SULTAN TARLACI
- “S di
» « ; 2“ "'
İHI A R IN G Ö Z Ü N D E N A N L A T IL A N ,
p L iJ
f s
S
P R İI i A L IŞ IL M IŞ IN D IŞ IN D A k IN A Y E T R O M A N I...
1
. Kanlekesi‘dışkapının kolunda 2.Kan lekesi ‘dış kapı pervazında’ 3. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’ 65. Kanlı parmak izleri ‘2. kat, yatak odasında, gardırop kapağımla' 66. Takma tırnak ‘2. kat, yatak odasında’ Korkunç bir cinayetle başlayan olaylar... Katilin, yer yarılmış da içine'saklanmış gibi ortadan kaybolması... Katili yakalamak için rekabet eden; Psişik ve parapsikolojik yeteneklere sahip hassas insanlar... Sıra dışı bir yöntemle cinayeti çözmeye çalışan istihbaratçılar... Cinayetin maddi delillerine odaklanmış polisler... Ve aşk-nefret çizgisinde sürekli yön değiştiren trajikomik bir AŞK! Vahşice bir cinayet... Sırra kadem basmış bir k atil... Onu arayan polis ve psişikler... Akıcı kurgusu, ikna edici bilimsel zemini, ilgi çekici dinî ve parapsikolojik yaklaşımlarıyla polisiye romanlar içinde türünün tek örneği olan 197 Gün’ü elinizden bırakamayacaksınız. is b n
i7 a -t o s -« s ım
9786058509153 http://www.tuti.com.tr/urun-detay/m #tutikitap
t» 2 4 ,9 0
#197gun
1 7flbG5fl M I*MÂ
•
.
I ' . *
•
M
' "
•
•
'
-
SULTAN TARLACI •
t
BİR KATİLİN PEŞİNDE
I
t
9 ,
tutikitap
„
•* '
• •4*'
tutikitaı
197 GUN S U LTA N TA R LA C I ISBN: 978-605-85091-5-3 Yayın hakları: © Sultan Tarlacı © 2015 Nefes Yayıncılık A.Ş. Sertifika No: 15747 Tuti Kitap, Nefes Yayıncılık markasıdır. Editör: Muvaffak Erman Yılmaz Redaksiyon: Ayşenur İkiz, Gülnar Mızrak Kapak Tasarım: Özle Çetinkaya Sayfa Düzenleme: Semanur Bal 1. Baskı: Nisan 2015 İnkılap Kitabevi Yayın San. ve Tic. A.Ş. Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No: 8 Yenibosna İstanbul T e l: (212) 496 11 11 Sertifika No: 10614 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
TUTİ KİTAP
Bağdat Cad. Güzel Sok. A Blok No:ll/2 Göztepe Kadıköy İstanbul Tel: (216) 359 1020 e-posta:
[email protected] www.tuti.com.tr O
/tutikitap
B
@ tu ti kitap
@ @tutikitap #197gun #tutikitap
Bu rom anda verilen bilim sel bilgiler gerçektir. Bahsi geçen kişiler, k u ru m la r ve kurgu ta m a m en hayal ürünüdür.
I. BOLUM “Sayı, insan nefsinde birliğin tekrarından kaynaklanan m anevi hayaldir" îh v a n -ı Safa (Saflık Kardeşleri)
100 99 98M 96 95 94 93 92 91 102 65 64 63 6 2 0 6 0 0 5 8 57 9 0 İ İ 6 6 0 3 6 35 34 3 3 1 2 0 5 6 0 ^ 104038016 1 5 8 8 105 68 39 j 8 0 4 0 | ^ 0 } 5 4 87 İl0669 4o B B T i m O ^ D 86! 170H 2 0 H 8 9 1027 52 85 1 0 8 0 4 ^ 2 1 2 2 0 2 4 25 26 51 84 [ 7 2 0 4 4 45 4 6 0 4 8 49 50 O 1 1 0 0 7 4 75 76 77 7 8 0 8 0 81 82 <11 112 H B 114115116117118119 120121
“M arifet, bize yâ r olm ayan sevgiliyi ka lb im izin içinde öldürm ek! îşte en haklı, en m asum , en kudretli ve en m uhteşem cinayet .” P eyam i Safa “N eden bir ikiden basitm iş? D aha azdır, daha ya ln ızd ır am a daha basit m idir?” “Dr. H ouse” Film Dr. Saltı paylaştı, 197 g ün önce
2. G ün, Saat 00:01
1. Kan lekesi ‘dış kapının kolunda’ 2. Kan lekesi ‘dış kapı pervazında’ 3. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’ 4. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’ 5. Kan damlası ‘evin girişinde zeminde’ 6. Kan lekesi ‘1. kat, salon kapısında’ 7. Kan lekesi ‘1. kat, salon kapısının kolunda’ 8. Uzun saç teli ‘1. kat, salon zemininde’ 9. Uzun saç teli ‘1. kat, salon zemininde’ 10. Uzun saç teli ‘1. kat, salon zemininde’ 11. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’ 12. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’ 13. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’ 14. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon zemininde’
SU İTAN TARLACI
15. Kan damlası ‘1. kat, salonda, koltuk üzerinde1 16. Kan damlası ‘1. kat, salonda, koltuk üzerinde1 17. Luminol ile belirlenen-silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon duvarında’ 18. Kan lekesi -sıçramış şekilde- £1. kat, salon duvarında, p an o d a1 19. Kan lekesi -sıçramış şekilde- ‘1. kat, salon perdesinde1 20. Kanlı parm ak izleri ‘1. kat, salon penceresinde’ 21. Kanlı parm ak izleri ‘1. kat, salon penceresinde’ 22. Luminol ile belirlenen- silinmiş kan izleri ‘1. kat, salon duvarında’ 23. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kanlı sol el izi ‘1. kat, salon d u varında’ 24. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kanlı parm ak izleri ‘1. kat, salon duvarında’ 25. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kan izleri ‘1. kat, salon duvarında-sıçramış şekilde’ 26. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 1. basam ağında’ 27. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 1. basam ağında’ 28. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 1. basam ağında’ 29. Kanlı parm ak izleri ‘2. kata çıkan merdiven korkuluğunda’ 30. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 2. basam ağında’ 31. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 3. basam ağında1 32. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 3. basam ağında1 33. Luminol ile belirlenen- silinmiş, kanlı parm ak izleri ‘2. kal.n,ıkın merdiven duvarında’ 34. Kanlı parm ak izleri ‘2. kata çıkan merdiven duvarında, pam »da1 35. Uzun saç teli ‘2. kata çıkan merdivenin 4. basamasında*
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
36. Uzun saç teli ‘2. kata çıkan merdivenin 5. basam ağında’ 37. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 5. basam ağında’ 38. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 6. basam ağında’ 39. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 7. basam ağında’ 40. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 7. basam ağında’ 41. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 8. basam ağında’ 42. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 11. basam ağında’ 43. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 12. basam ağında’ 44. Kan damlası ‘2. kata çıkan merdivenin 12. basam ağında’ 45. Kan damlası ‘2. kat, holde’ 46. Kan damlası ‘2. kat, holde’ 47. Kan damlası ‘2. kat, holde’ 48. Kan damlası ‘2. kat, holde’ 49. Kan damlası ‘2. kat, holde’ 50. Kan damlası ‘2. kat, holde’ 51. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, hol duvarında’ 52. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, hol duvarında’ 53. Saç teli ‘2. kat, holde’ 54. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, oturm a odası kapısında’ 55. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, oturm a odası kapısında’ 56. Kanlı parm ak izi ‘2. kat, oturm a odası duvarında’ 57. Saç tokası ‘2. kat, oturm a odasında’ 58. Kan damlası ‘2. katta, kanepede’ 59. Bir telefon hattı ‘2. kat, kanepede’ 60. Kanlı erkek gömleği ‘2. kat, banyoda, çamaşır sepetinde’
MUTAN TARLACI
61. Kanlı eşofman ‘2. kat, yatak odasında, gardıropla’ 62. Kanlı tişört ‘2. kat, yatak odasında, gardıropta’ 63. Kanlı gömlek ‘2. kat, yatak odasında, gardıropta’ 64. Kanlı gömlek ‘2. kat, yatak odasında, gardıropta’ 65. Kanlı parm ak izleri ‘2. kat, yatak odasında, gardırop kapağında’
66. Takma tırnak ‘2. kat, yatak odasında’ 67. num arayı alacak delil, dedektifin gözlerini fal taşı gibi açtırma lıyken ince bir çizgi halinde kıstırmıştı. Bu durum un, delilin basilli ğiyle veya öyle bir ortam da görmeye alışkın olunan delillerden bin olmasıyla ilgisi yoktu. Haşa, o öyle bir delildi ki su olarak yaratılsa gidebileceği onca yer varken gelip ağzına kadar dolu bir bardağa düşer, suyu taşırm aya yakışırdı. Komiser profesyonelliğini ne kadar korusa da tepkisini belirtir şekilde “Vay vay vay vay...” demeyi ih mal etmedi. Bu sözde, acemilere uygun bir şaşkınlık aram ak yanlış olurdu. Tam aksine “işte aradığım şey buradaym ış” der gibiydi. Kı sılmış gözlerini biraz açıp “Vefa!” diye seslendi. Bu sözün üzerine dışarıdan gelen siren sesleri, evin önüne toplanmış meraklı kalabalığın uğultusu ve bu vahşeti son dakika haberi olarak aktaran muhabirin konuşmalarının oluşturduğu gürültü çullandı. Ölüm ümün üzerinden yedi saat geçmiş olmalıydı ve her geçen sa.ıt hakkımda yapılan dedikodular bu gürültünün nakaratıydı. Yeniden bağırdı. “Vefa!” Gözlerini ne kadar kısıyorsa ağzını o kadar açıyordu. Hayalime u/«|i filmlerde gördüğümüz kırmızı halıya benzer, uzunca dilin ii/eıınde bağırdıkça sallanan kum torbası şeklinde çizilmiş küçük dil ?ıelıv«»ı du. O şeyi bulabilmiş olmanın mutluluğuyla ağzı daha da auln'm . elindeki delile evire çevire bakıyor, kısa süreli d ü ş ım tv le ır d . ılı«'m sonra küçük dilini kum torbası gibi sallandırarak ava/ı
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
Diğer polisler de onun başına toplanm aya başlamıştı. Onlar da bir onun elindekine, bir aşağı katta bu delilden haberi olmayan diğer komisere bakıyordu. Onun ise henüz ikinci kata teşrif etme gibi bir niyeti yoktu çünkü salonun ortasından yükselen merdivenin hem en altında, ceylan d e risi koltukta oturan ve baygınlık geçiriyor taklidi yapm aya çalışan ev sahibinin ifadesini alıyordu: “Eve saat kaçta geldiniz?” “Benim oğlum kimseyi öldürmez. Boşuna uğraşıyorsunuz.” “Sadece sorduğum sorulara cevap verin. Eve geldiğinizde saat kaç tı?” “Saate bakm adım .” “Bir tahm inde bulunun. Aşağı yukarı?” “Bilmiyorum. Akşamüstü, altı yedi gibiydi.” “Altı mı, yedi mi?” “Tam olarak bilmediğimi söylemiştim. Tahmini bir saat istediniz, söyledim.” “Altı ve yedi arasında bir saatlik mesafe var.” “Kaçta geldiğimi bilmiyorum.” “Eve geldiğinizde yanınızda kim vardı?” “Kızım ve öğretmeni vardı.” “Özel ders için mi?” “Evet.” “Kızınızın özel dersi, saat kaçta başlıyor?” “Kesin bir saati yok. Her zaman aynı saatte başlam az.” “Kaç saat sürer?” “Bir iki saat.”
12
SU İ TAN TARLACI
“Bir mi iki mi?” “Bir veya iki saat...” “Öğretmenle kaç saat için anlaştınız?” “İki saat.” “Yani, eve sizinle aynı saatte geldiğine göre, saat sekizde vev.ı do kuzda buradan ayrılmış olmalı?” “Bilmiyorum, olabilir. İki saat için anlaştık am a bazen bir s;ı«»l sıııeı " “Eve geldiğinizde evde kim vardı?” “Kimse yoktu, boştu.” “Eve geldikten sonra ne yaptınız?” “Hiçbir şey.” “Temizlik yaptınız mı?” “Hayır.” “Evde yoğun bir temizlik malzemesi kokusu var.” “Evde her gün temizlik yapılır.” “Siz mi yaparsınız?” “Hayır, hizmetçi yapar.” “Akşamüstleri mi yapar?” “Belli bir saati yok.” “Bugün, temizlik akşam üstü yapılmış olabilir mi?” “Olabilir.” “Eve geldiğinizde evin boş olduğunu söylemiştiniz.” “Evet.” “O halde akşamüstü temizliği kim yaptı?” “Bilmiyorum. Ben yapm adım !”
1*>7 (itJN • BÖLÜM 1
“Ellerinize bakabilir miyim?” Komiser sağ eliyle koltukta oturan ve parmaklarını birbirine geçirmiş, iki başparm ağını m akara sarar gibi birbirinin çevresinde döndüren kadının ellerini işaret ediyordu. Bu işaretle birlikte dönen parm aklar bir süre durdu. Kadın, komiserin isteğine anlam veremeyerek ellerini üzerini gösterecek şekilde uzattı. Komiser elindeki kalemle, kadının ellerini avucunun içi görünecek şekilde çevirdi: “Parmaklarınız su dan buruşm uş gibi duruyor. Elleriniz neden uzun süre suda kaldı?” “Ellerimi yıkamıştım am a temizlik yapm adım .” “Ellerinizi böyle buruşana kadar yıkar mısınız?” “Gerekirse!” “Bugün neden gerekti?” “Her ayrıntıyı böyle sorup duracak mısınız?” diye birden çıkıştı ev sahibi. “El temizliği takıntım var.” Ellerini önünde akan bir musluk var da altında yıkar gibi hızlı hızlı birbirine sürtüyordu. Gözlerini açarak sinirli bir şekilde: “Tuvaletten çıkınca beş on kez yıkam adan rahat etm em .” dedi. “Bence siz burada zamanınızı boşa harcıyor sunuz!” Komiser, bu tavra sinirlenmişti. Dudaklarını büzdü. Burun delikleri simsiyah ve kocaman, dürbün gibi açıldı. Kadının yaptığı “yıkam a” hareketine bakarken tek kaşını kaldırdı ve dişlerinin arasından: “Sadece sorduğum sorulara cevap verin.” dedi. Kadın, komiserin sinirini hissetmişti. Daha uysal am a kararlılığından ödün verm eyen ince bir sesle “Beni suçluyorsunuz!” dedi. Komiser: “Sizi suçlamıyorum. Size soru soruyorum. Banyoda ıslak temizlik bezleri bulundu.” “Evde her gün temizlik yapıldığını söylemiştim.”
SU İTAN TARLACI
“Arkadaşlar temizlik bezlerinde kan izlerine rastlamış." “Bilmiyorum. Hizmetçi belki elini kesmiş veya yaralamıştır. Hiçbir şey bilmiyorum.” “Gerçi pek çok yerde kan izleri var am a...” dedi komiser. Biraz düşünceli ve kendi kendine konuşur gibi kısık bir sesle söylemişti. Bunun için olmalı ev sahibi kadın üstüne alınıp cevaplama ihtiyacı hissetmemiş veya basbayağı soru olan bu cümlenin soru cümlesi şeklinde sorulmamış olmasını, cevaplam am ak için kaçış yolu olarak kullanmıştı. Diğeri, kadının yüzüne bakarak, derin bir nefes aldı. Siyah burun delikleri bu nefesle tıkanmış lavabo pom pası gibi büzüşmüş, komi serin dem inden beri sorm ak istediği şeyleri lavabo borusunu tıkayan bir şey gibi boğazından çekip çıkarmak için hazırlanmıştı. Öyle de oldu. Burun delikleri yeniden şişen pom pa gibi açıldıktan sonra bir solukta: “Hizmetçiniz şu an nerede?” dedi. “Nereden bilebilirim?” diye sert bir cevap verdi kadın. Bu sertlikte “Bir hizmetçinin nerede olduğunu takip etmek zorunda mıyım? O tabakadan biriyle ne işim olur? Ne çok soru sordunuz! Hizmetçinin ifadesi alınırsa temizliği onun yapmadığı ortaya çıkar. Yeter artık!” anlamlarının, kibirlerinin ve endişelerinin hepsi vardı. “Evindedir." diye ekledi belli belirsiz bir sesle. “Bir kadın bu saatte nerede ola bilir? Tahmin edemiyor musunuz? İlla benim söylemem mi lazım?” düşüncelerini de az önceki ses tonunun tedirginliğini kapatm ak için ezici bir bakışla eklemişti. 'Adresini alabilir miyiz?” dedi komiser. "Adresini bilmiyorum.” Yine oldukça sert ve her hecenin üzerine basa basa söylediği bu ı Omlenin ardından sıkıldığını belli eder tavırla derin bir nefes alıp
9
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
“Size söyledim, oğlum cinayet işleyecek bir çocuk değildir.” dedi. Komiser kollarını bağladı: “Daha önce, cinayet işleyecek kaç çocuk tanıdınız?” Bunu söylerken büyük ve rahat spor ayakkabılarının ucunda on santim kadar yükseldikten sonra topuğunu tekrar yere koymuştu. Daha önce birkaç defa daha yaptığına şahit olduğum bu hareketi genellikle rakibini bastırdığı ve zihnen ‘yükseldiği’ anlarda yapıyor, karşısındakine karşı kazandığı üstünlüğü ayaklarının üzerinde de yükselerek kutluyordu. Bu kutlamadan haberi olduğunu zannetmi yorum. D aha çok refleks olarak yapılmış bir harekete benziyordu. Bu, bir çeşit kendini otomatik ödüllendirmeydi. Hayatta çok fazla zor iş başarmış, karşılığında yerince takdir edilmemiş olduğunu dü şündüm. “Cinayet işleyecek birini tanımam a gerek yok.” dedi kadın. “Oğlu mu tanıyorum! Bu yeterlidir.” “Yedi yaşından beri yurt dışında olan ve on yıldır yanınıza toplam on defadan az gelmiş olan oğlunuzu mu tanıyorsunuz?” Yeniden yükselmişti parmakları üzerinde. “Oğlum yurt dışında dil eğitimi alıyordu ve son bir yıldır bizimle yaşıyor. Bahsettiğiniz cesedin sahihi.” “Evet?” “Oğlum, o kızla arkadaştı ve onu seviyordu. Öldürmesi imkânsız.” “Devam edin.” “Devamı yok. Bu kadar.” “Kız arkadaşı, bu eve sık sık gelir miydi?” Bunu söylerken duvarlara göz gezdirmişti. Sanki cevaba dair duvarda izler bulacak ve karşısın daki yalan söyleyecek olsa hu bakışlar onu ele verecekti. Kadın bu ‘araştırmadan’ etkilenmişe? benzemiyordu veya belli etmiyordu. Soru nun cevabını hemen, net ve korkusuz bir ses tonuyla verdi.
16
SUl.TAN TARLACI
“Hayır, bir iki defa.” “Ne kadar emin ve çabuk cevap verdiniz.” dedi komiser. “Sanki saymış gibi.” “O kadar az geldi ki.” dedi kadın. “İkiyi saym a ihtiyacı d u ...” “Bugün okuldan beraber çıkmışlar.” dedi komiser kadının sözünü keserek. “Buraya gelmiş olabilirler mi?” “Zannetmiyorum. ” “N eden zannetmiyorsunuz?” “H ava güzeldi. B ahar günü. Dışarıda gezmişlerdir.” “Hım... ” dedi komiser kadının oturduğu koltuğun yanı başında d u ran vazoyu eline alıp incelerken. “D aha sonra ne olmuştur?” “Bilmiyorum, ikisi de kendi evine gitmek için ayrılmıştır.” “Yani, kız arkadaşı kendi evine ve oğlunuz d a buraya gelmiştir.” “Evet.” “Akşamüzeri.” “Evet.” “Akşamüzeri evde kimsenin olmadığını söylemiştiniz.” “Sadece tahm in yürütüyorum .” Bir süre sessiz bakıştılar. Bu bakışm adan gözlerini ilk çeviren yenil miş sayılacak gibiydi. "Tahminleriz delillerle ne kadar zıt!” dedi komiser elindeki vazoyu verine bırakırken. Otuz beş yaşlarında olmalıydı. Kilolu değil ama İriydi. Alnı genişti ve saçlarının bir kısmı alnına doğru iniyordu I viu İkinci katında delil toplayan diğer polislerin giydiği bir çeşit yağının tığa benzettiğim beyaz kıyafetlerden yoktu onda. Mavi biı gömlek »•.hine toprak rengi deri ceket, altına d a kot pantolon giymişti
197 GÜN • BÖLÜM 1
Yukarı kattan kendisine üçüncü defa seslenilmesine rağm en kadın dan gözlerini ayırmadı. Ardından bir ses daha duyuldu: “Vefa, burada kanlı bir testere var.” Komiser, bu sesle birlikte galibiyetinin ilanını duyar gibi olmuştu. Gülümsedi. Artık gözlerini ilk çeviren o olsa da yenilmiş sayılmaya caktı. Bu rahatlıkla yukarıya, sesin geldiği yere, bir an baktı sonra tekrar kadına döndü. Dilini ağzının içinde bir tur çevirip hızlıca alt dudağını yaladıktan sonra: “Buna ne dersiniz?” dedi. Yeniden ve öncekinden daha belirgin gülümsedi. Testereyi görme isteğinin acelesi ve son delille birlikte kadına karşı kazandığı zaferin üstünlüğüyle ayakuçlarında bir kez daha yükselip topuklarını yere “Bu son noktaydı.” der gibi sertçe bıraktıktan sonra emir verir tavırla: “Sohbetimiz uzun sürecek anlaşılan. Emniyette devam edelim.” dedi. O, ikinci kata çıkarken ev sahibi kadın ve evde o gün bulunan am a önceden hiç görmediğim birkaç kişi daha dışarıdaki gazeteci kalaba lığı arasında polis arabasına bindiriliyordu. 67. delil numarasını, Vefa komiser testerenin ayna gibi parlayan yü zeyinden kendi görüntüsüne dalmışken gözleri kısık dedektif kayda geçiyordu: Gazete kâğıdına sarılı kanlı testere ‘2. katta, yatak o da sında, yatağın altında’.
18
“İ k i şey s o n su zd u r : İn sa n o ğ lu n u n aptallığı ve evren. İ k in c isin d e n o k u d u r e m in değilim .” Alberl b'instein Dr. Saltı paylaştı, l {>t y ü n önce
3. («ün
Dudakları ve kusursuz bedeni... Üzerinde çırılçıplak yattığı ipek çar şafın ateş kırmızı renginden bile daha çok dikkat çekiyordu. Elbette bem beyaz ten ve bu dudaklara bir fon oluşturuyordu am a onları asıl belirginleştiren, teninin renginden çok, güzellik tanrıçası gibi yat m akta olan bu kadının bakışları ve tavrıydı. Onu izleyen kişinin, çırılçıplak ve kusursuz bu vücutta bakacağı son yer gözler olsa da o bakışların neler anlattığını hissedebilir. Hafifçe kısılmış gözlerinin altından, sizin onu izlediğinizi görüyormuş, uta nıyormuş am a bu şekilde yatm aktan da kendini alamıyormuş gibi derinden bakar. Uzun süre bakarsanız, onu sadece izleyip asla doku namayacağınızı bildiğini zannedersiniz ve az önce, yüz ifadesinde, bu defa ona ulaşamayacağınızı bilip halinize acımasızca gülüyorum*, izlenimini oluşturur. Sonra gözlerinizi yeniden dalgalı saçlarda, deıın ve davetkâr bakışlarda, aralıklı dudaklarda, boyunda, omıı/l.ml.ı. kalçalarda ve bacaklarda gezdirirsiniz ve bu durum dakikalaıım/ı alabilir. Doktor Saltı’ya kalsa Marilyn M onroe’nin bu posterini mu,mime odasının duvarına boydan boya m onte ederdi am a ne va/ık H l»ıl
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
gisayarının m asa üstü resmi olarak kullanmakla yetinmek zorunday dı. Çünkü öyle bir şey yapacak olsa, ihtimaldir ki onun başarılarını kıskanan ve öğrenciliğinden beri ayağını kaydırm aya çalışan kişiler, onu fakülteden gönderm ek için bir zamanlar “Zikir Esnasında Be yinde Neler Oluyor?” isimli makalesini “fazlaca dindar” bulmuşlar dı. Yine bir zamanlar “Orgazm Esnasında Beyinde Neler Oluyor?” isimli makalesini de “ahlaka aykırı" nitelendirmişlerse, bu fotoğraf için de saçm a bahaneler bulabilirler ve başını ciddi şekilde ağrıta bilirlerdi. Bu nedenle biricik aşkı Marilyn M onroe’nin bu pürüzsüz bedeni bir bilgisayar ekranı büyüklüğünde kalmalıydı. Daha fazlası değil! Masası, kapının hem en girişinde olduğu için bilgisayarındaki bu fo toğrafın, hasta ve hemşireler kapıyı açıp kapattıkça bekleme odasındakilere göründüğü olurdu. Onların da dikkatini çekmiş olmalıydı ki kapı her açılıp kapandığında masaya doğru dikkatlice bakıp birbir lerini iteleye iteleye çocuk gibi gülerlerdi. Bir doktorun bilgisayarının m asa üstünde, böyle bir fotoğraf olmasına şaşırmışlardı anlaşılan. Verdikleri tepki o kadar coşkulu ve abartılıydı ki ben onların davra nışlarını, onların fotoğrafa olduğundan daha şaşkın izliyordum. Önce ikisinin de -hayır bir nörolog kapısında beklemelerinden öte davranışlarından hareketle- beyin hasarlı olduklarını düşünüp; bir taraftan da -talihsiz bir trafik k¿^zasında canımı verm eden önce ben de aynı hastanede psikiyatr olduğum için- bu iki kişinin psikolojik problemlerine yönelik tanı koymaya çalışırken konuşm alarından öğrendim ki, bunlar hasta değildi -hasta oldukları için burada değil lerdi desem daha doğru olur sanırım- çünkü doktoru tam am en farklı bir am açla beklemekteydiler. Federico ismini belki daha önce duymuşsunuzdur. Hastanenin de bağlı olduğu üniversitede fizik profesörü, aynı zam anda çok zengin bir iş adam ı ve hayırseverdir. Tam da o günlerde hastanenin nöro loji bölümüne masraflarını tam am en kendi karşılayarak Alzheimer
20
SU İTAN TARLACI
hastaları için özel bir bölüm yaptırmıştı. Epey malivelli ve tekno lojinin son imkânlarıyla donatılmış bu bölümün zaman içinde her türlü giderini karşılamanın teminatını da vermişti. 1İnsinin* kendi ne sunulan hediyeyi memnuniyetle kabul ettikten sonra veni açılan bu bölümü de kullanarak fakültenin genel tanıtımını vnpınnk için bir reklam çalışmasına girdi. Giderleri hastaneye ait olacak tanıtım için fazla harcam a yapılmaması kararlaştırıldı ve reklam yüzü olarak ucuz bir m anken arandı. Afişlerde neden gerçek bir hemşire vu/ü kullanmadıklarını tam olarak hatırlayamasam da uygun bir yüz bu lamadıklarını, buldukları birkaç kişinin de sevgilisinin kıskançlık vap tığını hatırlıyor gibiyim veya bu tam am en benim uydurmam . İşte o gün Dr. Saltı’yı bekleyen bu kişiler, hastane tanıtımı için reklam yüzü olarak kullanılacak m anken Tattu ve arkadaşı Tugay’dan baş kası değildi. Reklamla ilgili diğer işler halledilmişti am a asıl önemli olan yeni Alzheimer bölümü tanıtımı yarım kalmıştı. Tamamlanması için Dr. Saltı’nm verdiği röportajlarla birlikte hem doktorun hem de Tattu’nun birkaç kare fotoğrafı gerekiyordu. Ne var ki çok yoğun olan Saltı, misafirlerini biraz bekletmek zorundaydı. Bu nedenle fotoğrafçı bir kahve içmek için hastanenin kafesine inmiş Tattu ve Tugay da nöroloji bölüm üne çıkmış, çıkar çıkmaz da sekreterin uya rısına rağm en doktorun m uayenehanesine dalmışlardı. Hastasıyla ilgilenmekte olan Saltı’nın ikazıyla bekleme salonuna geçmişler ve toplum içinde nasıl davranılması gerektiği hususunda hiçbir düşün çeleri olmadığının kanıtı olan hareketleriyle kendi aralarında derin bir sohbete dalmışlardı. Bu sohbet, mankenin yanındaki -herkesin cinsel tercihi kendini ıl gilendirir am a gay olduğunu düşündüğüm - arkadaşına “Maıilvn benden güzel mi?” diye sormasıyla başladı. Bu sorunun mankeni çok kırmayacak geçiştirme bir cevapla atlatılmasının ardından ’ I 'eki benden seksi mi?” sorusuyla devam eden konu -elbette saygı duyu yorum am a burada gay olduğunu kesin olarak anladığım nıkndn-ji tarafından yine zekice uAy bana mı soruyorsun kız. ne hileyim heu
9
?
197 GÜN • BÖLÜM 1
erkek miyim ha h a.” şeklinde geçiştirilmişti. Bu iki cevaptan sanı rım kendisinin daha güzel ve seksi olduğu sonucuna ulaşan m anken daha da uçmuş “Zaten kapıyı açar açmaz doktorun bana nasıl bak tığını gördün değil mi?” sorusuyla konuyu devam ettirmişti. Gay ar kadaşı dürüstlükle buna karşı çıkıp “Biz de aniden daldık am a o d a ya. Doktor şaşkınlıktan baktı bence şekerim.” demişti. Hem nasıl bir şaşkınlık ve sonrasında nasıl bir sinirdi anlatam am size. Saltı, önce gürültüyle açılan kapıya, ardından Tattu’nun “Foto zamanını!” diye bağırıp odaya dalm asına büyük şaşkınlıkla mavi gözlerini dikmiş, sonrasında bağırm asa da oldukça seri bir şekilde ikaz etmiş ve onları dışarı çıkarmıştı. Doktor tepkisinde çok haklı olmakla birlikte, belki başka bir gün ya da günün başka bir saatinde olsa aynı şekilde davranmayabilirdi. O an ise ilgilendiği hastası, gözünün önüne gelen bazı görüntüler le geleceği görebildiğini söyleyip, bazı vakalardan örnekler veriyor, hastaya yapılan tetkiklerde beyninde» herhangi bir sorun çıkmaması Saltı’yı düşündürüyor, rahatsızlığın tanısını güçleştiriyordu. Psikolo jik rahatsızlık ve yalan söylüyor olma ihtimali kalmıştı geriye. “Nasıl görüyorsunuz? Uyanıkken mi?” dedi Saltı. “Elbette uyanıkken.” diyordu yaşlı kadın. Hem de bunu öyle içten diyordu ki Saltı profesyonel bir doktor olmasa kadının bu masum samimiyeti sözlerinin teminatına yetecekti. Bu durum da yalan söy lemesi değil “onun öyle sandığı” ihtimali daha kuvvetliydi. Seksen lerinde olmalıydı. Tek başına gelmişti. Bir yakınıyla gelmiş olsa Saltı’nın, yakınına soracağı bazı sorular olacak gibiydi. Saltı bu tatlı ihtiyara psikolojik bir ilaç yazarken gayri ihtiyarî gülüm sedi. Kadın bu gülüşü çay bardağının altı kalınlığındaki gözlük camlarının arkasından görmüştü. Alnını eğmeden sadece boynunu kırıp başını eğerek m uhabbet kuşu gibi doktora baktı. Kenarları buruşmuş dudak ları kırgınlıkla aşağı sarkarken “İnanmıyorsun sen bana.” diye çıkıştı.
22
MUTAN TARLACI
“Ben mi?” dedi Saltı. “Sen tabii ya.” Oturduğu koltuğa iyice yerleşti. “Kalkmayayım buradan da gör.” dedi ağzının içinde. “Bunadığımı mı düşünüyorsun sen benim? Hem bunadım diye gülüyorsun hem de buraya tek başıma nasıl gel dim diye.” Doktora baktı: “Neden gelmeyecekmişim?” dedi. " (¡ele mez miyim?” “Yok canınım.” dedi Saltı ciddi görünm eye çalışarak. Kolluğuna yaslandı. “N eden gelemeyecekmişsin? Sen d ah a kaç yaşındasın ki? Altmış var mısın?” “Hıı.” dedi belli belirsiz bir sesle. “Varım o kadar.” İçinden Saltfya karşı pek çok şey saydığı belliydi. Kendinden kırk beş yaş küçük şu terbiyesizin tavrına hayretti doğrusu. Eskiden bir adap vardı. Şimdi lerde neredeydi. Şu çocuğun alaylı tavrına bakılacak olursa sabah tan akşam a kadar hiçbir iş yapm adan bom boş otursa daha hayırdı. “Bak.” dedi Saltı. “Ben şimdi sana bir ilaç yazacağım o görüntülerin hiçbirini görmeyeceksin. Hepsinden kurtulacaksın. Olur m u?” “Kendin iç o ilaçları.” dedi yaşlı kadın. “N eden görmeyecekmişim bir daha?” “Şikâyetçi değil misin?” “N eden olacakmışım? B ana ne zararı var?” “Ee. Az önce dem edin mi arkadaşımın ölüm ünü gördüm falan.” “G ördüm .” “Üzüldüm dedin y a.” “Üzüldüm.” “Tamam, işte ben ilaç yazdıktan sonra görmeyeceksin lıiçlm şevin kalmayacak.”
\
9
197 g ü n • b ö lü m ı
“Zaten görmüyorum ki onu artık. Olm adan önce bir defa gördüm, tam am .” “Artık görmüyor m usun?” “Görm üyorum .” “Bitti mi bütün görüntüler?” “Bütün görüntüler biter mi hiç. Çocukluğumdan beri ara ara görü rüm b en.” “Şikâyetçi değilim diyorsun.” “Değilim tabii.” “N eden geldin o halde buraya?” Yaşlı kadın bunun üzerine doktora sırlını dönüp yetişebildiği bir nok tayı gösterip: “Sırtımın ortasında tam şurada bir ağrı var diyordu. O ndan geldim.” Saltı derin bir nefes alıp koltuğuna yaslandı. “Teyze burası ortopedi mi y a.” diye söylendi ağzının içinde. O yaşına rağmen kulaklarında hiçbir problem olmayan kadın bu sözü duyup “Burası ortopedi mi dedim ben sana.” diye camları titretircesine, erkekleşmiş gür sesiyle bağırdı. Saltı bir anlık boş bulunmayla sarsılmıştı. “Ben bilmiyor muyum buranın nöroloji olduğunu?” “E, neden ortopediye gitmedin?” diye zar zor sorabildi genç doktor. “Gittim.” dedi kadın. Bir deri bir kemik kalmış elleriyle çantasından bazı ilaçlar çıkardı. İşaret parmağıyla bir kremi gösteriyordu. “Bunu eve gider gitmez sür dedi. Eve gidemedim daha sen sürüver.” diye bluzunu sıyırmaya başlamıştı. Saltı’nın söyleneni yapm aktan başka seçeneği var mıydı? Kremi açıp yaşlı kadının “ağrıyan noktasına” belki on defa “orası değil biraz sağa, orası değil biraz sola, aşağı in, yukarı çık” sözleri arasında sonunda “Hah tam am . Sür oraya sür, sür, sür. Yedir iyice.” direktifleriyle teyzenin yine de pek m em nun
24
MUTAN TARLACI
kalmadığı “Sürüverdi bıraktı.” sözlerinden anlaşılırken, sonunda kremi sürmüştü. “Öteki de öyle.” dedi kadın bluzunu yeniden indirirken. Sallı ellerini yıkamaya kalkmış, kadın ona duyurabilmek için bağırmaya başla mıştı: “Öteki, öteki... Ben nörolog m uyum teyze bana bu gördükle rini anlatıyorsun.” dedi. Anlaşılan teyze bu gördüklerini her onıine gelene anlatıyordu. Ortopedi uzm anına anlatınca doktor da ley/e nin o görüntüler için doktora geldiğini zannetmiş “Burası nörolog mu teyze?” diye çıkışmış, teyze de herkese anlatıp, asıl anlatılması gereken kişi nörolog, eksik kalmasın diye gelmişken bir de nörologa anlatm anın iyi olacağını düşünm üştü. Saltı, kafasından bunları ışık hızıyla geçirirken koltuğuna oturdu. Bir yandan teyzenin “Kalkma yayım buradan da gör.” sözünden sonra onu odadan nasıl göndere ceğini düşünüyor, kadın da o esnada “özel yeteneğini” kanıtlamaya çalışıp gelecekten bir haber veriyordu. İşte tam da o, “Biri erkekten dönm e avrat kılıklı öteki iffetsiz iki abdestsiz şapşalın, belki kendi gitmeden, belki kendi gittikten sonra odaya dalıvereceğini.” söyle mesiyle dalmıştı mankenle arkadaşı odaya. Bu durum Saltı’nın gün lük sabır limitini çoktan aşmakla birlikte teyzenin “kendince” uygun tanımlamasına uym uyor muydu? Belki teyze onun odasına girme den önce salonda görmüştü o ikisini am a m ankenle arkadaşının da yukarı çıkar çıkmaz odaya dalmış olması muhtemeldi. Bu durum da yaşlı kadın nasıl bilmişti onların odaya dalacağını? Saltı’nın o ikisini sertçe gönderm esinden sonra neyse ki teyze de inadında direnip koltuktan kalkmama eylemini sonlandırmış, bir zn manlar düz olan yan yana duran iki demirin tam ortadan iki tarnln ayrılması gibi eğrilmiş bacaklarıyla odadan çıkmış, yalnız doklomn kafasında bir soru işareti bırakmıştı. Saltı, sıradaki hastayı içeri alırken Tugay kendiyle aynı fikirde nlın.ı sa da Tattu konuşmasına devam ediyordu: “Ama var ya «ısıl benim posterim olacak çırılçıplak öyle.” dedi. Kısa olan eteğini oimdııgıı
9
l ‘)7CÎİJN ’ BÖLÜM 1
yerde kalçasına doğru sıyırıyor, bluzunun yakasını om zuna doğru açıyordu. “Ay doktorun başı döner düşer herhalde.” İnce sesinden beklenm eyen gür kahkaha attı. Bir yandan oturduğu koltukta Tu gay’ın kucağına doğru bayılma hareketi yapıyor, az önce sıyırdı ğı eteğinin altından yan tarafta Parkinson rahatsızlığından sırasını beklemekte olan, sol eli durmaksızın titreyen, donuk bakışlı yaşlı bir adam a iç çamaşırı görünüyordu. Adam, çamaşırı daha net görebil mek için gözünü kısıp aynı bakışla donuk bir şekilde gülümsedi. Tattu, yattığı yerden Tugay’a bakıyordu. “Doktorun nasıl içime düşecek gibi baktığını gördün değil mi Tugi?” Tugay tırnağıyla oynarken hafif um ursamaz bir tavırla “Sinirlendi ayol adam .” dedi. Manken aniden kalkarak “Sinirlendi mi?” dedi. “Ne siniri kızım, gü lümsedi bile! Hani iş atıyor anlaşana. Önce baktı kaldı, sonra gü lümsedi. Bak aynen böyle.” Karşıdaki koltuğa geçmiş doktoru taklit ediyordu. Önce dalgın bir bakış allı sonra da hayran bir gülümseme. Tattu’nun doktorun şaşkınlık bakışlarını kendine âşıklık olarak algıla masını sağlayan düşünce yapısı onu hayatta her türlü dertten tasa dan koruyacak bir virüs tarafından geliştirilmiş olmalıydı beyninde. Tugay, Tattu’nun çok fazla hayale kapılmaması gerektiğini, yanlış anlamış olabileceğini hatta doktorun o anda hiç gülmediğini ve gül müş olsa bile muhtemelen başka birine güldüğünü dili döndüğünce anlatm aya çalıştı. Sonunda bu bir tartışmaya döndü. Tattu, “Kıskanıyorsun şekerim.” dedi. Dudaklarını büzmüş, kaşlarını çatmıştı. “İlgisi yok hayatım .” diye karşılık verdi diğeri. “Doktor sana âşık değil am a sen ona ilk görüşle âşık oldun ki sağlıklı düşünemiyorsun derim b en.” Bu son sözleri Tugay da biraz arkadaşına kırgın şekilde söylemiş, son kelimelerinde bacak bacak üstüne attığı dizinden h a fif toz silker gibi yapıp ‘arlık konuyu uzatmak istemiyorum’ tavrıyla
26
SUl.TAN TARLACl
başını yan tarafa çevirmişti. Baktığı tarafta üç yaşlarında bir çocuğa şirinlik hareketleri yapmış, agucuk sesleri çıkarmış, çocuk turuncu saçlı, sarı güneş gözlüklü, yeşil fındık sakallı ve üzerinde tulden bir buluz ve altında mavi leopar desenli tayt olan bu kişiden korkmuş olmalı ki annesinin arkasına saklanmıştı. Tugay, az önce kendisine yöneltilen suçlam adan dolayı kırıldığını sesinin tonunda belirtircesine hafii kısık bir sesle: “Hem benim nasıl erkeklerden hoşlandığımı biliyorsun.” dedi. I )<>k torla senin aranda bir ilişki başlayacak olsa ben neden kıskanayım? Doktor sarışın hayatım, ben esmerlerden ve biraz.” Ayağa kalkınış, ellerini iki tarafa açmış, omuzlarını sağa sola oynatm aya başlamış!ı “ İri yarı olanlarından.” gülümsedi. “Biraz da m açolardan hoşlanı yorum biliyorsun.” Bunu da cilveli söylemişti. Sağ elini ‘ihtimal ki” anlam ında sağ tarafa açıp “Yani doktor böyle biri olsa.” dedi. Az önce sağa açtığı eliyle bu kez kendini gösterip ve “Bende de bir elektriklenme başlasa.” Bu kez Tattu’yu işaret edip “O kişi de senden hoşlansa.” yeniden kendini gösterip “Ve sen de bana kıskandın d e sen anlarım am a...” diyor sözleriyle birlikte tüm bedeni oynuyordu. Her ne kadar hareketli ve hararetli bir konuşm a olsa da bu sözlerden sonra -sözlerin etkisinden değil de Tattu anlamadığı ve anlam aya çalıştığı için- araya giren sessizliği yine Tugay’m sesi bozdu: “Ayol, hayal kırıklığı yaşayacaksın, ondan diyorum .” “Ne eksiğim var?” diye çıkıştı manken. Şimdi de o ayağa kalkmış, hiçbir eksiği olmadığını gösterircesinc göğsünü öne çıkartıp kalçalarını geriye atmıştı. Birkaç defa bir fot< ><ı rafçıya poz verir gibi yaptı. Saçlarını geri attı. Salonu podyum gibi kullanıp bir uçtan diğerine yürüdü. M uayene sırasında bekleyen bu kaç şişman kişi öyle bir bedene sahip olmak için neleri verm eyi •
9
9
197 G ü n - B ö lü m ı
bozulduğunu gösteriyordu ve deprem habercisiydi. Az önce eli titre mekte olan yaşlı adam yine gülümsedi. Hiç durm adan titreyen sol eli sanki daha da hareketlenmişti. Boğazının yaşlılıktan oluşmuş çiz gileri Tattu’nun hareketlerim’ karşı ağzının içinde söylediği hayranlık ifadeleriyle bazen iyice derinleşiyor, bazen geriliyordu. Hem en hiç parlaklığı kalmamış göz bebekleıi. Tattu’ya baktıkça ışıldıyor gibiy di. Yeniden gülümsedi ve derinimden gelen yaşlı sesiyle: “Güzelsin, güzelsin.” dedi. Tattu bir kahkaha attı ve ardından yaşlı adam a göz kırpıp bir öpücük gönderdi. Muhtemelen adam ın kızı olan ve yanın da bekleyen kadın Tattu’ya bakıp “I ladi kızım işine bak. Yapma öyle şeyler.” diye uyardı. Tattu bu uyarıya bozulmuştu. Kadını Tugay’a şikâyet eder gibi arka daşına bakıp ağzının içinde “Ana, deli mi ne?” diye söyledi. Tugay bu şikâyetle fazla ilgilenmeden: “Ben sana güzel değilsin d e dim mi?” dedi. “Ama karşındaki bir doçent. Yanlış bilmiyorsam epey de tutulan ve tanınan bir doktor.” “Ee.” dedi diğeri. “Doçentler âşık olamaz mı?” Şuh bir bakış atıyor du etrafa. Az önce bakıştığı yaşlı adam , yanındaki kadın görm eden belli belirsiz bir öpücük attı Taltu’ya. Dudaklarını büzerken yüzü iyi ce kırışmış yanaklarına sanki renk gelmişti. Elleriyle birlikte kafası da sallanmaya başladı. Kontrol edemediği şekilde m ütem adiyen salla nıyor, bu durum onda yorgunluk oluşturup nefesini zorlaştırıyordu. Ara sıra boğazından nefesle birlikte belirsiz ince bir ıslık çıkıyordu. Tugay’ın gözü adam a takıldı. İhtiyarlık onu öyle bir noktaya gelmişti ki boş otururken bile yoruyor gibiydi. Kim baksa içinde ona karşı bir sızı hissederdi am a Tattu’ya olan ilgisinin komikliği yaşlılığına olan acınası durum u bastırıyordu. “Kız, karşıdaki amcayı kalpten götüreceksin az sonra bir uslu dur.” dedi Tugay gülerek. Sonra birden ciddileşip “Hayır, şekerim.” diye ekledi. Bu ciddiyet, çok önemli bir konuda karşıdakini aydınlatm a yı kendine görev bilmiş profesör ciddiyetiyle yarışırdı. Yeşil fındık
28
SULTAN TAKLACI
sakalını parm ağının ucuyla oynarken: “Doçentler de âşık olur am a o aşkı sen kendine bekleme derim ben...” Karşıdakinin anlayıp an lamadığını test etmek için gözünün ucuyla baktıktan sonra: "Bence, hani nasıl denir fiziksel görünüm ün yanında biraz zekâ falan da arar böyleleri.” “Ne dem ek o Tugi?” dedi Tattu. “Ay sen resmen bana doktordan daha salaksın dedin!” Sesi öyle bir tizlikte çıkmıştı ki bir animasyon filmine uyarlansa tarsier prim atına yakışırdı. “Aa... O nasıl söz kız?” diye karşı çıktı arkadaşı. Oturduğu koltuğun ucuna gelip: “Bak ben öyle bir şey dem ek istemiş olsam bu ne d e mek biliyor m usun? Doktor salak, sen ondan da salaksın demek. Oysa ben ne dedim? Adam doçent dem edim mi?” Manken bir an düşündü. “Doğru Tugi’m, dedin.” Neşesi yerine gelmişti. “Pardon ben yanlış anladım .” diye ekledi. Zaten konunun üzerinde düşünecek yeterliliği yoktu. Böyle durum larda karşıdakine hak verm e en kestirme yoldur. Arkadaşıyla arasının bozulm amasına sevinen Tugay: “Mesela ben senin bu güne kadar güzelliğine tek söz ettim mi?” diye haklılığını belirginleştirmeye çalıştı. Bu söz diğerinin hoşuna gitmişti. “Hem de seksiyim, değil mi kız!” dedi ayağa kalkarken. Yeniden saçlarıyla oynam aya başlamıştı. “Seksisin.” dedi Tugay. Yaşlı adam ın yanında oturan kadınla g<>/ göze gelmişlerdi. Kadının Tattu’nun yeniden ayağa kalkmasından rahatsız olduğunu görüp oturması için kolundan tuttu. “Dağıtma saçlarını.” diye ekledi. “Cadı gibi çıkacaksın fotoğrafta.” Bir süre daha, ne kadar bekleyeceklerinden konuştular. Bekleme odasındaki parkelerin arasındaki tozlar pencereden giren güneşin yardımıyla minik ışıltılar saçarak odada dolaşıyordu. O nleı inden hızla geçen bir hemşirenin önlüğü yanından geçtiği büyük ynpınklı bir salon çiçeğinin yapraklarını salladı. Onun yanında, içme mnklı
9
9
1‘>7 CiÜN ’ BÖLÜM 1
taşlar doldurulmuş uzunca bir vazo duruyordu. Bir süre sonra dok torun odasının kapısı açıldı ve hasta çıktı. O ndan sonra, sol eli titre yen, maske takmış gibi donuk bir suratla hiç acelesi yokmuşçasına ağır adımlarla yürüyen Parkinson hastası yaşlı adam ı içeri aldılar. Tam kapanm am ış kapıdan yaşlı adam ı m uayene eden doktorun sesi geliyordu: “Tansiyonun yüksek senin amca. D aha önceden var mıydı yüksek tansiyonun?” Hastanın doktora verdiği cevap salon dan anlaşılmazken kapının kapanmasıyla derinlerden gelen sesi de duyulmaz olmuştu. Parkinson hastasının içeriye alınmasından sonra ne kadar beklediler bilemiyorum. Bir ara televizyonu açtılar. Tattu, oynadığı bir rekla mın o gün yayınlanacağından bahsediyor, Tugay “Sadece popon görünüyor reklamda hayatım .” diyor Tattu da ısrarla bunun bir şöh ret olduğundan, dünyada poposuyla ünlü olan kişilerden örnekler veriyordu. Az önce odasından çıkarken doktorun kesin poposuna baktığını eklemeyi de ihmal einıedi. Bir süre sonra konu yeniden doktorun Tattu’dan hoşlanıp hoşlanm adığına geldi. Tekrar tekrar aynı şeyler konuşuldu, küsüldü, barışıldı, iddiaya girdiler. Saltı’nın geldiğini fark etmemişlerdi bile. Birkaç defa seslenen doktor kendi ameline dalmış bu iki kişinin duy ması için “Fotoğraf çekimi içindi değil mi?” dedi yeniden. “Ay pardon doktor bey.” dedi Tugay. Sesi çatallanmıştı. “Ben Tu gay.” diye ekledi elini uzatırken. “Bu da arkadaşım Tattu.” Tattu da Tugay’dan gördüğü şekliyle doktorun elini sıktı. “Evet, fotoğraf çekimi için geldik.” diye ekledi. Doktorun az önceki sorusunu yeni hatırlamıştı. “Fotoğrafçı arkadaş da aşağıda kafede. Ben çağırayım.” Konuşurken belini genç bir kız gibi kırıyor, narin hareketler yapıyordu. “Bu arada başarılarınızın devamını dilerim.” dedi kibarca. “Yeni açılan bölüm de hayırlı olsun.” Saltı, onun arka arkaya sıraladığı iyi niyetle dolu temennilere ve teb
30
SULTAN TARLACI
riklere teşekkür etmek için ağzını açmıştı ki Tattu doktorun cebindeki kalemi alıp samimi, şımarık bir tavır ve tiz bir sesle: “Saltı.” dedi. “Sen var ya sen. Sinsi çapkın! Tugi’yle iddiaya girdik. Söyle de duysun kendi kulaklarıyla. O dana girdiğimizde sen bana neden güldün?” Bu tavır karşısında doktorun ağzı olduğu şekliyle açık kaldı. Bir süre sonra kendini toparlayıp: “Ben mi?” diyebildi. Tattu cevap olarak doktora göz attı ve gülümsedi. Dirseğiyle “Hadi hadi.” şeklinde vurmayı da ihmal etmedi. Tugay telefonla konuşurken m üdahale edilmesi gereken bir durum olduğunu anlamış ve fotoğrafçıya acil yukarı gelmesini söyledikten sonra telefonu hem en kapatıp Tattu’nun elinden doktorun kalemini hızla almıştı: “Aa!” dedi. “Ay. H a ha. Bizim arkadaş böyle hem en işte. Ah, çok şa kacıdır bu doktor bey.” Kalemi Saltı’nın önlüğünün cebine takm aya çalışıyordu. Çocuğunun yaramazlığından m ahcup olup özür dileyen bir anne tavrı vardı bakışlarında. “Noooldu? Sormam ı istemiyorsun değil mi?” dedi Tattu. Az önce doktoru dürttüğü dirseğini bu defa arkadaşını dürtm ek için kulla nıyordu. Tugay bu darbelerle sarsılınca elindeki kalem doktorun önlüğünü çizdi. Doktor, kalemi cebine takm aya çalışan Tugay’a “Ti* şekkür ederim .” anlam ına gelen bir bakışla ve zoraki gülümsemeyle karşılık verip haritaya dönm ek üzere olan önlüğünü kurtarmak için kalemi aldı. Tugay, Tattu’nun kolundan çekmiş kulağına fısıldıyordu: “Kız yap ıııa gözünü seveyim. Ben sana ne dedim? Fazla konuşma dokloıım yanında dedim. Tek başına olsan neyse. Yeminle beni de re/il ede
il
9
9
197 (¡ ü n ■ B ö lü m i
Saltı ne olup bittiğini anlayamam ış am a hafif sezmiş olmalıydı. Tattu, Tugay’ın uyarılarına aldırış etm eden tekrar doktora döndü: “Odaya girdiğimizde güldün ya.” Saltı, tam yerleştirilememiş kalemi cebine taktıktan sonra kollarını bağlayıp mankenle arkadaşına o zam ana kadar gördüğü en ağır vaka gibi bakıp: “Bu aralar bazı konular üzerinde araştırıyorum.” dedi. Tugay, Saltı’nın yeni bir konu açmasıyla rahatlamıştı. Aynı zam anda “Bazı konular üzerinde araştırıyorum.” sözüyle, doktorun araştırm a ları üzerine onlarla paylaşacağı bir şeyler olduğunu anlayıp ciddiyet ve minnetle dinleyerek, yanındaki arkadaşının aksine dinlediğini an lar, evet asla onun gibi salak olmadığını gösterir bir vaziyette, tıpkı doktor gibi ellerini bağlamış ve Saltfnın ağzından çıkacaklara pür dikkat kesilmişti. Saltı, boş am a inceler bakışla kendini dinlemekte olan Tattu’ya d ö nerek devam etti: “Bazı kişiler, gülen veya gülümseyen diğer insanlara bakar bakmaz onların neden güldüğünü anlayabiliyorlar.” “Bakar bakmaz?” diye sordu Tugay. Saltı onaylar şekilde başını salladı. Tattu doktor tam konuşacağı esnada: “Böyle yakışıklı biri neden doktor olsun ki?” dedi. “Bizim ajansta yer var mankenlik yapm ak istersen. Çok tanıdıklarım var araya birilerini sokup seni aldı...” Tugay, Tattu’nun konuşm asına daha fazla fırsat verm eden doktora dönüp: “Aa. Şey gibi mi hocam mesela ben böyle beyin okuyan kişilerle ilgi li bazı yazılar okum uştum .” Gözlerine resmiyete kaçırmak istemediği belli olan bir ciddiyet vermişti. “Ben de çok severim parapsikoloji
32
SU İTAN TARLACI
okumayı. O aklıma geldi.” dedi. Doktor: “Evet, aynen öyle.” dedi. “Yani birinin neden güldügünii, ne d ü şündüğünü bilebilen bazı kişiler olabiliyor. Ya da algılayabilen kişiler desek daha doğru olur sanırım.” Tugay, kendi fikrinin desteklendiğine m em nun olmuştu. Az önceki ciddiyet samimi bakışlara dönüştü. D aha içtenlikle: “Evet. Algılıyor bazı kişiler.” diye tekrarladı. Tattu “Kimmiş onlar Tugiii?” diyerek Tugay’ın önünde dikilmiş, göz lerinin içine bakıyordu. Tugay, çocuğunu gözleriyle uyaran anne gibi gözlerini kocam an açarak ağzını büzdü Tattu’ya bakarken. Tattu’nun sorusunu “Bazı kişiler.” diyerek doktor cevapladı. Tugay: “Peki, nasıl oluyor hocam ?” Ö nünde dikilen ve doktoru gör mesini engelleyen Tattu’yu elleriyle iteleyerek biraz kenara çekmişti. “Bu konuda bilim ne diyor?” “Bu bir beyin sinyali.” dedi doktor. Sağ işaret parmağıyla şakağında havaya daireler çiziyordu. Tugay: “Acaba telepati yeteneği olan biri yapabilir mi bunu hocam ?” dedi. Çünkü ben telepatinin olduğuna gerçekten inanıyorum. Mesela bir arkadaşımı düşünüyorum ya bir bakmışım ...” Telefonunu çıkarıp uzun tırnaklarıyla ekranına vurdu “Pat aram am ış mı?” Olabildiğince nazik konuşm aya çalışıyor, sesi bir genç kız gibi inceliyordu. Çainl laşmış sesiyle birkaç defa güldü. Sonra yeniden ciddileşip tıpkı dok tor gibi kollarını bağlayıp: “Sıklıkla oluyor hocam .” dedi. “Mesela bunu telepatiden sayabilir miyiz?” “Ay kim aradı seni öyle b e.” dedi Tattu. “Evet, sayabiliriz.” dedi doktor. “Ve telepati yeteneği kuvvetli olan
9
9
l ‘)7CÎUN • BÖLÜMİ
kişiler bence kendini bu konuda geliştirebilir.” Tugay anladığını belirtir şekilde gibi birkaç defa başını sallayıp sanki yıllardır süre gelen çok önemli bilimsel bir problemin çözümü hak kında tartışıyorlar gibi kaşlarını çatıp yeşil fındık sakalıyla oynadı. Tattu’yu şu an tam am en yok saysa, onun aptallığıyla hiçbir alakası nın olmadığını anlar mıydı acaba doktor? Bu konuda kafasında kimi muhasebeler yaptığı belliydi. “Nasıl geliştirecek mesela hocam ?” diye ekledi. “Mesela bazı egzersizlerle...” dedi Saltı. “Karşıdaki kişi ne düşünü yor şeklinde ona empati yapm ak telepatiyi kuvvetlendirir fikrimce.” Tattu’ya döndü: “Şu anda karşıdaki ne düşünüyor veya neden gülüyor diye düşü nerek olabilir.” Tattu ne söylendiğini anlam adı am a gülümsedi. Doktorun ilgisi ho şuna gitmişti. Dudaklarını öne uzatıp şirinlik hareketlerinde bulundu. Tugay: “Faydası olur mu dersiniz hocam ?” “Olabilir.” dedi Saltı. “Yalnız kişi bunu sıklıkla yapmalı ki kendini ge liştirsin. Belki güldüğünü gördüğü her insanda düşünmeli. Herkeste, hepsinde.” Tugay bağladığı kollarından birini çözüp elini çenesine koymuş, di ğer kolunu da dirseğine destek olarak bağlı olduğu yerde bırakmıştı. Şimdi aklına gelmiş gibi birden: “Peki, bizim düşündüğüm üz şeye gülüp gülmediğinizi nasıl anlarız hocam ?” dedi. “Gidip sorarsınız.” dedi Saltı, “Herkese mi? Tanımadan etm eden nasıl soracağız?” Yine çatallanmış sesiyle kahkaha atmıştı. Doktor gülümserken başını hafifçe önü ne eğdi. “Evet.” dedi. “B ana sorduğunuz gibi sorarsınız.”
34
SIII FAN TARLACI
Başkası duysa kahrolacak bu imayı Tattu hiç anlamamıştı am a Tu gay’ın yüzünde belli belirsiz utanm ayla karışık bir bozulma ifadesi dolaştı. Neyse ki o anda televizyonda verilen haber doktoıa aslında üçüne de- az önceki konuşmayı unutturm uş gibiydi. Sanki haber değil bir korku filmi fragmanı yayınlanıyordu. Sevgilisi tarafından cesedi testereyle parçalanm ış genç bir kızın haberiydi bu. Polis ka m erasından verilen görüntülerde kan izleri evin her yerine dağılmış tı. Testerenin gösterildiği anda: “Ayyy!” diye bir çığlık attı Tugay. “Rabbim hepimizi korusun böyle sapık sevgililerden. Vallahi kaldıramıyorum ben böyle şeyleri!" Sesi yine çatallanmıştı. Olayın dehşetinden ilk sıyrılan Tattu olmuştu. H atta belki de hiç d eh şete kapılmamıştı, çünkü idrakten yoksun yaratılmış bir “şanslıydı" o. Üstelik doktoru tam da televizyona odaklanmış görünce kendinin ne kadar ünlü olduğunu göstermek istedi. Poposundan başka yeri görünmediği pet reklamı olur da yayınlanır diye, haber kanalını “Ay, am an ne yapacaksınız haberleri içimiz karardı.” diyerek değiştirmiş, reklamların olduğu başka bir kanalı açmıştı. Tüm çabasına rağmen reklamları izleyemediler. Doktor, izledikleri haberden sonra kendini koltuğa salıvermiş yarı baygın yatan Tugay’m tansiyonunu ölçerken fotoğrafçılar geldi ve çekimlere başlandı. O gün akşam a kadar fotoğ rafçılar Tattu’yu poposunu çıkarmaması ve çekim esnasında öpücük atm aması için uyarmıştı. H astaneden ayrılmalarından önce Saltı ikisine de hasta varken oda ya dalm adan önce seksen yaşlarında bir teyzeyle konuşup konuş madıklarını, daha doğrusu odaya gireceklerini söyleyip söylemedik lerini sormuştu. Tattu elleri titreyen yaşlı bir adam ın kızının kendini' kızdığını am a öyle bir teyzeyle konuşmadıklarını söyledi. Tugav da hatırlamıyordu.
9
“Toledo kılıcı ka d a r g ü zel am a bir o kadar da keskin...” Dr. Saltı paylaştı, 191 g ü n önce
5. G ün
Bedenimin testereyle parçalanması, Kaba Zarifin karikatürünün okul panosuna asılması olayını unutturmuştu. Ölüm ümün beşinci gününde ise okulda öyle bir olay oldu ki neredeyse benim öldürülü şümü de unutturacaktı. Gerçi öldürülüşüm hakkında ne biliniyordu ki? İnsanlar haberlerde etrafa dağılmış kan dam lalarından ve kanlı bir testereden başka ne görmüşlerdi? Öldürüldüğüm evde, mutfaktan oturm a odasına dönerken çıktığım o beyaz, parlak, tek basamak; ilk darbem i alm adan önceki hatırla dığım son şey. Ben mutfaktayken telefonumu karıştırmış, birkaç d a kika önceki sevgilim gitmiş, yerine bam başka biri gelmişti. Sözünü etmek istemediğim birkaç diyalog geçti aramızda. “Gözü dönm ek” denen şeyin yarattığı yeni sevgilim, önce kuvvetli bir yumruk indirdi. İlk darbem i aldıktan sonraki ilk gördüğüm şey o beyaz ve parlak tek basamaktı. Çenemi ve ağzımın bir kısmını ona çarpmıştım. Üstten ve alttan birkaç dişim kırılmış olmalıydı ki ağzımdan ve çarpm anın etkisiyle patlamış dudağım dan akan salyalı kan, o beyaz ve parlak tek basam ağa aktı. Öldürüleceğim aklımın ucundan geçmezdi. Sadece daha fazla da-
SIHTAN TARLACI
yak yemem ek için bir an önce toparlanıp kaçmaya çalıştım. Dış kapı tam karşımdaydı. O radan çıkabilsem koşmam veya en azından so kaktan bir yardım bulup kurtulmam kolay olacaktı am a kapıda beni yakaladı. O yumruktan sonra bu kadar kısa sürede kendimi topar layıp dış kapıya koşacak zamanı nereden buldum diye düşünürken başımın arkasında belli belirsiz am a yakıcı bir acı hissettim. Benim toparlanıp kaçmaya çalıştığım zam an zarfında mutfağa gidip bir bı çak kapmış olmalıydı. Görüntüler bir an kayboldu. Etrafımdakileri ayırt edemez oldum. Sevgilimin hakaretleri ve nam usum a yönelik küfürleri arasında duyduğum kilit sesi dışarıya çıkabilme um udum u söndürdü. Belki evin içinde kaçarsam bir süre sonra siniri geçer diye bir an elinden sıyrılıp mutfağa koştum. Hatırlayamayacağım kadar çok tokattan, saçlarımdan tutulup m ut fak tezgâhına kafamın vurulması ve birkaç bıçak darbesinden sonra bir ara perdeye tutunup mutfak kapısını görebildiğimi hatırlıyorum. Oraya doğru koştum. O da bağırarak arkam dan geliyordu. Kafa ma aldığım darbelerle ikinci kata çıkan merdivenlere koştum. Birkaç basam ak çıkmış mıydım hatırlayamıyorum, yakaladı. Merdivenler den sürükleyerek çıkardı ve kendi odasına götürdü. Demek aniden eve birinin gelme ihtimaline karşın odasında öldürüp işimi bitirmeyi düşünmüştü. Birinin sizi seviyor olması ihtimaline olan inanç, çok kuvvetliyse tehlikelidir. D aha sonra ihtimallikten doğan inanç ne reden geldiği bilinmeyen bir kesinliğe ulaşır. O inançla olsa gerek yine onun beni öldürmesine ihtimal vermiyor am a o kadar döver ve yaralarsa kendiliğimden ölürüm sanıyordum. Bağırdığımı zannetli yorum am a sesimin çıktığından emin değilim. Bir süre sonra bıçak yaraları vücudum da bir uyuşukluk olııştın du. Ağzıma dolan kanları tüküremediğim için mecburen y ıılııv o ı, yutmasam boğazımı tıkayacak sanıyordum. Kanın yakıcı tadından olmalı yıllardır su içmemişim gibi susamıştım. “Bir bardak m i “ dı yebildim ya da dediğimi zannettim. Duymadı ya da ıım un.nm adı Kansızlık da uykuya benzer bir hal getirmişti üzerime. Bir veıleıım
I')/(¡U N ■ BÖLÜM 1
acıyor veya sızlıyordu am a o an kendim de olsam bile sızlayan yeri min neresi olduğunu tam olarak söyleyemezdim. O, öyle kendince emin bir haklılıkta öldürüyordu ki bu kararlılık bizi izleyen birileri olsa onlara “adam haklı” dedirtecek cinstendi. San ki birbirimize ölümüne sürecek aşk yeminleri etmişiz am a o beni yatakta başkasıyla yakalamıştı. Sanki bu bir kan davasıydı ve ben onun ailesinden birini, hatta birilerini öldürmüştüm. Sanki aynı şe kilde ben onu öldürmeye çalışmıştım da, o da sonunda böyle bir şey yapm aya mecbur kalmıştı. Öyle bir öfkeydi ki bunların hiçbiri olmasa da hepsinin toplamına eşitti. C anavar gibi bağırıyordu. Ken di hislerimi yavaş yavaş kaybederken, önce önüne geçilmez bir sinir, sonra kestikçe zevk, sonra pişmanlık hissettim onda. İkimiz de aynı anda öldüğümü anlamış olmalıydık. Ben defalarca bıçaklanmış can sız bedenim e yukarıdan bakarken, o da cesedimin yanından bakı yor, ölüp ölmediğimi anlam ak için sarsıyordu. Kanlar, yarım şekilde açık unutulmuş bir bahçe hortumu gibi acelesiz, ihmalkâr ve inadına sakin akıyordu. Birden kalkıp sağına soluna baktı. Pantolonu kanım dan tam am en ıslanmıştı. Üzerindeki tişörtü çıkarıp kanların bir kısmını silmeye ça lıştı. Bana baktı. Gözündeki ifade belki beni öldürmeye karar verdiği andan daha korkunçtu. Ben ihtimal verm esem de beni öldürmeyi aklına koyduğu zaman hiç olmazsa samimi bir kararlılık vardı göz lerinde. Oysa şimdi? Cesedimi saklayacak yer arıyordu. Tiksinerek bakıyordu bana. Nefret ediyordu. Sanıyorum cinayet işledikten son ra teslim olmaya karar veren birinin gözlerinde bu bakışlar yoktur. Çünkü öldürdükten sonra siniri geçmiş olmalıdır veya teslim olacak kadar “üzülmüş.” O nda ne sakinlik ne de üzüntü vardı. Tek düşün düğü cesedimden kurtulabilmekti. İnsana öldürülmüş olmaktan daha çok dokunuyordu bu durum. Aceleyle gardırobun üzerinden bir valiz indirdi. “Ağır” bedenim i ne şekilde koymaya çalıştıysa sığmadım. Kafamı kesip beni biraz “kü
38
su
it a n t a r l a c i
çültmeyi” denedi. Belki on beş dakika bunun için uğraştı. Sonra beni öylece bırakıp pantolonunu ve tişörtünü değiştirip evden çıktı. Beş dakika sonra elinde bir testereyle döndü. Nihayet kafamı b e denim den ayırıp bedenim i valize, kafamı gitar kutusuna koydu ve ikisini birlikte zar zor taşıyarak evden çıktı. Gerisini zaten biliyorsunuz. Hem en her yerde konuşulan şeyler. Bi zim okulda olduğu gibi... Bu nedenle diyorum öldürülüşüm Kaba Zarif olayını unutturdu diye. Kaba Zarif, eski matematikçimiz Zarife H oca’ya okulun-okulun der ken m uhtem elen Gökayların grubunun- kadının hem uzun boylu hem de çok şişman görüntüsünün ismiyle bağdaşm am ası nedeniyle taktığı lakaptır. Eski matematikçimiz diyorum çünkü benim hunharca öldürülüşü mü ve bedenim in parçalanışımı duyar duymaz, kadıncağız o kadar korkmuş olmalı ki ‘çocuğumu düşüreceğim ’ endişesiyle erken d o ğum iznine ayrılmıştı. Bu kadın evleneli on sekiz yıl olduğu ve ilk kez hamile kaldığı düşünülürse işin ciddiyeti daha net anlaşılır sanırım. Zaten yukarıda bahsettiğim karikatür krizi de Kaba Zarif’in okulu aşıp neredeyse ülke sorunu olma yolunda ilerleyen ‘hamile kalamam ası’ durumuyla ilgiliydi ki, karikatürü kimin çizdiği ve okul p an o suna nasıl astığı belli olmayan bu vakada da kabak Gökayların gru bunun başında patlamıştı. Çünkü okulun son sınıf olan beş şubesi hafta içi beş günün birinde denem e sınavı için yedinci saate kalırdı. Bizim sınıfa Çarşam ba günü ayrılmıştı. Karikatürün Perşembe sn bah görülmesi, Çarşam ba günü okul dağıldıktan sonra yedinci sanlı* kalan sınıfımızı şüpheli durum una düşürüyordu. Tüm sınıf yedinci saate kalmışken neden kabak Gökayların grubunun başında patla dı? İdareye çağırılan her birimiz, bize yöneltilen bu suçu inkar edip, yapanı da döktüğümüz gözyaşlarıyla birlikte vallahi billahi bilmedi ğimizi söylediğimiz için kimsenin kabullenmediği suç, sınıfın sabıkalı öğrencilerine, yani onlara kalmıştı. Suçlamaları onlar da inkaı elıııi^,
I ' » / ı ,1 İM
■ B Ö LÜ M İ
yapmadıklarına dair yemin etmiş ve gözyaşı dökmüşlerdi am a işe yaramamıştı, çünkü bu olaydan önceki bazı ahlaksız diğer suçları da önce inkâr etmişler, sonra onların yaptığı ortaya çıkınca kabul lenmişlerdi. Üstelik koridordaki kameraların -çalıştığı halde- karikatürün panoya asılma anını kaydetmemesi düşündürücüydü. Asan kişi kameranın koridorun başka yerlerini kaydeden anını nasıl denk getirmiş ve o karikatürü oraya nasıl asmıştı? Bu çocukların bilgisayarla çok ilgili oldukları düşünülecek olursa kameranın her açısını hesaplayacak ve belki de bazı bilgisayar sis temleriyle onun oraya asılma anını silebilecek potansiyelleri, başka bir açıdan onları şüpheli durum una düşürüyordu. Denem e sınavı esnasında gözetmenimiz olan Kaba Zarife ile tartışmış olmaları da olayın başka yönüydü. Tüm bunların neticesinde, boyu Gökayların grubundaki çocukların her birinin yarısı kadar olan m üdürüm üzden her türlü azarı işitmişlerdi ve biraz onların eğilmesi, biraz m üdürü müzün ayak parmakları üzerinde yükselmesiyle, m üdürden birer to kat yedikten sonra olayı üstlenmeseler de “İyi de karikatürde Kaba Zarif’in -şey yani Zarife H oca’nın- adı bile geçmiyor ki” demeleriyle suçlarını itiraf ettikleri idarece kabul edilmiş ve bir hafta okuldan uzaklaştırma cezası almışlardı. Cezadan bir hafta sonra okula dönüşleriyse tam anlamıyla m uh teşem olmuş, o karikatür onları okulda inanılmaz bir popülerliğe ulaştırmıştı. Bu nedenle başından beri biz yapmadık diye diretseler de bir süre sonra ne zaman karikatür mevzusu geçse kibirlice gü lümsemişler, eğer gerçekten onlar yapmam ışsa bile yok yere cezasını çektikleri bu suçun popülerliğinin keyfini sürmüşlerdi. Onları bu kadar popüler yapan karikatür ise şöyle çizilmişti: Hem bıyıkları hem kilosuyla bir fok balığını andırır şişman ve çıplak bir kadın, yine çırılçıplak halde, dizlerinin üstüne dikilmiş bir adam la seks yapmaktadır. Kocaman memeleri, kalın gözlükleri, siyah puanlı
40
SU İ TAN TARLACl
beyaz kurdelesiyle Zarife Hoca olduğu hemen anlaşılan bu kadının seks yaptığı adam da tıpkı Zarife H oca’nın kocası gibi sakallı ve iri yarı çizilmişti. Çizen kişi, Kaba Zarifi ve kocasını tıpatıp çizerek açık çası- yeteneğine hayran bırakmıştı. İşte Gökayların popüler olması nın nedeni buydu. Nöbetçi öğretmen tarafından geç fark edilip panodan ‘hc’rnen kal dıran bu karikatür, kaldırılmadan önce pek çok öğrenci tarafından cep telefonuna kaydedilmiş, sosyal paylaşım sitelerinde hızla payla şılmış, bu durum Gökayları okul dışında, internette de üne kavuştur muştu. Özellikle kendilerinin kurduğu okul sözlüğünde. Zarife Hoca ö gün son saate kadar hiçbir derse girmeden öğretmen ler odasında hem çocuğunun olmayışı hem de çok yemesi ve kilo suyla alay edildiği için saatlerce ağlamıştı. Üstelik karikatürden sonra Kaba Z ariften daha yaşlı bazı bayan hocalar “Bak, ben senin ablan sayılırım. Seni ne kadar severim bilirsin değil mi? Beni sakın yanlış anlam a” ile başlayan cümlelerini “Evet, elbette eşlerin özel hayatın daki sınırları sadece kendilerini ilgilendir a m a ...” ile devam ettirmiş, “Sonuçta şöyle şöyle yaparsan hamile kalma ihtimali o kadar artar” sözleri ile sonlandırmış. Bu sözler hocaların bile karikatürün tem a sını bir şekilde desteklediğini ortaya koyuyordu. İşin ilginç tarafı bu olaydan birkaç ay sonra Kaba Zarif’in hamile olduğu duyulmuştu. Eklemeden edemeyeceğim, Gökayların disiplin suçundan sonra okula döndükleri o hafta, okulun güzel ve çalışkan kızı Gülin, Gökay’ın üç yıllık çıkma teklifini kabul etmiş, bu da okulda epey konu şulmuştu. Çünkü Gülin önceleri Gökay’ı sıklıkla aşağılardı. Gökay da Gülin’ in yıllar süren teklifini kabul etmesiyle hali hazırda çıklığı kız arkadaşından hem en, o an ayrılmış ve bu olay da en az karikaim kadar konuşulmuştu okulda. Okul, benim öldürüldüğüm güne kadar işte bu olayı, sonrasında ul bette ölümüm ü konuştu. Sansasyonelliğine bakılacak olursa bu iki olaydan eksik tarafı olmayan olay ise şudur:
•ıı
9
r •/ 1.U N • r o i .ü m
i
( )l(lükten sonra sık uğradığım yerlerden biri olan okuluma gitmiş tim. Kaba Zarif’in doğum iznine ayrılmasıyla onun yerine gelen bavnn hoca bizim sınıfta cam dan dışarı bakmaktaydı. Başta normal gibi görünen bu durum sınıfın yazılı olduğunu anlam am la değişti. Zarife H oca’nın, öldürülüşümü duyar duymaz okulda birkaç gün bile kalm adan ve yazılısını yapm adan hem en o gün yazılı kâğıtlarını m üdüre teslim edip biber dolmasına benzeyen kalın parmaklarıyla koca karnını tutarak okulun bahçesinde, arabada kendisini bekleyen kocasına doğru yürüdüğü dakikalarda bizim m üdürün Milli Eğitim Şube m üdürüne acilen bir matematikçi gönderilmesi için yazı yazdı ğını hayal eder gibiydim. Fakat birkaç gün içinde yeni bir m atem a tikçi nasıl atanmıştı? Belki de atanmamıştı. Pencereden dışarı bakıp yazılı yapmasını bile bilmeyen yeni hocanın, toy haline bakılacak olursa yeni mezundu ve ücretli olarak görevlendirilmişti. Sınıf da tepkisinde kararsız gibiydi. Yazılının başında bu genç hocayı kendi yaşlarına yakın ve “anlayışlı” görüp içlerinde ona karşı bir sıcaklık hissetmiş olmalıydılar. Belki dakikalar ilerledikçe ve hocanın dışarıda yavaş yavaş yağan yağmurun çukur yerlerde biriktirdiği su dan eğilip su içen serçeleri, simitçi kılığına girmiş sivil polisleri, hiçbir kılığa girmemiş polisleri, okula geç kalan öğrencileri izlediğini görüp onun anlayışlı değil, “saf ve deneyimsiz” olduğuna hükmetmişlerdi. Çünkü bu bir anlayış bile olsa üç dört dakika sürebilirdi en fazla. Oysa hocanın dışarıdaki görüntülere daldığı belliydi. Anlıyordum ki camın önünde dikilmekte olan hocaya karşı acımanın getirdiği bir m erham et oluşmuştu sınıfın içinde ve kopya çekmeye müsait şu ortam da hepsi fırsatı değerlendirmekten çok bu zavallı “kızcağızı” incelemekteydi sanki. Viskoz kumaştan, ince, önü dantel, hâkim yaka, vücuduna yapı şan kırık beyaz bir gömlek giymiş; gömleğin üzerine, açık hardal ıcııgi, küçük düğmeli ince bir hırka almıştı. Beyaz dantelli gömlek ini? ( )kula geldiği gün ilk dersi bizim sınıfa değil de başka sınıflara
I
SULTAN TARLACI
olsa ve biz onu teneffüslerde falan görsek, kısacası cam dan bakan şu m asum tatlı halini görmesek, bu dantelli beyaz gömlekle ne itici bir hoca diye düşünürdük. Oysa şimdi şu halde o beyaz dantelli gömlek ne de yakışıyordu yazılı esnasında cam dan bakan yeni m a tematikçimize! Evet, cam dan dışarı bakması neydi? Üstelik hırka nın tüm düğmelerini kapatmamıştı ki. Gömleğin önünde bulunan dantelin başladığı yerden, üstten ilk üç düğmeyi de iliklememiş, son iki düğmesini bırakmıştı. Sadece belinini ortaya çıkaran düğmeleri iliklemişti. Çizmeleri ve çantası hırkasıyla uyumlu, koyu hardal reııkteydi. Bu kadar uyum içinde onun tam bir düzen düşkünü ve sıkıcı biri olduğunu düşünebilirdik am a hayır, zıt renkli simsiyah, dizlerinin altından, küçük ipliklerle üç yerden yukarı toplanmış ve gömleğinin, hırkasının ve çizmelerinin uyum una ve düzenine karşı çıkan balon eteğine ne demeliydi? Bu etek onu sıkıcı biri yapar mıydı? Asla yap mazdı. Ya beş yaşında bir kız çocuğu gibi m asum ca, cam dan dışarı bakması neydi? Gözümüzde epey şirince bir şeydi. Koyu kestane dalgalı saçlarını toplamıştı. Saçları toplanmış haliyle muhtemelen başka bir hocada olsa, sıkıcı bir öğretmeni andırabilirdi. Yalnız bu kez de kulaklarının önünden çıkardığı birkaç bukle, eteğinin yaptığı gibi özgürlüğü seçmiş ve sıkıcı öğretmen imajını silmişti ve her şeyi unutun ‘cam dan dışarı bakması neydi?’ İyi bir şeydi ve o da iyi bi riydi. Bu tür düşüncelere dalmıştık ki birden onun sesiyle uyandık: "Gülin, kâğıdını m asam a bırak.” Bu öyle bir uyanm aydı ki az önce yavaş yavaş yağdığını sandığımız v n ğ m u ru n cam a sert sert vurduğunu yeni yeni idrak ediyorduk. Du
yularımız, duygularımıza göre nasıl da değişebiliyordu. Başta kimse ne olduğunu anlayamadı. Sınıftan birkaç kişinin sesi duyuldu: “Gülin mi dedi? Ne dedi?” I lerkes bir Gülin’e bir hocaya bakıyordu. ‘Anlamadım hocam ?” dedi Gülin. Gerçekten anlamamış gibiydi Merakla ekledi: “Ben mi?”
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜMİ
Kâğıdın m asaya bırakılması neden istenir herkesçe bilinirdi. Yalnız Jülide Hoca neden istemişti? Üstelik neden Gülin’den istemişti? Herkes yine dikkatlice hocayı incelemeye başladı. Sınıftan çıt çıkmı yordu. Neredeyse hocanın aldığı nefesi dinliyorduk. Gülin, üşüyor gibiydi. Omuzları dikleşmiş halde dikkatlice hocaya bakmakta, bir yandan da endişeyle parmaklarını kütletmekteydi. Hoca, Gülin’in sorusuna cevap vermedi ve onun sessizliği Gülin’i yeniden konuşma mecburiyetinde bıraktı. “Kopya yok hocam .” Bakışlar bir Gülin’e bir hocaya dönüyordu. Jülide Hoca tekrarladı: “Gülin, kâğıdını m asam a bırak.” Sesi nasıldı hiçbirimiz çözememiş tik. Emredici bir tonda mıydı, yumuşak mıydı, sert miydi, alay eder şekilde miydi? Bilemiyorduk. Bize hissettirdiği tek şey aynı cümleyi aynı ses tonuyla ikinci defa söyleyerek kendinden emin tavrı olmuştu. Gülin çalışkandı, okul birincisiydi. Akıllıydı. Şimdiye kadar şahit ol duğumuz tek aptallığı, karikatür krizinden sonra popüler olan Gökay’la çıkmak olmuştu am a o kadar kusur kadı kızında da olurdu. Kopya çektiğine ise hiç şahit olmamıştık. Çektiyse de yakalanmamıştı. Hocalara değil, bize bile yakalanmamıştı. Gülin kopya çekmezdi! Jülide H oca’nın aynı şeyi iki defa söylemesine karşılık Gülin de “Kopya yok hocam!” diye aynı sözü tekrarladı, yalnız Gülin’in ikinci söyleyişinde inatçı ve sinirli bir ses tonu girmişti sesine ve bu sinir nedense onu, bize zayıf hissettirmişti. Sınıf, bir filmin en heyecanlı sahnesini izler gibi yazılıyı da unutmuş halde olanları izlemekteydi. Yalnız bu defa Jülide Hoca önceki kadar çok beklem eden “Gömleğinin cebindeki kopya kâğıdını m asam a bı rak.” dedi. Hepimiz şaşkındık. Gülin’in yüzü kızardı ve direndi:
44
SULTAN TARLAC1
“Arayabilirsiniz hocam .” Sınıf birden kalemini sertçe sıraya koyup bir ayağıyla öndeki sırayı iten Gökay’a döndü. M uhtemelen kız arkadaşına haksızlık yapan öğretmen bozuntusuna karşı ağzının içinde bazı küfürler savurm ak taydı. Bunu yaparken olduğundan d ah a fazla sinirli görünerek or tadaki gizemin onu hiç de etkilemediğini ve bu haliyle sınıfta her kesten farklı olduğunu, hatta bu öğretmen bozuntusunun neden ve nasıl böyle davrandığını -evet muhakkak- bilir ve kız arkadaşını da nasıl koruduğunu gösterir haldeydi. Hafifçe öne eğmiş, dik gözler le Jülide’ye bakıp sürekli kıpırdattığı ağzının içinde bir küfür daha savurdu. Bu, öncekinden de beterdi! Ne yazık ki G ökay’ın bu ka badayı hallerinden şu an için Gülin’in haberi yoktu. Kendi derdine düşmüş gibiydi. “Gömleğinin cebinde, ikiye katlanmış, kareli, mavi kâğıttaki kopyayı masam a bırak” diye isteğini tekrarladı hoca. Birkaç şaşkınlık sesi yükseldi sınıftan. Arka sıralarda oturup genel likle yazılılardan bile haberi olmayan kaynaştırm a öğrenci Janset bile ilgi çekici bir durum olduğunu fark edip yattığı sıradan başını kaldırmış, ağzı açık olanları izlemekteydi. İlk defa bir şeye şaşırdığını nordüğüm bu kız, şaşkınken d ah a salak gelmişti gözüme. Çene yapı nı bozuktu. Dudakları, belli belirsiz incecik ve renksiz, yanaklarından nvırt edilemeyecek şekilde bembeyazdı. Şaşkınlıktan açılmış ağzı, yamuk yum uk düzensiz ve garip sivrilikteki minik sarkıt ve dikitleri andırır dişleriyle dar bir m ağara ağzını andırm aktaydı. Gözleri yeşil ama nedense çok soluk bir yeşildi. Kaşları ve kirpikleri yok denecek kadar azdı. O kadar zayıftı ki otuz beş kilo falan olmalıydı. O ysa beraber yaşadığı teyzesi şehrin en ünlü lokantalarından birinin sn lılbı veya aşçısıydı tam hatırlayamayacağım. Yalnız belki de kötü l»lı leyzesi vardı ve kızcağıza hiç yemek verm emekteydi ya da onu •ılı, doktora götürmemekteydi. Çünkü bu kız bana nedense bilinen ihlnsel engelinden ayrı fiziksel bir hastalığa sahip gibi gelirdi. Beden
I'» /
( ,HN
■ IUM.UMİ
I .({ilimi dersinde bir gün mecburen tuttuğum eli bir ölü eli gibi, buz gibiydi ve o dersten sonraki birkaç gün bu kızın etkisinde kalmış, eli nin soğukluğundan olmalı rüyam da kendimi sürekli küçük ve fakir bir köy evinde, durup dururken oradan buradan çıkan ateşler içinde görmüştüm. Belki hiçbir şey yoktu ben abartıyordum, belki sadece çok zayıf ve kansızdı. Gökay, Jülide H oca’yı kastederek “Ne saçmalıyor bu?” anlam ına gelen bir el hareketi yaptı grubundaki çocuklardan birine. Karşıdakinden bir tepki gelmedi. Hatta çocuk Gökay’ın bu hareketini hiç görmedi. Bu nedenle G ökay’ın tavrı havada kalmış ve onu rezil eden bu durum u gören başka bir arkadaşına, az önceki davranışını görmeyen arkadaşının salak olduğunu ima eden başka bir hareket yapmıştı. Oysa o arkadaşının da Gökay um urunda değildi. Tam o saniyelerde Gülin yavaşça sıradan çıkmaktaydı. Yüzü asık şekilde, bağcıklarını bağlamadığı spor ayakkabısı ve birbirinden farklı renk lerde ‘havalı’ tozluklarıyla öğretmen m asasına yürüdü. Dizinin üs tündeki eteğinin uçları yürüdükçe sağa sola sallanıyordu. Herkes ne yapacak diye bakarken Gökay, sevgilisinin kalçalarına bakmaktaydı. Gülin, elini gömleğinin cebine soktu. Mavi küçük bir kâğıt çıkardı. Arka sıralardan birkaç öğrenci, görebilmek için hafifçe ayağa kalktı. Öğretmen m asasına kâğıdı bıraktı. Yavaşça yerine geçti. Sınıfta bir şaşkınlık uğultusu başlamıştı. Gökay, sevgilisinin kopyayı m asaya bıraktığını görünce ona daha bir âşık olmuştu sanki. Böylesi bir du rum, onun gibiler için gururdu! Düşünsenize Gülin’in şimdiye kadar kopyayla okul birinciliğine yükseldiğini? Ufff. Gökay’ın kalbi atıyor, sevgilisinin tek kusuru olan çalışkanlığının aslında olmadığını, gizli bir kopya yeteneğinin olduğunu ve bu yeteneğin onu aptallar gibi oturup ders çalışmasına gerek kalm adan birinciliğe taşıdığını düşü nüyordu. Daha sonra kendinin de bunu yapıp yapamayacağını d ü şündü. Epey zordu aslında. Kopya yakalandıktan sonra sınav kâğıdı da teslim edilirdi usulen. 11( >
■ l<
SULTAN TARJLACI
le bir X işareti konduruverirdi kâğıdın sağ üst köşesine. O andan iti baren disiplin kuruluyla karşı karşıya kalınırdı. Gülin, sırasına dönüp yazılı kâğıdını görünce hatırladı. Bir an şaşkınlıkla soruverdi. “Sınav kâğıdımı da bırakayım mı hocam ?” Dalgın bir ses tonuyla “Hayır, devam et.” şeklinde bir cevap geldi hocadan. Bu ‘devam et” sözü aslında tüm sınıfaydı. Çok zaman kalmamıştı zaten. Yine çıt çıkmadı. Sınıf, şimdiye kadar yaptığı en sessiz ve ke sinlikle “en sıkı” sınavı yapıyordu. Okulun bahçesine bir güvercin indi. Birikmiş yağmur damlalarının olduğu küçük bir çukura eğildi. Su içti, başını havaya kaldırdı. Bir süre sonra yeni m atematik hocasının sesi bir kez daha duyuldu: “Kâğıtlarınızı, en arka sıradan başlayarak oturm a düzeninize göre arkadan öne doğru toplayıp m asam a bırakın.” diyordu. Dedikleri sessiz ve harfiyen, asık suratlarla uygulandı. Son anda bir şeyler karalam aya çalışanlar kâğıtları arkadan öne taşıyan öğrencilerce hocaya gerek kalm adan “Hadi oğluumm!” şeklinde sinirli ve sabırsız bir tonda uyarıldı. Sanki tek akıllı oydu! Herkes kâğıdını ve riyordu! Son saniye kaç soru çözebilecekti! Kırk beş dakikadır ağzını ayıracağına önündekileri çözseydi! Sınıf gergindi. Sonunda pencereden ayrıldı. Hepsi, hocanın yüzüne ilk kez insan görüyormuş gibi bakıyordu. Az önce onda inceledikleri her şeyi ye niden incelediler ve farklı yorumladılar. Zil çalmak üzereydi. Kâğıt ları eline aldı. Düzenledi. Sınıfa baktı, gülümsedi. “Geçmiş olsun.” dedi. Sınıf bunu duym adı ve “Sağ ol!” diyemedi. Hocayı görüyor lardı am a sesini duyamıyorlardı. Hepsi dalgındı. Kapıya yürüdü. Kapının koluna dokunduğunda zil çaldı. Çıktı. Öğretmenler odasına doğru yürürken sınıf içinde hafif bir ııgıılltı başlamıştı.
■1/
9
197 GÜN * BÖLÜMİ
O gün öldürüldüğüm evde beni öldüren sevgilimin annesini sorguya çeken polisi görmüştüm okulda. Öğretmenler odasının kapısında, Jülide H oca’ya odaya girmesi için yol vermiş ve dikkatlice bakmıştı. Önce kapıda sohbet ettiği Fizik Hocamızla bir süre daha konuştu sonra önündeki sınıf listesine bakıp yazılı kâğıtlarını öğrenci num a ralarına göre düzenlemekte olan Jülide H oca’nın yanına gelip “H o cam, selamlar.” dedi. Jülide Hanım karşılık olarak hafifçe gülümsemişti. Karşıdaki elini uzatıp: “Komiser Vefa.” dedi, “öldürülen öğrenciniz hakkında sizinle biraz konuşabilir miyiz?” Jülide Hoca, komiserin elini sıkarken “Ben buraya yeni geldim.” dedi. Gülümsedi. “Hatta bugün.” Ağzının içinde “Anlıyorum.” derken komiser de gülümsemişti. Jülide Hanım, gözlerini kendine dikmiş komisere bir şeyler daha söyleme ihtiyacı hissedip: “O çocuk hakkında sadece haberlerde izlediklerim kadarıyla bir şeyler biliyorum.” dedi. “Yani burada, öl m eden önce, kendisini hiç tanım adım .” “Anladım.” dedi komiser. Hiç de anlamış gibi değildi. Çünkü dalgın ve baygın bakıyordu. H o canın son sözlerinden sonra bir an dalgınlığından uyanarak önce kısa bir öksürdü sonra “Evet.” dedi. Haklısınız. Bunu ne için demişti kendi de anlam verememiş gibiydi. Ne için haklıydı? Sonra aklına bir şey gelmiş gibi: “Peki, buraya geldiğinizden beri dikkatinizi çeken bir şey veya şüp heli biri oldu m u?” diye sordu. Jülide Hanım başını düzenlemekte olduğu yazılı kâğıtlarından bir an kaldırıp bir şeyler hatırlamaya çalışır gibi karşıya baktı. Sonra bu ya pay dalgınlığından yapay uyanmayla gülümseyip komisere döndü:
SULTAN TARLACI
“Hayır olm adı.” dedi. Bir an ikisi de sessiz kaldı. Jülide Hoca yeniden yazılı kağıtlarına dönecekti ki, komiser: “Olabilir am a.” dedi. “Bu nedenle sizin bana haber vermeniz gere kebilir. Ben size...” Ceketinin ceplerini arıyordu: “Evet, numaramı vereyim. Olur ya, acil söylemeniz gereken bir durum olursa.” Bu sözden sonra her ikisinde de bir durgunluk oldu. Komiser belki de Jülide H anım ’ın onun vereceği num arayı kaydetm ek için telefonunu çıkaracağını bekliyordu. Yalnız hocadan öyle bir davranış gelmedi. Bunun üzerine genç komiser cebinden bir kâğıt çıkarıp numarasını yazdı ve hocaya uzattı. Jülide Hanım kâğıdı alıp bir kez bile bakm adan direkt çantasına koy du. Komiser bu tavra biraz şaşkın biraz bozuk bakmıştı. O gün diğer hocalarla konuşurken de ara sıra Jülide H oca’ya gözünün ucuyla baktı. Ne var ki Jülide Hoca bu bakışları her defasında yakalamış ve yakaladığını belli eder şekilde o da her defasında komisere bakmıştı. Genç adam bozulduğunu belli etm emek için böyle anlarda nezaket le gülümsedi. Onun okuldan ayrılmasından sonra komiseri ve Jülide H oca’yı göz leriyle takip eden fizik hocamız sandalyesini yeni hocanın yanm a yaklaştırıp “Evli misiniz hocam ?” dedi. Jülide Hoca gülümseyerek “Hayır, bekârım .” diye cevapladı. Fizik hocamız kırklı yaşlarının so nundaydı ve buna rağm en daha geçen yıl evlenmişti. Kendi tabiriy le “ruh ikizi” olan bu adam ı bankaya kredi çekmeye gittiği esnada sırasını beklerken tanımıştı. Eşi, emekliliğini çoktan almış, elli beş vaşlarında biriydi. Daha geçen seneye kadar ‘genç’ kız olan ve evli İlk için yaşı epey geçmiş fizik hocamızın evlilik ve ilişkiler konusun «İn ağzını bıçak açmazken kendi de evlenip bekârlık “kusurundan" kurtulduktan sonra diğer her konuda olduğu gibi bu konuda da sürekli konuşm aya başlamıştı. Her defasında sözüne ‘Allah iyilerle karşılaştırsın’ la başlardı. “Sevgili olsun, eş olsun çok önemli." denli.
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
Şimdi Jülide Hanım ’a da aynısını söylemekteydi. Bu konuda epey konuştuktan sonra “Biz de genç olduk.” dedi. Jülide H anım ’m bu esnadaki “Hâlâ gençsiniz.” şeklindeki iltifatı büyük hataydı. Bundan sonra karşıdakinin hiç susmayacağı muhakkaktı. Sandalyesini daha da yaklaştırdı: “Öyle elbette.” dedi. Gülümsedi. “Bizim de peşimiz den koşanlar oldu. Olmadı mı? Oldu.” Jülide H anım ’a doğru eğildi. Sesini kıstı: “Müdür Bey’e kadar herkes bana sarktı.” “Aa.” dedi bir anlık boşlukla Jülide Hanım. “Yaa.” dedi diğeri. “Evlenme teklifi de etti.” Ardından ‘daha kimler kimler’ anlam ına gelen bir hareketle sağ elini birkaç defa salladı. Çok nadir aldığı için genellikle bıyıklı olan dudağının üst kısmı d u dağını büzmesiyle daha kıllı görünüyordu. “Üffüüvvvüüü.” şeklinde bir ses çıkarmıştı. “Müdür Bey’e kadar” demesi garipti. Bizim M üdür Bey’den başka ona evlilik teklif eden biri olduğunu zannetmiyorum. Bir de geçen sene tanıştığı eşi etmişti, onunla da evlenmişti zaten. Jülide Hanım da benzer düşüncelerde olmalıydı ki, m uhatabının yüzüne bakarken güzellik, cazibe, ilişkiler ve evlilik üzerine bildiği her şeyi bir kenara bırakıp derin felsefî düşüncelere dalmış gibiydi. “Ama davul bile dengi dengine demişler.” diye devam etti sözüne. “Şimdi benimle o, olur muyuz?” Bu soruda kendisinin özellikle b o yunun Müdür Bey’e olmayacağına dair bir ima vardı. Belki de hak lıydı am a problem M üdür Bey’in boyu değildi ki. Müdür, şimdiki boyunun yarısında am a şimdiki zenginliğinin iki katında olsa fizik hocamız onun teklifini kabul ederdi. Jülide Hanım fizik hocamızın yüzüne dalmışken belli belirsiz bir sesle “Anlıyorum.” dedi. Çaycı çayları bırakırken ikisi de bir süre susmuştu. Onun uzaklaşma sının ardından fizik hocamız yeniden söze başladı: “Şu öldürülen kızımıza üzülüyorum b en.” dedi. Dedikodu arkadaşı
50
SULTAN TARLACI
-arife H oca’nın okuldan ayrıldığı birkaç gün, istediği gibi konuşup nuhabbet edemediği için sanki dili şişmişti. “Dikkat edeceksin sevgiini seçerken değil mi?” dedi. Jülide Hanım, fizik hocasının gözlerini iikmiş bakışlarından sözlerini onaylam ası gerektiğini anlayıp "evet” ınlamına gelen bir şekilde başını salladı. “Mesela Gülin var." dedi izik hocası. “Çalışkan bir öğrencimiz am a olmadık biriyle çıkıyor okulda. Neyse ki akıllı kız. Bir delilik yapmaz. Yakında bırakır onu.” 3yle sansındı. Tam da fizik hocamız o sözleri söylerken Gülin "Ya tında bırakır.” dediği kişiyle fizik laboratuvarında romantik dakikalar /aşıyordu. Gökay’ın ‘adam larından’ iki tanesi laboratuvar kapısında nöbet’ tutarken Gökay, sevgilisini az önce yaşadığı tatsız olay için te;elli ediyordu. O da nasıl bir teselliydi! İki lafı bir araya getiremeyen )iri olduğu için “Üzülme tam am mı, üzülme tam am mı?” demekten Daşka bir şey söyleyemiyordu. Zaten daha önce deneyimi olan bir tonu da değildi kopyadan yakalanmış çalışkan bir sevgiliyi teseli etmek. Aslına bakarsanız onun üzülüp üzülmemesi de Gökay’ın ım urunda değildi. O böyle bir durum dan bile kendine çıkan menaati düşünürdü. İşte şu anda birkaç defa teselli niyetine Gülin’in elili tutsun, birkaç defa sarılsın yeterdi ona. Fırsatı değerlendirdiği de tesindi. “Bak bakalım, yoksa ağlıyor m usun?” dedi. Ağlamıyordu ima kendisiyle daha çok ilgilenilmesini istediği için olmalı, ağlarmış la onun görmesini istemezmiş(l) gibi başını yan tarafa çeviriyordu, ilökay, sevgilisini yeniden kendine döndürdü. Yanağına bir öpücük tondurdu. Bu, dudağa ne kadar yakın bir öpücüktü. Sonra saçlarını )kşamaya başladı. “Üzülme tam am mı?” dedi. Sıranın duvar kenaında oturan Gülin, Gökay’ın kendine gittikçe yaklaşmasıyla duvara /apışmış haldeydi. İki sevgilinin bacağı birbirine değiyordu. Gülin in :aten kısa olan eteği iyice açılmıştı. Gökay, yeni tesellisini sevgilisinin >acağına ‘boş ver anlam ında’ elini koyarak gösterdi. Bir süre sonra )U teselli okşam aya dönerken, el de eteğin altından daha derinlere {itti. Ardından kulağına eğilip “Çıkışta sinem aya gidelim mi?" dive ordu. Gülin o gün denem e olduğunu fısıldadı. “Jülide kallnğı go
sı
9
197 GÜN • BÖLÜMİ
zetmen olacak. Boş versene sen!” dedi Gökay. “Karıyı görmüyor musun, takmış sana kafayı. Ben zaten seni denem eden uzaklaştırıp mutlu ol diye götürecektim sinemaya. Üzülmeni istemiyorum.” Gülin’in hoşuna gitmişti. Sırıtarak “Tam am .” dedi. Gökay daha da yaklaşmış, kulağına eğilmiş, bir yandan Gülin’in boynunu inceleyip bir yandan kısık sesle “İki saat kızım.” diyordu. “Sizinkiler bugün d e nem e olduğunu düşünür, şüphelenmez d e.” Nefesinden Gülin’in içi titredi. Sevgilisinin kendine yaklaşıp yeniden öpm eye başlamasıyla Gülin kıkırdayarak “Biri görecek.” diye uyardı. Gökay sevgilisinin saçlarını kokluyordu. “Kim görecek?” dedi. “Ka pıda bekliyor ya bizimkiler.” Kapıda bekleyenler olduğu gibi grubun diğer üyeleri de sınıfın ifa desini almaktaydı. Kopyanın nasıl yakalandığına dair her ihtimal düşünülmüş, Gülin’in cam dan görünmeyecek bir yerde oturması kopyanın sadece bir ispiyonlama olayı olduğu üzerinde yoğunlaş tırmıştı sınıftakileri. Oysa Gülin demişti kopyadan hiçbir arkadaşının haberdar olmadığını. Bu durum da ispiyon olayını geçersiz kılıyordu am a Gökay’m kesin talimatıyla herkes yine de tek tek sorgulanı yordu. Büyük yeminler ettiriliyor ve yine herkes gözümüz üzerinde tehdidiyle ‘serbest’ bırakılıyordu. Bu işin sonu bıçaklanm aya kadar giderdi herkes ayağını denk alsındı. Tüm öğle arası bu sorguya har canmış, Janset dışında kimse kalmamıştı. Hatta Janset’i bile sorgu layacaklardı ki birkaç kişinin “Oğlum onun olaydan haberi var mı bakalım? Boş ver lan, yazık günah engellilere bulaşm a.” demesiyle vazgeçildi. Üstelik zil çalmak üzereydi. Uğraşmaya değmezdi.
“Ö zel bir yeteneğim yok. Sadece tu tk u m a m eraklıyım .” lünstein Dr. S a ltıp a yla ştı, IHI y ü n önce
7. G ün
Efendim burası benim evimdir. Doksan sekiz yaşımda, açılmamış bir çiçek ve sanki otuz gibi genç gösterdiğim zamanlarım da o talihsiz salgına yakalanıp altı yıl ka dar yatalak kaldıktan sonra yüz dört yaşında aniden ruhum u teslim etmiş olmasaydım geçmiş yıllar içinde hoyratça kullanılan evime elbette sahip çıkabilirdim. Ölüm ümüm hem en ardından gelinlerim herkese haber verip cansız bedenim i kaldırttı. Görseniz, koştururcasına tıngır tıngır adeta salımı uçurarak, hem en gömmezlerse döne cekmişim gibi kabristana götürüp beni toprağa yatırdılar. Mezarımın başında bir Fatiha’yı zor okuyup bu yalıya, hem en şu köşeye -bakın işte orası benim odamdı- gelip önce yatağımı sonra perdelerimi, halımı, dolaplarımı, her neyim varsa tamamını, şimdilerde havuz yapılmış olan şu bahçeye yığıp, o zamanlar kendi ellerimle diktiğim akşamsefalarımm gözü önünde yaktılar. Sonra da bom boş odamın kapısına bir kilit vurdular. Zaten hasta yatağım da yatarken de oda ma pek giren olmazdı. Ölüm üm den sonra adım bile anılmaz oldu. Zannedersiniz biri adımı söyleyecek olsa hastalık bulaşacak. S onra sında zaten bu koca yalıdan herkes teker teker ayrıldı. Bir ara d ııv dum, torunlarımdan biri Mısır’a gitmiş, diğeri Yunanistan’a.
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Bizimkiler buradan ayrıldı ayrılmasına da bir zam anlar herkesin im renerek baktığı ve oturm ak için can attığı boğaz manzaralı bu yalıda benim hastalığa yakalanıp ölmemden sonra her ne olduysa başka ları da kalmak istemedi. Ben evimden hiç ayrılmadım. Ölüm ümden sonra günlerce, aylarca, yıllarca hep evimde durdum. Hâlâ duruyorum . Burada benim anı larım var. Evlenip geldiğim, çocuklarımı kucağıma aldığım, büyütüp evlendirdiğim yerdi. Onlar beni pek sevmezmiş, ölümüm ün ardın dan bir oh çekip her şeyimi yakıp burayı terk etmelerinden belli. Her nereye gitmişlerse onları da görmeye gitmedim. Küstün mü derseniz çocuk değilim ben! Kırıldım diyelim. Zaten anladım ki kişileri değil bize yaşattıkları mutlulukları severiz. Sonra bize yaşattıkları üzüntü lerden değil de onlardan nefret ederiz. Ben de üzüntüleri yaşatan kişileri görmeye hiç gitmedim de bana yaşatılan mutlulukların yaşatıldığı yerde kaldım. Öyle sanmayın birkaç yıl. Uzunca bir süre boş kaldı konağım. Gelen giden olmadı. Kapılarının arkasını örümcek ördü. Akşamsefalarımın tohum u diplerine döküldü. Dökülen tohum lardan yeni sefalar çıktı. Yağmur suladı, büyüyebilen büyüdü büyüyem eyen kaldı. Onların üzerlerine kar yağdı, benim evimin içi karardı. Bir ateş yakıp da ses çıkaran, ışıldatan, ısıtan olmadı. Sessizliği dinledim, karanlığı izledim ve soğuğa büründüm yıllarca. Sonra bir sabah konağımın kapısı gıcırtıyla açıldı. Hem en koştum merdivenlere. D aha önce tanımadığım iki adam ve bir kadın gelmiş ti. Adam lardan biri diğer adam la kadına konaktan bahsediyordu. “Sahibi yaşlı bir kadındı.” dedi terbiyesiz. “Sonra evlerden ırak.” dedi hastalığımın adını söylemedi. Söylese gelip ona bulaşacak gibi elinin tersiyle zannedersiniz bir köpeğe hoşt yapar şekilde siyah ve kıllı parmaklarını sallayıp “O hastalıktan öldükten sonra çocukları burayı satıp hep başka yerlere gitti. On yıldır uğrayan yok, biraz bakıma ihtiyacı var.” dedi.
54
SULTAN TARLACI
Anlaşılan diğer adam la kadın konağımı almak için gelmişlerdi. Epey gezdiler. Kadın çok bakımsız olduğundan söz etti. Sonra gittiler ve bir daha gelmediler. Birkaç gün sonra, onlara konağı anlatan ve bana yaşlı diyen terbiyesiz adam , yanında birkaç adam getirip konağımı bir güzel temizledi. Çatıyı onardılar. Bahçeyi düzenlediler. Badana edip gittiler. Vallahi benim de hoşum a gitti ne yalan söyleyeyim. D aha sonra o terbiyesiz adam yanında başka bir çiftle geldi. Bir ön ceki çifte söylediklerine benzer şeyler söyledi. Ölüm ümden ve hasta lığımdan bahsetm edi. “Evin sahipleri iş için yurt dışına gittiler on yıl dır ev boş.” dedi. Bu gelenler evi tutmuştu. Adam sabah erkenden çıkar gider gece geç saatte dönerdi. Kadın sabahtan akşam a kadar temizlik yapardı. Aman ne hoşum a gitmişti. O temizlik yapar, ben onun arkasında önünde döner dururdum . Evim tertemiz oluyordu. Sonra kalkıp yemek yapardı. Kocası pek aksi bir adam dı. Gelir, ye meğini yer, eşiyle tek kelam etmez hem en uyurdu. Ben bilmem, gi rip odalarına bakmadım am a sanırım karısıyla gece de ilgilenmezdi. Belki de işte çok yorulan bir adam dı. Onlar bir yıl kadar durdular. Sonra gittiler. Onların ardından uzunca bir süre yine gelen giden olmadı. O temiz hanımın güzelce baktığı evim yine kirlenmişti. Derken bir gece ya rısı konağımın kapısının açıldığını duydum . B ana terbiyesiz diyen adam , yanında şişman bir adam la gelmişti ve yanlarında yirmili yaşlarında gençten bir çocuk vardı. Terbiyesiz adam , diğer kişilere olduğu gibi evi tanıtmadı bunlara. Şişman adam , terbiyesiz adam a yüklüce bir para verdi. Çocuğa yukarıda bir yatak olduğunu kandil leri yakmamasını tembihleyip gittiler. İki adam gittikten sonra çocuk, merdivenin tırabzanlarını elleriyle yoklayarak zar zor yukarı kata çıktı. Dedikleri gibi kandili hiç yakma dı. Elinde bir çanta vardı. Onu açtı odadaki küçük m asaya içinden çıkardığı yarım ekmeği, su matarasını ve kâğıtları koydu. Masayı ra mın önüne biraz daha yaklaştırdı am a perdeyi açmadı. Sonra ma
ss
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
sayı pencerenin önünden tam am en çekti. Pencerenin altına oturdu. Ay ışığında elindeki kâğıtlara baktı. Neredeyse sabaha kadar okudu. Sonra olduğu yere uyuyakaldı. Bir ara uyanıp yatağa çıktı ve yeni den uyudu. Öğleye doğru uyandı, akşam dan çantasından çıkardığı ekmeği yedi, suyu içti kâğıtları eline tekrar aldı. Pencereden olabildi ğince uzak duruyor ve hem en hiç ayağa kalkmıyordu. Yataktan ine ceği zaman sürünürcesine iniyordu. Bir süre sonra yazmaya başladı. Belki üç belki dört saat hiç durm adan yazdı, yazdı, yazdı. Akşama doğru bir süre yatağa uzanıp düşündü. Akşam uyudu. Erte si gün yine pencereden uzağa çektiği m asaya oturdu ve yazdı. Sonra yazdıklarını bir kâğıda sardı. İplikle sıkıca kapattı. Böyle birkaç gün geçti. Hiçbir şey yemiyordu. Gerçi yiyeceği de kalmamıştı. İki gün boyunca su içti. Sanırım bu nedenle halsiz düştü ve sıklıkla yatar, ara sıra yazar oldu. Bir gece yine konağın kapısı açıldı. Gelen şişman adamdı. Kapının açıldığını duyunca genç çocuk oda kapısının arka sına gizlendi. Sonra gelen adam ona garip bir şey söyledi ve çocuk saklandığı yerden çıkıp adam ın yanına gitti. Bir şeyler konuştular. Adam, getirdiği ekmeği ve suyu verdi. Çocuk da ona yazıp hazırla dığı kâğıtları teslim etti. Adam gitti. Çocuk onun gitmesinin ardından yeniden m asaya oturdu. Önce biraz ekmek yedi, su içti. S onda da sürünerek pencere altına geldi, okum aya başladı. O gece ay ışığı yeterli gelmemiş olacak ki bir süre sonra okum aktan vazgeçip yattı uyudu. Sabah uyandı ve yine okum aya başladı. Sonra yine saat lerce okudu ve yazdı. Bu süreç aynı şekilde çocuğun gece uyuması, gündüz okuması ve yazması şeklinde ara sıra da adam ın getirdik lerini yiyip ona yazı vermesi şeklinde zannediyorum bir ay sürdü. O genç çocuğun konağımda kalmasından hiçbir şey anlamamıştım. Diyebilirim ki onun kaldığı sürede ben yine yalnızdım. Ne bir sesi çıkardı ne bir ışık yakardı ne de evin içinde dolanırdı. Temizlik zaten hiç yapmadı. Yedi içti, uyudu uyandı, okudu yazdı. Sonra bir gece yine adam geldi. Yiyecek ve bazı kâğıtlar verdi, onun yazdıklarını aldı sonra da belindeki silahı çekti çocuğu vurdu. O kadar ani ol
56
SULTAN TARLACI
muştu ki hem en diğer odaya gittim. Beni görmediğinden emindim. Görse ne yapabilecekti? Ben zaten ölüydüm. Yine de korktum. Son ra kapı açıldı. D aha önce hiç görmediğim bir adam daha geldi ve çocuğun cesedini bir çuvala koyup götürdüler. Ertesi gün ev sahibi yanında birileriyle geldi. Evi gezdi. Yeniden te mizletti ve gitti. Uzun bir sessizlik yeniden başlamıştı. O temiz hanım gibi bir aile gel se de hem evime baksa hem benim canımın sıkıntısı gitse diye düşü nürken bir akşamüstü yine kapı açıldı. M erdivenden koşarak aşağı ya indim. Gerçekten terbiyesiz adam yine bir karı ve koca getirmişti. Konağı gezdiler. Kadın bir şeylerden m em nun değil gibiydi am a yine de evi tuttular. Bunun da kocası diğerinin olduğu gibi erkenden işe gidiyordu. Akşama kadar gelmiyordu. Yalnız bu kadın diğeri gibi sık sık temizlik yapmadığı gibi bir de çok konuşuyordu. Üstelik evde yalnız olduğu halde. İlk duyduğum da çok şaşırdım. İkimizden başka kimse yoktu. Bana mı diyor diye “Buyurun” diyecek oldum. Sus tum. Bir ara karşısına geçtim acaba kimle konuşuyor diye merak et tim. “Bakma bana, bakm a banaaa!” demez m i... Aman pek geçim siz biriydi. Sonra her gece kocası geldiğinde “Bu evde garip şeyler var, gidelim buradan, ruhlar var.” diye tutturuyordu. Adam da “Kes sesini deli karı!” diye sinirleniyordu. Bir zaman sonra yine kadının dediği oldu da çekip gittiler. Bilmem benden mi rahatsız olmuştu am an ben de çok meraklıydım sanki ona. Hiç susmaz konuşur, ak şama kadar tek başına konuştuğu yetmezmiş gibi bir de adam eve gelince dırdır yapardı. Biz böyle görmedik büyüklerimizden bilmem am a hiç hoşlanm adım o kadından. Önüne gelene de söylemiş evde ruhlar dolaşıyor diye. Kim var ruh benden başka? Bir gün temizlik yapm adı evde. O konudan hi ç h a h seder mi am a? Zaten çok fazla rağbet görmeyen evim, o y a l a i k i kadının yaydığı “Evde ruhlar dolaşıyor” söylentisinden s o n r a iyice yanına uğranmaz oldu. Yıllar geçti yine boş kaldı.
sv
Q
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Sonra kalabalık bir aile taşındı. Oldukça zenginlerdi. Konağı baştan aşağı onardılar. Büyükbaba büyükanne, gelinler, torunlar, yeğenler. Her gün çın çın çınladı konağın içi. Gelinlerden biri pek bir güzeldi. Sarı saçlı mavi gözlü. Öyleydi de bahçeye bir bahçıvan tuttular. Der ken bahçeye tutulan bahçıvan bu geline, gelin de ona tutulmasın mı? Kimseden habersiz bir süre sürdürdüler bu işi. Gelin kız bahçe ye, çiçeklere bakm aya çıktıkça bahçıvan ona güzel güllerden kopa rıp verirken, derken. Neyse işte. Bu işin de sonu intihara gitti. Bu ev kaç ölü gördü sizin anlayacağınız. Bir gülle bir kalp kazanılmış ve kaybedilmiş, benim evim de yine boş kalmıştı. Hem de bu defa hiç olmadığı kadar uzun bir süre. En sonunda tam am, evim yaşlılıktan ve bakımsızlıktan yıkılacak der ken buraya bazı adam lar gelip gitmeye başladı. Gerçekten yıkılma kararı alınmış. Sonra bazı olaylar olmuş ki vazgeçildi. Derken İtalyan asıllı bir adam (ama sanırsınız Türk’ten Türk) bizim kültürümüze, ta rihimize o kadar bağlı biri, burayı satın alıp restore etmesin mi! Önce sinirlendim am a sonra baktım ki tüm bunlar evimin iyiliği için. Onlar onardıkça ben de yeniden gençleştim evle birlikte sanki. Aşağı katın odalarını boydan boya açtırıp kolonlarla destekledi kocam an bir sa lon yaptı. Duvarları taşlarla süsledi. O taşların arasına ışıklar koydu. Merdivenlerimin tırabzanlarını fildişi rengine boyadı, pek sevdim. İkinci katın odalarını tek tek düzenletti de otel yaptı. Benim odamı görün hele. Kocaman bir yatak, aynalar, tablolar, duvara boydan boya bir gardırop. O odalar, bir gün boş kalmaz. Hele aşağıdaki kocam an salon. Orada her gece bir kutlama bir şenlik olur. Önemli insanlar gelir. Siyasiler, bilim adamları, iş adamları. Bahçeye de gü zel bir havuz yaptırdı. Çim ektirtti. Güller. İnsan boyunda. Ahiret gözümle evimi teslim edebileceğim biri aldı; böylece yıkılmak tan da kurtardı ya daha ne isteyim. Kendisi de ne kadar beyefendi. Bazı geceler burada olan kutlamalara o da gelir. Nasıl kibar konuşur göreceksiniz. Federico adı. Fizik profesörü. Ağzından daha bir kötü söz, birini kırıcı bir laf işitmiş değilim. Çok da şık giyinir.
58
SULTAN TARLAC1
Evet, siz şu öldürülen kız hakkında burada ne konuşulduğunu sor muştunuz sanırım. Arkasından “burası senin evin miydi?" diye so runca kısaca evimden de bahsetm ek istedim efendim, kusuruma bakmayın. Neydi sorduğunuz doktorun ismi? Saltı. Bildiklerimi pek tabii paylaşırım. O talihsiz kızcağız öldürüleli sanı rım bir hafta kadar olmuştu. O gece Federico beyefendinin -sade ce efendim sadece hayır için- Alzheimer hastalarına yaptırdığı, tüm giderlerini kendisinin üstlendiği ve bir üniversiteye bağışladığı bö lümün tam am lanm asını kutladıkları bir davet vardı. Size dediğim gibi Federico çok yardımsever ve beyefendi biridir ki, o gün onca ısrara rağm en kendisini övmek istemediği için kısa -çok kısa- bir ko nuşm a yapıp kendisinin bu geceden önceden haberdar olmadığını ve basm a sızmamasını istediğini ısrarla söylemişti. Çok kalabalık bir geceydi ve evet aslında sizin sorduğunuz doktor, o gecenin olmazsa olmaz davetlilerindendi, çünkü Federico beyefendinin bağış yaptığı üniversitenin nöroloji uzmanıydı. Bunun yanında ilginçtir ki doktor ve Federico beyefendi ilk defa o gece yüz yüze gelmişlerdi. Federico beyefendi, konuşmasını yaptığı esnada doktor, Füsun isim li bir hanım la birlikte şu duvarın, The Kiss tablosunun önünde bir şeyler içmekteydi. Bir süredir konuşuyor olmalıydılar ki genç kadın bir çıkarımda bu lunmuş gibi sordu: “Pardon. Doktor m usunuz?” “Evet.” “Branşınız nedir?” “Nöroloji.” Kısa bir duraksam a ardından gülümsedi ve “Üroloji clu ğil.” dedi. “Sıklıkla karışır. Beyin, omurilik ve kas hastalıkları uzmanı yani.” Kadın bir an bir şeyleri anımsamış gibi:
S ')
9
197 GÜN ' BÖLÜM 1
“Pardon. Siz, Doktor Saltı. Evet, isminizi duym uştum .” “Öyle mi?” dedi Saltı. “Benim ismimi genellikle yaşlılar duyar ve bir süre sonra.” eliyle aşağı yukarı anlam ında bir işaret yapıyordu “Beş on dakika içinde unuturlar.” Hanımefendi, sebebini sorar gibi bakıyordu. “Alzheimer bunam asından.” dedi doktor. Kadın gülümsedi. “Yani, Alzheimer hastası olduğu halde karşıdakine kendinizi tanıtıyor musun.ız?” Doktor da gülümsedi. Bir elini cebine sokmuş, hanımefendiye biraz daha dönm üştü. Bakışları çapkındı. “Hem de defalarca.” dedi. Füsun Hanım: “H a ha. Tahmin edebiliyorum elbette am a asıl sormak istediğim, nasıl olsa unutuyor. Kendinizi hiç tanıtmasanız da olur.” Saltı içkisinden bir yudum aldı. “Tanıştıklarında mutlu oluyorlar.” dedi kaşlarını çatıp gülümseyerek. Genç kadın gerçek bir merakla sormuştu. “Evet am a onu da unutm ayacak mı?” “Adımı unutacak, tanıştığımızı unutacak am a mutluluğu unutm aya cak. Alzheimer hastaları, bilgileri unutur am a o bilgilerin getirdiği duyguları unutmaz. Yani gün içinde yaşadıkları deneyimleri on daki ka veya yarım saat sonra hatırlamazlar am a o deneyim lerden kalan mutluluk ve mutsuzluklar nereden geldiği belli olmayan bir şekilde beyinlerinde kalır. Bu onları, sebebini bilmedikleri mutlu veya m ut suz ihtiyarlara döndürür. Aslında hepimizde öyledir. Yaşadıklarımız “mutluluk ve mutsuzluk” olarak depolanır. Bizim o yaşlılardan tek farkımız, mutluluklarımızın ve mutsuzluklarımızın yanında gereksiz birkaç bilgi kırıntısı olmasıdır.” Genç kadın gülümserken burun kanatları küçük birer virgül gibi yu
60
SULTAN TARLACI
karı kıvrılmıştı. Biraz kemerli am a nedense o yüze başka bir burunun yakışmayacağı hissi uyandıran bir burnu vardı. Elmacık kemikleri, zayıf yüzünde yanaklarına sürdüğü allıkla daha da belirginleşmişti. Yanaklarından aşağıya “V” şeklinde inen çenesi, dudakları ince ve geniş olmasaydı sanki biraz daha sivri görünecekti. Bir ara yüzüne gelen saçlarını hafifçe kulağının arkasına sakladı. Bunu yaparken gözlerini saklar gibi kolunu fazla kaldırmamış, kaça mak bir bakışla doktora bakmıştı. Dr. Saltı bu bakışı yakalamış am a hanımefendiyi utandırm ak istememiş ve o ‘y a k a l a m a anını’ hemen uzaklaştıracak bir konuyla aniden: “Sizin mesleğinizi sormayı unutuyordum az kalsın. Doktor değilsiniz sanırım?” demişti. Füsun Hanım yeniden gülümsedi am a aynı kişi, aynı şekilde çok farklı anlam larda gülümsüyordu bu defa... B ana öyle geldi ki Saltı bu soruyu sorm asa da kaçam ak bakışı yakaladığını belli etse daha iyi olacaktı. Saat gece yarısını gösteriyordu ve sanki bu soruyla büyü bozulmuştu. “Ben, yok hayır doktor değilim.” dedi. “Buraya eşimle geldim. O... Aslında o da doktor değil. Onun antika dükkânı var.” Kısa bir sessizlik oldu. Doktor salonun içine göz gezdiriyordu. Füsun Hanım’ın sözlerinden sonra sanki gözleriyle salonun içinde kadının kocasını arıyormuş gibi olmuştu bu davranışı. Genç kadın elindeki kadehe baktı. Şarap, tırnağını sapına vurdukça kadehin içinde düzensiz daireler çiziyordu. “Eşim, Federico Bey ile buranın restore edilmesi esnasında pek çok licari ilişkide bulundu.” dedi. Sonra birden az önceki soruyu hatırla yarak başını kaldırdı, doktora bakıp ekledi: “Anne olduktan sonra bir bayanın mesleği nedir? Anneyim diyelim." Doktor, bu cevabı duyar duymaz onaylar şekilde başını öne dogm
(.1
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
birkaç defa sallamış, bunu yaparken kaşlarını kaldırmıştı. “Aslında iyi bir eğitimim de var denemez. Lise.” “Annelik, kutsal meslek.” dedi doktor. “Okuyarak olunmaz zaten. Doğuştan getirdiğiniz bir torpiliniz var bu konuda. Hep kadınlar alı nıyor anneliğe.” Füsun Hanım gülümsedi. “Doğru. Aslında, sanırım kadınların nereden geldiği belli olmayan mutsuzluklarında.” Burayı tane tane söylemiş, hem -mutsuzum am a bunun belli bir sebebi yok, hayır tam am en kadın kaprisi- evliliğimde gerçekten bir problem yok imajı çizmeye çalışmış hem de doktorun az önceki sözlerini -bir lise mezunu olarak- anladığını belirtmek iste mişti. “Onlar olmasa bazen hayat çekilmez oluyor.” şeklinde sözleri ni tam amlarken Federico’yla birlikte yanlarına yaklaşmakta olan bir adam a bakıyordu. Eşi olmalıydı. Mutlu bir bakış değildi bu. Hatta tiksinir gibiydi. “Evet.” dedi doktor. “Haklısınız. Kadınların anne olma mutluluğuna erkeklerden daha çok ihtiyacı olmalı.” “Ah! Evet. Elbette. Değerli Doktor Saltı ile bu nazik hanımefendi, Füsun H anım ’ın -elini kibarca öpmüştü- ne konuştuklarını merak etmiştim ki, The Kiss tablosu önünde olup da başka ne konuşulabilir öyle değil mi?” Bu sözleri söyleyen Federico’ydu. “Elbette erkekler ve kadınlar!” dedi ve bir kahkaha attı. Sonra kulaklarına kadar ya yılmış ağzını birden ciddiyetle büzüp daha dik bir duruşla ve kendin den emin bir tavırla, kendini tanıtm ak için doktora elini uzattı: “Federico.” Sadece ismini söylemişti. Eğer Federico Bey’den başkası kendini bu şekilde tanıtsaydı “İsmimi söylemem yeterli, beni zaten herkes tanı yor.” kibriyle bunu yaptı derdim am a hayır onun için böyle düşü nemem. O, yaptığı yardım lardan çok fazla söz edilmesini istemediği
62
SULTAN TARLACI
için sadece ismini söylemiş olmalıydı. Dr. Saltı: “Evet. Biliyorum. Memnun oldum .” diye cevapladı uzanmış eli sı karken. Federico: “Doktor, biz seninle sanki birbirini uzaktan ismen bilip, hiç bir araya gelememiş am a çok samimi birer dostmuşuz gibi gelmiştir bana hep. Doktorun bir şey söylemesine fırsat verm eden ekledi: “Bu samimi düşüncem sizi rahatsız etmemiştir um arım .” “Rica ederim. Düşünceniz beni m em nun etti.” “N eden böyle düşündüğüm e gelince, Alzheimer hastaları için ya pılmış bölümle bir alakası yok. B en...” Az önce Saltı’ya uzattığı elini pantolonunun cebine sokmuş, gözlerini yere dikmişti. Çok derin dü şüncelere dalmış gibiydi. Bir anlık sessizlikten sonra “... Fizikçiyim. Sizinle, bilim alanlarımız çok fazla örtüşmese de, sanırım kuantum noktasında birleşiyoruz. Kuantum fiziği ile yakından ilgileniyorum.” Burada doktor m uhatabının sözlerini yeni anlamış gibi gülümsemiş ve başını sallamıştı. Federico devam etti: “Baş editörlüğünü ve yayıncılığını yaptığınız Neuroquantology der ginizin de yakın takipçilerindenim.” Doktor: “Anlıyorum. Çok sevindim doğrusu. Teşekkürler!” “Bu arada tanıştırmayı unuttum . İlker Bey, buranın restoresinde bize çok yardımcı olmuş antikacı bir dostum dur.” İlker Bey, sıska elini doktora uzatmıştı. Nedense toplum içinde kendini tanıtacak cesareli olmayan am a “çocuklardan biri oyuna dâhil ettikten sonra” hızla samimi oluveren bir tavrı vardı. Böyleleri sıklıkla bir köşede unulıı lur ve nedense hatırlandıklarında sevindikleri kadar unutulmaklan üzüntü duymazlar.
9
9
I‘.>7 CîllN • BÖLÜM 1
Füsun Hanım bu tanışm ada bir şeyler söylemesi gerektiğini anım samış gibi: “İlker Bey, eşim.” dedi Dr. Saltı, az önceki sohbette, Füsun H anım ’dan eşinin antikacı ol duğunu işitmiş, şimdi Federico “antikacı dostum ” deyince bu silik adam ın Füsun H anım ’ın eşi olduğunu zaten anlamıştı: “M emnun oldum .” dedi. Federico, Füsun H anım ’la doktora hızla göz gezdirirken “Bu arada, özür diliyorum.” dedi. “Sizin muhabbetinizi bölmedik değil mi?” Genç kadın “Hayır, hayır.” dedi. Cevabındaki samimiyetin nezaketen değil gerçekten olduğunu belirtmek için kat’i bir ton vermişti sesine. Doktor, Federico’nun “Sohbetinizi bölmedim değil mi?” sorusundan sonra “The Kiss tablosu önünde başka ne konuşulabilir?” sözlerini hatırlamış olmalı ki birden yanı başlarında duran tabloya dönerek: “Bunlar taş mı?” diye sordu. “Evet.” dedi Federico. Birkaç adım gerilemişti fakat duvar o kadar geniş ve tablo duvarın o kadar fazla yerini kaplıyordu ki tam amı ancak salonun en uzak köşesine gidilince bir bütün halinde algılana bilirdi. Yanında ise tam amı algılanmasa da tablonun taşlardan ya pılmış olmasından kaynaklanan canlı bir parlaklık göze çarpıyordu. “Sarı, turuncu ve kırmızı yani sıcak renkler için kehribar, kahve yer ler için dumanlı kuvars, siyah ve beyaz yerler için hematit ve ay taşı.” Kaşlarını çatıp içkisinden bir yudum almış ve kadeh tuttuğu eliyle tabloyu gösterip bir süre sessiz kaldıktan sonra cebindeki elini çıkarıp: “Yeşil yerler için.” Düşünüyordu “Hııım...” “Aventurin ve moldavit.” dedi İlker Bey. Sesi, ince ve sanki ‘en önce ben bilece ğim’ şeklinde bir telaşla çıkmıştı. Federico elini İlker Bey’in om zuna koydu: “Evet, dostum teşekkür-
64
SULTAN TARLACI
zx. Aventurin ve moldavit kullanıldı.” diye tamamladı.
Iker Bey, bir işe yaram anın mutluluğuyla gözünün birini hızla kırptı. !ayıf suratında ağzı mutlulukla yayılmış, bu görüntü ona gülüyor leğil, başının arkasına geçmiş biri tarafından ince derisi kulaklarının akasma asılıyor izlenimi vermişti. :e derico doktora dönerek ekledi: Sayısını bilmiyorum inanın. Binlerce küçük taş kullanıldı bu tablo -in.” :üsun Hanım: “Gerçekten çok hoş.” dedi taşlara bakarak. Özellikle bu tabloyu yaptırmanızın bir nedeni var mı?” diye sordu loktor. ederico derin bir iç çekip söyleyeceklerini ayarlarken doktor acele ir tavırla ekledi: Bir Gustav Klimt hayranlığı mı var?” Soruyu Federico’ya sorsa da üsun H anım ’a bakıp gülümsemişti. Bu samimiyet jestinden genç adının kalbinde bazı kıpırdanmalar olduğu muhakkaktı ki, o da güimseyerek karşılık verdikten sonra derin am a kimseye belli etmelek için sessizce içini çekti. ederico: “Bu duvar, salonun her açıdan en rahat görünen duvaı.” dedi. “Restore ederken buraya orkestrayı alalım diye düşündüm ma sonradan burayı boş bırakıp bir tabloyla süslemek daha cazip eldi. Ne var ki bu kadar geniş bir duvarı kaplayacak orijinal bir tablo ulamadık. Sonra tanınmış bir tablonun buraya taşlarla resmedilmeinin güzel olacağını düşündüm . N eden derseniz dostum, tanınmış ibloların yeniden yapılmış sahte hallerini sevmiyorum. Bir değişiklik lsun istedim. Taşlar güzeldir. Farklı bir enerji ve mistik bir hava verir ^r.” Burada sırayla doktora, Füsun Hanım ’a ve İlker Bey’e bakmıştı, 'alnız İlker Bey sadece kendine bakılmış ve onayı istenmiş önemli ir mevzu varmışçasına bu bakıştan çok m em nun olmuş ve konııvu
(»S
9
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
anlam am asına rağmen onaylar şekilde başını sallamıştı. “Evet am a bu hangi tablo olmalıydı?” diye devam etti Federico. “Nasıl bir tablo olmalıydı?” Yeniden tabloya baktı. “Renkli olmalıydı bir defa!” dedi. “Taşları rahat yerleştirebileceğimiz daireleri ve kare leri olmalıydı ve en önemlisi buraya alınacak tablonun çok önemli bir konusu olmalıydı.” Yanlarından geçmekte olan garsona boş kadehini verdi. Yeni bir içki alacakken vazgeçti. Doktora baktı. “Ha ha... Sonra baktım dünyada oluş sebebimiz bir defa kadın er kek ilişkisiyle başlam adı mı?” Füsun Hanım ’a döndü. “Sizin kadar ince bir hanım yanında tüm sözcükler kabadır zaten. Bu nedenle sözlerimin sadece bir espri olduğunu belirttikten sonra. Cennetten kovulmamız bir kadın yüzündendi öyle değil mi?” Gür bir kahkaha attı. Füsun Hanım kendine yakışır şekilde sessizliği tercih edip kibar ve geçiştirici şekilde gülümsedi. İlker Bey eşinden illallah eder bir hareket yapıp “erkekler” ortam ında itibarını yükseltmeye çalıştı. “El bette buraya The Kiss tablosu olmalıydı.” dedi Federico. “Bilmem yanlış bir tercih midir doktor? O zaman tanışmış olsaydık fikrinizi alır ve sizin önerdiğiniz tabloyu yaptırırdım buraya. Benim için çok değerlisiniz inanın.” Her zaman olduğu gibi yine çok şık giyinmişti o gün Federico Bey. İtalyan’dı am a sanki eski bir İstanbul beyefendisi gibiydi. Sesindeki içtenlik ona hem zarafet hem “bizdenlik” katıyor, gözleri, her zaman olduğu gibi sıcacık bakıyordu. Doktor gülümseyerek teşekkür etti: “Benim de önerim The Kiss tab losu olurdu m uhtem elen.” Federico: “Buna sevindim.” dedi. “Ne düşünüyorsunuz bu tablo hakkında?” Dr. Saltı yeniden tabloya döndü: “Erkeğin kaftanınkiler kırık çizgili ve köşeli desenlerden oluşurken, kadınınki kişiliği gibi yum uşak ve
66
SULTAN TARLACI
yuvarlak desenlidir. Ancak bütününe bakıldığında ikisinin elbisesi birleşmiş gibidir. Keskin köşeler, yum uşak ve yuvarlak desenlerle tamamını görebilen gözler için bir bütünlük oluşturur. Bu, aynı za m anda dünyanın da bir yansımasıdır; ancak onlar gerçek dünyada değillerdir. Gerçek olmayan, hatta olmayan bir dünyadadırlar. Her şey çizgilerden anlaşılamaz elbette. Bu gösterişli elbiselerin altında ne olduğu bir gizemdir. Bulundukları yere bakalım. Kadın yüksel tinin tam kenarında, düşecekmiş gibi ve güvensiz haldedir. Dallar baldırına dolanmış durum da onu uçurum un kenarında tutarlar. Bir de erkeğin boynuna doladığı değil, bıraktığı sol eli... Yine de kadın kenarda, düşecekmiş gibidir. Boşluğun önünde diz çökmüştür. Tab> loda bir öpücük görünmesine karşın, öpen sadece erkektir. Kadın öpmez. O, kendini öpülmeye bırakmıştır, çünkü bu ilişkide ona ait bir ruh yok gibidir. H atta o bir ölüdür! Başını çevirmiş ve ağzı sımsıkı kapalı... Bu erkek kadın için bir şey vadetm iyor.” I Füsun Hanım: | “İzninizle, biraz hava alacağım .” Salonun, yalının bahçesine açılan geniş balkonuna doğru yürüyor du. Onun aniden kendini temiz havaya atm ak istemesini ben o ka dar iyi anlıyorum ki! Bilmem erkekler anlayabilir miydi? Elbisesinin bel kısmında dikkatli bakınca belli belirsiz bir genişlik var| dı. Saltı arkasından baktı. Bir süre bu genişliğin elbisenin bol gelme sinden mi yoksa kalçasına tam oturan etek kısmının belinde boşluk oluşturmasından mı kaynaklandığını anlayamadı. Elbisenin arkası |d a önü gibi straplez kesimdeydi. Sırtında yukarıdan aşağı inen ince |metal bir zincir vardı. Hareketsiz kaldığı zam an zincir sabitleniyor ve kızaktan bakınca ferm uar hissi uyandırıyordu. Balkondan gökyüziilhe bakarken şatoda esir kalmış Rapunzel’i andırıyordu. Belki benim MÇİm kötü am a Dr. Saltı onu izlerken sanki sırtındaki zincirden onu ¡kurtarmak ister gibiydi. Füsun Hanım bir ara ayakkabısının uc uyla diğer bacağını kaşıdı. Sivrisinek ısırmış olmalıydı. Saltı gülümsedi.
(»7
9
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Güzel bir fiziği vardı. Onu, Füsun H anım ’ı düşünm ekten Federico’nun sesi uyandırmıştı. “Ooo! Doktor, sizi sabaha kadar dinleyebilirim.” Dr. Saltı, Federico’ya gülümsedi ve sözlerine devam etti: “Esrarengiz, uhrevî tutkunun ve yoğun aşkın resmidir. Kişi o anı ya şamak için her şeyi feda edebilir.” Bir süre durdu. Sonra tekrar Füsun H anım ’a baktı ve devam etti: “O anı yaşam ak için her şeyi feda edebilir am a bulundukları taze aşkın doruk noktası ve çiçek tarlası, uçurum un kıy ısındadır.” İlker Bey: “Orijinal tablo, 180 cm büyüklüğündedir.” dedi. Tablo hakkında bildiği ve söyleyebileceği tek ezber bilgiyi gururla dile ge tirmiş, bunun mutluluğu suratını yine kulaklarının arkasından biri gerdiriyormuş hissi oluşturacak şekilde gerilmişti. “Evet.” dedi Saltı. İlker Bey’i tasdiklemekten öte onu geçiştirmeye benzer bir ‘evet’ti bu. Arkasından ekledi: “Gustav Klimt’in bu ese ri yaptığı o dönem de Viyana, cinsellik araştırma merkezidir. Yani zamanın ruhuna tam am en cinsellik hâkimdir. Sanatta, sosyolojide, tıpta ve psikanalizde hep cinsellik konusu liste başındadır.” Daha önce burada birkaç defa daha gördüğüm, özellikle buranın otel odalarını kullanan bir doktor, sanırım acil serviste görevli bir doktor gelmişti yanlarına: “Vav!” dedi gür bir sesle. “İşte bir acil servis doktoruyla sizin gibilerin farkı!” Saltı gülümsüyordu: “Neymiş o fark?” dedi. “Biz sadece gerekli ve acil noktalarda bulunuruz.” “Ha ha... Öyle mi?” “Evet öyle. Siz gerekli gereksiz her an işin edebiyatındasmız.”
68
SULTAN TARLACI
“Eee.” Saltı elindeki kadehle arkadaşını işaret edip. “Şimdi neyin aciliyetinden buradasın bakalım?” “Viyana cinsellik falan diyordunuz d a .” dedi acil servis uzmanı sanki bu soru sorulsa da ben de cevap versem der gibi bir hızda. Federico bir kahkaha attı. “Hoş geldiniz doktor bey.” Doktor sırayla elleri sıkıyordu. “Kim bilir ben gelmeden önce ne d e rin mevzulara girdin de burada kaç beyin parçaladın!” Bu sözü Dr. Saltı’ya bakarak söylemiş, muzipçe gülümsemişti. “Evet, gereksiz yerleri atladın ve tam zam anında geldin.” dedi Saltı gülerek. “The Kiss tablosu ve cinsellikten bahsediyorduk. Bak mü zikte de Ravel’in Bolerosu çalıyor.” “Imm. Bolerooo!” dedi acil servis doktoru leziz bir yemekten bahse der gibi birkaç defa damağını şaklatmıştı. “Kadın orgazmına benze tilir. Müzik yavaş yavaş yavaş yavaş yavaş başlar ve... Ahh! Doruğa çıkar.” Federico bir kahkaha daha atmıştı. Ardından acil servis doktoruna döndü: “Bu eserde her biri sırayla katılan sanırım otuz beş değişik müzik «iletinden bahsedilir doktor bey. Onu nasıl yorumlarsınız?” Acil servis doktoru, kendine önemli bir soru sorulmuşçasına şaka dan ciddi bir tavır takındı: “Efendim. Bu müzik, her ne kadar kadın orgazmına benzetilse de er kek hayati gibidir. Hayatına yavaş yavaş pek çok ve değişik kadınlar Isıtılmasını anlatır. Bolero zaten küçük orkestralarca, hele hele tek başına çalınamaz ancak büyük orkestralarca çalınabilir. Seks gibi iki kişilik durumlarda, otuz beş çalgı aletli bu orkestranın sesi çıkm a/.” I ederico bir kahkaha daha atıp alkışlamıştı. “Doğru söze ne denir?" dedi.
9
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Yeni konudan dört erkek de m em nun gibiydi. Yanlarına yaklaşmak ta olan Füsun Hanım son sözleri duymuştu. Beyler konuya o kadar dalmıştı ki onu fark etmediler. Genç kadın, cinsellikten ve kadınlar dan konuşurlarken İlker Bey’e baktı. O, bu konulardan bahseder ve anlatılanları dinlerken, bir o yana bir bu yana kıvrılan zayıf bedeniy le diğer üç erkekten farklı, itici ve tiksindirici; sanki ergen bir arkadaş ortam ında cinselliğe dair ilk deneyimlerini paylaşan ve herhangi bir deneyim yaşamadığı halde olmuş gibi uydurulan hikâyelere inanan bir çocuk gibiydi. Füsun H anım ’dan başka bir kadınla cinsel bir de neyim yaşam adığından emin olduğum bu erkeğin ‘Bir erkeğin h a yatına giren pek çok kadın’ sözü ağzını nasıl sulandırıyorsa, onun su lanan ağzını görmek eşi Füsun Hanım ’ın içini o kadar kurutuyordu. Bir araya geldiklerinde birbirlerine hiç yakıştırılamayan bu çiftin ev liliği, o gece tüm güzelliğini sergileyen Füsun H anım ’ın başka bir şekilde -belki en pejmürde- ve İlker Bey’in en yakışıklı haliyle bile düşünülem eyecek bir şeydi. Hatta bana kalırsa Füsun Hanım bu adam la ya zorla evlendirilmiş ya da kendisi onun zenginliği için onunla evlenmiş -nedense eğitim siz de olsa akıllı olduğu her halinden belli olan bu hanımefendi için böyle bir düşünceyi konduram ıyordum am a- nihayetinde duygusal bir bağla evlenmemiş olduğunu düşünüyordum . Bana kalırsa Füsun Hanım da az önce “pek çok kadın” sohbetinden zevk almakta olan eşine bakarken cinsel hayatları olmadığı için İlker Bey’in onu alda tıp aldatmayacağını düşünmekteydi. Eşine bakıyor ve belki onun salonda herhangi bir kadına bakıp bakmadığını kontrol ediyordu. Nedendir bilinmez, kadınlar her şüphe ettikleri şeyi sonuna kadar öğrenmek ve her zaman kendi şüphelerinin doğru çıkmasını ister. Kötü bir şüphe de olsa, canları yanacak bile olsa! Bu, sanki onların her zaman çok güvendikleri sezgilerine olan güvenlerini artıracak, böylelikle kötü bir şey hissediyor olsalar dahi haklı çıkan hisleri so nucunda arkadaşlarını, dostlarını veya eşlerini kaybedecek am a sez
70
SULTAN TARLACI
gilerini kurtaracaklardır. İlker Bey o anda başka bir kadına bakıyor olsaydı Füsun H anım ’ın canı yanar mıydı? O da ayrı konu. Ya da İlker Bey’in o anda başka kadına bakıyor oluşu Füsun Hanım ’ı baş kasıyla aldatıyor olduğunun kanıtı olur muydu? Füsun H anım ’ın o an bakışlarını İlker Bey’den çevirip Saltfya dön dürmesi benim aklıma acaba kendisi de eşini aldatır mıydı sorusu nu getirdi. Bu düşüncem de genç kadının yakışıklı doktora bakarken yanaklarının kızarmış olmasının etkisi vardı. B ana sorarsanız, böyle bir hanımı eşini aldatm aktan alıkoyacak şey kâğıt üstünde sürmekte olan bir evlilikten çok annelik duygusu olacaktı. Erkeklerin ‘zevkli’ sohbetlerini bölerek “Bahçe çok hoş...” dedi. “N eden oraya akşamsefaları ekmiyorsunuz?” “Akşamsefaları mı?” dedi Federico bir rüyanın en güzel yerinde dür tülerek uyandırılmış gibi. “Bilmem. Aklımıza hiç gelmedi. Büyükçe bir havuz var. Güller daha uygun olur diye düşündük.” İlker Bey, Federico’ya hak verir şekilde başını sallamış, Füsun H a nım’a bir şeyden anlamaz bakışıyla bakmıştı. Bu bakış bir süre son ra yanındakilere ‘ben de böyle bir görgüsüzle evliyim işte’ bakışına döndü. Kendini, karşıdakini küçülterek büyük göstereceğini zanne denlerdendi. Karşıdaki eşi de olsa. kusun Hanım: 'Akşamsefaları daha uygun olurdu.” dedi. Efendim, bu hanım dan oldum olası hoşlanmıştım. Füsun Hanımla estetik zevklerimiz kesinlikle uyuşuyordu. O an o da neydi! Federico hem en telefonunu çıkarmış ve gerekli yeri «ırayıp, hem en yarın bahçeye güllerin yanm a akşamsefaları tohum Inrı atılması için talimat vermişti. Ben size Federico Bey’in kibarlığını ne kadar anlatsam bitiremem. İşte bir hanımefendiyi m em nun e d e bilecek bir erkek. Zaten bir hanımefendiyi m em nun edebiliyorsa bir
VI
9
*
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
erkek her şeyi başarabilir hayatta. İşin garibi İlker Bey bu durum dan da m em nun olmuş, bu defa eşinin sözleri önem sendi ve onun iste ğiyle Federico gibi önemli bir beyin mekânının bahçesine akşamsefaları ekiliyor diye sevinmişti. Uzaklara dalmış gibi yapıp kendine çok önemli bir insan havası katmak istemişti bir an. Federico: “Neden akşamımızın sefasına ve...” Saltı’ya dönüp “As lında Bolero ve Ravel üzerine sizin düşüncelerinizi merak ediyorum. Tüm bunlara yemekte neden devam etmiyoruz? İnanın açlıktan ikinci içkimi içemedim yahu...” dedi. Az önce keyifle sohbet ettik leri acil servis uzmanına da dostça yaklaşmış, hafif bir kahkahayla koluna girmişti. Masaya doğru yürürlerken m ekândan bahsediyordu. “Buranın yemeklerini beğeneceğinizi umuyorum. Çok kaliteli -sesini kısmış, eliyle duyulmasın dercesine bir işaret yapmış- çok da cadaloz bir bayan aşçıyı zorlukla aldım. Ha ha! Ama mükemmel disiplinli ve gerisi yemeklerde.” O gece Saltı ve Federico’nun masası kalabalıktı. Manken olduğunu öğrendiğim safça bir kız ve sanırım menajeri olan garip bir beyefen di, acil servis doktorunun kız arkadaşı, hastanenin başhekimi Nilgün Hanım ve birkaç kişi daha doktor ve Federico beyin m asasına son radan dâhil olmuştu. Oturdukları m asadan The Kiss tablosu daha net ve bütün halinde görünüyordu. Bu tablo oluşturulurken salonun ışıklarıyla parlayan taşların her biri bir tırnak büyüklüğünde özenle kesilmiş ve eğimleri aynı yöne doğru verilmiş, sahnenin ışıkları ise taşlarının kesiminin tersine doğru ayarlanmıştı. Uzaktan bir şaheser gibi patlamaktaydı. Federico: “Bu arada The Kiss tablosundan bahsederken aklıma gelmiş ti. Neuroquantology dergisinde yayınlanmış bir makaleyi hatırladım Doktor Bey.” diyordu. “Yaratıcı kişilik çözünmesine biyo-psiko-sosyal yaklaşım: Medyumik resim yapan bir vaka üzerine yorumlar.”
72
SULTAN TARLACI
“Evet.” dedi doktor. “Güzel ve bir o kadar da ilginç bir m akale.” “Otomatik yazının, aslında otomatik şekil olduğuna dair bir yer var dı orada. Yanlış hatırlamıyorsam.” Doktor onaylar şekilde başını salladı. “Siz, doktor, biliyor musunuz, ölmüş kişilerin, ruhların yaptırdığı tab lolar üzerine bir yazıyı bilimsel derginizde yayınlayacak kadar uçuk ve cesur bir bilim adamısınız.” dedi. “Ya da ölmüş kişilerin tablolarına dergide yer verecek kadar der gisini kontrol etm eyen biri.” dedi Nilgün Hanım. “Sahi, o dergiyi yayınlanm adan önce okuyor m usun Saltı?” bir kahkaha atmıştı. “O kadar saçm a ki nasıl uluslararası yayınlanıyor ve hatta dizinlere giri yor merak ediyorum doğrusu.” Saçları alelade yapılmıştı. Hatta belki hiç yapılmamıştı veya o akşam bozulmuştu. Geldiğinden beri içtiği viskilerle başı hafif fönmüş olmalı ki otururken bile sallanıyor gibiydi. Bu tür hanımlarla aynı m asada bulunmaktan pek çok beyefendi rahatsız olur. Çünkü böylelerinin ağızlarından çıkan kelimeler durdurulamaz, hoş bir m uhabbetle sür dürülemez veya tartışılamaz. Belki bu nedenle doktorun sessizliği ha nımefendiye güzel bir cevap olmuştu. Federico beyefendiye döndü: "Aslında, bilim adamları zaten uçuktur Federico Bey. Diğerleri uç maz. Başkalarının uçarak keşfettiği yüksek noktalardan bir paraşütle kendilerini ‘y e rç e k im in e ’ bırakır.” I i'derico: I la ha ha. Doktor. Oradaki ‘yerçekimine bırakır’ sözünün arkasın dnki anlamı. Evet, ben onu anladım. Doktor sen çok, çok sakın kırıl maviniz sözlerime. Ben size siz diyorum am a sen diyeceğim bundan ınnıa evet ‘sen’ diyeceğim. Sen, doktor, sen çok derinden ve ince im i1 iğneliyorsun ha ha. İğnede elin hafif mi bilmem am a dilin çok aflıı am a hayır, asla bildiğin sıradan fizikçilerden değilim. Y ıllardır
!\
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
ilerleyememiş klasik Newton fiziğine sözleri ve düşünce şekli takılı kalmış ve sürekli elma gibi yüksekten düşen bir bilim adam ı olsam Neuroquantology dergisinin sıkı bir takipçisi olmazdım. Haksız mı yım?” Bunu söylerken elindeki çatalın yan tarafını m asaya iki defa hafifçe vurmuştu. Nilgün Hanım: “Siz, çok değerli bir bilim adamısınız Federico. Ben size hayranım .” dedi. Efendim, nedense ben bu kadından hiç hazzetmemiştim. Sussa iyiydi. Dr. Saltı, Federico’ya döndü: “Karşılaştığım fizikçiler genellikle ben bu konulardan bahsettikçe ekşi bir Newton elması yemiş gibi su ratlarını buruştururlar da. Hem biliyor musunuz, resim sanatındaki devrimsel yeniliklerin ardından fizik alanında büyük keşifler ortaya çıkar. Adeta ressamlar gelecekteki fizik keşifleri yapılm adan onları tablolarında öncelerler. Mesela ressam Giotto fizikçi Galileo’dan, da Vinci Newton’dan, Picasso Einstein’dan, Matisse kuantum fizikçisi Heisenberg’den, Duchamp Bohr’dan ve Monet sekiz boyutlu uzayın denklemlerini bulan Minkowski’den önce sanatlarında sonradan ge len fizikçilerin denklemlerini adeta tablolarında boyamışlardır. Çok, çok müthiş bir sanatçı sezgisi bunlar. İnanılmaz.” Federico arkasına yaslanmış merakla doktora bakıyordu. Doktor bu bakıştan haberdar olduğu halde uzun süre habersiz gibi davrandı ve oralı olmadı. Federico, doktorun da kendine bakıp göz göze gelecekleri andan um udunu kesmiş tam da o bakışmayla söy lemeyi planladığı şeyi dayanam ayıp söylemişti: “Demek ekşi bir Newton elması yemiş gibi yüzlerini buruştururlar ha?” “Evet öyle... ” “Zaten sanatın vazifesi, doğayı kopya etmek değil, doğayı ifade et mektir. Hem sanatçı hem de bilim adam ı kendi sembolleri ile doğayı anlatırlar. Ama önceden sezme veya sanatın öncelemesi çok ilginç. Hiç dikkatimi çekmemişti.” M uhatabına dikkatle bakıyordu. “Hiç
74
SULTAN TARLACI
İtalya’ya gittin mi doktor?” “Bir defa am a fazla kaldım sayılmaz.” dedi Saltı. “Tatilde. Rom a.” “İtalyanlar, bilir misin ne derler?” Doktor, Federico’nun yüzüne bakıp, ağzındaki lokmaları oldukça yavaş çiğnerken “Bunu öğrenmek için acele etm iyorum .” der gibi bakıyordu. “İtalyanlar ‘yemekte hem en her şeye biraz limon’ derler.” Doktorun hoşuna gitmişti. Gülümsedi: “Güzel. Bütün yollar Rom a’ya çıkar aklıma gelmişti.” “O da var evet, Tutte le strade portano a Roma. Ama benim demek istediğim, ekşilerden yüzümü buruşturacak biri değilim anlayacağın.” “Biliyorum, İtalyan’sınız.” “Aynı zam anda sıra dışı bir bilim adam ı!” dedi Federico. Bunu söy lerken kendini övmekten çok doktorla olan ortak yönlerini hatırlat mak istemiş gibiydi. Bu nedenle konuyu vurgulamak ister gibi çatalı masaya iki defa tıklattı. “Evet, evet.” diye atıldı Nilgün Hanım. “Siz çok başarılı bir bilim adamısınız Federico.” Viskisinden bir yudum almış, fonda çalan m ü ziğe kafasıyla yavaş yavaş tem po tutm aya başlamıştı. Sanki hiçbir zaman içinde olmadığı ve duymadığı sohbete sadece Federico Bey’i övmek için katılıyor gibiydi. Federico kadına bakıp gülümsedi. “Anneniz mi İtalyan’dı?” diye sordu Saltı. “Evet.” Ailesi hakkında başka bir şey söylememiş ve hızlıca geçiştirmişti pro fesör. Araya bir İtalyanca cümle sokup dikkati dağıtmak istere«»si ne “Moglie e buoi dei paesi tuoi villagio” dedi. “Yani ‘evleneceğin kadını ve ineğini kendi köyünden seç’ sözü bizde yaygındır ama
/.s
9
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
maalesef seçen babam değil, annem olduğundan köyün dışından seçim yapmış. Babam seçseydi herhalde köyden seçerdi. Bu arada, Ravel’in Bolerosu hakkında konuşuyorduk yarım kaldı.” dedi. Son sözlerini söylerken acil servis doktoruna kaçam ak bir bakış at mıştı. Doktor, m asaya sonradan gelmiş sevgilisi yanında olduğu için olmalı az önceki “pek çok kadın” üzerine sözlerini sanki hiç söyle memiş gibi um ursamaz bir tavırdaydı. Federico gülümsedi ve yeni den Dr. Saltı’ya döndü: “Ravel o eseri yaptığında Alzheimer hastası olduğunu duymuştum. Bunamıştı galiba.” “Genellikle öyle zannedilir am a Alzheimer hastası değil, nöroloji de nadir görülen primer progressif afazi hastasıdır.” dedi Saltı. “Bu arada size soracaktım am a yardımlarınızdan bahsedilmesini isteme diğinizi biliyorum. Alzheimer konusu geçince yeniden sorm ak iste dim. Neden Alzheimer hastalarına yönelik bir yardım yaptınız? Çok takdir ediyorum o ayrı, benim hastalarım sıklıkla yalnız bırakılmış çaresiz yaşlılardır. Bu konuda size özellikle teşekkür...” “Ah hayır hayır doktor lütfen!” diye böldü Federico. “Teşekkür etm e yin. Bu soruyu sorduğum a pişman edeceksiniz beni. Aslında bir an aklıma geldi ve Alzheimer konusunu hiç açmayım dedim am a m e rak işte. Bunun yanında yine de sorunuzu cevaplayayım. Ben yar dım yapacağım zaman umumiyetle en az yardım yapılmış alanları araştırırım. Bazıları diyebilir, hayatının baharında ve ölümle kalım arasındakilere yardım etseydin ya diye. Onlara yardım etmiyorum diye bir şey yok. Bakın bunu kendimi övmek için söylemiyorum sa dece yaşlılara yardım etmem gençlere yardım etmediğim anlam ına gelmiyor diye belirtmek istiyorum. Çünkü ben de biliyorum genç bir ölüm, yaşlı bir ölümden daha çok üzer herkesi ve aslında Alzheimer hastalığı öldürücü bir hastalık da değildir. Bildiğim kadarıyla.” Bu rada biraz durmuş ve bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi dalmış, bu esnada aklındaki şeyi ifade edebilmek için yine çatalın kenarından yardım alarak m asaya iki defa vurmuştu:
76
SULTAN TARLACI
“Siz çok başarılı bir bilim adamısınız Federico Bey. Çok da yardım seversiniz.” dedi Nilgün Hanım. Dr. Saltı: “Yani. Hastalık doğrudan öldürücü değildir.” Federico: “Ama yaşlı da olsa o da candır ve aslında her yaşlı bir çocuktur. Aman neyse doktor. Boş verin benim yardımlarımı. Düşü nün ki yaşlandıkça yaşlıları daha iyi anlıyorum. Bakmışsınız ben çok yaşlı, bunak ve düşkün biri olduğum da yanım da kimse kalmamış da beni yaptırdığım o hastanenin bölüm üne yatırmışlar. H a ha. Olabi lir. Hepimiz insanız ve aslında hepimiz yalnızız değil mi?” Federico Bey, ne kadar alçak gönüllü biriydi. Bakın işte yaptırdığı bölüm için kibirlenmeyi geçin ‘beni de yalnız bir yaşlı olduğumda oraya yatırabilirsiniz’ diyordu. Oysa o ne kadar zengin, herkes tara fından sevilen ve asla yalnız kalm ayacak biriydi. Ağzına bir lokma atmıştı. Çiğnerken, biraz boğuk bir sesle: “Ravel’e dönelim .” dedi. “Neydi Alzheimer olmayan şu hastalığı?” “Primer progressif afazi.” diye tekrarladı doktor. “Birincil ilerleyen kelime kaybı ya da kısaca PPA deriz. Söz yitimi veya kelime yitimi ile gider. Ravel sözlerini ve kelimelerini yitirince, elli üç yaşındayken Bolero’yu yarattı. Müzik iki esas melodi arasında geçişler yapar. Üç yüz kırk temel üzerine tekrarlı çiftler sekiz kez dolanır, ses ve çalgıların yoğunluğu giderek artar. Bu tekrarlamalar ve simetri söz yitiminin bir sonucudur. Bu müziğin notalarının resmini yapsan, yan yana büyük lü küçüklü binalara benzer. İnişli çıkışlı binalar am a hep aynı tipte.” Federico: “Biliyor musun doktor, hastayken bir şeyler başarmış in sanlara ayrı bir sempatim var. Sağırken beste yapan Mozart gibi. İnanılmaz. Dare a Cesare quel che e di Cesare!” İlker Bey yine en önce ben bileceğim telaşıyla: “Beethoven" diye düzelttikten sonra ‘yanlışı nasıl düzelttim gördünüz mü' mutlulııguv la masadakilere göz gezdirmişti. Füsun H anım ’ın o anları, sanki hiç yaşanmamış gibi zihninden aniden sildiğine eminim.
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Federico: “Aman işte anlayın yaşlanıyorum dedim ya yahu.” dedi. “Ha ha... Sen çok yaşa dostum İlker. Beethoven, 9. Senfoni’yi bestelemeye başlam adan bir süre önce işitmesini tam am en yitirerek sağır olmuştu ve besteyi bitirdikten üç yıl sonra senfoniyi bir kez bile duyam adan ve dinleyemeden ölmüştü. O da var yani. Beethoven işte her neyse. Sağır.” Hıçkırdı. Ne olursa olsun, isterse göbeği çatlayacak olsun yemeğini bitirene kadar yemek ve zevkini sonuna sürmek ister gibi bir hali vardı. Evet, çok kibar olmasına rağm en burada ne zaman yemek yese bu şekilde çok yediğine ve bu kadar yemekten rahatsız olduğu için pantolonunun bir düğmesini çözdüğüne pek çok kez şa hit oldum. Yalnız bu davranışını da anlayabiliyorum çünkü burada yemek yiyen herkes yemekleri çok över. İyi bir aşçısı vardır buranın. “Hastayken bir şeyi başarm anın yanında hele ki. Hımm. Bir de has talığı kullanıp yani ona esir olmaktan çok o hastalığı bir köle gibi çalıştırıp ona bir şey yaptırmak. O ndan zorla bir şey çıkarmak.” Aradığı sözleri bulamamış gibiydi. “La lingua non h a ossa.” dedi ağzının içinde. “Dilin kemiği yok. Her yöne kayıyor düşüncelerim. Konuşamıyorum da bu gece. Bilmiyo rum doğru mu ifade ettim Saltı Bey? Siz daha iyi bilirsiniz.” “Rica ederim, kesinlikle haklısınız. Ravel, bu eserin inşasında has talığını köle gibi kullanmıştır. Primer progressif afazi’de kelimeler gi derek kaybolur ve azalır. Kişi konuşurken kelime bulmakta zorlanır, ifade zenginliği azalır. El yazısı bozulur am a diğer yetiler korunur. Akıcı olmayan, tutuk bir konuşm a oluşur. Tekrarlama ve simetriye eğilim oluşur. Eserine bakın. Hep aynı iki melodi tekrar eder. Başka melodi yoktur. Durm adan, aynı melodiyi dinleriz am a bizi bıktırma yan şey, her melodinin yeniden çalmışında bir başka müzik aletinin müziğe dâhil edilmesidir ve dâhil ola ola yavaş yavaş yükselen ses en sonunda o kadar yüksek bir tona çıkar ki aslında bu ses söz yitimi olan hastalarının söylemek istedikleri kelimeyi uzun süre arayıp bul-
78
SULTAN TARLACI
luklarında birden söyleyip rahatlam alarına benzer. Ya da bazılarının >enzettiği gibi yavaş yavaş yükselip doruğa ulaşan kadın orgazmııa.” Doktor acil servis arkadaşına bakıyor o ise hiç duym uyor gibi sapıyordu. Doktor gülümsedi. iker Bey’de Saltı’yı dinlerken acil servis doktoruna bakmış “sen var ıa sen” gibi bir hareket yapmıştı. Bu hareketiyle m asada “baksanıza, ıepimiz ne kadar samimiyiz” algısı yaratm ak istiyor gibiydi. H ayata benziyor.” dedi Füsun Hanım. /[asadan farklı bir ses çıkması bakışları o yöne çekmişti. Hayatta hep aynı şeyleri yaparız.” diye devam etti. “Gün içinde lep aynı melodi tekrar eder durur. Özellikle benim gibi ev hanımlamda. Ya da iş kadını olsun fark etmez. Sabah kalkarsınız ve akşam a a d a r aynı şeyleri yaşarsınız. Ertesi gün yine aynısı. Tekrar, tekrar, 2krar. Tonlar farklı olsa da herkes hep tekrar içinde. İkizlerim, haya-
ima katılmış en güzel iki müzik aletim. Bu nedenle tekrarlı melodiyi >nlarla dinlemek hayatın sıkıcılığını ve tekdüzeliğini alıyor.” :üsun H anım ’ın bu sözleri karşısında İlker Bey, m asadaki herhangi >iri henüz bir tepki vermediği için eşini küçümsesin mi yoksa onunla [urur mu duysun bilememişti. )r. Saltı: “Çok haklısınız Füsun H anım .” dedi. “Hayat gibidir Boleo. Sadece sizin için değil, bizim için de geçerli bunlar. Yalnız, aynı eyleri yapsak da, farklı çalgı aletleri dâhil etmeliyiz hayatımıza, iöylelikle belki biz farkında olalım veya olmayalım, hayatımıza dâlil olan farklı çalgı aletleri mutluluğumuzu doruğa çıkarabilir.” ienç kadın: “Nereden geldiği belli olmayan bir mutluluktur belki.” ledi. İkisi de gülümsemişti. Bu sözün, ikisinin arasında bir sohbet leçmişine ait olduğunu m asadaki kimse bilmiyordu am a sezmişlerdi nnırım.
7‘>
9
197 g ü n ’ Bö l ü m ı
“Birisi biri için , Bilerek , bilm eyerek ,
Her biçim den bir an la m , Her anlam dan bir biçim B eklem iştir giderek , B ekledi, bekleyecek , Birisi biri için .
O be//c/ de gelecek. Belki de gelmeyecek. Birisi biri için Gelecek, gelm eyecek, Sürecek için için,
Ama hiç gitm eyecek. Hep başlayıp yeniden Ve de hiç bitmeyecek.
demiş Asaf.” dedi doktor. “Aynı bunun gibi.” “Özdemir Asaf!” diye ekledi İlker Bey. Yine okunan ve sadece soya dı söylenen şairin ismini ben biliyorum şeklinde bir sevinç ve herkes ten önce söyleme acelesiyle davranmıştı. Füsun Hanım eşine hiç bakm ayarak ve duymamış gibi yaparak doktora döndü: “Çok güzel.” Federico, Alzheimer hastalığı bölümü için kendine teşekkürlerini ilet mek için yanm a uğramış birileriyle görüşüyordu. Bu nedenle konuş maların bir kısmını kaçırmıştı. Doktoru bulmuşken onunla konuşma isteğiyle şımarık bir çocuk gibi konudan konuya atlayarak: “Az önceki m akaleden bahsederken söyleyecektim unuttum .” dedi. “Parapsikolojiye de ilgin var doktor. Parasına değil de parasız psi kolojiye. Bilimsel parapsikolojiye, deneysel olana yöntemlerle elde edilebilir olana... Bunu biliyorum.”
80
SULTAN TARLACI
Dr. Saltı Füsun H anım ’la olan bakışmasından çevirdiği gözlerini Federico’ya döndürm eden kadehine bakıp “Evet öyle." dedi. Bir yudum almıştı. “Parapsikolojinin beyinle ilişkisiyle ilgileniyorsun.” “Öyle de denebilir.” “Stargate Projesi.” dedi doktora dönerek. “Biliyorsundur elbette bu projeyi.” “Evet, biliyorum. Bütün öykü de oradan başlar.” dedi Saltı. “Kod ismi Stargate olan proje. 1970-1995 yılları arasında Amerika’nın özellikle duyular dışı algının bir şekli olan uzaktangörü kullanılarak askerî -psişik- istihbarat alanında yaptığı psişik çalışmaların genel veya şemsiye adı. Askerî kısmı iki ünlü lazer fizikçisi tarafından yö netildi. Bir diğer ayağı da Stanford Araştırma Enstitüsü’ndeki bilişsel bilimler laboratuvarıydı. Yani bir askerî, bir de CIA destekli devlet üniversitesi ayağı vardı. Hatta hem savunm a bakanlığı hem de CIA destekli. Askerî üst düzey kişilerden ve duyular dışı algıları güçlü kişilerden oluşan yirmi üç kişilik bir grup kurmuşlardı. Bu kişilerin un önemli motivasyon kaynağı m eşhur sanatçı Ingo Sw ann olmuş tur. Bu işin piriydi. Ingo ve diğer kişiler birçok diğer kişiyi eğittiler. I latta CIA için ‘Uzaktangörü Nasıl Yapılır?’ el kitabı bile yazdılar. Ihbii sadece uzaktangörü değil, durugörü, beden dışı deneyimler ve hatta zihnin m adde üzerindeki etkisini de değişik gruplar araştırdılar. Hir ayağı gizli, yani askerî istihbarat edinm e oldu, diğer ayağı bilim sel temellerini öğrenmek için devam etti. Askerî ayağı sürekli inkâr edildi. Stanford Araştırma Enstitüsü bu çalışmaların en önemli bi limsel ayağı olmuştur. Sonunda 1995 yılına kapatıldığı resmî olarak Savunma Bakanlığı’nca duyuruldu. Kapatıldıktan sonra hem asker kökenli olanlar hem de siviller yeni psişik özet şirketler ve eğitim kurumlan kurdular. Bahsettiğim kişiler anılarını da yazdı ve bütiin İ mi askerî psişik çalışmaların nasıl başladığını ve neler yaptıklarını vnzdılar.”
Hl
9
197 G Ü N
• BÖLÜM 1
Acil servis doktoru konunun değişmesiyle deminden beri m asada ko nuşulanları duymuyormuş gibi yapmaktan vazgeçip birden atılmıştı. “Ahh! Yapmayın. Siz, iki değerli bilim adamı! İnanıyor olamazsınız bu saçmalıklara!” Nilgün Hanım: “Saltı’ya alışkınız am a Federico gibi değerli bir bilim adamının ve hatta pozitif bilimin kraliçesi fizikle uğraşan birinin bu tür saçm a konularla ilgilenmesine ben de şaşırdım.” Dr. Saltı: “Burası insan beyni Nilgün Hanım. Kafatasınız sınırlar gibi görünse de beyinde sınır ya da duyular dışı algı için sınır yok.” “Nereye varm ak istediğinizi anlayam ıyorum .” dedi Nilgün Hanım. Sözcükler dilinden bir Fransız gibi yuvarlak ve yumuşak çıkıyordu. “Herhalde size bizim görmediğimiz başka bir güneş falan doğuyor.” Dr. Saltı: “Sizinle de dünyaya farklı açılardan baktığımız kesin. Hiç kimse aynı şeyi görmez ya da göremez.” İçkisinden bir yudum al mıştı. “Bu nedenle bana doğuyor görünen güneşin size batm ası do ğaldır. Yadırgamam.” Federico: “Siz ne düşünüyorsunuz peki?” Acil servis doktoruna dönm üştü. “O dönem de toplanmış pek çok bilgi Amerika’nın teknolojisini ve ajanlarını kullanarak elde ettiği bilgilerdir.” dedi acil servis uzmanı. “Bunları gizlemek içinse ‘Medyumları kullandım. Onlardan öğren dim .’ demişlerdir. Böylelikle bilgiye nasıl ulaştığını gizlediği gibi dün yayı ‘durugörü ya da uzaktangörü’ gibi saçmalıklarla oyalamayı dı\ başardı. Tüm bunların arkasında gizli servisler var.” Saltı: “Bu da bir düşünce.” dedi. “Önce şunu söyleyeyim. Psişik istihbaratta kullanılan, duyular dışı algı yeteneği olan kişilere resmi olarak ‘uzaktangörücü’ ve yapılan işin yöntemine de ‘uzaktangörü ve uzakgörü’ deniyordu. Medyum değillerdi yani. Medyum ifadesi, ölülerle bağlantı kurup ve bilgi alanlar aracı kişiler için kullanılır. Psi
82
SULTAN TARLACI
şik istihbaratta çalışan bu kişiler elbette duyular dışı algısı güçlü kişi lerdi am a asla ölülerden veya cinlerden istihbarat bilgisi almadılar. Böyle bir şey yok. Bunlar bizim bilgisiz yazarların yazdığı masallar. ‘A merika cinleri istihbaratta kullanmış’ diye.” İçkisinden dudaklarını ve dilini ıslatmak için küçük bir yudum daha aldı: ‘‘1970’lerde soğuk savaş hâkimdi. Rusların psişik araştırmalar yap tığının 1965’lerde öğrenilmesi Amerika’d a korku ve tedirginlik ya rattı. Beş yıl sonra Amerika’d a resmî olarak başladı. Uzun yıllar bu konudaki araştırmaları gizlediler. ‘Yapmıyoruz, yok böyle bir araş tırma.’ dediler, yalanladılar. Bu sürede, yani yirmi üç yılda nereıleyse seksen dokuz bin sayfa belge oluştu. En son 1995 yılında proje bağımsız kişilere savunm a bakanlığınca incelettirildi. Nedeni 'Maddi fon ayırm aya değer mi değmez mi?’ düşüncesiydi. Sonuç raporunda ‘Uzaktangörü gibi yöntemlerle bazı önemli bilgilere ula şılabildiği ancak bunun yanında başka pek çok gereksiz bilginin de .onuçlara karıştığı, bu nedenle bilgileri diğer alan istihbaratlarıyla lesteklemek gereksinimi olduğu belirtildi. Ayrıca elektronik ve uydu istihbaratının artık öne çıktığı dönem de, psişik istihbaratın çok da içrekli olmadığı, bu nedenle savunm a amaçlı ayrılan bütçenin kesil mesi gerektiği’ yönünde bir açıklama yaptılar. Yani Amerika, psişik ..ılışmalar yapm asa ve tam am en bir uydurm a olsaydı, başka şekilde •İde ettiği bilgileri yetenekli uzaktangörücüler aracılığıyla elde etmiş |lhi gösterseydi, dünyayı bu yönde oyalam aya devam ederdi. Bu nedenle ben öyle olduğunu düşünm üyorum . Psişik araştırmalara •irini üç yılda yirmi milyon dolardan fazla para aktarıldı. Bir şeyin yarayıp yaramadığını anlam ak için yirmi üç yıl çok uzun süre Icğil mi?” İşle işin ince noktası burası... ” dedi acil servis doktoru eliyle Sallfyı •ııuet ederek. Sanki çok önemli sırlar verip oradakileri aydınlatacak niş gibi sandalyesini biraz daha m asaya yaklaştırdı. Dirseklerini ına
9
9
I */ 4 111N
HOl.ÜM I
saya koyup parm ak uçlarını birleştirdi: “Medyum, durugörür veya
uzaktangörücü aynı değil mi sizce? Bu işe inananlarca, hepsinde duyular dışı algısı yeteneğinin güçlü olduğu öne sürülür. Önce m ed yumları kullandığını ve önemli bilgiler elde ettiğini söyledi. Sonra da ‘bu çok işe yarayan bir yöntem değil’ dedi ki kişiler şüpheye düş sün. Yani önceden medyumları kullanmış, sonra da işe yaram adığı nı söyleyip vazgeçmiş gibi davrandı. Böylelikle ne olacaktı? Herkes ‘gerçekten medyumları kullanmayı bıraktı mı yoksa hâlâ kullanma ya devam mı ediyor’ şeklinde düşünürken ‘gerçekten medyumları kullandı mı yoksa yalan mı söylüyor’ şeklinde düşünmeyi akıl ede meyecekti. Gerçekten öyle oldu. Pek çok kişi Amerika’nın psişik yöntemleri hâlâ kullandığı görüşünde. Oysa Amerika bu alanda hiç çalışmadı. Saçm a bir konuda neden çalışsınlar? Ben buradan b a kacağım ve şu duvarın arkasında ne olup bittiğini göreceğim. Hatta Amerika’dan bakacağım ve Rusya’da ne olduğunu göreceğim. Çün kü ben bir medyum um. Pöhhh. Siz buna inanıyor m usunuz?” Ba kışlarını İtalyan profesöre döndürdü: “İnanıyor musunuz Federico?” Federico, konuşmak için nefesini almışken Saltı: “Çalışma yapmadı diyemezsiniz.” dedi. Amerika’da 1994 yılında çıkarılan bir yasa ile bilgi edinme hakkı çerçevesinde belgeler üzerindeki gizlilik kalktı ve şu an hepsine internetten ulaşabilirsiniz. Binlerce sayfa resmî bel ge ve üzerlerinde T op Secret ve ‘Secret Noforn Limdis’ yani “Çok Gizli” ve “Ülke Dışına Çıkarılamaz” yazan belgeler. Bu belgelerden anlaşılan psişik istihbaratı çok ciddiye almışlar. Bir de işin görünm e yen yüzü var. CIA zaten kendi çalışma yapmaz, bir üniversiteye fon verir bir vakıf aracılığıyla, orada araştırma yaptırır. Onun için ‘biz paınpsikolojik araştırma yapmıyoruz’ demeleri doğrudur. Yapmıyorlar, y.ıp!ırıyorlar! Hatta baba George Bush, 1976’da CIA başkanı iken psişik çalışmalardan haberdardı. Carter’da haberdardı.” ( i<»/lerini acil servis uzm anından ayırıp konunun genelliği açısından 'söylediklerim herkes için’ anlam ında masadakilerin yüzüne bakaınk "Şunları da söylemeden edem eyeceğim .” dedi. “1977’de At
SULTAN TARLACI
lantik’te batan Sovyet denizaltısını psişikler buldu. İçlerinden birisi o kadar başarılı psişik istihbarat sağladı ki 1984’te kendisine Ame rikan hükümetince Legion of Merit devlet nişanı verildi. Eski baş kan Carter, 1995 yılında Zaire’ye düşen Sovyet uçağını uyduların göremediğini ancak psişik güçleri olanların haritada işaretledikleri yerlere uydular çevrildiğinde uçağın orada olduğunun görüldüğü nü söylemişti. Bunun yanında Nautilus ve Taurus deniz altısı ile üç yüz yetmiş bir metre deniz altından karaya telepati deneyleri yapıl dı. 1977 yılında, NASA Pioneer aracını Jüpiter’e gönderirken, daha varm adan, askerî bir uzaktangörücü Jüpiter’in etrafında halkaları olduğunu belirtti. O güne kadar bilinen bir bilgi değildi bu ve uzay aracı vardığında Jüpiter çevresinde halka tespit etti. Yine sık konu şur, Apollo-14 uzay aracı ile uzay ve Dünya arası yapılan başarılı telepati deneylerini zaten duymuşsunuzdur. D aha birçok deney var am a anlatmakla bitmez. Sanırım, temel amaçları Amerika’nın hep şuydu: psişikleri yani uzaktangörüyü istihbarat amaçlı kullanmaktan ziyade, Sovyetler tarafından Amerika’ya karşı kullanılmasının tehli ke potansiyelini anlam aktı.” Saltı hiç bitirmeyecekmiş gibiydi. Federico acil servis doktoruna b a karak, sanki araya hiç uzun bir konuşm a girmemiş gibi: “Sizin hak kınızda mı? Hayır. Ha h a.” dedi. “Medyumlar ya da Saltı’nın deyişi ile uzaktangörücüler hakkında diyorum.” dedi acil servis doktoru. Federico: “Gerçek düşüncem i mi söyleyeyim yoksa itibarımı mı kur tarayım?” derken yeniden gülmüştü. “Lütfen, gerçek düşüncenizi istiyorum elbette.” dedi acil servis uz manı. “Yoksa bu itibarınızı zedeleyecek bir düşünce mi?” diye sahle bir korkuyla bakmıştı profesörün yüzüne. Federico içkinin etkisiyle iyice rahatlamıştı: “Haa. Hıım... Sanırım itibarımı zedeleyecek bir düşünce.” dedi. “I la
HS
9
r>7 ( il İN ’ B Ö I.Ü M İ
ha... Ah! Evet, açıkçası inanıyorum. Yani olabilir, uzaktan gözsüz görülebilir. Neden derseniz...” Susmuştu. Yine söyleyeceği kelime leri kafasında toparlayamıyor gibiydi. Uzun süreceğe benzeyen bu düşünce faslını Saltı sonlandırdı. “Nedeni...” dedi. “İnsan gözleriyle değil, beyniyle görür. Duvar, sade ce gözlerimizin önünde bir engeldir. Oysa beynimiz için bu geçerli de ğil. Mesela doğuştan kör bir ressam var. Doğayı, renkleri hiç görme miş am a adam resim çiziyor. Örneğin bir deniz, içinde balıklar. Denizi öyle bir çiziyor ki sığ yerlerinde açık mavi kullanıyor. Şimdi bunu nasıl açıklarsınız? Biri anlatıyor ve o çiziyor deseniz, hayatında hiç görm e miş birine renkleri nasıl anlatırsınız? Beynimize bir engel olacak olsa kafatasımız olurdu. Beyin, kafatasını aşıp çok şeyler görüyor. Amerika’nın 1981 tarihli bir kongre araştırma raporunda ‘İnsan zih ninin öteki zihinler ile karşılıklı bir bağlantısının var olduğuna kanaat getirilmiştir’ yazıyordu.” Federico doktora hak verir şekilde onu işaret ediyordu. “Telepati, bir m ekânda bükülme, üst üste binme değil midir dok tor?” dedi. Dr. Saltı: “Bir bakıma öyle gibidir.” Acil servis doktoru: “Siz iyice içip kendinizden geçtiniz. Şimdi de telepati diyorsunuz. Yapmayın! O halde ben bir şey düşünüyorum şu an. Hadi bilin. Aklımdan ne geçiyor? Evet, aklımdan bir kelime tuttum. Söyleyin.” “Seks.” dedi Saltı. Federico: “H a ha. Amore e cieco.” Acil servis doktoru: “Ha h a... İnanır mısınız bildi!” M asada bir kah kaha kopmuştu. Füsun H anım ’ın yanakları olduğundan daha pem be* gibiydi.
M(ı
SULTAN TARLACI
Saltı: “Karpuz kabuğundan başka ne düşünebilirsin ki?” Federico: “Ahh... Çok güldürdünüz beni. Niuno e savio d ’ogni tem po. Affedersiniz, dem ek istediğim ‘herkes, her an olgun olamaz,’ ara da neşe iyidir.” Ceketini çıkardı. Neşe içinde yedikçe hararet basmış olmalıydı. Acil servis doktoruna döndü: “Şaka bir yana. Hani Ingo Swann vardı. Uzaktangörü ile çizim yapıyor ve saklanan her ne olur sa olsun uzaktan biliyordu. Bu işlerin piriydi. Hatta sanırım uzaktan görü kelimesini ilk kullanan oydu.” Yine kelimeler aklına gelmiyor gibiydi. “İnanılmaz bir şey. Aranan ve bulunam ayan şeylerin yerini çiziyor. Kayıplar çocuklar ve katiller bu şekilde bulunabilir.” Dr. Saltı: “Evet. Uzun yıllardır aranan katillerde ve kayıp kişileri bul m ada bu yöntem kullanılmış. Çok başarılı sonuç alınan örnekleri de var tarihte.” İlker Bey: “O zaman, şu öldürülen kızın katilini arasınlar. N eden ara mıyorlar?” Acil servis doktoru İlker Bey’i göstererek parm ağını şaklattı: “İşte güzel bir örnek. Evet. Üzerinde konuşm aya gerek yok. Getirin bir medyum ve uzaktan gören söylesin hadi şu kızın katilinin yerini. Po lis her yeri arıyor ve bulamıyor. Katil yer yarılmış da içine girmiş gibi. Söylesinler yerini ve polis de gitsin söylenen yere baksın. Denem ek hu kadar kolay işte!” İlker Bey, sözünün üstüne bunun söylenmesinden m em nun olmuştu. Masada birden tiz bir kadın sesi duyuldu. Konuşan, akıldan eksik manken kızdı. Bir anda yanında oturduğu Federico Bey’e sandalye nlni yaklaştırarak: "() aranan katili senin sakladığın söyleniyor Fedişşşşşşş.” dedi. Bir yandan Federico’ya sırnaşıyor diğer yandan Dr. Saltı’ya bakıyordu.
l ederico bir an düşündü: “Hangi katilden söz ediyorsunuz yahu?" Inttu:
87
9
9
I'»/ ( il İN • B ÖL Ü M İ
"Hani şu kız arkadaşını...” önündeki tatlıyı kesiyordu “Böyle kırt kırt kırt ve canlı canlı kesip parçalara ayıran katil, Fediş. Ben çok korktuuum .” Kedi gibi sokuluyordu Federico’ya. Bir bey gibi değil de, efendim sanki bir hanım gibi hareketleri olan menajeri olduğunu düşündüğüm arkadaşı onu uyarmıştı: “Ay sus kıs. Yapma o tatlıyı kesme öyle. Allah’ım benzettiği şeye bak, yüreğim güp güp etti. Bir de gösteriyor.” M asada o esnada kendini anlayabilecek biri olarak Füsun H anım ’ı bulmuş olmalıydı ki ona dönerek: “Ayy hiç kaldırmaz yüreğim öyle şeyleri. Evlerden ırak.” dedi. Füsun Hanım Tattu’nun önündeki doğranmış tatlıya bakıp: “Haklısı nız. Çok korkunç. Allah çocuklarımızı korusun.” dedi. Federico: “Ha... Tamam, hatırladım hatırladım. Liseli kızı öldüren ve testere ile parçalayan katili demiyor musunuz? Ha ha ha... Yok artık. Ben neden saklayayım katili yahu? Babasıyla bazı ticari işler oldu am a o kadar. Gelsinler baksınlar evime. Günün her anında benim evim polislere açık.” İlker Bey, Federico’nun bu rahat ve m eydan okuyan halinden he men etkilenmişti. “Laf olsun.” şeklinde bir hareket yapıp kolunun birini sandalyenin arkasına attı. Efeleri andıran bir oturuşla Tattu’ya bir bakış attı. Saltı: “Katilin yerini söylesinler diyorsunuz da onlar da algılarını toparlayacak bazı yöntemler kullanıyor bildiğim kadarıyla.” dedi. “Mesela cinayetin işlendiği bir yere gidip orada neler olduğunu söy leyebiliyorlar. Ya da katilin bir eşyasına dokunup ona yoğunlaşa biliyorlar. Şu an emniyetten kim buna izin verir? Ya da emniyete verilecek bilgileri orada kim ciddiye alır?” Profesör: “Neuroquantology dergisinde bu konuda bir araştırma makalesi vardı. Ne deniyordu o eşyalara dokunarak bilgi elde et meye doktor?”
HM
SULTAN TARLACI
’s ikometri.” fah evet. Psikometri.” Çatalı iki defa “Evet ya, hatırladım.” anlainda m asaya vurmuştu. lgün Hanım elinden düşm ek üzere olan kadehe ağzını götürmeye lışırken “Siz çok değerli bir bilim adamısınız Federico Bey.” dedi. lakale ayrıca m edyum lardan bahsediyordu.” dedi Federico. Sonbir an duraksayıp aklına bir şey gelmiş gibi kahkaha attı. “Ne dar ilginç adam sın yahu! Değişik bir m erak alanı. Bu ilgi çekikonulardan derslerde de bahsedip çocuklara öğretiyor musunuz •ktor?” dedi. >ir öğrenciye meraklı olmayı öğretebilirsen pek çok konuyu öğretssin demektir.” dedi Saltı.
“G özler mi? Şıracıyla bozacı ...” Dr. Saltı paylaştı, 179 gün önce
11. G ün
Doğrudur. Saltı’yı tek kelimelik bir sıfatla tanımla deseler ben de “Meraklı.” derdim. Diğer özelliklerinin tam amı bu merakının alt baş lıkları veya yan ürünleridir. Çünkü en “Benlik ne?” dediği durumlar da bile eğer konu hakkında hiçbir fikri yoksa onu en ince ayrıntısına kadar öğrenm eden rahatlamayacaktır. Mesela kafasını kurcalayan yeni merakı sırtını m uayene ettirmeye gelen teyzenin içeriye girecek 0 iki kişiyi nasıl bildiğidir. Bu farklı bir bilinç durum u mudur, yoksa öncesinde bir anlaşm a mı yapmışlardır? Duysa asla kabul etm eye ceği -am a ben de ölmeden önce psikiyatr olduğum için m üsaade edin biliyorum- obsesyona kayan bu özelliği onu farklı ortam larda farklı kişiler tarafından farklı nitelendirebilir. Bu nedenle en rahat et tiği ortamlar kendi gibi derin bilgi birikimine sahip kişilerle durm ak sızın fikir teatisinde bulunabileceği ortamlardır. Böyle yerlerde güzel bir uyku çekmiş gibi dinlenebilir, on yaş gençleşebilir, Ganj nehrinde yıkanmış bir Hindu gibi günahlarından arınabilir, yıllardır duyduğu platonik aşkın karşılığını bulmuş gibi mutluluktan uçabilir. 1Vki ya bilgi açlığını gideremeyeceği bir ortam da başlamışsa takıntısı? Bunun en güzel örneklerini aşk hayatının küçük kesitlerine bakarak bulabiliriz. Yakın zam anda olmuş bir olaya sebep, bir süre görüşüp
SULTAN TARLACl
birlikte oldukları ilk geceden sonra arayıp sormadığı hanımefendinin kasığına yakın yerine yaptırdığı dövmedir. Eski Mısır hiyeroglifine benzeyen bu dövmeyi görmek kadının kasığını görmekten daha mutlu etmişti Saltı’yı. “Acaba ne yazıyor?” sorusunu sorm adan ede meyecekti elbette. Sordu. Tüm sevişmeyi berbat eden ise Saltf nın yazının anlam ına, tam olarak nereden alıntı yapıldığına, dövm ede kullanılan malzemeye, kalıcı olup olmadığına, kalıcı değilse aslında başka zam anlarda başka hiyerogliflerin de yazılabileceğine (o olsa öyle yapardı), Mısır’da hiyerogliflerin ilk görülme zamanı ve ilkyazı nın ne olduğuna, özellikle kasık bölgesine yaptırılmada Mısır-Güneş ve doğurganlık ya da yeniden doğm aya dair bir bağ olup olmadı ğına yönelik soruları değil, sevgilisinin tüm bunlara hiçbir cevabının olmamasıydı. Tamam, zaten o da sevişmeyi bırakıp oturup bunlardan bahsede lim dememişti am a en azından karşı taraf bu konu hakkında birkaç kelime etseydi. Tamam, birkaç kelime ederken şuh bir bakış atsaydı ya da insanın içini titreten bir tebessüm? Yapmaya çalışmadı değil. Yalnız o bakışın şuh olması veya tebessüm ün Saltı’nm içini titretmesi için kimse kusura bakmasın konuya dair birkaç kelime gerekiyordu. “Bilmem. Dövmeci bana gösterdi oradaki şekilleri. Başka çiçekler de vardı am a ben bu olsun dedim .” dediğinde hanımefendi, Saltı, onun bir çiçek olmadığını açıklamakla başlayacaktı. Bu konuda Saltı’yla tartışmaya girseniz ve “O zaman bu konuları konuşmanın yeri miydi?” diye sorsanız “Bilmediği bir yazıyı yazdırmanın yeri ka sık bölgesi miydi?” cevabını verecektir. “Zaten erkeklerin hepsi aynı. Birlikte olduktan sonra aram azlar.” sözünü çok defa duymuş olsa yine takılacağı nokta kendine söylenen suçlayıcı söz değil, karşıda kinin konuya ne kadar genel, sıradan ve bayağı baktığı k o n u s u d u r . Herkesin bakış açısının birikimleri ölçüsünde genişlediğini söyler sık lıkla. Bu yüzden onu suçlasanız, hatta ona hakaret etseniz bile b u n u ne şekilde, hangi konuda yaptığınıza bakacak, sinirlense bile b u n u cahilce yapmamışsanız size olan taham m ülü tükenmeyecektir.
9
I *1/ (»U N
• HOLÜM 1
Aslında romantik biridir diye onun savunmasını yapmayacağım, çünkü değildir. O, kendini fazlasıyla romantik ve melankolik bulur. Hatta nasıl biri olduğunu kendisine sorsanız belki ilk olarak “duygu sal” diyecektir. Benimse onun hakkında en son sıraya koyacağım şeydir bu özelliği. Çapkınlık derseniz tam am. Onu meraklı sıfatından sonra ikinci sıraya yerleştirebilirim. Sonra. Hayır. İnatçı diyemeyiz. Kararlı diyelim veya çalışkan. Hiç kimse bu konuda kendine destek beklemesin benden. Kariyeri konusunda ona yöneltilen hiçbir suç lamalara katılamayacağım. Karşılaştığı pek çok zorluk ona yapılan büyük haksızlıkların ürünüdür. Mesela Nilgün Hanım ’m o gün Federico’ya Saltı hakkında söyledi ği tüm sözler kendi kötü niyetinden kaynaklanmaktaydı. Odasında kendini ziyaret eden profesöre tekrar tekrar teşekkürlerini iletip nasıl oluyor da bir insanın bu kadar bonkör ve hayırsever olacağına aklı ermediğinden gerçi neden ermesin Federico Bey’le -sanki kendinin erkek hali gibi- birbirlerine ne kadar çok benzediklerinden, kendinin de hastalara, özellikle yaşlı hastalara hiç kıyamadığından, imkânları geniş olsa kendi de muhakkak hastanelere yardım yapacağından bahsedip duruyordu. Fizik profesörü, hanımefendiye nazikçe gü lümseyerek: “Gelmişken aslında Saltı’ya da uğramıştım am a oda sında bulam adım .” dedi. “Saltı.” dedi Nilgün Hanım. Söylediği onca iltifat dolu söze karşılık, bir dilenciye üç beş kuruş sadaka fırlatır gibi karşıdakinin verdiği minik tebessüme bir anlık dalgınlıkla baktıktan sonra kendine gelip: “Derstedir.” diyebildi. Saltı’dan bahsedilmesi ayrıca canını sıkmıştı. Alt dudağını fesatlıkla birkaç defa ısırıp içindeki deriyi kopardı. Federico orada olmasa m asanın altında duran viskiciğinden... İçkisinden her zaman böyle bahsederdi, viski olsun olmasın onun tüm içkilere verdiği isim buydu ve hepsi onun viskiciğiydi. Bu nedenle tedarikte bulundurduğu viskicikleri bitecek olur ve eve kadar dayanam azsa hastaneden çıkıp kendini iradesinin götürebildiği son durakta bul duğu herhangi bir bara attığı zaman bir viskicik ister, barm en ne
SULTAN TARLACl
verirse versin zevkle içerdi. Eğer yol üstü bir alışveriş merkezinden alacak olursa m uhakkak tercihini viskiden yana kullanır, arkadaşları na içkiden bahsederken de ağzına viskiden başka bir şey almadığını söylerdi. Oysa herkes bilirdi ki viskiye olan düşkünlüğü bir yana tüm içkileri sever, bardağına herhangi bir içki nam ına sirke dökiilse içer di. Viskiciğinden bir yudum alırdı am a ne yazık ki profesörün karşı sında, gündüz ve görev başında içmemesi sanki daha iyiydi. İçecek kadar onun ruhuna dokunan ne olmuştu? Aslında hiçbir şey. Tüm iltifatlarına misliyle karşılık bulsa bu kez bunu kutlamak için içerdi. Sonuçta canı viskicik çekerse sebep bulunurdu. “Ben de öyle düşündüm .” dedi Federico. “Arayacaktım, derste rahatsız etm em ek için aram adım .” Kısa bir sessizlik oldu. Elinde ki anahtarla oynarken bir an dalmış gibi: “O nun öğrencisi olmayı isterdim.” diye ekledi ağzının içinde. Başını kaldırıp doktor hanım a baktı: “Çocuklar şanslı.” Saltı’ya yönelik bu iltifatlar daha nereye gider bilinmezdi am a şu ka darıyla bile bir içme sebebiydi. Neyse ki kendini tutuyordu. Yalnız bir ara m asanın altında ayakkabısını çıkarıp parmaklarının ucuyla viskiciğine dokundu. O rada olması bile güzeldi. Ne olurdu zırvalamayı bırakıp biraz birbirlerinden bahsetm elerine izin verse? Ayakkabısını giyecekken bir kez daha dokundu parmaklarının ucuyla. Romantik bir gecede o viskiciğini o ayakkabıdan içebilirdi Federico. Hatta ken di de içebilirdi ayakkabısından ya da Federico’nun ayakkabısından. Onunki daha büyük görünüyordu. Neredeyse bir şişe viski alır diye düşündü. “Öyle mi?” dedi kendini toparlayarak. “İlginç. Genellikle (utulan hocalardan değildir. Sizin böyle düşünmenize şaşırdım.” Haksızlık ediyordu “kendine” kıskandığını bu kadar belli ederken, hederico da anlamıştı am a sadece “Ben öğrenciler tarafından çok sevildiğini duydum .” demekle yetindi. Haklıydı. Sevilirdi, çünkü Nilgün H anım ’ın derse gitmeyip -giderse geç gidip erken çıktığı- ve çoğu zamanını odasında viskicik yudum
9
r»/ (
11i n
• b ö lü m İ
layarak geçirdiği zamanlarda, her defasında bir bahanesi olurdu. Mesela, o gün diyecekti ki “Federico Bey ziyarete geldi. H astane mize onca yardımı dokunm uş adam ı odada yalnız bırakıp derse mi gitseydim?” Saltı sıklıkla öğrencileriyle zaman geçiriyor olurdu. Tıpkı o saatlerde olduğu gibi. Güzel bir bahar sabahıydı. Serindi. Pencereden giren güneş ışığı sı nıfı ısıtmasa da o kadar berrak bir enerjiyle giriyordu ki hiçbir bulu tun engel olmadığı bu ışıltı sanki az sonra vereceği ısının da teminatı oluyordu. Bu aynı zam anda insanın içine huzur ve canlılık veren bir enerjiydi. Sınıf dopdoluydu. Saltı’nın dersleri genellikle başka sınıf lardan hatta nörolojiyle ilişkili olmayan başka bölümlerden öğrenci lerin de katılmasıyla kalabalık olurdu. Ölm eden önce ben de birkaç öğrencime Saltı’nın derslerini önermiştim. Sınıfa girdi. Dosyalarını ve laptopunu her zam an yaptığı gibi kürsü ye değil de boş olan ilk sıranın üzerine bıraktı. Daha sonra kitapları arasında bir şeyler arar gibi yaptı. Önündeki kitabının sayfasını baş parmağıyla hızlı bir şekilde taradı. Ensesinden aşağı hafifçe uzamış sarı saçlarını parmaklarını tarak gibi kullanarak düzeltti. Saçlarının bu kesimi, rengi, mavi gözleri ve top sakalına doğru dudaklarının kenarından inen bıyıkları çocukluğumda okuduğum masallardaki yakışıklı prensleri andırıyordu. Bir ara elini kemerine koydu sınıfın kapısına baktı. Bu hali “Acaba odada mı unuttum ?” gibi bir bakıştı. Bu bakışı anlayıp “Getirelim mi hocam ?” diye çıkıntılık yapan öğrenciler oldu. “Bunu gönderm eyin hocam, Marilyn yengeye bir şey yapar orada.” şeklinde espriler işitildi. Sınıfta bir kahkaha koptu. Saltı’nın bilgisayarındaki Marilyn Monroe fotoğrafı ve ona olan hayranlığı tüm fakültenin diline dolanmıştı. Bir an hatırlamış gibi sağ tarafında ön sıralardan birinde oturan bir kız öğrenciye dönerek:
SULTAN TARLACI
h, evet!” dedi. “Sizden önceki gruptan bir arkadaşınız notlarımı emişti fotokopi için.” Bir süre durdu. Düşünceli gibiydi. Cam kerında oturan öğrenciye bakarken yüzüne vuran güneşten gözlei biraz kısmış olmasına rağm en bu ışık mavi gözlerini daha güzel stermişti. “O rada oturuyordu.” dedi. Parmağıyla işaret ediyordu m oturduğu sırayı. “Sıranın altında olmalı bana getirir misiniz?” : kendinden isteneni anladığını belirtir şekilde hafifçe başını sallaGenellikle derslerden en düşük notu alırdı. Saçlarını kulak hiza dan kestirmiş, birkaç yerinden turkuaz renge boyatmış, aynı renkküçük bir tokayla saçının önüne gelen yerini toplamıştı. Üniversite fencisinden çok bu tarzıyla özgürlüğün keyfini sürmeye çalışan jen bir lise öğrencisini andırıyordu. Kulağının birini sekiz yerinden Idirmişti. Üroloji hocası çok üzerinde durduğu bir konuyu kızın 1e de dinlemediğini anlayınca “Kulağında sekiz delik var, birini de ırı delmiş, etti dokuz am a yine de duym uyorsun.” dedikten sonra ı dokuz delik kalmıştı. anın altına eğilir eğilmez geri çekilerek “Akrep! Akreep!” diye avajıktığı kadar bağırm aya başladı. Bir eliyle sıranın altını gösteriyor, (er elinde kirli bir şey var gibi parmaklarını sallıyordu. nındaki birkaç arkadaşı onun bağırmasının refleksiyle bir an geri dldi, sonra sakin bir şekilde: “Hani nerede?” dem eye başladı. >rdüğü şeyi işaret ediyordu. Sıranın altından o kadar hızlı çıkmıştı dönemin başından beri kafasından hiç çıkmayan turkuaz tokası :asını sıraya vurmasıyla yere düşmüş, öğrencilerin ayakları arasmgörünmez olmuştu. Arkadaşları dikkatlice oraya bakıyor, bir şey k diye kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Birkaç dakika sonra Sallı geldi. Genç kız aynı şekilde ona da göstermeye çalışıyor “Hocam :am andı. Parlıyordu.” gibi sözlerle felaketin boyutunu herkesin ak etmesini istiyordu. Saltı da birkaç kez eğilip sıranın altına haklı, nra öğrenciler gibi hiçbir şey olmadığını söyledi. Genç kız bir an rup yeniden sıranın altına baktı. Sonra düşündü. “Gözleriniz mi
!'»/ <.U N
• BÖLÜM 1
bozuldu?” dedi hocaya saygısızlık etmek istemeyen bir ses tonunda kısık am a gördüğünden emin tonda duyulacak bir sesle. Saltı, sıra nın altında olan dosyasını kendi aldı ve kürsüye doğru gitti. Yürür ken canının sıkıldığını belirtir bir hareketle kafasını sallamıştı. Öğrencileri derse dönmeleri konusunda uyardı. “Bugünkü konu muz...” diyerek derse başlamıştı ki sınıfın dikkatinin hâlâ dağınık olduğunu görüp tedirgin olan kızın davranışlarından rahatsız oldu ğunu belirtircesine önce kıza baktı sonra sınıfa döndü: “Arkadaşlar, siz akrep görüyor m usunuz?” Sınıftan “Haaayıııırr.” sesleri yükseliyordu. “Burcum akrep, adım Burcu.” diyenler oluyor, soğuk esprilere inatla kahkaha atıyorlardı. Akrep gördüğünü söyleyen kız şaşkın, dalgın ve sitemkâr: “Gerçek ten hiçbiriniz akrep görmüyor m u?” diye sorduktan hem en sonra yeniden bağırdı: “Hocam kıpırdıyor!” Ayakkabısını çıkarıp üzerine vurm aya başlamıştı. Ayakkabı bir an elinden fırlattı ve tek ayakka bıyla çığlık çığlığa sınıfın arkasına doğru kaçmaya başladı. Koşarken “Çok sert, çok sert, ölmedi, kabuğu çok sert ölmedi.” diye bağırıyor, çığlık atıyordu. Sınıfta bir kahkaha daha koptu. Gittiği yerden, sınıfın arkasından yeniden bağırdı: “Yemin edin ora da bir akrep görmediğinize.” Kızın gösterdiği yeri görmeyen, arka sıralardan bir öğrenci ayağa kalktı ve “Ben ateistim am a...” üzerindeki kazağı çıkartıp kollarını Zeus heykelinde olduğu gibi bağlayarak “Grek edebiyatı aşkına Zeus üzerine yemin ederim orada akrep yok.” dedi. “Ben de Eros üzerine yemin ederim orada akrep yok.” diyordu diğeri. “Kızım Saltı hocada bari yapm a ya.” dediler. “Onun dersleri güzel geçer kaynatm a dersi ayıp oluyor.” Kız gerçekten bu konuda sınıfta ve hoc alar arasında sabıkalıydı. Biraz olan aklını genellikle sıkıldığı
SULTAN TARLACI
irsleri kaynatm ak için kullanırdı. i defa utanmış bir şekilde ve yalvarırcasına Dr. Sallfya dönerek: locam gerçekten orada akrep var. Bakabilirsiniz.” diye kaçlığı yer in, sınıfın arkasından bağırıyordu. Bir an arkadan öne yelmeyi ve miden bakmayı düşündü. Ayakkabı olmayan ayağının oluşturduı dengesizlikle yürüyerek geldi, yine aynı noktaya baktı. Sıra arkaışı onu rahatlatm ak için elini sıranın altına sokup birkaç defa “Bak ırada bir şey yok.” demişti. Kafasını ellerinin arasına aldı. Kısık sle “Ben gerçekten görüyorum .” dedi. S onunda sinirleri bozuldu : ağlam aya başladı. Saltı gülümsedi. Kürsüden kızın sırasına doğru ırürken sınıf sessizdi. Kızın az önce gösterdiği yerden akrebi aldı ve Sunu mu gördün yoksa?” dedi. Avucunda tuttuğu akrebin kuyruğu rı renkte ve yağlı gibi parıl parıl parlıyordu. Kız, hocanın elinde tup ara sıra oynadığı akrebe dehşetle baktı. layatta her gördüğün gerçek olmayabilir.” dedi Saltı. Güldü. “Bu r plastik.” Akrebin kuyruk kısmına bastırdı. Kuvvetli bastırınca içi>katılmış sarı bir sıvı hareket ediyordu. Yapay böcekler gibi değil. Gerçeğinden ayırt etmek güçtü. lastik mi?” dedi genç kız. Hem gerçek olmadığına hem de sadece mdisinin değil, başkalarının da gördüğüne sevinmiş gibiydi. m a görüyorsunuz değil mi?” diye ekledi. “Var yani. Siz de görü msünüz.” Aynı şekilde arkadaşlarına da soruyordu: “Var değil mi?” i önce Zeus üzerine yemin eden öğrenci kızın taklidini yaptı: “Var jğiiil miii?” /ar.” dedi Saltı gülerek. “Hepimiz görüyoruz.” Sonra gözlerini kıza lifleyip “Peki, ya sadece sen görseydin?” dedi. Kızın dalgın bu farından gözlerini çevirip aniden arkasını döndü. Tahtaya büyük irilerle “HALÜSİNASYON” yazdı. Yeniden kıza dönüp “Öyle bir ırum da bunun adı halüsinasyon olurdu.” dedi. “Şimdi ise sadece içük bir şaka.”
‘>7
9
I'»/ ( .U N
R01.ÜM 1
( îenç kız, sırasına oturduktan sonra bir şey hatırlamış gibi tekrar sı radan kalktı. Akrebin üzerine vurup sonra korkuyla fırlattığı ayakka bısını almış ayağına geçirmeye çalışıyor, bir yandan ağzının içinde konuşuyordu: “Yemin ettiniz görmedik diye!” Bunu duyan birkaç arkadaşı: “Evet am a akrep görmediğimize ye min ettik. O gerçek bir akrep değil ki.” Yine de güvendiği arkadaşlarına bir süre küsecek gibiydi. Hatta küs müştü. Arka sıralardan biri: “Ben ateist olduğumu söylemiştim. Bana yemin konusunda güvenm e.” diye bağırdı. Dr. Saltı, en önde, az önce dosyalarını koyduğu sıradaki dosyalarını hafifçe itti. Kendine yer açtı sıranın üzerine çıkıp oturdu. Sınıfın ışık larını öğrencinin birine kapattırdı. Yüzü sınıfa dönüktü ve arkasın daki duvarda boylu boyunca projeksiyondan yansıyan görüntüde derse dair slaytlar ve videolar bulunuyordu. Yönünü tahtaya dönm eden, sınıfa bakarak: “Bugünkü dersimiz, olmayan şeyleri görmek. Halüsinasyon, sanrı lar, varsayım, var sapm a.” dedi. Sınıfa soruyordu: “Dersimiz neymiş?” Sınıf hep bir ağızdan tekrar ediyordu: “Halüsinasyon!” “Şimdi size farklı nedenlerden kaynaklanan varsanımlardan bahse deceğim. Bu farklı nedenlere göre tedavi de değişmektedir.” Bir an duraksadı. Gözlerini bir noktaya dikti sonra sınıfa döndü: “Var sanmaktan, varsanım dem ek daha doğru bence.” diye düzelt ti. Yani olmayan bir şeyi “sanm ak” diğer bir ifadeyle herhangi bir dışsal uyaran beş duyuyu uyarm adan...” Burada sesini biraz daha yükselmiş ve dikkati kendine toplamıştı. “Bir olay veya nesneyi al gılamaya denir.”
’ »M
SULTAN TARLACI
Şaka yaptıkları öğrenciye gülümseyip “Bunun birçok nedeni ola bilir.” dedi. “Psikiyatrik, göz küresi ile ilişkili veya nörolojik beyin hasarları ile ilgili.” Biraz durdu, sınıfa göz gezdirdi ve devam etti: “Sanırım hepinizin önüne varsanımı olan bir hasta gelince aklınıza lem en şizofreni gelir.” Sınıftan destekler mahiyette başını sallayanar olmuştu. “Ancak tek başına halüsinasyon, herhangi hastalık için anı koydurm az.” Yarım şekilde arkasında olan tahtaya dönm üştü ;i birden yapacağı şeyden vazgeçmiş gibi devam etti: “Şunu da ekByeyim. Olmayan bir şeyi “sanm aya” beyinde ne neden oluyor? 5unu sorabilirsiniz. Birçok teori var. Bunlardan biri, beynin yapısıın bozulması, diğeri beynin kimyasının bozulması, bir diğeri psikoinamik bozukluk yani beynin derinlerindeki bilinçsiz kaynakların ilince ulaşması şeklindedir. Beyinde elektriksel akım bozukluklaveya kısa devreler ya da halk arasındaki adı ile sara atakları da anm alara” neden olabilir. Bu elektriksel kaçaklar, beynin görme ıbuğunda olur ise, sahte bir uyarım yaparlar. Bu sahte uyarım ya ı kısa devre, olmayan kelebekleri veya insan yüzleri görmeye yol ar. Kaçaklar beynin görme kabuğunda yani 17. alanda ise basit rme ile ilgili sanm alar oluşur. Mesela bir yüz, bir kelebek görüntügörülür. Ama daha da yayılıp ikincil görme alanları dediğimiz 18. 19. alanlara geçer ise kişi daha karmaşık yapılı görüntüler görür. )ii sadece uyarm a değil, uyarının abartılı kesilmesi ya da olm a sı da varsanım nedenidir. Uzun süreli gözlerinizi kapatırsanız, sela beş gün, yüzde seksen görme ile ilgili varsanımlar görmeye larsınız. Yani görme ile ilgili girdinin kaybı görme varsanımlarına len olabilir. Bu tıpkı şuna benzer, ayağı kesilmiş bir hastanın ha ayağını hâlâ orada hissetmesi. Hissetmek ne kelime!” dedi sesi ısarak: “Var olduğuna inanması gibi! Bu açıdan bakınca, işitme di olan kişiler bir süre sonra kulaklarında çınlama dediğimiz, su dalga sesi, helikopter veya buzdolabı sesi, tiz bir ses duyarlar, ıda bunlarda işitme eksikliğinden kaynaklanan bir çeşit varsa iırlar.” Oturduğu sıradan indi. Sınıfın arkasına doğru yürürken
9
1
I'»/
konuşmaya devam etti: “Dış dünyanın girdisi azalınca, beyin kendi yapısında olan kayıtları devreye sokar. Uykuya dalm a ve uyanm a sırasında da varsanımlar sıktır ve normal sağlıklı bireylerde izlene bilir. Genellikle acayip ve garip rüya benzeridirler. Ancak gören kişi bilinçlidir. Bu durum, neredeyse bu sınıftaki üç kişiden birinin başına gelmiştir.” dedi. “Değil mi?” der gibi bakarken. Başını bulunduğu yerin yanında olan öğrenciye çevirdi. Çocuk, böyle bir şeyin başına hiç gelmediğini bildirir vaziyette başını salladı. “Başına gelen var mı?” diye sınıfın geneline sordu. El kaldıranları gözleriyle sayıp “Hımm, azmış.” dedi. “Salonun üçte biri değil kal kan eller.” Gülümsedi. “Bilimsel veri her zam an uymayabilir örnek lemelere.” Başını önüne eğerek sınıfta yürümeye devam etti. “Hocam bu görüntüler geceleri mi görülüyor?” Şeklinde bir soru gelmişti sırasının yanından geçtiği öğrenciden. Aniden durdu. Elini hızlıca sıraya vurdu. Bu ses sınıfta yankılandı. “Bir şeyleri merak eden birileri var sınıfta!” diye bağırdı. Soru soran öğrenciyi işaret ediyordu. “Ona saygı duyun!” Bu tür yarı esprili am a aslında ciddi çıkışlarına alışkındı öğrencileri. Bunu genellikle sınıfta dağılmış dikkati toplamak ve öğrencileri derse katmak için yapardı. “O, meraklı bir bilim adam ı beynine sahip!” dedi. Saltı’nın en sevdiği öğrenci tipiydi soru soran öğrenci. Soruyu soran öğrenciye: “Doktor Bey...” diye hitap etti. Öğrenci yavaşça ayağa kalktı. Üzerinde bulunan tişörtün yakası var gibi işa ret parmağı ve başparm ağıyla olmayan kravatını düzeltip ciddi bir duruş sergiledi ve ciddiyetini belirtir şekilde birkaç defa boğazından “m, ıım” diye bir ses çıkararak “Evet.” dedi. Sallı gülümsedi. Projeksiyon kumandasını makineye yönelterek “I leınen soralım hastalarımıza.” dedi. “Geceleri mi görüyorlar yok sa gündüzleri mi?” ( )ğımı< ilerin sıklıkla pratik yapmalarını ister, bu nedenle teorik ders-
lllll
SULTAN TARLACI
asla düz anlatımla geçirmezdi. Hatta onun dersine pat diye girseen küçükleri Tıp Fakültesi üçüncü sınıf olan bu koca öğrencilerin ide birer uçan balon görebilirsiniz. Saltı neden böyle yapmıştır, amaçlamıştır, bir mantığı vardır elbette. Ya da öğrencilerine’ ııörok bir hastalığa dair şarkı besteleme ödevi verebilir ve tüm sınıf a sınıfı öğrencileri gibi bir ağızdan o şarkıyı söyleyebilir. Geneli m nundur bu değişik ders işleme stilinden am a m em nun olsun lasın tüm öğrencilerin ortak bir görüşü vardır ki, bu fakültede, Ida kalıcılığı en yüksek ders Saltı H oca’nın dersleri olur. İşte Sal ı sevme nedenleri de budur. ı! Boş versenize.” dedi Nilgün Hanım Federico’ya. “Aslında onu nanlığından sonra üniversitede kalmasına izin vermemiştik.” yle mi?” dedi Federico şaşkınlıkla. “N eden?” üşünce yapılarımız uyuşm uyordu.” dedi Nilgün Hanım. Gözlerini noktaya dikmiş, eskilere gitmiş gibiydi. [inç.” dedi Federico. Oysa uzmanlık sınavında derecesi var diye yorum.” /et, var.” »ki, nasıl almadınız? Ne dediniz yani? Düşünce yapılarımız uyuşyor mu dediniz?” )k, canım .” dedi Nilgün Hanım ince dudaklarını fesatlıkla bii2k. “Öyle der miyiz hiç! O günlerde Saltı uzmanlığını almıştı ve la bir yapılan sürenin aylık uzatılması işlemini yapmıyorduk. Akanik kurulu bile bile toplamıyorduk daha doğrusu.” yle mi?” dedi Federico. “Suç değil mi akadem ik kurulun toplan ması?” ıç.” dedi Nilgün Hanım. “Ama dekan işimize karışmak istemedi den hiçbir şey söylemiyordu.” »ki, ne oldu sonra?”
101
9
I '»/ l ¡UN • BÖLÜM 1
"Uzatmadık süreyi. Başka şehirlerde bir süre şansını denedi.” dedi. "Bir şekilde, zaten biraz inattır.” Bir eliyle yakasını silkeliyordu. İyi ki inatmış diye düşünüyordum ders işleyişine bakarak. Bir video daha çalıştırdı. Hastasıyla olan muayenesi görülüyordu. Sesi biraz daha yükseltti. Arkaya dönüp “Duyuluyor m u?” dedi. Arka sıradan birkaç öğrenci “Duyuluyor hocam .” diye karşılık verdi. “Her gece mi?” diye hastaya soruyordu. “Her gece.” dedi hasta. “Gündüz oluyor mu peki?” “Gündüz yok.” “Gündüz yok mu? Sadece gece hava kararınca?” “Gece saat on bir dedi mi tıp tıp geliyorlar.” “On bir. Anladım.” Saltı burada video kaydını durdurup az önce soru soran öğrenciye döndü: “Bu hasta sadece geceleri görüyormuş. Bakalım gündüz gö renler var mı?” Bu defa başka bir yaşlı hastaya soruyordu: “Bu ne zam an oldu gündüz mü gece mi?” Hasta: “Gündüz efendim gündüz. Gece değil.” Videoyu yeniden durdurdu: “Bakın bu hasta da gündüz görüyor. Demek ki bazıları gece bazıları da gündüz görüyor. Hatta hem gece hem gündüz görenler de olur. Yakın zam anda yayınlanan bir araş tırmada Parkinson hastaları halüsinasyon gördükleri sırada, beyin dalgaları kaydında ‘hızlı göz hareketleri’ yani REM uykusu beyin dalgaları ortaya çıktığı tespit edildi. Bildiğiniz üzere uyku sırasında revalarımızın önemli bir kısmı REM dönem inde ortaya çıkar. REM (I(>ı ıemleri de uykuya dalınca bir bir buçuk saat sonra başlar. Hızlı g< >/ hareketleri denmesinin nedeni, bu sırada gözler m asa tenisi izler
SUITAN TARLACI
i fırıl fırıl bir o yana bir bu yana hareket etmesidir. Uyuyan kişiyi diğinizde de gözkapaklarının üzerinden görürsünüz bu hareket. Hareketler rüyanın görüldüğü zam ana ya da REM uykusuna ık gelir. Eğer sevgilinizi uyurken izlerseniz, bir saat sonra gözler yöne hareket etmeye başlar. Onu tam bu esnada uyandırırsanız asını bütün ayrıntısı ile size anlatabilir.” Gülümsedi. “Tabi başka i görmemişse!” diye ekledi. Sınıftan “O oo...” sesleriyle uğultular «elmişti. Gülüşmeler oldu. Saltı m uhabbete kaym aya yatkın sı“Bunu sınavda sorarım aklınızda kalsın!” diye toparlam aya ça. “Halüsinasyonlar gündüz uyanıklığında REM dönem ine girmiş /nin düşleri gibidir.” ıfta kıkırdamalar ve gülüşmeler biterken başka bir hasta videoıu açıyordu: defa yine yaşlı bir adam , yanında kızı olduğu düşündürülen bir lınla gelmişti. Yanındaki kadın şöyle diyordu: adan önce ara sıraydı. Yani bu kadar sık değildi. Gündüz görmüdu m esela.” tı: “O ndan önce sadece geceleri mi oluyordu?” iın: “Evet am a bir aydır falan artık gündüz de görmeye başladı.” fencilerden biri: “Hocam ne görüyorlar?” diye birdenbire ve ol<ça yüksek sesle bağırmıştı. Sınıf bu ani soruya bir kahkaha attı, ayır, yani gizemli bir şekilde biri gece görüyor biri gündüz, diğeri n gece hem gündüz görüyor da biz de görelim ne görüyorsa. Ya anlatsın bilelim.” Kahkaha yükselmişti. /et!” dedi Saltı gülerek. “İşte gerçek bir m erak.” Sesine gizemli bir katmıştı. “Bu insanlar ne görüyor?” dedi. ıı öğrencileri ölüm üm den sonra başka hocaların dersinde de bir : defa izledim. Görseniz onlar değil dersiniz. Arka sırada uyuklar, m çizer veya kız arkadaşlarıyla sohbet ederler. Yalnız, Saltı’mn
9
I •»/ l IİIN
• IU)I UM İ
dersinde hepsi şımarık bir çocuk olur çıkıverir am a hepsi de çalış kan. Çünkü Saltı öğrencilere kendilerini özgür hissettirip kontrol al tında tutabilen hocalardandır. Öğrenciliğinde ona yapılanların hiçbi rini kendi öğrencilerine yapm am ak için ant içmiş gibidir. Mesela ona göre -aslında fesat olmayan herkese göre- çalışkanlık veya hakkını aram a sayılabilecek halleri onun hocalarınca dik başlılık olarak ka bul edilmişti. Nilgün Hanım işte bu durum dan bahsederken yaka silkmiş, Profesör “Yaka silktirecek kadar mı?” diye sormuştu. “Hem nasıl!” dedi. “Çok dik başlıydı. Onu istemiyoruz çok dik başlı diye açıkça söylemiştik zaten.” diye ekledi. O günleri hatırlayıp ulus lararası bir başarıya imza atmış gibi gururla boynunu kırıp gözünün önüne gelen saçlarının bir kısmını parmaklarıyla yan tarafa çekti. Federico kadına bakıyordu. “Ne yapıyordu m esela?” dedi. “Aman boş verin.” dedi birden Nilgün Hanım. “Saltı’yı mı konuşup duracağız?” Anlatırsa kendi rezilliği ortaya çıkacak diye geçiştirdiği bu olayı ben daha önce Saltı’nın bir sabah çay bahçesinde kahvaltı esnasında acil servis arkadaşına anlatırken duymuştum. “On gün sonra uzatmam bitiyordu ve eğer akadem ik kurul toplanıp süreyi uzatmazsa üniversiteyle ilişiğim kesilecek ve işsiz kalacaktım.” diyordu. “Ana Bilim Dalı başkanının odasına gittim. Bana, hocaları ikna edip akademik kurulu toplayamadığını söyledi. Bir süre konuş tuk, çözüm bulamadık. Sonra ben elime uzatma kâğıdını alıp hoca ların odasını tek tek gezmeye karar verdim. Sıkıla sıkıla koridorda yan yana duran akademik kurul öğretim üyelerinin kapılarını tık latarak içeri girdim. Genellikle hepsinin bildiğinden emin olduğum klasik bir cümleyle başlıyordum: ‘Hocam, biliyorsunuz, uzatmam on gün sonra bitiyor. Akademik kurul toplanamıyor. Bir anda ilişiğim kesilecek, işsiz kalacağım.” “İmzaladılar mı?” dedi arkadaşı.
MM
SULTAN TARLACI
m*, gibisinden başını salladı Saltı. “Beş altı odayı dolaştım ve si söz birliği etmişçesine bana aynı şeyi söyledi. Sanki ortak bir ptan çıkmış gibi: “Bizim seninle bir sorunumuz yok. Sem iyisin, ¿kansın am a bu kâğıdı imzalayamayız.” diyorlardı. niş kahvaltısının üzerine bir sigara yaktıktan sonra: ıx seferinde aldığım ve mantığını kavrayamadığım bu yanıtlarla
odayı tıklattım. Aynı isteğimi safiyane bir tavırla bilgin olan haı bir hocam a tekrarladım am a cevap beklediğim gibi ve herkesin andığı kalıpta olmadı. ‘Senin burada kalmanı hiç kimse istemi.’ dedi. ‘On gün sonra bayram var. H astaneden ve kadrodan ğin pat diye kesilecek. B ana sorarsan sen bu on gün içinde Sağlık sanlığına başvur ve tayin iste.”’ jünleri hatırlayıp sabır çeker gibi başını yan tarafa eğmiş hafifçe ümsemişti. Arkadaşı şaşkınlıkla dinliyordu. aşırdığıma bakm a.” dedi. “Aslında benzer olayları başkalarından duydum am a insan yine de bir garip oluyor.” /et.” dedi Saltı. “ ‘A ma hocam az önce çoğu öğretim üyesi ile gö tüm ve bana seninle sorunum uz yok dediler.’ dedim şaşkınlıkla.” e dedi sen böyle söyleyince?” m onlara inanm a.” dedi. “Seni burada hiçbiri istemiyor. Sen çok başlısın, başına buyruksun. Kafana göre işler yapıyorsun.” adi ya!” diye şaşkınlıkla baktı arkadaşı. “Neymiş ki dik başlılığın?” sn de düşündüm .” dedi Saltı gülümseyerek. “Sonra hatırladım, lafı ben asistanlığımın ilk yılında duymuştum. D aha altıncı ayırnkendimce ilginç gördüğüm bir hastayı vaka sunum u olarak yaz jtım. Yazmıştım derken, psikiyatriden, bizim nöroloji kliniğine asyona gelen bir arkadaşın yardımıyla ikimiz İngilizce olarak ve lak bir dille de olsa vakayı yazmıştık. Hem en ertesi gün bir uzman iki öğretim üyesi profesör bana haber göndermiş: ‘Bizim adımızı
10.S
9
i ‘>7 ciüN ' B ö l ü m i
da yazsın o makaleye, ben hastayı acilde görm üştüm .’ diyerek. Bir diğeri de ‘Ben hastaya yoğun bakım da vizit yapmıştım.’ demişti.” Arkadaşı bir kahkaha attı. “Bana ters gelmişti bu durum .” dedi Saltı. “Çünkü bir makaleye adının yazılması için çalışmanın hazırlanması, verilerin değerlendi rilmesi, sonuç çıkarımı ve yazımda emeklerinin geçmesi gerekmiyor mu yahu?” “Neredeyse hastayı sokakta önceden gören bir öğretim üyesi de adı nı yazdıracak.” “Evet öyle. Hiçbir yerde emekleri olmadığı için onların adını yaz mak istememiştim ve buna ‘dik başlılık’ diyorlardı. Düşünebiliyor m usun?” “Yazıverseydin isimlerini sevinseydi fakirler.” Saltı: “Yazdım zaten.” dedi. “Görmeliydin. Bir vaka sunum u ama yedi yazarlı. Üstelik geçen zaman içerisinde o vaka yayınlanmak için birçok dergiye gitti am a kabul edilmedi. Gençlik heyecanı ile yazdı ğım olgu sunum undan literatürde yeterince vardı ve aslında o kadar da yeni bir vaka değildi.” “Adını yazdırmak isteyenler için önemli olmasa gerek.” “D aha da ders almamıştım.” dedi Saltı. “Asistanlığımın üçüncü yılıy dı. Nörolojik Yoğun Bakım’a yatan hastaların arşivde toplanmış ve çürümeye terk edilmiş bilgilerinden yararlanm ak için yoğun bakını sorumlusu olmayan kumral hoca ile ‘beyin kanaması olan hasta ların sağ kalım ve sakatlığı seyri üzerine vücut ısısı etkisi’ hakkında çalışma yapmıştık. Bu çalışmayı yaptığımı öğrenen ve kendisinin bilgisine güvendiğim, saygı duyduğum yoğun bakım dan sorumlu hoca, sağduyusundan uzak şekilde, beni yoğun bakımın önünde çok rezil edici bir şekilde haşlamıştı: ‘Bizim iznimiz olmadan, bu kli niğin parçası da olsan, yoğun bakım hastalarının dosyaları üzerinde
106
SULTAN TAR.LACI
araştırma yapamazsın. Ya d a bizim adımızı da yazacaksın. Hastaları lıiz takip ettik çünkü...’ diye. Çok kırılmıştım” dedi Saltı. “Hatta çok çok kırılmıştım.” “Boşver.” dedi arkadaşı. “Baksana onlarda kırılmaktan fazlası ol muş.” "Aynı öğretim üyesinin Türkiye’de ilk kez, tarafımdan hazırlanan Múltiple Skleroz web sayfasında kendi adı olmadığı için Ana Bilim Dalı başkanına beni şikâyet etmişti.” “Ne isimmiş.” dedi arkadaşı. “Ekleyiverseydin.” Saltı gülerek: “Ekledim yahu.” dedi. “Aynı kişi ortak iş yapıyoruz d e yip, eşek gibi çalıştırdığı ve istatistiklerini dahi yaptırdığı bir araştır maya adımı yazmak şöyle dursun, teşekkür bile etmedi yazıda. Biri ile tam am en benim verilerini toplayıp, analiz edip Türkçe yazdığım hlr makaleyi, sadece İngilizceye çevirdiği için kendini birinci isim olarak yazmış, yanında d a başka bir hocayı ekleyip, araya benim ndını sıkıştırmıştı.” "Epey asiymişsin.” dedi gülerek. “Asi, dik başlı, kendi kendine işler vapıy örm üşsün.”
"Bunlar olmazsa yeni fikirler, farklı bakış açıları nasıl doğabilirdi üni versitelerde? Bunlar olmadan, koyun sürüsünden nasıl ayrı kalına bilirdi.” Il/ülmüştüm Saltı bunları arkadaşına anlatırken. Yine de önemli
107
9
1‘>/ Ci11N ’ BÖLÜM 1
Saltı: “Hayvan var diyor.” diye tekrarladı hastasının sözünü. “Ne hayvanı?” dedi. “Mesela böcek, yılan, akrep?” “Terliksi hayvandır.” dedi öğrencilerden biri. “Bu konuda dede haklı hocam. Bizim sularda da var hayvanlar.” Yaşlı adam: “Akrep var, böcek var, solucan var. Bazen pantolonun fermuarının ucunun bir kurda dönüştüğünü, bacaklarımın üzerin den dolaştığını ve daha sonra derisinden içeri girip bacaklarımda uyuşma ve topuklarımda ağrı yaptığını hissediyorum.” dedi. Sınıf, az önce plastik akrep görüp çığlık atan arkadaşına bakıp gü lüyordu. Yaşlı adam ın kızı: “Tabakları mesela alıyor saatlerce yıkıyor Doktor Bey.” Saltı: “Yıkıyor. N eden?” Yaşlı adam: “Eee, pis o tabaklar!” Saltı: “Pisler. Neden? Ne var?” “Kurtlar var.” “Kurt, nasıl kurt? Solucan gibi?” “Evet. Her yerdeler. Yıkıyorum, yıkıyorum gene var.” Saltı videoyu burada durdurup az önce akrep şakası yaptıkları öğ renciye dönmüştü: “Bak ‘her yerdeler’ diyor. Her gün her yerde ak rep, solucan gördüğünü düşünebiliyor m usun?” “Düşünemiyorum hocam .” dedi kız. “Çok fena.” Saltı: “Evet. Biraz empati, biraz em pati.” dedi elindeki kumandayı projeksiyona doğru sallayarak. “Onları (hastaları kastederek) gerçek anlam da anlamazsanız, gerçek anlam da doktor da olamazsınız.” Öğrencilerden biri: “Hayvan görüyorlar yani hocam. Akrep, solu can, yılan...”
I0H
SULTAN TARLACI
dece mi? Acaba? Bakalım.” Yeni bir videoya tıklıyordu. defa başka bir hastaya Saltı, hayvan-böcek mi ne gördüğünü iyor hasta şöyle cevap veriyordu: lyır, böcekler yılanlar yok. İnsan olarak görüyorum genellikle.” kın bu insan görüyorm uş.” dedi sınıfa dönüp. ınlar m esela büyük insan boyunda mı?” diye hastaya soruyordu. lyük ya büyük... ” diye tepki gösterdi yaşlı adam . “Normal ingibi. Nasıl sen beni görüyorsan, aynı o şekilde. Yemek yiyorlar, üşüyorlar kendi aralarında ve çok canlı görünüyorlar. O kadar lı ve gerçekler ki.” • tane tip mi var böyle birden fazla mı var? Zenci var demiştin ya ane?” nci de var beyaz da var.” din erkek?” din da var erkek de. Aile gibi bir aradalar ve çocukları da var. a elbise dolabının içinde yaşıyorlar.” encilerden biri el kaldırmıştı: >cam ‘Sen beni nasıl görüyorsan o şekil’ demiş. Yani resmen ça görüyor.” zıları açıkça görüyor bazılarında gölge şeklinde oluyor.” dedi ı. “Norm alden daha canlı görmesi, gözüyle değil beyniyle göra bir şey olduğunu da ima eder aslında.” Yeni bir video çalıştırdı. : “Gölge gibi mi, ayrıntıları var mı? Kaşı, burnu, ağzı?” lge gibi adam benim salonu boyuyor.” dedi hasta. enciler: “Ohooo! Hocam salonu boyuyormuş elemanlar.” de gelse bizim öğrenci evini temizlese.” dediler. “Boya istemu
I0‘)
9
9
i" ; (.u n •
^
w . Ujaşı^3' 1ylkasa yeter-"
I ]a|^SI1asyon 9 °ren başka bir hasta anlatıyordu: “İlk g rdüğam aynadaydı. Aynanın içinde büyük çıplak insan gör müştü^-” " dedi sınıf yeniden. Uooo-Biri yağa kalmış “Valla hocam am calar işi biliyor. Bunlar bizden ur\
sağlıklı
ev’n' boyatır, biri çıplak insan görür.”
Başk bir': lü tfe n dersi görsellerle destekleyelim.” dedi. “Nasıl çıp lak rmüŞ? Bayan mıymıŞ? Ben bu kısmı anlam adım hocam .” 9° Diğelefl alkışlayarak destek verdi: “Hocam az önce akrep görüp kork n arkadaşımızda hastalarımızın yaşadığı dehşeti anladık. Biz zat den^yirn^e^,ere^t‘ § imdi ar^a daş soyunsun nasıl çıplak görünü„ hir bakalım.” yormuş011 “Gerizekâl''” dedi kendinden bahsedilen kız öğrenci. Sınıfkend*den “Be soyunsam dehşet anlaşılmaz.” diye bağırdı oturduğu yerden. “Se 5 ° ^
an ^a^ ım dehşeti.”
UzunS^1er^0^ öğrencilerden biri saçını önüne getirmiş jest ve mi miklerle ^ ın k e d i n i yapıyordu. Yanındaki öğrenci ona ayak uy dur i a k ^ n arkasıyla göğsünü kaldırır gibi yapıp “Geri zekalımı.”
dedi. Saltı proj^s*yonun ses™ daha da yükselterek başka bir video açtı: aş an(ja sizin gördüğünüz cam dan dışarı bakınca sanki birileri ağ çlarınaltmcleı oyun oynuyor gibi.” diye anlatıyordu hasta. “Yani ca dan ^ m ^ a^ınca
tenekesinin önünde duran insanlar gö-
rüyoiunr1, B |ıa bir videodeı başka bir hastaya soruyordu Saltı:
110
SULTAN TARLACI
dediğin yazlıkta mı oldu? Gece alt katta yatıyorsun öyle mi?” /et, bizim ev dubleks.” aha sonra?” yuyorum mesela. Sonra uyandığımda bir bakıyorum etrafımda anlar yatıyor.” asıl insanlar yatıyor? Yerlerde mi? Yataklarda mı?” ırk etmiyor... Yerde, yatak varsa yatağın üstünde.” ağınık dağınık yatıyorlar öyle mi?” je t”
iyinik çıplak? Erkek kadın?” ıplak, elbiseli, yaşlı, genç... Hiç fark etmiyor. Görüyorum .” aşka odada yattığınızda da aynı insanları mı görüyorsunuz?” arklı insanlar.” İti videoyu durdurdu. Kürsüye geçti. arsanım gördüğünü söyleyen bir kişide hangi hastalıkları düşünîliyiz?” diye sordu. “Ya da hastalık mı düşünmeliyiz yoksa normal demeliyiz? Yani sadece delilik durum u m udur?” * akla gelen hastalıklı durum tabii şizofreni ya da halk arasındaki lilik durum udur hocam .” diye cevapladı öğrencilerden biri. İti öğrenciyi onaylar m ahiyetinde başını salladıktan sonra: “Deli nak için ne gerekir ve dâhilikle deliliğin sınırı nerede kırılır?” dedi, nra, “Neyse güzel soru am a buraya girmeyelim.” diye ekledi, izofreni hastalarının neredeyse yarısı görmeyle ilgili varsanım yaşarlar. Varsanım var ise hasta genellikle ağır hastadır. Görü ı varsanımlar umumiyetle çok değişkendir am a birçoğu da ortak /ler görür. Mesela, sıklık oranlarına göre söylüyorum, cin görme, i kişileri, peygamber, şeytan, Tanrı’yı, ermiş, Atatürk’ü görme ya
9
197 G Ü N
• BÖLÜM 1
da nadiren uzaylı görme şeklindedir. Bu varsanımların tipi kişinin yetiştiği sosyal ve kültürel ortam la m uhtemelen sıkı ilişkidir. İç ve Orta Anadolu’da yaşayan şizofreni hastaları Batı Anadolu’ya göre iki kat daha sıklıkta cin ve peygam ber gördüklerini söylerler. Dinsel öğeler veya eğilimlerin yoğun olduğu yerlerde, görsel varsanımlar da dinsel temelli oluyor. Aslında bakarsanız, şizofreni hastaları ol mayanı görmekten çok, olmayan sesleri işitirler. Yani aslında şizof renler daha çok sesler duyarlar, neredeyse yüzde altmışı sesler işitir. Tahmin edeceğiniz üzere bu sesler konuşm a sesi, kendi düşüncele rini yayınlayan sesler, emir veren sesler ve tehdit sesleri şeklindedir. Bazıları görme varsanımı gibi cinlerin ve Tanrı’nm sesini işitirler. Tıp kı görme varsanımlarmdaki gibi ölülerin, peygamberlerin, şeytanın sesini duyarlar.” “Peki, hocam bu videosunu izlediğimiz, sizin hastalarınız ne düşü nüyor görüntüler hakkında?” diye sordu öğrencilerden biri. “Cin mi, peri mi, şeytan mı? Hayal mi? Yoksa gerçekten olduğuna mı inanıyorlar?” Saltı: “Bunların pek çoğu gördüklerinin gerçek olduğuna inanıyordu.” dedi. Yeniden tahtaya dönerek az önceki videoyu biraz ileri sardı: “Geçenlerde evin girişinde iki bayan gördüm. Üstlerine ince bir şey giymişler. Elbiselerin orada.” diyordu hasta. “Antrede?” diye duyduğunu teyit ettirmek isteyen bir ses tonuyln sormuştu Saltı. “Elbiseleri mi insan zannettiniz, yani elbiseleri insan zannettiğinizi mi anladınız, yoksa bir insan mı gördünüz?” “Hayır, bir insan gördüm askılı elbise giymişti.” “Yani elbiselere bakıp bir yanılsama olduysa? Hasta: “Yo yo yo değil! Asla değil.” dedi. Başka bir video açtı. “Her yerde am a ben hayal görmüyorum onlar var.” diyordu hastn
SULTAN TAR1ACI
Stiltı: “Onlar var diyorsun am a senden başkası görmüyor?” "(»örmüyorlar am a ben hayal görmüyorum. Onlar gerçekten ora.U ar.” "Ilım...” hoşka videoda yine hastaya soruyordu: ‘ Ne düşünüyorsun peki bunlar hakkında? Ne bunlar? Kim? Cin mi, peri mi mesela? "Cin peri değil.” "Değil, hım m m .” Öğrencilerden biri: "I locam, size karşı yani sizin inanmayacağınızı düşünüp ‘Hayır, cin ıleğil.’ demiş am a gerçekte cin-şeytan olduğunu düşünm üş olabilir.” Snltı: “Olabiliri bilmiyoruz.” dedi. “Hastalar, doktora karşı her zaınnn samimi olmayabilir.” Arka sıralardan bir öğrenci sesini duyurm ak için yüksek sesle soru yordu: “Hocam, mesela bu kişiler yani hastalarınız, gördüklerinin gurçek olduğuna inanıyor. Öyleyse gördüklerine dokunabiliyorlar mı? Yani dokunm ayı denemişler mi? Çünkü eğer dokunabiliyorlarsa onları yanıltan sadece gözleri değil?” Snltı uzaklardan gelen bu soruyu çocuğu taklit eder şekilde sesini ıluyurmaya çalışır gibi yine bağırarak cevapladı: “Eveeet! Duyabili yorum sesini. Neyse ki sınıf olduğundan büyük değil. Yoksa eminim ılnha uzak bir köşeye otururdun. Sen de beni duyabiliyor musun? Vlmdi sorunun cevabını alabileceğimiz bir video açıyorum.” Sınıf gülüyordu. Soruyu soran öğrenci de güldü ve ön yerlerde boş olan lılr yere geçip oturdu. Snltı bir video çalıştırdı. Yine bir hastasına soruyordu: “Genel olarak »lynmksın ve onlarla uğraşıyorsun. Peki, sen onlarla uğraşırken m e
113
9
9
197 G Ü N
• BÖLÜM 1
sela onlara vurunca onlar ne yapıyor? “Korkuyorlar, yanıyorlar.” “Yanıyorlar?” “Evet, alev alev yanıyorlar.” “Alev alev yanıyorlar, sen görüyorsun?” “Evet.” “Acı çekiyor, bağırıyor, ağlıyorlar mı?” “Bağırmıyor da çırpınıyor.” “Hım.” Arka sıradan öne gelmiş öğrenci soruyordu: “Hocam onlarla konuşuyorlar mı? Az önce şizofreni hastaları bazı sesler duyabilir demiştiniz?” Saltı: “Psikiyatri derslerinden bilirsiniz şizofreni hastalarında sadece varsanım değil, delüzyon dediğimiz saplantılar da olur. Bu saplantı lar aslında çok çeşitlilik gösteriyor. Mesela aklının okunduğu ki bu iç Anadolu’daki hastalarımızda daha sıktır. Kendine kötülük yapılacağı veya zehirleneceği hissi, düşüncelerinin yayıldığı ve herkese ulaştığı hissi, başkalarının kendi düşüncelerini uzaktan etkilediği hissi...” Yeniden projeksiyona döndü. Hasta: “Pencereden giriyorlar. Koskoca camı kaldırıyorlar evin içine giriyorlar.” “Sonra?” “Parmağını oynatıyor klima ikiye bölünüyor.” “Klimayı düşürüyor kırıyor?” “Hayır, klima düşmüyor havada dönüyor.” Saltı: “Nasıl? Parmağını oynatıyor ve klima havada dönüyor?”
114
SULTAN TARLACI
)i, biz böyle şeyler izlemek için sinem aya gidiyoruz adam lar üç ¿utlu bedava izliyor.” dedi öğrencilerden biri. “Yine de şikâyet yor y a.” önce akrepten korkan kız öğrenci: “insanlarla dalga geçmeyin nam mı!” diye uyardı. defa yine az önce kızın taklidini yapan uzun saçlı erkek öğrenci ıe kızı taklit eder şekilde yanındaki arkadaşına vurdu. Öteki “Vurı tam am mı!” diyerek taklide karşılık veriyordu. İti: “Peki, mesela gece görüyorsun klimayı kırdı. Sabah bakıyorn klima sapasağlam ?” ısta: “S abah aynen sapasağlam yerine koyuyor. O pencereyi çıkaor mesela başkası d a tam ir ediyor.” aşkası tamir ediyor, yani birileri bozuyor birileri yapıyor.” vet, birileri yapıyor.” nladım.” nıftan gülüşmeler duyuldu. “Biri kırıyor öteki yapıyor.” diyordu ¡renciler. iadece görüntüyü mü görüyorsun yoksa bunlar konuşuyor mu? ına bir şey söylüyorlar mı?” diye soruyordu Saltı hastanın birine. fayır hayır benimle konuşmuyorlar. Onları görüyorum böyle, mdi başlarına.” diye cevapladı hasta. -Iım seninle ilgilenmiyorlar yani.” ■layır hayır asla. Saldırmak yok. Ama görüyorum, korkuyorum, imde bir korku...” altı yeni bir video açmış ve sınıfın arka tarafına doğru yürümeye ışlamıştı. H asta şöyle diyordu: Şakıyor.”
115
9
197 G Ü N
’ BÖLÜM 1
Saltı: “Seni görüyor m u?” “Görüyor, görüyor konuştuk bile...” “Konuştunuz?” “Evet.” “Ne konuştunuz?” “O na didim ki misafir bir kalır iki kalır. Bu ne böyle günlerdir? Gidin gari ben istemiyom sizi didim .” “Hım o ne dedi?” “Kardeşiz kardeş dedi.” “Sana zarar veriyorlar mı? Gece üstüne atlama, boğma, tecavüz etm e?” Bunu sorarken hastaların bazen bu tür utanç verici varsanımları sakladıklarını düşünmüştü. Özellikle de yanlarında doktor dışında bir yakınları var ise. D aha geçen yıl, beş yıldır takip ettiği hastasının, sabahları ve uyku sırasında daha sık ortaya çıkan, utanç veren ve şaşırtan bir şekilde dört adam ın kendisiyle konuştuğunu ve birinin ‘Sana tecavüz edeceğiz’ dediğini anlattığını hatırladı. Yaşlı hasta bu sıkıntı ile neredeyse iki yıl yaşamıştı ve doktora konuyu açmamıştı. Onları görmüyor olsa da iki adam ın onu tuttuğunu, onu tecavüz ettiklerini ve içlerinden birinin penisini ısırdığını hissettiği ni söylüyordu. Bu hislerin ağrılı olduğunu ve büyük bir rahatsızlık hissettiğini de söylüyordu. Genellikle bunlara iç görüsü oluyor vıbunların m uhtemelen varsanım olduğunu biliyordu ancak çok canlı ve rahatsız edici olduklarından bu adamlarla sıkça mücadele ediyor du. Tecavüzün geceleri hatta uyurken bile devam ettiğini söylemişti çünkü uykuda mı uyanık mı olduğunu karıştırıyordu. Kızı bunları duyunca şaşırmıştı. Geceleri babasının nedensiz çığlık atm a ve bo ğuşmalarının anlamını epey geç öğrenmişti. “Hayır. Hiç hiç hiç bana zararları yok.” “Hım. Yani onlar orada kendi halinde uğraşıyor.”
SULTAN TARLACI
rada kendi halinde eşyalarla uğraşıyorlar.” rencilerden biri: ocam hastalar hep yaşlı. Yaş grubu hep 70-90 arası galiba.” jet, bu k onuda yaşlı kişilerde olan Lewy cisimcikli bunam ada m e varsanımları çok sıktır.” dedi Saltı. “Hastaların beşte birinde ıtlaka vardır. Nesneleri hareket edermiş gibi görme, evin içinde jayan aileler ve insanlar görmeye kadar geniş bir yelpazede görsel fitlilik olabilir. Bu hastalar olmayan bir şeyi gördüklerini bilirler ve ndan rahatsızlık duyarlar. Yani şizofren hastaları gibi görüntüleri ıiplenmezler. Bu önemli bir ipucudur arkadaşlar. Böyle bir hasliz var ise yüzde seksen beş Alzheimer değil Lewy bunam asıdır.” an düşündü: iğer nadir karşılaşılan bir neden Charles-Bonnet sendrom udur.” di. “Bu durum görme bozukluğu veya eksikliğinden kaynaklanır. >z tansiyonu, maküler dejenerasyon, katarak gibi nedenlerle gör: azalınca veya kaybolunca yerine varsanımlar girer. Bu kişiler lellikle ileri yaşta olduğundan ve bunam aları da olabileceğinden >i üst üste oturur. Hele bir-de yalnız yaşıyorlar ise ortalık sanal rsel kâbusa dönebilir. Hayvanlar, yüzler, nesneler. Üstelik bunları kat çekici derecede çok net ve detaylı görürler. Gerçekten daha •çek ayrıntılarla.” rsüden sınıfın arkasına doğru yavaş yavaş yürüyordu. aşta da söyledim sara atakları da beyinde elektrik kaçakları yapıp rsel varsanımlar gösterebilir kişiye. Çoğu zam an basit, ani çakmaflaşlar ve renkli lekeler şeklindedirler. Ancak elektrik kaçağının rme beyin kabuğunun merkezinin dışına yayılması ile daha zenı içerikli görüntüler algılarlar. Bu konuda nörologlar ile psikiyatler anlaşam asa da, sara hastalığına bağlı karmaşık varsanımlar rülebilir. Kelebekler, uçan bebek yüzleri gibi. Ve migren toplumçok sık, neredeyse dört kişiden birinde var. Bu kişilerin de üçte
117
9
9
l ‘>7 C.ÜN • BÖLÜM 1
birinde ağrıdan önce görüntüler görülür. Görme, alnının ortasında başlayan tek yanlı, renksiz bir zig zag ile başlar ve büyüyerek kenara doğru ilerler genellikle. 15-60 dakika sürer ve sıklıkla ardından karşı baş yarısında baş ağrısı başlar. Renkli görüntüler görenler de olabilir. Migren kom asında ve felçli migren durum unda epey renkli ve hare ketli varsanımlar olabilir. Son olarak beyin dam ar tıkanıklıklarında da renkli, içinde kişilerin olduğu bir film senaryosu gibi varsanımlar görülür. Hatta görüntüler, dam ar tıkanması olm adan bir iki gün önce başlar, dam ar tıkanması olduktan bir hafta sonraya kadar film oynam aya devam eder. Ataklar şeklindedir ve her görüntü fragmanı beş dakika kadar sürebileceği gibi kısa metrajlı film gibi bir saat de sürebilir. Hastalar bu görüntülerin farkındadırlar ve bu görüntüleri ilginç veya eğlendirici bulurlar. LSD, ektazi gibi bazı ilaçlar da varsanım görmeye neden olur.” Kız öğrencilerden biri: “Hocam, bir de saplantılı âşık olma hissi var ki bu, hastaların yüzde altısında görülür.” dedi gülümseyerek. Saltı: “Evet, doğru.” diye onayladı. “Bu kişilerde mistik saplantılar da vardır. Mesela ölüp yeniden hem en ardından dirileceği, dünya nın sonunun geldiği ve dünyanın yok olacağı gibi. Her durum da içinizdeki birinde bu tür hisler var ise önce bir psikiyatriste uğrasın, durum u düzelmez ise sonra gene bir psikiyatriste uğrasın bence.” Aynı saatlerde Federico, Nilgün H anım ’m odasından ayrılırken bu zavallı kadının bir psikiyatriste uğraması gerektiğini düşünüyor ol malıydı.
I IH
“N için d u yu la r dışı algıyı psikolojik bir gerçek olarak kabul etm iyoruz? Bu ko n u d a bizi inandıracak kadar yeterli ka n ıt ileri sü r ü lm ü ş tü r” D onald Hebby 1951 Dr. Saltı p a yla ştı , 173 gün önce
13. G ü n
Çünkü devamlı, gördüğü en küçük olayda bile aşırıya kaçan tepki lerle “Sonra ne olacak?” diye sorduktan sonra cevabını yine kendi verir, uzun uzun anlatm aya başlar, sözlerinin sonunu -nasıl yapar bilinmez am a- muhakkak muhtemel bir kötü olaya bağlardı. En basitinden yeni aldığınız kıyafeti ona göstermeye kalksanız, bunu aldın, giyeceksin am a sonra ne olacak diye başladıktan sonra fazla pamuklu değilse naylon karışık kıyafetlerin teri emmediğinden, o terin sırtında soğuduktan sonra üşüteceğinden, sen üşütürsen sana kim bakacağından, o yaşlı haliyle onun bakmasını mı beklediğinden onun kendine bakacak hali olmadığından senin onu hiç mi düşün mediğinden yakınır; yüzde yüz pamuklu olsa bu tür kıyafetlerin en düşük derecede bile çekip küçüleceğinden, sonra ne olacağından, aynı kıyafeti yeniden mi alacağını m erak ettiğinden yoksa bu kıya feti bir kez giymek için mi aldığından; kum aşında eleştirecek yön bulamazsa şekline takılırdı. Farz-ı misal çok açık olduğundan, o yaşta artık o kadar açık giyin memen gerektiğinden, giyersen tanıdıklardan biri bir laf etse, o da eşinin kulağına gitse onun ne kadar kızacağını bilmiyormuş gibi ne den böyle davrandığından yakınmalarına devam ederdi. İkiniz kav
1'>7c; ü n • b ö l ü m ı
ga edince barıştırmak için onun ne kadar uğraştığını sanki bilmedi ğinden, evde böyle tatsızlıkların ortamı nasıl soğuttuğunu, senin bu yaşta bu yaşlı kadını üzmeye hiç mi utanm adığından dem vururdu. Kıyafet kapalı olsa neden bu kadar kapalı giydiğinden, o yaşta o bile o kadar kapanm adığından, diğer kadınları hiç mi görmediğinden, kendine bakıp biraz çekici bir şeyler giymezse eşinin başka kadınlara bakm aya hakkı olup olmadığını kendisinin söylemesinden, eşi baş kalarına bakacak olursa işin ayrılığa gelip varm asından hiç mi kork madığından, onlar ayrılırsa bu yaşlı kadının ne kadar üzüleceğini hiç mi düşünmediğini sorardı. Kıyafetin hem kumaşı hem açıklık-kapalılık ölçüsü iyi olsa, evet güzel olabilir am a şimdi bunun ne gereği olduğunu anlamadığından, her aklına esişte alışveriş yaparsa bunun önüne nasıl geçileceğinden, eski zam anlarda yaşamış olmadığın için böyle davrandığından, yaşasaydın elindekinin kıymetini bileceğin den am a yine de öğrenm en gerektiğinden, dünyanın halinin belli olmayacağından, muhtemel savaşların kapıda beklediğinden, bir dilim ekmeğe her an m uhtaç olunabileceğinden bahseder dururdu. Hakikaten merak ettiğini eklerdi. Bir savaş çıkacak olsa bu yaşlı ka dının halini hiç mi düşünmem ekteydin? Ancak Safiye Hanım bir kı yafetten yola çıkarak dünyada savaş çıkarır ve sonunda yine kimse değil, kendi mağdur olurdu. Beyni hayatta her zam an üç şekilde ça lışırdı: Sonrasını düşünmek, hep olumsuzlukları düşünmek, o olum suzluklardan kendini korumak. Hayatı boyunca bu şekilde yaşamış bir kadının mantık yürütmediği zam anlarda bile beyninin “Sonra ne olacak?” şeklinde çalışması normaldir. Kapı çaldığında öğleden sonra saat ikiye yaklaşıyordu. “Açın kapıyı, açın!” diye bağırdı oturduğu yerden. Nasıl d a bağırtı yorlardı şu yaşlı kadını. Bağıra bağıra ses telleri incinse nasıl acıyacaktı boğazı hiç düşünmüyorlar mıydı? İlla söyletmeleri mi lazımdı. Zili duymuyorlar mıydı? “Ben size söylememiş miydim? Geldi işte.” dedi ağzının içinde.
SULTAN TARLACI
rada onun ağzından duym aya alışık olduğumuz iki şey vardır: incisi yerinden hiç kalkm adan etrafa savurduğu direktifler (açın Diyı gibi); diğeri “Ben size söylememiş miydim?” sözüdür. O, mukkak her şeyi “önceden” söylemiş olur, bunu da “sonradan” her fasında hatırlatırdı. Hayatın hiçbir koşuşturmasında rol alm adan, köşede oturup sürekli izleyici pozisyonunda, bir sonraki sahneye ir tahminler yürütenler çok defa haklı çıkar. Bu nedenle oturduyerden kalkmayan Safiye H anım ’ın hem en her konuda özellik‘gelecek” konusunda haklı çıkmasını aynı sebebe bağlarım ben. rm al insanların koşuşturma anında durup düşünecek ve bu tür i “zihinsel” faaliyetlerle uğraşacak zamanları yoktur. Onlar önlerigelen sahneyi bir an önce oynamakla görevlidir. onun gibiler? Canı tatlı ve yapacak hiçbir işi olmayan seksenini yirmiş bu kadın? Belki hayatta en büyük ve aslında tek sıkıntııenüz olmamış am a ya olursa diye düşündüğü şeylerin başına me korkusudur. Bu nedenle yerinden kalkmadığı kanepesinde çatlasın oradan düşmek veya küçük parm ağını kanepenin bir şeşine sürtmek kadar olabilecek bir tehlike için bile sürekli tetikte rur, olmaması için elinden gelen tek şeyi, duayı, hem en her daa etmese de -aslına bakarsanız ibadetlerle de hiç işi olmaz- ne nan kandillerde, arifelerde, mahalleye bir hoca hanım kız gelse sohbet edip birkaç sure okusa o tür m ekânlarda, mevlitlerde, gramlarda, Cum a günlerinde yani bulduğu herhangi bir dua or u n d a Tanrı’nın kendisine uzun öm ür vermesi, ağır hastalıklar, bü< felaketlerden koruması, umulmadık dertler, m addi zorluklar, en siti iç sıkıntısı, hatta eline batacak dikenden dahi sakınması, bun yanında hayal edilemeyen güzellikler, m addî m anevî ferahlıkmutluluklar bahşetmesi, lütuflarının hem bu dünyada hem öbür nyada olması, gelmiş geçmiş, büyük küçük, bildiği bilmediği tüm nahlarını affetmesi hususunda sıklıkla yakarırdı. esnada zaten hiçbir günahı olmadığı aklına gelirdi. Bunu dillen ecek olursa saygısız biri çıkar da “Evet am a Safiye Hanım seksen
121
9
'
D 7 C İÜ N
’ BÖLÜM 1
yaşını aştın hiç ibadet etmedin. Namaz kılmadın, Kur’ an okumadın. Ömrünü televizyon karşısında geçirdin, son zam anlarda bir de in ternete dadandın.” dem ek gibi bir edepsizlik yapacak olursa, Safiye H anım ’ın da cevabı hazırdı. Ana fikrinde yapılan ibadetin değil, ahirette Allah’ın m erhametinin geçerli olduğunu içeren dinî hikâyeler anlatır, kişilerin önü sonu Allah’ın merhametiyle kurtulacağını söy lerdi. Öyle ya canım. Allah ona neden m erham et etmeyecekti? Ne yapmıştı şu yaşına kadar? Hırsızlık yapmış mıydı? Adam öldürmüş müydü? Zina etmiş miydi? Allah elbette ki ona cenneti bahşedecek ti. Ara sıra bazı kehanetlerde bulunm aktan başkaca suçu var mıydı? E o kadar günah da her kulda olurdu. O da olmasa Allah onu insan değil melek yaratırdı öyle değil miydi? Üstelik gözünün önüne gelen görüntüleri de Allah göstermiyor muydu? Bu kehanetlerden birini dillendirirken oturduğu kanepenin ucuna iyice, anlatacağı şeyler için iştahlıca gelir kalın camlı gözlüklerini kar şıya dimdik diker “İşte böylece bir an gözümün önüne gelip gidiver di.” diye anlatırdı. Hayır hayır bu görüntüler asla uyurken gelmezdi. Uyanıkken gördüğünü mutlaka belirtirdi. Öyle uzun da sürmezdi. Televizyon mu sanıyordu dinleyenler onu? Bir anda olup biterdi. Kuş gördüm de haber alacağıma geliyor denir miydi hiç. Rüya mı sandınızdı siz bunu? Kuş görmüşse kuş görmüştü. Bir de Safiye H anım ’ın rüyaları çıkar derler de Safiye Hanım anla tamazdı, “Buna rüya denmez. Uyanıkken görüyorum ne rüyası?” diye. Uyanıkken görülenle uyurken görülen birbirinden farklıydı. Görm eyen ne bilecekti. Hadi canım oradandı. Dinleyenler ona dik katlice bakardı. Çoktan tım arhaneye yatırılması gerekirdi hem de olaya neresinden bakılırsa bakılsın. Söyledikleri hayalse (bir kısmı için evet) bu kadının kesinlikle tedavisi şarttı. Eğer değilse (bir kısmı için hayır) her şeyi bilen bu kadından kurtulmak lazımdı. Yok, canım latifeydi elbette -kimse onu tım arhane köşelerinde atacak değildiam a Safiye H anım ’la da yaşam ak çok zordu. Bu bir gerçekti. Tut ki dayanam ayıp onu hastaneye yatırsalar onları eleştirecek olanlar
SULTAN TARLACI
bıçağın kemiğe dayandığı raddeden ne kadar haberdar olabilirlerdi ki? En basiti, akşam yemeklerinden sonraki oturm alar çoğu zaman diken üstünde geçerdi. O akşamın en tedirgini o günlerde ailede en gizli saklı zararlı işler yapan olurdu. Bu, gününe ve zam anına göre değişirdi. Aile bireylerinin tek dayanak noktası kendinden başka gizli işleri olan başka bir aile bireyinin olması ihtimaliydi. Herkes bu umutla gizliden saklıya ara ara birbirine bakar, yalnız bu konuda hiç konuş mazdı. Sonra yine ara ara belli etm emeye çalışarak -elbette onun seçtiği kanalda- televizyona bakan Safiye H anım ’a bakarlar, Safiye Hanım bu bakışlardan haberi olduğu halde kötü bir oyunculukla haberi yokmuş gibi davranır, suratında belli belirsiz dolaşan alay ifa desi aile bireylerini felç etmeye yeterdi. Bir süre sonra Safiye Hanım ailede seçtiği birinden “Bana bir su getiriver.” der -bu kişi ailenin en küçüğünden en büyük oğluna kadar herkesi kapsar- ve herkesin içinde bir şüphe bırakırdı. “Acaba Safiye Hanım o gün su istediği kişinin mi özel hayatına bakmıştı?” Suyu içtikten sonra yanı başında dikilmekte olan görevlinin eline boş bardağı bırakırken takındığı su rat ifadesine kadar bakılırdı. Sinirli mi verecekti, yoksa yum uşak bir ifadeyle mi? Ah gördüklerine tam am en hayal deyip geçebilselerdi. Yalnız burun aksini ispat için ailede herkesin pek çok kez şahit oldu ğu olaylar vardı. Çok yakınlarda yaşanmış bir olay, akrabalarından birinin ona haber verm eden uzunca boylu bir subaya kızı nişanlamasıydı. Safiye H anım ’ın yine özel bilgileri ortaya dökmesiyle yıllar önce Safiçe H anım ’a küsmüş ve tüm görüşmeleri kesmiş akrabasını Safiye Hanım nişandan bir saat sonra bizzat arayıp tebrik edivermişti de tüm îülale ‘Kim haber verdi ona?’ diye birbirlerine düşmüştü. Safiye Harım bu tür durum larda gelinlerinden birinden bir fincan keyif kahvzsi isterdi. Bu tür durum larda ona gıpta edenler olurdu; yalnız köti olaylar gördüğünde kısa süreli depresyonlara girer, ne den diğer nsanlar gibi olmadığına üzülürdü.
123
9
>
l'V C İU N ■ BÖLÜM 1
Onu son zam anlarda en çok üzen pek sevdiği çocukluk arkadaşı ahretliğinin karşıdan karşıya geçerken trafik kazasında ölüşünü gör mek olmuştu. Evet, bu görüsü de çıkmıştı, hem de hem en o gün. (Allah kendini öyle felaketlerden saklasındı.) Bu olayın gerçekleşti ğini öğrenir öğrenmez en yakın camiye gidip Allah’ın kendini benzer felaketlerden esirgemesi için nam azdan çıkan cami cemaatine güllü lokum dağıtıp birkaç çocuğa sadaka vermekten arkadaşının cenaze sine katılamamıştı. Az sadaka çok bela savardı. Safiye Hanım bu sö zün aslını her zaman çok bela savmak için sadaka miktarını oldukça az tutmak olarak anlamıştı. Bu nedenle onun sadakaya ayırdığı büt çe hiçbir zam an bir kutu güllü lokum ve üç beş kuruş paradan öteye geçmezdi. Çok sadaka verse çok bela savmayacağından korkardı. İşin aslına bakılacak olursa bu denli saf bir insandı. Asla kötü değildi. Kimseye kırıcı bir laf d a etmezdi ve insanlar arasında ara bozuculuk d a yapmazdı. Pek çok yaşlıda olan yemek seçme huyu dahi yoktu. Safiye H anım ’la yaşamak zor değildi. Değildi de gizli saklı, özelinin olmadığı bir ortam da yaşamaktı. İnsanı kanser ederdi. Ben mi? Geliniydim. Safiye Hanım kayınvalidemdir. Bu kadın daha bizi de öldürür demiştim de kimse inanmamıştı. Kimler gitti ondan önce. Yaşıtları zaten çoktan öldü am a kendinden de küçük de kim leri gönderdi. Ben mesela. Gelinlerinin ortancasıydım. Yüksek tan siyonum çıktı ne olduğumu anlayam adan gözümü bir açtım, ölmü şüm.' Kısacası boşuna beklerler onun ölümünü. Seksen üç yaşında taş gibi. Ne ölür ne sürünür daha. Herhangi bir hastalığı da yok. Geçenlerde sırtında olan bir ağrıdan doktora gitmişti. Bugün de sabahtan beri “doktor gelecek” sözünü ağzına dolamış, az önce çalan kapıyla heyecana kapılmıştı. “İyi günler!” dedi kapıdaki adam . “Rahatsız ettiğim için kusura bak mayın. Ben, Dr. Saltı. Safiye H anım ’ın evi mi?” Bu doktoru daha önce hiç görmemiştim. “Evet.” dedi küçük gelin kapıda doktora yol gösterirken: “Annem sizi bekliyor.”
12-1
SULTAN TARLACI
)oktor gülümseyip eşikten adımını atıyordu ki bir an durup: “Beni T İ ? ” dedi. “N eden?” “Bilmem. N eden gelmiştiniz?” Ben, ziyaretine gelmiştim. Haberi var mıydı?” Vardır, vardır.” dedi küçük gelin “Muhtemelen” anlam ında bir duarsızlıkla doktorun önüne terlik çevirirken. Doktor “Öyle mi?” anımına gelen bir bakışla kaşlarını kaldırdı. Gösterilen odaya doğru ürürken açık kapıdan Safiye H anım ’ın sırtı açık kanepeye uzanmış alini gördü. Selam verm eden önce şaşkınlıkla: Hayırdır? Rahatsız mısınız?” \h h h ...” diye inliyordu Safiye Hanım. “Yok yok.” dedi. “Hiçbir şeim yok.” Bu onun halini hatırını soranlara karşı tutunduğu tavırdı, alinden hiçbir şeyim yok diyerek sanki nazlanmıyor izlenimi oluşırur, hal ve hareketleriyle dünyanın en ağır ağrısını çekiyormuş gibi apardı. Mesela şu anda, doktor zile basm adan önce demir gibi sağ ım kanepesinde oturup evlendirme programmdakilerin geleceğine air tahminler yürütürken zil çalınmasıyla dünyanın en ağır hastası luvermişti. Kremimin sürülme saati geldi d e.” diye devam etti. “Sen geleceksin iye biraz bekledim, sürdürm edim geline.” Geleceğimi nereden biliyordunuz?” diye sordu doktor. Safiye Haım küçük geline yattığı yerden krem poşetini getirmesini işaret dip: “Esas sen benim evimi nereden buldun?” dedi doktora. Sen önce sorum a cevap ver bakalım .” dedi doktor kararlılıkla. Nereden biliyordun geleceğimi?” Bunların kapaklarını da nasıl yapıyorlar böyle sımsıkı.” dedi Safiye [anım doktorun dediklerini duym azdan gelerek. “Açamadım ki.” doktor, yaşlı kadının elindekinden vazgeçip kendi sorusuna cevap ermesi için kremi elinden alıp kapağını açıverdi: “Evet, soru sorum.
125
9
I ‘>7 CÎÜN ’ B Ö LÜ M İ
“Neden oldu bu sırtım böyle bilmiyorum.” dedi Safiye Hanım. “Oysa soğukta da durmadım, onu incitecek bir hareket de yapm a dım. Sor geline işte. Hiç yerim den kalkar mıyım?” “Belki de hiç yerinden kalkmadığın için olmuştur.” dedi doktor. “Hareket etm en gerek.” Hareket etmek mi? Safiye Hanım? Uyumak, televizyon izlemek, yemek yemek ve oturmak. Yaptığı tek iş budur. Yaşlanınca oldu zannetmeyin. Gençliğinde de böyleydi. On üç yaşında evlenip beş erkek evladını arka arkaya doğurmuş, sonra da onların her biri on sekiz yaşlarına gelince evlendirip her ge lini sırasıyla yanına almış. Böylelikle “Ben artık kayınvalide oldum .” dediği otuz beş yaşından beri oturuyor. Eskiden hiç olmazsa ayağa kalkıp hareket niyetine namaz kılarmış am a otuz beş yaşından son ra “Ben artık kâmil biriyim eğilip kalkmak zor.” diyerek oturduğu yerden hafif eğilerek kıldığı namazlarını artık iyice güçten kuvvetten düştüm, yaşlandım dediği elli yaşında tam am en boşlamış. Bu şekil de hiç yerinden kalkmaması bacaklarını bildiğiniz meşe kütüğü gibi yaptı. Otura otura yerinden kalkamaz hale geldi. Yine de gitmek istediği yere gider, kimse engel olamaz. Öyle zannediyorum, bu doktoru da geçenlerde gittiği hastane de bulmuştu. Yalnız doktora “Evi nereden buldun?” doktorun da “Geleceğimi nereden bildin?” diye sorduğuna bakılırsa yine Safiye Hanım ’m bir işler çevirdiği muhakkaktı. Belki de doktora gitmiş şu olağanüstü yeteneğinden bahsetmişti ki bahsetmediği kimse yoktu. Yaşadığım dönem de oturduğu kanepenin arkasındaki pencereyi açıp yolun karşısındaki konteynırı çöp kam yonuna indiren temizlik işçilerinden birine seslenerek anlattığı bir “görü”süne şahit olmuş tum. O ndan sonra ölene kadar hiçbir şeye şaşırmadım. Bir süre sonra bu alışkanlığı ve söylediklerinin çıkmasıyla ev neredeyse biı çeşit tılsımlarla anılmaya başlanmış, her gün sanki türbe gibi onlarc. ziyaretçisi olmuştu. Gelenler ilk başta misafirmiş gibi ağırlanmış arrv
SULTAN TARLACI
daha sonra ziyaretçilerin artmasıyla o zamanlar yaşayan rahmetli kaym babam ın dükkânda kulağına gitmişti. Bir hışımla işten çıkıp gelmiş, evi yıkarcasına “Sen bizim adımızı sahtekâra, şarlatana, cin ciye, büyücüye mi çıkaracaksın be kadın!” diyerek Safiye H anım ’a bağırmış, misafirleri de kovmuştu. Fakat yine de çocuğunun üni versiteyi kazanıp kazanam ayacağına, evlenip evlenemeyeceğine, çocuğu olup olmayacağına, iş bulup bulam ayacağına bir bakıvermesi için Safiye H anım ’m kapısı kapanmaz olunca çareyi o şehirden taşınmakta bulmuştuk. Taşınma boyunca bir kalem dahi taşımaya yardım etmemiş Safiye Hanım, yeni eve ilk önce kendi kanepesini koydurup üzerine çıkmış, ne kadar yorulduğundan ve yıprandığın dan dem vurarak ölmesi için eşine olmadık beddualar etmişti. Onun bedduasından denem ez am a bu olaydan kısa süre sonra rah metli ölünce ne ağlamıştı Safiye Hanım. Çok severdi eşini. O üzün tüyle bir ay kadar kimsenin özel hayatına bile “bakam adı” da yine de eşinin kırkı çıkana kadar bekleyemedi. Otuz beşinci gününde miydi bilmem, bir yandan oturduğu -hiç kalkmadığı- kanepesinde eşinin ölümüne gözünden yaşlar sicim gibi süzülürken, iniltisinin arasında “Mekânı cennet efendinin cenazesine gelen Gül Peri H anım ’ın oğlu da ne kadar büyümüş, evlilik çağına gelmiş.” şeklinde giriş yaptık tan sonra “Bizim Topal Şeym a’nm kızına mı göz koymuş, bilmem.” deyivermişti. Aman bu o kadar önemli bir iddiadır ki, anlatsam ben İşin içinden çıkamam. Size şu kadarını söyleyeyim, Gül Peri Hanım İle Topal Şeym a gençliklerinde aynı kişiye âşık olup Topal Şeym a kapmıştı adamı. Kapmıştı kapm asına da kocası da evliliklerinin ilk yıllarında Gül Peri’yle az kırıştırmamıştı. Eski hasım bunlar. Mümkün değildi dünür olmaları. Hepimiz şaşırmıştık da Safiye Hanım bu haberi verince bir kişi de devamını soramamıştı; rahmetli kayın babam ın daha kırkı çıkma dan onun bunun hakkında böyle konuşmanın doğru olmayacağını düşündüğü için. Neyse ki içimizden biri bu konuda soru sorulmasa da konuya dair en ufak bir şey söylense Safiye H anım ’ın ağzının
127
9
r>7 (.¡UN ' B Ö LÜ M İ
açılacağını anlayıp: “Hayat... Belli mi olur. Birileri ölürken birileri doğar, birileri de evlenir işte.” demişti. Diğerleri ‘Ya öyle öyle...’ diye destek vermiş, Safiye Hanım da “Öyle öyle. Topal Şeym a’nın kızı nın da onda mı gözü var bilmem. Aralarında da bir şey olmuşsa. Allah bilir... ” demesiyle biz nefeslerimizi tutmuşken; “Oğlan da kızı kaçıracak mı bilmem.” diye ağzının içinde ıslanmayan baklayı so nunda çıkarıvermişti. Neden dedikodu için kocasının kırkının çıkmasını beş gün daha bekleyemediğini ertesi gün Gül Peri’nin oğluyla Topal Şeym a’nın kızının kaçtığını duyunca anladık. Meğer olay acilmiş ki söylemeden duramamış. Peki, nereden biliyor böyle şeyleri, cinci midir, üfürükçü müdür? Ben daha ne cin adını ağzına aldığını ne bu işlerle uğraşan cincilere, üfü rükçülere gittiğini gördüm; ne de başkalarından böyle bir şey işittim. Hatta sorsanız cine, cinciye, üfürüğe, üfürükçüye de belki inanmaz. O sadece tembel ve meraklı biri. Bu yönde sabahtan akşam a kadar bom boş oturup sadece düşünmesinin, onu bir şekilde algı olarak farklı bilgilere ulaştırdığını düşünüyorum . Bu durum da, kullandığı tek organı olan beynini oturduğu yerden onun bunun özel hayatı değil, bir fizik denklemini düşünm eye yorsaydı, bu potansiyelle ünlü fizikçi Hawking’in yerini alabilirdi am a herkesin ilgi alanı farklı işte. Bu benim tahminim elbette. Doktorun merakına bakılacak olursa belki bu konuda bir araştırma yapabilir ve gerçek sebebini bulabilir. Yalnız bunun öncesinde Safiye H anım ’a “taham m ül” meselesi var dır. İnsanın sabrını zorlayan taham m ül imtihanı. Küçük gelinin açılan kremi görünce sürmek için yaklaşmasıyla “Sen dur kızım. ” dedi. “Aaa... Doktor Bey varken sana mı düştü krem sürmek?” “Yok.” dedi Doktor. “Lütfen. Rica ederim siz sürün.” Gelinin yeni bir hamle yapmasıyla. “Yok.” dedi Safiye Hanım
128
SULTAN TARLACI
‘Herkes bildiği işi yapsın.” Birden doktora dönüp: “Ne içersin dokor oğlum?” dedi. 3u soru doktoru dalgınlığından uyandırmış am a soruyu algılaması na yeterli olmamıştı. Birden: “Genellikle sık sık ziyaretinize gelen bir ioktor var mıdır?” dedi. Allah esirgesin.” demişti Safiye Hanım. “Ne için gerekli o?” Dudakarı birden sarkmıştı. “Yoksa bende böyle bir şeye elzem bir hastalık nı gördün?” Hayır.” dedi doktor. Annemin herhangi bir rahatsızlığı yok.” dedi gelin hanım. “Buraya [elen ilk doktor sizsiniz. Ben bu yaşıma kadar onun tansiyonunun Yükseldiğini bile görm edim .” lu sözlerde Safiye H anım ’ı rahatsız eden bir şeyler vardı. Az önce
arkan dudaklarını sabırla büzdü. Derin bir nefes aldı. “Haydi, kıım Doktor Bey’e arzusuna göre bir şeyler ikram et.” dedi. Tüm [elinlerini eğitmiş, bir şu densizi yola getirememişti. Annesinin bir ahatsızlığı yokmuş, tansiyonu bile çıkmamış, hiç doktor gelmemiş, dazara inanırdı Safiye Hanım. Vallahi başına bir şey gelecek olursa >u gelinin gözünün nazarıydı. Ne içersiniz?” dedi gelin hanım doktora dönüp. 3enç doktor yine dalgındı am a bu defa soruyu duyabildi. “Size ahm et olmazsa bir çay içerim.” dedi. Safiye hanım a sorm a gere li duymamıştı küçük gelin. O her daim kahve içerdi. Gelin bu söz ızerine zaten kapıdan çıkmak üzereyken Safiye Hanım baş işaretiyle apıdan çıkmasını işaret etti. Bu işarette az önceki lüzumsuz sözünlen sonra daha fazla çam devirm eden çıkması gerektiği uyarısı var lı am a neredeydi gelinde bu uyarıyı anlayabilecek feraset. Safiye lanım on sekiz yıllık gelini hakkında ara ara düşünürdü. Acaba onu ığluna almakla yanlış mı yapmıştı? Dönmek için geç mi kalmıştı?
129
9
197 (¡Ü N
■ BÖLÜM 1
O bu düşüncelerle dalmışken doktor, sırtına istenen kremi sürerse (ki biliyordu o kremi sürm eden bu evden çıkamayacaktı) m erak ettiği şeylerin cevabını alabilecekti. “Onlara sorsan taş gibiyim.” diyordu Safiye Hanım. “Gel bir de bana sor. Karşıdan baksan koca çınar am a içimi yemiş kurtlar. Tam teşekküllü bir tetkikten geçsem ne hastalıklar çıkar ne hastalıklar.” Sırtına düşen soğuk kremle sanki zemheri ayında dışarıda kalmış gibi titreyerek: “Orası değil dedi. Biraz daha sağ tarafa...” dedi. “Krem için beni beklemeniz ilginç.” dedi doktor. “Öyle mi?” dedi Safiye Hanım. “Siz ne için gelmiştiniz?” “Yok.” dedi doktor. “Yani geleceğimi önceden bilip krem için beni beklemenizden bahsediyorum. Yani bu sabah. Ben bile buraya gele ceğimi bilmiyordum.” İşini tamamlamış, krem kapağını kapatıyordu. “Çok uzun cümleler kuruyorsun doktor oğlum.” dedi Safiye Hanım. “Benim gibi yaşlı bir kadın ne anlasın?” Hafifçe inledi. Şu halini gören kemikleri kırılmış zannederdi. “Özellikle böyle hasta ve ağrılı zaman larımda.” diye ekledi. “Canın neredeyse aklın orada derler ya. İnan ki ağrımdan ne dediğini anlayamıyorum. Biraz iyileşseydim bari.” Doktor bu söz üzerine biraz daha krem sürmek gerektiğini anlayıp kapağı yeniden açtı ve sürmeye başladı. “Geleceği bildiğinden bahsediyordun o gün.” dedi. “A aa.” diye doktora döndü Safiye Hanım. “Hiç öyle bir şey dem e dim. Geleceği yüce Allah’tan başkası bilemez. Ben ancak tahmin ederim .” “Her neyse.” dedi doktor yaşlı kadının sırtında daireler çizerken. “Nasıl tahm in ediyorsun?” “Bunun nasılı mı olur evladım?” Boynunu sağ tarafa kırmış, ağrıyan bölgeyi doktora işaret etmeye çalışıyordu. “Sen hayatında hiçbir şey tahmin etmedin mi?”
10
SULTAN TARLACI
“Ettim.” “Ee... ” “Ettim am a hiçbir varsayım olm adan değil.” “Ben anlayam am o dediklerini.” “Yani diyorum ki ben buraya ara sıra gelen biri olsam ya da benden başka bir doktor buraya sıklıkla gelse ve sen de bugün doktor gele cek desen, bu tahmini anlayabilirim. Yalnız benim buraya geleceği me dair hiçbir işaret yokken bunu nasıl bildin?” Doktor, Safiye H anım ’dan bir cevap beklemekteydi. Alamayınca “Bunu sadece sizden duymuş olsam inanmazdım biliyor m usunuz?” dedi. Bu sözde sanki Safiye H anım ’ı galeyana getirip ağzından laf alma çabası vardı. “Yalnız ben zile basınca kapıyı açan hanımefendi annem sizi bekliyordu.” dedi. Bu sözde de Safiye H anım ’a cesaret verme amacı... “Sonra o gün m uayenehanede bana bahsettiğiniz arkadaşınızın ölümünü önceden bildiğinize dair sözleriniz.” diye devam etti. “As lında benim için hiçbir önemi yok am a odaya az sonra gireceğini söylediğiniz iki kişinin siz söyledikten sonra gerçekten girmesi?” S a fiye hanım krem sürmekten m asaja dönm üş ve tüm kulunçlarının kırılmasını ister bir zevkle “Iıhhh...” çekti. Doktor hiç olmazsa cevap alana kadar bu işkenceye katlanm aya karar vermiş gibiydi. Kremin kapağını kapattıktan sonra yaşlı kadının eski bir poşet gibi buruşmuş sırtına masaj yapm aya devam ediyordu. “Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, size bazı tetkikler yapm ak iste rim.” dedi doktor. Doktor geldiğinden beri sanki kulakları ağır işitiyor rolü yapan Safiye Hanım birden dönüverdi. “Yaşlı bir kadının bedeni nasıl kaldırsın o dediğini?” dedi. Safiye Hanım sıklıkla hastalıklarına hiç baktırılma(lığından yakınır am a biri doktora götürmeyi teklif etse hastanede
131
9
I ‘)7 CilIN * BÖLÜM 1
ona çeşitli işkenceler yapılacağından korkarak asla gitmezdi. Kendi istediği zam an herhangi bir iğne ilaç olm adan veya makinelerle her hangi bir işlem yapm adan bir krem alacaktı o kadar. Onun haricinde olan uygulam alardan hoşlanmazdı. Ne diyordu şimdi genç çocuk. Her yerine iğne batırıp vücudunu kevgire çevireceği muhakkaktı. “Size bir şey olmayacak ki.” dedi doktor. “Korkmayın.” Safiye H anım ’m bu teklifi kabul etmesi imkânsızdı. Canını sokakta bulmamıştı o. Bak kalbi nasıl da hızlı hızlı atm aya başlamıştı. Gözleri doldu. “Tamam, sağ ol, eline sağlık.” dedi doktorun kremi sürmeyi bırakması için. “Nasıl oluyor?” dedi doktor kremim kapağını kapatırken. “Görüyor musun? Mesela bugün benim geleceğimi nasıl gördün? Beni kapıda mı gördün?” Başka zaman olsa Safiye Hanım iştahlıca anlatırdı am a şimdi canı sıkılmıştı. Bu genç doktor evden birine annenizi götürüp hastanede inceleyeceğim dese, yıllardır onu bu evden gönderm ek için can atan bu evlat olmadık terbiyesizler -emzirdiği sütler haram olsundu- he m en onu teslim eder, kurtulurlardı. “Benimki basit bit tahm in.” dedi fazla uzatmayarak. “Gerçek olduğuna nasıl inanayım?” “İnanmak istemezsen inanm a tabii.” İnanmazdı belki am a küçük gelinin kapıdaki annem sizi bekliyordu sözü? Ben elimi yıkayayım diyerek odadan çıktı. Çayı ve kahveyi getir mekte olan gelin hanımla koridorda karşılaştılar. Doktor bir an bir şey soracak oldu sonra vazgeçmiş olmalı ki gülümsemeyi tercih etti. Sonra aklına yeni gelmiş gibi banyoyu sordu. Doktor o gün aradığı cevapları bulam adan ayrıldı. Kalsa Safiye Hanım gerçekten hastalanacaktı. Bu doktor kim bilir inceleyeceğim
I
XI
SULTAN TARLACI
iye neler neler yapacaktı ona. Evlatlarına da hakkı haram olsundu. Bugün eve doktorun geldiğini ğzından kaçırmaması için gelini öğütlemeyi unutmadı. Bu kızı oğına neden almıştı? Çok pişmandı.
9
“D ünyada insandan daha fa zla aptal vardır!3 Heinrich H eine Dr. Saltı paylaştı , 167 g ün önce
17. G ün
Aaa... Nasıl tanımam hayatım! Tugay Bey dediğiniz bizim Tugay, Melek Kanadı Kuaför salonunun sahibi değil mi? Siz bakmayın, oranın eski adı Melek Kanadı Kuaför salonuydu. Sonra bir gün sahibi Tugay Bey’in -bak bana da ‘Bey’ dedirtiyorsu nuz- ansızın verdiği bir kararla güzellik salonuna dönüştürülmüş, o esnada ismi de Tugay’ın soy ismiyle aynı adı taşıyarak ‘Parlakkanat Güzellik Salonu’ oluvermişti. Hatta o zamanlar sıklıkla “Tugay, hadi kuaför salonunu büyüttün, güzellik merkezi haline getirdin onu anla dık da ismini neden değiştirdin? Aynen kalsaydı ya.” diye sormuştuk da o da her defasında aynı cevabı vermişti: “İlerde bir gün güzellik merkezi zincirlerim, kendi adım a saç modellerim olabilir. Hatta başlı başına bir m oda markası olabilirim. Soy ismimle anılayım şekerim.” Espriyle karışık yarı alaylı söylediği bu cevapta gerçek düşüncesinin de bu yönde olduğuna dair sezgiler duym am ak elde değildi. Başka hiçbir sebep söylememişti. Ayrıca Tugay şaka da olsa yalan söy leyen biri değildi ya da ben rastlamadım. Bunun yanında elbette böyle bir hayali olabilirdi, çünkü çok çalışkandı. Onu, Pinti Pan’ın
SULTAN TARLACl
lükkânma çırak olarak girdiği on üç yaşından beri tanırım. AIDS’e 'akalanmamıştım henüz. Otuz dört yaşlarımdaydım. Beni görecekin, Pinti Pan’m yoluma deli olduğu zamanlardı. Deli olurdu da pinilikten yanım a hiç uğrar mıydı bir sor bakalım? O zamanlar, şimdi "ugay’ın olan bu salon, Pinti Pan’ın erkek berber dükkânıydı. Benim le onun dükkânının tam karşısında randevu evim vardı. Bir gün bile ığramadı ki onu rahatlatayım. Bak ben ölüm üm den önce de sonra la çok erkek tanıdım. Sana şunu söyleyeyim, bir erkek, yakınındaki hatta tam karşısındaki- randevu evine bir defa bile gitmemişse ya lindar -ki aramızda kalsın bizim eve hacca gidip tüm günahlarını nübarek topraklara dökm eden önce kendine verdiği son bir günah ansıyla birlikte mahalle imamının bile gelmişliği vardır- ya tutkulu e sadık bir âşık ya da fena cimridir. Pinti Pan böyle yerlerden uzak alacak bir dindar değildi. Aşık olduğu kişinin sadık kalması gerekneyen biri -yani ben- olduğunu da düşünürseniz, yanım a bir defa ►ile uğram aması son seçenek olan cimriliğini daha da ortaya çıkarır anırım. Bizim m ahalleden, hatta semtten bizim eve gelmemiş bir 2k kişi Pinti Pan’dı. Eğer şehirde parası olan herkes evin yerini bilse ¡elir, koca şehirde yine bir tek Pinti Pan kalırdı gelmeyen. O kadar öylüyorum. H a bir de Tugay gelmedi bizim eve. Yani gelmedi der:en geldi am a o niyetle gelmedi. Yalnız onun durum u zaten farklı. >ey o. Aramızda kalsın, hani cinsel tercihi farklı. ie r neyse sen şimdi bu Pinti Pan’ı ve Tugay’ın onun yanm a on
ıç yaşında geldiğini düşün. Hayatım, nereden geldi nasıl geldi bak lyrıntısını ben de bilmiyorum. Günahı dedikoduyu ortaya atanların >oynuna, dediler ki buna bir akrabası tecavüz ettikten sonra buraara kaçmış. Sonra duyduk bunun cinsel tercihini ailesi öğrenmiş >unu öldürmeye kalkmışlar o sebeple kaçmış. İnan ki doğrusunu lilmiyorum am a sen bakm a onun öyle olduğuna. Yüreği adam gibi idamdır. Arkadaşını satmaz, yalan söylemez, kimsenin kötülüğüne >ir şey yapmaz. Pinti Pan ölene kadar (ne de çok yaşadı o herif) on »il onun yanında çalışmış biri Tugay. Söylendiği gibi ailesinden ka-
I ()7 ( il İN ’ BÖLÜM 1
çıp gelmiş biriyse, onun yerinde başkası olsa bir yerde işe gireyim de çalışayım demez sokak çocuğu olurdu o yaşta. Hem bu Tugay’ınki ne çalışma! Altı ay boyunca parasız çalıştı. Pinti Pan meslek öğreti yorum, çırak yetiştiriyorum diye beş kuruş vermezdi ki çocuğa. Kıyam am o zamanlar Tugay nasıl zayıf, bir deri bir kemik. Hayır, bari pinti herif çocuğun her gün iyice karnını doyursa! O kendi karnını bile doyurmazdı orası ayrı. Tugay, ağzını açıp da tek kelime etmezdi Pinti Pan’a, değil para istemek... Gidecek yeri mi var ki? Defol dese ustası, kalacak ortalıkta. Hayatım aramızda kalsın yapılan iyilik söylenmez de ne zaman Pinti Pan dükkândan ayrılsa bir şeyleri bahane ederdim, Tugay’ın yanına gidip yiyecek bir şeyler verirdim çocuğa. Utana sıkıla alırdı. Duyar dık o zamanlar evi, kimsesi olmadığı için çoğu geceler aç, berber dükkânının bir köşesine büzüşüp uyuduğunu. Ertesi gün de Pan’ın söylediği bir bardak çayı -çoğu zaman Pan ona çay ısmarlarken ne kadar eli açık biri olduğunu düşünüp İsa’nın yakınlarda bir yerlerde olması ve kendisini görüp mükâfatlandırması gerektiğini düşünüyor olmalıydı- alıp bir süre beklerdi. Çayın içine şekerin her ikisini de atar, bir süre daha beklerdi. Nasılsa bir müşteri gelecek ve erkeğe yakışır şekilde çayına tek şeker atacak, Tugay da ondan kalan diğer şekeri de çayına karıştırıp o gün enerji verici bir şeyin midesine gir mesiyle mutlu olacaktı. Bak işte laf lafı açar laf şeyi açar derler, asıl söyleyeceğim, Tugay’ın bu Rum patronun yanında her türlü zorluğa katlanıp yirmi yıl sonra bir güzellik merkezi sahibi olması göz önünde bulundurulursa ileride kendine ait marka ismi olması da olasıdır. Başka bir sebep ise Tugay’ın “İleride bir gün, olur ya.” şeklinde başlayan ifadelerinin genellikle gerçekleşir olmasıydı. Algıları kuv vetliydi. Zaten müşterilerinin pek çoğunun kahve falına da bakardı. Çok fazla müşterisi olmasının ve alanında kısa sürede gelişmesinin nedenlerinden biri de budur. Gerçi faldan para almazdı am a fala
SULTAN TARLACI
yaktırmaya gelen saçını da yaptırırdı. Bunun yanında Tugay’ın fallan gelecek paraya veya falla gelecek müşteriye ihtiyacı yoktur. İyi nafördür, iyi manikür pedikür yapar, iyi makyaj yapar, hatta iyi ığda yapar (evet o bizden sayılır, bu nedenle hanımlar ona ağda saptırmakta sakınca görmez) estetik zevki vardır, giyim kuşam dan nodadan anlar, hanım lara zam an zaman yol gösterir am a Tugay lynı zam anda iyi arkadaştır. Ne ölm em den önce ne de öldükten onra onun kalp kırdığı bir kişiye rastladım. Üzerine çok giderseniz 2k kaşını kaldırır dudaklarını büzer ve alındığını -küstüğünü- belir2n bir tavırla bir süre sizinle konuşmaz. Yalnız barışması da uzun ürmez. Küstüğü kişi yanm a gelip birkaç defa “Kız Tugay, ne alın ansın sen d e.” dey iverse Tugay’ın yelkenler suya iner. En hoşlandı¡1 hitaplardan biridir “Kız Tugay”. •rkencidir. Pinti Pan’ın Tugay’a öğrettiği belki de en önemli şeydir snafın dükkânını erken açması gerektiği. Eski alışkanlıkla sabah edi olduğunda Tugay’m dükkânı açılır. Sabahın yedisinde müştei nereden olsun? Eskiden Pan zam anında sabahın erken saatinde ine dükkânını açan diğer esnaflardan saçını kestirmeye gelen er ekler olurdu. Şimdilerde o da yok. Sadece bayan güzellik merkezi »Iduktan sonra o saatte bizim kızlar uğrar ona. Bizim kızlar diyorum, v hâlâ faaliyette. Çocuklu, kilolu ve en fenası çok çeneli karılaından yaka silkmiş pek çok beyefendinin iş öncesi sabah rahatlığı ;in faaliyette en çok da. Tugay’ın dükkânına sabahın yedisinde be lim kızlardan yanına uğrayan olursa olur, uğrayan olmazsa o saatte »aşka fön çektirecek, bıyık aldıracak, makyaj yaptıracak müşterisi »Imaz. Yalnız Tugay yine de erkenden açar dükkânını. ) sabah da öyle yapmış, erkenden açmış ve yoğun başlayan işler >f|leye doğru iyice artmıştı. Dikkatinizi verseniz yoğunluğun sesini u*r yerde duyabilirdiniz: Saç kurutm a makinesinin horultusu, tüy eri sir ağdayla alınan bir kadının çığlığı, yeni açılmakta olan bir saç »oyası poşetinin hışırtısı, yeni gelen müşterinin oturması için çekilen i«ıltuğun cıyırtısı, saç yıkamak için açılmış bir musluğun şırıltısı veya
I')7 G Ü N • BÖLÜM 1
manikür yapılırken aralarında sohbet eden kadınların gürültüsü. El bette üçlü m or koltuğa karnının üzerinde boylu boyunca uzanmış Tattu’nun sesli sesli çiğneyip arada bir patlattığı sakızın sesi. Evet, Tattu’yu da tanırım. Saf bir kızdır. Bizim kraliçe (doksan ya şında hayata veda etmiş şehrin en eski hayat kadını benim öğret menim, ablam) görseydi s... sürecek kadar akıl yok derdi. Ay ha ha ha... Basıvermişim kahkahayı. Mankendir. Benim kızlarım arasında bile ondan daha düzgünvücutlular var ve inanın Tattu, nasıl olduysa birkaç TV kanalında birkaç defa görünmekle m anken oluverdi. Benim yanım da işe girrrek iste diğini söyleseydi inanın almazdım. Aahhhh! Tatu’ya yine de acırım. Tugay gibi kimsesi yoktur. Zıten bu nedenle Tugay’la iyi arkadaştır. Çoğu zaman (yakın zamanda ölen annesinden kalan mirasla parası ve güzel bir evi olmasına nğmen) Tugay’ın evinde kalır. Onunla dertleşir. Sıklıkla d a salonda tıkılır. Önündeki laptoptan Dr. Saltı’mn sosyal paylaşım sitesindek sayfa sından takipçi listesini tarıyordu. Sakızını kocam an şişirdi vc patlat m adan sakızın içine dolmuş nefesini yeniden içine çekti. Bizim prenses şu halini görse Aklı ermez götü sakız çiğner.’ d-rdi. Ay ha ha ha! Bak yine basıverdim kahkahayı. “Yaptıklarını liseli gençler yapıyor yeminle Tattu.” dedi Tugev önün deki müşterinin saçını tararken. Tattu biraz mutsuz biraz umutsuz ağzının içinde: “O gün Füsun m udur nedir o kadın ve sence Saltı da ondaı hoşlu nıyor m uydu Tugi? Bak doğru söyle am a. Ben üzülmeyim dire sakın yalan söyleme.” dedi. Tugay, yanaklarını içeri çekmiş, dudakları Japon kadınlamki gilıi küçülmüştü. “Peki.” dedi belini kırarak. “Hoşlanıyordu şekrim.” “Yaaa. Sus!” diye bağırdı Tattu. Ağzından çıkarıp fırlattığı akız Tu un
SULTAN TARLAC1
gay’ın refleksle çekilmesiyle aynaya çarpmıştı. Müşterinin saçına sardığı jelatinlerden biri hafifçe kaydı. Neyse ki müşteri hem Tattu ’yu hem Tugay’ı yakından tanıyan anlayışlı bir kadındı ki bir şey demedi. “Tattu! Kız bak döveceğim seni. Cadı!” diye bağırdı Tugay. “Ben sana dem edim mi doktordan sana fayda yok diye en başında.” Az önce sakızdan son anda kurtulmuş müşteri bir yandan saçının kaymış kâğıtlarına bakıp, bir yandan yüzünü kaskatı germiş canlan dırıcı maskenin altından zar zor konuşup: “Ne doktoru ayol?” dedi. “Ne oluyorsunuz?” “Ben bir doktorla çıkıyorum d a .” diye neşeli bir sesle cevap verdi Tattu. “Ay Rabbim!” dedi Tugay. Bezgin bir tepkiyle ellerini dua eder şekilde havaya kaldırmış gözlerini de tavana dikmişti. Tattu’ya döndü: “Kız neden yalan söylüyorsun. Doktor seni bugün yolda görse tanımaz.” “Çünkü sen saçımı karamel yaptın.” diye çıkıştı Tattu. Tugay: “Dibin gelmişti şekerim.” Saçını boyam akta olduğu müşterisine dönüp: “Federico isimli bir iş adam ı var.” dedi. Bizim Tattu’yu birkaç defa ürünlerinin reklamlarında falan kullandı. Adam aynı zam anda üni versitede hoca. Çalıştığı üniversitenin hastanesine Alzheimer hasta ları için özel bir bina bölüm yaptırmış. Hayrına.” 'Allah razı olsun öylelerinden.” dedi müşteri. Salondaki birkaç kadın da m uhabbetin burasına dâhil olup Federico hakkında iyi dileklerde bulundular. Sonra aralarındaki konu kaynanalarında da Alzheimer başladığına dair kaydı. "Sonra hastaneye açılan bu yeni bölümün tanıtımı için ucuz bir manken aramışlar.” diye devam etti Tugay.
139
9
9
107 GÜN • BÖLÜM 1
Saf m anken “ucuz” sözüne içerlemiş olmalıydı. “Aşk olsun Tugiiiii.” dedi yeni sakızının bandını sıyırırken. “Federico da bu bizimkini önceden bildiği için önermiş. Neyse gittik hastaneye birkaç kare fotoğraf çekilecek. Bu bizimki de hemşire gibi falan görünecek. O rada doktora âşık olmasın mı?” “Eeee...” dedi müşteriler gülerek. Tattu yattığı yerden karnını kaldırıp yan döndü. Gülümseyerek Tu gay’a baktı. Doktora dair bahsedilen her şey hoşuna gidiyordu. Bir ara utanır gibi şımarık bir hareketle yüzünü kapattı. Tugay gözünün bir ucuyla Tattu’ya bakıp kafasını salladı. Tattu bu hareketi görmüş, dayanam ayıp ellerini yüzünden çekerek: “Ne var. Çirkin miyim ben?” diye sormuştu. “Bak yine aynı m esele.” dedi Tugay. “Hayatım çirkin değilsin. Am a...” Bu esnada yeniden müşterisine dönüp: “Adam doçent, anlatabili yor m uyum?” dedi. Anlatabiliyordu muhtemelen am a salondakiler Tattu’yu üzmemek için pek bir şey söylemedi. İçlerinden ‘Olsun şim dilerde herkes güzel kız arıyor akıllı aramıyor ki.’ diye düşünenler oldu. “Anam adam ı görseniz.” diyordu Tugay. “Öyle böyle sıradan biri değil.” Bir elinin parmaklarını açmış diğer elindeki fırçanın sapıyla sayar gibi “Tıp fakültesini birincilikle bitirmiş, ben anlam am işte bir yerlerden ödül almış, uluslararası tanınan bir adam , kendi bilimsel dergisi var, derginin isim babası bile kendisi. Araştırdım internetten.” Olsun dediler. Gönül bu, sadece sevmek arar. Örnekler dolaştı salo nun gürültüsünde. Ne zenginler fakirlerle evleniyor şimdi diyorlardı. Kaç yaşında adam lar kaç yaşında kızlarla. Yurt dışındakiler yurt için dekilerle. Yabancılar yerlilerle. Sakatlar sağlamlarla. Bu örneklerin hepsi de şunu demek istiyordu. Evet, doktorun Tattu’yla berabeı
140
SULTAN TARLACI
olması zengin fakir, yaşlı genç, uzak yakın, yabancı yerli, hasta sağ lam ilişkisi kadar zor am a m addi farklılık, yaş farkı, mesafe farkı, dil farkı, sağlık farkı olanlar birlikte olabiliyorsa doktor ve Tattu da olur du. Zaten hep böyleyiz. İmkânsız bir şeyi istediğimiz zaman daha önce gerçekleşmiş imkânsızlıkların avuntusuyla kendi imkânsızımızı mümkün kılmaya çalışırız. Tugay yapılan yorumlara örümcek ağı ipliği kadar incelttiği kaşını belli belirsiz kaldırıp şaşkınlıkla: “Evet, uzaylılar dünyalılarla değil mi?” dedi. “Yok, canııım...” dedi maskesi iyice katılaşmış müşteri zor açabildiği dudakları arasından. “Sen de abartm a Tugay. O kadar zor m u?” Sanki sadece dili hareket ediyor gibiydi. Ben bu konuda Tugay’a hak veriyordum. Bakın hayatım ben ölü mümden önce de sonra da çok erkek tanıdım. Benim randevu evi me sabahın köründe rahatlam aya gelen erkeklerin yarısından fazla sı cinsel değil, ruhsal anlam da rahatlam aya gelirdi. Karı koca veya sevgililer birbirini beyin olarak görmezse gözleri hiç görmez. Öyle :>lunca evdekinin dışarıdakinden farkı kalmaz. H atta dışarıdaki daha kıymetli olur ki hiç olmazsa kafa ütülemez. Ayrıca Tugay’ın sezgileri kuvvetlidir. Israrla Tattu’yu uyarıyorsa ben orada bir durup düşünü rüm. Salondakiler Tattu’nun âşık haline acıyor ve ‘olmayacak şeyi oldurmaya çalışıyor’ olmalı diye düşünüyorlardı. Tugay ne söylediyse “Olsun olsun.” dediler. “Gönüller bir olduktan sonra.” Tattu bu sözlerden m em nun olmuş, yattığı yerden kalkmış, dizlerini kırıp oturm uş mutlulukla sohbeti dinlemekteydi. "Hayatım gönüller bir mi ki?” dedi Tugay salonun geneline hitaben. "Tabii bir.” diye çıkıştı Tattu. Tugay: “Ha, evet tabii bir.” dedi m ankene dönerek. Sonra yeniden
141
9
l ‘)7CilJN ■BÖLÜM 1
aynadan müşteriye bakıp: “O gün de tutturdu böyle o da bana âşık diye. Neymiş doktor buna gülmüş. Gülümsemiş yani.” Sesi çatallaşmıştı. Önündeki kadının saçından jelatinleri açıp önündeki tezgâha tek tek koymaya başladı. “Gitti, bir de adam a dedi ki: ‘Sen bana niye gülüyorsun?’ Ayy... O rada da bir rezil olduk mu!” Ellerini birkaç defa birbirine vurm uş tu. “Adam buna ‘Her gördüğüne gidip ‘Niye güldün?’ diye soruyor m usun?’ demesin mi!” “A aa...” dedi müşterilerden birkaçı. “A aa...” diye karşılık verdi Tattu. “Ne zaman dedi Tugi? Yalan söy leme!” “Dedi hayatım sen duym adın.” “Hayır, Tugi hiç demedi öyle bir şey.” Suratını astı. Tugay oralı olmayarak devam etti: “Sonra o açılan yeni bölüm ün kutlaması varmış geçen akşam. Bu bizimki de davetli. E, hadi ben de gittim yanında.” Tattu birden heyecanlanmış ellerini çırpmaktaydı. “Aayyyy Tugiiiiiii o akşam nasıldı aşkım?” Kucağında biri var gibi kollarını dolayıp sarıldı: “ Çok yakışıklıydım. Of ya!” “Doktor nasıl biri? Hani internette fotoğrafı yok m u?” diye soruyor du müşteriler. Olmaz mıydı? Tattu hem en adam ın fotoğrafını internetten indirmiş, yanma kendi fotoğrafını yapıştırıp m asa üstü yapmıştı yanak yanağa. Hem en gösterdi. Salondakiler doktora bakm aktan çok, Tattu’nun yaptığına gülmekten kırılmıştı. Tugay krem kutusunda saç fırçasıyla besleyici serumu karıştırıyordu:
\42
SULTAN TARLACI
“Allah’ım biz iki m oron gittik oraya. Nasıl da kalabalık göreceksiniz. Neyse Federico bizi m asasına davet etti de doktorla aynı m asada olabildik. Federico, düşünün fizik profesörü, doktor zaten uçmuş adam ... İkisi bir şeyler konuşuyor. Biz hiç. Tık yok. Anlamıyoruz.” “Neden anlamayalım Tugi? Anladık.” dedi Tattu. “Ay ne anladık şekerim, Allah aşkına? Şimdi sorsanız oradan tek bir kelime söyle diye valla hatırlamıyorum. Bilmediğim, hiç duym adı ğım bir sürü şey ve sohbete katılamayan sadece ikimiziz m asada. Yani ha varlığımız ha yokluğumuz.” “Nasıl kıskandı am a beni?” dedi Tattu. “N eden kıskansın seni?” dedi Tugay sesi çatallanarak. “Fediş’in om zuna yattım ya. Ama sonra çok üzüldüm, üzülmüştür o ya.” “Ay kim üzülcek ya?” “Saltı.” Tugay bezmiş halde bir şey demedi. Sağ kaşını kaldırıp müşteriye: “Gölge vereyim mi şekerim? Ya da aralara balköpüğü atalım?” “Valla sana güvenirim ben, hayatım nasıl istersen.” diyordu öteki. Sonra aklına gelmiş gibi birden Tattu’ya dönüp: “Zaten orada da sus dedim, susmadın. Yok, neym iş...” Tattu gibi konuşarak: “ ‘Katil senin evinde diyorlar Fediş’ böyle diyorsun a d a ma!” “Öyle diyorlar Tugi, sen de biliyorsun. Ben dün gittim ya onun evi ne. Polisler geldi. Hatta Fediş’in uzakta bir yerde çiftliği varmış, çift liğine de gideceklermiş. Fediş evi polislere bıraktı. Nereye bakmak İsterlerse baksınlar diye hizmetçiye söyledi. Sonra onun üzerine olan mülklerin adreslerini verdi polis daha istemeden. Katil matil sakla maz Fediş öyle şey yapmaz. Merhametli adam Tugi bir görsen evini 143
9
9
197 C.ÜN ■ BÖLÜM 1
o kadar büyük ve geniş ki... Saray zannedersin. O rada sakat bir adam yaşıyor Fediş’in yanında. Onu yanına almış bakıyor ona kız. Görecen adam daki merhameti. Ben de su koydum onun yanına. İçsin diye.” “Eee ne saçmalıyorsun o gün m asada adam a herkesin içinde katili sen saklıyormuşsun diye?” “Tugi am a biliyor m usun? Hiçbir şey bu lamadılar polisler evinde, hiç.” Bunu, salondaki herkes veya biri Federico’yu kötülemiş de Tattu ar kasına almış gibi bir tavırda ve neden bilinmez gereksiz bir gururla söylemişti. Sanki kendisine yapılan bir haksızlık varmış da aklanmıştı. Diğeri bu gereksiz bilgiye karşılık bir şeyler söylemek istemedi. “Saltı zaten o kadınla neden konuştu? Hep beni kıskandırmak için.” dedi Tattu. Tugay az önce hazırladığı karışımı müşterinin saçına sürüyordu: “Hangi kadınmış o?” diye sordu umursamazca. Tattu başını önüne eğmişti. Kısık sesle, küskün: “Füsun.” dedi. “Saçm alam a. Kadın konuşulanları anlıyordu ve sohbete dâhil olabi liyordu. Doğal olarak sohbet ettiler.” “Hayır. O Saltı’ya sarkıyordu.” diye çıkıştı Tattu. “Saltı da beni kıs kandırm ak için onunla sohbet ediyordu am a kadının haberi yok. Kocası, İlker Bey tüm gece bana göz kırptı durdu. Benim kıskan dırm am a bile gerek kalm adan olanları Saltı da gördü de deli oldu. Hatta o b an a kırptıkça ben de ona kırptım Tugi. Oh olsun Oh! Oh! Oh!” diyordu sağ avucuyla karnını sıvazlayıp. “Masanın altından bacağına da sürtündüm . H oşuna gitti.” Tugay bezgin halde hiç cevap verm eden işini yapm aya devam etti. “Aslında Tugi biliyor m usun? Katili Fediş değil de bence o adamla kadın saklıyor.” diye oldukça az çalışan beyniyle ne zaman düşün
144
SULTAN TARLACI
ğü belirsiz, aslında sadece Füsun diye bahsettiği kadına olan kısnçlığmdan bir fikir atıyordu ortaya. “Çünkü katilin babası Fediş’le radaş ya. O Füsun denen kadının kocası d a Fediş’le arkadaş. Dünsene Tugi.” gay bu sözler üzerine Tattu’nun zirveye ulaştığını düşünmüş olmalı yeni konuya girmeye cesaret bulamadı. Onunla tartışmayı bırakıp işteriye döndü: “Göz kırptı dediği adam ın gözünde tiki var.”
“H ata, dostum B rutus, yıld ızla rd a değil! H ata kendi içim izde...” Shakespeare Dr. Saltı paylaştı, 163 g ün önce
19. G ün
Katili Füsun Hanımların sakladığını hang aklı evvel söylediyse size, polislere de aynı kişi söylemiş olmalı. Yanlış ihbardır. Kim olduğumun ve nasıl öldüğümün önemi yok. (Konumuz da bu olmasa gerek.) Bildiklerimi anlatırım. Füsun Hanımların evinin önünden aşağı uzanan, kenarlarında akas ya ağaçları dikili, dar, Arnavut kaldırımlı şu yolu görüyor musunuz? Onu düm düz takip ederseniz sizi Tika’nın dükkânına kadar götürür. Yalnız, başka bir semtten gelseniz ve bu yolu takip etmeseniz bile ‘Tika’nın Dükkânı’ diye kime sorsanız size gösterecektir. Buralarda onu tanım ayan yoktur. “Tika”, Füsun Hanım ’ın eşi İlker Bey’e kim tarafından ve ne zaman verildiği bilinmeyen takm a isimdir. Bu ismin ona takılma sebebi ise m uhtemelen sık sık kırptığı sol gözündeki “tik” ve “antika” dükkâ nı işletmesidir. “Tika” lakabı ona o kadar yakışmış ve yapışmış! n ki çoğu kişi gerçek ismini bilmez veya Ermeni asıllı beyefendinin kendi ismi zanneder. Kendisi veya Füsun Hanım, bu lakabın kulla nılmaması veya unutulması için hiçbir çaba göstermemiştir. Halla öyle anlar olur ki, müşterileri veya ahbapları dükkânda İlker BcVı
SULTAN TARLACI
bulamazlarsa eve gelip Füsun H anım ’a “Tika yok m uydu?” veya “Tika Bey yok m u?” diye sorarlar o da kocasına “Tika” diye hitap edilmesinden hiç rahatsızlık duym adan sorunun cevabını verir. Son zam anlarda dükkânda Tika’yı bulam am ak sık rastlanan bir d u rum olmuştur. Öğlen vakitlerinde bile kapalı olduğu oluyormuş. Ben de şaşırdım. Hatta dükkânda olduğu halde kilitliyor, çünkü içeride eşini aldatıyor diyenler oldu am a bu söylentilere itibar etmeyiniz. Doğru, eşiyle ciddi sorunları vardır am a dükkânı aldatm a sebebiyle kapatacağına ihtimal vermiyorum. Çünkü Tika’nın iki kızından, yıl landırılmış ve dom ates suyuyla kokteyl edilmiş Rus votkalarından sonra en çok sevdiği şey paradır. Bazen votka ve para bu tercih sırasında yer değiştirir. Sonuçta çok para, çok votka demektir. Bu nedenle de dükkânı kapatm ak değil, çalışmak gerekir! Onunla ilk karşılaştığınızda zayıf suratında, elmacık kemiklerinden sonra insanın dikkatini en çok çeken şeyin, etrafının morarmasıyla daha derinlerde ve daha büyükm üş hissi veren iri gözleri olduğunu keşfedersiniz. Bol para kazandığında, çok şaşırdığında, korktuğun da, mutlu bir anında veya üzüldüğünde bu iri gözlerinden sağ olanı nı kocam an açar ve göz bebeğini bir noktaya kilitler, sol olanını ise sayısız kırpar, kırptıkça sol gözü, diğer gözünden çok çok küçükmüş gibi bir görüntü oluşturur. Bu kırpmayla birlikte dudağının sol tarafı da hafifçe yukarı kalkar, yaz kış kuru olan dudaklarının ve sigara iç mekten kahverengileşmiş dişlerinin arasından, dişçi fobisi nedeniyle yıllardır yaptırmadığı gedik dişi görünür. En değerli antika saatler den birini kendi kullanır. İçinde yeleğiyle, takım elbisesinden başka bir kıyafetle göremezsiniz onu. Füsun H anım ’ın yardımcısının ütüle diği pantolonunun paçaları asla ayakkabısına inmez, çok yukarıdan zayıf beline bir kemerle sıkıca bağladığı pantolonu, üzerinde askıda yibi durur. Yanağında, dükkânını düzenlediği bir gün yukarı raflardan birine koymaya çalışırken üstüne düşen bakır sem averden kalma bir çizik
147
9
9
r)7 G Ü N
’ B Ö LÜ M İ
vardır. Onu ilk gören, morarmış gözleri, zayıf kirli sakallı yüzü, içinde yeleğini eksik etmediği takım elbisesi ve bir kavga sonrası bıçak izi gibi duran yanağındaki o çizikle bir kabadayı veya hapisten çıkmış biri zannedebilir am a Tika bu tür işlerden aşırı korkar ve kavgaya asla karışmaz. Hapishaneye ise hiç girmemiş, öğrencilik yıllarında disiplin cezası bile almamıştır. Düzenli bir insandır ve her sıkıntıdan uzak bir hayatı vardır. Belki de tek sıkıntısı evliliğidir, çünkü İlker Bey’le Füsun Hanım ’a aslında evli bile dem ek yanlış olur. Kâğıt üstünde hâlâ evli olsalar ve aynı evde yaşasalar, aynı yatağı paylaşsalar da, evliliklerinin bitişi, evlendikleri günün ertesi gününe denk gelir. Füsun Hanım ’ın annesi o gün, tek çocuğu ve canından çok sevdiği Füsun’un okuldan gelmesini beklemiş am a on dakika, yarım saat gecikme derken Füsun eve dönmemişti. Okul arkadaş larına, komşulara, polise sorarken, eve Tika’nın babası çıkagelmiş, Füsun’un annesine bir çeşit “kızlarının ölüm ünü” haber vermişti. Yıllarca yatalak baktığı ve genç yaşta kaybettiği eşinden sonra Tarih öğretmenliği yaparak, tek başına, zorlukla ve umutlarla büyüttüğü, hatta gözünde hiç büyütemediği kızı, Ermeni asıllı bir çocuğa, üstelik çok küçük bir yaşta kaçmıştı. Haberi duyar duymaz oracıkta kalp krizi geçirmiş, sabaha da vefat haberi duyulmuştu. Ağzından çıkan son söz Füsun’u asla affetmeyeceği olmuştu. Annesinin ölümüne yol açan ve eğitim hayatının bitmesi pahasına kaçıp geldiği adam a iyi bir eş olsaydı bari. O da yok. Evet, karşıdan bakan Tika’yı Füsun’a layık bir eş olarak görmeyebilir. Oysa Füsun Tika’ya layık değildir. Pek çok kişinin ikisini birbirine yakıştırmadığı muhakkaktır. Bir de insanların içini görebilseler keşke yakıştırıp ya kıştırmazken. Tika Füsun’u ne kadar severdi evlendiklerinde. Hatta hâlâ sever bana kalırsa. Her türlü m addi kolaylığı da sermiştir Fii sun’un ayağına. Ya Füsun? Kaçtığı halde bir gün doğru düzgün es olmuş mudur ona? Tüm gün evde oturm asına rağm en bir gün eşini* özel bir şey yapmış mıdır? Hadi bunları geçelim. Evde hiç gülme mesi ve konuşmaması? Adam bir şeyler söylese kısa ve geçiştirmedi 148
SULTAN TARLACI
evaplar verir. Ya anlam verilemez huysuz davranışlarına ne demeli? İka’nın ince bir zevkle, antika eşyalarla süslediği evin tüm eşyalarıı balkondan dışarı atmamış mıydı bir gün? Her biri bir servet değe ndeydi. Adam eve geldikten sonra bir de kavga çıkarmış “Bunları temiyorum evimde!” diye bas bas bağırmıştı. Kavgayı komşular ile duymuştu. D aha sonra da kendi “zevksizliğine” göre döşemişti yini. Siliklerinin ilk yıl dönüm üydü. Füsun Hanım o önemli günü unutıuş da İlker Bey çok değerli bir gerdanlık almıştı eşine. Hatta tarihi ;er sayılan bu takıyı zorlukla getirtmişti. Romantik adam , eşinin Dynuna kendi elleriyle takm ak istedi. Füsun Hanım ne yaptı? Daha takarken koparıp atm adı mı boynundan! İlker Bey’in şaşkınlığı acıtıcıydı. Çirkef kadın “Boynum u yaktı, canım yandı. İstemiyom .” gibi bir bahane uydurmuş, arkasından da “Sen en iyisi bana kı falan alm a.” diye höykürmüştü. lam ın geceye dair tüm umutları dağılmış, evlilikleri buna benzer :k çok anı gibi, kolyenin kopm asına benzer şekilde zamanla kop uştu. Peki, hiç sevmediği ve anlamsız pek çok sıkıntı verici tavır la dünyayı burnundan getirdiği bu adam a neden kaçmıştır? İşte n bu sorunun tek cevabı olarak diyebilirim ki parası için kaçmıştır. )cuk sahibi olmaları da Füsun H anım ’ın anlam verilemeyen tavırından gecikmiş, evliliklerinin 10. senesinde ikiz çocukları eve biraz şe getirmişti. Karı kocadan sayamayacağımız bu iki insanı bu eve hayata bağlayan en önemli varlıktı çocukları. Çok tatlılardı am a k da yaramazlardı. Sonradan düşündüm de ev İlker Bey’in zevle göre döşenmiş haliyle kalsa çocuklar talan edecekmiş. Gerçi \e ettiler am a Füsun H anım ’ın pazardan alınma görgüsüz plastik /aları kırılsa da bozulsa da önemsiz. kadının komşularıyla da arası iyi olmadığı gibi arkadaşı da yok. Misafir de gelip gitmez. Allah m erham etinden iki çocuğu birden miş ki Füsun tek çocuk doğursaydı o yavrucak arkadaşsızlıktan,
149
9
I‘>7 GÜN • BÖLÜMİ
can sıkıntısından vallahi ölürdü. Neyse ki anasına evlat, kocasına avrat olmayan bu kadın çocuklarına analık yapm aktadır az çok. İkizlerden biri anne diğeri baba, Füsun da bu ikisinin çocuğu olmuş evcilik oynamaktaydılar polisler zile bastığında. Sadece Tika’yı dükkânda bulam ayan kişiler ve akşam işten dönün ce Tika tarafından çalan zilin sesini kırk yılda bir duyan çocuklar “Zil çaldı!” diye mutlulukla villanın ikinci katından merdivenlere koştular. Merdivenlerin duvarları boydan boya çocukların tuvali şeklindeydi. Tırabzanlarına parm ak kuklalar sıkıştırılmış, onların kayacak olarak kullandığı merdiven yolluğu çocukların kayıp düşmemesi için daha geçen hafta anneleri tarafından kaldırılmış, yolluk kalktıktan sonra çocuklar merdiven basam aklarına da resim yapmıştı. Merdivenler den birbirlerini kaktırarak hızlıca indiler. Ne var ki kapıya gelince boyları yetişmediği için annelerini beklemek zorunda kalmışlardı. Füsun Hanım kapıyı direkt açanlardandı. Zaten kim gelecekti onun gibisinin evine! Polislere şaşkınlıkla “Buyurun?” dedi. Çocuklar kapıdakileri görünce birden polis sireni sesi çıkarmaya başlamıştı. Onların sesinden ne Füsun Hanım polisleri ne de p o lisler Füsun H anım ’ı duyabiliyordu. Bir süre sonra Füsun H anım ’m “Anneciğim biraz sessiz olursanız bugün size Sindy Bebekli pasta yapacağım .” sözünden sonra hem en sustular. Her ne kadar iyi anne olmaya çalışsa d a çocuk eğitimi üzerine hiçbir fikri olmayan bu cahil kadın, çocukların şımarık, önü alınamaz hallerinde onları kontrol edebilmek için devamlı ödül verme yöntemini seçmiş, bu durum bir süre sonra Osmanlı’nın Avrupa’ya verdiği kapitülasyonlara dönmüş ve tüm günü çocuklara vadettiği borçlarını ödemekle geçer olmuştu. Çocuklardan birinin aklı Sindy’li pastayı duyunca bebeğini alıp polis am calara göstermek için yukarı çıktı. Elinde bebek, ışık hızıyla dön müştü. Diğeri polislerden birinin ayakkabısının bağlarını çözmekle meşguldü. Füsun Hanım durum u fark edip “Yapma anneciğim.”
150
SULTAN TARLACI
dese de “Yapmazsan sana şunu yaparım .” şeklinde bir ödül koym a dığı için bu isteği yerine getirilmedi. Diğer ikisinden önde duran ve üniforması olmayan polis, kimliğiyle birlikte bir kâğıt gösterdi: “Komiser Vefa. Hakkınızda ihbar ve aram a iznimiz var. Eve bakabilir miyiz?” Füsun Hanım daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Komiserin gösterdiği kimliğe ve kâğıda şaşkınlıkla baktıktan sonra “Evet.” dedi “Arayabilirsiniz. Ne arayacaksınız?” Eve çoktan girmişlerdi bile. Girmişlerdi de o iş o kadar kolay değil di. Merdiven arasındaki boşluğa çizilmiş olan sek sek kutucuklarını sekmeden geçtikleri için az önce ayakkabılarının bağcığını çözmeye çalışan ve diğerinden bir dakika büyük olan çocuk var gücüyle ağ lamaya başlamıştı. Füsun Hanım ve polisler bir yerine bir şey olmuş gibi mahalleyi yıkarcasına ağlayan çocuğun ne dediğini anlam ak için epey uğraşırken, diğeri de ağlam aya başladı. N eden sonra d u rumu anlayıp onları susturmanın başka yolu olmadığını anladıkları için üç polis de geri adım attı ve arkalı önlü çizgileri sekerek geçti. Füsun H anım ’ın yerin dibine geçtiği anlardı. Polislere m ahcup b a karken m uhtemelen çocukları nasıl kontrol edeceğini düşünüyordu. Üstelik Sindy bebeğini yanlışlıkla yere düşürm üş olan diğeri “sek sek” esnasında düşen bebeğin eline basan Vefa komiserden ısrarla ve em reder şekilde bebeğinden özür dilemesini istiyordu. Komiser pazarlığa hiç girişmeyecek gibiydi. Zamanı olmadığı da muhakkaktı. Hem en naylon bebeği aldı ve yanlışlıkla eline bastığı için özür diledi. Çocuk hem en geçiştirilmiş bu özrü beğenmedi. Sindy bebeğini yeni den komisere uzatarak: “Öp elini.” dedi. "Anlamadım.” dedi komiser şaşkınlıkla. Füsun Hanım: “Annecim lütfen. Odanıza gider misiniz artık?” diye nııne olmaya çalışmış yalnız kendi sözüne kızlar kadar kendisi de
151
9
! ' > / ( , ÜN ’ BÖLÜMİ
şaşırmıştı. ‘Odanıza gidin.’ daha önce hiç kullanmadığı bir sözdü. Ev zaten kızlarındı. O evde bir oda varsa o da Füsun Hanım ve İlker Bey’in odasıydı. İkizlerden biri: “Hangi oda?” dedi büyük renkli gözlerini açarak. Diğeri: “Anne, bize oda mı aldın?” diye inanılmaz bir masumiyet ve mutlulukla sormuştu. Büyük ihtimalle kafasında masallardaki gibi farklı ve eve sonradan eklenmiş bir oda vardı ve sihirle eklenmiş olmalıydı. Füsun Hanım, yanlış anlaşılmanın cezasını ağır ödeyeceğini anladı ve hem en düzeltmeye çalıştı: “Hayır, size oda almadım. Nasıl bir oda?” dedi. “Ben sadece yukarı çıkmanızı ve usluca oturmanızı istiyorum.” Çocuklara göre anneleri anlamsız şeyler söylemekteydi. Yukarı çık maları için herhangi bir sebep yoktu. Üstelik Sindy’nin eli acıyordu. Komisere bebeği uzatan çocuk yeniden: “O ndan özür dile ve elini öp! Hemen. Sindy sana küs” dedi. Komiser yine pazarlığa girişmeyecek gibiyi. Çocukla aynı boy olmak için dizlerinin üzerine çöktü. Sindy’ye bakarak: “Özür dilerim. Senin yerde yattığını görm edim .” dedi Sindy’nin elini öperken. “Yanlışlıkla oldu.” diye ekledi. Çocuk komiserin yeterince üzgün olup olmadığını anlam ak için göz lerini ayırm adan pür dikkat bakıyordu. “Ben bir eşeğim de!” dedi. Füsun Hanım: “Anneciğim yukarı çıkar mısın!” diye daha sert bir sesle ikaz etti. Komiser bu ikazın geçersiz olduğunu biliyordu. Bu nedenle bu söze um ut bağlamayıp kendi problemi kendi çözmeye çalıştı. Çocuğa ba kıp: “Onu görmedim ve eline bastım. Sonra öptüm. Özür diledim. Bence o da beni affetti.” dedi.
SULTAN TARLACI
Çocuk Sindy bebeğinin ağzını kulağına tutmuştu. Komiserin kula ğına oradaki herkesin duyabileceği sessizlikte(l) “Bekle, ona sora yım.” dedi. Böyle yaklaşık on saniye beklediler. Kardeşi: “Affetmiş mi?” diye sordu. Çocuk bebeği yeniden komisere uzattı: “Daha çok üzülür ve eşek olduğunu söylersen affeder.” Füsun Hanım polise döndü: “Özür diliyorum. İnanın çok üzgünüm .” İkizlerden biri annesini taklit edip: “Özür dilerimooo. İnanın çok üzgünooo...” diyordu. Diğeri bu taklide katılırcasına güldü. Komiser Vefa diğer çocuğa dönüp: “Bak, bence aram ızda tartışm a mız anlamsız.” dedi “O nun eline bastım ve tedavi olması gerekiyor. En iyisi biriniz doktor olun, biriniz de hemşire ve hem en onu tedavi edin.” Çocuklar düşündü. Bu çok güzel bir fikirdi! Yalnız kimin doktor ki min hemşire olacağı yeni bir kavga sebebi olmuştu. Çocukların ikisi de hemşire olmak istiyordu. Neyse ki onlar kendi arasında tartışma ya dalmışken polisler eve dağılma fırsatı bulabilmişti. Elbette evde hiç kimse yoktu. Zaten bu evde bir katilin saklanması da mümkün değildi. Polisler Füsun Hanım ’a birkaç soru sordu: “Katili daha önce hiç gördünüz m ü?” “Hayır. Sadece televizyondan.” “Peki, bu civarda şüpheli davranışları olan birini gördünüz mü veya birilerini?” “Hayır. Ben zaten genellikle evden çıkmam. Çıkam am .” Vefa komiser, Füsun H anım ’a şüpheli bir durum anında arayabile-
1 S3
9
l‘>7(iÜN ' BÖLÜM 1
ceği polis hattını hatırlattığı gibi kendi numarasını da vermişti. Ç o cuklar tarafından meyve suyu doldurulmuş ayakkabılarını üçü de giyip evden ayrılırlarken ikizler “Gitmesinler!” diye ağlıyordu.
■ Y a m tla r m s e m k o r k u l u y a ,M k o r k u t m n i a , , m m a b m vazgeçmelisin dostum D r. S altı paylaştı, 157 g ü n önce
23. Gün
Dükkâna girer girmez kapıdan uzakaşm|şt] ^
^ ^
^
biri vitrinde sergilenen minik biblo a r , ^ îe,fcWjiteerten veya bir başkası geçmiş günleri yâd için e ^ , bir ! m m burada var mıdır?” diye göz atarken, elini g ö ^ yap|p ^ ^ daya. mış dükkân komşularından biri T ı k a ^ ^ ^ ^ ^ ^ İçeride onu görmesindi. Bir iki aydır kilo almıştı. İçine kaim t . §eyler 8İ(Ke düğmelerinin kapanm ayacağını düşüldü5andenıeTto,nm daak. Iını başından almak için olsa gerek, o ^ uyMnıyanma2 OTden çıkarken yağmurluğunu incecik g e c e l i ^ ^ ^ topuklarına kadar inen ince siyah y a ^ ^ .Çok yağmyr d, ,nrısı.” diyerek çıkardı. Cümleleri gen.!||Me ^ ^ eWk ye yan. Iış dizilişle söyler ve her zaman bir şeyl.,rden ihtiyacı olan bir ses tonu kullanırdı.
w yardlma
Yolda gelirken yağmurluğun koruduğ. omudan ç(Jak y lnf., s ,ç Inrının ucunda birikmiş yağmur dam laan^ja ıs|anm|^
I lka, dükkânın bir köşesinden hemen ^aı/lu çikardı ve k ulı ııııı omuzlarının nemini alm aya başlat D ,. , r , y
s
ı. Bunu bir blıçi’yı1 sonsuz
197 GÜN ■ BÖLÜMİ
ceği polis hattını hatırlattığı gibi kendi num arasını d a vermişti. Ço cuklar tarafından meyve suyu doldurulmuş ayakkabılarını üçü de giyip evden ayrılırlarken ikizler “Gitmesinler!” diye ağlıyordu.
“Yanıtlarım seni korkutuyorsa ko rku tu cu sorular sorm a kta n vazgeçm elisin do stu m .” Dr. Saltı paylaştı, 157 g ün önce
23. G ün
kkâna girer girmez kapıdan uzaklaşmıştı. Olur ya yoldan geçen vitrinde sergilenen minik biblo antikaları şöyle bir süzerken veya başkası geçmiş günleri yâd için eski bir semavere “Acaba burada mıdır?” diye göz atarken, elini gölge yapıp burnunu cam a dayai dükkân komşularından biri ‘Tika buralarda mı?’ diye bakarken ride onu görmesindi. iki aydır kilo almıştı. İçine kalın bir şeyler giyerse yağmurluğun ^melerinin kapanmayacağını düşündüğünden ve Tika’nın da ak başından almak için olsa gerek, o sabah uyanır uyanm az evden arken yağmurluğunu incecik geceliğinin üzerine çekip gelmişti. ılıklarına kadar inen ince siyah yağmurluğunu “Çok yağmur dıısı.” diyerek çıkardı. Cümleleri genellikle bu şekilde eksik ve yaniizilişle söyler ve her zam an bir şeylerden şikâyet eder ve yardım a yacı olan bir ses tonu kullanırdı. da gelirken yağmurluğun koruduğu omuzları çıplak kalınca saçnın ucunda birikmiş yağmur damlalarıyla ıslanmıştı. a, dükkânın bir köşesinden hem en kâğıt havlu çıkardı ve kadıomuzlarının nemini alm aya başladı. Bunu bir kraliçeye sonsuz
>
D 7G Ü N
' BÖLÜM 1
hizmetle yükümlü ve bu yükümlülükten tarifsiz haz duyan bir köle aşkıyla yapıyordu. Sanki pek çok kişi arasından bu çok önemli gö reve kendisi layık görülmüştü. Ağzı açık, gözü kısık, suratında dalgın ve hayran bir ifade vardı. Ne var ki bir süre sonra farkında olmadan hızlanmış, elinin altındaki havluyla kadının etini sıkmaya başlamıştı. “Ah! Çok sert havlu... ” dedi kadın omzunu biraz öne çekerek. Tika kendine geldi ve biraz daha yavaşladı. Kraliçe, saçlarını toplayıp kölesine yardım etmek istedi. Tika, bu onurlu görevi kimseye bırakmak istemeyen ve kim olursa olsun işi ne karışılmasından hoşlanm ayan biri gibi açık ağzında dilinin altına birikmiş tükürüğünü yuttu ve kadının elinden saçlarını alıp hem top ladı hem de toplu halde nemini aldı. Şimdi de defalarca gördüğü bu boynu sanki ilk kez görüyormuş, hatta ilk kez bir boyun görüyormuş gibi şaşkınlıkla izliyordu. “Yağmur yağar gelmek zor olur buraya.’’ “Yoruldun mu? Dinlen...” dedi Tika. Elindeki havluyu bırakmış ka dının rahatlaması için omuzlarını sıkmaktaydı. Bu, m asajdan daha çok okşam aya benziyordu. Kadın: “Kim özler o gelir.” dedi çıplak omzunu oynatarak. “Erkek” oynayan omza bir öpücük kondurdu. Kollarını sevgilisinin beline doladı. Az önce öptüğü omza cudaklarını yanaklarını sür tüyor, kadının kokusunu içine çekiyordu. Gözleri o zevkle bir şaşı oluyor bir yana kayıyordu. Tika konuşmayı çok fazla beceremezdi. Onun yerine hem kendi hazzını giderecek hem de özlediğini belirte cek hareketleri kullanırdı her defasında. Hatta az sonra ona bir jest daha yapacak, sevgilisi buraya gelip ne zaman sitem etse yaptığı gibi öğlen vakti dükkânını kapısına “kapalı” yazısını asıp kilitleyecek ve sevgilisiyle ilgilenecekti. Kadını yum uşatmak için yaklaşık kırk elli defa sevgilisinin omuzlarını
156
SULTAN TARLACI
ve boynunu öptükten sonra gerçekten yanından uzaklaşıp kapıyı kilitlemeye gitti. Sevgilisi, Tika’yı beklerken önünde durduğu 1800’lü yıllardan kal ma dışı sedef kakmalı pirinç fincan takımını incelemekteydi. Üzerine gül ve bülbül işlemeleri yapılmış bu m uhteşem fincanların tamamı kaç parçaydı bilinmez am a üç parçası kalmıştı. Tika dört beş günde bir özenle onların tozunu alır aynı yerine koyardı. Kadın bir an fin canın ortasına m onte edilmiş gül dikeni şeklindeki sapına dalmıştı ki Tika’nın yeniden arkasından beline sarılmasıyla kendine geldi. İnce şifon geceliğinin kısa olan eteği Tika’nın sarılmasıyla iyice yuka rı kalktı. Böyle bir anda bile düzen takıntısından vazgeçemeyen bu adam , bir tane toz zerresi anca bulunan dükkânda o zerre de gelir ceketimin üzerine konar korkusuyla ceketi ters çevirip düzgünce bir sandalyenin üzerine koydu. Bunu yaparken hızlı hızlı nefes alıyor ve sanki tuvalete sıkışmış gibi farkında olm adan ayakları üzerinde yaylanıyordu. Aynı şekilde kravatını, yeleğini, gömleğini de çıkardı ve sandalyenin üzerine koydu. Şimdi neredeyse çıplak bedenini ka dının sırtına yaslamış, olabildiğince sürtünüyor, saçlarını öpüyor ve hırıltıya benzer derin bir nefes alıyordu. Kadın: “Gelmediğimde öpm üyorsun.” dedi sitemkâr bir sesle. Kendine bu kadar şehvetle ilgi gösteren adam ın neden sevgilisi dük kâna gelmediği zam anlarda arayıp sormadığını, bu kadar çok arzu lamasına rağm en sevişmek için onun dükkâna gelmesini beklediği ni, gelmezse hiç sevişemeyeceklerini içeren bu sözü Tika duymadı, duyar duymaz unuttu, duym azdan geldi veya duyduysa da anla madı. Yahut şu an, anın tadını çıkarmak tüm bunları düşünmekten daha zevkliydi. En aptal erkeğin bile zeki bir kadından daha iyi bildi ği şey, bulunduğu anda yaşamaktır. Erkekler hiçbir zaman sonsuzluk oranında kaybolmuş duyguların matematiğini çözmeye çalışmaz. Çünkü bunlar çok ince ve her gözlemde değişen hesaplardır. “Hatırlamazsın gelmesem. Belki...” diyerek sitemini sürdürdü diğeri.
157
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Bu sahne yaklaşık üç yıldır en geç ayda bir defa, bazen haftada iki kez tekrarlanırdı. Sadece ben değil, burada eşyası olan her ne kadar geçmiş zaman insanı varsa anılarının olduğu yere bakm aya geldik lerinde; birinden biri böyle bir görüntüye muhakkak şahit olmuştur. Çünkü bu dükkânda sayam ayacağım kadar çok eski eşya bulunur. Bir zamanların 4 5 ’likleri, pikaplar, mikrofonlar, dürbünler, bağlam a lar, gitarlar, kemanlar, televizyon, radyo ve dergiler, turist rehberle ri, haritalar, lugatlar, ajandalar, m oda dergileri, magazin dergileri, el işi dergileri, yemek kitapları, bir dönem in yasaklı siyasi kitapları, ansiklopediler, tebrik kartları, kartpostallar, düğün davetiyeleri, ga zeteler, eski para ve evraklar, ahşap kaplamalı çelik para ve mü cevher kasaları, cep saatleri, ağızlık ve pipolar, çakmaklar, tespihler, daktilo ve hesap makineleri, baston, asa, pusula ve büyüteçler, gaz ocakları, fenerler, lüksler, oyuncaklar, el dokuması halı ve kilimler, oya ve dantel işleri, hat sanatından tablolar, seramik ve çiniler, bib lo ve heykeller, m adenî mutfak eşyaları, el aletleri, makas, ustura, çakı, şam dan ve şekerlikler, yüz yıllık kuzineler, kızdırmak mendil ütüleri, koleksiyonluk asm a kilitler, duvar saatleri... Osmanlı dö nemine dayanan mutfak malzemeleri, kahve fincanları, tabaklar, bardaklar, şişeler, kadehler, sosluklar, m aden kaplamalı veya tahta oymalı kaşıklar, çatallar, bıçaklar, semaverler, çaydanlıklar, cezveler, kapaklı kabartm a figürlü metal kutuları, tıraş bıçakları, 1950’lerden ve 70’lerden sandıklar, bayan çantaları, ayakkabıları, tokaları, şap kaları, elbiseleri, çeyiz eşyaları... Tika’nın dükkânında kâğıt, m aden, tahta, porselen, her türde ham m addede antikaya rastlayacağınız gibi, Türk, Italyan, Alman, Ingiliz ve daha pek çok ülkeye ait antikalara da rastlayabilirsiniz. Elindeki her mala yılına, işçiliğine, ham m addesine göre ince bir hesap yap mıştır. Satılacak antikanın fiyatı müşterisine göre de değişir. Tika, her esnaf gibi, tanıdık müşteriye indirim yapmaz, bilakis tanıdıklara çok yüksek fiyatlar biçer. Onunla altı yedi kez alışveriş yaptıktan son ra, bir sonraki alacağınız malın fiyatının da altı yedi kez artacağını
SULTAN TARLACI
bilmeniz gerekir. Dükkâna satın almak için değil, bir şeyler satmak için gelmişseniz, Tika elinizdeki antikaya göre davranır. Satacağınız antikayı gördükten sonra malın değerine göre sol gözünü kırpar, sizi alır, dükkânın o sınıf mallarının yanm a götürür; elindeki her malının özelliğini tek tek sayar, bunun yanında işlerin kesatlığından söz ede rek, elindeki benzer malların sizin satm aya çalıştığınız m aldan daha kıymetli olduğunu am a sizin istediğiniz fiyattan çok daha düşüğe sa tın aldığını anlatır. Sıkı bir pazarlık yapar, sonuçta dükkâna gelirken kafanızdaki fiyatın üçte biri fiyata sizin elinizden malı alır. Aynı malı sizden aldığı fiyatın en az dört katm a satar. Bunun yanında hatırını saydığı dostlarına indirim yaptığı da olur. Mesela kendisi gibi Ermeni asıllı, çocukluk arkadaşı bir dostundan, çok değerli olduğu için, satm anın çok zor olduğunu bildiği halde, ahşap, lale oymalı bir yatak odası takımını, arkadaşının kafasındaki fiyattan üçte birine değil, üçte ikisi fiyatına satın almıştı. Nitekim o mal, Tika’nın düşündüğü gibi çok pahalı olm asından bir türlü satı lamamış, en sonunda Tika, yatak odası takımını parçalara ayırarak satmayı uygun görmüştü. Gardırobunu, tuvalet aynasını, taburesini, komodinlerini, hatta bu takımla çok şık duran aynı renge ve aynı oymalı motiflere sahip iki adet küçük ve bir büyük çerçevesini tek tek satmıştı. En son elinde yatak kalmış, Tika yatağı dükkânın d e posunda boş kalan bir bölmeye almış, parasını ödeyem eyen pek çok bayan müşterisine parayı bu yatakta farklı bir şekilde ödetmişti. Aslında her antikacı gibi Tika da peşin parayla çalışır am a bazen borcun yatakta ödenm esinden m em nun olacağı müşterilere tole rans tanırdı. Hatta bu yatakta sadece antika malların borcunu değil, aynı zam anda gizli tefecilikten kendisine borcu olan müşterilerin de borcunun bir miktarını ödetirdi. Bu fikri ilk kez doğaçlam a uygula mış, daha sonra defalarca aynı şekilde kullanmıştı. Yalnız bu şekil bir ödeme, borcun miktarına, müşterinin kabulüne göre değişirdi. Son üç yıldırsa bu kadına inanılmaz bağlanmış, ara sıra araya bazı çeşitler alsa da sıklıkla bu kadınla görüşür olmuştu.
iv ;
9
*
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
Aslına bakarsanız Tika evlidir. Ben Tika’yı taaa bu dükkânda b ab a sının yanında çalıştığı on yaşından beri tanırım. Karısını da bilirim. Lâkin evlendikten sonra karısının buraya çok sık uğradığını görm e dim. Mesela hatırladığım bir defa dükkânın kapısından bir kez başı nı uzatmış, alışverişe çıktığını, aceleden cüzdanını evde unuttuğunu ve çocuklarıyla geri dönmesinin çok zor olacağını Tika’ya söylemiş; Tika da karısının istediği paranın çok daha fazlasını ona vermiş, ço cukları öpm üş ve akşam görüşürüz diyerek karısını yolcu etmişti. Bana sorarsanız dışarıdan bakınca kocasıyla bir problemi yokmuş gibi görünen Füsun H anım ’ın, bu kadar sık ve şık aldatılması ise çok derin sebeplere dayanır. Sorsanız ne Füsun Hanım ne de İlker Bey bunu açıklayabilir. Tika, dükkânda babasının yanında bir çırak ola rak on sekiz, on dokuz yaşlarında çalışırken ve Füsun Hanım henüz bir lise öğrencisiyken, bu dükkân Füsun H anım ’ın okuluna giden yol üzerinde olduğu için karşılaşmış ve tanışmışlardı. Füsun Hanım ’ın Tika’dan o yıllarda hoşlanmasının ve evliliğe gidecek kadar âşık olmasının en büyük sebebi ile evliliklerinin kısa sürede heyecanını yitirmesi ve aldatılması aslında aynı sebebe dayanır. Kendi teorim, Füsun H anım ’ın İlker Bey’den hoşlanmasının sebebi, dükkânın önünden sarkan çok değerli antika bir saatin yıllar önce Leyla ve Mecnun aşkını bile imrendirecek bir aşk yaşamış çifte ait olmasıdır. Muhtemeldir ki, eşyanın ruhunu okumasını bilen Füsun Hanım ’m üzerine bu saatin sindirdiği aşk enerjisi Tika’nın kendinden çok çir kin olan görünüşünün ve kırpıp durduğu sol gözünün kusurunu bile örtmüştü. Çünkü ben her zam an eskiden beri bu kadında geçmişi algılayabilen bir enerji sezmişimdir. Füsun Hanım, o yıllarda dükkâna yaklaşırken yavaş yavaş sesi gel meye başlayan o antika saatin tik tak seslerinin, sonralarda kalbiyle aynı ritimde attığını fark etmiş; İlker Bey ise, bu güzel ve masum kızın kendisine olan ilgisini çok kısa sürede anlamış ve karşılık vermişti. Hanımefendi kendisi de bilmez am a evlilikleri romantizmini bitireli ne kadar çok zaman olmuşsa da, ne zaman o yoldan lise öğrencisi
160
SULTAN TARLACI
olarak geçtiği zamanı düşünse aklına hem en o saatin tik tak’lan gelir ve içinde Tika’ya karşı yeniden bir ılıklık hisseder. Belki de, kocasına “Tika” lakabını takmalarına saatin tik tak’larını hatırlattığı için gıcık olmaz. Pek çok kişinin “Füsun, Tika’yla parası için evlendi.” dedi kodusuna karşın Füsun İlker Bey’e işte böyle sırılsıklam âşık olarak evlenmişti ve bence içinde hâlâ bir sevgi vardı. Diyebilir miyiz ilk günkü sevgidir? Asla değildir. N eden değildir? Belki de Füsun Hanım ’ın Tika’ya kaçtığı gün annesinin kalp krizi geçirip ölmesindendir. Öyle bir şey duym uştum çünkü. Bu nedenle Füsun Hanım vicdan azabı çekmiş, eşinden soğumuştur. Yalnız bu bilgide emin değilim. Bu nedenle şunu da düşünmekteyim. Füsun’u Tika’ya âşık eden saati daha sonra Tika, antika saat koleksiyoncusu bir bar sahibine ‘m addi’ değerini karşılar ve ‘m anevi’ değerini aşa ğılar bir m eblağa sattı ve o saatin altında tek gecelik pek çok ilişki yaşandı. Saatin ruhuna hakaretle. Sanırım, saatin satılma zamanı da Füsun H anım ’ın Tika’yı eskisi kadar sevmediği ve aldatılmaya başladığı yıllara denk gelmekteydi. Bir şeyler olmuş, kopmuşlardı işte. Tika da mutluluğu başka ka dınlarda aramış ve ilgisini başka kadınlara vermişti. Nasıl bir ilgi? Mesela üç yıldır kollarındaki bu kadına, sevgilisine, sanki yıllardır kadın görmemiş biri gibi bedenini, ruhunu, aklını vermektedir. Pa rasını? Onu vermez işte. Yalnız sevişirken cömerttir. Bu nedenle her ne kadar sitem etse ve Tika’ya laf sokucu şeyler söylese de bu kadın sonunda erkeğinin kollarında iyice yum uşar ve zevkten inlemeye başlardı. Yine öyle oluyordu. İşte Tika’nın bu meşguliyeti dolayısıyla sorduğunuz polisler için iki defa dükkâna gelmişse de her ikisinde de kapalı olan dükkânın ca mından içeri şöyle bir bakmışlar, hiçbir şey göremeyince çekip git mişlerdi. Zaten Tika’nın da ne katille ne de o tipte adamlarla işi olur du. Bir defa Tika katili saklamayı ahlaki bir prensipten öte korkudan kabul etmezdi.
161
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
Hatta sattığı antikaların değerinden dolayı pek çok zengin ve tehli keli adam dan para kazanabilecek olduğu ve parayı pek çok sevdiği halde bu tehlikeli adamlarla alışverişten kaçınırdı. Bu tipten sayı labilecek müşterilerinden en çok para kazandığı Federico isimli bir mafya babasıdır am a Tika, bu adam ın bol alışveriş etm esinden mi, yoksa ona kaliteli votkalar hediye etm esinden mi bilinmez, onu teh likeli olarak görmez. Federico isimli o adam ın sevgilisini kesen ço cuğun babasıyla ticari ilişkileri olduğunu ise hem en hiç düşünmek istemez. Oysa bu durum u cinayeti televizyondan gördüğünde de düşünmüş, haberi izlerken sol gözünü belki de şimdiye kadar hiç kırpmadığı kadar kırpmış, dudağının sol tarafı sol burun deliğine de ğecek kadar yukarı kalkmış, henüz çok küçük olan kızlarını Tanrı’nın bu tür canilerden koruması için fısıltı halinde defalarca dua ederken dişinin gedik tarafına da dili defalarca kısılmıştı. Ayrıca bir seks yuvası olarak kullandığı dükkânda bir katile yer yoktu. Yeniden kıyafetlerini giymeye başlarken, kadın d a az önce çıkardı ğı yağmurluğunu üzerine geçirip, kapalı duran dükkân kapısı açılır açılmaz içeriden bir kadın çıktığını gören dükkân komşuları şüphe lenmesin diye genellikle dükkânın altında bulunan antika yatağa dinlenmeye gidiyordu. Bir süre sonra dükkânda müşteri çoğalınca girip çıkanın takip edilemeyeceği bir anda bu kadın da kapıdan çı kar giderdi. Aslında dükkân komşuları zaten her şeyi bilmekteydi am a onların da benzer kaçamakları olduğu için kimse birbirinin ne yaptığını görmezdi. O gün de kapı açıldıktan biraz zaman sonraydı ki polisler yeniden geldi ve bu defa Tika onları kabul edebildi. Bunlar sivil polisti ve* kendilerini tanıtmadılar. Birinin küçük ve sevimsiz bir köpeği vardı ve ısrarla Tika’yla sevgilisinin az önce seviştiği köşeye gitmek istiyor du. Tika bu durum dan rahatsız olmuş am a belli etmemişti. Çünkü bu esnada köpeğin sahibinin ceketinin arkasındaki potluktan silahı olduğunu anlamış bu kişi polisse de değilse de ondan korkmuştu.
162
SULTAN TARLACI
Sol gözü birkaç defa sekti. H atta ‘O rada dikkatini çeken bir şey var sanırım. H a ha. Şirin şey gezdirin baksın.’ dedi. Katili bulmak için civardaki evleri ve dükkânları gezdiğini bilen polis dükkânın içini gezmek isterse aşağıda yarı çıplak yatan sevgilisini görecekti. Ney se ki sevgilisi polisler oradayken uyanmış ve “Aradığım eşyalar yok aşağıda. Kusura bakmayın meşgul ettim epey sizi.” demiş ve dük kândan çıkıp gitmişti. Tika arkasından birkaç defa “Yine bekleriz, yine bekleriz.” dedi. Polisler, aşağından bir müşterinin çıktığını görünce olmalı, aşağıya bakm aya ihtiyaç duymadı. Köpeği olan polis, bir tane eski melek biblosu aldı çıktı. Öyle bir adam ın melek biblolarıyla işi olmayacağı, bir şey aradığı am a belli etm em ek için herhangi bir şey aldığı bel liydi. Neyse Tika üzerinde durmadı, sonuçta bibloyu iki katı fiyatı na satmıştı. Karşısındaki adam bir şeyler almak için gelmemişti ki o biblonun gerçek fiyatını bilsin veya pazarlık etsindi. Zaten öyle de olmadı. Parayı verdi, çıktı ve gitti. Her halinden belliydi, burası katil aranacak yer değildi. Kesin oradadır diyemem am a her ne olursa alsun polisin bakması gereken bir yer varsa o da şu Federico denen ulam ın konağıydı bence.
“H ayatı lusid yaşa ki öldüğünde şaşırm ayasın.” Dr. Saltı paylaştı, 151 g ü n önce
29. G ün
Federico mu? Allah’ın belası domuz herif! İçinde insan izi olmayan varlık. Elbette tanıyorum. Beni o öldürdü. Bu şehrin en zengin ve en tehlikeli mafyasıdır. Nereden geliyor sanıyorsunuz bu değirmenin suyu? Bu katlar, yat lar, arabalar, iş hanları, oteller. En son tarihi eser bir yalı alıp restore etmişti. Bir buçuk milyon dolar harcadı oraya. Anlıyor musunuz? Bir buçuk milyon dolar. Yıkıntı, işe yaramaz ve köhne bir yere... İçini, olduğu gibi antika eşyalarla süsledi. Ne için olacak, ona buna ‘Ünlü iş adam ı tarihimize sahip çıktı’ dedirtmek için. Kimsenin bilmediği altın mahzenine ne demeli? Bol bol altın alır koyar. Merkez bankasındakine yakındır onun altını inanın. “Paranın değeri piyasaya göre değişir, belki çok yükselir am a nihayetinde bir kâğıttır. Oysa altın piyasada düşse bile m adendir.” der. Kim? O mu hayır sahibi? H a ha! Evet tabii. Federico! Üniversite hastanesine yaşlılar için özel Alzheimer hastalıkları bölümü yaptıran Federico! Ne için yaptırdığını anlatırım ben size sonra. Basında hayırsever iş adamı, akademik çevrede ise ünlü fizik profe sörü. Biz kendi aramızda ne deriz bilir misiniz? Nereden bileceksiniz. Boklu Federik deriz. O paraların çoğunu boktan kazanır da ondan.
SULTAN TARLACI
3u şehrin tüm umumi tuvaletlerinin geliri ona gider. Uff! G ünde kaç dşi girer çıkar o tuvaletlere şehir m eydanlarında, yol kenarlarında, ünlenm e tesislerinde biliyor musunuz siz? rizik profesörü dedim ya az önce. Alay etmedim. Doğru, gerçekten profesördür bu adam . Boktan para kazandığına bakmayın. Okumuş /azmıştır. /illasının altındaki geniş laboratuvarından haberiniz var mı? Nerelen olacak. D ünyada sayılı yerde vardır öyle bir laboratuvar. Hah ¡imdi sorayım ben size. Madem insan hayatına o kadar önem veiyormuş da neden evinin altında yüzlerce insanı öldürmüş? Belki /inlerce! Süründürdükleri, sakat bıraktıkları da cabası. Hangi fizikçi nsanlar üzerinde deney yapar? 3oklu Federik yapar işte. Bu adam tahmin ettiğinizden çok daha zaarlı biridir. En son fizikî beden ve varsayılan ruh üzerine çalışmalar /aparken belki yüz tane adam öldürdü ve ölüm anında ceset hafifiyor mu diye ölçümler yaptı. Bazı bilim adamlarının, ruhun ağırlığı /lduğu ve ruhun bedenden ayrılması anında cesedin hafiflediğine lair görüşleri var. Bizimki de denedi. Onca kişiyi öldürdü; kadını »rkeği, yaşlıyı genci, şişmanı zayıfı. Sonra da ölçtü tarttı am a nasıl )ir sonuca ulaştı bilmiyorum. fok. Beni deneylerinde kullanırken öldürmedi. Ben onun adamıylım. Tetikçisiydim. Sonra bir gün ayrılmayı düşündüm . Kendi işimi vuracaktım. Kendi işim derken, sebep para değil. İyi para verirdi /ana orası ayrı. Hediye de verirdi eli açıktır. O nda içtiğim şarapları liçbir yerde içmedim am a sıkılmıştım, garip ve yoğun bir öfkem var lı ve her şeyi ayarlamıştım. Gidecektim. O na söylemedim elbette, (açacaktım. Evet, bu tür işlerden ayrılamazsınız ve kaçamazsınız. 3unu da en iyi ben bilirim am a kendime güveniyordum. Çünkü Felerico’nun her adımını, hatta nerede nefes alıp verdiğini biliyordum, feni planlarıma göre beni yakalamasına, bulmasına imkân yoktu, îöyleyken, nasıl oldu, nasıl öldürdü bilmiyorum.
165
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
Ölmeden önce en son hatırladığım, kaçm am a bir gün vardı. Federico’nun villasında bana ayrılmış odam da televizyon izliyordum. Son ra görüntüler kaydı. Renkler kayboldu. Şu beyaz ışık ve tünel deni len hikâye var ya! O hikâye doğru. Yaşarken hep m erak etmiştim de yeri gelmişken belirteyim dedim. Neyse, kendimi o kadar küçük hissediyordum ki, sanki bir böcek. Işık beni elektrik süpürgesi gibi çekiyordu içine am a anlık olan şeyler bunlar. Sonra ne oldu derseniz birden renkler yeniden geldi. Yüksekçe bir yerden aşağıya bakıyor dum. Bu, az önce televizyon izlediğim odam dı. Kendimi gördüm. Yerde yatıyordum. Sonra Federico’yu gördüm. Herif, ruhu kendinden ayrılmış zavallı leşimin tepesinde dikiliyordu. Kendimi ve onu, tepeden dev bir ekrandan izliyor gibiydim. Cese dimin üzerine eğildi, suratıma tükürdü, muhterem anneciğime bir küfür savurdu ve hindi ibiği gibi sallanan sarkmış boğazından çıkan iğrenç sesiyle dışarıda bekleyen adam ına bağırıp “Kaldır şunun po sasını.” dedi. Diyorum ya öldüğümü anlayam adım diye. Bir garip, nasıl anlatılır, korkunç bir rüya gibi am a baktın ki hiç uyanamıyorsun işte orada anlıyorsun ki ölmüşsün. Bir de bedenimi sürükleyip götü ren adam dan anladım öldüğümü. Çünkü yaşarken defalarca başka kişilerin ölüsünün öyle sürüklenip götürüldüğüne şahit olmuştum. Ağzımdan akan kan saçlarımla sürüklenirken yukarıdan suluboya fırçasıyla sürülmüş gibi görünüyordu odanın beyaz zemininde. “Vay be!” dedim. “Beni de öldürdün ha Federico? Bir de üstüne anama sövdün ha?” Buradan anlaşılıyordu işte kaçacağım dan haberdaı olduğu. Ben de aynı şekilde ona defalarca tükürdüm, tükürdüm, tükürdüm ve sülalesindeki tüm kadınlara sövdüm! Hepsiyle yattım Anlıyor musunuz beni? O söylediklerimin hiçbirini duym uyor ve hissetmiyordu. Bir sigara yaktı cam dan dışarı baktı. Bu hali daha sinir bozucuydu. Yine söv düm saydım anasını avradına... Ama o esnada bir daha asla sevi şemeyeceğim de geldi aklıma. Bu durum da sövmek de başka bıı acı veriyordu ruhum a. Her neyse zaten hissetmiyordum hiçbir şev
166
SULTAN TARLACI
datta Federico denen dom uza olan öfkemi bile. Böyle anlattığıma /akmayın. Nasıl desem ? Bir anlık şaşkınlık ve sonrasında alışkanlık jibiydi sinirim. Hızlı giden bir aracı hem en durduramazsınız, bir süre iürüklenir ya aynen o şekilde. Ya da grip olduğunuzda yediğiniz /emek gibi... Yersiniz am a ağzınızda hiçbir tat hissetmezsiniz. Feierico’ya öfkem, yaşarken son zam anlarda beni ve ruhum u en çok neşgul eden şeydi. Bu nedenle hâlâ orada kaldım sanırım. Bilinç 1e anılar, ölünce bir şekilde devam ediyor hem de kaldığı yerden, foksa hissettiğim bir şey yok ona karşı. Sanki sinirlenmem gerektiği çin sinirleniyormuşum gibi... Bir görev gibi... Öylesine... \m a ne hayallerim vardı ondan kaçıp başka ülkede kuracağım yeni ıayatıma karşı. Ara sıra aklıma geliyor. Gerçi şimdi onun da bir öneni yok. Dysa kendisi de binlerinden ve bir yerlerden kaçarak gelmişti bualara biliyor musunuz? N ereden bileceksiniz. Hem de babasından taçmıştı. Bunu bir Federico bilir, bir de ben tam am mı? talyan kökenli bu herif... İtalya’dan Türkiye’ye ergen yaşta kaçmış jelmiş. Babası d a İtalyan mafyalarındanmış. Bunun anası babasını boynuzlamış. Hem de bir Türkiye tatili esnada Antepli bir garsonla, îu anlattıklarımı çok az kişi bilir ha. H atta Federico ve benden baş la kim biliyor? Bence kimse. Ben de öldükten sonra bu dom uzun ’trafında sık sık dolanırken öğrendim hepsini. Kimseyle paylaşmaz mnları. Anası Türkçe günlük tutmuş, ara sıra okur, ben de görürüm. )rada yazdığına ve başka kaynaklardan öğrendiğime göre, yıllar ince Federico denen domuz d ah a doğm adan, anasıyla anasının locası yazın tatile Türkiye’ye gelirler. Adam karısını otelde sık sık ıırakıp kum ar oynam aya gidermiş. Kadın bazen kocasının yanında ıturup oyunu izlese de tatili genellikle yalnız geçmiş. O yalnızlıknrmda Antepli bir garsonla bakışmış bir süre. Sonra İngilizceyi az ,ok ikisi de biliyormuş d a biraz konuşmuşlar. Derken iş ilerlemiş, falnız kadın günlükte anlatırken ‘büyük aşk’ diyor. Neyse, kocasının
167
9
197 GÜN * BÖLÜMİ
kumar m asasına oturup saatlerce gelmeyeceğinden emin olduğu bir gece çağırır âşığını odasına. Bir süre yine oturur, oradan buradan konuşurlar. Bakışırlar, yavaş yavaş dokunurlar. Sonra öpüşürler. Vay kaltak! Nasıl da zevkle anlatıyordu. Derken o gece adam bunu ezer geçer. S abaha kadar. O ndan sonrası hamilelik. Federico piçi on dört yaşına gelene kadar babası boynuzundan habersiz. Anlaması da garip. Adam mafyaymış ya öyle mahalle kabadayısı zannetmeyin. İtalya’nın hatırı sayılır mafyalarından ha. Herifte dönem in en iyi si lahları bulunuyormuş. Para da o biçim. Herif karıyı -Federico’nun anasını- elbette sayısız karıyla aldatıyor am a içlerinden birine âşık oluyor bir gün. O da ona. Aşk dolu ge celerden birinde hatun, herifin kulağına ondan çocuk istediğini fı sıldıyor. Birçok girişime rağm en bir türlü çocuk sahibi olamıyorlar. Doktora gidiyorlar, baba kısır çıkıyor. Önce yanlışlık diyorlar. Eee... Herifin on dört yıl önce çocuğu oldu. Doktor, ilk çocuğunun kendin den olduğuna emin olup olmadığını sorunca babanın hastaneden ayrılışından sonra doktorun cesedini morga kaldırıyorlar. Doktoru gebertiyor am a bir yandan da kafasındaki kurt yiyor herifi. Eve gi dip oğluna, yani Federico’ya ve karısına durum u belli etm eden DNA için ne gerekiyorsa en güvendiği adamını görevlendiriyor. Ha bak orada kadın günlüğünün sonlarında geberm eden önce şöy le yazmış: “İçimden bir ses Federico’yu kurtarmam gerektiğini söy lüyor. Ama neyden, kimden? Yalnız bu öyle kuvvetli bir his ki onu İtalya’dan bile gönderm ek istiyorum.” Bir sonraki sayfada şöyle yazmış: “Sanırım eşim başka mafyalarla kavgalı ve evi basıp hepimizi öldü recekler. Federico’yu korumam lazım.” Bundan sonrası günlükte yok. Bu yüzden bir süre bu Federico de nen herifin paçayı nasıl yırttığını anlayamadım am a sonra, yani öl dükten sonra Federico’nun sık sık izlediği bir videoya şahit oldum Bir adam ve kadın var. Bunların babası ve anası olduğunu sonru
168
SULTAN TARLACI
dan anladım. Babası derken anlayın işte. Babası anasını yatırmış. Adamın elinde bir silah. Bağıra bağıra İtalyanca bir şeyler söylüyor. Sık sık Federico adı geçiyor, ben bir tek orasını anlıyorum zaten. Sanırım Federico’nun nerede olduğunu soruyor. Kadın hem aşktan lıem de kocasının eline geçerse okuyamasın en azından biraz zaman kazanayım diye Türkçe öğrenmiş ve günlükleri Türkçe tutmuş ya o esnada bir ara adam a Türkçe şöyle diyor: “Federico’yu bulam aya cağın bir yere gönderdim .” Adam ne dediğini anlamıyor am a kudu'uyor. Silahı defalarca kadına tutuyor. Kadın hiç oralı değil. Sonra talyanca bir şeyler söylüyor adam a am a Federico’dan bahsetmiyor, fer ne söylüyorsa adam daha da sinirleniyor, kadının bacaklarını içip çamaşırını çıkarıyor ve silahı vajinasına tutuyor. Sonra kadın )ir kahkaha atıp yine Türkçe şöyle diyor: “Onun aleti senin kur on u n d an daha yakıcıydı inan.” Bir süre ikisi de sessiz bakışıyor. Sonra kadın İtalyanca bir şeyler söylüyor. Bence aynı cümlenin İtal/ancasını. Çünkü adam ın bu söylediğini anlamasını istiyor. Zaten ) sözden sonra adam ın gözü dönüp boşaltıyor kurşunları. Kadının ığzından burnundan kan geliyor. \dam karısını öldürürken videoya neden aldı? Sanırım bir defa öllürmekle siniri geçmeyeceği için her sinirlendiğinde defalarca izlenek istedi am a hiç izleyemedi o videoyu. N eden derseniz videonun Icvamında bir görüntü: On dört yaşlarında bir çocuk arkadan yak ışıyor ve beynine silahı dayayıp adam ı vuruyor! Federico sanırım uı. Annesinin öldürülüşüne şahit olunca gebertti babasını. Belki »abası olmadığını biliyordu. İşte daha sonra ne oldu da Türkiye’ye H'lmeye karar verdi bilmiyorum am a liseye burada başladığını ve nmamladığını biliyorum. Üniversiteyi de burada okumuş. Babasın ı n yüklü bir miras. Mafyalık da -Antep de- genlerde var. Kafası da nr onu da söylemek lazım. Akıllıdır Federico. Jcreden nereye geldik yahu. Neden sordunuz bu domuzu bana? Hdürülen kız mı? Ha... Evet, biliyorum o olayı. Zavallının kafası be-
169
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
deninden ayrılmadı mı testereyle? Katili de bulunam adı. Kolay ko lay da bulunmaz ben sana söyleyeyim. N ereden baksan yirmi gün olmuştur o kız öldürüleli. Hayır. Kesinlikle söyleyebilirim ki Federico’nun bu olayla hiçbir ilgisi yok. Kızın katilini de saklamıyor. Biliyo rum, o katil gencin babasıyla bir süre ticaret yaptı Federico am a na sıl desem, bakın Federico dom uzu kimseye iyilik yapmaz anladınız mı? Onu diğer mafyalarla karıştırmayın. Yalan söyleyecek değilim. Öldükten sonra insanların yalan söylemesi için bir sebep olmuyor. İnsan neden yalan söyler? Canı tehlikede olduğu için söyleyebilir. Birine rezil olmamak için söyleyebilir. Güzel bir kadınla sevişmek istediği için söyleyebilir. Bunları artık yapamayacağımı biliyorsunuz. Ya da arkadaşını kayırır, yalan söyler ki Federico dom uzundan ne kadar nefret ettiğimi biliyorsunuz. O benim kesinlikle arkadaşım ola maz. Onu korumam için sebep ne? Öldürülen kızla ve kaçak sevgili siyle hiçbir ilgisi yok! O kadar. Federico polisten falan korkmaz. Şu villa kaç katlı sence? Üç değil mi? Öyle dersin tabii. Sen nereden bileceksin. Tam sekiz katlı bu vil la. Polis gelse buraya üç katını didik didik arar. Bir şey bulamaz gider. Duvarlara bak. Onların bazıları duvar değil kapıdır. Yani Federico o , çocuğu burada saklayacak olsa kimsenin ruhu duymaz. İsterse en iyi dedektif olsun. Kimi görevlendirmişler katili bulmak için? Vefa’yı mı? Tanımaz mıyım? Bak bu işteysen polisleri tanıyacaksın tam am mı? Cinayet masasının en sağlam ayağıdır. İyi polistir Vefa... Zehir gibi kafası vardır hakkını verm ek lazım. Yok, bizim pek canımızı yakama dı am a sen bize göre değerlendirme onu. Olabileceğinin en iyisidir Bir pislik de odur. Köpeği var onun bir de. H ayatında görüp göre ceğin en çirkin ve sevimsiz canavar. Hayır, köpeklerden korkmanı am a bazısı şöyle bir sevimli olur. Onun köpeğinde hiç sevimlilik yok Mal sahibine çeker, o da sahibi gibi şerefsiz. Bilmiyorum belki bulut katilin nerede olduğunu. Diyeceğim o ki, Federico Vefa’dan vey.t başka bir polisten korktuğu için değil hiç kimseye iyilik yapmayacak biri olduğu için katili saklamaz. Katilin babasına mı iyilik yapacak’
170
SULTAN TARLACT
Arkadaş falan bilmez Federico. Yardım d a etmez. Bana kalırsa bu kayıp katilin babasıyla babası, iş yapan okul arka daşlarını falan takip etmeli polis. Okulu iyi gözlemlemek. Gençlerin aklı beş karış havada, ağızlarının yayı gevşek olur. Ben bir şey söylü yorsam yıllar süren suç tecrübem e yönelik söylüyorum. Bizim dom uz bu öldürülen kızla niye ilgileniyor derseniz bak bir isim vereceğim size. Bir doktor, Dr. Saltı. Federico bu adam ı uzun süredir takip ediyor. Akıllı bir doktor. H atta Federico’dan akıllı. Dahi. Bizim domuz da böyle düşünüyor. Söylemez ama ben bilirim. O doktor bu öldürülen kızla ilgileniyormuş. Artık nedenini ben bilmem. Makale falan yazacaktır belki. Doktoru tanıyan bir ruh vardır. Gidip sorun. Kısacası Federico doktorla, doktor da bu öldürülen kızın olayıyla ilgilenince Federico d a o olayla ilgilenmiş gibi oldu. Ben anlam am da sık duyduğum bir laf var son zamanlarda: Kuantum Fiziği. Federico da bu alanda uluslararası bir ödül almak istiyor. Nobel Fizik Ödülü. Bokumu alsın!
171
9
“Aşk, akıllı aptal dem eden tü m insanlara bulaşan bir h a sta lık tır” A lb ert C am us Dr. Saltı paylaştı, 149 gün önce
31. G ün
Elbette sıklıkla geldi okula. Yalnız, komiserin bu okul ziyaretleri ka tilime dair bir iz bulmaktan çok Jülide H oca’yı görmek için gibiydi. Dikkatinizi çeken bir şey oldu mu diye sorm aya gelmişmiş. Önce m üdürün odasına çıkardı. Jülide Hanım için geldiğini belli etmeye cekti aklınca. Etmeyecekti de bilmem benden başka fark eden var mıydı am a komiser resmen Jülide H oca’ya âşık olmuştu. İşin kötüsü bu iri yapılı cinayet masası dedektifi okula çıkıp geldikçe onun bo yunun üçte, kilosunun beşte biri olan küçük müdürüm üz bir gün kalpten gidecekti. Komiser karşısındaki ezik büzük duruşunu görme liydiniz. “Aslında o yavrumuzun parçalanm ası hususundan başkn okulumuzdan herhangi bir öğrencimizin başına böyle kahredici bir vukuat gelmemiştir.” diyordu. “Allah korusun elbette bundan sonnı da gelmeyecektir. Zaten biliyorsunuz ki o olay okul çıkışında olmuş tur. Okul içinde olması zaten mümkün değildir. Şu okulun güvenli ğine bakınız. Ha ha. Belki sizin de dikkatinizi çekmiştir hatta şöyle demişsinizdir, vay be güvenliğe bak sanki okul değil bizim emniyet müdürlüğü. H a h a.” Dedektifin karşısında son derece rahat olduğunu, belki de dedek tiften çok kendine hissettirmek için yaptığı bu esprilere Vefa k<>
SULTAN TARLACI
miser karşıdaki kırılmasın diye zoraki bir tebessüm ederdi. O gün de okulun ne kadar güvenli olduğuna dair benzer şeyler ve sonra dikkatlerini çeken şüpheli bir kişi veya durum olmadığına, katilin de yerini bildirecek kendilerine kayda değer bir bilgi gelmediğine dair konuşmuşlardı. Kaderin karşılaştırması diyelim, Jülide H oca’yı görmediği günlerde hasretinden yandığına emin olduğum komiser, küçük müdürümüzle birlikte ikinci katın m erdiveninden inerken J ü lide Hoca da tam karşı sınıftan dersten çıkmış, etrafını saran öğren cilerle birlikte öğretmenler odasına doğru yürüyordu. Bir ara durup bir öğrencinin sorusunu çözdü. “Soruyu okumuyorsun. Önce oku. Senden istenene bak. Burada bulduğun tarlaya ekilebilecek fidan sayısı değil.” diyordu. Vefa komiser “Bir de öğretmen arkadaşlara sorayım dikkatlerini çeken bir şey var mı diyerek m üdürün yanından ayrılmış ve öğretmenler odasına girmişti. O ndan bir dakika kadar sonra Jülide H anım ’ın içeri girmek için açtığı kapıdan küçük m üdü rün sesi geliyordu. “Getir o basketbol topunu. Getir oğlum. Getir, getir, getir.” Muhtemelen koridorda basketbol topuyla futbol oyna maya kalkmış çocuklara sinirleniyordu yine. Birkaç defa bu şekilde koridordaki panolar düşmüştü. Aşk, hangi yaşta olursa olsun insanı çocuklaştırıyor. Jülide Hanım odaya girerken Vefa komiserin halini görmeliydiniz. Beklediği bir dakikanın ona bir saatten uzun geldiğine eminim. Oysa o belli ol masın diye asla kapıya bakmıyor, diğer hocalarla sohbet ediyordu. Kapı açıldığında da dönüp bakmadı ve belki onu en çok ele veren •jey buydu. Çünkü aklı açılacak kapıda olmayan biri kapı açılınca gayri ihtiyari bakardı. Herkes bakmış o sanki hiç fark etmemiş gibi davranmıştı. Bunun yanında kendini karizmatik gösterecek her şeyi yapıyordu. Katile dair sorulan soruları cevaplıyor, çalışmalarının gece gündüz sürdüğüne, ne zor şartlar altında operasyonlara katıldıklarına dair anlatımları odanın diğer köşesinde olan Jülide H anım ’ın duyacağı !>ir sesle söylüyordu. Bunun yanında elbette daha fazla bilgi vere
Q
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
mezdi. Bunu d a sözlerine ekleyip önemini daha d a artırıyordu. Tüm hocalar can kulağıyla dinliyor ve yaptığı işin gizliliğine de ayrıca baş sallayarak saygılarını gösteriyorlardı. İşte o d a böyle bir ortam da konuşm aya dalmış, kapının açıldığını duymamış, duysa bile kimin girdiğini önem sem eyen bir tavırda olduğuna dair bir kanaat oluştur mak istiyordu. Hadi kapının açıldığını duym adı veya fark etmedi diyelim, Fizik ho camızın Jülide H oca’ya “Vallahi Jülide Hanımcığım nasıl yakala dınız o kopyayı? Geçen haftadan beri okul sizi konuşuyor.” deyip ardından bir kahkaha atmasıyla odadaki herkes Jülide Hanım ’a dönm üşken komiser yine dönüp bakmamıştı. Katılmayabilirsiniz am a artık bu kadarı kesin bir hoşlanm a belirtisiydi bana göre. Jülide Hanım elindeki kitapları m asaya bıraktı, gülümsedi. “Yeni gelen hoca sendrom u olmalı.” dedi. “Çocuklar gelenin gideni aratm asından hep korkar. Abartıyorlar.” “Yok am a abartıyorlarsa da etkisinden kurtulamamışlar.” dedi tarih çimiz. Ardından güldü ve bir süre sonra gülmesi öksürüğe döndü. Çareyi çayından bir yudum alm akta bulmuştu. Okulun en yaşlı hocalarındandı. Öğrencilerin getirdiği sorulara burnunun ucuna taktığı ve düşecek izlenimi veren gözlüğüyle bakıp “soru hatalı olmalı” de mesiyle tanınırdı. Tarih bilgisi çok derin olmasına rağm en test soru larını hiç çözemezdi. Boğazını çayla yumuşattıktan sonra devam etti: “B ana d a anlattılar. Hocam diyorlar. Kâğıtları dağıttı...” bunu derken ucuna oturduğu sandalyesinde göğsünü öne çıkarıp kâğıt dağıtma hareketi yapmıştı. “Pencereye geçti, dışarıyı izlemeye koyuldu. Bir saniye bile sınıfa dönüp bizi kontrol etmedi. Sonra yazılının ortasında ‘Gülin kâğı dını m asam a bırak’ demez mi! Ha ha...” Tarihten bir kahramanlık destanı anlatır gibiydi. Keyfe gelmişti. Gülüyordu. Kahkahaları bir süre sonra boğazındaki balgam la yine öksürüğe döndü. Dinleyen bazı hocalar, Jülide H oca’nın başarısını kendilerine yükleyip “Ya
174
SULTAN TARLACI
işte biz, öğretmenler böyle kopya yakalarız.” gururuyla elindeki çayı karıştırmaktaydı. Hatta birkaçı “Ben de bir zaman şöyle bir kopya yakalamıştım”ı anlatm aya girişmişlerdi ki az önce Jülide H anım ’ın Gülin’deki kopyayı nasıl yakaladığına dair söyleyeceği merak konu suyken konu birden dağıldı, “Ama Gülin’in de kopyada yakalanm a sına şaşırdım.” diyordu hocalar. “O kopya çekecek öğrenci değildi ya. Evet, çocuğa son dönem lerde bir şey oldu. Artık eskisi kadar, benim de dersime katılmıyor. Bende de son yazılıdan düşük aldı. Şu Gökay denen zibidiyle çıkmaya başladıktan sonra oldu.” gibi sohbetler dönem eye başlamış, Jülide H oca’nın kopyayı nasıl yaka landığına dair sırrı yine öğrenememiştim. O esnada Jülide Hanım da sanki -bilmiyorum, belki bana öyle gel di- konunun kopyadan başka yöne kaym asından m em nun olmuştu. Bir ara Vefa komisere dönerek “Hoş geldiniz komiserim.” dedi. Bu rada içten ve samimi söylenmiş komiserim ifadesindeki “-im” aitlik eki o kadar çok ve herkes tarafından kullanılmaktaydı ki insana ait lik hissinden çok genellik hissi katıyordu. Yavan, sıradan, rahat ve öylesine söylenmiş bu söz, son beş dakikayı Jülide H anım ’ın orada olduğunun farkına bile varmamış rolü üstlenen Vefa komiserin tüm oyununu boşa çıkarıyor, komiserin orada olduğunu bilen am a um u runda olmayan bir kişinin sözü görevini üstleniyordu. Belli ki bunları komiser de düşünüyordu. Düşünüyordu ki cevap verem eden Jülide Hanım ’m yüzüne dalmıştı. Jülide Hanım: “Vefa’ydı değil mi?” diye tekrarlama ihtiyacı hissetti. “İsminiz?” “Ha evet... Evet. Nereden hatırladınız? Hafızanız kuvvetli.” Gülüm sedi. Oturduğu yerden sağ ayağının parm ak uçlarında topuğunu yaylandırıyor, farkında olm adan yaptığı bu hareket birbirine ikili monte edilmiş koltuklardan diğerinde oturm akta olan tarihçiyi de sallıyor, adam ın gözlükleri her sallanışta biraz daha burnunun ucu na iniyordu. “Kusura bakmayın, ben de sizin isminizi anım sam aya
175
9
197 GÜN ’ BÖLÜMİ
çalışırken dalmışım.” diye ekledi. Hâlâ aynı taktik üzerinden gitmekteydi. Ne kadar garip. Genellikle rahat olan taraf erkekler, karşıdakinin farkında değilmiş oyununu oynayan bayanlar olurdu. Rolleri nerede karıştırmışlardı bilmiyo rum am a sanırım onları bu değişime mahkûm eden Jülide H oca’nm Vefa komiserden gerçekten hoşlanmıyor olup rahat davranmasıydı. Ya da hoşlanıyor am a belli etmiyordu. Eğer öyleyse gerçekten çok başarılı ve bir o kadar tehlikeli bir oyuncuydu. “Önemi yok.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek. “Jülide.” diye ekle di ismini hatırlatmak için. Komiser “Ha... Evet... Hatırladım Jülide H anım .” derken yeniden zil çalmış, sözlerinin bir kısmı duyulmaz olmuştu. Komiser, bu durum dan -karizmasını çizen bir şey gibi algılayıp- ayrıca rahatsız olmuştu. Beş dakika gördüğün ve konuştuğun yeter Vefa Bey demiştim içim den. Yalnız herkes derse gitmek için kalkarken, Jülide Hanım ayakta durduğu yerde altına bir sandalye çekmiş, oval m asaya komiserin karşısına oturmuş, laptopunu açmış, geçen haftaki yazılı sonuçlarını incelemeye başlamıştı. Bu esnada diğer hocalar derse gitti ve baş başa kaldılar. Kimse olmayınca cesareti sanki yerine gelmişti komiserin: “Derse gitmeyecek misiniz hocam ?” diye sordu. Jülide Hanım bir an komisere bakarak “Bu saatim boş.” dedi. “Bu arada internet sayfamı bir kontrol edeyim diyorsunuz.” “Yok. Benim sosyal paylaşım sitelerinde sayfam yok.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek. Komiser az değildi. Onun daha önce Jülide H anım ’ın adına sayfa aramış ve bulamamış olduğundan emindim. “Öyle mi?” dedi şaşkınlıkla. “Yani benim de yok am a biz genellikle meslek dolayısıyla öyle yerlerde kişisel paylaşımlar yapmıyoruz. Si zin sebebiniz nedir?”
176
SULTAN TARLACI
“Vakit bulamıyorum. İnternette öyle yerlerde gezerken pek çok işim yarım kalıyor. Zaman bakım ından zararlı görüyorum .” Komiser onaylar gibi başını salladı. Sonra birden aklıma bir şey gel miş gibi: “Siz matematikçiydiniz değil mi?” Jülide Hanım yeniden komisere baktı. Komiser bu bakıştan sonra: “Şundan soruyorum ...” dedi. “Yeğeni min matematiği çok kötü acaba nasıl düzelebilir veya özel ders falan mı aldırsak? Siz veriyor musunuz özel ders?” “İsmimi hatırlamazken branşımı hatırlamanız çok garip. Üstelik söy lememiştim bile.” dedi Jülide Hanım. Komiserin yüzüne bir ateş basmıştı. Aslında ben bunu anlayabiliyor dum. Bunun sebebi cümlelerin anlamlarının söyleyen kişinin jest ve mimiklerinde saklanıyor olmasıydı. Jülide Hanım bunu söylerken şaşkınlık belirtse belki sorun olmayacaktı am a o nasıl bir söyleyişti! Gülüyordu. Hayır hayır gülmek değildi. Belki gülse de sorun olmaz dı am a o gülümsüyordu. Burada bir alay olmalıydı. İşte o alay ifade siydi genç adam ın kalbinde olan ateşi körükleyip yüzüne çıkartan. Bu cevap onu neyle suçluyordu? İsmini hatırladığı halde hatırlamı yorum diyerek yalan söylemekle mi? Jülide Hanım branşını söy lemediği halde bir şekilde araştırıp onun branşını öğrenmekle mi? Yani gizliden gizliye onunla ilgili bilgi toplamakla mı? Ve tüm bun ları yaparken az önce sorduğu soruyla bunları belli etmek gibi bir aptallıkla mı? Yoksa tamamıyla mı? Neyle suçlanıyordu? Ondan hoşlanmakla mı? Şimdi burada Jülide H anım ’la sohbet etmek için ini bulunmaktaydı. Ne oluyordu? Bunları düşünürken cevapta geç kalmış, neden sonra kafasını toparlayabilmişti: “Sormadığımdan emin misiniz?” diyebildi. Belki bu soru, bu durum da verilecek en akıllıca cevaptı.
177
9
197 GÜN ’ BÖLÜMİ
Jülide Hanım son yazılının başarı grafiğini çıkarıp kaydettikten sonrn önceki yazılı sonuçlarına baktı. Onların da grafiğini oluşturup ikisini karşılaştırmayı düşünüyor olmalıydı. Bunları yaparken ekrana bakıp belli belirsiz bir dalgınlıkla: “Evet. Okula geldiğiniz ilk hafta kendinizi tanıttınız.” dedi. “Bana, öldürülen kız öğrenciyle ilgili konuşmak istediğinizi söylediniz. Şüp heli bir kişi veya durumla karşılaşıp karşılaşmadığımı sordunuz. Ben de bu okulda ilk günüm olduğunu söyledim.” Önündeki ekranı büyüttü. İlk yazılıyla ikinci yazılı arasında uçurum sayılmasa da belirgin bir düşüş vardı. Sınıfın diğer sayısal dersleri nin yazılı sonuçlarına baktı. Sayısal sınıf olmasına rağm en bu kadar düşük not sadece matematikte miydi? Bunu düşünüyor olmalıydı. “Siz de gülümsediniz. Sonra da böyle bir durum la karşılaşırsam sizi aram am için telefon numarası verdiniz. Hatta verdiğiniz kâğıt işte burada. Aynen verdiğiniz gibi duruyor.” Çantasına uzanmış ön cebinden küçük bir kâğıt çıkarmıştı. Vefa komiserin telefon numarası yazılı bu kâğıt, o gün Jülide H anım ’ın çan tasına koyduğu şekliyle -hiç dokunulmamış gibi olması da Vefa için çok kırıcı olmalıydı- aynen duruyordu. Jülide Hanım kâğıdı yeniden aynı yerine koyup m asanın üzerinde çantasının ilerisindeki dosyayn uzandı. İçinde yazılı kâğıtları vardı. Gülin’le Janset’in kâğıtlarını di ğerlerinden ayrı bir yere koydu. “Ne kadar sağlam bir hafızanız var.” dedi komiser. Akşam ne yediği mi hatırlamıyorum. Herkese karşı mı böylesiniz, yoksa özel olduğu mu düşünüp sevineyim mi?” Genç yaşta ölmeme bakıp ilişkiler hakkındaki fikirlerime güvenme yebilirsiniz am a yine de konuşacağım. Erkekler en açık ve cesur hal lerini sinirlendikleri anda sergilerler. Kadınlar da güven duydukları anda. Erkeklerin sinirleri samimiyet getirir. Samimiyet de karşıdaki kadına güven verir. Aslında sinir, bir nevi her iki taraf için de iyidir.
178
Sili I AN IA İM A« I
ne de Jülide H anım ’ın onun istediği cevabı vermeyeceğini hissetiştim. lerkes hafızamın çok kuvvetli olduğunu söyler. Zaten bu olayın erinden çok zam an geçm edi.” dedi. mdi de konuların başarı grafiğini oluşturuyordu. Bazı konularda ııfın başarısı özellikle düşüktü. Müfredat programını açıp o konunn hangi ayda işlendiğine baktı. Ocak ayını işaretledi. Haklıydı, mim de başarısız olduğum o konular, benim de yaşadığım o ayları, Kaba Zarif’in karikatür krizi dönem ine denk geliyordu ve Zarife Dca genellikle rapor alarak geçiştirdiği ve gelmediği o dönem de, İse de konuları üstünkörü anlatmış bir çeşit bizden intikam alm aya lışmıştı. 'eğeninizin başarılı olduğu bir alan var mı?” diye sordu birden. iangi yeğenim ?” dedi komiser. Biraz sesli sormuştu bu soruyu, algın olmasına rağm en sinirinin geçmediği anlaşılıyordu. iatematiği kötü olan.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek. “Yani ışka bir alanda başarısı varsa başarılı olduğu alana yönlendirilse olur. Artık zekâ dem ek sayısal yetenek dem ek değil biliyorsunuz, atta sayısal ve sözel diye ikiye ayırmak bile yanlış. Zekânın şu an bul gören en az sekiz çeşidi var. Ritmik, görsel-uzamsal, sosyal kâ gibi çeşitlere ayrılıyor. Yani matematiği ve sözel dil becerisi iyi nayabilir am a belki müzikte yeteneklidir çocuk bilemeyiz. Araştırıyeteneğine göre yönlendirilmeli.” mç komiser oturduğu yerden birden kalkarken “Anladım.” dedi, ¡itmem lazım.” diye ekledi. “Bazı işlerim var, kusura bakm ayın.” >n hamleyi kendisi yapm ak istiyordu anlaşılan. Jülide Hanım koışurken sohbeti birden kesip umursamadığını gösterir bir tavırday“Zekâ çeşitleri konusu ilgi çekici am a malum yoğunum. Bugün nim izin günüm. İki gündür uyum uyorum dersem inanır mısınız? dip dinlensem iyi olacak. Kırılmazsınız um arım .”
179
197 GÜN • BÖLÜMİ
“Rica ederim. İyi günler” dedi Jülide Hanım. Komiser merdivenlerden inip okulun demirliklerine bağladığı köpe ğinin tasmasını çözüp ipini eline alırken söyleniyordu: “Sekiz çeşide ayrılıyormuş. Çok biliyorsun!” Köpeği de ne değişik bir hayvandı. Büyüyünce büyük bir polis kö peği olacaktı belki am a şu haliyle onun gibi iri bir adam ın yanında garip duruyordu. Bir polis ne diye gezdirirdi ki sosyete kadın gibi bunu yanında? Okula ilk geldiği gün de yanındaydı. Büyüyene ka dar kulübesinde dursaydı ya. Düşünm eden edemedim .
“Bencil, sabırsız ve biraz ta kıntılıyım . H ata yaparım , ke n d im i kaybederim ve bazen çekilm ez olurum . A m a en kötü halim le beni çekem iyorsan en iyi halim le kesinlikle beni haketm iyorsun dem ektir.” M arilyn M onroe Dr. Saltı paylaştı, 139 gün önce
37. G ün
“Marilyn Monroe! Evet, hepimiz seviyoruz onu!” Bu cümleyi bir hastane kafesine göre yüksek sayılacak bir sesle söy leyen, Saltı’nın acil serviste görevli doktor arkadaşıydı. Bulunduğu ortamda rahat tavırlarıyla dikkat çekerdi. İstediği yerde istediği şe kilde konuşur ve bu konuşmaların bir yerinde m uhakkak kadınlara yer ayırırdı. Biraz daha oturacak ve sohbet edecek olursa konuyu dünyada olan değişik ve büyük olaylara getirir tüm bunların arka sında gizli güçlerin olduğunu savunurdu. Bu gizli güçler ne tür güçler ve amaçları nedir her zam an bir m uam m a olarak kalırdı sözlerinde. Ayakta dikilip, Saltı’nın oturduğu m asada, Saltı’nın arkasında, Saltı’nın laptopundan, Saltı’nın internetten indirmekte olduğu Marilyn Monroe fotoğraflarına bakıyor bir yandan ham burger yiyordu. Bir süre ayakta fotoğraflara baktıktan sonra m asaya geçip Saltı’nın kar şısına oturdu. Aklına bir şey gelmiş gibi: “Yalnız o m asaüstünden, lokumun fotoğrafını kaldırsan iyi olur.” dedi. “Görm eyen kalmadı hastanede. Başhekime şikâyet gidebilir.” Acil servis arkadaşı genellikle tüm beyaz kadınlar hakkında lokum ifadesini kullanırdı am a şu anda lokumdan kastı Marilyn olmalıydı ve
9
197 GÜN ' BÖLÜMİ
az önceki uyarısında haklıydı. Çünkü gerçekten sıklıkla başhekimin odasında Saltı’yı hastaneden nasıl göndeririz planları yapılmaktaydı. Ham burgerden ısırıp eliyle “Ha bir şey daha söyleyeceğim” gibi bir hareket yaptı. Sanki S a h ’ya “Bir dakika bekle” der gibiydi, zaten Saltı’nın konuştuğu yok:u. Arkadaşının boğulurcasına hamburger yiyişine bakarak söyleneni yaptı, susmaya devam edip onun konuş masını bekledi. Ağzından kelime çıkabilecek kadar yer açabilince boğuk bir sesle: “Nerenin rektörüydü? 0 zamanlar hani seni m ülakata çağıran şu adam ...” dedi. “Hani senin yazıdan sonra küplere binmiş ya.” Gü lümsedi. “Onu gördüm çeçen dekanın odasında.” Hatırlamıştım neyden bahsettiğini. Saltı, uzmanlığını aldığı üniver sitede kariyerine devam “ettirilmediği” dönem de m ecburen başka şehirlerdeki üniversitelerde şansını denem ek için herhangi birinde nöroloji kadrosu açılır m: diye üniversitelerin internet sayfalarını ta kip ediyordu. Bunlardan birinde kadro açıldığını görmüş, hemen dosyasını alıp gitmişti. Anabilim dalı başkanı kendini sıcak karşıla mış am a bölümde açılan kadrodan kendinin de haberdar olmadı ğını gazeteden görüp öğrendiğini söylemişti. Saltı böyle bir şeyin nasıl olabileceğini düşünürken başkan “Spor hekimliğinde bir bey var. Eşi başka bir şehirde nöroloji uzmanı. Dekan onun eşini fakül teye almak için kadro açmış.” diye eklemişti. Fakat yine de Saltı’nın dosyasına gözlerini dikerek “Yalnız senin dosyan çok iyi. Seni almak isteriz.” demişti. Kadronun ne amaçla açıldığı belliydi. Saltı için um ut yoktu am a yine de istendiği şekilde dosyayı personel işlerine bırakmıştı. Birkaç gün sonra Saltı’yı ve kendisi için kadro açılan bayanı, yazılı Yabancı Dil ve Bilim Sınavı’na almışlardı. Yalnız sonuçların açık lanması oldukça uzun sürmüştü. Sınavdan Saltı’nın daha yüksek aldığı belliydi. Ayrıca yayınları da diğer adaydan daha fazlaydı. So nuçların bir türlü açıklanmamasının bundan olduğunu anlayan Sallı
182
SULTAN TARLACI
liversiteyi aramış, konuştuğu Anabilim dalı başkanı açıkça “Dekan ıstırıyor.” demişti. Birkaç gün geçtikten sonra personel işlerinden ıltı’yı aramışlar, sonuçların belli olduğunu am a rektörün hangi [ayı alacağına karar veremediğini, her iki adayın bir kez de sözlü num unu istediğini, kararını ondan sonra vereceğini söylemişlerdi. e rektörü küplere bindiren yazısını Saltı bu olay üzerine yazmıştı: Sayın Prof. Dr. M. L. Ç., Üniversiteniz web sayfasında e-posta adresinizi gördüğüm için size yazma gereği hissettim. Rektörlüğünüzün en son açtığı, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı için Yrd. Doç. Öğretim Üyesi kadrosu için başvurm uştum . İngilizce ve Bilim sınavına katıl dım. İngilizceden 72 ve bilimden 74 geçer not aldım. Ancak daha sonra edindiğim duyum lara göre, benimle birlikte aynı kadro için başvuran arkadaş sınav sonucuna, sınav sorularının anabilim dalınca bana verildiği gerekçesiyle itiraz etmiş. Oysa anabilim dalı başkanını bir başvuruda dosyamı verirken gör düm, bir de sınav sırasında. Ve bu arada dekanlık da diğer başvuran kişinin alımı için ısrar ediyormuş. Bu söylentilerin gerçek olup olmadığını bilmiyorum am a gerçekten üzücü. Lise 1. sınıftan bu yana kendi mesleğine yönelmiş, Tıp Fakültesi’ni dönem birinciliğiyle bitirmiş, TUS’tan çok yüksek bir puanla, ilk tercihime giren bir kişi olarak ve asistanlık dönem im de ala nımla ilgili saygın dergilerde 10 yurtdışı yayın ve 7 yurt içi ya yın yapan birisi olarak bu söylentilere gerçekten çok üzüldüm. Ve bu cum a günü, bütün bu söylentiler üzerine, puanlarımız eşit olduğundan(l) ve karar verilemediğinden tekrar çarşamba günü, sizin önünüzde istediğimiz bir konuyu anlatmak üzere beni çağırdılar. Yer, saat ve neyle anlatılacağını belirtmediler. Bilimsel objektiflikle değerlendirilen, iki kişinin sınav sonuçları nın ve diğer değerlendirmelerin aynı olması mümkün olduğu nu düşünm ek zor. Bu nedenle ve bahsettiğim söylentiler nede-
183
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
niyle çarşam ba günü yapılacak sözlü sınava katılamayacağımı bildirir -sözler uçar, yazılar kalır- yazılı olur ise gelebileceğimi m ektubumu hoş görüyle karşılayacağınızı düşünerek, sağlıklı günler dilerim. Saygılarımla... D aha sonra Saltı başvuran diğer adayın üniversiteye alındığını, bir yıl sonra da kendi isteğiyle ayrıldığını öğrenmişti. Saltı um ursamazca dudağını eğdi. Biraz bahar havası almak ve az sonra içeceği sigaranın dum anının dışarı çıkmasını sağlamak için hem en yanı başında oturduğu sürgülü cam pencereyi hafifçe itti. Cebinden sigara paketini çıkardı. Paketin bandını sıyırdıktan sonra içinden bir sigara alıp paketi m asanın üzerine bıraktı. Ağzına aldığı sigarayı yakmak için az önce açtığı pencereden gelen rüzgâra karşı elini paravan şeklinde kullandı. Sigaradan bir nefes çektikten sonra dum anı pencereye doğru üfledi. Dışarıdan gelen havayla birlikte, dum an, sigara içmeyen acil servis arkadaşının yüzüne gelmişti. Saltı cam dan dışarı baktı. Gözlerini kıstı: “Lokumu seviyorum.” “Hepimiz seviyoruz.” dedi diğeri. “Sen bilirsin yine d e.” H astanede sürekli beyaz eldivenle dolaşırdı. Bir şey yem eden önce de eldivenlerini takar öyle yerdi. Elinin çok hafif, parmaklarının dikişte pratik, doktorluğunun da çok iyi olduğu, pek çok konuda uzmanından daha çok şey bildiği söylenirdi. Eldivenli elleri ve pra tikliğiyle ünlü parmaklarıyla hamburgerin içini açıp bir baktı sonra yeniden kapatıp ağzına götürürken yaramaz bir çocuk gibi gülüm seyerek: “Marilyn Monroe öldü. Haberin var değil mi?” dedi. Bu sözü hamburgerin maruluyla birlikte ezerek söylemişti. Kafenin yan kapısının açılmasıyla pencereden gelen rüzgâr da yön değiş tirmiş, bayıltıcı ağız kokusunu Saltı’nın yüzüne taşımıştı. Az önce hatırladığı şu rektör ve Marilyn’in ölümü gibi can sıkıcı konuların
184
SULTAN TARLACI
yanında yüzüne vuran yanık köfte kokusu Saltı’nın canını daha da sıktı. Rüzgârı kesmek için pencereyi kapattı. Sigarasını da bitmediği halde kül tablasında söndürdü. Arkadaşına cevap vermedi ve ye niden laptopuna dönüp Marilyn’in fotoğraflarına bakm aya başladı. Birkaç tanesini sosyal paylaşım sitesinde kendi sayfasında paylaştı. Diğeri devam ediyordu: “Ne diyordu o kişi? Hani biri böyle söylü yor da Marilyn öldü falan diye işte canım .” Kelimeler, anlaşılması güç şekilde belli belirsiz ve önüne et atılmış bir sokak kedisinin boğazından çıkan garip seslere benzer bir şekilde çıkıyordu. Devam etti: “Karşıdaki adam da evet diyor hani.” Saltı’nın defalarca okuduğu ve başkalarından da duyduğu bu anek dot ilk defa sigaradan sararmış dişlerin arasında, çiğnenmiş lokma ların oluşturduğu görsellik ve ham burger kokusu içinde iğrenç bir halde sunuluyordu. “Ölümü yüzüne bir kâkül gibi bırakmasını bildi.” Belli ki Saltı, cevap vermese arkadaşı onun duym adığına hükmedip eziyetini sürdürecekti. Kısa bir cevapla “Ya öyle diyor.” diye geçiş tirdi. Karşıdaki sözlerini tam am lam akta kararlıydı: “Sonra ne diyor öteki? Nietzsche’nin metresi mi olmuştur ne öbür dünyada. Ha h a...” Ağzından bir parça düşmüştü m asaya. “Ne ka dın am a... O var ya benim metresim olsun cehennem de, ben ölme ye razıyım bugün. Ha ha... ” Biten hamburgerin ardından dilini bir süre şapırdatıp dişlerini temiz ledi. Ardından m asaya eğilip dökülmüş ekmek parçalarına üfledi. Birkaç ekmek parçası Saltı’nın sigarasının dibine geldi. Kollarını, hamburger parçalarından arındırdığı m asaya dayadı ve cam dan dışarı bakm aya başladı. Dişlerinin arasında kalmış kırıntıları dilinin ucuyla çıkarıp yutm aya çalışıyordu. Bir an aklına gelmiş gibi:
185
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
“İç çamaşırı giymediği ve çıplak yattığı doğru mu acaba? Uf!” İçini çekti. “Yalnız, bu kadının ölüm ünün arkasında gizli güçler var.” dedi. “O yaşta, popülerliğinin zirvesinde bir kadın, sürpriz bir şekilde pat diye neden ölsün?” “Onun için sürpriz değilmiş am a.” dedi Saltı. Önündeki bir yazıyı okum aya başladı: “Evet, bende özel bir şeyler vardı ve ben bunun ne olduğunu bili yorum. Ben koca bir yatak odasında elinde boş bir uyku hapı şişesi ile ölü bulabilecekleri türden bir kızdım. Ama henüz her şey siyah değildi. Genç ve sağlıklıyken pazartesi günü intihar etmeyi planlayıp salı günü yine kahkahalarla gülebilirsiniz.” Saltı arkadaşına baktı: “Bunu daha yirmi yaşındayken, ölmeden on altı yıl önce söylemiş. 1946 yılında.” “Neye bağlayacaksın bunu m erak ediyorum ?” dedi diğeri. “Gelece ği gördüğünü mü iddia edeceksin yani?” “Aldığı evin girişinde, kocam an Cursum Perficio yazıyordu. Yani ‘yolumu tam am ladım .’ M anasına geliyor.” “Neyi destekler? Bir evin girişinde yolumu tam amladım yazması çok doğal. Yol bitti, evime geldim!” “Yukarıdaki sözleri intihara eğilimli olduğunu gösterir am a.” “İntihar etti yani?” “Olabilir. Annesi ve dayısı intihar etmiş. Hem annesi hem de anne annesi şizofrenmiş ve sürekli sesler duyuyorlarmış. Arada hayaller de görüyorlarmış. Sürekli takip edildiklerini düşünüyorlarmış. Bu nedenle Marilyn de akıl sağlığından sürekli endişe etmiş ve aklıyla da sürekli bir savaş içindeymiş. Hassas ve iniş çıkışlarla dolu bir ruhu var yani. Sürekli kaygı ve paranoya atakları yaşıyor. Zaten manik depresif. Sürekli bunalım da olan bir hayatı var. Ne garip ki Kennedy’le platonik aşk yaşarken bunalım onu intihara götürdü.” Dalga geçer halde söylediği ses tonunda Kennedy veya onunla ilişkili biri ne ölümü yıkma suçlaması vardı.
186
SULTAN TARLACI
“Terk edilme korkusu vardı ve başkalarına bel bağlam aya eğilim liydi.” diye devam etti. “Kalabalıklar içinde hep yalnızdı. An a sıkı sıkı tutunurdu. Kennedy’le yaşadığı aşkta da sorunları olduğu ke sin. Hatta tüm aşk hayatında... Kocalarının hepsi de onu üzmüştür. Özellikle suratına tükürmek istediğim son kocası Arthur Miller. H a yatındaki en büyük incinme... Babası yerine koyduğu am a babacan olmayan o adam dır.” “Kader işte.” dedi acil servis uzmanı alayla gülümserken. “Buluşa mamışsınız. Yoksa sen hiç üzmezdin hı?” Saltı da gülümsedi: “Suçlamalar. Yok, sen öyle yaptın, ben ne yap tım gibi... Yani ilişkiye başlam ak sorunlara başlam ak demek... İlişkisi olmayan bir insan ne şizofren olur ne de akıl hastası! Ne depresyona girer ne de kaygı bozukluğuna... Bütün her şey öteki’nin varlığından kaynaklanır. Bütün ruhsal hastalıklar... Öteki olan yerde ruhsal has talıklar çıkar.” Saltı böyle söylüyordu am a genç yaşım da ölmüş de olsam bir psi kolog olarak dinlediğim onca hasta ve ölüm üm den sonra da gördü ğüm insanlar ışığında kişilik tahlillerine bakarsak Saltı hakkında söy leyebilirim ki onu en çok çeken şey belki de Marilyn’in, sevgisini ona verebilecek bir adam ın özlemiyle ölmüş olmasıydı. Belki de sadece “ölmüş olmasıydı”. Demek ki artık sevgi isteyemeyecekti. Saltı, şu haliyle ona, onun istediği kadar değil, kendi istediği kadar sevgi ve recekti. Bu, onun ruh durum una göre değişirdi. Bazen tüm gününü ona ayırabilecek kadar cömert olur, bazen dakika vermek istemezdi. Hiç zaman ayıramayacağı bu tür anlarda onu sıkıp bunaltacak bir sevgili yoktu zaten. İlişkiyi istediği gibi hayalen yürütebilirdi. Buna rağmen sanki tüm zamanını ona ayırırmış gibi kendi kafasında Marilyn’e hak ettiği değeri ve ilgiyi fazlasıyla veren tek adam olduğu fikrini oluşturur, aynı dönem de yaşayam am ış olmasına içerler, ona ilgi göstermemiş olan erkeklere-sevgililerine-eşlerine içinden çeşitli küfürler savururdu. Oysa eğer onlar da Marilyn’e öldükten sonra âşık olmuş olsalardı Saltı kadar ilgi gösterirlerdi. Belki daha fazla. Saltı da Marilyn yaşarken yaşasaydı ve sevgilisi veya kocası olsaydı
1H7
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
diğerleri kadar kötü davranırdı. Belki daha fazla. Her zaman ölmüş ve güzel bir kadın, yaşayan ve güzel bir kadından daha güzeldir. Ulaşılmazdır, talepkâr değildir.” Yeni bir sigara yakarken ağzının içinde: “İkinci kocası Joe Di Maggio yine de diğerlerinden farklı gibi geliyor ban a.” dedi. “Ölüm ünden sonra alnından öpüp onu, üç kez sevdi ğini söylemiş.” “İyi bir reklam.” dedi arkadaşı kaşlarını kaldırarak. “İyi düşünmüş." “Bence gerçekten seviyordu am a evliliklerini televizyonun yıktığı söylenir. Marilyn sıklıkla, eşinin kendisiyle ilgilenmediğinden ve cips yiyerek sürekli televizyon izlediğinden yakınmış. Televizyonda kini var ki? Yine Marilyn.” Güldü. Joe için de öyleydi işte. Marilyn’i televizyondan izlemek, gerçeğine dokunm aktan daha çekici geliyordu. Başka biri gibiydi, hayal gibi, yok gibi, hiç olmayacak gibi... Bu tıpkı, Saltı’nın ölü Marilyn aşkına benzer bir duyguydu. Televizyondaki Marilyn elbette daha çekiciydi. Huysuzlukları olmadan, ilgi beklentisi olmadan, sadece gülümseyen bir Marilyn... Oysa evlilerken, o an içeride, yatağın üzerinde, düşün celi, somurtkan, ilgi bekleyen bir Marilyn vardı. Evet, belki çıplaklı am a bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Ruhunun çıplaklığı, bedenini örtü yordu. Çünkü ruh soyunurken üzerindeki mutluluk elbisesini çıkarıı ve ten olarak hüzün kalırdı. Joe, hüzünlü ruhu, mutlu bir elbiseyle gizlenmiş, bedeni tam am en çıplak kadınlardan hoşlanırdı. Televiz yondaki Marilyn’den... Saltı da öyle! Acil servis uzmanı sessiz kalmıştı. Bu sessizlik Saltı’nın sözlerine ta rafsız yaklaştığını değil, katılmadığını hissettiren bir sessizlikti. “Geçenlerde ne öğrendim biliyor m usun?” dedi Saltı. “Joe ile do ğum tarihlerimiz aynı. 25 Kasım. H a ha. Buna çok şaşırdım. Acaba Marilyn’e olan anlamsız tutkumla bu garip tesadüfün bir bağı olabiliı mi diye düşünüyorum .” Arkadaşı duyduklarının sadece bir espri olduğunu söylemesini islcı
188
SULTAN TARLACI
gibi bakarken “H aa.” dedi. “Şimdi anlaşıldı J o e ’yi savunm an. Reenkarnasyona falan inanmıyorsun değil mi?” diye ekledi. “Doğum tarihi benzerliğinden Joe olduğuna inanıyorsan, şizofreni olduğu için Marilyn olduğuna inanan bir kadın bulup hem en evlen öyleyse. İki çıplak bir ham am a layık.” Öyle birini arasa bulmakta güçlük çekmezdi Saltı. Çünkü internette paylaştığı fotoğraflardan onun Marilyn’e ilgisini bilen onlarca kadın kendini Marilyn zannedip onun gibi davranm aya ve fiziksel olarak hiç benzemedikleri halde güzel artistin bazı garip huylarını edin meye çalışıyorlardı. Bu huylar içinde genellikle Marlyn’in son d ö nemlerindeki huysuzlukları ve şizofreniye yakın davranışları vardı. Oysa onun gibi olmaya çalışıp Saltı’nm ilgisini çekmek için uğraşan onca kadının kaçırdığı üç nokta vardı. Birincisi Marilyn’in hastalığı yapmacık değildi ve her ne kadar film devleri onu aptal sarışın ola rak dünyaya tanıtmış olsa da Marilyn çok zeki bir kadındı. İkincisi -kim ne derse desin- çok güzeldi ve Saltı onun güzelliğine âşıktı. Üçüncüsü, Marilyn şu an tıpkı 1950’li yıllardaki çekiciliğiyle olduğu gibi çıkıp gelse Saltı belki gerçek Marilyn’den de zevk almayacaktı. Çünkü hayalinde “üzerine çok daha fazlasını” koymuştu. Tüm bun lardan çıkan sonuç şuydu ki gerçeğinin şansı olmayan Marilyn için sahtelerinin hiç şensı yoktu. Ya sahtesi bile olamayıp kendini komik durum a düşüren onca kadın? Saltı canı sıkıldıkça bunlarla dönem dönem beraber olur sonra Alzehimer’a yakalanmış rolü üstlenip hiç tanışmamışlar gib: hepsini yolcu ederdi. Saltı güldü: “Joe dsğilim elbette am a bazı ortak yönlerimiz, onu daha rahat anlamamı sağlıyor diyelim.” Sigarasından bir nefes daha çekti. “Ayrıca, doğum tarihlerimizin aynı olduğunu yakın zam anda öğren dim. Ben önceden beri J o e ’nun Marilyn’e olan sevgisini biliyorum. Diğer kocalarında olmayan bir sevgi.” “O halde Marilyn’i neden dövdüğünü ne anlıyorsundur. Kadını faz laca üzmüş ve öldüğünde, hatta ölüyken de duymadığı halde ona sadece ‘seni seviyorum’ demiş diye onu aşk dolu ve romantik bula mayız sanırım.” Burada acil servis uzmanına hak verdim.
I8‘>
9
“Her ölüm yıl dönüm ünde mezarına çiçek göndermiştir.” dedi Saltı. Arkadaşı bir kahkaha attı. “Senin haberin var mı, şu anda yeryü zünde eşi bir ölse her ölüm yıl dönüm ünde değil her hafta mezarına çiçek götürmeye hazır kaç adam var?” “Ha ha! Evet am a Marilyn öldüğünde Joe ile evli değildi ki. Çoktan boşanmışlardı. Arthur Miller ile uzun yıllar evli kalmıştı. Joe, ona defalarca ‘tekrar evlenelim’ demiştir.” “Bak o halde Joe bile öldürtmüş olabilir Marilyn’i.” dedi acil servis uzmanı gözlerini kocam an açıp sesini kısarak. “Yeniden evlenmek mi? Kâbus olmalı!” Bir kahkaha daha attı. Sonra birden aklına ge lip saate baktı. Tam kalkıyordu ki arkasından om zuna bir dokunan oldu. “Nereye?” demişti Federico. “Ben de güzel bir sohbetin ortasına gel dim diye seviniyordum.” “Geç kaldın.” dedi diğeri aynı şekilde Federico’nun koluna dokunur ken. “Gitmek zorundayım.” Federico Saltı’yla el sıkışırken acil servis uzmanının arkasından: “Yahu o halde bir ara evime bekliyorum ikinizi.” diye bağırdı. Acil servis uzmanı düşünür gibi bir hareket yaptı. Federico, sandalyeyi çekip otururken: “Hiç görüşemiyoruz.” dedi. “Sana ulaşmak ne zor! Telefonla aradım, açm adın.” Saltı yeni aklına gelmiş gibi cebini kontrol etti: “Yukarıda kalmış ol malı. Genellikle sessize alırım. Yanımda taşımayı da sevm em .” Federico bir şey daha söyleyecekti ki telefonu çaldı. Karşıdakiyle soğuk ve kısa birkaç kelime konuştuktan sonra telefonu kapatıp Saltı’ya: “Polisler...” dedi. “Ciddi ciddi katili sakladığımı mı düşünüyorlar acaba? Çiftliklerimden birinin adresini istiyorlar.” dedi gülerek. “Bu kaçıncı!” diye ekledi. “Üstelik onlara söyledim. Adresi değil, çiftliği vereyim isterseniz. Yeter ki bir rahat bırakın yahu.”
190
“K öpekler beni hiç ısırm adı am a insanlar için aynı şeyi söyleyem eyeceğim ” M arilyn M onroe Dr. Saltı paylaştı, 137 g ün önce
41. G ün
Karanlık çökeli çok olmuştu. Şehirden ve m odern gürültüden çok uzaktaydı. Issızdı. İlerdeki çiftlikten köpek ulumalarının sesine alçak tan uçan yarasaların çığlıkları karışıyordu. Arabadan biraz uzaklaşıp adım lam aya başlamıştı ki karşısına birden çıkan kişiye karşı önce refleksle birkaç adım gerilemiş, sonra elini silahına atmıştı. Komise rin yüzüne elindeki feneri tutan yabancıdan ses geldi: “Yoksa beni vurmayı mı düşünüyorsunuz Komiser Vefa?” Sıcak ve güzel bir bayan sesiydi. Vefa’nın şaşkınlığı bir kez daha artmıştı. “Burada ne arıyorsunuz Jülide Hanım?” dedi. Sorgulam aktan öte gerçek bir şaşkınlıkla. Vefa’nın sesinden tanıdığı kişi, yaklaştıkça araba farının yardımıyla kim olduğu görünmeye başlamıştı. Anlaşılan hanımefendi her kimse sesi kadar kendi de güzeldi. Ziynet de yabancı bir ses duyduğu için sahibinin yanm a gitmiş ki minle konuştuğunu kontrol ediyor, konuştuğu kişinin ayakkabılarına bakıyor ve doğru olanı yapıyordu. Ben de olsam öyle yapardım ve
?
197 GÜN • BÖLÜM 1
sonra şöyle derdim: Bunlar, doğru ayakkabılar. Evet, kadın ayak kabısı am a rahatsız edici değil. Zarif, dişi am a rahat ayakkabılar... İnsanların nasıl biri olduğunu ayakkabılarından tanırım. Ölmeden önce de öyleydi ta eskiden beri. Bunu ilk yapm aya başladığım günü hatırlıyorum. Çok küçüktüm. Yanımdan pek çok ayak ve ayakkabı geçmişti o gün. Belirsiz parlak çoraplarla süslü, düzgün, kaprisli bacakları taşıyan havalı ayaklar; jilet gibi ütülenmiş pantolonların zengin bacakları nı taşıyan parlak siyah ayakkabılar giymiş ciddi ayaklar; rahat bir etek giymiş, peşinden spor ayakkabılı bir çift küçük yaram az ayak sürükleyen sorumlu bacakları taşıyan aceleci ayaklar; aynı adımları aynı anda atan, biri erkeğe, diğeri kız arkadaşına ait âşık ayaklar; biri diğerinden daha yavaş, adeta yerde sürünür gibi giden, eski bir pantolon geçirilmiş hasta bacakları taşıyan çaresiz ayaklar; beyaz çorap üzerine renkli tozluk geçirilmiş genç bacakları taşıyan ergen ayaklar; bileklerine kadar inmiş varisleri, çorap altından bile görü nen yaşlı bacakları taşıyan yorgun ayaklar... Hepsi de bardaktan bo şanırcasına yağan yağm urda bir yerlere gidiyordu: İşe, eve, okula, hastaneye, gezmeye... Bir ben gitmiyordum hiçbir yere. Gitmiyor, ne yapacağımı bilmiyor ve bildiğimi yapm aya devam ediyordum. O da çok basitti. Arkam daki duvarları boyanmayıp harcının gri rengiyle bırakılmış büyük binanın, minik bedenimin yarısını örten, yarısını örtmeyen saçağın dan kafama damlayıp alnıma süzülen yağmur damlalarından önce davranarak gözümü açıp kapatmak... Böylelikle damlalar gözüme kaçmıyordu. Bazen de kafamı iyice önüm e eğiyordum ve damlalar alnımdan gözüme doğru süzülmeden direkt yere düşüyordu. Bunları yaparken de kaldırıma değen tırnaklarımı uzun uzun seyrediyordum. O gün yağmur o kadar hızlıydı ki başımı kaldırdığımda kulakları mın tepesinde birikip ucundan süzülen damlalar iyice ıslanmış be denim de tüylerimin arasına giriyor, pirelerimi harekete geçiriyor ve
192
SULTAN TARLACI
kaşıntıya benzer bir gıdıklanma oluşturuyordu. Biraz daha duvara yaslanıyordum, iyice. Yapışıyordum adeta. Anneme bakıyordum. Ne kadar çok ıslanmıştı am a silkelenmiyordu. Yerinden kalkam a yacağını kesin olarak sezdiğim anlardan biriydi ıslaklığına rağmen silkelenmeyişi. Öylece yatıyordu. Büyümüş gibiydi. Tüyleri yağmur damlalarını sünger gibi çekmiş, bedeni ıslak bir halı gibi kabarmıştı. Asfalttan akıp giden yağmur damlaları, annem in kanını kırmızı ince bir tül gibi mazgala doğru sürüklüyordu. Bir an sığındığım saçak al tından çıkıp annem e koştum. Etrafında dönüp bir süre havladım ve uzun uzun uludum. Islanmış yüzünü, gözlerini yaladım. Biraz sudan arındırdım sanki am a pek faydam dokunm adı. Bir ara bana baktı ve sonrasında o bakış dondu kaldı. Yeniden saçağın altına döndüm ve bildiğim şeyi yapm aya devam ettim. Evet, gerçekten başımı önüm e eğmem, gözüme yağmur dam lası kaçmasını engelliyordu. Tekrar ayaklarıma, yan yana duran iki tırnağıma, sonra da tekrar başkalarının yanım dan geçip giden ayak larına baktım. O an iki işçi bacağı taşıyan sarı çizme giymiş görevli ayakların an nemin cesedini sürüklediğini gördüm. Sonra kaldırdı ve çöp arabası olduğunu düşündüğüm bir arabanın arkasına attı. Az önce annem e çarpan zengin arabalara benzer arabalar o esnada önüm den geçtiği için tam görememiştim. Yanına da gidemedim. Havladım, çok hav ladım. Sonra zaten annem i de alıp gitti. Gücüm yettiğince havladım. Bir süre sonra havlam alar boğazıma tıkandı. Uğunurken ağzımı aça madım, boğazımda bir inilti oldu. Onunla fazla zaman geçirmeye vaktim olmamıştı. Her şeyi yeni öğreniyor sayılırdım. Nasıl yemek yenir, nasıl pire kaşınır, nasıl sa hiplendiğin alanlara işenir, nasıl karşıdan karşıya geçilir? Bunu öğ renememiştim işte. Bu sonuncusunu. Bir de annen yerde yaralı ve ölmek üzere yatarken ne yapılmalı onu bilmiyordum. Ağzımı açtım tekrar uludum uzun uzun. Annemin cesedinin götürülmesinden on
9
197 GÜN ' BÖLÜM 1
veya on beş dakika sonra yanım da, hem en yanı başım da büyük spor ayakkabıların taşıdığı kargo pantolonlu iki bacak gördüm. Bunlar nasıl ayaklar ve nasıl bacaklardı? Bilemedim bir an. Başımı bacaklardan yukarı kaldırdığımda bana bakan iki gözle karşılaştım. Gözüme o gün, o, ne kadar büyük görmüştü! Dev gibi dikiliyordu yanı başımda. N eden geçip gitmiyordu da bana bakıyordu ki? Önce korkuyla, heyecana benzer bir duygu yaşadım. Koşup gitmeli miy dim? Annem olsa ne yapardı? Koşar mıydı? Koşsa bir araba altın da ezilir miydi? Sonra içimden bir ses, sessizce beklememi söyledi. Tekrar eğdim başımı önüm e. O da önüm de eğildi. Ellerinin arasına aldı beni. Yukarı kaldırdı. Bakmadım gözlerine. Eğdim başımı. Bana şöyle demişti: “Çok ayıp öyle ağlanmaz. İleride kocam an adam ola caksın. Gel bakalım sen buraya.” Ben aslında dişi bir köpektim ve kocam an bir adam olmayacaktım am a yine de hoşum a gitmişti bu söz. Sanırım gelecekten bahsetmesi, bir anlık da olsa o üzgün anım dan uzaklaştırmıştı beni. Veterinere gittiğimizi hatırlıyorum. İğne vurdular, pirelerimi temiz lediler, m am a verdiler. Sonra başka bir yere götürdü. İnce tellerle çevrili küçük bir kafese kapattılar beni. Etrafımda benim gibi pek çok köpek vardı. Oradaki adam telden çıkmaya çalıştığım bir anda, kocaman kalın bacakları ve emir verir nöbetçi ayağıyla iteleyip “Gir içeri, gir. Bitli böcek.” demişti bana. Benim gibi küçük köpeklerin hepsine bitli böcek diyordu. Beni yapayalnız kalakaldığım o saçak altından alıp pirelerimi temizlettiren, karnımı doyuran, ısıtan o arka daş ayaklar, anlamıştım ki beni burada bırakarak arabasına binip az sonra oradan uzaklaşacaktı. Ben, yine sessiz, çaresiz, kimsesiz kala caktım. Havlamaktan başka yapacak neyim vardı? Yine havladım. Var gücümle havladım. Uludum. Tellere vurdum kendimi. Evet, ara basına doğru yürümekteydi. D aha çok, daha çok havladım. Dön sün gelsin, beni de götürsün istedim. Size bir şey söyleyeyim, beni hayatım boyunca sevimli bir köpek olarak görmedi insanlar. Sanı rım bebekliğimde de çok sevimli değildim am a o yağmurlu günde o
194
SULTAN TARLACI
saçağın altından o almıştı, çünkü sevmişti beni. Bunları düşündükçe uludum. Uzun uzun uludum. Arabasına binecekken durdu. Ben de sustum. Acaba dönecek mi diye bakarken bir ara bana baktı. Sonra bindi arabasına. Bindi ve kapısını örttü. Arkasında bir toz bulutu çıkararak gitti. Çok havladım. Duymadığı halde çok havladım. Bir ara az önce beni oraya kapatan kocam an kalın bacakların sahi bi kafesimin tellerine ayağını vurarak “Kes sesini bitli böcek!” dedi. Ben böcek değildim ve bitli de değildim. Pirelerimi de temizlemiş lerdi. Çaresiz oturdum bir köşeye. Böyle ne kadar geçti bilmiyorum. Hava kararıyordu. Hayvan barınağının sahibi büyük ayaklı adam telden içeri bir yemek döktü. Bu sanırım yemek artıklarından birik miş bir yemekti. Yemedim. Başımı koydum yattım. İnledim. Sonra bir araba sesi duydum yine. Acaba arkadaş ayaklar mıydı gelen? Beni götürmeye mi gelmişti yoksa şöyle bir bakıp gidecek miydi? Hemen kalktım. Yeniden havladım. Evet, gerçekten dönm üştü. Havladım, havladım, havladım, havladım. Dört döndüm kafesimin içinde. Nöbetçi ayaklarla arkadaş ayaklar bir süre konuştu. Sonra nöbetçi ayaklar kafesimin önünde durdu. Kafesi açtı beni ona verdi. Yattım kucağına. Arabanın önüne, onun yanına oturduğum da o koltuğun o saat ten sonra bana ait olduğunu. “Öyle her zam an havlayacak mısın bakalım?” dedi bana. Aslında bir ara tel kafes içinde eğer dönerse ona küstüğümü belli edeceğim ve hiç havlamayacağım diye karar vermiştim am a nedense ağzım kapanmıyordu. Su verdi, içesim ol duğundan değil, o verdi diye içtim. “Demek sen dişiymişsin ha? Ben de seni erkek sanmıştım.” dedi. Evet dişiydim. Beni götürdüğü veteriner söylemiş olmalıydı. “Belli o kadar havlam andan...” dedi. Sonra eliyle kulaklarımı karıştırdı. Bu sözde iğneleyici bir şey vardı sanki am a canımı hiç acıtmadı. Sonra bir dükkânın önünde dur durdu arabayı. “Gel bakalım hanım efendi.” dedi. “Sana bir sepet alalım. Hanımlar alışverişten hoşlanır.” B ana pem be bir sepet aldı. Sonra da yemek kabı, tarak, oyuncak kemik, top ve süslü bir tasma.
9
197 GÜN • BÖLÜMİ
Evimi de görür görmez sevmiştim. Girer girmez koştum, koştum, koştum, koştum. Sıcacıktı, temizdi. Sadece ikimizin yaşayacağını sa nıyordum am a bir de ev arkadaşı vardı. Güven isminde. O da iyiydi, sevdi beni. “Bu koca adam da kim? Gel bakalım buraya.” demişti kocaman ağzını açarak. Tüylerimi karıştırırken benimki “Bir adam değil. Bir hanım efendi.” dedi. “Alışverişimizi peşinen yaptık.” diye eşyalarımı gösterdi. “Vay!” dedi Güven gülerek. “Süslere bak. Süslü seni. Ziynet olsun senin adın.” dedi, adım da öylece Ziynet oldu. Gece beni götürüp sabah aldığı sepete yatırdı. Ben de kalktım onun yanına yattım. O beni tekrar sepetime yatırdı. Ben de tekrar kalktım onun yanına yattım. Sonra o tekrar beni sepetime yatırdı, ben de tekrar onun yanına yattım. Sonra sepetimi antreye koydu, beni de içine yatırıp kapıyı örttü. Elbette havlayacaktım bu durum da. H av ladım ve uludum, uludum, uludum ve uludum. Kapıyı açtı. Fes etti veya hoşuna gitti. Ben de gittim, yattım yanına. O da bana sarıldı, birlikte uyuduk. Kocaman yatağı vardı. Ben küçücük bir köpektim. Ne kadar yer kaplayacaktım? Gerçi büyüdüğüm de, kocaman oldu ğum da da orada yatıyordum am a zar zor o yatağı paylaştık anlaya cağınız. Büyüdüğüm zaman büyük tasm alar aldı am a çok fazla takmadı boynum a. Sadece dışarıya çıktığımız zaman takıyordu. İnsanlar kor kuyordu benden genellikle. Evet, doğru Vefa bana polis elbisesi giydirdi am a ben biliyordum gerçek, resmî bir polis elbisesi değildi o. Ben mutlu olayım diye giydirmişti. Çünkü ben, onun gerçek bir polis yeleği olmadığını anla mıştım ve giymek istememiştim de Vefa önüm de durup şöyle demiş ti: “İkimiz sivil polisiz tam am mı?” Ben sesimi çıkarmadım. “Bak ben de giymiyorum polis kıyafeti.” dedi. Ben yine sesimi çıkarmadım. “Ver bakalım elini.” dedi. Verdim. Benim hiç polis kimliğim, rozetim de olmadı. Yani aslında ben, o havalı dedektif köpeklerden değildim am a Vefa bana şöyle diyordu: “Sen en iyi dedektif köpeksin.”
196
SULTAN TARLACI
Polis elbisemi zorla giydirdiği zamanlar da oluyordu. Havlasam da çıkarmıyordu bazı operasyonlarda. O zaman kendi de gömleğinin içine giyiyordu. Vefa beni yaşamak istediğim gibi bıraktı aslında. O yüzden resmî bir köpek yapmadı. Biliyordum ben. Düşünüyorum da bende de diğer köpeklerin polis elbiseleri ve kimlikleri olsaydı Vefa’m olmaz mıydı? Onunla uyuyamaz mıydım? Sabahları koşamaz mıydık? Beraber ye mek yiyemez miydik? Vefa bir köpekmişim gibi davranmadı. Evet, o, bir hanımefendiye nasıl davranılmasını gerekirse öyle davrandı bana. Kısırlaştırmadı da beni. Birkaç defa âşık oldum bu doğru. Saklaya cak değilim. Evet, polis kıyafeti olan polis bir köpeğe âşık oldum ama onunla çiftleşmeme izin vermediler. Vefa anladı benim üzün tümü am a onun suçu yoktu. Sonra ben başkasına âşık oldum ve çocuklarım da oldu. Ancak çok kısa bir süre sonra hastalandım ve öldüm. Aslında çocuklarımı doğururken öldüm. Arkamdan onlar da öldü. Aslında Vefa gereken her şeyi yapmıştı onları yaşatm ak için ama annesiz çocuklarımdan sadece birini yaşatabildi. Ağlamıştı öldüğümde. Hem de hıçkıra hıçkıra... Çok üzülmüştüm. Bakmayın siz onun kocam an ve sert duruşuna. Duygusaldır Vefa... Neyse ki yaşamayı başaran tek çocuğum ona teselli oldu biraz. Şim di onu büyütüyor bir zamanlar beni büyüttüğü gibi. Onun da adını Ziynet koydu. Onu da hapsetmiyor. Gittiği her yere götürüyor ve ne isterse yapıyor. 0 gece de o ıssız yerde yine ikisi operasyonun bir parçası ve görev arkadaşıydılar. Nasıl da merakla bakıyordu Vefa’nın konuştuğu kişiye. “Selamlar komiser.” dedi genç kadın iyice yaklaşınca. Sonra yüzüne t:anı sıkılmış bir tavır vererek hafifçe arkasını döndü ve geldiği yolu eliyle gösterip: “Çiftliğin iç kısımları epey çamurlu.” dedi. Arabayla girersem çıkamayacağımdan korktum. O yüzden arabam ı buraya yakın bir yere park edip minik taşlara basarak bir yerden sonrasını yürümeyi tercih ettim.”
9
)7 (¡ÜN ■ BÖLÜMİ
“Buraya neden geldiniz ki?” dedi Vefa. Şaşkınlığı sürüyordu. Bu arada Jülide Hanım ’m arabasını park ettiğini söylediği yere doğru yürümeye başlamışlardı yavaşça. Ziynet de arkalarından geliyordu. “Sorunuzu ve aslında şaşkınlığınızı anlayamadım. Neden? Buraya gelemez miyim?” dedi diğeri. Vefa: “Gelebilirsiniz elbette am a şehirden çok uzak. Açıkçası merak ettim gelme sebebinizi. Özel değilse öğrenebilir miyim?” “Önemli bir şey değil.” dedi Jülide Hanım. “Bir öğrencimi evine bıraktım.” “Öyle mi?” dedi komiser. İnanam am ış gibi ağzının içinde dilini çe virdi. Bıyık altı gülümseyip “İlginç.” diye ekledi. “Ne ilginç?” dedi hanımefendi. “Bu saat, bir öğrenciyi evine bırakmak için biraz geç değil mi? Okul da ğılalı.” Telefonunu çıkarmış saate bakıyordu “En az yedi saat oluyor.” “Bu saatte bırakmadım elbette.” dedi Jülide Hanım. “Bırakalı çok oluyor evet. Yalnız velisiyle görüştüm ve...” gülümseyerek “Bayan ların sohbeti biraz uzun oluyor.” diye ekledi. “Yine de ilginç.” dedi Vefa. “N eden?” “Yok, bir şey önemli değil.” Bir süre daha sessiz yürüdüler. Arabanın yanına gelince: “Peki öy leyse...” dedi Jülide Hanım. İyi akşamlar diledi ve arabasına bine çekken Vefa yeniden: “Burası, çalıştığınız okulundan bir öğrencinin oturabileceği bir yeı değil.” dedi. “Okula çok uzak. “Üstelik burada oturanların çocukla rının gidebileceği o okuldan daha yakın pek çok okul var.” “Evet.” dedi diğeri. “Gerçekten yanlış bir okul tercih etmişler.” Yeni den arabasına binmek için bacağını atmışken:
SULTAN TARLACI
“Gidebileceğinizi söylemedim.” dedi Vefa. Ziynet, sahibinin sesin deki otoriteyi hissetmiş ve birkaç defa Jülide H anım ’a doğru havlamıştı. Genç kadın, tek ayağını attığı arabadan çıkarıp arabanın kapısını kapattı. H ava serindi. Kollarını komisere gösterdiği tepkiyle birlikte biraz da üşüdüğü için bağladı: “Vefa Bey, bana kalırsa algıda seçicilik yapıyorsunuz.” dedi. “Beni daha önce tanımamış olsaydınız buradan geçen herhangi bir baya na da aynı sorgulamayı yapacak mıydınız?” “Farz edelim yapacaktım. O zaman, o bayan da bu sorgulam adan sizin kadar rahatsız olacak mıydı?” “Rahatsızlık mı?” Gülümsedi. “Öyle mi görünüyor?” “Evet. Rahatsızlık, gizem ve kurtulma çabası. N eden Jülide Hanım ?” Arabanın önüne doğru yürümeye başlamıştı. Plakasına bakarak: “Sakladığınız şey açıkçası beni rahatsız etti.” diye ekledi. Jülide Hanım d a komiserin yanına doğru yürüdü. “Sizi rahatsız eden belki benim sakladıklarım değil kendi bulamadıklarınızda komiser.” dedi. “Bir aydır bulamadığınız katilin stresini çevrenizden çıkardığı nız her halinizden belli. Sorgulanması gereken kişileri bulamadınız /am an bulduğunuz kişileri sorgulayıp dedektiflik gururunuzu mu okşuyorsunuz?” Komiser alayla gülümseyip “Hayır.” dedi. “Ses tonunuzdan uykunuzu almış olduğunuz anlaşılıyor.” dedi J ü lide Hanım. “Uyumak için erken.” dedi Vefa. “Ha... Sizin uyku saatinizse ve git me zamanı geldiğini söylüyorsanız bu saatte dışarıda ne aradığını/ dci benim m erak konum. Yatıp uyusaydınız ya...” “Hayır. Uyku saatim geldi veya uyum a vakti dem ek istemedim zaU»n. Belki siz de bilirsiniz. Uykulu bir ses, uykusuz bir ses, uykusu
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
gelmiş bir ses, yeni uyanmış bir ses ve uykusunu tam olarak almış bir ses hep birbirinden farklıdır.” “İlginç.” dedi Vefa. “Zekâ çeşitleri gibi bunun da sekize ayrıldığını mı söylemek istiyorsunuz?” diyerek bir kahkaha attı. Epeyce güldükten sonra: “Kusura bakmayın, kendimi tutam adım .” diyerek hâlâ gül mek istediğini am a kendini tuttuğunu belirtir bir bakışla baktı. “Önemi yok.” dedi Jülide Hanım. “Bugün öğleden sonra arabanın içinde biraz kestirmiş olabileceğinizi söylemek istiyorum. Zaten gün düz ben buradan geçerken de sizin arabanız buradaydı.” “Beni arabanın içinde uyurken mi gördünüz?” Az önceki kahkaha nın artçı tebessümleri dolaşıyordu komiserin yüzünde. “Eee... Ne reye varm aya çalışıyorsunuz? Ben bugün arabanın içinde uyumuş olsam bile bu benim kusurum mu? Ya da size ne kazandırır?” “Hayır hayır.” dedi diğeri. “Buraya en yakın yemek yenebilecek mekân olarak ilerideki Kiss Kafe’nin bugünkü m enüsünü düşünce. Elbette orada oturup yemek yiyecek kadar vaktiniz yoktu. Hemen hazır bir şeyler alıp gelecektiniz. Ne vardı hazır alınabilecek? Yulaflı ekmek arasına biraz hindi eti, yanına sütle püre edilmiş patates ve içecek olarak ayran almış olmalısınız. Ayran.” dedi tekrar. “Çünkü kafedeki tüm dolaplar bozuktu orada bugün. Sadece içki dolabıyla ayran ve sütlerin koyulduğu dolap çalışıyor du. Soğuk bir şeyler içmeliydiniz. Görev başında içki içemeyeceği nize göre ayran aldınız. Yulaflı ekmek, patates, hindi eti ve ayran. Hepsi uyku getiren şeyler.” dedi arabanın farında görebildiği kadar Vefa’nın üzerine damlattığı ayran lekesine tırnağını sürterken. Bi raz daha yaklaştı komisere. Aralarında bir karış anca mesafe var dı. Her ikisi de birbirlerinin nefeslerini hissediyordu. “Kusur mu?” dedi kısık bir sesle ve sanki Vefa’nın az önceki sözlerini yeni duy muş gibi komiserin gözlerinin içine bakarak. “Estağfurullah. Onları yemeseydiniz bile uyuyakalmakta haklıydınız. Hayır, kesinlikle sizi suçladığım için söylemiyorum. Zaten her gün birkaç saatlik uykuyla 200
SULTAN TARLACI
Lyakta duruyorsunuz, hatta bazı geceler hiç uyumuyorsunuz. Beni lüşündüren şey sadece... Öğle uykusu geceye bedel derler ya iyi [inlenmiş olmalısınız. Karnınız tok, uykunuzu da aldınız ve mutluluk lormonunuz salgılanırken bir yandan da işinizin aslında çok da kötü »lmadığını size fısıldadı durdu gün boyu ve evet o şevkle buradan »enim haricimde kim geçerse geçsin sorgulayacaktınız.” Etkileyici.” dedi komiser sırıtarak ve aynı şekilde hanımefendinin özlerinin içine bakarak. “Çocukluğunuzdan beri dedektifliğe ilginiz »lduğunu ve bu konudaki yeteneğinizi göstermek istediniz demek i” dedi. “Söyledikleriniz doğru veya yanlış bu konuda size bilgi verlek zorunda olmasam da gerçekten tümevarım yeteneğiniz varmış, akdir etmem sizi m em nun edecekse edeyim. Aferin.” Dudakları ine alayla yayılmıştı. Bir ihtimal daha var tabii...” dedi Jülide Hanım komisersen uzakışarak ve biraz umursamazca. Başını eğmişti. Ayakkabısına çamur ulaşıp bulaşmadığını kontrol ediyor olmalıydı. “Uzun zamandır »kula gelmek için herhangi bir sebep ve zaman bulam ayınca bu ece beni birdenbire karşınızda bulmuşken bırakmayayım dediniz.” komiser bu sözden hoşlanmışa benzemiyordu: “Ne dem ek o? Anlaamadım!” dedi ciddiyetle. Demek ki üçüncü seçenek.” dedi Jülide Hanım başını birden kaldıarak. “İlk ikisine ılımlı tepkiler verip bunda hem en karşı çıktığınıza öre bir açık yakalamış olmalıyım.” [omiser yine alayla gülümsedi. ülide Hanım: “Gülümsemeniz ‘al işte buna da gülümsüyorum’ gibi »ldu Komiser Bey.” dedi. “İçine karıştırdığınız gerginlik ve sinir de ıhminimi doğruluyor. Ha... Bir de gece karşılaşmış olmamız.” Yeni len yaklaşmıştı. “Sizce daha mı romantik?” dedi. Her nereden geliyorsanız size fazla içirmişler.” dedi Vefa. “Uçmuş unuz, arzularınız hayal gördürüyor.”
201
9
197 G Ü N ’ BÖLÜM 1
“O halde gerçekten uyku vaktim gelmiş.” dedi Jülide Hanım. “Şim di gidebilir miyim?” Komiser ses çıkarmadı. Diğeri arabasına binip uzaklaşırken komiser ağzının içinde “D efo l!” dedi. Arkasından hem en ekipten birini arayarak şüpheli m ahalden birinin hareket ettiğini söyleyip plakayı vermeyi düşünmüştü. Yalnız hanı mefendi o kadar çok konuşmuştu ki Vefa’nın aklına plakanın yarısı kalmıştı. Ekiplere plakanın hatırladığı kadarını ve arabanın modeliy le rengini söylerken telefonu çaldı. “Bu da benim telefon num aram Vefa Bey.” diyordu telefondaki ses. “Okuldayken siz bana vermiştiniz am a benimki sizde yoktu. Kayde din isterseniz.” “Bunun için mi aradınız?” dedi Vefa. “Az önce konuşurken arabanın önüne gelip plakasına bakmıştınız am a onca sohbetten sonra unutmuş olabileceğinizi düşündüm ve onu vermek için aradım .” dedi. Komiser, verilen plakayı dinledik ten ve telefonu kapattıktan sonra hatırladığı yarım plakayı da unut muştu. “Şeytan denilen şey, kadınlar olmalı!” diye söylendi ağzının içinde.
“C ennet orada , şu kapının ardınday hem en ya n d a k i odada am a ben anahtarı kaybettim . B elki de sadece koyduğum yeri u n u ttu m .” H alil Cibran Dr. Saltı p aylaştı , 131 gün önce
43. G ün
Doğru. Dört gün önce Cum a günü Jülide Hanım Janset’i evine bı rakmıştı. O gün Janset için tam bir imtihan günüydü. Önce Jülide Hanım sınıfta bir soruyu göstererek: “Janset, bu soruyu çözmek ister misin?” demişti ve sınıf bağımlısı olduğu bir dizinin yeni bölümü başlayacakmış gibi keyifle arkasına yaslanmıştı. Bu filmin adı şüphesiz her öğrencinin kafasında “Bir aptalın okul maceraları veya aptal bir öğrenci okula giderse” gibi farklı isimler alabilirdi am a başrol elbette değişmeyecek Janset’te kalacaktı. Üstelik bu bölüm diğerlerinden çok izleneceğe benziyordu. Ancak bu kadar olurdu ki okulun gelmiş geçmiş en acayip öğrencisi yine okulun gelmiş geçmiş en acayip öğretmeniyle az sonra bir iletişim kuracak veya kuram a yacaktı. Janset boş gözlerle Jülide H anım ’a baktı. Genellikle bir öğretmem, bir öğrenciye seslendiği zaman öğrenci ayağa kalkardı. Janset kalk mazdı. Kalkmaz ve konuşmazdı. Sınıf bunu biliyordu yine aynısı olacaktı am a Jülide H anım ’ın ne tepki vereceğini kestiremiyorlardı. .Jülide Hanım bir süre cevap gelmesini bekledi. Janset hiçbir tepki
197 GÜN ’ BÖLÜMİ
vermemişti. Genellikle ilk gelen hocalar Janset hakkında eski hoca lar tarafından bilinçlendirilirdi. O nun nasıl bir öğrenci olduğu, Allah şifa versin, ileri seviyede zekâ geriliği olduğu, zavallı kızcağızın zaten annesi ve babasının da olmadığı, neyse ki zengin bir teyzesinin ol duğu am an zaten Janset okum asa da teyzesinin parasının onu h a yatının sonuna kadar çok iyi yaşatacağı konuşulurdu. Burada yeni gelen öğretmen ‘Öyle mi teyzesinin mesleği nedir ki?’ diye soracak olursa ‘A aa... Çok iyi ve tanınmış bir aşçı.’ dendikten sonra öğret menler odasının güney batısına denk gelen yerini hem en gösterilip okula en yakın mekânının orası -kahvaltı salonu- olduğu, gerçi şu an çok ünlü bir iş adamının otellerinden birinde şef olduğu am a oranın buraya çok uzak olduğu mutlaka söylenirdi. Kadının aynı zam anda pek çok öğrenci yetiştirdiği ve öğrencilerinin de iyi birer aşçı oldu ğu da belirtilirdi. Uzun süre yurt dışında çeşitli ülkelerde yaşamış, hem batı hem doğu yemek kültürüne hâkim bu kadının, Türkiye’ye döndükten bir süre sonra annesini ve babasını kaybetmiş yeğenine sahip çıktığı anlatılır dururdu. Bu zavallı öğrencinin annesini ve b a basını neden kaybettiği sorulacak olursa o konu bilinmiyordu. Kısa cası Janset’in idare edilmesi gerektiği, çünkü zihinsel engelli olması na rağmen kimseye bulaşm ayan, saygısızlığı olmayan, dersi sabote etmeyen bir öğrenci olduğu söylenirdi. Hocaların hem en hepsi ona liseyi olsun bitirsin zaten üniversiteye gidecek değil diye geçebileceği kadar bir not verir, arkasından Allah şifa versin, çoluğumuzu ço cuğumuzu akıl hastalığından korusun diye tem ennide bulunurlardı. Kaba Zarif bile hamileliği boyunca D abbetü’l-Arz yansıması bu garip öğrenciye, Janset’e, Allah esirgesin çocuğu ona benzer diye hemen hiç bakm am aya gayret etmişti. Jülide Hanım da uyarılmış olmalıydı bu öğrenci hakkında diğer ho calar gibi aslında. Hatta bu görevi de Fizik hocası üstlenmiş olma lıydı ama... Bir kez daha seslendi:
204
SULTAN TARLACI
“Janset, bu soruyu sen çözmek ister misin?” Sınıf yine Janset’e döndü. Bu öyle bir durum dur ki, böyle hallerde sınıfta, diğerinden bir gram daha fazla beyni olan hoca karşısında zor durum da kalan beyinsize olabildiğince küçümser bakışlarla b a kar. İşte Gökay ve grubu... O gruptan bir kişinin bile tahtadaki so ruyu çözemeyeceğini tüm sınıf bilirdi ve kendileri de bilirdi. Oysa zihinsel engelli saydıkları Janset’e ne kadar aşağılar bir bakışla bak maktaydılar. Bu tür durum larda diğer bir çeşit vardır ki, soruyu kesinlikle çözece ğinden emin olduğumuz gruptur bu. Büyük bir ısrarla el kaldırır ve hocaya adeta yalvarır. Gülin şimdi o görevi üstlenmekteydi. Jülide H oca’yla olan ilk sınavda üzerinden kopya çıkmış olsa da kopya çekmeden de bu konuları sular seller gibi bildiğini göstermek istiyor du. Açıkçası sınıf da Gülin’in kesinlikle çözeceğini bildiği halde çö züşünü görmek istiyordu. Çünkü kopyadan yakalanmış öğrencisinin aslında çalışkan bir öğrenci olduğunu Jülide H anım ’ın bilip bilme diği de merak konusuydu. Gerçi hocalar bu durum u ona söylemiş olmalıydı. Özellikle fizik hocası. Başka bir m erak konusu, Janset’in Jülide H anım ’ın ne sorduğunu anlamış olup olmamasıydı. Bu nedenle birkaç kişi Janset’e dönüp “Sana diyor.” dedi. Başka biri “Ayağa bari kalk.” dedi. Sınıf güldü. Yalnız Janset sıradan yavaşça çıkıp tahtaya doğru yürümeyi tercih etti. Teneffüslerde bile sırasından hiç kalkmayan ve onun yürüdü ğünü bir sabah okula gelirken bir de okuldan giderken gören a r k a daşları ilk defa sınıfta onu boydan inceleme imkânı bulmuştu. Kısa mesafelerle yavaş yavaş ve kesik kesik attığı adımları aptallığını d e s tekler gibiydi. Gerçi o an onda olan her şey sınıftakilerin a lg ıs ın d a Aptallığını destekler gibiydi. Bacakları ne kadar zayıftı. İşte a p ta lla r ın bacakları böyle olurdu. Hiçbir biçimi olmayan dümdüz v e incecik bir su borusu halindeydi. Zaten o yaşta genç bir kızda o l a n h a tla r ın
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
hem en hiçbiri onda yoktu. Gökay, bir akıllı, güzel ve düzgün bacak ları olan sevgilisine baktı bir de şu ucubeye. Sonra önündeki sırada oturan sevgilisinin saçlarını okşam aya başladı. Ara sıra boynuna da dokunuyor, bu ilgi Gülin’i mest ediyordu. Janset, tahtaya bir süre baktı. Jülide Hanım da ona bakıyordu. O anı anlayabiliyorum. Ben de ölmeden önce birkaç defa matematik derslerinde aynı durum da kalmıştım. Kaba Zarif beni tahtaya kal dırmış ve o x ve y’ler sanki gözümün önünde birer dev halini almış, tüm sayılar birbirine girmiş, sonunda sınıf içinde rezil olmuş yerime oturmuştum. İçimde bir eziklik hissettim Janset’i o halde görünce. Başını hafifçe önüne eğerek yavaşça “Ben bu soruyu çözemem ho cam .” dedi. Gökay Al işte çözemedi salak.’ der gibi Janset’i işaret ederek Gülin’e baktı. Gülin sevgilisine gülümsedi. Yine de sınıfın hevesi kursağında kalmış gibiydi. Janset Jülide H anım ’a hiç tepki vermemeli Jülide Hanım bu durum a bozulmalı, böyle durumlar için yeni gelmiş hoca yı bilmediği konularda aydınlatmakla görevli ön sıralarda oturan ve sürekli değişik ve renkli kalemler kullanan birkaç kız öğrenci hemen “Hocam o özürlü.” demeliydi. Hoca, ha öyle mi, şeklinde bir bakış atmalı, sınıftan birkaç kişi -ayıp olmasın diye yavaşça- belli etmeden gülmeli, hoca “Şşşşt!” diye uyarmalı bu esnada ders biraz kaynamalıydı. Ya da Janset tahtaya çıktıysa m adem tahtanın önünde birkaç şey yapar gibi yapmalı, o sayıyı alıp oraya koymalı, bir süre düşünmeli, hocanın bu tembel öğrenciye birkaç azarlayıcı sözü olmalı, Jansei bu azarla daha da afallamak. Bu esnada sınıftan birkaç kişi -ayıp olmasın diye yavaşça- belli etm eden gülmeli ve yeni gelen hocayı uyarmakla görevli kişiler hocaya “Hocam o çözemez, özürlü.” de meliydi. Hoca da “Ha... Öyle mi?” diyerek kaynaştırma öğrenciyi yavaşça ve anlayışla yerine göndermeliydi. Bu esnada hocayı uya ran öğrencilerle hoca arasında da herkesin bildiği konuda bir “sır”
106
SULTAN TARLACI
oluşmuş olmalı ve bu sır onları birbirine yaklaştırmalıydı. Tıpkı her hoca ve Janset arasında olan mesafenin her hoca ve sınıfın diğer öğrencileriyle olan yakınlığı artırdığı gibi. Daha sonra teneffüste -mesela hocanın nöbetçi olduğu günlerde- sohbet etmek için bir ko nuları da olmuş olurdu hem. Oysa Janset, tahtaya çıkmış, soruya bakmış ve üzgün bir tavırla o soruyu çözemeyeceğini belirtmişti. Yine de bu sahneler alışılmış şeyler değildi. Denilebilirdi ki sınıf Ja n set’in sesini ilk defa duyuyordu ve m uhtemelen tıpkı kendi gibi çirkin ve aptal bir sesi olduğunu düşünüyordu. İşte tam da düşündükleri gibiydi. Bu, aptal bir sesti. Yalnız günahtı öyle düşünülmezdi, bunu da düşünüyorlardı. Jülide Hanım: “Neyse ki dünyadaki tek soru bu değil.” dedi ve gülümsedi. “Daha pek çok soru var ve bir gün onlardan birini çözersin Janset. Yerine geçebilirsin.” v Sınıftan birkaç kişi yine de bu durum la da alay edecek bir şey bul muş, “Salak m adem çözemeyeceksin, yerinden söyle, neden tah taya kadar geliyorsun.” diye gülmüştü. Diğer birkaç kişi özürlülerle alay edilmemesi konusunda fısıltı halinde arkadaşlarını uyardı. Jülide Hanım konuşmaları duymuş am a duymamış gibi yapmıştı. Muhtemelen duyduğunu belli etmesiyle, hakkındaki onur kırıcı ko nuşmaları öğretmenin de duyduğunu bilecek olan Janset’i daha da üzeceğini düşünmüştü. Oysa Janset tüm bunları idrak edebilecek biri miydi? Jülide Hanım bunun yerine Janset’i aşağılayan öğrenciyi tahtaya kaldırmayı tercih etti. Bunu yaparken bile bile yaptığına dair en ufak bir tepki göremezdiniz yüzünde am a ben anlıyordum. Şimdi sınıf kopmuştu işte. Düşünüyordum. O öğrenci itibarını kur
207
9
97 GÜN ’ BÖLÜM 1
tarmak için ya o soruyu çözmeli ya tahtaya çıkıp bir süre çözer gibi yapmalı -hiç olmazsa rezilliği birkaç dakika gecikir am a sonunda çok daha fazla rezil olurdu- ya da saygılı bir şekilde çözemeyeceğini söy leyecekti. En doğrusu sonuncusuydu ve az önce aşağıladığı Janset’in verdiği tepkiydi. Bunu yaparken sırada söylemesi veya tahtaya çık ması o kadar ince bir ayrıntıydı ki Janset’i, bunu söylediği için değil de tahtaya çıktığı için aşağıladığını kimse hatırlayamayacak, soruyu çözüp çözemeyeceğine bakarak çözememesi halinde onu Janset’le aynı kefeye koyacaktı. Öyle de oldu. Soruyu çözemeyeceğini söy ledi, sınıf onun -en azından matematik konusunda- Janset’ten farkı olmadığına hükmetti. Bu, o kişinin suratına inmiş şiddetli bir tokattı. Üstelik Jülide Hanım bundan ‘habersiz’ bir tavır takmıyor ve onun bu hali, gözümde her geçen gün daha sinsi ve tehlikeli bir imaj çi ziyordu. Sonunda Jülide Hanım soruyu çözmek isteyen Gülin’i tahtaya çı kardı. Gülin ukala bir şekilde hiçbir aşamayı atlam adan, güzel bir yazıyla, eksiksiz ve hatasız şekilde soruyu çözdü. Sınıfın kızları onu güzel, akıllı ve okulun en popüler serserisiyle çıktığı için inanılmaz kıskanıyor ve aynı zam anda ona saygı duyuyordu. Onun yerinde olmak isteyen belki onlarca kız vardı okulda. Sınıfın kızlarınınsa ta mamı. Gökay bunu biliyordu. Sevgilisi tahtadayken soruyu kendi çözercesine kasıldı. Bu esnada Jülide Hanım çözüme baktı, doğru olduğunu söyledi ve Gülin yerine geçerken sınıfa çözümü bir kez de kendi anlatm aya başladı. Gülin zaten kendisi çözdüğü için dinleme yecekti. Sevgilisinin önündeki sıraya otururken Gökay eğilip kula ğına ‘Ders çıkışı takılalım.’ dedi. Gülin ‘Teneffüste konuşuruz.’ diye cevap verdi. Sonra hatırlamış gibi dönüp benim adım a bir yürüyüş olduğunu hatırlattı. Evet, o gün, beni öldüren sevgilim hâlâ buluna madığı için m eydanda yürüyüş vardı. Gökay “D aha iyi ya dedi. Si zinkiler nerede kaldın demezler sana.” İkisi de gülümsedi. Yürüyüşe katılmayacak veya biraz katılıp sonra m uhtemelen Gökayların evine gideceklerdi.
SULTAN TARLACI
Sanırım İkincisi olmuştu. O gün bizim okul ve diğer okuldan öğren ciler, kadın hakları derneği, basın mensupları, oğlu kızı kayıp olan lar, tanıdıklarının katilleri bulunmamış olanlar, bu tür yürüyüşlere ilk defa katılıp herhangi bir şey yaptığını ve büyüdüğünü göstermek isteyen ergenler, toplanm a amacıyla değil; toplananlarla ilgilenen yankesiciler ve o gün o kalabalıkta neden toplanıldığını bilmeyen pek çok kişinin içinde bir ara Gökay ve Gülin de vardı. Sonra iki sini de göremedim. Pek çok kişi o gün polis ve emniyeti katilin bir an önce bulunması için göreve çağırıyordu. Yalnız onun öncesinde, okulun dağıldığı ilk beş on dakika Janset’i otobüs durağında titreye rek beklerken görmüştü Jülide Hanım. Janset’i okul çıkışı teyzesi ya alır ya da alması için birini gönderirdi hep. O da omuzları önünde, ilkokul çocukları gibi okul çantasının iki kolunu da takar, sağa sola bakm adan başı önde, kısa mesafeli dar am a hızlı adımlarla sanki ka ranlık bir gecede arkasından şüpheyle hızlı hızlı yaklaşan biri varmış gibi korkarak hem en arabaya binerdi. O gün ne olduysa kurtarıcı teyzesi gelmemiş, araba da gönderm e miş, Janset okulun önündeki durakta biri bir laf atacak olsa korku dan oracıkta ölecek gibi kalakalmıştı. Gerçi laf atanlar da olmamış değildi. Özellikle Gökayların grubu “Ne o? Titrek fare gibi kalmış sın.” diye takılmışlar, birbirlerini kaktırıp “Lan inan ki bak suratı fare ye benzemiyor mu? Uzun burun, sivri surat.” demişlerdi. İçlerinden biri -Gökay’la Gülin o gün laboratuvarda oynaşırken kapıda nöbet tutan- Janset’i taklit için çenesini öne getirmiş, burnunu parm ağıy la uzatıp gözlerini şaşı yapmıştı. Yanındakiler kendilerinden geçerek güldüler. Bir diğeri “Embesil ya!” demiş, yanlarından geçen başka bir öğrenci “Oğlum ayıp günah engellilerle alay edilmez.” diyerek uyarmış, başka biri “Şimdi bu kızsa şu okulun fıstıkları peri. Bu nasıl bir çirkinlik. Öğğ kusacağım.” demiş, yan tarafına dönerek oldukça uzak bir mesafeye tek parça halinde -başarıyla- tükürmüştü. Aslında böyle bir ortam da Janset’in bu kadar korkak olmasının çok sebebi vardı. Haklıydı.
209
Q
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
O sıralarda olmalıydı. Janset’in önünde bir araba durmuştu. “Janset, gel götüreyim.” dedi. Jülide H anım ’ın sesiydi. Janset, biri ona seslendiğinde hep olduğu gibi bir an tepkisiz tutuk kaldı. Sonra okuldakilerin fareye benzettiği sivri burnunu yukarıya doğru hafifçe toplayıp bir süre ağzından dökülecek kelimeler için hazırlık dönemi geçirdi. Az önce alay eden öğrencilere yeni eğlence çıkmıştı. “Lan! Hale bak cevap bile vermiyor.” dedi en acelecisi. İçlerinden biri Jüli de H oca’nın arkasından ona duyurm ayacak şekilde “Sen beni götür bebeğim. Sen beni götür, ben seni götüreyim.” dedi. Bir süre sonra Janset’ten beklenen cevap gelmişti. “Teyzem gelecek hocam teşekkür ederim .” diyebildi. “Bekleme teyzeni yağmurda. Gel götüreyim.” diye ısrar etti Jülide Hoca. “Şey teyzem gelirse beni bulam az.” dedi Janset aynı çekingenlikle. “Arar söyleriz teyzene.” dedi Jülide Hoca. Kendi koltuğundan Janset’i ikna için yanındaki koltuğa uzanıp “Gel.” dedi. Janset, bir süre binmesi için arabanın açık olan kapısına baktı. Sonra yavaş, korkak ve salakça, çekine çekine bindi. Aslında kabul etmeyeceğini düşünm üştüm am a dem ek ki çevrede alay edenlerden korkmuş, ortamı çok güvensiz bulmuş, Jülide Ho ca’nın arabasına sığınmıştı. Teyzeyi aradılar. Jülide Hanım Janset’e evin nerede olduğunu sor du, tarifi dinleyince “Evet biliyorum orayı.” diyerek arabayı çalıştır dı. Janset tariften sonra biraz utanmış gibiydi: “Evimiz biraz uzak hocam .” dedi başını öne eğerek. “Ne güzel işte.” dedi Jülide Hanım. “Böylelikle sohbet etme imkâ nımız olur. Hem en şurası olsa daha mı iyiydi? Anlat bakalım.” diye devam etti. “Nasıl gidiyor okul?” Janset’in tipik tutukluğu... Bir süre sessiz kaldı. Sonra yüzünü bir ateş bastı. Eminim, içinden defalarca “Sen de herkes gibisin.” diyor
210
SULTAN TARLACI
du. Oysa Jülide H oca’yı diğer hocalardan biraz ayrı tuttuğu m uhak kaktı. Onunla konuşuyordu mesela. Geldiği ilk gün Güliriden kop ya yakalarken de ilgisini çekmiş, başını kaldırıp neler olup bittiğine bakmıştı. O gün tahtaya kaldırdığında soruyu yapam am ış olmasına rağm en onu sınıf içinde rencide etmemişti am a işte şimdi o da diğer hocalar gibi durmuş, “Okul nasıl gidiyor?” diyordu. Belli belirsiz bir sesle: “İyi.” dedi. Bunu söylerken sondaki “yi” hecesini biraz uzatmıştı. Bu “Ne olsun işte hep aynı.” demekti ve hep aynı şeyler olduğunu vurgulayıp konuşm aya gerek olmadığını sezdirmek istiyordu. “Okul dışında hayat nasıl gidiyor peki?” Bu soru da Janset’e öylesine sorulmuş bir soru gibi geldi. Az önce okul nasıl, şimdi okul dışında hayat nasıl. Aynı cevabı verse bu so rudan da kurtulacağını düşündü ve öyle yaptı. “İyi...” dedi. Yalnız bu defa “yi”yi fazla uzatmadı. Bu soru diğerine göre daha idare eder bir soruydu. “Resim çizmeyi seviyorsun.” dedi hoca. Bu konuda daha önceden konuşmadıklarına eminim. Jülide Hanım nereden çıkarmıştı bilmiyorum. Üstelik bu söyleyişte “Ben biliyo rum, resim çizmeyi seviyorsun.” anlamı vardı. Janset bu sorudan hoşlanmamış gibiydi. Cevap vermedi. Cam dan dışarı bakıyormuş, soruyu duymamış, başka düşüncelere dalmış gibi yaptı. Jülide Hoca kafasını çevirmeden gözünün ucuyla Ja n set’e baktı: “Resim yapmayı diyorum. Seviyorsun?” Janset: “Bazen.” “Ne türde çiziyorsun?”
211
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
Karşıdan yine cevap yoktu. Janset’i resim çizerken hiç görmemiştim. Birinden de duymamıştım. Jülide H oca’nın bunu nereden öğren diğini ve neden ısrarla sorduğunu anlayamamıştım ki karşıdan ses gelmeyince hocanın kendi sorusunu destekler yeni sorusu geldi: “Mesela karikatür?” “Ben burada insem de olur hocam .” dedi Janset birden. “Sizin za manınızı almayayım. Geri kalanını yürürüm .” “Ama daha çok var.” dedi Jülide Hoca. “Seni teyzene em anet et m eden bırakmam. Gidiyoruz işte ne güzel. Sohbet ediyoruz hem .” Araya uzun bir sessizlik girdi. Belki bana uzun gelmişti. Her ikisi de konuşmadığı için. Sessizliği bozan Janset’in ağlaması oldu. Önce fark etmedim. Göz yaşlarının sesi yoktur. Onları ihbar eden boğazdan çıkan kontrolsüz hıçkırıklar olur. Jülide Hoca eğer Janset’in sessizliğinde dönüp ona bakmasaydı belki boğazdaki o ispiyoncu hıçkırık ‘Nasıl olsa gördü.’ diye durum u bas bas bağırmayacaktı. Ağlamanın saklanmamasın dan sonra da Jülide Hoca hiçbir tepki vermedi. “Ben o karikatürü aslında bile bile çizmedim.” dedi Janset. “Ben sa dece resim çiziyordum ve Zarife H oca’yı çizmek için oturmamıştım am a çizdiğim kişi Zarife H oca’ya çok benzemişti. Sonra öyle bir şey çıktı ortaya. Sonra da devamını çizip tam am ladım .” Sesini iyice salmıştı. O kadar şaşkındım ki... Janset gibi bir salağın o karikatürü çizmiş olabileceği imkânsızdı. Oysa şimdi Jülide Hoca bunu ima ediyor, o da itiraf ediyordu. Üstelik ağlayarak. Aslında itiraf etmesi de garipti. Neden inkâr etmiyordu? Sanırım kimseye söylemediği bu sırrını öğrenebilen birinin, olayın doğruluğundan da emin olduğunu biliyordu. Çaresizdi anlaşılan. Jülide Hoca kırmızı ışıkta durdu. Sanki her şey normal gibi ya da yanında kimse yok, olsa da yanındaki ağlamıyor gibi kayıtsızdı.
212
SULTAN TARLACI
Janset: “Zaten o da o yüzden hamile kalam ıyordu.” Boğazındaki hıçkırık gürültüyle çıktı. “Yalan mı?” dedi. ‘Mı’ hecesi, ağladığı için ‘m ouu’ şeklinde çıkmıştı. Jülide H oca’nın bir ara tebessüm ettiğini görür gibi oldum am a ol dukça ciddi durm aya çalışıyordu. Kaşlarını çattı: “Bilmem.” dedi. “Belki... Ama bizi ilgilendirmez sanırım. Çizip okula asmak doğru m u?” Bu sözle Janset’in ağlaması zirveye ulaşmıştı. Sanki af diliyor ve karşıdaki de onu hiçbir zaman affetmeyeceğini söylüyordu. Jülide Hoca konuşurken de Janset’in yüzüne bakmıyor, tepki ver miyordu. Hoca devam etti. “Başkaları suçlandı. Disiplin cezası aldılar. Okuldan uzaklaştırıldılar.” Janset sessiz am a daha sakin ağlıyordu. Jülide H oca yeniden yeşil ışıkla harekete geçip: “Onlar ceza alırken kimse senden şüphelen medi bile.” dedi. “Yaa...” dedi Janset oturduğu koltukta yan dönüp hocaya bakarak. “Çok da suçlandılar. Müdür Bey yılsonunda siler ki bir defa o cezayı. Onlar o cezadan sonra popüler bile oldular. Gülin Gökay’la çıkmaya başladı.” Ağlarken, itiraf ederken ve kendini haklı çıkarma çabalarında nor mal bir insan gibiydi. Jülide H oca’nın son sorusuna cevap verm e mişti. Janset’te ilk defa zekâ pırıltısı görüyordum. Jülide Hanım: “Çok iyi oldu yani? Madem bu kadar iyiydi o karika tür, okulda popüler yapıyordu, neden çizdiğini itiraf etm edin?” Janset yine bağırarak ağlam aya başlamıştı. “Müdür Bey’e söyleyecek misiniz hocam? Ne olur söylemeyin tey 213
9
197 GÜN • BÖLÜMİ
zem kızar b a n a .” dedi. Jülide Hoca sessizdi. “Gökaylar okuldan uzaklaştırıldığı hafta çok rahattım .” dedi. “Be nimle uğraşan yoktu. Islak fare demiyordu kimse.” Acındırma ça bası gibi görünen bu söz aslında o kadar gerçekti ki. Okula geldiği günden beri Gökayların en büyük zevkiydi “ıslak fareyi” korkutmak. Onunla alay etmek. Jülide Hoca yine sessizdi. “Zaten daha önce böyle bir şey hiç yapmadım. Sorabilirsiniz. Okul da böyle benzer bir olay olmuş mu sorun herkese.” Jülide Hoca yine sessizdi. “Bundan sonra da olmayacak hocam .” Jülide Hoca yine sessizdi. “Lütfen kimseye söylemeyin.” “Şu keskin zekânı matematikte kullanman şartıyla aramızda bir sır olabilir.” dedi dedi Jülide Hoca. Janset şaşırmıştı. Birden: “Ben matematikten anlamıyorum ki.” dedi. “Orasını bilmem.” diye karşılık verdi Jülide Hanım kararlılıkla. Yine uzun bir sessizlik girmişti araya. Janset, cam a vuran yağmur damlalarının süzülüşüne bakıyor, camın sonuna kadar takip ediyordu. Sonra Janset’i evine bıraktı. Eve girdiğinden emin olunca da döndü. Eve mi? Hayır girmedi. Jülide Hanım o gün oradan erkenden ayrıl mıştı. Gece değil, hava kararmamıştı bile.
214
“Gerçeği bilem eyiz m a d e m , ne yapsak boş. Ö m ü r boyu kuşku içinde ka lm a k mı hoş ? A klın varsa kadehi bırakm a elden , bu karanlıkta ha ayık olm uşsun , /îa sarhoş .” Ö m er H ayyam Dr. Saltı p a yla ştı , 127 gün önce
47. G ün
Kabakafa burnunu karıştırıyordu. Adamım benim! Keyifli anlarında hep böyle yapardı. Keyifli olmak içinse çok lüks şeyler istemezdi. Karnı tok olmalıydı. Pantolonunun kemeri göbeğini fazla sıkmamalıydı ve yolda veya bahçede yürürken ayağına çakıl taşları, diken veya başka şeyler batmamalıydı. Bunun çözümünün ayakkabı giy mek olduğunu genellikle idrak edemez ve yapabildiği tek şeyi yapar, yürümekten vazgeçip olduğu yere otururdu. İşte bu yer, güneş alan ve sırtını yaslayabileceği bir yerse keyfine diyecek olmazdı. Gerçi o gün güneş çoktan batmış gecenin serinliği çökmeye başlamıştı am a toprak hâlâ sıcacıktı ve oturm ak güzeldi. Üstelik etrafta Federico’nun olmaması başlı başına bir keyif sebebiydi, çünkü domuz, Kabakafa’yı sıklıkla azarlar ve döverdi. O akşam, Federico misafirlerini nazikçe kabul ederken villanın b ah çesinde, akşamın karanlığı ve büyük yapraklı süs ağaçları, Kabakafa’yı yeterince gizliyordu am a ah şu koku duyusu olmasa! Federico burnuna gelen zehirleyici, akıl alıcı, intihara sürükleten osuruk ko kusunu yine almıştı. Hızla sağına soluna bakındı. “Seni pislik!” dedi. “Kokmuş köpek!” Neyse ki misafirler içeri girmiş ve bu rezilliğin kokusunu duymamış ve ‘onu’ görmemişlerdi. Sağ kolunu burnuna
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
kapatmış kendini zehirden korum aya çalışırken, diğer kolunu savu rarak sıkı bir yumruk yaptığı elini Kabakafa’ya sallıyordu. Kabakafa, bu dayaktan akıl edebildiği kadar kaçtı. Federico diğer kolunu da kullanabilse tutar temiz bir dayak atardı am a o kolunu burnundan çekmesi çok riskliydi. Bahçıvana seslendi. Bahçıvan, yalnız yaşayan kimsesiz ve 80 yaşını devirmiş bir adamdı. Federico bahçe işleri ya nında Kabakafa’ya göz kulak olması için onu sıklıkla görevlendirirdi. Özellikle soğuk yerlere oturm aması hususunda. Hatta mümkünse onun bahçıvanın odasının yanındaki ‘kafes’ine gün boyu kapatıl masını isterdi am a bahçıvanın gönlü buna razı olmazdı. Özellikle iyi havalarda Kabakafa’yı bir hayvanı doğal ortam ına bıra kır gibi villanın geniş bahçesine ‘salardı’. Zaten aklı almıyordu onun bu hale gelişine. Çok da üzülüyordu. Kabakafa’yı beş yıl önceki üzerinden hiç çıkmayan jilet gibi ütülenmiş takım elbisesiyle Federico’nun şirketlerinden birinin CEO’suyken, şimdi eski bir atlet par çası ve sürekli düşen büyük lastikli donuyla, ayakkabısız şu perişan haline döndüren neydi? Nedenini bahçıvan nereden bilecekti. Bana sorarsanız ben de size bunun bilimsel açıklamasını yapam am am a şahit olduğum, bu akıllı ve genç adam ın kısa sürede ilerlemesini sağ layan beynini Federico bakarken biraz bozmuş olmasıydı. Adamın önsezilerinin de sıklıkla çıktığını kısa sürede keşfeden Federico, Ka bakafa’nın alın bölgesine her ne tür bir zarar verdiyse onu bu hale getirmişti. “Kapat o hayvanı odasına.” dedi. “Bunu sana kaç defa söylemem lazım!” “Nasıl da çıkmış.” dedi koşup gelirken soluk soluğa. “Sabahtan salmıştım dışarı am a ikindin tekrar kapatmıştım.” İkindin kapattı ğına inandırmak için sabah saldığını itiraf ediyor olmalıydı. Federi co inanmamış gibiydi am a buna inanmadığını söylemekten çok bir daha aynı bahaneyi öne sürmemesi için “Ne sabah bırak dışarıya ne ikindin ne de akşamüstü!” dedi. “Hep kapalı kalacak.”
216
SULTAN TARLACI
“O zaman da çok sıkılıyor beyim .” Gözünün ucuyla Federico’ya b a kıyordu. “Yazıktır.” Federico ona cevap vermek yerine, kendisine “rapor” vermekle meşgul bahçıvan hâlâ kafesine kapatmadığı için dışarıda gezmekte olan Kabakafa’ya taş fırlatmayı tercih etti. Taş, Kabakafa’nın ense sine denk gelmiş, genç adam bağırarak kaçmıştı. “Benim de canım onu dışarıda gördükçe sıkılıyor!” dedi Federico evin kapısına yürür ken. Bahçıvan, taş isabet etmiş Kabakafa’nın yarasını temizlemek ve ‘yuvasına’ sokmak için koşuyordu. İkisi de olanların bir kısmına, taş atm a olayı da dâhil şahit olan dok toru fark etmemişti. Saltı, diğer misafirlerden biraz sonra gelmiş, ara basını evin arkasına park etmiş, önüne doğru yürürken konuşmaları duymuştu. Ne olduğunu anlayamazdı elbette am a gördüklerinden hoşlanmadığı kesindi. Federico eve girdikten bir süre sonra zile bas tı. Güzel bir hizmetçi tarafından -epey hatıram var bununla- buyur edildikten sonra salona yönlendirildi. Federico Bey ve misafirler kendisini beklemekteydi. Federico: “Ah doktor tam zam anında geldin.” Elini sıkarken gülüm süyordu. Misafirleri işaret ederek: “Nasıl sürprizimi beğendin mi? Güzel bir akşam sohbeti, derin olacak.” dedi. Doktor pek m em nun olmuşa benzemiyordu. Az önce gördükleri, Federico’nun Kabakafa’ya taş atışı, bir yana misafirlerden de hoşnut değil gibiydi. Selam laşma faslında bu memnuniyetsizliğin acil servis doktorundan ve o gece tanıştığını anladığım ilahiyatçıdan değil de başhekim kadından olduğunu sezdim. Bu esnada ilahiyatçının sözleri yankılanıyordu sa lonun ortasında: “Bakın ne diyor Maide Suresi 90. ayette: E y im a n e d e n le r! İçki, k u mar, p u tla r v e fa l okları şe y ta n işi b irer pisliktir. ”
“Ha ha. Evet, doktor sohbet koyu buyurun.” dedi Federico. “Şeytan işlerinden konuşacağız bugün, ne dersiniz?”
217
9
197 G Ü N ' BÖLÜM 1
Saltı: “İsabet olmuş.” dedi. “Shakespeare’in dediğini diyeceğim: Cehennem boş, tüm şeytanlar burada!” Bunu söylerken başhekim Nilgün H anım ’ın elini sıkıyordu. Aslında Nilgün Hanım o gün davet edilmemiş, öğleden sonra -ken diliğinden- çıkıp gelmişti. Bu kadını ne zam an görsem hep sarhoştur. Ayakta bile zor dururken arabayı nasıl kullanmış ve buraya gelmişti hayret ettim. Bahçe kapısından gür bir kahkaha atarak girdi. “Ha ha ha... Beni evine davet etmezsen böyle çıkar gelirim işte.” Bahçenin koyu gölgesinde yeni bir makale yazıp kahvesini yudum layan Federico aslında onu gördüğüne sevinmemiş am a “Ahh! Nil gün Hanım. Bu ne güzel sürpriz.” diyerek kadının elini kibarca öp müştü. Bu defa arsız kadın bu yalancı iltifata inanıp kendini ağırdan satmak istemiş, “Rahatsız etmedim değil mi? Yakınlarda bir yerlerde işim vardı geçerken uğradım .” demişti küskün bir suratla. Mümkün se kapris yapm asın denilen kadınlardandı. Hiç yakışmıyor ve ona herhangi bir çekicilik katmıyordu. “Hayır, hayır.” dedi Federico makalesini yavaşça kapatırken. “İn ternette boş boş dolaşıyordum. Hatta canım sıkılmaya başlamıştı. İnanmayacaksın biri gelse de iki çift laf ettik diye geçti içimden.” Nilgün Hanım buyur edilen sandalyeye oturdu ve saatlerce kalkmak bilmedi. Birkaç bardak viski içti ve sarhoşluğunu katladı. Sohbetin her yerinde de sözü muhakkak Federico dom uzuna yılışmakla ta mamladı. Niyetini bu kadar açıkça belli eden bir kadını Federico aslında affetmezdi am a kadın o kadar iticiydi ki tek gece bile taham mül edilemezdi. (Bunu yine böyle fikir olarak belirtmekten çok canlı canlı anlatsan daha doğru herhalde) Akşama kadar da gitmeyince... Federico dom uzu bir kahkaha d ah a attı. İlahiyatçı: “Hoş geldiniz Doktor Bey. Saltı’ydı değil mi?” dedi. Saltı onun elini sıkarken “Evet.” diye cevap verdi.
218
SULTAN TARLACI
Federico oturduğu koltuğa iyice yerleşirken: “Bahsettiğiniz ayette konusu geçen fal, geleceği görmekten öte şansa dönük işler olm a sın? Yani bu ikisi birbirinden farklı olsa gerek. Çünkü gerçekten bir şeyleri bilenler var bir de bilmediği halde ya tutarsa şeklinde sürekli deneyerek bu işe kendini kaptıranlar ve zamanını ona harcayanlar.” İlahiyatçı Federico’ya baktı. “Gerçekten bir şeyler bilmekten kastınız gayb konusu m udur? Allah’tan başka gaybı kim bilebilir ki?” O, önündeki Kur’an’ın sayfalarını çevirirken Federico Saltı’ya dön dü: “Halini hatırını soram adım dostum. Merak etme, ona da sıra gelecek. H a ha h a...” İlahiyatçı: “Bak ne diyor Nemi 65’te: G ö k le rd e v e y e r d e g a y b ı A l la h 9tan b a şka k im se b ilm e z . O nlar n e za m a n d irileceklerin in b ilin ci n e varm ıyorlar. Yani el-gaybe yani gayb ve ve m â yeş’urûne yani ‘Bilincine, ayırdma varamazlar’ m anasında.” Sakalı uzun sayılmazdı am a kısa da sayılmazdı. Bunun yanında düzgün bir şekil verilmişti. Burnu, sakalları olmasa çok daha bü yük görünebilirdi ve üzerinde çok fazla siyah nokta vardı. Yanakları sakalında arta kalan yerde de çok fazla kendini sergileyemiyordu, çünkü yukarıdan sarkan göz torbaları mekânı daraltmıştı. Başı keldi. Bir ara keline elini götürdü. Hafif terlemişti. Sonra yeniden önünde ki Kur’an’m sayfasını çevirdi. Kelinin terinden ıslanmış parmağıyla sayfayı rahat çevirmişti. “Bakın başka bir ayet, En’am Suresi 59. ayetinde geçen şudur: x ‘G a yb m a n a htarla rı O ’n u n K atindadır, O ’n d a n b a şka h iç k im se g a ybı b ilm e z .’ ‘Gaybi lâ ya’lem uhâ’ gaybı bilemez dem ek.”
Federico eliyle Kur’an’ı işaret ediyordu. “Yalnız onun bir yerlerinde Allah’ın dilediği kullarına gayb bilgisi verebileceğini söylüyor.” Bir kahkaha attı. “Yahu yardım etsenize bir Hristiyan’a mı bırakacaksı nız İslam ilahiyatçısı ile m ücadeleyi.” Acil servis doktoru: “Ben dindar biri değilim. Dindarlık zaten şahsi
219
9
197 GÜN ’ BÖLÜM 1
bir iştir.” dedi. “Kur’an’ı da bir kez okumuşluğum yok.” diye ekledi. “Ayrıca bu konuda orada ne yazdığı da beni ilgilendirmiyor. Gele cek önceden görülemez, nasıl olmayan ve henüz gerçekleşmeyen gelecekteki olay bilinebilir ki? Buna bilimsel olarak imkân yok ya! İyi bir din adam ı olduğum için buna inanmıyorum değil, iyi bir bilim adam ı olduğum için bunun olmayacağını biliyorum.” Son kelime nin üzerine bastırmıştı. Bu konularda herhangi bir şey söylemeye yetecek fikri olmayan Nilgün Hanım, bardağına biraz daha içki alırken sanki sorulmuş gibi: “Üstüne söyleyeceğim bir şey yok. Aynısını düşünüyorum .” dedi. Zaten herhangi bir şey söylemekten öte bardağına doldurduğu içki nin dikkatini başka yöne çekmek için yapmış gibiydi. İlahiyatçı gözlüklerini takmıştı: “Söylediğiniz ayet şu olmalı...” Biraz durdu ağzının içinde bir süre ayeti okudu: “M â kâ n a llâ h u II y e ze re l m u ’m in în e ala m â e n tu m a le y h i h a ttâ y e m îz e l h a b îse m in e t ta yyib , ve m â k â n a llâ h u ...” Bir süre sonra sesi duyulmaz olmuş, düşüncele rini yeniden şekillendirmek için susmuştu.
Yeniden yüksek sesle “Diyor ki!” dedi. “Allah, pisi temizden ayırıncaya kadar m ü’minleri içinde bulunduğunuz şu durum da bırakacak değildir. Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, pey gamberlerinden dilediğini seçer yani gaybı ona bildirir. O halde, Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız sizin için büyük bir mükâfat vardır.” Gözlüğünü çıkarıp Federico’ya baktı: “Burada Allah’ın dilediklerine gaybı bildiriyor olmasından kasıt peygamberlerdir. Peygamber ol m ayan bizim gibi insanlara gaybı bildireceğini söylemiyor.” Bir süre durdu. Gözlüğünü yeniden takıp Kur’an’a bakacakken ye niden Federico’ya döndü: “Hatta Hz. İsa’ya da bu konuda gayb bilgisi verdiğine dair bir ayet vardır. Yalnız dediğim gibi o, peygamberdir. Peygamberleri ayrı tut
220
9
SULTAN TARLACI
mak gerekir.” Federico istavroz çıkardı. “Belki de yanlış yerlerde arıyorsunuz problemin çözüm ünü.” dedi Saltı. Kültürümüzde gayb denince duyu organlarıyla veya duyu or ganına yardımcı olan insan yapımı aletlerle görülemeyen, dolayı sıyla hakkında bilgi sahibi olunam ayan bir âlem akla gelir. İnsanın duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekliklere gayb denebiliyor. Dolayısıyla gayb âlemi insan şuurunun doğrudan değil, dolaylı bir şekilde haberdar olduğu bir gerçeklik alanıdır. Gayb alanı, insanın dünyevi tecrübeleriyle, algı ve m üşahedeleri yoluyla kavrayam a yacağı duyular dışı bir gerçekliği ifade ettiğinden dolayı, bu alan, Zemahşeri’nin de harika ifadesiyle; ‘M üşahede sahamızın dışında kalan hususlar, m üşahede edebildiklerimizle temsil edilerek’ ifade edilir. Gayb kelimesinin Kur’an’da değişik kullanımları vardır. Geç miş olaylar ile ilgili ayetlerde zamansal farktan söz edilerek önceden yaşanan olaylar gayb olarak nitelendirilir. Gizli ve sır olan şeyler için de kullanılır. Rad Suresi 9. ve 10. ayetlerinde Allah’ın gayb ve şehadeti bildiği belirtildikten sonra O’nun, insanların iç dünyalarında kurguladıkları şeyleri de bildiğini ifade eder. Yine bir şeyin iç yüzü için kullanılır. Yusuf Suresinin 81. ayetinde Yakub’un oğullarının görünüşe göre kardeşlerinin hırsızlık yaptığını kabullenmek duru m unda kaldıkları anlatılırken olayın içyüzünü bilmemeleri gayb ke limesi kullanılarak ifade edilmiştir. Yine Tevbe Suresi 94. ayetinde de Allah’ın, münafıkların içyüzlerini bildiğinden söz edildikten sonra Allah’ın gaybı ve şehadeti bildiği ifade edilir. Yani özetle birinin d u yularına göre ulaşamadığı bilgi denebilir. Ama aynı bilgiye başka biri sahip olabilir. Allah’ı zaten hiç işin içine katmıyorum. Zaten her şeyi bilen olması gerektiğine göre bilgi eksikliği olan Allah düşünülemez bile. Son olarak da şunu söylemem lazım, çoğu kişinin düşündüğü nün aksine Kur’an’ın hiçbir ayetinde ‘gayba iman’dan bahsedilmez.” İlahiyatçı şaşkın, kendi alanından bu kadar ayrıntılı bilgiyi duym a
221
^
197 g ü n
’ bölümı
mutluluğu ve beklenmedik sürprizle karşılaşmış bir yüz ifadesi ile Saltı’ya bakıyordu. Federico şaşkın am a daha fazlasını bekler bir ifade ile doktora dön müştü: “Bu konudaki düşüncelerinizi ne kadar çok duym ak istediğimi bile mezsiniz.” Saltı: “O halde sizin alanınızdan, fizikten bir örnekle başlayım.” diye devam etti. “Heisenberg’ın belirsizlik prensibi. Belirsizlik iki şekilde olabilir. Ya cismin sayısının çokluğundan kaynaklanan belirsizlik ya da tek bir cisim olmasına rağmen belirsizlik. Çokluktan kaynaklanan belirsizlik, aralarındaki etkileşimlerin çokluğundan dolayı önceden bi linemeyecek tarzda değişik davranışlar sergilemelerinden kaynaklanır. Bir ‘kendi kaypaklığından’ değil de sistemin içinde kendisini etkileyen diğer elemanların çokluğu yüzünden bir an, bir değerde karar kılına maz. Buradaki belirsizlik özneldir ve kısmen sistem hakkında bizim bil gisizliğimizden kaynaklanır. Her elemanın nasıl davrandığını ve dav ranışların doğurduğu karmaşık etkileşimleri bilseydik, öznel belirsizlik olmazdı. Örneğin; çarpışan arabaların olduğu bir eğlence parkında, pistte 10-15 araba varsa, arabaların hareketlerini önceden tam ola rak tespit edemeyiz. Çevredeki çarpmalarla birlikte, kendilerine yeni konumlar ve yönler elde edecekler ve sürücülerinin istek ve bilgileri dâhilinde yönlenmeleri daha da değişecektir. Bu durum da istatistiksel yöntemlerden yararlanarak genel ve yaklaşık bir sonuca ulaşılabilir. Bir tek cisimden kaynaklanan belirsizlik ise kendi dışındaki etkiler ne deniyle değil de kendi içinden, kendi doğasından kaynaklanır. Oysa Heisenberg’ın belirsizliği der ki: Kesin m om entum ölçümü de konum ölçümündeki belirsizliği artırır ve konum belirsizliğinden do layı parçacık uzayın her köşesinde olabilir hale gelir. Eğer konumu sonsuz duyarlılıkta ölçmüş olsaydık, m om entum tam olarak belirsiz kalırdı. Bu nedenlerle, doğadaki parçacıkların hem konum hem de m om entum u en azından ölçüm yapan bilinçli insanlar için bir mik-
222
SULTAN TARLACI
tar belirsiz olmak zorundadır. Ya da genellersek konum la ilgili kav ram çiftlerinin eşanlı olarak istenilen hassasiyette ölçülemez. Değil mi?” Federico’ya bakmıştı. Federico ekâbir tavırla gözlerini ve dudaklarını sıkıca kapattı ve b a şını öne sallayarak onayladı. Sanki bir an için derin bir düşünceye cesaret etmişti. Odadakiler sessiz Saltı’ya bakıyordu. “Peki, neden bilinemez? Bu, kuantum fiziğinin yetersizliğinden d e ğil, bu doğanın özelliğindendir. Ne kadar gelişmiş ölçüm cihazlarınız olursa olsun belirsizlik teorisindeki belirsizliği ölçümlerde ortadan kaldırıp, belirli hale getiremeyiz. Buradan anladığım bir diğer şey de, fizikteki ‘her şeyin teorisini’ yapm ak için gerekli denklemlerin in san açısından mümkün olamayacağı. İşte bu bir gayb’dır. Bir şekilde gayb, doğada olan am a insan tarafından ulaşılamayan bilgi kısmı dır. Yukarıdaki aşağıdaki, büyük küçük, görünen görünmeyenin ya da saklının bilgisidir. Yani insanın hiçbir teknik ve gelişme ile bileme yeceği bir bilgi. Bu bilgiye ancak ve ancak Allah sahip olabilir yani düzeni, denklemi kuran ve her şeye gücü yeten bilebilir. Yaşadığımız minik mavi gezegenin şartlarına göre bilemeyeceğimiz bazı şeylere de Kur’an’da gayb diye geçer. Bunu neden her zam an ‘geleceği ön ceden bilme eşittir gayb bilgisi’ olarak düşünürüz ki?” İlahiyatçıya dönm üştü. “Genellikle, peygamberlerin bilgi kaynaklarını ayırmak için kullan dıkları bir kelime gayb. Vahyin farkını belirtmek için. ‘Ben gaybı bil miyorum, yani ne kâhinim ne m edyum ne de durugörür. Ben bu bilgiyi doğrudan vahiy yolu ile Allah’tan aldım’ m anasında. Ayrım yapmak için gayb bilgisi diye ifade ediyor. Bir de benim okudukla rımdan anladığım Kur’an’da kıyamet zamanı için gayb kullanılıyor. Kıyametin tam zamanını bilmenin sadece Allah tarafından mümkün olduğunu, Allah’ta gizli olduğunu vurgulamak için. Yani bahsedilen gayb uzaktangörü, durugörü veya öngörü ile gelecekten bilgi elde etme ve rüyada geleceği bilmeden farklıdır. Daha çok gerçek bir şe
223
9
9
197 GÜN • BÖLÜMİ
yin, bilginin insan açısından bilinemeyen kısmı için kullanılıyor san ki. Sezgisel olarak da bunu anlıyorum. Sezgisel olan bilgi de doğru olma olasılığı yüksek bilgidir.” Federico düşünüyordu: “İlginç. Bu açıdan bakmam ıştım .” dedi gözleri dalgın. İlahiyat hocası: “Benim, söylediklerinizden anladığım, siz gelecekte olacak bir olayı bilebilmeyi gaybdan saymayıp bunun mümkün olduğunu düşünü yorsunuz. İnce bir ayrımı da hatırlatmak isterim. Alimler bazen gayb ile gaib arasında bir ayrım yaparlar. Gaib, görmeyen ve görülme yen, gayb ise görülemeyendir.” Saltı: “Evet. Gayb denilen şey bana göre daha büyük sırlar ve sınır lamaları içeriyor. Zaten bilirsiniz, mutlak ve nispi gayb vardır. Mut lak gayb bilgisi, kuantum fiziğindeki Heisenberg’in belirsizliğinde ki gaybdır. Bu insanoğlu için mutlaktır. Ne kadar teknoloji, ölçüm yöntemleri gelişirse gelişsin ölçümde bir dereceye kadar belirsizlik mutlaka olacaktır. Hiçbir şekilde kuantum ölçüm ünde bu belirsizli ğin önüne geçilemez. Ama Allah için söz konusu bile olamaz bilgi eksikliği. Allah’ın ilim sıfatlarından biri de Alim değil midir?” Acil servis doktoru: “Yani yine kuantum fiziğini işin içine sokmadınız mı? Biliyorsunuz ki mistik görüş fizikten yararlanarak kamu önünde m asum laşmaya çalışıyor.” İlahiyat hocası bu sözü hiç dikkate alam adan Saltı’ya dönerek: “Evet, Alim’dir. Kur’an’da yüz elli üç yerde Allah’ı tavsif etmiştir. Anlamı da mahlûkatm bilmedikleri sırları ve gizlilikleri bilen, bilicidir. Gaybı ve m evcudu bilen yani. O’nun ilminin kemali, zahiri ile batını, küçük ile büyük, başlangıcı ile sonu arasında her şeyi ihata eder. Zam andan önce olan şeyleri de, geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği de Allah huzurî bir ilimle bilir. Bunun tamamlayıcısı olarak A’lem, yani pekiyi bilen ve Latif -Kur’an da yedi yerde geçer- yani ince
224
SULTAN TARLACI
ve gizli yönleri bilen, Habir yani her şeyi ve gizlilikleri bilen, Şehid yani gizliyi de gizlinin gizlisini de bilen gibi sıfatları da vardır. Şimdi sır, sırdır Doktor Bey. Büyüklüğünü küçüklüğünü neye göre tartaca ğız? Mesela şu duvarın arkası bana sırdır. Görmedim, ne olduğunu bilmiyorum. Şu çantanın içi sizin için sırdır.” Federico’nun çantası. Federico rahatsız olsun. Yanında bir kedi yatmakta. Saltı: “Ama o duvarın arkası, o çantanın içi bazı yetenekli kişiler için sır olmayabilir. Duvarın arkasını, çantanın içini görenler var. Hatta kilometrelerce uzaklarda ne olduğunu gözsüz görenler var. Bu konu yıllarca bilimsel ve askerî amaçlarla çalışılmış. Hatta çalışmaların önemine inanm ayan ve bunu test etmek isteyen bir CIA üst düzey yöneticisinden bahsedilir. Çantasına koyduğu bazı sıra dışı eşyalarla gelmiş ve ünlü bir uzaktan görücüyü test etmek için ‘Ç antam da ne var, hadi bil” diye sormuştur. Uzaktan görücü Anahtar, kola kutu su, haç, araba plakası’ diye tek tek sayınca, Rusların kendilerini bu şekilde çoktandır izlediklerini aklına gelir ve Allah kahretsin, artık hiçbir şeyin gizliliği kalmadı.’ diye küfreder.” Federico: “Ha ha biliyorum o ilginç olayı Doktor.” diye atılmıştı. “Bu işlerin arkasında hep gizli servisler var.” dedi acil servis uzmanı. “Rusya’da, Amerika’da, Çin’de, Kore’de ve eski Demirperde ülke lerinde.” Federico, gözleri ile acil servis uzmanını işaret ederek Saltı’ya: “Daha önceki nesillerin hatası, her şeye olduğu gibi inanmaktı; bugünküle rin hatası ise anlaşılmayan ne varsa hepsini fırlatıp atmak. Özellikle yaşlıca olanların... ” İlahiyatçı: “Bazı kapalı yerlere, bizim girip bakamadığımız ya da gö zümüzle göremediğimiz yerlere cinler girebilir ve orada ne olduğu nu bize söyleyebilir. Çünkü onların bedeni daha incedir, m addenin içinden geçebilirler, bir beden, yani etten kemikten değiller. Kur’an-ı Kerim cinlerin yapısı hakkında onlardan olduğu beyan edilen İblis’in ateşten, cinlerin atası sayılan cann’m karışık dumansız saf ateşten
225
9
9
197 GÜN • BÖLÜM 1
-müric min nar- ve çok zehirleyici bir ateşten -nar-ı semum- yara tıldığını beyan etmektedir. Hz. Ayşe’den gelen bir başka rivayette ise Peygamberimiz’e kâhinlerin gaybdan haber verdikleri iddiası sorulunca Efendimiz’in: ‘Onların sözlerinin hiçbir değeri yoktur.’ buyurduğu, soruyu soranın: ‘A ma söyledikleri bazen doğru çıkıyor.’ demesi üzerine: ‘Bu, kulak hırsızlığı olup cinlerin yalanlarla beraber kâhin, dostlarına fısıldadığı sözlerden ibarettir.’ dediği kaydedilmek tedir. Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere cinler haberlerini elde etmek için kulak kabartm akta, duydukları haberlere birçok yalan katarak kâhinlere ulaştırmaktadırlar. Kâhinlerin verdikleri haberlerin büyük kısmının yalan olduğu Kur’an’da Şuara Suresi 22-223’te açıkça ifa de edilmiştir. Ancak onlar nübüvvet öncesi şihaba hedef olmadan rahatça dinlerken şimdi üzerlerine şihab, yani ‘yakıcı ateşler’ yağ dırılmaktadır. Daha yukarı göklerdeki cinler duydukları haberi bir aşağıdaki cine aktarırken yakıcı ateşe hedef olmakta; alt sem alarda ki cinler de aynı işlemi yapm akta ve aynı karşılığı görmektedirler.” Saltı: “Bu dedikleriniz yorumlar am a bana şihab, yani ‘yakıcı ateş ler’ kozmik ışınları çağrıştırdı. Ne ilgisi var derseniz duyular dışı algı Güneş ve Dünyamızdan kaynaklanan elektromanyetik alanlar ve dış uzaydan gelen kozmik ışınlardan etkilenebiliyor. Diğer yandan Dünyamızı saran manyetik alan dış uzaya yayılır ve belli bölgelerde tabakalar halini alır. Yukarı şağı cin bölgesi belki de buralardır. Cin ler de bu durum da enerji ve bilgi taşıyan görünmez aracılardır. Du yular dışı algı ya da önceden geleceği bilme becerisi zaten gelecek teki bilgiden bir kırıntı çalmaktır. Yalan katmak dediğiniz de yanılma olasılığının, duyular dışı algının doğası gereği yüksek olmasından olabilir. Kimse yalan katmak istemez, olayın doğası gereği zorunlu yalancı olur!” İlahiyatçı: “Hz. Peygamberimiz Taif seyahatinden döndüğü günlerde cinlerin gökten haber aşırmalarının engellendiği, teşebbüs edenle rin üzerine ‘yakıcı ve delici alevler’ ya da ‘şuhub-i sakibe’ atılmaya başlandığı haber verilmekte, bu tabloyla karşı karşıya gelen cinlerin
226
SULTAN TARLACI
kavimleri yanm a döndüklerinde, kendilerine ‘Ne oluyorsunuz, niçin hiçbir haber getirmiyorsunuz?’ diye sordukları, onların da: ‘Ne ya palım, sem adan haber alm aktan m en edildik, üzerimize yakan ve delen alevler gönderildi.’ dedikleri rivayet edilir. Görülüyor ki cin ve şeytanların, insanlara sem adan haber getirmeleri engellenmiştir. Bu nedenle bilgi elde edilecek kaynaklar olarak onlarla tem as kurmak için çaba sarf etmek veya bu iddiada bulunanlara bilgi edinmek için başvurm ak boş bir uğraşı, dini açıdan ise tevhit inancını zedeleyip, insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir girişimdir.” Saltı: “Yakıcı ve delici alevler dediğiniz de Güneşin kütle atımları veya uzaya fırlattığı iyonize parçacıklar olmasın?” dedi. “ ‘Şihab kozmik ışınlar, ‘şuhub-i sakibe’ yakıcı ve delici alevler, yukarı ve aşağı gökleri ayıran ve cinlerin bilgi taşımasını engelleyen manyetik alan çizgileri. Hepsi de aslında sezgileri ve duyular dışı algıyı etkile yen değişkenler. Sadece bin dört yüz yıl önce farklı kelimelerle ifade edilmiş. Yorumlayanlar ise zamanın ruhuna uygun yorumlamışlar. Ne diyeyim hocam, bazen zihnimde geri dönüşü olmayan bir nük leer patlam a tetikliyorsunuz. ” Biraz düşündükten sonra: “Diğer itirazlarınızı kabul etsem bile işte bunun bir gayb bilgisinden sayılmayacağını kabul etmiş oluruz” diye devam etti. “Bunun ya nında böyle basit bir olayı cinlere bağlam ak kişinin kendi yaradı lışını küçümsemesidir. Kur’an’da demez mi insanın üstün yaratıldı ğını? Üstelik cin dediğiniz şey ‘örtmek, gizlenmek’ dem ek değil mi? Görünm eyen varlıklara bu ad verile gelmiş. Henüz görülemeyen ve anne karnındaki bebeğe de aynı kökten gelen ‘cenin’ denmesi de bu yüzden değil mi? G örünm eyen hastalık etkenlerine de o dönem de cin denmiştir. Mesela o dönem de taun hastalığı yani veba olan yerlere yaklaşmayın demiş Peygamberimiz. Çünkü cin vardır orada diye uyarmıştır. Yani gözle görülemeyen am a varlığı dolaylı anlaşı lan varlıklara cin denmiş. Şu anki x-ışınları gibi. Ayrıca bu cin çıkar
227
9
I ‘J7 CilJN ’ B Ö LÜ M İ
ma işi de İslam toplum unda sık olsa da kökleri Yahudi ve Hristiyan toplum undan bize bulaşmıştır. Hz. İsa’nın delilikleri cinleri kovmak suretiyle iyileştirdiği dört İncil’de değişik yerlerde geçer. Hz. İsa ya par ise bizim Peygamber de yapsın diye güvenilir olmayan anlatılar var. Bu konuda Kur’an’da bir ima yok. Ama maşallah gelenekte bilgi çok. Cin çarpan mı ararsın, cin çıkaran mı? Hatırlıyorum da, yıllar önce bir şehirdeki bütün cincileri dolaşmış on altı yaşlarında bir kız çocuğu getirdiler bana. Üç yıldır geceleri çığlık atıyor ve cinler boğa zına sarılıyormuş. Psikiyatrik hastalıklarda kullandığımız antipsikotik denen ilaçlarla mucizevî şekilde üç günde düzelmişti. İlaç cinleri yak tı herhalde.” dedi kahkaha atarak. İlahiyatçı: “Cinleri gören ve hatta bir kısmını saray yapım ında ça lıştıran tek peygam ber Hz. Süleyman’dır. Neml-39’dan da bunu okuyabilirsiniz. Kur’an-ı Kerim’de dört ayrı yerde konuya temas edilmektedir. Söz konusu ayetlerde olayın geçişi şu şekildedir: Sad Suresi 34-38’de Hz. Süleyman’ın imtihan edildiği beyan edildikten sonra onun: ‘Rabbim beni affet, bana hükümranlık ver. Kuşkusuz sen çok lütfedicisin’ şeklinde duasına yer verilmekte, Süleyman’ın emrine rüzgârın ve zincirlere vurulmuş cinlerin verildiği açıklanmaktadır. Enbiya 82’de ise rüzgârın, denize dalan ve daha başka işler gören bazı şeytanların onun emrine verildiği zikredilmekte; Yine Sebe 12-15’te ise kaleler, heykeller, havuzlar kadar büyük leğenler ve kazanlar yapan cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine verildiği vurgu lanmaktadır. Asıl sizin ilginizi şu çekebilir. Hz. Süleyman’ın ölümü ne hükmedildiğinde, bir ağaç kurdunun dayandığı değneği yemesi sonrası Hz. Süleyman’ın yere düşmesiyle farkına vardıkları, dolayı sıyla gaybı bilmedikleri ifade edilmektedir. Nemi Suresindeki 15-44 ayetlerinde ise Süleyman’a üstün kılan bir ‘ilim’ verildiği, kuşların dilinin öğretildiği; cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan orduların emrine verildiğinden bahsedilmektedir. Yani cinlerle açık ilişki içindeydi.” “Kur’an’da Hz. Süleyman’ın cinleri emrinde çalıştırması ve onlara
SULTAN TARLACI
hükmetmesi dışında insanların cinleri emir altına aldıklarına dair bir başka örnek yoktur. Bu, cinlerle insanlar arasındaki m üspet iliş kiyi gösteren tek örnektir. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de insan ve cin şeytanlarının peygamberlere düşm an kılındığı, şeytanın Hz. Eyüp’ü yorgunluğa ve azaba uğrattığı, Yusuf ile kardeşlerinin arasını boz duğu, Musa’yı Kıpti’yi öldürmeye sevk ettiği, önlerine fitne çıkardı ğı, peygamberlere bazı şeyleri unutturabileceği gibi ilişkiyi gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Cin suresinde sözü edilen hadisede ise tek taraflı bir tem as söz konusudur. Cinler Hz. Peygamber’in gelip Kur’an okuyuşunu dinlerlerken, Peygamberimiz’in bundan haberi yoktu. Resulullah, onları görmemişti. Kur’an okurken, bir grubun O’nu dinlediğini Allah sonradan Peygamberimiz’e bildirilir. Ama ri vayetlere bakarsanız, riva.” Saltı, ilahiyatçının sözünü ağzında yarım bırakarak almıştı: “Hocam, beyindeki uygun yerlere elektrik uyarımı verildiğinde insanlarda cin varmış hissi oluşturulabiliyor. Konumuzla ilgili değil bence cin m ese lesi. Cinler, Hz. Süleyman’ın öldüğünü ve değneğine dayalı kaldığını bilememişler. Doğrusu, bir ağaç kurdunun bir değneği yemesi ve kırılması da ne kadar uzun sürer. Epey zam an haberleri olmamış demek ki. Bu benim düşüncem e de uygun. Çantanın içindekileri görme işine gelince, içindekilerin iki gözünüzün görüş alanının dı şında olduğunu, bu nedenle onu göremeyeceğinizi söylemeniz sizi materyalistlerle bir tutar. Bir din adamı için fena bir şey. Sevgi, aşk, saygı, korku, mutluluk gibi soyut kavramları bile görebilen sezgiler gizlenmiş som ut eşyaları ve uzak mekânları neden göremesin?” “Elimizdeki bilgi ve kayıtlara göre geleceği önceden ve tartışmasız gören insanlar var. Her yerde. Her ülkede. Her dinden ve hatta inancı olmayan ateistlerde. Tarihin bütün zam anlarında bunun kayıt altına alınmış çok örnekleri var. Uyanıkken veya uykuda gelecekteki olayları henüz olm adan bilebilenler var. Bu örnekler rastlantı, algıda seçicilik, taraf tutm a, yanlış hatırlama gibi şeylerle açıklanamayacak kadar kesin önceden bilmeler. Eğer bu ispat edilmiş gerçeği gayb 222)
9
197 GÜN » BÖLÜM 1
kapsamı içine alırsanız, o zam an gayb tanımını gözden geçirmeniz gerekir. Kur’an değil de, Kur’an’dan çıkarsama yaptığınız gayb dedi ğiniz şey yanlış. Çünkü duyular dışı algı, önceden bilme, durugörü ve uzaktan görmenin birçok bilimsel kanıtı var.” “Yazılı kaynaklarda da birçok örnek var. Mesela, İnebahtı Deniz S a vaşı 7 Ekim 1571’de Korint Körfezinde Papalık, Venedik ve İspanyol askerleri ile Türkler arasında olmuştu. Bu sırada Papa V. Pius Vati kan’da bir anda pencereye bakar ve camı açıp doğu yönüne, yani Korint Körfezi yönüne bakar. Ardından da ‘İşleri bırakalım, Tanrı’ya şükredelim. Hristiyan kuvvetleri Türklere karşı zafer kazandı.’ der. Ancak aradan on üç gün geçer ve halen savaşın sonunu bildiren bir haber Vatikan’a ulaşmaz. Kardinallerin Papa’ya karşı güvensiz liği tepe noktasına çıkar. Ertesi gün haberciler yoğun fırtınadan geç geldiklerini, neredeyse yirmi üç bin Türk’ün yok edildiğini, 139 ge minin yakıldığını ve sonunda savaşı kazandıklarını söylerler. Papa V. Pius bu kehanetini söylerken yanında birçok kardinal vardı ve bu olay kayıt altına alınmıştı.” İlahiyatçı: “Bu anlattığınız bana bir rivayeti hatırlattı. Neredeyse ay nısı. Sâriye bin Zeynem, Hz. Ömer’in halifeliği sırasında İran tarafına sefere çıkan İslam ordusunun komutanı idi. Hz. Ömer bir cuma günü minberde hutbe verirken, bir ara hutbesini keserek iki veya üç defa ‘Ya Sâriye el-Cebel’ diye bağırdı. Camidekiler, bir anda söylendiler. Daha sonra Abdurrahman bin Avf ona giderek ‘İnsanlar seni tenkit ediyorlar. Sen hutbe arasında anlamadığımız bir şey bağırdın. Bunun anlamı nedir?’ diye sordu. Hz. Ömer: ‘A llah’a yemin ederim ki o sı rada ben kendimde değildim. Bir an Sâriye’nin ordusunu bir dağın yanında savaşırken gördüm. Onları, önlerinden ve arkalarından düş man kuşatmıştı. Ben de elimde olmayarak ‘Ya Sâriye el-Cebel’ diye bağırdım; onlar sırtlarını dağa verip savaşsınlar.’ Bir süre sonra Sâri ye’nin habercisi geldi, şöyle diyordu: ‘Biz tam mağlup olmak üzerey dik. O sırada ‘Ya Sâriye el-Cebel’ diye bir nida işittik. Bunun üzerine arkamızı dağa verdik ve Allah düşmanlarımızı mağlup etti’ dedi.”
230
SULTAN TARLACI
İlahiyatçı birkaç sayfayı çevirerek: “Elbette Hristiyanlık aziz öyküle rinde ve bizim Anadolu ermiş geleneğimizde birçok benzer öyküler vardır. Yalnız İslam’dan önce de vardı Doktor Bey. Arapların arasında pek çok kâhin, falcı, müneccim vardı. Bunlar, birçok şeyi bildiğini iddia ederlerdi. Yalnız anlaşılması güç bir dil kullanırlardı. Çünkü mecazlı konuşm a bir değil birden fazla ya da hem en her olaya uyar. Bu da onların işini kolaylaştırır. Hatta çok meşhur biri vardı.” “Meşhur ve aslında o sakat bir adam dı.” dedi Saltı. “Biliyorum kimden bahsedeceğini. Devamlı sırt üstü yatardı. Sanki hiç kemi ği yoktu. Kemikleri olan, üstelik iri kemikleri olan güçlü muhafızlar, eski, yırtık, kaba am a küçük ve tozlanmış, cansız bir bez parçası gibi evinden alıp ikiye üçe katlayarak götürdüler onu Kral Kisra’nın sara yına. Kisra, bu garip görünüşlü, çenesi alnına, alnı karnına değecek şekilde ucubeyi andıran yaşlı kâhine baktı. Kâhin, konuşacak halde değildi. Yaşlılığına ve sakatlığına son zam anlarda yakalandığı has talık da eklenmiş onu iyiden iyiye halsiz bırakmıştı. Gaipten verdiği doğru haberlerle şöhreti yayılmış, bu bir top et, belki yine de bir şeyler söyler umuduyla, Kisra soru sorar gibi şöyle dedi: ‘İstihbaratın binlerce yıldır yanan ateşi söndü.’ Kâhin, kemiksiz Satih, bu sözü duyana kadar ölü gibi yatarken, bir den titredi, heyecanlandı, bir yaprak gibi kıpırdanır gibi olmuştu. Boğuk sesle; ‘Gökyüzünün burçları Kisra’nın burçlarını salladığı za man, maşrıktan mağribe hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.’ Vücu dunda hareket eden tek organı, dili şöyle devam etti: ‘Artık Şam da Şam değildir Satih için.’ Kisra bu sözlerden hoşlanmamıştı. Yaşlı kâhin kemiksiz Satih konuşmasına devam etti: ‘Bana ilhamı veren mutlak Hâkim, böyle istedi. Gönderdiği peygamberlerle nebilik ipi nin iki ucunu düğüm ledi.’ Dili, siyah suratında pespem be, kuyu gibi derin ağzında tek tük kalmış dişleri arasında, ıslak ve yapışık bir kır baç gibi bir dam ağına bir dudağına vurarak şakırdıyordu. Kisra, kâ
107 G ü n ’ b ö l ü m ı
hinin ne görüntüsüne ne söylediklerine taham m ül edecek haldeydi. Kemiksiz Satih devam etti: ‘Sasanilerden, ne kadar burç yıkıldıysa o kadar hüküm dar gelecek ve hüküm yerini bulacaktır.’ Bu, Kâhin Satih’ın son ve en önemli kehanetiydi. Sanki bunu haber vermek için yaşamıştı. Kemiksiz bedeni şimdi görünüşte değil gerçekten can sızdı. Onu yine bir bez parçası gibi bohça yapıp götürdüler.” Federico, Dr. Saltı’nın anlattıklarını pem be bir domuz gibi dinliyor du. Nasıl da koltuğuna rahatça yerleşmiş, sanki beni öldüren o de ğilmiş gibi umursamaz, serin, soğukkanlı sohbet edebiliyordu. İlahiyatçı gülümsedi. “Bu konuda çok şey biliyorsunuz doktor. İki cihan serveri Peygamber Efendimiz’in doğuşunu müjdeleyen keha netlerden biridir o. Satih da iyi bir kâhindi. Doğru. Haklısınız.” Derince içini çekti. “Lâkin işte bu kehanetlerin hepsi Hz. Muhammed’e peygamberlik gelene kadardı. Sonrasında ise,” gözlüklerin, takıyordu: “Bakın, Cin suresinde ne diyor” dedi. “Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk. Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş buluyor.” Gözlüğünü yeniden çıkarıp Saltı’ya baktı. “Bu ayet,” dedi “Hz. Muhammed’e peygamberliğin gelişinden sonra cinlerin gökyüzün de oturup geleceğe dair haberler alamayacağını söylüyor. Aynı za manda İbrahim suresi 22, Hicr 42, Nahl 99, İsra 65’te de Allah izin vermedikçe cinlerin insanları kontrol altına alamayacağı açık açık vahiye bildirilmiştir. Rab’lerine tevekkül eden kişilere etki edemezler. Aynen şöyle der ‘leyse leke aleyhim sultanun’ yani ‘senin kullarım üzerinde etki edecek gücün yoktur’ m anasında.” Saltı: “Çok güzel. Cinlerin işi olamayacağını söylüyor işte. Ben de zaten geleceği görmenin cin işi değil, insanın beyin işi olduğunu söy lemeye çalışıyorum. Daha da ayrıntılı olarak kafataslarımız içindeki beyin işi olduğunu söylüyorum. Demek geleceği önceden bilmek Kur1an ile ters düşmüyor. Bizim geleneksel inançlarımızda da yer
232
SULTAN TARLACI
tutar biliyorsunuz hissi kable’l-vuku, önsezi, sezgi, içe doğm a gibi isimler de verilir. Bunlar sizin derin inançlarınızla çatışabilir. Ama bir inancın reddinin veya kabulünün kesin olarak ispatlanamadığı durumlarda, her iki inançta, az çok eşit derecede mantıklı ya da mantıksız olmak zorundadır.” Federico araya girdi: “Geçen gün bir kitapta denk gelmiştim. G ü nümüz İstanbul’una gönderm e yaptığından çok dikkatimi çekmişti. Hatta şurada olacaktı bakın.” Laptopunu açmış kalın omuzlarının arasına domuz başını sıkıştırıp kısılmıştı. “Altını da çizmişim, ilginç bir hikâyede de şu anlatılır. Fatih İstanbul’u alıp Ayasofya önüne geldiği zaman bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi. Sakalları uzamış, hali perişan bir keşiş bulup getirdiler. Niçin hap sedildin diye sordular? Keşiş fala baktığını ve kuşatm a hazırlıkları sırasında Konstantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp al mayacağını bildirmek için remil atmasını söylediğini, remilde İstan bul’un Türklerin eline geçeceğini söylemesi üzerine de Konstantin’in kızarak onu zindana attırdığını hikâye etti. Devamla ‘Ve şimdi karşı nızda bulunuyorum, dem ek ki kehanetim doğru imiş.’ dedi. Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkamayacağına dair remil atmasını istedi. Keşiş remil attı ve şöyle dedi: ‘İstanbul Türklerin elinden ne harp ve ne de darp ile çıkmayacak, lâkin öyle bir zaman gelecek ki arazileriniz satılacak, bu suretle İstanbul sizin malınız olmaktan çıkacak.’ Bundan büyük üzüntü duyan Fatih el lerini kaldırarak ‘İstanbul’da edindiğim yerleri ecnebilere satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar!’ diye beddua etti. Bu kitabın yeni ya zıldığını sanmayın, epey eski bir kitap. Hakikaten çok iyi kâhinmiş.” İlahiyatçı: “Eh bu da bir örnek am a güvenilir değil bence.” Dr. Sallı’ya döndü. “Ben beyin kısmını bilmem elbette. Ben teolojik yön den bildiklerimi anlatıyorum. Yoksa Kur’an’dan konuşacağım yine, 'İnsanların içyüzünü kavrayamadıkları şeyi inkâr etmelerini’ ayıplar. Yunus 35, Taha 110 ve Nemi 84’te açık açık bunu söyler. Kur’an’ın ı»mri ile de her türlü ikna edici bilgiye açığım. ”
233
9
197 G Ü N
• BÖLÜM 1
Federico: “O ayetlerin birinde gökyüzüne oturm aktan bahsediyor.” İlahiyatçı: “Evet, evet.” Saltı, Federico’ya baktı: “Ne geçiyor aklından?” “Einstein.” dedi Federico. “Einstein ve ikizleri.” Koltuğuna iyice yer leşti. “İkiz kardeşlerden biri D ünya’d a kalır, diğeri ışık hızına yakın uzay yolculuğuna çıkarsa, yolculuk eden kardeş, döndüğü zaman Dünyadaki ikiz kardeşini kendinden çok daha yaşlı bulacaktır. Seya hat eden kardeş, ışık hızının yüzde yetmiş beşi hızında seyahat edip otuz yedinci yaş gününde Dünyaya döndüğünde, Dünyadaki kar deşi elli yedi yaşında olur. Çünkü ışık hızında seyahatle zam an daha yavaş akar ve saatin tık takları arası uzar. Yüksek hızlarda giderken sadece saatler yavaşlamaz, aynı zam anda canlı ya d a cansız tüm süreçler ışık hızına yaklaşıldığında yavaşlar. Tüm saatler ve süreçler yavaşlar mesela kalp atımları, kan dolaşımı, beyin dalgaları, soluk sayısı dünyadaki gözlemci kardeşine göre seyahat edende yavaş lamış gözükecek fakat geziye çıkan kişi hiçbir olağan üstü durum hissetmeyecektir. Ancak, dünyaya döndüğünde ikizinin kendinden d aha fazla yaşlandığını hatta dede olduğunu görecektir. Okuduğu nuz ayetin, fal bakmak, yıldızların yeri ve cinlerden öte daha derin bir anlamı var.” dedi. Saltı: “Demek ikizlerden birini ışık hızına yakın -ki ışık hızında seya hat kütle sonsuza ulaşacağından m ümkün değil- uzay yolculuğuna çıkarsak ve oradan Dünyayı seyretmesini sağlayabilsek, ikiz karde şinin hızlı yaşlanmasıyla birlikte yaşadığı olayları da bize söyleyebi lecek” güldü. “Bu ikizlerle ilgili Q ueen müzik grubunun ’39 Şarkısı' var. Şarkıda başka evrenler bulmak için ışık hızına yakın hızda uzay yolculuğu anlatılır, çok hoştur.” Federico Saltı’ya gülümseyerek ve elleriyle ritm tutarak şarkıyı mırıl danm aya başlamıştı.
234
SULTAN TARLAC1
‘3 9 y ılın d a m a v ilik te n b ir g e m i g e ld i D ö n d ü le r o g ü n g ö n ü llü le r e v e D a h a y e n i d o ğ m u ş b ir d ü n y a n ın g ü z e l h a b e rle rin i g e tird ile r K a lp leri ö y le sık ın tıy la d o lsa d a Yaşlı v e s ö n ü k y e r y ü z ü n ü g ö rd ü k le rin d e B irç o k y ıl g e ç s e d e a ra d a n , sa d e c e b ir y ıl y a ş la n d ım ’
Saltı şarkıyı mırıldanan dom uza baktı. Güldü: “Bu zam an genişle mesinin yanında Federico siz daha iyi bilirsiniz, sekiz boyutlu Min kowski uzay-zamanı d a geleceği önceden bilme ve geçmişin bilgisine ulaşm aya imkân verebilir. Gerçi saf geometrik bir uzay-zaman olsa da üç uzay bir zam an boyunu içerir. Gerçek ve sanal kısmı olduğun dan sekiz boyuta ulaşır ve geçmiş-şimdi-geleceği kapsar. Bu uzayı anlam ak ve anlatabilmek ikili mantıktan yani yok- var, evet-hayır, sıfır-bir gibi mantıktan daha fazlasını gerektirir. Özellikle bu uzay da yer alan nedensellik durumları için bu geçerlidir. Mesela birinin geleceği ne belirlenmiştir ne de belirlenmemiştir gibi. Bu uzay aynı şekilde geleceğin ve geçmişin çoklu olasılıklarına imkân verir. Sekiz boyutlu Minkowski uzayında birinin geleceğine mesaj gönderm ek mümkündür. Aynı uzayda gelecekteki kişinin bir arkadaşı daha aya ğını kırmadan, geçmişe ‘ayağını kırdın’ mesajı gönderebilir. Daha da basitini söyleyeyim, radyo-TV yayınlarında, hatta telefonla ko nuşurken aslında geleceğe bir sinyal göndeririz. Telefon konuşmanız şimdiki zaman içinde olmaz. Arkadaşınızı telefonla aradığınızda şim diki zam anda uzaya yayılan bir sinyal göndeririz. D aha sonra sinyal arkadaşınızın telefonuna ulaşır ve sinyal gecikmiş çözülme ile gele cekte dinlenir. Fizik bilimi yani uzay-zaman paradoksları açısından açıklaması bir yana ben sinir bilimi ile ilgilenen kişi olarak beyinde yapılan önsezi ve önceden hissetme deneylerini yakından takip edi yorum. Dindarlar Tanrıya ne kadar inanıyor ise ben de duyular dışı algıya o kadar inanıyorum. Tıpkı yer çekimine inandığım gibi.” Umursamaz ve boş bir tavırla “Dünya için ne değişecek?” dedi acil ıervis doktoru.
235
9
197 G Ü N ’ B Ö L Ü M İ
Saltı: “Ne mi değişecek? Bana göre insanoğlunun önündeki en önemli bilimsel keşif olacaktır. Sıradan birisi gelecekte olabilecek olumsuz şeyleri önceden tüm bedeni ile hissediyor ise bu önsezilerin başka boyutları da olabilir. Sosyal ve toplumsal boyutları olabilir. Toplumsal bir önsezi olabilir mi diye de araştırmalar var. Bunun için dünyanın değişik yerlerine, dış parazitlerden etkilenmeyen alıcılar yerleştirildi. Bu alıcılar Prenses Diana ölmeden, Japonya depremin den ve 11 Eylül ikiz kulelere uçak çarpm asından üç dört saat önce ciddi bir sapm a gösterdiği tespit edilmiş. U nutm adan söyleyeyim, algılayıcılardaki benzer sapm a 17 Ağustos 1999’daki Gölcük depre m inden üç-dört saat önce de olmuştu. Hatırlarsanız sabah 03.02’de deprem olmuştu am a gezegendeki sezgileri üç saat önce oluşmaya başlamıştı. Yani, olay olm adan çok önce insanlar arası minik bir et kileşimle bu algılayıcı cihazlarda sapm alar oluşmuştu. Bu sanki dün yasal ve bütüncül bir bilinci ima ediyor. Buna artık ne dersen; gaia, neosfer, morfik alanlar, arşetipler, toplumsal bilinçaltı, bilincin birliği, beyin ağları. Fark etmez adının ne olduğu. Aynı zam anda bireysel önsezilerden oluşan toplumsal önseziler politik tercihlerimizi bile et kiliyor olabilir.” Acil servis doktoru tekrar söze girdi. “Olan olmuş olacak. Ayrıca işi politik tercihlere kadar uzatmak çok abartı değil mi? Yani oy verir ken gelecekte politik tercihimle olabilecek kötü şeylerden önsezi ya da öngörü ile haberim oluyor ve kaçınmak için diğer partiye mi oy veriyorum? Bunu anladım. Doğru m u?” Saltı: “Evet, aynı şey gibi. İnsanlarda ve tüm memelilerin beynin de amigdala diye adlandırılan sinir hücrelerinin bir araya toplandığı bölge var. Yılanlardan kedilere, kedilerden insanlara her canlıda var. Hem de iki tane. Sağ ve sol beyin derinliklerinde. Bu her canlıda aynı işi görür. İnsanda cevizden biraz küçüktürler. Korku, stres ve tehlike ile uyarılır. Bu kısım canlının yaşamını tehlikelerden korur. Yakın za m anda okuduğum bir araştırm ada muhafazakâr olduğunu belirteni siyası görüşteki kişilerde, liberal olduklarını söyleyenlere göre beyin
SULTAN TARLACI
deki sağ amígdala bölgesi daha büyük ölçülmüş. Muhafazakâr ol duklarından gelecek kaygısından daha çok endişelenmekteler ya da tersi kaygıları fazla olduğundan m uhafazakâr olmaktalar. Amígdala yaşamı korum aya odaklı olduğundan hem bireysel hem de sosyal politik tepkileri oluşturur. Sadece bu değil, muhafazakârlara negatif duygusal resimler gösterildiğinde daha yüksek heyecansal bedensel yanıtlar oluştururlar. Liberallerle karşılaştırıldığında, muhafazakârlar daha hızlı tehlike gösteren ve olumsuz görüntülere bakarlar. S ade ce bu değil tabii. Muhafazakârlık, sadece savunmacı bir ideolojidir. Bu nedenle m uhafazakâr m edya daha çok olumsuz ve kötü şeyleri haber yapar. Bu şekilde kendi takipçilerini beslerler. Tabii m uhafa zakârlık derken, sadece sağ ideoloji değil, hem sağ hem de solun direnen ulusalcı denen tutuculuğu şeklinde olabilir. Yani düşünce yapımız ve politik eğilimlerimiz bizim beynimize kodlanmıştır.” Federico: “İlginç bir ilişki. Sağ beyindeki amígdala bölgesi önsezileri sağlıyor ise politik tercihlere de toplumsal önsezinin etkisi olabilir diyorsunuz. Bir de fizikçi olarak m erak ettim. Önsezi ile öngörü farklı şeyler mi?” Saltı: “Aslında aralarında çok ince ayrım var. Önsezide bir şeylerin olacağını veya başınıza geleceğini hissedersiniz, huzursuz olursunuz, nncak buna açık anlam veremezsiniz. Bir şey olacak am a ne? Böyle bir önsezi sadece beyindeki amigdalayı uyarır am a oradan sağ beyin kabuğuna ulaşamaz. Uyaran zayıf veya karmaşıktır. Zaten, am ígda la korkuyu bilir am a nedeni ile ilgilenmez. Öngörüde ise olacak ne İse anlamı ile bilinir. Şu olacak veya bu olacak. Bu durum da önsezi bilgisi sağ beyin kabuğuna ulaşmış demektir. Yani algılanan gelecek le olacak olayın ne olduğunu beyin çözümler. Tabii işin bir de son ndımı vardır. Beyindeki konuşm a merkezlerimiz toplum un yüzde doksan beşinde soldadır. Dile dökmek ve olacak olayı anlatm ak için
237
9
9
197 G Ü N • B Ö L Ü M İ
Solakların bir kısmı şanslıdır çünkü onlarda konuşm a merkezi de sağ sezgisel beyindedir. Tabii herkesin kelime haznesi farklı, dil becerisi farklı. O nedenle gizli servislerce algıyı dile dökm eden bilinçaltı ile çizim çalışmaları yapılmıştır. Neyse çok uzattım galiba.” Acil servis doktoru ilahiyatçıya dönerek: “Birde çok konuşulan cin çarpması ve musallat olması var. Hazır sizin gibi bir ilahiyatçı bul muşken sorayım.” “Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili olarak bir yerde ‘şeytan çarpm a sı’, on bir yerde cinlere uğram ak yani m ecnun, birçok yerde kalbe vesvese, ilham ve telkinde bulunm ak suretiyle insanı etkilemek şek linde ifadeler geçmektedir.” dedi İlahiyatçı. “Bu ifadeler daha çok teşbih anlamındadır. Faiz yiyen şeytan çarpmış gibi olur denilirken, Araplarda sara hastaları içinde ‘içine cin girmiş’ ifadesi kullanıyor lardı. Birçok rivayet var ise de hem senet hem de metin açısından güvenilirlikleri problemlidir. Halk arasındaki yaygın telakkilerin de aslı yoktur. Mesela cinlerin evlenerek çoğaldıkları ya da insanlar la evlendiklerinin Kur’an’ı bir desteği yoktur. Rahm an 56 ve 74’te cennetteki hurilerden bahsederken, ‘Onlara daha önce ne bir insan ne bir cin dokunmamıştır’ der. Buradan çıkarımlarla cinsel ilişki ile çoğaldıkları ve insanlarla evlenebilecekleri sonucunu çıkarır bazı yo rumcular. Kur’an’ın geneline bakıldığında bu çıkarım belden aşağı ve erkeksidir. Tefsir yazanların çoğu daha doğrusu hepsi erkektir. Erkekler değerlendirdiklerini insan doğasının karşısında standart olarak erkekliği alırlar. Erkekler kadınları bu standarttan nasıl ay rıldıklarına göre tanımlarlar. Sonuçta erkek insan olarak düşünülür, kadınsa sadece dişi. Zihniyetin cinsiyeti hep olmuştur am a zihnin cinsiyeti olamaz. Vahiy döneminde Peygamberimiz’e de cin çarp mış m anasında ‘Mecnun’ demişlerdi. Kur’an bunu reddeder ve ‘0 ne kâhindir ne şair ne de m ecnundur’ diyerek cinlerden ilham ile değil, Allah’tan vahiy ile inmiş olduğunu Yasin 69’da ve diğer dört yerde vurgular. M uhatap kitle yani Cahiliye toplumu, vahiy adıyla bir iletişim vasıtasını düşünemiyor ve kabul edemiyordu. Ümmi bir
238
SULTAN TARLACI
kişi olan Hz. Peygamber’in, Kur’an gibi bir kelam abidesini kendi kendine söyleyemeyeceğinden hareketle, eskiden beri bildikleri cin lerin haber sızdırmaları inançlarına yönelmiş ve Peygamber’i şair, mecnun ve kâhin olarak isimlendirme yolunu tercih etmişlerdir. İşte cin suresi vahiy karşıtı güçlerin bu inançlarını kendine has bir üs lupla, var oluşlarıyla ilgili m uhatap kitlenin hiçbir şüphe duymadığı cinlerin ağzıyla gideriyor. Peygamber’in, Cin Suresi’nin ilk ayetinde 4de ki b ana vahyolundu ki’ şeklinde bir ifadeyle, herhangi bir söz d a laşına m eydan verm eden algı sorununu aştığını görüyoruz. Kur’an, konu itibariyle bununla da yetinmeyerek, doğrudan cinlerin ağzın dan Kur’an’ın kaynağının kendileri olmadığını, tam tersi, bu kelamın onları da çok aşan ve şaşkına çeviren bir niteliğe sahip olduğunu aynı ayette ‘aceben’ kelimesiyle ifade ettirmiştir.” Acil servis doktoru: “Konu çok farklı yerlere gitti.” dedi. “Cinler, p e riler, huriler, siyaset, politika filan. Cum a hutbesi gibi oldu. Buradan ideolojilere kadar uzanır bu sözler. İdea’lar içinde kalalım yine de. Ayrıca az önce söylediğiniz, kâhinlerin süslü dil kullanmaları hakkın da, aklımdayken söyleyeyim.” dedi. “Belki de mecazlı konuşarak daha etkileyici ve gizemli olmak istiyorlardı.” İlahiyatçı: “Kur’an-ı Kerim’in bilhassa cin meselesini konu edinmesi, ilk m uhatap Arapların hem zihin dünyasında hem de buna paralel geleneksel hayatlarında derin etkileri bulunması nedeniyledir. Yoksa t in konusu m ünhasıran Kur’an’ın oluşturmak istediği dünya görüşü nün bir parçası değildir. Cin konusunun geçtiği surelerin bütününün Mekki olduğu dikkati çekmektedir. Çünkü buna dair düşüncelerin harmanlandığı ve etkisini derinden sürdürdüğü dönem , sürecin İlk aşamalarını oluşturan Mekke dönemidir. Medine dönem inde Kur’an, artık cinlerden pek fazla bahsetmemiştir.” Saltı: “İslamiyet öncesi cahiliye Araplarında şiir, şiir dili ve süslü ko nuşma geleneksel olarak yaygındı. Siz de biliyorsunuz.” İlahiyatçı: “Evet haklısınız. Oldukça yaygındı. İslam öncesi Arap top
239
9
?
197 G Ü N ’ B Ö L Ü M İ
lulukları arasında da yazı yaygın olarak kullanılmamaktaydı ve onun yerine sözlü kültür hâkimdi. Şairin ve sanatının, Arap toplum tari hinde cahiliye dönemindeki kadar saygınlık gördüğü ve etkili oldu ğu bir başka dönem e çok az rastlanır. Şaire, onun ilham kaynağına ve onun sanatına ilişkin eski anlayışlar, şiir ve şair kelimelerinin sez mek ve sezişle bilmek anlamı taşıyan “şi’r” kökünden iştikak ettiğini kabul eden yaygın kanaati destekler mahiyettedir. Nitekim ‘seziş ve sezişle bilmek’ anlamındaki şa’ara fiilinden türeyen şair kelimesine ‘tabiatüstü sihrî bir bilgiye sahip olan ve sezişle bilen’ anlamı veril mektedir. Cahiliye Arapları, şiir ve kehaneti, görünen m addi âlemin ötesindeki başka âleme ait asıllara sahip iki olay olarak algılamak taydı. Söz konusu diğer âlem ‘cinler âlemi’ idi. Cinlerle irtibat halin deki kişiler sadece kâhinlerle sınırlı değildi. Bu bağlantıyı şairlerin de kurduklarına inanılmaktaydı. Her cinin seçtiği bir şairi vardı. Seçilen şair onun görünen dünyadaki sözcüsü olurdu. Şair ilham kaynağını, irtibat halinde bulunduğu bir cine ve bu dünyanın ötesinde sihirli bir âleme bağlayarak kendisinin de tabiatüstü bir kuvvetle ilişkide bulunduğu izlenimi vermektedir. Böyle bir yaklaşım tesirini artırı yordu. Arapların sahip oldukları bu kültürel yapı, bir yandan vahyi anlamalarını kolaylaştırırken öte yandan da Kur’an’ı, şiir olsun, ke hanet olsun o günün kültüründeki bilinen metinler seviyesine in dirgeme gayretlerini doğurmuştu. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber, müşriklerin ‘mecnun, şair, kâhin, büyücü’ suçlamalarına maruz kal mıştı. Kur’an, kendisinin şiir, peygamberin de şair olduğu şeklindeki nitelendirmeyi reddederken, şiiri salt şiir olduğu için reddetmemiş, şiiri iyi ve kötü olarak ayırarak iyi şiiri desteklemiştir. Bunun en iyi göstergesi, cinler ve şairler hakkında Şuara Suresi 224-227 ayetle rindeki vurgudur.” Acil servis doktoru: “Mecazlı konuşm a ve süslü bir dil kullanan da kişinin dil maharetini gösterir, itibarını artırırdı. Yalnız kâhinle rin bu tercihi sadece İslamiyet’te değil başka dinden olan kişilerde de görülüyor. Nostradam us Müslüman değildi am a yine karışık ve
240
SULTAN TARLACI
sembolik bir dil kullanırdı. Sözcükleri ters çevirme, semboller, mito lojik gönderm eler yapm a, Latince ve İbranice sözcükler kullanma, sözcüğün yalnızca bir harfini değiştirme gibi yöntemler kullandığı söylenir. Yazdıklarının çoğu sonradan bazı olaylara ‘benzetilmiştir’ başkalarınca. H atta İbn-i Arabi’den yüzlüklerini arakladığı konusun da da bazı analizler var. Yalnız b an a sorsanız geleceği görmüyordu. Zorlama bir yorumla ‘gelecekteki şu olayı haber vermiştir’ demek saçmalık. Gerçekten görse açık açık yazardı.” Federico: “Nostradam us yaşadığı dönem de gelecekte olacak olay ları haber verdiği bilgileri açık açık söylese başına pek çok korkunç şey gelebilirdi. Kazığa oturtulup yakılabilirdi de. Korkudan açıkça yazamamıştır. Zamanın ruhuna uygun değildi. Bir ara yakından il gilenmiştim. N ostradam us’un deşifre edilememiş sözcüklerden biri de, anlamsız bir sözcük olan ‘chyren’ sözcüğüdür. Yüzlüklerde sık sık sözü edilen ‘G rand Chyren’ ifadesinde bir harf oyunu olduğunu varsayanlara göre, Nostradam us’un kimi zam an ‘en yüce hükmedid, âlemin hüküm darı’ niteliklerini verdiği, ne olduğu anlaşılamamış hu ad, sıradan bir kralı değil, Fransızcada ‘Büyük Köpek’ anlamına gelen ‘Grand Chien’i, Büyük Köpek Takımyıldızı’nı ve bu takımyıl dızdaki ‘Yüce Köpek’ lakaplı Sirius’u ifade etmekteymiş.” Acil servis doktoru: “İnanın şu an bir falcıya bile gitseniz size her hangi bir olaydan bahsedecek ‘üç vakte kadar’ şeylerden haber ve recektir. O üç vakit nedir? Bunun içine üç dakika, üç saat, üç gün, Uç ay, üç yıl girer. Bunca seçenek içinde de m uhakkak birine denk gelen önemli bir olay olur insan hayatında.” Saltı: “İslamiyet öncesi kâhinleri, N ostradam us’u veya falcıları bı rakın. Belki onlar yalancıydı, sahtekârdı, şarlatandı. Oysa kendini kâhinden, m edyum dan, falcıdan saym ayan pek çok insan hisleri ne göre hareket etmektedir. Meşhur Titanic yolcu gemisi batmadan once bir grup yolcu, sanırım 19 kişi bilet aldıkları halde son anda ge miye binmekten vazgeçmişlerdir. Gemi battıktan sonra bir psikolog
241
9
9
197 GÜN ■ BÖLÜMİ
gemiye binmeyen bu yolcuları araştırmış ve hepsiyle tek tek görüşüp neden binmediklerini sormuştur. Onların hepsi de içlerinde ‘batmaz denilen’ geminin batacağına dair bir his olduğunu, yolculuk başla m adan haftalar önce geminin soğuk sularda batacağına dair kötü rüyalar gördüğünü söylemişlerdir.” “Rüyalar konusu ayrı.” dedi ilahiyatçı. “Hatta rüyalar konusunda Peygamber Efendimiz demiştir ki: ‘Ben öldükten sonra yerime mübeşşirat kalacak.’ Mübeşşirat nedir diye sormuştur yanındakiler. Mübeşşirat, ‘mümin kişinin sahih rüyasıdır’ demiştir Peygamberimiz.” Gülümsedi. “Hatta benim de rüyalarımda önceden görme ve bilme örnekleri var. Olmuştur birkaç kez.” dedi. “İlahiyat fakültesini bırak, kafede fal işine başla daha çok kazanırsın en azından. Toplumsal saygınlığın da artar.” dedi Acil servis uzma nı gülümseyerek. “Duyan olmasın, ‘ilahiyatçı olarak girdiği evden medyum çıktı’ dedirteceksin.” İlahiyatçı: “Cevabı ben değil Kur’an Hacc 4 6 ’da sana şöyle der: ‘Fa k a t h a k ik a t şu d u r k i y a ln ız m a d d i g ö zle r k ö r o lm a z , a sıl sinelerin iç in d e k a lp le r k ö r o lu r ' Pekâlâ, kalp gözüm açık olabilir. Hiç Kur’an okumadığından, bunu anlam azsan şöyle anlatırım. Basar, maddeyi görmeyi sağlayan göz için söylenir. Basiret ise görünenlerin iç yü züne nüfuzu sağlayan kalp gözüdür. Belki de Saltı’nın savunduğu duyular dışı algı da olabilir. Basiret körlüğü Allah vermesin kimseye, Maddi göz körlüğünden çok daha büyük felakettir. İnançlarımızı dn yatmıyoruz doktor, paylaşıyoruz.” Nilgün Hanım koltuğa sızmış, ağzının suyu koltuğa akmaktaydı.
242
II. BÖLÜM “İnsanlar sayılar gibidir, o insanın değeri ise o sayının içinde bulunduğu sayı ile ölçülür.” Plato
“Işık ya p m a n ın iki yo lu vardır: y a ka n d il olm ak ya da yansıtan ayna." Edith Warton Dr. Saltı Paylaştı 113 gün önce
53. G ün
Dr. Saltı Bey, Bu maili size değerli vaktinizi aldığım için özür dileyerek yazıyorum. Ne var ki uzun zam andır kendi içimde yaşadığım gelgitlerden galip çıkan düşüncelerim sizinle konuşm am gerektiği yönünde oldu. Konuyu sormayın, yazarak anlatam am . Çünkü birkaç defa denedim ve yazdıklarımı sildim. Sizden yeniden özür dileyerek, önümüzdeki günlerden birinde, bir yarım saatinizi bana ayırıp aylam ayacağınızı soruyorum. İstediğiniz bir yere ben gelirim. Şimdiden çok teşekkürler. Füsun İyi günler Füsun Hanım, Bu hafta oldukça yoğunum. Önümüzdeki hafta, uygun bir zamanda görüşmek için size mail atarım. Dr. Sallı
"Bilen için bir Kelebek , T a n rın ın m e ta m o rfo za dair zarafet dolu şiiridir ...” Dr. Saltı Paylaştı 109 gün önce
59. G ün
Yetişkin bir insan boydan boya gezmeye kalksa sadece üç adım atabileceği en geniş odasının sıvası yer yer dökülmüş duvarların dan sadece birinde olan küçük pencerenin yukardan iki yerden iple tutturulmuş perde görevini üstlenen emektar bez parçasının hem en yanı başında, m uhtarın düğün hediyesi ettiği eski kırık kanepenin oturmaktan incelmiş örtüsü üzerinde bir tepsi gibi kocam an şapkası; yakasında kabarık gipür dantelli bluzu, ince beline oturm uş parlak siyah cepkeni, siyah eldivenleri, eldiveninin üzerine taktığı bakm a ya doyamadığım güzel, parlak ve büyük yüzükleri ve eve girerken çıkarmadığı ince uzun topuklu ayakkabılarıyla o fakir odanın içinde öyle bir eğreti otururdu ki karşıdan baksanız, Fransız m oda dergile rinden fırlamış gibi duran bu kadının odaya fotoşopla eklendiğini düşünürdünüz. Ben de tam karşısında ve eski püskü elbiselerimle fakir odaya tam da yakışarak, eski gömlek parçalarından diktiğim yer minderlerin den birinin üzerinde oturuyor olurdum. Kısa bir hoş geldin - hoş bulduk faslından sonra mutfağa gider, ne ikram edeceğimi bilemez, sonunda zaten evde olan tek şeyi, çayı, ikram ederdim. Verdiğim
197 GÜN ■ BÖLÜM2
çayı alırdı, geri çevirmezdi am a hiç içmezdi de. Eline alır, yavaş ya vaş şekerini karıştırır, karıştırır, karıştırırdı. O esnada hal hatır sor malar, öğüt vermelere dönerdi işte. Bu öğüt, karı koca arasındaki sevgi ve saygıdan çocuk yetiştirmeye, parayı idare etm eden kom şuyla geçinmeye kadar uzunca bir konuyu kapsardı. Ses, vurguya göre alçalır yükselir, kaç çatılır genişler, dudak büzülür açılırdı. Çay bardağını bir eline alır, bir önündeki tahta sehpaya koyar, vazgeçer yeniden eline alır, kaşığını bardağın bir içine sokar bir tabağına çıka rır ve konuşur da konuşurdu. Şimdi düşünüyorum da o zamanlar başım eğik, utanarak ve önüm deki minderin kare desenlerinin köşelerini sayarak onu dinlerken konunun birden öğüt vermeye dönmesi, aslında benim onun sözü nü bölüp “Çayını içseydin abla.” dem em em içinmiş. Çünkü araya girilemeyecek konulardan, araya girilemeyecek tonda konuşurdu. Ne zaman ki çayın artık tam am en soğuduğuna kanaat getirir; sözü nü o zamanlar daha bebek olan çocuğumu işaret ederek “Bak bunu muhakkak okut.” şeklinde tamamlar; ben de hızlı bir baş sallayışla “İnşallah abla zaten biz de öyle düşünüyoruz.” der, arkasından “Ça yın kalmış abla.” diye ekler; o da sanki çay olduğunu yeni hatırla mış gibi “Aa, evet. Neyse artık soğumuştur.” der, “Yenileyim abla.” dem em e fırsat verm eden “Çok geç olmuş artık ben de kalkayım.’1 diyerek kalkardı. Sonra eklerdi: “Çok içeriz daha çayını. Sanki gelmediğim yer mi?” Gelmediği yer değildi elbette, her sene yurt dışı dönüşünde mu hakkak uğrardı ve çeşitli hediyeler getirirdi. Bu hediyeler içinde bol yiyecek içecek olur, onunkiler gibi kıyafetleri benim giyemeyeceğimi bildiğinden bana elbiselik kumaş ve o kumaşın arasına Allah razı ol sun bolca para koyardı. Belki utanacağımı düşündüğünden hediye çantasını elime vermez, girer girmez kapının arkasına bırakıverirdi. Ben de bırakırken görmemiş gibi yapardım, yalnız o giderken kapı nın arkasındaki büyük çanta yeniden gözüme çarpar, “Hediye getir
246
SULTAN TARLACI
mişsin abla niye zahm et ettin yine? Sağ ol.” derdim. Abla derdim am a öz ablam değildi. Uzak bir akrabamızdı. Aslına baksanız ailesi de çok zengin değildi. Bizden olsun biraz düzgündü durum u am a kendisi okumuştu. Onun da haricinde -aslında pek çok kişinin anlayamadığı şekilde- işleri rast gitmişti. Sahtekârlık ya pıyor, haram yiyor diyenler oldu am a kendisi bu suçlamalara cevap bile vermedi. Ben birkaç defa mahallenin imamına haram kazanan bir kişinin verdiği yardım parasının alan kişiye haram olup olm am a sını sormasını kocam a söyledim, gidip imama sordu veya sormadı bilmiyorum am a haram değilmiş. Yıllık onun verdiği para da olmasa açlıktan ölecektik çünkü eşim çalışmazdı. Bekârlığımızda, yakışıklı am a bir baltaya sap olamamış ve bu yüz den köyde kimsenin kızını vermek istemediği serseri ona, yaşını geç mekte olan ve hiç isteyeni olmamış çirkin beni, onun ailesinin bana bakıp ‘Nesi var kızın? Hele bir kadın olsun güzelleşir’ benim ailemin ona bakıp ‘Nesi var oğlanın? Hele bir evlensin, adam olsun aklı b a şına gelir’ demesiyle alternatifsizlikten evlendirilmiştik. Beni evlen m eden önce görmüş elbette ki beğenmemiş am a düğün günü olan boyanın yüzüme boca edilmesiyle beğeneceğini düşündüğüm eşi min, duvağımı kaldırıp yakından bakınca söylediği “Vay, vay, vay, vay! Selami’nin sağır eşeği gelsin de güzellik nasıl olur görsün” sözü ilk iltifatı olmuştu. Evlendikten sonra ne ben güzelleştim ne de onun aklı başına geldi. Tüm serseriliğine aynen devam etti. Bu defa her iki tarafın “Daha yeni evlisiniz de ondan. Hele bir çocuğunuz olsun aklı başına gelir” demesiyle çocuğumuz da oldu. Yalnız çocuğumuzun olması da bir şey değiştirmemişti. Ne eş ne de baba sorumluluğu aldı.. Yaşadığımız süre boyunca on üç yıl yedi içti, kahveye gitti, gelip beni dövdü. Öldüğümüz son gece de buna dâhil. Hem de o gece, dışarıda, komşular pencereden bakarken karların üzerinde dövm üş tü beni. Çünkü eve giremiyorduk. Garip bir sebeple... Kendi kendine yanıyordu eşyalarımız. Durup dururken... Evin bir
#
247
9
197 GÜN • BÖLÜM2
köşesinde bir ateş çıkıyor, ben onu söndürm eye uğraşırken bakıyor dum başka yer başlamış yanm aya. Zaten fakir olan evimde yastık, yorgan, elbiseler, halı, kilim, perdeler... Hiçbir şey yoktu ki bir köşesi tutuşmasın. Hatta buzdolabmdaki turşu kavanozu... Plastik sandal yeler, ayakkabılarımız, terlikler... Cin işi dediler. Gitmez olur muyuz cinci hocaya. Elbette gittik. Hem de kaç tanesine... Onlardan biri yedi muska yazdı. “Odanın yedi köşesine koy, cinler sana fena sinirlenmiş.” dedi. Her biri için ayrı para aldığı muskaları getirdim evin yedi köşesine koydum. Hiçbir değişiklik olmadı. Diğer cinci hoca bir kâğıda bir şeyler yazdı. Kâğıdı bir tas suda eritti. Suyu, tasıyla bana verdi. “Yangın çıktıkça ateşin üzerine bu sudan dök, sönecek.” dedi. Elimde avucum da olan p a rayı da o bir tas suya vererek suyu aldım getirdim evime. Ateş çıkan yerlere döktüm, döktüğüm yerdeki ateşler söndü am a başka yerler de kendiliğinden ateş çıkma olayı kesilmedi. Hatta ertesi gün hoca nın verdiği bakır tas da yandı. Bir başka cinci hoca “Sen git kocan gelsin.” dedi. Benim aksi, hiçbir yere gitmeyen, sözümü dinlemeyen adam cin korkusundan gitti hocanın evine. Hoca benimkini okumuş üflemiş. “Cinler sana sinirli.” demiş. “Evin içinden dışından üç yeri ne işeyeceksin...” Benim adam hocadan gelirken donuna işemekle başladığı görevine, evin de içinden dışından üç yerine işeyerek de vam edip görevini başarıyla tamamladı, ancak onun pis kokusunu çekmekle kaldık, hiçbir işe yaramadı. Başka bir cinci hocaya daha gittim. Hele o ne muska yazdı ne su verdi. Sadece ağzının içinde bir şeyler söyledi, mememi sıktı gönderdi. Bunun yanında Allah var, hiç para istemeyen, Allah rızası için oku yan, yardım etmeye çalışan Allah dostu ağzı dualı hocalar da oldu am a fayda göremedik ne yalan söyleyeyim. Onlardan biri “Sizin ev mezarlık üzerine kurulmuş, ölüleri rahatsız etmişsiniz yangın bu yüz den çıkıyor.” deyince taşındık başka bir eve. Yalnız yangınlar orada da durup dururken çıkmaya devam etti. Hatta bizim kızın okulda unuttuğu kitaplarının sayfaları yanmış gece.
SULTAN TARLACI
Sağdan soldan derdimize deva başka yardımlar da istedik. Akra balardan, arkadaşlardan... Gerçi çoğu selam vermeyi bile kesmişti cinlere bulaştık diye. Yörenin gazetesinde haberler yapıldı. Muhtar geldi baktı, belediye başkanı geldi baktı, kaymakam geldi baktı, vali geldi baktı, çare ola madılar. Bilim adamları toplandı, inceledi. Biri yangını bizim bile bile çıkardığımızı, dikkat çekmek için böyle yaptığımızı söyledi. Di ğeri benim yemek yaparken unuttuğum u ve evi ateş aldığını söy ledi. Bir diğeri çocuğumun yangın çıkarma hastalığı olduğunu, bu yangınları çakmaklarla çıkardığını iddia etti. Bazıları da benim pis biri olduğumu, evimi hiç temizlemediğimi, pislikten yangın çıktığını söyledi. Sonunda ne oldu derseniz biz öldük, bu olay da sebebi an laşılamadan öylece kaldı. O gün, zaten sinirli olan kocamın kafasının tası atmış “Girmeyeceğiz lan içeri!” demişti. Bir kış günüydü. Buz gibiydi. Girmeyip ne yapa caktık? Ne dediysem dinlemedi. İşte son dayağımı o esnada yedim. Annemlere yalvardım ‘Çocuk dışarda üşür anne o bari sizde kalsın’ diye. O zaman çocuğum on iki yaşını yeni bitirmiş on üç yaşından gün almıştı. Annemin Cinliyiz diye bizi asla kabul etmediği evine merhamet edip torununu almasıyla kızım o gece donm aktan kurtul du. Bizse gözümüzü sabah cansız bedenlerimizin üzerine açtık. Ma halleli toplanmıştı başımıza. Eski bir battaniyenin yüzümüze denk gelen yanmış ucunu kaldırıp baktı kom şulardan biri. “D onm uş.” dedi. “Ölmüş.” Eşime döndü. “Bu da ölmüş.” dedi. Öldüğümü anlar anlamaz “Eyvah! Dedim. Emine’m nerede? Kimin le yaşayacak bundan sonra?” Baktım ki ablam sahip çıkmış kızıma. Yurt dışından geldiğinde uğrayan, uzak akrabamız. Ne garipti. “Bak bu çocuğu mutlaka okut.” dediğinde “İnşallah abla biz de öyle düşünüyoruz okusun sen gibi.” derdim bir heyecan kap lardı beni. Meğer ben ölecekmişim de eldivenini çıkarmadan kızımın haşini -dokunur muydu bilm em - belli belirsiz okşayan ablam öksüz
249
9
197 GÜN ' BÖLÜM2
ve yetim çocuğuma sahip çıkacakmış. Şimdi elinden geleni yapıyor iyi bir okula gönderiyor am a çocu ğumun dersleri iyi değil. Yine de geleceğinden endişem yok. Bizim ölümümüzden sonra beş yıl en iyi şekilde baktı kızıma. Zaten kendi çocuğu da yok. Harcam a konusunda kısmıyor Allah var. Kızımı psikoloğa kadar götürdü. On üç yaşında anne babasını kaybetmiş bir çocuğa yaşadıklarını kaldırmak kolay mı? Ablam Türkiye’ye döndükten sonra bu kahvaltı salonunu açtı. Kısa sürede çok sevilen bir yer haline geldi. Bu nedenle o buraya fazla uğrayam asa da ben bu mekânı severim ve okula gitmeden önce burada kahvaltı eden ve okul dönüşü de ara sıra buraya gelip bir şeyler atıştıran evladımı görürüm. Ayrıca burada her gün yüzlerce insanın gelip gidişini izlemek hoşum a gider. Sorduğunuz kişileri hatırlıyorum: Dr. Saltı ve Füsun Hanım. Saltı Bey Füsun H anım ’dan önce gelmişti. Yalnız çok beklemedi. Ondan beş dakika kadar sonra da Füsun Hanım geldi. Güzel sayılabilecek bir kadındı. Çok güzel değildi aslında. Saltı Bey yakışıklıydı. Karizmatikti, yalnız pek çok erkekte olan kendini beğenmişlikten gelen bir etkiden öte, sıcak gülümsemesiyle sempatik bir karizmatiklikti bu. Bunun yanında karşıdaki kadının -ve aslında o an karşısında hangi kadın oturursa otursun- yanaklarını pembeleştirecek çekici bakışları yok değildi. Belki bu yüzden, ilişkileri yeni başlamış bir çift olduklarını düşünmüştüm. Kısa süre sonra kadının ağlam aya başla masıyla ilişkilerinin yeni başladığını değil yeni bittiğini düşündüm. Gerçi erkeğin ifadeleri bu düşüncemi destekler yönde değildi. Acı-* mak değil de nasıl denir adını “anlayış” koyabileceğim bir bakışla bakmaktaydı. O zaman dedim ki, bunlar ilişkiye ne yeni başladı ne de ilişkiyi sonlandırıyor. Kadın ilan-ı aşk etmekte, adam da bunu an layışla karşılamasına karşın kibar bir şekilde reddetmekte. Sonunda dayanam adım ve ne konuştuklarını dinlemeye karar verdim. “Annem yıllarca felçli babam a bakmıştı” diyordu Füsun Hanım.
250
SULTAN TARLACI
“Daha sonra babam ı da kaybedince benim okum am onun en bü yük emeli olmuştu.” Gözyaşları sanki dam la dam la değil bir çaydanlık deliğinden akar gibi sınırsız sızıyordu yanaklarından. Dudaklarına inen yaşları m asa daki kâğıt peçetelerden birini alarak sildi. “Hayatı biliyordu çünkü.” dedi yaramazlık yapmış bir çocuk gibi önüne bakarak. “Zorlukları biliyordu. Umutları vardı.” Nefes alıp verirken kelimeler kesik kesik çıkıyor, sanki heceler boğazındaki bir çengele takılıyordu. Gözlerini sildi. “Hiç tahm in edememişti elbette okulu yarıda bırakıp kaçacağımı.” dedi. Masadaki peçeteler bitince çantasından kâğıt mendil çıkardı. Bu esnada bir dam la gözyaşı siyah m asanın üzerine düşmüştü. Otur dukları m asanın yanında salonun o duvarının tam amını kaplayan akvaryum dan yansıyan ışık, çatal bıçak, bardaklar ve diğer kahval tılıklar tüm desenleriyle olduğu gibi am a binlerce kez küçültülerek sanki bir minyatür sanatçısının iğnesiyle resmedilmişçesine bu göz damlasına vurmuştu. Emine’m, okul çıkışı buraya uğradıkça m asa lardan birine oturur, yiyecek içecek hiçbir şey istemez, ağzını açıp tek kelime etmez, restorandakiler onun seveceğini düşündüğü şey lerden getirir, o da yavaş yavaş yer ve bu akvaryum a dalar giderdi. Ne düşünürdü o esnada? İçimi param parça ederdi. “Çocuktum.” dedi Füsun Hanım. “Bir hataydı.” Sanki karşısında doktor değil de annesi vardı. Yüzünü sildikten sonra az önce dam layan gözyaşını fark edip mendille onu da aldı. “Sizin anlayacağınız annemi öldürdüm .” Dr. Saltı ‘A bartıyorsun, olur mu hiç, y a p m a ...’ türünden anlamlara gelebilecek bir bakışla koltuğuna yaslandı. “Kusura bakm ayın.” dedi Füsun Hanım. “Buraya gelirken ağlaya cağımı hiç düşünmem iştim .” Başını önüne eğdi. Ağzının içinde belli belirsiz bir özür diledi.
251
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
“Rica ederim .” dedi doktor. “On yıldır bunları kimseye anlatm adım .” diye devam etti genç ka dın. “Siz de düşünüyorsunuz şimdi neden size anlattığımı.” Gülüm sedi. Bunun sebebini ben de bilmiyorum der gibi bir gülümsemeydi bu. “Zamanınızı alıyorum, affedin lütfen.” dedi. “Benim asıl gelmek istediğim konu ş u ...” Dr. Saltı “Yalnız öyle düşünmeniz garip.” diyerek genç kadının sözü nü kesti. “Yani anneniz sizin yüzünüzden öldü diyemeyiz b e n c e...” Füsun Hanım oturduğu koltuğa tam yerleşememiş gibi birkaç kez kıpırdandıktan sonra “Yok.” dedi. “Beni bu konuda teselli edecek hiçbir konu yok doktor bey. Zaten sizin de zamanınızı beni teselli etmeniz için alacak biri değilim.” Son sözleri boğazındaki düğüm den olmalı anlaşılamayacak şekilde çıkmıştı. Yeni bir ağlam a nöbeti geçirdi. Bu kadın sanki yıllardır hiç ağlamamıştı. “Bu konuları size anlatm a sebebim ...” diye az önce başladığı konu ya devam etti. “Evlendikten, yani annem in ölüm ünden sonra -zaten ikisi aynı gün- hayatım da garip şeyler olmaya başladı. Ben bunlara anlam veremedim. Yani acaba delirdim ve bunlar olmadığı halde ben olduğunu mu sanıyorum? Ya d a size çok saçm a gelecek bili yorum am a annem in ölüm üne neden olduğum için lanetlenmiş de olabilirim.” Doktor gözlerini dikmiş anlamadığını belli eden bir bakışla bakıyor du. Füsun Hanımla bu esnada göz göze geldiler. Birkaç saniye ikisi de hiçbir şey söylemedi. Füsun Hanım gözlerini kaçırdı. “Çok özür dilerim.” dedi. “Ben sizden gerçekten özür diliyorum. Unutalım bunları. Şey... Gidelim artık. Saçm a sapan şeylerle zama nınızı alıyorum.” Islattığı kâğıt mendilleri toplayıp nereye koyacağını bilememişti.
252
SULTAN TARLACI
Sağa sola bakındı çöp kutusu bulam adı etrafında. Pis bir şekilde m asada bırakamazdı. Ne de çoktu. Hepsi kucağında kalakalmıştı. Şu anı bile o kadar çaresizdi ki mendilleri nereye atacağını bileme mek ve bu rezil durum u onu yeniden ağlattı. Om uzuna dokunan olsa mendilleri bahane edip “Şu birikmiş mendillere bak. Her dert beni buluyor.” diyebilirdi. “Hayır, m adem konuşm aya geldik, anlatın lütfen.” dedi Saltı. “Ben ne olduğunu tam anlayam adım o yüzden...” “Aslında olan bir şey yok. Delirmişim ben.” dedi hıçkırarak. “Bunu itiraf etmek de o kadar zormuş k i...” Burnu kıpkırmızı olmuştu ağ lamaktan. Doktor bir an gözleriyle etrafına baktı. Evet, tahm in etti ği gibi diğer m asalardan onların m asasına bakanlar vardı. Bu defa doktor da bakan var mı diye baktığının fark edilmesi üzerine sanki etrafa değil de garsona bakıyormuş gibi yaptı. Göz göze geldikleri garsondan Füsun Hanım için su istemenin iyi olacağını düşünüp su istedi. Garsonun suyu m asaya bırakmasının hem en ardından kahvaltıları nı bitirip yanlarından geçmekte olan seksenlerinde bir kadın doktora yaklaştı. Tükürür gibi yapıp: “Tu sana!” dedi. “Utanmıyor musun bu hanımcağızı ağlatm aya?” Kızı olduğu anlaşılan başka bir kadın “Anne lütfen yürür m üsün?” diyerek yaşlı kadını kolundan diğer yöne doğru çekiştiriyordu. “Erkek milleti işte...” diye söyleniyordu. “Rahmetli demeye layık olmayan baban da böyle beni hep ağlatırdı.” Füsun Hanım, ağlamaktan kan çanağına dönm üş gözlerini koca man açıp önce kadına, sonra Saltı’ya, sonra kadının kızına baktı. Sonra yeniden Saltı’ya baktı. Utancından ağlamayı unutm uş gibiy di. Arka arkaya özür diledi. Doktor Bey de bu defa ‘Rica ederim önemli değil’ dem ek yerine “Yüzünüzü yıkayıp gelseniz ve ne oldu ğunu anlatsanız iyi olacak sanırım.” demeyi tercih etmişti.
253
9
197 GÜN • BÖLÜM2
Genç kadın m ahcubiyetinden bu öneriyi emir gibi dinlemek zorun da olduğunu hissetti. M asadan kalkıp lavaboya giderken kucağında birikmiş mendilleri lavabonun çöpüne atm ak için olmalı, toplamış tı. Doktor, her ikisinin de bir lokma yiyemediği kahvaltıda çayların yenilenmesini işaret etti. Gerçi iştahı da kalmamış gibiydi. Hakkını vermek gerekirse suratı asıkken de yakışıklıydı. Yalnız kimsenin dış görünüşünden içini bilemeyiz elbette. Benim eşim de yakışıklıydı am a biliyorsunuz fena bir adamdı. Genç kadın, ağlaması durmuş, makyajını yenilemiş şekilde yeniden özür dileyerek m asaya oturdu. Doktor: “Şimdi bana anlatır mısınız size delirdiğinizi düşündüren şey nedir?” Füsun Hanım, lavaboda aynaya bakınca kendi kendine ne söz ver diyse artık sakin, ağlam adan, soğukkanlı olmaya çalıştığı belli bir tavırla ve anlaşılır şekilde, tane tane anlatm aya başladı: “ilk fark etmem evliliğimin ertesi gününde oldu.” dedi. “Annemden kalan bir broş vardı. Şey... Hatta o broş y an ım d a...” Alelacele aç tığı çantasında m uhtemelen bahsi geçen broşu aram aya başlamıştı. “Evet, neyse broşu görmeye gerek yok.” dedi doktor. “Devam edin lütfen.” Anlatılanların önemsiz olduğunu düşünüyor veya ayrıntıla ra yetecek kadar sabrının kalmadığını belli etmek istiyordu. Bunu Füsun Hanım da fark etmiş olmalı ki hem en aram ayı bıraktı. Çantasını koltuğun yanına koydu ve anlatm aya devam etti. Utan-, mıştı. Doktora bakmıyor veya bakamıyordu: “Broşu elime aldığımda birden kendi küçüklüğümü gördüm. Anne min dizinin dibinde oturuyordum, yanı başında. Anne bunu benim saçıma takar mısın’ diyorum. Annem de ‘O, saça takılmaz ki am.ı bak buraya takılır’ diye benim yakam a iğneliyordu.” Burada sesi yeniden boğuk çıkmış, annesinin ona olan anlayışlı sözleri içinde
254
SULTAN TARLACI
“layık olmadığını” fısıldayan bir mahcupluk hissettirmişti. Her an ağlayabilirdi. Saltı da durum u fark etmiş olmalı ki yeniden ağlam aya başlam am a sı ve seri bir şekilde anlatması için: “E vet...” dedi. “İlk, böyle başladı.” “Eee?” “Böyle fark ettim yani.” “Ne var ki bunda?” diye çıkıştı yakışıklı doktor. “Anıları hatırlamak delilikse hepimiz deliyiz Füsun H anım .” “Yalnız bu anıyı hatırlamak değildi.” dedi genç kadın. “Ben, gör düm bunu.” Gözlerini dikmiş, doktora bakıyor, kendisini anlamasını istiyordu. Doktor sessizliği tercih etti. Tabağına m asadan bir şeyler almaktaydı. Bir süre sonra elindeki çatalla masayı işaret edip: “Kahvaltınızı edin bence” dedi. Bu sözde belli belirsiz bir iğneleme vardı. ‘Konuşurken bir yandan da kahvaltınızı edin veya hiç yemediniz bir şeyler yeseniz, hem açılırsınız’dan öte ‘Hiçbir işe yaram ayan görüşmeyle harcanan zam a nımızı kahvaltı ederek değerlendirelim bari’ gibi bir anlam çıkıyordu. Hatta ‘Bunu da çabuk yapın ve bir an önce gidelim’ anlam ı... l usun Hanım d a m uhtem elen bunu fark etmişti am a sanırım fark ettiğini belli etmesi onu doktorun gözünde daha küçük düşüreceği için az önceki sözü doktor hiç söylememiş gibi ilgilenmeyerek kendi konusuna dönmüştü: "Sonra başka eşyalara yayıldı işte.” dedi. “Her eski eşyada bunu y a şa m a y a ve görmeye başladım. Bizim kendi eşyalarımız değil yani benim eski eşyalarımdan bahsetmiyorum. Herhangi bir eski eşya
255
9
>
197 GÜN * BÖLÜM2
d an ... Eşim antikacı biliyorsunuz. Evde pek çok antika eşya vardı. Dayanam adım hepsini çıkarttım evden.”' “Anlamadım. Baktığınız her eşyada annenizi ve o broşu mu görü yorsunuz?” dedi Saltı. “Hayır hayır. Eşyasına göre değişiyor. Her eşyada başka birilerini, başka anıları, başak yaşanmışlıkları ve başka bir şey görüyorum .” Doktor ağzındaki kızarmış ekmeği çiğnerken yavaşlamıştı. Bu es nada Füsun H anım ’a bakıyordu. O da o n a... Ablam bu kızarmış ekmekleri m akinede değil kendine has bir yöntemle kızartırdı. Hatta ekmeği de kendi yapardı. Ham urunu güneşten uzak bir yerde m a yalandırır, daha doğrusu toprak kaplarla toprak içine gömer, ertesi güne kadar bekletirdi. Daha sonra karanlıkta mayalanmış hamuru çıkarıp bir şeyler daha ekler, şekil vererek odun fırınına sürerdi. Sa dece kahvaltılık kızarmış ekmek için böyle yapardı. “Yani eşyalara bakıp, eşyaların geçmişini gördüğünüzü mü söylü yorsunuz?” diye sordu doktor. Bunu, elindeki ekmeğe bakıp öyle bir umursamazlıkla sormuştu ki, konunun ilgi çekici olmasından öte yediklerini beğenm enin de etkisiyle biraz siniri yatışmış gibiydi. “Bakmaktan çok dokunarak.” dedi Füsun Hanım. “Bakarak da olu yor gerçi. Bilmiyorum am a... İşte onu bilemiyorum. Yani gördükle rim eşyanın geçmişi mi, yaşanmışlıkları mı yoksa başka bir şey mi?” Doktordan herhangi bir cevap gelmeyince kendi sorusuna kendi ce vap verdi: “Ben, ilk olarak annem in broşunda kendi hatıramı görünce, diğer eşyalardaki görüntülerin de o eşyaların hatırası olduğunu düşün düm. Böyle bir mantık kurdum yani. Yanlış da olabilir elbette.” “O zaman siz bir psikometristsiniz.” dedi doktor. “Anlamadım?” Doktorun cevap vermesine fırsat bırakmadan Füsun Hanım yeniden
256
SULTAN TARLACl
“Ha evet, anladım .” dedi. “İşte o gün Kiss Cafe’den sonra sizin der ginizi araştırdım. Yaşadıklarıma benzer bazı olaylar okudum. Birkaç kitapta da bazı benzer kişilerin öyküsünü okudum. Sonra bunları size anlatmak için mail attım. Psikometri deniyor sanırım bu olaya.” Doktor bıçağı eline aldı. “Diyelim ki bu bir geçmiş zaman eşyası.” Füsun H anım ’a bakıyor ve bıçağı gösteriyordu. “Bir antika veya tarihi eser. Siz bunu elinize alıyorsunuz ve bu eşyaya dair geçmişten bir şeyler görüntü olarak görüyorsunuz doğru anlamış mıyım?” “Evet, sanırım öyle.” “Yani, siz bir m edyum sunuz?” Genç kadının yüzü birden değişti: “Ne m ünasebet!” dedi. Kaşlarını çatmış, gözlerini doktora dikmişti. Sonra çatık kaşlarından birini h a vaya kaldırıp gözlerini de bardağına dikerek şeker atmadığı çayını gürültülü bir şekilde karıştırmaya başladı. “Medyum değilim.” diye devam etti. “Bu tür bir unvanla nitelendi rileceğimi bilsem hiç anlatmazdım. M edyum ...” Duyduklarına ina namaz bir tavırla şaşkın gülümsüyordu. Başını kaldırıp “.. .ne demek biliyoruz değil mi m edyum !” dedi. “İzliyoruz televizyonlardan, d u yuyoruz sağdan so ld an ...” “Hayır, ben size şarlatan medyumlardansınız dem edim .” "Ne kadar açık sözlüsünüz.” Doktor, canı sıkılmış bir yüz ifadesiyle devam etti: “Yanlış anlaşıldım sanırım. Ben de bazen bu kelimeyi alışkanlıktan yanlış kullanabi liyorum. Aslında sizin duyular dışı algı yeteneğiniz çok iyi demem lazımdı. Medyum, haklısınız, daha çok ruhlarla bağlantı kuran kişiler İçin kullanılıyor. O m anada söylemek istemedim. Genelde bu tür yeteneği olan kişilere genel olarak m edyum deniyor am a duyular dışı algının, nesne üzerinden zam anda geçmişe doğru işlemesi d e
257
9
mek daha doğru. Dediğiniz gibi psikometri bu. Psikometri, geçmişin sonsuza kadar yitip gitmediğini, hatta insan algısının ulaşabileceği bir biçimde evrende bir yerlerde var olmayı sürdürdüğünü düşün dürüyor. Geçmiş, sanki şimdinin içinde bir tür saklı düzen halinde aktif bekler durum da. Nesnelerin yaşanmışlıklarını algılama, görmek ve hissetmek yani. Bunu hissedenler de psikometrist deniyor. Evre ne olağan bakan kişiler için bu sözlerim saçmalık tabi. Hatta delilik desem daha doğru olur.” Füsun Hanım bu açıklamadan tatmin olmamış gibiydi: “Deli sıfatı nı m edyum a tercih ederim!” dedi. “Hiç olmazsa delilerin yalancılığı yoktur. Bilmiyorum, belki de ben hayal kuruyorum. Belki de hiçbir şey görmüyorum, hayal kuruyorum, bana öyle geliyor. Ya da ben cezalandırıldım, lanetlendim. Lanetlere inanıyorum evet çünkü ge nelde kötü şeyler görüyorum eşyalarda. Bazen çok kötü... Nadiren iyi... Sonuçta görmek istemiyorum am a bu bir gerçek. Bilmiyorum.” “Mesela broş haricinde, başka bir eşyada gördüğünüz bir olayı bana anlatır mısınız?” dedi doktor. “Aslında ben bu tür eski eşyalardan uzak durm aya çalışıyorum. Evimde de hiç barındırm ıyorum.” Bir an düşünür gibi yaptı. Hatırlamış gibi: “Evlilik yıldönümümüzdü. Tika bana kolye almış.” “Antika kolye almış? Eşiniz?” “Şey, antika demedim. Tika. Eşim İlker. Yani elbette antika... Daha doğrusu çok eski bir pırlantaydı.” Derin bir nefes aldı. “Kendisi takmak istedi. Aynanın karşısındaydım. O da arkam da... Saçlarımı topladım. Bir yere gidecektik üzerimde boynu açık bir elbise vardı. Kolye, tenime dokundu, buz gibi... Son ra boynum dan aşağı yayılan bir sıcaklık hissettim. Aynadan bir ¿)iı eşime baktım. Yüzü ve görünüşü tam am en değişmişti. Eşim değildi
258
SULTAN TARLACI
Değişik, bam başka bir adam olmuştu. İri yarıydı ki eşimi gördünüz değil mi ne kadar da küçüktür aslında. Çocuk bedeni gibi?” “Evet.” “Aynadaki Tika değildi a m a ...” “Kolye antika mı değildi?” “Yok... Antika demedim. Antikaydı elbette. Eşim Tika değildi. Aman İlker değildi. O an eşimin yerine başka birini gördüm, tam am en baş ka biriydi.” Derin bir nefes aldı. Başını önüne eğdi. Parmaklarıyla oynuyordu. İç geçirdi. “Kıyafetleri de değişikti” dedi. “Eski bir savaşçı gibiydi ve... Boynu mu fark ettim .” “Ne vardı boynunuzda?” “Kan akıyordu.” “Kan mı?” Füsun H anım ’ın gözleri dalmış, az önce karıştırdığı çay bardağını yeniden ve yavaş yavaş karıştırmaya başlamıştı. “Hani, kâbustan uyandığınız a n ...” dedi. “Kendi iradenizin dışında bir uyanıştır. Zaten o an irade sizde olsa çoktan uyanırdınız değil mi? Neden o kadar bekleyesiniz uyanm ak için? Bu belki çok kısa süreli bir kâbustur am a size saatler gelir. Ayrıntılı, son derece canlı gelir ve hafızanızdan silinmez. ” “Anladım.” dedi Saltı. Üzülmüş ya da Füsun H anım ’ı gerçekten an lamış gibiydi... ‘İlker, kolyeyi daha takm adan, boynum a değer değmez asılıp fır latışım öyle bir uyanış olmalıydı. Kolyeyi fırlatınca birden normale döndü her şey.” "Eşinize anlattınız mı?”
259
9
I *> / ( i l İN
IU >1 U M . »
“Hayır.” Doktora baktı. “O an kim olsa anlatmazdım. Anlatamazdım.” dedi. “İnsan kendi anlamadığı şeyi başkasına anlatm ak istemez çoğu zaman. Bir de an lamadığı şey muhtemel bir tehlike içeriyorsa...” Saltı arkasına yaslanmış, kollarını kavuşturmuştu. Kaşlarını dikkatim toplamak için gayri ihtiyari çatmış, Füsun H anım ’ı dinlemekteydi Genç kadın doktorun dikkatinden cesaret almış gibiydi. “O kolye Bizans dönem inde bir tekfurun eşi için özel yapılmış.” diye açıklamaya girişti. “Kolyenin bittiği gün, tekfur, eşinin kendini hu komutanıyla aldattığını öğrenmiş. Akşam eşinin boynuna kendi elle riyle takarken kulağına eğilip bir öpücük kondurm uş ‘Komutanımla ilişkin olduğunu biliyorum’ demiş ve kolyeyle kadını boğmuş. Bunu, o olaydan sonra, çok sonra bir tesadüf eseri öğrendim .” Aklına biı şey gelmiş gibi eklemişti: “Annem, tarihçiydi. O ndan pek çok kitap kaldı.” “Peki, anladığıma göre nesnelerin geçmişteki yaşanmışlıklarını algı layabiliyorsunuz.” dedi Saltı. “Geleceği görebildiğiniz de oluyor m ır’ Geleceğe dair bir olayı önceden bildiğiniz oluyor m u?” “Hayır. Öyle bir şey hiç olmadı sanırım ... Sezmem bile. Zaten gele ceği görseydim ...” Söyleyeceği şeyden vazgeçmiş gibi aniden sustu. Saltı, paylaşmak istemediği bir şey olduğunu anlayıp sormadı. Onun yerine: “Si/r, başka bir gün bazı antika veya tarihi eser eşyalar göstersem ve onla rın hakkında bir şeyler söylemenizi istesem, sizi denediğimi düşünüp alınır mısınız?” “Hayır. Alınmam. Ben zaten beni denemenizi ve bunun ne olduğu nu söylemenizi istiyorum. Yardımcı olabilirsiniz diye size anlattım Yaşadıklarımın beynimin oyunu, hayal mi yoksa gerçek bir yaşan
260
SULTAN TARLACI
mışlığın algısı mı anlam aya çalışıyorum.” Sonra birden aklına yeni gelmiş gibi “Yalnız her eşya ile de olmu yor.” diye ekledi. “Göremediğim eşyalar da oluyor.” “Merak etm eyin.” dedi Saltı. “Birden fazla eşya getireceğim.” Füsun Hanım: “Bir de bana m edyum demezseniz sevinirim.” dedi. “Garip bir iticiliği var bu kelimenin.”
7
9
“Evrendeki her şey m a tem a tik kuralları ve oranlarla uyum ludur.” Pisagor (M Ö 570-495) Dr. Saltı Paylaştı 107 gün önce
61. Gün
“Rüya şefi!” diye bağırmıştı mutfağa girerken. Şef, yerinden sıçrayıp “Allah iyiliğinizi versin Federico Bey.” dedi. “Aklımı alacaksınız bir gün.” Federico keyifle gülüyordu. “Ne bu dalgınlık yahu!” dedi. “Hem söyle bakalım. Benim bugün seni korkutacağımı rüyanda görmemiş miydin yoksa?” Mutfaktaki ustalar ve yardımcıları Güher Hanım’n belli etm eden gülümsedi. Gerçi görseydi de kızmazdı. Zaten mutfakln her gün konuşulan espri konusuydu bu... Farz edelim, salata yapar ken yanlışlıkla yere düşmüş bir yaprak marula canı sıkılan bir aşg, Güher Hanım ’ı taklit eder bir ses tonunda: “Of! Ne diye düşersin ki. Zaten rüyam da görmüştüm senin düşeceğini” der, diğerlerini hu gülme alırdı. Çünkü Şef Güher Hanım hem en her olaydan sonra l>lı an düşünür “Bunun olacağını rüyam da görmüştüm” derdi. Rüyalnıı çıkan insanlar vardır ve genellikle büyük olaylardan sonra rüyaların da gördüklerini söylerler yalnız Güher Hanım ’ınki öyle bir hakli l
SULTAN TARLACI
0 gün Janset’in hocası görüşmeye geldiğinde ona bile anlatmıştı ya rüyalarını... Kızcağız nasıl da şaşkınlıkla bakmış kalmıştı. Zam anını... Efendim biraz düşünm em lazım. Tam tarih verem eye ceğim am a zannediyorum yirmi bir-yirmi üç gün önceydi. “Lütfen kusura bakm ayın.” diyordu Güher Hanım. “Ani bir davet çıktı ve buradan ayrılıp Janset’i okuldan alm aya gelemedim. Aslın da bir yardımcımı gönderdim alması için am a onun da yolda ara bası bozulmuş. Terslik işte, geldiğinde hep üst üste gelir. Janset de aslında kocam an kız, kendi gelseydi diye düşünebilirsiniz am a ne yazık k i...” Söylemek istediğine uygun kelime bulam amış gibi sus muştu. “Yapamıyor işte” dedi. “N eyse... Onu eve bıraktığınız için çok teşekkür ederim .” Jülide H anım ’a baktı. “Eve girdi değil mi?” “Evet.” dedi Jülide Hanım gülümseyerek. ^ef, mahcubiyetle tekrar tekrar teşekkür ederken genç öğretmen: “Önemli değil” dedi. “Ben zaten bugün bu tarafa gelip sizinle Janset hakkında konuşmak istiyordum. Yani kafeye gelmişken Janset’i de ? i’vine bırakmış gibi oldum biraz.” ( )yle mi?” dedi Güher Hanım. “Umarım size bir saygısızlığı olm a mıştır.” I layır” anlam ına gelen bir şekilde başını salladı genç öğretmen. 1itıher Hanım, kafedeki m asalardan birini işaret ederek: “Lütfen olurun.” dedi. “Sizinle sohbet etmekten keyif duyacağım .” Innset’in hocası gülümseyerek m asaya oturdu. Hanım bir kıza ben ziyordu. Omuzlarından aşağı inen güzel dalgalı saçları vardı. Elbin«*lnin çiçeklerine uygun renklerde iki minik tokayla kulaklarının u/erinden kâküllerinin bir kısmı tutturmuş, belli belirsiz bir makyaj vnpmıştı. B ahara uygun güzel bir elbise giymiş rahat babetler çek meli ayağına. Güzellerin “ne giysem yakışır” rahatlığı ve özgüveni »mlı üzerinde. Sempatik görünüyordu.
263
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
O, gözlerini kafenin içinde gezdirirken Güher Hanım da dikkatlice ona bakıyordu. Jülide Hanım, şefin bu bakışını fark edince “Güzel yermiş” dedi. “Evet.” diye karşılık verdi şef. Tarihi eser, restorasyon y eri...” “Bir ‘kafe’ye göre de oldukça b ü y ü k ...” dedi Jülide Hanım. “Burası aslında otel olarak kullanılıyor.” diye açıkladı Güher hanım. “Sadece alt kat, yani burası kafe. Otel kısmından bağımsız da kulla nıldığı için...” Sağ tarafa dönüp gözlerini kıstı. Eliyle işaret etti: “The Kiss tablosunu görüyor musunuz? Biraz uzak a m a ...” Jülide H anım ’ın işaret edilen yere bakıp “Evet, görebiliyorum.” de mesinden sonra onay almış gibi “Zaten, o tablonun duvara yerleş tirilmesinden sonra burası Kiss Kafe olarak anıldı.” diye devam etti şef. “Tarihi eser mekânları çok severim.” dedi diğeri gülümseyerek. Evi mi beğenmişti bu kızcağız. Ben de onu sevmiştim. Böyleleri güler ken gözleri de güler. “Siz, buranın mutfak şefisiniz sanırım.” dedi Güher H anım ’a bakarak. Pek kibardı. “Evet.” dedi Güher Hanım. “Daha önce kendi restoranım vardı. Buradan güzel bir teklif alınca orayı kahvaltı salonuna çevirdim. Hem burayı hem orayı idare etmeye çalışıyorum.” Jülide Hanım, anladığını belirtir şekilde başını salladı. Sessizlik gir mişti araya. İkisi de bir araya gelmelerinin sebebi olan konuya geç mek için nedense cesaretsiz bir halde gibiydiler. Ya da bana öyle gelmişti. Bu sessizliği, söze başlam ak için derin bir iç çeken hoca hanım boz du. Yalnız o konuşm adan önce “Bir şeyler yiyelim Jülide Hanım.” dedi şef. “Hindi eti ve sütle püre edilmiş patates var. Yanında da yem fırından çıkardığım yulaflı ekmek. Beğeneceğinizden em inim ...” Hanım kız gülümsedi. “Yemek konusundaki maharetinizi pek çok
SULTAN TARLACI
kişiden duydum . Yalnız belki başka zam an.” dedikten sonra “İçecek bir şey alabilirim a m a ...” diye ekledi. “Bugün tüm terslikler beni buluyor dedim y a ...” dedi Güher Hanım. “Tam da bu sıcakta içecek dolaplarının hepsi aniden bozuldu. İçki ve ayranlarla sütleri koyduğumuz dolap çalışıyor bir tek. Ne istersi niz?” dedi. Sonra birden “Kahve de ikram edebilirim.” diye ekledi. “Kahve alayım o halde.” dedi Jülide Hanım. Kahveler gelene kadar yine bir süre kafeden, tablodan, aşçılıktan konuştular. Jülide H anım ’ın konuya gireceğini düşündüğüm bir an gözlerini önündeki kahve fincanına dikmişti. Başparmağını fincanın sapında gezdiriyordu. “Kahve çok güzel.” dedi. “Zaten kahveyi se verim am a daha önce içtiklerimden çok farklı.” “Afiyet olsun.” dedi şef. “Bundan sonra sık sık görüşürüz umarım. Burada, kahvaltı salonum da... Hatta evime de beklerim.” Jülide Hanım “M ekâna ait değil yani kahvenin sırrı.” dedi gülüm seyerek. “Kahvenin sırrı şefte.” dedi neşeli bir sesle Güher Hanım. “Pek çok (arifimi kendim oluştururum .” Dirseklerini m asaya koymuş, finca na bakıyordu. “Yurt dışında kaldım uzun süre.” dedi. Jülide Hanım dikkatini Güher Hanım a vermiş dinliyordu. “Aslında iktisat m ezunu yum am a bir gün birden bire asında ben yemek yapmalıyım dedim. Ha ha...” "Öyle mi? N eden?” "Bilmem. Nereden çıktı bilmiyorum, yalnız birden bire aklıma gelen eyleri yapm ak gibi bir huyum vardır. Sanki birden bire akla gelenler tüp doğrudur. Bana öyle gelir. Eskiden b e ri...” ? Iıllide Hanım gülümsedi: “İlginç...” 'jimdi iyi ki de öyle yapmışım diyorum. Yemeklerle ilgilenmek hojuına gidiyor. D aha önce denenm em iş tatlar deniyorum. Öncesinde
265
9
9
197 GÜN ■ BÖLÜM2
onun iyi olabileceğini... Yani o ilk defa denediğim şeyin güzel bir tat olabileceğini... Hissediyorum diyelim. Yapıyorum ve beğeniliyor. Kişinin içindeki yaratıcılığı dökebileceği çeşitli meslekler var. Aşçılık onlardan biri bence...” “Evet haklısınız.” “Öğretmenlik de çok sevdiğim ve saygı duyduğum mesleklerden. Mesela benim hiç unutmayacağım öğretmenlerim vardır. Öğretmen lik büyük bir emek işi... Zor bir m eslek...” Jülide Hanım hak verir şekilde başını salladı. “Beni aslında Janset’le ilgisiz bir teyze zannetmeyin Jülide Hanım.” dedi. İçini çekti. “Sıklıkla okula gelirim. Diğer hocalara sorabilirsiniz. Sadece bu dönem o kadar yoğundum ki hiç uğrayam adım . Hattü eski matematik hocası Zarife H anım ’la da sık sık görüşürdüm .” “Evet biliyorum. Öğretmen arkadaşlarım ilginizden bahsetti.” “O kadıncağız da öldürülen kızdan...” Jülide H anım ’a baktı. Sesini kısarak: “Okuldan bir öğrenciyi sevgilisi doğrayarak öldürdü biliyor sunuz elbette...” dedi. “Evet.” “O kızın ölüm ünden sonra Zarife Hanım okuldan ayrılmış sanırını Hamileydi. Korktu demek k i...” Kendi fincanını masanın üzerindeki yuvarlak desenlerden birinin içi ne koydu. “Gerçi Zarife Hoca tatsız bir olay da yaşadı okulda. Belki o yüzden ayrılmıştır. Siz gelmeden önce... Belki duymamışsınızdır.' Yeniden Jülide H anım ’a baktı. Karşıdakinden bu konuda herhangi bir tepki gelmeyince “Çocuklar çok yaramaz Jülide H anım .” dedi “Çocuklar yaramaz, öğretmenlik çok zor bir meslek.” Genç öğretmen bir şey diyecek oldu, Güher H anım ’ın sözlerine di* vam edeceğini anlayınca sustu.
266
SULTAN TARLACI
“Bu nedenle ben elbette öğretmenlere de velilerin yardımcı olması gerektiğini, sorumlu olduğu çocukla ilgilenmesi gerektiğini de bili yorum ve gerçekten Janset’le ilgiliyim.” Yüzü asılmıştı. “Yalnız Janset’in durum unu biliyorsunuz” dedi. Çaresiz bir ton girmişti sesine. Başını umutsuzca salladı. “Yani şimdiye kadar görüştüğüm hiçbir hocadan Janset’e dair olumlu yorum alam adım .” Jülide Hanım sessiz kalmıştı. Sanki karşıdakinin devam etmesini is ter gibiydi. “Pek çoğu zihinsel bir engeli olduğunu açıkça yüzüme söyledi.” dedi şef. Jülide Hanım: “Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Onu bir uzma na götürdünüz m ü?” “Elbette. Hâlâ düzenli olarak götürürüm. Beyninde bir problem ol duğunu söylemediler am a psikolojisinin epey bozuk olduğunu bi liyorum. Onu anlayabiliyorum da. Annesini ve babasını kaybetti.” “Çok can sıkıcı konular.” dedi içini çekerek. Anlatacaklarından yor gun gibiydi. “Yani Janset’in yaşadıkları kaldırılabilir meseleler değil. Muhtemelen o da kaldıramıyor.” “Asıl ismi neydi?” Şef, birden bire gelen bu soru karşısında şaşkınlıkla Jülide Hanım ’a gözlerini dikti. “Kim söyledi size? Kendi mi?” “Neyi?” “Janset ismini sonradan aldığını.” “Yok, hayır kimse söylemedi.” dedi Jülide Hanım. “Bana nedense unun daha başka bir ismi varmış gibi gelmiştir hep. Sanki sonradan değiştirilmiş gibi. Nedenini bilmiyorum a m a ...” 'Uen annesinin kardeşi değilim.” dedi şef. Konuyu en baştan almak
267
<*
197 GÜN ’ BÖLÜM2
ister gibi bir hali vardı. Omuzlarını dikleştirmiş, sandalyesini masayc iyice yaklaştırmıştı. “Yani Janset’in öz teyzesi değilim.” dedi. “Uzak tan akrabalarıyım. Köyde oturuyorlardı. Çok fakirlerdi. Janset’: küçüklüğünden beri tanırım. Yurt dışındaydım am a senede birkaç kez Türkiye’ye geldikçe onları ziyaret ederdim. Janset on üç yaş larındayken evlerinde durup dururken ateşler çıkmaya başlamıştı.” Eliyle oturdukları masanın sağını solunu işaret ediyordu: “Düşünün ki evin orasında burasında, evin muhtelif yerlerinde durup dururken yangınlar çıkıyor.” “Durup dururken?” “Evet. Bunu bir akrabamızdan öğrendiğimde yurt dışındaydım. Ço cuk yakıyor dendi am a evde kimse yokken de yanmış. Hatta okulda Janset’in kitabı ve unuttuğu m ontu tutuşmuş gece... Sonra sebebini cinlere bağladılar. Cinci hocalara gitmişler. Ne olduysa fayda etme miş.” “İlginç...” “Ben hep Janset’ten şüphelendim. Yangınları o çıkarıyordu bence... Yani gizli saklı eline bir kibrit, çakmak bir şey alıp yakıyordu. Çünkü başka mantıklı açıklaması yoktu bu işin.” Jülide H anım ’ın gözünün içine bakıyordu. “Sonra yurt dışından döndüm ” dedi. “Zaten yan gınlar üç ay falan sürdü. Onlara gittiğim bir gün annesi ağlayıp olan ları bana anlatırken Janset de yanımızda oturuyordu ve gözümlr gördüm köşeden bir ateş çıktı.” “Siz, kendiniz gördünüz yani? Hiçbir sebep yokken çıktı öyle mi?” “Evet. Sonra daha önce böyle bir şey yaşayan başkaları da var mı diye araştırdım.” “Var mıymış?” “Sadece Türkiye’de değil, dünyada bile var.” dedi ellerini ‘çok Uv la’ anlam ında birkaç defa savurarak. “Kendiliğinden yanan evleı
268
SULTAN TARLACI
Kendiliğinden yanan insanlar...” “Kendiliğinden yanan insanları duym uştum .” dedi Jülide Hanım. “Değişik kendiliğinden yanm a çeşitleri varm ış.” dedi Güher H a nım. Kahvesinden bir yudum aldı. “Kendiliğinden yanan insanlarda eşyalar yanmıyor am a insanlar yanıyor ve kül oluyor. Kemiklerine varıncaya kadar yanıyorlar. 1400 derece ateş lazım o kemiklerin ya nıp kül olması için Jülide Hanım. Oysa bakıyorsunuz koltuğunda yanmış, ölmüş kişi. Koltukta çok az yanık am a beden kül olmuş, bir ayaklar içinde ayakkabılar kalmış. O kemiği eriten ateşin enerjisini tahmin edebiliyor musunuz? Üstelik bu kuvvetli ateş, nasıl bir şey ise kişinin oturduğu koltuğu yakmıyor.” “Yoksa annesiyle babası da yanarak?” “Yok hayır. Onlardan bahsetmiyorum. Onlarınki ‘kendiliğinden yanan ev’ vakası. Öyle durum larda sadece eşyalar yanıyor. Kişiler yanmıyor. Hatta birçok vaka var incelenen ve kişilere zarar geldiğine dair bir bilgi yok. Annesiyle babası bir gece sanırım yanm aktan ve cinlerden korkup dışarda yatmışlar ve donarak ölmüşler.” Jülide Hanım koltuğuna yaslandı. “Üzücü. Çok üzücü.” dedi. “Peki, evlerinde neden ateş çıkıyormuş öğrenebildiniz mi?” “Evet. Bunun bir adı var: “Zihin etkisi ile ortaya çıkan kendiliğinden yanmalar.” "Zihin etkisiyle mi?” dedi. “Çok iddialı bir isim. Peki ya bu da bir ıjörüşse ve diğerleri gibi geçersizse?” "Diğerlerinden daha tutarlı ve mantıklı sebepleri var a m a ...” dedi (iüher Hanım. “Bir defa tüm kendiliğinden yanan evlerde aynı orInk özellikler oluyor. En önemlisi evde on iki, on üç yaşlarında er in lik çağında bir kız olması.” Ama Janset yakmıyor. Gördüm demiştiniz.” "Evet, Janset eliyle yakmıyordu. Ben gördüğümde o an ateşin baş-
269
9
197 GÜN • BÖLÜM2
ladığı köşeye gitmemişti bile. Ama bir şekilde yakıyordu. ‘Zihin etkisi ile’ denilen şey işte... Mantıksız gibi geliyor değil mi? Ama ‘cinler yakıyor’ demekten daha mantıklı görünüyor. Eliyle değil, beyniyle yakıyor ve çocuk bunu bilerek yapmıyor. Yani öyle bir niyeti yok. Bilinçaltı etkisi gibi. Ama yangınlar olunca da içsel bir zevk alıyor larmış. Genellikle kız çocuklarında içsel çatışma olan dönemlerde ve o yaşlarda çıkıyormuş. Tüm kendiliğinden yanan evlerde ergenlik çağında bir kız bulunması tesadüf mü hocam? Belki de en önemli özelliği mekân merkezli değil de kişi merkezli yangınların çıkması. Çocuk nerede yangınlar o m ekânlarda çıkıyor. Kız çocuğunun bazen adet kanaması başlaması ile de bu durumlar düzelebiliyor. Bu konu yu ele alan ve yayınlanan raporlar bu şekilde. Neredeyse 500’e yakın vaka var bu konuda kayıt altına alınmış. Sonra dikkat ettim de bizim ülkemizde de sık ortaya çıkmış. Belki gazetelerden okumuşsundur. Siirt’te, Şanlıurfa’da, Yozgat, Van’ın Karakoç köyünde, Kırşehir’in Kaman ilçesinde, Adıyaman Kahta Narince Köyünde, Bitlis’te bir ai lede. Bu birden başlayan yangınlar aileyle dolaştı ve nereye gittilersc* yangınlar da onlarla gitti. Hep bir küçük kız çocukları olan ailelcı bunlar. Çocuklar nasıl yapar dersen, bu çocuklarda başka normal dışı yetenekler de olabiliyor. Evin taşlanması, geceleri yürüme ve ayak sesleri, duvarlardan su akmaları, elektrikli aletlerin sık bozul ması gibi. Zaten yangının haricinde birkaç kez onunlayken yani Jan şefleyken başka tekinsizlik durumlarına da şahit oldum. Mutfaktaki eşyaların tamamının dolaplardan dışarı fırlaması ve kırılması gibi..." “Nasıl yani?” “Annesi ve babası öldükten sonra anneannesi istememiş Jansei’ı Sanırım uğursuz veya cinlere bulaşmış kabul etti onu. Babaanne siyle dedesi zaten ölmüştü bir sene önce. Ben de çocuğu yanım.) aldım. Zaten aklımdaydı anneannesi onu dışarı atm asa da alacak tim. Annesiyle babasını kaybettikten sonra sıkıntısı sürdü. Bir akşam mutfaktaydık. Yemek yerken mutfaktaki tüm bardaklar tek tek kırıl dı, bazıları kapalı dolabın içinden dışarı fırladı. Önce bir şey düşüym
270
SULTAN TARLACI
sandım. Çatlıyorlar ve düşüp kırılıyorlardı. Sonra tabaklar başladı. Gittikçe daha hızlı kırılıyorlardı.” “Durup dururken?” “Evet. Janset’e baktım. Korkmamıştı. Yüzünde her zamanki sıkıntı sından başka hiçbir şey yoktu.” “Bir şey dem edi mi tabaklar kırılırken?” “Hayır. O zaten konuşmaz kimseyle. Sıkıntısını atacak hiçbir şey bu lamadığı için içinde birikmiş enerji sanki bu şekilde istemsiz dışarı çıkıyor.” Jülide Hanım düşünüyordu. Karşıdakinin sözlerinde yalandan öte bu konuda onun gözünden kaçan bir ayrıntı olup olmadığını irdeler gibiydi. “Ona söylediniz mi bunu? Yani senin yüzünden kırılıyor diye?” Kaş ları, istemsiz, dikkatini toplarken çatılmıştı. “Hayır. Hiçbir zaman söylemedim. O gün yanına gittim. ‘Birkaç gün sonra seni başka bir ülkeye götüreceğim’ dedim. ‘O rada beraber gezeceğiz.’ Amerika’yı anlattım. Belki biraz mutlu olur diye. İçindeki sıkıntı geçer diy e...” “Anlamadım. Kendiliğinden ateş çıkarken Janset’in yanına gittiniz?” “Hayır hayır, annesiyle babası öldükten sonra yanım a aldım dedim va... Mutfakta yemek yerken...” Jülide Hanım birden hatırlamış gibi: “Özür dilerim.” dedi. Sonra ulanarak gülümsedi. “Kusura bakmayın, aklım yangınlarda kaldı. Iivet. Bardak ve tabaklar kendi kendine dolaptan fırlarken söyledi niz Janset’e ...” ’Annesiyle babasını kaybettikten sonra ağlamamıştı m esela.. dedi ( iüher Hanım. “Sıkıntısını atamıyordu. Ben Amerika’yı anlattıkça l»lraz rahatladı. Yoksa bütün mutfak eşyalarım kırılacaktı.” Tebes-
271
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
süm etti. “Geriye de birkaç tabak kalmıştı gerçi.” Jülide Hanım şefin son sözlerini hiç duymamış gibi dalgındı. “O akşam ona gel seni dondurm acıya götüreyim dedim, son tabal lar da kırıldı.” “N eden?” “Bilmem. Dışarı çıkmaya korkuyordu sanırım. Yok, vazgeçtim di dim. Dışarısı soğuk. Bence dondurm ayı eve isteyelim dedim, raha ladı.” “Anladım.” “Oturma odasına geçtik. Bir komedi filmi koydum. D ondurm a yed film izledi ve uyudu. Sabah mutfağı temizlettim birkaç gün sonra d Amerika’ya gittik.” “Amerika’da da oldu mu benzer şeyler?” “Hayır, orada hiç olmadı. Bir sene Amerika’da kaldık. Benim işlerin vardı. Döndüğümüzde okula gitmek istemedi, çünkü gazetelerde çıkmışlardı kendiliğinden yangın çıkma olayında. Okulda arkadaş larının onunla alay edeceğini veya dışlanacağını düşündü demel ki. O na seni çok güzel bir okula göndereceğim dedim. İstersen is mini değiştiririz dedim. Kabul etti. Emine’ydi ismi. Janset ismini d< kendi seçti. Öyle Janset oldu yani.” Bu sözlerinden sonra şefe bi durgunluk gelmişti. “Gerçi yine de okulda arkadaşı yok sanırım, dedi. “Kimsenin onu evde yangın çıkması olayıyla hatırladığını zan netmiyorum am a Janset biraz içine kapanık ve arkadaş edinemeycı biri... Saf çocuk.” “Anladım.” “Janset farklı biri Jülide H anım .” dedi. “Saf olabilir, evet farklı bu yönü de var am a... İnanmıyorum onun aptal olduğuna.” “Hayır, kesinlikle aptal değil.” diye onayladı Jülide Hanım.
272
SULTAN TARLACI
“Gerçi m atematik dersi karnesinde hep zayıf oluyor. Her derste ol duğu gibi...” dedi Güher Hanım. Bunu biraz da “Öyle değil mi?” diye sorar gibi söylemişti. Karşıdan bu konuda bir cevap gelmeyince: “Matematik notları zayıf değil mi?” dedi. “Yazılısı d a kötü... Hatta yazılıdan sıfır aldı. Biliyo rum.” Genç öğretmen bu sözleri kafasıyla onaylasa da “Bu onun m atem a tikte kötü olduğu anlam ına gelmez.” diye ekledi. Güher Hanım bir um ut bakarak: “Gerçek mi?” dedi. “Resim dersi nasıldı geçen sene karnesinde?” “O da zayıf. Hepsi zayıf.” “Oysa Janset’in çok iyi resim yeteneği var.” dedi gülümseyerek. “Bir ara ben de fark ettim.” dedi teyzesi. “Ama bana göstermedi O/.diklerini. Sanırım resim yeteneği var evet a m a ...” “Resim, matematik ve diğer dersler aslında hep yetenek temeline Imğlı. Bazı öğrenciler yeteneği olmadığı halde söylenenleri uygula yıp yüksek notlar alabilir. Bazıları ise yeteneğini söylenenleri yapm a Imricinde başka şekilde kullanır ve zayıf not alır. Mesela Janset’in u’sim derslerinde resim çizdiğini veya ödevlerini yaptığını hiç zan netmiyorum. Bir şeyler çiziyor doğru am a ne çizdiğini kendi bilir nnca...” Gülümsemişti. I Irklısınız.” I .debiyatı da zayıftır m uhtem elen.” T.vet, karnesinde o da zayıf.” t )ysa belki dil yeteneği de var ve onu da kimseye göstermek iste miyor.” Ileş yıldır yanım da toplam da belki beş cümle kurdu benimle. Hiç »ulune gitmedim. Onu konuşması için hiç zorlamadım. Psikiyatris273
9
)
197 GÜN • BÖLÜM2
te gittiğinde -doktorunun bana söylediği- yarım saatin tamamını o koltukta yatıp doktorla hiç konuşm adan geldiği seanslar oluyormuş. Hatta birinde koltukta uyumuş ve süre bitince doktor uyandırmış.” Yüzü umutsuz bir hal almıştı yeniden. “Jülide H anım .” dedi. “Şu, onun gerçek ismi, evde çıkan kendiliğinden yangın çıkma meseleleri ve annesinin babasının ölüşü falan aramızda kalırsa...” Genç öğretmen karşıdakine bunun teminatını verir şekilde elini m a sanın üzerine koyup “Merak etm eyin.” dedi. “Bunları daha önce hiçbir hocasına anlatmadım. Size de neden an lattığımı bilmiyorum.” “Anlıyorum.” dedi Jülide Hanım. “Bu tür normal dışı olaylara be nim de ilgim vardır. Belki bu konuda bir yakınlık hissetmişsinizdir.” “Gerçek mi?” diye merakla sordu şef. “Evet... Çocukluğumdan beri böyle konular hep ilgimi çeker.” “Benim de ilgim vardı. Janset olayıyla iyice arttı.” dedi gülümse yerek. “Rüya defteri tutuyorum biliyor musunuz? H a h a ... Neden anlatıyorsam bunları size... Hem sizi hem kendimi oyalıyorum. De senize bu kadın çalışmaktan sıkılmış ve biriyle sohbet etmeye hasret kalmış. Ha h a ...” Efendim G üher H anım ’ı bir süredir tanıyorum ve dediği gibi Jiilı de hanımefendi onun çalışmaktan fırsat bulam ayıp biriyle sohbet etmeye hasret kaldığını düşünüyorsa yanılıyor çünkü Güher ll.ı mm her fırsatta herkesle konuşur. Hatta o gün hayret ettim JüliıU H anım ’la konuşurken fazla konu dışına çıkmadı. Oysa ben Gülıeı H anım ’ın Kafe’ye gelirken yolda karşılaştığı seyyar bir domatesçivı konuşa konuşa kafeye kadar getirdiğini, konunun da organik dorıı.» testen dom ates yetiştiriciliğine, dom ates yetiştiriciliğinden domale yetiştirenlere, dom ates yetiştirenlerden rahmetli halasının torumu oğlunun düğününe nasıl geldiğini bilirim. “Hiç kimseye anlatmam
274
SULTAN TARLACI
deyip hem en her gördüğüne anlattığı rüyalarından da en az beş ta nesini anlatmıştı domatesçi adam a da. “Ne olursunuz dinlemek istemezseniz söyleyin.” dedi. “Sahi, siz ne den görüşmek istemiştiniz benim le?” “Rica ederim. Sizi dinlemek hoşum a gidiyor. Rüyalarınızı mı anla tacaktınız?” dedi Jülide Hanım. D aha ilk tanışmalarıydı ve bundan sonra Jülide Hanım ne zam an G üher H anım ’la görüşecek olsa -her hangi bir telefon görüşmesi dâhil- G üher H anım ’ın konuya “İnanın bugün görüşeceğimizi rüyam da görm üştüm ” diye başlayacağı m u hakkaktı. Yalnız genç öğretmenin bundan haberi olmadığı belliydi. “Pek çok şeyi önceden rüyam da görürüm Jülide H anım .” dedi. “Neleri derseniz, işte inanmayacaksınız belki am a sizinle bugün bu rada görüşeceğim de dâhil.” “Öyle mi?” dedi Jülide Hanım. “Yani beni rüyanızda mı gördünüz?” “Hayır. Sizi görmedim am a sizinle görüşeceğimi gördüm .” “Nasıl, merak ettim.” “Bugün rüyam da, hızlı hızlı akşamki davete yetiştirmek için yemek yapıyorum. Sonra birden ayağımın altında bir beyaz, miskin kedi •lolaşıyor ve beni işimden alıkoyuyor.” Gülümsedi. “Nasıl da çıkıyor ıılyalar değil mi? Görseniz ne de tatlı beyaz kartopu gibi bir minnoş yavrucuktu.” Anlamadım. Nasıl? Miskin kedi benim sanırım.” Şaşkınlıkla birkaç •lufa gözünü kıstı: “Sizi, işinizden alıkoyan k ed i...” Miskin am a dedim ya ne kadar tatlı bir minnoş olduğunu.” I:vet. Teşekkür ederim. Ben zamanınızı alıyo...” Yok yok. Lütfen. Sizi burada tutan benim. Neler neler anlattım, ı )ysa şimdiye kadar siz benimle konuşacağınız konuyu çoktan ko nuşmuş gitmiştiniz bile. Ah bu benim çe n em ...”
275
9
197 GÜN • BÖLÜM2
Jülide H anım ’a doğru eğilip sesini kısarak yavaşça ekledi: “Ne zaman rüyam da kedi görsem beni meşgul eden biri olur o gün biliyor m usunuz?” Jülide Hanım bir şey diyecek oldu, Güher Hanım eğdiği başını kal dırarak daha gür bir sesle devam etti: “Rüya tabirleri kitaplarına ve internette yazılan şeylere hiç inanmı yorum Jülideciğim.” dedi. Kafe görevlilerinden birine kahvelerin ye nilenmesi için işaret etmişti. Jülide Hanım verilen işareti görüp: “Ben Janset hakkında bir şeyler söyleyip kalksaydım.” diye bu işareti durdurm ak istedi. “Elbette Janset konusunda sizi dinleyeceğim” Güher Hanım gülüm seyerek. “Kitaplarda ve internette yazan rüya tabirleri nasıl yazılmış, nasıl oluşturulmuştur? Biri bir rüya görmüş ve kendince yorumla mıştır. Sonra da bu kaydedilmiştir bence. Herkes de birbirinden alıp bir şeyler eklemiştir. Oysa ben rüyalarda görülen sembollerin kişilere özgü olduğunu düşünüyorum . Hatta benim rüya defterim var bili yor m usunuz?” “Öyle mi?” “Elbette. Her zaman rüyamı kaydederim .” işaret parmağıyla masa ya çiziyordu. “Bunu defter düşünün, şuraya tarih atarım ve şuraya da üst tarafa, tarihin hem en altına rüyamı yazarım. Sonra akşam uyum adan önce o gün, gün içinde yaşadıklarımı da şuraya, işte tam şu kısma rüyanın altına yazarım.” “Neden yapıyorsunuz bunu?” “Sonradan karşılaştırıyorum, gece ne görmüşüm ve gün içinde neleı yaşamışım. Gece gördüğüm rüya, gündüz yaşayacaklarımın habeı cisi oluyor m u?” “Oluyor muymuş peki?”
276
SULTAN TARLACI
“Şimdiye kadar kaç rüya kaydetmişim biliyor musunuz?” “Kaç?” “Hatırlayıp kaydedebildiğim rüyalarım tam olarak: Altı bin sekiz yüz altmış üç. Altmış dördüncüyü de bu sabah yazdım, ayağıma d o lanan ve beni işimden alıkoyan kedi var ya o n u... Akşam da gün içinde yaşadıklarımı yazacağım. Yani sizin beni oyaladığınızı... Böy lelikle bir kez daha gece rüyam da kedi görünce gündüz beni işimden alıkoyan biri olduğu kanıtlanmış olacak. Böyle kaç kayıt var biliyor musun? Kedi gördüğüm gecenin sabahında işimden gücümden kal dığıma dair? Sekiz yüz kırk iki. Kırk üçüncüsü dün geceydi işte.” “Güher Hanım, ben sizi işinizden alıkoydum için...” “Hayır hayır. Lütfen. Üzme kendini. Burada seni tutan benim. Öyle değil mi. Bak nasıl da konuşuyorum ağzım kapanm ıyor ha ha. Seni çok sevdim. O yüzden.” “Rüyalarınızı kaydetmeniz ve günlük yaşadıklarınızla ilişkisine bak manız çok değişik, ilginç” dedi Jülide Hanım ısrarla araya girerek. Kararlı bir ses tonu vardı. “Yalnız kedi gördüğünüz geceler sabah rüyanızı kaydederken eğer kendinizi şartlandırıyorsanız ‘bugün beni meşgul edecek biri olacak’ şeklinde, bu sizin kendi şartlanmışlığınızl<ı gün içinde kendi kendinize oluşturduğunuz bir durum olabilir. Ör nek şu an, kendiniz de diyorsunuz ki sizi meşgul eden ben değilim. Siz, kendi kendinizi -beni alıkoyarak- meşgul ediyorsunuz sonra da tıunu kediye bağlıyorsunuz ve rüyam gerçekleşti diyorsunuz.” "Siz matematikçisiniz Jülide Hanım. Mekanik işleyen bir beynin luınu kabul etmesi zor olabilir. Yani rüyalara inanmayabilirsiniz az önceki tespitiniz de doğru olabilir -kısmen- am a ya benim gün içinde ı»llmde olmayan şeylere ne demeli?” Ne gibi?” Mesela ben Janset’in okulundan vahşice öldürülen o kızı da gör-
277
9
197 GÜN ■ BÖLÜM2
düm .” Jülide H anım ’ın gözünün içine bakıyordu. Kahveleri gelmişti. “Biliyorsunuz değil mi o kızı?” dedi kendi kahvesini önüne alırken. “Sevgilisi testereyle hunharca parçalara ayırıp valizler içinde çöpte attı.” “Evet.” “O kız öldürülmeden önce o olayı rüyam da gördüm .” “Nasıl gördünüz?” “Çöp tenekesinin içinde m antarlar gördüm .” “Bu rüyayı o kızın öldürülüşüne mi bağladınız?” “Size saçm a gelecek. Oysa m antarlar çöp tenekesinin içindeydi ve başları kopm uştu.” “Bilmiyorum.” dedi Jülide Hanım. “Ben bir bağ kuram adım .” “Nasıl kuramazsınız? O kızcağızın da ölüsü çöp tenekesine atılmış! ı ve başı bedeninden ayrıydı.” G üher Hanım içini çekti: “Şimdiye ka dar rüyam da kaç defa m antar gördüm biliyor m usunuz?” “Kaç?” Zaten hazır olan cevabını hızlıca verdi: “On sekiz.” “Bu sayıları aklınızda nasıl tutabiliyorsunuz?” “Bir sembolü kesin olarak bir olaya bağlam am için en az on dei.ı o sembolü gördükten sonra benzer bir olay yaşam am lazım. Hrı gün rüya deflerimi didik didik ederim ve rüyalarımdaki sembollm gün içinde yaşadıklarımla karşılaştırırım. Herhangi bir sembol çö/ düğüm de hem en defterimin arkasına sembol listesine eklerim. <» listede semboller ve ne anlam a geldikleri yazar. Kedi, mantar, elnm ayakkabı, yıldız, kar, kan, bebek, salata tahtası, çay kaşığı, merdi ven, konserve açacağı...” “Konserve açacağı mı?”
278
SULTAN TARLACI
Evet. Rezil olacağım bir durum un başım a geleceğine gelir.” ahvesine şeker atmıştı. kantarlardan bahsediyordum ” dedi sözleri karıştırdığı kahve finnının sesine karışmışken. “Rüyam da ne zaman m antar görsem ini sarsan bir ölüm haberi aldım Jülide Hanım. Janset’in annesiyle bası ölmeden önce rüyam da köydeyim. Karların arasında iki tane întar gördüm. Onların evinin önünde hem d e ... Bakıyorum. Alı Allah diyorum. Bu m antarlardan daha önce bizim köyde görmen. Üstelik bu m antarlar karda çıkmaz. Elime alıyorum, koparm ak yorum. Bakıyorum zaten kopmuşlar. Uyandım. Hayır olsun am a hoş bir rüya değil dedim, sonra onların ölüm haberini aldım :...” İçini çekti. Kahvesinden bir yudum aldı. ok ilginç.” zin rüyalarınız çıkmaz mı?” >k rüya görürüm am a sembolleri sizin gibi takip etm ek hiç aklıma nedi.” lyalarmızı yazmanız lazım. Bir defter tutmalısınız günlük gibi... ra günlüğü.” ladım. Ancak öyle olabilir” dedikten sonra araya başka bir söz ıeden hem en ekledi. “Janset hakkında...” inü tam am lam asına fırsat verm eden “Evet.” dedi G üher Ha: “Janset hakkında ne konuşacaktınız Jülide Hanım? Korkarak yorum. İnanın eti sizin kemiği benim diyen eski kafalılardan biı ben. Ha h a ...” ;ır hayır. B ana karşı bir saygısızlığı yok.” Gülümsedi. “Janset’te et yok. Kemikleri kendinize almakla karlı çıktınız.” de bir an gülümsemiş sonra aynı anda ciddileşmişti: kemiği kendinde kalsın. Beynini istiyorum.” dedi. “Janset’in
279
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
matematik konusunda yetenekli olduğunu ve özel ders alıp bun1 geliştirmesi gerektiğini söylemek için geldim.” Şef gözlerini açmıştı. “Ciddi misiniz?” “Evet.” “Ben okul harici onu kurslarla ve özel derslerle hep desteklemey çalıştım am a ilk defa biri onun yetenekli olduğunu söylüyor. Hatt bu konuyu rüyam da da görm edim .” Bir an düşündü. “Yalnız, duruı bakalım. Bugün rüyam da kediden başka ne gördüm acaba? Deme ki çok şaşıracağım bir haber alacağım anlam ına geliyor o gördüğün şey ve daha önce de öyle bir şey görmüşsem ve şaşırmışsam çol önemli bir sembol daha çözmüş olacağım.” “Özel ders almak istemiyor m u?” “Hayır.” “Janset yeteneksiz değil. Dediğiniz gibi sıkılıyor ve çalışmıyor. Yar okulun ondan istediklerini yapmıyor. Zamanla okuldan iyice kop muş. Tanıdığım üstün zekâlar için özel eğitim almış ve bu konud; yüksek lisans yapmış biri var. Janset’e yardımcı olabilir.” “Üstün zekâlı mı? Ne diyorsunuz Jülide Hanım? Hocalar okul bitsiı diye zorlamayla geçecek kadar not veriyor Janset’e.” “Sınavlarda bom boş kâğıt veriyor da ondan.” “Nasıl anladınız yeteneği olduğunu? Mesela kolaylıkla çözebildiği bi soru oldu m u?” “Hayır, am a zor çözülebilen sorular oluşturduğu oluyor!” “Öyle mi?” “Evet.” dedi gülümseyerek. “Hem de kimsenin ruhu d uym adan...’ “Allah A llah...” dedi ağzının içinde şef. Gözleri dalmıştı.
280
SULTAN TARLACI
Bu konuşm adan sonra sanırım başka bir şey konuşmadılar. Birbir lerinden telefonlarını aldılar ve Jülide Hanım ayrıldı. Akşama kadar mı? Hayır, efendim ilgisi yok... En fazla bir saat kalmıştır. Kafeden ayrıldığı zam an hava hâlâ aydınlıktı. “Biliyor m usun?” dedi Federico uzun, üç parçaya ayrılmış havuç lardan birini ağzına atarken. “Seni yakında biriyle tanıştıracağım.” Görüyorsunuz ya ne sıcakkanlı ve samimi bir beyefendidir. Sanki şu koca otel onun ve sohbet ettikleri de yanında çalışanalar değildir. Arkadaş gibi davranmaktadır. “Kiminle?” dedi Güher Hanım. Havuçların tek tek gittiğine bakar ken... Federico bu soruyu sorm asına rağm en cevaplamak yerine “Haberci rüyalardan başka yeteneklerin de var mı? Mesela durugörü var mı sende?” dedi. Güher Hanım duyduğu şeyi anlam am ış gibi bakmıştı. “Mesela uyanıkken, durup dururken çok kısa süreli ve anlık bazı görüntüler geldiği oluyor mu gözünün önüne?” “Anlaşıldı.” dedi Güher Hanım. “Can sıkıntısından alaya gelmişsiniz buraya. Deli de olduk!” Federico gür sesiyle büyük bir kahkaha attı. Aşçılardan birinin biz zat temizlediği ve içini boşaltıp kızarttığı, iskeletiyle minicik tavukla rı andıran bıldırcınların yanına gidip bir tanesini eline alıp yemeye başladı. “Ne ilgisi var yahu!” dedi. “Halüsinasyon görüyor m usun?” demedim sana. “Hiç durugörü deneyimi yaşadın mı?” dedim. Aşçı kırık pirinç, haşlanmış mısır, bezelye ve bıldırcın yumurtasını Güher I lanım’ın özel bir sosuyla birleştirip az önce kızarttığı bıldırcınların Igne minik bir kaşıkla dolduruyordu. Güher Hanım Federico’nun masaları gezerek yemeklerin üzerinden yediğini görünce sinirlendi. Sorusuna cevap vermek yerine: “Ellerinizi yıkamış mıydınız buraya girerken?” dedi. Federico bir kahkaha daha attı. “Sen sorum a cevap
281
9
197 GÜN • BÖLÜM2
ver önce.” “Hayır.” dedi Güher Hanım. “Henüz delirmedim!” Federico: “Yahu taktın deliliğe... Durugörmek delilik değil k i...” “Uyanıkken rüya görene ne denir patron.” dedi bıldırcının içini dol duran usta. “Aslında onlara m edyum denir.” dedi kalfalardan biri. “Yani Federi co Bey, şefe rüyacılık yanında medyumluk da var mı diye sormayc çalışıyor aslında.” “Medyum doğru bir ifade değil...” dedi Federico. “A hh... Her ney s e ... Ayrıntılı m eseleler...” “Medyum sözünden hiç hoşlanm am .” dedi Güher Hanım. “Uyanık ken de hiçbir şey görm üyorum .” diye ekledi. “Sizin mutfağa girdi ğinizde yıkamadığınız ellerinizle oraya buraya dokunmanız haricin d e ...” “Peki, p ek i...” dedi Federico. “Kovulmadan gideyim.” Kapıdan çı karken keyifli bir kahkaha daha attı.
“Bilim tarihindeki her aykırılık, p otansiyel bir devrim to h u m u taşır. Ve bilimde başarı yöntem sel kurallar çiğnendiğinde ortaya çıkar Dr. Saltı paylaştı 103 gün önce
67. G ün
“İçi boş beş kafalı beş çift göz ve siyah noktalı beş burun bilgisayar ekranında böyle pür dikkat neye bakıyorlar acaba?” diye düşün müştüm. “Bir bilim adam ının bu tür bilim dışı ve ...” “Hurafelerle d o lu ...” “Şarlatanlıkları...” “İçeren bir site açm asını...” "Kesinlikle doğru bulm uyorum .” diyorlardı. "Görüyorsunuz ya?” dedi Nilgün Hanım dekana bakarak. Sinirin den odadakilerin varlığını unutm uş gibi viskiciğinden bir yudum nldı. Aldıktan sonra da kendine bakanlara karşı “şu durum da prob lem benim iki yudum viskim değil herhalde” bakışı attı. “O nun üni versitelerden uzaklaştırılması gerektiğini size öğrenciliği dönem inde de söylemiştim.” dedi hışımla. İlk gördüğüm de ben de çok şaşırmıştım. Doktorun parapsikoloji nLınına ilgisinin olduğunu biliyordum am a bir internet sitesi açacak
197 GÜN ’ BÖLÜM2
kadar mı? Bu, bilim kariyerinde ötanazi demekti. Hiç kimse bun kabullenemezdi. Bir psikiyatr olarak ben de onaylamıyordum. Ya nız Dr. Saltı’nın m erakına saygı duyulması gerektiğini de her zama savunurum. İlk sayfada şöyle bir cümle vardı: “Amacımız; tarafgirlik ve önyargılardan uzak bir şekilde, bilimsel b ruhla, genel kabul gören bilimsel hipotezler ışığında, açıklanamaya gerçek ve varsayımsal parapsikolojik beşeri yetenekleri inceleme! bu konuda yeteneği olan ve/veya ilgi duyan kişileri bir araya getiı mektir.” www.EvreninDili.com
“Bir ye m tanesi çeken karıncayı dâhi incitm e! Ç ünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.” Şâir Firdevsî Dr. Saltı Paylaştı 101 Gün önce
71. G ün
Haberim var doktorun medyum lar için açtığı internet sitesinden. Zaten ölüm üm den sonra o kadar çok ve değişik siteler veya inter net sayfaları açılmıştı ki... Katilimin bulunam adığı her gün bunla ra yenileri ekleniyor ve herkes bir şeyler paylaşıyordu: D aha önce varlığından bile haberdar olmadığım, varlığından haberdar olduf)um am a görüşmediğim, nadir görüştüğüm, her gün görüştüğüm akrabalarım; bir selam verip geçtiğim, gıcık olduğum, samimi olup İçimi döktüğüm arkadaşlarım; kızı benim gibi sevgili-eş cinayetine kurban gitmiş, oğlu katilim gibi sevgilisini-eşini öldürm üş kişiler; öl memiş, öldürülmemiş am a ne olmuş bilinmeyen kayıp çocukların aileleri; olayı gazete ve TV haberlerinden öğrenmiş etkilenmiş kişiIvr; sayfaların kalabalık oluşundan istifade sevgili bulm aya gelmiş wya kendi internet adresinin reklamını yapm aya gelmiş kişiler; bir ıli'dektif gibi iz süren, doğru veya yanlış am a etkileyici bir bilgi ara yan haberciler; çocuk psikolojisi, ergen psikolojisi, ebeveyn-çocuk ilişkisi, depresyon, ruhsal hastalıklar, ikili ilişkiler, psikolojik ilaçlar •ı/erine yazan psikiyatrisiler; yetişen neslin toplum içindeki yeri ve ••Ilışacak yeni toplum üzerine yazan sosyologlar; okullardaki eğitim
9
197 GÜN • BÖLÜM2
hakkında bilgi veren akademisyenler; yüzde yüz güvenilir olduğu na dair tem inat veren özel okul ve dershane sahipleri; insan öldür menin günahına dair konuşan ilahiyatçılar; kasten adam öldürme, taksirle adam öldürme, meşru m üdafaa, delil yetersizlikleri, otopsi, m üebbet hapis, idam cezası üzerine yazan hukukçular; yasaların de ğiştirilmesini talep edenler, meclise öneri veren vekiller; devrin kötü olduğuna ve çocuklarına dikkat edilmesine dair internetten herkesi uyarmayı kendine görev bilmiş anneler; sevgilimin elinden ölmek isteyen genç kızlar; beni, ailemi, katilimi, katilimin ailesini, polisi suç layanlar; beni, ailemi, katilimi, katilimin ailesini ve polisi savunanlar ve bunların paylaştığı milyonlarca iddialara, şaşkınlıklara, nefretlere, tavsiyelere, ihbarlara dair yazılar, etkileyici sözler, şiirler, şarkılar, re simler, fotoğraflar, videolar; ‘kızının kimlerle görüştüğünü öğren’ cep telefonu programları, özel korum a telefon numaraları; kötü birinden korunma duaları, kızını sevgilisinden ayırma büyüleri, temiz ve ah laklı eski sevgiliyi çevirgel duaları, hayırlı kısmet için yatır adresleri; bıçak gibi delici kesici aletlerle derin yaralanm alar esnasında uygu lanacak ilk yardım teknikleri, acil servis-polis numaraları; kan bulaş mış kıyafetleri en etkili temizleme teknikleri, en beyazlatıcı deterjan önerileri, ölünün arkasından kabrin yedinci, yirmi birinci, kırkıncı, elli ikinci gecesinde okunacak dualar, mevlitler, mevlitlerde verilecek şerbet tarifleri, şerbetleri sunacak tepsi örnekleri, tepsilere serilecek dantel modelleri, Fatiha, Tebareke, Yasin sureleri ve meali; öldükten sonra geri dönüleceğine -reenkarnasyona dair paylaşım lar- kişisel gelişim, meditasyon teknikleri... Bunları beğenenler, kopyalayanku, yapıştıranlar, yeniden paylaşanlar, eleştirenler... Hatta “kız arkadaşını testereyle doğra puanları topla” isimli çocuk oyunları ve sayfanın sağında yer alan kullanışlı ve uygun fiyatlı t>ı çak, testere ve diğer kesici alet reklamları...
286
“Gece ki beni ya tıştırır Karanlık, serinlik ve hava Değişik görünüyor bana Gecenin gözleri yok, hem hiç. Sessizlik, Sürüklüyor geceyi , D urgun geceyi .” M arilyn Monroe Dr. Saltı Paylaştı 97 gün önce
73. G ün O incecik, kulak tırmalayıcı tiz sesiyle “Tugi koooooş! Aşkım yeni internet sitesi açm ıuışş...” diye bir taraftan cırt cırt bağırıyor, bir taraftan da Tugay’ın manikür setlerinden birini yatağa yaymış, baş parmağının tırnağından bir parça kırmaya çalışıyordu. Bundan ya rım saat önce de karyolaya serdiği kırmızı ipek bir çarşaf üzerinde çırılçıplak Marilyn Monroe pozları veriyordu. Fotoğraf makinesine kolunun yettiği uzaklıkta sığabilen karelerden göründüğüne göre Ihttu’nun bu fotoğraflarında Marilyn’e benzer tek tarafı üzerinde yattığı kırmızı çarşaftı. Hayatım, esmer ve zayıf Tattu’nun, beyaz U*nli ve yuvarlak hatlara sahip Marilyn M onroe’ye benzeyen neresi v/ardı? Yüz çizgileri de Marilyn’den tam am en farklıydı. Kundi ise Marilyn’e ne kadar benzediğine hayret ediyordu. Tek fark ları saç rengiymiş gibi Tugay’m tüm karşı çıkmalarına rağm en geçen günlerde saçını sarıya boyattı. Artık sanki ikiz gibiydiler! Hatta sek tik konusunda Marilyn onun eline su dökemezdi. Bak hayatım, İlen yaşarken çok seks yaptım, çok erkek tanıdım. Kafası dağılmış adamlar gelirdi. Düşünceleri kaldırımlara dökülmüş. Amaçları seks ini başka her şey olan... Seninle konuşm ak isterlerdi. Yolunda gitmi’yen iş hayatından, patronunun ne lanet bir adam olduğundan,
9
197 G ü n * BÖLÜM2
borçlarından, karşılıksız çeklerden, hacizlerden, aldığı tehditlerden, karısının istediği hiçbir şeyi yapm adığından... Verdiği paranın kar şılığını sonuna kadar isteyen veya o parayla dünyanın en büyük mutluluğunu satın alabileceklerini zannedenler olurdu. Oysa herke sin mutluluğu kendisine pahalıdır ve ne kadar olursa olsun para nın miktarı ile seksin süresi mutluluğa yetmez. Yine de bize gelenler içinde muhakkak onun istediğini verebilecek ve onu o saatlik mutlu edebilecek bir kadın bulunurdu. Hepsi nihayetinde sadece işini gö rüp gitme niyetiyle gelirdi. Yalnız siz, özel bir adam için öznel cazibe ve öznel seksten bahsedecekseniz yapmanız gereken son şey soyun mak olsun. Hele ki kalbinizi kaptırmışsanız... Tattu’nun durum u budur. Marilyn M onroe’ye benzem e çabasının sebebi de budur. Çünkü doktor, yoğun bir Marilyn Monroe hayra nıdır. Peki neden? Bilmiyorum. Yalnız yaşarken edindiğim deneyim lerden yola çıkıp yorum yapabilirim. Bence bunun birden fazla am a basit sebepleri var. Öncelikle Marilyn Monroe, dişidir. Hayır hayatım, yanlış dü şünüyorsun. Her kadın dişi değildir. Peki nasıl dişi olunur? Dişilik, ilk önce bakışlarla olur. Marilyn Monroe kadar derin bakabilirsen göz renginin platin mavisi olmasına gerek yoktur. Derin, davetkar, istek dolu, yaramaz ve m asum ... Sonra, güleceksin. Onun gibi iç ten gülebilirsen dudaklarının o kadar güzel olmasına gerek yoktuı Güldüğünde, gerçekten gülmelisin. O gülüşü istek dolu bakışlarınla birleştirebilirsen karşıdaki adam seninle bir ilişkiye başlarsa ne kadaı mutlu olacağı hissine kapılır. Üçüncü şart jest-mimik ve tavırlardıı Marilyn M onroe’ye dikkat edin. Uysal bir ev kedisi gibidir. Hangi fn toğrafında onu baskın ve yırtıcı bir kaplan gibi gördünüz? İstediğini belli eden gözleri ve mutlulukla gülen dudakları yanında uysallığı, karşıdaki adam ın hiçbir isteğine karşı çıkmayacağı mesajını veriı Bundan hoşlanm ayacak hiçbir erkek yoktur. Çünkü hayatım, bunu unutma, erkeklerin tam amı hükmetmeyi sever. Demek ki neymiy' İstek dolu bakışlar, mutlu bir gülümseme ve uysallık. Tattu’da bunlu
288
SULTAN TARLACI
rı yapabilecek kapasite var mı? Sanıyorum ki yok. Çünkü basit gibi görünen bu üç kural, duyguların tavırlara yansıtılması, zeka gerekti ren ve uygulaması zor kurallardır. Tattu, bu üçüne hiç dokunm adan sadece yapabileceklerini yaptı. Yine de onun yeni imajını beğenenler olmuştu. Bunların çoğu sa dece çıplak olduğu için beğenenlerdi. “Ucuz m anken ünlenmek için soyundu” yorumları da geldi. Yalnız kim ne yazarsa yazsın fotoğraf ların devamı için istek geliyordu. Bu nedenle çektiği her fotoğrafını yatağın üzerinde bulunan laptopa atıyor sonra da hem en internette paylaşıyordu. Bir fotoğraf d aha paylaşıp bağırdı: “Tugiii...” “Tuuuuuuuuuuuugiiiiiiiii... ” “Tugi, Tugi, Tugi, Tugi, Tugi, Tuuuugiiiiiiiii...” Tugay diğer odada bacaklarını tek kişilik koltuğun yan tarafından uzatmış, kendi yetiştirdiği ve en güvendiği elem anına aldırdığı inrecik kaşlarının altından açtığı kocam an gözleriyle dikkati tam am en televizyonda vermiş, cilt bakımı üzerine bir program izliyordu. "Ne vaaaaaar!” diye sinirlenmiş ve kalın bir sesle bağırdı. Sonra kendinin de rahatsız olduğu bu erkeksi sesi hem en inceltip biraz (İnha yavaş: "Ne bağırıp duruyorsun!” dedi. Ihttu uzandığı yerden biraz daha sarkıp kafasını kapı aralığından luyay’ı görebildiği kadar uzattı. “Kız bir gel.” dedi. “Valla fotoğraflaııını çektirmeyeceğim. Bir şey göstereceğim.” Kız” sözü onu yatıştırmaya yeterdi. Zaten program da bitmek üzeıi'vdi. Sabah salonda ağda yaptırdığı tüysüz bedeninde, yürürken •»lıışan rüzgârın cildindeki tüysüz ve pürüzsüz hafifliğini hissetmek »•.lıı hiçbir şey giymemişti. Üzerinde olan tek şeye, dantelli siyah külı ılıma -Tattu’nun geçen aylarda reklamlarına çıktığı için bol bol he-
289
9
197 GÜN • BÖLÜM2
diye edilen- evin her köşesinde rastlayabileceğiniz pedlerden birini yapıştırmış, pedin üstüne de birkaç dam la kırmızı oje damlatmış, ayda birkaç gün periyodik olarak bunu yapm aya karar vermişti. Kalçasını sallaya sallaya yürüdükçe gelen pedin hışırtısından mut luluk duydu. “Söyle.” dedi. Kapıya yaslanıp. “Ne bağırıyorsun avaz avaz?” İçeriye girmedi, çünkü saf arkadaşı onu hangi önemsiz mevzu için çağırdıysa kapıdan şöyle bir bakıp banyoya pedini değiştirmeye gi decekti. Tattu kollarını şımarıkça açıp “Aşkım yeni site açmış Tugiii!” diye bağırdı. Yatağın üzerinde yuvarlanıyor, tam kenarına gelip düşecek gibi olduğunda elini sarkıttığı tarafın tersine yuvarlanıyordu. “Kim kız senin aşkın?” dedi gülümseyerek Tugay. Ağda yaptırdığı kollarını inceliyordu. “Ya Tugiii aşk olsun. Bak söyleme böyle valla kırılıyorum.” Çatallaşan sesiyle uzun bir kahkahanın ardından “H a haayy” diye bir kuyruk bıraktı Tugay. “Ne sitesi peki?” dedi aynı alaylı ifadeyle*. “Çok değişik bir yer Tugi.” Yuvarlanmayı bırakıp yatağın üzerine bağdaş kurdu. Laptopu önüne çekti. “Hani şu öldürülen kızın sev<ıı lisi var ya onu bulmak için açmış.” “Aa ne alaka hayatım .” dedi Tugay. “Çekil bakayım .” O daya zatıl bir hanım edasıyla süzülerek girdi. Yatağın kenarına ilişti. Bir sine Tattu’nun gösterdiği siteye göz atıp: “Hayır, şekerim.” dedi. “Katil için site açmamış. Bu bir parapsikoln|i sitesi... Bak ne yazıyor: Duyular dışı algı alanında yetenekli kişilen bir araya getirip parapsikoloji çalışmaları yapm ak amacıyla kımıl muştur.” Tattu’ya döndü. Derin bir nefes aldı. Arkadaşının zor ,m layacağını veya hiç anlamayacağını bildiği için kuvvetini toplayıiMİ* anlatm aya girişti. “Yani duyular dışı algısı yetenekli kişiler bu si!eıl>
290
SULTAN TARLACI
ışmalar yaparken aynı zam anda kayıp kişilerin yerleri de bulubilir. Bunun içine o kızın sevgilisi de dâhil. O da kayıp çünkü, ladin mı?” i u söyleneni dinlememiş am a anlamış gibi baş sallamıştı. “Anla-
n.” dedi. “Zaten ben de az önce siteye üye oldum .” e yapacaksın burada kız?” dedi Tugay. “Duyular dışı algı demek, rmeden, duym adan, dokunm adan, koklamadan, yem eden, iç:den, sıçm adan dermişim h a h a ...” diye gür bir kahkaha daha . “Yani nereden geldiği belli olmayan şekilde herhangi bir bilgiye şmak. Senin anlayacağın, medyumları ve falcıları arıyor doktor, ni sanırım bu işin beyniyle ilgileniyor adam . O gün bize bir şeyler elemişti ya bu konuda. Telepati falan demişti.” tu’nun dinlem eden tırnağıyla uğraştığını görünce: m ne medyum ne de falcısın...” dedi. tu bu sözde gizlenmiş soruyu anlamıştı. “Aşkımla sohbet etmek ı üye oldum Tugi.” dedi. ayatım şenle neden sohbet etsin adam ? Bak parapsikoloji çalış ları yapılmak üzere kurulmuştur diyor.” Eliyle sitenin an a sayfa daki yazıyı gösteriyordu. tu “Üye olanlarla konuşuyor a m a ...” diye haksızlığa uğramış bir tonuyla karşı çıktı. imam, işte onlar bu tür psişik yetenekleri olanlar.” lay derin bir iç çekti. Tattu’nun yüzüne baktı. Şimdiye kadar kaç Tattu’ya bir konuyu anlatm aya çalıştığını ve asıl önemlisi buniçinde Tattu’nun kaç tanesini anladığını düşünüyor olmalıydı, sula zorluk düzeyi bu konuya yakın bir başka konu anlatmış da lıı anlamış mıydı? Ya da daha basit bir konuyu? Düşündükçe <1tındaki çaresiz ifade genişledi. Boş vermeyi düşündü bir ara. Ne mrsa yapsmdı.
291
9
9
197 GÜN ■ BÖLÜM2
“Yani algıları açık insanlar” dedi yine de. “Medyumu, falcısı, durugörücü var, rüyacısı var, telepati var, hatta uzaktan bakarak kaşıkları bükenleri var onların içinde. “Üye ismim ne biliyor m usun Tugi? “Duymuyor m usun beni?” dedi Tugay Tatu’yu eliyle dürterek. “Ye tenekli kişiler üye oluyor diyorum. Aaaayyyy... Bağıracağım ayol. Ne yapıyorsun o tırnağını öyle? Kıracaksın.” “Ya Tugi, ben de zaten kendimi m edyum m uşum gibi tanıttım.” Çok zekice bir iş yaptığına dair gözünü kıstı. ‘A nladın mj sen o n u ’ m ana sında ağzını kocam an açıp dilini birkaç tur çevirdi. Sanki yanlarında başkaları d a var da duyacaklarmış gibi Tugay’a iyice yaklaşıp sesini kıstı: “Bu tırnağımı d a yeteneğimi kanıtlamak için kıracağım şimdi biraz.” Tugay Tattu’nun kırmak için uğraştığı tırnağına baktı. “Ne alaka? Kuramadım hayatım?” “Bak şimdi ben oraya yazdım. Az sonra tırnağım kırılacak diye gele cekten haber verdim anladın mı? Şimdi kendim kırcam ve fotosunu paylaşcam am a sanki kırılacağından benim haberim yokmuş gibi.. Tugay bir anda dalmış, derin bir sessizliğe bürünm üştü. Yavaşça ne fes alıp veriyor ve Tattu’ya bakıyordu. “Üye ismimi de adım a benzer bir şey buldum anladın mı?” dedi Tattu. Tatlu dudiş aldım. Tatlı dudak anlam ında yani. Tattu ismim ya anladın mı?” Dudaklarını öne getirmişti. Bir ara düşündüm Tatlu_Dudi mi olsun diye Tugi... Ama sonra dudiş daha güzel dedim" Dudağını biraz daha öne getirdi. “Tatlu tatlu dudikler...” İyice öne uzatıyordu dudaklarını. “Dudağın yere sürtülsün.” dedi Tugay onun haline bakarken. “Tır nağım kırılacak diyip söylemek gelecekten haber verm ek mi oluyor? “Ya zaten herkes kafadan atıyor Tugi. Mesela katil hakkında akılla
292
SULTAN TARLACI
la ne geliyor ise yazıyorlar. Katil şu an şöyle yapıyor, katil böyle pıyor... Biz de atacağız anladın mı? Yazıyorum bak şimdi sen izle :ni.” Tenindili forum: Tatlu_dudiş: ıelam ben sitenize yeni kayıt oldum. Yeni m edyum üyenizim. Katil anda oturuyor.” Tenindili forum: Dr. Saltı: “Hoş geldiniz. Yalnız katilin oturuyor jşundan d ah a çok bilgiye ihtiyacımız var sanırım.”
Tenindik forum: Tatlu dudiş: tyak ayak üstüne atmış şekilde...” ıgay önce ekrana baktı sonra Tattu’ya döndü: ıy vallahi pes!” dedi. “Kız ‘Katil ayak ayak üstüne atmış’ ne deek? Öyle bilgiler istemiyor. Adam resmen şehir-ilçe yerini bulmak n ipucu isim falan istiyor ne yapıyorsun sen! Bak işte anladı senin :teneksiz olduğunu. Üye olduğun ilk saniye tebrik ediyorum .” Al la m a y a başlamıştı. ıttu Tugay’ın protesto alkışına bakarak: “Ben ona şimdi yazacağım ık sen” dedi. /renindik forum: Tatlu_dudiş: “Sitenize gelen herkese böyle davnmasanız iyi edersiniz. Ben de çok yetenekliyim bir defa.” ıgay ekranı çevirip bir kez daha baktı: tö a ...” dedi çatallaşan sesiyle. “Ne yazdın öyle? Ay... Bir de üste kjyorsun. Yazma bari!” /renindik forum: Dr. Saltı: “Ne güzel... Yeteneğinizi bizimle payşabileceğiniz pek çok alan var sitemizde. Mesela duyular dışı algı •teneğinizi ölçen Zener kartları ile kendinizi test edebilirsiniz.” ladi bakalım .” dedi Tugay. “Doktorun aklı seninki kadar sanki...” ıvrilttiği parm ağıyla Tattu’nun kafasını iteledi. “Beyinsiz. Şimdi ne
293
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
yapacaksın?” Bu azarda bir miktar Tattu’nun yaptığı her hatada onun arkasını toplam a görevi olan ‘abla’ siniri vardı Tugay’ın üze rinde. Bu işin sonu yine ona kalacaktı. Sıkıntıyla derin bir iç çekti. “Tırnağımın fotosunu görünce ne yapacak bakalım?” dedi Tattu kendinden emin şekilde. “Az önce yazmıştım foruma tırnağım kırı lacak d iy e...” “O ndan gelecek görüsü olur m u?” dedi. “Herkesin aklı seninki ka dar değil. Tırnağını kendi kendine kırdığın pek çok kişi tarafından el bette anlaşılacak. Bak adam Zener kartlarıyla göster diyor kendini.” “Zener ne? Karo kartı gibi mi? H aa... Fal bakmam ı istiyor Tugi an ladın?” “Hayır şekerim. Zener kartlarıyla psişik yeteneğini ölçebilirsin. Bir tür psişik test...” Yeniden tüm kuvvetini toplayarak anlatm aya ça lıştı. “Sitesine bu testi yüklemiş doktor. Beş tane kart oluyor. Bıı kartların her birinde ayrı ayrı daire, yıldız, su dalgası, artı işareti ve kare resmi var. Önce kartların arkasını görüyoruz yani bu şekilleri görmüyoruz. Sonra bilgisayar kartları rastgele seçerek tek tek göste riyor. Yani hangi kartın geleceği önceden belli olmuyor. O seçmeden önce sen sıradaki kartı bilmeye çalışıyorsun ve işaretliyorsun. Sonnı bakıyorsun tahm in ettiğin şekil mi çıkmış yoksa çuvallamış m ısın...” “Kolaymış.” Tugay: “Kolay mı?” dedi. “Allah Allah atlam a her şeye! Rezil ede çeksin kendini.” Tattu bir hevesle ve kendinden emin başladığı yeni deneyde yirmi beş kartı arka arkaya işaretlemiş am a ilk on kartın hiçbirinde doğru tahm inde bulunamamıştı. Bir şeylerin ters gittiğini sezmiş olmalı ki bir anda durup: “Tugi yar dım etsene” dedi. Tugay ekrana bakıyordu: “Vallahi neyine yardım edeyim hayatım!"
294
SULTAN TARLACI
di. “Süpersin. İnsanda yetenek olmaz tam am da kafadan atar, on :t içinde birini olsun şans eseri tutturur. Hiçbir kartı denk getire;mek de ayrı yetenek, tebrikler.” a a a ...” dedi Tattu heyecanla. “Ciddi misin Tugi? Ben üzülüyorm. Şimdi bu iyi bir şey mi?” em nasıl ciddiyim.” Sesi bu defa çatallaşmakla kalmamış, cümleı sonuna doğru bir de kısılmıştı. Titrek ve zor duyulur gıcırtılı bir le “Az sonra siteden gönderileceksin” dedi. “Yeteneği olmadığı i bir de doktorla tartışıyor, hayret ediyorum. Diyecek bir sözüm Ağzını fermuar kapatır gibi yapmıştı. tu ‘siteden gönderileceksin’ sözünü duyunca yüzünü astı. “Tu...” dedi. “Ne olursun yardım et. Ne istersen yaparım lütfen...” koca burnunu sokma dedim sana demi az önce?” dedi Tugay, asıl yardım edeyim? Durugörür müyüm ben? tu ağlam aya başlamıştı. “Sen herkese geçmişini, geleceğini söyorsun Tugi.” dedi. “Sen bilirsin sıradaki kartı.” jay ağlayana dayanam azdı. Tattu’nun başını salata tahtasına ızeyen kemikleşmiş göğsüne yatırıp “Hayatım benim arkadaşlar sında baktığım fallara ne bakıyorsun sen?” dedi. “Tamam, sezgim biraz kuvvetli am a bak bu sitede daha ileri yetenekte olanlar anladın mı?” Tattu’nun saçından bir bukleyi kulağının arkasında (atle sıkıştırmaya çalışıyor, alttan alta onu bu durugörü sevdasını vazgeçirmeye uğraşıyordu. tu’yu teselli etmedi bu. “Benden daha iyi yaparsın yine d e ...” li. “Söylesen ne olur sanki!” :n güzel bir kızsın.” dedi Tugay. “Çok güzelsin am a dünyada hersenin güzelliğini görmek zorunda değil. Olur ya doktor görmetir. Göstermek için illa başka yöntemlere başvurm ak...” u burada tüm apartm anı yerinden oynatacak bir çığlıkla ağla-
295
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
m aya başladı. “Ay tam am zırlam a...” dedi Tugay. İşaret parm ağını dudaklarına gö türüp “sus” işareti yapıyordu. Bunun işe yaramadığını görünce elini kendi ağzından çekip Tattu’nun ağzını kapattı. İstediğini yapacağına dair birkaç hareket yaptıktan sonra diğerinin biraz sessizleştiğini gö rünce yüzüne tükürüp laptopu kendine çevirdi. Koluna asılan Tattu ’yu biraz iteleyerek: “Dur bakalım” dedi. Birden ağlamayı kesip laptopu önüne çevirdi Tattu. “Hangisini işa retleyim Tugi? Hangi şekli?” Tugay derin bir nefes aldı. Önce Tattu’ya sonra sabır çekerek ekrana baktı: “Yıldız” dedi. Tattu söylenen kartı hem en seçti ve gerçekten yıldız çıktı. Bir çığlık atıp Tugay’ı öptü.
^
“A aaa valla tuttu ayol.” dedi Tugay. “Acemi şansı. Ha hah... acemi.” “Hadi sıradakini de söyle Tugi.” Tugay yeniden ekrana baktı. “Imm m... Ay dur, acele etmeyim şim di.” Birkaç saniye düşündü. Kazanılmış bir başarının yükü vardı üzerinde. Bir sonraki adım da da bu başarıyı korumalıydı. Kararını vermiş gibi pem be ojeli işaret parm ağını ekrana yöneltip: “Kare!” dedi. O da doğruydu. Bu şekilde Tugay’ın yardımıyla son on beş kartta sadece iki yanlış tahminle oyunu tam am ladılar ve ekran görüntüsü nü çekip sitenin forum una koydular. Böylelikle tatlu_dudiş hesabı nın yeteneği kanıtlanmış oluyordu! Doktorun dikkatini çekmişti. O gece yeni üyesini tebrik edip, her yetenekli üyeye yaptığı gibi bir de yöneticilik verdi. Tattu’nun ayakları yerden kesilmişti. Yönetici olur olmaz karyolada defalarca zıplamış, sonra yorulup oturm uştu. Gece geç saatlere ka dar siteden ve doktordan bahsetti. Doktorun bu kadarcık yakınlığı
296
SULTAN TARLACI
dile dökm ese de hayalinde ona evlenme teklifi etmesine kadar git mişti. “Tugi ne yazdı am a doktor? Tebrik ederim, gerçekten güzel bir b a şarı’ yazdı gördün m ü?” diyordu. Görmüştü. Hem de Tattu’nun yedi sekiz defa göstermesiyle... “Yöneticilik de verdi.” dedi. “Üstelik ben istemedim yöneticilik sen de vardın değil mi? Gördün kendin. İstedim mi? İstemedim. Yöne tici olunca forum da başka yerlere de girebiliyorsun bir de sohbet odası açılıyor Tugi... Chat odası var. Psişik kişiler yazışıyor. 7/24 sohbet odasında. O rada arkadaşlarım olacak Tugi. O kadar mutlu yum k i...” Tattu, Tugay’da kaldıkça evde başka yatak olmadığı için “kız kardeş gibi” beraber yatarlardı. Tugay, Tattu’nun sabaha kadar konuşarak kendini uyutmayacağını anladığı için susturmanın bir yolunu arıyor gibiydi.
“Kız onlar Cinlilerdir.” dedi. “Fazla bulaşma. Hadi unut artık orayı, uyu.” “Ay dem e Tugi valla korkarım. Hem öyle adını söylemeyeceksin üç harfli diyecekmişsin.” Elini kulağına götürüp bir öpücük attı. Sonra sivrilttiği parmağını duvara vurdu. “Allah korusun” dedi. “Üç harfli mi o ne kız ha h a.” “Tabi... Ay pardon beş harfli. ‘C -i-n -l-i’ beş harf y a... Ben küçük ken mahallemizde Seviye Teyze vardı. O öyle derdi. Adlarını söyle meyin beş harfli deyin. Olur da Cinlilere bulaşırsanız. ‘Uzak dur beş harfli uzak dur. Git tuvalete tuzak kur’ deyin derdi.” “Ayy sus Allah aşkına!” dedi Tugay yataktan kalkarken. Yine sesi erkek gibi çıkmıştı. “Şu pedimi bir değiştireyim.” dedi. “Gece sıkıntılı geçiyor özel günlerde.” “Ya Tugi gitme. Korkarım ben tek başım a.” diye bağırdı Tattu.
297
9
9
197 GÜN - BÖLÜM2
“Aa saçm alam a be!” dedi Tugay yine çatallı sesiyle. “Yat uyu. Çok konuşursan gelir Cinliler. Yatıp uyuyana ilişmezlermiş.”* Tattu hava sıcak olduğu halde sanki herhangi bir tehlikeye karşı kal kan gibi onu koruyacakmış ruh halinde çarşafı üzerine dolayıp “Ya lütfen Tugi” dedi. “Beş harflilerden bahsettin inan ki korkarım. Ben de geleceğim o zaman bekle.” Tugay’ın arkasından kalkmış hızlıca gidiyordu. Bir an dönüp arka sına baktı. Hiçbir şey olmadığı halde bir çığlık atıp zıpladı. “Bekle Tugiiiii
”
Tugay banyoya girip kapıyı kapattı. Tattu da önünde beklemeye başladı. Konuşmaya devam ediyordu. “Tugi, mesela doktor m erak ediyormuş sitede Ay acaba bu yetenek li kişi kim’ diye. Sonra buluşm a falan ayarlam ak istiyor. Randevu yerine ğldene kadar ben kendimi göstermiyorum tabii. Sonra beni karşısında bir görüyor, nasıl şaşırıyor. Ya! işte öyle kimseyi küçük görmeyeceksin Tugi. Bak işte ummadığın kişide ne yetenekler olu yor. Allah bana da duyu dışı algı yeteneğini vermiş.” Tugay banyodan çıkmış, o önde Tattu arkada bu defa odaya gi diyorlardı. Tattu’nun yeteneğine dair anlattıklarıyla koridoru geçip yeniden odaya girdiler. Tattu kapı açık kalırsa biri gelip onlara biı şey yapacak korkusuyla kapıyı sıkıca kapatıp yine bir çığlık atarak hem en yatağa girdi. “... am a kimseyi aşağılamayacaksın Tugi.” diye* devam etti. “Gerçekten insanın kalbi temiz olacak. Zaten ben inanı yorum Allah Rabbim bu yeteneği kalbi temiz olana veriyor. Kalbin temizse görebiliyorsun geleceği. Sonra da işte böyle keşfediyor bı rileri seni. Mesela Zener kartlarında yeteneğim olduğu gibi benim rüyalarım da çıkar Tugi. Takma kirpik Sevil var ya. Geçen gelmişi senin dükkâna... Uyudun mu kız? Uyudun mu Tugi?” Tugay uyum adıysa bile sussun diye uyur gibi yapıyor olmalıydı. Tn! tu bir süre Tugay’ı uyandırm aya uğraşsa da sonunda um udunu ki*
298
SULTAN TARLACI
sip yorganın altına ayak parmağını bile dışarıda bırakm adan girmiş sadece gözleri dışarıda dua nam ına ne biliyorsa yalan yanlış korka korka okum aya başlamıştı. “Sübhaneke Allah’ım rabbike Allah’ım ehad Allah’ım samed. Lem yelid hem de veled... Böyle miydi ki Allah’ım affet.” Yorgunluktan sızıp kaldığında sabah ezanları okunuyordu.
“Tekrar edilebilir deney arzu edilir am a parapsikolojik olayların çoğunun kendiliğinden ve d ü ze n siz olduklarına bakılırsa, deneysel m etot, parapsikolojiye uygulanabilen bir m e to t olm ayacaktır.” Cari G. Jung, 1963 Dr. Saltı Paylaştı 89 gün önce
79. G ün
Anne tavşan, tüyleri tıraş edilmiş soluk renkli kafatasından beynine uzanan elektrotlarla cam bir kafesin içinde başına gelecekleri bekle mektendi. Federico, beyaz önlüğünün önünden dışarı taşan koca m an göbeğini kafesten uzaklaştırıp kulağındaki kulaklığı parmağıyla destekleyip “Tamam.” dedi. Bu “tam am ” komutu telefonun diğer ucundaki adamınaydı. Onu da tanırım, o da tetikçidir. Geldiğinde on bir yaşındaydı, ben yetiştirmiştim ölmeden önce. Profesör domuz, her deneyini kaydeder. Yine öyle yapıyordu. Ta vanda asılı, kendini takip eden kam eraya dönüp: “Yavrularından en az 89 km. ötede ve bir cam fanusun içinde bekliyor” dedi. Karne raya tavşanı gösteriyordu. “Yavrularını görmüyor, onların seslerim duymuyor. Az sonra yavruları tek tek öldürülecek ve bakalım 89 km öteden anne tavşanın beyni bunu algılayabilecek mi?” Yeniden kulaklığına: “Anne hazır. Tamam.” dedi. “Yavrular da hazır.” diye tetikçinin sesi geldi. “Tamam.” “Tamam dediğimde birini öldür.”
SULTAN TARLACI
Anlaşıldı.” T am am .” dikkatlice hayvanın beynine bağlı kablolara ve devamındaki ekrana »akıyordu. Ancak birkaç saniye geçmişti ki yeniden kameraya döndü: Evet, evet, evet!” diye bağırdı. “B una inanabiliyor musunuz? Beyli tepki veriyor. Şu an, beyni son yarım saatten daha hızlı!” Söyle yedi defa komut verdi ve her defasında annenin beynini kontol etti. Hepsini de kaydetti. Pamuk topu halinde cam kafesin içinde »ağlı ve çaresiz yatan zavallı hayvan pem be burnunu birkaç defa »ynattı. (ulaklığı parmağıyla destekleyip: Elinde hâlâ canlı yavru var mı?” diye sordu. Evet. Bir tane kaldı.” diye cızırtılı bir ses geldi karşıdan. 0 h a ld e ...” dedi domuz. “O na eziyet ederek öldür. Can çekişirse ınnesinin beyin dalgaları daha d a hızlanacak mı bakalım?” (ynı cızırtılı ses “Tamam.” diye karşılık verdi. Serçekten anne tavşanın beyni o zam ana kadar olduğundan çok laha fazla hızlanıyordu. Vaaaaaav!” diye bağırdı Federico. “O oo... Dur bakalım. Dur dur” avşanın etrafında dönm eye başladı. “Ne oldu yahu?” dedi ken ti kendine. “Anne tavşan öldü m ü?” Gür sesiyle bir kahkaha attı. Dayanamadı sekiz yavrusunun ölümüne. Ha ha h a ...” Yeniden tameraya döndü: “İnanılır gibi değil. Eziyet çeken yavrusu anne avşanı öldürdü. Bir saniye. Başka bir şeyden ölmüş olabilir mi?” Tavşana arkası dönük, yumruk yaptığı eliyle başparmağını kaldırmış •ınzunun arkasından tavşanı işarete diyordu: “Otopsi lazım.” dedi. Başka bir şeyden ölmüş olabilir.” Bir kahkaha daha attı. Kulaklığıın seslendi:
301
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
“Yavruyu nasıl öldürdün?” “Canlıyken yaktım.” “H a h a ... Seni pislik!” dedi. “Anası d a geberdi burada.” Yaşarken tetikçiydim. Kabul. Bunu zaten size ben söyledim. Yalnız bu kadar acımasız değildim. Bakın benim bir tarzım vardır. Hedefi alırım. Tık. Orada geberir. Adamın canını boğazında tıkanmış bırak mam. Eziyet etmem. Kimseye de eziyet edilmesi taraftarı değilim. Ha sonra, öldürdüğüm kişilerin cenaze namazına gidip Fatiha oku muşluğum d a çoktur. Öyle berbat bir herif sanmayın beni. Hangi te tikçi öldürdüğü adam ın arkasından Fatiha okur ki? Ayrıca, kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve hayvanlar... Kimse bana bunları öldürtemez. Bunu Federico da bilirdi. Hatta öyle bir iş olduğunda bana hiç söy lemez başka tetikçileri kullanırdı. Şimdi şu tavşana acıyorum. Herif bunu bilim adına yaptığını söylüyor. Ya zevk alışına ne demeli? Bi lim adına mı zevk alıyor? Bok herif! Karne ray aj? akıyordu. Sanki az önceki neşeli halinden eser yok gibi, ciddi bir tavırla: “Uzaktaki yavruları öldürülürken anne tavşanın beyninin tepki vermesi, hayvanlarda d a telepati olduğunu bize ka nıtlıyor.” dedi. Ölü tavşanın birkaç fotoğrafını çekti. Sonra yeniden kam eraya dön dü: “Bu deney yeniden tekrarlanacak. Her defasında aynı sonucu alacak mıyız bakacağız.” dedi. “Her defasında yavrularını aynı şe kilde öldüreceğiz ve her defasında annenin beyin hareketlerini kay dedeceğiz. Her defasında hareketler hızlanacak mı? Eziyet edilen yavrularda annenin beyin hareketleri daha çok m u hızlanacak? Hele h e le ...” dedi. Durdu. Derin bir iç çekti, “...h er defasında anne öle cek mi?” “Hele h e le ...” diye yeniden sessizce mırıldandı. Sonra birden bağırdı: “Hele hele hele Anteplim, gel yanım a dili dal lım. Çiterelli çarıyooor tırır tın tır nayalım ...” Ne zam an hareketli bir Türkçe şarkı söylemeye kalksa bu türkünün
302
SULTAN TARLACI
diği tek dizesi olan bu sözlerle başlar, bilmediği yerleri uydurur, az on defa dönüp dönüp aynı yeri söyler, oynar, seker, bağırır, lerdi. ıbasmın Antepli bir Türk olduğunu öğrendikten sonra Antep kül lü üzerine derin araştırmalar yapmıştı. Kılık kıyafeti, yemek kültü, adet-gelenek görenekleri, el sanatları, müziği... İşte o dönem den İma iki dizeydi bu türkü. Sıklıkla bunu söyler ve söylerken de bu dizenin yanına türkünün en azından iki dizesini daha öğrenmeyi fasına koyar am a sonra unuturdu. iel yanım a dili datlıııııııı.” dedi yeniden. “Çiterelli çarıyooor tırır tın nayalım ...” Elinin birini beline koymuş, diğeriyle beyaz eldivenini lıyor, laboratuvarın içinde bir sağa bir sola tavşan gibi sekiyor, ko n a n göbeği fıçı gibi kalkıp iniyordu. “Çiterelli çaaaarıyooorrr...” rerek başını, gözüne kulağına saldıran bir arı varmış gibi hızla sağa a sallıyor, dudakları savruluyordu. “Tırı tın tın naaaayalım . Hele e hele hele hele hele hele A nteplim ...” Elinin birini beline koy. Diğerini havada sallayıp ayaklarını geçenlerde izlediği bir An>yöresi belgeselinde gördüğü halay çeken adamların yaptığı gibi omaya çalıştı. “Çiterelli çarıyoooor... H op.” dedi. “Hele hele hele teplim... nara nara naradil datlı...” süre sonra Kurban Bayramlarında kasap elinden kaçan besili bir r gibi nefes nefese kalmıştı. ırdu. Elinin tersiyle alnının terini silerken sanki bu teri zor şartlar na çalıştığı ve buna rağm en çok düşük bir m aaş aldığı işini yaparı namusla dökmüş gibi silmişti. oğraf makinesini eline alırken “Fotografie forse un po’ ingiallite.” li. “Zavallı pam uk to p u ....” :ının içinde hüzünlü bir şarkı mırıldanmaya başladı: slancolie... in settembre
303
9
*
197 GÜN • BÖLÜM2
Mi dicevi tu non m ’a a a a a a aa a a aa mi piü E fu cosı che in settembre İl sorriso tuoooo finî Foootooooografiiiieeee forse un po’ ingialliiiiite Cooooom e le foglie che gia son cad u teee....” İçini çekti. “Duygusalsın Federico.” dedi. “Çok duygusalsın. İşte bak. Az önce biraz neşelenip oynadın. Şimdi? Yine hüzün, yine hü zün, yine hüzün... Yine melankoli.” Tavşanı saydam bir torba içine alırken: “H ayat sana çok acımasızdı Federico.” dedi. Başını önü ne eğmiş duygusal bir şekilde sallıyordu. “Sen hep merhametliydin ama. Hep, her zaman insanların iyiliğini düşündün, her zaman bilim için bir şeyler yapm aya çalıştın.” Kafasını birden kaldırdı. Karşısında biri varmış d a ona anlatıyormuş gibi: “Gerçi bunun için kendini fazla övme yakışıklı İtalyan! Beynine söz geçiremiyorsun ki... Çalışıyor.” dedi “Hah ha h a... Durm adan çalışıyor.” Torbayı çekmeceli bir buz dolaba koyarken “Tanrım, beni kusursuz yarattığın için sana sinirle necek değilim” fiyordu. “Kesinlikle bunda senin bir hatan y o k ...” Çekmeceyi kapatırken bağırm a sesleri duydu. Canı sıkıldı. Kapıyı açtı. Sesler yan odadaki LSD’li insanlardan -deneklerden- geliyor ol malıydı. LSD, uyuşturucu yahu. Bu laboratuvarda kaç kişi LSD’den can verdi biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz. Ben de yine bu dom uzdan öğrendim. LSD, yıllar önce meşhur biı ilaç firmasının laboratuvarında yanlışlıkla bulunmuştu. Ta 1938 yılın da. Federico gibi çatlak adam ın biri m antardan Liserjik asit elde etli ve dietilamidle karıştırdı. Yanlışlıkla küçük bir damlası tenine değdi Önce hiçbir şey hissetmedi am a 10-15 dakika sonra algısının deği$ tiğini ve ardından tam am en başka bir renkli âleme geçtiğini gördü Söylenene göre bu, görsellikte çok zengin adeta cennet benzeri biı güzellik evreni içinde yaşanan haz ve mutluluktu. Görülmeyen şeyleri gördürüyordu. Koca evren sanki göğüs kafesinin içine zor sığıyordu
304
SULTAN TARLACI
Evet, doğrusunu söylemek gerekirse kendim de sonradan epey araştırma yaptım bu meret hakkında. Bir defa, kullanan hem en her keste aynı etkiyi yapıyor. Bu nedenle bu m addeye ‘zihni dışa vuran’ anlam ında psikedelik de demişler. Bu tür durum larda insanın aklına hem en CIA geliyor değil mi? Haklısınız. O rduda askerlerde, esirler de bu m addeyi bolca kullanıp düşünceleri kontrol etmeyi amaçlamış bir dönem . Bu doğru. Neredeyse kırk bin kişi üzerinde denenmiş. Federico mu? H a h a ... Domuzun bilmediği var mı? Eksik kalmadı elbette. Kendisi de bir küp şekerine emdirilmiş LSD kullanmış ve aynı algısal şeyleri deneyimlemişti. Tadı ve kokusu olmadığından da şeker tadından başka bir tat almadığını söylemişti. D aha da ileri gitmiş ve migren benzeri dayanılmaz küme baş ağrısı olan bir ar kadaşına iki tuz zerresi kadar LSD vermiş ve baş ağrısının çok kısa sürede geçtiğine şahit olmuştu. Ama Federico’yu asıl ilgilendiren iki şey vardı: LSD’nin duyular dışı algıyı açarak gelecekte olacak olay ları önceden hissetmeyi güçlendirmesi ve problem çözme yeteneğini yani yaratıcılığı doruğuna ulaştırması. Bir konuda sıkışıp kalmış bi lim adamlarının LSD aldıktan bir saat sonra farklı çözüm yolları ile aynı problemi çözdüklerini okumuştu. Üstelik bu tek dozdan sonra zihin ve zekâ patlamaları haftalarca devam ediyordu. Duyular dışı algıyı açtığı söylenen bu m addeyi insanlara yine küp şekerlere emdirilmiş şekilde vererek belki yüzden fazla deney yaptı domuz. Yasal mı? Elbette değil. Elli yıl önce LSD ile ilgili bilimsel çalışmalar uluslararası bir anlaşm a ile yasaklanmıştı. Her yasak gibi LSD üretimi ve satışı delindi ve ardından sokaklara döküldü am a Federico zaten yasal bir alanda durm uyordu ki... Kaçak yollardan elde ettiği LSD’yi kullanıyordu. Çok etkili bir m adde olduğundan, minik bir dozu birçok deneyde kullanabiliyordu. Mesela 28. gram 1.SD ile 300 bin kişilik bir şehri uyuşturabilirsiniz. Bunun küçük bir denemesini Amerikalılar ikinci dünya savaşında Fransa’da bir kasa bada denemişlerdi ve 743 kişinin yaşadığı kasaba halkı bir iki gün içinde halüsinasyonlar içinde, başka bir âlemde yaşayan Şizofren
305
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
hastasına dönm üştü. Neredeyse tüm kasaba... Sadece 41 kişi hastalanmamıştı. İncelemeler sonunda kimse neyin buna neden oldu ğunu anlayamamıştı. Kapıyı anahtarla açtıktan sonra tekmeleyerek girdi: “Ne bağırıyorsunuz!” diye gürledi. Uyuşturucunun etkisiyle dili dışarı çıkmış, göz bebekleri büyüm üş ve kan çanağına dönm üş “deneklerden biri” adeta susuzluktan kıvrann gibi Federico’ya doğru atıldı ve “biraz d a h a ” istedi. Bu, az önceki bağıran denek olmalıydı. Aslında böyle miskin olunmamalıydı amıı sanırım acıkmışlardı. Kafası yerinde olmayan adam uzun süredir kullandığı uyuşturucunun etkisiyle her fiziksel ihtiyacında sorunun neyden kaynaklandığını bilemez “biraz d a h a ” isterdi ve Federico son zam anlarda bunlara verdiği LSD’nin dozunda bir yanlışlık yap mış da olabilirdi. Neyse ki diğerleri şu an için sessiz ve hayatlarından m em nun gibiydiler. İçlerinden biri Federico’ya doğru atılan deneğe kahkahalarla güldü. Bu “yeni” deneklerden biriydi ve bir süre sonra kendi de aynı hale gelecekti. Birkaç dakika içinde bu ihtimal kendi aklına da gelmiş olacak ki kahkahasını aniden kesip can sıkıntısı ve huzursuzlukla oturdu. Federico ayağının dibine gelmiş deneğe bir tekme bastı. “Defol!" dedi. “Sizin kadar işe yaramaz pislikler görmedim. Sanki içtiğini/ uyuşturucuyu beyninize hiç uğratm adan yarım saat sonra sıçıp çıka rıyorsunuz. Gramının parasından haberiniz var mı onun!” Aslında para hiç önemli değildi. Federico istediği sonucu alsın onlara istedik leri kadar uyuşturucu verirdi am a maalesef bu deneylerden saden* birkaç defa istediği sonucu elde etmişti. Yani LSD alan birkaç ki^ı gerçekten geleceğe dair önceden bir şeyler söyleyebildi ve doğııı çıktı am a bunlar genelde yakın gelecekti. İki-üç dakika sonrasına dairdiler. O da bir işe yaramıyordu. Sonrasında Federico, LSD’nin kabul edilenin aksine geleceği görme yönünde çok da etkili bir mad de olmadığını not düşmüştü. Bunları ışık hızıyla yeniden kendi dr
306
SULTAN TARLACI
üşündü. Belki de sorun deneklerdeydi. Bunu şu an için bilemiyoru. Zam an içinde daha çok kişide denedikçe bilimsel bir sonuca [aşabilirdi. Şu an görünen, bu adam larda ne geleceği görme ne de aratıcı bir zeka parıltısı vardı. omadaki hastalarda kom adan çıkışı kolaylaştıran, uyanıklığı art*an ve mucize ilaç olan am antadini de deneklerinde kullanmıştı, omadakileri uyandırdığına göre belki uyanık kişileri de bilinmeyen inyalara, başka boyutlara ulaştırır um uduyla kısa bir süreliğine memişti. Tabii komadaki hastalarda değil, gayet sağlıklı kişilerde kkat ve farkındalığı arttırmak için oldukça yüksek dozlarda deneişti. Tespitlerine göre öngörü ve duyular dışı algı yeteneğini arttır ıyordu. Ama deneklerin sözel belleğini epey güçlendirdiğini notları asında, kenarına bir yıldız işareti koyarak eklemişti. : önceki denek yine sürünerek Federico’ya doğru geldi. Federico, lam a eğilip saçından yakaladı ve deneğin kendinden geçmesi ne miyle bir türlü göz göze gelemeseler de göz bebeklerine bakm aya ılışarak: “Geleceğe dair bir şeyler görüyor m usun?” dedi. “Özel le toplumsal olaylara dair?” diye ekledi. Toplumsal olaylara dair ►zellikle” sormasının sebebi geçenlerde doktorun açtığı internet esiydi. Federico o siteye üye olmuş -Neydi sitedeki takmak ismi? jrun bakalım hatırlayacağım. Piccione. By_piccione. İtalyanca ıvercin demekmiş. Güvercin-şans oradan bir bağlantı kurmuş ol alı- am a profesyonel alan denilen sadece yöneticilerin girebildiği >lüme bir türlü girememişti. Çünkü bu bölüme girmek o kadar ko/ değildi. Doktor siteye “Durugörü veya Haberci Rüyalarını Ekle” ;e bir yer açıp otomatik bir sistem kurmuştu. Üye olduktan sonra aya tıklayıp bir durugörü veya rüya ekliyorsun. Eklediğin durugöveya rüya gelecekten haber veren bir olayı içermeli. Sen algını zar yazmaz “Yıl-Ay-Gün-Saat-Dakika-Saniye”siyle kaydediyor e otomatik olarak. Yalnız önemli ve gerçekleştiği zaman herkeı şahit olabileceği bir olay olmalı. Düşünün İkiz Kuleler saldırısıOlay olm adan önce biri bunu durugörüsünde veya rüyasında
307
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
görseydi ve yazsaydı siteye olay olduktan sonra herkes haberlerden görüp daha önce siteye otomatik olarak böyle bir algı eklendiğine şahit olacaktı. Olay b u ... Gelecekte olacak bir olayı bu şekilde haber verip söylediği olay gerçekleşince alabiliyorsun yöneticiliği. Ne işe yarıyor derseniz işte sitede gizli ve her üyeye açık olmayan o yerlere girmeye yarıyor. Yani Federico’nun girmeye çalıştığı yerlere... İnsan merak ediyor açıkçası o gizli yerlerde ne var diye am a bana kalırsa pek de bir şey yok. Sanırım doktor, duyular dışı algı ve önsezi yete neği olanları siteye üye olan onca kişi rahatsız edip kendi hayatına dair bir şeyler sormasın yani ortam falcı ortam ına dönm esin diye böyle bir şey yaptı. Ya da yeteneklileri ayırmak için. Bilmiyorum. Bizimki, geleceği göremediği için giremedi. Gerçi birkaç tane attı kafadan am a onlar da tutmadı. Bu nedenle LSD verdiği denek olur da bir gelecek haberi verir, si teye eklerim diye dikkatle bakıyordu am a diğerinden ses gelmedi. Parmaklarıyla sımsıkı tuttuğu saçları adam ın yanağına dizini basa rak sinirden hızlıca yoldu. Zavallı adam az önceki çığlığından daha yüksek bir çığlık basmıştı. Diğerleri kahkaha atıp alkışladı. “İşe yaramaz pislikler!” diyerek parmakları arasında kalmış saç tel lerini temizledi. Birkaç küfür savurarak çıktı. Kapıyı kilitlerken yan odanın kapısına gözü takıldı. “Gelmişken bir de Ganzfeldciler'e ba kayım.” diye mırıldandı ağzının içinde. “Belki bunlarda bir şeyler vardır.” dese de yüzündeki umutsuz ifade tam tersini söylüyordu anahtarı kapıya sokarken. İçeri girdi. Odayı aydınlatmaktan çok sanki karartan kırmızı, kıpkırmızı bir ışık vardı. Bir elini duvara, diğe rini beline yaslayıp “Sabahtan akşam a kadar mal gibi yatıyor musu nuz?” dedi. Oraya kendi yatırdığı bu insanlara odaya her girdiğinde bunu söylerdi. Benim de en anlamadığım deney odasıydı burası. Domuz, yıllardır Ganzfeld deneyi yapmaktaydı am a tam olarak ne yapm aya çalıştı ğını hiç anlamadım. Odanın içine on tane büyük küvet koymuştu.
308
SULTAN TARLACI
irini de suyla doldurmuştu. Suyun içinde de muhakkak bir şeyler dır am a anlam am . İşte mal gibi yatıyorsunuz dediği denekleri bu /etlerin içinde yatıyordu. Aylardır ve yarı uyuşmuş h ald e... Fede) bunların gözlerini, kulaklarını ve her deliğini kapatmıştı. Sadece es alabilecekleri kadar bir delik bırakmıştı. Adamlar suyun içinde dünyadan bağımsızdı sizin anlayacağınız. Beş duyu kapatılınca ncı duyu yani duyular dışı algıları açılır düşüncesi sarmış olmalıyiomuzu. Duyulardan gelen parazitleri azaltıp, duyular dışı algıyı :eye çıkarmak istiyordu kısacası. Bildiğim sadece bu. ı sıra onları sudan çıkarıp ne gördüklerini soruyor ve söylediklekaydediyordu. Bana kalırsa bu adamların gördüğü halüsinasıdan başka bir şey değil. Gözü kapat, kulakları kapat, dokunm a /usunu suyun içinde kaldır, bu kadar duyusal eksiklik zaten bir; gün sonra halüsinasyon yapar. Üstelik hiçbiri de şimdiye kadar sceği gördüğünü söylemedi. Didan ayrılıp küvetlerden birinin yanına yaklaştı. /a elini batırıp az önce LSD’li deneğe yaptığı gibi adam ı saçından aladı ve başını sudan çıkardı. Adamın kulağındaki “tıpa”yı da irip eğildi. “Ne görüyorsun?” dedi. “Toplumsal olaylarla ilgili bir var mı?” lek bir süre inledi. “G ölgeler...” dedi. “Simsiyah, bir oluğun içinı yağ gibi süzülüyor. Sanki sokak mazgallarına akıyor. Mazgal.. ıhh... mazgallar, mazgallar, m azgallar...” .. mazgallarını!” dedi Federico. “Ne olmuş mazgallara?” azgallar. Onlar mazgal değil ki! Onlar hapishane demiri. Simsiı bir adam ... Simsiyah, sarı am a başka renkler de görüyorum, r, yeşil, m avi... Adam çıkıyor mazgallardan. Ağzı köpek ağzı gibi am an... Yılan gibi kıvrılan kuyruğu var. Ucunda da kerpeten, ka biri sıkıştırıyor, sıkıştırıyor, sıkıştırıyor...” Federico, gözlerini atıp boynunu birkaç defa tutulmuş ve ağrıyor gibi sağa sola çe
309
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
virdi. “Adam bağırıyor. Kuyruğunu bir sağa bir sola şiddetle vuruyor. Bir sağa bir sola, bir sağa, bir so la ...” dedi. Federico, parmaklarını saçlarının arasında gezdirip alt dudağını ısırdı. Derin bir nefes alıp silahını belinden çıkardı ve sinirle küvete boşalttı. Adamın suyun içindeki bedeni vurulmanın etkisiyle birkaç defa sekti. Zaten kırmızı olan oda ve su içinde kan belli olmuyordu am a bir süre sonra bi riktikçe siyah bir şekilde kendini belli etti. Duvarlara, yerlere, Fede riconun gömleğine, yüzüne, her yere sıçramıştı. “Gerizekalı!” dedi. Diğer küvetlere göz gezdirdi. Muhtemelen onların da geleceğe dair bir görüsü yoktu. Duyduklarına siniri dayanm ayacağı için sormadı. Kapıyı kapatıp çıktı. Tasavvufçuların odasına da girmeyi düşündü. Bu bölüm henüz ye niydi. D aha geçen hafta İslam mutasavvıflarından levitasyon ya pabilenler olduğunu öğrendikten hem en sonra bir tasavvuf grubu kurmuştu. Kendince en günahkâr gördüğü adam larından on tane sini seçip bu odaya kapatıp sabah akşam zikir yaptırm aya başladı. Amaç, zikir esnasında yavaşlayan beyin dalgalarının duyu dışı algı artırması... Gün boyu yarım ekmek biraz sudan başka bir şey ver mediği adamlara: "“Nefsi değil ruhunuzu besleyin” diye öğüt verme yi de ihmal etmezdi. Ne sıkıntıdaydı bu grup anlatam am . Namaz, Kur’an, zikir. G ünde iki kez, sabah ve akşam, neredeyse değişmez bir kural olarak lâ ilâhe illâllah’ı üç yüz doksan yedi defa, Ya Latif, Ya Habir ve Ya Gaffar’ı tek tek üç bin altı yüz yedi defa tekrarlatı yordu. Zikir kelimelerini seçerken bile ilahi anlamlarını araştırmıştı. Latif’in Allah’ın gizli saklı her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildiği, Habir’i gayb dâhil her şeyden haberdar olması ve Gaffar’ın da giz li sırlara erişme anlam ına geldiğini öğrendiği için şimdilik bunları seçmiş, adeta gizli ve saklı bilgiye ulaşmanın anahtarı olarak dii şünmüştü. Bunları söyletirken de soluk tasarrufu yapar gibi her bir solukta yedi-on bir kez tekrarlamayı zorunlu kılıyordu. Bölüm çok yeni olduğu için henüz duyu dışı algısı açılan veya astral seyahal yapabilen yok. Üstelik Federico’nun bu gruptan beklentisi yüksek.
310
SULTAN TARLACI
uyu dışı algı veya astral seyahat dışında tayy-ı mekân yapabile nine dair de bir düşüncesi var. Bu iyiye işaret değil. Çünkü böyle derse Federico sinirlenip birkaç tanesini öldürecek. “Koca götünüz 2den havalanmıyor? Mutasavvıflar sizin kadar yiyor m uydu?” di)r. Zaten o öldürmese bunlardan da birkaç tanesi de Hint grubu bi açlıktan ölür sanırım. Açlıktan olmasa baskı stresi ve sıkıntıdan ür. O kadar sıkı bir yaşam a kim katlanır? Sabahtan akşam a kadar imaz kıl tespih çek. Olacak iş mi? int Grubu dediğim diğer grup. Bu grubu oluştururken de Budizm i Hint fakirlerinden ilham almıştı. Nasıl levitasyon yapıyordu Hint kirleri? Levitasyon yani yerden kendi kendine yükselme ya da :ma... Uçtular doğru am a diğer tarafa. Bu grubun pek çoğunu aç raktı Federico. Bir deri bir kemik-hatta sadece kemik- haline geı deneklerin çoğu bırakın havalanmayı kollarını kaldıracak halleri imayınca açlıktan öldüler. Federico’nun bu durum a olan yorumu Jedeni aç bırakırken ruhu beslemeyi öğrenemediler ki...” olmuştu. ;sa hoca d a tutmuştu yanlarına öğrensinler diye... Hatta kendisi rkaç defa uyanık kaldıkları gün boyunca bm -m ara-ram a, om-ma-padme-hum, ayn-hum ’ tekrarlatarak m editasyon da yaptırmış ı a işe yaramamıştı. Girmekten vazgeçtiği odanın kapısından gerken bunları ışık hızıyla kendi de düşündü. “D aha ne yapayım ben e!” dedi. “Narko, narkö, narkor köpekler...” Nankör kelimesini Ltırlamaya çalışıyor olmalıydı. Aklına takıldı kelimenin aslı. Sonra ilamazsa gün boyu onu rahatsız edeceği için onu birden unutup lındaki konuya döndü. »İki Duyular Dışı Algı üzerinde çalışırken başka şeyler denemeliydi, mtemler, teknikler, imkanlar... Her şey yerli yerinde ve doğruydu ıa belki denekler yanlıştı. Duyu Dışı Algı erkeklere oranla bayan da, diğer insanlara oranla sanatçılarda ve bu alana inanm ayana oranla inanan insanlarda daha fazla gözleniyordu. Laboratuvaı kapısını kilitlerken “Oysa benim denekler?” dedi. Çoğu erkek... anat mı?” dedi. “Onlar sanattan ne anlasın. İnce ruhtan, estetik
311
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
te n ...” Bu tür Duyu Dışı Algı’ya yeteneği olan insanlardan oluştu rulmalıydı deney grupları d a... Nereden bulsundu! Oysa doktorun şimdi böyle bir grubu vardı işte. Belki internetten oluşturulmuş bir gruptu am a sistem sağlamdı. H ataya imkân bırakmayacak şekilde oluşturulmuştu. Doktoru kıskandı. Can sıkıntısıyla dudağını büzdü. Anahtarı kapının yanındaki şifreli bölüme koydu. Koridorda yavaş yavaş yürüyerek “doğru kareye” geldi. Burası Federico’nun gizli asansörüdür. Olduğu yere birkaç defa ayağını vur duktan sonra yavaşça aşağı inmeye başladı. Yaklaşık yirmi metre indikten sonra önüne çıkan kapıyı açıp alt katın koridoruna çıktı. Kapıda onu bekleyen adam larından birini görünce: “Petler hazır mı?” dedi. Bahsettiği şey Federico’nun yeni buluşu osu runca kokuyu değiştirip güzelleştiren Kuantum Ped olmalıydı. Pek çok kokulu çeşidi vardı: Portakal, limon, lavanta... Kişi onu takıp osurduğu anda pis bir koku değil parfüm yayılıyordu etrafa. Federico defalarca Kabakafa’da denemiş olumlu sonuçlar almıştı. “Maalesef.” dedi adam . Federico sinirle olduğu yerde durdu. “O m u?” dedi. Başka bir işf adam ından bahsediyordu. Başından beri pedin piyasaya sürülmesi esnasında o adam la tatsız olaylar yaşanı yor ve her defasında iş gecikiyordu. Diğeri “evet” anlam ında başını salladı. “N eden halletmiyorsunuz!” diye bağırdı. Sesi koridorda yankı yap mıştı. İki saattir canını sıkan şeyler üstüne bir de buna tahammül edemeyecekti. “Gelecek hafta içinde olsun!” diye net bir emir sa vurdu önlüğünü çıkarıp adam ın eline verirken: “Talihsiz bir trafik ka zası...” dedi. “Onu kaybedelim. Ölüm ona yakışmasın. Aramızdan zamansız ayrılsın!” Bunları illa ben mi söylemek zorundayım! Adam önlüğü alıp anladığını belirtir şekilde başını salladı. Emri uy gulamak için Federico’nun yanından ayrıldı. Domuzun yüzünde birden bir gülümseme belirdi. Aklına bir şey gel
312
SULTAN TARLACI
miş olmalıydı. Salona geçerken hizmetçiyi gördü. Bu kadını tanı rım. Epey anım vardır. Federico mu bundan tehlikeli, bu mu Federico’dan bilemiyorum. Zaten çok iyi anlaşırlar. Öyle olmasa çoktan işini bitirmişti kadının. Göz attı. Diğer de gülümsedi. “Bana yiyecek bir şeyler getir.” dedi büyük salona geçerken. Salonda koltuğa oturup laptopu önüne çekerken az önce aklına ge lip onu gülümseten şeytanlığı anlamıştım. Öngörülerin yazıldığı internet sitesine takm a adı By_Piccione ile gir di. Öldürülme emrini verdiği adam ın adını verm eden ‘ünlü ve ta nınmış bir iş adam ının trafik kazasına kurban gideceğini am a suikast olma ihtimalini’ de yazdı. İşte, şu anda henüz kimsenin bilmediği bir olaydan haberdar değil miydi? ‘Ö ngörüsünü’ neşe içinde siteye ekledi ve anında otomatik olarak ‘Ünlü iş adam ına suikast’ başlığı ile yayınlandı. Olayın gerçekleşeceği ve bir taşla iki kuş vuracağı günü iple çekmeye başlamıştı. Hizmetçi getirdiği yiyecekleri m asaya bırakırken domuz, bacağın dan yakalayıp kucağına oturttu.
“Yaşamak, Senden ayrılamıyorum, Asılı kalm ışım boşlukta, Dibe doğru, Örümcek ağı kadar sağlam, Rüzgârla sürüklenen, K endim i var sanıyorum, B uz gibi meltem de ” M arilyn Monroe Dr. Saltı Paylaştı 83 gün önce
83. G ün “Hayırdır anne soğuk mu aldın?” dedi kahvesini bırakırken. Ne reden soğuk alabilirdi? Sabahtan akşam a kadar kalkmadığı kane pesinin arkasındaki pencere hem kanepe engelinden hem de kapı açılırsa hava akımı olur diye hiç açılmazdı ki. Odadaki tek rüzgâr Safiye Hanım ’ın burnundan alıp verdiği tembel nefesti. Hem en yanı başında duran aşk merdiveninin narin yaprakları bile kıpırdamaz dı. Küçük gelin cevap alamadığıf sorusu karşısında bir umutla son kez bekledi elinde tepsiyle. Birkaç saniye daha kayınvalidesinin yü züne baktı. Safiye H anım ’ın onunla uğraşacak zamanı olmadığını yüzüne bile bakmayıp laptop ekranına odaklanm asından anlayıp yeniden “Anne kahveni bıraktım buraya.” dedi. Safiye Hanım “ha berim var” anlam ında başını belli belirsiz salladı. Küçük gelin de her biri farklı desende uzun ince eteği, iş yapm aktan kolları bileklerini hiç görmemiş, devamlı dirseğinde sıvalı duran bluzu ve kulakları nın arkasından kafasının üzerine uçları minik bir düğüm yapılmış eşarbıyla odadan çıktı. Kapıyı kapatırken gözünün ucuyla son kez kayınvalidesinin haline baktı. Muhtemelen kaç gündür bu halde olan kadıncağızı bir doktora mı götürmeli onu düşünüyordu. Yal nız Safiye H anım ’a böyle bir teklifle gelmek de cesaret isterdi. Onu
SULTAN TARI ACI
hastanede bırakıp kaçacaklarından korkardı devamlı. Sanki öyle bir şey yapacak olsalar Hansel ile Grathel gibi kaybolacaktı. Zaten evin yolunu bilir gelirdi. Bu korkusu doktorların onu çeşitli ilaçlarla uyutması ihtimaliydi. Vaktinden evvel göndereceklerdi onu berzah alemine -Allah korusundu- Küçük gelin şimdilik hastaneye gitme fik rinin beklemesi gerektiğini düşündü. Yine de kıyamadı yaşlı kadına. Mutfağa giderken bari bu günlerde şu doktor ziyarete gelse demişti. En azından birkaç grip ilacı önerirdi. 0 böyle düşünüyordu da Safiye H anım ’ın bu şekilde zemheride kal mış gibi kalın battaniye içinde titreyip durmasının sebebi başkaydı. Küçük gelin ne bilsin. O daha önce onu bu halde hiç görmedi ki... Ben eskiden, rahmetli kayınpederim yaşadığı dönem lerden bilirim onun bu korku nöbetlerini. Falcı kadınlar gibi ona buna bakıp da çenesini tutamadığı dönem lerde yaptıkları eşinin kulağına gider, ak şam bir tatsızlık çıkar diye aynen böyle zemheride kalmış gibi tir tir titrerdi kalın bir battaniye içinde. Yıllar sonra onu aynı şekilde gö rünce şaşırmıştım. Kocası öldükten sonra kimseye hesap verme yü kümlülüğü ve kimseden korkusu olmayan bu kadını bu şekil titreten neydi? Genel olarak geleceğe dair korku dolu teoriler üretmek, hep kuşku ve endişe duym ak onun genel ahlakıdır ve belki bu nedenle olayları önceden sezebiliyor ya da önceden bir şeyler sezdiği için beyni bu konuyu abartıp onu bu tür paranoyalara sürüklüyor bile miyorum am a bu dönemlerdeki tavrı da yorucudur. Çok az kişiyle konuşur. Çok az şey konuşur, çok az yemek yer, çok az uyur, sıklıkla düşünür. Battaniyesine sarılıp tir tir titrer ve korku dolu bakışlarla etraftakileri süzer. Yine de bu halin iyi bir yanı varsa o da evdekilerle fazla uğraşamamasıdır. Kendi derdine düştüğü bu zam anlarda kim senin özel hayatına bakamaz. Belki de bu nedenle son günlerde b a baannesinin hasta hallerine üzülse de kendini takip edem ediğinden bu durum a en çok Gülin sevinmişti. Çünkü son zam anlarda evde en çok Gülin’le uğraşmaktaydı. Sebebine gelince, geçenlerde kafası bedeninden testereyle ayrılmış liseli kızı duymuşsunuzdur. Gülin o
315
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
kızın lisesinde okuyor. En ufak bir durum dan milyonlarca teori üret me yeteneğine sahip Safiye H anım ’*ın durum unu o olayı duyduktan sonra hayal edersiniz. Gülin’i evde gördükçe zavallı kızcağız sanki okulda kötü şeyler yapıyormuş gibi öyle çok üstüne gidiyor ki... He m en her defasında anlamlı bakışlarını kızın üzerinde gezdirmekten de öte “Bugün de ellettirdin geldin mi oranı buranı?” sözü Gülin’e söylediği en yumuşak sözüydü. Belki de bu kadar acımasız olması torununun başına da aynı olay gelecek korkusuydu. Yoksa Gülin çalışkan aklı başında bir kızdı. Öyle şeyler yapacak değildi. Safiye Hanım bu defa gerçekten yanılıyordu. Olabilirdi. Her insan yanılır dı. Zaten daha önceden de “göremediği” olaylar olmuştu. Neyse... Ne diyordum? Evet. Onu Gülin’le bile uğraşam ayacak hale getiren neydi? Kendi kabuğuna çekilmiş neyden korkuyordu? Birkaç gün ne yaptığını takip edince anladım. Son zam anlarda bir internet sitesine girmeye başlamıştı. Bu site geçenlerde eve gelen doktorun sitesi, ilginç bir yerdi. Bazı olaylar, henüz olm adan önce o olayları “görenlerce” siteye kaydedilip son rasında eğer olay gerçekleşirse, sitede ilan ediliyordu. Doktorun böyle bir site açmasındaki amacını anlayam adım am a çok değişik sonuçlar doğurduğu kesindi. O sonuçların hepsini anlatacak deği lim. Zaten ilgilenmiyorum da. Sadece Safiye Hanım üzerinde etkili olan kısımlarını anlatacağım. Öncelikle, siteye üye olanlar arasında garip bir yarış başlamıştı.#Böyle bir yetenek eğer varsa (ki -diğerlerini bilmem am a- Safiye H anım ’da olduğu kesin) kişiler yeteneklerini biı süre sonra abartıp kendilerini (inanmazsınız ama) olağanüstü varlık hatta peygam ber seviyesinde görüyorlardı. Bunu elbette hiçbir za m an itiraf eden olmadı hatta site içinde sıklıkla sohbet ettikleri biı chat sayfasında hangisi yazacak olsa yeteneğinden ne kadar dertli olduğundan, olayları (bu olaylar genelde kötü olaylar oluyordu) ön ceden görüp ne kadar üzüldüğünden bahseder dururdu. Doğru oln bilir am a önceden yazdıkları olay gerçekleşince kendilerini abartıp gururlarının okşandığı da kesindi. Bir ara neredeyse bir kaza habeıl
316
SULTAN TARLACI
ekleyip ardından gerçekleşmesini dört gözle bekleyenler olduğunu, gerçekleşince de üzülmek şöyle dursun, mutluluktan uçtuklarını bile düşündüm . Belki bu mutlulukları olaya değil de gerçekleşince önce den görülmesine olan sevinçten kaynaklanıyordu. Çünkü kimi kişi ler kötü olaylar önceden görülebilirse engellenebilir mantığını güdü yordu. Bilemiyorum. Bu konular ölmüş bir insan için geç kalınmış mevzuları içeriyor. Haliyle şimdi bunun felsefesini yapacak değilim. Olacakla öleceğe çare yok derler o kadarını söyleyeyim. Safiye Hanım’a dönersek, sitede yetenek yarışına girmiş belli başlı kişilerden biri kendisidir. Gelelim ikinci ve en önemli konuya. Siteye açıktan (açıktan derken, herkesin göreceği şekilde ve anında) kaydedilen görüler kısmına yazdığı birkaç olay gerçekleşince Safiye Hanım’ı bir korku sarmıştı. Sebebi de bir cinayet veya kaza olayını yazıp da ger çekleşirse polislerin peşine düşmesinden korkması... Neden böyle bir hisse kapıldı anlayamadım. Olayı psişik yolla değil de önceden bir ihbarla ya da kendisi sebep olmuş gibi yazdığını düşüneceklerini düşünmüş veya bu tür olayları önceden bilen birini polislerin gözlem altında tutup olaylar olm adan önce haberdar olmak istediklerini dü şünmüş olabilir (ki bu düşünceye sitede ABD’nin bu alanda yaptığı çalışmaları ve eskiden beri psişik kişileri arayıp gözlem altına aldığı na dair birkaç makaleyi okuyunca kapılmış da olabilir) bu nedenle kimseye söyleyemediği bu derdiyle ajanların onu takip ettiğine dair korkuların beslediği hayallerine karanlıkta dedektif paltolu adam ların peşine düşeceği -karanlıkta dışarı çıkması en fazla mukabelef den veya cenazeden gelirken olan bir kadının bu hislerden sonra dışarıya değil, odadan antreye adım atmamasını da ekleyelim- onu lokakta bir alt geçitte sıkıştırıp -uzun zamandır hayatında gördüğü ;t*k alt geçit üst katın merdiven altıdır- orada istihbarat birimlerince tedirgin edici bakışlarla alttan alta korkutulduğu hayallerinin karıştığı [kesindi. Bu paranoya da işte kendine bu yetenek konusunda çok rdeğer verdiğinden kaynaklanmaktaydı. Kimsenin haberi olmayan ¡bir sitede kimsenin değer vermediği bir kişi alt tarafı birkaç olayı ¡Önceden haber verdi diye sanki bu kişi çok özel bir yetenek veya sıra 317
9
9
197 GÜN ■ BÖLÜM2
kızın lisesinde okuyor. En ufak bir durum dan milyonlarca teori üret me yeteneğine sahip Safiye Hanımdın durum unu o olayı duyduktan sonra hayal edersiniz. Gülin’i evde gördükçe zavallı kızcağız sanki okulda kötü şeyler yapıyormuş gibi öyle çok üstüne gidiyor ki... He m en her defasında anlamlı bakışlarını kızın üzerinde gezdirmekten de öte “Bugün de ellettirdin geldin mi oranı buranı?” sözü Gülin’e söylediği en yumuşak sözüydü. Belki de bu kadar acımasız olması torununun başına da aynı olay gelecek korkusuydu. Yoksa Gülin çalışkan aklı başında bir kızdı. Öyle şeyler yapacak değildi. Safiye Hanım bu defa gerçekten yanılıyordu. Olabilirdi. Her insan yanılın dı. Zaten daha önceden de “göremediği” olaylar olmuştu. Neyse... Ne diyordum? Evet. Onu Gülin’le bile uğraşam ayacak hale getiren neydi? Kendi kabuğuna çekilmiş neyden korkuyordu? Birkaç gün ne yaptığını takip edince anladım. Son zam anlarda bir internet sitesine girmeye başlamıştı. Bu site* geçenlerde eve gelen doktorun sitesi, ilginç bir yerdi. Bazı olaylar, henüz olm adan önce o olayları “görenlerce” siteye kaydedilip son rasm da eğer olay gerçekleşirse, sitede ilan ediliyordu. Doktorun böyle bir site açmasındaki amacını anlayam adım am a çok değişik sonuçlar doğurduğu kesindi. O sonuçların hepsini anlatacak degi lim. Zaten ilgilenmiyorum da. Sadece Safiye Hanım üzerinde etkili olan kısımlarını anlatacağım. Öncelikle, siteye üye olanlar arasında garip bir yarış başlamıştı.#Böyle bir yetenek eğer varsa (ki -diğerlerim bilmem am a- Safiye H anım ’da olduğu kesin) kişiler yeteneklerini biı süre sonra abartıp kendilerini (inanmazsınız ama) olağanüstü varlık hatta peygam ber seviyesinde görüyorlardı. Bunu elbette hiçbir za m an itiraf eden olmadı hatta site içinde sıklıkla sohbet ettikleri biı chat sayfasında hangisi yazacak olsa yeteneğinden ne kadar dertli olduğundan, olayları (bu olaylar genelde kötü olaylar oluyordu) ön ceden görüp ne kadar üzüldüğünden bahseder dururdu. Doğru ola bilir am a önceden yazdıkları olay gerçekleşince kendilerini abartıp gururlarının okşandığı da kesindi. Bir ara neredeyse bir kaza habcıi
316
SULTAN TARLACI
ekleyip ardından gerçekleşmesini dört gözle bekleyenler olduğunu, gerçekleşince de üzülmek şöyle dursun, mutluluktan uçtuklarını bile düşündüm . Belki bu mutlulukları olaya değil de gerçekleşince önce den görülmesine olan sevinçten kaynaklanıyordu. Çünkü kimi kişi ler kötü olaylar önceden görülebilirse engellenebilir mantığını güdü yordu. Bilemiyorum. Bu konular ölmüş bir insan için geç kalınmış mevzuları içeriyor. Haliyle şimdi bunun felsefesini yapacak değilim. Olacakla öleceğe çare yok derler o kadarını söyleyeyim. Safiye Hanım’a dönersek, sitede yetenek yarışına girmiş belli başlı kişilerden biri kendisidir. Gelelim ikinci ve en önemli konuya. Siteye açıktan (açıktan derken, herkesin göreceği şekilde ve anında) kaydedilen görüler kısmına yazdığı birkaç olay gerçekleşince Safiye H anım ’ı bir korku sarmıştı. Sebebi de bir cinayet veya kaza olayını yazıp d a ger çekleşirse polislerin peşine düşm esinden korkması... N eden böyle bir hisse kapıldı anlayamadım. Olayı psişik yolla değil de önceden bir ihbarla ya d a kendisi sebep olmuş gibi yazdığını düşüneceklerini düşünmüş veya bu tür olayları önceden bilen birini polislerin gözlem altında tutup olaylar olm adan önce haberdar olmak istediklerini d ü şünmüş olabilir (ki bu düşünceye sitede ABD’nin bu alanda yaptığı çalışmaları ve eskiden beri psişik kişileri arayıp gözlem altına aldığı na dair birkaç makaleyi okuyunca kapılmış d a olabilir) bu nedenle kimseye söyleyemediği bu derdiyle ajanların onu takip ettiğine dair korkuların beslediği hayallerine karanlıkta dedektif paltolu adam ların peşine düşeceği -karanlıkta dışarı çıkması en fazla m ukabele den veya cenazeden gelirken olan bir kadının bu hislerden sonra dışarıya değil, odadan antreye adım atm amasını d a ekleyelim- onu !lokakta bir alt geçitte sıkıştırıp -uzun zamandır hayatında gördüğü tak alt geçit üst katın merdiven altıdır- orada istihbarat birimlerince tldirgin edici bakışlarla alttan alta korkutulduğu hayallerinin karıştığı ktsindi. Bu paranoya da işte kendine bu yetenek konusunda çok ajd«ğer verdiğinden kaynaklanmaktaydı. Kimsenin haberi olmayan frlr sitede kimsenin değer vermediği bir kişi alt tarafı birkaç olayı ttnceden haber verdi diye sanki bu kişi çok özel bir yetenek veya sıra 317
9
9
197 GÜN ■ BÖLÜM2
dışı bir beyinmiş gibi en fazla bilim kurgu filmlerinde rastlayacağımız abartılmış polislik m aceralarına atılacak ya da birilerince atılacak değildi. Bunu kimse anlatamazdı o n a... Geceleri korkuyla uyanıp perdesinin ucunu hafifçe kaldırıp göz ucuyla sokağı bir kolaçan edişi vardı ki (ya o esnada biri cam dan tam da gözüne gelecek şekilde bir yumruk indirse ve o kırık yerden de kolunu sokup pencereyi açıp onu kaçırıp hem en pencere altında bekleyen siyah arabaya atıp kaçırsaydı -Allah korusundu- bu olayı kimse duym asa ve görmeseydi zaten evdekiler onu başlarından atm aya çalışıyorlardı ve biri duysalar da duymazmış gibi yaparlardı, hakkı haram olsundu- ya bir daha ondan haber alınamasaydı? Başına ne geldiği bilinmeyen onca kayıp insan vardı. Kafasında kurdukça kurardı. Oysa sitede herkes takm a isim kullanıyordu ve Safiye Hanım da prenses_somya takm a ismiyle (hiç kalkmadığı kanepeye somya ediği için aslında Gülin’in babaannesine gün içinde seslendiği isimdi prenses_somya) yazıyordu ve doktor bile bilmiyordu onun kimliğini. Hatta geçenler de Safiye Hanım ’ı yine ziyarete gelmiş ve böyle bir site açtığından da bahsedip onu davet etmişti am a Safiye Hanım bu yaştan sonra bir de internete mi gireceğim diye geçiştirmişti. Oysa yıllardır in ternet kullanırdı. Bu şekilde gizli olmak onu bir süre rahatlatsa da sonra IP adresi diye bir şeyden haberdar olmuş, aslında o siteye giren bilgisayarların kimliğinden kişinin mahallesinin ve hatta evinin bile rahatlıkla bulunabileceğini öğrenmiş, her ne kadar o adresleri sadece doktorun bildiği söylense de kendi kendini yiyerek bu korku nöbetlerine kapılmıştı. Yfi polisler, ya ABD ya da Rus ajanları onu bir gün kaçıracaktı. Hatta uzaylılar bile kaçırıp ensesine bir çip yer leştirebilirlerdi. Aklına geldikçe kalbi duracak gibi oluyordu. O halde yazmasındı. Olur muydu? Sitede onca güç yarıştırdığı kişi varken? Evet, önü alınamaz bir yarış başlamıştı orada. “En yetenekli kişi” yarışı... Kahvesinden bir yudum aldı. Nasıl da sıkışmıştı. Saatlerdir tutuyor du çişini. Perdesini araladı. Vişne ağacının altından bahçe duvarının
318
SULTAN TARLACI
köşesine doğru birinin seğirttiğine yemin edebilirdi. Dişleri birbirine vurdu. Ajanın kendi saklansa da engel olamadığı gölgesi eritilmiş bir kaşar gibi uzayıp gitmişti. Yeteneği olduğu kesindi am a bu yetenek onu hayatı boyunca garip paranoyalara sürüklemiş ve hastalıklı bir zihin haline getirmişti. Hiç bir polisin onu hatta siteyi takip ettiği yoktu.
“N e kadar çok düşünürsem daha çok cevap olm adığını fa r k ettim . Hayata inanm ak gerekir H ayat kısa, belki fa zla kısa Belki fa zla uzun, Fakat kesin olan bir şey varsa Kolay olmaması.” M arilyn Monroe Dr. Saltı Paylaştı, 79 Gün önce
89. Gün Neden takip etmesinler? Katille ilgili yazılan her şeyi olduğu gibi doktorun garip sitesini de takip ediyor elbette polisler. “Ş una bak.” demişti. “Medyumlar bile bir internet sitesi açmış katili bulmak için.” Vefa elindeki kahveyi dökm em ek için kupayı bilgisayar ekranından uzaklaştırarak Güven’in gösterdiği internet sitesine baktı. Elinin ar kasıyla burnuna hafifçe dokundu. Şaşırdığı zam an genelde böyle yapardı. Gülümsedi: “Şimdiye kadar niye durmuşlar?” dedi. “Kay bolduğu gün söyleselermiş ya yerini...” Güven koltuğunda hafifçe kıpırdandı: “Aman abi öyle söyleme." dedi. “Şeyler vardır bunların içinde...” “Neyler?” “Şeyler işte abi. Bazı varlıklarla irtibatta olanlar.” “Hangi varlıklarla?” “Aman neyse boş ver. Gece g ece...” “Cinleri mi diyorsun?” Kahvesinden bir yudum aldı. Güven’in ya-
SULTAN TARLACI
ındaki diğer bilgisayarın başına oturdu. \m a n sus abi adının anıldığı yere gelirlermiş. Üç harfli dem ek lam ... Üç harfli mi? Bildiğim başka bir şey var am a üç harfli... Terbiyemi ozdurcan bana şim di... Ha h a ... Tövbe! Çarpacaklar.” trafına bakındı. Emniyet sessiz bir gece geçiriyordu. Duvarın açık ıavi boyasına bilgisayar ekranının ışığı yansıyor, sokak lambası kar daki pencereden dosya dolabına vuruyordu. Korktuğuna göre inanıyorsun sen bu işlere.” dedi. “Söyle de bulın o cinler katilin yerini.” üven Vefa’ya döndü. Hafifçe eğildi. Sonra söyleyeceğinden vazrçmiş gibi sağına, soluna, arkasına baktı. Yeniden Vefa’ya döndü. 2sini kısarak: “Abi sorsak mı sitedekilere? Nasıl olsa polis olduğuuz belli değil. Bir bakalım mı katilin yerini neresi diyorlar.” îaçm alam a...” dedi Vefa. te olacak y a ...” Sesini iyice kısmıştı. “Katille ilgili birçok internet esine baktık da bunu neden atlayacağız? Üstelik yer yarılmış içine rmiş. Belki yerini hakikaten söylerler.” Jeynin sulanmış senin.” dedi Vefa. Önündeki bilgisayardan katilin ırt dışına kaçabileceği yolların haritası ve bu yollara yerleştirilmiş n\ polislerle irtibatta olduğu bir program vardı. Bir-iki nokta daha ıretleyip ağzının içinde: “Buralara da ek polis lazım aslında...” di. iven, “Ya sadece bir bakacağız ne konuşuyorlar.” diye anne b a sından izin alan bir çocuk gibi ısrar ediyordu. fa umursamaz bir tavırla: “Onların hepsi şarlatan...” dedi. essiz ol.” dedi Güven. Yeniden arkasına bakmıştı.
197 GÜN • BÖLÜM2
“Para kazanmak için yapıyorlar. Bilmiyor m usun?” dedi Vefa. “Abi sitenin kurucusu nörolog doktor. Medyumların hepsinin kimliği gizli... Nasıl popüler olacaklar? Nereden para kazanacaklar?” “O o o ...” dedi Vefa gülerek. “Bakıyorum site hakkında araştırma da yapmışsın.” “Biraz kıs sesini.” dedi. “Yok ya ne araştırması yapacağım .” diye belli belirsiz bir sesle söylendi. “Ana sayfasında yazıyor. İşte burada.” dedi Vefa’ya bakarak. O nun da ekrana bakmasını istediği için bir süre gözlerini çevirmedi am a Vefa istenen yere bakmadı. Ağzının içinde um ursamaz bir şekilde “Ne yaparsan yap. Beni ka rıştırm a...” dedi. Ayağa kalktı. Sokak lambasının vurduğu ışıkta bir dosya aradı dolapta. Eline alıp yeniden koltuğuna döndü. Diğeri bu sözden cesaret almış, siteye giriş için kolları sıvamıştı. “Abi üyelik istiyor” dedi. “Ne olsun takm a ismimiz?” “Adını yaz: Güven. Hatta Güven-polis yaz.” “Ha ha yok artık. Dur üçümüze bir ortak üyelik alalım. Güven-vefa-ziynet baş harflerinden... gü-ve-zi... Geveze! Evet, geveze ol su n ...” “Vay cuk oturdu. Tam sana göre.” “H a h a ...” “Kaydol ve hem en ‘B e n g e v e ze bir polis m emuruyum. Cinlerinize sorar mısınız? Kızı öldüren katil nerede? Hem en gidip şu anda oraya bakacağım ’ yaz.” “Sus ya adını anıp durm a şunların.” demişti Güven suratını asarak. “Baş şakası yok bu işlerin.” dedi. “Öyle alaya gelm ez...” “Cin cin cin cin cin cin cin... hatta cinnn.. cinnn...” diye mırıldanı yordu Vefa önündeki dosyanın sayfalarını karıştırırken. “Bismillahirrahmanirrahim.” dedi Güven. “Tövbe estağfurullah...
322
SULTAN TARLACI
Sayın üç harfliler görüyorsunuz dalga geçen ben değilim o. Lütfen bir şey yapacaksanız bana dokunm ayın.” “Sayın cinler katilin yerini istiyoruz sizden, lütfen söyleyin. Ha h a ...” “Abi medyumların güvenliği ve konunun hassasiyeti nedeniyle sa dece profesyonel üyeler görebilirmiş katilin yeri ile ilgili durugörü bilgilerini.” “Durugörü ne lan? Duru ve görü ha h ah ... Epey ilerletmişler işi.” “İşte onların gördükleri şeyler sanırım.” “E ee... Biz göremeyecek miyiz şimdi? Profesyonel üye neymiş ki? Eski üye mi? Para verenler mi?” “Yok abi, zaten site de yeni. Profesyonel üye olunca yöneticilik alı yorsun am a profesyonel üye nasıl olunuyor bilmiyorum. Bakıyorum şimdi ne demek. Birine soralım forum da.” Evrenindik forum: Son ileti: Geveze: “Selamlar. Ben yeni üyeyim. Acaba profesyonel üye dediğiniz ne oluyor?” Çitilemeden_Parlatır tarafından cevapladı: “Hoş geldiniz. Profesyonel üye olmak için bu alanda bir psişik yete neğiniz olduğunu kanıtlamanız gerekiyor.” Vefa ekrana eğilmişti. Gözlerini kısıp heceleyerek okudu: “Çi-ti-leme-den parlatır ne lan?” dedi. “İsme bak ya... Çık şuradan of!. Deli etme beni. Ev kadınlarından yardım isteyecek kadar mı çaresiz kal dık!” “Abi sakin ol. Bağırma. O sadece bir takm a isim. Olabilir. Yeteneği nizi kanıtlamanız lazım diyor.” “Nasıl kanıtlayacakmışız? İnce ince ve aynı büyüklükte yaprak sar ma sararak mı?”
323
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
Evrenindili forum: Son ileti: Geveze: “Bilgi alındı. Tamam. Yeteneği kanıtlamak için ne yapmamız lazım?” Vefa Güven’e baktı: “Ne o öyle bilgi alındı tam am. ‘Merkezden Çift lem eden Parlatır’a ’ yazaydm bari. Polis olduğun belli olacak!” “Pardon abi dikkat ederim bir d a h a ...” dedi Güven. Çitilemeden_Parlatır tarafından cevapladı: “Sitede bu konuda deneyler var. Duyular dışı algılamanızı kanıtla mak için Zener kartlarını deneyebilirsiniz. Forumda bir resim veya nesne saklıyoruz. Siz, görmediğiniz bu saklanan resimle ilgili uzaktan çizim yapabilirsiniz veya gelecekte olabilecek bir olayla ilgili öngörü, durugörü ekleyip hep beraber gerçekleşip gerçekleşmediğini görebi liriz. Ancak bu şekilde yeteneğiniz olup olmadığını anlayabiliyoruz. Biz sizi tanımıyoruz çünkü.” Vefa: “Ne diyor teyze?” “Abi Zener kartları var bak şurada. Sana beş kart veriyor. Hepsin de ayrı ayrı şekiller var. Başta arkaları görünüyor kartların şekiller görünmüyor yani. Bilgisayar tam am en sıraları değiştirip otomatik seçiyor. Sen, o seçm eden önce beş karttan hangisinin çıkacağını bilirsen yetenekli olmuş oluyorsun am a en az yüzde otuz üzerinde başarı gerekiyormuş. Aşağısı tesadüfle tutturulabilecek bir oranmış. Bak altında açıklama var.” “Onu yapamayız.” dedi Vefa m asaya otururken. Kolunun birini emniyetin bir türlü y5nileyemediği eski bilgisayar ekranına koymuş, düşüncelere dalmıştı. “Ben nereden bileyim hangi kartın çıkacağı m.” İyice kabullenmiş gibiydi siteden yardım alma konusunu. “Şu uzaktan çizim ne oluyor?” dedi eliyle işaret ederek. “O nda da biri resim saklıyor siteden.” dedi Güven. “Saklayan kişi dışında hiç kimse ne saklandığını bilmiyor. Sen de saklanan resmi görm eden algılamaya ve çizmeye çalışıyorsun am a onu çizsek bile
324
SULTAN TARLACl
birkaç gün sonra açıklanacakmış resim. Yani doğru çizsek bile he men şimdi profesyonel üye olamayız.” “G e ç ...” dedi Vefa. Gani sıkılmıştı. “Başka bir yolu daha vardı?” “Durugörü ekleyin diyor. Gerçekleşirse profesyonel üye olabilirisiniz diyor.” “Nasıl ekleyeceğiz?” “Abi durugörü dediği şey yani geleceğe dair bazı olaylar... Önceden bilme yani. Biz nerden bileceğiz? Hem gerçekleşse de hem kim bilir ne zam an.” “Bunlar nereden öğreniyor ki gerçekleştiğini?” “Haberlerden.” Vefa alt dudağını öne çıkararak elinin birini çenesine koydu. “Şura ya girerken bu kadar sıkıntı çekmedim ” dedi emniyeti kastederek. Doktor sanırım bu alanda ciddi çalışma yapıyor. Baksana nasıl kur muş düzeni. Yakında personel seçme sınavından seksen beş alma şartını da ekler.” dedi. “Yalnız soruları çözerek değil bir sonraki soru nun doğru şıkkını sezerek bulm a şartı koyar.” “Şu zener denen şey zaten bir nevi öyle abi.” dedi Güven: “Biz göremeyeceğiz sanırım kayıp katille ilgili buraya yazılan bilgileri...” “Yani haberlerde duyulm adan önce buraya eklemek mi gerekiyor olayı?” "Evet.” “Ararız bizim trafikten birini.” dedi Vefa aklına gelen fikirle. “H a berlere düşm eden önce kimse duym adan ekleriz buraya bir kaza haberini...” “Vayy... Doğru!” dedi Güven koltuğu ileri atarak.
325
9
197 GÜN • BÖLÜM2
Yarım saat sonra trafikteki arkadaşlarından bir kaza bilgisi verilmişti. Üstelik henüz haberlere düşmemişti ve kimse duymamıştı. Vefa ve Güven’den başka... Geveze ekledi: “Trafik kazası. Ünlü bir iş adam ı ölecek. Suikast şüphesi var.”
“Z ih in ler arası düşüncelerin aktarım ı, geçm işin ve geleceğin hissedilm e im kânı sadece tesadüfi olam az.” Freud, 1935 Dr. Saltı paylaştı 73 gün önce
97. G ün
inetici Alanı: renin Dili Canlı Sohbet Mekanı: 7/24 Odası
î:4 7 :0 3 ) ikizler: benim kızlara bir bakm am lazım kızlar !:4 7 :1 1 ) ikizler: bir yerleri karıştırıyorlar sanırım !:47:14) ikizler: az sonra dönerim !:■47:27) Ç itilem ed en _ P arlatır: tam am şekerim :4 7 :3 9 ) By_Piccione sohbet odasına girdi :4 7 :4 5 ) B y_Piccione: m erhabalar :4 7 :5 5 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: m erhaba By Piccione :4 8 :0 1 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: iş adam ı ölümü durugörünüz ekleşmiş
197 GÜN ' BÖLÜM2
(2 2 :4 8 :2 7 ) Ç itilem eden_P arlatır: tebrik ederim (2 2 :4 8 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: hoş geldin By_Piccione (2 2 :4 8 :4 5 ) B y_Piccione: hoş bulduk kızlar (2 2 :4 8 :5 4 ) B y_Piccione: evet gerçekleşti am a sinir oldum (2 2 :4 9 :1 6 ) B y_Piccione: geçenlerde Geveze isimli biri gelmiş (2 2 :4 9 :3 8 ) B y_Piccione: benim eklediğim durugörünün aynısını eklemiş (2 2 :4 9 :5 3 ) B y_Piccione: şimdi gerçekleşince (2 2 :4 9 :5 9 ) B y_Piccione: onun eklediği de gerçekleşmiş oldu (2 2 :5 0 :0 6 ) B y_Piccione: bu resmen hırsızlık (2 2 :5 0 :1 2 ) B y_P iccione: çaldığını bu kadar belli etmese bari, ay nısını yazmış! (2 2 :5 0 :1 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: haklısın. Ben de fark ettim ama söylememiştim (2 2 :5 0 :1 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: bence aramızda gerçekten ye tenekli olmadığı halde (2 2 :5 0 :2 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: haksız yöneticilik almış (2 2 :5 0 :2 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: çok kişi var (2 2 :5 0 :2 0 ) Tatlu_D udi : aa kimmiş o çiti? (2 2 :5 0 :5 0 ) Tatlu_D udi : kime laf sokuyorsun sen? (2 2 :5 0 :3 8 ) ikizler: geldim (2 2 :5 1 :3 0 ) ikizler: biraz okudum da yukarıyı (2 2 :5 1 :3 1 ) ikizler: mesela rüyacılık veya geleceği görme yeteneği bende de yok am a (2 2 :5 1 :4 0 ) ikizler: eşyalara dokunup geçmişlerini görebiliyorum
328
SULTAN TARLACI
:51:55) Çitilem edenJParlatır: yok ikizler sana demedim hayatım :5 2 :0 7 ) B y_Piccione: Çttilemeden_Parlatır hanımefendiye kaorum :5 2 :0 9 ) Geveze sohbet odasına girdi : 5 2 : 13) Tatlu_D udi
kime eliyorsun çiti açık yaz tam am mı?
:5 2 :1 8 ) B y_Piccione: geldi işte :5 2 :2 5 ) G eveze: selam :5 2 :2 9 ) Çitilem eden_Parlatır: oldu açık söyleyeyim o halde :5 2 :3 2 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: mesela senin yetenekli olduğuJüşünmüyorum T atluD udiş :5 2 :3 4 ) B y_Piccione: ben de Gevezenin yetenekli olduğunu ünm üyorum :5 2 :4 8 ) G eveze: ne oluyor ya :5 2 :5 6 ) B y_Piccione: durugörüm ü çaldın ve haksız yöneticilik n geveze olan bu!!! :5 3 :0 8 ) G eveze: ne alaka? :5 3 :1 0 ) B y_Piccione: iş adam ı ölümünü senden önce ben iım siteye :5 3 :1 4 ) G eveze: ee ne olmuş? :5 3 :1 7 ) B y_Piccione: sen de benden görüp yazdın. :5 3 :2 2 ) G eveze: ne ilgisi var hemşerim. Kendim yazdım onu :5 3 :3 0 ) B y_P iccione: kendin yazdın. Hem de ‘suikast şüphesi jilir’ kısmına kadar benimkine benzer şekilde? :5 3 :4 1 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: ben de aynen By Piccione gibi ünüyorum :5 3 :5 0 ) G eveze: m anyak mısınız ya
329
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
(2 2 :5 3 :5 8 ) T atlu_D udi : m anyak bunlar geveze. (2 2 :5 4 :1 2 ) Tatlu_D udi : bana d a yeteneksiz olduğumu söylüyorlar ( 2 2 :5 4 :2 4 ) T atlu_D udi : sonuçta burada herkes yetenekli (2 2 :5 4 :3 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: herkes yetenekli değil, başka larının sırtından geçinenler var (2 2 :5 4 :4 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: benim bir dükkanım var (2 2 :5 4 :4 6 ) Ç itilem eden_Parlaür: karşısında da başka bir iş yeri var (2 2 :5 4 :4 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: orada çok yaşlı bir teyze vardı doksanlarında. Onun çok yerinde atasözleri olurdu (2 2 :5 4 :5 2 ) Ç itilem eden_P arlatır: mesela sizi görseydi şimdi (2 2 :5 5 :0 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: seni ve Gevezeyi yani (2 2 :5 5 :0 4 ) Ç itilem eden_P arlatır: ‘başkasının s... gerdeğe giren ler’ derdi (2 2 :5 5 :1 4 ) B y_Piccione: ha ha ha h a ... çok yaşa. (2 2 :5 6 :0 2 ) G eveze: lan aklınızı yemişsiniz siz. (2 2 :5 6 :0 8 ) G eveze: falcı karılar ( 2 2 :5 6 :2 4 ) G eveze: ağzı bozuk şarlatanlar (2 2 :5 6 :3 6 ) T atlu_D udi : salak çiti... salak çiti... salak çiti.... (2 2 :5 6 :4 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: ByJPiccione isterseniz özel ma iliniz vars# sizinle orada sohbete devam edelim (2 2 :5 6 :5 7 ) B y_Piccione: var elbette özelden yazayım size (2 2 :5 7 :0 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: burada istenmeyen şahıslar vaı (2 2 :5 7 :1 9 ) B y_Piccione: haklısınız (2 2 :5 7 :2 1 ) Çitilemeden_Parlatır sohbet odasından çıktı (2 2 :5 8 :2 2 ) By_Piccione sohbet odasından çıktı
330
SULTAN TARLACI
1:58:27) ikizler: Arkadaşlar ben de çocuklarıma bir bakmalıyım !:58:32) ikizler: gelirim yine t 5 8 :5 0 )
İkizler sohbet odasından çıktı
!:59:14) Danset sohbet odasına girdi 1:59:22) D an set: selam 1:59:35) G eveze: ne sanıyor onlar kendini öyle 1:59:43) T atlu_D udi : egosu yüksek onların 1:59:49) Danset sohbet odasından çıktı 1:59:59) Prenses_Somya kanaldan düştü :0 0 :2 8 ) T atlu_D udi
burada her gün yetenek yarıştırıyorlar
:0 1 :3 4 ) Tatlu_D udi : yok birbirlerinin hastalıklarını bilmeye şıyorlar ı:0 1 :4 4 ) Tatlu_D udi : yok isimlerini bilmeye çalışıyorlar ►:02:23) T atlu_D udi : yok nasıl bir yerde olduklarını tahmin leye çalışıyorlar 1:03:07) Tatlu_D udi
biri bir nesne saklıyor öteki çiziyor
1:03:46) G eveze: çizebiliyorlar mı? 1:04:38) T atluJD udi : ay çizseler bile bir defa burada tek yete li onlar değil ki 1:04:43) T a tlu _ D u d i: her gün burada yok saçım nasıl bil bam, şu an sağ tarafımda ne var bil bakalım, üstümdeki ne renk nem ne 1:04:59) G eveze: nasıl yani 1:05:16) Tatlu_D udi : ne bileyim b en... 1:05:39) T atlu_D udi : mesela ben sana soruyorum tam am mı
331
9
197 GÜN • BÖLÜM2
(2 3 :0 6 :2 5 ) T atlu_D udi : üzerimde şu anda nasıl bir şey var (2 3 :0 6 :3 0 ) T atlu_D udi : sen de söylüyorsun işte (2 3 :0 6 :3 1 ) T atlu_D udi : askılı var şort var diye (2 3 :0 6 :3 5 ) G eveze: onlar mı var? (2 3 :0 6 :3 8 ) T atlu_D udi : sonra işte soruyorum ben başka diyorum (2 3 :0 6 :3 9 ) Juliet sohbet odasına girdi (2 3 :0 7 :0 6 ) G eveze: gerçekten şu an üzerinde askılıyla şort mu var? (2 3 :0 7 :1 9 ) T atlu_D udi : evet (2 3 :0 7 :3 4 ) G eveze: başka ne var? (2 3 :0 7 :3 8 ) T atlu_D udi : başka bir şey yok (2 3 :0 7 :4 9 ) G eveze: içinde ne var? (2 3 :0 8 :5 0 ) T atlu_D udi : içimde de bir şey yok (2 3 :0 8 :5 5 ) G eveze: hadi y a... (2 3 :0 9 :0 3 ) G eveze: of.... (2 3 :0 9 :0 8 ) Juliet sohbet odasından çıktı (2 3 :0 9 :4 0 ) Tatlu_D udi : haha.. nasıl oturuyorum bil bakalım (2 3 :0 9 :5 3 ) G eveze: nasıl oturuyorsun? (2 3 :1 0 :0 1 ) T a tlu .D u d i : oturm uyorum ki yatıyorum (2 3 :1 0 :0 8 ) G eveze: yat tabi... iyi olur. (2 3 :1 0 :0 9 ) G eveze: hadi anlatsana kendini biraz bana (2 3 :1 0 :2 4 ) G eveze: ne iş yaparsın sen? (2 3 :1 0 :3 1 ) T atlu_D udi : mankenim (2 3 :1 0 :4 2 ) G eveze: hadii... (2 3 :1 0 :4 5 ) T atlu_D udi : sen ne iş yapıyorsun
SULTAN TARLACI
(2 3 :1 0 :5 0 ) G eveze: boş ver beni... senden konuşalım (2 3 :1 0 :5 7 ) G eveze: nasıl yatıyorsun mesela şu an (2 3 :1 1 :0 6 ) T a tlu _ D u d i: yatağın üzerinde karnımın üzerinde (2 3 :1 1 :1 5 ) T atlu_D udi : popom havada (2 3 :1 1 :5 8 ) G eveze: ne güzel... (2 3 :1 2 :0 5 ) Danset sohbet odasına girdi (2 3 :1 2 :2 5 ) G eveze: off... biri daha geldi. Cennet gibi burası... D anset... sen de dansçı mısın? (2 3 :1 2 :3 5 ) D an set: yoo... sen polis misin? (2 3 :1 2 :4 6 ) G eveze: sen m edyum m usun Danset? (2 3 :1 2 :5 2 ) D an set: ne oldu? Polis misin? (2 3 :1 2 :5 5 ) İkizler sohbet odasına girdi (2 3 :1 2 :5 8 ) G eveze: biraz işim var sonra görüşürüz (2 3 :1 2 :5 9 ) Geveze sohbet odasından çıktı (2 3 :1 3 :0 0 ) T atlu_D udi : a a a a ben de çıkarım o zaman. (2 3 :1 3 :0 1 ) Tatlu_Dudiş sohbet odasından çıktı (2 3 :1 3 :0 4 ) B yP iccione sohbet odasına girdi (2 3 :1 3 :1 3 ) D an set: evimin duvarı kerpiç, çıktı geldi by_piç (2 3 :1 3 :1 7 ) B y_Piccione: bana mı diyorsun o lafı? (2 3 :1 3 :2 2 ) Danset sohbet odasından çıktı (2 3 :2 4 :0 0 ) Prenses_Somya sohbet odasına girdi (2 3 :2 4 :0 3 ) ikizler: hoş geldin Som ya (2 3 :5 4 :3 0 ) P ren ses_ S o m y a: hoş bulduk İkiz (2 3 :2 5 :0 0 ) P ren ses_ S o m y a: ne yaptın baktın mı çocuklara
333
197 GÜN - BÖLÜM2
(2 3 :2 8 :0 2 ) ikizler: evet yattılar (2 3 :2 8 :2 8 ) P ren ses_ S o m y a: benim de var çocuklarım (2 3 :2 9 :3 1 ) P ren ses_ S o m y a: hiçbirinden de daha bir saygısızlık ( 2 3 :2 9 :3 5 ) P ren ses_ S o m y a: görmedim (2 3 :2 9 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: beş oğlumun beşi de çok terbiyelidiı (2 3 :2 9 :4 4 ) P ren ses_ S o m y a: bana karşı (2 3 :2 9 :5 2 ) ikizler: ne güzel (2 3 :2 9 :5 7 ) ikizler: biz de yetiştiriyoruz iki çocuk am a (2 3 :3 0 :0 2 ) ikizler: daha şimdiden tepemizdeler (2 3 :3 0 :2 6 ) ikizler: bazen kontrol edemiyorum (2 3 :3 1 :1 4 ) ikizler: hiç dinlemiyorlar sözümü (2 3 :3 2 :4 8 ) ikizler: ne yapacağımı bilemiyorum (2 3 :3 2 :5 4 ) P renses_S om ya: anne dediğin biraz otoriter olmalı iki/ (2 3 :3 3 :1 2 ) P ren ses_ S o m y a: bak sende otorite eksikliği var (2 3 :3 3 :4 9 ) P ren ses_ S o m y a: hem bana bak kocan aldatıyor mu kız seni (2 3 :3 4 :2 8 ) ikizler: bilmem olabilir (2 3 :3 4 :5 4 ) ikizler: aldatıyor mu? (2 3 :3 5 :0 4 ) Prenses_Som ya: Tekin gibi bir ismi mi var senin kocanın (2 3 :3 5 :2 9 ) ikizler: yok. İlker kocamın ismi (2 3 :3 5 :3 2 ) ikizler: am a Tika derler (2 3 :3 5 :3 9 ) ikizler: sen onu gördün bence (2 3 :3 5 :4 4 ) P ren ses_ S o m y a: Tika mı? (2 3 :3 5 :5 4 ) P ren ses_ S o m y a: o nasıl isim kız kedi ismi gibi (2 3 :3 5 :5 9 ) ikizler: gözünde tik var
334
SULTAN TARLAC1
(2 3 :3 6 :0 2 ) ikizler: ondan Tika diyorlar sanırım (2 3 :3 6 :1 1 ) P ren ses_ S o m y a: sen beyaz tenli (2 3 :3 6 :1 1 ) P ren ses_ S o m y a: hafif balık etli (2 3 :3 6 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: kendini gösterir (2 3 :3 6 :2 4 ) P ren ses_ S o m y a: seksi bir şey misin (2 3 :3 6 :2 5 ) ikizler: yoo... (2 3 :3 7 :0 2 ) P ren ses_ S o m y a: o halde kocan şenle sevişmiyor (2 3 :3 7 :0 8 ) P ren ses_ S o m y a: bu kadınla sevişiyor (2 3 :3 7 :1 2 ) ikizler: kocamı nasıl gördün ki? (2 3 :3 7 :1 3 ) ikizler: tarif et bakalım (23:37:19) Prenses_Somya: kara kuru (2 3 :3 7 :2 1 ) P ren ses_ S o m y a: zayıf, çelimsiz (2 3 :3 7 :2 7 ) P ren ses_ S o m y a: sıska, kısa (2 3 :3 7 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: çirkin bir şey (2 3 :3 7 :3 6 ) ikizler: evet doğru (2 3 :3 7 :4 4 ) P renses_S om ya: yüzünde bıçak yarası gibi bir yara var (2 3 :3 7 :4 7 ) P ren ses_ S o m y a: kafasının üzeri çok hafif kel (2 3 :3 7 :5 1 ) P ren ses_ S o m y a: yeni yeni dökülmeye başlamış (2 3 :3 7 :5 1 ) P ren ses_ S o m y a: kocanın başını papatya suyuyla yıka (2 3 :3 7 :5 5 ) P ren ses_ S o m y a: saçları d a dökülürse (2 3 :3 8 :0 8 ) P ren ses_ S o m y a: iyice çirkin olacak (2 3 :3 8 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: evlerden eşiklerden ırak (2 3 :3 8 :3 1 ) ikizler: şimdi sen bu adam ı beyaz tenli, hafif toplu bir kadınla sevişirken mi gördün? (23 :3 8 :3 8 ) İlahiyatçı sohbet odasına girdi
335
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
(2 3 :3 8 :4 1 ) P ren ses_ S o m y a: evet (2 3 :3 8 :4 6 ) ilahiyatçı: selam un aleyküm (2 3 :3 8 :4 8 ) ikizler: nerede? (2 3 :3 9 :0 3 ) P ren ses_ S o m y a: işte onu ben de tam anlayamadım (2 3 :3 9 :3 3 ) P ren ses_ S o m y a: bir yatak üzerindeler am a (2 3 :3 9 :4 1 ) P ren ses_ S o m y a: odadan çok depo gibi bir yer (2 3 :3 9 :4 6 ) ikizler: aleyküm selam (2 3 :3 9 :5 1 ) Pren ses_Som ya: ilahiyatçı hoş geldin (2 3 :3 9 :5 8 ) ikizler: dediğin yer hakkında bir fikrim var ( 2 3 :4 0 :0 4 ) P ren ses_ S o m y a: eski eşyalar var orada (2 3 :4 0 :0 6 ) P ren ses_ S o m y a: bu titrek zayıf herif (2 3 :4 0 :1 0 ) P ren ses_ S o m y a: kaymak gibi kadına ( 2 3 :4 0 :1 8 ) ilahiyatçı: tövbe estağfurullah, nasıl yazışmalar bunlaı (2 3 :4 0 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: nasıl alıp veriyor (2 3 :4 0 :2 7 ) İlahiyatçı sohbet odasından çıktı (2 3 :4 0 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: sende de suç var am a ikiz (2 3 :4 0 :4 2 ) P ren ses_ S o m y a: sen adam la hiç beraber olmazsan (2 3 :4 0 :4 7 ) ikizler: evet doğru (2 3 :4 0 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: adam d a gider başka kadınlarla (2 3 :4 0 :5 3 ) P ren ses_ S o m y a: bu işi yapar (2 3 :4 0 :5 7 ) P ren ses_ S o m y a: am a m erak etme buldu belasını (2 3 :4 0 :5 9 ) P ren ses_ S o m y a: kadın bunu seviştikten sonra (2 3 :4 1 :0 4 ) P ren ses_ S o m y a: soydu gitti. (2 3 :4 1 :0 9 ) ikizler: soydu derken?
336
SULTAN TARLAC1
4 1 :1 8 ) P ren ses_ S o m y a: yok soydu derken öyle değil 4 1 :3 4 ) P ren ses_ S o m y a: öyle zaten soydu da 4 2 :1 4 ) P ren ses_ S o m y a: diğer türlü de soydu 4 2 :1 5 ) P ren ses_ S o m y a: parasını aldı kaçtı yani 4 2 :2 0 ) ikizler: a a aa aaaaa 4 2 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: kocan seviştikten sonra 4 2 :3 1 ) P ren ses_ S o m y a: ayak basılmış sinek eziği gibi 4 3 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: yatakta uyur kalır mı 4 3 :2 8 ) ikizler: evet 4 4 :2 6 ) P ren ses_ S o m y a: bence sebep ondan d a öte 4 4 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: kadın kocanın içkisine bir şey karışuyusun kalsın diye 4 4 :3 7 ) ikizler: yok canım 4 4 :4 6 ) P ren ses_ S o m y a: kocan votka mı içer 4 4 :5 5 ) ikizler: evet 4 5 :3 4 ) P ren ses_ S o m y a: kokusunu taaa buradan alıyorum 4 6 :1 4 ) P ren ses_ S o m y a: kocanın dişinin biri de önden kırık 4 6 :1 6 ) ikizler: evet 4 6 :5 8 ) P ren ses_ S o m y a: onu bir ara dişçiye götür 4 7 :1 7 ) P ren ses_ S o m y a: yaptır o dişini 4 7 :3 6 ) P ren ses_ S o m y a: adam zaten çirkin 4 7 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: daha da çirkin görünüyor 4 8 :0 7 ) ikizler: nasıl aldı kadın paraları anlam adım ki 4 8 :1 7 ) P ren ses_ S o m y a: senin kocan
337
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
(2 3 :4 8 :1 8 ) P ren ses_ S o m y a: kadınla sevişmek için (2 3 :4 8 :4 0 ) P ren ses_ S o m y a: pantolonunu çıkarıp (2 3 :4 9 :3 2 ) P renses_S om ya: sandalyenin üzerine koymadı mı? (2 3 :4 9 :4 8 ) ikizler: bilmem. Koydu mu? (2 3 :5 0 :3 8 ) P renses_S om ya: kocanın anahtarlığında (2 3 :5 0 :3 9 ) P ren ses_ S o m y a: zeytin çekirdeklerine benzer (2 3 :5 0 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: bir şeyler var (2 3 :5 1 :1 3 ) ikizler: İğde ve hurm a çekirdekleri (2 3 :5 1 :1 6 ) P ren seş_ S o m y a: her neyse (2 3 :5 1 :2 8 ) P ren ses_ S o m y a: kadın o çekirdekli anahtarlığı (2 3 :5 1 :3 5 ) P ren ses_ S o m y a: kocan uyurken alıp (2 3 :5 1 :4 2 ) P ren ses_ S o m y a: kasayı açtı (2 3 :5 1 :5 0 ) ikizler: a a a a a ... (2 3 :5 2 :0 1 ) ikizler: :( (2 3 :5 2 :0 6 ) P ren ses_ S o m y a: birkaç tane de çok değerli tarihi ese aldı (2 3 :5 2 :4 3 ) P ren ses_ S o m y a: çıktı gitti dükkandan (2 3 :5 2 :4 8 ) P ren ses_ S o m y a: hayırlısı olsun (2 3 :5 3 :1 5 ) P renses_S om ya: sevmesen de kocanla seviş (2 3 :5 3 :5 7 ) P renses_S om ya: sevişe sevişe seversin (2 3 :5 5 :0 9 ) ikizler: tüm paraları mı aldı? (2 3 :5 5 :5 1 ) P ren ses_ S o m y a: üzerine bir de tarihi eser birkaç eşy aldı dedim ya (2 3 :5 5 :5 6 ) ikizler: :(
338
“Eğer gerçeğin tam takipçisi olacaksanız , hayatta en azın d a n bir kez , m ü m k ü n olduğunca her şeyden şüphelenm eniz gerekir” Descartes Dr. Saltı paylaştı 71 gün önce
lO l.G ün
Evrenin D ili: Site İçi Yöneticiler İçin Mesajlaşma Sistemi lâ Gelen (23/0) ¿1 Giden (7)® Çöp (67) D Arşiv (13)
A y a rla r^ Yeni Mesaj
Dr. Saltı Bey, ÇitilemedenPcirlatır isimli ve m uhtem elen evde kalmış kız kurusu benim durugörü çaldığımı iddia ederek bana “Başkasının şeyiyle gerdeğe girmek” gibi bir laf etti. Ben kimsenin durugörüsünü çalm a dım! Onunla gerdeğe girsem kendi s... Yazmaya terbiyem müsait değil. O lafı ona yediririm am a her birimiz bilgisayar başında oldu ğumuz için yapamıyorum . Böyle terbiyesiz insanların sitede olması doğru mu sizce? Çitilemeden_Parlatır isimli şahsın siteden atılmasını istiyorum. Geveze Doktor Bey, Başka kişilerin yeteneğiyle haksız yöneticilik almış olanlar olabilir sitede. Sonuçta bilgisayar arkasından ve internetten kimsenin ger çek kimliğini bilmiyoruz. Mesela Geveze ve Tatlu_dudi’nin gerçekte
197 GÜN • BÖLÜM2
yetenekli olmadığını ve bu şekilde haksız yöneticilik almış olduklarını düşünüyorum. Hatta bu kişiler siteden gönderilmeli. Tabii karar sizin. Çitilem edenParlatır By_Piccione ve Çitilemeden_Parlatır kendini çok övüyooo doktor. Egosu yüksek kişileri sitede istemiyoruz. Onların siteden gönderil mesini istiyoruz. Sonuçta hepimiz yetenekliyiz. Tatlı_dudi Hocam selamlar, Sitenin canlı sohbet odasını ara ara kontrol etseniz iyi olur bence. Geçen gün girdim Tatlı_Dudi ve Geveze “Üzerinde ne var?” türün den sohbetler ediyordu. Böyle soru olabilir mi bu sitede? Gerçek yetenekli biri karşıdakine üzerindekini sorm adan bilir! Bunların ye teneksiz olduğu buradan belli. Juliet Dr. Saltı, Sitenizde yöneticiyim. Geveze takm a isimli hırsız, öngörüm ü ya d a durugörüm ü çaldı. Önce ben yazmıştım. Benim yazdığımı biraz değiştirerek, yazdığım durugörünün aynısını yazdı ve gerçekleşince yönetici oldu. Onun gibi bir hırsızın acilen siteden gönderilmesini istiyorum. Lütfen! By_ Piccione Ayrıca “danset” isimli velet ben siteye girdiğimde “Evimin duvarı kerpiç, yine geldi By_piç” diyor bana. By_Piccione Doktor Bey, Gerçekleşen rüyalarımı “gerçekleşti” olarak değerlendirmeyecekse niz burada durmam ın bir anlamı yok sanırım! E_S_P
340
SIJİTAN TAKLACI
Saltı Bey, Sitede nasıl olduysa yönetici olmuş bazı kişiler öldürülen kıza ve ka tiline dair çıkan haberlerden etkilenip hem en siteye durugörü veya rüya görmüş gibi yazıyor. Haberi izliyorum, bakıyorum beş dakika sonra bizim siteye öngörü ve durugörü algısı olarak eklenmiş. Bu ne saçmalık! İsterseniz eklenen durugörü kaydıyla çıkan haberlerin saatlerini bir karşılaştırın. Prenses_Somya Selam doktor, Bu durugörü denen şeyle yazılıda çıkacak matematik sorularını ön ceden görmek mümkün mü ya? Soruları değil de direkt cevapları görsem de olur. Çok lazım. Hayati önemi var. Sen nasıl doktor ol dun? Danset Cevap verirsen sevinirim. Vermezsen de üzülmem. Sen bilirsin. Site süper. Yalnız orada önüne geleni yönetici yapmışsın. Yanlış bence. Ayarla o işleri... Danset Saltı Bey, Biliyorsunuz ben psikometristim ve sadece geçmişi görebiliyorum. Yani geleceği göremiyorum. Geçmişi görmek için de zaten nesne lere dokunm am lazım. Sitede bazı kişiler ben gelecek durugörüsü eklemedim diye “Sen yeteneksizsin nasıl yönetici oldun?” dem ese de diyecek gibi oluyor bence. Sanki öyle bir şey geçiriyorlar kafala rından ve inanılmaz üzülüyorum. Bu kadar aşağılanmaya dayana mayacağım. Yöneticilik falan istemiyorum. Silin beni lütfen. İkizler
341
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
Saltı Bey, M erhabalar efendim. Başınızı ağrıtmak istemezdim böyle bir mevzudan ancak ben “yeşim” takm a adlı bayan ile anlaşamıyorum. Anlaşamamaktan öte şahsıma herkesin önünde hakaret ediyor ve rahatsız oluyorum. Cevap versem uzuyor ve diğer arkadaşlar ra hatsız oluyor bu sebepten özelden yazdım. Kendisi beni bu sefer de özelden yazma sebebim olarak ikiyüzlülükle itham ediyor. Ben kayıi altına aldım bana yazdıklarını artık çok bunaldım. Kendisi hakkında şikâyet dilekçesi vermeyi düşünüyorum . Kendisini bunu söylediğim de ise bana beni özelden taciz etmeyin diyerek ayrı bir şaşkınlığa uğrattı. Gerçek anlam da kendimi bunalmış ve yıpranmış hissediyo rum. Gayet normal özel hayatında sıkıntısı olmayan sıradan bir kız çocuğum öğrenciyim. Yani kimseyle bir sıkıntım yokken neden böyle bir durum içine düştüm anlayamıyorum, rahatsızlığımı tarif edemem kaç gün ağladığım da bir gerçek... Ki ona rağm en kendisine hakkım helal olsun diyorum. O bana hakkımı helal etmiyorum Allah tan bul, beni an diyerek daha da üzüyor. Ki önceden özür de diledim ben sırf konu kapansın diye. Şimdi geçmiş karşıma hani ‘özür dilemiş tin’ diye önceki mevzuları hatırlatıp üste çıkmaya çalışıyor. Neyse* sizi daha fazla sıkmayacağım. Sizden talebim bana kişinin isim soy ismini veyahut IP numarasını verirseniz m em nun olacağım. Çünkü savcılığa bir şikâyet dilekçesi hazırlamayı düşünüyorum . Gerçekten durum um dan çok rahatsız olduğum a inanınız... İyi günler dilerim. DuruGörücü Gelen Kiz
342
“Güzelliğin şarkısını söylersen eğer; çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin o la ca ktır” Halil Cibran Dr. Saltı Paylaştı, 67 gün önce
103. G ün
Kapı açılınca tavandan aşağı bakır zincirlerle sarkıtılmış seramik iki minik süs m akosen ve dem irden yapılmış Kızılderili tüyü birbirine çarparak ses çıkarmıştı. Zaten Tika da bunları kapı açılınca ses çı karsınlar diye asmıştı. Bu aralar fazla dalgındı ve dükkânın arka taraflarında bir şeylerle oyalanırken gelen müşteriden haberi olm a yabiliyordu. Bunların arasında bir de otuz santimetre uzunluğunda, yirmi santimetre genişliğinde oval bir totem direği süsü vardı am a onu az önce uzun zamandır girdiği ve kazanamadığı bir sınavı, bir arkadaşı kendine Kızılderili kolyesi hediye ettikten sonra kazanmış, ondan sonra da Kızılderili eşyalarına karşı batıl inanç geliştirmiş bir öğrenciye satmıştı. Ders çalışırken masasının tam karşısına bu to tem direğini asıp ezberini ona bakarak yapacağını açıkça söylemişti. Tika da totem direklerinin bu konuda çok faydası olduğunu pek çok kişiden duyduğunu -böyle bir şeyi kimseden duymadığı halde- söy lemiş; bu tür süsleri özellikle bu am aç için getirdiğini de sözlerine eklemiş; kızın saflığından yararlanarak ne zaman ve nasıl aldığını bile hatırlamadığı, yıllardır döküntü eşyalar arasında duran ve daha dün sadece kapı açılınca ses çıkarsın diye oraya asıverdiği bu garip şeyden kutsal bir eşya gibi bahsederek ‘uzun zamandır kapıda asılı
197 GÜN ’ BÖLÜM2
olduğunu, kaç kişi satın almak istediyse değerinden dolayı şimdiye1 kadar satmayı hiç düşünmediğini am a m adem sınav gibi önemli bir konuda onun bu totem direğine ihtiyacı varsa -öyleyse- onu kirama yacağını söyleyerek, öğrenci indirimi adı altında öğrenci zammıyla birlikte neredeyse gerçek bir Kızılderili totem direği parasına satmıştı kıza. Müşteri de bu iyilik karşısında ezilip, bu dükkânı hiç unutm aya cağını belirterek alışverişten ve sohbetten çok keyif aldığını söylemiş, kalın çerçeveli gözlüklerini burnunun üzerinde biraz daha kaldıra rak yarasa kollu salaş kıyafeti içinde kaybolmuş ellerinde tuttuğu kitaplarını, aldığı “uğurun” parasını ödem ek için cüzdanını çıkarır ken Tika’nın masasının üzerine bırakmış, entelektüellenme yolunda olduğunu her zaman her ortam da belirtmek isteyenlerden olduğunu belli ederek: “Cree Kızılderililerinin kehaneti geldi aklıma” demişti. “Diyor ya, yalnızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra, ancak o zaman paranın yenmediğini anlayacaksınız.” Bunu söylerken derin ve etkileyici bir ses yakala yabilmek için sesini kimi yerde kısmış, kimi yerde kalınlaştırmıştı. Tika da müşterisini m em nun etmek için sesten ne kadar etkilendi ğini -sezdirmemeye çalışsa da bak işte saklayamadığını- sözü de ilk kez duyuyormuş gibi ne kadar beğendiğini belli eder bir tavırla kıza bakmış, gülümsemiş, kesinlikle hak vermiş, yine bekleriz sözleriyle müşterisini uğurlamış ve arkasından “Sen de son paranı harcadık tan, son düşük notunu aldıktan sonra anlayacaksın paranın ağaçtan toplanm ayan ve ırmaktan tutulmayan, başarının da totem direğin den gelmeyen bir şey olduğunu.” demişti. Şimdi gelense Füsun Hanımdı. Yüksek belli, vücuduna yapışan, di zinden dört parm ak aşağı inen siyah kalem etek, üzerine köprücük kemiğini gösteren yakası açık pudra rengi gömlek giymişti. İlker Bey kapıyı kapatan eşine baktı: “Ne oldu?” dedi. Füsun Hanım içini çekerken köprücük kemiği daha belirgin hale
344
SULTAN TARLACI
geldi. Mercan rengi rujuyla birlikte pudra rengi gömleği cam kapı dan uzaklaştıkça daha koyu görünüyordu. Minik çantasını oturacağı sandalyenin demirine zincirinden astı, kendi de sandalyeye oturdu: “Ne olduğunu sana sormalı.” dedi ağzının içinde. Görm ek istemedi ğinden olmalı Tika’nın yüzüne bakmıyordu. Tika elindeki toz beziyle eşine yaklaştı. Zayıf bedenini genç kadının önüne dikti. İncecik beline bağladığı kemerinin en öndeki deliğine geçirilmiş demiri dükkânın cam ekânından kırılan güneşle parlıyor, pantolonunun pileleri Füsun Hanım dönüp bakmadığı halde yan dan gözüne çarpıyordu. “Çocuklara mı bir şey oldu?” dedi. Dili dişinin gedik yerine kaçmış, hatta telaşından biraz da dilini ısırmıştı. “Ne ilgisi var!” dedi Füsun Hanım. Tika m asaya geçip sekerek ortopedik koltuğuna, eşinin karşısına oturdu. “Konuşmaya geldim.” diye devam etti genç kadın. İlker Bey hiçbir şey dem eden koltuğuna yaslanıp bir elini m asanın üzerine diğerini koltuğun koluna koyduğu dirseğinden destek alarak çenesine koy du. Gözlerini kıstı. Füsun Hanım ’ın söze başlamasını bekliyordu. Karısı bu bekleyişten haberdar, gözlerini dükkânda gezdirdi. Guguk lu saatlere, birkaç yerinden yırtılmış kanaviçe bir tabloya ve seksenli yıllardan kalma tuşları çevirmeli kırmızı bir ev telefonuna uzun uzun baktı. İlker Bey de eşinin buraya gelirken hafifçe terlemiş boynuna, eteğin tam oturmuş beline ve bacaklarına... “İşler nasıl?” dedi Füsun Hanım. Tika başını cam dan tarafa çevirdi. Karşı dükkân kom şusunun çırağı çay bardağının altında kalan soğumuş çayı yola dökmüş, içeri giri yordu. “İyi” dedi ağzının içinde.
345
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
“Bir problem var sanırım.” Tika yeniden duyduğu imayı anlam aya çalışır gibi bir bakışla eşine döndü. Füsun Hanım dizlerini birleştirmiş, sandalyenin kenarından minik delikli zincirlerle sarkan çantasını kucağına almış, başını önüne eğ miş, çantanın mıknatıslı tokasıyla oynuyordu. “Maddi an lam d a...” diye ekledi ağzının içinde. “Para mı lazım.” dedi Tika. Füsun Hanım yeniden içini çekti. Eşinin yüzüne baktı. “Bir şey mi oldu İlker?” dedi. “Bir sorunumuz mu var?” Tika’nın, eşinin ağzından ismini yıllardır duym adığına emindim. Füsun Hanım ’ın gözlerinin içine bakıyordu. Neye şaşırsındı? İsmi ni söylediğine mi? “Sorunum uz” derken, koca olarak dikkate alınıp herhangi bir “ortak” problem için eşinin onunla konuşm aya gelme sine mi? Belki de genç kadının mevcut “sorunu” nereden öğrendiği en önemli mevzuydu şu an am a o bile bunlar yanında sanki daha önemsiz kalıyor, hatta İlker Bey’in aklına bile gelmiyordu. “Hayır.” dedi. Yeniden cam dan dışarı baktı. Vitrindeki bibloların da tozunun alınma zamanı gelmişti. “Nereden çıkardın?” diye sordu kısık bir sesle. Füsun Hanım, Tika’nın sevgilisi geldikçe sık sık aşağı kata indikleri merdivene baktı: “Son günlerde çok durgunsun.” dedi. İlker Bey yeniden eşine döndü. Gülümsedi. Tika ilgiyi severdi. Her hangi bir kadın onunla bir şekilde ilgilensindi. Konuşsun, sevsin, bir şeyler ima etsin, laf soksun, küfretsin, dövsündü. “Öğrenmeden bırakmazsın ki.” dedi mutlulukla. Bunun doğru ol madiğini, Füsun H anım ’m ilk defa kendiyle ilgilendiğini ve hiçbir zaman onun dertlerini öğrenme ve çözüm getirme konusunda ısrar cı olmadığını bildiği halde kendini kandırmayı nasıl başarıyordu? Bu
346
SULTAN TARLACI
hayalden nasıl bir zevk alıp mutlu oluyordu? Karısını aldattığı sevgili si tarafından dolandırıldığı şu berbat durum da eşinin kendiyle ilgilen diği şu anın tadını nasıl çıkarabiliyordu? Böyleleri ‘an’da yaşam aya alışmış ve sıkıntıdan mütevellit her türlü hastalığa karşı bencillikten gelen doğal bir bağışıklık sistemi oluşturmuş kişilerdir. Başını ‘senden kurtuluş yok’ anlam ında sağa sola salladı. Ağzı memnuniyetle yayılır ken dişinin gediği görünüyordu. “Boşver bebeğim .” dedi. Füsun Hanım eşine baktı. Burnunu pis bir koku almış gibi yukarıya topladı. Sonra hem en kendini toparladı. “Ticarette her zam an olabilecek şeyler.” diye devam etti diğeri. “Be nim canımın sıkıntısına bakm a sen.” M asadan kalktı. Füsun Hanım’m önüne geldi. “Yoksa senin de mi canını sıktım?” dedi. Füsun Hanım İlker Bey’in bu tür davranışları hangi filmden öğren miş olabileceğini düşünüyor olmalıydı. Dalgındı. Hiçbir şeye benzetemediği eşi şu an pek çok şeye benziyordu. Sadece benziyordu am a “o” değildi. Belki de Füsun H anım ’ın eşini yok sayması, İlker Bey’in bu kimliksizliğinin tek sebebiydi. Bulunduğu ortam a göre şe kil alırdı. “Kızları düşünüyorum .” dedi Füsun Hanım. Kaşlarını çatmış, az önce İlker Bey’in baktığı cam dan şimdi o bakm aya başlamıştı. Az önce bardağın içini yola boşaltan çırak yanındaki butik dükkânın sa hibi dul ve kendinden on yaş büyük bir kadınla kesişiyordu. Bu ka dın İlker Bey’den birkaç defa antika eşya almış, biraz oynaşmış am a genelde yapılı erkeklerden hoşlandığı için işi ilerletmemişti. Kaldığı yerden devam ederek “Onların geleceğini düşünüyorum .” dedi. Tika “Ne olmuş onların geleceğine?” dedi masanın üzerine çıkıp otururken. Kısa bacakları ve otuz sekiz num ara ayakları yere değ meden havada asılı kalmıştı. Genç kadın eşinden değil, duyacağı cevaptan korkar bir halde: “Bu sorun, onların geleceğini etkilemez değil mi?” dedi.
347
9
9
197 GÜN • BÖLÜM2
“Saçm alam a.” dedi İlker Bey. “Nereden çıkarıyorsun bunları? Bir kaç gün beni durgun gördün d iy e...” Güneş büyük bir bulutun ar kasına girmiş, sokağı karartmıştı. İlker Bey’in yüzü de karardı. İçine bir sıkıntı düştü. Kendisi de kızları düşünüyor olmalıydı çünkü Füsun Hanım endişesinde haksız sayılmazdı. Hatta eşi gelmeden az önce yaptığı hesaplara göre ev ellerinden gidebilirdi. Tika evi satmazdı elbette. Gereken parayı tefecilikten alacağı olan kişilerden temin et meyi düşünüyordu. Borcu yoktu. Sadece daha çok kazanmak için daha çok mal almak lazımdı, almak için de p a ra ... Geçen haftalarda balık etli beyaz sevgilisi seviştikten sonra Tika’nın votkasına ilaç ka rıştırmış, pantolonundaki anahtarlarla dükkânın kasasını soyup git mişti. O para, Tika’nın banka haricindeki -ve bankadakinden daha çok- birikmiş tek parasıydı. Bu birikimle yapılacak planlar içinde el bette kızların geleceğine dair hayaller vardır. Karı kocanın tek ortak paydası, çocukları, gelecek yıl kreşe gidecek, uzun bir eğitim ha yatına başlayacaklardı. Belki birbirleriyle paylaşmamışları am a karı koca ikisi de çocuklara dair “en iyi” hayalleri kurmuşlardı. Elbette şu an için kızları etkileyen.bir durum yoktu am a ilerisi için vardı çünkü fena soyulmuştu! Bu zehirli düşünceler bilincine cıva gibi sızmış, beyninde bir ağırlık oluşturmuştu. Gözleri doldu. Füsun Hanım ayağa kalktı. Eşine baktı: “Zararımız ne kadar?” dedi açıkça. Bu söz Tika’ya birden “dokunsan ağlayacak” etkisi oluşturmuştu. Az önce karısından bulduğu yüzü, yüzsüzlüğüne ekledi. Kendine yak laşmış, önünde dikilen genç kadının göğsüne yatıp: “Bir ev parası kaybettik!” diye aniden ağlam aya başladı. Füsun Hanım şaşkınlıkla gözlerini açtı. Eşinin m addi sıkıntısında her ne şekilde öğrendi ise belki yanlış bir haber olduğuna veya endişe edilecek bir durum ol madığına dair şu ana kadar um udu vardı dem ek ki. Ya kocası? İlker? O? İşte hırsızın kendisi koynuna yaslanmış ağlamaktaydı. Annesini,
348
SULTAN TARLACI
hayatını, şimdi de kızlarının geleceğini çalan şu aciz, zavallı, pişkin ve ayakları küçük adam a -gözüne çarpmıştı- ne desin, nasıl davran sın ve m erham et etsindi? Bir defa olsun hem bedeni hem karakteri güçlü ve sağlam bir adam olmuş, Füsun H anım ’ın da onun göğsüne bu şekilde yaslanıp ağlamışlığı olmuş muydu? Olmadığı gibi kocası ona yaslanıp ağlamaktaydı. Sorun değildi konu uygun olsa am a ne için ağlamaktaydı? Kendisini aldattığı sevgilisi parasını alıp götürdü diye. Merak ediyordum, acaba Füsun Hanım paraların nasıl gittiğini de biliyor muydu? Göğsüne yaslanmış kocasının başını eliyle zoraki okşadı. Tika’nın birkaç gün önce üç dükkân ötedeki berbere kısaca kestirdiği üç num ara saçlarını avcunun içinde hissetmekten iğrenir gibiydi. Neden sonra “Sana yardım ederim .” diyebildi. İlker Bey eşinin göğsünden başını kaldırdı, gözlerine baktı. Füsun Hanım da onun gözlerine bakıyor, uzun zam andan sonra ilk defa eşinin göz çevresindeki kırışıklıklara dikkat ediyordu. Her insanda yaşın çizdiği, tecrübelerin derinleştirdiği bu çizgilerde hüzünler sak lanırdı. Tika’nm çizgileri nasıl oluşmuş, nasıl derinleşmiş ve içinde neler saklamaktaydı? O kadar sıradan geliyordu ki Füsun H anım ’ın gözüne bu çizgiler. Sanki bunlar da Tika’da olan tüm diğer şeyler gibi sırf başkalarında olduğu için, onları taklit eder şekilde vardı. Ona bir türlü olgunluğu, burada sabah erkenden gelip ailesi için para kazanırken yorulmayı ve yaşlanmış olmayı yakıştıramıyor, o çizgilere bile saygı duyamıyordu. İlker Bey ise eşinin gözlerinde rimel görüyordu. Her gördüğüne, özellikle gözlere derin anlamlar yüklemeyecek kadar sağlam bir psikolojideydi. Karısının sözlerine gülümsedi. Sanki büyük bir konuda elinden hiçbir şey gelmeyeceği belli olan bir çocuğun yardım teklifine güler gibiydi. Bu gülüş, Füsun Hanım’a küçümseme gülüşü gibi geldi. Tika’nm burun deliğinden inen uzun ve kıvrık bir kıla takıldı gözü. İğrendi. Başını yan tarafa çevirdi. Bu tür bir kıla sahip bir adam nasıl
349
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
olur da onu küçümseyebilirdi. Tika, gözyaşlarının aktığı eşinin bluzuna siler gibi dokundu. Füsun Hanım tacize uğramış gibi irkildi. Haklıydı. İlker Bey, o an Füsun Hanım biraz daha ilgi gösterse, sevgilileriyle olduğu gibi eşiyle de burada bir şeyler yaşam ak isteyebilirdi. Yalnız hiçbir zaman, en yakın anlarında bile Füsun H anım ’dan böyle bir fantezi isteyecek kadar onunla yakınlaşmamıştı. Oysa ne güzel olurdu! Hem en şura cıkta kapıyı kilitleyiverirdi. Çok üzüldüğünü belirtir şekilde yeniden karısının kucağına yattı, kollarını beline doladı. Füsun Hanım bu defaki yatışı hiç m asum bulmamıştı. Neyse ki yardımına açılan kapı koştu. Makosenler şıngırdarken ikisi de basılmış gibi irkildi ve ayrıldı. “Kıyamet sahneleri abartılı...” şeklindeki konuşm alarından sinema ya gidildiği, erkeğin elindeki yeni alındığı belli olan birkaç çok satan rom andan sinem a çıkışı kitapçıların gezildiği, kızın elindeki çiçekler den buraya sahil boyunca yürüyerek gelindiği ve el ele tutuşmala rina ve yüzüklerine bakılırsa nişanlı veya yeni evli oldukları rahatça tahmin edilen bir çift girmişti dükkâna. Füsun Hanım ve İlker Bey’in birden ayrılmasına gülümsediler. Kim bilir birbirlerine âşık oldukları nı düşünüp ne kadar sevimli bulmuşlardı. Beraber baktıkları birkaç, eşyadan sonra erkek eski saatlere kız Osmanlı fincan takımlarına yöneldi. Erkek bir ara saatlerden kemerlerin asılı olduğu yere geçti. Yılan derisi bir kemere bakan erkeğin sorusu üzerine Tika yanına gitmişti. Füsun Hanım kıza sordu: “Yeni evlisiniz sanırım, hayırlı ol sun.” “İki hafta sonra evleneceğiz.” dedi gülümseyerek kız. Turuncu kı vırcık saçları vardı. “Yoldan geçerken dükkân dikkatimizi çekti. İki miz de tarihçiyiz. Evimize böyle eski eşyalardan birkaç tane almak istedik” diye uzun bir açıklama yaptı. Karşıdaki tüm bunları merak ediyormuş gibi... Nişanlısı kemerlerden Erzurum’un meşhur Oltu taşı tespihlerine geçmişti. “Hepsi antika mı?” dedi. İlker Bey en eski tespihten en yenisine sıraladı. En pahalı olanını eline alıp övmeye
350
SULTAN TARLACI
adı. Oltu taşı, gümüş işlemeli bir tespihti. jn Hanım ikisine de baktı bir süre. Birbirlerine olan sevgileri san[ikkânın içine dağılmıştı. Uyumlulardı. Yakışıyorlardı. “Ben aslında bir gramofon istiyorum.” dedi. “Hatta nereye koiğımı bile düşündüm . Eski, tarih kokulu bir ev seçtik. Bu şekilde [arını açmış önünde büyük bir daire çiziyordu- kocam an bir sofa ’ diye heyecanla ekledi. “Kapının çaprazına yine antika olan bir a aldık. Karşısında Japonya’dan aldığımız kiraz çiçekli bir tab. astım. Onun tam altına koyacağım işte.” İnce bir kahkaha attı, nasıl bir m edeniyet karmaşası değil mi?” m Hanım ne dese bilememişti. Gülümsedi.
teri de karşısındaki gram ofona bakm aya başladı. İlker Bey tes iri inceleyen müşterisinden biraz izin isteyip hanımefendiye gü»ir gramofon gösterdi. Yalnız bu altın kaplam a gramofon evlilik sindeki çifte pahalı gelecek gibiydi. Genç kız biraz kararsız kaldı, da yeniden el yazması kitaplara göz gezdirmekte olan erkek zerisinin yanına gitti. Hangisine ne satsın bilememişti. Erkek :eri elinde eski bir denizcinin günlüğünü tutmaktaydı. Günlükıtıralar kadar haritalar, değişik çizilmiş pusulalar, her ayrıntısına .r çizilmiş farklı balıklar ve her sayfasında çıpa vardı. Müşteri ıç sayfayı gülümseyerek okudu. Denizci, ilerde birinin eline gegini tahm in edememiş veya ettiyse de tanınmadığı için olmalı işem em iş ve her şeyi tüm ayrıntısıyla yazmıştı. n Hanım, müşterinin alm aktan vazgeçtiği gram ofona bakZok mutlu bir çiftin gram ofonuydu o.” dedi. “Aşkı uzun süre m edenlerden... Adam askerdi. Bu gramofonu beşinci evlilik nümlerinde sanat müziğini çok seven karısı için almıştı. Her n beraber aşk şarkıları dinlerlerdi.” Gülümsedi. İçini çekti, rüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.” diye mırıldandı. Başını e eğmişti. Füsun Hanım ’ın içi öyle doluydu ki şu halini kim âşık olduğunu düşünürdü. Fakat kime? “Güzel anısı olan bir
351
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
gram ofon...” diye ekledi. “Ayyy çok şeker.” dedi genç kız. “Alsak mı ya?” diye yeniden gramo fonun yanına gitmişti. Tika koşturarak geldi. “Çok değerli bir parçadır hanımefendi. Bu fiyata da başka yerde bulamazsınız. Altın kaplam a o.” Sonuçta bir denizci günlüğünden daha çok para edeceği kesindi. Parasını peşin ödediler. Kapıdan çıkmalarının ardından Füsun Ha nım ’a baktı Tika. “Ne uydurdun am a h a ...” dedi. Arkalarından baktı. “Valla sattın gram ofonu.” Kendi de denizcinin günlüğünü diğerine satmıştı. “Ne uydurdun a m a ...” dedi yeniden. Gülerken başını mutlulukla sallıyor, parayı sayarken dili dişinin gedik yerine girip çıkıyor, kaşları inip kalkıyordu. Füsun Hanım eşine baktı. Hafit çıkmaya başlamış sakalları etsiz kemikli suratında toprak bulamamış taş üzerinde bitmiş bitkileri andırıyordu. Parayı cebine yerleştirip ka saya koymak için dükkânın alt katına inerken ortadaki piyanonun önünden belini solucan gibi kıvırtmıştı. Füsun Hanım “Uydurm adım .” dedi onun kıvrılan beline bakarken yavaşça. Sonra bir an çok kalabalık bir ortam da bunalmış gibi derin bir k çekti. Telefonunu çıkardı. Dr.Saltı ismiyle kayıtlı birinin profili üze rinde baş parmağını gezdirdi. Mesaj kutusuna girdi. “Sohbetinizi özledim.” yazdı. Sildi. “Sohbetini özledim.” yazdı. Yine sildi. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. İlker Bey aşağı kattan bir şarkı mırıldanarak geliyordu. Gramofonu satan ve bugün buraya gelip kendine sevgi gösterilerinde bulunan eşine sevgiyle bakıyordu. Bir an kızardığını görüp “Ne oldu?” dedi. “Yok bir şey.” dedi Füsun Hanım. Gene; adam , bu utanmışlığı kendine mal edip “ah şu kadınlar” anlamınn gelen bir gülümsemeyle aşağı indi. Onun gitmesinden sonra Füsun Hanım yeniden telefonunu çıkardı. “Doktor Bey, psikometri konu sunda bana bazı eşyalar gösterip test edecektiniz. Yoksa unuttunuz m u?” Yazdı. Bir gülücük koydu. Gönderdi.
352
“H er şeyin bir adı bir de kendisi vardır. A d , nesneyi gösteren, anlatan bir sestir; ad, nesnenin ö zün bir parçası değildir; nesneye eklenen yabancı, nesne dışı bir takıntıdır.33 Morıtaigne Dr. Saltı paylaştı 61 gün önce
107.Gün
“İçinde ne olduğunu bilebilir misin?” dedi. “Füsun H anım ” diye hi tap ettiği karşısında oturan kadına bir zarf gösteriyordu. “Sanm ıyorum .” dedi kadın. “Yani böyle bir şey daha önce hiç dene medim. Dokunmam lazım.” Bu kadını daha önce hastanede hiç görmemiştim. Hastası değildi. Başta sevgilisi olabileceğini düşündüm am a sonradan anladım, kadın duyular dışı algısı açık biriydi ve Saltı’yla bu nedenle görüşüyordu. Saltı zarfı m asanın üzerinde sürükleyerek kadına doğru uzattı: “Do kun o halde.” “Yok, öyle değil.” dedi kadın. Gülümsedi. “Yani benim nesnenin kendisine dokunm am lazım. O na dokunup geçmişini söyleyebilirim. Böyle bir zarfın içindeki resmi göremem sanırım.” “Dene bence.” dedi Saltı yeniden. Füsun Hanım zarfa baktı. Biraz düşündü: “Bilmiyorum.” dedi. “Gerçekten içinde ne olacağına dair hiçbir bil gim yok.”
\l)7 (iÜ N
■ BÖLÜM2
\
Satı, masanın üzerinde duran kitaplarından birini aldı. İçinden be yaz, boş ve çizgisiz bir dosya kâğıdı çıkardı. Masaya koydu. Beyaz önlüğünün cebinden kalemi alıp onu da dosyanın üzerine koydu. Füsun H anım ’a uzattı. Az önce kalem aldığı cebinden sigara pake tini çıkardı: “Sigara içmem sizi rahatsız eder mi?” dedi. Cevabı beklem eden çok tan paketi açmıştı bile. Zaten Füsun Hanım da soruyu duymamış gibiydi. Kâğıtla kaleme baktı: “Ne yapacağım bunları?” “Çizeceksiniz.” “Ne çizeceğim?” “Zarfın içindekini.” Füsun Hanım güldü: “Hayır. Ben, zarfın içinde ne olduğunu gerçek ten görm edim .” “İyi ya.” dedi Saltı. “Çizersiniz ikimiz de görürüz.” “G örm eden mi çizeceğim?” Doktor sigaradan bir nefes çekti içine: “Evet, görm eden tabii.” “Nasıl olacak?” “Bir deneyin.” “Benim resmim çok kötüdür yalnız” dedi kadın Saltı’ya bakarak. “Hiç çizemem k i...” “Ben de size Salvador Dali olduğunuzu söylem edim .” dedi Saltı şa kayla karışık bir ciddiyetle. “Ortaya güzel bir tablo çıkarmanızı da is temiyorum. Sadece zarfın içindeki objenin çizgilerini, hatlarını veya kenarlarını yakalamanızı istiyorum. Çizerken resmi ‘isimlendirme’ konusunda acele etmeyin. Çizgiler iyice ortaya çıktıktan sonra çiz diğiniz şeye bakıp ‘şu olabilir’ diyebilirsiniz. İsim vermeyin hem en.”
354
SULTAN TARLACI
“Ama bu çok saçm a.” dedi Füsun Hanım. “Size böyle bir yeteneğim olmadığını söyledim. Ben durugörür d e ...” “Uzaktan çizim, durugörü yeteneği olmayanların da yapabileceği bir şey zaten.” dedi Saltı kadının sözlerini tam am lam asına fırsat verm e den. “Acele et” der gibi bir hareket yapmıştı kağıdı işaret ederek. Genç kadın isteksiz bir şekilde uzatılan kağıdı biraz daha önüne çek ti. Kalemi aldı ve çizmeye başladı. Önce kağıdın ortasına bir nok ta koydu. Sonra onun etrafına bir daire çizdi. Sonra da o dairenin merkezinden dışarıya açılan çocukların çizdiği güneşe benzer çizgiler şekti. Bir an durup kağıda baktı. Gülümsedi. “Hiçbir şeye benzemi yor.” dedi. Saltı sessizce izlemekteydi. Füsun Hanım kağıdı yeniden alarak az önce merkezden dışarı doğru çizdiği çizgiler arasına yeni Çizgiler çizmeye başladı. “S anki...” dedi. “Bir örümcek ağı...” Saltı’nın yüzüne baktı. “Zarfta saklanan resim örümcek ağı mı?” “Bitti mi çizim?” dedi Saltı kağıda bakarak. Füsun Hanım yeniden elindeki kağıda baktı. “Evet.” dedi. Çizdiği şeye yeniden bakıp “Evet ya bence örümcek ağı b u ...” dedi. Sonra da “Öyle mi?” diye sordu. Saltı gülümsedi. Biten sigarasını kül tablasında söndürdü. “Açıp bak o halde.” dedi. Genç kadın hediye alır gibi mutlu bir yüz ifadesiyle zarfı eline aldı am a zarfı açar açmaz yüzü asıldı. “Size demiştim.” dedi. Zarfın içinden çıkan açık şemsiye resmini m asanın üzerine bı raktı. “Bu alanda yeteneğim yok.” Saltı kitabının içinden bir dosya kâğıdı daha çıkardı. Füsun Hanım’ın önüne koydu: “Bu şemsiye resmini ortasından başlayarak buraya çizer misiniz” dedi. Füsun Hanım kâğıdı aldı. Suratı asık bir şekilde şemsiyeye baktı. Az
355
9
\ 197 GÜN • BÖLÜM2
önce yaptığı gibi önce bir nokta koydu ve daireyle çevirdi. Sonra yine az önce yaptığı gibi merkezden dışarıya çizgiler çekti. Bir süre sonra durdu. Aklına bir şey gelmiş gibi az önce çizdiği resmi Saltı’nın önünden aldı. İki kâğıdı yan yana koydu. “Birbirlerine ne kadar benziyorlar hatta aynısı!” dedi. Doktor gülümsedi. “A a a ...” dedi yeniden. “Aslında ben doğru çizmişim!” Saltı arkasına yaslandı. “Doğru çizim, yanlış isim.” dedi gülümseye rek. “Size nesneyi isimlendirme konusunda acele etmemeniz gerek tiğini söylemiştim.” “Haklısınız a m a ...” dedi çizdiğine ve resme yeniden bakarken “Ak lımda zarfın içindekine dair hiçbir fikir olmamasına rağm en bu çiz giler nasıl çıktı?” Doktorun gözlerinin içine bakıyordu. “Ellerimi ha reket ettiren nedir?” “Hiçbir şey düşünm eden çizmek daha iyidir zaten.” dedi Saltı. “Elin kendi kendine bir şeyler çizecek. Bilinçaltmdan kendiliğinden çizme ler gibi... Elbette çizim yapm adan o kutunun içindekini görebilen ler de vardır am a genel olarak bu konuda hiç yeteneği olmadığını söyleyen kişiler eline kâğıt kalem alıp biraz odaklanınca saklanan resmi veya nesneyi tam olarak yakalayabiliyor. Amatör şansı deni yor buna.” “Yani kutunun içinde ne olduğunu söylemek yerine çizmek gereki yor öyle mi?” “Söylemek? Bir şeyleri söylemek için ‘kelimeleri’ aracı olarak kulla nırız” dedi doktor. “Oysa neden bir aracı koyalım ve bunu bir nevi ‘kulaktan kulağa’ oyununa çevirelim. İşte çizerken sadece çizgiler ve* biz varız. Aracısız...” Güldü. “Kelimelerin nesneleri doğrudan çağrıştıran özellikleri vardır.” dedi kollarını m asaya yaslayarak. “Oysa bir şey çizerken nesnenin ‘adım’
356
SULTAN TARLACI
değil kendini ve özelliklerini çizeriz. Zaten dünyada çizgiler, kelime lerden daha çoktur. Hatta bir Çin atasözü vardır: ‘Bir resim bin ke limeye bedeldir’.” Şemsiye resmini eline aldı. “Şuna bakın.” dedi. “İsimlendirmeye kalksak bu nedir? Bir eşya.” dedi. “Kumaştan yapılmış... Yani ku maş veya o kumaşı geren demirler. Bir demir. Plastik bir sap. Kısa cası pek çok isim, pek çok kelimedir. Söylemeye kalksak pek çok şey söyleyeceğiz ve hiçbiri tek başına doğru çıkmayacak. Uzaktan çizimde ise yakalanan nesne değil, çizgilerdir. Zarfın içine neredey se sayılamaz resim konabileceğinden, saklanan resim bilindiğinde veya kısmen çizildiğinde bunun bir olasılık hesabı bile yapılamaz. Ama farz edelim Zener kartları için öyle değil. Beş kart var ve her birinden de beş adet var. Şans eseri bilinme olasılığı kartlarda yüz de otuz. Bu olasılığın üzerine çıkılır ise Zener kartlarını görmeden bilme başarıdan söz edilebilir. Ama burada saklı herhangi bir nesne için böyle bir oran hesaplanam az. Dolayısı ile görülmeyen bir şeyin aynen bilinmesi veya parçalarının çizilmesi olasılık hesaplarıyla açıklanamayacak bir beceridir.” “Tekrar yapalım mı?” dedi Füsun Hanım. “Lütfen. Bu defa daha çok yoğunlaşacağım kutunun içine, doğru çizeceğim.” . Doktor güldü ve aynı deneyin en azından bugün tekrarlanm ayaca ğını belirtir şekilde konuyu değiştirdi. “Kiss Kafe’de buluşmayalım diye mesamatmışsınız b a n a .” Füsun Hanım değişen konuyla birlikte birden ciddileşti: “Evet” dedi. “Ş ey ...” Sandalyesini biraz daha m asaya yaklaştırdı. Yarım topladı ğı saçlarının ucunu avcunun içine alarak omzunun önüne getirdi. “Oraya, Federico Bey sık sık gidiyor.” Aklına gelmiş gibi ekledi: “Ay rıca eşimi tanıyanlar da çok uğruyor oraya.” “Benimle konuşurken Federico’ya veya eşinizi tanıyan herhangi bi line rastlamak istemediniz yani.” Saltı bunu söylerken karşıdakini
357
9
197 GÜN • BÖLÜM2
-neden bilmiyorum ve bilmek istemiyorum- sanki biraz utandırmıştı. “Evet.” diye hem en cevap verdi hanımefendi. “Yani sizinle konuş m am da bir sakınca olduğundan değil. Buluşabiliriz elbette. Yani bu luşabiliriz derken, konuşabiliriz am a konu çok değişik. Bu konunun çevremde bilinmesini istemiyorum. Bunun, yani benim eşyalarda bazı şeyler görm em in...” “Anladım.” “Sadece size anlattım.” “Biliyorum.” “Bir de Kiss Kafenin değişik ve yoğun bir enerjisi var. Tarihi eser olduğu için. Algılarımı etkileyeceğini düşündüm .” “Size göstereceğim eşyaların anılarıyla kafenin anılarının karışması gibi mi?” “Evet.” “O kafede bir şeyler gördünüz mü geçmişe dair?” “Orası çok farklı bir yer.” dedi Füsun Hanım. “Sanırım tarihî esere dokunm akla bir tarihî eserin içinde olmak da farklı oluyor.” Otur dukları m asanın ucuna dalmıştı gözleri. “Salgın bir hastalığa yaka lanmış orada yaşayan kadın.” dedi. “Oranın ilk sahibi olan kadın yani...” “Yalının mı?” “Evet. O öldükten sonra çocukları taşınmış gitmiş. Yalıda başka otu ranlar da olmuş. Hatta Tercüman-ı Ahval’e gizli gizli yazı yazan genç bir çocuğu öldürmüşler orada.” Saltı’ya bakıyordu. “Şimdi bizim basit bir iğne ilaçla atlatabileceği miz bazı hastalıkların tarihte öldürücü olduğunu, hızla yayıldığını o yalıdan d a elbette birinin o salgın hastalıklardan birine yakalanıp ölmüş olmasının muhtemel olduğunu, bunu da pekâlâ tahminle bu
358
SULTAN TARLACI
labileceğimi düşünüyorsunuz.” “Hayır.” “O yalının bir zamanlar yasaklı gazeteye gizli saklı yazı yazan birileri tarafından kullanıldığına da tarih kitaplarından ulaşabileceğimi hat ta buraya birkaç tarih kitabı karıştırıp geldiğimi düşünüyorsunuz.” “Hayır. Öyle düşünm edim .” “Kim olsa düşünür.” dedi genç kadın. “Biri size diyecek ki, bulun duğum tarihi binanın içinde ö binanın geçmişine dair bir şeyler gö rüyorum. Siz de inanacaksınız.” Gülümsedi. “Hangi mantık bunu kabul eder değil mi? Öyle düşünm ekte haklısınız.” Saltı kelimelerin üzerine bastırarak: “Öyle düşünm edim dedim .” “Yalnız biliyor musunuz doktor bey?” dedi genç kadın. “Bu konuda ben size doğruluğu tarih kitaplarından araştırılınca kanıtlanabilecek şeyler söylesem kitaptan bakıp söylediğimi düşündüğünüz gibi, ki tapları araştırınca bulunam ayacak şeyler söylediğimde de ‘belki de böyle bir bilgi doğru değil, nereden bilebiliriz doğruluğunu? Hani, hangi kitapta yazıyor ki kanıtlansın’ diye düşüneceksiniz.” “Bu konuda düşüncelerimi bilmiyorsunuz.” dedi Saltı. “...ve ne dü şündüğüm hakkında fikir yürütüyorsunuz.” “Elbette tarih kitaplarına girmemiş şeyler söyleyebilirim orası hak kında size. Mesela ev sahibi kadın akşamsefası çiçeklerini çok sevi yor.” “0 gece ‘bahçeye akşamsefası ekseniz daha güzel olurdu’ dem eni zin sebebi bu m uydu?” “Evet.” dedi Füsun Hanım sanki doktorun bir açığını yakalamış gibi. “Bakın hatırlıyorsunuz. Oysa o söz biz m asaya geçm eden önce, parapsikoloji ve psikometri hakkında konuşm adan önceydi değil mi?” “Evet.”
359
9
\
197 GÜN ’ BÖLÜM2
“Öyleyse, yani oranın eski sahibi akşamsefalarını sevmese ben ne den bahçeye akşamsefası ekseniz iyi olurdu diyeyim?” “Ben, sizin akşamsefalarını sevdiğinizi sanmıştım.” “Hayır sevmem. Hatta ben genel olarak çiçek sevmem. Sanırım şimdi, akşamsefası örneğinden sonra, hakkımda düşündüğünüz sahtekârlık suçlamasından biraz olsun utanmışsınızdır.” “Sahtekâr?” dedi doktor gözlerini şaşkınlıkla açarak. “Öyle biri ol duğunuzu düşünmedim ki... Bu konuda her zaman böyle alıngan olacaksanız sizinle bir şeyler denememiz imkânsız.” Füsun Hanım da bu uyarı tehdit etkisi yaratmış olmalıydı ki sessiz kalmayı tercih etti. Cam dan dışarı baktı. Ortamın enerjisi bir anda değişmişti. Saltı: “Şimdi sizin asıl uzmanlık alanınıza gelelim.” dedi konuyu de ğiştirirken. Canı sıkılmıştı. Suratını astı. Kitaplarının yanında duran kutudan bir kılıç kabzası çıkardı. Füsun hanım kabzanın m asaya ko yulurken çıkan sesinden önüne dönm üştü. “Bir kılıç kabzası.” dedi. “Evet.” dedi doktor. “Ben de görüyorum. Kılıcını evde bıraktım.” dedi. Kabzayı eline alıp birkaç defa çevirip inceledi. “Kılıcı çıkabili yor.” dedi. “Her neyse... Ne söylersiniz bu kabza hakkında?” Füsun Hanım kabzayı eline aldı. “Nereden almışım veya kimden almışım? Hediye midir? Nasıl almı şım? Ne olmuş?” “Hediye değil.” dedi Füsun Hanım. “Türkiye’den almamışsınız. Yurl dışından... Karşınızda elli yaşlarında yuvarlak suratlı ve sürekli gü lümseyen bir adam var. Bu kılıcı satan adam ... Yanında bir de es mer, oldukça esmer bir bayan var. O gün üzerinde kırmızı bir elbise varmış. Büyükçe bir çarşı veya kalabalık bir şehir... Siz, bunu alrmı dan önce birkaç kılıca bakmışsınız. Üç kılıç arasında durup bunu almışsınız. Hatta onlardan birini satıcı adam göstermiş size... Öner m iş... Önce onu alacak olmuşsunuz sonra bunu almışsınız. Kabzası
360
SULTAN TARLACI
elinde çevirdi. Kaşlarını çattı. “Engebeli, yükseltili... Im... Dağlık bir yer.” dedi. “Labirent gibi dar sokakları var. Biraz karanlık ve şehre renk vermeye kalksak, sanki tüm şehir şu kabzanın kılıcının rengin de. Yani metal renkte... Sanki şövalyeler var am a kılıcı aldığınız dük kanın sokağı tam olarak öyle değil... İspanyadan almışsınız.” Saltı, devam etmesini ister gibi sessiz kaldı. “Çok uzun diyemeyeceğim am a yine de uzun sakallı bir usta yapmış bu kılıcı.” dedi Füsun Hanım. Toprak renginde ve ev hanımlarının mutfakta kullandığı önlüğe benzer bir önlük var üzerinde. Yanağın da bir ben var. Dişlerinin bir kısmı yok. Gözleri aslında iri am a sanki zaman içinde yüzünün içine çökmüş ve küçülmüş gibi...” Araya bir dakikalık bir sessizlik girdi. Saltı’ya baktı. “Başka bir şey görmüyorum.” diye tamamladı. Doktor kaşlarını kaldırmıştı. Başını yana çevirdi. Dudaklarını “hımm” anlam ında büzdü. Sonra birden kadına dönüp “Doğru.” dedi. Füsun Hanım mutlulukla gülümsemişti ki “Kısmen.” diye ek ledi Saltı. “Evet, söylediklerinizin bir kısmı doğru. Bir kısmına ise...” eline kılıcın kabzasını almıştı, “...m esela kılıcı yapan ustanın nasıl biri olduğu bilgisi gibi, doğru diyemeyeceğim. Çünkü bilmiyorum. Doğru dediğim yerler...” kabzayı yeniden m asaya bıraktı. Füsun Hanım’m yüzüne baktı. “Ispanya’dan almış olmam evet doğru. Yal nız, psikometri yeteneğiyle değil, tahm inen de bulmuş olabilirsiniz. Çünkü İspanya kılıçları ile ünlüdür. Herkes bilir. Onu tahm in ettikten •onra ise diğer söylediklerinizin lüzumu yok. Mesela dağlık, engebeli bir yer olduğunu söylediniz ki İspanya diye tahm inde bulunduktan oonra İspanya’nın dağlık ve engebeli bir yer olduğunu okula giden bir çocuk bile bilir.” Güldü. Füsun Hanım doktora şaşkın, kırgın ve herhangi bir şey söylemek aklına gelmiyormuş gibi bakarken doktor lonki az önce kendisine sebepsiz yöneltilen suçlamaların intikamını nlır gibi, m adem onca azarı işittim o halde bundan sonra aynen eleştiririm der gibi devam etti. “Zaten engebeli olmayan bir yer var
361
9
197 GÜN • BÖLÜM2
mıdır yeryüzünde?” dedi gülümseyerek. “Yok m udur?” dedi genç kadın. “Ah, evet çöller ve göller...” dedi doktor gülümseyerek. “Teşekkürler.” dedi Füsun Hanım. “Buradan anlaşılıyor ki psikomel ri yeteneğim yok am a genel kültürüm muazzam. Ispanya’nın ünlü kılıçlarını bir bakışta tanıyacak kadar dünya bilgim var. Üstelik gö züm o kadar açık ki bir doktoru kandırm aya çalışıyorum. Ha par don buna gözü açıklık değil, ahmaklık denir değil mi?” Son sözleri boğazında düğümlenmişti. “Ya kılıcı satan adam ?” dedi. “Yanındaki kadın? Size birkaç kılıç önerip sizin bunda karar kılmanız?” “Hangi satıcı müşterisine bir şeyler önermez ki?” dedi doktor. “Bana bunu “yeteneğinizle” gördüğünüzü söylemeyin. Hayal dünyanı/ yardım ediyor olmasın? Kadına gelince... Hayır, bunu satın aldığını yerde öyle bir kadın yoktu.” “Peki.” dedi Füsun Hanım. “O halde evet, benimki psikometri de ğil, psikolojik bir rahatsızlık. Aydınlattığınız için teşekkürler. Tedavi olurum .” Bu sözden sonra arka m asadan bir sandalye çekilmiş, bir el alkışla yarak doktor ve Füsun hanımın m asasına yaklaştı. “Molto Cariono1 Molto Carino!” diyordu. Doktor ve Füsun hanım şaşkınlıkla adanın baktı. Bu, Federico’ydu. Gergin olan ortam, profesörün hemen bit arka m asada -ve muhtemelen konuşmaları duyabilecek bir konum da- olmasının anlaşılmasıyla daha da gerilmiş, hem doktorun heMn Füsun Hanım ’ın suratı asılmıştı. Konuşmalarından başka birinin hn berdar olduğundan haberleri yoktu. Profesör onların bakışlarını g<» rünce “Ah yoksa benden rahatsız mı oldunuz?” dedi. “Ben şu mas,t da gazeteme dalmıştım, inanın buraya ne zaman oturduğunuzu bil»’ bilmiyorum.” Sanırım bu sözde ben sizden önce gelmiştim vurgusu vardı. “Sizin ne zam an oturduğunuzdan...” Burada da konuşmciL rı en başından dinlemedim vurgusu... “Sonra bir an sesler tanıdı!-
362
SULTAN TARLACI
geldi.” dedi. “Doktor kabzayı size soruyordu bana hediye mi geldi diye.” Bunu özellikle belirtme sebebi de sanırım Füsun H anım ’ın “Federico veya başka bir tanıdık görür diye” Kiss Cafe’de buluşmak istemediğini söylediğini duym adım dem ek istemesiydi. Doktor ve genç kadının aklından bir an “N eden hastane cafesinde oturduk?” sorusu geçmiş olmalıydı. Göz göze geldiler. Aynı üniversitede olsa lar da Federico, fizik bölümündeydi. Tıp fakültesinin cafesine gelip oturmak nereden aklına gelmişti. Artık bu sorgulamaları yapmak için geç bir zamandı. Füsun Hanım birden gülümseyerek. “Sizden neden rahatsız olalım Federico Bey?” dedi. “Ben, kendim de psikometri yeteneği var sa nıyordum am a doktor bey benimkinin sadece geniş bir genel kültür ve uçsuz bucaksız hayal dünyası olduğunu göstererek aydınlattı. Sağ olsun.” Doktor suçlayıcı bir ses tonuyla kendine yöneltilen iğneleyici sözleri umursamaz gibi yeni bir sigara almıştı ağzına. “O tursana.” dedi Federico’ya. Federico otururken Füsun Hanım: “Ben de telaş yapıyordum böyle bir yeteneğim varsa bunu eşime nasıl açıklarım.” diye dedi. “Sonuç ta değişik bir zihin durum u. Normal değil. Bilmem, İlker’in tepkisi ne olurdu. Neyse ki korkulacak bir şey yokmuş. Normal bir insan mışım.” “Hımm. Dostum İlker’in bu durum dan haberi yok diyorsunuz.” dedi Federico. “Bunu bilmiyordum inanın am a eğer duyarsa da bu eşsiz yetenekten rahatsız olacağını zannetm iyorum .” “Eşsiz yetenek mi?” dedi Füsun Hanım. “Beni dinlemiyorsunuz sa nırım. Yeteneğim yokmuş k i...” Federico doktora bakarak bir kahkaha attı. “Yahu doktor bey bu filanda çalıştığı için eleştirel yaklaşıyor.” Ciddileşti. “Haklı olarak.” ıledi. “Öyle olmalı zaten. Size yeteneğiniz yok diyemeyiz. Diyebilir
363
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
miyiz dostum ?” dedi doktora bakarak. “Vardır veya çok azdır.” dedi doktor. “Çok az olanlar yok sayılır.” Füsun H anım ’m gözleri dolmuştu. Gösterm emek için çantasında bir şeyler arıyor gibi yaptı. Daha sonra kaçışı telefonda buldu ve bir süre onunla oyalandı. “Evet am a bunu sadece bir deneyle ölçemeyiz değil mi?” dedi Federico. “Belki daha çok tarihî eser veya antika eşya göstermeliyiz Füsun H anım ’a .” “Öyle elbette” dedi doktor. Füsun Hanım ’ın gözlerini doldurup boğazını düğümleyen neydi? Yeteneğin um urunda olduğunu zannetmiyorum. Doktorun “cezası n a” kırılmıştı. Saltı’nın Füsun H anım ’ı cezalandırdığı kesindi. “Aslında benim de uzun süredir düşündüğüm bazı deneyler var.” dedi Federico. “Gerçi psikometri değil am a yine Duyular Dışı Algı ile ilgili bir deney. Doktor, biliyorsun, parapsikolojinin herhangi bir alanında yeteneği olan bir insan diğer alanlarda da az çok yetenek lidir. Neden bir gün benim evimde denemiyoruz? Siz, ben, Füsun H anım ... Hatta isterseniz başka medyumlar d a ...” “Bunun için müsait olacağımı zannetm iyorum .” dedi Füsun Hanını kırgınlığını sesine yansıtm am aya çalışarak. “Ben m edyum değilim.” diye ekledi. “Medyum sözünü de hiç sevm em .” diye söyleniyordu çantasının fermuarını çekerken. Biraz daha kendine gelmiş gibiydi “Evet.” dedi Federico. “Kelimelere takılmayalım. Ne dedi az önce doktor? Bizim şeylere verdiğimiz isimler...” Sonra birden hatırlamış gibi. “Aslında sadece onu duydum .” dedi. “Her neyse... Benim mu sam zaten sizden epey uzaktı.” Sonra yeniden az önceki teklifine dönerek: “Diyorum k i...” dedi. “Benim eve gelirseniz...” “G elem em .” dedi Füsun Hanım. “Anlayın, buna zamanım yok. Üs
364
SULTAN TARLACI
telik uzun süre evden çıkmam İlker’i şüphelendirir.” “Dostum İlker de gelsin ne olacak y a h u ...” dedi profesör. “ H a ha.. Gizli saklı bir iş mi yapıyoruz?” “Beni mazur görün.” dedi Füsun Hanım. “Zaten bu alanda yete neğim olmadığı belli... Doktor Bey az daha konuşsa beni kendini kandırmaya çalışan biri olarak tanımlayacaktı.” Doktor buna cevap vermedi. “Her n ey se...” dedi Füsun Hanım. “Kızlar ‘an n e’ diye mızırdanma ya başlamıştır bile. Gitmem lazım.” Federico ayağa kalkıp kibarca genç kadını selamladı. Füsun Hanım aynı nezaketle karşılık verdikten sonra Saltı’ya elini uzattı. Doktorla el sıkışırken göz göze gelmişlerdi. Bu bakışm adan az önceki buzla rı eritecek hiçbir ışıltı çıkmamıştı Saltı’nm gözlerinden. Yalnız kadın arkasını dönüp giderken tebessüm etti. Muhtemelen yeteneği oldu ğunu am a sebepsiz alınganlıklarını törpülemesi gerektiğini düşünü yordu. l:ederico kabzayı eline aldı. “Çok güzel.” dedi. “Kılıcını d a görmek İsterdim doğrusu.” Sonra birden aklına gelmiş gibi: “Biliyor musun, Ispanya’yı çok iyi bilirim. Evet, kılıçları d a ünlüdür am a... Bilmiyo rum. Füsun H anım ’m söyledikleri genel kültür bilgisi miydi? Yani, biraz sert olmadı mı sözlerin? N eden seni kandırm ak istesin ki? "Beni kandırm ak istediğini zannetm iyorum .” dedi doktor. “Bu alan da insanın karşılaşacağı en büyük tehlike kendini kandırmasıdır. Ba sit bir sezgi yeteneğinden kendini m edyum zannedenler, m edyum luk yeteneği olup d a vahiy indi sanıp peygam ber zannedenler var.” "Yapma... Füsun Hanım hakkında böyle mi düşünüyorsun?” "Hayır.” dedi Saltı. “Genel anlam da konuşuyorum .” Konunun üzerinde fazla durm adı Federico. Az önce Füsun H anım ’m ynptığı uzaktan çizim kağıdını ve saklanan resmi önüne çekerken
365
9
197 GÜN • BÖLÜM2
“Ne dersin?” dedi. “Benim evde bir psişik deney yapmalıyız bence.” “Olabilir.” “Örümcek a ğ ı...” dedi. “Açık bir şemsiyeye benziyor e v e t...” Sonra birden doktorla Füsun H anım ’ın konuşmalarını dinlediği ye niden ortaya çıkacağı için sustu. Doktor ona bakıyordu. “Uzaktan çizim ...” dedi Federico. “Bu alanla ilgili olunca görür gör mez tanıyor insan...”
“Ve sana ruhtan sorarlar. Deki: R u h , R abbim in em rindedir. Ve size ilim den sadece az bir şey verildi.” Isrâ suresi, ayet 85 Dr. Saltt paylaştı 59 gün önce
109. G ün
ısada her şey hazır gibiydi. Yeşil örtüsü üzerine kapatılmış kahve canları, minik kartonlara yazılmış alfabeden harfler, renkli kalın ımlar ve bir bardak su... Konuklar ve Federico da yerini almıştı, gece İlker Bey ve Füsun Hanım da vardı. İlker Bey, antikacıdır. İniz öyle ufak tefek bir dükkânı var zannetmeyin. H atta dükkânı
\ 197 GÜN - BÖLÜM2
m eden, sanki İlker Bey’i davet eder gibi “Dostum, akşam gel otum lım. Hatta hanımefendiyi de getir, başka hanım konuklarım da ola cak.” demiştir. İşin aslı ise Füsun H anım ’ın psişik yetenekleridir. Ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum am a Federico domuzunun sabah kadını da arayıp: “İlker sizin yeteneğinizden neden şüphelen sin? Sanki ilk defa mı beraber oturacağız? Ben zaten az önce onu aradım. Olsun yahu parapsikolojik deney olunca ne olacak? İnanın sorgulamaz b ile...” gibisinden laflar ederek ısrarla davet etmesine bakılırsa önemli bir yeteneği olmalı. Gerçekten karıkoca, Federico’nun evine geldikten sonra İlker Bev; eşinin parapsikoloji alanında bir yeteneği olup olmadığını asla soı gulamamış am a ruh çağırma masasını görünce tiki olan sol gözıı defalarca kırpılmış, dili de dişinin gedik tarafına kaçmış, kanı çekilen yüzü esmer olmasına rağmen kireç gibi kalmıştı. Federico onun bu halini görüp bir kahkaha atmış: “Dostum, iyi misin? Korktun mu yoksa yahu?” diye sormuş, İlker Bey, karşıdakinin ‘herhalde’ şakn yaptığını, asla korkmadığını belirtir bir halde, aksine çok rahatmış gibi gülümseyip “H ah” demişti. Buna rağmen yüzünün rengi yerine gelmemiş sadece beyazdan m ora dönm üştü. Birkaç defa izin iste yip tuvalete gitti. Dönünce uslu bir şekilde Füsun H anım ’ın yanınn oturdu. M asada oturan bir diğer konuğu, saçı elektriklenmiş, beti atık kadını daha önce birkaç defa gördüm burada. Medyum olduğunu iddin eden biri... Kabakafa’yı da “Böylelerinin enerjisi tertemiz ve geçiı gen olur” diyerek eve girerken görüp elinden tutup getirmiş ve mıı saya oturması için Federico’ya ısrar etmişti. Kabakafa’nın yanındn oturan Güher Hanım, Federico’nun geçenlerde alıp restore ettiği w otel haline getirdiği yerin mutfak şefidir. Şehirde epeyce ünlü bu aşçıdır. Federico domuzu kadının duyular dışı algılarının açık oldu ğunu öğrendikten sonra onunla yakından ilgilenmeye başlamıştıı Onun yanında oturan fıstığı d aha önce hiç görmedim. Keşke görse v dim. Bu, yirmi dört veya yirmi beş yaşlarında, omuzlarından bir.ı/
368
SULTAN TARLACI
aşağıda dalgalı saçları olan, güler yüzlü ve çok tatlı bir kızdı. Güher Hanım’ın yeğeninin matematik öğretmeniymiş ve parapsikolojiye ilgisi varmış. Federico parapsikolojik bir deney yapacağını söyleyip Güher Hanım ’ı davet edince o da bu kızı da getirip getiremeyeceğini sormuş ve Federico m em nun olacağını söylemiş. “Duyu dışı algılarınız kuvvetli midir Jülide Hanım?” dedi domuz. “Biraz.” dedi gülümseyerek fıstık. Bir tek doktor eksikti. Onu bekliyorlardı. Neyse ki fazla bekletmedi ve bir süre sonra salonun geniş kapısında kırıtık hizmetçinin topuğu nun tıktıklarıyla birlikte Dr. Saltı’nın da ayak sesleri duyuldu. Federico: “Ah doktor. Hoş geldin.” diyerek ayağa kalkmıştı. Saltı, konukların etrafını çevirdiği yuvarlak m asaya baktı. Sonra da lek tek konuklara... Odanın ışıklarının çoğunu kapatmışlar ve m um ları yakmışlardı. Masanın başında oturan m edyum kadın, elektrik lenmiş saçıyla titrek mum ışığında cadıları andırıyordu. Federico doktorun bakışını görüp diğer konuklarla tanıştırma ihtiyacı hisset ti. Saltı’ya biraz daha yaklaşarak koluna girdi. Böylece, konuğuna daha içten ve dostane bir ortam da olduğunu hissettirmek istiyordu. Boşta kalan kolunu, konukları takdim için kullandı. “Füsun Hanım ve dostum İlker’i biliyorsun zaten.” dedikten sonra m edyum kadını (jöstererek: “Bayan Tenzile.” dedi. “Kendisi astrologdur.” Sonra doktora biraz daha yaklaşıp, doktorun koluna geçirdiği koluyla da biraz kendine (¡ekerek bir sır verir gibi sessizce: “Aynı zam anda şifacı ve m edyum ...” diye fısıldadı. Bu o kadar garip bir söyleyişti ki sanki doktorun uzun «üredir aradığı birini ona buluvermiş ve “hadi yine iyisin” der gibi hediye etmişti. Doktor, medyum un ayağa kalktığını görünce bedeni ni Federico’nun kolundan kurtulabildiği kadarıyla öne uzatmış ve ka dının elini gülümseyerek sıkarken Federico da konuklarının bu “kaynaşıvermiş” haline memnuniyetle bakıp daha rahat “sıkışmaları” için
369
9
/ 197 GÜN ' BÖLÜM2
doktorun kolunu rahat bırakma fedakârlığında bulunmuştu. Diğer konuğu takdim edip: “G üher H anım .” dedi. “İşte ‘seni biriyle tanıştıracağım’ dediğim hanımefendi. Çok değerli bir rüyacı...” diye ekledi. Doktor m em nun olduğunu belirtir şekilde gülümseyip med yumla olduğu gibi Güher Hanımla d a el sıkışırken Federico: “Biliye» musun, bir rüya defteri v a r...” diyordu. Sonra anlatm ak istediği şeyi anlatamayacağını ifade eder bir bakışla söyleyeceklerinden vazge çip “...görm en lazım.” dedi. “Anlatılmaz k i...” G üher Hanım bunu bir iltifat sayarak kibarca gülümsedi. “Bu güzel hanım efendi...” dedi. “Jülide H anım ...” Diğer üç hanım, yaşları fıstığın neredeyse iki katı olmasına rağmen tanıtılırken sadece ona “güzel” denm esine bozulmuş am a hiç bo zulmadıklarını göstermek ister gibi bu sözü duyar duymaz tebessüm edip “Evet, maşallah ne kadar güzel değil mi?” bakışıyla Jülide’yr bakmışlardı. Belki de içlerinde bu durum a en çok Füsun Hanım bo zulmuştu. Çünkü onun gülümseyişi bir süre sonra suratında acı bit ifadeye döndü. Mumlardan birini parm ağının ucuyla hafifçe düzeltti Sonra da kaçam ak bir bakışla doktora baktı. Benden başka biri olsu bu kadının doktora ilgisi olduğunu düşünürdü. Yalnız bu tür dururu lardan ve bakışlardan duygusal ve entrikacı çıkarımlar yapacak olan kadınlardır. Evet, fesat ve işi gücü olmayan boş kadınlar... Oysa ben bir erkeğim. Asla fesat değilim, üstelik tetikçiyim. Yani saygın bir mesleğim var ve bu tür kadın günlerindeki dedikodulara yakışıı şeyleri düşünecek değilim. Başkası olsa o akşamı gözünün önüııu getirir, bu kadının İlker gibi bir adam la evli olduğunu bir kez dalın düşünür, Füsun Hanım doktordan etkilenmesini kaçınılmaz bulurdu Belki de o akşam Federico’nun evine gelmeyi doktorun geleceğim duyduktan sonra kabul etmişti? Doktor ve Füsun Hanım gizli sevgili bile olabilirdi valla. Ben böylelerini çok gördüm. Adamın hoşlandığı kadına gözleriyle “Bununla nasıl evlendin?” sorusu, kadının “kurtnı beni sevgilim” bakışları... Sonra birinin lavaboya kadar gitmesi.
370
SULTAN TARLACl
diğerinin bir sigara içmek için çıkması... Beraber banyoda buluş maları, sarılıp ufak dokunuşlarla birbirlerine aşk sözleri fısıldarken biri gelecek endişesinin yasak aşkı körüklemesi. Ayrılmadan önce mutlaka kadının istemezmiş gibi yapıp erkeğin ısrarıyla yumuşacık bir öpüşme ve boyundan da minik bir öpücük. Artık içeri dönmeleri gerektiğini her ikisi de sözlerle değil am a bakışlarla birbirine fısıldar ken son bir öpücüğün ardından bir iki dakika arayla ayrı ayrı içeriye dönm ek... Yok yahu doktorla Füsun H anım ’dan bahsetmiyorum. Yani böyleleri vardır, benden başkası olsa aklından geçirir diyorum. Yalnız onlar o gece böyle şeyler yapm adıysa ne biliyoruz başka yer de yapmadıklarını? Hiç belli olmaz bu işler. Diğer kadınlardan nasıl kıskanarak bakmıştı doktora? “Güher H anım ’m arkadaşı.” demişti Federico Jülide’den bahseder ken. Güher Hanım burada daha sıcak davranıp kızın elini tutmuştu dostça. “Parapsikolojiye ilgisi varmış. Bu gece aramıza katılıp bizi memnun etti.” Doktor aynı şekilde onun da elini sıkıp: “Memnun oldum.” dedi. Diğeri gülümseyerek karşılık verdi. Füsun Hanım bu el sıkışmaya ve karşılıklı gülümsemeye dikkatle bakıp yanağını içeriden hafifçe ısırmıştı. Sanki doktor orada sadece Jülide’nin elini sıkmış ve sadece ona nazik davranmıştı. Yüzünden belli belirsiz bir küslük ifadesi geçti. Federico hüzünlü bir iç çekti. Doktora başını yaklaştırdı: “O na Kabakafa deriz” dedi. Kimi kastettiği belliydi. Diğer tanıtımlarda sıradan gidilmesine karşın Kabakafa’nın tanıtım ında önemsiz biri olduğu veya tanıtımın ne şekil yapıldığını kafasına takm ayacağı/takam ayacağı için “atlanmış” mıydı, yoksa onu tanıtm anın zorluğundan dolaVi “sona” mı bırakılmıştı? “Yanlış anlam ayın kafası kaba olduğu için Kabakafa demiyoruz.” dedi Federico. “Kendi soyadı Kabakafa’dır. Yoksa asla kafası kaba değildir. Ç o k ...” Kolunun birini ‘inan b an a’ der gibi yeniden doktorun koluna geçirmiş, diğer elinin başparm a ğıyla işaret parmağını birleştirmiş, gözlerini kısmıştı. “.. .çok çok ince ve zeki biridir aslında.” dedi. “Ne yazık ki talihsiz bir hastalık geçirdi
371
9
197 GÜN * BÖLÜM2
/
ve bu hale geldi. Eski dostumdur. Bu nedenle hâlâ yanım dan ayı ramam. Benle kalır.” Kafasını doktorun kafasına iyice yaklaştırarak sanki zavallı adam ı m asaya oturtan medyum kadın değil, kendiymiş ve bunu sık sık yaparm ış gibi: “Ben alışığım sürekli onunla oturm a ya am a sen eğer rahatsız olursan...” Burada sesini biraz yükseltmiş ve konukların da duymasını ister şekilde: “Lütfen bak mutlaka be lirt.” demişti. Doktor Kabakafa’ya bakıyor ve onun çaresizliğinde Federico’nun gerçek yüzünü görüyor olmalıydı. Zavallı genç adam , m asada otu rurken ne kadar boş bakıyordu. Oturtulan yer rahat ve sıcaksa se verdi Kabakafa. O akşam medyum kadının bahçede görüp içeri girmesi için ısrar etmesinin ardından Federico, çok kötü koktuğu ve m asaya oturanları rahatsız edeceği düşündüğü için iki ayda bir olan banyosunu erkene almış daha geçen ay yıkanmış olmasına rağmen bahçıvana emir verip Kabakafa’yı yıkattırmıştı. Yıkandıktan sonra temiz iç çamaşırları giydirilmiş ve Federico’nun eskimiş pantolon ve gömleklerinden biri uydurulmuş, om zuna da bir ceket geçirilmişti. Kabakafa’nın yemek konusunda sıkıntısı olmazdı. Karnını doyurur lardı am a bu genç, kuvvetli ve meczup adamı kontrol etmek zoı olduğu ve üzerindekileri çıkarıp attığı için genelde üşümesine çare bulunamazdı. Kaldığı yer de genelde iyi ısınmayan bir yerdi. Neyse ki bahar gelmiş havalar biraz ısınmıştı. Şimdi ise az önce yaptırılan banyodan rahatlamış, üzerine bir uyku hali gelmiş, temiz bedenine yeni kıyafetlerini giyip sıcak bir odada rahat bir koltuğa oturunca sessizleşmişti. “Onun gibiler her zaman yanımızda o l...” Saltı, Federico’nun riyakârlığından rahatsız olup bu konuda ondan daha fazla bir şey dinlemeye taham m ülü kalmadığını belirtir şekilde sözünü tam am lam asına fırsat verm eden: “Ffepsi için m em nun oldum .” dedi. “Yalnız ‘bilimsel’ parapsikolojı deneyini anlayam adım .” “Bilimsel” kelimesini üzerine basarak söv
372
SULTAN TARLACI
lemişti. “Daha çok kahvelerinizi içmiş, fal kapatmış gibisiniz.” Federico cevap vermek için ağzını açtığı sırada az önce takdim edi len saçları elektriklenmiş medyum kadın: “Sizde biraz gerginlik var doktor bey.” dedi. “Lütfen rahatlayın. Ger ginlikler auranızı bozar.” Uzun ellerini ve bir çocuğunkini andırır in cecik bileklerini havaya kaldırmış, loş odada mum ışığının etkisiyle, parmaklarının gölgesi, hem en arkasındaki duvara demir parmaklık gibi uzun, upuzun düşmüştü. “Kahve fincanları fal için değil.” dedi. “Az sonra, sevgilisi tarafından öldürülen kızın ruhunu çağırıp bu işin nasıl olduğunu birinci ağızdan öğrenme fırsatı bulacağız.” Doktor gülümsedi. F ederico’y a baktı. “Ciddisin sanmıştım.” dedi. “Yani bilimsel parapsikoloji deneyi dediğin, ruh çağırma mıydı?” Aynı şeyi az önce fıstık da Güher H anım ’a sormuştu. Yalnız, Güher Hanım’m suçu yoktu. Federico hepsini sürpriz bilimsel deney diye çağırmıştı. Federico bu sözlere bozuldu. “Bilimsel değil diyorsun am a şimdiye kadar kaç bilim adam ı ruh çağırma m asasına oturup bu olayı bizzat deneyimledi ki?” dedi. “Oysa deneyimlenmesi gereken bir şey var dır değil mi? İnkâr edemeyiz. Defalarca duym uşsundur ruh çağırma celselerinde m asanın hareket ettiğini, fincanların oynadığını, seslerin çıktığını? N eden kendin gözlemlemek istemiyorsun? Bilim bunları araştırsın diyen sen değil misin? Y apm a...” Doktor gülümsedi. “Gözlemlemek istemiyorum dem edim .” dedi. “Eğlence için katılırım.” Yüzü biraz daha ciddi bir hal aldı: “Evet. Bi lim bunları araştırmalı. Yalnız bu şekilde olmaz. Öncesinde herhangi bir hile var mı? Masanın başındakiler güvenilir kişiler mi bakılması lazım.” Bu söze konukların hepsi, en başta m edyum kadın bozul muştu. “Bilimsel bir heyet gerek...” diye devam etti sözlerine. Sonra diğer konukların yüzünün asıldığını görünce ortamı biraz yum uşat mak için: “Mesela bana bir şaka yapmadığınızı nereden bileyim?” dedi gülümseyerek. Bu söz zaten yumuşamayı bekleyen konuklar üzerinde gerçekten etkili olmuştu.
373
9
197 GÜN • BÖLÜM2
/
Federico dom uzunu hiç sevmesem de söylemek gerek, parapsikoloji alanında veya başka bir konuda ne olursa olsun bilimsel bir deneyin sonucu kendisi için de önemli olduğundan hileye başvurmazdı. Ma sada da herhangi bir hile yoktu. “Tamam. Hadi her şeyi ben baştan alalım ve gel istediğin tetkiki yap o halde.” dedi Federico. “Işıkları yakalım. Her şeyi ara?” Odanın ışıklarını açmak için harekete geçmişti. “Yok yahu.” dedi doktor. “Gerek yok.” Federico, gerginliğinin verdiği bir can sıkıntısıyla içki dolabına yöneldi. “A a a ...” diye tepki gösterdi m edyum kadın. “Hayır, sayın Prof. Şim di içmemeksiniz.” “Cinci kaltak!” diye söylendi Federico. Bardağı kafasına diktikten sonra sanki yeni duymuş gibi m edyum a döndü: “Ah! Evet. Unutmuşum Tenzile Hanım. Umarım belirgin bir zararı olmaz.” “Bu gece yaşayacaklarınızı daha sonra ‘İçkiliydim bana öyle gelmiş tir’ diye inkâr etm eyin.” dedi medyum. Cilveli bir gülümseyişi vardı “Bu gece hepimizi uçuracak gibisiniz...” diye karşılık verdi barda ğına bir içki daha doldururken Federico. “Merak etmeyin. Burada kafası aydınlık biri vardır muhakkak sabah sizi doğrulayacak.” Dok tora baktı: “Mesela her ne kadar güvenilir olduğumuza inanm asa da doktor b e y ...” Medyum kadın Saltı’ya bakıp: “Belki de doktor beyin bize inanaca ğı, güveneceği ve bizzat şahit olacağı birkaç olaya ihtiyacı vardır." dedi. “Ne gibi?” dedi Saltı sandalyelerden birine oturarak. Medyum, bu soruyu cevaplamak yerine “Ne gibi” olduğunu gev. termek istercesine trans haline girmiş gibi gözlerini kapatıp bir siiır sara nöbeti geçirircesine inledi. Elleri masanın üzerinde gezdiriyor omuzlarını oynatıyordu.
374
SULTAN TARLACI
“Geçmişinizi görüyorum doktor” dedi. “Siz, bol yağış alan, yeşil, engebeli bir yerde doğmuşsunuz. Sanki... Rize diyeceğim a m a ...” Bir gözünü hafifçe açmış, doktora bakarak tepkisini ölçmeye çalışı yordu. “Öyle mi?” dedi doktor gülümseyerek. Kadın bu alaylı gülümsemeyi görmüş, görmemiş gibi yapmış ve bo zulduğunu belli etmeyerek daha gür ve -sanki sesini kalınlaştırdıkça saygınlığı artacakmış gibi- kalın bir sesle: “Sonra üniversiteyi kışları çok soğuk geçen bir yerde okumuşsunuz. Erzurum diyeceğim a m a ...” Doktor tebessüm ediyordu. Masadakilerden hiçbiri bu kadını inan dırıcı bulm asa d a İlker Bey, içinde bulunduğu “korkunç” ortamın da etkisiyle kadın anlattıkça titriyor, çenesi ruhunu teslim etmiş biri gibi iyice gerilip ağzı açılıyordu. Sol gözü kırpılmaktan kapağı düşecek hale gelmişti. “Kariyerinizde çok sıkıntı çekmişsiniz. Çok fazla haksızlıklar yapıl mış” diye devam etti kadın. “Özellikle bir kadın... Adı... Nilgün di yeceğim a m a ...” “Yeteneğiniz beni şaşırttı.” dedi doktor daha fazla dinlemeye taham mülü olmadığını belirtir bir ses tonuyla. “İnternet konusundaki ye teneğiniz... Bu bilgilere duyu dışı algı haricinde başka şekillerde de ulaşılabilir. Doğum yerim, üniversiteyi okuduğum yer v s ...” Medyum, kaşlarını çattı: “İnternette, kariyer hayatınızda size haksız lık yapanların isimleri mi var?” dedi. Burada nedense Füsun Hanım çıkıntılık yapmış: “Uğraşmayın hanı mefendi. İnandıramazsınız.” demişti. “Doktor Bey sanırım bu alanla klasik bilime hizmet için ilgileniyor. Duyu Dışı Algı’nın varlığını değil de yokluğunu ispat etmek ister gibi...” Doktor onca söz ona söylenmemiş gibi Füsun H anım ’ın söyledik-
375
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
lerini duym azdan geldi. Öylesine oturduğu sandalyede ayak ayaküstüne attı. Arkasına yaslandı. Elinin birini masanın üzerine koyup piyano çalar gibi m asaya vurduğu parmaklarıyla bir ritim tutturdu. “O bilgilere de başka şekillerde ulaşabilirsiniz.” dedi m edyum a dö nerek. “Beni tanıyan birinden, binlerinden...” “Aslında ben de görüyorum bahsettiği kişileri.” dedi Jülide Hanım. “Araya girmeyeyim diye uğraştım am a dayanam adım .” Güldü. “G örüyorum ...” dedi. “Bir el, bu e l...” Medyum kadının az önceki yaptığı gibi trans haline geçmiş gibi -onunla alay ederek- omuzlarını salladı, “...evet bu el sizin eliniz. Bir el daha görüyorum, görüyo rum, bu el... ım m m m ... Bu el de evet Nilgün Hanım dediğiniz ki şinin eli olmalı. Bu d a... Bu d a ... ımmmm. Bu da para olmalı. Size para veriyor.” Medyum, gözlerini kocam an açıp kendiyle alay eden genç kıza baktı. “Para mı?” dedi. “Ha h a... Anlayamadım ne demek istediğinizi...” “Doktor Saltı’ya ait bazı bilgileri size verip sonra da bunları durugörüymüş gibi doktora söylemeniz için size para veren kadından bahsediyorum .” dedi Jülide. Yeniden gülümsemişti. “Bu haddini bilmez kadın ne saçmalıyor?” diye bağırdı medyum kadın Federico’ya bakarak. Bu bakış sanki “senin evindeyiz, buna haddini bildirmek sana düşüyor” bakışıydı. “Ben kimseden para al m adım .” diye ekledi. “...Am a benim anlam adığım ” diye devam etti genç kız. “Neden böyle bir şey yapıyor? Doktoru duyu dışı algıya inandırmak için mi? Bu tür hilelere gerek yok. Saltı Bey, bildiğim kadarıyla duyu dışı algıya zaten inanıyor.” Kadın yeniden “Bu saçmalığa göz yum acak mısın Federico?” diye bağırdı dom uza bakarak. Eğer öyle bir şey olduysa Federico’nun da bu olaydan haberdar ol duğu kesindi. Yalnız bu gibi durum larda kendini hiç aşikâr etmeden
76
SULTAN TARLACI
olaydan sıyrılıvermek onun huyu olduğu için m edyum u ortada bı rakacaktı ki öyle de oldu: “Nilgün H anım ’la tanıştığınızı bilmiyor dum .” dedi. “Ne m ünasebet!” diye bağırdı medyum. “Bu işi seninle planladık ya” diyemezdi elbette. Federico onu yaşatmazdı biliyordu. O yüz den: “Öyle birini elbette tanımıyorum.” dedi. Sonra Jülide H anım ’a dönerek: “Yeteneğime laf mı ediyorsun küçük hanım? Senin yaşın kadar b en im ...” Durdu. Söz bulamadı. Onun yerine karşıdakini kü çümser bir kahkaha attı. Bir süre sonra bozulmasından kaynaklanan zoraki ciddiyetle: “Bak güzelim yeni yeni ilgilenmeye başladığın bu alanda ilerlemek istiyorsan yetenekli olanlara saygı duymayı öğre neceksin” dedi ve ağzının içinde “Haddini bilmez aptal” diye söy lendi. “Aslında sizinki yetenekten değil çaresizlikten doğan bir merakla başlamış” dedi Jülide gülümseyerek. “Babanızdan kalan yüklüce miktar altını üvey anneniz sizden gizleyince ve sonra yerini söyleme den ölünce yıllarca bu altınların peşine düşmüşsünüz. Bulmak için denemediğiniz yol kalmamış, buna parapsikoloji de dâhil. Hocalar, medyumlar, cinciler derken siz de olmuşsunuz bir m edyum .” G ü lümsedi. “İnsan gördüğüne özeninmiş” dedi. Kadın gözlerini yılan gibi kısmış bakmaktaydı. M uhtemelen yalnız olsalar onu bir kaşık suda gebertecekti am a aklına takılan başka bir şey vardı ve sorm a dan edemedi. Yavaşça yaklaşıp: “Altınların yerini biliyor m usun?” diye sordu. Jülide, bunu cevaplamak yerine Saltı’ya döndü: “Arkadaşlarınıza dikkat edin bence doktor bey.” dedi. Gülümsedi. “Nilgün Hanım neden para verdi bu konuyu çözem edim .” Federico rahatsız olmuştu. “Neyse yahu her ney se...” dedi. “Bakın siz de bilmiyorsunuz ve mantıksız buluyorsunuz Nilgün H anım ’m m edyum a para vermesini. Öyleyse yanılıyor olabilirsiniz. Parapsiko loji bu. Doğruluğu yüzde yüz kesin olmayan bilgiler içerir öyle değil mi doktor?” Doktor, sanki ortada bir tartışma yokmuş gibi m asanın üzerinde ruh
377
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
çağırmak için kesilmiş harflerle “Marilyn M onroe” yazıyordu. “Neden şu ruh çağırma celsesine geçmiyoruz?” diye tam amladı do muz. İlker Bey’in suratı yine bembeyaz olmuştu. Birkaç dakikalık yerleşme faslı ve doktorun bozduğu harflerin m ed yum un örümcek ipliği gibi ince parmaklarıyla yeniden yerine ko yulmasından sonra ruh çağırma celsesine geçildi ve m edyum kadın ağzının içinde bir şeyler söylemeye başladı. Doktor: “Ne söylüyorsunuz? Lütfen yüksek sesle konuşun da biz de duyalım.” dedi kadına bakarak. Sonra Federico’ya döndü: “Madem her şeyin aslını bilimsel şekilde gözlemlemek için iki bilim adam ı bu m asada oturuyor. Her şey açıktan olsun. Öyle değil mi?” M asada doktora bakışlarıyla hak verenler oldu. Yalnız medyumun bu haline de ilgiyle bakılıyor, herkes sonucu merak ediyordu. İlker Bey hariç... Onun, ruh gelmiş gelmemiş, fincanlar hareket etmiş et memiş, harflerle bazı yazılar yazılmış, yazılmamış um urunda değildi. Bir an önce evine gidip yorganın altına sığmmalıydı. Öyle korku yordu ki soğuk bir kış gününde dışarıda kalmış gibi iyice titremeyi* başlamıştı. Dişleri birbirine vuruyor, sırtından soğuk terler iniyordu. Füsun Hanım onun bu halinden rahatsız olup birkaç defa kendine gelmesi için uyarı mahiyetinde dizine vurdu. Medyum kadın, doktorun sözlerini duymuş am a dikkate almamış veya trans haline girmiş de duym uyorm uş şekilde devam ediyordu. Doktor bu defa masadaki bardağı işaret ederek: “Bu su ne için?” dedi. Federico “Suyu ben de sorm uştum .” dedi kadının bu soruya da ce vap vermeyeceğini düşündüğü için. “Kötü niyetli ruhların gelmesini engelliyormuş. Ayrıca ruh geldiği zam an su, bardağın içinde dönü yorm uş.” İlker Bey bu konuşmalar üzerine bardağa baktı. O na göre su çoktan dönm eye başlamıştı hatta fır dönüyordu. Birbirine vuran dişleri ola
8
SULTAN TAR1ACI
m asa ağzı açık vaziyette çenesi kasılıp kalacaktı. Medyum kadın doktorla Federico’nun kendi arasında konuşmasını gözünün birini hafifçe açarak baktı. Bu durum dan rahatsız olduğu nu ve konsantrasyonunun bozulduğunu ifade eder bir tavırda “Lüt fen sessiz olalım. Ruhlar, lakaytlıktan hoşlanm az.” dedi. Bu uyarı sanki İlker Bey’e gelmişti. Olduğundan daha tertipli ve terbiyeli oturm aya gayret etti. Uslu bir öğrenci gibi birleştirdiği za yıf dizlerinin titremesi, jilet gibi ütülenmiş pantolonun dışından belli oluyor, paçaları sallanıyordu. Kadının az önceki gür ve zorla kalınlaştırdığı sesi bir kez daha du yuldu: “Eyyyyy ruuuhhh!” “Ellerimizi birleştirelim lütfen. Herkes el ele tutuşsun.” Masadakilerin el ele tutuşm asından sonra yeniden: “Eeeeeyyy ruuuuhhh!” dedi. “Geldiysen haber ver.” Ne fincanlar oynuyor ne harfler hareket ediyor ne de bir hareketlilik gözleniyordu. O dada çıt çıkmıyordu. Masadakilere bakıp: “Lütfen gözlerinizi kapatın.” dedi. “Gözlerimizi kapatırsak herhangi bir hareketlilik halinde nasıl göre ceğiz?” diye karşı çıktı doktor. “Ya d a farz edelim fincanları sizin oynatmadığınızı?” “Doktor Bey, ellerimiz birbirimizde. Ben nasıl oynatayım fincanları?” Saltı buna rağmen: “Ben kapatmıyorum. Her şeyi göreceğim.” diye rek gözlerini olduğundan daha çok açtı. Küçük ve laf anlam ayan bir çocuğu boş vermiş bir tavırla ve diğer lerine “siz ona uymayın” der gibi: “Lütfen diğerleri kapatabilir mi? Yoğunlaşalım.” dedi medyum. Doktor inadından, Jülide ruh çağırma seansına ve kadına inanm a-
379
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
dığından, Kabakafa da söyleneni anlamadığı için üçü dışında herke kapatmıştı gözünü. İlker Bey sımsıkı kapatmıştı ve sanki idamı gel miş kurşuna dizilmek üzere orada bekletiliyormuş gibi ağzının içindi durm adan dua ediyordu. Doktor bir ara ona bakıp elinde olmadaı bir kahkaha attı. Diğerlerinin bu sese gözünü açması üzerine nedeı güldüğünü belli etm emek için başını öne eğmişti am a Füsun Hanın anlamış veya hissetmiş olmalıydı ki eşinin rezil durum undan yanak larını ateş bastı. Medyum, yine ağzının içinde söylenmişti. Dışarıdaı yoğun bir rüzgâr sesi geliyordu. Bir süre sonra yağmur damlalar cam a vurm aya başladı. Federico bu anı oluşturmak için sanki tan da gününü seçmişti. Bir gök gürültüsü ve şimşek odanın o anki ha vasma tam uyacaktı. Öyle de oldu. Küçük bir şimşek belirtisi oldı cam da... Yağmur hızlandı. Kadın yine mırıldanmaya ve garip bir şekilde inlemeye başlamıştı. “Iııımmmmmm.... Im m m m m ...” Bir süre sonra yaptığı sahte titreme hareketi İlker Bey’in gerçek titre mesiyle birleşince ikisinin hareketi m asadaki diğer kişiler de sallandı Yalnız ruh bir türlü gelmeyince itibarı çizilen medyum: “Evet... Sayın ruh. Hoş geldiniz.” dedi. Bu söz üzerine İlker Bey hariç diğerleri gözünü açtı. Doktor etrafa baktı: “Hani nereye geldi? Ben bir şey görmedim v< duym adım!” Jülide, doktora hafifçe eğildi ve “M edyumun içine girdi sanırım.’ dedi gülerek. “Duyuyor musunuzzz? Siz de duyuyor musunuuuuuzzz?” diyordı medyum. “Y oo...” dedi Saltı. Kadın gözlerini hafifçe aralayıp doktora baktı: “Eyyyy ruhh!” dedi “Geldiğini bir sesle arkadaşlarıma da belli et!”
*80
SULTAN TAKLACI
Derin bir sessizlik oluşmuştu. Birden yüksek bir gürültüyle Kabaka fa’nın osuruğu duyuldu. “Kabakafa!” diye bağırdı Federico. “Seni ahmak!” Kabakafa, bu sesi tanırdı ve sonrasında ne olacağını bilirdi. Federico’nun azarından sonra genelde dayak da gelirdi. Füsun H anım ’m ve m edyum un elini bırakmış azarlandığı için sağa sola sallamaya başlamıştı. Mızırdanıyor ve ne zam an korksa yaptığı gibi yine avcunun içiyle alnının ortasına hızlı hızlı vuruyor ve inliyordu. “Sus!” dedi Federico. Doktora döndü: “Onu daha önce hiç azar lamadım. Ağzımdan kaçtı inanın böyle bir şeye şahit olmanızı iste mezdim.” Federico aslında Kabakafa’nın bu işi yapacağını m asaya oturturken biliyordu ve sesini engelleyemediği bu durum un bari kokusunu en gelleyim diyerek geçenlerde piyasaya sürdüğü osuruk pedlerinden birini Kabakafa’yı yıkayan bahçıvana tembih ederek “hayvanın” çamaşırına yerleştirmesini söylemişti. Odanın içine limon çiçeğine benzer hoş bir koku yayıldı. Güher Hanım Federico’ya dönerek: “O da parfüm ünün markası ne ayol? Ne hoş bir koku bu böyle” dedi. Federico ağzının içinde belli belirsiz bir şeyler söyledi. Kabakafa’yı öldürmek ister gibi bakıyordu. Medyum konuşm alardan rahatsız olduğunu belirtir tavırla bir iç çek miş, daha sonra “Mumlarla oynam ayın lütfen” diye doktoru uyar mıştı. “Hani sizin gözünüz kapalıydı?!” dedi doktor. Kadın buna cevap vermeyerek az önceki gibi sallanarak yeniden başladı. “Eeeeeyyy ruuuuuhhhh! Saygıdeğer ruuuuhhhh! Bilinmeyen alem lere gitmiş bizden yükseklere ermiş ruuuhhh! Söyle bize... Öldün. Öldürüldün. Bedenini parçaladılar! Parçaları çöp kutularına atıldı.
381
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
Nasıl oldu bu iş masadaki harflerle yaz, anlat bize... Anlat ki ölü m ünden sorumlular çıksın ortaya!” Herkes gözlerini m asaya dikmiş harflere bakmaktaydı. Kabakafa m asanın üzerindeki su bardağını kafasına dikip ağzını ko lunun arkasıyla sildi. “Lanet herif!” dedi Federico. “Suyu içti!” Jülide: “Ne de iyi yaptı.” dedi gülerek. “O içmese ben içecektim. Ben de susadım .” Sıcak banyonun ardından üzerine Kabakafa’ya bir hararet çökmüş, az önce yediği tuzlu yemek de iyice susatmış olmalıydı. Bir süre yine karışıklık oldu. Sonra Jülide Hanım da suyunu içtikten ve m asaya konulan suyun yenilenmesinden sonra yeniden başla dılar. Medyum yine “Eyyyy ruh!” diye bağırıyor, “Eğer geldiysen m asaya üç defa v u r...” diyordu. “Tık tık tık” diye bir ses duyuldu. Bir an gerçekten herkeste heyecan ve korku olmuş, İlker Bey bayılıp oturduğu sandalyeden düşmüştü. Bu düşme m asadaki herkesi daha da korkutmuş, sanki gelen ruh İlker Bey’in canını almış gibi bir algı yaratmıştı. Doktorun müdahale için İlker Bey’in başına gelmesinin ardından diğerleri de kendine ge lip ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırken odanın kapısından: “Ben de ruh sayılırım değil mi?” diye bir ses duyuldu. Gelen komiserdi, Az önceki tık tık sesini de gelirken eline aldığı koridordaki şamdan çubuklarından biri ile kapıya vurarak çıkartmıştı. Gülümsedi. “Aslında tüm insanlar ruhtur değil midir?” dedi elindeki çubuğun ucuna alayla bakarken. “Ölmeden önce fazladan bir be den taşır. Beni kabul edecekseniz bedenimle kabul edin. Bedenini olm adan ruhum asla!” Kafasını kaldırıp: “Yanlış bir zam anda gelme dim umarım?” “Davetsiz gelinen ve habersiz girilen her ortam yanlış bir zaman t<ı
382
SULTAN TARLACI
şır komiser.” dedi Federico İlker Bey’in paçasından süzülen idrara bakarak. Ortam loştu am a parkeler üzerine öyle bir yayılıyordu ki, bunu m üdahale eden doktor, eşi Füsun Hanım ve diğerleri de gör müştü. Füsun Hanım utançtan yerin dibine geçerken eşine bir şey olmasına korkmaktan öte bir şey olmasını, hatta ölmesini istediğini ümit eder bakışlarla sanki yayılan idrarı görmemiş gibi davranarak bir anda doktora döndü: “Bir şeyi yok değil mi?” dedi. “Hayır, b a yılmış.” diye karşılık verdi doktor. “Az sonra kendine gelir.” Genç kadının dudakları “um arım ” derken aklından “lanet olsun” geçtiği kesindi. Nasıl da rezil ediyordu onu şu biçimsiz kocası. Bu kadın bu adam la neden evlendi diye yeniden düşünm eden edem e dim. Bu ölüm, insanı bir garip hale sokuyor. Kendi hayatınız bittiği için sürekli başkalarını izleyip kocakarılar gibi yorum yapıyorsunuz. “Ne kadar dalmışsınız.” dedi Vefa. “Ne zilin çaldığını ne de geldiğimi duydunuz.” Hizmetçi hem en arkasında dudağını ısırarak korkuyla Federico’ya bakmaktaydı. “Zili çalmadı efendim .” dedi. “Kapıya da vurmadı. Onu birden ko ridorda karşımda buldum .” Fedierico önemli değil gibi bir hareket yapıp hizmetçiye o gece kal maları için Füsun H anım ’la İlker Bey’e misafir odasını hazırlamasını söyledi. Kırıtık, tıkırdayarak odadan ayrıldı. Komiser, gözlerini Jülide’ye dikerek m asaya yaklaşmaktaydı. “Açık çası bu gece beni en çok şaşırtan sizsiniz Juliet H anım .” dedi. “Bir birini uzaktan tanıyan iki insanın karşılaşma olasılığını düşünürsek son zam anlarda nereye gitsem karşıma çıkmanızı nasıl açılarız? Bir mantığı vardır sanırım.” “Vardır sanırım.” dedi aynı şekilde genç kız. Gülümsedi. “Bilmiyo rum ki beni takip mi ediyorsunuz ne?”, “Ha h a.” dedi komiser kafasını geriye atarak.
383
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
“Buraya sizden daha önce geldiğimi düşünürsek...” diye az önce söylediğini güçlendirmeye çalıştı Jülide. Komiser dalga geçer bir bakışla m asaya baktı: “Ruh çağırmak için...” dedi. Hizmetçi kapıda yeniden görünmüş, odanın hazır olduğunu haber veriyordu. Federico İlker Bey’in ıslattığı yeri temizlemesi için işaret etti. Federico’nun adam larından iki tanesi İlker Bey’i hazırlanan odaya taşımış, Füsun Hanım da arkalarından gitmişti. Doktor: “Bir şey olursa haber verin lütfen.” dedi. Genç kadın “Tam am ” anlamın da başını sallayarak odadan çıktı. “Ne oluyor yahu?” dedi Federico bu karışıklıkta Jülide Hanım ve komiserin tartışmalarına bakıp. Güher Hanım bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmişti. “Jülide Hanım yeğenimin matematik öğretmeni” dedi. “Onu buraya ben davet ettim. Siz polissiniz anladığım kadarıy la. Neler oluyor? Gelemez mi? Biz de sizin neden geldiğinizi merak ediyoruz.” “Evet.” dedi Federico. “Gerçekten burada olma sebebinizi hangi gii nahımıza borçluyuz?” Gür bir kahkaha attı. “Şaka yapıyorum alın mıyorsun um arım?” dedi komiserin om zuna elini koyarken. “Diğcı arkadaşın nerede? Neydi adı? Güven? Işıkları açalım da bari oturup bir şeyler içelim ha h a ...” Güven Vefa’dan biraz sonra eve girmiş koridorda karşılaştığı hizmel çinin bazı cinsel isteklerine karşılık vermekteydi. “Juliet Hanım elbette istediği yere gidebilir.” dedi Vefa gülümseyc rek. “Ben sadece şaşırdığım için tepki verdim.” “Jülide Hanım ’a bilerek mi Juliet diye sesleniyorsunuz?” dedi Gühcı Hanım. Komiser bu soruyu cevaplam adan ve umursamaz geçişiiı meyle altına bir sandalye çekip m asaya baktı: “Harfler, mumlar, fincanlar...” dedi. Federico’nun ışıkları açması
384
SULTAN TARLAC1
nın ardından m umlara doğum günü çocuğu gibi üfleyip söndürdü. “S u” dedi bardağı eline alırken. N eden orada olduğunu düşünür bir bakışla baktı am a sormadı. Yeniden m asaya koydu. Kabakafa komiserin m asaya bıraktığı bardağı alıp yine kafasına dikti. Komiser önce onun su içişine sonra Federico’nun ağzının içinde Kabakafa’ya söylenmesine baktı. Sonra bu olaylar üzerinde durm ayarak “Bazen ben de diyorum ki, kendi kendim e...” dedi medyum kadına bakıp: “Katilin yerini git bir cinci m edyum a sor.” Yüzünde alaycı bir tebessüm dolaştı. Dönüp Jülide’ye baktı. “N eden olmasın değil mi Juliet Hanım ?” “Juliet diye seslendiğinize bakılırsa bana söylemek ve sorm ak is tediğiniz başka şeyler var.” dedi Jülide. “Lütfen içinizde kalmasın. Sorun.” “Neler oluyor anlamıyorum am a sanırım komiser buraya gerçek ten Jülide H anım ’ın arkasından ve onunla tartışmaya gelmiş.” dedi Federico yine bir kahkaha atarak. Kabakafa’ya olan siniri geçmiş gibiydi. “Ne garip değil mi?” dedi doktora dönüp. Komiser bu söz leri duymuş am a cevap vermemişti. O nun yerine Jülide’ye cevap vermeyi tercih etti: “Açıkçası çok şey merak ettiğim doğru hakkınızda” dedi. “O gece çiftlik taraflarında ne aradığınızdan tu tu n ...” “Hemen merakınızı gidereyim o halde” dedi Jülide komiserin sözü nü kesip. “Beni takip edip buraya gelmeniz ne de iyi olmuş bu gece. Bakın y an ım d a...” “Ben sizi takip etm edim ” dedi Vefa. “Burada olduğunuzu bilmiyor dum bile...” Genç kız kesilmiş sözünü tam am lam ak için yeniden: “Yanımda, Güher Hanım var.” dedi. Aşçıya dönüp: “Güher Hanım, ben bir gün Kiss Cafe’ye sizin yanınıza gelmiştim. Hatırlıyorsunuz...” dedi.
385
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
Komiser “Biliyorum, biliyorum ...” diyerek Güher H anım ’ın onay lamasına fırsat vermedi. Jülide’ye dönüp “Yorulmayın” dedi. “Ora dan gecenin geç saatlerinde değil erkenden ayrıldığınızı da biliyo rum a m a ...” imayla ekledi. “Sorm adan edemeyeceğim. Gerçekten merak ettiğim bir şey var. O kopyayı nasıl yakaladınız?” Güldü. “İnanın m erakım dan soruyorum .” “Kopya mı?” dedi Jülide. “Ne ilgisi var? Ayrıca o olayı nereden öğ rendiğinizi m erak ettim?” Komiser yine alay eder bir tavırla: “Bilmem.” dedi. “Belki duru-görmü-şüm-dür.” Son kelimeyi hecelerini bastırarak söylerken önünde cam küre varmış gibi dalga geçer bir hareket yapmış ve alayla sırıt mıştı. “Durugörü.” dedi. “Doğru söyledim mi?” diye sordu doktora dönerek. ‘Durugörü’ şeklinde söyleniyor değil mi? Duru-görü, duru görü, du-ru-gö-rü...” “Durugörü.” dedi doktor onun bu kelimeyle ne garezi olduğuna an lam vermek ister gibi bir şaşkınlıkta. “Evet. Doğru söylenişi budur” dedi. Doktorun bu sözlerine Jülide’nin çektiği sandalyenin sesi karıştı Ayağa kalkmıştı. Vefa’nın karşısına geçti: “Belki de ben söylemedi ğim halde hakkımda araştırdığınız bazı şeyler gibi onu da araştırmış sınızdır komiser bey!” “Neymiş onlar?” dedi komiser tebessüm ünü kahkahaya çevirip. Bu kahkaha Jülide’yi iyice sinirlendirmişti. “Bence karşıdan bakınca keskin zannedilen hafızanız son deren* han tal...” dedi genç kızın sinirine aldanm ayarak. “Okula geldiğim d gün sizin bayan hocalardan biri Ay Jülide Hanımcığım nasıl yaka ladiniz o kopyayı’ dememiş miydi?” Bunu sorarken sesini bir bayan gibi inceltmiş ve bu ‘fazladan’ davranış ve az önceki kişisel hakan*lı onu Jülide karşılından sanki biraz yenik hissettirmişti. “Ne çabuk unutuyorsun!” dedi.
386
SULTAN TARLACI
“Hafızanız ne kadar keskin.” diye karşılık verdi genç kız. “Her za m an mı böyledir, yoksa üzerime alıp sevineyim mi?” “Ha ha...” dedi Vefa. “Çocuk gibisiniz benim sözümü kaç ay sonra bana söylüyorsunuz ve unutmadığınıza bakılırsa sizin de hafızanız özellikle benimle ilgili durum larda çok keskin.” “Birkaç saniye önceki sözlerinizin tam tersini söyleyerek tutarlılığınız ve karakteriniz konusunda bize ipuçları verm ek...” Komiser Jülide’nin sözünü tam am lam asına fırsat verm eden: “Her konuda değil, benimle ilgili konularda dedim .” dedi. “Hocaların kopya yakalam a teknikleri vardır.” dedi Jülide. Konu yu değiştirirken öyle bir tavır takınmıştı ki sanki az önceki konudan kaçar gibi değil, o konuyu cevap verm eye layık bir konu görmüyor gibiydi. “Ö nünde dikildiğim cam, sınıfın içini ayna gibi yansıtıyordu zaten.” dedi. Odadakiler bir Jülide’ye bir komisere dönüyor, bu çocukça atışm a lardan konuyu anlam aya çalışıyorlardı. “Hatta bunu çocuklar bile bilir.” dedi Jülide. “Bu kadar basit bir olayı bile anlayamıyorsanız şüpheli cinayetleri nasıl çözüyorsunuz, katilleri nasıl buluyorsunuz hayret. Ha gerçi bulam ıyordunuz.” “Aslında geçenlerde okula gittim biliyor m usunuz.” dedi komiser Jü lide’nin bu sözlerinden sonra birkaç saniye bekleyerek. Sanki ‘bunu anlatmayacaktım am a sen istedin’ gibi bir tavırdaydı. Az önce sön dürdüğü m um lardan birini çakmağıyla yaktı. Elindeki anahtarlığı mumun ateşinde ısıtıp m um un gövdesine şekiller çiziyordu. “Mü düre okulda bazı incelemeler yapacağını söyledim” diye devam etti. "Yaptım d a ... Bir ara öğretmenler odasında asılı haftalık ders prog ramına ve sınav takvimine gözüm takıldı. Okula geldiğim gün sizinle konuşurken “Ben okula bugün geldim” demiştiniz. O gün yazılınız olan sınıf aklıma geldi. Gidip bakm adım desem yalan olacak. Sı nıfa gittim ve camın önünde dikildim. Doğru, cam dan bazı sıralar
387
Q
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
görünmekteydi. Yalnız hepsi değil. Peki, neydi o gün öğretmenler odasında hocaların kopya yakalandığını söylediği öğrencinin ismi? Başta hatırlayamadım. Sonra “Gülizar” gibi bir şey geldi aklıma am a emin olamadım. Öğrencilerin isimlerini sıralara kazıyacağını düşünerek sıraları tek tek gezdim ve üzerlerine karalanmış isimlere baktım. Öğretmenlere küfürler, duvar yazıları, futbol takımı slogan lan, kopyalar, öğrencilerin birbirlerine dair yazılar ve hem en her sı rada uzun burunlu fareler çizilmiş ve ok çıkarılıp “Janset” yazılmıştı. Janset değildi am a kopya yakalanan öğrencinin adı. Sanki “G” ile başlıyor gibiydi...” “Janset mi?” dedi Güher Hanım Jülide H anım ’a dönüp: “Okulda yeğenime fare mi diyorlar?” Jülide “Ben ne yapabilirim” anlam ına gelen bir hareket yapmış, o hareketten “evet maalesef öyle am a elimden bir şey gelmez” anlamı çıkmıştı. “...ve sıralardan birinde Gülin ismine rastladım.” dedi Vefa. “O zaman aklıma geldi Gülin ismi. Evet, hocalar o gün Gülin demişti Baktığım sırada Gülin ismi kalp içindeydi. Bu m uhtemelen Gülin i platonik seven birinin veya Gülin’in sevgilisinin sırasıydı. Bu durum da Gülin de çok uzaklarda olamazdı. Hatta belki hem en ön sıraday dı. Baktım ve evet. İşte o sırada da Gülin ismi yazıyordu am a kalp içinde değildi. Bu sırada da Gökay ismi kalp içindeydi.” Hararetli hararetli anlatırken m asada duran m um un bedenini neredeyse biı ağaç kurdu gibi oyarak kalp çiziyordu. Federico bu hareketten ra hatsız oldu. “Yeniden cam a döndüm .” dedi komiser Jülide’ye dö nüp: “Onun sırası, güneş hangi açıda olursa olsun o cam dan gö rülemeyecek bir sıraydı biliyor m usunuz?” dedi. “Hatta hafta sonu olmasa o saat sizin o sınıfa dersininiz vardı. Peki, o cam dan başka bir cam önünde beklemiş olabilir miydiniz? Bu mümkün görünmti yordu. Diğer tüm camların önünde bir öğretmenin diklemeyeceği şekilde sıralar diziliydi. O halde o kızda o kopyayı nasıl yakaladınız?
388
M U IA N I AK I Al I
Bunun geriye tek bir mantıklı açıklama kalıyordu. O da kopyadan haberdar başka bir öğrencinin kopyayı ispiyonlamasıydı. Yalnız son derece mantıklı bu seçenek doğru olsaydı size az önce kopyayı nasıl y ak alad ın ız diye sorduğum da “Çocuklardan biri söyledi.” derdiniz. ( )ysa onu söylemediniz ve cam dan gördüm dediniz.” "Çocukların kopyasını uzaktangörünüzü kullanarak mı yakalıyorsu nuz?” dedi doktor Jülide’ye dönüp şaşkınlıkla. ( îenç öğretmen, bundan suçlulukla karışık bir utanç duymuş, “Diğer kopya yakalam a tekniklerinden farkı yok hocam .” demişti. “Ne fark eder?” diye ekledi. "İyi ki böyle hocalarım yoktu.” dedi Güven kapıdan girerken. “Allah esirgesin.” Sivrilttiği parmağını az önce Vefa’nın şam dan vurduğu gibi üç defa kapıya vurmuştu. "Bence burada benim kopya yakalam am dan öte sorgulanması ge reken şeyler vardır.” dedi Jülide. “Buraya geldiğinizden beri Juliet diye seslenip kopyayı nasıl yakaladığımı da sorduğunuza g ö re...” Gülümsedi. “Evet. Bana Juliet diyorsunuz, çünkü evrenindili.com sitesini biliyorsunuz.” Doktora baktı. “Siteniz polisler tarafından dikkatle takip ediliyor galiba hocam .” dedi. “İncelediniz değil mi orayı?” dedi yeniden Vefa’ya dönerek. “Kafama takılan, o sitede benim takm a adımın Juliet olduğumu nereden anladınız?” Eliyle «ışağı-yukarı, varsayım hareketleri yapıyordu. “Jülide-Juliet benzi yor doğru am a yeterli değil anlamanız için. “Aslında nereden anla dığınızı tahmin ediyorum. Kopya yakaladığımı o gün öğretmenler odasında duydunuz evet am a eğer geçenlerde benim evrenindik sohbet odasında bu kopya meselesini arkadaşlara anlatmasaydım öğretmenler odasında konuşulan bu olayı hatırlamazdınız bile. Bir yandan da düşünüyorum , evrenindilindeki o sohbet odasını sadece medyumlar yani profesyoneller...” "Sizi tebrik ediyorum .” dedi komiser. Alkışlıyordu. “Sözü nasıl da ustalıkla değiştirebiliyorsunuz. Şu anda size sorduğum esas soruyu
389
<*
197 GÜN • BÖLÜM2
ve beni yok sayıp kendi kafanızda kendi hesabınızı oluşturup bir yerlere gelmeye çalışıyorsunuz. Diyecek hiçbir sözüm yok.” “Yani orayı sohbet odasını sadece yöneticiler görebiliyorsa siz nasıl gördünüz? ” Güven bir çocuk gibi heyecanlı, dikildiği duvardan m asaya doğru yaklaşarak, gülümsemekten öte mutluluk diyebileceğimiz bir ifadey le: \ “Biz de yöneticiyiz.” dedi. Federico keyifle bir kahkaha attı. Güven’e baktı: “Biz? Ooo! Tüm emniyet orada mısınız? Başka kimler var?” Vefa m asa üzerinde duran sigaraya uzandı. Yüzü asık, sesi bozuk tu. “Saçma!” dedi. “Tüm emniyet bilmem n e ...” Sigarasını az önce yaktığı m um un ateşinde yaktıktan sonra içine çekti ve parmaklan arasına aldı. O parm aklarla Güven’i gösterip: “Onun var zaten. Be nim yok!” dedi. “Niye öyle diyorsun abi? O hesap üçüm üzün.” dedi Güven. Yan şaka yarı ciddi bir ses tonu kullanmıştı. Jülide: “Üçümüz derken?” “Ben, Vefa, Ziynet...” Jülide: “Köpeğe de mi hesap açtınız sitede?” dedi gözlerini şaşkın lıkla açarak. “Yok ayrı ayrı değil.” dedi Güven. “Üçümüzün aynı h e sa p ...” Federico birden ciddileşti: “Bir saniye yahu.” dedi. Gözleri dalmışı “Gerçekten, siz nasıl yönetici oldunuz? Siz yetenekli değilsiniz ki!" Güven yüzündeki az önceki mutluluk ifadesiyle ve biraz d a kasıl.ı rak: “Ee... Yeteneğimiz yoksa bizim de kendimize göre yöntemimi miz var.” diye önemli bir devlet kurum unda torpil bulmuş biri <|i'" gülümsedi.
390
SULTAN TARLACI
Doktor dâhil hepsi polislerin yüzüne merakla bakmaktaydı. Jülide bir an uzun süredir görmediği çok eski bir dostunu yolda gör müş, hatırlamaya çalışır daha doğrusu hatırlamış am a emin olmaya çalışır bir bakışla Güven’e baktı. Gözlerini kıstı: “Siz.” dedi. “Geveze’siniz değil mi?” Elini m asaya vurdu. “İnanam ıyorum .” dedi. “Duru çalıp öyle yönetici oldu diyorlardı am a yakıştıramamıştım. Hatta bunu söyleyenlere kızmıştım. Ne kadar haklılarmış. Sonuçta psişik kişiler hırsızları da hissedebiliyor.” Federico sinirle dişlerini sıktı. Geveze, sitede durugörü çaldı diye kavga ettiği kişiydi. By Piccione olduğunu odada diğerlerine sez dirmiyordu elbette yine de dayanam ayıp ağzının içinde: “Stronzo” -pislik- dedi. Kötü bir şey söylediği belli olmasın diye gülümsüyor, hatta iyi bir şey söyler ve Güven’le Vefa’yı tebrik eder gibi sesini kimi zaman yükselterek: bastardo-piç kurusu, stupido-aptal diyordu. “Ne ilgisi var” dedi Vefa. “Kimsenin saçm a durusuna kalmadık.” Jülide: “Siz ‘İş Adamı Ölüm ü’ durugörüsüyle yönetici oldunuz. Durugörebilen birileri olmadığınıza göre o duruyu sizden daha önce ekleyen By_Piccione’nin durusunu çaldınız.” dedi. Doktora döndü. Komiser’i işaret edip: “Hocam, onlar by_piccionenin durusunu çal dılar.” “Aa...” dedi Federico bu olaydan ilk kez haberdar olur gibi. Merakı mı mazur görün: “By piccione kimdir?” (îüven de doktora döndü: “Valla alakası yok. Vallahi yok. Billahi vok. Bize o gün polis arkadaşlardan o trafik kazasının haberi gel di. Biz de haber sitelerine ve televizyona düşm eden yani kimsenin lınberi yokken siteye yazdık. Yoksa kimseden durugörü çalmadık.” ’Ha hırsızlık ha sahtekârlık...” diye bağırdı Jülide. “Sonuçta bu da lınksız yönetici olmak değil mi?” doktora döndü. “Hocam bu konu•In hiçbir şey söylemeyecek misiniz?”
391
9
197 GÜN - BÖLÜM2
Doktorun cevap vermesine fırsat bırakm adan “Ya.ne yöneticilikmiş arkadaş!” diye sinirle ayağa kalktı Vefa. “Sen neyin hesabını soru yorsun bize burada?” “Sorun yöneticilik değil komiser!” dedi. “Anlamıyor musunuz? Pro fesyonel grubu bozuyorsunuz. Yapılmaya çalışılan bir işe hata karış tırıyorsunuz.” Güher Hanım destek verdi: “Orada amaç, olayları olm adan önce olayları algılayıp siteye kaydetmek. Yoksa haber kanallarına düş m eden önce olayı başka bir yerden duyup yazmak değil! Yani biı durugörü ve rüya arşivi oluşturuluyor. Yanlış mıyım hocam ?” dedi doktora dönüp. “Haklısınız” şeklinde başını salladı. “Ne de önemli!” dedi Vefa. “Sizin için önemsiz.” dedi Güher Hanım. “Siz de mi üyesiniz Güher Hanım ?” dedi Federico şefe bakarak. “Yok ben sadece bir göz atmıştım.” dedi Güher Hanım. “Siz üv»* misiniz?” diye sordu. “Yoo ben de sadece bir göz attım bir veya ıhı d e fa ...” dedi Federico. “Kıytırık bir site.” dedi Vefa. Doktora bakmıştı. “Kusura bakmayın doktor bey am a öyle...” “Kıytırık?” dedi Federico anlamadığını belirtir şekilde “İşe yaramaz, saçma, önem siz...” diye açıkladı Jülide. Federico: “A aa... Stai facendo un errore.” dedi. “Hata yapıyor.un komiser. Hata ve ım m ... Bulamıyorum, nasıl denir? Adaletsizlik. “Haksızlık.” dedi Jülide. “Haksızlık.” diye tekrar etti domuz. “Kıytırık site mi?” dedi. “Su m dünyada tek deneysel parapsikoloji sitesi orası. Herhangi bir ol.»« < henüz olm adan haber veren bir site ...” “Üstelik...” dedi doktor. “Bunu herkesin göreceği şekilde, yani y>i'
392
SULTAN TARLACI
helere fırsat vermeyecek şekilde günüyle, saatiyle, dakikası, hatta saniyesiyle kaydeden bir site. Dünyada böyle kaç tane internet sitesi var? Uzaktan çizim çalışmalarının aktif olduğu kaç site var? Bu ko nularla ilgileniyoruz, dünyayı ve parapsikoloji bilimini takip ediyo ruz. Konu hakkında bilip eleştirmek ayrı, siz gibi hiçbir şey bilmeden eleştirmek ayrıdır.” dedi. “Uzaktan çizim nedir biliyor mu bakalım hocam ?” dedi Jülide. “Ko miser Vefa! Dedektif V efa...” diye gülümsedi. “Ingo Swann ismini hiç duydunuz mu? Amerika aranan katillerin bulunması için yıllarca uzaktan çizim m etodunu kullandı. Sizin gibi kendi kabuğunuzda sı kışmış ve aylardır bir katili bulamamış zavallı polisler bunu anlaya bilmekten çok uzak!” Komiserin kendini zor tuttuğuna bakılırsa o sözleri söyleyen bir er kek olsa kemikleri çoktan çatır çatır kırılmıştı. Jülide bu bakışları önem sem eden Dr. Saltı’ya döndü: “Hocam, ya kın tarihli yani birinden duyulmuş am a henüz haberlere düşmemiş olaylar bundan sonra onaylanm asın bence.” dedi. “Geveze isimli kullanıcının da yöneticiliği iptal edilmeli.” "Ön sırada oturan tipler olur ya sınıfta.” dedi Vefa. “Çalışkan, gıcık, hemen her şeyde öğretmene ispiyonlayan...” (lüven doktora döndü: “Hocam hesabımız kapatılmasa bu defalık?” ıledi. Bir yandan korkarak Vefa’ya bakıyordu. Doktor hesabın kapatılıp kapatılm ayacağına dair bir şey söylemedi. 'Biz orada bu türden başka bir duru eklemeyeceğiz söz.” diye de^nm etti Güven. Hayır hocam, eklerler.” diye karşı çıktı Jülide. Eklemeyeceğiz.” dedi Güven. “Onu sadece yönetici olabilmek için »İr defa yaptık. Benim orada hoşlandığım bir kız var.”
Kimmiş o?”
393
9
9
197 GÜN ■ BÖLÜM2
“Tatiı dudi.” Federico bir kahkaha attı. “Tencere kapak.” dedi Jülide. “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocay tekkede demişler. Çok yakışırsınız. O d a sizden. Gerçek bir medyun değil.” Vefa: “M edyumun gerçeği mi olur ya.” dedi gülerek. “Biliyor musıı nuz? Sizde delilik belirtileri var.” “O kelimeden ben de hoşlanm ıyorum.” dedi Jülide. “Durugörin desek daha doğru olur. Ben de m edyum olarak anılmayı istemem " Doktor: “Evet m edyum genelde ruhlarla iletişim kuran kişiler için söyleniyor.” Medyum kendince bir gururlandı. “Herkes de m edyum olamaz el bette dedi jülide’ye bakarak. Jülide az önceki sözü unutmadığını belirterek: “Delilik belirtisi olan ben miyim anlam adım ?” dedi. “Yahu m edyum olmuş durugörür olmuş fark etmez.” dedi konu ser bu soruya cevap vermeyerek. “Mesele sizin bu tür saçmalıklnm inanmanız.” “Siz inanmıyorsunuz d a neden üye oldunuz?” dedi Güher Hanını Komiser bunu ani bir tepkiyle “Güven oldu.” diye cevapladı. “Ben inanıyorum ” dedi Güven. “Saçmalık değil bence.” Doktum bir an elini uzattı. “Çok hayranlıkla ve takdirle -gerçi benim gibi hm sizi takdir edemez am a- neyse çalışmalarınızı yani ilgiliyle...” Doklı >• birden uzanan eli kısa süreli bir şaşkınla teşekkür edip sıkarken cli<> ri: “...takip ediyorum. Çalışmalarınızın başarılarını diliyorum.” dnlı Jülide’ye döndü: “Medyumlar katilin yeri hakkında ne diyor ImI mak istedim.” dedi. “Yalnız ne yazdıklarını görm ek için üye olmamı hatta yönetici olmamız gerekiyordu. Gerçi bilgi almak için de İmi
394
SULTAN TARLACI
takla atmamıza gerek yokmuş aslında. Doktor zaten tüm durugörü ve rüya bilgilerini bir dosyada toplayıp bize gönderm iş.” Ağzı güler ken kocam an açılmıştı. Doktora döndü: “Çok teşekkür ederiz ho cam .” dedi. Doktor önemli değil anlam ında anlayışla başını salladı. Vefa: “Evet, sağ olsun iyi niyetle doktor bey bize dosyayı göndermiş. Göndermiş am a Amerika’nın katilleri aram ak için medyumlarla iş birliği yaptığını öne süren Jülide Hanım, siz o dosyayı okudunuz mu?” dedi. “Okuyun da rezilliği görün.” “Ben de m erak ettim.” dedi Federico. Laptop getirmişti. Saltı’nın önüne koydu. “Dosyanın kopyası mail hesabında varsa eğer baka bilir miyiz?” Doktor önün koyulan laptoptan mail adresini açtı. Dosyayı indirip açarak masadakilerin önüne doğru bilgisayarı çevirdi. Federico, J ü lide ve Güher Hanım psişik kişilerin katilin yeri hakkında yazdıkları nı incelemeye başlamışlardı. “Neredeymiş rezillik?” dedi Jülide. “Oku oku... Ne hayal a m a ...” dedi Vefa. “Döktürmüşler. İçlerinde bu kızın en az on kişi tarafından kesildiğini söyleyenler bile var. Oysa kehanet bilgisi değil, azıcık beyin olsa...” Güldü. “.. .evin her yerine dağılmış kan izlerinden bu kızın kaçm aya fırsat bulduğunu, yani bir kişi tarafından öldürüldüğünü anlarlar. Yalnız m uhakem e yeteneği herkeste olmuyor elbette.” Durup düşündü. D aha sinirli bir sesle: “H a am a olur mu? Haber lerde çıkan ‘Genç kızı ayin töreniyle kaç kişi kesti’ haberlerini d u yup ‘görüyorum görüyorum evet’ diye şarlatanlıkla aynı h ab eri...” durdu. “Neydi onun adı?” Parmaklarını şaklattı. “Durugörü olarak yazıp yeteneklerine bizi hayran bırakmak istemiş olmalılar. Haklı lar. Bir matematik öğretmeni ve profesyonel bir dedektifi bile -eliyle Güven’i işaret ediyordu- haa bi saniye... Doçent bir doktor ve fizik
395
9
9
197 GÜN ' BÖLÜM2
profesörünü bile kendilerine inandırmışlarsa yeteneklerinin keyfini sürmek onların da hakkı elbette.” Güldü. “İşte rezillik diye buna di yorum. Hâlâ bulamadıysanız, ben göstereyim. Tüm sayfalara bakın aslında. Bulursunuz.” “Ben rezillik aramıyorum bu dosyada.” dedi Jülide. “Rezillik araya cak olsam sizin yüzünüze bakarım. Dört aydır katilin yerini bulama mış bir dedektifin yüzünden daha rezil bir şey yoktur. Bu dosyada da elbette hatalar, yanlış algılar, haberlerden etkilenmeler vardır. Yalnız katilin yeri de vardır. Bakmak ve baktığın şeyi görmek gerek.” Dosyanın sayfalarını yavaşça kaydırıyordu. “Bu analiz edilmemiş bir dosya.” dedi. “Doktor bey yoğun olduğu için uğraşmamış ve sadece kendine gelen durugörü ve rüya bilgile rini bir dosyada toplayıp size göndermiş sanırım.” Doktor “evet öyle” der gibi bir bakış attı ve “Bunların içinde el bette gerçek algı olmayan, hayal gücü, uydurm a yazılar var.” dedi “Olmaması mümkün değil. Her önüne gelen yazmış. Haberlerden bilgiler de var elbette. Zaten bana kalırsa gündem de olan bir olu ya bakmak yanlış. Gerçek psişik kişiler özenle ayırt edilerek dalın profesyonel bir ekip kurulmalı. Bu ekip, gündem de olan kayıp vn kalarında değil de kayıp kişinin adı soyadı bile söylenm eden belki sadece adının soyadının baş harfi verilerek yani hakkında başka dn hiçbir bilgi verilmeyerek psişik kişilere kayıp kişinin yeri sorulmnlı Böylece o kişi hakkında basında çıkan haberleri takip edemeye çekler ve algıları bilinçaltlarına giren bilgilerden etkilenmeyecek!ıı H atta bu psişik kişilerin birbiriyle konuşması da engellenmeli beno* Onlar bir vaka üzerinde çalışırken algıladıkları şeyleri birbirleriyl» paylaşmamalı. Mesela psişik kişi bir vakaya bakıyor diyelim, bııım başka bir psişiğe ‘şunu gördüm ’ şeklinde söylerse onu da yönlen dirmiş olur. Bu nedenle psişik kişiler birbiriyle irtibatta olmanı«ılı D aha sonra on-yirmi kişinin, birbirlerinden habersiz saf bir şekil» I* elde ettiği bilgileri toplayıp, analiz edip, ortak noktaları belirleyip kı
396
SULTAN TARLACI
tilin veya kayıp kişinin yerine ulaşılabilir. Bu bizim sitenin baktığı ilk vakadır ve hatalar olması normaldir. Sonraki vakalarda gerçek yetenekliler ayırt edilir ve d ah a düzgün teknikler kullanılır.” “Sizin gibi bir bilim a d a m ı...” dedi Vefa. “Hayret ediyorum sözleri nize.” “Öldürülen kızın olayı basında çok konuşuldu.” dedi doktor. Ko miserin sözlerine önem vermediği belliydi. “Her gün bir şey yazıldı çizildi. Psişik kişiler haberlerden etkilendi ve bizim grup daha çok yeni... Kurulalı birkaç ay oldu. Kusursuz olabilir mi?” “Bence d e ...” dedi Güven. “Ben de inanıyorum hocam. Çok farklı bir düşünce yani destekliyorum. İnşallah başarılı olursunuz.” Vefa dişlerini sıkarak arkadaşına baktı. “Yine de bu dosya tam am en işe yaram az diyemeyiz.” dedi Jülide. “Mesela siz, oturmalıydınız. H aberden etkilenme olduğunu düşün düğünüz yazıları buradan elemeliydiniz. Çok mu zordu? Siz vakanın İçindesiniz. Kimsenin bilmediği şeyleri biliyorsunuz bu konu üzerin de. Elinizdeki ihbarlar ve bilgiler ışığında kesinlikle yanlış olduğunu düşündüğünüz algıları da eleyecektiniz. Geriye kalanlara bakacaktı nız. Ha yine de bulunam azsa ‘kesinlikle olmaz’ diye elediğiniz yerle re bir daha bakacaktınız. Çünkü uzun zaman bulunam am ış bir şey nranmamış yerdedir değil mi?” “Neye bakacağız küçük hanım ?” dedi Vefa bıyık altı gülümseyerek. “Katil çok üzgün, perişan, şu şu ilaçları içiyor. Şu yemeği yemekten hoşlanıyor. Şu müziği dinlemeyi seviyor şekilde yazılan saçmalıklara mı?” “Vay be. Onlara kadar görüyorlar.” dedi Güven. “Abi bu bir yete nek” “Yetenek.” diye kahkaha attı Vefa. “Onlara kadar görüyorlar mı voksa bu söyledikleri kanıtlanamaz şeyler olduğu için rahatlıkla atı-
397
9
)
197 GÜN • BÖLÜM2
yorlar mı!” Kafasını hafifçe kaldırıp gözlerini tavanda bir noktaya dikti ve hayal kuruyormuş gibi yaptı: “Ben de bunlar gibi sayfalarca hayalimi yazabilirim.” dedi. “Evet, katil şu anda çocukluğunda izle diği bir çizgi filmi düşünüyor. Eline bir gofret aldı ve ısırdı. Sevgilisini öldürdüğü için çok üzgün. Gofretin tam amını yiyemeyecek. Bıraktı. Despresyon ilaçlarından bir tane aldı. Çok üzgün. Evet görüyorum. Görüyorum. Mavi üçlü koltuğa uzandı ve ağlam aya başladı.” Biı Güven’e bir Jülide’ye bakıyordu. “Bakın nasıl da yazıverdim hem en.” dedi. “Elindeki gofrete kadın gördüm değil mi? Vay be ne yetenekliyim. İşte bu kadar kolay hayal kurmak. H a... Farz edelim hayal değil, gerçek. Peki, bunlar, katilin davranışları bizi nerede olduğuna götürür mü? Katili bu şekilde mı bulacağız?” “Söylediklerinizde haklı olabilirsiniz am a burada yer bilgileri de var.” dedi Jülide. Komiser: “Evet var! Pembe bir evdeymiş katil.” dedi. “Bu şehirde -hatta katilin bu şehirde olup olmadığını da bilmiyoruz- bu ülkede kaç milyon pem be ev var biliyor musunuz?” Yine konuşurken sinit lenmişti: “Doğru biz nasıl akıl edem edik medyumlarla çalışmayı!' Elini “tüh!” anlam ında dizine vurmuş, Güven’e dönm üştü. “Balı bize söylediler katilin yerini. Pembe e v ...” Güldü. “Güven hadi İm koşu pem be eve gidip katili yakalayıver.” “Şehir isimleri de var.” dedi Jülide. “Olmaz mı!” diye kükredi komiser. “Hem de onlarca.” dedi. “Med yumlara göre katil Ankara’da, katil İstanbul’da, katil Kütahya’da katil İzmir’de, katil Sivas’ta, katil Diyarbakır’d a ... H atta Berlin’diAmsterdam’da, Rom a’da, Pekin’d e ... D aha sayayım mı? Yeryüzün de ne kadar şehir varsa katil hepsinde!” Doktor: “M edyumlara göre diyorsun am a biz bu kelimeyi kullan mayı pek sevmiyoruz. Durugörür veya uzaktan görür desen daim
398
SULTAN TARLACI
doğru olur. Mesela katilin yerini algılayan biri herhangi bir ruhla ile tişime geçmiş değil ki. O sadece uzaktan görü yeteneği olan biri...” “Böylesine laf anlatmak çok zor hocam .” dedi Jülide kafasını laptoptan kaldırmayarak dalgın şekilde. “Derlenmiş dosyayı analiz etme yeteneği olmadığı için böyle düşünüyor.” Vefa’ya baktı: “O şe hirlerden hepsinde olamaz elbette katil. Hatta psişik kişi o an katilin bulunduğu yeri değil de aklından geçen bir şehri de algılamış olabilir telepatiyle. Ya da öldürülen kızın sevdiği bir şehri de algılamış, yaz mış olabilir. Katili başka bir şehre götürmeyi düşünen ve bu konuda plan yapan yakınlarının konuşmalarını algılamış, orada geçen bir şehrin ismini yazmış da olabilir. Psişik kişilerce bu kadar çok şehir verilmesi, katilin yer değiştiriyor olmasını da akıllara getirebilir elbet te am a tek bir yerdeyse size bu şehirlerden hepsine bakın diyen yok ki... Katil bu şehirlerden hangisindeyse m edyum lardan biri o şehri algıladı ve diğerlerinin algısında da o şehrin adı olmasa da şehre dair izler vardır. Bakın burada bir dar mekân ismi verildi diyelim, mesela bir cami, kafe, lokanta köprü ismi. Hem en bu isimde cami, kafe lokanta vs. hangi şehirde var bakacaksınız. Hem en o şehir di ğer şehirlerarasmda daha önemli olacaktır. Dar alanlı m ekân analizi yapıp tanımlarının şehirleri ele vermesine bakmalıyız.” “Bakmalıyız?” diye sorar gibi baktı Vefa. “Evet, bu dosyayı analiz etmeliyiz.” dedi Jülide. “Bence d e ...” dedi Güven. “Çok güzel anlatıyorsunuz. Çok mantıklı ve sistematik... Bence siz analiz edebilirsiniz. Yani dosya o şekilde elimizde olsa daha rahat ederdik.” “Bence herkes kendi işini yapm alı.” dedi Vefa. “Doktor hasta m ua yene etmeli. Ev kadını kocasına yemek yapmalı. Prof, derse girmeli, polis de katili bulmalı.” Durdu. Derin bir nefes aldı. “Yani kimse bir birinin işine burnunu sokmamak anlıyor m usunuz?” J ü lid e ’y e baktı. “Siz de havuz problemi falan çözün bence.”
399
9
9
197 GÜN ’ BÖLÜM2
“Katil kaybolduğu ilk gün başlansaydı bu çalışmaya gelen bilgiler şu an çoktan analiz edilmiş ve katil çoktan bulunm uştu.” diye belli belirsiz bir sesle söyleniyordu Jülide. Güven duymuştu. “Bence d e.” diye hak verdi. Vefa bir sigara daha yaktı: “Psişik güçlermiş.” dedi. “Vay be! Özel yetenekler. Geleceği görüyorsunuz öyle mi? Size basit bir soru. Hat ta bir deney... Loto çekilişi her hafta var. Verir misiniz çekilecek sa yıları.” \
Jülide Vefa’ya baktı: “Ben gelecek görücüsü değilim, uzaktan görü rüm .” dedi. Vefa gülümsedi. Bu “sıkıştığın yerden kaç bakalım ” gülüşüydü. Jülide’nin canı sıkılmıştı: “Duyular Dışı Algı bir yetenektir.” dedi. Sonra onun kendini küçümser bakışlarını görüp söyleyeceklerinden vazgeçmiş gibi doktora döndü: “Hocam sinir oluyorum sabrım kal madı. Siz anlatır mısınız? Lütfen.” Sinirle karşıdakine baktı. “Hasta lan doktorlara bırakmak gerek.” dedi. “Beş duyumuz var.” dedi doktor gülümseyerek ve daha sakin. “Göı me, koklama, dokunm a, işitme ve tatm a. Biz çevremizi bu duyu organlarıyla tanırız, öğreniriz ve tanımlarız. Ya bunları kullanmadan öğrendiğimiz bazı şeyler? Siz hiç durup dururken bir şeyler olacağı nı sezmediniz mi Vefa Bey? Yapılan araştırmalar tren kazalarından önce yolculuk için trenleri tercih edenlerin sayısında azalma oldu ğunu ortaya koymuş. Bu insanları trene binmekten alıkoyan bir şey var dem ek k i...” Güven: “Vay be!” “Ya trene binenler?” dedi Vefa. “Onlar ne? İnsan değil, öküz m u ' O nların...” gülüyordu. Yine suratında alay eder bir ifade vardı. “ duyu dışı algısı yok mu binenlerin?” dedi. “Duyu dışı algısı olmayan kimse yok.” dedi doktor. “Yalnız hangimi/
400
SULTAN TARLAC1
bile bile, hissettiğimiz halde bazı hatalar yapmayız hayatta? Onlar da o gün öyle bir hata yapmıştır veya evet olabilir. Belki de onlar o gün o kazayı hissetmemiş de olabilir. Sezgileri çok kuvvetli kişiler hem en her zam an her olayı hissedecek diye bir şey de yok. Bazı olaylarda çok başarılı olabilirken bazılarında tam am en başarısız olabilirler. Bir de yeteneğin dereceleri var elbette.” Jülide Vefa’ya baktı. “Anlıyor m usun söylenenleri?” dedi. “Yetenek diyor bak. Doğaüstü bir şeyden, büyüden, cinden, saçmalıklardan bahsetmiyor.” “Evet, bunun adı yetenekten başka bir şey değildir.” dedi doktor. Tıpkı resim gibi, işlem yeteneği gibi, müzik gibi bir yetenek bu d a... Müziğe hepimiz inanıyoruz değil mi? O nun bir yetenek olduğuna... Herkes basit bir müzik aleti çalabilir, kendince şarkı söyleyebilir veya idare eder besteler yapabilir. Yalnız herkes Beethoven olamaz. Du yular dışı algıda d a yetenekler böyledir. Herkeste az, orta seviyede veya çok iyi şekilde am a bir şekilde vardır. Trene binmekten Beethovenler vazgeçmiş, sadece şarkı söyleyebilen sıradan kişiler binmiştir sizin anlayacağınız...” “Saçmalık.” dedi sigarasını söndürürken Vefa. “Eğer dediğiniz gibi olsaydı yeryüzü adaletsizlikler üzerine kurulmuş olurdu.” “Neden?” dedi Federico. Vefa: “Duyu dışı algı yeteneği olanların tren kazasından kurtulup diğerlerinin ölmesi adalet mi?” Jülide: "Ya duyu dışı algısı olmayıp gün içinde rahatça yaşayan insanla rın yanında bir de kazaları hisseden diğer insanların ‘bir yerlerde kaza olacak’ diye içinin sıkılması? Adalet kavramını tek açıdan ele alamayız. Ayrıca, Duyu Dışı Algı çeşitlidir. Kimileri gelecek görücü südür, kimileri geleceği göremez am a uzakta saklanan bir şeyi görür, kimileri psikometristir, sadece geçmişi görür kimileri bazen geleceği,
401
9
197 GÜN • BÖLÜM2
bazen şu anı bazen geçmişi görür am a rüyasında görür... Rüyalarıı dilini de çözmek zordur. Bazıları ise bunların hiçbirini görmez am< telekinezisttir am a sonuçta hepsi psişiktir. Bu durum da diğer yete neklere benzer. Herkes müzisyen değildir. Bazıları ressamdır, bazılar dansçıdır, bazıları edebiyatçıdır am a sonuçta hepsi sanatçıdır. Bi müzisyenden dans etmesi nasıl beklenemezse bir uzaktan görücü den gelecek görüsü beklemek de o kadar yanlıştır am a m adem ben den loto istiyorsunuz denerim ” dedi. “Sonuçta sanatkârların kend alanı dışında bir sanatı becermesi, sahatta hiç yeteneği olmayanla rın o alanda bir şeyler becerm esinden daha kolaydır.” Gülümsedi “Bu kadar sanattan sanatçıdan bahsetmişken, biliyor musunuz, sa natkârların duyu dışı algısı da diğer insanlardan daha fazladır” dedi “Ne kadar değişik şeyler Jülide.” dedi Güven. “Keşke ben de psişil olsaydım. Bu yetenek doğuştan mı geliyor yoksa sonradan olumu m u?” “Sizde de doktor beyin de az önce açıkladığı gibi her insanda -hal!, her canlıda- olduğu gibi duyu dışı algı yeteneği m uhakkak vardıı dedi. “Yalnız dediğim gibi, duyu dışı algının hangi alanında ve in derecede var? Fazla mı, az mı? Bilmiyoruz.” “Parapsikolojinin herhangi bir alanda fazla yeteneğim olsa şimdiy» kadar fark ederdim herhalde.” dedi Güven. “Uzaktan çizim yapın bence.” dedi doktor. “Uzaktan çizim, dimi görü yeteneği gerektirmez. Durugörür olmayanlar da yapabiliyor. ” Vefa “Laf dinlemeyi hiç sevm em .” diyerek çıkıştı. “Duyu Dışı Alyı varsa görmek isterim. Hani loto sayıları?” “Peki” dedi Jülide. “Deneyelim bakalım ne olacak. Bir kâğıt kalnn alabilir miyim?” Güven hem en cebinden çıkarttığı bir kâğıdı uzattı. Jülide sayıları v.ı zarken komiser: “Saçmaladığınızı fark edeceksiniz. Yani umarını diyordu.
402
SULTAN TARLACI
Genç kız sayıları yazdıktan sonra kâğıdı Güven’e uzattı. Güven kâğı da baktı. Ağzının içinde söylendi: “2-7-14-32-34-43” Kâğıdı özenle katlayıp cebine koydu. “Çok teşekkür ederim Jülide H anım .” dedi. D aha sonra gülerken mutlulukla kulaklarına kadar yayılan ağzını toparlayıp kemikli sura tına samimi bir hayal ifadesi verdi: “İnan ki bunlar tutarsa var y a ...” Söylerken biraz hüzünlüydü. Sanki uzun süre em ek verdiği bir işin sonucunu almış bir hüzün... Federico bir kahkaha atarak m asanın an tarafındaki duvardaki düğ meye bastı. Birkaç dakika sonra odaya gelen hizmetçiye: “Tatlım bize bir şeyler getir.” dedi. “Sohbetimiz güzel ve uzun sürecek.” “Kalsın.” dedi komiser parmaklarını önünde dikildiği m asaya tıkır datırken. “Sohbet güzel değil ve uzun sürmeyecek. Sizi de alıp gi deceğiz.” “Beni mi?” dedi Federico. “N eden yahu? Şu katil genç içinse dolaşın «rayın evi.” Eliyle odaların yerini işaret ediyordu. “Diğer evlerimin adreslerini, hatta anahtarlarını d a verdim. Arazileri ve fabrikaları da larif ettim.” "Konu o değil.” dedi Vefa. “Ş u ... İş adam ının ölüm ü... Hani bizim çalıp siteye yazdığımız bilgi var ya...” "Evet, hepimiz hatırladık.” dedi Jülide. Vefa Jülide’ye bakıyor am a cevabı Federico’ya cevap veriyordu: “O İş adam ı ölümündeki cinayet şüphesinden bizimle gelmek zorundanınız.” Federico bir kahkaha atarak: “Bilgiyi çalıp hırsızlık yapan sîzsiniz, İfadesi alınan benim .” dedi. Epeyce güldü. Sonra birden ciddileşip: 'Gerçekten yahu benim ne ilgim var o olayla?” "Siz hırsızlıktan değil, cinayet işlemekten emniyete geleceksiniz.” dedi Güven.
403
*
“Cinayet mi?” dedi domuz. “Ben karıncayı öldürem em .” Biraz dur du. Nasıl olsa yanlışlık ortaya çıkar, der gibi bir tavırla “Peki, peki... diye söylendi. Rahat görünmediği, rahat görünmeye çalıştığındaı belliydi. Doktora döndü. “Kusura bakmıyorsun değil mi?” dedi “Bunlar hep gücün ve paranın lanetleri... Her şeyden senin gücün den ve parandan şüphelenirler.” “Ve kavgalı olduğun kişilerden, son konuştuğun kişilerden, tehdi ettiğin kişilerden...” dedi Vefa. “Her neyse... Emniyette devam ede riz.” “Tehdit mi?” dedi Federico. “Yok artık. Avukatıma haber vermen gerekecek kadar önemli mi yoksa bu?” Gülümsemeye çalışıyordu. “Siz bilirsiniz.” dedi komiser. “Öyleyse biz de kalkalım.” diyerek doktor da ayağa kalkmıştı. “Celse de yarım kaldı.” dedi m edyum canı sıkılmış gibi yaparak. “Kurtuldunuz.” dedi Jülide. “Nasıl olsa ruh muh gelmeyecekti.” Medyum yılan gibi bakarak: “Haddini bilmez aşağılık!” diye söylendi Konuklar, Federico ve polisler evden dışarı çıkarken Jülide ve Vel. hâlâ tartışıyor, genç kız psişik istihbarattan m uhakkak yararlanılmas gerektiğini söylerken, komiser “Siz kendi işinize bakın. ‘Polis med yum a gitti’ haberleriyle emniyetin itibarını iki paralık etmem!” diy< bağırıyordu. “Gazeteciler nereden duyacak abi?” diye Jülide’ye hak vermişti Giı ven.
404
“H a k ik a ti ara ya n , o n u b u lm a n ın ce za sın a ka tla n ır.” Dr. Saltı p aylaştı 53 g ü n önce
113. G ün
Evet. “POLİS KATİLİ BULMAK İÇİN MEDYUMA GİTTİ!” Öldürülüşümün 109. gününde hâlâ bulunam ayan katilim hakkında gazetelere atılmış manşetti.
III. BOLUM “M atem atikçi, karanlık bir odada, orada olmayan siyah bir kediyi arayan kör bir insana benzer ” Charles D arw in
‘Ve ko n u şm a la rın ızın çoğunda , düşünce yarı ya rıya katledilir. Ç ünkü düşünce , boşlukta uçan bir kuş gibidir ; kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir am a uçamaz." Halil Cibratı Dr. Saltı paylaştı , 47 gün öner
127. Gün
Üç kurşunu kalmış olmalıydı. Karşı duvara baktı. İki duvarı birbirin den ayıran açık kapı mesafesi on metre kadardı. Kapının ağzından dışarıya yağmur gibi yağan kurşunlardan kurtulup oraya geçebil mesi için yerde sürünmesi kâr etmezdi, çünkü kurşunların oldukça alçaktan geldiği, hatta demir kapı eşiğinden sektiği bile oluyordu. Hız... En fazla ne kadar hızlı olabilirdi? Düzensiz şekilde bazen bir kaç saniye arayla on kurşun atıldığı gibi şimdiye kadar atılan iki kur şun arasındaki süre en fazla on saniyeydi. Aynı anda birkaç kurşu nun sektiği de oluyordu. O kurşunlardan birinin kaderinde ta kurşun dökülme esnasından beri bu kapı aralığında onun karnını dağıtmak olabilirdi. Neyse ki bu kadar düzensiz ve rastgele atıldıklarına bakı lırsa, diğer taraf plansız ve korkak hareket ediyordu. Ayrıca çok fazla atılması da bu tarafın kalabalık olduğunu zannettiklerini gösteriyoı olabilirdi. Varsayım elbette. Bu arada kendini düşündü. Kendi de düzensiz, rastgele ve çok fazl.ı atış yapmıştı. G örünen o ki karşı taraf mermi sıkıntısı çekmiyordu, ya kendi? Canı sıkıldı. Dudaklarını büzdü. Bu durum da yapması gereken tek şey bir süre nefes alm adan sessizce beklemek ve orad.ı
SULTAN TARLACI
olmadığına veya oradan ayrıldığına diğerlerini inandırmaktı. Zaten karşı taraf sessizleşmiş, kendinin de hareket edecek hali kalmamıştı. Hızlı hızlı ve kesik kesik nefes alıyor, nefes gırtlağından geçerken sanki yakarcasına ciğerlerine iniyor, göğüs kafesi neredeyse yırtı lacak gibi şişiyordu. Bacaklarından akan ter kargo pantolonunun dışından bile yer yer belli oluyordu. Üzerindeki tişört sırtına olduğu gibi yapışmıştı. Güneş, alnının ortasını çelik bir sac gibi yakıyordu. Kafasını uzatıp deponun sürgülü kapısının duvara m onte edilmiş menteşesindeki demir para büyüklüğündeki delikten içeri göz attı. Belli belirsiz birkaç eski ve paslı demir parçası ve araba lastikleri gördü. Kimse görünmüyordu. Biraz oturm ak veya kollarını indirip dinlenmek ne iyi olurdu. Yalnız her an kendini yeniden savunm ak zorunda kalabilirdi. Bu nedenle silahını indirmeden duvara vatoz gibi yapışıp tetikte durmalıydı. O da öyle yapıyordu. Aferin! Akıllıydı şu Vefa. Akıllıydı da işler yolunda gitmeyecek gibiydi. Sakinlik uzun sürmedi. Kurşunlar yeniden, daha fazla ve seri başlamıştı yağmaya. Sesten ‘yakınlık’ ölçümü yapam ıyordu artık. Kulakları uğuldam aya başlamıştı. Yalnız kurşunların ileriye gittiğine, ilerideki ağaca kon muş kuşların çığlık çığlığa uçtuğuna bakılırsa daha yakından atılıyor du. İşte şimdi taşların yeri değişmişti. Şüphe yoktu. İçeridekiler yaklaşıyordu. Bir an karşı duvara geçebi leceğine olan um udu söndü. Bu durum da sessizce orada yokmuş rolü oynam anın anlamı yoktu. H atta sessiz veya sesli herhangi bir şekilde orada kalmaya devam ederse ölebilirdi. Aceleyle iki el ateş etti. Burada aptallık yaptı. Karşı duvara geçemeyecekse arkasındaki duvarın kenarından kaçabilirdi. Mermi harcam anın anlamı yoktu. Üçüncü defa tetiği çekti am a kurşun çıkmadı. Şaşkınlıkla silaha bak tı. Demek az önce üç değil, iki kurşunu kalmıştı. Kolunun arkasıyla alnından akan teri silerken “Kahretsin!” dedi. Korkuyla karışık bir çaresizlikle, yeniden karşı duvara baktı. Gözlerini kıstı. Alt dudağını hızla yaladı. Burun delikleri geriliyordu. Oraya geçebilirse deponun yan tarafından Güven’in olduğu yere doğru hızlıca koşabilecekti.
409
9
197 GÜN * BÖLÜM3
Pek mümkün görünmüyordu. Az önce ateş ettiği iki el içeridekileri bir süre durdurm uştu am a sadece bir süre... Federico burayı elden çıkaralı beş yıl kadar oluyor am a az anım yok tur burada. Yaşarken epey bulundum, hatta biraz ilerideki deponun biri benim cephaneliğimdi. Demek istiyorum ki bu alanı avucumun içi gibi bilirim, içeridekileri de tanırım. Muhtemelen karşılıklı silah attıkları kişilerin polis olduğunu bilmiyorlar am a bilseler de onların hiçbiri polis öldürmekten korkacak kişiler değildir. Bunu o da biliyor olmalıydı. Heyecanla ne yapacağını düşündü. Biraz sinirle ve ger çekten kurşunun bittiğine emin olmak ister gibi birkaç el daha de nedi. Bu ikinci aptallığıydı. Yanına çok yaklaşmış biri olabilir ve bu sesi duyup çaresizliğini anlayabilirdi. Şarjörü çıkarıp baksa daha iyi olurdu. Her tetiğe bastığında bom boş çıkan cilk cilk sesinden sonrn silaha umutsuzca bakarken kendine uzatılmış bir silah gördü. “Bunu kullan.” demişti uzatan kişi sessizce. Bir an gayri ihtiyari “H a... Sag ol!” diyerek silahı aldıysa da sonrasında jet hızıyla silahı verene dön dü. “Jülide!” Sessiz kalması gerektiğini unutup bir anda bağırmıştı. Güvende olduğundan emin olmak ister gibi bir an arkasına dönü]) sonra yeniden genç kıza baktıktan sonra, biraz hayret ve şaşkınlık içinde “Burada ne arıyorsun?” dedi. Sesi daha kısıktı. Bu, geçen lerde ruh çağırma seansında Federico’nun evine gelen fıstıktı. Üze rine yazlık, dizden, minik pem be çiçekleri olan, beline oturmuş ve kalçasına doğru açılan açık renkli bir elbise giymişti. Gerçekten ne arıyordu burada? “Şşşşt...” dedi fıstık. Sanki her şey yolunda ve tek sorun Vefa’nın çıkardığı sesmiş gibi. “Sessiz ol.” Az önce Vefa’nm baktığı duvara baktı kaşlarını çatarak. Vefa onun um ursamazca kar şıya bakışına baktı ve yeniden “Ne arıyorsun burada?” dedi. Bu esnada birkaç kurşun ikisinin tam arasından, burnunun dibinden karşıya fırlamıştı. Hem en yere yattılar. Genç kızın reflekslerinin bu kadar sağlam oluşuna ve böyle durum larda ne yapması gerektiğine aniden karar verebilen haline bakacak olursak alışkın gibiydi opc rasyonlara. Sonra elbette üstüne başına bakan biri ancak bir film
10
SULTAN TARLACI
sahnesinde gördüğü şekilde yere yattığını düşünebilirdi. Zaten kısa bir süre sonra tedbirsiz ve cahilce bir hareket yapıp ayağa kalkmış, elbisesindeki tozları eliyle çırpmaya başlamıştı. Bu esnada her dert bitmiş, onun elbisesinin kirlenmesi kalmış gibi, üzerine yağmur suyu sıçratmış bir araca sinirlenmişçesine söyleni yordu. Kurşunu yemiş, ölmek üzere olsa bu kadar sinirlenmezdi. Vefa, elinden tutup yere asıldı. “Ne yapıyorsun?” dedi. Vurulacak sın. Yat, yat!” Diğer elini komiserden kurtarıp “Yerleri görmüyor m u sun?” dedi. “Elbisem kirleniyor!” Koşar adımlarla az önceki duvarın köşesinden döndü. Vefa da yattığı yerden kalkıp alçak bir tünelden geçiyormuş gibi başını eğerek onun yanına koştu. Az önceki gibi duvara yapışıp, Jülide’yi de yine kolundan tutup duvar kenarına çekti. “Burayı okul koridoru mu sandın! Salma salına geziyorsun!” Genç kız duvardan uzaklaşmaya çalışarak “Şu ise bak!” diyordu. Ne kadar kirli olduğunu göstermek için parmağını duvara sürtüp komiserin gözünün önüne tuttu. Vefa, genç kızın, gözünün önüne tuttuğu islenmiş parm ağına şaşılaşmış gözlerle baktı. Bir süre sonra kendine gelip: “Kendi tipine bak.” dedi. “Ne arıyorsun burada bu elbiseyle?” Gözleri ateş saçıyor, burun delikleri geriliyor, dudakları sıktığı dişlerinin etrafında sinirden ince bir çizgi halini alıyordu. “Ne varmış elbisemde?” dedi genç kız. Belinden aşağı inen kısmına elini sürtüp bir çocuk gibi sevinerek: “Tam yazlık.” dedi. “Elbisenin...” diye bir küfür savurdu komiser ağzının içinde. “Böyle mi gelinir?” dedi yeniden genç kızın kıyafetine ve yüksek topuklu ayakkabılarına bakıp. Sonra önemli bir şeyi hatırlamış gibi “...ve asıl önemlisi ne den gelinir?” diye ekledi. Jülide, elbisesinin açık yakasından ve dolgun göğüsleri arasından bir kâğıt ve kalem çıkarmıştı. “Durugörür arkadaşların yazdıkları na ve çizdiklerine bakarsak...” diyordu kalemin arkasını ağzına alıp kâğıda bakarken, “...katil ayçiçeği tarlalarına yakın bir yerde olmalı.” Vefa’ya döndü. “Bugün çok önemli bir işim yoktu.” dedi. Oturdum ve internetten şehirdeki ayçiçeği tarlaları hakkında bir
411
9
197 GÜN • BÖLÜM3
araştırma yaptım. Ne kadar geniş bir alana yayılmış am a tarlalar...” Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırmıştı. Yeniden indirip çattı. “Bu durum da bu tarlaların hangisine ne kadar uzaklıktaydı katil?” Elindeki kâğıda baktı. Kalemle bir yeri işaret edip: “Çizilenlere göre bu tarlanın yakın yerinden bir akarsu geçmelidir.” dedi. “Fakat ayçiçeği tarlalarının yakınında akarsu, ırmak, dere vs. bulamadım. Akarsu algısının yan lış bir algı olduğunu düşünecektim ki Rikkatimi çekti, birden fazla kişide köprü çizimleri de olmuş, yalnız daha ilginç olanı, köprü çi zen hiçbir psişiğin köprünün altına su çizmemiş olması. Bu ne kadar garip değil mi?” dedi. “Öyleyse bu ne anlam a gelmektedir? Demek ki bir zamanlar yüksek bir debiyle akan ve üzerine köprü yapılmış akarsu zaman içinde kurumuş ya da kurutulmuştu. Tarla yapmak için veya başka sebeplerle...” Vefa’ya dönüp ‘inanabiliyor musun bakışıyla “Meğer dere yatağını yol yapmışlar.” dedi. “Bu akarsuyun kuruma nedeni yatağının yol yapılması. Çok yanlış.” dedi. “İnsan lar böyle şeyler yapıyor doğru bulm uyorum .” Elindeki kalemle az önce geldikleri noktaya dönüp gözlerini kısıyor, uzaklarda bir yeri işaret ediyor “İşte tam o ra d a ...” diyordu. O dere yatağından -yani dere yolundan- geldim v e ...” güldü. O köprünün altından geçtim. O kadar komik ki bir zamanlar o yolun akarsu yatağı olduğunu bil meyen biri o köprünün hiç de işlek olmayan o yola üst geçit olarak yapıldığını düşünüp hayret edebilir, çünkü yolu da epey düzenle yip sanki bir asfalt haline getirmişler.” Kırmızı dudakları arasından dişleri bembeyaz parlıyordu. Vefa’nın sinirle baktığını görünce o da ciddileşip: “Şayet b e n ...” dedi, “...eğer buraya gelmeden önce biı araştırma yapm asam öyle zannedebilirdim.” Komiser genç kızın rahatsız edici rahatlığına bakıp bir kez daha diş leri arasında “...ve sen buraya neden geldin?” dedi. “Haklısın " dedi genç kız elindeki kâğıdın arkasını çevirip. “Bugün havanın gıı neşli olduğuna bakma. Rüzgâr çıkacak gibiydi kâğıtları uçmasmlm diye ayraçla birbirine tutturdum ha h a ...” Vefa, sinirle genç kızın elindeki kâğıtların ayraçlarına baktı. Elindeki dosyaları bilgisayardan
412
SULTAN TARLACI
-üşenm eden- düzgünce çıkartmış ve kenarlarını da renkli ayraçlarla tutturmuştu. “E vet...” dedi Jülide. “Buraya neden geldim? N eden başka bir yer değil de burası? Bir yol, elbette insanı pek çok yere gö türebilir öyle değil mi? Bu nedenle ayçiçeği tarlaları arasından geçen eski dere yatağı yolu nokta hedef için ayırıcı bir özellik değildi. Ne yapm ak gerekiyordu? Diğer çizimlere bakm ak... Şunlara bak!” dedi. “Bunlar bir depoya benzemiyor mu? Çünkü bunlar ev değiller... Baksana upuzun ve penceresiz ey mi olur? Ha ha... Kim penceresiz bir evde oturm ak ister ki? Mesela ben istemem. İşte bu yüzden bun lar kesin depodur dedim. O yüzden buraya gelince demir sürgülü büyük kapılı am a penceresiz kocam an depoları görmek beni şaşırt madı. Gerçi özellikle pencere var mı diye baktım ve geldiğim yön de duvarda bir pencere gördüm am a sadece bir tane ve küçücük. Neyse, önemli olan, katil bu depolardan hangisindeydi? İşte burada en önemli şe y ...” elindeki kalemi kâğıda vurdu: “Şu çatılar...” dedi. “Üçgen şeklinde çizilmiş çatılara bak. Depolardan hiçbirinde çatı ol m am asına rağm en sadece bunda var.” Elini yaslandıkları deponun duvarına vuruyordu. Bir süre sonra duvarın isli olduğunu hatırlayıp kâğıtları dudakları arasına kıstırıp iki elini birbirine vurarak elindeki isi gidermeye çalıştı. Sonra normal şeylerden bahsediyor gibi yine kayıtsızlıkla kâğıtları ağzından çekip: “D aha yakından bakayım der ken silah sesleri duydum .” dedi. Vefa bir anda bir şey hatırlamış gibi “Bunu nereden buldun?” dedi az önce Jülide’nin verdiği silaha bakarak. Kız, um ursamaz şekilde gösterilen silaha baktı. “Ha onu gelirken yerde yatan m uhtemelen ölmüş bir adam ın elinden aldım.” Komiser çaresizlikle başını duvara dayayıp gözlerini kapattı. Genç kız komiserin bu bezgin halini görse de görmezden geldi. “Benim anlamadığım şu çizgiler...” diye devam etti. “Arkadaşların pek çoğu (;uval çizmiş.” Kâğıdı komiserin gözüne sokarcasına yüzüne tutuyor du. Genç adam ın kafası duvara yaslanmış şekilde ve gözleri de hâlâ kapalıydı. Jülide koluyla birkaç defa dürttü. Kâğıdı uzatıp “Görüyor musun çizilen çuvalları?” dedi. “Şşştt görüyor m usun?” Vefa gözle
413
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
rini kocaman açıp kâğıda hiç bakm adan “H e e ...” dedi sinirle, “Gö rüyorum!” “Ne var bu çuvalların içinde biliyor m usun?” dedi Jülide yeniden. “Bok var!” dedi komiser ağzından çıkan birkaç tükürük parçasına hâkim olam ayarak sinirle. Genç kız sanki bir öğrenciyi terbiye eder halde üç parm ağının ucunu yavaşça komiserin ağzın;ı vurdu: “Ayıp!” dedi. “Öyle denmez!” Sonra yeniden kâğıda bakıp ağzının içinde: “Hayır, bok yok!” dedi\dalgın bir ses tonuyla. “Ne var bilmiyorum am a her ne v a rsa ...” dedi. “Şuraya bak. Çuvalların içine bir daire çizmişler. Demek ki çuvalın içinde olan şeyin içinde de yine başka bir torbada başka şeyler var.” “Tüm bu saçm a sapan konuşmaların sonunda senin neden buradn olduğuna dair mantıklı bir açıklamaya gelecek mi acaba?” dedi Vefn genç kızı duvara yaslayıp delici gözlerle bakarken. Jülide komisere baktı: “Belki uyuşturucu...” dedi kısık bir sesle. “Her çuvalın içinde ve küçük bir to rb a d a ...” “Biliyor m usun?” dedi komiser genç kızın omuzlarını sıkarken. “Şu an boğazını sıkmamak için kendimi zor tutuyorum .” O geldiğinden beri sanki komiserin yüzünün esmerliği iki katına çıkmış, sinirden simsiyah olmuştu. Boğazında bir damar, Jülide’nin elindeki kaleni den daha kalındı. Sanki kanının akışı görünüyordu. Şakaklarındaı ter akıyor, sinirle sıktığı dişlerini konuşurken bile açmıyor, sanki kır mak istiyordu. “A ahh...” dedi çok yavaş bir sesle genç kız. “Yüceltme psikolojisi olmalı. Biliyor olmalısın, bazı insanların içlerindeki kötü duygulun yenmek için ilişkili başka, benzer am a iyi yöne kaydırmaları. Meseln kavgaya meyilli birinin boksör olması gibi ya da kesip biçmeye e
SULTAN TARLACI
için... O ndan... Lütfen sakin...” Karşıdakini yum uşatm ak ister gibi gülümsedi. Komiser bu gülümsemeden hiç de yum uşam ışa benze miyordu. Sanki genç kızı orada boğuvermesi anlık bir meseleydi. Bir dam la lazımdı bardağı taşırmaya. “D ünyada yanlış meslek seçen onca insanı gördükçe nasıl üzüldü ğümü bir bilse...” Sözlerini tam am layam adan az önce onların dön düğü köşeden güneşin boylu boyunca uzattığı bir gölge görüp ko misere “Buraya geliyorlar.” dedi. Vefa Jülide’nin baktığı yere bakıp genç kızı ‘başım a bir de sen çıktın der gibi’ sinirle, “Koş!” diyerek ileri kaktırdı. İkisi de deponun uzun duvarı boyunca koşmaya baş lamışlardı. Arkalarından atılan birkaç kurşundan son anda kurtulup diğer köşeyi de döndüler. “Biraz ileride küçük bir pencere var, ge lirken gördüm .” diye bağırıyordu Jülide. “O radan girmezsek diğer köşeden önümüze çıkacaklar.” Bir yandan koşup bir yandan epeyce yüksekte olan pencereye bakıyorlardı nerede diye. Elli metre kadar koştuktan sonra “Burada!” dedi Vefa. “Sen nasıl çıkacaksın?” diye ekledi sinirle. “Şu haline bak!” diyordu. “Bu ayakkabılarla mı çıka caksın!” Genç kız komiserin eleştirilerini dinlem eden yerde bulduğu -geçen aylarda deponun üzerine çakılan çatıdan atılıvermiş- tahtalardan birini aceleyle pencerenin kenarına yasladı. İki eliyle tahtanın ke narlarından tutup birkaç adım tırmandı. Pencereye yaklaşınca ayak kabılarından birini çıkardı ve sivri topuğunu pencereye çengel gibi takıp parmaklarını ayakkabının içine geçirdi. O radan aldığı destekle çıplak ayağını pencereye attı. “Altıma bakm a!” dedi. Komiser bu sözden sonra genç kıza “aptal” der gibi söylenerek başını sabır çe ker gibi yan tarafa çevirdi. O yan tarafa bakarken, genç kızın diğer bacağını da yanm a çekmesiyle boşta kalan tahta komiserin kafa sına düştü. Bu darbenin yanında bir de durdukça tozlanmış tahta parçasından gözüne toz kaçmıştı. İşte şimdi dayanam am ış az önce sessizce söylediği sözü bağıra bağıra söylüyor “Aptal! Geri zekâlı!” diye deponun önünde sinirden tepiniyordu. Kurşun seslerini duyun
415
9
197 GÜN • BÖLÜM3
ca bağırm aktan ve elinin arkasıyla gözünü temizlemekten vazgeçip tahtayı aynı şekil koydu ve birkaç adım da pencereye sıçradı. Oraya çıktıkları bilinmesin diye tahtayı aşağıya kaktırmayı ihmal etmemişti. D eponun içine atlayınca dışarının göz alıcı güneşinden sonra bir an içeride hiçbir şey göremedi. Tozdan kanlanmış gözünü elinin arka sıyla yeniden silerken deponun karanlığında elbisesinin açık ren ginin yardımıyla belli belirsiz Jüliöe’yi gördü. “Acaba çizimde olan çuvallar şunlar mı?” diyordu genç kız depodaki çuvalları dışından yoklayarak. “Ne değişecek acaba?” dedi Vefa genç kızı küçümseyici ve sinirli bir ses tonuyla. “Ee... Bir kez daha doğru yerde olduğu muzu anlayacağız.” dedi Jülide. “Eğer bu çuvallarda uyuşturucu saklanıyorsa katil burada olmasa bile uyuşturucu alışverişi yapan ticaret sahibi yerini biliyor olabilir. Yani katilin yeri değil am a onu saklayan kişi psişik olarak algılanmış olabilir. Tabii katil burada veya deponun başka bölüm ünde, çuvalların arasında saklanıyor da ola bilir.” Komisere baktı. “Bu arada sen neden yalnızsın?” diye sordu. “Güven vardı.” dedi Vefa kafasının tahta gelen yerini avcunun içiyle* ovalarken. “Birbirimizi kaybettik.” Bir sonraki soruyu tahm in ettiği için “Telefonum d a çekmiyor.” dedi. Bir an durup: “Sizinle bilgi pay laşmak zorunda değilim!” diye bağırdı. “Telsizle... Ekipten neden yardım istemedin?” dedi genç kız az önceki bağırmayı duymamış gibi. “Yani... Buraya böyle arkana bir destek alm adan sap gibi çıkıp gelmek enayilik.” dedi gülerek. “Senin gibi mi?” diye sinirle karşılık komiser. “B ana b a k m a ...” dedi genç kız. “Ben sen gibi dövüşmeye, vuruşm aya gelmedim. Baksana bana kavgaya gelmiş gibi bir halim var mı?” Eteğinin iki yanından iki eliyle tutmuş, özel günlerde mera sime çıkan anasınıfı öğrencisinin sahne selamı gibi duruyordu. Us tünü yokladı. “Ya da silahım mı var? Katile kelepçe vurup götürecek değilim herhalde. Kendi halinde biriyim b en.” Vefa: “...ve kendi haline biri, ben bilmem nerelerden ne sonuçla ra ulaştım d a ...” Genç kız komiserin sözünü kesip “Parapsikoloji alanları: Durugörü, uzaktan görü ya d a psişik istihbarat da deniyor."
SULTAN TARLACI
dedi. Vefa ‘her neyse’ der gibi gözlerini kapatıp “ ...kayıp bir katil orada olabilir mi d iy e...” genç kız yeniden komiserin sözünü kesip “Dört aydan fazla zamandır kayıp!” diye düzeltti, “...kendi başına çıkıp gitmez.” dedi Vefa zar zor ve ısrarla cümlesini tam amlayarak. “Polise haber verir.” diye ekledi. “Saçm a!” dedi Jülide. “Polise h a ber verir diyorsun am a polis hem en her ihbara gidip bakıyor sanki. Üstelik kaynağı durugörü olan bir ihbar. Değerlendirecek miydiniz?” dedi. “Ve bizimle bilgi paylaşacak mıydınız?” Genç adam ın önüne gelmişti. “Sizinle bilgi paylaşmak gibi bir zorunluluğumuz yok!” dedi Vefa. Genç kız hızla arkasını dönüp “Ben de o halde çıkıp gelip ken dim bakarım .” dedi. Yeniden depoda dolaşm aya başladı. Komiser onun depoda gezinip çuvalları yoklamasına bakıyordu. “İyi öyley se başına geleceklere de katlanırsın.” dedi. Biraz durdu. “Akıl edip kendine de bir silah bulsaydın ya!” diye ekledi. Jülide önündeki bir çuvalın ipliğini dişiyle açm aya çalışırken ağzının içinde zor anlaşılır şekilde: “O silahı zaten kendime almıştım.” dedi. Ağzını çuvalın ipin den çekip geri kalanını tırnağıyla halletmeye çalışırken: “Buraya se ninle karşılaşmaya gelmedim herhalde am a baktım senin silahında mermi bitmiş, ters dönm üş böcek gibi çaresiz kıvranıyorsun, acıdım, sana verdim. İyilik yaramaz ki insanoğluna...” “İyi, al silahını!” dedi komiser genç kızın tepesine dikilmiş elindekini uzatırken. “Geberecek olursan korursun kendini.” “Kalsın.” dedi genç kız silahı beğenmez gibi. “Dün gece Prenses Som ya’yla konuştum evrende. Eğer böyle bir yerde, çatışma esna sında ve bugün ölecek olsam bana dünden söylerdi sanırım. Burada ölme ihtimalim yok am a bence sen kendini korusan iyi edersin.” dedi. Vefa şaşkın gözlerle kıza baktı. “Ha yani benim ölme ihtimalim var öyle mi?” Sonunda ağzını açmayı başardığı un dolu çuvala elini sokmaya ça lışırken “Bilmiyorum ...” dedi genç kız. “Seni sormadım. Hem ne
4 17
9
197 G ü n * BÖLÜM3
önemi var? Sen durugörüye inanmıyorsun k i...” Dışarıdan adamların sesi gelmeye başlamıştı. Birden ikisi de sustu. Çuvalın başından ayrılıp aynı hızla çuvalların arkasına saklandılar. “Ölmeyeceksen neden saklanıp tespih böceği gibi kıvrılıyorsun?” dedi komiser zor duyulur kısık bir sesle. “Belki ölmeme sebebim, saklanmamdır. Deveyi gene de sağlam ka zığa bağlam ak lazım.” dedi Jülide. D eponun kapısı büyük bir gürül tüyle açılmış, bizim çocuklar içert Kırk Haramiler gibi girmişti. Genç kız deponun içine dağılıp b rad a birilerinin olup olmadığını kontrol eden’ adam lara bakıp: “Biliyor m usun?” dedi Vefa’ya. “As lında durugörü bilgilerine yüzde yüz güvenilmez, çünkü algılar çok hassas, uçucu ve kendisini çeldiren başka algılara fazlaca bulaşa bilir haldedir. Kısacası, bugün seninle birlikte Allah esirgesin beni de öldürebilir bu caniler.” Vefa birden genç kıza döndü. “Sana be nim öleceğimi mi söyledi o?” dedi. “Seni konuşmadık dedim ya!” diye karşılık verdi diğeri. “Yalnız durugörüye gerek kalm adan biraz mantıkla bile bilinebilecek şey, burada oldukça kalabalık oldukları. Mesela bu adam lar bence bizi kovalayanlar değil. Şu an her yerde hepsi bizi arıyor. Polisi bile öldürmeyi göze almışlar ya da bizi hır sız veya kendileri gibi kötü adam lardan sanıyorlar. Umarım takvi ye ekip istemişsindir ve gelirler. İstedin mi?” dedi komisere dönüp. “Seninle bilgi paylaşmak zorunda değilim!” dedi Vefa. “Bana soru sorup durma! S ana buraya gel diyen olmadı. Ölürsen kendi hatan!” Genç kız sinirle önüne dönm üştü. “Bari yanımdaki akıllı bir polis olsaydı...” diye mırıldandı kendi kendine konuşuyor gibi am a ko miserin duyacağı bir sesle. “Elindeki silahta beş kurşun var. Umarını etkili kullanabilirsin.” Komiser sinirle ve yine burun delikleri gerile rek kıza bakıyordu. “Şu karşıdaki fıçıları görüyor m usun?” dedi Jüli de. “Şu yukarıdaki, ilerideki... İçerisinde zeytinyağı olmalı. Adamlnı tam oraya geldiğinde fıçılara ateş et. Onların her biri en az yirmi li! redir. Hem üzerlerine düşer -şansımız varsa bayılır veya beyin kann
418
SULTAN TARLACI
ması geçirirler- hem de başına düşmeyenlerin yağdan ayakları kayar ve hızla buraya gelmeleri engellenebilir. Zaman kazanırız.” Komiser, kızın işaret ettiği fıçılara baktı. “Saçm alam a!” dedi. “İçlerinde ne ol duğunu bilmiyoruz bile.” Genç kız yine az önceki kâğıtları çıkarmış tı. “Hayır, biliyoruz.” dedi. “Bak arkadaşlar çatı çizdikleri deponun çatı kısmına, yani buraya ne çizmişler? Zeytin ve zeytin yaprağı...” “Zeytin çizmişler.” dedi Vefa. Zeytinyağı değil. “Evet am a dışına da ne çizmişler bak. Yağmur. Yalnız bu yağmur gökyüzünden değil, ne redeyse deponun içinden yağıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Demek ki fıçılarda bir sıvı var ve patlatınca yağmur gibi akacak. O sıvı da zeytin çizildiğine göre zeytinyağı olmalı. Ayrıca fıçılarda zeytin sak lanmaz.” dedi. “Saklanabilir.” diye karşılık verdi komiser. “Saklan maz!” dedi Jülide. “Fıçının çeşmesinden tıp tıp zeytin düşecek değil ya!” “Boş da olabilirler...” dedi Vefa. “.. .ve ateş etm em halinde on lara bir şey olmaz, sadece burada olduğumuzu kanıtlarız ve ayrıca nereye nişan alacağımı sana soracak değilim. Yanımda süslü köpek gibi duran yirmisinde bir bayan öğretmen, bana atış konusunda fikir verecek son kişidir!” Genç kız komisere baktı. “Sen bilirsin.” dedi. Adamlar neredeyse hem en her çuvalın arasını kontrol ediyordu. En geç on dakika sonra onları bulacakları kesindi. Vefa bir an çaresiz likle fıçılara baktı. Derin derin nefes aldı ve ani bir kararla ateş etti. Bu onun üçüncü aptallığıydı. Fıçı, deponun çatısının da bir kısmı nı uçurarak büyük bir gürültüyle patlamıştı. Neyse ki komiserin ve genç kızın şansı vardı ve bu sarsıntıyla üzerinde durdukları deponun alt kata açılan kapağının sürgüsü kırılmış ve onlar da aşağı kattaki un çuvallarının üstüne düşmüşlerdi. Zaten o patlam ada çuvalların arasında olmasalar ve aşağı düşmeseler kesin ölürlerdi. Jülide, Vefa’nın üzerine düşmüş halde birkaç saniye sonra kendine gelip, hafifçe ellerini kaldırarak “Zeytinyağı normalde patlayıcı bir madde değil am a ne kadar garipti değil mi?” dedi. “Acaba ne vardı
4 19
9
197 GÜN • BÖLÜM3
o fıçının içinde? El bombası? A a a ... Bir fıçı ve el bombasını çizmeye kalksak birbirine şekil ne kadar benzer fark ettin mi? Dr. Saltı demişti birbirine benzeyen şekilleri isimlendirmemek gerektiğini. Belki ar kadaş fıçı değil, el bom bası çizmek istedi? Dinamit değildir sanırım am a yine de bir m um un ve dinamitin birbirine ne kadar benzediğini düşünsene. Ve arkadaşlardan biri bol bol mum çizmişti am a biz onu katil ile öldürülen kızın geçmişine ait romantik b ir...” “Seni hayatım boyunca bir kez d ah a görmek istemiyorum.” dedi komiser yattığı yerde inlerken. “A nladım ...” dedi Jülide. “Sen tabii kötü d ü ştü n ...” Vefanın be deninin bir kısmı çuval taşımaya yarayan tahta arabanın köşesine gelmişti. “Tahtaya düşm üşsün.” dedi oraya bakıp. “Ben senin göbe ğine düşünce yumuşak bir iniş yaptım .” “Benim göbeğim yok!” dedi Vefa sinirle. “Kendi kapı genişliğindeki kalçaların hava yastığı, memelerin paraşüt görevi üstlenmiş olmalı düşerken!” Bağırırken kendi sesi canını yakmış gibi:“Aahhh kolum!” diye inledi. “Kolum, kolum sanırım kırık.” “Yok, canım!” dedi Jülide. “Çıkıktır o. Kırık olsa acısından duramaz sın.” Ayağa dikilmiş yine elbisesini çırpıyordu. “Kalçamın ölçüsü 90.” dedi. “S ana bilgi vermek zorunda değilim a m a ...” Bir an du rup “A a ...” dedi. “Fark ettin mi? Az önce ne demiştim? Arkadaşın depodan çıkan yağmur çizdiğini... Yağmur evet am a patlamayla birlikte etrafa saçılan kıvılcım yağm uru... Çizmeye kalksan yağmuı ve etrafa saçılan minik ateş kıvılcımlarının benzerliğini düşünebiliyoı musun? Aynısı! Sana bir deponun içinden yağmur yağmayacağını söylemiştim. İşte uzaktan çizim b a k ...” “Yeteeeeeeeeeer!” diye bağırdı komiser sinirle ayağa kalkmaya ça lışırken. “Sus artık!” ortalığı yoğun bir dum an kokusu almıştı. Pal lam adan sonra depoda çıkan yangının dum anı hızla sarıyordu hcı yeri. “Gebereceğiz sayende!” dedi kalkarken. Sendeliyordu.
420
SULTAN TARLACI
“Bana ne bağırıyorsun!” dedi Jülide komisere bakıp. “Yeryüzünde benim kadar talihsiz bir genç kız var mı acaba? Halime bak. Kötü adamlarla dolu bir deponun içinde filmlerde görmeye alışık oldu ğumuz, bir vuruşta beş adam ı yere deviren güçlü ve karizmatik bir partner yerine arkam dan her yere koşup saklanan miskin, çaresiz v e ...” güldü. “Karizma konusuna hiç girmeyim... Neyse böyle bi riyle bugünü geçiriyorum.” Komiser yum ruğunu sıkmış, genç kızın üzerine yürüyordu. “Burada ölmek için dua et!” dedi. Genç kız, üzerine gelen komisere korkuy la bakıp arka arkaya yürüyordu. “Yoksa bu yaptıklarını burnundan getireceğim.” Duman yavaş yavaş.ortalığı sarıyordu. Neyse ki on lar orada boğulm adan takviye ekibinin siren sesi gelmeye başla mıştı. Genç kızın çuvalların üzerine çıkıp az önce düştükleri yerden “Heyy... Buradayız!” diye bas bas bağırmasıyla da kısa sürede bu lundular. Polis arabasına bindirilmiş giderlerken Jülide başka bir polise: “Ka tilin burada olmaması çok garip.” diyordu. “Aslında biz orada yal nızken ve hiçbir şey yapamazken katil rahatlıkla başka yere gitmiş, yer değiştirmiş olabilir. Yalnız, arkadaşlardan biri bak buraya yıldız çizmiş. Polis ay yıldızına ne kadar benziyor değil mi? Hilalin açıklığı yukarı bakıyor, yıldız üstte. Sizinkisi de böyle değil mi? Belki de katil gerçekten burada değildi am a polislerin buraya geleceğini ve katili arayacağınızı algıladı arkadaşlar. Çünkü algılarda bu tür kaymalar olabiliyor. Yine de polislerle aynı yerlere baktığımıza göre sizinle eşit hızda arıyoruz katili.”
421
9
“Bu kadar fa z la ve güçlü duygusallık tehlikelidir. Ç ünkü duygular her şeyi yönetebilir. K orkudan bazı şeyler yaparsınız am a bunları güçten dolayı yapm anız gerekir. Soruy bu gücü nerede bulacağınız ...” M arilyn Monroc Dr. Saltı paylaştı , 43 gün önce \
131. Gün
Gülerken büyük bir M şeklinde açılmış kırmızı dudaklarının arasın dan görünen beyaz dişleriyle pem be bir karanfil tutuyordu. Platin sarısı saçlarının kıvrımları omuzlarının hem en üzerindeydi. Beya/ minik puanlı, açık mavi, askılı elbisesi tam bedenine göreydi. Beli nin bittiği yerden pileler kalçalarına doğru açılıyordu. Doktor Sallı, bu bele hayalinde kaç defa sarılmış, askılı omuzları okşamış, saçlarla oynamış ve dudakları öpm üştü. Ne de tatlı gülümsüyordu sevgilisi. Marilyn, güneş gibiydi. Burnuna, çenesine, gözlerine bir kez daha baktı. Ekrana dokundu. İçini çekip gülümsedi. O nun Marilyn tutku sunu öğrenen hem en herkes sorm uştur Saltı’ya “Marilyn Monroe’y*' neden âşıksın?” diye... Marilyn M onroe’ye âşık olmama nedenim sorulabilirdi, sorgulanabilirdi, tartışılabilirdi am a âşık olma nedenim sormak kadar saçm a bir şey var mıydı? Laf olsun gibi bir hareketli dudağının sağa oynattı, başını salladı. Yeniden gülümseyip sevgili sine baktı. Platin mavisi gözlerini görmek için fotoğrafı biraz dal m büyüttü. “Burada tam görünm üyor” diye düşünüp başka bir fotoğ rafını açtı. Tamam, işte olmuştu. Ne güzel gözleri vardı. Aslında .1 önce gözlerinin daha belirgin olduğu başka bir fotoğrafını görmüşlıı
SULTAN TAKLACI
Neredeydi o? Bilgisayarında diğer ekran penceresini açtı, kapattı. Bir öncekindeydi, fotoğrafları taradı, göremedi. Şimdiki baktığıyla aynı klasördeydi, değil miydi? Kaşlarını çattı! O, fotoğrafı ararken gelen bir maile takıldı gözleri. “Hocam selamlar. Ben bugünkü loto çekilişi için daha önceden öngörü olarak 11-17-19-31-41-43 şeklinde sayılar vermiştim. 7-11-13-19-23-41 sayıları çekilmiş. Yani 11-19-41 sayıları, üç sayı tutmuş. Bunun yanında ben 17 demişim, 7 çekilmiş, 31 demişim, 13 çekilmiş. Bu gibi benzer sayıların çekilmesi veya basamakların yer değiştirmesi sıklıkla oluyor. Ya da bu hafta verdiğim sayıların gelecek haftanın çekilişinde çıkması durum u olabiliyor... Bu konuda bir değerlendirme yapam az mıyız? Ya da bize bir fikir veremez mi?” Juliet Cevaplandı: “Veremez.” Dr. Saltı “İnsanı sevgilisiyle iki dakika yalnız bırakamıyorlar.” diye söylendi ağzının içinde. “17 demiş 7 çıkmış, 31 demiş 13 çıkmış, bu hafta yazmış haftaya çıkm ış...” Başını salladı. “Önceden verdiğin sayılar çıkmış mı, çıkmamış mı?” dedi kendi kendine... “Çıkmamış. E ee... Daha ne! Herkes kendini keşfedilmemiş Nostradam us sanıyor. ” Yeniden Marilyn’e döndü. Az önce aradığı fotoğrafı internetten bul muş, büyük bir mutlulukla bilgisayarındaki ‘Marilyn Arşivi/Fotoğ raflar’ klasörüne kaydetmişti. Sanırım bu koleksiyona dair şimdiye kadar, Marilyn M onroe’ye ait yazışmalar, Marilyn’in kredi kartları nın fotoğrafları, el yazıları, doktorlarının yazdığı reçete örnekleri, otel ve yemek faturaları bulunuyordu. Hatta daha da ilginç olanı Marilyn’in otopsi raporu sayfa sayfa vardı. Kişisel belgelerini içeren yedi yüz seksen üç belge ve kişisel eşyalarının fotoğrafı altı yüz on
423
9
197 GÜN ' BÖLÜM3
dört; donları, külotları üç milyon dolarlık elbiseleri, yüzük, ruj, oje, süs objeleri, avizesi, dijital fotoğrafları üç yüz bir; 1944’den 1962’ye kadar rol aldığı 29 filmin tamamı; toplam da yirmi bin sekiz yüz on beş fotoğrafı arşivindeydi. Ayrıca yedi yüz otuz sekiz kapak konusu olduğu magazin dergisi kapağı ve Marilyn M onroe’nin fotoğrafının kullanıldığı yirmi bir pul resmi vardı. Mail sayfasını yeniden açıp yazdı: “Önceden tahmin ettiğiniz sayıların bir sonraki hafta çıkma olayı olabilir. Tıpkı Zener kartlarının şekilleri gibi. Epey zaman önce yapılmış Zener kart deneylerinde, deneklerin tahmin etti ği kartlarda şansın ötesine geçecek bir olumlu sonuç olmadığı tespit edilmişti. Sonrasında deneklerin, hem en o an sorulan kartın değil de bir sonraki kartın şeklini görmüş olabilecekleri düşünülmüş, sonuçlar bu açıdan yeniden analiz edilmiş ve ger çekten şansın ötesinde, yüksek oranda başarı tespit edilmişti. Evet denekler, o sırada saklanan kartı değil, bir sonrakini göre* bilmektedir. Loto sayıları da neticede birer ‘şekildir.’ Bu açıdan bakıldığında Zener şekilleri gibi sıradaki çekiliş sayılarını değil bir sonrakini görüyor olabilirsiniz.” Dr. Saltı Tam da lotoya dair yazıp gönderdiği bu mailden sonra önüne iki loto kuponu atılmıştı. “Senin bu medyum lar beni zarara uğratıyor dedi acil servis arkadaşı. “Siteye ne zaman loto için sayı eklense gidip oynuyorum am a şimdiye kadar hiç bilemediler.” Saltı önünde duran loto kuponlarına baktıktan sonra yeniden ek rana döndü. Ekrandaki fotoğrafta Marilyn, tüm zarafetiyle tabun* de oturuyordu. Acı yeşil bluzu kolsuzdu ve krem tüldendi. Tülle rin arasından göğüslerinin arası görünüyordu. Uzun boynunu öne çıkarmış, yarı kısılmış göz kapaklarıyla davetkâr bir şekilde başım öne uzatmıştı. Sol yanağındaki siyah beni diğer birçok fotoğrafın dan daha baskın gözüküyordu. Çoğu fotoğrafına dudakları açık p<»/
424
SULTAN TARLACI
vermesine rağm en bu fotoğrafına dudakları tam olarak birbirine do kunuyordu. Siyah eteği ve siyah ayakkabılarıyla sanki bir film yıldızı gibi durm uyordu... Daha başka bir görünüşü ve duruşu vardı. Bir şeye yaslanmıyor ya da dayanmıyordu. Yatakta değildi. Ortadaki bir taburede her zamanki güvensizliği ve korumasızlığı ile yalnız otu ruyordu. Hayır, her şeyden öte yüzünün çizgileriyle, o bebek gibi yüzüyle, gerçek değil, hayal gibiydi... Hayaldi zaten. Dirseğini m asaya koydu, çenesini avcunun içine yasladı. “Oynam a sen d e ...” dedi. “Hem duyular dışı algıya inanmıyorsun hem verilen sayıları oynuyorsun...” “İnanmıyorum ve ne kadar da haklıyım.” dedi öteki. “Bakınız loto nun bir türlü tutturulamıyor oluşu...” Saltı’nın masasının karşısında bulunan iki koltuktan birine oturdu. “Bu duyular dışı algının olm a dığının en büyük kanıtı...” dedi. Hararetli öfkesine bakılacak olursa bir türlü zengin olamayışının acısını parapsikolojiden çıkarır gibiydi. Çünkü bu alana inanm asa ve her konuşm ada karşı çıksa da böyle öfkeyle bahsetmezdi. “Aslında lotonun bulunamayışı duyular dışı algının olmadığının de ğil...” dedi Saltı. Üzerine bastıra bastıra “Aksine, olduğunun en bü yük kanıtı! Eğer loto kolay bulunabilen bir şey olsaydı duyular dışı algının kötü olayları algılama yönünü ispatlayamazdık. Psişik kişile rin bizim evrenindili.com internet sitesine eklediği öngörüleri olan durugörülere ve rüyalara bak. Hem en hepsi kötü olaylarla ilgilidir. Neden? Çünkü insan beyni kötü bir şeyle karşılaşmadan önce tıpkı refleks gibi kendini koruma içgüdüsüyle tehlike içeren olayı olm adan önce algılar. Duyular dışı algı insan bedeninin yaşamını korumak İçin milyonlarca yılda evrimleşmiş bir algı. Bu nedenle göreceğin gibi bedene zarar verebilecek ve tehlike içeren olumsuz şeyler olm a dan çok önce algılanıyor. Yakın akraba ölümleri, kazalar, depremler, •eller, felaketler, suikastlar, cinayetler, uçak düşmeleri, patlamalar, yani acı içeren her ne v arsa... Yakın akrabaların başına gelecek kötü
425
9
197 GÜN ■ BÖLÜM3
şeyleri önceden algılanması çok sıktır. Bu da muhtemeldir; duygusal bağ ile sıkı ilişkilidir. Mutluluk içeren öngörüleri ya da neşeli şeyle ri önceden bilme, sezme çok azdır. Yüzde yetmiş-seksen hep kötü şeyler önceden algılanıyor. Sanki acılar ve tehlikeler zamanın ko ridorlarında geçmişe doğru durugörenin ya da öngörenin beynine ulaşıyor. Ölenlerde ne kadar çok acı, korku ve tehlike hissi var ise o kadar yoğun algılanıyorlar. Ya da olayı algılayacak kişi gelecek te karşılaşacağı olaydan ne kadar çok duygusal acı yaşayacak ise o kadar güçlü algılıyor. Bu insanın doğasında var. Kadınlar da biı dereceye kadar erkeklerden\daha hassaslar. Geçmişte ve şimdiki sinirbilimsel araştırmalara göre, tehlike içeren, kötü ve korkutucu içerikli görsel-işitsel duygusal uyaranlar, rahatlatıcı duygusal içeriği olanlara göre güçlü önsezi etkisi oluşturmaktadırlar. Bu önsezi etkisi kalp hızı, göz bebeği büyümesi, beyin elektrik dalgalarının değişimi, beyin görüntülemesi ve deriden kaydedilen heyecansal aktivite ile ortaya konmuştur. Bu kanıtlara göre aslında tüm beden kişi farkım İn olmasa da bir yanıt oluşturmaktadır. Araştırmalara göre örümcek korkusu olan kişiler örümceği görm eden iki-üç saniye önce, yanı daha örümcekle karşılaşmadan önce korkmaya başlıyor ve beden sel panik yanıtları oluşturuyorlar. Saçm a mı? Hayır. Birçok deneyle bu gösterilmiş. Örümceği görm eden iki-üç saniye önce sezi ile g<»/ bebekleri büyür ve bütün deride heyecanlanm a akımı yayılır. Örüm cek korkusu olanların, örümceği gözle görm eden önce göz bebek lerinin büyüdüğü ve heyecanlandıkları açık olarak ortaya konmır, Loto sonuçlarının ya da rakamların acı, korku içeren duygusal hu tarafı yok ki. Rakamlar duygusuzdur.” dedi. “Bu durum da loto sn yılarını bilmek kötü bir olaydan kendini korumak olmadığına gon algılanamaması çok normaldir. Hatta algılanması çok çok zordın Ama onun da bir algılanma yolu beyne kazandırılabilir.” “Öyle söylüyorsun y a ...” dedi acil servis doktoru. “Sanki senin hu m edyum lar...” “Durugörür desen daha doğru olur. Medyumlar ölülerin ruhlarıvb bağlantı kurabilen kişilerdir.” dedi Saltı diğerinin sözünü kesen'l-
426
SULTAN TARLACI
“...ya da duyular dışı algıları kuvvetli kişiler... Gelecek hadiseleri zaten kesinlikten değil, olasılıklardan oluşur. Modern insan, mantıklı çıkarımlarla geleceği tahmin etme yetisini ön plana çıkardığından, önsezi ve öngörü yeteneğini bilinçdışının çok gerilerine itti. Gelece ği önceden bilmeler, uykuda bilinçdışı etkin çıkabildiğinden, sıklık la rüyalarda ortaya çıkıyor. Ama gelecekteki olayların bir noktaya kadar olasılık yoğunluğu şimdiye bağlı olarak zaten bellidir. Yakın gelecek daha som ut ve daha kaçınılmazdır. Bu sebepten rüyada gö rülen öngörüler veya ön bilişler iki-üç gün içinde çıkacaksa çıkar. Zaman geçtikçe öngörünün gerçekleşme şansı azalır. Öngörülerde bilinen gelecek, en olası gelecektir. Bu nedenle, gelecek olayların değil, sadece şu anda var olan eğilimlerin ve olasılıkların algılandığı anlam ına gelir. Uzak gelecek ve olayların karmaşıklığı arttıkça önce den bilme ve tutturm a olasılığı azalır.” “Her neyse... Önemsiz!” dedi karşıdaki. Saltı’nın masasının üze rindeki minik köpek biblosuyla oynuyordu. “Senin bu medyum lar hep kendi başlarına gelecek olanı algılamıyor ki... Evlerinde oturup başka bir şehirdeki hatta yurt dışındaki uçak kazasını görüyorlar.” Gülümsedi. ‘Görüyorlar’ kelimesini alayla söylemişti. “Hadi kabul edeyim kişinin kötü olayları başına bir şey gelmeden önce sezdiğini ama başka şehirlerdeki olaylar ne oluyor? Onların ya da akrabaları nın başına gelecek bir olay değil ki önceden algılansın.” “Bir dereceye kadar bu soruda haklısın...” dedi Saltı. “N eden dün yanın öbür ucunda görmediğin, bilmediğin kişilerin içinde olduğu bir uçağın düşmesi algılanır? Hatta neden binlerce yetenekli insan var iken sadece biri ya da birkaçı o uçağın düşeceğini önceden his seder? Diğerlerine bu bilgi gelecekten hiç ulaşmaz bile. Öngörüler ■ılgılayan kişi açısından bakıldığında, kişi için anlam ve önem taşıyan bağlantılar önceden bilinirken daha önemli olaylar gözden kaçabil mektedir. Önceden görünen gelecek değişime duyarlıdır ve gerçek •jelecekten bir ölçüde farklıdır. Bunun nedenini bilmek çok zor am a mutlaka bilimsel olarak, önceden gören kişi ve olacak olaydaki kişi lerle bilmediğimiz değişkenlerle beyinsel bir ilişkisi vardır. Tamamen varsayımla söylüyorum bunları. Bildiğim kadarıyla bu konuda hiçbir 427
9
İN • BÖLÜM 3
ştırma ya da yazılı bir şey yok. ki de gelecekte düşecek uçakta bulunan birisinin düşme esnaJaki korkusuyla ortaya çıkan beyin dalgalarının zamanın kod larında geriye yayılımı ile olayı önceden gören geçmişteki öngöünün beyin dalgaları arasında bir eşleşme veya örtüşme olabilir, ki de öngörüyü algılayan kişinin dünya üzerindeki o anki konu, iyonosfer ile Dünya kabuğu arasındaki Schum ann titreşimi, ye Ay’ın ve G üneş’in jeom anyetik alanları, gece salınan melatonin monu ile bir bağlantısı vardır. Mutlaka bir ilişki vardır am a henüz jişkenlerin etki oranını ve birbiri ile ilişkisini bulmaktan çok uza Belki bu dediklerimin bilgisine hiçbir zaman sahip olamayaca am a sonuçta nedensellik ve doğrusal akan zaman ilkesini alt üsl m öngörü ya da önsezi var.” iğer yandan neden bazı beyinlerin duyular dışı algısı kuvvetli bazı /inlerin de onu algılamaktan aciz olduğunu senin bu sözlerin de ısıtıyor. Başkalarının acılarını hissedebilenlerin algıları açık ve ıa uygun duygudaşlık yeteneği yüksek bir beyinleri var. Yaratıc ı, ıatçı ruhlu ve dışa dönük kişilerde duyular dışı algı güçlüdür. Duv daşlık ya da m oda terimle empati yaptıran beynimizdeki ayna ir hücreleridir. Olayları gerçekleşmeden önce algılayan hassas kisı /a durugörenlerin beyninde daha fazla veya farklı örüntü olııs an ayna sinir hücreleri olabilir. Bu sadece bir çıkarım ve ispalı nüz yok. Ya da belki o acıyı yaşayacak birinin beyniyle bir yerde nan ekseninde telepatik bağ kuruyor ve o kişi başına gelecek ol.ı hissedince anında duyular dışı algısı güçlü kişi de algılıyor. Ol.ı ız mı? Mümkündür. antum fiziği açısından bakıldığında Heisenberg’in belirsizlik ilke e göre, her şey mekânın her yerinde olasılık mevcut olduğundan linin işi sadece mekânın her noktasında mevcut olan bir olavm isilik dalga yapısına ulaşmaktır. Sanki kâhinin sahip olduğu gün m *ı, bilinç ile evrensel gizli özü bir anlık bir araya getirmektir. Belb yorsundur; bu evrendeki tüm parçacıklar Einstein’ın hız sınırın.*
SULTAN TARLAC1
uym ak zorundadır. Yani ışıktan hızlı yol alınamaz ve bilgi aktarıla maz, m ekân içinde sınırlı bir haldedir. Uzaydaki konum u bellidir ve tek yönlü akan ardışık zam ana tâbi olurlar. Oysa dalga yapısı söz konusu olduğunda kuantum fiziğindeki Heisenberg’in belirsizliğine göre potentia ve Schrödinger dalga denklemine göre bütün olasılık lar zaman-m ekân dışında başka bir boyutta yer alır. Bir olaya ilişkin olasılıkların hepsi aynı anda bir aradadır. M ekânda bir yerde değildir ve zam ana d a tâbi değildir. Bu latif, batın, göl ge veya kuantum dalga durum u aynı zam anda ışık hızı üstü bilgi aktarımına imkân verir. G örünen o ki doğanın temel süreçleri zaman-m ekân dışında yatar am a zam an-m ekânda ortaya çıkabilen olaylar üretir. Aynı İbn-i Arabi’nin ayan-ı sabitesi ve fizikçi David B ohm ’un örtük düzeni gibi. Her şeyin aslı bütün olasılıkları ile gölge evrende dalga yapısındadır. Yaşadığımız bu nesnel evrende oradaki olasılıklardan bazıları kristalleşerek varlığa bürünür, tezahür eder ya da tecelli olur. Başka bir ifade ile latif kesife, batın zahire döner. Za ten fizikteki her olay şimdide olur. Kuantum dünyasında d a zamanın seçtiği bir yön yoktur, zamanın yönünü seçen beynimizdir. Fizikteki hareket denklemleri de zamanın ileriye veya geriye akıp akmadığı ile ilgilenmez. Ama işin ilginci fizikçiler zamanın aktığı konusunda güçlü bir psikolojik baskı altındadır. Olm ayan zam an nasıl akar ki?” Acil servis arkadaşı köpek biblosunu yerine koyup Saltı’nın kalem lerini karıştırırken: “Bu söylediklerin bana göre çok ileri ve karmaşık bilgiler.” dedi. Sonra uzun konuşm asından bir açığını yakalamış gibi gözlerinin aralığını genişleterek yüzünü Saltı’ya çevirdi: “Bilemiyo rum. Ama gelecek bilgisine ulaşmak şu çatışmayı aklıma getirdi. Bir öğrencinin ödevini Aristo’dan çaldığını öğretmeni fark edebilir. Aris to’nun kendi fikirlerini gelecekte zeki bir öğrencinin ev ödevinden çalmış olabileceği de çıkar buradan. Gelecek bilgisine gerçekleş meden ulaşmak ilginç am a kabul edilen dünya görüşümüzü alt-üst •der. Bilimin bildiği zamanla ilişkili denklemleri tam am en gözden geçirmeyi ve hatta çöpe atmayı gerektirir. Zam an tanrısı Kronos bu İçten hiç hoşlanmaz eminim. O zaman geçmiş, şimdi ve gelecek ay429
9
197 GÜN ■ BÖLÜM3
rımı anlamsız hale gelir. Zam anla ilişkili terimlerin ‘oldu’, ‘oluyor’ ve ‘olacağın’ karşılığının da bir anlamı kalmaz.” Saltı hem en araya girdi: “Einstein’m dediğini söylüyorsun. ‘Bizim gibi fiziğe inananlar için geçmiş, şimdi ve gelecek kavramı bir yanıl sam adır’ demişti.” Ciddiyetini hem en bir kenara bırakarak ve gevşeyerek: “Çoğunluğunun bayan olm ası...” dedi. “Ha benim için iyi, orası ayrı... Ben kadınları severim. Ahh... Kadınlar. Tatlıdır onlar.” Güldü. “Ara sıra girip sohbet ediyorum ve yazıyorum internetteki forumda biliyor musun? 7/24 Canlı Sohbet odasına giremedim am a profes yonel olm adığım dan... Beni yönetici yapsana... Ayırma sevenleri.” Saltı cevap vermedi. Muhtemelen bu istek kabul edilmeyecekti. “Ne diyecektim, unuttum .” dedi. “Ha evet onların çoğunluğunun bayan olması -ben m em nun olsam da- neyi gösterir biliyor musun? Duyular dışı algının gerçekten olm adığını...” Başını tavana kaldırdı. Elindeki kalemleri birbirine vuruyordu. “Çünkü bayanlar hayalpc resttir, fanteziler içinde yüzerler, her şeyi abartır ve yalancıdırlar. On lar da hayal kuruyor, abartıyor ve yalan söyleyip yazıyorlar. Sonrn da yazdıkları şeye benzeyen bir olay ki gerçekleşmemesi mümkün değil, çünkü olabilecek olayları yazıyorlar, sen de gerçekleşti diye cuk üstüne atlıyorsun, işaretliyorsun. Onlar da medyumuz, pardon, senin deyiminle durugörürüz, geleceği önceden görebiliyoruz diy^ geçiniyorlar.” Bu konuda büyük haksızlık ediyordu acil servis doktoru. Saltı, intcı net sitesini açtığı günlerde eklenen birkaç algıyı evet belki gelecnıi görme olayıyla daha yeni yeni ilgilendiği için ayrıntılı analiz etnır den ‘bu öngörü gerçekleşti’ olarak işaretlemişti am a zaman ileri»* dikçe daha katı oluyordu bu konuda. Siteye eklenen ve sonrasın» l<» gerçekleştiği iddia edilen bir öngörü olduğu zaman Saltı bakıyoı olacağı söylenmiş olay, günlük hayatta görmeye alıştığımız, sık mİ«
430
SULTAN TARLACI
olan olaylara benzer bir olaysa durugörü veya rüyanın olaya olan uyum derecesini düşürüyordu. Buna benzer eklenen diğer durugörü ve rüyalarda da gelecek zam anda olacağı haber verilen olaylara dair yer bilgisi, zaman ve ayrıntı bilgiler de istiyordu. Mesela trafik kaza ları hem en her gün olan bir olaydı. Bir yılda ölümlü üç bin ve ya ralanmak yüz elli bin trafik kazası oluyordu. Biri siteye girip “Trafik kazası olacak” şeklinde önceden bilme durugörüsü eklediği zaman Saltı karşı çıkıyor, bunun bilinmesi için m edyum olmaya gerek ol madığını söylüyor ve bu kazanın nerede, ne zaman, nasıl olacağını kaydı ekleyen kişiye soruyor, mümkünse başka ayrıntı ve anahtar kelimeler de istiyordu. Yıl içinde sıklıkla olan olaylarda Saltı’nın bu tür bir hassasiyeti vardı. Zaman konusuna her zaman iki şekilde dikkat çekerdi. Ya eklenen algı kısa sürede -bir hafta gibi- gerçekleşmeliydi ya da öngören kişi bu olayın ne zaman olacağını açıkça yazmalıydı. Yalnız her zaman görmeye alışık olunm ayan çok istisnai bir olayın olacağını önceden haber veriyorsa kişi, yok artık bu da olmaz denilen bir durugörü ek lenmişse, Saltı zaman konusuna pek takılmazdı. Çünkü on yıl geçse de gerçekleşeceği kimsenin aklına gelmeyecek ender bir olay, bir sene iki sene sonra gerçekleşse de kabul edilebilir diye düşünüyor du. O na göre en etkili öngörüler ya da ön bilişler, en acil ve en m an tıksız olanlardı. Aslına bakarsanız Doktor Saltı bir şüpheciden daha şüpheciydi yalnız aynı zam anda herhangi bir şeyin üzerini tam am en çizmeden önce “o n a” bir şans verip deneyenlerdendi. Bir bilim adam ı olarak şans vermişti duyular dışı algısı ve psişik ye teneği olan kişilere. Çok da basit bir sistemle... İşte m adem gele cek görülebiliyordu, o halde geleceği görebilenler internet sitesine bu öngörü algılarını yazsınlardı. Dünyada hem en her gün ne kadar olay oluyordu. Senede bir iki defa tarihe kazınan büyük olaylar... Bunları önceden görebilenler sitenin arşivine kaydetsin, basit bir Üyelik sistemine dayanan sitede herkes bu olayların önceden haber verildiğine şahit olsundu. Aslında bu yönüyle Saltı, sadece psişik
431
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
yeteneği olan kişilere değil, onlara inanm ayanlara da söz hakkı ta nıyan bir uygulama başlatmıştı. Hem de en başından beri ne sıkın tılara katlanarak... Bu sıkıntıları ona yaşatanlar içinde onu bilimin yüz karası işler yap makla suçlayan meslektaşlarını mı arardınız? Yoksa o meslektaşla rını taşlayan psişik kişileri mi, siteyi bir büyücü sitesi sanıp aşk bü yüsü yaptırmak için gelmiş ve psişik kişilerden yardım isteyenleri mi? Onlara yardım etmeyi, sevgilileri buluşturmayı kendine görev saymış büyücüleri mi? Karı-koca arasını açmak, birini kendine âşık etmek veya birini bivinden soğutmak; kayıp eşyayı bulmak veya geri gelmesini sağlamak; cinlerin etkisinden korunmak, vücuduna giren cini çıkartmak, üzerindeki büyüyü bozdurmak, nazardan kurtulmak gibi çok çeşitli hususlarda büyü veya büyüsel uygulamalarının nasıl olacağı tavsiyeleri de yapılıyordu. Yine içinde tılsımlı yazılar, şekiller, ayetler, dualar bulunan muskalar, yüzükler, ev eşyaları veya elbi seler, şifa maksadıyla, düşmanlık, cin ve benzerlerinden korunmak için hangi muskacılara gidilip yaptırılabileceği isim verilmeden ima ediliyordu. Büyünün am acına göre değişen büyü maddeleri tek tek sıralanıyordu: Başta muska olmak üzere, saç, elbise parçası, tırnak, iğne, resim, sabun, ip, tespih, çakı, tahta kaşık, kilit, çakı, düğme, al nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır, toprak, içi boş yumur ta, koyun veya inek işkembesi, koyun bağırsağı, horoz kanı, sıpa dili ve bal m um u... Bu nesnelerin saklandığı yerler de büyü maddeleri kadar garip yerlerdi. Kapı eşiği, yeni mezar, boyun, koltuk altı, cep, yatak altı, yastık altı, ocak arkası, merdiven, çatı, kör kuyu gibi yerle» ve birçok başka yer. Başka neleri arardınız? Kayıp cüzdanının, yüzüğünün, kolyesinin, çorabının nerede olduğunu soranları mı, çorabın nerede olduğunu durukoku yeteneğini kullanarak arayanları mı; siteye bahar günün de badem ağaçlarının çiçek açacağı haberini verip ağaçlar açım.» kanıt olarak çiçeklerin fotoğrafını çekip algısının gerçekleşenler liste sine kaydedilmesini isteyenleri mi, bu yeteneği forum da onlarca ke/
432
SULTAN TARLACI
¿brik edenleri, siteye böyle bir kayıt eklenemeyeceğini söyleyen c e ekleyen ve ekleyeni tebrik edenlerle arada kalanları mı; kendi li cinci olarak tanıtıp başkasına giren cinleri kendinden çıkardığını idia edenleri mi, kendinden de cin çıkmasını isteyenleri veya çıkan ininin geri verilmesini isteyenleri mi; sitenin Zener kartları, uzaktan izim, durugörü gibi asıl çalışmaları dışına taşıp psişik kişilerin birıirlerinin özel hayatına uzaktan bakıp, gördüklerinin doğruluğunu ddia edip, karşıdakinin kimliğini açıklamasını isteyip, birbirleriyle azla samimi olup tüm bunlar sonrasında kavga edenleri mi? Sitede ihninin kontrol edildiğini ve beyninin yönlendirildiğini iddia eden izofrenleri mi; forum da yazdığı bir iletinin kelimesini yanlış yazıp lüzeltilmesi için ders esnasında Saltı’ya mail atan herhangi bir üyeyi ni; forum da öylesine paylaşılmış yüz altmış kelimelik bir yazıdaki bir ;elimeyi alıp o gün sosyal paylaşım sayfasında başka bir kullanıcının >kelimeyi de kullandığını, tesadüf budur ya beş gün önce de o ke menin mecaz anlam ına gelen bir kelimenin başka bir kullanıcının >rofil resmi olup o profil resmindeki bir şeklin de kendisine bilmem ıeyi hatırlattığını, tüm bunların onu taciz için yapıldığını iddia eden nantık çizgisini çoktan aşarak ruh hastalığına kaymış kişileri mi; olay )lduktan sonra “Siteye eklemedim am a ben bunu görm üştüm .” di kerek iddia eden ve yine de değerlendirilmesini isteyen kişileri mi; ;aç şiddetinde ve ne zaman olacağını söylem eden sadece deprem )lacağını siteye yazıp, fay hattı olan bölgelerde hem en her gün olan ki üç şiddetindeki deprem lerden biri olunca Saltı’ya haber verip deprem durugörüm gerçekleşti’ diyenleri mi? Yoksa iyi düşünürsek yi olur diyerek deprem olmayacağını düşünüp depremleri düşün üyle engellemeye çalışanları mı; mahallesinde kom şusunun başına jelecek bir olayı siteye ekleyip birkaç gün sonra kom şunun başına ) olayın gerçekten geldiğini söyleyip öngörüsünün gerçekleştiğinin şaretlenmesini isteyenleri mi; sabah gazetede çıkan bir haberden /ola çıkıp herkes tarafından tahm in edilebilir bir olayı ekleyeni mi, Dİay olduktan bir-iki veya on dakika sonra ekleyip olayla eş zamanlı jörmüşüm diye iddia edenleri mi; gerçekleşen durugörü ve rüya433
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
lardan sonra bunları siteye ekleyip ‘siz söylediğiniz için oldu’ diye psişik kişileri suçlayanları mı; başka bir psişiğin astral seyahatle evi ne geldiğini ve çekmecelerini karıştırdığını, hatta dağıttığını söyleyip onun siteden silinmesini isteyenleri mi; kendi üyeliğinin siteden si linmesini, üyelik isminin yenilenmesini, yönetici yapılmasını, başka sının yöneticiliğinin iptalini isteyenleri mi... “Hayır!” dedi Saltı. “Kadınların sağ beyin yarıküresinde amigdaln bölge erkeklerden daha büyük ve bu nedenle kadınlarda duyular dışı algısı erkeklerden daha fazladır. Burası korkunun temel merkezi ve aynı zam anda sağ beyin yarıküresi ile de duyular dışı algının mer kezidir. Sağ beyin yarıküresi hayal gücü, başkasını algılama ve gele cek kehanetleri ile ilişkiliyken, sol beyin yarıküresi kendi benliğimizi hissettirir ve rasyonel bilgiyi bir araya getirerek gelecek tahminde bulunur. Borsacı beynidir ya da hava durum u tahmincisi beynidir Sağ beyin ise tahmin değil önsezi yapar. Önsezi, bilinen beş duyu kullanılmadan, hafıza, m uhakem e, sonuç çıkarma veya tahmin gibi zihinsel işlemler sonucunda elde edilmemiş, henüz gerçekleşmemi*, bir olayın ya da durum un önceden algılanmasına diyoruz. Bu al gılanma anlık kısa süreli bir görüntü ya da vizyon, bir sezi veya hi*. şeklinde olabilir. Duyular dışı algılama genellikle sağ beyinle algılan dığından, görülen görüntü bedenin sol yanında izlenir. Bunu da biı yük amigdalası olan kadınlar iyi yapar. Kadın ve büyük amigdalalı olmanın bir de yan etkisi vardır: Kadınlar daha çok kaygı ve panik atak yaşarlar. Kaynak beyinde yani... Gelecekle ilgili öngörülerin kaydedildiği bir internet sitesi üyeleri çoğunluğunun kadın olrrur.ı n orm al...” Bu bilgiyi geçenlerde forum da da paylaşmıştı Saltı: “Amigdala, bir grup sinir hücrelerinin bir araya sinir hücresi topluluğudur. Hem en hepsi aynı üzere bir araya gelen sinir hücreleri yani. Bu velerin içindeki çekirdek gibi beyin içinde ayrı
434
gelerek oluşturdu; jn am aç için çalışmnk çekirdek yapı mcv bir alandır. Her U*
SULTAN TARLACI
yinde sağ ve sol olmak üzere iki tane çekirdek bulunur. Sinir hüc relerinde kayıtlı olan duygusal hafıza ile amigdala korku tepkilerini ortaya çıkarır. Amigdala ve bağlı olduğu beyin bölgeleri bedende donakalm a, çarpıntı, sık ve derin soluma, kanda stres horm onu ar tışı, huzursuzluk, yerinde duram am a, kaçmaya hazırlık için kaslarda hazırlanma gibi bedensel tepkiler oluşturur. Amigdala özellikle duy gusal yükü olan hafıza oluşturm ada da rol alır. Mesela ilk âşık oldu ğunuz zamanı, halayınızdaki anıları, Gölcük depreminin tarihini ve saatini kısmen amigdala ile hatırlarsınız. Olay sırasında oluşan duy gusal tepki ne denli fazlaysa, ,o kadar iyi beyne kazınır ve hatırlama da o kadar kuvvetli olur. Erkeklerde amigdala küçük olduğundan duygusal yönü olan anıları, kadınlardan daha az hatırlarlar. Büyük amigdalaları ile kadınlar sevgilisi veya eşiyle yaptığı, on sene önce sinde kalmış bir kavgayı kelimesi kelimesine hatırlarlar. Bu erkekler için kötü bir durumdur. Erkekler olayı bile zor hatırlarlar. ” “Vesaire, vesaire, vesaire...” dedi acil servis arkadaşı. “Dostum beynin kaosa batmış durumda! Seninle tartışılmaz!” diye ekledi. “Anlıyorum seni. Beyimizin beyninin derdi beyin!” Ayağa kalmış, Saltı’nın tohumları Am sterdam ’daki çiçek pazarından getirip, özenle özel toprağına dikip saksıda yetiştirdiği sinekkapan bitkilerinden bi rinin içine parm ağının kenarından kopardığı bir deri parçasını atıp bitkinin kapıp kapmayacağını deniyordu. “Ne adam sın be!” dedi. “Biliyor musun? Şu medyum sitesini açtığından beri senin Marilyn M o n ro e’y e olan tutkunun kaynağının gerçek sevgi olduğuna inan mıyorum artık.” Saltı, ayda bir iki kez taze et ve böceklerle beslediği, canlı evrimde arada kalıp hayvan ya da bitki olmayı becerememiş sinekkapanına yapılan zulmü görmüş, can sıkıntısıyla koltuğuna yaslanmıştı. Hassas bir bitkiydi ve m ahsustan dürtülüp yapraklarını kapanm aya zorladı ğınızda sağlığını yitirme riski vardı. Adı sinekkapan olsa da oda için de uçan sinek pek olmadığından bulduğu karınca, tırtıl, örümceklerle onu besliyordu. Ölü böcekler ve et asla vermiyor, çünkü yapraklarını
435
*
197 GÜN • BÖLÜM3
dökeceğini biliyordu. Saltı, iki arada kalmış sinekkapana baktığında hem Marilyn olamamış Norm a J e an e ’i hem de Araf’ta kalmış kendi ni düşünürdü sıklıkla. Saltı için sadece böcek yiyen bir bitki değildi. Diğer yandan da zayıf besinli topraklarda yaşam da kalmak için kök leri dışında başka besin kaynaklarına da ulaşmayı becerebilen evrim harikasıydı. Marilyn’in dışa dönük dudakları gibi büyülü kırmızı rengi ile böcekleri kendine çekiyordu. Sonra onları bir anda kapanan yap rakları içine hapsediyor ve özsuları ile eritiyordu. “Kaos, evet haklısın da, bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarı sını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir. Belki bir gün beynimde dinginliğe ulaşırım veya gençlerin beyninde duyular dışı algı araştırmaları konusunda kasırgalar oluştururum.” dedi. “Belki. Makaleni okudum. Şu, âşık beyinle ilgili olanı... Beyni gent; tutan en önemli horm onun sinirsel büyüm e horm onu olduğunu yazmışsın. Sırılsıklam âşıklarda, bu horm on düzeyi âşık olmayanla ra göre iki kat fazla. Yaratıcılık ve haz maddesi dopam in de beyinde inanılmaz artıyor. Sen, tüm akademik camiayı karşına alıp böyle bir duyular dışı algılama ve öngörü kaydı için internet sitesi açabiliyor san, beynim genç kalsın, yaratıcılığım artsın, zihnim canlansın diye âşık da olabilirsin.” Ölü deri parçasını çiçeğe kabul ettirememiş, sak sının kenarına koymuştu. C am dan baktı “Aşk gibi kutsal bir değen beyninin çıkarları için kullanma!” dedi. Saltı güldü. “Hadi oradan be, ne alaka! Şimdiye kadar Marilyn in kaç filmini izledin? Filmlerini izlediysen gözlerine mi baktın, götüne mi? Hayatıyla ilgili ne okudun?” dedi. “Ben Marilyn’in çoğu kişinin göremediği hüznüne, savunmasız ve kırılgan kişiliğine tutkunum Kendinin hep olmak istediği am a hiçbir zaman olmasına fırsat veril meyen Marilyn kişiliğine hayranlığım. Senin bahsettiğin Marilyn il« benim gördüğüm Marilyn aynı değil. Şu söylediklerini başkası duys.ı seni çok duygusal biri zannedecek.”
436
“Bir adam ın: 'Benden başka herkes aldanıyor’ dem esi güç şüphesiz am a gerçekten herkes aldanıyorsa o ne yapsın.” Daniel de Foe (1660-1731) Dr. Saltı paylaştı, 41 gün önce
137. G ün
11 Haziran 1970’de barm enin kıllı ve şişman kolundaki saat 10’u gösteriyordu Moskova’da. Bir barm en için “10” denilen saat, sabah olsa da erkendir, akşam olsa da... Ağzının kenarları gerilmekten acı mana kadar iyice esnedi. Gerindi. Parmaklarını birbirine kenetleyip kollarını önce önüne uzattı, sonra başının arkasına geçirip omuzla rını ve boynunu kütletti. Onun için bugünün dünden ya da önceki günlerden farkı olmadığı gibi, yarından ya da sonraki günlerden, yarının da bugünden, bundan önceki günlerden ya da kendinden sonraki günlerden farkı olmayacaktı. Onun için öyleydi; yalnız barın önünde dikilen Los Angeles Times muhabiri ve Rus araştırmacı için ıtynı şeyi söyleyemeyiz. Onlar, o saatte parapsikoloji hakkında bir röportaj için buluşmuşlar dı ve araştırmacı, m uhabire içinde parapsikolojiye dair bazı metinler olan bir dosya verecekti. Hızla gelen bir araba yanlarında aniden durdu. İçinden çıkan iki KGB ajanı dışarı fırladı ve muhabirle araşlırmacıyı birkaç saniye içinde etkisiz hale getiriverdi. Öldürmediler. Süründürdüler yıllarca. Tahmin ediyoruz yani... Araştırmacıdan bir daha haber alınamadı, onu öldürmüş de olabilirler. İçinde parapsi-
*
197 GÜN ’ BÖLÜM3
koloji’ye dair bilgiler olan dosyaya da el koydular. Gazeteci ise -kurulduğu 1881’den beri- duvarları binlerle ifade edi lecek acılar görmüş Moskova’daki Lefortovo hapishanesine gönde rildi. KGB’nin sorgulama ve işkence için kullandığı bu çok bilinme yen hapishanede hayatının en berbat günlerini yaşadı. Gerçi bütün ajanlara merhametsiz, vicdansız, ruhsuz, cani diyemeyiz. Pislik de diyemeyiz. Onların işi o. Hatta o ikisinden biri, “burkm a” esnasında muhabirin kolunu acıtan esasında çok yufka yürekli biridir. Ajanlığı süresince A caba çok kötü bir adam mı oldum?’ diye kendini mer ham et konusunda ara ara sınamayı da ihmal etmezdi. Mesela görev harici herhangi birine zarar verm ek istediğinde -hiç yapm adı orası ayrı- zarar vermek istediği kişinin çok acıktığını ve karnını doyurmak için yarım ekmek yediğini hayal eder ve gerçekten ona çok acır. Evet, onun öyle bir huyu vardır. Kim olursa olsun, birine acımak istediği zaman hem en o kişinin karnını doyurm a halini getirir gö zünün önünde. O görüntü, onun için dünyanın en acınası şeyidir. Birkaç defa o hayalde ekmeği ısıran kişiye yırtık pırtık giysiler de giy dirdi am a daha çok acıyacağı yerde işin tılsımını bozup o kişiye hiç acımadı. Bilakis sinir oldu. Sonra bundan hem en vazgeçip sadece karnını doyurm a hayaline odaklandı. O yaşa kadar kendine yapılan haksızlıklarda da durum aynıdır; eğer o haksızlıklar normalde aklın.ı geldiği zaman üzülüyorsa, yemek yerken gelirse üzüntüsü katlanıp ağlayabilir. Karnını doyurup hayatını idame ettirmeye çalışan hu insanlardan diğerlerinin istediği nedir? Herkes acıkırdı yeryüzünde Diğeri ise kafasında böyle şeyler kurmaz am a yıllarca işsiz kalmış biıı olarak ajanlık yapm asa açlıktan veya istihbarat tarafından öldürül mekten korkan biri olduğu için işine mecburen devam ederdi. Her neyse... El koydukları o dosyada üç beş zihin kontrolü vak.v.ı örneği, enerji tedavisi, şifacılık, uzaktan hastalandırm aya dair z a len kendilerinin de elinde olan ve herhangi bir Rus üniversitesi kütüph.ı nesinde bulabileceğiniz Rusça yazılmış araştırma yazılarından başlın
438
SULTAN TARLACI
liçbir şey yoktu. Rüyalara dair mesela hiçbir şey... Zaten rüyalar bu ilandaki en kıymetsiz şeylerdir. tayaların kıymetsiz oluşunun nedenleri vardır. Bir defa bedavadır. >onra, yattığın yerden zahmetsizce görülür ve herkes görür. Oysa >iz insanlar “değer” denen şey için para harcamalıyız. Alın terimizle ;azandığımız için övündüğümüz, bileziklerimi sattım diye dövündü ğümüz, gece gündüz nereden bulacağım diye düşündüğümüz, bel;i çalıp çırpıp birilerini öldürdüğümüz para karşılığında değilse bir ey... tayaları uzunluğuna -kısalığına, canlılığına-, sanallığına, konusuna, rotizmine veya haberciliğine dair çeşitli şekillerde fiyatlandırırdık onra... Fiyatlandırırdık dedimse, bize satanlar fiyatlandırırdı. “Artık ;endi rüyalarımızı kendimiz üretmeliyiz!” nidaları arasında yıllarca lünyanın rüya devlerinden ithal etmeliydik. Hem satın alıp hem de lunlar bizim bilinçaltımızı şekillendiriyor diye isyan etmeliydik. Sona kendi rüyalarımızı üretip küçük görmeliydik. Öyle olsaydı yine le hem yerli hem yabancı üretim rüya alıp bunlara taksit yapar, :n önemsiz rüyaya en çok parayı verirdik. O rüya, o günlerin en >opüler konusunu içerirdi. Bu tür rüyalara para verenleri eleştiren 'e klasikten şaşm ayan bir kesim de olurdu muhtemelen. Onlar çoukluklarının geçtiği evleri ziyaret eden vefalı insanlar, ölmüşlerini [örüp hasret giderenler, kaldırımdan düşüp gökdelenden düşmüş [ibi yüreği ağzına gelenler, “Her ne olursa olsun uçmak her devirde )ir klasiktir” diye uçanlar, sevdiği sanatçıyı görenler veya bitmemiş )ir meseleyi her gece rüyasında tekrar tekrar gündem e getirenler... fine de en çok satan rüyalar içinde listeden hiç düşmeyenler arasın la iki rüya olurdu kuşkusuz. Bunlardan biri, gerçek hayatta kavuşuamayan sevgiliyi uyuduğum uzda öptüğümüz rüyalar, diğeri gelecek ıabercisi rüyalar. Oysa şimdi, biz daha birkaç saniye önce öptüğü nüz ve son derece de zevk aldığımız sevgiliyi, uyanır uyanmaz henen unutup “Rüyaymış” diyerek sevgilinin bile değerini düşürürüz
439
9
197 GÜN • BÖLÜM3
gözümüzde. Gelecek habercisi rüyalara ise pek çoğumuz gördüğü halde inanmaz. Çünkü eğer öyle bir şey olacak olsaydı bu evvela krallara görünmeliydi. Sonra şehrin ileri gelenlerine, Avrupa’da asil lere, doğuda şeyhlere... Sonra yayılmalıydı dünyaya yavaş yavaş... Zenginlere, bilginlere, sanatçılara... 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kadınlara kadar düşmeliydi rüyalar... Onlar da özenle sak lanmalıydı “ilk rüyasını”. Yılbaşı, evlilik yıl dönüm ü, doğum günü, bayram larda görülmeliydiler. Olmadı böyle... Hiç olmadı hem de! Köprü altlarından çocuklar uçuk kafalarına bir rüya parası için kapkaç yapmalıydı. Rüyalara dair tek suç bu da olmamalıydı. Rüyada başkasını görmek telif hakkı içermeli, görenler ise ısrarla bunun kişilik haklarından sayılmasını istemeliydi. Çok para verip en pahalı rüyayı satın alanları, rüyanın en güzel yerinde uyandırm ak suç sayılmalı, rüyaların arasına ka çak reklamlar sokulmalı veya merdiven altı üretimler içi boş rüyalar satmalıydı. Bunların hiçbirini yaşamadık. En başından beri herkes görüyor. Hatta atlar, kediler, filler, köpekler bile... Telepati ve durugörü ise herkes yaşamadığı halde değersizdir. Hatta değersizliğinin sebebi herkesin yaşamamasıdır. Çünkü bu deneyim leri yaşayan azınlık, geri kalan çoğunluğu inandıramaz ve onlara ka bul ettiremez yaşadıklarını. Sebepleri çok derinlere dayanır. Kulak tan dolma bilgiler, o bilgilerin şekillendirdiği kabullerimiz vardır bu konuda. Oysa gerçek çok farklıdır. Dünyada parapsikolojiyi “değer sizleştirme” çabaları yine bir istihbarat oyunudur ki ünlü Rus parap sikolog Naum ow 1976’da -sadece bu alanla ilgili olduğu için- içeriye atılan onlarca parapsikologdan biriydi. (Bir konferans sonunda şerci ücretini almasına bile izin verilmemişti). Rus yönetimi “onun gibiler den” bu kadar korkarken bir yandan bu alanla ilgilenenlerin sayısı artmasın diye, KGB yardımıyla aşırı kuşku ve güvensizlik yayarak, hızla değersizleştirme çabalarına girdi. Sadece Rusya’da değil, di ğer ülkelere yaydı bu değersizleştirme çabalarını... ABD, İngiltere, Fransa, Belçika... Tüm dünyada birden parapsikolojinin bazı alan
440
SULTAN TARLACI
larına çok benzeyen -am a aynısı olmayan- yine bazı “göz yanılması, illüzyon” sanatına ağırlık verildi ve her şeyin bir yanılm adan ibaret olduğunu aşıladılar insanlara... D aha sonra teknoloji koştu yardım larına... Öyle bir koştu ki telefon varken telepatiyi, hem görüntü hem ses kaydı yapan ve anında başka yerlere ileten böcekler varken uzaktangörüyü bir anda gereksiz kıldığı gibi parapsikolojinin sahtesi illüzyona da yardım eden pek çok teknik donanım sundu teknoloji. Yine de Amerika’nın durum u fark etmesi gecikmedi. Hatta 76’lı yıllardan önce, Vietnam Savaşı’nda bile parapsikolojiden yararlan dı. Bilimsel ilerleme için Amerikan Cemiyeti, uçakların düşünce ile kontrol edilmesi meselesini görüştüğünde ise yıl 1978’di. Hayır, bizim o zamanlar işimiz vardı. Parapsikolojiye ayıracak za manımız yoktu. S ana yağı ve Tüpgaz kuyruklarında araya kaynak yapm aya çalışıyorduk. Komşunun tek kanallı televizyonunu izlemek için tepesine çatal ya da alüminyum tencere kapağı sıkıştırmasını bekliyor, filmimizi izleyip marşımızı söyledikten sonra evimize dö nüyor, Yunan uçaklarının bir ışık görüp yerleşim yeri diye evlerimizi bom balam am ası için pencerelerimize kalın battaniyeler gerip uyu yorduk. 1977’de Glomar Challenger, Atlantik’te batan Sovyet denizaltısını keşfettiği zaman Hacı Muratlarımız vardı bizim. Atlantik’le, denizaltıyla, onu bulan gemiyle, geminin onu psişik yolla bulmasıyla ilgi lenecek değildik elbette. Glomar Challenger isimli geminin mevcut detektörlerin hiçbirisinin ulaşamayacağı derinlikte, kıta platosu üze rinde bulunm asına rağmen batık Sovyet denizaltısının yerini nasıl keşfettiğine dair uzaktangörü m edyum u Ingo Swann’ın ismini o dönemlerde hiç duymadık, sonradan duyduysak da ilgilenmedik. Bizim için “Müsaitsen annem sana gelecek.” diye çocuğu gönderip haber saldığımız komşumuzla öğleden sonra oturm alarında içilen kahvelerden sonra bakılan fallar nasıl sahteyse uzaktangörü de o kadar sahtedir.
441
9
197 GÜN ' BÖLÜM3
Dünyada herhangi bir konuyu duyduğu zaman kabul edip araştı rılmasını isteyen milletler vardır, kuşkuyla yaklaşan ve araştırılma sını isteyenler vardır ve bir de biz varız. Bizler kesinlikle reddeder ve araştırmaya karşı çıkarız. Bilim denilen şey, ekonomik ve siyasal engellerle zar zor elde ettiğimizden olsa gerek, zamanımızı ve para mızı harcayacaksak kesin sonuç alacağımız, elimizle tutup gözümüz le göreceğimiz ve karnımızı doyuracağımız bir alanda olsun isteriz. Belkilere, geliştirilebilirlere, zamanla daha iyi olacaklara yani hemen her şeye yetecek bilimimiz yoktur bizim. Sabrımız d a yoktur. İlgile nen olursa da engelleriz. O da ilgilenmesin. İlgilenirse de kendi para sından harcasın, bizim partimize oy versin, bizim takımımızı tutsun. “Gaziantep spor 2, Galatasaray 3 ” dedi elindeki çakmağı çevirirken. Salondan sohbet açmak için verilmiş dünkü m aça dair bu gereksiz bilgiye cevap veren çıkmadı. Kimse GalatasaraylI değildi. İkinci defa şansını deneyip “Gaziantepli olan var mıydı aranızda hiç?” dedi. Bu “hiç” sözcüğü herhangi bir zaman, bir yerde, bir görevde Gaziantepli gibi davranmış biri var mı demekti. Çünkü teşkilattakiler sıklıkla kim lik ve memleket değiştirirdi. Bu soruya da cevap gelmedi. “Kızımız, sen nereliydin en son?” dedi oval m asada, yanında oturan arkada şına dönüp. ‘Kızımız’ cevap vermedi. Ölmeden önce daha doğrusu epey ‘sır’ birikmiş beynimi istihbarat imha edip beni temizlemeden önce, onu ilk ben getirmiştim ve tanıştırmıştım teşkilattakilerle. Akıl lıydı, yerine göre sessiz sakin, yerine göre çok dışa dönüktü. Çözmek zordu. İstihbaratın geneline göre çok gençti. “Kızımız artık bizimle çalışacak” dediğimden beri zaten gerçek isimlerin kullanılmasının yasak olduğu teşkilatta onun da adı “Kızımız” kalmıştı. Diğeri tekrar takıldı: “E ee... Nasıl gidiyor öğretmenlik?” Kızımız’ın farklı bir görevi vardır istihbaratta. D aha çok araştırmacı dır, analizcidir. İstihbarata dair gelen verileri değerlendirir veya fikir üretir. “Okul kapandı.” dedi.
442
SULTAN TARLACI
“Oysa alışmıştın d a ...” Alay edici bir sesle arı vızıltısına benzer bir inleme arasında zoraki bir kahkaha fırlattı. Sonra bu kahkaha çalış ması güçlü bir araba sesine dönüştü. “Öğrenci evlerine veli ziyaret leri yapm alar falan...” Bu söze salondakilerden de bıyık altı gülenler oldu. “Geçen burada yazılı okuyordu.” dedi bir diğeri. “Ben onun ar kasından öğrencilerin hepsine + 1 0 yazıverdim. Bu sıfırcı hoca hiç m erham et etmiyor çocuklara...” Ölüm ümden sonra yerime geçen m üdürü bekliyorlardı. Kapı, hiç açılmamış gibi sessizce açıldı. Müdür, istihbaratta görevli olmayan iki kişiyle gelmişti. Bu çocukların buraya ikinci gelişi olmalıydı. Bir de dört yıl önce, ben yaşarken, benim yanım da gelmişlerdi. Salondakiler kafalarını kapıya çevirdiler. Az önce m açtan söz eden eleman m üdür ne zaman içeriye girecek olsa ilk bakışta saygı ve hürm et gibi görünen, ikinci bakışta yalakalık olarak düşünülen am a bunu her defasında dozunu artırarak yapınca kesinlikle alay olduğu anlaşılan abartılı karşılama merasimine m üdürün yanında misafirler olduğu için bu defa kalkışmadı. Çünkü buraya misafirlerle gelmek pek alışılan bir durum değildi. Polis, komiser, dedektif, her ne olursa olsun... Eğer misafirlerle gelindi ise durum ciddi ve “ortaklaşa” ça lışılacak demektir. Bu nedenle odadaki herkes müdüre ve gelen misafirlere bakıyor, misafirlerden biri ise garip bir şaşkınlık ve dalgınlıkla Kızımız’a b a kıyordu. Müdür üzerine düşeni yaptı ve misafirleri salondakilere takdim etti. Bunlar kayıp genci bulmakla görevli cinayet masası dedektifleriydi. İsmi Vefa olanın kızımızla el sıkışması uzun sürdü. Son bir dakika içinde defalarca söylemeye karar vermiş, sonra vazgeçmiş, sonunda söylemeye karar vermiş bir niyetle ve bir çırpıda: “Demek burada da karşılaşacakmışız, değil mi Jülide Hanım ?” dedi.
443
9
197 GÜN • BÖLÜM3
Gözlerini Kızımız’dan ayırmıyor ve son derece sert sıktığı, dişlerin den belli olarak elini sıkmaya devam ediyordu. “Y a...” dedi Kızımız. “Demek arkam dan teşkilata kadar gelecekmiş siniz.” Komiser sert bir kahkaha attı. İkisi arasındaki diyalogun hangi mese leye dayandığını bilmeyen, aslında merak da etm eyen duygusuz ve hissiz salon bireylerinin de kendisiyle aynı heyecanı ve öfkeyi taşıdı ğını zanneden komiser, oradakileri konuda yalnız bırakmamak için yapıyormuş gibi gözlerini Kızımız’dan ayırıp m asanın herhangi bir boş köşesine dikerek: “Ne zam andan beri istihbarat teşkilatı bir cina yet vakasını devlet meselesi gibi görüp kendi çalışması içine aldı?” dedi. Sınırını çok fazla aşan ve hesap sorm aya ulaşan bu sözlere duygusuz ve hissiz salon bireyleri hiç sinirlenmedi. O da zaten sözleri böyle sert olsa da sesine biraz m erak tonu katmıştı. Ayrıca gözlerini diktiği m asanın boş köşesinde dalmış rolü de komisere sanki kendi kendine düşünüyor havası katmıştı. Aslında teşkilatın kız arkadaşını öldüren ergen bir katille işi olmazdı. Yoktu da. Sadece bir eleme sınavıdır. Bu vakayı çözen gerçek biı vakada görev alabilir. Bu “gerçek” vaka şu an için en popüler “san dik” vakasıdır. Sandık vakası teşkilatın şimdiye kadar gördüğü en ilginç ve önemli vakalardandır. Hem dinî hem milli boyutu devletler arasında basın. ı sızmayan gizli diplomatik krizler çıkarmıştır. İslam’ın yeni yeni yayılmaya başladığı dönem lerde İmparator He rakliyus ile diplomatik m ünasebetlere dair bir bölüm vardır ki Ara| > kaynaklarında bulunduğu gibi, Bizans kaynaklarında da bulunmak tadır. İki tarafın rivayetleri sanki taraf tutuyor gibi görünür. İmpara torluk Kütüphanesinde, İmparatorları temsil eden resimlerle birlikle. Bizans’ın kaderini önceden haber veren bir kitap bulunuyordu. No vgorod’un Başpiskoposu Antoine’a göre Bilge Léon, Danyal Pey gam ber’in mezarında bulduğu bir tom ar üzerinde böyle bir kitabı
SULTAN TARLACI
kopya etmişti. Ayasofya’nın kapısına doğru uzanan duvar üzerinde, -söz konusu olan kapı eski bir iç kapıdır- Babil’de, Danyal Peygam ber’den, m ezarında bu belgeyi kopya ettikten sonra muhafaza etmiş, ölüm ünden çok seneler sonra bu metin birileri tarafından Konstantinopolis’e yani şimdiki İstanbul’a getirilmiştir. Batı kaynaklarından çok önce, Arap yazarlar çoktan Herakliyus zam anında Bizans sara yında adı geçen kehanet kitabından bahsetmişlerdir. Kısaca bahsetm ek gerekirse, Hz. Peygamber henüz hayatta iken bir elçinin öldürülmesiyle, İslam ile Bizans arasında bir savaş başlamıştı. Ölüm döşeğinde olduğu halde Hz. M uhammed, Üsâme (632) ko mutanlığında bir ordu gönderilmesini emretmişti. Hz. Peygamber’in vefatından bir hafta sonra, onun halifesi Hz. Ebu Bekir hazırlanan bu orduyu derhal Filistin’e doğru gönderdi. M uhtemelen bu devir 633 senesinin sonlarına tekabül eder. Elçiler uzun bir yolculuğun ardından, Şam üzerinden Konstantinopolis’e vardılar. Şehre develerinin üzerlerinde ve kılıç kuşanmış olarak ilerlediler. Şehirde daha önce deve üzerinde yolculuk eden insanları görmeye alışkın olmayan Konstantinopolis halkı yüksek pencerelerden ve balkonlardan onlara bakıyor ve hayretler içinde kalıyorlardı. Elçiler, önce İmparator Herakliyus’un bulunduğu bal kona yönelip yanm a kadar gidince onu koltuğuna oturmuş, etrafını Bizans yurttaşları tarafından çepeçevre sarmış buldular. Salondaki her şey, hatta kendi çevresi bile erguvan kırmızısıydı. Öyle ki kendisi bile kıpkırmızı görünüyordu. Elçileri gülümseyerek karşıladı. Elçiler şöyle anlatıyor: “Herakliyus, bizim için iyi bir konukseverlik ve güzel bir yatacak te mini için görevlilere emir verdi. O rada üç gece kaldıktan sonra, bir gece bizi çağırdı. Biz yanına yeniden girdik. Bir süre konuştuktan ve onu İslam’a davet ettikten sonra birçok küçük gözü bulunan ve ka pakları dâhil her yeri altın kaplamalı sandık gibi bir şey getirtti. On dan bir kapağın kilidini açtı ve içinden siyah ipekten bir parça bez
445
9
197 GÜN • BÖLÜM3
çıkardı. Onu yere yaydı. Bu bez parçasında, iki iri gözlü, kocaman sırtı olan, benzerini hiç görmediğim çok uzun boyunlu, kırmızı bir adam ın portresi vardı. Bu resimdeki kişinin sakalı yoktu fakat ikiye ayrılmış saçları vardı ki sanki Allah’ın yarattığı şeylerin en güzeliydi. Sonra da bize sordu: “Onu tanıdınız mı?” Biz “Hayır!” dedik. O da “Bu Adem .” dedi. “Çok saçı vardı.” Sonra N uh’un ve İbrahim’in resmini gösterdi. Arkasından içinden beyaz bir resim çıkardığı başka bir bölme açtı. “Bismillah, bu Resulullah M uham m ed’dir. O sanki gülüyordu ve bize canlı gibi görünüyordu.” Sonra bize sordu: “O’nu tanıyor m usunuz?” Biz, “Evet, bu bizim yanından geldiğimiz Pey gamberimiz, bizi size gönderen M uhammed Resulullah’tır.” dedik ve ağlam aya başladık. Allah şahittir ki imparator bir m üddet ayakta kaldı, başka bölümü bir daha açtı ve bize “Size Allah için soruyo rum, bu resimdeki o m u?” diye tekrar sordu. Biz “Evet, ta kendisi, tam senin resimde gördüğün gibi O!” dedik. O zaman biraz durdu ve sonra şöyle dedi: “Gerçekte bu bölüm sandıktaki bölmelerin en sonuncusu idi. Ben sizi denem ek için bu bölmeyi daha önce açtım." Sonra diğer peygamberlerin resimlerini elçilere gösterdi. O zaman biz “Sen bu resimleri nereden elde ettin?” diye sorduk. “Biz bunların, peygamberlerin gerçek resimleri olduğunu biliyoruz, çünkü biz Peygamberimiz’in ta kendisi olan resmini gördük. Tıpatıp aynısıydı bize gösterilen resim.” O şöyle cevap verdi: “İlk peygam ber Adem, kendi soyundan gelecek bütün peygamberleri kendine göstermesini Rabbinden niyaz etmişti. Allah da Adem ’in kıymetli evrak hâzinesinde peygamberlerin portrelerini ona göstermişti. Sonradan Zülkarneyn bu resimleri güneşin battığı yerden çıkardı ve onları Danyal Peygamber’e teslim etti. Allah’a yemin olsun ki ömrüm kâfi gelirse, krallığımı terk etmeyi ve sizin en kötünüzün kö lesi olmayı, hatta ölünceye kadar bu mizacımın değişmemesini arzu ederdim. Sizi bana gönderen peygam ber Allah’ın gönderdiği son peygamberdir.” Bütün bu olanlardan sonra bize cömertçe çeşitli hediyeler verdi ve
446
SULTAN TARLACI
biz oradan ayrıldık. Biz Ebu Bekir’in yanına varıp gördüklerimizi ve İmparator’un bize anlattıklarını kendisine anlatınca, Ebu Bekir ağ lam aya başladı “Hz. Peygamber bize Hristiyan ve Yahudilerin yan larında kendisinin tasvirinin bulunduğunu açıkça haber vermişti.” dedi. Şayet Danyal’in mezarındaki sandık içindeki peygam ber resimleri, İran’dan Bizans’a kadar getirildiyse, aynı yerden başka bir kopyası nın da Çin’e kadar gitmesi mümkündür. İbn-i Vehb 870 yılında Çin’e yaptığı seyahatinde, İslam peygamberinin akrabası olduğunu açık layarak Çin im paratorundan görüşme isteğinde bulunmuş, tahkik ve incelemeden sonra imparator, İbn-i Vehb’in kendisiyle görüşme isteğini kabul etmiş ve bir tom ar kâğıt üzerine çizilmiş, peygam ber lerden birçoğunun portrelerinin bulunduğu albüm ü göstermişti. Çinli bir Müslüman yazar, Hz. M uham m ed’in bir biyografisinde, Peygamber’i Çin’e davet için Çin im paratorunun Arabistan’a bir elçi gönderdiğini anlatır. Sonra şöyle devam eder: “Hz. M uhamm ed özür beyan ederek ve resminin değiştirilmiş halini görmek endişe siyle, temkinle hareket ederek belirli bir zam an sonra kaybolacak şekilde bir tuval üzerine çizili portresini gelen davetçi elçiyle beraber Çin’e gönderdi.” Başka bir kaynakta da “Tang hanedanından İmpa rator Hiuen Tsong, Peygamber’i getirtmek için kendisine bir elçiyle m üracaat etti fakat Hz. Peygamber teklifi kabul etmedi. Bunun üze rine elçi onun çizili resmini Çin’e götürdü. İmparator o resmi sara yına asıp saygı gösterdi. Bunun üzerine resim iz bırakm adan kendi kendine soluklaşarak kayboldu.” İçinde Hz. M uhammed dâhil, tüm peygamberlerin resimleri oldu ğu iddia edilen bu sandığın kısa bir süre önce Ayasofya’dan çalın dığı ihbarı gelmişti. Uzun çalışmalar sonucunda istihbarat pek çok aşam a kat edip onu ararken başka tarihî eser kaçaklarını bulduysa ve başka kaçakçıları yakaladıysa da sandığın izine ulaşılamamıştı. Teşkilat içinde bir efsane olan sandığın kendisine özel görev olarak
447
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
verilmesini isteyen ve birbirleriyle ortak çalışmak istemeyen (hepsi o zam ana kadar denenm em iş bir yöntem deneyeceğinden bahsedi yordu) bir kısım “hırslı” arasında seçim yapm aya çalışan “m üdür” onları kendilerini göstermek için kayıp katili bulma ödevini vermişti. “Öğrenciler” arasındaki en büyük çekişme Kızımız ile Avcı arasında dır kuşkusuz. Bana sorarsanız Avcı katili bulur ve sandık dosyasını kapar am a Kızımız’m da gerçekten sıra dışı teknikleri ve daha önceki vakalarda umulmadık başarıları vardır. Bu teknikler ve devamındaki başarılar genellikle duyular dışı algı ve psişik istihbarata dayanır. Bu nedenle Avcı ondan daha deneyimli ve disiplinli olmasına karşın Kızımız, bu teşkilatın şimdiye kadar gördüğü ve belki bundan sonra da göreceği en ilginç istihbaratçıdır. Çünkü Avcı’nın titizlikle ve gün lerce çalışarak elde ettiği bir bilgiyi yerinden kalkmadan bir anda “öğrendiğine” şahit olmuşluğum vakidir. Oysa psişik istihbarat, teş kilatın yeni yeni önem verdiği ve aslında çok da fazla kullanmadığı bir yöntemdir. Çünkü bu yöntem den yararlanabilmek için önce psi şik yeteneği kuvvetli bir istihbaratçı gerekir. Kızımız bu konuda iyidir, evet am a psişik istihbaratın başka sınırlılıkları da mevcuttur. Çok iyi bir psişik bile her vakada her zam an başarılı olamaz. Bir vakada en iyi başarıyı göstermiş bir psişik, bir sonraki vakada hiçbir şey başaramayabilir. Bir de elbette bunun somut delil sorunu var. Herkesin görebildiği deliller görülebilecek olursa güven daha iyi olur. Komiserin orta yere sorduğu soru “bazen olabiliyor” şeklinde mü dür tarafından geçiştirildi. Müdür daha başka soruların gelmemesi ve sohbeti kendi kontrolüne almak, daha fazla da zaman kaybet memek için “Şimdi önemli olan birlikte ve koordineli hareket et mek olmalı.” dedi. Komisere dönüp: “Bildiklerinizi arkadaşlarımızla paylaşırsanız vakada size yardımcı olacaklardır.” Bunu söylerken oturması için komisere yer göstermişti. Komiser ve arkadaşı sabırlı olmaya gayret ettikleri bir ifadeyle gösterilen yere oturduktan sonra “Çalışmalar normal seyrinde ve olması gerektiği gibi devam ediyor, Yardım teklifiniz için...”
448
SULTAN TARLACI
“Aslında bu bir teklif değil.” dedi müdür. Bu söz açıkça söylenmese bile birlikte çalışma mecburiyeti belirtiyor gibiydi. “Kızımızla daha önceden tanışıyormuşsunuz veya bir yerlerde karşı laşmışsınız anladığım kadarıyla. Kendisinin çok farklı teknikleri var dır. K eza...” “Evet!” dedi komiser. “Birkaç defa tekniklerine şahit olmuşluğum vardır.” Müdürün sinirleri bozucu sakinliği ve destekleyici bakışları arasında dedektif sinirle ayağa kalktı. Son derece kısık am a duyulan, anlaşılır ve tane tane bir sesle Kızımız’ı işaret edip: “Bununla çalışmaktansa mesleğimden istifa ederim!” Salondakilerin bir kısmı bu tehdide hissiz, ruhsuz ve soğuk bir tepki verdi.
“D edim : A r tık bilgiden ya n a eksiğim y o k , Şu dünyanın sırrına erm işim a z çok. D erken aklım geldi başıma , bir de baktım: Ö m rüm gelip geçmişy hiçbir şey bildiğim y o k ” Ö m er Hayyam Dr. Saltı paylaştı , 3 7 gün önce
139. Gün
Doktorun tavrı, Safiye H anım ’ı dolduruşa getirip ağzından gelecek haftanın loto sayılarını almak ister gibiydi. “Belki de birkaç tesadü fün üst üste gelm esiydi...” dedi. Yaşlı kadının sinirine dokunacak şekilde. “Yani şans eseri birkaç olay senin dediğin şekilde gerçekleşince diğer söylediklerin de dikkate alınır oldu. Bu durum da basit bir tahminle bile bilinecek olaylar da sanki bir kehanetmiş gibi algılandı. Ne de olsa matematiksel olasılık hesaplarına göre 35 günde 1 muci ze ile karşılaşma şansımız var.” Safiye H anım ’m loto ve benzeri herhangi bir dikkat çekici kehanette bulunup yeteneğini kanıtlama gibi bir derdi yoktu son günlerde. Bir de loto sayılarını versin de öldürülsün müydü? Doktorun sırtına sık tığı kremle daha da üşüyor, tir tir titriyordu. “Demek istediğim, gerçekten bir yetenek varsa bunun daha belirgin bir şekilde gözler önüne serilmesidir. Loto olur, yeri ve zamanı önce den tıpatıp verilmiş bir olayın söylenmesi olabilir... Yoksa kimsenin tanımadığı bir arkadaşının öleceğini on dakika önceden görmüş ol manın bir önemi olmuyor.” “Derimi yırtacak mısın?” dedi sinirle Safiye Hanım. Doktorun söyle
SULTAN TARLACI
diklerinden hoşlanmamış, bu konuda herhangi bir şey söylese ken dini savunm a durum una düşeceği için başka yönden, doktoru suç layarak tepki göstermeyi seçmişti. “Nasıl sürüyorsun o kremi öyle bastıra bastıra?” dedi yeniden. “Kemiklerimi mi kıracaksın? Bir de doktor olacaksın!” Anlaşılmayacak birkaç inlemeyi de ekledi sözleri nin sonuna. Bu inlemeler daha çok sabır çekme gibiydi. “N eden bu kadar titriyorsun?” dedi doktor. Gözlerini odanın içinde gezdirdi. Hem en her eşya aynı renkten seçilerek bir uyum yakalan m aya çalışılmış boğucu uyumsuzluk bile herhangi bir yerden onu üşütecek bir hava akımı olmadığını fısıldıyor gibiydi. Duvarlarda veya bibloların yanında hem en hiç fotoğraf yoktu. Safiye Hanım kendi odasından akrabalarına -özellikle ölmüş akrabalarına- ait fo toğrafları kaldırtırdı. Ruhlarının fotoğrafı olan yerde dolaştığına dair bir inancı vardı. Ölmüşlerin evin içinde dolaşm asından rahatsız olur, giderken kendini de götürecekler diye korkardı. Bu nedenle geçmişi geçmişte bırakır çok fazla da ahde vefa göstermezdi. Gerek yoktu. Anılarına da sıkı sıkıya bağlı değildi. Gerçi yaşayanlardan da fazla kişinin hatırını gütmezdi. Bu nedenle fazla insan biriktirmediği gibi fazla eşya da biriktirmez, gereksiz herkesi ve her şeyi yaşantısından çıkarır, kendini yormazdı. Evinde rahat edeceği kanepesi, birkaç çi çeği, televizyonu, bilgisayarı ve sürekli ona hizmet eden birileri bu lunsun yeterdi. “Ciddi ciddi üşütm üşsün...” dedi doktor. “Seni m uayene edip bir kaç ilaç vermek gerekiyor aslında.” “İyi ki geldiniz Doktor Bey.” dedi gelin bu sözlerden cesaret alıp. “Ne hastaneye gitmeyi kabul ediyor ne de doktor çağırılmasına izin veriyordu. Aslında üşüteceği hiçbir şey yapm adı a m a ...” Safiye Hanım yattığı yerden yemeğinde kıl çıkmış gibi tiksinir bir bakışla geline baktı. Gelin de aslında Safiye H anım ’ın sağlıklı ol duğuna dair sözlerden hoşlanmadığını anlamıştı am a bir an ağzın dan kaçırmıştı. Bu nedenle kırdığı potu düzeltmek istercesine “Yani
451
9
197 GÜN • BÖLÜM3
üşütmediği halde titremesi garip... Acaba Allah korusun daha ciddi bir hastalığı mı var?” dedi. D aha büyük bir pot kırdığını fark eder etmez, bakmam ası gerektiğini bildiği halde acemi bir telaşla kayın validesine baktı. Safiye Hanım, gözleriyle yediği gelinine dişlerinin arasında “Hadi kızım, Doktor Bey’e arzu ettiği bir şey ikram et. Bana da bir kahve getir.” dedi. Gelin Hanım şu aşam ada ne denli söz dinler ve kibar olursa, ken dine buyrulan işi de ne denli hızlı ve itinayla yerine getirirse yaptığı zararı o kadar iyi tazmin edeceğini bildiği için başını aceleyle “peki” anlam ında sallayıp: “Ne içersiniz Doktor Bey?” dedi. “Size zahmet olmazsa bir çay alayım ...” dedi doktor. Sonra yaşlı kadının buruşm uş ve etinden ayrılmış gibi duran incecik derisine baktı. Sürmek istemediği kremi aldığı uyarıdan sonra daha yavaş ve bastırm adan sürmeye çalıştı. Safiye H anım ’ın sinirleri bozulmuştu bir defa. Hem gelin hem doktor payına düşeni alacaktı. Az önce derimi yırtacak mısın diye bağırdığı doktora bu defa “Bastırsana biraz!” dedi. “Madem yapacaksın bir iyilik tam yap. Hem krem sürülmüş olsun hem masaj olsun. Kulunç oldu her tarafım ...” Aldığı iki farklı uyarıyla bastırm adan yavaşça mı sürsün yoksa bas tırsın da hem krem sürme hem masaj mı olsun bilemeden kimi za man bastırıp kimi zaman yavaşça sürerken “Geleceği görebiliyorsan bunu daha ciddi bir şekilde kanıtlamaksın.” dedi doktor. “Herkesin şahit olacağı şekilde... Mesela bir hafta sonrasının loto çekilişinde* çıkacak sayılarını söyle.” “A aa...” dedi Safiye Hanım. Yattığı yerden yan tarafa hafifçe dönüp doktora bakm aya çalıştı. “Kazandığın neyine yetmiyor? Aç gözlü!” “Kendim için değil...” dedi Saltı. “Eğer çıkacak loto sayılarını verir sen pek çok kişi ikna olur.” Safiye Hanım yeniden yüz üstü uzanıp yattığı yerden: “Olmasın.”
452
SULTAN TARLACI
dedi. “Benim kimi ikna etmek gibi bir derdim var?” Her kim olsa doktorun izlediği yöntemi izlerdi belki. Yalnız Safiye Hanım haksız sayılmazdı. Onun gibi bir kadının lotoyla ne işi olur du? Böyle bir kadın için kom şusunun gelininin başkasıyla kaçacağı öngörüsü, yedi hafta devreden lotodan daha önemliydi. Bu nedenle beyni hep m erak ettiği noktalarda dolaşırdı. Üstelik bu defaki soru nu daha büyüktü. Bir haftadır kendi kendine “Yakın zam anda bu evde cenaze var.” diye mırıldanıyor, o cenazenin kendine ait olduğu düşüncesi tüm vücudunu buz kestiriyordu. Deli Dumrul hesabında yerine bir can verme şansı olsa evdeki herkesten “Benim yerime ölür m üsün?” diye isterdi canını... Sonra bir düşünce alırdı Safiye Hanım ’ı. Şu evdekilerin hiçbiri canımız annemize feda olsun diye cek özveride değildi. Hakkı haram olsundu. Nasıl da kıyıyorlardı annelerinin feri kaçmış gözlerine, çocuk şekeri gibi dişle kırsan dağılıverecek kemiklerine, neredeyse etinden tam a men ayrılmış, üzerine sıcak su dökülmüş gibi buruşm uş ince deri sine? Şu kadıncağız bu halde canını verirken hiç şüphe yok genç ve diri bir vücudun ölmesinden daha çok acıyacaktı canı. Bunları düşünürken yine gözleri doldu. Benim canım burnum da, şu dokto run derdine bak dedi kendi kendine. Hem bu saygısız geç çocuk hiç mi düşünm üyordu Safiye Teyzesi -sözüm ona sen benim teyzemsin diye yağ yakıyordu ya sürekli- loto sayılarını önceden verirse onun peşine düşecek polis, hatta MİT dışında bir de mafyalar vardı. Yaşa tırlar mıydı onu? Demek evdeki kalabalık cenaze görüntüleri böyle bir olaydan sonra m eydana gelecekti. Yaşatmayacaklardı onu... Yine de doktora bunlardan bahsetm ek istemedi. “Sonra alacaksın o paray ı...” dedi. “Bırakacaksın işini gücünü. Onca yıl okuduğunu yok sayacaksın. Parayı bulduktan sonra mesleğini kim icra etmiş ki şimdiye kadar? Gideceksin yurt dışına, iki üç ayda bir başka ülke... Bu yaptığın beyin göçü olmayacak mı peki? Olmayacak gerçi...” Durdu. “N eden olsun. Beynini göçüreceksin başka ülkeye am a ora-
453
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
da da kullanmayacaksın ki... Sanki milyoner olduktan sonra yurt dı şına gidip doktorluk mu yapacaksın? Tropikal adalar, barlar, içkiler, kumar masaları, her gece başka kızlar...” Birden doktorun Marilyn Monroe hayranlığı geldi aklına. Dudaklarını alayla yayıp doktora bu konuda bir şeyler söylemeyi düşündü. Şu herkesi kandıran çapkın çocuk Marilyn’e gerçekten hayran mıydı, yoksa ondan bu kadar çok bahsetmesinin ve onun resimlerini paylaşmasının başka sebepleri mi vardı? Safiye H anım ’a kalırsa üç sebebi vardı. Görmüş geçirmiş kadındı, bilirdi. Üstelik insanın beynini okurdu o. Bir defa Marilyn güzel ka dındı. Evet, âşık olunacak cinstendi. Bu konuda elbette kimsenin itirazı olamazdı ve yoktu da. Güzelliği birinci unsur olarak seçersek diğer iki unsur en önemli unsurdu. Bir defa Doktor, Marilyn’le, bir kadınla, internette ilgileniyor, ona özel günler ayırıyor, onu hedi yelere boğuyordu ki bir beyefendinin bir hanımefendiyle nasıl ilgi lenmesi gerektiğini bildiğini herkese gösteriyor, kendine artı puan topluyordu. Bu nedenle diğer kadınlar hem doktorun yakışıklılığı ve karizmatik duruşuna hem de bu romantik yönüne inanılmaz vurulu yorlardı. Bu kadını şu an ölmüş, hayatta olmayan birinden seçiyor du ki duygusallığının yanına melankoli katıyor, bunun yanında bir ilişkim var am a nihayetinde hayali... Gerçekte ise müsaidim imajı çiziyordu. Bu durum kadınların bey ninde “Demek gerçekte bir ilişki yaşayacak olsa tıpkı bu şekilde ro mantik yaşayacak.” düşüncesi oluşturuyor, onun şimdi hayatta ol mayan sevgilisine olan kavuşam am a sorunu kadınların gözünde onu m erham et duyulacak, Marilyn’i kıskanılacak bir durum a getiriyordu Çünkü kıskanılmayacak gibi değildi. Kaç tane kadına Marilyn’e âşık olunduğu kadar âşık olunmuştu? Kaç tanesine doktor kadar yakışıldı ve akıllı bir adam âşık olmuştu? Üçüncü aşam a işte burada başlı yordu. Hem en her takipçisi Marilyn’i kıskanıp onun elinden dokl<> ru almak için garip bir yarışa giriyor, hem Marilyn’le girdikleri İm hayali yarışı kazanma istediği hem de kazandıktan sonra MarilynV
454
SULTAN TARLACI
olan tüm ilginin kendilerine dönecek olması ihtimali başlarını dön dürüyordu. Yani doktor profesyonel bir çapkındı. Kadınları kıskan dırmakla kalmıyor, âşık olduğu kişinin gerçekte var olmadığı açık kapısından hareketle diğerlerine bir şans veriyordu. Bunun için en önemli silahı, romantizmi kullanıyordu. Safiye Hanım bunları düşünürken cin bakışları doktora dalmıştı. “Ne çapkınsın sen!” dedi ağzının içinde. Yalnız Marilyn konusun da tek kelime etmemeyi tercih etmişti. Çünkü bu konuda herhan gi bir şey bildiğini doktora sezdirirse internette dolaştığını, haliyle onun sitesine de girdiğini de bilirdi. Evet, halen siteye üye olduğunu kendinden -ve bir de benden- başka bilen yoktu. Safiye Hanım ’ın hakkında bildiklerinden ve düşündüklerinden habersiz doktor, çap kın sözünün lotonun bulunmasının ardından tropikal adalarda genç kızlarla geçireceği günlere yönelik söylenmiş olduğunu düşündü. “Ne tropikal adaları ne de kızları düşünüyorum ...” dedi. Safiye Hanım da “Neler geçiyor akimdan bilmiyorum sanki...” diye kaldığı yerden devam etti. “N eden ülkende kalıp hasta insanlara yardımcı olmuyorsun? Neden öğrenci yetiştirmiyorsun da bencil ve kimseye faydası olmayan bir hayat sürüyorsun? Yakışıyor mu?” “Bak işte bunlar senin varsayımların am a her varsayım gerçekleşe cek bir öngörü değildir.” dedi doktor. “Duyular dışı algı ve durugörü tam am en farklıdır. Amacım sadece durugörünün varlığını kanıtla mak ve mistik, doğaüstü olmadığını göstermek. Bizim biyolojimizin bir hediyesi olduğunu göstermek. Pek çok insan bu alana inanmak için somut, elle tutulur bir delil istiyor. Loto sayılarının açıklanmadan önce bilinmesi bu konuda biçilmiş kaftan. Hiçbir itiraza yer kalmaz.” “Çok biliyorsun, a m a n ...” dedi yaşlı kadın. “Yedir o kremi iyice. Yedir, yedir hadi... Kırıldı kemiklerim valla. Neden bu kadar seyrek geliyorsun?” Sanki Safiye H anım ’ı sıklıkla ziyaret etmek gibi bir zorunluluğu var-
455
9
197 GÜN - BÖLÜM3
mışçasına azarlıyordu doktoru. “Hepiniz de kendinizi beğenmişsi niz.” dedi. “Allah ne başımızdan eksik etsin ne de m uhtaç etsin size. Muhtacız işte. Al, sırtımın kemiği kırılmış hadi doktora gitme baka lım. Gitme, sonra ne olacak? O ağrıyla kıvran günlerce. Birkaç gün kendi derdini kendin çek. Kimseyi rahatsız etmeyim diye söyleme. Sonra ağrılar gittikçe artsın. D ayanam a... Üç gün ne kadar sessizsen o gece acından bangır bangır bağır. Ev ahalisi kalksın. Ölümün geldi sansın, Allah korusun!” Sivrilttiği parmağını yattığı kanepenin tah ta köşesine vurmuştu. Gözleri doldu. “Bizim sesimize, gürültümüze, ışığımıza, komşular kalksın. ‘Gece vakti ne oldu? Yardım edilecek bir şey var mı?’ diye sorsun. O adam a yazık değil mi yarın işe gide cek gecenin bir vakti uykusu bölünecek? Sonra onun meymenetsiz karısı sadece kapıdan hal hatır sorup hiçbir yardımları dokunmadığı halde sanki benim hayatımı kurtarmışlar gibi kasılsın da, biz onlara minnet mi duyalım? Arkasından mahalleliyi toplayıp geçmiş olsun adı altında burada tüm gün boyunca onların gürültüsün mü çeke yim? Her birinin küçük çocukları bu odanın içinde bordo bereliler gibi atlayıp zıplasınlar. Kafam şişiyor, gürültü sevmiyorum. Sen beni hiç mi düşünm üyorsun?” Doktor bir an konunun başını hatırlamaya çalıştı. Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Ne demişti de olay buraya gelmişti? Mümkün değil hatırlayamazdı. “Buraya loto sayılarını tutturmak için önceden alm aya geldiysen bo şuna gelmişsin.” dedi Safiye Hanım. Doktorun yüzüne bir an ‘Hah tam am, loto konuşuyorduk’ gibi biı rahatlam a ifadesi geldiyse de hem en anında ‘o da değildi’ ifadesi geçti. Yalnız loto konusunu da unutm am ak lazımdı. “Ben de benim ziyaretime geldin sandım ...” diye devam etti SafiyiHanım. “Ne oldu da şimdi bu alınganlığı yapıyorsun?” dedi Saltı. “Ne eli dim ben sana?”
456
SULTAN TARLAC1
Safiye Hanım ’m gözleri doldu. “Şurada taş çatlasın bir hafta on gün sonra gel bakalım bulabilecek misin Safiye Teyzeni? Cenaze namazına katılırsın artık!” diye geçirdi aklından. Yine de dışından paylaşmadı. “Ne ilgisi var?” dedi doktor. “Elbette senin ziyaretine geldim. Lotoyu kimsenin önceden verebileceğine zaten inanmıyorum. O nun peşi ne düşüp gelecek kadar hayalperest değilim. Filmlerde bile olmaz. Düşün, m edyum un biri loto sayılarını daha açıklanmadan, çok ön ceden veriyor.” “N enen yaşındaki kadına m edyum derken utanıyor m usun?” dedi Safiye Hanım. “P ard o n ...” dedi doktor. “O anlam da söylem edim .” Doktorun sözleri epeyce eskimiş uzun zamandır yağlanmadığı için gıcırdayan kapı menteşesinin sesine karıştı. Yavaşça ve açan kişi nin tedbirlice davrandığı belli olur şekilde aralanıyordu kapı. Gülin, okuldan dönmüş, eve girer girmez koridora taşan azarlama seslerin den kimin nasiplendiğini merak etmiş gibiydi. Önce buruşuk bedeni ni yarı çıplak açıp kanepesine uzanmış babaannesine, yanı başında duran dört krem kutusuna -bunları Doktor Safiye H anım ’a ‘hediye’ getirmişti- ve ona krem sürme eziyetine katlanan genç adam a baktı. “G ülin...” dedi Safiye Hanım. “Geldin mi?” Genç kız bu sözden cesaret bularak korkarak açtığı kapıyı rahatça kapatıp babaannesinin yanı başında duran yabancıya “Hoş geldi niz.” dedi. Doktor cevap vermekten ziyade başını sallayarak teşek kür etmiş, bu tavrı -aslında hiç ilgisi olmamasına rağmen- yaptığı krem sürme işine dikkatini toplamış, yanlış yapm am ak için uğraşır gibi görünmüştü. Genç kız bir an babaannesinin haline ve doktorun çektiği eziyete gülmemek için dudaklarını içine çekip ısırdı. Bu doktor, geçenlerde gelen doktor olmalıydı. Safiye H anım ’ın hallerini annesinden din-
457
9
197 G ü n - BÖLÜM3
lemişti. Gülmemek için kendini tutması Safiye H anım ’ın gözünden kaçmadı. Sinirle büzdüğü dudakları arasından: “E e e ...” dedi. “Elletin mi yine oranı buranı elin oğlanlarına?” Gülin, ateş basan yüzüne mukayyet olam ayarak refleksle “Baba anne!” diyebildi. Yüzünde az önceki en ufak bir kaçak kıvılcımla patlayacak gülme yangını bir koca buzlu su atılmış gibi yüzünde donakalmıştı. “Nereden çıkarıyorsun öyle şeyleri?” “Bugün de kalçanı am m a avuçlattın.” dedi Safiye Hanım. Bunu söylerken yattığı yerden avcunu havaya açmış sanki bir şeyler tartı yor gibi yapıyordu. Gülin bir doktora bir babaannesinin “avuçlama” gösteren eline bakıp babaannesinin yanına yaklaşmış, elini hızla tu tarak “Prenses Som ya sus lütfen. Olmadı öyle bir şey!” demişti. Kaçamak bir bakışla doktora baktı. Doktor başından beri ilgisiz kal dığı hatta duym uyorm uş gibi davrandığı olaya bir an kayıtsız kalamayıp gözlerini önce genç kıza sonra Safiye H anım ’a dikmişti. Gülin bu bakışlardan sonra yerin dibine geçmiş, boğazında oluşan düğü mü yutam ayarak om zundan sarkmakta olan çantasının sapını sanki o esnada tek sorun o kalmış gibi yeniden itinayla om zuna yerleştir miş ve “iyi günler” dileyip odadan çıkmıştı. O dadan çıktıktan sonrn gözünden dam lam akta olan iki dam la yaşı elinin arkasına silerken kendi beyninde rezil oluşunun üzerine gitti. Ne kadar işiyle ilgileni yor ve konuşmaları duym uyor gibi yapsa da duym am asına imkân var mıydı? Doktorun bakışını yeniden yeniden gözünün önüne ge tirdi. Aslında boşuna üzülüyordu. O bakışlar ona karşı değildi. Zaten onun odadan çıkışından sonra hem en bakışların sebebi anlaşılmıştı Safiye Hanım da anlamış olduğu için göz göze geldiği doktora biı den konuyu başka tarafından tutup “Ne bakıyorsun öyle?” dedi “Seksenini aşmış bir kadın internet kullanamaz mı?” “Kullanır Prenses S o m y a...” dedi doktor.
4 58
SULTAN TARLAC1
“Günlük hayatımda çok fazla bu yönümle tanınm ak istemiyorum.” dedi Safiye Hanım. Doktorun sessiz kalışı karşısında boğazında düğümlenmiş korkuyu bir anda tiz ve titrek bir sesle dışarı vurdu. “Göz önündeki o internet sitesindeki öngörülerimden dolayı başım a bir şey mi gelsin istiyor sun?” dedi. “Bu yaşlı kadının peşine istihbarat birimleri mi düşsün? Öldürsünler mi onu?” Titremesi artmış, dişleri birbirine vurm aya başlamıştı. Doktor dudaklarına yayılan gülümsemeyi Safiye H anım ’a göster m emek için ona çok kızmış gibi yapm aya çalışarak kaşlarını çattı. Pencereden dışarı bakm aya başladı.
“Tepem izde dönüp duran gökler B üyücünün fa n u su gibidirler: Güneş bu fa n u s içinde lamba, Biz de gelip geçen görüntüler” Ö m er Hayyam Dr. Saltı paylaştı, 31 gün önce
149. G ün
Tugay, Tattu’nun ne denli saf bir kız olduğunu bilmesine rağmen görse sanki anlayacak gibi köşe bucak saklıyordu uzaktan çizim ça lışmalarını... İlk olarak evrenindili.com sitesinden görüp öğrendiği bu çalışmaya kendini fazla kaptırmış gibiydi. Siteden herhangi biri nin -bu genellikle aynı kişi olmaz, sürekli değişirdi- sakladığı bir res mi veya nesneyi hiç görm eden ve hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmadan eline bir kâğıt ve kalem alıp uzaktan çizmek şeklindeki bu çalışmada insanı bağımlı eden bir yön olmalı ki ben bile çalışmaların sonunu merakla bekliyordum. Neden derseniz hiç ihtimal verm e diğiniz halde çizilen şey, saklanan şeye gerçekten benziyordu. Bu nedenle -konu hakkında ayrıntılı bilgim olmasa da- uzakta saklanan şeyin ne olduğu hakkında tahm in yürütüp söylemeye çalışmaktan sa, her halükarda çizmenin daha yararlı sonuçlar doğurduğunu söy lüyordu sitenin kurucusu olan doktor. Yalnız sadece çizim çalışmaları değil, sitedeki pek çok şey Tugay’dn bağımlılık yapmış gibiydi. O rada o kadar çok vakit geçiriyordu kı neredeyse hayatının en önemli şeyi olan güzellik merkezinin kapısını bile sabahları geç açacaktı. Çünkü uyanır uyanmaz siteye giriyor
SULTAN TARLACI
ya sohbet odasında geceden kalanlarla takılıyor -hatta bazen ken di de o odada sabahlıyor- ya forum da yazılmış bir yazıya yorum yapıyor, gelecekte olabilecek bir öngörüsünü-durugörüsünü ekliyor, eklenmiş bir durugörü hakkında yorum yazıyor, gerçekleştiğini dü şündüğü bir durugörü veya rüya hakkında haber sitelerini tarıyor ya da çizdiği uzaktan çizimi siteye yüklüyor, başkaları tarafından yük lenmiş çizimlere bakıyor ve bunların hepsini Tattu’dan gizliyordu. Hatta Tattu’nun Tugay’ın siteye üye olduğundan bile haberi yoktu. Öyle ki saf kızcağız, sitede Çitilemeden_parlatır olarak dolaşan Tu gay’la çoğu zaman forum da veya sohbet odasında kavga ediyor, site sahibine şikâyet ediyor, sinir buhranları geçiriyor am a bu kişinin aynı evi paylaştığı arkadaşı olduğunu bilmiyordu. Tugay’m durumu daha garipti. Tattu’yu sitede -elbette- biliyor am a gündelik hayatta sevdiği ve koruduğu arkadaşına sohbette veya forum da sinir oluyor, laf sokuyor, aşağılıyor ve o da onu siteden attırmak için elinden ge leni yapıyordu. Çözememiştim bu psikolojiyi. Belki de psişik kişiler siteyi fazlaca önemsemiş ve sahiplenmiş, yeteneği olmayan kişiler den korumaya çalışıyorlardı. Bu kişi, en yakın arkadaşı bile olsa... Zaten sitede kısa sürede bir paranoya başlamıştı. Herkes birbirinden şüpheleniyor, gizli saklı birbirinin yeteneğini test ediyordu. Psişik yeteneği olmayanın sitede istenmemesi gibi yeteneği olan da isten miyordu. Yetenekli kişiler, özel hayatları uzaktan görülür -gözlem lenir- diye birbirlerinden korkuyorlardı. Bu tür kişiler gerçekten var olabilirdi, bilemiyorum. Buna rağm en gariptir, kendileri hakkında da görüleri olanlar azdı. Belki bu bir algı perspektifiydi. Kimse ken dine çok yakın, gözünün önüne tutulan bir nesneyi tam hatlarıyla göremezdi. Günlük hayatta da bu böyleydi. Başkaları hakkında çok fazla sahip olduğumuz bilgi ve fikirleri kendi hayatımızda görem e yiz. İyi bir şeydir belki. Durugörü sahibi kişiler kendi haklarında da kötü olayları önceden bilseler belki bu üzüntüleri kaldıramazlardı. Çünkü bir şeyi ne kadar erken öğrenirsen o kadar çok acı çekersin. Zaten tam bilemedikleri am a sezdikleri bile psikolojik olarak onlara
461
9
197 GÜN ■ BÖLÜM3
yetiyordu. İnanın hepsi aşırı duygusal, kırılgan ve alıngandı. San ki hepsi dünyanın en yaralı insanlarıydı. Bu nedenle pek çok kişi onların “ben biliyorum” tavrını eleştirse de ben hoş görüyordum. Hepsinde olan, bir türlü bulunam ayan katili tek başına bulma iste ğini de anlıyordum. Kimse kimseyle ne gördüğünü paylaşmak iste miyor, çoğu gizliden gizliye doktora yazıyordu am a sitede herkesin yazdıklarından çıkarım yapıp ortak ipuçlarıyla katili arayanlar da oluyordu. Diğer üyeler bu kişilerin polis olduğundan şüphe ederdi genellikle. Sonra kendi içlerinde yine paranoyalar yaşar, bunalıma girer, korkarlardı. Çünkü hepsinde katili bulma isteği olduğu kadar polis tarafından izlenme korkusu da vardı. Bana sorarsanız polis bu site yardımıyla katili bulsa bile durugörür lerin peşine neden düşsündü? Her şeyi abartm aya meyilli beyinleri bunu da abartmaktaydı. Belki bu nedenle herkesten ve her şeyden korkup saklanıyorlardı. Evet, hem en hepsi kimliklerini gizlerdi. Ger çi bunun tek sebebi korku değildi. Saygın bir mesleği olup da “med yum ” olarak anılmak -ya da alaya alınmak- istemeyenler de vardı. Yakın çevresi tarafından hatır gönül işine “B ana bir bakıversene" diye kahve fincanını kapatıp gelen onca kişi olmasın diye saklayan lar, yine çevresi medyum diye kendinden korkup yalnız kalmamak için saklayanlar, parayla bakm aya kalksalar hem bu işten maddi m enfaat kazandığı için yeteneğinin kaybolmasından hem de günah boyutundan korkanlar da vardı. Tugay mı? Aslına bakarsanız onun saklama sebebinin bunlarla ilgi*.ı yoktu. Tugay zaten tanınmak, bir şekilde sesini duyurm ak isteyen biriydi. Çünkü büyük bir m odacı olmak istiyordu. Bu katili bulııı da adı katili bulan m edyum diye basında duyulursa güzellik sak» nunun adı da bir şekilde duyulacak, modacı yönü de bilinecek!ı Hatta keşke yetişse de o yılın kış koleksiyonu tasarımını insanim.» gösterebilseydi. İçini çekti. O halde neden kendini saklıyordu. Üfff... Kız sen de ya anlamıydı
462
SULTAN TARLACI
sun ya da hem en unutuyorsun. Tugay bu alanda adını duyuracaksa çok büyük bir olaya imza atıp o şekilde duyurm ak istiyordu. Katil bulundu mu ki? Buldu mu Tugay katili? Hani? Yok. İnternet sitesin de o kadar kişinin hayatına bakmış, o kadar uzaktan çizim yapmış saklanan resmi genel hatlarıyla -hatta bazılarını tıpatıp- çizmiş, saklı nesneleri bulmuş am a katil hakkında o kadar durugörü çalışması, uzaktan çizim yapsa ona özel niyetlendiği rüyaya da yatsa bulam a mış, bulamamış, bulamamıştı. Canı sıkıldı. Belki de katili bulmuştu am a kimse dikkate almamıştı söylediklerini. Aslında en iyisi neydi biliyor musun? İmkânın olacaktı gidip kendin bakacaktın uzaktan al gıladığın ve gördüğün yerlere. Yoksa ben katili şurada gördüm dedi ğin şey gördüğün yerde aranm adıktan sonra katili buldurmazdı ki... “Ne düşünüyorsun kız?” dedi Tattu Tugay’ın yanına uzanıp. “Kaşı nın biri iniyor biri kalkıyor.” Tugay pat diye yanm a yatıveren Tattu’dan açık olan bilgisayarın ek ran sayfasını zor saklamıştı. Bu aklı yarım, ağzı gevşek kız kesinlikle bilmemeliydi Tugay’ı sitede. Hem herkese duyurur hem de doktor dan Tugay’ı kıskanırdı. Çünkü sitedeki tüm kadınlardan kıskanıyor du doktoru. Birden bire kendinin “tam ” bir kadın olmadığı geldi ak lına. İçine bir ateş düştü. O sıkıntıyla yatağa atlayıp kendini duvara sıkıştırmış Tattu’ya “A yyy...” dedi. “Sıkıştırdın ayol. Ne diye geldin yanıma?” İnternet sitesindekilere de kendini kadın olarak tanıtmış, üstelik “By_ Piccione” takm a isimli bir adam la da hafiften flört etmeye başlamış tı. Onunla olan ilişkisi nereye gidecek o da tam bir m uammaydı. “Canım sıkıldı.” dedi Tattu. “Sen ne yapıyorsun diye bakm aya gel dim.” lügay birkaç elbise modeli açıp “Tasarladığım kış koleksiyonu öze linde çalışıyorum.” dedi. Her şeyi bir kenara koysak bile bu Tattu manyağı Tugay’ın sitede Çitilemeden_Parlatır olduğunu bir bilse nmür boyu konuşmazdı onunla çünkü sitede en büyük kavgalarını
463
9
197 G ü n ’ BÖLÜM3
ettiği kişilerden biriydi. “Çok güzel olmuş.” dedi Tattu biraz daha yerleşerek. “Şeyime gir şekerim.” dedi Tugay. Birkaç defa başını salladı. “Ay ne var be neden kızıyorsun?” dedi Tattu. Başını Tugay’ın omzu na yaslamış, uzun süre orada olacağını belli emişti. Belki orada uyu yacaktı. Tugay Tattu’ya baktı. “Ne o kız?” dedi. “Uyuyacak mısın erkenden? Kalk bir kahve yap. Hadi kalk, kalk...” dedi. İttiriyordu. “Kalk, yap da içelim ...” Tattu’nun kalkası yoktu. “Sen benim kahvemi beğenmiyorsun k i...” dedi. Gerçekten Tugay Tattu’nun kahvesini hiç beğenmez, bunu da her defasında dile getirirdi. Çünkü kahve onun özel zevklerindendi. Kötüsüne taham m ülü yoktu. “A a... Beğenmiyorum değil. İstesen daha iyisini yaparsın am a baştan savma yapıyorsun diye öyle söy lüyorum.” dedi. “Ee bi defa güzel yapsam hep isteyeceksin!” dedi Tattu kendini över bir salak bakışla. Bunun ne denli asılsız bir söz olduğunu biliyor du Tugay. Evrenindili.com sitesine girmeye başladıktan sonra Ta tu’nun aptallığına olan taham m ülü hiç kalmamıştı. Farklı bir alanda yeni şeyler öğrenmenin zihni açtığını duymuştum. Acaba Tugay’m da zevk aldığı alanda yeni şeyler öğrenip kendini geliştirirken mi açılmıştı Tattu’yla arasındaki zekâ farkı? Ya da bir şekilde kendine olan güveni yenilenmiş, başka bir deyişle kendini fazla büyük görü» olmuştu. Tattu’yu gönderir göndermez siteye öyle bir dalmıştı ki kahveleri yapip gelen arkadaşının varlığını hissetmedi bile. Tattu ise bir süre mevcut aklıyla olanları idrak etmeye çalıştı. Tugay siteye üye oh\ mazdı değil mi? Hele ‘Çitilemeden Parlatır’ ismiyle? Önce bazı so rular oldu. Sonra yarım cevaplar. Bazı sitemler, yarım savunmalaı Bazı ağlamalar oldu, yarım teselliler. Büyük bir bağrış, tam bir km şılık. Sonra her şey duruldu. Birbirinden başka kimsesi olmayanlara
464
SULTAN TARLACI
küslük lükstür. Küsmek ve darılmak için bahaneler aram ak yerine, sevmek ve sevilmek için çareler aram ak gerekir. Yaralayan, diğerini tedavi etmekle yükümlüdür. Bu dikkatsizlik, Tugay’a biraz pahalıya patlamıştı. Tattu’ya katili beraber bulup kendisini m eşhur ederken onu da doktorun gözünde bir num ara yapacağına dair söz verdi. Önce ellerinde olan görülerden -yani Tugay’m görülerinden- yola çıkıp katilin nerede olabileceğine yönelik haritalar çizdiler. Sonra olanları gerçekten unutup katili bulduklarına yönelik tatlı hayaller kurdular. Tugay kalkıp doğru düzgün bir kahve yaptı. Algılarına takı lan isimleri Tattu ile paylaştı. O isimleri internetten aradılar. Çizdikle ri haritaya yeniden bakıp etrafına bazı yeni yerler eklediler. Aslında katil şehrin bir yerinde olabilirdi. Pek çok kişinin “katil yurt dışında” söylemlerine karşın Tugay her zam an aynı şehirde aramıştı katili. En kısa zam anda oraya gidip bakm aya karar verdiler. Umutla ve mutlulukla uyudular.
“Engel olam ayacaksam bu kehaneti neden öğrendim ?” “K ehanet” Filmi Dr. Saltı paylaştı, 29 gün önce
151. Gün
Uzun zamandır üzerinde olan bir yükten kurtulmuş ve herhangi bir konuda ilk defa işe yaradığını keşfetmiş insanlar, önce -alışkanlıkla kurtulduğu yükün boşluğunu dolduracak yeni yükler arar sonra da yaradığı işin yanına başka işler... Füsun H anım ’da da öyle olmuştu. Yıllardır sırtında kam bur gibi ta şıdığı “şey’in” lanet değil de yetenek olduğunu öğrenince üstünden kalkan ağır yükün yerine -alışkanlıkla- nasıl bir yük koysam diye düşünmüş, belki yıllardır herkeste gördüğü ve dudak büktüğü -evi nin kadını olma- yükünü kaybolan lanetinin yerine koymaya uygun bulmuştu. Son haftalarda nasıl bir değişiklikti? Geçmişi görebiliyo rum diye evde günlük işleri için yardımcısı olduğu halde evde temi/ liği kendi yapmalar, yardımcının yaptığı temizliğin üzerinden bir dr kendi geçmeler, hiç anlamadığı halde pilavın suyunun ölçüsüne hıı bardak daha ekletmeler, çocukların beslenmesine daha bir dikkat el meler, İlker Bey gelince ‘Bugün işler nasıldı?” diye sorm alar... EvH durum bu kadar vahimdi. Onun kendine olan güvenini yerine kim koymuştu bilmem am a bu aralar pek bir havalanmıştı. Hatta evi nin m addi durum una yardım için antika eşyaları satabilecekleri hiı
SULTAN TARLACI
internet sitesi açmayı kendine görev bilmiş, sitenin bir köşesine de satılacak antika eşyaların geçmişini tek tek yazmayı ihmal etmemişti. İşe yaramıştı yalnız. Özellikle eski sevgililere dair buram buram aşk kokan eşyalar yeni sevgililerin pek dikkatini çekmekteydi. Bunun yanında kötü enerjisi ve kara bir geçmişi olan eşyalar da büyücüler tarafından özellikle tercih edilmekteydi. Dimdik oturarak başladığı işinde zam an geçtikçe kamburlaşmış sır tını yeniden dikleştirdi; çok ağır ve önemli işler yapmış gibi ellerinin tersini beline dayayarak zincir kemiğini kütletti. Uç saattir hiç kalk m adan bilgisayar başında oturuyordu. Ciddi bir ifadeyle dudaklarını büzüp tek kaşını kaldırmış, son yazdığı antika eşyanın yaşanmışlık ları ve geçmişini de sitesine ekleyince biraz mola verm enin iyi ola cağını düşünmüştü. Bir bardak sıcak bir şey içmek de iyi olacaktı ki arkasını dönüp bak tığında yüzündeki ciddi “iş kadını” ifadesi hayalet görmüş bir şaş kınlığa dönüştü. Anneleri uslu dururken -son zam anlarda yaramaz bir anne olmuştu bu doğruydu, mesela onları kısıtlayıcı bazı emirler savurmaktaydı- kızlar da boş durmamış, perdeyi aşağıdan yukarıya sandalye koyup yetişebildikleri yere kadar şeritler halinde boydan boya kesmişti. Çünkü kesilmemiş hiçbir perdede Rapunzelcilik oy nanamazdı. Bunu en salak insan bile bilirdi. Şatoya tırm anm ak için yere kadar sarkan bir saç gerekiyordu. Şato var mıydı evde? Yoktu. Tırmanmak için saç var mıydı? Yoktu. Neyse ki kendi başlarının ça resine bakabiliyorlardı. Oyunun başında ‘kimin prenses olacağına dair’ çıkan kavga, bir süre sonra prensesin eğlenceli hiçbir aktivitesi olmadığının anlaşılmasıyla ikisinin de prens olup şatoya tırman mak istemesine yol açmış; nitekim öyle olmuş, keserek Rapunzel saçı yaptıkları o perdeye üç saat boyunca belki elli defa tırmanmış, birkaç defa yere sert iniş yapınca perdenin altına yum uşak yer min derlerini çekmeyi akıl edebilmiş, sonrasında bu oyun şatoda kalan prensesi kurtarmaktan tırman, sallan ve atla Tarzan oyununa dönüş müştü. Büyük bir heyecanla ve bağıra bağıra tırmandıkları perdenin
467
9
197 GÜN • BÖLÜM3
en üstünden aşağıdaki minderlere atlıyor, kendilerini kaybedercesine gülüyorlardı. Füsun Hanım durum u fark ettiğinde yorulmuş ve çoktan oturmuşlardı. Annelerinin şaşkınlıkla baktığını görünce biri hem en koltuğa geçip annesinin bakışını taklit etti. Kardeşine “Bak b a k ...” diyor, yeniden taklit ediyordu. Diğeri bakıyor ve bağırarak gülüyordu. Sonra koltuğa diğeri geçi yor, annesinin nasıl şaşkınlıkla baktığını bir de o taklit ediyordu. Her taklitte Füsun Hanım ’ın yüz ifadesini daha şaşkın ve aptal yapıyor lar, kimi zam an ağızlarını kocam an açıp gözlerini şaşılaştırıyor kimi zaman dillerini çıkarıp dudaklarını eğiyorlardı. Bunu yaparken de gülmekten nefesleri kesiliyordu. Füsun Hanım çocukları hizaya ge tirmek için çok geç kaldığını bir kez daha anladı. Bu anlayış, uzun zamandır bildiği bir konuya, bu konu da onu birkaç haftadır olma dığı Füsun’a yeniden döndürm üş, belki son günlerdeki “Her şeyi b a şarabilirim” um udunu bir anda kırmıştı. Uzaya bile çıkabilirdi ama ikizleri durdurm anın imkânı yoktu. Yine de enerjisini bozmamaya gayret ederek bir bardak çay almak için mutfağa gitti. Çayı her zaman yaptığı gibi çay bardağına değil, büyük bir kahve kupasına koymayı tercih etmişti. Son günlerde buna benzer dav ranışları her tercihinde gösteriyordu. Yemek m asasında her zaman oturduğu yerden başka yere oturuyor, sevmediği yemeklerden yi yor, eşiyle sohbet ediyor, o güne kadar hiç izlemediği kategoride filmler izliyor veya ilgisi olmayan konularda kitaplar okuyordu. Ken dinde keşfettiği “psikometri yeteneği” öyle hoşuna gitmişti ki benzer keşifler elde etmek için değişiklikler deniyor olmalıydı. Oysa keşfetti ği şey onu değiştirmişti, değiştiği için keşfetmemişti. Bu keşif piyan goydu. Bir tesadüftü, lütuftu. Yetenek olduğunu hiç öğrenmeyebilir, hayatının sonuna dek deli veya lanetli olduğunu düşünüp o şekildi* yaşayabilirdi. Yine de kendince haklıydı. Rastgele kazılmış çukurdan bir küp altın bulan biri yeniden altın bul mak için o günden sonra sık sık çukur kazabilirdi. Yeni bir şansı bel;
468
SULTAN TARLAC1
leyecek değildi. İşte altının hangi çukurdan çıkacağı belli olmaz diye bulduğu her yeri, hatta bir avuç toprağı bile kazan biri gibi bir çay bardağında bile değişiklik aram a düşüncesiyle bilincin sorgulama gereği duymadığı, neredeyse kişisel örf haline gelmiş küçük bilinç siz alışkanlıklarından bile sıyrılan bir kişinin beyninde devrim oluyor demektir. Bu devrimin öncülü köşe bucak kaçtığı bir öcünün üze rine cesaretle gidip sonucunda bir ödülle pekiştirilmesinden başka bir şey değildir. Öyle ya yıllardır kaçtığı şeyle bugün bizzat, isteyerek ilgilenmiyor muydu? Bundan da büyük zevk almıyor muydu? Kim bilir şimdiye kadar kaçtığı diğer şeylerde ne gibi zevkler vardı? Elbet te bunları oturup düşünm üş ve ona göre davranışlarını düzenlemiş değildi am a elinde olm adan farklı bir Füsun olma yolunda ilerliyor veya ilerlemeye çalışıyordu. Bardağının sonuna gelmişti. Zil çaldı. Kızların bağırarak ve birbirle rini iteleyerek m erdivenden inişlerinin sesi geliyordu. Füsun Hanım, bardağın sonunda kalmış çayı mutfak masasının üzerinde bırakarak kapıyı açmak için mutfaktan çıktı. İlker Bey ara sıra yaptığı gibi b u gün de kapıyı kendi anahtarıyla açmayı tercih etmiş, çoktan içeri girmiş, hatta kapı ile merdivenler arasındaki sek sek çizgilerini de çiz gilere basm adan başarıyla geçebilmişti. Köklü değişiklikler zaman is teyen şeylerdir. Kimse bıçakla kesilmiş gibi ertesi gün bam başka biri olamaz. Evinin hanımı olmaya karar vermiş Füsun Hanım da eşini karşılarken henüz hoş geldin diyebilecek kadar değişememişti. Yine de zoraki gülümsedi. Bu gülümseyişi de İlker Bey’in görmesini iste memişti. Kendi değişiminin devamı için zorunluydu bu gülümseme. Onun bundan nemalanmasını istemezdi. Zaten o da görmemişti. Kızlarla birlikte sofada seksek oynuyor, gülüyor, şakalaşıyordu. Mer divenin başından alt kata bakan Füsun H anım ’ın yüzü bu sahneyi izlerken hiç de m em nun görünmüyordu. İlker Bey, bir de yüksekte bakılınca iyice kısa, çok kısa, çocuklarla birlikte sanki o da bir çocuk gibi ufacık görünüyordu. Can sıkıntısıyla dişlerini sıktı. Bu Füsun oldum olası şükürsüz ve tat-
469
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
minsiz bir kadındı zaten. Hangi baba kızlarıyla bu şekilde çocuk gibi oynar ve eğlenirdi? Zaten çocuklar da bu sevgiyi ve sıcaklığı hissedi yor, annelerinden çok babalarını seviyorlardı. Biri onlara “Annenizi mi seviyorsunuz, babanızı mı?” diye soracak olsa hiç çekinmeden babalarını daha çok sevdiklerini söylerlerdi. Bunda hiç kuşkusuz İl ker Bey’in onların her dediğini yapıyor oluşu ve oyunlarına da dâhil olmasının etkisi vardı. Elbette anneleri de her dediklerini yapar ve özellikle evcilik oyunlarında çocuk rolünü oynardı, hem de uslu bir çocuk olsa da -evet ikizler evcilik oyunlarında anne baba oldukları zaman yaram az çocuk istemez, Füsun H anım ’ı bir köşede usluca oturturlardı- yani genç kadın görevini hakkıyla yerine getirse de m e sela eşek olup onları sırtında taşımıyor, “ai ai” diye bağırmıyordu. Oysa babaları bunu yapar, sırtında arada bir hoplatırdı da. Ne yaparsa yapsın Füsun H anım ’ın um urunda değildi. Dünyanın en kötü kocası olduğuna inandığı bir adam dünyanın en iyi babası da olsa eşinin gözüne bu vasfı görünmez. İşten yorgun argın geldiği halde çocuklarıyla seksek oynaması değil, seksek oynarken eğilip bükülmesi, çizgiden çizgiye atlarken bir çıkrık gibi kendi etrafında sarılması ağırbaşlılıktan yana beklentisi çok yüksek genç kadının canını sıkıyor olmalıydı. Oysa ağırbaşlılık nedir? Küçükle küçük ol m am ak mıdır? Füsun Hanım İlker Bey’de ağırbaşlılık arıyorsa evlen dikleri günden beri bir kez olsun hoş geldin dememiş, halini hatırını sormamış, bunların yanında bir de anlamsız kaprisleriyle hayatı ken dine zehir etmiş karısının üzerine gitmemesinde, bir kez olsun onun kalbini kıracak tek kelime etmemesinde, ona her zaman müreffeh bir hayat sunm asında aramalıydı. Yalnız bunları Füsun Hanım’n diyecek olsanız, adam ın bu vasıflarını cesaretsizlik, kendine güven eksikliği, iki lafı bir araya getirmekten yoksunluk ve para vermekten başka şeyi bilmemekle özetleyiverirdi. O akşam yemekte antika eşyalarını satm ak için açtıkları internet sili sinden epey konuştular. Konuştukça biraz daha aile olabiliyorlardı İlker Bey de eşinin çabasını destekleyici sözler söyledi. Bu destek
470
SULTAN TARLACI
antika satımından öte Füsun H anım ’ın eşine destek olmasına destek gibiydi. Hatta yemekten sonra Füsun Hanım yeniden bilgisayarın başına geçip kaç antika eşya için istek geldi diye bakarken kızları uyutma görevini İlker Bey üstlenmiş, onlara masal bile anlatmış, gö revini tam amladıktan sonra da eşinin yanm a dönm üştü. “İstek var mı?” dedi. Füsun Hanım gelen istekleri onaylarken “Evet, var birkaç ta n e ...” dedi. “Biri de kömür ütüsü soruyor. Var mı bizde kömür ütüsü?” İlker Bey “Yok am a bulabileceğim bir yer biliyorum.” diye karşılık verdi. Bilgisayarın başına eğilmiş bakıyordu. Füsun Hanım, onun sıcak kokusundan rahatsız olmuştu. Belli etmedi. İlker Bey de an lamadı. Sitenin yan tarafında çiçekli böcekli ve kalplerle süslenmiş ‘Geçmiş Zaman Öyküleri’ bölüm üne baktı. “Hayal dünyan ne kadar geniş...” diyordu. “Böyle bir yeteneğin olduğunu bilmiyordum.” Füsun H anım ’a baktı. “Güzel yazıyorsun am a...” Füsun Hanım bir tebessümle cevap verdi. Bilgisayarı kapatıp yatm aya karar verdiklerinde, kömür ütüsü hari cinde başka birkaç isteği not ettiği kâğıdı ertesi gün giyeceği yeleği nin minik cebine koyuyordu. Gülümsedi. “Biri Füsun antika ve eski eşya satışında sana yardım edecek dese hayatta inanm azdım .” dedi. Füsun Hanım geceliğinin askısında dikişi gevşemiş, düştü düşecek minik çiçeğine bakarken bu söze karşılık vermedi am a kendi de bi liyordu ki biri de ona sen eşine antika eşya satımında yardım ede ceksin dese inanmazdı. Nerede görse kaçtığı antikalarda korkulacak bir şey olmadığını anlayıp bu şekilde korkularından kurtulduğu gibi, antikacıya da yaklaşıp ona olan korkularından da mı kurtulmayı mı düşünüyordu? Yani burada da mı altın arıyordu? Oysa eşine karşı duyduğu korku değil daha çok tiksinmeye benzer bir şeydi. Belki de bu konuda geçenlerde doktorun m edyumlar için açtığı internet
471
9
197 GÜN • BÖLÜM3
sitesinde tanıştığı Prenses Som ya isimli kadının söyledikleri girmişti aklına. Değişik biriydi Prenses Somya. Füsun, kaçıp evlenerek annesinin ölümüne sebebiyet verdiği için eşinden tiksindiğini yazmış, o da an nelerin geleceği daha yoğun hissettiğini, muhtemelen kızının kaçtığı adam la mutlu olamayacağını düşünerek kalp krizi geçirdiğini söy lemişti. Bunun yanında kızının mutsuz olacağını düşünm ek anneyi öldürürken, annenin ölümü kızını mutsuz etmişti. Hayat garip, iç içe geçmiş sebeplerden ve sonuçlardan oluşan bir şeydi. Anneye o an biri soracak olsa muhtemelen kızının neden mutsuz olacağına dair bir fikir yürütemez, ben öleceğim de ondan mutsuz olacak diyemez, söz gelimi bu mutsuzluğu kızının yaşayacağı bir m addi sıkıntıya bağ layabilirdi. Ya da başka bir se b eb e ... Oysa Füsun H anım ’ı annesinin ölümü yıkmamış mıydı bu evlilikte? Ne m addi sıkıntısı olmuş ne de bu olaydan başka bir olayı kafasına takmıştı. Bu durum da Prenses Som ya’nın önerisi eşiyle mutlu olma ya çalışıp annesinin kızında olacağını hissettiği mutsuzluk endişesini daha fazla canlı tutmaması gerektiğiydi. Belki mutlu olmayı başa rırsa bu paradokstan kurtulacak, annesinin üzüntüsü ve ölümüne dair duyduğu vicdan azabı da hafifleyecek veya tam am en bitecekti. Değişik bir düşünceydi. Doğru olabilirdi. Her anne kızının hataları na yine onu düşündüğü için kızardı. Belki denem eye değerdi. Belki İlker Bey’e bu nedenle iyi davranm aktaydı. Bir ihtimal daha vardı. İyi olmayan bir ihtimal... Füsun Hanım m edyum lara site açan ve kendini lanetten kurtaran doktora âşık olmuş ve kendine itiraf ede mediği bu duyguyla yüzleşmeden hem en yok etmek için bilinçaltın da kendini anneliğe ve eşliğe adamıştı. Bana kalırsa iyi de yapmıştı. Gece saat bire geliyordu. İlker Bey banyoya girmiş o da nevresim leri toplayıp makineye atmıştı. Yeni nevresimleri yatağa geçirirken yorgun ve mutlu adam banyodan çıktı ve rahatlamış vücudunu yu
472
SULTAN TARLACI
muşatıcı kokulu yatağa serip anında derin bir uykuya daldı. Füsun Hanım duştan çıktıktan sonra uyum ayıp doktorun sitesine girmeyi tercih etmişti. Doktor bu saatlerde uyuyor olurdu. Başka zamanlar da d a sitede saatlerce kaldığı görülmemişti am a... Sohbet odasına hem en hiç girmezdi. İnternette aktif olmasına rağmen kendi sitesi ne bu kadar nadir uğramasını düşününce Füsun H anım ’ın aklına doktorun başka uğraşları geldi. Genellikle sosyal m edyada Marilyn’e yönelik yazılarıyla meşguldü beyefendi. Çoğu insan doktorun Maril yn’e olan ilgisi hakkında düşünür ve nedenlerine dair teoriler üretirdi am a Füsun Hanım bu konunun üzerinde fazlaca durmazdı. O na göre Doktor Marilyn’e âşık falan değildi. Hangi platonik, aşkı süre since gerçekleri görmüştü ki? Siteye girer girmez doktorun profiline tıkladı. Uzun uzun inceledi. Sonra sohbet odasına geçti. -GirişYönetici Alanı: Evrenin Dili Canlı Sohbet Mekânı: 7/24 Odası
( 0 0 :5 8 :1 3 ) İkizler sohbet odasına girdi. (0 0 :5 8 :1 5 ) ilahiyatçı: anlattığınız durum un varlığını (0 0 :5 8 :2 1 ) ilahiyatçı: kabul etm em m ümkün değil Som ya hanım (0 0 :5 9 :0 1 ) ilahiyatçı: şimdiki zamanın veya geçmişin bir şekilde (0 0 :5 9 :0 5 ) ilahiyatçı: bilinebileceğine katılabilirim am a (0 0 :5 9 :0 9 ) ilahiyatçı: geleceği görüyorum derseniz (0 0 :5 9 :2 5 ) ilahiyatçı: bu imkânsızdır (0 0 :5 9 :3 3 ) ikizler: iyi geceler arkadaşlar
473
9
>
197 GÜN • BÖLÜM3
(0 0 :5 9 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: neden imkânsız olsun hocam? (0 0 :5 9 :5 2 ) P ren ses_ S o m y a: hoş geldin ikizler (0 0 :5 9 :5 7 ) ilahiyatçı: size de iyi geceler ikizler hanım (0 0 :5 9 :5 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: iyi geceler hayatım (0 1 :0 0 :0 8 ) ilahiyatçı: bir defa geleceğin görülebileceği düşüncesi kader inancımızla da çelişir (0 1 :0 0 :1 1 ) ilahiyatçı: şimdi siz burada diyorsunuz ki (0 1 :0 0 :1 2 ) ilahiyatçı: arkadaşınız trafik kazasında ölmeden önce ( 0 1 :0 0 :1 8 ) ilahiyatçı: bu olayı gördünüz ( 0 1 :0 0 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: evet. Aynen gördüm. ( 0 1 :0 0 :2 9 ) ilahiyatçı: m adem kazayı olm adan önce gördünüz o halde önleseydiniz. Neden önlemediniz? ( 0 1 :0 0 :3 0 ) P ren ses_ S o m y a: nasıl önleyebilirim? (0 1 :0 0 :3 3 ) P ren ses_ S o m y a: ben oturduğum yerde kanepem de görüyorum (0 1 :0 0 :3 6 ) P ren ses_ S o m y a: arkadaşımın evi benden on kilomet re uzakta (0 1 :0 0 :4 6 ) P renses_S om ya: kaza yerine ışınlanarak mı gideceğim? ( 0 1 :0 0 :4 7 ) Ç itilem eden_P arlatır: ay hocam yanlış anlamayın am a prenses haklı ( 0 1 :0 0 :4 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: gelecekte gördüğümüz her ola yı engelleyebilme şansımızın olmaması (0 1 :0 1 :0 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: onları görmediğimiz anlamına gelmiyor (0 1 :0 1 :1 4 ) ilahiyatçı: o halde Allah Teala size gelecekte olacak bu olayı neden gösteriyor?
4 74
SULTAN TARLAC1
(0 1 :0 1 :2 0 ) ilahiyatçı: kötü olayları görüyorsunuz am a görmeniz hiçbir işe yaramıyor (0 1 :0 1 :3 1 ) ilahiyatçı: önceden görüldüğü, bilindiği halde önüne geçilemiyor (0 1 :0 1 :3 6 ) ilahiyatçı: sizin mantığınız bunu alıyor mu? (0 1 :0 1 :4 5 ) ilahiyatçı: Allah Teaia’nm yarattığı hiçbir şey sebepsiz değildir (0 1 :0 1 :5 4 ) ilahiyatçı: geleceği görmek gibi bir yeteneği de bazı insanlarda var ettiyse (0 1 :0 1 :5 8 ) ilahiyatçı: bunun bir sebebi ve faydası olmalı değil mi? (0 1 :0 2 :0 6 ) ikizler: gelir gelmez birden sohbetinizin arasına dalmak gibi olmasın am a ben bu konuda şöyle düşünüyorum hocam (0 1 :0 2 :1 0 ) ikizler: geleceği göremiyorum, bu konuda yeteneğim yok. Sadece geçmiş olayları görüyorum ben am a (0 1 :0 2 :1 2 ) ikizler: geleceği görebilen arkadaşlarımı da anlayabi liyorum (0 1 :0 2 :1 7 ) ikizler: biraz geniş düşünürsek durum anlaşılır. (0 1 :0 2 :1 8 ) ikizler: biz, insanlar olarak üçüncü gözün varlığına inanmayabiliriz, (0 1 :0 2 :2 4 ) ikizler: oysa iki gözümüzle gördüğümüz olaylarda, m e sela bir kazanın göz göre göre “geliyorum!” dediği durum larda sanki önlem alıyor muyuz? (0 1 :0 2 :3 3 ) ikizler: mesela bir genç kız. Kendi için hiçbir gelecek vadetm eyen bir ilişkiye kendini atabilir (0 1 :0 2 :3 7 ) ikizler: bu hatayı bile bile yapabilir (0 1 :0 2 :3 8 ) ikizler: ya da trafik kazaları... Pek çok kişi önlemini alm adan yola çıkar. O kazada ailesinin ölümüne bile yol açabilir...
475
9
197 GÜN • BÖLÜM3
(0 1 :0 2 :4 1 ) ikizler: insanların beş duyusunu kullanarak bildiği, hata yapacağını öğrendiği ve yine de hata yaptığı binlerce örnekten sadece ikisidir b u ... (0 1 :0 2 :5 4 ) ikizler: yani biz ge'eceğe dair tahm inde -mantıksalçıkarımda bulunduğumuz iki gözümüzle de gördüğümüz olaylarda bile hata yaparken (0 1 :0 3 :0 5 ) ikizler: üçüncü gözümüzle gördüğümüz gelecekteki olaylarda da hata yapmamız veya bir şeylerin önüne geçemememiz normaldir (0 1 :0 3 :1 1 ) ikizler: bu üçüncü gözün yokluğundan değil, tedbirsiz likten kaynaklanan bir şey (0 1 :0 3 :2 2 ) ikizler: mesela prenses arkadaşına telefon edebilirdi o an am a etmedi sanırım (0 1 :0 3 :2 8 ) P ren ses_ S o m y a: çok haklısın ikizler... ben gördüğüm pek çok olayda bile bile lades yaşadım hayatım da... arkadaşım a da telefon etmedim, ne yalan söyleyeyim. (0 1 :0 3 :5 3 ) Ç itilem eden_P arlatır: bir de telefon etsen ne olacaktı hayatım? (0 1 :0 3 :5 9 ) Ç itilem eden_P arlatır: belki tam kaza anında araya çaktın ve sonra hadi bakalım vicdan azabı (0 1 :0 4 :0 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: acaba ben aradım, dikkati da ğıldı ondan mı kaza yaptı diye... (0 1 :0 4 :0 9 ) P ren ses_ S o m y a: doğru (0 1 :0 4 :2 3 ) ikizler: evet o da olabilir (0 1 :0 4 :3 3 ) ilahiyatçı: yani siz, geleceği görme esnasında kişide gelen bilgiye göre hareket etmesini engelleyen bir çeşit uyuşukluk oluştuğunu mu söylüyorsunuz (0 1 :0 4 :3 3 ) ikizler: insanın geleceği görebilmesinin onu yönlendi
476
SULTAN TARLACI
rebileceği anlam ına gelmediğini söylüyoruz. ,(0 1 :0 4 :5 3 ) ilahiyatçı: öyleyse insanlar geleceği neden görsün di yorum ben d e... (0 1 :0 4 :5 7 ) ilahiyatçı: Allah sebepsiz ve faydasız bir şey yaratmaz diyorum (0 1 :0 5 :1 3 ) ilahiyatçı: geleceği görebilme yeteneğini yaratmışsa bir sebebi ve bu yeteneğin bir faydası olmalı diyorum (0 1 :0 5 :1 7 ) ilahiyatçı: eğer faydası yoksa kendi de yoktur, yaratıl mamıştır (0 1 :0 5 :1 9 ) ikizler: ben de diyorum ki Allah mantığı da yaratmış am a faydasız kaldığı pek çok nokta oluyor (0 1 :0 5 :2 1 ) ikizler: Allah sadece üçüncü gözü değil iki gözü de yaratmış am a iki gözünü kullanmayan çok insan oluyor (0 1 :0 5 :3 2 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: belki faydasız değil, sadece biz faydalanamıyoruz? (0 1 :0 5 :3 5 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: Allah elektriği de çok önceden yarattı am a insanların elektriği dünya kurulduktan kaç yıl sonra kul landı (0 1 :0 5 :4 3 ) Ç itilem eden_Parlatır: psişik yetenekler de böyledir belki... (0 1 :0 5 :4 7 ) Ç itilem eden_P arlatır: insanlar zam an içinde kullan mayı öğrenecektir (0 1 :0 5 :5 0 ) P ren ses_ S o m y a: ben de şimdi siz bunu tartışırken olayı tersinden düşündüm (0 1 :0 5 :5 4 ) P ren ses_ S o m y a: diyorsunuz ya gelecekte olan olaylar görülebilseydi, değiştirilebilirdi. Bu da kader inancına ters düşerdi (0 1 :0 6 :1 8 ) P ren ses_ S o m y a: peki ya gelecekte olacak olayların önceden görülmesi kaderin varlığına ispatsa? 477
9
197 GÜN * BÖLÜM3
(0 1 :0 6 :2 2 ) P ren ses_ S o m y a: yani başımıza gelecek her şeyin ön ceden yazılı olduğu, olayı olm adan önce görmemizle bir nevi kanıt lanmış oluyor. Hiçbir şey rastlantı, tesadüf, hem en o anda oluvermiyor. Olacağı önceden, çok önceden belirlenmiş ve bize de olmadan önce gösteriliyor (0 1 :0 6 :2 5 ) ilahiyatçı: ilginç bir bakış açısı Prenses hanım ... (0 1 :0 6 :2 8 ) ilahiyatçı: dediğiniz meseleyi rüyalar için kabul edebi lirim belki (0 1 :0 6 :4 0 ) ilahiyatçı: am a (0 1 :0 6 :4 6 ) P ren ses_ S o m y a: am a durugörü için kabul edemez siniz... (0 1 :0 6 :5 6 ) P ren ses_ S o m y a: çünkü yetiştiğiniz İslam kültürü kâ hinlerden nefret etmektedir oysa rüyaya sempatiyle yaklaşmaktadır (0 1 :0 7 :0 4 ) P ren ses_ S o m y a: çünkü hiç durugörü deneyimi yaşa madınız oysa pek çok kez rüya gördünüz, kendiniz de şahit oldunuz (0 1 :0 7 :0 8 ) P ren ses_ S o m y a: Allah’ın rüyayı yarattığını am a durugörüyü yaratmadığını düşünüyorsunuz (0 1 :0 7 :1 4 ) P ren ses_ S o m y a: “durugörü belki kaderin kanıtıdır” diye farklı bir görüş getirilince hoşunuza gidiyor, durugörü değil ama belki rüyalarda görülen haberci olaylar için olabilir diyorsunuz (0 1 :0 7 :2 9 ) P ren ses_ S o m y a: oysa konuşm aya başladığımızdan beri karşı çıktığınız şey geleceğin olm adan önce görülmesiydi (0 1 :0 7 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: bunu rüya için kabul etmek, duru görü için reddetmek neden? (0 1 :0 8 :2 1 ) P ren ses_ S o m y a: rüyada bize gelecek bilgisi veren Al lah durugörüde de verir... İsmi rüya olmuş, durugörü olmuş çok mu önemli? (0 1 :0 8 :4 9 ) Ç itilem eden_P arlatır: ay pardon şekerler araya giri
478
SULTAN TARLACI
yorum am a (0 1 :0 9 :0 2 ) Ç itilem eden_P arlatır: kafama takılan bir konu... (0 1 :0 9 :5 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: durugörünün varlığını -madem gelecek görülüyorsa, kötü olaylar engellenebilir- düşüncesinden ha reketle bunun önceden belirlenmiş kadere ters olduğu düşüncesi dualar için de geçerli o halde (0 1 :0 9 :5 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: geleceği görüyoruz veya gör müyoruz (0 1 :1 0 :3 6 ) Ç itilem eden_P arlatır: am a geleceğimizin iyi olması için dua etmiyor muyuz? (0 1 :1 0 :3 9 ) Ç itilem eden_P arlatır: kader önceden yazıldıysa ne den dua edelim? (0 1 :1 0 :4 6 ) ilahiyatçı: çiti hanım (0 1 :1 0 :5 8 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: ay senin çiti hanım diyen dilini yesinler... (0 1 :1 1 :2 1 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: seviyorum kız ben bu adam ı... (0 1 :1 1 :2 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: söyle şekerim (0 1 :1 2 :2 7 ) ikizler: :D (0 1 :1 2 :4 6 ) ilahiyatçı: kader denilen şey (0 1 :1 3 :0 5 ) ilahiyatçı: Allah razı olsun, ben de sizi severim (0 1 :1 3 :0 9 ) ilahiyatçı: kader denilen şey, başımıza gelecek olayla rın Allah tarafından önceden bilinmesidir. (0 1 :1 3 :1 3 ) ilahiyatçı: başımıza gelmesi olayına ise kaza diyoruz (0 1 :1 3 :1 9 ) ilahiyatçı: iyi veya kötü... başımıza her ne geliyorsa “gelmesi olayının adı” kader değil kazadır esasında (0 1 :1 3 :4 1 ) ilahiyatçı: dua ederiz çünkü dua ile kader değişebilir
479
9
197 GÜN • BÖLÜM3
( 0 1 :1 3 :5 2 ) ilahiyatçı: Allah da senin dua edip kaderini değiştire ceğini önceden bilir bu da kaderdir (0 1 :1 3 :5 4 ) Ç itilem eden_P arlatır: peki ya dua etmezsem? (0 1 :1 3 :5 8 ) ilahiyatçı: Allah onu da bilir. Yani dua edip etm eyece ğini de bilir (0 1 :1 4 :1 7 ) ikizler: bakın bu söylediğinizi durugörü mantığına oturtursak ne kadar anlamlı oluyor (0 1 :1 5 :4 7 ) ikizler: belki bir gün gelir ( 0 1 :1 5 :5 4 ) ikizler: insanlar durugörüyü kullanmasını öğrenir (0 1 :1 6 :1 5 ) ikizler: gelecekte olacak kötü olayları, hepsini olmasa bile bir kısmını engeller (0 1 :1 6 :5 3 ) ikizler: bunun da kader inancına aykırı hiçbir durumu yoktur (0 1 :1 7 :1 2 ) ikizler: çünkü Allah, bizim durugörüyü kullanmayı öğ renip bazı kötü olayları engelleyeceğimizi de önceden biliyordur (0 1 :1 7 :2 0 ) ikizler: kaderimizde kaderi değiştirmek varsa neden olmasın? (0 1 :1 7 :2 8 ) ikizler: dualarla, durugörülerle veya rüyalarla... (0 1 :1 7 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: çok doğru ikiz... (0 1 :1 7 :3 9 ) P renses_S om ya: bir zamanlar kızamıktan binlerce kişi ölmüştü (0 1 :1 7 :4 7 ) P renses_S om ya: aşısı bulundu ve artık kimsenin ka deri değil kızamıktan ölm ek... (0 1 :1 7 :5 8 ) P renses_S om ya: Allah beyin vermiş kullanalım diye (0 1 :1 8 :2 8 ) E_S_P sohbet odasına girdi. (0 1 :1 8 :3 0 ) E _S JP : iyi geceler
480
SULTAN TARLACI
(0 1 :1 8 :3 3 ) ilahiyatçı: iyi geceler (0 1 :1 8 :3 8 ) P ren ses_ S o m y a: iyi geceler (0 1 :1 8 :4 7 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: iyi geceler ( 0 1 :1 8 :4 9 ) E_S_P: kalabalıkmış. Bu saatte neden uyumadınız bakayıfn? (0 1 :1 9 :0 9 ) Ç itilem eden_P arlatir: sen neden uyandın geldin önce onu açıkla (0 1 :1 9 :2 0 ) E_S_.P: bir rüya gördüm de unutmayım diye not alır ken uykum açıldı (0 1 :1 9 :3 4 ) E_S_ _P: ne var ne yok bir girip bakayım dedim (0 1 :1 9 :4 2 ) P ren ses_ S o m y a: hayırdır ne gördün E S P? (0 1 :1 9 :5 9 ) E_S__P: kendimle alakalı çok güzel bir rüya (0 1 :2 0 :0 7 ) E_S_P: kapalı çarşıda alışveriş ediyorm uşum (0 1 :2 0 :1 2 ) E_S_P: epey dolaştım alışveriş ettim (0 1 :2 0 :2 7 ) E_S_P: sonra bizim çocukluğumuzda olan ipe dizili şekerler var ya (0 1 :2 0 :4 0 ) E_S__P: onların satıldığı bir yer varmış oraya girdim (0 1 :2 0 :4 7 ) P ren ses_ S o m y a: evet (0 1 :2 1 :1 0 ) E_S_P: girdiğim yer büyük bir avluya açılıyormuş (0 1 :2 1 :2 6 ) E_S_P: çocuklar gördüm ip atlıyorlardı (0 1 :2 1 :3 0 ) E_S_P: ben de onlarla birlikte atlam aya başladım (0 1 :2 1 :3 0 ) E_S_P: bir yandan şeker yiyorum, bir yandan atlıyorum (0 1 :2 1 :3 9 ) E_S_P: derken midem bulandı, sanki gerçek gibi his settim bulantıyı (0 1 :2 1 :5 0 ) E_S__P: kusuverdim, bir görseniz nasıl çeşitli bir kusmuk
481
9
197 GÜN ' BÖLÜM3
(0 1 :2 1 :5 4 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: neresi çok güzel bu rüyanın ayol midem kalktı (0 1 : 2 2 : 0 1 ) ikizler: çocukluğunu hatırlamış ya ondan hoşlandı rü yadan (0 1 :2 2 :0 4 ) E_S_P: yok, ondan değil. Rüyadan belli para gelecek bana bir yerden (0 1 :2 2 :1 3 ) P ren ses_ S o m y a: ne ilgisi var? (0 1 :2 2 :1 6 ) ilahiyatçı: rüyasında alışveriş ediyordu ondan sanırım (0 1 :2 2 :1 8 ) E_S_P: yok, alışveriş etmemle ilgisi yok. Alışveriş et mem uzaktaki bir akrabam ın ziyaretime geleceğine gelir. (0 1 : 2 2 : 2 0 ) ikizler: çocukluğunu gördü şeker yedi ya ondan diyor para gelecek diye... çocuklara para hep kazanm adan gelir... (0 1 :2 2 :2 5 ) E_S_P: yok ondan değil, çocukluğumu görmem iste diğim bir şeyin geç olacağına, şeker yemem de canımın bir süre sıkılacağına gelir (0 1 :2 2 :3 4 ) Ç itilem eden p arlatır: ne ilgisi var hayatım, kendin yorumluyorsun olur mu hiç (0 1 :2 2 :4 4 ) E_S__P: ben ne zam an rüyam da alışveriş yapsam bir akrabam gelir, ne zam an çocukluğumu görsem bazı işler gecikir, ne zaman d a tatlı yesem canımı bir şey sıkar (0 1 :2 2 :5 2 ) ilahiyatçı: e para nereden gelecek? (0 1 :2 2 :5 3 ) E_S_P: kustum ya... O radan gelecek. (0 1 :2 2 :5 5 ) Ç itilem den_P arlatır: saçm a... (0 1 :2 2 :5 8 ) E_S_P: sen ne anlayacaksın benim rüyalarımdan da saçm a diyorsun. Yarın olacak şeyi ben sana söyleyeyim... (0 1 :2 3 :0 7 ) E_S_ _P: sanırım miras işi b u ... Uzaktan gelecek akra bam bana mirasla ilgili bazı bilgiler ve para getirecek
482
SULTAN TARLACI
(0 1 :2 3 :0 9 ) E_S_ _P: ben de bir şeyler isteyeceğim am a istediğim geç olacak (0 1 :2 3 :1 4 ) E_S_P: bu süreçte canım sıkılacak ve ne olursa olsun elime bir miktar para geçecek (0 1 :2 3 :2 0 ) P ren ses_ S o m y a: pes... Kapalı çarşıda şeker yiyip ip sekmek, sonrasında da kusmak bu mu? (0 1 :2 3 :2 3 ) E_S__P: ya yarmaya da ertesi gün olacak olan aynen bu. Ben rüya sembollerimi-bilirim. (0 1 :2 3 :3 7 ) ikizler: çok garip... Mesela bu rüyanın yarısı değişik olsaydı yine aynı semboller mi kullanılacaktı? (0 1 :2 3 :4 0 ) E_S_JP: ne gibi? (0 1 :2 3 :4 3 ) ikizler: mesela kapalı çarşıda geziyorsun, ne bileyim şeker değil de gittin baharat aldın, sonra ip sektin ve miden bulandı am a kusmadın. O zaman ne olacaktı? (0 1 :2 3 :5 3 ) E_S_P: alışveriş yaptığım için uzaktaki akrabam yine gelecekti, çocukluğumu yine gördüğüm için yine canım bir şeye sıkı lacaktı ki m uhtem elen bu can sıkıntısı onun paradan bahsedip para vermemesiyle ilgili olacaktı. Çünkü midem bulandığı halde kusma mam, para konusu döndüğü halde elime para geçmemesi dem ek... (0 1 :2 3 :5 8 ) ikizler: baharat? (0 1 :2 4 :0 3 ) E_S_P: baharatın sembolü kesin değil (0 1 :2 4 :1 1 ) E_S_P: pek çok kez görmüşüm am a gördüğüm günler baharatı diğer sembollerden ayıracak ortak olaylar yaşam am ışım ... (0 1 :2 4 :1 5 ) E_S. _P: sanırım aşçı olduğum ve baharatı çok kullandı ğım için günlük hayatım bilinçaltına yansıyor o konuda... | (0 1 :2 4 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: ben bu rüya konusuna pek itibar etmiyorum ! (01 :2 4 :4 9 ) Prenses_Som ya: şimdi ilahiyatçı bana karşı çıkacak ama 483
9
197 GÜN ■ BÖLÜM3
(0 1 :2 5 :1 1 ) Pren ses_Som ya: bak işte ben rüyayla falan uğraşmam (0 1 :2 5 :1 7 ) P ren ses_ S o m y a: bana akrabam gelecekse, para vere cekse ben de bunu durugörüm de göreceksem görürüm (0 1 :2 5 :2 9 ) P ren ses_ S o m y a: gerçekte yaşayacağım şekilde durugörüde de getirir aynen parayı verir... (0 1 :2 5 :3 2 ) P ren ses_ S o m y a: yok ip atlayım yok kusayım ... Saç m a sapan (0 1 :2 5 :5 2 ) ikizler: demek ki yetenekler de değişik değişik bu alanda (0 1 :2 5 :5 6 ) E_S_P: saçm a sapan mı? (0 1 :2 6 :1 0 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: benim de aklıma yatmadı. Yat madı derken şöyle yani (0 1 :2 6 :1 3 ) Ç itilem ed en _ P arlatır: nasıl çözüyorsun bu sembolleri anlamadım (0 1 :2 6 :2 6 ) E_S_P: aklın olsa yatardı (0 1 :2 6 :2 8 ) E_S__P: gecenin bu vaktinde iki saat size nasıl sembol çözdüğümü anlatam am (0 1 :2 6 :3 4 ) E_S_ P: yorgunum uyuyacağım (0 1 :2 6 :4 1 ) E_S_.P: ben birileri gibi sabahtan akşam a kadar kane pem de kalça genişletmiyorum (0 1 :2 6 :4 7 ) E_S_P: çalışıyorum (0 1 :2 6 :5 6 ) P ren ses_ S o m y a: senin ağzın kalçandan geniş... (0 1 :2 7 :0 1 ) ilahiyatçı: rüyalar sahih rüyalar ve şeytani rüyalar ol mak üzere (0 1 :2 7 :0 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: ay dur ilahiyatçı başlam a Al lah’ı seversen (0 1 :2 7 :0 8 ) Ç itilem eden_P arlatır: gecenin bu vaktinde ağır biı konu
484
SULTAN TARLACI
(0 1 :2 7 :1 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: am a kafasız dedin kırıldım E_S_R İnsanın kalbini kırmaya değmez bir konu sonuçta (0 1 :2 7 :1 9 ) E_S_P: biri saçmalık dedi ben de kırıldım (0 1 :2 7 :2 5 ) P ren ses_ S o m y a: burada kimin kırıcı olduğu çok belli (0 1 :2 7 :3 4 ) P ren ses_ S o m y a: ben çıkıyorum bu sohbetten, bir daha da gelir miyim buraya bilmiyorum (0 1 :2 7 :4 0 ) ilahiyatçı: efendim Allah’ı seversen sus diyecek kadar sohbetimden rahatsızsanız ben de gideyim (0 1 :2 7 :4 7 ) ilahiyatçı: bundan sonra gelmem, sizi de rahatsız etmem (0 1 :2 7 :5 6 ) E_S__P: siz yerinizde kalın... Ben giderim. Ne de olsa istenmeyen b enim ... (0 1 :2 8 :0 0 ) Ç itilem eden_P arlatır: burada akılsız diye hakarete uğruyorum (0 1 :2 8 :0 5 ) Ç itilem eden_P arlatır: bir de kırıcı mı oluyorum? (0 1 :2 8 :0 9 ) Ç itilem eden_Parlatır: ben sizin sohbetinizi genel olarak seviyorum ilahiyatçı am a şu an saat çok geç olduğu için söyledim. (0 1 :2 8 :1 5 ) Prenses_Somya sohbet odasından çıktı. (0 1 :2 8 :2 2 ) E_S_P sohbet odasından çıktı. (0 1 :2 8 :2 5 ) İlahiyatçı sohbet odasından çıktı. (0 1 :2 8 :2 6 ) ÇitilemedenJParlatır sohbet odasından çıktı. (0 1 :2 8 :3 1 ) kizler: aaa Siteden çıkış.
485
9
“Birbirinizi sevin A m a aşkı bir sözleşmeye çevirmeyin. Bırakın aşk , daha ziyade ruhlarınızın sahilleri arasında D evinen bir um m an olsun! Ve birlikte ayakta durun A m a birbirinize çok yakın değil Zira mabedin sütunları ayrı durur Halil Cibran Dr. Saltı paylaştı , 23 gün önce
157. G ün Çiyan’m zeytinliği denir. O kadar büyüktür ki dönem dönem hem kendi köyünden hem de civar köylerden işçi almasına rağmen b a kımsızlıktan çalıya dönm üş zeytin ağaçlarına rastlayabilirsiniz. Bu nun yanında genç ve kendini korumayı bilmiş ağaçlarıyla neredeyse sınırsız bir zeytin ormanını andırır. İşçilerden Çiyan’ı çok fazla tanıyan yoktur. Tek tük tanıyan çıkarsa Çiyan hakkında size söyleyeceği ilk şey onun çok akıllı bir adam ol duğudur. Genellikle kulaktan kulağa yayılmış ve aslında doğruluğu da tam bilinmeyen kalıplaşmış ifade “Bu Çiyan denen herifin akıllı olduğu sağır ve dilsiz bir avrat alm asından belli...” sözüdür. “Kıdem li” işçilerin patronu tanıyormuşçasına büyük bir böbürlenmeyle “ye nilere” söylediği bu sözde “ona herif diye hitap ediyorum ” tavrında büyüklük taslamaktan çok hayatlarında bir kez dahi görmemelerini' rağmen “o da bizden” anlam ında bir samimiyet ve sözün içeriğinde ki kadınların çenesinden bıkkınlık ifadesinde Çiyan -patron ve zen gin de olsa- evli olduğu için şanssızlığına binaen yine “o da bizden” samimiyeti vardır. Bunun ötesinde zenginliğine bakılacak olursa akıllı biri olduğu zn
SULTAN TARLACI
ten belli olsa bile, kadın dırdırından kurtulmanın yolunu bulmuş Çi yan’ın aklını başka yönden keşfetmiş kişi, bunu dinleyenlerce böyle bir tespitte bulunduğu için hayran bakışlarla takdir edilir. Oysa bir kaç ay sonra Çiyan hakkında herhangi bir soru başka bir “kıdemli” işçiye soracak olsalar soru ne olursa olsun aynı cevabı alacaklardır. Altı aydan sonra ise kişi kendi bile söyleyebilir bunu. Hatta yaşadı ğım dönem de ben de aynı sözü defalarca söylemek istemiş am a pat ron hakkında bana kimse soru sormadığı için dile getirememiştim. Yine de bir gün kendi kendime zeytin toplarken “Şu zeytinlerdeki verime bak. Bu Çiyan denen herifin akıllı olduğu sağır ve dilsiz bir avrat alm asından belli.” dedikten sonra kendi kendime söylediğim için takdir edici bir bakışla karşılaşmasam da hevesimi gidermenin mutluluğunu yaşamıştım. Çiyan denen herifin gerçekten sağır ve dilsiz bir kadınla evli olup olmadığı bilinmemekle birlikte bu sözde hiçbir doğruluk payı yok denemez. Bir defa bu zeytinlikte tüm erkeklerce kabul edilen bir şey vardır ki sağır ve dilsiz bir kadın tercih etmek gerçekten akıllıca bir iştir. Bu nedenle buralarda hangi erkek karısıyla kavga edip dırdır dinlerse kavganın bir tarafında m uhakkak “Zaten bende Çiyan ka dar akıl olsa ben de zengin olur paraya para dem ezdim .” sözü ge çer, bu sözde açıkça söylenmese de karşıdaki kadın Çiyan denen adam ın akıllı olduğu nereden belli, bilirdi. Çiyan üzerine hayaller kurulur, fikirler yürütülürdü. Karısı kör değildi. Orası tam am . Sonuç ta bir yaramazlık yapacak olsa karısının gözü önünde yapm ayaca ğına göre gözünün görüyor olması sorun değildi. Yaptığını biri gelip karısına söyleyecek olsa kadın duyamayacaktı. Bir şekilde anlattılar diyelim. Ne olacaktı? Dırdır yapıp adam ın kafasının etini yiyebilecek miydi? Ama ne gerek vardı böyle düşüncelere? Zaten cesaret miydi Çiyan’ın yaptıklarını gelip karısına söyleyebilmek? Çünkü adam ın belalı bir tip olduğu onun hakkında bilinen ikinci özellikti. Bu sebepten olmalı zeytinlik Çiyan’ın pek de ziyaret etm e diği am a bazı siyah takım elbiseli adam larca bazı aylarda sıklıkla
487
9
197 GÜN • BÖLÜM3
ziyaret edilen koca evin etrafını çevirmiş polisler görünce “Belalı adam şu Çiyan.” demekten kendimi alamadım. O polislerden biri cebindeki telsize ulaşabilmek için son beş daki kadır hareketsiz kaldığı ve büktüğü dizinin birini açıp hafifçe aya ğa kalktı. Ters tuttuğu telsizi uzun parmaklarıyla çevirip düzeltti ve dudağına yaklaştırıp kendinden epey uzaktaki eve bakarak “Sabit kalın!” dedi. Hava gittikçe kararıyordu. Yarasalar alçaktan uçm aya başlamıştı. Ayağının yanından bahçe hortum u çekiliyormuş gibi hızlı bir hare ketlilik oldu. Polis birden geri çekildi. Ayaksız kertenkeleyi yılan zan nedip korkmuş olmalıydı. Bir yılan gibi uzundur ve çoğu kişi yılan zanneder am a aslında zararsız bir hayvandır. Öyle olmasa komiseri çoktan sokmuştu. Yılan sokmasından ölmüş biri olarak bunu çok iyi bilirim. Bir beş dakika daha geçti. Kırk beş dakikayı aşkın süredir gözlemledikleri evin ışıkları sönmüştü. Yeniden telsizi alıp “Çem be ri daraltıyoruz...” dedi. Kendine en yakın mesafedeki arkadaşı elli metre kadar ilerideydi. Evin etrafını çeviren polis sayısı otuzdan faz la olmalıydı. Komuttan sonra kendi de yavaş yavaş eve ilerlemeye başladı. Burnu geriliyor, buna rağm en nefesi sanki dar bir delikten çıkıyormuş gibi hışırdıyor, bu sese zeytin yapraklarının sesi karışı yordu. Bir an ilerlemeyi bırakıp olduğu yerde durdu. Ayak seslerinden, ne fesinden, yapraklardan, gecenin uğultusundan ve hayvanların sesle rinden başka “yabancı” bir ses duym uş veya algılamıştı. “Sana o gün depoda psişik kişilerin zeytin çizdiğini söylemiştim." dedi yabancı sesin sahibi. Komiser bu sesi tanıyor olmalıydı ki su ratındaki memnuniyetsiz ifade kısa sürede bezginliğe dönüştü. “Ya1 E vet...” dedi can sıkıntısıyla. “Fıçıda zeytinyağı var diye tutturup zorla ateş ettirdiğin günden bahsediyor olmalısın.” Birden kadına döndü ve: “Sonunda da patlamıştı!” diye bağırdı. Bir saate yaklaşan sessizliğini bu şekilde tedbirsiz bozmasına bakılırsa epey öfkeliydi.
488
SULTAN TARLACI
“O rada yanılan bendim .” dedi kadın sessizce. Bu sessizlikte karşıdakinin de sessiz olmasını hatırlatan bir uyarı var gibiydi. “Kabul ediyorum am a neticeye bakarsak biz şu an elimize gelen delillerle birlikte bir zeytinlikteyiz. Elinde hiçbir ihbar olm adan zeytin çizen bir psişik ile onca ihbarla olay yerine gelen polis aynı verilere ulaşıyorsa burada bir durup düşünm ek gerek.” Son sözleri daha da sessiz söy lemişti. Yalnız bu sessizlikte tedbirden öte karşıdakinin tepkisinden korkmak vardı sanki. “Bilmiyorum farkında mısın?” dedi komiser. Normal bir ses tonuyla konuşuyordu. Sesini sanki karşıdakinin inadına kısmıyordu ya da iyice duyulsun istiyordu. “Ne zaman bir yere gitsem yanım da beliri yorsun ve hiçbir işe yaram adan sadece falcı kadınları takdir etmem için zorlayıcı konuşmalar yapıyorsun.” “Onlar falcı değil. Psişik dedektif desek daha düzgün bir ifade olur.” “Psişik dedektif mi?” dedi komiser. Gür bir kahkaha attı. “ Sadece zeytin çizdiler diye benimle aynı verilere ulaşmış oluyorlar öyle mi? Bu nasıl bir düşünce yahu? Seni saflık aptallık sınavıyla mı aldılar teşkilata?” “Sadece zeytin çizmeyle değil elbette.” Söyleyeceklerinden vazgeç miş gibi durdu. “Terbiyesizlik yapm a!” dedi. “O gün ben sana ne dedim? Kuru bir akarsu lazım dedim. Sadece zeytinlik ile kuru dere yatağını birleştirememişim. Buraya gelirken gerçekten suyunu çek miş bir dere yatağı yok muydu? Eski bir değirmen bile vardı. Bir zamanlar su, oraya değirmen kurulacak kadar çok akıyormuş dü şünsene...” Komiser, az önce yarım kalan işine devam etmek ister gibi başını evden tarafa çevirip aynı zam anda kadının da suratına bakm ak iste miyor gibi bir ifadeyle “Rica etsem susar mısın?” dedi. Sonra kendi kendine konuşur gibi am a diğerinin duyacağı bir sesle: “M adem gel din, operasyona bir katkın olsun. Yapabileceğin en büyük yardımı yap. Sus!”
489
9
197 GÜN • BÖLÜM3
“Her gün olduğu gibi yine terbiyesizsiniz Vefa B ey ...” dedi kadın kollarını bağlarken. “Sanıyorum ki olayı idrak edemediniz. Karşınız da matematik öğretmeni değil, bir istihbaratçı var. Biliyorsunuz ki yetkim sizden fazla.” “Teşkilata girmek için ödevini yapm aya çalışan dünkü çocuk.” diye rek genç kadına döndü polis. “Bana bak!” dedi. “On yılımı cinayet m asasında tamamlamış deneyimli bir dedektifim.” Kadının köprü cük kemiğine sinirden sıktığı yum ruğundan uzanan işaret parmağını birkaç defa vurarak: “Sen devlet yurdunun ranzalı yatağı üzerinde tırnaklarına oje sürerken ben katil peşinde koşuyordum .” Az önce kadını işaret için kullandığı eliyle bu defa kadının kolundan tutmuş sıkıyordu: “Şimdi seni buradan defetmemi istemiyorsan kes sesini!” Genç kadın, dirseğini polisin koluna vurarak kendi kolunu kurtardı. “Çok fazla konuşuyorsun!” dedi. Sesi sertleşmişti. “Kim oluyorsun da beni buradan göndereceksin.” Son sözünü söylerken o da komi serin om uzundan kaktırmıştı. Bu harekette aşırıya kaçmış bir cesaret ve m eydan okum a vardı. Genç adam sinirlendi. Karşıdaki bayan diye nezaket gösterip vazge çeceğe benzemiyordu. Öyle ki zaman kaybetmemek için cevap bile vermemişti. Bir anda sanki erkek erkeğe bir kavga başladı. İkisi de uzun zamandır düğün bekleyip oynayacak yer arayan ve her ritimde kendini kaybeden teyzelere benziyor, acımasızca saldırıp öfkelerini kusuyorlardı. Dövüşte komiser üstündü; bunu kabul etmek gere kirdi. Fakat kadından yediği birkaç darbe sinirini bozmuş, dikkatim dağıtmıştı. Demek rakibinden o kadar bile darbe almak istemiyoı ve ummuyordu. Bunları düşünürken dikkati iyiden iyiye dağılıyoı, birkaç darbe daha alıyor, kıyaslanamayacak kadar üstün olmasın.) rağmen ikisi de eşitmiş gibi görünüyordu. Kadını başarıya ulaştın in en önemli şey karşıdakinin üstünlüğünü bilmesiydi. Bunu kabul etti ği için ona vurduğu her darbede kendini ödüllendiriyor ve moralini yüksek tutuyordu. Moral, her yarışta en büyük dopingdir. Bu gidi*.!«
490
SULTAN TARLACI
erkekten kötü dövüşmesine rağmen kazanacak gibiydi. Komiseri zayıflatan ikinci husus, öfkesiydi. Karşıdakini öldürse bile siniri geçmeyecekti ki en azından kafasını koparsa yeterliydi. Bu ne denle her ne kadar kavgayı başlatan taraf genç kadın olsa da ko miserin nefretine ve niyetine bakılacak olursa, kadının dövüşmesi meşru m üdafaa bile kabul edilebilirdi. Gerçi bilinmezdi. Belki o da karşıdakini öldürm eye niyetliydi am a aynı zam anda niyetini belli et meyecek kadar sinsi bir oyuncuydu. Neyse ki ikisi de karşıdakine dinlenecek kadar zaman tanımıyordu. Çünkü bu öyle bir öfkeydi ki eğer biri diğerini bir an boş bırakacak olsa silaha sarılıp karşıdakini vururdu. Bu husumetin geçmişe dayandığını düşündüm . Neydi bu kadar öfke anlayamıyordum. En fazla yıllara dayanan hasımlık iki kişiyi birbirine bu kadar sert davrandırırdı ya da itiraf edilememiş bir aşk... Bu nedenle kavganın sonunda kızın yere düşüp erkeğin üze rine çıkmasını çok beklediğim anlarda maalesef sahne uzaklardan gelen bir kurşun sesiyle bozuldu. İkisi de bu sesle hipnozdan uyan mış gibi biri yum ruğundan diğeri tekmesinden vazgeçip oldukları yerde kaldılar. Onlar kavgaya dalmışken polisler evin etrafındaki çemberi çoktan daraltmıştı. Derin derin nefes alıyorlar, bir yandan da sesin nereden gelmiş olabileceğini birbirlerine gözleriyle soruyorlardı. İkisi de bu soruya cevap olarak aynı anda farklı noktaları gösterdiler. Dövüş esnasında zeytin ağaçlarından birinin altına düşmüş olan telsize b a kınmaya başlamıştı komiser. Kız cebinden çıkardığı kalem fenerle bu arayışa yardımcı olmaya çalışıyordu. Yorulmuşlardı. Telsizi gören komiser nazik bir şekilde ve nefes nefese teşekkür etti. Kızın ricası maalesef ikinci kurşun sesiyle bozulmuştu. Bu ikinci kurşunun he men akabinde de “Ayyyy!” şeklinde ağır grip geçiren kalınlaşmış bir bayan veya çok çok ince bir erkek sesi -kısacası kadın mı, erkek mi olduğunu tam anlayamadığım bir ses- duyuldu. Üçüncü kurşun sesinden sonra aynı kişiden geldiğini tahmin ettiğim am a bu defa erkek olduğuna tam olarak karar verdiğim kap kalın, gür, bağırma-
491
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
dan öte böğürmeyi andıran bir ses daha duyuldu. Hem en ardından incecik bir kadın sesi filmlerde duym aya alışık olduğumuz bir çığlıkla “Tugiiii... Tugim öldün mü Tugi...” diye bağırdı. Bu ikisini hatırla mıştım. Daha hava kararm adan ve polisler evi çevirmeden önce gelmiş lerdi. En başta Çiyan’ın veya adamlarının ara sıra çağırdığı kadın lardan diye düşünmüştüm. Sonra “Katilin fotoğrafını çekebilirsek harika olur.” şeklindeki sözlerinden basın m ensubu olabileceklerini düşündüm . Zaten çağrılan kadınlardan olsalar evin etrafında do laşmak yerine çoktan içeri girmişlerdi. Elbette polis de olabilirlerdi. Çok güzel kamufle olduklarından bahsediyorlardı. Bilemiyordum. Bulundukları ortam dan ayırt edilemeyecek renkte kıyafetleri yoktu. Travesti kılığında olan asker desenli bir tayt gitmiş, yalnız üzerine gece bile parıl parıl yanacak şekilde fosforlu turuncu buluz almıştı. Diğerinin üzerinde pek bir şey var sayılmazdı. Minik bir şortu ve üzerinde yarım atleti vardı. Küpeleri asker desenliydi, ikisinin de kamufle olmaktan kastı asker desenli tayt ve küpeler değilse eğer, bu garip kılıkla onların polis olabileceğinin kimsenin aklına gelemez oluşudur diye düşündüm . Haklılardı. Profesyonelce buldum. Kılık kıyafet tam am am a çok tedbirsiz dolaşıyorlardı. Çiyan’m adam la rı tarafından da görülmeleri ve onların da aynı benim gibi bunları çağırılmış kadınlar olduğunu zannetmeleri üzerine apar topar içeri buyur edildiler. Ne için orada bulunduklarını itiraf edemedikleri için adam lar tarafından odaya alınıp uzun süre iş gördürüldüler. Bir ara bu kadar profesyonel bir polis hayatım da görmediğimi düşü nüp onları hayatım da kimseyi takdir etmediğim kadar takdir edesim geldi. Operasyonu bozmam ak adına en az on bir adam la sınırsız ve hiç dinlenmeden beraber olmak kolay değildi. Üstelik adamlardan bazıları birkaç defa beraber olmuştu. Neden sonra evden çıkabildik leri zaman polis oldukları hususunda şüpheye düştüm. Ne oldukla rını hâlâ idrak edemediğim bu iki kişi -üstlerine ne vazifedir bilmem ama- gerçekten katilin peşine düşüp buraya gelmiş, başlarına gelen
492
SULTAN TARLACI
malum durum dan sonra da katile dair en ufak iz elde edem eden zeytinlikten ayrılmaktaydı. Şimdiye kadar çoktan şehre inilirdi; yal nız ormanlık alanda gecenin karanlığında yolu kaybetmişlerdi anla şılan. Bu esnada ne olmuştu ve kim ateş etmişti de -kalçasını tutup durm a dan bağırdığına bakılacak olursa- erkek olan poposundan vurulmuş tu bilmiyorum. Çiyan’ın adamları polislerin evin etrafını çevirdiğine dair bir ihbar almış veya bir hareketlilik sezip ateş etmiş olabilirlerdi. Birkaç polis koşarak travestinin bağırdığı yere geldi. Silahını doğrul tup “Teslim ol!” dedi. Sonra ikisini de elli metre kadar yürüttükten sonra sivil bir polis aracıyla hastaneye götürdüler. Zeytinlikteki bu karışıklık polisin pek çok planını bozmuş gibiydi. On lar ön tarafta araçların peşinden giderken zeytinliğin arka tarafındaki yaşlı ağaçlar başka bir araçla ayrılan birkaç yolcuya şahit olmuştu. Az önce tekme tokat birbirine girmiş kadın ve erkek polis aynı araca binmiş, Çiyan’ın adam larından birinin peşine düşmüştü. Kasisli bir yolda kaybettiler aracı. Kadın “Asıl araç bunun önünde olandı.” diyen komiseri başıyla onayladı. “Plakasını bilseydik...” diye devam etti yoldan başını ayı rıp zeytinlik orm anına bakarken komiser. “Plakayı uzaktan çizim yöntemiyle bulabiliriz aslında.” dedi kadın. Adamın yüzüne bakıyor, iyi veya kötü bir tepki bekliyordu. Adam da iyi veya kötü bir tepki verm emeye kararlı gibiydi. “Gerekli olan sadece bir kâğıt ve kalem ...” dedi kadın yeniden. Arabanın arka tarafına boynunu uzatıp bakınm aya başlamıştı. Sonra bu arayıştan yazgeçip kendi ceplerini karıştırmaya başladı. Bulduğu küçük bir kâ31da dikkatini yoğunlaştırıp bir şeyler çizmeye başlamıştı. Komisel er ara ona sezdirmeden biraz da um ut kırıntısıyla çizilen şeye bakı. Genç kadın bir şeyler karaladıktan sonra “Biliyor m usun ? 11 dedi. Uzaktan çizimde genellikle çizilen şey tersten çizilir. Beyindeki ayna
493
9
197 GÜN ’ BÖLÜM3
nöronlarla alakalı olduğunu söylemişti Dr. Saltı. Yani mesela şu 7 aslında T de olabilir. F; eksik olarak çizilmiş E de olabilir. Ya da şu S, 5 de olabilir. 8 dedim am a belki 3 ’tür. Eğer bu 3 ’se bu durum da az önce söylediğim E ters dönm üş 3 ’tür.” Komiser yorgun, umutsuz ve sessizce: “Allah aşkına!” dedi. “Bi kes sesini.” Çiyan’ı tanısaydı kesinlikle onun akıllı bir adam olduğunu bilirdi. Bir süre sonra yolda tek tük yavaş hareket eden araçlardan başka bir şey görünmez olmuştu.
494
“D ostum , g ö rü n d ü ğ ü m gibi değilim. G örünüş sadece giydiğim bir elbisedir. Senin sorgularından beni, benim kayıtsızlığım dan seni koruyan, özenle örülm üş bir elbise!' Halil CAbran Dr. Saltı paylaştı , 19 giitı önce
163. G ün
Em inem ’in evde olup bitenlerle öyle çok bir işi olmazdı. Ne misafir ler gelmeden önce ne de geldiklerinde normal yaşantısını bozardı. Batan bir güneşin asılıp sündürdüğü gölge gibi çelimsiz bedeniyle kendi odasından hariç evin içinde dolaştığı iki m ekândan (banyo ve mutfak) diğerine geçerken teyzesi seslenir, “Bugün misafirlerimiz var.” derse, kızım teyzesine bir an bakar, sonra hiçbir şey söyleme den ve düşünm eden aynı tepkisiz yüz ifadesiyle yeniden odasına giderdi. Ablam, eğer sıkıntılı ve dar vakitte ise kızımın arkasından bu tepkisiz haline söylenir am a misafirler için düşündüğü her şey yolun da gidiyorsa gülümseyerek “Şimdiki gençlik bir âlem .” der geçerdi. O gün akşamüzeri Eminem mutfağa uğramış, ablam misafirlerin ge leceğini söylemiş, her zamanki tepkisizlikle karşılaşınca aslında her şeyin yolunda gidiyor olmasına rağm en kızımın arkasından söylen mişti. Beklenilen misafirler çok önemli olmalı ki diye düşünmüştüm o stresini görünce... Gelenlerden biri, ablamın patronuydu. Bu adam köyde, evlendi ğimiz zaman bize eski kanepesini bağışlayan m uhtara benziyordu am a siz görseniz belki benzetemezsiniz. Belki kimse benzetemez. Çünkü bizim m uhtar ne kadar zayıf ve uzunsa bu adam o kadar
197 GÜN ’ BÖLÜM3
kilolu ve orta boyluydu. Bizim m uhtar kel, bu adam epey gür saçlıy dı. Bizim m uhtar sarışın, bu adam esmerdi. Bizim muhtarın yüzün hakkını veren büyük, kemerli am a dar delikli bir burnu vardı, bu adam ın kemersiz, yayvan ve geniş delikli bir burnu... Bizim m uh tar sessiz sakin, bu adam çok konuşkan ve hareketliydi am a bizim m uhtar otoritesini bulunduğu ortam da hissettirmek isterdi, bu adam da öyle. Bizim m uhtar sürekli kendinden bahsederdi, bu adam da öyle... Bizim m uhtar az iyilik yapar, yaptıklarını çok abartırdı. Bu adam , abartılı iyilikler yapıp, yaptıklarından az bahsederdi. Bence her ikisi de aynı amacı taşır ve aynıdır. Karşıdakine verdiği her ne ise -değer de buna dâhil- o kadar ileri gidiyordu ki bir süre sonra baş langıç noktasına varıyordu. Ben, bu adam ı ne zaman görsem hep aynı şeyi düşünm üşüm dür am a siz o akşam eve girerlerken diğer konuğa ısrarla ve gereksiz öncelik verm esinden bile anlayabilirdiniz durum unu. Gerçi belli olmaz. İsmi Federico olan bu adam ı çok be yefendi bulup hoşlananlar da az değildir çünkü... Belki hayatında çok fazla nezaket görmüş kişilerin algısındaki seçiciliktir. Neticede, hayatta herkesin her şeye karşı aşinalığı, önceden karşılaşmışlığına bağlıdır. Diğer konuğu hatırlamam biraz geç oldu. Eve girdiğinden beri daha önce bir yerlerde görmüştüm dediğim bu adam , ablamın kahvaltı salonunda ağlayan kadınla oturan doktordu. Federico Bey ve ab lamla nasıl tanıştığı hakkında pek fikrim yok. Gece boyu konuşulan konulardan da bu konuda bir çıkarımda bulunam adım . Rüyalardan bahsettiler, kayıp katilden, bir dergiden, bazı deneyler den, hastaneden, üniversiteden, Kiss Cafe’den, ablamın aşçılığın dan, yemeklerden ve geriye kalan pek çok önemsizliklerden... “Böyle bir şey daha önce hiç yem edim .” dedi önündeki limon dol masını beyaz ve biçimli parmaklarıyla tuttuğu bıçakla keserken Tırnakları da parmakları gibi düzgün ve güzeldi. Erkeklerin direki ellerine bakan ve âşık olup olmaması gerektiğine dair bir anlık derin
496
SULTAN TAMA c i
9
m uhasebe yapan kadınların bu eller karşısında hiç şansı olmay3" cağını düşündüm . “Nasıl yapıyorsunuz bunu?” dedi. “Kabuğunu tam am en alıyorsunuz sanırım?” Federico bir kahkaha attı. “Dostum, öğrenince ne olacak söyler misin?” Doktor, bu beklenmedik soru karşısında bir an duraksadıktan sonra “Neden?” dedi. “İlginç geldi...” Evet, doktor haklıydı. Ablam, tek tek seçtiği bu limonların asitli olan üst kabuğunu tam am en alır, meyvesiyle kabuk arasında kalan b ey 32 kısmı bırakırdı. D aha sonra limonların suyunu tamamen sıkar, o rta boyda beş limona, incecik ve küçücük bir diş sarımsak denk gelecek şekilde kurutulup inceltilmiş yarım çay kaşığı biberiyeyle birlikte t>u suyun içinde ezer bekletirdi. Bu esnada suyu sıkılmış, dış k ab u 3 u alınmış limon dolmasının içini hazırlardı. Berlam, Çipura, Çitari u e Dülger balıkları bu dolmanın iç malzemesinin dörtlüsüdür. A blarn bu balıkları alır, hiç üşenm eden kendi elleriyle minik minik doğra* diktan sonra her birini ayrı ayrı ve kısa bir süre tavada çevirir, b ira 2 pişirdikten sonra içine bir çay bardağı kadar havanda dövülm üş 'Je un kadar inceltilmiş ay çekirdeği katardı. Bu dolma için ayrıca a b lamın meyve ve yemişleri vardır. Kurutulmuş, minik parçalara b ö lünmüş, sonra nar suyuyla yumuşatılmış İtalyan eriği, kuşburnu çekirdeksiz üzüm koruğu... Bunların her birinden birer tatlı k a şığ 1 koyardı. Hepsini tam am en harmanladıktan sonra kendi tabiriyle çok az fesleğen, çok az Hint cevizi, çok az kekik, çok az kişniş, ç o k az rezene ve çok az safran koyardı. Bunlardan gerçekten çok az k o ~ yardı. Yalnız kesinlikle koyardı. (Farz edelim, bu yemeği re s to ra n d a öğrencilerinden biri yapmış olsa ve bir zerreden fazla koyulm aya )3 bu baharatlardan bir tanesini hiç koymamış olsa, ablam d a h a y e m e den kokusundan anlar “Şunu koymamışsın.” derdi.) S onra k ü ç ü k bir tatlı kaşığıyla bu karışımı limonların içine doldururdu. S o n ra her birinin üzerine minik kippalarını oturtur ve sıra suyuyla yağın» 497
97 GÜN ’ BÖLÜM3
eklemeye gelirdi. Elbette zeytinyağı ile pişecekti. Tencerenin içinde Akdeniz vardı. Aslında ablamın lezzet anlayışı her yemekte buydu. Hangi bölgenin yemeğini pişirecekse o bölgenin etini, sebzesini ve baharatlarını bir arada kullanırdı. Bu nedenle limonun içine Akde niz’i doldurmuştu. Farklı yörelerden tatları bir araya getirerek yemek yapılamaz mıydı? Ablamın dediğine göre yapılabilirdi am a riskliydi ve profesyonellik isteyen bir şeydi. Dikkatli kullanılmalıydı. Limonlar, içi doldurulmuş ve göbeklerine kadar zeytinyağlı suda beklerken kaynam aya başlayınca ablam , kenara ayırıp beklettiği sa rımsak ve biberiyeli limon suyunu d a tencerenin kenarından ekler, ocağın altını iyice kısıp pişmeye bırakırdı. Servis etm eden önce ta bağın kenarına nar ekşisiyle bir çiçek yapmayı ve bir yaprak rokayı incecik doğram ayı ihmal etmezdi. Bunları doktora anlatm adı elbette. Şimdi siz, her ünlü aşçıda oldu ğu gibi ablamın da sırlarını paylaşm ak istemediğini düşüneceksiniz. Aslında bu bir bakım a doğru, bir bakım a yanlıştır. Ablam, tariflerini kimseyle paylaşmaz am a bunun sebebi tarifleri herkesin öğrenip on dan daha iyi yemek yapacağı endişesi değildir. Tam aksine, tarifleri yarım yamalak öğrenip ya da “kendi yorum unu katıp” güzelim ye meği bozacağı endişesidir. Bu nedenle ablam, yanına öğrenci alır ken bile çok titizlikle alır ki farz-ı misal “çok az” olan o baharatlardan birini koymamış olan o öğrencinin oradaki o günü, son günüdür. “İlginç elbette...” dedi Federico. “İlginç ve leziz... G üher H anım ’ın hangi yemeği böyle değil ki zaten...” Ablam kibar bir tebessümle teşekkür etti. “Benim gülme sebebim ...” diye devam etti bir kahkaha daha atıp. “Bir erkek olarak senin bu yemeğin nasıl yapıldığını m erak etm en. Ben mesela, çok kez yedini am a hiç sorm adım .” “Erkek olarak diye öyle bir belirtiyorsun ki sanki aşçılık kadın mes leği...” dedi doktor.
')8
SULTAN TARLACI
“Meslek dersen doğru. Erkek aşçılar var ve iyidirler yalnız meslek değilse? Merak ve ilgiyse?” Bir kahkaha daha attı. “Ne dem ek is tediğimi anladın” dedi doktoru om zundan hafifçe itelerken. “Yani burada bir astronotla otursaydık uzaya nasıl çıktığını, örgü ören yaş lı bir kadınla otursak ipliği o uzun çöplerin neresinden geçirdiğini sorardın. Yalan mı?” dedikten sonra bir kahkaha daha attı. Sonra mevcut kahkahasını bastıran bir kahkaha daha attı. O kadar değişik bir ruh durumuyla gülüyordu ki ablamın ve doktorun sorgulayan bakışlarını cevaplamak için durduram adığı nefesinin arasına “İlker” diye bir isim sıkıştırdı. Bu kişi her kimse, gerçekten hakkında gülüne cek bir şeyler olmalı ki ablara da, doktor da bir an Federico’ya hak verip hafifçe gülümsedi. “Füsun H anım ’ın eşi?” dedi doktor. “Ne olmuş ki?” “İlker olsaydı...” dedi Federico karnını tutarken. “Kesin ‘şiş’ diye düzeltirdi. Aaah... Dostum öleceğim şimdi. Örgü ören kadının elinde tuttuğu uzun çubuklar yok mu? Çubuk dedim y a ... H a ha h a ... Onu düzeltirdi. Örgü şişi...” Ablamla doktorun tebessümü dişlerini gösterecek seviyeye yükselip hafif bir gülüş haline geldi. “Evet..” dedi doktor fazla yorum yap mak istemeyip aynı zam anda karşıdakine de hak verecek kısa bir cevapla. “Onun öyle salak olduğuna b a k m a ...” dedi Federico gözünden akan yaşları silerken. “Tarihi eser kaçakçısıdır. Hiç beklemezsin o tipte birinden değil mi? H aa... Tutamıyorum kendimi. Bunu sana neden söylediysem. Kesin şimdi merakın başına iş açar. Kaçırdığı tarihi eserlerin hangi dönem olduğunu bile merak etmişsindir değil mi? Ha ha h a ...” Bir an ablam a takıldı gözleri. Yeni bir kahkaha krizine girdi. “Bu da kesin rüyasında görmüştür.” dedi. “Ha ha h a ... Karnım ağrıyor Doktor. Çok gülmenin sağlığa zararı yoktur umarım. Uzun süredir bu kadar gülmemiştim.” Ablam, Federico’nun son sözünden pek hoşlanmışa benzemiyordu.
499
197 GÜN ’ BÖLÜM3
Federico onun yüzündeki bozuk ifadeyi görüp kahkahasını biraz ha fifletmeye çalıştı. Samimi bir ortam yakalamak için “Değil mi Güherciğim?” dedi. “Bir şeyler söylesene...” Bardağını eline alıp ablamın bardağına hafifçe dokundurmuştu. “Evet!” dedi ablam doktora dönüp. “Dış kabuklarını tam am en alı yorum .” “H a a ...” dedi Federico. “Beni önemsemiyor. Fla ha h a... Krize girdim.” Doktorun om zundan yeniden dürterek: “Böyle olduğuna bakm a.” dedi. “Ne cadıdır bu! Ha ha h a ...” Ablam, ev sahibi pozisyonunda olmasından kaynaklı bu “cadılığı nı” göstermek yerine gülümseyerek yapılan şakaları kaldırabildiğini gösterdi. “B ak...” dedi Federico ağzına attığı limon dolmasından bir parça yı ablamı övücü şekilde lezizliğine dair garip sesler çıkarırken “Dış 0 kabuklarını tam am en alıyormuş. Ha ha h a... Söylesene dostum de neyecek misin evde?” Bir kahkaha daha attı. Ablama bakıp doktoru işaret ederek “Her şeyi göze alıp parapsikoloji çalışmaları yapan inter net sitesi açmış yahu!” dedi. “H a a ... Bu nasıl bir merak! Ha ha h a ...” “Deney senin işin...” dedi doktor. Bu söz nedense Federico’nun kahkahasını bıçak gibi kesmişti. Her neye bozuldu ise yüzü düştü. Doktor, m uhatabının bu halinden haberdar am a ona bakm adan, tabağıyla ilgilenirken “Ruh çağırma masasını unutm adım .” dedi. Yine nedendir bilemiyorum, doktorun dediği şeyi neden dediği ne dair yaptığı bu açıklama Federico’yu rahatlatmışsa benziyordu. “H aa... Şu m evzu...” dedi. “Ha ha h a ... Haklısın. Ne diyeyim.” Derin bir nefes aldı. Gözleri birkaç saniye bir noktaya kilitlendi. “Ta kılıyorum size. Bozulmuyorsunuz değil mi?” dedi. “Hoşum a gittiği için...” diye ekledi. “Hatta bayılıyorum. Zaten sizi tanıştırmak is teme sebebim de bu. Meraklı ve değişik yetenekleri olan insanlar tanışmak bence. Az önce söylediğim şeyin doğruluk payı var.” dedi
500
SULTAN TARLACI
doktora d ö nüp. “Güher Hanım, gerçekten gün içinde olacak hem en her şeyi rüyasında gören biri biliyor m usun?” “İlginç...” dedi doktor. “Çok abartılı bir yeteneğim yok.” dedi ablam kendini övmekten hoşlanmayan ve övülmekten hoşlanan insanların tavrıyla. “Hayır, hayır!” dedi Federico az önceki lakaytlığından eser kalm a mış bir ciddiyetle. “Bu yemeklerin mesela, tüm tariflerini rüyalarına göre hazırlar.” “Nasıl oluyor?” dedi doktor. “Mesela rüyanızda malzemeleri liste h a linde mi görüyorsunuz?” , . “Hayır...” dedi ablam. “Aslında tarifleri rüyada almak şeklinde değil de yeni bir tat denerken uzun süre düşünüp de bulamadığım bir püf noktanın rüyam da birden bire bulunması gibi... Tam olarak ifade edemedim a m a ...” “Anladım ...” dedi doktor. “Doğrudur. Dikiş makinesi iğnesini icat eden kişinin, ipliğin iğnenin ucundan geçmesi gerektiğini rüyasında görüp problemi çözmesine benziyor.” “Bu tür insanlara bayılıyorum.” dedi Federico. “Bu tür yeteneklerim hiç yoktur.” S onra birden yeni aklına gelmiş gibi. “Doktorun şu m eş hur sitesi...” dedi ablama bakarak. “Oraya üye misiniz?” “Değilim!” dedi ablam. “Sizin evinizde Jülide H anım ’la komiseri bir birine düşüren yer değil mi?” “Evet!” dedi Federico günü anımsamış bir yüz ifadesiyle gülümser ken. Ablam tabağındaki salatalığı domatesle yer değiştirip biberi ikisinin arasına alm a gibi lüzumsuz bir işe dalgınlıktan mütevellit gereksiz bir dikkat ve özen gösterirken: “O zaman merak etmiştim aslında nasıl bir yer olduğunu am a sonra unuttum üye olmayı. Müsait bir zam a nımda bakarım .” dedi.
501
197 GÜN ’ BÖLÜM3
Bu sözü edilen site rüyalarla ilgili bir site ise neden bilmiyorum am a ablam yalan söylüyordu. Üye olmakla kalmayıp zamanının çoğunu orada geçirmeye başlamıştı. H em en her daim bilgisayarında açık duran ve gelip gidip m uhakkak bir şeyler yaptığı bu sitede yönetici de olmuştu. Sitenin kurucusu eğer doktorsa anlaşılan ablamın o si tede olduğundan onun da haberi yoktu. “Siz üye misiniz?” dedi ablam Federico Bey’e dönüp. “Hayır!” dedi Federico kesin bir reddedişle, sanki biri onu suçluyor muş gibi. “Üye olacağım a m a ...” dedi az önceki reddedişini bastır mak için. “Biz, doktorla korkusuz iki bilim adamıyız Güherciğim.” dedi. “Öyle bir internet sitesine üye olmaktan çekinmem inanın.” “Anlıyorum ...” dedi Güher Hanım. “Çekinseniz bile kimlikler zaten gizli.” dedi doktor. “Misal, ikiniz de üye olsanız ve orada kullandığınız takm a isimleri bana söylemeseniz ben bile bilmem üye olduğunuzu. Nereden bilebilirim ki kimin kim olduğunu? ” Güher Hanım ve Federico birden göz göze geldi. Sonra ikisi de bu “karşılaşmadan” rahatsız gözlerini farklı yöne çevirdi. Ortam da garip bir gerginlik oldu. O rada da anlamıştım bahsedilen site, düşündü ğüm siteydi. “Yok, yahu!” dedi Federico doktora bakıp. “Senden neden sakla yayım üye olsam? Sen zaten biliyorsun benim nasıl bir bilim adamı olduğum u... Neyden çekineceğim.” “Hayır, o anlam da söylemedim.” dedi doktor. “Yani bilinçli sakla mak anlam ında değil. Öylesine, söylemedin veya söylemeyi unuttun desek bile, senin orada olduğunu bilemem anlam ında söyledim.” “Ben zaten bilim adam ı değilim ...” dedi ablam. “Benim çekinece ğim hiçbir şey yok. Kendi ismimle bile üye olabilirim.”
502
SULTAN TARLACI
Ablamın sitedeki ismi ESP gibi bir şeydi. Sitede çok da yetenekliydi. Bu konuda övünm ek istemiyor desem, rüyacılık yönü zaten bilin mesine rağm en neden saklıyordu anlamadım. “Şimdi Doktor da diyormuş ben de üye olmadım d iy e...” dedi Federico. Arkasından bir kahkaha daha salladı. Doktor da güldü. “Üyeyim elbette am a ben de bu aralar kızla gire miyorum işlerimin yoğunluğundan.” dedi. “Sosyal m edyada epey yoğunsun...” dedi Federico. “Marilyn za manının pek çoğunu alıyor. Ha ha h a ...” ablam a döndü. “Senin doktorun platonik aşkından haberin yok tabii ki!” dedi. “Doktor Ma rilyn’e âşıktır.” “Marilyn?” dedi ablam. “Marilyn M onroe” dedi Federico arkasından bir kahkaha daha ata rak. “H aa... Aşk dediğime bakm a. Artık Marilyn konusunda merak edip öğrenmediği her ne kalmışsa... Beyni takılmış o n oktaya...” M asada yan yana ve hem renk hem gerek ısısıyla sıcaktan soğu ğa doğru sıralanmış sosların her birine mısır köftelerinden birinin ucunu sırayla batırdıktan sonra ağzına attı. Yine garip sesler çıkarıp yuttuktan sonra: “Senin şu m edyum grup...” dedi doktora. “Marilyn hakkında merak ettiklerini sana anlatabilir.” Sonra doktorun cevap vermesine fırsat verm eden: “Çok ilginç pay laşımlar var yalnız...” dedi. “İddialı durugörüler, rüyalar...” Sonra birden bire “Bir ara göz atmıştım eklenenlere d e.” dedi. “Üye olduğum dan değil.” “Anlıyorum ...” dedi doktor. “Evet. İlginç paylaşımlar var.” Sohbetin buraya kadar normal olan kısmı bahçeye çıkılıp fallıların yenmesi, kahvelerin içilmesine kadar da normaldi. Bir ara ablam
503
197 GÜN • BÖLÜM3
ortadan yok oldu. Sanırım kızıma bakm aya gitti. Sohbet o denli ko yuydu ki doktorla Federico’nun onun gittiğinden haberi bile olm a mıştı. Federico laptopunu açmış, doktora siteye bir ara öylesine göz atarken dikkatini çeken bir durugörüden bahsediyordu. Bu epey ayrıntılı ve ilginç bir görüydü. Yazılana göre; Kürdistan, Irak’da değil, İran’da kurulacak. İran şu anda gizli saklı PKK elemanlarını kendi ordusunda eğitiyor. (Haritada eğittiği yeri iç içe geçmiş iki siyah halkayla gösterdim.) Günü geldiğinde, bu eğittiği PKK, İran’ın topraklarını elinden alacak. Tebriz yakınlarında kendi bağımsızlığını ilan edecek. O rada devletlerinin temelini atacaklar. Daha sonra sınırları genişleyecek, Irak’a kadar açılacak... 2023 yılında Tebriz dolaylarında çok şiddetli (9 civarında), yeri göğü inleten bir deprem olacak. Bu deprem yeni fay hataları oluşturacak. Depremden sonra kaliteli petrol çıkacak Petrolün suyu Hazar Denizi’ne karışacak. PKK’lılar çıkan petrolle zengin olacak. Yalnız bir süre sonra petrolden para gelmeyecek. 2033 yılında bu PKK devletiyle Azerbaycan arasında (bir m aden ocağı anlaşmazlığı olduğunu hissettiğim sebepten) savaş çıkacak. Ermenistan, Kürdistan’a destek verecek. 3. Dünya Savaşı’nı başlatacak bir savaş olacak. 3 yıl sonra onlar bırakacak am a dünyaya yayılacak... Bir de harita eklenmişti:
504
SULTAN TARLAC1
Sitedekilerden birine ait bu durugörüyü ikisi de incelerken her nasıl olduysa profesörün dikkatsiz bir anıydı dem ek ki siteye sürekli giriş yaptığı kullanıcı adı sitede otomatik olarak tanınınca Doktor Federico’ya dönüp “By Piccione?” dedi. “Sen misin?” “A ah.. dedi Federico. “Her neyse. Evet. Açık söylemek gerekirse... Biliyorsun, ben de meraklı bir bilim adamıyım. Senin gibi. Sadece m erak...” Durdu. “İçlerine girip işin aslını astarını öğrenmek için de onlar gibi davranm ak...” “Sen psişik değilsin ki a m a ...” dedi doktor. “Çünkü oraya sanırım By Piccione ismine eklenm iş...” Gözlerini kıstı. Sigarasını kül ta blasında söndürdükten sonra “Bir saniye...” dedi. “İş adam ı ölümü durugörüsü... Polislerin bahsettiği...” “E vet...” dedi Federico. “O konuda sana çok kızgınım Doktor. Gerçekten kızgınım. O polis bozukları Geveze ismiyle üye olup ben im durugörüm ü çaldılar ve sen adm in olarak bu konuda hiçbir şey yapm adın. Gerçekten adil değilsin.” “ ‘Durugörümü çaldılar’ derken?” dedi doktor. “Dumgürdügüını bilmiyordum.”
505
197 GÜN • BÖLÜM3
Federico bu konuda sesini çıkarmazken her ikisi de kendince bir şeyler düşünüyordu. “Polislerin iddiası” dedi doktor. “Bana katil demiyorsun um arım?” dedi Federico. “H ayır...” dedi doktor. “Beni ilgilendiren bir konu değil. Sadece, gerçek bir durugörü değilse, siteye eklenmesi yanlış.” Federico ayağa kalktı. Hanımeli çiçeklerinin altındaki m asaya güzelce düzenlenmiş içkilerden birini aldı. Bardağına doldururken “Malum oyun kartlarından haberin vardır Doktor.” dedi. “Şu, dok san dört yılında basılmış olanlar...” Büyük göbeği ile kemeri arasına sıkıştırdığı parmağını oradan çekip içkinin kapağını yeniden kapattı. “Biliyorsun ki o kartlarda gösterilen resimlerin pek çoğu gerçekleşti ve gerçekleşmeye de devam edecek. Yalnız, onlar gerçekten kehanet midir yoksa çoktan planlanmış bazı olayların önceden haber verilm esi midir?” İçkisini tepesine dikip daha birkaç saniye önce kapattığı kapağı yeniden açtı ve bardağı doldurm aya başladı. “Demek iste diğim, dünya düzeni bu şekilde...” “Olmaz!” dedi doktor. “Bu şekilde olursa nasıl gerçek ve bilimsel bir ölçüm yapabiliriz? Bir daha çoktan planlanmış şeyleri siteye ekleme. Gerçek bir algın varsa ekleyebilirsin.” “Her neyse...” dedi Federico. “Silebilirsin beni siteden. Hesabımı engelleyebilirsin.” “Hayır!” dedi doktor. “Kalsın am a durgörü eklem e...” “Ben zaten orada bilimsel kimliğim zarar görmesin diye takm a isim le dolaşıyordum .” dedi Federico. “Yalnız senin şu dürüst halin... Ha ha ha... Beni öldüreceksin Doktor.” Gecenin başından beri kafası yerinde değil gibiydi am a içtikçe kendinden geçiyordu. “Bilim camiası görünmeyen am a bağları sıkı koca bir üniversitedir.” dedi. “Ellerinde kimsenin görmediği kocam an bir sansür makası vardır. Çoktandır cadıları kazığa bağlayıp yakmayı bıraktılar ama
506
SU İTAN TARLACI
sıra dışı olanlara zulmetmekten vazgeçtikleri anlam ına gelmiyor. Bugünün şüphecileri karşı çıkmak, ejderha ile dövüşmekten farksız. Ama ortada çok daha fazla ateş var. Bugünkü bilimin fildişi saray larda oturan paradigm a bekçileri var ve onun dışına çıkac aklar için verdikleri isimler hazırdır: kafaları basmıyor, şarlatan, gerici, dinci, yobaz. S ana hangi ismi vermişlerdi Doktor?” Dirseklerini dizlerine koyup öne doğru eğildi. Boynunu kesilmeye hazır bir tavuk gibi yere uzatmış am a gözlerini doktora dikmişti. Ses ini alçalttı, bir sırdan bahsederm iş gibi fısıltı halinde: “Dünyanın her yerinde bu böyle!” dedi. “İdeaların ne kadar yüksek olursa olsun. Buna kimse değer verm ez... S ana karşı çıkanlar radyoaktivitenin annesi Marie Curie, fizikçi Lord Rayleight, elektronu keşfeden fizikçi Joseph Thomson, sinir biliminin kurucusu Santiago Cajal, fizyolog Charles Richet, psikolojinin kurucu babası William Jam es, fizikçi Brian Josephson’un parapsikoloji ile ilgilendiğini bilirler mi? Ya da bunların hepsinin aynı zam anda Nobel ödüllü olduklarını. Bilmezler. Sen ideolojiden haber ver!” Yeniden koltuğuna yaslandı. Ağzında lokma varmış gibi bir süre dilini dudağını şapırdattı. Geviş getiren bir memeliye benziyordu. “Ne kadar m asum sun Doktor!” dedi. “Sizin gibileri korum aya almalı aslında. Nesliniz tükeniyor. Yalnız biz in sanlar, bilirsin, avlanacağımız zam an gider en değerli ve az bulunan şeyin canına okuruz. Doğadaki hayvanlar ise bunun tersini yapalar. Sürünün içinden en zayıf olanı seçerler. Onlar evrimin kurallarını uygularlar, biz insanoğlu ise evrime karşı oyun oynarız. İnsan hay vanla Süperm en’in arasına bağlanmış bir iptir: cehennem in üzerine gerili bir ip. Bu oyunda iyi ya da kötü yoktur. Bu mantık da ahlak da yoktur. H a ha h a ... Bir dağ gibi düşün Doktor! Bir dağ, Tanrf nın Musa ile konuştuğu dağ gibi. ” Ayağa kalktı. Az önce içki doldurduğu yerden bir paket sigara alıp doktorun yanına geldi. Konuk, bu ikramı da kabul etmedi.
507
197 GÜN ’ BÖLÜM3
Federico: “Ben aslında sigara içmiyorum am a önemli adamların yanında söyl ediğim şeyler daha etkileyici olsun, kendim de karizmatik görüney im diye yakıyorum bir tane” dedi. “İçime çekmiyorum yine d e... Hiçbir karizmanın değeri ciğer kadar değildir.” Az önceki yerine tekrar oturdu. Paketin içinden bir sigara alırken “Hem so n ra ...” dedi. Paketi sehpaya koymuş, bir eliyle sigarayı tutuyor diğeriyle boynunu yana kırmış, çenesini doktora uzatmış, yanağını tokatlıyordu: “Şu cilde bak Doktor!” dedi. “Altmış beş yaşında der misin sen bu cilde? Ne kadar sağlıklı ve parlak...” Dok tor Federico’nun cildini övmek için tokatlayışına bakıyordu. “Diye ceğim, sigara cildimi de bozar. Bunu istemiyorum. Her neyse... Ne diyorduk?” Sigarayı yakıp dum anını bir süre ağzında çevirdi. Başını havaya kaldırdı, gözlerini kamelyanın çiçeklerine dikti ve dum anını üfledi. “Sitedeki adımı öğrenmeni istemezdim yine de...” dedi. “Neyse... Olan oldu. Zaten çok da rahatsız değilim. Belki ünlü bir medyum olurum senin sitede... Çok para kazanırım he Doktor? Ha ha ha... Piyasaya sürdüğüm koku değiştiren ped, olayın ortaya çıkmasından sonra neredeyse yok sattı. Bilgi satılmak için üretilir anlayacağın. Reklam denen şey de g arip...” Saltı, sıkıldığını belli eder tavırla derin bir nefes aldı. “Herhangi bir ped değil am a o ... Pedden dışarıya çıkan osuruk kokusu...” Ellerini iki tarafa açmış, parmaklarını birleştirmiş, dar bir aralıktan sokar gibi bir hareket yapıyor “tünelleme esnasında koku değiştiriyor” diyordu. Bir kahkaha attı. “Lavanta, limon ve değişik türde kokular var.” Doktor karşıdakine korkuyla karışık bir tiksinmeyle bakıyordu. “Biliyor musun dostum ?” dedi Federico. “Bilimle aktif ilgilenmeye
508
SULTAN TARLACI
başladığım kırk beş yıl süresince kazandığım toplam para, iki hafta da kazandığım osuruk parasından daha fazla değil. Ha h a ...” Suratı birden ciddileşti. “Ha ne dersin bu işe? E vet...” Doktordan cevap gelmedi. Federico arkadaşının sıkıldığını anlayıp ondan önce derin bir nefes aldı. “N eyse...” dedi. “Bu kadar dert edeceksen siteden silebilirsin beni...” “Kal!” dedi doktor. “Sorun değil.” “Hayır hayır!” diye ısrar etti Federico. “İstemiyorum, gerçekten. Ben, neticede gerçek bir psişik değilim.” Sonra birden ekledi. “Yalnız şunu d a belirteyim, iş adam ı görüsünden başka önemsiz birkaç kaza haberi dışında ki onları d a silebilirsin, hiçbir görü eklemedim. Bir tane bile eklemedim. Üstelik orada beni seven bir arkadaş çevrem var. “Kalabilirsin.” dedi doktor yeniden. Canı sıkılmış bir ses tonu vardı. Ablam yeniden gelince ikisi de susmuştu am a gerginlik gecenin sonuna kadar devam etti. Zannediyorum, ikisinin de ablam a bakıp daldığı bir an ikisi de ablamın da siteye üye olup olmadığını düşün müştü.
“U m arım , kendinde insan izi bulu rsu n !” Blaga Dimitrova Dr. Saltı paylaştı , 17 gün önce
167. G ün
“Saltı’yı ne kadar severim bilirsiniz.” diyordu. “Yalnız bu kez yaptığı na ben de şaşırdım ve açıkçası onaylam ıyorum .” Nilgün Hanım, Federico gibi bir beyefendiden bu tür sözleri duym aktan son derece hoşnut, başını anlayışla salladı. “Bu üniversiteyi de ne kadar sever im bilirsiniz.” diye devam etti. “Sakın yanlış anlam ayın.” Şişman ve yapışkan bir m adde değdikten sonra kırpılmış siyah bir yün içine yanlışlıkla sokmuş gibi kıllı parmaklarını odada oturanlara karşı uzatmış: “Elbette yaptığım yardımları hatırlatmak için söylemediği mi hepiniz biliyorsunuz...” Odadakiler sözleşmiş gibi bir anda aynı şekil başlarını salladı. Hiç kimse elbette Federico Bey hakkında böyle bir şey düşünecek değil di ki hastanenin içinde bulunduğu zor durum dan yine Federico kur tarmıştı. Açık söylemek gerekirse hastanenin yarısına ortaktı, hatta o an istese hepsini satın alabilirdi. Bunu dile getirmiyordu orası ayrı. Zaten şu anda mesele bu değildi. Artık hastanenin sahiplerinden biri de olduğuna göre bazı konuları onunla da konuşmak lazımdı. Bu nedenle bu konulardan bazılarını konuşmak üzere Federico Bey1i buraya davet etmeyi kendine görev bilmiş Nilgün Hanım ’ı da kır
M II I AN IAIU Al I
m ayarak çıkmış gelmişti. Çok nazikti. “Burayı hiçbir zaman kendi ım m ...” kalın parmaklarını çenesinde gezdirdi. Bulmaya çalıştığı kelime için bazı öneriler sunup ona yardım etmeye çalışanlar olduysa da sonunda yine lumdi bulup mülküm olarak görmeyeceğim. Burası sizin. Elbette sizin am a ben yine sizi ve öğrencilerimizi düşünüp hastanenin kötü bir imajla vn da nasıl denir daha iyi uygulamalar yapılabilecekken zaman alırı am a sonuç alınmayan bazı boş uğraşlarla adının anılmasını islemem. I >r. Saltı elbette iyi bir hocadır. Nilgün H anım ’a ben bunu defalarca ken dim söyledim; yalnız son zam anlarda içine girdiği bazı uğraşların onun ismini, kariyerini ve kurumumuzun da ismini lekeleyeceğini derin bir üzüntüyle m aalesef...” yanında oturan dekana dönüp "... çok üzgünüm am a keşfetmiş bulunuyorum .” dedi. Dekan da d u d a klarını üzüntüyle büzüp ona hak verdi. “Şimdiye kadar ne gibi bir faydası olmuş ki üniversiteye?” diye bird en atılmıştı Nilgün Hanım. Federico, herhangi birini kötülerken yokuş aşağı kontrolsüzce alıp tutmaların samimi ve inandırıcı olmayacağını keşfedecek kadar zeki biriydi. Bu nedenle “yiğidi öldür hakkını yem e” türünden söylem lerde karşıdakiler yiğidin hakkını yem eyen kişinin yiğidi de öldürme kte haklı olduğunu düşünmeleri için o da öyle yaptı: “Yok...” dedi. “Bu şekilde düşünemeyiz. Dr. Saltı, şimdiye kadar üniversite için çok faydalı çalışmaları olmuş bir arkadaşımızdır. Ne zaman ki bilim sel yöntemin dışına taştı...” Odanın içinde pek çok kişi kafasından Federico Bey’in haklının hakkını veren kişi olduğunu düşünüp haklı ödüllendiriyorsa haklı cezalandırıyordur diye düşünerek onu takdir etti ve bir kez daha Saltı hakkında “gerçekten bilim dışı ve bir bilim adam ına yakışmayan davranışlarda bulunduğunu” düşündü. “...işte o zaman ben çok sevdiğim halde, gerçekten çok severim.” Odanın içinden “Elbette Saltı’yı ben de çok severim, biz de severiz. Evet, Saltı iyidir, gerçekten iyidir. İyi arkadaştır, evet, iyi ile hekimdir.
197 GÜN • BÖLÜM3
Kesinlikle iyi hekimdir. İyi de hocadır.” Sözleri yükseldi. “İnsanın yine de dili varm ıyor...” diyordu Federico. “Artık beraber çalışamayacağımızı ona söylem eye...” Nilgün Hanım heyecanla: “Ben bu konuda size yardımcı olurum .”
512
“Gerçi ben , rüzgâr kadar aceleci değilim am a yin e de yitm ek zo ru n d a yım . B iz gezginler, hep en y a ln ız y o lla n aramışındır, bir g ü n ü b itirdiğim iz yerde ye n i bir güne başbunavın... A ra n ızd a geçirdiğim gü n ler kısa ve özdür ; sizlere söylediğim sönler ise daha da kısa ve ön." Halil ( abran Dr. Saltıpaylaştı, IJgi i n önce
173. G ün
“01 Rebiûl evvel ayın nicesi.” derken ‘rebiûl’ kısmında hocanın sesi iirebiiiiiiiiivw wuuuuuuuul” şeklinde uzuyor ‘evvel’ kelimesi “ev ve ve ve ve ve ve” şeklinde dinleyenlerce hiç bitmeyecekmiş izlenimi oluşturuyorlardı. Ne zaman ki haddinden fazla uzattığı kelimeleri derin bir nefesle nihayetine bağlıyor, başta salonu doldurmuş yaşlı kadınlar olmak üzere dinleyenlerden bir “Allah!” nidası çıkıyordu. Yüzeysel bakınca bu nidalar Mevlid’in şevkiyle Allah-peygamber aşkından m eydana gelmiş görünüyordu, derinlerinde nedir bilin mez. Daha pek çok ‘tanıdık’ duyar duymaz cenaze evine koşuy or, onların adımlarıyla açılıp kapanan kapı sesleri hocanın sesini gölgeliyor, o gölgeleri ağlamalar yırtıyordu. Fısıltı halinde “Başınız sağolsun”lara, “Allah cennette kavuştursun”lar karışıyor, “Ölüm Al lah’ın emri”ne, “Ölüm hepimizin başında” sözleri destek veriyordu. Yorgunluktan ve üzüntüden kendinden geçmiş ev ahalisi ve uzak lardan gelmiş ya da çok samimi olunm ayan arkadaşlara ev ahalisi kadar üzülmemiş ve samimi komşular yardım eder, şerbetlen ve hel vaları bu komşuların genç kızları dağıtırdı. “Ölüm...” dedi topluluktan yükselen bir ses. “Gence de yaşlıya da var."
197 GÜN ’ BÖLÜM3
“Öyle ö y le...” dediler. Babaannem bu sözden rahatsız oldu. Zaten ölümüm duyulduğundan beri kendince bir küslük başlatmıştı. Zaten evladını kaybetmiş ve dünden beri perişan olmuş annem e iğneleyici sözler söylüyor “Açık tan söyle...” diyordu. “Gencecik kızım öleceğine şu yaşlı Safiye karısı ölseydi d e.” diyordu. Annem çoğu zaman kendinden geçmiş halde, bu sözlere hiç cevap vermedi. Babaannem in küslüğü geçme di am a... Lokum dağıtan kızın ikramına bile kızdığını biliyordum ben. “Misafirlerle birlikte her defasında bana neden ikram ediyor sun kızım? A a ...” dedi. Bu sözlerin altında neler neler vardı bile mezsiniz. Her defasında lokumdan ona da ikram ederek şekerini çıkarıp onu öldürmeye mi çalışıyorlardı? Babaannem de şeker yoktu oysa. Gencecik çocuk öleceğine şu pörsüm üş ihtiyar geberseydi ya demeye getiriyordu sanki herkes ona bakarken. En m asum undan Allah’ın işi işte derlerdi. Şuradaki yaşlıyı almıyor da genci alıyor yanına... Yalnız genç birinin cenazesinde yaşlıların üzerine sinmiş mahcubiyet duygusunu derinden yaşadığı belliydi. Gerçi babaan nem nedense ölümüm ü öğrenir öğrenmez, iki rekât şükür namazı kılmıştı. Anladığıma göre uzun zamandır evden bir cenaze çıka cağını hissediyordu ve kendinin ölümü zannediyordu ki ecel gelip onu değil, beni alınca yıllardır farz namazlarını bile kılmamış bu yaşlı kadın birden şükranla secdeye kapanmıştı. Bu benim için öyle bir şaşkınlıktı ki ölüm şaşkınlığını atlatmıştım görünce. Ölüm şaşkınlığı, öldüğünü anlar anlam az üzerine sinen şaşkınlık... Ailemden, annem den, çevremden, en yakın arkadaşım dan bile sakladığım “kusurum dan” kurtulmak için bazı işlemler yaparken bir an gözüm karardı. Bir uçurum kenarında yürümeye benziyor. Dengeyi kaybedersen, ölürsün. Tek amacım o çocuktan kurtulmaktı. İnternette araştırdığım bazı yöntemleri -aslında tamamını- denedim. Sonuncusunda zannediyorum başardım am a kendim de öldüm. “Ben” olduğunu anladığım benden ayrı şey, benim üzerimde ban.ı bakarken (bir rüya psikolojisine benziyor) banyoda, bacaklarım
514
SULTAN TARLACI
dan sızan kandan sonra en dikkat çekici şey yorgun yüz ifademdi. Ne kadar yorulmuşum diye düşündüm . Çok yorulmuşum. Sonra kan, aktıkça aktı... Bu kadar çok kan akarsa yakında ölürüm diye düşünürken birkaç kez banyonun kapısı zorlanıp “Gülin” diye bir seslenme geldi. Annem “G ülün...” diyordu. “Çıksana artık!” Bir süre benden ses alamayınca kapının önce anahtarlarını zorladılar, sonra kırıp içeri girdiler. Ölmek o denli rahat ki o rezil halimde hiç ut anm adım bile. Sadece tepem de dikilip sonra bilincini kaybedercesine ağladıklarını, hem en hastaneye götürdüklerini sonra da ölüm haberimi aldıklarını gördüğümde “Ölmüş m üyüm?” dedim kendi kendime. Bir “yersizlik” bindi üzerime. “E ee... Şimdi nerede yaşay acağım?” dedim. Sonra anladım ki zaten yer, yersiz bir şeymiş. Tıpkı zaman gibi... Her şey binmiş omuzlarıma o genç yaşımda. Ağırmış dünya... Okul elbette çalkalandı. Sevgilimi gözaltına aldılar. Benim olayım la birlikte kısa zaman önce yine bizim okulda öğrenciyken sevgili si tarafından öldürülmüş arkadaşın adı bir kez daha anıldı. Katilin bulunması için basın baskısı arttı. Gençlere ne olduğuna dair her zamanki gereksiz ve çözümsüz tartışmalar uzun uzun konuşuldu açık oturum larda... Kimse kendini sorgulamıyordu. “Karşıdakine” ne ol muştu? Babaannem e ve evdeki diğerlerine hizmet etmek için yıllarca mut faktan çıkmamış annem den, sabahtan akşam a kadar yüzünü gör mediğim babam dan ve kendinden başkasını düşünm eyen babaan nem den bulamadığım bir ilgi ve sevgiydi bence “gençlere” olan ve başa gelen geldikten sonra aynı anneden, babadan ve babaanned en duyulan korkuydu. Ayıbı gizleme telaşıydı. Olan olmuştu. Umu rum da değildi. Haberlerde komiser konuşuyordu diğer arkadaşın sevgilisiyle ilgili. “Çem ber daraldı. Yakında katili yakalayacağız.”
515
9
“K ader şim di g ü cü n ü gösterebilirsin! Yazılan b o zu lm a z, kim se efendisi değil kendisinin Shakespeare Dr. Saltı paylaştı, 11 gün önce
179. G ün
Kızımız’ın işi zordu y a h u ... Ö nünde yığınla dosya vardı. Bu dosyalar pek çok psişik kişiden katilin yerine dair yazılmış algıları içeriyordu. Tek tek okuyor, ortak şeyler yazmış olanları bir tarafa not ediyor, bu ortak algılarda telepati olup olmadığını düşünüyor, şimdiye kadar gidip baskın yapılmış yerlere benzeyen algıları eliyor, hiç olmayacak ları başka yerde topluyor, insan isimlerini bir liste halinde sıralıyor, şehir isimlerini başka bir liste halinde sıralıyor, küçük yer-mahalle ismi olabilecekleri başka bir liste halinde sıralıyordu. Bunların her birini internetten taratıyor. Hangisi üzerinde durulacağına en çok yazılmış isimsiz m ekân özel liklerine bakarak karar veriyordu. Farz edelim çok fazla “köprü”den bahsedilmişse en çok yazılmış şehir içinde herhangi bir mahalleye değil de içinde köprü barındıran mahallenin ismine bakıyordu. O mahalle ismi, verilen mahalle ve insan isimleri içinde var mıydı? Çünkü bazen insan isimleri ile mahalle isimleri aynı oluyordu. El bette o isim, o an katilin yanında olan birinin ismi, onun saklan m asına yardım eden birinin ismi de olabilirdi. Günlerce buna kafi» yoruyor, sonra herhangi bir yer üzerinde yoğunlaşırsa -çoğu zaman tek başına- sinsice oraya gidip bakıyordu.
sı II |AN
1
*
,iıbiriy>e
Dosya, istihbaratta öyle bir rekabet haline g e l m i ş t i ki k|lllM tek kelime paylaşmıyor, herkes kendi başına çözüp, dİ!!1’1 s<" '( 1< syasını kapm aya çalışıyordu. Belki bilgi paylaşımı yapsak"' tan bulunmuştu. Sadece istihbaratta değil, p o lis - is t ih b a ıa t al0S1 d a kıyasıya bir yarış vardı. O yarışın sebebi Kızımız’m dencdiğiy0^ temin hiçbir işe yaramadığını düşünen komiser V e fa ’n ın sının inadıydı. Kızımız’la gerçekten elde ettiği hiçbir bilgiyi paylaşma0’ yine de çoğu zam an aynı yerde karşılaşıyorlardı. Bu e s n a d a kork lar sinirlere karışıyor, birbirlerinin canını alacak kadar birbirleri" yaklaşıyorlardı. Belki geçen gece yaşadıklarının sebebi buydu, ki hem katilin etrafında olma ihtimalinden hem birbirlerinden k rktukları için büyüm üş göz bebekleri birbirleri için çekici ge Belki uzun zaman süren sinir boşalmasıydı. Belki canlarını bu şe de acıtmak istemişlerdi. Bir şeyler olmuştu işte. Katilin orada a madiğini anladıklarında ilk defa aynı fikirde olduklarını birbirlerin*^ gözlerinden anlayıp çok hızlı ve şiddetli saldırmışlardı. •• KızınrılZ yaz günü fular takmasının sebebi buydu. D aha pek çok ezikle yönden boşalmışlar, sonra bir garip ruh durumuyla sevgili o u^ mı, olmadılar mı ben de anlayamadım, katile dair birbirlerinden gi saklam aya devam etmişlerdi. ... Yalfli2 Bana kalırsa komiser değil, istihbarat bulacaktı bu katili-•• “kaVlP Kızımız değil, Avcı!.. Avcı bu dosyayı kimseye bırakmaz,
kutsal sandık” dosyasını da kapardı.
SIV
s
“H er insan iki insandır: Biri karanlıkta uyanık, diğeri ise aydınlıkta u ykudadır.” H alil Cibran Dr. Saltı paylaştı, 7 gü n önce
181. Gttn
O gün o üniversitede son dersi olduğunu derse girmeden beş dakika önce öğrenmişti. Bilgisayarını kürsüye koyup projeksiyonu çalıştırdı. HİPNOZ yazısı sınıfın duvarlarına dev gibi yansımıştı. Sınıfa döndü. “Bu konuda şunu unutmamanız gerek...” dedi. “Hiç kimse, hiçbir şekilde başka bir kişi istemedikten sonra ona bir şeyi yaptıramaz. Hipnoz d a buna dâhil.” Sonra bir video çalıştırdı. Bu, bir telefon kaydı ve belli belirsiz, ara sıra kayan görüntüleri oluşturuyordu. Bir yemek m asasında insanlar oturuyor, bazı gülüşmeler duyuluyordu. Çocuklarla birlikte dikkati mi toplamış bakıyordum. Federico Bey ve Nilgün Hanım d a vardı m asada. Federico Bey bir şeyler anlatıyor, Nilgün Hanım da sıklıkla onu övüyordu. Beş dakika kadar süren video kesitinde belki üç kez Federico Bey’e aynı şeyi söylemişti Nilgün Hanım. “Siz, çok başarılı bir bilim adamısınız Federico...” Videonun ilk izlenmesinden sonra Saltı sınıfa dönüp “Bunu neden izlediğimize dair bir fikri olan var mı?” diye sordu. Çocuklardan bir
SUI İAN T A IU A C I
kaç tanesi el kaldırıp ilk ilginç gelen şeyi, Nilgün H anım 1ın aynı şekil de sıklıkla Federico Bey’i övmesini söyledi. Sonra video bir kez daha izlendi. Başka öğrenciler de aynı şeyi söyledi. Sonra içlerinden biri “Nilgün Hanım hipnoz mu edilmiş?” diye sordu. Sınıfta bir sessizlik oldu. Saltı yorum yapmadı. Çocuklardan biri “Bu sözü hangi tetikleyiciden sonra tekrarlıyor?” diye sordu. Saltı videoyu yeniden baş lattı. Federico konuşurken ara ara çatalın kenarıyla m asaya tıklatıyor ve Nilgün Hanım otomatik olarak onun çok değerli bir bilim adamı olduğunu söylüyordu. O nun bu iradesiz saf hali sınıfta bir kahkaha oluşturdu. “Hocam yeniden izleyelim.” diyorlardı. Yeniden izleyip yeniden gülüyorlardı. “Pek çok öğrenci bu derste bana ‘Hocam biz de hipnoz edebilir mi yiz?’ diye sorarlar.” dedi. “Ben de sıklıkla önce hipnoz edilmemeyi öğrenin.” derim. Çünkü bu şekilde, videoda gördüğümüz haliyle, Federico Bey tarafından profesyonelce hipnoz edilmiş olmanın yanında, günlük hayatta far kında olm adan da hipnoz olabilirsiniz. Basın sizi hipnoz edebilir. Çevreniz edebilir, korkularınız edebilir, istekleriniz edebilir... Sıklıkla hipnoza girer ve sıklıkla çıkarız. Kimsenin parmağını şaklatmasına gerek yoktur. Daha büyük ve tehlikeli hipnoz durumlarına gelince, en başta dediğim şeyi sakın unutmayın. Kimse, siz müsait değilse* niz, istemediğiniz bir konuda sizi hipnoz edemez. Kimse sizi hipnozla katil edemez. Kimse hırsız edemez. Kimse sapık edemez. Kimse hain edemez. Kimse yalaka edem ez.” Sınıfta bir kahkaha koptu. Çocuk lardan biri sıraya kalemini iki kez vuruyor, yanındaki arkadaşı kadın gibi sesini incelterek “Siz çok başarılı bir bilim adamısınız Federico Bey.” diyordu. Dikkatli olmanız gereken ikinci husus, sizi istedikleri şekle s o k m a v a çalışıp başarılı olamayınca yeniden kıvama getirmek için ü z e rin izd e kurdukları baskıdır. Hayatınız boyunca size kalıplar d a ğ ıta c a k la r . İçi ne düşüncelerinizi koymalarını istedikleri... Kimi siyasi o l a r a k kimi
r>7 g ü n • BÖLÜM3
dinî kimi duygusal kimi bilimsel... Evet. Bilimde de aynı şekilde. Kalıplaşmış, donm uş kalmış, bir yerinden çürümüş, ilerleyemeyen bilim kurallarını dayatacaklar size. “Bu böyle!” diyecekler. Eğer ak sini düşünüyorsanız, düşünmeyi geçin, aksi olabileceği ihtimaline şans veriyorsanız “O öyle değil!” deyin. Sonunda haksız çıksanız bile, duyduğunuzla değil, sorguladığınızla kabullenmiş olursunuz. Sorguladığınız her şey sîzindir. Geri kalanlar başkalarına aittir. Üze rinizde ne kadar çok “başkalarına aitlikler” biriktirirseniz, kendiniz olmaktan o kadar çok çıkarsınız. Sonra kendisi olanlara, olabilenlere üzülür, onları kıskanır, bu kez hipnoz edilmekten kaçan değil, hipnoz etmeye çalışan olursunuz. Kötülükler bu şekilde çoğalır.” Konuşması fazla uzun sürmemişti. Vermesi gereken mesajı verdi. Muhtemelen üzüleceklerini ve çok fazla soru soracaklarını düşüne rek çocuklara veda d a etmedi. Sınıftan çıkıp eşyalarını toplamak için odasına gitti. Video sosyal m edyada bir anda yayılmıştı. Nilgün H anım ’ın gözleri Saltı’ya kin kusuyordu. Federico Bey’e belki minik bir sitem duy muştu. Saltı haklıydı. Kimse, istenmediği şeye zorlanamazdı. Hip nozla bile...
“B ü tü n bu düşünceleri ya za rken ellerim titredi. A m a kafam da biriken bütün düşünceleri boşaltm ak ve y a z m a k istiyorum . Sadece y a zm a k . R a h a tla m a k.” M arilyn Monroe Dr. Saltt paylaştı, 5 gün önce
191. Gün
İlginçti. Tugay ve Tattü, Federico’nun bazı tanıdıkları d a araya katmasıyla TV’de sabahları bir program a başlamıştı. Tugay’ın ünlü bir m odacı gibi kendi fikirlerini paylaştığı, hanımları m odaya dair eğittiği; çalgılı çengili, konuliu, yemekten sağlığa her türlü konunun konuşulduğu bu programın en garip tarafı, Tattu’nun günlük burç yorumları ya pıp astrolog kesilmesiydi. Bununla kalmıyor, meditasyon teknikleri konusunda izleyicileri “aydınlatıyor” soruları cevaplıyor, çakraların açılması, telepati, durugörü, uzaktan görü konularına da el atıyor, garip bir şekilde pek çok bilim adamıyla karşılıklı başka programlara çağırılıyordu.
“Rabbim , benim ilm im i arttır." Taha, 114 Dr. Saltı paylaştı, 3 g ü n önce
193. Gün
www.Evrenindili.com Forum Gönderisi: Doktor Saltı paylaştı: Hintli altı adam vardı Öğrenmeye çok hevesliydiler Fili görmeye gittiler Hepsi kör olmasına rağm en Gözleme ile her biri Kendi düşüncesini teyit etmek istedi. Birincisi file yaklaştı Ve olan oldu Onun güçlü ve dar gövdesine karşı Bağırmaya başladı: “Allah aşkına! Fakat fil D aha çok duvar gibi.”
İkincisi uzun dişini hissetti Çığlıkla “vovw ! Burada ne var? “Çok yuvarlak, düzgün ve sivri Çok açık ve net Bu harika bir özellik D aha çok bir mızrak gibi” Üçüncüsü hayvana yaklaştı Ve mutlulukla tuttu Elleri içinde hortum unu Böylece cesaretlendi ve konuştu: “Anladım” dedi aynen “Fil daha çok bir yılan gibi” Dördüncüsü sabırsız elleriyle dokundu Dizlerini hisfcetti “Ne harika canavar çok düz” tekrarladı: “Bu fil, çok belli D aha çok bir ağaç gibi” Beşincisi şansla dokundu kulağına Dedi: “En kör adam bile Bunun ne olduğunu söyleyebilir, Filin bu doğaüstü özelliği D aha çok bir yelpaze gibi!”
197 GÜN ' BÖLÜM3
Altıncısı daha çabuk değildi Canavarı el yordam ı ile yokladı Sonra, sallanan kuyruğu yakaladı O nun hissiyle “Anladım” dedi “Fil, daha çok, bir halat gibi” Ve Hindistanlı bu adam lar Uzun ve sesli tartıştılar Kendi fikrinde her biri Son derece kesin ve kararlı Her düşünce kısmen doğruydu Ve tümü yanlıştı! The Blind Men and the Elephant John Godfrey Saxe (1816-1889) Dr. Saltı tarafından çevrildi.
“N eye inanıyorum , gerçek ne? K endim e inanıyorum . H atta en hassas ve elle tu tu la m a z hislerim e bile. Ben iyi yö n e g id iyorum am a hayat her nasılsa daha çok aşağı doğru gidiyor. F akat bir rüzgârda örüm cek ağı kadar güçlü Soğukta p ırıl pırıl, ayazda var oluyorum F akat boncuk ışınlarında bir tabloda gördüğüm renkler var. A h hayat seni aldattılar .” M arilyn M onroe Dr. Saltı paylaştı, 2 g ün önce
197. Gün Uzun zam andır söylenen “Çem ber daraldı.” sözünde noktayı “Kı zımız” koymuştu. Katili sıkıştıracak noktaları belirleyen oydu. Bel ki psişiklerin hep eleştirildiği “katilin nerede olacağına dair bir yer değil, çok fazla yer veriyorlar” konusunda bir ayrıntı gizliydi. Katil verilen yerlerin hiçbirinde değildi doğru. Doğruydu am a hiçbirinde değilken belki hepsinin işaret ettiği tek bir yerdeydi. Tespit ettikten sonra gitmeye kalkmadan önce yanına diğerlerini de almayı diişiin dü. “Hep birlikte gidelim am a biliyorsunuz ki burayı ben buldum r demeyi ihmal etmemişti. Onca ay katili ustalıkla saklayanların da yolda yaklaşmaya başlayan polislerden haberi olmuş olmalı ki nı tık gidecek yerleri kalmadığını anlayınca ‘kendisinin teslim olmak isle diği’ bilgisini ulaştırmışlardı. Baskından sonra teslim olmakla, ken diliğinden teslim olmak arasında m ahkem e başkanı gözünde ciddi bir fark vardır. Katil, iki polisin kolları arasında m erdivenden inerken Kızımı/, ıı/ak bir köşeden meraklı kalabalığı izliyordu. Üzerinde çiçekli bn eli »i m * vardı. Bir yaz gecesi gezmesinden dönüyor gibiydi. Polis aıa< inin uzaklaşmasının ardından yanındaki banka oturup önünden
197 GÜN ’ BÖLÜM3
mekte olan mısırcıdan bir mısır istedi. “Biliyor m usun?” dedi satıcı ya. “Araştırmalar göstermiştir ki mısır, insanda ciddi bir sinirlilik hali oluşturuyor. Türkiye’nin suça yatkın en sinirli insanların yaşadığı bölgesi neresidir? Karadeniz. En çok ne tüketilir? Mısır.” “Bilmem ki a b la ...” dedi satıcı. “Mardinliyiz biz.”
N
A leph Sem bolü
526