Yakin Makamlarının İkincisi Olan Sabır Makamının Şerhi Ve Sabır Ehlininsıfatları Hakkındadır:1 Sabrın Üstünlüğüne Dair Başka Bir Beyan: ............................................ ................................................................... ........................... .... 3 .................................................... ........ 5 Şükür Makamının Şerhi Ve Şükür Ehlinin Sıfatları: ............................................ Rica Makamının Şerhi Ve Rica Ehlinin Sıfatları: ........................................... ........................................................... ................ 9 Korku Makamınına e r h ı Ve Korku Ehlinin Sıfatları Hakkındadır: Hakkındadır:............................ ............................ 13 Korkunun Anlamı Hakkında Başka Bir Açıklama:............................................ .......................................................... .............. 18 ................................................................. .................................... ............. 18 Korkuların Açıklaması Hakkındadır: .......................................... Zühd Makamının Şerhi Ve Zühd Ehlin İ N Sıfatları Hakkındadır:............................ ............................ 20 Zühdün Mahiyeti Hakkındadır: ........................................... ................................................................. ........................................... ..................... 21 Zühd Nedir?.................... Nedir? ........................................... .............................................. ............................................. ............................................ ............................ ...... 22 Zühdün Hakikati, Hükümlerinin İzahı Ve Zahidin Sıfatları: ........................................ ........................................ 22 Dünyanın Mahiyeti, Ona Değer Vermemenin (=Zühd) Şekli Ve Zahidlerin Makamlari: ........................................... ................................................................. ............................................ ............................................ ................................ .......... 29
Yakin Makamlarının İkincisi Olan Sabır Makamının Şerhi Ve Sabır Ehlininsıfatları Hakkındadır:
Allah Teala, sabredenleri müttakilerin imamları kılmış ve dinle il gili en güzel vaadi onlar üzerinde tahakkuk ettirerek şöyle buyurmuştur: "Onlardan da sabrettikleri zaman e mrimizle doğru yola sevkedecek imamlar varetmiştik". (Secde/24); "Böylece Rabbinin, Israiloğullarma olan o güzel vaadi sabniarı sebebiyle tahakkuk et ti". (A'raf/137) Allah Resulü (sav) ise sabır hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sevmediğiniz birşe ye karşı sabırda, birçok hayır gizli dir". 1[1] İsa Peygamber'in de (as) şöye buyurduğu rivayet edilmiştir: 'Sevdiğiniz şeylere ulaşmanızın tek yolu, sevmediğiniz şeylere karşı sabretmenizdir\ Sahabe'den (ra) bir zat da şöyle demiştir: Allah Teala'nm takdir ettiği çile ve lütuf, takva ve sabırdadır. Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Sabır, imanın yarısıdır. Ali de (kv) sabrı, imanın esaslarından biri olarak ifade etmiş, onu cihad, adalet ve yakin ile birlikte zikretmiştir. O, iman hakkındaki bir soruya şu cevabı vermişti: İman, dört esas üzerine bina edilmiştir: Yakin, sabır, cihad ve adalet. Yine o, şöyle demiştir: Sabrın iman için önemi, kafanın beden için önemi gibidir. Başı olmayan birinin bedeni olmayacağı gibi, sabrı olmayanın da imanı olmaz. Allah Resulü (sav) sabrın ulviyet ve üstünlüğünü hayli yukarı çıkartarak onu Yakin mertebesine koymuş koymuş ve bir hadisinde bu ikisini birlikte birli kte zikretmiştir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar çıkarmıştık. Onlar, ayetlerimize de yakini imanla sarılmışlardı". (Secde/24) Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste de, ya kini iman ve sabra mazhar kılman bir kulun, geçmişte kaçırdıklarından dolayı hesaba çekilmeyece kleri 1[1]
İbni Hanbel, V/319 IV/385
haber verilmektedir. O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Sabır, amel ve ecrin kemalidir". Yine O, Şehr b. Havşeb el -Eş'ari tarafından Ebi Ümame el -Ba-hili'den (ra) rivayet edilen bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah tarafından size verilenlerin en azı, yakin ve sabırda azimet sahibi olmaktır. Bu ikisinden kendisine pay verilen kimse, kaçırdığı gece namazı ve gündüz oruçlarını Önemsemez. Bulunduğunuz Bulunduğunuz hal üzerinde sabırlı olmanız, benim için sizden her birinin, diğerlerinin tamamının ameliyle yanıma gelmesinden daha sevimlidir. Ama ben, benden sonra dünyanın kapılarının sizlere açılmasından ve birbirinizi tanımaz hale, sema ehlinin de sizi tanımaz hale düşmenizden korkarım. Böyle bir durumda her kim sabreder ve mükafa-atını Allah Teala'dan beklerse, sevabının tamamım kazanmış olur". Allah Resulü (sav) bunları söyledikten sonra "Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın yanındaki ise tükenmez. O, sabredenlere mükafaat- larını yaptıkları amellerin daha güzeli ile elbette vereceğiz" (Nahl/96) ayet-i kerimesini okudu. İbnu'l-Münkedir'in Cabir'den (ra) rivayet ettiği hadiste ise Allah Resulü'ne (sav) imanın ne olduğu sorulunca şu cevabı verdiği nakledilir; "Sabır ve hoşgörüdür".13 Söz sahiplerinin en sadığı olan Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "İşte onlara, sabretmelerinden ötürü ecirleri iki misliyle verilir". (Kasas/54); "Sabredenlere ise ecirleri hesapsızca Ödenir". (Zümer/10) Görüldüğü üzere Allah Tea la, sabredenlere normalden iki kat fazla ecir vermekte ve bununla iktifa etmeyip sabredenl erin mükafaatlarım daha da arttırarak sınırsız ve sonsuz hale getirmektedir. Bu da sabrın, makamların en faziletlisi oluşuna delalet etmektedir. Allah Teala, sabredenler için üç fazileti biraraya getirmiş, sonra da bunları ibadet ehlinin cümlesi üzerine dağıtmıştır ki bunlar; ahiretteki müjdeden sonra salat, rahmet ve hidayettir. Ömer (ra) şöyle derdi: Ne güzel iki karşılık ve ne güzel bir ilave! O, iki karşılık ile salat ve rahmeti, ilave ile hidayeti kasdederdi. 'İlave', hayvanın üstündeki yüke uzanab ilmek için ayağın altına konan ilave takoz manasmdadır. Bu manasıyla da üçüncü bir karşılık olması mümkündür. Allah Teala, sabredenlerle beraber olduğunu haber vermiştir. O'nun beraber olduğu kimse, hiçbir güç tarafından mağlup edile mez. O'nunla beraber olanın derecesi de yükselir. Allah Teala buyurdu ki: "Sabredin, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir". (Enfal/46); "Sizler üstünsünüz ve Allah da sizinle beraberdir". (Mu-hammed/35) Allah Teala, kullarını kendi ordularıyla desteklemek ve onları zafere ulaştırmak için sabretmelerini şart koşmuş ve şöyle buyurmuştur: "Evet siz sabır ve sebat ederek itaatsızlıktan sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse Rabbiniz size beşbin tane belirli işaretleri olan melaike ile yardım edecektir". (Al-i İm-ran/125) Ebu Muhammed Sehl şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Allah Teala'ya itaat derecelerinin en faziletlisi, ma'siyet karşısında sabırlı olmaktır. Bunun ardından taat üzerinde sabırlı olmak gelir. Sehl, Allah Teala'mn "Allah'dan yardım isteyin ve sabredin" (A'raf/128) buyruğuyla ilgili olarak da şöyle demiştir: Yani Allah Teala'dan O'nun emrini yerine getirme noktasında yardım dilerken, O'nun edebi noktasında da sabırlı olun. Sehl, başka bir vesilede de şöyle demiştir: Allah Teala, çile ve zorluk karşısında sabreden dışında hiç kimseyi övmemiştir. O, şöyle derdi: Müminler arasında salihler azınlıktır. Salihler arasında da sadıklar azınlıktır. Sadıklar arasında da sabredenler azınlıktır. Sehl, bu sözüyle sabrı sıdkın hususiyetlerinden biri kılmış ve sabredenleri de sadıkların havassı olarak takdim etmiştir. Sözlerin en doğrusunu vahyeden Allah Teala da, makamların tertibinde sabredenleri sadıkların üstüne yükseltmiş ve müteakip sıfatlar müslümanlar için tek bir sıfat ifade etmek için kulanılmış-sa, o takdirde de sabrı sıdkın içinde bir makam saymıştır. Bu sıfat lar arasındaki Vav' atıf harfi medh ve övgü içindir. Eğer sadece iki makam varsa, bu takdirde 'vav' tertib ve sıralama içindir. Allah Teala, sabredenleri sadıkların ve kunût edenle rin üstüne yükseltmiştir. Bunu şu ayet -i kerimede görmekteyiz: "Muhakkak ki müslü-man erkekler ve
haber verilmektedir. O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Sabır, amel ve ecrin kemalidir". Yine O, Şehr b. Havşeb el -Eş'ari tarafından Ebi Ümame el -Ba-hili'den (ra) rivayet edilen bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah tarafından size verilenlerin en azı, yakin ve sabırda azimet sahibi olmaktır. Bu ikisinden kendisine pay verilen kimse, kaçırdığı gece namazı ve gündüz oruçlarını Önemsemez. Bulunduğunuz Bulunduğunuz hal üzerinde sabırlı olmanız, benim için sizden her birinin, diğerlerinin tamamının ameliyle yanıma gelmesinden daha sevimlidir. Ama ben, benden sonra dünyanın kapılarının sizlere açılmasından ve birbirinizi tanımaz hale, sema ehlinin de sizi tanımaz hale düşmenizden korkarım. Böyle bir durumda her kim sabreder ve mükafa-atını Allah Teala'dan beklerse, sevabının tamamım kazanmış olur". Allah Resulü (sav) bunları söyledikten sonra "Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın yanındaki ise tükenmez. O, sabredenlere mükafaat- larını yaptıkları amellerin daha güzeli ile elbette vereceğiz" (Nahl/96) ayet-i kerimesini okudu. İbnu'l-Münkedir'in Cabir'den (ra) rivayet ettiği hadiste ise Allah Resulü'ne (sav) imanın ne olduğu sorulunca şu cevabı verdiği nakledilir; "Sabır ve hoşgörüdür".13 Söz sahiplerinin en sadığı olan Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "İşte onlara, sabretmelerinden ötürü ecirleri iki misliyle verilir". (Kasas/54); "Sabredenlere ise ecirleri hesapsızca Ödenir". (Zümer/10) Görüldüğü üzere Allah Tea la, sabredenlere normalden iki kat fazla ecir vermekte ve bununla iktifa etmeyip sabredenl erin mükafaatlarım daha da arttırarak sınırsız ve sonsuz hale getirmektedir. Bu da sabrın, makamların en faziletlisi oluşuna delalet etmektedir. Allah Teala, sabredenler için üç fazileti biraraya getirmiş, sonra da bunları ibadet ehlinin cümlesi üzerine dağıtmıştır ki bunlar; ahiretteki müjdeden sonra salat, rahmet ve hidayettir. Ömer (ra) şöyle derdi: Ne güzel iki karşılık ve ne güzel bir ilave! O, iki karşılık ile salat ve rahmeti, ilave ile hidayeti kasdederdi. 'İlave', hayvanın üstündeki yüke uzanab ilmek için ayağın altına konan ilave takoz manasmdadır. Bu manasıyla da üçüncü bir karşılık olması mümkündür. Allah Teala, sabredenlerle beraber olduğunu haber vermiştir. O'nun beraber olduğu kimse, hiçbir güç tarafından mağlup edile mez. O'nunla beraber olanın derecesi de yükselir. Allah Teala buyurdu ki: "Sabredin, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir". (Enfal/46); "Sizler üstünsünüz ve Allah da sizinle beraberdir". (Mu-hammed/35) Allah Teala, kullarını kendi ordularıyla desteklemek ve onları zafere ulaştırmak için sabretmelerini şart koşmuş ve şöyle buyurmuştur: "Evet siz sabır ve sebat ederek itaatsızlıktan sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse Rabbiniz size beşbin tane belirli işaretleri olan melaike ile yardım edecektir". (Al-i İm-ran/125) Ebu Muhammed Sehl şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Allah Teala'ya itaat derecelerinin en faziletlisi, ma'siyet karşısında sabırlı olmaktır. Bunun ardından taat üzerinde sabırlı olmak gelir. Sehl, Allah Teala'mn "Allah'dan yardım isteyin ve sabredin" (A'raf/128) buyruğuyla ilgili olarak da şöyle demiştir: Yani Allah Teala'dan O'nun emrini yerine getirme noktasında yardım dilerken, O'nun edebi noktasında da sabırlı olun. Sehl, başka bir vesilede de şöyle demiştir: Allah Teala, çile ve zorluk karşısında sabreden dışında hiç kimseyi övmemiştir. O, şöyle derdi: Müminler arasında salihler azınlıktır. Salihler arasında da sadıklar azınlıktır. Sadıklar arasında da sabredenler azınlıktır. Sehl, bu sözüyle sabrı sıdkın hususiyetlerinden biri kılmış ve sabredenleri de sadıkların havassı olarak takdim etmiştir. Sözlerin en doğrusunu vahyeden Allah Teala da, makamların tertibinde sabredenleri sadıkların üstüne yükseltmiş ve müteakip sıfatlar müslümanlar için tek bir sıfat ifade etmek için kulanılmış-sa, o takdirde de sabrı sıdkın içinde bir makam saymıştır. Bu sıfat lar arasındaki Vav' atıf harfi medh ve övgü içindir. Eğer sadece iki makam varsa, bu takdirde 'vav' tertib ve sıralama içindir. Allah Teala, sabredenleri sadıkların ve kunût edenle rin üstüne yükseltmiştir. Bunu şu ayet -i kerimede görmekteyiz: "Muhakkak ki müslü-man erkekler ve
müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadmar...". (Ahzab/35) Ata', İbni Abbas'dan (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: 'Allah Resu lü (sav) Ensar'm yanma gidince kendilerine, 'Sizler mümin misiniz?' diye sordu. Onlar da sükut ettiler. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Evet, ya Resulellah' dedi. Allah Resulü de (sav), İmanınızın alame ti nedir?' diye sordu. O da, 'Bollukta şükreder, musibetlerde sabre der ve Allah'dan gelen kazaya razı oluruz' dedi. Allah Resulü (sav) bu cevap üzerine şöyle buyurdu: Kabe'nin Rabbi adına! Müminler". Sabır, iki amele ayrılır. Bunlardan biri, dinin salah ve ıslahı için elzemdir. İkincisi de, dinin bozulmamasının temelidir. temelidir. Sabır, bunlardan başka türlere de sahiptir. Kul, dinin islahıyla ilgili bir hu susta sabırlı olarak bununla imanını kemale erdirir. Kimisi de dinin ifsadına sebep olan bir şeye yaklaşmamak yaklaşmamak noktasında noktasında sabırlı davranarak davranarak bununla yakinini yakinini güzelleştirebilir. Bu manada Ali' den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: 'O, Basra'ya girip de denetimi eline aldığı zaman Basra camiine girmiş ve orada kıssa anatan kassasları 'Kıssacılık bidattir* diyerek dışarı atmaya başlamıştı. Nihayetinde, cemaata konuşan bir genç gördü. Du rup dinlediği zaman söyedikleri hoşuna gitti. Yanma giderek şöyle dedi: Delikanlı, sana iki şey soracağım, eğer onları bilirsen halka öğütte bulunman için seni serbest bırakırım. Aksi takdirde arka daşlarını çıkardığım gibi seni de çıkarırım. Genç, 'Sor ey müminle rin emiri' dedi. Bunun üzerine Ali (kv), 'Dinin salah ve fesadı ne dir?' diye sordu. Genç vaiz de, 'Dinin salah ve selameti vera', fesa dı ise tamahtır5 dedi. Bu cevap üzerine Ali (kv) 'Doğru söyledin. Artık konuşabilirsin. Çünkü halka senin gibilerin konuşması doğru olur' dedi. Rivayete göre bu genç, bizim bu ilimdeki imamımız, En -sar'ın azatlısı Hasan b. Yesar el -Basri (ra) idi. Meymun b. Mehran şöyle derdi: 'İman, tasdik, marifet ve sabır tek bir şeydir1. Ebu'd -Derda (ra) ise şöyle derdi: İmanın zirvesi, hükme sabır, kadere rıza göstermektir. Vera', zühdün başıdır. Zühd, ahiret kapılarının ilkidir. Tamah ise, arzu ve rağbetin başıdır. O, dünya kapılarının da en büyüklerinden biridir. Tamahın işa reti, dünya sevgisidir. Dünya sevgisi ise, bütün günahların günahların başıdır. Denir ki, kainatta işlenen ilk günah, tamah olmuştur. Buna gö re Adem (as) ebedi hayata tamah ederek, menedildiği ağacın mey -vasmdan yemiştir. İblis de, Adem'i (as) cennetten çıkarmak istediği için isyan etmiş ve ona vesvesede bulunmaya başlamıştır. Netice itibarıyla her ikisi de aynı günahta birleşmiştir. Tamah bakımından aynı fiil içinde olmalarına rağmen, tamah ettikleri şeyler noktasında birbirlerinden farklılaşmışlardır. işlenen bu masiyetlere verilen ceza bakımından da sonları farklı olmuş ve Adem (as) daha önceki güzel davranışlarına binaen affedilirken, şeytan geçmişte yazılan bedbahtlık ve tamahına binaen helak olmuştur. O, zannı tasdik ettiği için asla geri adım atmamış ve Allah Teala da kendisini düşman olarak nitelemiştir: "Andolsun ki İblis, onlar aleyhindeki zannı doğru çıkardı". (Sebe'/20) Zan, yakinin zıddı olup hak namına hiçbir şey ifade etmez. Allah Teala müşrikleri vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Yalnız bir zandan ibarettir sanıyoruz. Fakat biz yakini bilgi sahipleri de ğiliz". (Casiye/32) Yaratılanlara karşı tamah duygusuna gem vurarak sabırlı olan kimse, bu sabrı sayesinde vera' makamına yükseltilir. Dini noktasında vera' sahibi olmak hususunda sabırlı olan kimse ise, bu sabrı sayesinde zühd makamına ulaşır. Bunun mukabilinde asılsız bir zannı tasdik etmeye tamah eden kimse de, bu tamahı t amahı yüzünden dünya sevgisine sevgisine duçar olur. Dünya sevgisine duçar edilen ise, bu sevgi yüzünden dinin hakikatmdan yüz çevirmeye başlar. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'Bizler, eziyete uğram ayan ve eziyete tahammül göstererek ona karşı sabretmeyen kimsenin imanını iman saymazdık'. Allah Teala da, müminleri sınamak ve imanlarını denemek için kullarına eza edebilir. Ama O, bunun bir azap olmayıp sadece dilediği kulan için bir imtihan ve insanlar için de bir sınama olduğunu haber vermektedir. Böylelikle bu eziyet ve cefa, ona maruz kalan kul için bir rahmet ve hayır vesilesi olabil mektedir. Allah Teala bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İnsanlar içinde öyle kimseler vardır ki, 'Allah'a iman ettik' der de, Allah uğrunda bir eziyet edildi mi insanların fitnesini Allah'ın azabı
gibi tutar". (Ankebut/10) Yani insanlardan gördüğü eziyet ve işkenceyi Allah Teala'nm azabı gibi görür. Halbuki bu, Allah Teala'dan bir azap olmayıp aksine O'ndan gelen batmi bir rahmettir. O, bu manada şöyle buyurmuştur: "Ama insan, her ne zaman Rabbi onu imtihan edip rızkını daraltırsa, o vakit de 'Rabbim bana ihanet etti' der. As la". (Fecr/16-17) Rabbi onu fakirlik sebebiyle aş ağılamamış tır. Aynı şekilde diğer lerini de nimet ve ikramda bulunarak yüceltmemiştir. Allah Teala bizzat Resulü'ne de (sav) bu manada hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Onlann söylediklerine karşı sabırlı ol ve kulumuz Davud'u an". (Sad/17) Görüldüğü gibi Allah Teala, iftiralardan bunalan Peygamberi'ni (sav) sabır ile teselli etmiş ve kendisine sa bır lütfetmiştir. KOnuyla ilgili rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Arz ehlinin en fazla şükredeni getirilir. Allah Teala da ona, şükre -denlerin mükafaatmı verir. Sonra arz ehlini n en sabırlısı getirilir ve kendisine şöyle denilir: Seni de şükredenler gibi mükafaatlan -dırmamıza razı olur musun? O da, 'Evet, ey Rabbim' der. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: Ona nimet verdiğimde şükrettiği gibi sen de imtihan ettiğimde sabret tin. Onun için ecrini bir misli arttıracağım. Böylelikle sabreden kişi, şükredenden misliyle fazla ecir alır". İbnu EM Nüceyh, halifelerden birini sabra teşvik etmek için yazdığı mektubunda şöyle demiştir: 'Allah Teala'nm hakkım bilmeye en layık olan kimse, kendinde bıraktıkları noktasında Allah'ın hakkı vicdanına en ağır gelen kimsedir. Bil ki senden önce geçmiş olan mazi, senin için baki kalandır. Senden sonra baki kalan ise, ecre layık olacağın şeylerdir. Bil ki, başlarına gelen musibet ve be lalara k arşı sabredenlerin ecri, afiyette olduklan anda kendilerine bahşedilen nimetlerden çok daha fazladır.. Bu konuda rivayet edilen haberlerden birinde de şöyle denilmektedir: 'Sabredenler dışında her kulun ecri, hesap ve ölçü iledir. Sabredenlere ise hesapsız ve tartısız şekilde ecir ve mükafaat verilir. Başka bir haberde ise şöyle denilmektedir: 'Cennetin kapılan iki kanatlıdır ve önlerine çok kalabalık topluluklar doluşur. Sabır kapısı ise, tek kanatlıdır ve ondan yalnızca dünyada musibetlere maruz kalmış sabır ehli, birer birer girerler. Allah Teala ihlas ehlinin ecirleri hakkında şöyle buyurur: "İşte onlara bilinen bir rızık vardır". (Saffat/41) Sabredenlerin ecirleri hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir". (Zümer/10) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Sabre denlerin ecirleri, tartıyla değil avuçla verilir. Sabredenlerin ecirlerinin bu şekilde hesapsız ve misliyle olmasının sebebi şudur: Sabır, nefse en ağır gelen ve nefs tarafından en fazla nefret edilen bir fazilettir. Sabır, insan tabiatı için de, en acı veren şeydir. Onun için en güç olan da, alçakgönüllülük ve hoşgörü noktasında Öfkeyi bastırıp hüzünlenmektir. Tevazu ve insanın kendini tutması da, sabırdan sayılır. Sabır, edepli ve güzel ahlaklı olmaktır. Sabır sayesinde halka eziyet vermezken, onlardan gelebile cek eziyetlere karşı tahammül gösterilir. Bunlar, çok kuvvetli bir iradeyi icap ettiren faziletlerdir. İnsanların çoğunluğu, bu tür durumlarda kendilerine hakim olamadıkları için yürekleri daralır. Allah Teala da işte bu yüzden müttakilere ve sadıklara, zorluklarda ve hoş olmayan durumlarda sabırlı olmayı şart koşmuştur. Onların sadakat ve takvalarını sabır ile tahakkuk ettirmiş, sıfatlarını ve salih amellerini yine onunla kemale er dirmiştir. O, bu manada şöyle buyurmuştur: "Sıkıntılı ve ferah zamanlarında ve muharebe anında sabrederler; işte sadık olanlar onlardır, işte müttakiler de onlardır". (Bakara/177) Sabır; nefsin heva ve arzularının peşinde koşmasının engellenmesi ve Rabbini razı edecek şekilde nefs ile mücadelede sebat gösterilmesidir. Kulun nefsiyle yaptığı mücahede, uğradığı bela ve im tihanın büyüklüğüne göre olmalıdır. Çünkü mücahede, yaşanılan imtihanın büyüklüğüne göre olur. Kul, bunun dışında nefsini şerre karşı hapsetmeli ve onu devamlı surette taat üzere tutmaya çalışmalıdır. Tabii, Rabbinin huzurunda kötü davranışlar sergilemek isteyen beşeri tabiatının açgözlülüğüne karşı da sabin olmalıdır. Mu amelesinde güzel ahlakı koruma noktasında da sabırlı olmalıdır.
Sabır, hususiyetleri bakımından da birçok türe aynlır. Bu me -yanda, nevaların tasallutuna karşı sabır gösterildiği gibi Hak Tea -la'nın hizmetinde sebat etmek de sabrın türlerin dendir. Bu babda nefs mücahedesinin icaplarından biri de, hevanm hatırları, şeytanın tahrikleri ve dünyanın süslerine karşı kalbi ve niyeti an duru tutmaktır. İnsanı bekleyen ve sabredilmesi gereken sayısız afet ve bela karşısında uzuvları bunlardan uzak tutmak ve nefsi onlann yolunda yürümekten alıkoymak da sabnn tezahürlerinden sayılır. Nefsi, hak üzerinde tutarak, dil, kalp ve beden ibadetiyle hak üzerinde yoğunlaşmak da sabrın türlerinden biridir. Allah Teala, salih amel işleyen müminleri bu şekilde vasfetmiş ve amellerinin salahı için sabn şart koşmuştur. O, Asr suresinde sabır ve hak eh li olmayanlar dışında bütün insanların hüsranda olduklarını haber vermiştir. Yine bu surede sabrı, karşılıklı olarak tavsiye edilmesi gereken bir fazilet olarak yüceltmiştir. Nefsin, yaratanı olan Allah Teala'ya ibadete hasredilmesi, ka naat üzere tahammüle zorlanması ve nzık veren Allah'ın yaptıkları karşısında imanını yitirmemeye sevkedilmesi de sabnn tezahür-lerindendir. Halka eza veren şeylerden el çekilmesi de sabnn tür lerinden biri olup böyle yapanlar adalet makamında yeralarak Allah Teala'nm şu buyruğunda bahsedilen kimseler arasına girerler: "Muhakkak ki Allah, adaleti emreder". (Nahl/90) Halktan gelen eza ve cefaya sabredenlere gelince, bunlar da ih san ehlinin makamında yeralır ve Allah Teala'nm "Ve ihsanı (emreder)" (Nahl/90) buyruğu kapsamına girerler. İnfak ve tasaddukta sabrederek, hak sahiplerine haklanm vererek yakın olana yakın dan vermek de sabrın türlerindendir. Sabrın bu türünü ifa edenler de infak edenler makamında yeralır ve Allah Teala'nm "Ve yakın lara vermeyi (emreder)" (Nahl/90) bu yruğunun kapsamına girerler. İlim ve iman bakımından Tuhşiyat' olarak nitelenen fiillerden uzak durmak da sabır şekillerinden biridir. Tuhşiyat', ulema tarafından çirkin görünen hal ve hareketlerdir. Azgınlığa kapılmamak da sabnn tezahürlerinden biridir. Azgınlık (=bağy); aşmlık, mübalağa ve kibre kapılarak sınırları çiğneme fiilidir. Dünyevi hususlarda müsrif olmak da, bağy kapsamına girer. Nahl suresi 90. ayeti, bütün bunları ihtiva eden kapsamlı bir ayet -i kerimedir. Kur'an'ın kutbu olan bu ayet, sabnn hemen bütün şekillerini içermektedir. Ayette tavsiye edilen sabrın ilk üç türü yapma istikametinde olup; adalet, ihsan ve yakınlara infakta bulunma fiillerindeki sabrı ifade eder. Diğer üç türü ise, uzak durma yönünde olup fuhşiyat, münke -rat ve bağyden uzak durma noktasında gösterilmesi gereken sabrı ifade eder. İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Kur'an -ı Kerim'in emir ve yasakları en iyi birleştiren ayeti bu ayet -i kerimedir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Amel edenlerin ecirleri ne ka dar da güzeldir ki onlar, sabredip yalnız Rablerine tevekkül eder ler". (Ankebut/58-59) Sabredenlerin mükafaatları ne kadar da gü zeldir ki, Allah Teala tarafından vasfedilmeye değer bulunmuştur. Onların rızıkları ne kadar da değerlidir ki Allah tarafından zikredilmiştir. Onlar ne yüksek bir dereceye sahiptirler ki Allah Teala onları anlatmış ve sabırları sebebiyle övmüştür. Sabır, amelin öncesinde, esnasında ve sonrasında ihtiyaç duyu lan bir fazilettir. Amelin başında ihtiyaç duyulan sabır; amele dönük olarak ortaya çıkan ni yetin düzeltilmesi, amele kesin olarak azmetme ve kararlı olarak yönelme için elzemdir. Amellerin sıhhat bulabilmesi için bu, birinci şarttır. Allah Resulü de (sav) bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere göredir. Her kimse için niyet ettiği vardır"2[2]Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Onlar sadece dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet etmekle emro -lundular". (Beyyine/5") Niyetin hakikati, ihlastır. Allah Teala, sabrı amelin önüne geçirerek şöyle buyurmuştur: "Ancak sabreden ve sa -lih ameller işleyenler müstesna. İşte onlar için mağfiret ve büyük bir mükafaat vardır". (Hud/11) Sabır; amel tamama erinceye kadar yavaş hareket ederek beklemektir. Allah Teala, bu şekilde amel edenler hakkında da şöyle buyurmuştur: "O amel edenlerin ecri ne kadar da güzeldir ki onlar sabrederler". (Ankebut/58-59) Amelden sonraki sabır ise, onu gizleme, onunla gösterişte bulunmama ve onu dillendirerek övünç ve 2[2]
Buharı, Bed'ül-vahy/1 İman/41 Nikah/5 Talak/11 Menakıb -i Ensar/45 Itk/6 Eyman/23 Hi-yel/1; Müslim, İmaret/155 Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Feza'ilü'l-cihad/16 Nesa'î, Taharet/59 Talak/24 Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26 İbni Hanbel, 1/25.
itibar kazanma illetinden kurtulma noktasında gösterilen sabırdır. Böylelikle amelin riyadan uzak ve sevabı bakımından mükemmel olması temin edilmiş olur. Allah Te ala, bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın". (Muhamme6V33); "Minnet bekleyip eza ederek verdiğiniz sadakaları boşa çıkarma yın". (Bakara/264) Seleften bir zat şöyle demiştir: Ma'ruf bir amel, ancak şu üç şey le tamama erer: Acele etme, gözde büyütmeme ve gizleme. Kişinin, nefsini ödüllendirmemesi de sabrın çeşitlerinden biridir. Allah Tea-la'yâ tevekkül ederek ezave cefalara ka tlanmak da sabrın tezahür lerindendir. Bu babda da Allah Teala'nm şu buyruğunu zikredebiliriz: "Bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz. Onun için te vekkül edecek olanlar, hep Allah'a tevekkül etmelidirler". (İbrahim/12) Bu, havassa mahsus olan sabır türlerindendir. Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Kulun tevekkülde bir ma kam sahibi olabilmesi için eziyet görmesi ve bu eziyetlere karşı sabretmiş olması elzemdir. Allah Teala da bu manada şöyle buyur muştur: "Onların ezalarım bir kenara at ve Allah'a tevekkül et". (Ahzab/48); "O'nu vekil edin ve söylediklerine karşı sabırlı ol". (Müzzemmil/9-10) Bu, rızanın ilk makamıdır. Rızanın ikinci makamı ise, hükümlere karşı sabırlı olmaktır. Bu da misal olmaya en layık olan imtihana tâbi tutulanların sabrıdır. Misal olmaya en layık olanlar, Allah Resulü'nün de (sav) hadisinde buyurduğu gibi peygamberlerdir: "Biz peygamberler zümresi, insanlar arasında imtihanı en ağır olanlarız". Misal olmaya en layık olanı, Allah Teala'nm mücmel olan şu buyruğunda gör mekteyiz: "Rabbin için de sabret". (Müddessir/7) Allah Teala, bu buyruğu nu daha sonra tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmü ne sabret. Çünkü sen Bizim nezaretimiz altındasın". (Tur/48) Nefsi takvaya hasretmek de sabrın türlerinden biridir. Takva, bütün hayırları ihtiva eden kapsamlı bir isimdir. Sabır ise, bütün iyiliklere dahil olan bir mefhumdur. Kul, bu ikisine birden sahip ol duğu zaman ihsan ehlinden olur. "İyilik edenleri (ayıplamaya) bir yol yoktur". (Tevbe/91) Bu hususu teyid eden ayetl erden biri de şudur: "Kim takva sa hibi olur ve sabrederse (bilsin ki) Allah, ihsan sahiplerinin ecrini asla zayi etmez". (Yusuf/90) Başka bir ayet -i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki mallarınız ve canlarınız hususunda mutlaka imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine Kitab ve rilenlerden ve müşriklerden birçok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva yoluna giderek korunur iseniz, işte bu az medilmesi gereken mühim işlerdendir". (Al-i İmran/186) Yani mü-kafaattan Önce ezay a karşı sabrederseniz, bela ve imtihanlar kar şısında takvadan" ayrılmazsamz, bu sizin çok daha hayırlı olur. Allah Teala, bu hususla ilgili şöyle buyurur: "Ceza verdiğiniz zaman size verilene denk olanla ceza verin. Eğer sabrederseniz, bu sabre denler için daha hayırlıdır". (Nahl/126) "Zulme uğradıktan sonra hakkını alan kimse için (cezaya) yol yoktur". (Şura/41); "Her kim de sabreder ve bağışlarsa, işte bu, hiç şüphesiz azmedilmeğe değer işlerdendir". (Şura/43) Üstteki ayetlerin ilkinde yeralan hüküm, mük afaat ve hakkı almaktır. Hakkı almak adaletin neticesidir. Adalet ise hasen yani gü zeldir. İkincisinde ise affetme ve sabretme vardır. Bu da faziletin neticesi olup Ahsen yani en güzelidir. Allah Teala'nın şu buyruğun -daki mecazi mana da budur: "O kimsel er ki sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah Teala'nın hidayet ettiği kimselerdir. Onlar akıl sahipleridir". (Zümer/18) Sözü dinlemek, adalettir. Adalet ise Hasen'dir ve hakkı almaktır. Affetmek ise, Ahsen'dir. Al lah Teala, böyle davranan kullarını hidayet ve akıl sıfatlarıyla öv mektedir ki bu, Muhbitûn'un (^Allah'tan korkup alçakgönüllü olanlar) makamıdır. Denildi ki: Muhbitûn; zulmetmeyen, zulme uğ radıkları zaman da hak talep etmeyen kimselerdir. Yukarıdaki sıfatlarla övülmek bu makamın ehline layıktır. Bu makamdakiler, huşu ehli olup ahirette Allah'tan gelecek karşılığın güzelliğiyle mutma'indirler. Çünkü onlar, dünya hayatının çok kısa sürede fena bulacağını ve Allah Teala ile karşılaşmanın ise çok yakın olduğunu bilirler. Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Ve o (kıyamet) saati elbette
gelecektir. Sen şimdi hoşgörü ile muamele et". (Hicr/85) Takva ve sabır, biri diğerine bağlı olan mefhumlardır. Bunlardan herhangi biri yekdiğeri olmaksızın kemale eremez. Makamı takva olan kulun, halinin de sabır olması gerekir. Takva, makamların en yükseği olduğu için sabır da hallerin en yücesi olmuştur. Allah Teala'dan en fazla korkan muttaki kul, O'nun katında en değerli kul olur. O'nun katında en değerli olan da, elbette en fazilet li ve üstün olandır. Allah Teala, sabrı emrettikten sonra kendi zatına izafe etmek suretiyle şereflendirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Sabret, senin sabrın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127); "Rabbin için sabret". (Müddessir/7) Herşey O'nun sayesinde olduğu ve her salih amel O'nun rızası için eda edildiği için Allah Teala, imtihan etmediği hiçbir kulunu övgüyle vasfetmediği gibi senada da bulunmaz. İmtihana tabi tuttuğu kulu, bu imtihandan sağlam olarak çıkarsa kendi sini över ve takva sıfatıyla anar. Aksi halde onun yalancılığını ve iftiracılığını beyan eder. Süfyan-ı Sevri'ye (ra), 'Amellerin en faziletlisi hangisidir?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: İmtihan anında sabırlı olmak. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Sabırdan daha faziletli ne ola bilir ki? Allah Teala, Ritabı'nın doksan küsur yerinde onu zikretmiştir. O'nun Kur'an'da sabır kadar hiçbirşeyi bu kadar çok zikretmediğini biliyoruz. Allah Teala tarafından bir imtihana tabi tutul duğunda ona sabretmeyen hiç kimse, O'nun medhü senasına nail olmayı ummasın. Allah Teala tarafından medhü sena ile anılmayan hiç kimse de imanın hakikatma ve yakine ermeyi beklemesin. Zahir uzuvlanyla salih ameller işlese dahi, Allah Teala tarafın dan mdhü sena ile zikredilip hayır ile anılmayan kimsenin, hüsn -i hatime ile vefat etmesinden endişe edilir. Çünkü Allah Teala bir kulu sevdiği ve onun amelinden razı olduğu zaman, kendisini öve rek vasfeder. O'nun tarafından istenmeyen bir durumla veya bir sıkıntıyla, ya da arzu ve şehvetle sınanan bir kul, bunlar k arşısında sabır ve metanet gösterdiği vakit Allah Teala'nın izzet ve ikramına mazhar olarak hamdü sena ile vasfedilir. Böyle bir kulun ismi, vas- fedilen kulların isimleri arasına girerken, kendisi de övgüye nail olanlardan biri kılınır. İşte bu noktadan so nra, ayağının sürçmesine karşı emniyette olarak, hüsn -i hatimeye nail olur. Sabrın çeşitlerinden biri de bolluk ve refahda sabırlı olarak bunlar yüzünden Allah Teala'nın emir ve yasaklarıyla çelişkiye düşmemektir. Zenginlikte sabır, servet ve malı heva uğ runda har camamaktır. Kendisine nasip edilen bir nimete sabretmek ise, o nimeti bir ma'siyet işlemek için kullanmamaktır. Müminin bu tür hallerde sabırlı olmaya davet edilme ihtiyacı, zorluk ve sıkıntılar karşısında sabra davet edilme ihtiyacıyla aynıdır. Denir ki: Fakirlik ve imtihanlar karşısında her mümin sabredebilir. Ancak refah ve bollukta ancak sıddıklar sabredebilir. Sehl şöyle derdi: İyi hale sabretmek, bela ve musibete karşı sab retmekten daha zordur. Sahabe de (ra), dünyanın zenginlik kapıları kendilerine açılıp rahatlığa ve bolluğa kavuştukları zaman şöyle demişlerdir: Yokluklarla imtihan edildiğimizde sabrettik. Varlık ve refahla imtihan edildiğimizde ise sabredemedik. Selef-i Salih, varlık ve zenginlikle imtihan edilmeyi, yokluk ve sıkıntıyla imtihan edilmekten daha ağır ve zor görürlerdi. Allah Te -ala da bu babda şöyle buyurmuştur: "O müttakiler ki bollukta ve darlıkta infak ederler". (Al-i İmran/137) Allah Teala onları, imanlarının güzelliği, zühdlerinin hakikiliği ve nefslerinin cömertliğinden dolayı farklı iki hallerinde de tek bir sıfat ile medhetmiştir. Bu manada başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın". (Münafîkun/9) Çünkü mallar ve çocuklar, kişiyi mutlu ederek Zikrullah'dan alıkoyabilecek şeylerdir. Bir diğer ayet -i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Eşleriniz ve çocuklarınızdan sizin için düşmanınız olanlar vardır, onlardan sakının". (Teğabün/14) Çünkü kişi, eşleri ve çocuklarıyla mutlu olup şımarara k hevaya uygun düşecek işler yapıp onların varlığından dolayı Rabbinin emirlerine muhalefet edebilir. Neticede eşleri ve çocukları ahirette düşmanları olarak karşısına çıkabilirler. Bu babda Allah Resulü'nden (sav) şu hadise nakledilmiştir: "O, torunu Ha san'm elbisesi
yüzünden tökezlediğini görünce minberden inmiş ve onu kucaklayarak şöyle demiştir: Allah Teala hakika ten doğruyu söyledi: Mallarınız ve çocuklarınız sizler için bir imtihan vesilesidir. Yavrumu bu halde görünce kendimi tutamadım ve kucağıma aldım. Muhakkak ki bunda görenler için ibret vardır".3[3] Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Çocuklar, hüzün, cimrilik ve korkaklıktır"4[4]Gerçekten de onlar, genellikle hüzün, cimrilik ve korkaklığın kaynaklarını teşkil ederler. Çocuklara ve mala düşkünlük, insanı bu hallere itebilir. Varlığa, zenginliğe ve çocuklarla imtihanlarına karşı sabırlı olan ve bunlardan herbirini hakettiği yere koyabilen kimse, şükreden ve sabredenler arasındaki yerini alır. Yoksulluk ve musibetlerle sınanan kimselerin böyle birine üstünlükleri, şükür ve rızanın hakikatma varmış olmalarından başka bir şey değildir.Allah Teala, üstte zikrettiğimiz ayet -i kerimesinde varlık ve darlık hallerini birleştirerek, müttakiler için ortak bir sıfat olarak koy muş ve onları her iki halde de ihsanda bulunmakla överek şöyle buyurmuştur: "Bir cennete ki, eni gökler ve yer genişliğinde olup müttakiler için hazırlanmıştır. Onlar ki bollukta ve darlıkta infak eder ler ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını af federler. Allah da o ihsan sahiplerini sever". (Al- i İmran/133-134) Acı ve musibetleri gizleyerek, bunları serzenişle dile getirmeyi bırakmak da sabrın tezahürlerinden biridir. Sabr- ı Cemil yani Güzel Sabır olarak bilinen sabır da işte budur. Denildi ki: Sabr-ı Cemil, şikayet ve insanlara yakınmanın olmadığı sabırdır. îbni Ab -bas'dan (ra) şunu rivayet ettik: Sabır, Kur'an'da şu üç şekilde yera -lir: Allah Teala'nm rızası için farz kılman ibadeleri eda etmede gös ter ilen sabır; Allah Teala'nm menettiği haramlara yaklaşmama noktasında gösterilen sabır; Musibetlerde ilk darbede gösterilen sabır. Allah Teala'nm farzlarım eda etmede sabır gösterene üçyüz derece vardır. Allah Teala'nm haram kıldıklarından uzak durma noktasında sabır gösterene altıyüz derece vardır. Musibetlerde, ilk darbe karşısında sabredene ise dokuzyüz derece vardır. Görüldüğü üzere, bu ifadenin tefsiri gereklidir. İbni Abbas (ra) musibete karşı sabrı, farzlar ve haramlarda sabırlı olmaktan üstün olduğu için üstün tutmuş değildir. Bunun hakiki sebebi şudur: Farzlar ve haramlarda sabır göstermek, müslümanlarm genel hal -lerindendir. Halbuki musibetler karşısında sabır göstermek, yakin makamlarından biridir. Yakini iman makamı, elbette İslam makamından daha üstün bir makamdır. Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu dua da zikredilebilir: "Sen'den, sayesinde dünyevi musibetleri hafif kılacağın bir Yakin nasip etmeni niyaz ederim". 5[5] Musibetler karşısında en güzel şekilde sabreden kişi, yakin bakımından en güçlü olan kişidir. Musibet ve belalar karşısında en fazla yakman kişi ise, yakin bakımından en zayıf olan kişidir. Bu babda Seleme b. Verdan, Enes b. Malik'ten (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Hakka ererek ş üpheyi terkeden kimse için cennetin en üstünde bir ev bina edilir. Batılı kaldırarak şüpheyi terkeden kimse için de cennetin ortasında bir ev bina edilir. Yalanı terkeden için de cennetin bir köşesinde ev bina edilir". 6[6] İlk bakışta yalanı terketmekle, batılı kaldırarak şüpheyi terket -menin çok daha öncelikli bir fariza ve vecibe olduğunu görüp bunların daha üstün olmaları gerektiğini söyleyebilirsiniz. Ancak batıl karşısında şüphe ve yalanı terketmek, müslümanlarm umumu için geçerli olan bir durumdur. Hakikata ermiş ve sadık olan bir kulun şüphesine gelince, böyle biri içine düştüğü şüphe halini insanlara açıklamadığı, sükutu ve selameti tercih ettiği için diğerlerinden da ha üstün olur. Çünkü böyle bir şüpheli duruma, ancak yakin sahip leri tahammül edebilirler. Onlar da müminlerin havassıdırlar. Makamları ise, yakin ve zühddür. 3[3]
Benzer hadisler için b. Nesa'î, Cum'a/30 'Iydeyn/27; Ebu Davûd, Salat/227; Tirmizî, Me-nakib/30; îbni Mâce, Libas/20; îbni Hanbel, V/354 4[4] îbni Mâce, Edeb/3; İbni Hanbel, IV 5[5] Tirmizî, Da'avat/79 6[6] Ebu Davıid,Edeb/7; Tirmizî, Birr/58; İbni Mâce, Mukaddime/7.
Konuşma ve diğerlerine anlatma arzusunu bırakarak sükut ve sessizliği tercih etmek elbette daha faziletlidir. Bu tür davranış, ya -kini imanın icaplarmdandır. Böyle bir mümin de sahip olduğu makam ile, müslümanlarm umumundan daha üstün bir yere yerleştirilmiştir. Onlar, farz ve vecibe olmaya daha layık olsalar da yalanı ve şüpheyi terkederler. İbni Abbas'ın (ra) yukarıdaki sözünün açıklaması budur. Hayır işlerini gizleyerek, bunları anlatmaktan duyulan haz ve zevke karşı nefse gem vurmak da sabrın türlerinden biridir. Hayırlı amellerin ve sadakaların gizlenmesi de bu çerçevede değerlendirilir. İlan etmede bir beis olmamasına rağmen bunları gizlemek, edebe daha uygundur. Her halkürda iyi işleri ve verilen sadakaları gizlemek, daha faziletli, daha nezih ve Allah Teala için de daha sevimlidir. Hatta onlar iyilik hazinelerindendir. Kasdettiğimiz, acı ları, musibetleri ve sadakaları gizlemektir. Bunlar, Allah Teala'nın katındaki en değerli hazinelerdir. Fakirlik halini saklayıp gizlemek de, sabrın tezahürlerindendir. Yoklukla dolu gecelerde yaşanılan imtihanlara karşı sabırlı olmak ise, rıza ve zühd ehlinin halidir. Sabrın en güzeli; Allah Teala ile başbaşa kalmakta, O'nu dinlemekt e ve bütün kalbiyle O'na yönelerek vecdi O'nunla güçlendirme hususunda gösterilen sabırdır. Bu, Mukrrebun'a mahsus olan bir fazilettir. Allah Teala'dan haya duyma, O'nu sevme, O'na teslim olma ve işleri O'na havale etme noktasında gösterilen sabır da sabırların en güzelidir. Bu, kaderlerin akışı altında sükuneti bulmak, onları bağış ve lütuf olarak görmek, Allah Teala'ya niyazda bulunma ve ka derlerle ilgili olarak O'nun hikmetini görme noktasında işlerin nasıl güzel tasarlandığına şahit olmak ve onlarla imtihan edilme ga yesine sahip olmaktır. Bütün bunlar da Allah Teala'nın şu buyruk larının muhtevasmdandır: "Rabbin için sabret" (Müddessir/7); "Rabbinin hükmüne sabret. Muhakkak ki sen, Bizim nezaretimiz-desin" (Tur/48). Ömer b. Abdülaziz (ra) ve ondan b aşka birçok imam şunu söylemişlerdir: Sabaha çıktığımda, kaderin tecelli ettiği yerler dışında hiçbir sevincim olmaz. Bu sözün başka bir rivayetinde ise, 'Kazayı beklemem dışında..' ifadesi yeralmaktadır. Denir ki: Yakini imanın alametlerinden biri de, başa gelen kazaya güzelce sabredip rıza göstererek teslim olmaktır. Bu da ariflerin makamıdır. Ebu Mu-hammed Sehl (ra), Ali'nin (kv) 'Allah Teala her kulu için aynı uyku dan haz alır sözünün tefsirinde şöyle demiştir: Yani hükümlerin cari oluşları esnasında sükunetini muhafaza ederek itiraz ve hoşnut suzluk ifade etmeyen kulunu sever. Musibete karşı sabırda, sabrın ilk darbede olmasının şart koşulmasına gelince, bu hususta Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sabır, sadece ilk d arbede dedir". 7[7] Denir ki: Herşeyde asıl olan, önce küçük gelip giderek büyümesidir. Ancak musibet ve belalar bunun dışındadır. Onlar ilk anda büyük gelip sonra küçülmeye başlarlar. Bu yüzdendir ki, sabırdan doğacak sevabın büyük olabilmesi için, acının ilk anında gösterilmesi istenmiştir. İnsan, musibeti ilk duyduğu ve kalbi bu şiddetli darbeyle sarsıldığı zaman sabır ve metanet göstermelidir. Böyle bir durumla kar şılaştığı ilk anda Allah Teala'yı düşünerek O'ndan haya eden kul, sabrı güzelce ifa edebilir. O'nun 'Sen Bizim n ezaretimizdesin'buyruğu da, Allah Teala'ya tevekkül edenlerin makamını göstermektedir. Keramet gösterme, sahip olduğu kudret ve işaretleri haber verme noktasında kendini tutmak da sabrın tezahürlerindendir. Bu,aynı zamanda muamele bakımından da güzel bir terbiyenin ifadesidir. Bu da, Allah Teala'yı sevenlerin yolu ve zühdün hakikatidir. Sabrın en faziletli olan şekillerinden biri de övülme, lider olma gi bi arzular karşısında nefsine hakim olabilmektir. Bu meyanda Al lah Resulü'nden (sav) maktu' olarak şu hadis rivayet edilmiştir: "Sabır üç şeyde olur: Nefsi temize çıkarmaya karşı sabır; Musibetten yakınmaya karşı sabır; Hayrı ve şerliyle Allah'dan gelen kazaya rıza göstermede sabır". Ahireti dünyaya tercih edip Allah Teala'ya kaçarak, ubudiyet sıfatını tahakkuk ettirip 7[7]
Butiârî, Cenaiz/32, 43 Ahkam/11; Müslim, Cenaiz/14, 15; Ebu Davûd, Cenaiz/23; Tirmizî, Cenaiz/13; Nesa'î, Cenaiz/22; İbni Hanbel, III/130 143, 217
Rubûbiyet sıfatlarının mefhumlarına olsun benzemeye çalışmayı terketmek, Uluhiyet'e teslim olup Ehadiyet'e teslimiyet gösterme noktasında nefsi alçakgönüllülük, tevazu ve suskunluğa mahkum etmek de sabrın tezahürlerin dendir. Sabırsızlığın sizi bu tür bir densizliğe sevketm e sinden sakının. Aksi halde sağlam basan ayağınız kayıverir. Böyle bir duruma düşmekten Allah Teala'ya sığınırız. Kendileri için geçim temin etme, harcamada bulunma ve yaptıkları eziyetlere karşı tahammül gös terme noktasında eş ve çocuklara karşı da sabırlı olmak gerekir. Kulun Allah Teala karşısında eş ve çocuklarıyla ilgili olarak takip etmesi gereken kuralları vardır. Bunların en altında kendileriyle ilgilenme, en üstünde ise onlarhakkmda Allah Teala'dan razı ola rak O'na tevekkül etme vardır. Ortada ise, onlara harcamada bulu narak, nefsi onlara meyletmekten uzak tutma vardır. Bilin ki günahların çoğunluğu şu iki şeyden kaynaklanır: Sevdiği şeylere karşı nefsine hakim olmada ve sevmediği şeylere katlanma noktasında sabırsızlık. Allah Teala, bir ayet- i kerimede sevilen bir şeyin kul için şer, sevilmeyen bir şeyin de tam aksine hayır getirebileceğini bildirerek şöyle buyurmuştur: "Siz birşeyden hoşlanmazsınız halbuki o, hak kınızda bir hayırdır ve olur ki birşeyi seversiniz, halbuki hakkınız da serdir". (Bakara/216) Sabrın hükmüne gelince; sabrın başı aynı İhlasın başı gibi farzdır. Sabır, aynı zamanda silahı olmayan kimse için iyi bir silahtır. Çünkü iş, başka birinin elinde olduğu zaman, sabretmekten başka yapacak birşey yoktur. Muhtaç olduğunuz birşey size az geldiği zaman, sabırla beklemekten beşka yapacak birşeyiniz yoktur. Aksi takdirde o az da tamamen kesilecektir. Sabırsızlığın temelinde yatan, uğruna sabrettiğin kişinin vereceği güzel karşılığa dair varo lan inancın zayıflığıdır. Çünkü buna dair inancı kuvvetli olan kişi için geç gelecek olan vaad bile derhal gerçekleşecek gibidir. Vaad sahibi sadık olduğu zaman, onun vaadine inanan kişi de sabrı en güzel şekilde gösterir. Çünkü o, neticede nail olacağı mükafaattan emindir. Kul, ancak şu iki esasa dayanarak sabreder: 1.Sabrın karşılığı olan şeyi görmek; ki bu, iki esasın düşük olanıdır. Genel olarak müminler ve kitapları sağ taraflarından verilecek Ashab -ı Yemin için geçerli olan sabır sebebi budur. 2. Karşılığı verecek olana bakıp O'nu düşünmek; bu da yakin ehlinin hali ve Mukarrebun'un maka mıdır. Sabır karşılığında vaadedilen bedeli gören kul, sabırlı olmaya özen gösterir. Bunu, vaaden Zat- ı İlahi'yi düşünen kul ise, O'nun kudret ve azametini görerek sabra yönelir. Ariflerden bir zat, sabrı üç esasa taksim etmiş ve bu üçü için de üç makam tesbit etmiştir: 1.Şikayet ve serzenişi terketmek; bu, tevbekârlarm derecesidir. 2.Takdir edilene rıza göstermek; bu, zahidlerin derecesidir. 3. Mevla'nın kendisine yapacağı herşeyi sevmek; bu da, sadıkların derecesidir. Selef-i Salih'in (ra) ileri gelenleri de sabrı genellikle üçe ayırmışlardır. Bu babda Hasan el Basri (ra) ve diğerlerinden şu bilgi nakledilmiştir: Sabır, üç türlüdür: 1. Masiye tten uzak durmada sabır; sabrın en faziletlisidir. 2.Allah Teala'ya itaat ve ibadette sabır; 3.Musibetler karşısında sabır. Bunlar da, yukarıda anlattığımız sabır türleri kapsamına girmektedir. Anlattıklarımızın özü şudur ki sabır; bir farz ve bir fazilettir. Onun bu hususiyeti, muhtelif hükümlerin bilinmesiyle bilinmektedir. Farz veya emir mahiyeti taşıyan bir amelle ilgili olarak sabretmek de farzdır ve emredilmiştir. Teşvik ve mendubiyete mazhar olan bir amelde sabır göstermek ise fazilet ve nafile hükmündedir. Tasabbur, yani sabretmeye çalışmak, bizatihi sabır olmayıp nefs mücahedesi ve nefsi sabra sevk ve teşvik etme gayretidir. Bunu bir tür sabır için çabalamak olarak görebiliriz. Buna misal olarak da Tezehhüd mefhumunu zikredebiliriz. Tezehhüd; züh d hasıl oluncaya kadar zühd vesilelerini değerlendirmeye çalışmaktır. Sabır ise, bir sıfatın tahakkuk etmiş halini ifade etmek için kullanılan bir isimdir. Bu yüzden, mevzusu olduğu makam da onunla bilinir.
Nefsin isteksizliği, acının tadılması ve çekilen elem, kulu sabır dairesinden çıkarmaz. Bilakis bunların mevcudiyetine rağmen sabırlı olmak mümkündür. Çünkü beşeri tabiat bunu icap ettirmek tedir. İnsan, tabiatı itibarıyla sabır anında üstte zikrettiğimiz hislerle çatışır. Sabrın şu fayda- "1, vardır ki, Mevla'nın hükmü karşısında kulun serzenişini bastırmasını ve öfkesini yutabilmesini sağlar. Çünkü Allah Teala'nm hükmü karşısında yakınma ve öfkeyi ter -ketmek, rıza ve tevekkülün Özünü teşkil eder. Bu da yakini imamn en üstün mertebelerinden biridir. Dolayısıyla böyle bir haldeki kul, sabır dairesinden çıkmaz. Kulu sabır dairesinden çıkaran şey; sabrın zıddı olan şeydir. Bu da, Hükm -i İlahi karşısında yakınma, ilimde haddi aşma, öfkeyi izhar etme, serzenişi arttırma, can sıkıntısı ve zemmetmedir. Tasab bur yolunda nefs riyazeti yapmak, Tasabbur ehlinin makamı olup zaaf içindeki müridlerin de halidir. Nefs-i Emmâre, sizi fuzuli şehvetlere meylettirdiği veya önceki alışkanlıklarınıza dönmeye zorladığı zaman, onun bu yöndeki her türlü ihtiyacından menetmeniz gerekir. İhtiyacın men'i ve fuzuli şehvetlerden önce düşünülmesi elzem olan daimi bir sıkıntı halinin varlığı onu oyalayacaktır. Helale karşı dahi sabır göstermek sure tiyle onu terbiye edip isteklerini reddettiğiniz zaman emriniz altı na girecek ve fu zuli sehvetlerekarşı sabırlı olmayı öğrenecektir. Neticede, mubahlardan önce düşünülmesi gereken acil bir bedelin varlığından Ötürü fuzuli şehvetini terketmiş ve acil olan gıda ihtiyacını karşılamak için daha sonra tamah edebileceği heva ve şeh vetlere k arşı sabrı tercih etmiş olacaktır. Tamahkâr nefislerin ter biyesinde izlenecek yolların en başında bu yol gelir. Tasabbur ehli içinde güçlü olanlar, nefslerinin kendilerine sabır ve namaz ile icabet etmediği, açlık ve susuzluk ile teslim olmadığı kimselerdir. Üçüncü tabakada bulunanlar arasındaki zayıf iradeli kimseler ise, birinciler gibi oruç ve namaz ehlinden, ya da açlık ve susuzluk ehlinden olmayanlardır. Bunlar, ihtiyaçları karşısında nefslerini sabra zorlama noktasında tahammül gösteremedikl eri gibi, nefslerinin şehvet tutkuları karşısında da sabırlı olamazlar. Bunların terbiyesi, nefslerini helal manasında olan bütün haramlardan uzak tutmaları, helaka sevkedici şehvetleri terkederek orta yollu şehvetle iktifa etmeye çalışmalarıdır. Böylelikle nefsleri sükunet bulacak, haramlardan uzak durur ken şehvet ve arzuları da dinecektir. Halbuki bunların ötesinde kulu helaka sürükleyecek durumlar mevcuttur. Zayıf nefsler de işte bu riyazet ile huzur ve itmi'nan bulurlar. Alimler, sabır ve şükürden hangisinin daha faziletli olduğunu tesbit etme hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu iki makam arasında tercih yapmak mümkün değildir. Çünkü her iki makamda da birbirlerinden üstte ve altta yeralanlar vardır. Marifet ehli içinde tahkik sahibi olanlar şöyle derler: İki kul, aynı makamda dahi bir birlerine müsavi olmazlar. Bilakis bunlardan birinin ilim, amel, vecd ve müşahede hususunda diğerinden üstün olması gerekir. Ancak doğruluk, maksad ve dayanakları bakımından müşterektirler. Kullar arasındaki farklılaşmanın en bariz olanı, yöneldiği yöne ait müşahedeleri noktasında görülür. Söz söyleyenlerin en sadığı olan Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Herkesin kendine mahsus yö neldiği bir yön vardır ve ona yönelir". (Bakara/148); "De ki: Herkes kendi yaratılış kabiliyetine göre hareket eder. O halde yolca en doğru olanın kim olduğunu ancak Rabbiniz bilir". (İsra/84) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Allah'a götüren yol bakımından hangisinin daha yakın ve daha mutedil olduğunu yalnız O bilir. Kitab ve Sünnet'in zahiri de, sabrın çeşitli derecelere sahip olduğuna delalet etmektedir ki bunu Allah Teala'nm şu buyruğunda görmekteyiz: "İşte bunlar, mükafaatları iki kere verilecek olanlar dır. Çünkü bunlar sabretmişlerdir". (Kasas/54) Şükredenlere ise ecir ve mükafaatları bir kere verilir. Sabır makamına en çok benzeyen makam, Korku makamıdır. Şükür makamına en çok benzeyen makam ise, Rica (=ümit) maka mıdır. Allah Teala buyurdu ki: "Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır". (Rahman/46) Marifet ehli Korku makamının
Rica makamından üstünlüğü hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ittifakın kaynağında ise, ilmi amele üstün tutmaları yatmaktadır. Sabır da, Korku makamının hallerinden biridir. Fazilet bakımından sabır haline sahip olan kişi, Korku makamına daha yakın olur. Şükür ise, Rica makamından bir haldir. Şükredenin hali de, Rica makamına daha yakın olur. Bu noktada Sünnet- i Nebevi'den de daha önce rivayet ettiğimiz şu hadisi zikredebiliriz: "Size en az verilen şey, Yakin ve sabır az midir. Bu ikisinden nas ibine mazhar olan kimse, geçmişte kaçırdıklarını önemsemez". Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav), sabin yakin ile aynı kefeye koymuştur. Herkes de bilir ki, yakin ( -yakini iman) kadar kıymetli ve yüce bir şey yoktur. Amellerin edası ve ya -kinin onunla yüce lmesi hususunda Eyyub Peygamber'in (as) şu münacaatını zikredebiliriz: "Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurdu: Ya Eyyub, Zatım üzerine yemin ettim ki sabredenler için hiçbir kınama defteri açtırmayacağım. Onlar sıratın inceliğini de düşünmeyecekler. Tartının eksikliği de onları korkutmayacak ve oradaki yurtları da Darü's-Selam olacak". 8[8] Sabrın Üstünlüğüne Dair Başka Bir Beyan:
Sabır, bir imtihan ve sınama halidir. Şükür ise nimet halidir. İmti han ve musibet hali, elbette daha üstündür. Çünkü o, nefse daha ağır gelir. Allah Teala'nm şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Sabredenlere mükafaatları hesapsızca verilir". (Zümer/10) Şükre -denlere ise, ecirleri hesap edilerek verilir. Bu ayette görüldüğü gibi, sabır sıfatı için tahsis edilen bir meziyet diğerleri için geçerli kılınmam aktadır. Sabrın üstünlüğüne dair başka bir açıklama da şöyledir: Ali (kv), imanın şubelerini anlattığı uzun bir konuşmasında, sabrı ya -kinin dört makamı üstüne çıkarmış ve bunların, sabrın temel taşları olduğunu bildirerek şöyle demiştir: 'Sabır, dört temele dayanır: Şevk, Korku, Zühd ve Bekleme. Cehennem ateşinden korkan kişi, Allah Teala'nm haram kıldıklarından uzak durur. Cennete şevk duyan kişi de, şehvetlerine gem vurur. Dünyada zühd sahibi olan kişi ise, başına gelen musibetleri gözünde büyütmez. Ölümü bekle yen de, hayırlarda yarışır1. Görüldüğü gibi Ali (kv) bu makamları, sabrın temelleri olarak takdim etmiştir. Çünkü bunlar, sabrın kay naklan ve sabırda ihtiyaç duyulan hususlardır. Allah Teala sabn takvanın bir hali kılmış ve müttakilere olan ikramını da derecelerce arttırarak şöyle buyurmuştur: "Kim Al-lah'dan korkar ve sabrederse..". (Yusuf/90) Başka bir ayet-i kerime-de ise, "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, takvaca en ileri olanmızdır". (Hucurat/13) Allah katında en değerli (=ekram) ve takvaca en ileri (=etkâ) kelimelerinin kullanılması, 'değerlileriniz (=kirâm) ve takva sahipleriniz (=müttakûn)' kelimelerinin kullanılmasından daha üstündür. Çünkü en değerli (=ekram) ve takvaca en ileri (=etkâ) kelimeler inin kullanılması bir farklılığa delalet et mektedir. Takvaca en ileri olan, Allah katında en değerli olandır. Takvanın icaplarına tahammül etme noktasında en çok sabreden de, takvaca en ileri olandır. Bil ki sabır, cennete giriş sebebi ve cehennemden kurtuluş vesi lesidir. Çünkü bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmektedir: "Cennet sıkıntı ve zorluklara karşı verilir. Cehennem ise şehvet ve arzular karşı verilir". Mü min, cennete girebilmek için sıkıntı ve zorluklar karşısında sabra ihtiyaç duyarken, cehennemden kurtulabilmek için de şehvet ve ar -zulanna karşı sabra ihtiyaç duyar. Sabır ve şükrün üstünlük derecelerine gelince bunu üç noktada belirlemek mümkündür: 1.Bu noktaların başında, makamların hallerden üstün olması gelir. Sabır ve şükür, iki hal olduklan gibi, makam da olabilirler. Makamı sabır olan kişinin hali de bunun için şükür olur. Bu durumda sabreden daha üstündür. Çünkü o, makam sahibidir. Maka mı şükür olup da hali bunun üzerinde sabır etme olan kişiye gelince, böyle biri için hali, makamından ayrı bir 8[8]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 206-226..
fazlalık içerir. Bu durumda da sabır hali, şükür makamı için bir fazlalık olmaktadır. 2.Üstünlük derecelerinin ikinci noktası şudur: Allah Teala'ya yakın kılınanlar (=Mukarrebun), amel defterleri sağdan verilecek olanlardan (=Ashab -ı Yemin) daha üstündürler. Mukarrebun arasında sabreden kişiler, Ashab -ı Yemin arasındaki şükredenlerden daha üstündürler. Mukarrebun içinde şükredenler de, Ashab -ı Yemin arasındaki sabredenlerden daha üstündürler. Denilebilir ki: Sabreden ve şükreden kişilerin her ikisi de Mu karrebun zümresi içindeyse o zaman hangisi daha üstün olacaktır? Böyle bir durum olması mümkün değildir. Çünkü daha önce de be lirttiğimiz üzere Allah Teala'nm koymuş olduğu ince kıstaslardan dolayı, bu ikisi aynı makamda biraraya gelemezler. Allah Teala bu makamları vazederken sanatının bütün inceliğini göstermiş ve sıfatlarının benzeşmesine, sebeplerinin müşterek olmasına rağmen onları birbirinden ayırmıştır. Bu tür bir durumda üstün olan, Allah Teala'yı en iyi bilendir. Çünkü o, Allah Teala için daha sevimli, O'na daha yakın ve yakin bakımından daha seviyelidir. Yakin de, Allah Teala'nm indirdiği şeylerin en yücesidir. 3.Üstünlük derecelerinde üçüncü nokta ise şudur: Şükrü gerektirecek şeylere karşı sabırlı olmak, daha faziletlidir. Sabrı gerektiren hususlarda ise şükretmek daha hayırlıdır. Bu da, hallere bağlı olarak farklılaşır. Bunun açıklamasını şöyle yapabiliriz: Nimet halinde bulunan bir kul un, nefsani hazlara, nimetlerden yararlanmaya ve refah sür meye karşı sabırlı olması daha faziletlidir. Nimetlere ve zenginliğe karşı sabır göstererek geri durmak, Marifet makamlarından biridir. Bu daha üstün ve faziletlidir, çünkü bunda, daha hayırlı olduğu hu susunda icma bulunan zühd faziletinin tecellisi mevzubahistir. Kulun hali, bela ve fakirlik ise, fakirlik, bela ve musibetler kar şısında Allah Teala'ya şükretmsi daha faziletlidir. Böyle bir durumda şükretmek de, marifet makamlarından biridir. Böyle bir kul, it tifakla daha üstündür. Çünkü yaptığı işte, üstünlüğü tartışılmayan rıza fazileti mevzubahistir. Sabreden kişinin üstünlüğü ve sabrın üstün bir dereceye yerleştirilmesine delil teşkil eden bir diğer husus da şu cümledir: Sabreden arif, şükreden arifden daha üstündür. Çünkü sabır fakirlik hali iken, şükür zenginlik halidir. Mefhum bakımından şükrü sabra tercih edip ondan üstün tutan kimse, zenginliği fakirliğe tercih eden kimse demektir. Bu, Selef ulemasından hiçbirinin yapmadıkları birşey o lup ancak dünya ehli olan ulemaya yakışan bir tutumdur. Onlar kendi nefslerini buna sevkettikleri gibi, halkı da kendi nefslerinin telkinlerine sevketmişlerdir. Zenginliğin yoksulluktan üstün tutulması, arzuların zühde, büyüklenmenin alçakgönüllülüğe, ki birin tevazu-ya üstün tutulması demektir. Bu da arzuları peşinde koşanların za-hidlere, zenginlerin fakirlere üstünlüğü neticesini doğurur. Bunun da neticesi, dünya düşkünlerinin ahiret düşkünlerinden üstün tutulmasıdır. Biz, cümleten ve mefhum olarak sab rı şükürden üstün görmekteyiz. Çünkü sabır bir hal olup, imtihan da onun makammdandır. imtihan ehli ise, misal olmaya en layık olanlardır. Onlar da peygamberleri en çok örnek alanlardır. Ayrıca sabır, nefslerin heva ve arzularına olabildiğince uzak, darlık ve sıkıntıya ise olabildiğince yakın olan bir haldir. Sabır, nefsin istemediği şeyler noktasında çok ağır ve beşer tabiatının en çok nefret ettiği bir haldir. Sabır, nefse hoş gelen şeylere de zıd düşen bir davranış şeklidir. Nefs onunla sükunet bulup da vecde ulaştığında onu tarif etmek mümkün olmadığı gibi yaşadığı huzur da hayran olunacak bir seviyeye çıkar. Neticede bu sükunet ve iç huzur ile övülerek razı olmuş ve razı olunmuş nefs (=nefs-i razİye; nefs -i marziyye) haline gelir. Allah Teala da sab rı emretmiş ve sabırda yarışma hususunda kullarını ısrarla teşvik etmiş ve bunu murabata ile teyid etmiştir: "Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında ileri geçin, cihad için hazır ve rabıtalı (murabıt) bulunun". (Al-i İmran/200) Ayetin bir tef sirinde 'Sabır ve sabırda yarışma hususlarında rabıtalı ve hazırlıklı olun' ifadesi murad edilmiştir, denilmektedir. Her halükârda aynı yerde birlikte zikredilen bu üç emir de sabırla aynı
anlamdadır. Bu da, Allah Teala'nm sabrı ne derece yücelttiğini ve onu ne kadar sevdiğini göstermesi bakımından mühim bir delildir. Kendisinde bu fazileti taşıyan bir mümin, Allah Teala'nm emir ve işaretlerine çok daha büyük bir hürmet hissi içinde olacaktır. O'nun işaret lerini yücelten kişi, elbette O'ndan en çok sakınan, en takvalı kişi olacaktır. Takvaca en ileri olanlar ise, Allah Teala'nm katında en değerliler arasında yeralacaktır. Bunu da, şu ayet -i kerimede gör mekteyiz: "Bu böyledir. Kim, Allah'ın muhterem kıldığı işaretlere hürmet edip onları yüceltirse şüphesiz ki bu, kalplerin takvasm- dandır". (Hac/32) O, başka bir ayet -i kerimede de, takva bakımından ileri olanların durumunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, takva bakımından en ileri olamnızdır". (Hucurat/13) Sabır, aynı zamanda Ulü'1- azm yani azimet erbabı peygmberle -rin makamıdır. Allah Resulü de (sav), onlara misal olmakla emro- lunmuş ve Allah Teala, kuluna karşı onlarla övünerek şöyle buyurmuştur: "O halde azimet sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret ". (Ahkaf/35) Dini bakımdan azimetler, ruhsatlardan daha evladır. Bu babda Süfyan -ı Sevri'nin (ra), Habib b. Ebi Sa- bit'ten şunu naklettiğini rivayet ettik: Müslim el-Battin'e, sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu sorulmuştu. Şunu söyledi: Sabır. Şükür ve esenlik ise bize daha sevimli gelir. Allah Teala'nın "Onlar ki sözü dinlerler sonra da en güzeline uyarlar" (Zümer/18) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak da, 'yani en ağır ve azimeti mucip olanlarına uyarlar5 denmiştir. Çünkü dünya hayatında helal kılınmış olan birşeyi mubah görüp yapmak Hasen yani güzeldir. Bunlar hususunda zühdü tercih etmek ise Ahsen ya ni daha güzeldir. Allah Teala, sabrı azim gerektiren işlerden sayarak şöyle buyurmuştur: "Her kim de sabreder ve affederse, işte bu, hiç şüphesiz azmedilmeğe değer işlerdendir". (Şura/43) Allah Teala, şükür konusunda kullarını müşterek kılarken sabır konusunda kendisini tek kılmıştır. Muhakkak ki, Allah Teala tarafından Zatı'na mahsus olarak zikredilen bir sıfat, kullarla müşterek olan bir sıfattan daha üstündür. O, bu mey anda şöyle buyurmuştur: "Bana ve anne babana şükret (diye de tavsiye ettik)". (Lokman/14) Resulü de (sav) de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara şükretmeyen, Allah'a da şükretmez".9[9] Sabır konusunda ise, kulla rından hiçbirini Zatı'yla müşterek kılmamış ve onu yalnız kendine mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: "Rabbin için sabret". (Müddes-sir/7); "Rabbinin hükmüne sabret". (Tur/48) Bil ki şükür, sabır mefhumunun muhtevasına dahildir. Sabır, şükürü de cami olan bir mefhumdur. Çünkü bir nimetiyle ilgili ola rak Rabbine karşı çıkmama hususunda sabır gösteren kişi, aynı zamanda o nimetin şükrünü de ifa etmiş olmaktadır. Aynı şekilde, Rabbine ibadet ve taati noktasında nefsine hakim olarak sabır gösteren kişi de Rabbinin nimeti karşısında şükür vecibesini ifa etmiş olmaktadır. Cüneyd- i Bağdadi'ye (ra), şükreden bir zengin ile sabreden bir fakirden hangisinin daha üstün olduğu sorulmuştu. O da şöyle dedi: Ne zengin varlıktan ötürü, ne de fakir yokluktan ötürü övülebi-lir. Her ikisinde de Övgüye layık olan, bulundukları halin şartlarını hakkıyla yerine getirmeleridir. Zenginin hali, ondaki zenginliğin nimettlerini tatması ve bunlardan zevk almasıdır ki bu, beşer tabiatına daha uygundur. Fakirin durumu ise, nefsine acı veren bir sıkıntı ve darlık içinde olmasıdır. Bunlardan her ikisi de Allah Teala karşısında yapmaları gerekeni yapıyorlarsa, bu durumda sıfatı üzülmek ve acı çekmek olan kişi hal bakımından daha iyidir. Cü -neyd'in (ra) bu babda söyledikleri mealen böyledir. Ebu'l-Abbas b. Ata ise bu meselede kendisine muhalefet etmiş tir. Denir ki: Bunun üzerine Cüneyd ona beddua etmiş ve Ebu'l -Ab- bas'm başına gelmedik bela kalmamıştır. Çocukları Öldürülmüş, malı yağmalanmış ve ondört sene boyunca aklını kaybetmiştir. O yollarda divane 9[9]
Ebu Davûd, Ede b/11; Tirmizî, Birr/35; îbııi Hanbel, IT/258, 295. 303, 388
gi bi gezerken, 'Cüneyd'in bedduası beni yaktı' diye söylenirdi. Neticede zenginliğin fakirlikten üstün olduğuna dair söylediklerinden rücu etmiş ve fakirliği üstün ve şerefli bir hal olarak görmeye başlamıştır. Rivayet edilen bir hadiste de şu ifade geçmektedir: "İçinizde nefsini en iyi tanıyanınız, ona karşı imtihan edildiği şeyi ve kendisine karşı nefsinin imtihanını en iyi bilen kişidir". Allah Teala'nın bizi tabi tuttuğu en ağır imtihan, nefsimize olan sevgimiz, onu tabi tuttuğu imtihan da bize olan dü şmanlığıdır". Rububiyet sıfatlarına özendiği için Allah'ın düşmanı olduğunu bilerek kendi düşmanıyla mücahede yolunda sabreden kişiden da ha üstün kimse olur mu? Senin muhabbetiyle onun ise sana düşmanlığıyla imtihan edildiğiniz bir imtihandan daha zor bi r imtihan olabilir mi? Siz ki bu durumda Allah Teala'mn muhabbeti uğruna onun sevgisini terkeder ve O'nu razı edebilmek için kendisiyle de vamlı cihad ederek nefsinizin size olan düşmanlığına göğüs gerip sabredersiniz. Muhakkak ki bu, adaletin zirvesi ve faziletlerin do ruğudur. Bunu yapabilmenin tek yolu da, Allah Teala'mn inayet ve taltifine, sürekli nazarına mazhar olabilmektir. Çünkü muvaffakiyet, güç ve sabır ancak O'nun sayesindedir. Geçmiş alimlerden birine sorulan meşhur meseleye gelince, bu rada iki kuldan bahsedilmektedir. Kullardan biri bir musibetle im tihan edildiği vakit buna karşı sabretmiş, diğeri ise kendisine nasip edilen bir nimet için Rabbine olan şükrünü eda etmiştir. O alim, her ikisinin de müsavi olduklarını söyledikten sonra se bebini şöyle beyan etmiştir: Çünkü Allah Teala, biri sabreden diğeri de şükreden iki kulunu da aynı sena ve övgü ile anmıştır. O, Ey-yub Peygamberi (as) vasfederken "Ne güzel kul! Çünkü, hep Allah'a yönelir" (Sad/44) buyurmuş, Süleyman Peygamberi (as) vasfederken de aynı şekilde "Ne güzel kul! Çünkü, hep Allah'a yönelir" (Sad/30) buyurmuştur. Bize göre bu zatın sözü, anlayışın inceliklerine dair bir gaflet ve Allah Teala'nm kelamının hakikatim düşünme noktasında bir zaaf arz etmektedir. Kanaatimize göre Allah Teala'nm Eyyub'a (as) olan övgüsü, fazilet bakımından Süleyman'a (as) olan övgüsünden daha üstündür. Bu üstünlük de, onüç hususta kendini göstermektedir. Allah Teala, bu onüç husustan sonra Eyyub (as) ile Süleyman'ı (as) iki sıfatta müşterek kılmıştır. O, Eyyub Peygambere (as) onüç fark lı medh ve senayı mahsus kılarak, kendisine Süleyman'dan (as) üs tün tutmuştur. Bunların başında Allah Teala'nm Resulü Mustafa'ya (sav) karşı, Eyyub (as) ile övünmesi gelir. O, şu buyruğu ile Eyyub'u şereflendirmiş ve kendisini üstün kılmıştır: "Kulumuz Eyyub'u zikret". (Sad/41) Buradaki zikretme emiri, ona uyma ve kendisini örnek alma manasmdadır: "Ve azim sahibi peygamberler gibi sabret". (Ah -kaf/35) Ayetin tefsirinde denildi ki: Bunlar, büyük sıkıntı ve belala ra maruz kalmış peygamberlerdir. Eyyub Peygamber de (as) bunlardan biridir. Bunlar, makaslar la kesilmiş, testerelerle lime lime edilmiş insanlardı. Bazılarına göre, bunların sayısı yetmişti. Başkaları ise, peygamberlerin ataları ve en faziletlileri sayılan İbrahim (as), İshak (as) ve Yakub (as) peygamber olduklarını söylemişlerdir. Bu görüşü teyid eden ayet -i kerimeler de şunlardır: "Kitab'da İbrahim'i zikret". (Meryem/41); "El ve göz sahibi kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u an". (Sad/45) Burada murad edilen, onların kuvvet ve metanete sahip olup basi ret ve yakin ehli olduklarıdır. Allah Teala bilahare Eyyub (as) peygamberi de onların mertebesine yükseltmiş ve onu Allah Resulü (sav) için, bir teselli kılmıştır. Daha sonra da O'ndan Eyyub'u anmasını ve misal almasını isteyerek 'Kulumuz' ifadesini kullanmıştır. Allah Teala, 'Kulumuz' ifadesini kullanmak suretiyle Eyyub Peygamberi kendi Zatına izafe etmiştir. O'nun bu izafesi, kendisi için bir tahsis ve yakınlaştırma manası taşır. Çünkü kendi Zatı ile onun arasına mülkiyet ifade eden 'Lam' harfini koymamıştır. Bu harfi, kullanmamak suretiyle, onu da benzeri olan imtihan ehli kullarına dahil etmiş olmaktadır ki onlar da üstteki ayet -i kerimesinde görülmektedir: "El ve göz sahibi kul larımız İbrahim, İshak ve Yakub 'u an".
(Sad/45) Onlar, Allah Tea la'nm imtihan ehli olan kullarıdır ve O, diğer peygamberlere karşı bu kullarıyla övünerek onların zürriyetlerini de seçilmişler kılmıştır. Eyyub Peygamberi de, övgünün güzelliği noktasında onlara katmıştır. Onu anarak ibr et alınmasını istemesi de ona yönelen sena -ı ilahidendir. Allah Teala daha sonra şöyle buyurmuştur: "Bir vakit o, Rabbine şöyle nida etmişti:". (Sad/41) Görüldüğü üzere Allah Tea la, Eyyub Peygamberi'n yalnız kendisine nida ederek hitabını tahsis ettiğin i haber vermektedir. Eyyub (as) Rabbine hitabında şöyle demektedir: "Bana gerçekten bir dert isabet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin". (Enbiya/83) Görüldüğü üzere Allah Teala onu, yakaran ve münacat eden sıfatında anlatmakta ve Za -tı'nm onun için rahmet sıfatıyla malum olduğunu haber vererek yaşadığı büyük ızdıraba rağmen Zatı'na yönelerek huzur bulup kendisine nida ettiğini ve O'na serzenişte bulunarak O'ndan yardım dilediğini haber vermektedir. Allah Teala Eyyub'un (as) makamını, Musa (as) ve Yunus'un (as) makamlarına benzetmektedir. Çünkü onlar da benzer hallerde şöyle demişlerdir: "Allahım, Seni tenzih ederim. Sana tevbe ettim". (A'raf/143); "Sen'den başka ilah yoktur Allahım, Seni tenzih ede rim. Muhakkak ki ben zulmedenlerden oldum". (Enbiya/86) Bura daki hitaplar, müşahededen ve yüzleşmeden doğan hitaplardır. Allah Teala, Eyyub Peygamberin (as) niyazına icabet ettiğini ve ondaki ve ailesindeki derdi giderdiğini haber vermektedir. O, onun sözünü kudretini tecelli etme vasıtası, hikmetini n cari olma yeri ve icabetini açan kapı olarak bildirmiştir. Bütün bunlardan sonra şöyle buyurmuştur: "Ve ona bütün aile sini ve beraberinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik". (Sad/43) Burada da Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygamber'e (as) üstün tutulması sözkonusudur. Çünkü kişinin ai lesine bahsedilmesi ile ailenin kişiye bahsedilmesi arasında fark vardır. İkincisi övgü bakımından daha yüksek bir mertebededir. Allah Teala Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak "Ve Davud'a Süleyman'ı bahşettik" (Sad/30) buyurmaktadır. Bu noktadan bakıldığında Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygamber'e (as) üstün lüğü, Musa Peygamber'in (as) Harun'a (as) olan üstünlüğü gibidir. Allah Teala Musa Peygamber'in (as) kardeşine olan üstünlüğü nü bildirirken de şöyle buyurmuştur: "Ve ona, rahmetimizin eseri olarak kardeşi Harun'u peygamber olarak bahşettik". (Meryem/53) Allah Teala Davud Peygamberi (as) medhederken de, benzer şekil de "Ve Davud'a Süleyman'ı bahşettik" (Sad/30) buyurmuştur. O, Musa Peygamber'e (as) kardeşi Harun'u (as) bahşettiği gibi, Davud Peygamber'e de (as) oğlunu bahsetmiştir. Kendisiyle övünülme ve hatırlanıp ibret alınma noktasında Eyyub Peygamber'in (as) makamı, Davud Peygamber'in (as) makamı na benzer. Çünkü Allah Teala, Resulü'ne (sav) Davud Peygamberi (as) anlatırken şöyle buyurmuştur: "Onların söylediklerine sabret ve kulumuz Davud'u hatırla". (Sad/17) O, Eyyub Peygamberi (as) anlatırken de aynı tavsif ile şöyle buyurmuştur: "Kulumuz Eyyub'u hatırla. Bir vakit o, Rabbine şöyle nida etmişti:". (Sad/41) Göi'üldüğü gibi Allah Teala, Eyyub Peygam beri (as) manevi bakımdan Davud ve Musa Peygamberlere (as) benzetirken, makam bakımından da onların makamına yükseltmiştir. Bu iki Peygamber de, bizim kalplerimizde Süleyman Pey-gamber'den (as) daha üstün bir mevkiiye sahiptirler. Bütün bunların ışığında Eyyub Peygamber'in (as) makamının, Süleyman Peygamber'in (as) makamından daha üstün olması muhtemel olmaktadır. Şüphesiz Allah Teala'nm sabık ilmi daha doğrudur. Ancak bizim gönül lerimiz buna daha yakın durmaktadır. Her halükârda en iyisini bilen Allah Teala'dır. Allah Teala, yukarıdaki ayetinin devamında 'Biz'den bir rahmet olarak' buyurmaktadır. Böylece onu Zat'mdan sayarak ve kulu ola rak vasfederek şereflendirmiş ve hürmete değer kılmış olmaktadır. Ardından da 'Ve akıl sahipleri için de bir hatırlatma' diye buyura rak, kendisini akıl sahiplerine imam, sabır ve imtihan ehline bir numune, velileri için de sıkıntılara
karşı bir ibret ve teselli kılmış olmaktadır. Allah Teala dah a sonra yine kendi Zatı'nı zikrederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Biz onu sabırlı bulduk. (Sad/44) Burada da kendisini ikinci kez, Zatı ile birlikte zikretmekte, ismini ismine katarak onu kendisine yakınlaştırmaktadır. Çünkü 'Vecednâ=bul -duk' fiilinin sonundaki 'Nâ=Biz" zamiri de Allah Teala'nm ism-i ce hlidir. Aynı fiilin sonuna bitişik olan 'Hu=Onu' zamiri de, kulu Ey-yub'un (as) ismidir. Daha sonra 'Sabırlı' olarak vasfederken de onun metanetini ifade buyurarak onun ahlakını kendi ahlakına katmıştır. Ardından da "O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) buyurmuştur. Bu iki sıfatın zikredildiği ayet, Süleyman Peygamber'in (as) se na ve Övgü bakımından Eyyub Peygamber (as) ile müşterek kılındıkları ilk ve sor ayettir. Eyyub Peygamber (as) bunun öncesinde gördüğümüz sıfatlarla ona göre daha fazla övgü ve senaya mazhar kılınmış olmaktadır. Öncesinde yeralan sıfatlar ise, hiçbir şeyin ye rini dolduramayacağı türden sıfatlardır. "Kulumuz Eyyub'u da hatırla.." (Sad/41) ayetinden "O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) ayetine kadar geçen ayetler, anlayış ve beyan ehli nezdinde Rur'an -ı Kerim'in en yüce ayetlerinden birini teşkil ederler. Halbuki Süleyman Peygamber (as) ile ilgili olarak, babası Davud Peygamber'e (as) bahşedilm e sinden sözedilmiştir. Buna göre de o, Davud Peygamber'in (as) hase natından biri sayılmış olmaktadır. Allah Teala'nm "O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) buyruğu, Eyyub Peygam ber'in (as) ilk, orta ve son sıfatını ihtiva ettiği gibi, bütün peygamberleri de (as) kapsar. Allah Resulü (sav), bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler arasında cennete en son girecek olan; krallığının büyüklüğünden dolayı Süleyman olacaktır. Sahabe arasında en son girecek olan ise, zenginliğinden dolayı Abdurrahman b. Avf olacaktır". Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: "Süleyman b. Davud, cennete diğer peygamberlerden kırk güz sonra girecektir". Bu hususla ilgili olarak rivayet edilen hadislerde, cennete ilk girenin imtihan ve musi bet ehli olacağı, imamlarının ise Eyyub Peygamber (as) olacağı bildirilmiştir. Çünkü o, imtihan ehlinin imamıdır. 'Sabır kapısı dışında, cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır. Onun tek kanadı vardır. Ondan ilk giren de imtihan ehli olacaktır1. Bu babda rivayet edilen bütün hadislerde Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygambere (as) olan üstünlüğü teyid edilmektedir. Zira o, imtihan ve dert ehlinin imamı, akıl sahipleri için bir ibret ve -öğüt, sıkıntı, musibet ve sabır ehlinin de önderidir. Yukarıda anlattıklarımız, peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün tutma maksadını gütmemektedir. Çünkü bizler, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis- i şerif ile bundan mene-dilmişizdir: "Peygamberleri birbirlerinden üstün tutmayın".10[10] Ama Allah Teala, peygamberlerden bazılarını, bazılarından üstün kıldığını haber vererek şöyle buyurmuştur: "O peygamberlerden bazılarını bazısından üstün kıldık". (Bakara/253) Biz, Kur'an-ı Kerim'deki övgü ve senaların üstünlüğünü izhar ederek Eyyub (as) ve Süleyma n (as) kıssalarında tekrar edilen sıfatların batınını ortaya çıkarmak istedik. Bunu da Kelam -ı İlahi üzerindeki tefekkür ve tedebbürümüzün elverdiği Ölçüde yapmaya çalıştık. Elbetteki işin hakikati Allah Teala'nm sabık ilminde mevcuttur ve O, her şeyin e n iyisini bilen, hikmetçe en ileri olandır. Fakat biz, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisine özenerek böyle bir istin -bata giriştik: "Kur'an'ı okuyun ve onun garip görünen yerlerini araştırın". Ayrıca bunda, imtihan ve sabır ehlinin yüceltilmesi, kalplerinin takviye edilmesi, Allah Teala'nm onlar üzerindeki güzel nimetlerin anlatılması, gizli nimetlerinin izhar edilmesi, Kelam-ı İlahi'nin inceliklerine dikkat çekilmesi, nefs ve dünya konusunda zühdün özendirilmesi, ahiret ve sabra teşvik, misal olmaya en layık olan ve peygamberleri misal alan imtihan ehlinin üstün tutulması sözko -nusudur. Yine bunda, imtihana tabi tutulan kulun, 10[10]
Bu manadaki hadisler için b. Buhârî, Enbiya/35; Müslim, Fazail/159; İbni Hanbel, 111/41
imtihana gösterdiği sabır, Rabbinin hükmüne gösterdiği rıza ve O'nu razı edecek şeye teslimiyeti sebebiyle kendisine nimet verilen ve bu nimet ler için Rabbine şükreden kuldan üstün tutulması sözkonusudur. Bilindiği üzere nimetler, beşer tabiatına daha uygun iken, imtihan ve sıkıntılar ona tam ters ve nefs için de hoş olmayan şeylerdir. Dolayısıyla böyle bir durumdaki kul, nefsine baskı yapmak ve ona meşakkat çektirmek zorunda kalır. Nefsin sevmediği şeyler, kul için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Bu da ancak Allah Tea -la'dan gelecek bir sekine sayesinde mümkün olur. Sabretmek için, Allah Teala'nm güç vermesi ve inayetini esirge memesi şarttır: "Sabret, senin sabrın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127) Sabır makamının şerhi de böylece bitmiş oldu. 11[11]
Şükür Makamının Şerhi Ve Şükür Ehlinin Sıfatları:
Şükür, Yakin makamlarının üçüncüsüdür. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer ş ükreder ve inanırsanız, Allah size niye azap etsin?". (Nisa/147) Görüldüğü üzere Allah Teala, şükrü iman ile birlikte zikretmiş ve bu ikisinin birlikte varolmasını cehennem azabından kur tarma vesilesi olarak bildirmiştir. Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Şükredenleri mükafaatlandıracağız". (Al -i İmran/145) Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Yemek yiyip şükreden, oruç tu tup sabreden gibidir". 12[12] İbni Mesud da (ra) şöyle demiştir: Şükür, imanın yarısıdır. Allah Teala, müslümanlara şükrü emretmiş ve onu, zikirle beraber anmıştır: "Beni zikredin ki Ben de sizi zikrede yim. Ve Bana şükredin ve nankörlük etmeyin". (Bakara/152) Zikir ise, şanı yüceltilmiş bir fazilettir. Allah Teala bunu beyan ederken de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah'ı zikretmek, en bü yüktür". (Ankebut/45) Bu durumda, zikir ile birlikte anıldığı için şükür de en büyük faziletlerden biri olmaktadır. Allah Teala'nm şükür ile razı edilmesi, ikramının bolluğundan dolayı kullarının ifa ettikleri bir karşılık mesabesindedir. Çünkü Allah Teala 'nm "Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve nankörlük etmeyin". (Bakara/152) buyruğu, emrin tahakkuku ve şükrün ta'ziminden ötürü 'karşılık' mefhumundan çıkışı ifade etmektedir. Ayette 'Fa' harfi şart ve cezayı ifade ederken, önceki ibaredeki 'Kef harfi de misal-lendirmeyi ifade etmek içindir. Buna göre 'Beni zikredin ki' diye başlayan kısım, "Size, sizden bir peygamber gönderdiğim gibi..." (Bakara/151) ayetiyle birleştirilmiş ve mana, mealen 'Size içinizden bir peygamber gönderdiğim gibi, Beni anın ki Ben de sizi anayım ve Bana şükredin' şeklinde düşünülmüştür. Araplar, gelecek için kullanılan 'Sevfe' kelimesi ye rine 'Sin' harfi ile iktifa ettikleri gibi, 'Kemisli=gibi' kelimesi yerine de 'Kef harfiyle iktifa ederlerdi. Bu; şükür için çok büyük bir tazim olup ancak Allah Teala'yı bilen alimler tarafından idrak edile bilir bir husustur. Eyyub Peygamberin (as) kıssasıyla ilgili olarak şu hadis rivayet edilir: "Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Ben, velile rimden bir ödül olarak şükre razı oldum..". Allah Teala'mn "Onları saptırmak üzere Senin doğru yoluna oturacağım" (A'raf/16) buyruğunun tefsirinde de, 'şükür yolu'nun murad edildiği söylenmiştir. Buna göre, eğer şükür, Allah Teala'ya götüren bir yol olmasaydı, şeytan bu yolun üstüne oturarak onu kesmeye çalışmazdı. Eğer Allah Teala'ya hakkıyla şükreden kul O'nun habibi olmasaydı, lanetli İblis Allah Teala'ya karşı çıkarken şöyle demezdi: "Ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın". (A'raf/17) Allah Teala da bu meya nda şöyle buyurmuştur; "Ve kullarımdan şükre den bir azınlık". (Sebe/13); "İblis'in onlar hakkındaki zannı doğru çıktı ve müminlerden bir topluluk dışında ona uydular". (Sebe/20) Allah Teala sevabın ziyadesini de, şükür ile kesinleştirmiş ve bunda hiçbir şeyi müstesna kılmamış tır. Allah Teala, yalnız şu beş hususu müstesna tutmuştur: Zengin kılma, duaya icabet, rızık 11[11] 12[12]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 226-237.. Buhârî, Et'ıme/56; Tirmizî. Kıyamet/43; tbni Mâce, Siyam/55; Dârimi, Et'ıme/4 İbni Han bel, 11/283, 289 IV/323.
verme, mağfiret etme ve tevbeleri kabul etme. Allah Teala buyurdu ki: "Allah sizi dilediğinde lütfü ile zenginleştirecektir". (Tevbe/28); "Yalnız O'na dua edersiniz de, dilerse O, feryada geldiğiniz belayı üzerinizden kaldırır". (En'am/42); "O, dilediğine rızık verir". (Bakara/212); "O, dilediğine mağfiret eder". (Feth/14); "Sonra Allah, bunun akabinde dilediğinin tevbesini kabul eder". (Tev be/27) Şükürden doğan sevabım ise, istisnasız olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer şükrederseniz, size daha ziyadesini veririm". (İbrahim/7) Şükreden kişi (=şâkir) Allah Teala'mn ziyade lütfuna mazhar olurken çok şükreden (=şekûr) kişi ise, bu lütfün son noktasına ulaştırılır. Şekûr, az da olsa Allah Teala'dan gelen herşeye fazlasıyla şükreden kimsedir. Onun şükrü, sürekli tekerrür etmektedir. Birşey için yapılan övgü ve sena da nimet sayılır. Bu da Rubûbiyet ahlakının esaslarından biridir. Çünkü Allah Teala, çok şükreden kimseye, kendi ismini layık görmüştür. Ziyade lütuf, nimet sahibi ne kalmış olup bunu dilediği kuluna verir. Allah Teala tarafından verilen bu ziyade lütfün en faziletlisi, güzel bir yakin ve sıfatların müşahedesini temin etmesidi r. Allah Teala tarafından bahşedilen ziyade lütfün başı, verilen ni metleri, nimet sahibinden gelen nimetler olarak görmek ve bunlarla ilgili olarak bütün güç ve engellemenin Allah Teala'mn elinde olduğunu bilmektir. O'nun ziyade lütfunun ortası ise; halin devamı, kulun ibadet ve hizmeti sürdürme sidir. Allah Teala tarafından şük reden kula lütfedilen ziyade, ahlak olabileceği gibi çeşitli ilimler de olabilir. Veya ahirette verilecek fazla bir mükafaat ya da dünyadan ayrılırken nasip edilecek metanet de o labilir. Allah Teala şükrü, cennet ehlinin sözlerinin açılışı ve temennilerinin de hitamı kılarak şöyle buyurmuştur: "Bize vaadinde doğru söyleyen Allah'a hamdolsun". (Zümer/74); "Sözlerinin sonu da 'Hamd alemlerin Rabbine olsun' demeleridir". (Yunus/10) Eğer şükür, ameller arasında Allah Teala'ya en sevimli gelen olmasaydı, onu cennette de eda etmelerini istemezdi. Eyyub Peygamberin (as) münacaatmda şöyle bir ifade nakledilmiştir: 'Allah Teala ona sabredenler sıfatında -ki onların varacakları yer Darü's-Selam'dır - şöyle vahyetti: Oraya girdiklerinde, kendile rine şükrü ilham ederim ki o, sözlerin en hayırlısıdır. Şükrettikleri anda da onlara olan lütfumu arttırırım. Beni düşünmeleri halinde de kendilerine ziyadesiyle veririm. Bu da lütfün nihai sınırıdır1. Şükrün başı, nimetlerin Allah Teala'dan geldiğini bilmektir ki O'ndan başka ilah yoktur, bu nimetleri verme noktasında tek olup ortağı olmadığı gibi, bunları vermek için kendisine yardım eden de yoktur. Bütün şeylerin varlığından önce varolan Tek Allah, hiç bir şeyde yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymadığı için bütün bunların Za -tı'ndan nefyetmiştir. Varlığı da yokluğu da veren O'dur ve bu ikisi Allah Teala'mn emriyle kullar için cari olurlar. O, bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Onların, her ikisinde de bir ortaklığı yoktur, Allah'ın, onlardan bir yardımcısı da yoktur". (Sebe'/22) Ayette geçen 'şirk' kelimesi, ortak ve karışma manasında, 'Zahir' kelimesi ise yardımcı manasmdadır. Allah Teala, daha sonra şöyle buyurmuştur: "Sizde nimet namına ne varsa hep Al lah'tandır. Sonra sıkıntı dokununca Allah'a feryat edersiniz". (Nahl/53) Yine o şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah sana bir kötülük dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek olan yoktur. Eğer sana bir iyilik nasip ederse bil ki O, herşeye Kadir5dir". (En'am/17) Allah Teala, bir cümle nimeti saydıktan sonra bunları kendi Za -tı'na izafe ederek şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendisinden (bir lütuf olarak) emrinize verdi". (Casiye/13) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Gizli ve açık ola rak nimetlerini size bol bol vermiştir". (Lokman/20) Sebepler sıhhatleri, vasıtalar da sübûtları ile varolurlar. Bu ni metler ise, Allah Teala'nm hüküm ve hikmetleridir. O'nun vergisi nin şartları ve verilenin eserleri, bunların hükmüne ve yaratılmasına tesir edemez. Bunlar hükme demedikleri gibi yaratma sıfatına da sahip değillerdir. Kendileri mahkum olan şeyler nasıl hüküm verebilirler? Kendileri yaratılmış olan şeyler nasıl birşey yaratabilirler? Neticede Allah Teala'dan başka hüküm veren yoktur. Ve O, hiç kimseyi hükmüne ortak etmez.
Ayetin, Şamlılar nezdindeki bu kıraati daha makbuldür. Çünkü bu kıraata göre emir sigası gündeme gelmektedir. Onlar, şirkle ilgili fiili 'Ta' harfi ile okumuş, sondaki 'Kef harfini de sükun ile kıraat etmişlerdir. Buna göre mana; 'Allah Teala'ya, hükmünde ortak koşma!' şeklinde olmaktadır. Sebepler Hakkın hükümleri ve O'nun hikmetlerinin vasıtalarıdır. Nimet verenin, nimette müşahede edilmesi ve vergi sahibinin bahşettiği şeyde zuhur etmesi, nimet ve vergiyi O'ndan bilmen iz için elzemdir. Bu da kalbî şükürdür. Çünkü şükredenler nezdinde şükür; kalp ile bilmektir. Şükür, dil ile ifa edilecek bir fiil değildir. Rivayete göre Allah Resulü de (sav) şükrün ahirete dair bir mal olarak kazanılıp biriktirilme sini, dünyada mal kâzâhip biriktir mekten daha hayırlı bir karşılık olduğunu haber vermiştir. Sevban (ra) ve Ömer b. Hattab'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiş tir: "Mallar hazineye indirildiği zaman Ömer (ra), 'Hangi malları edinelim?' diye sordu. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Sizden biri, zikreden bir dil ve şükreden bir kalp edinsin"13[13] Musa (as) ve Davud Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur: Onlar, şöyle derlerdi: 'Ey Rabbim, Sana nasıl şükredebilirim? Ben Sana, ancak nimetlerden bir di ğeri ile şükredebilirim'. Bu sözün başka bir rivayetinde ise şu ifade yeral -maktadır: 'Sa-na şükrüm de, yine şükcrü gerektiren diğer bir nimetle olur1. Allah Teala da onların bu sözü üzerine şöyle vahyetmiştir: 'Bunu bilmeniz bile, Bana şükretmeniz demektir'. Başka bir riva yette ise şu ifade yer almaktadır: 'Nimetlerin Ben'den olduğunu bildiğin zaman, Ben de senden bunu bir şükür olarak kabul ederim'. Dille yapılan şükür, Allah Teala'yı en güzel şekilde övmek, hamd ve medhini arttırmak, nimet ve ikramlar ını daima anlatmak, iyilik ve ihsanlarını sürekli nakletmekle olur. Malik olanı, memluk olana şikayet etmemek, izzet sahibi Ma'bud'u zelil bir kula serzenişle anlatmamak da şükrün edasmdandır. Bir hadiste de şu olay nakledilmiştir: 'Allah Resulü (sav) bir kişiye 'Nasıl sabah ladın?' diye sormuştu. O da, İyi' demişti. Bunun üzerine Allah Re sulü (sav) soruyu tekrarlamıştı. Adam yine 'İyi' deyince, soruyu üçüncü kez tekrarladı ve 'Nasılsın?' diye sordu. Adam, yine 'İyiyim, Allah'a hamd ve şükrederim' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Senden söylemem istediğim buydu' buyurdu". Yani Allah Re sulü (sav) adama, hamd ve şükürü söyletebilmek için bu kadar ısrarla sormuştu. Selef-i Salih de (ra), karşılaştıkları zaman birbirlerine hal ve hatırlarını sormak suretiyle, hamd ve şükrü paylaşmak isterlerdi. Al lah Teala'nm hamd ile zikrine sebep olmak suretiyle bunun sevabına da iştirak ettiklerine inanırlardı. Rabbinden yakındığını ve halini sorduğunuz zaman Allah Teala'nm kazasından hoşnutsuzluğunu ifade edeceğini bildiğiniz kimseye de halini sormamanız doğru olur. Çünkü bu tür bir soru, onun cehalet ve serzenişinin vebaline katılmak olacaktır. Kul için; Zatının misli olmayan ve herşeyi yed -i kudretin debulunduran Rabbini, hiçbirşeye gücü yetmeyen basit ve zelil bir kula şikayet etmek ne kadar da büyük bir kabahattir! Allah Teala'dan gelen en küçük bir nimete dahi şükretmek, şükürden sayılır. Çünkü Habib Teala'dan gelen şey, az da olsa bunu müdrik olan kulun gözünde çok büyüktür. Aynı zamanda Allah Teala eşsiz bir hikmete sahip olduğu için, nimeti daraltmasının veya kesmesinin de bir hikmeti olsa gerekir. Kul, O'nun hikmet ve kud retini iyi bildiği zaman; verme kudretine rağmen nimeti engellemesindeki hikmet yönünü de bilir ve bu engellemenin de aynı zaman da bir vergi olduğunu görür. Neticede de, nimetin engellenmesi verilmesiyle bir olduğu gibi, verilen az şey de çok olur. Kul; engelleme karşısında duyulan sabır ve zillet hislerinin, aslında izzet ve şeref olduğunu bilmelidir. Bu, ulema nezdinde kullar la ululanma ve onlarla şereflenme gayretinden çok daha faziletli ve değerli bir haldir. Kullara tamah edip onların önünde zeliî olmak, Allah Teala'nm kulu olan bir varlığa şeref borçlanmak, zelil biri önünde zillete düşmek gibidir. Halbuki Aziz olan Allah Teala karşısında zillet hissetmenin güzelliği, sevgilinin karşısında zelil olmanın 13[13]
Bu manadaki hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 9/9; İbni Mâce, Nikah/5; îbııi Han -bel, V/278, 282
güzelliğine benzer. Zelil birinin karşısında zillete düşmenin çirkinliği ise, düşman karşısında zillete düşmenin çirkinliğine benler. Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Allah dışında taptıklarınız size rızık vermeye muktedir olamazlar. Rızkı Allah'dan isteyin ve O'na iba det edin". (Ankebut/17) Yine O, bu manada başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah dışında taptıklarınız da sizler gibi kullardır.". (A'raf/194) İbadet, hizmet etmek ve zilletle itaat etmek mana-smdadır. Sıkıntılı bir kul, ihtiyaç ve yokluğunu, onu giderebilecek olan Rabbinden başkasına açmamalıdır. Çünkü O, herşeyi bildiği ve herşeyden haberdar olduğu için kulunun derdini halledecektir. O, on u devamlı duymakta ve bulunduğu hali yakından görmektedir. Neticede ona uygun olanı da en iyi O bilmektedir. Allah Teala, bu manada şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde azgınlık yaparlardı". (Şura/27) Yakin sahibi olan kul; r ızkın verilmesi ve bollaşmasında şükrettiği gibi, daraltılması ve engellenmesi halinde de şükretmen, kalbiyle de bu yakini şehadete sahip olmalıdır. Şunu da bilmelidir ki, onun sıfatı; kulluk, hükmü ise kulluk hükümleridir. Mahkum olduğu hükümler ise Rubûbiyet hükümleridir. Allah Teala üzerinde hiçbir hak iddia edemez. Allah Teala ise, onunla ilgili her türlü hakkın sahibidir. Çünkü kul, Allah'ın yapması ve yaratması neticesinde ortaya çıkan bir varlıktır. Alemlerin Rabbi, onun Yaratıcısı ve Malikidir. Kul, bu şehadete sahip olduğu zaman herşeyin Allah Teala'ya ait olduğunu görerek O'ndan gelen en küçük şeye dahi rıza gösterir. Allah Teala üzerinde bir hakkı bulunduğunu asla iddia etmediği gibi, O'nun tarafından verilen hiçbir şeye de kanaatsizlik göst ermez. Bunların da ötesinde, Rabbinden hiçbir şey talep etmez. Allah Teala'yı devamlı zikretmek, hamd -ü senada bulunmak, nimetlerini sürekli anlatarak hayırla anmak, dil ile yapılan şükürden sayılır. Çünkü şükür kelimesinin sözlük anlamı, açıklamak ve izhar etmektir. Mesela 'Kesüra ve şekere' denildiği zaman, sıkıntıları giderilen kimsenin bu halini izhar etmesi kasdedilir. Dolayısıy la Allah Teala'nm nimetlerini sürekli anmak ve anlatmak da bun ları açıklamak anlamında dille yapılan şükrü ifade etmektedi r. Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadisi zikredebiliriz: "Zikirler arasında hiçbiri hamd kadar katlanarak se- vaplandırılmaz". Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Sübhanallah' derse, on hasenesi olur. K im 'La ilahe illallah' derse, yirmi hasenesi olur. Kim de 'elhamdü lillah' derse, otuz hasene yazılır". Burada hamdın Tevhid'den daha üstün tutulduğu gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Aslolan, şükür ehlinin Allah Teala nezdindeki makamının yüksekliğidir. Allah Teala da Kitabı'na 'Hamd' kelimesi ile başlamıştır. Bu konuda rivayet edilen bir hadis- i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Hamd, Rahman'ın ridasıdır". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Zikrin en hayırlısı 'La ilahe illallah, duanın en hayırlısı ise 'elhamdü lillahi Rabbil -âlemîn'dir".14[14] Şükrün, kulun kalbinde güçlenerek ona hakim olması ise, kalple şükrü ifade eder. Allah Teala'nm kulun şükrünü kabul etmesi ise, ona gizlediği şeyleri açığa çıkarması, ilim ve kader namına ona perdelediği hususları izhar etmesidir. Bu da, kul için bir ziyade olup bunun sayesinde Allah Teala'yı daha iyi bilerek müşahedenin yükseklerine çıkar. Bütün bunlar, şükür meihumundaki açığa çıkarma ve izhar etme manasına raci olan fazile tlerdir. Lütufda bulunan ve nimetler bahşeden Allah Teala'ya uzuvlarla şükretme hususuna gelince, bu da şöyle olur: Uzuvlarla şükreden kul, Rabbinin verdiği nimetle yine O'na karşı gelip günah işleyemez. Aksine O'nun verdiği nimetlerin yardımıyla O'na en güzel şekilde itaat etmeye çalışır. O'nun nimetlerinden aldığı güçle O'na karşı günah işlememelidir. Böyle yapması durumunda, Allah Tea -la'nm nimetlerine nankörlük etmiş ve küfranda bulunmuş olur. 14[14]
İbni Mâce, Edeb/55 Dııa/5; Tirmizî, Da'avat/84, 112; Muvatta', Hanbet, 11/127, 515. Hac/246; İbni
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ni metini küfran ile değiştirenleri görmedin mi?". (Ibrahim/28) Burada gizlenen bir mana vardır ki, delilinin açıklığından dolayı bunu anlayabiliriz: Allah Teala o kullarına nimetler vererek kendisine ita at etmelerini emretmiştir. Ama onlar, kendisinekarşı çıkarak bu nimetlerden aldıkları güçle O'na isyan etmişlerdir. Bu ise, onların kendilerine emredileni değiştirmeleri demektir. Benzer bir gizli manayı, şu ayet -i kerimede de görmekteyiz: "Rızkınızı, O'nu yalanlamak mı kılıyorsunuz1?". (Vakı'a/82) Burada da murad edilen mana, rızkınızın şükrünü O'nun peygamberlerini yalanlayarak mı eda ediyorsunuz? şeklindedir. Görüldüğü gibi bu ayette de hazif vardır. Allah Resulü (sav) bu ayeti, açıklayarak ve tefsir ederek okumuştur: Rivayete göre O, ayetin tefsirini 'Ş ükrünüzü yalanlayarak mı eda ediyorsunuz?' şeklinde okumuştur. Bu manada Allah Teala'nın bir başka buyruğu da şu ayet -i kerimedir: "Kim, kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse (bilsin ki) Allah, cezalandırması çok sert olandır". (Bakara/211) Yani Allah Teala, nimetine küfranda bulunan, onun sayesinde günah işlemek suretiyle şükrünü zayi eden kimse, Allah Teala tarafından çok ağır biçimde cezalandırılacaktır. Allah Teala'nın bir diğer buyruğu da şu ayet -i kerimesidir: "Eğer küfre düşerseniz, Benim azabım çok çetindir". (İbrahim/7) Ayetin tefsirinde denildi ki: Eğer nimetlerime nakörlük ederek on ları inkar ederseniz.. -Allah Teala'nın azabı; dünyada o nimetin bela, aşağılanma ve zilletle değiştirilmesi şeklinde olabilir.- Azap, "Çünkü (cehennemin) azabı bir helaktir" (Furkan/65) ayetinde de ifade edildiği üzere ahirete tecil edilmiş de olabilir. Bu ayete göre Allah Teala kullarından nimetlerine karşı şükür talep etmiş ama onlar, bu karşılığı verememişlerdir. Bu durumda da nimetlerinin bedelini onlara borç olarak vermiş kabul edip kendilerini cehenne me hapsederek cezalandıracaktır. Allah Teala buyurdu ki: "Gizli ve açık olarak nimetleri üzerinize bol bol akıtmıştır". (Lokman/20) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın". (En'am/120) Burada, sö zü dinleyen akıl sahiplerine şöyle bir uyan yapılmaktadır: Öğüt alın ve nimetin zahirinin şükrüne binaen günahın zahirini terke -din. Sonra da, gizli nimetlerin şükrünü eda etmek babında günahın gizlisinijie terkedin. Zahiri nimetler, insanın bedeninde görülen sıhhat^ve~"âflyetle, mal mülk bakımından yeterliliktir. Zahiri günahlar ise, nefsin heva ve arzuları istikametinde uzuvlar tarafından yapılan fiillerdir. Batıni nimetler, kalplerin sıhhati ve niyetlerin selametidir. Batıni gü nahlar ise günahda ısrar, sû -i zan ve sû-i niyet gibi kalbi fiillerdir. Mutarraf b. Abdullah şöyle demiştir: Afiyette olup şükretmem, imtihan edilip de sabretmemden daha sevimlidir. Çünkü afiyet ma kamı, selamete daha yakındır. O, işte bu sebeple şükür halini sabır haline tercih etmiştir. Çünkü sabır, imtihan ehlinin halidir. Benzeri bir söz Hasan el- Basri'den de (ra) rivayet edilmiştir: Şükürle geçen afiyette ve sabırla geçen imtihanda hiçbir kötülük yoktur. Nimet verilen nice kimse vardır ki şükredici değildir. İmtihan edilen niceleri de vardır ki, sabırlı değildir. Allah Resulü'nden de (sav) bu manada şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Afiyet ver men benim için daha sevimlidir". O, Ali'ye de (kv), hastalığı esnasında sabır niyaz ettiği zaman şöyle demiştir: "Allah Teala'dan im tihan niyaz ettin. O'ndan afiyet niyaz et". 15[15] Salih ameller de şükrün ifadesi olarak görülür. Allah Teala ve Resulü (sav), nimet verilen kimsenin eda ettiği şükrü amel mefhumuyla tefsir etmişlerdir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey Davud ailesi, şükür için amel edip çalışın". (Sebe713) Allah Re sulü'nden de (sav) bu meyanda şu hadis nakledilmiştir: "O, ibadet ve amellerdeki gayretinden dolayı ayakları şiştiği için siteme uğradığı zaman şöyle buyurmuştu: 'Çok şükreden bir kul olmayayım mı?!16[16]Yine O, şunu haber vermiştir ki; nefsle mücahede ve Allah Teala'ya 15[15]
Tirmizî, Da'avat/91; İbni Hanbel, V/231, 235 Bıthârî, Teheccüd/6 Tefsir -İ Suret-i 48/2; Müslim, Münafıkun/79 -81; Tirmizî, Salat/187; Nesa'î, Kıyamü'l -leyl/17; İbni Mâce, îkamet/200; İbni Hanbel, IV/251 16[16]
güzel amellerle yaklaşma, kulun şükrü ve nimet verenin mükafaatıdır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kalp ile şükür; nimetlerin, başka birinden değil sadece nimet sahibi Allah Teala'dan geldiğini bilmektir. Ameli şükür ise, Allah Teala'mn nasip ettiği her amelden sonra buna şükür olarak ikinci bir amelde bulunmanız dır. Buna göre şükür; amellerin devamlılığıyla irtibatlı olmaktadır. Ariflere göre şükrün başı; Allah Teala'mn nasip ettiği nimetler den biriyle O'na isyanda bulunup nimeti nevaya teslim etmemek tir. Şükür ehlinin eda ettikleri şükre gelince; bu, sahip olunan bütün nimetlerle Allah Teala'ya itaat ederek, hepsini O'nun yoluna seferber etmektir. Bu, bütün kulların şükrüdür. Şükrün özü ve hakikati, takvadır. Takva, Allah Teala'mn kullarına emrettiği bütün ibadetleri ihtiva eden bir mefhumdur. Bunu da şu ayet -i kerimede görmekteyiz: "Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan Rabbinize ibadet ediniz, umulur ki takva sahibi olursunuz". (Bakara/21) Allah Teala, bundan sonra takva ile şükrün hakikatini ifade ederek, takvanın bizatihi şükür olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'dan korkunuz, umulur ki şükredersiniz". (Al-i İmran/123) Şükürde, iki müşahedeye dayanan iki makam vardır. Bu ikisinden üstte olanı, 'Çok şükreden=Şekûr' makamıdır. Bu makamda yeralan kul, sıkıntı, bela, zorluk ve imtihan hallerinde dahi şükreder. Bu mertebeye gelebilmesi için de, bütün olumsuzlu kları şükredilmesi gereken nimetler olarak görebilme seviyesine yükselmesi şarttır. Bu da, yakini imanındaki sadakat ve zühdündeki ihlas ile mümkün olur. Bu, Rıza makamlarından biri olup aynı zamanda Muhabbet hallerinden birini ifade eder. Allah Teala, pe ygamberi Nuh'u (as) bu sıfat ile zikrederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki o, çok şükreden (şekûr) bir kul idi". (İsra/3) Ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Nuh Peygamber (as), hayır -şer, yarar -zarar demeksizin her halinde Rabbine şükreden bir kuldu . Bu babda Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü bir tellal çıkarak şöyle seslenir: 'Çok hamdedenler ayağa kalksın!' Bunun üzerine bir zümre ayağa kalkar. Onlara bir sancak verilir ve cennete girerler. 'Çok hamdedenler (=Hammâd olanlar) kimlerdir?' diye sorulur. Bunun üzerine, 'Bulundukları her halde Rablerine şükredenlerdir5 denilir". Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yeralır: 'Varlıkta ve yoklukta..'. Ulemadan bir zat ise, Allah Teala'mn "Nimetleri zahiri ve batini olarak üzerinize bol bol yağdırdı" ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Zahiri nimetler, zenginlik, sıhhat ve afiyettir. Batıni nimetler ise, fakirlik ve diğer musibetlerdir. Çünkü bunlar, ahi -ret nimetleridir. Allah Resulü de (sav) bunu teyi d ederek şöyle buyurmuştur: "Hayat, ancak Ahiret hayatıdır" 17[17] Şükrün ikinci makamı ise; kulun, kendinden daha aşağıda olanlara bakması, din ve dünya bakımdan üstün kılındığı kimseleri gör mesidir. Böylelikle kalbinin ve dininin selametiyle, diğerler inin imtihan edildikleri belalardan affedilişinden ötürü Allah Teala'mn kendi üzerindeki nimetini ta'zim eder. Aynı şekilde diğerinin muhtaç edildiği dünya malından da kendine yetecek kadar sahip kılınmasından ötürü Rabbinin nimetini yüceltir. Bütün bun lar için Rab bine şükreder, sonra da dini hali bakımından iman ilmi ve sağlam yakini ile kendinden üstün kılınmış olan kullara bakarak kendi nefsine kızıp onu aşağılar ve kendinden daha yukarıda gördüğü kişinin halleriyle rekabet ederek ona yetişmeyi arzu lar. Bu durumda olan bir kul, şükür ehlinden sayılarak, övülenler zümresine dahil olur. Bu manada Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis -i şerif rivayet edilmiştir: "Dünyevi bakımdan kendinden aşağıdakine, dini bakımdan da kendinden yukarıdakine bakan kişi A llah Teala tarafından sabreden ve şükreden olarak yazılır" 18[18] Bu hadisi Rıza makamında şerhettiğimiz için burada tekrar izah etmeyi doğru görmüyoruz. Kulu, şükür ehli araşma sokan her sıfatta, 17[17]
Buhâri, Rikak/1 Cihad/33, 110 Menakıbu'l -Ensar/9 Megazi/29; Müslim, Cihad/126, 129; iırmızî, Menakıb/55; İbni Mâce, Mesacid/3; İbni Hanbel, 11/381 III/172, 180, 216, 276 V/332 18[18] Tirmizî, Kıyamet/58
kulun makamı şükür olur. Eğer nimete küfranda bulunursa, bunun zıddını yapması gerekir. Çünkü küfran, şükrün zıddıdır. Nimetlerin en büyükleri, şu üçüdür ki bunları bilmeyen kişi, şükrüzayi etmiş sayılır. Bunları bilmek ise, arifler için şükür ifade eder. Bu üç büyük nimetin ilki; Allah Teala'mn izzet ve kudretiyle kulların gözlerinden gizlenmiş olmasıdır. Eğer O, kullarına zahir olsaydı işleyecekleri her günah küfür olurdu. Kendilerine yasaklanan ma'siyetler bir sivrisinek kanadı kadar dahi olsun eksütilmezdi. Allah Teala, bütün sıfatlarıyla zahir olduğu zaman kulların gü -nahdan imtina etmeleri de çok güç olurdu. Bu, gaybun sırlarının arkasında olan bir husustur. Şu var ki, müşahedenin hürmetini çiğnemelerinden ötürü insanların çoğu O'nunla karşılaşmayı inkar ederlerdi. Ayrıca halihazırda gaybi olarak iman ettikleri için nail oldukları ulvi mertebelere ve övgülere de, asla nail olamazlardı. Çünkü bu derecelere ulaşmalarının sebebi olan gaybi iman, Allah Teala'mn müşahede edilmesi halinde ortadan kalkacaktır. İkinci büyük nimet, kaderin ve mucizevi ayetlerinin halkın umumundan gizlenmiş olmasıdır. Bunlar, gaybi sırlar, kulların salah sebebi, din ve dünya işlerinin istikamet bulma vesilesidir. Eğer kullara zahir kıhnsalardı, onların küçük günahları, mucizeleri ya -kinen görmelerinden ötürü büyük günahlara dönüşür, iyi amelleri için misline katlanan sevapları da asla katlanmazdı. Çünkü halihazırda gaybi olarak iman ederek amel ettikleri için katlanan bu sevaplar, mucizelerin açıkça müşahede edilmesinden sonra katla namaz. Üçüncü büyük nimet ise, kulların ecellerinin kendilerinden giz lenmiş olmasıdır. Eğer ecellerini bilmiş olsalardı hayır ve şer bakımından amellerini zerre mikdarı arttıramaz ve eksiltmezlerdi. Çünkü Allah Teala'mn onlardan talep ettiği ameller çok daha ağır olurken, haklarındaki delillerin kesinleşmesi de çok daha zorlayıcı olurdu. Allah Teala, bilmedikleri bir ecellerinin olmasını onlar için bir mazeret kılmış ve beklemedikleri bir yerden gelecek eceller tayin ederek onları düşünmüştür. Allah Teala'mn, bütün kulların kusur ve kabahatlarını örtmesi de, onlara olan nimetinin inceliklerindendir. Böyle yapmak suretiy le onların kabahatlarını birbirlerinden, ulema ve salihlerin gözlerinden gizler. Eğer böyle yapmamış olsaydı hiçbiri kabahatlan or tada olan kişiye bakmazdı. Yine O, salihleri ve velileri de onlardan gizlemiştir. Eğer bu kimselerin işaret ve alametlerini herkese izhar etmiş olsaydı, herkes bunları tanır ve cahiller dahi, onların Allah Teala'mn velayetine mazhar olduklarını yakinen bilirlerdi. Böyle olduğu zaman da, onlara ihsanda bulunanla rın sevapları boşa gittiği gibi, amellerinin kabulünden de mahrum olurlardı. Onlara kötülük edenlerin yaptıkları da boşa giderdi. Allah Teala'mn bunları perdelemesi ve gizlemesi;, amel sahiplerinin hayır ve şer namına yaptıkları amelleri, rica ve ümit üzere, ahiretle ilgili olarak hüsn- ü zan ile yapmalarını temin etmesi bakımından mühimdir. Allah Teala'mn velilerine ve salih kullarına eziyet edenlerin cezaları da, onların Allah katındaki mühim mevkileri ve kıymetleri izhar edilmediği için tehir edilecek tir. Bunun gizlenmesinde, salih lerin nefsleri bakımından da çok büyük nimetler mevcuttur. Böyle likle dinlerinin selametini temin edecek, fitneye de mümkün oldu ğunca az maruz kalacaklardır. Tabii onların kıymetlerini bilmeyen cahillerin yaptıkları renci de edici hareketler ve Allah Teala'mn hükümlerini onlar sebebiyle hafife almaları da, bir nevi perde arkasından yapıldığı için bu zevata çok zarar vermeyecektir. Bu da kullarına çok bahşedici olan Allah Teala'mn nimetlerinden bir lütuftur. Bu mevzuda riva yet edilen kudsi bir hadiste Allah Teala'mn şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kim Benim velilerimden birine ezi yet ederse, Bana savaş için meydan okumuş demektir. Ben de veli min intikamını alır ve ona yardımı Zatımdan başkasına bırak mam".19[19] Gizliliğinden dolayı şükrü gerektirdiğini ifade ettiğimiz bu nimetler hakkında İmam Cafer -i 19[19]
Bu manada bir harlis için b. İbni Mâce, Fiten/16.
Sadık da (ra) şöyle demiştir: Allah Teala üç şeyi, üç şeye saklamıştır: Rızasını taatine; dolayısıyla taatiyle ilgili hiçbir işi hor görme yin. Çünkü o, Allah Teala'mn rızasını mucib olabilir. Gazabını da günahlarına; dolayısıyla günahlanyla ilgili hiçbir işi hor görmeyin. Çünkü o, Allah Teala'mn gazabını mucib olabilir. Velayetini mümin kullarına saklamıştır; Dolayısıyla onlardan hiçbirini hor görmeyin. Çünkü o, Allah Teala'm n velilerinden biri olabilir1. Böyle biri, nübüvvetini bilmediği bir peygambere eziyet eden kimseye benzer. Allah Teala, o kimseyi peygamber olarak göndermeden önce, ona eziyet eden kimseye onun peygamberliğini bildirmemiş olabilir. Böyle birinin günahı, elbette eziyet ettiği kişinin peygamber olduğunu bile bile eziyet eden kimsenin günahı gibi olmaz. Çünkü nübüvvet çok yüce bir makam olup hürmetin azamisine layık olan bir mertebedir. Şükür ehli için iki yol vardır. Bunlardan biri, diğerinden daha üstündür. Bu yolların ilki, rica ehlinin şükrüdür. Bunlar, şahid oldukları zahiri nimetlere bakarak bunların tamama erdirilmesi noktasında Allah Teala'dan ümitvâr ve ricacı olup hüsn -ü muamelede bulunanlardır. Bunların hali, hayırlı işlerde ve salih ameller de acele edip birbirleriyle yarışmaktır. Bu hallerinin sebebi ise; Allah Teala'nm diğer insanlar dışında kendilerine mahsus kıldığı nimetleri müdrik olmalarıdır. Şükür ehlinin ikinci ve daha üstün olan yolu ise, Korku ehlinin şükrüdür. Bu hale sahip olanlar, kötü bir son ile vefat etmekten ve Allah Teala'nm sabık hükmüyle, ahirette çile ve azaba düçâr ol maktan korku duyan kimselerdir. Onların bu korkusu, Allah Tea la'nm kendilerine bahşettiği iman vergisiyle seviniyor olmalarının da delilidir. Onların bu s evinçleri, İslam'ın kalplerindeki büyük ve eşsiz yerine delalet eder. Onların bu halleri sebebiyle, Allah Teala'nm üzerlerindeki ni meti de gözlerinde çok büyümüştür. Korku ehlinin işte bu hakikat -lan bilmesi, onların şükrünü ifade eder. Korku ve endişe, Rızık verene karşı şükürlerinde, kendileri için bir şükretme şekli haline gelmiştir. Allah Teala, bunu da bir nimet kılmıştır. O'nun "Al -lah'dan korkan ve Allah'ın nimet verdiklerinden iki kişi dedi ki.." (Maide/23) buyruğunda olduğu gibi, her nimet de şük ür gerektirir. Bir müfessir ayette bahsedilen iki kişi için, 'Allah Teala'nm korku ile nimetlendirdiği iki kişi' olarak tefsir etmiştir. Ayetin tefsiriyle ilgili iki görüşten birisi budur. Kul, Rabbine şükretmese de Allah Teala, izzet ve celal sahibi olarak bu sıfatlar ve sıfatlarını teşkil eden ahlak üzeredir. O'nun ahlakı, sonsuz bir ikrama ve cömertliğe sahiptir. O'nun lütuf ve hil-mi de sonsuzdur. Dolayısıyla bu güzel ahlak ve eşsiz sıfatlara sahip olan Hak Teala, kulları tarafından Zatı ile şükre layık olup sırf nimet ve fiillerinden ötürü şükre müstehak değildir. İşte bu da muhabbet ehlinin zikridir. Çünkü O, bu ahlak ve sıfatlardan başkalarına sahip olmuş olsaydı, Zatı'nı bunlar sayesinde bilen ariflerin bizzat O'nu görmeleri gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, kullar ne yaparlardı, ellerinden ne gelirdi? Netice itibarıyla hamd da O'nadır, şükür de yalnız O'nun içindir. Çünkü şükre de, hamde de tek ehil ve layık olan O'dur. Hamd ve şükür, yalnız O'nun Zatı, Zatı'mn yüceliği ve izzetinin celali için olmalıdır. Çünkü O, her zaman olduğu gibi ilelebed de, bu güzel sıfatlar, kemal -i ahlak ve en yüce misaller üzere olmaya devam edecektir. Bunu bilmek de, ariflerin şükrüdür. O'nun müşahedesi ise, Mukarrebun'un şükrüdür. Onların şükrü, Allah Teala'nm yalnı z yüce Zatı içindir. Onların duaları, hamd ve tesbihden ibarettir. Amelleri ise Azim ve Celil olan Allah Teala'yı tazim ve yüceltmekle sınırlıdır. Bütün niyazları ise, O'nun sıfatlarının kendilerinde tecelli etmesi, Zatı'yla ilgili müşahedelerden bir pay alabilmektir. Bunlar da, anlatılamayacak haller ve akli ilimlerle açıklanamayacak hususlardır. Çünkü bunların tamamı ,Allah Teala'nm, Kelam'm sırrına şahit olan kimsenin müşahedesiyle ilgili olarak indirdiği "O'nun gibi bir şey yoktur" (Şura/İl) buyruğuna dahil olan meselelerdir. Musa Peygamber de (as), bu müşahede sayesinde Rububiyet ile sevinmiş, Allah Teala'nm
yakınlaştırması ile aşinalık kazanmış ve O'nun imanda metanet sahibi kılmasıyla bahtiyar olarak Rabbine şöyle demiştir: Benim için varolup Sen'in için olmayan birşey var. Allah Teala da, 'Nedir o?' diye buyurmuştur. O da, {Benim bir ben zerim var. Ama Sen'in benzerin yoktur5 demişti. Bunun üzerine Allah Teala, 'Doğru söyledin' buyurmuştur. Musa'nın (as) söylemek istediğini şerhetmemiz gerekirse ş unu söyleyebiliriz: 'Benim için, talep sahiplerinin varacakları son durak ve arzu edenlerin daha fazlasını istemeyeceği kadar eşsiz sıfatları haiz olan Sen varsın. Halbuki, Sen'in için Sen'in gibisi yok, çünkü Sen'in bir benzerin yoktur. Sen'den başka ilah da yoktur. Allah Teala'nm gizli nimetleri olan üstte anlattığımız türdeki hususlar için de şükretmek gerekir. Bunların şükrü ise; fuzuli dünyevi işlerle meşgul olmayarak onlardan uzaklaşmak suretiyle olur. Böyle yapmak, meşguliyet ve alakayı azaltıcı, hesabı kolaşlaştıncı -dır. Senden başkası bununla imtihan edildiğinde, dünya ile meşgul olup kaygısını ona yönlendirerek Allah Teala'ya şükürden uzaklaşmasında ve O'nun seni dünyadan uzaklaştırmasında da, iki defa şükür gereken iki nimet mevzubahistir. Din noktasında münafıkların sıfatlarıyla veya nefsiyle ilgili olarak kibir ehlinin sıfatlarıyla, ya da fasıkların fiilleriyle imtihan edilen birilerini gördüğünüz zaman, bunu da sizi öyle kılmadığı için Allah Teala'nm nimetlerinden sayabilirsiniz. Bunun için dahi şük retmek gerekir. Çünkü Allah Teala'nm size karşı lütfü ve rahmeti olmasaydı, siz de onlar gibi olabilirdiniz. Sizden başkasına yöneltilen her şerri ve sizden gayrısmdan uzaklaştırılan her hayrı nimet saydığınız gibi, size yöneltilen her hayrı ve sizden savılan her şer ri de nimet addetmeniz gerekir. Çünkü bütün nefsier,- kötülüğü emretme, irade ve kader noktasında tek bir nefs gibidir. Allah Teala şerri savmak suretiyle size merhamet etmiş olur. Zira bu, Allah Teala'nm size olan lütfudur. Bunu böyl e bilmeniz de, sizin Allah Teala'ya olan şükrünüzün bir fadesidir. İnsanların çekecekleri cezaların çoğu, nimetlere edilmesi gereken şükrün azlığından kaynaklanır. Şükür azlığının özünde de, nimetleri hakkıyla bilmemek yatar. Nimetleri bilmemenin sebebi ise, Allah Teala'yı layıkıyla bilmemek, nimet verene karşı uzun süre gaflet içinde kalmak, nimetleri ve lütfü üzerinde tefekkür ve ibret almayı terketmektir. Allah Teala ise, bunun mukabilinde şöyle emretmektedir: "Allah'ın lütuflarmı bolca anın, umulur k i felaha erer siniz". (A'raf/69) yani, 'nimetlerini anın ki' denilmiştir. Müfessirler, bu çerçevede olmak üzere şu ayet -i kerimeleri de zikretmişlerdir: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitab ve hikmeti hatırlayın". (Bakara/231); "Sayıyı ikmal eyleyesiniz de, size hidayet buyurduğu için Allah'ı yüce tamyasmız. Umulur ki şükredersiniz". (Bakara/185) Bu ayetlerde şükredümesi ve zikredilmesi istenen nimetler, hidayete erdirilme ve Allah Teala'ya ibadete muvaffak kılınma nimetleridir. Kul, nimetin cahili olduğu zaman onun kıymetini de bilmez. Kıymetini bilmediği zaman da onun için şükretmez. Şükretmediği zaman ise, sevabının ziyadesi kesilir. Sevabının ziyadesi kesilen ki şi de, iddia ettiği batılın noksanlığı içinde kalı r. Nimetleri bilmemesinden ötürü, onlar için şükretmeyen kimselerin, küfre düşmelerinden de emin olunamaz. Eğer bu nimetlere küfrederek nankörlükte bulunursa, o zaman da Rabbinden bir lütuf gelmediği takdirde vaadedilen ağır azaba maruz kalır. Kulların hayatlarının altyapısını oluşturan nimetlerin asılları şu dört nimettir: 1.Hayvanlar ve bütün canlıların mevcudiyetlerini muhafaza et meleri için rahimlerden çıkartılan nutfe; 2.Arzdan çıkan bütün mahsullerin arkasındaki tohum ekme; 3. Bizler için içecek ol an ve ağaçların yetişmesini temin eden su; 4. Basiret ehlinin ibret aldıkları, yiyecekleri hazırlamada ve aydınlanmada kullanılan ateş. Bu nimetlerin tamamının sahibi olan Allah Teala, bunları Vakıa suresinin son kısmında zikrederek hepsini de Zatı'na iz afe etmiştir. Bunlar hakkında hiçbir varlığı kendisine ortak koşmamış-tır. Allah Teala, amel eden kullarına bu nimetlerin tamamının kapılarını açmıştır.
Nimetlerin en değerlisi ve en yücesi, Allah Teala'ya iman etme nimetidir. Bundan sonra Allah Resulü'nün (sav) gönderilme nime ti, ardından da Kur'an nimeti gelir. Bunların peşinden, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olmamız gelir. Bunların öncesinde aklımızla kavradığımız ilk nimetler; yoklar arasından varedilmemiz; cansızlar arasında canlı kılınmamız, bütün canlılar arasında insan türünden yaratılmamız, insanlar arasında kadın olarak değil de (cinsiyet bakımından daha zahmetsiz olan) erkek olarak yaratılmamız dır. Sonra Allah Teala'nm bizleri, en güzel şekilde yaratmış olması gelir. Bunun ardından kalplerimizin sünnetten sapma temayülünden ve kötülüğü emreden nefsin is teklerine meyletmekten uzak kılınmış olması gelir. Bunları takiben, vücudun muhtelif hastalıklardan selim kılınmış olması nimeti gelir. Sonra Allah Teala'nm ihtiyaçlarımıza en güzel şekilde yetmesi de mühim bir nimettir. Bundan başka gıda olarak yarattığı çift çift hayvanlar da bizim için bir nimettir. Niha yet gökler ve yer arasındaki herşeyi emrimize vermiş olması da biz ler için çok büyük bir nimettir. Yukarıda saydığımız nimetler, Allah Teala'nm bizlere lütfettiği nimetlerin en bariz olanlarıdır. Bunlar sayı ve güzellik bakımından arttıkça, nimetlerin büyüklüğünden dolayı şükrün de artması icap eder. Kaldı ki Allah Teala'nm nimetlerini tamamen saymaya kal -kışsanız bunu başarmanıza imkan yoktur. Ebu Muhammed Seni (ra) şöyle derdi: Allah Teala, nimetlerini bilip hilminin büyüklüğünü ve kabahatlan örtmesini takdir etme sıfatını sıddıklara mahsus kılmıştır. Söz sahiplerinin en sadığı ve sıfatları en güzel tesbit eden Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah mağfiret edici ve merhametlidir". (Nahl/18) Allah Teala'nm nimeti, Kendisinin layık olduğu Mağfiret ve Rahmet sıfatlarıyla tamama ermiştir. O, benzeri bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok nan kördür". (İbrahim/34) Allah Teala, insanoğlunun bu iki temel vasfına rağmen, nimet verme, lütfetme ve ikramda bulunma noktasında eşsiz bir büyüklüğe sahiptir. İnsanın nankörlük ve zulmü karşısında Allah Teala çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir. Allah Teala takva ve mağfiret ehlidir. Kul da, Rabbinin kendisini vasfettiği sıfatlara sahip olmaya ehildir. Kul, Rabbinin kendisi ne bol bol verdiği nimetlere karşı O'na ibadet etmelidir. O'nun için amel eden kullar da, yine O'nun nimetiyle bu amellerini ifa edip Zatı'na itaat etmiş olurlar. Allah Teala da onları, yine nimetiyle mükafaatlandırır. Cahiller ise, O'nun ni metlerini kullanarak ken disine karşı gelirler. Buna rağmen O, nimeti ve hilmi sayesinde onların kabahatlarım örterek kendilerini utandırmaz. Allah Teala'nm güzel işleri açık edip kabahatlan örtmesi de, O'nun nimetlerindendir. Ancak biz, güzellikleri izhar etme ve kabahatlan örtme nimetlerinden hangisinin daha büyük bir nimet olduğunu bilemiyoruz. Rivayet edilen bir dua metninde, bu iki vasfıyla da övülerek şöyle denilmiştir: 'Ey güzel işi izhar edip kabahati örten'. Sıhhat ve boş vakit de Allah Teala'nm kullarına bahşettiği nimetlerdendir. Bunlar, dünya hayatının ilk nimetleri, ahirete matuf amellerin de dayanaklarıdır. Kullann ekserisi, bunlarda aldanmış-tır. Allah Resulü (sav) şöyle buyurur: "İki nimet vardır ki insanların ekserisi onlar hakkında aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit". 20[20] Fu-dayl b. Iyaz şöyle derdi: 'Nimetler için devamlı şükredin. Çünkü nimetlerden pek azı, ayrıldığı kavme geri döner*. Seleften bir zat da şöyle demiştir: 'Nimetler vahşidir. Onları şükürle bağlayın'. Bir hadiste de Al lah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riayet edilmiştir: "Allah Teala'nm bir nimeti, kulun gözünde ne kadar büyürse insanların ona olan ihtiyaçîan da o kadar artar. Eğer o bu nimeti hafife alırsa, onu kaybolmaya mahkum etmiş olur". Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Bir kavim kendi nefslerin -dekini değiştirmedikçe, Allah 20[20]
Buharı, Rikak/1; Tirmizî, Zühd/1; İbni Mâce, Zühd/15; Dârimî, Rikak/2
da onları değiştirmez". (Ra'd/11) Ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Onlar Allah Teala'nm, üzerlerindeki nimetlerini, şükrü terketmek suretiyle değiştirmedikçe, Allah da nimetlerini değiştirmez. Ama onlar, bu nimetler için şükretmeyi bıraktıklarında Allah da onlar üzerindeki nimetlerini değiştirerek kendilerini cezalandırır. Ayetin bir diğer tefsiri de, bunun tam mu kabili bir anlam içermektedir. Buna göre de, O'na karşı günah işle yen bir toplum, tevbe ederek günahlarından vazgeçmedikçe Allah Teala da onlar üzerindeki azabını kaldırmayacaktır. Allah Teala, böyle buyurarak hükmünün ilk sebebini bildirmiş olmaktadır. Sonra hikmetiyle ilgili ikinci sebebi zikretmiştir. O, se bepleri hik met ve iradesi mucibince yaratandır. Denir ki: Kulun vücudunun üzerindeki her kılın altında bir nimet vardır. Onun her damarında da iki nimet vardır ki bunlardan biri sükunet, diğeri de hareket içindir. Her kemiğinde dört nimet vardır. Her mafsalında ise yedi nimet vardır. İnsan vücudunda üç -yüz altmış mafsal, bir o kadar da kemik vardır. Her göz açıp kapamada iki nimet vardır. Her nefeste iki nimet vardır. Kulun ömründen geçen her dakikada kendisine sayılamayacak kadar nimet ve rilir. Dakika, Şa'ire'nin oniki parçasından biridir. Şa'ire ise, saatin on iki parçasından biridir. Bir günün gece ve gündüzündeki nefes lerin sayısı, yirmidört bin adettir. Musa Peygamberden (as) rivayet edilen bir haberde de onun şöyle dua ettiği bildirilmiştir: Ta Rabbi, Sen'in şükrünü nasıl ifa edebilirim? Kökünü yumuşatsam ve ucunu tıraş etsem de vücu-dumdaki her kıl için Sen'in bana iki nimetin vardır5. Seleften riva yet edilen bir haberde ise şöyle denilmektedir: 'Yiyecek ve içeceği dışında Allah Teala'nm kendi üzerindeki nimetlerini bilmeyen kimsenin ilmi az, azabı yakın demektir5. Bu durum, hali vakti yerinde, orta halli veya sıkıntıda olan herkes için geçerlidir. Denir ki: Vücudun içindeki nimetler, dışındaki nimetlerin yedi katıdır. Kalpte ise, bütün vücuttaki nimetlerin katlarca fazlası vardır. Elbette ki Allah Teala'ya iman, ilim ve yakin nimetleri, vücut-lardaki diğer nimetlerin tamamından katlarca fazladır. Vücutlar -daki ve kalplerdeki nimetler, birbirini takip eden ve katlarıyla ifade edilen nimetlerdir. Bunların tamamını ise, ancak onları bahşeden Allah Teala teker teker sayabilir ve bütün tafsilatıyla bilebilir: 'Taratan hiç bilmez mi? Muhakkak ki O, işlerin inceliklerine vakıf ve herşeyden haberdardır". (Mülk/14) Ancak yeme, içme, giyinme ve nikahlanma gibi nimet leri bunun dışında tutmak gerekir. Bunların insan vücuduna girmesi, çıkması, devamlı tekerrür etmesi ve artması sebebiyle girmeleri mihnetle, çıkmaları da eziyetle olur. Şu var ki bunların giriş ve çıkışlarını güzellikle ve mutlu edecek şekilde yaparak faydalarını vücutta baki kılmak ve bunların suret ve sıfatlarım değiştirmek de zühd, alçakgönüllülük, ibret ve öğüt alma ile olur ki bunlar da yine Allah Teala'mn nimet-lerindendir. Denir ki: Bir ekmek yuvarlanıp pişirilinceye kadar gökler ile yer arasında üçyüz altmış değişik sanat icra edilir. Bunları icra edenler arasında çeşitli cisimler, arazlar, yörüngeler, rüzgarlar, gece, gündüz, Ademoğlu ile onun sanatları, hayvanlar ve madenler gi bi birçok varlık bulunur. Bunların başında Mikail (as) gel ir. O, dünyaya verilecek suyu tartar ve onu buluta indirir. Sonra da o bulut ları hareket ettirir. Bunun ardından su yüklü bulutlar rüzgarlar tarafından taşınır. Sonra gök gürültüsü ve şimşek ile beraber rüzgarları sevkeden iki de melek vardır. En sonunda ise fırıncı yer alır. Hamur yuvarlanıp çörek olduğu zaman ona yedibin sanaatkar ta lip olur. Bunlardan herbirinin de yukarıda zikrettiğimiz sanatlardan bir payı vardır. Bir çöreğin hazırlanmasında bunca nimet mevzubahis iken, onun ötesinde varolan şeyle rde kimbilir daha ne kadar çok nimet gizlidir. Her nimet için şükretmek, kula düşer. Eğer o, her nimetin devamı için hakiki manada şükretmekle mükellef kılınsa ve Rab -binden bir rahmet gelip de kendisini bütün nimetlerle kuşatmamış olsaydı kesinlikle helak olup giderdi. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O, bir adamın, 'Alla -hım, Sen'den nimetin tamamını niyaz ederim' diyerek dua ettiğim işitti. Bunun üzerine o kişiye, 'Sen, nimetin
tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Adam da, 'Hayır1 dedi. Allah Resulü de (sav), 'Cennete girmektir1 buyurdu" 21[21] Hikmet ehlinden bir zata sorulmuştu: 'Na'im nedir?' O da şu cevabı vermişti: Kimseye muhtaç olmamaktır. Çünkü ben, fakirin bir hayatı olmadığını görüyorum. 'Daha nedir?' diye sorulduğunda, 'Sağlık ve afiyettir. Çünkü ben, hasta kişinin de hayatı olmadığını görüyorum' dedi. Bunun üzerine, 'Daha nedir?' diye sordular. Ha kim şöyle dedi: Gençliktir, çünkü ben, yaşlı kimsenin de hayatı olmadığı kanaatindeyim. 'Daha nedir?' diye soru tekrarlanınca , 'Bundan ötesini bulamıyorum' dedi. Bu hikmet sahibinin zikrettiği hususların bir kısmı, bir anlamda Allah Teala'nm şu buyruğunda da görülmektedir: "Siz bütün lezzetlerinizi dünya hayatında (tadarak) geldiniz ve onlarla sefa sürdünüz". (Ahkaf/20) Ayet in tefsirinde mezkûr lezzetlerle, gençlik; boş vakit; emniyet ve sıhhatin murad edildiği söylenmiştir. Yine bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ta ki Allah, sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz". (Al- i İm-ran/152) Bununla ilgili olar ak da, sıhhat, afiyet ve zenginliğin kas-dedildiği söylenmiştir. Bu manada Allah Teala'nm şu buyruğu da zikredilebilir: "Nimetlerini size açık ve gizli olarak bol bol verdi". (Lokman/20) Bu ayette ise, açık nimetler ile, sıhhat ve afiyetin, giz li nimetlerle de ahiret nimetlerinin sebepleri olan imtihanların murad edildiği söylenmiştir. Bunların ziyadesi de Allah Teala'nm şu buyruğunda görüldüğü gibidir: "Biz sizi biraz açlık, biraz korku, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele". (Bakara/155) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim beden bakımından sıhhatli olarak sabaha çıkar, yolculuğunda emin olur ve o gününün rızkına malik olursa, dünya sanki bütün kenarlarıyla onunmuş gibi olur".22[22] Ben de bu manada kanaat ehlinden bir zata şu şiiri söylemiştim: Geldiğinde sana gıda, Sıhhat ve emniyet, Olursun hüzne kardeş Ayrılmaz senden hüzün. Başka biri de şöyle bir şiir söylemiştir: Öyle ol ki; bir parça ekmek, Bir maşrapa su ve emniyet, Tatlı gelsin sana öyle bir hayattan ki Her yeri bulut ve zindandır. Şöyle bir hadise anlatılmıştır: Zamanın birinde, abidin teki altmış yıl boyunca Allah Teala'ya ibadet etmişti. Allah Teala da o ku luna, rahmeti sayesinde cen nete gireceğini müjdeleyen bir melek göndermişti. Abidin kalbinden, 'Bilakis kendi amelimle' şeklinde bir düşünce geçti. Allah Teala onun bu düşüncesine muttali olunca, sakin duran damarlarından birine hareket etmesini emretti. Bunun akabinde abidin hay at ı.altüst oldu, kafası karıştı ve ibadetten uzaklaşmaya başladı. Nefsiyle meşgul olmaktan amellere vakit bulamaz oldu. Bir müddet sonra Allah Teala aynı damara sa kinleşmesini vahyetti. Damar da sakinleşti. Abid de bunun üzerine tekrar ibadet ve taate döndü. Allah Teala da kendisine şöyle vahyetti: Senin bütün ibadetinin değeri, damarların arasında sakin duran tek bir damar kadardır. Kul da suçunu itirafla tevbe etti. Bu manada, Allah Resulü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Adamın biri Al lah Teala'ya yetmiş sene ibadette bulun du. Allah Teala, rahmetiyle onun cennete girmesini emrettiği zaman o şöyle dedi: Aksine kendi amelimle. Bunun üzerine Allah Te ala meleklerine, 'Kulumu ameliyle cennete koyun' diye emretti. Cennete girdi ve orada ye tmiş sene kaldı. Daha sonra Allah Teala onun çıkartılmasını emretti ve kendisine şöyle buyurdu: 21[21] 22[22]
Bu manada bir hadis için b. Tirmizî, Da'avat/93 Tirmizî, Zühd/34; İbni Mâce, Zühd/9
Amelinin tanı karşılığını aldın! Bunun üzerine kul, O'nun huzuruna kapandı ve nedametini ifade etti. Sonra Rabbi ile arasında olabilecek en güçlü bağı düşündü ve bunun, rica ve hüsn-i zan olacağını anladı. Ardından Rabbine şöyle dedi: Ya Rabbi, beni cennetinde amelimle değil rahmetinle bırak! Bunun üzerine Allah Teala da meleklerine şöyle emretti: Kulumu cennetimde rahmetimle bırakın!" Konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Medine sakinlerinden biri, fakirliğinden yakmıyor ve bundan dolayı duyduğu tasayı herkese bildiriyordu. Hadiseyi anlatan ona şöyle der: Kör olsan da onbin dinarın olsa sevinir misin? Adam 'Hayır5 der. 'Peki sağır olsan da, onbin dinar ın olsa sevinir misin?' deyince, 'Hayır' der. 'Peki ellerin ve ayakların kesik olsa da, onbin dinarın olsa sevinir misin?' deyince, yine 'Hayır5 der. Teki mecnun olsan da, onbin dinarın olsa sevinir misin?' deyince, 'Hayır' der. Bunun üzerine soruları soran zat şöyle der: Sana ellibin dinarlık sermaye vermiş olan Rabbini sağa sola şikayet etmekten utanmıyor musun? Gerçek de tıpkı onun söylediği gibidir. Çünkü insanda bu eşyanın karşılığı olan uzuvlar varolup bunların o maldan fazlalığı vardır. Zira eğe r kesilecek olursa, bu uzuvlardan herbiri için belirlenmiş diyetler vardır. Bir şeyh de aynı anlamda başka bir hadise nakletmiştir: Allah'a yakın kılınmış kârilerden bir zat yoksulluğa düşmüş ve bu durum kendisini son derece hüzne boğmuş, bunalıma düşürmüştü. Bir gün şöyle bir rüya gördü: Biri kendine şöyle sesleniyordu: İster mi sin bin dinarın olsun da sana Enam suresini unutturalım? Hayır, dedi. Ya Hud suresi? Yine hayır dedi. Ya Yusuf suresi? dedi. Hayır, dedi. Bunun üzerine ses şöyle dedi: Yüz bin dinarlık servetin oldu ğu halde nasıl olur da yoksulluktan yakınırsın? Kâri sabaha erdiğinde bütün tasası son bulmuştu. Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kur'an ile zenginlesin. -Yani, Kur'an ile müsta ğni olun.- Allah'ın ayetleriyle müstağni olmayanı Allah da zengin ve müstağni kılmaz. Kur'an zenginliğin ta kendisi olup onun varlığın da muhtariyetten sözedilemez. Ondan daha büyük bir zenginlik yoktur. Allah Teala'nm kendisine ayetlerini nasip etmesine rağmen başka birinin kendinden daha zengin olduğunu sanan kimse, O'nun ayetlerini açıkça küçümsemiştir. -Başka bir lafızda 'Allah'ın indirdiğini hafife almıştır -". Bir diğer hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kur'an ile müstağni olmayan bizden değildir"23[23]Veciz bir hadis- i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: "Zenginlik olarak yakin (kafi iman) yeter" Kur1 an, hiç kuşkusuz yakinin ta kendisidir. Selef-i salihden bir zat şunu nakletmiştir: Allah Teala buyurdu ki: Üç şeyden müstağni k ıldığım kişiye nimetimi tamam etmişimdir: Yardımına koşacak bir sultandan, kendisini tedavi edecek bir hekimden ve kardeşinin elindeki maldan. Eyyub'ün fas) Rabbine yakarışında da şu ibareyi görmekteyiz: "Allah Teala kendisine şöyle vahyetmişti: Adem oğullarından hiçbir kul yoktur ki yanında iki melek bulunmasın. O nimetlerim için şükrettiğinde iki melek de şöyle derler: Allahım, ona olan nimetlerini arttır. Muhakkak ki Sen hamd ve şükür ehlisin. Şükreden kullarına yakın ol. Onların şükürlerini arttır ve onlara verdiğin nimetleri de arttır. Ey Eyyub, şükredenlere Benim ve meleklerimin katındaki yüce mertebe yeter. Ben onların şükürlerini kabul eyler ken, meleklerim de onlar için dua ederler. Topraklar onları severken, eserler onlar için gözyaşı dökerle r. Ey Eyyub, Benim için şükreden bir kul ol! Nimetlerimi hatırlayan ve Ben hatırlatmadan Be ni anan ol! Amellerinden dolayı sana şükretmemden önce sen Bana şükreden!erden ol! Muhakkak ki Ben veli kullarımı salih amellere muvaffak kılar, muvaffak kıldığım amellerden dolayı onlara şükran duyarım. Onlara da şükrü gerekli kılarım. Mükafaat olarak da onların şükürlerine razı olurum. Ben, çoğa rağmen azla razı olurum. Az olanı kabul buyururken onu çokla ödüllendiririm. Benim katımda kulların en kötüsü, ancak ihtiyaç anında Bana şükredendir. O, ancak ceza gününde Benim huzurumda yakarır". 23[23]
Buharı, Tevhid/44; Ebu Davûd, Vîtr/2O; Dârimî, Salat/171, Fezailü'l-Kur'an/34
Bu sözü zikrettikten sonra şunu bilmek gerekir ki Allah Teala şükredenleri, sarihler, yakın kılınanlar ve âlilerin sıfatlarıyla an-mıştır. Bu sıfatlar ise, yakin ehlinin makamlarına ait en yüce sıfatlardandır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kullarımdan şükreden azdır". (Sebe/13); "Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç. Onlar ne kadar da azdır". (Sad/24) Yine O, mukarreb kullarını vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden". (Vakıa/13-14); "Onları bilen azdır". (Kehf/22) Ebu Bekir -i Sıddık'm (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet ettiği hadis -i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Allah'tan afiyet isteyin. Kula afiyetten daha üstün olara k verilen tek şey yakindir". 24[24] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) afiyeti her türlü ilahi verginin üstüne yükseltmiş, yakini de onun üstüne yük seltmiştir. Çünkü dünya nimetlerinden istifade ancak afiyet/sıhhat ile olurken, ahiret nimetlerinden istifadenin tek yolu da yakindir. Yerleşik hayat göçebelikten nasıl üstünse, yakin de afiyetten daha üstündür. Afiyet, bedenin her türlü hastalık ve rahatsızlıktan uzak olmasıdır. Yakin ise, inançların heva ve eğriliklerden uzak olmasıdır. Her iki nimet de, kulun şükrünün büyük kısmını kapsamaktadır. Tıpkı kalp ve bedenin kainatta en büyük nimetleri kap saması gibi. Allah Teala bir ayet- i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Öyle bir gün ki, Allah'a selim bir kalp ile gelen dışında ne mallar, ne de çocuklar fayda sağlar". (Şuara/88) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Yani şirk günahından selamette olarak gelen. Salim, sağlıklı ve afiyette olan demektir. Kalplerde yakinin afiyetinin bulunma sı, şüphe ve nifakın bulunmamasıdır. Çünkü bunlar, en bariz kalp hastalıklarıdır. Nitekim Allah Teala'nın "Kalplerinde hastalık vardır" (Bakara/10) ayetinin tefsirinde, yani şüphe ve nifak denilmiştir. Tabii kalbin büyük günahlardan uzak olması da gereklidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kalbinde hastalık bulunan tamah ede r" (Ahzab/32) Bu ayetin tefsirinde, yani 'riya' denilmiştir. Denir ki: Hiçbir bela yoktur ki, Allah Teala'nın o belada beş nimeti bulunmasın: 1. İlki bu musibetin din konusunda olmamasıdır. Denir ki: Din le ilgili olmayan her musibet, dine götüren bir yol mesabesindedir. 2. ikincisi, yaşanan musibetin daha ağırının başa gelmemiş olmasıdır. 3. Üçüncüsü, bu musibetin kaderde yazılı olmasından dolayı kaçınılmaz oluşu ve başa gelmek suretiyle savılmış olmasıdır. 4. Dördüncüsü, musibetin ahirete ertelenmeyerek dünyada ya şanmış olmasıdır. Aksi takdirde ahiret azabına ilave edilerek onu ağırlaştıracaktır. 5. Beşincisi, musibetten doğan sevap, musibetin kendisinden daha hayırlıdır. Musibet dünyevi bir konuda ise, ahirete götüren bir vesiledir. Allah Teala'nm "Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok inkarcıdır"fİbrahim/34) buyruğuyla ilgili şöyle bir açıklama yapılmıştır: İnsanoğlu, öfkesinden dolayı çok zulmedici, günahlar ve nimetler için de çok inkarcıdır. Bir rivayette de şu hadise nakledilmiştir: Abbas (ra) v efat ettiğinde, oğlu Abdullah taziyeleri kabul için oturmuştu. Halk bölük bölük içeri giriyor ve taziyetlerini bildiriyordu. Bunlar arasında bir bedevi çıkarak şöyle bir şiir söyledi: Sen sabret ki biz de sayende sabredelim, Çünkü tebaanın sabrı, baştakinin sabrından sonradır. Ondan sonra kazanacağın ecir, Abbas'dan daha hayırlı, Allah da, Abbas için senden daha hayırlıdır. Bunun üzerine İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Şu bedevi dışında hiç kimse hakkıyla taziye ve tesellide bulunmadı. Köylünün sözlerini yerinde bulmuştu. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki insan Rabbine karşı çok nankördür". (Adiyat/6) Bu ayetin tefsiri yapılırken şöyle denmiştir: İnsan, başına gelen belalardan dolayı sürekli yakınırken, kendisine verilen nimetleri daima unutur. Eğer başına gelen her musibette kendisine buna denk veya daha büyük on nimet verildiğini bilseydi, yakınması azalır ve bunun yerini şükür alırdı. 24[24]
Buhâri, Cihad/112, 156 Temenni/8; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cilıad/89; Tirmizî, Da'avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimi, Siyer/6.
Musibetler üç kısma ayrılır ve hepsinin de kendine göre ilahi nimetleri vardır. Bu nimetler, ya bir derecedir ki bu yakin sahipleri ve ihsan ehli içindir. Veya bir kefaret olur ki bu da, ashab- ı yemin ve ebrar zümresinin havassı içindir. Ya da bir ceza olur ki bu da müslümanlarm geneli içindir. Cezanın dünyada acilen verilmesi ise, rahmet ve nimettir. Bu nimetleri b ilmek, şükredenlerin işidir. Ulema nezdinde nimetlerin en yücesi, iman nimeti ve onun de vamıdır. Çünkü bir şeyin devamı, ikinci bir nimettir. Zira o, ikinci bir irade sonunda ortaya çıkan ikinci bir karardır. Allah Teala'nm bir şeyin izharı hususundaki iradesi, onun devamını gerektirmez. O'nun iradesiyle ortaya çıkan bir şey, zamanla kaybolup gider ve hiç olmamış gibi olur. Ancak O, ikinci bir hükümde bulunarak ikin ci bir nimet bahşeder ve o şeyin sebat ve devamını teinin eder. Nitekim O dilemeseydi gökler ve yer devam etmez, yine O dilemesey- di dağlar yerlerinde sabit kalmazdı. Aynı şekilde imanın kalplerde yazılmasından sonra sebat ve devamını dilememiş olsaydı, yazgıyla ortaya çıkan iman, zamanla sili nerek kaybolur ve kalpler yine küfre dönerdi. Ama O, sayılmayacak kadar nimetler lütfederek imanm kalplerde sebat ve devamını sağlamıştır. Bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar". (Ra'd/39) Yani O, sebat ve devamlılığını istemediği şeyleri silip atarken diledi klerini de sabit ve daim kılar. Kul, iman nimetinin şükrünü asla eda edemez. O, kendisine yapılan lütufları ve kendi rolü ve hakedişi olmaksızın yapılan iyilikleri asla bilemez. Ona yapılan bütün lütuf ve iyilikler, Allah'ın lütuf ve rahmeti sayesindedi r. "Hayır, insan Allah'ın emrettiğini yapmadı" (Abese/23) ayetinin tefsirlerinden biri bu şekildedir. Yani kul, Allah Teala'nm kendisine dünya ve ahiretteki nimetlerin ana sı olan İslam nimeti adına emrettiklerinin şükrünü asla eda etme miştir. Halbuki islam, cehennem ateşinden kurtulmanın vesilesi, cennete girmenin de anahtarıdır. Orada kulun Allah Teala önünde İslam dışında hiçbir öncüsü ve şefaatçisi da olmayacaktır. Bu nimetin Allah Teala'nm yardım ve inayetiyle hareket ve ne feslerde sebat ve devam etmesi de ayrı bir nimettir. Çünkü Allah Teala bir ayet -i kerimede bunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir". (Mücadele/22) Yani Allah, kalplerindeki imanı sürekli destekleriyle sabit kılarak onları takviye etmiştir. O, aynı manada şöyle buyurmuştur: "Allah, iman edenleri dünya ve ahirette sabit söz ile metin kılar". (İbrahim/27) Allah Resulü de (sav) bir duasında şöyle buyurmaktadır: "Ey kalpleri döndüren -Yani imandan şüphe ve şirke çeviren- Kalbimi Sana itaatta metin kıl".25[25] Bu zarif ve çok büyük nimeti hakkıyla tanımak, kulun kalbindeki kötü son korkusunu çıkarıp atar. Çünkü böyle bir kul, kalple ri döndüren Allah'ın bunu ne kadar süratle yaptığını yakinen müşahede etmektedir. Bu nimetin şükrünün se'vabı da budur. Bu husus, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun kapsamına girmektedir: "Size verdiği nimetten ve sizi onunla beslemesinden dolayı Allah'ı sevin". Allah Teala'mn bize verdiği gıdaların en faziletlisi, hiç kuşkusuz imandır. Bu nimeti ve Allah'ın verdiği diğer nimetleri hakkıyla bilmek, nimetin devamını sağlarken, Kendinden bir ruhla bizi destekleme si ve değişen hallerde bizi iman üzere metin kılması da nimetlerin en büyüğüdür. Çünkü o, amellerin temelidir. Allah rızasına nail olmanın vesilesi de bu amellerdir. Eğer O, uzuvlarımızı günahlara çevirdiği gibi kalplerimizi de tevhidden çevirerek şüphe ve şirke dolamış olsaydı ne yapardık? Böyle yapsay dı karşı durmak için neye dayanır, neye güvenir ve neye ümit bes lerdik? Görüldüğü gibi bu, nimetlerin en büyüklerinden biridir. Bu nimeti layıkıyla bilmek, iman nimetinin şükrü babmdandır. Onu bilmemek ise, iman nimeti karşısında gafil kalmaktır. Bu 25[25]
Tirmizî, Kader/7, Da'avat/89,124; îbni Mâce, Dua/2.
ise, cezayı gerektirir. İmanın aklen kazanıldığı veya başka bir kuvvetle elde edildiği yönündeki iddialar ise iman nimetinin inkarından ibarettir. İmanın bu tür iddia sahiplerinden çekilip alınmasından endişe ederim. Çünkü bunlar, Allah'ın nimetinin şükrünü inkar ve nankörlükle değiştirmişlerdir. Allah Teala hayırları imanın kazançla rından kılmıştır. Bize kazandırılan hayırlarda bizim hiçbir etkimiz yoktur. Aksine Allah Teala bizi imana iletmek suretiyle lütufta bu lunarak, imanı iyilik ve ihsanı kazanmada bize vesile kılmıştır. O, şöyle buyurmaktadır: "Ya da imanında hayır kazanmamış olan kimseye". (En'am/158) Ayetin tefsiri yapılırken, kasdedilen hayrın tevbe olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, salih amellerin tamamı, imanın kazançlarıdır denmiştir. İmandan sonraki bir nimet de, güzel işler yapmaya muvaffak kılınmamız, iş lerimizin kolaylaştırılması, küfürden, kafirlerin iş ve ahlakından uzak tutulmamız dır. Allah Teala'mn lütfuyla bize imanın güzelleştirilip sevdirilmesi, ftsk ve günahkarlığın çirkin gösterilmesi de büyük bir nimettir. Görüldüğü üzere Allah'ın bize olan nimetleri sayılmayacak kadar fazladır. Bu nimetlere karşı şükür de, yine O'nun bize bahşettiği bilgi ve yardım sayesinde eda edilmektedir. Nimetlerin ardarda gelmesinden dolayı duyulan haya da şükür babmdandır. Şükrü hakkıyla eda edemediğini bilmek şükür olduğu gibi, şükrün azlığından dolayı özür dilemek de bir şükürdür. Allah Teala'mn hoşgörüsünün büyüklüğünü, bizi örten perdesinin kalınlığını itiraf etmek de bir şükürdür. Halk içinda kendisine nasip olan güzel övgü ve itibarın kulun hakedişi olmaksızın Allah'ın lütuf ve inayetiyle olduğunu itiraf da bir şükürdür. Hatta bu onun ni metlerine katılır ve şükür babından sayılır. Nimetlere güzel bir tevazu ile yaklaşmak ve zillet hissine kapılmak da bir şükürdür. Halkın, nimet verilenlere hayır duada ve öv güde bulunmalarına gelince, bu da doğrudur. Çünkü onlar, bağışın vesileleri ve asıl verenin vasıtalarıdır. Bu şekilde Mevla'nın ahlakıyla ahlaki anmamız da bir şükürdür. Nimet verenin huzurunda az itirazda bulunmak, edepli davranmak, nimetleri güzellikle kabul etmek, küçüğünü çoğaltmak ve basitini önemsemek de şükürdür. Nitekim geçmişte bir topluluk, Allah'ın hikmetini görmezlikten gelerek eşyayı küçümsedikleri ve on lardaki yararları hafife aldıkları için helak olmuşlardır. Allah Teala'mn bir nimetim küçümsemek, nimetleri inkardan ibarettir. Bazıları sabrın şükürden daha faziletli olduğunu söylemiştir. Tahsil sahiplerine göre bu ikisinden birini diğerinin üstüne koymak mümkün değildir. Çünkü şükür, müminlerin cümlesinin makamıdır. Müminlerden bir cemaati diğerinden üstün tutmak, mü -şahedelerdeki yakini imanlarında farklılaşmadan dolayı sıhhatli olmaz. Çünkü sabredenlerden bir kısmı, şükredenlerin bir kısmından daha üstün olabilir. Bu üstünlük de, marifetinin fazlalığı veya sabrının güzelliği noktasında görülebilir. Şükredenlerin havassı, yakinlerinin güzelliği ve müşahedesinin yüceliğinden dolayı sabredenlerin avamından daha faziletlidir. Bunların haller ve makamlar bakımından üstünlüğü noktasına gelince şunu söyleyebiliriz: Allah daha iyi bilir, ancak nimetlere karşı sabırlı olmak daha üstündür. Çünkü bunda zühd ve korku sözkonusudur. Bu ikisi ise, makamların en üstündedirler. Sıkıntılara karşı şükür daha üstündür. Çünkü bunda da imtihan edilme ve takdire razı olma sözkonusudur. Darlık ve sıkıntılara karşı sabır, nimet ve rahatlığa şükretmekten daha faziletlidir. Çünkü ilki,nefse daha ağır gelir. Zenginlik ve günaha muktedir olma halinde sabır ise, nimetlere karşı sabırdan daha faziletlidir. Nimetlere rağmen günahlara karşı sabırlı olmak, bu nimetlere karşı nefs cihadı yapanlar için bunlarla taatte bulunmaktan daha faziletlidir. Sabredeceği bir duruma şükreden kişi için, bela bir nimet olmuş olur. Bu daha faziletlidir. Çünkü bu, mukarrebun zümresinin müşahede sidir. Şükredeceği nimetlere karşı sabırlı olana gelince, bu ondan da faziletlidir. Zira bu, mücahede halidir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Biz peygamberler topluluğu, insanların en ağır imtihan
edileniyiz. Sonra da en fazla benzeyenler." Hadiste geçen "Emsel=En çok benzeyen" ifadesi, benzerlik bakımından peygamberlere en yakın olanlar anlamındadır. Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) bela ve imtihan ehlini, kendisine en yakın olanlar şeklinde nitelemiş ve onları, en çok benzeyenler kılmıştır. Allah Resulü'ne (sav) en çok benzeyen kimse ise, el bette fazilet bakımından en üstün kimsedir. Allah Resulü (sav) imtihanının ağırlığına şükredenlerdendi. Sabredenler zümresindeki şükreden ise, imtihanlarına karşı şükürle dolu olduğu için daha üstündür. Çünkü o, peygamberlere en yakın ve en çok benzeyen kimsedir. Mukarrebun zümresinin makamlarının hepsi de sabır ve şükrü gerektirir. Çünkü bunlardan her biri, ancak diğerinin varolmasıy-lâ tamam olur. Sabır, kemale erebilmek için üzerine şükrü gerektiren bir nimettir. Sabır da, sevabının ziyadesini temin etmek için üzerine şükrü gerektiren bir nimettir. Allah Teala da bu ikisini bir leştirerek zikretmiş ve müminleri her ikisiyle birlikte vasfederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki bunda her çok sabreden ve çok şükreden için ayetler mevcuttur". (İbrahim/5) Allah Teala, şükre -denleri, "Fe'ûl" veznini kullanarak mübalağa ile vasfederken, sabredenleri de "Fa'al" veznini kullanarak mübalağa ile nitelemiştir. İşte bu nedenledir ki, bir hadis -i şerifte de buyruiduğu gibi iman ikiye ayrılmıştır: "Sabır imanın yarısıdır. Şükür de imanın yarısıdır." Yakin ise, imanın bütünüdür. Çünkü o, imanın aslı, sabır ve şükür ise imanın meyvalarıdır. Her ikisi de ancak yakin ile meydana gelirler. Şöyle ki: Şükreden kul, kendisine verilen nimetin Nimet Veren Allah tarafından olduğunu yakinen bildiği için Allah Teala'ya vaadim gerçekleştirmesi sebebiyle şükreder. Sabreden kul da, başına gelen musibetin kulları sınayan Allah Teala tarafından olduğunu yakinen bildiği ve bu musibete karşı sabredene sena ettiğiğine inandığı için sab reder. Güç ve engelleme ancak yüceler yücesi, ulular ulusu Allah iledir. Sabır ve şükür hallerinin her ikisi de yakin sahibinin hallerin -dendir. Çünkü o, her zaman imtihan ve esenlik halinden birindedir. Zira onun için her halde bir ayet, bir işaret gizlid ir. İmtihan anındaki hali sabır, esenlikteki hali ise şükürdür. Allah Teala sabreden leri ve şükredenleri sever. Şükür makamının açıklaması da böylece tamama ermiş oldu. Alemlerin Rabbine hamdolsun. 26[26]
Rica Makamının Şerhi Ve Rica Ehlinin Sıfatları:
Allah Teala buyurdu ki: "Allah kullarına karşı latiftir, dilediğine rı -zık verir" (Şura/19); "Ey nefisleri hakkında aşırıya kaçan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bü tün günahları affeder". (Zümer/53) Bize ulaşan b ir rivayette Allah Resulü'nün (sav) bu ayetle ilgili olarak "Günahların çokluğunu önemsemez, çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir" buyurduğu bildirilmektedir. Meşhur hadislerden birinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilir: "Allah Teala kullarından bir topluluğu kabza -sıyia tuttu ve 'Bunlar cennettedir. (Günahlarının çokluğunu) Önemsemem' buyurdu". Allah en iyi bilendir. Bize göre mana, Allah Tea- la'nın şu kudsi hadisteki buyruğu istikametindedir: "Rahmetim herşeyi kapsadı. Rahmetim o kullarıma dar gelmeyecektir. Onların da cennete girmesini büyüksemem". Dolayısıyla onlar da cennete girerler. Allah Teala onların bütün kötü fiillerini önemsemez. O, takva ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir?". (Al-i İmran/135) Yine O, tevekkül edenleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir". (Necm/32) Allah Teala arşının çevresinde dolanan melekleri haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Ve melekler Rablerini hamd ile 26[26]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 237-267.
teşbih eder, yeryüzündekiler için bağışlama dilerler". (Şura/5) O, cehennem ateşini düşmanları için hazırladığını, dostlarını ise onunla korkuttuğunu haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarında da (ateşten) gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan korkutuyor". (Zümer/16) Yine O, Kur'an'ın baş ka yerlerinde şöyle buyurmaktadır: "Kafirler için hazırlanmış olan ateşten korkun". (Al -i İmran/131); "Ben sizi, alev saçan bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O yalanladı ve yüz çevirdi". (Leyl/14 -16) Allah Teala, zulmeden kullarına karşı bağışlayıcılığı hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için bağış sahibidir". (Ra'd/6) Rivayete göre Allah Resulü (sav) ümmetine ısrarla mağfiret dilediği için kendisine "Sana şu ayeti indirdiğim halde hala razı olmaz mısın: Muhakkak ki Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için bağış sahibidir" diye bir nida gelmiştir. "Rabbin sana verecek ta ki razı olacaksın" (Duha/5) ayet -i kerimesinin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Hazret-i Muhammed (sav) ümmetind en bir ferdin dahi cehenneme girmesine razı olmayacak tır. Ebu Cafer Muhammed b. Ali (ra) şöyle derdi: "Siz Iraklılar, Kur'an -ı Kerim'de rica ile ilgili en açık ayetin "Ey nefisleri hakkında aşırıya giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin . Muhakkak ki Allah, bütün günahları affeder". (Zümer/53) ayeti olduğunu söylüyorsunuz. Biz Ehl -i Beyt ise, Allah'ın Kitabı'nda rica ile ilgili en kuvvetli ayetin "Rabbin sana verecek ta ki razı olacaksın" (Duha/5) ayeti olduğuna inanırız. Çünkü Allah Teala O'na, ümmeti konusunda kendisini razı etmeyi vaadetmiştir". Ebu Bürde (ra) babası vasıtasıyla Ebu Musa el -Eş'ari'den (ra) şunu naklet mistir: "Ümmetim, merhamet olunmuş bir ümmettir. Ahirette ona azap edilmeyecektir. Allah onların azabını, dünyadaki z elzele ve fitnelerde kılmıştır. Kıyamet günü geldiğinde ümme timden her birine Kitab Ehli'nden bir adam verilecek ve 'İşte bu, cehenneme karşı senin fıdyendir5 denilecektir".27[27] Aynı hadisin başka bir rivayetinde ise şu lafız yeralmaktadır: "Bu ümmetten her adam, bir yahudi veya hıristiyan getirerek 'Bu, cehenneme karşı fidyemdir der ve o getirdiği ateşe atılır" lafzı yeralmaktadır. Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ateş nöbeti, ce hennemdendir ve müminlerin cehennem adına kısmetleri odur". "Allah'ın, Peygamber"! ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde.." (Tahrim/8) ayet-i kerimesinin tefsiriyle ilgili ola rak bize şöyle bir rivayet geldi: "Allah Teala vahyetti ki: Ey Muhammed, ümmetinin hesabını sana havale etmemi ister misin? O da şu cevabı verdi: Hayır ey Rabbim! Onlar için Sen benden daha hayırlısın. Bunun üzerine Allah Teala: Öyleyse onlar hakkında seni utandırmayacağız, buyurdu". Süfyan-ı Sevri şöyle derdi: Hesabımın kendi anne babama ha vale edilmesini dahi istemem. Çünkü bilirim ki Allah Teala, bana karşı o ikisinden daha merhametlidir. Seleme b. Verdan vasıtasıyla Enes b. Malik'ten (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) ümmetinin günahlarının affedilmesi hususunda Rabbine niyazda bulunarak şöyle buyurdu: Ey Rab bim, kötülüklerine başka birinin muttali olmaması için onların hesabını bana havale et. Bu nun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: Onlar senin ümmetin, Benim ise kullarım. Ben onlara karşı senden bile daha merhametliyim. Onların hesabını kendim görürü m. Ta ki kötülüklerine ne sen, ne de başkası vakıf olabilsin". Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hayatım da ölümüm de sizler için hayırdır. Hayatta iken size sünnetleri açıklar, gerekli kuralları koyarım. Ölümümün hayır oluşuna gelince, o zaman da sizde gördüğüm güzel likler için Allah'a hamdederim. Kötülüğünüzü gördüğümde ise, sizler için Allah Teala'dan mağfiret niyaz ederim". Bir diğer hadiste de şu ifade yeralmaktadır: "Kul günahlarından dolayı tevbe ettiği zaman, Allah Teala meleklerine ve yeryüzünün parçalarına onun günahlarını unutturarak 27[27]
İbni Mâce, Zühd/34; Tbni HanbeL IV/402
onları iyiliklere çevirir. Ta ki kıyamet günü geldiğinde aleyhinde şahitlik edecek hiçbir şey olmaz". Denir ki: "Mümin bir günah işlediğinde, Allah Teala aleyhinde şahitlik edememeleri için onu meleklerin bakışlarından gizler". Allah Resulü (sav) bir gün "Ey affı kerim olan" diye seslendi. Bunun üzerine Cebrail (as) kendisine şöyle dedi: "Affı kerim olan"m tefsi rini bilir misin? Onun anlamı şudur: O, günahları rah metiyle bağışlayarak keremiyle onları iyiliğe döndürür". Allah Resulü (sav) bir adamın "Allahım, Sen'den nimetin tamamını niyaz ederim" dediğini duydu ve ona şöyle dedi: "Nimetin tamamının ne olduğunu bilir misin?" Adam, "Hayır" deyince şöyle bu yurdu: "Cennete girmektir". 28[28]Allah Teala, bizler için din olarak İs lam'dan razı olmasıyla üzerimizdeki nimetini tamamlamış olduğu nu haber vermektedir ki bu da cennete girmenin delilidir. Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi ke male erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizler için din olarak İslam'dan razı oldum". (Maide/3) Bu hususta Allah Resulü (sav) ile aynı konumu paylaşıyor ve biz de lütfuyla günahlarımızı bağışlaması için Allah'a niyazda bulunuyoruz. Bir rivayette de şöyle denilmiştir: "Karşılaştığınızda 'Allah Teala gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlasın ve üzerindeki nimetini tamamlasın' diyenler ne kadar da azdır!" Ali'den (kv) şu söz nakledilmiştir: "Kim bir günah işler de Allah Teala onu dünya hayatında örterse, ahirette o Örtüyü kaldırmayacak kadar kerem sahibidir. Kim de bir günah işleyip dünya hayatında günahının cezasını çekerse, ahirette kulunun cezasını ikilemeyecek kadar adildir". Bu sözün başka bir lafzında ise şöyle denilmektedir: "Kul dünyada Allah Teala tarafından örtülen hiçbir günah işlemez ki, Allah onu ahirette bağışlamasın". Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: "Günah işleyen her kul, Allah Teala'nm huzurunda (=kenf) günah işler. -İnsan için kenf, kucağı ve sinesidir -. Allah hangi kuluna ellerini uzatırsa, onun açığını örtmüş olur. Kimden de çekerse rezil etmiş olur". Denir ki: İşlediği günahtan dolayı dünyada rezil edilen kimse için bu hal kefaret olur ve ondan dolayı ahirette rezil edilmez. Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Bir kul günah işleyip de Allah'dan mağfiret dilediği zaman Allah Teala meleklerine şöyle buyurur: 'Kuluma bakın! Bir günah işlediğinde onu bağışlayacak ve silecek bir Rabbinin olduğunu biliyor. Sizi şahit tutarım ki günahını bağışladım." Muhammet! b. Mus'ab'd an şunu naklet mistirler: "Esved b. Salim bana kendi el yazısıyla şunu yazıp göndermişti: Kul nefsine karşı aşırı zorlayıcı olduğunda ellerini kaldırarak dua eder ve şöyle der: 'Ey Rabbim!' Melekler onun sesini perdelerler. O ikinci kez'Ey Rabbim!' dediğ inde yine perdelerler. Üçüncü kez 'Ey Rabbim? dediğinde yine perdelerler. Dördüncü kez yine dediğinde Allah Teala şöyle buyurur: 'Kulumun sesini duymamam için daha ne kadar perdeleyeceksiniz? Kulum, işlediği günahları Ben'den başka bağış layacak bir Rabbi olmadığını iyi biliyor. Sizi şahit tutarım ki günahlarını bağışladım". Bir diğer kudsi hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu ri vayet edilmektedir: "Kul, günahları gökyüzüne varıncaya kadar günah işlediğinde bile istiğfar edip Ben'den ricada bulunduğu sürece günahlarım bağışlarım". Başka bir hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kulum Bana dünya dolusu günahla bile gelse, Bana hiçbirşeyi ortak koşmadıkça onu dünya dolusu günahı bağışlanmış olarak karşılarım". Bir başka rivayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Kul günah işlediği zaman melek altı saat kalem oynatmaz. Eğer günahından dolayı tevbe ve istiğfarda bulunursa o günahı yazmaz. Aksi halde bir günah yazar". Bu hadisin başka bir rivayetinde şu ifade yeralmakta -dır: "Melek onun aleyhine olarak bir günah yazıp kul da bir iyilik işlediğinde sağ taraftaki yazıcı melek emri altında olan sol yandaki yazıcıya şöyle der: Kulun bu günahını sil, ben de iyiliğinin katların 28[28]
Tirmizî, Da'avat/93
dan birini şileyim ve onun için dokuz iyilik yazayım. O mel ek de bunun üzerine kulun işlediği günahı siler". Denir ki: Diğerinin emri altına koymasına rağmen sağ taraftaki meleğin kalbini, sol yanda ki melekten katlarca fazla merhametle doldurmuştur. Kul bir iyilik yaptığında sağ taraftaki melek sevince boğulur. Denir ki: Bütün melekler kulun yaptığı iyilikten sevinç duyarlar. Sağ taraftaki melek de sevincinden dolayı kulun hanesine birçok sevap yazar. Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen uzun hadis- i şerifte de şu ifade yeralmaktadır: "Allah Resulü (sav) buyurd u ki: Kul bir günah işlediğinde bu günahı defterine yazılır. Bedevi sorar: Tevbe ettiği zaman ne olur? Allah Resulü de 'Defterinden silinir1 buyurur. Bedevi, 'Aynı günahı tekrar işlediğinde ne olur?' diye sorar. Allah Resulü de, Tine günah yazılır1 buyur ur. Bedevi, 'Tevbe ettiğinde?' diye sorar. Allah Resulü de 'Defterinden silinir' buyurur. Bedevi, 'Ne zamana kadar ey Allah Resulü?' diye sorduğunda Allah Resulü (sav) şöyle buyurur: 'Tevbe edip Allah'tan mağfiret dileyinceye kadar. Kul mağfiret dilemekten bıkmadıkça Allah Teala mağfiret etmekten bıkmaz". Kul bir iyiliğe niyetlendiğinde sağ taraftaki melek, kul onu yap madan önce bir iyilik olarak deftere yazar. Yaptığında ise on iyilik olarak yazar. Allah Teala da bu iyiliği yedi yüz kat arttırır. Bir günaha niyetlendiğinde ise yazılmaz. O günahı işlediğinde sadece bir günah yazılır. Bunun ardından da Allah Teala'nın güzel affı gelir. "Bir adam Allah Resulü'ne (sav) geldi ve şöyle dedi: 'Ey Allah Resulü, ben (Ramazan) ayı orucu dışında oruç tutmanı. Bu ayın orucuna başka bir oruç eklemem. Beş vakit namaz dışında namaz kılmam ve bu vakitlere başka bir namaz eklemem. Malımda da Al lah Teala için sadaka verme ve hacca gitme imkanı bulunmamaktadır. Nafile amel de yapmam. Öldüğüm zaman nerede olurum?'Al lah Resulü 'Cennette'buyurdu. Bunun üzerine adam, 'Ey Allah Resulü, seninle beraber mi?' diye sordu. O da şöyle buyurdu: 'Evet, kalbini kin ve hasetten, dilini gıybet ve yalandan, gözünü de Allah'ın haram kıldığına bakmaktan ve onunla bir müslümanı horlamaktan koruduğun takdirde benimle beraber, şu avuçlarımda cen nete girersin' buyurdu". Enes b. Malik'in rivayet ettiği mezkûr uzun hadiste şu ifade ye -ralmaktadır: "Bedevi, 'Ey Allah Resulü, insanları hesaba çekmeyi kim üstlenecek?' O da, 'Bizzat Allah Teala ü stlenecek' buyurdu. Bu cevap üzerine bedevi tebessüm etti. Allah Resulü, 'Niye güldün ey bedevi?' diye sordu. Bedevi şöyle dedi:' Kerem sahibi, kudretli olduğunda affeder. İhlalleri iyice ölçer. Hesaba çektiğinde de hoşgörülü olur1. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Doğrudur. Bi liniz ki, Allah Teala'dan daha fazla kerem sahibi olan yoktur. O, ke rem sahiplerinin eri büyüğüdür5. Allah Resulü (sav) bilahare 'Bedevi iyi anlamış' buyurdu. Allah Resulü (sav) aynı hadisin başka bir yerinde ise şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala Kabe'ye çok büyük bir değer vermiş ve onu yüceltmiştir. Buna rağmen onda taş üstünde taş bırakmayıp sonra da yakan bir kişi dahi, Allah'ın velilerin den birini hafife alanın işlediği kadar ağır bir günah işlemiş olmaz'. Bedevi 'Allah'ın velileri kimlerdir?' diye sordu. O da, 'Bütün mü minlerdir. Allah Teala'nın şu buyruğunu duymadın mı? 'Allah iman edenlerin velisidir ve onları karanlıklardan nura çıkarır". Müfred olarak rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Mümin Kabe'den daha faziletlidir. Mümin temiz ve güzeldir. Mümin Allah Teala nezdinde meleklerden daha değerlidir". Abdullah b. Anır, Ka'bü'l -ahbar ve Ebu Hüreyre'den (ra) rivayet edilen meşhur bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü (sav) Kabe'ye baktı ve şöyle buyurdu: Ne kadar da değerli, ne kadar da yücesin! Müminin hürmeti ise Allah katında senden daha fazladır. Allah Teala, velilerine hizmet gayesiyle evi nin temizlenmesini onlara verdiği değer sebebiyle peygamberlerine emretmiştir. O Ev de, onlarla şeref kazanmıştır".29[29] Kudsi bir hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Benim bir velimi 29[29]
Tirmizî, Birr/85; îbni Mâce, Fiten/2; Dârimî, Menasik/76
aşağılayan kimse, Bana savaş açmış demektir. Ben de velimin öcünü hem dünya hem de ahirette alırım". Yakub (as) ile ilgili olarak şu haber nakledilmiştir: "Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştur: 'Seninle Yusufu bu kadar zaman niçin ayırdığımı bilir misin?'Yakub (as) 'Hayır1 dedi. Allah Teala şöyle buyurdu: 'Kardeşlerine, 'Siz ondan habersizken kurtların onu yemesinden korkarım' demenden dolayı. Nasıl olur da onun için kurttan korkarsın da Ben'den ricacı olmazsın? Nasıl olur da onların Yusufu unutmalarından korkarak Benim onu korumamı beklemezsin? Sana Ben'den daha çok inayet gösteren bi ri mi var? Kendimi senin için merhametlilerin en merhametlisi kıldım ki Ben'den ricacı olasın. Eğer böyle olmasaydı, kendimi senin için cimrilerin en cimrisi kılardım". Rica, korkunun tam tersine bir şeye duyulan aşırı isteğe verilen isimdir. Korku ise, bir ş eyden duyulan aşırı çekinmeye verilen isimdir. İşte bu nedenledir ki Allah Teala isteği (=tama!) ricanın yerine, çekinmeyi de (=hazr) korkunun yerine kullanmıştır. Bunu şu ayet -i kerimelerde görmekteyiz: "Rablerine korku ve tama' ile dua ederler". (Secde/16); "Ahiretten çekinir ve Rabbinin merhametini rica eder". (Zümer/9) Bu sıfat da müminlerin taşıdıkları sıfatlardan, iman ahlakının esaslarmdandır. İman ancak bu sıfat ile sıhhat bulur. Tıpkı korku sıfatı olmaksızın sıhhat kazanmadığı gibi. Rica ve ümit , bir kuşun iki kanadından biri durumundadır. Bilinir ki kuş? ancak iki kanadının yardımıyla uçabilir. Aynı şekilde inandığı Rab'den ricacı olmayan ve O'ndan korkmayan kişi de iman etmiş olmaz. Rica, aynı zamanda Allah Teala'ya karşı hüsnü zan besleme ve O'ndan güzellik ümit etmenin makamlarından biridir. İşte bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) müminlere şu öğütte bulunmuştur: "Sizden biri yalnız Allah'a karşı hüsnü zan besleye rek ölsün".30[30] Çünkü bir kudsi hadiste Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben, kulumun zannettiği yerdeyim. Benim hakkında dilediğini zannetsin"31[31] Abdullah b. Mesud (ra) Allah'ın adıyla yemin ederek şöyle derdi: "Kul, Allah hakkında hiçbir hüsnü zanda bulunmaz ki, Allah Te ala ona bunu vermesin. Çünkü haynın tamamı O'nun elindedir". Yani Allah Teala bir kuluna kendisine karşı hüsnü zan nimetini verdiği zaman, zannettiği şeyi de ona verir. Çünkü onun kendisiyle ilgili zannını güzel kılan, onun dileğini vermeyi de murad etmiş demektir. Yusuf b. Esbat'tan nakledildi ki: Süfyan- ı Sevri'nin (ra) Allah Teala'nm "İhsanda bulunun, çünkü Allah ihsan edenleri sever" (Ba kara/195) ayetinin tefsirini yaparken şöyle dediğini duydum: Allah'a karşı hüsnü zan besleyin". Allah Resulü (sav) ölüm döşeğindeki bir adamı ziyaret etti ve ona 'Nasılsın?' diye sordu. Adam da, 'Günahlarımdan dolayı korkuyor, Rabbimin rahmetini umuyorum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Böyle bir anda bu ikisi hiçbir kulun kalbinde biraraya gelmez ki Allah Teala umduğunu ver ip korktuklarından güvende kılmasın". İşte bu nedenledir ki Ali (kv), aklını kaçırarak tam bir teslimiyete düşen adama şöyle demiştir: Ey kişi, senin Allah'ın rahmetinden ümitsizliğin, işlediğin günahlardan daha ağırdır. Çünkü günahlardan dolayı bunalan kişinin huzur bulduğu Allah'ın -rahmetinden ümit kesmek ve günahlarla sınanan bir kulun ümitvâr olduğu Allah'ın merhametinden yeise kapılmak, işlenen o günahlardan daha büyük ve bütün günahlarından daha ağır bir günahtır. Böyle davranan biri, kendi nevasın a dayanarak Allah Teala'nm rica ve ümide dayanak olan sıfatlarından ayrılarak O'nun zatına kendi kınanmış sıfatıyla hüküm vermiştir. Bu ise, -eğer işlediği günahlar büyük günah türündense - büyük günahlardan daha büyük bir günahtır. "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız" (Bakara/195) ayet -i kerimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Burada sözedilen kimseler büyük günah işledikten sonra kendilerini tehlikeye atarak tev-be etmeyen ve 'Biz zaten helak olduk, hiçbir amel bize fayda etmez' diyenlerdir. Müslümanlar, bundan menedilmiştirler. Şu var ki rica makamı kıymetli bir makam ve çok 30[30]
Ebu DavÛd, Cenaiz/13; İbni Hanbet, m/293, 325. 330, 345, 390 Bnhârî, Tevhid/15, 35; Miisiim, Tevbe/1, Zikir/2, 19; Tirmizî, Zühd/51, Da'avat/131; İbni Mâce, Edob/58; Dârimî, Rikak/22; tb ni Hanbel, 11/251 31[31]
değerli bir hal olup ancak ilim ve haya ehli arasındaki kerem sahiplerine nasip olur. Bu hal, onlara korku makamından sonra gelen bir hal olup sıkıntılar karşısında onunla ricacı ve ümitvâr olurlar. Israrla günah işlemeye düşmekten de onunla korunurlar. Korkuyu bilmeyen kimse, rica ve ümidi bilemez. Korku makamında bulunmayan kimse de, arılık ve sıhhat üzere rica ehlinin makamlarına yükseltilmez. Her kulun rica ve ümidi, ko rkusunun cihetinden doğar. Ümit edilen ahlaka dair mükaşefesi ise, kendisine keşfedilen korkutucu sı fatlardan dolayıdır. Eğer kul, günah, sebepler ve ayıplar gibi yaratılmış korkutucuların makamına konulmuşsa, vaadin gerçekleşmesi, günahlarının bağışlanması ve cennetin teşvikiyle korku makamlarından rica makamlarına yükseltilir. Tabii ki bunlarda birçok güzel sıfat mevcuttur. İşte kitapları sağdan verilecek olanları bekleyen son budur. Eğer Zatın manalarının müşahedesi noktasında -misal olarak bilgisizlik, kötü son, gizli tuzak, gizli istidrâc, kudretin ezmesi, kibir ve ceberut hükmü gibi sıfatlardan doğan korkuların makamına konulmuşsa, bu makamlardan da muhabbet ve rıza makamına yükseltilirler. Bu noktada ise ahlakın özünü, kerem, ihsan, lütuf, şefkat ve minnet gibi sıfatları ricacı olur. Rica ehlinin, rica makamlarmdaki şahitliğiyle ilgili olarak bildiğimiz bütün hakikatleri zikretmemiz doğru olmaz. Bu herşeyden önce müslümanlarm avamı için münasip değildir. Ayrıca fesada karşı dayanma gücü verilmemiş olanları da ifsad edebilir. Dolayısıyla bu bilgiler, ancak müminlerin havassı için uygundur. Müminlerin havassı bunlara dayanıp sadece bunlara uymadığı için ricanın hükmünü sadece muhabbetten çıkarır. Muhabbet ise ancak kalbin korkuyla ıslah olması ndan sonra or taya çıkar. İnsanların çoğu için uygun olan yalnızca korkudur. Tıpki kötü köleler gibi ki onlar, ancak kırbaç ve değnekle yola gelir, ak si halde kılıçlarla yüzleşirler. Kulun ricasının sıhhat işareti, ricasında korkunun da gizli olmasıdır. Çünkü kul, kaybetmekten korktuğu bir şeyi rica ettiği zaman, rica edilen şey onun kalbinde daha büyük bir yere sahip olur ve ona karşı özlemi büyür. Dolayısıyla da rica halinde bile, ricacı olduğu şeyin gerçekleşmemesi yönündeki korkusundan uzaklaşa -maz. Rica, korku sahiplerinin rahatlatılın asıdır. İşte bu nedenledir ki Araplar ricayı korku olarak adlandırmışlardır. Çünkü bu ikisi, birbirlerinden ayrılmayan bir bütün gibidirler. Arap dilbilimcilerden bir mezhebe göre birşey başka bir şeyin ayrılmaz parçası, sıfatı veya sebebi olduğu zaman, onu onunla ifade etmek mümkündür. Örneğin 'Sana ne oluyor da ricacı olmuyor sun?' derler ki bu, 'Sana ne oluyor da korkmuyorsun?' anlamındadır. Allah Teala'nm "Size ne oluyor ki, Allah'tan bir vakarı ummu yorsunuz?" (Nuh/13) buyruğu da bu anlamda değerlendirilmiştir. Müfessirler bu ayetin anlamının 'Size ne oluyor da Allah'ın azame tinden korkmuyorsunuz?' şeklinde olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. "Kim Rabbi ile karşılaşmayı umuyorsa" (Kehf/110) ayetinin iki tefsir şeklinden biri de böyle olup 'O'nunla karşılaşmaktan kor-karsa' şeklinde anlaşılmaktadır. Korkunun ricaya göre durumu, günün geceye göre durumuna benzer. Çünkü bu ikisi de sonuç itibarıyla birbirinden ayrılmayan kavramlardır. Dolayısıyla bir günlük sürenin her ikisiyle ifade edilmesi de caizdir. Mesela üç günü ifade etmek için üç gece denilebil- diği gibi aksi de söylenebilir. Buna örnek olarak Allah Teala'nm şu buyruğunu zikredebiliriz: "Senin mucizen, insanlara üç tam gece konuşmamandır" (Meryem/10) Allah Teala üç günü, ancak sembol olarak buyurmuştur. Gün, geceden ayrı olmadığı gibi gece de günden ayrı değildir. Allah Teala birini bildirerek diğerini de murad etmiş olmaktadır. Çünkü biri diğerine benzetilmekte ve onun kapsamına girmektedir. Ama Al lah Teala'nm hikmet ve kudreti gereği ve her biri için farklı hükümler konmuş olduğu için ayrı ayrı ortaya çıkmaktadırlar. Allah Teala'nm her ikisindeki nimetleri de farklı farklıdır. Gün belirdiğinde gece Allah'ın kudretiyle onun içinde kaybolur. Gece ortaya çıktığında ise gün yine O'nun hikmetiyle onun içinde kaybolur. Bu da Allah Teala'nm geceyi gündüze, gündüzü geceye katması ve birini diğerinin üzerine dürmesinin hakikatidir.
Melekûtî manalarıyla korku ve ricanın hakikati de böyledir. Korku zahir olduğu zaman, kul korku sahibi olur ve hakkında korkutucu bir sıfatın tecellisini müşahede ettiği için korku hükümleri hakim olur. Bu durumdaki kul, üzerindeki etkisinden dolayı korku sahibi olarak adlandırılır. Rica ise, korkusunun içine gizlenir. Rica zahir ol duğunda ise, ru -bubiyetin ricaya davet eden bir sıfatla tecellisini müşahede ettiği için rica hükümleri hakim olur ve kul, rica ile vasfedilir. Çünkü o an da kendisine hakim olan hal, rica hali olup korku hali bunun altına girmiş olmaktadır. Zira her ikisi de imanın ayrılmaz sıfatlarıdır. Bu ikisini bir kuşun iki kanadına benzetmek doğru olur. Korku ile rica arasındaki mümin, iki kanadı arasındaki bir kuş, ya da terazinin iki kefesi arasındaki dil gibidir. Bu meyanda Mutarrafm şu sözünü zikretmek yerinde olur: "Müminin korkusu ile ricası tartıl -saydı denk gelirlerdi". Ricanın hakikatini bilme ve rica edilen şey hakkındaki isteğin doğruluğu noktasında aslolan budur. Müminler açısından korku ile ricanın denk oluşunda iki makam sözkonusudur. Bunların üstte olanı, mukarrebun zümresinin makamı olup korkutucu sıfatlarla rica ve ümit edilen ahlakın müşahede edilmesi makamıdır, ikincisi ise, kitapları sağ taraflarından ve rilecek ashab- ı yeminin makamı olup eşsiz hükümlerden ve farklı kısımlardan öğrendikleri makamdır. Onlar Allah Teala'nm kullarını lütfuyla nimetlendirdiğini ve bunun cebren olmayıp tercihen olduğunu bilirler. Bunu bildikleri için de, nimetin başladığı gibi tamamlanmasını rica ve ümit eder ler. Firavun'un huzurundaki sihirbazların, iman ettikleri a nda Al lah Teala'nm mağfiretini arzu etmeleri de bu bağlamda ele alınmalıdır. Onlar Kur'an'da yazılı olduğu gibi şöyle demişlerdi: "Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim ha talarımızı bağışlayacağını ummaktayız". (Şuara/51) Yani, Allah Teala bizi bu mekanda ilk iman edenler kıldığı için, bizi kendisine iman eden kılması sebebiyle günahlarımızı bağışlamasını rica ediyoruz. Onlar Allah Teala'dan bu affı ümit etmişlerdir. Allah Teala kendisine nimet verip geri aldıktan sonra bu nimetin kendisine dönmesinden ümidim kesen kulu kötüleyerek şöyle buyurmuştur: "Andolsun biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür". (Hud/9) Allah Teala daha sonra bu duruma sabrederek kendisine bağlı kalan kullarını bundan müstesna tutarak şöyle buyurmuştur: "Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka". (Hud/11) Lokman'm (as) oğluna şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'tan öy le bir korkuyla kork ki, O'nun tuzağından emin olma. O'ndan öyle bir ricayla ricacı ol ki, korkun daha fazla olsun. Oğlu şöyle demişti: Bunu nasıl başarabilirim? Benim sadece bir kalbim var. Lokman (as) şu cevabı verdi: Bilmez misin ki mümin iki kalpli gibidir. Biriyle korkarken diğeriyle ümit eder?" Bundan çıkarılan anlam, korku ve ricanın müminin iki sıfatı olduğu ve hiçbir müminin kalbinin bunlardan hali kalamayacağıdır. Bu şekildeki mümin de iki kalpli olacaktır. Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki insanlar dört tabaka üzere yaratılmışlardır. Bu tabakalardan her birinde bir zümre yaşar. Bunlardan biri mümin olarak yaşar ve mümin olarak ölür. Bunların rica ve ümitleri hem kendileri, hem de diğer müminler içindir. Çün kü Allah Teala onlara lütufta bulunduğu zaman, üzerlerindeki ni metini tamamlamasını ve nimetini çekip almamasını rica ederler. İnsanlardan bir zümre de mümin olarak yaşayıp kafir olarak Ölürler. Bunlar hem kendileri hem de başkaları için korku duyarlar. Çünkü Allah Teala'nın kendileri hakkındaki sabık ilmi gereği olan gaybi hükmünü bilirler. İnsanların diğer iki zümresi ise, kafir olarak yaşayıp mümin olarak ölenler ve kafir olarak yaşayıp kafir olarak ölenlerdir. Bu iki hüküm, müşrikler için ikinci ricalarını gerektirir. Çünkü onu gördüklerinde, zahiri görünüme bakarak üm itsizliğe kapılmazlar. Bu ümidin korkusu, kişinin bu hal üzere ölmesi olarak görülen ikinci bir korkudur. Bunun, Allah katında hakikat
olması mümkündür. Müminin bu dört hükmü de bilmesi, ona korku ve rica hallerini birlikte kazandırır. Böylelikle durumu da dengelenmiş olur. Çünkü onun imanı, bu bilgiyle dengelenmiştir. O, insanlar hakkında zahire göre hüküm verirken, insanların vicdanlarını gaybları bilici olan Allah'a havale eder. Hiçbir kul hakkında, zahirine bakarak kesin kötü hükmü vermeyerek, Allah Tea la nezdinde onun için gizli olan hayrı rica ve ümit eder. Ne kendisi, ne de başkası için zahire bakarak iyiliğe hükmetmez. Bilakis Allah katında bir kötülüğün gizlenmiş olmasından korku duyar. Mükemmel olan hal, kulun kendisi için korku duyarken başka ları için ümitvâr ve ricacı olmasıdır. Çünkü bu, müminlerin hüsnü zan sahibi olarak ibadet etmelerinden önceki vecdidir. Onlar bu şekilde bütün insanlara karşı hüsnü zan besler, kaplerinin selim olduğuna hükmederek onlar için bahaneler bulurlar. Gaybi hususla rı ise, işlerin kendisine döndüğü Allah Teala'ya havale ederler. Kendileri hakkında ise sürekli kötü zan beslerler. Çünkü kendi sıfatlarını bilir ve bu yüzden kendilerine eleştiri yağdırırlar. Kendilerine karşı şefkatli olmak için kötü sıfatlarına ve bahanelere dayanmazlar. Korku, onlar için kendilerini aklamak olamaz. Bu iki hususun aksini taşıyanlar, tuzağa düşerek kendileri hakkında hüsnü zan beslerken başkaları hakkında kötü zanda bulunur ve başkaları için korku duyarken, kendileri için ricacı ve ümitvâr olurlar. Kendileri için bahane bulucu ve gerekçe bulucu olurken, başkaları için kınayı -cı ve eleştirici olurlar. Bu ise münafıkların ahlakmdandır. Rica ehli için makamlarından bir hal sözkonusudur. Bu hal için de ricalarından bir alamet vardır. Rica edilenin müşahedesi noktasında ricanın alameti, amellere devam ve Allah'a güzelce yaklaşarak nafile ibadetlere yaklaşmayı hızlandırın ası dır. Çünkü o, Rabbi -ne karşı hüsnü zan sahibidir ve ondan güzellik ümit eder. Allah Teala da, kendisinden bir lütuf olarak emrettiği salih amelleri kabul buyurur. O, bunu kendisine vacip olduğu ve ya hakettiğimiz için değil kerem sahibi olduğu için yapar. Yine O, kulunun yaptığı kötü işleri kefaret eder. Bunu da kendinden bir ihsan, lütuf ve bize olan şefkatinden dolayı yapar. Çünkü O, çok yüce ahlak ve gizli lütuflar sahibidir. Bütün bunları, kendisine gerektiği için değil, O'na duyu lan hüsnü zandan dolayı yapar. Bu meyanda Süfyan- ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Kim bir günah işler ve bu günahı işleme gücünü Allah'ın verdiğini bilerek O'nun bağışım rica ederse, Allah Teala onun günahını bağışlar. Yine o şöyle demiştir: "Allah Teala bir kavmi ayıplayarak şöyle buyurmuştu: "İşte bu, sizin Rabbiniz hakkındaki zannmızdır. Onu size geri çevi riyorum". Allah Teala benzeri bir vesilede şöyle buyurmuştur: "Ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz". (Fetih/12) Allah Teala'mn bu hitabından çıkarılacak de lil, güzel zanda bulunanların kurtulanlardan olacağıdır. Bir başka rivayette şöyle denilmektedir: "Kim bir günah işler ve bu onu üzerse, bağışlanma dilemese dahi günahı bağışlanır". Yakin makamlarının diğerleri gibi rica makamında da farz ve fazilet olan kısımlar vardır. Kula farz kılınan, Rabbi, Yaratanı, Mabudu ve Rızık Vereni olan Allah Teala'dan ricacı ve ümitvâr olmasıdır. Kul bunu, kendi sıfatlarına bakarak değil, Allah Teala'mn lü tuf ve keremini düşünerek yapmalıdır. Sehl (ra) şöyle derdi: Kim Allah Teala'dan bir şey rica eder ve kendi nefsiyle yaptığı amellere bakarsa karşılık göremez. T a ki yal nız Allah Teala'ya, O'nun lütuf ve keremine bakmcaya kadar. İşte o zaman karşılığı yakinen görür. Hayret o kimseye ki Allah Teala'dan bir şey diler, arzular ve ricacı olurken kendi nefsine ve amellerine bakar. Böyle biri, ricasında samimi değildir. Çünkü o, kendi yaptıklarına bakmakla Allah'a ortak koşmaktadır. Samimi olmadığı zaman da, tam inanmış olmayacaktır. Allah Teala ise, ancak kabul edileceğine yakinen inanan kullarının dua ve amellerini kabul buyurur. Kul, tevhide şahit olup vahdaniyet e nazar ettiğinde, ihlas ve yakin sahibi olmuş olur. Bir hadiste de bu husus teyid edilmiş tir: "Dua ettiğinizde kabule yakinen inanınız. Çünkü Allah Teala ancak yakin sahibinin ve kalpten açık
olarak dua edenin duasını kabul eder". Zira Allah Teala tarafı ndan kendisine dua etmekle görevlendirilen kişi için Allah Teala bir ibadet kapısı açmış demektir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Dua, ibadetin yarısıdır. Allah Teala duanın ancak halis olanını kabul eder". Allah Teala'mn dua karşılığında verdiği şeylerin en azı, bir hasene olup Allah Teala onu da on kattan yediyüz kata kadar arttırmaktadır. Verdiği şeylerin en üstünü ise, ahiret hayatında onun için bütün dünyadan daha hayırlı bir gelecek hazırlamasıdır ki orada verileceklerin biri dahi o nun aklından geçemez. Bu da Allah Teala'dan o kul için güzel bir bakış ve tercihtir: Verdiği karşılıkların ortancası ise, kulun bilmesi halinde geri dönmesinin kendisi için daha önemli ve kendisi için istediği şeyden daha hayırlı olacak bir beladan uzak tu tulmasıdır. Allah Resulü (sav) bir hadis- i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Dua eden hiç kimse yoktur ki, günaha götüren ve aile bağını koparan bir konu olmadıkça kabulüne yakinen inandığı bir dua etmesin de Allah Teala kendisine şu üçünden birini tak dir etmesin: Ya istediği hususla ilgili duasını kabul eder. Ya onu bir kötülükten uzak tu tar. Veya ahirette kendisi için daha hayırlı bir şey hazırlar".32[32] Musa (as) ile ilgili nakledilen haberler arasında onun şu sözü geçmektedir: "Ey Rabbim, yarattıklarından hangisine karşı daha gazaplısmdır? Allah Teala buyurdu ki: Takdirime rıza göstermeyen ve bir işte Bana istihare edip işini görecek kararı ilham etmeme rağmen bundan hoşlanmayandır". Başka bir haberde ise şu ifade yeralmaktadır: "Ey Rabbim, Sana ne en sevimli ve ne de en kızdırıcı gelen nedir? Allah Teala buyurdu ki: Benim takdirime rıza göstermek Bana en sevimli gelendir. Beni en çok kızdıran ise, kendini övmendir". Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) kendinden öğüt iste yen bir adama şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah Teala'yı senin için takdir ettiği bir şeyle ilgili olarak suçlama" 33[33]Bir başka hadis-i şerifte ise şu olay nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav) gökyüzüne baktı ve gülümsedi. Kendisine bunun sebebi sorulduğu zaman şöy le buyurdu: Allah Teala'mn mümin için takdir ettiği herşeyde onun için hayır bulunmasına şaştım. Yararlı bir şey takdir ettiğinde mümin buna rıza gösterir ve bu kendisi için hayır olur. Mümin için zararlı bir şey takdir ettiğinde de yine rıza gösterir ve bu kendisi için hayır olur". Allah Teala'ya karşı hüsnüzan içinde olmanın bir şekli de, O'na karşı daima zillet içinde olmaktır. Bu, Allah Teala'ya yöne lik arzunun gücünü gösterir. Bir hadis- i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala'ya karşı hüsnüzan sahibi olmak, O'na kulluğun güzelliğindendir".34[34] Allah Teala'nm "Adem, Rabbinden kelimeleri aldı ve Allah da onun tevbesini kabul etti" (Bakara/37) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak da şu nakledilir: "Adem (as) dedi ki: Ey Rabbim, şu işlediğim günah kendimden kaynaklanan bir şey miydi, yoksa beni ya ratmazdan önce Senin ilminde varolup da gerçekleştirdiğin bir şey miydi? Allah Teala buyurdu ki: Benim ilmimde varolup senin için yazdığım bir şeydi. Bunun üzerine Adem (as), 'Öyleyse bana onu takdi r ettiğin gibi ondan dolayı da beni bağışla' dedi. Tefsirde Adem'e (as) verilen kelimelerin işte bunlar olduğu söylenmiştir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah Teala Kıyamet günü kuluna şöyle buyuracaktır: Çirkin olan nıün -keri gördüğünde onu çirkin görmekten seni meneden nedir? Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Eğer Allah Teala kuluna delilini telkin etmişse kul şöyle der: Ey Rabbim, ben Sen'den ricacı oldum ve in sanlardan korktum. Bu cevap üzerine Allah Teala, 'Öyleyse seni ba ğışladım' buyurur". Meşhur bir rivayette şu olaya yer verilmiştir: "Bir adam insanlara borç verir, onlara karşı hoşgörülü davranarak zorda olanları bağışlardı. Bu adam hiç bir hayır işlemeden Allah Teala'mn huzuruna çıktı. Allah Teala ona 'Senin dünyada ya ptığını Biz daha iyi yaparız'buyurdu ve gerek ricacı oluşu, gerekse Ken di 32[32]
Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Da'avat/114; Muvatta', Kur1 an/36. İbniHanbel, V/319 34[34] Ebu Davûd, Edeb/81; Tirmizî, Da'avat/115; İbni Hanbel, 11/297, 304, 359 33[33]
hakkındaki hüsnüzanm sebebiyle günahlarım bağışladı" 35[35] Rica ehli, ricanın faziletleri noktasında farklı derecelere sahiptirler. Onlar arasında mukarrebun zümresinde bulunanlar, bildik leri ve marifetleri ona erdiği için, sıfatların manalarının tecellisi, mücalese ve yakınlıkta nasibibin en büyüğünü rica ve ümit ederler. Ashab- ı yeminden olan rica ehli de, O'nun vaadine iman ettikleri için Allah Teala'mn sevabından en büyük payı ve bağışından en bü yük dilimi rica ve ümit ederler. Yüreklerin güzel amellerle genişlemesi, bunları kaçırma korkusuyla yapılmasında acele edilmesi ve kabulünün ümid edilmesi de rica babından sayılır. Aynı şekilde kötülükleri terketmek, nefsle mücahedede bulunmak da rica kabilindendir. Çünkü bunlarda va-adedilenin gerçekleşmesi ve merhamet sahibi Hak Teala'ya yakınlaşma ümidi mevcuttur. Söz sahiplerinin en sadığı olan Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki iman eden ve Allah yolunda hic ret ve cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini rica ederler". (Bakara/218) Allah Resulü (sav) bu ayet- i kerimenin tefsirini yaparken cihad ve hicretle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Muhacir, kötülüğü ter -keden, mücahid de Allah uğruna nefsiy le cihad eden, Mabud'un hizmeti olan namazı ikame eden, gizli -açık, az veya çok malı Allah yolunda sarfeden ve dünya ticaretinin kendisini meşgul etmesine izin vermeyen kimsedir". 36[36] Allah Teala, tahkik sahibi rica ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah'ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli açık infak edenler, asla zarar etmeyecek bir ticaret umarlar". (Fatır/29) Gecenin ilerleyen saatlerinde kunut etmek de rica babmdandır. Kunut, teheccüd namazında k ıyamı uzatmak ve kalbe dolan endişe ve korkulardan dolayı yataklardan uzaklaşıldığmda bolca dua etmektir. Allah Teala işte bu sebeple rica ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kı yama durarak gönülden itaat eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini rica eden gibi midir? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer/9) Görüldüğü üzere, rica ve sakınma ehliyle gecenin geç saatlerin de teheccüde kalkanlar ilim sahipleri olarak adlandırılmaktadır. Bu ayetin siyakından çıkarılan bir delil de; Allah Teala'dan kork mayan ve O'na ricacı olmayan kimsenin ilim sahibi olamayışıdır. Çünkü ayet, anılan iki zümre arasında eşitliği reddetmektedir. Bu; delaletin kafi oluşundan dolayı sıfatlardan birinin zikriyle yetinile-rek haberin hazfedildiği ifade türünün de bir örneğidir. Rica ve ümit, mukarrebun zümresi nezdinde yakin makamlarının ilkidir. O, sıddıkların sıfatları arasında da en açık olandır. Şu sıfatlar kendinde toplanmadıkça hiçbir kulun kalbinde kemale erip sahibi tarafından kesin olarak bilinemez: Allah Teala'ya iman; O'nun için hicret etmek; O'nun için cihad etmek, Kur1 an okumak; Namaz kılmak; Allah rızası için infak etmek; Gece saatlerinde sec deye varmak, kıyam etmek ve sakınmak. Rica ehlinin sıfatlarının tamamı olan bu hususlar, aynı zaman da yakin sahiplerinin hallerinin de ilkini oluşturur. Bilahare bu noktada uzuvlar ve kalp vasıtasıyla yapılan zahiri ve batini ameller artmaya başlar. Çünkü nurlar, ilimler ve mevcut sıfatlara ilişkin gaybi keşifler artmıştır. Sözü hülasa etmek gerekirse, korku ve rica, iki ayrı makama götüren iki ayrı yoldur. Kor ku, ilim makamına götüren alimlerin yolu, rica ise amel ehlinin makamına götüren âmillerin yoludur. Allah Teala, korkuyla beraber hissettikleri rica ve ümidin kuv vetinden dolayı rica ehlini salih amellerle birlikte zikretmiştir. Bu, onların ümitlerindeki sadakati olgunlaştırmakta ve bundan duydukları büyük sevinci kemale erdirmektedir. Allah Teala bu me -yanda şöyle buyurmaktadır: "Vermekte olduklarım kalpleri ürpere-rek verenler". (Mü'minun/60) Allah Teala, onların vefakarlıklarını ve salih amellerini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Biz doğrusu daha önce ailemiz için de endişe edip korkanlardık. Şimdi Allah bize lütufta 35[35]
Benzer bir hadis için b. Buhârî, Enbiya/54; Müslim, Mttsakat/31; Nesa'î, Btıyu'/104; İbni Hanbel, 11/263, 332, 339, 36 1 Benzer hadisler için bakınız: Buhârî, İman/4, Rikak/26; Ebu Davut, Vitr/2, 11, 12; Nesa'î, İman/9; İbni Mâce, Fiten/2; İbni H anbel, 11/163, 192, 193, III/154 36[36]
bulundu". (Tur/26-27) Y ine O şöyle buyurmaktadır: "Adaklarını yerine getirir ve bir günden korkarlar" (İnsan/7) Korku, rica ile çok yakından irtibatlıdır. Ricanın hakikatma eren kişi, rica ve ümit ettiği şeyin engellenmesi korkusuyla müca dele etmeye başlar. Arap dilbilimciler, "İman etmekte olanlara de ki: Allah'ın onları kazanmakta olduklarıyla cezalandırması için, Allah'ın günlerini ümit etmeyenleri (şimdilik) bağışlasınlar" (Casi -ye/14) ayet-i kerimesinin anlamı hakkında şöyle derler: Yani Allah Teala'nm cezalarından korkma yanlar. Allah Teala rica ehlinden olmayanlar için böylesine bağış tale binde bulunursa, rica ve ümit ehli olanlar için nasıl bir bağış ve lütufta bulunacağını tahmin etmek hiç de zor değildir. Bir zat, Allah Teala'nm "Oysa siz, onların ümit etmediklerini Allah'tan ümit ediyorsunuz" (Nisa/104) buyruğunun anlamı hakkında şöyle demiştir: Yani onların korkmadıkları hususlarda Al lah'tan korkarsınız. Korku ve rica alimlere göre tek bir şeyi ifade ediyor olmasalardı, hiçbir alim bu kelimelerden birini diğeriyle tefsir etmezdi. Halvetlerde Allah Teala'ya ünsiyette bulunmak da ricanın şekil -lerindendir. Allah Teala'ya ünsiyet; alimlere ısınma, evliyaya yakınlaşma, hayır ehlinin meclislerini paylaşarak yalnızlıktan kurtulmak ve öyle kimselerin yanında yürek ferahlığı bulmaktır. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşmanın nefse yönelen ağırlığının kalkması da ricanın şekillerinden biridir. Çünkü bunda amellerin tadının alınması, amellerde acele etme, amel sahiplerinin onlara teşviki, kaçırılmalarından dolayı üzüntü duyma ve idrak etme halinde sevinme gibi hususlar sözkonusudur. Bu babda Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis -i şerif rivayet edilmiştir: "İyiliği kendini sevindiren, kötülüğü de kendini üzen kimse mümindir". 37[37] Bir diğer hadisinde ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimin hayırlıları, iyilik yaptıklarında se vinen, kötülük yaptıklarında ise mağfiret dileyenlerdir". 38[38]Çünkü mümin; işinde yakini iman, dininde basiret sahibidir. Korku ve rica, Allah Teala'ya yakini olarak iman eden kimse nin sıfatlarıdır. Böyle biri iyi bir amelde bulunduğu zaman, Allah Tea -la'nın vaadinin doğruluğundan ve vaat sahibinin kereminden dola yı sevabı kazandığına yakinen inanır. Bir kötülük yaptığında ise onun çirkinliğini yakinen bilerek bundan dolayı Allah Te ala'nm gazabına uğramaktan korkar. Çünkü o, Allah Teala'nm azap vaadin den korkmakta ve Vaatte bulunanın ululuğunu iyi bilmektedir. Müminin Allah'ın taatine girmesi, O'nun muhabbet ve rızası da iresine girmesidir. Çünkü ilim buna delalet etmektedir. Allah Tea la'nm dünya hayatındaki rızası böyle olunca, hangi kul O'nun rızasından dolayı mutlu olmaz. Kulun masiyet ve günaha girmesi ise, Allah Teala'nm gazab ve hoşlanmayışı dairesine girmesidir. Çünkü ilim buna delalet etmektedir. Bu da mümini üzer. Zira Allah Tea- la'nın kendisine isyan edene bugün gazap etmesi, yarın azap etmesi demektir. Söz sahiplerinin en doğrusu Hak Teala bu babda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın gazaplanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazaplanmanızdan daha büyüktür" (Mümin/10). Ayetin tefsirinde şöyle denilmektedir: Cehennemde yananlar, ateşte bozulan bedenlerine baktıkları zaman kendi kendilerine gazaplanacaklar, o anda kendilerine şöyle nida edilecektir: Allah Teala'nm dünya hayatında emrine uymayanlara olan gazabı, bugün aza p içindeki sizlerin ken dinize yönelik gazabınızdan çok daha büyüktür. Allah Teala'nm rızası da ahirette sevdiği kullarının cennetlerde nimetlere boğulması şeklinde tezahür edecektir. O'nun dünya ha yatındaki rızası ise, kullarının O'nun rıza ve itaati dairesinde amel etmeleridir. Bu da, yakin ilmini keşfetmesi istenen kulun bir özelliğidir. Bu babda, Zeyd el-Hayl'la ilgili şu hadisi zikretmemiz gerekir: "O, Allah Resulü'ne (sav) 'Sana şunu sormak için geldim: Allah Teala'nm murad ettiği kulla murad etmediği kul hakkındaki ala meti nedir?' 37[37] 38[38]
Tirmizî, Fiten77; İbni Hanbel, 1/18, 26 III/446. Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Edeb/57; İbni Hanbel, VT/129, 145
Allah Resulü (sav) ona 'Nasıl oldun?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: 'Hayrı ve hayır ehlini seven biri oldum. Hayır adına bir şeye gücüm yettiğinde ona koşarım ve sevabına yakinen inanırım. Hayır adına bir şeyi kaçırdığımda ise onun için üzülür ve öz lemini hissederim'. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'İşte bu, Allah Teala'nm murad ettiği kuldaki alametidir. Eğer O, senin için ahireti murad etmişse, seni ona hazırlar ve senin han gi vadide öleceğini umursamaz". Allah Teala'ya güzellikle yönelmeye devam edip O'na yakarmaktan tad almak, O Karib'in sözlerine güzelce kulak verip O Ha- bib'e karşı zillet ve teslimiyet içinde olmak, güzel bir af ve bol lütuf hususunda O'na karşı hüsnüzan sahibi olmak da rica kapsamına girer. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevhidin bir nuru, şirkin ise bir narı/ateşi vardır. Tevhidin nuru, müminin günahlarını yakma noktasında, müşriğin iyiliklerim yakması noktasındaki şirk ateşinden daha tesirlidir. Süleyman et-Teymi ölüm döşeğine düşünce oğluna şöyle der: 'Ey oğlum, bana ruhsatlardan sözet, rica ve ümidi sürekli hatırlat ki Rabbim'e hüsnüzan dolu olarak kavuşayım'. Süfyan -ı Sevri de (ra) kendisine ölüm yaklaştığı zaman alimleri çevresine toplamış ve onun için ricacı olmalarım istemiştir. Ahmed b. Hanbel'den de (ra) şu hadise nakledilmiştir: Vefatı yaklaştığı zaman oğluna şöyle demiştir: Bana, içinde rica ve hüsnüzan ifadeleri bulunan hadisle ri hatırlat. Rica ve Allah Teala'ya karşı hüsnüzan beslemek, makamların en yücelerinden olmasaydı, sözkonusu alimler, hayatlarının son demlerinde, ölümün eşiğinde ve Mevla'ya kavuşma anında bunları talep etmezlerdi. Onlar bu makamların yüceliğini bildikleri için, hüsnü hatimelerinin bunlarla olmasını istemişlerdir. Onlar hayatlan bo yunca Allah Teala'dan hüsnü hatime yani en güzel sonu ni yaz etmiş kimselerdir. Rica ve ümidin bu derece yüksek bir öneme sahip olmasından dolayı şöyle denilmiştir: Hayat sürdükçe korku daha faziletlidir. Ölüm yaklaştığında ise rica ve ümit daha faziletlid ir. Yahya b. Mu~ az (ra) rica makamları hakkında şöyle derdi: Tevhidle dolu bir saat, elli yılın günahını bertaraf ederse, elli yıllık tevhid günahları acaba ne yapar? Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Korku, ancak rica ehline sahih olur. Yine o, bir d efasında şöyle demişti: Kor kanlar dışında bütün alimler mahrumdur. Rica edenler dışında bü tün korku sahipleri mahrumdur. O, ricayı muhabbet makamları arasında sayardı. Rica, ulema nezdinde muhabbet makamlarının ilkidir. Kul, muhabbet makamında, rica ve h üsnüzanmndaki yükselmeye paralel olarak yükselebilir. Allah Resulü (sav) rica hakkında öyle hadisler buyurmuştur ki, bunları müslümanlarm avamına zikretmek doğru olmaz. Ama şu hadisleri zikredebiliriz: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Allah Teala rahmetin in büyüklüğünden dolayı cehennem için öyle bir kamçı yaratmıştır ki, bununla kullarını cennete sevkeder". "Ben kulları, onlar aleyhinde kazançlı çıkmak için değil, onların Benim aleyhimde kazanzçlı çıkmaları için yarattım". Ata b. Yesartn Ebu Said el-Hudr i'den (ra) rivayet ettiği hadis -i şerif ise şöyledir:"Aliah Teala hiçbir şey yaratmamıştır ki ona galip gelecek bir şey yaratmamış ve rahmetini de gazabını aşacak kılmış olmasın". Meşhur bir hadis -i şerif de şöyledir: "Allah Teala, varlıkları yaratmadan ö nce kendi üzerine 'Rahmetim gazabımı bastıracaktır1 esasını farz kılmıştır" 39[39] Muaz b. Cebel (ra) ve Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen meşhur hadislerden bazıları da şöyledir: "Kim 'Allah'dan başka ilah yoktur1 derse cennete girer. Kimin son sözü ' Allah'dan başka ilah yoktur1 olursa ona ateş dokunmaz. Kim Allah Teala'ya O!na ortak koşmamış olarak kavuşursa ateş ona haram kılınır. Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan da cehenneme girmez". 40[40] Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Eğer kafir Allah Teala'nm 39[39]
Tirmizî, Da'avat/99; îbni Mâce, Mukaddime/13, Zühd/35; İbni Hanbel, 11/381 Benzer hadisler için bakınız. Buhârî, Tevhid/24, 36 Cihad/IG, îman/9; Müslim, İman/147, 149, 185, 302 Bir/150; Tirmizî, Bir/6 1 Cenaiz/64; Nesa'î, İman/18 Cenaiz/25; Muvatta, Cenaiz/38; îbni Hanbel, 1/296, 416 11/166, 473, 111/94 V/43. 40[40]
rahmetinin genişliğini bilseydi, hiçkim -se O'nun rahmetinden ümidini kesmezdi". Allah Teala, mucizelerin gösterilmesinden sonra işlenen günahların en büyüklerini dahi güzellikle bağışlayacağına dair şöyle buyurmaktadır: "Açık deliller geldikten sonra buzağıyı (ilah) edindiler. Biz de bunu affettik". (Nisa/153) Allah Teala, onlar hakkındaki hükümlerinin kesinliğini ve iradesinin haklarında cari olduğunu öğreten bir tarzda ifade ettiği ince hitabında şöyle buyurmuştur: "Size apaçık belgeler geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah gerçekten üstündür, hü küm ve hikmet sahibidir". (Bakara/209) Allah Teala o kadar Aziz ve Üstündür ki O'na ancak kendisiyle ulaşılır. Hakim yani hüküm sahibidir ve kullarına kendi iradesiyle hükmetmektedir. Allah Teala bundan sonra bütün günahları bağışlayacak ve hiçbirşeyi önemsemeyecektir. Nitekim alemlere üstün kıldığı kimseler hakkında da böyle hükmetmiştir. Bu babda inkar edenlerin sözleri, onlara zarar vermemiştir. Onlar Musa'ya (as) şöyle demişlerdi: "Onların ilahı olduğu gibi bize de bir ilah yap". (A'raf/138) O da kendilerine cevaben şöyle demiştir: "Sizi alemlere üstün kılmışken sizler için Allah'tan başka bir ilah mı arayayım?". (A'raf/140) Harun (as) da kendisine, Teyg amberinizin ölümünden sadece otuz yıl geçtikten birbirinizi kılıçla vurmaya başladınız' diyen Calut'a işte bu manada 'Sizler de henüz ayaklarınız daki deniz suyu kurumadan Musa'ya (as) 'Onların ilahı olduğu gibi sen de bize bir ilah yap' demiştiniz' diye rek karşılıkta bulunmuştur. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "İnsanlara Ilah'mızı anlatırken korkutacak ve soğutacak şekilde konuşmayın". Başka bir hadis -i şerifinde ise şöyle buyurmaktadır: "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın"41[41]Allah Resulü (sav) müslümanlara vaaz ederken de şöyle buyururdu: "Eğer benim bildiklerimi bilseniz, az güler ve çok ağlardınız". 42[42] Cebrail (as), Allah Resulü'ne (sav) indi ve şöyle dedi: "Allah Teala buyurdu ki: Kullarımı niçin ye'se düşürürsün? Bunun üzerine Allah Resulü (sav) insanların arasına çıktı ve onlara rica ve ümidi telkin ederek teşvik etmeye başladı. Allah Resulü (sav) "Muhakkak ki kıyamet gününün sarsıntısı büyük bir şeydir" (Hac/l) ayet -i kerimesini okuduğu zaman çevresindekilere 'Bu günün hangi gün olduğunu bilir misiniz? Bu, Adem'e (as) Kalk ve soyundan ateşe nasip olanları gönder, denileceği gündür. Adem (as) 'Kaç tanesini?' diye sorduğunda kendisine şöyle denilecektir: 'Her 1999 kişi ateşe, bir kişi cennete' buyurmuştu. O gün müslümanlar hep ağlaştılar. İşi gücü bıraktılar. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) halkın arasına çıktı ve 'Size ne oluyor? Sizin diğer ümmetler içindeki sayınız, kara bir öküzün üzerindeki tek bir beyaz bir kıl kadardır". Meşhur bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Eğer siz günah işlemezseniz, Allah Teala günah işleyen başka bir halk yaratacaktır ki onları bağışlayabilsin". Bu hadisin bir diğer lafzı ise şöyledir: "Sizi götürecek ve ve günah işleyen bir kavim getirerek onları bağışlayacaktır. Muhakkak ki Allah çok bağışlayan ve çok merhametli olandır". 43[43] Allah Teala, mağfiret ve merhamet sıfatlarına sahip olduğu için, bu sıfatları izhar edebileceği vaziyeti yaratacaktır. O'nun bu sıfatlar la nitelenmesi anc ak bu şekilde mümkün olabilecektir. Marifet ilminde de bununla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Allah Teala'nm her isminde bir sıfatı, her sıfatında da bir fiili sözkonusudur. Marifetin sırrı da bunda gizlidir. Havassın marifeti de burdan çıkar. İbraKım b. Edhem'den (ra) şöyle bir hadise nakledilmiştir: "Bir gece Kabe'yi tavaf ediyordum. Çok yağmurlu ve çok karanlık bir geceydi. Kapının girişinde durdum ve şöyle dedim: 'Ey Rabbim, be ni Sana asla karşı gelmeyecek şekilde günahtan uzak tut'. Ka be'nin 41[41]
Buhârî, İlim/İl, Cihad/164; Müslim, Cihad/5; Ebu Davûd, Edeb/17 Buhârî, Küsuf/2 Tefsir-i Suret-i V/12 Nikah/107 Rikak/27 Eymaıı/3; Müslim , Salat/112 KüsLif/1 Fazaiî/134; Nesa'î, Sehv/102 Küsuf/11, 23; Tirmizî, Zühd/9; İbni Mâce, Zühd/19; Dârimî, Rikak/26; Muvatta', Küsuf/1 43[43] İbni Hanbel, 11/305. 42[42]
içinden bir ses şöyle dedi: Ey İbrahim, sen Ben'den masumi yet istiyorsun. Bütün mümin kullarım da Ben'den bunu istiyorlar... Eğer onları masum kılarsam, Ben kime lütufta bulunacak,.kimi ba ğışlayacağım?!". .- Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: "Eğer mümin hiç günah işleme-seydi, bir kuş gibi uçardı. Ama Allah Teala onu günahlarla tartaklamıştır". Bir hadiste de Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer günah işlemezseniz, başınıza günahlardan daha kötü bir şeyin gelmesinden korkarım. Bunun üzerine 'O nedir?' sorulmuş ve Allah Resulü (sav) 'Övünmedir5 buyurmuştur". Yemin olsun ki, övünme azgın nefsin sıfatlarından biridir. Övünme, bütün amelleri boşa çıkaran bir sıfattır. O, kalbi fiiller arasındaki en büyük günahlardandır. Günahlar ise şehvani nefsin davranışlarmdandır. Şehvetine düşkün bir kulun, nefsi şehvetlerden onuna müptela kılınması, kendisi için nefs sıfatlarından birine müptela kılınmasından daha hayırlıdır ki bu sıfatlara Örnek olarak; kibir, övünme, azgınlık, hase t, methedilme arzusu ve hatırlanmayı istemeyi zikredebiliriz. Çünkü bunlarda Rububiyet sıfatlarının bazı anlamlarıyla iblis ahlakının izleri mevcuttur. İblis de bu sıfatlarından dolayı helak olmuştur. Nefsani şehvetler ise, yaratılıştan gelen sıfatlardı r. Adem de (as) bu sıfatlardan dolayı Rabbinin emrine karşı gelmiş ve daha sonra Rabbi tarafından seçilerek tev besi kabul edilmiş ve hidayete ermiştir. Bişr b. Hars şöyle derdi: "Nefsin övülmeye meyletmesi, onun için günahlardan daha zararlıdır". Yusuf b. Hüseyin kadınsı davranan bir erkek gördü ve kendisini aşağılayarak ondan yüz çevirdi. O kişi, ona dönerek şöyle dedi: Sen de mi? Oysa seninki sana yeter. Yusuf adamın sözünden korktu ve 'Ne biliyorsun?' diye sordu. Adam da şöyle dedi: Çünkü sana göre sen benden çok hayırlısın. Yusuf adamın sözünün maksadım anladı ve tevbe ederek istiğfar da bulundu. Arifler zümresinden ricacı bir zat Bakara süresindeki borçla il gili bir ayet-i kerimeyi okur ve onunla sevinerek mutlu olurdu. O ayeti okudukça rica ve ümidi daha da artardı. Kendisine bu ayet-i kerimede ümidi ve bununla sevinmeyi gerektirecek bir ifade bulun madığı söylendi. O da, 'Hayır, bu ayette çok büyük bir rica ve ümit mevcuttur' dedi. Diğerleri 'Nasıl oluyor?' diye merakla sordular. O şu cevabı verdi: 'Dünyanın tamamı çok azdır. İnsanın oradaki rızkı ise azdan azdır. O'nun rızkından olan bu borç da azdır. Allah Teala buna rağmen borç konusunda ihtiyatlı davranmıştır. Bana bakışında ise yumuşak olmuş ve benim borcumu, şahitler ve yazıyla teyid ederek onun hakkında Kitab'mdaki en uzun ayet -i kerimeyi inzal etmiştir. Bu borcu kaçırmak pek önemli değil. Halbuki kendime karşı hiçbir telafide bulunamayacağım ahirette bana layık göreceği son nasıl olabilir?" Rica ehlinden bir zat, Allah Teala'mn "Oysa onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır" (Zü -mer/47) buyruğunu okuduğu zaman bununla, Allah Teala'dan dün yada asla hesap etmediği ihsan, cömertlik ve iyilik nişanelerini ümit ediyordu. Cüneyd- i Bağdadi şöyle derdi: Allah Teala'mn kereminden bir pınar kaynadığında kötülük edenler bile iyilik sahiplerine katılacaklardır". Bu anlamda rivayet edilen bir hadis -i şerif de şöyledir: "Allah Teala Kıyamet günü hiçkimsenin aklına gelmeyecek bir bağışta bulunacaktır. Öyle ki iblis bile bu mağfiretten nasiplenebilmek için rica ve ümidini uzun süre koruyacaktır. Bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Muhakkak ki Allah Teala'mn 99 rahmeti vardır. O, bu dünyada sözkonusu rahmetlerinden yalnız birini izhar etmiştir ve bütün yarattıkları O'nun bu rahmetiyle merhamet görmektedirler. Anne kendi çocuğuna, hayvan da yavrusuna bununla şefkat göstermektedir. Kıyamet günü geldiğinde bu bir rahmet de, 99 rahmete katılacak ve Allah Teala rahmetinin tamamını yarattıklarına yayacaktır. Bu rahmetlerden her biri gök ve yer katlarını kaplayacak kadar geniştir. O gün helak olan dışında hiç kimse Allah Teala sebebiyle helak olmayacaktır". Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala kıyamet günü bir kulu için bağışladığı günahı, onu işleyen bütün kulları için bağışlayacaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Amel edin ve
müjdeleyin. Ve bilin ki, hiç kimseyi kendi ameli kurtarmayacaktır". 44[44]O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Sizden hiçbirini işlediği amel cennete sokmayacağı gibi, cehennemden de kurtaramayacak tır. Bunun üzerine Sahabe, 'Seni de mi ey Allah Resulü?' diye sor dular. Allah Resulü şöyle buyurdu: Evet, Allah Teala rahmeti ve lütfuyla sarmadıkça beni de".45[45] Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Şefaatimi, ümmetimden büyük günah sahiplerine sakladım".46[46]Bu hadisin diğer bir lafzı da şöyledir: "Şefaatimin saf ve takva sahipleri için mi olduğunu sanırsınız? Aksine o, kirlenmiş ihlaslılar içindir". 47[47] Allah Resulü (sav), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz ve Ebu Musa'ya (ra) öğütte bulunarak şöyle demişti: "Kolaylaştırın, zorlaş-tırmaym, müjdeleyin nefret ettirmeyin".48[48] Müminlerin Allah Teala'nm keremini, gizli ve açık lütuflarını bilmeleri, onları O'na karşı ümitvar olmaktan uzaklaştırmadığı gibi ricadan geri kalmalarına da yol açmaz. O'na karşı besledikleri hüsnüzan da böyle davranmalarına neden olmaz. Aynı zamanda korkuları da aşırı derecede artarak rahmetinden ümitsizliğe kapılmalarına sebep olm az. Çünkü müminler, Allah Teala'nm ceberut ve ululuğunu ve herşey bir yana Korkulan olduğu gibi Sevilen olduğu nu da bilirler. O'na duydukları sevgi kendilerini O'na ısındırır ve ümit dolu kılarken, O'ndan duydukları korku da kendilerini sıkar ve endişele ndirir. Allah Teala'nm ululuğu karşısındaki korkuları bir zevktir. O'nun ululuğu karşısında duydukları sevgiden istifadeleri de böy ledir. Müminler, korku ve muhabbet makamında mutedildirler. Her ikisini de bilmeleri sayesinde yerlerini sağlamlaştırırlar. Kor ku telkin eden ve sevilen Allah Teala'nm müşahedesinde istikamet üzeredirler. Bu makam da, yakin ehli ariflerin vasıflarının bulunduğu makamdır. Bunlar, kemal-ı iman sahiplerini ve yakin ehlinin havassımn seçkinlerini teşkil ederler. Çünkü onlar, Allah Teala'nm tüm sıfatlarında Kamil olduğunu ve sıfatları noktasında O'na hiçbir eksikliğin uzanmadığını iyi bilirler. Rahmet, ancak ilmin genişliğindendir. İlim ise güç ve kudretin genişliğidir. Müminler, Allah Teala'nm kelamından duydukları arasında 'O'nun ilim ve kudret sahibi olduğuna ' (Fatır/44) şahit olmuşlardır. Yine O şöyle buyurmaktadır: "ilim ve rahmet bakımından herşeyi kuşattın". (Mümin/7) Bazıları da Allah Teala'nm "Rahmetim herşeyi kuşattı" (A'raf/156) buyruğundan, cehennemin boşalacağı anlamını çıkarmışlardır. Onlara göre şey kelimesi bütün varlıklar için kullanılması nedeniyle cehennemi ve onun dışmdakileri de kapsamaktadır. Allah Teala bir ayet- i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Onu (rahmet) takva sahiplerine yazacağım". (A'raf/156) Burad a rahmetin hususiyeti ifade edilmektedir. Çünkü Allah Teala onu, 'Yazaca ğım' buyruğuyla ifade etmiştir. Rahmetin ise sonu yoktur. Zira o,
Euhârî, Rikak/18; Müslim, Münafikun/71; Dârimi, Rikak/24; İbni Hanbel, 11/451, 482, 48 8,495,503,514 111/362. Benzer hadisler için b. Buhârî, Rikak/18 Merza/19; Müslim, Münafikun/71- 74, 75, 76, 78; İbni Mâce, Zühd/20; Dârimî, Rikak/24; fbni Hanbeî, 11/326, 235, 390, 524 IH/52, 337, 362. 46[46] Benzer bir hadis için b. Ebu Davut, Sünnet/21; Tirmizî, Kıyamet/İl, İbni Mâce, Zühd/37; İbni Hanbel, III/213 47[47] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/37; İbni Hanbel, U/75. 48[48] Buhârî, Meğazi/60 Ahkam/22; Dârimî, Mukaddime/24 45[45]
kudret ve salta natının son noktası demektir ki yaratılmışların hiçbiri, bu derece de bir bilgiye dayanamaz. Yine bu, O'nun sıfatlarının yüceliği ve sonsuz isimlerinin güzelliğidir. Gayblardaki bu bilgilerin açıklanma imkanı yoktur. Kudretinin nihayeti, ululuğunun sınırı ve saltanatının bitişi olmayan Allah Teala, her türlü eksiklikten münezzehtir. Müminler de O'nun "O, hum/yumuş aklık ve mağfiret sahibidir" (İsra/44) buyruğu ile "O, hilm sahibi ve herşeyi bilendir" (Ahzab/51) buyruğunu işittiklerinde buna şahit olmuşlar ve şunu öğrenmişlerdir: Mağfiret, hilm ve yumuşaklığın genişliğine göredir. Hilm ise, ilmin genişliğine gö redir. Onlar Hak Teala'nm hilminin büyüklüğünü gördüklerinde O'nun büyük mağfiretini ümit ve rica etmiş, günahları sıkça Örtmesini gördüklerinde de güzel affını ummuşlardır. Bu meyanda şöyle denilmiştir: Arş'ı taşımakla görevli Hamele -i Arş melekleri, şu ifadeleri tekrarlarlar: "Allahım ilminden sonra hilmin üzere Seni teşbih ederim. Allahım kudretinden sonra affın üzere Seni teşbih ederim". Arifler zümresindeki rica ehli için, Allah'ın kelamını işittiklerinde türlü anlayışlar sözkonusudur. Bu da O'nun sıfatlarının manaları hakkındaki ilimlerinin yüksekliğinden kaynaklanan derin düşüncelerine dayanır. Her makam sahibi, Kelam- ı îlahi'ye kendi makamından şahitlik ederken, kendi şahitliğine göre onu dinler. Bunlar arasında en yükseği, sıddıklarm şahitliğidir. Sonra sırasıyla, şehitlerin, salihle-rin ve müminlerin havassmm şahitliği gelir. Bunların hepsi de Al lah Teala sayesinde O'nun delilini bulur, O'ndan yine O'na nazar ederler. Hepsi de A llah Teala nezdinde farklı derecelere sahiptirler. Allah Teala da yaptıklarını yakından görmektedir. Sehl (ra) şöyle derdi: İhsan sahibi, Allah Teala'nm rahmetinin genişliğinde yaşar. Kötülük sahibi ise, O'nun hilminin genişliğinde yaşar. O'nun bütün sıfatları kemal üzeredir. Her kim bunlardan bir kısmını diğerleri üstüne tercihe yeltenirse, kendi üstündeki şahit lik sahiplerinin ilimlerine göre kendi ilmindeki kusurdan dolayı görüşünde hata etmiş olur. Onun için murad edilen makamın, kuvvet sahibi sıddıkl arm yoluna henüz ulaşmamış olması da buna neden olmuş olabilir. Bu ise sonuç itibarıyla Hak Teala'ya yakınlık ve uzaklık bakımından onun makamını belirler. Kendisine şahitlik edilen Allah Teala ise, her türlü eksiklik ve tahditten uzaktır. Korku karşısında ricanın durumu, dini bakımdan azimetler karşısındaki ruhsatların durumuna benzer. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Muhakkak ki Allah Teala, azimetleriyle amel edilmesini istediği gibi ruhsatlarıyla amel edilmesini de ister". 49[49] Bundan daha açık ve daha vurgulayıcı bir lafızda ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah Teala, masiyetlerin işlenmesini çirkin gördüğü gibi ruhsatlarını kabul etmeyi de sever". Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki bu Din, çok sağlamdır. Sen ona yumuşaklıkla dal ve nefsini Allah'a kulluktan soğutma. Din'de hayırlısı en kolayıdır". Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aşırı derinleşenler helak oldular. Aşırıya kaçanlar helak oldular". 50[50] Yine O, başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Ben, kolay ve hoşgörülü Haniflik ile gönderildim".51[51] Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kitab Ehli'nin bizim dinimizde hoşgörü olduğunu bilmelerini isterim". Allah Teala mümin lerin "Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme" (Bakara/286) ayet -i kerimesindeki isteklerine karşılık vererek "Onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor" (A'raf/157) buyruğuyla arzularını gerçekleştirmiştir. Bütün bu bilgiler, akıl sahiplerinde rica ve ümidin kuvvet sebeplerini teşkil etmektedir. Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teala şu kudsi hadiste de nakledildiği üzere rica ve ümidin hükmünü galip kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Ben, cezadan çok rahmet ve affa daha yakınını". Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İnsanlara 49[49]
İbni Hanbel, 11/108 Müslim, ÎHm/7; Ebu Davut, Sünnet/5; İbni Hanbel, 1/386 51[51] İbni Hanbel, V/266 VI/116, 233 50[50]
Rab'lerini anlatırken onları korkutacak ve nefislerine ağır gelecek şekilde konuşmayın". Ali'ye (kv) ait bir söz de şöyledir: "Alim, ancak o kim sedir ki insanları Allah'ın rahmetinden yeise düşürmez, Allah'ın tuzağına karşı da güvenlik hissi vermez". Allah Teala Davud'a (as) şöyle vah-yetmiştir: "Ne oldu da tek basmasın? Davud (as), 'Senin için insan larla arama düşmanlık girdi' cevabını verir. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Bilmez misin ki Benim sevgim kullarıma karşı şefkatli olman ve onlara lütufkar ol -mandadır. Seni ancak o zaman velilerim ve dostlarım arasına yazarım. Kullarıma sert ve dik nazarla bakma. Kendi ecrini boşa çı kardığında bile Benim hakkımda şu üç şeyi muhafaza et: Sevdiğime ihlasla samimi ol. Dünyacılara açıkça muhalefet et. Dinine uy". Davud ve diğer peygamberlerden (as) Allah Teala'nm şöyle bu yurduğu rivayet edilmiştir: "Beni sev, Ben Beni seveni severim. Kullarıma da Beni sevdir. Bunun üzerine peygamber şöyle demektedir: 'Ey Rabbim, işte ben Seni ve Seni sevenleri seviyorum. Ama Seni kullarına nasıl sevdirebilirim?' Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Beni güzellikle an, nimetlerimi ve iyiliklerimi zikre t. Onlara bunları o kadar çok hatırlat ki, Benimle ilgili ancak gü zellikleri bilsinler". Yezid er- Rekaşi kanalıyla Enes'ten (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledildi: "Sizlere, peygamber ve şehit olmadıkları halde Allah katında tanındıkları n urdan min berler üzerindeki yerlerinden dolayı her iki zümre tarafından da gıpta edilen toplulukları haber vereyim mi?' Sahabe (ra) 'Onlar kimdir?' diye sordular. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Onlar Allah'ın kullarına Allah'ı, Allah'a da kullarını sevdiren ve yeryü zünde öğütçüler olarak yürüyenlerdir7. Dedik ki: 'Allah Teala'yı kullarına sevdiriyorlar, bu tamam. Ama kullarını Allah Teala'ya nasıl sevdiriyorlar?' Buyurdu ki: 'Onlara Allah Teala'nın sevdiği şeyleri emreder, O'nun haram kıldıklarından sakındırırlar. İnsanlar da onlara uydukları zaman Allah Teala tarafından sevilirler". Eban b. Ayaş uykuda ölümünden sonrasını gördü. O, alimler arasında ruhsatlar ve rica kapıları hakkında en çok hadis nakleden zat idi. Dedi ki: "Rabbim beni huzurunda dur durdu ve şöyle buyurdu: 'Seni Benim hakkımda bu kadar ruhsat nakletmeye sevkeden neydi?' Dedim ki: 'Ey Rabbim, Seni yarattıklarına sevdirmek iste dim'. Bunun üzerine Allah Teala, 'Ben de sana mağfiret ettim' bu yurdu". Malik b. Dinar'dan şu hadise nakledi lir: "Bir gün Eban ile kar şılaştı ve ona şöyle dedi: 'Ey Eban, insanlara daha ne kadar ruhsat ları nakledeceksin?' Eban şu cevabı verdi:'Ey Ebu Yahya, umarım ki Kıyamet günü Allah Teala'dan öyle bir af göreceksin ki, sevinçten şu urbanı parçalayacaksın?" Tabiun'un seçkinlerinden ve ölümünden sonra insanlarla ko nuşmuş olan, Rabe'i b. Harraş'm kardeşiyle ilgili şu hadise nakledilir: "Kardeşim öldüğü zaman elbisesi üzerine örtüldü. Biz de onu naaşmın üzerine bıraktık. Elbiseyi yüzünden kaldırdı ve doğrula rak oturdu. Sonra da şöyle dedi: Ben Rabbimle karşılaştım. Beni sevgi ve merhametle karşıladı. Rabbim gazapkâr değildi. Hesap işini zannettiğinizden daha kolay gördüm. Sakın aldanmayın. Haz -ret-i Muhammed (sav) ve ashabı da kendilerine dönmemi bekliyor. Sonra kendini, leğene düşen taş gibi bırakıverdi. Biz de kendisini alarak mezarlığa götürdük ve defnettik. Bekr b. Süleyman dedi ki: "Vefat ettiği gece Malik merhumu zi yaret ettik. Kendisine 'Nasılsın?' diye sorduk. Şöyle dedi: 'Size ne diyeceğimi bilemiyorum. Ancak şunu bilin ki, yarın ahirette Allah Teala'nın affından hesap etmediğiniz kadar fazlasını bulacaksınız. Biz ayrıldıktan hemen sonra vefat eden merhumun gözlerini kapattık ve kendisim defnettik. Yahya b. Ekseni rüyada görülmüştü. Kendisine, 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sorulunca şöyle dedi:'Beni huzurunda durdurdu ve şöyle hitap etti: Ey kötülük şeyhi, sen şöyle şöyle yaptın!'Allah biliyor ya beni bir korku ve titreme sarmıştı. Şöyle dedim: 'Ey Rabbim, ben Senin hakkında böyle bir hadis nakle tmedim' Bunun üzerine Allah Teala, 'Peki ne naklettin?' diye sordu. Ben de, 'Abdürrezzak bize Ma'mer'den, o Zühri'den, o Enes b. Malik'ten o Senin Peygamberinden, o da Sen'den, yüceler yücesi olan Sen'den nakletti ki: 'Ben kulumun zannettiği yerdeyim. Benim hakkımda dilediği gibi zannetsin'. Ben de buna güvenerek Sen'in
bana azab etmeyeceğini zannederdim. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Peygamber doğru söyledi, Enes doğru söyledi, Zühri doğru söyledi, Ma'mer doğru söyledi, Abdürrezzak doğru söyledi ve sen de doğru söyledin'. Sonra önüme perde gerildi, soyundum ve cennet elbiselerim giyerek, cennet oğlanlarının arasında yürüyüp gittim. Kendi kendime (Bu ne büyük bir sevinç' dedim". Bir haberde de şu hadise nakledilmiştir: "İsrailoğullarından bi r adam, insanlara dini zorlaştırıyor ve onları Allah'ın rahmeti hususunda yeise düşürüyordu. Allah Teala Kıyamet günü ona şöyle buyurur: 'Sen kullarımı ye'se düşürdüğün gibi, Bugün de ben seni rahmetimden ye'se düşürüyorum". Başka bir rivayette ise şu olay nakledilmektedir: "İsrailoğullarından iki adam Allah yolunda birleştiler. Bunlardan biri, ibadetle uğraşan bir abid, diğeri ise nefsinde aşırıya kaçan biriydi. Abid olan, diğerini sürekli sakındırır ve caydırıcı konuşurdu. O da abide şöyle derdi: Ben i Rabbimle başbaşa bırak. Sen benim üzerime bekçi olarak mı gönderildin? Abid bir gün onu büyük günah işlerken gördü. Kendisine hid detlenerek, 'Allah Teala sana mağfiret etmez' dedi. Kıyamet günü Allah Teala o suçluya şöyle buyuracaktır: 'Kim Benim rahmetimi kullarımden menedebilir? Sen git, seni bağışladım'. Sonra abide dönerek şöyle buyurur: Sana gelince, cehennemi sana farz kıldım'. Nefsim yed -i kudretinde olana andolsun ki bu abid, Öyle bir kelime söyledi ki, hem dünyasını, hem de ahiretini helak etti ". Bu meyanda şöyle bir rivayet nakledilir: İsrailoğulları arasında kırk yıldır yol kesicilik yapan bir hırsız vardı. İsa (as) onun bölgesinden geçti. Ardından da İsrail oğullarının abidlerinden ve havari lerden olan bir kişi geliyordu. Hırsız kendi kendine şöyle dedi: Allah Teala'nm peygamberi ve yanında da havarisi gelmişler. Eğer yanlarına gidersem, üçüncüleri ben olurum. Sonra havariye yaklaşma niyetiyle aşağı inmeye başladı. Havariyi yücelterek kendini düşük görüyor ve kendi kendine, 'Benim gibi biri, böyle abid birinin yanından gidemez' diyordu. Havari, onun arkadan geldiğini farketti ve kendi kendine, 'Şuna bak benim yanımda yürüyor5 diyerek toparlandı ve ilerleyerek İsa (as) ile yanyana yürümeye başladı. Hırsız, ikisinin de arkasında kaldı. Bu esnada Allah Teala İsa'ya vahyederek şöyle buyurdu: 'O ikisine de ki, amel etmeye devam etsinler. Ben her ikisinin de geçmiş amellerini boşa çıkardım. Havariye gelince, onun bütün iyi liklerini kendini beğenmişliğinden dolayı boşa çıkardım. Diğerinin bütün kötülüklerini ise, kendini hakir gördüğü için boşa çıkardım'. İsa (as) da durumu her ikisine bildirdi ve yolculuğunda hırsızı yanına alarak onu havarilerinden biri yaptı. Mesruk b. Ecda'dan şu haber rivayet edilmiştir: Peygamberlerden biri, secdede ik en zorbanın biri boynuna basmış ve yerdeki çakılların alnına batmasına sebep olmuştu. Peygamber, hiddetle kalkarak 'Defol git, Allah Teala sana asla mağfiret etmeyecek' dedi. Bunun üzerine Allah Teala kendisine şöyle vahyetti: 'Kullarım hakkında Bana dayatma mı yapıyorsun? Ben onu kesinlikle bağışladım'. İbni Abbas (ra) Allah Resulü'yle (sav) ilgili şu hadiseyi naklet -mistir: "Allah Resulü (sav) bazan namazdan sonra müşriklere beddua ederdi. Bunun üzerine şu ayet -i kerime nazil oldu: "Küfre sapanla rın ileri gelenlerini kessin, ya da umutları suya düşmüşler olarak onları tepesi aşağı getirsin de geri dönüp gitsinler. Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesi veya zalimler olduklarından dolayı cezalandırması işinden sana birşey (görev ve sorumluluk) düşmez" (Al-i İmran/127-128) Allah Resulü (sav) bu ayetten sonra onlara beddua etmeyi bırakarak şöyle demeye başladı: Allah onların hepsini İslam'a iletsin". 52[52] Rica, ümit ve hüsnüzanna ilişkin rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Burada bunların tamamını zikretmek niyetinde değiliz. Azım zikretmek suretiyle çoğunu delillendirmek istedik. Basiret sahiplerinin akıllarını biraz olsun 52[52]
Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret 111/13.
uyandırmaya çalıştık. Allah Teala buyurdu ki: "Ey insan, kerem sahibi Rabbine karşı seni gurura ve al danışa sevkeden nedir?" (İnfitar/6) Görüldüğü gibi kul, aldanış ve gururuna rağmen Rabbinin keremi noktasında uyarılmıştır. Kendisinin ne güzel şekilde tesviye edildiğini bilmeyen kula, buna rağmen hatırlatma yapılması da, Allah Teala'nm nimet ve ihsanını gösterir. Dahhak'tan şu söz rivayet edilmiştir: "Hesaba arzedilme anında, kul Rabbine yaklaşır ve Allah Teala şöyle buyurur: 'Ey kulum, yaptığın işleri sayabilir misin?" Kul da, 'Allahım, Sen olmaksızın ben onları nasıl sayabilirim? Herşeyi kaydedip koruyan Sensin' der. Allah Teala, dünya hayatında işlediği bütün günahları ona saatleriyle bildirir ve şöyle buyurur: 'Sen ey kulum, sana bildirdiklerimi ve hatırlattıklarımı ikrar et'. Kul da 'Evet Rabbim!' der. Bunun üzeri ne Allah Teala şöyle buyurur: 'Dünya hayatında bütün günahlarını Ben Örttüm. Günahların sebebiyle senden bir koku çıkarmadım ve alnına leke sürmedim. Bana olan imanından ve peygamberleri tasdik etmenden dolayı bugün de onları senin için bağışlıyorum". Muhammed b. Hanefİyye (ra), babası Ali'den (kv) şunu rivayet etmiştir: -"Öyleyse güzellike hoşgör". (Hicr/85) ayet-i kerimesini kasdederek- bu ayet Allah Resulü'ne (sav) nazil olduğunda şöyle buyurdu: Ey Cebrail, güzellikle hoşgörme nedir? O da şu cevabı verdi: Ey Muhamnıed, sana haksızlık edeni affetmen ve onu a zar layıp kmamamandır. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Ey Cebra il, öyleyse Allah Teala'nm affettiği kulunu azarlayıp kınamaması daha evladır1. Bunun üzerine Cebrail (as) ağladı, Allah Resulü de (sav) onunla beraber ağladı. Allah Teala da Mikail'i (as) y anlarına gönderdi ve selamını bildirerek şu buyruğunu iletmesini istedi: 'Af fettiğim birini nasıl kınarım? Bu Benim keremime asla yakışmaz". Kerem sahibi Allah Teala'mn teşvik ettiği şeye karşı aşırı arzulu olmak da rica ve ümit babmdandır. O'nun hoşgördüğü herşeyde yarışmak da böyledir. Günahlara boğulan ve masiyetlere daldıkça dalan insanların himmeti olarak gündeme gelen bağışlanma ve ik ram yönündeki rica ve ümitlere gelince, alimlere göre onların bu hali rica ve ümit değildir. Çünkü rica, yakini imanın makamlarından biridir. Yakini iman sahipleri ise yukarıdaki hale benzeyen hal lerde bulunmazlar. Zira bunlar, Allah Teala hakkında aldanışa düşmüş, O'ndan gafil kalmış ve O'nun hükümlerini öğrenmemiş kim selerdir. Allah Teala bu zihniyette olan, dünya sevgisinde ısrar ederek bundan hoşnut olan ve tüm bunlara rağmen bağışlanmayı ümit eden bir topluluğu azapla tehdit etmiş ve kendilerini 'Hulf olarak adlandırmıştır. 'Hulf 'ise bayağı ve adi insanlar için kullanılan bir sıfattır. Yine onları çok ağır cezalarla tehdit ederek şöyle buyurmuştur: "Onların ardından yerlerine Kitab'a varis olan bir takım 'bayağı kimseler5 geçti. Bunlar, şu değersiz dünyanın geçici menfaatini alıyor ve Takında bağışlanacağız' diyorlar". (A'raf/169) Ricanın hakikatiyle ilgili haber ve hadisler, aldanış ve gurura kapılanların bu hallerini güçlendirirken günaha yavaş yavaş dalanları da günahların üzerindeki örtü ve tattığı nimetten dolayı ziyan bakımından derinleştirmektedir. Öte yandan aynı bilgiler, ih -lasla tevbe edenler için de daha çok sevab, muhlis Allah dostları için gönül huzuru, kerem ve haya sahipleri için mutluluk, arınma ve vefa duygusu taşıyanlar için rahatlık teşkil etmektedir. Onlar bu bilgilerden istifade etmekte, hayaları artarken, kederleri dağılmakta ve akılları huzur bulmaktadır. Onların ümit ve hüsnüzanları, korkunun çehresini gizlemeyecek şekilde ibadetlerde bulunmalarını sağlar. Çünkü korku ve endişeler, amellerin birçoğundan alıkoyar. Böylelikle rica ve ümit, ona ehil olanların hayat tarzı haline gelir ve onunla tanınmaya başlarlar. Nitekim Ömer (ra.) Suhayb (ra) için şöyle demiştir: "Eğer Allah'tan korkmazsa, O'na karşı gelmez". Yani korku sebebiyle de ğil rica ve ümidi sayesinde günahları terkeder. Rica, onun hayat tarzı olmuştur. İşte onlar gerçek rica ve ümit sahipleridir. Onların alametleri de anlattığımız hususlardır. Biz de işte böyleleri için ri ca ve ümidi gerektiren, safa ehlinin kalplerinde hüsnüzan doğuran vasıtaları zikrettik. Halka karşı ahlak ve davranışları güzelleştirmek, onlar karşısında tahammülle sabretmek, güzellikle hoşgörmek ve Allah Tea -la'ya yaklaşmak
gayesiyle onlara yumuşak davranmak da ricadandır. Bu gaye ile Allah Teala'mn sevabını ümit etme, vaadini gerçek leştirmesini arzu etme ve Resulü'nün (sav) sünnetine tabi olma babında n olarak O'nun ahlakıyla ahlaklanmak da rica ve ümittendir. Adi arzuları ve azdırıcı şehvetleri terketmek ve bu noktalarda Allah Teala'mn hazırladığı eşsiz nimetlere dayanarak kanaatkar olmak da rica ve ümit babandandır. Humeyd kanalıyla Enes b. Ma-lik'ten fra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Rahman'm arşının karşısında bir oda vardır. Cebrail oraya gönderilir. Oraya vardığı zaman Allah Teala'mn huzurunda secdeye kapanır ve şöyle der: Ey Rab - bim, bu odayı kimin için yarattın? Hangi peygamber, hangi sıddık ve ya hangi şehit için halkettin? Allah Teala da şöyle buyurur: Benim arzumu, kendi arzularına tercih edenler için yarattım". İbadetlerin edası ve güzel tevafuklar da rica babmdandır. Kul, bunlara niyet eder ve kendisine karşı hüsnüzan içinde olması bakımından Rabbi'nden ona değerli hibeler ve teşvikler nasip etmesini niyaz eder. Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) şu hadis -i şerif rivayet edilmiştir: "Allah Teala'ya dua ettiğinizde, rağbetinizi büyük tutun ve O'ndan Firdevs -i A'lâ'yı isteyin. Çünkü hiçbir şey O'na bü yük ve ağır gelmez". Başka bir hadis -i şerifte ise şöyle buyurmak tadır: "Duayı çoğaltın ve en yüksek dereceleri niyaz edin. Çünkü siz, En cömert ve En büyük kerem sahibinden istemektesiniz". Konuyla ilgili rivayetlerden birinde ise şu hadise na kledilir: "Abidler zümresinden iki adam vardı. İbadet bakımından eşit derecedeydiler. Cennete girdikleri zaman, biri arkadaşından daha üst derecelere yükseltildi. Bunun üzerine diğeri şöyle dedi: Ey Rabbim, bu adam dünyada Sana benden daha fazla ibadet et miş değildi. Ama Sen onu benim üstümdeki derecelere yükselttin. Bunun üze rine Allah Teala şöyle buyurdu: O, dünya hayatında Ben'den en üst dereceleri niyaz ederdi. Sen ise, sadece cehennemden kurtulmayı niyaz ederdin. Ben her kula istediğini veririm". Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Bir adam, cehennemden çıkartılarak Allah Teala'mn huzuruna getiri lir ve O adama sorar: Yerini nasıl buldun? Adam da şöyle der: Ey Rabbim, olabilecek en kötü yer. Bunun üzerine Allah Teala, 'Onu yerine geri götürün' buyurur. Adam, arkasına bakarak yürümeye başladı. Bunun üzerine Allah Teala, 'Niçin ardına bakıyorsun?' buyurur. Adam da, 'Ey Rabbim, beni çıkarttıktan sonra aynı yere dön dürmeyeceğini ümit etmiştim' der. Bu cevap üzerine Allah Teala, 'Onu c ennete götürün' buyurur". Görüldüğü üzere rica ve ümit, cennete götüren bir yoldur. Aynı şekilde dünya hayatındaki korku da sahibini cennete götüren bir yoldur. Üstte naklettiğimiz hadisin devamında, bir diğerinin hali de aktarılmaktadır: "Diğeri hızla cehenneme doğru uzaklaştı. Bu nun üzerine Allah Teala niçin böyle yaptığını sorunca adam şu karşılığı verdi: 'Ey Rabbim, ben ahirette azabından korktuğum masi -yetin vebalini dünyada tattım'. Bunun üzerine Allah Teala, 'Onu da cennete götürün' buyurdu". Allah Teala bir topluluğu vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Onların taptıkları da, 'Hangisi yakındır1 diyerek Rablerine yaklaşmak için vesile arıyorlar, O'nun rahmetini umuyor ve azabından korkuyorlar". (İsra/57) Allah Teala, velilerinin kendisine yaklaşma çabalarına ve vesile aramalarına göz yummuştur. Yine O, kendisinden korkmalarına da göz yummuştur. Üstteki ayet-i kerimenin kıraat şekillerinden biri, bu buyruğun müşriklerin taptıkları putlar hakkında olmayıp müminlere dönük olduğunu göstermektedir. Talha b. Musarrıfm kıraatine göre Ted'une=ararlar1 fiili, 'Ted'une=ararsınız' şeklinde okunmaktadır. Böylelikle müminlerin Allah Teala'ya yaklaşma çabalan da men -dub görülmüş olmaktadır. Nitekim Allah Teala diğer bir ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkun v e O'na bir vesile arayın" (Ma -ide/35) buyurmaktadır. Rica ve ümidin genel hükümleriyle rica ehlinin sıfatları, genel olarak bunlardan ibarettir. Bu hüküm ve sıfatların tümünü birara-da taşıyan müminler, rica ehlinin yüksek derecelerini haketmiş olurlar. Böyle kimseler, Allah katında mukarrebun zümresinde yer alırlar.
Kendisinde bu sıfatların bulunduğu kişi de, rica makamlarından birine sahip olur. Biliniz ki, yakin makamlarından biri diğerini silmez. Ancak her makamın belli bir derecesi vardır. Kimin müşahede hali kendine baskın çıkarsa, kendisine baskın çıkan hal ile nitelenir ve bunun dışındaki makamları muhafaza etmeye de devam eder. Bu makam lardan birinin şartına göre amel eden ve bu makamda Allah Tea -la'nm ilgili hükmüne göre hareket eden biri, başka bir makama in tikal edebilir. Onun önceki makam veya makamları ilmen mevcut iken, yeni konduğu makam fiilen mevcut olur. O da mevcut olanı gizler, çünkü bu onun sırrıdır. İlmen var olanı ise ifade eder, çünkü o makamı aşmıştır ve bu durumu herkes için aşik ar olmuştur. Rica makamı, Allah Teala'nm askerlerinden biri olup bazı abid -lerden çıkarken bazılarından da çıkmaz. Çünkü bazı kalpler tabiatları gereği yumuşaktır. Bunlar Allah Teala'nm kerem ve ihsanının müşahedesine cevap verir ve ancak ihsan ve in'am m uamelesiyle mutmain olurlar. Korkutma ve caydırma gibi etkenlerde bu huzu ru bulamazlar. Hatta tehdit ve korkutmalar, kalplerini Allah'dan uzaklaştırarak yalnızlığa bile itebilir. Çünkü onların kalbine giden yol, rica ve ümitten geçmektedir. Kalpleri, ancak rica ve ümit halinde devreye girmektedir. Bir hal olarak rica ve ümit, insanın sıhhat ve zenginliğine benzer. Bazı insanların kalpleri, ancak bu ikisinin mevcudiyeti duru munda bir şeye arzu duyar ve o yönde gayretkeş olur. Zenginlik ve sıhhat halinde iken cevval olur ve güzel amellerde bulunurlar. Nitekim kudsi bir hadiste Allah Teala'nm şöyle buyurduğu riva yet edilmektedir: "Kullarımdan Öyle kimseler vardır ki, onları ancak zenginlik İslah eder. Eğer onları yoksullaştınrsam bozulurlar. Kullarımdan Öyle kimseler de vardır ki, bunları ancak sıhhat ıslah eder. Eğer bunlara rahatsızlık verirsem bu onları ifsad eder. Ben de kullarım hakkında herşeyden haberdar olduğum için ilmimle onların durumlarını düzenlerim. Yine kullarımdan öyle kimseler vardır ki, bunları ancak rica ve ümit İslah eder. Bunların kalpleri ancak rica ile istikamet bulur. Amel ve davranışları da ancak hüsnüzan ile güzelleşir". Çünkü bu kimselerin Allah Teala'ya yaklaşma yolu ricadır. Makamları da rica makamıdır. Allah Teala'yı da onunla bilirler. Kalbini de ancak rica halinde Allah ile beraber bulur. Her ne kadar rica Allah Teala'ya götüren bir yol olsa da, korku O'na daha çabuk ulaştıran bir yoldur. Daha çabuk ulaştıran tabii ki daha üstün olandır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Zenginlik ve sağlık, Allah Teala'ya götüren iki yoldur. Ancak yoksulluk ve bela, ba na göre O'na daha çabuk götüren iki yoldur. Ve bu ikisi Ötekilerden daha üstündür. Allah Teala muhakkak ki işine Hakim olandır. Ma'raer, Hasan el- Basri'den (ra) şunu nakletmiştir: İnsanlar, ancak Rableri hakkında besledikleri zanlara göre amel ederler. Mümin, Allah Teala'ya karşı hüsnüzan besler ve bu sebeple güzel amellerde bulunur. Kafir ve münafık ise, Allah Teala hakkında kö tü zan sahibidir. Ama insanların çoğu bunu bilmez. 53[53] Korku Makamınına e r h ı Ve Korku Ehlinin Sıfatları Hakkındadır:
Bu makam, yakin makamlarının beşincisidir. Allah Teala buyurdu ki: "Onları ancak ilim sahipleri akledebilir". (Ankebut/43) Allah Te ala, bu buyruğu ile aklı ilmin üstüne çıkarmış ve korkuyu da ilim de bir makam kılarak şöyle buyurmuştur: "Kulları arasında Al -lah'dan ancak ilim sahipleri (hakkıyla) korkar". (Fatır/28) Allah Teala ayette geçen 'Haşyet=korku, endişe' halini, ilimde bir makam kılmış ve onun ancak ilimle hakikat bulacağını bildirmiştir. Haşyet, korku makamının hallerinden biridir. Korku 'Havf ise, takva hakikati için konulmuş bir isimdir. Takva da, ibadet ve kul luğun bütününü içeren bir kavramdır. Takva, Allah Teala'nm önce kiler ve sonrakiler için hazırladığı bir rahmettir. Bu iki anlamı Al lah Teala'nm şu buyrukları düzenlemektedir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize 53[53]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 267-304.
kulluk edin. Umulur ki takvaya erersiniz". (Bakara/21); "Biz, sizden önce kendilerine Kitab verilenlere ve size tavsiye ettik ki, Allah'tan korkun (takva sahibi olun)". (Nisa/131) Özellikle bu sonuncu ayet- i kerime, Kur'an'ın kutbu ve üzerinde döndüğü yörüngesi mesabesindedir. Takva öyle bir sebeptir ki Allah Teala onun kıymetini göstermek için Zatına izafe etmiştir. O, öyle ulvi bir manadır ki, onu Kendine bağlamıştır. Takvanın şanını yücelterek kullarına da onun sayesinde ikramda bulunmayı va -adetmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmaz. Ancak O'nu sizden takva ulaşır". (Hacc/37) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, O'na karşı en çok takva sahibi olamnmzdır". (Hucurat/13) Bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala öncekileri ve sonrakileri malum günde top ladığı zaman en uzaktakinin de, en yakmdakinin de işitebileceği bir sesle şöyle nida edecektir: 'Ey insanlar, sizi yarattığımdan şu güne kadar hep Ben sizi dinledim. Bugün de siz Beni dinleyin. Bu gün size sadece yaptığınız ameller geri verilecektir. Ben sizler için bir ölçü koydum. Siz de bir ölçü koydunuz ve Benim ölçümü kaldırarak kendi ölçünüzü yükselttiniz. Ben dedim ki, Allah katında en değerliniz, takva bakımından en ileri olanmızdır. Siz ise, bunu kabul etmeyerek, 'Falan oğlu falan, falandan daha zengindir' dediniz. Ben de bugün sizin ölçünüzü kaldırıyor ve kendi ölçümü yükselti yorum: Takva sahipleri neredeler? Bunun üzerine takva sahibi müttakiler için bir sancak dikilir ve takva ehli bu sancağın altına giderler. Allah Teala da hiç hesaba çekmeksizin onları cennetteki makamlarına gönderir". Korku 'Havf, ilim makamından bir haldir. Allah Teala, korku ehli için, müminlere dağıtarak verdiklerini birleştirmiştir. O'nun dağıtarak verdiği nimetler, hidayet, rahmet, ilim ve rızadır. Bunlar da, cennet ehlinin cümlesinin makamlarıdır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Rablerinden korkan o kimse ler için hidayet ve rahmet vardır". (A'raf/154) Yine O, başka bir ayetinde de "Kulları arasında Allah'dan ancak ilim sahipleri (hakkıyla) korkar". (Fatır/28) buyurmaktadır. O, korku ehlinden rızasıyla ilgili de şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. İşte bu, Rabbinden korkan içindir". (Beyyi- ne/8) Musa (as) ile ilgili haberler arasında da şu ifade yer almaktadır: "Korku ehline gelince, onlara Reflk -i Ala vardır ve hiçkimse orayı onlarla paylaşamaz". Görüldüğü gibi Allah Teala, Refik -i Ala'yı kimseyle paylaşmak -sızın yalnız onlara hasretmiştir. Dünyada da onları tasdik şahitliğinin hakikatma ulaştırmıştır. Bu d a nübüvvet makamlarından biridir. Korku ehli, bu meziyetleriyle peygamberlerin yanında yeral maktadırlar. Ayrıca onlar peygamberlerin varisleridir. Çünkü gerçek alimler onlardır. 54[54] Allah Teala korku ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: "İşte on lar, Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler ve sıddıklarla beraber dirler". (Nisa/69) Yine O korku ehlinin derecelerini vasfederken de şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar refiki güzel olanlardır". (Nisa/69) Yani refakatçılar bakımından. Allah Teala burada onların topl uluğunu fert sigasıyla ifade etmiştir. Zira onlar Allah Teala'mn nezdin-de tek bir vücut gibidirler. Ayette geçen 'Refik' ifadesi, illiyyunun bulunduğu cennet makamlarından biri için de kullanılmış olabilir. Bunu da Allah Resu -lü'nün (sav) vefatı esnasında söylediğinden anlamaktayız. "Vefatı yaklaştığında, dünyada kalmakla Allah'a kavuşmak arasında ser best bırakılmıştı. Rabbine şöyle dua etti: 'Sen'den Refîk -i A'la'yı niyaz ediyorum"55[55] Musa (as) ile ilgili anlatılanlar arasında şu ifadeye yer veril mektedir: "İşte onlar için Refik -i A'la vardır". Bu da, korku ehlinin peygamberlerle beraber olacaklarını göstermektedir. Çünkü 54[54]
Atıfta bulunulan hadis için b. Buhârî, ilim/10, Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddi me/17; Dârimî, Mukaddime/32; îbni Hanbel,
V/196 55[55]
Bu anlamda hadisler için b. Buhârî, Merza/19, Fezailü's-Sahabe/5, Meğazi/83, 84 Da'avat/28; Müslim, Selam/46, Fezai KVsSalıabe/85, 87; Tirmizî, Da'avat/76; İbni Mâce, Cenaiz/64; Mııvatta', Cenaiz/46, 47
Allah Resulü'nün (sav) bu ifadeyle ilgili açıklaması bu yöndedir. Korku ehlinin makamlarının şeref ve itibarı her makamın üstündedir. Çünkü Allah Resulü de (sav) Rabbinden bu makamı niyaz etmiştir. Korku, asıl itibarıyla imanın hakikatini ihtiva eden bir kavramdır. Korku, varlık ve yakin bilgisidir. O, bütün kötülüklerden sakınmanın sebebidir. Her emrin anahtarı da odur. Nefislerin şehvetlerini yoketme ve nefsi afetlerin izlerini silme noktasında hiçbir şey korku makamı kadar etkili değildir. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: İmanın kemali, ilimdir. İlmin kemali ise korkudur. Yine o, bir defasında şöyle demişti: İlim, imanın kazancıdır. Korku ise marifetin kazancıdır. Ebu'1-Feyz el-Mısri şöyle demiştir: Aşık, ancak korku kalbini iyice olgunlaştırdık tan sonra aşk kadehinden içebilir. Başka bir sözü ise şöyledir: Allah'tan ayrı kalma korkusu, cehennem korkusunun yanında, dalgalı denize düşen bir damla gibidir. Allah Teala'ya inanan her mümin, O'ndan korkar. Ama bu kor kusu, O'na yakınlığına göredir. İslam korkusu ise, Allah Teala'nın izzet ve ceberutuna inanmak, kudret ve gücü yalnız O'na teslim etmek, azabı hakkında haber verdikleriyle cezasına dair tehditlerini tasdik etmek şeklinde olur. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: Sana 'Allah'tan korkuyor musun?' denildiğinde sus. Çünkü 'Hayır5 dediğinde küfre düşmüş olursun. 'Evet' dediğinde ise, bu sıfatın Allah Teala'dan korkanların sıfatı olmaz. Bir vaiz, hikmet ehlinden birine yakınarak şöyle dedi: Şu in sanlara bak, ben kendilerine vaaz ediyor hatırlatıyorum ama hiç kulak asmıyorlar. Bunun üzerine hikmet sahibi zat şöyle dedi: Kalbinde Allah korkusu olmayana vaaz ne fayda eder? Allah Teala bunu tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "(Allah'tan) içi titreyerek korkacak olan, öğüt alır. Bedbaht olan da ondan kaçınır". (A'la/10 -11) Yani bedbaht olanlar, öğüt ve vaazdan kaçınırlar. Bedbaht, korku duymadığı için behbahtlığa yönelmiş, Allah Teal a da onu öğüt almaktan mahrum etmiştir. Müminlerin avamının korkusu, kalbin zahiri vasıtasıyla akli bilginin batınında olur. Müminlerin havassmm yani yakin ehlinin korkusu ise, kalbin batını vasıtasıyla vecdî bilginin batınında olur. Yakin sahibinin korku suna gelince, o Allah Teala'nın korkutucu sıfatlarına imanın müşahedesi noktasında irfan sahibi olan arifler zümresinin sıddıklanna mahsustur. Bir hadiste şöyle buyrulmak -tadır: "Kul, mezara girdiği zaman Allah Teala dışında korkacak hiçbir şey kalmaz. Bu yüzden kul için en güzeli Kıyamet gününe dek yalnız O'ndan korkmak ve O'nun için titremektir". Yukarıda anlatılan ve müminler arasında vasfedilenlerin sıfatı olan yakin sahibinin korkusunun ilk seviyesi, sürekli nefs muhase besi ve her an Allah Teala'nın m urakabe ve gözetilme sidir. Yakini olmayan ilimlerde şüpheli olan şeylere yönelme hususunda vera' sahibi olmak ve fıkhi bilgisi olmayan amellerden çekinmek de bu korkunun kapsamına girer. Musa (as) ile ilgili bir haberde şu ifade geçmektedir: "Vera' sahiplerine gelince, onlar dışında herkesle he sap konusunda münakaşa eder, yaptıklarım tek tek incelerim. Ve ra' sahiplerine gelince, onlardan haya ederim ve onlara kendilerini hesap için önümde tutmayacak kadar değer veririm". Bu durumda Vera' da korkunun hallerinden biri olmaktadır. Sonra uzuvları şüpheli hususlardan uzak tutmak gelir. Allah korkusu ve kalp huşû'u ile helalin fuzuli olan kısımlarından uzak durmak da böyledir. Ali (kv) şöyle demiştir: Kim cenneti özlerse, şeh vetleri unutur. Kim de cehennemden korkarsa haramlardan geri durur. Allah Teala'nm Kitabı'nda yer vermediği, Resulü'nün (sav) sünnetinde zikretmediği veya selef imamlarından hiçbirinin söylemediği bir şeyin Allah'ın dinine karışmaması için kelamı saklayıp dili hapsetmek de korku kapsamına girer. Çünkü bunlar, Kitab ve sünnette aslı ve esası bulunmadığı gibi ismi bilinen ilimler arasında da açıkça geçmeyen hususlardır. Yakin sahibi mümin bütün bunlardan sakınır. Zira Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Hakkında
ilmin olmayan şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu buyruğa göre, hakkında ilim bulunmayan şeyleri ısrarla sormaktan da korkmak gerekir. Kul. ne kalbine giren heva kıvılcımıyla, ne de dünya lezzetleri nin büyüklerini tatmak için bu yola tevessül etmemelidir. Nefsine Allah Teala i çin öğütte bulunması çok daha hayırlıdır. Çünkü nef si, öğüte en layık olan varlıktır. Sonra da diğer insanlara Allah rızası için Öğütte bulunur. Kişi öğüte dini ve uhrevi konularla başlar. Ardından dünyevi hususlarda öğüt vermeye başlar. Çünkü uhrevi mes eleler çok daha Önemlidir. Öte yandan dini konularda insanları aldatmak en ağır suçtur. Ahiret için azık derlemek de elbette ter cih edilen bir husustur. Bu meyanda Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim ümmetimi al datırsa, Allah Teala'nm laneti onun üzerine olsun'. 'Ey Allah Resu lü, ümmetinin aldatılması nasıl olur?' dediler. Buyurdu ki: 'Kişinin dinde olmayan bir bidat çıkarması ve bu bidatta kendisine uyulmasıdır. İşte böyle yapan ümmetimi aldatmış demektir". Korkunun meyvalarından biri de, Allah Teala'yı hakkıyla bil mek ve O'ndan haya etmektir. Bu, sevap ehlinin en büyük mutlu luklarından biridir. Bunun hükümleri iki manada açığa çıkar: İlki, bütün kulların kafasını ve onun kapsadığı kulak, göz ve dili korumasıdır. İkincisi ise, batnı ve onun kapsadığı kalp, fere, el ve ayakları korumasıdır. Bu, avamın korkusunun sınırı ve hayanın başıdır. Havassın korkusuna gelince o da, kendi yiyemeyeceğini toplama ması, kendi oturmayacağı evi yapmaması, göçeceği dünyada malı çoğaltmaması, gideceği yerden gafil ve h azırlıksız olmamasıdır. İşte bu da zühd ve haya ehlinin korkusudur. Kitabları sağ taraftan verileceklerin takvası da budur. Bu anlamda iki hadis- i şerif rivayet edilmiştir. Bunların biri genel, diğeri ise özel hükme sahiptir. Her kim kalbini baştan çalıştırmaz, korkuyu iradesinin bütünü kılmazsa sonunda başarılı ve marifetinin yüksekliğine rağmen müttakilerin öncülerinden olmaz. Korkunun en yüksek derecesi, kişinin kalbinin kötü son korkusuna bağlı olması, ne ilmine, ne de ameline bakarak kendini güvende his s etmeme sidir. Ne kadar yüksek seviyede olursa olsun ilmin hiç bir kısmıyla kurtuluştan kesin emin olmamalıdır. Çok değerli de olsa amellerden hiçbirine güvenerek rahat his s edilmemelidir. Çünkü kul, kendisini bekleyen son hakkında kesin bir bilgiye sahip değildir. Denildi ki: Ameller, ancak sonlarıyla tartılır. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Kul, elli yıl cennet eh linin amellerini ifa eder, ta ki kendisine cennet ehlinden olduğu söylenir". Bir başka rivayette de şu ifade yer almaktadır: "Onunla cennet arasında yalnızca bir karışlık mesafe kalır da defterine bir günah yazılır ve sonu cehennem ehlinin ameliyle noktalanır". Bu kadar kısa bir sürede bedenle yapılacak bir fiil bulunmadığı için, sözkonusu amelin kalbi amellerden olması muh temeldir. Bu, akim müşahede siyle yapılmış bir amel olabilir ki tevhidde şirkten ibarettir. Böyle bir düşünce, daha önce o kulda mevcut değilken, kul yakini ilminde şüpheye kapılmış olabilir. Bütün dünya hayatı boyunca göremediği bu hususu, ahirette herşey açıklanıp perde kaldırıldığı zaman görür. Bu durumda şüphe sıfatı ona baskın gelecek ve orada hali tamamen ortaya çıkacaktır. Tıpkı kalbinin lezzet aldığı kötü amellerle dilinin telaffuz ettikleri veya içinden geçirdiği kötü fiiller gibi. Böylelikle r uhunu teslim ettiği son anı da bu şekilde olacaktır. Onun geçmişteki defterinde yazılı olan da budur. Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, defterdeki nasipleri kendilerine ulaşacak olan kimselerdir". (A'raf/37) Ruhun bedenden ayrılma vakti olan son anda (=Hâtime), kişinin hali böyle olabilir. Allah Teala başka bir buyruğunda da şöyle buyurmaktadır: "Kuşkusuz Biz, onların nasiplerini eksiltmeksizin onlara ödeyeceğiz". (Hud/109) Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Kişiyle cennet arasın da, devenin iki sağımı arasındaki an kadar bir mesafe kalır da, son amelinin cehennem ehlinin amellerinden olması takdir edilir". Görüldüğü gibi bu, kişinin canının gırtlağa dayandığı andır. Bu anda be den son nefesini verirken, nefesin tamamı kalpte toplanır ve oradan gırtlağa doğru gider. İşte bu an; hadislerde
karış ve iki sağım arasındaki süre olarak ifade edilen zaman dilimidir. Başka bir metinde de, iki nefes arasındaki mesafe denilmiştir. Bu, kalplerin tevhid istikametinden dalalet ve şirk istika meti yönündeki değişimi erinlerinden olup dünya aklının ve akli bilgilerin ortadan kalktığının görülmesiyle gündeme gelir. İşte o anda kişiye Allah Teala tarafından hiç hesap etmediği şeyler görünür. Kötü son (=Sû-i Hatime) genellikle insanların şu üç züm resi için sözkonusu olur: 1.Din hususunda bidat ve sapma içinde olanlar. Çünkü bunla rın imanları, akli bilgilerle irtibatlıdır. Allah Teala'mn kudretiyle onların önüne çıkan ilk işaretle birlikte onu görmeleri akıllarını alıp götürür. Böylece imanlarının dayalı olduğu akılların devredışı kalmasıyla imanları da kaybolup gider. Fitilin yanıp lambanın işlemez hale gelmesi gibi onların imanları da bu hakikati görmeye dayanamayarak kayboluverir. 2.İkinci zümre, dünya hayatında Allah Teala'mn ayetlerine ve velilerine lütfettiği kerametlere karşı kibir ve inkar içinde olanlardır. Bunlar, kendilerine ilahi işaretler karşısında dayanma gücü verecek bir imana asla sahip olmamışlardır. Her zaman şüphe içinde oldukları için imanları da kendilerini desteklemeyecektir . 3.Üçüncü zümre, üç değişik sınıfa ayrılırlar ve kötü sonları bakımından derece derecedirler. Bunların tamamı da, kötü son bakımından ilk iki zümreden daha alt seviyedirler. Kötü son da, yakin ve şirk gibi değişik makam ve derecelere ayrılır. Bunlardan kimi vardır ki, gösteriş ve böbürlenme peşinde olup dünya hayatı boyunca kendi nefsine ve amellerine gıptayla bakmaktan geri durmaz. Kimi de alenen fasık olup günahlarda ısrarcıdır. Bunların kötü amelleri, ömürlerinin sonuna kadar kesintisiz olarak devam eder. Gözlerindeki perde kaldırılıncaya kadar bu kötü fîillerdeki ısrarları sürüp gider. Allah Teala'mn ayetlerim gördüklerinde ise bütün kalpleriyle tevbe ederek Allah Teala'ya dönerler. Bedeni amelleri kesildiği için onların bu pişmanlıkları fayda etmez, tevbeleri kabul edilmez, sıkıntıları giderilmez ve pişmanlıklarına bakılarak mer hamet olunmaz. Bunlar, şu ayet-i kerimede anlatılan kimselerdir: "Tevbe, kötülükleri yapıp edip de içlerinden birine ölüm çatınca 'Ben şimdi ger çekten tevbe ettim' diyenle rinki de değildir.." (Nisa/18) Yine bunlar Allah Teala'mn şu buyruğunda da kasdettiği kimselerdir: "Onlar şiddetimizi gördüklerinde Tek Allah'a iman ettik' dediler". (Mümin/84) Bu ayet-i kerime nass olarak kafirler ve benzerleri içindir. Üstte bahsettiğimiz kimselerin bir zümresi de, büyük günah sa hipleri ve bunlarda ısrar eden yoldan çıkmış fasıklardır. Her iki zümre de aynı kötü sonu paylaşmaktadırlar. Ama derece bakımından farklıdırlar. Onların günahlarından tattıkları lezzetler kendilerine zahir olup korku ve zikirden uzak olan kalplerine tekrar hatırlatılır. Böylece son nokta, yine kendi kalplerinin şahitliğiyle konulur. Yukarıda zikrettiğimiz hususlar, akıl ve vicdan sahiplerinin i kalplerini titreterek onlara korku saçar. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Mürid, günahlarla sınanmaktan korkar. Arif ise küfür le sınanmaktan endişe eder. Ebu Yezid de (ra) bu anlamda şöyle demiştir: Mescide giderken belimde hıristiyanlara mahsus bir kemer \ vardı. Mescide girinceye kadar, beni bir kiliseye veya ate şgedeye sevketmesinden korkuyordum. O zaman kemer çözülürdü. Bu her gün beş kez olurdu. Bu tavırlar, o alimlerin gayblerin alimi Allah Teala'mn kudretiyle ne kadar da çabuk değişebildiğim iyi bilmelerinden dolayıydı. Bu meyanda İsa'dan (as) şu söz rivayet edilmiştir: "O dedi ki: Ey Havariler topluluğu, sizler günahlardan korkuyorsunuz. Biz pey gamberler topluluğu ise küfürden korkarız". Peygamberlerle ilgili başka bir rivayet ise şöyledir: "Peygamberlerden biri yıllar boyun ca Allah Teala'ya açlık, çekirgeler ve çıplaklıktan şikayette bulunmuştu. Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurdu: 'Senin kalbini küfre düşmekten koruduğum halde hoşnut olmuyorsun da Ben'den dünyalık mı istiyorsun?' Bundan sonra toprağı aldı ve onun kafasına döktü. Bunun üzerine peygamber şöyle dedi: 'Ey Rabbim, ben buna razıyım. Yeter ki beni
küfürden koru".Görüldüğü gibi Allah Teala ona üzerindeki peygamberlik nime tini hatırlatmayarak onu küfürle karşı karşıya bırakmış ve peygamberlikten sonra küfre düşmesini mümkün kılmıştır . Peygam ber de bu gerçeği teslim etmiş ve haline rıza göstererek küfürden korunmasını istemiştir. Zahidlerin imamı Abdülvahid b. Zeyd yukarıdaki iki ariften daha önce şöyle demiştir: Cehenneme girmeyeceğini sanan hiçbir korku sahibi samimi değildir. Cehenneme gireceğini düşünen kimse de ondan ebediyen çıkamamaktan korkandır. Hepsinden önce alimlerin imamı Hasan el -Basri (ra) şöyle demiştir: Bir adam da cehennemden bin yıl sonra çıkar. Keşke o adam ben olsaydım. Çünkü o, ebedi cehenneme mahkum olmaktan kork maktaydı. Kendisi şöyle derdi: Cehennemden bir süre sonra çık abilsem, gerisini hiç umursamam. Şeytan, ariflere tevhidde ilhad, imanda teşbih ve Allah Tea -la'nın sıfatlarında vesvese telkin ederek girer. Müridlere ise nefsi afetler ve şehvetler yoluyla musallat olur. İşte bu nedenle ariflerin korkusu çok daha büyüktür. Düşman, sade kullara da niyetleri va -1 sıtasıyla girer. Tıpkı onlara şehvetleri süslediği gibi. Ruhları ise, sabıkalarına yani ilk kayıtlarına bağlıdır. Onlar için Levh-i Mah- \ fuz'da ya zılı olan sabıka nedir? Orada onların müşahedesi sözkonu sudur. Sonra endişeleri sözkonusu olur. Acaba Rableri katında ken dileri için ihlas ve samimiyet mi yazılmıştı!'? Böylelikle sadıkları bekleyen mutlu sonlarına nail olacak ve Allah Teala'nın haklarında "Ama Biz'den kendilerine güzellik geçmiş bulunanlar, işte onlar ondan uzaklaştırılmış olanlardır" (Enbiya/101) buyurduğu kullardan olacaklaradır. Onlar, haklarında azap kelimesinin kesinleştiği kimseler ol maktan ve Allah Resulü'nün (sav) "Allah Teala buyurur ki: İşte on lar cehennemdedirler ve Ben umursamam. Onlara ne bir şefaatçinin şefaati fayda eder, ne de güçlü biri onları ateşten çıkarabilir" buyurduğu kimselerden olmaktan korkarlar. Allah Teala başka bir ayet -i kerimede şöyle buyurmaktadı r: "Azab sözü kendisi üzerinde hak olmuş kimse mi (onlarla bir tutulur)? Ateşte olanı artık sen mi kurtaracaksın?" (Zümer/19) Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Fakat Ben'den, 'Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamıyla doldur acağım' sözü hak olmuştur". (Secde/13) Bu ayet ve diğerleri, basiret sahiplerinin korkuya çağrılması anlamındadır. Hasan el- Basri (ra) "Yalnız Ben'den korkun" (Bakara/41) ayeti nin tefsirinde umumiyet olduğunu ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı şu şekilde olmaktadır: Menettiğim şeyler hususunda Allah'tan korkun. Allah Teala diğer bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Yalnız Ben'den korkun" (Bakara/40) yani sabıkanız hakkında endişe edin. Bu ise hususiyet ifade etmektedir. Ariflerden bir zat, müminler in korkularını iki türe ayırarak şöyle demiştir: Birr ehlinin (=Ebrâr) kalpleri sona 'Hatime' bağlıdır ve onlar şöyle derler: Bizim için nasıl bir son yazıldığını keşke bil seydik. Mukarrebunun kalpleri ise geçmişe 'sabıka' bağlıdır ve onlar da şöyle derler: Keşke bizim için geçmişte ne yazıldığını (=sabıka) bil -ebilseydik. Bu iki makam, farklı iki müşahededen kaynaklanmak tadır. Bunlardan biri, diğerinden daha üstün ve daha etkili olup iki ayrı halden kaynaklanmaktadırlar. Bu hallerden biri diğerinden daha tam ve daha olgundur. Bunu şu ifadeden de çıkartmaktayız: "Mukarrebunun günahları, birr ehlinin sevapları hükmündedir". Yani birr ehli nezdinde fazilet görülerek rağbet edilen şeyler, mu -karrebun tarafından iltifat edilmeyen hususlar ve perdeler olarak görülebilir. Hakkında azap kelimesi kesinleşen ve Rabbi tarafından kendisine kötü son yazılan kimseye hiçbir şey fayda etmez. Böyle biri karşılık olmaksızın boşa çalışan işçi gibidir. Allah Teala ona, uzak lık (=bu'd) bakışıyla bakmaktadır. Yaptığı ameller de, onun uzaklığını arttırmaktan başka işe yaramam akta dır. Kötü son, ömrün ortasında da olabilir. Kişi bunun için ömrünün son anını beklememiş olur.
Burada kişinin işlediği bir günah, kötü sonun sebebi olarak ortaya çıkar ve onun sonu hükmüne girer. Al lah Teala için zaman sözkonusu olmadığından ortasında veya so nunda olması farketmez. Böyle bir durumda 'Hatime' dediğimiz son, kişi için 'Fatiha' başlangıç olacaktır. Her iki vakit de aslında birdir. Eceller bitip ameller sona erdiğinde bu kişiler Allah Teala'dan sonsuza dek uzaklaşmış ve 'Darü'1 - bu'd' dediğimiz uzaklık diyarı cehennemdeki yerlerini almış olurlar. Bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Al lah'a yemin ederim ki O, bidat sahibinin amelini asla kabul etmez. Çünkü o, Alla h Teala'nın sünnetlerini reddetmiş, Allah Teala da onun amelini reddetmiştir. Böyle birinin amelleri arttıkça, Allah Teala'dan uzaklığı da artar". Hikmet ehlinden bir zat da bir beytin de şöyle demiştir: Boğazı düğümleneni su içirerek tedavi ederler de iyileşir, Peki ya boğazı suyla tıkanana ne yapılır? Ya sahibi tarafından kovulmuş bir köle ne yapar"? Tabiblerin devaları, verir mi ona bir yarar?! Bu esasın müşahedesi hakkında şunu zikredebiliriz: Hasan el -Basri (ra) Allah Teala'nın yaptığını umursamayacağını iyi bildiği için çok korkmakta ve hüzünlenmekteydi. O, ceberûti sıfatları sebebiyle O'nun umursamazlık dairesine düşmekten korkardı. Kendisini, arkadaşları için bir ceza ve tabakası için bir ibret kılmasından endişe ederdi. Hasan el -Basri'nin (ra) kırk yıl boyunca hiç gülmediği söylenmiştir. Bunu söyleyen şahıs şunları da anlatmıştır: Onu otururken gördüğümde, sanki boynu uçurulacak bir köle gibiydi. Konuşurken, sanki ahireti görür gibiydi ve onun müşahedesinden haber verirdi. Sükut anlarında, gözleri ateşte yamyormuş gibi olurdu. Sanki üzüntüsünün doruğunda azarlanmış gibi dururdu. O şöyle derdi: Allah Teala'nın bende hoşgörmediği birtakım amellerime muttali olarak bana hiddetlenmesi ve 'Git! seni bağışlamadım' buyurmamasmdan asla emin olamam. Çünkü ben yerli yerinde amel etmi-yorumdur. Hasan el-Basri (ra) böyle olunca, bu korku ve hassasiyet bizler için çok daha elzem olmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki korku, günahların çokluğundan dolayı olmaz. Öyle olsaydı, bizim Hasan el-Basri'den daha büyük bir korkuya sahip olmamız gerekirdi. Korku, ancak kalp duruluğu ve Allah Teala'yı aşırı ta'zimin sonucudur. Ala' b. Ziyad el -Adevi cennetle müjdelenmişti. Kendisi, abid zatlardan biriydi. Bu müjde üzerine yedi gün kapısını kapalı tuttu ve bu süre zarfında hiç yemek yemeyerek sürekli ağladı. Devamlı 'Ben uzun bir rüyadayım' diyor du. Nihayet, Hasan el- Basri (ra) yanma gitti ve aşırı korkusu ve ağlamasından dolayı onu kınamaya başladı. Kendisine şöyle dedi: Ey kardeşim, Allah'ın izniyle cennete gideceksin. Böyle yaparak kendini öldürmek mi istiyorsun? Korku hususunda Hasan el-Basri (ra) tarafından kınanan biri hakkında ne düşünürsünüz? Korku meselesinde Tabiun'un öncesinde yaşayan Sahabe de farklı davranmamışlardır. Sahabe'nin ileri gelenleri de, insan ola rak yaratılmamış olmayı temenni ederlerdi. Halbuki onlardan bir çoğu, sayısız hadiste bildirildiği üzere yakinen cennetle müjdelenmişler di, Mesela Ebu Bekir (ra) bir kuşa bakarak, "Keşke senin gibi bir kuş olsaydım, bir insan olarak yaratılırı as aydım" demiştir. Ömer (ra) de, "Ailemin konukları için boğazlanan bir koç olmayı ne kadar da çok isterdim" demiştir. Ebu Zerr (ra) ise şöyle derdi: "Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar da çok isterdim". Talha ve Zübeyr (ra) de şöyle demişlerdir: "Hiç yaratılmamış olmayı ne kadar da isterdik". Os man (ra) ise şöyle derdi: "Öldüğüm zaman bir daha diriltilmemeyi çok isterdimT Âişe annemiz (ra) de şöyle derdi: "Unutulmuş ve unutturulmuş ol -ı mayı çok isterdim". İbni Mesud (ra) ise şöyle derdi: "Keşke bir kum tanesi olsaydım". Ondan yapılan başka bir nakilde ise şöyle dediği bildirilmiştir: "Keşke bir yük devesi olaydım. Keşke sayıları hayli çok olan bir tabakada bir hiç olsaydım. Halbuki bizler sürekli büyük günahlar işlemekte ve nefislerimize yüksek derecelerden, sidret-i mün- tehadan sözetmekte ve babamız Adem'in (as) sadece tek bir günahtan dolayı cennetten çıkarıldığını unutmaktayız. Cenneti görmüş bile de ğiliz. Bütün yaptığımız soğuk demir dövmekten ibarettir".
Konuyla ilgili rivayet edilen bir hadis- i şerif şöyledir: "Suffe ehlinden bir adam şehit düşmüştü. Annesi, 'Tebrikler sana, artık cen net serçelerinden bir serçesin. Allah Resulü'ne (sav) hicret ettin ve Allah Teala'nın yolunda şehit oldun' dedi. Bunun üzerine Allah Re sulü (sav) şöyle buyurdu: 'Cennete gittiğim nereden biliyorsun? Belki kendini ilgilendirmeyen konularda konuşur ve (cimriliğinden) kendisine zarar vermeyeni menederdi". 56[56] Diğer bir hadiste de buna benzer bir olay anlatılmaktadır: "Allah Resulü (sav) ashabından hasta olan birini ziyarete git mişti. Annesinin,.'Cennet sana kutlu olsun' dediğini duydu ve 'Kim bu Allah Teala'ya hüküm dayatan?' diye sordu. Sahabi de, 'O annemdir ey Allah Resulü' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyur du: 'Ne biliyorsun? Belki o kendisini ilgilendirmeyen şeyleri konuşur ve kendisini müstağni kılmayacak şeylerde cimrilik ederdi". Benzer anlamda rivayet edilen diğer bir hadis de şudur: "Allah Resulü (sav) yeni doğmuş bir çocuk için dua etti. - Bir diğer rivayette şu ifade eklenmiştir -: Allah Resulü'nün (sav) çocuk için şöyle dediği duyulmuştur: Allahım, onu kabir azabından ve cehennem azabından koru.57[57] Üçüncü bir rivayette de şu ifade yeralmaktadır -: Allah Resulü (sav) o esnada bir kadının 'Kutlu olsun, cennet serçelerinden bir serçesin sen' dediğini duydu. O, bu söze kızdı ve 'Onun böyle olacağını nerden biliyorsun? Yemin ederim ki ben Allah Resulü olduğum halde bana ne yapacağını bile bilmiyorum". Allah Resulü (sav) bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala cenneti yarattı. Sonra cennet eh lini yarattı. Cehennemi yarattı ve cehennem ehlini yarattı. Ne cennetliklere ilave yapılır, ne de cehennemliklerden eksiltilir". 58[58] O, bu sözü Osman b. Maz'un'un (ra) cenazesinde söylemişti. Os man, ilk muhacirlerdendi ve şehit düşmüştü. Ümmü Seleme (ra) bu hadisi naklettikten sonra şöyle derdi: Osman'dan sonra hiçkim-seyi aklayamam. Bu noktada daha da hayret uyandıracak bir rivayet şöyledir: Muhammed b. Hanefiyye (ra) şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki, Allah Resulü'nden (sav) başka hiç kimseyi ak layamam. Dünyaya gelmeme sebep olan öz babamı dahi aklayamam. Bunun üzerine Şiiler konuşmaya başladılar. Ali'nin (kv) faziletleri ni ve menkıbelerini anlatmaya başladılar. Bütün bu hakikatler, korku ehlinin yüreklerini parçalamıştır. Muhtemelen Allah Resu lü'nün (sav) aşağıdaki hadisinde zikredilen Allah Teala'dan uzaklaşma endişesi, O'nun aşıklarını kocatmıştır. Buyurdu ki: "Beni Hud ve kardeşleri olan Vakıa, Tekvir ve Nebe su releri kocattı"59[59]Çünkü Hud suresinde "Haberiniz olsun, Hud kavmi Ad'a (Allah' ın rahmetinden) uzaklık (verildi)" (Hud/60), "Haberiniz olsun, Semud (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi)" (Hud/68) ayetleri mevcuttur. Vakıa suresinde ise, "Onun vukuuna yalan diyecek yoktur" (Vakıa/2) ayeti mevcuttur. Yani hakkında küfür yazısı geçmiş olan için bunu yalanlayacak kimse yoktur. Aynı şekilde aleyhinde azap keli mesi hak olmuş kimse için de bu kesinleşmiş olur ve bunu kimse yalanlayamaz. Bu kimse, yükseltilen veya alçaltılan kimselerden olabilir. Çünkü dünya hayatında yükseltilen bazı kimseler, gerçekler ve mahrukatın akıbetleri ortaya çıkarılınca alçaltılacaklardır. Tekvir suresinde ise, insanların sonlarıyla ilgili buyruklar vardır. Bunlar da yakinen iman edenler için kıyametin sıfatlarını ortaya koymaktadır. Onu yakinen gö renler için de Allah Teala'mn gazabı tecelli etmektedir: "Cehennem ateşi çılgınca kızıştmldığı za man, cennet de yakmlaştırıldığı zaman, (artık her) nefis neyi hazırladığını öğrenmiştir" (Tekvir/12 -14) Bu, nihai sözün söylendiği andır. Yani cehennemin kızdırılıp cennetlerin yaklaştırıldığı andır. İşte o an, her nefse ne getirdiği aşikâr olur. Getirdiği şeyler ce henneme uygun olan kötülüklerse cehenneme, cennete uygun ha- yırlarsa cennete girer. İşte bu anda da her nefis 56[56]
Tirmizî, Zühd/11 İbni Hanbel, 1/327 58[58] Tirmizî, Kader/8; Müslim, Kader/2, 3; İbni Hanbel, IV/7 59[59] Tirmizî, Tefsir-i Suret 56/6. 57[57]
hangi yurda konuk olacağını bilir. O gün nice yürekler yaklaştırılacak cennetlerden uzaklaşmaktan dolayı parça parça olacaktır. Nice nefis de, gireceği cehennemin ateşlerini yakinen gördükten sonra ah vah edecektir. Nice gözler, görülen o dehşetengiz sahnelerden dolayı boyun eğerek titreyecektir. Nice akıllar da, yakinen hissettiği sarsıntılardan dolayı dengelerini yitirecektir. Ebu Muhammed Sehl'den şu söz rivayet edilmiştir: Kendimi sanki cennete girmiş gibi gördüm, Orada üç yüz peygamberle kar şılaştım. Onlara dünya hayatında en çok korktukları şeyi sordum. Kötü son olduğunu söylediler". Kötü son, Allah Teala'mn asla tanınıl ananıayacak ve idrak edilemeyecek tuzaklarındandır. O tuzağa asla vakıf olunamaz. O'nun tuzağının sonu da yoktur. Çünkü Allah Teala'mn irade ve hükümlerinde sınır yoktur. Bu meyanda şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Allah Resulü (sav) ve Cebrail (as) Allah korkusuyla ağlamışlardı. Bunun üzerine Allah Teala onlara vahyederek 'Sizi azaptan emin kıldığım halde niçin ağlıyorsunuz?' buyurdu. O ikisi de, 'Senin tuzağında n kim emin olabilir?' dediler". Eğer onlar, O'nun hükmünün sonu olmadığı için tuzağının da sonu olmayacağını bilmeselerdi 'Senin tuzağından kim emin olabilir?' derler miydi? Halbuki Allah Teala'nm 'Sizi emin kıldım' buyruğu ile onlar hakkındaki tuzağı sona ermişti. Ama onlar, Allah Teala'nm tuzağının sonundan emin olamadıkları için korkmaya devam ettiler. Çünkü O'nun tuzağının devamı gaybi bir husustu. Her ikisi de Allah Teala'nm gaybını Öğrenemeyeceklerini biliyorlardı. Çünkü gaybleri en iyi bilen O id i. Gayblarm sonu ve smm olmadığı gibi, herşeyi bilen Allah Teala'nm ilminin de sınırı yoktu. Allah Teala'nm o ikisine olan inayetinden dolayı haklarındaki söz hüküm olmamıştı. Onlara nazar etme lütranda bulundu. Her ikisi de Allah Teala'nm sıfatları hakkı nda bilgi sahibiydiler. O'nun tuzağı da bir sıfatıydı. Sıfat konusunda sözlü açıklama, sıfatın ba -tmi faaliyetini ortadan kaldırmaz. Onlar, Allah Teala'nm 'Sizi emin kıldım' buyruğunun sadece bir tuzağa dair olmasından endişe etmiş gibidirler. O'nun bu buyruğu, başka bir tuzağı olabilirdi. Buyruğu, hikmeti gereği hususi bir sıfatın ifadesi de olabilirdi. Allah Teala, ilmini Kendine saklayarak o ikisinin hallerini sınamak istemiş de olabilirdi. Acaba nasıl davranacaklar diye bakmak istemiş de olabilirdi. Onlara telkin ettiği emniyet/güvenlik acaba nasıl bir etkide bulunacaktı? Çünkü sınama da 'İbtila' O'nun bariz sıfatlarından biridir. Ayrıca O'nun güzel isimlerinden biri de 'el -Mübtelî' yani imtihan edendir. O, sıfatının gereğinin ismini tahakkuk ettirmesini istemeyebilir. Bu, O'nun insanlar üzerindeki sünnetlerindendir. O, daha önce de Halil'i olan İbrahim'i fas) imtihan etmişti. İbrahim (as), mancınığa bindirilip ateşe fırlatıldığı an, {Rabbim bana yeter5 demişti. O anda Cebrail (as) karşısına çıktı ve 'Bir ihtiyacın var mı?' diye sordu. O da, 'Allah bana yeter1 sözüyle yetinerek 'Hayır1 dedi. Böylece o, sözünü fiiliyle tasdik etmiş oldu. Allah Teala da "Ve vefakarlık eden İbrahim'in (sahifelerinde) olan da" (Necm/37) buyurdu. Allah Teala, hüküm altına girmez. Yarattıkları hakkındaki hükümleri O'nun için bağlayıcı olmaz. O'nun doğruluğu asla smanamaz. O, kendi buyruklarını bile değiştirebilir. Çünkü O'nun buyruğu O'nun Zatı ile kaimdir. O, dilediğini dilediği gibi değiştirebilir. Sonuçta O, her iki buyruğunda da Sadık -'tır. Her iki hükmünde de Adil'dir. Çünkü O, Hüküm Sahibi'dir. O'nun hakkında ise hüküm verilemez. Zira O, ilimleri ve akılları aşmıştır. Akıl ve ilim, emir ve yasaklarla ilgili sınırlanmış mekanlardır. O ise, hükümlerin ve takdirlerin ortamları olan akıl ve bilgilerin Ötesindedir. Bu kaydettiklerimizin müşahedesinde Tevhid ilimleriyle ilgili ince bir bilgi ve Tevhid halleriyle ilgili yüce bir makam sözkonusudur. Allah Teala dostu Musa'yı da (as) bu manada tavsif ederek şöyle buyurmuşt ur: "Musa bu yüzden kendi içinde bir tür korku duy maya başladı". (Taha/67) Bu ayet, daha önceki "Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim" (Taha/46) ayet -i kerimesinden sonra nazil olmuştu. Ama Musa (as) gaybda başka bir emir verilmiş olmasın dan emin ola madı ve durum kendisine açıklanmadıkça Allah Tea -la'nm bu hükmü için kendi kendine istisna olabileceğini
düşündü. Çünkü o büyük peygamber, Allah Teala'nm gizli tuzağını ve sıfatının batınını biliyordu. O, kendisinin Hüküm Veren değil hükmedilen olduğunu d a iyi bilmekteydi. Sonuçta Allah Teala kendisine ikinci bir teminat ve rinceye kadar ikinci hükmünden dolayı ikinci bir korku içinde oldu. O zaman Allah Teala "Korkma, dedik. Şüphesiz sen, üstün ge lecek olan sensin" (Taha/68) buyurdu. Musa (as) O'nun bu buyru ğuyla huzur buldu. Ama O'nun ilk izharına yaslanıp kalmadı. Çünkü Allah Teala'nm ilminin genişliğini iyi bilmekteydi. O, sonu ol mayan gaybları en iyi Bilen'di. Ayrıca O'nun buyruğu hükümlerden ibarettir. Hüküm veren ise hükümlere mahkum edilemez. Hüküm ler O'nu bağlamaz. Hükümler, Hüküm Sahibi olan ve herşeyi bilen Allah Teala'dan ayrıdırlar. O'nun hükümleri, ancak hükmedilenleri bağlar. Yme O, kudretinin yüceliğinden dolayı kullarına getirdiği yaptırımlara Kendisi konu olamaz. Onlar, hüküm altındakiler içindir. Bu hususlar, aklın ve ilmin kıstaslarına girmezler. Bilenler nezdinde Allah Teala bütün bunlardan çok Yüce'dir. O, O'nu bilmeyenlerin bilgilerinden de çok Ulu ve çok Yüce'dir. Bu babda İsa'nın (as), "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara 'Beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin1 diye sen mi söyledin?" (Mai-de/116) buyruğundan sonra söylediği şu sözünü de zikredebiliriz: "Eğer onu söylemiş olsaydım, Sen onu bilirdin. Çünkü Sen içimde gizli olanı bilirsin, ben ise Senin içindekini bilemem". (Maide/116) Bunun bir benzerini de Kıyamet günüyle ilgili olarak İsa'nın (as) sözünü nakleden şu ayet -i kerimede görmekteyiz: "Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Görüldüğü gibi Allah Teala izzet ve hikmetinden dolayı onları iradesi ne mahkum etmiştir. Kitapta açıkladığımız hususların hakikatini açığa vurmamız ve hitab -ı ilahiyle ilgili sembolik bilgileri açığa dökmemiz uygun değildir. Çünkü bu, inkara sebep olabilir. Akli ilim sahiplerinin bilgi derecelerinin far klılığı sonucu bir hoşnutsuzluğa da yol açabilir. Bu hususlarda kıstas, ancak o makama yerleştirilen kimselerin sorularıyla ve basiret ehlinden isteyenlere açıklanmasıdır ki bu da, bilginin kalpten kalbe nakliyle olur. O an, buna şahid olan onu okur veya gaybleri bilen Allah Teala, ilham yoluyla kalplerin sırlarını açığa çıkarır ve onu hidayet nuruyla belli kişilere yerleştirir. Allah Teala, kullarından dilediğini murad ettiği ilme muvaffak kılar. O, herşeyi Açan ve herşeyi Bilen'dir. Kalbi açtığı zaman onu bilir ve onu yakiniyle aydınlattığı zaman da ona ilhamda bulunur. Ariflerin korkularının bir türü de, Allah Teala'mn aşağıdakile re ceza ve ibret olmak üzere dilediği üstün kullarım korkuttuğunu bilmeleridir. Yine O, hüküm ve hikmeti icabı havasdan kullarım cezalandırmak suretiyle kullarının avamını korkutabilir. Korku ehli nin bilgilerine göre Allah Teala, salihlerden bir zümreyi diğer müminlere ibret olmak üzere, yine şehitlerden bir zümreyi de salihle-re ibret olmaları için cezalandırmıştır. Allah Teala diğerlerini kor kutmak için böyle yapmaktadır. Bumırı ardındaki hikmetleri ise ancak O bilir. O, meleklerden bir topluluğu da çıkararak onlarla peygamberlere öğütte bulunmuştur. Peygamberleri yakın kılman meleklerle korkutmuştur. Sonuç itibarıyla her makamın ehlinden alttakiler için bir ibret, yine onlardan üsttekiler için de bir öğüt çıkarmıştır. Bütün bunlarda görenler için bir korkutma ve tehdit mevcuttur. Bu husus, Allah Teala'mn şu buyruğunun tefsirinin kapsamına girmektedir: "Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat, O bundan sıyrılıp uzaklaşmıştır." (A'raf/175) Tefsir ehlinden bir alim, Bel'am b. Baura'nın hayatıyla ilgili olarak şunu nakletmiştir: Ona peygamberlik verilmişti. Meşhur rivayete göre ise, ona en büyük isim verilmişti. Helak sebebi ise, onun sıfatlarından biriydi. Bu sıfatı, ilim ve amellerden açıklanan hususlara ilgi göstermemesiydi. Bu noktada değişik makam sahiplerinden hiçbiri huzurlu olamamış ve değişik hal sahiplerinden hiçbiri de kendi si için belli bir hali sürekli görememiştir. Allah Teala'yı bilen hiçbir kul da, hiçbir halde O'nun tuzağından emin olmamıştır. O'nun "Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic/28) buyruğunu işittikten sonra nasıl
emin ola bilirler ki? İnsanların en cahili, emniyette değilken kendini emniyette hisseden, en alimi ise emniyette iken dahi korku yurdu olan dünyadan ahirete göçünceye kadar korkan kimsedir. İşte bu, karşısında hiçbir şeyin duramayacağı bir korku, hiçbir makam ve amelin denkleşemeyeceği bir makamdır. Allah Teala onu rica ve ümide denk tutmuş olmasaydı, kulu ümitsizliğe sevkederdi. Yine onu hüsnüzandan dolayı ünsiyet sevinciyle rah ati atmasaydı, ümitsizliğe dahil ederdi. Ama dengeyi koyan ve rahatlatan O olduğuna göre, korku ve ümit nasıl denk olmaz, sıkıntı ve rahatlık nasıl kaynaşmaz ki? Kuşkusuz bu, sabık bir ilme ve akıp giden bir kadere dayanan tam bir hikmet ve müessir bir hükümdür. Allah Teala diledikçe de böyle olacaktır. Allah Teala dışında hiçbir kuvvet kaynağı yoktur. Zikrettiğimiz bu hususların şahitliğinde, ona şahit kılınan kimsenin tevhidinin müşahedesi hakkında bir ilim vardır. Bu ilmin, korku ehli için en asgari faydası, amellerine gıptayla bakmaya son vermeleri ve ilimlerine güvenmemeleri, her hallerinde Allah Tea-la'ya muhtariyetlerini samimiyetle ifade ederek bütün kaygılarını bu yönde toplamaları ve her durumda nefse aşağılayarak yaklaşmalarıdır. Bu makamlara sahip olan bir kavim için, bu halleri böyle vaka lardan kurtuluş vesileleri olabilir. Çünkü Allah Teala korkuyu sürpri zler için bir emniyet kılmıştır. Yine onu, bu elbiseye bürünen ler için bir şefkat ve merhamet sebebi kılmıştır. O'nun "Artık kötü lükleri kurup duranlar, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeye -ceğinden emin midirler?" (Nahl/45) buyruğunun iki anlamından biri de bu yöndedir. Allah Teala daha sonra da şöyle buyurmuştur: "Veya onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden mi (emindir ler?) Öyleyse Rabbin gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir". (Nahl/47) Gerek son (=Hatime), gerekse geçmiş yazıyla (=Sabıka) ilgili korkuların sırrını açıklamamız da uygun düşmez. Çünkü bu, Zat -ı îlahi'nin hakikatmdan doğan sıfatların manalarının hakikatleri üzerine olur. Fiillerdeki bedî'iliği ve varılacak yerin inceliklerini or taya koyan da bunlardır. Hükümleri, onları açığa çıkarana kadar döndüren de bunlardır. Haklarında kelimeler kesinleşenlere bu hükümler uygulanır ve sıfatlarla ilgili sırların manalanndaki paylar da verilir. Bu da bizi sıfatların batınını açıklamaya götürür. Oysa bu, ne emredilmiş bir şeydir, ne de buna izin verilmiştir. Çünkü Allah Teala bu bilgileri farz kılmadığı için bunlan emretmemiş, mubah kılmadığı için de izin vermemiştir. Bu, kaderin sırlanndandır. Birden fazla hadiste de bunlann açıklanması menedilmiştir. Allah Teala velilerini buna mutt ali kılmamış olsaydı, "Onlan ifşa etmeyin" yasağı dile getirilmezdi. Allah Teala bu müşahede makamına yerleştirdiği bir kulu, ihbarla öğren me halinden ve rivayetleri aktarmaktan müstağni kılar. O, herşeyi Bilen Allah Teala'nm öğreticisi olduğu faydalı ilimdir. İşte bu, Ya-ratan'm müessiri olduğu gerekli eserdir: "Kim Allah'tan korkarsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden de rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O ona yeter". (Talak/2-3) Asla silinmeyen Kitab, O'nun nurundan olandır. Asla gizlenip kaybolmayan göz de O'ndandır. Çünkü o, O'nun varlığıyla hayat bulur. Nuru da asla sönmeyen nurdur. Çünkü bu nur, O'nun ru-hundandır. O'nun ruhunda ise hiçbir sıkıntı yoktur. Çünkü O'nun ruhu saadetindendir. Asla kesilmeyen güç de O'nun ruhundandır. O yazmış ve pekiştirmiştir. Elle yazılan her kitab yaratılmıştır ve korunmaz. Dolayısıyla da kaybolabilir. O'nun ruhundan güç alma yan her el de kesilir. Sâni' olan Allah Teala'nm sağlam bir kalbe sun'uyla yazdığı ise kalıcı ve sağlamdır. Zeyd b. Eşlem, Allah Teala'nm "O levh -i mahfuzdadır" (Bu-ruc/22) buyruğunu açıklarken, "Müminin kalbi" demiştir. Başka biri ise, Allah Teala'nm "Ma'mur eve" (Tur/4) buyruğunu açıklarken "Müminin kalbine" demiştir. Marifet ehlinden bir zat ise , Allah Teala'nm "Allah'ın yüceltilmesine izin verdiği evlerdedir" (Nur/36) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Buralarda mukarrebunun kalp leri yükseltilir ve yaratılmışların zikri noktasında Yaratan'm sıfatına çıkanlırlar. Bu evlerde Allah Teala'nm ismi, vahdaniyetin "eha- diyet şahitliğinden tecrid edilmesiyle tevhid ile zikredilir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sine Kürsü, kalp ise Arş -'tır. Allah Teala ululuk ve celalini ona koymuştur. Allah Teala lütfü ve yakınlığıyla şahit olunmuştur. Müminin sinesinin, başı samedi -yet sonu ruhaniyet, ortası ise rububiyetten ibarettir. Dolayısıyla mümin, hem samedi, hem ruhani, hem de rabbanidir. Kalbinin ise, başı kudret, sonu iyilik, ortası da lütuftur. Hali böyle olunca da, içinde ışık yanan camlı bir fener olmaktadır. O, dışarıdan bakıldığı zaman ışıldayan bir yıldız gibidir ki nimetler ona şahitlik eder. O; görülen, bedeni bir aynadır. Onunla zat görülür. O da onu orada bulur. Tıpkı yakin sahibi bir kalbin yakin gözüyle aynanın arkasındaki müşahedesinde gördüğü gibi görür. Sine Kürsü'- ye, kalp ise Arş'a şahit olur. Allah Teala da onun üzerindedir. Alimlerin, amel ehlinde gördükleri kötü sonla ilgili alametleri açıklamalan da helal olmaz. Çünkü bunlann mükaşefesine sahip olanlar nezdinde bunun çok açık alametleri vardır. Bunları gören arifler nezdinde ise gizli delilleri mevcuttur. Ama bu alametler, Al lah Teala'nm kulla ilgili sırlanndandır. Allah Teala bunlan nefislerin hazinelerine gizlemiştir. Bunlara muttali olanlar ise sınırlı sayıda fertlerdir. Allah Teala, bunu gizlemiş, rahmetinin genişliği, hilm, lütuf ve yoğun örtüsüyle perdelemiş tir. Sırlann açığa döküldüğü gün bu sırlar da ortaya çıkarılacaktır. O gün, Allah Teala'nm gazap ve hidde tinin açığa çıktığı gündür. O gün kişinin hiçbir amelde bulunaca k gücü olmayacaktır. Gücü olmayan bir ilim de ona yardımcı olmayacaktır. Çünkü yardım izzet demektir. Kul ise o gün zelildir. Yardımcısı da yoktur. Zira o gün yardım eden yardımı kesen, gücü veren zayıf düşürendir. Kendine yardımı olmayacak kişinin durum u, ne kadar da kötüdür. Onun Rabbiyle olan bir sohbeti de yoktur. Eğer Allah Teala'nm onunla sohbeti olsaydı, elbette yardım da ederdi. Yardım etseydi, onu aziz kılardı. Eğer onu dost edinseydi, düşmanını ondan kaçırırdı. Allah Teala bu noktada şöyle buyurmaktadır: "Onların kendi nefislerine bile yardıma güçleri yetmez ve onlar Biz'den dostluk bula mazlar". (Enbiya/43); "De ki: Onu göklerde ve yerde gizli olanı bilmekte olan (Allah) indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir". (Furkan/6) Allah Teala'nın bağışlaması, O'nun hik -metindendir. O'nun kullarını örtmesi ise rahmetindendir. Allah Te ala buyurdu ki: "Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıka ran ve sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilmekte olan Allah'a secde etmesinler diye". (Neml/25) Bütün bu bilgiler, korkuların hakikatlerinin varlığını gerektir mektedir. Bunlar da, Allah Teala'nın mülkünün sırrı ve melekütu -nun gizidir. Ancak kulun ölüm anında müşahede ettiği kötü sonuyla ilgili birtakım alametleri ortaya çıkar ki bu alametler, ariflere gizli kalmaz. Yaşayanlar için de kötü sonlarına ilişkin bir takım alametler vardır ki bunlar mükaşefe ehli tarafından bilinirler. Bu ilim de, Zat -ı İlahi'nin müşahedesindeki mükaşefe makamlarından bir makama yerleştirilen kimseye mahsus olan bir ilimdir. Bu, Allah Teala'nın kalp ehlinden bazılarım muttali kıldığı gaybi sırlardandır. Ancak -keşifler de muhtevalarına göre farklılık arzeder. Mesela ahiret ma nalarının keşfi olduğu gibi dünyanın batini yönlerinin keşfi de ola bilir. Yine hükümlerin zahirleri üstündeki Örtülü hususların hakikatlerine muttali olmak da bu keşiflerdendir. Bütün bunlar, mele-kûtun sırlarından ve ceberûtun keşflerine dair m an alarm dan dır. Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kader, Allah'ın sırrıdır, onu yaymayın". Bu hitab, kaderin keşfedildiği kimselere yöneliktir. Başka bir rivayette ise "O, Allah'ın perdesidir, onu açmayın" lafzı yer almaktadır. Bu ise, kaderin henüz keşfe dilmediği kimselere yönelik bir hitabdır. Bu, hakkında soru sormanın yasaklandığı bir sahadır. Bu da Allah Teala'nın şu buyruğu altına girmektedir: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu nehiy, mükellef kıhnmadığm şeylerin bilgisine ulaşmaya çalışma ve kendi amelinle ilgili kılınmayan ve sana havale edilmeyen şey hakkında soru sorma, anlamındadır. Çünkü bu tür bir bilgiyi öğrenmesi halinde kişiye yararı olmayacaktır. Kişiye
yararı olacak şey, ancak hüküm ve sebeplerle ilgili ilimdir. Çünkü onun yürüyeceği yollar bunlardır. Allah Teala müminlere hitab ettiği gibi peygamberlere de böyle hitab etmiş ve bütün ailesini kurtaracağını vaadeden Rabbine karşı "Oğlum, benim ailemdendir. Senin vaadin de haktır" (Hud/45) sözünü sarfeden Nuh'a (as) şöyle buyurmuştur: "Ey Nuh, o kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi Ben'den isteme." (Hud/46) Yani senin yapacağın bir amel kılmadığım ve sana hava le etmediğim bir hususta Bana talepte bulunman ve dua e tmen uygun değildir. Bunun üzerine Nuh (as) Rabbinden bağış ve merhamet niyaz etmiştir. Kul Ölüm anında, yani ömrünün son saatinde gözündeki perdenin de kaldırılmasıyla birçok sima görür. Bunlar, Allah Teala'nın dışında ilah edinilen veya Allah'a ortak koşulan ilahların simalarıdır. Bunların hepsi de dünyanın süsü ve aldatmacasıdır. Eğer ku lun kalbi, bu simalardan birinin yanında durur veya bunlardan bir kısmı ona süslü gelir ya da kalbi bunlardan herhangi birine kayarsa, son nefesi bunun üzerinde nok talanmış olur. Canı da işte bu şekilde kuşku ve şirk üzereyken çıkar. İşte kötü son (=sû -i hatime) budur. Bu, aynı zamanda ruhların yaratıldığı anda kulun defterine geçmişte yazılmış olan nasibidir. Ebedler ve ezellerde, kainatın hareketine başlamadan önc e sa dece ruhların varolduğu süreçte herkesin defterine sonu yazılmıştır. Ruhlar işte orada aldatmacaya şahit olmuş ve bu aldatmacalar la beraber durmuşlardır. Bedenler yaratılmadan ve varlık aleminde ortaya çıkıp kalıpların dökülerek ruhların perdelenmesinden, aklın şahitliğiyle kaim kılınmalarından önce bu aldatmacalar, ruh ların kalplerine yalanları daha da artarak işlenmiştir. Ama beden ler evveliyetin şahitliğiyle aşikar olmuş, kayyumiyyet manasıyla varolmuş, Cami' olan Allah Teala'nın bu sıfatıyla cemedilmiş sonra da dünyaya dağıtılmışlardır. Ayrılık anında ise buluşma sürecinde şahitlik ettikleri ve sonunda ilk başta söyledikleri sözü itiraf etmişlerdir. Ruhları da, şahitlik ettikleri şey üzere bedenlerinden ayrılmıştır. Bu da bedenlere refakat eden ruhların daha önce idrak ettikleri geçmiş yazgının haber verilmesidir. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Rahimlerin meleği nutfeyi eline alır ve şöyle der: Ey Rabbim, er kek mi yoksa kız mı, sağlam mı yoksa sakat mı olsun? Rızkı nedir? E seri nedir? Ahlakı nasıldır? Sonra Allah Teala onu meleğin elinin üstünde yaratır. Allah Teala ona şekil verdiğinde melek, 'Ey Rabbim ona saadetle veya bedbahtlıkla can üfle' der". İşte bu nedenledir ki ruh, bedene girdiği hal üzere ondan ayrılır. Eğer o, Allah Teala'nın merhametine yakın kılman mukarrebun zümresinden ise, onun için rahatlık, mutluluk ve Naim cennetleri vardır. Eğer kitabı sağ taraftan verilenlerden ise, ona 'ashab -ı yeminden selam var" denilir. Eğer yoldan çıkmış yal ani ayıcılardan ise ateşle ve kıvılcımlarla karşılanır. Tıpkı Allah Teala'nın buyurduğu gibi: "Başlangıçta sizi yarattığı gibi döneceksiniz. Bir kısmına hidayet verdi, bir kısmı da sapıklığı haketti". (A'raf/29-30); "İlk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski haline) iade edeceğiz". (Enbiya/104); "Eğer Biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. Ama Ben'den 'Andolsun cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamıyla dolduracağım' sözü hak olmuştur". (Secde/13); "Ama Biz'den kendisine güzellik geçmiş bulunanlar, işte onlar (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır". (Enbiya/101); "Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerle rinde hak olanlar, işte onlar inanmazlar". (Yunus/96); "Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık". (A'raf/179); "Üstelik onların, bunun dışında da yapmakta oldukları ameller vardır. Onlar bunun için çalışmaktadırlar". (Mü'minun/63); "Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır". (Zümer/47); "Gerçek şu ki kulluk eden bir to pluluk için bu (Kuran'da) açık mesaj vardır". (Enbiya/106) Yukarıdaki ayetler ve benzerleri insanların geçmiş yazgıları ve son hatimeleri hakkında varid olmuştur. Bunlarda gayblerin sırları ve anlaşılması güç hususlar mevcuttur. Bunlar ehli için, arşın şerefelerine ve a'rafa yükselme için çıkış işaretlendir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Birini elli yıl tevhid üzere ola rak bilsem ve bir direk mesafesi kadar ondan uzak kalsam da o kimse bu esnada Ölse, onun tevhid üzere öldüğünden kesin olarak emin olamam. Çünkü o esnada kalbinin nasıl çevrildiğini bilemem. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sıddıklar, her hareketlerinde, her düşünüşlerinde ve teşebbüslerinde kötü sondan korkarlar. Onlar daima Allah Teala'dan uzak kalmaktan korkarlar. Oysa onlar, Allah Teala tarafından övülmüş kimselerdir. Onlar, yürekleri ürperen kimselerdir. Yine o, şöyle derdi: Bir sıddıkın korkusu, ancak kötülüklerden korktuğu kadar iyiliklerden de korkmaya başladığında sıhhatli olur. Onun bir sözü de şudur: Korkunun en üst mertebesi, Allah Teala'nın sabık ilmindeki hükmünden korkmak ve sünnete aykırı bir hareketten küfre götüreceği endişesiyle sakınmaktır. Ebu Muhammed'in konuyla ilgili diğer bir sözü de şöyledir: Tazim korkusu, geçmiş yazgı korkusunun terazisidir. Ariflerden bir zat şöyle derdi: Şehadet ev kapısında, İslam üzere ölüm oda kapısında olsa ben şehadetle ölümü seçerdim. Kendisine "Niçin?" diye sordular. O da, 'Çünkü oda kapısıyla ev kapısı arasında geçen surede kalbime başka bir müşahedenin doğmasın dan ve tevhidimi değiştirmesinden korkarım' dedi. Züheyr b. Nuaym el- Bani'den şunu naklettiler: En büyük tasam, günahlarım değildir. Ben, benim için bana günahlardan daha ağır gelen birşeyden korkarım ki o da tevhidi imanımın benden alınarak başka bir hal üzere ölnıemdir". İbni Mübarek, Ebu Lehi'a kanalıyla Bekr b. Sevade'den şunu rivayet etti: Bir adam insanlardan uzak duruyor ve nerede olursa olsun tek başına kalıyordu. Ebu'd-Derda (ra) geldi ve adama sordu: Allah rızası için bana söyle, seni insanları terketmeye sevkeden nedir? Adam şu cevabı verdi: Farkında olmaksızın dinimin elimden alınmasından korkuyorum. Bunun üzerine Ebu'd- Derda şöyle dedi: Semtte senin korktuğundan korkan yüz kişi görebiliyor musun? Bu sayı, giderek azaldı ve sonunda ona düştü. Bu olayı Şamlılardan birine anlattığımda bana, 'O adam -sahabeden- Şurahbil b. Samt'tır1 dedi." Ebu'd -Derda Allah üzerine yemin ederek şöyle diyordu: Ölüm anında imanının çekip alınmayacağından emin olan hiçkimse yoktur ki o anda imam kendinden alınmasın. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Tevhid kime nasip olursa, kema liyle nasip edilir. Kimden de menedilirse, tamamıyla menedilir. Çünkü tevhid, kişinin benliğinde parçalara ayrılmaz. Süfyan-ı Sevri (ra) ölüme yaklaştığı zaman ağlayıp sızlamaya başladı. Kendisi ne, 'Ey Ebu Abdullah, sana ricacı ve ümitvar olmak düşer. Çünkü Allah Teala'nm affı, senin günahlarından daha büyüktür5 dendi. Bunun üzerine, 'Acaba ben günahlarıma mı ağlıyorum? Eğer tev-hid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar büyüklüğünde bile olsun gü nahla Allah Teala'nm huzuruna varmaktan çekinmezdim' dedi. Bir defasında da şöyle demişti: Günahlarım bundan daha hafif tir. -Sonra yerden kum tanesi alarak gösterdi-. Ama ömrümün so nunda tevhidin benden alınmasından korkuyorum. Süfyan -ı Sevri (ra) korku ehlinin ileri gelenlerinden biriydi. O kadar ki korkusun dan idrarı kanlı gelirdi. Kimi zaman da korkusundan hastalık geçirirdi. Bir defasında kanlı idrarını yazıcılardan birine gösterdi ve şöyle dedi: İşte bu, ruhbandan birinin idrarıdır. Süfyan-ı Sevri (ra) Hammad b. Seleme'ye iltifat ederek şöyle derdi: Ey Ebu Seleme, benim gibiler için affı ümit eder misin? -Ya da benim gibisi mağfiret ümit eder misin? - Hammad da ona şöyle derdi: Evet ümit ederim. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Sonumun saadetle noktalanacağını kesin olarak bilmem, benim için güneşin üzerine doğduğu bütün hayatımı Allah yolunda geçirmiş olmamdan daha sevimlidir. İhvanımızdan biri de sadıklardan biri hakkında şunu nakletti: Bu kimse, korku ehlindendi. Birgün yoldaşlarından birine şöyle de di: Bana ölüm geldiğinde başucumda otur. Beni iyice inceledikten sonra bana bak, eğer tevhid üzere öldüysem git ve bütün mallarımı satarak onunla badem ve şeker al, sonra da onları şehrin çocuklarına dağıt ve çocuklara 'Bu, bugün kurtulan zatın ziyafetidir5 de. Eğer tevhid üzere Ölmediğimi görürsen, o zaman bütün insanlara tevhid üzere ölmediğimi bildir ki cenazemi görerek aldanmasmlar. Cenazemde
sadece beni basiret üzere sevenler bulunsunlar ki ar dımdan riyakarlar gelmesin. Böyle yaparsan müslümanları kandırmış olurum. Bu vasiyeti alan zat şöyle der: Peki, senin tevhid üzere Öldüğünü nasıl bileceğim? Bunun üzerine o zat, bazı ölülerde ortaya çıkan alameti söyledi. -Bu alameti burada açıklamak istemiyoruz-. Vasi yet edilen anlatmaya devam ederek şöyle dedi: Ölüm anında onun başucunda duruyor ve ona bakıyordum. Sonunda ruhunu teslim et ti. Ben de emrettiği gibi onu inceledim ve mutlu son alametini gör düm. Tevhid üzere Ölmüştü. Ruhu bu şekilde feyiz bularak bedenden ayrılmıştı. Vasiyetini emrettiği şekilde yerine getirdim. Bu olaydan sadece yakın alim dostlarıma sözettim. Görüldüğü gibi kul, hayatında ne kadar kötülük yaptıysa hepsi de kendisine ayrılık anında hatırlatılacak ve ömrünün son anında hepsini müşahede edecektir. Eğer kalbinde bu kötülükleri güzel gör ür ve nefsiyle onları arzulayarak onların yanında duruşa bunlar -az da olsalar- onun ameli olarak hesap edilecek ve sonu da bunlar üzere olacaktır. Aynı şekilde yaptığı iyilikler de kendisine hatırlatılacak ve müşahede etmesi sağlanacaktır. Eğer kalbi onlarla bera ber olur veya bundan hoşlanırsa, amel olarak bunlar hesap edile cek ve bu da onun mutlu sonu olacaktır. Yukarıda sözlerini naklettiğimiz taifeden bir zat, Allah Teala'nm "O ki ölümü ve hayatı sizi sınamak için yarattı" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani O sizleri hayattayken hatırınıza günahları getirip kalplerinizi çevirmek suretiyle sınarken, ölüm anında da sizi tevhidden saptırma haliyle sınamaktadır. Her kimin ruhu tevhid üzere çıkarsa, o sınavı atlamış ve bütün belaları aşarak Rabbine kavuşmuş olur ki gerçek mümin odur. Bu da Allah Teala'nm şu buyruğunda olduğu gibi güzel sınavdır: "Müminleri, kendinden güzel bir sınavla sınamak için (böyle yaptı)". (EnfaI/17) İlimlerden çıkarılan bütün bu esaslar, korku ehlinin Allah Teala'nm kendi haklarındaki bilgisinden korkmalarını gerektirmiştir. Onlar bu esasları gördükleri için kendi güzel amellerine bakmak tan vazgeçmişlerdir. Çünkü onlar Rablerini hakkıyla tanıyan kim selerdir. Onlardaki bu korku da bizatihi sevaptır. Çünkü bildiklerini iyi bilmekte ve bildiklerini istemekten uzak durmaktadırlar. Onlar ilim üzere her tür kuşku ve kusurdan uzaklaşmışlardır. Onlar, Allah Teala'nm haklarındaki ilminden korkmanın da O'nun bir nimeti olduğunu açıkça görmüşlerdir. Bu da onlar için bir makam ol muştur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Korkanlar arasında olup da Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi", (Mai -de/23) Bu ayetin tefsirinde, sözkonusu nimetin korku olduğu söylenmiştir. Ashab- ı yemin için yukarıda anlattığımız zümrenin altında baş ka makamlar da sözkonusudur. Suç korkusu, kazanç korkusu, azap tehdidi korkusu, cezalandırılma korkusu, emirlerde kusur etme korkusu, hadleri aşma korkusu, ziyade sevaptan mahrum edilme korkusu, uyanıklığın gafletle perdelenme korku su, amelle geçen çalışma süresinden sonra fetret ve soğuma korkusu, kararlılıktan sonra azmin zayıflama korkusu, tevbeyi bozmak suretiyle ahdi çiğ neme korkusu, tevbeye yol açan fiille tekrar sınanma korkusu, istikametten sonra tekrar eğrilme korkusu, şehvete alışma korkusu, hüccetten sonra heva ve dünya düşkünlüğüne dönme korkusu, Al lah Teala'nm geçmiş günahlarına bakarak çirkin fiillerinde onları görmesiyle onlardan yüz çevirme ve gazap edilme korkusu. Bütün bunlar marifet ehlinin korkularmdandır. Bunların bir kısmı, bir kısmından daha üsttedir. Bunlardan kimileri, kimilerinden daha büyük korku sahibidirler. Denir ki: Arş, kainat büyüklüğünde ışıldayan bir mücevherdir. Kul için vecdin bulunduğu hallerden hiçbir hal yoktur ki onun bir benzeri kulun halini n sureti olarak Arş'a işlenmesin. Kıyamet günü gelip de kul hesaba çekilmek üzere dikildiğinde, arşın üzerinde ki suret kendisine gösterilir. Orada kendisini dünyadaki hali üzere görür ve bu müşahedesiyle de yaptığı fiili hatırlar. O anda tarife sığmayacak bir haya ve titremeye kapılır. Denir ki: Allah Teala bir kuluna marifet verip de ona bununla muamele etmediği zaman, on dan bu marifeti çekip almış olmaz. Bilakis onu kendisinde bırakır ve kulu bu marifeti mikdannca hesaba
çeker. Ama ondan bereketi kaldırarak ziyade sevabı keser. Allah Teala kendisine bir nimet verip bu nimetle hayır işlemesini sağladığı bir kulunu hevasıyla imtihan edip de yaptığı amelle övünerek daha Önce yaptıklarını unutması ve onları tekrarlamak tan korkmaması yüzünden zemmederek şöyle buyurmuştur: "Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattınrsak, kuşkusuz 'Kötülükler benden gidiverdi' der. Çünkü o, çok şımarıktır, böbürlenendir". (Hud/10) Kulun korkularından biri de, nifak korkusudur. Selef-i Salih'ten olan sahabe (ra) ve Tabiu-n'un ileri gelenleri nifaktan çok korkarlardı. Rivayete göre Huzeyfe fra) şöyle derdi: "Allah Resulü fsav) devrinde bir kişi bir kelime söylediğinde bu yüzden Allah'ın huzuruna varıncaya kadar münafık olurdu. Oysa ben, benzeri sözleri sizden günde on kez duyuyorum". Yine o şöyle demiştir: "Kalbe öyle bir sa at gelir ki imanla dolar ve nifak için iğne deliği kadar dahi yer kal maz. Yine kalbe öyle bir saat gelir ki tamamen nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalma z". Allah Resulü'nün (sav) sahabileri, tabiilere şöyle derlerdi: "Sizler, öyle amellerde bulunuyorsunuz ki, onları kıldan daha kü çük görüyorsunuz. Bizler bu amelleri Allah Resulü (sav) devrinde büyük günahlardan sayardık". Bu ifadenin başka bir rivayetind e 'helak edicilerden=mûbikât" lafzı yeralmaktadır. Hasan el -Basri (ra) şöyle derdi: Nifaktan uzak olduğumu bilmem, bana üzerine güneşin doğduğu bütün varlıkların benim olmasından daha sevimli gelir. Denir ki: Nifaktan ancak şu üç tabakada yeralan müminler sıyrılabilirler: Sıddıklar, şehitler ve salihler. Bunlar; Allah Teala tara fından övülerek üzerlerindeki nimetin kemale ulaşacağı bildirilmiş ve gerek imanlarındaki kemal, gerekse hakiki yakinlerinden dolayı peygamberlerin makamlarına çıkarılacakları haber verilmiş zümrelerdir. Denildi ki: Kim nifaktan emin olduğunu düşünürse o münafıktır. Alimlerden bir zat şöyle derdi: Nifakın alameti, kişinin kendi yaptığı amelin benzerini başkalarının yapmasından hoşlanmaması, zorbalık tezahürlerini sevmesi, hak ve adalet tezahürleri ne ise kızmasıdır. Kendinde bulunmayan bir sıfattan dolayı övüldüğünde bundan hoşlanması da nifak alametidir. Nifakın alametleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunların sayısının yetmiş olduğu söylenmiştir. Allah Resulü'nün (sav) hadisi b unlardan dördünü belirlemektedir ki bunlar nifakın en bariz alametleridir. Diğer alametler bunların dalları mesabesindedir. Allah Resulü fsav) buyurdu ki: "Dört şey vardır ki her kim bunlarda bulunursa namaz kılıp oruç tutarak müslüman olduğunu id dia etse bile katıksız münafıktır. Onu terkedinceye kadar kendisinde nifakın bir şubesi bulunacaktır: Konuştuğunda yalan söyler. Va -adettiğinde uymaz. Emanet verildiğinde ihanet eder. Mahkemeleş -tiğinde facirlik eder". 60[60] Başka bir rivayette 'Anlaştığında bozar1 ifadesi de bulunduğu için alametlerin sayısı beşe yükselmektedir. Bir adam İbni Ömer'in (ra) huzuruna girerek şöyle demişti: Biz ler emirlerin meclisine gidiyor ve sözlerinde onları tasdik ediyoruz. Yanlarından çıktığımızda ise onlar aleyhinde konu şuyoruz, buna ne dersin?' dedi. O da şöyle dedi: Allah Resulü (sav) devrinde bizler bunu nifak sayardık. İbni Ömer'den (ra) başka bir vasıtayla şu olay nakledilmiştir: O, bir adamın Haccac'ı tenkit ettiğini ve sövdüğünü duymuştu. Ona şöyle dedi: Ne dersin, Haccac şu an burada olsa, söylediklerini yine söyleyebilir miydin? Adam, 'Hayır1 dedi. Bunun üzerine İbni Ömer (ra), 'Allah Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık' dedi. Bundan daha ağırı şu olayda görülmektedir: Bir topluluk Hu -zeyfe'nin (ra) eşiğine oturarak onu bekliyorlardı. Bu arada onunla ilgili bir şey konuşuyorlardı. Yanlarına çıktığı zaman, kendisinden haya ederek sustular. O da, 'Konuşmanıza devam edin' dedi. Ama onlar susmaya devam ettiler. Huzeyfe (ra) bunun üzerine, 'Allah Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık' dedi. Daha da vahi mi, Hasan el- Basri'nin (ra) görüşüdür. O nifak konusundaki görü şünü şöyle açıklardı: İç ile dışın, dil ile kalbin ve girişle çıkış hallerinin farklı olması nifak 60[60]
Müslim, İman/106; Buhârî, îman/24, Cizye/17; Ebu Davûd, Sünnet/15
alam eti erindendir. Nifakın incelikleri ve şirkin gizli noktaları, tevhidin eksikliğinden ve yakini imanın zayıflığındandır. Bunlar da müminler için Allah Teala'nın gazabını çekmesi bakımından endişe kaynaklan teşkil etmişlerdir. Bundan dolayı amellerin boşa çıkması da büyük bir korku kayna ğıdır. İbni Mesud (ra) bu noktada şöyle derdi: Kişi evinden çıkarken beraberinde dini olmasına rağmen dönerken beraberinde dini namına hiçbirşeyi olmayabilir. Yolda biriyle karşılaşıp ona 'Siz, siz' derken karşılaştığı başka birine 'Sen, sen' demiş olabilir. Belki bu ondan bir şeyi götürmemiş olabilir. Ancak Allah Teala, bu hareketine hiddetlenmiş tir. Çünkü o, bilmediği birini akla mış veya zemmi hakeden birini övmüş olabilir. Kulun kalp ve dilinin farklılaşması da nifaktandır. Çünkü bu, Allah Teala'nın gazabını celbeden bir davranış şeklidir. Bütün bu korkuların üzerinde, iman nimetinin çekilip alınma korkusu yeralır. Müminin kalp hazinesinde bulunan bu nimet, ta mamen Allah Teala'nın tasarrufu altındadır. O, bu nimetini dilediği şekilde var ettiği gibi, dilediği zaman da çekip alabilir. Bu nime -t, bağışlanmış bir hibe olup O'nun keremiyle baki kılınıp kılmma -yacağı kimse tarafından bilinmez. Veya o, Allah Teala tarafından size verilmiş bir emanet ya da ödünç de olabilir. Hikmet ve adaleti gereği de onu sizden isteyip alabilir. Her halükârda Allah Teala iman nimetinin hükmünü bizden gizlemiş ve onun akıbetini sadece sadece kendine saklamıştır. saklamıştır. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İmanın kat'iliği ancak son ana onunla ulasılmasıyla bilinebilir. Başka biri ise, O ne kadar da teh-likelidir!"demiştir. Ebu'd-Derda da (ra) yemin ederek şöyle demiştir: İmanının çekilip alınmayacağından emin olan hiç kimse yoktur ki, imanı ondan alınmasın. Sonra Huzeyfe'nin (ra) sözünü ettiği an da dikkate değerdir: "Kalbe öyle bir an gelir ki nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz". Eğer ölüm bu ana rastlarsa ve kişinin son anı bu şekilde olursa, ruhu nifak üzere çıkmış olmaz mı? Kalpler, şüphe ve şirk sahalarında işte böyle çevrilip döndürülür. Kişinin bu tür bir hali, onun ölüm anma rastlarsa, bu onun Rabbi'ne kavuşmasmdaki hatimesi yani sonu olur. Bu halin hatime olarak adlandırılması, kişinin son uğraşının ve ömrünün son anının bu olmasından dolayıdır. Bir şeyin Katimi, onun sonudur. Bu manada Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Ve hatem-i enbiya idi" (Ahzab/40) Yani peygamberlerin sonuncusu. Bir benzeri de şu ayet -i kerimedir: "Onun hitamı misktir". (Mutaffifîn/26) Yani kadehin sonu, tortu değil misktir. İman ilminde ziyadenin kesilmesi korkusu da önemli korkulardan biridir. Başlangıç bilgisiyle yetinilerek bu derecede bırakılma endişesi müridlerin müridleri n birçoğunda mevcuttur. Ulemada n bir zat bu hususta şöyle demiştir: Allah Teala bir kuluna bir marifet/bilgi verdiğinde eğer ona o bilgiyle muamele etmezse, etmezse, bu bilgi ondan ondan çeki lip alınmış olmaz. Aksine o bilgi sözkonusu kul için aleyhte bir de lil olup Allah Teala onun mikdarına göre o kulunu hesaba çekecektir. Bu, ancak o kişiden ziyade ilmin kesilmesi demektir ki onun kalbini katılaştırır ve gözyaşlarını akıtır. Bu da, ancak kemal ve tamam ehli tarafından bilinen bir eksik liktir. Çünkü Allah Teala kendi huzurunda kula yarayacak şeyi ondan mahrum etmekte, ona da aldanacağı ve halk nezdinde fitneye kapılacağı şeyi vermektedir. Zira yüzdeki göz mülkten olup dünya içindir. Kalpteki göz ise, melekûttan olup ahiret içindir. Malik b. Dinar şöyle demiştir: Tevrat'ta şunu okudum: Kulun nifakı kemale erdiğinde kul gözlerine hakim olur ve istediği zaman ağlar. Selef -i Salih, nifak gözyaşlarından Allah Teala'ya sığınırlardı. Bu, kul için her türlü ağlama kapısının açılması, zillet ve huşu kapısının ise kapanması demektir. Allah Teala bu tür göz yaşına örnek olarak şöyle buyurmuştur: "Ve akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler". geldiler". (Yusuf/16) Selef şöyle derlerdi: Nifak huşû'undan Allah'a sığının. Onlara, 'O da nedir?' diye sorulduğunda şöyle derlerdi: Kalp katı iken gözün ağlamasıdır. Gerçekten de, göz katılığına
rağmen kalp yumuşaklığının verilmesi, kul için kalp katıyken gözyaşları verilmesin den daha hayırlıdır. Kalbin yumuşaklığı, kalb ehline göre onun huşu, korku, zillet, inkisar ve alçakgönüllüğüdür. Bunlara sahip olan kul için, ağlamasını engelleyen bir halin bulunması zararsızdır. Ama kul için tercih edilen; gözyaşlarını akıtmasıdır. Bu bir fazilet tir. Her kime de gözyaşı verilmiş ve kalp huşû'u, zilleti ve teslimiyeti verilmemişse, bu onun için bir tuzaktır. İşte menetme ve fayda etmeme nin hakikati de budur. Gözyaşı, genel olarak akli ilimlerde olur. Yakinin müşahedesiy -le oluşan tevhid ilminde ise gözyaşına yer yoktur. Çünkü o, vahda -niyyetin deliliyle güçlenir ve kişiyi kudret ilmine taşır. İşte orada kuvvetin içe çekilmesiyle gözden yaşlar taşar. Allah Teala, gözyaşının ihlasla dökenlerin huşû'larmı arttırdığım beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve bu onların huşularım arttırıyor". (İsra/109) Gözyaşları bizim kibir ve Övüncü müzü arttırıp kalpte huşu doğurmadığım gördüğümüzde şunu bilmeliyiz ki bu gözyaşı tamamen yapmacık ve gururlanmak içindir. Çünkü nefislerin birçok gizli afeti vardır. Korkuların en üstte yeralam ise, geçmiş yazgılar ve sonlarla il gili korkudur. Bu çerçevede ariflerden bir zat şöyle derdi: Gözyaşlarını ve tasam, günahlarım ve azgın şehvetlerimden dolayı değildir. Çünkü onlar, benim ahlakım ve sıfatlarımdır. Benim gibi biri ne de zaten başkası yakışmaz. yakışmaz. Hüzün ve kederim kederim ise kısmetimin nasıl olduğu hususundadır. hususundadır. Paylar Paylar taksim edildiğinde acaba benim payım neydi? Kullara bağışları dağıtıldığında benim hisseme aca ba ne düştü? Acaba kısmetim nasıldı? O'ndan uzaklık mı?" Daha önce de zikrettiğimiz bu husus, peygamberlerin varisleri olan alim lerin en büyük korkularından biridir. Peygamb erlerin bedelleri, takva ehlinin imamları, kuvvet ve metanet sahibi bu insanlar da en çok bundan korkmuşlardır. Ebu Muhammed'e (ra) şu soru sorulmuştu: Allah Teala kullarından herhangi birine miskal ağırlığında korku verecek mi? O da şu cevabı verdi: Müminlerden öyleleri vardır ki onlara dağ ağırlığında korku verilir. Bunun üzerine, 'Onların halleri nasıldır? Yer ler, uyurlar ve hammlarıyla yatarlar mı?' diye sorarlar. O da, 'Evet, bunları yaparlar. Müşahede onlardan onlardan asla ayrılmaz, sığınma yeri de onları gölgeler5 dedi. Bu cevap üzerine, Teki korku nerede?' diye sorarlar. O da şu cevabı verir: 'Korkuyu kudret perdesi hikmetin inceliğiyle taşır ve kalp de, beşeri sıfatlarla harekette harekette perde altında saklanır. saklanır. Böyle bir kul, kul, peygamberler gibidir1. Durum, aynen söylediği gibidir. Çünkü tevhidin hareketlerde müşahedesinde hikmet onu hükümleri yerine getirmesiyle kaim kılar. Bu böyledir. Zira, kalpteki iman nuru çok büyüktür. bü yüktür. Eğer kalbe zahir olursa, bedeni ve ona temas eden herşeyi yakabilir. Ancak o, faziletle örtülmüş, ilimle perdelenmiş tir. Ta ki hükümler yerine getirilsin, onlarda hareket ifa edilsin. Zaten bir şeye kıyam etmek, kader ve sıfatlar noktasında gayelerin yerini alır. Çünkü nurlar isimlerle perdelenmiş tir. İsimler fiillerle perdelenmiş tir. Fiiller ise hareketlerle perdelenmiş tir. Hareket, kudretle açığa çıkar. O ise arkasında gayb bulunan bir husustur. Aynı şekilde hikmetle tasarrufta bulunmak, imanın nurundan açığa çıkar. îmanın nurları ise gaybm ardında gizlenmiştir. Arifler den den bir zat bu k onuda onuda şöyle demiştir: Eğer müminin siması Allah'ın nezdinde halka açıkça gösterilseydi, insanlar Allah'ı bırakarak ona taparlardı. Eğer onun kalp nuru dünyaya görünseydi, arz üzerinde hiçbir şey onun karşısında duramazdı. Kudreti, kudret tezahürlerini ve sebeplerini hikmetiyle örten Allah Teala her türlü kusurdan münezzehtir. Bu da O'nun hilm ve merhametinin bir göstergesi, kullarını menfaatleri için Kendi yoluna sokmasıdır.Übey b. Ka'b'm kıraati de müminin nurunu Allah Teala'nın nu ruyla özdeşleştirmektedir.Eğer müminin nuru O'nun nurundan çıkıyor olmasaydı, buradaki kıraatin değiştirilmesi caiz olmazdı. Sehl (ra) şöyle demiştir: Korku, akla muhaliftir. Haşyet vera, işfâk ise zühddür. O şöyle demişti: Korku cahile girdiği zaman onu ilme çağırır. İlme girdiğinde onu zühde çağırır. Amellere girdiğinde ise onları ihlasa çağırır. Yine o, şöyle demiştir: İhlas öyle bir farizadır ki ancak korkuyla elde edilir. Korku ise, ancak zühd ile elde edilir. Korku, mükafaata uygun bir haldir. Çünkü onun avamın kalp lerine girmesi, onları haramdan
çıkarırken havasın kalplerine girmesi de onları vera ve zühde dahil eder. Çünkü kişi korku sahibi olduğunda haram ve riyayı terkeder. Sehl'in (ra) bir başka sözü de şudur: Kalbinde Allah korkusunu görmek isteyen kimse, sadece helal yesin. Rica ve ümit ilmi, ancak korku sahiplerine uygun düşer. O, bir başka yerde de şöyle demiştir: Korku erkek, muhabbet ise di şidir. Kadınların çoğunun muhabbete davet ettiğini görmez misin? O, bununla şunu kasdetmiştir: Korkunun rica ve ümide üstünlüğü, erkeğin kadına üstünlüğü gibidir. Durum, bidir: Korku alimlerin hali iken rica ve ümit amel ehlinin halidir. aynen onun söylediği gi bidir: Alimin abide üstünlüğü ise, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edildi: "İlim sahibinin fazileti, bana amel sahibinin faziletinden daha se vimli gelir. Dininizin en hayırlı olanı vera'dır". Şunu biliniz ki alimlerin taşıdıkları korku, avamın zihinlerinde canlandırdıkları vehim lerden çok farklıdır. Onların korkusu, kaygı, yanma, sıkılma ve ahvali etme şeklinde değildir. Çünkü bunlar, ah ü vah edenlerin kalp lerinden geçen hatırlar, haller ve vecdlerden ibarettir. Arifler zümresinden olan sufilerin bir kısmının muhabbet hallerindeki vecdle -ri, ilimle hiç alakası olmayan şeylerdir. Onların bu esnadaki yanmaları ve ah ü vahlan alimlerin korkusu gibi de değildir. Alimlerin nezdindeki korku, sahih ilim ve sadık müşahedeyi ifade eden bir kavramdır. Kula ilmin hakikati ve yakinin sıdkı verildiğinde o kul korku sahibi 'Hâ'if olarak adlandmlır. İşte bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) insanlar içinde en çok korkandı. Çünkü O, ilmin haki-katma sahipti. O, insanların Allah Teala'dan en çok korkanıydı. Çünkü Allah Teala'ya 3'akmlıkta son noktaya varmıştı. O'nun hali, sekine ve vakar haliydi ve her iki makamda birden bulunmaktaydı. O bütün hallerinde sağlamlık ve metanet sahibiydi. Kaygı, sızlanma, ah ü vah ve serzeniş asla O'nun hallerinden değildi. O, yaratılmışların hepsinden katlarca fazla ilim ve akıl sahibiydi. O'nun kalbi, bütün insanlara açıktı. Onlara karşı sabırlı olması için de yüreği genişletilmişti. Allah Resulü (sav) bir bedevinin yanında bedevi gibi olur, çocuğun yanında çocuk gibi hareket ederdi. Kadınlarla oturduğunda da onlara göre hitap ederdi. O, ilimlerinde onlara yaklaşır, insanlara akıllarına göre konuşurdu. Dolayısıyla hepsi de O'nunla kaynaşabilir, söylediklerinden paylarını alırlardı. O'nun bu hikmetli ve hoşgörülü davranışlan sayesinde insanlann gözünde çok büyümez ve her dilediklerini O'na sorabilirler, kendisiyle kaynaşabilirlerdi. Allah Resulü'nün (sav) yaratılış özellikleri yüzünden O'nun vecdlerine bir giysi giydiril mişti. Bu O'na zorlama ve yapmacıkhk olmaksızın verilmiş ilahi bir vergi olarak herşeyi herşeyi Bilen ve Hikmet Hikmet Sahibi olan Allah Teala'nın Teala'nın bir lütfuydu. Allah Teala işte bu sebeple O'nu Kendi ahlakıyla vasfetmiş ve bu vasfıyla övünerek "Muhakkak ki sen, çok yüce bir ahlak üzere sin" (Kalem/4) buyurmuştur. Bu ahlakın, rubûbiyet ahlakı olduğu söylenmiştir. Bir başka tefsirde ise, izafetle okunmuş, böylelikle Al lah Teala'nın isminin azametinin O'nun hal ve nasibinden bir şeyi açığa çıkarmaması temin edilmiştir. Bu O'nun metanetini ve akıl sahiplerinin faziletini ortaya koymaktaydı. Allah Resulü (sav) adaletinin hakİkatmdan dolayı dolayı ilim adına hiçbir şeyi isteyenlerden esirgemezdi. O, zühd, huşu ve teva-zusundan dolayı hiç bir şeyde gösterişe kaçmazdı. Gücünün fazlalığı, ilminin derinliği ve hikmeti, O'nu bunlara sahip olduğunu ka -nıtlarcasma davranmaya sevketmezdi. İmtihan ehli arifler de, Allah Resulü'nün (sav) sünnet ve yolu üzere vasfe dil mislerdir. Çünkü onlar, peygamberler zümresine zümresine en çok çok benzeyenlerdir. benzeyenlerdir. Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Halkı kendi ilmi seviyesinde görmek isteyen ve onlara kendi akli düzeyinde hitap eden ki mse, onlara kendi üzerindeki haklannı esirgemiş ve Allah Teala'nın onlarla ilgili haklarını ifa etmemiş olur. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İnsanlara bütün bildiğini anlatan ve kendi payını onlara açıklamaya çalışan kimse imam olamaz. Yahya b. Muaz şöyle derdi: Kimseyi yoldan çıkarma ve ona ilmi olmayan şeyle hitab etme. Aksi halde onu yormuş olursun. Ona ancak kendi nehrinden su ver ve kendi bardağıyla su içir. Ulemadan bir zata 'Arif, halktan uzak durur mu?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
'Uzak dur maz ama soğuk olabilir. Kendisine, 'Peki ondan uzak durulur mu?' diye sorulduğunda, 'Ariften uzak durulmaz, ancak onun heybetin den çekinilir1 dedi. Korkunun, ilmin hakikati için konulmuş bir kavram oluşunun delili, Übey b. Ka'b'm "Onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından endişe ettik" (Kehf/80) ayetiyle ilgili kıraatidir. Onun kıraati, "Rabbin o ikisine .... korktu" şeklindedir. Yahya b. Zi -yad en-Nahvi bu ayetin manasını şöyle vermiştir: "Rabbin ... bildi". O şöyle demiştir: Korku, Allah Teala'nm isimlerindendir. Allah Te-ala en iyi bilendir. 61[61]
Korkunun Anlamı Hakkında Başka Bir Açıklama:
Korku aynı zamanda manevi isimlerdendir. Onun varlığı zıddmın yokluğunu gerektirir. Kalpte dünya halleriyle ve uhrevi hususlarla ilgili bütün emniyet hislerinin yokedilmesi durumunda, kul Allah Teala'nm tuzağından asla emin olamaz. Bu tuzak, dünyevi hüküm lerin şekillendirilmesinde, kalpler, nefisler ve şehvet cazibelerinin çevrilmesinde, alışkanlıkların tahrikinde görülebilir. Kalbinde kor kuyu hisseden kul, hiçbir örf ve alışkanlığa teslim olmadığı gibi hiçbir şekilde kendi kurtuluş ve beraetinden de emin olamaz. İşte bu korku halidir. Kul, bütün bu hususlarda emniyet hissini yitir-mesiyle korkan (=hâ'if) olarak adlandırılır. Bu, Araplar'da yaygın olarak kullanılan bir isimlemedir. Arap, bir şeyden emin olamadığı zaman, 'Şundan endişe ediyorum' der. Birşey hakkındaki bilgisi kesinleştiği zaman da 'Şundan korkuyo rum' der. Ulemadan bir zata şöyle denir: 'Her halinde korkan arifin du rumu nedir?' Dedi ki: 'Çünkü o, Allah Teala'nm kendisini bütün hallerinden sorumlu tutacağını bilir". Korku ehli için bundan sonra da belli yollar, endişe verici bir korkuya, sızlamalı bir titreyişe, sıkıcı bir endişeye ve yakıcı bir tit remeye yöneltme sö zkonusudur. Bunlar, imamların seçilmiş ve faziletli yollarının aşırılıklarıdır. Bu yollarda, yükselme ve helak ol ma ihtimalleri mevcuttur. Seçkin alimler ve tanınmış zevat bunlar hakkında nakilde bulunmuşlardır. Bu yollara ancak bazı zahidler ve abidler girebilmişlerdir. Ariflerden bir kısmı için de bu yollar ar zu edilmiştir. Bu yollar, alimler hakkında faziletli görülmemiştir. Ariflere gö re bu yollarda rekabet edilmez ve bunlara gıpta edilmez. Çünkü bunlar, sülük yollarından helak sebeplerine düşürebil ecek haller dir. Ariflerin bu yolları arzu etmeleri, sadece onları tanıma ve mut tali olma gayesiyle sınırlıdır. Fakat bazıları, kaybolmak ve ah ü vah etmek için bu yollara yönelmişlerdir. Ancak bunlar avamın kafalarında daha meşhur, daha ilgi çekici ve u mum için daha korkutucudur. 62[62]
Korkuların Açıklaması Hakkındadır:
Şunu bilin ki korkunun sekiz farklı taşma yeri vardır. Korku, kalpten taşarak bu sekiz noktaya ulaşır. Korku bunlardan hangisine taşarsa, istisnaları dışında korku sahibi bu taşkın la helak olur. Kalpteki korku, merare'ye taşabilir. Merare, derinin en ince tabakası olup tenin alt kısmıdır. Korku, kalpten bu kısma taştığı zaman onu yakarak kulu öldürür. Baygınlık, şok ve çehrenin değişmesiyle Ölen bu kimseler, amel ehlinin en zayıflarını oluştururlar. Korku, kalpten beyine sıçrayabilir. Bu durumda aklı yaktığı için kul divane haline gelir. Sonunda korku hali onu terkettiği gibi makamı da düşer. Korku, kalpten taşarak akciğeri kaplayabilir. Bu durumda ciğeri delerek yeme, içme isteğ ini tamamen yokeder. Beden zayıf düşerek kansızlık başlar. Bu da aç kalan ve sararıp solanların halidir. 61[61] 62[62]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 304-338. Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 338-339.
Korku, karaciğere de taşabilir. Bu durumda sürekli hüzün ve kedere yol açar. Bu haldeki kul, uzun düşüncelere dalar ve unutkanlık başlar. Bu halde uyku ihtiyacı biterken uykusuzluk had safhaya çıkar. Bu, korkuların en faziletli sidir. Korkunun bu türünde, ilim ve müşahede sözkonusudur. Bu korku, amel ehlinin korkusudur. Korkunun bir türü de, omuzların üstündeki etli kısımları 'Fari -sa' zedeler. Farisa kelimesiyle ilgili bir hadis-i şerifte, Allah Resu-lü'nün (sav) omuzlar üstündeki etten hoşlandığı belirtilmiştir. Omuzlar üstündeki et (=antrikot), hayvanın en yumuşak ve en tatlı yeridir. Korkunun bu türünde titreme ve dengesiz davranma emareleri görülür. Korku, kalpten çıkarak aklın üzerine çökebilir. Bu durumda aklın hakimiyetine son verir. Tıpkı güneşin ortaya çıkmasıyla ay ışı - . ğının sönmesi gibi. Aslında ay ışığı da melekûtun hazinelerinden biri olarak gizli bir şekilde görünmektedir. Bu durumda kişinin ak li faaliyeti zayıflar ve aklın zaafiyetinden dolayı vücut haraketleri de dengesini kaybeder. Kul, aklına yeterince hakim olamadığı için kararlı davranamaz. Çünkü vücudun organları, hikmet ve ibda gereği dağınık görünseler de aslında tek bir şeydirler. Onları topla yan, Allah Teala'mn iradesiyle harekete geçen latif kudretidir. İnsan bedenin alt kısmı, en üstüne bağlıdır. En üstü olan akıl, dengesini yitirince alt kısmı da dengeyi yitirir. Bedenin organlarından birine dert ve derman ulaştığında diğerleri de ondan yakınır ve medet umarlar. Bu halde bulunanlar da fa ziletle anılmışlar ve ilim sıfatına dahil edilmişlerdir. Korkunun bu yoluna ulemanın büyüklerinden ve kalp ehlinin ileri gelenlerinden bir çoğu girmiştir. Tabiun arasında birçok zat bunlar arasında yeralmıştır. Rebi' b. Haysem, Üveys -i Karani, Zü-rare b. Evfa ve benzeri seçkin zevat bunlardandır. Bu hal, Sahabe için de yadırganacak bir hal değildi. Ömer (ra) ve İbni Mesud (ra) buna örnek gösterilebilir. Mesela Ömer b. Hat-tab (ra) bay gınlık geçirir ve deve gibi böğürerek yere düşerdi. Bu hal Said b. Cüzeym'de de görülürdü. Bu zat, Allah Resulünün (sav) zühd sahibi ashabından ve ordu emirlerindendi. Ömer (ra) onu Şam'a vali olarak göndermişti. Ömer'e (ra) onun zühdü ve aşırı yoksulluğu anlatılır, o da valiyi bu aşırılığından dolayı kınardı. Kimi zaman ailesinin geçimini temin etmesi için yüz, dörtyüz dinar gönderirdi. O ise bu parayı askerlere dağıtırdı. Bu olay, uzun bir kıssada anlatılmıştır. Bir defasında Şamlılar Ömer'e (ra) mektup göndererek valinin durumunu anlatmışlardı. Vali, meclisinde otururken kendisine baygınlık geliyordu. Şamlılar, valinin aklına bir afet gelmesinden endişe ediyorlardı. Çünkü böyle bir durumla daha önce karşılaşmamışlardı. Ömer (ra) valisiyle karşılaştığı zaman meclisinde yaşadıklarını sordu. O da, müşahedesinde bulduğu vecdi ona haber ver di. Bu vecd, ahval sahibi sufîlerin vecdlerindendi. Durumu anlayan Ömer (ra) valiyi mazur gördü. Çünkü bu, onu ancak hayır bakımmdan daha güçlendirirdi. Valisine izzet-i ikramda bulundu ve fazile tini takdir etti. Şamlılara da bir mektup yazarak şöyle dedi: 'Onu anlayışla karşılayın ve kendi halinde bırakın'. Güçlüler güçlüsü, en büyük hidayet rehberi ve alemlerin Rab-bi'nin elçisi Hazret-i Muhammed de (sav) kendisine vahi y inerken bayılırdı. Vahiy alma esnasındaki bu hali, akli dengesini tamamen ortadan kaldırır, bulunduğu yeri unuttururdu. Yüzü ve teninin rengi değişir, kış gününde vücudundan yağmur gibi ter boşalırdı. Ancak bu durum, sadece vahiy alma ve Ruhiilkudüs'ün o na inmesi hallerinde görülürdü. O kalbinin içini etkisi altına alırdı. Vahiy dört şekilde gerçekleşir. Bunlardan ikisi bitişik (=Vahy -i muttasıl) ikisi de ayrık vahiy (Vahy-i munfasıl) şekildedir. Allah Resulü'ne (sav) inen vahiyler ilk iki şekilden biri g ibidir. Ayrık vahiyler ise, Allah Teala'yı hakkıyla bilen, gören kalp ve hazır şahit lik ehli zatlar için sözkonusudur. Bunları açıklamak uzun sürer. Ayrıca bunları, ancak bu yola girenler, hakkıyla şahit olanlar bilir ve şahit olurlar. Bunlara olduğu gibi teslimiyet tasdikiyle inanan müminler için de bir nasip mevcuttur. Ama bu, mukarrebun zümresinden üç makama sahip olanlara mahsustur ki bu makamlar marifet, muhab bet ve korku makamlarıdır. Üstteki dört vahiy şekli dışındaki vahiyler bu üç makam
sahipleri için on şekilde olur. Bu makamların sahiplerine gelen vahiy ve ilhamlar; hatır, vecd, şahitlik, hal ve makam şekillerinde olabilir. Bu, vahyin iki türü dışındakiler için tamamlık sıfatıdır. îkisine gelince, onlar, diğer insanlar için haram olup peygamberlere mahsusturlar. Bunların ilki, vahiy meleğinin Allah Teala'mn kelamının suret ve sesinde ortaya çıkmasıdır. Allah Resulü (sav) Cebrail'e (as) kendi suretinde yüzü nü eğmeksizin bakmış ve bayılıp kalmıştır. Hamza, Hamran b. A'yün'den şunu naklet ti: "Allah Resulü (sav) Hakka suresinden bir ayet okudu ve bayıldı". Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ve Musa bayılarak düştü". (A'raf/143) Korku, kalpten taşarak nefse ulaşabilir. Ona ulaştığında ise şehvetleri yakarak, alışkanlıkları imha eder ve beşerî tabiatı bastırarak heva kıvılcımlarını söndürür. Korku türlerinden biri ve en üstünü olan bu korku, marifet ehline göre en muteber olan korkudur. Bu korkuyu taşıyanlar, korku ehlinin en üstünleri ve bu makamın en kıymetli sakinleri dir. Bu korku, peygamberlerin ve sıd- . dıkların korkusudur. Şehitler zümresinin havassı da bu korkuya sahip olabilirler. Korku sahibinin, bunun da üstünde gıpta edebileceği bir sıfat yoktur. Arif olanın da bunun ötesinde sevinç duyabile ceği bir hal yokt ur. Bu sınırları aşan korku, meşru haddini ve mikdarını aşmış bir korkudur. Çünkü korku, şehvetleri yakıp arzuları tamamen sildiğinde kulda hiçbir şehvet ve arzu bırakmamış olur. Eğer kul, korkunun sınırını aşma halinden uzak duramazsa, bu korkusu onu üç noktaya düşürebilir ki bunların en hayırlısı, korkunun nefse sirayet ederek onu tamamen yakmasıdır. Bu durumda, kulun ölümüy le kendisi için bir şehadet sözkonusu olur. Ama ilim ve müşahede erbabı korku ehli nezdinde bu durum hoş görülmemiştir. Şu var ki ulemadan bir zat bu hususta şöyle demiştir: Bedrin şehitleri, vec -diyle ölenlerden daha fazla ecre sahip değildirler. Her halükârda bu gibi sıfatlar, zayıf müridlerin sıfatlarıdır. Çünkü yakin sahibi alimler için yakin hakkındaki her şehadetle -rinde bir şehid sevabı sözkonusudur. Üstte anlattığımız korkunun sonuçlarından ortanca olanı; korkunun beyne yükselmesi ve onu aşağı indirmesidir. Bu durumda aklın düğümü çözülecek ve insanın tabiatı aklın çözülmesi sebebiyle dengesiz hale gelecektir. Bu da beraberi nde karakterlerin bozulmasını getirecektir. Sonuçta sarı yanarak siyaha dönüşecek ve kişide, hezeyan, divanelik, vahla -ma ve benzeri haller başgöstereçektir. Çünkü beyin cansızdır ve akıl için bir mekandır. Akıl, onun üstünde birleştirilmiş ve ona sabitlenmiştir. Karakterler karıştığında tutuşacakları için, bunlardan çıkan kıvılcım beyine ulaşıp onu da yakarak eritecektir. Mekanı beyin ve kafatasının içi olan aklın yerini ve etkinliğini güçlü olan kalbin parıltısı alacaktır. Kalbin parıltısı, yükselen güneş gibidir. Yükselen güneşin yeri üst semadır, ışıkları ise arza düşmektedir. Aynı şekilde akıl da böyledir. Yeri beyindir ve gücü de kalp üstündedir. Bunun ters döndüğü durumda, akılsızlık ve şaşkınlık sözkonusudur. Bu yüz den de alimler bu durumu mekr uh görmüşlerdir. Bu hal, muhabbet makamındaki bazı muhibbanm başına gelmiştir. Bu hale düşmeleriyle birlikte bunun vecdiyle vaveyla koparmışlardır. Onlardan kimisi, bu halin kalpleri üzerindeki etkisinden korkarak bunların arasından ayrılmış ve onu diğerlerine anlatmışlardır. Ebu Muhammed Sehl (ra) herşeyin azıyla yetinip aç kalan ve katı bir hayat sürenlere şöyle derdi: Akıllarınıza sahip olun. Çünkü aklı eksik biri Allah'ın velisi olamaz. Yukarıda ifade ettiğimiz ve ikisini açıkladığımız noktalard an geri kalan üçüncüsü, korku sınırlarının çiğnenmesinde en kötü olanıdır. Bu hal, korkunun son derece güçlenip derinleşerek, ihsan, kerem ve cömertlik gibi ahlak ilmiyle göğüslenmediği takdirde rica ve ümidi tamamen silmesidir. Çünkü makamı dengeli tutan ve halin sıkıntılarını gideren bu tür faziletlerdir. Bu türden bir korku kulu, Allah Teala'mn rahmetinden ümit kesmeye, O'nun rahatlatmasını umut etmemeye götürebilir. Onla rın bu müşahedeleri, kendilerini akıl kıstasıyla adalet ve hak düşüncesine sevketmiş ve Allah Teala'mn kerem sıfatına ve gizli lü -tuflarma dair bilgileri
çiğnemelerine yol açmıştır. Bu da onları kendilerinin kazanma fikrine sapmaya sevketmiş -tir. Onlar, hükümde sebeplerin etkisine dayanırken güç ve kudrette kendi nefislerine yönelmişlerdir. Böylelikle haklarındaki tehdidi kesin ve kaçınılmaz olarak isbat etmiş olmaktadırlar. Çünkü onlar, merhametli hüküm sahibi olan Allah Teala hakkında kendi akılla -rıyla yargıda bulunmuş ve O'nun iradesine hiçbir gönderme yap mamışlardır. O'nun kudretine asla teslim olmamış, kendi kötü sıfatlarının hepsini kuşatan güzel sıfatlarından herhangi biriyle ümitvâr olmamışlardır. İşledikleri kötülükler önlerine çıkarak onları, Evvel ve İhsan Sahibi olan Allah Teala'dan perdelemiş tir. Onlar, sırf O'nun ihsanı ile kötülük yaptıklarını ve kendileri hakkındaki sabık ilmiyle sınırı aştıklarını asla görememişlerdir. Halbuki içine düştükleri şu halleri hakkında yazgıyı yazan Kalem hiçbir zaman onların eline geçmemiştir. Eğer Allah Teala kahir kudretini ve ceberût unu izhar etseydi, onların hallerini size olduğu gibi gösterir ve söylediklerimizin sıhhatini isbat etmiş olurduk. Yukarıda anlattığımız korkuların büyük çoğunluğu Basralılar, Abadanlılar ve Askerilerde bulunmaktaydı. Çünkü onlar, Kade -riyye mezhebindeydil er ve lütuf, İlahi iradenin havalesi ve istitâ-atm (=güç yetirme, muktedir olma) öne alınması gibi fikirlere sa hiptiler. Amr'm çevresindekilerden oluşan Amriyye, îbad'm çevresinde olan îbadiyye, Hişam el -Futi ve İbni Ata el-Gazali'nin çevresinde bulunan F utiyye ve Atviyye ve kaderin yarısını inkar eden Temi-miyye bunlardandır. el-Menziletü beyne'l-menzileteyn (=Büyük günah sahibi ne mümindir, ne kafir olmayıp ikisi arasında bir yerdedir), iki kudret sahibi tarafından güç yetirilme, iki fail tarafından yapılma gibi fikirlere sahip olan Menaziliyye (=Mutezüe) de bunlar dandır. Bu insanlar, sebeblere dayanma ve kesbin ezeliliği gibi be lalara müptela kılınmışlar, bu da onları Vehhab ve Mukaddir olan Allah Teala'dan uzaklaştırmıştır. Emniyet fikri ve aldanma belalarından kaçan bu kimseler, bu ikisinden daha büyük bir afete, ümitsizlik ve yeise kapılmışlardır. Sonuçta da çok korktukları büyük günahların içine düşmüşlerdir. Bunların durumu, münkeri inkar etmek için imamlara kılıç çeken Hariciler'e benzemektedir. Münkeri inkar emeye çalışan bu insan lar, sonunda münkerin en kötüsüne düşmüş, imamları tekfir ederek sultana itaati reddetmiş ve küçük günahlardan dolayı ümmeti küfürle itham etmişlerdir. Bu, kötü bidatların en kötüsüdür. Bunu çıkaranlar da, cehennem ehlinin köpekleridir. Üsttekilerin durumu Mutezile'nin durumuna benzer. Mutezile, tevhid ehlinin cehenneme girmeyeceğini söyleyen Mürcie'nin yolundan kaçarak tevhid ehlinin cehenneme gireceğini ve fasıklarm cehennemde ebedi kalacaklarını söylemiştir. Böylel ikle de Mür-cie'nin sınırını aşarak onlara ilavede bulunmuşlardır. Mürcie de Ehli Sünnet'in yolunu aşarken bir yandan da onlardan eksik kal mıştır. Şeyhimiz Ebu Muhammed (ra) şöyle derdi: Bidat ehlinin tamamı, sultana isyan etmeyi, ümmete kılıç çekmeyi sa vunur ve imam ları küfürle itham ederler. Hiç kuşku yok ki korkunun bu üçünGÜ-şekli, korkunun sınırlarının aşılmasında görülen en zararlı yaklaşımdır. Çünkü bu, Allah Teala'nm koyduğu sınırları ve O'nun emirlerini çiğnemektir. Allah Teala herşey için belli bir ölçü koymuştur. Her kim Allah'ın koyduğu sınırları çiğnerse, kendine zulmetmiş olur. Rica ve ümitte samimiyet göstererek korkunun bunlarla den gelenmesi, Allah Teala'yı hakkıyla bilmenin gereklerindendir. Bir şeyin sınırlarını aşmak, onda eksik davr anmak gibidir. Mümin, gerçek anlamda korku ile ümit arasındaki dengeyi kuran insandır. Kişiyi ölüme götürebilecek veya aklını başından alabilecek derecedeki bir korku, Allah Teala'nm rahmetinden ümit kesmekten daha hayırlıdır. Çünkü ikincisi, ilmi silmekt e, makamı bitirmekte ve kişiyi büyük bir günaha itmektedir. Korkunun ilk iki makamında keşfe dair ne ilim, ne de müşahede mevcut değildir. Bu iki makamda ortaya çıkan, sadece vecdin şiddetidir. Kişi, bu tür bir korkunun acısıyla hayatını veya aklını kaybedebilmektedir. Ancak kul açısından her ikisi de Kureb ehlinin (=keder ehli) özellikle de meleklerin korkusu mesabesindedir. Çün kü onlar, ruhanilerin yakın kılınanları
gibi makamlarda intikal edemezler. Bu hususta şöyle bir haber nakledilmiştir: Kureb ehli meleklerden yaşayan insanlar kadar bir topluluk her gün Arş'm altından çıkarlar. Bunlar Allah Teala'yı görme şevkiyle kaygılanan ve kederler tarafından horlanan meleklerdir. Hepsi de yüceler yücesi Allah'a nazar etmek istemektedir. Ama O Kerim'in simas ının nurları, bu melekleri yakar. Zavallı melekler, lambaya düşen kelebekler misali yanarak kavrulurlar. Ama ertesi gün yine aynı sayıda melek, aynı gaye ile Arşin altından çıkar. Bunların çabalan," Kıyamet'e dek sü rer. Herbiri, gökleri ve yeri bir avucunda toplayabilecek kadar büyük olan bu melekler O'nun kudretinde silinip giderler. Melekler müminler gibi makamdan makama intikal edemezler. Her melek için belli bir makam vardır ve bu makamdan başka bir makama geçemez. Ancak bulundukları makamdan Kıyamet'e dek sonsuz güç ve destek alırlar. Bu^güç, insanların tümünün aldığın dan çok daha fazladır, O-üçi'eri korkularına tahammül ederken korkutucu olan Allah Teala'nm sıfatının müşahedesinde de korku ve 'sıfatları sebat eder. Aşırı derecedeki bu korkuları, onları ölüme götürdüğü halde tamamen de öldürmez. Çünkü onlar, özel güçlere sa hiptirler ve ahirette belirlenmiş olan belli ecellerine kadar da ölümden korunmuşlardır. Kimi aklını kaybederken, kimi de kalpten ah ü vah edebilir. Kimisi de divanelikleri içi nde feryad eder. Kıyamet gününe kadar da canları tehlikeye düşmez. Aralarında bazı melekler vardır ki öyle bir korkuyla korkmuştur ki Kıyamet gününe dek bir daha o korkuya yüzünü çevirmediği gibi aklı da bir daha o nok taya dönmez. İçlerinde öyle feryad edenler vardır ki, bu feryatları Sur5 a üfurüleceği ana kadar devam eder. Meleklerden birçoğu Melik ve Cebbar olan Allah Teala'mn kelamını işittikleri anda şoka girerler. Kalplerindeki ürperti sona erdi ğinde Allah Teala'ya daha yakın perdelerden bakan ve daha yüksek mertebelerde yeralan ruhani meleklere, mesela Cebrail, İsrafil ve Mikail'e (as) 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Muhabbet ve ün-siyet sahibi olan ve nazar ve metanet sahibi bulunan bu melekler de, 'Hakkı buyurdu, muhakkak ki O çok Yüce ve en Büyük'tür' derler. Korku sahibi bu meleklerin benzerleri, ihlaslı müminler arasın da da mevcuttur. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte onlar için bilinen bir rızık vardır". (Saffat/41) Alimler arasında güçlü olanlar, basiret ve metanet sahipleri olarak ecirleri hesap sız verilen sabır sahipleri gibidirler. Yakin sahiplerinin alimleri ise, yakin makamları arasında bu makamların hükümlerine göre sürekli yer değiştirir, korku makamından rica makamına geçerler. Onlar bu makamlarda da gereke n hükümleri yerine getirdikleri zaman, daha üstteki rica makamına yükseltilirler. Yükseldikleri rica makamı, daha önce bulundukları rica makamından daha hayırlıdır. Kimi zaman da bir korku halinden daha değerli ve üstün olan başka bir korku haline yükseli rler. Sonra korku makamlarından iştiyak ve arzulama haline intikal ederler. Titreme ve yanma hallerinden huzur ve zillet haline geçerler. Endişe halinden ünsiyet ve kaynaşma haline yükselirler. Uzaklık, yalnızlık ve korku halinden rıza, muhabbet ve ümit haline intikal ederler. Bu, onların kendi makamında durup kalanlara üstünlüğü dür. Avamdan ve kendi içine kapanıp kalan, kendi gölgesiyle yeti nerek daha uzun gölgeleri aramayanlar üstün makamlara yükseltilmezler. Müminler arasında korku sahibi olanlar, me leklerin kurubileri yani kederlileri gibidirler. Muhibban zümresinden rica ehli olanlar da, mukarrebun zümresinin ruhanileri gibidirler. Rica ve ümidin esası ve üstünlük sebebi Allah Teala'yı hakkıyla bilenler nezdinde -dir. Ricanın yüceliği, korkunun yüceliğine eşitlenir ve bünyeyi dengede tutarak iki makam arasında itidale hükmeder. Bu noktaya ulaşanların kalplerinde, korkutucu sıfatlardan herhangi birinin müşahede etmeleri halinde korkudan hiç bir iz belir- mez ki onun karşısında ricanın yüceliğinden bir iz ortaya çıkmasın. Bu da latif ahlakın en bariz esaslarından biri olup onları rahatlatır. Kalplerine hiçbir korku
hissi gelmez ki onun karşısında bir rica eseri doğmasın. Onlar da buna yaslanırlar. Böylelikle sıfatları dengelenir ve Zat-ı İlahi'nin kemalinden dolayı O'nun sıfatlarının tezahür lerinden herhangi birini gördüklerinde makamları da itidal kazanır. Böylelikle kalpleri de, korku ile rica arasında adil bir terazinin dili, ya da bir sıfatın müşahedesi karşısında iki kanadı arasında dengeyle uçan bir kuş gibi olurlar. Bela ve nimetin zuhuru halinde gereken davranış korku ve ricayı birlikte yüklenmektir. Sonunda ümit korkuya hakim olacak ve her ikisi kalbin genişlik ve kudretine taşarak orada kaybolacaklardır. Çünkü kalp, güçlüyle güçlü, ge nişlikle geniş ve kudretli ile kadirdir. Tasa, her iki manadan da ayrılır ve münferidin müşahedesine vakıf olur. Ona hükmeden de kendisini müfred kılan husustur. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu zikredilebilir: "Alla-hım, Seninle güçlenir, Senin sayende söyler ve Senin verdiğin güç le hücum ederim". 63[63] Şehadeti yüce ve ilmi engin olan Allah Resulü (sav) başka bir duasında da şöyle demektedir: "Allahım, Sana Sen'den sığınırım". 64[64] Bunun bir benzeri de şu ifadesidir: "Allah dışında herşey batıldır 65[65]Bunlar, beka makamındaki bir insanın vecdlerinin ifadesidir. Fena, Baki ve Muğni olan Allah Teala'mn buyruğunun işitilmesine o noktada engel olmuştur: "(Arzın) üstündeki herşey fanidir. Rabbinin Zatı ise bakidir". (Rahman/26) Bu meyanda çok meşhur olan Kudsi bir hadis de şöyledir: "Semam ve arzım Bana dar geldi. Beni sadece şükreden, yumuşak ve hoşgörülü kulumun kalbi içine alabildi". Yukarıda özetle anlattıklarımızı ve sembolik olarak ifade ettiklerimizi açıklayıp şerhetmek uygun düşmez. Selef ulemasından bir zat şöyle demiştir: Mümine giydirilebilecek en güzel elbise, huşu içinde sükunet, boyun eğiş içinde zillet elbisesidir. Bunlar korku nun iki halidir. Bu elbise peygamberlerin, özellikle de evliyanın alimlerinin elbisesidir. Lokman (as) oğluna öğütte bulunarak şöyle demiştir: "Ey oğ lum, Allah Teala'dan öyle bir korkuyla kork ki, bu korkuna rağmen O'nun rahmetinden ümidini kesme. O'ndan öyle bir rica ile ümit-var ol ki bu ümidine rağmen O'nun tuzağından emin olma". Daha sonra bunu tefsir ederek şöyle demiştir: "Mümin, iki kalpli gibidir. Bunlardan biriyle korkarken diğeriyle ümit eder". Bunun anlamı şudur: Mümin, iki müşahedesinden kaynaklanan iki sıfat sahibi gibidir. el -Mümin, el-Evvel ve eş-Şahid sıfatlarını taşıyan yüce Allah da, tutup kavra ma, ezme, izzet ve intikam alma gibi korkutucu sıfatlara sahiptir. Kul, iman ettiği Rabbinde bu gibi sıfatlara şahit olduğunda, O'nu bu tür sıfatlarla bildiği ve bu sıfatlar kendisine tecelli ettiğinde O'ndan korkar. Ama bilinen birşey daha vardır ki o da, kendisine ülfet duyulan Allah Teala'nm kerem, yumuşaklık, merhamet ve lütuf gibi sıfatlara da sahip olduğudur. Kalp, O'nun bu sıfatlarına şahit olduğu zaman da ricacı ve ümitvâr olur. Sonuç itibarıyla O'nun korkutucu ve ümitlendirici sıfatlarını müşahedesinden dolayı hem korku, hem de ümit sahibi olur. Neti ce itibarıyla iki kalpli gibi olur ve biriyle korkarken, diğeriyle rica ve ümit sahibi olur. Aslında her ikisi de tek bir kalpte bulunan iki şahitlikten ibarettir. Çünkü bu ikisi tek bir kalbin iki ayrı makamıdır. Zira o, tek bir korkutucu ve tek bir ümitlendiriciye iman etmek tedir. Lokman'm (as) öğüdünün açıklaması da budur. Yakin sahibi müminin sıfatı da böyle olmalıdır. Şu var ki korku sahibi, bu halin kendisine baskın çıkmasından dolayı korku ehli olarak vasfedilir. Çünkü korkuya dair müşahedesi daha güçlüdür. Rica da onun ma kamında mevcuttur, ama baskın değildir. Öte yandan rica sahibi de müşahedesinden dolayı rica halinin baskın çıkması sebebiyle böyle vasfedilmiştir. Ancak onun bu makamında da korku mevcuttur. Korku saçan Allah Teala'nm son haddi, rica ve ümit telkin eden alemlerin Rabbi'nin son sınırı yoktur. Şehid, yakin sahibi, alim ve yakın kılınmış kula gelince, o her iki sıfatla da 63[63]
Ebu Davûd, Cihad/90; İbni Hanb el, 1/90, 151IV/332, 345 Müslim, Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da'avat/112; Nesa'î, Taharet/119 Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118, 150 65[65] Buhârî, Rikak/39. 64[64]
vasfedilebilir. Çünkü korku ve rica onda dengelidir. O, bu ikisinin eşitliğiyle birlikte her ikisiyle de tanınır. Daha sonra kendisine bu sıfatlardan herhangi biri tam ve kesin olarak galip gelirse, bu son sıfatıyla anılır. Diğer iki sıfat ise bunun kapsamına girerler. Mesela bir kişiye 'Sıddık' denildiği zam an, o kimsenin sıdkta hakikate erdiği anlaşılır. Dolayısıyla ona, önce 'Muhlis', ardından 'Arif demeye gerek yoktur. Çünkü o, ilimde zaten derinlik kazanmıştır. Bu yüzden de sadece 'Sadık=Sıddık' demek yeterlidir. Daha sonra 'Mukarreb=yakın kılınmış' denilir. Çünkü o, Allah Teala'nm yakınlığına şahit tutulmuş ve O'na yakın olmuştur. Bu noktada, 'Aınil=ainel sahibi' denmesine gerek yoktur. Çünkü bunların hepsi de kemal isimleri ve tamamlık halleridir. Bu derecelere ulaşmış olan bir kul, bu hallerden herh angi birini belirtme ihtiyacı hissetmez. Herhangi bir sıfatla da tavsif edilmez. Mesela korku sahibi veya rica ehli diye anılmaz. Çünkü bunların her ikisi de kendisinde dengeli olarak mevcuttur. Korku ve ümit ona taşmışlar, sonra da onun kalbinde erimişlerdir. Bir kişi hakkında, 'Arif, Yakın kılınmış veya Sıddık' dediğiniz zaman, bunun kapsamına o kişinin, 'Muhib, korku sahibi, amil ve ümit ehli' oluşu kendiliğinden girer. Yine bir kişi 'Haşimi' dediğiniz zaman 'Kureyşli veya Arap' demenize gerek kalmaz. Çünkü her 'Haşimi' Arap'tır ve Ku -reyş kabilesine mensuptur. Daha sonra aynı kişiyi tamamlayıcı bir sıfatla vasfedebilirsiniz. Mesela 'Haseni veya Hüseyni' diyebilirsi niz. Bu durumda da 'Haşimi, Kureyşli veya Ali'nin soyundan' olduğunu belirtmenize gerek yoktur. Ancak herhangi biri için 'Arap'tır ya da Haşimi'dir, Kureyşli'dir, Ali'nin soyundandır1 dediğiniz zaman onun bilinebilmesi için namını belirtmeniz gerekir. Bu da ne sebin nihai noktası olur. Böyle biri 'Hüseyni' olmayabilir. Yine Ali'nin soyundan olmayan bir Haşimi veya Haşimi olmayan bir Kureyşli olabilir. Kureyşli olmayan bir Arap da olabilir. Bu durumda onun hasebini bildiren sıfatın da zikredilmesi gerekir. Bir kişi hakkında 'Arif, muhib, mukarreb -yakın kılınmış veya sıddık' denildiği zaman, bu isimleme bütün makamlardaki kemal ve tamamhğı ifade eder. Tıpkı birine 'Haseni=Hasan'm soyundan' denilmesi gibi. Bu da tam bir isimdir. Neseb olarak da bütün neseplerin üstünde yeralan yüce bir neseptir. Marifet makamı, ancak yakin gözüyle ve tevhidin şahitliğiyle sıhhat bulur. Yakin makamında nefsten hiçbir eserin kalmaması ve halktan da tevhid şahitliğinde hiçbir görüşün olmamasından sonra Ruhani olunur. Nefsin yakinde fena bulmasıyla ise Rabbani olu nur. Yaratan'm huzurunda ise tevhid Önceden bulunur. Arif, hallerden belli biriyle anılmaz. Çünkü o, bütün halleri kuşatmıştır. Aynı şekilde belli bir makamla da amlamaz, çünkü bütün makamları aşmıştır. Arif isminin hakiki manası, onun marufu biliyor olmasıdır. O, her türlü sonda ve fazilette vasfedilmiş tir. Kendi sınıfından olmayanlar nezdinde ise garip bir kapalılıktır. Eğer onlara bilinirse veya onu tanırlarsa arif değildir. Bazıları arif hakkında şöyle demişlerdir: Arif, herşeyi bilen, kendisini tanıtmayan kimsedir. Denildiki: Arif, bilen ama başkal arı tarafından bilinmeyen kimsedir. Çünkü o, ruhani ve rabbani bir insandır. Üç makam vardır ki bunlara kıyas edilemez ve misal ve rilmez. Kim bunlara kıyasta bulunursa hata etmiş, kim de bunlarla misal verirse sadece iddia etmiş olur. Bu makamlar, peygamber lik makamı, marifet makamı ve mahbub makamıdır. Muhabbet makamını Muhibban kitabında muhabbet makamım şerhederken açıklamıştık. Bunlar korku ehlinin yolları ve ariflerin sıfatları hakkındaydı. Bu iki zümrenin mensupları, Allah Teala'ya yakınlıkta ve yaklaşmada farklı derecededirler. O'na yakın olma ve yaklaştırılma noktasında da farklı yüksekliktedirler. Bilinme ve bildirme noktaların da da farklı üstünlüklere sahiptirler. Şehitlerden yakin sahibi olanlar ki onlar sıddıkların mukarrebumıdurlar. Bunlar şehadetle-riyle onlar için yakın olmadan yaklaşmaya, yakınlaşmadan yakm -laştırılmaya, bildirmeden bilmeye, kaynaşma aramadan kaynaştır maya girişirler. Çünkü onların, el -Karib (=Yakm) ve el- Ali (=Yüce) olan Allah Teala karşısındaki makamları O'na en yakm yol ve en yüce yöneliştir. Onlar ashab -ı yeminin bütün makamlarını
geçmiş olanlardır. Yakınlığın başı yakınlaşma, muhabbetin başı mahbub olmadır. Zat -ı İlahi'yle kaynaşma ve kaynaştırılma ile marifet sahibi kılınma onlar içindir. İşte onlar, 'Ebrar5 olarak nitelenen iyi kimselerdir. Korku ehlinin yolları arasında en faziletlisi, korkunun nefse sirayet ederek heva uğraşını kesmesi ve şehvetlerin ateşini söndür -mesidir. Çünkü bu noktada nefs mücahedesinin ağırlıkları azalmış, nefsle mücadelenin sıkıntısı hafiflemiş ve günahın tadı kaybedildiği için kulluğun tadına varılmış olur. Heva ve arzularla dağılan himmet ve gayretleri tamamen Hak üzerinde toplanır. Kalbin, şe -hadeti yakinen hissetmesinden dolayı ulaşılan huzurla nefs de sa kinleşir. İşte bu noktada zühdün nimetleri, batini rıza, sıdk ve ih -las ortaya çıkar. Bunun ardından kalpteki korku da sükunet bulur. Korku kalbin sınırlarını aşmayıp, insanın değişik uzuvlarına taşmaz. Bunları daha önce anlatmıştık. Sürekli hüzün, vazgeçilemeyen kaygı ve sürekli taze bir huşu kulun sıfatları olur. Bunlar da kırık kalbin sıfatı ve Cebbar olan Allah Teala'nm gücü altında ezilmiş bir kulun halini ifade ederler. O'nun cebir ve zorlaması, kalbin kırılmasından sonradır. Böylelikle kul, başka herşeyi terkederek Allah Teala'nm salih bir kulu haline gelir. Sonuçta da O'ndan korkan bir alimin sevabı, yakinin keşfedilmesi ve mukarrebunun şahitliğinde Allah'ın huzurunda nakledilmesi olur. Böylelikle el-Karib olan Rabbi daima onun huzurunda mevcut ve el-Habib olan Hak Teala onun için sürekli aranan olur. Çünkü o, kalpleri Allah için kırılanlardandır. O artık Allah Teala'nm yakmlarmdandır. İnsanları hevanın tadından koparan ve hevadan uzaklaştıran iki kadehten biridir: İlk kadehte korkunun acısını iyice çeker ve bu acı hevanın tadına baskın çıkarak onu hevadan uzaklaştırır. Ya da muhabbetin tadı, hevanın tadına baskın çıkar ve kişi onunla mest olarak hevadan uzaklaşır. Bu ikisinden herhangi birini taşımayan kişi ise, ikisi arasında mütereddit olanlardandır. Ali (kv) ile ilgili şöyle bir olay nakledilmiştir: O, korku ehlinden olup aklını kaybeden ve korkunun çokluğuyla ümitsizliğe düşen birine şöyle demişti: 'Şu gördüğüm hale seni düşüren nedir?' O da, 'Büyük günahlarım' demişti. Bunun üzerine o büyük Sahabi şöyle demiştir: "Yazıklar olsun, Allah'ın rahmeti senin günahlarından çok daha büyüktür!'. Adam buna itiraz ederek, 'Benim günahlarım o kadar büyük ki onlara kefaret olacak bir şey bulunmaz' demişti. Bunun üzerine Ali (kv) ona şu karşılığı vermiştir: 'Senin Allah Te ala'nm rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahlardan daha büyük bir günahtır". Korku, Allah Teala'nm sayısız ordularından biridir. O, bu ordu suyla abidlerin ve müridlerin kalplerinden rica ile çıkaramayacağı şeyleri çıkarır. Korkunun nıurad edildiği kalpler, onun sayesinde zühdün son noktalarına, tevbenin hakikatlerine ve murakabenin şiddetine olumlu karşılık verirler. Allah Teala bütün bunları mu habbetteki rica sahipleri için de yapabilir. Rica makamı da rica ehlinden kerem ve hayayı elde etmiştir. Korku 'Havf kelimesi, korkunun bütün makamlarını içine alan genel bir isimdir. Korku beş tabakayı kapsar ve bu tabakalardan her birinin üç makamı vardır. Korkunun birinci tabakası Takva'dır. Bu tabakada müttakiler, salihler ve amel sahipleri bulunur. Korkunun ikinci tabakası, çekinme 'Hazr1 tabakasıdır. Bu taba kada zahidler, vera' ehli ve huşu sahipleri bulunur. Üçüncü tabakası endişe 'Haşyet' tabakasıdır. Burada ise alim ler, abidler ve ihsan ehli bulunur. Dördüncü tabaka, ürperme 'Vecl' tabakasıdrr. Bu tabakada da zikredenler, alçakgönüllüler ve arifler yeralır. Beşinci tabaka, titreme İşfak' tabakasıdır. Bu tabakada ise şahitler olan sıddıklar, muhibban ve mukarrebun zümresinin havas- sı bulunur. Bunların korkusu, verilecek cezalara layık olacaklarım müşahede etmelerinden dolayı değil Allah Teala'nm sıfatlarını iyi bilmelerinden dolayıdır. Nitekim rivayet edilen bir haber de bunu göstermektedir: "Allah Teala Davud'a (as) vahyederek şöyle buyurdu: Ey Davud, vahşi hayvandan korktuğun
gibi Ben'den kork". Vahşi hayvandan korkulma nedeni, onun azgınlık ve saldırganlık sıfatıdır. Yakın kılman bir kul da Allah Teala'dan işleyebileceği bir günah sebebiyle değil O'nun zatının celal ve yüceliğinden dolayı korkar. Yine onlar için büyük ümit ve büyük bir nasip sözkonusudur. Çünkü onların korkusu, avamın anlayabileceği türden bir korku değildir. Onların rica talepleri ve kendileri için O'na karşı besledikleri hüsnüzan da ancak kendileri tarafından vasfedilebilir ve kendilerinden başkası da bunu bilemez. Bütün bunlar, Zat- ı İlahi'ye yakınlığın nasipleri, O'na aşinalığın nimetleri, O'nunla karşılaşmanın rahatlığı, zilletin saadeti, hizmetin tadı, yakarışın sevinci, halvetin huzuru ve O'nunla maneviyat ta konuşmanın rahatlığıdır. Onlar için Allah Teala'nm katından sıfatlarm tecellisi, sıfatların güzellik ifadelerinin tezahürü sözkonu sudur. Hiçbir nefîs, onlar için saklanan büyük sevinci bilemez. As-hab- ı yemin için de fiillerin nimetlerinin, ilahi vergi ve lütfün hibelerinin izharı sözkonusudur. Yahya b. Muaz şöyle derdi: Her k im Allah Teala'ya ümit etmeksizin sadece korkuyla ibadet ederse zikir denizlerinde boğulur. Kim O'na korku olmaksızın sadece rica ile ibadet ederse aldanış çöllerinde kaybolup gider. Kim de O'na her ikisiyle birlikte kulluk ederse zikirlerin sokağında yolunu bulmuş olur. Mekhul en- Nesefî fraj de bu manada bir söz söylemiş, ancak biraz ileri giderek şunu ilave etmiştir: "Her kim Allah Teala'ya sırf korkuyla ibadet ederse o Haruri'dir Kim de O'na yalnız rica ile kulluk ederse o MürciVdiv. Kim de O'na muha bbetle ibadet ederse zındıktır. Ve her kim de O'na, korku ve rica ile kulluk ederse mu-vahhiddir". Muhakkak ki Allah Teala en iyi bilendir. 66[66] Zühd Makamının Şerhi Ve Zühd Ehlin İ N Sıfatları Hakkındadır:
Yakin makamlarının altıncısı Zühd makamıdır. Allah Teala zühd ehlini aşağıdaki ayet -i kerimede alimler olarak vasfetmiştir: O Karun'un bütün haşmetiyle halkın arasına çıkışını naklettikten son ra şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim verilenler ise: 'Yazıklar ol sun size, Allah'ın sevabı iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..' dediler". (Kasas/80) Bu ayetin tefsirinde 'İlim verilenler1 kelimesiyle dünya hayatındaki zahidlerin murad edildiği söylenmiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Bu ayetin tefsirinde de 'Zühd üzerinde sabredenler5 denilmiştir. Allah Teala başka bir ayet -i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ve melekler her kapıdan onların yanma girerek 'Sabrettiğiniz için size selam olsun' diyerek (onları selamlarlar)". (Ra'd/24) Bu ayetin tefsirinde de, fakirlik üzere sabrettikleri için denilmiştir. Allah Teala'nm şu iki ayeti de dünya nimetlerine karşı sabırlı olmaya delil teşkil etmektedir. O, zühd sahibi alimleri vasfederken Harura 'da Hz. Ali (kv) ile savaşan Haricîler için kullanılan bir isimdir. şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim verilenler ise: Tazıklar olsun size, Allah'ın sevabı iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..' dediler". (Kasas/80) Bunun akabinde ise, onlara övgü sünü sürdürerek "Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" (Kasas/80) buyurmuştur. Burada da yine dünyalıklara karşı sabredenler murad edilmiştir. Bir diğer ayet-i kerimede ise onları başka bir şekilde överek şöyle buyurmuştur: "İşte on lara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Şu halde zühd sahibine, yoksulluğu ve bununla beraber kanaatkarlığı ve zühdünden dolayı iki misli ecir verilecektir. Yokluk içindeki fakire, zühd sahibi olmayan zengine göre bir ecir daha fazla verilecektir. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen iki hadisin yorumu da bu şekilde yapılmıştır. Hadislerden ilkinde O şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimin fakirleri, cennete zenginlerinden kırk güz daha önce girerler". 67[67] 66[66] 67[67]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 339-353. Müslim, Zühd/37; Tirmizî, Zühd/37; İbni Hanbel, 11/169 III/324.
Diğer hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Müminlerin fakirleri cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler".68[68]Çünkü zühd ehli fakir, durumu düzgün zenginden beşyüz yıl önce cennete girer. Bunlar, fakirlerin havassıdır. Zühd sahibi olmayan fakirler ise zenginlerden kırk güz Önce cennete gireceklerdir. Bunun sebebi ise, sırf fakir olup zahid olmamalarıdır. Bunlar da fakirlerin avamıdır. Her iki halde de fakirler zenginlerden üstün tutulmuşlardır. Onların dünyadaki zengin konumlarından dolayı fakirler cennete onlar dan önce gireceklerdir. Bu konuda ki üçüncü hadise göre zenginlerin avamı, ehli dünya oldukları için hesaba çekilecekler infakta bulunmuş olmaları ve hayır kazanmış olmaları talep edilecektir. Allah Resulü (sav) bu yurdu ki: "Cennet ehlini gördüm ki onların çoğunluğu fa kirlerdir. Cehennem ehlini de gördüm ki çoğunluğu zenginlerdir" 69[69] Bu manada başka bir hadiste de şu ifade yer almaktadır: "He men sordum: Zenginler neredeler? Dedi ki: Nasip onları hapsetti". 70[70] Allah Teala zühd sahibi fakirleri ihsan sahipleri 'Muhsi nun' olarak adlandırmış ve onlardan imkan ve haklarında yol bulma halini kaldırarak şöyle buyurmuştur: "İnfak edecek bir şey bulamayanlar için de bir sıkıntı yoktur". (Tevbe/91); "İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Daha sonra da üstlerinde bu tür yol bulunanları beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Yol, ancak senden izin isteyenler üstündedir". (Tevbe/93) Bunlar, sava şa gitmeyerek kadınlarla beraber geride kalmak için izin isteyen zenginlerdi. Allah Teala'nm şu buyruğu da bu manaya yorulmuştur: "Muhakkak ki Biz, arzın üstündekileri dünya için bir süs kıldık, ta ki hangilerinin amel bakımından daha güzel olduğunu sınayalım". (Kehf/7) Bu ayetin tefsirinde de, Tdmlerin dünyada daha zahid ol duğunun sınanması için böyle yapıldı' denilmiştir. Böylelikle ihsan da, zühd sahipleri için bir makam olmaktadır. Bu da yakinin sıfatlarından biridir. Allah Resulü de (sav) onu bu şekilde açıklamış ve kendisine ihsanın ne olduğu sorulduğu zaman, "Allah Teala'ya O'nu görür gibi -yani yakin üzere- ibadet etmendir"71[71] buyurmuştur ki bu da müşahededir. Şunu kesinlikle biliniz ki zühd, yakin sahibinin halidir. Çünkü yakinin gereği zühddür. Vehim sahibi biri, zenginlerin fakirlerden üstün olduğunu söyleyerek şu ayet -i kerimeyi delil göstermeye ça lışabilir: "Ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (so rumluluk) yoktur". (Tevbe/92) Bu vehme kapılan kişi şunu bilmemektedir: Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla düşünüp anlayanlara göre fa kirler için Kur*an'da büyük sevaptan sözedilmektedir. Onlar muh- sin olmaları itibarıyla tamam-ı hal üzeredirler. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "İhsan sahiplerine daha da arttıracağız". (Bakara/58) Onlar için arttırılan şey, hüzün, keder ve kusur etme endişesidir. Çünkü onlar, Rablerinin kendi üzerlerindeki hakkının büyüklüğünü gördükleri için kendilerini neredeyse günahkarlar olarak kabul etmekteydiler. Ta ki Allah Teala onlara müjde vererek kendilerini ihsan sahipleri 'Muhsinun olarak adlandırdı ve şöyle buyurdu: "İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Böylelikle onları hayır sahibi zenginlere katmış ve lafzen de onlara izafe etmiştir. Onların gözyaşları da, kaçırdıkları dünyalıklar veya zenginlik arzuları sebebiyle akmıyordu. Allah Teala, onların dünya nimetlerine karşı gösterdikleri sabırlarını övmekte ve dünyayı onlar açısından kınamaktadır. Onların bütün hüzünleri, fakirlikten biraz daha üstte olarak infak edecek bir şey bularak onu Allah yolunda harcama isteklerinden kaynaklanıyordu. Böylece fakirliklerine rağmen infak edecekleri şeylerle daha da fakirleşeceklerdi. Onların hüznü, infakı çoğaltarak dünyalık bakımından daha da fakir hale düşemenıekten 68[68]
Benzer hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Mâce, Zühd/6; İbni Hanbel, 11/296, 343, 451, 513, 519V/366. . Buhârî, Nikah/88, Rikak/16, 51 Bed'ül-halk/8; Tirmizî, Cehennem/11; İbni Hanbel, 1/234, 359 11/173, 297 IV/429, 443. 70[70] Benzer hadisler için b. Buhârî, Rikak/51, Nikah/87; Müslim, Zikir/93 71[71] Buhârî, Tefsir-i suret 31/2, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27, 51, 53, 319 69[69]
kaynaklanıyordu. İşte bu da, fakirlerin ikinci üstünlükleridir. Sonuç itibarıyl a sözkonusu ayet, malı toplayıp biriktirenleri değil fakirleri üstün kılma hükmünü içermekte dir. Ayetlerden hüküm çıkarmayı bilen ve tefekkür gücüne sahip olanlar için hakikat budur. Herşeyden önce fakirler, Allah Resulü (sav) ile aynı hali paylaş maktaydılar. Allah Teala, kendi Resulü'nü de (sav) onların haliyle vasfederek şöyle buyurmuştur: "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum, dediğinde". (Tevbe/92) Sonra da onları, Resulü gibi övmüştür. Çünkü onlar en çok benzeyen, Allah Resulü'nün (sav) haline en ya kın olanlardı. O'na en çok benzeyenler, elbette daha üstün olacak lardır. Nasıl olmasınlar ki? Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminin süsü fakirliktir". O, meşhur bir hadisinde de fakirliğe cok değer vererek şöyle buyurmuştur: "Müminin üstündeki f akir lik, doru atın yanlarındaki yeleden daha güzel bir süstür". Fakirlik, Allah Resulü'nün (sav) tercihi, diğer peygamberlerin şiarı, sahabe ve diğer büyüklerin de yoludur. Bir hadiste Allah Re sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cennete en son girecek peygamber krallığının büyüklüğü sebebiyle Süleyman b. Davud'dur. Ashabımdan da cennete en son girecek olan, dünyadaki zenginliğinin çokluğundan dolayı Abdurrahman b. Avfdır". Başka bir hadiste de bu sahabi hakkında şöyle buyurduğu riva yet edilmektedir: "Onun cennete sürünerek girdiğini gördüm". Üm-met-i İslam içinde bilebildiğimiz en faziletli iki topluluk vardır ki bunların ilki muhacirler, diğeri de Suffe ashabıdır. Allah Teala hepsini de fakirlik sıfatını teyid ederek övmüş ve şöyle buyurmuştur: "Kendilerini Allah yoluna adayanlar içindir". (Bakara/273) Allah Teala onların fakirlik ve adamışlık sıfatlarını öne almıştır. O, sevdiği kullarını ancak sevdiği sıfatlarla över ve O, tam olarak sevmediği hiçbir kulunu vasfetmez. Allah Teala'nın şu buyruğunun da dünyalıklara karşı sabırlı olmak hakkında olduğu söylenmiştir: "Ve onlar içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola ileten imamlar kıldık". (Secde/24) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiş tir: "Alimler dünyalığa dalmadıkça peygamberlerin sırdaşlarıdır. Onlar dünyalığa daldıkları zaman, dininiz hakkında onlardan sakının". Diğer bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyalıklardan eksik olanları elde edin ceye kadar Kelime-i Tevhid kulları Allah'ın gazabından korumaya devam eder". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise, "Dünyevi işlerini dinlerine tercih etmelerine kadar.." ifadesi yeralmaktadır. Hadis şöyle devam etmektedir: "Onlar böyle yaptıkları ve 'Allah'tan baş ka ilah yoktur" dedikleri zaman Allah Teala, 'Yalan söylüyorsunuz, bu sözünüzde samimi değilsiniz' buyurur". Ehl-i Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadis de şöyledir: "Allah Teala bir kulu sevdiği zaman onu imtihan eder, çok aşırı sevdiği za man ise onu kendine alıkor. Bunun üzerine 'Kendine alıkor, ne demektir?' diye sordular. Allah Resulü de (sav) 'Ona aile ve mal bırak maz' buyurdu". Kitab Ehli'nin haberleri arasında şöyle bir hadise nakledilir: "Allah Teala velilerinden birine vahiyde bulunarak 'Dik katli ol, sana kızdığımda gözümden düşersin ve dünyayı herşeyiy-le üzerine dökerim' buyurdu". Denir ki: İyi ameller içinde, bütün ibadetleri içinde toplayan tek amel, dünyada zühd sahibi olmaktır. Sahabeden bir zat da şöyle demiştir: Bütün amelleri takip ettik, ahiret bakımından dünyada zühd sahibi olmaktan daha etkilisini göremedik. Yine sahabeden bir zat, Tabiun'un ileri gelenlerinden birine şu soruyu sormuştu: Sizler amel ve ictihad bakımından Allah Resulü'nün (sav) ashabın dan daha ilerisiniz. Ama onlar sizden daha hayırlıydı. 'Neden böy ledir?. O da, 'Onlar dünyevi bakımdan bizden daha fazla zühd sa hibiydiler dedi. Lokman da (as) oğluna öğüt verirken şöyle demiştir: "Bil ki dine en çok katkıda bulunan şey, dünyada zahitliktir". Denildi ki: Her kim kırk gün dünyada zühd sahibi olursa, Allah Teala onun kalbinde hikmet pınarları akıtır ve dilini de hikmetle konuşturur. Bir hadiste ise şöyle buyrulduğu rivayet edilmektedir: Kulun suskun ve dünyada zühd sahibi olduğunu gördüğünüzde ona yaklaşın. Çünkü o, hikmet öğretmektedir. Allah Teala da şöyle
buyurmuştur: "Her kime hikmet verilmişse, ona birçok hayır verilmiştir". (Bakara/269) Dünya düşkünlüğünün kötülendiği haberler hayli fazladır. Bunlardan biri de şu hadistir: "Kira, tasası dünya olarak sab ahlar sa Allah Teala onun işini dağıtır ve gelirini kaybettirir. Dünyadan da ancak kendisine yazılı olanı elde eder. Her kim de tasası ahiret olarak sabahlarsa Allah Teala onun kafasını toplar, gelirini korur. Zenginliğini kalbinde kılar ve dünya kendisine rağmen onun ayağına gelir". 72[72] Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse Biz ona ekininde bereket temin ederiz. Kim de dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz. Ancak onun ahirette bir nasibi yok tur". (Şura/20) Bu konuda rivayet edilen bir hadis- i şerif de şöyle dir: "Allah Resulü'ne (sav) İnsanların en hayırlısı kimdir?' diye sorduk. O da şöyle buyurdu: Kalbi derli toplu, dili sadık olan. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, kalbi derli toplu ne demektir?' diye sorduk. Allah Resulü, (sav) şöyle buyurdu: Takva sahibi, arı duru, kin, zorbalık ve aldatma olmayan, demektir. Bu açıklama üzerine, 'Kim bu yol üzeredir?' diye soruldu. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Dünyaya küsen ve ahireti sevenler- ". Her şey kendi aksiyle bi linir. Mesela küsmenin zıddı, sevmedir. Zühdün zıddı da rağbet ve tamahtır. Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu da buna delalet etmektedir: "İnsanların en kötüsü dünyayı se vendir". Dünyaya rağbet eden, onun sevendir. Dünyalıkları edinmek ve sürekli daha fazlasını istemek de dünyaya rağbet etmenin alametidir. Allah Resulü (sav) bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah Teala'nm seni sevmesini istersen dünyada zühd sahibi ol". 73[73] Görüldüğü gibi zühd, Allah Teala'nm sevgisine sebep kılınmıştır. Zahid de Allah Teala'nm habibidir. Bu durumda zühdün, halle rin en üstünü olması gerekir. Çünkü muhabbet, makamların en üstünüdür. Dünyaya rağbet eden kimse, O'ndan daha Yüce hiçbirşe -yin bulunmadığı Allah Teala'nm gazabına uğrar. Dünyayı seven kimse, Allah Teala tarafından buğzedilen kişidir. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: İyi amellerin hepsini za hidlerin terazilerine koyun. Zuhdlerinin sevapları, onlar için daima bir fazlalık olur. Yine o şöyle demiştir: Kıyamet günü abidler, alimlerin terazilerinde dir. Alimler ise zahidlerin terazilerinde dir. Hiçbir tamahkar Allah Teala'nm muhabbetine rağbet etmez. O Allah Teala'nm gazabına uğradığı için dünya aşıklarmdandır. Konuyla ilgili kudsi bir hadis şöyledir: "Allah Teala yarattığı andan itibaren dünyaya nazar etmemiştir. O dünyaya şöyle buyurur: 'Sakinleş ey fani dünya, sen de sana sahiplenenler de cehenne me gideceksiniz". Bir diğer kudsi hadiste de Allah Teala'nm Kıya met günü dünya için şöyle nida edeceği rivayet edilmiştir: "Onda Benim için olanları ayırın, kalanlarını da ateşe atm". Dünyanın kötülendiği haberlerden biri de şöyledir: "Dünya lanetlenmiş, Allah'ın zikri ve O'nun dostları dışında dünyada bulunanlar da lanetlenmişlerdir". Benzer bir hadis ise şöyledir: "Dünya, Iblis'e benzer, Allah Teala onu da uzaklaştırmak ve lanetlemek için yaratmıştır. Allah Teala onu sınar ve imtihanı kaybeder, helak et mek ister ve o da helak olur". Mükaşefe ehlinden bir zat buna şahit olmuş ve şöyle demiştir: Dünyayı bir leş, îblis'i ise bir köpek şeklinde gördüm. İblis o nun peşinden koşmaktaydı. Yukarıdan bir ses de şöyle diyordu: Sen benim köpeklerimden birisin. Bu da benim yarattığım bir leştir. Senin Ben'deki nasibin işte budur. Her kim onun hakkında seninle müca dele ederse, seni ona musallat ederim. Bundan anlaşılan şudur ki dünya, Iblis'in mekanıdır. Kim dünyada bir yer edinirse, edindiği dünyalık kadar İblis de onun üzerinde hakimiyet kurar. Dünya evliyadan bir zata kadın suretinde gösterilmiştir. O, halkın avuçlarının ona doğru yöneldiğini, onun da ellerine birşe y koyduğunu görmüştü. 'O nedir?' diye sorulunca, lezzet veren bir şey, denilmişti. İnsanlardan bir topluluk ise, onun yanından avuçlarını Uzatmaksızm 72[72] 73[73]
İbni Mâce, Zühd/2; Ebu Davûd, Zekat/34; Tirraizî, Kıyamet/3 Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/1.
geçer, o da onlara birşey vermezdi. Dünya, Müverrak el- Acli'ye yaşlı bir kadın suretinde gösterilmişti. Çirkin, kambur ve saçları dökülmüş bir kadın suretindeydi. Ama üzerinde türlü boyalar ve zinetler vardı. el -Acli, 'Senden Al lah'a sığınırım' deyince kadın şöyle dedi: Eğer Allah'ın seni benden korumasını istiyorsan dirhemden nefret et. Konuyla ilgili bir hadis de şöyledir: "Dünya, Allah Teala onu yarattığından beri, sema ile arz arasında durmaktadır. Allah Teala ona asla bakmaz. Dünya Kıyamet günü şöyle der: Ey Rabbim, bugün beni en alt derecedeki dostlarının nasibi kıl. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: Sus ey fani! Dünya hayatında onlar için senden razı olmamışken, bugün mü razı olayım?" Seleften bir zat şöyle demiştir: Dünya çok aşağıdır. Onu seven kimsenin kalbi ise ondan da aşağıdır. Rivayete göre Ali (kv) şöyle demiştir: Dünya bir leştir. Onu isteyen kimse, diğer köpeklerle da laşmaya tahammül etmelidir. Musa (as) hakkında nakledilen ha berlerden birinde ona şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Eğer yoksulu, bir zengini karşıladığın gibi karşılamazsan, sana öğrettiğim bütün ilimleri toprağın altına at. Bir fakirin yaklaştığını gör düğünde, 'Salihlerin şiarı, merhaba' de. Zenginin geldiğini gördüğünde ise, 'Cezası erkene alınmış yaşayan bir günah' de". İmamımız Ebu Muhammed Sehi (ra) şöyle demiştir: Davud'un (as) haberleriyle ilgili olarak ulemadan bir zat şunu nakletti: "Al lah Teala buyurdu ki: Ben Muhammed'i sadece kendim için yarattım. Adem'i ise Muhammed için yarattım. Kainatta yarattığım her -şeyi de Adem'in çocukları için yarattım. Onlardan hangisi, kendisi için bu yarattıklarımla meşg ul olursa onu kendimden perdelerim. Hangisi de sadece Benimle meşgul olursa, bütün yarattıklarımı onun önüne dökerim". Sıddıklar, yolun başında şöyle derlerdi: Allah Teala'dan dünyayı talep ettik, bizi menetti. Ama bu hallerimize sahip olduğumuzda O bize dünyayı teklif etti. Biz de o zaman dünyadan imtina ettik. Rivayete göre İsa (as) dünyaya şöyle derdi: "Benden uzak dur ey domuz!" Bu rivayet, Yezid b. Meysere tarafından yapılmıştır. O, Şam ulemasmdandı. Kendisi şöyle derdi: Şeyhlerimiz dünyaya 'do muz' diyorlardı. Eğer daha kötü bir isim bulabilselerdi, kesinlikle onu kullanırlardı. Yine o şöyle demiştir: Şeyhlerimizden birine dünya yöneldiği zaman ona, 'Benden uzak dur ey domuz! Sana ihtiyacımız yok, biz Rabbimizi tanıdık' derdi. Bunun anlamı, seninle nasıl sınanacağımızı öğrendik. Rabbimiz, bizim nasıl amel edeceğimize bakmaktadır, ey fani dünya! Seninle ilgili olarak zühd sahibi olup Rabbimizi tercih edeceğiz, Rabbimizin sana olan buğzunu da öğrendik ve bu hususta O'na katıldık. Kalplerimizin yalnız O'nu ululayıp O'ndan gayrisinden yüz çevirmeleri gerektiğim de öğrendik, şeklindedir. Hasan el- Basri (ra) da böyleydi. Şeyhlerinden birini anlatırken şöyle demiştir: Onlardan birine helal bir mal sunulup 'Bunu al ve ihtiyaçlarını gider5 denildiği zaman, 'Ona ihtiyacım yok, kalbimi bozmasından korkarım' derdi. Bu zat, salih bir kalbe sahip olmasına rağmen, onu gözetmekte ve alacağı malla kalbinin bozulmasından korkmaktadır. Allah Resulü (sav) hakkında da benzer bir olay nakledilmiştir: "O, yerde ölü olarak yatan uyuz bir oğlak görmüştü. Yanındakilere şöyle buyurdu: Ne dersiniz, artık sahibi için değeri yok? Bunun üzerine sahabe, 'Ey Allah Resulü, değersizliğinden dolayı onu böyle atmışlar1 dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Allah Teala için dünya, bu oğl aktan bile daha değersizdir".74[74] Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şu ifade geçmektedir: "Allah Resulü (sav), 'Kim para vererek buna sahip olmak ister?' diye sordu. Bunun üzerine 'Hiç birimiz, bunun ne değeri olabilir ki?' dedik. Allah Resulü de, 'İş te dünya da Allah Teala için, bunun
74[74]
Müslim, Zühd/2; Tirmizî, Zühd/13; İbni Mâce, Zühd/3; Dâiimî, Rikak/27; tbni Hanbel,
1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir -i suret 18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.
sizin için olan değersizliğinden daha değersizdir* buyurdu." 75[75] Allah Resulü (sav) şu buyruğuyla da dünyayı değersizlikle ve basitlikle nitelemiştir: "Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar ağırlığı olsaydı, bir kafire ondan bir yudum su da hi vermezdi".81 Yine O, bir bedeviye söylediği sözle, onun çirkinliği ne ve ehline döneceğine dair güzel bir benzetmede bulunmuştur: "Ne dersin, yediklerinizi ve içtiklerinizi dışarı çıkarmıyor ve idrar la dökmüyor musunuz? O da, 'Evet' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü, 'Peki onların neye dönüştüğünü biliyor musun?' diye sordu. Bedevi de, 'Senin bildiğin bir şeye ey Allah Resulü' dedi. O da adama şöyle dedi: 'Sizden biri büyük abdestini bozmak için evinin ar kasına çömeldiğinde kokusunun çirkinliğinden dolayı burnunu eliyle tutmaz mı?' diye sordu. Adam da, 'evet' dedi. O zaman Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'İşte Allah Teala da Adem oğullarının terketmesinden sonra dünyayı öyle yapacaktır". Allah Teala'nm "Ve si zin nefislerinizde, görmüyor musunuz?" (Zariyat/21) buyruğu da bu manada yorumlanarak, dışkı ve idrarın bulunduğu yerlerin murad edildiği söylenmiştir. Yine O'nun "Dünya hayatı Ahiret için metadan başka birşey değildir" (Ra'd/26) buyruğunun tefsirinde de 'meta' kelimesi ile murad edilenin leş olduğu söylenmiştir. Esma'i şöyle demişti: 'Arabm biri bozulan ve kokan bir et için 'Mete'a el- lahmu=Et meta/Leş oldu' demişti. Rivayete göre Hasan el- Basri (ra) şöyle derdi: Adem (as) yeryüzüne indiği zaman yaptığı ilk iş, abdest bozmak oldu. İbni Ab - bas'dan (ra) da şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) büyük abdestini bozunca çıkan koku onu rahatsız etti. O da bu yüzden kedere boğuldu. Cebrail (as) kendisine gelerek 'Bu, hatalarının kokusudur5 dedi". Akıl sahipleri Allah Teala sayesinde dünyayı bir tuvalet olarak gördüler ve zaruret hali dışında ona girmediler. Tu valete girmekten ne kadar müstağni kalırsanız o kadar hayırlı olur. Bazıları ise dünyayı leş olarak görmüş ve ondan ancak yetecek kadar almışlardır. Leşten de ne kadar az alırsanız o kadar isa betli olur. Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Bir kitapta şunu okudum: Ey Adem oğlu, eğer Beni istiyorsan dünyayı terket. Eğer dünyayı istiyorsan çilen uzun olsun. Başka semavi kitaplarda da şu ifade ye-ralmıştır: "Ey Adem oğlu, Ben senin için vazgeçilmez bir zaruretim. Sakın onlarsız olabileceğin şeyleri Bana tercih etme". Allah Tea -la'dan ihbarda bulunan bir zat da şöyle demiştir: Allah Teala dünyaya şöyle vahyetti: Bana hizmet edene hizmet et ve hizmetinden yorul. Başka biri ise şunu nakletmiştir: Müsned olarak rivayet edildi ki, Allah Teala dünyaya şöyle vahy etmiş tir: "Dostlarıma acı ol ki Benim katımdakilere rağbet etsinler. Düşmanlarıma da tatlı görün ki, Bana kavuşmaktan hoşlanmasınlar". Aişe (ra ) Allah Resu-lü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Kim Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah'a kavuşmayı istemezse, Allah Teala da ona kavuşmayı istemez". 76[76] Bütün bu hadis ve nakiller, dünya ehlini geri döndürecek ve onu sevenlerin gözlerini güldürecek mahiyettedir. Bunların karşısında yeralan güzel haber ve hadisler ise, zühdün fazileti ve fakirliğin değeri hakkındadır. Bu haberler, ihlaslı fakirlerin başlarını dik tut makta ve salih zahidler için göz a ydınlığı olmaktadır. Allah Teala buyurdu ki: "Artık hiçbir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için göz aydınlığı olarak nelerin hazırlandığını bilemez". (Secde/17) Dünyaya rağbetin aslı, yakini imanın zayıflığından dır. Çünkü kulun yakini imanı kuvvetli olursa, onun nuruyla ahirete bakar, dünya onun gözünde kaybolmuştur. O, aslen kayıp olan dünya hak kında zühd sahibi olmuş ve inancında mevcut olana rağbet etmiştir. O, kendisi için daha yararlı, daha kalıcı ve Rabbi için daha memnun edici olanı tercih etmiştir. Daimi ve 75[75]
Müslim, Zühd/2; Tirmizî, Zühd/13; İbni Mâce, Zühd/3; Dâiimî, Rikak/27; tbni Hanbel,
1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir -i suret 18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3. 76[76] Müsüm, Zikr/14-18; Tirmizî, Cenaiz/67, Ztihd/6; Nesa'î, Cenaiz/10; Dârimî, Rikak/43; Muvatta, Cenaiz/51; İbni Hanbel, 11/313, 346, 418, 420, III/107, IV/259.
sürekli olanı, fani ve geçici olanın önüne geçirmiştir. İşte zühdün sureti ve yakin sahibinin^şahit-liği budur. Akıllı olan, kaybolacak veya taşınacak olanı istemez. Allah Teala'nm yakin sahiplerinden olmak isteyen İbrahim'le (as) ilgili anlattıklarını görmüyor musunuz? "Ben batıp gidenleri sevmem". (En'am/76) Yakin sahibi kul, İbrahim'in (as) dinine uymakla emredilmiştir. Allah Teala bu dini vasfederek şöyle buyurmuştur: "Babanız İbrahim'in dinine". (Hacc/78) Yani, size düşen, babanız ibrahim'in (as) dinine uymaktır. Ahiretteki azap ve mükafat vaatleri aklın nuruyla görülemez. Bunlar ancak yakin nuruyla müşahede edilebilir. Buna göre nurlar dört türdür. Kalp de dört cihete yönelmiştir: Mülk, Melekût, İzzet ve Ceberut. Aklın nuruyla ancak mülke şahit olunabilir. İman nu ruyla melekûta şahit olunabilir ki o da ahirettir. Yakin nuruyla izzete şahit olunabilir ki o, sıfatlardan ibarettir. Marifet nuruyla ise ceberûta şahit olunur ki o da vahdaniyettir. Cebbar olan All ah Teala, kalbin üstündedir ve onu kuşatmıştır. O, dilediğiyle ona açılır ve kalbe de O'nun şahit kıldığı şey galip gelir. Yakinin zayıflığı, kalbi herşeye sokabilir. Yakinin kuvveti ise, her amelde ihtiyaç duyulan bir haldir. Aksi halde kalp dünyevi bir şey olur ve ona aklın nuruyla ulaşılabilir. Kendisine yakin nuru ve rilmeyen kimse, büyük mülkü göremeyerek küçük mülkü arzular. Sonuçta da kaybolacak olan dünyayı sever, yükselip yücelme gay retinde olmaz. Sahip olduğu herşeyin üstünde bir şey vardır. 77[77] Zühdün Mahiyeti Hakkındadır:
Zühd nedir? Hiçbir kul, dünyanın ne olduğunu öğrenmedikçe zühdün ne olduğunu öğrenemez. Alimler, zühd hakkında birçok şey söylemişlerdir. Zühdün tarifi için bunları aktarmak durumunda değiliz. Çünkü Allah Teala şifa ve zenginlik kıldığı Kitabı'nda onun ne olduğunu beyan etmiştir. Allah Resulü de (sav) Kitabullah için, "Kur5an, sağlam ip ve dosdoğru yoldur. Hidayeti onun dışında arayanları Allah Teala yoldan çıkarır" 78[78]Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onda bir husus hak kında ihtilafa düştüğünüzde, onun hükmü Allah'a havale edilir". (Şu ra/10) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi". (Baka ra/213) Allah Teala, Kitab'mda dünyanın yedi şeyden ibaret olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet tutkusu, insanlar için süslendi". (Al -i İm-ran/14) Allah Teala bu ayetinin devamında da şöyle buyurmuştur: "Bunlar, dünya hayatının metaldir". (Al -i İmran/14) Allah Teala şehvetlere düşkünlüğü, süsleme, çekici kılma ifadesiyle anlatmış, sonra da nefse sevimli kılınan yedi tür dünya nimetini sıralamıştır. Sonra da bunlara 'Zâlike=Bunlar' kelimesindeki Kaf harfiyle işaret etmiştir. Kaf harfi, daha önce sıralı olarak anlatılan şeyleri ifade etmek için kullanılan bir kinayedir. Za harfiyle Kaf harfi arasındaki Lam harfi ise tekid ve pekiştirme içindir. Allah'ın buyruğunun iyice düşünülmesi sonucunda ortaya çıkan şu dur: Burada sayılan yedi şey, dünyanın bütünüdür. Yaşadığımız dünya bu yedi sıfattan ibarettir. Tabii ki bu asıllardan kaynaklanan bir takım ikincil şehvet ve arzular da bulunur. Bunların tamamını seven kimse, dünyayı bütünüyle sevmiş olur. Bunlardan herhangi birini veya bir kısmını seven ise, dünyayı kısmen sevmiş olur. Ayetin nassmdan anladığımız, şehvetin dünya olduğudur. Bunun delaletiyle de şunu anlamaktayız ki, ihtiyaçlar dünya değildir. Çünkü bunlar zaruri olarak gelirler. İht iyaç dünya olarak isimlen-dirilmediği zaman şehvet de olmamış olur. Bu ihtiyacın arzulanması da bunu değiştirmez. Zira şehvet dünyadır. İsimlerin farklılaşmasından dolayı, hükümler de farklılaşır. 77[77] 78[78]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 353-364. Tirmizî, Sevabü'l-Kuı^an/14; Dârimî, Fezailü'l-Kui'an/l.
Bu, israiliyatta Allah Teala'dan nakledilen bir habere dayan maktadır. Buna göre İbrahim (as) bir şeye ihtiyaç duymuştu. Bunun üzerine bir arkadaşına giderek ödünç istemişti. Ama o kendi sine istediğini vermemişti. Bunun üzerine tasalı bir halde geri dönmüştü. Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Eğ er Halil'inden isteseydin sana verirdi. Bunun üzerine İbrahim (as) şöyle dedi: Ey Rabbim, dünyaya buğzettiğini bildiğim için onu Sen'den istemekten korktum. Bana da buğzedebilirdin. Buna üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: İhtiyaçlar, dünya değildir. Daha sonra O'nun bu yedi sınıf dünyalığı sıraladığını gördüğümüzde dünyanın ne olduğunu daha iyi anladık. Başka bir yerde ise bu yedi sınıfı, beş sıfata dayandırmakta ve bir söz sahibinin ağzından şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, t utkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir çoğalma isteğidir". (Hadid/20) Yukarıdaki yedi sınıf şeyi seven kimselerin sıfatları bu beş sıfattır. Bilahare bu beş sıfat, yedi unsuru da barındıran iki hususa indirgenmiştir: "Dünya hayatı, ancak oyun ve eğlencedir". (Muham -med/36) Sonra bu ikisi de tek bir sıfata indirgenmiş ve bu iki mana ile ifade edilmiştir. Sonuçta dünya iki özlü ve kapsamlı şeye dönmektedir ki bunlardan herbiri dünya olmaya uygundur. Bu iki husus oyun ve eğlencedir. Eğlence, bir anlamda hevadır. Üstteki ayette sıralanan yedi unsur da bunun kapsamı altına girmektedir. Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim de Rabbinin makamından korkar ve nef si de hevadan sakmdırırsa artık şüphesiz cennet (onun için) barın ma yeridir". (Nazi'at/40-41) Bu ayete göre dünya, nefsin hevaya ita ati olmaktadır. Bunun delili de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "Artık kim taşkınlık edip azar ve dünya hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem (onun için) bir barınma yeridir". (Nazi'at/37-39) Cennet cehennemin zıddı olduğuna göre heva da dünya olmaktadır. Çünkü ondan sakındırmak, onu tercih etmenin zıddıdır. Her kim nefsini hevadan sakmdırırsa dünyayı tercih etmemiş olur. Dünyayı tercih etmediğinde ise zühde yönelmiş olur. Sonu çta da cehennemin zıddı olan cennete nail olur. Nefsini hevadan sakındırmayan kimse ise, dünyayı tercih etmiş olur. Bu durumda dünya, hevaya itaat ve her işte onu tercih etmek olmaktadır. Buna göre zühd herşeyde hevaya karşı durmaktır. Allah Teala'nm hev a kavramıyla murad ettiği ve dünya kıldığı ikinci mana da, nefsin sürekli zevk alma isteğinden doğan dünyada beka arzusudur. Bunu da Allah Teala'nm şu buyruğundan çıkarmaktayız: "Dediler ki: Rabbimiz, bize savaşı niçin farz kıldın? Keş ke bizi yakın bir vadeye ertele şeydin". (Nisa/77) Savaş, dünya hayatından ayrılmaktır. Çünkü savaş, elde kılıç başka bir kılıcın üzerine doğru yürümek, sonunda da iki kılıç arasında hayatı kaybet mektir. Sonuçta savaşın farz kılınmasına karşı çıkarak şöyle demişlerdir: Keşke bizi başka bir zamana erteleseydin. O da bizim savaşla değil ecelimizle öleceğimiz zamandır. İşte bu, dünyada kalma arzusudur. Sonuç itibarıyla dünyada kalma arzusu, dünya olarak tefsir edilmiştir. İşte onların bu sözleri üzerine Allah Teala şöyle b uyur muştur: "De ki: Dünyanın meta'ı azdır, ahiret ise takva sahipleri için daha hayırlıdır". (Nisa/77) İşte bu noktada insanlar gerçeği görmüş ve münafıklar rezil olmuşlardır. Müminler, savaşın farz kılınmasıyla imtihan edilmişlerdir. Bu imtihanla O'nun yolunda kur şundan kaleler gibi saf saf savaşacak muhibban da ortaya çıkmış tır. Bu noktada kendilerini ve mallarım Allah'a satanlar kazanmışlardır. Ahireti vererek dünya hayatını satın alanlar ise bu imtihanı kaybetmişlerdir. Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarmı ve mallarını satın almıştır". (Tevbe/111) Allah Teala satın aldığına göre, onlar da satın almış olmaktadırlar. O, başarısız müş terileri de, ahiret karşılığında dünyayı satm alanlar olarak göstermistir. Yani onlar, daha fazla kalabilmek için dünyayı satın almış kimselerdir. Karşılığında ise ahireti satmışlardır. Binlerce yıl ve sonsuzluk karşısında otuz veya kırk yılı satın alan kimsenin ticareti elbett e ki karsız bir ticarettir. O, doğru yoldan da uzaktır. İşte bu, dünya hayatına rağbet edenin
ticaretidir. O, ebedi hayat karşılığında dünyayı satın almıştır. Böylelikle zıddı -nı alarak yüce bir hayatı satmış olmaktadır. Allah Teala'mn "Dünya hayatını satın almışlardır" (Bakara/86) buyruğunun tefekküründen çıkan anlam budur. Onlar, ulvi hayatı satmışlardır. İlk ticarette canım satan, bütün malını dağıtan ve bunlar da Allah Teala tarafından satın alman ve buna karşı bedel olarak ahiret yurdu ve kendi yakınlığı verilen kulun durumu sözkonusudur. Bu ku lun ticareti kârlıdır ve o, yirmi otuz yılını ebedi hayat karşılığında satarak doğru davranmıştır. İşte bu, ahiret tacirleri olan zahidlerin kârıdır. İkincisi ise, hevayı arzulayanların zararıdır. Bu iki ti caret arasında ne kadar büyük fark vardır! Zühd sahiplerinin ölümden sonra kazandıklarım kaybedenlerin pişmanlıkları ne kadar da büyüktür! Allah Resulü (sav) devrinde insanlar, dünyada zühdü izhar et meleri sebebiyle örtülmüş halde ve Baki olan Allah'a dü şkünlükleri var sayılarak yaşıyorlardı. Sonunda şu ayet -i kerime nazil oldu: "Kendilerine, 'Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin' denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında onlar dan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi hatta daha da şid detli bir korkuyla- korkuya kapılırlar". (Nisa/77) Nihayetinde ise şu ayet -i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler, yapmadıklarınızı ne den söylersiniz?". (Saff/2) Onlar, 'biz Rabbimizi severiz, O'nun neyi sevdiğini bilsek, onu kesinlikle yapardık' demişlerdi. Bu yüzden Al lah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Yapamayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazap olması bakımından büyü dü. Muhakkak ki Allah, kendi yolunda saf tutarak savaşanları se ver". (Saff/3-4) İbni Mesud (ra) da bu sebeple şöyle demiştir: "Ben içimizde dünyaya meyleden birileri olduğunu sanmıyordum Ama "Sizden kimisi dünyayı ister... Sizden kimisi de ahireti ister" (Al- i İmran/152) ayeti indirildiğinde olduğunu gördüm". "Eğer gerçekten Biz, onlara: 'Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın' diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında,bunu yapmazlardı" (Nisa/66) ayeti nazil olduğunda da Allah Resu lü (sav) bu manada sözler söylemiştir. Ibni Mesud (ra) şöyle demiş tir: Allah Resulü (sav) bana şöyle dedi: "Sen de o azınlıktansın". Daha fazla kalma arzusu dünya olduğuna göre, Baki olan Allah Teala'yı arzulamak zühd olmaktadır. Dünyadaki zühd, beka arzusunda zühd sahibi olmaktır. Fani hayat hakkında ve toplu malında can ve malla cihad etmek suretiyl e zahidlik yapan kimse, dünyada zühd sahibi olmuş olur. Dünyada zühd sahibi olanı ise Allah Teala sever. Allah Resulü de (sav) bunu ifade etmiştir. İşte bu yüzdendir ki cihad, amellerin en faziletlisi olmuştur. Çünkü onun hakikati, dünyada zühddür. Allah T eala da dünyada zühd sahibi olanı sever. Öte yandan hevaya karşı çıkmak, cihadın en faziletli şeklidir. Çünkü heva, dünyayı arzulamanın esasıdır. Al lah Resulü (sav) de ilk hadisinde onunla dünyayı ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Dünyada zühd sahibi ol ki Allah Teala seni sevsin". 79[79] İkinci hadisinde ise yine bu manayı ima ederek şöyle buyur muştur: "Haramlardan sakın ki Allah Teala seni sevsin". Haram kılman şeylerden uzaklaşmak ise, dünyada zühdün ta kendisidir. Dünyada zahid olan, Rabbinin sevgilisidir. Dünyada kalma arzusuyla dolu olan ise, Rabbinin dininde nifak sahibidir. Bu anlam da Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Her kim savaşmadan veya içinden savaş niyetini geçirmeden ölürse, nifaktan bir dal üzere ölmüş olur".80[80] Allah Teala inandıklarını iddia eden yalancıları cihadla ortaya çıkarmış ve onları, kalplerinde hastalık bulunmakla niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Fakat içinde savaş zikri geçen muhkem bir su re indirildiği zaman, kalplerinde hastalık bulunanların, üzerine Ölüm baygınlığı çökmüş kişilerin bakışıyla sana baktıklarını gördün. Bu da onlar için daha evladır". (Muhammed/20)
79[79] 80[80]
İbni Mâce, Zühd/1 Müslim, İmaret/158; Ebu Davûd, Cihad/17; Nesa'î, Cihad/2; Dârimî, Cihad/25; İbni Han -bel, 11/374.
Bu tehdit ve azap vaadi onlar için daha uygundur. Çünkü onlara azap yaklaşmıştır ve gelecektir. Allah Teala bu buyruğunun devamında şunu söylemiştir: "(Oysa onlara düşen) İtaat ve maruftu". (Muham-med/21) Yani buna itaat gösterip güzel söz söylemeleri gerekirdi. Ama cihad karan kesinleşip hakikatler ortaya çıkınca yalanladılar ve sözlerini tutmadılar. Halbuki Allah Teala'ya verdikleri sözde sa mimi olsalardı, onlar için daha hayırlı olurdu. Buyruğun bu kısmı gizli olarak siyaktan çıkmaktadır. Bu nedenle de müşkil bir buyruk olarak görülmüştür. Beka ve hayat, tek bir anlamı ifade eken iki isimdir. İşte bu ne denledir ki Allah Teala dünyayı, hayat için bir sıfat olarak kullanmıştır. Buna göre dünya, hayatın ta kendisi olmaktadır. Allah Teala dünya kelimesini müennes olarak nitelemiştir. Bunun sebebi, ni telenen konumundaki Hayat isminin sonundaki müenneslik Ta'sı -dır. Bu durumda hayat, dünya olmakta ve Allah Teala'nm dünya lafzı da, onun aşağılıkla nitelenmesi olmaktadır. Eğer nitelenen isim, 'Beka1 gibi müzekker olsaydı, sıfatı da müzekker olacak ve 'Dünya' yerine 'Edna' buyuracaktı. Nitekim bu babda şöyle buyurmuştur: "Onlar şu değersiz ola n (dünyan)m geçici yararını alıyor lar.." (A'raf/169) 'Edna=Daha aşağı, değersiz" kelimesi aynı manadaki 'Dünya' kelimesinin müzekkeridir. Aynı şekilde 'A'yan=Daha açık; Ek -na=Daha çok edinen ve Eş'as=Saçı daha karışık' kelimeleriyle aynı anlamda olan "Ayna'; Kanva've Şa'sa'kelimeleri, birinci kelimelerin müzekkerleridir. Ayette geçen 'Arad=geçici/yarar' kelimesi ise, is minden de anlaşıldığı üzere arizi ve baki olmayan şeyleri ifade eder. Bunları seven kimse, dünyayı sevmiş olur. Çünkü 'Edna' olan dün ya malını sevmiştir. Bu da asıl olan hayatı sevdiğini gösterir. Çünkü onlann 'araz' peşinde koşmalan, dünyada kalabilmeleri içindir. Bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur ki dünyanın esası, hevaya boyun eğmek için onda daha fazla kalma arzusudur. Hevaya t eslim olmak ise, beka için araz denilen dünyalıkları sevmekle olur. Bu ikisi birbirleriyle geçişmiş durumdadır. Çünkü dünyada kalma arzusu 'Hubbü'1- beka' ondan zevk almak içindir. Zevk almak ise, kötülüğü emredici nefsin 'Nefs -i emmare', sıfatı olan hevada n-dır. Nefsin rahatı olan hevaya boyun eğme ise, sadece dünyada daha fazla kalmak için olur. Çünkü kul, ne zaman öleceğini yakini olarak bilebilse, kesinlikle hakkı hevaya tercih edecektir. Eğer dünyada kalma ümidini yitirirse, o zaman da dünya malının ardına düşmeyecektir. Hevanm tercihi, ancak hayatta kalma arzusun dan kaynaklanmaktadır. İşte dünyanın aslı ve hakikati budur. İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en kısa süreli olanları, dünyada zühd sahibi olanlardır. Çünkü onlar, yarınlar için fazla birşey biriktirmek istemezler. Zira onlar için canlarının yarma kadar baki olacakları kesin değildir. İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en uzun süreli olanları yani tûl -i emel sahipleri, dünya hayatına karşı en arzulu olanlardır. Çür^ui onlar, dünyaya karşı arzu ve hırsla doludurlar. Bu yüzden de hayatın uzaması yönündeki emelleri çok fazladır. Eğer dünyada daha kısa süre kalma emelleri olsaydı, tabii ki fakirliği seçerlerdi. Fakirliğin seçilmesi ise, zühdün ta kendisidir. 81[81] Zühd
Nedir?
Allah Teala buyurdu ki: "Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onun hakkında zahidlerdendiler". (Yusuf/20) Kardeşleri, Yusufu (as) satarken aşırı bir fiyat istemedikleri için zahid sıfatıyla nitelenmişlerdir. Buradaki zahid sıfatını hakiki anlamda kimlerin taşıdığını öğrenebilmek için ayeti daha fazla açmak durumundayız. "Şerav -hü^Onu sattılar" fiili, Araplar'da bir malı satmak için kullanılır. Onlar, kendileri tarafından satılarak malı elden çıkarma fiili için, Bey' kelimesiyle birlikte 'Şira' kelimesini de kullanmışlardır. Elden çıkarılan bu mal hakkında ise 'zahid' olmuş olurlar. 81[81]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 364-370.
Aynı şekilde kul da kendi canını ve malını Allah Teala'ya sattığı zaman, hevasmdan çıkarak O'nun yoluna girmiş ve zahidlerden olmuş olur. Allah Teala, bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden - karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır". (Tevbe/111) Allah Teala başka bir ayetinde bir kulunun ağzından şöyle buyurmuştur: "Ve nefsi de hev adan arındırırsa, artık şüphesiz cennet (onun için) bir barınma yeridir". (Nazi'at/40 -41) Her iki ayette de satılan mal iki iken, karşılığı tek bir şey, yani cennet olmaktadır. Kul ise, malım ve nefsini Allah Teala'ya vermekte ve bu iki husus ta hevayı uzaklaştırmaktadır. Heva, dünya hayatı olduğu için, bunun aksi nefse sahip çıkmak, nefsi bunun yani malın üzerinde tut mak olmaktadır. Bunun zıddı ise, hevanın nefisten çıkarılması ve malın fakirlikle değiştirilmesidir. Bu da dünyada zühddür. Bu ise, kötülü emreden nefsin işi değildir. Çünkü bu, hayır ve iyiliğin zirvesi ve nefsin hevadan yani mal ediniminden sakmdırılmasıdır. Kötülüğü emreden nefsin nitelemesiyle dünya, mal edinmektir. Çünkü o kötülüğün kendisidir. Bu sıfatlara sahip olan biri için, nefsi d eğersiz olamaz. Değersiz olmadığı zaman da kişi onu satıcı olmayacaktır. Satılmadığı zaman ise, satın alınmış olmayacaktır. Böyle bir nefse sahip olan kişi, malı kendinde toplayıp kimseyle paylaşmayan, dünyayı arzulayıp onu seven biri olmaktadır. Bu ise, müminin sıfatı değildir. Allah Teala en iyi Bilen'dir. Allah Teala'nm zühdün hakikatiyle ilgili bir diğer açıklaması da şöyledir. Zühd, nefsten istiğna edilmesi ve malın O'nun yolunda harcanmasıdır. Bunu da, satılan mallar ve müşteriyi açıkça belirttiği aynı buyruğunda görmekteyiz: "Allah yolunda savaşır, ölür ve öldürülürler". (Tevbe/111) Zühd, hevaya boyun eğmeyi terketme ve nefsi Mevla'nın emriyle hevadan sakındırarak Allah Teala'ya satmaktır. Bunun karşılığı ise cennettir. Zahid, O'nun zorla almasından önce canını kendi isteğiyle sattığı Rabbinin makamından kor kan kimsedir. O, Allah Teala tarafından sevilen ve yakın kılman bir kuldur. Böyle bir kul, Allah Teala'yı sevdiği için Allah Teala da onu katında yakın kılınanlardan yapmıştır. Dünya, hevaya boyun eğmek ve şehveni nefsin zevkleri için aşağı dünya hayatını arzulamaktır. Bu tür arzularla dolu olan biri, Allah Teala'nm tuzağından emin olur. O, dünya hayatını satın alabilmek için ahiret hayatını satmıştır. Çünkü o, Allah Teala'yı sevme mektedir. Kötü seçimi sebebiyle de O'ndan uzak kılınanlardandır. Ahirette onun için hüsran ve cehennem azabı hak olmuştur. Çünkü o, Allah Teala'ya yakın kılman, el -Yakin ve el-Habib olan Rabbi nin komşuluğundaki yakınlık evini kazanan zühd sahibinin tam tersi bir kişiliktir. 82[82]
Zühdün Hakikati, Hükümlerinin İzahı Ve Zahidin Sıfatları:
Zühd, iki noktada olur. İlki, mevcut olan bir şey hakkında gösterilecek zühddür. Bu noktadaki zühd; zühde konu olan şeyin akıldan çıkarılması ve kalbin ondan ayrılmasıdır. O şeyin kalpte baki kılınmasıyla birlikte zühdde bulunmak sahih olmaz. Çünkü bu, kişinin ona rağbet ettiğini gösterir. Bu tür bir zühd, ancak zenginlerin zühdü olabilir. Zühde konu olan şey kalpte mevcut değilse ve şartlar da onun yokluğu yönünde ise, bu durumdan memnun olmak zühddür. Bu, aynı zamanda yokluğa rıza göstermedir. Bu da fakirlerin zühdüdür. Hevanın terkindeki zühd hakkındaki görüş de böyledir. Bu tür bir zühd, ancak o heva ile sınanma ve ona muktedir olma halinde sahih olur. Bunu Yusufun (as ) kıssasında kardeşlerinin o ve küçüğü hakkında 'Muhakkak ki Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha se vimlidir' derlerken gösterdikleri zühdde de görmekteyiz. Onlar kar deşleri için "Yusuf u öldürün veya uzak bir yere atın ki babanız yalnız sizi sevsin" dediklerinde, ona değer vermediklerini göstermelerine rağmen Allah Teala onları zahid saymamıştır. 82[82]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık : 2/ 370-371.
Onlar babalarına söyledikleri Tusufu bizimle gönder de, birlikte koşup oynayalım' dediklerinde onun hakkında zühd sahibi olmak istemiş, ama bu iradeleri zühdün hakikatine ermemiştir. Bilahare onu satmaya azmederek zühdde bulunmuş ve onun aleyhindeki kararı hep birlikte almışlar, fakat Allah Teala onları yine za -hidler olarak vasfetmemiştir. Halbuki Allah Teala fiillerini haber verirken "Nitekim onu götürdükleri ve onu kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman.." (Yusui/15) buyurmuştur. Bütün yaptıklarına rağmen onlar için 'zahidler* sıfatını kesinlikle kullanmamıştır. Görüldüğü üzere bunlar zühdün bazı sebep ve kurallarıdır. Zühdün bu haki katini bilmeyenler, bir takım değişik yaklaşımları görerek kuşkuya kapılabilir ve zühd olmayan bir hareketi zühd zannedebilirler. Bu çerçevede Yusuf peygamberin (as) kardeşlerinin davranışları zühd değildi. Çünkü Yusuf (as) onların ellerindey-di. Onu bulanların elinden çıkıp da onun için başka birinden bedel istediklerinde Yusuf (as) hakkındaki zühdleri hak olmuştur. Nite kim Allah Teala da bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Ve onu ucuz bir fiyata, sayısı belli birkaç dirheme sattılar. Onun hakkında zahid lerdendiler". (Yusuf/20) Aynı şekilde bir elbiseyi satmayı düşündüğünüz veya istediği nizde, onu satmak fikri kalbinizde daha ağır bassa bile, o elbise hakkında 'zahid' olamazsınız. Ama, zühd eğiliminin varlığıyla nitelenebilirsiniz. Bu durum, onu satıp bedelini alıncaya kadar böyledir. İşte o an, o elbiseyle ilgili zühdünüz kesinleşmiş olur. Allah Teala'mn "Onun hakkında zahidlerdendiler" (Yusuf/20) buyruğu iyice düşünüldüğü zaman ortaya çıkan şudur: Kim bir şeyi gönül rızasıyla elden çıkarır ve nefsi d e bu noktada kendine uyarsa, bu mücahedesinden dolayı zühde ait bir makamı olabilir. Her kim de bir şeye sıkıca sarılırsa- görünüşte onun hakkında zühd sahibi olduğunu ima etse bile - zühde dair bir makamı olmaz. Çünkü bir şeye sarılıp ondan kopamamak, rağ bet ve tamah alametidir. Rağbet ve tamah, zühdün zıddıdır. Bir hal mevcutken, onun zıddıyla vasfedilmek mümkün müdür? Bir şey hakkında zahid olduğunu sanıp kendini böyle göstermek isterken bir yandan da ona sıkıca sarılan kişi için şu iki tanımdan biri uygun düşer: O kişi, ya zühdün ne demek olduğunu bilmiyordur, ya da nefs kaynaklı şeh vetinin gizli yönlerinden habersizdir. Her ikisi de işine geldiği gibi davranmayanlar için geçerlidir. Nefsinin arzu ettiği şeyi kalbinden çıkaran kişi, o hususta züh dü gerçekleştirmiş kimsedir. Allah Teala'mn Yusufun (as) kardeşleriyle ilgili tavsiflerinin özü budur. Bir şeyi sıkıca tutup onunla se vinen, onun için kaygılanan ve bütün kalbiyle onu düşünen kimse ise tamah ve rağbete dalmış kimsedir. Bu da Allah Teala'mn Mısır Azizi'nin Yusuf a karşı tutumunu nitelemesinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Mısır Azizi, Yusufu (as) satın aldığı zaman, Allah Teala onun Yusuf (as) üzerindeki rağbetim tahakkuk ettirmiştir. Çünkü o, Yusufu (as) ailesinin yanında tutmak istemiştir. Allah Teala onun bu yöndeki sözlerini şöyle haber vermektedir: "Karısına, 'Ona güzel bak. Umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz'dedi". (Yusuf/21) Allah Teala, Mısır firavununun eşinin Musa'ya (as) olan düşkünlüğünü de bu şekilde vasfet miş ve onun dilinden şöyle buyurmuştur: "Benim için de, senin için de bir sevinçtir (o). Onu öldürmeyin, umulur ki bize yaran dokunur veya onu evlat ediniriz". (Kas as/9) Bu ve benzeri şekilde, bir şey için emel besleyip onu kendine saklayan kimse, o şey hakkında zühd sahibi olmamış olur. Ancak onu elinden ve kalbinden çıkardığı zaman zahid olarak nitelenebilir. Bu ise, Yusuf ve kardeşleri hakkında sözkonusu değildir. Onların Yusuf (as) hakkındaki zühdleri, sadece onu elden çıkarırken aşağılamak için az bir bedel istemeleri anında sözkonusu olmuştur. Kui'an-ı Kerim'den çıkarılan bir diğer hüküm de şöyledir: Yu -sufun (as) ahilerinin onun hakkındaki zühdleri, küçük kardeşi hakkındaki zühdlerine yaklaşık derecedeydi. Çünkü en küçüklerinin babalarının kalbindeki yeri, Yusufunkine benzemekteydi. Böy lelikle babalarının sadece kendileriyle ilgileneceğini düşünüyorlardı. Allah Teala bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevimlidir" (Yusuf/8)
Rivayetlere göre, kuyuya ikisin i birden atmak istemişlerdi. Ama içlerinden biri küçük kardeşine acıdığı için şefaatçi olmuş diğer kardeşlerinin ona bir kötülük etmelerini engellemiştir. Bir rivayete göre de onlardan, bu kardeşi kendisine bağışlamalarını isteyerek şöyle demiştir: Onu bari bırakın, yaşlı adam onunla teselli bulsun, her ikisini de yokederek onu acıya boğmayın, ona ikisini aynı anda kay bettirmeyin. Bunun üzerine en küçük kardeşlerini ona hibe ettiler. Ama Allah Teala bu yöndeki isteklerine, onu da uzaklaştırma teşebbüslerine rağmen, İki kardeşleri hakkında zahidlerdi' buyur -mamıştır. Çünkü onlar, Yusuf (as) hakkındaki zühdlerini, küçüğü hakkında göstermemişlerdir. Zira o, ellerinde kalmış ve onu elden çıkarmamışlardır. Aynı şekilde siz de bir şeye sahip olup onu kendiniz için sıkıca tuttuğunuzda, aklınızdan geçen bir takım düşüncelerle onun hakkında zahid olduğunuzu sansanız ve zühdü murad etseniz bile, onu sıkıca tutmanızdan dolayı kendinizi kandırmış olursunuz. Onun varlığını görmezden gelip zühd sahibi olduğunuzu bilerek kendinizi aldatmanız Veya Rabbinizi görmezlikten gelerek ulaştığınız bilgiyle asılsız bir vecde sahip olmanız ya da kendinizi zühdü bilmeyenlere zahid gibi göstermeniz hallerinin tümünde de, zühd hakkındaki zühdünüz ve dünyaya olan düşkünlük ve tamahınız ortaya çıkar. Hakkında kendinizi zahid sandığınız şey, elinizden çıkmadıkça ve onun karşılığında Allah sevgisi ve O'nun rızasını, ya da O'nun katındaki sevabını kazanmadığınız sürece gerçek zahid olamazsınız. İşte böyle bir noktada, o şey hakındaki zühdünüz hakiki ilim üzere olur. Alimler nezdinde de samimi ve sadık olursunuz. İşte o safhada, zahid olarak nitelenirsiniz. Zahidler de sizi zahid olarak adlandırırlar. Sahip olduğunuz bir şey bulunmayınca, bu durumda da sahip olmadığınız şeyler hakkında zühdde bulunmanız sıhhatli olmaz. Olmayan bir şey hakkındaki zühd batıl ve boştur. Çünkü sahip olmadığınız bir şey üzerinde tasarrufta da bulunamazsınız. Eğer o şey mevcut olsaydı, belki de kalbiniz onunla değişecek ve onda çevrilmeye başlayacaktı. Çünkü hiçbir ihbar, yakinen görme gibi değildir. Haber, daima vehim ve şüpheye yol açabilir. Yakinen görme ise, hakikati ortaya çıkarır ve insanlara ancak böyle hüküm verebilir siniz. Çünkü insan nefsi, refahtan zevk alma arzusu üzerine yara tıldığı için birden fazla görüşe sahiptir ve bunlardan işine en çok geleni tercih eder. Aslen varolmayan zan, varolan bir yakin gibi olamaz. Eğer böyle olsaydı işler neye varmazdı ki? Şu var ki, yokluk halinde de şartlarına uymanız şartıyla zühd sahibi olabilirsiniz. Bunun şekli ise, herhangi bir şeyin sizde olmasını istememeniz ve onun yokluğundan dolayı üzülmem eniz dir. Onun yokluğundan dolayı memnun ve fakirliğinizden dolayı mutlu olmanız da zühddür. Allah Teala sizin bu gaybi halinizi bilir ve sırrınıza vakıf olur. Bilir ki siz, onu bulsanız dahi varlığından memnun olmaz ve elinize geldiği an onu elden çıkarırsınız. Kalbiniz, dünyevi bakımdan yokluğunuza rağmen Allah Teala ile kanaatkar ve O'ndan razı olup bu hali zenginlikle değiştirmek istememekte dir. Çünkü sizin, zühdün faziletine dair yakini bilgi ve inancınız samimidir. Bu tür bir halde olduğunuz zaman da, bütünüyle zahidler arasında vasfedilirsiniz. Dolayısıyla, bu davranışınızdan dolayı za -hidlerin sevabına nail olursunuz. İşte bu, dünyalığa sahip olama yan ihlaslı fakirlerin zühdü ve fakirliğin hakikatma ermedir. Bir zat şöyle demiştir: Gerçek fakir o kimsedir ki, fakirliğinden memnundur ve onun elinden alınmasından korkar. Zengin de o kimsedir ki, zenginliğinden memnundur ve fakirlikten korkar. Malik b.- Dinar (ra) kendisine, 'Sen zahid bir insansın' denildiğinde şöyle derdi: Zahid, ancak Ömer b. Ab dül aziz'dir. Dünya onun aya ğına gelmiş ve ona sahip olmuşken, onu reddetmiştir. Bana gelin ce, ben nede zühd gösterdim ki? Zühd, arif için varlığa rağmen sahih olabilir. Çünkü o, bu varlığı kendine saklamamakta ve kendi nefsani zevkleri için kullanma maktadır. O varlığı mülkü haline getirmediği gibi aynı zamanda ona da dayanmamaktadır. Bilakis onun varlığı Allah Teala'nm ha zinesinde gibidir. O, her an Allah Teala'mn bu varlıkla ilgili hükmünü bekler. Bu varlık, kendisi için bir sıkıntı
olduğundan varlığıyla yokluğu denktir. O, sözkonusu varlığı hakkında Allah Teala'nm hükmünü uygulamak için yarışacaktır. Bu da, o malın sanki kendinin değil de, ai lesinden ya da kardeşlerinden birinin, ya da Allah Teala'nm göster diği yollardan birinin malıymışcasma yanında durmasıdır. Bu, zühdün üstünde sevab kazandıran daha üstün bir makamdır. O mal onun elinden çıkmamış olsa bile, bir hususiyetle yanında tahsis edilmiş durumdadır. Zühdün mahiyeti hakkında Allah Resulü'nün (sav) sünnetinden de şöyle bir mana çıkartabiliriz: Zühd nedir? Zühd, dünyalığı azaltmak, onu yakınlaştırmak ve kalple onu küçümsemektir. Bunu, Cu ma günü Cuma namazının vaktiyle ilgili rivayet edilen b ir hadis-i şerifte görmekteyiz: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "O, vaktin so -nundadır5. Allah Resulü (sav) Cuma vaktinde zühde kaçar, onu azaltırdı". 83[83] Yani onun vaktini yaklaştırır ve akşama doğru indirir di. O'ndan rivayet edilen ikinci bir hadis ise şöyledir: "Allah Resulü'nün (sav) münacatı üzerine nazil olan sadaka emriyle ilgili ayet -i kerimeden sonra Ali (kv), Allah Resulü'ne (sav) 'Müslümanlara ne kadar zekat koyacağız?' diye sorunca Allah Resulü (sav) 'Altından bir şaire/arpa' danesi buyurmuştu . Bunun üzerine Ali (kv) 'Çok za-hidsin -yani dünyalığı küçültüyor, değer vermiyorsun -. Biz onlara bir dinar koyalım' dedi". 84[84] Ali'nin (kv) kullandığı 'Zehîd' kelimesi, zühd ifadesinin mübalağalı olarak söylenebilmesi için 'Zahid' kelimesinden alınmadır. 'Şe -hîd' kelimesinin 'şahid'den, 'mecîd' kelimesinin 'macid'den alınması ve 'Alim-Alîm; Kadir-Kadîr, Rahim-Rahîm' kelimelerinde olduğu gibi. Bu sonuncular da, ilim, kudret ve rahmet fiillerindeki müba lağayı ifade eden fail isimlerdir. Zahidin sıfatı ve zühdün fazileti hakkındadır: Zühdün vazgeçilmez gıdası, zahidin sıfatım ortaya çıkaran ve onu tamah sahibinden ayıran çok temel bir gıdadır. Bu gıda, zühd sahi binin nefsin arzuladığı bir dünyalığa sevinmeyip kaçırılan bir dünyalık için de üzülmemesi dir. Bir şeyi, ancak ona ihtiyacı olduğu zaman alması, ihtiyaç anında da ancak bu halini giderecek mikdarıy-la yetinerek ihtiyaç doğmadan herhangi bir şeyin ardına düşmeme sidir. Zühdün başı, kalbe ahiret kaygısının yerle sinesidir. Sonra da Allah Teala i çin amel yapma ve muamelede bulunmanın tadına varma gelir. Dünya tasasının son bulmadığı bir kalbe ahiret kaygısı giremez. Heva ve arzuların tadının yaşadığı bir gönülde de amellerin tadı bulunamaz. Bir günahından dolayı tevbe eden kimse, O'na itaatin lezzetini alamazsa, o kimsenin o günahı tekrar işlemesinden emin olunamaz. Dünyayı terketmesine rağmen zühdün tadını alamayan herkes ona tekrar döner. Heva ve arzuların tadı gönülden çıkmadıkça, amellerin tadı oraya giremez. Zühdün özü, varlığı kalpten çıkardıktan sonra kalpten çıkanı elden de çıkarmaktır. Bu da, varlığı kü çümseyerek, onu ve bütün dünyalıkları horlayıp aşağılayarak yokluğu benimsemektir. Böyle bir zahidin gözünde dünya küçülüp, adi bir hal alır. Zühd, işte bu hal ile tamama erer. Bu halde ki zahid, zühd içinde yaşarken zühdünü de unutarak, zühdde yaşayan zahid halini alır. Çünkü onun hırsı, artık zühdünedir. Zühd, işte bu nok tada kemale erer. Bu, zühdün özü ve hakikatidir. Yakin makamlarmdaki hallerin en yücesi de budur. Artık o kimse, nef si için değil nefsi üzerinde zühd sahibidir. Onun zühdü, zühde olan hırsından da kaynaklan mamaktadır. Bu da sıddıklarm müşahedesi ve ayne'l -yakin mertebesindeki mukarrebun zümresinin zühdüdür. Bu mertebenin altında da çeşitli zühd dereceleri vardır. Mesela rağbet ve arzu duyulan bir şeyi, onu düşünmeye ve onun hakkında nefsle mücahedeye devam ederek elden çıkarmak böyledir. Bu da müminlerin zühdüdür. Zühdle bu şekilde amel etmek, hem inanç, hem de ameldir. Çünkü zühd, imandan kaynaklanmaktadır. îman ise, söz ve ameldir. Zühd de aynı şekilde akid/azim, karar ve amel dir. Bu durumdaki mümin, kalbinden dünya sevgisini çıkararak ahiret sevgisini yerleştirmeye azmetmektedir. Zühd ile amel etmek, sevilen bir şeyi, Allah Teala'mn yolunda O'nun sevabını bedel alar ak 83[83] 84[84]
Buhârî, Da'avat/62 Talak/24; Müslim, Cum'a/14; Nesa'î, Cum'a/45; İbni Hanbel, 11/230, 255, 498. Tirmizî, Tefsir-İ suret 58/2.
elden çıkarmaktır. Müminin bu elden çıkarma karşılığında Allah Teala'dan isteyeceği bedel, O'nun katında bir sevap olduğu gibi ahirette O'na yakın olma isteği de olabilir. Bu durumdaki bir müminin, elden çıkaracak bir dünyalığı yok ise, olmayışına üzül meyi bırakıp ona karşı hırslı olmaması ve onu ısrarla talepten vazgeçmesi, kalbin yoklukla sükun bularak nasi bin azlığına rıza göstermesi de onun için zühd sayılır. Çünkü bu, fa kirin halidir. Kişi, üzerine düşeni yaptığı zaman, daha fazlasını yapması ger ekmez. Zühd imandan olduğu gibi, vera' da zühddendir. Haya ve iman ise ikiz kardeş gibidirler. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmakta-dır: "İkisinden biri çekilip alındığı zaman diğeri onu izler". Bu ko nuda Ehli Beyt'ten şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Zü hd ve vera', her gece kalpleri dolaşır. Eğer içinde iman ve haya bulunan bir kalp bulurlarsa, o kalpte kalır ve oradan ayrılmazlar". Kanaat, zühdün kapılarından biridir. Eşyanın azından hoşnut olmak da, zühdün hallerinden biridir. Eşyada aza yönelmek, zühdün anahtarıdır. İbrahim b. Edhem (ra) şöyle derdi: Kalplerimiz üç tür örtüyle perdelenmiş tir. Bu perdeler kaldırılmadıkça, yakin kula açık kılm-mayacaktır. Varlığa sevinmek; yitirilene üzülmek ve övülmekten mutlu olmak. Varlığa sevindiğinizde hırslısınız demektir. Hırslı kimse ise, mahrumdur. Yitirilene üzüldüğünüzde ise kızgınsınız demektir. Kızgın ise azaba uğratılır. Övgüden hoşlandığınızda ise, kibirlisiniz demektir. Kibir ise amelleri boşa çıkarır. Allah Teala buyurdu ki: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasımz ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip -şımar -mayasmız". (Hadid/23) İşte bu iki sıfat, zühdün en olgun halidir. Kendisine bu iki sıfattan biri verilen kulu, diğer sıfat da izleyecek tir. Böylelikle kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmediği zaman, kendisine verilen varlıkla da şımarmayacaktır. Kendisine verilen dünyalıkla şımarmayan kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmeyecektir. Bu da bir mülke sahiplenmek istemeyen kulun, özellikle de Rabbinin hükmünü yerine getiren kulun sıfatıdır. Yakin sahibi ve Allah aşığı kulun sıfatı işte budur. O, ahiret meşguliyetinden dolayi, dünyevi zevklere vakit ayıramayan kimsedir. Ahirete yakinen iman etmesi, kendisini zangin kılacak dünyalıklardan feragat etmeye sevketmiştir. "Doğrusu o müstağni kıldı ve sermaye verip- hoşnut etti" (Necm/48) ayet -i kerimesinin bir tefsiri de şöyle yapılmıştır: Allah Teala, ahiret ehlini Zatı ile zengin ve müstağni kılarak onları ahiretle dünyaya muhtaciyetten kurtarmıştır. Dünya ehlini ise, daha fazla dünyalık biriktirmeye sevketmiştir. O, bunu zem mederken şöyle buyurmuştur: "O ki malı topladı ve onu (tekrar tekrar) saydı". (Hümeze/2) Yani malı topladıktan sonra sayarak, 'Bu şunun için, bu onun için..' diye sözde hazırlık ve tahsisler yaptı. Allah Teala böylelerini 'Vay haline..' diyerek tehdit etmiştir. Bütün bunlardan çıkan şudur ki dünya malında zühd sahibi olan bir zahid için bütün hazırlık Allah Teala'dır. O, onun yegane birikimi ve tek hazinesidir. Böyle birine müjdeler olsun! Onun için çok güzel bir dön üş yeri vardır. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Zenginlik olarak yakin yeter. Meşguliyet olarak ibadet yeter. İbret olarak da ölüm yeter". Yakin sahibi bir zahidin sıfatlarının özü şudur: O, daima ölümü gözler ve Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunu asla unutmaz: "Zenginlik, geçici dünya malının çokluğu değildir. Zenginlik ancak nefs/gönül zenginliğidir". 85[85] Allah Resulü (sav) dünya hayatında zühd sahibi olmayı, iman hakikatini bilme olarak takdim etmiş ve bunu, iman müşahedesine yaklaştırarak Harise'ye (ra) şöyle buyurmuştur: "Hakikaten 'Ben müminim' dediği için Allah Teala'mn kalbim nurlandırdığı kulun yanından ayrılma. Harise, 'Senin imanının hakikati nedir?' diye sordu. O da, zühdü anlattı ve şöyle bu yurdu: Nefsim dünyadan vazgeçti ve dünyanın taşıyla altını gö zümde bir oldu. Sanki cennette ve cehennemde gibi, sanki Rabbimin arşının üzerinde gibiydim". Diğer bir hadiste ise Allah Resulü (sav) zühdü; yüreğin nurla açılmasının alameti olarak 85[85]
Buhâii, Rikak/15; Müslim, Zekat/120; Tinnizî, Zühd/40; tbni Mâce, Zühd/9; îbni Hanbel, 11/243, 261, 315, 390, 438, 443.
bildirmektedir. Bu, müminlerin geneli nin sıfatı olan tasdik nurudur. Çünkü bunun tahakkuku, islam'dır. "Allah kime hidayet vermek isterse, onun yüreğini İslama açar" (En'am/125) ayet- i kerimesi okunduğu zaman sahabe Allah Resu -lü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü, bu şerhetme nedir?' diye sordular. O da, ' Nur kalbe girdiği zaman, yürek onun için şerholup açılır5. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, bunun alameti var mıdır?' diye sordular. O da şöyle buyurdu: 'Aldanış yurdundan yüz çevirip ebediyet yurduna yönelmektir". Ecel gelmeden önce ölüme hazırlanmaya gelince, zühd işte odur \ Allah Resulü de (sav) bunu, hakiki İslam'ın şartı olarak koymuştur. Bu iki hadisten daha müessir bir hadiste ise, Allah Tea-la'dan haya etmeyi, dünyada zühd sahibi olmakla tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'dan hakkıyla h aya edin! Bunun üzerine, 'ey Allah Resulü, biz gerçekten de Allah Teala'dan haya ediyo ruz' dedik. O da, 'Oturmayacağınız evler yapıyor, yiyemeyeceğiniz şeyleri topluyor sunuz' buyurdu". 86[86] Allah Resulü (sav) işte bu esasla kendisine gelen heyetin imanlarını da tamama erdirmiştir. O, ziyaretçilere, 'Sizler nesiniz?' diye sorduğunda, 'Müminleriz' demişlerdi. Bunun üzerine, 'Peki imanınızın alameti nedir?' diye sorunca şu karşılığı vermişlerdi: 'Belada sabır, rahatlıkta şükür, kazaya rıza ve düşmanların başına çöken belalara sevinmeyi terketme'. Onların bu cevabı üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Eğer sizler böyle kimselerseniz, yemeye ceğiniz şeyleri toplamayın, oturmayacağınız evler yapmayın yapmayın ve bırakıp bı rakıp gideceğiniz şeyler için yarışmayın". Gör üldüğü üldüğü gibi Allah Resulü (sav) heyetteki müminlerin imanlarını kemale erdirmek için, onlara zühdü tavsiye etmiştir. Böylelikle imanları kemale erecek, makamları yükselerek ihsanları tamama erecekti. Allah Resulü'nün (sav), zühdü tevhidin ihlas şartı ola rak vazet tiği bu üç hadisten daha etkileyici bir hadisi de şöyledir: İbnü'l -Münkedir, Cabir'den (ra) rivayet etti: "Allah Resulü (sav) bize hitap etti ve şöyle buyurdu: 'Her kim Kelime -i Tevhid ile gelir ve ona bir- şey karıştırmamış olursa cennet ona farz olur. Ali (kv) ayağa kalktı ve, 'Anam babam sana feda olsun ey Allah Resulü, ona bir şey karıştırmamış olmayı bize açıkla' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Dünya sevgisi, onu talep etme ve ona tabi olma. Bir kavim vardır ki onlar, peygamberlerin söylediklerini söyler, ama zorbala rın yaptıklarını yaparlar, içinde bu tür unsurlar bulunmayan bir Kelime- i Tevhid ile gelene cennet farz olmuştur 87[87] İşte bu nedenledir ki Ali (kv) zühdü, sabrın makamlarından bi ri olarak görüyordu. O, aşağıdaki iki sözünde de sabrı imanın temeli saymaktadır. Bu sözlerin ilki; İkrime-Utbe b. Hamid-el-Hars el-A'ver-Kabise b. Cabir el- Esedi kanalıyla imanın esasları hakkında rivayet edilmiştir: İman dört esas üzeredir. Sabır, yakin, adalet ve cihad. Da ha sonra sabrı da açıklayarak şöyle demiştir: Sabır, dört şube üze redir: Özlem, endişe, zühd ve bekleme. Her kim cenneti özlerse, dünyevi şehvetlere karşı teselli bulur. Kim de cehennemden kor- karsa, haramlardan geri adım atar. Dünyada zühd sahibi olana ge lince, belalar ona hafif hafif gelir. Sürekli ölümü bekleyen bekleyen kimse ise, ha ha yırlarda yarışır". Sabrı, imanın temel direği saydığı ikinci sözü de şöyledir: İman açısından sabır, beden için kafa gibidir. Kafası olmayanın bedeni olmayacağı gibi sabrı olmayanın da imanı olmaz. Maktu'bir hadis te ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmekte dir: "Cömertlik/seha yakindendir. Hiçbir yakin sahibi de cehenneme girmez". Cimrilik, şüphedendir. şüphedendir. Şüphede olan kişiler de cenne te giremezler. Bu hadis, aslında daha kısa ve özlü olan şu hadisin açıklaması niteliğindedir: "Cömert, Allah Teala'ya yakındır. İnsanlara yakındır. Cennete yakın, cehennemden uzaktır. Cimri ise, Allah Teala'dan ve insanlardan uzak, cehenneme yakındır". 88[88] Allah Resulü (sav) bu hadisi ile, cömerdin Al lah'a ve cennete daha yakın olduğunu bildirerek cömertliğin yakini imanın eseri 86[86]
Tirmizî, Kıyamet/24; îbni Hanbel, 1/387. îbni Hanbel, IV/64. 88[88] Tirmizî, Birr/40. 87[87]
olduğuna dair söylediği hadisi açıklamaktadır. Aynı şekilde cimrinin de neden Allah'tan ve insanlar dan dan uzak olup cehenneme yakın olduğunu bildirerek cimriliğin şüp heden kaynaklandığına dair söylediğini açıklamaktadır. Bu hadisler ışığında cömertlik zahidin sıfatı olmaktadır. Zahid, ancak cömert olabilir. Cimrilik ise, tamahkarların sıfatıdır. Bir ta-mahkar, ancak cimri olabilir. Hiçbir cimri zahid olamaz. Çünkü zühd, varlığı elden çıkarmaya çağırır. Cimrilik ise, ona sıkıca sarılmayı emreder. Cömertlik zühdün bizzat kendisidir. Allah Resulü (sav) cimrili ği kötülemiştir. Zira cimrilik, dünyaya karşı hırslı olmadır. Hırs, aynı zamanda cimriliğin de alametidir. Çünkü o, rağbet ve arzunun delilidir. Kanaat ise, cömertliğin alametidir. Çünkü o, zühdün kapısıdır. İşte bu yüzden şöyle denilmiştir: Nefsin elindeki hakkında cömert olması, onu sarfetme cömertliğinden daha faziletlidir. Cömertliğin bu iki türü, isimde birleşmelerine rağmen hüküm bakımından farklılaşırlar. Sahip olduğunu Allah Teala için feda eden kimse, o hususta Allah için zühdde bulunmuş olur ve onun ecri Allah Teala'ya düşer. Malını insanlara sarfeden kişi de malı hakkında zühd sahibi sayılır ve cömertlikle vasfedilir. Ama bu, kendi si ve kendi arzusu içindir. Dolayısıyla bunun için Allah Teala üze rinde herhangi bir ecir isteği olamaz. Çünkü o, Allah Teala için amel edenlerden değildir. Bu yüzden de ecri boşa gider. O, sırf ken di nefsi için amelde bulunmuştur. Bu sayede de dünyada şükran şükran ve minnetle anılmıştır. Onun yaptığı, sırf insanlar içindir. İbnü'l-Mübarek bu manada şöyle demiştir: Fütüvvet ile kıraat arasında tek bir şey dışında hiç fark görmedim. Kıraatin yasakladığı hiçbir şey yoktur ki, fütüvvet onu çirkin görmüş olmasın. Onların ayrıldıkları tek nokta ise şudur: Kıraat ile Allah Teala'mn yüce nzası murad edilirken, fütüvvet ile insanların teveccüh ve övgü leri murad edilir. Hocası Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Fütüvveti ihsan ile yapamayan, kıra ati de ihsan üzere yapamaz. Bu sözün anlamı şudur: Fütüvvetin hükümlerini bilmeyen kişi, ehli fütüvvet olarak tanınabilmek için onun hükümlerini layıkıyla yerine getirmelidir. Böyle biri, kıraatin hükümlerini yerine getirmedikçe ehli kıraat olarak da vasf edilmez. edilmez. Kul, nefsiyle zühd üzere mücahede eder. Yine onunla arzu ve nevalarına karşı durma noktasında da mücahede eder. Hak üzerinde sabretmeye, sevilen bir şeyi -nefsin istememesine rağmen- infak etmek için onunla cihada devam eder ve nefse zühdle yüklenirse ne olur? Bütün bunları ihlasla yerine getiren bir kul, zühd makamına sahip olarak iyiliğe ulaştığı için Allah Teala'mn da övgüsüne layık olur. Zühdü göstermelik olarak yapan kimseye gelince, o asla zahid olamaz. Böyle biri, yapmacık bir zühd tezahürü içinde onun esba bına sarılarak, eşyaya eşyaya değer vermediğini vermediğini göstermeye ve her her haline şükrünü izhar etmeye çalışır. Bunların durumu, sabrı hakkıyla bil medikleri halde sabreder gibi görünenlere benzer. Oysa sabır makamı, sadece sabrın hakikatini bilen ve nefsine bu bilgi üzere sabreden kimse için sözkonusudur. sözkonusudur. Zühdün özü, ölümü bekleyip dünyevi emelleri kısa tutmaktır. Çünkü bu ikisi, tasarruf ve mal yığma fikrini terkederek amelleri daha güzel yapmayı temin eder. İbni Uyeyne şöyle demiştir: Zahidin sının, bollukta şükreden, darlıkta sabreden olmasıdır. Bişr b. el -Hara da (ra) şöyle derdi: Dünyada zühd sahibi olmak, insanlar hakkında zühd sahibi olmaktır. Onlar hakkında zühd sahibi olan, dünya hakkında da zühde ermiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şunu söylemiştir: Zahid, insanlara talepte bulunduğu zaman, ondan uzaklaş. İnsanlardan kaçtığında ise onun ardına düş. Yahya b. Muaz'a (ra), 'Kişi ne zaman zahid olur?' diye sorulmuştu. O da şu cevabı verdi: Dünyayı terketme noktasındaki hırsı, onu talep edenin hırsına ulaştığında. Kasım el -Cu'i şöyle demiştir: Dünyada zühd, karnında sahip olduğun kadar iç boşluğunda göstereceğin zühddür. Zühde işte böyle sahip olabilirsin. el -Cu'i'ye göre dünya, tokluk ve lezzetli şeyler yemek haliydi. Fudayl b. İyaz (ra) ise şöyle demiştir: Zühd, kanaattir, Ona göre de dünya, hırs ve ta -
mahtı. Süfyan ise şunu söylemiştir: Zühd, emeli kısa tutmak, yani kasr -i emeldir. Buna göre dünya da, uzun emelli olmak, yani tûl-i emeldi. Ebu Süleyman ed- Darani (ra) şöyle derdi: Dünya, sizi Allah Te-ala'dan alıkoyan herşeydir. Ona göre zühd; kendini Allah Teala'ya adamaktı. Yine o şunu söylemiştir: Zahid, ancak dünyadan sıyrılarak ibadet ve ictihadla meşgul olan kimsedir. Dünyayı terkederek ibadetle meşgul olmamaya gelince, o da rahatına düşkünlüktür. Davud- i Tai (ra) şöyle derdi: Seni Allah Teala'dan uzak tuttuğu sürece, ailen de, malın da senin için kötülüktür. Ebu Süleyman ed- Darani de bir defasında , 'Her kim evlenirse, hadis yazarsa veya ge çimlik peşinde koşarsa dünyaya meyletmiş olur1 dedi ve şu ayet -i kerimeyi okudu: "Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler başka". (Şuara/89) Sonra da şunu ilave etti: İşte o, içinde Allah Teala'dan başka birşeyin bulunmadığı kalptir. Başka bir vesilede de şöyle demiştir: Zühd ehli, kalplerini dünyevi tasalardan arındırıp ahirete yönelttikleri için dünyada zühd sahibi olmuşlardır. Üveys- i Karam (ra) de şöyle derdi: Kişi bir taleple yola çıktığında zühd de ayrılıp gider. İmamımız ve şeyhimizin şeyhi Ebu Mu -hammed Sehl (ra) şöyle derdi: Zühdün başı tevekküldür. Ortası ise kudreti izhar etmektir. Kul, geri dönüşü olmayan hakiki zühde, ancak kudreti müşahede ettikten sonra ulaşabilir. Kudretin başı ise, bana göre zühdü tel kin eden Kadir- i Mutlak'm kelamını işittiğinde onu müşahede etmesidir. O şöyle buyurmuştur: 'Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp-erittikleri şeylerden de bunun gibi bir köpük (posa) vardır7. (Ra'd/17) Buradaki süs, altın ve gümüştür. Benlikleri esir edip, başları eğdiren bunlardır. Meta ise, bunlar dışındaki diğer madenlerdir. Kul, dünyanın esası olan, müşriğin onun yüzünden şirke düştüğü, tuzağa kapılanların onun yüzünden tuzağa kapıldığı ve tadı birçok kalbe hoş gelen altın ve gümüşün özünü gördüğü zaman, suyun üzerinde dağılan köpüğü müşahede eder. Ki o köpüğün hiçbir faydası, yararlığı ve kıymeti yoktur. Sonuçta altın ve gümüş hakkında zühd sahibi olur. Onun bu zühdü, içten bir zühddür. Çünkü o, duyarak değil yakinen görmüştür. Böylelikle de Hak Teala'mn hak ile tavsif ettiği müminlerden olur. Allah Teala on lar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman da, imanlarını arttırır". (Enfal/2) Zühd, imanın ziyadesi ve artmasıdır. Allah Teala ayetine devam ederek şöyle buyurmuştur: "Ve on lar Rab'lerine tevekkül ederler". (Enfal/2) Böylelikle zühd, tevek küle dahil olmaktadır. Allah Teala daha sonra söyle buyurmuştur: "O'nu vekil edinin ve onların söylediklerine sabredin". (Müzzem miV9-10) Tevekkül, sabra bağlıdır. Allah Teala'mn kelamını bu şekilde d inleyip onu akleden kul, cennetler ve pınarlar arasındaki güvenli yurda ulaştırılacaktır. O, Allah Teala'mn 'mümin' sıfatına da layık olmuştur. Çünkü o, Kur'an okuduğu zaman, onu bütün imanıyla okur. Allah Teala buyurdu ki: "Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu hakkıyla okurlar. İşte onlar ona iman edenlerdir". (Bakara/121) Üstteki ayette Allah Teala'mn koyduğu 'köpük' ifadesi, aslında O'nun tarafından verilen başka bir misale benzetmedir. Allah Tea la'mn misali hak ile batılın su ile köpüğe benzetilmesi şeklindedir. Bu benzetmede hak, faydası ve kalıcılığından dolayı suya, batıl da faydasızlığı ve geçiciliğinden dolayı köpüğe benzetilmiştir. Allah Teala daha sonra, hakikatten uzaklığı sebebiyle altını da köpüğe benzetmiştir. Bu teşbih, mecazi bir teşbih olmayıp müma -selet teşbihidir. Nitekim Allah Teala, "Bunun gibi bir köpük (posa) vardır" (Ra'd/17) buyurmuştur. Mümasillik de araştırılmalıdır. Al lah Teala daha sonra şöyle buyurmuştur: "İşte Allah misalleri böyle vermektedir. Rablerinin çağrısına uyanlara d aha güzeli vardır". (Ra'd/17 -18) Yani onlar için cennet ve beka yurdu vardır. Allah Teala ahirete inanmayanlar hakkında da onların kötü örnek olduklarını ve dünya hayatını ve onun süsünü istediklerini, onunla hoşnut ve yetinir olduklarını haber vererek, kendileri için
yalnız cehennemin olduğunu bildirmiştir. Bakışı, bütün bakışları sindiren, geceyle gündüzü çevirip duran ve katında herşeyden belli mikdar bulunan Hak Teala yüceler yücesidir. O, bizim göremediklerimizi görür. Bizim gücümüzün yet mediği şeylere kKadir'dir. O, müşahede ehlini kendi müşahedesiy -le tahsis etmiş, yine onları kendi ilmiyle kuşatmıştır. Onları dilediği şeylerle ihata ederken dilediklerinden de önlemiştir. Altın ve gümüş, O'nun bu tür kullan için, suyun üzerinde gezinen ve rüzgar ların savurduğu köpükten başka bir şey değildir. Köpük, suyun üzerinde kaybolup giden bir şeydir. Altın ve gümüş, dağlardan çıkarılan madenlerdendir. Allah'ın bu halis kullarına göre dağlar, O'nun sağlamlaştırması sayesinde sabit duran dev dalgalar gibi dir. Onlar, Allah Teala'mn verdiği hareketsizlikle cansız gibi dururlar. Bulutlar da, onlara uğrayıp geçerler. Tüm bunlar, herşeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah Teala'mn sanatıdır. Yeryüzü de bir duman denizi gibi olmuştur. Allah Teala ona dalgalarla vurarak düz yerler ve engebeler arasından şehirleri ve ıssız çölleri çıkarmıştır. İnsanlar ise seraplar içinde yüzen varlıklar gibi, kah aşağılara iner, kah tepeleri aşarlar. Allah Teala tepeler ve ovalar arasında herşeyi tartılı ve oranlı olan varlık ları ortaya çıkarmıştır. Tıpkı gündüzün geceyi uzatması ve akıntıyi örtmesi gibi. Tüm bunlar, O'nun hikmetinin, gizli kudretinin ve ince sanatının ortaya çıkması içindir. Mümin kullar da, O'nun bu nimetlerine şahit olarak şükrü ifa etmeye çalışırlar. Allah Teala buyurdu ki: "Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun tepelerinde yürüyün ve O'nun rızkından yiyin". (Mülk/15); "Onlar her bir tepeden akın ederler". (Enbiya/96); "Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir". (Yusuf/100) O'nun bu planlaması sayesinde farklılıklar biraraya gelmiş, ayrıklar birleşmiş ve bütün dağınıklarla sınırlar gizlenmiştir. O'nun arşı da, sizi sınamak için su üzerindeydi. Bun lar, ahiret ehlinin müşahedesi olup dünyadaki zühdlerinin daha üst ünde bir makama sahip olacaklardır. Peki biraradakiler farklılaştığı, kaynaşmış olanlar ayrıldığı, sudan diri olan herşey açıkça çıktığı, feza genişleyip perde Örtüldüğü, açıklama başlayıp hesaba çalışması hükmedildiği zaman ne olur? "Göklerle yer, birbir iyle bitişik iken Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Onlar yine de inanmayacaklar mı?" (Enbiya/30) İşte bu da dünya ehlinin müşahede sidir. Gaflet ve aldanışlarından çıktıkları zaman, bu müşahede kendilerine çok ağır gelecektir. Ölüm sarhoşluğu onlara hakkı getirdiği zaman şöyle denilecektir: İşte senin yüz çevirdiğin hakikat! Sen bu hususta gaflet içindeydin. Bugün gözündeki perdeyi kaldırdık ki bakışların keskin olsun. "Ta en derinden acıyla sökerek çıkaranlara aiıuolsun. Yumuşacık ç ekenlere andolsun. Yüzdükçe yüzüp gidenlere andolsun". (Naziat/1- 3) Bu da ölüm anında herkesin karşılaşacağı müşahededir. Allah Teala pişmanlık ve kaybedişlerinden dolayı bu anı onlar için olabildiğince ağırlaştırmaktadır. Havas ise, daha evvel müşa hede ettikleri için o dehşetten paylarını almış olurlar. Onlar, seva bın geleceğini düşünür ve diğer kulları bir kenara bırakarak bu nunla meşgul olurlar. Onlar, Hakk'm şahitliği görevini yerine getirir, gizli ve açık, latif ve örtülü, maruf ve münker bakımından O'nun kendilerini şahit tutmasıyla tasarrufta bulunurlar. "Allah emrinde galib gelecektir. Ama insanların çoğu bilmez". (Yusuf/21) Allah Teala'nm galib geldiği hiçbir zaman ortaya çıkamaz. O'nun onlara galip kıldığı ise, daima üstün gelir. Allah Resulü (sav* bu- yurdu ki: "Sözün en doğrusu, şairin şu sözüdür: Dikkat edin, Allah dışında herşey boştur".89[89] Allah Teala buyurdu ki: "Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunlar arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz için". (Talak/12) İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Eğer bu ayeti tefsir 89[89]
Buhâıi, Eikak/29
etseydim, küfre düşerdiniz'. Yanındakiler, 'Nasıl olur?' diye sordular. O da şöyle dedi: Onu inkar ederdiniz. Bu inkarınız da si zi küfre götürürdü. Onun bu sözü başka bir lafızla şöyle de rivayet edilmiştir: Eğer Küçük Nisa -Talak'ı kasdediyor- süresindeki ayeti size tefsir etsey dim, beni taşlardınız. Yani beni tekfir ederdiniz. Çünkü o günün müslümanları sadece dinden çıkanları öldürürlerdi. Yine ondan 'cemî'an=tümü, hepsi' kelimesinin tefsiriyle ilgili şu söz nakledilmiştir: Herşeyde O'nun isimlerinden bir harf adı bulunur. Herşeyin ismi de O'nun ismindendir. Sizler, tamamen O'nun isim, fiil ve sıfatları kapsamında bulunursunuz. O'nun kudretiyle konuşur, hikmetiyle güçlenirsiniz. Ebu Muhammed Sehl de (ra) üstteki ayeti bu manada yorumla yarak şöyle demiştir: Gökten, yakin kadar yüce hiç bir şey inmemiştir. Heva nefsi tayy edildiğinde yedi gök, yedi üst ve yedi alt gökte kaybolu r. Nefsin tayyı, yine tayy edildiğinde üst ve alt gökler arş ve seranın melekûtunda kaybolurlar. Tayym tayyı silindiğinde arş ve sera ceberut -i A'la'da kaybolurlar ve Ezeli, Evvel olan hazır olur. İkinci hadis kaybolup son bâtının zahir olması, örtülü zahi r gizlendiğinde sözkonusu olur. Böylelikle de kul şehitler mertebesine yükselir. Çünkü Allah Resulü (sav) "Dikkat edin, Allah dışında herşey boştur" buyurmuştur. Allah Teala, o kuluna ufuklardaki ayetlerini göstermiş ve hak kendisine açık bir şekilde görünmüştür: "Ayetlerimizi onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz O'nun Hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkat edin, gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkat edin, gerçekten O, herşeyi kuşatandır". (Fussilet/53-54) Allah Resulü (sav), 'Allahım, bana dünyayı kendi gördüğün gibi göster1 diyen birine şöyle buyurmuştur: "Sakın böyle deme, çünkü Allah Teala dünyayı senin gördüğün gibi görmez. Ama şöyle dua et: Allahım bana dünyayı, salih kullarının gördüğü gibi göster". İşte bu, Allah ehlinin şehadetidir. Birinci şahitlik bunda fena bulmuştur. Tıpkı bu ilk şahitliğin, dünya ehlinin müşahedesini kaybettirmesi gibi. Bu makamın açığa çıkarılması ve bu şahitliğin izharı, ancak sıddıklar arasında çok sağlam makama sahip olan şehid/şahide helal olur. Hikmet sahibi der ki: O'nun manaları o kadar yücedir ki şüheda dışında bütün gözlerden gizli tutulmuştur. Şüheda züm resi, Kur'an'da vukufıyet sahibi olup bu bilgileri yayma korkusundan emin olan kimselerdir. Çünkü rubûbiyet sırrını ifşa etmek, büyük bir günahtır. es -Sırr olan Hak Teala'mn sırrım ilan etmek kü fürdür. Zahid, eğer bakışıyla duyup şahitlik edenlerden biri -olabilmek için gereken Hak Teala'mn müşahedesine henüz ulaşamamışsa zühd sahibi olduğu şeyi köpük mesabesinde görmek zorunda kalır. Kalbinin zikriyle bildiklerini de unutur. Buna rağmen Allah katın da, belli bir ecir ve nuru olan bir şahittir. En ulu Şahid olan Hak Teala da böyle buyurmaktadır: "Rableri katında şehidlerdir ve onların ecir ve nurları vardır". (Hadid/57) O'nun müşahedesine şahit olmayan biri nasıl şehid/şahid olabilir ki? Olsa bile, şehadetin nuru olmaksızın Evveliyyet sıfatını nasıl müşahede edebilir ki ? O'nun vahdaniyetinin nuru olmaksızın O'nun kayyûmiyetini nasıl müşahede edebilir ki? Kim bu nur olmadan böyle bir şahitlikte buluna bilir ki? Bu noktaya yaklaş amay anlar içinse Allah Teala'mn şu buyruğu geçerlidir: "Ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır". (KatföO) Bu kul, öyle bir yerde kulak verir ki, Allah'a yakınlık makamına uzak bir yerdir. Böylelikle de beyan ve fîkir ehlinde olur. Hak Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde Allah, size ayetlerini açık lar; umulur ki dünya ve ahirette düşünür sünüz". (Bakara/219- 220) Yani dünyanın fâni ve geçici olduğu, ahi-retin ise baki ve kalıcı olduğu üzerinde düşünürsünüz de baki ve kalıcı olanı tercih eder, gelip geçici olana meyletmeyip onda zühd gösterirsiniz. Çünkü sonu yokluk olanın, başı da sonuna benzer ve başı olmaz. Sonunda fena bulma olmayan ise, sanki daima mevcut gibidir ve bâkiliği bakımından başı da sonuna benzer.
Yüce Allah da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (A'la/17) Allah Teala ahireti, sonunda ba ki kalacağı için kendi sıfatlarından iki sıfatla nitelemiş ve başka bir ayet -i kerimede "Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Ta -ha/73) buyurmuştur. Çünkü başka bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "Sizin yanınızdakile r tükenip gider, Bizim katımızdakiler ise bakidir". (Nahl/96) O, müstağni olduklarını düşünen biz insanları küçülterek dünyayı bize nisbet etmiş ve bizlere onun hakkında zühdü telkin ederken baki olduğunu bilerek Zatı'nı yüceltmek ve bizi ona özendirmek için de ahireti kendine izafe etmiştir. Kul, Allah Teala'mn bildirdiğini idrak ve O'nun kelamım dinleyerek kazandığı anlayış sayesinde aklederek tasdik ettiği şeyi kalp gözü ve imanının yakini ile müşahede ettiği zaman, âhirini hiç ol mamış gibi fâni kılmayacağı gibi, onu daima varolacakmış gibi baki de kılmaz ve bu şekilde üstteki ayet-i kerimeyi hakkıyla tefekkür eden ve ona şahitlikte bulunanlardan biri olur. O, bu ayeti hakkıyla okuyanlardan ve imana layıkıyla sahip olanlardandır. Dünyada layıkıyla zühdde bulunur ve ahireti de hakkıyla arzular. O artık, dinde kuvvet, yakini imanda basiret sa hibi olanlardan biridir. Bu güçleriyle baktığında ise dünyayı aşarak Allah Teala'ya ulaşır. Onun bütün azığı, takvasıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Düşünüp ibret alasınız diye her şeyi çift yarattık". (Zariyat/49) Yani Ferd olan Allah Te- ala'yı hatırlayarak bütün eşkâl ve zıtlardan O'na sığmasınız. Yine O şöyle buyurmuştur: "İbret alın ey basiret sahipleri". (Haşr/2) Bu ayette Allah Teala ile birlikte görebilen basiret sahipleri ifade edil miştir ki onlar hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır: Kimilerine göre bunlar, Kitab'a kuvvetle sarılanlardır. Kimilerine göre, onunla amel edenlerdir. Kimilerine göre ona yakinen iman edenler, di ğerlerine gör e ise, Kitab'ı yaşamada ciddiyet ve gayret gösterenler dir. Her halükârda basiret sahibi bir kul, Kitab'a sıkıca sarılan ve namazı ikame eden ihsan sahiplerinin arasında yer alır. Allah Resulü (sav) "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatar ken Allah'ı zik rederler ve göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" (Al -i İmran/191) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Bu ayeti okuyup da onu düşünmeyenlerin vay haline! Onu okuyup da onun la dudaklarını ıslatanların da vay haline!". Çünkü Allah Teala, gök ler ve yer ile, onların gerisindeki cennet ve cehennem derecelerini ifadeyi murad etmiştir. Ki o da, Melik -i Batın ve Melik-i Kebir olan Allah Teala'ya yükselen melekûtun bilgisidir. Gökler ve yer, aslında yükselen ve alçalan şeyleri ifade etmek tedir. Allah Teala da arş ve seradan onları kuşatmış bulunmaktadır. Gökler ve yer üzerinde düşünenler, bunu idrak ederler. Bu te fekkür daha sonra o kula, melekûtun ardındaki izzeti açıkça göste rir. Bilahare kalpler de yakin nurlarıyla şerhedildiği için fikirler melekûtu aşarak Ufuk -i A'la'ya ve Ceberut makamına ulaşırlar. Tefekkür edenlerin gözleri keskinleşerek mevcut güçleriyle bunu mü şahede ederler. Yakini imanlarının nurları ise, bu ortamı kuşatan eşyayı yakinen görmeye devam eder. Bu durum, daha önce de anlattığımız bazı kulların durumudur ki onlar, Allah Teala'nm müşahede ettikleri hususunda kendilerine tenbihde bulunduğu kullar gibi keşfleri zahir olmayan kimselerdir. O kullar, O'nun gerisinde ve yakinen inandıkları O'nda olana da şahit olurlar. Müminler için, dünya hakkında bundan aşağı ama yakın bir müşahede sözkonusudur. Bu müşahede, akıllar yoluyla oluşur ve onlar dünyanın sadece bir ceza olduğunu görürler. Nitekim bu me-yanda şöyle bir söz nakledilmiştir: "Dünya kula, sadece ona tuzak kurmak için açılır ve ondan da yalnız onun düşüncesinden dolayı uzak kalır". Davud (as) hakkında rivayet edilen haberler arasında şunu gördük: "Allah Teala ona şöyle buyurdu: 'Bilir misin Adem'i niçin ağaçtan yemekle sınadım? Çünkü onun günahını, dünyanın ümranı için bir vesile kıldım". Bu hitabın delaletine göre, Allah Teala'ya itaat, dünyanın yıkımına vesile olmak şeklinde görünmektedir ki bu da, zühddür. Böylelikle şu meşhur hadis
de sıhhat kazanmaktadır: "Dünya sevgisi, her kötülüğün başıdır". Çünkü her türlü kötülük ve günahın temelinde dünya sevgisi ve ona düşkünlük yatar. Ama bu anlayış avama uygun değildir. Çünkü onlar, dünyanın imarıyla emrolunmuşlardır. Bu husus, havasdan bazıları için geçerlidir. Onların sayıca diğerlerinden çok az olmaları da dünyanın imarında kusur oluşturmaz. Burada anlatılmak istenen, dünyanın imarının ehl -i dünya tarafından yapılması yönündeki iradedir. Adem (as) da kendisine yasaklanan ağacın meyvasmı yediği zaman midesi posayı çıkarmak için çalışmaya başlamıştı. Oysa, bu ağaç dışındaki hiç bir cennet ağacının meyvası yiyenin midesini hareket ettirmezdi. Zaten Adem (as) ile eşi de bu sebeple o ağaçtan menedilmişlerdi. Adem (as) yediklerini çıkarabilmek için cennette dolanmaya başladı. Allah Teala onunla konuşmak üzere bir meleği görevlen dirdi. Melek ona, 'Ne istiyorsun?' diye sordu. Adem (as) 'Karnımda-ki bu acıdan kurtulmak istiyorum' dedi. Meleğe, Adem'e (as) şöyle demesi emredildi: 'Onu nereye çıkarabilirsin ki? Yataklara mı, koltuklara mı, akan nehirlere mi, yoksa ağaçların gölgelerine mi? Doğrusu sen dünyaya in'. Böylelikle Allah Teala kuluna lütufta bulunmuş oldu ve onu yeryüzüne indirdi. Allah Teala dünya meyvala -nnı mideyi çalıştırıcı kılmış ve onları sert ve posalı yapmıştır. Böyle yapmak suretiyle de onların değersizliğini göstermiş ve O'nun sunacağı bozulmaz meyvalara rağbet edenleri dünya meyvalarm-dan müstağni kıldığını haber vermiştir. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dünya süslerinden hangisi bana hoş ve parlak görünmüşse, onun batını da bana gösterilmiş ve o süsten uzaklaşmışımdır. İşte bu da, Allah Teala'nın sevdiği ve yakın kıldığı dostlarına olan bir yardım ve inayetidir. Dünyayı ilk sıfatıyla müşahede edenler, onun sonu hakkında yanılgıya düşmez ler. Onun batini hakikatini tanıyanlar da, zahiri görünümüne hayranlık duymazlar. Onun sonu kendilerine keşf yoluyla gösterilen kullar da, onun süs ve yaldızını asla arzu etmezler. İsa b. Meryem (as) şöyle derdi: "Vay halinize ey şer alimleri! Sizin durumunuz, arının iğnesine benzer. Onun dışı kireç, içi ise pis kokuludur". Malik b. Dinar (ra) şöyle demişti: En büyük büyücüden sakının. Çünkü o, alimlerin kalplerini büyüler. Bu sözde kasdedi -len dünyadır. Batıl ile dünyaya karşı ihtiras besleyen kimse, kendi kendini öldürür. Dünyaya yönelik hırsı ve ona duyduğu sevgi daha da güçlenirse, başkalarının da ölümüne sebep olur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Mallarınızı aranızda batılla/haksız yollardan yemeyin ve kendinizi öldürmeyin". (Ni sa/29) Allah Teala, kişinin başkasını öldürmesini, onu Allah yolundan çıkarmasıyla ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Yahudi din adamlarından ve rahiblerden çoğu insanların mallarını haksız yol lardan yerler ve Allah yolundan çevirirler". (Tevbe/34) İsa (as) ile ilgili haberler arasında şöyle bir olay nakledilir: "O, havarilerinden bir toplulu kla seyahat ederken, yolda yere açılmış altınlar görmüşlerdi. İsa (as) altınların başında durmuş ve, 'Bu katildir, bundan sakının' demişti. Ardından arkadaşlarıyla beraber yoluna devam etmişti. Ama havarilerden üçü, altını almak için geri döndüler. İkisi altının başında beklerken üçüncüyü en yakın şehirden yiyecek vs. almak için bir miktar altınla gönderdiler. Ama şeytan onlara şöyle fısıldıyordu: 'Bu malın üçe bölünmesine nasıl razı olurusunuz? Onu öldürün de mal sadece yarıya bölünsün'. Bu vesvesenin tesiriyle arkadaşlarını öldürmeye karar verdiler. Arkadaşları ise yolda benzer bir fısıltıyla karşılaştı: 'Malın üçte birine nasıl razı olursun? O ikisini öldür de malın tamamı senin olsun,'. O da bu vesveseye kanarak çarşıdan yiyecekle beraber zehir de al dı ve yiyecekleri zehirledi. Arkadaşlarının yanma döndüğün de, üzerine atılarak kendisini öldürdüler, sonra da getirdiği yiyecekleri yemeye başladılar. Yemekten kalkamadan ikisi de zehirle nerek öldüler. İsa (as) gezisinden dönerken onları altınların yanı nda ölü olarak gördü. Yanındaki havariler, bu duruma çok şaşırdılar ve 'Bunlara ne olmuş?' diye sordular. İsa (as) da kendilerine olup biteni anlattı." İbnu'l-Mübarek'e, 'İnsanlar kimdir?' diye sorulmuştu. O da, 'Alimler5 cevabını verdi. 'Peki krallar kimlerdir* diye sorulunca, 'Za- hidlerdir' dedi. İbnu'l-Müseyyeb (ra) Ebu Zer'den (ra) şu
hadisi nak-letmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim dünyada zahid -lik yaparsa, Allah Teala onun kalbine hikmeti yerleştirir ve onu hikmetle konuşturur, dünyanı n derdini de devasını da ona gösterir ve onu sağ selim cennete ulaştırır". Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Dünya, yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayanlar onun için mal yığarlar". Hasan el- Basri (ra) şöyle derdi: Bedir'de cihad eden sahabiler- den yetmişini gördüm. Onlar, Allah'ın helal kıldığı şeylerde, sizin haram kıldığı şeylerdeki çekingenliğinizden daha fazla çekingen ve zahidane davranıyorlardı. Başka bir vesilede de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zorluk ve darlık halleri onları varlık ve rahatlık hallerinden çok daha fazla sevindirirdi. Eğer onları görseydiniz, 'Bunlar delirmiş' derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görselerdi, 'Bunlarda ahlak çok zayıf derlerdi. Kötülerinizi gördüklerinde ise, 'Bunlar Hesab Günü' ne inanmıyorlar1 derlerdi. Yine o, şöyle demiştir: Onlardan birine helal bir mal teklif edildiği zaman onu almaz ve şöyle derdi: 'Onun kalbimi bozmasından endişe ederim". Kalbi olan kimse onu bozulmaktan korur, değişmesinden ve rı -za-i ilahiden uzaklaşmasından endişe eder, onun İslah ve irşadı için gayret sarfeder. Kalbi olmayan kimse ise, hevanın karanlıklarında bocalayıp durur. Kimbilir yüzüstü düşer de hem dünyayı, hem de ahireti kaybeder. Ya da dünyadan razı olarak ehli dünya ve Allah Teala'nm ayetlerine karşı ehli gaflet saflarına katılır. Böylelikle de yokluğa razı olmuş ve bunu, hiçbir şeyin kendisine benzemediği Hak Teala'ya tercih etmiş olur. Allah Teala böylelerini nitelerken şöyle buyurmuştur: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar". (Yunus/7) Bu davranış, Allah Teala'dan yüz çevirmeyi hakettiren ve O'nun gazabını gerektiren bir davranıştır. Bunlar, Allah Teala'nm kendi lerinden yüz çevrilmesini ve onlara yönelmenin terke dilmesini em rettiği kimselerdir. O, bu babda şöyle buyurmaktadır: "Şu halde sen. Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur". (Necm/29) O, başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve hevasma uyan ve işinde aşırılığa giden kimseye itaat etme". (Kehf/18) Yani o, Allah Teala'nm yasaklarım çiğnerken, emrettiklerini yapmada da kusur e der. Başka bir tefsirde ise, böyle birinin helake yönelmiş olduğu söylenmiştir. Allah Teala, dünya ehline karşı buğzundan dolayı Resulü'ne (sav) de onlara gıptayla bakmayı yasaklamış ve onların taşıdıkları süslerin kendileri için yalnız fitne olduğunu habe r vererek zühd ve kanaatin daha hayırlı ve kalıcı olduğunu bildirmiştir. O, bu manaları ihtiva eden ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bazılarına, kendilerini onunla sınamak için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131) Ayette tavsiye edilenin kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, günübirlik geçim olduğu söylenmiştir. Diğer bir tefsirde ise, dünya hayatındaki zühd olduğu söylenmiştir. Allah Teala'mn Kitabı'na en uygun olan da budur. Şu ayet -i kerime de buna delalet etmektedir: "Ahiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Ala/17) Yine "Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Taha/131) ayetinin tefsirinde de dünyada zühd sahibi olmak denilmiştir. Yine O, başka bir ayetinde "Allah'ın bıraktığı, sizin için daha hayırlıdır" (Hud/86) buyurmuş ve tefsirde bunun kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, helal kazanç olduğu söylenmiştir. Konuyla ilgili olarak rivayet edilen bir hadis- i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) ashabıyla birlikte on aylık gebe develerden oluşan bir sürünün yanından geçti. -Bunlar, sahabenin en sevimli ve en değerli hayvanlarıydı. Çünkü bunlar, bineğe uygun, ete, süte, yavruya ve tüye sahip hayvanlardı.
Allah Resulü (sav) bunl arı insanların hayırlılarına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: İnsanlar, yüz deve gibidir ki içlerinde bir ta ne hamile deve bulamazsın. 90[90] Yani develerin sayısı çoktur. Ama yukarıdaki beş meziyeti taşıyan dişi develer ise azınlıktır. Allah Te ala bu meziyetleri taşıyan develerle ilgili şöyle buyurmuştur: "Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman". (Tekvir/4) Yani Kıya-met'in dehşetinden dolayı sahipleri bu değerli develeri terkettiği zaman.- Allah Resulü (sav) gebe develerden yüzünü çevirdiği gibi onları görmemek için gözünü aşağı eğdi. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, bunlar bizim en değerli mallarımız, onlara niçin bakmıyorsun?' dediler. Allah Resulü (sav)'Rabbim beni bundan menetti' buyurdu ve şu ayet -i kerimeyi oku du: "Onlardan bazılarına, kendilerini onunla sınamak için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131) Ömer (ra) de "Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda har -camayanlar ise, onlara da acıklı bir azap müjdele" (Tevbe/34) ayet- i kerimesinin nüzuluyla ilgili şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Dinar ve dirhem kahrolsun. 'Allah Teala bi ze altın ve gümüş saklamayı yasakladı. Peki ne biriktirilebilir?' di ye sorduk. Buyurdu ki: 'Herbiriniz, zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kendisine ahiret işlerinde yardım edecek saliha bir eş edinsin".94 Huzeyfe'nin (ra) Allah Resulü'nden (sav) rivayet ettiği hadis -i şerif ise şöyledir: "Her kim dünyayı ahirete tercih ederse, Allah Teala onun kalbini üç şeye müptela eder: Kalbinden asla çıkmayan bir kaygı. Asla kurtulamadığı bir fakirlik. Asla doymayan bir hırs". Ali b. Ma'bed'den Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla şu mürsel hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Bilmemenin ken disi için bilmekten daha sevimli olmasına ve bir şeyin azlığı onun çokluğundan daha sevimli görünmesine kadar kulun imanı kema le ermez".91[91] İsa b. Meryem (as) hakkında nakledilen haberlerden biri de şöy ledir: "Dünyaya ahirete geçmek için yapılmış bir köprüdür. Siz o köprüyü geçin, onu imara çalışmayın'. Adamın biri ona, 'Seyahatin de beni de götür1 demişti. O da, 'Neyin var, sen de çık gel ve beni izle' demişti. Bunun üzerine adam, 'Yapamıyorum' dedi. İsa da (as), 'Zengin cennete çok zor girer buyur du. Bu sözün başka bir rivayetinde 'En arkadan girer' dediği nakledilmiştir. Bir defasında da ona şöyle demişlerdi: Ey Allah'ın Peygamberi, eğer bize emretsen, için de Allah Teala'ya ibadet edeceğimiz bir mabed yapardık'. Bunun üzerine İsa (as), 'Öyleyse gidin ve su üstünde bir mabed bina edin' dedi. Yanındakiler, 'Suyun üstünde bina durur mu?' diyerek şaşkınlıklarını ifade ettiler. O zaman İsa (as) kendilerine şöyle dedi: Peki dünya sevgisi üzerinde ibadet nasıl durur?. Yine o, şöyle derdi: Sizden biri, Allah Teala'ya ibadetiyle övülmeyi istemedikçe ve dünyayı kimin yediğini önemsemedikçe imanın hakikatine ermiş olmaz". Bişr b. Hars şöyle derdi: Takva, ancak zühd ile güzelleşir. Yine o, bir defasında şöyle demişti: İbadet, zenginlere yakışmaz. Zengin ler in ibadeti, çöplüğün üzerindeki bir bahçe gibidir. Fakirin ibadeti ise, bir güzelin boynundaki mücevher gerdanlık gibidir. Allah Te -ala'dan Kitabı'ndan da bu manada esaslar çıkarmaktayız. O, ibadet noktasında fakir kullarını vasfederken şöyle buyurmuştur : "(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir.." (Bakara/273) Allah Teala yine onları vasfederken şöyle buyurmuştur: "Onları rüku edenler, secdeye kapananlar olarak görürsün". (Feth/29) İbadet elbisesi, fakirlikten dolayı sim alarmdaki güzellik nedeniyle onlar üzerinde çok güzel görünmüştür. Lokman (as), şeytanın insana gelebileceği noktalardan sakınması hususunda oğluna öğütte bulunurken şunu söylemiştir: "Eğer sana fakirlik tarafından gelirse ona, 'asıl zenginin Allah Teala'ya itaat ed en, asıl fakirin de O'nun haramlarım çiğneyen kimse olduğunu' söyle. Eğer 90[90]
Buhârî, Rikak/35; Müslim, Fazailü's-Sahabe/232; Tirmizî, Edeb/82; İbni Mâce, Fiten/16; İbni Hanbel, II/7, 44 , 70, 88, 109, 121-123,
139
91[91]
Benzer hadisler için b. îbni Mâce, Nikah/5; Tirmizî, Tefsir-i Suret-9/9; İbni Hanbel, V/278, 282, 366.
seni zenginliğe özendirirse, o zaman da 'zenginlikle kıraati birleştirmenin güzel olmayacağını' söyle". Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'yı hakkıyla bilen kims eler, vaaz ve hikmeti zühd sahiplerinden başkasından dinlemeyi reddeder ve şöyle derlerdi: Dünyaya sarılanlar, bu konularda konuşmaya ehil değildirler. Bu, onlara uygun değildir. İsa (as) ile ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştu: Ey Adem oğlu, dünya hayatında ona veda eden ve Allah'ın katmdakilere rağbet eden kimsenin ağlayışıyla ağla. Dünyadan yetecek kadarıyla iktifa et, sana ondan kuru ekmekle kaba giysiler yetsin. Sana hakkı söy lerim ki, dünyadan aldıkların ve infak ettiklerin günüyle saatiyle yazılıdır. Buna göre davran, çünkü sen bundan sorumlusun. Eğer salih kullanma vaadettiklerimi görseydin nefsin silinip giderdi". İsa (as) şöyle derdi: "Dünyanın tadı, ahiretin acısıdır. Elbisenin güzelliği kalbin kibir ve gururu, karnın dolu oluşu nefsin gücü ve kudretidir. Şunu nak olarak söylüyorum ki, bir hasta yemeğin tadından nasıl lezzet alamazsa, dünyaya aşık olan da ibadetin tadını aynı şekilde alamaz". Dünyada zühd sahibi olmanın görünümle rinden biri de, yumu şak, dikkat çekici ve gösterişli giysilerden uzak durmaktır. Çeşitli tatlardaki leziz yemeklere düşkün olmamak, nimet içinde yüzenlerin arzu ettikleri şehvetlerden uzak durmak ve lükse düşkün olanların aşina oldukları lüks alet ve ev eşyası ile zinetleri terketmek de zühdün tezahürlerindendir Bir şeyin, birden fazla işte kullanılması da zühdün göstergele -rmdendir. Selef-i Salih'in hayatlarında da bunu görmek mümkündür. Onlar, ev eşyasında azla yetinirlerdi. Ehli dünya ise, bunun tam aksine bir iş için birden fazla eşya kullanırlar ki bu da, çokluk la övünmenin tezahürlerinden ve dünya kapılarından biridir. Seleften bir zat şöyle der: Nüsk yani Allah'a hakkıyla kulluğun başlangıcı giysiden geçer. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Giysisi yumuşak olanın dindarlığı da yumuşak olur. İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Kalp kalbe benzeyinceye kadar giysi de giysiye benzemez. Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bezazet imandandır".92[92] Bezazet, giysi bakımından diğer insanlara yakın olmaktır. Bu hususu açıklayan bir diğer hadis de şöyledir: "Kim imkanı varken sırf Allah Teala'ya karşı tevazuundan dolayı güzel bir elbiseyi terkederse, Allah Teala da onu cennet hülleleri arasında muhayyer kılar ki dilediğini seçebilsin"93[93] Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Her kim, Allah Teala uğ runa bir zineti terkeder, O'na karşı tevazuundan dolayı ve rızasını umarak güzel bir elbiseyi çıkarırsa, Allah Teala'mn onun için yakut dolaplarda cennet ipekleri hazırlaması haktır". "Allah Resulü (sav) Küba halkına konuk olduğunda O'na süt ve bal karışımı bir içecek sunmuşlardı. O, bardağı yere bıraktı ve şöyle buyurdu: Ben, bunu haram kılıyor değilim. Fakat Allah Teala'ya karşı tevazumdan dolayı içmiyorum". Sıcak bir yaz günüde de Ömer (ra) kendisine soğuk su ve bal getirmişti. O şöyle buyurdu: "Beni bunun hesabından uzak tutun. Allah Teala peygamberlerin den birine şöyle vahy etmiş tir: 'Velilerime de ki: Benim düşmanlarımm giysilerini giymeyin. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmeyin. Yoksa onlar gibi, sizler de düşmanlarım olursunuz". Bişr b. Mervan Küfe camiinin minberinde halka hutbe verirken Sahabeden bir zat şöyle demişti: Emirinize bakın; üstünde fasıkla-rın giysileri varken, insanlara vaazda b ulunuyor?! Bunun üzerine, emirin ne giydiğini sorduk. Yumuşak bir elbise giydiği söylendi. Amir b. Abdullah b. Rebia, Ebu Zerr'in (ra) yanma gitmiş, üstündeki gösterişli giysilere bakmadan zühd hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebu Zerr (ra) avucuyla ağzını kapattı ve seslice yellen meye başladı. Amir buna çık kızdı ve İbni Ömer'e (ra) giderek şöy le dedi: 'Kardeşiniz Ebu Zerr'in bana ne yaptığını görüyor musunuz?' O da, 'Ne yaptı ki?' diye sordu. Bunun üzerine Amir, 'Ona züh dü anlatıyordum. Benimle alay etmeye başladı' dedi. İbni Ömer 92[92] 93[93]
Ebu Davûd, Teraccül/2; İbni Mâce, Zühd/4. Tirmizî, Kıyamet/39; îbni Hanbel, III/438, 439.
(ra) de şunu söyledi: Sen kendi kendine yapmışsın. Ebu Zerr gibi bir zata bu gösterişli elbiseyle gidiyor ve bir de zühd hakkında konuşuyorsun?! Ali (kv) de şöyle demiştir: Allah Teala hidayet imamlarından şu ahdi almıştır k i onlar, insanların dünyalık bakımından en altta kalanlarından olacaklardır. Böylelikle zenginler de onlara uyacak ve fakirlikleri de yoksul kimseleri ayıplı kılmayacaktır. Ömer (ra) sert pamuklu giysiler giydiği için kınanmıştı. Gömleğinin fiyatı üç beş dirhemi geçmezdi. O, parmaklarından uca sarkan kısımları keserdi. Giyimi hakkında şöyle derdi: "Bu, tevazuya daha yakın ve bir müslümamn gözetmesi gerekene daha uygundur". Bir defasında Yemen yapımı hırkalar gelmişti. Ömer (ra) onları teker teker sahabeye dağıttı. Bilahare Cuma günü hutbe için minbere çıktı. Üstünde Hülle vardı. HuUe, Araplar tarafından aynı cinsten yapılmış iki parçadan oluşan elbiseye denirdi. O dönemde giyilen en güzel giysiydi. Ömer (ra) bu fıalde, Dinleyin, dikkatle dinleyin' diyerek hutbesine başladı. O anda Selman (ra) ayağa kalktı ve 'Allat'a yenin olsun ki din lemeyiz, Allah'a yemin eierim ki dinlemeyi?' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Ne oldu ki?' rüye sordu. Selman aa 'Çünki sen bize tek tek hırka verdin. Kendin ise hülle giydin ve dünyalıkla bizim üstümüze çıktın' dedi. Ömer (ra) tet essüm etti v« şöyle dedi. 'Ey Ebu Ab dullah, acele et cin Allah sana merhamet t uyursun. Kendi giysimi yıkamıştım. Abdullah b. Ömer'in hırkasını ödünç aldım ve onu ken di hırkamla beraber giydim'. Bunun üzerine Selman (ra), 'Şimdi konuş ki seni dinleyelim. Allah Resulü (sav) nimetlerden aşırı yararlanmayı yasaklamıştı' dedi. Ömer de (ra) 'Muhakkak ki Allah Tea-la'nm hakiki kulları, nimetlerden aşırı yararlanın değildirler5 dedi. Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken saçı başı dağınık ve çıplak ayakla gezerken görülmüştü. Kendisine, 'Sen bir emirsin, nasıl böyle olursun?' denildi. O da, 'Allah Resulü (sav) bizi refah düşkünlüğünden menetti ve bize bazen çıplak ayakla da yürümeyi emret ti' dedi. Ömer (ra) hakkında şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir defasında insanlara hitab ederek, 'Allah için bende bir kusur gören varsa ri ca ediyorum bana bildirsin' dedi. Bir genç kalkarak şöyle dedi: Sende iki kusur var. Ömer (ra) 'Allah sana merhamet buyursun, nedir onlar?' diye sordu. Delikanlı, 'Elbiselerini birbiri ardınca giyiyor ve ekmeğine katık katıyorsun' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra), ölünce ye kadar elbiselerini ardarda değiştirerek giymedi ve ekmeğine katık katmadı. Ali (kv) de bir defasında Ömer'e (ra) şöyle demişti: 'Eğer senden önceki iki yoldaşına katılmak istiyorsan, giysine yama vur, izarını tersyüz edip giy ve ayakkabını tamir edip doyurmayacak kadar ye mek ye'. Ömer (ra) kendisi de şöyle derdi: "Avurtları çökertin, besi li olmaktan ve şişmanlamak tan korkun. Kisra ve imparatorunki gibi acem giysilerinden sakının". Ali (kv) de şunu söylemiştir: "Kim bir kavmin giysisini giyerse, o onlardandır". Allah Resulü'nün (sav) daha ağır bir ifade kullandığı rivayet edilmiştir: "Ümmetimin en kötüleri, türlü nimetlerle beslenen, ye meklerin çeşitlerini isteyen, giysilerin türlüsüne talip olan ve avurtlarını doldura doldura konuşanlardır". Umeyr b. Sa'd (ra) Humus valisi olarak Ömer'in (ra) yanına geldiği zaman, Halife kendisine, Tanında dünyalık olarak ne var ey Umeyr?' diye sormuştu. O da şu cevabı verdi: Dayandığım ve yolda karşıma çıkan yılanları öldürdüğüm bir değneğim, azığımı taşıdığım bir heybem, içinde yemek yediğim, başımı ve giysilerimi yıkadığım bir çanağımla içme ve abdest suyunu aldığım bir destim var. Bunun dışındaki dünyalıklar, maiyetimde bulunanlara aittir1. Ömer (ra), 'Doğrusun ey Umeyr, Allah Teala sana merhamet buyur sun' dedi. Halife Humus halkına bir mektup yazarak şehirdeki fakirlerin isimlerini kendisine bildirmelerini istemişti. Onlar da fakirlerin isimlerini yazdıkları mektuba Said b. Cüzeym hatta denir ki Umeyr b. Sa'd'm- ismini de yazmışlardı. Ömer (ra) 'Said b. Cüzeym de kim? diye sorduğu zaman, 'Bizim emirimiz ey müminlerin emiri' demişlerdi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'O da mı fakir?' diye sorunca, 'Evet, şehrimizde ondan daha fakiri yoktur' demişlerdi. Ömer (ra), Teki maaşını ne yapıyor?' diye sorunca, Humuslular, 'Onun tamamım dağıtır, kendisi ve ailesi için hiçbir şey alıkoymaz' dediler.
Bunun üzerine ona dörtyüz dinar göndererek kendisi ve ailesi nin ihtiyaçları için kullanmasını istemişti. Para Umeyr'e (ra) ulaşınca, derhal onu alarak hanımının yanma gitti. Sürekli ağlıyordu. Hanımı, 'Neyin var? Yoksa müminlerin emiri mi Öldü?' diye sordu. Umeyr 'Daha da kötü!' diye ce vap verdi. Hanımı, Toksa müslüman -larda parçalanma mı oldu?' diye sorunca, 'Daha da beter1 dedi. Te ki ne oldu?' deyince şöyle dedi: 'Bana dünya/hk geldi. Allah Resulü (sav) ile beraberken dünya bana açılmamıştı. Ebu Bekir'in (ra) dev rinde de dünya bana açılmamıştı. Ama Ömer'in (ra) günlerine bırakıldığımda iş değişti. En kötü günler, Ömer'in (ra) günleri'. Sonra da Halifenin kendisine gönderdiği paradan sözetti. Hanımı, 'Canım sana fedadır. Onu dilediğin gibi harca' dedi. Umeyr (ra), Teki yapmak istediğimde bana yardım eder misin?' diye sorunca, hanımı 'Tabii ki' dedi. Umeyr (ra), 'Öyleyse bana şu hırkayı ver1 de di. Sonra hırkayı parçalamaya başladı. Parçaları kese şeklinde dü -ğümlüyor, içlerine üçer, beşer, onar dinar para koyup düğümlüyor -du. Sonunda paranın tamamını keseciklere ayırarak bitirdi. Sonra da onları bir torbaya koyarak koltuğunun altına aldı ve dışarı çıktı. Yolda müslüman askerlerden oluşan bir orduyla karşılaştı. Bunlar cihada giden erlerdi. Askerlerin durumlarına göre keseleri onla ra dağıttı ve Ömer'in (ra) gönderdiği paradan tek bir dinarı dahi ai lesi için alıkoymadı. İşte Allah Resulü'nün (sav) ashabı ve ihsan üzere onlara tabi olanlar böyle yüksek sıfat ve erdemlere sahiptiler. Iyaz b. Ganem , ümmetin iyileri hakkında Allah Resulü'nden şu hadisi rivayet etmiştir: "Ümmetimin iyileri arasında, Mele~i A'la'nm bana bildirdiğine göre öyleleri vardır ki onlar, Rablerinin rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O'nun azabının korkusuyla da gizli gizli ağlarlar. Onların rızkı halka çok hafif gelirken, kendilerine çok ağır ge lir. Eski elbise giyer ve ruhbanlara uyarlar. Bedenleri dünyada, gö nülleri ise arştadır". Ebu'd- Derda'nm (ra) abdal zümresini vasfedişi esnasında kendisine şunu sormuştuk: 'Bu sıfatlara biz nasıl sahip o labiliriz?, Onlardan biri olmam için ne yapmam gerekir?' Dedi ki: Ey kardeşimin oğlu, seninle bu yolun başı ve ortası arasında şunlar vardır: Dün yada zühd sahibi olman, ahirete bütün kalbinle yakinen inanman ve onun için amelde bulunman'. Bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki Allah Tea la giydiğini önemsemeyen üstbaşı, dökük kimseyi sever". Sevri ve Fudayl (ra) şöyle demişlerdir: Allah Teala şerrin tamamını bir ev kılmış ve dünya düşkünlüğünü de onun anahtarı yapmıştır. İyiliğin tamamını da bir ev kılmış ve dünyada zühdü onun anahtarı yapmıştır. Yusuf b. Esbat ve Süfyan- ı Sevri'ye (ra), 'Amellerin hangisi daha üstündür?' diye sorulmuştu. Onlar da, 'Dünyada zühd sahibi ol mak' demişlerdir. İsa'dan (as) ri vayet edilen sözün zahiri de bu me-yandadır. Biz bu sözü, Allah Resulü'nden (sav) öğrenmiş bulunuyo ruz: "Dünya sevgisi, her türlü günahın başıdır". Bunun üzerinde düşünüldüğü zaman, dünyayı sevmemenin de bütün sevapların başı olacağı anlaşılmaktadır. Seleften bir zat şöyle derdi: "Günah olarak, asla bağışlanmayan dünya sevgisi yeter". Bundan daha ağır bir söz Süfyan'dan (ra) rivayet edilmiştir. Yahya b. Süleynı et -Taifi, merfu olarak Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Eğer bir kul, bütün sema ve arz ehli nin ibadeti kadar ibadette dahi bulunsa, kalbinde dünya sevgisi bulunduğu zaman Allah Teala ahirette onu öyle bir mevkiye yerleştirir ki onu, bütün yaratılmışlara teşhir eder: Muhakkak ki falan oğlu falan Allah Teala'mn buğzettiğini sevmiştir". Yahya b. Cabir et-Ta'i, Amr b. el-Esved el- Anesi'nin (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Asla dikkat çekici bir elbise giymem. Asla üs tümde dinar varken uyumam. Asla boş işe girişmem ve asla karnımı tamamen doldurmam". Ömer (ra) şöyle demiştir : Allah Resulü'nün (sav) hidayetine bakmaktan hoşlanan kimse, Amr b. el -Esved'e baksın. Allah Resulü (sav) bir sefer dönüşünde Fatıma'mn (ra) yanma uğramıştı. Kapısında bir perde ve kollarında da gümüşten iki bile zik gördü ve geri döndü. Bir süre sonra Ebu Rafı' (ra) onun
yanma gittiğinde ağladığına şahit oldu ve nedenini sordu. Fatıma (ra) da, Allah Resulü'nün (sav) geri dönüşünü anlattı. O da Allah Resulü'ne (sav) eve girmeyiş sebebini sordu. Allah Resulü (sav) de kapıdaki perde ve iki bilezik yüzünden girmediğini söyledi. Bunun üzerine Fatıma (ra) perdeyi yırttı, iki bileziği de Bilal (ra) ile Allah Resulü'ne (sav) gönderdi. Onları sadaka olarak verdiği ve dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği haberini iletti. Allah Resulü (sav) de, Bilal'e (ra) on ları pazarda satıp parasını Suffe ashabına dağıtmasını söyledi. O da iki bileziği iki buçuk dirheme sattı ve parayı Suffe ashabına sadaka olarak verdi. Allah Resulü (sav) kızı Fatıma'mn (ra) yanına giderek, 'Babam sana feda olsun, en gü zelini yaptın' buyurdu. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şöhret uyandıran giysi giymiş hiçbir kul yoktur ki, Allah katında sevgili bir kul olsa dahi onu çıkarıncaya kadar Allah Teala ondan yüz çevirmiş olmasın" 94[94] Süfyan-x Sevr i ve diğerleri şöyle demişlerdir: Öyle bir elbise gi yin ki sizi alimler nezdinde meşhur, cahiller nezdinde hakir göstermesin. Yine o, şöyle derdi: Ben dua ederken yanıma bir fakir uğrarsa, onun geçmesine karışmam. Ama ehli dünyadan bir kişi uğradığında , üstündeki gösterişli elbiselerden dolayı hiddetlenerek onun geçmesine izin vermem. Bir zat şöyle demiştir: Zenginlerin hiçbir mecliste Sevri'nin meclisindeki kadar zelil kılındığını görmedim. Fakirlerin de hiçbir mecliste Sevri'nin mecilisindeki kadar aziz kılındığını görmedim. Başka biri ise şunu söylemiştir: Bizler Sevri'nin meclisine oturdu ğumuzda, onun iltifat ve taziminden dolayı fakir olmayı arzu ederdik. Diğer bir zat ise şunu söylemiştir: Alim ancak o kimsedir ki, fakir onun yanından zengin, zengin de fakir olarak ayrılır. Yine birzat şöyle demiştir: Süfyan -ı Sevri'nin (ra) giysilerine ve ayakkabılarına sadece bir dirhem dört kuruş değer biçtim. İbni Şübrüme şöyle derdi: Giysilerin en hayırlısı, bana hizmet eden; en kötüsü ise benim hizmet ettiğimdir. Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Benim için giysilerin en güzeli beni kullanmayandır. Yemeklerin en lezzetlisi ise, kendisi için ellerimi yıkamak zo runda kalmadığımdır. Ulemadan bir zat şunu söylemiştir: Seni sıradan insanlara karıştıracak giysiler giy, seni şöhretli kılarak sana bakılmayı sağlayacak giysiler giyme. Ömer'in (ra) giysisinde ondört yama saydık ki bunların bir kısmı deridendi. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Adem oğlunun sırtındaki giysilerin çokluğu, Allah Tea -la'dan ona b ir cezadır. el-Havvas (ra) iki parça izardan veya bir gömlek ile altında bir etekten fazlasını giymezdi. Gömleklerinin ucuyla da başlarını örterlerdi. Fakir için müstehap olan bu olduğu gibi, giysinin sınırı da budur. Ebu Süleyman ed -Darani (ra) şöyle der di: "Giysi üç türdür: Allah Teala için giyilen giysi; Nefs için giyilen giysi ve halk için giyilen giysi. Allah Teala için giyilen,avret mahallini örtüp içinde farzları eda edebildiğiniz giysidir. Nefs için olan ise, yumuşaklık ve şıklık aradığınız giysidir. Halk için olan da, gösterişli ve süslü giy sidir. Bir giysi, hem Allah Teala, hem de nefs için olabilir". Ulemadan bazıları kırk dirhemin - başka bir görüşe göre yüz dirhemin - üstünde değere sahip olan giysilerin giyilmesini mekruh görürlerdi. Bu değerl erin üstünde olan giysileri, israf ve aşırılık olarak görürlerdi. Ulemanın çoğunluğu ve tabiunun ekseriyetine baktığımızda giysilerinin değerlerinin yirmi ile otuz dirhem arasında olduğunu görürüz. İlk sahabilerin giysileri ise on iki dirhem ci varındaydı. Onlar genellikle yirmi küsur dirhem kıymetinde iki parçalı elbise giyerlerdi. Allah Resulü (sav) de dört dirheme bir elbise satın almıştı. O'nun iki elbisesinin değeri de on dirhem ile bir dinar arasındaydı. Allah Resulü'nün (sav) izarınm boyu dört buçuk arşın idi. O, üç dir heme de birkaç şalvar almıştı. Yünden dokunmuş iki adet beyaz ih ram giyerdi. Bunlar, aynı tür iki bölümden oluştuğu için hülle ola -rakta anılırdı. Belki, aynı cinsten iki esvap da giymişti. Muhtemelen Yemen işi hırkalardan veya kaba olan Sehuli'lerden de iki tane 94[94]
Ebn Davûd, Libas/4; İbni Mâce, Libas/24; İbni Hanbel, II/Ö2
giymişti. Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) gömleğinin iki giysi gibi durduğu söylenmiştir. Allah Resulü (sav) hayatında yalnız bir gün, iki -yüz dirhem değerinde ince ve saf ipekten yapılmış sarı çizgili bir hırka giymişti. O gün ashabı hırkaya dokunuyor ve beğenilerinden dolayı, 'Bu sana cennetten mi indi?' diye soruyorlardı. Halbuki onu İskenderiye Kralı Mukavkıs hediye etmiş ve hediyesini kabul etme lütfunda bulunmasını ve onu giymesini rica etmişti. Allah Resulü (sav) a shabının ilgisi üzerine bu hırkayı çıkardı ve onu müşriklerden birine gönderdi. Ardından da ipek ve halis ipek dibace kumaşını yasakladı. O'nun ipeği giymiş olması, sonrakiler için koyduğu yasağın teyidi anlamında olabilir. Bilindiği üzere, altın yüzüğü de sadece bir gün takmış, sonra da onu çıkarıp atmış ve erkekler tarafından takılmasını yasaklamıştı.95[95] O'nun Aişe'ye (ra) cariye hakkında, 'Onun ailesine vela akdini şart koş'96[96] buyurması ve Aişe'nin (ra) bunu şart koşmasından sonra minbere çıkarak b u tür akdi yasaklaması da buna örnek verilebilir. Bu da, sözkonusu yasağı pekiştirme yönünde bir davranıştır. Aynı şekilde Mut'a nikahını da üç zaman mubah kıldıktan sonra yasaklamış ve bunu nikah emrini pekiştirmek için yapmıştır. Bazı dünya alimleri, bu nlara dayanarak, nefislerinin telkinlerine uyar ve insanları bunlarla kendilerine çağırır ve Allah Teala'ya da vet ettikleri iddiasında olurlar. Oysa onlar, müteşabih hadisi tevil yoluyla çarpıtmaktadırlar. Yoldan çıkmışlar da, Kur'an ayetlerini tevil ederek çarpı tmışl ardır. Bunu yaparken de fitne umarak heva ve arzularına tabi olmuşlardır. Bir gayeleri de, bu tevilleriyle dünyalık kazanmak olmuştur. Allah Resulü'nün (sav) hadisleri de, Kur'an ayetleri gibi, nasih-mensuh, muhkem- rnüteşabih ve hass-'amm k ısımlarına ayrılmaktadır. Heva ve dünya ehli alimler, Allah Resulü'nün (sav) söz ve fiillerindeki muhkem sünnetten yüz çevirerek yukarıda anlattığımız türden rivayetlere yönelmişlerdir. Mesela "Allah Resulü (sav) bir defasında üzerinde şekil bulu nan nak ışlı bir elbise ile namaz kılmıştı. Selam verdikten sonra 'Bundaki nakışlar beni meşgul etti, bunu Ebu Cehm'e götürün de bana düz bir elbise getirin' buyurmuştu". 97[97]Böylelikle kaba giysi yi, yumuşak giysiye tercih etmişti. "O, bir defasında Aişe'nin (ra) kapısında süslü bir perde görmüş ve onu yırtarak, 'Onu her görüşümde dünyayı hatırlıyorum. Onu falan aileye gönder5 buyurmuştu". 98[98] Bir gece Aişe (ra) O'nun için yeni bir yatak sermişti. Her zaman eski bir abanın üstünde uyur du. O gece sabaha kadar yat akta dönüp durdu. Sabaha çıktığında Aişe'ye (ra), 'Eski abayı tekrar ser, bu yatağı da benden uzaklaştır. Beni bütün gece uyutmadı". Bir defasında da "Akşam üzeri beş veya altı dinar kadar bir para gelmişti. O gece para yanındayken yatağa yattı. Ama gece yarısı kalktı ve o geç vakitte parayı elden çıkarttı. Aişe (ra) diyor ki: 'Ancak bundan sonra uyudu ve hırıltısını duymaya başladım. Allah Resulü (sav) bilahare şöyle demiştir: 'Eğer Muhammed, yanında bu parayla Rabbine kavuşursa, ne olacağını zanneder ki ?". Bir defasında da Allah Resulü'nün (sav) terliğinin bağları eskimişti. Onları deriden yeni bağlarla değiştirdikten sonra namaza durdu. Selam verdikten sonra, 'Bana eski olanı getirin, bunu da alın. Namaz boyunca ona baktım' buyurdu". "Allah Resulü (sav ) yeni bir yüzük takmıştı. Minberde iken ona dikkatle baktı, sonra da çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bir size 95[95]
Allah Resulü'nün (sav) giyimi, ipek ve altının tahrimiyle ilgili hadisler için b. Ebu Da-vûd, Libas/7; Nesa'î, Zinet/83; İbni Hanbel, 1/90, 139, 153/ Buharı, Libas/45 -47; Müslim, Libas/54, 57; Ebu Davûd, Hatem/1; Tirmizî, Libas/16; Nesa'î, Zinet/33, 43, 44-53, 77-81; Muvatta, Sıfatü'n- Nebi/37/Buhârî, Libas/27, 36, 45; Müslim, Eşribe/27-28, Libas/2; Tir mizî, Edeb/45; Nesa'î, Cenaiz/53; İbni Mâce, Libas/16; Dârimî, Eşribe/25, îsti'zan/20; İb ni Hanbel, IV/134, 284, 287, 299 V/385. 96[96] Buhârî, Büyu/73, Şurat/13; Müslim, 'Itk/8; Muvatta', 'Itk/17 97[97] Buhârî, Salat/14; Ebu Davûd, Libas/8. 98[98] Buhârî, Edeb/75.
bakıyorum, bir buna bakıyorum, beni sizden alıkoydu". 99[99] Allah Teala buyurdu ki: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin". (Al-i İmran/31) Allah Resulü (sav) de buyurur ki: "Kim beni severse, sünnetime uysun". Meşhur bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Size düşen benim sünnetime ve benden sonra hidayete rehberlik eden raşid halifelerin sünnetine (uymaktır). (Sünnetlere) azı dişlerinizin kuvvetiyle sanlın". 100[100] Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Allah sevgisinin alamet lerinden biri de Allah Resulü'nün (sav) sevgisidir. Allah Resulü'nü sevmenin alametlerinden biri ise, sünneti sevmektir. Sünneti sevmeni n alametlerinden biri de dünyaya soğuk bakmaktır. Dünyaya soğuk bakmanın alametlerinden biri de ondan sadece yeteri kadarını almaktır" Rivayete göre Allah Resulü (sav) Aişe'ye (ra) şöyle buyurmuştu: "Eğer bana katılmak istiyorsan, zenginlerin meclisini pa ylaşmaktan sakın ve yamalar vuruncaya kadar elbiseni değiştirme". 101[101] "Allah Resulü (sav) yeni bir çift ayakkabı giymişti. Onların güzelliğini beğenince hemen secdeye kapandı. Sonra da çevresindekilere şöyle dedi: Onların güzelliğini beğenmiştim. Sonr a hemen bana gazap et memesi için Rabbimin önünde tevazu ile eğildim. Ardından o ayakkabıları çıkardı ve gördüğü ilk fakire verdi. Ali'ye (kv) emrederek yeni bir çifti giymesini istedi. O da Allah Resulü (sav) için bir çift sind işi ayakkabı giydi. Allah Resulü de (sav) onları kalıbı eskidik ten sonra giydi". Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü benim en yakını ma oturacak olanlar, dünya karşısında benim gibi olanlardır" 102[102] O, şöyle dua ederdi: "Allahım Muhammed ailesinin rızkını (günlük) gıda kıl". 103[103] Yine O, şöyle buyurmuştur: "Allah Teala, dünyadaki rızkım günübirlik azığı kıldığı kuluna azap etmez". Başka bir hadisinde ise şunu söylediği rivayet edilmiştir: "İslam'a iletilen ve dünyadaki rızkı günlük azığı olup buna kanaat eden kula ne mutlu!". Bu hadisin başka bir lafzında ise "Günlük azığına sabreden" ifadesi yeralm akta dır. Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Zengin veya fakir hiçkimse yoktur ki Kıyamet günü, dünyadaki rızkının günlük azıktan ibaret kalmasını temenni etmiş olmasın". 104[104] Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Allahım, her kim beni sever ve benim davetime icabet ederse onun mallarını ve çocuklarını azalt. Her kim de bana.., uğzeder ve davetime icabet etmezse onun da mallarını ve çocuklaımı çoğalt, onun çocuklarını hazırla". Yani ona tabi olanları artır. Sahabe (ra) sevmedikleri kişi için böyle dua ederlerdi. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyanın eksikliği, ahiretin ziyadesidir. Dünyanın ziyadesi ise, ahiretin eksikliğidir". Öncekilerden şöyle bir söz rivayet edilir: "Kendisine dünyalık namına bir şey verilen hiç kimse yoktur ki, derecesi eksilmemiş olsun. Allah Teala nezdinde pek değerli olsa bile bu böyledir". İbrahim b. Ahmed el-Havvas (ra) iddia sahiplerini vasfederken şöyle demiştir: "Bir topluluk da vardır ki, gösterişli elbiseler giymelerine rağmen zühd iddiasında bulunurlar. Böylelikle insanların gözlerini boyayarak kendilerine yönelmelerini ve fakirlere baktıkları gözle bakmamalarını sağlamak isterler. Bu şekilde hakir görülmekten ve yoksullar gibi sadaka verilir olmaktan kurtulmak isterler. Onlar nefslerinin aldatmasıyla ilimlerinin genişliği zanmndadııiar. Kendilerini Sünnet üzerinde görürler. Onlar terkederken eşya onlara dahil olur. Oysa onlar, başkalarının illetine sarılmaktadırlar. Kendilerinden gerçekleri söylemeleri istendiği zaman, dar yollara sığınırlar. Bütün bu 99[99]
İbni Hanbel, 1/322. Ebu Davûd, Sünnet/5; Tirmizî, ilim/16; İbni Mâce, Mukaddime/6; Dârimî, Mukaddime/16; İbni Hanbel, IV/126. 101[101] Tirmizi, Libas/38. 102[102] Tirmizî, Birr/71 103[103] Buhârî, Rikak/17; Müslim, Zühd/18, 19, Zekat/126; Tirmizî, Zühd/38; İbni Mâce, Zühd/9; İbni Hanbel, 11/232,. 446 104[104] İbni Mâce, Zühd/9 100[100]
insanlar, dini kullanarak dünyalık yeme peşinde olanlardır. İçlerini temizlemek gibi bir kaygıları yoktur. Ne de nefslerini terbiye etmeye çalışırlar. Zaten sıfatlan da üstlerinde açıkça görülmekte ve şahsiyetlerine hakim olmaktadır. Ama yine de kendileri için bir hal iddiasındadırlar. Onlar, dünyaya meyleden ve nevalarına tabi olan kimselerdir". el-Havvas (ra) iki parça iz ar ve altında bir etek bulunan bir gömlekten fazla birşey giymez, onun sarkan kısmını da başına uzatır ve başını onunla örterdi. Fakir için müstehap olan giyim de budur. Fakirlerin üstünlüğü, fakirliğin faziletleri, dünyanın kınanması ve zenginlerin eksikliği hakkındaki hadis ve nakiller sayılamayacak kadar çok sayıdadır. Bunların hepsine yer verme gayesinde değiliz. Zaten bu hususta delil olabilmesi için çoğunu zikretmek de gerekmemektedir. Zühdün şekillerinden biri de; binaları lüzumundan büyük tut mamak, yüksek bina inşa etmemek ve binaları ancak gerektiği kadar toprak kullanmak suretiyle yaparak dış cephesine sıva vurmaktan sakınmaktır. Denildi ki: Allah Resulü'nden (sav) sonra ortaya çıkan ilk bidat, kalburlar ve kirişlerdir. Tûl-i emel düşkünlüğü sebebiyle ilk ortaya çıkan şeyler de, terzilik ve sıvacılıktır. Halbuki eskiden giysiler kabaca biçilip dikiliverirdi. Binaları kireç ve ince kumla sıvamaya gelince, bu da sonradan çıkmış bir adettir. Önceleri, yapraklı hurma dalı ve buğday sa -. pıyla kapatırlardı. Bir haberde de şöyle denilmektedir: 'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, Yemen hırkalarının süslenmesi gibi binalarını süsleyeceklerdir". Ömer fra) Şam yolunda kireç ve toprakla inşa edilmiş bir köşke baktı ve tekbir getirerek şöyl e dedi: "Bu ümmet içinde, Haman'ın Firavun için yaptığı binalar gibi bina yapan biri çıkacağını zannetmezdim". O, bu sözüyle Firavun'un tef sirde nakledilen şu enirini kasdetmekteydi: "Ey Haman, benim için toprak üzerine yükselen dağ gibi binalar dik". Den ir ki: Kireç ve kum kullanarak bina yapanların ilki Firavun'dur. Bunun insaasını ilk gerçekleştiren kişi de Haman'dır. Daha sonra diğer azgın kimseler bunları izlemişlerdir. Kur'an'da geçen 'Zuhruf yani süs ve güzellik kavramı da işte bu dur. Seleften bir zat, bir şehirde gördüğü cami hakkında şunu söylemiştir: Ben o mescidi ilk gördüğümde hurma dallarından yapılmıştı. Daha sonra kerpiçten yapılmış olduğunu gördüm. Şimdi ise tuğladan örülmüş olduğunu görüyorum. Hurma dalından yaparak orada ibadet edenler , kerpiçten yapanlardan, kerpiçten yapanlar tuğladan yapanlardan daha hayırlı idiler. Selef arasında hayatı boyunca evini birkaç kez yeniden yapanlar vardı. Onlar evlerinin sağlamlığına önem vermeyen ve kısa vadeli düşünen zahid insanlardı. Hatta kimileri, hacca veya cihad için sefere çıktıklarında, evlerini boşaltarak başka bir müslümana karşılıksız verir, seferden dönüşlerinde geri alırlardı. Çünkü onların evleri kuru ot, bir tür yeşil yaprak veya deridendi. Günümüzde de (Hicri IV. yüzyılı kasdediyor) Yemen civarındaki Arapların evle ri böyledir. Allah Resulü (sav) Abbas'a (ra) yükselttiği bir terası yıkmasını emretmişti. Bir defasında ise yüksek cumbası olan bir ev görmüş, yanındakilere, 'Bu ev kimin?' diye sormuştu. Onlar da sahibinin ismini z ikretmişlerdi. Anılan kişi Allah Resulü'nün (sav) meclisine gelince O, kendisine yüz çevirerek iltifat etmedi. Adam da orada bulunanlara Allah Resulü'nün (sav) yüzünün değişme sebebini sordu. Onlar da yaşanan olayı aktardılar" Bunun üzerine adam giderek o cumbayı yıktı. Bilahare Allah Resulü (sav) oradan geçerken, cumbanın yıkıldığını gördü. Yanmdakilere sorunca sozkonusu şahsın onu yıktığını haber verdiler. Allah Resulü (sav) de o şahıs için hayır duada bulundu. Selefin binalarında tavan, insan boyundan biraz yüksek tutulurdu. Hasan el- Basri (ra) şöyle derdi: Allah Resulü'nün (sav) asha bının evlerine girdiğimde elimle tavana değerdim". Amr b. Dinar ise şöyle demiştir: Kul, binayı altı arşının üstünde yükseltmeye başlayınca bir melek ona seslenerek şöyle der: Nereye ey fasıkların fasığı? Rivayete göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Kendi ne yetenden daha yüksek bina
inşa eden kişi, Kıyamet günü onu taşıyacaktır". Ömer (ra) yüksek bir evin önünden geçerken şöyle demişti: "Dirhemler, ancak başlarının üstünde çıkacağı için (böyle yüksek yapmışlar)". Yine o, valilerinden birine gittiğinde, gayet yüksek ve sıvalı bir bina yaptığını gördü ve şunu söyledi: 'Benim, her hain üzerinde iki güvenilir denetçim vardır: Su ve toprak'. Ardından vali nin mal varlığını taksim ederek devlet hazînesine koydu. Bir haberde ise şu ifade yeralmıştır: "Yapılan her harcama için kula sevap yazılır. Su ve toprağa harcananlar hariç". Seleften de şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Allah Teala bir kulun malına karşı hiddetlendiği zaman ona su ve toprağı musallat eder. Yahya b. Ye -man (ra) şöyle derdi: Süfyan-ı Sevri (ra) ile yürüyorduk. Görkemli bir kapıya dikkatle baktım. Sevri, 'Ona bakma' dedi. Bunun üzerine, 'Ey Ebu Abdullah, herhalde bakmayı mekruh görmüyorsun' dedim. ' Ona baktığın zaman yaptırana destek olmuş olursun. Çünkü o, sadece ona bakılması için böyle bir kapı yaptırmıştır. Eğer önünden geçenlerin hiçbiri ona bakmasaydı, böyle bir kapı yaptırmazdı' dedi. Selef -i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Onların gösterişli binalarına bakmayın. Çünkü onlar, bu binaları sırf sizler için süslerler. Allah Teala da bir ayet- i kerimede şöyle buyurmaktadır: "O ahi -ret yurdunu, dünyada azgınlık ve fesad istemeyenlere nasip kılarız". (Kasas/83) Bu ayetin tefsirinde denildi ki: "Yani çokluk ve önderlik sevdası ile binalarla övünme". Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: "Soğuk ve sıcaktan korunmak için yapılanlar dışında her bina, Kıyamet günü sahibi için yüktür". 105[105] Yine O, evinin darhğından yakınan bir kişiye "Semada geniş ol" buyurmuştur. Bu hadisin ilk yorumu, 'yani cennette' şeklinde yapılmıştır. İkinci yoruma göre ise O'nun muradı marifet ve ilimde genişlemedir. O, mekanda değil bilgide genişliği tavsiye etmektedir. Şunu bilin ki zühd, rızkı eksiltmez. Ama o, sabrı arttırıp açlık ve fakirliği daimi kılar. Bunlar da zahid için dünyadaki mahrumi yetine, mal biriktirme ve rahata erme sevdasından uzak durmasına karşılık uhrevi bir rızık olur. Zühd de bu rızkın vesilesi ve sebebi olmuş olur. Zahidi dünyadan uzak tutan ve zen ginlikten meneden herşey, onun için uhrevi bir rızık ve Allah Teala'nın nasip ettiği doğru irade ve tedbirli düşünce ile yüksek dereceler olur. Nitekim ulemadan bir zattan da bu meyanda bir olay nakledilmiştir: Ona bir bakkal gelerek şöyle dedi: Benden başka bakkal bulunmayan bir semtte dükkan işletiyor ve iyi satış yapıyordum. Sonra aynı semtte başka bir bakkal daha açıldı. Acaba bu, benim rızkımı eksiltir mi? Alim, 'Hayır, ama satışını azaltabilir5 dedi. Oyun oynaşta olup Allah Teala'nın hükümlerini geçersiz kılan biri, kendi arzularına teslim oluş ve servetindeki genişliği açıklamak ve dost edindiği ehli dünyaya kendini haklı göstermek için şöyle diyebilir: Dünyada zühd, benim rızkımdan hiç bir şeyi eksilt mez. Bu nedenle de, zenginlik, rahatlık, zevkle re dalma, mal birik tirme ve nimetlerden fazlasıyla yararlanma özelliklerine rağmen zühd makamı da olabilir. Çünkü benim yediğim, sadece benim için takdir edilen rızıktır ve ben kendi kısmetimi yemekteyim. Bu du rumda da benim için zühd makamı, tevekkül ve rıza halleri sözko-nusu olabilir. Bu tarz düşünen biri şöyle de diyebilir: Zühd, servet ve dünya süsleriyle birlikte de olabilir. O, bu tür konuşmalarla zühdü bilmeyenlere zenginliği yaldızlamakta ve zahidlerin yollarını bilmeyenleri aldatmaktadır. O, dünyalık uğruna dinini satanlardan veya yaldızlı sözlerle gafillere aldatıcı bilgiler sunanlardan biri de olabilir. Bu gibi insanlar hakkında, Ali'nin (kv) "Allah'dan başka hakem yoktur" diyen Hariciler hakkında söylediği şu söz geçerlidir: "Hak bir sözle, batıl murad edilmiştir". O, bu teşhisinde gerçekten de doğruyu dile getirmiştir. Çünkü Hariciler, üstteki sözleriyle imamların hüküm ve hakemliklerim iskât ederek adil imama itaati terketmek istemişlerdir. 'Ben, yal nızca kendi rızkımı yiyor ve eşyadan da kendi kısmetimi alıyorum' diyen kimse de, asıl itibarıyla nevasına bahane aramakta ve cahillerin kendisini kınamaları endişesiyle onlar 105[105]
İlgili hadisler için b. Tirmizî, Kıyamet/39; Ebu Davûd, Edeb/157; İbni Mâce, Zühd/13.
nezdinde bir özür bul maya çalışmaktadır. Aldanan kişi, aldanış hastalığını bilemez. Bu gibi iddialarda bu lunan kimse, dünyadan rızkını yerken ve Allah Teala'nın bahşettiklerinden kısmetini alırken, bunu eksilme ve ilahi rızadan uzak laşma laşma hükmü gereği, aşırı düşkünlük ve hırs sıfatıyla yapmaktadır. Çünkü hırsız ve gaspedici de kendi rızıklarmı yemekte ve kendi kısmetlerini almaktadırlar. Ama bunu gazap ve kötü tercih hük müyle müyle yapmaktadırlar. Zira Allah Teala, zalimlere rızkın haramını verirken, takva sahiplerine de onun helalini nasip etmektedir. Bu iki zümre arasındaki fark; Allah Teala'nın düşmanlarına kötü kaza ve bedbahtlığı eriştirirken, velilerine de güzel başarı ve mutluluk tercihini ihsan etmesidir. Bu tür iddiada bulunan kimse, zühd rızkından kendini mahrum etmiş, fakirlik sevgisi adına da büyük kısmetinin önemini bilme-miştir. Böylelikle ahiretteki en faziletli nasibini de eksiltmiştir. Çünkü dünya, ahiretin zıddıdır. Allah Teala kulun dünya uğruna harcadığını ve onun uğradığında sarfettiği çabaları zahidlerin yolları karşısındaki derecesinin alçalma sebebi kılmıştır. Kul, dünya ile sınanmış ve bu meyanda ke ndisine bütün nimet lerin kapıları açılarak samimiyetinin yalancılığından ayrışması murad edilmiştir. O da bu fitneye kapılarak, geçirdiği imtihanı far -ke dem emiştir. Sonuç itibarıyla eğer bu müşahedesinde samimi ise, ulaştığında yalancı olmamış olur. Ama bu hali, onun için günahtan korunmuş ariflerin ilimlerine karşı bir perde olur ve o, bu ilmiyle azaba derece derece yaklaştırılmış olur. Çünkü bu ilim, dünya ilim i limlerinden olup dünyanın yokolmasıyla yokolup gidecek ve ahirette hiçbir meyvası olmayacaktır. O, bu ilmiyle tuzak kurmuş ve bunu korku ehlinin ilimlerine denk tutmuştur. Vera' ehli zahidlerin müşahedesine gelince; onlar helale titizlikle yaklaşan yaklaşan ve hakkıyla amelde arzu ve hırslarını terkederek sıdk sahibi olan kimselerdir. Yukarıdaki zümrenin ikinci kısmına gelince; eğer müşahedelerinde samimi değilseler, nefslerine zulmetmiş olurlar. Çünkü ulaştıkları noktaya dair iddiaları bunu gerektirmektedir. Bunlar, şeytanların dostları ve dalalete sevkedenlerin imamlarıdır. Allah Teala oyun ve eğlencede o lanlar için bir fitne hazırlamış ve onları bu fitneye doğru sürüklemiştir. Onlar, asla takva sahiplerinin imamı olamazlar. Aksine gafil ehli dünyadan ve in sanları saptıran dalalet imamlarından olurlar. Onlar, imansızlık ve tamahkarlıktan dolayı selef yollarına kıymet vermez, dünyaya rağ bet ederler. Allah Teala, yakin sahiplerinin ilimlerine ve müşahedelerinin hakikatlerine denk tuttukları hususta onlara tuzak kurmuştur. Onlar böylelikle Allah Teala'nın murad ettiği şekilde dönüp durmakta ve kendilerine kurulan tuzağı farketmemektedirler. Kendilerinin sunulan nimetler sayesinde derece derece azaba çekildiklerini görememektedirler. Gerçi bunu bilmeleri de mümkün değildir. Zira Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz onları, bil meyecekleri bir yönden derece derece (azaba) yaklaştıracağız". (A'raf/182); "Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onların hissetmedik leri leri yönden bir tuzak kurduk". (Neml/50) Allah Teala'nm tuzak kurduğu kimsenin bunu farketmesi ya da azaba derece derece çekilenin bunu bilmesi, ne kadar uzak bir ihti maldir! Çünkü tuzak kuran, tuzak kurucuların en titizi, azaba çe ken de hüküm sahiplerinin en hikmetli olanıdır. Zahir ilmiyle aldanmaktan Allah Teala'ya sığınır, O'ndan Resu -lü'ne ve ailesine salat-ü selamda bulunmasını ve bizi t ahkik ilminin müşahedesine en güzel şekilde muvaffak kılmasını niyaz ederiz. Bu söylediklerimiz anlamında nakledilen birçok hadis ve haber mevcuttur. Mesela dünya ile ahiretin iki kuma gibi oldukları ve birinin rızasının diğerinde öfke doğurduğu söylenmiştir. Başka bir haberde ise, bu ikisi doğu ile batıya benzetilmiş ve birine yönelenin, diğerine sırt çevirdiği bildirilmiştir. Üçüncü bir haberde ise, te razinin iki kefesine benzetilmişler ve birinin ağır basmasının diğerinin hafiflemesine yolaçtığı söylenmiştir. Ömer (ra) şöyle derdi: Allah'a yemin olsun ki dünya ve ahiret, si ze ait iki bardak gibidir.
Birini doldurmanız, ancak diğerini boşaltmanızla mümkün olur. Yani eğer dünya ile dolarsanız, ahiret bakımından boşalır; ahiret bakımından dolarsanız, dünya bakımından boşalırsınız. Eğer ahiret bardağınızın üçte biri dolu ise, dünya bardağınızın üçte ikisi dolu olur. Eğer ahiret bardağınızın üçte ikisi dolu ise, o zaman da dünya bardağınızın üçte biri dolu olmuş olur. Bu güzel bir benzetmedir. Ama zor luk luk ve incelik içermektedir. Seleften bir zat şöyle demiştir: Dünya nimetlerinden yararlan makla birlikte zühd sahibi olan kimse, ellerindeki suyu balıkla yıkayan kimseye benzer. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Dünyayı talep etmesine rağmen zühd gösteren kimse, çıra ağacıyla ateş sön dürene benzer. Şam halkının zahidlerinden bir zat, insanlara zühdü anlatırdı. Reca b. Hayye de Şam'ın en tanınmış fıkıh alimlerinden biriydi. Bir gün o zahid camiye gelmedi. Caminin müezzini onun yerine konuşmaya başlayınca, Reca sesin sahibini yadırgadı ve 'Bu da kim?' diye sordu. Konuşan kişi de, 'Ben falanım' diyerek kendisini tanıttı. Bunun üzerine Reca şöyle dedi: 'Sus, Allah sana afiyet versin. Bizler zühdü, ancak ehlinden dinlemek isteriz. Bu olayın değişik bir naklinde ise, 'Biz vaazı, ancak zühd ehlinden dinlemek isteriz' dediği bildirilmiştir. İsa (as) rivayete göre şöyle buyurmuştu: "Dünya ehlinin mallarına bakmayın. Çünkü onların mallarının pırıltısı, sizin imanınızın nurunu söndürür". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Mala çok bakmak, imanın tadını emip bitirir. Bir hadiste ise, Allah Resu -lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her ümmetin bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise dinar ve dirhemdir". Bu zağının aslı, süs takılarmdandır. Allah Teala buyurdu ki: "Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte erittikleri şeylerden de bunun gibi bir posa (çıkar)". (Ra'd/17) Bu ayet -i kerimeyi dinleyen kişi şu hadisi de rahatlıkla anlayacak tır: tır: "Doğan hiçbir gün olmaz ki dört melek çıkarak dört farklı sesle ufuklarda nida etmesinler. Onların ikisi batıda ikisi de doğudadır. Doğudaki iki melekten biri şöyle nida eder: Ey hayır dileyen gel/yap. Ey şer dileyen sakın yapma. Diğer melek de şöyle nida eder: Allahım, infak edene iyi nesil, cimriye soy kopukluğu ver. Batıda olan meleklerden biri şöyle nida eder: Ölüm için doğup harap olması için bina yapın. Diğeri de şöyle nida eder: Hesabınızın uzaması için yiyin, zevk alın". Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, itaat edenlerin aşinalığını Zatı'na has kılmak için dünyayı yalnızlıkla damgalamıştır. Ebu Bekir -i Sıddık'm (ra) şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Aliahım, Sen'den nefsimin yarısı için zillet, aynı miktarda da zühd niyaz ederim". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Marifetle birlikte varolan fakirlik dışında herşey hazinelere atılmış haldedir. O da hüküm altına alınmış ve mühürlenmiştir. Allah Teala onu ancak şehidlerin tabiatıyla tabiatlanmış olanlara verir. Dünya alimlerinden bazıları zenginliğin fakirlikten üstün olduğu yönündeki iddialarını teyid etmek için Allah Teala'nm "Bu, Al lah'ın lütfudur ve onu dilediğine verir" (Hadid/21) buyruğunu tevil edebilirler. Halbuki akıl sahipleri nezdinde burada kasdedilenler bizatihi fakirlerdir. Çünkü ayetin başında fakirlere hitaben şöyle buyrulmaktadır: Eğer böyle yaparsanız, sizden öncekilerden hiç biri sizi geçemediği gibi, sonrakilerden hiç biri de size ulaşamaz. Bu söz, Allah Resulü'nden (sav) de sabit olduğu için sahihtir. Çünkü O, fiillerinde olduğu gibi sözlerinde de masumdur. O'nun sözünü n başının sonuyla çelişmesi düşünülemez. Sonradan gelen, öncekine hamledilir. Değişmesi ise düşünülmez. Çünkü burada bir şey haber verilmektedir. Dolayısıyla ondan rücu etmek, caiz olmaz. "Zenginler, fakirlerin emrolundukları fiilleri yapınca fakirler All ah Resulü'nün (sav) huzurunda zenginlerin kendilerinden daha faziletli oldukları hissine kapıldılar ve O'na başvurarak buyruğunun ne anlama geldiğini sordular. Allah Resulü (sav) de, 'Acele et meyin, benim size söylediğim, aynen ifade ettiğim gibi Allah T eala'nm lütfü olup onu dilediğine verir. Sizler de Allah Teala'nm ver meyi meyi dilediklerisiniz". Böylelikle ayetle ilgili yaptığımız izah sahih, onların tevili ise batıl olmaktadır. Allah Resulü'nün (sav) ilk buyruğu da bunun delilidir. O'nun ikinci buyruğu ise, birinci buyruğuna uygunluk arz etmektedir. Dolayısıyla ilk sözü, sonraki sözüyle çelişmemektedir.
Zeyd b. Eşlem kanalıyla Enes'ten (ra) rivayet edilen açıklayıcı hadis -i şerifte de bu husus ortaya konmaktadır. Sözkonusu hadis şöyledir: "Fakirler, Allah Resulü'ne (sav) bir elçi gönderdiler. Elçi O'na şöyle dedi: 'Ben, fakirlerin sana gönderdikleri elçiyim'. Allah Resulü de (sav) ona, 'Merhaba sana ve yanından geldiğin insanlara ki halk içinde onları severim' buyurdu. Elçi, 'Ey Allah Resulü, zenginler zenginler cennete giderler giderler çünkü haccedebilirler, haccedebilirler, biz ise buna 106[106] güç yetiremeyiz. Onlar umre yaparlar, biz ise bunu yapamayız. yapamayız. Hastalandıkları zaman da malları sayesinde kendileri için sadaka gönde rirler' dedi. Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: Fakirlere benden Fakirlere benden şunu ulaştır: 'Eğer onlar sabrederlerse, onlar için zenginlere birinin dahi verilmeyeceği üç faziletin bahsedilmesini umarım. İlki, cennette öy le odalar vardır İd, cennet halkı onlara dünya halkının yıldızlara baktığı gibi bakarlar. Bu odalara, ancak fakir peygamber, fakir şe -hid ve fakir müminler girebilirler, ikinci üstünlükleri şudur ki onlar, cennete zenginlerden yarım gün önce girerler. Bu da beşyüz yıldır. Üçüncüsü de şudur: Zengin 'Sübhanallah vel hamdü lillah, vela ilahe illallahü vallahü ekber' dediğinde, eğer fakir de aynı tesbihat -ta bulunursa, zengin asla fakirin mertebesine ulaşamaz. İsterse bu uğurda onbin dirhemi sadaka etsin. Hayır işlerinin tümü için bu ge çerlidir'. Fakirlerin elçisi, Allah Resulü'nün Resulü'nün (sav) (sav) bu mesajıyla yanlarına döndü. döndü. Fakirler de, 'Hoşnut 'Hoşnut olduk, memnun olduk' dedi ler". Bu hadis de bizim yorumumuzun sıhhatini göstermektedir. Yukarıdaki hadis-i şerif ile aynı mealdaki daha kısa bir hadisi ise, İsmail b. Ayaş, Abdullah b. Dinar kanalıyla İbni Ömer'den (ra) rivayet etmektedir: "Allah Resulü (sav) ashabına şöyle buyurdu: İnsanların en hayırlısı kimdir? Onlar da, 'Malı bol olup, Allah Tea-la'nın malı ve canı üzerindeki haklarını eda edendir1 dediler. Allah Resulü (sav) 'O ne kadar da güzel bir kimsedir. Ancak o deği ldir* buyurdu. Bunun üzerine sahabe, Teki insanların en hayırlısı kimdir?' diye sordular. O da, 'Allah için çabasını ortaya koyan fakir mümin dir' buyurdu".107[107] Görüldüğü gibi sahabe, insanların en hayırlısını tesbit ederken Akli bilgiye başvurmuş, Allah Resulü (sav) ise onla rı yakini bilgiye havale etmiştir. Zenginin halini, fakirin halinden üstün gören için de bu geçer lidir. Çünkü o, ilme akıl gözüyle bakmaktadır. Halbuki ahiret ve hakikat, ancak yakın gözüyle müşahede edilebilir. Yukarıdaki hadis nassı, fakirlerin halini üstün tutmaktadır. Buna rağmen zengi nin halini üstün görmeye devam eden kimse Allah Resulü'nün (sav) sünnetine karşı inatçı kesilmiş olur. Eğer alim ise, en iyi durumda hadisleri yeterince bilmediği düşünülür. Cahil ise, onun bu ce haletteki konumu, kendisi için ilim il im hakkında hevasıyla konuşmasından daha zararlıdır. Konuyla ilgili başka bir hadis -i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleri, cennete en çabuk yerleşecek olanları ise zayıflarıdır". Yine O Bilal'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya fakir olarak kavuş, O'na zengin olarak kavuşma. Bunun üzerine Bilal fra) 'Bu nasıl olacak?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de, 'Senden birşey istendiğinde engel olma. Sana birşey verildiğinde ise onu saklama' buyurdu". Gördüğünüz Gördüğünüz gibi Allah Resulü (sav) sahabenin en güzide şahsiyetlerinden biri olan Bilal'e (ra) Allah Teala'nm rızasına en yakın hallerde bulunmayı emrederken fakirliği telkin etmektedir. Haller arasında fakir lik lik halinin konumu, iman içinde akinin konumuna benzer. Nitekim O, İbni Ömer'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala için rıza r ıza ve yakın ile amel et. Eğer olmazsa, hoşlanmadığın birşeye karşı sabretmende de çok büyük hayır vardır". Görüldüğü üzere Allah R esulü esulü (sav) faziletinden dolayı sabrı yakın mertebesine yükseltmiştir. O, Bilal -i Habeşi'yi de (ra) fakirliğinden dolayı yüceltmiştir. Çünkü fakirlik haller arasında itibarlı bir merte beye sahiptir. Allah Resulü (sav), Bilal (ra) hakkında ancak kendi için razı olduğu halden razı olmuştur. Böylelikle fakirlik, yakin sahibinin be lirgin hali olmuştur. Zira ahireti açığa çıkarıp gösteren odur. Zen ginlikte şükür ise, müminin halidir. Çünkü o, dünyayı da bulmaktadır. Buna göre de, 106[106] 107[107]
Bu anlamdaki hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Hanbel, 11/168 Bu anlamda başka bir hadis için b. İbni Hanbel, IV/22
fakir zahidin zengin şükü r sahibine üstünlü ğü, ahireti müşahede eden yakin sahibinin cehd sahibi yakin ehli ne üstünlüğü mesabesinde olmaktadır. Ata'nın Ebu Said el -Hudri'den (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Alîahım beni fakir ola rak vefat ettir. Beni zengin olarak vefat ettirme". Zaten bunu kendi için temenni etmeseydi, Bilal- i Habeşi'ye de emretmez ve ona "Allah Teala'ya fakir olarak kavuş" diye emir buyurmazdı. İbni Ömer'i de (ra) makamların en gizlisine davet ederek, "Allah Teal a için yakin içinde rıza ile amel et" diye emretmezdi. Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) kendisi için dua ederek Allah Teala'dan kendisine yoksul olarak can verip, yoksul olarak canını almasını ve yoksullar zümresinde hasretmesini niyaz ettiği rivayet edilmiştir. 108[108] Bütün bu hadis ve haberlerde fakirliğin üstünlüğü ve fakirlere verilen değer teyid edilmektedir. Allah Resulü (sav) yukarıda da naklettiğimiz üzere, "Ümmeti min fakirleri cennete fakirlerinden beşyüz yıl önce girerler" buyurmuştur. İsa'nın da (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben, yoksulluğu çok sever ve zenginin malına buğzederim. Çünkü malda birçok illet mevcuttur. Bunun üzerine yanındakiler, 'Ey Ruhullah, eğer o malı helalinden kazanıyorsa?' diye sordular. O da, 'O nu kazanma çabası, kendisini Allah Teala'nm zikrinden alıkor' buyurdu". Vehb b. Münebbih, İbni Abbas'a (ra) şunu söyledi: 'Biz, Tevrat'ta salah sahibi fakirin zengin salihden daha hayırlı olduğunu görüyoruz'. O da şöyle karşılık verdi: 'Görmez misin ki A llah Teala'ya en sevimli gelen kul, fakir ve salih olandır. Bir yerde de şöyle denilmiştir: "İsa (as) için isimlerin en sevimli olanı, kendisinin 'Ey yoksul!' diye çağrılmasıydı". Başka bir yerde de, onun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zengin olmak için günah işler. Fakir olmak için günah işlemez". Hikmet ehlinden bir zat ise, bu anlamda şu manzumeyi söylemiştir: Ey zenginlik umarak fakirliği kınayan, Zenginliğin aybı daha büyüktür eğer anlasan, Zenginliğe kavuşmak için işlerken günah Fakir olmak için işlemezsin hiçbir günah. Ata', Ebu Said el- Hudri'nin şu haberini nakletmiştir: "Ey insanlar, darlık ve yokluk, sizi helal dışında rızık aramaya sevketmesin. Çünkü ben Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu duydum: Al-lahım, beni fakir olarak vef at ettir. Beni zengin olarak vefat ettirme ve beni yoksullar arasında hasret". Lokman (as) oğluna öğütte bulunurken şöyle demiştir: "Ey oğul, dinin düzgünlüğüne en çok yardım eden ahlak esaslarından bi ri de dünyada zühddür. Çünkü dünyada zühd sahibi olan, Allah Teala'nm katmdakine rağbet eder. Allah'ın katmdakine rağbet eden kimse ise, yalnız O'nun İçin amelde bulunur. Allah Teala ise ancak Kendisi için amelde bulunana ecir verir". Havariler İsa'ya (as) hitaben şöyle demişlerdi: 'Ey Ruhullah, biz senin namaz kıldığın gibi namaz kılıyor, senin oruç tuttuğun gibi oruç tutar, bize emrettiğin gibi Allah'ı zikrederiz. Ama senin yaptığın gibi suyun üstünde yürüyemiyoruz. Bunun üzerine İsa (as) şöy le dedi: Söyleyin bana dünya sevginiz nasıl? Onlar da, 'Biz dü nyayı seviyoruz' dediler. O da, 'Dünya sevgisi, dini ifsad eder. Benim için dünya, taş ve çamurdan ibarettir5 dedi". Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "İsa (as) bir taş aldı ve, 'Hangisini istersiniz, bunu mu yoksa dinar ve dirhemi mi?' diye so rdu. Sonra da, 'İkisi de benim nazarımda eşittir1 dedi". Denir ki: "Her kimin dünyadaki zühdü altınla taş gözünde eşitlenecek kadar sıhhatli olursa, suda yürür". Bu söz avam arasında o kadar yaygınlaşmıştır ki, şair şöyle bir beyit söylemiştir: Eğer dünyadaki zühdün, vuslattaki zühdün kadar olursa, Hiç kuşkusuz suyun üzerinde de yürürsün. İsa (as) hakkında şu olay nakledilmiştir: "İsa (as), bir seyahatinde abasına bürünmüş yatan bir adam gördü. Onu uyandırdı ve şöyle dedi: 'Ey uyuyan, kalk ve Allah Teala'yı zikret'. Adam kalktı ve 'Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı ehline bıraktım' dedi. İsa (as) ona şöyle dedi: Uyu ey dostum, öyleyse uyu". 108[108]
Tirmizî, Zühd/37; İ bni Mâce; Zühd/7
Başka bir rivayette ise Musa (as) hakkında şu olay nakledilmiştir: "O, toprağın üstünde uyuyan bir adama rastlamıştı. Kafasının altında bir kerpiç vardı, yüzü ve sakalları toprağa gömülmüştü. Adamcağızın üstü de bir aba ile örtülüydü. Musa (as), 'Ey Rabbim, bu kulun dünyada zayi olmuş' dedi. Bunun üzerine Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Ey Musa, bilmez m isin ki Ben, kuluma bütün zatımla nazar ettiğimde onu dünyadan tama mıyla uzaklaştırırım?" Allah Teala, peygamberi İsmail'e (as) şöyle vahyetmişti: "Beni, kalbi kırıkların arasında ara'. O, 'Ey Rabbim, onlar kimlerdir?' diye sordu. Allah Teala, 'Sıdk sahib i fakirlerdir' buyurdu". Bu haber, sanki 'Seni nerede bulabilirim?' diye Rabbine soran Musa'ya (as) yönelik vahyedilen 'Kalbi kırıkların yanında' buyruğunun tefsiri gibidir. Sonraki ulemadan Ahmed b. Ata', kalbindeki bir kuşkudan dolayı zenginin halini fa kirin halinden üstün tutardı. Bir şeyh ona, sözkonusu iki sıfattan hangisinin daha faziletli olduğunu sorduğu zaman, 'Zenginlik, çünkü o, Hak Teala'nm sıfatıdır1 demişti. Bunun üzerine şeyh kendisine şöyle dedi: 'Allah Teala, sebebler ve arazlar la zengindir1. Bunun üzerine İbni Ata sustu ve tek bir kelime dahi söylemedi. Gerçekten de şeyhin sözü doğrudur. Çünkü Allah Teala sıfatı gereği zengindir. Fakir de bu anlamda üstünlüğe daha layıktır. Çünkü o, sebeblerle değil iman sıfatıyla zengin ve müstağnidir. Bu durumda da daha üstün ve fazilet sahibi olması gerekir. Zengin ise, sebebleri toplamasına rağmen kalben dağınıktır. Dolayısıyla da içinde bulunduğu kuşku ve tereddüt halinden Ötürü fakirden daha alttadır. el-Hawas, Ahmed b. Ata'mn bu görüşüne muhalefet ederek doğruya ulaşmıştır. O, marifet bakımından îbni Ata'mn üstünde bir zat idi. Şerefü'l-Fakr isimli eserinde şöyle demektedir: "Fakirlik, Hak Teala'nın sıfatı, yani O'nun fakirler için kullandığı bir sıfatıdır." Bu tevili ile bizimle aynı düşünceyi paylaşmaktadır. Buna göre Allah Teala, bütün sebeblerden uzak ve beridir. Ahmed b. Ata'mn düştüğü bir diğer yanılgı da şudur: Eğer zenginlik, Hak Teala'nın sıfatı olduğu için zenginin fakirden üstün tutulması gerekseydi, cebbar ve mütekebbir olanların, övgü, izzet ve hamdedümeyi sevenlerin di ğerlerine göre üstün tutulması gerekirdi. Çünkü bütün bu sıfatlar da Allah Teala'nın sıfatlarıdır. Ama bütün kıble ehli, bu sıfatlara sa hip olan insanların kınanması yönünde ittifak etmişlerdir. Zenginlik sıfatına Allah Teala'nm zenginlik sıfatıyla aynı an lamda sahip olan biri, sözkonusu ilahi sıfatın izzet ve kibriya ile birlikte bulunmasından dolayı zemmedilme konumunda olacaktır. Doğru olan, Hak Teala'nın sıfatlarım yalnız O'na ait görmek ve bu noktada hiçbir beşerin ortaklık ve rekabetine izin vermemektir. İşte bütün bu hakikatler çerçevesinde Ahmed b. Ata'mn sözleri boşa çıkmaktadır. Allah Resulü (sav) de sahih bir kudsi hadiste Allah Te ala'nm şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İzzet Benim izarım, kibriya/ululuk ise ridamdır. Her kim bunlarda Bana rekabet ederse onu cehennemde mahvederim". 109[109] Havas ve avamdan hiçkimsenin marifet ve ilminde kuşku sahibi olmadığı yoldaşlarımızdan biri olan Ebu Muhammed Sehl b. Ab dullah da fra) Ahmed b. Ata'nm fikrine karşı çıkmış ve şöyle demiştir: Her kim, zenginlik, beka ve izzet isterse, Allah Teala'nın sıfatlarında rekabete girişmiş olur. Bu sfatlar, rububiyet sıfatları olduğu için de böyle birinin helakinden endişe edilir. Bu bilgiler sabit olduğu zaman da fakirlik daha faziletli olmak tadır. Çünkü fakirlik, kulluk sıfatlarmdandır. Fakirlik sıfatını taşıyan kimse, kulluğun hakikatine de ermiş olur. Zira kulluğun sıfatları, aynı zamanda iman ahlakının esaslarıdır. Allah Teala da mü minlerde bu gibi sıfatları görmek istemiştir. Zillet, korku, tevazu ve fakirlik bu sıfatlardan bazılarıdır. Rububiyet sıfatlan ise, Allah düşmanı zorba, cebbar ve mütekebbirlerin kalplerinin müptela kılındığı sıfatlardır. Bunlara örnek olarak da izzet, kibir ve beka sıfatlarını zikredebiliri z. Zenginlik de bunlara katılan bir sıfattır. Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: "Allah Teala'nın bekayı ancak en çok buğzettiği mahluk olan İblis'e verdiğini gördüm". Alimler de bu istikamette düşünürler ve şöyle derlerdi: 109[109]
Ebu Davûd, Libas/2Ö; İbni Mâce, Zühd/16; İbni Hanbel, 11/284, 327, 414
"Dünyada beka yı arzu etmeyin. Çünkü mahlukatm en kötüleri, beka bakımından en uzun olanlarıdır ki onlar da şeytanlardır". Zenginlik, ancak be ka arzusuyla istenen bir haldir. Rivayete göre Cüneyd (ra) bu meselede Ahmed b. Ata'ya lanet etmiş ve bedduada bulunmuştur. Cüneyd (ra) onun bu fikrini bütünüyle inkar etmiştir. O şöyle derdi: Sabreden fakir, hallerinin gereğini yapma noktasında eşit olsalar bile şükreden zenginden daha üstündür. Çünkü zengin nefsini doyurmakta ve sıfatının nimetlerinden yararlanmaktadır. Sabreden fakir ise, acılar ve sıkıntılar içindedir. Bu da onun zenginden üstün kılınmasını sağlamaktadır. Hakikat, Cüneyd'in (ra) ifade ettiği gibidir. Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle demiştir: Hiçbir şey fakirliğe denk değildir. O da, fakirin halini üstün tutar, sabreden fakirin şanını yüceltirdi. Mervezi şunu nakleder: "İmam Ahmed b. Hanbel'e fakirlerden biri bahsedildi. Onu yüceltmeye ve durumunu merakla sor maya başladı. Bunun üzerine, İlme ihtiyacı var mıdır?' diye sordum. Bana şöyle dedi: 'Yazık sana sus. Onun fakirliğe karşı sabrı ve sıkıntılarını göğüsleyişi, ilmin büyük bölümünden daha hayırhdır. Ardından da şunu söyledi: 'Onlar, bizden çok daha hayırdır. Derim ki, her kim zenginlik halini yoksulluk halinden üstün tutar sa, o yoksulluğun acısını ve lezzetini tatmamış deme ktir. O, fakir liğin zorluğuna aldanarak lezzetini kaybetmiştir. Eğer o, fakirliğin sıkıntı ve tasalardan kaynaklanan acısını tatsaydı, onu daha üstün tutardı. Ama zühd ve rızadan kaynaklanan lezzeti tattı nisaydı, o zaman fakirliği üstün tutmazdı". Rivayete göre İblis şöyle demiştir: "Zengin, üç özellikten biri sebebiyle benden kurtulamaz. Ben ona mal sevgisi aşılarım ve haksız yere onu kazanır, veya onu haksız yolda harcar, ya da onu hakkı olandan meneder". Eğer şeytan fakirliğin en faziletli hal olduğun u bilmeseydi, ona giden yolun üstüne oturmazdı. Nitekim o, Kur'an'da nakledilen sözünde şöyle demektir: "Onlard saptırmak için) kesinlikle Senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım" (A'raf/16) Diğer bir ayette de onun bunu nasıl yapacağı açıklanarak şöyle buyrulmuştur: "Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder". (Bakara/268) Yani sizi onunla korkutul'. Sıdk sahibi fakir gelir ve ahi rete götüren dosdoğru yola girerse, Allah Teala'nın verdiği kuvvetle şeytanın korkutmasını bir kenara atar. Denildi ki: Zenginl ikleriyle gıpta eden zenginler, şeytanın korkutmasının etkisinde kalanlardır. Şeytan fakirlere gelerek onları korkutmuş ve kötülüğe duçar kılmıştır. Bunu Allah Teala'nın şu buyruğunda da görmekteyiz: "İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz o nlardan kork mayın, eğer müminlerseniz, Ben'den korkun". (Al -i İmran/175) Şeytanın dostları, onun korkutmasını kabul etmiş, Rahman'm teşvikine muhalefet etmişlerdir. Sonuç itibanyla da onlar, haklannda şöyle buyrulan kimseler gibi olmuşlardır: "İnsanlardan kimi de, Allah'a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzüstü dönüverir. O dünyayı kaybetmiştir, ahireti de". (Hac/11) Zahidlerin diğerlerine üstünlüğü, orta yolu tutmuş olmalarıdır. Orta yol, insanların çoğunun kaçtığı yoldur. Zahidler, Allah Teala'ya tevekkül etmiş ve ehli dünyanın endişelerine karşı Rablerinin takdirine rıza göstermiş kimselerdir. Rableri de onlara yetmiştir. 110[110]
Dünyanın
Mahiyeti, Ona
Değer Vermemenin (=Zühd)
Şekli
Ve
Zahidlerin
Makamlari:
Dünya, her kula heva olarak verilen bir nasiptir. Her kim şehvet leri kalbinden uzak tutar, nasibinde zühd sahibi olur ve kınanmış hevaya karşı nefsine malik olursa bulunması varsayılan zühde ulaşmış olur. Her kim de mubah olan nasibinde zühd gösterirse -ki bu, ihtiyacının fazlası olan herşey için geçerlidir -, üstün tutulan zühd (=zühd-i mufaddal) derecesinde bulunmuş olur. Bu zühd, kişinin organlarına racidir. Çünkü, kişiye açılan dünya 110[110]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 376-421.
kapıları ve onu sürükleyen dünya yolları organlardan ibarettir. Dünyanın haram kılman lezzet ve nimetleri hususunda gösteri len zühde gelince, bu da müslümanlarm umumunun zühdü olup onların islam ve teslimiyetleri bu zühd ile güzelleşir. Dünya nimetlerinin şüphelileri hususunda gösterilen zühd ise, vera' ehlinin zühdüdür. Bu zühd ile onların imanları kemale erer. Dünyanın helal nimetleri noktasında gösterilen zühde gelince, ki şinin ihtiyaçlarının fazlası noktasında gösterdiği bu zühd, zühd eh li zahidlerin zühdüdür ki onunla yakini imanları saflık veduruluk kazanır. Amr b. Meymun, Zübeyr b. el Avvam (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir: "Allah Resulü Zü beyr'e şöyle buyurmuştu: 'Ey Zübeyr, şehvetler bastırdığında ve Allah Teala'mn haram kıldığı şüpheli hususlarda samimi bir titiz -lik/vera' ile nefsine karşı savaş. Böyle yaparsan cennete hesapsız girersin". Sehl, zühdün faziletleri ve en yüksek makamları hakkında şöyle derdi: "Kulun zühdü, şu üç hususta zühd göstermedikçe tamama ermez: Allah Teala'ya yakınlaşmak gayesiyle iyilik yolunda harca mak istediği dirhemde. İbadetlerde bedenini örttüğü giysisinde. İ badete gücünün yetmesi için alacağı gıdada". O, bu sözü ancak zühdü makamların en yücesi olarak gördüğü için söylemiştir. Zira o şöyle derdi: "Bütün alim ve abidlerin sevabı zahidlere verilir, sonra da müminlere amellerinin sevapları taksim edilir". Onun konuyla ilgili bir diğer sözü de şöyledir: "Hiç kimse Kıya -met'e, vera sahibi bir alim ve zühd sahibinden daha faziletli olarak ulaşamaz". Yine o, şöyle demiştir: "Zühd ancak korku ile elde edi lir. Çünkü korkan kişi terkeder". Sehl, zühdü korkunun makamlarmdan biri kılmış, hem ve tasanın ziyadesini onun üstüne çıkarmıştır. Mesruk, İbni Mesud'un (ra) şu sözünü nakletmiştir: "Kalben zahid olan birinin kıldığı iki rekat namaz, kıyamete kadar ibadet çabasında olan abidlerin bütün ibadetinden Allah Teala nezdinde daha hayırlı ve daha sevimlidir". Ariflerden bir topluluğa göre zühd için sınır ve nihayet yoktur. Çünkü bu, ancak dünya kapılarıyla ilgili bütün ince bilgilerin ve hevayla ilgili en gizemli noktaların onlar tarafından_bilinmesiyle mümkün olabilir. Bir kısım arif ise, zühdün-sen sınırının olduğunu belirmiş ve şöyle demişlerdir: "Zühdün son sınırı, nefs için bir zevk ve rahatlığın sözkonusu olabileceği herşeyde zühd ve vera' sahibi olmandır". İsa (as) hakkında şöyle bir husus rivayet edilmiştir: "O, başının altına bir taş koydu. Başı yerden yukarı kalktıkça sanki rahatlar gibi görünüyordu. İblis, karşısına çıktı ve şöyle dedi: Ey Meryem oğlu, sen dünyada tamamen zühd sahibi olduğunu iddia etmiyor muydun? O da, 'Evet' dedi. Bunun üzerine İblis, 'Peki ya bu başının altına koyduğun şey ne oluyor?' Bunun üzerine İsa (as) taşı fırlatıp attı ve şöyle dedi: 'Bu bıraktığım da misliyle sana olsun". Zekeriya peygamberin (as) oğlu Yahya peygamber (as) hakkında da şu hadise nakledilmiştir: "Bir defasında kaba bir yün elbise giymiş ve giysisi derisini yaralamıştı. Bunun üzerine annesi, keçe den yapılma zırhını çıkartarak yünden bir cübbe giymesini istemiş, o da annesinin dileğine uymuştu. Allah Teala kendisine vahiyde bulunarak, 'Ey Yahya, sen dünyayı tercih ettin' buyurdu. Bu vahiy üzerine yün cübbesini çıkartarak keçeden zırhını tekrar giydi". Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Ümmetin en hayırlılarından yetmiş zatı idrak ettim. Onların esvapları dışında bir giysileri yoktu ve yer ile kendi bedenleri arasına hiçbir örtü koymazlardı. Onlardan biri uyumaya niyetlendiği zaman, toprağa uzanır ve giysisi ni üstüne örterdi. Bilin ki ben, nimetlerin özünün şu üç nimette varolduğunu gördüm. Bunlar da, ancak zühd ile tamam bulurlar. Nimetlerin aslı ve esası, islamdır. Çünkü İslam'ın ardında birçok ma kam varolup insanlar bunlarda tevhidin hakikatini bulmada yanılırlar. Sonra ikinci nimet gelir ki o da; Sünnet'tir. Çünkü onun ar dından birçok bidat gelir ki, insanların çoğu da sünnetin hakikatini anlamada yanılmışlardır. Üçüncü nimet ise, Allah Teala'yı bilmektir. Çünkü bunun ardında O'nun kudret ve ululuğuna dönük çok derin bir cehalet mevcuttur. Sonra da dünyada zühd gelir ki her kim, bu üç nimetle beraber zühde nail olursa, onun hakkında bütün nimetler kemale ermiş olur. O artık, haklarında nimetin tamama erdiği sıddıklar, nebiler, şehitler ve
salihlerle birliktedir. Çünkü zühdün gerisinde şüphelere yönelik büyük bir hırs ve şeh vetlere dönük gemlenemez bir arzu mevcuttur. Sehl fra) şöyle derdi: Zühd, sünnetin ve şu ayet -i kerimeye tabi olmanın şartı olarak görülür: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, ba na uyun". (Al-i îmran/31) Allah Resulü'ne (sav) uymak sünnettir. Böyle davranan kişi zühd sahibi bir zahid olur. Zahidler de, ne için zühd gösterdiklerine bağlı olarak zühdün değişik makamlarında yer alırlar. Onların bu makamları, müşahede derecelerindeki farklı makamlara benzer. Zahidlerden kimi, Al lah Teala'yı yüceltmek için zühd gösterir. Kimisi de Allah Teala'dan haya ve utancından dolayı zühd gösterir. Kimileri de Allah Teala'dan duydukları korku sebebiyle zühd gösterirler. Bazıları da Al lah Teala'nm vaadlerinden ümitvâr olma sebebiyle zühd gösterir ler. Kimi zahidler de O'nun emirlerine koşturmaları nedeniyle zühd sahibi olurlar. Kimisi de, Allah Teala'ya olan muhabbe tlerinden dolayı zühd gösterirler. Bunlar, zühd ehlinin en üstte yer alanları dır. Bir de hesap günü beklemenin uzaması ve hesapta sorgunun derinleştirilmesi korkusuyla zühde yönelenler vardır ki bunlar, zühd ehlinin en alt derecesinde yeralırlar. Denildi ki: Kıyamet günü iki dirhemi olanın hesabı, bir dirhemi olanın hesabından daha ağır olacaktır. Takva sahiplerinin yolu, dünyada herhangi bir şeyden iki taneye sahip olanların giremeyeceği bir yoldur. Kendisine dünyalık verilen bir insana şöyle denir: Onu üçte birler olarak al: Üçte biri tasa, üçte biri meşgale ve üçte biri de hesab olarak. Zengin biri hesap için durdurulduğu zaman, eğer arkasından yüz susamış deve gelse, ondan çıkan terle susuzluklarını giderirler ve o bu ter içinde bekler ken, cennetteki meskenleri görür. Kalplerine bu hakikatlerin sindiği vera' ehli, hesabın uzamasına karşı büyük bir korku içinde olmuşlardır. Bu nedenle de mal toplama ve diğerlerine engel olma noktasında zühd sahibi olmuş, sorgunun hafiflemesi ve Kıyamet'in dehşetinde daha kısa süre bek letilmek arzusu ile fuzuli emelleri terketmislerdir. Dünyada zühd sahibi olmanın tezahürlerinden biri de, fakirliği, fakirleri ve onlar la kendi ortamlarında sohbet ederek onlara karşı alttan almayı sevmektir. Mutarraf (ra) dökük giysis i içinde yoksulların meclisinde oturur ve bu şekilde Rabbinin yakınlığını kazanmayı umardı. Muhammed b. Yusuf el- Isfahani de zühd sahibi bir alimdi. Hatta bazıları onu, Sevri'den (ra) üstün tutarlardı. Ama o, fazla tanınma -mayı tercih ederdi. Bu yüzden de sadece alimler kendisini tanırlardı. O, Allah Teala'yı en güzel şekilde gözetmesi ve sürekli uyanık dav ranması sebebiyle bulunduğu anda yapabileceği en faziletli ameli eda ederdi. Bir defasında İbni Mübarek kendisini Masise'ye çağırmıştı. Bunun üzerine e l-Isfahani'yi tanıyan yanındakiler, onun ancak şehrin en faziletli yerinde olmak isteyeceğini söylediler ve oranın da camii olacağını belirttiler. İbni Mübarek de kendisini camide görüşmeye çağırdı. Yanındakiler, camide de en faziletli yere oturacağını söylediler. Bunun üzerine onu fakirlerin bulunduğu bölüme çağırdı. Muhammed b. Yusuf camiye gelir gelmez, fakirlerin bulunduğu yere girdi, başını eğdi ve fakirlerin arasında tanınmaz hale geldi. Ona göre şehirde en faziletli yer, cami idi. Çünkü camide kılman namaz başka yerde kılman elli namaza bedeldi. Camide de en faziletli kısım, fakirlerin toplandığı kısımdı. Hallerin en faziletlisi de tanınmazlık haliydi. O, işte bu nedenle kendini fakirlerin arasına atarak tanınmaz kılmıştı. Böylelikle her amelin e n faziletlisine nail olmuş oluyordu. Allah Teala'nm üstündeki nimetini müşahede ederek fakirliğinden kıvanç duymak da zühdün göstergelerinden biridir. Allah Tea la'nm kendisine nasip ettiği fakirliğin elinden alınmasından ve zühdünden çevrilmesinden kork mak da zühddendir. Zengin de, zenginliğiyle kıvanç duyarak fakirliğe düşmekten endişe eder. Zühd sahibi, zühdün tadım aldığı zaman Allah Teala'yı kalbin den bilinceye kadar devam eder. Böyle bir zahid için, azlık çokluk tan, alçakgönüllülük izzetten daha s evimlidir. O, birliği çokluğa tercih eder. Tanınmazlık, onun için şöhretten daha güzeldir. Bütün bunlar, onun
zühdündeki ihlasını gösterir. İsa (as) ve Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Dört şey vardır ki ancak severek idrak ed ilebilirler: Suskunluk ki ibadetin başıdır. Tevazu; zikri çoğaltmak ve eşyayı azaltmak". Süfyan -ı Sevri (ra) şöyle demiştir: "Kişi, belayı nimet, refahı ceza saymadıkça alim olamaz". Selef -i salihden bir zat şöyle demişti: "Kul, fakirlik kendisine zenginlikten daha sevimli, alçak gönüllülük de izzetten daha yeğ gelmedikçe tam anlamıyla fıkhet-miş olamaz". Maktu' bir hadiste de şu rivayet edilmektedir: "Kul, tanınmamak kendisine tanınmaktan, eşyanın azlığı çokluğundan daha boş gelmedikçe iman hakikatine ermiş olmaz". Selef -i Salih her fırsatta şöyle derlerdi: Allah Teala'nm bizi menettiği dünyalıklarla ilgili üzerimizdeki nimeti, bize bahşettiği nimetlerinkinden daha yücedir. Sevri (ra) de şöyle demiştir: Dünya, dikilme değil bükülme yur dudur. O, sevinç k onağı değil hüzün yurdudur. Dünyayı hakkıyla tanıyan kimse, refah ile sevinmediği gibi sıkıntı sebebiyle de üzüntüye kapılmaz. Sehî b. Abdullah (ra) şöyle derdi: Kişinin kulluğunun sıhhati ve amellerinin ihlası ancak şöyle olabilir ki, şu dört şeyden kaçmaz ve onlar için sızlamaz: Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet. İbrahim et-Teymi'den de (ra) şunu rivayet etmişlerdir: "Bir defasında ona elli bin dirhem verilmiş, o da parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine kendisine, 'Parayı niçin geri çevirdin?' diye s ordular. O da, "Elli bin dirhem yüzünden, adımın fakirler arasından si linmesini istemem' dedi. Bilgileri daha çok dünyalık elde etmeye, servet kazanmaya ve ehli dünya nezdinde itibarlı olmaya ilişkin olup ahirette hiçbir faydası ve Allah Teala'ya yakınlık babında hiçbir payı bulunmayan fuzuli ilimlerden uzak durmak da, zühdün tezahürlerindendir. Çünkü bunlar kulu Allah'a kulluktan uzaklaştırarak, Allah huzurunda toplu olması gereken tasa ve kaygısını dağıtarak kalbi Allah Teala'nm zikrinden soğutur. O 'nun nimetleri üzerinde tefekkür etmekten uzaklaştırır, Seîef-i Salih zamanında bilinmeyen birçok bilim ihdas edilmiş ve birtakım gafiller bunları ilim edinirken, bazı başıbozuklar da, bunlarla oyalanarak Allah Teala'dan uzaklaşmışlardır. Onlar, bu biliml er yüzünden hakikatin müşahedesinden uzak tutulmuşlardır. Bu bilimlerle uğraşanların çokluğundan dolayı, hepsini burada sıralayamıyoruz. Bunları ayrıştırmak için şu soruları sorabiliriz: Bunlar ilim mi, yoksa kelam mıdır? Hakikat mı yoksa teşbih midirler? Sıdk ve hikmet mi, yoksa göz boyama ve aldanış mıdırlar? Yaşayan bir bir sünnet mi, yoksa boş laf ve bidat midirler? Bu sorulara verilen cevap lara göre, önümüze konulan ilmin doğru olup olmadığını tayin ede biliriz. Zühdün en faziletli türlerinden biri de, insanlara liderlik etme, makam ve servet sahibi olma noktasında gösterilen zühddür. övülmeyi önemsememek de zühdün dallarından biridir. Çünkü bütün bunlar, ilim ehli nezdinde en büyük dünya kapılarmdandır. Bu ko nularda gösterilen zühd, hakiki alimlerin zühdüdür. Süfyan- ı Sevri (ra) şöyle derdi: İnsanlara liderlikte ve halkın övgüleri noktasında gösterilen zühd, dinar ve dirhemde gösterilen zühdden daha büyüktür. Süfyan-ı Sevri'yi (ra) böyle konuşmaya sevkeden şudur: Di nar ve dirhem, sözkonusu noktalara ulaşabilmek için harcanan şeylerdir. Süfyan -ı Sevri (ra) bu hususta şöyle derdi: "Bu, öyle belirsiz bir kapıdır ki onu ancak işbilen alimler görebilirler". Fudayl b. Iyaz (ra) da şöyle demişti: Dağlardan kaya taşımak, bir cahilin gönlüne yerleşmiş liderlik sevdasını gidermekten daha kolaydır. Veysel Karani'ye (ra) göre zühd, garanti olması bakımından her konuda istekli olmayı tamamen terketmektir. Herem b. Hıbban şöyle der: Veysel Karani'yi Fırat nehrinin kenarında gördüm. Sokağa atılmış yiyecek ve giyecekler arasında bulduğu kırıntıları ve yırtık giysileri yıkıyordu. Yediği ve giydiği bunlardan iba retti. Kendisine zühdü sorduğumuda bana şu cevabı verdi: Terket -tiğin herşeyde'. Bunu üzerine, 'Ama geçim için çalışmam gerekmez mi?' dedim Bana cevabı şu oldu: 'İstek ve arama vaki olunca, zühd kaybolup gider". Ahmed b. Hanbel (ra) de şöyle derdi: Veysel'in zühdü gibi bir zühd bulunamaz. Çıplaklığı o dereceye varmıştı ki kamıştan yapılmış hurma neyi üzerinde oturup yatardı.
Ebu Süleyman ed- Darani (ra) şunu söylemiştir: Kadınlar konu sunda zühd, alt seviyedeki veya yetim kadını, güzel veya itibarlı bir kadına tercih etmenizdir. Malik b. Dinar (ra) da bu görüşteydi. Sehl b. Abdullah (ra) dedi ki: "Kadınlar hususunda zühd göstermek sahih olmaz. Çünkü kadınlar, zahidlerin öncüsü olan Allah Resulü'ne (sav) sevdirilmişlerdir. Ibni Uyeyne de onun bu görüşüne katılarak şöyle demiştir: Kadınların çokluğunda bir sakınca yoktur. Çünkü Sahabe'nin en zahidi olan Ali b. Ebi Talib'in (kv) bile dört hanımı ve on küsur ca riyesi vardı. Cüneyd (ra) şöyle demiştir: Yolun başındaki müridin kalbini şu üç şeyle meşgul etmemesini isterim. Aksi takdirde hali değişir: Mal kazanmak, konuşmayı sevmek ve evliliği düşünmek. Yine o, başka bir vesilede şunu söylemiştir: Sufmin okuma yazma ile uğraşmasını isterim. Çünkü bu, kalbini toplamasını sağlar. Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Zühd, Allah Teala'mn elindekine, kendi elinde- kinden daha sıkı sarılmandır". Bu, tevekkül makamıdır. Ulemadan bir topluluğa göre zühd, mal biriktirmeyi terketmektir. Onlara göre dünya, mal toplamaktan ibarettir. Bir zat ise şöyle demiştir: Dünya, kalbi meşgul eden ve ilgi gösterilen herşeydir. Sufılerden bir topluluk, bu görüşü esas alarak zühdü dünya ile ilgile nmeyi terkederek, nefsi Allah Teala'mn hükümlerine teslim etmek olarak anlamışlardır. Bu da tafvîz yani Allah'a havale ve O'nun hükümle rine rızadır. Ahmed b. Ebi'l-Havari dedi ki: Ebu Süleyman ed- Darani'ye şöyle dedim: Malik b. Dinar (ra) Muğire'ye, 'Eve git ve bana hediye et miş olduğun su kırbasını geri al. Çünkü şeytan bana onun çalınacağı yönünde vesvesede bulunuyor1 dedi. Malik b. Dinar (ra), kırbayı bu şekilde geri verdi. Ebu Süleyman dedi ki: Bu, suiîlerin kalp lerinin zayıflığındandır. Dünyada zühd sahibi olan, onu kimin aldığım umursamaz'. Ebu Süleyman, bu sözüyle ilahi hükümlere haki ki anlamda rıza göstermenin gereğine işaret etmişti. Malik b. Dinar (ra) ise, o dünya malına gösterdiği ilgiyi bitirerek zühdün hakikatine ermek istemişti. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dünya, rey ve akıl ile amel et mektir. Zühd ise, ilme tabi olmak ve sünnetten ayrılmamaktır. Bu konuda Hadis Ehli'nin izlediği yol budur. Bu söz, zahiri manada olup zahir ulemasının sözlerine benzemektedir. Bu meyanda Süf -yan-ı Sevri'den de şu hadiseyi naklederler: Zühri'ye, 'Zühdün ne olduğunu' sordular. O da şu cevabı verdi: 'Sabrı harama baskın çıkmayan, şükrü de helale mani olmayan şeydir. O, bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Zühd; kulun, haram arzusu nefsine baskın çıkın caya kadar haramdan uzak durmada sabretmesi, helal nefsine bas kın gelerek şükürden alıkoyacak dereceye gelmeden helalde şükreden olmasıdır. Hasan el- Basri (ra) ise şöyle demiştir: Zahid, birini gördüğü za man, 'Bu, benden daha faziletli' diyebilendir. O, b u sözüyle zühdün tevazu olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Fudayl ise şöyle derdi: Zühd, kanaattir. Ebu Süleyman ed- Darani ise, 'Vera', zühdün başıdır1 demiştir. Ahmed b. Ebi'l-Havari dedi ki: îbni Hişam el -Muğazi-li'ye, 'Zühd nedir?' diye sordum. Dedi ki: Emelleri terketmek, çaba yı tamamen sergilemek ve rahatlıktan uzak durmaktır. Yusuf b. Esbat ise şöyle derdi: Her kim eziyete karşı sabreder, arzuları ter -keder ve ekmeği helalinden yerse zühdün esasına sarılmış olur. Ahmed dedi ki: Ebu Safvan er-Ru!ayni'y e, Allah Teala'mn Kur'an'da zemmettiği ve akıllı kimsenin de sakınması gereken dünyanın ne olduğunu sordum. Bana şu cevabı verdi: 'Dünyada dünyalık isteyerek yaptığın herşey zemmedilmiştir. Ahireti murad ederek yapmayı başardıkların ise, dünyadan değildir3. Onun bu sö zünü, Mervan'a naklettiğimde şöyle dedi: 'Ebu Safvan'm sözünün gerçek anlamı şudur: İhlas dışında herşey dünyadır. Bunlardan il me uygun düşenler mubah, ters düşenler ise hevadır. Heva, nefsin arzusu, ihlas ise Allah Teala'mn arzusudur. İhlaslı kullar, Allah Teala'mn düşmanı olan şeytana karşı açık delilleridir. Onlar, dünyadaki ahiret ehlidirler. İbnu's -Semmak şöyle derdi: Zahid, kalbinin sevinç ve hüzünlerden arındığı kimsedir. O, kendisine gelen hiçbir dünyalığa sevinmediği gibi, hiçbir dünyalık için de üzülmez. Rahatlıkla