlu ve batak yer. 3. Kaplıca. [DS]
çokla, [çok+ile î% ? ]
{eAT}
çok; ekseriyetle,
çoklarınca, [çok-lar-ı-nca] zf. Birçok kimseye göre; birçok kimse tarafından, çoklaşm ak, [çok-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [ -ır ] Ço ğalmak; artmak; çok hâle gelmek. [DS]
{eAT} sf. Çok malı olan; zengin, çokluğ, [çok-luğ jJısij»-] {eAT} is. -*• çokluk,
çoklu, [çok-lu
çokluk, -ğu [çok-luk
is. 1. Sayı bakımından
çok olma durumu; kesret, ekseriyet. {eAT} (aynı) 2. Çoğunluk; ekseriyet. {eAT} (aym) 3. Zenginlik; ser vet. {eAT} (aym) 4. Çok zaman; uzun zaman. {eAT} (aynı) 5. Fazlalık; artıklık. 6. sf. Büyük sayıda. 7. dbl. Çoğul. 8. z f Sık sık; çoğunlukla; çokça; ekse riya. 9. Ciddi olarak. S çokluk eki, dbl. B ir ismi, zam iri v ey a fiili ço ğ u l h â le g etiren ek. ||çokluk ek leri, dbl. isim leri, z am irleri ço ğ u l y a p a n “-ler, la r " ek leri ile yüklem in ço ğ u l olduğunu gö steren
çokrak2, -ğı [çok-ra-k] {ağız} is. Taşlı arazi. [DS] çok ram a, [çok (yans.) > çok-ra-mak (kaynam ak) > çok-ra-mâ] (ç o k ra m a :) {eT} is. Kaynamak eylemi; kaynama; fışkırma. S çokram a yul, {eT} Suyu ç o k oldu ğu için fışkıran kayn ak. [DLT] çok ram ak , [çok 6w w v)>çok-ra-mak
yi»- /
gçsz. f i [ - r ] [-r(u )-y or] 1. {eT} {eAT} {ağız} (Tencere için) fıkır fıkır kaynamak. [DLT] [DS] 2. {ağız} (Mi de için) ekşimek. [DS] 3. {eT} {eAT} (Kaynak suyu için) yerden kaynayarak çıkmak; kaynamak. [EUTS] 4. Galeyana gelmek. [EUTS] 5. {ağız} Pişmek. [DS] çokraşm ak, [çokra-mak > çok-ra-ş-mak
y^-] iş
teş. fi. [-ır ] 1. {ağız} Bir yere toplanmak. [DS] 2. Birbiri üstüne yığılmak. 3. {ağız} Haddinden fazla çoğalmak; toplaşmak. {eT} (aynı) [DS] 4. {eAT} Bir
0 1 1 1 H İ Ç E S O M . 1029
ÇO L
birine girer gibi görünmek; kaynaşmak. 5. dönşl. fi. (Kalabalık için) kaynaşmak; dalgalanmak. [DLT] çokratm a, [çok (yans.) > çok-ra-t-ma] is. 1. Kay natma eylemi. 2. {ağız} Balık yumurtasından yapı lan bir yemek. [DS] 3. {ağız} Haşlanmış mısır, buğ day. [DS] çokratm ak, [çok-ra-t-mak] gçl. fi. [ -ır ] [eT. -u r] 1. {eT} (içinde çok tane, az su bulunan tencere için) kaynatmak; fokurdatmak. [EUTS] [DLT] 2. {ağız} Kaynatmak; pişirmek. [DS] çoksam a, [çok-sa-ma] is. Çok bulmak, çok görmek işi; esirgeme.
çok u r1, [çok (yans.) > çolc-ur] is. Kaynamayı, fokur damayı anlatan yansımalı gövde, fi1 çokur çokur, {ağız} (K ayn am ak eylem i için) fo k u r tu la r ç ık a r a ra k ; f o k o r fo k u r. [DS] çokur2, [çok-ur] {eT} sf. Alaca. [OKD] çokuram ak, [çok (yans.) > çok-ur-a-mak] {eT} gçsz. f [~r] Kaynamak. [Gabain] çokurdam ak, [çok (yans.) > çok-ur-da-mak] {eT} gçl. f i [->] Pişirmek; kaynatmak. [EUTS] çokurdum , [çok-mak (toplanm ak) > çok-ur-dum] {ağız} is. Toplantı. [DS]
çoksam ak, [çok-sa-mak] gçl. fi. [-r ] [-s(u )-y or] Bir şeyi çok bulup esirgemek; çoğumsamak,
çoluırm ak, [çok-mak (toplanm ak) > çok-ur-mak] gçsz. f . [-u r] (İnsanlar için) birikmek, toplanmak; çokuşmak.
çoksanmak, [çok-sa-n-mak] dönşl. fi. [-ır ] (Bir şey, birinden) esirgenmek; çok görülmek;
çokuş, [çok-mak > çok-uş] {ağız} is. Toplantı. [DS]
çoksatar, [çok+sat-ar] sf. (Kitap, kaset vb. için) en çok satılanlar listesinin başında yer alan; best sel ler. çoksun, [çok-su-n] {ağızf zf. Çok zaman; çoğu kez; çok defa. [DS] çoksunmak, [çok-su-n-mak
y>-] dönşl. f i [-u r]
Çok görmek; kendine çok gelmek; {OsT} (aynı). çoktan, [çok-tan] zf. Uzun zaman önce, çoktanbeli, [çok-tan+beri] {ağız} zf. Çoktan beri. [DS] çoktandır, [çok-tan-dır] zf. Uzun zaman önceden beri. çokturm ak, [çok-mak > çok-tur-mak] {eT} gçl. f . 1. Bir şeyi suya daldırmak. 2. (Kuş için) bir şeyin üzerine indirtmek; üzerine saldırtmak. [DLT] çoku1, [çek-i > çoku] {ağız} is. Kadınların başlarına bağladıkları yemeni; çeki. [DS] çoku2, [çok-u] {ağız} is. Tarlalardaki taş yığını; çoka. [DS] çokubarı, [? çokübarı] (çoku. barı) {eT} is. Pota ya pımında kullanılan toprak; lüleci çamuru. çokum 1, [çok-mak (toplanm ak) > çok-um çj*y>-] is.
çokuşmak, [çok (yans.) > çok-uş-mak] {ağız} işteş, fi. [-u r] 1. Çarpışmak. 2. İtişmek. 3. Ağız kavgası et mek. [DS] çokuşmak2, [çok-mak > çok-uş-mak] {ağız} dönşl. f i [-u r] Köpekler havlayarak bir yere saldırmak. [DS] çokuşm ak1, [çok-mak > çok-uş-mak
\ {OsT}
{ağız} işteş, fi. [-u r] Toplaşmak; üşüşmek; birikmek; kalabalık etmek. [DS] çokuşturm ak, [çok-mak (toplanm ak) > çok-uş-turmak] {ağız} gçl. fi. [-u r] İnsanların toplanmalarım sağlamak; toplatmak. [DS] çokutm ak, [çok-mak (toplanm ak) > çok-ut-mak] gçl. fi. [-u r ] İnsanların toplanmasını sağlamak, çöküvermek, [çok-mak+ver-mek] {ağız} gçsz. b. fi. [ir] Toplanmak; birikmek; yığılmak. [DS] çol, [çol / yol] {eT} is. Yol. [OKD] çolak, -ğı [eT. çol-mak (sakatlan m ak) > çol-ok / çuluk > çol-ak] sf. Bir eli veya kolu olmayan ya da sakat olan. [DLT] çolaka, [? çolaka] {ağız} is. Ebegümeci. [DS] çolaklık, -ğı [çolak-lık] is. Bir el veya kolun olmama ya da sakat olması durumu.
çolan1, [çol-mak > çol-an] {ağız} sf. Çolak. [DS] 1. {ağız} Topluluk. [DS] 2. {ağız} Küçük topluluk. çolan2, [Rum. ciolan] {ağız} is. Paça yapılan sığır [DS] 3. {ağız} Küme. [DS] 4. Birlik. 5. Heyet. 6. Or veya koyun bacağı. [DS] taklaşa toplantı; herfene. 7. sf. Çok şey. 8. {eAT} çolapa, [Far. çül (eğri) + -pâ (ayak)] {ağız} sf. 1. Toplu olarak bir arada bulunan. 9. {ağız} zf. Gere Sersem. 2. Dağınık; pejmürde. 3. Eli işe yakışma ğinden fazla. [DS] S çokum ekmeği, {ağız} O rtak yan; beceriksiz. [DS] la ş a y em ek ; tabldot. [DS] ç o la r1, [çol-ar?] {ağız} is. Diken. [DS] çokum2, [çok-mak > çok-um] {ağız} is. Ağaç dalları çolar2, [çol-ar ?] {ağız} is. Ü ç dört öküzle çekilen nın ayrıldığı kısım. [DS] yük. [DS] çokumakhk, -ğı [çok-u-mak-lık] {ağız} is. Toplantı; çolbaz, [Far. çül-bâz] {ağız} sf. Beceriksiz; sakar. çokuntu. [DS] [DS] çokuntu, [çok-untu] {ağız} is. Toplantı. [DS] çoldurum 1, [çol-durum ?] {ağız} is. 1. Taşlık yer. 2. çokuntulug, [çok-untu-luk] {ağız} is. Toplantı. [DS] Kayalık üzerinde olan ağaçlık yer. 3. Fundalık. çokuntuluk, -ğu [çok-mak (toplanm ak) > çok-untu[DS] luk] is. 1. Topluluk. 2. Küme. 3. Birlik. 4. Ortakla çoldurum 2, [çol-durum ?] {ağız} sf. Eli işe yakışma şa toplantı. 5. {ağız} Toplantı. [DS] yan; beceriksiz. [DS]
ÖIÜMIİİMESİM.
ÇOL
çolgam ak, [çol-ğa-mak] { eAT} g ç l . f [ - r ] [-g (u )-y o rJ Sarmak; bohçalamak. [DK] çolgııı, [çol-gın] {ağız} is. Rüzgârla beraber serpinti şeklinde yağan yağmur. [DS] çolgu, [çol-gu] {ağız} is. 1. Dinamitle balık avlarken suyun yüzüne çıkan balıkları toplamak için kullanı lan tahta süzgeç. 2. Harmanda, öküzlerin pislikleri nin samana karışmaması için kuyrukları altına tutu lan kap. [DS] çolıklammak, [çol-ık-la-n-mak] {ağız} ed il. f . [ - ir ] (Herhangi bir şey için) bir tarafından alınmak. [DS] çolke, [Bulg. cıilka] {ağız} is. Çorap. [DS] çolkok, [? çolkok] {ağız} is. Pilav. [DS] çolkuy, [çol-mak > çol-küy] {e l } sf. Çolak; sakat. [DLT] çollag, [çol-la-(k)] {ağız} is. Geniş ve yüksek çağla yan. [DS] çollak, -ğı [çol-la-k] {ağız} is. Yün mekiği. [DS] çollu, [çor-lu > çollu] {ağız} sf. (Kişi için) benzi sa rarmış; hastalıklı. [DS] çolm ak1, [çol-mak] { e l } g çsz . f . [-u r ]. Sakatlanmak. [EUTS] çolm ak2, [çol-mak] {eT} is. Istırap. [Gabain] çolok, [çol-mak > çol-ok / çol-uk] {eT} sf. Çolak; kolsuz. çolpa, [Far. çül (eğ ri) + pâ (a y a k )
sf. 1. Bir
ayağı sakat olan. 2. Eğri ayaklı. 3. Sol ayağını ata rak yürüyen. 4. m ec a z . Eli işe yatkın olmayan; bön; beceriksiz; âciz. {eAT} (aynı) 5. (At için) yürümeye sol ayağı ile başlayan, çolpada, [çolp (y an s.) > çolp-ad-a] {eAT} zf. (Ağır bir cismin suya düşüşü için) “cup” diye ses çıkararak. çolpak1, -ğı [Far. çül (eğ ri) + -pâ ( a y a k ) > çolpa-lc] {ağız} is. 1. Eli işe yakışmayan; beceriksiz. 2. Ser sem. 3. Düşkün. [DS] çolpak , -ğı [çolp (y an s.) > çolp-ak] {ağız} is. Hayvan izlerinde küçük çukurlarda birikmiş su. [DS] çolpalık, -ğı [çolpa-lık jJ ^ 3 ^] is. 1. Ayağı sakat olma durumu. 2. Beceriksizlik; acemilik; sünepe lik; bönlük. {OsT} (ayın)
çoluk1, -ğu [çocuk > ço(l)uk] {eAT} is. Çocuk. [DK] S çoluk çocuk, 1. Bütiin ev halkı. 2. G erek li d en e yim i kazan am am ış olan kişiler. 3. İçin d e ç o cu k la rın d a bulunduğu k a la b a lık . 4. Sözünü g eçirem ev ec e k k a d a r g en ç ve toy.\\ çoluk çocuğa karışmak, E vlen ip ço cu k la rı olm a k .|j çoluk çocuk dinde kalm ak, (B ir y erin yönetim i) deneyim siz ve g en ç kişilerin elin e g eçm ek, çoluk çocuk sahibi olmak, E vlenip anne veya b a b a olm ak, çoluk çolpa, {eAT} Ç olu k ço c u k .||çoluk çom ak, {ağız} 1. Ç olu k çocuk. 2. ir ili ııfaklı k alab alık. [DS] çoluk2, -ğu [çol-mak (sakatlan m ak) > çol-uk] {eT} sf. Çolak; sakat. [DLT] çoluk3, -ğu [çol-uk] {ağız} is. Hayvanlan bağlamak için boyunlarına geçirilen “U ” şeklindeki ağaç. [DS] çoluk4, -ğu [çol-uk ?] {ağız} is. 1. Bıldırcın. 2. Hin di.[DS] çolun, [cor (yans.) > *cor-mak > cor-um (b a lık akını) / çol-un ?] {ağız} is. Ağ kepçe. [DS] çoluş, [Erme, ç ’oroc’k => çoluş] {ağız} is. Kağnıdaki bir çift öküze yardımcı olarak koşulan ikinci çift öküz. [DS] ço m 1, [çim / çim / çom / çöm / çum / çüm (yans.)] is. Suya girmeyi, yıkanmayı, suyu çalkalamayı ve bu sırada su sıçratmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çom -cu, çom -ça, ço m -çu -la -m ak çom 2, [çom ry ? ] sf. 1. Toplanmış; topuz yapılmış. 2. Top hâlinde. 3. {ağız} Küme; topluluk. [DS] 4. {ağız} Yumru. [DS] 5. {ağız} is. Toplantı. [DS] 6. {ağız} Ot veya çalı yığını. [DS] 7. {ağız} Kesilen ağaçtan geri kalan gövde. [DS] 8. {ağız} Ağaç dalla rı budandıktan sonra gövdede oluşan yumrular; budak. [DS] 9. {ağız} Ağaçtan meyve düşürmek için yapılmış çubuk. [DS] 10. {ağız} (Bir) tutam. [DS] 11. {ağız} zf. Deste deste; tutam tutam. [DS] ö çom çam , {eAT} Çam kütüğü; tom ruk.|| çom çom, {ağız} Ö b ek ö bek . [DS] çom 3, [çam > çom] {ağız} is. Çam. [DS] çom 4, [çom] {ağız} is. Cansız hâle gelme. [DS] çom 5, [çom] {ağız} is. Nazarlık. [DS]
Çolpan, [Sogd. çolpan / çulpan] {eT} is. g ö k b. Alaca karanlıkta çobanların çıplak gözle bile görebildik leri Venüs takım yıldızının en parlak yıldızı; Ak şam Yıldızı; Çoban Yıldızı; Çulpan, Kervankıran; Kervan Yıldızı; Tarık; Venüs; Zühre.
çom 6, [çom] {ağız} is. Ceviz büyüklüğünde taş. [DS]
çolpaz, [Far. çül (eğ ri) + -bâz] {ağız} sf. 1. Becerik siz. 2. Dağınık. [DS]
çom a3, [çom-a] {ağız} is. Ağız tarafı tamamen kırıl mış testi. [DS]
çolpu1, [çolp-u] {ağız} is. Büyük kepçe. [DS]
çom a4, [çom-a] {ağız} is. Yetim; öksüz, [DS]
çolpu2, [Far. çül-pâ => çolpu] {ağız} sf. Eli işe ya kışmayan; beceriksiz. [DS]
çom aca, [çoma-ca] {ağız} is. Dövenin oku ile boyun duruğu birbirine bağlayan çivi şeklindeki aygıt. [DS]
çoltak, -ğı [? çoltak] {ağız} is. Eskimiş; yırtılmış ayakkabı. [DS] çolug, [çol-uğ] {eT} sf. Çolak; sakat. [EUTS]
çom a1, [çom-a] {ağız} sf. 1. Toparlak; yuvarlak. 2. Yumru. [DS] çom a2, [çom-a] {ağız} is. 1. Lor peyniri. 2. Bekletilen sütten yayıkla çıkarılan yağ. [DS]
çom aç, [çom+aş] {ağız} is. Yufka ekmeği içine pey nir, kıyma konularak yapılan küçük dürüm. [DS]
ö i ııın t m an.
1031
çom aça, [çoma-ca] {ağızj is. -*• çomaca. [DS] çom ağ, [Erme, ts’mah] {ağız} is. bol. Ak çöpleme, (Veratrum albüm ). [DS] çom ah’, [çomak] {ağız} is. Çomak; sopa. [DS] çom ah2, [çom+aş > çomah] {ağız} is. -*• çomaç.[DS] çom ah3, [çom-ak] {ağız} is. Küçük kulaklı keçi. [DS] Çom ak, [çomak] {eT} is. Müslüman. [DLT][KB] S çom ak eri, {eT} M üslüm an olm ayan Türklerin M üslüm anlara verdiğ i isim. [DLT] çom ak', -ğı [eT. çom-ak / Moğ. çomağ (ucu topuzlu so p a ) JU »-
ÇOM çom ar , [çom-ar] {ağız} is. 1. Yara üstündeki kabuk. 2. Bir ağacın büyümeyip de mantar bağlamış dalı. [DS] çom ar4, [çom-ar] is. 1. argo. İhtiyar çapkın. 2. arg o. Fedai; koruyucu; bodigard. çom ar5, [çom-ar] {ağız} is. 1. Büyük lokma. 2. Yufka ekmeğinin içine peynir veya kıyma konularak ya pılmış dürüm. [DS] çom ar6, [çom-ar] {ağız} is. Buran. [DS] çom arak, -ğı [çomar-ak] {ağız} is. Çoban yanaşması. [DS]
/] is. 1. Ağacın budaklı yerinden çom arlık, -ğı [çomar-lık] {ağız} is. Çobanaldatan ku yapılan iri ve yuvarlak başlı, kısa ve az kalınca şu. [DS] değnek; asa; kamçı. {eT} { eAT } (aynı) [EUTS] [DLT] çom ar ma, [çom (küme) > çom-ar-ma] {ağız} is. 1. 2. {eAT} {OsT} Ucu topuzlu değnek; gürz. 3. Dayak Büzülme, der top olma hâli ve eylemi. 2. Yufka cezası. S çom ak çekmek, K arşısın d ak in e h a k a ret ekmeği dürümu. [DS] ve sövm e an lam ın da işa ret p a rm a ğ ı ile o rta p a r çom arm ak 1, [çom (küm e) > çom-ar-mak] {ağız} gçsz. m a k a ra sın a içerd en b a ş p a rm a ğ ı so k u p elin i yum f i [-ır ] Büzülmek, der top olmak. [DS] ru k y a p a r a k g ö sterm ek .|| çom ak çom ak, {ağız} K üm e küme. [DS]|| çom ak sokmak, B ir şeyin işle çom arm ak2, [çom-ar-mak] {ağız} gçsz. fi. [ -ır ] (Haka ret için kullanılır) büyüklük taslamak; kibirlenmek. y işin e en g el o lm a k; tekerin e ç o m a k koym ak. [DS] çom ak2, -ğı [Slav, çuma] {ağız} is. Çıban. [DS] ço çom aşlam ak, [çom-aş-la-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [m ak çıkası, {ağız} “Ç ıban çıksın ’’ an lam ın da ilen l(ı)-y or] Bir bütün yufka ekmeğini kat kat dürmek. m e sözü. [DS] [DS] çom ak5, -ğı [çom-uk > çom-ak] {ağız} sf. Kısa boylu; çom aşm ak, [çom (küme) > çom-aş-mak] {ağız} işteş. bodur. [DS] fi. [ -ır ] Toplaşmak; birikmek; birleşmek. [DS] çom ak4, -ğı [çom-ak] {ağız} is. Kılçıksız, taneleri içli çom at, [Ar. cum'ât (cem aat)] {ağız} is. Herkesin bir tür buğday. [DS] getirdiği yemeği birleştirip beraber yemek. [DS] çom ak5, -ğı [çom-ak] {ağız} is. Sıkıca yumulmuş el; yumruk. [DS] çom ak6, -ğı [çom-ak] {ağız} sf. (Koyun ve keçi için) küçük kulaklı. [DS]
çom ata, [Ar. cum'ât] {ağız} is. -*■ çomat. [DS] çom bah, [çomak > çombah] {ağız} is. Ucu topuzlu sopa. [DS]
çom ak7, -ğı [çom-ak] {ağız} sf. 1. Kendini beğenen. çom bala, [çomb-al-a] {ağız} is. Bir kâğıt oyunu. [DS] 2. Ukala; bilgiç. [DS] S çom ak çom ak, {ağız} (K o çombalak, -ğı [çomb-al-ak] {ağız} is. Konuşkan. [DS] nu şm ak için) b ilg iç lik ta slay a ra k; u kalaca. [DS] çom baz, [çomb-az] {ağız} is. Yalnız tepede bırakılan çom ak8, -ğı [çom-ak] {ağız} is. Yığın; öbek. [DS] bir tutam saç; perçem. [DS] çom akdar, [çomak + Far. -dâr] is. Memluklarda, tö çom ber, [Far. çenber] {ağız} is. Baş örtüsü; yemeni. renlerde hükümdarların sağ yanında yürüyen ve el [DS] lerinde çomak taşıyan köle, çom burm ak, [çomb (yans.) > çomb-ur-mak] {eT} çom aklam a, [çomak-la-ma] is. Sopa ile vurma, döv gçsz. fi. [-u r] 1. Suya girmek. 2. Su birikintisi olan mek işi. çukura düşmek, çom aklam ak, [çomak-la-mak] g çl. f i [ - r ] [-l(ı)-y o r] çom cu, [çom-ça / çöm-çe] {ağız} is. Kepçe. [DS] 1. Çomak ile dövmek, vurmak. 2. Atmak; fırlat çom ça, [çom (yans.) > çom-ça >_}»-] {ağız} mak. is. 1. Büyük ağaç kaşık; kepçe. {eAT} (aynı) 2. Kırda çom alam ak1, [çoma-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(ı)su içmek için çamdan oyulmuş su kabı; çömçe. 3. y o r ] Elbisenin kirli yerini el ile örtmek. [DS] Sarımsak havanı. [DS] 0 çom ça balık, {ağız} A yak çom alam ak2, [çoma-la-mak] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(ı)ları çıkm am ış k u rb ağ a yavrusu. [DS] y o r ] Bir şeyi atmak. [DS] ço m a r1, [çom (top, topuz) > çom-ar / Moğ. çomar çom çak, -ğı [çom-çak] {ağız} is. Susak; çömçe. [DS] (köpek) j'-oj’-] is. 1. İri cins av ve çoban köpeği. 2. Boynuzsuz koyun. {OsT} (aynı) 3. {ağız} Büyük lok ma. [DS] 4. {ağız} Kuyruğu kısa ya da sonradan ke silmiş at, eşek ve katır. [DS] çom ar2, [çom-ur / çom-ar] {ağız} sf. Kısa boylu; bodur. [DS]
çöm çe1, [çöm-çe] {ağız} is. Kepçe. [DS] çöm çe2, [çom-ça] {ağız} is. Küçük kazık. [DS] çom çom , [çom+çom] {ağız} is. Kurbağa yavrusu. [DS] çom çu, [çom-çu] {ağız} is. Kepçe. [DS] çom çulam ak, [çom-çu (kep çe) > çomçu-la-mak]
OIÜHIİİItESÖM.
ÇOM
{ağız} gçl. f . f - r ] [-l(u )-y or] Yufkayı kıvırarak kü çük bir kürek yapıp yoğurt vb. yiyeceklere daldır mak; küreklemek; kepçelemek. [DS] [çom+çur] {ağız} is. Oluk. [DS]
ço m çu r,
[çom-mak > çom-(u)r-uş-mak] {eT} işteş, f . [-u r] Birlikte suya dalmak,
ço m ru şm a k ,
[çom-(u)ş-ak] {ağız} is. Yerden çıkan ağaç veya ot kökü. [ D S ]
ço m ş a k , -ğı
[çom-ğuk] {eT} is. zool. Ayağı ve başı kızıl, kanadında beyaz tüyler bulunan karga, (P od icep s m inör).
ç o m tu rm a k ,
[çomî-lt / çomığlı] (ço m ı.lı:) {eT} sf. Sersem; bitkin, t? ç u m ı l ı b o l m a k , Güneşten g ö z kararm ak.
ço m u ,
ço m g u k ,
ç o t n ılı,
[D L T ]
[çom(u)t-uk] {ağız} is. Çok dallandırıl
-ğu
mış asma.
[D S ]
[çom (yans.) > çom-tur-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Suyun derinliklerine batırmak; daldırmak, [çom-u] {ağız} is. Küçük kulaklı keçi, koyun.
[D S ]
[çom (yans.) > çom-m-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] (Suya) dalmak. [Gabain] [EUTS]
ç o m ın m a k ,
ço m k a ,
ç o m tu k ,
[çom-ka] {ağız} is. Gaga. [DS]
[çom-la-mak] {ağız} gçl. f . [ -r ] [-l(u)~ y o r ] Biriktirmek; yığmak; toplamak. [DS]
ç o m la m a k ,
[çom-la-n-mak] {ağız} edil. f . [-ır ] Bi riktirilmek; yığılmak; toplanmak. [DS]
ç o m la n m a k ,
[çom-lu] {ağız} is. (Tahta, kereste vb. için) budaklı. [DS]
ç o m lu ,
[çom (yans.) > çom-mak / çöm-mek] {eT} gçsz. f . [ - a r ] 1. Suya vb. şeye batmak; dalmak. [Gabain] [EUTS] [İKPÖy.] 2. Suda yüzmek; suya da larak yıkanmak.
ç o m m a k 1,
[çom-mak] gçsz. f i [- a r ] 1 . Ateşin karşı sında toplanarak oturmak. 2. {ağız} Çömelmek. [DS] ç o m p , [çamp / çımp / çomp / çumb / çunb (yans.)] is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı hareketleri anlatan kök. [Zülfikar] ço m p -a -k
ç o m m a k 2,
-ğı [çomp (yans.) > çomp-ak] {ağız} is. Yayık kolu. [DS]
ço m p a k ,
[çon ı-la-mak] {ağız} gçl. fi. } - r ] [l(ı)-y or] (Su, ayran, sut vb. için) bir kap içinde çal kalamak. [DS]
ç o m p a la m a k ,
[çomp (yans.) > çomp-a-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] (Kap içindeki sıvılar için) çal kalanmak. [DS]
ç o m p a la n m a k ,
[çom-ra] {ağız} sf. mış. 2. Maki. [DS]
ço m ra ,
1.
(Ağaç için) bodur kal
[çom-(u)r-uk > çomruh] {ağız} is. 1 . Tom ruk. 2. Kullanıla kullanıla eskimiş, yalnız sapı kal mış süpürge. [DS]
ço m ru h ,
ç o m r u k 1, - ğ u
[çom(u)r-uk > çomruk J . ^ - ] {ağız} is.
1. Tomruk. {eAT} (aynı) 2 .{ağız} Ağaç gövdesindeki yumru. [DS] 3. Kurumaya yüz tutmuş bağ kütüğü. [DS] ç o m r u k 2, - ğ u [çom-(u)r-uk] {eAT} {ağız} is. Güdük leşmiş süpürge. [DS] ç o m r u k 3, - ğ u
[çom-(u)r-uk] {ağız} sf. Sağır. [DS]
[çom-(u)r-ulc] {ağız} is. Diken ve diken gibi şeyler. [DS]
ç o m r u k 4, - ğ u
[çom (yans.) > çom-(u)r-u-mak > çomru-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] Bir ağacı dibinden kes mek. [DS]
ço m ru m a k ,
[çom-uk / çom-ğuk] {eT} -*■ çomguk. [çom-u-k] {ağız} is. 1 . Küçük kulaklı koyun. Boynuzsuz koyun. [ D S ]
ç o m u k 1, ç o m u k 2,
2.
ç o m u k 3, - ğ u
sa boylu.
[çom-uk] {ağız} sf. Bodur; bacaksız; kı
[D S ]
[çom-ul] {ağız} is. Küçük kulaklı keçi veya koyun. [ D S ]
ç o m u l,
ç o m u lu k , -ğ u
meli.
[çom-ul-uk] {ağız} sf. Yığın; yığılı; kü
[D S ]
[çom-ur-mak > çom-ur-a] {ağız} is. Ağaçları kesmek için kullanılan büyük testere. [ D S ]
ço m u ra ,
[çom-mak (batm ak) > çom-ur-mak / çöm-ür-mek] gçl. f . [-u r ] Suya batırmak; suya gömmek; [ E U T S ] [Gabain] [İKPÖy.]
ç o m u r m a k 1,
[çom > çom-ur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] (Ağaç için) dibinden kesmek. [ D S ]
ç o m u r m a k 2,
[çom-mak (batm ak) > çom-ur-muş] {eT} is. Sulu şeyleri almaya yarar kepçe. [ E U T S ] [Gabain]
ço m u rm u ş,
[çom-ur-t-mak] gçl. f . [-u r] 1 . Bir ağacm dallarını keserek tomruk hâline getirmek; yelemek. 2. Bir adamın çoluğunu çocuğunu öldürerek tek başına bırakmak,
ç o m u rtm a k ,
[çom-mak (batm ak) > çom-uş-lulc] {eT} Yıkanma yeri. 2. Ayakyolu; aptesane. [ D L T ]
ç o m u ş lu k ,
is.
1.
[çom-mak (batm ak) > çom-uş-mak] {eT} işteş, f . [-u r ] Birlikte suya dalmak; suya dalmakta yarış etmek.
ço m u şm a k ,
ç o n 1, s ı,
[çon] {ağız} is. Kalça; but. [ D S ] S ç o n y a r m a {ağız} Sığırların h astalıktan karın larının şişm esi.
[D S ] ç o n 2,
[çon] {ağız} is. Yanması güç ve budaklı kütük.
[D S ]
[çon] {ağız} is. 1 . Ağaç um. 2. Dalsız budalcsız ağaç gövdesi. 3. Yarması güç ağaç kütüğü. 4. Odun kütüğünde dalların birleşim yeri. [ D S ] S ç o n y a r m a s ı , {ağız} ir i yarı, k a b a s a b a adam . [ D S ]
ç o n 3,
ç o n 4,
[çon] {ağız} is. Yaranın üzerindeki kaim kabuk.
[D S ] ç o n 5,
[çon] {ağız} sf. Eli kolu sakat.
[D S ]
[çon] {ağız} is. 1 . Sığırların sırtında olan bir hastalık. 2. Hayvan vücudunda olan yumru; ur. 3. Bir tür at ve eşek hastalığı. 4. Hayvanlarda soğuk yüzünden oluşan bir hastalık; öküz zatürriesi. [ D S ]
ç o n 6,
ç o n a 1,
[çon-a] {ağız} is. Çoban yamağı.
[D S ]
AMİNCE HURİ, im çona2, [çon-a] {ağız} is. Kalça; but. [DS] çona3, [çon-a] {ağızj is. Buzağının büyüğü; dana. [DS] çona4, [çon-a] {ağız} is. Beceriksiz. [DS] çonata, [Far. çülapâ] {ağız} is. Eli ayağı tutmayan; kötürüm. [DS] çonay, [çona > çonay] {ağız} is. Çoban yamağı. [DS] çonça, [çon-ça] {ağız} is. Sarımsak. [DS] çonçom, [çom+çom > çonçom] {ağız} zf. Öbek öbek. [DS] çonduk, -ğu [çom (yans.) > çom-(u)t-uk > çonduk] {ağız} is. 1. Telleri dökülmüş süpürge. 2. sf. Çopur.
[DS] çondul, [çom (yans.) > çom-du > çondul] {ağız} sf. (Kişi için) bacakları kısa olan. [DS] çondur, [eT. *çand-mak (caym ak) [Clauson] > çand-ır
ÇOP
çontmak, [*çot-mak > çont-mak] {ağız} gçl. f i [ - a r ] Ağaç dallarını kesmek. [DS]
çontu1, [çont-u] {ağız} is. 1. Kuzu çobanı. 2. Çoban yamağı. [DS]
çontu2, [çont-u] {ağız} sf. Kemikleri çıkmış; kuru. [DS]
çontu3, [çont-u] {ağız} is. Çocukların oyunda kullan dıkları değnek; çomak. [DS]
çontuk, -ğu [çont-uk] {ağız} is. Kör bir aygıtla kesi len ağaç parçası. [DS]
çontur, [çont-ur] {ağız} sf. 1. Pürüzlü 2. Eğri büğrü; kambur. [DS]
çonu, [çon-u] {ağız} is. 1. But; kalça; havsala kemiği. 2.
Hayvan sağrısı. [DS]
çonur1, [çöğ-ür > çonur] {ağız} is. Ağaç dalları üze
rinde bulunan uzunca diken; çöğür. [DS] > çondur] {ağız} sf. 1. Cılız. 2. İyi nesilden olduğu çonur2, [çöğür] {ağız} is. Dut ağacından yapılmış tek hâlde sonradan melezleşen; çandır. [DS] parçalı üç telli saz; çöğür. [DS] çong1, [çon] (çon) {eT} is. Sol. [EUTS] çonuşmak, [çok-uş-mak] {ağız} işteş, f i [ - a r ] Çokuş çong2, [çon] (çon) {eT} sf. 1. İri. 2. (Et için) iri doğ mak. [DS] ranmış. çook, [çook] {eT} ünl. Amin. çongalak, -ğı [çong-ala-k] {ağız} is. Sobaya girecek çop, [Far. çüp v ^ r ] is. 1. {ağız} Ucu topuzlu değnek. büyüklükte meşe kütüğü. [DS]
çongallı, [çong-al-lı] {ağız} sf. Dallı budaklı ağaç veya odun. [DS] çongaşmak, [çok-uş-mak > çong-aş-mak] {ağız} işteş f . [-ir] Yığılışmak; toplaşmak; çokuşmak. [DS] çongaz, [çong-az] {ağız} is. Dallı budaklı ağaç; odun. [DS] çonglaşmak, [çon-laş-mak] (çan laşm ak) {ağız} dönşl. f . [-ır ] Birikmek; toplanmak; yığılmak; çokuşmak. [DS] çongu, [çong-u] {ağız} is. Geçit yeri. [DS] çongurdeş, [çong-ur+deş ?] {ağız} is. Ağaca asılan salıncak; kolan salıncağı. [DS] çongül, [çong-ül] {ağız} is. Küçük su birikintisi; göl cük. [DS]
çonk, [çong] is. Tibetlilerin pirinçten yaptıkları bir tür içki.
çonmak', [çon-mak] {eAT} {ağız} dönşl. f . [ - a r ] (Ismmak için) çömelmek; çökmek; dizlerini dikerek oturmak. [DS]
çonmak2, [çon-mak] {ağız} dönşl. f . [ - a r ] Toplan mak; birikmek; yığılmak; çokuşmak. [DS] çonmak3, [çon-mak] {ağız} gçl. f i [ - a r ] Kakmak; vur mak. [DS]
çonoş, [Yun. tranos] {ağız} is. Mezarlıkta sandukanın üzerine konan ağaçlar; mezar tahtası. [DS]
çonraz, [çong-az > çonraz] {ağız} sf. 1. Büyüyemeyen. 2. is. Dallı budaklı ağaç kütüğü.[DS] çonşurmak, [çon(u)ş-ur-mak] {ağız} gçl. f i [-u r ] Her hangi bir şeyin parçalarını üst üste yığmak. [DS] çont, [çont] {ağız} is. Felç; inme. [DS] çontar, [çont-ar] {ağız} is. 1. Çolak adam. 2. Hurda. [DS]
[DS] 2. {OsT} Kalın sopa,
çopar, [Çing. şopar > çopar] {ağız} sf. Haşarı; yara maz. [DS]
çoplak1, -ğı [çop-la-k] {ağız} is. İki tepe arasındaki dar ve çukur olan yer. [DS]
çoplak2, -ğı [çop-la-k] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış su kabı. [DS]
çoplan, [çop-la-n] {ağız} is. 1. Su birikintisi. 2. Gir dap. 3. İki tepe arasındaki dar ve çukur yer. [DS]
çopmak, [çap-mak > çop-mak] {ağız} gçsz. f. [ - a r ] Eğri büğrü koşmak. [DS]
çopra1, [Yun. tsipura] {ağız} is. 1. Balık kılçığı. 2. Sık çalılık veya sazlık. [DS] S çopra balığı, zool. Uzun gövdeli, ağzının k en a rla rı bıyıklı bir tatlı su balığı, (Cobitis).
çopra2, [çubra > çop-râ] {eT} is. Eski elbise. [DLT] çopra3, [Ar. şürba^j^-] {eAT} is. Çorba, çopuk, -ğu [çop-uk ?] {ağız} is. Yemiş sepeti. [DS] çopul, [çop (yans.) > çop-ul] is. 1. Bostan sulamak için yağmur suyu biriktirilen çukur. 2. {ağız} Su biriken yer. [DS]
çopur1, [eT. çöpür (k eçi kılı) > çop-ur] {ağız} Yün temizlendikten sonra geriye kalan kısım. [DS]
çopur, [Moğ. çoğur > çopur] sf. Yüzünde çiçek hastalığı izleri bulunan.
çopur2, [çopur] {ağız} is. Ekşili et yemeği. [DS] çopur3, [çop-ur
is. 1. Bir çeşit dağ sığırı; sığın.
{OsT} aynı). 2. Benekli antilop,
çopurina, [Lât. chrysophrys aurata] (çopuri'na) is. zool. İzmaritgillerden Akdeniz’de yaygın küçük, yaldızlı pulcuklarla kaplı, ön dişleri sivri, arka diş
ÇOP leri küt, eti lezzetli makbul bir balık, (C hrysophrys aurata). çopurlaşm a, [çopur-la-ş-ma] is. Çopur duruma gel mek işi. çopurlaşm ak, [çopur-la-ş-mak] dönşl. f i [ - ır ] Çopur duruma gelmek; çopur hâl almak, çopurlaştırm a, [çopur-la-ş-tır-ma] is. Çopur duruma getirmek işi. çopurlaştırm ak, [çopur-la-ş-tır-mak] g ç l . f [-ır ] Ço pur duruma getirmek, çopurli, [çopur-lu] {ağız} is. Vücudunda çok miktar da kıl bulunan insan. [DS] çopurluk, -ğu [çopur-luk] is. Çopur olma durumu. ço r1, [çör] (ç o :r ) {eT} is. Cinsel organı bitişik olan kadın. [DS] çor2, [çor / çur] {eT} is. Yüksek bir unvan ve rütbe. [EUTS] [Gabain] [Tekin] [ETY] S çor çocuk, {ağız} 1. Ç olu k çocuk. 2. Ç ocu k g ib i davranan. [DS]j| çor çoluk, {ağız} Ç olu k çocuk. [DS] çor , [çor] {eT} is. Eski Türk inancına göre insan bedeninin dışında fakat insanla beraber bulunan ve insanın hasta olmasına sebep olan bir tür kötü ruh; cin. çor4, [Erme, ç ’or] {ağız} is. 1. Hastalık; dert; keder. 2. Sığır vebası. 3. Ağaçlarda görülen bir hastalık. 4. İspanyol nezlesi. 5. Bir çeşit üzüm hastalığı. [DS] e çor getirmek, {ağız} (A ğaç için) kurum asına s e b e p olan u rlar oluşm ak. [DS]|| çor tutm ak, {ağız} N ezle olm ak. [DS]|| çoru dutm ak (tutmak), {ağız) D elirm ek. [DS]|| çoru tutm ak, {ağız} S arası tutmak. [DS] çor5, [Far. şor] {ağız} is. 1. Tuz. 2. Tuzlu toprak; kı sır, verimsiz toprak; mahsul vermeyen toprak. 3. Kötü ahlak sahibi. 4. Yayık yapmakta kullanılan derinin tüylerinin dökülmesi için içine yatırıldığı çok tuzlu yoğurt. 5. Sıcaktan hastalanan hayvanlara içirilen yoğurt, su, sirke ve sarımsak karışımı. 6. sf. Çok tuzlu. 7. Zehir gibi; çok acı. [DS] çor6, [çor] {ağız} is. Sarılgan bitki. [DLT] çor7, [çor] {ağız} is. 1. Konuşma; söz. 2. Kötü söz; küfür, acı konuşma. [DS] çor8, [çor] {ağız} sf. (Kişi için) kötü huylu. [DS] ■ çor9, [çor] {ağız} is. Merak; heves. [DS] ç o r10, [çor] {ağız} is. Ölü evine giden yemek. [DS] ç o r11, [çor] {ağız} is. Ağzın eğriliği. [DS] ç o r12, [çor] {ağız} is. 1. Çam kabuğu. 2. Yulaf sapı. [DS] S çor çöp, {ağız} K üçük ç ö p ; kırıntı. [DS] ç o ra 1, [Far. şûra] {ağız} is. 1. Tuz. 2. Çamaşır yıka makta kullanılan bir tür toprak. [DS] çora , [Far. şürba => çora] {ağız} is. 1. Çorba. 2. Her türlü yemek. [DS] Ç orab aş, [çor-a+baş] is. Eski Türk inancında yer alan, doksan koyun derisinden kürkü, seksen koyun derisinden börkü olduğuna inanılan kötü ruhlardan birisi.
IM IÜ ItiS İİfljİ.
çorağlan, [çorak-lan] {ağız} is. Çorak yer. [DS] çorah , [çorak] {ağız} sf. Tuzlu. [DS] çorak , -ğı [Far. şör (tuz) > Ar. şürac] sf. 1. (Toprak için) verimsiz, bitki yetişmeyen. 2. (Su için) acı, içilmez. 3. is. Acı su; tuzlu su. 4. Bir tür killi top rak. 5. Toprağın üzerinde birikmiş bulunan potaslı tuz. 6. Bitkilere elverişli olmayan toprak. 7. {eT} is. Susuz ve tuzlu yer; çorak yer; çöl. [Tekin] [ETY] 8. {ağız} Toprak damlara çekilen su geçirmez tuzlu çamur veya toprak. [DS] çorakçılık, -ğı [çorak-çı-lık] {ağız} is. Topraktan kay natıp süzme yolu ile güherçile çıkarma işi. [DS] çoraklanm ak, [çor-ak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] (Göz için) çapaklanmak. [DS] çoraklaşm a, [çorak-la-ş-ma] is. Çorak hâle gelmek işi. çoraklaşm ak, [çorak-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır ] Çorak hâle gelmek. çoraklaştırm a, [çorak-la-ş-tır-ma] is. Çorak hâle ge tirmek işi. çoraklaştırm ak, [çorak-la-ş-tır-mak] gçl. f i [ -ır ] Ço rak hâle getirmek, çoraklık, -ğı [çorak-lık] is. Çorak olma durumu. ç o ra i1, [çor-al] {ağız} is. 1. Yabani zeytin ağacı. 2. Bodur ağaç. 3. Ahlat dikeni. [DS] çoral2, [çor-al] {ağız} is. Birbirine bitişik ve bir arada çıkmış şeyler. [DS] çoral3, [çor-al] {ağız} is. Çopur. [DS] ço ralam ak 1, [çora-la-mak] {ağız} gçl. fi. ] - r ] [-l(ı)y o r ] Yaptığı suçu başkasına yüklemek. [DS] çoralam ak 2, [çora-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(ı)y o r ] Ezip büzmek; harap etmek. [DS] çoralanm ak, [çora-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] (Fidan için) kökünden filiz vermek. [DS] çorallam ak, [çoral-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r ] [-l(ı)y o ı ] (Ağaç için) üst dalları kurumak. [DS] çorallanm ak, [çoral-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır] (Ağaç için) etrafına dal salıp bodur kalmak. [DS] çorallı, [çoral-lı] {ağız} sf. 1. (Ağaç için) dallı budak lı. 2. m ecaz, karışık; dolaşık. [DS] çoram ık 1, -ğı [çor-a-mık] {ağız} is. Deveci yamağı; çoban yamağı. [DS] çoram ık2, -ğı [çor-a-mık] {ağız} is. Göçden, hastalık dolayısı ile akan su. [DS] çoran , [çor-an] {ağız} is. Tuzlu toprak; çorak. [DS] çoran a, [Erme, c ’oroc’k ? > çoran-a] {ağız} is. Üç dört öküzle çekilen yük. [DS] çorap , -bı [Ar. cıırab / Far. gürâb] is. Ayağa giyilen örme giyecek. S çorabı kaçm ak, (Ç orabın telle rinden biri ve b irk a çı) uzunlam asına kopm ak, sey re lm ek ,|| çorap bağı, Uzun ço ra p la rın düşm em esi için b a c a ğ a takılan b a ğ .|| çorap çivisi, {ağız} Ç o ra p şişi. [DS]|| çorap örm ek, 1. E ld e şişler le ço ra p üretm ek. 2. m ecaz. B irin e kötü lü k etm ek; ba şın a iş
B i ï I K t ï ï ï M • 1035 a çm a k .|| çorap söküğü gibi, O layların birb irin e b a ğ lı ve dizili o la r a k gitm esi durumu.\\ çorap şişi, Ç orap örm ey e m ahsus in ce k ısa şiş. çorapçı, [çorap-çı] is. 1. Çorap imal eden veya satan kimse. 2. Çorap satılan dükkân, çorapçılık, -ğı [çorap-çı-lık] is. Çorap imal etme ve satma işi. çoraplı, [çorap-lı] sf. Çorabı olan veya çorabını giy miş bulunan. çorapsız, [çorap-sız] sf. Çorabı olmayan veya çora bını giymemiş olan, ço rar, [çor-a-r] {ağız} is. Kesilmiş ağacın kökünden çıkan filiz. [DS] ço raş1, [çor-a-ş / çora+iş] {ağız} is. Baştan savma yapılan iş; gelişigüzel iş. [DS] çoraş2, [çor-aş] {ağız} is. Nemden çürüme. [DS] çoraş3, [Erme, c ’oroc’k] {ağız} is. 1. Üç çift öküz ile bir pulluk takımına verilen ad. 2. Kağnı ve araba larda bir çift öküzün önüne koşulan ikinci çift öküz. [DS] çoratan, [çor-t-an / çora-t-an] {ağız} is. Pınar veya damdan su akıtan teneke vb. oluk. [DS] çoraybe, [Rom. çoraibe] is. a rg o. Sperma; meni; döl. çoraz, [çor-az] {ağız} is. Ağaç uru. S çoraz bağla mak, {ağız/ (S ebze v e m eyve d a lla rı için) ur olu ş m ak. [DS] çorazlam ak, [çor-az-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Binaları kireç ve çamurla sıvamak. [DS] ço rb a1, [Ar. şürbâ (kaynam ış e t suyu)] is. Değişik malzemelerden yapılan, sıcak olarak içilen sulu yiyecek. S çorb a ayağı, {ağız} M ad en î ç o r b a tası. [DS]|| çorba çöpleyen, {ağız} E v işlerin d e s ık sık hanım ların işlerin e k arışan erkek. [DS]|| çorbada tuzu bulunmak, B ir işte az d a o ls a katkısı bulun mak]\ çorba etmek, B ir şey i k arıştırm a k; b e c e r e m em ek. ||çorba gibi, 1. (Y em ek için) suyu a şırı f a z la. 2. (İş, durum, n esn e vb. için) k arm a ka rışık ; içinden çıkılam az durum da]] çorba içmeye çağır mak, Y em eğe d av et etm ek. || çorb a kâsesi, Ç o rb a konulan d a r f a k a t d erin ce ta b a k .|| çorb a kaşığı, Yem ek k a şığ ı.|[ çorba olmak, K a rışm a k ; içinden çıkılm az h â l alm ak. || çorb a parası, G eçim ini s a ğ la y a c a k kazanç.\\ çorba tabağı, Ç o rb a kon ulan d a r ve d erin ce tabak. || çorbaya dönmek, İçin den çık ı la m a y aca k k a d a r karışm ak. çorb a2, [Moğ. çurpa] {eT} is. Yaban domuzu yavru su; çurpa. [Nevâyî] çorbacı, [çorba-cı] is. 1. Çorba pişirip satan kişi veya bu kişinin dükkânı. 2. Hıristiyan toplumlarmm ön de gelenlerine verilen isim. 3. Tayfaların gemi sa hipleri için kullandıkları hitap. 4. a rg o. Patron. 5. {ağız} Tüccar. [DS] 6. {ağız} Ev hanımı; kadın. [DS] 7. Yeniçeri kuruluşlarında birlik komutanı. 0 ço r bacı keçesi, tar. Y en içeri o c a ğ ı su bayların ın b a ş la rın a giydikleri, etrafı sırm a lı ve ip ek le işlenm iş
ÇO R
y ü k sek k ü lah ; b ö r k .|| çorbacı üsküfü, tar. Yeniçeri o c a ğ ı su bay ları olan ço rb a cıla rın giy d iğ i ö zel b ir b a şlık ; y a y a b a şı keçesi.\\ çorbacı yam ağı, tar. K ü çü k rü tbeli y en iç eri o ca ğ ı subayı. çorbacılık, -ğı [çorba-cı-lık] is. Çorbacının yaptığı iş ve meslek. çorbalık, -ğı [çorba-lık] sf. 1. (Yiyecek için) çorba yapmaya uygun. 2. is. İçine çorba konulan kap. çorçil, [İng. Sir Winston Churchill (İng. devlet a d a mı)] is. -*■ çörçil. çorçünlem ek, [çor-çü-n-le-mek ?] {ağız} gçsz. f. f - r ] [-l(i)-y o r] İhtiyarlamak. [DS] çordasız, [çorda-sız] {ağız} sf. Zayıf; cılız; çelimsiz. [DS] çordik, -ği [çör-t-ük] {ağız} is. bot. 1. Tarhana otu; çörtük, (E ch in op h ora an a tolica) 2. Bir tür küçük armut. [DS] çorduk, -ğu [çör-t-ük] {ağız} is. Bir tür küçük armut. [DS] çorez, [çor-az] {ağız} is. Küçük kalmış hindi. [DS] çorhala, ['? çorhala] {ağız} is. bot. Pazı. [DS] çorh atm a, [çork-a-t-ma > çorhatma] {ağız} is. Mısır veya buğday haşlaması. [DS] çoriş, [? çoriş] {ağız} is. Düğüne başkanlık eden kim se. [DS] ço rk 1, [çork (yans.)] is. Emme, yutma sırasında ağız da çıkan ses; çorp. çork2, [cork / çork] {ağız} is. Kuluçka. [DS] çorkJ, [çork] {ağız} is. Tortu. [DS] çorkuz, [çork-uz ?] {ağız} is. Bıçak. [DS] çorlak, -ğı [çor-la-k] {ağız} is. Çorak yer. [DS] çorlam a, [çor-la-ma] {ağız} is. Derilerin kıllarını te mizlemek için yapılan işlem. [DS] çorlam ak 1, [çor-la-mak] gçsz. f . [-r ] [-l(u )-y or] 1. Hastalık bulmak; bozulmak; kötülemek. 2. {ağız} m ecaz. Tükürdüğünü yalamak. [DS] çorlam ak2, [çor-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [~l(u)~ y o r ] Yemek yemek. [DS] çorlan 1, [çor (yans.) > çor-la-n] {ağız} is. Küçük su birikintisi. [DS] çorlan2, [çor-la-mak > çor-la-n] {ağız} ünl. “Zıkkım lan; zıkkım ye” anlamında ilenç sözü. [DS] çorlan3, [çor-la-n] {ağız} is. Öksürük. [DS] çorlan m ak 1, [çor-la-n-mak] {ağız} e d il.f. [-ır] Hasta lanmak; dertlenmek. [DS] çorlanm ak2, [çor-la-n-mak] dönşl. f i [-ır ] Tuzlan mak. çorlanm ak3, [çor-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Kı vamına gelmek. [DS] çorlu 1, [çor-lu J j^ r] {ağız} s f 1. Hastalıklı; dertli; il letli. {OsT} (aynı) 2. Akılsız; deli. 3. Vücutça tam gelişmemiş, zayıf. 4. (Kişi için) tuz veya toprak yiyen. 5. is. Kışın uzaması yüzünden aç kalan hay vanların yakalandığı hastalık. [DS]
ÇOR
OlMIÜltESÖZlıÜli• 1038
çorlu2, [çor-lu] {ağız} s f Tuzlu. S1 çorlu su, {ağız} Tuzlu su. [DS]
çortun, [çor / şor (yans.) > çor-t-un] {ağız} is. 1. Saçak oluğu. 2. Çağlayan; şelale. [DS]
çorlu3, [çor-lu] {ağız} sf. (Ağaç için) kurumaya yüz tutmuş; yaşlı. [DS]
çortuti, [Erme, ç ’ort’t ’u] {ağız} is. -*■ çortutu. [DS]
çorlu , [çor-lu] {ağız} sf. (Y er için) kirli; pis; süprüntülü. [DS] çorlu5, [çor-lu] {ağız} is. El ile toplanamayan meyve leri zedelemeden toplamaya yarayan araç. [DS] çorm a, [çor-ma] {ağız} is. Bataklık yer. [DS] çorm ak, [çor-mak] {ağız} gçsz. f . [ - a r ] Şımarmak; yüzsüzleşmek. [DS] çorm an, [çor-man] sf. Karışık, çorm uk, -ğu [çor-muk] {ağız} is. Bir tür ağaç kurdu. [DS]
çortutu, [Erme, ç ’ort’t’u] {ağız} is. Şalgam turşusu. [DS] çortük, -ğü [çört-ük > çort-uk] {ağız} is. Yabani ar mut; ahlat. [DS] ço ru m 1, [çor-um] {ağız} is. Sıcak havalı çukur yer. [DS] çorum 2, [? çorum] {ağız} is. Soya fasulyesi. [DS] çorup, [çor-um > çorup] {ağız} is. Toplantı. £? çorup çakm ak, {ağız} T oplan ıp b ir a ra y a g e le r e k kon uş mak. [DS] çoruş, [Erme, ç ’oroç’k] {ağız} is. -*■ çoroş. [DS]
çoroş, [Erme, ç ’oroç’k] {ağız} is. Öküz kağnılarında bir çift öküze yardımcı olarak ön tarafa takılan ikinci çift öküz. [DS]
çoruşm ak, [buruş-malc / curuş-mak > çor (hastalık) > çor-uş-mak] {ağız} dönşl. f . [-u r ] 1. Buruşmak; pörsümek. 2. İhtiyarlamak [DS] çoru tm ak , [çor-ut-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] Doldur mak; yığmak. [DS] çoruz, [Yun. tsiros => çoruz] {ağız} sf. (Kişi için) in ce uzun boylu. [DS]
ço rp a 1, [? çorpa] {ağız} is. Piliçlikten yeni çıkmış ho roz. [DS]
çoş, [çöş] (ço .ş) {ağız} ünl. Yük beygirini durdurmak için kullanılan ünlem. [DS]
çorp a2, [Far. çülapâ => çorpa] {OsT} is. Topal. çorp a3, [? çorpa] is. Domuz yavrusu,
çoşa, [koş-a > çoşa] {ağız} is. İki kanatlı pamuk ko zası. [DS]
çorpak, [çorp-ak] is. 1. Küçük su birikintisi. 2. Dağ larda taşlık, çetin ve geçilmesi güç yerler,
çoşak, -ğı [çağ-(ı)ş-ak > çoşak] {ağız} is. Kayalık, taşlık yer. [DS]
ço rru , [çor-lu > çorru] {ağız} sf. Hileli. [DS]
çoşarm ak, [çoş-ar-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Bir şeyi abartarak anlatmak. [DS]
çorm uş, [çor-muş] sf. Kendini beğenen, çornaşm ak, [çor-(u)n-a-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Toplanmak. [DS] çoros, [Erme, ç ’oroç’k] {ağız} is. -*• çoroş. [DS]
çort, [Far. çurt (uyuşukluk)] {ağız} sf. 1. (Y er için) dikenli ve taşlık. 2. Kaba; görgüsüz; iş bilmez; uyuşuk. 3. Bir tür at yürüyüşü; tırıs. [DS] çortan , [şor / çor (yans.) > çor-t-an / Erme, çrortan] {ağız} is. Çeşme veya dam oluğu. [DS] çorten, [çor-t-an] {ağız} is. -*■ çortan. [DS] çorti, [Erme, ç ’ort’t ’u] {ağız} is. Lahana turşusu. [DS] çortik, -ği [? çortik] {ağız} is. Kepçeye benzer su tası. [DS] çortke, [Rus. çotki] {ağız} is. Hasap tahtası; toplama yapmayı öğreten alet; mihsap. [DS]
çoşdal, [? çoşdal] {ağız} sf. Kılıksız; kıyafeti düzen siz. [DS] çoşga, [Rus. çoçlca => çoşga] {ağız} is.
çoşka. [DS]
çoşka, [eT. çoçuk (dom uz yavrusu) > Rus. çoçka > çoşka] {ağız} is. 1. Domuz yavrusu. 2. Müslümanla rın, İslam olmayan çocuklara verdiği ad. [DS] çoşka, [? çoşka] {ağız} sf. Deli. [DS] çoşme, [Far. çeşme => çoşme] {ağız} is. Çeşme. [DS] çoşt, [çoşt] {ağız} ünl. Hayvan kovalama ünlemi. [DS] çoştal, [? çoştal] sf. 1. Çarpık bacaklı. 2. Savak yürüyüşlü. 3. {ağız} (Kadın için) kırıtarak yürüyen. [DS]
çortm uk, [çot-muk / çort-muk] {ağız} is. 1. Budak. 2. Kesilen ağacın toprakta kalan kök kısmı. 3. Toprak altından çıkarılan dallı budaklı ağaç kütüğü. [DS]
çoştar, [? çoştar] {ağız} sf. Her işe burnunu sokan. [DS]
ço rtu 1, [Erme, ç ’ort’t ’u] {ağız} is. Turşu. [DS] ö çortu aşı, {ağız} L a h a n a turşusu ve bu ğ dayla y a p ı lan ço rb a . [DS]
çoştura, [Far. küştere => çoştura] {ağız} is. Ağaçları yontup, rendelemeye hazır hâle getirmekte kullanı lan araç; arabacı bıçağı. [DS]
çortu 2, [Far. dürdı] {ağız} is. Yağ tortusu. [DS] çortu 3, [çor-t-u] {ağız} is. Yabani ardıç ağacı. [DS]
çoşur, [? çoşur] {ağız} is. Küçük meşelik. [DS]
ço rtu k 1, [çot-uk / çort-uk] {ağız} is. Küçük armut. [DS] çortu k 2, [çor-t-uk] {ağız} sf. Ufak tefek. [DS] çortu k 3, -ğu [çört-ük / çort-uk] {ağız} is. Çeşme ya da dam suyunu akıtmakta kullanılan oluk. [DS] çortum , [çor-t-um] {ağız} is. Dam veya çeşme oluğu. [DS]
çoşurm ak, [çok-(u)ş-ur-mak > çöşur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r ] 1. Üst üste koymak; yığmak. 2. Toplamak. [DS] ç o t1, [çot / çöt] {ağız} sf. 1. Karmakarışık; girift; çok karışık. 2. Çok sık. [DS] çot2, [çot] {ağız} sf. 1. (İnsan için) topal; sakat; çolak; kötürüm. 2. (Hayvan için) bacağı eğri. 3. Parmakla rı kısa ve küt olan. 4. (Tırnak için) eğri uzayan. 5.
O I İ H lf f l® S O M . 1037 (Çocuk için) beş yaşma kadar yürüyemeyen. 6. Bo dur; ufak tefek. [DS] çot3, [çift > çot] {ağız} sf. 1. Çift. 2. A ğaç dalının gövdeye bitiştiği yer. 3. Ağaç dalı ile gövde arasın da kalan kısım. [DS] S1 çot başı, Y am açların a y rıl d ığı y er. || çot gelme, {ağız} (B eş taş oyununda) çift gelm e. [DS] çot4, [? çot] {ağız} is. Keser. [DS] çot5, [Rus. sçot {ağız} is. Bir bakkal veya tüccarın alacaklarını yazdığı defter; veresiye defteri. [DS] çota1, [? çota] sf. Eni boyundan geniş olan. çota2, [? çota] {ağız} is. Keser. [DS] çotak 1, -ğı [çot-ak] is. 1. Ağaç budağı; dalların göv deye birleştiği yer. 2. Kökleşmiş üzüm çubuğu. 3. Kesilmiş ağacın kökünden toprak üstünde kalan kısmı. 4. Yapraksız ve filizsiz ağaç dalı. 5. Peynir süzmek için ağaç dallarından yapılmış süzgeç. 6. İkisi bir arada yetişen meyve yemişi. 7. Yeni ye tişmiş nohudun ütülmüş hâli. 8. Deremsi yer.
çov çottu, [çot-tu] sf. Çopur. çotturuk, -ğu [cöt-tür-ük > çot-tur-uk] s f Kısa boy lu; cüce. çotuğaltı, [çot-uk+alt-ı] {ağız} is. Kaba arpa ekmeği. [DS] çotuk, -ğu [çot-mak > çot-uk S y y r ] {ağız} is. 1. Kesilmiş ağaç gövdesinin topraktan yukarda kalan kısmı. 2. Asma hevengi; asma kütüğü. {OsT} (aynı) [Kamus] 3. Su bardağı. 4. Budaklı eğri ağaç. 5. Şa rap stoku. [DS] S çotuk altı, {ağız} B ir tür çörek. [DS] çotul, [çot-mak > çot-ul] {ağız} is. 1. Tepesi kesildiği için büyümeyen ağaç. 2. Bir ağacın birkaç dala ay rıldığı yer. 3. Pişirilmiş taze buğday veya nohut. 4. Yaş veya hafif kurumuş nohudun dallarıyla beraber kurumuşu. 5. Mısır. 6. Herhangi bir şeyin dibi. [DS] çotullam ak, [çot-ul-la-mak] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(u )y o r ] Bir ağacı büyük dallara ayrıldığı yerden kes mek. [DS]
çotak2, -ğı [çot-a-mak > çot-a-k / çol-ak] {ağız} sf. Çolak. [DS]
çotulm a, [çot-ul-ma] {ağız} is. Taştan yapılma yiye cek ambarı. [DS]
çotam ak, [çot-a-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] f-t(u )-y or] Ağaç dallarını gövdeden bir iki cm. kadar yukardan kesmek. [DS]
çotum , [çot-um] {ağız} is. Kalça. [DS] S çotum çotum , {ağız} 1. Üst üste. 2. Top top ; küm e küm e. [DS]
çotan, [çot-a-mak / çot > çot-an] {ağız} is. Dalı ile beraber koparılmış meyve topluluğu. [DS] çotanak, -ğı, [çot-anak] {ağız} is. Üzerinde çatal fın dıklar bulunan dal. [DS]
ç o tu r1, [çot-ur] sf. 1. {ağız} Yassı. [DS] 2. {eT} Yassı burunlu. 3. {eT} Kötü huylu. 4. {eT} {ağız} (Kişi için) kısa boylu; ufak yapılı, sağlam ve kuvvetli. [DS] 5. {ağız} Taş oluk. [DS]
ç o ta ra 1, [Yun. tsotra / İt. ciotola] {ağız} is. Ağaçtan yapılma küçük su kabı. [DS]
çotu r2, [eT. çatır (nişadır) > çotur] {ağız} sf. 1. Ça maşır kili. 2. Kibrit. 3. sf. Çorak; alkali. [DS]
çotara2, [çot-a-mak > çot-a-r-a] {ağız} is. Çalı çırpı dan yapılmış gölgelik. [DS] çotgu, [Rus. çotki] {ağız} is. Eskiden hesap makinesi yerine kullanılan bir boncuklu aygıt. [DS] çotira, [İt. tcotira] ( ç o t i’ra) is. zool. Dikenli, sert pullu, kısa geniş, siyaha yakın esmer renkli bir ba lık türü; çütre balığı, (B alistes capriscu s) . çotiragiller, [çotra-gil-ler] is. zool. Örneği çotira balığı olan kemikli balıklar familyası, çotku, [Rus. şçotka > Az. çotke] {ağız} is. Elbise fır çası. [DS] çotlak, -ğı [çat-la-k > çot-la-k ?] is. Mısır patlağı, çotm ak, [çat-mak > çot-mak] gçl. f . [ - a r ] (Hayvan için) birbirine iple bağlamak, çotmuk, -ğu [çot-muk] is. Ağaç budağı, çotra, [Yun. tsotra / İt. ciotola / Bulg. çotura »yyr\
çotur3, [çot-mak > çot-ur] {ağız} is. Fundalık. [DS] çotu ra, [çot-ur-a] {ağız} is. Esenlik, neşe ve sağlık. [DS] çoturak, -ğı [çot-ur-ak] {ağız} is. Ağaç dallarının gövdelerden ayrıldığı yer. [DS] çotu ru k 1, -ğu [çot-ur-uk] is. 1. Bağ çubuklarının dibine dikilen dallı budaklı ağaç; herek; diki. 2. Yayık kolu. çoturuk2, -ğu [çot-ur-uk] {ağız} sf. (İnsan için) dişleri düzgün olmayan. [DS] çoturum , [çot-ur-um] {ağız} is. Hiçbir tarafı genişle meye elverişli olmayan toprak parçası. [DS] çoturuz, [çot-ur-uz] {ağız} is. Büyüyememiş dal veya ağaç. [DS] ço v aç1, [çöğ > çoğ-aç > çovaç] {eT} is. 1. Şemsiye; güneşlik; çadır. 2. Kağan çadırı.
çotralı, [çot-(u)r-a-lı] {ağız} sf. (Kişi için) kavgacı; aksi. [DS]
çovaç2, [eT. çöğ > çoğaç > çovaç] {ağız} is. 1. Güneş; gün ışığı. 2. Güneşli yer. 3. sf. (Yer için) güneş vu ran; hiç güneşi eksik olmayan; güneşe karşı olan. 4. (Hava için) sıkıntılı; sıcak. [DS]
çotram ık, -ğı [çot(u)r-a-mık] {ağız} is. Yarılamayan ağaç kütüğü. [DS]
çovaçlanm ak, [çovaç-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Güneşlenmek,
çotruk, -ğu [çot(u)r-uk] {ağız} sf. Yüzünde çok fazla çiçek bozuğu olan. [DS]
çovaşlam ak, [çovaş-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Güneşlemek. [DS]
{OsT} is. Ağaçtan yapılmış matara gibi kap.
çov çovaşmak, [çovaç-mak > çovaş-mak] {ağız} gçsz. f . [ - ır ] Güneşlemek. [DS] çov-çov, [İng. chow-chow] is. Çin kökenli, aslanmkine benzer başı olan, dili ve diş etleri koyu mavi, tüylü bir köpek türü,
IİMIÜHKCESÖZLÜK. çöce, [Far. cüce] {ağız} sf. Bodur; kısa boylu; cüce. [DS] çöç, [Çocuk d. çöç] {ağız} is. Ekmek. [DS] çöççü, [çöç-çü] {ağız} is. Ekmek. [DS] çöçe1, [çöç-e] {ağız} is. İnce bazlama. [DS]
çovdürük, -ğü [çov-dur-uk] {ağız} sf. 1. (İnsan için) yüzeysel düşünceli. 2. Dikkatsiz; tedbirsiz. [DS]
çöçe2, [çöç-e] {ağız} is. 1. Çok gezen kimse. 2. Yeni yürüyen çocuk. [DS]
çoveç, -ci [eT. çög > çoğ-aç] {ağız} is. - * çoğaç. [DS]
çöçe3, [çöçe] {ağız} is. Yün veya kıl ipliği büken, çeviren iğ. [DS]
çoveş, [eT. çöğ > çoğaç] {ağız} is. -*■ çoğaç. [DS] çoveşlemek, [çoğaç-la-mak > çoveş-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-l(i)-y o r] Güneşlemek. [DS] çoveçlenmek, [çoğaç-la-n-mak > çoveç-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Güneşlenmek. [DS] çovlı, [Far. çâwlî => çövll] (ço :v lı:) {eT} is. Tutmaç süzgeci. [DLT]
çöçe4, [cü+cü > çöçe] {ağız} is. Civciv. [DS] çöçelemek, [çö (yans.) > çöçe-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Şaşalamak; apışmak. 2. Dalgın dalgın, düşünceli düşünceli gezinmek. 3. İş yapar görünmek; oyalanmak. [DS]
çovşurm ak, [çöğ > çoğ-(u)ş-ur-mak > çovşur-mak] {ağız) g ç l.f. [-u r] Ateşi tutuşturmak. [DS]
çöçelenmek, [çö (yans.) > çöçe-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] 1. İş yapar görünmek; oyalanmak. 2. Toplanmak; bir araya gelmek. [DS]
çovür, [çöğür > çovür] {ağız} is. Ahlat ağacı. [DS]
çöçeler, [çöçeler] {ağız} is. Sincap. [DS]
çoyğel, [Far. çevgân => çevgel > çoyğel] {ağız} sf. Eğri büğrü. [DS]
çöçen, [cöçe-n] {ağız} sf. Elinden iş gelmeyen; âciz. [DS]
çoyın, [çöd-ın] (ço:d h ın ) {eT} is. 1. Saf bakır; bakır. [DLT] 2. Tunç. S çodın esiç, B a k ır ten cere. [DLT] çoynak, -ğı [çoy-(u)n-a-k] is. Çatal kök. çoynam ak1, [çoy-(u)n-a-mak] gçsz. f . [ - r ] [-n(u)y o r ] İnme inmek; felç olmak. çoynam ak2, [çoy-(u)n-a-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [n (u )-yor] Çok üşümek. [DS] çoynaşık, -ğı [çoy-(u)n-a-ş-ık] sf. Uyuşuk, çoynaşmak, [çoy-(u)n-a-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Toplaşmak. [DS] çoyuş, [çavuş > çoyuş] {ağız} is. Çavuş. [DS] çoyür, [Çağ. çügür] {ağız} is. 1. Ağaç dalları üzerinde bulunan uzun ve sert dikenler; çöğür. 2. Böyle di kenleri bulunan herhangi bir ağaç. [DS] çozam a, [Yun. sızoma] {ağız} is. Çirkef. [DS] çozulmak, [çoz-ul-mak] {ağız} dönşl. f . [-ıır] Defol mak. [DS] çö, [çe / çö (yans.)] is. Şaşma ve ne söyleyeceğini bi lememe durumlarını anlatan kök. [Zülfıkar] çö -ç e le-m e çöb, [çöb] (ç ö :b ) {eT} is. Tortu; çöküntü. çöbben, [çöp-le-n > çöbben] {ağız} is. fo lk . Bir çocuk oyunu. [DS]
çöçenlemek, [çöçen-le-mek] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-l(i)y o r ] Çok iltifat etmek; yaltaklanmak. [DS] çöçik, -ği [çö-çik] {ağız} is. Eşek. [DS] çöçö, [çö-çö] {ağız} is. Tay durma. S1 çöç yapmak, {ağız} Tay durm ak. [DS] çöçii1, [çö-çü ?] {ağız} is. (Dövülmüş sığır eti ve bulgur karışımına soğan, biber konularak yapılan bir tür köfte. [DS] çöçü2, [cüce > çöçü] {ağız} sf. Kısa boylu; bodur. [DS] çöçün, [çöçü-n] {ağız} sf. 1. Kısa boylu; bodur. 2. (Kişi için) bitkin; çökmüş. 3. Sünepe; miskin. 4. (Kişi için) çok gezen. [DS] S çöçün itmek, {ağız} G elişm esine, ilerlem esin e en g el olm ak. [DS]|| çö çün olm ak, {ağız} H er y an dan sıkıştırılm ak; a ra d a kalm ak. [DS] çödü, [çödü] {ağız} sf. Beceriksiz. [DS] çödüm ek, [çöğ-dür-mek > çödü-mek] {ağız} gçl. f . [iir] Fışkırtarak işemek. [DS] çödürm ek, [çöğ-dür-mek] {ağız} gçl. f . [-iir ] Fışkır tarak işemek. [DS] çöd ürük 1, -ğü [çöğ-mek > çöğ-dür-ük] (çö.dü riik) {ağız) is. Derme çatma ev. [DS] çödürük2, -ğü [çöğ-dür-ük] {ağız} is. Çiş. [DS]
çöbek, -ği [çöb-ek] {ağız} is. Kökünden sakız çıkarı lan bir ot. [DS]
çödürük3, -ğü [çöğ-dür-ük] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
çöbel, [? çöbel] {ağız} is. Köşe; uç. [DS]
çöge, [Far. çühâ => çüge / çoğa / çuğa / çöge] {eT} is. -*■ Çüge. çöğen, [Far. çevgân] {eT} is. 1. Atlı top oyunu; polo. [Nevâyî] 2. Top oyununda topu çekmekte kullanılan ucu eğri sopa; çevgen. [DLT]
çöbik, [çöb-ik] (ç ö :b ik ) {eT} is. 1. Çöp; pislik. [EUTS] [Gabain] 2. Bulanıklık; [EUTS] [Gabain] 3. Boş şekil. [EUTS] [Gabain] çöblik, -ği [eT. çöb-lik] {eAT} is. Çöplük, çöbre, [Yun. tsipura] {ağız} is. Üzüm posası. [DS]
çögençi, [Far. çavgân => çögen-çi] {eT} is. Çevgân oyuncusu, ciritçi, atlı top oyuncusu. [Nevâyî]
çöcce, [çöc-ce] {ağız} is. İnce ve küçük bazlama. [DS]
çöğ, [çöğ] {ağız} is. 1. Zirve. 2. Kayalık yer. [DS]
«
l i f t
M
.
ÇÖĞ
1039
çöğdürme, [çöğ-dür-me] is. Çöğme işini yaptırma eylemi. çöğdürm ek1, [çöğ-dür-mek
gçl. f i [-Ur] 1.
İleri doğru fışkırtmak. {OsT} (aynı) 1. {ağız} Sidiğine yarım daire çizdirecek şekilde ileri doğru fışkırta rak işemek. [DS] çöğdürmek2, [çöğ-dür-mek] {ağız} gçl. fi. [-Ur] 1. Dayanma noktası ortada olan bir kaldıracın bir ucuna basarak diğer ucunu yukarı kaldırmak. 2. Ba şını havaya kaldırmak. [DS] çöğdürük, -ğü [çöğ-dür-ük] {ağız} is. Çiş. [DS] çöğedurm ak, [çöğ-e+dur-mak] {ağız} gçsz. f. [-u r] (Yeni yürümeye başlayan çocuk için) birkaç saniye ayakta durmak; tay durmak. [DS] çöğelek, -ği [çök-el-ek > çöğel-ek] {ağız} is. Çökelek. S çöğelek pışlak, {ağız} L o r ; çö k elek . [DS] çöğelezlenmek, [çöğel-ez-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] (Kişi için) boynu içeri çöküp, omuzlan çıka rak kamburlaşmak. [DS] çöğelli, [çöğel-li] {ağız} sf. Tamir olmayan. [DS] çöğelmek, [çöğ-el-mek] {ağız} gçsz. [-ir ] 1. Oturur ken bir şeye dikkatlice bakmak için doğrulmak; kafasını kaldırıp bakmak. 2. m ecaz. Büyüklenmek; kurumlanmak. 3. (Yılan için) çöreklenmiş hâlde iken bir şeyin üzerine atılmak üzere başını kaldırıp beline kadar dikelmek. [DS] çöğeltmek, [çög-el-t-mek dUjJıS"y>-] {OsT} gçl. fi. [-ir] [O sT -ü r] Yukarı kaldırmak. çöğen1, [Far. çevgân => çöğen jlS"y»-] {ağız} is. 1. Ucu eğri baston; çevgân. {eAT} {OsT} (avm) 2. Yük sek dalları eğmek için kullanılan ucu çatallı değ nek. 3. At üzerinde top ve ucu eğri bir sopa ile oy nanan bir çeşit cirit oyunu. 4. Su tenekesi taşımakta kullanılan ucu çengelli sopa. [DS] çöğen2, [çöğen] {ağız} is. Dibi yuvarlak, döküm pasta tenceresi. [DS] çöğendeli, [çöğen-de-li] {ağız} is. Kabartmalı duvar. [DS] çöğenek, -ği [çöğen-ek] {ağız} is. Ucu eğri baston. [DS] çöğerten, [çöğ-er-t-en] {ağız} is. Su akıtılan teneke veya ağaç oluk. [DS] çöğertm ek, [çök-er-t-melc] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Yarala yacak kadar vurmak; çok acıtmak. [DS] çöğgen, [Far. çevgân => çöğgen] {ağız} is. Ucu eğri baston. [DS] çöğlem, [çöğ-le-m] {ağız} is. Dam saçağı. [DS] çöğlenmek, [çöğ-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] (Kişi için) bir yana doğru eğilmek; yamulmak. [DS] çöğme, [çöğ-me] is. 1. Aşağı doğru alçalarak gitmek eylemi. 2. {ağız} Yıldız kayması. [DS] çöğmek, [çöğ-mek] {ağız} gçsz. fi. [- e r ] 1. Aşağı doğ ru alçalarak ileri gitmek; eğik atışa benzer yol iz lemek. 2. Alçalmak; aşağı inmek. 3. (Ekinler için)
boy vermek; boylanmak. 4. İşemek. 5. Birdenbire ileri fırlamak. 6. Otururken doğrulmak. 7. (Yılan için) başım kaldırıp ileri atılmaya hazırlanmak. 8. (Mandalar için) dövüşürken birbirine saldırmak üzere başlarını yukarı kaldırmak. 9. Atlamak; zıp lamak; hoplamak. 10. (Hayvan için) arka ayaklan üzerine kalkmak; şahlanmak. 11. Çömelmek. 12. Gunırlanmak. [DS] S çöğe durm ak, {ağız} -*■ çö ğedurmak. [DS] çöğmel, [Far. çevgân => çöğmel] {ağız} is. Ucu eğri baston. [DS] çöğm en1, [çöğ-men] {ağız} is. Çoban evi. [DS] S çöğmen çıkçık, {ağız} T ahterevalliye ben z er iki tarafın a bin in ce dönen bir tür ço cu k oyuncağı. [DS] çöğmen2, [Far. çevgân => çöğmen] {ağız} is. Yüksek dalları veya otları çekmeye yarayan uçu çengelli ağaç. [DS] çöğmen3, [çöğ-men] {ağız} is. İçinden su akıtılan küçük oluk. [DS] çöğneşik, -ği [çöğ-(ü)n-eş-ik] {ağız} sf. (Organ için) felç gelmiş; felçli; inmeli. [DS] çöğör, [çöğür] {ağız} is. Kesilen buğday ve mısır saplarının toprakta kalan sivri kazıkları. [DS] çöğneşmek, [çöğ-le-ş-mek] {ağız} işteş, f . [-ir ] (El ve ayak için) hafifçe uyuşmak. [DS] çöğre, [çöğ-(ü)r-e ?] {ağız} is. Çitlembik. [DS] çöğterm ek, [çök-(ü)t-er-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] Ayaklar üstüne oturacak şekilde çökmek; çömel mek. [DS] çöğül, [çöğür > çöğül] {ağız} is. 1. Sert diken. 2. Y a bani iğde dikeni. [DS] çöğüncek, -ği [çöğ-ün-celc] {ağız} is. Dayanma nok tası ortada olan kaldıraç; tahterevalli. [DS] çöğünme, [çöğ-ün-me] is. İki taraf için zıt olarak kalkıp inmek işi. çöğünmek, [çöğ-ün-mek] {ağız} dönşl. f . [-ü r] 1. (Karşılıklı iki uç için) bir taraf kalkarken öbür taraf inmek. 2. Sallanmak. [DS] çö ğ ü r1, [çöğ-ür j^_y?]{OsT} {ağız} is. Kopuza benzer, mızrapla çalman, kısa saplı bir telli saz. [DS] S çöğür şairi, Saz şairi. çöğür2, [çöğ-ür] {ağız} is. 1. {eAT} A ğaç dikeni. 2. Dikenli ağaçlar; çalı. {eAT} (aynı) 3. bot. Mayda nozgillerden dikenli bir bitki. 4. Ahlat ağacı. 5. To humdan yetişmiş, henüz aşılanmamış fidan. 6. Buğday ve mısır anızı. [DS] çöğür3, [Lat. secuis / Yun. tsekuri] {ağız} is. Kazma. [DS] çöğürcü, [çöğür-cü] is. Çöğür yapan veya çalan kimse. çöğürdük, -ğü [çöğ-ür-d-tik] {ağız} is. Dikenli, güzel kokulu, turşu yapmakta kullanılan bir çeşit ot. [DS] çöğürm ek1, [çöğ-mek > çöğ-ür-mek] gçl. f . [-ü r] Kaldırmak; yükseltmek.
ÇÖĞ
i m
lü le m i
• 1040
çöğürm ek2, [çöğ-ür-mek] {ağız} gçl. fi. [-iir] Korkut mak; titretmek. [DS]
çökek2, -ği [çök-ek] {ağız} sf. Yerde sürünen; kötü rüm. [DS]
çöğürte, [çöğ-ür-t-e] {ağız) is. Su yolu. [DS]
çökel1, [çök-mek > çök-el / çökül JS"j=-] is. 1. Taşan
çöğürtlen, [çöğ-mek > çöğ-ür-t-len] {ağız} is. Toprak damlı evlerde, damın suyunu akıtmaya yarayan ağaç oluk. [DS]
çöhnemek, [çöh-le-mek > çöhne-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - e r ] [-n (ü )-yor] Üşümekten elleri büzüşmek. [DS]
bir suyun çekildikten sonra bıraktığı kum, çakıl, mil, çamur. {OsT} (aynı) l . j e o l . Tortul. 3. kim. Çö kelti. çökel2, [çök-el] {ağız} is. 1. Hasta. 2. Ölüm; yokluk. [DS] çökel3, [çök-el] {ağız} is. Yahni; tas kebabı. [DS] çökel4, [çök-el] {ağız} is. Haşhaş, susam gibi yağı çıkarılmış tohumların küspesi. [DS] çökel5, [Yun. tzakelin] {ağız} is. Üvendirenin ucuna takılmış bulunan sıyırgı. [DS]
çöhne, [? çöhre] {ağız} is. Çitlembik. [DS]
çökelek, -ği [çök-mek > çök-elek
çöhür, [çöğ-ür > çöhür] {ağız} is. Dikenli ağaç; çö ğür. [DS]
1. Yağsız ayran kestirilerek yapılan bir tür peynir. 2. Tortu; çöküntü. {OsT} (aynı) çökelez, [çek-el-ez > çök-el-ez] {ağız} is. 1. Sincap. 2. Sansar. 3. Erik ve kayısı zamkı. [DS] çökelge, [çök-el-ge] {ağız} is. 1. Ovalardaki büyük çöküntü alanları. 2. Milli arazi. 3. Batak ve çamur lu yer; balçık. [DS] çökelik, -ği [çök-el-ik] {ağız} is. Çökelek. [DS] çökelme, [çök-el-me] is. Ayrışarak dibe çökmek işi. çökelmek1, [çök-el-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. (Bir eriyik içindeki tortul maddeler) ayraç yardımı ile dibe çökmek; teressüb etmek. 2. {ağız} Ayaklar üzerine oturmak; çömelmek. [DS] çökelm ek1, [çek-il-mek ? > çök-el-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] Kaçmak; gidivermek; çekilmek. [DS] çökelti, [çök-el-ti] is. Çökelme eylemi sonucunda dibe çöken katı madde birikimi; rüsub. çökeltme, [çök-el-t-me] is. Çökelme işini yaptırma eylemi. çökeltmek, [çök-el-t-mek] gçl. f i [-ir ] Çökelmeye uğratmak; çökelmesini sağlamak, çökelük, -ğü [çök-el-ek] {ağız} is. Çökelek. [DS] çökeren, [çök-er-en] {ağız} is. Kırlarda, dağlarda bi ten bir tür diken. [DS]
çöğürtm eç, -ci [çöğ-ür-t-meç / çöğürt-me + ağaç] {ağız} is. Gençleştirmek amacıyla tepesi kesilmiş ağaç. [DS] çöhlemek, [çöh-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(ii)-yor] Gözle seçmek. [DS]
çöjmek, [*çöc-m ek > çöj-mek / çej-mek] {eT} gçl. fi. [ - e r ] Çözmek, çöjtürm ek, [çöj-tür-mek] {eT} gçl. fi. [-ü r] Çözdür mek. çöjülmek, [çöj-mek / çöj-ül-mek] edil. fi. [-ü r ] 1. (İp için) gevşekken gerilmek. 2. (İp için) uzamak; sünmek. [DLT] çö k 1, [çök-mek > çök] {eT} ünl. 1. “Çökmek” eylemi emir kipi ikinci teklik kişi. 2. is. Kağanların önünde saygı duruşu. [ETY] S çök çök, D eveyi ıhtırm ak için kullanılan söz. [DLT]|| çök etmek, {eAT} Ç ökm ek .|| çök ettirm ek, {eAT} Ç ökertm ek; çöktü rm ek.|| çök gizi (kızı), {ağızj Oturduğu y erd en h iç k alkm a k istem eyen kim se. [DS]|| çök urm ak, {eAT} 1. Diz çökm ek. 2. D ize gelm ek. çök2, [çök] {eT} ünl. Tanrıya karşı hitap sözü. [ETY] çökde, [çüg-de > çök-de] {eT} is. anat. -*■ çökdi. [EUTS] çökdi, [çüg-di > çök-di] {eT} is. anat. Kulağın altında “kafa baltası” denilen yer, (processu s m astoideu s). [DLT] çöke1, [çök-mek > çök-e] {eT} is. 1. Çömelme; diz çökme. [EUTS] [Gabain] 2. Kantar ya da terazinin oku. 3. Balta sapı. 4. Devenin göğsü. çöke2, [Lat. secuis / Erme, çkür / Yun. tsekhouri] {ağız} is. Küçük kazma veya kürek. [DS]
/ dUS"_j=r] is.
çökerilmek, [çök-er-il-mek ıiU£ j=-] {OsT} edil. fi. [-
çökecik, -ği [çök-e-cik] {ağız} is. Kaymakta olan dağ veya toprak. [DS]
ir] Çökertilmek, çökerm e, [çök-er-me] is. 1. Küllü suyun katı madde lerinin dibe çökmesini sağlama işi. 2. Kestirilmiş ayranın çökmesini sağlama eylemi. 3. m ecaz. Yaş lanma; çökme.
çökeğen, [çök-e-gen jS'lS'^-] sf. Her zaman çöken;
çökerm ek1, [çök-er-melc d U /js -] gçl. fi. [-ir ] 1. Çö
çok çöken; {OsTf (aynı). çökek1, -ği [çök-ek
{ağız} is. 1. Bataklık;
sazlık. {OsT} (aynı) 2. Çukur yer; çökmüş alan. 3. Dağ ve tepelerin üzerindeki çukur alan. 4. Tortu; çöküntü. {OsT} (aym) 5. Çadır yanında deve çöktü rülen yer. 6. {eAT} Çökülerek oturulan yer. 7. {OsT} Tuz ve süt katılmış bir tür yoğurt; çökelek. 8. Deve gübresi. [DS]
kertmek; çöktürmek; oturtmak; düşürmek; aşağı düşürmek. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [Yüknekî] [DS] 2. Küllü suyun katı maddelerinin dibe çökme sini sağlamak. 3. Kestirilmiş ayranın çökmesini sağlamak. çökerm ek2, [çök-er-mek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] Y aş lanmak; çökmek. [DS] çökerm ek3, [çök-er-mek] {ağız} gçl.fi [-ir ] (Deve için) çöktürmek. [DS]
Ü IM T liK » 1 .1 0 4 1
çökertilmek, [çök-er-t-il-mek] edil. f . [ -ir ] 1. Çö kertme eylemi uygulanmak. 2. Çökertmek eylemi ne uğramak. çökertm e, [çök-er-t-me] is. 1. Çökme işini yapma eylemi. 2. Deniz dibine indirilerek balık geldiğinde dört ucundan tutularak kaldırılan balık ağı. çökertmek, [çök-er-t-mek] g ç l .f . [-ir] 1. Çökmesine yol açmak; çöktürtmek. {eT} (aynı) 2. (Askerî birlik için) bozmak; yenilgiye uğratmak. S çökerdi komak, A şağı düşürmek. çökeşmek1, [çök-eş-mek] {ağız} işteş, f . [-ir ] Cinsel ilişkide bulunmak. [DS] çökeşmek2, [çök-eş-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Üşü mek. [DS] çöketmek. [çök-et-mek] {ağız} gçl. f . [-ir ] Çöktür mek; oturtmak. [DS] çökezmek, [çök-ez-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Fenalık gelmek. [DS] çökiç, -ci [çök-iç] {ağız} is. Çekiç. [DS] çökilek, -ği [çök-el-ek] {ağız} is. Çökelek. [DS] çökitmek, [çök-it-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] 1. Çöktür mek. [Gabain] 2. Diz üzerine çöktürmek; dize ge tirtmek. [EUTS] [KB] çökkün, [çök-kün] sf. 1. Çökmüş olan. 2. Bedenî, fikrî ve ruhi bakımdan gücü azalmış; hâlsiz; peri şan. 3. Canı sıkkın; meyus, çökkünleşme, [çök-kün-le-ş-me] is. Çökkün hâle gelmek işi. çökkünleşmek, [çök-kün-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] Çökkün hâle gelmek, çökkünlük, -ğü [çök-kün-lük] is. Çökkün olma du rumu; perişanlık; hâlsizlik, çöklek, -ği [çöğ-le-k > çök-le-k] {ağız} is. Dam ya da çeşmelerde su akıtmakta kullanılan küçük oluk. [DS] çöklem, [çöğ-le-m > çök-le-m] {ağız} is. -*■ çöklek. [DS] çöklemek, [çök-le-mek] {eT} gçsz. f . [-r ] Çökmek. [EUTS] çökleng, [çöğ-le-n] (çöklen ) {ağız} is. -*■ çöklek. [DS] çöklenmek, [çök-le-n-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Aban mak. [DS] çöklez, [çök-le-z] {ağız} is. Hafif çökmüş yer; çökün tü. [DS] çökme, [çök-me] is. 1. Düzeyden aşağı inmek işi. 2. as. Sol ayağını ileri atarak sağ dizini büküp sağ ayağın üzerine oturma, çökmek, [eT. çök-mek] gçsz. f . [ - e r ] 1. {eT} Dizleri üstüne oturmak. [EUTS] 2. {eT} (Tortu için) dibe oturmak; dibe inmek; dipte toplanmak; teressüp etmek. [DLT] 3. (Y er veya düzey için) aşağı doğru inmek; göçmek. 4. (Bina ve binanın kısımları için) yıkılmak; göçmek. 5. as. Sol ayağını ileri atarak sağ dizini büküp sağ ayağın üzerine oturmak; çö melmek. 6. (Yorgun ve hasta için) olduğu yere otu-
ÇÖ K
ruvermek; birden oturmak. 7. Hastalık ve yaşlılık gibi sebeplerle ruh ve beden gücünü yitirmek. 8. {ağız} (Deve, sığır, at, eşek vb. hayvanlar için) ba caklarını katlayarak yere yerleşmek; olduğu yere yatmak. [DS] 9. (Devlet ve askerî birlik için) gücü kalmamak; yıkılmak; parçalanmak; ortadan kalk mak. 10. Bir şeyin başına oturmak. 11. (Sis ve du man için) yeryüzünü kaplamak; yere inmek. 12. Egemen olmak. 13. İçine işlemek; yüreğine otur mak; yoğun hâlde birikmek. 14. (Şakak, yanak, karın vb. için) içine çekilmek. 15. (Çeşitli duygular için) basmak; içini kaplamak. 16. Kabaca oturmak; ilişmek. çökmen, [çök-men] {ağız} is. Kazma. [DS] çöknek, [çök-(ü)n-ek] {ağız} is. İki dağ arasındaki çukurca arazi. [DS] çökölöz, [çek-el-ez] {ağız} is. Sincap. [DS] çöksek, [çuk-se-mek > çök-se-k] {ağız} sf. Çökük; alçak. [DS] çöksü, [çök-sü >-£>-] leA'T} {OsT) is. Bir şeyin kı mıldamasını önlemek amacıyla üzerine konulan ağırlık; baskı; büyük çivi; mıh. [YE] çökte, [çök-de] {eT} is. -*■ çökde. [EUTS] çöktürm e, [çök-tür-me] is. Çökmesini sağlama ey lemi. S çöktürm e havuzu, P is suyun için deki katı m addelerin d ib e çökm esin i sa ğ la m a k için ö zel o la r a k yap ılm ış havuz. çöktürm ek, [çök-tür-mek] g ç l .f . [-ü r] 1. Çökmesine yol açmak. {eT} (aym) 2. Çökmesini sağlamak; çö kertmek. (eT) (aym) 3. m ecaz. Mahvetmek, boz mak; yıkmak. 4. {eT} (Maden için) ayırıp çöktür mek. [DLT] çökü, [çök-i > çök-ü] {ağız} is. Baş örtüsü. [DS] çöküç, -cü [çök-iç > çöküç] {ağız} is. Çekiç. [DS] çöküg, [çök-üg] {eT} sf. Dizleri çökük; çökmüş. [EUTS] çökük1, -ğü [çök-ük] {ağız} sf. 1. Çökmüş. 2. Çukur laşmış; çukur. 3. İçeri doğru çekilmiş. 4. {eAT) Çu kur yer; alçak. [YE] [DS] çökük2, -ğü [çök-ük] {ağız} is. Tortu. [DS] çöküklük, -ğü [çök-ük-lük] is. 1. Çökük olma duru mu. 2. Çökük yer. çökül, [çök-ül JS"j?-] {eÂT} is. Taşkın su çekildikten sonra geride bıraktığı çamur; çökel. çökülce, [çök-ül-ce] {ağız} is. Çiğdem. [DS] çöküleg, -ği [çök-el-ek] {ağız} is. Çökelek. [DS] çöküm, [çök-üm] is. Çökme biçimi; inhitat, çökümek, [çök-ü-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] Koşmak. [DS] çökündür, [Far. çükündür] {ağız} is. Pancar. [DS] çökündürük, -ğü [çök-ün-dür-ük] {ağız} is. Tortu. [DS] çöküntü, [çök-ün-tü] is. 1. Çökme. 2. Çöken şeyden arta kalan; kalıntı. 3. Çökme sonucu meydana ge
ÇÖ K
• 1042
len oyuk. 4. p sik ol. Ruhen yıkılma; depresyon. 5. Suyun veya bir sıvının dibine çöken şeyler. 6. m e caz. Yüzün gençliğini ve tazeliğini kaybetmesi hâ li. 7. Mahvolma; perişanlık; bozulma,
çölcül, [çöl-cül] sf. biy. (Bitki ve hayvan için) çöller de yaşayan.
çö k ü r', [çöğ-ür > çökür] {eT} is. Ağaç dikeni; çalı; çöğür. [Nevâyî]
çöldek, -ği [çöld-ek] {ağız} is. Çeşme veya daıiı sa çaklarından su akıtmakta kullanılan küçük oluk. [DS] çöldurm ak, [çöl+dur-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r ] (Aşık için) oyunda bek tarafına oturmak. [DS]
çök ür2, [çök-ür ?] {ağız} is. Ağacın kesiti. [DS] çök ür3, [Yun. tsekuri] {ağız} is. Kazma. [DS] çökürm ek, [çök-ür-mek] {eT} g ç l . f [-Ur] Çökermek; ıhtırmak; çökertmek. [DLT] [KB] çökürtm e, [çökert-me > çökürt-me] {ağız} is. Çökert me. [DS] çöküş, [çök-üş] is. 1. Çökmek eylemi ve biçimi. 2. Yıkılma durumu. 3. m ecaz. Mahvolma. 4. (Millet ler, devletler ve medeniyetler için) gerileme, da ğılma; yıkılmaya yüz tutma; son bulma, çöküşme, [çök-üş-me] is. Bir şeyin başına toplanmak eylemi. çöküşmek, [çök-üş-mek] işteş, f . [-ü r] (Böcek vb. için) bir şeyin başına toplanmak; yığılmak; üşüş mek. çöküt, [çök-mek > çök-üt] {eT} sf. 1. Kısa; cüce. [DLT] 2. is. Kısalık; cücelik. [KB] çökütlük, [çök-mek > çök-üt-lük] {eT} is. Vücutça kısalık; cücelik. [DLT] çökütmek, [çök-mek > çök-üt-mek] {ağız} gçsz. f . [ü r] 1. Korkudan kaçırmak. 2. {eT} Diz üzerine çök türmek; dize getirmek. [EUTS] [DS] çöl', [Moğ. çöl ?] is. 1. Kumluk, susuz ve geniş arazi; sahra; step. {eT} (aynı) [Tekin] [ETY] 2. Kurak yer. 3. {ağız} Düz yer; ova. [DS] 4. {ağız} Oturulan yer; yurt. [DS] 5. {ağız} Tarlaların su biriken çimenli ve batak olan yerleri. [DS] 6. {ağız} Sazlık yer. [DS] 7. {ağız} Azıcık kazınca su çıkan yer ve buradan çıkan su. [DS] S çöl çölistan, {OsT} H içb ir şey y etişm e y en y e r ; tam çöl.\\ çöl devesi, zool. T ek hörgüçlü d ev e .|| çöle dönmek, B akım sız ve a ğ a çsız b ir h â le g elm elc.|| çöl gibi, A ğaçsız, ıssız ve k ır a ç .|| çöl inci si, {ağız} Serap. [DS]|| çöl koşarı, zool. Yarı k u ra k b ö lg e le r d e y a şa y an y elv ey e benzer, uzun bacaklı, ayakların ın a ra sın d a p e r d e bulunan k erten k ele ve ç ö l b ö c e k le r i ile beslen en b ir kuş, (C ursoriııs cursur). ||çöller bölgesi, Ç ö l niteliği taşıyan b ö lg e le r .|| çöl tavuğu, zoo l. Yarı ç ö l b ö lg e le r d e y a şa y an uzun g ö v d eli kısa ve ça rp ık b a ca k lı b ir tür b a ğ ırt la k kuşu; kum bağırtlağı, (P torecles orientalis).\\ çöl tilkisi, zool. İri kulaklı, uzun tüylü kalın postlu, k irli bey az veya kum ren gin de b ir tür tilki, (F en n ecu s zerda).|| çöl vaşağı, zool. K ed ig illerd en ku la ren kli ve k ısa tüylü b ir v a şa k türü; İran v a şa ğı, (F elis ca ra ca l). çöl2, [çöl Jj^-] {OsT} is. Çör çöp.
çölçöplük, -ğü [çör+çöp-lük] {ağız} is. Döküntü. [DS] çöldebek, -ği [çör+tep-ek] {ağız} sf. Hastalıklı. [DS]
çöldür, [çöld-ür] {ağız} is. Ahlat kurusu. [DS] çöldürgen, [çöğ-dür-gen > çöl-dür-gen] {ağız} is. Kü çük bent. [DS] çöldürm ek, [çöğ-dür-mek] {ağız} g ç l .f . [-iir] Fışkır tarak işemek. [DS] çöleçöş, [? çöleçöş] {ağız} is. Pancar hoşafı. [DS] çöleke, [çöl-ek-e] {ağız} is. Siyah renkli, eti yenen bir çöl kuşu. [DS] çöleki, [çöğ-le-k-i ?] {ağız} is. Çeşme veya dam suyunu akıtmak için kullanılan küçük oluk. [DS] çölem en1, [çöle-men] {ağız} is. 1. Taş parçası. 2. Ekmek sacının altına konulan taş. [DS] çölemen2, [çöle-men] {ağız} is. Pazarlık. [DS] çölen, [çört-en] {ağız} is. Çeşme veya dam suyunu akıtmak için kullanılan küçük oluk. [DS] çölenmek, [çöle-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Kamını doyurmak. [DS] çölepe, [Far. çöl (eğri) + -pâ (ayak) > çolapa / çölepe] {ağız} sf. 1. Sersem; sünepe. 2. Dağınık; pej mürde. [DS] çölgü, [Bulg. çülka] {ağız} is. Çorap. [DS] çölig, [çöl-ig] {eT} is. Çöllü. [ETY] çölik, -ği [çöl-ik] {ağız} is. Çöl halkı. [DS] çölke, [Bulg. çûlka] {ağız} is. Çorap. [DS] çölle1, [çöl-le] {ağız} is. Subaşı. [DS] çölle2, [çöl-le] {ağız} sf. (İnsan için) işsiz güçsüz; başıboş; serseri. [DS] çöllem, [çöl-le-m] {ağız} is. Çeşme ve dam suyunu akıtmakta kullanılan küçük oluk. [DS] çöllem ek1, [cil-le-m ek> çöl-le-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(ii)-y or] Tarlayı ekmek. [DS] çöllemek2, [çöl-le-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(ü )-yor] Bitki örtüsü tahrip ederek ağaçlık yeri çöl hâline getirmek. [DS] çöllem ek', [çöl-le-mek] {ağız} g ç l . f [ - r ] [-l(ü )-yor] 1. (Hayvan için) ekili tarlada otlamak. 2. (Koyun için) çorak yerde otlamak. [DS] çöllemek4, [çöl-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ü )-yor] Bozmak; mahvetmek; berbat etmek. [DS] çöllemek5, [çöl-le-mek] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ü )-yor] Fakirleşmek; yoksullaşmak. [DS]
çölJ, [çöl] {ağız} is. Kaba etler; but; kalça. [DS]
çöllemek6, [çöl-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ü )-yor] Uykuda yatağını ıslatmak; işemek. [DS]
çölaçöş, [? çölaçöş] {ağız} is. Pancar turşusu. [DS]
çöllen, [çöğ-mek > çöğ-le-n] {ağız} is. Çağlayan. [DS]
ı ı m
ı t » i .
1043
ÇÖM
çöllenmek, [çöl-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] Şura ya buraya yatmak. [DS]
2. Su kenarına dikilen ağaç. 3. Çatıdaki ağaçların dışarıya taşan kısımları. 4. Tomruk; kütük. [DS]
çölleşme, [çöl-le-ş-me] is. 1. Çöl hâline gelmek işi. 2. coğ. Yağışlı bir bölgenin iklimin kuraklaşması sebebiyle gittikçe çöl hâline gelmesi. 3. Yarı kurak bir bölgenin bitki örtüsünün insan eliyle yok edil mesi sonucu toprağın fakirleşmesi,
çölyak, [Fr. koliaque (karın)] sf. Karın boşluğu ile ilgili. S çölyak atard am arı, anat. D iyafram ın a l tında, p a n k rea sın üst kıyısı hizasın da aorttan çıka n büyük atardam ar.
çölleşmek, [çöl-le-ş-mek] dönşl. f. [ -ir ] (Arazi için) çöl hâline gelmek, çölleştirme, [çöl-le-ş-tir-me] is. Çöl hâline getirmek işi. çölleştirmek, [çöl-le-ş-tir-mek] gçl. f . [-ir ] (Bir yeri, bir araziyi) çöl hâline getirmek. çöllü1, [çöl-lü] sf. Çölü olan; çöl bulunan. çöllü2, [çor-lu > çör- İÜ] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu. [DS] çöllük, -ğü [çöl-lük] is. Çöl olan yer; çöllerle kaplı alan. çölme, [çel-me > çöl-me] {ağız} is. Baş ağrıdığı za man alna bağlanan ince eşarp veya örtü gibi şeyler. [DS] çölmek, -ği [çön-ek (b a k raç) > çömlek > çölmek tillj»-] {e.47} {OsT} is. X. Çömlek, {ağız} (aynı) 2. Bir tür bakır kap. [DS] fi1 çölmeğe ur m ak, {eAT} Ç öm leğ e koy m ak; ten cerey e koym ak.|| çölmek kaynat mak, {OsT} F e s a t çık a rm a k ; bozgunculuk y a p m a k ; tahrik etm ek.|] çölmek urm ak, {eAT} Y em ek p iş ir m ek ü zere o c a ğ a ten cere koym ak. çölmekçil, [çöl-mek-çil] {ağız} is. Kaya başlarında yaşayan kırmızı ve kahverengi tüylü, serçe büyük lüğünde bir tür kuş. [DS] çölöçöş, [? çölöçöş] {ağız} is. 1. Pancar hoşafı. 2. Şal gam hoşafı. 3. Yoğurtlu şeker pancarı yemeği. [DS] çölpe, [Far. çül (eğri) + -pâ (ayak) > çolapa / çölepe / çölpe] {ağız} sf. 1. Miskin; uyuşuk; beceriksiz. 2. Saçma sapan konuşan. [DS] çölpek, -ği [çolp-ak > çölp-ek] {ağız} is. Su biriken yer; çukur. [DS] çölpeşik, -ği [Far. çül-pâ => çölepe > çölpe-ş-ik] {ağız} sf. 1. Beceriksiz; miskin; uyuşuk. 2. Dolaşık karışık. [DS] çölpük, -ğü [çöp-lük > çölpük] {ağız} is. Çöplük. [DS] çölt, [? çölt] {ağız} sf. Kaba; biçimsiz. [DS] çölte1, [çölte] {ağız} is. Balık dizilen çöp. [DS] çölte2, [Yun. tsekuri => çölte] {ağız} is. Küçük kaz ma. [DS] çöltek, -ği [çölt-ek] {ağız} is. Gömlek. [DS] çölten, [çört-en] {ağız} is. Çeşme ve damlardan su akıtmakta kullanılan küçük oluk. [DS] çölü, [cülü > çölü] {ağız} is. Küçük kuşlar. [DS] çölüg, [çöl-üg] {eT} sf. Yabancı. [Gabain] çölük, -ğü [çöl-ük] {ağız} is. 1. Odun kıymığı; yonga.
çölyan, [? çölyan] {ağız} is. Çoban yıldızı; Zühre. [DS] çöm 1, [çem / çim / çöm (yans.)] is. Köpek ve benzeri hayvanların havlamasını ve buna benzer sesler çı karmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çöm -kiir-m ek çöm 2, [çim / çim / çom / çöm / çum / çüm (yans.)] is. Suya girmeyi, yıkanmayı, suyu çalkalamayı ve bu sırada su sıçratmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çöm mek, çöm -çe, çö m -çe-k çöm J, [çom / çöm] {ağız} is. 1. Toplantı; birkaç kişi nin bir arada bulunması. 2. Demet. [DS] çöm 4, [eT. çl > çim > çöm] {ağız} is. Çimenli ve nemli toprak. [DS] çömbelmek, [çöm-el-mek > çömb-el-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Çömelmek. [DS] çöm cü 1, [çöm-çe > çömcü] {ağız} is. Bir tür maşrapa. [DS] çöm cü2, [çöm-çe] {ağız} is. Pekmezi beyazlatmak için kullanılan çomak. [DS] çöm çe1, [com-mak (çim m ek, dalm ak) ? > Oğuz. / Kıpç. çöm-çe
/ ^ y r ] {eAT} {ağız} is. 1. {eT}
Büyük ağaç kaşık; kepçe. [DLT] 2. Kaşık şekline getirilmiş yufka parçası. [DS] çöm çe balığı, {ağız} K u r b a ğ a yavrusu. [DS]]| çömçe gelin, {ağız} fo lk . Süpürgeden gelin y a p a r a k ç o cu k la r tarafın dan oynanan b ir oyun. [DS] çöm çe2, [çöm-çe] {ağız} is. Küçük çocuk. [DS] çömçek, -ği [Çağ. çöm-mek (çim m ek, dalm ak) > çöm-çek / çam (çam a ğ a cı) > çam-ça > çamçak / çöm-çek] {ağız} is. 1. Ağaçtan, özellikle de çamdan oyularak yapılmış yayvan su kabı; çapçak, çamçak. 2. Ot kökü. [DS] çömçelin, [çöm-çe+gelin => çömçelin] {ağız} is. - * çömçe gelin. [DS] çöm çöm 1, [çöm+çöm] {ağız} is. Bir çocuk oyunu. [DS] S çöm çöm etmek, {ağız} Ç öm elm ek. [DS] çöm çöm 2, [çöm+çöm] {ağız} is. Süpürge otu. [DS] çöm çöm ’, [çöm+çöm] {ağız} is. Çömçe balığı. [DS] S çöm çöm balığı, {ağız} -*■ çömçe balığı. [DS] çöm çü, [Çağ. çöm-mek (çim m ek, dalm ak) > çöm-çe / çam (çam a ğ a cı) > çam-ça / çömçü] {ağız} is. 1. Toprak su kabı. 2. Küçük çömlek; küpeç. 3. Kepçe. 4. Bakır su tası; maşrapa. 5. m ecaz. Küçük boylu kadın. [DS] çöm e1, [çöm > çöm-e] is. Köy evlerinin gezinti yeri. çöme2, [çöm-e] {ağız} is. Sabana bulaşan toprakları temizlemek için üvendirenin ucuna takılan sıyırgaç. [DS]
ÇÖM çömedan, [çöm-mek > çömüt-en] {ağız} sf. 1. (Kişi için) bacakları tutmayan; uyuşmuş olan. 2. Çolak. [DS] çöm ek1, -ği [çöm-mek > çöm-ek] {ağız} is. Çökerek oturulan yer; çömme yeri; kulübe. [DS] çömek2, [çöm-mek > çö-mek] {ağız} gçsz. f i } - r ] Çö melmek. [DS] çömek3, -ği [? çömek] {ağız} is. Üvendirenin ucunda ki sıyırgı. [DS] çömek4, [çöğ-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - e r ] Tay durmak. [DS] çömelek, -ği [çömel-mek > çöm-el-ek] {ağız} is. 1. Tavuk kolerası. 2. sf. Bu hastalığa tutulmuş olan. 3. Bacakları eğri olan. 4. Çok oturan; tembel. 5. Hafif ağrı; ince sızı. [DS] S çömelek olmak, {ağız} (H ayvan için) d izleri kırılm ak; a y a ğ a kalkam am ak. [DS] çömelemek, [çöm (yans.) > çöm-ele-mek] {ağız} gçl. f i [- r ] [-l(i)-y o r] El tezgâhında bez dokumak için ıslatılmış ipliği tokaçlayıp suyunu sıkmak. [DS] çömelen, [çöm-el-en] {ağız} is. 1. Tavuk kolerası. 2. Sacın önüne konulan üç ayak; sac önü. 3. Kılçıksız bir çeşit fasulye. 4. sf. Çömelme işini yapan. 5. (İn san için) ayakları kalçaya kadar tutmayan. [DS] S çömelen olmak, {ağız} A yaklan , k a lç a y a k a d a r tutmaz olm ak. [DS] çömelez, [çöm-el-ez j%>j>-] {eAT} sf. Kısık. çömeli, [Çiğil. çümeli > çumalı] {eT} is. Karınca. [EUTS] çömelik, -ği [çöm-el-mek > çöm-el-ilc] sf. Çömelmiş vaziyette. çömeliş, [çöm-el-iş] is. Çömelme eylemi veya biçi mi. çömelme, [çöm-el-me] is. Dizleri kırarak topuklar üzerine oturma eylemi, çömelmek, [çöm-el-mek] dönşl. f i [-ir ] Dizlerini bü kerek topuklar üzerine oturmak,
Ğ IIİM T Ü R S İM
• 1044
çöm erük, [çim-er-ük > çöm-er-ük] {eT} sf. 1. Gözü her zaman sulanan. 2. Gözü az gören, çömeşmek, [çöm-eş-mek] {ağız} işteş, fi. [-ir ] 1. Baş kaları ile bir araya gelip çökmek; birlikte çökmek. 2. dönşl. fi. Dizlerini dikip iki ayağı ve kıçını yere koyarak oturmak; çömelmek. [DS] çömez, [Lat. comes (yoldaş) ? / çöm-mek (çökm ek, çöm elm ek) > çöm-ez] sf. 1. {ağız} Çok oturan; tem bel. [DS] 2. {ağız} Kısa boylu; küçük. [DS] 3. is. Bir ustanın eğittiği ve onun yolundan giden kimse. 4. Çırak. 5. Eskiden medreselerde görecekleri öğre nim ücreti karşılığında hocanın işlerini gören öğ renci. çömezlik, -ği [çömez-lik] is. Çömez olma durumu ve çömezin yaptığı iş, eğitim, çömgen, [çöm (yans.) > çöm-gen] {eT} sf. Suya her zaman dalan. [DLT] çöm kürm ek, [çöm (yans.) > çöm-kür-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ü r ] 1. (Köpek için) havlayarak atılmak; çemkirmek. 2. Karşı gelmek. [DS] çöm lek1, -ği [eT. çön-ek (b a k raç) ? > çömlek [Râsânen]] is. 1. Topraktan hazırlanan özel bir çamur dan yapılan ve pişirilerek sertleştirilen kap; toprak tencere. 2. Aynı biçimde topraktan yapılmış her türlü kap kacak, ö çömlek çatlatan, {ağız} B ir tür gelin cik. [DS]|| çömlek hesabı, B ilgisiz kişilerin yap tığ ı ve doğruluğundan em in olunm ayan h esa p işi. || çömlek kebabı, mutfi. Ç öm lekte p işirilen et yem eğ i. ||çömlek peyniri, mutf. Ç ö m leğ e konulduk tan so n r a to p ra ğ a g ö m ü le rek sa k la n a n peynir. çömlek2, -ği [çöm-mek > çöm-(e)l-ek] {ağız} sf. Kısa boylu. [DS] çömlekçi, [çömlek-çi] is. 1. Çömlek veya bu tür kap kacak yapan veya satan kimse. 2. {ağız} zool. -*■ çömlekçi kuşu. [DS] çömlekçi kuşu, zool. Gü ney A m erik a 'd a y aşayan , çam u rdan iki g özlü bir fır ın a b en z er b içim d e yu va y a p an b ir ötücü kuş, (Furnarius rufius).
çömelti, [çöm-el-ti] is. 1. Bostan kulübesi. 2. {ağız} Tarlada bekçinin durak ve gözetleme yeri. [DS] 3. {ağız} Tarlada yığınların yanma yapılan küçük kü me. [DS]
çömlekçilik, -ği [çömlek-çi-lik] is. Çömlek yapma ve satma işi.
çömeltme, [çöm-el-t-me] is. Birinin çömelmesini sağlamak eylemi,
çömleklemek, [çömlek-le-mek] gçl. fi. [ -r ] [-l(i)-y o r] (Yiyecek için) çömleğe koyup kapatarak saklamak, çömlemek, [çöm-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(ü )-y or] Ürün dermek; toplamak. [DS]
çömeltmek, [çöm-el-t-mek] gçl. fi. [ -ir ] Birine çö melmek eylemini yaptırmak; çömelmesini sağla mak. çöm en 1, [çöm-en / çim-gen] {eT} {ağız} is. Çimen. [DS] çömen2, [çöm-en] {ağız} sf. Dizlerini bükerek ayak üzerine oturan. [DS] çöm en3, [çöm-en] {ağız} is. 1. Yığıntı; demet. 2. Ağaç dallarından yapılan kulübe. 3. Çakıl taşlarından yapılan yığın. 4. Bostan bekçileri için yapılan ku lübe. [DS]
çömlekleme, [çömlek-le-me] is. Çömleğe koyup sak lama eylemi.
çöm m ek1, [com-mak > çöm-mek] {eT} gçsz. fi. [-e r ] Suya dalmak; çimmek. [DLT] çömm ek2, [çöm-mek] {ağız} gçsz. fi. [- e r ] Dizlerini bükerek topuklar üzerine oturmak; çömelmek. [DS] çömm en, [çöm-men] is. Küçük kulaklı keçi; çomak; çomu. çöm rü, [? çömrü] {ağız} is. Yoksul çiftçi. [DS] çöm rü k 1, -ğü [Erme, çermug] {ağız} is. Kaplıca. [DS]
Ö Iü M IR İM
ÇÖ N
• 1045
çömrük2, -ğü [çöm-(ti)r-ük] {ağız} is. Çalılık; funda lık. [DS]
çömtürmek, [com-dur-mak > çöm-tür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Suyun daha derinliğine daldırmak. [DLT]
çömüç, [Far. çamça => çömçe / çömüç] {eT} is. Kaşık.
çömüdmek, [çöm-üt-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r] Çök mek; çömelmek. [DS]
çömttlden, [çöm-ül-t-en] {ağız} is. Toprak sacayağı. [DS]
çömürmek, [com-ur-mak > çöm-ür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Suya batırmak; suya daldırmak; çomurmak. [EUTS] [Gabaitı] [İKPÖy.]
çömüş', [çöm-üş] {eT} is. Suya girerek yüzme, yı kanma; deniz banyosu.
çömüş2, [çöm-üş] {ağız} is. Büyük ağaç kaşık; kepçe. [DS]
çömüşmek', [çöm-mek > çöm-üş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r] Birlikte suya dalmak; suya dalmakta yarış etmek.
çömüşmek2, [cur-uş-mak > çömüş-mek] {ağız} işteş. f . [-ü r] Buruşmak. [DS]
çömütmek, [çöm-mek > çöm-üt-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r] Dizlerini dikip iki ayağı ve kıçını yere koya rak oturmak. [DS]
çön, [ço / çön] {ağız} is. Kalça; but. [DS] 0 çön kuşu, {ağız} zool. Baykuş. [DS] çönbildik, -ği [çönb-il-dek] {ağız} is. zool. Serçe kadar bir küçük kuş. [DS]
çönçedönmez, [çömçe+dön-mez] {ağız} sf. Karmaka rışık. [DS]
çöndermek, [Az. çön-mek > çön-der-mek] gçl. f . [ir] Çevirmek; döndürmek,
çöndermeyh, [çönder-mek > çönder-meyh] {ağız} g ç l .f . [-ir ] Çevirmek. [DS]
çöndükmek, [çöm-üt-mek > çön(ü)d-ük-mek] {ağız} g ç l .f . [-ü r] Çömelmek. [DS]
çöndül, [çönd-ül] {ağız} sf. Kısa boylu; çömez. [DS] çöndürmek', [çöm-(ü)d-ür-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r] Çömelmek. [DS]
çöndürmek2, [çön-dür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r ] 1. Akıtmak. 2. Fırlatmak. [DS] çöne , [çön-e] {ağız} is. 1. Çoban yamağı. 2. Küçük çocuk. 3. sf. Ufak tefek; kısa boylu; narin yapılı. 4. Acemi; beceriksiz. [DS]
çöne2, [çön-e] {ağız} is. Güneş çarpmasından oluşan hastalık. [DS]
çöneke, [çön-mek (dönm ek) > çön-e-ke] {ağız} sf. 1. Yorgun. 2. (Bıçak veya kılıç için) keskinliğim yi tirmiş; körelmiş. 3. (Göz için) donuk; fersiz. [DS]
çönelmek, [çöm-el-mek > çön-el-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Çömelmek. [DS]
çöneltmek1, [çöğ-el-t-mek > çönelt-mek] {ağız} gçl. f . [ -ir ] Başım kaldırıp dik tutmak. [DS]
çöneltmek2, [çön-el-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ir] Yok etmek. [DS]
çönen, [? çönen] {ağız} is. El sepeti. [DS] çönenme, [gönen-me > çönen-me] {ağız} is. İyi ge çim; iyi yaşayış. [DS]
çönepe, [Far. çüla-pâ] {ağız} sf. Beceriksiz; uyuşuk; sünepe. [DS]
çöneşmek, [çön-eş-mek] dönşl. f . [-ir ] (El ve ayak için) uyuşmak,
çönetir, [çön-et-ir ?] {ağız} sf. Sakat. [DS] çönge1, [Az. çön-mek (dönm ek) > çönge
{eATj
{OsT} sf. 1. Gücünü yitirmiş. 2. Görevini yapamaz duruma gelmiş. 3. Zayıf. 4. Küntleşmiş. 5. (Alet için) keskinliğini kaybetmiş; körelmiş. [DK] 6. (Göz için) zayıf, bulanık gören; fersiz. [DK] 7. {ağız} Beceriksiz; uyuşuk. [DS] 8. {ağız} Kısa boylu; bodur. [DS]
çönge2, [çönge] {ağız} is. Yüzülmüş deride kalan et parçalarını sıyırmaya yarayan bıçak. [DS]
çönge3, [çönge] {ağız} is. Başak toplamakta ayağa bağlanarak kullanılan çalı demeti. [DS]
çöngek, [çön-ek] {eTj is. Çömçe; kutu. [DLT] çöngelik, [çönge-lik] is. Kesmezlik; künt olma du rumu.
çöngelemek, [çönge-le-mek
{OsT} g ç l . f [-
r ] [-l(i)-y o r] Zayıflatmak; gücünü kırmak; körletmek; çöngeltmek.
çöngelik, -ği [çönge-lik üJJ ıSoj^~] {OsT} is. Kesmez lik; küntlük; körlük,
çöngellemek, [çöngel-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [l(i)-y or] Takatsizleşmek; beli bükülmek; hâlsiz leşmek. [DS]
çöngelmek, [çönge-l-mek dUİSjj»-]
{eATj
{OsT}
dönşl. f . [ -ir ] 1. Gücünü yitirmek. 2. Görevini ya pamaz duruma gelmek. 3. Zayıflamak. 4. Küntleşmek. 5. (Diş için) kamaşmak. 6. (Göz için) Fersiz kalmak; bulanık görmek; zayıflamak. [DK] 7. (B ı çak için) körelmek; keskinliğini kaybetmek. [DK]
çöngeltmek, [çönge-l-t-mek dUJSüj;-] {OsT} g ç l . f [ür] Zayıflatmak; gücünü kırmak; körletmek.
çöngi, [çöng-e > çöng-i
{eAT} sf. Gücünü yi
tirmiş; görevini yapamaz duruma gelmiş; zayıf.
çöngül1, [çök-el ? > çöng-ül] {ağız} is. Küçük batak lık veya çamurlu küçük göl. [DS]
çöngül2, [çön-mek > çön-gü-1 {OsT} sf. Zayıf; kuvvetsiz. S çöngül olmak, {eAT} Z ayıflam ak; gü cü tükenmek.
çöngül3, [çöng-ül] {ağız} is. 1. Kısa boylu ağaç. 2. Ağaç kökü. [DS]
çönmek1, [çön-mek / çöm-mek] {ağızf dönşl. f . [- e r ] 1. (Kuyu, dere, deniz ve uçurum gibi yerler için)
0IÜMIÜMESÖM.:
ÇÖN
dibine inmek. 2. Çömelmek. 3. (Tavşan için) iki ayakları üzerine oturmak. [DS] çön n ıek , [Az. çön-melc] {ağız} dönşl. f . [- e r ] 1. Dön mek; arkaya dönmek. 2. gçl. f Çevirmek. [DS] çönmek3, [çok-mak / çöğ-mek > çön-mek] {ağız} gçl. f . [ - e r ] Başına çullanmak. [DS] çönmek4, [çöğ-mek] {ağız} g ç s z .f. [- e r ] işemek. [DS] çönıtıek3, [çön-mek] {ağız} gçsz. f . [- e r ] Birisine sı ğınmak. [DS] çönt, [çönt / çont] {ağız} sf. 1. İnmeli; felçli. 2. Kaba saba; görgüsüz; iş bilmez. [DS] çönte, [çönt-e] sf. Cüce, bücür. çönttt1, [çönt-ü] {ağız} sf. Beceriksiz. [DS] çöntü2, [çönt-ü] {ağız} sf. Kısa boylu; bodur. [DS] çöntük1, -ğü [çönt-ük] {ağız} sf. 1. Dağınık; çapaçul. 2. Kalender. [DS] çöntük2, -ğü [çönt-ük] {ağız} is. Dalı kırılmış ağaç. [DS] çöntük3, -ğü [çönt-ük] {ağız} is. Kısa boylu; bo dur. [DS] çöntür, [çönt-ür] {ağız} sf. Cüce; kısa boylu. [DS] çönür, [çöğür > çönür] {ağız} is. 1. Ahlat ağacının dikeni. 2. Çalılık; fundalık. [DS] ç ö ö r1, [çöğür > çöör] {ağızj is. 1. Buğday veya mısır anızı. 2. Çalı kesildikten sonra yerde kalan kökü. 3. Ahlat fidanı. [DS] çöör2, [çöğür] {ağız} is. müz. Çöğür. [DS] çöp 1, [çöp] {eT} is. Şekil; biçim. [EUTS] çöp2, [eT. çöb (şarap tortusu) > çöp
is. 1. Sa
man inceliğinde dal, sap veya tahta parçası. {eT} (aynı) [Gabain] 2. Süprüntü, artık, atılacak şey. 3. Üzüm gibi bazı meyveleri dala bağlayan ince sap. 4. {eT} Şarap tortusu; her şeyin çöküntüsü; çökelti. [DLT] 5. {eT} Tutmaç parçası. [DLT], 6. {eAT} İnce liği ve zayıflığı ile göze batan kol, bilek ve boyun. 7. {eAT} (Olumsuz cümlede) çok küçük şey; önem siz ve değersiz şey; kırıntı. 8. {ağız} Kalın keten lifinden yapılan ip. [DS] S1 çöp arabası, Süprüntü lerin ve çö p lerin taşındığı a r a b a .|| çöp atlam az, 1. H iç b ir şey i gözü nden kaçırm ayan titiz (kim se). 2. A yrın tılarla uğraşm ayı a lışk an lık edinm iş kinişe. 3. Ç o k m eraklı. || çöp ayırm a, Üzüm tan elerin i sa l kım dan ay ırm a işlem i.|| çöp bacası, Altta çö p d e p o sundan b a şla y ıp apartm an boyu n ca düşey o la r a k a ç ıla n ve h e r katta çö p b o şa ltm a k için b ir k a p a k bulunan boşlu k.|| çöp çekmek, K u ra ç ek m ek .|| çöp çep kişiler, D eğ ersiz kişiler. [DLT][| çöp çıkaran, E skid en ev ve dü kkân larda biriken çö p le ri to p la y a n la r a verilen ad.\\ çöp çorabı, {ağız} Taranan yün döküntüsünden y ap ılan çorap. [DS]|| çöp çör, {eAT} Çerçöp.\\ çöpe dönmek, Zayıflıktan dolayı ç o k incelmek.\\ çöpe saym am ak, {eAT} D eğ er ver m em ek ; ç ö p k a d a r d eğ erli bulmamak.\\ çöp gibi, Ç o k z a y ıf ve ince. || çöpe saym am ak, Ç öp k a d a r
d e ğ e r verm em ek.|| çöp kapan, 1. K ızgın k o r ; ateş. 2. {OsT} K e h r ib a r ; eb on it.|| çöp kebabı, mutf. P at lıcan ve k u şb aşı eti a ğ a ç çu b u k lara takm ak suretiy le y a p ıla n b ir tür k eb a p . || çöp kovası, Süprüntü ve atıkların toplan dığ ı derin m etal kap. || çöp kutusu, Süprüntü ve atıkların için de toplan dığı p la s tik kap.\\ çöp öğütme makinesi, İç in e atılan çö p le ri p a r ç a la y ıp ö ğ ü terek su ile karıştırdıktan so n ra p is su boru su n a veya çö p b a ca sın a b oşaltan m akin e.|| çöp sepeti, G en ellikle kâğ ıt türü atıkların toplan dığı b ir tür se p et.|| çöp suyu, {ağız} P ekm ez y a p ıla c a k üzümün ilk şıra sı alındıktan son ra, p o s a üzeri n e bira z su e k le y e r e k tek ra r sık m a k su retiyle ç ık a rılan ve pekm ez, reçel, tarh an a yapım ın da kullanı lan ikincil ürün. [DS]|| çöp şiş, mutf. K ürdan dan d a h a büyük ve uzun çu bu k lara takılan küçiik et p a rça la rın ın ızg a ra d a p işirilm esi usulüyle yap ılan b ir k e b a p çeşidi. || çöpten çelebi, {ağız} Ç o k z a y ıf güçsüz ve narin kişi.\\ çöpten direk, 1. Çürük iş. 2. {ağız} in ce, z a y ıf çelim siz kim se.|| çöp torbası, E v s e l atıkların ç ev rey e kokusunun vey a suyunun y a y ılm am ası için çö p kovaların ın için e yerleştirilen p lâ s tik to rb a .|| çöp tutuşm ak, {OsT} B irbirin e küs tüklerini b e lg e le m e k için iki ucundan tuttukları bir çöpü kırm ak. || çöpü çekmek, {ağız} A ğır a ğ ır oy nam ak. [DS] çöpçatan, [çöp+çat-an] is. 1. Türk folklorunda, ki min kiminle evleneceğine karar verdiği sanılan bir tür cadı. 2. m ecaz. Evlenmelerde iki taraf arasında aracılık yaparak anlaşmayı sağlayan kişi, fi1 Çöp çatan böyle çatm ış. B ir ev lilik için "bu şe k ild e m u kad d er olduğu "na d a ir söylen en söz. çöpçatanlık- ğı [çöp+çat-an-lık] is. Çöpçatanın yap tığı iş; aracılık, çöpçü, [çöp-çti] is. Evlerden çöp toplayan, sokakları süpüren, biriktirilmiş çöpleri araçlara yükleyen ki şi. çöpçülük, -ğü [çöp-çü-lük] is. Çöpleri toplama, kal dırma ve sokakları temizleme işi. çöpel1, [çöp-el] sf. 1. (Tahıl vb. için) içinde çöp ve yabancı madde bulunan; çöplü. 2. Çalı çırpı; çer çöp. 3. Otlu, çayırlı, dikenli tarla. çöpel2, [çöp-el] {ağız} is. Küçük şey; parça. [DS] çöpelli, [çöpel-li] {ağız} sf. 1. (Kadın için) pis; pasak lı. 2. İçinde çer çöp bulunan. [DS] çöper, [çöp-er] {ağız} is. Yaprağı ortadan ikiye ayıran büyük damar. [DS] çöpeze, [çöp-ez-e] {ağız} is. Akan su üzerinde bulu nan çör çöp. [DS] çöpik, [çöp-ik / şöp-ik / çöb-ik] {eT} is. 1. Meyve yenildikten sonra atılan kısım. [DLT] 2. Çöp; süp rüntü. çöpkapan, [çöp+kap-an] is. Kehribar, çöplek, -ği [çört-le-k > çöp-le-k] {ağız} is. Dam ve çeşme suyunu akıtmakta kullanılan küçük oluk. [DS]
mmm . 1047 çöpleme1, [çöp-le-me] is. 1. Çöplü hâle getirmek işi. 2. bot. Pek çok türü bulunan, genellikle yaprakları koyu yeşil ve çok parçalı, ilkbahar başlangıcında yeşilimsi beyaz çiçek açan, kök sapında iç sürdürücü ve solucan düşürücü zehirli madde bulunan ak çöpleme, karaca ot gibi çok yıllık otsu bitkiler, (H elleboru s orientalis, H. vezicarus, Veretrum a l büm). 3. {ağız} Bir yıllık meyve fidanı. [DS] 4. {ağız} Çöpe takılarak pişirilen bir tür kebap. [DS] 5. {ağız} Bir tür kumar. [DS] 6. {ağız} (İçinde çöp bu lunan taneli yiyecekler için) çöplerini temizleme; ayıklama. [DS] çöpleme2, [çift-le-me > çöp-le-me] {ağız} is. Çiftleş me. [DS] çöplemecik, -ği [çöp-le-me-cik] is. bot. Batı Asya ve yurdumuzda yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen çöpleme türü bir ot; kara çöplemesi, (H elleboru s oriarıtalis). çöplemek1, [çöp-le-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(ü )-y or] Çöplerini ayıklamak. [DS] çöplemek2, [çöp-le-mek] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ü)~ y o r ] Otlamak. [DS] çöplemek3, [çöp-le-mek] {ağız} g ç l . f [- r ] [-l(ii)-y or] Sütü az hayvanları sağmak. [DS] çöplen1, [çöp-le-n] {ağız} is. Mısır koçanlarını kışın saklamak için daire şeklinde yapılan kulübe. [DS]
ÇÖR çöpre, [Yun. tsipura] {ağız} is. Üzüm posası; cibre. [DS] çöprem ek, [çöp-re-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-r(i)y o r ] Bez yırtılınca iplikleri fitil fitil ayrılmak. [DS] çöpsüz, [çöp-süz] sf. Çöpü olmayan; içinde çöp bulunmayan; temiz; ayıklanmış. S çöpsüz üzüm, 1. H içb ir kusuru bulunm ayan iş. 2. B irlik te y a ş a y a c a k y akın ı bulunm ayan eş. çöpü, [çöp-ü] {ağız} is. 1. Yünden yapılmış çocuk çorabı. 2. Yün temizlendikten sonra geriye kalan kısım; yün döküntüsü.[DS] çöpük, -ğü [eT. çöb-ik > çöp-ük] {ağız} is. Yünün kirli Ve çöplü yerleri; işe yaramaz yün. [DS] çöpül, [çöp-ül] is. 1. Çöplü yer. 2. Çöp olabilen otların çokça bulunduğu yer. 3. {ağız} Kırdaki sulak yer. [DS] çöpüllenmek, [çöpül-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [ -ir ] 1. Kirlenmek. 2. (İplik için) karışmak; dolaşmak. [DS] çöpün, [çöp-ün] {ağız} is. Yünün çöplü ve kirli yerle ri. [DS] çö p ü r1, [çöp-ür ji 5=-] is. 1. {eT} {OsT} {ağız} Keçi kılı; tiftik keçisinin kılı. [DS] 2. {ağız} Kara keçi. [DS] 3. {ağız} Keçi kılından yapılma çuval. [DS] fi1 çöpür alaca, {OsT} (R en k için) b en ek b en ek; a la ca .
çöplen2, [çöp-le-n] {ağız} is. fo lk . Bir tür çocuk oyu nu. [DS]
çöpür2, [çöp-ür] {ağız} is. 1. Yünün kirli ve çöplü yerleri. 2. Taranmış yün artıkları. 3. Karışık, dola şık iş. 4. sf. Melez; karışık. [DS]
çöplenme, [çöp-le-n-me] is. 1. Çöplü hâle gelmek işi. 2. Az yeme. 3. Yarar veya çıkar sağlama işi.
çöpürJ, [çopur > çöpür] {ağız} sf. Çopur. [DS]
çöplenmek, [çöp-le-n-mek] dönşl. f . [ -ir ] 1. Çöplü hâle gelmek; çöp karışmak. 2. Her yiyecekten az az yemek. 3. Doğrudan kendisinin olmayan fakat ko rumak ve kollamakla görevli olduğu bir işten ken dine yarar veya çıkar sağlamak, {ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} (Hayvan yavrusu için) yeni yeni otlamağa başlamak. [DS] 5. {ağız} Olur olmaz şeylerle kamını doyurmak. [DS] 6. {ağız} Birinin sırtından geçin mek. [DS] 7. {ağız} Az şeyle yetinmek. [DS] çöpleşık, -ği [çöp-le-ş-ik] {ağız} sf. Karışık. [DS] çöplöv, [çöp-le-ği > çöplöv] {ağız} Ayçiçeği. [DS] çöplü, [çöp-lü] sf. 1. Çöpü olan; saplı 2. İçinde çöp bulunan; çöp karışmış olan. 3. {ağız} Bir tür kilim. [DS] çöplük, -ğü [çöp-lük] is. 1. Çöplerin, süprüntülerin atıldığı, döküldüğü veya biriktirildiği yer. 2. m ecaz. Kirli ve pis yer. 3. {ağız} Evin yanındaki tarla. [DS] S çöplük horozu, 1. Zevksiz b ir eğ len c e düşkünü kim se. 2. G ü zel çirkin ayırt etm eksizin h e r türlü k ad ın la ilişkiye giren, kadın düşkünü er k e k .|| çöp lük kabağı, {ağız} S akız kab ağ ı. [DS] çöplükçü, [çöp-lük-çü] is. Çöplüklerdeki değerlendi rilebilir maddeleri toplayıp satan kişi, çöplükçülük, -ğü [çöp-lük-çü-lük] is. Çöplükçünün yaptığı iş.
çöpürdük, [çöp-ür-dük] {ağız} sf. Pis; kirli. [DS] çöpürlenm ek1, [çöpür-le-n-mek] dönşl. f . [-ir ] Dal sürmek; filizlenmek. çöpürlenm ek2, [çöpür-le-n-mek] {eT} dönşl. f . [ -iiı] (Keçi için) kıllanmak. çöpürlenm ek3, [çöpür-len-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir ] 1. Kirlenmek. 2. (İplik vb. için) dolaşmak; karış mak. 3. m ecaz. İşin sonu iyi gelmemek. [DS] çöpürlü1, [çöp-ür-lü] {ağız} sf. 1. (İş için) karışık; dolaşık. 2. (Kuru fasulye vb. için) topraklı; çöplü. [DS] çöpürlü2, [çöpür-lü] {ağız} sf. Dayanacak kimsesi bu lunan. [DS] çöpürük, -ğü [çöp-ür-ük] {ağız} is. 1. Hastalık. 2. Suç; kabahat. [DS] ç ö r 1, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans.)\ is. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] ç ö r ç ö r çör2, [çör] is. 1. Çalı çırpı. 2. {ağız} Mısır sapı. [DS] çör3, [çor / çör] {ağız} is. 1. Hastalık. 2. Bir çeşit hayvan hastalığı. 3. Küçük yara; bere. [DS] çör4, [çör] {ağız} is. Şeytan. [DS] çö r5, [çöğ-ür > çör] {ağız} is. Yabani ahlat dikeni. [DS] çö r6, [ço r> çör] {ağız} sf. Tuzlu. [DS]
İM M t M
ÇÖR çörcügez, [çör-cük-ez (çöp ceğ iz)> çör-cü g ez
|
{OsT} is. Çöp kırıntısı, çörcük, -ğü [çör-cük] {ağız} is. 1. Kızıl. 2. Kızamık.
[DS]
çörçil, [İng. Sir Winston Churchill (İng. dev let a d a m ı)] is. 1. (ikin ci D ünya sa v a şın d a T ü rkiye’y e h e diy e ettiği a s k e r ay ak ka bıların d an dolayı) bir tür asker ayakkabısı. 2. Bir İngiliz kamyon modeli, çörçöp, [eA T çöp+çör > çör+çöp] is. 1. Çöp; pislik. 2. İşe yaramaz, döküntü şeyler. S çörçöp subaşısı, tar. E skiden tem izlik işçilerinin am irlerin e verilen ad. ç ö rç ö r1, [çör (yans.) + çör] {ağız} is. A z fakat sürekli akan su. [DS] çörçö r2, [çör+çör] {ağız} is. fo lk . Bir tür çocuk oyu nu. [DS] çö rçö r3, [çur+çur > çör+çör] {ağız} is. Bir tür balık; çırçır. (C ren ilab n ıs). [DS] çörçünlem ek, [çörç-ün-le-mek ?] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Yaşlanmak; ihtiyarlamak. [DS] çörçürüm , [çörç-ür-üm] {ağız} is. Çağlayan. [DS] çörd ek 1, -ği [üçür-mek (üçlem ek) l uçur-mak > üçürd-ek > çördek] is. 1. Bir şeyi yukarı çekmekte kul lanılan halat. 2. dnz. Yan yelken kandilası. 3. Yel kenleri yukarı basan makaralara dolanan ip. 4. {ağız} Dalyanlarda kullanılan bağlama aygıtı. [DS] çördek2, -ği [çört-ek] {ağız} is. Dam oluğu. [DS] çördek3, -ği [çöğür > çör-de-k] {ağız} is. 1. Bir çeşit ot. 2. Diken. [DS] çördüğü, [çör+düğ-ü] {ağız} is. Yabani armut; ahlat. [DS] çör d ük ', -ğü [çör-(ü)t-ük / çöğür-t-ük ? > çördük] is. bot. 1. Ballıbabagillerden yarım metre kadar boylanabilen koyu mor, mavimsi çiçekli, tüylü dik dal lı, şerit yapraklı, halk hekimliğinde uyarıcı, öksü rük söktürücü, idrar artırıcı, yaprakları ise nane gibi çorbalara koku ve tat vermek için kullanılan ıtırlı bir bitki; zulfa otu, (H issophus offıcin alis). 2. May danozgillerden, 20-50 cm. yükseklikte, yaprakları ve çiçekli dalları turşulara koku ve lezzet vermek için kullanılan, sarı çiçekli, çok yıllık bir otsu bitki, (E ch in op h o ra tenııifolia, E. orien talis). 3. Mayda nozgillerden, 100 cm. kadar boylanabilen, gövdesi ve yaprakları sık tüylü, beyazımsı çiçekli, kalın köklü, yapraklan sebze olarak kullanılan çok yıllık otsu bitki, (Z osim a abssin th ifo lia ). 4. {ağız} Yabani kereviz, (Smyrnium connatum , S. olusatrum ). [DS] çördük2, -ğü [çöğür-t-ük / çör+düğ-ü] {ağız} is. 1. Yabani armut; ahlat. 2. Muşmula. [DS]
• 1048
yapılmış ve fırında pişirilmiş yiyecek. {eT} (aynı) [DLT] 2. {eAT} {OsT} Değirmi ekmek. 3. Halat ucundaki ilmek. 4. İpten yapılmış can yeleği. 5. Te kerlek biçimindeki her şey. 6. {ağız} Harmanda bü tün saplar dövüldükten sonra daire şeklindeki sa man ve tane karışımı yığın. [DS] ö çöreğinde çiği olm am ak, {OsT} İşin d e h ilesi bu lunm am ak.||çörek otu, bot. D üğün çiçeğ ig illerd en yurdum uzda y eti şen, g ü zel koku lu siy a h ve küçü k tohum ları ç ö r e k ve b ö r e k le r e ekilen, m avi çiçek li b ir y ıllık otsu bit ki, (N igella dam ascen a). çörekçi, [çörek-çi] is. Çörek yapan ve satan kişi, çörekçilik, -ği [çörek-çi-lik] is. Çörek yapma ve sat ma işi. çöreklemek, [çörek-le-mek] g el. f . [-r ] Çörek yap mak. [DLT] çöreklenme, [çörek-le-n-me] is. Çörek hâline gel mek işi. çöreklenmek, [çörek-le-n-mek] dönşl. f . [ -ir ] 1. (Yılan için) halka şeklinde kıvrılarak toplanıp yat mak. 2. Bir yere oturup gitmemek; yerleşmek; pos tu sermek. 3. (Duygu için) içine yerleşmek; zihnini sürekli meşgul etmek; kök salmak, çöreklik, -ği [çörek-lik] sf. 1. Çörek yapmak için ha zırlanmış veya ayrılmış hamur vb. şeyler. 2. {ağız} Yüklükle tavan arasında kalan boşluk. [DS] çörem en, [çöre-men] {ağız} is. 1. Cüce. 2. Sacayağı. [DS] çörem ez, [çöre-mez] {ağız} is. Süte limon tuzu kata rak yapılan kaymak. [DS] çöreotu, [çöre(k)+ot-u > çöreotu] is. Çörek otunun nazar için tütsü olarak kullanılan siyah tohumları, çöreyh, [çör-ek > çöreyh] {ağız} is. Çörek. [DS] çörez1, [çöre-z] {ağız} is. Güney batıdan esen yel. [DS] çörez2, [çöre-z] {ağız} sf. 1. Zayıf; sıska; çelimsiz. 2. is. Büyümemiş hindi. 3. Bir yaşında erkek koyun. [DS] çörge, [çör-ge] {ağız} is. Çam oluğun ağzı. [DS] çörgü, [çör-gü / çür-kü] {eT} is. Çiş. çörgül, [çör-gül] {ağız} sf. İnce; zarif. [DS] çörke, [çör-ke] {eT} is. Bir ördek türü. [Nevâyî]. çörkü, [? çörkü] is. Çocuklara matematik işlemlerini basit olarak öğretmek amacıyla hazırlanmış onarlı on adet boncuk dizisinden meydana gelmiş araç; abaküs; hesap makinesi, çörlen, [çör-le-n] {ağız} is. 1. Çeşme. 2. Küçük oluk tan akan kaynak suyu. [DS] çörleng, [çör-le-n tiU jjr] (çörlen ) {ağız} is. 1. Çeşme.
çöreh, [çör-ek > çöreh] {ağız} is. -*■ çörek. [DS]
2. {OsT} Küçük su oluğu; çörten. [DS] çörlövük, -ğü [çör-le-mik ? > çörlövük] {ağız} is. Fındık. [DS] çörm e, [çör-me] {ağız} is. Bataklık; sazlık. [DS]
çörek, -ği [eT. çör-ek i) jy -] is. 1. Yumurtalı ve yağlı
çörm ü k 1, -ğü [Erme, çermug => çörmük
çöre, [çör (yans.) > çör-e] {ağız} is. Çeşme. [DS] çöre, [? çöre] {ağız} is. Nesil; kuşak; döl döş. [DS]
hamurdan şekerli veya tuzlu olarak türlü şekillerde
{OsT) {ağız} is. Kaplıca; çermik. [DS]
:
.
■ .1049
çörm ük2, -ğii [çör-mük] {ağız/ is. Salya. [DS] ç ö rt1, [çırt / çört / çurt (yans.)\ is. Sıvıların atılışını, dökülüşünü ve akışını anlatan kök. [Zülfıkar] çörtle, çört-le-k, çört-en , çört-m erı çö rt2, [çör-t] {ağız/ sf. 1. Kaba saba (kimse). 2. (Kişi için) topal veya çolak. 3. Savruk; sakıntısız. [DS] çört3, [çört] {ağız} is. Dikenlik. [DS] çört4, [çört] {ağız} is. Meşe ağacına benzeyen bir çe şit ağaç. [DS] çö rte 1, [çört-e] (ağız} is. Dam oluğu. [DS] çörte2, [çört-e] {ağız} is. Fındık toplanan sepet. [DS] çörtek 1, -ği [çört-ek] {ağız} is. Dam oluğu. [DS] çörtek2, -ği [çört-ek] {ağız} is. İki taraflı küçük capa. [DS] çörtele, [çört-e-le] {ağız} is. Dam oluğu. [DS]
ÇÖ T
çörtük2, -ğü [çöğür > çör-t-ük] {ağız} is. 1. Ahlat. 2. Kesilen ağaç gövdesinin toprakta kalan kısmı. 3. Çalı süpürgesi. çörtük3, [çöğür > çöğür-t-ük ? > çört-ük] {ağız} is. 1. Tarhana yaparken içine konulan, ayrıca çiçek ve yaprakları haşlanarak mide ülserine karşı kullanı lan, maydanozgillerden, çalı görünümünde ıtırlı iki tür bitki; tarhana otu, (E ch in op h ora an atolica. E. orien talis). 2. Bir tür havuç. 3. Pancargillerden kö kü yenen bir bitki. [DS] çörtün, [çört-ün] {ağız} is. Oluk. [DS] çörtü r, [çört-ür] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörü, [çör-ü] {ağız} sf. Hastalıklı; dertli; illetli. [DS] çörüf, [? çörüf] {ağız} is. Çekmek ve taşımak için tomruklara, çakılarak kullanılan halkalı kama. [DS]
çörüntü, [çör-ün-tü] is. İçinde küçük tane ve yabancı çörten 1, [Erme, çrordan/ çordan [EREN] / çört (yans.) > çört-en] is. 1. Ağaç veya saçtan yapılmış dam ot taneleri ile taş toprak bulunan buğday ve arpa gibi tahıl elentisi; kalburun altına geçen tane ve çer oluğu, {ağız} (aym) [DS] 2. mim. Yağmur sularının çöp. akması için yapılmış genellikle insan ve hayvan çö rü ş1, [çör-üş] {ağız} is. 1. Hayvanlara yük sararken motifleri ile süslü oluk. 3. Bu oluğun süsleri. 4. Bir kullanılan ucu çatallı sopa; çıvgar. 2. Direk; destek. olukta veya boruda suların akmasını sağlayan 3. Kapı mandalı olarak kullanılan ağaç. [DS] oyuk. 5. {ağız} Kuyu veya çeşme suyunun çıktığı çörüş2, [Erme, ç ’oroc’k] {ağız} is. Çift sürmek için küçük havuz; yalak. [DS] öküze katılan yedek öküz. [DS] çörten2, [çört-en] {ağız} is. Küçük çocuk. [DS] çörterm ek, [çört-er-mek] {ağız} gçsz. fi. [ -ir ] Büzülüp oturmak; çömelmek. [DS] çörtle, [çört-le] {ağız} is. 1. Su kaynağı; göze; pınar. 2. Ağaç su oluğu. [DS] çörtleğen, [çört-le-gen] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörtlek, -ği [çört-le-k] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörtlen, [çört-le-n] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörtlet, [çört-le-t] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörtieük, -ğü [çört-le-mik ? > çörtleük] {ağız} is. Fındık. [DS] çörtlük1, -ğü [çör-t-lük] {ağız} is. Zarar; kaza. [DS] çörtlük2, -ğü [çört (yans.) çört-lük] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörtlük3, -ğü [çört-lük] {ağız} is. Güzel kokulu bir ot; çördük, (E ch in op h o ra ten uifolia). [DS] çörtm e, [çört-me] {ağız} is. Kalça. [DS] çörtm ek 1, [çört-mek] {ağız} gçsz. f i [ - e r ] (Su için) kesik kesik akmak. [DS] çörtm ek2, [çört-mek] {ağız} is. Bağ kütüğü. [DS] çörtm en, [çört-men] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çörtm ük, -ğü [çört-mük] {ağız} zf. Parça parça. [DS] çö rtü 1, [çört-ü] is. Değirmende zahire teknesinin oluğu. çörtü 2, [Erme, ç ’ort’t’u] {ağız} is. Lahana turşusu. [DS] ç ö rtü k , -ğü [çört-ük] {ağız} sf. 1. Beceriksiz. 2. Kısa boylu; cüce. [DS]
çörüş3, [çör-üş] {ağız} sf. Hastalıklı; illetli; dertli. [DS] çörüş4, [cur-uş > çör-üş] {ağız} is. Kurumaya yüz tutmuş, pörsümüş yaş meyve. [DS] çörüşlem ek1, [çör-üş-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [l(ü )-yor] (Tavuk için) yazın tüy değiştirmek. [DS] çörüşlemek2, [çörüş-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(ü )y o r ] 1. Duvara direkle destek yapmak. 2. Mandal lamak. [DS] çörüşm ek2, [cur-uş-mak > çör-üş-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ü r] 1. Soğuktan büzülmek. 2. (Meyve, kâğıt vb.) buruşmak. 3. Yorgunluktan, hâlsizlikten oldu ğu yerde yayılıp kalmak. [DS] çörüşmek2, [çör-üş-mek] {ağız} dönşl. f i [-ü r] Surat asmak. [DS] çörüştürm ek, [çörüş-tür-mek] {ağız} gçl. fi. [-ü r ] Gelişmesine engel olmak; gelişimini geri bırak mak; zayıf bırakmak. [DS] çöş1, [çöş] {ağız} ünl. Yük hayvanlarını durdurma ünlemi. [DS] çöş2, [çöş] {ağızI is. Hırsız. [DS] çöşdüre, [Far. küştere] {ağız} is. Marangoz rendesi. [DS] çöşger, [Far. kafşger => çöşger] {ağız} is. 1. Yemeni ci. 2. Köy bekçisi. [DS] çöşnek, -ği [çöş-(ü)n-ek ?] {ağız} is. Kaz ve ördeğin kamı altındaki çıkıntı. [DS] çöşşek, -ği [köşek > çöşşek] {ağız} is. 1. Deve yavru su. 2. Olgunlaşmış, iki kanatlı pamuk kozası.[DS] çöt1, [çot > çöt] sf. 1. (Kişi için) eli ayağı tutmayan.
ÇÖT
ÖIÜMIÜTOM •
1050
2. Çolak, topal. 3. Elinden iş gelmez; beceriksiz; tembel.
çötlen, [çört-en > çöt-le-n] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS]
çöt2, [çöt] {ağız} is. Çalılık. [DS] çöt3, [çöt] {ağızt is. Dam oluğu; çörten. [DS] çötanak, -ğı [çot-anak] {ağız} is. Bir dalda, bir arada bulunan üç beş fındık; çotanak. [DS] çöte1, [çöt-e] {ağız} is. 1. Çeşitli amaçlarla kullanılan ucu eğri değnek. 2. Baston. 3. Çoban çantası taşı makta kullanılan çatal ağaç. 4. Bahçıvan çapası. 5. Fasulye sırığı. 6. Harmanda tahıl elenirken kalbur altına konulan çatal ağaç. 7. Üvendirenin ucuna takılan sıyırgı. [DS] çöte2, [çöt-e] {ağız} is. 1. Fındık toplanan sepet. 2. Koçanlı mısır koymaya yarayan çubuktan örme silindirik silo. [DS] çöte3, [çöt-e] {ağız} is. Kökü aşağı, başakları yukarı getirilerek konulmuş ekin bağlamları topluluğu. [DS] çöte4, [? çöte] {ağız} is. Eğri çıkan diş. [DS] çötek, -ği [çöt-ek] {ağız} is. Asma kütüğü. [DS] çötel, [? çötel] {ağız} is. Taze ekin başağı ütmesi. [DS] çötele, [çöt-mek > çöt-e-le] {ağız} is. Bir tehlikenin veya herhangi bir yerin sınırını belirtmek için di kilmiş sıra hâlindeki çubuklar. [DS] S çötele at m ak, {ağız} M al bölüşüm ü için k u ra ç ek m ek ; çö p çekm ek. [DS] çötelek1, -ği [çöt-e-le-k] {ağız} is. Toprak altından kazılarak çıkarılan ağaç kökleri. [DS] çötelek2, -ği [çöte-le-k] {ağız} is. Tavuğun but kemi ği. [DS] çötelem ek1, [çöt-ele-mek] gçsz. fi. [ - r ] {-l(i)-y o rJ 1. (Suçlu için) telaşlanmak. 2. Can sıkıntısından sinir li sinirli gezelemek. çötelemek2, [çöte-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r ] [-l(i)-y o r] Çapa ile kazmak, kabartmak; çapalamak. [DS] çötelemek3, [çöt-e-le-mek] {ağız} g ç l.f. [ -r ] [-l(i)y o r] (Okuyup yazması olmayan kişi için) bir şeyin sayı sını belirtmek için bir yere işaret koymak; çetele tutmak. [DS] çöten 1, [çöt-en] {ağız} is. 1. Balık yakalamak için dal lardan yapılmış sepet. 2. Mısır koçanlarını sakla mak için dallardan yapılmış yer. 3. Civciv kümesi. 4 . Ağıl. [DS] t? çöten tagar, {ağız} İçin e ş ır a k o nulan, gömülü, ağzı g en iş küp. [DS] çöten2, [çöt-en] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS] çötene, [çöt-en-e] {ağız} is. Çam tohumu. [DS] çötenek, [çot-anak > çöt-enek] {ağız} is. Bir dalda, bir arada çatal olarak bulunan üç beş fındık. [DS] çötere, [Yun. tsotra] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış şu bardağı; çömçe. [DS] çötle, [çöt-le(ği)] (çö tle:) {ağız} is. Dam oluğu; çör ten. [DS] çötlek, -ği [çöt-le-k] {ağız} is. Dam oluğu; çörten.
çötmek, [çot-muk > çöt-mek] is. Ağaç gövdesinde dal çıkan yumru yer; budak, çötm en, [çöt-men] {ağız} is. Dam oluğu; çörten. [DS]
[D S ]
çötre, [Yun. tsotra] {ağız} is. Ağaçtan yapılan su testisi. [DS] çöttem en, [çöt-le-men] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boy lu. [DS] çöttük, -ğü [çöt-tü-k] {ağız} is. fo lk . Bir çocuk oyunu. [DS] çötü k 1, -ğü [çot-uk > çöt-ük] {ağız} is. Budanmış as ma kütüğü. [DS] çötük2, -ğü [? çöt-ük] {ağız} is. Hediye. [DS] çötül, [çöt-ül] {ağız} sf. Küçük. 0 çötül çötül, {ağız} U fak tefek. [DS] çötttn, [çöt-ün] {ağız} sf. (İnsan ve hayvan için) çe limsiz, zayıf, cılız. [DS] çötür, [çöt-ür] {ağız} is. Bodur ahlat ağacı. [DS] çö tü re1, [Yun. tsotra] {ağız} is. Çam ağacından oyu larak yapılmış su kabı; ağaç su testisi. [DS] çötüre2, [çöt-ür-e] {ağız} is. Yeşil domates. [DS] çötüre3, [çöt-ür-e] {ağız} sf. (Kişi için) topal; çolak. [DS] çötüre4, [çöt-ür-e] {ağız} is. Fındık çubuklarından örülen sepet. [DS] çötü rge1, [çöt-ür-ge] {ağız} is. Kaburga kemiği. [DS] çötürge2, [çöt-ür-ge] {ağız} is. Üvendirenin ucuna ta kılan sıyırgı. [DS] çötürm ek, [çöt-ür-mek] {ağız} gçl. f i [-ü r ] Çömel mek. [DS] çöv, [çöv] {ağız} sf. Kabadayı; gösterişli.[DS] çövdirm ek1, [çök-tür-mek > çöv-dür-mek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] Yükün bir tarafı aşağı çökmek. [DS] çövdirm ek2, [çöğ-dür-mek] {ağız} g ç l .f . [-iir] Fışkır tarak işemek; çöğdürmek. [DS] çövdürm eç, -ci [çöv-diir-meç] {ağız} sf. Sakat; topal. [DS] çövdürm ek, [çöğ-dür-mek] {ağız} gçl. f i [-ü r ] 1. Fışkırtarak işemek. 2. gçsz. fi. Yukarı atılmak; fış kırmak. [DS] çöveç, -ci [çöğ > çoğ-aç] {ağız} is. Güneş; güneş alan yer; çoğaç. [DS] çövelek1, -ği [çibe-lek > çöv-e-le-k] {ağız} sf. Köyde oturup da çiftçilikle uğraşmayan. [DS] çövelek2, -ği [çöğ-el-mek > çöğel-ek] {ağız} sf. (Ço cuk için) tay duran. [DS] çövelmek, [cöğ-el-melc > çöv-el-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir ] (Yılan, kaz vb. için) başlarını yukarı kaldırıp dikleşmek; doğrulmak; çöğelmek. [DS] çöveltmek,[çöğ-el-t-mek > çöv-el-t-mek] {ağız} gçl. f i [-ir ] Yukarı kaldırmak. [DS] çöven2, [çöğ-en > çöven] {ağız} is. bot. 1. Karanfilgil lerden diz boyu yükselen, eflatun ve açık pembe
ır a t®
s ilil.
1051
çiçekli, kök saplan sabun ve beyazlatıcı etkili bir madde taşıyan, bu sebeple helvacılıkta ağdayı be yazlatmak için kullanılan çok yıllık otsu bitki; hel vacı kökü, (G ypsophila arrostii, G. b ico lo r, G. eriocalyx). 2. /ağızj Karanfilgillerden, 70 cm. kadar boylanabilen, beyaz veya pembe çiçekli, yapısında sabun maddesi bulunan, idrar söktürücü olarak da kullanılan, çok yıllık otsu bir bitki; köpürgen; sa bun otu, (S o p o n a ria officin alis). [DS] çöven2, [? çöven] {ağız} is. 1. İçinde mısır patlatılan güveç. 2. Topraktan yapılma fırın tepsisi. [DS] çövenJ, [Erme, çamon] {ağız} is. Çemen tohumu unu, biber ve salça karışımından ibaret pastırma salçası. [DS] çövertmek, [çöğ-er-t-mek > çöv-er-t-mek] {ağız} gçsz. f i [-ir ] Gururlanmak. [DS] çöveş, [çöğ > çoğaç > çöveş] {ağız} is. Güneşlik yer; güneş; çoğaç. [DS] çöveşmek, [çöm-eş-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Ayak ları üzerine çökmek; çömelmek. [DS] çövkel, [Far. çevgân => çövkel] {ağız} is. Çevgel; çengel. e? çövkel olmak, {ağız} Yorgunluktan veya üzüntüden h a sta olm ak.[DS] çövle, [çöv-le] {ağız} is. Dam oluğu. [DS] çövlenmek, [çöğ-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Den gede bulunan bir nesne, bir tarafına basıldığında, dengesini kaybederek diğer yandan yükselmek; ağ mak. [DS] çövmek, [çöğ-m ek> çöv-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - e r ] 1. Sıçramak; zıplamak; atlamak. 2. Kalkmak. 3. (Den gede bulunan bir nesne için) basılan taraf çökerken karşı taraf yükselmek; ağmak. 4. Başım kaldırarak doğrulup yürümek. 5. Kaymak. 6. Koşmak. 7. Fış kırmak. 8. Dik durmak. [DS] çövmel, [çek-me-n > çövmel] {ağız} is. 1. Ucu eğri baston veya değnek; çöğen. 2. Orakla biçilen ekin leri toplamakta kullanılan ucu çengelli tarım aracı. [DS] çövmen, [Far. çevgan / çek-mek > çöv-men] {ağız} is. Ucu çengelli sopa. [DS] çövte, [? çövte] {ağız} is. -*• çövmel. [DS] çövür, [çöğ-ü r> çövür] {ağız} is. 1. Diken. 2. Yabani armut; ahlat. 3. Fidan. 4. Köklü bağ veya dut fida nı. 5. Mısır sapı. [DS] çövürdük, -ğü [çör-t-ük > çövür-d-ük] {ağız} is. -* çörtük. [DS] çövürm ek, [çevir-mek > çövtir-mek] {ağız} gçl. f . [ür] Ters çevirmek. [DS] çövürten, [çört-en > çövürt-en] {ağız} is. Dam oluğu. [DS] çöydürmek, [çöğ-dür-mek] {ağız} gçl. fi. [-ü r] Fışkır tarak işemek; çöğdünnek. [DS] çöyelmek, [çöğ-el-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] (Köpek için) arka ayakları üzerine oturmak. [DS] çöyken, [Far. çevgân] {ağız} is. Kuşburnu toplamaya yarayan çatal ağaç. [DS]
çöz çöylen, [çört-le-n] {ağız} is. Suyu ağaç oluktan akan ilkel çeşme [DS] çöym ek1, [çöğ-m ek> çöy-mek] {ağız} gçsz. fi. [- e r ] 1. (Kuş vb.i çin) alçalmak; aşağı inmek. 2. (Terazi, hayvan yükü vb. için) bir tarafa kaymak; eğilmek. [DS] çöymek2, [çöğ-mek > çöy-mek] {ağız} gçsz. f. [- e r ] (Yeni yürümeye başlayan çocuk için) yürümek üzere doğrulmak, ayağa kalkmak. [DS] çöymek3, [çöğ-mek > çöy-mek] {ağız} gçl. f. [ - e r ] Sıvı şeyler süzülürken kabın kenarından akıtmak. [DS] çöymel, [çek-men > çöymel] {ağız} is. Orakla biçilen ekinleri toplamakta kullanılan ucu çengelli tarım aracı. [DS] çöyneşik, -ği [çöğ-(ü)n-eş-ik] {ağız} sf. Uyuşuk. [DS] çöyneşmek, [çöğ-(ü)n-eş-mek] {ağız} dönşl. f. [ -ir ] (El, ayak vb. organlar için) uyuşmak. [DS] çöyreşmek, [çöğ-(ü)n-eş-mek > çöyreş-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir ] Uyuşmak. [DS] çöyrülce, [çöğ-mek > çöğ-(ü)r-ül-ce > çöyrülce] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] çöyteri, [Ar. / Far. sa'terî => soytarı > çöyteri] {ağız} sf. Aptal; budala; sersem. [DS] çöyür, [çöğür] {ağız} is. 1. Fidan. 2. Yabani armut; ahlat. [DS] çöyürm ek, [çövir-mek > çöyür-mek] {ağız} gçl. f . [ü r] Geri çevirmek; döndünnek. [DS] çöz1, [çöz jj»-] {OsT} {ağız} is. 1. İşkembe ve bağır sağı kaplayan iç yağı; çöz yağı. 2. Bumbar ve ba ğırsak. 3. Etin sinirli kısmı. [DS] S çöz bez, K e b a p şişin e sa p lan an bezler. çöz2, [çöz] {ağız} is. Fırının sıcaklığının istenen dü zeyde değil de az veya çok oluşu. [DS] çöz3. \eT. çöj > çöz] {ağız} is. Kilim dokunurken ip lerin gerilmesi işlemi. [DS] çözber, [çöz + ? ber] {ağız} is. Bağırsak ve ciğer ara sındaki yağlar. [DS] çözdürm e, [çöz-dür-me] is. Çözme işini yaptırma eylemi. çözdürm ek1, [çöz-dür-mek] gçl. f i [-iir] Çözmek ey lemini yaptırmak; çözmesine sebep olmak. çözdürm ek2, [köz-le-mek > çöz-le-melc] {ağız} gçl. fi. [- r ] [-l(ü )-y or] Eti közde pişirmek. [DS] çözek1, -ği [çöz-ek] {ağız} is. Bezden yapılan süt süz geci. [DS] çözek2, -ği [çöz-ek] {ağız} is. Dokumacılıkta, tezgâha gerilmeden önce iplikleri çile yapmakta kullanılan araç. [DS] çözek3, -ği [çöz-ek] {ağız} zfi. (Yürümek, gitmek, gelmek için) çözülmüş gibi birbirini takip ederek. S çözek çözek, {ağız} (G itm ek için) b irb iri a r k a s ı n a; p e ş i sıra. [DS]
çöz
OİMIMJSÖMİ • 1052
çözekmek, [çöz-ek-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] Art arda çözülürmüş gibi gitmek. [DS]
çözelemek1, [çöz-e-le-mek] {ağızf gçl. f . [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. Sökmek. 2. Yamamak. [DS]
çözelemek2, [çöz-e-le-mek] {ağız} g ç l f . [-r ] [-l(i)y o r ] Yemeğe tuz, salça ve baharat koymak. [DS]
çözelendirmek, [çöz-e-le-n-dir-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Akıtmak. 2. Dökmek. 3. Saçmak,
çözelendürmek, [çöz-e-le-n-dür-mek Jlo jjjJ^ ] {eAT} g ç l . f [~ür] -*• çözelendirmek.
çözelmek, [çöz-el-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Azal mak. [DS]
çözücüde çözündürmek. 7. mat. Bir problemde aranan sonucu verilenler yardımı ile bulmak; hal letmek. 8. Şifreli bir bilgiyi açık ve anlaşılır hâle getirmek. 9. bank. Dondurulmuş, bloke edilmiş pa raları serbest bırakmak. 10. Dondurulmuş bir mad deyi veya yiyeceği çevre sıcaklığına çıkarmak; bu zunu eritmek. 11. {eAT} Kesmek. [DK] 12. {ağız} (Dişi hayvan için) çiftleşmeden sonra yavru tut mamak. [DS] 13. {ağız} (Erkek at ve eşek için) çift leşmeye hazır hâle gelmek. [DS] çözmek2, [çöz-mek] {ağız} gçsz. f. [ - e r ] (Yemek için) yanmak; bozulmak. [DS]
çözmek3, [çöz-mek] {ağız} gçl. f . [ - e r ] Dokumacılık
çözelti, [çöz-el-ti] 1. Çözülme sonucu meydana gelen
ta, çözgü ipi hazırlayıp tezgâha yerleştirmek. [DS]
madde, (1983). 2. Çözücü bir sıvının içinde tama men çözünen bir maddenin meydana getirdiği ho mojen dağılımlı karışım,
çözmeklik, [çözmek-lik] {ağız} is. Hayvan gübreleri
çözen, [çöz-en] {ağız} is. Zayıflık. [DS] çözeneyh, [çöz-enek] {ağız} is. Dağılmış, serpilmiş
maddeyi çözen başka madde. 3. Boyaları çözen fakat doğal ortamda buharlaşarak boyanın kullanı lan yüzeyde kalmasını sağlayan sıvı,
şeyler. [DS]
çözetmek, [çöz-et-mek] {ağız} g ç l . f [ -ir ] Teker teker sıraya koymak; tek sıra dizmek. [DS]
çözgü, [çöz-gü
is. 1. Dokumacılıkta atkı ip
liklerinin arasından geçirildiği uzunlamasına ve boyuna gerilmiş iplikler; arış. 2. Bükülmüş koyun yünü. 3. Dokumacıların üzerine ip sardıkları dolap. {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} Dokumada, önce hazırlanarak tezgâha sarılan iplikler. [DS]
çözgülemek, [çöz-gü-le-mek] gçl. f . [ - r ] [ - l(ü)-yor] Dokuma ipliklerini tek tek ayırıp açmak; sağmak,
çözgülü, [çöz-gü-lü] sf. Çözülmüş, çözgüleri ayrıl mış olan.
çözgün, [çöz-gün] sf. 1. Aralarındaki bağlarını ko parmış; ilişiği kalmamış. 2. Çözülmüş; dağılmış. 3. (Kar, buz, don için) yumuşamış; erimeye başlamış. 4. is. Bir bütünü meydana getiren unsurların ayrıl ması, kopması durumu,
çözgünlük, -ğü [çöz-gün-lük] is. Çözgün olma du rumu.
çözlemek1, [çöz-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ü )-yor] Davarın karın ve iç yağlarını ayırmak. [DS]
çözlemek2, [köz-le-mek > çöz-le-mek] {ağız} g ç l . f [r ] [-l(ü )-y or] Eti közde pişirmek. [DS]
çözlen, [çöz-le-n] {ağız} is. Su sızıntısı. [DS] çözme, [çöz-me] is. 1. Çözmek işini yapma eylemi. 2. El tezgâhlarında dokunan genellikle çarşaf yapı lan kaput bezi. 3. {ağız} Bir tür keten dokuma. [DS]
çözmek1, [eT. çöj-mek > çöz-mek] gçl. f . [ - e r ] 1. Bağlı olan bir şeyin düğümünü açmak; bağından kurtarmak. 2. Elbisede bulunan düğme, kopça, fermuar, kanca gibi şeylerini açmak. 3. Örülmüş bir şeyi tel tel dağıtmak. 4. (Bilmece, bulmaca, problem, şifre vb.) bilinmeyenleri bulmak; anlam landırmak; sonucu elde etmek. 5. tekst. Çözgü ip liklerini tezgâha yerleştirmek. 6. kim. Bir maddeyi
nin biriktirildiği yer. [DS]
çözücü, [çöz-ücü] sf. 1. Çözme işini yapan. 2. is. Bir
çözücülük, -ğü [çöz-ücü-lük] is. Çözme özelliği, çözük, -ğü [çöz-ük] sf. Çözülmüş, bağları açılmış olan.
çözülme, [çöz-ül-me] is. 1. Çözülmek eylemi. 2. Ba ğından kurtulma; açılma. 3. Kopan buzların, akan suyun etkisi ile karşı konamaz bir güçle sürüklen mesi. 4. as. Bir savaşta ileri görevde bulunan bir askerî birliğin gerideki savunma hattına düşmandan sıyrılarak çekilmesi. 5. dbl. Bir sesin meydana gelmesi sırasında boğumlanma sonrası organların tekrar eski normal hâline gelmesi. 6. p sik ol. Kişilik ve karakter birliğinin bozulması,
çözülmek, [çöz-ül-mek] edil. f . [-ü.r] 1. Bağlarından kurtulmak; açılmak. 2. gçsz. (Ordu, birlik, topluluk için) dağılmak; parçalanmak; bağlantısını kopar mak; irtibatını kaybetmek. 3. (Kar ve buz için) erimeye başlamak. 4. Gevşemek; dayanıklılığını yi tirmek; mukavemetini bırakmak. 5. Geri çekilmek; uzaklaşmak; kaçmak. 6. (Problem, konu vb.) açık lığa kavuşmak; sonuca ulaşılmak. 7. dönşl. f . m e caz. Gücü kalmamak; kuvveti kesilmek; gevşemek. 8. p sik o l. Kişilik düzeni yitmek,
çözttlüm, [çöz-ül-üm] is. 1. Çözülmek eylemi ya da durumu. 2. Parçalanmak, dağılmak. 3. Bozgun,
çözülüş, [çöz-ül-üş] is. 1. Çözülmek eylemi ve biçi mi. 2. m ecaz. Sonuçlanan, çözüme ulaşan olay. 3. tiy. Bir oyunun sonuç bölümü. 4. Kar ve buz için sıvılaşma.
çözüm, [çöz-üm] is. 1. Çözülen bir konunun sonucu. 2. mat. Verilenler yardımıyla isteneni bulmak için gerekli işlemleri sırasıyla yapma ve yazma işi, (1944). S çözüm yolu, Ç özüm e g id erk en izlenen tekn ik v e yön tem ; g id iş yolu. çözümleme, [çöz-üm-le-me] is. 1. Bir konuyu açıkla ma ve sonuca bağlama eylemi. 2. İncelemek ama
û î Ü I f i I M f M
ÇUB
• 1053
cıyla bir maddeyi meydana getiren öğelere ayrış tırma işi; analiz; tahlil. 3 . f e l . Parçalardan meydana gelen bir bütünün her bir parçasını veya sadece bir parçasını daha iyi anlaşılır duruma getirmek işi. 4. Bir bütünü oluşturan öğeler arasındaki ilişkiyi or taya çıkarmak için titiz bir çalışma. 5. Bir eseri, meydana getiren ana öğelerine ayırarak değerlen dirme eylemi; bu incelemede varılan sonuç. 6. dbl. Bir cümleyi meydana getiren kelimelerin türünü, hâllerini, çekimlerini ve görevlerini belirtme (dil b ilg isel çözümleme)\ bir cümleyi meydana getiren önermeleri ve önermelerin kendi aralarındaki ba ğıntıları dikkate alarak yapılan ayırma (m an tıksal çözü m lem e). çözümlemek, [çöz-üm-le-mek] gçl. fi. [- e r ] [-l(ü)y o r ] 1. Bir konuyu bütün yönleri ve ayrıntıları ile ortaya koymak ve açıklamak, (1944). 2. Anlamı ve niteliği yeterince açık olmayan bir konuyu değişik bakış açılarından değerlendirdikten ve açıkladıktan sonra bir sonuca bağlamak. 3. dbl. Bir cümlenin dilbilgisel veya mantıksal çözümlemesini yapmak, çözümlemeli, [çöz-üm-le-me-li] sf. Çözümlemeye dayanan; analitik; tahlilî, çözümleniş, [çöz-üm-le-n-iş] is. Çözümlenme eylemi veya biçimi. çözümlenme, [çöz-üm-le-n-me] is. Çözümlenmek eylemi.
zünmeyen. 2. is. Bir ergitme işleminde ateşe daya nıklı malzeme, çözüntü, [çöz-ün-tü] is. 1. Çözülme ve dağılma du rumu. 2. Sökülmüş iplik. 3. Irmakta yüzen buz. 4. Dağılma, parçalanma belirtileri, çözünür, [çöz-ün-ür] sf. Bir çözücü ile çözelti oluş turan. çözünürlük, -ğü [çöz-ün-ür-lük] is. 1. Eriyebilme durumu ve niteliği. 2. kim. Bir maddenin başka bir madde içinde çözünme niteliği, çözüş, [çöz-üş] is. Çözmek eylemi veya biçimi, çözüşme, [çöz-üş-me] is. Birbirinden ayrılma ve da ğılma eylemi, çözüşmek, [çöz-üş-mek] işteş, f i [-ü r] (Bir bütünü meydana getiren parçalar ve öğeler) birbirinden kopmak; ayrılmak; dağılmak. -çu, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. -* -cı. ç u 1, [çi / çu / çü (yans.)\ is. Kümes veya diğer evcil hayvanları kovalama ya da çağırma ünlemi, çu + çu k çu2, [ço / çu / çuş / çüş (yans.)] ünl. Eşek vb. hayvan ları durdurmak ya da kovalamak için kullanılan ünlem. çu3, [çü / çü] (çu :) {eT} e. (Emir ve yasaklamalarda) pekiştirme edatı. [DLT] S B arm a çu! H e le g itm e.|| Kel çü! G el h ele. [DLT]
çözümlenmek, [çöz-üm-le-n-mek] edil. fi. [ -ir ] Bü tün yönleriyle açıklanmak; kapalı yanı bırakılma mak; sonuca ulaştırılmak,
çu4, [Çin. chou (bö lg e)] {eT} is. Ekin yeri; ekin tarla sı; arazi. [EUTS]
çözümleyici, [çöz-üm-le-y-ici] sf. 1. Çözümleme yo luyla ilerleyen. 2. Çözümleme işini yapan,
çu5, [Sansk. ch‘u] {eT} is. Giderme; bertaraf etme. [EUTS]
çözümleyicilik, -ği [çöz-üm-le-y-ici-lik] is. 1. Çö zümleyici olma durumu veya niteliği. 2. man. Özne içinde yüklemin mantıkça yer aldığı önermenin niteliği.
çu6, [Far. çü y - / çün] (çu:) e. 1. Gibi. 2. Ne zaman
çözümleyiş, [çöz-üm-le-y-iş] is. Çözümleme eylemi veya biçimi. çözümlü, [çöz-üm-lü] sf. 1. Çözümü bulunan. 2. (Matematik vb. kitaplar için) çözümünü de içeren, çözümsel, [çöz-üm-sel] sf. Çözüm ile ilgili, çözümsüz, [çöz-üm-süz] sf. 1. Çözümü olmayan. 2. mat. (Problem için) çözümü imkânsız kabul edilen, çözündürme, [çöz-ün-dür-me] is. Çözünmüş duruma getirmek işi. çözündürmek, [çöz-ün-dür-mek] gçl. f i [-ü r] Uygun bir işlemle bir maddenin çözünmesini sağlamak, çözünme, [çöz-ün-me] is. 1. Çözünmek eylemi. 2. Çözülerek açılma ve dağılma. 3. kim. Katı veya gaz bir maddenin sıvı içinde çözelti hâline dönüşümü, çözünmek, [çöz-ün-mek] d ö n ş l.f. [-ü r ] 1. (Katı veya gaz bir madde için) uygun bir sıvı içinde parçalan mak, kıvamını yitirmek; çözelti hâline gelmek. 2. Dağılmak; parçalanmak, çözünmez, [çöz-ün-mez] sf. 1. Bir sıvı içinde çö
ki. 3. İken. 4. Çünkü. 5. Mademki. 6. zfi. Nice. 7. Niçin. çu b 1, [ Çin. chou (bö lg e)] {eT} is. Bölge mıntıka. [ETY] [Tekin] çub2, [Far. çüb ^j=r] (çu :b) {OsT} is. 1. Değnek. 2. Odun. 3. Sopa. 4. Çomak. 5. Çöp. S çüb-hâr, {OsT} zool. A ğ a ç kurdu. çubakan, [çıbıkân > çubakan] {eT} is. Hünnap. çub an 1, [Far. çübân OIjjç-] (çu :b a :n ) {OsT} is. Çoban; sığırtmaç. çuban2, [çıban > çuban] {ağız} is. Çıban. [DS] çub artm ak, [çub-ar-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] Çalıp, soyup çıplak bırakmak; cıbırlatmak. [DLT] çubartusım ak, [çub-ar-tu-sı-mak] {eT} gçl. fi. Çalıp soymak ve çıplak bırakmak. [DLT] çube, [Far. çübe
(çu. be) {OsT} is. Oklava,
çubek, -ği [Far. çübek ^ j r ] (çu .bek) {OsT} is. 1. Davul tokmağı. 2. Değnek; sopa; çomak, çubik, [çıb (yans.) > e T çıbık > çubik] {eT} is. Çu buk. [EUTS]
OMUTÜRKÇEM
ÇUB çubin, [Far. çubîn okj?-] (çu :bi:n ) sf. 1. Ağaçtan ya pılan. 2. is. Gelin duvağı. 3. Ağaçkakan, çubrum ak, [Moğ. çuburimek] {eT} gçsz. f i [ - r ] Bir başkasının izince gitmek; ardına takılmak. [Nevâyî] çubrutm ak, [çub-(u)r-ut-mak] {eT} gçl. f i [-u r] İz letmek; peşine takmak. [Nevâyî] çubuk, -ğu [Far. çöbek
(sopa) / çub (yans.) >
e T çıbık / çubik / çıbuk] is. 1. Kök salıp kütük ol ması için yere dikilen taze dal, özellikle asma dalı. 2. Ağaçtan kesilerek ayrılmış ince uzun dal. 3. Sert ve dayanıklı, uzun, ince parça. 4. Tütün içmek için lüleye takılan, çoğunlukla kiraz veya yasemin ağa cından yapılma uzun ağızlık. 5. Uzakdoğu ülkele rinde yemekte kullanılan fildişi, tahta veya plastik değnek. 6. Yol yol dokunmuş kumaşta düz ve kalın çizgilerden her biri. 7. d m . Gemilerde ana direkler üzerine sürülen ikinci ve üçüncü direk parçası. 8. Eskiden, dönümün askatlarmdan birine verilen ad. 9. Bahçe çitlerini oluştururken ana direkler üzerine sürülen üçüncü ve diğer ağaçlara verilen ad. 10. İnce kemik; kaburgaya yapışık pirzola.® çubuğu nu tüttürm ek, m ecaz. Üzüntüsüz ve kaygısız hayat sürm ek. || çubuğu tellendirmek, K e y if sü rdü rm ek; z ev k a lm a k ; sevin ç ve g en işlik duymak. || çubuk ağacı, bot. Sü tleğengillerden, içi d elikli o la n d a lla rı çu bu k g ib i ku llan ılabilen b ir a ğ a ççık, (Mabea).\\ çubuk bağlam a, E l işlerin de yan y a n a g elen bir d izi ipliğ e sık ilm ik a ta ra k oluşturulan çu bu k ş e k lin deki y a ta y siw.|[ çubuk m ak arn a, Ç ubuk b iç i m in de kesilm iş makarna.\\ çubuk sebedi (sepeti), {ağız} Çubuktan yap ılm ış sepet. [DS]|| çubuk sür me, 1. E skiden, d ev let büyüklerinin çu bu k iç er ek y a p tık la rı toplantılarda, k ız a ra k toplantıyı terk eden kim senin çubuğu b ırakm a eylem i. 2. m ecaz. İn f i a l e k a p ılm a ; kızm a. ||çubuk takımı, Tütün çu bu k larının üst ucuna takılan kem ik, gümüş, y a d a k eh r ib a r ağızlık. çubukaltı, [çubuk+alt-ı] {ağız} is. Kahvaltı. [DS] çubukçu, [çubuk-çu] is. 1. Tütün çubuklarını hazır layıp satan kimse. 2. tar. Eskiden saraylarda ve ko naklarda tütün çubuklarını hazırlamakla görevli kimse.
• 1054
içmeye yarar çubukların saklandığı dolaplara veri len ad. çubuksuz, [çubuk-suz] sf. Çubuğu olmayan, çubul, [? çubul] {ağız} is. Yabani üzüm. [D S] çubullaşm a, [çubul-la-ş-ma] {ağız} is. Ağacın dibini, ağaca zarar veren filizler sarma. [D S] çuburi, [? çuburi] {ağız} is. Sivrisinekten daha ince ve küçük sinek. [D S] çubuyan, [? çubuyan] {eT} is. Tatlı şey; hoş ve leziz nesne; tatlı. [E U T S ] [OKD] çuçali, [? çuçali] {ağız} is. Sünnet olmamış erkek. [D S]
çuçe, [? çuçe] {ağız} is. Kepçe. [D S] çuçka, [Bulg. cuska] {ağız} is. 1. Bir tür kırmızı bi ber. 2. Acı sivri biber. [D S]
>
çuçuk, -ğu [çu (yans.) çu-çuk] {ağız} is. 1. Civciv. 2. Filiz. [D S] çuçulm ak, [çuç-ul-mak] {ağız} dönşl. f i [-u r] Bir şe ye uymak. [D S] çu çu r, [çu (yans.) > çu-çur] sf. Küçük çocuk konuş ması gibi zor anlaşılan, çufa, [Far. çüha => çufa] {ağız} is. Çuha. [DS] çufaldız, [Far. çüvâl-düz] {ağız} is. Çul, çuval ve ki lim dikmeye yarayan büyük iğne; çuvaldız. [D S] çufalık, -ğı [Far. cülâh => çulfa-lık] {ağız} is. Doku ma tezgâhı. [D S] çufallık, -ğı [Far. cülâh => çulfa-lık > çufal-lık] {çı ğız} is. Dokuma tezgâhı. [D S] çufga, [çuvğâ > çufğâ] (çu fg a;) {eT} is. 1. Çabuk git mek isteyen posta sürücüsünün yolda yoruldukça onu bırakıp bir yenisi ile değiştirdiği atlardan her biri. [D LT ] 2. Kılavuz; başbuğ. [D LT] çufi, [? çufı] {ağız} is. İnce odun parçası. [DS] çufur, [çukur > çufur] {ağız} is. Çukur. [D S] çu g1, [Çin. cho (çam ur)] {eT} sf. Bulanık; çamur. [E U TS]
çug2, [çuğ] {eT} is. 1. Bağ; köstek. [Üç İtigsizler] 2. Demet. [Gabain] [E U T S ] 3. Bağ; bahçe. [E U TS] çug3, [Far. çüğ
(çu;ğ) {OsT} is. 1. Boyunduruk.
2. Su arkı. çugı, [çuğ (yans.) > çuğ-ı] {eT} is. Gürültü. [D LT] [E U TS]
çugla, [çuğ-la] {ağız} is. Ağaç kepçe. [D S] çuglam ak, [çüğ > çuğ-lâ-mak] (çuğla. m ak) {eT} gçl. fi. Bağlamak; bohçalamak; toplamak, çubuklamak, [çubuk-la-mak] gçl. fi. [- r ] [-l(u )-yor] 1. Hah, kilim gibi yaygıların tozunu silkmek için çuglanm ak, [çüğ > çuğ-la-n-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r] Akışarak, koşarak gelip toplanmak; yığılmak; bi çubuk ile vurmak. 2. Pamuk ve yün gibi dolgu rikmek. [D LT] maddelerini veya minderleri çubukla vurarak ka bartmak. çuglatm ak, [çuğ-la-t-mak] {eT} gçl. f i [-u r] Bağlat mak; bohçalatmak; toplatmak, çubuklu, [çubuk-lu] sf. 1. Çubuğu olan; üzerinde çubuk bulunan. 2. (Kumaş için) üzerinde uzunla çugurdan, [çukur + Far. -dân > çuğurdân] (çuğurda;n ) {eT} is. Uçurum; yar. [D LT] masına kalın çizgiler bulunan. 3. Çubuk dikilerek ağaç yetiştirilen yer; fidanlık; asma dikilmiş bahçe, çu ğ1, [çığ > çuğ] {ağız} is. Demet hâlinde bulunan buğday veya mısır sapları yığını. [DS] çubukluk, -ğu [çubuk-luk] is. tar. Eskiden, tütün
çubuklam a, [çubuk-la-ma] is. Çubukla dövme, vur ma eylemi.
sıııt rıı©sok. 1055 çuğ2, [çığ > çuğ] {ağız} is. Dağ başındaki kar yığınla rı. [DS] çuğ3, [çuğ] {ağız} is. Kaya. [DS] çuğa, [Far. çüha / çuka => çuğa] {eAT} is. Çuha; cüp pe; palto. çuğda, [çuğ-da] is. İnsan bedeninin bütünü; genel görünüşü. çuğdurm ak1, [çöğ-dür-mek > çuğ-dur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r ] Ağır bir şeyi kaldırarak sallamak. [DS] çuğdurm ak2, [çuğ-dur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r ] Hırsızlık yapmak; bir şeyi çalmak. [DS] çuğla, [çoğ-la > çuğla] {ağız} is. 1. Ağaç kepçe. 2. balkç. Uzun bir sopa ucuna bağlanmış konik bir ağ. [DS] çuğlu1, [çuğ-la > çuğ-lu] {ağız} is. balıkç. - * çuğla.
[DS] çuğlu2, [çuğ-lu] {ağız} is. Mısır saplarından yapılan yığın. [DS] çuğmak, [çök-mek > çuğ-mak] {ağız} gçsz. f . [ - a r ] Çökmek; çömelmek. [DS] çuğnıs, [? çuğnıs] {ağız} is. Tencerenin dibinin tut ması; yemeğin yanmaya başlaması. [DS] çuğrum ak, [çoğur-mak / çoğru-mak / çuğru-mak] {eAT} g ç s z .f. [-u r ] Sinmek; gizlenmek, çuğu, [çuğ-u] {ağız} is. Civciv. [DS] çuğul1, [çoğ (yans.) > çuğ-ul] {ağız} is. 1. Casus. 2. Söz getirip götüren; dedikoducu. [DS] çuğul2, [çuğ-ul] {ağız} is. Mısır ve tahıl sapları yığını. [DS] çuğuldaşmak, [çuğ (yans.) > çoğ-ül-da-ş-mak] {eAT} işteş, f . [-u r] Her ağızdan bir ses çıkmak; gürültü yapmak. çuğullam ak , [çuğ-ul-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(u )-yor] 1. İhbar etmek. 2. Keşfetmek. [DS] çuğullam ak2, [çuğ-ul-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [l(u )-yor] Büzülüp düşünmek. [DS] çuğun, [Rus. çugun (d ökm e ibrik)] {ağız} is. Çay demliği. [DS] çuğuncak, -ğı [çuğ-un-cak] {ağız} is. Salıncak. [DS] çuğundurm ak, [çuğ-un-dur-mak] {ağız} gçl. f . [-u r] 1. İdam etmek. 2. Salmcak kurmak. [DS] çuğunmak, [çuğ-un-malc] {ağız} d ö n ş l.f. [-u r] 1. Bir ipe asılarak sallanmak. 2. edil. f . İdam edilmek. [DS] çuğurm ak, [çuğ-ur-mak] {ağız} gçsz. f . [ - a r ] Hayret etmek. [DS] çuğutlam ak, [çuğ-ut-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [l(u )-yor] Uyuklamak. [DS] çuğütm ak, [çuğ-ut-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] 1. So murtmak. 2. Üşüyerek büzülmek. [DS] çu h 1, [çuh] ünl. At yürütme ünlemi, fi1 çuh çuh {eT} Atı yürütm ek veya a z a rla m a k için kullanılan söz. [DLT] çuh2, [uç-uk > çuh] {ağız} is. tıp. Uçuk. [DS]
ÇUK çuh a1, [Far. çuha
/ çuka] is. 1. Tüysüz, ince ve
dimi ya da bez ayağı örgüsü ile dokunmuş ince yün kumaş. 2. Papaz feracesi. 3. {ağız} Örgü veya el dokuması yünden yapılan kısa bir tür ceket. [DS] S çuha çavuşu, tar. İm p aratorlu k d ön em in de y e n iç e ri o c a ğ ı için im al ettirilen çuhanın den etim i ile g ö revli m em ura verilen a d ; çu ha em ini.|| çuha çiçeği, bot. K ökten sürm e, rozet y a p ra klı, şem siy e biçim in d e dizili, ç a n a k y a p ra k la rı borum su, d eğ işik ren k lerd e ç iç ek le ri bulunan ç o k y ıllık otsu bitki; on bir aylık, (Primııla).|| çuha çiçeğigiller, bot. Ö rnek tü rü çu h a ç iç eğ i olan sekiz yüzden fa z l a tür ve y irm i sekiz cinsten olu şan bitki fam ily a sı, (P rim u laceae).|| çuha emini, tar. Ç uha çavuşu.|| çuha ferace, tar. İm p aratorlu k dönem inde, divan-ı hümayun çavuşlarının divan gü n lerin de giy d ikleri üst e lb i se. || çuha gezdirmek, hat. E skiden, üzerin e yazı y a z ıla c a k aharlan m ış kâğıdın üstünden teb eşir em dirilm iş çııhayı g ez d irer ek y a ğ lı a rtık la n vb. k alın tıları tem izlem ek işlem i.|| Çuhasını giymedikse kenarını kuşandık. "Onu biz d e biliriz, biz d e kul landık. ” an lam ın da zevkli, in ce ve g ü zel bir şey d en b a h sed ilirk en kullanılan söz. çuha2, [? çuha] {ağız} is. Dört kat edilmiş pestil. [DS] çuhacı, [çuha-cı] is. Çuha dokuyan veya satan kimse; çulha. çuhacılar, [çuha-cı-lar] is. tar. İmparatorluk döne minde dokuma işi ve ticaretiyle uğraşanların bağlı oldukları lonca, çuhacılık, -ğı [çuha-cı-lık] is. Çuha dokuma işi. çuh adar, [Far. çüha-dâr
/ çukadar] (çu :h a-
d a :r) {OsT} is. 1. tar. İmparatorluk döneminde, pa dişahın emrinde bulunan ve bugünkü maiyet me murluğu görevini yerine getiren en yüksek dereceli memur. 2. Bir dairenin dışındaki ayak işlerine ba kan kimse; hizmetçi. S çuhadar zerdesi, Ş ek erle pişirilm iş b a lka ba ğ ı. çuhadarlık, -ğı [çuhadar-lık] is. Çuhadarın işi ve gö revi. çuhalı, [çuha-lı] sf. Çuhası olan, çuhçuh, [çuh (yans.) > çuh+çuh / çufçuf] is. Çocuk dilinde tren. çuhnak, -ğı [çığna-k > çuhnak] {ağız} is. Ayak altı olan yer; çiğnek yer; yol üstü. [DS] çuhnam ak, [çiğne-mek / çığna-mak > çığna-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] Ezmek; çiğnemek. [DS] çuhrut, [Alm. kraut / Fr. choucroute] {ağız} is. Laha na turşusu. [DS] çuhur, [çukur > çuhur] {ağız} is. Çukur. [DS] -çu k 1, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çuk] yap. e. -*■ -cık. -çuk2, [-çak / -çek / -çuk / -çük / -çık / -çik] {eT} yap. e. -*■ -çak. çuk, -ğu [çuk] {ağız} is. Yağı alınmış süt. [DS]
OTMTOTOM • 1056
ÇUK çu k a', [Far. çuha > çuka
/ % r]
{eAT} { OsT} is.
1. Çuha. 2. Cüppe; palto. [DK] 3. (ağız} Kepenek. [DS] çuka2, [Slav, şçuka] is. zool. Kolan balığı denilen bir tür balık. çuka3, [? çuka] {ağız} is. Manda. [DS] çuk adar, [Far. çuhadar] is. -*■ çuhadar, çukak, -ğı [Yun. tsoukhali ?] {ağız} is. Toprak tence re. [DS] çu k al1, [çokal > çukal J % r ]
{eAT} {OsT} is.
1. Eski
den savaşlarda atlara giydirilen zırhlı örtü. 2. Sa vaşçıların giydiği zırh; cevşen. çukal2, [Yun. tsoukhali] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çukala, [Yun. tsoukhali (büyük toprak tencere)] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çukalatm ak, [çuka-la-t-mak] {ağız} gçl.f [-ır] Ökü zü, nalbanta enetmek; kısırlaştırmak. [DS] çukale, [Yun. tsoukhali] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çukalli, [Yun. tsoukhali] {ağız} is. Toprak tencere. [DS] çu k ar, [çukal > çukar _>%r] {eAT}
is. -*■ çukal1.
çukça, [çuk-ça] {ağız} is. Manda yavrusu. [DS] çuklam ak, [çuk (yans.) > çuk-la-mak] {ağız} gçl.f. [r] [-l(u)-yor] Kapı çalmak. [DS] çuklu, [çuk-lu] {ağız} sf. (Daldaki meyveler için) toplu hâlde. [DS] çuk m ak 1, [çok-mak > çülc-mak] {eT) gçsz. f. [-ar] (Kuş için) süzülüp inmek; konmak. [DLT] çukm ak2, [çük-mak] {eT} gçsz. f. [-ar] Alevlenmek; tutuşmak. çukm an, [? çukman] {ağız} is. Entari. [DS] çukmın, [çuk-mın] {eT} is. Kurabiye biçiminde ya pılarak çömlekte su buharında pişirilen bir tür ek mek. [DLT] çukrak, -ğı [çok (yans.) > çok-ra-mak (kaynamak) > çok-ra-lc] {ağız} is. Dağ başındaki çukurluk. [DS] çukti, [Tib. çukti] is. Tibetli kadınların bayramlarda taktıkları başlık ve bu başlığın süsü, çukubarı, [çokübarı] {eT} is. Pota yapımında kullanı lan çamur; lüleci çamuru. [DLT] çukuda, [? çukuda] {ağız} is. Ladin ağacı dalı. [DS] çukulak, -ğı [çuku-l-ak] {ağız} is. Su dolu çukur; ob ruk. [DS] çukundur, [Far. çuğunder => çukundur jjjjjî)»-]
{eAT} {OsT} {ağız} is. Pancar; çükündür. [DS] çukunduruk, -ğu [çukundur-uk] {ağız} is. Pancar turşusu. [DS] çukundür, [çukundur] {ağız} is. Pancar. [DS] çukuntur, [çukundur] {ağız} is. Pancar. [DS] ç u k u r1, [çok-mak / çuk-mak (derin kazmak) > çuk-ur
J^>-] is.
1. Toprakta kazmak suretiyle meydana ge
tirilen oyuk. 2. coğ . Toprakta çökme suretiyle mey dana gelen küçük oyuk. 3. İki dağ arasındaki dere yatağı; vadi. 4. Herhangi bir yüzeydeki oyukluk; girinti. 5. Çene veya yüzdeki oyukluk; gamze. 6. Bir düzeye göre daha aşağılarda bulunan yer. 7. gnşl. Ölüyü gömmek için açılan oyuk; mezar; sin. {eAT} (aynı) 8. Pis su ve atıkların toplanması için açılmış üstü kapalı oyuk. 9. sf. Oyulmuş, içeri doğ ru göçmüş; içbükey durumda olan. 10. Alçakta bu lunan. S çukura kaçm ış, (G öz için) iç e r le k .|| çu k u r baskı, Işıklı m ek an ik sistem le o y u larak baskı k a lıp la rı e ld e e d e r e k y a p ıla n b a sk ı iyı.|| çukurunu kazm ak, B irinin m ahvolm ası için ça lışm a k; tuzak kurm ak. çukur2, [Yun. tsihorion / Slav, cilcorija] {ağız} is. bot. Hindiba. [DS] çukurcaklı, [çukur-cak-lı uAi=rjy^r] sf. Çukuru olan; oyuk; {eAT} (aynı). çukurcuk, [çukur-cuk] is. Küçük çukur, çukurlam a, [çukur-la-ma] is. 1. Çukur hâle getirmek işi. 2. Çekiç ile döverek bakır kap yapımında ke nardan başlayıp dibe doğru inme işlemi, çukurlanm a, [çukur-la-n-ma] is. Çukur hâle gelmek işi. çukurlanm ak, [çukur-la-n-mak] d ö n şl.f. [ -ır ] Çukur hâle gelmek. çukurlaşm a, [çukur-la-ş-ma] is. Çukur bir hâl almak işi. çukurlaşm ak, [çukur-la-ş-mak] d ö n ş l.f. [-ır ] Çukur bir durum almak, çukurlaştırm a, [çulcur-la-ş-tır-ma] is. Bir şeyi veya yeri çukur hâle getirmek işi. çukurlaştırm ak, [çukur-la-ş-tır-mak] g ç l .f . [-ır] Bir şeyi veya yeri çukur hâle getirmek, çukurlatm a, [çukur-la-t-ma] is. Çukur bir hâl alma sını sağlama eylemi, çukurlatm ak, [çukur-la-t-mak] gçl. f . [-ır ] Bir yü zeyde veya yerde çukur meydana getirmek, çukurlu, [çukur-lu] sf. Çukuru olan, çukurluk, -ğu [çukur-luk] is. 1. Çukur olma durumu. 2. Çukurlar bulunan yer. çuk*''•uk, -ğu [çuk (yans.) > çuk-ur-uk] {ağız} is. Çit kapısı. [DS] çukuta, [? çukuta] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] -çul, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. e. -* -cıl. çul, [Ar. cull (at örtüsü) => çul Jj=-] is. 1. Keçi kı lından bez ayağı tekniğinde örülmüş kumaş veya yaygı; kıl döşek. {OsT} (aynı) [YE] 2. Aynı şekilde dokunmuş kumaştan yapılan hayvan örtüsü. 3. gnşl. Üst giyeceği; elbise, {ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} İç çamaşırı. [DS] 5. {ağız} İçine bez doldurulmuş minder. [DS] S çul çaput, 1. G iyim de kullanılan h e r türlü doku m a ürünü; m an ifatura 2. E skim iş
ü M H I i f f S f ö l ı l .1 0 5 7
g iyecek. 3. Yırtık bez v e kum aş p a r ç a la r ı. || çul çu val, 1. G iy ecek eşyaları. 2. Bütün ev eşyası. ||çulla ra komak, {OsT} 1. Çul g iy d irm ek; 2. P erişa n h â le sokm ak. ||çul tutm az, K azan dığın ın h epsin i h a r c a yan, elin d e b ir şey bulunm ayan. || çulu düzmek, 1. Giyimini kuşam ını y en ilem ek ; iyi giyin m eye b a ş la m ak. 2. M addî durumu diizelmek.\\ çul yırtm ak, (A hırda beslen en a tla r için) sıkıntıdan, üzerlerine kon an çulları, d işleriy le çek ip yırtm ak. çula, [Slav, çula] (ağız) is. Küçük kulaklı koyun ya da keçi. [DS] çulaki, [Far. culâh > culâhî (çu lha işi) => çulaki] (çula. ki) {ağız} is. El dokuması, kaba bir yiinlü ku maş. [DS] çulapa, [Far. cül-pâ] {ağız} is. -*• çolpa. [DS] çulb, [çab / çalp / çap / çıp / çip / çulp (yans.)] is. Su vb. sıvı maddeler içinde, sallanma ve çalkalanma gibi hareketler sonucunda oluşan, ya da el ve ayak la oluşturulan hareketleri ve bu biçimde çabalamayı anlatan kök. [Zülfikar] culb çulba, [Far. cül-pâ] {ağız} is. Beceriksiz kadın. [DS] çulbant, [Ar. culbân] {ağız} is. Yabani mercimek; burçak. [DS] çulbu, [Soğd. çulwu / çulbu] / e l } is. Küfür; hakaret. ■[İKPÖy.] çulbuş, [çulwu-ş / çulbu-ş] {eT} is. Elbiseye veya ele bulaşan meyve yapışığı. [DLT] çulcu, [çul-cu] is. 1. Çul dokuyan ya da satan kimse. 2. Semerci, çuldı, [Moğ. cüldi] {eAT} is.-*■ cüldi. çuldur, [çuld-ur] {ağız} sf. Fıtıklı. [DS] çulfa, [Far. cülehı => çulfa « ) j=-] {OsT} is. 1. Çulha. 2. {ağız} Çiftçi olmayan kimse. [DS]
ÇUL
2. sf. Sorunlu. 0 çulıman ış, İçin den çıkılam ayan iş; ç a p ra şık iş. [DLT] çulk, [çulk (yans.)] {eT} e. Pekiştirme edatı; çılk; büsbütün. [DLT] 0 çulk esrük, C ılk sa rh o ş; bütün bütün sarhoş. [DLT] çulki, [Rus. çulki] {ağız} is. İplik çorap. [DS] çulkuy, [çol-mak (sakatlan m ak) > çolkuy] {eT} sf. Bir tarafı çarpılmış. [DLT] 0 çulkuy elig, E li ç o lak. [DLT] || çulkuy etük, Topuğu ç a r p ık ayakkabı. [DLT] çullam a1, [çul-la-ma] is. 1. Çul ile örtmek işi. 2. Üstünü kaplayacak şekilde bir şeyi örtme. 3. {ağız} Hayvanın sırtına örtülen çul. [DS] çullam a2, [çul-la-ma] {ağız} is. mutf. 1. Kuşbaşı eti tencere kebabı olarak pişirdikten sonra yufka içine sararak fırında yapılan bir yemek. 2. Pilavın üzeri ne kebap olarak pişirilmiş kuzu veya tavuk eti ko nularak yenilen bir yemek. 3. Yumurtaya batırılmış ince ekmek dilimleri kızartıldıktan sonra üzerine tatlı şerbeti dökülerek yenilen bir yemek; ekmek tatlısı. 4. Kıymalı yumurta. 5. Cıvık hamura batırılarak kızartılan et. 6. Kadınbudu köfte. 7. Koyu un çorbası. 8. Ekmekle yapılan tirit. 9. Bakla haşlama sı. 10. Tavşan veya kuzu eti ile kızartılmış hamur yemeği. 11. Ateşte kızarmış patlıcan. 12. Kıymalı yumurta. 13. Yumurtaya batırılarak yağda kızartıl mış elemek. 14. Çok etli lahmacun. 15. Kavurma. 16. Kapama pilav. 17. Pişmiş dut üzerine yağ ve ceviz dökülerek yapılan bir tatlı. [DS] çullam a3, [çul-la-ma] {ağız} is. Toprağın altı don iken üstünün çözülmesi ile meydana gelen yapışkan ve kaygan çamur. 0 çullama olmak, {ağız} (T op rak için) altı don, üstü çözülm üş h â ld e g e v ş e k ve çam u r olm ak. [DS]
çulfalık, -ğı [çulfa-lık] {ağız} is. -*■ çulhalık. [DS] çulfarık, -ğı [çulfa-lık] {ağız} is. -*• çulhalık. [DS]
çullama4, [çul-la-ma] {ağız} is. tıp. Kızıl hastalığı. [DS]
çulgar, [Yun. zevgari (eklem e)] {ağız} is. Yardımcı kuvvet. [DS] çulgamak, [çüğ (b o h ça ) > çuğ-lâ-mak > çulğa-mak] {eT} {eAT} gçl. f i [-r ] Bağlamak; bohçalamak; top lamak. [DK] [Claııson]
çullamak, [çul-la-mak] gçl. f . [- r ] [-l(u )-y or] 1. Ört mek. 2. Hayvana çul örtmek. 3. (Fırtınalı havalarda dalgalar için) güverteye su atmak. 4. {ağız} Eskimiş saban demirinin üzerine başka bir eski saban demi rini kaynatarak yapıştırıp sağlamlaştırmak. [DS]
çulganm ak, [çüğ (b o h ça ) >çuğ-la-n-mak / çulğanmak] {eT} gçl. f i [-u r] -*■ çuglanmak.
çullandırm a, [çul-la-n-dır-ma] is. Çullanmak işini yaptırmak işi.
çulha, [Far. cülehl (saran, dolaştıran ) > çulha] {OsT} is. 1. Dokuma tezgâhlarında kumaş dokuyan. 2. {ağız} İpten dokunan kumaş. [DS] 0 çulha kuşu, zool. B a ştan ka ra g illerd en yuvasını çeşitli liflerden asılı to rb a biçim in d e ö r e r e k yap an , küçü k b ö c e k ve ö rü m ceklerle beslen en iskete kuşu, (Rem iz bendulinus).
çullandırm ak, [çul-la-n-dır-mak] gçl. f i [-ır ] Çullan mak eylemini yaptırmak,
çulhaki, [Far. cülehı] {ağız} is. Çulaki. [DS] çulhalık, -ğı [çulha-lık] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS]
çullanış, [çul-la-n-ış] is. Çullanmak eylemi ve biçi mi. çullanma, [çul-la-n-ma] is. 1. Çul sahibi olma eyle mi. 2. Birinin üzerine kapanma eylemi. çullanm ak1, [çul-la-n-malc] dönşl. fi. [-ır ] 1. Çul sahibi olmak; çul edinmek. 2. {ağız} Yeni ve güzel bir şey giymek. [DS]
çulık, [çu-lık] {eT} is. Çulluk; su çulluğu. [DLT]
çullanmak2, [çul-la-n-mak] dönşl. f i 1. Çul örtün mek. 2. {ağız} (Elbise için) eskimek. [DS]
çulıman, [? çullmân] {eT} is. 1. Su birikintisi. [DLT]
çullanm ak , [çul-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. Top
İM İK Ç E SÖ M
ÇU L
lanmak. 2. Birinin üzerine abanarak ağırlığını ver mek; bastırmak. 3. m ecaz. Birini bezdirecek, bıktı racak kadar saldırmak, yüklenmek; tedirgin etmek, çullu, [çul-lu] sf. 1. Çulu olan. 2. Giyecekleri eski miş, parçalanmış olan, 0 çullu cücük, {ağız} T a vuk. [DS]|| çullu kuduş, {ağız} G u lyaban i; um acı. [DS]|| çullu kuduz, {ağız} E lb is es i ç a b u k eskiten ve y ırtık p ırtık gezen. [DS]|| çullu poyraz, {ağız} K u zeyden esen sert rüzgâr. [DS] çulluk1, -ğu [eT. çulık] is. 1. zool. Sırtı esmerimsi ve uzunlamasına açık renk çizgilerle kaplı, kamı be yaz, uzun gagalı, kısa bacaklı bir av kuşu, (S colop a x ru sticola). 2. {ağız} Hindi. [DS] çulluk2, -ğu [çul-luk] {ağız} is. Kıldan yapılmış yay gı. [DS] çullukgiller, [çulluk-gil-ler] is. zool. Yağmur kuşları takımından kuzey yarım kürede yaşayan göçmen kuşlar familyası, (S co lop a cid ae). çulpa, [Far. cül-pâ => çulpa
y?] {eAT} sf. 1. Çolpa.
2. {ağız} Tembel adam. [DS] 3. {ağız} Şaşkın; bece riksiz. [DS] çulpalaz, [çul+ Far. pelas (kilim)] {ağız} is. Eskimiş kara çul. [DS] Çulpan, [çolpan > çulpan] {eT} {ağız} is. g ö k b. -*• Çolpan. [DS] çulp ara, [çul + Far. pâre] {ağız} is. Eski bez parçası. [DS] çulpeşik, -ği [? çulpeş-ik] {ağız} sf. Pasaklı; dağınık. [DS] çulsuz, [çul-suz] sf. 1. Çulu olmayan; çulu bulunma yan. 2. m ecaz. Çok yoksul, çultaklı, [çultak-lı ?] {ağız} sf. Hastalıklı; dertli. [DS] çu ltar, [Ar. cull + Far. -dâr ?
is. 1. {ağız} Bat
taniyeye benzer tüylü bir tür kilim. [DS] 2. {OsT} At örtüsü; eyer örtüsü. 3. {ağız} Çok eskimiş elbise. [DS] çultarı, [Ar. cull + Far. -dâr] is. Eyer veya palanın üzerine örtülen halı, kilim. -çuluk, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. -*■ -cılık. çuluk1, -ğu [çul-uk ?] {ağız} sf. Bön; serseri. [DŞ] çuluk2, -ğu [eT. çulık > çuluk] {ağız} is. Hindi. [DS] çulum lam ak, [çulum-la-mak] {ağız} gçsz. f . [~r] [l(u )-y or] Uyuklamak. [DS] çulu t, -du [? çulut] {ağız} is. Taze fasulye. [DS] çulvallık, -ğı [çulha-lık] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS] çulvu, [Soğd. çulvü / çulbu] {eT} is. 1. Küfür; Tanrıyı inkâr etme. 2. İftira. [Gabain] S çulvu sav, R ez a let; kötü şö h ret; küfür; f e n a ad. [EUTS] çu m 1, [çim / çim / çom / çöm / çum / çüm (yans.)] is. Suya girmeyi, yıkanmayı, suyu çalkalamayı ve bu sırada su sıçratmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çumm ak, çum -çul-luk, çum -ur-m ak.
• 1058
çum 2, [? çum] {ağız} is. Kızılcık. [DS] çu m a1, [? çuma] {ağız} is. Kaynatılmadan biriktirilen süt. [DS] S çum a peyniri, {ağız} Yağı alınm ış çiğ sütten y a p ıla n peyn ir. [DS] çum a2, [İt. cima = > çuma] {ağız} is. Bir çeşit ip. [DS] çum açum , [Far. çumâçum (^>-'^-] {OsT} is. Alın, çum açum a, [Far. çumaçuma
{OsT} is. Çam-
çak. çum alı, [? çümeli > çumalı] {eT} is. Karınca. [DLT] çu m ara, [? çımara > çumara »jU^] sf. -*• çımara. çum b, [çamp / çımp / çomp / çumb / çunb (yans.)] is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] çumb-ul, çıım b-u l-da-m ak çum bar, [çımb-ar > çumb-ar] {ağız} is. Dokuma tez gâhlarında, dokunan bezi gerdirmek için kullanılan iki tarafı dişli araç. [DS] çum bu, [? çumbu] {ağız} is. Çimdik. [DS] çum bul1, [çumb (yans.) > çumb-ul] {ağız} is. Maşra pa. [DS] çumbul2, [Far. çunbul] {ağız} is. Küçük taneli yabani üzüm. [DS] çum buldam ak, [çumb (yans.) > çumb-ul-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d (u )-y o r] (Kap içindeki sıvılar için) çalkalanmak. [DS] çum burm ak, [çumb-ur-mak / çomb-ur-mak / çomtur-mak] {eT} gçsz. f . [-u r ] Atılmak; saldırılmak. [EUTS] çum buz, [? çumbuz] {ağız} is. Çim. [DS] çum ça, [çömçe / çumça] {ağız} is. Büyük ağaç kaşık; kepçe. [DS] çum çukur, [çu(m)+çu/kur] pekşt. sf. Çok çukur; çok derin. çumçulluk, -ğu [çu(m)+çu/lluk] {ağız} peşkt. sf. Sırılsıklam. [DS] çum çum a, [Far. çumçuma] {OsT} is. Çamçak. çum guk, [çom-ğuk / çom-uk] {eT} is. Ayağı ve başı kızıl, kanadında ak tüy bulunan karga; ala karga. [DLT][KB] çum kuştu, [çom-mak > çum-(u)k-uş-tu] {ağız} is. Toplantı. [DS] çum m ak, [çom / çum (yans.) > çum-mak] {eT} gçsz. f . [ - a r ] Yıkanmak veya yüzmek için suya dalmak; suya girmek; yıkanmak. [DLT] çum ran, [Moğ. cumran] {ağız} is. İri bir sıçan türü. [DS] çum ruşm ak, [çom / çum (yans.) > çom-(u)r-uş-mak] {eT} işteş, f . [-u r] Birlikte suya girmek; beraber yı kanmak; suya dalmak için yardım ve yarış etmek. [DLT] çum şam ak, [çum-(u)ş-a-mak] {eT} gçl. f . [- r ] Yol lamak. [OKD] çum turm ak, [çom-tur-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Yıka mak; yüzeysel olarak suya sokmak; çimdirmek. [DLT]
« M î SOM. i«**
ÇUR
çum ua, [Yun. tsimuha] {ağız} is. Düşük kaliteli sün ger. [DS] çumuk, [çom-ğuk / çom-uk] {eT} is. Ala karga. [DLT]
çunin, [Far. çunîn j ^ r ] (çu:ni:n) e. Böyle; bunun gibi. çunki, [Far. çün ki *&?>-] {OsT} zf. 1. Ne zaman ki. 2. Şunun için ki; şundan dolayı ki.
çum ur, [Erme, çmur] {ağız} is. Yumurta ile mısır ek meğinden yapılan bir yemek. [DS]
çu n k u r1, [çukur] {ağız} is. Çukur. [DS]
çum urm ak, [çom-ur-mak] {eT} g ç l . f [-u r] Suya dal dırmak, batırmak; yıkamak. [DLT]
çunkur2, [çok-mak > çung-ur] {ağız} is. Toplantı. [DS]
çumuşluk, [çom-uş-luk] {eT} is. 1. Hela; ayak yolu; tuvalet; apteshane. [DLT] 2. Yıkanılan yer. çum uşmak, [çom-uş-mak] {eT} işteş, f . [-u r ] Suya girmekte, yıkanmakta yardım ve yarış etmek; bir likte yıkanmak. [DLT]
çunkur3, [Yun. tsungrana (tırmık) ?] {ağız} is. Küçük kazma. [DS]
-çun, [-cm / -cin / -cün / -cun / -çin / -çin / -çün / çun] yap. e. ■* -cin. çun1, [çan / çang / çank / çeng / çm / çıng / çm / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çı kardığı sesi anlatan kök. [Zülfılcar] çu n-ça-l-ak, çun2, [Far. çün o ^ ] (çu:n)
{OsT}
e. 1. Gibi. 2. Ne
zaman ki. 3. İken. 4. Çünkü. 5. Mademki. 6. zf. Ni ce. 7. Niçin. 0 çün-i çîrâ, {OsT} N asıl ve niçin. çunam ak, [çun-a-mak ?] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-n(u)~ y o r ] İmrenmek. [DS] çunan, [Far. çünân o l^ r] (çu.na.rı)
{OsT} e. Öyle;
o-
nun gibi. çunavlak, -ğı [çunav-la-k] {ağız} sf. Kötü yaradılışlı; soysuz. [DS] çunb, [çamp / çımp / çomp / çumb / çunb (yans.)] is. Sıvılar içinde meydana gelen çalkantılı hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] çu n b-u l-da-m ak cumbuldamak, [cunb-ul-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d(u )-y or] (Kap içindeki sıvılar için) çalkalanmak. [DS] çuncukınak, [çunc-uk-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] (Hayvanlar için) kendine eş aramak; kızışmak. [DS] çunçalak, -ğı [çunç-a-la-k] {ağız} is. Salıncak. [DS] çune, [çön-e > çune] {ağız} is. Küçük çocuk. [DS] çung1, [çan / çang / çank / çeng / çm / çıng / çın / çınk / çi / çin / çing / çin / çink / çun / çung (yans.)] is. Cam ya da madenî eşyanın çınlama biçiminde çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çım g-ur, çungu r-gaç çung2, [çon] (çun) {eT} sf. İri doğranmış olan. [DLT] çunga, [çun-a] {ağız} is. Keser. [DS] çungur1, [çukur > çungur] {ağız} sf. 1. Göçleri çökük. 2. Çukur; derin. [DS] çungur2, [çung-ur] {ağız} is. Beyaz çakıl taşı. [DS] çungurgaç, [çung-ur-gaç] {ağız} is. Salıncak. [DS] çungurlaşm ak1, [çok-mak > çung-ur-la-ş-mak] {ağız) işteş, f . [-ır ] Toplanmak; üşüşmek. [DS] çungurlaşm ak2, [çukur-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f . [ır] Çukurlaşmak; derinleşmek. [DS]
çunkuştu, [çok-uş-mak > çolc-uş-tu] {ağız} is. Top lantı. [DS] çunm ak1, [çu-n-mak / yunmak] {eT} dönşl. / kanmak. [DLTJ
Y ı
çunm ak2, [çun-mak] {ağız} dönşl. f . [ - a r ] 1. İmren mek; heveslenmek. 2. Gittiği yere alışmak. [DS] çunur, [Ar. cum dyr] {ağız} is. 1. Kuma. 2. Su tek nesi; yalak. 3. Hamam havuzu. [DS] çupa, [Bulg. çupe / Yun. tsoupe] {ağız} is. Yetişmiş genç kız. [DS] çupan, [Far çüpân (çoban ) / Yun. çoupanos] {eT} is. Köy muhtarının yamağı; köyün ileri gelen büyüğü nün yamağı. [DLT] çupçe, [Am. çupe + Slav, -çe (küçiitm e eki)] {ağız} is. Küçük kız. [DS] çupçurga, [Mog. çupçur-ğa] {eT} is. Kamçının deste sine vurulan kayış. [Nevâyî] çu p ra 1, [çöb > çöpür > çop-ra] {eT} is. Eski elbise. [DLT] çup ra2, [çup-ra] is. Küçük kulaklı keçi, f? çup ra balığı, Uzun gövdeli, ağzının k en a rla rı bıyıklı bir tatlı su balığı, (Cobitis). çupuş, [? çupuş] {ağız} is. Fındığın yeşil kabuğu. [DS] ç u r1, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans.)] is. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] çu r çur. 0 çu r çur, {eT} H ayvan sa ğ ılırken sütün k a p ta çıkard ığ ı ses. [DLT] çu r2, [çar / çır /çir / çur (yans.)] is. Dönme, sürtünme, bağırma, ağlama, ötme ve parazitli sesler çıkarma durumlarında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] çu r-la-m ak çu r3, [çor / çur] {eT} is. Bir rütbe. [EUTS] çu r4, [çur] {ağız} is. 1. Kumarda verilen ödünç para. 2. Kapıp kaçma. 3. Derme çatma ev; çalı çırpıdan yapılan barınak; kulübe. [DS] S çu r etmek, 1. Yağm a etm ek. 2. {ağız} Oyunu bozm ak. [DS] çu r5, [çur] {ağız} sf. Sarışın; açık sarı renkli. [DS] çura, [çor-a] {ağız} is. Tuzla. [DS] çuram , [çurâm] (çura:m ) {eT} is. Diğerlerinden daha uzağa giden hafif bir ok atışı. [DLT] S çuram ola, tar. D iğ erlerin den d a h a u zağa g id e c e k şe k ild e a tı lan ok. [DLT] çuran, [Am. çuran] {ağız} is. Hindi. [DS]
ÇUR
çu rçu r, [çur+çur ?] is. 1. z ool. Lapinagillerden eti lezzetsiz, küçük, parlak renkli bir deniz balığı; çır çır, (C renilabrus). 2. Denizcilerin önemsiz saydık ları küçük balıklar. 3. m ecaz. Bir değer taşımayan, önemsiz. 4. Serseri; terbiyesiz. 5. (Kişi için) işe yaramaz. çu rçu rcu , [çurçur-cu] is. a rg o. Züğürt kumarbaz, çuren, [? çuren] {ağız} is. Eli yakışmayan. [DS] çurfalık, -ğı [çulha-lık > çurfa-lık] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS]
m H C E S H •1060 çuta, [? çuta] {ağız} is. Geniş yüzlü keser. [DS] çutka, [? çutka] {ağız} is. Keser. [DS] çutlanm ak, [çul-la-n-mak > çut-la-n-mak] d ö n ş l.f. [ -ır ] Çullanmak; yüklenmek. [DS]
{ağız}
çutol, [? çutol] {ağız} is. Mısır. [DS] ç u tr a 1, [Yun. eksedra] is. 1. Yerden biraz yüksekçe oturma yeri; sedir. 2. Eski çağ Yunan mimarisinde girişte içinde oturma yerleri bulunan görüşme salo nu. 3. Anıt niteliğindeki her türlü yapı. çu tra2, [Yuun. tsotra / İt. ciotola] {ağız} is. Ağaç göv desinden oyularak yapılmış su kabı; tahta şişe. [DS]
çurgalam ah, [çurga-la-mak > çurga-la-mah] {ağız} g ç l .f . f - r ] [-l(ı)-y o r] Sarıp sarmalamak. [DS]
çuttazlık, -ğı [çuttaz-lık] {ağız} is. Bilgiçlik. [DS]
çurgalam ak, [çurga-la-mak] {ağız} g ç l .f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] Toplamak; yığmak. [DS]
çutu r, [çot-ur] {eT} is. 1. Kötü huy. [DLT] 2. İsten meden yapılan şey.
çuri, [çur-i ?] {ağız} is. Kaz yavrusu. [DS]
çuug, [çuğ / çuuğ] {eT} sf. Bulanık. [EUTS]
çurlam ak, [Yur. tziurizo => çur-la-mak ?] g ç s z .f. [r ] [-l(u )-y or] Avaz avaz bağırmak, çu rm a, [Yun. / İt. zurma] {OsTj is. dnz. Bir kadırga da kürek çekenlerin tümü,
çu v1, [çag / çağ / çah / çak / çav / çığ / çiğ / çoğ / çuv (yans.)] is. Suyun kaynama, akma ve çağlama sıra sında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] çuv-şa-m ak, çu v-şa-t-m ak
çurm al, [? çurmal] {ağız} is. Sebze evlekleri. [DS]
çuv2, [Çin. ch’ao] {eT} is. 1. Hisse; pay. 2. Banknot,
çurm ut, [? çurmut] {ağız} is. Su yolu. [DS]
çuvaç, -cı [çöğ > çoğ-aç > çuvaç] {ağız} is. 1. Güneş. 2. Güneşli yer. 3. Güneş alan yer; güney yamaç. [DS]
çurnı, [Sansk. cüma] {eT} is. 1. Barut. [EUTS] 2. Türk hekimlerinin yaptığı bir tür müshil. [DLT] [KB] çu rp a 1, [Moğ. çurpa] {eT} is. Yaban domuzu yavru su; çorba. [Nevâyî] çu rp a2, [Far. çül-pâ] { OsT} sf. Topal, çu rrık , -ğı [çur(r)-ık] {ağız} is. Zayıf hayvan. [DS] ç u r t1, [çırt / çört / çurt (yans.)] is. Sıvıların atılışını, dökülüşünü ve akışını anlatan kök. [Zülfıkar] çurtum çu rt2, [çurt] {ağız} is. Fundalık. [DS] çurtleğen, [çurt-la-ğan] {ağız} is. Dal oluğu. [DS] çurtum , [çurt-um] {ağız} is. Oluk. [DS] çuru, [çur (yans.) > çur-u] sf. 1. (Yemekler için) çok sulu; ayran kıvamında. 2. {ağız} Koyulaşmamış; öz leşmemiş. [DS] çuruk , -ğu [çar-uk > çur-uk] {ağız} is. 1. Çarık. 2. Yüksek ökçeli ayakkabı. [DS] çuruk ur, [? çurukur] {ağız} sf. Darmadağın. [DS] çurum ak, [çur-u-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r ] İnat'etmek. [DS] çurum ba, [Yun. kolumbra] {ağız} is. Kara lahananın çiçeği. [DS] çust, [? çust] {ağız} is. Ham deriden yapılma ayakka bı. [DS] çuş, [ço / çu / çuş / çüş (yans.)] ünl. Eşek vb. hayvan ları durdurmak ya da kovalamak için kullanılan ünlem. çuşdar, [Far. çüş-dâr] {ağız} is. Dalkavuk. [DS] çuşka, [Bulg. çuşka] is. Acı biber, çuşut, [çaş-ut > çuşut] {ağız} is. Ara bozucu. [DS] çu t1, [çut] {ağız} sf. (Kişi için) sık dişli. [DS] çu t2, [çut] {ağız} sf. Dermansız. [DS]
çuval, [Far. çüvâl] (çu va:l) is. 1. Pamuk, keten, ke nevir ya da sentetik iplikten örülmüş büyük torba. 2. sf. Bu torbanın içindeki miktar, çuvalcı, [çuval-cı] is. 1. Çuval yapan ve satan kişi. 2. Tarım ürünlerini çuvala doldurmakla görevli işçi, çuvalcılık, -ğı [çuval-cı-lık] is. Çuvalcının yaptığı iş. çuvalçan, [çuvalcan] {ağız} is. Solucan. [DS] çuvaldız, [Far. çüvâl + düz (diken) > çuvaldız] is. Çuval gibi kaim şeyleri dikmekte kullanılan, ucu yassı, biraz eğri büyük iğne, çuvallam a, [çuval-la-ma] is. Çuval içine yerleştir mek işi. çuvallam ak, [çuval-la-mak] gçl. f . f - r ] 1. Bir şeyi çuval içine koymak. 2. gçsz. f . öğr. argo. Bir işte başarısızlığa uğramak; imtihanda başaramamak. çuvallanm a, [çuval-la-n-ma] is. Çuvala konulmak eylemi. çuvallanm ak, [çuval-la-n-mak] edil. f . [-ır ] Çuvala konulmak, doldurulmak, çuvallatm a, [çuval-la-t-ma] is. Çuvala yerleştirtmek işi. çuvallatm ak, [çuval-la-t-mak] gçl. f. [-ır ] 1. Çuval içine koydurmak. 2. öğr. a rg o. Birini başarısızlığa uğratmak; başarısız olmasına sebep olmak, çuvallı, [çuval-lı] sf. 1. Çuvalı bulunan; çuvalı olan. 2. Çuvala konulmuş olan; çuvallanmış. çuvallık1, -ğı [çuval-lık] {ağız} is. 1. Çuval konulan yer. 2. sf. Çuval yapmaya uygun. [DS] çuvallık2, -ğı [çulha-lık] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS] çuvalsız, [çuval-sız] sf. 1. Çuvalı bulunmayan; çuvalı
İİM
İ R
ÇÜJ
S i l i l . 1061
olmayan. 2. Çuvala konulmamış, çuvallanmamış olan.
çüçe, [çü-çe] {ağız} is. Erkek çocukların erkeklik or ganından sünnet olurken kesilen kısım. [DS]
çuvalter, [Far. cüvâl-ter] {ağız} is. Birbirine dikilmiş iki çuval. [DS]
çüçkürm ek, [çüç-kür-mek] {ağız} gçsz. f . [-ü r] Ak sırmak. [DS]
çuvaş, [çoğ-aç > çov-aç > çuv-aş] {eT} is. Çadır; gü neşlik. [DLT] Çuvaşça, [Çuvaş-ça] is. Volga ırmağının orta kesi minde yaşayan Çuvaşların konuştuğu Türk lehçele rinden biri.
çüçkürtm ek, [çüç-kür-t-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Ak sırtmak.
çuvaşlam ak, [çoğaç-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [~r] [-l(ı)y o r ] Güneşlemek. [DS] çuvga, [çuf-ğâ / çuv-ğâ] {eT} is. -*■ çufga. çuvı, [Hotan. çuvı] {eT} is. Hotan töresince hakandan iki derece aşağıda bulunan kimselere verilen on gun. [DLT] çuvlamak, [çıv-ı-la-mak / çıf-ı-la-mak] {eT} gçsz. fi. [- r ] İyi pişmemek; börtmek. [DLT] çuvşam ak, [çıv-şa-mak] {eT} g ç s z .f. [- r ] 1. Kayna mak ve köpüklenmek. 2. Midesi yanmak; midesi ekşimek. [DLT] çuvşatm ak, [çıv-şa-t-mak / çuv-şa-t-mak] {eT} gçl. f . [-u r] Ekşitmek. [DLT] çuvurtm ak, [çığırt-malc / çağırt-mak] {ağız} gçl. f . [ur] Çağırtmak. [DS] çuz, [çuz] {eT} sf. 1. Sırmalı. [Yüknekî] 2. is. Yaldızlı ve kırmızı bir Çin kumaşı; atlas kumaş. [DLT][KB]
çüçkürük, -ğü [çüç-kür-ük] {ağız} is. Aksırık. [DS] çüçü, [çü+çü] {ağız} is. Dişi hindi. [DS] çüçük 1, -ğü [çü (yans.) > çü-çük] {ağız} is. 1. Kümes hayvanlarının yavrusu; civciv. 2. Soğanın tohum veren yaprağı; cücük. [DS] çüçük2, -ğü [küçük > çü-çük] {ağız} is. Çoc. d. 1. Çocukların erkeklik organı. 2. İşeme ihtiyacı; çiş. [DS] çüçük3, -ğü [çü-çük] {ağız} is. Meyve ve sebzenin en küçüğü. [DS] çüçük4, -ğü [çü-çük] {ağız} is. Söğüt ağacı kabuğun dan yapılan düdük. [DS] çüçüklemek, [çü-çük-le-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [l(ü )-yor] Çücüklenmek. [DS] çüçül1, [çü-çül] {ağız} sf. 1. Aptal; sersem. 2. Kılıbık,
[DS] çüçül2, [çü-çül] {ağız} is. Civciv. [DS] çüçül3, [çü-çül] {ağız} is. Erkek çocukların cinsel or ganı. [DS] çüçüm , [çüç-üm] {ağız} is. Ceviz içi. [DS]
-çü, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. -* -cı.
çügde, [cügde] {eT} is. Kulak arkasındaki çıkık ke mik, (processu s m astoideu s). [EUTS]
çtt , [çi / çu / çü (yans.)] is. Kümes veya diğer evcil hayvanları kovalama ya da çağırma ünlemi, çü çü, çii+ çü -k
çüge, [Far. çühâ => çüge / çoğa / çuğa / çöge] {eT} is. Elbise üstüne giyilen geniş ve kolsuz üstlük; aba. [KB] çügürıdür, [Far. çukundur] {ağız} is. Pancar. [DS]
çü2, [çü (yans.)] is. Filizlenmeyi, sürgün vermeyi anlatan kök. [Zülfikar] çii-cü k-len m ek çü3, [çu / şu / çü / şü] {eT} e. Emirde pekiştirme edatı. [DLT] çü4, [Far. çü y?] (çü:) {OsT} e. Gibi. çübek, [çüb-ek] {eT} is. Çocuk erkeklik organı; çük. [DLT] çübür, [çöb-ür > çüp-ür] {eT} is. Keçi kılı. [DLT] S çübür çebür, {eT} M alın kötüsü, d eğ ersiz i; a b u r cu bur; döküntü mal. [DLT] çübürlenmek, [çöb-ür-le-n-mek > çüb-ür-le-n-mek] {eT} dönşl. f . [-ü r] (Keçi için) kıllanmak; tüyü bit mek. [DLT] çücük 1, -ğü [çü-cük] {ağız} is. 1. Ekin. 2. Filiz. 3. Sebze ve meyvelerin en küçüğü. 4. Hıyar. 5. Gölde yetişen bir çeşit ot. [DS] çücük2, -ğü [cü-cük > çü-cük] {ağız} is. Civciv. [DS] çücüklenmek, [cücük-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Yeşermek; filizlenmek. [DS] çüç, [çüç (yans.)] is. Aksırmayı anlatan kök. [Zülfi kar] çü ç-kür-m ek, çü ç-kü r-ük S çüç etmek, çoc. d. Susm ak; oturm ak. çüççü, [çift-çi > çüççü] {ağız} is. Çiftçi. [DS]
çüğ, [çüğ] {ağız} ünl. Koyun ve keçi sağılacağı za man söylenen söz. [DS] çüğen, [? çüğen] {ağız} is. At başlığı. [DS] çüğmek, [çüğ-mek] {ağız} gçsz. f . [ - e r ] Sendeleyip düşmek. [DS] çüğül, [Erme, çkür / Yun. tsekhouri] {ağız} is. Kaz ma. [DS] çüğütm ek, [cuğ-ut-mak > çüğ-üt-mek] {ağız} gçsz. f . [-u r ] Üşüyerek büzülmek. [DS] çühre, [Far. çühre °_**-] {OsT} is. tar. İmparatorluk döneminde, sarayda hizmet eden erkek çocuklara verilen ad; iç oğlanı, çühregân, [Far. çühre-gân olS 0j^ ]
(çü hregâ:n )
{OsT} is. İç oğlanları, çüjmek, [çöj-melc / çüj-mek] {eT} gçl. f . [- e r ] Çeke rek uzatmak; uzunluğuna çözmek. [DLT] çüjtürm ek, [çöj-tür-mek / çüj-tür-mek] {eT} gçl. f i [ü r] Gerdirmek; çektirmek. [DLT] çüjülmek, [çöj-ül-mek/çüj-ül-mek] {eT} edil.fi. [-ü r] 1. (Gevşek ip için) gerilmek. 2. (Sakız ve macun için) uzamak; sünmek. [DLT]
ÇÜK
ÖIÜM rüRSÖM .ıosi
-çü k 1, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / çuk] yap. e. -*■ -cık.
çülükmek, [*çül > çül-ük-mek] {eT} gçsz. f. [-ü r] Bozulmak; perişan olmak. [DLT]
-çük2, [-çak / -çek / -çuk / -çük / -çık / -çik] {eT'} yap. e. - * -çak.
çfilttl, [? çülül] {ağız} is. Kuş üzümü. [DS]
çük, [çük] {eT} is. 1. Erkek cinsiyet organı, {ağız} (ay nı) [DS] 2. {ağız) Değirmende taban tahtasına geçen mil. [DS] S çük çümbül, {ağız} E rk ek lik organ ları. [DS] çükçük, -ğü [çük-çük] {ağız} is. Sabanda, ok ile ök çenin birleştirilmesi için karşılıklı açılan delik. [DS] çükelik, -ği [çök-el-ik] {ağız} is. Çökelek; ekşimik. [DS] çüklü, [çük-lü] {ağızf sf. 1. Erkeklik organı olan. [DS] 2. Erkek. 0 çüklü çümbüllü, E rk ek lik org a n ları olan.
çülünk1, -gü [Far. külüng => çülüng] {ağız} is. İki ağızlı kazma. [DS] çülünk2, -gü [? çülünk] {ağız} is. Kaplumbağa. [DS] çü m 1, [çim / çim / çin / çüm (yans.)\ is. Parmak uç ları ile sıkıştırmayı, ezmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] çüm cük, çiim -çü -k çüm 2, [çim / çim / çom / çöm / çum / çüm (yans.)} is. Suya girmeyi, yıkanmayı, suyu çalkalamayı ve bu sırada su sıçratmayı anlatan kök. [Zülfıkar] çümmek, çüm -ü r-m ek çüm 3, [çim > çüm] {eT} {ağız} is. Fide. [DS]
çüklüce, [çük-lü-ce] {ağız} is. Pancar. [DS]
çüm a, [? çüma] {ağız} is. Kaynatmadan biriktirilip yayılan süt. [DS]
çttklük, -ğü [çük-lük] {ağızf is. Küçük çocuklarda apış arası bezi. [DS]
çüm bül', [çümb-ül] {ağız} is. Erkek çocukların er keklik organı. [DS]
çükreklenm ek, [çek-re-k-le-n-mek / çük-re-k-le-nmek] {eT} dönşl. f . [-ü r] Yün elbise sahibi olmak; yün elbise giyinmek. [DLT]
çümbül2, [çümb-ül] {ağız} is. Kulakları yuvarlak keçi. [DS]
çükte, [çük-te] {eT} is. anat. Kulağın arkasındaki kemik, (p rocessu s m asteu deııs). [Gabain] çükündttr, [Far. çuğunder => çükündür jJ^ = -] {ağız} is. 1. Pancar. {eAT} (aynı) 2. Havuç. 3. Lahana. 4. Şalgam. [DS] çükündürük, -ğü [çükündür-ük] {ağız} is. Pancar. [D S]
çü k ü r1, [çöğ-ür] {ağız} is. nıüz. Çöğür. [DS]
çümbüzük, -ğü [çümb-üz-ük] {ağız} sf. Çok yüz bul muş; şımarık; nazlı. [DS] çüm ce, [çöm-çe > çüm-ce] {ağız} is. Çömçe. [DS] çüm cük, -ğü [çüm-cük] {ağız} is. Ev makarnası; eriş te; cimcik. [DS] çüm çttrük, -ğü [çü(m)+çü/rük] pekşt. sf. Çok çürük; aşırı çürük. çüm ek, [çöğ-mek > çü-mek] (çü:m ek) {ağız} gçsz. f . [- e r ] Sıçramak; zıplamak. [DS]
çük ür2, [Erme, çkür / Yun. tsekhouri] {ağız} is. Bir yüzü balta, bir yüzü kazma olan alet. [DS]
çümeli, [? çümeli] {eT} is. Karınca. [Gabain]
-çül, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] y a p . e. -*■ -cıl.
çüm erük, [çöm-er-ük > çüm-er-ük] {eT} sf. Sulu; su içinde. S1 çüm erük kişi, H er zam an gözü sulanan a d a m ; gözü az g ö ren kim se. [DLT]
çttlaki, [Far. culâhî] {ağız} is. Kalın kumaş. [DS] çüle, [çöne > çüne > çüle] {ağız} is. Çoban yamağı. [DS] çülek1, [çüle-k] {ağız} is. Turfanda çıkan sebze. [DS] çülek2, [Erme, kovlak => külek > çülek] {ağız} is. Çam tahtasından yapılma saplı kap. [DS] çüleke, [çülek-e ?] {ağızj is. Çoluk çocuk. [DS] • çülki, [Rus. çulki] {ağız} is. Pamuk ipliğinden örülen çorap. [DS]
çüm en, [Far. çemen] {ağız} is. Çimen. [DS]
çüm gen, [çim-gen > çüm-gen] {eT} is. Ayrık otu; çi men, (Panicum dactylon). [DLT] çüm m ek', [com-mak / çim-mek > çüm-mek] {eT} gçsz. f . [ - e r ] (Ördek için) suya iyice dalmak. [DLT] çüm m ek2, [çöm-mek] {ağız} gçsz. f . [- e r ] Ayakları üzerine oturmak; çökmek; çömelmek. [DS] çümtilli, [çümtil-li ?] {ağız} sf. Temiz ve tertipli. [DS]
çülkü, [Rus. çulki] {ağız} is. İplik çorap. [DS]
çüm türm ek, [çüm-tür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Suya iyice, derine daldırmak. [DLT]
çüllemek, [çül-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(ii)-y orJ Yakıp harap etmek. [DS]
çüm ü, [çüm-ü] {ağız} is. Küçük çocukların erkeklik organı. [DS]
çülliyen, [çül-le-yen] {ağız} sf. Yakıp yıkan. [DS]
çüm ürm ek, [çüm-ür-mek] {eT} gçl. f . [-ü r] Suyun derinlerine daldırmak. [DLT]
çülpe, [Far. çül-pâ] {ağız} sf. Aptal; budala; sersem. [DS] -çülük, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / -çülük / -çuluk] yap. e. -*• -cılık. çülük, -ğü [Far. külüng => çülünk > çülük] {ağız} is. Kazma. S çülüklü kazma, {ağız} İki ağızlı kazm a. [D S]
çüm üş, [çüm-üş] {ağız} is. Denize doğru uzanmış bu run üzerindeki toprak. [DS] çüm üşmek, [çom-uş-mak > çöm-üş-mek > çüm-üşmek] işteş, f . [-ü r ] Birlikte suya derin olarak dal dırmak; suya derin daldırmakta yardım ve yarış et mek. [DLT]
e r i M
ÇÜR
i î f f i i ı i .1 0 6 3
-çün, [-cm / -cin / -cün / -cun / -çin / -çin / -çün / çun] e. -*■ -cm.
{OsT} e. - * çun. is. Sırt; arka. [DS] çünân jU=-] (çün a.n) {OsT} zf.
ç ü r5, [çür] zan madde. [DS]
çün1, [Far. çünjj^-] (çu:n) çün2, [? çün] {ağız} çünan, [Far.
Bunun gi
bi; bu şekilde, çünbek, -ği [Far. çünbek ^L^-]
{OsT} is.
Sıçrama; at
lama; perende atma. S1 çünbek-zen, {OsT} S ıçr a y a n ; p e r e n d e atan. çüne1, [çön e> çüne] {ağız} is. Çoban yamağı. [DS] çüne2, [Far. çüle => çüne] {ağız} is. Aptal; sersem. [DS] çünge, [? çünge] {ağız} is. Keser. [DS] çüngelmek, [çönge-l-mek] {eAT} gçsz. f . [ -ir ] 1. Gü cünü yitirmek. 2. İşini yapamaz olmak. 3. Küntleşmek. çüngül, [çüng-ül] {ağız} is. Ense. [DS] çüngüş, [çüng-ü-ş] {ağız} is. 1. Çobanaldatan. 2. m e caz. Hilekâr. [DS] çünki, [Far. çün+ki «So^] {eAT} {OsT} e. 1. Madem ki. 2. Ne vakit; vakta ki. çünkü, [Far. çün+ki ^ j^ -] (ç ü ’nkü) e. 1. Şundan do layı, şu sebeple; zira. 2. Madem ki; için. 3. Ne vakit ki; vaktaki, çünküleyim, [çünkü-leyim] e. Çünkü; zira, çünküleyin, [çünkü-leyin] e. Çünkü; zira, çünkim, [Far. çün+kim p& y?] {OsT} e. Çünkü. çünmek, [çün-mek] {ağız} gçsz. f . [- e r ] (Karasinek için) bir yere birkaç kez konmak. [DS] çüntük, -ğü [çünt-ük] {ağız} is. Dövülmemiş; iri tane. [DS] çünü, [? cünü > çünü] {ağız} is. Keten çuval. [DS] çünük, [çün-ük] feT } is. bot. Çınar ağacı. [DLT] çünüş, [kömüş > çünüş] {ağız} is. Manda. [DS] çünüt, -dü [? çünüt] {ağız} is. Bataklık. [DS] çüp, [çap / çep / çıb / çib / çip / çüp (yans.) is. El çırpma ve alkışlama sesini ve hareketini anlatan kök. [Zülfıkar] çü p(p)e-n çüpeç, -ci [küp-eç] {ağız} is. 1. Küçük küp; çömlek. 2. Kazan. 3. Testi. [DS] çüppen, [çüpp-en] {ağız} is. Alkış. [DS] çüpü, [çüp-ü] {ağız} is. Raks. [DS] çüpür, [ e l çübür > çüpür {ağız} is. 1. Sert keçi kılı. 2. Çöp. [DS] çüpürlennıek, [çübür > çüpür-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ü r ] (Keçi için) lallanmak. [DLT] ç ü r1, [çar / çır /çir / çör / çur / çür (yans.)] is. Su ve benzeri akışkan maddelerin dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] çü r çür, çiir-ü-k, çü r-kil S çü r çür, {eT} H ayvan sağtlırken, sütün k a p ta çıka rd ığ ı ses. [DLT] çü r2, [çür] {eT} is. Menfaat; çıkar. [DLT]
is. Balı alınmış petek. [DS] sf. Açık sarı renkli; sarışın. [DS] {ağız} is. Öküzün erkeklik organından
çü r3, [çür] {ağız} çü r4, [çür] {ağız}
çürbek, [Far. çurbek] sanı; su-i zan.
{OsT} is.
sı
1. Vesvese. 2. Kötü
çürçünlenıek, [çür-ç-ün-le-mek] {ağız} gçsz.f. [-r] [l(i)-yor] 1. Uyuklar vaziyette düşünmek. 2. Gecelik ile oturmak. [DS] çü rek 1, [çür-ek]
{eT} is. Yürek.
[OKD]
çürek2, -ği [çörek > çürek] {ağız} is. Harmanda bütün sapların dövülerek saman haline gelmesi. [DS] çürgenm ek, [çürge-n-mek] {eT} dönşl. f. mak; ateşte alazlanmak. [Nevâyî]
[-ür] Yan
{eT} gçsz.f. [-r] Çürümek, {eT} is. (Çocuklar için) çiş. [DLT] [çür-le-mek] {eT} gçsz. f. [-r] Çıkar
çürim ek, [çür-i-mek] çürkü, [çürki]
çürlemek, lamak; menfaat elde etmek. [DLT]
sağ
çürlenm ek, [çürle-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] Yarar lanmak; faydalanmak. [DLT] çürletm ek, [çürle-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Aşırtmak. [DLT] çürm ük, [çür-mük] {ağız} sf. Çürümeye yüz tutmuş olan. [DS] çürni, [Sansk. cüma]
{eT} is.
Barut. [EUTS]
çürtm e, [çürü-t-me > çürt-me] {ağız} is. Kara zeytin. [DS] çürüğü, [çür-üg-ü]
{eT} is.
Yürüyüş. [OKD]
çü rü k 1, [çür (yans.) > çür-ü-k] {ağız} is. 1. Küçük testi. 2. Musluk. [DS] çürük2, -ğü [çürü-k] sf. 1. Çürümüş, bozulmuş. 2. gnşl. Dayanıksız olan. 3. Sağlam bir temele, sağ lam kanıtlara dayamnayan. 4. is. Ezilme veya çarp ma gibi darbeler sonucu vücutta meydana gelen ağrılı morluk; bere. 5. as. Askerlik yoklamasında askerliğe elverişli olmadığı anlaşılan kişi. 6. Bit kilerde mantar ve bakterilerin sebep olduğu birçok hastalık. S çürüğe çıkarılm ak, A skerlik y ap m a y a elv erişli olm adığ ı anlaşılmak.\\ çürüğe çıkarm ak, B ir eşyayı k u lla n ılam a y aca k durum da olm asın dan dolayı atm a k veya kullanmamak.\\ çürüğe çıkmak, 1. Sağ lam olm adığ ı anlaşılm ak. 2. as. S a ğ lık duru munun elverişsiz olm asından dolayı a sk erlik g ö r e vinden bağışlanmak.\\ çürük ay, {ağız} S ebze ve m eyvelerin ç a b u k çürüdüğü temmuz ve ağu stos a y ları. [DS]j| çiiriik çarık, Eski, kırık, işe yaramaz.]\ çürük d am ar, B ir m erm eri bö len ç o k g e v ş e k m a l zem ed en oluşm uş d a m a r.|| çürük elma, 1. K a rşılık lı ip çek m e oyunu ve bu oyunda sürüklenen çocuk. 2. Sağlıksız, işe y a ra m a z kişi.\\ çürük gaz, O tom o billerin egzozundan çıkan yanm ış gaz. || çürük iş, G üvenilir olm ayan, sonu nda b ir olum suzluk g ö r ü len r'f.|| çürük p ara, A yarı düşük olduğu için p iy a s a d a düşük fiy a tla değ erlen d irilen p a r a ; çürük a k çe]] çürük sakız, Ç ok kullanılan sö z veya düşün-
ÖIÜMIÜMESOM.
ÇÜ R
c e .|| çürük su, 1. Gem inin p erv an esin in etkisi a l tında k a la r a k h a rek ete etkisi olm ayan su. 2. İçin d e erim iş h â ld e k a lk e r tortu lan bulunan su.\\ çürük tahtaya basm ak, Sonu olum suz b itec ek b ir işe g i rişm ek; a ld a tılm ak ; y a ş tahtaya basmak.\\ çürük toprak, {ağız} Verimsiz toprak. [DS]|| çürük yu m u rta, 1. B ayatlayıp kokm uş yum urta. 2. İ ş e y a ram az ş e y ; ken din e güvenilm ez kişi. çürükçü, [çürük-çü] {ağız} sf. İdaresiz; müsrif. [DS] çürükçül, [çürü-k-çül] sf. (Bitki, mantar, bakteri için) cansız organik maddelerle beslenen; saprofit, çürükçüllük, -ğü [çürü-k-çül-lük] is. Çürükçül bitki lerin yaşama biçimi, çürüklenm ek, [çür-ük-le-n-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [-ir ] 1. Şüphelenmek. 2. Tedirgin olmak. [DS] çürüklü, [çürü-k-lü] sf. Çürüğü olan; üzerinde çürük kısım bulunan, çürüklük, -ğü [çürü-k-lük] is. 1. Çürük olma duru mu. 2. Çürük. 3. Çürümek üzere çör çöp atılan yer. 4. Eskiden yoksulların ölülerinin üst üste gömüldü ğü mezar. çürüksüz, [çürü-k-süz] sf. Çürüğü olmayan; üzerinde veya içinde çürüğü bulunmayan, çürüm e, [çürü-me] is. Çürümek eylemi, çürüm ek, [eT. çür-i-mek > çür-ü-mek] gçsz. f . [-r ] 1. (Bitki ve hayvan için) çeşitli etkilerle, özellikle de mikroorganizmaların etkisi ile kimyasal değişikliğe uğrayıp bozulmak; kokuşmak. 2. Dayanıklılığını, sağlamlığını yitirmek. 3. (İnsan için) ezilme, vurma ve çarpma yüzünden vücutta ağrılı morluklar be lirmek; berelenmek. 4. (Düşünce, dava, iddia için) kanıtsız kalmak; dayanağım yitirmek. 5. (İnsan için) yıpranmak, çökmek, çürüntü, [çürü-n-tü
{OsT} {ağız} is. 1. Çürük
şeylerin döküntüsü, kalıntısı. 2. Çör çöp; süprüntü. [DS] çürürek, -ği [çürü-rek] {ağız} sf. Biraz çürük; çürük çe. [DS] çürüşm ek, [cur-uş-mak > çür-üş-mek] {ağız} d ö n ş l.f. [-ü r ] (Kesilen meyveler için) buruşmak; büzüş mek. [DS] çürüşü, [? çürüşü] {ağız} is. Ağaç, gövdesinden kesil dikten soma verdiği taze filiz. [DS] çürütm e, [çürü-t-me] is. 1. Çürümesini sağlama ey lemi. 2. {ağız} mutf. Ağda ve susam ezmesi karıştı rılarak yapılan bir tür tatlı. [DS] 3. {ağız} mutf. Şe kerle yapılan nişasta peltesi. [DS] 4. {ağız} Acısı giderilmiş zeytin tanesi. [DS] 5. {ağız} m u tf Zeytin yağı, ekmek, yumurta, sarımsak ve limon ile yapı lan bir yemek. [DS] çürütm ek 1, [çürü-t-mek] g ç l . f [-iir] 1. Bir şeyin çü rümesine sebep olmak; çürümesini sağlamak. 2. (Et için) bayatlatıp sertleşmesine sebep olmak. 3. (Çömlekçi çamuru için) nemli bir yerde bırakarak
homojenliğini artırmak. 4. (Bir görüş, düşünce, önerme için) karşı kanıtlarla yanlışlığını ortaya koy mak. çürütm ek2, [çürü-t-mek] {ağız} gçsz. f . [-iir] 1. Ser semce durmak; şaşırmak. 2. Oyunda sayı kaybet mek. [DS] çürütülm e, [çürü-t-ül-me] is. Çürütme işinin yapıl ması eylemi. çürütülm ek, [çürü-t-ül-mek] edil. f . [-iir] 1. Çürüt me işlemi yapılmak. 2. (Bir görüş, düşünce ve önerme için) karşı kanıtlarla yanlışlığı ortaya ko nulmak. çürütüş, [çürü-t-üş] is. Çürütme eylemi ve biçimi, çürüyh, [çürü-k > çürüyh] {ağız} sf. 1. Çürük. 2. Has talıklı. [DS] çürüyüş, [çtirü-y-üş] is. Çürüme eylemi ve biçimi, çüst, [Far. çiistc™şr] {OsT} is. 1. Çabuk hareketli; çe vik; tez. 2. Sıkı; dar. 3. Yakışıklı; düzgün. 4. Mun tazam. çüstî, [Far. çüstı
(çüsti;) {OsT} is. Çeviklik.
çüş, [ço / çu / çuş / çüş (yans.)] iinl. 1. Eşek vb. hayvanları durdurmak ya da kovalamak için kulla nılan ünlem, çüş-ük. 2. a rg o. Çirkin bir davranış veya sözün yeri olmadığım belirtmek için söylenen kaba uyarı sözü. 3. is. gen şl. Eşek. S çüş dudak, {ağız} B üyük ve d ışa rıy a doğru sa rk ık dudak. [DS] çüşdüm, [çüş-düm] {ağız} sf. Şaşkın. [DS] çüşek, [Soğd. çüşek] {eT} is. Ot; çayır; otlak. [DLT] çüşka, [? çüşka] {ağız} is. Küçük, yuvarlak, acı biber. [DS] ' çüşşek, -ği [çüş(ş)-ek ?] {ağız} is. 1. İki kanatlı pa muk kozası. 2. Cevizin içindeki dört parçayı birbi rinden ayıran zarlar. [DS] çüştük, -ğü [çüş-(ü)t-ük] {ağız} sf. (Kişi için) ufak tefek ve hareketli. [DS] çüşük1, -ğü [çüş-ük] {ağız} is. (Çocuk dilinde) eşek. [DS] çüşük2, -ğü [çüş-ük] {ağız} is. 1. K of ceviz. 2. Pamuk kabuğu. [DS] çüşüm, [ Far. ? çüşüm] {eT} is. Dut. [EUTS] S çüşüm söğüt, bot. B ir söğ ü t türü. [EUTS] çüt, [Far. cüft => çüft > çüt] {ağız} sf. Çift. [DS] S çüt demiri, {ağız} S aban dem iri. [DS] çütçü, [çift-çi] {ağız} is. Çiftçi. [DS] çütlem e1, [çift-le-me] {ağız} is. Çiftleşme. [DS] çütleme2, [çöp-le-me > çütle-me] {ağız} is. Üzümün çöplerim ayıklama. [DS] çütleşmek, [çift-le-ş-mek > çüt-le-ş-mek] {ağız} işteş. f [-ir] Çiftleşmek. [DS] çütlük, -ğü [çift-lik > çüt-lük] {ağız} is. Çiftlik. [DS] çütm ük, -ğü [çüt-mük] {ağız} is. İyi özenmeyen yo ğurt, muhallebi vb. içinde kalan topaklar. [DS] çütre, [İt. tcotira > çotira > çütre + balığı] (çü ’re) is.
ÇÜY
i r a i i M t S o M İ • 1065
zool. Dikenli, sert pullu, kısa geniş, siyaha yakın esmer renkli bir balık türü; çotira balığı, (B alistes capriscu s). çüval, -li [Far. çüvâl Jlj»-] (çü v a:l) {OsT} is. Çuval. S çüvâl-düz, {OsT} Çuvaldız. çüvdürm ek, [çüv-dür-mek] {ağız} gçl. f . [-ü r] Uzat mak. [DS] çüve, [çöğ-e > çüve] {ağız} is. Yeni yeni yürümeye başlayan küçük çocukların ayakta durması; tay dur ma. [DS] 0 çüve durm ak, {ağız} Tay durm ak. [DS] çüven1, [Gag. çüven] {ağız} is. Dibi yuvarlak tunç tencere. [DS] çüven2, [Rus. çugun (d ökm e tencere)\ {ağız} is. Bü yük çaydanlık. [DS]
çüveş, [çoğ > çoğaç] {ağız} is. Güneşli yer; çoğaç. [DS] çüvit, [? çüvit / çüvüt] {e7} is. 1. Çivit. [EUTS] 2. B o ya. [DLT] çüvmek, [çöğ-mek > çüv-mek] {ağız} g ç s z .f. [- e r ] 1. Yüksek bir yerden atlamak. 2. Hoplamak; zıpla mak. [DS] çüvre, [çüvre] {ağız} is. Musluk. [DS] çüvüncek, -ği [çöğ-mek > çöğ-ün-cek > çüv-ün-cek] {ağız} is. Salıncak. [DS] çüymek, [çöğ-mek > çüv-mek > çüy-mek] {ağız} g ç s z .f. [- e r ] Zıplamak; hoplamak. [DS] çüyü, [çiv-i > çüyü] {ağız} is. Çivi. [DS]
m
jü t
İÜ
d, [d / D] (de) is. 1. Bugün kullandığımız Latin asıllı Türk alfabesinin beşinci harfi. 2. Dilin ucu üst ön dişlere değme hâlinde iken akciğerlerden gelen ba sınçlı havanın sıkıştığı anda dilin ucunun dişlerden ayrılması ve bu sırada ses tellerindeki titreşim ile meydana gelen süreksiz, tonlu bir ünsüzdür; d e ola rak adlandırılır. 3. Sıralamada beşinciyi gösterir. S D günü, as. Y apılm ası k a rarla ştırıla n a n c a k z a m a nı açıklan m ay an h arekâtın günü y er in e em ir ve p la n la rd a kullanılan terim. -d-, [-d- / -y-] {eT} yap. e. Fiilden fiil yapma eki. ı-dm ak (gönderm ek) [ETY] D 1, 1. Romen rakamlarında beş yüzü gösterir. 2. miiz. Alman nota sisteminde r e 'yi gösterir. D2. [Fr. deuterium] is. kim. Hidrojenin, atom numa rası 1, kütlesi 2.0148 olan izotopu; ağır hidrojen, sembolü: D. kim. Hidrojenin ağır izotopu olan döteryumun sembolüdür. -da-, [-da- / -de-] {eA I} yap. e. 1. Yansıma kelime lerden geçişsiz fiiller türetir. {eT} (aynı), güvü l-demek, kü -d e-m ek (gürültü etm ek) 2. Ses yansımalı gövdelerden -ir ve -il ile biten kelimelerden eylem ler türetir, çıt-ır-da-m ak, şip-il-de-m ek. 3. İsimler den geçişli fiiller türetir, al-da-m ak, iz-de-m ek, iste-m ek; guruldam ak, tingildem ek, şırıldam ak, vızıl dam ak, büngiildem ek. -d a 1, [-da / -de / -ta / -te] çek. e. 1. İsim hâl eki; ad durum eki. İsmi fiile ve fiilimsiye bağlayan, bir yerde, bir durumda bulunmayı bildiren isim çekim eki; bulunma durumu eki; kalma durumu eki; -de hâli eki; {eT} (aynı): evde, oku lda, a ğ a çta , köşkte. 2. [-da / -de] {eAT} Adm yönelme durumu eki “-a” değerinde kullanılır. "... benim s o l dizim de (dizim e) k e s e r ile vu ru p..”. Sicill-i Osmanî. 3. {eAT} Adm ayrılma durumu eki “-dan” değerinde kullanılır. "Ulu to p la r kodu d ery a yü zin de / G em i ne, k eb k i ururlar g ö zin d e (gözünden). ” Tarih-i Al-i Osman. 0 -da olmak, [-da olmak / -de olmak] {eAT} -le uğraşm ak. “B iz g a fil olm ayalım , yarağu m u zda (hazırlığım ızla uğraşır) o lalım deyip... ” Siyer-i Darîr.
-d a2, [-da / -de / -ta / -te] yap. e. İsimden isim türet me eki: Bulunma, taşıma, içerme anlamlarıyla isimler yapar: p a y d a, gözde, sözde, görünüşte, s ö z de. -da3, [-da / -de] {eAT} yap. e. 1. Zaman bildiren ke limelerden zarflar türetir, -leyin; -ları. “G e c ed e (g eceleri) ağlayu p gündüzde (gündüzleri) hoş gül. ” Ruşenî Divanı. 2. ... ile; ... sebebiyle; ... yüzünden. “... kâfirlerin kılıcın d a (kılıcı ile) şeh it o la lar. " Rahatu’l-Ervah. 3. ... olarak, -ca; -lıkla. “Onulur o k u k ılıç zahm i tizde (tez o la ra k ) / Veli dil zahmi. onul m az g en ez d e (k o la y lık la ).’’ Delilü’l-İbad. 4. ... içinde. 5 . ... hakkında, -a ilişkin;... üzerine. -da4, [-da / -de / -ta / te] {eT} çek. e. -* -ta. [ETY] d a 1, [dakı > dağı > dahi > dahi > da / de] e. 1. B ağ lama ve kuvvetlendirme edatı. 2. Cümlede kendin den önceki öğeyi belirli kılar. "Okul d a açıldı. ” 3. Yüklemin sonuna gelerek eylem anlamını kuvvet lendirir. “P aray ı verm edi de. ” 4. Diğer edatların belirttiği anlamı güçlendirir. “A rtık n e okulu, n e d e a rk ad a şların ı hatırlayabiliyordu . ” 5. İki emir cüm lesi arasında kullanıldığında, birincide ısrar edildi ğini belirtir. “H arçlığın ı alsın d a gitsin. ’’ 6. Sonu na geldiği öğeyi cümleye katar. “Yaşlı kadın sız la n d ık ça çocu ğ u d a ba ğ ırm ay a başlad ı. ” 7. Nicelik ve nitelik bildiren sıfat ve zarfların anlamını güç lendirir. “P azard an aldığın elm a ço k d a güzelm iş. ” 8. Sözü geçen olay ya da durum ile sonraki arasın da "-den b a ş k a " anlamıyla ilişki kurar. "P azar d u ası ed ild i; z a b ıta d a geldi. ” 9. Şartlı cümlelerde “bile, d a h i" anlamıyla şartın geçerli olmadığını bildirir. "Artık dün yaları versen d e ön em i k a lm a dı. ” 10. Karşıt anlamlı cümleleri pekiştirerek bağ lar. “On b eş gün gezm iş d e bu s a b a h ö d ev y a p a c a ğ ı tuttu." 11. Bazı birleşik cümleleri “am a, f a k a t ” anlamıyla birbirine bağlar. “A radım d a bu lam a dım ." 12. Kendisinden önceki fiile zarf fiil anlamı katar. “O kudu d a ad am oldu. ” 13. Tekrarlanan fiil lerin arasına girerek sürerlilik bildirir. “Yazdı d a yazdı. ” 14. Tekrarlanan kelimelerin arasına girerek şiddetli istek ve direnme bildirir. "Top d a top diy e
ö u m r i M M • 1088
DA
direndi. " 15. Eş görevli kelimeler arasında ve son ra gelerek tekrar edildiği zaman “hem ... hem ... ” anlamıyla bağlama görevi yapar. “P aray ı d a pulu d a g özü g örm edi. ” da2, [Ar. dâs *b] (d a :) {OsT} is. Hastalık; dert; illet; maraz. S d â’-i Dalton, {OsT} tıp. R en k körlü ğü.|| d â’ -i ezrak, {OsT} tıp. Cildin mavi, m or b ir ren k a ld ığ ı hastalık.\\ d â’-i hadır, {OsT} tıp. Vücudu b ir d en kaplayan uyuşm a hastalığı.\\ d â’-i m erâk, {OsT} K a r a sev d a .|| d â’-i udâl, {OsT} T edavi ed ile m eyen sü reğen h a stalık.|| d â’ ü’l-alîk, {OsT} tıp. B ir tür cilt hastalığı.\\ d â’ ü’l-asab, {OsT} tıp. Sinir h a s talığı]] d â ’ü’I-behr, {OsT} tıp. N efes d a rlığ ı.|| d â’ü ’l-câversiye, {OsT} tıp. D arı büyüklüğündeki k a b a r c ık la r la m eydan a çıkan b ir h a stalık .|| d â’ ü’lcev, {OsT} vet. A tlarda görü len bir sin ir h a stalığ ı,|| d â ’ ü’l-cümüd, {OsT} tıp. K a s la r d a tutukluk y a p an b ir hastalık.]] d â’ü’l-efrenc, {OsT} tıp. F iren g i h a s talığı.]] d â ’ü’l-esâbî, {OsT} vet. K ö p ek lerin a y a k la rın d a g örü len b ir hastalık.]] d â’ü’I-esed, {OsT} tıp. K o l ve b a ca k la rın f i l d erisi g ib i şişm esi ve çizgili h â le g elm esi ile beliren h a stalık.|| d â’ü’l-fecl, {OsT} tıp. B a ş k a h astalıkları hazırlayan hastalık]] d â ’ü’l-ferfîr, {OsT} tıp. B ir tür cilt hastalığı]] d â’ ü’l-fil, {OsT} tıp. K o l ve b a c a k derilerin in f i l d er is i g ib i şişm esi ve çizgili h â le g elm esi ile beliren b ir h a sta lık .|| dâ’ ü ’l-gussa, {OsT} tıp. K a ra sev d a ; m elan ko li.|| d â’ü’l-hader, {OsT} tıp. Uyku h a sta lı ğ ı; uyuşukluk. || d â’ü’l-hanâzîr, {OsT} tıp. S ıra ca h astalığ ı]] d â’ü’l-haneş, {OsT} tıp. İnsan ve hay van larda k ıl dökü lm esin e neden o la n bir hastalık]] d â ’ü’l-kalb, {OsT} tıp. Yürek çarpıntısı]] d â’ü’lkelb, {OsT} tıp. Kuduz h astalığ ı.|| dâ’ü ’l-küûl, {OsT} tıp. A lkollü içkilerin s e b e p olduğu h a stalık; alkolizm ]] d â’ü’l-m erâk, {OsT} tıp. K a ra m sarlık ; h ip ok on d ri,|| dâ’ü ’l-m ücter, {OsT} tıp. G eviş g e tirm e h a stalığ ı.|| d â’ü’l-mülûk, {OsT} tıp. Gut h a s ta lığ ı.||d â ’ü ’n-nibâh, {OsT} tıp. H av la r g ib i se s le r ç ık a r a r a k solu m a; h a v lam a hastalığı. || d â’ tt’rraks, {OsT} tıp. S ık sık çırp ın m alara y o l a ça n bir hastalık]] d â’ü’s-sahrâ, {OsT} tıp. Uzun sü re ç ö ld e k a la n la rd a g örü len sa y ıklam a hastalığı]] d â’ tt’ss a ’leb, {OsT} tıp. S a çk ıran .|| d â’ü’s-sebât, {OsT} tıp. K a s la r d a tutukluk y a p a n b ir hastalık. || dâ’ ü’ ssedef, {OsT} tıp. S e d e f hastalığı]] dâ’ü ’s-sevâd, {OsT} vet. H ayvanların d erilerin d e siy ah le k eler g ö rü len b ir hastalık]] dâ’ü ’s-sıla, {OsT} tıp. Yur dunu ö zlem e; yurt özlem i; y u rtsam a.|| d â’ü’ ş-şa’r, {OsT} tıp. S açların yap ışm ası ile b eliren b ir cilt h a sta lığ ı.|| dâ’ ü’ş-şeyb, {OsT} tıp. S a ç ve s a k a l a ğ arm a sı hastalığı]] dâ’ ü’t-teşhîr, {OsT} p sikol. C in sel org an ların ı g ö sterm e h a stalığ ı; ut a çıcılık ; teşhircilik]] d â’üz-zehr, {OsT} tıp. Frengi.]] d â’üzzî’ b, {OsT} tıp. A şırı iştahlılık; d oym azlık; kurt h a s talığı.
d a ’avat, [Ar de'avat
(d aav a:t) {OsT} is. Dua
lar. S d a’ avât-ı hayriye, {OsT} H ayırlı dualar. d a’ avi, [Ar. de'âvî
(d a a :v i:) {OsT} is. - * deavi.
d ab 1, [dab / deb / dep / dıb / dib / düp (yans.)] is. Pa tırtılı yürümeyi, düzensiz adım atmayı, ayakla tep me veya tepinmeyi; dengesi bozulma, yuvarlanma; kımıldanma ve bu yolla meydana gelen dürtüleri anlatan kök. [Zülfıkar] [Zülfîkar] d a b -a l a ba l, d a b -a la-m ak, dab-dır-i, d a b -ıl d abıl, d ab-ıl-d a-m ak, d a b ır-da-t-m ak, d a b -ış dubuş dab2, [dab / dep (yans.)] is. Düzensiz ve patırtılı ko nuşmayı, anlaşılmayan gürültüleri belirten kök. d a b -ıl dubul, d ab-ır-a-m ak. dab3, -bbı [Ar. dabb <-~^] {OsT} is. Kertenkele. dab4, [Far. dâb v'-5] (d a :b ) {OsT} is. Şan ve şeref, daba, [daba] {ağız} is. Hastalık yüzünden oluşan bit kinlik ve cılızlık. [DS] d abak 1, -ğı [Ar. debbâğ] {ağız} is. Ham deriyi işleyen kimse; tabak. [DS] dabak2, -ğı [dab (yans.) > dab-ak] {ağız} is. Koyun, keçi ve sığırların ağız ve tırnak aralarında oluşan bir hastalık; şap hastalığı. [DS] dabaka, [Ar. tabaka «üJ» => dabaka «üp] {OsT} is. Kat; tabaka. dabal, [dab (yans.) > dab-al] sf. 1. Dengesi bozuk olarak veya yere pat pat basarak yürüme durumu. 2. {ağız} Kısa boylu. [DS] ® dabal dabal, Yalınayak]] dabal dabal yürüm ek, H a stalık so n rası veya ç o cu k la r için y en i yürüm eye b a şla rk en sallan arak, y a lp a la y a r a k yürüm ek. dabalam ak, [dab (yans.) > dab-a-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Çocuk veya hastalıktan yeni kalkan kimse için) sendeleyerek, sallanarak yürü mek. 2. Gürültü yapmak. 3. Telaşlanmak. 4. Uğ raşmak, gayret göstermek. [DS] dab allam ak, [dab (yans.) > dabal-la-mak] gçsz. fi. [r ] [-l(ı)-y o r] 1. {ağız} Uğraşmak; gayret etmek; di dinmek. [DS] 2. gçl. fi. Azarlamak; hakir görmek, daban, [eT. taban] {ağız} is. 1. Ayağın alt yüzü; alt arkası; taban. 2. Asıl; esas; taban. 3. Döşeme. 4. Döşemelik tahta. 5. Değirmen taşının altına konu lan kiriş. 6. Yamacın ve yamaç tarlanın alt kısmı. 7. Zemin kat. 8. Taşsız, düz ve verimli tarla. 9. Ayak ve elin bileğe yakın etli kısmı. 10. Adım. 11. İyi cins kılıç çeliği. 12. Fahişe. [DS] S daban dabana olm ak, {ağız} Ters kon u şm ak; a ksi cev a p verm ek. [DS]|| daban dazıtm ak, {ağız} K oşm ak. [DS]|| daban diremek, {ağız} İn at etm ek; direnm ek. [DS]|| daban doru, {ağız} Yürüyerek. [DS]|j daban döv mek, {ağız} İn at etm ek. [DS]|| daban döşemek, {ağız} Yürüyerek gitm ek. [DS]|| daban etmek, {ağız} A c e le etm ek; ç a b u k yürüm ek. [DS]|| daban halısı, {ağız} T aban halısı. [DS]|| dabanı düz, {ağız} 1.
I f M
t
DAC
S İ M . 1069
D üztaban. 2. Uğursuz. [DS]|| daban inciri, (ağız} Kuru incir. [DS]|| daban işi, {ağız} B ir tür y u v a rla k p id e. [DS]|| daban kesen, {ağız} Yalınayak. [DS]|| daban tahtası, {ağtz} D ö şem e tahtası; döşem e. [DS]|| daban tarla, {ağız} Taşsız, düz ve verim li tarla. [DS]|| daban yıkm ak, {ağız} B ir kim seyi sırt üstü y e r e y a tır a r a k a y akların ı d eğ n ek le dövm ek; fa la k a y a yatırm ak. [DS] daban, [Erme, tap’an => tapan] {ağız} is. Tarlayı düzeltmekte kullanılan tahta sürgü. [DS] d aban ca', [tabanca] {ağız} is. Tabanca. [DS] dabanca2, [taban-ca / daban-ca] {ağız} is. 1. Etrafı hasır örülü cam fıçı. 2. Fırında pişecek çinileri üst üste düzgün olarak sıralayabilmek için kullanılan destek. [DS] dabancık, -ğı [daban-cık] {ağız} is. Ayakkabı. [DS] dabaz, [Erme, tapast] {ağız} is. 1. Kurdeşen hastalığı. 2. Kaşıntı. 3. sf. Kaşıntılı. [DS] dabbasan, [dab (yans.) + bas-an] {ağız} sf. 1. Düzta ban. 2. Uğursuz. [DS] dabbe, [Ar. dâbbe <>b] {OsT} is. Binek ve yük hay
dabıram ak, [dab (yans.) > dabır-a-mak] gçsz. f . [ - r ] [-r (ı)-y ° ı] 1. At salıp acele varmak. 2. Gidip gel mek. 3. Bir kalabalık ya da düşman içinden birden vurup geçmek, dabıraşm ak, [dab (yans.) > dabıra-ş-mak] işteş, f . [ır] Birlikte at koşturmak, dabırdak, -ğı [dab (yans.) > dabırda-k] {ağız} is. A yak tapırtısı; koşma veya yürüme sırasında çıkan ayak sesi, ö dabırdak çekmek, {ağız} B ird en b ire h ızlıca koşm ak. [DS] dabırdaşm ak, [dab (yans.) > dab-ır-da-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Hızlıca, sert bir biçimde koşuşup git mek. [DS] dabırdatm ak, [dab (yans.) > dabırda-t-mak] gçl. f . [ır] 1. Hızlıca koşturup gitmek. 2. Hızlıca sürüp git mek. dabırdı, [dab (yans.) > dab-ır-tı] is. Hızlı koşan at vb. hayvanların ayak sesi; tapırtı, dabırm ak, [dab (yans.) > dab-ır-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. Direnmek. 2. Bağırıp çağırmak; gürültü et mek. [DS]
dabış, [dab (yans.) > dab-ış] {ağız} sf. 1. Hoyrat; patavatsız. 2. zf. Dap dap ses çıkararak yürüme bi çimi. 3. is. Büyük keçi. 4. Boynuzsuz hayvan. [DS] S dabış dubuş, {ağız} Ç ıp lak a y a k la yürüm e b iç i mi. [DS] dablin, [Ing. doubling] is. dnz. Bir geminin güverte veya borda saclarını güçlendirmek için kaynak ya parak ya da perçinlemek suretiyle kaplanan ikinci dabdırı, [dab (yans.) > dab-dır-ı] (da ’bdırı) {ağız} zf. 1. Birdenbire; ansızın. [DS] 2. Çabuk. S dabdırıp kat sac levha. ayağa kalkmak, {ağız} 1. Saygı g e r e ğ i o la r a k s ıç dabrak, -ğı [dab (yans.) > dab-(ı)r-a-k] {ağız} zf. (Koşmak için) hızlı. [DS] rayıp a y a ğ a kalkm ak. 2. B ird en b ire kalkm ak. [DS]|| dabram ak, [dab (yans.) > dab-(ı)r-a-mak] {ağız} dabdur olmak, {ağız} Tez davranm ak. [DS] gçsz. f . [-r ] [-r(ı)-y or] Gürültülü bir şekilde hızla dabık, -ğı [dab (yans.) > dab-ık] {ağız} sf. Yorgunluk koşmak. [DS] yüzünden sersem düşmüş olan. [DS] vanı. S dabbe-süvar, {OsT} Sü vari; b in ici.|| dabbet el-arz, {OsT} isi. K ıy am et günü o rtay a ç ık a c a k o lan korku nç hayvan. “O sö z b a şla rın a g eld iğ i (kı y am et yaklaştığ ı) zam an, o n la r a y erd en b ir d a b b e (m ahluk) çıka rırız da, bu o n la r a insanların a y etle rim ize kesin b ir im an getirm em iş oldu kların ı sö y ler. ” Kur’an, 27/82
dabıklamak, [dab (yans.) > dabık-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Vücuduna uykusuzluk yü zünden bir gevşeklik gelmek; uyuklamak. 2. Dal mak. [DS]
dabranm ak, [davra-n-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Dav ranmak. [DS] dabu, -u ’u [Ar. dıbâ' > dabu‘ £-/>] {OsT} is. z oo l. Sırtlan.
dabıkmak, [dab-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] Çok yo rulmak. [DS]
dabşak, -ğı [dab (yans.) > dab-(ı)ş-ak] {ağız} s f A ç gözlü; doymaz. [DS]
dabıl, [dab (yans.) > dab-ıl] {ağız} is. Düzensiz, sen deleyerek yürürken çıkan patırtı. [DS] fi1 dabıl dabıl, (Yürüm ek için) sen d eley erek. || dabıl dubul, (K onuşm a için) ça b u k ç a b u k f a k a t n e d ed iğ i a n la şılm ayan.
dabul, [dab (yans.) > dab-ul] {ağız} sf. (Yürümek için) deli gibi; abuk sabuk. [DS]
dabılanmak, [dab (yans.)>dabıl-an-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. Uğraşmak; gayret etmek; didinmek. 2. (Bağlı hayvan için) ipini kopararak kurtulmaya ça lışmak. [DS] dabüdam ak, [dab (vdabıl-da-mak] {ağız} gçsz. f [-rl [-d (ı)-y o r] 1. Korkak adımlarla yürümek. 2. Sallanıp sendeleyerek yürümek. 3. Amaçsız ve dü şüncesiz olarak aşağı yukarı yürümek. [DS]
dabulbaz, [Ar. tabl+Far. -bâz 3LU»] {ağız} is. 1. Dav lumbaz. 2. Dama çıkılan merdiven üzerine yapılan çatı. dabulcum ak, [dab (yans.) > dab-ul-cu-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] Yersiz hareketlerde bulunmak. [DS] dabuş, [dab (yans.) > dab-ış > dab-uş] {ağız} is. 1. Sevilmeyen adam. 2. Tahtadan yapılmış kova. [DS] d aca1, [daha-ca > dâca] (d a :ca ) {ağız} zf. Dahası; gerisi; başkaları. [DS] d aca2, [Rus. djâdja] {ağız} is. Amca. [DS]
DAC
Dacik, -ği [Far. tâcik (Arap)] {ağız} is. 1. İslam di ninden başka dinden olanlar. 2. Ermeni. 3. Yahudi. 4. arg o. Kadın; kız. [DS] dacron, [İng. dacron] (dakron) is. Akrilik yapay do kuma ipliği. d aça, [Rus. daça] is. Büyük şehir yakınındaki tatil evleri. -d açı1, [-daçı / -deçi / -taçı / -teçi] {eT} {eAT} çek. e. Gelecek zaman çekim ekidir, ö l-teçi (öleceksin ) -d açı2, [-daçı / -deçi / -taçı / -teçi] {eT} {eAT} yap. e. Sıfat fiil (ortaç) eki. Eski Türkçe ve Eski Anadolu Türkçe devresinde kullanılmış, daha sonra işlekli ğini yitirmiş gelecek zaman ifadesi taşıyan bir fiil den sıfat fiil yapma ekidir; “-acak; -an” değerinde kullanılır, k it-er-teçi (gideren), elig tut-taçı (şefa a t çi). “Cüm le g e l-d e ç i y ıl o la dir aşikâr. ” Kitabü’lŞemsiye (kel-teçi)
1 M H K C E SÖZLÜK • ŞÛ70
nin hakkın ı veya intikam ını a lm a k .|| dâd-ran, {OsT} A d a letli; d oğru .|| d âd-rast, {OsT} A d aletli; doğru.\[ dâd-res, {OsT} Y ardım a g e le n ; im dada yetişen ; yardımcı.\\ dâd-sitân, {OsT} 1. İm d a d a yetişen ; yard ım ed en ; yardım cı. 2. Birinin intikam ını aları. 3. F e tv a .|| dâd ü dihiş, {OsT} Bağış.\\ dâd ü feryâd, {OsT} 1. F ery a t; bağırm a. 2. Eyvah!\\ dâd ü sitâd, {OsT} A lışveriş.|| dâd ü sitâd-ı dehr, {OsT} 1. D ünya a lışv erişi; hayat. 2. H ayatta olan biten şey le r .|| dâd ü sited, {OsT} A lışveriş. || dâd-ver, {OsT} A lışveriş. || dad verm ek, {eAT} A daleti y erin e g e tirm ek; b ir kim seyi h a kk ın a kavuşturm ak. d ad a1, [Çoc. d. dada] {ağız} is. 1. Büyük erkek kar deş; ağabey. 2. Bir aylıktan iki yaşına kadar olan çocuk; bebek. [DS]
d ad 1, [dad (yans.)] is. Dönmeyi veya dönekliği belir ten kök. dad -d ir-i
dada2, [tat-mak > dad-a] {ağız} is. 1. Küçük çocukla ra verilen küçük hediyeler. 2. Birini oyalamak maksadıyla kandırmak için söylenen tatlı söz, veri len yiyecek veya kendisine gösterilen iyilik. [DS]
dad2, [eT. tat > tad > dad jb] {eAT} {ağız} is. Tat; lez
dada3, [Far. dâdâ bb] (d a :d a :)
zet. [DS] t? dadı kaçm ak, {ağız} H oş gelm em ek ; z ev ki kalm am ak. [DS]|| dadı gelmek, {ağız} 1. H oşa g id e c e k b ir tat kazan m ak; tatlanm ak. 2. B eğen ilir, z ev k verir bir durum alm ak. [DS]|| dadını almak, {ağız} iy ic e olgunlaşıp, tatlanm ak. [DS]|| dadını çı k arm ak, {ağız} Zevkini tam duymak. [DS]|| dadını kaçırm ak, {ağız} İşi b ozm ak; m ü n asebetsizlik et m ek. [DS] dadJ, [Ar. dad j? ] {OsT} is. Arap alfabesinin on be şinci harfi, d/z sesi verir; ebcet hesabında 800 sa yısını gösterir. dad4, [Far. dâd ib] (d a:d ) {OsT} is. 1. Doğruluk; adalet. 2. İhsan; verme; bağış. 3. Veriş; satış. 4. Sız lanma; figan. 5. {eAT} Yardım isteme; imdat imdat diye bağırma. [DK] 6. Kısmet; nasip. 7. Temreği denilen cilt hastalığı. 8 {ağız} Hediye; bağış; ihsan. [DS] fi1 dâd-âferin, {OsT} 1. A daletli. 2. m ecaz. En â d il varlık; Allah.\\ dada gelmek, M erham et et m ek .|| dâd-âver, {OsT} 1. Adaletli. 2. m ecaz. En â d il varlık; A llah .|| dâd-bahş, {OsT} H akkı y erin e g etiren ; a d a letli; doğru.|| dâd bir feryat iki, Ç ok ç a res iz durum a düşm e.|| dâd-dîh, {OsT} A daletli; d o ğ ru .|| dâd eylemek, A dil davranm ak. || dâdferm â, {OsT} 1. A daletli. 2. En â d il v arlık; A llah .|| dâd-gâh, {OsT} A dalet y e r i; m ah kem e; divan.|| dâd-ger, {OsT} 1. A daletli buyuran; h akkı em re den. 2. m ecaz. En â d il v arlık; Allah. || dâd-gîr, {OsT} A d aletli; d oğru .|| dâd-güster, {OsT} A daleti yayan . ||dâd-güsterî, {OsT} A daleti y a y m a işi; a d a let y a y ıcılık .|| dâd-hâh, {OsT} 1. H a k isteyen. 2. Ş ikâyet e d e n .||dâd-hâhâne, {OsT} A dalet istercesi n e ; h a k isteyene y a k ışır biçim de. || dâd-ı hakk, {OsT} A llah v erg isi.|| dâd-ı Hfidâ, {OsT} 1. A llah vergisi. 2. A lla h ’ın ihsanı.\\ dâdını almak, B irisi
{OsT}
is. Çocukları
büyüten kadın; halayık, dadacı, [dada (anlam sız b ir kelim e) > dada-cı] is. Yirminci yüzyıl başlarında, anlamsız, akıl dışı ve aşırı bir alaycılıkla geleneksel toplum düzenini, kültür ve sanatı yıkmak amacıyla ortaya çıkan kişi ler. dadacılık, -ğı [dadacı-lık] is. Yirminci yüzyıl başla rında, anlamsız, akıl dışı ve aşırı bir alaycılıkla ge leneksel toplum düzenini, kültür ve sanatı yıkmak amacıyla ortaya çıkan akım, dadaist, [dada (anlam sız b ir kelim e) > Fr. dadaiste] is. Yirminci yüzyıl başlarında, anlamsız, akıl dışı ve aşırı bir alaycılıkla geleneksel toplum düzenini, kültür ve sanatı yıkmak amacıyla ortaya çıkan kişi ler. D adaizm, [dada (anlam sız b ir kelim e) > Fr. dadaisme] is. -*• dadacılık, d adak ', [tat-mak > tat-ak > dad-ak] {ağız} is. 1. Tat. 2. Küçük çocukları sevindirmek ve kendine alış tırmak için verilen şeker ve şekerli şeyler. 3. Bir yiyeceğin tadına bakmak için verilen küçük bir parçası; tadımlık şeyler. 4. Tavşan ve tilki avlamak için bir gün önceden yiyecek bırakılan yer. 5. Y i yecekle kuş avlama. 6. (Çocuk dilinde) şeker; akide şekeri; tatlı. 7. Pekmez. 8. Yemiş; çerez. 9. Çocuk maması. [DS] dadak2, -ğı [dad-ak] {ağız} sf. 1. Yakışıksız; biçim siz. 2. Ahmak; sersem; bön; aptal. [DS] dadaklam ak, [tat > dad-a-k-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-y o r] 1. Yemeğin üzerinden azıcık yemek. 2. Yemeğin tadına bakmak. [DS] dadal, [dad-a-1] {ağız} sf. 1. Ahmak; bön; sersem; aptal. 2. Pisboğaz. [DS] S dadal bayrak, (Kişi için) sallap ati. [DS]
l l M I C t S A M . 1071
DAF
dadallaşmak, [dadal-la-ş-mak] {ağız/ gçsz. fi. [- 11] Şaşımıak; aptallaşmak. [DS] dadam ak, [eT. tatî-mak > tat-mak > dad-a-mak] gçl. f M [-d(ı)-yor] Av hayvanlarım avlamak için av yerine veya tuzağa yem ve yiyecek bırakmak, dadamık, -ğı [tat > dad-a-mık] { ağızj is. 1. Kuş, balık vb. yaban hayvanı avlamak için av yerine konulan yem. 2. Dağ hayvanlarını tuzağa düşürmek için konulmuş yem. 3. Birini oyalamak, kandırmak için söylenen söz; yapılan iyilik ya da verilen yiyecek. 4. Dadanma; alışma. [DS] dadanak, -ğı [dadan-mak > dadan-ak] {ağız) is. 1. Kuş, balık vb. hayvanı avlamak için konulan az miktar yiyecek. 2. Hileye kapılarak avlanma yerine gelen keklik, sülün vb. hayvan. [DS] dadandınk, -ğı [dadan-dır-ık] {ağız} is. Yaban hay vanını av yerine alıştırarak yapılan av usulü. [DS] dadandırm a, [dadan-dır-ma] is. Dadanma işini yap tırma eylemi. dadandırm ak, [tat > tatm-mak > dad-an-mak > dadan-dır-mak] gçl. fi. [-ır] 1. Dadanmak eylemini yaptırmak; dadanmasına yol açmak. 2. Bir şeye alıştırmak. dadangın, [dadan-gın] {ağız/ sf. Alışık. [DS] dadanm a, [dadan-ma] is. 1. Dadanmak durumu ve eylemi. 2. {ağız} Alışma. [DS] dadanm ak, [tat > tat-ın-mak > dad-an-mak] gçsz. fi. [-ır] 1. Tadını ve lezzetini aldığı bir şeyin aşırı düşkünü olmak; alışmak. 2. Çıkar görülen veya hoşlanılan bir yere sık sık uğramak, gitmek. 3. Za rarlı bir alışkanlığa kendini kaptırmak. 4. (Hayvan için) beslenmek amacıyla sürekli zarar vermek. 5. {ağız} Alışmak. [DS]
jbb] (da:da:r) {OsT} is. 1.
daden, [Far. dâden ûjb] {OsT} f. (mastar) Vennek. dadender, [Far. dâdender jJujb] (da:dender) {OsT}
is. Üvey erkek kardeş, dader, [Far. dâder
_pb] (da. der) {OsT} is.
Erkek kar
deş. S dâder-ender, Üvey kardeş. dâderâne, [Far. dâder-âne
ül_pb] (da:dera:ne) {OsT}
zf. Kardeşçe; lcardeşçesine.
dadana, [dadı+ana?] {ağız} is. Hizmetçi. [DS]
d adar, [Far. dâdâr
son ek. 1. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere “ve ren; vermiş; verilmiş ” anlamı katarak birleşik sıfat lar yapan son ek. 2. is. Vergi,
Ada
letli ve doğru olan hükümdar. 2. mecaz. Allah, dadaş, [dada (ağabey) + -ş (okşama eki) [Tietze] {OsT} is. 1. Erkek kardeş. 2. Yiğit delikanlı. 3. Er zurum yöresinde erkeklere hitap sözü. 4. {ağız} B a ba. [DS] 5. {ağız} Arkadaş; ahbap. [DS] 6. sf. Mert, cesur. 7. {ağız} İkiz. [DS] 8. {ağız} Adaş. [DS] dadaşlık, -ğı [dadaş-lık] is. Dadaş olma durumu ve dadaşın niteliği,
dadgâh, [Far. dâd+gâh
olS’ib] (da:dgâ:h) is.
Adalet
dağıtılan yer; mahkeme, dadı, [Far. dâdü
jib ] {OsT} is.
Çocuğa bakmakla gö
revli kadın; bakıcı kadın; daya, dadılık, -ğı [dadı-lık] is. Dadı olma durumu veya dadının yaptığı iş. dadılm ak, [tat-mak > tat-ıl-mak / dâd-ıl-mak] (da:dılmık) {eT} ed il.f. [-ur] Tadılmak, dadırm ak, [eT. tat-mak > dad-ır-mak J*_pb] {eA Tj
{ağız} gçl. f i [eA T -ur] [- 11] 1. Tattırmak. 2. Alış tırmak; dadandırmak. 3. {ağız} Tat vermek; tatlan dırmak. [DS] dadırsız, [dadır-sız] {ağız} sf. Oransız. [DS] dadıtm ak, [dad-ıt-mak] gçl. f i [-ır] 1. Tatlandırmak; tatlılaştırmak. 2. dönşl. f i Tatlanmak; tatlılaşmak. [DS] dadik, -ği [dad (yans.) > dad-ik / dad-dir-ik] {ağız} sf. Münasebetsiz ve düşüncesizce konuşan. [DS] dadistan, [Far. dâdistân öU-ob] (da:dista:n) {OsT} is. 1.
Bir işe razı olma. 2. Bir işe ortak olma,
dadm ak, [eT. tat-mak > dâd-mak j o b ] (da:dmak)
{eAT} {OsT} gçsz. f i [-ur] Tatmak, dadrad, [Far. dâdrâd
(da:dra:d) {OsT} is.
Cenab-ı Hak. dadruşm ak, [tâtur-mak > tatr-uş-mak> dâdr-uş-mak] (da:druşmak) {eT} işteş, fi. [-ur] Karşılıklı birbirine tatması için ikram etmek; birbirine tattırmak. [DLT] dadtiri, [dad (yans.) > dad-tir-i] {ağız} sf. Kadın do nu; şalvar. [DS]
dadaşm ak, [dad-aş-mak ?] {ağız} işteş, f. [-ır] Öl çüşmek. [DS]
dadu, [Far. dâdü jib ] (da:du:) {OsT} is. Bir kimsenin
daday, [dad (yans.) > dad-ay] {ağız} is. Çelik çomak oyununda üstüne çelik konulmak için yere dikilen kazık. [DS]
dadukhos, [Yun. dadukhos] sf. 1. Meşale taşıyan. 2. is. hrist. Eleusis ayinlerini kutsamak üzere baş ra hip ile birlikte bulunan ve meşale taşıyan rahip,
dadayı, [dada-y-ı] {ağız} is. El değirmeni unundan yapılmış ekmek. [DS]
dadurm ak, [eT. tat-mak > dad-ır-mak > dad-ur-mak
daddaş, [dad-daş] {ağız} sf. Bir kentli; kentdeş. [DS]
küçüklüğünden beri hizmetinde bulunan köle; lala,
j j ji b ] {eAT} gçl. fi [-ur] Tattırmak.
daddiri, [dad (yans.) > dad-dir-i] {ağız} sf. Dönek; kahpe. [DS]
dafık, -kı [Ar. dâfılç / dâfıka js b / <üsb] (da:fiık)
°.>b] (da:de) {OsT}
dafî, -fi’ı [Ar. dâfı' / dâfı'a jib / **ib] (da.fi) {OsT}
-dade, [Far. dâden (vermek)>- dâde
{OsT} sf. Fışkıran,
■EH H U SOM. la-«
DAF sf. 1. Uzaklaştıran; kovan; savuşturan. 2. (Allah’ın sıfatlarından) kötülükleri, hastalıkları uzaklaştırıcı. fi1 dâfi’-i beliyât, {OsT} B ela la rı savuşturan; Tan rı. || dâfi’-i hum m a, {OsT} A teş düşürücü.\\ dâfi’-i taaffün, {OsT} P is koku ları g id eren ; antiseptik. dafîa, [Ar. d e f > dâfi'a
4*ib] (dâfıa)
{OsT} is.fiz. Ge
ri itme kuvveti, dafne, [Yun. daphne] is.-* defne,
d ağ 1, [dağ / dav / dıv / div (yans.)] is. Yürüme sıra sında çıkan gürültülü ve hışırtılı sesleri veya buna benzer konuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] dağ-ış-tam ak dağ2, [dağ / dıg / dığ / dik (yans.)] is. Anlaşılmayan bağrışma ve konuşmaları, bu biçimdeki çeşitli gü rültüleri, telaşlan; ağrılı, acılı olmayı ve sıkıntıyı anlatan kök. [Zülfıkar] d a ğ dağ, d a ğ + d a ğ -a
dağJ, [eT. tağ > dağ / tay / tav] is. Çevresine oranla büyük çaplı yüksekliğe sahip arazi yapısı. S dağ lın söylen ir) {OsT} sf. (Sıvılar için) fışkırarak dökü adam ı, 1. Ş eh ir hayatın a alışam am ış kim se. 2. len. Terbiyesiz, k a b a kim se. 3. {eAT} B ir tür maymun; nesnas. || dağa çıkm ak, D ev lete isyan e d e r e k d a ğ dafnit, [Yun. daphne] is. min. İçinde doğal olarak la r a çek ilip eşkıy a lık etm ek. ||dağa kaldırm ak, is defne yaprağı şekilleri bulunan taş. tediğini e ld e e d e b ilm e k için bir kim seyi k açırıp dafşurm ak, [tap(ı)ş-ur-mak > dab-(ı)ş-ur-mak > dafd a ğ d a saklamak.\\ dağ anası, Ç o k iri y a p ılı kadın. \\ şur-mak] {eAT} gçl. f . [-u r] Tevdi etmek; emanet Dağ ardında olsun, yer altında olmasın. Sevilen etmek. birinin y a k ın d a o lm a sa d a ç o k y a şa m a sı için iyi dag [Lat. delca + Fr. gramme] kısalt, is. Dekagramın d ilekte bulunm a sözü .|| dağ arm udu, Y aban î a r sembolü. mut; a h la t.|| dağ aslanı, P u m a.|| dağ aşuru, {eAT} d ag1, [Argu. dâğ / dağ] (d a :ğ ) {eT} is. Değil; yok. D ağın ö b ü r ta rafın d a ; d a ğ arkasında.\\ dağa v ar [DLT] S dag ol, D eğil. m ak, {eAT} D a ğ a çıkm a k; y o l k esic i o lm a k ; y o l dag2, [Far. dâğ jb ] (da:ğ ) {OsT} is. 1. Yanık yarası. k esm ek ; haydutluk etm ek. [DK]|| dağ ayısı, 1. Ş ehir 2. Atlara ve diğer hayvanlara dağlamak suretiyle hay atın a y a ba n cı, y o l ve yöntem bilm eyen k a b a vurulan damga. {eT} (avnı) 3. {eT} Dağlamak sure s a b a kim se. 2. K a b a ; hoyrat.\\ dağ babası, D a ğ istiyle vurulan marka. [DLT] S dâg-ber-dâg, {OsT} pinozu.\\ dağ başı, 1. D ağın doruğu. 2. Ç o k ıssız, 1. Yara üzerin e y a ra . 2. K a t kat üzüntü. ||dag-berten ha y er. 3. K anun ve düzenin eg em en olm adığ ı dil, {OsT} Gönlü üzgün.\\ dâg-dâr, {OsT} 1. Kızgın y e r ve durum.\\ dağ bayır, Düz olm ayan, en g eb eli dem irle dağ lan m ış; m arkalanm ış. 2. m ecaz. Ç ok y e r ; kır. || dağ beyi, E şk ıy a başı. || dağ birliği, as. üz gün.\\ dâg-ı derün, {OsT} G önül a c ıs ı; iç yarası.\\ Ö zellikle d a ğ sa v a şla r ı için eğitilm iş ve h azırlan dâg-ı dil, {OsT} G önül y a r a s ı; a ş k acısı.\\ dâg-ı m ış a s k e r î b irlik .|| dağ böğrü, {ağız} 1. Yamaç. 2. elem, {OsT} E lem acısı.'*] dâg-zen, {OsT} 1. D am ga D a ğ eteği.\\ dağ çam ı, Yüksek y e r le r d e yetişen çam , karaçam.\\ dağ çantası, as. D a ğ birliklerin d e vuran ; nişan vuran. 2. K a lp kıran. ki erlerin y iy ec e k ve donanım larını taşıdıkları çandag3, [tâğ / dâğ] (d a .ğ ) {eT} is. Dağ. ta.|| dağ çatanağı, {ağız} Vadi; k oy a k .|| dağ çatı, dağa, [İt. dağa] {OsT} is. Geniş ağızlı, kısa ve sivri {ağız} Vadi; koyak. [DS]|| dağda büyümek, K a b a ve uçlu hançer. h oy rat d av ran m ak; in celik bilmemek.\\ dağda bü dagak, -ğı [dag-ak ?] {ağız} is. 1. Bilye. 2. Gülle. [DS] yümüş, G örgüsüz ve k a b a sa b a . | dağda gezen, dagal, [Far. dağal J&j] {OsT} is. 1. Fiile; düzen; al {ağız} 1. Kurt. 2. Domuz. [DS]|| dağ dağa kavuş datma. 2. Geçersiz para. 3. Çerçöp. 4. sf. Hileci; al m ak, O lm ay acak şey. || dağ dağ üstüne, A ğırlık datan. 0 dagal-bâz, {OsT} A ldatan ; oyun e d e n .j| çokluğu. || dağdaki bağdakini kovmak, (Sonradan dagal-dâr, {OsT} A rabozu cu ; münafık.\\ dagalg elen için) ön cekin i uzaklaştırm ak istem ek. || dağ perdâz, {OsT} Tuzak kuran; h ile hazırlayan '; oyun daki kuşun kırkı bir akçeye, E ld e ed ilm esi müm kuran. kün olm ayan şeyin b ir y a r a r ı yoktu r.|| dağ dalak dagay, [tayı / tağây / dagây] (daga.y) {eT} is. Dayı; otu, bot. Yere y a tık ve so lu k sa rı çiçekli, beş on cm. annenin kardeşi. [DLT] boyun da bir d a la k otu türü, (Teucrium m ontana).|| dağdan gelip bağdakini kovm ak, Son radan g e l dagışmak, [tak-ış-mak] {ağız} işteş f i [-ır ] Kavgaya diğ i y e r d e ön ced en o r a d a otu ran ları dışlam ak, betutuşmak. [DS] ğenmemek.\\ dağdan gelmek, Sonradan ve b a şk a dagi, [Ar. dâgi / dâgiye] (d a;g i) {OsT} sf. Başkaldıb ir y erd en gelmek.\\ dağdan inme, Eğitim g ö rm e ran; isyankâr; azgın, miş, k a b a s a b a .|| dağ dayanm az, Büyük g ü ç h a r dağlam ak, [Far. dâğ > dağ-lâ-mak] (d a g la :m a k) {eT} can dığ ı zam an o lm a y a ca k şe y le r b ile y ap ılabilir, gçl. f i [- r ] -*• taglamak. an lam ın da sö y len ir.|| dağ delen, P atlay ıcı kullan dags, [Ar. dağs c^l^ s] {OsT} is. Rüya karışıklığı, m aya g e r e k kalm aksızın d ö n er d elic ile rle çem b ers e l tünel veya kuyu a çm a y a y a ra y an m akine. |j dağ dagul, [Ar. dâğül J^ ib ] (d a :ğ u :l) sf. Dolandırıcı; hi deviren, Ç o k güçlü. \\ dağ devirmek, H er güçlüğü leci.
dafik, -kı [Ar. dâfık / dâfıka jsb /
k ka
i r a i K
SO M .
1073
DAĞ
yenm ek. || Dağ doğura doğura bir fare doğurdu. d a h a çok. || dağları devirmek, Z or işleri b a ş a r m ak,||dağların gelin ablası, Ayı.\\dağların misafir K en disinden büyük işler b eklen en kim senin um ula aldığı mevsim, Yaz için söylenir.\\ dağların şenli nı verm ediğini an latan b ir söz.|| dağ doruğu, {ağızj ği, 1. Ayı. 2. Ayı g ib i k a b a sa b a , anlayışsız kim se. \\ D ağın tepesi. [DS]|| dağ döşü, {ağız} Yamaç. [DS]|| dağları ve taşları tutm ak, Ç o k k a la b a lık olm ak. || dağ düğdüsü, {ağız} D ağın tepesi. [DS]|| dağ elma sı, Y abani elm a. || dağ eriği, Y abani erik. || dağ ete dağlar kadar, Ç o k a şırı ö lçü d e; ç o k büyük; ç o k ği, D ağ tabanının ba şla d ığ ı y e r ; d a ğ yam acın ın en fa z la . || dağ m erası, Yüksek d a ğ la r üzerin deki o t lak:.|| dağ nanesi, bot. Yarım m etre boyun da sık alt kesim i. || dağ evi, D a ğ d a k o n a k la m a k için a h beyaz tüylü, kuvvetli nan e kokulu, ç o k y ıllık otsu şaptan y apılm ış barın ak. || dağ gibi, 1. P e k büyük ve iri. 2. İri ve y akışıklı. 3. (İş için) p e k çok. ||dağ bitki, (C yclotrichium niveum).\\ dağ oluşu, Yer k a buğunun belli bölüm lerinin kıvrılm ası, kırılm ası ve göçü, Yüksek y er le rd e k i o tla kla rd a n y a ra rla n a r a k hayvan ları o tlatm ak için y a p ıla n g öç. ||dağ göçü yü kselm esi sonucu sıra d a ğ la rın m eydan a g elm esi o la y ı; orojen ez. ||dağ otlağı, Yüksek d a ğ la r üzerin mü, {ağız} H ey ela n ; k a y şa ; to p ra k kaym ası. [DS]|| d ek i otlak. || dağ parçası, (K işi için) iri y a r ı ve y a dağ gölü, D ağ ların b a şın d a m eydan a g elen çukur kışıklı.^ dağ reyhanı, bot. B allıb a b a g illerd en , tek lu klard aki su birikintileri.\\ dağ gülü, {ağız} bot. yıllık, m avi çiçekli, y em ek lere koku verm ek için ku l G elincik. [DS]|| dağ güvercini, zool. B a c a k la r ı ç o k lan ılan b ir bitki, d a ğ reyhanı (Ziziphora).\\ dağ p a ç a lı, bey az g a g alı, siyah gözlü b ir güvercin ırkı. || serçesi, zool. D oku m acı kuşugillerden, kentlerden dağ havası, D ağ ların temiz ve gürültüsüz ortam ı.|| ç o k k ırla rd a yaşayan , y an ağın ı sü sleyen k a r a le k e dağ horozu, {ağız} zool. Çavuş kuşu. [DS]|| dağı taşı kaplam ak, Ç o k k a la b a lık la şm a k ; ç o k olm ak. || lerle d iğ er se rç e le rd en ayrılan bir kuş, (P asser montanus).|| dağ servisi, bot. K ozaklılard an , ç iç e k dağ ispinozu, zool. İsp in ozg illerd en sırtı k a r a b e leri sa rı veya a ç ık y e ş il renkli, boyu 4 0 m. k a d a r nekli, karnı beyaz, erkeğ in in g erd an ı p o r ta k a l ren ginde, a ğ a ç lık y e r le r d e y a şa y an b ir kuş; d a ğ b a b a o la b ilen ve k erestesi y a p ı işlerin d e kullanılan b ir orm an a ğ a c ı; sedir, (Cerrust).|| dağ sıçanı, zool. sı, (F rin gilla montifringilla),\\ dağ iti, {ağız} zool. S in cap g iller fam ily a sın d a n kürkü beğ en ilen b ir Ç akal. [DS]|| dağ k adar, 1. P e k çok. 2. Güçlü kuv kem irgen, (M arm ota marmota).\\ dağ sistemi, Aynı vetli ve sağlam.\\ dağ kaldırm ak, G ü cen m em ek; oluşum devrin e ait birb irin e ba ğ lı d a ğ la r ve d a ğ naz ç e k e b ilir olm ak. ||dağ keçisi, zool. 1. A vrupa ve sıraları. ||dağ taş, 1. H er yer, h e r ta ra f; bütün ç ev A sya d a ğ la rın d a sü rü ler h â lin d e y aşayan , ev cil re. 2. P e k çok.\\ dağ tavuğu, zool. O rm an tavuğuk eçilerin a tası sayılan, uzun ve kıvrık boynuzlu, g illerd en eti için avlanan, o rm an la rd a yaşayan , hızlı koşan b ir m em eli hayvan, (C a p ra hicus çev rey e uyum sağlam ış, bitki ve b ö c e k le r le b e s le aegagru s). 2. {ağız} A la g ey ik . [DS]|| dağ kedisi, nen b ir kuş; çil, (T etrastes bonasia).\\ dağ topu, as. zool. O rm an larda yaşayan , ev k ed ilerin d en d a h a H ayvan sırtında taşın arak d a ğ lık y e r le r d e kullanı iri ve k ır çıl ren kli b ir k e d i; y a b a n kedisi, (F elis lan h a fi f top. ||dağ topçusu, as. D ağ topu ile d o n a silvestris). || dağ kellesi, {ağız} D ağın tep esi; d a ğ başı. [DS]|| dağ kılıcı, {ağız} D ağın en y ü k sek v e b ir tılan ve d a ğ lık y e r le r d e sa v a şm ak ü zere eğitilm iş a s k e r i birlik. ||dağ tutm ak, D a ğ la ra çıka rk en b e li çizgi g ib i uzanan sırtı. [DS]|| dağ kırlangıcı, zool. ren d olaşım ve solunum a b a ğ lı rahatsızlık,|| dağ K ah v eren g iy e ça la n tüylü, k ıs a g a g alı, u çarken yeli, {ağız} K uzey taraftaki d a ğ lard an esen rü zgâr; y a k a la d ığ ı b ö c e k le r le beslen en g e c e kuşu; ç o b a poyraz. [DS]|| dağ yolu, D ağ dan a şa n y a y a veya naldatan, (Caprimulgus).\\ dağ kirazı, {ağız} bot. Ç ilek.|| dağ koyunu, zool. K uzey A m erika d a ğ la hayvan ların g eçm esin e uygun yol. rın da y a şa y an sa rm a l boynuzlu b ir koyun, (Ovis dağ4, [Far. dağ jb ] {OsT} is. 1. Kızgın bir şeyle yan m ontana). ||dağ köpeği, D a ğ d a k ay b olan insanları ma sonucu oluşan yanık; 2. {eAT'} Yara. 3. m ecaz. bu lm akta veya hayvan ları koru m akta y a ra rlan ıla n Büyük üzüntü; acı, keder. S dağ açılm ak, {eAT} köpekler.\\ dağ köyü, D a ğ lık y e r le r d e kurulan ve Yara açılmak.\\ dağ eylemek, {eAT} A teşle y a r a bölgen in şa rtla rın a uymuş kü çü k y erleşim birim i. || a çm a k ; d a ğ m eydan a getirmek.\\ dağ itmek, {eAT} dağ lalesi, bot. K uzey yarıkü ren in a ğ a ç lık ve ça y ır D ağlam ak. lık a la n la rın d a yetişen, ren k ren k ve g ö sterişli ç i dağa, [Far. dağa iti] (d a ğ a :) {OsT} sf. Hilekâr; hileci, ç e k le r i olan ç o k y ıllık so ğ a n lı otsu bitki; M anisa lalesi, (A nem one vulgaris).\\ dağlara düşmek, B ü dağalası, -nı, -a la n [dağ+ala-s-ı] is. z oo l. Kırmızı etli bir tür alabalık, (Salm o alpinus). yü k b ir a cı veya üzüntü yüzünden k ır ba y ır yaln ız b a şın a dolaşmak.\\ dağlar anası, İri y a rı kadın.\\ dağan, [dağ-an > day-an] {ağız} is. 1. Tahta tavan. 2. dağlara taşlara, "B izden ır a k olsu n " an lam ın da Sehpa. 3. Tezgâh. 4. Üç ayaklı merdiven. S. Asma söy len ir.|| dağlar dayanm az, (B ir durum, sıkıntı altına konulan çatal kazık. 6. Çatal ağaç üzerine veya h a rc a m a için) y etm ey e cek veya dayan ılam agerilen bezle yapılmış gölgelik. [DS] y a c a k durum da olduğunu belirtm ek için kullanılan dağar, [eT. tağar > dağar >.s] is. 1. Deriden yapılmış söz. || dağlar gibi, Ç o k k a la b a lık ; göründüğünden torba; büyük dağarcık. 2. Dibi dar, ağzı yayvan
İM İK M
DAĞ
kırk elli litrelik topraktan yapılmış bir çeşit küp. {eAT} {OsT'} {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Hamur yo ğurmak için topraktan yapılmış iki kulplu tekne. [DS] 4. Tabakhanelerde derilerin ıslatıldığı havuz. 5. Dağarcık. 6. miiz. Bir sanatçının bildiği ve sah nede uyguladığı müzik parçalarının tamamı; reper tuar. 7. Zahire ölçüsü birimi. 8. {eAT} {OsT} Kap; çanak çömlek. 9. {ağız} Çömlek. [DS] 10. {ağız} Büyük testi. [DS] 11. {ağız} Saksı. [DS] 12. {ağız} Büyük toprak kazan. [DS] 13. {ağız} Toprak man gal. [DS] 14. {ağızf Su yollarında, her yüz metrede bir açılan çukurlara konulan pişmiş toprak ya da çimento havuzcuklar. [DS] 15. {ağız} Su deposu. [DS] 16. {ağız} Yalak. [DS] 17. {ağız} İçinde fincan yıkanan toprak kap. [DS] 18. {ağız} Demircilerin kızgın demiri soğutmakta kullandıkları ağaç kap. [DS] 19. {ağız} İçine ekmek konulan kap. [DS] 20. {ağız} Un ambarı. [DS] 21. {ağız} Çuvaldan daha büyük torba. [DS] 22. {ağız} Çocuk lazımlığı; otu rak. [DS] fi1 dağar gibi olmak, {ağız} K arn ı şişm ek. [DS] dağarcık, -ğı [eT. tağar-cuk > dağar-cık] is. 1. Me şin, bez veya dokumadan yapılan torba. 2. Avcı ve çoban torbası. 3. dbl. Bir kimsenin bildiği ve kul landığı kelime miktarı. 4. Bir kimsenin bilgi biri kimi. 5. Bir sanatçının bildiği ve uyguladığı müzik parçalarının toplamı; repertuar. 6. {ağız} Yüzülmüş hayvan derisi. [DS] S dağarcığm a atm ak, 1. B ir bilgiyi g e r e k li o lu r düşün cesi ile b ild ik lerin e e k le m ek ; zihnine y erleştirm ek. 2. B ir h a k a reti veya kötü davran ışı k a b u lle n e rek s e s çıkarmamak.\\ dağarcığındakini çıkarm ak, Ç oktandır sö y lem ek istediği ni sö y lem ek .||d ağarcığı yüklü, B ilgisi ç o k ; bilgili.\\ dağarcıkta bir şey kalm am ak, 1. S ö y ley ecek sözü k alm am ak ; sö y ley ece k ler i bitm ek. 2. H a r c a y a c a k p a r a s ı ve m alı kalm am ak. dağbakan, [dağ+bak-an] {ağız} is. Deve. [DS] dağca, [Far. dağ => dağ-ca] {ağız} is. Akciğer yangı sı; zatürrie. [DS] dağcı, [dağ-cı] is. 1. Dağa, özellikle de sarp kayalıklı dağlara tırmanan sporcu. 2. {ağız} Oduncu. [DS] dağcılık, -ğı [dağcı-lık] is. Dağa tırmanma sporu; al pinist. dağdağa, [Ar. dağdağa
/ dağ (yans.) dağ+dağ-
a] {OsT} is. 1. Gürültü patırtı. 2. gnşl. Telaş ve sı kıntı. 3. Uğraşma, çalışma, mücadele, ö dağdağaferm â, {OsT} Gürültü uyandıran.\\ dağdağa-yı âlem, {OsT} G eçim derdi. dağdağacı, [dağdağa-cı] {ağız}sf Mantıksız, yerli yersiz konuşan. [DS]
• 1074
yetmiş kadar çeşidi bulunan ağaç; çitlembik; çıtlık, (C eltis). [Kamus] 2. Bu ağacın dallarından yapılmış özel şekilli bir nazarlık. 3. {eAT} Karaağaç. 4. {eAT} Ahlat ağacı. dağdağasız, [dağdağa-sız] sf. 1. Gürültüsüz patırtı sız. 2. Telaşsız. d ağd ar, [Far. dâğ-dâr j lj i b ] (d a ;ğ d a ;r ) {OsT} sf. Y a ralı; üzgün; mustarip, dağdelik, -ği [dağ+del-ik] {ağız} is. Dağın delinmiş yeri; tünel. [DS] dağı, [eT. takı > dakı > dağı ^fcb] {eAT} e. Dahi; de. dağık, [eT. *dağ-mak (dağıtm ak) > dağ-ık / dağ-uk] {eAT} sf. (Saç için) dağınık, dağılabilirlik, -ği [dağıl-a+bil-ir-lik] is. 1. Dağılma olasılığı ve yetkinliği taşıma durumu. 2. mat. Bir iç bileşim yasasının bir diğerine dağılımlı olma özel liği. dağılgan, [dağıl-gan] sf. 1. Bir ortamda parçalanıp dağılabilme özelliği gösteren; kolayca dağılabilen. 2. Kesin sınırları olmayan, dağılganlık, -ğı [dağılgan-lık] is. Toz veya katı mad denin bir sıvı içinde topaklanmadan dağılabilme özelliği. dağılım, [dağıl-mak > dağıl-ım] is. 1. Bölünerek bir birinden ayrılma. 2. Varlıkların bölünme, yayılma ve düzenlenme biçimi. 3. eko. Üretime katkıda bu lunanlara bu malların veya değerlerinin belli ölçü lerde bölüştürülme biçimi.4. ist. Bir serinin üyele rinin, bu seriye ait hesaplanan bir merkez değere göre, gösterdiği uzaklaşma veya yığılmalar. 5. kim. Kaba bir karışım. 6. tiy. sin. Rollerin oyuncular arasında paylaşımı. 7. dbl. Cümlede ses, hece, ke lime ve öğelerin yerini bu cümledeki diğer ses, he ce, kelime ve öğelerin belirlediğini esas alarak ya pılan, ihtimale dayalı düzenlemelerin meydana ge tirdiği küme. dağılımcı, [dağılım-cı] is. dbl. 1. Dağılımsal dilbili mi benimseyen. 2. Dilbilgisi incelemelerinin dağılımsal olmasından yana olan kimse, dağıtımcılık, -ğı [dağılımcı-lık] is. dbl. 1. Dağılımsal çözümleme yöntemi. 2. Dil incelemelerinde dağılımsal yöntemle çalışanların oluşturduğu okul, dağılımlı, [dağılım-lı] sf. 1. Dağılım gösteren; dağı lan. 2. mat. Bir işlemin başka tür bir işlem üzerinde dağılma gösterecek şekilde yazılabilme özelliği, dağılımlılık, [dağılımlı-lık] is. kim. Farklı boyutlarda moleküller taşıyan bir maddenin ayırt edici özelli
dağdağan, [Far. dağdağan jU -jib ] {OsT} is. 1. Ilı
ğidağılımsal, [dağılım-sal] sf. Dağılımla ilgili. S dağılımsal dil bilimi, dbl. D ile a it ö ğ elerin cü m lede o rtay a ç ık a b ile c e ğ i çev relerin toplam ını gö steren d il bilim i; dağılım cılık.
man bölgelerde yetişen, zeytin iriliğindeki meyve leri yenilebilen, kerestesi sert, sivri oval yapraklı
dağılınmak, [dağıl-mak > dağıl-ın-mak] edil, f i [-ır ] 1. Dağılmak eylemi yapılmak. 2. Her birey kendi
dağdağak, [dağdağa-lı] sf. 1. Gürültülü; patırtılı. 2. Telaşlı.
l H I Î İ !{f S M .ı o 7 5
DAĞ
kendine ve diğerleri ile birlikte dağılmak eylemi yapılmak. dağılış, [dağıl-ış] is. 1. Birbirinden ayrılma, parça lanma, bölünme eylemi ve biçimi. 2. Yıkılış; çö küş. dağılışmak, [dağıl-ış-mak] işteş, f . [-tr ] Hep birlikte dağılmak. dağılma, [dağıl-ma] is. 1. Dağınık hâle gelme duru mu ve eylemi. 2. as. Toplu hâlde bulunan askerî birliklerin ve araç gereçlerinin düşman saldırısının etkisini azaltmak için arazi yapısına uygun olarak seyrekleştirilmesi işlemi. 3. Aynı silahla, aynı he defe yapılan atışların aynı noktaya isabet farklılık ları. 4. fız . Bir ışığın veya sesin ortamın etkisinde kalarak çeşitli birleşenlere ayrılması, dağılmak, [eT. *tağ-mak (dağıtm ak) > tağ-ıl-mak / tığ-ıl-mak > dağıl-mak] g ç s z .f. [ -ır ] 1. Toplu hâlde bulunurken birbirinden ayrılıp uzaklaşmak. 2. (Bi rim, değer için) çeşitli etkenlerle oranlı olarak bö lünmek; paylaşılmak. 3. (Nesneler için) bütünlüğü bozulmak; parçalanmak. 4. Karmakarışık olmak; düzeni yitmek. 5. m ecaz. (Topluluk, birlik için) uyumu, beraberliği, eşgüdümü kalmamak. 6. m ecaz. (Kuruluş, ortaklık için) varlığı sona ermek; fesholmak. 7. m ecaz. Etkisiz, güçsüz hâle gelmek. 8. m e caz. (Kişi için) aynı anda pek çok işe girişmekle verimini kaybetmek, dağıtmalı, [dağılma-lı] sf. Dağılabilen; ayrılabilen, dağım, [dağ-ım] {ağız} is. Dağıtım işi; paylaşma. [DS] dağımlaşmak, [dağımla-ş-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Paylaşmak; bölüşmek. [DS] dağınık, -ğı [dağm-mak > dağın-ık] sf. 1. Geniş bir alanda dağılmış olarak bulunan. 2. Birbiri ile bağ lantısız olarak ayrı ayrı yerlerde bulunan; bir arada bulunmayan. 3. Düzeni bozulmuş; karışık; tertip siz. 4. m ecaz. Dikkatini yoğunlaştıramayan; düşün celerini toparlayamayan. fi1 dağınık ışık, Sahnenin g e n e l aydınlanm asını sa ğ la y a n ışık. dağınıklık, -ğı [dağımk-lık] is. Dağınık oma durumu ve özelliği. dağm m ak, [eT. *dağ-mak > dağ-m-mak] dönşl. f . [ır] Dağılmak, dağıntı, [dağm-tı] is. Karmakarışık, rasgele atılmış öteberi. dağıstan, [dağ + Far. -istân
(dağısta:n ) is.
Dağlık yer. Dağıstan, [dağ+ Far. istan (ülke)
is. Kafkas
dağlarının kuzey doğu platosu ile Aral-Hazar çö küntü alanında yarı kurak arazide yer almış yarı özerk bir cumhuriyet. Dağıstanlı, [dağıstan-lı] is. 1. Dağıstan halkından olan kimse. 2. Dağıstan’dan göç ederek gelmiş kim se.
dağıştam ak, [eT. tav-ış / dağ (yans.) > dağ-ış-tamak] gçsz. f [-r ] [-(ı)-y o r] Yürürken hafif ses çı karmak; tıpırdamak, dağıtıcı, [dağıt-ıcı] is. 1. Gazete, mektup gibi şeyleri gezerek ilgili yerlere veren, dağıtan kimse; müvezzi. 2. Sıvı, toz, gaz gibi maddeleri gerekli bölmele re göndermek üzere düzenlenmiş araç, gereç. 3. sf. Dağıtma işini yapan; dağıtan, dağıtıcılık, -ğı [dağıtıcı-lık] is. 1. Dağıtıcının yaptığı iş. 2. Dağıtma özelliği ve eylemi. 3. oto. Motor ya ğının, kömür tozlarının motorda çökmesini önleme ve dağıtma özelliği, dağıtık, -ğı [dağıt-ık] sf. Kendinden geçmiş; kendini bilmez hâlde; sarhoş, dağıtılma, [dağıtıl-ma] is. Dağıtma işinin yapılma eylemi. dağıtılmak, [dağıtıl-mak] edil. f . [-ır ] Dağıtma işi yapılmak. dağıtım, [dağıt-ım] is. 1. Dağıtmak işi. 2. as. Temel eğitimi görmüş askerlerin görev yerlerine gönde rilmesi işi. 3. Gazete, dergi, kitap gibi yayınların okuyucularına ulaştırılması işi. 4. Elektrik, su, ha vagazı, doğalgaz, telefon gibi abone sistemine bağ lı mal ve hizmetlerin abonelere ulaştırılması işi. 5. Elektrik enerjisini elektronik bir aygıta, gerek duy duğu devrelere göre, verme işi. 6. Mektup, telgraf gibi posta maddelerinin üzerinde yazılı olan adrese götürülüp alıcısına verilme işi. 7. Bir mal veya hizmetin, üreticiden tüketiciye ulaşmasını sağlayan işlerin bütünü. S dağıtım bürosu, B ir m alın d a ğ ı tım işlem lerinin y a p ıld ığ ı ve kaydının tutulduğu oda.\\ dağıtım evi, B ir m alın dağıtım ını y a p a n iş letm e, kuruluş. dağıtımcı, [dağıtım-cı] is. Dağıtım işlerini yürüten kimse. dağıtımlılık, -ğı [dağıtımlı-lık] is. Dağıtımlı bir iş lemin başka bir işleme göre taşıdığı nitelik, dağıtış, [dağıt-ış] is. Dağıtma eylemi ve biçimi, dağıtm a, [dağıt-ma] is. Dağılmayı sağlamak eylemi, dağıtmak, [eT. *dağ-mak > dağ-ıt-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Dağılmasına sebep olmak. 2. Toplu duran şeyleri birbirinden uzaklaştırmak; parçalamak, ayırmak; bir araya gelmelerine engel olmak. 3. Bir şeyi belli bir orana göre bölüştürmek. 4. Posta maddelerini üzerinde yazılı adreslere götürüp vermek. 5. Bir şe yin düzenini bozmak; karıştırmak. 6. Bir kurum veya kuruluşun çalışmalarına son vermek; kapat mak; feshetmek. 7. Kurulu bir düzeni bozmak; dir liği kaçırmak. 8. Gücünü yitirmek; etkisi azalmak. 9. Kavga çıkararak bir yeri kırıp dökmek. 10. Bir darbede kırmak, yıkmak. 11. (Kendisi için) ne yap tığım bilemez duruma gelmek; sarhoş olmak. 12. (Dikkat için) ilgisini başka yere çekmek; asıl konu dan uzaklaştırmak. 13. (Konuşma ve yazı için) be lirlenen çerçevenin dışına çıkmak. 14. (Düşman i
Ö IÜ M IllfC E S Ö M
DAĞ
çin) etkisiz hâle getirmek; saldırı cephesini bozgu na uğratmak. 15. (Bir ur veya birikinti için) emilme yoluyla yok etmek. 16. {eAT} Darmadağın etmek; perişan etmek; mahvetmek. [DK] 17. {eAT} Kırıp ufak etmek. [DK] 18. {eAT} Saçmak; vermek. [DK] 19. {eAT} Yaymak. [DK] 20. a rgo. (Sarhoş için) kendine hakim olamamak. 21. argo. Öfke, üzüntü vb. yüzünden bilinçli davranamamak.
• 1076
dağlanm a, [dağla-n-ma] is. Dağlanmak eylemi. dağlanm ak1, [dağla-n-mak] e d il.f. [ -ır ] Dağlama iş lemi yapılmak. dağlanm ak2, [dağla-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Haşlan mak. d ağlarca, [dağlar-ca] zf. Çok büyük; dağlar kadar, dağlatış, [dağlat-ış] is. Dağlatma eylemi veya biçimi,
daği1, [dağ + Ar. -i] (daği:) {OsT} sf. 1. Dağlı; dağa ait olan. 2. Dağ adamı; hödük. 3. (Şarkı ve köçekçe için) türküye yakın melodisi olan. 4. is. müz. Türk müziğinde aslında ritimli olmakla birlikte uzun ha va şeklindeki sözlü form.
dağlatm a, [dağla-t-ma] is. Dağlama işini yaptırma eylemi.
daği2, [Far. tâğî (g a d d a r y ön etici) ^ I k ] (d a :ğ i:)
dağlavu, [Far. dâğ => dağ-lağu jU-Ij] {eAT} is. Dağ
{OsT} is. Asi. dağla, [dağla-ğı] (d a ğ la :) {ağız} is. Lehimci havyası. [DS] dağlağı, [Far. dağ (kızgın dem irle y a km a) => dağ-lamak > dağ-lağı ^ jü b ] is. 1. Dağlama işinde kulla nılan araç. 2. vet. Yakılarak dağıtılmak istenen bir uru dağlamaya yarar araç. 3. Boynuzu çıkmaması için küçük yavruların boynuz yerindeki dokularım yakmaya yarar alet, dağlağu, [Far. dâğ => dağ-lağu y ü b ] is. 1. {eAT} Dağlama aleti; dağlağı. 2. {ağız} Ütü. [DS] dağlak, -ğı [dağ-la-k] sf. 1. Dağlanmış hâlde olan. 2. (Ekmek vb. şey için) yer yer yanıkları bulunan. S dağlak demiri, O k y eleğ in in ütelenm esin de ku lla nılan, ucu m a şa g ib i y a ssı alet. dağlam a, [dağ-la-ma] is. 1. Dağlanmış hâle getirme eylemi. 2. Kızdırılmış bir araçla veya elektrikle bir dokuyu yakma. 3. Ucu kızdırılmış bir metal ile re sim yapma tekniği. 4. Hayvanların görünür yerleri ne kızdırılmış bir metalle işaret veya sembol koy ma işlemi. 5. Bir metalin yüzeyinde metalografık yapıyı ortaya çıkarmak için yapılan kimyasal veya elektro kimyasal yöntem. 6. {ağız} Mayalı hamur dan yağda kızartılarak yapılan içi peynirli bir tür çörek. [DS] S dağlam a resmi, A hşap üzerine kız dırılm ış sivri uçlu b ir m eta lle y a p ıla n gravür. d ağlam ak1, [Far. dağ (kızgın dem irle y akm a) => dağ-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Vücutta bulu nan herhangi bir yarayı ortadan kaldırmak veya kanı dindirmek için kızgın bir metalle yakmak. 2. Hayvanların vücuduna kızdırılmış demir ile damga vurmak. 3. Kızgın demir basarak işkence etmek. 4. (Sıcak su vb. için) yakmak. 5. Acısı yüreğine işle mek. 6. (Ekmek vb. fırında pişirilen şeyler için) dışını veya bir kısmını yakmak. 7. {eAT} m ecaz. Dağlar gibi yakmak; ıstırap vermek; acı vermek. [DK] 8. {ağız} Yağı tavada kızdırmak. [DS] dağlamak2, [dağ-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] f-l(ı)y o r ] Dağa çıkmak; eşkıyalık yapmak. [DS] dağlanış, [dağlan-ış] is. Dağlanmak eylemi veya bi çimi.
dağlatm ak, [dağla-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Başkasına dağlama işini yaptırmak. 2. Başkasını dağlamasına izin vermek.
lama aleti; dağlağı, dağlayış, [dağla-y-ış] is. Dağlama işi ve biçimi. dağlı1, [dağ-lı] sf. 1. Dağlık bölge halkından olan. 2. m ecaz. Medeniyetten uzak büyümüş olan. 3. {ağız} argo. Görgüsüz; kaba saba; taşralı. [DS] 4. is. argo. İskambil kâğıtlarından papaz, fi1 dağlı kundağı, {ağız} Ç akm aklı tüfek. [DS] dağlı2, [Far. dâğ (yakm a) => dağ-lı] sf. 1. Dağlanmış olan; yanık. 2. bot. Göbeği siyah olan çiçekler, dağlıç, -cı [dağlı-ç] is. İç batı Anadolu’da yetiştirilen, ağız, burun ve göz çevresinde siyah ve kahverengi lekeler bulunan, iri kuyruklu, beyaz; kıvırcık koç ile karaman koyununun melezlenmesinden elde edilen bir yerli koyun ırkı, dağlık, -ğı [dağ-lık] is. Dağı çok olan yer; dağlarla kaplı bölge. dağlım, [dağla-m > dağ-lı-m] {ağız} is. Deriden çarık yapmak üzere kesilip ayrılmış parça. [DS] dağnak, -ğı [dağ(ı)n-ak] {ağız} sf. 1. Uygarlaşmamış; yabanıl. 2. Dağınık. [DS] dağnam ak, [dan-la-mak > dağna-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [n (ı)-y or] 1. Şaşmak. 2. Gıpta etmek. 3. Bir şeye beğenerek ve çok dikkatle bakmak. 4. Çevreyi gözetlemek; incelemek. 5. Ayıplamak; kınamak. 6. Alay etmek; beğenmemek, dağsal, [dağ-sal] {ağız} is. Ormanlık bölge. [DS] dağsalı, [dağ+sal-ı] {ağız} is. Dağlık bölge; sıradağ. [DS] dağsalısı, [dağ+sal-ı-s-ı] {ağız} is. Çalılık yer. [DS] dağsam ak, [dağsa-mak > dağ-sa-mak] gçl. f. [ - r ] [s(ı)-y or] Acayip bulmak. dağuk, -ğu [*dağ-mak (dağılm ak) > dağ-uk
{e-
AT} sf. (Saç için) perişan; dağınık, dağza, [dayı + eze > dayaza > dağza] {ağız} is. Tey ze. [DS] d ah 1, [dah / deh] {ağız} ünl. 1. At, eşek ve katır gibi hayvanları sürmek için kullanılan emir sözü. 2. is. Bir kimseyi kovma. S dah (deh) demek, H ayvanı sü rm ek; yürütm ek.|| dah etmek, 1. H ayvanı yürüt m ek; sürm ek.
iw ır a m
ı . , 077
DÂH
dah2, [dah] {ağız} is. Düşünmeden yapılan saldırı, vurma; saplama vb. hareket. S dah dimek, {ağız} T alihi iyi olm ak. [DS]|| dah düşmek, {ağız} 1. D ik k atle izlem ek. 2. D ikkat etm ek; fa r k ın a varm ak. [DS]|| dah etmek, {ağız} 1. D ürtm ek; sa p lam ak . 2. S avm ak; kovm ak. 3. K o y m a k; h o y ra tç a atm ak. “Y em eğe tuzu d a h etti. ” [DS]
dahdiri2, [dad (yans) > dad-dir-i > dah-dir-i] {ağız} is. Kadın donu; şalvar. [DS]
dah3, [Far. dâh ob] (d a ;h ) {OsT} is. 1. Cariye. 2. Hiz
Dahi. 2. Yine; keza; tekrar; mükerrer. 3. Başka. 4. Hâlâ. 5. Daha; henüz; de. 6. Hem. 7. Bundan böyle; bundan başka. [DK]
metçi kadın. 3. sf. Aşağılık; korkak. 4. On. d aha1, [eT. tak-mak (katm ak) > tak-ı > dak-ı > dahi > daha
(da 'ha;) zf. 1. Önüne geldiği sıfatın an
lamım kuvvetlendirir; fazlalık anlamı katar. 2. Şim diye kadar, henüz; hâlâ. 3. Olana ek olarak; olana katarak. 4. Başka; daha başka. 5. {OsT} Artık. S daha başka, Büsbütün başka.\\ daha bir, 1. B ir b a kım a. 2. B ir d erece. 3. Sanki daha.\\ daha da, K a r şılaştırm a d erecesin i vurgular.\\ daha daha, 1. “Söylediklerin den , bildiklerim izden b a ş k a n eler o ld u ? " an lam ın da kullanılır. 2. E k o la r a k ; ö n c e kinden d a h a çok.\\ daha doğrusu, G e r ç e k olan ı şu dur ki.|| daha hâlâ, D evam e d e r e k .|| D aha iyisi can sağlığı. “B u lu n ab ileceklerin en iyisi oldu. ” an lam ın da kullan ılır,|| D aha neler? “H iç ö y le şey olu r m u?" an lam ın d a kullanılır.\\ daha olmazsa, 1. H iç olm azsa. 2. B a ş k a b ir ç a r e s i y oksa. || dahası, B una e k o la ra k . || Dahası v a r. B ilin m esi g e r e k li b a ş k a kon uların d a bulunduğunu b elirtm ek için ku llan ılır; “Bitm edi, a rk a sı var. ” daha2, [daha] (da:'ha) {ağız} e. İşte orada; şurada; aha. [DS] daha3, -a ’ı [Ar. daha5 *U~i>] (d a h a ;) {OsT} is. Kaba kuşluk zamanı, dahacık1, [daha-cık] {ağız} e. İşte orada; şurada; ahacık. [DS] dahacık2, -ğı [daha-cık] {ağız} sf. Biraz daha; azıcık. [DS] dahalet, [Ar. dehalet cJU -j] {OsT} is. Birinin yardı mına sığınma, /
(d a h a:m e) {OsT} is. İrilik; büyüme; irileşme. S dahâm e-i kebed, {OsT} K a r a c iğ e r büyiimesi.\\ dahâme-i izam, {OsT} K em ik irileşm esi. dahan, [daha-n] {ağız}) sf. Biraz daha; azıcık. [DS] dahaya, [Ar. dahâyâ l.U > ] (d a h a .y a :) {OsT} is. Kur banlık hayvanlar,
h a ;k ) {OsT} sf. Çok gülen. S dahhâk-i bi’t-tâb, {OsT} insan. dahi, [eT. takı / dakı > dahi ^ i ] {eAT} {OsT} e. 1.
dahil, [Ar. tahl Ji-] is. Tahıl. dahi1, [tak-mak (katm ak) > tak-ı (ve) > dak-ı > dahi] ( d a ’ dâhi ^ b ] (d a :h i:) {OsT} is. Olağanüstü yeteneği ve gücü olan kimse, dâhice, [dâhi-ce 4=r^«.b] (d a .h i ’c e) zf. Dahiye yakışır biçimde. dahik1, [Ar. dâhikdUU>] (da:hik) {OsT} is. Azı dişi; azı dişlerinden her biri. dahik2, -ki [Ar. dıhk (gülm e) > dâhikdL-U>] (da:hik) {OsT} sf. Gülen; gülücü. dahil1, -hli [Ar. dahi J^:>] {OsT} is. 1. Karışma; gir me. 2. Etki; nüfuz. 3. Müdahale etme; takılma; do kunma. 4. Gelir. dahîl2, [Ar. dahîl J * 5--5] (d a h i.j) {OsT} sf. 1. Birinin acıma ve korumasına sığınan; sığıntı; yabancı. 2. Sonradan görme; türedi. S dahîl düşmek, {OsT} B irin e sığınm ak, onun koru m ası altın a girm ek. dahil3, [Ar. dâhil J^-b] (d a :h il) {OsT} sf. 1. İç; içeri.
dahaca, [daha-ca] (d a h a ’ca ) zf. Biraz daha.
daham e, [Ar. dahâme / dahâmet
dahhak, -ki [Ar. dıhk (gülm e) > dahhâk JU ^ i] (dah-
2. zf. İçinde olmak üzere; ile birlikte; kapsayarak. 3. Bir şeyin kapsamında olarak. 4. is. İlmiye sını fında bir derece, fi1 dahil etmek, İçin e alm ak. || da hil olmak, İçin d e o lm a k; katılm ak; iç er i girm ek. dâhile, [Ar. dâhil > dâhile
dahdah, [dah (yans.) + dah] {ağız} is. Ç oc. d. 1. At dahiler, [eT. takı > dahi-ler ) ^ j ] {eAT} zm. Baş ve eşek gibi binek hayvanlarının adı. 2. Binme. 3. kaları. Çocuk dilinde gezme. [DS] S dahdah delisi, {ağız} dâhili, [Ar. dâhili ( ^ b ] (d a :h ili:) {OsT} sf. İçle ilgili; 1. Ş aşkın ; sersem . 2. B a ş k a la rın a a la y konusu o la n ; şım arık. 3. D eli g ib i ç o k kızan kim se. [DS] içe ait olan, S1dâhilî deniz, İ ç den iz.||dâhilî harp, İç savaş.\ dâhilî hastalıklar, İ ç h a stalıkla rı.||dâhi dahdiri1, [dad (yans.) > dah-dir-i] {ağız} sf. (Kadın, lî istihale, {OsT} B ir tür m aden c ev h eri için d e b a ş kız için) hoppa; oynak. [DS]
Ö IÜ M IÜ M M
DÂH
k a b ir m aden cevherinin bulunm ası. || dahilî k ara kol, A skerî o ku lla rd ak i a s k e r î karakol.\\ dâhili ni zam nam e, İçtüzük.|| dahilî talim atnam e, {OsT} İç yön etm elik. ||dâhili ticaret, İç ticaret. ||dâhilî zavi ye, {OsT} İ ç açı. dâhilik, -ği [Ar. dehâ (akü, z ek â) > dâhi > dâhi-lik] (d a :h i:lik ) is. Çok üstün yeteneklere sahip olma du rumu. dâhiliye, [Ar. dâhiliye 4-U-b] (d a:h iliy e) {OsT} sf. 1. İçle ilgili; içe ait. 2. is. (Devlet için) iç işleri; devle tin iç işleri ile uğraşan bakanlık. 3. (Daire ve ku ramlarda) iç işleri. 4. İç hastalıkları. S dâhiliye mütehassısı, {OsT} tar. İ ç h a stalıkla rı üzerin e ihti s a s y ap m ış hekim .|| dâhiliye nazırı, {OsT} tar. İç iş leri b a k a n ı.|| dâhiliye nezâreti, {OsT} tar. İçişleri bakanlığı.\\ dâhiliye subayı, as. A skerî okul, h a sta n e g ib i ku ru m larda iç yön etim le uğraşan subay.\\ dâhiliye şefi, yönt. D a ire le rd e iç işlere bakan şef. dâhiliyeci, [dâhiliye-ci] (d a:h iliy eci) is. İç hastalıkla rı uzmanı olan hekim. dahim 1, [Far. dâhim p-»b] (da:him ) {OsT} is. Taç. dahim2, [Ar. dâhim |*i-b] (d a:h i:m ) {OsT} sf. Aşırı kaim olan; yoğun,
burnunu sokmak; sataşmak; müdahale etmek; tariz etmek. 2. {ağız} İtiraz etmek; inat etmek, dahm , [Ar. dahâmet > dahm dahme, [Far. dahme
{OsT} sf. İri; kalın, {OsT} is. 1. Y er altında
ölülerin konduğu oda. 2. Mecusî mezarı; katakomp. 3. Türbe. 4. Donanma fişeği; Rum ateşi. 5. Atılan şey; mermi. 6. Devenin ağzından çıkan köpük. S dahm e-endâz, {OsT} iş a r e t f iş e ğ i atan ; m aytap fırlatan.\\ dahm e-feşân, {OsT} Tünel, lağım a ç a n .|| dahm e-güşâ, {OsT} Ç ukur a ç a n ; m ezarcı. d ahra, [Far. dehre oyo] {ağız} is. 1. A ğaç budamakta kullanılan enli ve kavisli ağızlı orak; tahra. {OsT} (aynı) [Bürhan-ı Katı’] 2. Yüzü enli büyük bıçak. 3. Et satırı. [DS] dahten, [Far. dâhten
(da. hten) {OsT} (m astar)
Bilmek. dahtiri, [dad (yans.) > dad-dir-i > dahdiri] {ağız} is. 1. Kadın donu; şalvar. 2. Elbise. 3. sf. (Elbise için) kısa; düttürü. [DS] dahul, [Far. dâhül Jy>b] (da;hü l) {OsT} is. Bostan korkuluğu. dahül, [Far. dâhül Jy*b] (da;hü l) {OsT} is. Bostan
dahine, [Ar. dâhine
korkuluğu. dahve, [Ar. dahve
dahis, [Ar. dâhis j-J-b ] (da:his) {OsT} is. tıp. Parmak uçlarında, tırnak diplerinde çıkan yara; etyaran, dâhiyane, [Ar. dehâ (akıl, z ek â) > dâhi + Far. -âne <üU*b] (d a :h iy a:n e) {OsT} zf. 1. Çok üstün yetenek lere sahip olarak. 2. Dâhîye yakışır biçimde. dahiye1, [Ar. dâhiye
• 1078
{OsT} is. - * dahil1,
dahle, [Ar. dâhile
Jâ-j] {OsT}
gçsz. f . [-(d )-er ] 1. Karışmak, etkide bulunmak;
(dahve) {OsT} is. Güneş’in
ufuktan henüz yükselip yayılmaya başladığı za man; ilk kuşluk vakti, fi1 dahve-i kttbra, {OsT} K a b a kuşluk. dahye, [Ar. dahye
{OsT} is. 1. Kuşluk vakti
kesilen kurban. 2. Kurban. d a’i1, [Ar. duâ > dâ‘î ^ b ] (d a ;i;) {OsT} sf. Dua eden; duacı, fi1 d a’î-i dîrîne, {OsT} E ski duacı. d a ’i2 [Ar. dâ'vet > da‘î
(d a :i) {OsT} sf. 1. Davet
eden; çağıran. 2. Dine çağıran; misyoner. 3. Sebep olan. 4. İsmailiye, Dürzilik ve Karmatilik gibi sün net dışı mezheplere halkı inandırıp çağırmak ve kazandırmak için görevlendirilen kişilere verilen ad. 5. {ağız} is. Çok dindar olan Alevî. 3 d a’î-i m azarrat, {OsT} Z a ra r g etiren şey.\\ da’î-i şttbhe, {OsT} Şü phe uyandıran şey. daidala, [Yun. daidalon] is. Zeus ve Hera onuruna Plataia’da küçüğü altı, büyüğü altmış yılda bir kut lanan şenlikler, daileri, [dâi-ler-i] (d a .i.le r i) {OsT} zm. Eskiden ulema sınıfından olanlarla yabancı elçilere karşı hi taplarda “ben ” yerine kullanılan söz. d a’im, [Ar. devâm > dâ’im *Jb] (da:im ) {OsT} sf. Sü rekli; devamlı; her zaman; sürüp giden. S dâim et mek, Sü rekli k ılm ak ; devam ettirm ek; siirdürmek.\\ dâim eylemek, S ü rekli kılm ak; devam ettirm ek; sürdürmek.\\ dâim olm ak, Sü rekli o lm a k; devam etm ek; sü rm ek.|| d â’im ü’l-evkat, {OsT} H er za-
ı ı n i ü i c t m i .1 0 7 9
DA
man.\\ d a’imü’I-eyyâm, {OsTj H er gün.\\ d a'im ü ’lham r, {OsT} A lkolik. d a’im a, [Ar. devam
>
dâ’imâ
l»Jb]
(d a .im a :) {OsT}
zf. -*■ daima. daim a, [Ar. devam > dâ’imâ UJb] (d a :im a :) zf. Her zaman; her vakit; sürekli olarak, d a’imî, [Ar. devam > dâ’imı ^ b ] (d a :im i:) {OsT} sf. -*■ daimî. daimî, [Ar. devam > dâ’imî l_î^ b ] (d a :im i:) sf. 1. Sü rekli, kalıcı; aralıksız. 2. Bir görevi veya etkinliği sürekli yerine getiren. S1 daimî ordu, Sü rekli h azır bulundurulan a s k e r î güç. daimîlik, [daimî-lik] (d aim i.lik) is. Süreklilik; bitme me; kesintiye uğramama durumu; devamlılık, d a’imiyet, [Ar. dâ’imiyet o~*Jb] (da:im iyet) {OsT} is. Süreklilik; devamlılık, d a’in, [Ar. deyn (bo rç) > dâ’in jJb ] (da:in ) {OsT} is. Borç veren; alacağı olan, d a’iniz, [dâ‘î-niz > ^ b ] (da:iniz) zm. Eskiden ulema sınıfından olanlarla yabancı elçilere karşı hitaplar da “ben " yerine kullanılan söz. d a’ir, [Ar. devr > dâ'ir y b ] (d a:ir) {OsT} sf. •* dair, dair, [Ar. devr > dâ'ir y b ] (d a :ir) sf. 1. İlgili, ait; hakkında. 2. Bir konu üzerine olan; üzerinde; ko nusunda. 3. Dönen; devreden. 4. Adına; namına. S dâir ve şâir, {OsT} D ön en ve d o la şa n ; gezgin. da’ire, [Ar. devr > dâ'ire oyb] (d a .ire) {OsT} is. - * daire. ® dâire-i aide, {OsT} İlg ili resm î m akam . || d â’ire-i arz, g ö k b. P a r a le l d a ir esi.|| d â’ire-i azîme, g ö k b. 1. Yer'in m erkezinden g e ç e r e k g ö k kü resin i kesen h erh an g i b ir düzlem in a r a kesiti. 2. B ir k ü re üzerin e çizilebilen en büyük d a ir e .|| d â’ire-i dahilî, {OsT} mat. İ ç d a ir e .|| d â ’ire-i evveli’ssiimüt, {OsT} g ö k b. S ıfır d e r e c e li b a ş boylam.\\ d â’ire-i fâside, {OsT} K ısır döngü.|| d â’ire-i husuf, {OsT} g ö k b. Tutulma d a ir e s i.|| d â’ire-i imkân, {OsT} O lan aklar çerçevesinde.\\ dâ’ire-i inkılâp, g ö k b. Y engeç dönencesi.\\ d â’ire-i intisâbiye, {OsT} Seçim bölgesi.\\ d â’ire-i irtifa, {OsT} g ö k b. G ökyüzündeki en y ü k sek nokta. || d â’ire-i kaza, {OsT} K a z a d a ir esi; y etk i ç er ç ev e si.|| d â’ire-i küsûf, g ö k b. Yer'in y ö rü n g e düzlem inin g ö k kü re ile a r a kesiti. || daire kesmesi, mat. B ir dairen in iki y a rı ça p ı ile a ra la rın d a k i yayın çev reled iğ i düzlem paı-çası.\\ d â’ire-i muhîtiye, {OsT} Ç evre teker.\\ dâ’ire-i müstevî, {OsT} Yörünge düzlemi.\\ d â’ire-i nısfü’n-nehâr, {OsT} H erh a n g i b ir y erin başu cun dan g eç e n düzlem in g ö k kü resi ile oluşturduğu a r a kesit. ||daire parçası, mat. B ir d a irey i k esen kiriş ile o kirişin a ra sın d a k a la n düzlem parçası.\\ d â’ire-i resmiye, {OsT} R esm î d aire, kurum.\\ d â’ire-i
sadâret, {OsT} B a şb a k a n lık .|| d â’ire-i sagîre, {OsTj g ö k b. Yer'in m erkezinden g eçm ey en boylam . || dâ’ire-i sıa, {OsT} B ir yerin başu cun dan g e ç e n boylam dışın daki boylamlar.\\ d â’ire-i şakulî, {OsT} g ö k b. D üşey d a ir e.|| d â’ire-i tenvîr, {OsT} g ö k b. A ydınlık dairesi.\\ dâ’ire-i tül, {OsT} g ö k b. B oy lam .|| d â’ire-i um ür-i askeriye, {OsT} A skerlik d a ir esi.|| d âire’tü’l-bürüc, {OsTj g ö k b. Tutulma sıra sın d a G üneş üzerinde görü len k a ra n lık kısım . || d â’ire-zen, {OsT} T e f çalan. daire, [Ar. devr > dâ'ire °^sb] (d a :ire) is. 1. Dönen, dolanan şey. 2. mat. Bütün noktaları, merkez deni len sabit iç noktadan eşit uzaklıkta bulunan eğriyle sınırlanmış düzlem yüzey; bir çemberin içinde ka lan düzlem parçası. 3. Bir yapının konut olarak kul lanılan bölümlerinden her biri; hane. 4. Bir devlet işini yürütmekle görevli bölüm; bu bölümün içinde çalıştığı yer. 5. Bir gemide belirli bir iş için ayrıl mış olan bölüm. 6. Bir yapıda belirli bir iş için ay rılmış bölüm. 7. (Soyut kavramlar için) belli bir ölçü içinde kalan, sınırı belli davranış. 8. Sınırlan dırılmış yer, bölge, bölüm çevre. 9. müz. Saz takı mında usul vurmaya yarayan tef. 10. ed. Aruz vez ninin birbirine yakın bahirlerinin toplandığı ana gruplardan her biri, d a’iren, [Ar. dâ'iren fyb] ( d a :i ’ren) {OsT} zf. Döne rek. S1 dâiren-m edâr, {OsT} Ç ep ç ev re; fır d o la y ı. dairesel, [daire-sel] (d a :iresel) sf. 1. Daire biçimin de; daireye benzer. 2. Daire çizen, da’irevi, [Ar. dâ'irevı tSjyb] (d a :irev i:) {OsT} sf. Daire biçiminde; daireye benzer; dairesel, da’irezen, [Ar. dâ'ire + Far. -zen d j °yb] (da:irezen ) {OsT} is. 1. Saz takımında tef çalan kişi; tefçi. 2. Karagöz oyununda perde arkasında tef çalarak şar kı söyleyen yardakçının yardımcısı. d a’iyan, [Ar. dâ'iyân Ob*b] (d a :iy a:n ) {OsT} is. Du acılar; dua edenler. S dâiyân-ı devlet, {OsT} D ev lete du a ed en ler; bilg in ler sınıfı. da’iye, [Ar. dâ'vet > dâ'iye <^b] (d a;iy e) {OsT} is. 1. Arzu; hırs. 2. Harekete geçirici duygu. 3. Amaç; emel; niyet. S dâiye-i istiklâl, {OsT} B ağım sızlık içgüdüsü; istiklal arzusu.|| dâiye-i tefevvuk, {OsTj Üstünlük iddiası. -dak, [-da-k / -de-k] yap. e. 1. Yansımalardan isim türeten ek. İşitme duyusuna dayanan ürün ya da sonuç kavramı katan isimler yapar: şık ırd ak ; çıtırdak; şarıld ak. 2. Görme duyusuna dayanan araç ve gereç kavramı katılmış isimler yapar: ışıldak, p a rıld a k , fır ıld a k , civildek, bıcıldak, ç e k ir d e k (çekür-dek). 3. İsimden, benzerlik ve uğrama, bulunma kavramları katılmış isimler yapar: a k ıld a k (kafa dengi), o ğ u ld ak (sonradan çıkan b aşak), k ırıld a k (kıran).
ö i e iü iç E S ö M • 1G80
DAK d ak 1, [dağ / dik / dik / dok / dük (yans.)] is. Çarpma, kakma, vurma veya kendi kendine çarparak, vura rak çalışmayı anlatan kök. [Zülfıkar] d a k duk, dak(k)a-da-k, d ak-ır-d a-la-k, d a k-ır d a kır dak2, [Far. dak jo] {OsT} is. Özür; kusur. S dak dutm ak, {eAT} Kusurunu bulm ak, özrünü y a k a la m a k ; kınamak\\ dak kılmak, {eAT} D a k tutmak. dak3, [dek > dak lS->] {eAT} zf. Kadar; dek. [DK] dak4, -kkı [Ar. dakk j i ] {OsT} is. 1. Vurma, çalma; vuruş. 2. Ezme, un etme. 3. Kadınlara güzellik, er keklere de yiğitlik verdiğine inanılarak Güney Do ğu Anadolu’da daha bebekken çocuklara yapılan bir tür dövme, fi1 dak etmek, {OsT} Vurmak; ç a l m a k ; ezm ek.|| dakk-ı bâb, {OsT} K a p ı çalma.\\ (men) dakka dukka, “K a p ı çalan ın kap ısı ç a lı nır. ” Kötü b ir iş y a p a n karşılığın ı görür. dakanak, -ğı [tak-anak / dak-anak] {ağız} is. 1. Vere siye satışta, ödeme yapıldıktan sonra geriye kalan az bir alacak. 2. tlgi; ilişki. [DS] dakanm ak, [tak-an-mak > dak-an-mak] {ağız} gçl. f . [- ır ] (Develer için) arka arkaya bağlamak; katarla mak. [DS] dakannam ak, [takan-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)y o r ] 1. Hayvanı sürmek; yürütmek. 2. Takip etmek. [DS] dakavul, [Moğ. daga-vul] {eT} Maiyet; alay; hizmet hizmetçi uşak. [Nevâyî] dakayık, [Ar. dalçîka > dikkat > dakâyık Jjilsi] (daka;y ık ) {OsT} is. 1. Dakikalar. 2. İnce ve anlaşılma sı güç şeyler, f? dakâyık-ı edebiye, {OsT} ed. E d e biyatın in ce noktaları.\\ dakâyık-ı fenniye, {OsT} Bilim in in celikleri,|| dakayık-ı hendesiye, {OsT} mat. G eom etrinin in celikleri,|| dakayık-ı umur, {OsT} işlerin in ce noktaları. dakdaka, [tak+tak-a] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS] dakdelen, [tak+del-en] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS] dakduka, [dak (yans.) > dak+duk-a] {ağız} is. Su ya da rüzgâr gücü ile dönerken ses çıkararak yabanî hayvanları ürkütüp kaçıran düzenek. [DS] dakgeç, [dak+geç] {ağız} is. 1. Bir halkaya takılan demir dil. 2. Takılacak yer; çengel. 3. Çengelli iğ ne. [DS]
{eT} e. 1. Dahi; de. {eAT} (aynı) [DLT] 2. {eAT} Başka; diğer. 3. b a ğ {eAT} Bundan başka; aynı zamanda; hem de; ve. 4. {eAT} Daha ziyade; daha çok. 5. {eAT} Henüz; hâlâ.
dakı1, [takî> dakî j i / J ib / ^ i ]
dakı2, [tak-mak > tak-ı] {ağız} is. Takı. [DS] S dakıya tutm ak, {ağız} D üğünde g elen h ed iy eleri g e lin veya d am adın y an ın d a g österm ek. [DS] dakılamak, [dak (yans.) > dak-ı-la-mak] {ağız} gçsz. î [~rl [-l(l)-y o r ] (Keklik için) ötmek, dakılanmak, [dak-ı-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Koşmak; saldırmak. [DS]
dakılm ak, [tak-ıl-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır ] 1. Biriyle alay ederek eğlenmek; şaka yapmak. 2. Arkasından gitmek; peşine takılmak. [DS] dakım , [tak-ım] {ağız} is. 1. Sigara ağızlığı. 2. Ma rangoz aletleri. 3. Tezgâh. 4. Erkeğin cinsiyet or ganı. [DS] dakınak, [tak-anak > tak-ın-ak] {ağız} is. Takanak. [DS] dakm m ak, [tak-ın-mak> dak-ın-mak j^-üb] {eAT} Za ğız) dönşl. fi. [-u r ] 1. Takınmak. 2. Süslenmek. 3. Kuşanmak. [DS] dakıntı, [tak-mtı] {ağız} is. 1. Takıntı. 2. Ek; ilave. [DS] dakırdalak, -ğı [dak (yans.) > dak-ır+dal-a-k] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] dakışdırm ak, [takış-tır-mak] {ağız} gçl. f i [- ır ] 1. Sanık gibi göstermek; suçlamak. 2. Dövmek; vur mak. [DS] -daki, [-da-ki / -deki / -teki / -taki] yap. e. İsimlerden niteleme sıfatları türeten ek: d a ğ -d a k i (adam ), ş e h ird ek i (gösteri), sö z d ek i (güzellik). -dakiden, [-da-ki-den / -de-ki-den] {eA Tf y a p e. -d akinden; -kinden, dakik, [Ar. dikkat (incelik) > dakik ^ Ji] (daki;k, k ’le r kalın söylen ir) {OsT} sf. 1. Düzenli işleyen. 2. m ecaz. Zamanı kullanmaya özen gösteren; her şeyi zamanında yapan. 3. İnce, ufak, nazik. 4. Anlaşıl ması emek isteyen. 5. is. Dikkatli ve ölçülü davra nan kimse. 6. Toz edilmiş şey; un. dakika, [Ar. dikkat (incelik) > dakika 4jüb] (daki;ka, k ’le r kalın söylen ir) {OsT} is. 1. Saatin altmışta biri olan zaman parçası. 2. gnşl. Göreceli olarak çok kısa zaman parçası; an. 3. İnce düşünce. 4. Bir mo dülün on ikide biri, on sekizde biri, otuzda biri de ğerinde askatı; sekant. 5. sf. İnce, nazik. S dakîkabîn, {OsT} İn ce lik le ri g ö ren .|| dakîka-dân, {OsT} G üç şey leri bilen. ||dakîka-senc, {OsT} Güç şey lere a k ıl erd iren .|| dakikası dakikasına uymamak, Ç o k d eğ işk en ve k a p risli b ir y a ra tılışa sa h ip o l m ak.|| dakîka-şinâs, {OsT} İn c e işleri, gü ç şeyleri, nü kteleri anlayan. dakikî, [Ar. dakîkî / dakîkîye
/ •«•M-! (dakv.ki;)
{OsT} sf. 1. Una benzer, içinde un olan. 2. is. Pata tes gibi nişastalı bitkiler. Dakin sıvısı, [İng. Henri Drysdale Dakin (İngiliz biy o kim y acı) tescilli isim] is. t. Yaraların yıkanma sında antiseptik olarak kullanılan binde beşlik sod yum hipoklorit, yüz binde birlik potasyum perman ganat çözeltisi; Dakin çözeltisi, dakkadak, -ğı [dak (yans.) > dakk-a-dak] (d a'kkadak) {ağız} zf. Hemen. [DS] dakkak, -ğı [Ar. dakk > dakkâk ıjlib] (d a kk a;k) {OsT} sf. 1. Kapı çalan. 2. m ecaz. Kapı kapı dolaşan; eşik aşındıran.
İ M İ K S İM . imi d a k l a m a k , [dak / dank (yans.) > dak-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Dank etmek; dank demek. [D S] d a k la ş m a k , [tak(ı)l-aş-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. (Hayvan için) yürütmek; sürmek. 2. Bozuşmak; zıt gitmek. 3. Sataşmak. 4. Dokunmak; takılmak. [D S] d a k m a , [tak-ma > dak-ma] {ağız} is. 1 . Yelek. 2. Sa manlık çatısına destek olarak konulan eğri direk.
[DS]
dakm a2, [tak-ma > dak-ma] {ağız} sf. 1. Yedek. 2. Ek. 3. Takma. [DS] d a k m a k ,
[tak-mak > dak-mak j*ib] {eATj gçl. f . [-
a r ] 1. Takmak; kuşanmak. 2. Asmak. 3. Bağlamak. 4. İki kişinin arasını bozmak; kavga ettirmek. 5. Alay etmek. d a k m a m a k , [tak-ma-mak > dak-ma-mak] {ağız} gçl. f . [-z ] Önem vermemek; saymamak; aldırmamak. [D S]
[İng. dacron (tescil ed. isim)] is. Akrilik sen tetik tekstil ipliği, daktilo, [Yun. daktylos (parm ak) > Fr. dactylog raphe > dactylo] is. 1. Bir klavye aracılığıyla hare kete geçirilen harfleri mürekkepli bir düzenek ile kâğıda basarak yazı yazan makine; yazı makinesi. 2. Bu makineyi kullanarak yazı yazmayı meslek edinmiş kimse. 3. Yazı makinesi ile yazı yazma işi; daktilografı, f i 1 d a k t i l o e t m e k , Yazı m akin esi ile y azı y a zm ak .||d a k t i l o k â ğ ı d ı , D ak tilo d a kullanılan y azı kâğıdı. |] d a k t i l o m a k i n e s i , Yazı m akin esi.[| d a k t i l o m a s a s ı , Ü zerine d aktilo konulup y azı y a z ı lan d iğ er m a s a la r a g ö r e bira z a lç a k m asa. ||d a k t i l o ş e r i d i , D ak tilo d a harflerin k â ğ ıd a b a sıla b ilm esi için kullanılan ö z e l m ü rekkepli b ir şerit. d a k t i l o g r a f , [Yun. daktylos (parm ak) > Fr. dactylog raphe] is. Daktilo makinesi, d a k t i l o g r a f i , [Yun. daktylos (parm ak) > Fr. dactylo graphie] is. 1. Yazı makinesi ile yazı yazma işi. 2. Sağır ve dilsizlerle parmak işaretleri aracılığıyla anlaşma. S d a k t i l o g r a f i y a r ı ş m a l a r ı , Uluslar a ra sı sta n d a rtlara g ö r e y a p ıla n d aktilo y a zm a y a rışları. d a k t i l o g r a m , [Fr. dactylogramme] is. Kimlik tespit etmeye yarayacak parmak izlerini bir kâğıt üzerine bastırma suretiyle elde edilen izler, d a k t i l o l u k , - ğ u [daktilo-luk] is. 1. Daktilo ile yazı yazma işi. 2. sf. Daktilo edilmeğe uygun düşen, daktilo edilebilir olan, d a k t i l o s , [Yun. dactylos] is. 1. Bir uzun iki kısa veya bir vurgulu iki vurgusuz hece esasına dayanan Y u nan nazım ölçüsü. 2. Midye, d a k t i l o s k o p i , [Fr. dactyloscopie] is. Parmak izlerinin şekillerinin incelenmesi ve bunlara dayanarak kim lik belirleme yöntemi,
d a k ro n ,
d a k u k ,
[eT. takağu > dakuk jî^] {eAT} is. Tavuk.
[eT. tal > dal] is. 1. Ağaçlarda ayrılan odunsu uzantılardan her biri. 2. gnşl. Organlarda bir eksen
d a l 1,
DAL
boyunca merkezden itibaren açılan kollardan her biri. 3. m ecaz. Bütün oluşturan bir şeyin bölünerek ve çeşitlenerek gelişen parçası; kol, bölüm; şube. 4. biy. Canlıların bölümlenmesinde sınıfların bir ara ya gelmesiyle oluşan birlik; şube. 5 . anat. Bir da mardan ayrılan daha ince damar; bir sinirden ayrı lan sinir demetleri. 6. süsl. Tezhip sanatında levha köşelerine yapılan çiçek demeti. 7. {ağız) Kol. [D S] 8 . {ağız) Diğer tek; eş. [D S] 9 . {ağız} Ağaç. [D S] 1 0 . {ağız} Palamut ağacı. [D S] 1 1 . {ağız} Damlara konu lan kalınca direk; mertek. [D S] S 1 d a l b o y l u , İn c e uzun boylu .|| d a l b u d a k s a l m a k , 1. K a rm a şık b ir y a p ıd a gen işlem ek, yayılm ak. 2. S oy ca gen işlem ek, dağılm ak, y a y ılm ak .||d a l g i b i , 1. İnce, uzun y apılı. 2. Ç o k z a y ıf \\d a l d a n d a l a a t l a m a k (konmak), Sık sık eş, konu veya iş değ iştirm ek; s e b a t etm em ek. || (bir) d a l d a d u r m a m a k , Ç o k h a rek etli ve uçarı o l m ak.|| d a l e v i , {ağız} D alın g öv d ed en ayrıldığı yer. [DS]|| d a l g i b i , 1. Ç ok in ce ve y akışıklı. 2. H asta .|| d a l l a r ı b a s m a k , A ğ açta d a lla rı e ğ e c e k k a d a r ç o k m eyve olm ak. [tal > dal] sf. 1 . Düz. 2. Çıplak; yalın; sıyrılmış; örtüsüz. 3. (Hayvan için) zayıf; ince. 4. Tam. S d a l a ç ık t a k a lm a k , {ağız} Tam am en m eydan da k alm ak ; görün m eyen h içbir y e r i kalm am ak. [DS]|| d a l b a ş ı n a , {ağız} T ek o la r a k ; yaln ız başın a. [DS]|| d a l b o y , Ç ıp la k d e n e c e k k a d a r in ce g iy inm iş. \ \d a l ç o r a p , {ağız} D üz ren kte örülm üş ço ra p . [DS]|| d a l d a ş a k , {ağız} Ç ırılç ıp la k [DS]|| d a l d i n g i l , {ağız}!. Yapayalnız ve işsiz güçsüz kalm ış o la n ; b a şıb o ş. 2. A ptal; akılsız. 3. (Konuşm a, ça lışm a vb. için) am açsız, ra stg ele; tutarsız; sebepsiz. [DS]|| d a l f e s , {eAT} 1. Sarıksız giyilen fe s . 2. Bu f e s i giyen kim s e .|| d a l d i n g i l , 1. Yapayalnız. 2. işsiz güçsüz; b a şıboş. 3. Ç ıplak. || d a l i k i n d i n , {ağız} Tam ikindi vakti; ikindi üzeri. [DS]|| d a l k a r a n l ı k , {ağız} Ö ğle vaktinin en s ıc a k zam anı. [DS]|| d a l ö ğ l e n , {ağız} Tam ö ğ le zam anı. [DS]|| d a l s a t ı r , {OsT} B ıç a k ç e kilm iş o la r a k ; d a l k ılıç.|| d a l t a b a n , {ağız} 1. Y alı nayak. 2. S erseri; patavatsız. [DS]|| d a l t a c , {OsT} B ir tür derviş başlığı. || d a l t a k k e , B ir çeşit takke. || d a l ta ş a k , {ağız} Ç ırılçıplak. [DS]|| d a l t u m a n , {eAT} Ü zerinde s a d e c e diz donu bıılıınan.\\ d a l u y k u , D erin uyku.\\ d a l y a t a ğ a n , {eAT} Yatağanı çekm iş b içim d e; d a l kılıç.
d a l 2,
[Moğ. talu > tali > dal] is. 1 . İnsan ve hayvan larda iki kürek kemiği arası; sırt, {ağız} (avm) [DS] 2. Arka. 3. {ağız} Boyun; ense. [D S] 4. {ağız} Arka; peş. [D S] 5 . {ağız} Omuz. [D S] S d a l a b i n m e k , 1. P eşin i bırakm am ak. 2. K ız d ıra ca k şe k ild e takıl m ak.|| d a l a r a s ı , {ağız} K ü rek k em ik leri ara sın d a ki çukurluk. [DS]|| d a l d a l a , {ağız} A rka arkaya. [DS]|| (birinin) d a l m a b a s m a k , B ir kim seyi kızdırm ak a m a cıy la hoşlan m ad ığı şey leri yapm ak. ||d a l g e ç i r , Y elek.|| d a l m a b i n m e k , 1. B ir kim seye b ir iş y a p tırm ak için m u sallat o lm a k; sıkıştırm ak; taciz et
d a lJ ,
ÖIÜMIÜMtSĞM •
DAL
m ek. 2. {ağız} D am arın a b a sm a k; kızdırm ak. 3. {çı ğız} A yak d irem ek ; üstünde durm ak. [DS]|| dalı tuz lu, {ağız} T em bel; miskin. [DS]|| dalı yukarı, {ağız} Sırt üstü. [DS] 11 dal vermek, D ayanm ak, y a sla n m ak. dal4, [Ar. dal i] {OsT} is. 1. Arap alfabesinde onuncu harf, ebcet hesabında değeri dörttür. 2. s f Kambur; iki büklüm olmuş. dal5, -İli [Ar. delâlet (yol g österm e) > dâll Jb ] (da:l) {OsT} sf. Y ol gösteren; delalet eden. dal6, -İli [Ar. dalâlet (sapm a) > dâll / dâlle
/ -JU>
JU>] (d a:l) {OsT} sf. 1. Doğru yoldan ayrılmış; sa pık. 2. Hataya düşmüş; günaha girmiş. dal7, [Yun. deca (on) + litre > dekalitre] is. kısalt. On litrelik hacim ölçüsü biriminin kısaltması, dalab, [Ar. taleb] {ağız} is. Talep. [DS] S dalaba gelmek, {ağız} (D işi hayvan için) çiftleşm ek iste m ek. [DS]|| dalab etmek, {ağız} (D işi hayvan için) çiftleşm ek istem ek. [DS] dalabım ak1, [Ar. taleb > dalab-ı-mak] g ç s z .f. [-ır ] 1. {ağız} İstemek. [DS] 2. {ağız} (Dişi hayvan için) çift leşmek istemek. [DS] dalabımak2, \eT. talpl-mak > talab-ı-mak > dalab-ımak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] 1. Bir yere tutunarak sal lanmak. 2. Ateşli hastalıkta sayıklamak. 3. Çarp mak. 4. gçl. f . Övmek; gururunu okşamak. [DS] □ dalabur, [eT. talpî-mak > dalab-ur] {ağız} is. 1. Çok alevli fakat çabuk geçen ateş. 2. Düğünlerde, gece leyin köy meydanında yakılan ateş. 3. Kına gecesi. [DS] 0 dalabur etmek, {ağız} S obayı veya o ca ğ ı ç a lı çırpı ile d o ld u ra ra k tutuşturmak. [DS] daladiken, [dala-mak + dik-en] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] daladingil, [dal-a + dinngil] {ağız} sf. Yalnız başına; tek başına. [DS] daladingir, [dal-a + ding-ir] {ağız} sf. Bomboş; tam takır. [DS] dalagan, [dalagan] {ağız} is. -*■ dalağan. [DS] dalağan1, [dala-mak > dala-ğan] is. bot. 1. Isırgangil ler familyasından, ılıman bölgelerde yetişen,, yap rak ve dallarının üstü ısırıcı tüylerle kaplı, halk he kimliğinde idrar artırıcı, iştah açıcı ve müshil ola rak kullanılan bir otsu bitki; ısırgan, (U rtuca). 2. {ağız} Deve dikeni. [DS] 3. {ağız} sf. (Köpek için) insana saldıran ve ısıran. [DS] dalağan2, [dal > dal-ağan] {ağız} sf. İnce; zayıf. [DS] dalağan3, [dal-mak > dal-ağan] {ağız} is. zool. Örde ğin iri bir cinsi; su kuşu. [DS] dalak, -ğı [eT. tal (d alak) + -ak (küçült, e.) > tal-âk / dal-ak] is. 1. anat. Midenin arkasında, diyaframın altında, sol böbreğin üstünde, yassı ve uzunca, bol damarlı gevşek bir dokuya sahip, ölü alyuvarları toplayan, akyuvar üreten organ. 2. zool. Omurgalı
1082
hayvanlarda lenf bezine benzeyen kan damarı çok bir organ. 3. Bal peteği. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} Kaşar peyniri tekeri. [DS] 5. Harp esiri. 6. {ağız} Göğüs. [DS] 7. {ağız} Göbek. [DS] 8. {ağız} Karında su toplanması; karın şişliği. [DS] 9. {ağız} Pıhtılaşmış olan. [DS] 10. {ağız} Difteri hastalığı. [DS] 11. {ağız} Şarbon hastalığı. [DS] 12. {ağız} Ke se kâğıdı. [DS] S dalağı dışarı, {ağız} 1. Temiz y ü rekli. 2. Cöm ert. [DS]|| dalağı dışında, {ağız} -*• dalağı dışarı. [DS]|| dalağı kabarm ak, {ağız} H eye ca n lan m a k ; öfkelen m ek. [DS]|| dalak dalak, {ağız} (B oy a ve b a d a n a için) d a lg a dalga. [DS]|| dalak dalak olmak, {ağız} D eri, kırm ızı le k e le r hâlin d e kab arm a k. [DS]|| dalak heybesi, {ağız} K ü çü k hey be. [DS]|| dalak kesmek, {ağız} F a z la büyümüş d a lağı, Şam an lıktan k alan y ö n tem lerle tedavi etm ek. [DS]|| dalak kestirm ek, {ağız} F a z la büyümüş d a lağı, Şam an lıktan g elen y ö n tem lerle tedavi ettir mek. [DS]|| dalak otu, bot. B allıb ab ag illerd en , A k den iz ve çev resin d e yüz k a d a r ç e ş id i bulunan, uya rıcı, g ü çlen d irici ve y a r a iyileştirici ö zellikleri bu lunan odunsu bitki; du var s e d e fi; k ısa m ahm ut otu; y e r m eşesi; y e r palam u du , (Teucrium cham aedrys). dalaklam ak, [dalak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Şişirmek. 2. Döverek bayıltmak, dalaklanm ak, [dalak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Dayak yüzünden kendinden geçmek. 2. Çok ko nuşma yüzünden dalağı şişmek. [DS] dalaklı, [dalak-lı] {ağız} sf. (Kişi için) uzun yola ge lemeyen. [DS] dalaksız, [dalak-sız ?] {ağız} sf. Nikâhsız. [DS] dalal, -li [Ar. dalâl J^U i] (d a la d ) {OsT} is. 1. Doğru yoldan ayrılma; sapma. 2. f e l. Sapınç. 0 dalâl-i baîd, {OsT} D oğ ru y o ld a n büstbütün uzaklaşm a. dalalet, [Ar. dalâlet o J Ü ^ ] (d a la d et) {OsT} is. 1. Doğru yoldan ayrılma, sapma 2. Yanlış yol, yanlış düşünce; sapkınlık; sapınç. 3. Din ve mezhep ba kımından bâtıla sapma. S dalalete düşmek, D o ğ ru y o ld a n ayrılm ak, sa p ık lığ a düşm ek. || dalâletşiâr, {OsT} Yanlış iş yapan . dalam a, [dala-ma] is. Isırma ve kaşındırma eylemi, dalam ak, [eT. talâ-mak > dala-mak] g ç l .f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. (Hayvan için) bir insan ya da hayvanın üze rine atılarak ısırmak, dişle koparmak; yırtmak. {eAT} (aynı) [DK] 2. (Isırgan otu, böcek, sert kumaş için) insanın tenini acıtmak, kaşındırmak; kabart mak; yakmak. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 3. m ecaz. Acı çektirmek; acısı yüreğine işlemek; yakmak, {ağız} (aynı) [DS] 4. {eAT} Yağm a ve talan etmek. 5. {ağız} Azarlamak; çatmak. [DS] 6. {ağız} (Alev için) dağ lamak. [DS] 7. {ağız} (Dut, kiraz vb. için) el ile dalı sıyırarak meyvelerini toplamak. [DS] 8. {ağız} (Has talık için) vücudun her tarafına yayılmak; bütün bedenini kaplamak. [DS] 9. {ağız} (Haşarat için) bir şeyin üzerine üşüşmek; musallat olmak. [DS]
tlIC f SİMİ. 1083 dalam an, [dala-man?] {ağız} sf. Uzun. [DS] dalamuk, -ğu [dala-muk] {ağız} sf. Boyu bosu düz gün. [DS] dalan1, [dal-an] sf. Dalma işini yapan. dalan2, [dalyan] {ağız} sf. İnce; narin; zarif. [DS] dalan3, [Far. dâlân] (dcı:la.:n) {ağız} is. 1. Bir yapıda giriş kapısı ile iç odalar arasındaki bölüm; sofa; hol; avlu; lobi. 2. {ağız} Biçim; şekil. 3. Belirli bir devletin veya grubun çıkarlarını sağlamak için ya pılan kulis çalışması; lobi. [DS] dalancı, [dalan-cı] is. Belirli bir devletin veya gru bun çıkarlarını sağlamak için kulis yapan kişi; lobi ci. dalancılık, -ğı [dalancı-lık] is. Belirli bir devletin ve ya grubun çıkarlarını sağlamak için kulis yapma işi; lobicilik. dalanç, -cı [dalan-ç] {ağız} is. Tutarlılık; mantıklı oluş; mantık. [DS] dalanm ak, [dala-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. (Aç kalmış hayvan için) her bulduğu yiyeceğe saldır mak. 2. Çatmak; kavga çıkarmak istemek. 3. edil. f . Hakarete uğramak; azarlanmak. 4. Bir şey bulaşmış hâle gelmek; diken, çalı, yapışkan ot vb. tarafından sarılmak. 5. gçl. f . Araştırmak; kolaçan etmek. [DS] dalap, -bı [Ar. taleb] {ağız} is. 1. İstek. 2. Kızışmış olan eşek veya kısrak. 3. m ecaz. Arkadaş edinmek için erkek arayan kız, kadın. [DS] S dalap dalap oynam ak, {ağız} (Ateşli h a sta için) bilin çsiz d a v ra n ışlard a bulımmak.\\ dalap etmek, {ağız} 1. İste mek. 2. (D işi hayvan için) çiftleşm ek istem ek. 3. Azim ve g a y retle ça lışm a k ; teşeb bü s etm ek. [DS]|| dalap olmak, 1. (H ayvan için) çiftleşm ek için e r k e k istem ek, a ra n m ak ; kızışm ak. 2. B ir şe y e ç o k düşkün olm ak. 3. Yalvarm ak. || dalapta olmak, {ağız} (D işi hayvan için) kızgın lık d ön em in de o l m ak; ç iftle ş e c e k durum da bulunm ak. [DS] dalaplam ak, [dalap-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [-l(ı)y o r ] (Dişi hayvan için) çiftleşmek istemek; kızış mak. [DS] dalapsak, -ğı [dalapsa-k] {ağız} sf. Çiftleşme isteği duyan dişi hayvan; kızgın; kızışmış. [DS] dalapsam ak, [dalap-sa-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [s(ı)-y or] (Dişi hayvan için) çiftleşmek istemek; kızışmak. [DS] dalapsımak, [dalap-sı-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r ] (Hay van ya da insan için) cinsel istekleri kabarmak; aşı rı cinsel ilişki isteği taşımak. [DS] dalar, [Yun. talari] is. İçine hellim peyniri konulan ince dallardan örülmüş küçük sepet; peynir kalıbı, dalarm ak, [dala-r-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. Karşı gelmek; isyan etmek. 2. (Ekin için) olgunlaşmaya başlamak. [DS] dalaş, [dala-ş-mak > dala-ş] is. 1. Gürültülü patırtılı, bağrış çağırışlı kavga; ağız kavgası. 2. Kedi köpek gibi hayvanların boğuşması.
DAL dalaşçı, [dalaş-çı] sf. (İnsan ya da hayvan için) kav gacı; dövüşken, dalaşkan, \eT. tala-ş-mak > dala-ş-mak > dala-ş-lcan] sf. Kavgacı, dövüşken, dalaşm a, [tala-ş-ma > dala-ş-ma] is. Gürültülü patır tılı kavga etme; dalaşmak eylemi, dalaşm ak, [eT. talâ-mak > tala-ş-mak > dala-ş-mak j»-iJb] işteş, f . [-ır ] [eA T -u r] 1. (Köpelder için) boğuşup birbirini ısırmak. 2. {eAT} Dövüşmek, çar pışmak. 3. {ağız} Sataşmak; söz atmak. [DS] 4. m e caz. Çok gürültülü, kırıcı ve sert kavgaya girişmek; kavga ederek tartışmak; ağız kavgası yapmak. 5. {ağız} Oynaşmak. [DS] dalatm ak, [dala-mak > dala-t-mak] gçl. f . [-ır] 1. Dalamak eylemini yaptırmak; dalamasına sebep olmak. 2. Yaralatmak, dalavar, [eT. tolvır > dalavar] {ağız} is. Üstü çalı çırpı ile örtülmüş bağ, bostan kulübesi. [DS] dalavere, [İt. il dare e l’avere (a la ca k -v er ece k )] is. Hile ve yalanla yapılan gizli iş; oyun; düzen; entri ka. S1 dalavere çevirmek, H ileli iş yapm ak. dalavereci, [dalavere-ci] sf. Çıkarı için hileye başvu ran (kişi); oyuncu; düzenbaz, dalaverecilik, -ği [dalavere-ci-lik] is. olma durumu; düzenbazlık,
Dalavereci
dalayak, -ğı [dal+ayak] {ağız} sf. Uzun boylu. [DS] dalayaz, [dal+ayaz] {ağız} is. Yakıcı ayaz. [DS] dalayıdan, [dalayı-dan] {ağız} zf. Hiçbir gerekçe yok ken; gerekmediği hâlde; sebepsiz. [DS] dalaz1, [Yun. thallassa] {ağızf is. 1. Kasırga. 2. Hor tum. 3. Güçlü rüzgâr. 4. Rüzgârın kaldırdığı toz toprak. [DS] dalaz2, [dala-z] {ağız} sf. 1. (Kişi için) zayıf. 2. Zayıf olduğu hâlde hızlı yürüyen. 3. Belli belirsiz. [DS] dalaz3, [dala-z] {ağız} is. 1. Alev. 2. Kalp. 3. Sıkıntı. [DS] dalazımak, [dalaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] (Kalp için) çarpmak. [DS] dalazlanıak1, [dalaz-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] (Et vb. yiyecekler için) ateşte biraz kavurmak. dalazlam ak2, [dalaz-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r] [-l(ı)y o r ] (Rüzgâr için) toz toprak kaldırarak esmeye başlamak. [DS] dalazlanm ak, [dalazla-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -ır ] 1. (Pınar, su vb. için) bulanmak; karışmak. 2. Vücu dun bazı yerlerinde yaygın olarak yara, çıban çık mak. [DS] dalazlık, -ğı [dalaz-lık] {ağız} is. Öğürtü. [DS] dalbacak, -ğı [dal+bacak] {ağız} sf. 1. Çıplak bacaklı. 2. (İnsan ya da hayvan için) uzun bacaklı. 3. Çıp lak; donsuz. 4. m ecaz. Yoksul. [DS] dalbalanmak, [eT. talpı-mak > dalba-la-n-mak] {a ğızj dönşl. f . [-ır ] Dalgalanmak. [DS] dalbastı, [dal+bas-tı] is. bot. Mayıs sonlarına doğru
DAL
olgunlaşan, iri taneli, küçük çekirdekli sarı üzerine kırmızı renkli bir yerli aşı kirazı cinsi. dalbaz1, [dal+baz ?] {ağız} is. 1. Davlumbaz; ocak etekliği. 2. Ocak üstündeki raf. [DS] dalbaz2, [dal+ Far. bâz] {ağızjsf. Meyve toplamak için dallarda rahatça gezebilen. [DS] dalbazan, [dalabı-mak > dalbaz-an] f ağız} sf. Sebep siz yere şuna buna çatan; kavgacı. [DS] dalbazlam ak, [dalabı-mak > dalbaz-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Hiçbir şeyi beğenmemek; ince eleyip sık dokumak. 2. (Şaşıran, zor durumda kalan kişi için) çare aramak; kurtulmak için çır pınmak, didinmek. [DS] dalbımak, [eT. talpî-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. Bir yere tutunarak sallanmak. 2. İki tarafı sabit ağaç ya da tahtanın ortasında sallanmak; esnemek; asılmak. [DS] dalbıncam ak, [eT. talpî-mak > talbı-n-ca-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-(ı)-yor] (Şaşıran, zor durumda kalan kişi için) çare aramak; kurtulmak için çırpınmak, didinmek. [DS] dalbıncım ak, [eT. talpî-mak > talbı-n-cı-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] (Şaşıran, zor durumda kalan kişi için) çare aramak; kurtulmak için çırpınmak, didinmek. [DS] dalbındurm ak, [eT. talpî-mak > talbı-n-dur-mak > dalbı-n-dur-mak] {eAT} gçl. f i [-ur] Çırpındırmak, dalbınmak, [eT. talpî-mak > talbı-n-mak > dalbı-nmak^jA^Ji] dönşl.f. [-ır] 1. Çırpınmak; helecanlanmak. 2. {ağız} Bir yere tutunarak sallanmak; esne mek; asılmak. [DS] 3. {ağız} (Yüzme bilmeyen kim se için) su içinde çırpınmak. [DS] 4. (Suda yüzen bir çöp için) batıp çıkmak. 5. {ağız} (Küçük çocuk için) elini kolunu oynatmak; atılmak; tepinmek. [DS] dalbışmak, [eT. talp-ış-mak] {eAT} işteş, fi. [-ır] Hep birlikte çırpınmak, dalbızımak, [dalbız-ı-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] Sonunu düşünmeden bir işe koyulmak. [DS] dalbızlamak, [dalbız-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [l(ı)-yor] 1. Hiçbir şeyi beğenmemek; ince eleyip sık dokumak. 2. Çok çabalamak. 3. Hiçbir işte se bat edemeyerek pek çok işe girip çıkmak. 4. Hay lazlık etmek; sarkıntılık etmek. 5. Oyalanmak. 6. (İş için) koyulmak. [DS] dalburdak, -ğı [dalbu-r-dak] {ağız} sf. İçine düşen; giren; koyulan; bulaşan; gömülen. [DS] S dal burdak olmak, {ağız} Dalmak; girmek. dalburun, [dal-mak + burun] sf. Burnunu her yere sokan. dalcan, [dal-can] {ağız} sf. (Kişi için) üstü başı açık; çıplak. [DS] dalcık, -ğı [dal-cık] is. 1. Küçük dal. 2. Dalların en uçta bulunanı.
O
İ M
I İ M
M
• 1084
dalcıkmak, [dal-cı-k-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır] 1. Ha fif baygınlık geçirmek; bayılmak. 2. Midesi bulan mak; bulantı gelmek. 3. Sinirlenmek; öfkelenmek; kızmak. [DS] dalcınm ak, [dal-cı-n-mak
{eAT} dönşl.f. [-ır]
1. Uğraşmak; çabalamak; yorulmak, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Hafif baygınlık geçirmek; bayılmak. [DS] 3. {ağız} Dalar gibi olmak; içi geçmek; uyuk lamak. [DS] 4. {ağız} Sonuçsuz girişimlerde bulun mak. [DS] 5. {ağız} Aranmak. [DS] 6. (Hayvan için) yiyeceğe saldırmak. 7. (Küçük çocuk için) elini kolunu oynatmak; tepinmek; atılmak, dalda, [Moğ. dal (gizli) > dal-da] {eAT} is. 1. Gölge; saye. 2. {ağız} Yörüklerin, çalı çırpı ile çadırlarının önünde çevirdikleri yer. [DS] 3. {ağız} Koruma; esirgeme. [DS] S dalda etmek, {ağızj 1. Gölge et
mek; ışığına engel olmak. 2. B ir kimseyi, işten el çektirerek açığa çıkarmak. [DS] daldaban, [dal+taban] {ağız} is. Gümrük kolcusu. [DS] daldak, -ğı [dal-dak] {ağız} sf. Uzun boylu. [DS] daldal, [dal+dal] {ağız} sf. 1. (Boynuz için) yana kıvrık. 2. (Hayvan için) boynuzu yana kıvrık. [DS] daldalam ak1, [dulda-la-mak > dalda-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r] [-l(ı)-yor] 1. Birisini himaye etmek; ko ruması altına almak. 2. Örtmek. 3. Kapıyı yarı ka pamak. 4. Güneş, rüzgâr veya yağmurdan korun mak. 5. Gözden saklanmak. [DS] daldalam ak2, [dal+dal-a-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [l(ı)-yor] 1. Fırsat bekleyip birisine vurmak. 2. Fır sat bekleyerek bir şey çalmak. [DS] daldalanm ak1, [dulda-la-n-mak > daldala-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] 1. Bir gölgeye sığınmak. 2. Bir kimsenin koruyuculuğuna sığınmak. 3. Sinmek; gözden korunmak. [DS] daldalanm ak2, [dal+dala-n-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] Bir şeyle fazla meşgul olmak; dalmak. [DS] daldabk, -ğı [dulda > dalda-lık] is. Yağmur, rüzgâr ya da güneşin etkisinin olmadığı yer; korunak; sı ğmak; duldalık. daldeylanm ak, [dulda+eyle-n-mak > daldey-lanmak] {ağız} gçsz. f i [-ir] Gizlenmek; saklanmak; si per almak; sakınmak. [DS] daldır, [dal-dır-mak > dal-dır] {ağızj is. İnce sicim den örülmüş şemsiye biçiminde balık ağı. [DS] daldır buldur, {ağız} Seyrek; aralıklı. [DS] daldırçıkar, [dal-dır+çık-ar] {ağız} is. Balıkların ge çeceği yere konulan bir tür balık ağı. [DS] daldırılm a, [daldır-ıl-ma] is. Daldırma işinin yapıl ma eylemi. daldırılm ak, [daldır-ıl-mak] edil. fi. [-ır] Daldırma işi yapılmış olmak, daldırış, [daldır-ış] is. Daldırma eylemi ve biçimi, daldırm a, [dal-dır-ma] is. 1. Dalma, gömülme işini
DAL
ir a iflR S M .ıo s s
yapma eylemi.2. Bir dalı gövdesinden ayırmadan toprağa gömerek köklenmesini sağlama işi. 3. Dal dırmak suretiyle köklendirilen dal veya fidan. 4. {çı ğız} Sedire ya da ocağın iki tarafına yayılan küçük hasır. [DS] daldırm aç, -cı [daldır-maç] {ağız} is. Mürekkep ka lemi. [DS] daldırm ak, [dal-dır-mak] gçl. f . [ -ır ] 1. Dalma işini yaptırmak; dalmasını sağlamak. 2. {ağız} gçsz. f . m ecaz. Dalgınlık göstermek; dalmak. [DS] 3. {ağız} Kendinden geçercesine bir işe koyulmak. [DS] 4. Yapamayacağı türden işlere kalkışmak. daldırtm a, [daldır-t-ma] is. Daldırmak işini yaptırma eylemi. daldırtm ak, [daldır-t-mak] gçl. f . [ -ır ] Daldırmak işini başkasına yaptırmak; daldırmasını sağlamak. daldız, [dal-mak > *dal-ıd-mak > dal-(ı)d-ız ?] {ağız} is. 1. Marangozların ağaç oymakta kullandıkları ucu eğik kesici alet. 2. Ağaçtan oyulmuş arı kova nı. 3. Ağaçtan oyulmuş yayık. 4. Kovandan bal al makta kullanılan demir kepçe veya bıçak. 5. Dö ven. 6. Döven taşlarının çakıldığı oyuklar. 7. Dö ven taşı. [DS] daldızlamak, [daldız-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Beğenmemek. 2. İnce ince hesap etmek. [DS] daldurm ak, [dal-dır-mak > dal-dur-mak] g ç l . f [-u r] -*• daldırmak. dalemek, [deh-le-mek > dah-le-mek > dâle-mek] (d a .lem ek ) {ağız} gçl. f . [- r ] [-l(i)-y o r] 1. Sürüyü hızla yürütmek; dehlemek. 2. Tahmin etmek. [DS] dalfes, [dal (çıp lak) + fes] is. 1. Üzerinde sarık bu lunmayan düz fes. 2. Sarıksız fes giyen kimse. dalga, [eT. talğağ (tipi) > dalga] is. 1. Su yüzeyinde rüzgâr, deprem gibi doğal etkenlerin meydana ge tirdiği alçalıp yükselme biçimindeki kıvrımlı hare ket. 2. m ecaz. (Sıcak, soğuk, moda için) belirli bir süre gelip etkisini gösteren geçici durum. 3. m ecaz. Birlikte yer değiştiren insan kalabalığı. 4. m ecaz. Birdenbire ortaya çıkan ve geniş kitleleri etkileyen olgu. 5. fız . Titreşimin belirli bir ortam içindeki yayılma biçimi. 6. m ecaz. Bir yüzeydeki kıvrım. 7. m ecaz. Saçların geniş görünümlü kıvrımları. 8. mim. süsl. Deniz dalgalarını andırır biçimdeki süs lemeler. 9. (Boya için) açıklı koyulu görünüm. 10. a rg o. Gizli iş; oyun; düzen; hile. 11. a rg o. Uyuştu rucuların verdiği keyif durumu. 12. argo. Derin düşüncelere dalma hâli; dalgınlık. 13. arg o. Gelip geçici sevgi veya sevgili; oynaş. 14. arg o. Herhan gi bir nesne veya şey. 15. argo. Söz konusu olan şey. 16. argo. Uyuşturucu madde; esrar. 17. argo. İçinde bulunulan durum. 18. argo. İlgi; bağlantı; ilinti. 19. {ağız} Defter, kitap yaprağı. [DS] 20. {ağız} Keder. [DS] S dalga bandı, iletş. U lu slara ra sı a n la şm a la ra g ö r e ra d y o iletişim i a m a cıy la düzenlenm iş elektrom an y etik d a lg a fr e k a n s d izile
rin e a it bölüntüler.|| dalga boyu,fiz . Yan y a n a du ran iki d a lg a sırtı ara sın d a ki uzaklık.\\ dalga çuku ru, fız . Yan y a n a iki d a lg a sırtı a ra sın d a y e r a la n çukurluk.|| dalga dalga, 1. (R en k için) a çık lı k oy u lu. 2. (Yüzey için) düzgün olm ayan, a lç a k lı y ü k sek li. 3. (S aç için) kıvrım kıvrım. ||(bir) dalga dönmek, argo. N iteliği bilinm eyen, k a ra n lık b ir ilişki sü rü y o r olm ak. || dalga geçmek, 1. Y apm akta oldu ğu işle ilgilenm eyip b a ş k a şe y le r düşünm ek. 2. E ğ len mek, a la y etm ek. 3. G eçic i b ir sev g i ilişkisi ku rm ak; g ön ü l eğlendirmek.\\ dalga genliği, fız. S ıfır n oktası ile en y ü k sek n okta a ra sın d a ki fark.\\ dalga kuşağı, iletş.-D alga bandı.\\ dalga m otor, a rg o. 1. S evgili; ilişki kurulan kim se. 2. H erh an g i b ir n esn e; a le t; araç.\\ dalga saym ak, İşsiz güçsüz dolaşmak.\\ dal gasına taş atm ak, arg o. 1. Birinin düzenini b o z mak, rahatın ı kaçırm ak. 2. B irinin işin e karışm ak. 3. Sevgilisine, eşine, flö rtü n e askıntı o lm a k .||dalga sırtı, fiz . B ir dalgan ın iki yan ın d aki çu ku rlar a r a sın d a k alan en y ü k sek kesim . ||dalga tepesi, fız . B ir salım m ın en üst noktası.\\ dalga uzunluğu, fız . Sin ü zoidal b ir elektrom an yetik dalgan ın b ir doğ ru l tudaki y a y ılm a f a z hızı genliğinin, bu dalgan ın f r e kan sın a oranı. ||dalgaya düşmek, arg o. D alg ın lıkla unutmak, yanılmak.\\ dalgaya düşürm ek, a rg o. 1. B irisin i m eşgu l e d e r e k dikkatini dağıtm ak. 2. B ir kim senin dalgınlığından, bilgisizliğinden y a r a r la n a ra k onu a ld a tm a k ; oyuna getirm ek. || dalgaya getirmek, a rg o. B irinin dalgınlığın dan y a r a r la n a r a k aldatmak.\\ dalgayı başa almak, dnz. Gem inin yönünü d a lg a ların g eld iğ i y ö n e doğru çevirm ek. || dalga yüksekliği, fız . B ir d algan ın tep esiy le çu ku ru a ra sın d a k i düşey uzaklık. dalgacı, [dalga-cı] is. ve sf. a rg o. 1. İşine gereken önemi ve dikkati göstermeyen. 2. Hilekâr; düzen baz. S Dalgacı M ahm ut, Yapılm ası g e r e k li işi cid d iy e alm ayan, s e b a t etm eyen. dalgacık, -ğı [dalga-cık] is. Küçük dalga, dalgacılık, -ğı [dalga-cı-lık] is. Dalgacı olma duru mu; kaytarıcılık, dalgaçlam ak, [dalgaç-la-mak] {ağız} gçl. f. [ - r ] [l(ı)-y or] 1. Çamaşır ya da sebzeyi, meyveyi iyice yıkadıktan sonra bir su çalkalamak. 2. Dalmak. [DS] dalgakıran, [dalga+kır-an] is. Kıyıdaki kuruluşları, tekneleri dalgaların yıpratıcı etkisinden korumak ve gemilerin rahatça yük alıp boşaltmalarını sağlamak için liman ve iskele önlerine yapılan uzun set. dalgalandırıcı, [dalgalandır-ıcı] is. Denizaltı kablo ları gibi uzun hatların işletilmesinde kullanılan alı cısı çok hassas olan telgraf cihazı, dalgalandırış, [dalgalandır-ış] eylemi ve biçimi,
is. Dalgalandırmak
dalgalandırm a, [dalgalandır-ma] is. Dalgalı duruma getirme eylemi.
DAL
dalgalandırm ak, [dalgalan-dır-mak] gçl. f . [ - ır ] Dal galı duruma getirmek, dalgalanm a, [dalga-la-n-ma] is. 1. Dalgalı duruma gelme eylemi. 2. ekon. Çeşitli sebeplerle mal ve hizmetlerin fiyatlarında artma ve eksilmeler. 3. m e caz. Toplum içindeki uyumsuzluktan kaynaklanan karışıklık. 4. spor. Koşu duruşunda, dizlerin hafif bükülmesi ve ellerin gevşek olarak yukarı kaldırıl ması durumundan sonra dizlerin gerilmesi ile vü cudun diz, kalça, bel, sırt, baş ve kollarda geliştir diği dalga hareketi. S dalgalanm aya bırakm ak, ekon. 1. P aran ın g e r ç e k d eğ erin i bu lm ası için mü d a h a le etm eden b a ş k a p a r a la r karşısın d a a la c a ğ ı se r b e s t iniş ç ık ışla ra bırakm ak. 2. m ecaz. B ir işi g irişim d e bulunm adan olu rım a bırakm ak.
1 M 1 1 İC E S M
• 1086
taktıkları d eğ işik kurşun levhalar. || dalgıç kuşlan, zool. G a g ala rı b ir k ılıfla örtülü, kan atları ve kuy ruğu kısa, a y a k la rı p e r d e li, iyi yüzen ve d a la n bazı ku şları için e a la n ku şlar takımı, (Colymbiformes).\\ dalgıç kuşu, zool. D alg ıç kuşlarından, A m erika ve A v ru p a ’nın kuzeyinde y a şa y a n b ir hayvan, (Colym bııs g lacia lis).|| dalgıç kuşugiller, zool. K u şla r sı nıfının d a lg ıç ku şları takım ın a g iren b ir fam ily a , (C olym bidae).
dalgaölçer, [dalga+ölç-er] is. 1 .fız . Rezonans yoluy la elektromanyetik dalgaların uzunluğunu ölçmeye yarayan alet; ondmetre. 2. dnz. Soluğanın genliğini ve periyodunu kaydeden alet,
dalgıçlık, -ğı [dalgıç-lık] is. 1. dnz. Dalgıcın işi ve mesleği. 2. {ağız} Sık ağaçlı yer; koruluk, dalgın, [dal-gm] sf. 1. Çevresinde olup bitenleri fark edemeyecek kadar düşüncelere dalmış olan. 2. Dikkatini belirli bir konu üzerinde toplayamayan. 3. Aklı başka bir şeyle meşgul olan. 4. Yaptığına dikkat edemeyen. 5. zf. Kendinden geçmiş olarak. 6. zf. Dalgınca. S dalgın dalgın, Ç evresi ile ilgi lenm eden, düşün celi o la ra k. dalgınca, [dalgm-ca] (d a lg ı’n ca) zf. Dalgın bir bi çimde. dalgınlaşma, [dalgm-laş-ma] is. Dalgın duruma gel me eylemi. dalgınlaşmak, [dalgın-laş-mak] gçsz. f . [-ır ] Dalgın duruma gelmek, dalgınlık, -ğı [dalgm-lık] is. 1. Dalgın olma durumu. 2. Dalgın kişiye has davranış. 3. İhtiyatsızlıkla, dik katsizlikle yapılan davranış. 4. Derin uyku duru m u . fi1 dalgınlığa gelmek, D alg ın lık yüzünden bir şeyin fa r k ın a varmamak.\\ dalgınlığına getirmek, Birinin dalgın lığın dan y a r a r la n a r a k ken di isteğim g erçek leştirm ek . dalgır, [dal-gır] is. 1. Bir yüzeyde renk dalgalanması sonucu ortaya çıkan parlaklık; meneviş; hare. 2. {ağız} Yıkanmış kaplar üzerinde silinmeden kuru muş su damlasının bıraktığı leke. [DS] dalgıran, [dal+kır-an] {ağız} sf. Kaba; incitici; saygı sız. [DS] dalgırm ak, [dal-gır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] 1. Kay namak. 2. Şen şakrak olmak; fıkırdamak. [DS]
dalgasız, [dalga-sız] sf. Dalgası olmayan,
dalguc, [dal-ğuc gAb] {eAT} is. -*■ dalgıç,
dalgalanm ak, [dalga-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Dalgalı durum almak. 2. Kıpırtılı, hareket hâlinde olmak. 3. (Renk için) farklı tonlarda olmak; ton değiştirmek. 4. (Saç için) kıvrımlı durum almak; kıvrımlar meydana getirmek. 5. (Topluluk için) herhangi bir hoşnutsuzluk nedeniyle istikrarlı du rumunu kaybetmek. 6. ekon. (Paranın değeri için) dalgalanmaya tabi olmak; iniş ve çıkışlar göster mek. 7. {ağızj Başı dertte olmak, dalgalı, [dalga-lı] sf. 1. Dalgası olan. 2. (Yüzey için) dalga dalga görünen. 3. (Saç için) kıvrımlı. 4. (Renk için) açıklı koyulu. 5 .fız . Belli dalga boyla rını alabilen. 6. {ağız} Kaygılı; kararsız. [DS] 7. {ağız} Sevdalı. [DS] S dalgalı akım, fız . B ir çev rim d e a k ış yönü sü rekli değ işen akım ; a lte rn a tif akım . || dalgalı akım üreteci, fız. D alg a lı elek trik akım ı veren ü reteç; altern a tor.|| dalgalı b orçlar, ekon . D evletin b ir bü tçe dön em i için de g elirlerin g id erler i karşıla m ad ığ ı z am an lard a sa ğ la m ış oldu ğ u k ısa v a d eli krediler.
dalgeçir, [dal+geç-ir / del+geç-ir] {ağız} is. Yelek. [DS] dalgı, [dal-gı] is. Gaflet; aymazlık, {ağız} (aynı) [DS] dalgıç, -cı [dal-gıç] is. 1. Batık bir şeyi çıkarmak için özel donanımla su altında çalışmayı meslek edin miş kimse; balık adam; kurbağa adam. 2. a rg o. Bi rinden habersiz bir şey almak huyunda olan kimse; hırsız. 3. {ağız} Ocak, şubat aylarında ortaya çıkıp yazın kesilen su. [DS] 4. {ağız} Maşrapa. [DS] S dalgıç böcekler, zool. Sivrisin ek kurtçu klarına s a l d ır a r a k y o k eden, durgun su la rd a y a şa y an kın k a n a tlıla r fam ily a sı, (Dytiscus dydiscidae). || dalgıç elbisesi, dnz. B ir dalgıcın su altın da kalm asın ı ve çalışm asın ı sa ğ la y a n g iy ece k ve donanım . ||dalgıç göğüs kurşunu, dnz. D alg ıç elb is esi giyinm iş bir kim senin ağırlığın ı artırm ak için g öğü s ve sırta
dalgündüz, [tal / dal (çıplak, tam) + gündüz] is. Gü pegündüz. dalıcı, [dal-ıcı] sf. zool. (Su kuşları için) yiyecekleri ni suya dalmak suretiyle sağlayan. S dalıcı m artı, z oo l. K uzey kutbu d en izlerin de yaşayan , A vrupa 'nın batı kıy ıların a y u v a yap an , iyi yüzücü ve d alıcı kuşlar, (A lca torda). dalıç, [dal-ıç / dağ-lıç ?] {ağız} is. Koyun kuyruğu; kuyruk ucu. [DS] dalık, -ğı [dal-ık] {ağız} sf. 1. (Kişi için) bir yerde uzun süre oturamayan. 2. (Köpek, kısrak vb. dişi hayvan için) çiftleşmek isteği duyan. [DS] dalıkgın, [dalık-gın] {ağız} sf. (Köpek, kedi, kısrak vb. dişi hayvan için) çiftleşmek isteği duyan. [DS] dahklam ak, [dalıkla-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)-
0 IIÎIIÎ1 IÎÎM
• 1087
y o r ] 1. Dövüşen, boğuşan kişi veya hayvanlan ayırmak. 2. gçsz. f . (Köpek, kedi, kısrak vb. dişi hayvan için) çiftleşmek isteği duymak; kızışmak. [DS] dalıkm ak, [dal-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. (K ö pek, kedi, kısrak vb. dişi hayvan için) çiftleşmek isteği duymak; kızışmak. 2. Susamak. [DS] dalınca, [dal-ı-n-ca] (dalı ’n ca) zf. Arkası sıra; arka sından. dalıncak, -ğı [dal-ı-n-cak] {ağız} zf. -*• dalınca. [DS] dalmç, -cı [dal-mç] is. Güzellik karşısında kendinden geçercesine sessiz bir coşkuya dalma; istiğrak, dalınmak, [dal-m-mak] {ağız} gçsz. f . [ -ır ] 1. Telaşa düşmek. 2. Çare aramak. 3. (Yüzme bilmeyen kim se için) suda çırpınmak. [DS] dalıp, [eT. talbî-mak > talip / talap] {ağız} sf. 1. (Dişi hayvan için) çiftleşme isteği duyan; kızgın. 2. Fahi şe. [DS] S dalıp olmak, {ağız} (D işi hayvan için) çiftleşm ek istem ek. [DS] dalırm ak1, [dal-ır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Koşmak; seğirtmek. [DS] dalırm ak2, [dal-mak > dal-ır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] Batırmak; daldırmak. [DS] dalış, [dal-ış] is. Dalma eylemi veya biçimi, dalışmak, [dal-ış-mak] {ağız} işteş, f . [-ır ] Boğuş mak. [DS] dalışman, [deliş-men] {ağız} sf. Cesur; yiğit. [DS] dalız, [dal-ız] is. anat. İç kulaktaki kemik dolamba cın orta bölümü, fi1 dalız etmek, argo. 1. D alm ak ; girm ek. 2. G o l atm ak. || dalız hastalık tablosu, tıp. D alız sistem in de o rtay a çıkan h astalıkların tümü. dali, [Ar. dal > dâlî J b ] (d a :li:) {OsT} sf. anat. Deltamsı. dalil, [Ar. dalıl Jj.^Ui] (d a li:l) {OsT} sf. Doğru yoldan çıkmış olan; sapkın, daliye, [Ar. dâliye «Jb] (d a:liy e) {OsT} sf. 1. Arapça dal (i ) harfi şeklinde olan. 2. anat. (Kas için) Yu nanca delta (A) harfi şeklinde olan; deltoit. dalka, [dal-ka « b ] {eAT} is. -*■ dalga, dalkavuç, [dal+kavuk ?] {ağız} sf. Müzevir. [DS] dalkavuk, -ğu [dal (çıplak) + kavuk] is. ve sf. 1. Sarıksız kavuk giyen. 2. Tanzimat öncesi dönemde görevi zenginlerle ileri gelenleri eğlendinnek olan kişi. 3. Yarar sağlamak için aşırı saygı gösteren ve yaltaklanan. dalkavukça, [dal+kavuk-ça] (d a lk a v u ’k ça) zf. Dal kavuğa yakışır biçimde, dalkavuklaşm a, [dal+kavuk-la-ş-ma] is. Dalkavukça davranmaya başlama eylemi, dalkavuklaşm ak, [dal+kavuk-la-ş-mak] dönşl. f i [ır] Dalkavukça davranmaya başlamak, dalkavukluk, -ğu [dal+kavuk-luk] is. 1. Dalkavuk olma durumu. 2. Dalkavukça davranış; şaklabanlık.
DAL S dalkavukluk etmek, D alkav u ğ a y a r a ş ır b içim d e davranm ak. dalkılıç, -cı [dal (çıplak) + kılıç] sf. 1. Kınından sıy rılmış, çekilmiş kılıç. 2. Kılıcını çekmiş olan. 3. zf. Kılıcını çekmiş olarak; yalın kılıç, dalkıran, [dal+kır-an] is. 1. zool. Kabuk böcekleri sınıfından, açtığı dehlizlerle fındık, kayısı, kestane ve elma ağaçlarına büyük zarar veren böcek, (X yleborus dispar). 2. {ağız} Şiddetli esen rüzgâr; fırtına. [DS] dalkurutan, [dal+kuru-t-an] is. zool. Kabuk böceğigillerden kabuk altındaki odun katında oyuklar aça rak dişbudak sürgünlerini, zeytin dallarını kurutan siyah bedenli zararlı böcek, (H ylesinus o leip erd a ). daUam a', [dal-la-ma] is. 1. Budama eylemi. 2. Yap ma çiçekçilikte, salkım biçimindeki çiçekleri ya parken tomurcuklan saplarından birbirine bağlaya rak dal biçimi verme. 3. {ağız} Bağın üzümünü sı radan değil de koruklarını bırakarak olmuşlarını kesme işlemi. [DS] 4. {ağız} Meşe odunu. [DS] 5. {ağız} Dam üstünü örtmekte kullanılan uzun, kaim ve kuru dal. [DS] 6. a rgo. Aptal kimse; enayi; bön. daUama2, [dal-la-ma] {ağız} is. 1. Yelek. 2. Başa ya da boyuna sarılan atkı. [DS] dallam ak1, [dal-la-mak] gçl. f i [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Ağaç budamak; seyreltmek. 2. Takip etmek; peşin den gitmek. 3. Sırtlannı yoklayarak koyunun iyisi ni kötüsünden ayırmak. dallam ak2, [tal-la-mak > dal-la-mak j^ü»] {eAT} {ağız} gçl. fi. [-r ] 1. El ile yukarı kaldırmak. 2. Ağırlı ğını anlamak için elle kaldırmak. 3. Savurup at mak; fırlatmak. [DS] dallam ak3, [dal-la-mak] {ağız} gçl. f i [- r ] [-(ı)-y o r] Seçmek; beğenmek. [DS] S1 dallayıp kollamak, {ağız} K o n m a k ; kayırm ak. [DS] dallandırm a, [dallan-dır-ma] is. Dallanmasını sağ lama eylemi. dallandırm ak, [dallan-dır-mak] gçl. fi. [-ır ] 1. Dal lanmasına yol açmak. 2. m ecaz. Bir işi veya sonınu büyütüp karışık ve içinden çıkılmaz duruma getir mek. 3. {ağız} Gizli bir şeyi etrafa yaymak. [DS] S dallandırıp budaklandırmak, B ir işi büyütm ek; etrafa duyurm ak; yaym ak. dallanış, [dallan-ış] is. Dallanmak eylemi ve biçimi, dallanma, [dal-lan-ma] is. 1. Dal verme durumu ve eylemi. 2. bsy. Bir programın yürütülmesinde muh temel bir çok diziden bir tek komut dizisinin seçi mi. 3. bot. Bir bitkinin dal vermesi, dallara ayrıl ması. 4. m aden. Minerallerin içinde yer alan doğal ağaçsı desen. dallanm ak1, [dal-la-n-mak] dönşl. f i [ -ır ] 1. (Ağaç için) dal vermek. 2. Yayılmak, genişlemek. 3. (Bir iş, sorun için) karışık, çözümü güç bir durum al mak. 4. Parçalanmak; kısımlara ayrılmak. 5. Ç o ğalmak. fi1 dallanıp budaklanm ak, 1. (B ir iş, b ir
DAL
sortin için) bü yüyerek içinden çıkılm az durum a g elm ek ; iy ice karışm ak. 2. {ağız} Ç o cu k s a h ib i o l m ak. [DS] dallanm ak2, [dalla-n-mak] {ağız} dönş. f . [-ır ] 1. Ba rınmak. 2. Süslenmek; yeni elbise giymek. [DS] dallanm ak3, [delle-n-mek>dalla-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. İçi sıkılmak. 2. Yüksekten atmak. 3. Rezil olmak. [DS] dalle, [Ar. delâlet > dâlle
ÖIlMlIÜRSÖM. dalp, [dalp] {ağız} sf. Ağır davranan; ağır kanlı. [DS] dalpınmak, [eT. talpî-mak > dalp-ın-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Mücadele etmek; çırpınmak. [DS] dalsı, [dal-sı] sf. 1. Dal veya dalcığı andıran. 2. Gö revi ve biçimi yaprağa benzeyen yassı dal. dalsız, [dal-sız] is. Dalı olmayan, daltaban, [dal (çıplak) + taban] sf. 1. Yalın ayak. 2. m ecaz. Aşağılık, serseri,
daltaşak, [dal (çıplak) + taşak] s f Ayıp yerleri bile Belirten. görülecek şekilde çıplak, dallı, [dal-lı] sf. 1. Dalları olan. 2. siisl. Üzerine dal daltonizm, [İng. John Dalton (fizikçi, 1766-1844) > resimleri işlenmiş, süslenmiş olan. 3. {ağız} Kadife Fr. daltonisme] is. tıp. Kırmızı ve yeşilin birbirin üzerine sırma işlemeli kadın elbisesi; gelinlik. [DS] den ayırt edilememesi biçiminde ortaya çıkan gör S dallı budaklı, 1. K arm aşık, çap raşık. 2. (Söz, me bozukluğu, iftira vb. için) büyütülmüş; için e ç o k şey katılm ış. \\ dalturm ak, [tal-malc > tal-tur-mak / dal-tur-malc] dallı güllü, Ü zerinde d a l ve gü l resim leri bulu {eT} gçl. f. [-u r ] Dayaktan hâlsiz bırakmak; bayın an ,|| dallı süsleme, M im arlıkta d a l ve y a p r a k bi lmcaya kadar dövmek, çim li sü slem eler. daluy, [taluy / daluy] {eT} is. Deniz, dallık, -ğı [Rus. tarelka] {ağızj is. Çinko tabak. [DS] daluyku, [dal (çıplak) + uyku] is. Derin uyku, dallın, [Ar. dalâlet > dallın jJU>] (d a:ili:n ) {OsT} sf. dalvar, [eT. talpî-mak > dalavar / dalvar] {ağız} is. 1. Doğru yolu şaşırmış; günaha girmiş, Çadırların önüne yapılan gölgelik. 2. Üstü çalı çırpı dalm a, [dal-ma] is. 1. Dalmak işi ve eylemi. 2. spor. ile örtülmüş bostan kulübesi. [DS] Güreşçinin ayaktayken ansızın eğilerek rakibinin dalvatlu, [devlet-li > dalvatlu {eAT} sf. Dev belden aşağı herhangi bir yerinden kapması, letli; devletlü. dalm acaya, [dal-mak > dal-maca-ya] {ağız} zf. Boğudalya1, [İt, taglio (kes, çen tik yap )] (da'lya) iinl. 1. lasıya; başından aşkın; gırtlağına kadar. [DS] Bir şey sayılırken birim olarak alman sayıya gelin d alm ak1, [eT. tal-malc (bayılm ak) > dal-mak] gçsz. f . ce söylenen uyarı sözü. 2. Aşama. 3. Çocukların [ - a r ] 1, {eT} Gücünü yitirmek. 2. {eT} Bilincini yi oyunlarından önce kararlaştırdıkları son sayı. 4. is. tirmek; kendini kaybetmek. 3. Suyun içine bütü genşl. Yaşı yüze ulaşmış olma. nüyle ve hızla girmek, gömülmek. 4. Bir yere hızla girmek. 5. Bir yere, mülke izin almadan girmek. 6. dalya2, [Dahi (İsveçli bitki bilim ci) > dalya] is. bot. Yıldız çiçeği, (D ahlia). Çevresinde olup bitenleri fark edemeyecek kadar dalyan1, [Yun. t’alıam ? [Tietze] ] is. 1. balıkçı. De yaptığı işe kendini vermek; kendini kaptırmak. 7. niz, göl ve nehirlerde kıyıya yakın yerlerde ağ ve (Hasta için) kendini bilmez duruma gelmek; ken kazıklarla oluşturulan sabit balık avlama düzeneği. dinden geçmek. 8. Uyumaya başlamak. 9. spor. 2. {ağız} Denizde yüzeye yakın yosunlu kaya. [DS] Güreşte, ayaktayken ansızın eğilerek rakibin bel 3. {ağız} Deniz kıyılarında ve denizin dibinde dal den aşağı herhangi bir yerinden kapmak. 10. {ağız} galı şekilde görülen kum. [DS] 4. {ağız} Denizin Kavgada birden saldırmak. [DS] 11. {ağız} (Köpek boyu aşmayan sığ yeri. [DS] S dalyan ağı, balıkç. için) havlamak; saldırmak. [DS] 12. (Ocaktaki sıvı H uni biçim in de ve d a r gözlü b a lık ağı.\\ dalyan için) kaynamaya başlamak. 13. argo. (Erkek için) çorbası, mutf. S oğ an lı b a lık ço rba sı. ||dalyan kapı cinsel organını sokmak. S dala çıka, Büyük g ü ç sı, D aly a n lard a b a lık ların çıkışını en g ellem ek için lü klerle.||dalıp çıkmak, 1. Deniz, g ö l g ib i y â rlerd e dikin e h a rek et ettirilebilen a ğ .|| dalyan köftesi, suyun için d e kay b olu p tek ra r görünm ek. 2. Su için mutf. A rasın a haşlan m ış yum urta, b ezely e ve u fak d e az sü re kalm ak. 3. B ir ç o k y e r le r e g irip çıkmak.\\ u fa k doğran m ış havuç k on u larak ru lo biçim in de dalıp gitmek, D üşünce ve h a y a l ile bulunduğu o r y a p ılm ış köfte. tam dan uzaklaşm ak.^ dal kese, E lin i k esesin e s o k arak . dalm ak2, [dağ-ıl-mak > dâ-l-mak] (d a.im ak) {ağız} edil. f . [ -a r] Dağılmak. [DS] dalman, [dal (sırt) > dal-man] {ağız} is. Pelerin. [DS] dalmık, -ğı [dal-mık] {ağız} is. 1. Evlerin damlarına yan yana dizilen bilek kalınlığındaki ağaçlar. 2. Çalı çırpı. [DS] dalöğle, [dal (tam) + öğle] z f 1. Tam öğle üzeri. 2. Öğlen olmuşken.
dalyan2, [İt. italiano] {OsT} is. 1. 2. (Kişi için) yakışıklı; güzel. [DS] S dalyan gibi, B oyu uzun, dalyanar, [dal (çıplak) + yan-ar] zamanı; öğle vakti,
Bir tür uzun tüfek. 3. {ağız} Uzun boylu. yakışıklı. is. Günün en sıcak
dalyancı, [dalyan-cı] is. Dalyanı olan veya dalyanda balık avlayan kişi, dalyarak, -ğı [dal (çıplak) + yarak (silah)] sf. 1. {eAT} Kınından sıyrılmış silahla saldırarak; dalkılıç.
İKIlIiilfE 5EİIİİK. 1089 2. k ab a. Her zaman uygunsuz hareketlerde bulu nan, budala, saygısız. 3. m ecaz. (Erkeklik organı için) sertleşmiş hâlde. 4. Çırılçıplak. dalyasan, [Ar. taylaşan] {OsT} is. Mevlevîlerin, sik keleri üzerine sardıkları sarığın bir omuz üzerine sarkacak şekilde bıraktıkları ucu. S dalyasan boy lu, {ağızj B oyu bosu y erin d e olan. [DS] dalye, [Ar. dâliye 4Jb] {OsT} is. 1. Palmiye dalı. 2. Asma dalı. dalzeker, [dal (çıplak) + Ar. zeker (erk ek lik organ ı)] {OsT} sf. Çırılçıplak. -dam , [-dam /-dem / -tem / -tam] y ap. e. İsimden isim türeten ek. Getirildiği kökün taşıdığı anlama bağlı nitelikleri bulundurma kavramı taşıyan isim ler yapar: er-dem , ök-tem , gün-dem , say-dam , y o r dam, yön-tem . d am 1, [dam / dım / dom (yans.)] is. Su veya başka sıvı maddelerin damla damla akışını bildiren kök. [Zülfikar] dam -m ak, dam -ıt-m ak, dam -ıt-ık, d am -cıt-mak, dam -la, dam -la-m , dam -(ı)z-ır-m ak, dam (ı)z-ım. dam 2, [eT. tâm (duvar, ev) > dâm fta] is. 1. Binaları dış etkilerden korumak için üzerlerine konulan, .çoğunluğu kiremit örtü. 2. Küçük ev; toprak örtülü ev; köy evi; kulübe, {ağız} (aynı) [DS] 3. {eAT} Üstü örtülü yer. 4. {ağız} Ahır. [DS] 5. a rg o. Hapishane; cezaevi; tutuk evi. {ağız} (aynı) [DS] 6. {ağız} Oda. [DS] 7. {ağız} Kapalı yer. [DS] 8. {ağız} Hayvanların yiyeceklerinin saklandığı yer. [DS] 9. {ağız} Baca. [DS] S dam a çıkm ak, 1. C in sel isteğ i artm ak. 2. (E vlenm e ça ğ ı g elm iş o la n k ız la r için) isterik d a v ra n ışla rd a bulunmak.\\ dam ağası, a rg o . H a p ish a n ed e eg em en lik kurm uş tutuklu; koğ u ş dayısı. |[ dam ak tarm a, Ç atı kirem itlerin i eld en g e ç ir e r e k kırıkların ı d eğ iştirm e dam altı, 1. Sığın ılacak, b a rın ıla ca k h erh an g i b ir örtü a ltı; k a p a lı y er. 2. {ağız} Zem in kat. [DS]|| dam ardı, {ağız} Evin a r k a sı, [DS]|| dam baskını, {ağız} (K işi için) k a p a lı y e r d e uzun sü re hav asız ve h a rek etsiz k alm aktan d o la y ı hâlsiz düşmüş, ren gi solm üş, yüzü şişm iş olan. [DS]|| dam başı, {ağız} 1. K ö y ev lerin d e g ü n eşe k arşı y a p ıla n bü yükçe çıkm alar. 2. T o p r a k d a m ; ta van. [DS]|| dam dan çard ağa atlam ak, H iç b ir m an tık b a ğ ı kurm adan b a ş k a k on u lara geçmek.\\ dam dan çıkm a, {ağız} B ir y a şın d a k i sığ ır; dan a. [DS]|| damdan düşercesine (düşer gibi), (Söz için) h iç y e r i ve zam an ı d eğ ilken ; p a ta v a tsız ; yersiz. || dam dan düşmek, B ir kötülüğü d en em iş olm ak. || dam dingil kalmak, {ağız} Y apayalnız m üşkül b ir du ru m da k alm ak ; y a p ay aln ız kalm ak. [DS]|| dam do kuz demek, {ağız} A buk s a b u k kon u şm ak; n e d e d i ğ in i bilm em ek. [DS]|| dam ı görm ek, {ağız} A hırdaki h ay v an lara bakm ak. [DS]|| dam koruğu, bot. K u zey y a rım k ü red e y etişen a lm a şık ve a r d ış ık y a p r a k lı ç o k y ıllık otsu bitki; k u la k otu, (Sedum telep-
DAM hium).|| dam koruğugiller, bot. Ilım an ve so ğ u k b ö lg e le r d e g en ellik le du var d ip leri ile taşlık a la n la r d a y etişen b e ş yüz k a d a r türü içeren etli ve otsu b itk iler fam ily a sı, (Crassulaceae).\\ dam larda gez mek, (Kız, kadın için) kötü y o la sapm ak. || dam ol gunu, {ağız} K öken in den y a d a ağ a cın d a n ham o la r a k koparılıp, k a p a lı b ir y e r d e olgu nlaştırılan m ey ve. [DS]|| dam oluğu, Çatının a lt kıyısı boyu n ca uzanan, y ağ m u r su ların ı toplam aya ve akıtm aya y a r a r çin ko veya s a ç oluk. ||dam sözlü, {ağızj (K işi için) p a tav a tsız; kırıcı şe k ild e konuşan. [DS]|| dam ustası, Ç atıları yapan , tam ir eden, olu kları y e r le ş tiren usta. || Dam üstünde saksağan vu r beline kazmayı. K onu ve dıırum ile b a ğ d aşm a y a n sa çm a sa p a n s ö z le r söy len d iğ i zam an kullanılan h a fifsem e sözî7.||Daın yandı am a içindeki sıçan da (birlikte) yandı. Büyük b ir z a r a r a u ğ radık a m a verdiği r a hatsızlık d a so n a erd i.|| dam yuvağı, {ağız} T op rak dam lı evlerin üstünü düzeltm ek için kullanılan s i lin dir şeklin d ek i taş; loğ. [DS]|| dam yuvalağı, {eAT} T oprağı sıkıştırıp pek iştirm ek te kullanılan taş silindir. dam 3, [Lat. domina (ev sa h ib esi) > Fr. dame] is. 1. Avrupa’da çeşitli çağlarda soylu kadınlara ve şö valyelerin eşlerine verilen unvan. 2. Dansta erkek dansçımn eşi. 3. Manastıra girme yemini etmiş ka dınlara verilen isim. 4. İskambil kâğıtlarından üze rinde kadın resmi bulunanı. dam 4, [Far. dâm fta] (da.m ) {OsT} is. 1. Tuzak; ağ. {eAT} (aynı) [DK] 2. Yırtıcı olmayan yaban hayvan larının genel adı. S dâm etmek, {eAT} Tuzak ku r m ak; tuzak h â lin e koym ak. [DK]|| dâm -gâh, {OsT} Tuzak kurulan y e r .|| dam -gâh-ı dîv, {OsT} m ecaz. Bu dünya.\\ dâm -ı ankebat, {OsT} Ö rüm cek a ğ ı.|| dâm -i bela, {OsT} B e la tuzağı. || dâm-i girihgîr, {OsT} Düğüm lü tuzak.\\ dâm -ı tezvîr, {OsT} Yalan tuzağı. || dâm -ı zülf, {OsT} Zülfün tuzağı. || dâm y âr, {OsT} 1. Tuzakçı. 2. Avcı. d am a1, [İt. dama (hanım efendi oyunu)] ( d a ’m a) is. 1. Altmış dört kareye ayrılmış tahta üzerinde on altı şar taşla iki kişi arasında oynanan bir oyun. 2. Bu oyunda rakibin önüne kadar gidebilmiş birden çok kare atlayabilen taş. 3. iinl. Bir taşın dama olduğu nu belirtmek için söylenen söz. ö dam a çıkmak, D am a oyununda b ir taşı d a m a durum una g etir m ek ,|| dam a demek, 1. Gücü k a lm a y a ra k b ir işi d a h a ileri gö tü rem em ek; bitm ek; tükenm ek; p e s etm ek. 2. D am a oyununda bir taşı d a m a y a y ü kselt m ek,|| dam a tahtası, Ü zerinde d a m a oynanan a lt mış d ört k a r ey e ayrılm ış oyun tahtası. || dam a taşı, D am a oyununda kullanılan taşların h e r biri. ||d a ma taşı gibi, G örev i g e r e ğ i s ık s ık y e r i değ iştiri len.|| dam a taşı gibi oynatm ak, B ir kam u g ö rev li sinin, h iç b ir g e r e k ç e yokken , k ey fî o la r a k sık s ık y erin i değiştirm ek.
DAM d am a2, [İsp. dama (hanımefendi)\ {OsT} is. Dansta kavalyenin eşi. dam aca, [İt. damiagiana] (d a m a ’ca) {ağız} is. 1. Da macana. 2. Toprak kap. 3. Orta büyüklükte cam testi. [DS] dam acan, [İt. damiagiana] (d a m a ’can ) {ağız} is. 1. Damacana. 2. Keçi derisinden yapılma tahıl sakla maya yarar kap. [DS] d am acana, [İt. damigiana] (d a m a c a ’na) is. Sıvı ta şımak ve korumak amacıyla yapılmış dar ağızlı, geniş karınlı 20-50 litrelik, genellikle hasır veya sepet içine konmuş büyük şişe, dam acı, [dama-cı] is. Dama oyuncusu, d am aç, -cı [? damaç] is. Öküz ve mandanın aşık ke miği.
liilirüIRSDM • 1090 ler, (İd , İçi, Ijl, İşi).\\ dam ak dolmak, {ağız} At, e ş e k g ib i hayvan ların d a m a kla rı şişm ek. [DS]|| da m ak eteği, D am ağın kem iksiz ve yum u şak olan a r k a bölümü.\\ dam ak kemeri, anat. Ağzın üst ç e p e r i ile burun boşlu kların ın a lt çep erin i m eydana g etiren bölme.\\ dam ak kubbesi, anat. D am ağın k em ik li v e sert olan ön bölümü.\\ damaklı düdük, {ağız} A ğ a ç dalın ı boğum undan k e s e r e k y a p ıla n bir tür düdü k; dilli düdük. [DS]|| damaklı met, {ağız} Ç elik çom ak. [DS]|| dam ak tadı, Yem ekten zevk a lm a ; tat alm a. ||dam ak ünsüzü, dbl. D il sırtı y a r dım ıyla d am ağ ın ön v ey a a r k a bölüm ün de oluştu rulan ünsüz. damaklı, [damak-lı] sf. Damağı olan. S damaklı diş, D am a kla b e r a b e r hazırlan m ış takm a diş.
damaksı, [damak-sı] is. 1. {ağız} Boyundurukta ökü zün boynunun altına gelen kısım. [DS] 2. Gemde, atm damağına geçen madenî parça. 3. sf. dbl. (Ses dam ad, [Far. dâmâd jL«b] (d a :m a:d ) {OsT} -* damat, ler için) ağız boşluğunun ön [Ikl(ince), Igl (ince), ö 'd am ad -ı hazret-i pâdişâhı, {OsT} O sm anlı h a III, İri, İyi, /e/, lil, löl, lü l] ve arka bölümünde [İki nedan ın dan veya sa ra y d an kız alm ış olan erkek. || (kalın), Igl (kalın), lal, lıl, lol, lu l] oluşturulan, dâm âd-ı hazret-i şehriyârî, {OsT} O sm anlı h a n e damaksıl, [damak-sıl] sf. dbl. (Sesler için) ağız danından veya sa ra y d an kız alm ış o la n erkek. boşluğunun ön damak kısmında oluşan sesler:
dam açka, [damaç-ka] {ağız} is. Boyundurukta ökü zün boynunun altına gelen kısmı. [DS]
dam agiren, [dama+gir-en / damat+gir-en] {ağız} is. İç güveyisi. [DS]
[İki, (ince), Igl (ince), //,/ İri, İyi, lel, lil, löl, lü l]; ön damaksı.
dam ağ, [tam-mak > tam-ğâk > damağ] {eATj is. 1. Damak. [DK] 2. {ağız} Atlarda görülen bir damak hastalığı.
damaksıllaşma, [damaksıl-la-ş-ma] is. dbl. Bir kelimede art damaktan çıkan bir ünsüzün veya ka im ünlünün, ön damağa kayıp yumuşaması veya incelmesi. "y a n a > yine, a lm a > e lm a "
dam ağzam ak, [damak-sa-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [z (ı)-y or] İmrenmek. [DS] dam ak, -ğı [eT. tam (dam ) + -ğak (küçült.e.) > tamğâk > tamak > damak] is. 1. Ağız boşluğunun üst çeperi. 2. oto. Oto lastiklerinin iç kenarlarında bu lunan iki sert parçadan her biri. 3. {ağız} Kapı reze si. 4. {ağız} Kapı zembereği; sürgü. [DS] 5. {ağız} Dolap kapağını pervaza bağlayan mandal. [DS] 6. {ağız} Kilit içindeki ince demir; dil. [DS] 7. {ağız} Çelik çomak oyununda kullanılan çeliğin yanlama sına kesilmiş sivri uçlan. [DS] 8. {ağız} Ahşap yapı larda ağaçları birbirine geçirmek için açılan kertik. [DS] 9. {ağız} Balık oltasının yem takılan kısmı. [DS] 10. {ağız} Şehir. [DS] 11. {ağız} Merkezden uzak yer; kenar. [DS] 12. {ağız} Kıraç arazi ile ürün veren araziyi birbirinden ayıran bölge. [DS] 13. {ağız} Ocağın ortasına konulan ve diğer odunlara destek olan ana kütük. [DS] 14. {ağız} Atlarda görü len damak hastalığı. [DS] S1 damağı kurum ak, Ç o k su sam ak. ||damağını kaldırm ak, K orkm u ş b i rinin dam ağ ın ı p a r m a k ile bastırmak.\\ damağı şakıram ak, {ağız} İstek duym ak; istem ek. [DS]|| da m ak ağacı, {ağız} At ve eşek lerin d am akların ı k a n atm akta kullanılan a ğ a ç. [DS]|| dam ak çalmak, {ağız} D il ile k a ş ık şakırtısı g ib i s e s le r çıkarm ak. [DS]|| dam ak değiştirmek, {ağız} Tat değiştirm ek. [DS]|| damak-diş ünsüzü, dbl. D il ucunun d am ak ile diş eti a ra sın d a bulunduğu s ıra d a çıkan ünsüz
damaksıllaşmak, [damaksıl-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır] dbl. (Art damaksı bir ses için) ön damağa kayıp yumuşamak ve incelmek, damaksıllaşmış, [damaksıllaş-mış] is. dbl. Damaksılaşan ve gerçekte damaksı olan ünsüz, dam aksıllaştırm a, [damaksıllaş-tır-ma] is. dbl. Bir ünsüzün boğumlanma noktasını sert damaktan ön damağa kaydırma, dam aksıllaştırm ak, [damaksıllaş-tır-mak] gçl. f . [ır] Bir ünsüzün boğumlanma noktasını sert damak tan ön damağa kaydırmak, damaksız, [damak-sız] sf. Damağı bulunmayan. S damaksız iğne, Sapı sivri u çla biten b a lık çı iğnesi. damalı, [dama-lı] sf. 1. Üzerinde dama tahtasına ben zer iki ayrı renkte kareler bulunan; kareli. 2. Taksi, dam an , [Ar. daman (İsrail) j^o] {OsT} is. zool. Kır sıçanımsıgillerden birçok özellikleri bakımından fi le benzeyen toynaklı, tavşan iriliğinde, on bir türü bilinen memeli hayvan; İsrail sıçanı, (P ro cav ia ve D endrohyrax). S1 dam an sıçanı, Oklu kirpim sigillerden , A frika 'nın gü n ey kesim in de k a y a lık tep e lerd e y aşayan , d a m a n a ben zediğ i için bu a d la anı lan kem irgen hayvan, (P etrom us typicus). dam an2, [Ar. daman jLw>] {ağız} is. 1. Kira ile tutu lan ekili bağ, bostan, bahçe. 2. Kira. 3. Sığırın ka
oT llffiM SİM . 10*1 burga kemilderinden karın kısmına kadar olan etle ri. [DS] dam an3, [Far. dâmân oUb] (d a :m a:n ) {OsT) is. Etek. dam an4, [Far. derman jU p ] (da:m an ) is. Güç; kuv vet. dam ancı, [daman-cı] {ağız} sf. Bağ, bahçe ve tarlayı kiralayan. [DS] d am ar, \eT. tam-mak (d a m lam a k / sızm ak) > tamir / damar] is. 1. anat. Canlı varlıkların kan dolaşımını sağlayan kanal. 2. bot. Yapraklardaki çizgi. 3. Mermer ve değerli taşlarda görülen dalgalı çizgi. 4. m aden. Y er altında başka cins katmanların arasında uzayıp giden belli bir sıvı veya katı maden katma nı. 5. {eAT} Suların gelip aktığı yatak. [DK] 6. bot. Bitkilerde içinde ongun besi suyunun dolaştığı odunsu dokudan boru. 7. Böceklerde kanat zarını dik tutmaya yarayan organ. 8. m ecaz. Soy; yaratı lış. 9. m ecaz. Huy; mizaç. 10. {ağız} Kök. [DS] 11. {ağız} Çeşit; tür. [DS] S d am ar işlemek, K ö k le ş m ek; huy olm ak. || d am ar ak tarm a, tıp. Tıkanm ış veya h a ra p olm uş b ir dam arın dıştan p a r a le l b a şk a bir d a m a r ba ğ lan m a k su retiyle işler h â le g etirilm e si; by-pass.|| d am ar d am ar, 1. Ç o k dam arlı. 2. K atm an katm an.|| d am arı bozuk, {ağız} K ö tü y a ra tılışlı; soysu z; huysıız. || d am an çatlam ak, A rsızlık etm ek; yüzsüz davranmak.\\ d am an deprenmek, Durup dururken huysuzluk etm ek. || d am an dep reşmek, İn adı tutmak. ||(bir şey) d am arı harekete gelmek, O şe y le ilgili olağan ü stü fa z l a düşkünlük göstermek.\\ dam arı kabarm ak, (B ir duygu veya huy) güçlü b ir ş e k ild e o rtay a çıkmak.\\ d am an kalkmak, {ağız} A ksiliği tutmak. [DS]|| d am arı kı rık, {ağız} Utanmaz. [DS]|| D am arı kurusun. B iri nin huysuzluğuna ö fk elen in ce söy len en ilen m e sö zü.|| dam arına basm ak, B irin i ç o k duyarlı olduğu b ir kon u da kızdırmak.\\ (birisinin) d am arına çek mek, A ilesin den olan o kişinin huyunu almak.\\ d am arına dokunmak, K ızdırm ak, öfkelendirmek.\\ (birinin) d am arına girmek, H o ş la n a ca ğ ı şe y le r y a p a r a k kendini sev d irm ek.|| dam arına işlemek, (Kötü b ir huy) v azgeçilm ez b ir şe k ild e yerleşm ek . || (birinin) dam arının bulmak, H o şla n a ca ğ ı şey leri y a p a r a k uysallığını sağlamak.\\ dam arlarını soğultmak, {eAT} Suyunu k esm ek ; kurutmak. [DK]|| dam arı tutm ak, Huysuzlanmak.\\ d am ar otu, {ağız} bot. S u lak y e r le r d e biten, in ce dam arlı, gen iş y a p ra k la rı iltihaplı y a ra la rın tedavisin de kullanı lan, ç o k y ıllık b ir ot; b a ğ a ; siğ il otu; sin ir otu; y ı lan otu, (P lan tago interm edia, P. la n ceo la ta, P. m ajör, P. psylliu m ). [DS]|| d am ar sertliği, tıp. A tar d am arlard a, aterom , n ekroz ve k ireçlen m e son u cu nda o rta göm leğin, iltihaplan m a yüzünden d e iç g öm leğ in esn ekliğ in i yitirm eye ba şla m a sı ile ortay a çıkan d a m a r hastalığı.\\ d am ar tabaka, anat. İn ce kan d a m a rları ile olu şan ve g ö z küresinin içini
DAM kap lay an katman.\\ d am ar tıkanıklığı, tıp. A tar d a m a rla rd a çeşitli n ed en lerle m eydan a g elen tı kanm a. dam arbaşı, [damar+baş-ı] {ağız} is. Sıra denilen kış geceleri toplantısını ilk önce evinde başlatan kimse. [DS] d am arcı, [damar-cı] sf. argo. Damardan uyuşturucu almayı alışkanlık edinmiş, dam arcık, -ğı [damar-cık] is. 1. Küçük damar. 2. Derinin altında gözle görülebilen küçük toplar da mar. 3. Bir maden ocağında asıl damardan ayrılan küçük yan damarlardan daha ince olan maden da marı.' dam arcıl, [damar-cıl] {ağız} is. Kulunç. [DS] d am ard araltan , [damar+dar-al-t-an] sf. tıp. (Sinir, ilaç için) damarların çapını küçülterek kan dolaşı mını düzenleyen, damargenişleten, [damar+geniş-le-t-en] sf. tıp. (Si nir, ilaç için) damarların çapım büyülterek kan do laşımını düzenleyen, dam arhindi, [Ar. tanır (hurma)+bmâ\ (Hintli)] {OsT} is. 1. z ool. Demirhindi, (Tam arindus in dica). 2. Bu ağacın meyvesi. 3. Bu meyveden yapılan şerbet, dam arlandırm a, [damarlan-dır-ma] is. 1. Damarlı hâle getirme eylemi. 2. tıp. Damarları yetersiz bir organa yeni damarlar sağlama ameliyatı, dam arlandırm ak, [damarlan-dır-mak] gçl. f. [-ır ] Damarlı hâle getirmek, dam arlanm a, [damar-la-n-ma] is. 1. Bir organ veya bölgede zayıf olan damarların belirgin hâle gelmesi durumu. 2. Boyalı yüzeyde boya katmanları gö rülmesi olayı. 3. anat. Damar ağının sıklığı. 4. tıp. İltihaplı veya urlu bir dokuda damar oluşumu, dam arlanm ak, [damar-la-n-mak] dönşl. f . [-ır ] Da marlı duruma gelmek, dam arlı, [damar-lı] sf. 1. Damarı olan. 2. Daman gözle görülebilecek kadar belirgin olan. 3. Belirti len nitelikte damara sahip olan. 4. m ecaz. Aksi; huysuz. 5. (Marangozluk ve sedefçilikte kullanılan ağaçlar için) iç içe geçmiş damarları bulunan. S dam arlı bitkiler, bot. D oku ları d a m a rlı o la n bitki ler. dam arsız, [damar-sız] sf. 1. Daman olmayan. 2. m e caz. (Kişi için) iyi huylu; uysal. 3. {ağız} Huysuz; inatçı. [DS] 4. {ağız} Soysuz; hayırsız. [DS] damaskene, [Yun. damaslcino] {ağız} is. bot. Bir tür erik. [DS] damasko, [Dımışk / Damask (Şam kenti) > İt. damasco] (dam a ’sko) is. Genellikle döşemelik olarak kullanılan keten, ipek, bazen de yün, pamuk karı şımı tek renk kumaş, dam aşan, [damaş-an?] {ağız} sf. Çok küsen. [DS] dam at, -dı [Far. dâmâd jUIj] (d a :m a:t) is. 1. Anne veya baba için, kızlarının kocası; güvey. 2. tar.
ÖIÜMIÜMÎSÖM •
DAM
Osmanlı hanedanından bir kızla evlenmiş erkek. 3. a rg o . Eşcinsel ilişkide etkin olan kişi. S dam at girmek, A ileye gü vey o la r a k katılmak.\\ dam at ol m ak, 1. (E rkek için) evlenm ek. 2. (B ir a iley e) iç g ü vey g irm ek .|| d am at vekili, {OsT} E sk i n ik âh la r d a d a m a d a v ek â let ed en kim se. damatlık, -ğı [damat-lık] is. 1. Damat olma durumu; güveylik. 2. Damat için alınmış elbise, armağan. S dam atlıklarını giymek, En y en i ve en g iizel elb is e lerin i giym ek. damazlık, -ğı [damız-lık > damaz-lık] {ağız} is. 1. Tekrar yoğurt yapmak için ayrılmış az miktar yo ğurt; maya. 2. (Hayvan ve bitki için) damızlık. 3. Gelin güvey kapışma geldiğinde güvey evinden istenen hayvan. d am b 1, [damb / dımb / dimb / domb / dömb / dümb (yans.)] is. Vurma, çarpma, elle çalma, çalgı çalma gibi gürültülü ses çıkarma ve ahenksiz konuşma bildiren yansımalı kök. [Zülfıkar] d a m b -ıl düdük, dam b-ır-da-m ak, dam b-ır-t
10S2
dam burca, [Ar. danbur + T. -ca] {ağız} is. Teneke. [DS] dam ca, [dam-ca] {ağız} is. Tavandan sızan yağmur damlası; damla. [DS] dam cı, [dam-cı] {ağız} is. 1. Evlerde damlardan ve tavanlardan sızan yağmur damlaları; damla. 2. Toprak damlı evlerin üzerine yağan karları temiz leyen ve yuvak taşı çeken kimse, damcıh, [dam-cık > dam-cıh] {ağız} is. Tavandan sı zan yağmur damlası; damla. [DS] dam cıtm ah, [dam-cı-t-mak > dam-cı-t-mah] {ağız} g ç l .f i [- ır ] Hissettirmek. [DS] dam dam adan, [dam-da-madan] {ağız} zf. (Söz, konuşmak için) düşünüp, ölçüp biçmeden. [DS] d am d ar, [da(m) + da/r] (da ’m dar) p ekşt. sf. Çok dar. dam dazlak, -ğı [da(m)+da/zlak] (da ’m dazlak) pekşt. sf. 1. Hiç saçı olmayan. 2. {ağız} Çırılçıplak. [DS] 3. {ağız} Kimsesiz; yapayalnız. [DS] 4. {ağız} Bomboş. [DS] 5. Düpedüz; süslemeden,
dam b2, [damb / domb / dömb / dönb / dumb (yans.)] is. Yuvarlanma, takla atma ve düşme bildiren kök. [Zülfıkar] dam b -u l-d a-k
dam dırm ak, [dam-dır-mak] {ağız} g ç l .f i [-ır] Flastamn ağzına veya bir başka yere azar azar su dam latmak. [DS]
dam badan, [damb (yans.) > damb-a-dan] {ağız} zf. Hiç düşünmeden; beklenmedik şekilde birdenbire,
dam durm ak, [eT. tam-tur-mak
dambadız, [damb (yans.) > damb-a-dı-z ?] {ağız} sf. Hileci. [DS]
dam dırm ak, [eT. tam-tur-mak > dam-dır-mak] {ağız} gçl. f i [ -ır ] Hastanın ağzına azar azar su vermek. [DS] d am e1, [Ar. dâme / dâmet (istek belirten g eçm iş z a
dambal, [damb (yans.) > damb-a-1] {ağız} sf. Ahmak; bön. [DS] dam bara, [damb-ar-a / Ar. danbür] {ağız} is. Mısır patlatmakta kullanılan telli tava. [DS] dam bat, [? dambat] {ağız} is. Hovarda; kabadayı. [DS] dambıl, [damb (yans.) > damb-ıl] {ağız} is. Yuvar lanma, düşme, takla atma bildiren yansımalı gövde. [DS] S dambıl düdük, {ağız} A kla g e lir g elm ez; a c e le . [DS] dambılca, [damb-ıl-ca] {ağız} is. Hayırseverler tara fından bir su kaynağı önüne yaptırılmış bekâr ha mamı. [DS] dam bır, [damb (yans.) > damb-ır] is. Vurma ve çarp ma sonucunda çıkan ses. S dam bır dum bur, Yay sız telli ç a lg ı sesi. dam bıra, [Ar. dambür] {ağız} is. Tambura. [DS] dam bırdam ak, [damb (yans.) > damb-ır-da-mak] {ağız) gçsz. f . [-r ] [-d (ı)-y o r] Kaba saba konuşmak. [DS] dam bırtı, [damb (yans.) > dambır-tı] {ağız} is. Ahenksiz ses topluluğu; gürültü. [DS] dambuço, [İt. tambuccio] is. dnz. Kaptan kamarası, dambuldak, -ğı [damb (yans.) > damb-ul-dak] {ağız} sf. Takla. [DS] dam bur, [Far. tanbüra] {ağız} is. Bir tür telli çalgı; tambura. [DS]
jLA=] {eAT} gçl. fi.
[-u r] Damlatmak; akıtmak,
m an üçüncü tek lik kişi erili) -ula / iob] (d a:m e) {OsT} imi. 1. Devam etsin; sürsün. 2. Eskiden yük sek makamdaki devlet büyüklerine yazılan resmî yazılarda adlarının yanında geçen saygı ifadesi, S1 dâme iclalühû, {OsT} E skiden p a ş a la r a y azılan resm î k â ğ ıtla rd a isim lerin önün e g etirilen "şerefi devam etsin " an lam ın da du a sözü.\\ dâme ikbalühü, {OsT} B ah tı devam etsin.\\ dâme izzihfi, {OsT} İzzeti, büyüklüğü devam etsin. || dâme kadrühü, {OsT} E skid en k a d ıla r a yazılan y a z ıla rd a "rütbesi, d e r e c e s i devam etsin " an lam ın da hitap sözü .|| dâme maâlihü, {OsT} Büyüklükleri, ş e refler i devam etsin. || dâme m ecdühü, {OsT} Büyüklüğü, a za m et ve h aşm eti devam etsin. || dâme mülkühü, {OsT} Ü lkesi son su za k a d a r a y ak ta kalsın. || dâme sirruhü, {OsT} Huzur için d e yatsın.\\ dâm et saâdetühü, {OsT} Mutluluğu devam etsin.\\ dâme ulüvvühü, {OsT} “Büyüklüğü, ulviyeti devam et sin. ” an lam ın da şey h ü lislam la ra y a zılan b e lg e le r d e adın önüne kon ulan h itap sözü. dame2, [Lat. domina (sah ibe)] is. Fransa’da çeşitli dönemlerde yüksek düzeydeki kadınlara verilen unvan. damen, [Far. dâmen jjb ] (da:m en ) {OsT} is. 1. El bise eteği. 2. Dağ eteği. 3. Etek baskısı. 4. m ecaz.
ö
i e * ®
m i l î « 1093
Kendisine yalvarılan yüksek bir şahıs. 5. m ecaz. (Kirlilik, temizlik açısından) namuslu ya da namus suz oluş. 5 1 dâmen-âlude, {OsT} E teğ i kirlenm iş o la r a k ; iffetsiz.\\ dâmen-âludegî, {OsT} İffetsizlik.\\ dâmen-büs, {OsT} E tek öpen, y a lta k la n a n .j| dâmen-büsî, {OsT} E tek ö p m e tö ren i.|| dâm en-çîn, 1. E tek toplayan. 2. N az eden. || dâm en-derâz, {OsT} 1. E teğ i uzun. 2. m ecaz. Ahmak.\\ dâm en-der-m eyan, {OsT} E teğ i belin d e; ç a lışk a n ; işe h azır.|j dâmen-der-m eyan-ı gayret olm ak, {OsT} B ir işe c a n la b a ş la g irişm ek .|| dâm en-gîr, {OsT} 1. E tek tutan. 2. Yalvaran. 3. D av a eden.\\ dâmen-huşk, {OsT} 1. E teğ i kuru. 2. m ecaz. N am uslu kadın. ||dâmen-keş, {OsT} 1. E lin i eteğ in i çeken . 2. B ir işe k arışm ayan ,|j dâmen-i afv ile setr buyrulmak, {OsT} A ffedilm ek.|| dâmen-i cânân, {OsT} S evgili nin eteğ i.|| dâmen hurşîd, {OsT} 1. Güneşin eteği. 2. Güneşin pırıltısı. 3. D ördüncü gök.\\ dâmen-i sahrâ, {OsT} 1. K ır eteğ i; ovanın b ir yanı. 2. G örü şüp konuşulan k iş i.||dâmen-keş, {OsT} E tek ç ek en ; h iç b ir işe karışmayan.\\ dâmen-zen, {OsT} E tek sa lla y a n .|| dâmen-zenî, {OsT} E tek ile y elp a z elen me. damene, [Far. dâmene -u»b] (d a;m en e) {OsT} is. Dağ eteği, çevresi. dameni, [Far. dârnenî ^ b ] (d a .m en i;) {OsT} is. 1. Eteklik. 2. Kadın başörtüsü. damet, [Ar. dâme / dâmet iob] (da:m et) {OsT} ünl. -*■ dame1. dam ga, [eT. tam-ğâ > dam-ga] is. 1. Bir şeyin üzeri ne işaret, iz koymaya yarayan alet; mühür. 2. Böyle bir aletle konulmuş belirti, işaret, yazı; nişan. 3. gnşl. İz. 4. m ecaz. Birinin kötü tanınmasına sebep olan herkesçe bilinen kötü, yüz kızartıcı özellik; leke. 5. Birinin bir alanda veya eserde görülen üs lûbu. 6. Bir eserin hangi çağa veya döneme ait ol duğunu açığa vuran özellik. 7. Bir canlıyı veya eş yayı benzerlerinden ayırmaya veya kime ait oldu ğunu belirlemeye yarar işaret. 8. Altın veya gümüş süs eşyasının yapımcısına ait özel işaret veya aya rını gösteren basılı iz. 9. Bir posta pulunun üzerine yapılmış ikinci baskı; sürşarj.S1 dam ga-baha, {OsT} D am g a la m a ü creti.|| dam ga kanunu, D am g a p u lların ın n asıl ve n e m iktarda y a p ıştırıla cağ ın ı g ö steren kanun. || dam ga pulu, B azı resm î m akbuz ve k â ğ ıtla ra d a m g a vergisi kanunu g er eğ in c e y a pıştırılan pul.\\ dam ga vergisi, B azı re sm î ev ra k a p u l yapıştırm a, veya doğru dan ö d em e şeklin d ek i v erg i.||dam ga vurm ak, 1. D am galam ak. 2. İz bı ra k m a k; üslûbu görülmek.\\ dam ga yemek, H ak kın da kötü b ir hüküm verilm ek; olum suz b ir ö zellik atfedilmek.\\ (birine) (bir şey) damgasını vurm ak, B iri h akk ın d a o nitelikte kötü y a rg ıy a varmak.\\ (bir şeye) kendi damgasını vurm ak, K en d isin e ait o l
DAM
duğunu b e lir le y ec ek b ir üslûp m eydan a getirmek.\\ damgayı basm ak, H akkın da hüküm verm ek. dam gacı, [damga-cı] is. ve sf. Damga vurmakla gö revli (kimse). dam gâh, [Far. dam (tuzak) > dâmgâh olSj>b] (d a ;m g â ;h ) {OsT} is. 1. Tuzak kurulan yer. 2. m ecaz. İn sanın her an aldanabileceği dünya, dam gak, [tam-mak > tam-ğâk > dam-ğâ-k] (dam ga.:k) {eT} is. 1. Sürekli damlayan; sızan. 2. Damak, dam galam a, [damga-la-ma] is. Damga vurma duru mu ve eylemi, dam galam ak, [damga-la-mak] gçl. f i [~r] [-l(ı)-y o r] 1. Damga ile işaret koymak; damga vurmak. 2. m e caz. Birini kötü bir özellik ile tanıtmak, dam galanm a, [damgala-n-ma] is. Damga vurulma durumu ve eylemi, dam galanm ak, [damgala-n-mak] edil. fi. [-ır] 1. Çi zerine damga ile işaret konulmak; damga vurul mak. 2. m ecaz. Kötü tanınmak; kötü tanıtılmak, dam galatm a, [damgala-t-ma] is. Damga vurdurmak eylemi. dam galatm ak, [damgala-t-malc] gçl. f i [ -ır ] 1. Dam galanmasını sağlamak; damga vurdurmak. 2. Dam galanmasına sebep olmak, damgalayış, [damgala-y-ış] is. Damgalama eylemi ve biçimi. damgalı, [damga-lı] sf. 1. (Kâğıt, hayvan, süs eşyası için) damgası olan; damga vurulmuş; damgalan mış. 2. m ecaz. Belli bir özellikle tanınmış olan. 3. a rg o. Para. 4. argo. Gammaz; ispiyoncu, damgasız, [damga-sız] sf. Damgası olmayan; damga lanmamış. damgul, [Far. dâmğül J^ « b ] (da;m ğ u ;l) {OsT} is. 1. Vücutta ortaya çıkan herhangi bir ur. 2. Gulyabani. dam ıcak, -ğı [dam-ı-cak] {ağız} is. Yapımı bitmemiş, tahtaları kaplanmamış ahşap ev. [DS] damıga, [Ar. dâmığa <«b] (d a;m ıg a) {OsT} is. tıp. Bir yaralayıcı silah ile beyin zarını yırtmak suretiy le meydana gelmiş yara, damık, -ğı [dam-ık] {ağız} is. 1. Küçük ev; evcik. 2. Küçük çocukların oynamak için yaptığı küçük ev. [DS] damılçımak, [dam-ıl-çı-mak] {ağız} gçsz. fi. [ - ır ] 1. Akla gelmek; önceden hissetmek; sezmek. 2. Um mak. [DS] dam ır, [tam-mak > tamir > damır] {eT} is. Damar, danıırlıg, [damır > damır-lığ] {eT} sf. Damarlı; sinir li. damışmak, [tam-mak > tam-ış-mak] {eT} işteş, f i [u r] Hep birlikte damlamak. [DLT] damıtıcı, [dam-ıt-mak > dam-ıt-ıcı] sf. 1. Damıtma aygıtı. 2. Damıtmaya yarayan. 3. is. Damıtma işini yapan ve bu işi meslek edinmiş kişi.
Ö I M I R K C E SO ELÜ Ü •
DAM damıtık, -ğı [dam-ıt-mak > dam-ıt-ık] sf. Damıtıla rak elde edilmiş olan; buharlaştırıldıktan sonra yoğuşturularak arı hâlde elde edilen; mukattar, damıtılma, [damıt-mak > dam-ıt-ıl-ma] is. Damıtık hâle getirilme eylemi, damıtılmak, [damıt-mak > dam-ıt-ıl-mak] edil. f . [ır] Damıtık hâle getirilmek, dam ıtm a, [dam-ıt-ma] is. 1. Damıtık hâle getirme eylemi. 2. Farklı sıcaklıklarda buharlaşan madde lerden meydana gelmiş bulunan bir karışımı ayrış tırmak amacıyla kapalı kap içinde buharlaştırdıktan sonra yoğunlaştırma işlemi; imbikten geçirme. S dam ıtm a kulesi, P etrolün dam ıtdm asın da kullanı lan tablalı kule.
«94
d a n a g elen s a f ve iri ta n eler h â lin d eki özüt. ||damla şırası, P ek m ez y a p ılm a k için süzdürülm üş üzüm suyu. ||dam la taş, 1. T ıraş ed ilm ed en y u v a rla k veya d a m la biçim in de b ır a k ıla r a k cilalan m ış y a n d eğ e r li taş. 2. K a lk er li su d am laların ın bu h arlaşm ası s o nucu m eydan a g e le r e k m a ğ a ra tavan larından s a r kan biçim ler; sarkıt.\\ dam la taşı, Y apılarda sü sle m e a m a cıy la kullanılan d a m la biçim in deki bezem e elem an ları. dam laca, [dam-la-ca] {ağız} is. Tepesinden su sızan mağara; kaya kovuğu. [DS]
damlalık, -ğı [damla-lık] is. 1. Sıvıyı damla hâlinde akıtmak için özel olarak yapılmış bir ucu kauçuk başlıklı, diğer ucu sivri cam veya metal gereç. 2. kim. ecz. Belli bir eriyik veya ilacm miktarım dam damıtmak, [eT. tam-mak (dam lam ak) > tam-uz-mak la olarak saymaya yarayan gereç. 3. tıp. Bir ilacı > dam-ıt-mak] gçl. f . [-ır ] Bir karışımda bulunan vücuda damla damla vermeye yarar özel şırınga. 4. uçucu maddeleri kapalı kapta ısıtarak önce buhar inşaat. Bir yapıda çörtenleri ve dam oluklarını taşı laştırmak ve sonra da soğutup yoğunlaştırmak sure yan yan duvar. 5. Kapı ve pencere dayanaklarına tiyle damla damla ayırmak, (1935). yağmur suyunun girmesini önlemek için oluklardan damız, [eT. tam-mak > dam-ız] is. Ahır, dışarı açılan küçük delik. 6. mim. Bir yapıdaki süs damızım, [tam-ız-mak > tam-ız-ım / dam-ız-ım] {eT} unsurlarına yağmur damlasının düşmesini önlemek is. Damlama. için üstüne özel bir kanal yardımı ile suyu doğru damızlık, -ğı [tam-ız-mak (dam latm ak) > dam-ız-lık] dan yere damlatacak şekilde yapılan çıkıntı. 7. is. 1. {ağız} Yoğurt, peynir vb. şeylerin mayası; {ağız} Saçak altına konulan teneke oluk. [DS] S1 maya. 2. İyi döl almak için seçilmiş üstün nitelikli damlalık duvarı, B ir y a p ıd a dam d e r e s i tabanının hayvan ya da bitki. 3. Herhangi bir şeyin içinden y aslan d ığ ı duvar. seçilen en iyisi. 4. Zayıf kadın, kız. damızlık çalm ak, {ağız} Sütü yoğurt, p ey n ir y a p m a k için dam lam , [damla-m |*l tam-ız-mak] {eT} gçl. f . [-ır ] Damlatmak. [DLT] dami, [Far. dâmı ^ b ] (d a:m i:) {OsT} is. 1. Tuzakçı. 2.
Tuzak kuran. 3. Avcı,
dami’ a, [Ar. dâmi'a tam-(ı)ğ-la-ğ > dam la] is. 1. Yuvarlak veya armut şeklinde kopan veya düşen çok küçük sıvı kütlesi. 2. Yağmur tanesi. 3. {ağız} Kalbe birdenbire gelen inme. [DS] 4. sf. (İlaç için) bir ölçü ile verilen miktar. 5. Çok az ölçüde. 6. (Değerli taşlar için) damla biçiminde olan. S dam la dam la, A zar a z a r f a k a t sü rekli o la ra k , j dam la hastalığı, 1. T em el besin lerd en birinin m e tabolizm asın da m eydana g elen bozuklu k sonucu o rta y a çıkan, eklem çev resin d e şişm e ve a ğ rı b iç i m in de g örü len h a stalık; gut. 2. K uşların eklem , b ö r e k ve sıvı k ese le rin d e ürat birikim i şeklin d e g ö rü len hastalık. || dam la inmek, {ağız} F e lç olm ak; inm e inmek. [DS]|| damla öndürmek, {ağız} K o r kudan h a stala n m ak ; ölm ek. [DS]|| damla sakızı, R eçin e veya bitki öz suyunun katılaşm ası ile m ey
damla; katre. {eAT} (aynı) [DS] 0 lam , {eAT} D am la dam la.
dam lam dam
dam lam a, [dam-la-ma] is. 1. Damla hâlinde düşmek eylemi. 2. {ağız} Tepesinden kenarlarına su sızan mağara; kaya kovuğu. [DS] 3. {ağız} Olgunlaşma dan dalından düşen meyve. [DS] dam lam aca, [dam-la-ma-ca] {ağız} is. Tepesinden su sızan mağara; kaya kovuğu. [DS] d am lam ak1, [eT. tam-mak (dam lam ak) > tam-ığ-lamak >dam-la-mak] g ç s z .f. [ -r ] [-l(ı)-y o r] 1. Dam la biçiminde tane tane düşmek. 2. (Kap içindeki sıvı için) tane tane akmak. 3. {ağız} m ecaz. (Kişi için) birdenbire, beklenmedik bir zamanda çıka gelmek. [DS] 4. {ağız} Bir iş yapılırken üstüne gel mek. [DS] 5. Azar azar akıtmak. 6. {ağız} (Dam için) akmak. [DS] dam lam ak2, [dam-la-mak] {ağız} gçsz. f. [- r ] [-l(ı)y o r ] Hapsedilmek. [DS] dam lam ca, [damlam-ca] {ağız} is. Damlaya damlaya akan su. [DS] damlantı, [damla-ntı] {ağız} is. 1. Pekmez yapmak için süzdürülmüş şıra; damla şırası. 2. Damla taş mağarası. [DS] d am larca, [dam-la-r-ca] {ağız} is. Tepesinden su sızan mağara; kaya kovuğu. [DS] dam latılm a, [damlat-ıl-ma] is. Damla hâlinde akı tılmak eylemi.
ÛİMÎÜSKS i l . 1095 damlatılmak, [damlat-ıl-mak] edil. fi. [-ır ] Damla hâlinde akıtılmak; damlatmak işi yapılmak, dam latm a, [damla-t-ma] is. 1. Damla hâlinde akıtma eylemi. 2. Vücut içindeki bir boşluğa damla hâlin de ilaç verme, dam latm ak, [damla-t-mak] gçl. f i [-ır ] 1. Damla damla akıtmak. 2. Damlalıkla ilaç vermek, damlıg, [tâm / tam-mak > tam-lığ / dam-lığ] {eT} sf. Damlı; damı olan, dammak, [eT. tam-mak > dam-mak jjo] gçsz. f i [a r ] 1. Damlamak. {eATj {ağız} (aynı) [DS] 2. Akla gelmek; önceden hissetmek. 3. {ağız} (Su kabı için) su sızdırmak. [DS] 4. {ağız} Gelmek. [DS] 5. {ağız} Ekmeği yemeğe batırmak; daldırmak. [DS] 6. {ağız} Doğmak. [DS] dam m ar, [Malaya d. dummar] is. Endonezya ve Yeni Zelanda’da yetişen dummara ağacından elde edilen veya fosilleşmiş hâlde bulunan eczacılıkta ilaçların kaplanmasında ve boya sanayimde kulla nılan bir tür reçine, dam per, [İng. to dump (boşaltm ak) > dumper (dökü cü)'] is. 1. Şasi üzerine yerleştirilmiş hidrolik kaldı raçlar yardımı ile devrilerek yükünün tamamım , boşaltabilen kamyon veya traktör kasası. 2. Bir mo torun krank milinin ucuna takılan ve burulma so nucu meydana gelen titreşimleri söndüren bir tür amortisör. damperli, [damper-li] sf. Damperi bulunan, damping, [İng. to dump (boşaltm ak) > dumping (dökm e)] is. tic. 1. Belli bir ürünü dış pazarlarda iç pazardan daha ucuza satmak. 2. Bir mağazadaki malları daha kapsamlı bir şekilde fiyat düşürerek satmak; düşürüm. dam sak, -ğı [dam-sa-k ?] {ağız} sf. Yararını, çıkarını düşünen. [DS] damsalık, -ğı [tam-ız-mak > *tam-ız-a-lık > damsalık] {ağız} is. 1. Saçaktan damlayan sular. 2. Saçak altına konulan teneke oluk; damlalık. [DS] dam turm ak, [tam-mak > tam-tur-mak > dam-turmak] {eT} gçl. f i [-u r] Damlatmak; damıtmak, damu, [eT. tamu] {ağız} is. Cehennem. [DS] damuşm ak, [eT. tom-ış-mak] {ağız} gçsz. fi. [-u r] -*• domuşmalc. [DS] damuz, [Far. dâmüz j.>-°b] (da:m u:z) {OsT} is. Büyük gübre küfesi. damvez, [Far. dâmvez jjj>b] (da:m vez) {OsT} is. Büyük gübre küfesi, dam yar, [Far. dâm-yâr jLj'^] (da:m u :z) {OsT} is. 1. Tuzak kuran; tuzakçı. 2. Avcı, damzım, [dam-(ı)z-ım] {ağız} is. Yudum. [DS] dam zırı, [tam-(ı)z-ır-mak > damzır-ı] {ağız} sf. Bir damla. [DS] damzırıcı, [tam-(ı)z-ır-mak > damzır-ıcı] {ağız} is.
DAN
Çam ağaçlarından sakız sızdıran kimse. [DS] damzırık, -ğı [tam-(ı)z-ır-mak > damzır-ık] {ağız} is. 1. Bir damla. 2. İlaç damlalığı. [DS] dam zırm ak, [eT. tam-ız-mak > dam-(ı)z-ır-mak {eAT} gçl. fi. [-ır ] 1. Damla damla akıtmak; damlatmak, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Tattırmak; yedirmek. [DS] 3. {ağız} (Hayvan için) yavrusunu emzirmek. [DS] dam zırtm ak, [damzır-t-mak] {ağız} gçl. f i [-ır ] Dam la damla akıtmak; damlatmak. [DS] dam zıtm ak, [dam-ız-mak > dam-(ı)z-ıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır ] Damla damla akıtmak. [DS] dam zurm ak, [tam-ız-mak> dam-(ı)z-ur-mak
jy>b]
{eAT} gçl. f i [-u r] -*■ damzırmak. -d an 1, [-dan / -den / -tan / -ten] çek. e. 1. İsmin hâl eki; ad durum eki. İsmi çekimli fiile, fiilimsiye ve ya edatlara bağlayan, getirildiği isme ayrılma, uzaklaşma anlamları katan isim çekim eki; çıkma durumu eki; ayrılma durumu eki; -den hâli eki. {eT} (aynı) 2. {eAT} ç e k e. Adın bulunma durumu eki “da” değerinde kullanılır. “Yasavul a n a d e r idi beğ im ırakdan (ırakta) du r." Hayalî. 3. ... ile. "Doldu an lardan (on larla) h isa r u şe h r ü köy. ” Vahdetname. 4. ... tarafından, ff -dan berlü, [-dan berlü / -den berlü] {eAT} -dan b e ri.|| -dan içün, [dan içün / -den içün] {eAT}. ... için ; -dan d o la y ı.|| dan ... ile, [-dan ... ile / -den ... ile] {eAT} - a ..... "...K orkunç n esn eden â n z o la n korku y a d en ir ki T ürkîde ondan belin ile (on a belin) t a ’b ir olu n u r.” Kamus Tercümesi. -dan2, [-dan / -den / -tan / -ten] yap. e. 1. İsimlerle kalıplaşarak zarf yapar: gönülden, sıradan , y a la n cıktan. 3. İsimlerle kalıplaşarak sıfat ve isim yapar: su dan (sebep), toptan (alış veriş), uzaktan (kum an da), özden ‘s o y c a tem iz k im se ’. -dan3, [Far. -dân j b -] (da:n) so n ek. Farsça isimlerin sonuna gelerek “için d e bulunduran" veya “-lık" anlamı vererek birleşik sıfatlar yapan Farsça son ek. -dan4, [Far. -dân j b -] (dam) son ek. Farsça isimlerin sonuna gelerek “bilen ” anlamı vererek birleşik sı fatlar yapan Farsça son ek. dan 1, [dan / dm / dang / danğ / dank / dmg / dınk / ding / dink / dong / düng / dünle / düngk (yans.)] is. 1. Yuvarlanma, takla atma; vurma, düşme; çan ya da vurmalı bir çalgı çalma; ileri geri konuşma ve mırıldanmayı bildiren kök. [Zülfıkar] dan dan, dan
dan atmak, dan+dan-(n)a-ma, dan dm, dan+dınla-ma, dan dik, dan+dik-le-me, dan din, dan din etmek, dan+din-i 2. Çan vb. şeylere vurunca çıkan ses. 3. Tabanca gibi küçük silahlardan çıkan patla ma sesi. 4. {ağız} seslenme ünlemi. [DS] S1 dan dan, 1. (Ses için) kalın ve sürekli. 2. (Konuşma) bıktırıcı bir biçimde. \\ dan dan atm ak, Pek yüksek
ÖIüMIÜRSÖM.
DAN
ten atıp savurmak. \|dan dan etmek, Devamlı söy lenmek.\\ dan dan kuşu, (ağız} Kuyruksallayan. [DS]|| dan dun, Hiç düşünmeden, patavatsızca. dan2, [eT. tan > dan / dan] {eAT} is. 1. Hayret; şaşma; taaccüp, {ağız} (aynı) [DS] 2. Şaşılacak şey; hayrete şayan, {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} Yalan. [DS] 4. sf. Garip; acayip. 5. {ağız} Ters. [DS] 6. {ağız} Birinin kötülüğüne; arkasından. [DS] S
dana gitmek, {ağız} Şaşırtmak; hayrette bırakmak .|| dan çarp m ak, {ağız} İm alı söz söylemek. [DS]|| dan dansuh,
{eAT'} 1. A z bulunıır; garip; değerli; nadir. 2. A r mağan; hediye. [DK]|| dan dansuk, {eT} 1. Şaşıla cak; hayret verici. 2. Nadir. 3. Mühim. || dan et mek, {ağız} 1. Düşünmek. 2. Dile düşürmek; ya y mak. [DS] dan3, [Jap. dan (sınıf, sıra)] is. spor. Uzak Doğu sporlarmda siyah kuşağın birden ona kadar olan dereceleri. dan4, [Far. dan ob] (da:n) is. Tane; dane. B dân-çe,
{OsT} Mercimek. dan5, [eT. tan / dan] {ağız} is. Sabah vakti; tan; şafak. [DS] dan6, [?dan] {ağız} is. 1. İstek. 2. Son; sonuç. 3. Alın yazısı. [DS] dan7, [eT. ton] {ağızj is. 1. İç donu. 2. Pantolon. [DS] d ana1, [Sansk. dhenâ (sağmal inek) => tana *iU» > dana ?] is. 1. Bir yaş ile iki yaş arasındaki erkek sığır. 2. gnşl. Bu sığırın eti. 3. {ağız} Topaç; fırıl dak. [DS] 4. {ağız} Çocuk oyunlarında hedef seçilen şey. [DS] 5. {ağız} Büyük madenî bilye. [DS] fi3 da na bacağı, İyilik yapm ak istemeyen kimse. || dana bağı, spor. Serbest güreşte, rakibin koltuk altına
boyun sokulduktan sonra bir elle kolu, diğer elle de bacağı sarılm ak suretiyle uygulanan oyun.\\ dana bağırtan, {ağız}] 1. Isırdığı zaman acıtan bir tür iri karınca. 2. D eniz yıldızı. 3. Çalıların büyük dikeni; çöğür. [DS]|| dana baklası, İri bakla; bu baklanın içi; iç bakla. ||dana böğürten, {ağız} Büyük değnek. [DS]|| dana burnu, {eAT} {ağız} Parm ak uçlarında çıkan dolama. [DS]|| dana buyduran, {ağız} Şubat, M art aylarında güneşli olmasına rağmen çok so ğuk olan hava. ||dana büzen, {ağız} İri taneli dolu. [DS]|| dana dana dostana, {ağız} Birdirbir oyunu. [DS]|| dana derisi, Ölü doğan buzağıdan elde edi len ve belli bir ağırlığı geçmeyen deri.\\ dana doluk, {ağız} K arışık hayvan sürüsü. [DS]|| dana döğen, {ağız} 1. Haylaz delikanlı. 2. Genç erkek. [DS]|| dana eti, B ir yaşına kadar olan ve süt ile beslenen sığırın eti. || dana göz, {ağız} 1. Bir tür sulu, ekşi ve kara üzüm. 2. İri, p atlak göz. 3. İri, pa tla k gözlü adam. [DS]|| dana humması, vet. inekte doğumdan sonra kalsiyum azlığından ortaya çıkan bir hastalık. ||dana kaldıran, {ağız} 1. A kba ba. 2. Kuzgun. [DS]|| dana kıran, {ağız} 1. Çiğdem. 2. K ar çiçeği. 3. Batıdan esen şiddetli rüzgâr. [DS]||
danalar gibi (bağırmak) böğürm ek, Çok kuvvetle bağırmak, haykırmak .|| dananın kuyruğu kop mak, Beklenen veya korkulan sonucun gerçekleşm esi .||dana sokumu, Dananın but kısmının üstün den enine kesilerek elde edilen kalın pa rça et. ||da na tuluğu, {eAT} D ana tulumu. dana2, [Far. dânişten (bilmek) > dânâ Ub] (da:na:)
{OsT} sf. 1. Bilen, bilgili. 2. is. Zeki. 3. Bilgin. S dânâ-dil, {OsT} Gönlüyle anlayan; hikmet sahibi.\\ dânS-yân, {OsT} Bilenler; bilginler. dana3, [Far. dâne 4ib] {eT} is. Nar. [EUTS] dana4, [Güre, dana] {ağız} is. Bıçak. [DS] danaayağı, -nı, -kları [dana+aya(k)-ı] is. bot. Yılanyastığıgillerden kök sapı etli ve şişkin, çiçekleri bir eşeyli, bütün kısımları zehirli, bahçelerde süs bitki si olarak yetiştirilen çok yıllık otsu bir bitki, (Anım
maculatum). danaburnu, -nu, -ru n ları [dana+bur(u)n-u] is. zool. 1. Düz kanatlılar takımının danaburnugiller famil yasından, yer altında yaptığı uzun dehlizlerde ve geniş yuvalarda yaşayan, kazıcı ve sebzelerin kök lerini keserek zararlara sebep olan kadife görünüm lü kahverengi kırmızımsı iri bir böcek; kök kurdu, (Gryllotalpa vulgaris). 2. {OsT} tıp. Parmakta çıkan iltihaplı bir yara; dolama. [Bürhan-ı Katı’] 3. dnz. Pruva locası, danacı, [dana-cı] is. Dana çobanı, danadili, -ni [dana+dil-i] is. ed. Saz şairlerinin şiirle rinin derlendiği, uzunlamasına açılan el yazması ve deri kaplı defter; cönk; sığırdili, danak, -ğı [Ar. dânâk jUb] (da;na:k) {OsT} is. Ço cukların dişleri çıkmaya başladığında pişirilen buğday; diş buğdayı, danakıran otu, [dana+kıran + ot-u] is t. bot. Sahlepgillerden, sulak çayırlarda yetişen, temmuz ve ağustosta çiçek açan tüylü bir otsu bitki; (Epipactis
pulustris). danalı, [dana-lı] sf. 1. Danası olan; dana sahibi. 2. {ağız} (İnek için) boğaya gelmemiş, darnalık, -ğı [dana-lık] {ağız} is. 1. Ahırlarda buzağı konulan bölme. 2. Dana sürüsü. [DS] danalit, [Fr. danalite] is. min. Demir, çinko, manga nez ve berilyumun sülfürlü doğal silikatı, danalya, [İt. tenaglia] (d a ’nalya) {ağız} is. 1. Ayak kabıyı kalıba çekmeye yarayan aygıt. 2. Çakı bü yüklüğünde bıçak. [DS] danam , [dana-m (iyelik 1. t.k.)] {ağız} ünl. Çocuk ve gençlere övgü dolu seslenme sözü; paşam; aslanım. [DS] danam ak, [eT. dan-mak > dan-a-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] [-n(ı)-yor] Şaşmak; acayip bulmak. [DS] danaş, [? dana-ş] {ağız} is. Kadm; kız. [DS] danayan, [Far. dânâyân oUUb] (da;na:ya;n) {OsT} is. Çok bilenler.
ö I M
I Ö I M
İ .1 0 9 7
danayi, [Far. danayı ^ b ] (d a :n a :y i:) {OsT} is. Bilgililik; zekâ, danayit, [Fr. dana'ıt] is. inin. Kobaltlı mispikel. danazım ak, [danaz-ı-mak] {ağız) gçsz. f . [- r ] Sık sık etrafına bakmak; bakınmak. [DS] danbürit, [Fr. danburite] is. miri. Doğal kalsiyum borosilikat: Ca B 2Si2Os
DAN
dandiklemek, [dandik-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(i)-y o r] 1. (Borç vb. için) çıkarıp vermek. 2. Dürtmek. 3. Yazmayı çeneden başlayarak başa do lamak. [DS] dandili, [dan (yans.) > dan+dil-i] {ağız} is. Beşik. [DS] dandiliçiiş, [dan (yans.) > dan+dil-i+çüş] {ağız} is. Tahterevalli oyunu. [DS]
Danca, [Efsanevî Danimarka kralının adından] is. dandilik, -ği [dan-di-li-k] {ağız} is. 1. Fırıldak; topaç. Kuzey dillerinin doğu öbeğinden miladî 6 0 0 ’den 2. Yavaş çalışan kimse. [DS] itibaren Danimarka ile İsveç’in güney kesimlerinde dandin, [dan (yans.) + din (yans.) ji-^b] {ağız} sf. konuşulan dil; Dan dili, Hoppa; yaramaz; şımarık. [DS] S dandin etmek, dancı, [dan-cı] {ağız} sf. 1. Kusur arayıcı; ayıplayıcı. {OsT} Ç ocu k oynatm ak; hoplatm ak. 2. Boyu uzun fakat zihnî yeteneği gelişmemiş. [DS] dancukm ak, [dan-cuk-mak] {ağız} gçsz. f . [-u r] Hid dandini, [dan (yans.) > dan+din-i] ünl. 1. Bebekleri uyutmak veya oyalamak için söylenen ninnilerde detlenerek kızmak. [DS] S dancukup durm ak, geçen tekerleme sözü. 2. {ağız} Şaşkın adam. [DS] {ağız} Mahzun, hareketsiz, düşün celi du rm ak; içi 3. sf. Dağınık ve perişan, ö dandini bebek, Yaşına sıkılm ak. [DS] uygun dü şm ey ecek biçim d e ç o cu k g ib i davranan dançe, [Far. dân-çe *~ b ] {OsT} is. Mercimek. yetişkin. ||dandini beyim, hoppala paşam , 1. N az dandalcak, -ğı [dan+dal-cak] sf. Her şeyi meydanda; lan an k işilerle a la y etm ek için söy len en söz. 2. çırılçıplak. (Ç o cu k la r için) yüz verip şım artılan. dandan, [dan (yans.) > dan+dan] {ağız} sf. 1. Kaba dandirik, -ği [dan (yans.) > dan+dir-ik] {ağız} is. ve düşüncesizce konuşan. 2. İddialaşan ve bunu Fırıldak; topaç. [DS] yüksek sesle bağıran. 3. is. Çok gürültülü bir şekil d ane1, [Far. dâne 4jb] (d a:n e) {OsT} is. 1. Tohum; çe de konuşma. [DS] kirdek. 2. Tane; adet. 3. Kuş yemi. 4. as. Top mer dandannam a, [dan (yans.) > dan+dan-la-ma] {ağız} misi. S dâne-çîn, {OsT} 1. T ane toplayan. 2. B ir is. Okşama; nazlatma. [DS] şey d en yararlanan.\\ dâne-dân, {OsT} 1. A m bar. 2. dandannam ak, [dan (yans.) > dan+dan-la-mak] Tohum atılm ış tarla. 3. Tohumluk. 4. Tane tane; {ağız} gçsz. f . [- r ] [~n(ı)-yor] Oyalanmak; sallan dağımlc.\\ dâne dükenmek, {OsT} R ızık tükenm ek.|| mak. [DS] dâne-i hâl, {OsT} T ek ben.\\ dâne-i hardâl, {OsT} dandarlığı, [tan+darlığı] {ağız} is. Günün ağarmaya H a rd a l tanesi.\\ dâne-i şerâre, {OsT} K ıvılcım .|| başladığı zaman; tan vakti. [DS] dâne-rîz, {OsT} Tane d ö k en ; tohum s a ç a n ; çiftçi. dandın, [dan (yans.) > dan+dm] {ağız} sf. 1. Hoppa; dane2, [daha + ne] (d a :a n e) {ağız} e. 1. Peki; olur. 2. şımarık; nazlı; yaramaz. 2. Patavatsız; zevzek. 3. iinl. Daha ne duruyorsun; hemen. [DS] Parasız; tıntın. 4. is. Arzu; kapris. [DS] danedar, [Far. dâne-dâr _>b «ib] (d a :n ed a :r) {OsT} sf. dandınlamak, [dan (yans.) > dan+dm-la-mak] {ağız} Verimli; bol ürünlü; tanesi çok. gçsz. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Gururlanmak; kibirlenmek. danek, [Far. dâne-k dbb] (d a:n ek) {OsT} is. Tanecik; [DS] dandırgaç, -cı [daldır-gaç] {ağız} is. Hokka. [DS] dandırık, -ğı [dan (yans.) > dan+dır-ık] {ağız} is. Topaç; fırıldak. [DS] dandi1, [İng. dandy (züppe)] is. Giyim ve süslenme de aşırılığa kaçan kimse; züppe. dandi2, [İng. dundee] is. dnz. Büyüle bir kotra direği ile pupada ve dümen dolabının önünde daha küçük ikinci bir direği olan kıyı yelkenlisi. dandik1, -ği [Çing. dand (diş) / dan (yans.) > dan+ dik] {ağız} sf. 1. Kavgacı; dövüşken. 2. Çabuk kü sen; huysuz. 3. (Kişi için) ciddiyetten uzak olan. 4. (Kişi için) hevesi çabuk geçen; kararsız. 5. Zevzek; patavatsız. 6. Hoppa; şımarık. 7. argo. Sahte; dü şük nitelikli. 8. is. Gurur; kibir. [DS] dandik2, -ği [İng. dandy => dandik] {ağız} is. Dar ve kısa elbise. [DS]
tohumcuk. danende, [Far. dânende o.ı^b] (d a;n en d e) {OsT} sf. Bilen, bilgili; haberdar. S dânende-i serâir, {OsT} İç in d ek i sırrı bilen. danekisi, [daha-n + erte-s-i ?] (d a:n ekisi) {ağız} zf. Ertesi; bir sonraki. [DS] S danekisi gün, {ağız} E r tesi gün. [DS] danesi, [daha-n + erte-s-i ?] (da:n esi) {ağız} zf. Erte si; bir sonraki. [DS] S danesi gün, {ağız} E rtesi gün. [DS] d ang1, [dan / din / dang / danğ / dank / dmg / dmk / ding / dirik / dong / düng / dünk / düngk (yans.)] is. Yuvarlanma, takla atma; vurma, düşme; çan ya da vurmalı bir çalgı çalma; ileri geri konuşma ve mı rıldanmayı bildiren kök. [Zülfıkar] dang etm ek, dan g dııng, dan g-a-dak, dan g-al-ak, dan g -ıl düzen,
ÖIÜMIÜMM
DAN
dan g-ıl-da-m ak, dan g-ıl-ı+ kır-m a, dang-ı, dang-ıra-m ak, dan g -ır dang-ır, dang-ır-ik, dan g-ır dungur dang2, [tan > dan dU>] (dan) {eAT'} is. 1. Hayret; şaş ma; taaccüp. 2. Şaşılacak şey; hayrete şayan. 3. sf. Garip; acayip. 0 dana batm ak, {eAT} H ay ret için d e kalmak.\\ dana gelmek, {eAT} H ayrette kalmak.\\ dana kalmak, {eAT} Ş a şa k alm ak ; d o n a kalmak.\\ dan değil, {eAT} Ş aşılası d eğ il; şaşılm az. || dan görm ek, {eAT} G arip g ö rm ek ; a cay ip bulmak.\\ danı yok, {eAT} İhtiyacı y o k ; önem verd iğ i y o k (?).\\ dan mı? {eAT} Ş aşılır m ı? dang3, [İsp. dang (y ap m acık hareket)] is. tıp. Aedes isimli sivrisineğin bulaştırdığı bir virüsün sebep olduğu, gribe benzer bulaşıcı ve salgın hastalık. dang4, [Far. dang t£b ] (da;ng) {OsT} is. Bir dirhemin altıda biri. dangadak, [dang-adak] ( d a ’n gadak) {ağız} zf. Bek lenmedik bir anda; birdenbire; damdan düşer gibi; ansızın; uluorta. [DS] dangadan, [dang (yans.) > dang-a-dan] {ağız} (da'ng a d an ) zf. Birdenbire; anî olarak. [DS] S dan gadan atm ak, {ağız} D üşünm eden; m ü n asebetsizce söylem ek. [DS] dangak, [tan-ak > dan-âk
(dan a:k) {eAT} sf.
Akıl almaz; garip; acayip, dangal, [eT. tan (k ab a) > danğ-al] {eT} is. Saman kesmiği. [DLT] fi1 dangal dungal, {ağız} G elişigü z el; biçim siz; k a b a sa b a . [DS] dangalafıstık, -ğı [dang (yans.) > dang-al-a+fıstık] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] dangalak, -ğı [eT. tan / ton (kab a) > dang-a-lak / Er me. danguluh [Dankoff] / Far. dengil (ahm ak) [Nişanyan]] sf. 1. Duyarsızlığı, düşüncesizliği, yersiz davranış ve kırıcı konuşmaları ile çevresindekileri rahatsız eden; akılsız; düşüncesiz; aptal; budala. 2. Kaim kafalı olup bilgiç geçmen. 3. {ağız} Boşbo ğaz. [DS] 4. {ağız} Bir şeyin irisi, büyüğü. [DS] 5. {ağız} (İnsan ve hayvan için) çok zayıf; çelimsiz; uzun boylu. [DS] 6. {ağız/ Köpek. [DS] dangalakça, [dangalak-ça] zf. Duyarsızlığı, düşünce sizliği, yersiz davranış ve kırıcı konuşmaları ile çevresindekileri rahatsız eden kişilere özgü; akıl sızca; düşüncesizce; aptalca; budalaca, dangalaklık, -ğı [dangalak-lık] is. 1. Duyarsız, dü şüncesiz, yersiz davranış ve kırıcı konuşmalar ile çevresindekileri rahatsız etme durumu. 2. Danga lakça yapılan davranış; akılsızlık; düşüncesizlik; aptallık; budalalık, dangaz, [eT. tan (k ab a) > dang-az] {ağız} sf. 1. Müs rif. 2. Aptal; budala. 3. Biçimsiz. 4. Yüksek. [DS] dangazlam ak, [dangaz-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [l(ı)-y or] Yüksekten uçmak. [DS] dangca, [tan-ca / dan-ca
( d a ’nca) {eAT} sf. Şa
şılası; şaşılacak; istiğrap olunacak.
• 1098
dangıl, [dang (yans.) > dang-ıl] zf. Dang diye ses çıkararak. S dangıl dungul, {ağız} 1. K onuşm ası v e d av ran ışları k a b a olan. 2. K a b a b ir biçim de. 3. (Y em ek için) ç o k sulu. [DS]|| dangıl düzen, {ağız} A let; ed ev at; avadanlık. [DS] dangılak, -ğı [dang (yans) > dang-ıl-a-lc] {ağız} sf. Dangalak. [DS] dangıldam a, [dangıl-da-ma] is. Kaba ve yüksek ses le konuşma durumu ve eylemi, dangıldam ak, [dangıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [d (ı)-y or] Kaba ve yüksek sesle, bağıra bağıra ko nuşmak. [DS] dangılıkırm a, [dang (yans.) > dang-ıl-ı+kır-ma] Sa ğız} is. Tahterevalli oyunu. [DS] dangımak, [dang-ı-mak] gçsz. f i [-r ] Şaşmak. d angır1, [dan+kır] {ağız} sf. Saçı dökülmüş; kel. [DS] dangır2, [dang (yans.) > dang-ır] {ağız} sf. 1. Kalın ve çirkin sesli. 2. Bağırarak, kaba saba konuşan. S dangır dangır, {ağız} Yüksek s e s le b a ğ ıra b a ğ ıra konuşm ak. [DS] dangıram ak, [dangır-a-malc] gçsz. f i [ -r ] [-r(ı)-y or] 1. Bağıra bağıra, yüksek sesle konuşmak. 2. Geve zelik etmek. dangırdak, -ğı [dangır-da-k] {ağız} is. 1. Koyun ve deve sürülerinin önden gidenine takılan kalın sac dan yapılmış tok ve gür sesli çan. 2. sf. Bağıra ba ğıra konuşan; küstah. [DS] dangırdam a, [dangır-da-ma] {ağız} is. Kaba ve yük sek sesle konuşma durumu ve eylemi. [DS] dangırdam ak, [dangır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [d (ı)-y or] 1. Saygısızca kaba ve yüksek sesle ko nuşmak, 2. Gevezelik yapmak. 3. Çirkin sesle ko nuşmak. 4. (Ses için) kalınlaşmak. 5. Gürültü yap mak; gürültülü ses çıkarmak. 6. (Keçi veya koyu nun boynuna takılan çan için) ses çıkarmak. [DS] dangırtı, [dang (yans.) > dang-ır-tı] {ağız} is. Gürül tü. [DS] dangil dingil, [dang-il + ding-il] {ağız} is. 1. Ufak ve seyrek üzüm salkımı; çıngıl. 2. Densizce yürüyüş. 3. Kadınların yalnız başına yaptıkları yürüyüş. [DS] dangilmek, [teng-il-mek] {ağız} gçsz. f i [ -ir ] Ters gelmek. [DS] dangirik, [dangir-ik] {ağız} sf. 1. Kupkuru; çok kuru. 2. Kedi köpek gibi hayvanların boynuna takılan çıngırak; çıngırak. [DS] dangiyo, [Yun. t’angio] {OsT} is. müz. Bir tür gayda, danglam ak, [dan-la-mak
(danlam ak) {eAT}
gçl. f i [ -r ] 1. Şaşırmak; garip bulmak; acayip bul mak. 2. Şaşırtmak. <5 danlayu kalmak, {eAT} Ş a şa k a lm a k ; h a y retler için de kalm ak. danglanm ak, [danla-n-mak Lj*-d£k] (danlanm ak) {eAT} edil.fi. [-u r] Şaşılmak, danglaşık, [danla-ş-ık j i J dU>] (d ahlaşık) {eAT} sf. Şaşılacak; hayrete şayan.
Ö I M I T O M .1 0 9 9
DAN
danglaşmak, [tanla-ş-mak > dan-la-ş-mak
(danlaşmak) {eAT} işteş, f. [-ur] Hep birlikte şaş mak; beraberce hayrete düşmek. danglatmak, [tan-la-t-mak > dan-la-t-mak j^-iKi.]
(damlatmak) {eAT} g ç l f. [-ur] Şaşırtmak; hayrete düşürmek. dangm ak', [tan-mak
> dan-mak j*Sb] (dah-
mak) {eAT} gçsz. f. 1. Hayrette kalmak; şaşmak. 2. gçl.f. Şaşırtmak. dangmak2, [tafi-mak > dan-mak] (danmak) {eT} gçl. f. [-ur] Bir sargı ile sarmak. dangsık, [tan-sl-k > dan-sT-k ^-S'U»] (dansık) {eAT}
sf. -» dansuk. dangsuh, [dan-sî-k > dan-su-k j-^-S'U»] (dansuh) (e-
pacak kişi tarafından, komşuların düşüncelerini öğrenmek üzere yemekli toplantı düzenlenmek. [DS]j| danışık çayı, {ağız} Düğün sırasında köylüye ikram edilen çay. [DS]|| danışık ekmeği, {ağız} Dü ğüne başlama sırasında yenilen yemek. [DS]|| danı şık etmek, {eAT} İstişare etmek. [DK]|| danışık yemeği, Düğünlerde bayrak asıldıktan sonra dü ğüne çağrılacakları, davetlilerin konuk edilecekleri evleri ve düğündeki görevlileri belirlemek için oğ lan , babasının köyün ileri gelenlerine verdiği ye mek; bayrak yemeği. danışık2, -ğı [tanış-ık] {ağız} is. Bildik; tanıdık; ta nışık. [DS] danışıkcı, [danışık-cı] {eAT} is. Danışman; müşavir,
AT} sf. -*■ dansuk. dangsuk, [dan-sı-k > dan-su-k
toplantı. [DS] 6. {ağız} Karşılıklı yapılan yardım. [DS] 7. Anlaşma; sözleşme. 8. {ağız} sf. Düğüne çağıran. [DS] S danışık asmak, {ağız} Düğün ya
S'Lt] (dansuk) {e-
AT} sf. 1. Şaşılacak; acayip; tuhaf. 2. is. Garip; aca yip şey. dangsukluk, [dansuk-lulç jji ö ^ - ü ] (dahsukluk) {eAT} is. Acayiplik; gariplik, dangur, [dang (yans.) > dang-ur] {ağız} iinl. Ne de diği anlaşılmayan kimsenin konuşurken çıkardığı gereksiz ve yüksek ses. [DS] S dangur dungur,
{ağız} Yüksek sesle bağıra bağıra konuşma biçimi. [DS] danğ, [dan / dm / dang / danğ / dank / dıııg / dinle / ding / dink / dong / düng / dünle / düngk (yans.)] is. Yuvarlanma, takla atma; vurma, düşme; çan ya da vurmalı bir çalgı çalma; ileri geri konuşma ve mı rıldanmayı bildiren kök. [Zülfikar] danğ-ır-da-k,
danğ-ır-da-mak danğaz, [danğ (yans.) > danğ-az] {ağız} [« . 1. Sert ve engebeli yer. 2. Sulama ya da yağmur sonrasında toprakta kuru kalan yerler. DS] danğırdak, -ğı [danğ (yans.) > danğ-ır-da-k] {ağız} is. Büyük çan; danğırdak. [DS] dangırdam ak, [danğ (yans.)> danğ-ır-da-mak] {ağız} gçsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] Dangırdamak. [DS] danık, -ğı [eT. tanuk] {ağız}is. Tanık; şahit. [DS] danış, [eT. tanuş > danı-ş] is. 1. Önemli bir konu için birkaç kişinin bir araya gelerek konuşması, görüş alışverişinde bulunması; müzakere; müşavere, {eA T } (aynı) [DK] 2. {eA T} Tavsiye; öğüt. [DK] S da nış etmek, {eA T} Danışmak; akıl almak; akıl sor
mak. danışık1, -ğı [danış-ık j-ü b ] is. 1. Görüş sorma, fikir edinme. 2. Olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek veya olduğundan başka türlü göstermek için önce den yapılan anlaşma; muvazaa. 3. {eAT} Öğüt; meşveret; müşavere; müzakere; istişare. [DK] 4. {eAT} Danışılan konu. 5. {ağız} Düğün yapacak olan kimsenin danışmak için komşularını davet ettiği
danışıklı, [danışık-lı] sf. Bir anlaşma sonucuna daya lı olarak olduğundan başka türlü gösterilen; muva zaalı. S danışıklı dövüş, Aldatma ve atlatma ama
cıyla kendi aralarında önceden anlaşmalarına rağmen, böyle bir şey yokmuş gibi davranma. danışıklık, -ğı [danışık-lık] is. Danışıklı olma duru mu; muvazaa, danışıksız, [danışık-sız] {eAT} sf. Danışmam bulun mayan. danışılma, [danış-ıl-ma] is. Bir konu hakkında fikir sorulma durumu ve eylemi, danışılmak, [danış-ıl-mak] edil. f. [-ır] Bir konu hakkında fikir sorulmak; görüşü alınmak, danışma, [danış-ma] is. 1. Bir konu hakkında görüş sorma; fikir alma eylemi; istişare, müşavere, meş veret. 2. Danışılan yer. 3. Bir kurum veya kurulu şun hizmetleri hakkında bilgi alınabilen veya iş için gelenlere yardımcı olmak üzere başvurulan yer; müracaat; enformasyon, t? danışma bürosu, Ku
rum veya kuruluşların hizmetleri hakkında bilgi alınabilen veya iş için gelenlere yardımcı olmak üzere başvurulan yer; müracaat; enformasyon.\\ danışma kurulu, Bir kurum ve kuruluşta danış manların oluşturduğu kurul. || danışma meclisi, Eşit yetkilere sahip olmayan iki meclisli yönetim lerde yasama yetkisi olmayan, ancak kendisinden görüş alınabilen meclis. danışmak, [eT. tanü-mak > danı-ş-mak j*-ü b ] gçsz.
f. [-ır] 1. Bir konu hakkında birisinden fikir almak; görüşüne baş vurmak; bilgi edinmeye çalışmak; akıl sormak; öğüt almak; meşveret etmek. {eAT} {ağız} (aynı) [DK] [DS] 2. {eAT} {ağız} Söylemek; de mek. [DS] danışm an1, [danış-mak > danış-man (Farsça dânişmend etkisiyle)] is. Uzman olduğu alanda kendisin den bilgi alman görevli; danışılan kimse; müşavir; {eAT} {ağız} (aynı), (1935 'te yemden). [YE] [DS]
ÖIÜMIİİMM., >
DAN
danışman2, [Far. danişmend > danışman
{e-
AT} {ağızj is. Bilgin; âlim; fakih. [YE] [DS] danışmanlık, -ğı [danışman-lık] is. Danışmanın işi ve görevi; müşavirlik. danışmant, [Far. danişmend > dânışmant jL^üb] {e-
ATj is. Danışman. Danıştay, [danı-ş + Moğ. -tay] is. Yönetimle ilgili uyuşmazlıkları ve davaları görmek, çözümlemek, Bakanlar Kurulunca gönderilen tasarılar hakkında görüş bildirmek; tüzük tasarılarını incelemek ve kendisine kanunda verilen yetki ve görevleri yerine getirmekle görevli bir yüksek mahkeme; Şûrâ-yı Devlet; Devlet Şurası, danız, [dan > dan-ız] {ağız} is. Onur kırcı söz. [DS] danızmak, [danız-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır ] 1. (El ve yüz için) soğuk ya da güneşin etkisi ile kurumak; sertleşmek. 2. (Ter için) birdenbire soğumak. 3. (Yufka ekmeği için) sert pişmek. [DS] danik, -ği [Ar. dânik J jb ] (da:nik) is. 1. Bir dirhe min altıda biri, yaklaşık 0,496 g. ağırlığında ölçü birimi. 2. Mangır. DanimarkalI, [Danimarka-h] sf. Danimarka halkın dan, Danimarka halkı soyundan olan; Danimar ka’da oturan. daniska, [Sanayi ürünlerinin üzerindeki Danzig / Daniska damgasmdan] sf. 1. En iyi, en yüksek, en büyük. 2. is. argo. En iyi örnek. danisten, [Far. dânisten jz-sb] (da:nisten) {OsT} m astar, f . Bilmek. daniş1, [Far. danisten (bilm ek) > dâniş ^ısb] (da:niş) {OsT} is. Bilgi; bilim. S dâniş-âmuz, {OsT} 1. Ö ğ ren iri. 2. Ö ğretici.|| daniş-fürüş, {OsT} B ilg içlik taslayan.\\ dâniş-gede, {OsT} Üniversite.\\ dânişger, {OsT} B ilgin; âlim.\\ dâniş-mend, {OsT} 1. B il gili. 2. İm p arato rlu k dönem inde, kad ıların y an ın d a a d a y o la r a k ça lışa n kim se.|| dâniş-mendân, {OsT} B ilg ili kimseler.\\ daniş-nam e, {OsT} Ş a h a d etn a m e,|| dâniş-perest, {OsT} B ilgiyi ve bilim i sev en .|] dâniş-perîz, {OsT} Bilgili.\\ dâniş-sâr, {OsT} Üni versite'.|| dâniş ve bîniş, {OsT} 1. Ö ğrenm e ve b il me. 2. B ilg i ve g ö rg ü .|| dâniş-ver, {OsT} B ilgin; âlim . ||dâniş-verân, {OsT} B ilg in ler; âlim ler. daniş2, [Sansk. dhanistha] {eT} is. Bir yıldız adı. [EUTS] danişî, [Far. dânlşı L5^Jb ] (da:ni:şi.) sf. Bilen; bilgin; âlim. danişment, [Far. dâniş-mend Jû^üb] {OsT} sf. 1. Bil gili; bilgin. 2. is. Tanzimat öncesinde medreselerde naip denilen kadıların yanında yardımcı olarak bu lunan fıkıh bilginlerine verilen unvan; asistan. 3. Medrese öğrencisi. dank1, [dan / din / dang / danğ / dank / dmg / dınk /
ding / dink / dong / diing / dünk / dünglc (yans.)] is. Yuvarlamna, takla atma; vurma, düşme; çan ya da vurmalı bir çalgı çalma; ileri geri konuşma ve mı rıldanmayı bildiren kök. [Zülfıkar] d an k dank, dank d a n k etm ek, dan k-la-m ak, d an k-ır & (kafaya) dank demek, S onunda an lay a b ilm ek . || (kafasına) dank etmek, 1. A n layam adığı b ir şey i b ir o la y üzerine birden kavram ak. 2. A cı b ir b içim d e a n lam a k; aklı b a şın a gelm ek. |] dank dank etmek, {ağız} Hızlı hızlı çarpm ak. dank2, [Isp. dang] {ağız} is. Grip; nezle. [DS] d ank ’, [? dank] {ağız} is. Şeker pancarı; pancar. [DS] dankıl, [dank (yans.) > dank-ıl] {ağız} is. Yuvarlan ma, takla atma, vurma, düşme, çan ya da vurmalı çalgı çalma, ileri geri konuşma ve mırıldanma anla tan yansımalı gövde. [DS] S dankıl dunkul, {ağız} M ünasebetsiz; k a b a . [DS] dankıldam ak, [dank-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [d (ı)-y or] Bağıra bağıra yüksek sesle konuşmak. [DS] dankır, [dank-ır] {ağız} sf. (Kişi için) zayıf; çelimsiz; et tutmayan. [DS] dankırdam ak, [dank-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [d (ı)-y or] Bağıra bağıra yüksek sesle konuşmak. [DS] danklam ak, [dank-la-mak] gçsz. f . [ - ı ] [-l(i)-y o r] 1. Akla gelmek; sezmek. 2. Ummak. d anlam ak1, [eT. tan (şaşm a) > dang-la-mak / dan-lamak] {ağız} gçsz. f . [- r ] [-l(ı)-y o r] 1. Şaşmak. 2. Ayıplamak; kınamak. 3. Bahane bulmak. 4. Övgü ya da kınamada aşırı kaçmak, danlam ak", [tan-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] Sabahlamak. [DS] danlam ak3, [dan-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Uğuldamak; ses çıkarmak. 2. Duyduğunu çevreye yaymak. [DS] danlaşmak, [danla-ş-mak
{eAT} işteş, f i [-
ıır] Hep birden şaşmak; hayrete düşmek, danlayadüşm ek, [danla-y-a+düş-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - e r ] Çıkagelmek. [DS] danlı, [dan (hayret) > dan-lı] {ağız} sf. Ayıplı. [DS] fi1 danlı danlı, (K onuşm ak için) k in ayeli olarak. danlık, -ğı [tan (seh er) > dan-lık] {ağızfis. Ufuk. [DS] danm ak1, [tan-mak > dan-mak j i j ] {eAT} gçl. f i [-a r ] Danışmak; istişare etmek. danm ak2, [tân-mak > dân-mak] (d a m m a k ) {eT} gçl. fi. [ - a r ] İnkâr etmek; gizlemek. danm ak3, [tân-mak > dan-mak] {ağız} gçl. f i [-a r ] Anmak; akla gelmek; hatırlamak. [DS] dans, [Fr. danse] is. Çoğunlukla birden çok kişinin bir müzik eşliğinde yaptıkları belirli adım ve hare ketler dizisi; oyun. 0 dans etmek, 1. Müziğin rit m ine uygun o la r a k estetik d e ğ e r taşıyan vücut h a rek etleri y ap m ak. 2. argo. B a h a n e bu lm ak.|| dans
m
H
E
U
DAP
• 1101
müziği, D an s etm ek için hazırlan m ış ça lg ı veya m iizik eseri. dansak, -ğı [dan-sa-k] {ağız} sf. 1. Gereksiz; anlam sız. 2. Gururlu, kibirli; alaycı; münasebetsiz. [DS]
danüztt, [tan+yüzü] {ağız} zf. Şafak söktüğü zaman. [DS] danyeri, [tan+yer-i] {ağız} is. Güneşin doğmak üzere olduğu zamanki yer; tan yeri. [DS]
dansam ak, [dan-sa-mak] {ağız} g ç l . f [~r] [-s(ı)-y or] 1. Alay etmek; beğenmemek. 2. Ayıplamak; kına mak. [DS]
danz, [Ar. tanz j i ] {ağız} is. Maskaralık. [DS]
dansçı, [dans-çı] is. 1. Dans eden. 2. Dans etmeyi meslek edinmiş kişi. 3. Dans etmeyi seven kişi, dansık, -ğı [eT. tansuk] {ağız} sf. 1. Gereksiz; anlam sız. 2. Gururlu; kibirli; alaycı. 3. Ölçüsüz, yersiz konuşan; densiz. [DS] dansımak, [tan-su-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] 1. Alay etmek; beğenmemek. 2. Ayıplamak; kınamak. [DS] dansimetre, [Fr. densimetre] is. Bir sıvının yoğunlu ğunu doğrudan doğruya ölçen bir alet; yoğunluköl çer. dansimetri, [Fr. densimetrie] is. Bir sıvının yoğun luğunu ölçme işi. dansing, [İng. dancing-hause (dans evi)] is. kısalt. Flalka açık ücretli dans yeri, dansitom etre, [Fr. densitometre] is .fo t. Yoğunluköl çer. dansom etre, [Fr. densometre] is. Demir yolu travers lerinin oynaklığını ölçmeye yarayan alet, dansör, [Fr. danseur] is. Dansçı, dansörlük, -ğü [dansör-lük] is. Dansçının işi ve mes leği. dansöz, [Fr. danseuse] is. 1. Kadın dansçı. 2. Oryan tal dans gösterileri yapan kadın, dansözlük, -ğü [dansöz-lük] is. Kadın dansçının işi veya mesleği, dansuk, -ğu [eT. tansuk > dansuk > dansuk 3 >~^] {eAT} sf. 1. Şaşılacak. 2. {ağız} sf. Düşünmeden, kalp kırıcı biçimde konuşan, dansuklamak, [dansuk-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [l(ıı)-yor] Ayıplamak; kınamak. [DS] dantel, [Fr. dentelle] is. 1. Elbise, çamaşır, örtü gibi eşyalara dikilen seyrek ve süslü dokuma veya el işi; tentene. 2. gnşl. Dantel biçiminde kesilen her hangi bir şey. fi1 dantel ağacı, bot. T ro p ik al A m e rika ‘d a y etişen k a t k at k ab u k la rı su d a b ir m üddet yatırıldıktan so n r a k o la y c a ayrılan ve a ğ a ç g ö rü nüm ünde dan telim si d o ku la rı s e b e b iy le sü s eşyası o la r a k kullanılan b ir a ğ a ç, (L agetta lin tearia). dantela, [Yun. dantella] is. Dantel, dantelalı, [dantela-lı] sf. Dantelası olan; dantelle iş lenmiş olan; dantelli, dantelli, [dantel-li] sf. Danteli olan; dantelle işlenmiş bulunan; dantelalı. danuk, [tan-ı-k> dan-u-k j y t ] {eAT} is. Tanık, danük, [Far. dânük A b ] (da:nü k) {OsT} is. Diş buğ dayı.
danzımak, [dan-(ı)z-ı-mak] {ağız} g ç s z .f. [- r ] (Sacda pişirilen ekmek için) iyi pişmeyip kavrulmak; sert leşmek. [DS] d ap a1, [eT. tap-mak (bulm ak) > tap-a > dapa Uta] {eAT} is. Tarafına; yönüne; -e kadar. dapa2, [? dapa / tapa] sf. (Kişi için) alay konusu edilen; çekiştirilen, dapacak, -ğı [tap-mak > tap-acak > dap-acak J»->]
{eAT} is. Kendisine tapılacak şey; mabut; tapacak, d apadar, [da(p)-a + da/r] pekşt. sf. Çok dar; daracık, dapcm m ak, [tap-mak (bulm ak) > dap-cm-mak] {ağız} g ç s z .f. [ -ır ] Boşu boşuna ümitlenmek. [DS] dapdağmık, -ğı [da(p)+da/ğm-ık] ( d a ’p d a ğ ım k ) p ekşt. sf. Çok dağınık; düzensiz; intizamsız, dapdar, [da(p)+da/r] p e k ş t sf. (Eşya ve içine girile cek yer için) çok dar; çok sıkı, dapdaracık, -ğı [da(p)+da/r-a-cık] sf. (Eşya konulan ve içine girilecek yer için) son derece dar; son de rece sıkı. dapduru, [tap (doğru) + dur-mak] {ağız} sf. Ayağa kalkmak; doğrulmak. [DS] S dapduru olmak, {ağız} B irden a y a ğ a k alkm a k; fır la m a k . [DS] dapdiri, [tap (doğru) + dur-mak] {ağız} sf. (Gezmek, dolaşmak eylemi için) züppelik olsun diye yalına yak, başıkabak ve savrukça. [DS] S dapdiri ol mak, {ağız} B irden doğrulup a y a ğ a kalkm ak. [DS] dapıcı, [tapu-cu] {ağız} is. Tapu işlerini yapan görev li; tapu memuru. [DS] dapıklamak, [dapık-la-mak] {ağız} g ç s z .f. [- r ] [-l(i)~ y o r ] Uyuklamak; dalmak. [DS] dapılam ak, [dapı-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] (At, eşek vb. için) ön ayaklan sık sık bükül mek. [DS] dapıncak, -ğı [dapm-cak] {ağız} is. 1. Kuyu tulumba sı. 2. Bir tarafına kova, diğer tarafına taş bağlı ve ortadan destekli kuyudan su çekmeye yarayan ağaçtan kaldıraç. [DS] dapm dırık, -ğı [dapm-dırık] {ağız} is. 1. Hayvanların kaçmasını önlemek için ayaklarına bağlamak sure tiyle yapılan engel; köstek. 2. Bağlanmış. 3. Bir tarafına kova, diğer tarafına taş bağlı ve ortadan destekli kuyudan su çekmeye yarayan ağaçtan kal dıraç. [DS] dapınm ak1, [dap (yans.) > dap-m-mak] {ağız} g ç s z .f. [-ır ] 1. Uyuklamak; dalmak. 2. (Hayvan için) çok yüklü arabayı güçlükle çekmek. [DS] dapınmak2, [eT. tap-mak > tap-m-mak] {eAT} dönşl. f . [-ır ] Hizmet etmek.
o iü m ik s ö m
DAP
dapkır, [Moğ. dapkur] {ağız} is. Bölük; kafile; man ga. [DS] daplak, -ğı [dap-la-k] {ağız} is. 1. Ablak suratlı. 2. Bir yaşındaki dana. [DS] dapşırtnak, [eT. tapşır-mak
{eAT} gçl. f . [-
ur] Teslim ekmek; emanet etmek, daptam ak, [Moğ. dapta-mak] {eT} gçl. f . [- r ] Demir dövmek. daptavul, [Moğ. dapta-vul] {eT} is. Demirci; vurucu; dövücü. [Nevâyî] daptırm ak, [dap-tır-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır] Birden bire içeri girmek. [DS] dapu, [eT. tap-mak > tapığ] {eAT} is. Hizmet, dapul, [Ar. tabi > dapul J o ] is. Davul. dapulamak, [dap-u-la-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-l(u)y o r ] Uyuklarken uyanıp birdenbire silkinmek. [DS] dapurdam ak, [dap (yans.) > dap-ur-da-mak] gçsz. f . [ - r ] [-d(u )-y or] 1. Tepinmek. 2. Ayaklarını ileri geri sallayarak debelenmek. -d ar, [Far. dâşten (elin de bulundurm ak) > -dâr jta -] (d a :r) son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere “bulunduran, sa h ip o la n ; elin d e tutan ” anlamı ka tarak birleşik sıfatlar yapan son ek. defter-dâr, bayra k-d âr, a lem -d â r d a r1, [dar / dır (yans.)] is. Basınç ya da hız nedeni ile sürtünmeyi, gaz ya da akışkan nesnelerin kapalı bir yerden basınçla dışarıya atılmasını, buna benzer konuşmayı anlatan kök. [Zülfikar] d a r dar, d a r d a r etm ek, d ar2, [ eT. târ > dar] sf. 1. İçine alacağı nesneye oranla ölçüleri küçük olan. 2. Genişliği az veya ye tersiz olan; dar. 3. (Zaman için) kısa. 4. gnşl. (Gi yecek için) vücuda tam oturan; bedene yapışan. 5. (Para ve ihtiyaç maddeleri için) insana rahatlık sağ layacak yeterlilikte olmayan. 6. (Kavrayış, zihinsel güç için) yetersiz; tutucu; mutaassıp. 7. m ecaz. Sı nırlandırılmış; sınırlı. 8. zf. Ucu ucuna; ancak ye terli; güçlükle. 9. is. Para sıkıntısı; geçim zorluğu. fi1 d ar acele, {ağız} A cele ile. [DS]|| d ar açı, D ik a çıd a n d a h a küçü k olan açı. || dara boğmak, B iri nin için de bulunduğu sıkıntılı ve g ü ç dürüm dan y a ra rla n m a k .|| d ara d ar, G ü çlükle; son d a k ik a d a ; a n c a k ; ucu ucuna. || dara düşmek, P a r a sıkıntısı çekm ek. ||d ara gelmek, 1. A celey e gelm ek. 2. M ec b u r olmak.\\ d ara girmek, {ağız} Sıkılm ak. [DS]|| (kendini) d ar atm ak, B ir y e r e gü çlü kle ve a c e le o la r a k sığın m ak; kaçm ak. ||d ar boğaz, 1. coğ. İk i çukurluğu birleştiren b o ğ az şeklin d ek i d a r vadi. 2. coğ . İçin den d ağı a şa n b ir akarsuyun g eçtiğ i vadi; kısık. 3. m ecaz. Toplumun çözü m len m esinde g ü ç lü k le karşılaştığ ı bunalım lı durum. || d ar canlı, {ağız} S abırsız; a c eleci. [DS]|| d ard a bulunmak, P a r a sıkıntısı için de bulunm ak]] darda kalmak, 1. P a r a c a sıkın tıya düşm ek. 2. Ç aresiz ve z o r durum
• 1102
d a olmak.\\ d ar eteğe, gen koltuğa sığınu gelmek, {eAT} Birinin koruyuculuğuna sığ ın m ak; birinin koltuğu altın a girm ek. [DK]|| d ar dirlik, {eAT} Z a ru ret için d e y a şa m a . ||d ar geçit, dnz. İk i k a r a p a r ça sı a ra sın d a k i su k an alı veya g e ç iş yolu. ||d ar ge lirli, K a za n cı n o rm a l b ir g eçim sa ğ la m a y a y etm e y en ; g eçim sıkıntısı çeken.\\ d ar görüşlü, Yeni ve d eğ işik g ö rü şleri ben im seyem eyen ; anlayışsız. ||dar hat, ulaşt. G en işliği n o rm a l d em ir yolu ndan d a h a d a r o la n d em ir y olu geçidi.\\ d arı darına, G iiç h â l ile ; g ü çlü kle; so n a n d a ; ucu ucuna.\\ d ar kaçm ak, İstem ed iğ i b ir ortam dan b ir an ö n ce çıkm ak. ||dar kafalı, K av ray ışı az, an layışsız; y en ilikleri benim sem ekten yoksun.\\ d ar kıt, {ağız} G ü çlükle; ancak. [DS]|j d ar koltuğa kısılmak, {eAT} Birinin koltuğu altın a g irm ek ; koruyuculuğuna sığınm ak. [DK] 11 d ar koltuğa sığınmak, {eAT} B irinin him ayesin e gitm ek; koltuğu altın a girm ek. [DK]|| d ar ünlü, dbl. A ğız boşluğunun y ü ksekliğ i az, ağ ız g eçid in d ek i y o l d a r oldu ğu zam an m eydan a g elen ünlü (lıl, lil, lul, lül).|| d ar vakit, {ağız} A kşam nam azı vakti. [DS] d ar3, [Ar. dâr jb] (d a ;r) {OsT} is. 1. Ev; yuva. 2. Yer; mekân. 3. Ülke; yurt; diyar, fi1 d âr-ı âhiret, {OsT} Ö bür dünya; a h ret.|| d ar-ı ahzân, {OsT} 1. Üzüntü evi. 2. Hz. Y aku b’un evi.|| dâr-ı bagıy, {OsT} 1. İs y a n yeri. 2. Şam kentinin esk i adı. || d âr-ı bekâ, {OsT} Ö bür dün ya; ahret. ||d âr-ı cihân, {OsT} Dün y a ,|| d âr-ı dünyâ, {OsT} D ünya.|| dâr-ı emân, {OsT} M üslüm an b ir devletin zim m etini k a b u l etm iş y a d a o n la r la b a rış için d e bulunan halkı M üslüman olm ayan bir devletin toprakları. || dâr-ı fenâ, {OsT} 1. G eçic i kalın an y er. 2. m ecaz. Dünya. || dâr-ı fenâdan d âr-ı bekâya azimet eylemek, {OsT} Ölm ek.|| d âr-ı gu rü r, {OsT} D ünya.|| d âr-ı harb, {OsT} M üslüm anlarla sa v a ş h â lin d e olan, b ir Müs lüm an olm ayan halkın ülkesi.\\ dâr-ı hüzn, {OsT} D ünya.|| d âr-ı ibtila, {OsT} Dünya. || dar-ı İslam, {OsT} M üslüm anların egem en liğin de olan y e r le r .|| d âr-ı naîm, {OsT} Cennet. ||d âr-ı pilpil, {OsT} D arı fülfül.\\ dâr-ı ridde, {OsT} M üslüman iken b a şk a din e dön en lerin bulunduğu ülke. || dâr-ı şeşder, {OsT} D ünya.|| dâr-ı şeş-per, {OsT} D ünya.|| dâr-ı ukbâ, {OsT} Ö bür dünya; ahret. || dâr-ı zimmet, {OsT} M üslüm anların eg em en liğ i altın a girm iş bu lunan M üslüman o lm a y an la ra verilen yerler.\\ dâr u diyâr, {OsT} Yer yurt.\\ d ârü ’l-aceze, {OsT} -* darülaceze.|| d ârü ’l-âfiye, {OsT} S ağ lık yurdu.\\ d ârü ’l-akâkir, {OsT} E cz a saklan an yer.\\ d ârü ’lâm ân, {OsT} -*■ darülaman.|| d ârü ’l-azâb, {OsT} C ehen n em .|| d ârü ’l-bâb, {OsT} G iriş yeri.\\ d ârü ’Ibedâyi, {OsT} -*• darülbedayi.|| d ârü ’l-bekâ, {OsT} Ö bür dünya; a h ret.|| d ârü ’I-bevâr, {OsT} C ehennem .|| d ârü ’l-beyzâ, {OsT} B ey a z ev.|| d ârü ’lbugât, 1. isy a n cıla r yeri. 2. H alep şehrinin eski a d ı.|| d â rü ’l-celâl, {OsT} 1. Y ücelik yeri. 2. Erzu rum'un e s k i a d ı.|| d ârü ’l-cezâ, {OsT} A hret.||
n m
f ö H
DAR
. 1 1 . 3
d ârü ’l-cihâd, {OsT} İslam ü lk eleri sın ırları dışın daki, M üslüm anlarla b a rış y ap m am ış ülkeler.\\ d ârü ’l-elhân, {OsT} - * darülelhan.|| d ârü ’l-em âre, {OsT} 1. H üküm darın konutu. 2. H üküm et d a ir esi.|| dârüT-em kân, {OsT} Dünya.\\ dârüT-eytâm , -*• darüleytam.ll d ârü ’l-fahr, {OsT} 1. Ö vün ülecek yer. 2. D iy a rb a k ır’ın es k i adı.\\ d ârü ’I-fenâ, {OsT} D ünya.|| d ârü ’l-feth, {OsT} 1. F etih y eri. 2. K a y se ri'nin esk i adı.\\ d ârü ’l-fevz, {OsT} 1. Üstünlük y e ri. 2. H a r p u t’un esk i adı.\\ d ârü ’l-hadis, {OsT} -*■ darülhadis.|| d ârü ’l-harb, {OsT} - * darülharp.|| dârü ’l-hikmeti’l-İsIâmiye, {OsT} M eşrutiyetten so n ra Şeyhülislam k ap ısın d a toplan an y ü k sek dan ışm a y e r i ve kurulu.\\ d ârü ’l-hilâfe, {OsT} -*■ darülhilafe.|| d ârü ’l-huffâz, {OsT} -*■ darülhuffaz.|| d ârü ’lhuld, {OsT} B e k a evi; C ennet.|| d ârü ’l-ilm, {OsT} B ilg i yurdu.|| d ârü ’l-imtihân, {OsT} D ünya.|| d ârü ’l-İslâm, {OsT} -*• darülislam.|| d â rü ’I-istihz âr, {OsT} Laboratuar.\\ d ârü ’l-ifâ m , {OsT} A şevi; imaret.\\ d ârü ’l-iz, {OsT} L Y ücelik yeri. 2. A m as y a ’nın esk i a d ı.|| d ârü ’l-kadı, {OsT} Mahkeme.\\ d ârü ’l-k arar, {OsT} K ıyam etten so n r a k a lın a c a k y e r .|| d ârü ’l-kemâl, {OsT} 1. O lgunluk evi. 2. İ s tanbul şehri.\\ d â r’ül kıyâm, {OsT} 1. K ıyam et evi. 2. Ö bür dünya. || d ârü ’l-k urrâ, {OsT} K u r ’an oku m a bilim ini ihtisas o la r a k e le a la n m ed rese.|| dârüT-kütüb, {OsT} ->■ darülkütüp. || d ârü ’l-maarif, {OsT} E ğitim yuvası.\\ d ârü ’l-m ecânin, {OsT} A kıl h a stalıkla rı hastanesi.\\ d ârtt’l-mesâî, {OsT} ->■ darülmesai.|| d ârü ’l-mescid, {OsT} 1. S e c d e yeri. 2. K e m a h ’ın esk i a d ı.|| d ârü ’l-mesnevî, {OsT} 1. M esnevi yurdu. 2. M evlan a ’nın M esnevisini okut m ak için a çılm ış öğretim kurumlan.\\ d ârii’lmuallimât, {OsT} -*■ darülmuallimat.|| d ârü ’lmuallimîn, {OsT} -*■ darülmuallimin.|| d ârü ’lmuallimîn-i âliye, {OsT} E r k e k y ü k sek öğretm en okulu.\\ d ârü ’l-muhâsebe ve’l-m evâris, {OsT} Mi ra s işleri d a ir esi.|| d ârü ’l-musikî-i Osmânî, {OsT} O sm anlı m usiki evi.\\ d ârü ’l-mülk, {OsT} B aşken t.|| d ârü ’l-mülk-i Osmânî, {OsT} İstanbul]] d ârü ’lpehlivâniye, {OsT} 1. Yiğitlik yeri. 2. N iğde'nin esk i a d ı.|| d ârü ’l-ukbâ, {OsT} Ö bür dün ya; ahret.\\ d ârü ’l-ulem â, {OsT} 1. B ilg in ler yeri. 2. S iv a s ’ın esk i a d ı.|| d ârü ’l-ulûm, {OsT} Ü niversite.|| d ârü ’lvilâde, {OsT} Y oksu llara ayrılm ış doğum evi. || d ârü ’n-naîm , {OsT} Cennet. || d ârü ’ n-nasr, {OsT} 1. Yardım yeri. 2. E rz in ca n ’ın esk i a d ı.|| d ârü ’nnecât, {OsT} 1. Kurtuluş yeri. 2. B a y b u rt’un eski a d ı.|| d ârü ’ n-nedve, {OsT} 1. D an ışm a evi. 2. İs lam lık ö n cesi A rap k ab ilelerin in K â b e ’nin batısın d a toplan ıp tartıştıkları y er. 3. F e s a t yuvası. || dârü ’n-nusrâ, {OsT} 1. Yardım evi. 2. T o k a t’ın eski adı.\\ d ârü ’n-nüzhe, {OsT} 1. E ğ le n c e yeri. 2. A k ş e h ir ’in eski adı.\\ d ârü ’r-râh e, {OsT} Hastahane.\\ d ârü ’r-ridge, {OsT} İslam ü lk eleri sın ırları dışın daki, M üslüm anlarla b a rış y ap m am ış ü lk eler. \\ dâ-
rii’r - r i f a, {OsT} 1. Yücelik yeri. 2. M a la ty a ’nın esk i adı. || d ârü ’ s-saâde, {OsT} -*• darüssaade.|| dârü ’ s-saâde ağası, {OsT} Sarayın harem dairesin d e g ö rev li olan harem ağası. ||d ârii’s-sa’îr, {OsT} C e hennem.\\ d ârü ’s-saltana, {OsT} -*■ darüssaltana.|| d ârü ’s-sanâ’a, {OsT} Sanat yeri.\\ d ârü ’s-selam, {OsT} - * darüsselam.|| d ârü ’s-sevâb, {OsT} Cennet.|| d ârü ’s-sıhha, {OsT} -* darüssıhha.|| d ârü ’ssugr, {OsT} 1. K ü çü k yer. 2. A ntakya ve I s p i r ’in eski a d la rı.|| d ârü ’s-sulh, {OsT} İslam ülkesi.\\ dârü ’s-sürûr, {OsT} Cennet.|| d ârü ’ş-şafaka, {OsT} -*• darüşşafaka.|| d ârü ’ş-şifâ, {OsT} -*■ darüşşifa. || d ârü ’t-tab âati’l-âm ire, {OsT} D evlet m atbaası]] d ârü ’t-tâ ’lim, {OsT} O rtaokul. || d â rü ’t-tedâvi, {OsT} Hastahane.\\ dârii’t-tedrîs, {OsT} S ağ ır ve d ilsizler okulu. || d ârü ’t-tıbâati’l-âm ire, {OsT} D evlet m atb aa sı.|| d ârü ’t-tırâz, {OsT} -*• darüttıraz. 11 d â r’ez-zafer, {OsT} 1. Z a fer y eri. 2. A k sa ray ’ın esk i adı. d ar4, [Far. dâr jb] (d a:r) {OsT} is. 1. A ğaç; kiriş; tah ta. 2. Direk. 3. İdam mahkûmlarım asmak için diki len direk. 4. tasvf. Bektaşilikte tarikata girmek iste yen kişinin ikrar verdiği ve kendisine telkinde bu lunulan, meydanın tam ortasına verilen ad. d ar5, [Far. dâr jb] (d a :r) {OsT} is. Kavga anlamına gelen “g îr ii d â r ” ikilemesinde geçer; savaş. d ar6, -rrı [Ar. d arr^ i] {OsT} is. Zarar. d ar7, -rrı [Ar. dârr jU=] (da:r) {OsT} sf. Zararlı. d ar8, -rrı [Ar. darr
{OsT} is. Sıkıntı; bela.
d a ra 1, [Ar. tarh (indirim) > İt. tare] ( d a ’ra) is. 1. Kabıyla birlikte tartılan şeylerin kap ağırlığı. 2. Kap ağırlığına karşılık öbür kefeye konulan ağırlık. fi1 d ara almak, A m balajlı b ir m alı tartıp a m b a la j ağırlığın ı düşm ek su retiyle m alın n et ağırlığın ı b u lm ak.|| d araya atm ak (çıkarmak), D eğ er v er m em ek; h e s a b a katm am ak]] d araya çıkarm ak, 1. H e s a b a katm am ak; saym am ak. 2. D eğ ersiz bulup a tm a k; d e ğ e r verm em ek d ara2, [Far. dâşten (tutmak)> dârâ !_>b] (d a .ra :) {OsT} sf. 1. Çok tutan; tutağan. 2. is. Eski İran hükümdar larına verilen unvan; (Lat. D ariu s). 3. Allah’ın ad larından “en büyük malik” anlamında biri. 4. m e caz. Büyük hükümdar. 5. Küp içinde kalan tortu. S d ârâ-yi d âr ü gîr, {OsT} S avaş hüküm darı. d araat, -ti [Ar. darâ'at
(d a ra :a t) {OsT} is. 1.
Küçülme; kendini küçültme; miskinleşme. 2. Alçak gönüllülük gösterme; tevazu. 0 d arâat etmek, M iskinleşm ek. daraatnam e, [Ar. darâ'at + Far. -nâme -ubxpl^ ] (dara ;a tn a ;m e) {OsT} is. Yazarın kendisi için alçakgö nüllülük göstermek amacıyla yazdığı mektup, d arab a, [Ar. darrâba 4jI_p] {OsT} is. 1. mim. Tahta ile
ÖIÜMIİKCESÖM. 104
DAR
yapılmış bölme. 2. Dükkân kepengi. 3. Parmaklık. darakçın, [tarak-çın] {ağız} is. Çavuş kuşu. [DS] 4. Köy evlerinde duvar diplerine yapılmış tahta se darakka, [Rus. tarella] {ağız} is. Yemek tabağı. [DS] dir; peyke; oturak; taraba. 5. {ağız} Köy evlerinde daraklama, [tarak-la-ma] {ağız} is. 1. Dilmelerden zahire konulan ambar. [DS] 6. {ağız} Binanın yan duvar üzerine yapılan parmaklık. 2. Dilmelere çıta duvarları. [DS] 7. {ağız} Balkon. [DS] 8. {ağız} Tahta çakıp üzerine sıva sürülerek yapılan duvar; bağda duvar. [DS] di. [DS]
daraban, [Ar. daraban u l ^ ] (d a ra b a :n ) {OsT} is. 1.
daraklamak, [tarak-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-
Çarpma; vurma; çarpıntı; vuruş. 2. (Kalp için) vur ma; vuruş; atış; nabız; çarpıntı. 3. Zonklama. S daraban eylemek, {OsT} Ç arp m ak; vurm ak; ç a r pın tılı b ir s e s çıkarmak.\\ darabân-ı dehr, {OsT} Zam anın d eğ işk en liğ i.\\ darabân-ı kalb, {OsT} Yü r e k çarpıntısı]] darabân-ı şedîd, {OsT} tıp. Şiddetli çarpıntı.
y o r ] 1. Sıkıştırmak. 2. Etrafım çevirmek; sarmak. 3. Güreşte rakibini belden kavramak. [DS]
darabat, [Ar. darbe > darabat o l
daracan, [darı-ca-n] {ağız} is. 1. Bir tür kuş yemi. 2. Ekin arasında yetişen ve başağı elbiseye yapışan bir tür ot. [DS]
daracık, -ğı [dar-a-cık] (d a ’racık) sf. 1. Çok dar. 2. {ağız} Dar sokak. [DS] 3. {ağız} İki duvar arası. [DS]
daraç, -cı [dar-aç] sf. Dar. daraca, [İt. terrazza] is. Bir yapının damında çevresi ve üstü açık yer.
daraçkk, -ğı [daraç-lık] is. 1. Dar olma durumu; dar olan yer. 2. {ağız} Paraca çekilen sıkıntı. [DS]
daraçtık, -ğu [dara-cık] sf. Çok dar. daradar, [dar-a+dar] (da ’ra d a r) zf. Güçlükle; ucu ucuna; darı darına,
daragım, [Ar. dırğam > darâğım
_^>] (dara:ğ ım )
{OsT} is. Aslanlar,
darağacı, [Far. dâr (direk) + T. ağa(c)-ı] ( d a 'ra ğ acı) is. 1. İdam mahkûmlarım asmak için kurulan seh pa. 2. inş. Rıhtım ve köprü yapımında kullanılan şahmerdanın kaldmlmasına yarayan iskele. 3. dm . Makarayı tutan vinç direkleri,
darai, [Far. dârâyl
(d a :r a :i:) {OsT} is. Bir tür
ipekli kumaş,
darair, [Ar. darre > darâ’ir J ^ ] (d a ra .ir) {OsT} is. Bir kocaya ait olan kadınlardan her biri; kumalar,
darak, -ğı [tara-malc > eT tar-ğak > tara-k] {ağız} is. 1. Tarak. 2. Ayağın parmaklara yakın olan kısmı; ayak tarağı. 3. Pamuk fıdelerinin çiçekten önce ta rak biçiminde görünüşü. 4. Tırmık. 5. Hasır doku makta kullanılan bir aygıt. 6. Koyun yünlerini ayırmakta kullanılan aygıt. 7. Kağnı koşularını bir birine bağlayan uzun ve düz ağaç. 8. Balık solun gacı. 9. Tepe; zirve,
daraka, [Ar. daraka ö p ] {OsT} is. 1. Deriden yapıl mış kalkan. 2. anat. Gırtlakta bulunan kıkırdaklar dan kalkan biçiminde olanı; kalkansı kıkırdak.
daraklık, -ğı [tarak-lık] {ağız} is. 1. Etin fileto kısmı. 2. El ve ayak ayası. 3. Bir kilogram ağırlığındaki sazan. 4. Bir tür şimşir ağacı. [DS]
darakmak, [dar > dar-ık-mak] {ağız} gçsz. f . [-(ğ )ır] Darda kalmak; zor günler geçirmek. [DS]
daralamak, [dara-la-mak] gçl. f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] Bir kefesinde bulunan cismin ağırlığım, terazinin öbür kefesine belirsiz ağırlıklar koyarak dengelemek; darasını almak,
daralı, [dara-lı] sf. 1. Bir kabın ve içindekinin ağırlı ğı birlikte tartılan. 2. (Tartı için) dara dahil olan,
daralış, [daral-ış] is. Daralma eylemi ve biçimi, daralma, [dar-al-ma] is. 1. Dar hâle gelme; küçülme; sıkışma. 2. dbl. Bir kelimedeki geniş ünlülerin yan larındaki bazı ünsüzlerin etkisiyle dar ünlü hâline dönüşmesi; y e m e k > y iy ecek. 3. Metal çubuklar üzerine uygulanan çekme kuvveti sonucunda kop ma noktasında meydana gelen çap küçülmesi,
daralmak, [dar-al-mak] g ç s z .f. [ -ır ] 1. Dar duruma düşmek; boyutları küçülmek; azalmak. 2. Sıkışık durum almak. 3. m ecaz. Güçleşmek; zorlaşmak; güçlük çekmek. 4. m ecaz. Bunalmak; başı dara düşmek; sıkışmak, {ağız} (aynı) [DS] daralmalı, [daralma-lı] sf. 1. Daralma olayı ile ilgili olan. 2. dbl. (Ünsüz için) ses organlarının kısmen kapanması ile telaffuz edilen (ş, j, fi v, s, z, h, ğ); sürtünmeli, sürekli,
daraltı, [daral-tı] is. 1. Bir organın çapını küçülten çevresel baskı. 2. dbl. Ses yolunda sürtüşmeye yol açan daralma,
daraltıcı, [daralt-ıcı] sf. 1. Daraltma işini yapan. 2. Daraltma özelliği taşıyan 3. is. Boruların çaplarını küçültmeye yarayan parça. 4. tıp. (Hastalık, yara için) damarda daralma meydana getiren,
daraltılı, [daraltı-lı] sf. dbl. (Ünsüz için) ses organla rının kısmen kapanması ile telaffuz edilen (İşi, Ijl, Ifil, Ivl, İsi, İzi, Ihl, İği); sürtünmeli, sürekli,
daraltılma, [daralt-ıl-ma] is. Dar hâle getirilme ey lemi.
daraltılmak, [daralt-ıl-mak] e d il.fi [ -ır ] Dar hâle ge tirilmek.
daraltma, [daral-t-ma] is. Dar hâle getirme eylemi, daraltmak, [daral-t-mak] gçl. fi. [- ır ] 1. Daha dar, daha sıkı hâle getirmek. 2. (Zaman, para için) biraz daha az ve sıkışık duruma getirmek. 3. (Yürek, iç, nefes için) bunaltmak. 4. (Boru, metal çubuk için)
fM llC fS ffilii.1 1 0 5
DAR
.
d
çapım küçültmek. 5 {ağız} Parasal yönden sıkıntıya düşürmek. [DS] 6. {ağız} Bir işin çabuk yapılması için bir kimseyi sıkıştırmak; bunaltmak. [DS] a r a m a , [tara-ma] {ağız} is. Salamura hâlinde balık yumurtası. [DS] [eT. tarâ-mak > dara-mak J*>b] {eAT} gçl.
d a ra m a k ,
f M [-r(ı)-y o r] 1. Her tarafı araştırmak; arayıp taramak. 2. {ağız} Taramak. [ D S ] 3. {ağız} Sivilce, çıban vb. çıkarmak. [ D S ] 4. {ağız} (Karınca, tavuk biti vb. için) bir şeyin üzerine üşüşmek. [ D S ] 5. {ağız} (Sığır, at sürüsü vb. için) açılmış vaziyette yürümek. [ D S ] 6. {ağız} Ürün kalıntılarını toplamak. [D S ]
[Fr. darapskite] is. min. Hidratlı doğal sodyum sülfoazotat.
d a r a p s k it ,
[dara-sız] sf. 1. (Ağırlık için) darası çıkarıl dıktan sonraki hâliyle; darası hesaba katılmadan; net. 2. Darası hesaba katılamayacak kadar az olan. 3. Darası olmayan.
d a r a s ız ,
[dar > dar-aç > dar-aş] {ağız} sf. Çok dar; sıkıntılı. [DS]
d a ra ş,
[daraş-lık] {ağız} sf. 1 . (Y er için) dar; is. Darlık; sıkıntı; kıtlık. S d a r a ş l ı k v e r m e k , {ağız} sıkıntı verm ek; sıkm ak. [ D S ] a r a ş m a lık , -ğı [daraş-ma-lık] {ağız} is. Dar ve sıkıntılı yer veya durum. [ D S ]
d a ra ş h k ,
-ğı
sıkıntılı.
d
d a ra t,
[D S ] 2 .
[Far. dârât o ljb ] (d a :ra :t) {OsT} is. İhtişam;
gösteriş; debdebe; tantana; gurur; azamet, [Far. dârâyî
d a r a y ı,
^ .1
jb ] {ağız} is.
1.
İpekten yapıl
mış, süslü, nakışlı kadın çarşafı. 2. Kadınların ha mamda sarındıkları peştamal. [DS] [Far. dârâyî ^.1jb] (d a :r a :y i:) {OsT} is.
d a r a y i,
1.
Sahip olma. 2. Servet. 3. Hüküm sürme; hâkimiyet. 4. Allah. 5. Genellikle bayrak yapımında kullanılan İran’ da dokunan kaim bir tür kumaş. d a r a y lı,
[Far. dârâyî
=> daraylı] {ağız} is. At.
[D S ] d a ra z ,
f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. (Hah, kilim, kumaş vb. için) biraz eskimek; havı dökülmek. 2. gçl. f i (Tarla için) toprağı çaprazlamasına iki kez sürmek. [DS]
darazlanmak, [taraz-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır ] 1. Üşümekten dolayı tüyleri diken diken olmak. 2. (İpekli kumaş için) erimek. 3 . (Tülbent vb. ince ku maşlar için) yıkandıktan sonra incelmek ya da sey relmek. [DS] darazmak1, [d ar> dar-az-mak] {ağız} gçsz. f i [ - ır ] 1. Sıkılmak; rahatsız olmak; bunalmak. 2. Hiddetlen mek. 3. Daralmak; sıkışmak. [DS] darazmak2, [tara-mak > dara-z-mak] {ağız} gçsz. f i [ır] (Halı, kilim, kumaş vb. için) biraz eskimek; ha vı dökülmek. [DS]
darb, [Ar. darb
{OsT}
is. 1. Dövme; vurma;
darp; zarp. 2. ed. Nazımda beytin ikinci dizesinin son t e f ilesi. 3. Güç; kuvvet. 4. Kurma; dikme. S. mat. Çarpma işlemi. 6. Para basma. 7. müz. Ölçüyü oluşturan birimlerden her biri. S darb-ı dest, {OsT} El, k o l kuvveti. | |darb-ı feth, {OsT} müz. K la s ik Türk m üziğinde 88 zam an lı ve 64 vurıışlu büyük bir usul. || darb-ı hiyâm, {OsT} 1. Ç a d ır kurm a. 2. ed. N azım da ikinci beytin so n t e f ’ilesi.\\ darb-ı me sel, {OsT} A talar sözü. || darb-ı nutk, {OsT} Sözün gücü. || darb-ı rikâb, {OsT} B oyun vurma. || darb-ı sikke, {OsT} P a r a basm a. || darb-ı Türkî, {OsT} müz. K la s ik Türk m üziğinde 18 zam an lı ve 13 vu ruştu büyük b ir usul. || darb-ı unk, {OsT} Boyun vurma. || darb tt cehr, {OsT} Vurma v e y a ra la m a . || darb el-hicâb, {OsT} K ad ın ların y ü zlerin i örtmesi.\\ darb el-lisân, {OsT} D ilin gücü. || darb el-ye’d, {OsT} E l k o l kuvveti.
darbam, [Far. dârbâm fLyb] (d a ;rb a :m )
{OsT}
is. Ki
riş; direk.
darbalamak, [dab (yans.) > dab-ır-a-mak ? > darbala-mak] {ağız} gçl. f i [ -r ] [-l(i)-y o r] Bastığı yere dikkat etmeyerek önüne geleni çiğneyip geçmek. [DS]
darbaz, [Far. dâr-bâz jUjb] (d a ;rb a ;z ) {OsT} is. [Far. dırâz jl>» ? / tara-mak > tara-z] {ağız} is.
Kumaş üzerindeki, dokuma hatasından kaynakla nan pürüzler. [ D S ] S d a r a z d a r a z , {ağız} (Yoğurt, süt, ç o r b a vb. için) aynı kıv am d a olm ay an ; b ir kıs mı katı, b ir kısm ı sıvık olan. 2. (K um aş için) iyi d o kunm am ış; pürü zlü ; s e y rek y e r le r i bulunan. 3. Ta ranm ış gibi. [ D S ] | | d a r a z d a r a z o l m a k , E skim e son u cu n da ip likleri m eydan a çık m a k ; pürüzlenm ek. [dar > daraz-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır] 1. Canı sıkılmak; bunalmak. 2. Rahatsız olmak; sı kıntılı vakit geçirmek. 3. Hiddetlenmek. 4. Sıkış mak. [ D S ]
d a r a z ı m a k 1,
[tara-mak > daraz-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] 1. Dağılmak. 2. Seyrekleşmek. 3. (Kumaş için) biraz eskimek; havı dökülmek. [DS]
d a r a z ı m a k 2,
d a r a z la m a k ,
[tara-mak > daraz-la-mak] {ağız} gçsz.
Cambaz.
darbaza, [Far. der-vâze »iıp] {ağız} is. Büyük bina larda giriş kapısı. [DS]
darbe, [Ar. darbe •u_r/>] {OsT} is. 1. Bir cismin başka bir cisme veya kişiye çarpması sonucu ortaya çıkan anî ve sert vuruş. 2. Vücut üzerine bir cisimle yapı lan sert vuruş. 3. Vurma veya çarpmanın sonucu. 4. m ecaz. Bir kimseyi manen yıkan olay veya eylem; felaket, musibet; manevi şok. 5 . Hızlı ve kısa hare ket; iş. 6. siy. Bir grup tarafından yönetilen ve yü rütülen, yönetimi iş başından uzaklaştırma eylemi. 7. fiz . Bir fiziksel büyüklüğün ani değişikliği ve hızla tekrar eski durumuna gelme biçiminde ortaya çıkan olay. 0 darbe-i cenah, {OsT} K a n a t vuruşu.\\ darbe-i hasar, {OsT} Z a ra r darbesi.\\ darbe-i him
DAR
Û Iü M T u R S Ö M
m et, {OsT} H im m et vuruşu.|| darbe-i hükümet, {OsT} H üküm et d a rb e si.|| darbe-i kahr, {OsT} E zici d a r b e .|| darbe-i serd, {OsT} S oğu k vuruş.|| darbe-i şedîd, {OsT} Şiddetli vuruş. || darbe kodu, elktr. S ü rekli değ işen b ir işa retlem e örneğinin ışm m alı v e soğ u rm alı d eğ e ri ile sa y ısa l iletim de bu d eğ eri g ö steren işa ret g ru bu ö ğ e le ri a ra sın d a ki eş d e ğ e r liliğ i veren kod. ||darbe vurm ak (indirmek), B ir işin işleyişini, iyi y ö n d e ilerleyişin i en g ellem ek ; kötü durum a getirm ek. || darbe yemek, Durumunu sa r s a c a k d e r e c e d e kötü bir o la y la k arşıla şm ak ; s a r sılm a k ; kötüleşm ek. darbeci, [darbe-ci] is. Yönetimi devirmeye yönelik hareket içinde bulunan, darbecilik, -ği [darbe-ci-lik] is. Darbe yöntemiyle hükümeti devirme işi. darbeleme, [darbe-le-me] is. Darbeli hâle getirme veya darbe vurma eylemi, darbelemek, [darbe-le-mek] g ç l . f [ - e r ] [-l(i)-y o r] 1. Vurmak, çarpmak. 2. m ecaz. Birini felakete uğrat mak. 3. (Bir işi, girişimi) engellemek; başarısızlığa uğratmak; baltalamak, darbeli, [darbe-li] sf. 1. Darbesi olan. 2. Darbe ile işleyen. S darbeli m atkap, H em dön m e hem d e vurm a h a rek eti ile d elik a ça n m atkap. || darbeli sonda (kuyu açma), 1. M atkap ucunun dön m e h a rek e ti y a n ın d a vurm a gücü ile d elm ek işi. 2. Kuyu taban ın a s a d e c e borunun a lt ucunun belirli a ra lık la r la vurulm ası sonu cu kuyu a çm a işi.\\ darbeli taşıyıcı, B ilg ileri g ö ster m e k için ayırt ed ic i b ir bü yüklüğü kipleyen ö zd eş d a rbelerin d ö n em sel dizisi. darben, [Ar. darb-en l
( d a ’rben) {OsT} zf. 1. Vu
rarak; döverek. 2. Çarparak, darbengiz, [Ar. darb + Far. engız (koparan ) I] {OsT} is. müz. On beşinci yüzyılda Türk mü darbetmek, [Ar. darb + T. etmek
gçl.
b lş .f. [- e (d )-e r ] 1. Para basmak; paraya damga vur mak. 2. mat. Çarpma işlemi yapmak; bir sayıyı baş ka bir sayının katma yükseltmek. 3. Vurmak; çarp mak; dövmek, darbeyn, [Ar. darb-eyn (ikil)
{OsT} is. müz.
Aynı ölçüdeki iki vuruş, ö darbeyn usulleri, K la sik Türk m üziğinde 16-48 zam an lı usullerin çeşitli b içim lerd e b ir a ra y a getirilm esi ile oluşturulm uş 48 -1 2 4 zam an lı usullerin g e n e l adı. darbhane, [Ar. darb + Far. hâne
ced i;t) {OsT} is. müz. Klasik Türk müziğinde on üçüncü yüzyıldan önce kullanılmış, bugüne örneği ulaşmamış bir usul. darbıfetih, [Ar. darb-ı feth
(d a rb h a ;n e)
{OsT} is. -*■ darphane,
{OsT} is. müz.
Klasik Türk müziğinde hemen hemen yalnızca peş rev ve beste formlarında kullanılmış, beş haneli, seksen sekiz zamanlı, altmış üç vuruşlu büyük bir usul. darbıhttner, [Ar. darb-ı Far. hüner
{OsT} is.
müz. Klasik Türk müziğinde Vardakosta Ahmet Ağa tarafından düzenlenmiş fakat günümüze kadar örneği ulaşmamış otuz sekiz zamanlı, on dokuz vu ruşlu büyük bir usul, darbıkam eriye, [Ar. darb-ı kameriye {OsT} is. müz. On beşinci yüzyılda klasik Türk mü ziğinde kullanılmış, günümüze örneği ulaşmamış beş zamanlı küçük bir usul, darbıkasir, [Ar. darb-ı kasîr
(d a rb ık asi:r)
{OsT} is. müz. Klasik Türk müziğinden on yedinci yüzyıldan önce kullanılmış fakat günümüze örneği ulaşmamış küçük bir usul. d arb üa, [? darbıla] {ağız} is. Halıcılıkta çözgü telle rinin arasına sokulan tahta; varangelen. [DS] darbılam ak, [darb-ı-la-mak ?] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(ı)-y or] Karmakarışık yapmak. darbımesel, [Ar. darb-ı mesel Ji» s-v-KI {OsT} is. Bir fikri, bir öğüdü, mecaz yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri ağızdan ağza söylenegelen anonim özlü sözler; atasözü, mesel, durub-ı emsâl. darbıpeşrev, [Ar. darb-ı + Far. peşrev jjA> {OsT} is. müz. On beşinci yüzyılda klasik Türk mü ziğinde kullanılmış ve bugüne örneği ulaşmamış küçük bir usul. darbışahi, [Ar. darb-ı + Far. şahı
ziğinde kullanılmış on zamanlı bir usul,
• 1106
(d a r-
b ış a .h i;) {OsT) is. müz. On beşinci yüzyıl öncesin de klasik Türk müziğinde kullanılmış, bugüne ör neği ulaşmamış, otuz zamanlı büyük bir usul. darbıtavil, [Ar. darb-ı tavıl J j .jt
{OsT} is. müz.
On yedinci yüzyıldan önce klasik Türk müziğinde kullanılmış, bugüne örneği ulaşmamış bir usul. d arbıtürki, [Ar. darb-ı Türkı
(darbı-
türki;) {OsT} is. müz. Klasik Türk müziğinde özel likle naat, tevşih, salat, İlahî gibi dinî ve tasavvufî formlarda kullanılmış, on sekiz zamanlı, on iiç vu ruşlu büyük bir usul, darbız, [Ar. tarbış Lr^ .y ] {OsT} is. 1. Topraktaki yaş
Klasik Türk müziğinde sekiz zamanlı yedi vuruşlu küçük bir usul,
lık; nem; tav. {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Nemli top rak. [DS] 3. {ağız} Hasattan sonra tarlayı tava getir mek için yapılan sulama işi. [DS] S darbız etmek, {ağız} T arlayı su lam ak. [DS]
darbıcedid, [Ar. darb-ı cedıd -b-iş- ı-V'2’] (darbı-
darbızlam ak, [darbız-la-mak] {ağızjgçl. f . [-r ] [-l(ı)-
darbıbulgar, [Ar. darb-ı Bulgar jU) y v ’-n"] ‘s - müz.
IM IİM fS İM K
•1107
DAR
y o r ] Hasattan sonra tava gelmesi için tarlayı sula mak. [DS] darbızlı, [darbız-lı] sf. (Toprak için) nemli; ıslak; tavlı. darbî, [Ar. darbı
(d a rb i:) {OsT} sf. Vuruşla il
gili; darpla ilgili, darboğaz, [dar+boğaz] {ağız} is. Huni. [DS] d arbuka, [Ar. darabuklça / Far. darbüka
(dar-
bü lh ad i:d ) {OsT} is. müz. On beşinci yüzyıl klasik Türk müziğinde kullanılmış, günümüze örneği ula şamamış on dört zamanlı küçük bir usul, darbülm ayeteyn,
[Ar.
darbü’l-mâyet-eyn
j^.111] (darbü lm a.yeteyn ) {OsT} is. müz. On beşinci yüzyıl klasik Türk müziğinde kullanılmış, günü müze örneği ulaşamamış, iki yüz zamanlı büyük bir usul. darbürrebi, -i’ı [Ar. darbü’r-reb i'
^ j**] (d a r-
b ü rreb i:) {OsT} is. müz. On beşinci yüzyıl klasik Türk müziğinde kullanılmış, günümüze örneği ula şamamış yirmi dört zamanlı büyük bir usul, darbzen, [Ar. darb (dövm e) + Far. zeden (vurmak) d { O s T }
is. as. 1. Kale surlarını dövmekte kul
lanılan altı yedi metre uzunluğunda olan ve taş gül le atan büyük top. 2. Metal levha üzerine kabartma süsler yapan sanatçı, d arca, [dar-ca] (d a 'rca ) sf. Biraz dar; pek geniş ol mayan. darcalanm ak, [dar-ca-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] İç sıkıntısını önüne gelene çatarak gidermek. [DS] darcan , [dar-ca-n ?] {ağız} is. Serçe. [DS] d arç, -cı [? darç] {OsT} is. Tenekeden yapılmış su bardağı. darçın, [Far. dâr-ı Çın jy>-jb] {ağız} is. Tarçın. [DS] darçin, [Far. dâr-ı Çin (Çin a ğ a cı) ovrjb] (da:rçin ) {OsT} is. Defnegillerden, kabuğu toz hâline getirile rek kullanılan yakıcı ve lezzetli bir baharat; tarçın, darçinî, [Far. dâr-ı Çin + Ar. -i ^ ş - j b ] (d a rçi:n i:) {OsT} sf. Tarçın renginde olan. d ard ağan 1, [tar-mak (dağıtm ak, p a rç a la m a k ) > tartağ-an > dar-dağ-an] sf. 1. sf. Perişan; dağınık; çok dağılmış; darmadağınık. {eAT} {ağız} (aynı) [DK] [DS] 2. (Sarık için) belli bir biçim gözetilmeksizin
kavuk üzerine rasgele sarılmış, ö dardağan d a n sı, E vi ba rk ı dağılsın diye büyü y a p m a k için birinin evi üzerine sa çıla n okunm uş d a r ı.|| dardağan d a n sı saçm ak, Uyumsuzluk çıka rm a k; huzursuzluk y a ratm ak; uğursuzluk getirm ek. || dardağan olmak, {eAT} {ağız} D arm adağın o lm a k ; p er iş a n olm ak. [DK] [DS] dardağan2, [Far. dağdağa 4pj^.>] {ağız} is. 1. is. Ka rışık, dağınık durum. 2. bot. Palmiye cinsinden bir tür yabanî darı, (Milium effusıım). 3. Çitlembik ağacı ve meyvesi. [DS] dardağanlık, [dardağan-lık] is. Dağınıklık; perişan lık. ' dardanus, [Dardanus (ürünleri tahrip ed en F en ik eli büyücü)] is. Yiyecek maddelerini istif eden kişiye Romalıların verdiği isim; karaborsacı, d ard ar, [dar (yans.) > dar+dar] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. is. Gevezelik. [DS] S1 d ard ar etmek, {ağız} G e vezelik etm ek. [DS] dardıkız, [dar+tık-ız] {ağız} zf. Darı darına; kıtı kı tına. [DS] dardıngaç, -cı [tart-m-mak (örtünm ek) > dart-m-gaç] {ağız} is. Bebekleri omuz, ense ve başlarından sar maya yarayan üç köşeli dokuma parçası. [DS] dare, [Far. dâre »jb] (d a .re) {OsT} is. 1. Görev; vazi fe. 2. Daire; değirmi. 3. Ay ağılı; hâle, darende, [Far. dâşten > dâr-ende o-ujsjb] (d a:ren d e) {OsT} sf. 1. Elinde tutan; malik olan; sahip; taşıyan. 2. Getiren; ulaştıran. 3. Beliren, ö dârende-i fer m an, {OsT} F erm an alm ış.|| dârende-i menşur, {OsT} F erm an alm ış. dareyn, [Ar. dâreyn ^ jb ] (da:reyn) {OsT} is. İki dün ya; bu dünya ve öbür dünya, dargalam ak, [darga-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] [-l(ı)y o r ] 1. Aralamak. 2. Düzene koymak. [DS] dargam ak, [darga-mak] {ağız} gçl. f i [ - r ] [-g (ı)-y o r] 1. Dağıtmak; darmadağın etmek. 2. Bir şeyi bul mak için gezmek. [DS] dargıl, [ e l tarğıl (çizgili) > dargıl] is. Hayvanların tüy rengi. dargın, [taru-mak (d a ralm ak ; sıkışm ak) / dar > tarugun > dar-gın] sf. Darılmış, gücenmiş, küsmüş olan. dargınlaşm a, [dargın-la-ş-ma] is. Dargın hâle gelme eylemi. dargınlaşm ak, [dargm-la-ş-mak] gçsz. f i [-ır ] Dar gın bir hâle gelmek, dargınlık, -ğı [dargın-lık] is. Dargın olma hâli; küs me; gücenme, dargilli, [Yun. targilli (kil)] {ağız} is. Yapılarda harç olarak kullanılan bir tür beyaz toprak. [DS] darğa, [Moğ. daruğa] is. 1. {OsT} Köy yöneticisi. 2. {ağız} Mübaşir. [DS]
ö ira ru is s iM .
DAR darğala, [? darğala] {ağız} sf. Aşınmış; laçka olmuş; genişlemiş. [DS] darhaba, [? darhaba] {ağız} is. Baskı. [DS] darhabalam ak, [darhaba-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [l(ı)-y o r] Baskı yapmak; sıkıştırmak. [DS] d an , [eT. tarığ > dan] is. bot. 1. Buğdaygillerden to humları yerine göre buğday gibi besin olarak kul lanılan, kuraklığa dayanıklı bir kültür bitkisi, (Panicum ). 2. Buğdaygillerden tanesi, yaprakları veya gövdesi yem olarak kullanılan pek çok bitki nin ortak adı, (Panicum , Pennisetum , Millium, Sorghum ). 3. {ağız} Kimi bölgelerde mısıra verilen ad. [DS] S1 darı ayı, {ağız} E kim ayı. [DS]|| (dibine) d arı ekmek, B itirm ek; söm ürm ek. || darı gömleği, {ağız} M ısır y a p ra ğ ı. [DS]|| d arı kesmiği, {ağız} Mı sır koçan ı. [DS]|| d arı kuşu, {ağız} S erçe. [DS][| da rı mısırı, {ağız} K ü çü k taneli, sivri uçlu, p a tla tm a y a elv erişli b ir tür m ısır; cin m ısırı. [DS]|| D ansı başına. B ir başarıyı, mutluluğu b aşkaların ın d a y a şa m a sı d ileğ i için söylen en söz. || darı sömeği, {ağız} M ısır koçan ı. [DS]|| d arı tavı, {ağız} N isan ayının ikin ci yarısın da, toprağın d a rı ekim in e uy gun olan tavı. [DS] darıca, [darı-ca] ( d a r ı’ca ) {eAT'} zf. Darı kadar; kü çük; ufacık. darıdünya, [Far. dâr-ı + Ar. dünyâ
jb] (d a : ’rı-
dün ya:) {OsT} is. Dünya evi; dünya; yeryüzü darıfiilfttl, [Far. dâr-ı fülful J ili jb ] (da.rıfülfül) {OsT} is. bot. Doğu Hint adalarında yabanî olarak yetişen, tırmanıcı, meyveleri dört beş santim bü yüklüğünde, koni biçimli, açık esmer renkli, yakıcı ve keskin lezzetli, iştah açıcı olarak kullanılan, tar çın tohumu da denen bir çeşit kuyruklu biber bitki si, (Fructus p ip eris longi) d an k , -ğı [Yun. tarihion] {ağız} is. 1. Kurutulmuş balık. 2. Küçük sazan balığı. [DS] darıkm ak, [eT. tar > tar-ık-mak > dar-ık-mak J^îjb] {eAT} g ç s z .f. [-u r] Daralmak; içi sıkılmak, darılgan, [darıl-gan] sf. Çabuk alınıp küsen, darılganlık, -ğı [darıl-gan-lık] is. Çabuk alınıp küs me durumu. darılganm ak, [dar > dar-lık > darlı(g)-an-mak > darıl-ğa-n-mak
_,:>] {eAT} g ç s z . f [-u r] 1. Tedirgin
olmak; kederlenmek. 2. Nefret etmek, darılışm ak, [darıl-ış-mak] işteş f . [-ır ] Karşılıklı olarak birbirine darılmak; küsüşmek, darılm a, [dar-ıl-ma] is. Dargın olma durumu ve ey lemi; kmlma; gücenme, d arılm aca, [darıl-maca] is. Darılacak şey; darılmayı gerektirir bir durum. S darılm aca yok, "Söyleye cek lerim için lütfen ba n a darılm ayın ız ” an lam ın da u y a rılara g iriş sözü o la r a k kullanılır. darılm ak, [eT. târ (dar) > tar-ıl-mak > dar-ıl-mak] gçsz. f . [-ır ] 1. Gücenip alınarak ilgiyi kesmek; gö
rüşmemek; münfail olmak. 2. Alınmak, hatırı kal mak; kırılmak; incinmek. 3. Azarlamak; paylamak; tekdîr etmek. S darılm a am a, H o şa g itm ey ecek b ir şey sö y lem ek için kullanılan u y an sözü. darılm ak, [eT. târ (dar) > tar-ıl-mak] edil. f . [ -ır ] Sı kılmak. darıltm a, [darıl-t-ma] is. Birinin darılmasına sebep olma eylemi. darıltm ak, [darıl-t-mak] gçl. f i [-ır ] Darılmasına se bep olmak. darım ak, [eT. târ (dar) > tar-ü-mak] {eAT} gçsz. fi. [r ] 1. Olmak; uğramak; duçar olmak; tutulmak. [DK] 2. Ruhlar musallat olmak; anî olarak karşı laşmak. 3. Musallat olmak; anz olmak. 4. Talan et mek. darın, [dar-m] {eT} zf. Zorla; güç bela; güçlükle, darış, [dar-aç > dar-aş > daı-ış] {ağız} sf. Dar. [DS] darışm ak, [eT. târ-mak > dar-ış-mak] işteş fi. [ -ır ] Birbirine karşılıklı olarak darılmak, darib, [Ar. darb / zarb (vurma, çarpm a) > dârib / zârib v j '- “’] (d a :rib ) {OsT} sf. 1. Vuran; çarpan; ya ralayan. 2. is. mat. Bir sayının çarpma içinde kaç defa tekrarlandığını belirten sayı; çarpan. S1 dâribi müşterek, {OsT} mat. O rtak ça rp a n .|| dârib-i m üşterek-i asgar, {OsT} mat. O rtak ça rp a n ların en büyüğü. d aric, [Ar. dere > dâric
(dari:h, h k aim sö y le
nir) {OsT} is. Mezar; merkat; kabir, darikan, [Erme, daegan] {ağız} is. Çavdar. [DS] d arir, [Ar. darîr
(d a ri:r) {OsT} is. Anadan doğ
ma kör. dariye, [Far. dâr (ev) + Ar. -iye (ilgili) ‘Ujb] (da:riye) {OsT} is. ed. Divan şairlerinin ileri gelen kişilerin yaptırdıkları ev, konak vb. için yazdıkları övgü şiir leri. d ark , [eT. tar-ık-mak > dar-ık] {ağız} sf. Toplanmış; derlenmiş. [DS] S d ark olmak, {ağız} Toplanm ak. [DS] d arlam asm a, [darla-masına] zf. 1. Dar olarak; dar bir biçimde. 2. Dar yanından, darlanm ak, [darla-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] 1. Dar hâle gelmek; darlaşmak. 2. gçsz. Sıkılmak; canı sıkılmak; bunalmak. 3. Rahatsız olmak. 4. Sıkıntılı vakit geçirmek. 5. Hiddetlenmek. [DS] darlaşm a, [dar-la-ş-ma] is. Dar hâle gelme eylemi, d arlaşm ak, [dar-la-ş-mak] dönşl. fi. [ -ır ] Dar hâle gelmek; daralmak, darlaştırm a, [darlaş-tır-ma] is. Daha dar hâle getir me eylemi; daraltma, d arlaştırm ak, [darlaş-tır-mak] gçl. fi. [ -ır ] Daha dar hâle getirmek; daraltmak.
MMIIEt »1.1109 darlatm ak, [darla-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Da raltmak; dar hâle getirmek. 2. Rahatsız etmek; sık mak; üzmek. [DS] darlıganm ak, [darlı-ğan-mak / dar-ıl-ğan-mak / tarıl-ğan-mak / tar-lı-ğan-mak] {eAT'} gçsz. f . [-u r ] 1. Bunalmak; muztarip olmak; kederlenmek. 2. Nefret etmek. darlık, -ğı [dar-lık] is. 1. Dar olma dummu ve niteli ği. 2. Geçim zorluğu; kıtlık. 3. Azlık; yokluk; ek siklik. 4. İş sıkıntısı. 5. anat. Doğal bir boşluğun boyutlarının küçük oluşu. 6. Dar yer. darling, [İng. darling] is. Sevgili, darm , [Sansk. dharma] {eT} is. 1. Akide; inanç; din. [EUTS] [Gabain] 2. Madde-i asliye. [Gabain] darm adağın, [eT. târ-mak (p arçalam ak, dağıtm ak) + tağ-ı-n-mak] ( d a ’rm adağın ) sf. 1. Çok karışık ve dağınık; tarumar. 2. (Düşünce için) tutarsız. O darm adağın etmek, 1. B ir y e r i k a r m a k a rışık h â le getirm ek. 2. B ir orduyu veya topluluğu bozm ak, dağıtm ak; p e r iş a n etm ek. j| darm adağın olmak, 1. (B ir y e r için) k arm a ka rışık v e d a ğ ın ık b ir h â le gelm ek. 2. (B ir topluluk için) sa rsılm a k ; p er iş a n o l mak. darm adağınık, -ğı \eT. târ-mak (p arçalam ak, d a ğıtm ak) + tağ-ı-n-mak] ( d a ’rm adağın ık) sf. 1. Çok dağılmış, çok saçılmış, karışmış; perişan; dardağan. 2. (Düşünce için) tutarsız, fi1 darm adağınık et mek, 1. B ir y e r i k a rm a k a rışık h â le getirm ek. 2. B ir orduyu veya topluluğu bozm ak, d a ğ ıtm ak ; p er iş a n etmek.\\ darm adağınık olmak, 1. (B ir y e r için) k a rm a k a rışık ve d ağ ın ık b ir h â le gelm ek. 2. (B ir topluluk için) sarsılm ak, p er iş a n olm ak. darm adolaşık, -ğı [eT. târ-mak + dola-ş-mak] {ağız} sf. 1. Karmakarışık. 2. Bakımsız. [DS] darm adum an, [eT. târ-mak (p arçalam ak, dağıtm ak) + duman] sf. Karmakarışık. 0 darm adum an et mek, B ir y e r i b irb irin e katm ak; k a rm a k a rışık h â le getirm ek. ||darm adum an olm ak, K a rm a k a rışık b ir durum a gelm ek. darm ak, [eT. târ-mak] {eAT} gçl. f . [ - a ı ] Dağıtmak; perişan etmek, darm ış, [? darmış] {ağız} is. Gelin. [DS] d am ı, [Yun. drani] {ağız} is. Tavan arası. [DS] darni, [Sansk. dhâranî] {eT} is. Büyü sembolleri; bü yü; sihir. [EUTS] [Gabain] d arp 1, [darp (yans.)] is. Birdenbire düşmeyi, vurma yı ve çarpmayı anlatan kök. [Zülfikar] d arp -a-d ak, d a rp -a-d a n S darp içeri olm ak, {ağız} B ir y e r e teklifsizce d a lm a ; bird en b ire girm ek. [DS] darp2, -bı [Ar. sarb ^ y ] {ağız} is. Kasaplık hayvan larda bağırsakları örten yağlı zar; gömlek. d arp3, -bı [Yun. tarpi] {ağız} is. 1. Su akıntılarına bırakılarak balık tutmakta kullanılan sepet. 2. Balık tutmak için taş ve kazıklarla yapılan tuzak; çit; gergi. [DS]
DAR
darp4, -bı [Ar. darb / zarb vvKİ {OsT} is. 1. Vurma, vuruş. 2. Dövme; dayak. 3. Hız; şiddet; kuvvet; güç; iktidar. 4. Para vb. basma. 5. Kurma, dikme. 6. Doğrama; kesme. 7. Tür; çeşit. 8. mat. Bir sayıyı başka bir sayının katma yükseltme; çarpma. 9. ed. Divan edebiyatında beytin ikinci mısramm sonuna verilen ad; son te f ile. 10. müz. Vuruş; usul, fi1 darp etmek, 1. Vurmak, ça rp m ak ; dövm ek. 2. (P a r a için) üzerin e d am g a basm ak. darpadak, [daıp (yans.) > darp-a-dak] ( d a ’rp ad ak) {ağız} zf. Birdenbire; ansızın; hemen. [DS] darpadan, [darp (yans.) > darp-a-dan] ( d a ’rpadan ) {ağız}zf. Birdenbire; ansızın; hemen. [DS] darphane, [Ar. darb + Far. hâne (yer, ev) (d arp h a;n e) {OsT} is. 1. Madenî para basılan yer. 2. argo. Kumar oynanan yer; kumarhane, darpıh, [? darp-ı-lı] {ağız} zf. 1. Dosdoğru. 2. Derhâl. [DS] d arra, -a ’i [Ar. darrâ’ »\y^\ (d a rra ;) {OsT} is. 1. Sı kıntı; keder. 2. Bela, d arre, [Ar. darre o ^ ] {OsT} is. Ortak kadın; kuma, dars, [? dars] {ağız}] is. Sıkıntı; üzüntü; eziyet. [DS darsıkm ak, [eT. târ (dar) > tar-sı-k-malc > dar-sı-kmak
{eAT} {ağız} gçsz. f . [-u r] Daralmak;
sıkılmak; sıkışmak; bunalmak. [DS] darsım ak, [dar-sı-mak] {ağız} gçsz. f . [ - ı ] 1. Cam sıkılmak; bunalmak. 2. Garipleşmek; üzülmek. 3. Paraca sıkıntıda olmak. [DS] darsini, [Far. dâr-sînl , ^ - j b ] (d a rsi.n i;) is. Tarçın. darsm ak, [dars-mak] {ağız} g çl. f . [ - a r ] Bir şeyi birdenbire çekerek sarsmak. [DS] dartçık, -ğı [dart-çık] {ağız} is. Deri torba. [DS] dartı, [tart-mak > dart-ı] {ağız} is. 1. Tartı; ölçü; ağırlık. 2. Terazi; kantar. 3. Harmanda sapları in dirmeye yarayan ucu çatallı tarım aracı. 4. Hasır dokuma tezgâhında dokunan kısımları sıkıştırmaya yarayan araç. 5. Baş örtüsü. 6. İp; urgan; kolan; halat. [DS] dartılm ak, [eT. tart-mak > tart-ıl-mak > dart-ıl-mak J^ii'jb] {eAT} e d il.f. [eAT. -u r] [-ır ] 1. Çekmek ey lemi uygulanmak. 2. Çekilmek; asılmak; sıyrılmak. 3. Tartılmak. 4. gçl. f . {ağız} Asılmak. [DS] 5. gçsz. f . {ağız} Abanmak. [DS] 6. {ağız} dönşl. f . Kendini ağır satmak; büyüklenmek; böbürlenmek. [DS] dartınm ak, [eT. tart-mak > tart-ın-mak > dart-mmak J^ 'jta ] dönşl. f . [eA T -u r] [-ır ] 1. {eT} (Birisi için) acınmak; özlemek. 2. {eT} Götürür görünmek. 3. {eAT} Çekinmek; ihtiraz etmek; esirgemek. 4. {ağız} Kendini naza çekmek. [DS] 5. {ağız} Yüzünü örtü ile örtmek. [DS] 6. {ağız} Başım örtmek; sar mak. [DS] 7. gçl. f . Bir şeyi tutarak çekmek; asıl mak. 8. Çekiştirmek.
ÖIÜMMtESÖM • 1 1 1 0
DAR
J* ] {eAT} is. Çekişme;
darum ak, [târ > tar-u-mak > dâr-u-mak] (da:ru .m ak) {eT} gçsz. fi. [ - r ] Daralmak,
d a rtışık , -ğı [tart-ış-mak > tart-ış-ık > dartış-ılc Jj-ü'ji]
darunm ak, [tarü-mak > taru-n-mak > daru-n-mak] {eT} dönşl. fi. [-u r ] Usanmak; sıkılmak; bıkmak,
dartış, [tart-mak > dart-ış niza.
{eAT} is. Ağız kavgası; çekişme, münakaşa; niza; ihtilaf. dartışıksız, [tart-ış-ık > dart-ış-ık-sız
{eAT}
sf. İhtilafsız; itirazsız, dartışm ak, [tart-ış-mak jjA-üjj] {ağız} işteş f . [-ır ] 1. Birbirini tartmak. 2. (Pehlivanlar için) güreşe baş larken birbirini birer kere kucaklayıp kaldırarak rakibinin ağırlığım öğrenmek. 3. {eAT}. Çekişmek; mücadele etmek. [DS] d artm a, [dart-ma] {ağız} is. 1. Tarlaya ark açmak için iki kişi tarafından kullanılan büyük kürek. 2. Dir gen. 3. Su yolu. [DS] S> d artm a çekmek, {ağız} D artm a den ilen büyük k ü rekle bostan y a d a b a ğ la r d a a r k la r a çm ak. [DS] d artm ak 1, [eT. tart-mak (asılm ak, çekm ek, sü rü kle m ek) > dart-mak j i p ] {ağız} gçl. f . [ - a r ] 1. {eAT}
darutm ak, [tar-ü-mak > tar-u-t-mak > dar-u-t-mak] {eT} gçl. fi. [-u r] Daraltmak, darüberd, [Far. darü berd Jjjjjb] (d a rü :berd ) {OsT} is. - * daruberd. darüddevle, [Ar. dar el-devle aIjJIj'-5] {OsT} is. 1. Padişahın sarayı. 2.. Başkent, darülaceze, [Ar. dâr el-‘aceze o ^ J ljb ] ( d a : ’rülacez e) (l in ce söylen ir) {OsT} is. 1. Düşkünler evi. 2. tar. Sakat ve yoksul erkek ve kadınlarla kimsesiz çocukları korumak için Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından kurulmuş olan yurt, darülam an, [Ar. dâr el-âmân
_>b] (d a : ’rü lam a.n)
{OsT} is. Sığınılacak yer. darülbedayi, -yi’i [Ar. dâr el-bedâyi‘ ^.İjJljb] (d a: '-
rü lb ed a .y i:) {OsT} is. 1. Güzel sanatlar okulu. 2. İs Çekmek; asılmak. 2. {eAT} Men etmek; alıkoymak. tanbul’daki şehir tiyatrolarının eski adı. 3. Bir şeyi dengeye getirmek; tartmak. 4. El değir darülelhan, [Ar. dâr el-elhân jU V ljb ] ( d a : ’rülmeninde bir şey öğütmek. [DS] dartm ak 2, [eT. tart-mak (asılm ak, çekm ek, sü rü kle m ek) > dart-mak] {ağız} gçsz. f . [ - a r ] 1. Uyukla mak. 2. Abanmak. [DS] dartm ak 3, [eT. tart-mak (asılm ak, çekm ek, sü rü kle m ek) > dart-mak] {ağız} gçl. f. [ - a r ] Denemek için yoklamak. [DS] d artm ak 4, [eT. tart-mak (asılm ak, çekm ek, sü rü kle
elh a :n ) {OsT} is. Konservatuar; müzik evi. darülesliha, [Ar. dâr el-eslihâ L*JL.l!ljb] ( d a : ’rüles lih a :) {OsT} is. İstanbul’daki askerî müzeye eski den verilen ad; silah evi. darüleytam ,
[Ar.
dâr el-eytâm fU±ljb]
(d a : ’rül-
eyta:m ) {OsT} is. Yetimler yurdu,
m ek) > dart-mak jijA>] {eAT} gçl. f . [-u r] 1. Esir
darülfünun,
gemek. 2. Saklamak,
fü n u :n ) {OsT} is. Üniversite; fenler evi; bilim yuvası,
d artriaştri, [Sansk. dhrtarâstra] {eT} is. Batı dünya sının muhafızı. [EUTS] d arttu rm ak ,
[tart-tur-mak / dart-tur-mak j«y j » ]
{eAT} gçl. f . [-u r] Çektirmek; işletmek, dartuk, [tart-mak > tart-uk > dart-uk J j j > ] {eAT} is. Armağan; peşkeş; takdime. d a m 1, [eT. tarığ > darı > daru] is. -*■ darı. d aru 2, [Far. dârü jjb ] (d a:ru :) {OsT} is. İlaç; çare. S dârû-fürflş, {OsT} İla ç sa tan ; e c z a c ı; kim yacı. || dârû-hâne, {OsT} E cza n e.|| dârü-yi bür el-saa, {OsT} E tkisini hem en gö steren ilaç. daruberd, [Far. dârü-berd iyjjb ] (da. ru. berd) {OsT} is. İhtişam; debdebe; tantana, daru ga, [Moğ. / Far. dârüğa] (d a :ru :g a ) is. 1. Yerel yönetici; vali. {eT} {ağız} (aynı) [EUTS] [DS] 2. Sulh hakimi. 3. İlhanlIlarda valilere verilen isim. 4. Köy muhtarı; kır bekçisi. S dârfiga-yı defterhane, {OsT} Ö zel kalem m üdürü; sekreter. || dârflga-yı m uhasebat, {OsT} M u hasebe ş e fi.|| dârûga-yı ferraşhâne, {OsT} B a ş h a d em e; b a ş temizlikçi.
darülhadis,
[Ar. dâr el-fünün
[Ar. dâr el-hadıs
oyiiljb]
oj.jJ-ljb]
(da:'rü l-
(d a : ’rül-
h a d i:s) {OsT} is. Hadis öğrenimi yapılan medrese, darülharp, [Ar. dâr el-harb i_jAb'*] (d a : ’rülharp) {OsT} is. 1. Savaş meydanı. 2. Her an savaş yapıla bilecek yer, darttlhilafe,
[Ar. dâr el-hilâfe
«iU -ljb]
( d a : ’rül-
h ila fie) {OsT} is. Hilafet merkezi; İstanbul, darülhuffaz, [Ar. dâr el-huffaz iU J-ljb] (d a : 'rülhuffa:z) {OsT} is. Hafız yetiştiren medrese, darülislam,
[Ar. dâr el-islâm
?}L»^ljb]
( d a : ’rül-
islâm ) {OsT} is. 1. Müslümanların yeri. 2. Müslü man hükümdarın egemenliği altında bulunan ve sınırları içinde şeriatın uygulandığı ülke, darülkütüp, [Ar. dâr el-kütüb *_^S3!jb] ( d a : ’riilkütüp) {OsT} is. Kütüphane, darülm esai, [Ar. dâr el-mesâ‘i ^ U l lj b ] ( d a : ’rülm esa :i:) {OsT} is. İş yeri; çalışma ortamı, darülm uallim at, [Ar. dâr el-muallimât (bayan öğ-
oıoıtıiûMî m u i . u n
DAS
retm enler) oUJUİIjb] (d a : ’rü lm u allim a.t) {OsT} is. Kız öğretmen okulu, darülmuallimîn, [Ar. dar el-muallimîn (er k e k ö ğ ret (d a: ’rülm uallim i:rı) {OsT} is. Er
m enler)
kek öğretmen okulu,
dase, [Far. dâse <^b] (d a :se) {OsT} is. Orak.
darttssaade, [Ar. dâr el-sa‘âde (mutluluk)
[Ar.
dâr el-selâm
dasdaylak, -ğı [da(s)+da/ylak] (d a ’sd a y lak ) {ağız} sf. Çırılçıplak. [DS] dasdingil, [dis+ding-il] ( d a ’sdingil) {ağız} sf. 1. (Y er için) hiçbir şeyi olmayan; bomboş. 2. (Kişi için) Yapayalnız; işsiz güçsüz. [DS]
(huzur) j>5Uljb]
-dası, [-da-s-ı / -desi / -tası / -tesi] {eAT} yap. e. Za man bildiren isimlere gelerek zarflar türetir, ir-tesi, yarın -dası. dasit, [Fr. dacite] is. min. Andezitlere yalcın ama daha silisli volkanik, kuvarslı diyorit bileşiminde olan kay aç. dasitan, [Far. dâsitân / dâstân o^x-»b] (d a:sita:n )
(d a: ’rü ssela:m ) {OsT} is. 1. Huzur yeri. 2. Cennet. 3. Bağdat.
{OsT} is. 1. Destan; masal; hikâye. 2. Manzum hi kâye. 3. Ün; şöhret. S dâsitân-serâ, {OsT} D estan oku yan ; destan yazan.
darüssıhha, [Ar. dâr el-şıhha (sağlık) A^^JIjb] (d a: ’-
dasitanı, [Far. dâsitânî Lf^-b] (d a :sita :n i:) {OsT} sf.
rü ssıhha) {OsT} is. Sağlık yurdu; sağlık ocağı; has tane. darüşşafaka, [Ar. dâr el-şafaka (şefkatler) .ujLiJljb] (d a : ’rü şşafak a ) {OsT} is. 1. Şefkat yurdu. 2. Yetim ve öksüzler için kurulmuş yatılı lise, dariişşifa, -a ’i [Ar. dâr el-şifa5 (sa ğ lığ a kavuşm a) »UiJljb] (d a : ’rü şşifa) {OsT} is. 1. Akıl hastanesi. 2. İslam dünyasında hastaların tedavi edildiği sağlık kurumlan. darttttıraz, [Ar. dâr el-tırâz (doku m acılık) jtjUljb] (d a: ’rüttıra:z) {OsT} is. Resmî elbiseler için kumaş dokunan, biçilip dikilen yer. darvandurm ak, [eT. tavra-mak > davra-n-dır-mak jJ? ] {eAT} g ç l . f [-u r] Davrandırmak. darvanm ak, [eT. tavra-mak > davra-n-mak {eAT} g ç l.f. [-u r] Davranmak. Darvincilik, -ği [İngiliz tabiat bilgini Charles Danvin’in adından] is. fe l. biy. Bütün canlı varlık lar arasında yakınlıklar bulunduğunu ve bu varlık ların doğal ayıklanma ve evrim ile çeşitlendiğini, yaratılışı reddeden görüş, das, [Far. dâs ^ b ] (d a :s) {OsT} is. 1. Orak. 2. Meç. 3. Tahra. 4. Tuzak. 5. bot. Sedef otu. S dâs-ı zerrin, {OsT} 1. Altın orak. 2. m ecaz. Hilal.\\ dâs u delûs, {OsT} İ ş e yaram az, kötü, döküntü kişi. dasalatsız, [dasalat-sız ?] {ağız} sf. Beceriksiz, dasar, [Far. dâsâr jL»b] (d a :s a :r ) {OsT} is. Tellal; simsar. dasdar, [da(s)+da/r] ( d a ’sd a r) {ağız} p ek şt. sf. Çok dar; dapdar; daracık. [DS] dasdaracık, -ğı [da(s)+da/r-a-cık] p ekşt. sf. Çok dar; daracık. dasdayı, [da(s)+da/yı] ( d a ’sdayı) {ağız} sf. Çok iyi. [DS]
1. Destan gibi yazılmış. 2. Destandakilere benzer; destanî. 3. Destan kahramanlarına yakışacak tarz da; kahramanca, daskalos, [Yun. (di)daskalos (öğretm en )] is. a rg o. Usta pezevenk, daslak, -ğı [tas-lak ?] {ağız} sf. (Yüz için) yuvarlak ve geniş. [DS] dasnik, -ği [Erme, tasnehink (pezevenk)\ is. a rg o. Pezevenk. dastan, [Far. dâstân jb~*b] (d a :sta :n ) {OsT} is. -*• dasitan. dastanî, [Far. dâstânî ^ ^ b ] (d a :sta :n i:) {OsT} sf. -*■ dasitanî. d astar1, [Far. destâr jU-o] {ağız} is. 1. Baş örtüsü. 2. Kışın erkeklerin baş ve boyunlarını örttükleri örtü. 3. Yelken bezi; kalın bez. 4. Peştamal. 5. Battaniye. 6. İnce yün kilim. 7. Ekmek torbası. 8. Sofra bezi. 9. Ekmek ya da mayalanmış hamuru korumak için üzerine örtülen kaim örtü. 10. Dokuma kumaştan yapılma baş örtüsü. [DS] d astar2, [Far. dâstâr jU~b] (d a :sta :r) {OsT} is. Tellal; komisyoncu. dastarlam ak, [destar-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r ] [-l(ı)y o r ] (Baş için) tülbentle bağlamak. [DS] -daş, [-ta eş / -da eş (yerde, alan da, fa a liy e tte y a da b içim d e eş, a rk ad a ş) > -daş / -taş / -deş / -teş] yap. e. 1. İsimden isim ve sıfat türeten ek. Benzerlik, eşitlik, ortaklık ve beraberlik bildiren isimler yapar. Arkadaşlık, meslektaşlık, aynı duyguyu ya da işi paylaşma, birlikte olma; birtakım değerlere birlikte sahip bulunma; katılma ve yakınlık gösteren bir ek. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] arkad aş, a d a ş (< ad-daş), m eslektaş, p ay d aş, yurttaş, y o ld a ş, an lam d aş (ke lim e), duygudaş (kadınlar), özd eş (sayılar), türdeş (canlılar), ö g -d eş (akıldaş), din-deş, karın -daş, k o l daş, göngiil-deş.
Ö IM IÜ ItfM
DAŞ
d aş1, [eT. taş > daş] is. 1. Taş. {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Elmas, pırlanta gibi değerli taş. [DS] S daş badem , {ağız} K abu ğ u ç o k sert o la n badem . [DS]|| daş döven, {ağız} 1. Güçlü kuvvetli ve iri y a rı in san. 2. H am arat kişi. [DS]|j daş gözer, {ağız} A rpa v e buğdayı sam an dan ay ırm akta kullanılan büyük d elik li kalbu r. [DS]|| daş olmak, {ağız} 1. S ertleş m ek. 2. M etin olm ak. [DS]|| daş yağı, {ağız} 1. P et rol. 2. Gazyağı. [DS]|] daş yoku, {ağız} D eğirm en taşının dişen dikten so n ra k i ilk hâli. [DS] daş2, [eT. taş > dâş Jita] (d a:ş) {eAT} is. Dış. daş3, [? daş] {ağız} zf. Kesinlikle; muhakkak. [DS] daş4, [Far. dâş jita] (d a :ş) is. Çanak çömlek pişirilen ya da kireç yakılan ocak, daşağır, [daş+ağır ?] {ağız} is. 1. Çok taşlı yer. 2. Verimsiz toprakları dolayısıyla az gelir sağlanan ve geçimin güç olduğu yerler. 3. İçinde ekili yer bu lunmayan otlak. [DS] daşak, -ğı [taş > taş-ak / daş-ak] {eT} is. 1. Küçük taş. 2. Erbezi; testis; husye; haya, daşdöğen, [Far. deştibân] {ağız} is. Kır bekçisi. [DS] daşgaru, [eT. taş-ğarü / daş-ğârü jjU-iU»] {eAT} zf. Dışarıya; dışa doğru, daşgın, [taş-kın] {ağız} sf. (Su için) taşkm. [DS] daşım ak, [eT. taşu-mak / taşı-mak] {ağız} gçl. f . [-r ] Taşımak. [DS] daşınmak, [daşı-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Taşın mak. [DS] daşıra, [taş-(ı)-ra / daş-ı-ra / daşra o^iU»] {eAT} is. Dışarı; taşra. S daşıra çekmek, {eAT} D ışarı ç ı karm ak.
{ağız} Hela. [DS] 0 d aşra aşm ak, {eAT} D ışarı çıkm a k; h a d d i a şm a k .|| daşra çekmek, {eAT} D ışa rı çıkarmak.\\ d aşra gelmek, {eAT} D ışarı çıkm ak.|| d aşra iletmek, {eAT} D ışarı çıka rm a k .|| daşra kalm ak, {eAT} U zak k alm ak ; yoksu n k alm ak .|| d aşra olm ak, {eAT} D ışarı çıkmak.\\ d aşra salmak, {eAT} A çığ a vurm ak; açıklamak.\\ daşra vurm ak, {eAT} A çıklam ak; a ç ığ a vurmak. daşrağı, [taş-ra-ğı > daş-ra-ğı ^y^ta] {eAT} zf. Dışa rıdaki. daşşak, -ğı [taş-ak] {ağız} is. Erkeklik bezi; haya. [DS] daşşakçı, [daşşak-çı] {ağız} is. Tosunların erkeklik organını körleten adam. [DS] daşşaldı, [daşşak-lı] {ağız} sf. 1. İğdiş edilmemiş hay van. 2. m ecaz. Yiğit; cesaretli. [DS] daşte, [Far. dâşte A^b] (d a :şte) {OsT} sf. 1. Eskimiş; yıpranmış; köhne. 2. Sahip olmuş; malik olmuş, daşten, [Far. dâşten j^ ta ] (da;şten ) {OsT} (m astar) fi. 1. Elde etmek; malik olmak; elde bulundurmak. 2. Görüp gözetlemek. 3. Almak; zaptetmek; tutmak. 4. Eskimek. daştırtı, [taş > taş-tır-tî > daş-tır-tı] {eT} zf. 1. Dış tarafında. 2. Dışında, daşyağı, [taş+yağ-ı] {ağız} is. Yer yağı; taş yağı; petrol. [DS] d a t', [tat / dat] {eT} is. 1. Pas. 2. Pas rengi. dat2, [eT. tat] {ağız} is. Tat. [DS] S d at dışlık, {ağız} 1. R ahat, huzur. 2. N eşe; sevinç. [DS]|| dat dök mek, {ağız} (Tatlı için) a ğ ız d a h o ş b ir etki b ıra k m ak. [DS]|| d at duz, {ağız} R a h at; huzur. [DS]|| dat yükü, {ağız} (M eyve için) ç o k tatlı. [DS]
daşırgam ak, [taş > daş-ır-ga-mak] {ağız} g ç s z .f. [-r ] [- g ( l) - y ° r ] (Flayvan için) yürüyemeyecek şekilde ayağını taş aşındırmak. [DS]
d ata, [Lat. data] is. Veri; done,
daşırm a, [taş-ır-ma] {ağız} is. Pekmez çömleği. [DS]
datınm ak, [tak-m-mak > dat-m-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır ] Yemeniyi başa bağlamak. [DS]
daşırm ak, [taş-ır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Taşır mak. 2. (Süt için) pişirmek. [DS] daşlam ak1, [taş > taş-lâ-malc / daş-lâ-mak] (daşla :m a k ) {eT} gçl. f i [ - r ] Dışlamak; dışarı gitmek. daşlam ak2, [daş-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Tarladaki taşları temizlemek. 2. (Akar su için) tas yığmak. 3. (Hayvan için) ayağını taşa çarpmak. [DS] daşlanguç, [taş-la-n-guç] {ağız} is. Kümes hayvanla rının midesi; taşlık. [DS] daşlatm ak, [taş-lâ-mak > taş-la-t-mak > daş-la-tmak] {eT} gçl. fi. [-u r ] Dışarıya göndermek, daşlı, [taş-lı] {ağız} sf. Taşlı. [DS] S daşh köy, {ağız} M ezarlık. [DS]
datgm , [tat-kın] {ağız} sf. 1. Tatmış olan; tadını al mış. 2. Alışmış; huy edinmiş. [DS]
datif, [Lat. dativus] is. dbl. Fiilin yönünü gösteren ve yaklaşma ifade eden isim çekim durumu; yönelme durumu; yaklaşma durumu; -e hâli, datlaş, [tat-lı+aş] {ağız} is. Aşure. [DS] datlı, [tat-lı] {ağız} is. 1. Bal. 2. Pekmez. 3. İncir; yemiş. 4. Tatlı. [DS] datlıcak, -ğı [tat-lı-cak] {ağız} is. Kıtlık. [DS] d attiri1, [tak-tır-ı] {ağız} is. 1. Kadın donu. 2. Elbise. [DS] dattiri2, [dat / düt (yans.) > dat-tir-i] {ağız} sf. 1. Ken di çalıp kendi oynayan. 2. Yerinde duramayan; çok hareketli. [DS]
daşlık, -ğı [taş-lık] {ağız} is. Avlu. [DS]
daun, [Ar. tâün] {ağız} is. 1. Kan çıbanı. 2. Veba. [DS]
daşm ak, [taş-mak] {ağız} g ç s z .f. [- a r ] Taşmak. [DS]
d a’ üssıla, [Ar. dâ5 el-sıla (ulaştırm a, kavuşm a)] (d a ;-
d aşra, [eT. taş-râ / dâş-ra o^ata] {eAT} is. 1. Dışarı. 2.
ü ssıla) {OsT} is. Yabanda, gurbette bulunan kişile-
rin şiddetli olarak duydukları vatan hasreti, yurt özlemi; ailesine, evine duydukları özlem, d a’ ütteşhir, [Ar. dâ'ü’t-teşhir] (da.ü tteşhir) {OsT} is. Ayıp yerlerini gösterme hastalığı. d av1, [dağ / dav / dıv / div (yans.)] is. Yürüme sıra sında çıkan gürültülü ve hışırtılı sesleri veya buna benzer konuşmayı anlatan kök. [Zülfıkar] dav-ış, dav-ış-da-m ak, dav-ış-tı dav2, [eT. tav / dağ] {ağız} is. 1. Dağ. 2. Orman; sık ağaçlık yer. [DS] dav3, [? dav] is. zool. Postu kaplan postu gibi çizgili Burchell zebrası, (H ippotigris bu rchelli). dav4, [Far. dâv jb ] (da:v) {OsT} is. 1. Satranç ve tav lada oyuncuların oynama sırası; tur. 2. Kâğıt oyun larında kâğıt aldıkça ortaya sürülen para. 3. {ağız} Bedel; mukabil. [DS] 4. Sövme. 5. Dava. 6. Duvar sırası. S dav sürmek, K â ğ ıt oyu n ların da o rtad a k i p a ra y ı iki k atın a çıkarm ak. d a’va, [Ar. da'vâ >] {eT} {OsT} is. 1. Boyacıların yün boyamakta kullandığı, ılgın ağacı meyvesi. [DLT] 2. Yün sümeği. [DLT] davacı, [dava-cı] (d a :v a :c ı) is. huk. Mahkemeye başvurarak biri aleyhine bir hüküm ile hakkının korunması için karar talebinde bulunan kimse; şi kâyetçi; müşteki; yakmıcı. S davacı olmak, huk. B irinden m ah k em e nezdinde şik ây etçi olm ak.
davaç, -cı [? davaç] {ağız} is. Son; uç. [DS] davalaşm a, [dava-la-ş-ma] (d a :v a :la şm a ) is. huk. Karşılıklı olarak birbiri aleyhine mahkemeye baş vurma eylemi, davalaşm ak, [dava-la-ş-mak] (d a :v a .iaşm a k ) işteş, f . [-ır ] huk. 1. Karşılıklı olarak birbiri aleyhine dava açmak. 2. Bir hakem heyeti karşısında aralarında bulunan anlaşmazlığı tartışarak gidermek, davalı, [dava-lı] (d a :v a :lı) sf. 1. huk. Kendisi aley hinde yargı organına başvurularak dava açılan kim se; yakınılan. 2. (Nesne, şey için) dava konusu edi len. 3. (Kişi için) yargı organında davası görülmek te olân. 4. gnşl. (Eser için) iddiası olan veya fikir ortaya atan; iddialı; savlı. davalık, -ğı [dava-lık] (d a :v a :lık ) s f Davayı gerekli kılan. davan, [? davan] {ağız} is. 1. Sarp geçit. 2. Tavan. [DS] d avar, [eT. tavar (m al; b ir y e r d e durm ayan, gezen ) > davar jjS] is. 1. Koyun ve keçinin ortak adı. {ağız} (aynı) [DS] 2. Koyun ve keçi sürüsü {ağız} (aynı) [DS] 3. {eAT} Binek hayvanı. 4. {eAT} Dört ayaklı çiftlik hayvanı. 5. {eAT} Mal. S davar bezeği, {ağız} K u rban bayram ı. [DS]|| d avar doluk, {ağız} İrili ufaklı bütün davarlar. [DS]|| davar dutm ak, {eAT} D av a r b eslem ek ; d av arcılıky ap m ak.]] davar düğünü, {ağız} K oyu n lar kuzuladığı zam an y a p ıla n şenlik. [DS]|| davar eri, {eAT} Çoban.]] davarın yüzü, {ağız} 24 şu batta ç o b a n ve d elikan lıların ev leri d o la ş a r a k top lad ıkları bulgur, y ağ, tuz. [DS]|| davarı salma eylemek, {eAT} H ayvanı başı b o ş bırakm ak]] d avar kopmuğu, {ağız} K a lın ve ç iğ nenm iş gü bre. [DS]|| d avar kuhu, {ağız} İnce, ç iğ nenm iş gübre. [DS]|| d avar yolu, {ağız} K e ç i yolu . [DS] davarcık, -ğı [tavar-cık] {ağız} is. 1. Dağarcık. 2. Bulgur, yarma vb. şey koymaya yarayan tüyü alın mış koyun ve keçi derisi. [DS] davarna, [? davama] {ağız} is. İçinde potas ya da zeytinyağı bulunan, kurutulacak üzümlerin batırıl dığı kap. [DS] davaş, [dav+aş] {ağız} is. 1. Katık. 2. Yemeğin üstün deki salçalı yağ. [DS] d a’v a t', [Ar. du‘â > dâ'vât
cj I^^]
(d a :v a :t) {OsT} is.
Dualar. davat2, [Ar. dâ'vet > dâ'vât o t j « ] (d a :v a :t) {OsT} is. Davetler; çağrılar, davcm m ak, [tap-mak (aram ak) > dav-cm-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır ] Araştırmak. [DS] davdallamak, [davdal-la-mak ?] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [l(ı)-y or] Başı dönmek; şaşırmak. [DS] davdar, [davdar ?] {ağız} is. Deli adam. [DS] daver, [Far. dâver jjb ] (d a:v er) {OsT} is. 1. Doğru ve âdil hükümdar. 2. Allah’ın sıfatlarından birisi, S1
Û IÜ M IİfE S Û M
DAV
dâver-i asum an, G öklerin d oğru ve â d il hüküm da rı; A llah .|| dâver-i devrân, D ünyaya h ü km ed en ; p a d iş a h ; hüküm dar. daverane, [Far. dâverâne ‘üljjb] (d a ;v er a ;n e ) {OsT}
miş; çağrılı olmayan. 2. Bir törene, bir toplantıya veya ziyafete çağrılmadan gelen, davgana, [? davgana] {ağız} is. İnce, dar boyunlu toprak testi; toprak sürahi. [DS] davı, [Ar. da'vâ l S ^ ] {ağız} is. 1. Kavga. 2. Savaş. 3.
zf. Doğru ve âdil hükümdarlara yakışır biçimde, daverî, [Far. dâverî ıx>jb] (d a ;v eri;) {OsT} is. 1. İyi ile kötüyü birbirinden ayırma. 2. Flükümdar veya hâkimlere ilişkin. 3. Hükümdarlık; hâkimlik. 4. Dava ve mahkeme. 5. Kavga. 6. Bir kimseye hâlin den şikâyetçi olma. <3 dâverî-gâh, {OsT} 1. S avaş m eydanı. 2. M ahkem e; duruşm a yeri. d a’vet, [Ar. da'vet o^so] (da;vet) {OsT} is. -*■ davet. davet, [Ar. da'vet o y o ] (da;vet) {OsT} is. 1. Çağır ma, çağrıda bulunma. 2. Bir olayı kutlamak için yapılan yemekli toplantı; ziyafet; şölen. 3. Sebep olma; üzerine çekme; yol açmak. 4. (Arapça tam lamalarda) dua. 5. Birini belli bir biçimde davran ması için uyarmak. S davet etmek, 1. (K işi için) b ir y ere, b ir toplantıya çağ ırm ak. 2. (Olumsuz şe y le r için) m eydan a gelm esin e s e b e p olm ak. 3. (Olumsuz davran ış sa h ip leri için) uyarmak.\\ dâvet-i mesâib, B ela la rı d av et etme.
Çene çalma; gevezelik. [DS] davın, [Ar. tâcün o y - li= => davın] {ağız} is. 1. Taun. 2. Baş belası. [DS] S davın çıksın, {ağız} "İyileş m ez y a ra la ra , h a sta lık la ra u ğ ra" an lam ın da ilenç sözü. [DS]|| davın etmek, {ağız} D ert a çm a k ; b e la etm ek. [DS] davış, [dav (yans.) > eT. tavış / tavuş (ses) > davış] {ağız} is. 1. Hafif gürültü; ses; hışırtı; tıkırtı. 2. Ayak sesi. [DS] davışdam ak, [dav (yans.) > eT. tavış / tavuş (ses) > davış-da-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-d (i)-y o r] Boş yere dolaşıp yorulmak. [DS] davışlam ak, [dav (yans.) > eT. tavış / tavuş (ses) > davış-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r ] [~l(ı)-yor] Ayak sesi çıkarmak. [DS] davıştam ak, [dav (yans.) > eT. tavış / tawuş (ses) > davış-ta-mak] {ağız} gçsz. f . [ - r ] [-t(ı)-y o r] Hafif ses çıkarmak; hışırdamak. [DS]
davetçi, [davet-çi] (d a:v etçi) is. 1. Bir toplantıyı, davıştı, [dav (yans.) > eT. tavış / tavuş (ses) > davışziyafeti tertip ederek çağrıda bulunan kişi; çağıran. tı] {ağız} is. 1. Hafif gürültü; hışırtı; tıkırtı. 2. Acele 2. Böyle bir toplantıyı veya ziyafeti bildirmek üze acele gidip gelme; boş yere dolaşıp yorulma. 3. re gelen haberci; çağırıcı. Ayak sesi. [DS] davetî, [Ar. dacvet > da'vetl {OsT} is. Cinleri davi, [Ar. da'vî ,j y - ı ] (davi;) {OsT} is. Hak arama; davet eden kimse,
hakkının korunmasını isteme,
d a’vetiye, [Ar. da'vetiyye ^'y-^] (da;vet) {OsT} is. -*■ davetiye. davetiye, [Ar. dâ'vetiyye
(da;vetiye) {OsT} is.
davit, [Fr. davite] is. min. Hidratlı doğal alüminyum sülfat. davla, [dav-la ?] {ağız} is. Alaca. [DS]
davlak, -ğı [dav-la-k ?] {ağız} sf. Alaca; benek. [DS] 1. Bir toplantıya, bir yere çağrılan kişilere gönderi S davlak davlak çıkm ak, {ağız} K avlam ak. [DS] len, yer ve zaman bildirir özel mektup; çağrılık; davlaşm ak, [Ar. da'vî => dav-la-ş-mak] {ağız} işteş, okuntu. 2. huk. Yargı organlarınca görülmekte olan f . [-ır ] 1. Ağız kavgası yapmak; tartışmak; müna bir dava için duruşma gününü ve yerini ilgili kişile kaşa etmek. 2. Kavga etmek; dövüşmek. [DS] re bildirmek için gönderilen çağrı kâğıdı, d a ’vetkâr, [Ar. dâ'vet + Far. -kâr (da.vet- davlı1, [dav-lı ?] {ağız} is. 1. Çarık yapmak için uzunlamasına kesilen ham deri. 2. Yarılmış odun; k â ;r) {OsT} sf. -*■ davetkâr, odun yarması. [DS] davetkâr, [Ar. dâ'vet + Far. -kâr jlS jyo] ( d a v e t davlı2, [Yun. davli] {ağız} is. Ucu yanmış ya da k â r ) {OsT} sf. 1. Bir kimseyi kendisine çeken; cez yanmakta olan odun parçası. [DS] beden. 2. Davet eder biçimde davranış sergileyen; davlım 1, [dav-(ı)l-ım ?] is. 1. Parça. 2. Evlek. çağıran. davlım2, [dav-(ı)l-ım ?] is. Bakacak, davetli, [davet-li] (da;vetli) is. Toplantı veya ziyafete davlum, [dav-(u)l-um ?] is. 1. Çarık yapmak üzere çağrılmış olan kimse; çağrılı, uzunlamasına kesilmiş ham deri. 2. Hayvan postu d a ’vetname, [Ar. dâ'vet + Far. -nâme vetn a;m e) {OsT} is.
(d a ;-
davetname,
davetnam e, [Ar. dâ'vet + Far. -nâme
(d a ;-
vetn a;m e) {OsT} is. Yasal bir iş için gönderilen çağ rı mektubu; çağrılık, davetsiz, [davet-siz] (da;vetsiz) sf. 1. Davet edilme
nun etek, bacak ve boyun gibi ince bölümleri çıka rıldıktan sonra elde edilen en iyi kaim deri. 3. {ağız} Sürülmek, ekilmek için dikdörtgen biçiminde ayrılımş toprak parçası. [DS] 4. {ağız} Tarla sürü lürken pullukla açılan ilk çizi. [DS] 5 {ağız} Toprak tabakası. [DS] 6. {ağız} Bir araziyi köylülere pay ederken eşit parçalara ayıran çizgiler. [DS] S
.
M K E S İM . niş davlum davlum kılmak, D avu l g ib i şişirmek.\\ davlum kesme, D erid en davlum çıka rm a işlem i.|| davlumuna geçmek, A rkasın a g eçm ek. davlum baz1, [? davlumbaz] is. 1. Ocak ve fırın dumanlarını çekmek üzere binalarda aspiratör ile donatılmış ve bir bacaya bağlı piramidimsi veya oval yapıdaki çıkıntı. 2. Otomobil ve deniz taşıtla rında çark, tekerlek gibi kısımları korumak için yapılmış yarı davul şeklindeki koruyucu parça. 3. (ağız} Kaptan köşkü; gemilerdeki idare yeri. [DS] 4. {ağız} Aralık; antre. [DS] 5. {ağız} Ocağın üzerinde, eşya koymaya yarayan raf. [DS] 6. {ağız} Tümsek; çıkıntı. [DS] 7. {ağız} Üzeri oymalı, işlemeli, birkaç gözü olan bir çeşit dolap. [DS] 8. {ağız} Gözenek. [DS] 9. {ağız} sf. Yüksek. [DS] 10. argo. Gövdenin arka tarafı; sırt; kıç.
DAV D avranışın ve şartlarının g özlem len m esin e d a y a nan p s ik o lo jik bilgi. davranışçılık, -ğı [davran-ış-çı-lık] is. p sik o l. İnsan davranışlarının içsel etkinliklerden uzak, sadece dış uyaranların veya ekonomik olguların etkisine daya lı olarak gözlemlenmesine önem veren, insan ve hayvan davranışları arasında bir fark olmadığını savunan görüş; behaviorizm. davranışsal, [davran-ış-sal] sf. 1. Davranışa ilişkin. 2. Davranışla ilgili, d avranm a, [davra-n-ma] is. Harekete geçme ve belirli bir tutum sergileme durumu ve eylemi,
davranm ak, [eT. tavrâ-mak (a c e le etm ek) > davra-nmak] g ç s z .f. [-ır ] 1. Çabuk olmak; hemen harekete geçmek; acele etmek, {ağız} (aynı) [DS] 2. Bir şey yapmak üzere harekete geçmek; hazır olmak; ha davlumbaz2, [Ar. tabi (davul) + Far. -bâz (çalan ) > zırlanmak. {ağız} (aym) [DS] 3. Belirli bir tutum iz davlumbaz] {OsT} iv. 1. Davul çalan kişi; davulcu. lemek; tavır takınmak. 4. Bir şeyi almak için elini 2. Atm eyer başlarına bağlanan ve avcılıkta kulla uzatmak; almaya veya tutmaya hazırlanmak. 5. nılan davul; kös. 3. Savaş sırasında atm göğüs kıs Gitmek üzere ayağa kalkmak. 6. dnz. (Bordası üze mına giydirilen bir tür zırh. S davlumbazlar rine yatmış bir gemi için) birdenbire doğrulmak. 7. urm ak, {eAT'} D avu llar çalm ak. [DK] {ağız} Zor bir işe kendini vermek. [DS] 8. {ağız} davlumbazlanm ak, [davlumbaz-la-n-mak] {ağız} Canlanmak. [DS] dönşl. f . [-ır ] Tümsek ve çıkıntılı hâle gelmek; ka davrantı, [davran-tı] {ağız} is. 1. Hazırlık. 2. Ölülerin barmak. [DS] ruhu için verilen yemek. [DS] davlumlamak, [davlum-la-mak] {ağız} gçl. f . [ - r ] [davrı, [Ar. tavr (hâl)] {ağız} e. 1. Gibi; benzer. 2. is. l(ı)-yor] Başkasının girmemesi için tarlanın etrafını Tarz; biçim. [DS] hendek açarak çevirmek; sınır çizmek. [DS] davrım ak, [eT. tavrâ-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] Dav davlunbaz, [Ar. tabi + Far. -bâz / jM iK l ranmak. [DS] {eAT} is. Davul; kös. davşan, [eT. tabış-ğân] {ağız} is. Tavşan. [DS] S davrada, [Far. dervâze] {ağız} is. Çift kanatlı kapı. davşan elması, {ağız} bot. Uç m etre k a d a r bo y la[DS] nabilen , beyaz çiçekli, küçük kürem si, kırm ızı y a da davrak, [tavra-mak > tavra-k / tabırak / tabrak] (tavsa rı m eyveleri yen ebilen , d iken li çalm ışı bir bitki, ra :k ) {e l } -*■ tavrak. (P yracan tha co ccin ea ). [DS] ||davşan kulağı, {ağız} d avram ak, [tavrâ-mak / tığrâ-mak] (davra:m ak) {eT} bot. Yumrulu, p e m b e ve bey az çiçekli, yum ruları g ç s z .f. [-r ] -* tavramak. ç o k zehirli, ç o k y ıllık otsu b itkiler o la n siklam en davrandırm a, [davra-n-dır-ma] is. Bir kimsenin ça türlerine verilen a d ; dom uz ağırşağ ı, (C yclam en buk harekete geçmesini sağlama eylemi, cilicicum , C. coum , C. g raecu m . C. hederifoliu m , davrandırm ak, [eT. tav-râ-mak (a c e le etm ek) > C. persicu m ). [DS]|| davşan topuğu, {ağız} bot. davra-n-dır-mak] g ç l.f. [ - ır ] 1. Bir kimseyi hareke Z am bakgillerden , bo z renkli, g ü zel kokulu g ö v d esi te geçirmek. 2. Acele etmesini sağlamak. 3. Bir iş ve kökünün kabuğu soyulduğunda yen ilebilen , p a için gerekli olan hazırlıkları tamamlamak, p a ty a y a p ra k la r ın a ben z er y a p raklı, ça lı g örü n ü davranıklı, [davran-ık-lı] {ağız} sf. Gayretli; hareket m ünde bir bitki; tavşan kirazı, (Ruscus aculeatus). li; canlı. [DS] [DS] davranış, [davran-ış] is. 1. Flareket etme biçimi; ha davşanak, -ğı [davşan-ak] {ağız} is. 1. Yaprağı yapış reket tarzı. 2. İnsanların tepki gösterme biçimi; tu kan bir ot. 2. Funda. 3. Pımar ağacı. 4. Pembe ve tum. 3. Birine karşı takınılan tavır; muamele. 4. beyaz çiçekli, çalı görünümünde, yapraklarından biy. P sikol. Bir organizmanın bir ortamdaki veya laden adı verilen kokulu bir madde elde edilen otsu çeşitli uyaranlar karşısındaki hareket tarzı veya tep bitkiler; pamuk otu; karağan; ildan; tavşancıl, kilerinin bütünü. S1 davranış bozukluğu, p s i k o l (Cistus creticus, Cistis lau rifoliu s). [DS] İnsan davran ışların ın ru h sal d en g esizlik n eden iyle davşancık, -ğı [davşan-cık] {ağız} is. bot. Kolay ya n orm al seyrinin dışın a çıkm asıy la o rtay a çıkan nabilen, kuş yumurtası gibi meyvesi olan, kokulu ru hsal rah atsızlık,|| davranış bilimleri, p sik ol. İn bir bitki, (Cotoneaster integerrimus). [DS] san davranışının in celen m esin e dayan an bilim lerin tümü.|| davranış psikolojisi (ruh bilimi), p sikol.
davşancıl, [tavşan-cıl] {ağız} is. zool. Tavşancıl. [DS]
IMIÜMtSÖM.
DAV
davşımak, [taşı-mak > davşı-mak] /ağız} gçl. f i [- r ] Taşımak; nakletmek. [DS] davşırm ak, [eT. tap-(ı)ş-ur-mak (ulaştırm ak, elin e verm ek) > davşır-mak] {ağız} g ç l.f. [ -ır ] Toplamak; kollamak; bakmak. [DS]
s e l ilişkide edilgin olmak.\\ Davulun sesi uzaktan hoş gelir. B ir işin için d e bu lunm ayan lar o işi k olay ve k â rlı sa n a b ilir le r .|| davulun tokmağı elinde olm ak, Yönetim i elin d e bulundu rm ak; sö z sa h ib i olm ak.
davşuldamak, [tav-(ı)ş-ul-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [u r] Emek harcamak; çabalamak. [DS]
davulbaz, [Ar. tabi + Far. -bâz j l JJ=] {ağız} is. 1.
davu, [Ar. da'vâ
davulcu1, [davul-cu] is. Davul çalan kişi. S davulcu osuruğu gibi aray a gitmek, a rgo. (B a şk a z am an la r d a önem a rz etm esin e rağm en) gürültü patırtı a ra sın d a d ikkati çekm em ek, ilgi g örm em ek.
{ağız} is. 1. Konuşma konusu;
konuşulan şey. 2. Beddua; ilenç. [DS] Davudî, [Dâvud peygamberin adından tpjta] (d a :vudi:) {OsT) sf. 1. Hz. Davut ile ilgili. 2. (Ses için) gür, kaim ve tok. S Davudî ney, miiz. Büyük boy b ir ney türü. davuk, -ğu [dav-uk ?] {ağız} is. Kadın bluzu. [DS] davuklam ak, [dab (yans.) > dab-uk-la-mak] {ağız} gçsz. f. [ - r ] [-l(ı)-y o r] Bir darbeden sersemlemek. [DS] davul, [Ar. tabi JJ» => davul] {OsT} is. 1. Çember bi çiminde enli bir kasnağın iki yanma deri gerilerek yapılan ve tokmakla çalınan bir ritmik çalgı; tom ruk. 2. Çeşitli büyüklükteki davul ve zillerden olu şan vurmalı çalgı. 3. Dokuma makineleri üzerinde bulunan en büyük silindir. 4. arg o. Kalça; kıç. 5. arg o . (Hakaret sözü olarak) aptal; duyarsız. S da vula dönmek, 1. (K afa, beyin için) gürültü yüzün den sa ğ lık lı düşünem ez olm ak. 2. (M ide için) fa z la y iy ec e k v e içecekten dolayı şişkin lik gösterm ek. 3. (Yara, şişlik vb. için) ç o k şişm ek. || davul birinin om zunda, tokm ak başkasının elinde olm ak, İşi y a p a n b iri göründüğü h â ld e sözü g eç e n a s ıl kişi b a şk a sı durum unda o lm a k; ku kla g ib i ku llan ıl m a k ,|| davul çalm ak, 1. D avulun b ir yüzüne tok m ak, d iğ er yüzüne d e çu bu k ile vurm ak su retiyle seslen dirm ek. 2. m ecaz. B ir konuyu h erkesin duyup a n la y a b ilec eğ i b içim d e yaym ak. 3. Gürültü patırtı y apm ak. ||Davul çalsan işitmez. 1. K u lağ ı a ğ ır du yan. 2. Uykusu ç o k ağır. 3. Yaptığı işe d a ld ığ ı için çev resin d en habersiz.\\ Davul, “Dengi dengine!” vu ru r. D avulun çalın m ası sıra sın d a tokm akla gü ç lü, çu bu kla z a y ıf zam an lar vurulurken “düm tek diım tek t e k ” ritm ine uydurularak söylen m iş “E v le n e c e k kişilerin h e r y ön den d en k o lm a la rı g er ek ti ğ in i" ifa d e eden söz. || davul dövmek, D avu l ç a l m ak ; seslendirmek.\\ davul etmek, argo. K ızdır m ak .|| davul gibi, Ç o k şiş ve g erg in .|| davul tok mağı, müz, D avu l ça la rk en usulün kuvvetli zam an la rı (düm) vurm akta kullanılan kırk elli santim uzunluğunda, ucu topuzlu, a rd ıç y a d a kızılcıktan yap ılm ış kalın ç o m a k .|| davul tozu, argo. G erçek leşm esi im kânsız olay. || davulu çalan başkası, parsayı toplayan başkası, B ir işin ve em eğ in ni m etlerin den ça lışıp ça b a la y a n d eğ il d e onun y erin e gelen in y a ra rlan m a sı durum unda söylen en söz. || davulu deldirmek, argo. (E rkek için) ilk k ez eşcin
Davlumbaz. 2. Ot makinesinin arkası. [DS]
davulcu2, [davul-cu ?] {ağız} is. Böğürtlen. [DS] davulculuk, -ğu [davul-cu-luk] is. Davulcunun yap tığı iş ve mesleği, davulga, [eT. tavılku > davulga] {ağız} is. 1. Koca yemişi ağacı (Arbutus unedo) ve meyvesi. 2. Kırmızı kabuklu sert ve dayanıklı bir ağaç, (Arbutus an d rach n e). [DS] davun, [Ar. tâ'ün oy-U* => davun] {ağız} is. 1. Veba; taun. 2. Kan çıbanı. 3. Hayvanların boğazında mey dana gelen ur. 4. Zehir. [DS] S1 davun çıkasıca, {ağız} İlen ç sözü. [DS]|| davun olm ak, {ağız} B ela olm ak. [DS]|| davun otu, {ağız} bot. C a n a v ar otug illerd en m ısır, dom ates, kavun, karpuz g ib i bitki lerin kökü n e y a p ış a r a k a s a la k o la r a k büyüyen, m a vi çiçekli, p u l y a p ra klı, sa rı y a d a kırm ızım sı g ö v d eli bir ot; ca n a v a r otu; verem otu; bostan bozan, (O ro ba n ch e an atolia, O. m inör). [DS] davuş1, [? davuş] {ağız} is. Parmak izi. [DS] davuş2, [tav (yans.) > eT. tav-uş > davuş] {ağız} is. 1. Hafif ses; hışırtı, pıtırtı. 2. Gaipten gelen ses. [DS] 3 davuş davuş olm ak, {ağız} (H ayvan için) ku la ğını dikm ek. [DS]|| davuş katm ak, {ağız} B irin e seslen m ek. [DS] davuşlam ak, [davuş-la-mak] {ağız} gçl. f i [ r ] [-l(u)y o r ] 1. Arkadan laf etmek; dedikodu yapmak. [DS] davuştu, [dav (yans.) > dav-uş-tu] {ağız} is. 1. Hafif gürültü; pıtırtı; hışırtı. 2. Ayak sesi. 3. Mukavele; sözleşme. 4. Arkadan konuşma; söz etme. [DS] davya, [Fr. davier] is. Dişçi kerpeteni. d ay1, [day (yans.)] is. Sürtünme, kayma ya da yırtıl ma dolayısıyla çıkan cayırtılı sesi anlatan kök. [Zülfîkar] d ay-ır day -ır day2, [tay / day ^ j ] {eAT} is. 1. Tay. 2. {ağız} At veya eşek yavrusu; tay; sıpa. [DS] 3. Taygeldi. day3, [day] {ağız} sf. Çıplak. [DS] day4, [day] {ağız} e. Gibi. [DS] day5, [Far. dây
15li] (da:y) {OsT} is. Duvar sırası; du
var katı. S daya çıkm ak, {ağız} O rtaya çıkm ak. [DS] d aya1, [Far. dâye
H l V W . 1117
DAY
daya2, [Kuz. Afr. yerli d. daya (suların sığınağı)] is. coğ . Kuzey Afrika’da, karst kökenli, dibinde çoğu zaman su bulunan çöküntü. day’a, [Ar. day'a / zay'a
{OsT} is. 1. Binasız ar
sa. 2. Geliri olmayan bina. 3. Tarla; çiftlik, dayak, -ğı [eT. tayâ-mak > tayâ-k > daya-k j U i ] is. 1. Bir şeyin yıkılmaması, devrilmemesi için altına veya yanına konulan destek; destek olabilecek şey; payanda; mesnet; dayanılacak şey; destek. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Hayvanı veya bir insanı sopa veya başka bir şeyle dövme işi. 3. huk. Eskiden içki içme ve zina suçlarına karşı uygulanan ceza. 4. 1pek dokuma tezgâhlarında dik ve gönyesinde tut maya yarar sopalardan her biri. 5. {ağız} Kağnı ve dört tekerlekli arabalarda oku yukarıda tutmaya yarayan ağaç destek. [DS] 6. {ağız} Evlerin kapısı nın açılmaması için arkasına konulan ağaç kol; ta koz. [DS] 7. {ağız} Kalın ve ıızun sopa; baston. [DS] 8. {ağız} Bir yükü yalnız başma sararken, sarılmış olan yükün altına dayanan ucu çatallı, kalın sopa; eşek dayağı. [DS] 9. {ağız} Merdiven. [DS] fi1 da yak arsızı, Ç o k d a y a k y ed iğ i için a lışk an lık k a zan m ış; arsızlaşm ış. || dayak atm ak, D övm ek. ||da yak cezası, İslam hukukunda zina, zin a iftirası ve içki içilm esi su çların a uygulanan ceza. || dayak düşkünü, (D ayağı b ir eğitim a r a c ı o la r a k g ö ren le r için) d a y a k atm ayı g e r e k tir e c e k d a v ra n ışları s ık s ık yapan.\\ dayak düşmanı, (D ayağı b ir eğitim a ra cı o la r a k g ö r e n le r için) d a y a k atm ayı g e r e k tir e c e k d av ran ışları sık s ık y a p a n ; d a y a k y em ey i h a k eden.\\ dayak kaçkını, (D ayağı b ir eğitim a ra c ı o la r a k g ö r e n le r için) d a y a k atm ayı g e r e k tir e c e k davran ışları s ık sık yapan.\\ dayak kesiri, {ağız} Suçlu; kab ah a tli. [DS]|| dayak verm ek, {ağız} 1. D estek y apm ak. 2. B ed en i gü çlen d irm ek için o ru ca a r a verm ek. [DS]|| dayak vurm ak, {ağız} D estek y apm ak. [DS]|| dayak yemek, B irisi tarafın dan d ö vülmek. dayaklam a, [dayak-la-ma] is. Dayak ile destekleme eylemi. dayaklam ak, [dayak-la-mak] g ç l .f . [ - r ] [-l(ı)-y o r] 1. Bir şeyin yıkılmasını, devrilmesini önlemek için dayak koyarak desteklemek; payandalamak. 2. {ağız} (Kapı için) açılmaması için arkasına dayak koyarak kapamak; sürgülemek. [DS] dayaklanm ak, [tayâ-k > taya-k-la-n-mak > daya-kla-n-mak] {eT} dönşl. f . [-u r ] Baston, değnek, da yak vb. sahibi olmak; dayak edinmek, dayaklı, [dayak-lı] sf. 1. Dayak konulmuş olan; dayağı bulunan; dayaklanmış. 2. {ağız} Sağlam; dayanıklı. [DS] dayaklıg, [tayâ-mak > tayâ-k > taya-k-lığ > daya-k. lığ] {eT} sf. Dayaklı; destekli, dayaklık, -ğı [eT. tayâ-k > taya-k-lık > dayak-lık] sf. 1. Dayak olarak kullanmaya uygun. 2. is. Destek
olarak kullanılan şey. 3. {ağız} Arabaya konulan yükün devrilmemesi için konulan uzun sopa veya odun. [DS] 4. {ağız} Eşek dayağı. [DS] 5. {ağız} Des tek. [DS] 6. {ağız} Merdiven. [DS] 7. {ağız} Tohum ekilirken çiftçiye yardım etme. [DS] dayalı, [daya-lı] sf. 1. Bir yere dayanmış, yaslanmış olan. 2. Birine güvenen, itimat eden, fi1 dayalı dö şeli, (Ev, od a, bü ro için) m obilya, halı, kilim vb. ile döşenm iş. dayam a, [daya-ma] is. 1. Bir şeyi, bir yere destek olarak koyma eylemi. 2. {ağız} Fırının duvarlarına yaslamak suretiyle pişirilen bir tür yassı ekmek. [DS],3. {ağız} Peşin olarak verilen para; karşılıklı kredi. [DS] 4. Metal parçaların perçinlenmesi veya doğrultmacıların çekiçleme işleri sırasında karşı taraftan başka bir kişinin dayama suretiyle kullan dığı çekiç veya benzer metal araç. 5. {ağız} Süt, yumurta, yağ ve unla yapılıp tandırda pişirilen çö rek. [DS] 6. {ağız} Yufka ekmeği üzerine önceden hazırlanmış tas kebabını suyu ile birlikte dökerek yapılan yemek. [DS] 7. {ağız} Pilav. [DS] 8. {ağız} Destek. [DS] 9. {ağız} Birinin emek, diğerinin para olarak yaptıkları ortaklıkta verilen para. [DS] 10. {ağız} Kağnı ya da araba okunu yukarıda tutmaya yarayan destek. [DS] 11. {ağız} Eşek dayağı. [DS] 12. {ağız} Kışın ocağa dikine konularak yakılan ka lın odun kütüğü. [DS] 13. {ağız} Araba sandıklarını yanlardan tutan dikine ağaçlar. [DS] 14. {ağız} Çat ma denilen tünel biçimli çadırların arka tarafını sıkıca kapamak için, buraya dikine dayatılan sırık lardan her biri. [DS] 15. {ağız} Ölü mezara konul duktan sonra üzerine toprak dolmaması için mezar üzerine uzunlamasına dizilen tahtalar. [DS] 16. {ağız} Koyun, keçi gibi hayvanların yattıkları yer. [DS] 17. {ağız} Evlerde odalar arasındaki ince du varlar; bölmeler. [DS] 18. {ağız} Yüksek tahta per de. [DS] 19. {ağız} Taş, duvar gibi sert şeyler. [DS] 20. {ağız} Rüzgârdan korunmak için yapılan set. [DS] 21. {ağız} İçi ot dolu yastık; sedirlerdeki arka ve yan yastıkları. [DS] 22. {ağız} Ağzına kadar dol durulmuş çuval. [DS] 23. {ağız} Tarla ve bağ ortak larının mal sahibine verdikleri güvence parası. [DS] dayam acı, [daya-ma-cı] is. 1. Perçin yapılırken veya doğrultma sırasında karşı taraftan dayama çekicini tutan kişi. 2. argo. Toplu taşıma araçlarında sıkı şıklıktan yararlanıp sürtünerek tacizde bulunan kimse. dayam ak, [eT. tayâ-mak > daya-mak] gçl. f . [ - r ] [y (ı)-y o r] 1. Bir şeyi bir yere düşmeyecek biçimde yaslanık olarak koymak; yastamak. 2. Birinden güç alacak biçimde girişimde bulunmak; güvenmek; yararlanmak. 3. (Silah vb. şeyi) birini tehdit edecek biçimde vücuduna dokundurmak. 4. Bir tepki ola rak bir şeyi hemen gerçekleştirmek üzere davran mak. İstifayı dayam ak. 5. (Ordu, vb. silahlı grup için) bir yanını güvenli bir doğal ortamın koruma-
DAY
sına bırakmak. 6. Bir şeyi kaba bir hareketle ver mek; öfke ile sunmak. 7. Bir inşaatı komşu binanın duvarına bitiştirmek. 8. {ağız} (Kapı ve pencere için) kanatlarını ardına kadar açmak. [DS] fi1 daya döşe, {ağız} Oturmaya, y a slan m a y a y a ra y an yastık, m in der vb. şeyler. [DS]|| dayayıp döşemek, B ir y e r i en in ce ayrıntılarını dü şü n erek g ü zel b ir b i çim d e döşem ek, süslem ek.
ö IÜ M IİM E M dayanıgörm ek, [dayan-mak + göı-mek
• 1118
y li» ]
{eAT} gçsz. b. f . [-ü r ] Dayanıp durmak; sebat et mek.
dayanık, -ğı [dayan-mak > dayan-ık] sf. 1. Dayan mış; yaslanmış; dayalı. 2. gnşl. Sağlam, mukave metli. 3. {ağız} (Hayvan için) gücünü yitirmiş; yü rümeye gücü kalmamış; takatsiz. [DS] dayanıklı, [dayanık-lı] sf. 1. Dayanabilen, sağlam. 2. dayana, [dayı+ana] {ağız} is. Yenge. [DS] Yıpratıcı ve zor şartlara karşı dayanan; mukavim; dayanacak, -ğı [daya-n-acak] is. 1. Dayanmaya, yas sağlam; dirençli; metin; metanetli. 3. biy. Kendisi lanmaya yarayan şey veya yer. 2. {ağız} İçi ot dolu ne bir hastalık bulaştığı hâlde az zarar gören (bitki yastık; sedirlerde dayanmaya yarayan arka ve yan vb.). yastıkları. [DS] dayanıklılık, -ğı [dayanık-lı-lık] is. 1. Dayanıklı ol dayanak, -ğı [daya-n-ak] is. 1. Dayanılacak şey, güç; ma hâli ve niteliği. 2. Dış etkilere ve zor şartlara destek; mesnet, (1935). 2. m ecaz. Bir görüşün, yar dayanma gücü olma özelliği gının üzerine kurulduğu ana öge; esas, temel. 3. dayanıksız, [dayanık-sız] s f 1. Çabuk eskiyen, yıp Birine çalışmalarında güç veren, yardım eden, des ranan. 2. Sağlamlığı istenilen nitelikte olamayan; tek olan kişi; koruyucu; koruyan; {ağız} (aynı). [DS] çürük. 3. Dayanma gücü yetersiz olan. 4. Kolayca 4. f e l . Bir varlıkta, niteliklerinden bağımsız olarak parçalanıp kırılabilen. 5. Zayıf bir bünyeye sahip var olan ve varlığın gerçekliğini meydana getiren olan; çelimsiz. S dayanıksız mal, Üretim ve tüke şey; töz. 5. dbl. Bir ses dizilişinin söylenişini ko tim a şa m a sın d a uzun sü re bekletilem ey en ve hem en laylaştırmak için bir kelimenin içine veya kelimeler tüketilm esi g e r e k e n m allar. arasına getirilen ünlü veya ünsüz. 6. {ağız} Kalın dayanıksızlık, -ğı [dayanık-sız-lık] is. Dayanıksız sopa. [DS] 7. {ağız} Destek. [DS] S dayanak nok olan şeyin niteliği; dayanmama, çürük olma, tası, B irbirin e dayan m ış o la n ö ğ elerin b irb irin e dayanılm a, [dayan-ıl-ma] is. Dayanma durumunda d eğ d ik leri n okta; dayan ılan yer. bulunulma eylemi, dayancak, [tayan-cak > daya-n-cak {eAT} is. dayanılm ak, [dayan-ıl-mak] edil. f . [-ır ] Bir yere yaslanma ve dayanma durumunda bulunulmak, Güvenilecek şey. dayanç, -cı [eT. taya-n-mak > taya-n-ç > daya-n-ç] dayanım, [dayan-ım] is. 1. Dayanma gücü; muka vemet. 2. Rüzgâr ve su gibi bir akışkanın belli boy is. 1. {eT} Dayanak; yardım; destek. 2. İnsanı etki daki öğelere yer değiştirtme gücü, leyen olaylar karşısında güçlü kalmasını sağlayan dayanırlık, -ğı [dayamr-lık] is. Dayanma gücü; di manevi güç; dayanma gücü; sabır, tahammül, renç. dayandırm a, [dayan-dır-ma] is. Dayanma durumunu dayanış, [dayan-ış] is. Dayanma eylemi veya biçimi, sağlama eylemi, dayandırm ak, [dayan-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir dayanışık, -ğı [dayanış-ık] sf. (Millet, toplum, sınıf vb. için) üyeleri arasında sıkı bir iş birliği ve daya şeyin temelini başka bir olay veya nesne üzerine nışma bulunan; mütesanit, oturtma. 2. Dayanmak işini yaptırmak. 3. Uzun sü re sağlam kalmasını sağlamak; uzun süre kullan dayanışm a, [dayan-ış-ma] is. 1. Bir toplumu meyda na getiren bireyler arasındaki yardımlaşma, karşı mak; geç eskitmek, lıklı sorumluluk, birlik ve beraberlik düşünce ve dayanduk, [dayan-mak > dayan-duk] {eAT} is. Des duygusuna dayalı ilişki; tesanüt, (1935). 2. Karşı tek. lıklı sorumluluk, dayangaç, [dayan-gaç] is. 1. Destek; tutamak. 2. {adayanışm acı, [dayanışma-cı] is. 1. Dayanışma yanlı ğız} Kaim ve uzun sopa. [DS] sı. 2. sf. Dayanışma ile ilgili, dayangan, [dayan-ğan > tayan-ğan OUıLU] {eAT} {a- dayanışmacılık, -ğı [dayanışma-cı-lık] is. 1. Daya ğız} sf. Dayanıklı; sağlam; metin. [DS] nışma üzerine kurulu ahlak ve toplum görüşü. 2. Her insanın medeniyetin kendisine sağladığı yarar dayangı, [dayan-gı] {ağız} is. (Kumaş, kereste vb. ilardan ötürü borçlanmış olduğunu savunan sosyal çin) dayanıklık. [DS] görüş. dayangılı, [dayangı-lı] {ağız} sf. Dayanıklı; sert; me dayanışm ak, [dayan-ış-mak] işteş, f. [-ır ] 1. Duygu tin. [DS] ve düşünce birliği içinde olmak; güç birliği etmek; dayangu, [tayâ-mak > taya-n-mak > tayâ-nu > dayâyardımlaşmak; birbirine destek olmak. 2. {ağız} İd nu] (dayanu) {eT} is. 1. Kendisine güven duyulacak dia etmek. [DS] kimse; dayanakçı; destekçi; yardımcı. 2. Hakanın güvenini sağlamış görevli; mabeyinci; perdeci başı; dayanışm alı, [dayanışma-lı] sf. Aralarında dayanış ma bulunan. hacib.
H n n f ö M .ıı ı ı
DAY
dayanm a, [daya-n-ma] is. Bir yere yaslanma veya sağlam olma durumu ve eylemi. dayanm ak1, [eT. tayâ-mak> taya-n-mak
OU»> da-
ya-n-mak] dönşl. f . [-ır ] 1. Bir yere kendini daya mak, yaslamak; oradan destek almak; yastanmak; istinat etmek. 2. Bir şeyi kuvvetlice itmek. 3. Yük lenmek; ağırlığım vermek. 4. Bir yerden kuvvet almak; birinin desteğine ve yardımına güvenmek; itimat etmek. {eAT} (aynı) 5. Karşı durmak; diren mek. 6. Bozulmamak, sağlam kalmak; dayanıklılık göstermek. 7. (Para, mal için) yetmek; yeterli gel mek; yetişmek, {ağız} (aynı) [DS] 8. Tahammül gös termek, sabretmek; birinin isteklerine katlanmak. {ağız} (aynı) [DS] 9. Varmak, ulaşmak. 10. Temeli olmak, bir dayanak üzerine kurulmak; sebep gös termek. 11. a rg o. Girişmek; başlamak. 12. Çıka gelmek. 13. argo. Hız vermek. 14. Bütün gücünü kullanarak bir işi yapmak. 15. (İstenmeyen şeyler için) üzerinde kalmak. 16. edil. Bir şey bir yere yaslanmış olarak konulmak. dayanm ak2, [daya-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] 1. Durmak; dinmek. 2. Yorulmak. [DS] dayantı, [daya-ntı] is. 1. Dayanıklık. {ağız} (aynı) [DS] 2. fe l. Altta bulunan; temel. 3. {ağız} Araba sandıklarını yanlardan tutan dikine ağaçlar. [DS] 4. {ağız} Destek. [DS] dayantılı, [dayantı-lı] {ağız} sf. Dayanıklı; sert; me tin. [DS] dayantılık, -ğı [dayan-tı-lık] {ağız} is. Sabır; taham mül. [DS] dayatış, [dayat-ış] is. Dayatmak eylemi veya biçimi, dayatm a, [dayat-ma] is. Dayama eylemim yaptırma veya direnme eylemi, dayatm ak, [dayat-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Bir şeyin bir yere dayanmasını sağlamak. 2. Kendi isteğini yap tırmak için direnmek. 3. Başkasının isteğini yerine getirmemek için direnmek. 4. {ağız} Alıkoymak. [DS] dayattırm a, [dayat-tır-ma] is. Dayama işini birine yaptırma veya direnmesini sağlama eylemi, dayattırm ak, [dayat-tır-mak] g ç l .f . [-ır ] 1. Bir şeyin bir yere dayanmasını birine yaptırtmak. 2. Direndirmek. dayaz, [? dayaz] {ağız} sf. Derin olmayan su kenarı; sığ. [DS] dayaza, [eT. tayı+eze
{ağız} is. Teyze.
[DS] daydalanm ak, [daydala-n-mak] {ağız} gçsz. f . [-ır ] Nispet yapmak. [DS] daye, [Far. dâye -ota] (d a :y e) {OsT} is. Süt nine; dadı. S dâye-gî, {OsT} D a d ılık ; sütninelik. daygeldi, [eT. tay (dul) > tay+geldi] {ağız} is. 1. Sonradan gelip yerleşen yabancı. 2. Dul kadın ev lenirken yanında götürdüğü, önceki kocasından olan çocuk. [DS]
dayhana, [day + Far. hâne] {ağız} is. Susam yağı çıkarılan, tahin, helva yapılan dükkân; helvacı dük kânı. [DS] dayı1, [eT. tayı > dayı] is. Çocuklar için annenin er kek kardeşi. dayı2, [eT. tayı > dayı] {ağız} sf. 1. Güzel; iyi; hoş. 2. Cesur; babayiğit. 3. Gösterişli. 4. Eli açık; cömert. [DS] dayı3, [dayı] is. 1. tar. İmparatorluk döneminde Tu nus, Cezayir ve Trablusgarp’ta seçimle başa geçen yönetici. 2. Polis, jandarma. 3. Bir kimsenin kayırı cısı olan ve sözü geçen kimse. 4. argo. Cesur; yiğit. 5. arg o. Gücüne güvenerek çevresinde egemenlik kuran kimse; külhanbeyi, dayıbaşı, -nı / -yı, -şiarı [dayı+baş-ı] {ağız} is. Ame le başı. [DS] dayıca, [dayı-ca] {ağız} sf. 1. Güzel; iyi. 2. Güzelce. [DS] dayık, -ğı [day-ık] {ağız} is. Senet. [DS] dayılanm ak1, [dayı-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır ] Bir dayıya sahip olmak; annesinin erkek kardeşi olmak; dayısı olmak. dayılanmak2, [dayı-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ - ır ] 1. Büyüklenmek; böbürlenmek. 2. argo. Gücüne gü venerek diklenmek. 3. Bir koruyucuya sahip ol mak; dayı edinmek. 4. Başkasının himayesine sı ğınmak; dayısına güvenmek. [DS] dayılık, -ğı [dayı-lık] is. 1. Dayı olma durumu veya dayı olanın niteliği. 2. m ecaz. Kayırıcılık. 3. argo. Kabadayılık. dayınmak, [eT. tay-mak > tay-ın-mak] {eAT} dönşl. f . [-u r] Ayağı takılıp sendelemek; ayağı sürçmek, dayıoğlu, -nu, -oğulları [dayı+oğlu] is. Dayının oğ lu. dayır, [day (yans.) > day-ır] {ağız} is. Sürtünme, kay ma ya da yırtılma dolayısıyla çıkan cayırtılı sesi anlatan yansımalı gövde. [DS] S dayır dayır, {ağız} Şiddetle, s ü r ’a tle ; ca y ır cayır. [DS] dayıza, [eT. tayı (dayı) + eze (kız k ard eş) > tayıza / tayaza/ dayazaojUi /
{eAT} is. Teyze.
dayızade, [dayı + Far. zade (oğul)] (d ay ıza:d e) {OsT} is. Dayının oğlu veya kızı, dayim, [Ar. dâ’im ^ b ] (da.yim ) {eAT} zf. Daim; da ima; daimî. [DK] dayin, [Ar. deyn (bo rç) > dâyin jj.b] (da:yin) {OsT} sf. Borç veren; alacaklı, dayk, [Ar. dayk / zayk
is. Darlık; dar olma.
daykak, -ğı [eT. tay-mak (sen delem ek) > day-ka-k ?] {ağız} sf. Baygın; bayılmış. [DS] daylak1, -ğı [Moğ. taylağ] {eAT} is. 1. Başıboş salı nan, yularsız deve veya at. 2. {ağız} Dişi deve. [DS] 3. {ağız} Damızlık erkek deve. [DS] 4. {ağız} Boy nunda tüy olmayan güreş devesi; pehlivan deve.
DAY [DS] 5. {ağız} Deve yavrusu. [DS] 6. {ağız} At, eşek yavrusu. [DS] 7. {ağız} İki yaşındaki hayvan. [DS] daylak2, -ğı [eT. tay-lan > daylak] {ağız} sf. 1. (Genç erkek için) sakalı, bıyığı çıkmamış; delikanlı. 2. (Kişi için) ince, uzun boylu. 3. (Nesne için) çıplak; sivri. 4. (Kişi için) baldırı, bacağı açık. [DS] daylan, [eT. taylan (endam lı g en ç)] {ağız} sf. 1. (Kişi için) boylu boslu; gürbüz; güçlü kuvvetli. 2. is. Dalsız budaksız uzayan ağaç. [DS] daylı, [day-lı ?] {ağız} is. 1. Hayalî zehirli bir hayvan. 2. Büyük çıban; tehlikeli çıban. 3. Dert; şiddetli sancı. 4. Zehir. 5. Şeytan. 6. Suyun bol olduğu yer. 7. s f Arsız. 8. ünl. “Öl, g e b e r ’’ anlamında ilenç sözü. [DS] S daylı artığı, {ağız} H asta lık g eçir d iğ i y a d a b a şk a n ed en lere bağ lı o la r a k yam ru yumru, işe y a ra m a y a n meyve. [DS] daym ak, [daya-mak] is. Merdiven, daynetmek, [Ar. deyn + T. et-mek] {ağız} gçsz. f i [r ] f-d (i)-y o r] Alay etmek. [DS] d ay ra1, [day (yans.) > day-(ı)r-a ?] {ağız} is. Üç etekli kadın elbisesi. [DS]
dazıram ak, [daz (yans.) > dazır-a-mak] {ağız} gçsz. f [ - r ] [-r(ı)-y o r] (Odun vb. için) yanarken ses çı karmak; cazıramalc. [DS] dazırdam ak, [daz (yans.) > dazır-da-mak] {ağız} gçsz. f . [-r ] [-d (i)-y o r] 1. Vızıldamak. 2. Boşuna dolaşıp yorulmak. [DS] dazırdaşm ak, [daz (yans.) > dazırda-ş-mak] {ağız} işteş, f . [- ır ] 1. Birlikte hızlıca hareket edip, koşup geçip gitmek. 2. Hep birden çarparak ses çıkart mak; hep birden zırlamak. [DS] dazırdatm ak, [daz (yans.) > dazırda-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] 1. Hızlıca sürmek; yürütmek. 2. Hızlıca zınlatmak; birden çarpma ile ses çıkarmak. [DS] dazıtmak, [daz (yans.) > daz-ıt-mak] {ağız} gçsz. f . [ır] 1. Koşmak; seğirtmek. 2. Kaçmak. 3. gçl. f . Ka çırmak. [DS] dazlak1, -ğı [eT. tâz (kel) > taz-la-k / daz-la-k jljb ] sf. 1. Başında saçı olmayan; saçları dökülmüş; saç sız; kel. {eAT} (aynı) 2. {eAT} (Y er için) üzerinde bitki yetişmemiş; ot ve ağaç bitmemiş.
d ayra2, [Ar. dâ’ire o^b] {ağız} is. Daire. [DS]
dazlak2, -ğı [daz (yans.) > daz-la-k] {ağız} is. 1. Ayı. 2. Leylek. 3. Kaba adam. 4. Ham meyve. [DS]
dayram ak, [day (yans.) > day-(ı)r-a-mak] {ağız} g ç s z .f. I - r ] [-r(ı)-y o r ] (Kumaş için) eskimeye yüz tutmak; yırtılmak; tel tel olmak. [DS]
dazlak3, -ğı [daz (yans.) > daz-la-k] {ağız} sf. Pişirme sırasında bir tarafı hafifçe yanmış. [DS]
dayyık, -ğı [Ar. dayyık / zayyık {j ~ a ] {OsT} sf. Pek dar. dayza, [tayı+eze] {ağız} is. Teyze. [DS] d az', [daz / diz (yans.)] is. Hızlıca dönme ve dolaş ma, bu biçimde gidip gelmeyi anlatan kök. [Zûlfikar] daz-ır-da-m ak, daz-ır-dı, d a z -la -m a k daz2, [daz / diz / doz (yans.)] is. Gaz çıkarmayı ve cızırtılı yanmayı anlatan kök. [Zûlfıkar] daz-ı-ram ak, d a z-ı-ra -k daz , [eT. tâz / daz jb / jtt>] is. 1. Saçların dökülme sine yol açan hastalık; kellik, {ağız} (aynı) [DS] 2. Başında saçı olmayan; kel; saçsız. {eAT} {ağız} (ay nı) [DS] 3. s f (Arazi ve toprak için) kurak, çıplak; ot bitmeyen; çorak, {ağız} (aynı) [DS] 4. {eT} Çıplak. S daz gıran, {ağız} Yüksek ve ç ıp la k dağ. [DS]|| daz yer, {eAT} Ç o ra k y e r ; verim siz to p r a k [DK] dazan, [daz (yans.) > daz-an] {ağız}is. Rüzgâr tutan tepe; yelli tepe. [DS] d azara d azar, [Ar. dazara (a c ele) + dazar (ç o k a c e le) / dazara dazır jljb ejljb] {OsT} zf. Çok acele ola rak; telaşlı bir şekilde, dazarm ak, [tâz > taz-ar-mak > daz-ar-mak] {eT} g ç s z .f. [-u r] Kelleşmek; çıplak hâle gelmek. [DLT] dazıra dazır, [Ar. dazara dazar jtjb ojljb] {ağız} zf. Kendi kafasıyla; kimseye danışmadan; kendi ken dine. [DS] dazırak, -ğı [daz (yans.) > dazıra-k] {ağız} is. Y el lenme. [DS]
dazlaklık, -ğı [daziak-lık] is. Saçsız başın durumu; saçsız olma hâli, dazlam a, [daz-la-ma] is. 1. Güç beğenme durumu ve eylemi. 2. Hızlı yürüme; hızla hareket etme; birden vınlayıp gitme. dazlam ak1, [tâz > taz-lâ-mak > daz-lâ-mak] {eT} gçl. f . [ - r ] Kel saymak; dazlak olduğunu iddia etmek. dazlam ak2, [daz (yans.) > daz-la-mak] gçsz. f . [ - r ] [ l(ı)-y or] 1. Güç beğenmek; ayıplamak, {ağız} (aynı) [DS] D azlayan d a r a düşer, k e l b a şlı k ız a düşer. (Atasözü) 2. Hızlı yürümek; hızla hareket etmek; birden vınlayıp gitmek. 3. {ağız} Kaçmak. [DS] dazlam ak3, [daz (yans.) > daz-la-mak] gçl. f i [- r ] [(ı)-yor] 1. Dağlamak. 2. Kızartmak; kebap yapmak, dazlatm ak, [dazla-t-mak] gçl. f . [-ır ] 1. Hızlı yürüt mek; hızlı sürmek. 2. Birden çarpma ile ses çıkart mak; çınlatmak, dazm ak, [daz (yans.) > daz-mak] {ağız} gçsz. f . [- a r ] 1» Kaçmak. 2. g çl. f i [ - a r ] Kaçırmak. [DS] dazm alam ak, [dazma-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r ] [l(ı)-y o r] Ayıplamak; kınamak. [DS] dB, [Fr. deci-bell] is. fiz . Ses genliği birimi olan desibelin simgesi. DDT [dikloro-difenil-trikloretan kelimelerinin baş harfleri] is. kısalt. Ürünlere, hayvanlara ve insanla ra zarar veren bir çok böceğin öldürülmesinde kul lanılan zehirli bir kimyasal bileşik; (Cl-C gH ^CH CC13 -d e1, [-da / -de / -ta / -te] çek. e. - * -da. {eT} {eAT} (aynı).
aıiîiiü C E s i i j i .
1121
-de-3, [-da- / -de-] yap. e. -*• -da-. {eT} {eAT} (aynı)
DEB latan yansımalı gövde. [DS] S debbel dübbel, {ağız} 1. S en deleyerek. 2. D ü şe kalka. [DS]
de1, [eT. takî / dakı / dağı > dahi / dahi > da / de] bağ. -*■ da1. de2, [de ?] {ağız} is. Zaman; vakit. [DS]
debboy, [Fr. dépôt] is. as. 1. Silah, elbise ve askerî malzeme konulan ambar. 2. {ağız} Kışla. [DS]
de3, [de-mek > de] {ağız} ünl. Haydi. [DS]
debbus, [Ar. debbüs j-*^ ] (deb bu :s) {OsT} is. Topuz.
deaim, [Ar. dı'âme > de'âim ^Ls-i] (d ea:im ) {OsT} is. Destekler; payandalar, deâvi, [Ar. dacv â > de'âvi lSJ^m] (d aa:v i) /OsT} is. 1. Davalar. 2. Mahkemeye başvurmalar. 3. İddia edi len fikirler. deb1, [dab / deb / dep / dıb / dib / düp (yans.)] is. Patırtılı yürümeyi, düzensiz adım atmayı, ayakla tepme veya tepinmeyi; dengesi bozulma, yuvar lanma; kımıldanma ve bu yolla meydana gelen dür tüleri anlatan kök. [Zülfıkar] d e b -e l d eb el, d eb -e-lem ek, deb-e-le-n -m ek, deb-erı-le-m ek, d eb -er-le-n mek, d eb -ik -le-m ek deb2, [Ar. de5b u İj] {OsT} is. Gelenek; âdet; usul. S deb-i dîrîn, E sk i g elen ek. || deb-i kadîm, E sk i g e lenek. debabic, [Ar. dıbac > debâbic g lo ] (d e b a :b ic ) {OsT} is. Dallı, çiçekli ipek kumaşlar, debabis, [Ar. debbüs > debâbıs ^ I p ] (d eb a :b is) {OsT} is. Topuzlar, debagat, [Ar. debâğat c~tlo] (d eb a :g a t) {OsT} is. Deriyi terbiye etme; tabaklık; sepicilik, debale, [Far. debâle -d ip ] (d e b a d e ) {OsT} is. bot. Ağaç kavunu, debayak, -ğı [de+bayak] {ağız} is. Biraz önce; demin. [DS] debbabe, [Ar. debbâbe -*jIo] (d e b b a :b e ) {OsT} is. Es kiden kale kuşatmalarında içine girilerek kale kapı larına kadar yaklaşmayı sağlayan, ok ve diğer si lahlardan koruyan, üzeri kalın manda derisi ile kap lanmış bir fıçı şeklinde savunma aracı, debbağ, [Ar. debğ (sep ilem e) > debbâğ flo ] (d e b b a :ğ ) {OsT} is. Hayvan derisini terbiye eden kişi; tabak; sepici. debbağhane, [Ar. debbâğ + Far. hâne «üUilo] (debb a :ğ h a :n e) {OsT} is. Hayvan derilerinin sepilendiği yer; tabakhane,
3 debbüs-i âhenîn, {OsT} D em ir topuz. debdab1, [Ar. debdâb v ^ - 5] (d eb d a :b ) {OsT} is. Da vul. debdab2, [Far. debdâb ^-^p] (d eb d a :b ) {OsT} is. 1. Şöhret. 2. Azamet debdebe, [Far. debdebe ^-lo] {OsT} is. 1. Büyük gös teriş; şatafat; görkem; şaşaa; ihtişam. 2. Gürültü pa tırtı; tantana, debdebeli, [debdebe-li] sf. Gösterişli; görkemli, debdüş, [deb (yans.) + düş] {ağız} zf. 1. (Yürümek için) sendeleyerek. 2. (İş yapmak için) el yorda mıyla; görmeden. [DS] S debdüş etmek, {ağız} G örm eden, ra sg ele, s e n d e le y ere k yürüm ek. [DS] debe, [Far. debe
40] {eAT} {ağız} sf. 1. Kasığı yarık;
fıtık. 2. Fıtıklı. [DS] fi5 debe taşak, K a s ık fıtığ ı olan. debek, -ği [deb (yans.) > deb-ek] {ağız} is. Sendele me belirten yansımalı gövde. [DS] ö> debek dübek, {ağız} (Yürüm ek için) se n d eley erek ; dü şe kalka. [DS] debel, [deb (yans.) > deb-e-1] {ağız} is. 1. Yüz üstü veya sırt üstü tepinme hareketi. 2. Acıdan, sancıdan kıvranma. [DS] S1debel debel, {ağız} San cıdan d o layı y e r d e kıvranm ak. [DS] ||debel debel dönmek, {ağız} A cıdan ve san cıdan kıvranıp dönm ek. [DS]|| debel sebel, {ağız} (K onuşm ak için) sa çm a sa p a n ; d elice. [DS] debelek, -ği [deb-ele-k > dep-le-k] {eAT} {ağız} is. 1. Darbuka; küçük davul; dümbelek. 2. sf. (Kişi için) taşakları yaralanmış, şişmiş. [DS] debelemek, [tep-mek > deb-ele-mek] {ağız} g ç s z .f. [r] [-l(i)-y o r] 1. Tepinmek; çırpınmak; kımıldamak; hareket etmek. 2. (Küçük çocuk için) emeklemek. 3. Ayaklarını sürterek yürümek. [DS] debelendirmek, [debelen-dir-mek] {ağız} gçl. f . [-ir] Kımıldatmak. [DS] debeleniş, [debelen-iş] is. Debelenme eylemi veya biçimi.
debelenme, [debele-n-me] is. Debelenme durumu ve eylemi. palı bakir SU güğümü, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} debelenmek, [tep-mek > deb-ele-n-mek] dönşl. f . [Y ağ kabı; bal çömleği. [DS] 3. {eAT} Altı geniş, ir] 1. Bir acının etkisiyle veya bir baskından kur ağzı dar kapaklı yağ kabı. 4. {ağız} Büyük fıçı. [DS] tulmak için rastlantısal hareketlerde bulunmak; çır 5. {ağız} Su kovası. [DS] 6. {ağız} Süt güğümü. [DS] pınmak. 2. (Çocuklar için) anlamsız ve boş bir ta debbel, [deb (yans.) > debb-el] {ağız} is. Patırtılı kım el kol hareketlerinde bulunmak. 3. m ecaz. Boş yürümeyi, düzensiz adım atmayı, ayakla tepme ve yere uğraşmak; bocalamak. 4. Yürürken dengeyi ya tepinmeyi; dengesi bozulma, yuvarlanma; kı sağlayamayarak düşecek duruma gelmek; sende mıldanma ve bu yolla meydana gelen dürtüleri anlemek. 5. {ağız} Kımıldamak. [DS]
debbe, [Ar. debbe 4j:j] {OsT} is. 1. Kulplu ve ağzı ka
DEB
Ü M Ü K Ç E SÖZLÜK • 1 1 2 2
debeli, [debe-li] {ağız} sf. 1. Husyeleri yarılı veya şiş. 2. Fıtıklı. 3. Biçimsiz yürüyen. [DS] debelik, [debe-lik
{eAT} is. Kasık yırtıklığı; fıtık
olma durumu, debelleş, [tebelle-ş] {ağız} is. Musallat; askıntı; tebel leş. [DS] 0 debelleş olmak, {ağız} M usallat o lm a k; dadan m ak. [DS] debelleşmek, [tep-mek > debelle-ş-mek] işteş, f i [-ir ] Birlikte debelenmek, debelü, [debe-lü
{eAT} sf. Fıtık hastalığı olan;
fıtıklı. deben1, [deb (yans.) > deb-en] {ağız} ürıl. Gelişigü zel, bozuk düzen yürüme ve konuşmayı anlatan yansımalı gövde. [DS] S deben düben, {ağız} (Yü rüyüş ve kon uşm a için) g elişig ü zel; bozuk düzen. [DS] deben2, [Fr. tapon] {ağız} sf. Ucuz; fiyatı düşük. [DS] debeng, [dep-en] (deben ) {ağız} sf. Bilinçsizce dav ranan; ahmak; sersem. [DS] debenleme, [deben-le-me] is. Düzensiz yürüme, sen deleme durumu ve eylemi, debenlemek, [deben-le-mek / debennemek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. Yanlış hareket etmek, yanlış yola gitmek. 2. Şaşalamak, afallamak. 3. Düşecek duruma gelmek; sendelemek. 4. Yavaş yavaş amaçsız gezinmek. 5. Söylediği sözün nere ye varacağını kestirememek. 6. Kaynaşmak. [DS] deber, [tep-mek > deb-er] {ağız} sf. Hoyrat; sözünü bilmez; patavatsız; sersem. [DS] S deber sakar, {ağız} 1. K ö r g ib i davranan. 2. D üşünm eden konu şan. [DS] Deberân, [Ar. deberân] (d eb era:n ) {OsT} is. I. Gök cismi. 2. Aym dördüncü durağı. deberlemek1, [teper-le-mek] {ağız} gçl. f i [- r ] [l(i)~ y o r ] Düzeltmek; tesviye etmek. [DS] deberlemek2, [teper-le-mek] {ağız} g ç l .f . [-r ] [-l(i)y o r ] 1. Azarlamak. 2. Hakir görmek. [DS] deberlenmek, [deb (yans.) > deberle-n-mek] {ağız} dönşl. f i [- ir ] Yuvarlanmak; dengesi bozulmak; sendeleyip düşmek. [DS] debermek, [tep-mek > deb-er-mek] gçsz. fi. [-ir ] Nüksetmek; depreşmek; yeniden ortaya çıkmak, debertlemek, [debert-le-mek] {ağız} g ç l . f [ - r ] [-l(i)y o r ] 1. Ellemek; dokunmak. 2. Eşelemek; karıştır mak; kabartmak. [DS] debertmek, [tep-mek > deb-re-mek > deber-t-mek liliyi] {ağız} gçl. f i [ -ir ] 1. Eşelemek; kabartmak;
.
karıştırmak. {eAT} (aynı) 2 Unutulmuş ve gizli bir şeyi ortaya çıkarmak. 3. Dürtmek. 4. {eAT} Araş tırmak. S. Toprağı kazmak. 6. İlişmek. 7. Hareket ettirmek; kımıldatmak. 8. (Dert için) deşmek; eşe lemek. [DS] debez, [deb (yans.) > deb-ez] {ağız} sf. Yürürken sendeleyen. [DS] 0 debez debez, {ağız} (Yürüm ek
için) sen d eley erek. [DS]|| debez debez yürümek, {ağız} K a ra n lık ta k ö r le r g ib i şaşkın h a rek etler y a p a ra k , se n d eley e se n d eley e yürüm ek. [DS] debezelemek, [debez-e-le-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [l(i)-y or] Sendeleyerek yürümek. [DS] debezimek, [debez-i-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - r ] 1. Sinirlenmek; öfkelenmek; kızmak. 2. Meydana çık mak. [DS] debezlemek1, [debez-le-mek] {ağız} gçsz. f i [-r [-l(i)y o r ] Karanlıkta sendeleye sendeleye yürümek. [DS] debezlemek2, [tepez-le-mek] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-l(i)y o r ] Bir kimseye istediğini yaptırmak için korkut mak. [DS] debg, [Ar. deb𠣕>] {OsT} is. Deriyi yumuşatıp ter biye etme işi; sepi, debgi, [tep-gi] {ağız} is. 1. Bakır yağ kabı. 2. Bağ bellemekte kullanılan tarım aracı; bağ beli. [DS] debgiç, -ci [tep-giç] {ağız} is. Dolma tüfekleri sıkıla makta kullanılan çubuk; bir tür harbi. [DS] debi1, [deb (yans.) > deb-i] {ağız} is. Hızla geçme, uzaklaşma belirten yansımalı gövde. [DS] 0 debi debi, {ağız} H ızlı hızlı. [DS] debi2, [Fr. débit] ( d e ’bi) is. coğ . Bir akarsuyun bir noktasından bir saniyede geçen su miktarı; verdi, debik, -ği [deb-ik] {ağız} sf. 1. Bastığı yeri bilmeyen. 2. is. Yarı topallık. [DS] debiklemek, [deb (yans.) > deb-ik-le-mek] gçsz. fi. [’’] [-l(i)-y °r] !■ Korkudan şaşırarak bastığı yeri bilmeden yürümek. 2. Düşe kalka yürümek. debil1, [deb (yans.) > deb-il] is. Denge bozukluğu. <5 debil debil, 1. D en gesiz ve s a r s a k yürüyüş. 2. K ı m ıl kım ıl.|| debil dübül, D en gesiz ve s a r s a k yürü yüş. debil2, [Fr. débile] is. 1. Zihinsel yönden yetersiz, zekâ düzeyi 70-50, zekâ yaşı 7-10 arası ve buna bağlı olarak bünyesi güçsüz ve hareket bozuklukla rı olan kimse. 2. sf. Bedensel ve zihinsel bakımdan güçsüz. debildek, -ği [deb (yans.) > deb-il-de-k] {ağız} sf. 1. Yerinde duramayan; daima yürümek isteyen. 2. is. İki toprak çanağın üzerine deri gerilmek suretiyle yapılmış ve iki sopayla çalman çalgı. 3. Trampet. 4. Dümbelek; darbuka. [DS] debildemek, [deb (yans.) >debil-de-mek] {ağız} gçsz. f i [ - r ] [-d (i)-y o r] 1. Kımıldamak, tepinmek. 2. Ça balamak; uğraşmak. 3. (Çocuk için) yürümeye ça lışmak. 4. Yerinde sallanmak. 5. (Topaç) ara sıra zikzaklar çizerek dönmek. [DS] debilenmek, [deb (yans.) >debi-len-mek] {ağız} gçsz. fi. [-ir ] 1. Çabalamak; çırpınmak; uğraşmak. 2. Te pinmek. [DS] debillik, -ği [debil-lik] is. Biçimi, derecesi ve sebep leri ne olursa olsun genel anlamda zihinsel yeter sizlik ve bünye zayıflığı.
İ H
I İ B S İ M . 1123
debimek, [deb-î-mek
DED
feAT} gçsz. fi. [- r ] 1. Y ı
kılacakmış gibi tökezleyerek yürümek. 2. Dili ve eli ayağı dolaşmak, debimetre, [Fr. débimètre] is. Bir borudan akan sıvı veya gaz durumundaki akışkanın hacim veya kütle cinsinden verdisini ölçen veya bu miktarı düzenle yen araç; debiölçer; verdiölçer. debir, [Far. debır _*u.i] {OsT} is. 1. Kâtip. 2. Kendisine danışılan kimse; müsteşar; danışman. 3. Okul mü dürü. S debîr-i âsm ân, {OsT} g ökb . M erkür; Uta rit]] debîr-i çarh , {OsT} 1. F e le ğ in kâtibi. 2. Utarit g ez eg en i.|| debîr-i felek, {OsT} U tarit g ez eg en i; M erkür.|| debîr-istân, {OsT} -*• debiristan. debiran, [Far. debîrân utjoi] (d eb i:ra :n ) {OsT} is. 1.
debrenmek, [eT. tepre-n-mek > debre-n-mek] {ağız} d ö n şl.f. [-ir ] Kımıldanmak. [DS] debreşmek, [debre-ş-mek] {ağız} gçsz. fi. [ - ir ] 1. Depreşmek; tekrarlamak; nüksetmek. 2. Kımıl danmak; oynamak; hareket etmek. [DS] debreştirm ek, [debreş-tir-mek] {ağız} gçl. f i [- ir ] 1. Gizli ve unutulmuş bir şeyi tekrar meydana çıkar mak; ortaya atmak. 2. Eşelemek; kabartmak. [DS] debretmek, [debre-t-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir] Hareket ettirmek; kımıldatmak. [DS] debriyaj, [Fr. debreyage] is. oto. Sürükleneni dur durmak, hareket sağlayanı serbest bırakmak için kavrama yoluyla birbirine kenetlenmiş iki mili bir birinden ayırma işlemi; kavrama,
debire, [dé+bre] {ağız} zf. 1. Hızlı; sür’atli. 2. ünl. Destekleme, isteklendirme ünlemi. [DS]
debule, [Fr. debboule] is. Balede vücut kendi ekseni etrafında hareket etmek üzere, birbirini takip eden yarım daireler çizerek ve parmak uçlarında hızla dönerek gerçekleştirilen dans,
debirez, [de+biraz] (d e:birez) zf. Birazdan; az sonra,
debur, [Ar. debür j^:>] (debu :r) {OsT} is. Batı rüzgâ
Kâtipler; yazıcılar. 2. Danışmanlar; müsteşarlar,
debiristan, [Far. debıristân o l i-tp ] (d eb i:rista :n ) {OsT} is. Yazıcıların odası; büro, debistan, [Far. deb-istân obi-p] (d eb ista:n ) {OsT} is. Eğitim kurumu; okul, debistani, [Far. debistânl ^yU-p] (d eb ista:n i:) {OsT} sf. 1. Okulla ilgili. 2. Okul çocuğu; öğrenci, debitmek, [deb (yans.) > deb-it-mek
{ağız}
gçl. f . [-ir ] 1. Harekete zorlamak; tahrik etmek. 2. {eAT} Depretmek; kımıldatmak.. [DS] debitöz, [Fr. débiteuse] is. Bir tür cam çekme yön teminde pencere camı yaprağı oluşturmak için ge rekli debiyi sağlayan, ortası yarık, ateşe dayanıklı alet. debiz1, [deb-iz] {ağız} is. 1. Hakaret; tekdir. 2. sf. Edepsiz. [DS] S debiz etmek, {ağız} Yenm ek; m ağ lûp etm ek. [DS] debiz2, [Ar. terbış ^ . ÿ ] {ağız} is. Nemli toprak. [DS] debizlemek, [deb (yans.) > deb-iz-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r ] [-l(i)-y o r] 1. Sürekli olarak dövmek; itmek; hırpalamak. 2. Kötülemek; aşağı görmek. [DS] deblek1, -ği [deb-le-k / tep-le-k lİUbj] {eAT} {ağız} is. -*■ deplek. [DS] deblek2, -ği [deb-le-k] {ağız} sf. 1. Uyuşuk; sünepe. 2. Sersem; ahmak. [DS] debliz, [? debliz] {ağız} is. Küçük testi. [DS] deblokaj, [Fr. déblocage] is. tic. Mal satma, taşıma, kredi ve banka hesaplarım kullanma konularındaki yasağı kaldırma kararı, debmik, [tep-mik] {ağız} is. Tekme; çifte. [DS] debre1, [dé+bire] {ağız} sf. 1. Hızlı. 2. Sürekli. [DS] debre2, [Far. debere o^j] {ağız} is. Ot, saman, yulaf, yonca gibi hayvan yemi. [DS]
rı. debus, [Far. debüs ^ j p ] (debu :s) {OsT} is. Topuz. debfil, [deb (yans) > deb-il / deb-ül] {ağız} is. Denge siz yürüme, sallanma bildiren yansımalı gövde. [DS] S debttl dübül, {ağız} (Yürüm ek için) sen d e ley er ek ; tökez ley erek ; dü şe kalka. [DS] debye, [Debye (H ollan dalI fiz ik çi)] is. fiz. Kutup moleküllerinin momentini hesaplamaya yarayan C.G.S. elektrostatik biriminin 10'l8’de biri büyük lüğünde elektrik moment birimi, decac, [Ar. decâc / decâce
/ *rW^] (d ec a :c e)
{OsT} is. Kümes hayvanı; tavuk; piliç; horoz. S decâce-i Hindî, {OsT} Hint tavuğu; hindi. decaciye, [Ar. decâciyye <^U->] (d eca ;c iy e) {OsT} is. zool. Kümes hayvanları.
!
Deccal, [Ar. decl (aldatm a) > deccâl JU -i] (d ecca .l) {OsT} is. 1. (Özel isim olarak) kıyamet belirtilerin den olarak, kıyametin kopmasına yakın ortaya çı karak insanları kandırıp peşinden sürükleyecek olan yalancı, fesatçı. 2. sf. m ecaz. (Baş harfi küçük) yalancı; fesat çıkaran; karıştırıcı, decn, [Ar. decn j=o] {OsT} is. 1. Havanın bulutlan ması. 2. Bir yerde oturma. 3. Bol yağmur. -deçi, [-daçı / -deçi / -taçı / -teçi] {eT} {eAT} çek. e. yap. e. -*■ -daçı. ded, [Far. ded jj] {OsT} is. Et yiyen yırtıcı hayvan. S ded ü dâm, E t y iyen y a b a n î hayvanlar. dede, [eT. dede (yans) [Clauson]] is. 1. Çocuğa göre babanın veya annenin babası; büyük baba. 2. Bü yük babadan itibaren geriye doğru büyük babaların her biri. 3. Yaşlı erkeklere hitap edilirken kullanı lan saygı sözü. 4 tasvfi. Mevlevi tarikatında bin bir günlük çileyi dolduran dervişe verilen unvan. 5.
.
Ö IÜ M IİİM E S Ö M .
DED {ağız} Kalp; yürek. [DS] 6. {eT} Baba. [DLT] 7. {ağız} Genç baba. [DS] 8. {ağız} Tespihlerin baş ta rafına geçirilen uzun parça; imame. [DS] 9. Ocağın iki yanında sac ayağı, kibrit vb. koymaya yarayan oyuk. 10. argo. Yaşlı ayyaş. 11. argo. Sınıfın en yaşlı öğrencisi, fi1 dede ağacı, {ağız} Saban da, oku boyunduruğa bağ lay an halkan ın takıldığı a ğ a ç ç i vi. [DS]|| dede baba, K ır ş e h ir ’d e p î r m akam ı kab u l ed ilen B ek ta şî şey h lerin e verilen unvan.|| dede ba ğı, K ırşeh ir ’d e eyv allah k ap ısın a hizm et eden d er vişlerin iki üç y ıl ça lışm a k zoru n da oldu kları d er g â h ,|| dede burnu, {ağız} S ığırların a rk a b a c a k la rından çıka rılan ve dikişsiz o la r a k giyilen çarık. [DS]|| dede kılıcı, {ağız} B oyundurukla sa b a n ı bir b irin e b a ğ lay a n kayış ve h a lk a y a g eçirilen a ğ a ç çivi. [DS]|j Dede koruk yemiş, torunun dişi ka maşmış. "E skilerin yaptığ ı kötü işlerden ç o cu k la r d a z a r a r g ö r ü r .” an lam ın da söz.|| dede kuşağı, {ağız} G ökkuşağı. [DS]|| dedem akıllı, {ağız} S er se m ; av an ak ; bunak. [DS]|| dede sakalı, {ağız} bot. K ırla r d a y etişen ve h av u ca ben zer b ir bitki, (Scorz o n era / T ragopogon ). [DS] dedeci, [dede-ci] {ağız} is. Dilenci. [DS] dedegân, [dede + Far. ğân jl5ta:>] (d ed eg â;n ) {OsT} is. Dedeler. dedegül, [Yun. katakleidi / Bulg. tegliç [Tietze]] Za ğız} is. Saban okunu boyunduruğa bağlayan kayış halka. [DS] dedek, -ği [de+de-k] {ağız} is. Çocuğun tay durması. [DS] dedelik, -ği [dede-lik] is. 1. Dede olma durumu. 2. Dedeye yakışır davranış, dediğinelik, -ği [dediğine-lik] {ağız} zf. Dediğine gö re. [DS] dedikodu, [de-mek + ko-mak] is. 1. Başkasını çekiş tirmek veya kınamak için arkasından yapılan ko nuşma. 2. Birisi hakkında çıkarılan söylenti. 3. Sağlam temele dayanmayan ve ağızdan ağıza yayı lan söz. S dedikodu etmek, B irisi h akkın d a kın a m a veya çek iştirm ek am a cıy la konuşm ak)] dediko du kumkuması, Ç o k ded ikod u y a p an kim se,|| de dikodu yapm ak, B irisi hakkın da kın am a veya ç e kiştirm ek a m a cıy la konuşm ak. dedikoducu, [dedikodu-cu] sf. Başkaları hakkında konuşmayı, onları kötülemeyi ve çekiştirmeyi huy edinmiş olan, dedikoduculuk, -ğu [dedikoducu-luk] is. 1. Başkala rını çekiştirme ve bundan zevk alma eğilimi. 2. Dedikoducu olma durumu ve özelliği, dedirgeme, [tedir-gin > dedir-ge-me] {ağız} is. Şüp he; tereddüt. [DS] dedirgen, [tedirgin] {ağız} [ s / Tedirgin. DS] S dedirgen olmak, {ağız} Yerinden yurdundan ayrıl m ak. [DS]
dedirgenmek, [dedir-ge-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir ] Çok konuşmak. [DS] dedirgin, [tedir-gin] {ağız} sf. Tedirgin; dirliksiz; ra hatsız. [DS] 0 dedirgin etmek, {ağız} R ahatsız et m ek; huzurunu k a çırm a k ; üzm ek; tedirgin etmek. [DS]|| dedirgin olmak, {ağız} R ahatsız o lm a k; hu zursuz o lm a k; tedirgin olm ak. [DS] dedirme, [de-dir-me] is. Demek işini yaptırma; de dirmek eylemi, dedirmek, [de-dir-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Bir şeyi veya bir sözü söylemek zorunda bırakmak. 2. Söylenilmesine, denmesine meydan vermek. 3. Demek ey lemini yaptırmak; söyletmek, dedirtm e,[dedir-t-me] is. Deme işini bir başkasına yaptırmak eylemi; söyletme, dedirtmek, [dedir-t-mek] gçl. f i [-ir ] 1. Bir şeyi veya bir sözü söyletmek zorunda bırakmak. 2. Söylenilmesine, denmesine meydan verdirmek. 3. Demek eylemini başkasına yaptırtmak; söylettirmek, dedüksiyon, [Fr. dedüction] is. man. Tümdengelim, dedürgün, [tedir-gin > ded-ür-gün j j S " / j j ? j j j ] {eAT} sf. Tedirgin. S dedürgün olmak, {eAT} R a hatsız olm ak. dedveyt, [İng. deadweight] is. dnz. Bir geminin ala bileceği yük miktarı. S detveyt kapasitesi, dnz. B ir gem inin yük, yakıt, kum anya ve için deki insan la r la birlikte ta şıy a b ileceğ i a ğ ırlık .|| detveyt tonu, dnz. B ir y ü k gem isinin y a z y ü klem e sın ırın a k a d a r yü klen diği z am an ki taşım a kapasitesi. de’eb, [Ar. de’eb
{OsT} is. Âdet. S de’eb-i dî-
rîn, {OsT} E sk i âdet. def1, - f i [Ar. d e f j^ ] {OsT} is. 1. Bir şeyi veya kim seyi yanından uzaklaştırma; savma; savuşturma; kovma. 2. Öteye itme; kakma. 3. Giderme. 4. Ver me. 5. Ortadan kaldırma; yok etme. 6. huk. Davalı nın borçlu olduğu edimi özel bir nedene dayanarak yerine getirmekten kaçınmasına imkân veren olgu. 0 deP-i bela, {OsT} T ehlikeyi sa v m a; atlatm a .|| d e f-i bela kabilinden, {OsT} 1. B ir belay ı sa v a r casın a. 2. (İş için) baştan sa v m a; gönülsüz ve is teksiz o la ra k. | d e f-i dava, {OsT} D avalı tarafın davacın ın davasın ı ortad a n k a ld ır a c a k b ir iddia ileri sü rm esi.|| d e f-i dem, {OsT} tıp. K a lb in k a s ıla r a k kanı a ta rd a m a ra g ö n d erm esi.]]. d e f-i gam, {OsT} Üzüntüyü, k ed er i g id erm e.|| d e f-i hacet, {OsT} Büyük a b d es t bozm ak.|| d e f-i h araret, {OsT} Ateşin söndürülm esi.]] d e f-i m azarrat, {OsT} Za r a r v erici şey leri giderm e. || d e f-i meclis, {OsT} T oplantıyı bitirm e. || d e f-i şüphe, {OsT} Şüpheyi g id erm e.|| d e f-i taaffün, {OsT} M ikropların bu laşm asını önlem e. || d e f-i tard , {OsT} A skerlikten çıka rm a .|| d e f ü r e f , {OsT} S avm a; kaldırm a)] d e f ü tard , {OsT} A skerlikten ihraç. def2, [Far. def / Ar. deff ■-i.s] {OsT} is. Yuvarlak bir
OTÖHlMfmul •
DEF
1125
tahta kasnağın çoğunlukla bir tarafına deri gerile rek parmakla çalman vurmalı çalgı; tef. d e r a, [Ar. d e f a ^
( d e f a ) {OsT} is. - * defa,
defetmek, [Ar. d ef + T. et-mek] {OsT} gçl. f i [ - r ] [d (i)-y or] 1. Yanından uzaklaştırmak; kovmak. 2. Atlatmak; savmak, savuşturmak,
defa, [Ar. d e fa 4*i.>] ( d e f a ) {OsT} is. 1. (Sayı göste
deffaf, [Far. deffaf / deffafe '-ils.s / «lii] (d effa:f)
ren bir kelimeyle kullanıldığında) bir olayın mey dana geldiği durumların her birini bildirir; kez; ke re. 2. zf. (Bir eylem için) birim olarak ele alınan eyleme göre derecesini belirtir. 3. Çarpma işlemin de tekrarlanan miktarı belirtir. S dePa-i Ola, {OsT} İlk d e fa ; birin ci defa.
{OsT} is. 1. Def yapımcısı. 2. Def satıcısı. 3. Def çalan sanatçı. S deffâfe-i felek, {OsT} Venüs g ez e geni.
defa’at, [Ar. defa'ât oU sj] (d efa -a:t) {OsT} is. Birçok kere; tekrar tekrar, defa’atla, [Ar. defa'ât + T. ile ib Uii] {OsT} zf. Tekrar
likle dokumacılıkta kullanılan düz tahta. 2. Yan; yüz. 3. Kitap cildinin iki yanından biri, deffeteyn, [Ar. deffeteyn j ^ ] {OsT} is. Kitap kabı gibi açılır kapanır iki kanat şeklindeki çift sayfalara verilen ad. dePi, [Ar. d e f / Far. d efi
tekrar; pek çok kere, defadı, [Ar. dıfdâ > defadı1
(d a fa :d ı) {OsT} is.
zool. Kurbağalar, defain, [Ar. define (göm ülü) > defa’in jSüi] (defa:in ) {OsT} is. Gömülü olan altın vb. kıymetli şeyler; defineler; gömüler, defalarca, [defa-lar-ca] zf. Pek çok kez; sık sık; bir çok kez. defans, [Fr. defanse] is. sp or. 1. Savunma. 2. argo. Kalça; kıç. dePaten, [Ar. d e f aten i*«] (def-aten) {OsT} zf. Bir defada; birden; bütünü bir defada. S d efaten b a’ de uhrâ, {OsT} T ek ra r tek ra r; b irç o k defalar. dePateyn, [Ar. defateyn
deffe, [Ar. deffe « i] {OsT} is. 1. Çeşitli işlerde, özel
(def-aten) {OsT} zf.
îki defa; iki kez.
/ £İ:>] (def-i) zf. Der
hâl; hemen. defibrilatör, [Fr. défibrillateure] is. tıp. Kalp kasları nın düzensiz titreşimlerini durdurmak amacıyla karıncık üzerine elektrik akımı uygulamaya yarar araç. defile, [Fr. défilé] is. Yeni elbise modellerini canlı mankenlerin sırtına giydirmek suretiyle modacıla rın veya kuruluşların düzenledikleri gösteri. defin1, -fni [Ar. defn (göm m e) Jt * > defin] {OsT} sf. 1. Gömülmüş ölü. 2. Ölüyü toprağa gömme işi. 3. Bir şeyi gömerek gizleme. defin2, [Ar. defn > defin jj^ ] (defi:n ) {OsT} sf. Gö mülmüş; gömülü, define, [Ar. defn (göm m e) > define -u^] (defi:n e)
defelenmek, [defe-len-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] Bir şey aramak için gidip bulamadan geri gelmek; eli boş dönmek. [DS]
{OsT} is. 1. Tesadüfen veya aramak suretiyle bulu nan eski ve değerli eşyalar topluluğu. 2. m ecaz. Değerli insan. 3. gnşl. Çok değerli eşya. 4 huk. Bulunuşundan çok önceleri gömüldüğü ve saklan dığı anlaşılan ve artık kimin malı olduğu anlaşıla mayan değerli şeyler veya sanat eserleri; gömü, defineci, [defme-ci] is. Define bulmak için kazı ya pan veya yaptıran kimse, definecilik, -ği [define-ci-lik] is. Defme-bulmak amacıyla kazı yapma veya yaptırma işi. defke, [Slav, deva (kız) + -ka (küçültm e eki)] {OsT} is. Kız. [E. Çelebi] deflasyon, [Fr. déflation (gazları boşaltma)\ is. Aşırı pahalılığa karşı fiyatları düşürmek için uygulanan ekonomik siyaset; para kısıtlaması; durgunluk, deflasyoncu, [deflasyon-cu] sf. Deflasyonla ilgili; fiyat dtişürümü politikasıyla ilgili, defleme, [def-le-me] is. Birini başından savma du rumu ve eylemi,
defelü, [tefe / defe > defe-lü ^i:>] {eAT} sf. (Kumaş
deflemek, [Ar. d e f => def-le-mek] {OsT} gçl. f i [-r]
için) dokurken iplikleri tefe ile sıkıştırılmış; tefelenmiş.
[ - l(i)-yor] Bir kimseyi başından savmak; defetmek, defli, [Fr. défaut => defo-lu > def-li ?] {ağız} sf. (Kadın için) ırz ve namusuna önem vermeyen; aşa ğılık; kötü. [DS]
defatir, [Ar. defter > defâtir yU i] (d efa:tir) {OsT} is. Birbirine dikilmiş kâğıtlar; defterler, fi1 defâtir-i atîka, {OsT} E sk i defterler.\\ defâtir-i resmîye, {OsT} R esm î defterler. defe, [Ar. deffe (tahta levha) 43i] {eAT} {ağız} is. 1. Dokumacıların mekik attıktan sonra ipi sıkıştırmak için kullandıkları tarak; çulha tarağı. 2. Dokumacı lıkta tarak vurma. [DS] defedilme, [Ar. d ef + T. e(d)-il-me] {OsT} is. Uzak laştırılma ve savuşturulma durumu ve eylemi, defedilmek, [Ar. d e f + T. e(d)-il-mek] {OsT} edil. f . [-ir ] 1. Birinin yanından uzaklaştırılmak; kovul mak. 2. Atlatılmak; savuşturulmak,
defetme, [Ar. d e f + T. et-me] {OsT} is. Uzaklaştırma ve savuşturma durumu ve eylemi.
.
Ö İ M TÜRKÇE S İ M İ .
DEF d e fn ,
[Ar. defn jâa] {O sTj is. -*■ defm. S
{ OsTj Ö lüleri gömme.\\ Ölünün göm ülm esi.
v a t,
d e fn - i
d e fn - i em -
m e y y it ,
{OsTf
[Yun. daphni] is. bot. 1. Defnegiller familya sından Akdeniz Bölgesinde yetişen, meşin gibi sert yaprakları bahar olarak kullanılan, beyazımsı sarı çiçekli, almaşık yapraklı kokulu ağaççık, (Laurus nobilis). 2. Mimaride defne yaprağı veya defne da lma benzer süsleme öğesi. S 1 d e f n e t a c ı , m ecaz. Z afer, b a şa rı sem bolü . ||d e f n e s a b u n u , P rin a y a ğ ı n a d efn e y a ğ ı k a rıştırıla rak y a p ıla n ve cilt h astalık ların a, s a ç d ökü lm elerin e k arşı kullanılan sabun.\\ d e f n e y a ğ ı , D efn e tohum larından sık m a veya k ay n atm a su retiyle eld e edilen, rom atizm aya karşı kul lan ılan bitkisel yağ.\\ d e f n e y a p r a ğ ı , 1. B a h a r o la r a k kullanılan defnenin yap rağ ı. 2. Lü ferin on sa n tim e k a d a r olan küçüğüne verilen ad. [Ar. defn (göm m e) + T. e(d)-il-me
■djo I] {OsTj is. Gömülme durumu ve eylemi, d e fn e d ilm e k ,
[Ar. defn (göm m e) + T. e(d)-il-mek jia
dlljol] {OsT/ e d il.f. [-ir ] (Ölü için) gömülmek, [defee-gil-ler] is. bot. Kışın yapraklarım dökmeyen, ranales takımından düz kenarlı ve al maşık yapraklı, çiçekleri salkım, talkım veya pür çük biçiminde ve hoş kokulu, iki çenekli ağaçsı bitkiler familyası, (L a u raceae).
d e fn e g ille r ,
[Ar. defn (göm m e) + T. et-me
d e fn e tm e ,
(OsTf is. Ölüyü gömme eylemi, [Ar. defe (göm m e) + T. et-mek
d e fn e tm e k ,
Jss
tilo-bl] (OsTj g ç l . f [~(d)-er] (Ölü için) gömmek, d e fn o lu n m a ,
[İng. defrost] is. 1. Çözme; eritme.
d e fro s t,
d e fn e ,
d e f n e d ilm e ,
[defo-suz] sf. (Kumaş veya giyecek için) defosu olmayan; kusursuz; özürsüz,
d e fo s u z ,
[Ar. defn (göm m e) + T. ol-un-ma j i j
•«ijJjl] (OsT) is. Gömülme durumu ve eylemi
2.
Çözer.
[İng. defroster] is. Soğutucularda buz erit me düzeneği; buzçözer.
d e fro s te r,
d e fte r,
[Yun. diphthera (işlenm iş deri, p a rşö m en ) >
Ar. / Far. defter j i s => eT. tepter / depter] is. Hafif bir kap içinde, birbirine bağlanmış yazılabilir par şömen yaprakları derlemesi; yazmak için birbirine tutturulmuş yapraklar. S d e f t e r a ç m a k , 1. H esap a ç m a k ; k red i sa ğ la m ak . 2. Yardım toplamak.]] d e f t e r e g e ç i r m e k , muh. M u h a seb e konusu olan bir kıym et harek etin i veya b ir işlem i m u h a seb e d efteri n e yazmak.]] d e f t e r e m i n i , tar. im p a ra torlu k d ö n e m in de defterhan en in eh büyük am iri. ||d e f t e r e m i n l i ğ i , tar. Topu kayıtları, tımar, has, z ea m et ve v a k ıf toprakların ın durum larını belirten a n a d efterlerin tutulduğu ve korunduğu yer.]] d e f t e r e t m e k , {eAT} D eftere ya zm ak ; d efter tutmak. || d e f t e r e y l e m e k , {eAT} D efter etmek.]] d e f t e r - i â ’ m â l , {OsT} isi. İn sanın yap tığ ı iy iliklerle kötülüklerin k ay d ed ild iğ i ve kıyam et gününde ken disin e g ö ster iler ek h es a p s o ru la ca ğ ı K u r'an -ı K e r im ’d e bildirilen defter.]] d e f t e r i k a b a r m a k , B o rçla rı çoğ alm ak. | |d e fte ri k a p a m a k , Ü zerinde konuşulan, tartışılan konuyu k a patm ak.]] d e f t e r - i n a n h ' ö r , {OsT} tar. Y en içeri y e tim lerin e ocak tan verilen z a h ire ve öd en eğ in kayıt larının yazıld ığ ı defter.]] d e f t e r i n i d ü r m e k , 1. H e sa bın ı görm ek. 2. Öldürmek.]] d e f t e r - i t e v z i a t d a i r e s i , {OsT} tar. Tevzi defterlerin i in celeyen m erkezî d a ir e.|| d e f t e r - i y e v m î , {OsT} Günlük d efter.|| d e f t e r t u t m a k , muh. işlem le ri ve ra k am la rı d eftere y a zm ak .|| d e f t e r k e t h t t d a s ı , {OsT} tar. E yaletlerde, z ea m et işlerinin g ö rev lisi olup tım ar defterdarın ın am iri. [defter-ci] is. 1. Defter imal eden veya satan kimse. 2 . Tapu dairelerinde tapı sicil kayıt ve arşiv dairesi memuru,
d e ft e r c i, d e fn o lu n m a k ,
[Ar. defe (göm m e) + T. ol-un-mak j û
{OsT} e d il.f. [-u r] (Ölü için) gömülmek, [Fr. défaut] is. 1 . Bir elbisenin kumaşında örgü veya renk hatası. 2 . Dikim hatası; özür. 3. Üretim hatası; özür.
d e fo ,
d e fo lm a ,
[Ar. d ef + T. ol-ma tljl £«] {OsT} is. Çekip
gitme eylemi, d e fo lm a k ,
[Ar. d ef + T. ol-mak jjijl ^b] {OsT} gçsz.
f . [-u r ] Aşağılayıcı ve küçümseyici bir şekilde çe kip gitmek; terk etmek, d e f o l u , [defo-lu] sf. (Kumaş veya giyecek için) defo su bulunan; kusurlu; özürlü, d e f o r m a s y o n , [Fr. déformation] is. Şekil bozukluğu; biçim değişikliği; değiştirilim. d e f o r m e , [Fr. déformé] sf. Biçimi bozulmuş; şeklini kaybetmiş; biçimsiz. 0 d e f o r m e e t m e k , B içim in i bo z m a k ; şeklin i değ iştirm ek.|| d e f o r m e o l m a k , B i çim i bozu lm ak; şe k li d eğ işm ek ; biçim in den çıkm ak.
d e ft e r c ilik ,
-ği
[defter-ci-lik] is. Deftercinin işi ve
mesleği. d e fte rd a r,
[Ar. defter + Far. dâr jbj^i] (d efterd a:r)
{OsT} is. 1. yönet. İllerde maliye işlerini yürütmekle görevli en yüksek düzey memur. 2. tar. İmparator luk döneminde maliye ve hazine işlerini yürüten kimse. [defter+dar-lık] is. 1. Defterdarın işi ve görevi. 2 . yönet. Maliye Bakanlığınca illerde defterdarın gözetim ve denetimi altında kurulan ka mu mâliyesi. 3. Defterdarın makamı. 4. Defterdar lığa bağlı hizmet birimlerinin çalıştığı yer.
d e ft e r d a r lık , -ğı
d e fte rh a n e ,
[Ar. defter + Far. hâne
(defter-
h a :n e) {OsT} is. tar. İmparatorluk döneminde tapu ve kadastro işlerini yürüten daire, d e ft e r î,
[Ar. defterî ts i^ ] (d efteri;) {OsT} sf. 1. Def
DEG
• 1127
terle ilgili. 2. is. Defter tutan görevli; kayıt memu ru. defterikebir, [Ar. defter-i kebîr jr Ş j&i] {OsT}is. 1. Büyük defter. 2. muhs. İşletmenin hesaplarını gün lük muhasebe defterinden konularına göre gruplan dırarak alacak ve borçlu ilişkisi içinde çift sistemle kaydının yapıldığı büyük defter. S defterikebir den okumak, argo. Ç o k a ğ ır küfü rleri a rd ı a rd ın a sıralam ak. defterli, [defter-li] sf. 1. Defteri olan; defteri bulu nan. 2. Deftere kaydedilmiş bulunan. 3. argo. Zabı ta kayıtlarına geçmiş olan fahişe veya eşcinsel, defterlu, [defter-lü
(defterlû :) {OsTj is. Yeni
çeri ocağının defterlerinde kayıtlı bulunan yeniçeri lere verilen ad. defzen, [Ar. deff + Far. zen oy-s] jOsT} is. T ef çalan; tefçi. deg, [tëg / dëg] {eT} zf. Gibi; benzer. dega, [Far. değâ Uo] (d eğ a :) {OsT} is. 1. Hile; düzen. 2. sf. Hileci; düzenci. 3. (Para için) kalp, degaj, [Fr. dégagement] is. spor. Topu sert bir vu ruşla uzağa fırlatma, degaje, [Fr. dégagé] sf. 1. (Yaka için) verev olarak dönen ve esnek kıvrımı önde çukur oluşturan. 2. is. Balede bir dansçının adıma hazırlanan ayağı ser best bırakırken vücut ağırlığını öbür tarafa vermesi ile bacaklarını kapalı pozisyondan açık pozisyona geçirmesi biçiminde oluşan hareket, degajm an, [Fr. dégagement] is. spor. 1. Kayakçının, kayakları kar yüzeyinde kaydırma veya dönme için vücuduna verdiği esneme hareketi. 2. Eskrimde silahın rakibin silahından ayrılması, çözülmesi. 3. Futbolda kalecinin güçlü bir vuruş ile topu olabil diğince uzağa göndermesi, dege, [teg-mek > teg-e > deg-e] {eT} sf. Gelecek, degeç, [eT. té-mek > dé-geç / di-geç] {eATj zf. De yince. degek, [Çağ. tik-ek / tevek] {ağız} is. Asma filizi. [DS] degel, [eT. dağ+ol] {ağız} is. Değil. [DS] degele, [Moğ. degele] {eT} is. Elbise üzerine giyilen kısa kollu giysi. [Nevâyî] değende, [deg-ende] {eAT} zf. 1. Değdiği zaman 2. (Işık için) vurduğu, aksettiği zaman; üzerine düştü ğü zaman. degenek, [teg-mek > deg-enek / Yun. dekanik] {eAT} {ağvz} is. Değecek araç; kısa ve ince sopa; değnek. [DK] [DS] degi, [teg-mek > teg-ı > deg-ı] {eT} zf. 1. ...-e kadar. 2 .... kadarıyla, değilmek, [teg-mek > teg-il-mek / deg-il-mek] {eT} edil. f . [-ü r ] 1. Değilmek; dokunulmak. 2. Kör edilmek. S öğüt bu tıkına k öz i tegip b ir közi tegildi (Söğüt d a lın a gözü çerptı b ir gözü k ö r oldu).
değim, [teg-mek > teg-im > deg-im] {eT} zf. Vade; son; müddet; sıra, değin, [dek (kadar) > deg-in] {eAT} zf. 1. Değin; ka dar. [DK] 2. Ta; ila. [DK] değinmek, [teg-mek > teg-in-mek > deg-in-mek] {eT} dönşl. f . [-ü r] Büyük bir adamın yanma gel mek veya yanından gitmek. [DLT] değir, [teg-mek > teg-ir / deg-îr] {eT} is. 1. Pay; his se. 2. Önem; değer. 3. Fiyat, değirme, [*teg-ir-mek > teg-ir-më / deg-ir-me] (de ğ irm e:) {eT} sf. Yuvarlak, değirmek, [*teg-ir-mek / deg-ir-mek] {eT} is. Deveye iki taraflı asılarak içerisine binilen bir tür sepet. [DLT] değirmen, [*tegir-mek > tegir-men] {eAT} is. Değir men. [DK] değirmi, [eT. *tegir-mek > tegir-mî] {ağız} is. 1. Yuvarlak. 2. Kare şekilli yüzey. [DS] değirmilemek, [tegirmî > tegirmi-le-mek > degirmile-mek] {eT} g ç l . f [-r ] Yuvarlaklaştırmak, değirmilenmek, [tegirmî > tegirmile-n-mek > degirmi-le-n-mek] {eT} edil. f . [-ü r] Yuvarlaklaştırıl mak; yuvarlak hâle getirilmek, değirmiletmek, [tegirmî > tegirmi-le-t-mek > degirmi-le-t-mek] {eT} gçl. f . [-ü r ] Yuvarlaklaştırtmak; yuvarlak hâle getirtmek, değiş, [teg-mek > teg-iş > deg-iş] {eT} is. Değmek eylemi ve biçimi; değiş, değişmek, [teg-mek > teg-iş-mek > deg-iş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r] 1. Takas yapmak; değişmek. 2. dönşl. f i Başkalaşmak. değm e1, [teg-mek > deg-me] sf. 1. Herhangi bir; rasgele. 2. Seçme; seçilmiş; üstün, fi5 değme kim se, H erkes. değme2, [teg-mek > teg-më / deg-më] (d eğ m e:) {eT} sf. 1. Değme. 2. Her; bir bir. 3. Türlü türlü, değmede, [teg-mek > deg-mede] {eAT} zf. 1. Her yerde; her zaman. 2. Kolay kolay. 3. {ağız} (İnanıl mayacak şeyler için) galiba; sanki; herhâlde. [DS] değmek, [eT. teg-mek / deg-mek] {eAT} g ç s z .f. [-er ] [eA T -ü r] 1. Değmek. 2. (Işık için) vurmak. 3. La yık olmak; karşılamak. [DK] 4. {ağız} Vurmak; çarpmak. [DS] degra, [Fr. dégras] is. Sepicilikte deri yağlamakta kullanılan don yağı, balık yağı ve moelonun karı şımı. dégradé, [Fr. dégradé] sf. (Kişi için) aşağılanmış; küçük düşürülmüş. degre1, [eT. *tegir-mek (etrafın da tam dönm ek) > teg(i)r-ë > deg(i)r-ë] (d eg re:) {eT} is. 1. Daire. 2. {OsT} Çevre; civar. degre2, [deg-re] {ağız} is. 1. Ü ç etekli kadın elbisesi. 2. Kağnıların yan kanatlarını dikine tutan uzun ağaçlar. [DS]
DEG
dcgrek, [tegr-e > tegre-k > degre-k] {eT} is. Çember; çeper. [DLT] degreki, [tegre > tegre-ki > degre-ki] {eT} sf. Etrafta ki; çevredeki. degşilmek, [tegiş-mek > teg(i)ş-il-mek > deg(i)ş-ilraek] {eT} edil. f . [-iir] Değişilmek; hakkında de ğişmek eylemi uygulanmak, degşürmek', [tegiş-mek > teg(i)ş-ür-mek > deg(i)şür-melc] {eT} g çl. f i [-iir] Değiştirmek. degşürmek2, [der(i)ş-ür-mek> deg(i)ş-ür-mek] {eAT} gçl. fi. [-ü r] Devşirmek; toplamak, degşürülmek, [teg-iş-mek > tegşür-ül-mek >degşüriil-mek] {eT} e d il.fi [-ü r ] Değiştirilmek, degşürüşmek, [teg-iş-mek > tegşür-üş-mek > degşür-üş-mek] {eT} işteş, f. [-iir] 1. Karşılıklı olarak değişmek. 2. Birlikte değiştirmek; yardımlaşarak değiştirmek. degşüt, [teg-mek > teg-iş-mek > teg-(i)ş-üt > deg(i)ş-üt] {eT} is. 1. Karşılık; bedel. 2. Para değişimi; para bozma işlemi, degül, [eT. dağ (değil) + ol (o) > degül > tegül] {eT} {eAT} is. Değil. [DK] ö degülmiseydi, {eAT} O lm a saydı. [DK] deklük, [teg-il-mek > teg-(i)l-ük / deg-(i)l-ük] {eT} sf. Kör. S1 teklüg teg, {eT} K ö r g ib i; körcesin e. degür, [teg-mek > deg-ür] {eAT} is. Vergi; resim, degürmek, [teg-mek > teg-ür-mek > deg-ür-mek] {eT} gçl. f. [-ü r ] 1. Dokundurmak; değdirmek. 2. Eriştirmek; ulaştırmak; duyurmak, degürtmek, [teg-mek > tegür-t-mek > degür-t-mek] {eT} gçl. f . [-iir ] Değdirmek; eriştirmek; değirmek. [EUTS] degzinmek, [eT. tegzin-mek > tezgin-mek] {eAT} dönşl. f i [-ü r ] Bir şeyin etrafında dönmek; dolan mak. değdiriş, [değdir-iş] is. Değdirme eylemi veya biçi mi. değdirme, [değ-dir-me] is. Değmesine sebep olma; değdirmek eylemi, değdirmek, [değ-dir-melc] gçl. fi. [-ir ] Bir şeyin bir yere veya bir şeye değmesini sağlamak; dokun durmak. değegen, [değ-egen jS" «S*] {eAT} sf. Değen; çok değen; dokunan, değek, [Çağ. tik-ek > teğ-ek > devek > değek diS"i] {eAT} is. Asma filizi; asma dalı; asma kütüğü, değel, [Far. dek => değ-el] {ağız} is. 1. Oyunda yapı lan hile. 2. sf. Hileci. [DS] değenek1, [değ-mek > değ-enek dl; İV Yun. dekaniki] {eAT} {ağız} is. Değnek; sopa. [DS] değenek2, [değ-enek] {eAT} sf. (Göz için) nazar değ diren. değer, [eT. teg-mek > teg-ir (pay; fiy a t; önem ) > de
ÖIÜMIÜTOM.1128 ğer] is. 1. Alınıp satılabilen bir şeyin para olarak karşılığı; kıymet; paha; fiyat. 2. Nitelik bakımından ahlakî ve estetik yargıya uygunluk ve taşman önem. 3. (Kişisel veya ortak yargıda) iyi ve doğru olan. 4. Geçerli sayılabilmek için gerekli nitelikleri taşımak; kıymet. 5. Benzerlerine göre üstün ve ya rarlı nitelikleri olan; alanında başarılı olan; kıymet. 6. Bir işaret veya nesneye saymaca olarak verilen ölçü, nicelik. 7. Bir şeye özel olarak verilen önem. 8. dbl. Bir dil biriminin dizge içinde bulunduğu konum veya diğer birimlerle kurduğu bağıntıdan kaynaklanan görece. 9. fe l. Kişinin ihtiyaç dolayı sıyla nesneyle olan bağı. 10. mat. Bir simgenin kar şılık geldiği nicelik veya tutar. 11. miiz. Notaların göreceli süresi, fi1 değer ahlakı, fe l. K onusu d e ğ e r ler o la n a h la k felsefesi.\\ değer artırm a, eko. D e ğ e r k aybın a uğram ış b ir p a ra n ın veya p iy a s a d e ğ e ri düşmüş dev let k ir a gelirlerin in y ü kseltilm esi için a lm an ö n lem ler; p a ra n ın d eğ erin i altın ve dövize g ö r e y em d en a y a rla m a ; revalüasyon. || değer biç me, istk. E ksik v erilerd en h a rek et e d e r e k b ir dizi nin bilinm eyen sayı d eğ erin i ortay a çıka rm a işle mi]| değer biçmek, B ir şeyin d eğ erin i belirtm ek; d e ğ e r koym ak; fiy a tlan d ırm a k ,|| değer duygusu, fe l. D eğ erleri doğru dan doğru ya içten kavratıp y a şa ta n duygu.\\ değer düşürme, eko. B ir ülke p a rasının y a b a n cı b ir p a r a y a g ö r e satın a lm a gü cü nün azaltılm ası; devalüasyon. || değer düşürümü, eko. P aran ın altın vey a y a b a n c ı b ir p a r a y a g ö r e satın a lm a gücünün azaltılm ası işi; d ev a lü e etm e. || değer eşitliği, eko. İk i ülke p arasın ın , bu ülkelerin h er birin d e değişim değ eri, eşitliği; p a r ite .|| değer felsefesi, fe l. E kon om ik, kültürel, m antıksal, a h la k sal, estetik ve d in sel d eğ e rleri in celeyen f e l s e f e b ö lümü]] değer göreceliği, fe l. D eğ erlerin b elirli bir özn eye g ö r e olduğunu, ç a ğ ve kültüre g ö r e değişim gösterd iğ in i savunan görüş.\\ değer kuram ı, fe l. D eğ erleri önem sıra sın a g ö r e ayırıp sın ıflan dıra r a k ve en y ü k sek d eğ e ri a ra ştıra r a k b ir d e ğ e r ö lçü sü bild iren görüş.\\ değerler dizisi, 1. fe l. Nie t z s c h e ’nin b ir nesnenin ötekin e üstün bulunduğu, tercih ed ild iğ i s ır a düzenini g ö sterm ek üzere kul lan dığı terim ; p a ra d ig m a . 2. Sözdizim i bağ lam ı için de birbirinin y erin i a la b ile c e k ö ğ elerin oluştur duğu bütün; ö rn ek; m od el; num une; emsile.\\ değer verm ek, Ö zel ilgi ve saygı g ö sterm ek; önem v er m ek]] değer yargısı, fe l . D eğ erleri y a rg ıla y ıp d e ğ erlen d iren ku ral koyucu düşünce. değerbilir, [değer+bil-ir] sf. 1. Değeri olan şeyleri koruyan. 2. Toplum içinde saygın yeri olan kişileri veya kendisine yardım ve hizmet edenleri sayan ve onlara önem veren kişi; iyilikbilir; kadirbilir; kadir şinas. değerbilirlik, -ği [değer+bil-ir-lik] is. Değerbilir ol ma durumu; iyilikbilirlik; kadirbilirlik; kadirşinas lık.
DEĞ
0 IÜ M IIC E İM .1 1 2 9
değersiz, [değer-siz] sf. 1. Değeri olmayan; kıymet siz. 2. Hesaba katılmayacak kadar küçük veya az olan; önemsiz, değersizlenme, [değersiz-le-n-me] is. 1. fiz. Enerji dönüşümleri sırasında kontrol dışına çıkarak yarar lanılamayan enerji dolayısıyla sürekli dönüşümde enerjinin kullanılan kısmının giderek azalması ve sönmesi. 2. kim. Bir organik bileşiğin karbon atom değeri, [eT. teg-ir (pay; fiy a t ; önem ) > değ-er-i larının azalacak biçimde ayrışması, {eAT} is. Kıymet; paha; değer, değersizlik, -ği [değersiz-lik] is. 1. Değersiz olma değerirek, [değer-(i)-rek {eAT} sf. 1. Çok durumu. 2. Değersiz olan şeyin niteliği, değerli. 2. Daha değerli, değet, [eT. ten > değ-et ?] {ağızf is. İplik çilesi. [DS] değerleme, [değer-le-me] is. Var olan sistem ile yeni değetlemek, [eT. ten > değet-le-mek] {ağız} gçl. fi. [bir sistemin maliyet ve yararları gibi konularda gö r] [-l(i)-y o r] 1. Gözetlemek; gözlemek; dikkatle bakmak; takip etmek. 2. Dinlemek. 3. Nişan almak. receli karşılaştırılması işi; valüasyon. [DS] değerlendirilme, [değerlendir-il-me] is. Değer ka değgin1, [değ-gin] is. (Bir şeyle) ilgili, ilişkili; ait; zandırılma durumu ve eylemi, dair; üstüne; alakadar, müteallik. değerlendirilmek, [değerlendir-il-mek] ed il f i [-ir] 1. Değer kazanması sağlanmak. 2. İşe yarar duru değgin2, [değ-gin] {ağız} is. 1 . Soğuk algınlığı ile bir likte gelen sıtma. 2. İshal. 3. Soğuk vurmuş bitki, ma getirilmek. 3. Değeri belirtilmek, meyve. [DS] değerlendirme, [değerlen-dir-me] is. Değer kazan değil, [eT. tağ (yok) + ol (o) > tağol > degul > değil dırma durum ve eylemi; reyting,
değerbilmez, [değer+bil-mez] sf. 1. Değeri olan şey leri koruyamayan. 2. Toplum içinde saygın yeri olan kişileri veya kendisine yardım ve hizmet eden leri saymayan ve onlara önem vermeyen kişi; nan kör. değerbilmezlik, -ği [değer+bil-mez-lik] is. Değer bilmez olma durumu; nankörlük,
değerlendirmek, [değerien-dir-mek] gçl. fi. [-ir ] 1. Bir şeye değer kazandırmak; değer kazanmasını sağlamak. 2. (Kullanımdan kaldırılmış veya değeri kalmamış bir şey için) işe yarar duruma gelmesini sağlamak. 3. Bir şeyin nicelik ve niteliğini belirt mek; değerli yönlerini belirtmek; yorumlamak. 4. Fiyatını belirlemek, değerlenme, [değer-le-n-me] is. Değer kazanma du rumu ve eylemi; kıymetlenme. değerlenmek1, [değer-le-n-mek] d ö n şl.f. [ -ir ] 1. De ğeri artmak; değer kazanmak; kıymetlenmek. 2. Yararlı ve kullanılır hâle gelmek; işe yaramak; de ğer sağlamak. değerlenmek2, [teker-le-n-mek] {eAT} dönşl. fi. [-ü r] Yuvarlanmak, değerli, [değer-li] sf. 1. Değeri olan. 2. Değeri yük sek olan; kıymetli; pahalı. 3. (Kişi için) iyi bir hiz met vermiş olan; yararlı; önemli. 4. Saygı ifadesi olarak kullanılan hitap sözü; saygı duyulan, önem verilen. 0 değerli kâğıt, huk. eko. K a p sa d ığ ı h a k b ir s e n e d e b a ğ lı o la n y a zılı k âğ ıt; kıym etli e v r a k değerlik, -ği [değer-lik] is. 1. kim. Herhangi bir ele mentin atomlarıyla birleşebilen hidrojen atomu sa yısı. 2. dbl. Fiilin anlattığı oluşa katılan eyleyen (fail) sayısı. “G eçişsiz f ii l le r 1 değ erliklid ir. ” 3. bilş. Bir kodda işaret elemanlarını gruplandırmak için kullanılan farklı eleman sayısı. S değerlik elektronları, kim. B ir atom un b a şk a a tom la ra b a ğ lanm asını sağ lay an elektron lar. değerlilik, -ği [değerli-lik] is. 1. Değerli olma duru mu; kıymetlilik. 2. ahlak. Ahlakî davranış gösteren birisinin ödüllendirilmeye layık hâle gelmesi veya bu niteliği kazanması.
JS " j ] is. 1. Cümlenin anlamını olumsuz hâle getir
mek için -im, -sin, -dir, -idi, -ise, -iken gibi eklerin başına getirilir; ek fiilin olumsuzu. 2. Çekimli fiil lerin anlamını pekiştirir. "Bu sö z üzerin e a rtık size g e le c e k değilim . ” 3. Fiilleri aynı olan iki yargıdan birini reddetme ve olumsuzluk anlamı katar. "Bu diren iş işgalcilerin değil, Türk m illetinin arzusuna uygun olacaktır. " 4. Çoğunlukla kıyaslama bildiren öğeler arasında asıl öğeden öncekini olumsuzlaştı rır. "Paranı değil, sevgim istiyorum. ” fi1 değil idiğü, {eAT} Olmadığı.\\ değil ki, {eAT} K en disin den so n ra g elen olum lu f i i l e olum suz an lam ı ver m ek için kullanılır. değilken, [değil+i-ken] zf. Olmadığı hâlde, değilmek, [değ-il-mek] edil.fi. [-ir ] Dokunulmak, değim, [değ-im] is. 1. Bir işe hak kazanma durumu; liyakat. 2. {ağız} Değer; kıymet. [DS] değimli, [değim-li] sf. Bir işe hak kazanmış olan; liyakatli. değimsiz, [değim-siz] sf. Bir işe hak kazanmamış olan; liyakatsiz. değin1, [dek (kadar) / değ-melc > değ-in
e. 1.
Bir işin, bir durumun sona erdiğini bildiren edat; kadar; dek. {eAT} (aynı) 2. (Belirtilen) zamana ka dar. 3. (Belirtilen) zaman veya süre içinde. 4. (Be lirtilen) ölçüye, sayıya, miktara kadar. değin2, [Kıpç. teyin > deyin] {ağız} is. Sincap; teyin. [DS] değini, [değin-i] is. Özel bir nokta üzerinde belirtilen kısa görüş. değiniş, [değin-iş] is. Değinmek eylemi veya biçimi, değinme, [değ-in-me] is. Değinmek durumu veya eylemi; temas.
İ M ERKÇE S O M . i
DEĞ değinmek, [eT. teg-in-mek>değ-in-mek dLa~S\>] gçsz. fi [ -ir ] 1. Bir konuyu ele almak; incelemek; tartış mak. 2. Bir konu veya sorundan kısaca söz etmek; dokunmak; temas etmek. 3. {eAT} Kavuşmak; nail olmak; vasıl olmak. 4. Takınmak. 5 {ağız} Sağlığı bozulmak; hastalıklı, dertli olmak. [DS]
.
değinti, [değin-ti] is. Bir konuyu kısaca ele alma, inceleme işi; temas. değirm e1, [teg-ür-mek > değir-me] {ağız} is. 1. Altı gen şekilli yüzey. 2. Deri üzerinde yuvarlak şekilde olan yara veya egzema. [DS] değirme2, [değ-ir-me] is. Ulaştırmak eylemi, değirmek, [eT. teg (dön m e; çevrilm e) > teg-ür-mek / deg-ir-mek (bir nesnenin iki ucunu b irb irin e y a k laştıra ra k dokundurm ak) > değ-ir-mek d i » i ] gçl. fi [ - ir ] 1. İlgili olana bildirmek; duyurmak. 2. (Ha ber, selam vb. için) ulaştırmak; yetiştirmek; du yurmak; bildirmek; tebliğ etmek. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 3. {eAT} {ağız} Değdirmek; dokundurmak; vur mak. [DS] değirmen, [eT. teg-ir-mek > değirmen j-o /a] is. 1. Taneli bitkileri öğütüp un hâline getirmeye yarar alet. 2. İçinde öğütme işinin yapıldığı bina, yer. 3. arg o. Saat. S değirmen boğazı, {OsT} D eğirm en taşm a tane dökü len d elik .||değirmen cahcahası, 1. değirmen çakıldağı. 2. {ağız} Anlam sız sö z sö y le y en ; bo ş y e r e kon u şan ; b o şb o ğ a z .j| değirmen ça kıldağı, D eğirm en taşının dön m e hızına g ö r e buğ day tanelerin in az veya ç o k akm asın ı sağlayan , bir ucu oyn ar d iğ er ucu sa n d ık ağzım sa rsan düzenek. || değirmen hakkı, Öğütülen z ah irey e k a rşılık d e ğirm en ciye verilen belirli o ra n d a ki bu ğday veya un. || (Bu) değirmenin suyu nereden geliyor, an ladık yel değirm eni? “Bu işin y ap ılm ası için g e r e ken p a ra n ın kayn ağı n e d ir ? ” an lam ın da Söz.|| de ğirmen taşı, 1. T an elerin ezilip un h â lin e gelm esin i sa ğ la y a n y u v a rla k taşlar. 2. j e o l. Silisli tortul kay a ç. 3. m ecaz. A ğ ırbaşlı ve oturaklı kim se. ||değir men taşının altından diri çıkmak, Ç o k z o r şa rtla r a ltın d a b ile ç o k a şırı yıpran m adan a y ak ta kalmak.\\ değirmen tonuzluğu, {eAT} Su değirm en in de, ç a r kın bulunduğu ve döndüğü y e r .|| değirmen tozu, {ağız} T ahıl öğü tm ek için a lm an ücret. değirmence, [değirmen-ce] {ağız} is. El değirmeni. [DS] değirmenci, [değinnen-ci] is. 1. Değirmen işleten kimse. 2. El değirmeni yapan veya satan kişi, değirmencilik, -ği [değirmenci-lik] is. Değirmenci nin yaptığı iş; değirmencinin mesleği, değirmenlik, -ği [değirmen-lik] sf. 1. Değirmende öğütülmek üzere ayrılmış tahıl, {ağız} (aynı) [DS] 2. (Akar su için ölçü olarak) bir değirmeni çevirebile cek güç ve gürlükte, değirmi, [eT. teg-ür-mek (bir nesnenin iki ııcunu
birb irin e y a k la ş tır a r a k dokundurm ak) > değ-irmek > değir-mi] sf. 1. Yuvarlak, çember biçiminde olan. 2. {ağız} is. Baş örtüsü; yazma; yemeni. [DS] 3. {ağız} Mendil. 4. Eni boyuna eşit kumaş ölçüsü. [d s ] e değirmi sakal, Ç em b er s a k a l.|| değirmi yüz, Yuvarlak yüz; ablak. değirmileme, [değirmi-le-me] is. Değirmi hâle ge tirmek eylemi, değirmilemek, [değirmi-le-mek] gçl. f i [-r ] [-l(i)y o r ] 1. Bir şeyi yuvarlak hâle getirmek. 2. (Kumaş vb. için) enini boyuna denk getirmek, değirmileşme, [değirmile-ş-me] is. Değirmi hâle gelmek eylemi, değirmileşmek, [değirmile-ş-mek] dönşl. fi. [-ir ] 1. Yuvarlak hâle gelmek. 2. (Kumaş için) eni boyu denk olmak. değirmilik, -ği [değirmi-lik] is. 1. Yuvarlak veya eni boyu denk olma durumu. 2. Değirmi olan şeyin niteliği. değiş1, [eT. teg-mek > teg-iş > değ-iş] is. Birbirine değmek eylemi ve biçimi. değiş2, [eT. teg-iş-mek > teg-iş > değ-iş] is. Karşılıklı olarak mal alıp mal verme işi; değiş tokuş; takas; mübadele; trampa, fi1 değişe gitmek, {ağız} İm ec e çalışm ak. [DS]|| değiş etmek, eko. 1. B ir m alı verip y er in e b a ş k a birisim a lm a k ; takas etm ek. 2. mat. Yapılan işlem in son u cu değişm eksizin, b ir elem an ı b a ş k a bir elem a n la d eğ iştirebilm ek ,|| değiş eyle mek, {OsT} eko. D eğ işm ek ; m ü b ad ele etm ek. [Kamus]|| değiş olmak, {ağız} Yer değ iştirm ek; naklolm ak. [DS]|| değiş oynam ak, {ağız} Aynı cinsten biri ile cin sel ilişkiye girm ek. [DS]|| değiş tokuş, {ağız} eko. 1. K a rşılık lı m al değ işim i; takas; m üba dele. 2. A lışveriş. [DS] değişçi, [değiş-çi] is. Para kullanmadan değiş etmek suretiyle ticaret yapan kişi, değişik, -ği [değiş-ilc dliSta] sf. 1. Değişmiş, değişik liğe uğramış. 2. Aralarında fark olan aynı türden şeyler; farklı; çeşitli. 3. Bilinen, alışılan ve benzer lerinden çok farklı olarak yeni bir biçimde ortaya konulan; özgün; orijinal. 4. {ağız} is. Yedek iç ça maşırı. [DS] 5. {ağız} Fazla elbise; iş elbisesi. [DS] 6. Mahiyeti bilinmeyen hastalığa yakalanmış ço cuk. [DS] 7. İmece. 8. ed. Bir yazarın farklı zaman larda farklı biçimde basımını yaptırdığı eser. 9. {OsT} İki erkeğin kendi akrabalarından bir kızı di ğerine vermek suretiyle yaptıkları evlenme usulü; karşılıklı enişte-kaymbirader olma. [Kamus] 10. {ağız} Alışveriş; mübadele. [DS] 11. {ağız} Ödünç süt alıp verme. [DS] 12. zf. Farklı biçimde, fi1 deği şiğe gitmek, T op lan arak birbirinin işine y ardım cı o lm a k; im ece yapmak.\\ değişik etmek, {ağız} ik i erkek, b ir diğerinin kız k a r d eşi ile evlen m ek; k arşı lıklı en işte-k ay ın b irad er olm ak. [DS] değişiklik, -ği [değişik-lik] is. 1. Değişik, farklı, baş
SlffittTÛR S O M .
1131
ka olma durumu. 2. Bir durumdan başka bir duru ma geçiş. 3. Alışılmış olan şeyleri ve düzeni değiş tiren her şey. 4. Bir şeyi amaca uygun hâle getir mek için üzerinde yapılan düzenleme, farklılık; tadilat. 5. biy. Bir canlının ana babasından farklı olma durumu. 6. dbl. Bir ortam ve zamanda kulla nılan dilin başka bir ortam ve zamanda aynı kala mayacağım vurgulayan dilsel olgu. S değişiklik teklifi (önergesi), huk. Y asam a m eclisin d e tartışı lan b ir y a s a tasarısı vey a ö n erg esi üzerinde d eğ i şik lik y a p ılm ası için m eclis ba şk a n lığ ın a verilen ö n erge. || değişiklik yapm ak, K u llan ılan bir şey i a m a c a d a h a uygun h â le g etirm ek için ü zerin de b ir takım dü zen lem eler yapm ak. değişilmek, [değiş-il-mek dUliSb] {eAT} edil. f . [-ir ]
tün içinde farklı değerler alabilen öğeler. 4. mat. Bir bağıntı veya fonksiyonda kendisiyle eş değer taşıyan birçok belirli terimle yer değiştirebilen be lirsiz terim; mütehavvil, (1935). S1 değişken mali yet, eko. işi. Üretim m iktarına bağ lı o la n h a rc a m a la r .|| değişken ölçü, ekon. 1. T icaret h a y atın d a f i y a t anlaşm asının sa b it k alm ayacağ ın ı, d iğ er et m en lere g ö r e d eğ işeb ileceğ in i belirten terim ; oy n a k m erdiven. 2. Ü cretlilerin satın a lm a gücünü koru m ak a m a cıy la hay at p a h a lılığ ı oran ın d a ü cret lerinin artırılm ası ku ralı; e ş e l m obil. değişkenlik, -ği [değişken-lik] is. 1. Değişken olma durumu. 2. mat. Ayrı değerler alabilme özelliği. 3. biy. Kişi veya bir türün değişebilmekte gösterdiği esneklik; değişikliğe karşı yatkınlık,
1. Değiştirilmek; mübadele edilmek. 2. Başkası değişkin, [değiş-kin] sf. Değişikliğe uğramış; deği şik; muaddel. hâline getirilmek; başkalaşmak, değişim, [değiş-im] is. 1. Belirli bir zaman dilimi değişkinlik, -ği [değişkin-lik] is. Değişkin olma du rumu. içinde meydana gelen değişikliklerin tümü. 2. dbl. Bir dilin bir evresinden son evresine kadar birimle rin veya birim topluluklarının biçim veya anlam bakımından başka duruma gelmesi veya yerlerini başka öğelere bırakması. 3. dbl. Bir ünlünün yakı nındaki ünlüden etkilenerek ses değiştirmesiyle oluşan benzeşme. 4. ekon. Bir mal veya hizmetin başka bir mal veya hizmet karşılığında verilmesi eylemi; mübadele; takas, değişimli, [değişim-li] sf. Değişim gösteren, fi1 değişimli ünsüzler, dbl. Ünsüz uyumuna ba ğ lı o la r a k ölüm lülük (sertlik), ötüm süzlük (yum uşaklık) bakım ından birbirinin y erin e g eç e n /p/-/b/, lç/-/c l, /t/-/d/, /k/-/g/-/ğ/ ünsüzleri. değişinim, [değişin-im] is. biy. Doğada ve toplumda nitelikle ilgili değişmelerin yavaş yavaş değil de uygun ortamı bulduğu zaman birdenbire olması; mutasyon. değişinimci, [değişinim-ci] is. Değişinim yanlısı olan; mutasyonist. değişinimcilik, -ği [değişinimci-lik] is. biy. 1. Genle rin bazı özel durumlarının yitirilmesi, yeniden oluşması veya değişmesi yüzünden bir canlı varlık taki soya çekimin anîden değişebileceğini ve bu değişmelerin türlerin oluşmasında ana yol olduğu nu ileri süren kuram; mutasyonizm. 2. sosy. Top lumdaki ve doğadaki değişimlerin değişinim biçi minde olduğunu savunan düşünce akımı, değişiş, [değiş-iş] is. Değişme eylemi ve biçimi, değişke, [değiş-ke] is. 1. biy. Her canlıda dış etkilerle ortaya çıkabilen, kalıtımla ilgili olmayan değişik lik; modifikasyon. 2. dbl. Bir dil biriminin değeri değiştirilmeden büründüğü biçimlerin her biri. 3. ed. Bir metnin veya eserin biçim ve içerik bakı mından farklar taşıyan nüshalarının her birisi, değişken, [değiş-ken] sf. 1. Sık sık değişebilen. 2. Değişme özelliği taşıyan; değişebilir. 3. is. Bir bü
değişme, [değ-iş-me] is. 1. Değişikliğe uğrama; de ğişmek eylemi. 2. Değişiklik. 3. müz. Türk musiki sinde aynı eser içinde usul değiştirme olayı. 4. {ağız} Yeni doğan çocuklarda görülen bir hastalık. [DS] değişmece, [değişme-ce] is. ed. Bir kelimenin, ger çek anlamıyla değil de ilgi, benzerlik gibi nedenler le başka bir anlamda kullanılması durumu; mecaz, değişmek, [eT. teg-iş-mek (b a şk a la şm a k ; takas y a p m ak) > değ-iş-mek] işteş, fi. [ -ir ] 1. Bir şeyi vererek yerine başka bir şeyi almak. 2. gçl. fi. Bir kıyafeti çıkararak yerine başka birini giymek; değiştirmek. 3. (Olumsuz olarak) üstün tutmak; çok değer ver mek. “S evgi p a r a y a değişilm ez. ’’ 4 dönşl. fi. Oldu ğundan başka bir duruma girmek; şekil değiştir mek; başkalaşmak. 5. Bir şeyin yerini başka bir şey almak. "Okul m üdürü değişm iş. ” 6. (Takınılacak tavır vb. için) söz konusu durum ortaya çıktığında, verilen söz ve karardan caymak. “Ö yleyse, iş d eğ i şir beyim . ” S değişen yddız, g ö k b. P arla klığ ı z am an a b a ğ lı o la r a k fa r k lılık g ö steren yıldız.
.
değişmeli, [değişme-li] sf. 1. miiz. Türk musikisinde aynı eser içinde birden fazla usul kullanılarak mey dana getirilmiş parça. 2. mat. Cebirde toplama ve çıkarma sıralarının değiştirilmesi ile sonucu değiş meyen işlem. değişmez, [değ-iş-mez] sf. 1. Değiştirilemeyen; de ğişime uğramayan; sabit. 2. is. mat. Değeri her za man aynı olan sayı; bir denklemde değişkenden ba ğımsız sayı; sabit, değişmezlik, -ği [değişmez-lik] is. 1. Değişmeme du rumu. 2. mat. Geometri ve cebirde şekil ve ifade lerde incelenen bir tür özellik, değiştirge, [değiştir-ge] is. Bir değişiklik yapılması için verilen yazılı önerge; tadil teklifi, değiştirgeç, -ci [değiştir-geç] is. Bir cismin veya
ÖIİİMTÜMt SİM.
DEĞ
kuvvetin şeklini değiştiren alet; konvertisör; konverter.
Değeri olan, değerli; seçkin, seçme; beğenilmiş; seçilmiş. {eAT} {ağız} (aynı) [DS]
değiştirici, [değiştir-ici] sf. 1. Değiştirme özelliği ta şıyan. 2. is. Değiştirme işini yapan kimse veya nes ne.
değmede, [değme-de o-uS".>] zf. 1. Her yerde; gelişi
değiştiriliş, [değiştiril-iş] is. Değiştirilmek eylemi veya biçimi. değiştirilme, [değiştir-il-me] is. Değişik duruma ge tirilme eylemi, değiştirilmek, [değiştir-il-mek] ed il f . [-ir ] Değişik duruma getirilmek, değiştirim, [değiştir-im] is. 1. Bir şeyin başka bir şeyin yerine geçirilmesi. 2. dbl. Aynı anlamı kaza nan bir kelimenin başka bir kelimenin yerini alma sı. 3. dbl. Bir cümlede bir öğenin yerine başka bir öge koyarak anlamda değişiklik olup olmadığının incelenmesi. değiştirme, [değiş-tir-me] is. 1. Değişik bir şekle getirme durumu ve eylemi. 2. Yerine başka bir şeyi koyma veya getirme durumu ve eylemi. 3. {ağız} Raşitizm hastalığı. [DS] 4. {ağız} Gürbüz bir çocu ğun birdenbire zayıflayarak tanınmayacak duruma gelmesi. [DS] S değiştirme işaretleri, miiz. Önüne konduğu notanın sesin i yarım veya iki yarını ses tizleştiren v ey a p esleştiren işaretler. değiştirmek, [değiş-tir-mek] gçl. [-ir ] 1. Bir şeyi ve rip yerine başka bir şey almak. 2. Başka bir biçime sokmak; farklı duruma getirmek; değişikliğe uğ ratmak. 3. Sırtında bulunan giyecekleri çıkarıp bir başkasını giymek. 4. Birini veya bir şeyi bulunduğu yerden alıp yerine başka birini koymak veya ge tirmek. 5. Gitmekte olduğu yönü veya yolu bıraka rak başka birine geçmek, gitmek. 6. Başka bir tavra girmek; başka görünüm sergilemek. 7. Aktarma ol mak. değiştirtme, [değiştir-t-me] is. Değiştirme işini yap tırma eylemi. değiştirtmek, [değiştir-t-mek] gçl. f . [ -ir ] Değiştir mek eylemini başka birine yaptırmak, değlip, [Ar. devâllb
=> değlip] {ağız} is. Kay
namış bulgurun dış kabuğunu ayırarak, bulgur yap maya yarayan değirmen. [DS] değlügeç, [eT . ten-le-mek (denkleştirm ek, h a v ad a den gesin i sa ğ la m ak ) > ten-lü-geç] {eAT} is. Çaylak. değme1, [eT. teg-mek > teg-me > değ-me 4*5"i] is. 1. Dokunma, varma, ulaşma durumu ve eylemi. 2. Miras kalma. 3. {ağız} Elçi; haberci. [DS] 4. {eAT} sf. Sıradan; gelişigüzel; rasgele; her, herhangi bir. S değme adam , 1. H er kim. 2. H erk es.|| değme gez, {eAT} H e r zam an ; h er defa.\\ değmelik ile, {eAT} K o la y lık la ; o lu r olm az şe y le .j| değme tekin, {ağız} 1. O lur olm az; ra sg e le ; her. 2. K o la y kolay. [DS] değme2, [değ-mek (yakışm ak) > değ-me
i] sf.
güzel yerde. 2. Kolay kolay; her zaman. 3. Her ne zaman. 4. {ağız} sf. Umulmaz; inanılmaz. [DS] S. {ağız} Galiba; herhâlde; zannederim. [DS] 6. {ağız} Güya. [DS] değm ek1, [eT. teg-mek (dokunm ak) > değ-mek dUSY] gçsz. f . [ - e r ] 1. Aralık kalmamacasına dokunmak; temas etmek. 2. {eAT} Ulaşmak; varmak; erişmek. 3. İstenilen yere düşmek; isabet etmek; rast gel mek. 4. {ağız} Miras kalmak; miras düşmek. [DS] değmek2, [eT. teg-mek (d eğ eri olm ak) > değ-mek gçsz. f . [- e r ] 1. {eAT} Uygun düşmek; ya kışmak. 2. Herhangi bir değerde olmak; o kadar etmek. “Bu k ita b a b e ş m ilyon d e ğ e r doğrusu. ” 3. Harcanan çabayı karşılamak; hak etmek. “Çektiğin zah m ete d eğ d i m i? ” 4. Beğenilen bir durum taşı mak; güzel olmak. “Antalya, g ö rm ey e değ er. ” 5. Denk olmak. “Senin sevgin bir ö m re değ er. ” 6. (Zevk veren şeyler için) hoşa gitmek . “Yemeğin üstüne k a h v e d eğ d i doğrusu. ” 7. {ağız} Olmak; ol gunlaşmak. [DS] değnek1, -ği [eT. teg-mek > değ-enek
Yun.
dekaniki] is. 1. Yaslanmak, dayanmak veya başka amaçlarla kullanılan, elde taşınabilecek kalınlıkta ve boyda, ağaçtan kesilmiş parça; ince sopa. 2. Değnekle atılan dayak. 3. Davul, trampet gibi ritim çalgılarını çalmakta kullanılan küçük ince ağaç çu buk. 4. {ağız} Cirit oyunu. [DS] S değnek gibi, İn ce, z a y ıf çelim siz. || değnek hesabı, mat. Ü zerine s a y ıla r yazılm ış kü çü k d eğ n ek lerle y a p ıla n h e s a p lam a işlem i. değnek2, -ği [eT. teg-mek > değ-enek dJaSb] s f (Göz için) değen; nazar eden, değnekçi, [değnek-çi] is. 1. Değnek yapıp satan kim se. 2. Değnek kullanan kimse. 3. Taşıtların çalıştığı yerlerde nöbet sırasını ve yolcuların inip binme düzenini sağlayan kimse. 4. {ağız} Düğünlerde dü zeni sağlamakla görevli kimse. [DS] 5. Eskiden kentin asayişini sağlamakla görevli kabadayı. 6. a rg o. Genelev fedaisi, değnekçilik, -ği [değnelcçi-lik] is. Değnekçinin yap tığı iş ve görev, değnekleme, [değnek-le-me] is. Değnekle vurma ey lemi. değneklemek, [değnek-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Değnekle vurmak, dövmek, değnekli, [değnek-li] sf. Değneği olan, değnek bu lunduran. değneksiz, [değnek-siz] s f 1. Değneği olmayan, değ nek bulundurmayan. 2. Kapıcı.
İM
İK
S M .
DEH
1133
{eAT} sf.
değzinmek, [eT. *teg-mek > teg-ir-mek > teg(i)z-in-
(Göz için) nazar değen; dokunan; isabet eden, değnemek, [değ(i)n-e-mek ?] {ağız} gçl. fi. [ - r ] [-n (i)y o r ] 1. Gözetlemek; gözlemek. 2. Dinlemek. [DS]
mek ? dlijSa] {eAT} g çl. fi. [-ü r] Devretmek; çev
değnel, [değ-mek > değ-nel [Tietze]
değre, [eT. teg-ir-melc> teg-(i)r-e > değ-re o / i ] {eAT} is. Etraf; çevre; civar, değrim, [değ(i)r-im] {ağız} is. Kare şeklindeki bezi katlayarak yapılan üç köşeli biçim. [DS] değrimek, [eT. *teg-ir-melc > değ-(i)r-i-mek e tU /i] {eAT} g ç s z .f. [ - r ] Devretmek; dolaşmak, değrinmek, [teg(i)z-in-mek> değ-(i)r-i-n-mek {eAT} dönşl. fi. [-Ur] Dönmek; dolaşmak; tavaf et mek. değsiz, [den-siz > değ-siz] {ağız} sf. Densiz; kibirli; iyilik bilmez. [DS] değşinim, [değiş-mek > değ(i)ş-in-im] is. Doğada ve toplumda nitelikle ilgili değişmelerin yavaş yavaş değil de uygun ortamı bulduğu zaman birdenbire olması; mutasyon; değişinim, değşinimci, [değşinim-ci] is. Değişinim yanlısı olan; mutasyonist; değişinimci, değşinimcilik, -ği [değşinimci-lik] is. biy. 1. Genle rin bazı özel durumlarının yitirilmesi, yeniden oluşması veya değişmesi yüzünden bir canlı varlık taki soya çekimin anîden değişebileceğini ve bu değişmelerin türlerin oluşmasında ana yol olduğu nu ileri süren kuram; mutasyonizm. 2. sosy. Top lumdaki ve doğadaki değişimlerin değişinim biçi minde olduğunu savunan düşünce akımı; değişi nimcilik; mutasyonizm, değşirilmek, [eT. teg-(i)ş-ür-melc > değ(i)ş-ür-ülmek
yiSb] {eAT} e d il.f. [-iir ] 1. Değiştirilmek. 2.
değşirmek1, [eT. teg-(i)ş-ür-mek LİU_riS'i] {eAT} gçl. f . [-iir] 1. Değiştirmek. 2. gçsz. Değişmek.
deh2, [denk > dek > deh] {ağız} is. Çuval. [DS] deh3, [Far. deh »:>] {OsT} is. On sayısı. S deh-dile, {OsT} 1. On gönlü olan. 2. Vefasız; h e r c a î.|| dehh ezâr, {OsT} On bin .|| deh-sâle, {OsT} On y ıllık .§ deh-yek, {OsT} O nda bir. deh4, [Far. deh jo ] {OsT} sf. 1. İyi; güzel. 2. is. Saf; sıra. 3. Tabur. S deh-dehî, {OsT} H alis altın. ||dehsâl, {OsT} g ö k b. G ezegen. d eha1, [deha] {ağız} ünl. Binek hayvanlarını yürüt mek için söylenen söz. [DS] deha2, [de + ha] (d e: ’ha) ünl. İşte; orada! deha3, [Ar. dehâ Us] (d eh a :) {OsT} is. 1. Bilim ve sanat alanında olağanüstü zihinsel yetenek. 2. Yük sek zekâya sahip olan kimse; dâhî. S deha-kâr, {OsT} D eh a sı olan.\\ dehâ-perver, {OsT} D eh a y e tiştiren. dehaet, [Ar. dehâet
c j U s]
(d eh a :et) {OsT} is. Deha
sahibi olma.
{OsT} is. Çiftçiler; köylüler. 2. Köy ağaları, dehalet, [Ar. dahi (girm e) > dehalet cJU -s] (d eh a :-
değşirmek2, [eT. der-(i)ş-ür-melc d l o i ] {ağız} gçl. f . [-ir ] Toplamak,
let) {OsT} is. Sığınma, korunma; dahil olma, dehaliz, [Ar. dehliz > dehâllz jJU s] (d eh a :li:z ) {OsT}
değşürmek, [eT. teg-(i)ş-ür-mek
{eAT} gçl. fi
[-ü r ] -*■ değşirmek1. değşttrülmek, [değ-(i)ş-ür-ül-mek / değ-(i)ş-ür-ülj-iSb] {eAT} e d il.f. [-ü r ] -*■ değşirilmek.
değşürünülmek,
sürmek için kullanılan söz. 2. {eAT} Dikkat, t? deh deyip salıvermek, K ötü h â ld e küçük d ü şü rerek kovm ak. || deh düşmek, {eA T} 1. B ilg isi o lm a k ; m uttali o lm a k; öğren m ek. 2. {ağız} D ikkat etm ek; fa r k ın a v arm ak; d ikk atle bakm ak. [DS]|| dehe düşmek, {ağız} B irinin a rk a sın a takılm ak; g erid en takip etm ek. [DS]|| deh etmek, {ağız} Sürm ek; iler lem ek. [DS]
dehakin, [Ar. dihkân > dehâkîn ot^-s] (d eh a :k i:n )
Çevrilmek.
mek
rilmek; bir şeyin etrafında dönmek; dolanmak. deh1, [deh (yans.) »■>] ünl. 1. At, eşek gibi hayvanları
[değ-(i)ş-ür-ün-ül-mek
dUıiyiS'i]
edil, f i [-ü r ] -*• değşirilmek. değül, [eT. dağ (değil) + ol (o) JSb] {eAT} is. Değil. S değül idüğü, {eAT} O lm adığı. \\ değül imişse, {eAT} O lm am ış o lsay d ı; olm asaydı. değürmek, [eT. *teg-mek > teg-ür-mek dlo^S'^] {eAT} gçl. f i [-ü r] -*■ değirmek, değzindürmek, [eT. *teg-mek> teg-ir-mek > teg(i)zin-dür-mek ? dUJ jajS'j] {eAT} gçl. fi. [-ü r ] Çevir mek; dolaştırmak.
is. Holler; koridorlar, dehan, [Far. dehân uUo] (d eh a:n ) {OsT} is. Ağız, fi1 dehân-bâz, {OsT} A ğız oynatan. || dehân-bend, {OsT} 1. A ğız örten. 2. Yaşm ak.|| dehân-beste, {OsT} Ağzı b a ğ lı; ağzı sıkı; susm uş.|| dehân-güşâ, {OsT} 1. Ağız a ça n ; sö z söyleyen. 2. itiraz eden.\\ dehân-ı hadîd, {OsT} Kurum uş ağ ız.|| dehân-ı is tihza, {OsT} Alaylı konuşan ağız.|| dehân-ı küfrân, {OsT} İy iliğ i inkâr ed en ağız.|| dehân-ı safâ, {OsT} Ç o k içten konuşan ağ ız.|| dehân-ı teng, {OsT} D ar ağız. ||dehân-şüy, {OsT} Ağız yıkayan. dehane, [Far. dehâne 4iUo] (d eh a :n e) {OsT} is. Tüfek, kap kacak gibi şeylerin ağzı. S dehâne-i küb, {OsT} K iip a ğ z ı.|| dehâne-i tennür, {OsT} F ırın a ğ zı.
Ô IÜ M T Ü M M .
DEH dehar, [Far. dehâr jl«o] (d eh a :r) /OsT} is. Dağ ma ğarası; kovuk; çatlak,
Geniş ve susuz ova. 2. {ağız} Pek çok; çok. [DS]
dehaz, [Far. dehâz jl=o] (d eh a:z) is. Feryat; nara, dehçi, [Far. dek
dek-çi > deh-çi] {ağız} is. Hafi
ye. [DS] dehdeh, [deh (yans.) + deh] iinl. -*■ dahdah, dehdehlemek, [dehdeh-le-mek] gçl. f i [- r ] [-l(i)-y o r] (Binek ya da yük hayvanı için) “Deh!” diyerek yü rütmek. dehdüdUk, [deh+düdtik] {ağız} sf. Şımarık; delişmen. [DS] dehen, [Far. dehân > dehen j*:>] (deha:n ) (OsT} is. Ağız, ö dehen-bâz, {OsT} Ağız oynatan ; sö y lem e y e hazırlanan.\\ dehen-güşâ, {OsT} Ağzını a ça n ; geveze. j|dehen-şûy, {OsT} A ğız y ık a m a ; ağız tem iz lem e. dehene, [Far. dehene 4^ 0] {OsT} is. -*■ dehane. deheş, [Ar. dehâş jiloo] (d eh a ;ş) {OsT} is. Dehşet, dehhaş, [Ar. dehşet (korku) > dehhâş jib o ] (dehh a ;ş) {OsT} sf. Çok korkunç; çok dehşetli, dehidratasyon, [Fr. déshydratation] is. kim. Su kay betme. dehişt, [Far. dehişt o i w ] {OsT} is. 1. Birlik; ittifak. 2.
dehna, -a ’i [Ar. dehna5 *Luso] (d eh n a;) {OsT} is. 1.
Aynı biçimde hareket,
dehleme, [deh-le-me] is. Hayvanı yürütmek eylemi. dehlemek1, [deh-le-mek] gçl. f . [- r ] [-(i)-y o r] 1. Hayvanı yürütmek. 2 argo. Kovmak; başından savmak. 3. Hoyratça kovmak. 4 {ağız} Önem ver memek; saymamak. [DS] 5. {ağız} Kışkırtmak. [DS]
.
.
dehlemek2, [Far. dek il 3 => dek-le-mek > deh-le-
dehr, [Ar. dehr y o ] {OsT} is. 1. Dünya. 2. Devir; za mane. <5 dehr-i aşüb, {OsT} (G üzel için) dünyayı k arıştıran ; k a r g a şa lık la r a y o l açan . || dehr-i bîdireng, (OsT} K a ra rsız diin ya.j| dehr-i bî-sebât, {OsT} S ebatsız dünya.\\ dehr-i dün, {OsT} A şağ ılık dünya.|| dehr-i fânî, {OsT} G eçic i dünya.\\ dehrine malik olmak, {OsT} 1. Z am an a uymak. 2. Y aşam a sını bilm ek.|| D ehr Suresi, K u r ’an -ı K erim 'in y et m iş altıncı, iyilerin g ö r e c e ğ i m ükâfatı, kötülerin ç e k e c e ğ i a za b ı h a b e r veren ve m üm inlerin iyi o l m aların ı öğü tleyen otuz b ir ay etlik b ir su resid ir; in san Suresi. dehre, [Far. dehre °yo] {OsT} is. 1. Tahra, testere gibi dişli ve bağ budamaya yarayan bıçak. 2. {ağız} Et satırı. [DS] dehrî, [Ar. dehri esyo] (d eh ri;) {OsT} sfi’. 1. Dünya ile ilgili. 2. Dünyanın sonsuzluğuna, ruhun beden ile beraber öldüğüne inanan kimse; materyalist, mad deci. 3. Çok bilgin; derin âlim; hezarfen. dehriye, [Ar. dehrîyye ^ yo ] (d eh ri.y e) {OsT} is. fe l. Dünyanın yaratılmadığını, ezelî olduğunu, ruhun bedenden ayrı bir varlık olmadığını, maddenin te mel olduğunu, temel ve tek gerçeğin içinde bulun duğumuz dünya olduğunu savunan felsefî görüş; materyalizm; maddecilik, dehriyun, [Ar. dehrîyün o?iyo] (dehri:yu;n) {OsT} is. Dehriye görüşünü benimsemiş olanlar; materya listler; maddeciler; dehrîler. dehş, [Far. dehş yijo] {OsT} is. 1. Bir işe başlama. 2. Karanlık; bulanıklık,
mek dUl«o] gçl. f i [ - r ] [-l(i)-y o r] 1. {ağız} Bir şeyi
dehşet, [Ar. dehşet c^ijo] {OsT} is. 1. Bir tehlike
gizli olarak takip etmek; gözetlemek. [DS] 2. (ağız) Dinlemek. [DS] 3. {eAT} {ağız} Dikkatle üzerinde durmak; dikkat etmek. [DS]
veya korkunç bir şey karşısında insanı donduran korku; aşırı korku. 2. Korkunçluk. 3. sf. Şaşılacak derecede; olağanüstü. 4. iinl. Şaşkınlık ifadesi. S dehşet-âgîn, {OsT} K orku y la k a r ış ık ] |dehşet-âver, {OsT} K orku s a ç a n ; ç o k korku tan.|| dehşet-bahş, {OsT} K orku veren ; korkutan.\\ dehşet-efşân, {OsT} K orku s a ç a n ; ç o k korku tan .|| dehşet-endâz, {OsT} K orku y a düşüren. || dehşet-engîz, {OsT} K orku s a ça n ; ç o k korku tan .|| dehşet-feşân, {OsT} K orku s a ça n ; ç o k korkutan.\\ dehşet-nâk, {OsT} Korkunç.\\ dehşet-nisâr, (OsT} K orku veren ; korkutan.\\ deh şet palas, argo. K a r a k o l binası.
dehlenme, [dehle-n-me] is. Kovulma ve yürütülme eylemi. dehlenmek, [dehle-n-mek] edil. fi. [- ir ] 1. (Hayvan için) "D eh! ” sözü ile yürütülmek. 2. argo. Kovul mak. 3. Hoyratça konulmak, atılmak, dehletmek, [Ar. dahi => dahl+et-mek ?] {ağız} gçl. fi. [ - e r ] Kötülemek. [DS] dehliz, [Far. dehliz y ^ ] (dehlv.z) {OsT} is. 1. Üstü kapalı dar ve uzun geçit; koridor. 2. Bazı evlerin bodrumlarında yanlarda açılan küçük pencereler den ışık alan uzun ve dar galeri. 3. Zindan. 4. Ku lak boşluğu. 5. Kalpte kulakçık kapakçığı,
dehşetlenme, [dehşet-le-n-me] is. Korkuya kapılma durumu ve eylemi,
dehmen, [deh-men ?] {ağız} sf. 1. Sersem; budala; beceriksiz; uyuşuk. 2. Yoksul. 3. is. İçkili, sazlı sözlü toplantı. [DS]
dehşetli, [dehşet-li] sf. 1. Korkunç; ürküntü veren. 2. Olağanüstü derecede; şaşırtıcı; aşırı derecede. 3. Çok fazla büyük. 4. zf. Çok fazla; aşırı derece.
dehşetlenmek, [dehşet-le-n-mek] dönşl. f i [-ir ] Dehşete düşmek; dehşete kapılmak; çok korkmak,
1MIİİKSM.1135 dehul, [Ar. tabi => dehul [Tietze]] {eAT} is. Davul, dehun, [Far. dehün ıjj*s] {OsTf is. 1. Ezber okuma. 2. Hatırlama.
dehUm, [Far. deh-üm?yeo] {OsTj sf. Onuncu. dehva, -a’i [Ar. dehvâ5 * Iyo] (dehva:) /OsTf sf. “Da hiye” sözünü kuvvetlendirmek için sıfat olarak kul lanılır; belanın belası,
deist, [Lat. deus (tanrı) > Fr. déiste] is. Yaratancı. deiy, -yyi [Ar. de'iyy ^ i ] {Os T) is. Evlatlık. deizm, [Lat. deus (tanrı) > Fr. déisme] is. Tanrıyı yalnızca ilk yaratan olarak gören, Tanrı için başka bir güç ve nitelik tanımayan, vahyi reddeden görüş; yaratancılık; neden tanrıcılık,
dejenerasyon, [Lat. degenerare (yozlaşm ak) + genus (tür) > Fr. dégénération] is. Yozlaşma; soysuzlaş ma; cinsinden sapma,
dejenere, [Fr. dégénéré] sf. Soysuz; yoz; türünden sapıklık gösteren. S dejenere etmek, Yozlaştır m ak]] dejenere olmak, Yozlaşm ak. dejenereleşme, [dejenere-le-ş-me] is. Yozlaşma du rumu ve eylemi. S dejenereleşmeler kuramı, İn
DEK
dek5, [Far. dek / Ar. dekk (h okkab azlık) ili] {OsT} is. 1. Hile; düzen; aldatma; oyun. 2. Tokuşma; çatış ma. 3. Dilencilik. 4. sf. Sağlam; muhkem. 5. (Kişi için) namuslu; terbiyeli; temiz. 6. Dilenen, fi1dekbâz, {OsT} H ilek â r; oyuncu.|| deke düşmek, Oyuna g elm ek ; ald atılm ak,|| dek etmek, H ile yapm ak.
deka-, [Yun. delca-] ön. ek. Önüne geldiği birimlerin on katım bildiren ön ek.
dekad, [Yun. deka (on) > Fr. décade] is. On yıllık zaman parçası,
dekadan, [Lat. decadere (çökm ek, yıkılm ak) > Fr. décadent (yozlaşm ış)] is. On dokuzuncu yüzyıl son larında Fransa’da natüralistlere karşı çıkan, aşırı duygusallığın ağır bastığı sembolist şiir öncülerine verilen ad.
dekadanlık, -ğı [dekadan-lık] is. Dekadan olma du rumu.
dekagram, [Yun. deka (on) + gramma (yazı) > Fr. décagramme] is. On gramlık ağırlık ölçüsü birimi, kısaltması: dag
dekâkin, [Ar. dükkân > dekâkin j ^ ’lS’i] (dekâ;kin ) {OsT} is. Dükkânlar,
sanın kusursuz o la r a k dünyaya g eld iğ in i a n ca k için de bulunduğu ortam ın onun yetkin bir h â le g elm esin i en g elled iğ in i savunan görüş. dejenereleşmek, [dejenere-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir] Yozlaşmak; bozulmak; soysuzlaşmak; dejenere olmak; türünün dışına çıkmak,
dekalitre, [Fr. décalitre] (d e k a li’tre) is. On litrelik
dejeneresans, Fr. dégénérscence]-is. Yozlaşma; soy
dekan2, [Yun. deka (on) > Lat. decanus (on başı) >
suzlaşma.
-dek, [-da-k / -de-k] yap. e. - * -dak. dek1, [eT. teg / dek] e. Gibi. dek2, [eT. teg / tek / dak ili] {eAT} e. 1. Bir eylemin sona erdiği zaman veya noktayı belirtmekte kulla nılalı edat; kadar; değin. 2. Kadar az; denli. 3. An cak; yalnız; yetişir ki.
dek'1, [eT. tek ili] {eAT) sf. 1. Sessiz; rahat; sakin. 2. {ağız} Uslu; terbiyeli; doğru; namuslu. [DS] 3. Ge nel görünüş. S dek değil, {eAT} Tekin d eğ il; b o ş d eğ il; beyhu de değil. || dek durmak, {eAT} {ağız} Uslu, sessiz sakin du rm ak; susm ak. [DS]|| dek düşmek, {ağız} D ikkat etm ek. [DS]|| dek gelmek, {ağız} D ik k a fa lılık etm ek. [DS]|| dek oturmak, {eAT} R ah at du rm ak; d e k durm ak.|| dek turmak, {eAT} {ağız} D ek durm ak. [DS]|| dek tüşmek, {ağız} 1. D ikkat etm ek; izlem ek. 2. Seçm ek. [DS]
hacim ölçüsü birimi, kısaltması: dal
dekametre, [Fr. décamètre] (d ek am e ’tre) is. On met relik uzunluk ölçüsü birimi; kısaltması: dam
dekan1, [Fr. décane] is. kim. Kapalı formülü C|0H22 olan hidrokarbonların genel adı; CH3-(CH2)r C H 3 . Alm. dekan] is. Bir fakültenin yönetiminden so rumlu ve profesörler kurulunca seçilen profesör, dekanlık, -ğı [dekan-lık] is. 1. Dekanın görevi. 2. Dekanın makamı. 3. Dekana bağlı hizmet birimle rinin bulunduğu bina,
dekape, [Fr. dé (giderilm iş) + cape (kılıf) > décapé] sf. Yüzeyi asit ile temizlenmiş; kimyasal madde ile aşındırılmış.
dekapotablı, [Fr. dé (ayrılır) + capot (a ra b a üstü, kadın başlığ ı) + able (-ebilir) > décapotable + T. lı] sf. (Binek aracı için) üstü açılıp kapanabilen,
dekar, [Yun. deka + Lat. area (alan) > Fr. décare] is. On arlık yani bin metre karelik yüz ölçümü birimi, kısaltması: daa dekaster, [Fr. décastère] is. On metre küplük hacim ölçüsü birimi,
dekastil, [Yun. deca-stylos] sf. mim. Ön tarafı on adet sütunla donatılmış olan,
dek4, [eT. ten (aynı a ğ ırlıkta olan ) > dek ili] {eAT} is.
dekatlon, [Yun. deca (on) + athlon (yarışm a)] is.
1. Hayvana yükletilen yükün taraflarından her biri; içi dolu çuval, {ağız} (aym) [DS] 2. Yarı. 3. {ağız} Denk; eşit; uygun. [DS] S dek düşmek, {ağız} Uy gun g elm ek ; rast g elm ek . [DS]|| dek gelmek, {eAT} D en k gelm ek. [DS]|| dek sepeti, {ağız} E şeğ in bir tarafın a ba ğ lan an sepet. [DS]
spor. Birinci gün yapılan 100 metre koşusu, uzun atlama, gülle atma, yüksek atlama, 400 metre koşu su; ikinci gün yapılan 110 metre engelli koşu, disk atma, sırıkla yüksek atlama, cirit atma ve 1.500 metre koşusundan ibaret kademeli atletizm yarış ması.
DEK dekatraş, [Fr. décadrage] is. sin. Ekrana yansıyan filmin alt ve üst kenarlarının ekrana uymaması, dekayık, -ki [Ar. dakika > dikkat > dakâ'ik > dekâyık] (daka.y ık) {OsT} {OsT} is. -» dakayık. dekbaz, [Far. dek-bâz] (d ekbaız) {OsT} sf. Hilekâr; oyuncu. dekembris, [Yun. dekemvris / Lat. december] {OsT} is. 1. Aralık ayı. 2. Julius Caesar’ın takvimine göre onuncu ay (Bu takvim de y ıl b a şı 1 m art idi.) deken, [Fr. décène] is. kim. Formülü C 10H20 olan, dekandan türemiş bir hidrokarbon, dekerek, [eT. tegre-k > dekerelc il^Sb] {eAT) {ağız} is. Tekerlek. [DS] dekerlemek, [teker-le-mek dÜjSb] {eAT} gçl. f . [-r ] Yuvarlamak; tekerlemek, dekerlenmek, [tekerle-n-mek] {eAT} dönşl. f . [-ir] Yuvarlanmak; tekerlenmek. -deki, [-da-ki -deki / -teki / -tâki] yap. e. -*■ -daki. -dekiden, [-da-ki-den / -de-ki-den] {eAT} y a p e. -*■ dakiden. dekin, [tek-in / dek-in ? jSb] {eAT} sf. Tekin. S de kin yir, {eAT} Issız, sakin yer. dekiş, [? dekiş] {ağız} is. Erkeklere dadanarak parası nı yiyen kadın. [DS] dekke, [dek-ke] is. 1. Nokta; benek. 2. Yapma ben. deklanşör, [Fr. déclencheur] is. 1. Bir devre kesici nin işleyişine etki ederek açılmasını önleyen düzen. 2. Fotoğraf makinesinin resim çekilirken perdenin açılmasını sağlamak için basılan düğmesi, deklarasyon, [Fr. déclaration] is. 1. ilan etme; bil dirme; duyurma. 2. Bir konunun kamuoyuna duyu rulması için yapılan açıklama; bildiri. 3. Mal bildi rimi. 4. Kâğıt oyunlarında bir tarafın elinde bulu nan değerli kâğıtları bildirmesi, deklare, [Fr. déclarer] sf. Yetkili birisine bildirilmiş; beyan edilmiş; haber verilmiş, fi1 deklare etmek, G ü m rüklerde vergi konusu olan eşyayı g ö rev liy e bildirm ek. deklase, [Far. déclassé] sf. (Kişi için) akranları ara sında değerini kaybeden; düşkün, deklemek, [denk > dek-le-mek dUJSb] {eAT} gçl. f i [r ] [-l(i)~yor] 1. Denkleştirmek; yakıştırmak; uygun hâle getirmek, {ağız} (aym) [DS] 2. {ağız} Tahmin etmek. [DS] 3. {ağız} Çekmek. [DS] 4. Nişan almak; doğrultmak; yöneltmek, dekleşmek, [dekle-ş-mek] {ağız} işteş, f i [ -ir ] 1. Denkleşmek. 2. Yetişmek. [DS] dekli1, [dek-li] {ağız} zfi. Kadar. [DS] dekli2, [dek-li] {ağız} sf. Güçlü; zorlu; kuvvetli. [DS] deklinasyon, [Fr. déclination] is. Yükselim, dekme, [tep-me > tek-me > dekme] {ağız}\ is. 1. Yapı bittikten soma açılan kapı veya pencere. 2. Uydur ma ve eğreti iş. [DS]
ÔÏÜffitlïiiltESÔM. dekmük, -ğü [tep-mek > dek-mük] {ağız} is. Tekme. [DS] dekoder, [İng. decoder] is. bilş. Kod çözücü, dekolte, [Fr. dé (ayırm ak) + collet (boyun atkısı) > décolleté] sf. 1. (Kadın elbisesi için) boyun, göğüs, omuz ve arkanın bir kısmını açık bırakan. 2. Giyi mi bu şekilde olan; açık saçık. 3. (Ayakkabı için) ayak topuğunu açıkta bırakan. 4. is. Değişik biçim lerde açık elbise üstü. 5. zfi. Açık saçık; açık; müs tehcen. S dekolte konuşmak, K üfürlü veya ayıp k a ça n s ö z le r s ö y lem ek ; a ç ık s a ç ık konuşm ak. dekont, [Fr. décompte] is. 1. Ödenmiş veya ödene cek hesapların dökümü. 2. Kapatılan bir hesaptan yapılan indirme. 3. Bütün indirmeler yapıldıktan soma borçlu tarafından ödenecek, alacaklı tarafın dan alınacak olan miktar. 4. Bir bütünün parçaları nın sayımı, dökümü. 5. bank. Belirli bir dönem so nunda hesap sahibine hesap örneğinin gönderilme si. dekor, [Lat. decor (süs) > Fr. décor] is. tiy. 1. Sahne düzenlenişi ve süslenişi. 2. Sinema ve tiyatro eser lerinde, olayın geçtiği yerin ve çağın özelliklerini belirleyen, mekânı oluşturan her türlü malzeme. 3. Bir iç mekânı süslemek amacıyla yapılan düzenle me. 4. Manzara; görünüş, dekorasyon, [Fr. décoration] is. 1. Bir iç mekânı meydana getiren öğelerin, yüzeylerin güzellik ve kullanım açısından düzenlenmesi işlemi. 2. Bir yeri süsleme. 3. Dekoratörün işi. dekoratif, [Fr. décoratif] sf. 1. Süs olarak kullanılan; süslemeye yarayan. 2. Dekorasyon ile ilgili. 3. Yüklendiği bir görevden ziyade süsleme niteliği taşıyan; tezyini; süs; süs öğesi, dekoratör, [Fr. décorateur] is. 1. tiy. Sahne dekorla rını tasarlayan kimse; dekorcu. 2. İç mekân düzen lemesi ve süslemesi amacıyla tasarım yapan kimse; iç mimar. dekoratörlük, -ğü [dekoratör-lük] is. 1. Dekoratör olma durumu. 2. Dekoratörün işi ve mesleği, dekorcu, [dekor-cu] is. Mesleği dekor yapmak olan sanatçı. dekorculuk, -ğu [dekor-cu-luk] is. 1. Dekorcu olma durumu. 2. Dekorcunun işi ve mesleği, dekore, [Fr. décoré] sf. (Düzenleme için) süs amaçlı; süse yönelik. S dekore etmek, S ü slem e a m a cıy la düzenlem ek, d on atm ak; süslem ek. dekovil, [Fr. Decauville (Fr. m ühendis)] is. Ray aralığı altmış santimetre olup hayvan, insan veya motor gücüyle taşıma yapılan ve duruma göre sö külüp başka yere kurulabilen raylı sistem, deksiz, [den-siz > dek-siz] {ağız} sf. Çok konuşan; yerli yersiz söz söyleyen. [DS] dekstrin, [Fr. dextra (sa ğ a çevirm e) > dextrine (ışı ğın p o la r m a düzlem ini s a ğ a çevirdiğ i için)] kim. Nişastanın bölünmesinden elde edilen zamklı mad
M
I ! *
S O M . 1137
de: C6H ıo05 S dekstrin tutkalı, kim. N işastanın p a rç a la n m a ürünleriyle im al ed ilen y a p ıştırıcı m addeler. dekstroz, [Fr. dexrose] is. kim. Nişasta şekeri; gli koz. dekupaj, [Fr. découpage] is. 1. Bir bütünden belirli büyüklüklerde parçalar çıkarma. 2. sin. Çekilecek filmin hikâyesine göre görsel ve dramatik noktala rına dayanak olmak üzere hazırlanmış bölümlerden meydana gelen metin. 3. mat. Çevresindeki şeyle rin görülmemesi için bir resmin veya klişenin ke narlarını baskı öncesinde örtme veya boyama işle mi. S dekupaj testeresi, İ ç k en a r oym a işlerin de kullanılan ö z e l testere; oym a testeresi. dekupe, [Fr. découpé] sf. Bir bütünden kesilmek suretiyle ayrılmış. del1, [del (yans.)] is. Parıltıyı anlatan kök. [Zülfıkar] d el-e-p delep , d el-e-b (i)-m ek del2, -İli [Ar. deli ı_b] {OsT} is. 1. (Kadınlar için) kan dırma; cilvelilik; oynaklık; yosmalık; modaya fazla düşkünlük. 2. Fındıkçılık; koketlik. del3, [dél] {ağız} is. Dişi köpek. [DS] delail, [Ar. delil > delâ’il J^lb] (d elâ .il) {OsT} is. 1. İspatlamaya yarayan şeyler; deliller; kanıtlar. 2. Peygamber Hz. Muhammet(s.a.s)’e mal edilen dua ların toplandığı kitap. S1 delâil-i kaviye, {OsT} Sağ lam d eliller; kamtlar.\\ delâil-i nakliye ve kavliye, {OsT} S öz ve a n latm a delilleri.\\ delâil-i târihiye, {OsT} T arihî d eliller ; ta rih î kanıtlar. délai, [Ar. deli > delâl Jlb ] (delâ.T) {OsT} is. İnsana hoş, sevimli, güzel görünen hâl; naz; işve, delalat, [Ar. delâlet > delâlât o l ! 1b] (d elâ ;lâ ;t) {OsT} is. 1. Yol göstermeler. 2. Belirtiler, delalet, [Ar. delâlet c J lb ] (d elâ .let) {OsT} is. 1. Yol gösterme; kılavuzluk; aracılık. 2. Belirti; işaret; delil. 3. tıp. Muayeneden sonra bir tedaviyi gerekti ren durum. 0 delalet etmek, 1. G österm ek; an lat m ak. 2. B elirtm ek. 3. S ezdirm eye çalışm ak, d em ey e getirm ek. delanlı, [deli+kan-lı] (d ela ;n lı) {ağız} sf. Delikanlı. [DS] delannı, [deli+kan-lı] (d ela ;n m ) {ağız} sf. Delikanlı. [DS] delbek, -ği [Far. tabl-ek > deblek > delbek] {ağız} is. 1. Tef. 2. Darbuka. [DS] delbesek, -ği [eT. tilbe > delbe-se-k] {ağız} sf. Serse ri; ahmak. [DS] delbiye, [Ar. delbîyye ^ J i ] (d elb i.y e) {OsT} is. zool. Sansargiller. delbiz, [? delbiz] {ağız} sf. (Kişi için) delişmen. [DS] delbizlemek, [delbiz-le-mek] {ağız} gçl. f . [- r ] [l(i)y o r] Karşısındakinin kusurlarını sayarak kü çültmeye, ezmeye çalışmak.
DEL
deldak, [del-mek + tak-mak] {ağız} is. 1. Soğuğa karşı entari üzerine giyilen kolsuz ve uzun hırka. 2. İç gömleği yerine giyilen kolsuz pamuklu yelek; içlik. 3. Astarın içine pamuk konularak çizgi çizgi dikilen bir çeşit giysi. 4. ünl. “Ç a b u c a k y a p ! ” an lamında kullanılır. [DS] deldel, [del+del] {ağız} sf. 1. İşe yaramaz; kalp. 2. Deli; ahmak; budala. [DS] deldirme, [del-dir-me] is. Delik açtırmak eylemi, deldirmek, [del-dir-mek] gçl. f . [-ir ] Delik açtırmak; delik açılmasına neden olmak, deldük, -ğü [del-ik + dök-ük ?] {ağız} sf. (Eşya için) tek'tük; parça parça. [DS] dele, [Far. dele / delle (kakım )] {ağız} is. zool. Sansar. [DS] delebik, -ği [delebi-k] {ağız} sf. (Bitki için) zayıf; iyi büyümemiş. [DS] delebimek, [eT. talpî-mak > delebi-mek] {ağız} gçsz. f . [ - r ] 1. Bir yere tutunarak sallanmak. 2. Dalga lanmak. 3. Işıl ışıl parlamak. [DS] delecek, -ği [del-ecek] {ağız}] is. 1. Delme aracı; zım ba. 2. Kunduracıların deriyi delmek için kullandık ları bir araç. 3. Fide dikmekte kullanılan bir ucu sivri □ gibi araç. [DS] delecem, [deli-ce-m] {ağız} sf. 1. Korkunç. 2. Sevim siz. 3. Anormal. [DS] delecén, [deli-ce-m / deli-cen] {ağız} is. Patlak, aca yip bakışlı göz. [DS] deledüz, [Far. delle (yalan) + düz (yapan)] sf. Sö zünde durmayan, delegasyon, [Lat. delêgâre (gön derm ek) > Fr. dé légation] is. Bir topluluğu temsil etmek üzere gö revlendirilmiş ve yetki verilmiş kurul, delege, [Fr. délégué] is. 1. Devleti veya halkı temsil etmek üzere yurt dışına gönderilen yetkili kimse; murahhas. 2. gnşl. Bir kurum, kurul veya tüzel kişi liği temsil etmek üzere yetki verilerek görevlendiri len kişi. delegelik, -ği [delege-lik] is. 1. Delege olma durumu. 2. Delegenin işi ve görevi, deleğeç, -ci [del-eğeç] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS] delek, -ği [deli-rek > delek] {ağız} is. 1. Ahmak; ap tal. 2. (Çocuk için) piç. [DS] delem, [eT. talim (yırtıcı)] sf. (Arı, sivrisinek vb. için) ısnan, sokan, deleme, [Far. deleme <ıl:>] {eAT} is. 1. Maya ile kesti rilmiş süt. 2. {ağız} Yağı alınmış sütten yapılan pey nir. [DS] 3. {ağız} Yeni uyumuş ve henüz süzülme miş peynir. [DS] 4. {ağız} Kesilmiş süt; süt kesiği. [DS] delemek1, [tm-la-mak > dê-le-mek] gçl. f . [ - r ] [l(i)y or] Gizlice dinlemek, delemek , [del(i)-le-mek > dele-mek] {ağız} gçsz. f . [-l(V -yor] Dengesiz davranışlarda bulunmak. [DS]
ÖIÖMMCEMİ.
DEL
delemet, [Far. der-amed> delemet] is. Yardım, delenç, [de-le-mek (dinlem ek) > dele-nç] (d e:len ç) {ağız} is. Güzel konuşan; hatip. [DS] delengiç, [del-mek > del-engiç] {ağız}] is. Ağaçka kan. [DS] delep1, [? delep] {ağız} is. Hazır; var. [DS] delep2, [eT. talpî-mak > delep] is. Parıltı, ö delep, P a r ıl p arıl.
delep
delepmek, [eT. talpî-mak > delep-mek] {ağız} gçsz. f . [-(b )-ir ] Dalgalanmak. [DS] deleşik, -ği [dele-ş-ik] {ağız} sf. 1. (Kişi için) becerik siz. 2. Üstü başı düzensiz. [DS] delezen, [dele-z-en] {ağız} sf. 1. Söylediği sözlerde gerçek payı olmayan. 2. Bar bar bağırıp çağıran. [DS] delfîn, [Yun. delfıni] {ağız} is. Yunus balığı. [DS] delgeç, -ci [del-geç] is. Kâğıt, mukavva, deri gibi malzemelerde delik açmaya yarar araç; zımba, delgeçir, [del-mek + geç-ir-mek] is. 1. İçe giyilen pamuklu çamaşır. 2. Oku delerek ökçeye geçirmek suretiyle yapılan saban, delgi, [del-mek > del-gi] {ağız} is. Tahta, metal veya plastik malzemede delik açmaya yarar matkap veya burgu cinsi araç, (1935, kültür d ilin e alınışı). [DS] delgiç, -ci [del-mek > del-giç] {ağız} is. 1. Ucu sivri ve metalden tutulacak yeri ahşaptan tütün dikmeye yarar □ şeklinde bir tür tarım aracı; delgeç. 2. İnce delik delmeye yarayan bir araç. [DS] deli, [eT. tilbe > telve > delü > deli
sf. 1. Akıl
dengesi bozulmuş; aklını kaçırmış; mecnun; diva ne. 2. Aşırı ve taşkın davranışları olan; coşkun; ateşli; çılgın; atılgan; gözü pek; korkusuz; kahra man. 3. Aşırı derecede düşkün; azgın; azman; zor lu; korkunç surette. {eAT} (aynı) 4. Düşüncesiz. 5. İmparatorluk döneminde Balkanlarda bulundurulan bir tür hafif süvari askeri. S deli ağaç, Ç a b u k g e li şen ve um ulm adık biçim d e ço ğ a la n a ğ a ç. ||deli ala cası, B irb irin e uymayan, p a r la k ve ça rp ıcı ren k ler den olu şan .|| deli bağ, {ağız} A şılanm am ış çu bu k lard an yetiştirilen bağ . [DS]|| deli bal, A rıların z e hirli çiçek lerd en top lad ıkları b a l.|| deli balak, {ağız} H ayatın sarsın tılarını ve sıkıntılarını g ö r m em iş, deneyim siz gen ç. [DS]|| deli balta, 1. Zalim. 2. {ağız} Ja n d a rm a . [DS]|| deli baş, {ağız} 1. Huy su zluk y a p an hayvan. 2. D elic e h a rek etler yapan . 3. Yiğit Cesur. [DS]|| deli başı, Vezir d a irelerin d e koruyucu o la r a k bulundurulan d elilerin am irine verilen unvan.\\ deli bayrağı açm ak, A şık olm a k .|| deli bayram , {ağız} 1. D elişm en. 2. H oppa. [DS]|| deli beçe, {ağız} K o c a k a r ı soğuğu. [DS]|| deli bi ber, {ağız} Kırm ızı a c ı biber. [DS]|| deli bozuk, B ir y a p tığ ı b ir yaptığ ın a uym ayan; a klın a esen i y a p a n :.|| deli bozukluk, A klına esen i y a p m a durumu. \\ deli buğday, {ağız} K undunı den ilen bu ğday ç eş i di; kırm ızı buğday. [DS]|| deli bulu, {ağız} İk i kulp
lu biiyük su testisi. [DS]|| deli çıbık, {ağız} A m eri kan asm ası. [DS]|| deli çıkm ak, Aklını kaçırmak.\\ deli damı, {ağız} M eyhane. [DS]|| deli d analar gi bi, N e y a p aca ğ ın ı, ne ed e ceğ in i bilemeden.\\ deli debilden konuşmak, {ağız} D elic e konuşm ak. [DS]|| deli dedirgen, {ağız} P erişan, bunalmış. [DS]|| deli dembesek, {ağız} S açm a sapan. [DS]|| deli depek, {ağız} A kılsız; sersem . [DS]|| deli de vamsız, {ağız} S a çm a sapan . [DS]|| deli divane, Çılgın; z ırd eli.|| deli divane olmak, 1. Aşırı düş künlük gösterm ek. 2. Ç o k sevm ek. || deli dolu, 1. D üşünm eden konuşan v ey a ö y le davran an ; p a t a vatsız. 2. D av ran ışların a sın ır tanımayan.\\ deli dum an, 1. D e lic e ; cesur. 2. Ç o k m eraklı. 3. Yarım akıllı. 4. (K adın için) aşüftece.\\ deli dttlü, {ağız} Ö zentisiz; dikkatsiz; gelişigüzel. [DS]|| deli erik, {ağız} Ç a k a l eriği. [DS]|| deli eşki, {ağız} Ç o k ekşi. [DS]|| deli etmek, Ç o k kızdırmak.\\ deli fişek, 1. D elişm en ; atak. 2. D av ran ışların a sın ır tanım a y a n ,|| deli fişeklik, D elişm en lik; ataklık.\\ deli gibi, Aklı b a şın d a olmadan.\\ deli gömleği, tıp. Taşkınlık g ö steren d eliy e z o r la giydirilen kolların ın u çları kapalı, sa ğ la m bezden yap ılm ış a rk ad a n ba ğ lam alı vey a düğm eli göm lek. ||deli gönül, A kıl ve m antık ku ralların ı dinlem eyen sev g i işi.|| deli gurk, {ağız} Yum urtalar üzerinde sü rekli yatm ayan kuluçka. [DS]|| deli gurk etmek, {ağız} B ir kim seyi sersem ve k ararsız h â le getirm ek. [DS]|j deli gücük, {ağız} Ş u bat ayı. [DS]|| deli güllabicisi, B ir kim senin şı m arık h a rek etlerin e katlan an kimse.\\ deli ırm ak, Akıntısı hızlı ve suyu gü r ırm ak.|j deli kız, {ağız} 1. Büyük a ğ a ç kaşık. 2. K ep ç e. [DS]|| deli kızın çeyizi gibi, (E şy alar için) birb irin i tutmaz şek ild e düzü len .,|| deli kopmak, {eAT} Azgın o lm a k ; şiddetli o l m ak]] deliliğe vurm ak, D eli g ib i görün m ek]] deli memet, {ağız} K ışın kuzeyden esen hızlı rü zgâra A n talya'da verilen ad. [DS]|| Delinin zoruna bak. Birinin olum suz d avran ışların ı b elirtm ek için kul lan ılan söz. || deli oğlan sarığı, {ağız} Sarığıburm a tatlısı. [DS]|| deli olmak, 1. B irin e veya b ir şey e ç o k kızm ak. 2. A şırı düşkünlük g ö sterm ek ,|| Deli olmak işten değil. Ç aresiz k alın dığın da söylenilen söz. || deli orm an, B o l a ğ a ç lı orm an . \\ deli otu, T urpgillerden kuduza ve ça rp ın tıla ra iyi g eld iğ i için h a lk hekim liğ in de kullanılan b ir süs bitkisi, (Alyssum).|| deli pazarı, 1. A kla ve h a y a le g elm e y e c e k türden işler. 2. {ağız} Savruk ve düşüncesiz b ir kim senin yap tığ ı iş veya a lış veriş. [DS]|| deli poyraz, S ert esen kuzey rüzgârı. || deli pösteki sa y ar gibi, Ayrıntı ve özen g ö steren y oru cu işler için söy len en söz]] deli saçm ası, Anlamsız, tutarsız söz; ip e s a p a gelm ez. ||deli saraylı, Ç o k takıp takıştıran, süslü kad ın .|| (birinin, bir şeyin) delisi olmak, (Onu) ç o k derdin den sevm ek. ||deli tepe, {ağız) Yol suz ve a şırı davran ışları o la n ; d eli dolu. [DS]|| deli toy, {ağız} D eneyim siz; ç o k gen ç. [DS]|| deli toyluk,
O lM M tC tS Û M
• 1139
{ağız} Yaşına uygun h a rek et etm em ek. [DS]|| deli tütün, {ağız} Yalnız G aziantep 'te yetişen, nikotini y ü k sek b ir tür tütün. [DS]|| deli veli üst üstüne, {ağızf B ir kilim motifi. [DS]|| deli yatalgı, {ağız} Ti fo ] ] deli yazmış, {ağız} İk i y a şın d a k i dişi keçi. [DS]|| deliye değnek verm ek, Ç evresin e sü rekli zararı olan k im selere o la n a k tanımak.\\ deliye dönmek, 1. Aşırı sevinm ek. 2. Ç o k kızm ak; ö/9ce/ero«e&.|| deliye her gün bayram , H er fır s a tı bayram g ib i d e ğ e r lendiren ve h er şey i eğ len celi yön lerin den e le a la n la r la a la y etm ek için söylenir.\\ deli yel, {ağız} 1. Güneyden esen y el. 2. K a ra y el. [DS]|| deliye taş atm ak, B irinin d en g esiz b ir iş y a p m a sın a y o l a ç a c a k h atırlatm ad a bulunm ak. delibaş, [deli+baş] is. vet. Koyun ve sığırda köpek tenyası larvalarının beyine yerleşmesinden ileri gelen öldürücü hastalık, deliboynuz, [deli+boynuz] is. bot. Baklagillerden, eflatunla kırmızı arası renkte çiçek açan, güzel bir süs ağacı; erguvan (C ercis siliqu astru m ). delice, [deli-ce *»- J j ] sf. 1. Deliye yakışacak şekil de; çılgınca. 2. {ağız} Zehirli. [DS] 3. ( d e li’c e) zfi Aşırı, normal olmayan biçimde; delicesine. 4. Deli gibi; delimsi. 5. is. bot. Buğdaygillerden ekin tarla larında yetişen taneleri zehirli yabanî otsu bitki, (Lolium temulentum). {eT} (aynı) 6. {ağız} Yabanî zeytin. [DS] 7. {ağız} Aşılanmamış her türlü meyve ağacı fidanı. [DS] 8. {ağız} zool. Atmaca; şahin. [DS] 9. zool. Delice doğan; çaylak. {eT} {ağız} (aynı) [DS] 10. {ağız} Kağnılarda ot ve samanın dökülme mesi için, kağnının yan tarafına konulan birbirine çatılmış iki uzun sırık. [DS] 0 delice bal, {ağız} A rıların z eh irli veya uyuşturucu balözü taşıyan ç i çek lerd en to p la d ık ları bal. [DS]|| delice doğan, {eAT} zool. Yırtıcı kuşların en hızlı uçanı o la n kü çü k doğan, (F a lc o su bbuteo).|| delice m an tar, {ağızI bot. Z ehirli b ir tür m antar. [DS] delicesine, [delice-s-i-n-e] ( d e li’cesin e) zfi Aşırıya kaçarak; aşırı bir biçimde; deli gibi, delici, [deli-ci] sf. 1. Delme işini yapan. 2. m ecaz. Etkileyici; çok etkili. 3. m ecaz. Rahatsız edici, delicük, -ğü [delik-cik] {eAT} is. Küçük delik. delik1, -ği [del-melc > del-ik dUi] is. 1. Delinmiş, yırtılmış yer. 2. Bir cisimde veya bir yüzeyde oyuk şeklinde bulunan açıklık ve çukur. 3. Bir kumaşta, özellikle elbisede yıpranmış veya yırtılmış yer. 4. Havuz, baraj gibi su birikintilerinin alttan suyunu akıtmak için açılmış kapaklı boşaltma borusu. 5. Sığınılacak, barınılacak yer. 6. {ağız} a rg o. Hapis hane. [DS] 7. {ağız} Evlerde duvarlara oyulmuş yuvamsı yerler veya dar pencereler. [DS] 8. Küçük hayvan yuvası. 9. Organizmadaki bazı dar ve kü çük açıklıklar. 10. spor. Golfta oyuncunun topu içine sokmak zorunda olduğu 10,8 cm. çapındaki küçük çukur. 11. sf. Delinmiş olan. 12. {ağız} (Kız
DEL
için) kızlığı giderilmiş olan; bileri bozulmuş. [DS] ff deliğe girmek, argo. H ap se g irm ek ; tutuklan m ak,|| deliğe tıkmak, {ağız} argo. H ap setm ek ; tu tuklam ak. [DS]|| Delik büyük, yam a küçük. E ld e bulunan im kânların ihtiyaçlara yetm ediğini ifa d e eden sö z .|| delik dersik, {ağız} 1. {eAT} D elik deşik. 2. B in a la rd a o n a rıla c a k y erler. 3. E lb iselerin d e linmiş ve y a m a g erektiren yerleri. [DS]|| delik de şik, 1. H er yan ı d elik ler le dolu olan. 2. E v vb. yerin h er köşesi.\\ delik deşik aram ak, H e r y er i iyice aram ak. ||delik deşik etmek, 1. S ilah la vücudunun h e r tarafın d a y a r a la r açm ak. 2. H er y erin d e d elik ler açmak.\\ delik keskisi, {ağız} B ir tür m aran goz kalem i. [DS]|| delik kapam ak, B ir ek siğ i g id erm ek.|| delik taşlık olmak, {ağız} Sağlığı bozulm ak; h a stalık y a d a b a ş k a s e b e p le z a y ıf düşm ek. [DS] delik2, [Far. delik dLb] (deli:k) {OsT} is. Gül tohumu. delikanlı1, [deli+kan-lı] sf. 1. Kam kaynayan; genç liği dolayısıyla ele avuca sığmayan. 2. Güçlü kuv vetli; atılgan. 3. is. Çocukluk çağından çıkmış genç. 4. ünl. Gençlere seslenme sözü. delikanlı2, [deli+kan-lı] {ağız} is. Kına çiçeği; kadife çiçeği. [DS] delikanlılık, -ğı [deli+kan-lı-lık] is. 1. Delikanlı olma durumu ve niteliği. 2. Gençlik dönemi, delikçik, -ği [delik-çik] sf. 1. Küçük delik. 2. biy. Süngerlerde suyun girip çıkmasına yarayan küçük delikler. delikdağ, [delik+dağ] {ağız} is. Tünel. [DS] delikletmek, [delikle-t-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir ] Hap settirmek; tutuklatmak. [DS] delikli, [delik-li] sf. 1. Deliği olan. 2. Belirtilen sayıda veya nitelikte deliğe sahip olan. 3. {ağız} is. Kevgir. [DS] 4. {ağız} File. [DS] 5. arg o. Tabanca. 0 delikli dem ir, A teşli sila h ; tüfek, taban ca. ||de likli peşme, {ağız} T esp ih çiler tarafından d elik a ç m ak için kullanılan b ir a ra ç. [DS]|| delikli taş, 1. m ecaz. B oncuk. 2. K en a rla rı yüksek, altta suyun g itm e si için d eliğ i bulunan bu laşık y ık a m a yeri. delikliler, [delikli-ler] is. zool. Denizlerde bir ana giriş deliğinden başka çok sayıda yalancı ayak çı kan delikler bulunan sert kabuklu bir hücreliler ta kımı; foraminiferler, (F oram in ifera). deliksiz, [delik-siz] sf. 1. Deliği olmayan. 2. argo. Tam anlamıyla; mükemmel. 3. argo. Ara vermek sizin; sürekli. S deliksiz çıkarm ak, B ir işi hiç bozm adan , ç o k düzgün ve tem iz o la r a k y apm ak. || deliksiz uyku, K esin tiye uğram am ış, uzun sü reli ve derin uyku. delil, [Ar. delîl J J j ] (d eli.i) {OsT} is. 1. İspat edici belge; kanıt. 2. Bir şeyin gerçekleşmiş olduğunu gösteren işaret, iz. 3. Kılavuz, rehber. 4. Mekke’de hac görevini yapanlara önderlik eden ve ziyaret yerlerini gösteren kimse. S delîle’l-ibâd, {OsT} Kulluğun kanıtı.\\ delîl-i aklî, {OsT} D üşünülerek
Ö IİIH IÛ İC E S 0 2 L İ .
DEL
bulunan kanıt. || delîi-i cedelî, {OsTj huk. Tartışm a sonucunda bulunan kan ıt.|| delîl-i ilzâmî, {OsT} İnandırıcı kan ıt.|| delîl-i k at’î, {OsT} K esin kanıt.\\ delîl-i nakli, {OsT} A ktarm a ile eld e ed ilen delil.\\ delil ittihaz etmek, S eb ep ve kan ıt o la r a k g ö s te r mek. delilenme, [deli-le-n-me] is. Deli gibi davranma du rumu ve eylemi,
delişmek, [tel-mek > tel-iş-mek > del-iş-mek] {eT} işteş, f . [-ü r ] Delmekte yarışmak; birlikte delmek, delişmen, [deli-ş-men ?] sf. 1. Sözleri ve davranışları ölçüsüz; şımarık; zıpır. 2. Davranışları daha çok keyif ve isteğine bağlı olan, delişmence, [delişmen-ce] sf. ve zf. Delişmene yakı şır biçimde; delişmen gibi,
delilenmek, [deli-le-n-mek] dönşl. f i [-ir ] Deli gibi davranmak.
delişmenlik, -ği [delişmen-lik] is. Delişmen olma durumu, fi1 delişmenlik etmek, D elişm en ce d a v ranm ak.
delili, [Ar. delili] (deli.Ti:) {OsT} sf. Delile dayanan; belgesel.
deliyane, [deli + Far. -âne] (d eliy a.n e) sf. Deli gibi; deliye yakışır biçimde; delice.
delilik, -ği [deli-lik] is. 1. Deli olma durumu. 2. Delice davranış. 3. p sik ol. Kişinin zihinsel denge sinin topluma uyumsuzluk sağlayacak veya sürekli bakımı gerektirecek biçimde bozulması. S deliliğe vurm ak, D eli g ib i davran m ak; kendini d eli g ib i gösterm ek. || deliliği tutm ak, D elice davran m aya başlamak.\\ delilik etmek, A kılsızca d avran m ak; son rad an p işm a n lık d u yacağ ı b ir iş yapm ak.
delk1, -ki [Ar. delk dita] {OsT} is. 1. Ovma; ovuştur
delim, [eT. telim > delim b ] {eAT} {ağız} zf. Çok; pek çok; sayısız; pek ziyade. [DS] fi3 delim dürlü, {eAT} Türlü türlü; ç eşit çeşit; p e k çok. delimden, [delim-den] {eAT} zf. Çoktan beri; çok eskiden; çoktan, delimsek, -ği [delimse-k] {ağız} sf. Delice; deli gibi. [DS] delimsirek, [delimsi-rek] sf. 1. Çılgın, zirzop; deliş men. 2. Sersem; salak, delinme, [del-in-me] is. Delik açılma durumu ve ey lemi. delinmek, [eT. tel-mek > tel-in-mek > del-in-mek] edil. f . [-ir ] 1. Üzerinde delik açılmak. 2. dönşl. Delik oluşmak. 3. (Kural ve kanunlar için) uyul mamak; çiğnenmek. 4. fız. Bir yalıtkanda delik açılmak. 5. {eAT} Göz göz olmak. [DK] delir, [Fr. délire] is. tıp. Flezeyan. delirek, -ği [deli-rek] {ağız}] sf. Sersem; salak; çılgın; delişmen. [DS] deliriş, [delir-iş] is. Delirmek durumu veya biçimi, delirme, [deli-r-me] is. Deli durumuna gelme ve eylemi. delirmek, [deli-r-mek] gçsz. f . [ -ir ] Deli olmak; ak imı kaçırmak; çıldırmak, delirtme, [delir-t-me] is. Deli durumuna getirme ey lemi. delirtmek, [delir-t-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Birisinin de lirmesine sebep olmak; çıldırtmak. 2. m ecaz. Çok kızdırmak; öfkelendirmek, delisek, -ği [delise-k] {ağız} sf. Deli gibi; sersem; çılgın. [DS] delisengi, [deliseng-i] {ağız} is. Flastalık, yorgunluk vb. nedenlerle oluşan kafa sersemliği. [DS] delisenk, -ngi [deli-senk] {ağız} is. -* delisengi. [DS]
ma. 2. Sürtünme. S delk-bi’l-mesfere, tıp. B an y o dan so n r a sert b ir f ı r ç a ile ovuşturma.\\ delk et mek, {OsT} Sürtm ek; ovuşturm ak,|| delk-i hafif, {OsT} Yavaş ovm a.|| delk-i istim na, {OsT} E l ile ov u ştu rarak b e l g etirm e.|| delk-i şedîd, {OsT} Şid detli ve sert b ir b içim d e ovuşturm a. ||delk ü temas, {OsT} Sürtünme ve dokunm a. delk2, -kı [Far. delk jta] {OsT} is. 1. Eski ve yamalı dilenci hırkası. 2. ta sv f Melamî tarikatına girenle rin giydikleri yün elbise. S delk-püş, {OsT} 1. E ski ve y a m a lı h ırk a giyen adam . 2. İkiyüzlü; riyakâr. delkıye, [Ar. delkıye 4jita] {OsT} is. zool. Sansargil ler. dellak, -ği [Ar. delk (sürtme) > dellâk il 1li] (d ella;k) {OsT} is. Tellak, dellal, [Ar. delâlet > dellâl Jlli] (della.T) {OsT} is. Tellal. dellale, [Ar. dellâle 4İlli] (d ella ;le ) {OsT} is. Bir kadın ile erkek arasında aracılık eden kadın; aşk tellalı, dellaliye, [Ar. dellâliyye 4Jlb] (della.Tiye) {OsT} is. Tellallık parası, delle, [Sur. Ar. delle (cezve) 4İi] {ağız} is. Su güğü mü. [DS] dellek, -ği [Ar. dellâk il 1ta] {ağız} is. Tellak. [DS] dellemek, [deli-le-mek] {ağız} gçl. f i [ r ] [-l(i)-y o r] 1. Deli etmek. 2. Çok kızdırmak; son derece hiddet lendirmek. [DS] dellenmek, [deli-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [ - i ı] 1. Delirmek. 2. Yaramazlık etmek. 3. Hiddetlenmek; kızmak. [DS] delme, [del-me ili] is. 1. Delik açma eylemi. 2. Önü işlemeli bir tür yelek; cepken. {OsT} {ağız} (aym) [Bürhan-ı Katı’] [DS] 3. Matkap veya burgu deni len aletle ya da ucu sivri bir şeyi çakmak suretiyle bir yüzey veya kalınlık içinde küçük boşluk açma. 4. m aden. Yer altında açılan galeri veya galerileri birleştiren oyuk. 5. {ağız} Yazlık ağıl. [DS] 6. sf. Delinerek yapılmış olan, fi1 delme takm a, {ağız}
IÛ İIİ l i f t
» 1 .1 1 4 1
B aştan savm a y a p ıla n iş; üstünkörü onarım vb. [DS] delmeç, -ci [del-m ek> del-meç] {ağız} is. 1. Açıklık. 2. Elbisede yırtmaç. [DS] delmek, [eT. tel-m ek> del-mek] g ç l .f . [ - e r ] 1. Delik açmak. 2. İnerek kazmak. 3. m ecaz. Yaralamak, incitmek. 4. {eAT} Göz göz etmek [DK] 5. a rgo. Bir kimseyi bıçaklamak veya kurşunlamak. 6. argo. Irzına geçmek; bekâretini bozmak. S delip takış tırm ak, {ağız} Sü slen m ek; y en i e lb is e le r giyinm ek. [DS]|| delip takm ak, {ağız} 1. Ş öyle bö y le y a şa m a k ; id are etm ek. 2. H arcam ak. 3. B ozm ak. 4. Süslen m ek; y en i e lb is e le r giym ek. delmirmek, [telmir-mek > delmir-mek] {eT} gçsz. f . [-ü r] Dilenmek, delta, [Yun. delta] is. 1. Yunan alfabesinin dördüncü harfi; A S. 2. coğ . Bir akarsuyun, denize döküldüğü yerde, getirdiği alüvyonları biriktirmesi sonucu bir kaç kola ayrılarak meydana getirdiği üçgenimsi bölge; çatal ağız. 0 delta ışını, fız . H a rek et h âlin d eki yüklü b ir taneciğin etkisiyle b ir atom un f ır la t tığı elektron.\\ delta kası, anat. Omuz b a şın d a bu lunan üçgen biçim li k a s ; deltam sı k a s ; d eltoit kası. deltak, [del-mek + tak-mak] {ağız} is. Önü işlemeli bir tür yelek; yelek. [DS] deltamsı, [delta-msı] sf. Deltayı andıran; delta görü nümünde olan, ö deltamsı kas, anat. Omuz ba şın d a bulunan üçgen biçim li k a s ; d elta k a sı; d eltoit kası. deltoit, [Fr. deltoïde] is. mat. Köşegenlerinden biri diğerini dik olarak ortalayan dörtgen. S 1 deltoit kas, anat. Omuz b a şın d a bulunan üçgen biçim li kalın k a s ; d elta k a s ı; deltam sı kas. deltürmek, [tel-mek > tel-tür-mek > del-türmek] {eT} g ç l .f . [-ü r ] -*■ deldirmek. delü, [eT. tilbe > télwe > telü J i ] {eAT} is. 1. Deli. 2. sf. Deli dolu. 3. Yaman; cesur. [DK] S delü yahşi yiğit, {eAT} Güzel, m ert d elika n lı; gözü pek, y a k ışık lı gen ç. [DK]|| delüye urm ak, {eAT} D eli y erin e koym ak.|| delü yiğit, {eAT} G özü p e k d elika n lı; c e su r gen ç. [DK] delüben, [del-üben] {eAT} zf. Delerek; delip. [DK] delüce, [delü-ce ^ï-jb] {eAT} is. Buğday aralarında biten siyah, acı bir bitki; delice. S delüce doğan, {eAT} D elice doğan. delük, -ğü [tel-mek > tel-ük / del-ük il^b] {eT} {eAT} {ağız} is. Delik; delinmiş. [DK] [DS]
delttlik, -ği [delü-lik tiU^b] {eAT} is. Delilik. [DK] delürmek, [delü-r-mek tibj_jb] {eAT} gçsz. f . [-ü r] Delirmek; tecennün etmek, delv, [Ar. delv / delve j b / o_jb] {OsT} is. 1. Kova; su kovası. 2. g ö k b. Kova burcu; Aquarius.
DEM
delve1, [tilbe > telve > delve] {eT} sf. Deli; çılgın. delve2, [Ar. delv / delve j b / ojb] {OsT} is. -*■ delv. delvoksin, [Fr. delvauxine] is. min. Hidratlı doğal demir fosfat. -dem 1, [-dam / -dem] {eT} yap. e. -*■ -dam. -dem2, [-dam /-dem / -tem / -tam] yap. e. -*■ -dam. dem 1, [dem] {ağız} is. 1. Susuz, kıraç tarla. 2. Kıraç tarlaya ekilmiş ekin. [DS] S dem ekini, {ağız} K ı ra ç ta rlay a ekilm iş ekin. [DS] dem2, [dem] {ağız} is. Dokuma tezgâhlarındaki tarak. [DS] dem3, -nınıi [Ar. demm jo] {OsT} is. Kan; {ağız} (ay nı). [DS] 0 dem dökmek, (K adın için) aşırı d e r e c e d e a d e t kan am ası olm ak. || demm-i musaffar, {OsT} İçin e s a fr a karışm ış k an .|| demm-i şirySnî, {OsT} A tardam ar kam.\\ demm-i verîdî, {OsT} T op la rd a m a r kan ı.|| dem resmi, {OsT} tar. İm p a ra to r luk d ön em in de ş e h ir ve k a s a b a la r d a kesilen h a y van lar için a lm a n verg i; zep h iy e resm i. dem4, [Far. dem jo] {OsT} is. 1. Soluk; nefes. 2. Za man, çağ; vakit; an. 3. Alkollü içki; şarap; işret. 4. Bir nefeste içilebilen sıvı miktarı; yudum. 5. Hile; aldatma. 6. Kibir; gurur; büyüklük. 7. Kenar; ağız. 8. Demirci, kalaycı veya kuyumcu körüğü. 9. Şiir deki vezin, kafiye; aruz. 10. müz. Ney çalanlar için, en kaim s o l sesi (rast p er d esi) ’nden kalın r e sesi(yegâh p e r d e s i) ’a e kadar olan sesler. 11. {ağız} Neşe; gönül hoşluğu; keyif. [DS] 12. arg o. Uyuştu rucu olarak kullanılan esrar. S dem â dem (dembe-dem), {OsT} G itgide; zam an g e ç tik ç e ; vakit va kit; s ık sık. ||dem-beste, {OsT} S esi solu ğu kesilm iş; dili tutulmuş. || dem-bestegî, {OsT} S essizlik; su s m uştuk,|| dem çekmek, {eAT} 1. (Ötücü ku şlar için) h iç kesin tiye u ğram adan uzun uzun ötm ek. 2. (Ney için) s e si k esm ed en uzatmak. 3. İçk i içm ek. 4. B ü l bü l g ib i uzun uzun sö y lem ek .|| dem çıkarm ak, {eAT} N ey üflemek.\\ dem dutm ak, {eAT} - * dem çekmek..|| dem-gâh, {OsT} 1. D em irci veya kuyum cu körüğü. 2. Külhan. 3. N efes a la c a k yer.\\ demgîr, {OsT} D em tutan; tem po tutan. || dem-girifte, {OsT} 1. Alevlenm iş. 2. Kokmuş.\ dem-güzar, {OsT} Vakit g eç ir en ; gününü gün eden.\\ dem -güzâr et mek, {OsT} Vakit g eç irm ek ; o y alan m ak; gününü gün etm ek. || dem-güzârî, {OsT} Vakit g eçirm e. || dem-i âteşin, {OsT} 1. Yakıcı nefes. 2. Yakıcı an .|| demi bağlanmak, {eAT} N efesi tutulmak]] dem-i b ah âr, {OsT} 1. B a h a r kokulu nefes. 2. B a h a r çağı. 3. G en çlik.||dem-i civanî, {OsT} G en çlik zam anı]] dem-i ejderhâ, {OsT} 1. E jd e rh a ağzı. 2. T ehlikeli a ğ ız .|| dem-i germ , {OsT} 1. S ıca k n efes. 2. A teşli s ö z le r.||dem-i İsa, {OsT} 1. Ü flem ekle ölü leri diril ten Hz. İsa'nın nefesi. 2. C an bağ ışlay an soluk]] dem-i kalem, {OsT} 1. K alem in ucu. 2. K alem ucu nun se.sz.|| dem-i nerm , {OsT} 1. Yumuşak, olcşayıcı
Ü M Ü K SÖ Z liİli.
DEM
hiddetli. 2. Kükremiş. 3. Heybetli; zorlu. 4. is. Ba nefes. 2. İyi sözler. || demin yümin oynatm ak, ğırıp çağırma. 5. Vakit; zaman. {eAT} Vaktini h o ş ç a geçirmek.\\ dem-i seher, {OsT} S a b a h vakti. || dem-i subh, {OsT} S a ba h vakti. || deman2, [Ar. demân / zemân jU ^i] (dem a.n ) is. dem-i serd, {OsT} S oğ u k n efes; sert ve iimit verm e Kendisinden yararlanılan hayvan ya da yer. S yen söz.|| dem-i şâm, {OsT} A kşam vakti.|| dem-i deman etmek, {ağız} B ir y e r i y a d a hayvanı, ken d i teslîm, 1. Suskunluk. 2. B oyun eğm e. 3. m ecaz. sinden y a ra rla n m a k için g e ç ic i o la r a k tutmak. Ölüm anı.\\ dem-i vâ-pesîn, {OsT} Son nefes.\\ dem-i zehre, {OsT} bot. B uğday ta rlaların d a y eti demankeş, [Far. demân-keş ji& lo ] (d em a;n keş) is. Vakit; zaman; müddet, şen, kırmızı ve sa rı ç iç e k le r a ça n zeh irli b ir ot. || dem -kâr, {OsT} E şlik ed en ; dem tutan.\\ dem-keş, dem ar, [Far. demâr jl«.>] (d em a:r) {OsT} is. Yok {OsT} -*■ demkeş. || dem-keşîde, {OsT} A rkad aş; olma; helak; mahv; telef; ölüm. S dem âr-âver, kafadar.\\ dem-sâz, {OsT} S ırd a ş; arkadaş.\\ dem{OsT} 1. H ela k eden. 2. İntikam alan. sâzî, {OsT} A rka d aşlık ; dostluk; sırdaşlık.\\ demdembelek, -ği [demb (yans.) > demb-ele-k] {ağız} serdî, {OsT} S oğu k n efeslilik. \|dem sürmek, N eşeli Budala; ahmak. [DS] S dembeleğin tepesi, {ağız} ve zev kli b ir hayat geçirmek.\\ dem-şinâs, {OsT} Ç o k b u d a la ; fa z l a ahm ak. [DS] Akıllı. || dem tutm ak, B ir ça lg ıy a b a ş k a bir çalg ı dembelköcek, -ği [demb (yans.) > demb-el+köce-k] vey a se sle ile eşlik etm ek.|| dem urm ak, {eAT} N e {ağız}zf. (Düşmek eylemi için) birden. [DS] f e s a lm a k; n efes çek m ek ; iiflemek.\\ deme’l-ahaveyn, {OsT} bot. Kardeşkanı.\\ deme’l-su’bân, dembesek, -ği [demb (yans.) > demb-e-se-k] {ağız} sf. 1. Sersem. 2. Şaşkın; beceriksiz. 3. Yürürken {OsT} bot. K a rd eş k a n ı,|| dem ürm ek, {eAT} D em sağa sola çarpan; sendeleyerek yürüyen. [DS] urm ak. ||dem vurm ak, B ir şeyden sö z etm ek. dembester, [Far. dem-beste] {ağız} sf. Şaşırmış; dem5, [Far. dem *i] {OsT} is. 1. Haşlanarak gerekli şaşkm durumda olan; dili tutulmuş, kıvama getirilmiş çay. 2. İçmek için hazırlanan ça dembül, [demb (yans.) > demb-ül] {ağız} is. Yuvar yın koku, renk ve tat bakımından istenilen özelliği. lanma, yuvarlanır gibi yürüme bildiren yansımalı 3. Koku. 4. {ağız} Pişirilen yemeklerin sıcak olarak gövde. [DS] S5 dembül dümbül, {ağız} (Yürümek biraz dinlendirilmesi ile yenecek kıvama gelmesi. için) y u v a rla n a ra k y a d a dü şe kalka. [DS] [DS] S 1 dem-keş, {OsT} Ç ay dem len en k a p ; dem lik. demcek, -ği [dem-cek] {ağız} is. 1. Üzüm sıkacağı. 2. dem6, -m ’ı [Ar. dem' ^o] {OsT} is. Gözyaşı. S Semaverlerde, demliğin konulduğu yer. [DS] dem ’ a-rîz, {OsT} G özyaşı d ö ken ; ağlayan. demdeme , [Ar. demdeme 4j_lo] is. 1. Hiddet; öfke; dem7, [Far. dem ?■>] is. (Bıçak; kılıç, insan vb.) ağız. S1dem-i tığ, {OsT} K ılıcın keskin tarafı, ucu. dem’ a, [Ar. dem' > dem'a 4juo] (dem -a) {OsT} is. Bir damla gözyaşı; gözyaşı damlası. S {OsT} G özyaşı d ö ken ; ağlayan. d am agdar, [Far. demâğdâr jİJi-lo]
dem ’a-rîz, (d em a :ğ d a :r)
{OsT} sf. Büyüklük taslayan; kibirli, demagog, [Yun. demos (halk) + ago (ço b a n lık et m ek) > Fr. démagogue] is. Halkın tutkularını ve ön yargılarını överek çıkar sağlamayı uman kişi; laf ebesi. demagogluk, -ğu [demagog-luk] is. Demagog olma durumu; laf ebeliği, demagoji, [Fr. démagogie] is: Gerçeğe aykırı sözler söylemek, halkın kolay olana veya özel tutkularına uygun tutumları körüklemek suretiyle kendi itiba rım artırmaya veya iktidarda kalmaya yönelme; laf ebeliği. S demagoji yapm ak, B ir kişi veya grubun duygularını körüklem ek, g e r ç e k dışı şe y ler sö y le m ek su retiyle on ları kazan m aya ça lışm a k; e ld e et m ek ; d estek sa ğ la m a k ; l a f e b e liğ i yapm ak. dem’ an, [Ar. dem'ân jU o ] (dem -ân) sf. (Kap için) ağzına dakar dolu; çok dolu; dopdolu. dem an1, [Far. demân j l o ] (dem a;n ) sf. 1. Heyecanlı;
çıkışma. 2. Gürültü. 3. Öfkeli konuşma; kırıp ge çirme. 4. Küfür ve hakaret. 5. Katliâm. demdeme2, [Far. demdeme ‘U.juo] is. 1. Ün; şöhret. 2. Hile; aldatma. 3. Kavga; üstünlük. 4. Davul, demden, [dem-den] {ağız} sf. Değişken; kararsız. [DS] S demden akıllı, {ağız} 1. A klına g elen i y a pan . 2. D urm adan g örü ş değiştiren. [DS] demdes, [dümdüz / de(m)+de/s] ( d e ’m des) {ağız} sf. 1. Dümdüz. 2. zf. Baştanbaşa. [DS] deme1, [de-me] is. 1. Söyleme, kast etme durumu ve eylemi. 2. {ağız} Kastedilen anlam; konu. [DS] 3. Halk edebiyatında Türkmen Bektaşî şairlerin nefe se verdikleri ad. 4. {ağız} Atasözü. [DS] 5. {ağız} Söz; laf. [DS] 6. {ağız} Mersiye; ağıt. [DS] 7. {ağız} Şiir; türkü. [DS] deme2, [de-mek > de-me] (de 'me) ünl. Şaşmayı bil dirir. deme3, [Ar. dem (vuruş) jo => dem-e] {ağız} is. Na bız. [DS] deme4, [Far. deme u j] {OsT} is. Ateş körüğü, demece, [de-mek > de-mece] {ağız} is. Atasözü. [DS] demeç, -ci [de-mek > de-meç] is. Yetkili bir kişinin bir olay hakkında yayın organlarına yaptığı açık lama; beyanat, (1944). S demeç verm ek, Yetkili
DEM
f « f i« f î » § . 1 1 4 3
kişi tarafından bir konu h akkın d a yayın o rg a n la rı na bilg i verm ek; bey an at verm ek. demek1, [eT. te-mek> ti-mek / de-mek > di-mek > de-mek] gçl. f . [- r ] [d -(i)-y o r] 1. Söz söylemek; konuşmak; ağzından anlamlı sözler çıkarmak. 2. (Nesneler için) herhangi bir şekilde ses çıkarmak. "K alem in ucu ça t diye kırıldı. ” 3. Adlandırmak; tesmiye etmek; lakap takmak. 4. Bir dille karşılık vermek. 5. (Haber, bilgi vb. için) söylemek; nak letmek; rivayet etmek. 6. Belli bir anlam taşımak; bir anlama gelmek. 7. Olmak; gelmek; ulaşmak. “S a a t on iki d ed i mi, d a ired en fırlıy o r. ” 8. Var say mak; öyle farz etmek. 9. Bir konuda yargı sahibi olmak. 10. Aramak; istemek; arzu etmek; ümit et mek. 11. (Olumsuz olarak) önem vermemek; şart lara aldırmamak. 12. (Olumsuz biçimiyle) davran mak; bir işe kalkışmak, girişmek. 13. Tahmin et mek. 14. Merak etmek; bilmek istemek. 15. Tasdik etmek; onamak. S dediği çıkmak, Ö nceden d ed ik leri, so n rad a n g erçek leşm iş olm ak. || dediği dedik, (K işi için) inatçı; söylediğin den , sözünden h iç dön m eyen ; toleranssız. || dediği dedik (çaldığı dü dük) olmak, K a ra rın d a n v azg eçm em ek; sö y led iğ i sözden, y a p a c a ğ ı işten dönmemek.\\ ... dediğin, B elli b ir a d la anılan veya ö y le k ab u l ed ilen .||dedi ğinden dışarı çıkmak, B irinin tem bih ve öğü tleri n e uymamak.\\ dediğine gelmek, B a ş k a birin e ait ön ced en b eğ en m ed iğ i b ir fik r i so n rad a n d oğru k a bu l ed ip uygulam aya kalkmak.\\ dedi mi, Tam vak tinde; zam an ın da; o s a a t.|| Deme! “Yok c a n ım !” an lam ın da ünlem.\\ demediğini bırakm am ak, B i risi h akkın d a ç o k a ğ ır sö z le r sö y lem ek ; kırıcı k o mışmak.\\ Deme gitsin! “H iç so rm a ; a n latılm a z!” an lam ın da kullamlır.\\deme gitsin, Z evk v e n e şe ile g eçirilen z am an lard an sö z ed erk en kollan ılır. || demeğe getirmek, S ö y lem ek istediğini dolay lı o la r a k an latm ak; o a n lam d a söylem ek. ||demeğe kal m am ak, B ird en b ire; h em en ; aniden.\\ demek işit mek, {eAT} K a rşılık lı kon u şm ad a bulunm ak; mu h a v ere etmek.\\ demek ki, A çıklanan sözü ba ğ lay a n cüm lenin önün e g etirilen ed a t; ö y ley se; o hâlde.\\ der demez, O a n d a ; söy len d iğ i sırad a. [|derken, 1. D en diği hâlde. 2. Tam o sırad a. 3. ... diye d a v ra nırken. 4. ... diy e düşünürken.|| der oğlu der, A ra lıksız o la r a k y in elen en şey için söylenir. ||deyip de geçmek, Önemsenmemek.\\ deyip de geçmemek, Önemsemelc.\\ deyip geçmek, Önem verm em ek; önemseırıemek.\\ diye goya, {ağız} k K on u şa kon u şa. 2. K onuşup anlaşarak.\\ diyip gomak, {ağız} (B irka ç k işi için) ken di a ra la rın d a b ir konuyu g ö rüşüp k a r a ra b a ğ la m a k ; danışm ak. demek2, -ği [tün-e-k ?] {ağız} is. 1. Yaban hayvanla rının yattığı yer; in; mağara; yuva. 2. Köpek kulü besi. 3. Yeni doğmuş kuzu veya keçileri soğuktan korumak için yer altına açılan oyuk. 4. Ahırdan
gübreyi dışarı atmak için duvarda bırakılan oyuk; delik. [DS] demek3, [de-mek] e. Cümle dışı öğelerden olup iki cümleyi birbirine bağlamaya veya bir konuda dik kati çekmeye yarar. “D em ek, siz bunu g ö rm ed i niz. ” demekkine, [de-mek+ki-n-e] {ağız} e. Demek ki. [DS] demendân, [Far. demen-dân
u Ij -lo]
(dem en da;n )
{OsT} is. 1. Ateş. 2. Cehennem, demende, [Far. dem > demende o-uo] {OsT} sf. 1. Üfleyen. 2. Kükreyerek saldıran, demet, [Yun. dematı => demed
/ ->-»■>] is. 1. U-
zunlamasma bir araya getirilmiş ve bir bağ ile tut turulmuş tutam; bağ; deste; bağlam. 2. Bitki veya çiçek bağı. 3. anat. Uzunlamasına birbirine bitişik olarak bulunan sinir ve kas lifleri. 4. biy. Üstün ya pılı bitkilerde öz suyun akmasını sağlayan ve bitki ye desteklik eden damarlı ve lifli uzun dokular. 5. fız . Belli bir doğrultuda giden ışından daha kalın tanecikler topluluğu. 6. mat. Bir noktadan geçen doğruların tümü. 7. as. Atışa geçmiş topçu batarya sının atış planlarının bütünü. 8. siisl. Bir yapıda veya mobilyada bir şeritle birbirine bağlı gibi gö rünen çiçek ve yaprak şekil, resim veya kabartma ları. 9. {OsT} Biçilmiş ekin destesi, demetleme, [demet-le-me] is. Demet hâline getirme eylemi. demetlemek, [demet-le-mek] gçl. f . [ - e r ] [-l(i)-y o r] 1. Demet yapmak. 2. Demet hâline getirip bağla mak. demetlenme, [demetle-n-me] is. Demet hâline geti rilme eylemi. demetlenmek, [demetle-n-mek] ed il f . [-ir] Demet hâline getirilmek ve bağlanmak, demetletme, [demetle-t-me] is. Demet hâline getirt mek eylemi. demetletmek, [demetle-t-mek] gçl. f . [ -ir ] 1. Demet hâline getirtmek. 2. Demet yaptırmak, demetli, [demet-li] sf. Demet durumuna getirilmiş; demetlenmiş. demevî, [Ar. dem (kan) > demevı lS>«] (dem evi;) {OsT} sf. 1. Kanla ilgili. 2. m ecaz. Kanı beynine çıkmış; öfkeli; sinirli. 3. Kanlı canlı; bol kanlı. demevî el-mizaç, {OsT) Sinirli m izaçlı. demeviyet, [Ar. demeviyyet
{OsT} is. 1. Kanlı
ve canlı oluş; bol kanlılık. 2. Sinirlilik, demezek, -ği [demez-e-k ?] {ağız} is. anat. Burunda koku alan zar; burun kemiğinin altı. [DS] dem ’î, [Ar. dem' > dem'î
(d em -i;) {OsT} sf.
Göz yaşı ile ilgili, demî, [Far. dem (zam an) > demî ^y-] (dem i;) {OsT}
ÖTÜMIÜMM •
DEM
is. Zaman. S demi ... demî, {OsT} Zam an zam an ; g â h ... gâh. demide, [Far. dem > demîde o-V-5] (dem i:de) {OsT} sf. 1. Üflenmiş. 2. (Çiçek, bitki, sebze vb. için) çık mış; açılmış; sürmüş. demin, [eT. temin > temin / demin] zf. A z önce; biraz önce. demincek, [demin-cek] zf. Pek az zaman önce; biraz önce. deminden, [demin-den] zf. Biraz önceden; az öncesi. fi1 deminden beri, B iraz ön ced en b eri; b a şla y alıda n beri sü rm ekte olan. deminki, [demin-ki] sf. Az önce sözü geçen veya gerçekleşmiş olan; az önceki. dem ir, [eT. temir > demür > demir j
/ j y » / _*yo]
is. 1. Dayanıklı, dövülerek yassılaştırılabilen, tel olarak çekilebilen, nemli havada oksitlenerek pas lanan, alaşım, çelik ve dökme biçimlerinde sanayi de geniş bir kullanım alanına sahip; 1536°C ’de er giyen 7.87 gr/cm3 yoğunluğunda; atom numarası 26, atom kütlesi 55,87 olan metal bir kimyasal element; sembolü: Fe. 2. Bu metalden yapılmış eşya veya parça. 3. argo. Tabanca. 4. Gemi ve di ğer deniz taşıtlarım bir yerde sabit tutabilmek için bir halat veya zincire bağlı olarak deniz dibine sa lman çapa şeklindeki dökme demir; çapa. 5. sf. Demirden yapılmış olan. 6. sf. Demir sağlamlığın da olan; dayanıklı. S dem ir ağacı, bot. 1. İk i çen eklilerden , an a yurdu A vustralya olan, deniz ve ırm ak kıyıların da yetişen, e r k e k ç iç e k tek org an dan, dişi ç iç e k d e tek m eyve y ap rağın d an ib a ret o la n ç o k ilk el b ir a ğ a ç, (C asuarina). 2. {ağız} D iş b u d a k a ğ a cı. [DS]|| dem ir alan, {ağızf 1. Kum lu toprak. 2. Siyah ve sert taş; granit. [DS]|| demir alm ak, 1. dnz. D em iri deniz dibinden kald ırıp g e minin üzerin e çek m ek ; den izde y o l alm a y a h azır lanm ak. 2. argo. O radan u zaklaşm ak; gitm ek; s a vuşm ak.|| dem ir at, {ağız} B isiklet. [DS]|| demir atm ak, 1. dnz. G em iyi istenilen y e r d e tutm ak için ça p ay ı den ize salm ak. 2. a rg o. B ir y er d e uzun sü re kalm ak. 3. O raya y erleşm ek. 4. argo. E rk ek lik o r gan ın ı sokm ak. || demir ayak, Üşenm ez kim se. || dem ir bakterileri, biy. D em irli su d a y aşayan , g e re k li en erjiyi dem iri oksitlem ek su retiyle sağ lay an bakteriler.\\ demir bardak, {ağız} İbrik. [DS]|| de m ir baş, (Kişi için) dediğin den dön m ez; inatçı; değişmez.\\ dem ir bırakm ak, dnz. D em irin d ib e takılm ası veya b ir tehlike an ın da zincirini k e s e r e k d em iri d ip te bırakmak.\\ dem ir bilek, Yenilm esi ç o k g ü ç olan b ilek ; kol. || dem ir boku, D em ir-çelik f ı rın ların da veya dem irci o c a k la rın d a cü ru f o la r a k çıka n topaklar. \\ demir bozan, 1. bot. Y aban î y o n c a ; tirfil. 2. R astık taşı; antimon. ||dem ir çağı, tar. D em irin yaygın o la r a k kullan ılm aya b a şla d ığ ı ta rih ö n cesi dönem . || demir çarık, (K ap için) esk i
1144
m ez; sağ lam . || dem ir çarık , dem ir asa, M asalla r d a uzun y olcu lu kları an latm ak için kullanılan te kerlem e. ||dem ir çarık giymek, Uzun ve zorlu bir y o la çıkm ak.|| demirde yatm ak, dnz. D em irli o la r a k uzun sü re b ir y e r d e kalm ak. || dem ir dikeni, bot. Y aban kim yonugillerden b ileş ik y a p ra klı, ya tık gövdeli, a ç ık sa rı çiçekli, m eyvelerin den taş düşü rücü ve id ra r artırıcı o la r a k h a lk hekim liğ in de y a rarlan ılan bitki; ç a r ık dikeni, ç o b a n çökerten , dev e çökerten , (Tribulus terrestris). || dem ir dönegen, {ağız} Yularda çen en in y a n ın a rastlayan kısım. [DS]|| dem ir döşemek, inş. B eto n a rm e y a p ıla rd a beton d ökm ed en ön ce, beton için de k a la r a k iskeleti o lu ştu raca k dem ir bağ lan tıların ı y a p ıp y er in e koym ak. || dem ir eğmek, {ağız} Çift sü rerken sa b a n dem irinin ucunu k a z a ile öküziin a y ağ ın a batırm ak. [DS]|| dem ir eksikliği, tıp. Vücudun d em iri a lm a veya ku llan m a y etersizliğ in den d o ğ a n k a n d a dem i rin az bulunm ası hastalığı.\\dem ir elma, {ağız} Ç ok ekşi, y e ş il b ir y a z elm ası türü. [DS]|| demire vu r mak, D em ir zin cirle b a ğ la m a k ; p ra n g a y a vurmak. || dem ir gibi, 1. Sağlam , güçlü. 2. Ç ok soğ u k; üşü müş. || dem ir giderm ek, Suyun v ey a b a ş k a bir m addenin için de bulunan dem ir veya d em ir tuzla rını ortam dan uzaklaştırm ak,|| dem ir gök, {ağız} Tüyleri b en ekli olan at. [DS]|| dem ir hattı, 1. dnz. G em ilerin b e k lem e durum unda d em irley eb ileceğ i y e r le r i ha rita üzerin de g ö steren işaretler. 2. D em ir m aden i işletilen o c a k la r d a m evcut rezervin uzandı ğ ı yerler.\\ dem ir kapı, 1. D em irden y ap ılm ış kapı. 2. dnz. Irm a k a ğ ızların d a gem ilerin ilerleyişin i en g elley en k a y a lık yer. \\dem ir kazık, 1. g ö k b. Kutup yıldızı. 2. {ağız} D em irbaş. [DS]|| dem ir kestirmek, dnz. D em irin zin ciri h erh an g i b ir s e b e p le k o p a ra k dipte k alm ası olayı. ||dem ir kırı, G riye yakın, siyah ve bey az karışım ı, koyu k ır a t donu.|| dem ir kopa ran , {ağız} M avi çu hadan y a p ılm a işlem eli cek et veya y elek . [DS]|| dem ir kozak, {ağız} Sütü çıkm a y a n afyon kozağı. [DS]|| dem ir leblebi, 1. Ü stesin den g elin m esi g ü ç iş. 2. B a ş a çıkılam ayan ve k olay alt edilem eyen k işi.|| dem ir mıh, {eAT} 1. D em ir kazık. 2. Kutup yıldızı. \\demir otu, {ağız} A yrık otu. [DS]|| dem ir pası, 1. kim. O ksitlenm iş d em ir; dem ir oksit. 2.. D em ir oksit rengi. ||dem ir pehlivan, {eAT} D em ir g ib i p eh liv a n .|| dem ir perde, 1. S ah n e ile sey ircileri yangın teh likesin e k arşı ayıran dem irden y apılm ış p a r m a k lık şeklin d ek i engel. 2. -*■ Demir perde. || dem ir resmi, mal. B ir ülkenin lim anların a g ir e r e k dem irleyen g em ilerd en gem inin tonilatosu na g ö r e alın an vergi.\\ dem ir saptıran, {ağız} B atı rüzgârı. [DS]|| dem ir sepisi, H am d erilerin dem ir tuzları ile terbiye ed ilm esi işlem i.|| dem ir suyu, Ç eliğ e su v erm ek için kullanılan sw.|| dem ir ta ra m ak, dnz. K uvvetli rü zgâr veya fır tın a se b e b iy le gem inin dem irli oldu ğu y erd en sü rü klen m esi,|| de m ir tülek, {ağız} 1. İki y a şın d a ki keklik. 2. D ört ve
1 İ 1 I I M I .1 U 5 d a h a fa z l a y a şın d a ki keklik. [DS]|| dem ir üzerinde yatm ak, 1. dnz. (G em i için) d em irlem iş o la r a k durm ak. 2. B ir y e r d e s a ğ la m c a durm ak. || demir yeri, dnz. L im an için de ve dışın da g em ilerin güven le d em ir a ta b ilec e k ler i yer.\\ dem ir yolcu, D em ir y o lla rın d a ça lışa n işçi veya görevli. ||dem ir yolcu luk, 1. D em ir yolcunun görevi. 2. D em ir y o lu y a p m a v e işletm e işi.|| dem ir yolu, ulaş. 1. L okom otif, vagon g ib i d em ir tek erlekli taşıtların yürüdüğü p a r a le l iki ray d ö şem ek su retiyle y a p ıla n ulaşım y o lıı; tren yolu. 2. B u y o lla rın yönetim v e işletm e işi. 3. {ağız} Ş alv ar yap ım ın d a kullanılan mavi, sarı, k ır mızı ve bey az y ollu ip ekli kum aş. [DS]|| demir yum ruk, S ağ lam ve gü çlü ; yenilm ez. demirbaş, [demir+baş] is. 1. Bir kurum veya kuru luşta uzun süreli kullanıldığı için bir kütüğe kaydı yapılarak eski görevliden yeni gelen görevliye tu tanakla teslim edilen eşya, araç. 2. sf. Bu tür özelli ği taşıyan. 3. m ecaz. Bir yerin kıdemlisi veya oraya sürekli gidip gelen kişi; emektar, dem irci, [demir-ci] is. 1. Demiri işleyerek araç gereç yapan kişi. 2. Demir ticareti yapan kişi. 3. Bu kişi lerin iş yeri. S dem irci kilidi, {ağız} B üyük asm a kilit. [DS]|| demirci mengenesi, Ö rste d ö v ü lecek o la n kızgın dem iri tutm akta kullanılan kıskaç. demircik, -ği [demir-cik] is. bot. Dişbudak, demircilik, -ği [demir-ci-lik] is. 1. Demir veya demir eşya alıp satma işi. 2. Demiri işleme, demirden araç gereç yapma işi. 3. Demircinin sahip olduğu zana at. dem irçi, [temir > demir-çi] {e l } is. Demirci, demirhane, [demir+ Far. hâne] (d em irh a:n e) {OsT'} is. Demirin işlendiği atölye, demirhindi, [Ar. tamr (hurm a) + hindi j -u* y:] is. bot. 1. Sıcak ülkelerde yetişen baklagillerden 20-25 m. boyunda, salkım şeklinde çiçekleri ve keçiboy nuzu badıcı biçiminde meyveleri olan bir ağaç, (T am arindus indica). 2. Bu ağacın keçiboynuzu badıcına benzer meyvesi. 3. Bu meyvelerden yapı lan şerbet. 4. a rg o, m ecaz. Cimri, pinti; hasis; ne kes. demirî, [demir- Ar. -î LSjy°] (dem iri:) {OsT} sf. 1. Demir renginde olan. 2. Demir mavisi; gri. demirikır, [demirî+kır] {ağız} is. Siyah beyaz karı şık, griye yakın at donu. [DS] dem irkapan, [demir+kap-an] {OsT} is. Yakınında bulunan demir parçalarını kendine çekme, içinden geçirildiği kapalı devrede elektrik akımı meydana getirme ve ortasından bir iple asıldığında hep aynı yön ve doğrultuda durma özelliği gösteren demir veya başka metal; mıknatıs. Demirkazık, [demir + kaz-ık] is. g ö k b. Gök yuvar lağının kuzey kutbuna yakın bir noktada yer alan ve geceleyin kolaylıkla görülebildiği için yön bul mada yararlanılan parlak bir yıldız; kutup yıldızı.
DEM
demirleme, [demir-le-me] is. Demirli duruma getir me eylemi. demirlemek, [demir-le-mek] g ç l .f . [-r ] [~l(i)-yor] 1. Demirli hâle getirmek; demirden yapılmış parçalar takmak. 2. (Kapı ve pencere için) dışarıdan açıl maması için arkadan kol demiri veya demir destek, kanca gibi şeyler takmak. 3. dnz. (Gemi için) Ge miyi istenilen yerde tutmak için çapayı denize sal mak; demir atmak. 4. Demir zincirle bağlamak; prangaya vurmak; demire vurmak. 5. argo. Bir yerde uzun süre kalmak. 6. argo. Erkeklik organını sokmak. 7. {ağız} Çift sürerken saban demirini kaza ile öküzün ayağına batırmak. [DS] 8. {ağız} Deri terbiyesi sırasında derinin yüzünü bıçakla sıyırmak. [DS] demirleşme, [demir-le-ş-me] is. Demir durumuna gelme veya demir gibi olma durumu ve eylemi. demirleşmek, [demir-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir ] 1. Demir duruma gelmek; demir özelliği göstermek. 2. m ecaz. Demir sağlamlığı kazanmak; demir gibi olmak. demirli, [demir-li] sf. 1. İçinde veya bileşiminde me tal veya karışım hâlinde demir bulunan. 2. Demir den yapılma bir parça takılmış bulunan. 3. dnz. (Gemi için) demir atmış. 4. {ağız} On beş kilo buğ day alan bir tahıl ölçeği. 5. {ağız} Büyük dut ağacı. 3 demirli beton, Betonun diren m e ve dayan m a gü cü n e karşı dem irin çekm e, a sılm a özelliğin den y a ra rla n ıla ra k dayan ıklılığı artırm ak a m a cıy la y a p ıla r d a örgülü ve ba ğ lı b içim d e için e d em ir kon u l muş beton. demirlig, [temir > temir-lig / demir-lig] {e l } sf. De mirli. Demirperde, [demir+perde] is. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı ülkelerin kendilerini Doğu Bloğu ülkelerinden ayırmak için bu ülkelere ve bu ülkeleri kendilerinden ayıran sınıra taktıkları isim; hür dünyaya göre gerisinde komünist ülkelerin bu lunduğu sınır. demirselik, -ği [demir-se-lik] {ağız} is. demirin takıldığı yer. [DS]
Sabanda,
demkeş1, [Far. dem-keş jiS^o] {OsT} sf. 1. Nefes alan; soluk çeken. 2. Ah çeken. 3. Öten kuş. 4. İçki içen. 5. is. Bir güvercin türü. 6. Esrar çeken. 7. E ş lik eden şarkıcı. 8. Ney, kaval flüt gibi çalgıları çalan. demkeş2, [Far. dem-keş jiS^o] {ağız} is. Semaverin üstünde demliğin konulduğu yer. [DS] demleme, [dem-le-me] is. 1. Demli hâle getirme eylemi. 2. ecz. Bitkisel ürün veya ilaç yapımında kullanılan bir şeyden taşıdığı koku veya etkin mad deyi ayırabilmek için özel bir sıvı içinde kaynama sıcaklığından daha düşük bir sıcaklıkta bekletme veya ısıtma.
OTliMUKCtSÔM.
DEM demlemek, [Far. dem => dem-le-mek] g çl. f [-r ] [l(i)-y o r] 1. Çayı kaynar suyun içine attıktan sonra renk ve kokusunu vermesi için bekletmek. 2. Pişen yemeği bir müddet ateş üstünde bırakarak kıvama gelmesini sağlamak. 3. gçsz. f . Rahat etmek; safa sürmek. demlendirme, [demlen-dir-me] is. Demlenmesini sağlama durumu ve eylemi, demlendirmek, [demlen-dir-mek] gçl. f . [-ir ] 1. Çayın demlenmesini sağlamak. 2. gnşl. Tam kıva mını buldurmak,
demokratikleşm e, [demokratik-le-ş-me] is. Demok ratik anlayışa uygun hâle gelme eylemi, demokratikleşm ek, [demokratik-le-ş-mek] işteş, f . [-ir ] Demokrasiye uygun biçim almak, demokratikleştirm e, [demokratikleş-tir-me] is. De mokratik anlayışa uygun hâle getirme eylemi, demokratikleştirmek, [demokratikleş-tir-mek] gçl. f . Demokrasiye uygun biçime getirmek, dem okratlaşm a, [demokrat-la-ş-ma] is. Demokrat niteliği kazanma durumu ve eylemi,
dem okratlaşm ak, [demokrat-la-ş-mak] işteş, f . [-ır ] demlenme, [demle-n-me] is. Demli hâle gelme ey 1. Demokrat niteliği kazanmak. 2. Demokrasi ilke lemi. lerini uygulamak. 3. Demokrasiye uygun yapıyı demlenmek, [demle-n-mek] dönşl. [-ir ] 1. (Çay için) kurmak. 4. Demokrat bir biçimde davranmak, renk ve kokusu suya geçerek içilecek hâle gelmek. dem okratlık, -ğı [demokrat-lık] is. 1. Demokrat ol 2. (Piştikten sonra bir süre daha bekletilen yemek ma durumu. 2. Demokrasi, için) kıvama gelmek. 3. a rgo. İçki içmek. 4 edil. f . demonizm, [Yun. daimon (cin) > Fr. démonisme] is. Demleme işi yapılmak, Cinlere inanma, cincilik. demli, [dem-li] sf. 1. (Çay için) rengini, kokusunu ve dem onograf, [Fr. démonographe] is. Cinlerle ilgili tadını almış; demlenmiş. 2. (Çay için) acılığı çok inceleme yazarı, fazla olan veya çok bekletilmiş; koyu. demonokrasi, [Fr. démonocratie] is. Cinlerin gücü, demlik1, -ği [dem-lik] is. İçinde çay demlenen genel demonolog, [Fr. démonologue] is. Cincilikle uğraşan likle porselen veya metalden yapılmış küçük çay kimse. danlık; çay demleme kabı. demonoloji, [Fr. démonologuie] is. Cinlerin niteliği demlik2, -ği [Far. dem (zam an) => dem-lik] {OsTj zf. ni açıklayan bilim veya bu konuda yapılan incele Kısa bir an; çok az bir süre. me. demlik3, -ği [Ar. temlik] {ağız} is. 1. Bir şeyi bir daha demonomani, [Yun. daimon (cin) + mania (delilik) > geri almamak, istememek koşuluyla verme. 2. Her Fr. démonomanie] is. Cin ve cehennem korkusun hangi bir şeyi toplu olarak verme; ödeme. [DS] dan doğan sistematik dinî hezeyan, demlüc, [? demlüç j-jJuo] {eAT'} is. Bilezik, demonstrasyon, [Fr. démonstration] is. Gösteri; ta nıtlama. demne, [Far. demne -t^i] {OsT} is. Fırın ve ocak
.
démonté, [Fr. démonter] sf. Sökük; parçalanmış,
bacası. <5 demne-dânî, {OsT} S öndü rm ek veya bu h arın çıkm asın ı ö n lem ek için o c a k ve fır ın d elik le rin e tıkılan p a ça v ra . demode, [Fr. démodé] sf. Modası geçmiş,
dem re, [? demre] sf. Paslı.
demograf, [Fr. démographe] is. Nüfus sayımı ve hareketleri ile uğraşan uzman; nüfus bilimci,
demregi, \eT. temir > tem(i)r-e-mek > temregü > demre-gi] {eT} is. Temreği.
demografi, [Fr. démographie] is. İnsan nüfusunu ve gelişmesini, nüfus hareketlerini ele alıp belirli di siplinler içinde inceleyen bilim dalı; nüfus bilimi,
demreği, [eT. temre-gü > demre-ği JZ «yo] {eAT} {çı
demografik, -ği [Fr. démographique] sf. İnsan nüfu su ve nüfus hareketleri ile ilgili,
demreğü, [temre-gü > demre-ğü f
demokrasi, [Yun. demos (halk) + kratos (iktidar) > Fr. démocratie] is. 1. Halkın kendi kendini yönet mesi. 2. Bir yönetimde halk iradesinin ağır basması veya yönetimin büyük ölçüde halk tarafından de netlenmesi; el erki,
dem rek, -ği [dem-re-k?] is. 1. Ovalarda bulunan tek tük kayalık. 2. Çatıda kullanılan en kalın ve sağlam ağaç; kalın ağaç,
dem okrat, [Yun. demos (halk) + kratos (iktidar) > Fr. démocrate] sf. 1. Demokrasi veya demokrat dü şünce taraflısı. 2. gnşl. Demokrat Parti mensubu olan. 3. gnşl. Halka yakın olan; alçak gönüllü, dem okratik, -ği [Yun. demos (halk) + kratos (ikti d a r) > Fr. démocratique] sf. 1. Demokrasi ile ilgili; demokrasiye ait. 2. Demokrasi anlayışına uygun.
demoralize, [Fr. démoralize] sf. Morali bozuk, demotik, -ği [Fr. démotique] sf. Avam tabakasına ait.
ğız} is. Temreği hastalığı. [DS] »yi] {eAT} is.
Temreği.
dem ren, [eT. temür-gen > temren > demren jy o ] {eAT} is. Temren. [DK] denırensüz, [demren-süz] {eAT} sf. Temrensiz. [DK] demsaz, [Far. dem (soluk) > dem-sâz] (dem sa:z) {OsT} sf. Samimi dost; samimi, demsiz, [dem-siz] {ağız} sf. 1. Kararsız. 2. Hesapsız. [DS] demşek, -ği [dem-(i)ş-e-k ? / den-se-k] {ağız} sf. 1.
DEN
İ İ E I M Î S M İ .,,4 7
Laubali hareketleri olan; hafifmeşrep. 2. Haşarı. 3. Şakacı. [DS] demşeklenmek, [demşek-le-n-mek] {ağız} d ö n ş l . f [ir] 1. Yaramazlık yapmak. 2. Gevezelik yapmak. [DS] demşeklik, -ği [demşek-lik ıiUSLi
(dem şin a;s) {OsT}
sf. Bilge; akıllı, demür, [temir > temür > demür j y n / jryo] {eAT} is.
denaset, [Ar. denes (kir) > denaset c~«Us] (den a:set) {OsT} is. Kirlilik; pislik. S denâset-i ahlak, A h la k kirliliği.\\ denâset-i libâs, E lb is e, üst b a ş kirliliği. dendan, [Far. dendan jl-U-i] (den da:n ) {OsT} is. 1. anat. Diş. “D endan n e bilir gıd a-y ı rûhu. ” Abdülhak Hamit 2. Tamah; hırs. S dendân-behâ, {OsT} D iş kirası. || dendân-gîr, {OsT} 1. K ürdan. 2. Is ır ga n otu.|| dendân-ı büluğ, {OsT} Akıl d işi.|| dendân-ı saadet, {OsT} Hz. M uham m ed(s.a.v) 'in Uhut m u h areb esin d e kırılan d işi.|| dendân-müzd, {OsT} D iş kirası.
dendane, [Far. dendâne aJİ-l;^] (d en d a.n e) {OsT} 1. 1. Demir. 2. sf. Demirden. [DK] 0 dem ür boku, Diş tanesi. 2. Tarak ve testere gibi çentikli şeylerin {eAT} D em ir cürufu.|| dem ür boz, {eAT} (At için) dişi. d em ir kırı.|| dem ür butrak, {eAT} D üşm anın a n î denden1, [-den+-den] is. Çizelge veya tablo hâlinde saldırısın dan a sk eri k oru m ak için etrafın a sa çıla n alt alta yazılan bilgilerde üst sıradaki ile aynı olan p ıtr a k biçim in de dem irden y apılm ış diken.\\ dem ür rakam veya yazıları tekrar yazmamak için konulan çirki, {eAT} D em ir cürufu.\\ dem ür don, {eAT} çift tırnak işareti; ("). ® denden işareti, Çift tırnak Zırh. [DK]|| dem ür donlı, {eAT} Z ırhlı; zırh!anmış.\\ (') işareti. dem ür giyim, {eAT} D em ür gömlek.\\ dem ür gönlek, {eAT} Z ırh.|| dem ür kazık, {eAT} Kutup denden2, [Far. dendâne] {ağız} is. 1. Küçük sahan. 2. yıldızı.|| dem ür komak, {eAT} dnz. D em ir atm ak .|| Kenarları oymalı bakır sahan. [DS] dem ür kurdu, {eAT} K arın calan m ış dem irin p a sı. || dendene1, [dan > den+den-e ?] {ağız} is. 1. Tedbir. 2. dem ür ton, {eAT} Zırh. Düşünce. [DS] demürgen, [temir > temür-gen > demür-gen] {eT} is. dendene2, [Ar. dendene <üx^] {Os T} is. Sözü açık Temren. söyleme. demürlemek, [demür-le-mek dlijyo] {eAT} gçl. f . [dendene’, [Far. dendene <üju.>] {OsT} is. 1. Ağır ağır, r] Demire vurmak, dudak kıpırdatarak söylenen söz; mırıltı; fısıltı; demürlenmek, [demürle-n-mek {eAT} edil, homurtu. 2. {ağız} Bir sırrın, bir haberin ağızdan f . [-ü r ] 1. Perçinlenmek; kenetlenmek. 2. Bukağı ağıza yayılması; herkes tarafından duyulma. [DS] lanmak. dendene4, [İt dantella] {ağız} sf. Parçalanmış; delik deşik olmuş. [DS] demürlü, [demür-lü {eAT} sf. Zırhlı; zırh giy miş. [DK.] demürlüg, [temir > temür-lüg > demür-lüg] {eT} sf. Demir sahibi. [DLT] demürlük, [temir > temür-lük > demür-lük] {eT} is. Demir eritilen ve demir süzülen yer. -den, [-dan / -den / -tan / -ten] çek. e. yap. e. {eAT} ç e k e. - * -dan. S -den ötürü, {ağızj H akkında. [DS]|| -den yana, {ağız} H akkın da. [DS] den1, [eT. teng] {ağız} zf. Derece; dek. [DS] den2, [Far. dâne] {ağız} is. 1. Yemek kırıntısı. 2. Tahıl; hububat. [DS] den3, -nni [Ar. denn Cw] {OsT} is. Küp; büyük küp. denaet, [Ar. dene5 (a lça k) > denâ’et c J t a ] (den a:et) {OsT} is. Alçaklık; bayağılık. S1 denâet-i tab, {OsT} Y aradılış alçaklığı.\\ denâet-kâr, {OsT} A lça k yaratılışlı.\\ denâet-kârâne, {OsT} A lça k ça ; a lç a k y a ra tılışlıy a y a k ışır biçim de. denanir, [Ar. dînâr > denânîr juIsj] (d en a:n i:r) {OsT} is. Altınlar, fi1 denânîr-i mevcüde, {OsT} M evcut altınlar.
dendi, [de + imdi ls-a^] {eAT} ünl. 1. Haydi deyiniz; söyleyiniz. 2. {ağız} Dikkat et. [DS] dene, [Far. dâne
=> dene
»:>] {eAT} is. 1. Tane;
habbe. 2. {ağız} Kabuğu dövülerek soyulmuş buğ day; aşlık. [DS] 3. Tahıl. S1 dene baş, {ağız} E kilir ekilm ez üzerin e k a r y a ğ a n kış ekini. [DS]|| dene çekmek, {ağız} 1. A zık toplam ak. 2. ile r is i için h a z ırlık y apm ak. [DS]|| dene dökmek, {ağız} T an eleri ç o k o lm a k; ç o k tane verm ek. [DS]|| dene düğü, {ağız} K ışlık y iy ecekler. [DS]|| dene tutm ak, {ağız} (Sığır, koyun ve a t için) ç o k f a z l a a r p a y iy ere k h a s ta olm ak. [DS]|| dene vermek, {ağız} 1. Ürün ver mek. 2. H ızlı gitm ek. [DS] deneci, [dene-ci] {ağız} sf. Rüşvet alan; yiyici. [DS] denek, -ği [dene-k] is. 1. Üzerinde deneme yapılan canlı, (1942). 2. dbl. Dilbilimciye inceleme imkânı sağlayan ana dili ile konuşan kişi. 3. Denenmiş; tecrübe edilmiş; mücerrep. 4. {ağız} Dikkat. [DS] 5. {ağız} Deneme; prova. [DS] S denek odası, L a b o ra tu a rd a d en ek hayvan larının bulunduğu od a. || denek taşı, 1. Altının ayarın ı a n lam a k için sürtülen
ÖIliMIİİICtSOM.
D EN
taş; m ihen k taşı; a y a r taşı. 2. B ir kişinin değerinin a n lam ay a y a ra y an şey. denekli, [denek-li] {ağız} sf. Deneyimli; tecrübeli. [DS] denelemek, [tane-le-mek] {ağız} gçl. f . [ - e r ] [-l(i)y o r ] 1. (Mısır, arpa buğday vb. için) tane hâline getirmek. 2. Üzüm salkımını koparmalcsızın olgun laşan taneleri tek tek yemek. 3. gçsz. f . (At, eşek, sığır, koyun gibi hayvanlar için) arpayı çok yemek ten dolayı hastalanmak. [DS] denem, [tele-m / tane-m ?] {ağız} is. Parça; kısım; bölük. [DS] deneme, [dene-me] is. 1. Gerekli nitelikleri taşıyıp taşımadığını anlama girişimi ve eylemi; tecrübe. 2. Bir kişinin yetenekleri hakkında karara varma işi; sınama. 3. Girişim; teşebbüs. 4. Son biçimini al mamış, taslak hâlindeki eser. 5. Bir konuyu yüzey sel ele alıp işleyen, kişisel görüşlerle süslenmiş ya zı. 5 1 deneme lisesi, öğr. P ro g ra m değişikliklerinin uygunluk d erecesin in ve g etird iğ i son u çların a r a ş tırıldığı o rtaöğ retim kurumu. ||deneme okulu, öğr. Yeni eğitim ve öğretim tekniklerinin ve y ön tem leri nin, program ların ın , yönetim biçim lerinin, p e d a g o j i k uygulam aların den en diğ i okul. || deneme pisti, oto. O tom obillerin incelenm ek, d en en m ek v e a y a r larının y a p ılm ası için ayrılm ış y ol. ||deneme satışı, tic. B ir m alın a lıcı tarafından belirli b ir s ü re ku lla nıldıktan so n ra satın alın m ası şeklin d ek i de neme süresi, S ü rekli hizm et a n laşm a ların d a ç a lı şa n ve çalıştıran ın birbirin i d en em ek için k a r a r la ş tırdıkları süre. || deneme tahtası, D eneyim kazan m ak, u stalaşm ak için üzerinde h erh an g i b ir ç a lış m a y a p ıla n insan, hayvan ve h e r şey. ||deneme taşı, tar. O rta Ç a ğ d a y iy ec e k ve içeceklerin z eh irli olup o lm adıkların ı a n lam a k için kullanılan ta şla r. \\ de neme uçuşu, havc. B ir uçağın bütün özelliklerin in k on trol ed ilm esi v e den en m esi için y a p ıla n uçuş. || deneme yayını, iletş. B ir rad y o veya televizyon vericisin in çev red en a lg ılan ab ilm e durumunun kon trolü için y a p ıla n yayın. denemeci, [deneme-ci] is. Deneme yazısı yazan kişi. denemecilik, -ği [denemeci-lik] is. 1. Deneme yazar lığı. 2. Deneme türünde yazı yazma işi. denemek, [eT. ten / den (denk) > ten-e-mek (d eğ er biçm ek) > dene-mek] gçl. f . [ - r ] [~n(i)-yor] 1. Bir şeyin ne olduğunu, özelliklerini anlamak için de ğerlendirme çalışmasına almak; tecrübe etmek; sı namak. 2. Bir şeyin veya kimsenin gerekli nitelik leri taşıyıp taşımadığım gözlemlemek. 3. Bu tür amaçlar için gerekli deneylerden geçirmek. 4. Bir ilacı vb. şeyi bir insan veya hayvana vererek sağla dığı yararları veya yol açacağı zararları tespit et meye yönelik olarak çalışmak. 5. Bir kişinin ahlakî yapısını öğrenmek amacıyla gözlemlemek. 6. (Gi yecek için) bedenine uygun olup olmadığını anla mak amacıyla giymek. 7. Bir eylemi gerçekleştir
mek için çeşitli girişimlerde bulunmak; teşebbüs etmek. 8. {eAT} Dikkatle bakmak; gözetmek; intizar etmek. S1 deneyü bakm ak, {eAT} D ikkatle b a k m ak ; iyi b ir g ö z lem ci g ib i bakm ak. denenme, [dene-n-me] is. Denemeden geçirilme du rumu ve eylemi, denenmek, [dene-n-mek] edil, f [ -ir ] 1. Denemeden geçirilmek. 2. Girişimde bulunulmak; teşebbüs edilmek. denes, [Ar. denes ^-ü] {OsT} is. Kir pas; pislik. deneş, [Sur. Ar. denes (pis)
=> deneş] {ağız} sf.
1. Alçak; namussuz. 2. Beceriksiz; ağır canlı; uyu şuk. [DS] deneşmek, [der(i)n-eş-mek] (de:n eşm ek) {ağız} işteş. [-ir ] Toplanmak. [DS] deneştirmek, [tene-ş-tir-mek > dene-ş-tir-mek] işteş f . [ -ir ] İki ve daha çok şeyi karşılaştırmak; muka yese etmek. denet, [dene-t] is. Denetlemek işi; kontrol; muraka be. denetçi, [denet-çi] is. Denetleme işini yapan kişi; murakıp. denetici, [denet-ici] is. Denemek eylemini yaptır makta kullanılan aygıt, denetilme, [denet-il-me] is. Denetmek işinin yapıl ması eylemi. denetilmek, [denet-il-mek] edil. f . [-ir ] Denetmek işi yaptırılmak. denetim, [denet-im] is. 1. Bir işin veya işlemin doğ ruluğunu, sağlamlığını veya istenilen niteliklere uygunluğunu öğrenmek amacıyla yapılan işlem; kontrol; murakabe, (1955). 2. Bir kişinin kimliğini araştırmak. 3. Akış ve düzenin sağlıklı olması için konulan kurallara uygunluğu araştırmak, gözlem lemek. 4. Bir şeyi veya grubu yahut da duyguyu kendi isteği doğrultusunda değil de olması gereken şekilde yönlendirme; kontrol etmek; hâkim olmak. 5. Yayın ve basın organlarının suç unsuru taşır ni teliklerinin bulunup bulunmadığını araştırarak ge rektiğinde yayını yasaklayan veya serbest bırakabilen bir yetkili kurulun yaptığı inceleme. 0 denetim kurulu, 1. D evlet kuru lu şlarında denetim işini y a p m a k la g ö rev li kişilerin m eydan a g etird iğ i ku rul; teftiş heyeti. 2. B ir kuruluşun y a sa la ra , kendi a m a çla rın a ve alm an k a r a r la r a uygun ça lışıp ç a lışm adığını den etleyen kurul; m u ra k ab e heyeti. denetimci, [denetim-ci] is. Denetim işini yapmakla görevli ve yükümlü kişi, denetimli, [denetim-li] sf. 1. Denetlenmiş olan; kon trollü. 2. Sürekli denetim altında tutulan, denetimsiz, [denetim-siz] sf. 1. Denetlenmemiş olan. 2. Denetimden uzak, kendi bildiğine işleyen. 3. zf. Herhangi bir denetime tabi tutulmadan. denetleme, [denet-le-me] is. Denetimden geçirme
İÎÜ H IİIÎM
.1 1 4 9
durumu ve eylemi. S denetleme kurulu, -*• dene tim kurulu.|| denetleme yapm ak, D enetim y a p m a k; den etim den geçirm ek. denetlemek1, [denet-le-mek] gçl. f . [ -r ] [-l(i)-y o r] 1. İşin doğru ve kurallarına uygun olarak yapılıp ya pılmadığını incelemek; murakabe etmek; teftiş et mek; kontrol etmek. 2. Bir kişinin veya grubun gö revini yerine getirip getirmediğini araştırmak; teftiş etmek; murakabe etmek. 3. Bir duygunun uygun olmayan bir ortamda dışa vurulmasını önlemek; kendini kontrol etmek; kendini tutmak, 4. Bir ola yın veya işin akışını kendi kontrolü altında tutmak; kontrol edebilmek. denetlemek2, [denet-le-mek / değe-t-le-mek] {ağız} gçl. f . l~r [-l(i)-y o r] 1. Gizlice dinlemek. 2. Kulak misafiri olmak. 3. Nişan almak. [DS] denetlenme, [denetle-n-me] is. Denetim görme ey lemi. denetlenmek, [denetle-n-mek] edil. f . [ -ir ] Denetim göımek; denetimden geçmek, denetleyici, [denetle-y-ici] is. 1. Denetleme işini ya pan kişi veya aygıt; denetim elemanı; kontrolör. 2. sf. {ağız} Av gözetleyen. [DS] denetme, [dene-t-me] is. Denetmek eylemi, denetmek, [dene-t-mek] gçl. f . [ir ] 1. Denemek ey lemini başkasma yaptırmak. 2. Birinin bir şeyi de nemesini sağlamak, deney, [dene-y] is. 1. Bilimsel bir gerçeği kanıtlamak için yapılan deneme, (1942). 2. Bir varsayımı ka nıtlamak amacıyla yapılan deneme. 3. Bilimsel bir yasayı doğrulamak amacıyla yapılan deneme. 4. Hayatta karşılaşılabilen bir takım olayları önceden yaşamış veya başından geçirmiş olma durumu; tec rübe; deneyim. S deney kabı, İçin d e çeşitli d en ey lerin y a p ıld ığ ı kap. || deney önerm eleri, f e l . K a v ra m sa l o la r a k türetilm em iş, d en ey e dayan an ö n er m eler. ||deney tüpü, Ç oğunlukla kim yasal d en ey le ri y a p m a k ta kullanılan b ir ucu k ap a lı küçük, dar, uzun cam b o ru .|| deney yargıları, fe l. D uyusal ya rg ıla rd a n fa r k lı o la r a k n esn el g e ç e r liğ i olan d e n ey sel yarg ılar. deneyci, [deney-ci] is. 1. Herhangi bir şeyi ispatla mak için deneye baş vuran kimse; deney yapan. 2. fe l. Bilgilerin kaynağının deneye dayandığını; do layısıyla her önermenin deney ile doğrulanabilece ğim ileri süren felsefeci; ampirist; görgücü. deneycilik, -ği [deneyci-lik] is. fe l. 1. Bütün kavram ların, olaylarla ilgili her türlü bilginin deney yoluy la edinildiğini, bu yüzden bütün önermelerin deney yoluyla doğrulanabileceğim savunan felsefî görüş; amprizm; görgücülük. 2. Kesin ilkeler yerine, geli şen durumları dikkate alarak elde edilen verilere göre davranma, deneyim, [dene-y-im] is. 1. Deney yapma, (1942). 2. Uygulamakla veya yaşamakla elde edilen bilgilerin tümü; tecrübe, (1983). S deneyim kazanm ak, Uy
DEN
g u la y a ra k bilg i ve b e c e r i, s a h ib i o lm a k ; tecrü be sa h ib i olm ak. deneyimli, [deneyim-li] sf. Uygulama veya yaşama yoluyla bilgi edinmiş olan; tecrübeli, deneyimsiz, [deneyim-siz] sf. Deneyimi olmayan; tecrübesiz. deneyimsizlik, -ği [deneyimsiz-lik] is. Deneyim sa hibi olmama durumu; tecrübesizlik, deneyiş, [dene-y-iş] is. Denemek eylemi veya biçimi, deneyleme, [deney-le-me] is. Deney yapmak eylemi, deneylemek, [deney-le-mek] gçl. f . [ - r ] [-l(i)-y o r] Deıjey yapmak, deneyli, [deney-li] sf. Deneye başvurularak yapılan, deneysel, [deney-sel] sf. 1. Deneyle ilgili. 2. Deney yoluyla elde edilen. 3. Deneye dayanan; deney üze rine kurulan; ampirik; tecrübî. 4. man. Deneylerden yararlanan, fi1 deneysel müzik, G elen eksel ç a lg ıla rın ku llanılıp kullanılm adığın a bakılm aksızın elek t ro n ik ça lg ı ve m anyetik bant sistem lerinin kullanıl dığı müzik. ||deneysel psikoloji, P sik o lo jik soru n la rın tanım lanıp in celen m esin de la b o ra tu a r şa rtla rın da d en ey e y e r veren p s ik o lo ji dalı. || deneysel tanım lam a, man. Gözlem, karşıla ştırm a ve soyut lam a y a dayan an tanım lam a. deneyselcilik, -ği [deneyselci-lilc] is. 1. Deney üzeri ne kurulan bilimsel sistem. 2. fe l. Bilgilerimizin varsayıma dayalı bir nitelik taşıdığını; gerçek bil giye ancak deney ile ulaşılabileceğini; gerçeğin insan yaşantısının bir ürünü olarak düşünülmesi gerektiğini; değerlerle ahlaklılığın mutlak değil topluma bağlı olduğunu ileri süren görüş; experimantalizm. deneysellik, -ği [deneysel-lik] is. 1. Deneyle ilgili olma durumu. 2. Deneye dayanma durumu. 3. De neyden kaynaklanma durumu, deneysiz, [deney-siz] sf. 1. Deneye dayanmayan. 2. Deney sahibi olmayan; tecrübesiz; deneyimsiz, deneyüstü, [deney+üst-ü] sf. 1. Deneye dayanma yan; akılla ilgili olan; müteal. 2. is. Deneyin bir şartı olan ve deneye dayanmayan şey. 3. Deneyle kazanılması imkânsız olup da akılla ulaşılan; aşkın, deneyüstücülük, -ğü [deneyüstü-cü-lük] is. 1. fel. Saf aklın felsefesi.2. Tanrı, tabiat ve insanoğlunu kaynaştırmayı hedef alan, ahlak alanında belirli bir mistisizme sahip Amerikan ahlak okulu; aşkmcılık. denezimek, [eT. ten-iz-mek (h oplam ak) > denez-imek] {ağız} gçsz. f. [ - r ] Bir olay karşısında şaşırıp kalmak; ne yapacağını bilememek; kararsız kal mak. denezirmek, [denez-ir-mek] {ağız} gçsz. f. [- ir ] 1. Bilmezlikten gelmek. 2. Boş yere gezmek; boşu boşuna dolaşmak. [DS] deng1, [ten / den] (defi) {eT} sf. 1. Eşit; denk. 2. Aynı ağırlıkta olan, fi1 deng-â-deng, {OsT} B irbirin e d en k o la r a k ; d en g eli olarak.
ÖIÜMIÜHSSİM.
DEN
deng2, [Far. deng & s] {OsT} sf. 1. Hayran. 2. Ahmak; şaşkın; sersem. 3. is. İki katı şeyin tokuşmasından oluşan ses. 4. Pergel noktası, dengala, [deng+kal-a] {ağız} sf. En geride kalan. [DS] dengdeş, [deng-deş
{eAT} sf. -*• denkdeş.
denge1, [eT. ten (den k; eşit; ben z er; terazi; a ğ ırlık; ö lçü ) > deng > deng-e] is. 1. Karşıt yönde birbirine etki eden iki zıt kuvvetin veya iki ağırlığın birbiri ne eşit olmasıyla ortaya çıkan kararlı durum. 2. İn san bedeninin başı yukarıda olarak veya küçük da yanma yüzeylerine basmak suretiyle sarsılmadan, yıkılmadan durması hâli. 3. f ız Bir cismin dikey vaziyette, devrilmeden, kararlı olarak durması; muvazene, (1935). 4. fız. Hareketin devamlılığını sağlayan kuvvetler bağdaşması. 5. biy. Organizma nın normal işlemesi için organlar arasındaki uyum. 6. Farklı ve zıt varlıklar arasındaki durma, uyum ve bağdaşıklık yaratan oran; uygun orantı. 7. siy. Y a sama, yürütme ve yargı organları arasındaki birbi rini kontrol edecek biçimdeki yetki, sorumluluk ve denetim dağılımı. 8. Baskıyı ortadan kaldırarak huzuru sağlayan siyasi güçler dengesi. 9. İstekler ile yetilerin ölçülü bir şekilde bağdaşmasından or taya çıkan iç huzuru. 10. Yapı, heykel, resim gibi sanat ürünlerinin boş ve dolu alanlarının hoş bir görünüm yaratacak biçimde istifi. 11. Bir patlayı cının içten bozunmaya karşı gösterdiği direnç. fi1denge bozulması, havc. Yatay uçuş an ın d a hız kay b ı d o la y ısıy la uçağın burnu ucuna ça kılm a y a yön elm esi. || denge eteği, je o l. D a ğ döküntüsü olan g e n ç kırıntıların y ığ ışm ası ile olu şan y am aç. ||den ge kalası, Ö zel a y a k la r üzerine 1.10-1.20 m. yü k seklikte, y e r e p a r a le l o la r a k yerleştirilm iş, 5 m. uzunluğunda 10 cm. kalın lığ ın daki düzgün kalastan yap ılm ış jim n a stik a leti.|| denge organı, biy. Çift kan atlı b ö cek lerd e , uçarken d en g elerin i sağ lay an a r k a kan atların y erin d e bulunan duyu ve d en ge sa ğ la y ıcı ek len tileri,|| denge sağlamlığı, fız . 1. B ir sıvı için de eriyik h a ld e bulunan b ir b a ş k a m ad d e nin uzunca sü re dağılım ını korum ası hâli. 2. D en ge durum undan ayrılm ış bulunan cism in tek ra r d en ge durumunu a la b ilm e kabiliyeti. 3. B ir büyüklüğün a n i ve g e ç ic i o la r a k bıraktığı n o rm a l d eğ e ri tek ra r a la b ilm e ö zelliğ i.|| dengesi bozulmak, 1. D ik du rum dan d ü ş ece k konum a gelm ek. 2. B irbiri ile iliş k ili n esn eler a ra sın d a ki uyumun kalkması.\\ denge sini kaybetmek, D ü şecek ş e k ild e d ikey durm a ö zelliğin i yitirm ek; b ir y a n a d oğru y a tm a k.|| den gesi sağlam çelik, m etal. Ö zelliklerini sü rekli o la r a k koru yabilen çelik. || denge sırığı, C am bazların, ip ü zerin de g ö steri y a p a rk en d en g elerin i s a ğ la m a k ta kullan dıkları uzun sırık. || denge taşı, biy. B azı hayvan ların işitm e aygıtı için de bulunan, d en g ed e kalm asın ı sa ğ la y a n küçük k ireç ta n eciğ i.|| denge tozu, bot. B itk ilerd e bulunan ve on ları y e r çekinin
etkisin e duyarlı kıldığı san ılan n işasta ta n ecik leri n e verilen isim. denge2, [denge ?] {ağız} is. 1. Koyunlara ot yedirilen açıklık. 2. Koyunlarm önlerine konulan yiyecekler den yemeyip artırdıkları kaba ot vb. [DS] dengeci, [denge-ci] is. Çeşitli aletlerle veya vücuduy la denge hareketleri yapan sporcu, dengel, [Far. dengel JS ji / JSjj] {eAT} is. 1. Yüz yü ze oturmak; muvacehe. 2. {ağız} Dayanma. [DS] 3. {ağız} Kolu başa dayayıp yatma. [DS] dengeleme, [denge-le-me] is. Dengeli hâle getirmek eylemi. dengelemek, [denge-le-mek] gçl. f . [-r ] [-l(i)-y o r] Dengeli hâle getirmek; dengesini buldurmak, dengelenme, [dengele-n-me] is. Dengeli hâle getiril mek eylemi. dengelenmek, [dengele-n-mek] edil. f . [-ir ] Dengeli duruma getirilmek, dengeleyici, [dengele-y-ici] sf. 1. Dengeyi sağlayan. 2. Dengeyi kuran. dengeli, [denge-li] sf. 1. Dengesi olan; dengede bulunan. 2. (Kişi için) doğru düşünen, yetenekleri kusursuz olan. 3. Nicelik ve nitelik bakımından dengede bulunan öğelerden oluşan. "D engeli b e s lenm e. ” dengelik, -ği [denge-lik] is. Denge sağlayan alet, dengelilik, -ği [dengeli-lik] is. Dengeli olma durumu. dengelmek1, [deng-el-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] An lamaz hâle gelmek. [DS] dengelmek2, [denk-el-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir ] 1. (Bozuk bir şey için) eski durumuna gelmek; dü zelmek; yoluna konulmak. 2. Tamamlanmak. 3. Sağlığı düzelmek; iyileşmek. [DS] dengeltmek, [dengel-t-mek] {ağız} gçl. f . [- ir ] 1. Düzeltmek. 2. Denk hâle getirmek; tamamlamak. 3. m ecaz. Dayak atmak. [DS] dengemek, [eT. ten (eşit, denk) > ten-e-mek >den-emek dJu 4S"j] (den em ek) gçl. f . [ - r ] 1. {eT} Muka yese etmek. [Yüknekî] 2. Değer biçmek [Clauson], 3. {eAT} Dikkatle bakmak; denemek; sınamak. [DK] dengesek, -ği [denge-se-k] {ağız} sf. 1. Dengesiz; ser sem. 2. Akılsız. 3. Dalgın. 4. Büyüklerin işine karı şan; kendini bilmez. [DS] dengeser, [Far. deng (şaşkın) + ser (baş)] {ağız} sf. Sersem; dengesiz. [DS] 0 dengeser olmak, {ağız} D on akalm ak. [DS] dengesiz, [denge-siz] sf. 1. Dengesi olmayan; denge si bozuk. 2. (Kişi için) aklî dengesini kaybetmiş olan. 3. Nicelik ve nitelik bakımından birbiri ile uyumu bulunmayan öğelerden oluşan. "D engesiz çalışm a. ” 4. zf. Dengesi olmadan; dengesi bozuk biçimde. S dengesiz beslenme, Büyüme, g elişm e ve s a ğ lık durum larının bozulm ası vey a g ereğ in d en ç o k besin a la r a k a şırı şişm an lam a dolay ısıy la o r taya çıkan s a ğ lık bozukluğu.