STEFAN ZWEÝG KENDÝ HAYATININ ÞÝÝRÝNÝ YAZANLAR CASANOVA STENDHAL TOLSTOY Çeviren: Dr. AYDA YÖRÜKAN TÜRKÝYE ÝÞ BANKASI Kültür Yayýnlarý ::::::::::::::::: ÝÇÝNDEKÝLER Stefan Zweig, Hayatý ve Eserleri (Dr. Ayda Yörükan) Önsöz BÖLÜM Ý Casanova Casanova Gençlik Portresi Macera Peþinde Koþanlar Kültür ve Yetenek Sathiliðin Felsefesi Homo Eroticus Karanlýk Yýllar Yaþlýlýk Kendini Anlatma Dehasý BÖLÜM ÝÝ Stendhal Yalan Söyleme Zevki ve Gerçek Sevgisi Portresi Hayatýnýn Filmi Bir -Benlik- ve Evren Sanatçý
De Voluptate Psychologica Otobiyografisi Stendhal'ýn Günümüz Ýçin Anlam ve Önemi BÖLÜM ÝÝÝ Tolstoy Baþlangýç Portresi Hayat Dolu Oluþu ve Ölüm Korkusu Sanatçý Kendi Kendini Anlatmasý Bunalým ve Deðiþim Sözde Hýristiyan Doktrini ve Yanlýþ Olan Yanlarý Fikirlerini Gerçekleþtirmek Ýçin Yaptýðý Savaþ Hayatýnýn Bir Günü Karar ve Deðiþme Tanrýya Doðru Kaçýþ Son Söz ::::::::::::::::: STEFAN ZWEIG Hayatý ve Eserleri Avusturyalý yazar Stefan Zweig, Moravya'dan göç ederek Viyana'ya yerleþmiþ bir Yahudi ailenin çocuðudur. Viyana'da doðmuþtur. Kýrlýk bir yerden gelip Viyana'ya yerleþen bu aile, bu þehrin zengin kültürüne kýsa bir süre içerisinde uymayý baþarmýþtýr. Varlýklý bir Yahudi ailesi olmak, öteki burjuva Yahudi aileleri için olduðu gibi, bu aile için de yeterli olmamýþtýr. Aile, sanayiciliðin yanýnda, toplum içerisinde saygýnlýk saðlayacak bir iþle, bilim, kültür ve sanatla uðraþmanýn da gerekli olduðuna inandýðý için, büyük oðlan babasýnýn yanýnda çalýþýrken, küçük oðlan Zweig, kültür ve edebiyat alanýnda yorucu bir eðitim görmeðe baþlamýþtýr. Ýngilizce, Fransýzca, Ýtalyanca, Latince ve Yunanca öðrenmiþtir. Daha sonra -büyük adam-, -Herr Doktor- olmak üzere üniversiteye gönderilmiþtir. Viyana ve Berlin Üniversitelerinde felsefe öðrenimi görmüþtür. Daha da önemlisi, gezdiði, gördüðü, yaþadýðý yerlerin, özellikle Viyana'nýn bilim, kültür ve sanat ortamýndan alabildiðine yararlanmayý bilmiþtir.
O zamanýn Viyana'sý, kýraathaneleriyle, kütüphaneleriyle, müzeleriyle, tiyatro ve opera binalarýyla, müziðiyle, üniversitesiyle Avrupa'nýn çok önemli bir kültür merkezidir; Avrupa kültürünün bütün akýmlarýnýn birleþtiði ve kesiþtiði bir yerdir. O zamanýn Viyana'sý, tarihi ve modern binalarýyla, yeþil ve bakýmlý çevresiyle gurur duyulan, insana huzur veren, sanat duygusu uyandýran bir þehirdir. Parklarýnda konserler verilen, opera ve konser salonlarýnda kaliteli müzikler icra edilen bir yerdir. Bu þehir, Gluck'un, Haydn'ýn, Mozart'ýn, Beethoven'ýn, Schubert'in, Brahms'ýn, Johann Strauss ve ailesinin bütün dünyaya seslendiði þehirdir. Alban Berg'in, Schönberg'in yetiþtiði ve yaþadýðý, Gustav Mahler'in, müzisyen ve orkestra þefi olarak, müzik yaptýðý yerdir. Burasý, operet dünyasýnýn beþiðidir. Zweig, bu tarihi ve tabii güzellikler içerisinde bu sesleri duyarak büyümüþtür. Dünün Dünyasý (Die Welt von Gestern, 1942) adlý eserinden öðrendiðimize göre, ünlü besteci Johannes Brahms'ýn çocukken Zweig'ýn omzuna dostça elini koyduðu, Gustav Mahler'in sokakta yürürken sýk sýk görüldüðü, Zweig'ýn Alban Berg ve Schönberg'le arkadaþlýk ettiði yerdir. Zweig'ýn geniþ müzik bilgisinin ve zevkinin kaynaðýný bu kültürel çevrede aramak gerekir. Nitekim, kýsa zamanda üne kavuþacak olan bu felsefe doktoruna, bu kültürlü ve þair ruhlu adama, zamanýn ünlü kompozitörü Richard Strauss, Susan Kadýn (Die Schweigsame Frau, 1935) adlý operasýnýn libretto'sunu yazdýracaktýr. O zamanýn Avusturya'sý ve Viyana'sý, müziðin, plastik sanatlarýn yanýnda, ünlü fizikçi filozoflarýn, Ernst Mach'ýn, kendilerine mantýkçý pozitivist diyen -Viyana Çevresi- filozoflarýnýn, Richard von Mises'in, Wittgenstein'ýn ve Karl Popper'ýn; sosyal bilimler alanýnda Karl Menger, Friedrich von Wieser, Ludwig von Mises, Schumpeter ve Schlesinger gibi iktisatçýlarýn; Ludwig Gumplowicz, Othmar Spann, Hans Kelsen, Alfred Schutz ve Felix Kaufmann gibi, sistemlerini felsefi bir temele dayandýran çok yönlü hukukçu ve sosyologlarýn; kültür antropolojisinde Richard Thurnwald'ýn ve -kültür çevresi- (Kulturkreis) incelemeleriyle tanýnan Wilhelm Schmidt'in ve Wilhelm Koppers'ýn yaþadýðý ve faaliyet gösterdiði yerdir. Fikirleriyle bütün dünyayý etkilemiþ olan böyle bir çevrenin, hiç þüphesiz, Zweig'ýn geliþmesinde de büyük bir payý olacaktýr. Viyana, ayný zamanda, psikoloji ve psikiyatri alanýnda da büyük -usta-larýn; psikanalizde Freud ve arkadaþlarýnýn; ferdi psikolojide Adler'in; sosyometri, psikodrama ve grup psikoterapisi alanýnda Jacop Moreno'nun; diðer psikoloji dallarýnda ise Bühler'lerin, Brunswick'lerin ve Paul Lazersfeld'in yaþadýðý, yetiþtiði veya dünyaya fikirlerini yaydýðý yerdir. Zweig, bu çevreye, özellikle Freud'la olan arkadaþlýðýna, -insan ruhunun derinliklerine inmede üstün baþarý gösteren- bu adama þüphesiz çok þey borçlu olacaktýr. Batý dillerine Ruh Hekimleri adýyla çevrilen büyük bir kitap yazacak (Die Heilung durch den Geist, 1931) ve Freud'çu psikolojinin bulgularýný, herkesten önce, özellikle hikaye türünde yazmýþ olduðu eserlerinde ve biyografik tahlillerinde kullanacaktýr. Bunlarýn yanýnda, kütüphanelerinde, hatta kýraathanelerinde, kahvehanelerinde Almanca gazetelerin dýþýnda Fransýzca, Ýngilizce, Ýtalyanca gazetelerin, belli baþlý sanat ve edebiyat dergilerinin bulunduðu; hemen her yerde yeni felsefi ve edebi akýmlarýn tartýþýldýðý ve -Genç Viyana- grubunu oluþturan Arthur Schnitzler, Herman Bahr, Richard Beer-Hofmann, Peter Altenberg
ve Hoffmannstahl gibi yazarlarýn çeþitli edebi türleri iþleyip Avrupa kültürüne kattýðý yerdir Viyana. Zweig, bu çevrede küçük yaþtan beri bu akýmlarý ve tartýþmalarý izlemiþ, bu tartýþmalara katýlmýþtýr. Okul sýralarýnda, Latince gramer kitabýnýn iç kapaðýna Rilke'nin þiirlerini yazmýþtýr; sýralarýn içerisinde, gizli gizli, Nietzsche'yi ve August Strinberg'i okumuþtur. Daha on yedi yaþýndayken Baudelaire'in ve Walt Whitmann'ýn bütün þiirlerini okumuþ ve bu þiirlerin pek çoðunu ezberlemiþtir. Tiyatrolarý dolaþmýþ, hatta oynayacak eserlerin provalarýný izlemiþtir. Viyana dýþýndaki edebi çevrelerle ve sanatçýlarla olan iliþkilerini de, kurduðu dostluklarla, yaptýðý yolculuklarla, bütün hayatý boyunca sürdürmüþ, pekiþtirmiþ ve zenginleþtirmiþtir. Rilke, Paul Valery, Romain Rolland, Thomas Mann ve Gorki ile, ünlü heykeltraþ Rodin ile, büyük Ýtalyan orkestra þefi Toscanini ve Bruno Walter ile yakýn dostluklar kurmuþtur. Paris'in sanat çevrelerini yakýndan tanýmak fýrsatýný bulmuþtur. Çok gezmiþ, çok þey görmüþtür. Bütün bu etkileri, bilim, felsefe, tarih, din, mitoloji, edebiyat ve sanat tarihi gibi alanlarda edinmiþ olduðu bilgilerle birleþtirmiþ ve eserlerinde, büyük bir kültür hazinesi halinde okuyucularýna sunmayý baþarmýþtýr. Zweig, verimli bir yazardýr ve denediði edebi türler de çok çeþitlidir. Lirik þiirler yazmýþ ve bunlarý Gümüþ Teller (Silberne Saiten, 1901) ve Ýlk Çelenkler (Die frühten Kranze, 1909) adlarýyla yayýmlamýþtýr. Daha sonra, Die Gesammelten Gedichte (1924) adýyla bütün þiirlerini bir araya toplamýþtýr. Yazdýðý þiirlerle, ülkesinde Bauernfeld büyük þiir ödülünü kazanmýþtýr. Þiir çevirileri yapmýþ; özellikle Charles Baudelaire'den, Paul Verlaine'den, Belçikalý þair Emil Verhaeren'den ve John Keats'den þiirler çevirmiþtir. Ýlk þöhretini de bu çalýþmalarýna borçludur. Trajedi ve dram türünde sahne eserleri yazmýþtýr. Ýlk piyesi Tersites'tir (1907). Troya savaþlarýna katýlmýþ olan ve Homeros'un çirkin, çarpýk bacaklý, bir ayaðý aksak, sýrtý kambur, kafasý dazlak bir insan olarak tarif ettiði, Shakespeare'in Akha (Yunan) ordusunun soytarýsý olarak gördüðü bu adamý, Zweig, savaþýn ünlü kahramanlarýna tercih etmiþtir; Akhilleus'u deðil, ölüme yenik düþmüþ bir kiþi olarak Thersites'i benimsemiþ ve eserinde, yenilgiye uðrayanýn -ruh üstünlüðünü- iþlemeye çalýþarak, hayatý boyunca sürdüreceði barýþçý tutumunu, ilk büyük eseri olan bu piyesiyle dünyaya ilan etmiþtir. Deniz Kenarýndaki Ev (Das Haus am Meer, 1912); Jeremias (1917) ve Yoksulun Kuzusu (Das Lamm des Armen, 1939) adlý eserleri onun daha sonra yayýmladýðý oyunlardýr. Ayrýca, piyes olarak, Ben Jonson'dan uyarladýðý Volpone (1927) adlý bir eseri daha vardýr. Ýlk Macera (Erstes Erlebnis, 1911); Korku (Angst, 1922); Duygu Çatýþmalarý (Verwirrung der Gefühle, 1927); bütün dünyada ve Türkiye'deki çevirilerinde tercih edildiði þekliyle Acýmak (Ungeduld des Herzens, 1938) ve Schachnovelle (1941) adlý eserleri, onun hikaye, büyük hikaye ve roman tarzýnda yazdýðý en tanýnmýþ eserleridir. Yazdýðý mektuplar, ünlü fikir adamlarýyla ve sanatçýlarla yaptýðý yazýþmalar, ölümünden sonra derlenmiþ ve yayýmlanmýþtýr. Hayatýnýn son yýllarýný geçirdiði Brezilya'da 1941 yýlýnda Brasilien adýyla bir eser yazmýþtýr. Birinci Dünya Savaþý öncesi Avrupa sosyal ve kültürel hayatýný, özellikle Viyana'yý anlattýðý ve bu arada kendi hayat hikayesini dile getirdiði Dünün Dünyasý (Die
Welt von Gestern, 1942) adlý otobiyografik eseri, yazdýðý en son eserdir. Zweig, özellikle biyografi alanýnda önemli eserler ortaya koymuþ; bu çalýþmalarýyla pek çok ünlü kiþinin renkli dünyasýný gözlerimizin önüne sermiþtir. Sonradan Baumeister der Welt adý ile bir araya getirdiði Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski (Drei Meister, 1919); Kendi Ýçindeki Þeytanla Savaþanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche (Der Kampf mit dem Damon, 1925); Üç Þair-Kendi Hayatýnýn Þiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy (Drei Dichter ihres Lebens, 1928) adlý eserleriyle, her birini baðýmsýz birer kitap halinde yayýmladýðý daha uzun soluklu Romain Rolland (1921); Fouche (1929); Marie Antoinette (1932); Maria Stuart (1935); Erasmus (Triumph und Tragik des Erasmus von Rotterdam, 1935); Calvin'e karþý Castellio (Castellio gegen Calvin oder ein Gewissen gegen die Gewalt, 1936); Magellan (Magellan, Der Mann und seine Tat, 1938) adlý eserleri ve ölümünden sonra ayrý bir cilt halinde yayýmlanan Balzac (1946) adlý biyografik incelemesi, Zweig'ýn eþsiz kültürünü ve derin tahlil gücünü çok açýk bir þekilde gözler önüne seren eserleridir. Dünya Fikir Mimarlarý (Baumeister der Welt) çevirisiyle, okuyucular, Zweig'ýn bu ad altýnda topladýðý üç eserinde ele aldýðý dokuz þair, filozof, romancý, otobiyograf, psikolog ve ahlakçýnýn ruh ve fikir zenginliðini, bu insanlarýn fikir dünyamýza biçim verirken çektikleri sýkýntýlarý, yaþadýklarý ruhi bunalýmlarý kendileri de yakýndan izleme imkanýný bulacaklardýr. Bu bakýmdan, burada, bu kitaplarda ele alýnmýþ olan kiþileri tanýtmayý gereksiz buluyoruz. Zweig'ýn diðer biyografik eserlerinde inceleme konusu ettiði en önemli kiþileri ise, kýsa bir þekilde de olsa, tanýtmaya çalýþacaðýz. Zweig'ýn yakýn bir dostu olan Romain Rolland (1866-1944), romanlarý, tiyatro eserleri, edebi kritikleri ve biyografileriyle ün kazanmýþ bir Fransýz yazarýdýr. Beethoven'ýn, Michelangelo'nun, Tolstoy'un ve Mahatma Gandhi'nin hayat hikayelerini yazmýþtýr. Zweig da, Romain Rolland adlý eseriyle onun hayat hikayesini ölümsüzleþtirmeðe çalýþmýþtýr. Marie Antoinette'te ise, Fransýz ihtilalinin giyotine gönderdiði talihsiz bir kraliçenin hayatýný bütün ayrýntýlarý ile gözlerimizin önüne sermiþtir. Zweig, bu eserini yazmadan önce, o dönemde yazýlmýþ bütün gazete yazýlarýný ve mahkeme kayýtlarýný satýr satýr okumuþtur. Konusunun -hoþuna gittiðini- söylediði Fouche adlý eserinde, Milli Konvansiyonun bir üyesini, 1799 yýlýndan 1815 yýlýna kadar geçen bir dönem içerisinde zaman zaman zaptiye nazýrlýðý yapmýþ olan bir adamýn hayatýný incelemiþtir. Fouche, acýmasýz tutumuyla, kurduðu hafiyelik ve espiyonculuk sistemiyle ve kendisine menfaat saðlamak üzere çevirdiði politik dümenlerle ün yapmýþ bir kiþidir; Balzac'ýn -inanýlmaz derecede keskin-görüþlü- dediði bu adam, sonunda Fransa'dan sürgün edilmiþtir. Marie Antoinette, Fouche ve Maria Stuart, Zweig'ýn tarihi ve siyasi olaylarla ilgili derin bilgisini ve o dönemlerin ruhunu özümlemekte gösterdiði baþarýyý sergileyen eserleridir. 1466-1536 yýllarý arasýnda yaþamýþ Hollandalý hümanist düþünür, filolog ve teolog Erasmus ise, dogmatik skolastisizme cephe almýþ, kendisini eklesiastik reforma, Yunan ve Latin kültürünü tanýtmaya ve bu dilleri öðretmeye adamýþ, Avrupa eðitim sistemini derinden etkilemiþ bir kiþidir. Zweig, bu eserinde, çaðýnýn budalalýklarýný görmüþ, ama onlarý saðduyu ile önleyememiþ olan bu büyük hümanistin kiþiliðinde biraz da kendi portresini çizmeye çalýþmýþtýr.
Zweig'ýn deneme tarzýnda yazdýðý Yýldýzýn Parladýðý Anlar (Sternstunden der Menschheit, 1927) adýyla Türkçeye de çevrilmiþ diðer bir eseri ise, tarihe mal olmuþ kiþilerin, kaþiflerin, romancýlarýn ve þairlerin hayatlarýnýn çok kýsa birer bölümünü ele almaktadýr. Minyatür biyografilerden, minyatür tarih sayfalarýndan oluþan bu çok popüler eserinde, Zweig, bu insanlar için iyi veya kötü olaný, þansý ve þanssýzlýðý olaðanüstü þairane bir üslüpla anlatmaktadýr. Görüldüðü üzere, Zweig'ýn eserlerinin çok büyük bir bölümü, biyografi türünde yazýlmýþtýr. Gerçekten de, Zweig'ýn en verimli ve en baþarýlý olduðu alan, bu alandýr. Bu bakýmdan, onun bu konudaki ustalýðý ile ilgili kýsa bir açýklamada bulunmayý gerekli görüyoruz. Biyografi, edebi türler içerisinde en güç olanlarýndan biri, belki de en güç olanýdýr. Bu güçlük, her þeyden önce, baþkasýný tanýmanýn zorluðundan kaynaklanýr. Gündelik hayatta, sýk sýk görüþtüðümüz, hatta her gün birlikte olduðumuz ve bir arada uzun yýllar geçirdiðimiz insanlarý tanýmada bile çoðu zaman güçlük çekeriz. Yirmi yýl, otuz yýl ayný çatý altýnda yaþayan, hatta ayný yataðý paylaþan insanlarýn bile birbirine yabancý olarak yaþamalarý ve birbirini tanýyamadan bu dünyadan göçüp gitmeleri de çok mümkündür. Durum böyle olunca, baþka bir çaðda, baþka bir ülkede yaþamýþ, kültürü, uygarlýðý, örf ve adetleri, yaþama kalýplarý, vb. gibi ayýrt edici nitelikleri bizimkinden büsbütün ya da oldukça farklý olan bir insanýn hayat hikayesini yazmaða kalkmak, adamakýllý güç ve cüretli bir iþtir. Biyografi yazmadaki ikinci güçlük, kendi içimizden kaynaklanýr. Bir insanýn hayat hikayesini olanca gerçeði ile ortaya koymak, o insaný iyi ve kötü yanlarý, kusurlarý, zaaflarý, günlük sýkýntýlarý ve problemleriyle olduðu gibi anlatmak ne derece doðrudur? Bir baþkasýnýn hayatýný ve ruhunu bu þekilde deþmeðe ve eþelemeðe hakkýmýz var mý? Bulduðumuz ve gerçek olarak nitelediðimiz þeyleri baþkalarýna ilan etmeye hakkýmýz var mý? gibi birtakým ahlaki sorular sormak zorunda kalýrýz kendimize. Stefan Zweig'ýn, bu iki temel güçlüðü de büyük ölçüde yenebilecek özellikleri kendi kiþiliðinde bir araya getirmiþ olduðunu görüyoruz. Ýlk olarak, Zweig, biyografisini yazacaðý kiþilerin hayatý üzerinde çok geniþ kapsamlý ve çok derin bir inceleme yapmaktadýr. O kiþi ile ilgili her çeþit belgeyi toplamakta, kitaplarýný, makalelerini, mektuplarýný, hatýralarýný, hakkýnda yazýlmýþ her çeþit yazýyý, hatta fotoðraflarýný ve el-yazýlarýný büyük bir sabýr ve dikkatle incelemektedir; o insanýn hayatýný ve kiþiliðini etkileyen bütün bio-psiþik etkenleri teker teker ele almakta ve tahlil etmektedir. Ayrýca, o kiþinin içerisinde yaþadýðý çaðý, toplumu ve kültür çevresini de, ayný titizlikle incelemektedir; Dostoyevski ve Tolstoy'u anlatýrken, o dönemin Rus toplumunu ve Rus insanýný da inceden inceye tahlil etmektedir. Napoleon'un Fransa'sýnýn, Balzac'ý nasýl þekillendirdiðini ve yönlendirdiðini, Stendhal'ý nasýl etkilediðini çok açýk bir þekilde göstermektedir. Dickens'i Victoria çaðýnýn Ýngiltere'siyle birlikte, Ýngiliz burjuva toplumu içerisinde ele almaktadýr. Casanova ile birlikte XVÝÝÝ'inci yüzyýl Avrupa'sýnýn belirli kesimlerinin yaþama alýþkanlýklarýný, örf ve adetlerini ve kültürünü de gözler önüne sermektedir. Diðer biyografileri için de ayný þeyi söylemek mümkündür: Hepsi, kültürel bir çevre
içerisinde ve kültürel çevre ile birlikte tahlil edilmektedir. Bu sayede, biyografik eserleri, bütünüyle ele alýndýðýnda, farklý birtakým kültürlerin birbiriyle karþýlaþtýrýldýðý bir -kültür çevresi- incelemesi görünümünü vermektedir. Bu da Zweig'ýn biyografik tahlillerine daha fazla bir zenginlik ve derinlik kazandýrmaktadýr. Ýkincisi, yukarýda belirtilmiþ olduðu üzere, çok geniþ kültürü ve bilgisi --Yunan ve Roma mitolojisindeki ve Kutsal Kitaptaki hikayeleri, sembolik anlamlarýný ta derinden kavrayacak kadar, çok iyi bilmesi; özellikle felsefe, psikoloji ve psikanaliz alanýndaki derin bilgisi-- Zweig'ý insan tabiatýný tanýmaya son derece yatkýn bir hale getirmiþtir. Resim, heykel sanatý, mimari ve musiki gibi sanat dallarýný çok iyi bilmiþ olmasý da, Zweig'ýn zaten kuvvetli olan sezgi gücünü daha da arttýrmýþtýr: Çünkü sanat bize gerçekleri sezgi yoluyla açar. Bir sanat eserindeki güzelliði ve gerçeði, aklýmýzla deðil sezgimizle kavrarýz. Zweig'ýn biyografik tahlillerinde sezgi gücünün oynadýðý rolü küçümsememek gerekir. Ayrýca, bu geniþ bilgi ve kültür hazinesini bütünleþtirecek ve her þeyi yerli yerine yerleþtirerek senteze ulaþabilecek sistemli bir kafa yapýsý da vardýr Zweig'da. Birbiriyle iliþkili olaylarý bir sistem içerisinde bütünleþtirebilmektedir; birbiriyle hiç iliþkisi yokmuþ --ya da pek az iliþkisi varmýþ-- gibi görünen þeyler arasýnda iliþki kurabilmektedir. Kutsal Kitaptan, mitolojiden, tarihten, sanatýn çeþitli dallarýndan verdiði örnekler, tahlil ettiði konularý can alacak noktalarýndan yakaladýðýný açýkça seriyor gözlerimizin önüne: Casanova ile Pan'ý veya Jüpiter'i karþýlaþtýrmasý, Dostoyevski'yi Ýkaros'a, Stendhal'ý Silenos'a benzetmesi, Nietzsche'nin müzik besteleme denemeleriyle Tolstoy'un metafizik alanýndaki fikir inþalarýný karþýlaþtýrmasý, Dostoyevski'nin romanlarý ile Rembrandt'ýn tablolarý arasýnda yakýnlýk kurmasý, Casanova ile Don Juan'ý ve Don Juan ile Nietzsche'yi ayrý ayrý açýlardan karþýlaþtýrmasý, vb. gibi birçok örnek, Zweig'ýn edinmiþ olduðu bilgi ve kültürü nasýl sindirmiþ olduðunu göstermekle kalmýyor; bu sayede, biyografik eserlerinin nasýl bir zenginlik kazandýðýný ve Batý kültürünün bütün kapýlarýný bize ardýna kadar açtýðýný da gösteriyor. Zweig'ýn biyografi alanýndaki ustalýðýnda rol oynayan önemli etkenlerden biri de, baþkasýný anlama konusunda kuvvetli bir empathy yeteneðine sahip oluþudur: Yani, kendisini baþkasýnýn yerine koyabilme, baþkasýnýn duygularýný kendi içinde duyabilme ve baþkasý ile aynileþebilme yeteneði. Bütün yazarlarda ve sanatçýlarda þu veya bu derecede var olmasý gereken bu yeteneðin Zweig'da çok kuvvetli, ayný zamanda çok yaygýn olduðunu görüyoruz. Bazý yazarlar --çok büyük ve usta yazarlar olmakla beraber-- ancak belirli tiplerle aynileþebilirler ve o tipleri çok iyi canlandýrabilirler. Mesela, Dostoyevski, ancak problemli, hatta anormalliðin sýnýrýnda olan erkek tiplerini canlandýrmada olaðanüstü bir baþarý göstermektedir. Buna karþýlýk, kadýn kahramanlarý oldukça zayýf kalýr. Balzac, yalnýzca tutku adamlarýný, haris insanlarý çok iyi bir þekilde anlatýr. Dickens ise burjuva sýnýfýnýn kendi halinde iddiasýz insanlarýný. Oysa bir Çehov, yaþlý ve huysuz bir soylu beyefendiyi, dünyayý umursamayan genç bir subayý, kendini umutsuzluða kaptýrmýþ yaþlý bir profesörü, bir arabacýyý, bir Rus köylüsünü, dul bir burjuva kadýnýný, bir fahiþeyi, genç bir mürebbiyeyi, içine kapanýk küçük bir oðlaný, hatta bir köpeði ayný emphaty duygusuyla kavramayý ve gözlerimizin önünde canlandýrmayý baþarabilmektedir. Zweig için de ayný þeyi söylemek mümkündür: Bunalýmlar içerisindeki Dostoyevski'yi
ve Tolstoy'u, bencil bir Stendhal'ý, usta bir hovarda, çapkýn ve dolandýrýcý olan Casanova'yý, haris bir Balzac'ý, rahatý seven Ýngiliz geleneðinin ve burjuva hayatýnýn sýcaklýðý içerisine rahatça yerleþmiþ Dickens'i, korkunç bir yalnýzlýk içerisinde yaþayan ve hayatýný þiddetli bir ruh çöküntüsü ile noktalayan Nietzsche'yi, kendisini ölüm tutkusundan kurtaramayan ve sonunda intihar eden Kleist'ý ve uzun yýllarýný týmarhanede ve yalnýz baþýna daracýk bir odada geçiren Hölderlin'i, sanki ruhlarýnýn içerisine girmiþçesine anlayabilmekte ve ayný ustalýkla anlatabilmektedir. Zweig'ýn bu derece deðiþik tiplerin anlatýmýnda bu derece baþarýlý olmasýný saðlayan ve empathy yeteneðine sýký sýkýya baðlý olan baþka bir özelliði daha vardýr: Baþkasýnýn acýsýný kendi içerisinde hissetme ve baþkasý ile birlikte acý çekme yeteneði; Fransýzcada ve Ýngilizcede compassion kelimesiyle karþýlanan bir acýma duygusu; bizi baþkalarýnýn acýlarý karþýsýnda duyarlý kýlan, onlarla birlikte acý çekmemize yol açan bir acýma duygusu. Zweig bu sayede, incelediði kiþilerin hepsinin çektiði acýlarý anlayabiliyor, onlarýn acýlarýna katýlýyor, dahasý bu acýlarý bize de duyurtabiliyor: Yoksulluk, hor görülme, kürek mahkumluðu, sürgün, sara hastalýðý gibi dertlerin acýsýný çeken Dostoyevski; açlýðýn, parasýzlýðýn, borçluluðun, yükselme tutkusunun, para hýrsýnýn pençesinde kývranan Balzac'ýn sýkýntýlarý; Dickens'in çocukken çekmiþ olduðu acýlar; Stendhal'ýn hayal kýrýklýklarý, umutsuzluðu ve ruh çöküntüsü; Casanova'nýn yaþlýlýk yýllarýnda çektiði yalnýzlýk, hor görülme ve aþaðýlanma; Tolstoy'un bunalýmlý dönemindeki ruhi sýkýntýlarý ve acýlarý; ruh çöküntülerinin ve çýlgýnlýklarýnýn tutsaðý olmuþ Nietzsche'nin ve Hölderlin'in, sefaletin pençesinde kývranan Kleist'ýn acýlarý... Zweig, bütün bu acý çeken kiþileri olaðanüstü bir þekilde anlayabiliyor ve anlatabiliyor. Dahasý, Zweig, yalnýzca baþkalarýnýn acýsýný paylaþmakla kalmýyor, acý çeken kiþilere özel bir ilgi de duyuyor. Dünün Dünyasý adlý eserinde açýkça belirtmiþ olduðu gibi, onu romanlarýnda, uzun hikayelerinde ve biyografilerinde her zaman -alýn yazýsýna yenilmiþ olanlar- ilgilendiriyor, bu gibi insanlarý çekici buluyor. Nitekim, daha önce de belirtmiþ olduðumuz gibi, Akhilleus'u deðil, onun eliyle hayatýný yitiren Thersites'i; güçlü ve muhteþem kraliçe Elisabeth'i deðil, talihsiz Maria Stuart'ý ve Marie Antoinette'i; baþarýlý bir reformcu olan Luther'i deðil, savaþmak için yaratýlmamýþ olmasý yüzünden savaþý kaybeden Erasmus'u; dini düþüncede reform yaparken her türlü düþünceyi yok etmiþ ya da kýsýtlamýþ olan acýmasýz Calvin'i deðil, insan hayatýnýn dokunulmazlýðýný savunurken yenik düþen ve Cenevre'den sürülen Castelllo'yu seçmiþ ve onlarýn hayat hikayelerini yazmýþtýr. Ve belki de hepsinden önemlisi, Zweig'ýn, hayat hikayelerini yazmýþ olduðu bütün bu kiþiler için duyduðu derin sevgidir: Hayat hikayelerini anlattýðý kiþileri kusurlarýna raðmen seviyor ve bize de sevdiriyor. Baþlangýçta -bunlarý ya da þunlarý söylemeseydi, daha iyi olurdu- gibi bir duyguya kapýlýyorsunuz ve yukarýda söz konusu ettiðimiz -bir insanýn ruhunu bu derece deþmeðe hakkýmýz var mý?- sorusu dikiliyor karþýnýza. Ama sonra, Zweig'ýn o akýcý ifadesine kapýlýp giderken, zaman zaman, yer yer, bu satýrlarýn sanki göz yaþlarý ile yazýlmýþ olduðunu hissediyorsunuz ve ister istemez sizin de gözleriniz yaþarýyor. Ve artýk o kusurlarý, o zaaflarý görmez oluyorsunuz; daha doðrusu, siz de, Zweig gibi, bu kusurlara ve zaaflara raðmen seviyorsunuz o kiþileri. Zweig'ýn sevgisi, yukarýdaki sorunun anlam ve önemini yitirmesine sebep oluyor.
Son olarak, Zweig'ýn çok zengin bir dil kullanmasý, tasvirlerinde --mecaz, teþpih, istiare, sembolik anlatým gibi-- her türlü benzetmeye yer vermesi, anlatým biçimindeki canlýlýk ve hareketlilik, bir yazar olmaktan çok nerdeyse bir ressam gibi hareket etmesi, anlattýðý tiplerin renkli bir portresini canlandýrýyor gözlerimizin önünde: Stendhal'ýn bastonuna dayanarak aðýr ve sarsak adýmlarla o çok sevdiði bulvardan geçiþini, -gecenin bu geç saatlerinde, kalabalýk sokaðýn parýldayan ýþýklarý içerisinde yavaþça kayýp giden hüzünlü ve siyah bir gölge gibi- ölümüne doðru adým adým ilerleyiþini; -kaderin Bohemya'nýn pis bir köþesine fýrlattýðý- Casanova'nýn, eski moda elbiseleri içerisinde, söylene söylene, homurdana homurdana, Dux þatosundan þehre doðru yürüyüþünü veya buz gibi þatonun içerisinde hizmetçilere ve can düþmaný Feltkirchner'e söverek öfkeli öfkeli dolaþmasýný; Tolstoy'un malikanesinde geçirdiði -bir günü-; sabaha karþý evden kaçýþýný ve sonra küçük bir istasyon binasýnýn fakir odacýðýnda can veriþini; Balzac'ýn sabahlara kadar kahve üstüne kahve içerek hummalý bir þekilde çalýþmasýný ve masanýn üzerine tebeþirle yuvarlaklar çizip içine sevdiði yemeklerin adýný yazýþýný; Dostoyevski'nin cenaze törenini; Dickens'in Pickwick'inin mavi fasiküllerini bir an önce almak isteyen Ýngiliz halkýnýn yollara dökülüþünü ve daha bu gibi yüzlerce sahneyi, sanki bir film seyredermiþ gibi canlandýrabiliyoruz gözlerimizin önünde. Ve artýk bütün bunlar gerçek mi, deðil mi diye sormuyoruz, hatta gerçek olup olmamasý da önemli gelmiyor: Çünkü çizilen kiþilik tipine öylesine uyuyor ki bu sahneler, bu deðilse bile bunun gibi bir sahne mutlaka geçmiþtir diye düþünüyoruz ve eserlerini çok renkli bir kaleidoscope seyredermiþ gibi zevkle okuyoruz. Zweig'ýn eserleri bütün dünyada büyük bir ün kazanmýþ ve hemen bütün eserleri kýsa bir süre içerisinde Ýngilizceye ve Fransýzcaya çevrilmiþtir; ve daha hayatta iken, kitaplarýnýn Ýspanyolca, Portekizce, Norveççe, Fince, Rusça, Letonyaca, Çince, Bulgarca ve Ermenice olarak yayýmlanmaða baþladýðýný görmüþtür. Zweig, bu mutluluðu tatmýþtýr. Adýnýn, Milletler Cemiyetinin -Cooperation intellectuelle- istatistiðinde o sýralarda dünyanýn en çok yabancý dile çevrilen yazarý olarak geçtiðini görme mutluluðuna da eriþmiþtir. Zweig, Türk okuyucusunun da yakýndan tanýdýðý bir yazardýr. Milli Eðitim Bakanlýðýnýn Ýkinci Dünya Savaþýnýn sonuna doðru baþlattýðý çeviri seferberliðinin yarattýðý hava ile, Zweig'ýn eserleri de, özellikle 1950'lerden sonraki dönem içerisinde, yoðun bir þekilde Türkçeye çevrilmeðe baþlamýþtýr. Merhamet veya Acýmak adlý romaný üç ayrý kiþi tarafýndan; Amok ile Bir Kadýnýn Hayatýnda Yirmi Dört Saat adlý büyük hikayesi iki ayrý kiþi tarafýndan; Bilinmeyen Bir Kadýnýn Mektuplarý adlý eseri ise, ufak tefek isim deðiþiklikleriyle dört ayrý kiþi tarafýndan Türkçeye çevrilmiþ ve deðiþik yayýnevleri tarafýndan tekrar tekrar basýlmýþtýr. Onun, Kadýn ve Tabiat, Masalýmsý Bir Gece, Ayýþýðý Sokaðý, Yakýcý Sýr, Çocuk Bahçesi, Yürek Çöküntüsü, Satranç ve Bunalým, Bir Kalbin Ölümü, Mürebbiye, Ölünceye Kadar, Usta Ýþi, Korku, Karýþýk Duygular, Alacakaranlýk Öyküsü ve Ýkizler adlý hikayeleri ile büyük hikayeleri de gene bu dönem içerisinde Türkçeye çevrilmiþ ve pek çok defa basýlmýþtýr. Zweig'ýn Dünün Dünyasý adlý otobiyografisi, Bir Politikacýnýn Portresi-Fouche, Rotterdam'lý Erasmus'un Zaferi ve Trajedisi, Freud ve Öðretisi-Psiko-Analiz, Yýldýzýn Parladýðý Anlar
isimli denemeleri ile Friderike'ye Mektuplar'ý da Türkçeye çevrilmiþ ve özellikle Dünün Dünyasý ile Yýldýzýn Parladýðý Anlar adlý eserleri deðiþik kitabevleri tarafýndan tekrar tekrar basýlmýþtýr. Zweig, 1881 yýlýnda doðmuþtur. 1934 yýlýna kadar Viyana ve Salzburg'da yaþamýþtýr ve son yýllarý büyük acýlar içerisinde geçen hayatýna, Brezilya'da, 1942 yýlýnda ikinci karýsý ile birlikte intihar ederek son vermiþtir; týpký hayat hikayesini yazdýðý Kleist gibi. Kleist da bir kadýn arkadaþý ile birlikte intihar etmiþtir. Kleist, pençesine düþtüðü yoksulluðun hüznünden, acýsýndan ve içindeki gerilimden kurtulabilmek için; Zweig ise, Ýkinci Dünya Savaþýnýn insanlarý bezdiren boðucu havasýndan, vahþetinden kurtulmak için... Pasifist, hümanist ve Pan-Avrupa toplumu idealine inanmýþ olan bu adam, topluca yakýlan kitaplarýnýn acýsýna daha fazla dayanamamýþ, -artýk yorulduðunu- söyleyerek, kendine uygun bir vatan bulamadýðý bu dünyadan, henüz altmýþ bir yaþýndayken, kendi isteðiyle ve Brezilya hükümetine teþekkür ederek ebediyen ayrýlmýþtýr. Onun Kleist için söylediklerini, kendisi için de tekrarlamak mümkündür: -Goethe gibi güçlü ve hayatýn efendisi olan kiþilerin yanýnda, bazen, ölmeyi beceren ve ölümden, zamaný aþan bir þiir yaratabilen biri de bulunmalýdýr.Dr. Ayda Yörükan ::::::::::::::::: ÖNSÖZ Ýnsanlýðý incelemenin en uygun yolu, insaný incelemektir. (Pope) Bu eser bundan önce yayýmlanmýþ olan iki kitabýn hem karþýtý, hem de tamamlayýcýsýdýr. Kendi Ýçindeki Þeytanla Savaþanlar adlý kitap, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'de þeytani bir güçle harekete geçen ve kendini gerçek dünyadan olduðu kadar kendi kendinden de soyutlayarak sonsuzluða doðru atýlan trajik bir tabiatýn üç deðiþik þeklini ortaya koymuþtu. Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens ve Dostoyevski ise, kendi romanlarýnýn -evreni- içerisinde, var olan gerçeðin yanýna ikinci bir gerçek koyarak dünyayý destanlara layýk bir biçimde yeniden inþa eden tipleri canlandýrýyordu. Burada, Kendi Hayatýnýn Þiirini Yazan Üç Þair'de izlenen yol ise, bundan öncekilerde olduðu gibi gerçek dünyaya ya da sonsuzluða deðil, yalnýzca bu yazarlarýn iç dünyalarýna götürmektedir bizi. Onlar kendi sanatlarýnýn temel görevinin, büyük evreni, hayatýn ya da varlýðýn bütününü anlatmak deðil, dünyanýn önüne kendi benliklerinin küçük evrenini açmak olduðunu içgüdüleriyle sezmiþlerdir: Hiçbir gerçek onlar için kendi varlýklarýnýn gerçeðinden daha önemli deðildir: Ayný þekilde, bir dünya yaratan bir yazar, psikolojik bir deyimle -dýþa-yönelik-, dýþ dünyaya, evrene yönelen bir yazar, kendi kiþiliðini, görünmez hale getirecek þekilde, dünya ile ilgili düþüncelerinin objektifliði içerisinde erittiði halde (Shakespeare bunun en göze çarpan örneðidir; kiþiliði bir efsane halini almýþtýr), sübjektif olarak hisseden bir yazar, yani -içe-yönelik-, düþünceleri kendi benliðine doðru çevrilmiþ bir yazar, her þeyin gayesini kendi içinde bulacak ve her þeyden önce kendi hayatýnýn portresini çizecektir. Hangi þekli seçerse seçsin, ister dram, destan, lirik þiir, isterse otobiyografi olsun, bilinçdýþý bir þekilde, her zaman kendi benliðini, eserlerinin merkezi ve ortamý haline getirecektir; anlattýðý þeylerde her þeyden önce kendini anlatacaktýr.
Kendi kendisiyle uðraþan bu -içe-dönük- sanatçý tipini ve onun temel sanat biçimi olan otobiyografiyi ýþýða çýkarmak: Üç Þair: Kendi Hayatýnýn Þiirini Yazanlar adýný verdiðimiz bu kitapta ulaþmak istediðimiz gaye budur iþte. Casanova, Stendhal ve Tolstoy: Bu üç adýn bir araya getirilmesinin, ikna edici olmaktan çok, þaþýrtýcý olduðunu biliyorum. Ýnsan her þeyden önce, Casanova gibi ahlak kurallarýný hiçe sayan bir adamýn, uçarý bir çapkýnýn, þüpheli bir yazarýn Tolstoy gibi çok büyük bir ahlakçý ve kusursuz bir yaratýcý ile yan yana getirilebilmesi için hangi deðer ölçülerinden hareket edildiðini soracaktýr kendine. Böyle bir gruplandýrma, hemen söyleyelim ki, bu üç yazarý ayný manevi düzeyde yan yana koymuþ olmayý gerektirmez; tam tersine, bu üç isim üç basamaðý, yani aþaðýdan yukarýya doðru yapýlan bir sýralamayý, bunun sonucu olarak da ayný nitelikte, ama gittikçe yükselen bir varlýk biçimini dile getirir: Birbirine eþdeðer olan üç varlýk biçimini deðil, ayný yaratýcý fonksiyondan --yani insanýn kendisini anlatmasýndan-kaynaklanan üç basamaðý göstermektedir bu isimler. Þüphesiz Casanova, kendini anlatmanýn ancak ilk basamaðýný, en alt ve en ilkel basamaðýný, yani -safdil- bir otobiyografiyi simgelemektedir; böyle bir insan, hayatý, henüz dýþ maceralarla, duyusal ve maddi zevklere baðlý maceralarla karýþtýrýr; hayatýnýn akýþýný ve olaylarýný, herhangi bir deðerlendirme yapmaksýzýn ve kendi kendini incelemeksizin aktarýr. Stendhal ile birlikte insanýn kendini anlatmasý bir üst düzeye, -psikolojik- bir düzeye ulaþýr. Burada artýk, kendi hayatýný yalnýzca gözler önüne sermekle, basit bir curriculum vitae (bir hayat hikayesi) ile yetinilecek yerde, benlik kendini merak eder hale gelmiþtir; kendisini harekete geçiren mekanizmaya dikkatle bakar, yaptýðý ve yapmadýðý þeylerin nedenini ve niçinini araþtýrýr, psikolojik bir çerçeve içerisinde dramatik unsurlar bulmaya çalýþýr. Yeni bir görüþ-açýsýnýn baþlangýcýdýr bu; benliðin hem süje hem obje olarak görülmesi, hem iç dünyanýn hem dýþ dünyanýn biyografisidir. Gözlemde bulunan kiþi kendi kendisini gözlemektedir, insan kendi duygularýný tahlil etmektedir: Dýþ hayatla birlikte ruhi hayat da yaratýcý bir biçimde girmiþtir görüþ alanýna. Son olarak Tolstoyun canlandýrdýðý tiple, bu manevi içe-bakýþ ayný zamanda -ahlaki ve dini- bir açýdan kendi kendini anlatmakla en yüksek noktasýna ulaþmýþtýr: Gözlemde bulunan kiþi yalnýzca hayatýný anlatmakla kalmaz, dikkatli bir psikolog olarak duygusal tepkileri ayrý ayrý incelemekle yetinmez, ayrýca yeni bir içe-bakýþ unsuru da iþe karýþýr: Vicdanýn acýmasýz gözü her kelimeyi doðru olup olmadýðýna göre, her düþünce biçimini saflýðý ve temizliði bakýmýndan, her duyguyu þiddetinin sürekliliði açýsýndan ele alýr: Ýnsanýn kendini tanýmasý, yalnýzca merak duygusu ile belirlenmiþ bir -kendi-kendini tahlil etme-nin sýnýrlarýný aþmýþtýr: Bir vicdan yoklamasý, bir yargý halini almýþtýr: Yazar, kendi portresini çizerken yalnýzca insani görünüþlerinin biçimini ve türünü göz önüne almakla kalmaz, bunlarýn anlamýný ve deðerini de hesaba katar. Kendi portresini çizen bu sanatçý tipi bütün edebi sanat türlerinde ortaya çýkabilir, ama ancak bir tek alanda bunu en iyi þekilde yapabilir: Otobiyografide, kendi benliðinin o büyük destaný içerisinde. Farkýnda olmaksýzýn herkes bunun özlemini duyar, ama pek az insan bu konuda baþarýlý olabilir: Bütün edebi türler içerisinde otobiyografi, baþarýnýn en az olduðu tür olarak görünmektedir, çünkü en tehlikelisi odur. Yazarlar bu yola seyrek olarak baþvururlar. Psikolojik gözlem de nadiren onunla boy ölçüþebilir, çünkü ruhun bilgisinin en derin labirentlerine
inebilmek için edebiyatýn dümdüz, dolambaçsýz yollarýný kaçýnýlmaz bir þekilde terk etmesi gerekecektir. Þüphesiz, burada, bir önsözün dar çerçevesi içerisinde, otobiyografinin imkanlarýný ve sýnýrlarýný tartýþmaya kalkmayacaðýz: Yalnýzca öncelikle belirteceðimiz birkaç nokta ile konuya açýklýk getirmeye çalýþacaðýz. Ýlk bakýþta, bir yazar için en tabii ve en kolay görevin kendi biyografisini yazmak olduðu sanýlabilir. Gerçekten de, kimin hayatýný kendi hayatýndan daha iyi tanýyabilir ki? Hayatýndaki her olay apaçýk bir þekilde gözlerinin önüne serilmiþtir, en derin sýrlarýný bilmektedir, kendini en derin katlarýna kadar görmektedir. Þu halde, bugünkü ve geçmiþteki hayatý ile ilgili -gerçeklerianlatabilmek için, hatýra defterinin sayfalarýný karýþtýrmaktan ve olup bitenleri kopya etmekten, kendisini dýþ dünyadan ayýran bölmeleri bir yana itmekten baþka bir þeye ihtiyaç duymayacaktýr bu da, piyes bir kere sahneye konulacak hale getirildikten sonra perdeleri açmaktan daha zor bir iþ deðildir. Dahasý da var: Nasýl fotoðraf çekme var olan bir þeyin sadece mekanik bir þekilde tespit edilmesi demekse, dolayýsýyla resim yapma yeteneðini gerektirmiyorsa, insanýn kendini anlatmasý için de sanatçý olmasý gerekmeyecek, dikkatli bir þekilde not tutmasýný bilen biri bu iþ için yeterli olacaktýr; böylece herhangi bir yazarýn kendi biyografisini yazabileceðine, sevinçlerini ve kederlerini edebi bir biçimde dile getirebileceðine prensip olarak inanmak gerekecektir. Ancak tarih bize göstermiþtir ki, sýradan bir otobiyograf, hiçbir zaman tesadüfen yaþadýðý olaylarýn tanýklýðýný yapmaktan öteye gidememiþtir; psikolojik imajýn, yani iç dünyanýn portresinin dýþa aktarýlmasý ise anlayýþlý, usta sanatçýlarýn varlýðýný gerektirir ve hatta bunlar arasýnda da ancak pek azý böylesine yüce ve tehlikeli bir giriþim için yeterince donatýlmýþtýr. Çünkü kendi varlýðýnýn güneþli yüzeyini terk eden bir insan için, hatýralarýn aldatýcý ýþýðý ile aydýnlanmýþ gölgeler diyarýna inmekten, hayat dolu bir þimdiki zamandan üstü iyice örtülmüþ bir geçmiþe dönmekten daha çetin bir yol yoktur. Bile bile unuttuðu þeylerin ve yanýlgýlarýnýn arasýnda Faust'un Annelerle karþýlaþmasýnda olduðu gibi, kendi hayatýnýn imajlarýnýn ancak eski gerçek varlýklarýnýn simgeleri olarak cansýz bir þekilde boþlukta sallandýðý kendi mutlak yalnýzlýðý içerisinde, bu uçurumlarýn kenarýndan dolanan dar ve kaygan patikadan el yordamýyla inebilmesi için ne büyük bir cesaret göstermesi gerekecektir! Þu yüce sözü söyleyebilme hakkýný elde etmeden önce nasýl bir kahramanca sabra ve serinkanlýlýða ihtiyaç duyacaktýr: -Vidi cor meum-. -Kalbimin derinliklerine indim-. Daha sonra ruhun derinliklerinden yaratýþýn çetin dünyasýna, içe-bakýþtan tekrar kendini anlatmaya dönmek ne kadar güç olacaktýr! Böyle bir giriþimin ne derece güç olduðunu en açýk ve seçik biçimde gösteren þey, bu alanda baþarý kazanan kimselerin çok az oluþudur: Bize, kendilerinin baþarýlý bir psikolojik portresini sunmuþ olan yazarlarýn sayýsý parmakla gösterilecek kadar azdýr: Üstelik, kusursuz denebilecek bu eserlerin içerisinde de birçok boþluklar, atlanmýþ noktalar, ustalýkla araya sokuþturulmuþ veya örtbas edilmiþ bölümler vardýr! Sanat alanýnda, en yakýnýmýzda bulunan þey her zaman için ulaþýlmasý en güç olanýdýr, en kolaymýþ gibi görünen görev ise en aðýrýdýr. Bir biyografi yazarý için, kendi çaðdaþý olan veya olmayan herhangi birini anlatmak, hiçbir zaman kendi benliðini tam olarak anlatmak kadar güç bir iþ deðildir. O halde nesilden nesile, hiç durmadan, yeni yeni kimseleri, çözülmesi hemen hemen imkansýz olan bu probleme doðru
iten þey nedir? Þüphesiz, insaný zorlayan temel bir içgüdü: Kendini ölümsüzleþtirmek için duyulan doðuþtan gelen bir istek. Her þeyin kaypak ve geçici olduðu bir ortam içerisinde, deðiþmeye, baþka bir þekle dönüþmeye mahkum olan, zamanýn karþý konulmaz akýþý içerisinde sürüklenip giden ve milyarlarca molekül arasýnda kaybolmuþ bir molekülden baþka bir þey olmayan insanoðlu, bilinçdýþý bir þekilde (ve ölümsüzlük sezgisi sayesinde) bu dünyadan gelip geçiþini kendisinden sonra yaþamaya devam edecek birkaç kalýcý iz halinde býrakmak istemektedir. Hatýralarýna can verme ve onlarý devam ettirme çabasýnýn bir tek ve hiç deðiþmeyen temel fonksiyonu, bir tek ve hep ayný kalan özlemi vardýr: Kendi arkamýzda, insanlýðýn durmadan geliþen aðacý üzerinde küçük bir iz, ufak bir çentik býrakmak. Demek ki, otobiyografi; insanýn kendini devam ettirmek için duyduðu isteðin en þiddetli þeklinden baþka bir þey deðildir ve bu türün ilk denemeleri imajlara estetik bir biçim vermek ve yazýdan yararlanmak imkanýndan yoksundur: Bir mezarýn üzerine konulmuþ büyük bir taþ parçasý, unutulmuþ kahramanlýklarý övmek için kaba saba iþaretlerle kaplanmýþ tabletler (hatta üzerine çentikler açýlmýþ aðaç kabuklarý), iþte otobiyografinin ilk denemeleri bu gibi yontma taþlarýn ya da tahtalarýn diliyle binlerce yýlýn sessizliði içerisinden sesleniyorlar bize. Bütün bu kahramanlýk hikayelerinin bizim için bilinmez, anlaþýlmaz bir hale gelmesinden bu yana uzun bir zaman geçti; ama burada, dillerini artýk anlamadýðýmýz kavimlerin, kendilerini anlatmak, varlýklarýný sürdürmek ve gelecek nesillere kendi hayatlarýndan bir iz býrakmak gibi bir istek duymalarýna yol açan bir içgüdü ile karþý karþýya bulunduðumuz açýktýr. Kendi varlýðýný sürdürmek için duyulan bilinçdýþý ve belirsiz bir istek, her otobiyografinin kaynaðý ve ilk sebebidir. Ancak daha sonra, yüzlerce ve binlerce yýl sonra, daha bilinçli ve daha bilgili bir insanlýk içerisinde, ikinci bir istek birinciye eklenecektir: Ýnsanýn kendi benliðini keþfetmeye, kendini tanýyabilmek için kendi kendini tahlil etmeye duyduðu ihtiyaç: Ýçe-bakýþ. Augustinus'un çok güzel bir þekilde söylemiþ olduðu gibi, -bir insan kendisi için bir soru haline geldiði- ve yalnýzca kendisi için buna bir cevap aradýðý zaman, hayatýnýn akýþýný --daha tam ve daha açýk bir þekilde anlayabilmek için-- týpký bir harita gibi serecektir kendi gözlerinin önüne; kendini baþkalarýna deðil her þeyden önce kendine anlatmaya, açýklamaya çalýþacaktýr: Hayatýn anlatýlmasýyla izlenimlerin anlatýlmasý arasýnda, baþkalarý için çizilen portreyle insanýn kendisi için çizdiði tablo arasýnda, objektif otobiyografi ile sübjektif otobiyografi arasýnda, kendini baþkalarýna anlatma ya da açýða vurmakla kendi kendisine anlatma arasýnda (bugün bile bütün otobiyografilerde hissedilen) yol ayrýmý iþte bu noktada baþlar. Bu türlerden biri, her zaman baþkalarýna açýk olmanýn özlemini duyar ve esas anlatým biçimi, ister halkýn karþýsýna çýkarak yapýlsýn, isterse bir kitap yazarak gerçekleþsin, itiraftýr; öteki ise, kendi kendisiyle konuþma eðilimini gösterir ve hemen her zaman -günlük notlartutmakla yetinir. Yalnýzca Goethe, Stendhal, Tolstoy gibi, gerçekten karmaþýk bir insan tabiatýnýn örnekleri olan yazarlar kusursuz bir senteze ulaþmaya ve her iki tür içerisinde de kendilerini ölümsüzleþtirmeye çalýþmýþlardýr. Þu var ki, içe-bakýþ, oldukça kolay bir baþlangýçtan baþka bir þey deðildir; yalnýzca kendisine ait olduðu sürece, bir gerçeðin doðru olarak kalabilmesi kolaydýr. Sanatçýnýn gerçek sýkýntýsý ancak kendisini açýða vurmasý ile baþlar; ancak o zamandýr ki, içtenlik, otobiyografi yazarýndan kahramanlýk bekler: Çünkü
kendisinde var olan þeyleri baþkalarýna iletme içtepisi kadar ilkel olan baþka bir içgüdü daha vardýr insanoðlunda: Bize, utanç duygusunun sesi ile seslenen ilkel bir kendini koruma ve gizleme isteði. Týpký þehvet duygusunun bir kadýný kendini vermeye doðru itmesi, ama bu konuda gösterdiði duyarlýðýn onu kendini savunmak zorunda býrakmasý gibi, kendimizi baþkalarýna açma isteði de, zihnimizde, iç dünyamýzýn gizliliðini korumayý öðütleyen ahlaki bir utanç duygusu ile savaþýr. Bunun içindir ki, kendini en çok beðenen insan (ve özellikle o), bir yandan kendi imajýnýn insanlar arasýnda yaþamaya devam etmesini isterken, bir yandan da baþkalarýna görünmek istediði ölçüde güzel ve kusursuz olmadýðýný hissederek, gizli çirkinliklerinin, kusurlarýnýn ve zayýf yanlarýnýn kendisiyle birlikte ölüp gitmesini arzu eder. Demek ki, utanç duygusu her türlü gerçek otobiyografinin düþmanýdýr; bizi pohpohlayarak, kendimizi olduðumuz gibi deðil de olmayý istediðimiz þekilde göstermemize yol açacaktýr. Kurnazlýklarý ve ikiyüzlülükleri ile, kendisine karþý dürüst olmaya içten bir þekilde hazýr olan yazarý, iç dünyasýný gizlemeye, kötü yanlarýný örtbas etmeye, varlýðýnýn en derin katlarýný baþkalarýnýn gözünden saklamaya sevk edecektir. Ressamýn fýrçasýna, bazý küçük çirkinlikleri (psikolojik bakýmdan en önemli olanlarýný) farkýnda olmadan atlamayý veya onlarý yalanlarla süslemeyi, birtakým ayýrt edici nitelikleri ustaca bir renk daðýlýmý ile idealleþtirecek þekilde düzeltmeyi öðretecektir. Bu pohpohlamalara kendini kaptýrma zayýflýðýný gösteren bir kimse, artýk kendi portresini çizecek yerde kendine övgüler yaðdýracak ya da kendi savunmasýný yapacaktýr. Bunun içindir ki, her bilinçli otobiyografi, basit ve kaygýsýz bir hikaye olacak yerde, boþ-gururumuzun iþe karýþmasýný önlemek için sürekli bir dikkat ve uyanýklýk göstermeyi, insanýn dünya karþýsýnda uygun bir poz almak için duyduðu kaçýnýlmaz eðilime karþý þiddetli bir savunmayý gerektirir. Sanatçýnýn içtenliði burada özel bir cesaret göstermeyi zorunlu kýlar: Anlatýlan þeylerin doðru olup olmadýðý insanýn --ayný zamanda hem tanýk hem yargýç, hem savcý hem avukat olan-- kendi Ben'inden baþka hiçbir kimse tarafýndan denetlenemediði için, son derece seyrek olarak rastlanan bir cesarettir bu. Ýnsanýn bu þekilde kendi kendisini aldatmasýna karþý açýlan kaçýnýlmaz savaþta kullanabileceði herhangi bir geliþmiþ silah olmadýðý gibi, kendini koruyabileceði bir zýrh da yoktur. Silah yapýmýnda gittikçe daha etkili bir merminin bulunmasý nasýl daha saðlam zýrhlarýn bulunmasýndan sonra geliyorsa, ayný þekilde insan kalbinin bilgisi de yalanla birlikte geliþir. Bir insan, yalana kesinlikle kapýsýný kapayacak olursa, o daha esnek ve sokulgan bir hal alacak ve küçük aralýklardan, çatlaklardan içeri sýzabilecektir; foyasýný daha iyi meydana çýkarabilmek için kendi kurnazlýklarýný ve oyunlarýný incelemeye kalkan birine, daha ustaca hazýrlanmýþ birtakým yeni oyunlar tezgahlamayý ve sahte tavýrlar takýnmayý öðretecektir; týpký bir panter gibi, en beklenmedik anda birdenbire kahpece ortaya çýkabilmek için kalleþlik edip gölgeliklerde, kuytu yerlerde saklanacaktýr: Kendine yalan söyleme sanatýnda ustalaþmanýn artmasý, zekanýn ve ince psikolojik ayrýmlarý fark etme yeteneðinin geliþmesiyle birlikte gitmektedir. Bir insan, gerçeði beceriksizce ve kaba saba bir þekilde deðiþtirdiði sürece söylediði yalanlar ustalýktan yoksundur ve kolayca ortaya çýkarýlabilir. Oysa ince zekalý biri söz konusu olduðu zaman, yalanlar da daha ince, daha ustalýklý bir hal alýrlar ve artýk ancak bir psikolog tarafýndan fark edilebilirler; bu durumda en aldatýcý, en cüretli þekillere bürünebilirler ve en tehlikeli
maskeleri de, her zaman, sanki doðrunun ta kendisiymiþ gibi görünmüþ olmalarýdýr. Yýlanlar nasýl taþlarýn ve kayalarýn altýndaki gölge yerlerden hoþlanýrlarsa, yalanlar da daha çok, görünüþte kahramanca olan, acýklý, büyük itiraflarýn gölgesine sýðýnýrlar. Hatýralarda, bu hatýralarý anlatan kiþinin kendisini açýða vurduðu ve kendine en cesur, en þaþýrtýcý bir þekilde saldýrdýðý parçalara güvenmekten dikkatle kaçýnmalýyýz: Bu çeþit sert ve gürültülü itiraflar, belki de derin bir sýrrý gizlemeye çalýþmaktadýr. Ýtirafta, hemen her zaman gizli bir zayýflýðýn belirtisi olan bir abartma vardýr: Çünkü, utancýn acayip sýrrý þudur ki, insan kendisini gülünç hale getirecek en ufak bir özelliðini açýða vurmaktansa, en korkunç ve en çirkin kusurlarýný seve seve itiraf edecektir: Alaycý gülüþlerden duyulan korku, her zaman için, bir otobiyografiyi bozan en korkunç tehlike olmuþtur. Jean Jacques Rousseau gibi o kadar içten bir þekilde gerçeðe gönül vermiþ olan bir insan, bütün cinsel anormalliklerini þüpheli bir aþýrýlýkla ilan edecek ve Emile adlý eserin yazarý olan bu adam, çocuklarýný bir yetim-evine býraktýðýný piþmanlýk duyarak itiraf etmekten çekinmeyecektir. Görünüþte cesaretle yapýlmýþ olan bu itiraf, aslýnda daha insanca, ama kendisi için dayanýlmasý güç bir gerçeði gizleme imkanýný vermiþtir ona: Belki de hiçbir zaman çocuðu olmadýðýný, çünkü çocuk sahibi olma gücünden yoksun olduðunu. Tolstoy ise, hayatý boyunca, büyük rakibi Dostoyevski'ye deðer vermeme ve ona kötü davranma gibi bir küçüklük gösterdiðini bir kere bile olsun itiraf etmektense, itiraflarýnda kendisini sefihlikle, katillikle, hýrsýzlýkla, zina ile suçlamayý tercih edecektir. Hatýralarla ilgili yazýlarda kendine yalan söylemenin baþvurduðu en ustalýklý, en yanýltýcý strateji, bir itirafýn arkasýna sýðýnmak, bir itirafýn içerisinde bir þeyler gizlemektir. Gottfried Keller, bir zamanlar böyle bir manevraya baþvurduklarý için bütün otobiyografi yazarlarýyla þiddetle alay etmiþti: -Birisi --diyordu-- yedi temel günahý iþlediðini itiraf eder, ama sol elinde yalnýzca dört parmak olduðunu gizler; bir baþkasý da sýrtýndaki bütün çilleri ve siðilleri sayýp döker, ama yalan yere yaptýðý bir tanýklýðýn vicdanýný rahatsýz ettiðini titizlikle saklar. Bütün bunlarý gördüðüm zaman, hiçbir þey gizlemeden gerçeði söylediklerine inanan bu gibi kimselerle karþýlaþtýðým zaman, samimi bir insan var mý acaba þu yeryüzünde ve var olabilir mi diye sorarým kendime!Bir insanýn, otobiyografisinde mutlak gerçeði dile getirmesini beklemek, gerçekten de, bu dünyada mutlak bir adalet, hürriyet ve kusursuzluk aramaya kalkmak kadar abes olacaktýr. En güçlü bir karar, gerçeklere saygý göstermek için duyulan en þiddetli bir istek bile, daha iþin baþýnda bir çýkmazla karþý karþýyadýr; çünkü bize gerçeði güvenilir bir þekilde bilme imkanýný verecek bir organýmýz yoktur (bunu inkar edemeyiz); çünkü daha hayat hikayemizi anlatmaya baþlamadan önce, hatýralarýmýz, vakalarýn gerçek imajlarýný bozmaya baþlamýþtýr bile. Ve çünkü hafýzamýz, yaþadýðýmýz bütün olaylarýn, olduðu gibi ve aslýna uygun bir þekilde, silinmeyen bir mürekkeple, teker teker ve bürokratik bir dikkat ve özenle kaydedildiði bir kayýt bürosu deðildir. -Hafýza- dediðimiz þey, kanýmýzýn akýþýndan ve onun dalgalanmalarýndan, kanýmýzdaki her türlü deðiþiklikten ve baþkalaþýmdan etkilenen canlý bir þeydir; geçmiþin bütün izlenimlerinin tabii nitelikleri, deðerleri ve ilk þekilleri ile bozulmadan saklandýðý kusursuz bir saklama-aracý, bir buzdolabý deðildir. Tek bir kelime içerisine sýkýþtýrmak için acele ettiðimiz ve -hafýza- dediðimiz bu akýcý ve kaypak þey içerisinde, vakalar, týpký akýp giden bir selin dibinde bulunan çakýl taþlarý gibi birbirlerine çarparlar,
böylece birbirlerini yontup cilalayarak tanýnmaz bir þekle bürünürler; belli bir düzen içerisine girerler, birbirlerine uyum saðlarlar ve esrarlý bir taklit gücü sayesinde, en ince ayrýmlarýna varýncaya kadar isteklerimize ayak uyduracak hale gelirler. Bu þekil deðiþtirme ortamý içerisinde hiçbir þey ya da hemen hemen hiçbir þey bozulmadan kalamaz; her yeni izlenim bir öncekini gölgeler, her yeni hatýra bir eskisini deðiþtirir ve çoðu zaman bambaþka ya da tam tersi bir görünüm alacak derecede bozar. Stendhal, hatýrlama gücünün bu sadakatsizliðini ve mutlak bir tarihi gerçeðe ulaþma konusundaki kendi yeteneksizliðini ilk olarak fark etmiþ olanlardan biridir. Büyük Saint-Bernard'dan yapýlan geçiþin onda uyandýrdýðý imajýn yaþanmýþ bir olayýn gerçek hatýrasý mý olduðunu, yoksa bu vakayý canlandýran bir gravürden mi aklýnda kaldýðýný ayýrt edemediðini itiraf etmiþ olmasý bunun klasik bir örneði olarak verilebilir. Ve onun manevi varisi Marcel Proust, hafýzamýzýn, olup bitenleri deðiþtirme eðilimi ile ilgili daha çarpýcý bir örnek vermektedir bize: Gençliðinde, komedyen Berma'yý en ünlü rollerinden birinde nasýl gördüðünü anlatmaktadýr. Daha onu tanýmadan önce, hayalinde canlandýrmýþtýr; ama onu görünce bu imaj tamamen ortadan kaybolmuþ ve doðrudan doðruya duyularýndan edindiði izlenimlerle karýþmýþtýr; bu izlenimler ise yanýnda oturan kiþinin görüþleriyle karýþarak daha bulanýk bir hal almýþtýr; ertesi gün gazetelerde çýkan eleþtiriler imaja daha çok gölge düþürmüþ ve þeklini bozmuþtur. Birçok yýllar sonra, ayný aktrisi ayný rolde tekrar gördüðü zaman, kendisi de o da zamanla deðiþtiði için, ilk ve -gerçek- izlenimin hangisi olduðunu hatýrlamayý baþaramamýþtýr. Proust'un hikayesi, hatýralarýmýza güvenemeyeceðimizi gösteren tipik bir örnek olarak görülebilir: Görünüþte her türlü gerçeðin kesin ölçüsü olan hatýrlama gücümüz, aslýnda gerçeðin düþmanýdýr. Çünkü bir insan, kendi hayatýný anlatmaya baþlamadan önce, kendi içerisinde, olup bitenleri yeniden canlandýracak yerde yaratmaya çalýþan bir organ iþe karýþýr; hafýzamýz, daha iþin baþýnda, þiir yazma ve yaratmayla ilgili her türlü görevi kendi üzerine almýþtýr: Konularýn seçilmesi, gölge ve ýþýk daðýlýmý, parçalarýn organik bir bütün oluþturacak þekilde bir araya getirilmesi, vb. Hafýzanýn bu yaratýcý gücü sayesinde her otobiyografi, ister istemez, -insanýn kendi hayatýnýn þiiri- haline gelir. Çaðdaþ zamanlarýn en bilge insaný olan Goethe, bu gerçeði fark etmiþtir; her türlü gerçeðe ulaþmaktan kahramanca vazgeçen otobiyografisinin baþlýðý, -Þiir ve Gerçek-tir ve bu baþlýk bütün itiraflar için uygun olacaktýr. Hiç kimse kendi hayatý hakkýnda mutlak gerçeði anlatamadýðýna göre, insanýn doðruyu söylemek için göstereceði çaba, kiþinin ahlaki yönden olabildiðince dürüst olmasýný gerektirecektir. Hiç þüphesiz, Goethe'nin deyimiyle -sahte itiraf-, sub rosa itiraf, romanýn veya þiirin saydam örtüsü altýnda, son derece kolaydýr ve sanat açýsýndan çoðu zaman, gerçek yüzü ile ortaya çýkmýþ bir portreden daha etkileyicidir. Bir otobiyografi yazarýndan yalnýzca gerçeði deðil, olanca çýplaklýðý ile gerçeði anlatmasý beklendiði içindir ki, otobiyografi yazmak olaðanüstü bir cesaret ister; gerçekten de, bir insanýn ahlaki portresi ancak kendisi tarafýndan çizildiði zaman tam ve kusursuz bir þekilde ortaya konmuþ olabilir. Bunu da ancak tecrübeli ve insan ruhunu tanýyan bir yazar baþarabilir; psikolojik bir portre çizme sanatýnýn, sanatlarýn sýralanýþý içerisinde bu kadar geç ortaya çýkmasý bu yüzdendir: Yalnýzca çaðýmýza ve geleceðe ait bir sanattýr o. Bakýþlarýný iç dünyasýna çevirmeden önce, insanýn kendi kýtalarýný keþfetmesi, kendi okyanuslarýnýn derinliklerine inmesi ve onlarýn dilini öðrenmesi gerekiyordu. Eski Çaðýn, bütün
bu esrarlý yollarýn varlýðýndan haberi yoktu: O dönemin hatýra yazarlarý, Sezar ve Plutarkhos, olgularý ve vakalarý birbiri ardýnca sýralamakla yetinmiþler, iç dünyalarýnýn kapýlarýný bize açmayý bir an bile düþünmemiþlerdi. Ýnsanýn, bakýþlarýný kendi ruhuna doðru çevirebilmesi için, daha önceden kendi varlýðýnýn bilincine varmýþ olmasý gerekir ve bu da ancak Hýristiyanlýkla birlikte baþlamýþtýr. Ýçe-bakýþý baþlatan Augustinus'un Ýtiraflar'ý olmuþtur; ne var ki bu itiraflarda, büyük piskoposun bakýþlarý, kendisinden çok, topluma yönelmiþtir; çünkü, kendi deðiþimini örnek olarak verip toplumu eðitmeyi ve dine döndürmeyi umuyordu. Eseri, halk önünde yapýlmýþ bir itiraf olarak, ahlaki-dini bir kefaret olarak belli bir etkide bulunmaya ve teleolojik bir amaca yönelikti, dolayýsýyla kendi benliðinde bir cevap ve anlam bulmaya çalýþmýyordu. Rousseau gibi dikkati çeken ve her türlü engeli devirmeyi baþaran bir öncünün, üstlenmiþ olduðu görevin yeniliðinden ürkmüþ ve þaþýrmýþ bir halde, sýrf kendi zevki için bir otobiyografi yazdýðý tarihe gelinceye kadar birkaç yüzyýl geçecektir: -Hiçbir örneði olmayan bir iþe baþlamayý düþünüyorum (bu deyimleri kullanarak baþlýyor çalýþmasýna)... Ýnsanlara tabiatýn olanca gerçekliði içerisinde bir insaný göstermek istiyorum ve bu insan 'ben' olacaðým-. Ama yeni bir iþe el atan tecrübesiz birinin saflýðý içerisinde -Benliði- bölünmez bir birim, ölçülebilen bir þey, -Gerçeði- ise elle tutulabilen ve yakalanabilen bir nesne (obje) olarak görüyor; Kýyamet Gününün borazaný çaldýðý zaman kitabý elinde Yüce Yargýç'ýn önüne çýkabileceðine ve þöyle diyeceðine safça inanýyor: -Ýþte ben buydum-. Günümüzün kuþaðý, bu mutlu saflýktan yoksundur; ruhun esrarlý derinliðinin ve karmaþýklýðýnýn daha tam, daha cesur bir bilgisine ulaþmýþtýr: Kendini ta derinden tanýmayý istediði için, gittikçe daha ince parçalara ayýrarak, gitgide daha cüretli tahliller yaparak, düþüncelerini ve duygularýný olanca çýplaklýðý ile ortaya çýkarmaya çalýþmaktadýr. Stendhal, Hegel, Kierkegaard, Tolstoy, Amiel ve yiðit Hans Jaeger otobiyografilerini yazmakla, insanýn kendisiyle ilgili bilgisinde bilinmeyen kýtalar keþfetmiþlerdir ve onlardan sonra gelenler de, psikoloji gibi daha geliþmiþ bir araçla donatýlmýþ olarak, yeni evrenimizin sonsuzluðunu, yani insan ruhunun derinliklerini, bölge bölge, kat kat keþfetmeye devam etmiþlerdir. Kendini tekniðe ve gerçekçiliðe kaptýrmýþ bir dünya içerisinde sanata yer olmadýðýný tekrar tekrar iþitip duranlar korkmasýnlar. Sanat ölmez, yalnýzca yeni bir yön alýr. Ýnsanlýðýn efsanelerden kaynaklanan anlatma ya da tasvir etme sanatý bir gün gelip nasýlsa ortadan kalkacaktý: Hayal kurmanýn en güçlü olduðu dönem çocukluk dönemidir; milletler de ayný þekilde hayatlarýnýn þafaðýnda kendi efsanelerini ve sembollerini ortaya koyarlar. Bugün bilginin açýk ve kesin otoritesi, hayal dünyasýnýn gittikçe azalan ve yok olmaya yüz tutan gücünün yerini almýþtýr; artýk serbest ve cüretli bir masal olmaktan çýkarak ruhun kesin bir bilgisine dönüþmeye baþladýðý açýkça belli olan çaðdaþ romanda bol bol objektifliðe rastlanmaktadýr. Þiirle bilimin bu birliði içerisinde sanat hiç de boðulmuþ deðildir ve biz yalnýzca çok eski bir baðýn yeniden baðlanmasýna tanýk oluyoruz; çünkü bilim Hesiodos ve Herakleitos'un çaðýnda daha yeni yeni ortaya çýkmaya baþlarken, henüz bir þiirden, karanlýk bir sözden, þüpheli bir varsayýmdan baþka bir þey deðildi. Binlerce yýllýk bir ayrýlýktan sonra, iþte artýk araþtýrma ruhu ile hayal gücü yeniden birleþiyor; þiir artýk masal dünyalarýný anlatacak yerde, bugün yalnýzca insanlýðýmýzýn sihrini anlatýyor bize. Gücünü, artýk bilinmeyen ülkelerden alamýyor çünkü bütün tropik ülkeler
ve kutuplar keþfedilmiþtir, denizlerin derinliklerine varýncaya kadar yeryüzündeki hayvanlarýn ve bitkilerin harika dünyasý tam olarak incelenmiþtir. Her þeyin ölçülüp biçildiði, her þeyin bir ad ve bir rakamla gösterildiði dünyamýzda efsanenin artýk yýldýzlardan baþka sýðýnacak bir yeri kalmamýþtýr. Her zaman için bilginin susuzluðunu duyan ruh da, ayný þekilde gitgide içeriye, kendi sýrlarýna doðru dönmek zorundadýr. L'internum aeternum, kendi benliðimizin sonsuzluðu, ruhun evreni, sanata hala bitip tükenmek bilmeyen alanlar açýyor. Kendini tanýmaya, kendi ruhunu tanýmaya çalýþmak, gelecekte, her zaman daha cüretli çözüm yollarýna götüren, ama daha ustalaþmýþ insanlýðýmýzýn hiçbir zaman çözemediði bir problem olarak kalacaktýr. Salzbourg, 1928 ::::::::::::::::: BÖLÜM Ý CASANOVA -O (Casanova) bana, hür bir insan, bir dünya vatandaþý olduðunu söyledi.(Muralt'ýn Albrecht von Haller'e yazdýðý 21 Haziran 1760 tarihli mektup) Casanova, dünya edebiyatý içerisinde özel bir yeri olan, eþi benzeri görülmemiþ bir -baþarý-yý simgeler, çünkü bu ünlü þarlatan, týpký Pontius'un (Pontius: Ýsa Peygamberýn yargýlanmasýnda oynadýðý rolle tanýnan Roma Valisi. Mahkum edecek bir sebep bulamadýðýný açýkça söylemesine raðmen Hz. Ýsa'yý kýrbaçlatýyor ve çarmýha gerdiriyor. Bir rivayete göre, daha sonra Hýristiyan oluyor ve azizlik payesini kazanýyor.) Credo'ya (Credo: Hýristiyan amentüsü. (Latince, -inanýyorumanlamýna geliyor.) Havariler tarafýndan tespit edilmiþ ilk ve temel dini kurallar bütünü.) giriþi gibi, haksýz bir þekilde girmiþtir yaratýcý düþüncenin Pantheon'una. Gerçekten de, bir þair olarak soyluluðu, birtakým harfleri küstahça yan yana dizerek uydurduðu Seingalt Þövalyesi ünvaný kadar boþtur: Herhangi bir hanýmýn þerefine, yatakla oyun masasý arasýnda alelacele karaladýðý birkaç mýsraý, hoþa gidebilecek süslü püslü laflar olmaktan öteye geçememiþtir. Isocameron'u, bu ütopik roman canavarýný, sonuna kadar okuyabilmek için, eþek postuna bürünmüþ bir kuzu kadar sabýrlý olmak gerekir ve bizim þu safdil Giacomo'muz felsefe yapmaya kalktýðý zaman da esnememek için, insanýn çenesini sýkýca kapamasýndan baþka yapabileceði bir þey yoktur. Evet, Casanova, þiirin soyluluðundan o kadar uzaktýr ki, Gotha'da (1763-1944 yýllarý arasýnda, Gotha'da, Fransýzca ve Almanca olarak yayýmlanan Almanak.) olduðu gibi þiir alanýnda da bir asalaktan baþka bir þey deðildir: Herhangi bir hakký ve ünvaný olmadýðý halde þiir yazmaya kalkmýþ biridir, o kadar. Ama hayatý boyunca göstermiþ olduðu cüret sayesinde, sefil bir komedyenin oðlu, sabýk bir papaz, bir asker kaçaðý, kaðýt oyununda hile yapan biri ve -ünlü bir çapkýn- olan bu adam (Paris polis müdürü onun ayýrt edici özelliklerini bu þekilde tanýmlýyor), imparatorlar ve krallarla sýký fýký olmayý ve hayatýnýn sonunda da soylularýn sonuncusu olan Prens de Ligne'in kollarýnda ölmeyi baþarýyor; yine ayný cüretle, serseri hayali, dýþtan bakýldýðý zaman küçük hoþ bir ruhtan, bir unus ex multis'den (sýradan bir insandan), zamanýn kasýrgasý
içerisinde daðýlýp gidecek bir parça külden baþka bir þey olmadýðý halde, ölümsüzlerin arasýna girmeyi beceriyor. Ama ne tuhaf þey, Arkadiya'nýn bütün o ünlü ve yüce þairleri, onun yurttaþý olan -tanrýsal- Metastasio, soylu Parini ve bütün öteki þairler, kütüphanelerin karmakarýþýk yýðýný içerisinde filologlara yem olurken, onun adý, saygýlý bir gülümseme ile, bugün bütün dudaklarda yaþamaya devam ediyor. Ve bir aþk Ýlyada'sý olan eseri de büyük bir olasýlýkla, Gerusalemme liberata ve Pastor fido gibi artýk hiç kimsenin okumadýðý o eski saygýdeðer eserler kütüphanelerde tozlar altýnda unutulup gittikten çok sonra bile yaþamaya ve tutkulu okuyucular bulmaya devam edecektir. Bu madrabaz oyuncu, cüretli bir hamle ile, Dante ve Boccacio'dan bu yana, Ýtalya'nýn bütün þairlerini mat etmiþtir. Daha da tuhaf olaný, böylesine büyük bir kazanç elde edebilmek için Casanova'nýn hiçbir þeyini tehlikeye atmamýþ olmasýdýr; ölümsüzlüðün bedelini düpedüz ondan aþýrmýþtýr. Bu kumarbaz adam, gerçek bir sanatçýnýn sözle anlatýlmasý mümkün olmayan sorumluluðunu, karanlýklar içinde, toplumdan uzak, bütün gün, sýcacýk ten zevklerinin dünyasýnýn altýnda, çalýþmanýn maden ocaðýnda yapýlan o aðýr iþi hiçbir zaman aklýna getirmemiþtir. Bir þey yaratmanýn verdiði endiþeli zevki tanýmadýðý gibi, onun acý bir parçasý olan ve hiç dinmeyen bir susuzluða benzeyen gerçekleþtirme arzusunu da bilmemektedir; þekilleri gerçek bir esnekliðe ve fikirleri pýrýl pýrýl bir kesinliðe ulaþtýrmak için duyulan sessiz ve zorunlu, ama hiçbir zaman tatmin edilemeyen isteklerden de haberi yoktur. Uykusuz geçirilmesi gereken geceleri, sýkýntýlar içerisinde, bir köle gibi çalýþýp kelimeleri dilin merceðinden geçirerek, anlamlarý ýþýl ýþýl, tertemiz ve týpký bir gökkuþaðý gibi pýrýl pýrýl ortaya çýkýncaya kadar onlarý törpülemekle geçen günleri bilmez; þairin aðýr iþinden --çok ve çeþitli olmakla birlikte gözle görülmeyen ve mükafatsýz kalan, çoðu zaman da ancak birkaç nesilden sonra anlaþýlan aðýr iþinden-- haberi olmadýðý gibi, hayatýn sýcaklýðýndan ve çeþitli imkanlarýndan kahramanca vazgeçiþinden de haberi yoktur. O, Casanova, (Tanrý bilir, nasýl?) hayatý her zaman kolay bir hale getirmenin yolunu bulmuþtur; neþesinin en ufak bir kýrýntýsýný, zevklerinin en küçük bir parçasýný, uykusunun bir saatini, keyfinin bir dakikasýný bile o acýmasýz Ölümsüzlük tanrýçasýna feda etmemiþtir; hayatý boyunca, þan ve üne ulaþmak içln en ufak bir çaba göstermemiþtir, yine de bu mutlu faninin avuçlarýna bol bol düþmüþtür þan ve ün. Cebinde bir altýn lira ve aþkýnýn kandilinde bir parça yað olduðunu hissettiði sürece, gerçek dünya onun önüne, oyalansýn diye, nezaketle birkaç kemik fýrlattýðý sürece, bu zevk düþkünü, sanatla --o çatýk kaþlý hayaletle-- iliþki kurmayý ya da parmaklarýný ciddi bir þekilde mürekkebe bulamayý aklýndan bile geçirmemiþtir. Ancak herkes ona kapýsýný kapadýðý zaman, kadýnlar onunla alay ettiði, yapayalnýz kaldýðý, dilenecek hale geldiði, güçten düþtüðü, artýk yýpranmýþ bir bedenin gölgesinden baþka bir þey olmadýðý zaman, asýk yüzlü bir ihtiyar olarak, eski hayatýnýn yerine koyabileceði bir þey aramýþ ve çalýþmaya sýðýnmýþtýr; oyalanacak bir þeyi olmadýðý için, diþleri dökülmüþ uyuz bir köpek gibi, can sýkýntýsýndan, hoþnutsuzluktan kaþýnarak, bu altmýþýna gelmiþ Casaneus-Casanova, sýfýrý tüketmiþ bir halde, söylene söylene, homurdana homurdana, hayatýný anlatmaya koyulmuþtur. Hayatýný anlatýyor ve bütün edebi eseri de bundan ibaret,
ama doðrusunu söylemek gerekirse ne hayat! Beþ roman, yirmi komedi, bir yýðýn kýsa ve uzun hikaye, fýkralar ve tadýna doyum olmayan ilginç durumlar ve olaylar bolluðu; bütün bunlar, son derece olgun üzümler gibi, hayatla dolup taþan bir tek varlýðýn pres makinasýndan geçirilmiþ: Burada, sanatçýnýn ve yaratýcýnýn düzenleyici yardýmýna ihtiyaç göstermeyen kusursuz bir sanat eserinin bütünlüðüne ve yapýsýna sahip olan bir hayat karþýsýndayýz. Böylece, kazandýðý þan ve ünün, önce insaný tedirgin eden sýrrý, en ikna edici þekilde ýþýða çýkmýþ oluyor; çünkü Casanova'nýn dehasýný gösteren þey hayatýný anlatma ve yazma biçimi deðil, yaþama biçimidir. Yaþamak, bu zevk düþkünü sanatçýnýn hem atölyesi, hem de ilk maddesi ve þeklidir; ve o, yazarlarýn genellikle nesir ya da þiir yazmak için kullandýklarý yaratýcý ateþin tümünü, kendini bu gerçek ve orijinal sanat eserine vermek için harcamýþtýr; bu eserin gerçekleþmesinin her anýna, henüz belirsiz olan her türlü imkanýna alabildiðine dramatik bir görünüm vermeye tutkulu bir þekilde karar vererek, yaratýcý gücünün hepsini bu amaçla kullanmýþtýr. Bir baþkasýnýn icat etmek zorunda kaldýðý þeyi, o kendi soluðu ile hissetmiþtir; baþka birinin kafasýnda tasarlamýþ olduðu þeyi, o, sýcak ve þehvetli bedeniyle gerçekleþtirmiþtir; bunun içindir ki, burada, kalemin ve hayal gücünün, gerçeði sonradan süslemesine gerek yoktur: Þekil bakýmýndan tam anlamýyla dramatik olan böyle bir hayatýn içerisinde herhangi bir an'ý yakalamasý yeter. Çaðýnýn hiçbir yazarý (o günden bu yana, belki de Balzac'ýn dýþýnda, hemen hiçbir yazar) Casanova'nýn gerçekten yaþadýðý kadar deðiþik olaylar ve durumlar icat edememiþtir; ve yüzyýllýk bir süre içerisinde bile bu derece cüretli iniþler ve çýkýþlarla akýp giden gerçek bir hayat da yoktur. Manevi özü ya da bilginin derinliði bakýmýndan deðil de, yaþanmýþ olgular bakýmýndan onun biyografisini mesela Goethe'ninki, Jean-Jacques Rousseau'nunki ya da öteki çaðdaþlarýnýn biyografileriyle karþýlaþtýrmaya çalýþalým: Yaratýcý bir iradenin egemenliði altýnda, belli bir gayeye yöneltilmiþ olan bu hayat hikayeleri, Casanova'nýn bir ýrmak gibi köpürüp akan ve onun gibi kendini tabii akýþýna býrakan ömrünün yanýnda --çamaþýr deðiþtirir gibi, ülke, þehir, meslek, çevre ve kadýn deðiþtiren, her yere çabucak alýþan ve her yerde beklenmedik deðiþik olaylarla karþýlaþan bu maceraperestin ömrünün yanýnda-- bize ne kadar sýnýrlý, olaylar bakýmýndan ne kadar kýsýr, mekan bakýmýndan ne kadar dar ve sosyal çevre bakýmýndan ne kadar taþralý gelir! Casanova'nýn edebiyat alanýnda amatör olmasý gibi onlar da zevk alanýnda amatördürler. Gerçekten de, fikir adamýnýn trajedisi buradadýr: Hayatý olanca geniþliði ve þehveti ile tanýmak için yaratýldýðý ve bunu yapabilmek için yanýp tutuþtuðu halde, yine de görevine baðlý kalmak, iþinin kölesi olmak, kendisi için koyduðu ödevlere boyun eðmek, düzenin ve dünyanýn tutsaðý olmak zorundadýr. Her gerçek sanatçý, hayatýnýn büyük bir bölümünü yalnýzlýk içerisinde ve kendisiyle yaratýþ süreci arasýndaki düello ile geçirir; hayatýn arzu edilen çeþitliliðini tatmak, sanatçý için, ancak yaratýþýn aynasý içerisinde mümkündür. Yalnýzca yaþamak için yaþayan, yaratýcý olmayan, zevk almakla yetinen bir kimse hür olabilir ve çýlgýnca yaþayabilir. Kendisine birtakým gayeler koyan bir insan, güzel maceralarýn yanýndan geçip gider: Bir sanatçý çoðu zaman yaþamak fýrsatýný kaçýrdýðý þeyleri anlatýr. Sanatçýnýn yaptýðýnýn tam tersini yaparak kendilerini dizginsiz bir þekilde zevke býrakanlara gelince, onlarda da hayatlarýnýn
çeþitli olaylarý üzerinde uzun uzun iþleyip onlara bir þekil verme gücü yoktur. Kendilerini yaþadýklarý anýn içerisinde kaybederler ve böylece bu an bütün öteki insanlar için kaybolup gider; oysa sanatçý en küçük þeyi bile ebedileþtirmeyi bilir. Bunun içindir ki, bu iki tip insanýn gayeleri verimli bir þekilde birbirini tamamlayacak yerde, birbirinden uzaklaþmaktadýr: Birinin þarabý yoktur, ötekininse kadehi. Çözülemeyen bir çeliþmedir bu: Hareket ve zevk adamlarýnýn bütün þairlerden çok daha fazla anlatacak þeyleri, yaþanmýþ tecrübeleri vardýr, ama anlatmayý beceremezler. Buna karþýlýk, yaratýcýlar da uydurmak, icat etmek zorundadýrlar, çünkü bir hikaye konusu olabilecek yaþanmýþ tecrübeleri çoðu zaman yeterli deðildir. Þairlerin ilgi çekici bir hayat hikayesi olmasý seyrek olarak görüldüðü gibi, gerçekten etkileyici bir hayat hikayesine sahip olan kiþilerin onu anlatabilmesi de nadiren görülür. Ýþte Casanova'nýn eþine hemen hiç rastlanmayan, olaðanüstü -baþarýsý- buradan ileri gelir: Ýlk defa olmak üzere, bir zevk ve tutku adamý, her anýn sonuna kadar tadýný çýkarmasýný bilen, üstelik kaderin kendisine akla hayale sýðmaz maceralar lütfettiði, þeytani bir hafýzasý olan ve karakter bakýmýndan en ufak bir vicdani rahatsýzlýk duymayan bir adam, olaðanüstü hayatýný anlatmayý baþarabilmiþtir hem de ahlaki kaygýlar yüzünden herhangi bir deðiþiklik yapmadan, þiirle tatlandýrmaya kalkmadan, felsefeyle süsleyip püslemeden, objektif bir þekilde, olduðu gibi anlatabilmiþtir hayatýný: Tutkulu, tehlikeli, serserilik ve aþýrýlýklarla dolu, eðlenceli, bayaðý, küstah ve saygýsýz, ama her zaman güç ve enerjiyle ve beklenmedik þeylerle dolu olarak... Ayrýca, bunu, edebiyat hýrsýyla ya da dogmatik bir övünme duygusu ile, piþmanlýk veya kendini sergilemeye dönüþen bir itiraf nöbetiyle deðil, neþeyle, keyifle, kayýtsýz bir þekilde yapmýþtýr: Týpký bir meyhanede, aðzýnda piposuyla bir masa baþýnda oturan ve tarafsýz bir þekilde kendisini dinleyenlere tuzlu, hatta biberli bir macera ziyafeti çeken eski bir yaþlý asker gibi. Burada konuþan, gayretli bir yaratýcý ya da hayalci deðil, bütün þairlerin ustasý olan hayattýr, eþsiz ilham kaynaðýnýn olanca zenginliði ve inanýlmaz derecede güçlü kanatlarýyla hayatýn ta kendisidir. Casanova'ya gelince, sanatçýdan beklenen en basit þartý yerine getirmekten baþka bir þey yapmamaktadýr: Ýnanýlmasý mümkün olan þeyleri inanýlýr hale getirmek. Bunu gerçekleþtirebilmek için, tuhaf bir Fransýzcaya raðmen, sanatý da, gücü de yeterlidir. (Not düþmeyi sevmem, yazýlý bir tartýþmaya girmeyi ise hiç sevmem. Ama dürüst olabilme kaygýsý ile, þu noktayý belirtmek zorundayým: Casanova'nýn nesrinin sanat deðerini kesinlikle belirtebilmemiz için güvenilir bir temelden, yani Hatýralar'ýnýn orijinal metninden bugün hala yoksun bulunuyoruz. Bizim bildiðimiz, ne yazýk ki, orijinal el-yazma nüshaya sahip olanlarýn, F.A. Brockhaus Yayýnevi sahiplerinin, hiçbir garanti göstermeden, keyfi bir þekilde, yüz yýl önce bir Fransýz profesörüne yaptýrdýklarý bir düzenlemedir. Artýk hiç olmazsa bilim adamlarýna, Casanova'nýn gerçek metnine bir göz atma iznini vermekten daha tabii ne olabilir? Ve þüphesiz, bütün ülkelerin bilginleri ve çeþitli akademilerin üyeleri böyle bir iznin verilmesini þiddetle desteklemektedirler. Ne var ki, Brockhaus'a karþý tanrýlarýn savaþ açmasýnýn bile yararý olamaz: Sahiplerinin kaprisleri ve inatçýlýðý yüzünden orijinal metin firmanýn kasasýnda kilitli olarak gözlerden uzak tutulmaktadýr; bunun için ve yalnýzca bu keyfi davranýþ yüzünden, dünya edebiyatýnýn en ilginç eserlerinden birini, ancak kaba bir þekilde baþkasýndan naklen okumak ve deðerlendirmek gibi acayip bir olayla karþýlaþýyoruz. Brockhaus Yayýnevi, bugüne kadar, sanata karþý düþmanca bir tutumdan baþka bir þey olmayan bu inatçýlýðýný açýklayabilecek akla uygun
sebepleri kamuoyuna sunmak zahmetine bile katlanmamýþtýr. S.Z.) Ama damla hastalýðý yüzünden sarsak ve titrek bir hale gelmiþ olan ve homurdanýp duran bu ihtiyar, Dux'de, hiçbir iþ yapmadan aylýk aldýðý görevinde bulunduðu sýralarda, bir gün gelip de kýr sakallý tarihçilerin ve filologlarýn, XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn en deðerli parþömeni haline gelen hatýralarýnýn üzerine eðileceklerini ve bütün özünü içlerine sindirebilmek için uðraþacaklarýný rüyasýnda görse inanmazdý; ve bizim saf Giacomo'muz aynada kendini ne kadar beðenirse beðensin, ölümünden yüz yirmi yýl sonra, bir zamanlar kendisine yasaklanmýþ olan o sevgili Paris'inde bir -Casanova'cýlar Derneði-nin kurulacaðýný --ve bu Derneðin, yalnýzca, vaktiyle kendisinin elinden çýkan her kaðýt parçasýný, attýðý her tarihi doðrulamak ve bu kaðýt parçalarý üzerinde, bir zamanlar kendisi yüzünden o derece hoþ bir þekilde adý çýkmýþ olan kadýnlarýn ismini keþfetmek amacý ile kurulacaðýný-- kendisine söyleselerdi, bunu, o lanet olasý düþmaný, Kahya Feltkirchner'in kötü bir þakasý olarak görürdü. Þu halde, bu kendini beðenmiþ adamýn, bir gün gelip de bu derece ünlü olacaðýný önceden hissetmemesini, dolayýsýyla ahlaki kaygýlara kapýlmamasýný, anlattýðý þeyleri süsleyip püslemeye çalýþmamasýný ve psikolojik tahlillere kendini kaptýrmamasýný mutlu bir tesadüf olarak görelim; çünkü ancak belli bir amaçla hareket etmeyen bir insan, böylesine kaygýsýz bir içtenliðe ulaþabilir ve yalnýzca ilkel ve tabii þeylerde rastlanabilen bir özelliðe sahip olabilir. Bu ihtiyar kumarcý, Dux'de, çalýþma masasýna her zaman olduðu gibi tembel tembel yaklaþýyor --burasý onun son oyun masasýdýr-- ve son kozunu oynayarak hatýralarýný kaderin suratýna fýrlatýyor: Sonra, baþka bir dünyaya çaðrýldýðý için, bu atýlýmýnýn sonucunu görmeye vakit kalmadan, kalkýyor yerinden. Ama ne olaðanüstü bir þey! Ölümsüzlük içerisinde çýnlayan da yalnýzca bu son atýlýmý oluyor: Dux'deki o eski kütüphaneci, artýk kimsenin onu kovamayacaðý þekilde karþýtý Voltaire'in ve baþka büyük þairlerin yanýnda, ölümsüzlük ülkesine yerleþiyor; onun hakkýnda yazýlmýþ daha bir yýðýn kitap olacak orada, çünkü ölümünün üzerinden bütün bir yüzyýl geçip gittiði halde hala hayatýný anlayabilmiþ deðiliz: Bu tükenmez materyel, yazarlarýmýza, hiç durmadan, onun portresini yeniden çizme isteðini vermektedir. Evet, bu yaþlý commediante in fortuna, kaderinin bu eþsiz komedyeni oyunu kazanmýþtýr ve bu gerçeðe karþý her türlü itiraz, her türlü tumturaklý söz boþunadýr. Saygý duyduðumuz bu dostumuzu, ahlak kurallarýna aldýrýþ etmediði ve bu konuda ciddi davranmadýðý için hor görebilirler; tarihçi olarak onun söylediðinin tersini savunabilirler ve sanatçý olarak onu inkar edebilirler. Yapamayacaklarý bir tek þey var: Onu yeniden öldüremezler, çünkü bütün þairlere ve bütün düþünürlere raðmen, dünya o zamandan bu yana onun hayatýndan daha romanesk olan bir roman ortaya koyamadýðý gibi, onunki kadar canlý ve olaðanüstü bir portre de yaratamamýþtýr. ::::::::::::::::: GENÇLÝK PORTRESÝ -Ne kadar yakýþýklý bir erkek olduðunuzu biliyor musunuz?(1764'de Sans-Souci'nin bahçesinde Büyük Friedrich'in birdenbire durup ona bakarak söylediði sözler)
Küçük baþkentlerden birinin tiyatrosundayýz: Þarkýcý haným söylediði aryayý pervasýzca yükselen tiz bir sesle henüz bitirmiþ; birdenbire boþanan bir saðnak gibi bir alkýþ yaðmuru kaplamýþ salonu; ama þimdi aðýr bir tempoyla sürüp giden sahnedeki konuþmalar sýrasýnda genel ilgi ve dikkat gevþemiþ; genç züppe beyler localarý ziyaret ediyorlar; hanýmlar dürbünleriyle oynuyor, gümüþ kaþýklarla nefis jöleler yiyorlar ve portakal renginde likörlü þerbetler içiyorlar; bu sýrada sahnede Harlekin, fýrýl fýrýl dönen Kolumbine'nin etrafýnda güldürücü pandomimlerini bol bol seriyor gözler önüne, ama boþ yere! Birdenbire bakýþlar, merakla bir yabancýya çevriliyor: Rahat ve pervasýz bir þekilde, zarif bir beyefendiye yaraþan tam bir serbestlik ve rahatlýkla, hiç kimsenin tanýmadýðý bir bey, orkestra baþladýktan sonra giriyor içeriye. Güçlü bedeninin etrafýnda, týpký bir hale gibi, zenginliðin parýltýsý var; zarif iþlemelerle süslü bir brokar yeleðin üzerini kývrýmlarla saran kül renkli parlak kadifeden bir kostüm giymiþ; pahalý danteller ve sýrma þeritler, Brüksel tipi bir göðüs yakasýnýn kopçalarýndan baþlayarak ipek çoraplara varýncaya kadar, bir gala kostümünün ciddi görünümünü sergiliyor. Elinde rahatça tuttuðu beyaz tüylü bir tören þapkasý var; bu soylu yabancýdan hafif ve hoþ bir gülsuyu ya da son moda bir krem kokusu yayýlýyor etrafa ve þimdi o, ilk sýradaki koltuklardan birine rahatça yerleþiyor, sýrtýný koltuðun arkasýna dayýyor, yüzüklerle kaplý eli, gururlu bir þekilde, Ýngiliz çeliðinden yapýlmýþ bir kýlýcýn üzerinde duruyor. Genel bir ilgi uyandýrdýðýnýn farkýnda deðilmiþ gibi, altýn saplý tek gözlüðünü kaldýrýyor ve sahte bir kayýtsýzlýkla localarý gözden geçiriyor. Ne var ki, daha þimdiden, bütün koltuklarda ve bütün sýralarda, küçük þehrin merak duygusu uyanmýþ ve fýsýltýlar baþlamýþtýr: Bir prens mi, zengin bir yolcu mu? Baþlar birbirine yaklaþýyor, saygý dolu bir fýsýltýyla, yabancýnýn göðsünden sarkan koyu kýrmýzý bir kurdelenin ucundaki elmaslarla çevrili bir madalyadan söz ediyorlar (öylesine parlak taþlarla süslü ki, kimse bunun bir avuç böðürtlenden daha pahalý olmayan sýradan, alelade bir niþan olduðunu anlamýyor). Sahnedeki þarkýcýlar kendilerine duyulan ilginin azaldýðýný hemen fark ediyorlar; konuþmalar daha gevþek bir hal alýyor, çünkü kemanýn ve viyolanýn arkasýndan dansözler kulislere kaçývermiþler, kendi kendilerine -Acaba bize karlý bir gece geçirtecek çok zengin bir dük mü?- diye sorarak onu dikkatle süzüyorlar. Ama salonda bulunan yüzlerce seyirci, daha bu yabancýnýn sýrrýný çözemeden, kim olduðunu keþfedemeden, localardaki kadýnlar, heyecandan þaþkýna dönmüþ bir halde, baþka bir þeyi fark ediyorlar. Bu adam ne kadar yakýþýklý! Ne kadar güzel ve erkekçe bir görünüþü var! Boylu poslu, geniþ omuzlu; dolgun ve adaleli elleri bir pençeyi andýrýyor; dimdik ve çelik gibi erkekçe görünüþünde kadýnsý hiçbir iz yok; þimdi orada ayakta duruyor, boynunu biraz öne eðmiþ, týpký saldýrýya geçmeden önce bir boðanýn yaptýðý gibi. Yandan bakýldýðý zaman bu yüz, bir Roma madalyonunu andýrýyor, her çizgi koyu renkli baþýn bakýr zemini üzerine madensi bir açýklýk ve seçiklikle iþlenmiþ gibi sanki. Zarif bir hareketle alnýný yukarý doðru kaldýrýyor. Hafifçe dalgalý kestane rengi saçlarýn arasýndan birdenbire ortaya çýkan böyle bir alný görseydi, bütün þairler hayran kalýrdý; burnu küstah ve pervasýz bir kanca gibi çýkýntýlý, güçlü kemiklerden oluþmuþ çenesi de öyle; ve onun altýnda da iki ceviz büyüklüðünde bir Adem-elma'sý (saf kadýnlar bunu güçlü bir erkekliðin en güvenilir belirtisi olarak görürler); yüzdeki her çizginin bir sertlik, cüret ve kararlýlýk
ifade ettiði inkar edilemez. Yalnýzca dudaklarý yumuþak ve nemli; bu dolgun þehvetli ve kýrmýzý dudaklarýn arasýndan inci gibi diþleri görünüyor. Yakýþýklý adam þimdi yavaþça yüzünü loþ anfiteatra doðru döndürüyor; biçimli, gür kirpikli, kusursuz bir kavis çizerek aralanmýþ göz kapaklarýnýn altýndan siyah gözbebekleri heyecanlý ve sabýrsýz bir bakýþla parlýyor: Av peþinde koþan ve birdenbire bir kartal gibi kurbanýnýn üzerine atlamaya hazýr olan gerçek bir avcýnýn bakýþlarý gibi... Ama henüz yeni yeni tutuþmaya baþlayan bir alevle parlýyor bu gözler, daha yakýcý bir ateþ haline gelmemiþ; localarý gözden geçiren ve erkeklere dikkat etmeksizin, satýþa hazýr bir mal gibi kadýnlarýn bulunduðu bu loþ yuvalardaki sýcaklýðý, çýplaklýðý ve beyazlýðý inceleyen bir çeþit gizli ateþ... Birbiri ardýnca hepsini dikkatle gözden geçiriyor, týpký maldan anlayan birinin bir seçme sýrasýnda yaptýðý gibi; ve bu arada kadýnlarýn da onu dikkatle süzdüðünü hissediyor. O zaman þehvetli dudaklarý biraz gevþiyor ve güneylilere has dolgun aðzýnýn kenarýnda beliren hafif bir gülümseme kar gibi beyaz diþlerinin parlak dizisini açýða vuruyor. Bu gülümseme, henüz özel bir kadýna yönelmiþ deðil, her zaman, hepsine, orada elbiselerinin altýnda sýmsýcak ve çýplak bir þekilde gizli duran bütün kadýnlara yönelik. Ama iþte tanýdýðý bir hanýmý görüyor; hemen bakýþý onun üzerinde duruyor ve daha bir an önce küstah bir arayýþ içinde olan gözlerinde kadife gibi yumuþak, ýþýl ýþýl bir parýltý beliriyor; sol eli kýlýcýný býrakýyor, sað eliyle kocaman tüylü þapkasýný tutarak, tanýdýk birini görünce söylenmesi gereken nezaket sözlerini söylemek üzere ona doðru yaklaþýyor. Kendisine doðru uzanan eli öpmek için adaleli boynunu zarif bir þekilde öne doðru eðerek çok büyük bir saygýyla kadýna bir þeyler söylüyor; kadýnýn, bundan memnun olmakla birlikte, hafifçe gerilemesinden ve bocalar gibi olmasýndan, erkeðin sesinin arioso'sundan ne kadar etkilendiði, bu sesin nasýl bir tatlý yumuþaklýkla içine iþlediði belli oluyor, çünkü þaþkýn bir þekilde arkasýna dönüp yabancýyý yanýndakilere tanýtýyor: -Seingalt Þövalyesi-. Reveranslar, nezaket gereði söylenen sözler, kibar davranýþlar; ziyaretçiye locada bir yer gösteriliyor, ama o bunu alçakgönüllülükle reddediyor ve böylece bütün bu nazik söz alýþ-veriþinden sonra, konuþma artýk iyice canlanýyor, Casanova sesini yükseltiyor ve söylediði sözler etraftan da duyulmaya baþlýyor. Týpký komedyenler gibi, kelimelerin sonundaki sesli harfleri þarký söylermiþçesine tatlý bir þekilde uzatarak ve sessiz harfleri de iyice vurgulayarak, gittikçe daha fazla dikkati çekecek ve bitiþik localardan da duyulacak þekilde güçlü ve tannan bir sesle konuþuyor; çünkü ne kadar nükteli konuþtuðunu, Fransýzcayý ve Ýtalyancayý ne kadar iyi bildiðini ve söz arasýnda sevgili Horatius'undan nasýl söz ettiðini kendisine kulak misafiri olmak isteyen yan localardaki kiþilerin de duymasýný istiyor. Tesadüfen yapýlan bir hareketmiþ gibi yüzüklü elini locanýn kenarýna dayýyor: Pahalý dantellerle süslü kol kapaklarý ve özellikle parmaðýnda parlayan tek taþlý yüzük uzaktan da görülebilsin diye. Þimdi oradaki baylara, elmas kakmalý bir enfiye kutusunu uzatýp, Meksika'dan getirtilmiþ enfiyesinden ikram ediyor. -Dostum Ýspanya elçisi bu enfiyeyi bana dün bir kurye ile gönderdidiyor (bu sözleri bitiþik locanýn öteki ucundan bile iþitiliyor); hanýmlarýn kavalyelerinden biri, kutuyu süsleyen minyatüre hayran olduðunu nazik bir þekilde belirtince de, rahat ve gevþek bir tavýrla, ama salondan da duyulacak kadar yüksek bir sesle þöyle diyor: -Dostum ve lütufkar majesteleri Köln Prensinin bana bir armaðaný bu-.
Hiçbir özel niyeti yokmuþ gibi konuþuyor, ama bu palavracý adam, bir yandan bu þekilde gösteriþ yapmaya devam ederken, bir yandan da, insanlar üzerinde nasýl bir etki uyandýrdýðýný anlayabilmek için, yýrtýcý bakýþlarla hiç durmadan saðý solu kolluyor. Evet, herkes onunla meþgul; kadýnlarýn merak duygusunu üzerine çektiðini hissediyor; fark edildiðini, kendisine hayran olduklarýný ve saygý duyduklarýný görüyor ve bu onu daha da cüretli hale getiriyor. Büyük bir ustalýkla, konuþmayý bitiþik locaya da aktarmayý baþarýyor: Orada, prensin gözdesi olan ve Casanova'nýn tam bir Parisli aksaný ile konuþtuðu Fransýzcasýný mutlu bir þekilde dinleyen (bunu hissediyor) bir haným var; güzel bir kadýndan söz ederken, candan bir hareketle, dönüp, nazik bir söz söylüyor bu gözde hanýma ve o da gülümseyerek cevap veriyor. O zaman dostlarýna da þövalyeyi bu kibar hanýma tanýþtýrmaktan baþka yapacak bir þey kalmýyor. Oyun daha þimdiden kazanýlmýþtýr. Yarýn öðle yemeðini þehrin en kibar kimseleriyle birlikte yiyecek; yarýn akþam da, saraylardan birinde, küçük bir faraon (Bakara'ya benzeyen bir kaðýt oyunu.) partisi önerecek ve ev sahiplerini soyup sovana çevirecek; yarýn geceyi bu göz kamaþtýran kadýnlardan biriyle geçirecek; ve bütün bunlar, serbest, kendine güvenen ve enerjik tavrý, güçlü iradesi ve her þeyi borçlu olduðu esmer yüzünün rahat, kendinden emin ve erkekçe güzelliði sayesinde gerçekleþecek: Kadýnlarýn gülümsemesini ve parmaðýndaki tek taþlý yüzüðü, elmaslý saat zincirini ve kostümündeki sýrma þeritleri, bankerlerdeki kredisini ve soylularýn dostluðunu ve hepsinden de güzel olaný, hayatýn sonsuz çeþitliliði içerisindeki hürlüðünü hep ona, o güzel esmer yüzüne, borçlu. Bu arada, primadonna yeni aryasýna baþlamaya hazýrlanýyor. Kusursuz bir sosyete adamý olarak yaptýðý konuþmalardan büyülenmiþ olan kavalyeler tarafýndan ýsrarla davet edildikten, gözde hanýma tiyatrodan çýkarken refakat etme lütfuna da eriþtikten sonra, Casanova eðilerek selamlýyor onlarý ve gidip yerine oturuyor, sol elini yine kýlýcýna dayýyor, müzikten anlayan biri olarak þarkýyý dinleyebilmek için güzel esmer baþýný öne doðru uzatýyor. Arkasýnda, locadan locaya, gizli sorular ve cevaplar, aðýzdan aðýza dolaþýyor: -Seingalt Þövalyesi-. Onun hakkýnda kimse baþka bir þey bilmiyor, nereden geldiðini, nereye gittiðini, ne yaptýðýný kimse bilmiyor; loþ ve merakla dolu salonun her yanýnda mýrýltýlar ve fýsýltýlar halinde onun adý dolaþýyor ve (dudaklar üzerinde titreþen görünmez bir alev gibi) bu ad sahneye, ayný þekilde onun kim olduðunu merak eden þarkýcýlarýn arasýna da sýçrýyor. Ama birdenbire Venedikli genç bir dansöz gülmeye baþlýyor: -Seingalt Þövalyesi mi?- Ah! Þu madrabaza da bak! Brunella'nýn oðlu Casanova bu, beþ yýl önce, tatlý sözler söyleyerek kýz kardeþimi baþtan çýkaran adam, ihtiyar Bragadin'i eðlendiren soytarý, þarlatan, çapkýn ve maceracý-. Ne var ki, kýzcaðýz onun kötülüklerinden pek de rahatsýz olmuþ görünmüyor, çünkü kulislerden Casanova'ya anlayýþla el sallýyor ve parmaklarýnýn ucunu þuh bir tavýrla dudaklarýna götürüyor. O da onu fark ediyor ve hatýrlýyor: Ama korkacak bir þey yok, þu soylu budalalara oynadýðý bu küçük oyunu bozmaya kalkmayacak, bu gece kendisiyle yatmayý tercih edecek! ::::::::::::::::: MACERA PEÞÝNDE KOÞANLAR -Bu kadýn, senin tek þansýnýn, insanlarýn
budalalýðý olduðunu biliyormu?(Casanova'dan, kaðýt oyununda hile yapan Croce'ye) Yedi yýl savaþýndan Fransýz devrimine gelinceye kadar geçen çeyrek yüzyýllýk kýsa bir süre içerisinde Avrupa'da tam bir sükun egemen oluyor. Habsbourg'lar, Bourbon'lar ve Hohenzollern'ler savaþmaktan yorgun düþmüþler. Burjuvalar, sessizlik içerisinde, kalýn bir tütün dumanýnýn arkasýnda sakin sakin oturuyorlar; askerler saçlarýnýn ucunu pudralýyor ve artýk iþe yaramaz hale gelmiþ silahlarýný parlatýyorlar; acý çekmiþ ülkeler sonunda bir parçacýk soluk alabiliyorlar. Ama savaþ olmayýnca hükümdarlarýn caný sýkýlýyor. Bütün Alman ve Ýtalyan küçük prensleri ve daha baþkalarý, küçücük baþkentlerinde ölesiye sýkýlýyorlar ve kendilerine bir eðlence bulmak istiyorlar. Bu zavallý prensler ve dükler, büyükleri taklit ettikleri ve önemli iþler yapabildikleri sürece mutluydular, ama þimdi, yeniden inþa edilmesi henüz bitmiþ ve hala soðuk ve rutubetli olan rokoko stili þatolarý içerisinde korkunç derecede hüzünlü bir hayat sürüyorlar; bütün o güzel bahçelerine, çeþmelerine, limonluklarýna, kale burçlarýna, galerilerine, av korularýna ve hazinelerine raðmen canlarý sýkýlýyor. Halktan topladýklarý paralarla ve Paris'ten gelen dans hocalarýndan çarçabuk öðrendikleri tavýrlarla Trianon ve Versailles'a özeniyorlar ve büyük þehir ya da baþkent hayatýný yaþamak ve XÝV'üncü Louis gibi bir kral olmak istiyorlar. Bunun için duyduklarý özlemle bir sanatsever ve düþünür haline geldikleri bile oluyor; Voltaire ve Diderot ile mektuplaþýyorlar; Çin porselenleri, Orta Çaða ait madalyonlar, barok tarzýnda sanat eserleri topluyorlar; Fransýz komedyenlerini, Ýtalyan þarkýcýlarýný ve dansçýlarýný evlerine davet ediyorlar ve yalnýzca Weimar dükü, isabetli bir hareketle, sarayýna Schiller, Goethe ve Herder adlarýný taþýyan birkaç Almaný davet ediyor. Ayrýca yaban domuzu avlarý, su üzerinde yapýlan gösteriler ve tiyatro eðlenceleri birbirini izliyor, çünkü dünya kendini yorgun hissettiði zamanlar, her seferinde, oyunlar, tiyatro, moda ve dans özel bir önem kazanýr; prensler para harcama ve çeþit çeþit hünerler gösterme konusunda birbirleriyle yarýþýyorlar ve birbirlerini hayran býrakmak için, eðlendirmesini en iyi bilen en ilginç kimseleri, en iyi dansçýlarý, müzisyenleri, hadým edilmiþ þarkýcýlarý, filozoflarý, simyacýlarý, horoz dövüþü ustalarýný ve org çalanlarý getirtiyorlar. Böyle bir açýk-arttýrmaya, Gluck ve Haendel, Metastasio ve Hasse gibi kiþiler kadar ruhlarla temas kuran kimseler ve hafif-meþrep kadýnlar, hava fiþekçileri, büyük avcý-baþýlar, libretto'cular ve bale hocalarý da girebiliyorlar, yeter ki bu prensçiklerden her biri, en iyi, en güzel, en moda olan þeyi kendi sarayýnda görmek istesin, aslýnda bütün bunlarý kendi zevkleri için deðil, yedi fersah ötedeki komþularýný kýzdýrmak için yapýyorlar. Böylece törenler düzenlemede ustalaþmýþ çeþitli kimselere ve çeþit çeþit törenlere, taþtan yapýlmýþ bir tiyatro binasýna ve opera salonlarýna, sahnelere ve bale topluluklarýna sahip olmaktan mutlu oluyorlar; þimdi küçük þehrin can sýkýntýsýndan kurtulabilmek ve hepsi de birbirinin týpatýp eþi olan altmýþ kadar soylunun yüzüne bakýp durmaktan ileri gelen kaçýnýlmaz monotonluða gerçek bir sosyete görünümü verebilmek için bir tek þeyleri eksiktir: Soylu ziyaretçiler, dikkati çeken konuklar, hiç durmadan dünyayý dolaþýp duran gezginler; bütün bunlar, kasvetli küçük þehrin aðýr potasýna bir parça canlýlýk tohumu katacak ve sadece otuz sokaðý olan bir baþkentin boðucu havasýna, büyük dünyadan bir parça esinti getirecektir.
Herhangi bir saraydan böyle bir istek gelince, haydi bakalým, çabuk olun, çabuk! Ve iþte koþup geliyorlar, karýnlarý yerde sürünerek, yüz kadar deðiþik maske takmýþ ve deðiþik kýlýkta insan, ufkun hangi noktasýndan koþup geldikleri, hangi köþe bucaktan çýktýklarý belli olmayan bir sürü maceracý! Hemen ertesi günü, bir posta arabasý ve Ýngiliz faytonlarý ile çýkýp geliyorlar ve hemen, tembel tembel, en kibar otellerin en soylu görünen odalarýný kiralýyorlar. Herhangi bir ordunun, Hindistan ya da Moðolistan ordusunun acayip üniformalarýný giymiþler, kendilerine sahte mücevherlere benzeyen tumturaklý adlar takmýþlar, týpký ayakkabýlarýndaki süslü tokalar gibi sahte olan adlar. Bütün dilleri konuþabiliyorlar, bütün prensleri ve büyük adamlarý tanýdýklarýný iddia ediyorlar; bütün ordularda hizmet ettiklerini ve bütün üniversitelerde okuduklarýný söylüyorlar. Cepleri tasarýlarla dolu; cüretli vaatler dillerinden düþmüyor; piyangolar ve ek vergiler, devletler-arasý antlaþmalar ve fabrikalar gibi konularla ilgili planlar yapýyorlar; kadýnlar, niþanlar, hadým edilmiþ þarkýcýlar öneriyorlar; kendi ceplerinde on altýn bile olmadýðý halde, karþýlarýna çýkan herkese tinctura auri'nin (altýn yapma sanatýnýn) sýrrýný bildiklerini fýsýldýyorlar. Her sarayda farklý bir tekniðe baþvuruyorlar: Bazen esrarlý bir þekilde kendilerine farmason süsü veriyorlar, ya da masonlukta belli bir dereceye ulaþmýþ biri imiþ gibi davranýyorlar; bazen, para hýrsý ile yanýp tutuþan bir prensin yanýndayken, simyada ve Teophrastus'un eserlerinde uzmanmýþ gibi tavýrlar takýnýyorlar. Zevk düþkünü bir prensin yanýnda, kendilerini dürüst faizciler, para kazanmayý iyi bilen deneyimli kiþiler, aracýlar, kadýn bulucular olarak gösteriyorlar; savaþtan hoþlanan bir prensin yanýnda ise casus olarak, ince ruhlu, düþünce zevklerinden hoþlanan bir prensin yanýnda da filozof ve þair olarak boy gösteriyorlar; batýl inançlarý olanlara yýldýz fallarý ile, çabucak inananlara birtakým tasarýlarla, oyunculara hileli kaðýtlarla ve saf kiþilere kibar bir sosyete adamý görünümüyle yaklaþýyorlar. Ama bütün bunlar, keþfedilmesi mümkün olmayan bir esrar ve yabancýlýðýn anlaþýlmaz halesiyle çevrilmiþ ve onun cümbüþlü kývrýmlarý altýna gizlenmiþ, dolayýsýyla daha da ilginç bir hal almýþ. Bataklýklarýn üzerinde görülen sahte alevler gibi birdenbire parlayarak ve tehlikeli bir þekilde ilgiyi kendi üzerlerine çekerek, saraylarýn sýkýcý ve acýmtrak havasý içerisinde titreþimler yaratarak, ýþýl ýþýl bir halde, bir görünüp bir kaybolan aldatýcý hayaletler gibi dans edercesine, orada burada dolaþýyorlar. Saraya kabul ediliyorlar, insanlar onlarla oyalanýyor, ama en ufak bir deðer vermiyorlar; gerçekten soylu olup olmadýklarýný, niþan yüzüðü takmýþ olan karýlarýnýn sahici karýlarý olup olmadýðýný, yanlarýnda getirdikleri kýzlarýn gerçekten bakire olup olmadýðýný kendilerine dert etmiyorlar. Çünkü zevk veren bir kiþi, bir prens için hastalýklarýn en korkuncu olan can sýkýntýsýný bir saat için olsun daðýtabilen bir kiþi, maddeci bir felsefeyle bozulmuþ böyle bir ahlak-dýþý ortam içerisinde iyi karþýlanýr ve ona hiçbir soru sorulmaz. Eðlendirdiði ve küstahça çalmadýðý sürece, ona, týpký fahiþelere olduðu gibi, isteyerek katlanýlýr. Bazen bu madrabazlar ve sanatçýlar güruhu, soylu bir tekmeyle dýþarý atýlýr (mesela, Mozart'ýn baþýna geldiði gibi), bazen balo salonundan hapishaneye yuvarlanýrlar ve hatta, Ýmparatorluk Tiyatrosu yöneticisi Afflisio gibi kürek mahkumluðuna kadar düþebilirler. En ustalarý kene gibi yapýþýrlar, vergileri toplarlar, gözde bir fahiþenin sevgilisi ya da bir saray aþüftesinin lütufkar kocasý, bir
beyzade, hatta bir baron olabilirler. Ama çoðu zaman, tencerenin dibi tutacak kadar beklememek akýllýlýðýný gösterirler, çünkü bütün çekicilikleri yeni oluþlarýndan ve kim olduklarýnýn bilinmemesinden kaynaklanýr; kaðýt oyunlarýnda büyük bir küstahlýkla hile yaparlarsa, ellerini ölçüsüzce baþkalarýnýn cebine daldýrýrlarsa, bir sarayda çok uzun bir süre kalýrlarsa, bir gün birdenbire biri çýkýp foyalarýný meydana çýkarabilir ve sýrtlarýndaki kamçý izlerini ya da kürek mahkumu damgasýný herkese gösterebilir. Onlarý daraðacýndan kurtarabilecek tek þey, sýk sýk yer deðiþtirmektir; bu yüzden bu dolandýrýcýlar, karanlýk mesleklerinin gezgin ajanlarý olarak, bir saraydan ötekine giden çingeneler gibi, hiç durmadan Avrupa'yý dolaþýrlar, böylece, bütün bir XVÝÝÝ'inci yüzyýl boyunca, Madrit'ten Petersburg'a, Amsterdam'dan Pressbourg'a, Paris'ten Napoli'ye doðru hep ayný kiþilerden oluþan, görülmemiþ bir düzenbazlar sürüsü koþuþup durmuþtur. Casanova'nýn, her oyun masasýnda ve her küçük sarayda ayný düzenbaz arkadaþlara rastlamasý --Talvis'ler, Afflisio'lar, Schwerin ve Saint-Germain gibi kimseler-- önceleri bir rastlantý olarak görülebilir; oysa bu iþi benimsemiþ kimseler için bu þekilde sýk sýk yer deðiþtirme zevk olmaktan çok, bir kaçýþtýr. Ancak pek az bir zaman için güvenliktedirler; ancak birlikte hareket ettikleri zaman kendilerini koruyabilirler, çünkü hepsi birden tek bir aile oluþtururlar, malasý ve belli bir simgesi olmayan bir farmasonlar topluluðu, bir maceracýlar grubu haline gelirler. Birbirleriyle karþýlaþtýklarý yerlerde, düzenbazlýk söz konusu olduðu zaman, karþýlýklý olarak birbirlerini desteklerler; biri ötekini kibarlar toplumuna tanýþtýrýr ve oyun arkadaþýný tanýdýðý için onun adýný, sanýný ve ünvanýný doðrulamýþ olur; kadýn deðiþtirirler, kýlýk deðiþtirirler, isimlerini deðiþtirirler, düzenbazlýklarýnýn dýþýnda her þeylerini deðiþtirirler. Bu þekilde, saraylarýn çevresinde baþýboþ dolaþýp duran bütün bu komedyenler, dansçýlar, müzisyenler, dolandýrýcýlar, sefihler, fahiþeler ve simyacýlar (Cizvitler ve Yahudilerle birlikte), dar-kafalý ve dar-görüþlü yerleþmiþ bir yüksek soylular sýnýfý ile henüz kendini kurtaramamýþ belirsiz bir burjuvazi arasýndaki biricik milletler-arasý topluluk olarak dünyada yerlerini alýyorlar. Ne birine ne de ötekine girebiliyorlar, çeþitli sýnýflar ve ülkeler arasýnda dolaþýp duruyorlar; -çok deðiþik ve çeþitli- bir sýnýf, bayraksýz ve vatansýz bir korsanlar grubu olarak oradan oraya gidip geliyorlar. Onlarla birlikte yeni bir çað, yeni bir -baþkalarýný sömürme sanatý- baþlýyor; artýk savunmasýz insanlarý soymuyorlar, yolcu arabalarýna saldýrmýyorlar, kendini beðenmiþleri kandýrýyorlar ve sersemlerin keselerine el atýyorlar. Güçlü kaslardan kaynaklanan cesaretin yerine, onlarda zeka var; saldýrganlýðýn þiddeti, soðuk bir küstahlýkla yer deðiþtirmiþ; soyguncunun acýmasýz yumruðunun yerini, psikolojinin ve sinirlerin en ince, en usta sanatý almýþ. Para keselerine el atan bu yeni soygun biçimi, dünya vatandaþlýðý ve kibar tavýrlarla iþbirliði yapýyor; bir zamanlar olduðu gibi yakýp yýkacak ve öldürecek yerde, artýk hileli oyun kaðýtlarý ve sahte senetler kullanarak çalýyorlar. Onlarda hala, Yeni Hindistan'a doðru yelken açanlarýn ve bütün ordularda ücretli asker olarak çalýþýp meyva ve sebze bahçelerini talan edenlerin, her ne pahasýna olursa olsun hayatlarýný dürüst burjuva hizmetleriyle kazanmak istemeyenlerin ve karþýlaþacaklarý tehlike ne olursa olsun ceplerini bir anda doldurmak isteyenlerin cüretli kaný var; yalnýzca baþvurduklarý yollar, yöntemler daha incelmiþ, dolayýsýyla yüzleri ve görünüþleri
de daha ince ve zarif bir hal almýþ. Artýk aðýr yumruklara, sarhoþ yüzlere, baþýboþ askerlerin komutanlarýnýn kaba saba hareketlerine rastlanmýyor onlarda; elleri soylu bir þekilde yüzüklerle süslü ve küstah baþlarýnýn üzerinde pudralanmýþ bir peruka taþýyorlar. Dürbünleriyle saða sola bakýyorlar ve dansçýlar gibi tek ayaklarý üzerinde fýrýl fýrýl dönmesini biliyorlar; komedyenler gibi tumturaklý bir dil (parlando) kullanýyorlar ve gerçek bir filozofmuþ gibi derin düþüncelere dalmýþ görünüyorlar. Oyun masasýnda, endiþeli bakýþlarýný pervasýzca gizleyerek hile yapýyorlar ve nükteli konuþmalarý sayesinde kadýnlarý sahte aþklarýna ve sahte mücevherlerine inandýrýyorlar. Þu inkar edilemez: Hepsinde, onlarý sempatik hale getiren zekice bir tavýr ve bir ruh bilgisi var; hatta aralarýnda birkaçý dahiliðe ulaþabilmiþ. XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn ikinci yarýsý onlarýn en parlak çaðý, altýn çaðý, klasik dönemleri olmuþtur; daha önce XÝV'üncü Louis zamanýnda Fransa'nýn en parlak yedi þairi Fransýz þiirine nasýl bir incelik ve güzellik kazandýrmýþsa ve daha sonra Almanya'da o hayran olunacak Weimar döneminde dehanýn yaratýcý þekli nasýl kalýcý bir deðer taþýyan birkaç kiþide toplanmýþsa, o sýralarda da (XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn ikinci yarýsýnda) Avrupa dünyasý üzerinde çok büyük bir þarlatanlýðýn ve ölümsüz maceranýn yedi büyük yýldýzý zaferle parlamýþtýr. Çok geçmeden prenslerin ceplerini boþaltmak artýk onlara yetmez olmuþtur; küstahça ve görülmemiþ bir þekilde çaðýn olaylarýna karýþmýþlar ve dünya tarihinin büyük ruletini döndürmeye baþlamýþlardýr. Baþkalarýnýn emrinde hizmet edecek ve boyun eðecek yerde, küstahça ön plana çýkmýþlardýr; XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn ikinci yarýsýný bu maceracýlarýn oynadýðý rol kadar açýk ve seçik bir þekilde belirleyen baþka hiçbir þey yoktur. John Law, kaçak Ýrlandalý, çýkardýðý kaðýt paralarla Fransýz maliyesini patlama noktasýna getirmiþtir. D'Eon, kadýnla erkek arasýnda, cinsiyeti ve þöhreti kuþkulu bu yaratýk, milletler-arasý politikaya yön vermiþtir. Yuvarlak kafalý küçük bir baron olan Neuhoff, gerçekten Korsika kralý ve gerçek bir kral olmuþ, ama þunu da eklemek gerekir ki, sonunda borçlular hapishanesine düþmüþtür. Cagliostro, Sicilyalý genç köylü, hayatý boyunca doðru dürüst okuyup yazmayý öðrenemeyen bu adam, Paris'in önünde dize geldiðini görmüþ ve ünlü kolyesiyle (Tarihe -Kolye meselesiolarak geçmiþ olan olay; XVÝ'ýncý Louis döneminde, Kraliçe Marie Antoinette'in gözüne girmek isteyen Kardinal Rohan, entrikacý bir kadýn olan Kontes de la Motte tarafýndan kandýrýlýyor. Kontes, Kardinale Kraliçenin 1.600.000 frank tutarýnda bir kolye istediðini, ama Kralýn buna razý olmadýðýný söylüyor. Kardinal kolyeyi ünlü bir kuyumcudan alýp, Kraliçeye versin diye Kontese teslim ediyor; ama kolye kayboluyor. Rohan ödemeyi yapamadýðý için mesele ortaya çýkýyor. Rohan Paris'ten sürülüyor, Kontes ise kamçýlanýyor ve kýzgýn demirle damgalanýyor. Cagliastro'nun da bu iþe bulaþtýðý söyleniyor, ayný þekilde o da Paris'ten sürülüyor.) baþýna çorap örecek ipi, krallýðýn eline vermiþtir. Yaþlý Trenck'in hikayesi en acýklýsýdýr, çünkü bu maceracý, soylulara karþý herhangi bir suç iþlemediði halde, sonunda baþýný giyotine vermiþ ve kýrmýzý baþlýðýnýn altýnda bir hürriyet kahramanýnýn acý rolünü oynamýþtýr. Saint-Germain, (Saint-Germain: Olaðanüstü hafýzasý ile XV'inci Louis'nin sarayýný þaþkýna çeviren ve birçok yüzyýldan beri yaþadýðýný iddia eden maceracý.) yaþý belli olmayan bu sihirbaz, Fransa kralýnýn alçakgönüllü bir þekilde kendi önünde diz çöktüðünü görmüþtür ve doðum tarihinin çözülemeyen sýrrý ile, bugün bile, bilimin çabalarýna meydan okumaktadýr. Hepsinin elinde en güçlü insanlardakinden daha fazla güç vardý;
bütün dünyanýn ilgisini ve dikkatini kendi üzerlerine çekmiþlerdir, bilginleri büyülemiþler, kadýnlarý baþtan çýkarmýþlardýr; zenginleri soymuþlar ve ne bir görev ne de bir sorumluluk almadan, politika alanýndaki kuklalarýn iplerini gizlice çekip durmuþlardýr. Ve bunlarýn sonuncusu olan --ama en kötüsü olmayan-- bizim Giacomo Casanova'mýz, bu loncanýn tarihini yazan ve kendini anlatýrken bütün ötekileri de temsil eden bu adam, yüzlerce baþarýsý ve macerasý ile, bu unutulmaz ve unutulamýyacak yedilinin, --her biri bütün þairlerden daha ünlü, çaðýnýn bütün politikacýlarýndan daha çok þey baþarmýþ, daha o zaman bile yitip gitmeye mahkum olan bir dünyaya kýsa bir süre egemen olmuþ bu yedilinin-- en zevkli, en eðlenceli parçasýný oluþturmaktadýr. Gerçekten de, Avrupa'daki bu akýl sýr ermez komedinin ve küstahlýðýn bu büyük yeteneklerinin kahramanca çaðý, topu topu otuz ya da kýrk yýl sürmüþtür; sonra onlarýn en tam örneði, en kusursuz dehasý, gerçekten þeytani bir maceracý olan Napoleon'un kiþiliðinde kendi kendisini yýkýp tüketmiþtir. Yeteneðin, oyun oynamaktan baþka bir þey yapmadýðý yerde, deha büyük bir ciddilikle hareket eder; ikinci derecede rollerle yetinmez o, yalnýzca kendisi için, kendi yaratýcý rolünü oynamak için, bir sahne olarak bütün dünyaya sahip olmak ister. Bonaparte, bu meteliksiz küçük Korsikalý, Napoleon adýný aldýðý zaman, burada artýk, Casanova-Seingalt ya da Balsamo-Cagliostro'da olduðu gibi, kibar bir adamýn maskesi altýnda korkakça gizlenen biriyle deðil, herkesin önünde gururlu bir þekilde kendi deðerini kanýtlayan ve zafere ulaþmak için kurnazlýða baþvuracak yerde, onu kendi hakký olarak gören üstün bir ruhla karþý karþýya bulunuyoruz demektir. Bütün bu yetenekli kiþilerin dehasý olan Napoleon'la birlikte, macera, bekleme odasýndan çýkarak saltanat tahtýnýn salonuna geçmiþtir; Napoleon, macerayý doruk noktasýna çýkararak, yasa-dýþý olan þeyleri, güçlülüðün yüceliðine ulaþtýrmýþ ve kýsa bir süre için Macera'nýn baþýna, bütün taçlarýn en güzelini, Avrupa'nýn tacýný koyabilmiþtir. ::::::::::::::::: KÜLTÜR VE YETENEK -Bilgili, okumuþ bir kimse olduðu söyleniyor, ama gizli bilgiler ve hünerler bakýmýndan da zengin bir kafasý var; Ýngiltere'de ve Fransa'da bulunmuþ, kibar beylerden ve hanýmlardan yasa-dýþý menfaatler saðlamýþ, çünkü onun yaþama biçimi her zaman baþkalarýnýn zararýna yaþamak ve çarçabuk inananlarý kandýrmaktý. Casanova'yý iyice tanýdýðýnýz zaman, onda, inançsýzlýðýn, yalanýn, utanmazlýðýn ve sefihliðin korkunç bir þekilde bir araya geldiðini görürsünüz.(Venedik Engizisyonunun gizli raporu, 1755)(Bütün vatandaþlar üzerinde araþtýrma, soruþturma, yargýlama ve her türlü cezaya çarptýrma yetkisine sahip olan üç kiþilik bir mahkeme, Kilise Engizisyonunun bir Devlet Engizisyonuna dönüþmesini ifade eden bu kurum, Venedik'te XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn sonuna kadar devam etmiþtir.)
Casanova, bir maceracý olduðunu hiçbir zaman inkar etmemiþtir; tam tersine, Romalýlarýn daha o zaman fark etmiþ olduklarý gibi, her zaman aldanmaktan hoþlanan bir dünya içerisinde aldanan biri olmaktansa aldatan biri olmayý, kýrpýlmaktansa kýrpmayý tercih ettiðini söyleyerek övünmüþtür. Karþý çýktýðý tek bir þey vardýr: Meyhanelerde rastlanan dolandýrýcýlar güruhundan biriyle, sýradan bir bayaðý adamla karýþtýrýlmak; birtakým budalalardan ince ve zarif bir þekilde ve ustalýkla para sýzdýracak yerde, insanlarýn ceplerini kaba saba bir þekilde ve açýkça soymaya kalkan kürek mahkumlarý ve daraðacýný boylayacak kiþilerle karýþtýrýlmak... Hatýralar'ýnda, kaðýt oyunlarýnda hile yapan Afflisio ya da Talvis'le herhangi bir yerde (aslýnda, ortak olarak çevirdikleri iþlerde) karþýlaþmýþ olduðunu itiraf etmek zorunda kaldýðý zaman, kendini onlardan ayrý tutmaya özen gösteriyor; çünkü o ve onlar ayný planda iþ görmekle birlikte, her þeye raðmen, farklý dünyalardan geliyorlar. Casanova yukarýdan --kültürden-geliyor, ötekiler ise aþaðýdan --hiçlikten--. Schiller'de, ahlaki bir görüþ-açýsýndan hareket eden o eski öðrenci --haydutlarýn elebaþýsý olan Karl Moor-- suç ortaklarý olan Spiegelberg ve Schufterle'yi hor görür; çünkü kendisinin, dünyanýn alçaklýðýndan öç almak için, büyük bir ruh coþkunluðu içerisinde yaptýðý þeyi, ötekiler kaba saba ve kanlý bir meslek haline getirmiþlerdir. Casanova da, kendisiyle, o parlak ve tanrýsal macera mesleðini her türlü güzellikten sýyýran, yol yordam nedir bilmeyen hilekarlar güruhu arasýndaki farký her zaman kuvvetle vurgulamaya çalýþýr. Çünkü, aslýnda, dostumuz Giacomo, burjuvalarýn onur kýrýcý olarak niteledikleri, dürüst insanlarýn ise isyan ettikleri böyle bir meslek için bir çeþit soyluluk ünvanýnýn, felsefi bir ayrýmýn gerekli olduðunu öne sürmektedir. Þarlatan bir insandaki komedi aþkýnýn, kirli bir iþ olarak deðil de, ince bir sanat olarak görülmesini ve bu þekilde deðerlendirilmesini istemektedir. Eðer ona kulak verecek olursak, filozofun, yeryüzünde, bütün sersemlerin zararýna olmak üzere eðlenmekten, kendini beðenmiþleri kandýrmaktan, saf kimseleri dolandýrmaktan, cimrilerin yükünü hafifletmekten, kocalarý kýzdýrmaktan, kýsaca tanrýsal adaletin gönderdiði biri olarak bu dünyanýn bütün çýlgýnlýklarýný cezalandýrmaktan baþka bir ahlaki yükümlülüðü yoktur. Aldatmak, onun için, yalnýzca bir sanat deðil, yüksek bir ahlaki görevdir ve bu görevi o, yasa-dýþý yaþayan cesur bir prens olarak, temiz bir vicdan ve eþsiz bir içtenlikle yerine getirmektedir. Ve Casanova bize, paraya ihtiyaç duyduðu ve çalýþmaktan korktuðu için deðil de, yalnýzca yaradýlýþý bakýmýndan ve karþý konulmaz bir deha ile maceracý olduðunu söylediði zaman ona inanmak gerekir. Babasýnýn ve annesinin tarafýndan geçen bir kalýtýmla, komedyen olarak, bütün dünyayý bir sahne, Avrupa'yý ise kulis gibi görüyor; blöf yapmak, aldatmak, baþkalarýný kafese koymak, Casanova için, daha önce Eulenspiegel'de (Till Eulenspiegel: XÝV'üncü yüzyýlda yaþamýþ, þakacýlýðý ve hazýr-cevaplýlýðý ile ün yapmýþ bir kiþi. Fýkralarý aþaðý Almanya'da hemen herkesçe bilinen bir kitapta toplanmýþtýr. Almanya'nýn Nasrettin Hocasý olarak görülmektedir.) olduðu gibi yerine getirilmesi gereken tabii bir fonksiyondur; Casanova, bir maskenin altýna gizlenmenin ve soytarýlýðýn karnavallara özgü neþesi olmadan yaþayamaz. Dürüst mesleklerde, iyi gözle bakýlan, rahat mevkilerde yer alma fýrsatý yüz kere geçmiþtir eline; ama en çekici þey bile onu tuttuðu yoldan caydýramaz, hiçbir þey onu ayartýp burjuva hayatýna alýþtýrmayý baþaramaz. Ona milyonlar veriniz, meslekler ve yüksek mevkiler sununuz, kabul
etmeyecek ve her zaman ilk ve tabii ortamýna dönmeyi tercih edecektir: Vatansýz olarak kalmak ve kuþ gibi hafif olmak isteyecektir. Böylece, haklý olarak, kendini bir çeþit gururla öteki dolandýrýcýlardan ayýrt edebilir, çünkü hiçbir zaman umutsuzluk yüzünden deðil, her zaman sýrf eðlence olsun diye bu yolu seçmiþtir; üstelik, gerçekten de, ne Cagliostro gibi pis kokulu bir köylü evinden çýkmýþtýr, ne de Kont Saint-Germain gibi kim olduðu, nereden geldiði bilinmeyen biridir (o da herhalde pek iyi kokmuyordu). Messer Casanova, her ne olursa olsun, yasal bir þekilde dünyaya gelmiþtir ve oldukça saygýdeðer bir ailedendir; annesi -La Burunella-, Avrupa'nýn bütün opera sahnelerinde baþarýlý olmuþ ve hatta sonunda Dresden Krallýk Tiyatrosu'ndan ömür boyu emeklilik aylýðý almaya hak kazanmýþ ünlü bir þarkýcýdýr. Erkek kardeþi Francesco'nun adýný Raphael Mengs'in parlak öðrencisi olarak, her sanat tarihi kitabýnda bulmak mümkündür: O zamanlar kendisi -tanrýsal- olarak niteleniyordu ve o büyük savaþ -makineleri-ne bugün bile her Hýristiyanlýk müzesinde rastlanmaktadýr. Bütün akrabalarýnýn çok onur verici meslekleri vardý; avukat, noter ve papazlarýn saygýdeðer giysilerini taþýmýþlardý sýrtlarýnda. Görülüyor ki, Casanova'mýz, hiç de çirkeften gelmiþ deðildir: O da Mozart ve Beethoven gibi sanatla içli dýþlý olan ayný burjuva sýnýfýndan gelmektedir. O da, onlar gibi, klasik dillerde ve Avrupa dillerinde kusursuz bir eðitim görmüþtür; bütün tuhaflýklarýna, çýlgýnlýklarýna ve kadýnlarý vaktinden önce tanýmasýna raðmen, parlak zekasý ile, Latinceyi, Eski Yunancayý, Fransýzcayý, Ýbraniceyi kusursuz bir þekilde öðrenmiþtir, bir parça Ýspanyolca ve Ýngilizce de bilmektedir; yalnýzca Almancayý, hatta otuz yýl sonra bile, konuþmayý bir türlü baþaramamýþtýr. Matematikte olduðu kadar felsefede de baþarýlýdýr; teolog olarak, ilk defa on altý yaþýndayken bir Venedik kilisesinde vaaz vermeye baþlamýþtýr ve bir yýl boyunca da San Samuele Tiyatrosu'nda kemancý olarak ekmeðini kazanmýþtýr. Padua'daki hukuk doktorasý (bunu on sekiz yaþýndayken aldýðýný iddia ediyor), gerçek midir, yoksa bize bir oyun mu oynamýþtýr, bilemiyoruz? Bu önemli problem üzerinde, bugün bile, ünlü Casanova'cýlar saç saça baþ baþa gelmektedirler; her ne olursa olsun, üniversitelerde okutulan birçok konuyu öðrenmiþtir, çünkü kimyada, týpta, tarih, felsefe ve edebiyatta, özellikle astroloji, altýn yapma sanatý, simya gibi daha gizli kapaklý olduklarý için daha çok kazanç getiren bilgiler alanýnda oldukça tecrübesi vardýr. Ayrýca, bu yakýþýklý ve çevik delikanlý dansta, eskrimde, binicilikte ve kaðýt oyunlarýnda, kibar beylerin arasýnda en çok dikkati çeken biri olarak parlamaktadýr; bu derece çabuk ve iyi bir þekilde kazanýlmýþ bu sayýsýz bilgilere bir de gerçekten eþi benzeri görülmemiþ bir hafýzayý --yetmiþ yýllýk bir ömür boyunca hiçbir yüzü unutmayan, iþittiði, okuduðu, söylediði ya da gördüðü þeylerden hiçbirinin silinip gitmesine fýrsat vermeyen olaðanüstü bir hafýzayý-- ekleyin, bütün bunlarýn bir araya gelmesi öyle bir entelektüel birikim yaratmýþtýr ki, bu birikim sayesinde Casanova nerdeyse bir bilgin, nerdeyse bir þair, nerdeyse bir filozof ve nerdeyse kibar bir bey haline gelmiþtir. Evet, ama ancak -nerdeyse-; ve bu -nerdeyse- kelimesi, Casanova'nýn çeþitli yetenekleri içerisindeki boþluðu acýmasýz bir þekilde ortaya koyar. Gerçekleþtirebildiði her þey, ancak belli bir ölçü içerisinde kalmýþtýr; þairdir, ama tam bir þair deðil; hýrsýzdýr, ama meslekten bir hýrsýz deðil. En yüksek düþünce alanýna dokunup
geçer, kürek mahkumluðuna da dokunup geçer, ama hiçbir yeteneði, hiçbir mesleði tam olarak gerçekleþtiremez. Akla gelebilecek her konuda tam bir amatör, bir hevesli olarak, bütün sanat ve bilim dallarýnda pek çok þey bilir; inanýlamýyacak kadar çok þey bilir; gerçekten yaratýcý olabilmesi için küçük bir þey eksiktir onda: Ýrade, kararlýlýk ve sabýr. Bir yýl ciddi bir þekilde çalýþsaydý, ondan daha iyi bir hukukçu, daha akýllý bir tarihçi olamazdý; bu ünlü kafa öylesine bir açýklýk ve seçiklikle, öyle hýzlý iþliyordu ki, herhangi bir bilim alanýnda profesör olabilirdi; ama Casanova hiçbir þeyi tam olarak yapmayý düþünmemiþtir hiç bir zaman; ciddi olan her þey, onun oyuncu tabiatýna aykýrý düþmektedir; tatsýz ve monoton olan her türlü faaliyet, yaþama sarhoþluðu ile baðdaþamamaktadýr. Hiçbir þey olmak istemiyor, her þeymiþ gibi görünmek ona yetiyor: Görünüþ, gerçekten de, insanlarý yanýltýr ve yanýltmak ona her þeyden daha çok zevk vermektedir. Budalalara herhangi bir þeyi gerçekmiþ gibi gösterebilmek için, pek fazla bilimsel derinliðe ihtiyaç olmadýðýný biliyor; þu ya da bu gibi bir konuda bir parçacýk bir þeyler bildiði zaman hemen imdadýna koþacak olaðanüstü bir yardýmcýsý var: O çok büyük soðukkanlýlýðý, utanmak nedir bilmeyen bir dolandýrýcýnýn pervasýzlýðý. Casanova'ya herhangi bir problemden söz edin, hiçbir zaman bu konuya yabancý olduðunu itiraf etmeyecektir; hemen en ciddi ve en usta tavrýný takýnacaktýr. Bir þarlatan olarak dünyaya geldiði için, esen rüzgara göre ustalýkla yön deðiþtirecektir; oyun kaðýtlarýný çok iyi karýþtýrmasýný bilen biri olarak, çarçabuk her þeyin altýný üstüne getirecek ve en tehlikeli iþten bile hemen her zaman yüzünün aký ile çýkacaktýr. Paris'te Kardinal Bernis ona piyango düzenlemekte biraz bir þeyler bilip bilmediðini soruyor. Tabii, en ufak bir fikri bile yok, ama --yine tabii olarak-- her þeye dokunup geçen bu adam ciddi bir þekilde -evet- diyor ve bir komisyonun önünde, kendinden emin bir þekilde uzun uzun konuþarak, sanki yirmi yýllýk tecrübeli bir bankermiþ gibi mali projeler hazýrlýyor. Valencia'da, bir Ýtalyan operasý metni yazmasý isteniyor: Casanova çarçabuk yazýp bitiriyor. Müzik bestelemesi istenseydi, hiç þüpheslz ustalýkla eski operalardan parçalar alarak onu da yapabilirdi. Rus Ýmparatoriçesine kendini takvimde yeni düzenlemeler yapan biri ve astronomi bilgini olarak tanýtýyor; Kurland'da hemen oracýkta teknisyen oluvermiþ biri gibi madenleri denetliyor; Venedik Cumhuriyeti'nde, kendini kimyager olarak gösterip, ipeði boyamak için yeni bir yöntem tavsiye ediyor; Ýspanya'da, bir tarým uzmaný ve bir sömürgeci imiþ gibi boy-gösteriyor ve Ýmparator ÝÝ'inci Joseph'e tefecilikle savaþmak için geniþ bir çalýþma sunuyor. Waldstein Dükü için komediler yazýyor; Urfe Düþesi için bir Diana aðacý ve simya alanýnda baþka birtakým þarlatanca þeyler yapýyor; Bn. Roumains'in evinde, Süleyman'ýn anahtarý ile kasayý açýyor; Fransýz hükümeti için tahviller satýn alýyor; Augsbourg'da kendini Portekiz elçisiymiþ gibi gösteriyor; Fransa'da bazen bir sanayici, bazen Krallýk Hayvanat Bahçesine yiyecek saðlayan biri olarak görünüyor; Bolonya'da týbba karþý hicivler yazýyor; Trieste'de Polonya Krallýðý tarihini yazýyor ve Ýlyada'yý ottavarima (Ottavarima: Sekiz mýsradan oluþan ve üç kafiyenin kullanýldýðý þiir kýtasý. Ýlk altý mýsra bir bütün oluþturuyor: 1, 3, 5'inci mýsralarla 2, 4, 6'ýncý mýsralar, kendi aralarýnda ayrý ayrý kafiyeli. 7 ve 8'inci mýsralar bir beyit olarak birbiriyle kafiyeli.) halinde tercüme ediyor. Kýsaca, bütün atlara binebildiði halde, belli bir atý yok, ama hepsinin üstünde durabiliyor; ne attan düþüyor, ne de alay konusu oluyor.
Býraktýðý yazýlarýn listesini karýþtýracak olursak, evrensel bir filozofla, bir ansiklopedistle, yeni bir Leibniz'le karþýlaþtýðýmýzý sanýrýz. Ýþte Odysseus ve Kirke operasýnýn yanýnda kocaman bir roman; iþte küpün iki katýnýn alýnmasýyla ilgili bir deneme ve iþte Robespierre'le politik bir konuþma; ve biri çýkýp da ondan, teolojik olarak Tanrýnýn varlýðýný kanýtlamasýný ya da ruh temizliðini övmek için bir ilahi yazmasýný isteseydi, bir dakika bile tereddüt etmezdi. Her ne olursa olsun, ne kadar çok yetenek var onda! Bu yetenekler herhangi bir yönde, bilimde, sanatta, diplomaside, iþ alanýnda tam olarak gerçekleþebilseydi, olaðanüstü sonuçlar çýkabilirdi ortaya. Ama Casanova, kendi isteðiyle, bu yeteneklerini anlýk þeyler için har vurup harman savurmuþtur ve her þey olabilecek olan bu adam hiçbir þey olmamayý, ama hür kalmayý tercih etmiþtir. Hürlük, baðýmsýzlýk, baþýboþ bir serserilik ona, yerleþmiþ bir hayattan, herhangi bir meslek içerisinde oturup kalmaktan çok daha büyük --son derece büyük-- bir mutluluk vermiþtir. -Herhangi bir þeyde donup kalma düþüncesi bana her zaman can sýkýcý gelmiþtir ve akla uygun bir hayat sürmek, bana öyle geliyor ki, tamamen tabiata aykýrýdýr.Sürekli olarak ne Fransa kralýnýn hizmetinde iyi ücret alan bir piyango tahsildarý, ne iþ adamý, ne kemancý, ne de yazar olmayý ister; bir yerde bir atýn sýrtýna atlar atlamaz günlük týrýs gidiþten hemen caný sýkýlýr; debdebesinden cesurca vazgeçip, yere atlayarak, yolun üzerinde karþýsýna çýkacak ilk arabaya --kaderinin arabasýna-- binmeyi bekler. Gerçek mesleðinin hiçbir mesleðe sahip olmamak, bütün iþleri ve bilimleri yüzeyde kalacak þekilde denemek ve sonra týpký rol ve kýlýk deðiþtiren bir komedyen gibi baþka bir alana geçmek olduðunu hisseder. Niçin bir yerde donup kalsýn ki? Hiçbir þeye sahip olmak ve hiçbir þeyi saklamak istemiyor, hiçbir þey olmak ve hiçbir þey edinmek istemiyor, çünkü onun þiddetli tutkusunun istemiþ olduðu þey, tek bir hayat deðil, bir tek hayat içerisinde yüz tanesini yaþamak. Bunun içindir ki, hür olmak istiyor ve zenginliði, zevkleri, kadýnlarý, ne güvenliðe ne de sürekliliðe gerek duymadan, ancak bir an için arzu ediyor. Grillparzer'in o kadar iyi ifade etmiþ olduðu þeyi belli belirsiz hissederek evlerin ve bu dünyanýn nimetlerinin önünden gülerek geçebiliyor (çünkü bütün bunlar her zaman bir baðýmlýlýðýn ifadesidirler): Çünkü tuttuðun þey seni býrakmaz Ve efendiyim derken, olursun uþak. Oysa Casanova, kutsal tesadüfün dýþýnda kimsenin uþaðý olmak istemiyor; evet, bu kutsal tesadüf bazen onu sert bir þekilde sarsýyor, ama her þeye raðmen, ona her zaman ve bol bol yeni sürprizler hazýrlýyor; o da ona sadýk kalabilmek için, basit bir doktrinin sýnýrlarý içerisinde kalan hür düþünceden çok daha fazlasýna sahip olacak þekilde, en gevþek baðlarý bile hor görerek bir yana itiyor. -En büyük hazinem, diyor gururla, kendi kendimin efendisi olmam ve felaketten korkmamam-. Bu cesur adama, kendisine taktýðý Seingalt Þövalyesi ünvanýndan daha çok onur veren bir düþünce biçimini dile getiren erkekçe bir deyiþ! Baþkalarýnýn kendisi hakkýnda ne düþündüklerini umursamýyor; onlarýn ahlaki engellerini görülmemiþ bir kayýtsýzlýkla aþýyor, geride kalanlarýn öfkesine ve saygýsýz çizmeleriyle çiçek bahçelerini çiðneyip geçtiði durmuþ oturmuþ kimselerin kýzgýnlýðýna aldýrýþ etmiyor.
Yaþama sevincini, hiçbir zaman dinlenmede ve rahat bir tembellikte deðil, yalnýzca hareketin itici gücünde ve atýlýmda buluyor; böylece her türlü engelden kolayca ve en ufak bir rahatsýzlýk duymadan sýyrýldýðý ve daldan dala uçmaktan baþka bir amaç gütmeyen bir görüþ-açýsýný benimsemiþ olduðu için, hep ayný mesleðin sýcacýk kozasý içerisinde oturan dürüst insanlar ona çok gülünç geliyor: Küstahça kýlýçlarýný þakýrdatan, ama generallerinden azar iþittikleri zaman ezilip büzülen kumandanlar da, bir kitaptan ötekine geçerek, kaðýtlarý, kaðýtlarý ve yalnýzca kaðýtlarý kemirip duran kitap kurtlarýndan baþka bir þey olmayan bilginler de, para çantalarýnýn üzerinde endiþeli bir þekilde oturan ve kasalarýnýn önünde nöbet tutan para-babalarý da onda saygý uyandýrmýyor; hiçbir mevki, hiçbir ülke, hiçbir üniforma ona çekici gelmiyor. Hiçbir kadýn onu kollarý arasýnda tutamaz, hiçbir prens onu kendi sýnýrlarý içerisinde alýkoyamaz, hiçbir mesleðin monotonluðu içerisinde sýkýþýp kalamaz: Burada da, bütün kurþun damlarý delip geçer; (Zweig burada, Casanova'nýn, damý kurþunla kaplý dükalýk sarayýnýn altýndaki Venedik zindanlarýndan kaçýþýný hatýrlatýyor bize.) çürüyüp kalmaktansa, hayatýný tehlikeye atmayý tercih eder. Bu ateþli ve dayanýklý bedenin içerisinde, yetenek, güç, cüret ve düþünce olarak insaný yakýp tutuþturan ve kamçýlayan her ne varsa, her zaman ve hepsini, ne idiði belirsiz olan Kaderin --bu oyun ve deðiþiklik Tanrýçasýnýn-önüne fýrlatýr; böylece hayatý hiçbir zaman tek bir kalýp içerisinde donup kalmayacaktýr; basýnç altýndaki bir su gibi þekil deðiþtirecek, bazen berrak bir fýþkýrma ile göklere doðru yükselecek, güneþ ýþýnlarýyla ve sevinçle parlayacak, bazen bir çaðlayan gibi uðuldayarak bir uçurumun karanlýklarýna dökülecektir. Emniyet Sandýðý'na baþvurmak zorunda kalan bu müsrif adam, prenslerin masasýndan hapishaneye düþerek, kadýnlarý baþtan çýkaran biriyken basit bir koruyucu (Kumarhane ya da genelev koruyucusu.) haline gelerek, bir þimþek hýzý ile düþmeye devam edecek, ama tekrar yükselecek ve bir elektrik akýmýnýn bütün gücü ile yeni bir atýlým yapacak, mutlu olduðu zaman parýltýlar saçacak, felaketle karþýlaþtýðý zaman serinkanlýlýðýný yitirmeyecek, her zaman ve her yerde cesaret ve güvenle dolup taþacak. Gerçekten de, cesaret, Casanova'nýn uyguladýðý yaþama sanatýnýn gerçek temelidir, ona verilmiþ en iyi yetenek budur: Hiçbir þeyi güvenlik altýna almaz, hayatýný tehlikeye atmakla yetinir; Casanova ile birlikte, bir gün, tedbirli kimselerden oluþan kalabalýðýn ortasýnda, cüret gösteren birinin --her þeyini tehlikeye atma cesaretini gösteren birinin-- ortaya çýktýðýný görüyoruz: Kendini ve karþýsýna çýkan her türlü þansý ve fýrsatý tehlikeye atmaktan çekinmeyen biriyle karþýlaþýyoruz. Ama kader kendisine meydan okuyan cüretli kiþileri sever, çünkü oyun onun tabii ortamýdýr. Küstahlara çalýþkanlardan, atak kiþilere sabýrlýlardan daha çok þey verir; ayný þekilde, bu ölçüsüz adama da, genellikle bütün bir nesle verdiðinden çok daha fazla þey baðýþlamýþtýr; onu yakalar ve dört bir yana sürükler, bütün ülkeleri dolaþtýrýr, çarçabuk yükseklere çýkarýr ve atýlýmlarýnýn en güzelini yapmaya hazýrlandýðý bir sýrada da ayaðýna çelme takar. Kadýnlarla ödüllendirir ve oyun masasýnda onunla alay eder; tutkularýný harekete geçirir ve tam gerçekleþecekleri anda ona oyun oynar. Ama hiçbir zaman onu býrakmaz ve can sýkýntýsýna kapýlmasýna fýrsat vermez; yorulmak nedir bilmeyen bu adam için, bu kusursuz ve uysal oyun arkadaþý için, býkýp usanmadan yeni yeni heyecanlar ve tehlikeler bulup icat eder. Böylece bu hayat geniþ, renkli, zengin, çeþitli deðiþikliklerle dolu, olaðanüstü ve alaca bulaca bir hale gelir. Eþine ancak birkaç yüzyýlda bir rastlanabilecek
bir hayat! Ve yalnýzca bu hayatý anlatmakla, hiçbir zaman bir þey olmak istemeyen ve olmayan bu adam, hayatýn eþi benzeri görülmemiþ bir þairi olmuþtur ve bu aslýnda kendi isteðiyle deðil de, hayatýn isteðiyle gerçekleþmiþtir. ::::::::::::::::: SATHÝLÝÐÝN FELSEFESÝ -Filozof olarak yaþadým.- (Casanova'nýn son sözleri) Aslýnda, bu derece geniþ bir hayatta hemen her zaman pek az bir manevi derinlik vardýr. Casanova gibi bütün sularýn üzerinde çevik ve becerikli bir þekilde dönüp durabilmek için, her þeyden önce, bir mantar kadar hafif olmak gerekir. Ve böylece, dikkatle bakýldýðý zaman, onun bu derece hayranlýk uyandýran yaþama sanatýnýn, özel bir olumlu güç ya da erdemden deðil, özellikle olumsuz bir þeyden, hiçbir ahlaki dizginin bulunmayýþýndan kaynaklandýðý görülecektir. Ýnsanoðlunun özsu ile dolu, kanlý canlý ve tutkuyla dolup taþan böyle bir örneðinin psikolojik otopsisi yapýlacak olursa, ilk önce fark edilecek þey, hiçbir ahlaki organýn bulunmayýþýdýr. Kalp, akciðerler, karaciðer, kan, beyin, kaslar ve þüphesiz sperma kanallarý, bütün bunlar, Casanova'da en normal ve en güçlü þekilde geliþmiþtir; yalnýzca, -karakter- dediðimiz esrarlý oluþum içerisinde genellikle ahlaki niteliklerin ve ahlaki görüþlerin toplandýðý ruhi noktada, Casanova'da tam bir boþluk, havasýz bir alan, yokluk ve hiçlikle karþýlaþmak insaný þaþýrtýr. Çeþit çeþit asitler ve çamaþýr sularý ile silip temizleyerek, çeþitli neþterlerle açarak ya da mikroskoplarla bakarak ne kadar incelersek inceleyelim, her bakýmdan saðlýklý olan bu organizmada, vicdan denilen özün, duyular dünyasýný denetleyen ve düzenleyen bu benlik-üstü manevi þeyin en ufak bir kýrýntýsýna bile rastlayamayýz. Bu saðlam ve þehvetli beden içerisinde, kabataslak bir ahlaki -sistem- bile kesinlikle yoktur. Casanova'nýn hafifliðinin ve dehasýnýn bütün sýrrý bununla açýklanabilir: Bu mutlu adamýn yalnýzca þehvet duygusu vardýr ve ruhu yoktur. Hiçbir kimseye ve hiçbir þeye baðlanmadýðý, hiçbir hedefe niþan almadýðý ve hiçbir vicdani kaygý ile engellenmediði için, belli bir gayeye doðru yürüyen, ahlaki bir baský altýnda bulunan, sosyal bir deðere baðlanmýþ olan ve ahlaki kaygýlarýn yükünü taþýyan bütün insanlardan çok daha farklý bir tempo tutturabilmiþtir: Görülmemiþ atýlýmý, eþi benzeri olmayan esnekliði buradan ileri gelir. Dünyayý gemiyle dolaþan bir gezgine benzeyen bu adam için, kara ya da toprak diye bir þey yoktur. Hiçbir toprakta kalamaz, hiçbir ülkenin yasalarýna boyun eðmez, yalnýzca tutkularýnýn avcýsý ve korsanýdýr o; bu özelliðinden ötürü, ne toplumun alýþýlmýþ kalýplarýna uyar, ne sosyal sözleþmelere, ne de Avrupa ahlakýnýn alýþýlmýþ kurallarýna boyun eðer. Baþka insanlara kutsal ya da yalnýzca önemli görünen þeylerin, onun gözünde bir metelik deðeri bile yoktur. Ona ahlaki baðlarýn ya da bu dünyadaki yükümlülüklerimizin neler olduðunu açýklamaya çalýþýn, bir Zenci metafizikten ne kadar anlarsa o da onlardan o kadar anlar. Ya vatan sevgisi? Bir dünya vatandaþý olarak, yetmiþ üç yýl boyunca özel bir yataðý bile olmayan, her zaman orada burada yaþayan bu adam, vatanseverlikle alay etmektedir. Ubi bene ibi patria (Nerde rahat edersen, vatanýn orasýdýr), ceplerini en iyi nerede doldurabiliyorsa ve yataðýna alacaðý kadýnlarý en kolay
nerede bulabiliyorsa, budalalarý burnunun ucundan tutup en rahat nerede sürükleyebiliyorsa ve hayatýn tadýný en çok nerede çýkarabiliyorsa, orada ayaklarýný rahatça masanýn altýna uzatýr ve kendini evinde hisseder. Dine karþý saygýlý olmak mý? Herhangi bir inanç sistemi kendisine en ufak bir menfaat saðlayacaksa eðer, her türlü dini benimseyecek, sünnet olabilecek ya da Çinliler gibi saçýný uzatýp örebilecektir ve içinden de kendi dini olan Katoliklik kadar bu dinlerle de alay edecektir. Gerçekten de, öteki dünyaya inanmayan, yalnýzca bu sýcak ve ateþli hayata inanan bir insan için din neye yarar ki? -Bu dünyanýn ötesinde hiçbir þey olmamasý çok mümkündür ya da hiç deðilse, ne olduðunu zamaný gelince öðreneceðizdiye fikir yürütüyor, olanca tembelliði ve kayýtsýzlýðý ile... O halde, metafiziðin, örümcek aðlarýný andýran bütün düþünce sistemlerine yuf olsun! Carpe diem, (Latin þairi Horatius'un -Hayat kýsadýr, ondan yararlanmaya bakalým- anlamýna gelen sözleri.) bugünün tadýný çýkar, her andan yararlan, her aný bir üzüm salkýmý gibi sonuna kadar sýk ve posasýný da domuzlara at: Biricik ilkesi budur iþte! Yalnýzca duyular dünyasýnda, görülebilen ve eriþilebilen þeylerin dünyasýnda kalmak, her anýn verebileceði en büyük zevki ve tadý --presten geçirircesine-- elde etmek, iþte Casanova'nýn felsefesi budur ve bundan bir santimetre bile öteye geçmez; bunun içindir ki, burjuva ahlakýnýn insanýn ayaðýna köstek olan bütün kurþun güllelerini, onuru, namusu, görevi, utancý ve sadakati, o an için serbestçe açýlýp geliþmesine engel olacak her þeyi, gülerek, bir yana fýrlatabiliyor. Gerçekten de, onuru ne yapacak Casanova? Ona, þiþman Falstaff'ýn verdiðinden daha çok deðer vermiyor, onur, ne yemeye ne de içmeye yarar diyen Falstaff'ýn ulaþmýþ olduðu gerçeðe itiraz edilemez! Ya da bir oturum sýrasýnda, insanlarýn hep gelecekteki þan ve ünden söz ettiklerini duyduðunu, oysa bir sonraki neslin Ýngiltere'nin bugünkü rahatý ve refahý için ne yaptýðýný pek merak ettiðini açýkça söyleme cesaretini gösteren þu Ýngiliz Parlamento üyesinden daha fazla deðer vermiyor onur denilen þeye. Bir zevk konusu deðil ki onur; onu elinizde tutamazsýnýz, ama o, size yüklediði birtakým görevler ve yükümlülüklerle zevkin tadýný kaçýrýr; dolayýsýyla, hiçbir iþe yaramaz. Çünkü Casanova'nýn yeryüzünde, görevler ve yükümlülükler kadar nefret ettiði baþka hiçbir þey yoktur. Cesur ve güçlü bedenine bol bol zevk duyma imkaný saðlamak, kadýnlara da mümkün olduðu kadar çok neþe iksiri vermek gibi tabii ve rahat iþlerden baþka bir görev tanýmaz ve tanýmak da istemez. Bunun içindir ki, ateþli varlýðýnýn baþkalarý için iyi mi yoksa kötü mü olduðunu, onlara tatlý mý yoksa acý mý geldiðini, kendi davranýþlarýný bir onursuzluk ya da utanmazlýk olarak görüp görmediklerini kendi kendisine sormak aklýndan bile geçmez. Utanç, amma da acayip kelime, ne kadar anlaþýlmaz bir kavram bu! Onun hayatýnýn sözlüðünde böyle bir kelime yoktur. En aþaðý tabakadan birinin rahatlýðý ile, herkesin önünde pantolonunu aþaðý doðru sýyýrmaktan çekinmez; kahkahalar atarak en mahrem yerlerini gösterir; bir baþkasýnýn kendisine iþkence yapýlsa bile itiraf edemiyeceði þeyleri, rahat rahat anlatmaktan korkmaz, yani dolandýrýcýlýklarýný, baþarýsýzlýklarýný, gülünç durumda kaldýðý olaylarý, cinsel hastalýklarýný ve frengi tedavilerini... Ne var ki, gerçeði, Jean-Jacques Rousseau'nun yaptýðý gibi dinleyicilerini daha iþin baþýnda öfke ve ayýplama ile karýþýk bir þaþkýnlýða düþürecek þekilde, borazan çalarak ilan edermiþ gibi anlatmaya
kalkmaz; kusursuz bir tabiilik ve saflýkla anlatýr, çünkü (anatomik tahlilimizin daha önce göstermiþ olduðu gibi) ahlaki ayrýmlarý hissedebilecek her türlü sinirden ve ahlaki kompleksleri yargýlayabilecek her türtü organdan yoksundur. Kaðýt oyunlarýnda hile yaptýðý için onu ayýplayacak olurlarsa; þaþýrarak þöyle cevap verecektir: -Evet ama, o sýralarda param yoktu da ondan.Bir kadýný baþtan çýkardýðý için suçlanacak olursa, gülerek þöyle demekle yetinecektir: -Ama ben de ona çok hizmet ettim, çok zevk verdim.Utanýp sýkýlmadan dürüst burjuvalarýn ve safdil arkadaþlarýnýn cebinden, biriktirmiþ olduklarý paralarý aþýrdýðý için, en ufak bir özür bile göstermeye hiç niyeti yoktur; tam tersine, Hatýralar'ýnda, büyük bir ustalýkla yapmýþ olduðu dolandýrýcýlýklarýný anlatýrken küstahça ahkam keser: -Bir budalayý aldatmak, akla karþý iþlenen bir suçun öcünü almaktýr.- Kendini savunmaya kalkmaz, hiçbir þeyden piþmanlýk duymaz ve bir Kutsal Çarþamba günü, (Hýristiyanlarda, Büyük Perhiz'in ilk günü.) har vurup harman savurduðu hayatýna --tam bir iflasla, yoksullukla ve sefil bir baðýmlýlýkla son bulan hayatýna-- acýyacak yerde, diþleri dökülmüþ bu yaþlý tilki, insaný hayran býrakan bir gurur ve kendini beðenmiþlikle þu satýrlarý yazýyor: -Eðer bugün zengin durumda olsaydým, kendimi suçlu görürdüm. Ama elimde avucumda hiçbir þey yok, her þeyi harcadým; bu beni avutuyor ve haklý çýkartýyor.- Tanrý için bir kenara hiçbir þey koymamýþ, ahlaki kaygýlar uðruna ve insanlar için tutkularýndan hiçbir þey feda etmemiþtir; kendisi için de baþkalarý için de bir þeyler biriktirmemiþtir ve yetmiþ yýllýk bir ömür boyunca, hatýralarýndan baþka, hiçbir þeyi saklamamýþtýr. Bu müsrif adam, çok þükür ki hatýralarýný da bizlere armaðan etmiþtir: Bu yüzden elinde avucunda her ne varsa böylesine kolay harcadýðý için onu ayýplamaya kalkmak bize düþmez. Casanova'nýn bütün felsefesi rahatça bir ceviz kabuðuna sýðdýrýlabilir; böyle bir felsefenin baþý da, sonu da þu ilkeye dayanýr: Yalnýzca bu dünya için yaþamak, kaygýsýzca ve içinden geldiði þekilde yaþamak, belki de mümkün olan, ama hiç de kesin olmayan öteki dünyayý veya öldükten sonra þan ve ün kazanmayý düþünerek gülünç duruma düþmemek. Birtakým teorilerin, içinde yaþanýlan anýn görünümünü bozmalarýna fýrsat vermemek, belli bir gayeye ya da önceden belirlenen bir amaca göre hareket etmemek, yalnýzca kendi eðilimine göre ve o aný göz önünde tutacak þekilde hareket etmek. Dolayýsýyla, birtakým düþüncelerin ya da teorilerin bizi engellemesine meydan vermemek: Hikmetinden sual olunmaz bir Tanrý, bir oyun masasýndan baþka bir þey olmayan þu dünyayý önümüze koymuþ; burada eðlenmek istiyorsak, oyunun kurallarýný olduðu gibi kabul etmeliyiz, doðru mu yanlýþ mý diye sormaya kalkmamalýyýz. Aslýnda Casanova, bu dünya gerçekten de olduðundan büsbütün farklý olabilir mi, ya da böyle olmasý gerekir mi gibi bir problemin üzerinde bir an bile düþünmemiþtir. -Ýnsanlýðý sevin, ama onu bu haliyle, olduðu gibi sevin- diyor, Voltaire'le konuþurken. Evrenin yaratýcýsýnýn (hiçbir zaman akýl erdiremiyeceðimiz) iþlerine karýþmamalýyýz, bu acayip þeyden bütünüyle sorumlu olan odur; mayayý karýþtýrmamalý ve ellerimizi bulaþtýrmamalýyýz, yalnýzca parmaðýmýzý çabucak uzatýp hamurun içindeki üzüm tanelerini çekip çýkarmalýyýz. Baþkalarýný çok fazla düþünen bir kimse, kendisini unutur; dünyanýn gidiþine hoþgörüyle bakmasýný bilmeyen bir insan, kendi bacaklarýnýn felce uðradýðýný görür. Budalalarýn sömürülmesini, Casanova, bu dünyanýn düzeni olarak
görür; zeki kiþilere gelince, doðrusunu söylemek gerekirse, Tanrý onlara hiç de yardýmcý olmuyor, kendilerini savunmak yine kendilerine düþüyor. Madem ki, dünya bu derece kötü düzenlenmiþ, kimileri lüks arabalarda geziyor, ipek çoraplar giyiyor, ötekilerin ise hýrtý pýrtý elbiselerinin altýnda mideleri açlýktan gurulduyor, böyle bir dünyada, aklý baþýnda bir adamýn bir tek problemi olabilir: Lüks bir arabaya binmek, çünkü insan baþkalarý için deðil, kendisi için yaþar. Þüphesiz, burada bir hayli bencillik var, ama bir zevk felsefesi bencillik olmadan düþünülebilir mi? Epikürcülüðü sosyal konulara karþý tam bir ilgisizlik olmadan düþünmek mümkün müdür? Kendisi için tutkuyla yaþamak isteyen bir insan, bütün öteki insanlarýn kaderine mantýki olarak, ilgisiz kalmak zorundadýr. Bütün insanlara ilgisiz kalmak, her yeni günün insanlýða yüklediði büyük problemlere ve insanlarýn baþýna getireceði olaylara ilgisiz kalmak, iþte Casanova yetmiþ üç yýl boyunca böyle yaþamýþtýr: Kendi zevkinden baþka hiçbir þeyle ilgilenmemiþtir. Ve gözlerini açýp, merakla saða sola baktýðý zaman da, bunu yalnýzca eðlenmek ve yararlanabileceði hiçbir þeyi gözden kaçýrmamak için yapmýþtýr. Ama hiçbir zaman olup bitenlerden incinmemiþ, ne de Eyüp gibi, Tanrýya, olup bitenlerin niçini ve nasýlý gibi yersiz sorular sormamýþtýr; her olguyu yalnýzca bir olgu olarak ele almýþ (ne büyük bir duygu tasarrufu!), üzerine -iyi- ya da -kötü- gibi bir etiket yapýþtýrmamýþtýr. O'Morphi, on beþ yaþýndaki þu pis küçük Ýrlandalý kýz, daha o gün kirli bir yatakta yatarken ve iki florin gibi aþaðýlýk bir para karþýlýðýnda kýzlýðýný seve seve satmaya hazýrken, on beþ gün sonra Geyikli Park'ýn içerisindeki bir sarayda Fransa kralýnýn metresi olarak ve mücevherler içerisinde, yakýnda lütufkar bir baronun karýsý olacaðý günü nasýl bekliyorduysa, týpký onun gibi, Casanova da daha dün Venedik'in bir kenar mahallesinde sefil bir kemancýyken, ertesi gün soylu bir beyefendinin damadý ve parmaklarýna elmas yüzükler takmýþ genç bir beyzade oluvermiþtir, bütün bunlar, onun yalnýzca merak duygusunu kamçýlayan þeylerdir, hiç de þaþýrtýcý þeyler deðildir. Tanrým! Dünya böyledir iþte: Haksýz ve mantýksýz; sonsuza kadar da böyle sürüp gideceðine göre bu ani iniþ-çýkýþlarý açýklayabilmek için karmaþýk bir mekanizmaya ya da yerçekimi kanununa benzeyen bir kanun bulmaya gerek yoktur. Yalnýzca budalalar ve sersemler, rulet oyununda bir sistem keþfetmeye çalýþýrlar, bu yüzden de oyunun çekiciliðini bozarlar; oysa gerçek bir oyuncu (evrenin oyununda bile) beklenmedik þeyleri, eþsiz ve sürekli bir uyarýcý olarak görür. Ancak gagasýyla ve týrnaklarýyla eþeleyerek en iyi olan þeyi arayýp bulmak, iþte bütün bilgelik buradadýr; insan yalnýz kendisi için filozof olmalý, insanlýk için deðil; ve bu da, Casanova için güçlü olmak, açgözlü olmak, ahlaki bir rahatsýzlýk duymamak ve bir saat sonrasýný bile düþünmeden dalgalarýn oyunu içerisinde, geçmekte olan aný hýzla yakalamak ve sonuna kadar tüketmek anlamýna gelir. Çünkü yaþanmakta olan anýn ötesindeki her þey, hiçbir dine baðlý olmayan bu yaman adam için kesinlikle belirsizdir. Zevkleri söz konusu olunca, hiçbir zaman bir baþka sefere ertelemez, çünkü yakalayabildiðinden ve bütün organlarýyla kendine mal edebildiðinden baþka bir dünya düþünemez: -Mutlu ya da mutsuz olsun, hayat insanýn sahip olabileceði tek iyi þeydir ve hayatý sevmeyen, ona layýk deðildir-. Ancak soluk almasýný bilen, zevke zevkle karþýlýk verebilen, yakýcý bir tene ateþli bir tutkuyla
ve ayný derecede ateþli okþayýþlarla sarýlan bir insan, ancak böyle bir insan, metafiziðe karþý çýkan bu ilkel tabiatlý adama gerçek ve ilginç görünmektedir. Böylece, Casanova'nýn evren karþýsýnda duyduðu merak, organik olan þeyle, insanla sýnýrlanmýþtýr: Hayatý boyunca, belki de hiçbir zaman, yýldýzlý gök kubbesine düþünceli bir bakýþla bakmamýþtýr ve tabiat da onda hiçbir ilgi uyandýrmamýþtýr; o derece hýzla çarpan bu kalp, tabiatýn büyüklüðünden, sessizliðinden ve insana verdiði huzurdan hiçbir zaman etkilenmemiþtir. Bunu anlamak için on altý ciltlik Hatýralar'ýný þöyle bir karýþtýrmak yeter: Ýþte delici bakýþlarýyla ve keskin duyularýyla Avrupa'nýn en güzel manzaralarý arasýnda dolaþýp duran bir adam; Posilip'ten Toledo'ya, Cenevre Gölünden Rus steplerine kadar her yeri gezen biri; ama bu bin kadar manzaranýn güzelliði karþýsýnda duyulan hayranlýðý ifade eden bir tek satýr bile yok Hatýralar'ýnda. Askerlerle dolu bir meyhanedeki pis bir hizmetçi kýz, onun için, Michelangelo'nun bütün sanat eserlerinden daha deðerlidir ve havasýz bir handaki bir kaðýt oyunu partisi, Sorrente sahilindeki bir günbatýmýndan daha güzeldir. Tabiat ve mimari: Casanova onlarý fark etmez bile, çünkü bizi Evrene baðlayan organdan, çünkü ruhtan tamamiyle yoksundur. Þafak vakti, üzerlerine yer yer çiy damlacýklarý serpilmiþ, sabah güneþinin renk renk ýþýklarý altýnda ýþýl ýþýl parlayan tarlalar ve çayýrlar, onun için birtakým þapþal hayvanlarýn dolaþtýðý, prenslerin cepleri altýnla dolsun diye köylülerin kan ter içinde, ölesiye çalýþtýklarý herhangi bir yeþil alandan baþka bir þey deðildir. Ýnsan eliyle biçimlendirilmiþ korular ve her iki yanýna aðaçlar dikilmiþ gölgeli yollar, onu ancak bir kadýnla gönül eðlendirebileceði gizli bir köþe olarak ilgilendirir; çiçeklere ise yalnýzca, arada sýrada birine hediye olarak verildiði için, bazen de bir sembol olarak iþe yaradýklarý için deðer verir. Tabiatýn amaçsýz ve maksatsýz güzelliðine tamamiyle kapalýdýr bu adam. Casanova için, dünyada yalnýzca þehirler vardýr: Kemerleriyle ve akþamlarý üstü kapalý lüks arabalarýn --güzel kadýnlarý gizleyen bu karanlýk ve sallantýlý yuvalarýn-- dolaþtýðý gezi yerleriyle; budalalarý kafese koymak için bir kaðýt oyunu partisi yapýlmasýný zevkle bekleyen kahveleriyle; sizi kendilerine doðru çeken ve çarçabuk, geceyi birlikte geçirebileceðiniz yeni bir kadýn bulma imkanýný veren operalarý ve genelevleriyle; þiir gibi soslar ve yahniler hazýrlayan, insaný müzik gibi etkileyen kýrmýzý ve beyaz þaraplar sunan ahçýlarýn bulunduðu otelleriyle þehirler... Bu zevk düþkünü adam için dünyada yalnýzca þehirler vardýr, çünkü þans ve tesadüf, beklenmedik olaylarýn olaðanüstü ve akla hayale sýðmaz çeþitliliði ile ancak þehirlerde ortaya çýkabilir; çünkü önceden kestirilmesi mümkün olmayan þeyler, en parlak ve en göz kamaþtýrýcý çeþitleriyle, ancak þehirlerde gerçekleþebilir. Casanova, yalnýzca þehirleri sever, çünkü insanlardan yayýlan sýcaklýk ancak þehirlerde yoðunlaþýr; kadýnlar, Casanova'nýn kendileriyle kurabileceði biricik iliþkiye en uygun biçimde, durmadan deðiþen bir çokluk ve çeþitlilik içerisinde, ancak þehirlerde bulunurlar; ve þehirlerin baðrýnda onun en çok sevdiði þey, saraylarýn atmosferi ve lüksüdür; þehvet burada bir sanat halini alacak þekilde yücelir, çünkü eþi bulunmaz bir þehvet düþkünü olduðu halde, bizim geniþ göðüslü, saðlýklý Casanova'mýz, hiç de kaba saba bir adam deðildir. Ustaca söylenen bir þarký onu heyecanlandýrabilir; bir þiir onu mutlu edebilir, akýllýca yapýlan hoþ bir konuþma, þarabýna sýcaklýk katabilir; zeki kimselerle bir kitap üzerinde konuþmak,
localarýn loþluðu içerisinde, bir kadýna hayranlýkla eðildiði bir sýrada müzik dinlemek, bütün bunlar, onun için, hayatýn büyüsünü sihirli bir þekilde arttýran þeylerdir. Ama fazla hayale kapýlmayalým: Casanova'daki bu sanat sevgisi, hiçbir zaman bir oyun olmaktan öteye gitmez, hevesli bir kiþinin duyabileceði tatlý bir neþenin sýnýrlarýný aþmaz: Ona göre, akýl hayatýn hizmetinde olmalýdýr, hayat hiçbir zaman akla hizmet etmemelidir. Sanatý yalnýzca þehvet duygusunu arttýran þeylerin en incesi ve en zarifi, duyularý uyaran, þehvetin iþini kolaylaþtýran, tenin kaba zevkinden önce gelen ince bir zevk duyma imkaný saðlayarak tutkuya saygýlý ve ihtiyatlý bir baþlangýç olan çekici bir araç olarak görür ve yalnýz bu bakýmdan deðer verir sanata. Arzu ettiði bir kadýna, bir jartiyerle birlikte vermek üzere küçük bir þiir yazmaktan hoþlanacaktýr; onu ateþli bir hale getirmek için Ariosto'dan ezbere þiirler okuyabilecektir; kibar insanlara kafalý biri olduðunu göstermek ve para çantalarýna el attýðýný ustalýkla gizleyebilmek için, onlarla Voltaire ve Montesquieu üzerinde çok akýllýca konuþmalar yapabilecektir; ama, bir parça zahmet çekmeyi ve sebat göstermeyi gerektirdikleri zaman, dünyanýn anlamýný açýklayacak þekilde kendi baþlarýna bir gaye olmak istedikleri zaman, bu güneyli þehvet düþkünü, ne sanattan ne de bilimden hiçbir þey anlamaz. Bu kumarbaz adam, içgüdüsüyle, her türlü derinliði bir yana iter, çünkü yalnýzca yüzeyde olan þeyi, varlýðýn köpüðünü ve kokusunu, tesadüfün bir yýldýrým gibi insanýn üstüne çöken çatýrtýsýný duymak ister, her zaman ve sonsuza dek bir oyuncu, bir kumarbaz, sadece bir þeylere heves duyan biridir o; dolayýsýyla insaný rahatlatan bir kaygýsýzlýk içerisindedir, ciddiliðe hemen hiç yer yoktur hayatýnda ve her zaman hareket halindedir. Usta ressam Dürer'in -Kader-i, nasýl, yer yuvarlaðý üzerinde, tesadüfün rüzgarý ve itilimiyle sürüklenerek, hiçbir yerde durup dinlenmeden, hiçbir þeye baðlý kalmadan, çýplak ayaklarýyla koþmaktan baþka bir þey yapmýyorsa, Casanova da ayný þekilde hiçbir zaman hiçbir þeye baðlanmadan, belli bir anýn içerisinde ve yalnýzca hýzlý deðiþiklikler için yaþayarak hür bir þekilde koþup durmaktadýr hayatta. Deðiþiklik onun için -zevkin tuzudurve zevk de, onun için dünyaya anlam kazandýran biricik þeydir. Böylece bir su kelebeði gibi hafif, bir sabun köpüðü kadar boþ olan ve parýltýsýný olaylarýn yansýyan ýþýðýndan alarak zamanýn içerisinde uçup duran ve her zaman deðiþen böyle bir adamý insan ancak bir kere þöyle bir yakalayabilir ve bir an için avcunun içinde tutabilir; karakterinin özünü oluþturan þeyi kavramak ise daha da güçtür. Tam anlamýyla söylemek gerekirse, Casanova nedir'? Ýyi midir, kötü müdür? Ýçten midir, yalancý mýdýr? Bir kahraman mýdýr; yoksa bir dolandýrýcý mýdýr? Evet! Vakte ve saate göre, bunlarýn hepsidir: Þartlar ona rengini verir ve içerisinde yaþadýðý deðiþikliklerle birlikte deðiþir. Cebinde parasý varsa, ondan daha kibar bir beyefendi yoktur. Büyüleyici bir canlýlýkla, parlak bir grandezza (ruh yüceliði) ile, yüksek rütbeli bir papaz kadar sevimli, prenslerin yanýnda kalan ve onlara ufak tefek hizmetlerde bulunan bir beyzade gibi sefih bir þekilde etrafýndakilere avuç avuç para daðýtýr (-para biriktirmek hiçbir zaman bana göre bir iþ deðildir- demiþtir); soylu bir ev sahibi gibi, hiç tanýmadýðý birini masasýna davet eder, ona enfiye kutularý hediye eder, düka altýnlarý verir, saygý gösterir ve zekasýnýn parýltýlarý ile gözlerini kamaþtýrýr. Ama pantolonunun ipek cepleri boþalmýþsa, cüzdanýnda ödenmemiþ senetlerin hýþýrdadýðýný hissediyorsa, galantuoma ile (Beyefendiyle) kaðýt oynarken kazandýðý paranýn iki katýný ortaya sürmeye kalkanýn vay haline! Birçok kere size oyun oynayacak, sahte banknotlar sürecek, sevgilisini satacak
ve en çirkin, en kaba yollara bile baþvurmaktan çekinmeyecektir. Oyun kaðýtlarý gibi çeþit çeþit kýlýklara girerek, bugün kibar insanlarýn arasýnda sevimli, zeki ve büyüleyici biri olduðu halde, yarýn aþaðýlýk bir serseri olabilecektir; pazartesi günü Abelard'a yaraþan bir zarafetle bir kadýn için yanýp tutuþurken, salý günü, sefih bir adam gibi, on sterlin karþýlýðýnda onu herhangi bir lordun yataðýna atabilecektir. Hayýr, Casanova'nýn karakteri ne iyidir, ne de kötü: Karakteri yoktur onun. Yüzgeçler memeli hayvanlara ne kadar yabancýysa, karakter ve ahlaki öz de ona o kadar yabancýdýr; o tür bir insanýn hiç bilmediði þeylerdir bunlar. Casanova'nýn davranýþlarý için -ahlaka uygundur- diyemediðimiz gibi -ahlaka aykýrýdýr- da diyemeyiz; tabii olarak ahlak alanýnýn dýþýnda kalýrlar: Kararlarý, eklemlerinin kendiliðinden yapmýþ olduðu hareketlerden, tepkileri ise sinirlerinden ve damarlarýndan kaynaklanýr, akýl, mantýk ve ahlaktan hiçbir þekilde etkilenmez. Bir yerde bir kadýn kokusu aldý mý, kalbi çýlgýnca atmaya baþlar; körü körüne hareket eder, mizacý onu nereye sürüklerse oraya gider. Bir oyun masasý görür görmez, eli cebinde titremeye baþlar: Farkýnda olmadan ve istemeden parasýný masanýn üzerine fýrlatýverir. Onu kýzdýrýrsanýz, damarlarý patlayacakmýþ gibi þiþer; aðzý acý bir salgý ile dolar, gözleri kan çanaðýna döner; yumruðunu sýkar ve öfkeden gözü dönmüþ bir halde saldýrýya geçer, vatandaþý ve manevi kardeþi Benvenuta Cellini'nin deyimiyle, -come un bue-, öfkeli bir boða gibi, kendisini kýzdýran kiþinin üstüne atýlýr. Casanova, hareketlerinden hiçbir zaman sorumlu tutulamaz, çünkü onu harekete geçiren þey kanýdýr ve ateþliliðinin ilkel ve tabii nöbetlerine karþý hiçbir þey gelmez elinden: -Hiçbir zaman kendime hakim olamadým ve hiçbir zaman da olamýyacaðým-. Ne düþünebilir, ne de önceden tasarlayabilir; onu kurtarabilecek þeytanca ve çoðu zaman dahice fikirler, ancak baþý darda kaldýðý zaman gelir aklýna; en küçük bir iþ için bile planlar ya da hesaplar yapmaz (yeterince sabrý yoktur bunun için). Bütün önemli hareketlerinin, en budalaca atýlýmlarý kadar en baþarýlý dalaverelerinin de, hiçbir zaman kafasýnda yaptýðý bir hesaptan deðil, her zaman birdenbire patlak veren bir ruh halinden kaynaklandýðýna Hatýralar'ýnda belki yüz kere rastlayabiliriz. Bir gün, birdenbire, papaz cüppesini sýrtýndan çýkarýp atývermiþtir; askerken bir mahmuz darbesiyle birdenbire düþman tarafýna geçip kendini tutuklatmýþtýr; herhangi bir iþ bulmadan, hiç kimseden bir tavsiye almadan, bu ülkeler hakkýnda hiçbir bilgisi olmadan, hatta kendisine niçinini ve nasýlýný sormadan, kalkýp Rusya'da ya da Ýspanya'da almýþtýr soluðu. Bütün kararlarý namlunun ucundan fýrlayan bir mermi gibi, iradesinin dýþýnda olarak, sinirlerinden, geçici heveslerinden ve çok þiddetli bir can sýkýntýsýndan kaynaklanmaktadýr. Ve bu kararlar onu, bir durumdan ötekine öylesine beklenmedik bir þekilde fýrlatýr ki, çoðu zaman kendisi bile ürker ve gözlerini oðuþturur. Hayatýnýn doluluðunu belki de yalnýzca bu cüretli plansýzlýða borçludur, çünkü more logico ile (mantýk kurallarýna göre), dürüst bir þekilde araþtýrýp soruþturarak ve hesaplar yaparak maceraya atýlamazsýnýz ve yaþamanýn bu derece akýl almaz bir ustasý olmak da, stratejik bir sisteme baðlý kalýnarak gerçekleþtirilemez. Bütün gücünü ve esnekliðini yalnýzca hiçbir zaman derin düþünmemiþ olmasýndan --tamamiyle, ahlak-dýþý kaygýsýzlýðýndan-aldýðý halde, Casanova'da uyanýk bir ruhun, düþünceli bir karakterin ya da Faust'u veya Mefistofeles'i hatýrlatan bir þeylerin var
olduðunu kanýtlayabilmek için, yalnýzca tutkularý ve içgüdüleriyle hareket eden bu adamý bir hikaye ya da komedi kahramaný olarak göstermeye çalýþan bütün yazarlarýn harcadýklarý bu tuhaf çabadan daha hatalý bir þey olamaz. Kanýna üç damlacýk duygusallýk karýþtýrýn, ona vicdan ve sorumluluk duygusu verin, o artýk Casanova olmaktan çýkacaktýr; bilinmeyen, karanlýk yönleriyle ona ilginç bir kimse görünümünü verin, iç dünyasýnýn temeline vicdani kaygýlar yerleþtirin, hemen bambaþka bir insan haline gelecektir. Çünkü bu sefih sosyete adamýna, her zaman kaygýsýz bir çocuk olarak kalan, bütün oyuncaklarý, bütün eðlenceleri, bütün kadýnlarý, bütün zevkleri ve baþkalarýnýn para keselerini elde etmek isteyen bu adama, hiçbir zaman -iblis- denilemez: Casanova'yý harekete getiren biricik þeytani gücün, çok fazla burjuva kokan bir adý, kaba ve süngerimsi bir suratý vardýr: Ona olsa olsa -can sýkýntýsý- adýný verebiliriz. Ýçi boþ olduðu için, ruhsal bir özden yoksun olduðu için, bir hiçlikten baþka bir þey olmadýðý için, iç dünyasý bütün gücünü kuvvetini yitirmesin diye, durup dinlenmeden kendini dýþ olaylarla doldurmasý, beslemesi gerekir; açlýktan ölmemek için, maceranýn saðlayacaðý bol oksijenli havaya ihtiyacý vardýr: Henüz elde edemediði þeye, kendisi için yeni olan þeye duyduðu þiddetli ve onu için için kývrandýran arzu buradan ileri gelir; her zaman birtakým olaylarýn açlýðýný duyan bir adamý belirleyen ve durmadan çevreyi koklamasýna ve ateþli gözlerle etrafýna bakmasýna yol açan o açgözlü merak duygusu da buradan kaynaklanýr. Ýç dünyasý yaratýcý olmadýðý için, hiç durmadan, hayatýný beslemek imkanýný verecek bir þeyi, bir maddeyi ele geçirmesi gerekir; ama böyle sürekli bir þekilde her þeye sahip olmak istemesi, gerçekten yýrtýcý olan bir adamda, mesela sonsuzluða duyduðu susuzlukla birbiri ardýnca ülkeleri ve krallýklarý ele geçirmek isteyen bir Napoleon'da, ya da kadýnlar dünyasýnýn --baþka bir sonsuzluðun-- biricik hükümdarý olabilmek için bütün kadýnlarý baþtan çýkarmak isteyen bir Don Juan'da karþýmýza çýkan þeytanca nitelikten çok uzaktýr. Basit bir zevk düþkünü olan Casanova, hiçbir zaman bu derece yüksek, bu derece aþýrý amaçlar peþinde koþmaz; o yalnýzca sürekli olarak zevk duymak ister. Bir eylem adamý ya da bir düþünür gibi, baðnazca bir yanýlgýyla, duygunun tehlikeli gerilimlerine doðru yönelmez o; zevkin tatlý sýcaklýðýndan, oyunun ve maceranýn kývýlcýmlar saçan neþesinden baþka bir þey istemez, benliðini meþgul etmek ve hayatýnýn temposunu arttýrmak için her zaman yeni, her zaman deðiþik maceradan baþka bir þey istemez. Özellikle yalnýz kalmamak, bu buz gibi boþlukta yalnýz baþýna titrememek, tek baþýna olmamak ister. Elinde kendisini oyalayacak bir oyuncaðý olmadýðý zaman, Casanova'yý dikkatle inceleyelim: Bu durumda, sessizlik ve sakinlik onun için, hemen korkunç bir huzursuzluða dönüþmektedir. Bir akþam üstü yabancý bir þehre geliyor: Odasýnda bir saat bile kendi kendine, ya da elinde bir kitapla yalnýz baþýna kalamaz. Hemen köþeyi bucaðý koklamaya baþlar, acaba tesadüfün rüzgarý ona eðlenecek, oyalanacak bir þeyler getirebilir mi, acaba hizmetçi kýz geceyi onunla geçirerek yataðýný ýsýtabilir mi diye... Aþaðýda, herkesin oturduðu salonda, otel müþterilerinden kiminle olursa olsun konuþmaya baþlayacaktýr; herhangi bir meyhanede ne idiði belirsiz oyuncularla, kazandýðý paranýn iki katýný öne sürerek kumar oynayacaktýr; geceyi en sefil fahiþelerden biriyle geçirecektir, kendi içerisindeki boþluk, onu her yerde, karþý konulmaz bir þekilde, canlýlara, insanlara doðru itmektedir, çünkü canlýlýðýnýn ateþini ancak baþkalarýyla temas ederek
alevlendirebilmektedir; kendi kendine, yalnýz baþýna kaldýðý zaman, hiç þüphesiz, dünyadaki en hüzünlü, en sýkýntýlý insanlardan biridir. (Hatýralar'ýnýn dýþýnda kalan) yazýlarýndan ve Dux'de geçirdiði yalnýzlýk yýllarýndan anlýyoruz bunu; oradayken -can sýkýntýsý-ndan -Dante'nin, anlatmayý unuttuðu cehennem- diye söz etmiþtir. Bir topaç nasýl dönebilmek ve sihirli dansýna devam edebilmek için hiç durmadan kamçýlanmak zorundaysa --aksi takdirde sefil bir halde yerlerde yuvarlanacaktýr-- Casanova da içten bir atýlým yapabilmek için dýþtan dürtüklenmeye ihtiyaç duyar: Daha bir sürü insan gibi, o da, içinde yaratýcý bir güç olmadýðý içindir ki maceracý olmuþtur. Bu yüzden, kendi içinde hayatýn tabii gerilimi durduðu anda, sun'i bir gerilim olan kumara veya oyuna baþvurur. Çünkü, oyun, hayatýn geriliminin, dahice, ama küçük çapta bir tekrarýdýr; sun'i bir tehlike ve küçük çapta bir kader yaratýr: Bu bakýmdan, on'da yaþayan bütün insanlarýn sýðýnacaðý bir yer ve bütün tembellerin ebedi eðlencesidir. Oyun sayesinde, duygunun yükselip alçalýþý, bir bardak suda fýrtýnalar yaratýr; boþ anlar, sýkýntýlý saatler ürpermelerle, endiþe ve bekleyiþlerle dolar; belki de kadýnýn dýþýnda baþka hiçbir þey, yorgun erkeði kendi kendisinden kurtarmayý böylesine baþaramaz: Oyun onu hayal ürünü bir maceranýn ortasýna atar, böylece iç dünyasýnda oyalanacak bir þeyi olmayan biri için gerekli malzemeyi saðlar. Casanova, baþka hiç kimsenin olmadýðý kadar kölesi olmuþtur oyunun. Nasýl ki, bir kadýn görür görmez hemen onu arzu ediyorsa, ayný þekilde bir masanýn üzerinde yuvarlanan paralarý görür görmez de parmaklarý titreyerek elini hemen cebine atar; hatta masada bankoyu tutan kiþinin tanýnmýþ bir hilekar --hile yapmada kendisi gibi usta biri-- olduðunu fark etmiþ olsa bile, kaybedeceðini bile bile, son altýnýný tehlikeye atmaktan çekinmez. Çünkü (Hatýralar'ýnda bu noktayý usturuplu bir þekilde geçiþtirmiþ olsa bile, polis arþivleri o günden bu yana gerçeði bol bol sermiþtir gözler önüne) Casanova'nýn kaðýt oyunlarýnda, çaðýnýn en usta hilekarlarý ve sahtekarlarýndan biri olduðuna þüphe yoktur; her çeþit aldatmacaya baþvurmasý ve aþk iliþkilerinde para karþýlýðýnda aracýlýk etmesi bir yana, çoðu zaman bu olaðanüstü sanatla sürdürmüþtür hayatýný. Ama oyun tutkusunu, kendini tesadüfün ve þansýn eline býrakmak için duyduðu ölçüsüz ve dizginlenmemiþ hýrsý en iyi gösteren þey, baþkalarýný soyup sovana çeviren onun gibi bir adamýn her zaman ve hiç durmadan baþkalarý tarafýndan soyulmaya fýrsat vermiþ olmasýdýr. Gelip geçici erkeklere yalnýzca sahte bir duygu olarak verdiði þeyi gerçekten hissedebilmek için güçbela katlandýðý sözde bir aþktan kazandýðý parayý getirip belalýsýna veren bir fahiþe gibi, Casanova da, acemilerden küstahça ve utanmadan çaldýðý her þeyi, madrabaz oyun arkadaþlarý için seve seve feda eder; yorucu bir dalavere ile elde ettiði kazancý, her zaman meydan okuduðu oyun kaðýtlarýnýn þansýna býrakarak, bir kere deðil, yirmi kere, hatta yüz kere tehlikeye atmýþ ve kaybetmiþtir. Ama onu gerçek ve tam bir oyuncu haline getiren þey, kazanmak için deðil (ne kadar monoton olurdu bu) oynamak için oynamýþ olmasýdýr: Týpký zengin olmak, burjuvalara özgü bir hayatýn rahatý ve sýcaklýðý içerisinde mutlu olmak için deðil de, yalnýzca yaþamak için yaþadýðý gibi (burada da, var olmanýn tabii ortamý içerisinde de bir oyuncudur o)... Hiçbir zaman tam bir gevþeme ve rahatlamaya ulaþmaya çalýþmaz, aradýðý þey hep sürekli bir gerilimdir, kýrmýzý ve siyahýn, karo'nun ve as'ýn dar çevresi içerisine sýkýþtýrýlmýþ olan ebedi maceradýr, sinirlerinin ve tutkusunun ateþini
hissedebilmek için gerekli olan atýlýmýn --kaybetmek ya da kazanmak için yaptýðý atýlýmýn-- verdiði ürperiþlerdir. Týpký damarlarýn kasýlýp gevþemesi gibi, evrenin yakýcý özünün içe çekilip sonra tekrar dýþarýya verilmesi gibi, bir oyun masasýnýn baþýnda kazançlar ve kayýplar arasýndaki bu çarpýcý karþýtlýða da ihtiyacý vardýr, kadýnlarý elde etmeye de, reddetmeye veya geri çevirmeye de ihtiyacý vardýr, hem zengin hem de yoksul olmaya ihtiyacý vardýr; sonsuza kadar sürecek bir macera gerekir ona. Ve bir sinema þeridi gibi çeþitli ve deðiþik bir hayatta bile, birdenbire olup biten þeylerin, beklenmedik olaylarýn ve fýrtýnalarýn arasýnda ister istemez durgun dönemler de bulunacaðý için, Casanova bu boþ yerleri oyun kaðýtlarýnýn fatum'unun (belirleyeceði kaderin) sun'i gerilimi ile doldurur; hayatýnýn birdenbire onu yukarýdan aþaðýya fýrlatan eðriler çizmesi, sinirlerini sarsan bu karþýtlýklar, paldýr küldür hiçliðe yuvarlanmalar, bütün bunlarýn hepsi, tesadüfe böylesine bir öfkeyle meydan okumuþ olmasý yüzündendir: Bugün cepleri altýnla doludur, arabasýnýn arkasýnda özel üniforma giymiþ iki uþaðý olan bir beyefendidir; ama ertesi gün mücevherlerini bir Yahudiye satacak ve pantolonlarýný Emniyet Sandýðý'na rehin olarak býrakacaktýr (bir þaka deðil bu, Zürich'de bu çeþit bir makbuz bulunmuþtur)! Ama bu yaman maceracý, hayatýný baþka türlü deðil de, bu þekilde yaþamak istiyor, birdenbire ortaya çýkan mutluluk ve keder patlamalarý ile þiddetle sarsýlan bir hayat istiyor: Bunun içindir ki, oyun masasýna sürülen son ve tek para gibi, ateþli varlýðýný, hiç durmadan kaderin önüne fýrlatýyor. Düelloda, on kere, ölmesine ramak kalmýþtýr, on iki kere aðýr hapis cezasýndan ve kürek mahkumluðundan kýl payý kurtulmuþtur; milyonlar gelip geçmiþtir cebinden ve o birkaç kýrýntý olsun alýkoyabilmek için parmaðýný bile oynatmamýþtýr. Ne var ki, kendini her zaman ve hep, bütünüyle ve bütün oyunlara, bütün kadýnlara, bütün anlara ve bütün maceralara verdiði için, sonunda en iyi þeyi kazanabilmiþtir: Baþkalarýna muhtaç olan sefil bir dilenci gibi öldüðü halde, hayatýn verebileceði bütün imkanlardan, bütün fýrsatlardan alabildiðine yararlanmýþtýr. ::::::::::::::::: HOMO EROTICUS -Kadýnlarý baþtan çýkaran biri oldum mu hiç? Hayýr, ben yalnýzca tabiatýn tatlý büyüsünün iþe baþlamýþ olduðu anda oradaydým; hiçbir kadýný da terk edip gitmiþ deðilim, çünkü kalbim her birine sonsuza kadar þükran duydu.(Arthur Schnitzler, Casanova Spa'da) Tanrýnýn yaratmýþ olduðu bütün sanatlarda yalnýzca bir hevesli, bir amatör olarak kalmýþ ve çoðu zaman da baþarýsýz olmuþtur; saçma sapan mýsralar ve can sýkýcý felsefi denemeler yazmýþtýr; þöyle böyle keman çalmayý öðrenmiþ ve konuþmalarýnda da, olsa olsa ansiklopedik bilgilerle yetinen biri olmaktan öteye gidememiþtir. Ama þeytanýn icat ettiði faraon, kaðýt oyunlarý, biribi, zar atma, domino gibi oyunlarda, baþkalarýný aldatma, simya ve diplomasi gibi sanatlarda çok daha yetenekli olmuþtur. Ne var ki, Casanova, yalnýzca aþk oyununda doruk noktasýna ulaþmýþ ve ancak bu alanda bir usta, bir büyücü olduðunu
kanýtlayabilmiþtir. Casanova'nýn, baþka alanlarda har vurup harman savurduðu ve parça parça kalmaktan öteye geçemeyen yüz kadar yeteneði, burada kusursuz bir cinsel aþkýn saf unsuru içerisinde sanki bir çeþit yaratýcý kimyasal iþlemle, tek bir bileþim oluþturacak þekilde bir araya gelmiþtir; ne idiði belli olmayan bu amatör adam, burada ve yalnýzca burada, tartýþma götürmez bir þekilde dahi olarak görünmektedir. Bedeni bile Kythera'lýya (Kythera: Yunan Mitolojisinde, aþk tanrýçasý Aphrodite'nin denizin köpüklerinden doðduktan sonra karaya çýktýðý ada; dolayýsýyla Kythera'lý, Aphrodite'nin bir baþka adý olarak kabul edilmektedir.) hizmet etsin diye yaratýlmýþ gibidir. Genellikle tutumlu olan Tabiat, görülmemiþ bir cömertlikle, potasýnda tatlýlýk, þehvet, kuvvet ve güzellik olarak her ne varsa, bu adama avuç avuç vermiþtir: Kadýnlar, gerçek bir adam, bir erkek, sevgili erkek cinsinin güçlü kuvvetli, sert ama yakýcý bir örneðini --iri yapýlý ve kusursuz bir þeklini-bir kere daha görme sevincini tadabilsinler diye... Çünkü, eðer Casanova'yý, kadýnlarý fetheden bu adamý, fizik bakýmdan çaðýmýzda moda olan ince-uzun yapýlý güzel bir erkek olarak gözünüzde canlandýracak olursanýz, yanýlýrsýnýz: Bu güzel, yakýþýklý adam, bel uoma, Eski Yunan delikanlýlarýna benzemez, hem de hiç benzemez; damýzlýk bir erkek tipi olarak tanýmlayabiliriz onu: Farnese Herkül'ününkine (Farnese Herkül'ü (Herakles'i): Bir zamanlar Farnese sarayýnda bulunan, bugün Napoli Milli Müzesi'nde sergilenen Herakles heykeli. Atinalý heykeltraþ Glykon'un bir eseridir. Ý.Ö. Ý'inci yüzyýlda yapýldýðý sanýlmaktadýr. Heykel, Herakles'i, iri yapýlý, adaleli ve çýplak olarak canlandýrmaktadýr.) benzeyen omuzlarý, bir Romalý savaþçýnýnkini andýran kaslarý ile, bir çingene delikanlýsý gibi esmer güzelidir; ücretli askerlerin baþýnda bulunan bir komutan gibi sert ve küstahtýr ve tüylerle kaplý bir orman tanrýsý gibi azgýn ve ateþlidir. Güçle dolup taþan ateþli bedeni çelik gibi saðlamdýr: Dört frengi, iki zehirlenme, bir düzine kýlýç yarasý, hapishanelerde ve Ýspanya'daki pis kokulu zindanlarda geçirdiði sýkýntýlý ve korkunç yýllar, Sicilya'nýn sýcaðýndan birdenbire Moskova'nýn buz gibi havasýna geçiþler, her zaman harekete geçmeye hazýr olan erkeklik gücünden hiçbir þey eksiltmemiþtir. Nerede olursa olsun, ne zaman olursa olsun bakýþtaki bir kývýlcým, çevresinde bulunan bir kadýnýn uzaktan yaptýðý herhangi bir fizik etki, yorulmak nedir bilmeyen bu cinsel gücün hemen alevlenmesine ve harekete geçmesine yeter. Verimli bir çeyrek yüzyýl boyunca, tabii hayatta Ýtalyan komedilerinin o efsanevi messer sempre pronto, -Bay Her-zaman-hazýr- rolünü oynamýþtýr; býkýp usanmadan, yorulmadan kadýnlara en cüretli aþýklarýnýn bile yapamadýðý kadar büyük sayýlarla iþ görmeyi öðretmiþ ve kýrk yaþýna gelinceye kadar da, Stendhal'ýn Aþk Üzerine adlý incelemesinde özel bir bölüm ayýrmak gereðini duyduðu, yataktaki can sýkýcý fiyaskoyu sadece baþkalarýndan duymuþtur. Arzu ile harekete geçince hiçbir zaman yorulmayan bir beden, durup dinlenmeden sinirli bir þekilde her çeþit kadýnýn yolunu gözleyen bir arzu, çýlgýnca harcamasýna raðmen hiçbir zaman azalmayan bir tutku, varýný yoðunu öne sürmekten korkmayan bir oyun hýrsý... Gerçekten de, tabiat bir ustaya, beden olarak ömür boyu kullansýn diye bu derece çok telleri olan ve bu kadar iyi tasarlanmýþ bir viola d'amore'yi, bir aþk viyolasýný, seyrek olarak verir. Ne var ki, herhangi bir alanda ustalaþmak, doðuþtan gelen yeteneðin sonuna kadar geliþebilmesi için özel bir bedel ödemeyi gerektirir: Kendini bir þeye tam olarak vermek, kesinlikle bir tek þey üzerinde yoðunlaþmak. Böyle bir yoðunlaþmanýn en
üst derecesine ancak kendini bir tek tutkuya veren bir insan ulaþabilir; yalnýzca tek bir yönde ve tam olarak gerçekleþen bir yoðunlaþma, tam anlamýyla verimli olabilir; müzisyen için müzik, þair için edebi form, cimri için para ve sporcu için rekor kýrma neyse, gerçek bir þehvet adamý için de kadýn odur (onu elde etmek için kur yapmak, uyandýrdýðý arzu ve ona sahip olmak, vb.); kadýn onun için yalnýzca en önemli þey deðil, yeryüzünde elde etmek isteyeceði biricik þeydir. Tutkular arasýndaki ebedi kýskançlýk yüzünden, kendini ancak ona, yalnýzca ona vermesine, evrenin sonsuzluðunu ve anlamýný bir tek onda ve yalnýzca onda bulmasýna izin verilmiþtir. Dürüstlük nedir bilmeyen Casanova, kadýn için duyduðu tutkuda kendine karþý dürüst olmuþtur: Ona Venedik Devlet Baþkanlarýnýn mühürlü yüzüðünü, Fugger'lerin (XÝV, XV ve XVÝ'ýncý yüzyýllarda yaþamýþ Augusbourg'lu bir banker aile.) hazinelerini, soyluluk ünvanlarýný, bir komutanýn ya da bir þairin sahip olduðu þan ve ünü teklif edin, bir ev vermeyi ve bir aylýk baðlamayý vaad edin, o bütün bu önemsiz ve deðersiz saçma sapan þeyleri yeni bir kadýnýn teninin kokusu için, kendini onun kollarýna býrakan --ama henüz sahip olmadýðý-- bir kadýnýn duyduðu zevkle daha þimdiden nemlenmiþ parlak bakýþlarý için, kendini vermeye hazýr olan bir kadýnýn o tatlý görünüþü ve o eþsiz an için, elinin tersiyle bir yana itecektir. Dünyanýn bütün vaatlerini, þan ve onuru, mevki ve rütbeyi, eðlence, saðlýk ve bütün zevkleri, bir macera için, hatta yalnýzca bir macera imkaný için, piposundan çýkan duman gibi bir yana üfleyecektir. Çünkü bu þehvet oyuncusunun arzu etmek için sevmeye ihtiyacý yoktur; henüz ortada olmayan, ama yaklaþtýðýný hissettiði bir maceranýn önsezisi, hayal gücünü canlandýrmakta ve ona önceden duyulan bir zevk ve tutku vermektedir. Yüz kadar örnekten biri þudur: Ýkinci Cildin baþýndaki bölüm: Casanova çok önemli bir iþ için bir posta arabasýyla Napoli'ye gitmek üzere yola çýkýyor. Yolda, bir otelde, bitiþik odadaki bir gurbet yataðýnda, bir Macar yüzbaþýsýnýn yanýnda, güzel bir kadýn görüyor; hayýr, daha da büyük bir çýlgýnlýk, güzel mi deðil mi henüz bilmiyor, çünkü örtünün altýndaki bu kadýný daha görmedi bile. Sadece bir kahkaha, bir kadýn kahkahasý duyuyor ve hemen burun delikleri titremeye baþlýyor. Onun hakkýnda hiçbir þey bilmiyor, çekici mi, güzel mi yoksa çirkin mi, genç mi yaþlý mý, kendini vermeye razý olur mu yoksa karþý koyar mý, serbest mi yoksa baðlý olduðu birisi var mý, bütün bunlarý bilmeden bavulunu bir köþeye fýrlattýðý gibi, bütün tasarýlarýný da bir yana atýyor; yola çýkmak için hazýr olan atlarý arabadan çözdürüyor ve yalnýzca bu küçücük ve tümüyle belirsiz macera fýrsatý, her zaman her tesadüfü denemeye hazýr olan bu oyuncunun aklýný baþýndan almaya yettiði içindir ki, Parme'de kalýyor. Görünüþte çýlgýnca bir davranýþ, ama Casanova her zaman ve her yerde bu þekilde davrandýðý için her þeye raðmen, en özel ve en tabii anlamýyla bilgece bir þey; Casanova'nýn tabiatýna ve dünya görüþüne uygun bir davranýþ; çünkü Casanova tanýmadýðý bir kadýnla geçireceði bir saat için, gündüz, gece, sabah ya da akþam, ne zaman olursa olsun her türlü çýlgýnlýðý yapmaya kesinlikle hazýrdýr. Bir kadýný arzu ettiði zaman hiçbir kuvvet onu durduramaz, birini elde etmek istediði zaman karþýsýna çýkabilecek hiçbir engelden korkmaz. Þu Alman belediye reisinin karýsýný --kendisi için hiç de özel bir önem taþýmayan ve hatta kendisini mutlu edip etmeyeceðini bile bilmediði bu kadýný-- tekrar görebilmek için davetli olmadýðý ve istenmediðini de bildiði halde, küstah bir tavýrla, Köln'de, onu tanýmayan bir toplulukta boy göstermiþ ve diþlerini sýkarak ev sahibinin iðneli sözlerine ve orada bulunan baþka kimselerin gülüþlerine katlanmak zorunda kalmýþtýr; ama bir aygýr kýzýþtýðý zaman sýrtýna inen kamçý darbelerini
hissedebilir mi ki? Aç ve soðuktan donmuþ bir halde, Casanova bütün bir geceyi buz gibi bir mahzende, farelerin ve böceklerin arasýnda geçirebilir, yeter ki bütün güçlüklere raðmen, þafak vakti aþkýn saatinin onun için çalabileceðini umut etsin; bir düzine kadar kýlýç darbesi, tabanca mermisi, hakaretler, küçük düþmeler, zorbalýklar, hastalýklar ve bu gibi þeylerle karþýlaþma tehlikesini göze almýþtýr ve bütün bunlara bir Anadyomene (Aphrodite'nin bir baþka adý; -Anadyomene-, -su yüzüne çýkan-, -dalgalardan doðan- anlamýna gelmektedir.) için, gerçekten sevilen bir kadýn için, ruhun bütün ateþi ve duygularýn olanca þiddetiyle arzu edilen bir kadýn için katlanmýþ deðildir (bu yine de anlaþýlabilirdi); hayýr, -Bayan-Herkes- için, -Bayan-Herhangi-biri-için, eriþebileceði her kadýn için, yalnýzca kadýn olduðu, yani karþý cinsten biri olduðu ve onu bu kadar arzu ettiði için katlanmýþtýr bütün bunlara. Kadýn bulmak için aracýlýk yapan herkes, her genelev koruyucusu, bu ünlü kadýn avcýsýný rahat rahat soyup sovana çevirebilir; mezhebi geniþ her koca, kýzkardeþini peþkeþ çekmeye hazýr olan her erkek, onu en kirli iþlere bulaþtýrabilir: Bir kere þehvet duygusu uyanmaya görsün! Ama Casanova'nýn þehvet duygusu zaten hep uyanýk deðil mi ki, tam olarak ne zaman tatmin olabiliyor ki? Semper novarum rerum cupidus (her zaman yeni þeylere istekli), her zaman yeni bir av peþinde, bilinmeyenin bekleyiþi içerisinde ve arzularý hiç durmadan titreþerek... Macerasýz bir þehir onun için þehir deðildir ve kadýnsýz bir dünya da dünya deðildir; týpký oksijene, harekete ve uykuya duyduðu ihtiyaç gibi, bu erkek bedeni, yataðýnda her zaman yumuþak ve þehvetli bir tene ihtiyaç duyar ve heyecanlý ruhu da maceranýn insaný oradan oraya sürükleyen gerilimini arar. Kadýn olmadý mý, hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendini rahat hissedemez, bir ay, bir hafta, bir gün bile kadýnsýz olamaz. Cinsel perhiz, Casanova'nýn sözlüðünde, budalalýk ve can sýkýntýsý anlamýna gelir. Bu derece güçlü bir iþtahla ve bu derece sýk bir tüketimle, kadýnlar dünyasýndaki fetihlerinin her zaman pek kaliteli olmamasýna þaþmamak gerekir. Þehvet konusunda böylesine bir devekuþu midesiyle, insanýn damak zevki geliþmiþ, incelmiþ biri olamýyacaðý, yalnýzca açgözlü ve obur bir insan olarak kalacaðý açýktýr. Bunun içindir ki, Casanova tarafýndan sevilmek için özel bir tavsiye gerekli deðildir, çünkü bu soylu beyefendinin sizi fark etmesi için bir Güzel Helena veya bir bakire, temiz, namuslu, zeki, iyi yetiþmiþ ya da özellikle çekici bir kadýn olmanýz gerekmez; kolayca baþtan çýkarýlacak bu adam için, çoðu zaman, kadýn olmak, diþi olmak, bir vagina olmak, þehvet duygusunu tatmin etmek için tabiat tarafýndan þekillendirilen karþý cinsten biri olmak yeter. Güzellik, zeka, incelik, bütün bunlar þüphesiz hoþ niteliklerdir, ama her þeye raðmen yalnýzca kadýn olmak gibi temel bir olgunun yanýnda ikinci dereceden, gülünç özellikler olmaktan öteye gidemezler; çünkü Casanova'nýn arzu ettiði ve aradýðý þey, her türlü þekli ve þekilsizliðiyle, her zaman yeni ve her zaman farklý olan kadýnlýktan baþka bir þey deðildir. Bu bakýmdan, bu geniþ Geyikli Park'ý akla gelebilecek her türlü romantik ve estetik kaygýdan kesinlikle sýyýrmak gerekir; profesyonel bir þehvet düþkününde, yani hiçbir ayrým yapmadan kadýn peþinde koþan birinde her zaman olduðu gibi, Casanova'nýn koleksiyonu da son derece karýþýktýr ve koleksiyonundaki parçalarýn deðeri birbirine eþit deðildir, ve Tanrý biliyor ki, güzelliklerin sergilendiði bir müze hiç deðildir. Aslýnda, Casanova'nýn vatandaþlarý olan Raffaello ve Guido Reni'nin fýrçasýna layýk
olabilecek birkaç güzel çehre --yeni yeni geliþmekte olan birkaç genç kýzýn ince ve tatlý yüzü-- birkaç tane de Rubens'in çizebileceði ya da Boucher tarafýndan, tatlý bir kýrmýzý ile ipek yelpazelerin üzerine resimleri yapýlabilecek birkaç kadýn daha bulunabilir; ama bunlarýn yanýnda neler yoktur ki: Daracýk Ýngiliz sokaklarýnda dolaþan fahiþeler, bunlarýn yüzündeki korkunç kýrýþýklýklarý ve ifadeleri ancak Hogarth'ýn keskin kalemi çizebilir; Goya'nýn hayal gücüne çekici gelebilecek sefih ihtiyar cadýlar; Toulouse-Lautrec'in üslubunda hastalýklý fahiþe yüzleri; asýk suratlý Breughel'in hoþlanabileceði köylü kadýnlar ve hizmetçiler, güzellik ve çirkinliðin, ruh inceliðinin ve bayaðýlýðýn çýlgýnca bir karýþýmý, alabildiðine baþýboþ býrakýlmýþ ve hiçbir seçme yapýlmamýþ gerçek bir tesadüfler panayýrý! Çünkü tam bir þehvet düþkünü olan bu adamýn zevkleri, þehvet söz konusu olduðu zaman oldukça kabadýr ve arzusunun bir bölümü, insaný rahatsýz edecek þekilde, acayipliðin ve sapýklýðýn çok ötelerine kadar uzanýr. Bu çeþit sürekli bir aþk hayatý, seçme yapmak, tercih etmek nedir bilmez; bir sokak köþesinden geçen birini yakalar ve avucunun içine alýr; ister berrak isterse bulanýk olsun, avlanma yasaðý konmuþ ya da konmamýþ olsun her türlü çayda ve nehirde ava çýkar. Her çeþit kaygýdan yoksun olan ve hiçbir sýnýr tanýmayan böyle bir þehvet düþkünlüðü, namuslulukla veya yaþla ilgili herhangi bir ahlaki veya estetik engel tanýmaz; yüksek tabakadanmýþ, alçak tabakadanmýþ, çok gençmiþ ya da çok yaþlýymýþ, onun için fark etmez. Casanova'nýn maceralarý, birtakým yasalarla düzenlenmiþ çaðýmýzda onu hemen yargýç karþýsýna çýkaracak þekilde, çok genç kýzlarla baþlar ve bedenin artýk korkunç bir iskeletten baþka bir þey olmadýðý ileri yaþlara, yetmiþ yaþýndaki þu çökmüþ Urfe Düþesine kadar sürüp gider (bir adamýn, utanmadan gelecek nesillere yazýlý olarak býraktýðý en korkunç aþk saatinin hikayesi belki de budur). Alýþýlmýþ kalýplara hiçbir þekilde uymayan bu Walpurgis gecesi, (Walpurgis gecesi: Halk arasýnda yaygýn olan efsanelere göre, büyücülerin ve cinlerin Almanya'daki Brocken daðýnda (Harz daðlarýnýn en yükseði) toplandýklarý gece.) bütün ülkelerde ve toplumun bütün sýnýflarý içerisinde fýrtýnalar yaratmýþtýr; ilk utancýn ürperiþiyle yanýp tutuþan son derece temiz ve narin yüzlü genç kýzlar, dantellerle süslü elbiseleri içerisinde mücevherleriyle ýþýl ýþýl parlayan kibar kadýnlar, bu rondoya katýlabilmek için, toplumun bir yana ittiði genelev kadýnlarýna ve tayfalarla dolu izbelerdeki korkunç yaratýklara telaþla ellerini uzatýrlar: Alaycý kambur kadýn, hain topal kadýn, kötü kýzlar, ateþli yaþlý kadýnlar, bu þeytani dansa bütün bunlarýn hepsi katýlmaktadýr. Teyze, hala sýcak olan yataðý yeðenine býrakýr, annesi ise kýzýna; kadýn bulmada aracýlýk edenler, arzularý her an uyanýk olan bu adamýn evine kendi kýzlarýný getirirler ve mezhebi geniþ kocalar da kendi karýlarýný; askerlerle yatýp kalkan fahiþeler, ayný gecenin ayný hýzlý zevkini kibar kadýnlarla paylaþýrlar. Evet, artýk Casanova'nýn aþk alanýndaki baþarýlarýný, ister istemez, hep XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn nazik bir þekilde kur yapma alýþkanlýklarýyla ve her zaman zarif ve insana çekici gelen aþk sahneleriyle süsleme alýþkanlýðýndan vazgeçmeliyiz; burada hiçbir seçme yapmayan bir þehvet düþkününü, en göze çarpan karþýtlýklarý ile, olanca gerçekliðiyle, erkek þehvetinin her türlü ahlaksýzlýðýnýn ve rezilliðinin bir karýþýmý olarak görme cesaretini göstermemiz gerekir. Casanova'nýnki gibi hiçbir seçme yapmayan ve tükenmek nedir bilmeyen bir libido, engel tanýmaz ve hiçbir fýrsatý kaçýrmaz; her gün rastlanan türden þeyler kadar, olaðanüstü olanlar da ona çekici gelir; her türlü anormallik þehvet duygusunu kamçýlar, en olmayacak þeyler bile onu uyandýrmaya yeter. Pis yataklar, kirli çamaþýrlar, ne idiði belirsiz kokular, müþteri bulan kiþilerle arkadaþlýklar, gizli ya da
özellikle çaðrýlmýþ -seyirciler-, alavereli dalavereli iþler ve bilinen hastalýklar, bütün bunlar, Avrupa'yý, daha doðrusu Avrupa'daki kadýnlar dünyasýný etiyle kemiðiyle, her türlü þekli ve her çeþit görünüþüyle kucaklamak isteyen --Pan'ý (Pan: Ormanlarýn, vahþi tabiatýn, sürülerin ve çobanlarýn tanrýsýdýr; dolayýsýyla, hayvan neslinin devamýný ve üretkenliðini saðlayan tanrýdýr. Ýnsan görünümünde olmasýna raðmen, keçi ayaklarýyla, keçi boynuzlarýyla ve keçi sakalýyla güçlü bir tekeyi andýran bu tanrý, kamýþtan yapýlmýþ kendi icadý bir flüt çalmasýyla, güzel orman ve su perilerinin peþinden koþmasý ve onlarla oynaþmasýyla tanýnýr. Yunan Mitolojisinde, özellikle Syrinx ve Pitys adlý perilerle ve ay tanrýçasý Selene ile olan aþk maceralarýyla ünlüdür.) hatýrlatan arzusu ile, tabii olanlar kadar akla hayale sýðmaz yeniliklere de açlýk duyan, nerdeyse manyak denebilecek-- bu tanrýsal boðanýn, bu yeni Jupiter'in (Zeus (Romalýlarýn deyimiyle Jupiter veya lupiter): Bulutlarý devþiren, göklerde gürleyen, yýldýrýmlar savuran bu tanrý veya tanrýlarýn tanrýsý, ölümsüzlerle olduðu kadar, ölümlülerle kurduðu aþk iliþkileriyle de ün yapmýþ ve bu sonuncu iliþkilerden Yunan Mitolojisindeki ünlü kahramanlar dünyaya gelmiþtir. Kadýnlarý baþtan çýkarmada büyük bir ustalýk gösteren Zeus, Europa'yý çok güzel bir boða kýlýðýna girerek kandýrmýþ ve kaçýrmýþtýr. Bu birleþmeden Girit kralý Minos dünyaya gelmiþtir. Aetolia Kralýnýn güzel kýzýna beyaz bir kuðu þeklinde sokulmuþtur. Antiope'ye, keçi ayaklý bir Satyros kýlýðýna girerek sahip olmuþtur. Saf ve lekesiz bir þekilde kalacaðýna dair tanrýça Artemis'e söz vermiþ ve kendisini ona adamýþ olan güzel peri kýzý Kallisto'yu ise, tanrýça Artemis kýlýðýna bürünerek kandýrmýþtýr.) umursamadýðý þeylerdir. Ama bu þehvet düþkününün erkekliðinde tipik bir özellik vardýr: Kaný dalga dalga, her zaman ve þiddetle istediði kadar akýp dursun, tabiatýn çizdiði yataktan hiçbir zaman dýþarýya taþmaz. Casanova'nýn içgüdüsü cinsel alanýn tabii sýnýrýnda birdenbire durur. Bir hadýmýn temasý ona tiksinti verir ve eþcinsel olanlarý sopayla kovalar; bütün ahlaksýzlýklarýný ve sapýklýklarýný her zaman ve dikkati çeken bir sadakatle, yalnýzca kendi alanýnda, doðuþtan uygun olduðu ve olanca kusursuzluðunu ortaya koyduðu kadýnlar dünyasýnda gerçekleþtirir. Ama burada, doðrusunu söylemek gerekirse, taþkýnlýðý hiçbir sýnýr, engel ve dizgin tanýmaz; arzusu, hiçbir seçme yapmadan, hiçbir þeyi hesaplamadan ve hiç durmadan, her yeni diþi yaratýk karþýsýnda sürekli olarak yenilenen ve hayvanlarýn ayýrt edici niteliði olan bir þehvet sarhoþluðu ile her kadýna doðru yönelir. Ne var ki, Casanova'ya kadýnlar üzerinde görülmemiþ bir güç veren ve onu nerdeyse karþý konulmaz bir hale getiren þey de, iþte bu sarhoþluk ve arzudaki bu tabiiliktir. Kanlarýnýn harekete getirdiði ateþli bir içgüdüyle, kadýnlar, Casanova'daki erkek hayvaný, üzerlerine doðru atlayan ateþli ve yakýcý varlýðý hissederler; ve onun kendilerine sahip olmasýna izin verirler, çünkü onlar da, ona bütünüyle sahip olurlar; kendilerini ona verirler, çünkü o da kendini tümüyle onlara verir, tek bir kadýna deðil, çokluða, her birinde var olan kadýna, kendisi için karþý kutpu ve bir karþýtlýðý ifade eden kadýna... Kadýnlar, kendi cinslerinin sezgisiyle, -iþte kendisi için bizden daha önemli hiçbir þey olmayan biri, öteki erkeklere benzemeyen biri, bize ara sýra ve geçici bir þekilde kur yapmakla yetinmeyen, bütün vaktini mesleðinin görevlerine ve iþlerine ayýrmayan, evli bir erkek gibi öfkeli, telaþlý ve somurtkan olmayan bir erkek; iþte sonunda, varlýðýnýn olanca þiddetiyle hiçbir þey esirgemeden, hiçbir seçme yapmadan ve duraksamadan kendini, týpký bir sel gibi, olanca cömertliðiyle ayaklarýmýzýn dibine atan bir adam- diye düþünürler. Gerçekten de Casanova kayýtsýz þartsýz bir þekilde kendini vermeyi bilir: Hangi kadýn olursa olsun, sýrf kadýn olduðu için ve o anda kadýnlýða duyduðu açlýðý giderdiði için, bedenindeki son þehvet damlasýný ve cebindeki
son altýný her zaman ve hiç düþünmeden ona feda etmeye hazýrdýr. Çünkü kadýnlarý mutlu, ruhlarý ummadýklarý bir þeyle karþýlaþmanýn verdiði þaþkýnlýkla dolu, hayran, neþeli ve büyülenmiþ olarak görmek Casanova için en büyük zevktir. Parasý olduðu sürece, her kadýný, ince bir zevkle seçtiði hediyelere boðar; lüksle ve cömertlikle onun gururunu okþar, onu çok güzel bir þekilde giydirmekten, dantellerle süslemekten hoþlanýr, çýrçýplak soymadan önce, hiçbir zaman görmediði deðerli þeylerle, bol bol harcadýðý paralarla ve tutkusunun aleviyle þaþýrtmaktan hoþlanýr; sevdiði kadýnýn üzerine kanýnýn olanca ateþi ile birlikte bir altýn yaðmuru yaðdýran gerçek bir tanrý, cömert bir Jupiter'dir (Argos Kýralý Akrisios, güzel kýzý Danae'nin ebedi olarak bakire kalmasýný saðlayabilmek için, onu, yer altýnda inþa ettirdiði, her tarafýný tunç levhalarla kaplattýðý ve nöbetçilerle koruduðu bir odaya kapatmýþtýr. Çünkü kýzýndan doðacak erkek çocuðun, tahtýna sahip çýkacaðýndan korkmaktadýr. Ne var ki Zeus (Jupiter) bir altýn yaðmuru þeklinde gökten inmiþ, duvarlarý tunç levhalarla kaplý olan odanýn tavanýnda bulduðu bir delikten güzel bakirenin göðsüne ve gönlüne bir yaðmur damlasý þeklinde düþmüþ ve onu hamile býrakmýþtýr; bu birleþmeden ünlü kahraman Perseus dünyaya gelmiþtir. Titian, Zeus'un bir altýn yaðmuru þeklinde Danae'nin odasýna süzülüþünü, ünlü bir tablosunda tasvir etmiþtir.) o. Ve eðer sonra çok geçmeden bulutlar arasýnda kayboluyorsa --bu bakýmdan da Jupiter'e (Argos Kralý Inakhos'un kýzý Ýo, Zeus'un karýsý tanrýça Hera'nýn (Juno veya Ýuno'nun) Argos'taki tapýnaðýnda rahibedir. Zeus bu kýzý görmüþ ve sevmiþtir. Bu kýz önce, rüyasýnda, erkeklerin en yücesi olan Zeus kendisini özleyip dururken niçin yalnýz kaldýðýna hayýflanmaya baþlamýþ, sonra da gökten bir bulut þeklinde inip onu saran Zeus'a kendisini vermiþtir. Zeus, karýsý Hera'nýn kýskançlýðýndan ve gazabýndan koruyabilmek için sevgilisi Ýo'yu beyaz ve sevimli bir ineðe dönüþtürmüþtür. Bu hikaye de, ünlü ressam Rubens'in bir tablosuna konu olmuþtur.) benzer-- (-kadýnlarý çýlgýnca sevdim, ama hürlüðü her zaman onlara tercih ettim-), baþýndaki hale bu yüzden azalmýþ deðil, tersine, artmýþtýr; çünkü bir fýrtýna gibi görünüp kaybolmasý sayesinde, kadýnlar bu eþsiz sarhoþluðun ve terk ediliþin, böyle bir baþtan çýkarýlýþýn verdiði hayranlýðýn, bir daha tekrarlanmayacak bu muhteþem maceranýn hatýrasýný ta içlerinde saklarlar: Baþka erkeklerle olduðu gibi, sýk sýk yatýp kalkmanýn aleladeliði ve alýþkanlýk yüzünden duyulan hoþnutsuzlukla sonuçlanmayan böyle bir maceranýn hatýrasýný... Bu kadýnlarýn hepsi, onun gibi bir adamýn koca olarak, Celadon (Celadon: Fransýz yazarý Honore d'Urfe'nin Astree adlý romanýnýn kahramaný. Çekingen ve sadýk bir aþýktýr.) gibi sadýk olamýyacaðýný bilirler: Her biri onu yalnýzca aþýk olarak, bir gecelik bir ilah olarak, kanýna iþlemiþ biri olarak hatýrlayacaktýr. Hepsini terk edip gittiði halde, hiçbiri Casanova'nýn olduðundan baþka türlü bir insan olmasýný istemeyecektir: Bunun için, Casanova, ancak olduðu gibi kalmalýdýr, yani tutkusunun sadakatsizliði içerisinde, ama samimi ve içten. Böylece kadýnlarýn hepsini fethedecektir. Onun gibi birinin, olduðundan baþka türlü görünmeye ve tumturaklý sözler söylemeye ihtiyacý yoktur; baþtan çýkarmak için aþýrý bir duygusallýða kaçan yapmacýklý tavýrlar takýnmasýna ya da birtakým aldatmacalara baþvurmasýna gerek yoktur. Casanova'nýn kendisini yalnýzca tutkusuna býrakmasý yeter, bütün iþi bu tutku görecektir. Dolayýsýyla, sýkýlgan delikanlýlarýn, böyle bir ustadan, baþarýsýnýn sýrrýný öðrenmek için, on altý ciltlik bu Ars amandi'nin (aþk sanatýnýn) sayfalarýný karýþtýrmalarý boþunadýr; þiir yazmak nasýl þiir sanatý üzerindeki incelemeleri okuyarak öðrenilemezse, baþtan çýkarma sanatý da bu þekilde öðrenilemez. Bu ustadan hiçbir þey alýnamaz, hiçbir
þey öðrenilemez, çünkü Casanova'nýn özel olarak baþvurduðu birtakým oyunlar, kadýnlarý baþtan çýkarmak ve fethetmek için kullandýðý özel teknikler yoktur. Onun sýrrý, arzusunun içtenliðinde, tutkulu tabiatýnýn ilkel bir þekilde açýlýp geliþmesindedir. -Ýçtenlik- kelimesini kullandýk, Casanova söz konusu olduðu zaman bu kelime insana þaþýrtýcý gelebilir. Ama þuna itiraz edilemez: Her türlü oyunda hile yapan bu yaman düzenbazýn, aþk oyununda bir çeþit içtenlik ve dürüstlük gösterdlðini kabul etmek gerekir. Casanova'nýn kadýnlarla iliþkisi gerçekten dürüsttür, çünkü yalnýzca cinsel aþk ya da þehvet alanýnda kalýr. Söylenmesi üzücü ama, aþkta yalan, her zaman, ancak yüksek duygularýn iþe karýþmasýyla baþlar. Yalnýzca bedenden ibaret olan bu pervasýz delikanlý, kadýnlarý aldatmaz; en aþýrý arzularýný ve gerilimlerini, hiçbir zaman, tabiatýn ulaþabileceði sýnýrýn ötesine geçecek kadar abartmaz. Ancak ruh ve duygu --kendilerine özgü nitelikleri gereðince sonsuza doðru kanat çýrpmak isteyen ruh ve duygu-- iþe karýþtýðý zamandýr ki, her tutkuda bir abartma, yani yalanla süslenme eðilimi görülür, bu da geçici iliþkilerimizin sonsuza kadar devam edeceðine inanma gibi bir yanýlgýya yol açar. Oysa hiçbir zaman bedenin sýnýrlarýný aþmayan Casanova için, söz verdiði þeyleri tutmak kolaydýr; þehvetinin olaðanüstü bolluðu ve zenginliði sayesinde, zevke karþý zevk, tene karþý ten verir ve hiçbir zaman ruhi borçlar altýna girmez. Bu yüzden, sahip olduðu kadýnlar post festum (þenlikten sonra) platonik umutlarýnda hayal kýrýklýðýna uðramýþ olduklarý gibi bir duyguya kapýlmazlar; çünkü bu havai adam, kadýnlardan, yalnýzca cinsel bir tatmin duymalarýný istediði için, vaat edici sözlerle onlarý duygunun sonsuzluðuna sürüklemediði için, hayal kýrýklýðýna düþmelerine de hiçbir zaman meydan vermez. Ýsteyen, bu çeþit bir þehveti bayaðý bir aþk, yalnýzca cinsel bir aþk, bedene baðlý, ruhsuz ve hayvanca bir aþk olarak nitelemekte serbesttir; ama Casanova'nýn içtenliði inkar edilemez. Çünkü, gerçekten de, bu sefih havai adam, kadýnlarý açýkça ve doðrudan doðruya arzu etmekle, onlara karþý, tutkulu romantiklerden, büyük aþýklardan daha dürüst ve daha iyi bir þekilde davranmamýþ mýdýr? Yalnýzca bir örnek verelim: Þehveti aþan bir þehvet duygusuna sahip olduðunu iddia eden Faust, ruhunun coþkunluðu içerisinde güneþe, aya, yýldýzlara yalvaran, Marguerite için hissettiði duyguya Tanrýyý ve evreni karýþtýran Faust, her þeye raðmen (Mefistofeles'in çok zaman önce ona bildirdiði gibi), sonunda, on dört yaþýndaki zavallý kýza, en maddi þekliyle ve tamamiyle Casanova'nýn yaptýðý biçimde, en deðerli hazinesini kaybettirmiyor mu? Goethe'nin ve Byron'un ardýnda, artýk kýrýlmýþ, yoldan çýkmýþ ve yüreðinden yaralanmýþ yaratýklardan baþka bir þey olmayan bir sürü kadýn olduðu halde --çünkü çok yüksek ruhlu kimseler ve çok büyük bir karakter sahibi olanlar, aþkta, ister istemez bir kadýnýn ruhunu öylesine geniþletiyorlar ve o derece zenginleþtiriyorlar ki, o artýk bu ateþli soluktan payýný alamaz hale geliyor, tekrar maddi kalýbýna girmesi mümkün olamýyor-Casanova'nýn yakýcýlýðý kadýnlarýn ruhlarýna hemen hiç zarar vermemiþtir. Felaketlere yol açmamýþtýr o; pek çok kadýný mutlu etmiþ ve hiçbirini histerik hale getirmemiþtir; þehvetten baþka bir þey olmayan bir maceradan hepsi hiçbir þey kaybetmeden çýkarlar ve günlük hayatlarýna, yani kocalarýna ya da baþka aþýklarýna dönerler. Ama hiçbiri intihar etmez ve umutsuzluða kapýlmaz; Casanova onlarýn iç dengelerini bozmaz, yalnýzca þöyle bir dokunup geçer, o kadar; çünkü dolaylý birtakým yollara sapmadan,
doðruca onlarýn karþýsýna çýkan, açýklýðý ve seçikliði içerisinde tamamiyle saðlýklý olan Casanova'nýn tutkusu, kadýnlarýn kaderini etkileyecek kadar derinlere inmez. Bütün kadýnlarýn üzerinde tropikal bir rüzgar gibi esip geçer ve onlarda daha ateþli bir þehvet duygusunun açýlýp geliþmesine yol açar. Onlarý alevlendirir, ama yakýp tüketmez; yakýp yýkmadan fetheder onlarý; baþtan çýkarýr, ama ahlaklarýný bozmaz; ve iþte Casanova'nýn aþký yalnýzca derinin altýndaki daha dayanýklý sinir aðýna dokunduðu, gerçek ruhun çok daha duyarlý bölümlerine eriþmediði içindir ki, onun zaferlerinden sonra korkunç sarsýntýlar çýkmaz ortaya. Bunun içindir ki, Casanova, bir aþýk olarak, her türlü þeytanca karakterden yoksundur; hiçbir zaman bir alýnyazýsýnýn trajik kahramaný, hatta problemli bir insan olmamýþtýr; dünya sahnesinin gelmiþ geçmiþ biricik ve en büyük aþk oyuncusu olarak kalmýþtýr. Ama bu ruh yokluðu, her kadýn eteðinin ateþlemeye yettiði ve tamamiyle bedenle ilgili olan bu libido'ya -aþk- adýný vermenin mümkün olup olmadýðý gibi kaçýnýlmaz bir soru sormaya götürür bizi. Casanova'yý, bu homo eroticus'u ya da erotismus'u, ölümsüz aþýklar olan Werther veya Saint-Preux ile karþýlaþtýracak olursak, þüphesiz bu soruya -hayýr- diye cevap vermek gerekir. Nerdeyse dini bir duyguya benzeyen bu duygu taþkýnlýðý, sevilen kiþinin görünüþüne, ayný zamanda, evrensel tabiattan ya da tanrýsallýktan bir þeyler katan, aþk sayesinde insanýn kendini aþmasýna, ruhun geniþlemesine ve zenginleþmesine yol açan böyle bir duygu ilk günden son güne kadar Casanova'ya yabancý kalmýþtýr. Hatýrlanmaya deðer bir tek mektubunda, yazdýðý bir tek mýsrada bile, yatakta geçen saatleri aþan gerçek bir aþkýn sarsýntýsýna rastlanmaz; gerçek bir tutku hissetme yeteneði olduðu bile þüphelidir Casanova'nýn. Çünkü tutku --Stendhal'ýn -tutku-aþkýdediði þey-- her seferinde tek bir kiþiye yönelmek bakýmýndan, Casanova'nýn o gün karþýsýna çýkan sýradan birine yönelen libido'sunun karþýtýdýr; tutku, nadiren ortaya çýkar ve her zaman, çoktan beri biriktirilmiþ, harcanmamýþ duygusal güçlerin varlýðýný ve bu güçlerin sevilen kiþi karþýsýnda bir yýldýrým gibi birdenbire serbest býrakýlmasýný gerektirir. Casanova ise, ateþliliðini çok sürekli bir þekilde harcamaktadýr; birdenbire çakan bir þimþeðe benzeyen yüksek bir gerilime sahip olamýyacak kadar sýk bir þekilde gevþemekte ve rahatlamaktadýr; onun yalnýzca þehvetten oluþan tutkusu, ancak tek bir kere ortaya çýkabilen yüce bir tutkunun coþkunluðuna yabancýdýr. Bunun içindir ki, Henriette'in ya da güzel Portekizlinin gidiþinden sonra, görünüþte korkunç bir umutsuzluða düþtüðüne bakýp kaygýlanmamak gerekir; tabancayla kendini vurmaya kalkmayacaktýr ve gerçekten de, iki gün sonra onu bir baþka kadýnýn yanýnda ya da bir genelevde görürüz. Rahibe C.C. artýk Murano'dan gazinoya gelemediði ve onun yerine baþka bir rahibe M.M. boy gösterdiði zaman, Casanova insaný þaþýrtacak kadar çabuk avunmaktadýr; onun için, kadýnlardan biri ötekinin yerini tutabilir ve bu yaman þehvet düþkününün, sahip olduðu pek çok kadýndan hiçbirine tam olarak tutulmadýðýný, kadýnlarýn ebedi çokluðuna, sürekli bir deðiþmeye ve maceranýn çeþitliliðine tutkun olduðunu anlamak güç deðildir. Hatta bir gün þöyle bir söz kaçýrmýþtýr aðzýndan: -Daha o zaman, aþkýn az ya da çok þiddetli bir merak duygusundan baþka bir þey olmadýðýný belli belirsiz hissetmiþtim-. Ve bunu daha iyi kavrayabilmek için, bu tarifi alýp, Almancada -merak- kelimesinin ne anlama geldiðini tahlil etmek yeter; Neu-Gierde, her
zaman yeni (neu) olan bir þeyin her zaman yeni olan arzusudur (neu Gier); yani hiç durmadan deðiþen kadýnlarla hiç durmadan deðiþen yaþantýlardýr. Casanova'nýn arzusunu kamçýlayan þey ferdilik deðil, cinsel aþkýn (Eros'un) uçsuz bucaksýz satranç tahtasý üzerindeki bitip tükenmek bilmeyen deðiþikliktir. Onun bir kadýný alýp býrakýþý, soluk alýp vermek kadar tabii ve kolay bir þeydir ve yalnýzca fonksiyonel olan böyle bir zevk, bir sanatçý olarak Casanova'nýn Hatýralar'ýnda, sahip olduðu bin kadar kadýndan hiçbirinin gerçekten canlý bir psikolojik tablosunu vermemiþ olmasýný açýklayabilecektir: Açýkça konuþmak gerekirse, anlattýðý þeyler, bizde, sevgililerinin yüzüne iyice bakmadýðý, en azýndan, in certo punlo (belli bir görüþ açýsýndan) þöyle böyle baktýðý þüphesini uyandýrýr. Onu coþturan ve -ateþlendiren- özellikler gerçek güneylilerde rastlandýðý þekilde, hep ayný þeylerdir: Kadýnlarda bir köylünün bile fark edebileceði, elle tutulabilecek, gözle görülebilecek kadar belirgin olan cinsel unsurlardýr, her zaman ve (býkkýnlýk verecek kadar) hep þu -bembeyaz göðüs-, þu -tanrýsal yarý-küreler-, þu -Juno endamý-, (Juno: Eski Yunanlarýn Hera'sý ile bir tutulan ve Jüpiter'in karýsý olan, güzelliðiyle ünlü Romalý tanrýça.) þu -en gizli güzellikler-dir (ve bütün bunlar, her zaman, deðiþik bir vesileyle olanca çýplaklýðýyla anlatýlmýþtýr), yani bir hizmetçi kýzda, þehvetli bir lise öðrencisini tahrik edebilecek ne varsa odur. Böylece sayýlamýyacak kadar çok Henriette, Irene, Babette, Mariuccia, Ermelin, Markolin, Ignazia, Lucia, Esther, Sara ve Klara'lardan (doðrusu, yýlýn her günü için bir baþka kadýnýn adýndan söz etmek gerekecek), bütün bu sýcak ve þehvetli kadýn bedenlerinden, ten renginde bir jöle'den, sayýlar ve rakamlardan, heyecanlardan ve sefahatten oluþmuþ belirsiz bir cümbüþlü karýþýmdan baþka bir þey kalmamýþtýr; olup bitenleri kavrayýþ biçimi, týpký sabahleyin baþýnda bir aðýrlýkla uyanan ve geceyi nerede, ne içerek ve kiminle birlikte geçirdiðini hatýrlamayan bir sarhoþunkine benzer. Ýliþki kurduðu yüzlerce kadýnla ilgili hatýralarýný anlatýrken, onlarýn hiçbir fizik özelliði üzerinde durmamýþ, hele manevi özellikleri üzerinde hiç durmamýþtýr; dolayýsýyla bu hatýralarda tek tek kadýnlarý bu gibi özellikleriyle göz önünde canlandýrmaya imkan verecek en ufak bir iz bile yoktur. Casanova sadece onlarýn teninden zevk almýþtýr, yalnýzca derilerini hissetmiþtir ve yalnýzca etleriyle tanýmýþtýr onlarý. Böylece sanatýn dakik ölçü birimi, basit bir þehvet düþkünü ile gerçek aþýk, her þeyi elde edip hiçbir þeyi saklamayanla, pek az bir þey elde edip ruhunun gücüyle bu geçici aný sürekli kýlan biri arasýndaki büyük farký, hayattan çok daha açýk bir þekilde ortaya koyar. Stendhal'ýn, bu aþk kahramanýnýn --doðruyu söylemek gerekirse-- orta-halli olmaktan öteye geçemeyen tek bir yaþantýsýndan, yüceltme olayý (sublimation) sayesinde, Casanova'nýn üç bin gecesinden çok daha fazla manevi öz elde edilebilir; ve Eros'un insaný nasýl bir duygu derinliðine ve ruhun ne kadar coþkulu alanlarýna götürebileceðini, Goethe'nin dört kýtalýk bir þiiri, Casanova'nýn on altý cildinden çok daha iyi anlatýr bize. En yüksek anlamýyla görüldüðü zaman bile, Casanova'nýn Hatýralar'ý bir romandan çok istatistik bir rapor, bir þiirden çok bir seyahatname, bir Codex eroticus, Batýnýn bir Kama-sutra'sý, (Kama: Hindu Mitolojisinde aþk tanrýsýdýr. Kama-sutra ise, aþkýn kurallarýndan ve seviþme þekillerinden söz eden bir kitaptýr ve Sanskritçe olarak ÝV-VÝÝ'inci yüzyýlllar arasýnda yazýldýðý sanýlmaktadýr.) ten yolculuklarýnýn Odyssea'sý, ebedi Helena'ya yönelmiþ ebedi erkek azgýnlýðýnýn Ýlyada'sýdýr. Onlarýn deðeri niteliðinden deðil, çokluðundan kaynaklanýr; tek bir vaka olarak deðil, deðiþik vakalardan
meydana gelmiþ olmasý bakýmýndan, manevi anlamý dolayýsýyla deðil, yalnýzca çeþitli olmasý bakýmýndan deðer taþýr. Ama iþte bu yaþanmýþ tecrübelerin çokluðu yüzünden ve fizik baþarýlar karþýsýnda duyulan hayranlýktan ötürü, hemen her zaman yalnýzca kýrýlan rekora dikkat eden ve manevi gücü seyrek olarak hesaba katan dünyamýz, Giacomo Casanova'yý aþk alanýnda kazanýlan zaferlerin simgesi haline getirmiþ ve adýný, konuþma ve yazý dilinde belli bir tipi ifade etmek için kullanarak ona þan ve ününün en deðerli tacýný vermiþtir. -Casanova- deyince bütün Avrupa dillerinde, karþý konulmaz bir kavalye, kadýnlara açlýk duyan biri, baþtan çýkarma sanatýnda ustalaþmýþ bir erkek anlaþýlýr ve kadýnlarla ilgili efsanede Güzel Helena, Phryne, (Phryne: Ý.Ö. ÝV'üncü yüzyýlda yaþamýþ, güzelliðiyle ünlü Yunan fahiþe. Apelles'in Anadyomene resmi için, Paraxiteles'in Knidos Aphrodite'si heykeli ve daha birçok Aphrodite heykeli için modellik etmiþtir.) Ninon de Lenclos (Ninon de Lenclos: Fransa'da (1680-1705) çaðýn en ünlü erkeklerini yazarlar, sanatçýlar, düþünürler, vb. zekasý ve güzelliðiyle kendisine çekmeyi bilen ve evinde yaptýðý davetlerle ün kazanan edebiyat ve sanat meraklýsý salon kadýný.) neyse, erkeklerle ilgili efsanede de Casanova odur. Ýnsanlýk, her zaman, bir günlük milyonlarca sürfeden ölümsüz bir tip yaratabilmek için, genel bir olayý tek bir kiþinin küçük ve özlü þekli ya da kalýbý içerisine sýkýþtýrmak zorunda kalmýþtýr; böylece bu Venedikli aktörün oðlu, bütün çaðlarda aþk kahramanýnýn simgesi olarak görülmek gibi beklenmedik bir onur kazanmýþtýr. Üzerinde yükseldiði bu kýskanýlacak heykel kaidesini, efsanevi denebilecek bir baþka arkadaþla paylaþmak zorunda olduðu doðrudur; onun yanýnda, daha soylu bir aileden gelen, mizacý bakýmýndan daha karanlýk, davranýþlarý ise daha þeytanca olan Ýspanyol rakibi Don Juan da yer almaktadýr. Kadýnlarý baþtan çýkarmada ustalaþmýþ olan bu iki erkek arasýndaki gizli karþýtlýða çoðu zaman dikkat çekilmiþtir (önce ve bildiðim kadarýyla en iyi þekilde Oscar, A.-H. Schmitz tarafýndan); ama Leonardo da Vinci ile Michelangelo, Tolstoy ile Dostoyevski, Platon ile Aristoteles arasýndaki manevi karþýtlýk öteden beri nasýl bitip tükenmek bilmeyen bir inceleme konusu olmuþsa --çünkü her nesil bu karþýtlýðý psikolojik bakýmdan yeniden ele almaktadýr-- þehvet düþkünlüðünün bu iki görünüþü arasýndaki karþýlaþtýrma da ayný þekilde verimli bir alan olmuþtur. Çünkü her ikisi de ayný hedefe yöneldikleri halde, her ikisi de bir atmaca gibi kadýnlarý avlamaya çalýþtýklarý halde, kendilerinden ürken ya da korkuyla karýþýk bir zevk duyarak kaçan kadýnlar sürüsünün peþinden hiç durmadan koþtuklarý halde, var oluþ ve davranýþ biçimleri bakýmýndan büsbütün farklý bir türden gelirler. Rahat ve yaþamasýný bilen, hiçbir ilke ve dizgin tanýmayan Casanova'nýn tersine, Don Juan, sýmsýký bir þekilde bir kast içerisine hapsolmuþtur; bir hidalgo (Ýspanyol beyzadesi), soylu bir bey, bir Ýspanyol ve isyan ettiði zaman bile, duygusal bakýmdan bir Katoliktir o. Pur sangre (saf kan) bir Ýspanyol olarak, bütün düþüncesi duygularýndan kaynaklanýr ve -onur- kavramýnýn etrafýnda dönüp durur. Bir Orta Çað katoliði olarak, farkýnda olmaksýzýn, tenle ilgili her þeyin -günah- olduðunu öne süren Kilisenin görüþünü paylaþmaktadýr. Evlilik-dýþý aþk, Hýristiyanlýðýn bu yüce görüþ-açýsýndan bakýldýðý zaman, þeytanca bir þey (bu da onu iki misli tahrik edici hale getirir), Tanrýya karþý olan, yasak olan bir þey, tenin bir sapýklýðý demektir --damarlarýnda hala Rönesans'ýn kývýlcýmlý kaný dolaþan, hür düþünceli Casanova'yý bütün kalbiyle güldürecek bir düþünce-- ve diþi de, kadýn da bu günahýn
aracýdýr: Kadýn her yaný ile ve tüm varlýðýyla -kötülük-ten baþka bir iþe yaramaz. Tabiatý ve var oluþu bile bir baþtan çýkarýcýlýk ve tehlikedir; bunun için, kadýndaki en kusursuz erdem bile bir görünüþten, bir yanýlgýdan ve içerisindeki yýlaný gizlemek için takýlan bir maskeden baþka bir þey deðildir. Don Juan, þeytanýn kýzlarý olarak gördüðü kadýnlarýn hiçbirinin saflýðýna ve temizliðine inanmaz; her birinin, elbisesinin altýnda, çýplak ve baþtan çýkarýlmaya yatkýn olduðunu bilir. Ve mille e tre (bin üç) örnekle, kadýnýn bu zayýflýðýnýn maskesini düþürmek, yanlarýna yaklaþýlmazmýþ gibi tavýrlar takýnan bütün bu hanýmefendilerin (donas), görünüþte sadýk olan bu eþlerin, bu taþkýn yarý-çocuklarýn, kendilerini Tanrýya adamýþ bu rahibelerin (Ýsa'nýn niþanlýlarýnýn), istisnasýz hepsinin yataða atýlabileceðini ve bu -Kilise melekleri-nin, -yatakta bir maymun-dan baþka bir þey olmadýklarýný, kendine, dünyaya ve Tanrýya kanýtlamak ister; bu öfkeli kadýn avcýsýný, tutkulu baþtan çýkarma denemelerini hiç durmadan tekrarlamaya iten þey iþte budur ve yalnýzca budur. Bunun sonucu olarak, Don Juan'ý kadýn cinsinin bu amansýz düþmanýný bir amorosa, (bir aþýk) kadýnlarýn dostu olan biri olarak görmek kadar abes bir þey olamaz, çünkü o, hiçbir zaman hiçbir kadýna içten bir aþk ve eðilim duymamýþtýr; tersine, onu þeytanca bir þekilde kadýnlara doðru iten þey, bir erkek olarak duyduðu ilkel bir nefret veya kindir. Onlarý kollarýna almasý, hiçbir zaman onlara sahip olmak istediði için deðil, onlardan bir þeyler koparmak, en deðerli þeylerini, yani onurlarýný ellerinden almak içindir. Duyduðu zevk, Casanova'da olduðu gibi sperma kanallarýndan gelecek yerde, beyninden kaynaklanmaktadýr, çünkü bu sadist ruh, her kadýnda, her zaman, kadýnlýðý yaralamak, küçük düþürmek ve utanç verici bir durumda býrakmak ister; duyduðu zevk tamamiyle dolaylý bir zevktir; kirlettiði, küçük düþürdüðü ve böylece týpký bir hizmetçi kadýnýn duyabileceði türden bayaðý ve kaba bir cinsel zevk duyurtarak maskesini düþürdüðü her kadýnýn daha sonra kendini kaptýracaðý umutsuzluðu düþünerek duyduðu inanýlmaz bir zevktir. Bu yüzden peþine düþtüðü avýn baþtan çýkarýlmasýyla ilgili bölüm Don Juan'da büyük bir güçlükle geliþir (en çabuk soyunan kadýný en iyisi olarak gören Casanova'nýn tersine olarak); bir kadýn ne kadar eriþilmezse, onu ele geçirmek olasýlýðý ne kadar azsa, Don Juan için kesin zafer o derece deðerlidir ve iddiasýný kesin ve ikna edici bir þekilde kanýtlayacak niteliktedir; karþý koymanýn olmadýðý yerde, Don Juan'ý kadýnlara doðru yöneltecek hiçbir itici-güç yok demektir: Ancak þeytanca bir küçük düþürme isteðiyle, iþleteceði günahla, evlilik baðýnýn tek bir kere ve bir daha tekrarlanamýyacak þekilde bozulmasýyla, genç bir kýzý baþtan çýkarýp temizliðini, tazeliðini, bakireliðini yok etmek ya da bir rahibenin onurunu çiðnemekle tahrik olabilen bu adamý, Casanova gibi, bir fahiþenin evinde ya da bir genelevde düþünmek mümkün deðildir. Don Juan, bir kadýna sahip olduðu zaman, tecrübe bitmiþtir; baþtan çýkarýlan kadýn, gerçekten de bir çeþit muhasebeci olarak görevlendirdiði Leporello'sunun tuttuðu hesapta bir rakam ve bir numaradan baþka bir þey deðildir artýk. Geceyi --tek bir geceyi-- birlikte geçirdiði sevgilisine, son bir kere, þefkatle bakmayý hiçbir zaman düþünmez; çünkü avcý nasýl öldürdüðü hayvanýn yanýnda kalmazsa, bu profesyonel baþtan çýkarýcý da tecrübe bittikten sonra, kurbanýnýn yanýnda kalmaz; daha uzaða, daha uzaklara gitmesi, hep yeni avlar peþinde koþmasý, mümkün olduðu kadar çok av yakalamaya çalýþmasý gerekir, çünkü onun temel içgüdüsü (ve bu onun yüzüne þeytanca bir ifade verir)
ona hiçbir zaman bitmeyecek bir görev ve bir tutku vermiþtir: Bütün kadýnlar üzerinde evrensel bir sýnama yapmak ve böylece kadýn cinsinin alçalmaya veya düþmeye mahkum olduðunu kesinlikle kanýtlamak. Don Juan'ýn þehveti, hiçbir þekilde huzura ve zevke ulaþmaya çalýþmaz; hiçbir huzura ve zevke ulaþamaz; erkek olarak, sanki bir kan davasý güdermiþçesine, kadýna karþý sonsuz bir savaþ açmýþtýr ve þeytan da bu savaþ için en iyi, en kusursuz silahlarý vermiþtir ona: Zenginlik, gençlik, soyluluk, yakýþýklýlýk ve en önemlisi de su katýlmamýþ, buz gibi bir duygusuzluk. Gerçekten de, onun soðuk tekniði ile yenilgiye uðradýklarý anda, kadýnlar Don Juan'da þeytanýn ta kendisini görürler; daha ertesi günü, alaycý gülüþüyle, tutkularýnýn üzerine buz gibi bir duþ etkisi yapan (Mozart bunu ölümsüz bir þekilde dile getirmiþtir) bu kancýk adamdan, kadýnlarýn bu can düþmanýndan, bir gün önceki aþklarýnýn olanca þiddetiyle nefret ederler. Zayýf davrandýklarý için utanýrlar, kendilerini aldatan, doðru yoldan saptýran, sonra da bir yana atan bu alçak adama karþý duyduklarý çaresiz öfkeleri içerisinde, kýzgýn, kudurmuþ, çýlgýna dönmüþ bir hale gelirler ve onunla birlikte bütün erkek cinsinden de nefret ederler. Hepsi, Anna'lar, Elvira'lar onun hesaplý kýþkýrtmalarýna, ýsrarlarýna dayanamayýp kendilerini býrakmýþ olan bin üç kadýn, kadýnlýklarý içerisinde, manevi yönden ebediyen zehirlenmiþ olarak kalýrlar. Kendilerini Casanova'ya vermiþ olan kadýnlar ise tam tersine, onun ateþli okþayýþlarýný zevkle hatýrlayarak bir Tanrýya duyulduðu þekilde þükran duyarlar ona; çünkü Casanova, yalnýzca onlarýn duygularýndan hiçbir þey çalmamakla, kadýn olarak onlarý yaralamamakla kalmamýþ, ayný zamanda hayatlarýna yepyeni bir güvenlik getirerek ödüllendirmiþtir onlarý. Þeytani Don Juan'ýn çok büyük bir ayýp, hayvanca bir azgýnlýk, þeytani bir an, kadýnca bir zaaf ve bir bayaðýlýk olarak göstermeye çalýþtýðý þeyin, yani bedenlerin ateþli birleþmesinin, kendini bu þekilde ateþli bir tutkuya býrakmanýn, Casanova, o þefkatli magister artium eroticarum (aþk sanatýnýn ustasý), kadýn tabiatýnýn en tatlý görevi ve gerçek anlamý olduðunu öðretmiþtir onlara. Kendini erkeðe vermenin deðil, vermemenin, bedenin kutsal ruhuna karþý, Tanrýnýn isteðine uygun olan tabiatýn anlamýna karþý iþlenen bir günah olduðunu göstermiþtir, güçlü bir erkek bedenine sahip olan bu Epikürcü tatlý papaz, ikna edici bir þekilde onlara böyle demektedir; ve Casanova onlara karþý minnet duyduðu, onlarýn gösterdiði heyecana ayný heyecanla cevap verdiði içindir ki, kadýnlar da her türlü suçluluk duygusundan ve kendilerini dizginleyen her þeyden kurtulmuþlardýr. Hafif ve aþýk bir elle, bu yarý-kadýnlarý (çünkü ancak kendilerini ona verdikten sonra tam anlamýyla kadýn olacaklardýr) elbiselerinden olduðu kadar her türlü sýkýlganlýk ve korkudan da sýyýrmakta, soymaktadýr; kendisini mutlu ederek, onlarý da mutlu etmektedir; onlarý, duymuþ olduklarý zevkin suçluluðundan, kendi minnettar coþkusu ile kurtarmaktadýr. Çünkü Casanova, ancak zevki bir kadýnla paylaþtýðý zaman ve bu zevki birlikte olduðu kadýnýn sinirlerinde ve damarlarýnda hissettiði zaman tam olarak haz duymaktadýr: -Zevkin beþte dördü, benim için, her zaman kadýnlarý mutlu etmek olmuþtur.- Zevk duymak için, zevkin karþýlýklý olmasýna ihtiyacý vardýr, týpký baþka birinin sevmek için sevilmeye ihtiyaç duymasý gibi; ve onun Herkül gibi güçlü bedeni, kendinden çok, kucakladýðý kadýný tüketmek ve ona zevk vermek ister. Þehvette baþkasýný bu kadar düþünen birinin, basit bir zevk duymak için þiddete ya da kurnazlýða baþvurmak istemesi, akýl almaz bir þey olurdu ve Casanova hiçbir zaman Ýspanyol
rakibi gibi, kaba ve sportif bir sahip olma arzusu ile deðil, yalnýzca verme arzusu ile harekete geçmiþtir. Bunun içindir ki, hakkýný vermek gerekirse, onu bir -baþtan çýkarýcý- olarak deðil, yeni ve etkileyici bir oyunu baþlatan biri olarak görmeliyiz: Öyle bir oyun ki, mümkün olsaydý, Casanova, uyuþukluktan serseme dönmüþ ve birtakým engeller, adetler ve ahlak kurallarý yüzünden güçsüzleþmiþ bütün insanlarý bu oyuna sürüklemek isterdi, her yerde olduðu gibi, aþkta da her türlü yükten kurtulmayý ve deðiþikliðin verdiði sarhoþluðu arýyordu o. Ancak ahlaki kaygýlarýn bulunmayýþý, insaný bu dünyayla ilgili çeþitli yüklerden ve kösteklerden kurtarabilir; gerçekten de, kendini ona veren her kadýn daha fazla kadýn olur, çünkü daha bilgili, daha þehvetli, daha hür bir hale gelir; kendi bedeninde, o zamana kadar ilgisiz kaldýðý, þaþýrtýcý zevk kaynaklarýnýn bulunduðunu keþfeder, eski utanç perdelerini aralayarak ilk defa olmak üzere, kendi çýplaklýðýnýn güzelliðini fark eder; kadýnlýðýnýn zenginliðini öðrenmiþtir artýk. Sanki rahat ve sakin bir cömertlik ustasý, Casanova'ya kendini esirgememeyi, bol bol vermeyi, zevke karþý zevk vermeyi ve kendi duyularýnýn vermiþ olduðu heyecandan baþka bir açýklayýcý sebep aramamayý öðretmiþ gibidir. Böylece, doðrusunu söylemek gerekirse, kadýnlarý kendisi için deðil, onlarýn sevinçle kabul ettikleri yepyeni bir zevki onlara -müjdelemek- için elde etmiþtir; bunun içindir ki, kadýnlar da kendilerini mutlu eden bu mezhebe hemen yeni müritler aramaya baþlamýþlardýr: Abla, küçük kýz kardeþini, harika bir kurban sunmak üzere bu tapýnaða getirir; anne, kýzýný bu tatlý öðretmenin ellerine býrakýr; her aþýk kadýn, bir baþka kadýný, bu cömert tanrýnýn törenine ve dansýna katýlmaya zorlar. Don Juan tarafýndan baþtan çýkarýlan her kadýn, nasýl kadýnlar arasýndaki kardeþlikten kaynaklanan yanýlmaz bir içgüdüyle, Don Juan'ýn kur yaptýðý her yeni kadýný, bu kadýn düþmanýna karþý (ve her zaman boþ yere) uyarýyorsa, Casanova'nýn sevgilileri de kýskançlýk nedir bilmeden, kadýn cinsine gerçekten tapan bu adamý birbirlerine tavsiye ederler; ve Casanova nasýl her kadýnda evrensel kadýnlýðý seviyorsa, onlar da Casanova'nýn kiþiliðinde, evrensel erkeði ve tutku ustasýný simgeleyen bir adamý severler. Demek ki Casanova, bir sihirbazýn, mistik bir aþk büyücüsünün zaferini deðil, iyi ve saðlýklý güçlülüðü ile tabiatýn zaferini simgeler. Erkeklik: Ýþte onun bütün sýrrý burada gizlidir. Arzularýnda tabii, duygularýnda içten ve samimi olduðu için, aþka kusursuz bir saðduyu getirmiþ, tam ve adil bir hayati denge saðlamýþtýr. Kadýnlarý kutsallýðýn göðüne kadar yükseltmez o; onlarý bir þehvet þeytaný olarak da görmez, yalnýzca bu dünyayla ilgili bir þekilde sever ve arzu eder, bütün oyunlar içerisinde en zevkli olanýný birlikte oynayabileceði bir oyun arkadaþý, erkek gücünün ve zevkinin Tanrý tarafýndan verilmiþ ve istenmiþ tamamlayýcý bir þekli olarak sever onlarý. Bütün duygusal aþýklardan daha coþkulu ve daha tutkulu olduðu halde, aþk fikrini, dünyanýn anlamý haline getirecek, yýldýzlarýn þu minicik yer-yuvarlaðýmýzýn etrafýnda dönüp durmasýný aþka baðlayacak, mevsimlerin bu yüzden gelip geçtiðini, bütün insanlýðýn bu yüzden yaþadýðýný ve öldüðünü iddia edecek kadar abartmaz; dindar Novalis'in deyimiyle, -Amen de I'univers- (evrenin amentüsü) yapmaya kalkmaz; saðlýkla ve dürüstlükle dolup taþarak, Eski Çaðýn hür bakýþýyla, Eros'u bu dünyadaki zevklerin en güzeli ve en büyüðü olarak görmekle yetinir. Böylece Casanova, aþký, duygusal aþýklarýn çýkartmýþ olduðu
yüksekliklerden ve gökyüzünden alarak insanlarýn arasýna indirmiþtir: Cesareti ve zevk duyma isteði olan herkes, her kadýnda aþký bulabilir ve Rousseau'nun, Fransýzlar için aþkta duygusallýðý, Werther'in ise Almanlar için tutkuda hüznü icat ettiði bir sýrada, Casanova, coþkulu hayatý ile, dünyanýn yükünü azaltmak için her zaman gerekli olan en iyi, en uygun araç olarak -paienaþkýn verdiði huzuru ve rahatlýðý göklere çýkarmýþtýr. ::::::::::::::::: KARANLIK YILLAR -Hayatýmda birçok kere, tabiatýma ters düþen ve anlayamadýðým birtakým þeyler yaptým! Ne var ki, hiçbir þekilde karþý koyamýyacaðým gizli bir güçle harekete geçirilmiþtim.- (Casanova, Hatýralar) Hakkýný vermek gerekirse, bu büyük -baþtan-çýkarýcý-ya kadýnlarýn bu kadar az karþý koymuþ olmalarýný ayýplamamalýyýz, çünkü bizler bile, onunla karþýlaþtýðýmýz zaman, her seferinde, onun yaþama sanatýnýn çekiciliðine ve tutkusuna kapýlýp gideriz. Doðrusu, þunu itiraf etmemiz gerekir ki, bir erkeðin, Casanova'nýn Hatýralar'ýný öfkeyle karýþýk bir haset duymadan okumasý kolay deðildir. Zaten, bunlar olmasaydý bile, erkeklere vergi bir macera içgüdüsüyle, parçalý ve uzmanlaþmýþ bir çaðýn gündelik hayatýndan kaçýp kurtulmak isteðini þiddetle duyduðumuz anlarda, kendimizi kaç kere baský altýnda hissetmiþizdir ve içimiz ne kadar daralmýþtýr. Ýþte o zaman, katlanýlmasý güç olan bu tatminsizlik anlarýnda, bu maceracýnýn çýlgýn hayatý, her þeyi sinirlerinin olanca gücüyle yakalama, kucaklama ve her þeyden alabildiðine zevk alma yeteneði, bütün hayatý vahþi bir þekilde son damlasýna kadar içine sindiren Epikürcülüðü, bizlerin, düþünce alanýnda yaptýðýmýz gelip geçici gezintilerden çok daha gerçek ve çok daha bilgece gelir bize; felsefesi de, Schopenhauer'in cansýkýcý bütün doktrinlerinden ve Kant babanýn buz gibi dogmatizminden daha canlý görünür. Çünkü, böyle anlarda, onunkiyle karþýlaþtýrdýðýmýz zaman, ancak birtakým vazgeçmeler pahasýna gerçekleþen ve çeþitli baskýlarla dolu olan hayatýmýz ne kadar yoksul, ne kadar zavallý gelir! Ve ahlaki ilkelerimiz ile manevi tutumumuzun nasýl bir bedeli olduðunu, bizlere neye mal olduðunu acý acý anlarýz: Her türlü içtenliðimizi yitirme pahasýna... Bu yeryüzündeki geçici varlýðýmýzý belirli kalýplar içerisine sokup katýlaþtýrdýðýmýz içindir ki, þiddetle üzerimize doðru gelen ve hiçbir seçme yapmayan vahþi tesadüften kendimizi korumak amacýyla evrenin dalgalarýnýn çalkantýlarýna karþý birtakým setler kuruyoruz. Kaçýnýlmaz bir kaderle, kendimizi sonsuza dek sürdürmeye ve þimdiki anýn, þimdiki saatin sýnýrlarýný aþmaya çalýþtýðýmýz zaman, her seferinde, o anýn, o saatin, þimdiki canlýlýðýndan bir þeyler koparmýþ oluyoruz; zamaný aþan bir þeylere ulaþabilmek için, iç dünyamýzdaki yoðun güçlerden bir kenara ayýrdýðýmýz her þey, ard-düþüncesiz bir hayatýn verdiði zevkten bir þeyler eksiltiyor. Önyargýlarýmýz ve piþmanlýklarýmýz var; kendi kendimizi hapseden varlýklar olarak attýðýmýz her adýmda, vicdanýmýzýn zincirlerine baðlanmýþ gülleleri þakýrdata þakýrdata ardýmýzda sürükleyip duruyoruz, bunun sonucu olarak da çok aðýr adýmlarla yürüyoruz; oysa Casanova'nýn hiçbir yük taþýmayan kalbi, hafif bir elle bütün kadýnlarý kolayca yakalýyor, bütün ülkelerin üzerinden uçuyor, tesadüfün hýzla sallanan salýncaðýna biniyor,
her türlü cennete ve cehenneme doðru atýlýyor. Dolayýsýyla --ve sakýn kimse buna itiraz etmeye kalkmasýn-- hiçbir erkek, gerçekten erkekse eðer, Casanova'nýn Hatýralar'ýný, bazý anlarda, yaþama sanatýnýn bu ünlü ustasý karþýsýnda kendini hayattan tat almayan biri gibi hissetmeden ve ona haset duymadan okuyamaz; ve bazen de, daha doðrusu yüz kere, bir Goethe, bir Michelangelo ya da bir Balzac olmaktansa, Casanova olmayý tercih eder. Baþlangýçta bu hoþ adamýn özelliklerine, kendini filozof olarak gösteren bu düzenbazýn farfaralýðýna biraz soðuk bir þekilde gülümsemiþ olsa bile, altýncý, onuncu, ya da on ikinci ciltten sonra, onu insanlarýn en bilge olaný, yüzeyde kalan bir hayat üzerine kurduðu felsefesini ise bütün doktrinlerin en akýllýcasý ve en çekicisi olarak görme eðilimini gösterir. Ama çok þükür ki, vaktinden önce geliþen bu hayranlýktan bizi kurtaran da yine Casanova'nýn kendisidir. Çünkü onun yaþama sanatý kýlavuzunda tehlikeli bir boþluk vardýr: Yaþlýlýðý unutmuþtur. Onunkisi gibi yalnýzca duyusal ve duygusal alana yönelmiþ olan Epikürcü bir zevk alma tekniði, ancak genç duyular için, özsu ile dolu, güçlü ve taze bir beden için geçerlidir ve kandaki ateþ artýk eskisi gibi çabucak tutuþmadýðý anda, zevk felsefesi de buhar olup gider, tatsýz tuzsuz bir et haþlamasý gibi çarçabuk soður. Böyle bir Epikürcü hayatý, insan ancak taze kaslar, saðlam, parlak ve bembeyaz diþlerle sürdürebilir; ama diþler dökülmeye baþladýðý ve duyular iflas ettiði zaman, insanýn vay haline! Çünkü bu bencil ve hoþ felsefe birdenbire bir fiyaskoya dönüþür. Kaba zevklere düþkün biri için, hayatýn eðrisi kaçýnýlmaz bir þekilde aþaðýya doðru kývrýlacaktýr, çünkü har vurup harman savuran biri, bir kenara yedek bir þeyler koymadan yaþar, bütün sýcaklýðýný o an için harcar ve kaybeder; oysa bir düþünce adamý --görünüþte bir þeylerden vazgeçmiþ olmasýna raðmen, týpký bir akümülatör gibi kendi içinde sürekli bir sýcaklýk biriktiren ve kendini düþünceye adayan bir insan-- yýllarýn alçalan gölgeleri içerisinde bile ve çoðu zaman çok ileri yaþlara kadar (Goethe'de olduðu gibi) þekil deðiþtirmeye, birtakým yüceltmeler yapmaya, açýk ve seçik bir þekilde düþünmeye ve bazý gerçekleri birdenbire kavramaya yatkýndýr; kaný sýcaklýðýný yitirdiði zaman bile, hayatý yeni ýþýklara ve düþünce alanýndaki beklenmedik sevinçlere ulaþabilir ve fikirlerle dilediði gibi oynayýp oyalanmasý, beden gücünün azalmasýný telafi eder. Ama yalnýzca ten hazlarýna yönelen, harekete geçebilmek için somut gerçeklere ihtiyaç duyan ve ancak olaylarýn itici gücü ile içten gelen bir atýlým yapabilen bir insan, kuru bir dere yataðýndaki bir deðirmen çarký gibi birdenbire duruverir. Yaþlanmak, onun için, yeni bir döneme geçmek deðil, hiçliðe ulaþmaktýr; acýmasýz bir alacaklý gibi davranan hayat, þiddetli duyularla çok erken ve çok çabuk harcanmýþ olan þeyleri faiziyle birlikte geri ister. Böylece Casanova'nýn bilgeliði, mutluluðu ile birlikte bitmiþtir ve mutluluðu da gençliðiyle birlikte sona ermiþtir; güzel olduðu, güçlü olduðu ve zaferler kazandýðý sürece bilgedir o. Kýrk yaþýna gelinceye kadar insan onu gizli gizli kýskanmýþ olsa bile, bu yaþtan sonra ancak merhamet duyar ona. Çünkü, Venedik'in bütün karnavallarýndan daha canlý ve daha renkli olan Casanova'nýn karnavalý, Büyük Perhiz'in ilk gününü (Katoliklerin Kutsal Çarþambasý: Paskalyaya kadar süren perhiz döneminin ilk günü.) akla getiren hüzünlü bir günle vaktinden önce ve hazin bir þekilde son bulmuþtur. Týpký yaþlanan bir yüzde beliren kýrýþýklýklar gibi, çeþit çeþit zevklerle dolu hayatýnýn hikayesine yavaþ
yavaþ gölgeler düþmeye baþlamýþtýr; zaferleri gittikçe azalmýþtýr; sýkýntýlarý günden güne artmýþtýr; gitgide artan bir sýklýkla (þüphesiz, her seferinde suçsuzdur!) sahte banknotlar, rehine konulan mücevherler gibi iþlere bulaþmaya baþlamýþtýr; prenslerin saraylarý, gitgide kapýlarýný ona kapamaya baþlamýþlardýr. Onu daraðacýna gönderebilecek bir tutuklamadan, bir-iki saat önce harekete geçmesi sayesinde kýl payý kurtularak geceleyin ve sisler içerisinde Londra'dan kaçmak zorunda kalmýþtýr; Varþova'dan bir cani gibi kovulmuþtur, Viyana ve Madrit'ten sýnýr dýþý edilmiþtir; Barcelona'da kýrk gün hapiste kalmýþtýr; Floransa'dan kovulmuþtur; Paris'te, çok sevdiði bu þehri hemen terk etmesi, ona kralýn mührünü taþýyan bir sürgün belgesiyle bildirilmiþtir. Artýk kimse Casanova'yý istememektedir; herkes onu, kürklere dadanan bir güve gibi görmekte ve bir kenara itmektedir. Ýnsan önce þaþkýnlýk içerisinde sorar kendine, bütün dünyanýn, eski gözdesine karþý birdenbire bu kadar sert ve acýmasýz davranabilmesi için adamcaðýz ne gibi bir kötülük yaptý diye? Bir hainlik mi etti, bir ihanette mi bulundu? Sevimli olmakla birlikte insanda bir parça kuþku uyandýran karakteri mi deðiþti ki, herkes böyle birdenbire ondan uzaklaþýyor? Hayýr, o ayný kaldý; hep ayný kalacak, son nefesine kadar göz-boyayýcý ve þarlatan, herkesi eðlendirmesini bilen, nükteli bir insan olarak kalacak; yalnýzca yapmýþ olduðu hamleleri olaðanüstü bir þekilde güçlü ve yoðun bir hale getiren özelliðini kaybetmeye baþladý: Yani, kendine olan güvenini, gençliðin insana zafer duygusu veren bilincini. Nerede günah iþlediyse, cezasý da oradan geldi: Önce kadýnlar terk etti, o zamana kadar sevmiþ olduklarý bu adamý; Londra'da küçük ve sefil bir Dalila, muzip bir aþüfte, bu aþk devine öldürücü darbeyi indirdi. Burasý, Hatýralar'ýn en güzel bölümüdür; çünkü en gerçek ve en insani olan bölüm --hayran olunacak kadar heyecanlý bir tonla belirlenmiþ, dolayýsýyla insaný heyecanlandýran ve en kritik dönemi anlatan bölüm-- budur. Kadýnlarý baþtan çýkarmada o kadar usta olan bu adam, hayatýnda ilk defa olmak üzere bir kadýn tarafýndan aldatýlmýþtýr, hem de namuslu olduðu için onu reddeden, eriþilmez, soylu bir kadýn tarafýndan deðil, madrabaz küçük bir fahiþe, onu çýlgýna çeviren, cebindeki bütün parayý çeken ve buna raðmen hilekar bedenine bir parçacýk olsun yaklaþma fýrsatý vermeyen genç bir fahiþe tarafýndan... Bol bol verdiði paraya raðmen hor görülerek bir yana itilmek, hakarete uðramak, öbür yandan bu küçük kahpenin, Casanova'nýn o derece tutkulu bir þekilde para ile, kurnazlýkla ve ýsrarla boþ yere elde etmeye çalýþtýðý þeyi, bedava olarak, sersem ve küstah bir berber çýraðýna verdiðini görmek, Casanova'nýn kendine duymuþ olduðu güvene öldürücü bir darbe olmuþtur ve o andan sonra da, zaferler kazanmýþ gururlu bir erkek görünümü, güvensiz ve kararsýz bir hal almaya baþlamýþtýr. Kýrk yaþýndayken, kendisine dünyada zaferle ilerleme imkanýný vermiþ olan motörün artýk teklemeye baþladýðýný ve durma tehlikesi gösterdiðini korkuyla fark etmek zorunda kalmýþtýr. -Bana en çok acý veren þey, genellikle, yaþlýlýðýn yaklaþmakta olduðunu gösteren zayýflýk belirtilerinin ortaya çýkmaya baþladýðýný kendi kendime itiraf etmek zorunda kalmam oldu. Genç ve güzel olduðunu bilmenin insana vermiþ olduðu o mutlu güvenlik duygusunu artýk kaybetmiþtim-. Oysa, kendine güveni olmayan, kadýnlarýn baþýný döndürmeye her zaman hazýr olan üstün erkeklik gücünü kaybetmiþ, güzellikten, güçlülükten, paradan yoksun bir Casanova nedir ki? Ne istediðini bilerek ve mutlaka zafer kazanacaðýna inanarak çalýmlý bir þekilde orada burada dolaþma
yeteneðini kaybetmiþ bir Casanova, bu dünyadaki oyunda bütün kozlarýný elden çýkarmýþ bir Casanova nedir ki? -Yaþýný baþýný almýþ bir bey- diye cevaplýyor bu soruyu kendi kendine ve hüzünle, -mutluluk artýk onun yanýndan bile geçmiyor, kadýnlarsa hiç ilgilenmiyor-, kanadý kýrýk bir kuþ, erkeklik gücünü tüketmiþ bir erkek, mutsuz bir aþýk, parasý olmayan bir oyuncu, kuvvetini ve yakýþýklýlýðýný yitirmiþ bir beden... Zaferin ve tek amacý zevk olan bir hayat biliminin bütün borazanlarý susar susmaz, felsefesine küçük bir tehlikeli kelime, -vazgeçme- kelimesi giriveriyor. -Kendimi kadýnlara sevdirebildiðim zamanlar geçti artýk; onlardan vazgeçmem ya da lütuflarýný satýn almam gerekiyor-. Bir Casanova'nýn hiçbir zaman kavrayamýyacaðý -vazgeçme- düþüncesi acýmasýz bir gerçek halini alýyor; çünkü kadýnlarý satýn alabilmek için parasý olmasý gerek, oysa ona para saðlayan öteden beri hep kadýnlar olmuþtu! Bu mutlu-döngü artýk yürümüyor; oyun bitti artýk, her türlü maceranýn ustasý olan bu adam için bundan böyle can sýkýcý bir ciddilik baþlýyor ve böylece yaþlý Casanova, zavallý Casanova, bir zevk adamý olmaktan çýkarak bir asalak halini alýyor; bu dünyada olup biten her þeye merak duyan biriyken, casusluk yapacak hale geliyor, bir oyuncuyken bir hilekar ve bir dilenci, neþeli bir arkadaþken, yalnýzlýða mahkum bir yazar ve kaba saba þakalar yapmaktan öteye gldemeyen bir insan olup çýkýyor. Ýnsana heyecan veren bir manzara: Sayýsýz aþk savaþlarýnýn eski kahramaný olan Casanova silahlarýný býrakýyor; bir zamanlar, cüretli bir oyuncu ve eþi benzeri görülmemiþ bir küstah olan bu adam tedbirli ve alçakgönüllü olmaya baþlýyor; büyük commediante in fortuna (kaderinin büyük komedyeni), baþarýlý oyunlarýný sergilediði sahneden yavaþça, gizlice ve sessizce çekiliyor. -Artýk içinde bulunduðu duruma uygun gelmediðini- söyleyerek süslü püslü elbiseler giymekten vazgeçiyor; yüzüklerinden, elmas tokalarýndan ve deðerli enfiye kutularýndan vazgeçtiði gibi, o harika gururunu da bir yana býrakýyor, felsefesini hileli bir oyun kaðýdý gibi bir kenara fýrlatýyor. Gençlikleri solup gitmiþ fahiþeleri ister istemez ara-bulucu kadýnlar haline getiren, oyuncularý düzenbaz, maceracýlarý çanak-yalayýcý olmaya zorlayan hayatýn acýmasýz ve karþý konulmaz kanunu önünde yaþlý bir insan olarak boyun eðiyor. Damarlarýndaki kan eski sýcaklýðýný kaybettiðinden beri, eskiden kendini dünya vatandaþý olarak gören bu adam, bir zamanlar o kadar sevdiði evrenin sonsuzluðunun ortasýnda birdenbire soðuktan titremeye ve vatanýnýn özlemini duymaya baþlýyor. Bir zamanlar o kadar gururlu olan o (hayatýný soylu bir þekilde bitirmeyi bilmeyen zavallý Casanova), suçlu baþýný piþmanlýkla öne doðru eðiyor ve Venedik Governo'sundan içler acýsý bir biçimde af diliyor: Engizisyonculara dalkavukça yazýlmýþ yazýlar gönderiyor; Venedik hükümetine yöneltilmiþ saldýrýlara karþý bir refutazione, vatanseverlik kokan bir hicviye yazýyor ve bu yazýsýnda, bir zamanlar kendisinin de o derece acýlý günler geçirdiði zindanlarýn -temiz havalý yerler- ve nerdeyse bir insanlýk cenneti olduðunu söylemeye utanmýyor. Hatýralar'ýnda, hayatýnýn bu hüzünlü dönemleriyle ilgili hiçbir þey yoktur: Hatýralar, bu utanç verici yýllarý anlatmadan biter. Casanova, belki de yüzünün kýzardýðýný gizlemek için, karanlýða gömülür ve bu da bizi nerdeyse mutlu etmektedir; çünkü aþk ve oyun alanlarýnýn bu yiðit savaþçýsýnýn, asalak bir gölge gibi, güçbela oradan oraya þürüklendiðini görmek ne kadar üzücüdür ve ibiði düþmüþ bir horozdan, sesini yitirmiþ bir þarkýcýdan baþka bir þey olmayan böyle bir Casanova, öteden beri haset edip durduðumuz o neþeli adamýn, bir zamanlar onca zaferler kazanmýþ öteki Casanova'nýn yanýnda ne kadar acýnacak haldedir!
Daha sonra, birkaç yýl boyunca, Venedik'in Merceria'sýndan iri yapýlý, kýrmýzý yüzlü bir beyin aðýr aðýr geçtiði görülür: Kýlýðý kýyafeti iyi deðildir, insanlarýn neler konuþtuðunu dikkatle dinler, þüpheli kiþileri gözetlemek için meyhanelerde oturur ve akþamlarý da engizisyonculara bitip tükenmek bilmeyen raporlar karalayýp durur. Bu alçakça raporlar Angelo Pratolini imzasýný taþýr; bu adýn altýnda, cezasý baðýþlanmýþ bir mahkum gizlidir ve þimdi kýþkýrtýcý bir ajan ve sýradan bir casus olarak, birkaç altýn için, hiç tanýmadýðý kimseleri, gençliðinde çok iyi tanýdýðý ve anlatarak herkesçe de tanýnmasýný saðladýðý zindanlara göndermektedir. Evet, o derece süslü ve gösteriþli bir þekilde giyinen Seingalt Þövalyesi, kadýnlarýn gözdesi olan ve onlarý baþtan çýkarmayý çok iyi bilen bu olaðanüstü çapkýn, herkesi hor gören aþaðýlýk bir muhbirden, meteliksiz bir alçaktan baþka bir þey olmayan Pratolini haline gelivermiþtir. Bir zamanlar elmas yüzüklerle süslü elleri kirli iþlere bulaþmýþtýr; acý ve zehirli yazýlar yazarak önüne geleni karalamakta, saða sola çamur atmaktadýr; öyle ki, sonunda Venedik hükümeti bile, ortalýðý karýþtýran ve gerçekten can sýkmaya baþlayan bu adamýn poposuna bir tekme atýp ondan kurtulmuþtur. Bundan sonraki yýllar hakkýnda herhangi bir bilgimiz yok ve bu hazin enkaz yýðýnýnýn, tam bir derbederliðe düþmeden önce hangi kirli yollardan geçtiðini kimse bilmiyor; yalnýzca eski maceracýnýn son bir defa olmak üzere Avrupa'da baþýboþ dolaþtýðýný, soylulara yaranmaya çalýþtýðýný, zenginleri pohpohladýðýný, eski hilelerine baþvurduðunu biliyoruz: Sahtekarlýk, gizli kapaklý birtakým dolaplar çevirme ve aracýlýk gibi entrikalar... Ne var ki, gençliðinin koruyucu tanrýlarý olan pervasýzlýðý ve kendine olan güveni artýk onu terk etmiþtir; kadýnlar, yüzündeki kýrýþýklýklara bakýp alaylý bir þekilde gülmektedirler; artýk hiçbir baþarý kazanamamaktadýr; hayatýný ise güçbela kazanabilmektedir: Onu Viyana'da bir elçinin yanýnda sekreter olarak görüyoruz (belki de yeniden casusluða baþlamýþtýr), içler acýsý bir þekilde birtakým yazýlar karalayýp durmaktadýr, bütün Avrupa þehirlerinin istenmeyen ve iþe yaramaz bir konuðundan baþka bir þey deðildir artýk, polis onu her yerden çarçabuk ve sürekli olarak kovmaktadýr. O sýralarda Viyana'da Graben'in kýzlarýndan biriyle evlenmek ister: Bu bayanýn kazançlý mesleðinden yararlanarak kendine sýðýnacak bir yer bulabilmek için... Ama burada da baþarýsýzlýða uðrar. Sonunda Paris'te, çok zengin bir Kont, gizli bilimlere meraklý olan Kont Waldstein, haline acýyarak, asalak olarak sokulduðu bir masadan kaldýrýp fýrtýnanýn bir yana attýðý, dalgalarýn bu hazin oyuncaðýný, kýyýdan kýyýya sürüklenen þairi Dux'deki þatosuna götürür. Çaptan düþmüþ, ama her zaman insaný eðlendirmesini bilen bu alaycý geveze, Kontu oyalamaktadýr; böylece, ona yardým olsun diye Dux'e kütüphaneci olarak, baþka bir deyimle bir çeþit soytarý olarak almýþtýr onu; yýlda bin florine (doðrusunu söylemek gerekirse, hep alacaklýlar tarafýndan el konulan bu para karþýlýðýnda) -bu acayip yaratýðý- satýn almýþtýr ve Casanova, on üç yýl boyunca orada yaþamýþ, daha doðrusu can çekiþmiþtir.
Dux'de, birdenbire, yýllar boyunca birikmiþ gölgelerin arasýndan Casanova'nýn bir görüntüsü, daha doðrusu Casanova'yý hatýrlatan bir hayal, onun mumyasý denebilecek kurumuþ, zayýflamýþ, kemikleri çýkmýþ, öfkesinden baþka bir þeyi kalmamýþ, müzeye konulacak acayip bir yaratýk çýkývermiþtir ortaya ve Kont onu misafirlerine göstermekten hoþlanmaktadýr. Sönmüþ bir yanardað diye düþünüyorlar, insaný eðlendiren zararsýz bir adamcaðýz, güneylilere has öfke nöbetleri onu kabalaþtýrýyor ve Bohemya'daki bu kafeste can sýkýntýsýndan yavaþ yavaþ tükeniyor. Ama o eski düzenbaz, bir kere daha herkesi kandýrýyor, çünkü herkes onun iþinin bitik olduðunu, tabuta girmeyi ve mezarlýðýn yolunu tutmayý beklemekten baþka yapacak bir iþi olmadýðýný sanýrken, o hatýralarý ile hayatýný yeni baþtan inþa ediyor ve böylece bu kurnaz maceracý ölümsüzlüðe atlayýveriyor. ::::::::::::::::: YAÞLILIK -Altera nunc rerum facies, me quaero, nec adsum, non sum, gui fueram, non putor esse: fui.- (Yaþlýlýk resminin altýna konulmuþ olan not) 1797-1798: Devrimin kanlý süpürgesi, kibar ve zarif yüzyýlý sona erdiriyor. Fransa Kralý ve Kraliçesinin kafalarý, giyotin sepetindedir artýk ve on düzine kadar prens ve prensçik, ayný zamanda Venedik engizisyoncularý, küçük bir Korsikalý general tarafýndan cehennemin dibine gönderilmiþtir. Artýk Ansiklopedi, Voltaire ve Rousseau okunmuyor; insanlar artýk savaþ tiyatrosunun büyük güçlükler pahasýna yazýlmýþ olan bültenlerini okuyorlar. Karnavallar nasýl bittiyse, rokoko da sona erdi; kabarýk elbiselerin, pudralý perukalarýn, gümüþ tokalý ayakkabýlarýn ve Brüksel dantellerinin çaðý geçip gitti. Artýk insanlar kadife kostümler deðil, yalnýzca üniformalar ya da burjuva elbiseleri giyiyorlar. Ama tuhaf bir olay, yeni bir çaðýn baþladýðýný fark etmeyen biri var; küçük bir yaþlý adam, orada, çok uzaklarda, Bohemya'nýn ücra bir köþesinde yaþýyor: Hoffmann'ýn masallarýndaki Þövalye Gluck'u hatýrlatan biri, renk renk tüylü bir kuþa benzeyen, altýn düðmeli kadife bir ceketi, sarý ve yýpranmýþ bir dantel yakasý, ipek çoraplarý, çiçekli jartiyerleri ve beyaz tüylü bir gala þapkasý olan bir adam, güpegündüz, orada, yavaþ adýmlarla ilerliyor, Dux Þatosundan ayný adý taþýyan þehre giden eðri büðrü kaldýrýmlardan iniyor. Bu acayip yaratýðýn saç biçimi hala eskisi gibi, aslýnda iyi pudralanmamýþ (artýk hizmetçisi yok!) ve titreyen eli 1740'da kralýn sarayýnda kullanýlan türden, altýn baþlýklý eski tarz bir bastona tantanalý bir þekilde dayanmýþ. Evet, Casanova'dýr bu, daha doðrusu onun mumyasý; yoksulluða, küskünlüðe ve frengiye raðmen hala yaþýyor. Teni parþömene dönmüþ, kancaya benzeyen burnu týpký bir kuþ gagasýný andýrýyor, hafifçe seyiren ve sýk sýk tüküren bir aðzýn üstüne doðru uzanmýþ; gür kaþlarý karmakarýþýk ve aðarmýþ; bütün bunlar yaþlýlýðýn, bozulmanýn, tozlu kitaplar arasýnda ve öfkeler içerisinde kuruyup kalmanýn belirtisi. Yalnýzca kömür gibi kara gözleri, hala eski canlýlýðýný koruyor; yarý kapalý göz kapaklarýnýn arasýndan keskin ve hain bir parýltý gelip geçiyor, ama ne saða bakýyor ne sola; sadece kendi kendine söyleniyor ve homurdanýyor, çünkü Casanova'nýn keyfi yerinde deðil; kader onu Bohemya'nýn bu pis köþesine, bu gübre yýðýnýnýn üzerine fýrlattýðýndan beri artýk keyfi hiç yerinde deðil.
Gözlerini etrafýna çevirmek neye yarar? Bu sersem budalalar, patates yemekten baþka bir þey bilmeyen bu koca aðýzlýlar, burunlarýný köylerinin pisliðinden hiçbir zaman çýkarmayan ve kendisini --bir zamanlar Polonya sarayýnda bir mareþalin karnýna bir kurþun sýkan ve Papanýn elinden altýn mahmuz niþanýný alan Seingalt Þövalyesini-- doðru dürüst selamlamayý bile bilmeyen bu Alman asýllý Bohemyalýlarýn suratýna bakmaya bile deðmez. Ve daha da can sýkýcý olaný, kadýnlar da artýk ona saygý göstermiyor. Köylüler gibi kaba saba gülmemek için elleriyle aðýzlarýný kapatýyorlar ve niçin güldüklerini de biliyorlar: Çünkü hizmetçi kadýnlar, ihtiyar gut hastasýnýn, ellerini onlarýn eteklerinin altýna soktuðunu ve anlaþýlmaz bir dille kulaklarýna budalaca þeyler fýsýldadýðýný papaza anlatmýþlar. Ama bütün bu aþaðý tabaka, þatoda ellerine düþtüðü o lanet olasý hizmetçi güruhunun, -tekmelerine katlanmak zorunda kaldýðý bu eþeklerin-, özellikle kahya Feltkirchner ve onun uþaðý Widerholt'un yanýnda hiç kalýr. Alçaklar! Dün yine, bile bile, çorbasýna çok fazla tuz koydular ve makarnasýný yaktýlar. Isacameron'unun portresini duvardan indirerek, götürüp tuvalete astýlar; aþaðýlýk yaratýklar, Kontes Roggendorf'un ona verdiði siyah benekli küçük köpeðini, Melampyge'yi, dövmeye cüret ettiler, hem de zavallý sevgili hayvancýk tabii bir ihtiyacýný odaya yaptý diye. Ah! bütün bu aþaðýlýk insanlarý hapse attýrabileceði ve bu gibi saygýsýzlýklara ve küstahlýklara katlanacak yerde, kemiklerini ezip bulamaca çevirinceye kadar üzerlerinde tepinebileceði o güzel günler nerede kaldý? Þimdi, þu Robespierre'in yüzünden ayaktakýmý ön plana geçti; Jacobin'ler her þeyi bozdu ve iþte kendisi de kimseyi ýsýracak gücü kalmamýþ sefil bir yaþlý köpeðe döndü. O halde gün boyu sýzlanmak, söylenmek, homurdanmak neye yarar? Yapýlacak en iyi þey bu avam güruhunun suratýna tükürmek, odasýna çýkýp Horatius'unu okumak. Ama bugün bütün öfkesi uçup gitti; mumyaya dönmüþ olan yaþlý adam, týpký bir kukla gibi, telaþla odadan odaya koþup duruyor. Bir zamanlar saraylarda giydiði eski elbisesini giyiyor, niþanlarýný takýyor, en ufak bir toz kalmayacak þekilde üstünü baþýný bir güzel fýrçalýyor, çünkü o kibar halli Kont, o gün geleceðini bildirmiþti; bu sevimli Kont, Teplitz'den gelirken Linge Prensi ile birlikte birkaç soylu beyefendiyi de yanýnda getirecekti. Fransýzca konuþacaklardý ve þu kýskanç hizmetçi sürüsü, diþlerini gýcýrdatarak ona, Casanova'ya hizmet etmek zorunda kalacaktý; dün yaptýklarý gibi, köpeðin önüne bir kemik parçasý fýrlatýrcasýna berbat bir çorba verecek yerde önünde eðilerek, yemek tabaklarýný, gerektiði þekilde ona doðru uzatacaklardý. Evet, öðleyin, soylu Avusturyalýlarla birlikte olacaktý. Bay Voltaire'in bile deðer verdiði ve bir zamanlar imparatorlarýn ve krallarýn saygý duyduðu deðerli bir filozofla yapýlacak güzel bir sohbete hala deðer veren ve onu saygý ile dinlemeyi bilen bu soylu kiþilerle birlikte o büyük masada oturacaktý. Belki de, kadýnlar çekilir çekilmez, -Kont hazretleri ve Prens hazretleri- Hatýralar'ýn el-yazmasý metninden bir parça okumasýný rica edeceklerdi; evet, bana rica edecekler, anlýyor musun alçak Feltkirchner! Soylu Waldstein Kontu ve Mareþal Ligne Prensi eþsiz bir ilgi uyandýran Hatýralar'ýmdan küçük bir bölüm okumamý rica edecekler ve belki de okuyacaðým; -belki- diyorum! Çünkü hiç kimsenin uþaðý deðilim ben ve kimseye boyun eðmek zorunda da deðilim; þu hizmetçi güruhundan, ayaktakýmýndan biri deðilim ki ben; burada misafirim ve kütüphaneciyim, kontlar ve
prenslerle eþit durumdayým: Bunun ne demek olduðunu bilemezsiniz siz, aþaðýlýk Jacobin'ler! Ama onlara birkaç fýkra anlatacaðým, huzurlarýnda! (cospetto!) Hocam Bay Crebillon'un anlattýðý gibi hoþ fýkralar ya da Venediklilere özgü nükteli fýkralar: Kibar ve soylu beyleriz biz, kendi aramýzdayýz ve ince ayrýmlarý fark etmeyi biliriz. Gülünecek; Fransa Kralýnýn sarayýnda olduðu gibi baþ döndüren sýcak Burgonya þarabý içilecek; savaþtan, simyadan, kitaplardan söz edilecek ve özellikle bu ihtiyar filozoftan, dünya ve kadýnlar hakkýnda bir þeyler anlatmasý istenecek. Sýska ve hýrçýn küçük bir kuþu andýran Casanova, gözleri hainlik ve gururla parlayarak, kapýlarý ardýna kadar açýlmýþ salonlarda heyecanla dolaþýyor. Niþanýnýn haçýnýn etrafýndaki sahte taþlarý (gerçek deðerli taþlar çoktan beri bir Ýngiliz Yahudisinin elinde) temizliyor; saçlarýný özenle pudralýyor ve aynanýn karþýsýna geçip, bir zamanlar XV'inci Louis'nin sarayýnda yapýldýðý þekilde reveranslar ve yerlere kadar eðilme denemeleri yapýyor (insan bu kaba saba kimselerin yanýnda bütün kibar tavýrlarý ve hareketleri unutuyor). Kemiklerinin endiþe verecek þekilde takýrdadýðý doðru; insan yarým yüzyýl boyunca emektar bedenini çeþit çeþit posta arabalarý içerisinde Avrupa'da oraya buraya sürüklemiþse, bunun bir cezasý olacak elbet ve kimbilir kadýnlar da bu bedenden ne kadar özsu aldýlar! Ama hiç deðilse tepede, beynin kutusunda, zeka henüz kuruyup gitmedi; bu beyefendileri hala eðlendirebilecek ve kendi deðerini onlara kabul ettirecek. Recke prensesine zarif bir þekilde -hoþgeldiniz- diyebilmek için, iyi cins bir parþömen kaðýt üzerine, yuvarlak harfli yazýsýyla ve birçok süslemeler yaparak Fransýzca bir þiir kopya ediyor; ayrýca bir amatör tiyatrosu için yazýlmýþ yeni komedisinin üzerine süslü püslü bir ithaf yazýyor: Burada, Dux'de bile görgü kurallarýný unutmamýþ; ve iyi bir kavalye olarak, edebiyatla ilgilenen bir topluluðu nasýl karþýlayacaðýný biliyor. Ve gerçekten de, arabalar geldiði ve Casanova gut'lu ayaklarý ile yüksek basamaklardan kamburu çýkmýþ bir halde indiði zaman, Waldstein Kontu ve misafirleri þapkalarýný, mantolarýný ve kürklerini çýkarmýþlar, kayýtsýz bir tavýrla, hizmetçilere uzatýyorlar; ama onu, Casanova'yý, kibar beylere yakýþacak þekilde kucaklýyorlar, ünlü Seingalt Þövalyesi olarak onu davetlilere tanýþtýrýyorlar, edebi deðerlerini övüyorlar ve kadýnlar masada onun yanýnda oturabilmek için birbirleriyle yarýþ ediyor. Daha tabaklar sofradan kalkmadan ve henüz pipolar tüttürülmeye baþlamadan, týpký önceden düþündüðü gibi, Prens, insaný olaðanüstü bir þekilde etkileyen otobiyografisinin nasýl gittiðini soruyor ve hanýmlar ve beyler, hep birlikte, bir gün kesinlikle ün kazanacak bu Hatýralar'dan bir bölüm okumasýný rica ediyorlar. Lütufkar velinimetinin, Kontlarýn en sevimlisinin isteðini nasýl geri çevirebilir ki? Kütüphaneci bey telaþla odasýna çýkýyor ve on beþ adet büyük boy olarak katlanmýþ kaðýt forma arasýndan ipek bir kurdeleyle güzelce baðlanmýþ olan birini almaya gidiyor: Önemli bir bölüm bu, bir odada toplanmýþ kiþiler arasýnda ve kadýnlarýn önünde rahatça okunabilecek seyrek bölümlerden biri: Venedik zindanlarýndan kaçýþý. Bu eþsiz macerayý kaç kere ve kimlere okumadý ki! Bavyera Prensine, Köln Prensine, Ýngiliz soylularýna ve Varþova sarayýndaki kimselere... Ama görsünler bakalým, bir Casanova, Zindanlar adlý eseri bunca gürültü koparan þu Bay Trenck'den ne kadar farklý bir þekilde anlatacak o zindanlarý! Çünkü, geçenlerde, birkaç heyecanlý vaka, büyük ve þaþýrtýcý birkaç karýþýk olay daha kattý onlara ve sonuna da ilahi Dante'den
alýnmýþ çok güzel bir parça ekledi. Okuyuþunun mükafatý olarak bir alkýþ tufaný kopuyor, Kont sol eliyle Casanova'nýn cebine gizlice bir rulo düka altýný koyarken, öbür eliyle de onu kucaklayýp öpüyor, bu paraya da gerçekten ihtiyacý olacak, çünkü bütün dünya onu unuttuðu halde, alacaklýlarý burada bile, dünyanýn öteki ucunda kaybolmuþ bu þatoda bile peþini býrakmýyorlar. Gerçekten de, bakýnýz, Prenses onu kutladýðý ve herkes onun ünlü þaheserinin yakýnda tamamlanmasý için kadeh kaldýrdýðý sýrada, birkaç iri göz yaþý damlasý nasýl da yanaklarýndan süzülüyor! Ama daha ertesi günü, ne yazýk ki, atlar koþumlarýný sabýrsýzlýkla þakýrdatmaya baþlýyor ve arabalar kapýda bekliyor, çünkü soylu Beyefendiler Prag'a gidecekler ve Kütüphaneci Bey üç kere, nazik bir þekilde, o þehirde bir sürü önemli ve acele iþi olduðunu ima ettiði halde, kimse onu yanýna almýyor. Taþtan yapýlmýþ bir sandukayý andýran bu kocaman, soðuk ve hava cereyaný ile dolu þatoda kalmak ve daha arabalarýn kaldýrdýðý toz yatýþmadan, yeniden, yerli yersiz, býyýk altýndan budalaca gülmeye baþlayan hizmetçilerin eline bakmak zorunda kalýyor. Çevresini hep yabani, görgüsüz insanlar sarmýþ, Fransýzca ya da Ýtalyanca konuþabilecek, Ariosto ve Jean-Jacques'dan söz edebilecek hiç kimse yok ve o, þu yüksekten atýp tutan arþiv farelerine, Bay Opiz ve Czaslau'ya, ya da hala onunla mektuplaþmak lütfunu esirgemeyen þu iyi yürekli hanýmefendilere mektup yazmakla geçiremez ki bütün zamanýný! Aðýr ve uyuþturucu bir can sýkýntýsý kül renkli bir duman gibi, yeniden boþ odalara yayýlmaya baþlýyor ve dün unuttuðu gut hastalýðý, iki kat artmýþ bir þiddetle yaþlý adamýn ayaklarýna acý veriyor. Sýkýntýlý bir þekilde sýrtýndaki süslü elbiseleri çýkarýyor, soðuktan sýzlayan kemiklerini kalýn yünden yapýlmýþ þeritlerle süslü Türk tipi sabahlýðý ile sarýp sarmalýyor; homurdanarak, hatýralarýnýn biricik sýðýnaðýna doðru --çalýþma masasýna doðru-- sürükleniyor. Orada yýðýlý duran büyük boy katlanmýþ beyaz kaðýtlarýn yanýnda yontulmuþ kalemler bekliyor kendisini ve kaðýtlar daha þimdiden sabýrsýzlýkla hýþýrdýyor sanki. O zaman, içini çekerek oturuyor ve titrek bir elle, hiç durmadan ilerleyerek, hayatýnýn hikayesini yazmaya devam ediyor. (Onu bu þekilde davranmaya iten can sýkýntýsýndan Tanrý razý olsun!) Çünkü bir ölü kafasýný hatýrlatan bu alnýn arkasýnda, bu kurumuþ derinin altýnda (týpký sert kabuðunun içindeki bembeyaz yumuþak bir ceviz gibi) olaðanüstü bir hafýza canlýlýðýný, tazeliðini koruyor ve açýlýp geliþmeye devam ediyor. Alýnla kafanýn arka bölümü arasýna sýkýþmýþ bu küçük kemikli alanýn içindeki her þey, hala el deðmemiþ ve yerli yerine yerleþtirilmiþ bir þekilde duruyor: Kývýlcýmlar saçan gözlerin, geniþ ve soluyan burun deliklerinin, saðlam ve açgözlü ellerin bin kadar macera içerisinde büyük bir ustalýkla yakaladýðý ve ele geçirdiði her þey olduðu gibi duruyor. Ve gut hastalýðý yüzünden aðýrlaþmýþ olan elleri, günde on üç saat kaz tüyünden kalemini kaðýtlar üzerinde koþturan elleri, bir zamanlar þehvetle okþadýðý bütün o pürüzsüz kadýn bedenlerini hatýrlýyor (-on üç saat ve benim için bu saatler on üç dakika gibi çabuk geçiyordu-). Masanýn üzerinde eski metreslerinden gelen sararmýþ mektuplar, notlar, saç bukleleri, hesap pusulalarý ve hatýralar karmakarýþýk bir þekilde duruyor ve sönmüþ bir alevin üzeri nasýl gümüþ renkli bir dumanla kaplanýrsa, burada da, geçmiþin bu solmuþ izlerinin üstünde mis gibi kokan görülmez bir bulut dalgalanýp duruyor. Bu renkli hayaller dünyasýnýn içerisinden, her kucaklama, her öpücük, her terk ediþ yeniden
canlanýyor: Hayýr! Böyle bir hatýrlama bir iþ deðil, bir zevk, -bir zamanlar duymuþ olduðu zevkleri hatýrlamanýn verdiði bir zevk-. Gut'lu ihtiyarýn gözleri parlýyor, dudaklarý gösterdiði gayret ve heyecanla titriyor; yavaþ sesle birtakým kelimeler, yarýsý uydurulmuþ, yarýsý geçmiþten çekip çýkarýlmýþ sözler mýrýldanýyor; elinde olmaksýzýn eski sesini taklit ediyor ve yaptýðý þakalara gülüyor. Yemeyi, içmeyi, yoksulluðu, sefaleti, hor görülmeyi ve güçsüzlüðü, yaþlýlýðýn verdiði bütün korkularý ve kederleri unutuyor, böylece hayalinde ve hatýralarýn aynasýnda gençleþiyor, yeniden canlanýyor; Henriette, Babette, Therese, gülerek ona doðru yaklaþýyorlar ve o, bir çeþit ruh çaðýrma sanatý sayesinde, belki de bir zamanlar gerçekten hissetmiþ olduðundan daha çok zevk duyuyor onlarýn varlýðýndan. Ve böylece yazýyor, hiç durmadan yazýyor, yýllar önce bedeninin olanca ateþiyle olduðu gibi, þimdi de parmaklarý ve kalemiyle kendini maceralarýn akýþýna býrakýyor; kendi kendine bir þeyler mýrýldanarak ve gülerek bir aþaðý bir yukarý gidip geliyor ve artýk bugünkü kaderini, alýnyazýsýný düþünmüyor. Kapýnýn önünde aþaðýlýk hizmetçiler sýrýtarak soruyorlar: -Þu yaþlý çýlgýn Ýtalyan, kiminle gülüþüyor böyle içerde?- Onun kaçýklýðý ile alay etmek için, kahkahayla gülerek parmaklarýný alýnlarýna götürüp o bilinen iþareti yapýyorlar, sonra þarap mahzenine gitmek için paldýr küldür merdivenlerden iniyorlar ve yaþlý adamý çatý katýndaki odasýnda yapayalnýz býrakýyorlar. Dünyadaki hiç kimse, uzaktakiler kadar yakýnda olanlar da onun hakkýnda hiçbir þey bilmiyor artýk. Yaþlý ve öfkeli atmaca, orada, Dux'teki kulesinin tepesinde, bir buzdaðýnýn sivri ucunda oturuyormuþ gibi, kimsenin tanýmadýðý, bilmediði biri olarak öylece oturuyor ve 1798 Haziranýnýn sonunda, yýpranmýþ kalbi durduðu ve bir zamanlar yüzlerce kadýn tarafýndan tutkuyla kucaklanmýþ olan zavallý bedeni topraða verildiði zaman, Kilisedeki kayýt defterinde onun gerçek adýnýn ne olduðu bile belli deðildir artýk. -Venedikli Casaneus- diye yazýldý, oysa adý bu deðildi. -84 yaþýndaydý- deniyordu, o da doðru deðildi; onun en yakýnýnda bulunanlar bile pek az tanýyorlardý onu. Kimse mezarýyla ilgilenmedi, yazýlarýyla da kimse ilgilenmedi, bedeni çürüdü gitti, küflenmiþ mektuplarý unutuldu, ciltler dolusu eseri de unutuldu; onlarý çalan ama ilgilenmeyen ellerde kimbilir nereye gitti? 1798'den 1822'ye kadar geçen çeyrek yüzyýllýk süre içerisinde hiç kimse ölümün sessizliðine böylesine gömülmemiþtir. Bir zamanlar, bütün canlýlar içerisinde en canlýsý o olduðu halde, kimse bu kadar ölü olmamýþtýr. ::::::::::::::::: KENDÝNÝ ANLATMA DEHASI -Yalnýzca cesaret sahibi olmak yeter.- (Önsöz) Hayatý bir maceraydý, tekrar hayata dönüþü de maceralý oldu! 13 Aralýk 1820'de (Casanova'yý artýk kim hatýrlardý ki!) Brockhaus Yayýmcýsý, hiç tanýmadýðý Bay Gentzel adlý birinden, ayný þekilde hiç tanýmadýðý bir Sinyor Casanova'nýn yazdýðý Hayatýmýn Hikayesi, 1797'ye Kadar adlý bir eseri yayýmlamak isteyip istemeyeceðini soran bir mektup aldý. Yayýmcý, büyük boy kaðýtlara yazýlmýþ metni getirtti ve bu iþten anlayan kimselere okuttu: Ne kadar heyecanlandýklarýný bir düþünün! O zaman bu el-yazmasý metin hemen satýn alýndý, Almancaya çevrildi, belki de fazla açýk saçýk olan yerleri incir yapraklarýyla örtülerek büyük ölçüde
deðiþtirildi ve kullanýlma amacýna uygun bir hale getirildi. Dördüncü ciltten sonra, kazandýðý baþarý öyle bir gürültü kopardý, öylesine bir skandal yarattý ki, Parisli becerikli bir korsan yayýmcý Fransýzcadan Almancaya çevrilmiþ olan eseri tekrar Fransýzcaya çevirtti, bu da eserin iki kat bozulmasýna yol açtý. O zaman Brockhaus Yayýnevi de harisliðe kapýlarak, Almanca çeviriye yeni bir Fransýzca çeviri ekledi. Kýsaca, tekrar hayata dönen Giacomo, saðken dolaþýp durduðu bütün ülkelerde ve bütün þehirlerde hiçbir zaman olmadýðý kadar canlý bir þekilde tekrar yaþamaya baþladý; yalnýzca kendi eliyle yazýlmýþ olan metin, Brockhaus'larýn kasasýna törenle gömüldü; yirmi üç yýl boyunca bu ciltlerin hangi gizli ve dolambaçlý yollardan geçtiðini, ne kadarýnýn kaybolduðunu, hangi bölümlerin çýkarýldýðýný, ne derece bozulduðunu ve deðiþtirildiðini belki de yalnýz Tanrý ve Brockhaus'lar biliyor; Casanova'ya layýk bir miras: Olup biten her þeyde derin bir esrar, macera, aldatýcýlýk ve dolandýrýcýlýk kokusu var; ama bütün çaðlarýn en pervasýz ve en güçlü macera romanýna sahip oluþumuz yine de ne kadar olaðanüstü bir þey! Casanova'nýn kendisi bile bu hilkat-garibesinin yayýmlanacaðýna hiçbir zaman ciddi bir þekilde inanmamýþtýr. -Yedi yýldan beri hatýralarýmý yazmaktan baþka bir þey yapmýyorum --diye itiraf ediyor romatizmalý keþiþ-- ve böyle bir iþe kalktýðýma çok piþman olmama raðmen, onu tamamlamak yavaþ yavaþ bende bir ihtiyaç haline geldi. Ama hayat hikayemin yayýmlanýp da gün ýþýðýna çýkabileceðini umut etmeden yazýyorum, çünkü yalnýzca aþaðýlýk sansürün --düþünceyi baský altýnda tutan bu mekanizmanýn-hiçbir zaman onun basýlmasýna izin vermeyeceðini düþünmekle kalmýyorum, hayatýmýn son hastalýðýnda bütün defterlerimi kendi gözlerimin önünde yakacak kadar aklý baþýnda olacaðýmý umuyorum.- Çok þükür ki, Casanova, kendi kendisine sadýk kalmýþ ve hiçbir zaman aklý baþýnda olmamýþtýr; kendi deyimiyle -yüzünün dolaylý bir þekilde kýzarmasý-, yani yüzü kýzarmadýðý için utanç duymuþ olmasý, hayal gücünü alabildiðine iþletmesine ve günde on üç saat yazarak, her gün, güzel yuvarlak yazýsý ile yeni yeni kaðýtlar doldurmasýna engel olmamýþtýr. Kýsaca, hatýralarý, -çýldýrmamak ya da kederden --Waldstein Kontunun þatosunda onunla birlikte bulunan o aþaðýlýk ve kýskanç kiþiler yüzünden çektiði acýlar ve sýkýntýlarýn verdiði kederden-- ölmemek için biricik çare- olmuþtur. Tanrý aþkýna! Hatýralarýný yazmak için ne kadar sudan bir sebep! Böyle bir giriþim yalnýzca can sýkýntýsýna karþý bir silah, düþüncenin kabuk baðlamasýna karþý bir çare olarak görülebilir mi, diye itiraz edilecektir güvensizlikle. Edebi yaratýþý harekete geçiren ve ona hýz veren bir etken olarak can sýkýntýsýný küçük görmek haksýzlýk olur; Don Quichotte'u, Cervantes'in zindanda geçirdiði yýllara borçluyuz; Stendhal'ýn en güzel sayfalarýný, Civita Vecchia'daki sürgünlük yýllarýna ve belki Divina Comedia'yý bile yalnýzca Dante'nin þehirden kovulmuþ olmasýna borçluyuz. (Eðer Floransa'da kalsaydý, üç mýsralýk kýtalar yazacaðýna, kýlýç ve balta kullanarak kan üzerine yazacaktý); hayatýn en renkli imajlarý ancak karanlýk odalarda, sun'i olarak karartýlmýþ bir mekan içerisinde doðar. Eðer Waldstein Kontu, Giacomo'muzu yanýna alýp Paris'e ya da Viyana'ya götürseydi, onu iyice besleseydi ve kadýnlarýn teninin kokusunu duyurtsaydý, eðer zeki ve nükteli bir insan olduðu için salonlarda ona saygýdeðer bir yer verilseydi, bu nefis hikayeler, bir fincan kakao ve bir kadeh likörlü þerbetle birlikte yapýlan sohbetler arasýnda kaybolup gidecekti ve hiçbir zaman yazýlamýyacaktý. Ama iþte yaþlý tilki, Bohemya'daki
o þatoda, yapayalnýz ve soðuktan donmuþ bir halde oturuyor ve sanki daha þimdiden yüzünü ölüler diyarýna çevirmiþ gibi, olup bitenleri anlatýyor. Dostlarý ölüp gitmiþ, maceralarý unutulmuþ, duygularý sýcaklýðýný yitirmiþ; kendisi de unutulmuþ bir hayalet gibi, þatonun yabancý ve soðuk salonlarýnda dolaþýp duruyor; hiçbir kadýn onu görmeye gelmiyor, hiç kimse artýk ona deðer vermiyor, saygý göstermiyor, kimse onu dinlemiyor; bu yüzden, ihtiyar büyücü, yaþadýðýný yalnýzca kendine kanýtlamak için --hiç deðilse bir zamanlar yaþamýþ olduðunu kanýtlamak için--vixi ergo sum- (yaþadým, o halde varým) bir kere daha gizli bir sanata baþvurarak gelip geçmiþ günlerdeki kimseleri, olduðu gibi canlandýrýyor hayalinde ve tekrar zevk duyabilmek için, eskiden duymuþ olduðu zevkleri anlatýyor. Karný aç olanlar, kýzaran etin kokusuyla beslenirler, savaþtan yara alarak dönen eski askerler ve eski aþýklar ise kendi maceralarýný anlatmaktan hoþlanýrlar. -Hatýrlarken, yeni bir zevk duyuyorum ve eski dertlerime gülüyorum, çünkü artýk onlarý hissetmiyorum.Geçmiþin -sihirli fenerini- (Sihirbaz feneri: Cam üzerine çizilmiþ þekillerin büyütülmüþ imajýný bir ekran üzerine yansýtan optik cihaz. Projeksiyon aletinin ilkel þekli.) yaþlý adamýn bu çocukça oyuncaðýný, Casanova yalnýzca kendisi için çalýþtýrýyor, hatýralarýn renkli hayalleri sayesinde bugününü ve bugünkü sefaletini unutmak istiyor. Baþka hiçbir amaç gütmüyor, yalnýzca bunu düþünüyor ve iþte böyle bir tam kayýtsýzlýk, herkese ve her þeye karþý ilgisiz olma gibi genellikle olumsuz olarak nitelenebilecek bir tavýr takýndýðý içindir ki, eseri, otobiyografi olarak eþsiz bir psikolojik deðer kazanýyor. Çünkü hayatýný anlatmaya kalkan bir insan, bunu hemen her zaman belli bir amaç güderek, bir tiyatro sahnesindeymiþ gibi yapar; bir sahneye çýkmýþtýr, karþýsýnda seyirciler vardýr, kendini ilginç göstermek için ister istemez kýlýðýna kýyafetine, haline tavrýna dikkat eder, davranýþlarýnýn sonuçlarýný hesaplar ve hatta çoðu zaman özel bir gayeye ulaþmaya çalýþýr. Benjamin Franklin, hayatýný, insanlarý aydýnlatmak, onlara bir þeyler öðretmek için yazdýðý bir kitap; Bismarck, belgesel bir eser; Jean-Jacques Rousseau, etki ve heyecan uyandýracak bir kitap; Goethe, bir sanat eseri ve romantik bir þiir halinde sermiþtir gözler önüne; Napoleon, Sainte-Helene'de, hayatýný, bir heykel ya da bir anýt gibi tunçlaþtýrarak haklý göstermeye çalýþmýþtýr. Ýster ahlak, isterse tarih ya da edebiyat alanýnda olsun, hepsi, tarihi kiþiliklerinin bilincine varmýþ olduklarý için, daha hatýralarýný yazmaya baþlamadan önce, çizdikleri portrenin belli bir etki uyandýrmasýný istemiþlerdlr; dolayýsýyla, sorumluluk duygusu hepsinde aðýr basmýþtýr veya onlarý engellemiþtir. Ünlü kiþiler kendi hayatlarýný anlatýrken hiçbir zaman hür deðildirler, çünkü hayatlarýnýn imajý, sayýsýz insanýn hatýralarýnda ya da hayallerinde daha önceden belirmiþ bir imajla karþýlaþtýrýlmaktadýr; böylece onlar, ister istemez, portrelerini, daha önce þekillenmiþ bir efsaneye uygun gelecek þekilde çizmek zorundadýrlar. Ünlü insanlar, ünlü olduklarý içindir ki, ülkelerini, çocuklarýný, ahlak, saygý ve þeref gibi kavramlarý hesaba katma yükümlülüðünü duyarlar; farkýnda olmaksýzýn, yan gözle, geçici kiþiliklerinin süslü bir þekilde yansýdýðý aynaya bakarlar; bu yüzden pek çok þeye baðlanmýþ olan bir insan, her zaman ve birçok kere kendisini dizginlemek zorunda kalýr. Casanova ise, artýk hiç kimseye karþý hiçbir yükümlülük duymadýðý, ne unutmuþ olduðu geçmiþle ne de inanmadýðý gelecekle artýk hiçbir baðý kalmadýðý için, sýnýrsýz bir hürlüðün ve tanýnmamýþ
biri olmanýn vermiþ olduðu rahatlýðýn lüksünden bol bol yararlanabilir; aile ve ahlakla ilgili kaygýlar da, belli bir amaca ulaþma isteðinden ileri gelen kaygýlar da onu rahatsýz etmez. Çocuklarýný, guguk kuþunun yumurtalarý gibi, yabancý yuvalarda býrakmýþtýr; birlikte yattýðý kadýnlar, Ýtalyan, Ýspanyol, Ýngiliz ya da Alman topraklarý altýnda çoktan çürüyüp gitmiþtir; hiçbir ülke, hiçbir vatan, hiçbir din onu rahatsýz etmez. Allah kahretsin, çekinecek, kollayacak kimi var ki? Kendisini kollamasýna ise hiç gerek yok. Anlattýðý þeylerin artýk ona ne yararý olabilir ne de zararý; daha þimdiden bir ölüden farký kalmamýþ, iyiliðe ve kötülüðe, deðer verilmeye ve hor görülmeye, alkýþlara ve öfkelenmelere artýk aldýrmýyor; insanlarýn hafýzasýnda artýk onun yeri yoktur; artýk içerisine iyice gömülmüþ olduðu kabuðunun altýnda gizli ve gözlerden uzak bir þekilde parlayan ölü bir yýldýzdan baþka bir þey deðildir. O zaman -Niçin gerçeði yazmayayým?- diye soruyor kendine, -Ýnsan hiçbir zaman kendini aldatmaz ve ben de yalnýzca kendim için yazýyorum.Gerçeði söylemek, Casanova için, ruhun ve düþüncenin derinliklerinde kaybolmak, varlýðýnýn psikolojik dehlizlerini açmak deðil, yalnýzca hiçbir utanç duymamak, hiçbir engel tanýmamak, hiçbir rahatsýzlýk duygusuna kapýlmamak demektir. Elbiselerini çýkarýyor, rahatlýyor, çýplak bir halde, kurumuþ bedenini bir kere daha þehvetin yakýcý dalgasýna býrakýyor, gerçekte ya da hayalde var olan seyircilere hiç aldýrýþ etmeden, neþeli ve pervasýz bir þekilde hatýralarýnýn içinde yüzüp duruyor. Bir kumandan, bir edebiyatçý, bir þair olarak, þan ve ün ya da onur kazanmak için anlatmýyor maceralarýný; týpký bir avarenin, bir serserinin kavgalarýný, dövüþlerini anlattýðý gibi, ya da yaþlanmakta olan hüzünlü bir fahiþenin bir zamanlar seviþerek geçirdiði saatleri anlatmasý gibi anlatýyor yani utanç ya da ahlaki bir kaygýdan kaynaklanan herhangi bir dizginleme söz konusu olmadan, rahatça anlatýyor. -Non erubesco evangelium- (Ýncil'den utanmýyorum), itiraflarýmdan yüzüm kýzarmýyor, iþte Hayatýmýn Hikayesi adlý kitabýnýn baþýna konulacak anlamlý cümle! Böbürlenmiyor, geleceðe doðru piþmanlýkla bakmýyor; olup bitenleri doðrudan doðruya, açýkça, aklýna geldiði gibi anlatýyor. Kitabýnýn dünya tarihinin en tabii, en yalýn örneklerinden biri olmasýna, þehveti bir istatistik belgeden söz edermiþ gibi objektif bir þekilde anlatmasýna, týpký eski çaðda olduðu gibi ahlak-dýþý bir içtenlikle anlatmasýna þaþmamak gerekir: Böyle bir içtenliðe ancak þu þamatacý Ýspanyol Contreras'ýn (herkesçe bilinen) hayat hikayesinde rastlanabilir. Zariflikten hoþlanan kimselere bazen kaba saba bir þehvet düþkünü olarak görünmesinin, Lucien'deki gibi bir küstahlýkla karþýmýza çýkmasýnýn ve týpký kendini beðenmiþ bir atletin gururu ile cinsel gücünü çok belirgin bir þekilde gözler önüne sermiþ olmasýnýn hiç önemi yok; bu þekilde hiçbir utanç duymadan kendini olanca çýplaklýðýyla göstermiþ olmasý, þehvetle ilgili tehlikeli noktalarý korkakça bir elçabukluðu ile geçiþtirmekten veya hadýmlara özgü bir zariflikle anlatmaktan bin kere daha iyidir. Casanova'nýn açýkça ve doðrudan doðruya, büyük bir zevkle ve saðlýklý bir neþe ile anlattýðý þeyleri --þehvetli bir adamýn büyük bir içtenlikle anlattýðý þeyleri-- kendi çaðýnda aþk üzerine yazýlmýþ baþka denemelerle karþýlaþtýracak olursak, mesela, bir Grecourt'un, bir Crebillon'un pembe renkli ve mis kokulu tatsýz tuzsuz çapkýnlýk hikayeleriyle veya Eros'un zavallý bir çoban kýlýðýna büründüðü ve aþkýn tahrik edici birtakým hareketlerden baþka bir þey olmadýðý --çocuk sahibi olma ve frengiye yakalanma gibi tehlikelerin bulunmadýðý zarif küçük bir oyundan baþka bir þey olmadýðý-- þu Faublas'ýn eseriyle karþýlaþtýracak olursak, Casanova'nýn eserindeki
insani ve tabii unsurlarý tam olarak deðerlendirebiliriz. Bir erkeðin duyduðu cinsel aþk, Casanova'da, su perilerinin oyun oynarken ayaklarýný serinlettikleri açýk mavi küçük bir mitolojik akarsu deðil, tabiatýn baðrýndan çýkan, yüzeyinde bütün evreni yansýtan, dibinde ise dünyanýn olanca çamurunu ve balçýðýný sürükleyen çok büyük bir ýrmaktýr; kendi hayat hikayesini yazan hiçbir kimsenin yapamadýðý þekilde, Casanova, erkeðin cinsel içgüdüsünün vahþi taþkýnlýðýný, Pan'ýnkine benzer bir tutku ve ateþlilikle anlatmaktadýr. Ýþte --diyorsunuz-- sonunda, erkeðin aþkýnda ten ve ruhun tam olarak birbirine karýþtýðýný gösterme cesaretine sahip olan biri; yalnýzca duygusal iliþkileri deðil, görgü kurallarýný çiðnemeden itiraf edilebilecek tutkularý deðil, ayný zamanda, fuhþun kol gezdiði sokak maceralarýný, sadece bedenle ilgili olan cinsel gerçekleri, tam bir erkeðin, gerçek bir erkeðin geçtiði bütün cinsel dehlizleri de anlatma cesaretini gösteren biri! Kendi hayat hikayelerini yazan baþka büyük yazarlarýn, Goethe'nin veya Rousseau'nun bize kendilerini anlatýrken içtenlikten ya da samimilikten büsbütün yoksun olduklarýný söylemek istemiyoruz; ama olup bitenleri tam olarak anlatmamak veya bazý konularý susarak geçiþtirmek gibi bir samimiyetsizlik de vardýr. Goethe de, Rousseau da (bekli de cesur Hans Jaeger bir yana, itiraflarýný yazmýþ olan bütün öteki yazarlar gibi) aþk hayatlarýnýn pek fazla çekici olmayan, yalnýzca cinsel olan bölümleri söz konusu olunca susmaya özen gösterirler, bilinçli bir þekilde onlarý unuturlar ya da hemen baþka bir konuya geçerler; yalnýzca Claire'ler veya Marguerite'lerle yaþadýklarý ve idealleþtirdikleri duygusal ya da tutkulu aþklarýný uzun uzun anlatýrlar. Hayat hikayelerini anlatýrken bize yalnýzca halka açýk gezi yerlerinde kollarýna takýp dolaþmaktan utanç duymayacaklarý, ahlaki yönden yeterince temiz olan kadýnlardan söz ederler; öteki kadýnlarý ise, korkakça ve tedbirli bir þekilde, daracýk sokaklarýn ve arka merdivenlerin karanlýðý içerisinde býrakýrlar. Ama bu yüzden erkeðin cinsel aþkýnýn tam ve gerçek imajýný farkýnda olmaksýzýn bozarlar ve süslerler. Goethe, Tolstoy, hatta kendini erdemli bir kiþi olarak göstermeye kalkmayan Stendhal, yalnýzca cinsel olan sayýsýz maceralarýna ve Venus vulgivaga ile ilgili olan, tensel, çok fazla tensel aþkla ilgili olan deneyimlerine, sanki yüzleri kýzarýyormuþçasýna þöyle bir dokunup geçerler; ve eðer pervasýz içtenliði ve olaðanüstü hayasýzlýðý ile bütün perdeleri kaldýran þu çapkýn Casanova olmasaydý, dünya edebiyatý erkek cinselliðinin kusursuz bir içtenlikle ve olanca ayrýntýsýyla anlatýlmýþ tam bir görünümünden yoksun kalacaktý. Casanova'da þehvetin cinsel mekanizmasýnýn iþleyiþini olanca çýplaklýðý ile görüyoruz; tenin dünyasýný olanca çamuru, balçýðý ve sefihliði içerisinde bile görmemiz mümkün oluyor; çukurlarý ve uçurumlarý da görebiliyoruz: Macera peþinde koþup duran, oyunda hile yapmaktan çekinmeyen bu avare ve karaktersiz adam, bütün þairlerimizden daha cesur bir içtenlikle çýkýyor karþýmýza; çünkü evreni, baþkalarýnýn yaptýðý gibi yalnýzca idealleþtirilmiþ, sanki kimyasal bir iþlemle bütün kirli unsurlarýndan arýndýrýlmýþ bir gerçek olarak deðil, güzelliðin ve çirkinliðin, ruhun ve kaba þehvetin iç içe girdiði karmaþýk bir bütün olarak gösteriyor bize. Casanova, cinsel alanda (insexualibus), yalnýzca gerçeði söylemekle kalmýyor (ne büyük bir fark var arada!), bütün gerçeði söylüyor; onun bize sunmuþ olduðu aþk tablosu, gerçeðin ta kendisidir ve gerçeði bu kadar tam ve doðru birr þekilde dile getirmek de yalnýzca Casanova'ya nasip olmuþtur. Casanova mý doðruyu söyleyecek? Filologlarýn öfkeli bir þekilde
iskemlelerinden kalktýklarýný duyar gibi oluyorum. Onlar þu son elli yýl boyunca Casanova'nýn tarihi yanlýþlarýna karþý mitralyöz ateþi açmýþlar ve birçok büyük yalanýný yakalamýþlardýr. Ama yavaþ olun, yavaþ olun! Þüphesiz hile yapmada usta olan ve palavracýlýðý meslek haline getiren bu yalancý adam, Hatýralar'ýnda da týpký oyun kaðýtlarýný karýþtýrýrken yaptýðý gibi bir parça hile yapmýþtýr; düzelmek nedir bilmeyen bu düzenbaz, kaderini düzeltmiþ ve çoðu zaman çok aðýr hareket eden tesadüfü hýzlandýrmýþtýr. Þehvet duygusunu kamçýlamak için yaptýðý yahniye, artýk ondan mahrum kaldýðý için keskinleþmiþ olan hayal gücünün saðladýðý tüm imkanlarla tuz, biber ve garnitür eklemiþ, onu süsleyip püslemiþtir ve belki de bunu bazen farkýnda olmadan yapmýþtýr. Gerçekten de, sýk sýk anlatýlan yalanlar ve süslemeler, hafýza için yavaþ yavaþ doðru hale gelirler ve gerçek bir hikayeci sonunda anlattýðý þeylerin uydurma mý yoksa gerçek mi olduðunu artýk bllemez. Þunu unutmayalým ki, Casanova, yerinde bir deyimle, hayatý boyunca bir çeþit rapsod (Rapsod: Eski Yunanistan'da þehirden þehire dolaþarak Homeros'un þiirlerini okuyan þarkýcýlar.) olarak kalmýþtýr; konuþma sanatýyla, söz söylemede gösterdiði ustalýkla, olaðanüstü maceralarýný anlatmasýyla büyük kiþilerin desteðini kazanmýþtýr ve bir zamanlar þatodan þatoya dolaþan þarkýcýlar, daha fazla ilgi uyandýrabilmek için eserlerine nasýl hep yeni yeni bölümler eklemiþlerse, Casanova da, ayný þekilde, maceralarýný süslemek zorunda kalmýþtýr. Mesela, Zindanlardan kaçýþýnýn hikayesini anlattýðý zamanlar, bu hikayeyi daha ilginç bir hale getirebilmek için her seferinde yeni bir heyecanlý vaka uydurmak zorunda kalmýþ ve böylece kendini gittikçe daha fazla abartmaya kaptýrmýþtýr. Bizim þu saf Giacomo'muz, ölümünden yüz elli yýl sonra, Casanova'nýn hayat hikayesine özel bir ilgi duyan ve bir polis hafiyesi gibi çalýþan birinin, her tarihi doðrulamak, her karþýlaþmayý kontrol etmek için hala bütün belgeleri, mektuplarý, arþivleri karýþtýrýp duracaðýný ve ortaya çýkardýðý her yalan, bulduðu her yanlýþ için, bilimin deðneðiyle parmaklarýna þiddetle vuracaðýný nereden bilebilirdi? Þüphesiz, Casanova'nýn tarihleri bir parça zayýf, yani çabuk kýrýlýr dökülür türden ve onlara çok sert bir biçimde dokunacak olursak en eðlenceli hikayeler de onlarla birlikte, týpký bir üfürme ile yýkýlýp giden iskambil kaðýtlarýndan yapýlmýþ þatolar gibi yýkýlýp gider. Böylece, Ýstanbul'daki romantik gönül macerasýnýn, belki de Dux'deki yaþlý adamýn bir þehvet rüyasýndan baþka bir þey olmadýðý ve zavallý Cardinal de Bernis'i aþk arkadaþý ve seyircisi olarak güzel rahibe M.M. ile olan macerasýna uydurma bir þekilde kattýðý nerdeyse kanýtlanmýþtýr. O sýralarda baþka yerlerde olduklarý kesinlikle bilinen önemli kiþilere Paris'te ve Londra'da rastladýðýný iddia etmiþtir; Urfe Markizinin ölüm tarihini on yýl önceye almýþtýr, çünkü o, kendisini rahatsýz etmektedir; veya düþüncelerinin içine gömülmüþ olarak, Zürich'ten kalkýp Einsiedeln Manastýrýna kadar yaptýðý bir gezintiyi anlatýrken otuz bir kilometrelik yolu bir saat içerisinde, yani bir otomobil hýzýyla aldýðýný söylemiþtir; oysa otomobil o zamanlar henüz icat edilmemiþti. Hayýr, Casanova'yý gerçeði en ufak ayrýntýlarýna varýncaya kadar ortaya koymaya çalýþan titiz bir araþtýrýcý ya da güvenilir bir tarihçi olarak görmemek gerekir ve bilim, bizim saf Casanova'mýzý ne kadar yakýndan incelerse, ona yapýlan tenkitler de o derece artmaktadýr. Ne var ki, bütün bu küçük aldatmacalar, kronolojik hatalar, uydurmalar ve farfaralýklar, bile bile yapýlan ve çoðu zaman kolayca açýklanabilen bu unutmalar, Casanova'nýn Hatýralar'ýnda anlatmýþ olduðu hayatta bütünüyle var olan ve baþka hiçbir yerde eþine rastlanmayan olaðanüstü doðrularýn yanýnda
hiç kalýr. Sanatçýnýn, ayrýntýlar söz konusu olunca, olup bitenleri zaman ve mekan içerisinde bir noktada toplama ve yoðunlaþtýrma ve böylece olgularý daha anlamlý bir hale getirme gibi tartýþma götürmez bir hakký vardýr ve Casanova da hiç þüphesiz bu haktan bol bol yararlanmýþtýr; ama bütün bunlar onun içtenliði, açýksözlülüðü, bütünüyle hayata ve kendi çaðýna bakýþýndaki açýklýðý ve seçikliði yanýnda nedir ki? Yalnýzca kendisi deðil, ama bütün bir yüzyýl birdenbire capcanlý bir þekilde sahneye çýkýyor: Çatýþmalarýn kývýlcýmlarý ile parlayan ve elektrikle yüklü dramatik bölümler içerisinde, toplumun ve milletlerin bütün sosyal sýnýflarý ve çeþitli durumlarý, bütün manzaralar ve çeþit çeþit çevreler --eþi benzeri görülmemiþ bir örf ve adetler ve özellikle kötü adetler ve alýþkanlýklar tablosu-- karmakarýþýk bir halde ve capcanlý bir þekilde beliriyor gözlerimizin önünde. Gerçi Casanova'yý olaylarýn çok fazla derinine inmediði için, yüce bir görüþ açýsýndan hareket etmediði için, Stendhal ya da Goethe gibi çeþitli sosyal gruplarýn birçok özelliðini dikkatle inceleyerek ve üzerinde düþünüp taþýnarak özetlemediði için suçlayabiliriz; ama onun olaylara bu þekilde bakmýþ olmasý (ve yalnýzca bu bakýþ tarzý), yani gözlemlerinin bu sathi niteliði --olaylarýn içerisinde, saðda ve solda en ilginç, en meraklý olan ne varsa doymak bilmez bir þekilde ona bakmakla yetinmesidir ki-- Casanova'nýn görme yeteneðine, uygarlýk tarihi için bu derece belgesel bir deðer kazandýrabilmiþtir. Casanova, hiçbir zaman, olup bitenlerin niçinini ve nasýlýný açýklamaya çalýþmaz ve bunun için de, olaylarýn bütününün canlý niteliðini bozmaz; hayýr, o her þeyi düzensiz bir þekilde, serbest bir halde, hiçbir ayrým ve seçme yapmadan, hiçbir kalýba dökmeden, rastgele bir þekilde birbirine karýþmýþ bir halde, olanca gerçekliði içerisinde býrakýr. Casanova'da her þey ayný derecede önemlidir. Yeter ki onu eðlendirsin (onun dünyasýnda var olan biricik deðer ölçüsü budur). Ahlakta da, gerçek dünyada da büyük ve küçük diye bir ayrým yapmaz; iyi ve kötü diye bir ayrým yapmaz. Bunun içindir ki, Büyük Friedrich'le olan konuþmasýný, on sayfa önce anlattýðý, küçük bir fahiþe ile yaptýðý konuþmadan daha ayrýntýlý ya da daha heyecanlý bir þekilde anlatmayacaktýr. Ýmparatoriçe Katharina'nýn kýþlýk sarayý ile Paris'in genelevlerinden birini ayný objektiflikle ve ayný titizlikle anlatacaktýr. Faraon oyununda kaç yüz düka altýný kazandýðýný veya bir gecede Dubois'sýna ya da Helene'ine kaç defa sahip olduðunu belirtmeye ne kadar önem veriyorsa, Voltaire'le yaptýðý konuþmayý edebiyat tarihine kazandýrmaya da o kadar önem verir; dünyadaki hiçbir þeye ahlaki ya da estetik bir anlam vermez. Casanova'nýn dünyasýnýn bu derece güzel ve tabii bir þekilde dengeli oluþu da buradan ileri gelir. Düþünce bakýmýndan, Casanova'nýn Hatýralar'ý hayatýn en ilginç manzaralarý arasýnda dolaþan herhangi bir akýllý yolcunun notlarýndan baþka bir þey olmadýðý için, bu hatýralarda felsefi bir nitelik aramamak gerekir; dolayýsýyla Casanova'nýn Hatýralar'ý, olsa olsa tarihi bir Baedeker, (Karl Baedeker: XÝX'uncu yüzyýlda, turistik rehberler yayýmlayan bir Alman kitapçýsý ve yayýmcýsý.) XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn bir Cortigiano'su, skandal yaratan bir söylenti, dünyanýn belli bir çaðýnýn günlük hayatýndan alýnmýþ bir kesittir. Sýradan, alelade hayatý ve böylece XVÝÝÝ'inci yüzyýlýn kültürünü, balolarýný, tiyatrolarýný, kahvelerini, otellerini, oyun salonlarýný, genelevlerini, av partilerini, manastýrlarýný ve kalelerini hiç kimse bize Casanova'dan daha iyi bir þekilde tanýtmamýþtýr. Onun sayesinde o dönemde insanlarýn nasýl yolculuk ettiklerini, nasýl ve neler yediklerini, oyunlarýný, danslarýný, nerede oturduklarýný, nasýl
sevdiklerini ve eðlendiklerini biliyoruz; örf ve adetlerini, görgü kurallarýný, konuþma ve yaþama biçimlerini öðreniyoruz. Ve bu eþi benzeri görülmemiþ olgular bütününe, objektif ve günlük gerçekler yýðýnýna, yirmi kadar romaný doldurmaya yetecek ve bütün bir hikayeci nesline, (bir hikayeci nesli ne kelime, on hikayeci nesline) malzeme kaynaðý olacak çeþit çeþit insan yüzlerinin kasýrgaya tutulmuþçasýna dönüp duran o karmakarýþýk görünümü ekleniyor. Görülmemiþ bir bolluk! Askerler ve prensler, papalar ve krallar, haydutlar ve hilekarlar, tüccarlar ve noterler, hadýmlar, kadýn-bulucular, þarkýcýlar, bakireler ve fahiþeler, yazarlar ve filozoflar, bilgeler ve çýlgýnlar bir yazarýn bir eserin dar çerçevesi içerisinde hiçbir zaman toplayamadýðý en çekici ve en zengin insan koleksiyonu. Ve ayný zamanda her insanýn iç dünyasýný anlatýrken belli bir boþluk býrakmýþ, hiçbirini psikolojik yönden tam olarak incelememiþ ve psikolojinin imkanlarýndan sonuna kadar yararlanmamýþtýr. Casanova, bir gün Opitz'de, psikolojik yeteneðin, -insanlarýn iç-yüzlerini tanýma- sanatýnýn kendisinde bulunmadýðýný yazmýþtýr; öyle ki o zamandan beri sayýlamýyacak kadar çok yazarýn, bu güneyli adamýn baðýndan topladýklarý üzümlerle þýra yapmýþ olmasýna þaþmamak gerekir. Yüzlerce roman ve piyes en iyi kahramanlarýný ve en ilginç yerlerini Casanova'nýn eserine borçludurlar ve bugün bile bu maden ocaðý hala tükenmiþ deðildir. On kadar nesil Forum Romanum'dan nasýl yeni binalar kurmak için taþlar aldýysa, ayný þekilde edebiyatla uðraþan birkaç nesil de dikecekleri heykellerin kaidelerini ve insan figürlerini, cömertlerin cömerti olan bu adamýn kitabýndan almaya devam edecektir. Ama Hatýralar'daki en canlý, en unutulmaz insan figürü, bir model, bir örnek ve herkesçe tanýnan bir insan tipi haline gelmiþ olan Casanova'nýn kendisidir: Rönesans insaný ile en çaðdaþ dolandýrýcýnýn, ne idiði belirsiz düzenbazla dahinin, þairle maceraperestin, hiçbir zaman hayranlýk duymaktan býkmayacaðýmýz o cüretli karýþýmýdýr. Yurttaþý Colleoni'yi (Bartolomeo Colleoni: XV'inci yüzyýlda Ýtalya'da yaþamýþ bir ücretli asker komutaný. Venedik'te, Verrocchio tarafýndan yapýlmýþ, kendisini at üzerinde gösteren bir heykeli vardýr.) üzengilerinin üzerinde dimdik bir þekilde gösteren tunç heykeli gibi Casanova da, hayatýn ortasýnda ayaklarýný birbirinden ayýrmýþ olarak küstahça duruyor ve yüzyýllarýn ötesinden, meydan okurcasýna, alaylara ve ayýplamalara ilgisiz, öylece bakýyor: Casanova, yüzüne dik dik bakýlmasýndan, ayýplanmaktan, tenkit edilmekten, alay edilmek ya da hor görülmekten sýradan bir insan kadar bile korku duymuyor; hiçbir gizlisi saklýsý yok, aslýnda insan onu, bu çelik gibi çapkýný, erkekliðin bu dev gibi ve tükenmek nedir bilmeyen örneðini kendi kardeþlerinden ve kuzenlerinden çok daha iyi tanýyor, kalbine ve hatta erkeklik bezlerine varýncaya kadar tanýyor. Onu psikolojik yönden titizlikle incelemenin, onda birtakým gizli itici-güçler ve sýrlar aramanýn hiçbir yararý yoktur; her zaman açýk ve seçik bir þekilde konuþur ve pantolonunun ön yýrtmacýna varýncaya kadar bütün düðmeleri açýktýr. Teklifsizce, hiçbir rahatsýzlýk duymadan ve dolambaçlý sözlere sapmadan, okuyucuyu neþeyle kolundan tutar, en çýplak ve en açýk saçýk hikayelerini ona büyük bir ustalýkla anlatýr; odasýna, açýk duran yataðýna, þarlatanlýk eczanesine ve düzenbazlýk laboratuvarýna kadar götürür onu. En tanýmadýðý kimselere, hiçbir þekilde örtbas etmeksizin metresini ve kendi cinsel hayatýný gösterir. Kaðýt oyunlarýnda en cüretli hilelerini yaparken ya da en kirli iþlere bulaþmýþken gülerek kendini gözler önüne sermekten çekinmez, ama bunu Kral Candaule'nin
(Candaule: Lidya Kralý. Karýsýnýn güzelliðiyle böbürlendiði için, onu çýplak olarak genç çoban Gyges'e seyrettiriyor. Karýsý da bunu fark ederek, Gyges'i, kocasýný öldürmeye ve onun yerine kral olmaya zorluyor. (Ý.Ö. VÝÝ'inci yüzyýl.) ince ve zarif sapýklýðý ile, yaptýðý iþten böbürlenen bir sapýklýkla deðil, tam anlamýyla gerçek olan bir safdillikle, hiçbir dizgin tanýmayan, Havva'yý cennette çýplak olarak gören, ama iyi ile kötüyü, ahlakla ahlaksýzlýðý ayýrt etmemize imkan veren o korkunç elmayý yemeyen bir tabiat çocuðunun doðuþtan gelen olaðanüstü saflýðýyla yapar. Her zaman olduðu gibi burada da kusursuz hikayeciyi yaratan þey tabiiliktir. Casanova, kendisini o derece tabii ve rahat bir þekilde, öylesine bilinçdýþý bir serbestlikle anlatmýþtýr ki, en usta bir psikolog bile, bu arada onun portresini çizmeye çalýþan bizler de, onu bu kadar canlý bir þekilde anlatmayý hiçbir zaman baþaramazdýk. Bu eþsiz açýksözlülük sayesinde, burada, bir karakteri en gizli fizyolojik özelliklerine varýncaya kadar iyice tanýyabiliyoruz. Onu, hayatýnýn çeþit çeþit durumlarý içerisinde ancak optik bir aracýn saðlayabileceði bir açýklýk ve seçiklikle görebiliyoruz: Mesela, öfkeden kudurduðu ve alnýndaki öfke damarýnýn mavileþerek þiþtiði bir sýrada, aðzýna dolan acý salyayý yutmamak için, bir hayvanýnkini andýran beyaz diþlerini gýcýrdattýðý bir sýrada; ayný þekilde, bir tehlike karþýsýnda bulunduðu zaman, pýrýl pýrýl bir zekanýn varlýðýný gösteren küstah yüzünün hemen bir maske takmýþçasýna deðiþtiði, dudaklarýnda küçümseyen soðuk bir gülümsemenin belirdiði ve elinin titremeden kýlýcýna dayandýðý bir sýrada... Týpký bunun gibi, topluluk içerisinde ve büyük salonlarda boy-gösterirken: Kendini beðenmiþ bir halde böbürlenip dururken, kibirle göðsünü kabartýrken, bakýþlarý gurur ve cüretle parlarken, sakin sakin konuþurken ve ayný zamanda þehvet dolu bakýþlarla laubali bir þekilde kadýnlarý gözden geçirirken... Genç bir adam olarak veya diþleri dökülmüþ bir enkaz yýðýný halinde, o bütün canlýlýðýyla ve bedeniyle hep bizim yanýmýzdadýr; ve Hatýralar'ý okuyan bir insan, bunca yýl önce ölmüþ olan Casanova'ya eðer bir köþe-baþýnda rastlamýþ olsaydý yüz bin kiþi arasýnda onu tanýyabilirdi, gibi bir izlenime kapýlýr; yazar, þair ve psikolog olmayan birinin, kendi portresini hayatýn olanca sýcaklýðý ile böylesine canlandýrdýðý görülmemiþtir. Ne Werther'i ile Goethe, Ne Kohlhaas'ý ile Kleist, ne Saint-Preux ve Heloise'i ile Jean-Jacques Rousseau, ne Casanova'nýn çaðdaþlarýndan herhangi biri, ne de baþka bir yazar Casanova gibi ele avuca sýðmayan bir adamýn kendi portresine verdiði bu somut canlýlýðý hiçbir kahramanýna vermeyi baþaramamýþtýr; ve bütün dünya edebiyatý içerisinde, sanatçý olmayan, daha doðrusu yalnýzca yaþama biçimi bakýmýndan sanatçý olan bir adamýn kendi portresini bu derece tam ve kusursuz bir þekilde çizmesine de nadiren rastlýyoruz. Bunun için, þüpheli yeteneðine burun kývýrmanýn, yasalara aykýrý olan davranýþýný ahlak adýna mahkum etmenin, ya da felsefesinin sefaletini iðneli sözlerle eleþtirmeye kalkmanýn yararý yoktur. Hayýr, hiçbir þeye yaramaz bu, çünkü þu Giacomo Casanova, týpký birçok kere daraðacýný boylamasýna ramak kalmýþ olan Villon (François Villon: Maceralý bir hayat sürmüþ ve birçok defa daraðacýný boylamaktan kýl payý kurtulmuþ bir Fransýz þairi (1431-1463). Çaðdaþ lirik Fransýz þairlerinin ilki olarak kabul edilir.) gibi ve karanlýk bir hayat sürmüþ baþka kimseler gibi, her þeye raðmen dünya edebiyatýna girmiþtir ve çünkü ahlaka önem vermesi ile tanýnmýþ sayýsýz þairlerden ve yargýçlardan çok daha uzun bir süre yaþamaya devam edecektir. Hayatta olduðu gibi post festum olarak da (þenlik bittikten sonra da) bütün
estetik kurallarýn saçma olduðunu göstermiþ, ahlakýn temel kitabýný küstahça bir yana fýrlatmýþtýr; çünkü yaratmýþ olduðu etkinin bu kadar uzun bir süre devam etmiþ olmasý, edebi ölümsüzlüðün kutsal tapýnaklarýna girebilmek için insanýn özellikle yetenekli, çalýþkan, dürüst, soylu ve kibar olmasý gerekmediðini kanýtlamýþtýr. Casanova insanýn edebiyatçý olmadan da dünyanýn en eðlenceli romanýný yazabileceðini ve tarihçi olmadan da belli bir çaðýn en kusursuz tablosunu çizebileceðini, çünkü, son tahlilde, önemli olan þeyin, tutulan yol deðil yaratýlan etki olduðunu, ahlaklýlýk deðil güçlülük olduðunu göstermiþtir. Her güçlü duygu, utanç kadar utançsýzlýk da, karakter sahibi olmak kadar karaktersiz olmak da, iyilik kadar kötülük de, ahlaklýlýk kadar ahlaksýzlýk da yaratýcý olabilir: Ebediliði saðlayan þey, ruhun þekli deðil, insanla ilgili özelliklerin çokluðu ya da bolluðudur. Ýnsaný ebedi kýlan þey, hayatýný yoðun bir biçimde yaþamýþ olmasýdýr ve bir insanýn hayatý ne kadar güçlü ve canlýysa, birlik ve tutarlýða ne derece sahipse, kendi kendini gerçekleþtirmede o derece baþarýlýdýr. Ölümsüzlük, ahlak ve ahlaksýzlýk, iyi ve kötü arasýnda fark gözetmez; yalnýzca eserleri ve güçleri ölçmekle yetinir; insandan saflýk-temizlik deðil, birlik ve bütünlük ister; bir örnek ve orijinal bir karakter olmasýný bekler. Ölümsüzlük için ahlak bir hiçtir, hayatý olanca þiddetiyle ve yoðun bir þekilde yaþamak ise her þeydir. ::::::::::::::::: BÖLÜM ÝÝ Stendhal YALAN SÖYLEME ZEVKÝ VE GERÇEK SEVGÝSÝ -Yüzüme bir maske takacaðým ve ismimi deðiþtireceðim ve bunu severek, isteyerek yapacaðým.- (Bir mektuptan) Stendhal kadar yalan söyleyen ve herkesi aldatmaktan hoþlanan pek az yazar vardýr; yine pek az yazar gerçeði ondan daha iyi ve daha derin bir þekilde dile getirebilmiþtir. Kýlýk deðiþtirmeleri ve aldatmacalarý sayýlamýyacak kadar çoktur. Daha kitaplarýný açmadan önce, kapaðýn üzerinde deðiþik bir kýlýkta görünür size, çünkü Henri Beyle gerçek adýný hiçbir zaman açýkça söylemez. Bazen kendisine küçük bir soyluluk ünvaný verir, bazen -Cesar Bombet- olur ya da adýnýn baþ harflerine esrarlý bir A.A. (-Eski Ýdari Mahkeme Üyesi- anlamýna gelen -Ancien Auditeur-ün baþ harfleri.) ekler: Bu harflerin arkasýnda aþýrý bir alçakgönüllülükle kendini gizleyen bir -eski idari mahkeme üyesi-nin bulunabileceði kimin aklýna gelirdi ki! Ancak takma bir adýn perdesi altýnda kendini güvenlikte hissetmektedir. Kendine bir gün -Avusturya Hükümeti Emeklisi- lakabýný takýyor, bir baþka sefer -eski süvari subayý- diyor; çoðu zaman da vatandaþlarý için anlaþýlmaz olan Stendhal adýný kullanýyor, (böylece ölümsüzleþtirdiði küçük bir Prusya þehrinden aldýðý bir ad). Bir tarih mi belirtiyor, doðru olmadýðýna yemin edebilirsiniz. Parme Manastýrý'nýn önsözünde bu kitabýn 1830'da ve Paris'ten 1200 fersah ötede yazýldýðýný mý söylüyor, bu muziplik aslýnda bu romaný 1839'da ve Paris'in göbeðinde yazmýþ olmasýna engel deðildir. Stendhal'ýn anlattýðý vakalar da birbirleriyle pervasýzca çeliþirler. Bir otobiyografide, tumturaklý bir þekilde, Wagram, Aspern ve Eylau savaþlarýný gördüðünü bildirmiþtir; bunun bir kelimesi bile doðru deðildir.
Günlüðünde kesinlikle kanýtlanmýþtýr bu: Ayný saatlerde sakin ve rahat bir þekilde Paris'teydi. Bir seferinde, Napoleon'la yapmýþ olduðu uzun ve önemli bir konuþmadan söz etmiþti: Ama ne yazýk ki, baþka bir ciltte -Napoleon'un kendisi gibi delilerle konuþmadýðýgibi çok daha inandýrýcý bir itirafta bulunmuþtu. Stendhal'da, söylenmiþ olan her þey çok büyük bir ihtiyatla kabul edilmelidir ve öyle görünüyor ki, polis korkusu ile sistemli bir þekilde yanlýþ tarih attýðý ve her seferinde baþka bir takma adla imzaladýðý mektuplarýna inanmamak gerekir. Caný istediði gibi Roma'yý mý geziyor? Gittiði yeri Orvieto olarak göstereceðine þüphe yoktur. Sözde Besançon'dan mý yazýyor? Gerçekte o gün Grenoble'daydý? Bazen yýl, çoðu zaman ay, hemen her zaman imza yalan yanlýþ belirtilmiþtir. Gayretli biyograflar þimdiye kadar iki yüzden fazla hayali imzasý olduðunu ortaya çýkarmýþlardýr. Stendhal (yani Henri Beyle), mektuplarýný bazen Cottinet, Dominique, don Flegme, Gaillard, A.L. Feburier, Baron Dormant, A.L. Champagne ve hatta de Lamartine ya da Jules Janin olarak imzalamaktadýr. Bazýlarýnýn sandýðý gibi onu bu tür saçmalýklar yapmaya iten þey yalnýzca o korkunç Avusturya zaptiye nazýrlýðýndan duyduðu korku deðil, blöf yapmak, þaþýrtmak, kýlýk deðiþtirmek, saklambaç oynamak için duymuþ olduðu içgüdüsel bir ihtiyaçtýr. Stendhal, ortada belli bir sebep olmaksýzýn, yalnýzca kendini ilginç göstermek ve gerçek kimliðini gizlemek için yalan söylemekten hoþlanýr; birtakým takma adlarý ve yanýltýcý, aldatýcý bilgileri, týpký parýldayan bir meç gibi, kendi kiþiliðinin etrafýnda ustaca döndürüp durur ve bunu yalnýzca saygýsýz insanlar kendisine pek fazla sokulmasýn diye yapar. Yalana we entrikaya duyduðu tutkulu sevgiyi zaten hiçbir zaman gizlememiþtir: Bir gün bir mektupta dostlarýndan birinin onu -alçak bir yalancýdan baþka bir þey deðilsin- diye þiddetle suçladýðý satýrlarý okurken, sayfanýn kenarýna tam bir serinkanlýlýkla -doðru- diye not düþmüþtür. Hayali hizmet yýllarýnýn idari belgeleri içerisinde, bazen Bourbon'lara, bazen Napoleon'a ne kadar baðlý olduðu konusunda, neþeli bir küstahlýk ve alaycý bir neþe ile atýp tutmaktadýr; resmi olsun, özel olsun bütün mektuplarý ve yazýlarý yanlýþlarla dolup taþmaktadýr. Ve aldatmacalarýnýn sonuncusu --bir yalan söyleme hastalýðý rekoru!-- vasiyetinde belirtmiþ olduðu isteðine uygun olarak, Montmartre mezarlýðýndaki mezar taþýnýn üzerine kazýlmýþtýr; orada bugün bile þu yanýltýcý kelimeleri okumak mümkündür: -Arrigo Beyle, Milanolu-. Tam bir Fransýz ismi olan Henri Beyle adýný taþýyan ve (bu yüzden o kadar öfkelenmesine raðmen) ne yazýk ki, bir taþra þehri olan Grenoble'da doðmuþ olan birinin mezarý üzerinde böyle yazmaktadýr. Ölümün karþýsýna bile maskeyle çýkmak istemiþtir: Romantik bir kýlýða bürünerek görünmüþtür ona da. Bununla birlikte, kendini gizlemekte usta olan bu adamýn yaptýðý þekilde, dünyaya kendisi hakkýnda bunca gerçeði itiraf edebilmiþ olan pek az insan vardýr. Stendhal, yalan sevgisinde olduðu kadar, gerçek sevgisinde de ayný cesareti göstermeyi bilmiþtir. Ýnsaný þaþýrtan, çoðu zaman ürküten ve hiçbir dizgin tanýmayan bir açýksözlülükle, baþkalarýnýn kendi bilinçlerinin eþiðine varýr varmaz susmaya veya örtbas etmeye çalýþacaklarý en mahrem yaþantýlarýndan bazýlarýný ve kendisi üzerinde yapmýþ olduðu bazý gözlemleri cesaretle ve yüksek sesle herkese bildirmiþ olan ilk kiþidir o; utanç duygusu yüzünden, en acýmasýz iþkencelerin bile çoðu kere insanlarýn aðzýndan söküp alamýyacaðý her çeþit itirafý, hür bir þekilde ve titiz bir gerçek saygýsý ile yapmaktadýr. Sosyal ahlakýn bütün engellerini olaðanüstü bir kolaylýkla aþmakta, içimizdeki yargýcýn bize koymuþ olduðu her türlü
sýnýrýn ve engelin ötesine geçebilmektedir. Hayatta ürkek, kadýnlarýn yanýnda çekingen olduðu ve gizlendiði siperin arkasýndan kendini savunduðu halde, eline kalemi alýr almaz cesur bir hal almaktadýr; bu durumda artýk hiçbir engel onu durduramaz, tam tersine: Kendi içerisinde bir karþý koyma eðilimine rastladýðý anda, her seferinde, onu benliðinden söküp çýkarmakta ve en büyük bir objektiflikle inceden inceye tahlil etmektedir. Hayatta onu en çok rahatsýz eden þeyi psikoloji alanýnda en iyi þekilde yenebilmiþtir. Böylece, 1820'de, sezgisinin önderliði sayesinde, psikanalizin karmaþýk ve hünerli araçlarý ile ancak yüz yýl sonra söküp de yeniden kurduðu ruhi mekanizmanýn en ince kilitlerinden birini dahice bir þans eseri olarak kýrmayý baþarmýþtýr: Psikolog olarak doðduðu, her türlü zihin jimnastiðine alýþýk olduðu için, aðýr adýmlarla ilerleyen bilimin önüne geçen cesareti, ona birdenbire yüz yýllýk bir sýçrama yaptýrmýþtýr. Ve Stendhal kendi gözlemlerinden baþka hiçbir laboratuvar kullanmamýþ, bilinmeyene sýçrayabilmek için hiçbir katý teoriden destek almamýþtýr: Biricik aracý, çok þiddetli, son derece keskin bir merak duygusudur ve eserini deðerli kýlan þey de, gerçeði söylemek için gösterdiði o çelik gibi cesaret ve kamuoyunu küçümsemiþ olmasýdýr. Duygularýný dikkatle gözlemekte ve hissettiklerini açýkça ve küstahça dile getirmektedir: Kendine güveni ne kadar pervasýzsa, o da o kadar rahattýr, ne derece mahrem konularla ilgiliyse, o da o derece tutkuludur. Daha çok en bayaðý, en gizli duygularýný tahlil etmekten hoþlanýr: Babasýna karþý duyduðu kinle kaç kere ve nasýl bir baðnazlýkla övündüðünü, babasýnýn ölüm haberini alýnca keder duyabilmek için bir ay boyunca gerçekten gayret gösterdiðini nasýl bir alayla anlattýðýný hatýrlamamýz yeter. En zor itiraflarýný, cinsel azaplarýný, kadýnlarýn yanýndaki sürekli baþarýsýzlýðýný, sýnýrsýz gururunun karþýlaþtýðý bozgunlarý, bütün bunlarý, kurmay heyetinde bulunan bir haritacýnýn dikkati ve titizliðiyle serer okuyucunun gözleri önüne: Stendhal, kendisinden önce hiç kimsenin böylesine bir açýksözlülükle açýklamaya ya da sýr saklamayý bilmeyen kaðýtlara dökmeye cesaret edemediði bazý mahrem sýrlarýný, bir klinik doktorunun soðukkanlýlýðýyla itiraf etmektedir bize. Stendhal'ýn önemi ve deðeri, psikolojinin en deðerli buluþlarýndan birkaçýný, bencil ve soðuk zekasýnýn berrak kristali içerisinde sonsuza dek kalacak þekilde yerleþtirmekten ve onlarý gelecek nesiller için saklamaktan kaynaklanýr. Yalan söyleme sanatýnýn bu olaðanüstü ustasý olmasaydý, duygularýn evreni ve onlarýn gizli dünyasý hakkýnda bildiðimiz gerçekler daha az olurdu. Böylece, görünüþte insana çeliþmeli gibi gelen bir olgu açýklanmýþ oluyor: Stendhal, gerçeði keþfetmedeki ustalýðýný, tamamiyle kendini gizleme bilimine, yalan söyleme tekniðine borçludur. Bir gün, ruh bilgisini en fazla geliþtiren þeyin, can sýkýcý bir aile çevresi içerisinde yaþamak ve çocukluðundan bu yana hep olduðundan baþka türlü görünmek zorunda kalmak olduðunu itiraf etmiþtir. Gerçekten de, ancak ne kadar kolay yalan söylediðini ve bir duygunun daha kalpten dudaklara çýkarken nasýl bir hýzla kýlýk deðiþtirdiðini ve sahte bir görünüþ aldýðýný yüz kere kendisinde fark etmiþ olan bir insan, yalnýzca bu sahte görünüþlere ve gösteriþlere alýþmýþ olan bir insan, -yalan söylememek için ne kadar dikkatli olmak gerektiðini- bilir (ve gerçekten samimi ve dürüst olan insanlardan çok daha iyi bilir). Kendi kendini tahlil ettiði sayýsýz denemeleri içerisinde, bu ateþli ve tecrübeli ruh, bir duygunun kendisine dikkat edildiðini hisseder etmez hemen nasýl tedirgin olduðunu ve kendini gizlediðini, öyle ki her duyguyu, bilincin kaypak akýþý içerisinde geçip giderken, týpký oltasýna takýlan bir balýðý kancadan kurtulmasýn diye þiddetle
kendine doðru çeken bir balýkçýnýn cüretli ve ani hareketiyle çarçabuk yakalamak gerektiðini fark etmiþtir; gerçeði, kendisine dikkatle bakýldýðýndan þüphelenmediði için bilincin eþiðinde çýplak bir halde görünme tehlikesini göze aldýðý bir anda yakalamak gerekir. Kendi duygularýný gözlemek, bilinçaltýna sýðýnmadan önce ya da baþka bir kýlýk altýnda kendilerini gizlemeden önce onlarý kaðýt üzerine dökmek, bu usta ve tutkulu gerçek avcýsýnýn özel zevki buydu iþte ve o, bu avýn saðlamýþ olduðu sevinç dakikalarýnýn, týpký bir av hayvaný gibi seyrek olarak ele geçtiðini ve son derece deðerli olduðunu bilecek kadar zekiydi. Çünkü, tuhaf olan þey, pek az insanýn, hayatý boyunca gerçeðe þu yalan ustasý Stendhal kadar saygý göstermiþ olmasýdýr; gerçeðe her köþe baþýnda rastlanmadýðýný, kaba ellerin kendisini okþamasýna razý olarak ya da tatlýlýkla yola getirilerek kendini hemencecik gün ýþýðýna çýkarmadýðýný çok iyi biliyordu; -kalbin bu usta ve becerikli Odysseus'u-, gerçeklerin maðaralarda yaþadýklarýný, ýþýktan ürktüklerini, yanlýþ atýlan bir adýmýn onlarý kaçýrdýðýný ve yakalamak istediðimiz anda elimizden çarçabuk kaçýp kurtulduklarýný biliyordu: Onlara yaklaþabilmek için sessiz adýmlarla yürümek gerekir, yumuþak ve hafif ellere ve karanlýklarý delip geçmeye alýþýk olan gözlere sahip olmak gerekir. Ve her þeyden önce de meraklý bir insan, tutkulu bir araþtýrýcý ve gözlemci olmak gerekir; ama bu tutku, zekanýn egemen olduðu bir tutku olmalýdýr ve ruhun kanatlarýyla desteklenmelidir. Stendhal'ýn deyimiyle ruhun karanlýk duvarlarýný ve sinirlerin karmaþýk aðýný en küçük ayrýntýsýna varýncaya kadar yoklama ve deþme cesaretini göstermek gerekir: Ancak bu þekilde bazý bazý, çok küçük ama özlü buluþlara ulaþýlabilir; en aþaðý dereceden ama kesin gerçekleri, basit zekalarýn kendi teorilerinin boþ kafesi içerisine hapsettiklerini sandýklarý, sistemlerinin o büyük mezarý içerisinde etrafýný duvarla ördüklerine inandýklarý o hiçbir zaman ele geçmeyen ve eriþilmeyen gerçeðin küçük parçalarýný ve bölümlerini yakalamak mümkün olabilir. Sözde þüpheci olan Stendhal, aslýnda gerçeðe çok daha fazla deðer vermiþtir; gerçeðe ne kadar az rastlandýðýný ve onun ne kadar kýsa ömürlü olduðunu biliyordu; özellikle, onun evcil bir kuþ gibi kafese kapatýlamýyacaðýný, ne satýlabileceðini ne de satýn alýnabileceðini, gerçeðin ancak iþin sýrrýný bilenlere kendini gösterdiðini biliyordu. Bulduðu gerçeklere büyük bir deðer verdiði için Stendhal bunlarý hiçbir zaman açýða vurmadýðý gibi, göklere çýkarmaktan da kaçýnmýþtýr; onun için önemli olan tek þey, kendisi için ve kendine karþý açýk-yürekli ve içten olmaktý. Baþkalarýna yalan söylemesindeki küstahlýðý da buradan kaynaklanýyordu; tam anlamý ile bencil olan ve tutkulu bir þekilde kendi kendini tahlil eden bu adam, çevresindekilere bir þeyler öðretme gereðini hiçbir zaman duymamýþ, onlara kendisiyle ilgili bilgiler verme ihtiyacýný ise hiç mi hiç duymamýþtýr. Tam tersine, budalaca bir tecessüsle karþýlaþmasýn ve kendi ruhunun derinliklerine inen yollarý ve esrarlý dehlizleri rahat ve sakin bir þekilde kazabilsin diye, bütün dikenlerini ve zehirli iðnelerini çýkartmýþtýr. Baþkalarýný yanýltmak, onun için, her zaman yepyeni bir zevk kaynaðý olmuþtur; kendine karþý dürüst olmak ise sonsuza kadar sürecek gerçek bir tutku halini almýþtýr. Ama -yalancýnýn mumu yatsýya kadar yanardemiþler, onun yalanlarýnýn mumu da yaþadýðý sürece yandý, bulduðu ve ortaya koyduðu gerçekler ise o öldükten sonra da yaþamaya devam etti. Bir zamanlar kendisine karþý samimi olan sonsuza kadar da samimi kalmýþtýr. Sýrrýný açýða vuran ise onu herkese açýklamýþtýr.
::::::::::::::::: PORTRESÝ -Çirkinsin, ama anlamlý bir yüzün var.- (Gagnon dayýdan, genç Henri Beyle'e) Richelieu sokaðýndaki küçük çatý odasý alaca karanlýktý. Yazý masasýnýn üstünde iki mum yanýyor, Stendhal öðleden beri romaný üzerinde çalýþýyordu. Birdenbire kalemini elinden fýrlatýyor: Bugün yeterince çalýþtý. Þimdi gevþemek, dýþarý çýkmak, kendisini yenilemek, insanlar arasýna karýþmak, karþýlýklý konuþmalarýn coþkusu içerisinde ve kadýnlarýn arasýnda taze bir kuvvet bulmak ihtiyacýný duyuyor. Hazýrlanmaya baþlýyor, giyiniyor, perukasýný düzeltiyor: Aynaya son bir kere göz atýyor. Kendisine bakýyor ve hemen dudaðýnýn kenarýnda acý ve alaycý bir gülüþ beliriyor: Hayýr, kendini hiç beðenmiyor. Çirkin ve sýradan bir buldok kafasý, yusyuvarlak, kýrmýzý, burjuvalarýnki gibi ablak bir surat! Ah! Bu taþralý yüzün ortasýna yayýlmýþ, delikleri birbirinden uzak þu sivilceli koca burnundan ne kadar nefret ediyor! Ama gözler pek fena deðil gibi: Siyah ve parlak; endiþe dolu bir merak yansýyor gözlerinde; ne var ki, bunlar da çok küçük, kaba saba ve dört köþe bir alnýn üzerinde yer alan kalýn kaþlarýnýn altýna çok fazla gömülmüþ; bu yüzden, bir zamanlar askerdeyken, kendisine takma bir ad takýlarak -Çinli- denmiþti. Bu yüzde iyi denebilecek baþka bir þeyler var mý acaba? Stendhal içi öfke ile dolup taþarak kendini incelemeye devam ediyor. Ýyi olan, zarif olan hiçbir þey yok, ruh canlýlýðýný gösteren hiçbir þey yok, her þey kaba saba ve bayaðý, her þey enli ve kalýn, her þey en kötü þekliyle -korkunç bir burjuva!Ve koyu renk bir sakalýn çevrelediði þu yuvarlak baþ, belki de, bu kaba saba bedenin içerisindeki en iyi þey, çünkü hemen çenesinin altýndan baþlayan boynu kendisini boðan sýmsýký yakadan dýþarýya taþýyor ve o bakýþlarýný daha aþaðýlara indirmeye cesaret edemiyor, çünkü þu aptal göbeðinden ve Henri Beyle adýný taþýyan, ama arkadaþlarýnýn hep -gezer-kule- diye seslendikleri bu hantal kütleyi o derece zahmetle taþýyan çirkin kýsa ayaklarýndan öylesine nefret ediyor ki! Stendhal hala aynada kendisini avutabilecek bir þeyler arýyor. Mesela, ellerine, evet, kadýnlarýnki gibi incecik, yumuþacýk, sivri ve cilalý týrnaklý ellerine güzel denilebilirdi: Sahibinin zeki ve kibar biri olduðunu gösteriyor bu eller; ayný þekilde bir genç kýzýnki gibi yumuþak ve nazik teni de þefkatli bir ruh için belli bir soyluluðun, belli bir duyarlýlýðýn belirtisi olabilirdi. Ama bir erkekte bu gibi ayrýntýlarý kim görür, kim fark eder ki? Kadýnlar yalnýzca yüze ve bedene raðbet ederler ve o, öteden beri biliyor ki, kendisinin yüzü de bedeni de, çaresiz bir þekilde, aþaðý tabakadan bir insanýnkine benziyor. Augustin Filon onun için -Baþý týpký bir döþemecininki gibi- demiþti; Monselet ise onu -Yüzü, bir ecza depocusunun yüzünü andýran bir diplomat- olarak tanýmlamýþtý; ne var ki, Stendhal, bu eleþtirileri bile çok yumuþak, çok dostça buluyor; gözlerini acýmasýz aynaya dikip öfkeyle þunlarý söylüyor: -Macellaio italiano-, bir Ýtalyan kasabýnýn yüzü! Bu þiþman ve hantal gövde hiç deðilse sert ve erkekçe olabilseydi! Geniþ omuzlar bazý kadýnlara güven verir ve bu kadýnlarýn yanýnda, bazý saatlerde, bir kazak, bir salon züppesinden daha baþarýlý olur. Ama ne acýnacak þey, o kendisindeki bu saðlamlýðýn,
bu kabalýðýn, bu kanlý canlý, güçlü kuvvetli görünümün bir aldatmacadan ve sahte bir görünüþten baþka bir þey olmadýðýný biliyor. Bu iri kýyým bedenin içerisinde, son derece keskin, nerdeyse hastalýklý denebilecek kadar duyarlý bir sinir demeti ürperiyor ve titreþiyor; bütün doktorlar onu -duyarlýk bakýmýndan bir hilkat garibesi- olarak görüyorlar ve þaþýrýyorlar. Ve --kader iþte!-- bunca yaðýn ve þiþmanlýðýn altýna hapsedilmiþ bir kelebeðin ruhunu taþýyor sanki! Herhalde kötü bir peri, daha o beþikteyken ruhunu deðiþtirmiþ olmalý; çünkü marazi bir aþýrý duyarlýkla donatýlmýþ olan bu ruh, kendisini saran þu kalýn bedenin içerisinde, en ufak bir heyecan söz konusu olduðu zaman bile nasýl da titriyor, nasýl da ürperiyor! Stendhal'ýn oturduðu odanýn bitiþiðinde bir pencere mi açýldý, boydan boya ince damarlarla kaplý derisi nasýl bir þiddetle ürperiyor; bir kapý birdenbire -çat- diye mi kapandý, bütün sinirleri parçalanýyormuþçasýna yerinden sýçrýyor; kötü bir koku onu bayýltabilir; bir kadýnýn yakýnlýðý ise allak bullak eder, endiþelendirir, sýkýlgan bir hale getirir ya da budala gibi görünmek korkusuyla kaba ve yakýþýksýz hareketler yapmasýna yol açar. Anlaþýlmaz bir karýþým! Bu derece keskin ve çarçabuk etki altýnda kalan bir duyarlýk için bunca ete, bunca yaða, bunca þiþmanlýða ne gerek vardý, bir yük arabacýsýna yakýþan bu hantal kemik yapýsýna ne gerek vardý? Bu kadar kalýn, bu kadar hantal, çekicilikten bu derece yoksun olan bir beden bu kadar narin, karmaþýk ve çarçabuk uyarýlabilen bir ruhla niçin birleþti? Stendhal aynanýn önünden çekiliyor. Dýþ görünüþünü deðiþtirmenin imkansýz olduðunu gençliðinden beri biliyor o. Terzisi bile buna bir çare bulamadý, ona, yeleðinin altýna giydiði, böylece karnýný ustalýklý bir þekilde küçülten bir korse yapan ve bacaklarýnýn gülünç kýsalýðýný kapatmak için Lyon ipeðinden o ünlü külotpantolonlarýný diken gerçek bir sihirbaz olduðu halde terzisi bile bir çare bulamadý; uzun zamandan beri kýrlaþmakta olan favorilerine erkekçe bir esmerlik veren boya da iþe yaramadý; çýplak baþýný saklayan güzel peruka da iþe yaramadý; sýrmayla iþlenmiþ zarif konsolos üniformasý da iþe yaramadý. Bu gibi çareler ve ufak tefek hileler size ancak bir parçacýk yardýmcý olabilir ve çeki-düzen verebilirler; yaþý, þiþmanlýðý ve dazlaklýðý gizleyebilirler. Ama hiçbir kadýn caddeden geçerken dönüp ona bakmayacak, Bayan Renal'ýn Julien'ine veya Bayan Chasteller'in Leuwen'ine baktýðý gibi insaný sarhoþ eden bir coþkuyla gözlerini onun gözlerine doðru çevirmeyecek. Hayýr, kadýnlar ona hiçbir zaman aldýrýþ etmedi, ne vaktiyle genç bir teðmenken, ne de þimdi yað baðlayýp þiþmanlamýþ bedenin ruhunu hapsettiði ve yaþlýlýk yüzünden alnýndaki saçlarýn döküldüðü þu sýralarda. Kendine eziyet etmek neye yarar? Oyunu kaybetti! Böyle bir yüzle kadýnlarla birlikte mutlu olmaya imkan yok ve baþka bir mutluluk da yok. Bununla birlikte bir tek çare var: Zeki olmak, esnek ve çekici bir zekaya sahip olmak, ilgi uyandýrmak, dikkati yüzden içeriye doðru çekmek, güzel konuþarak ve çevresinde þaþkýnlýk yaratarak gözleri kamaþtýrmak ve baþtan çýkarmak. -Yetenekli kiþiler güzellikten yoksun oluþlarýný avutacak bir þey bulabilirler-. Ýnsanýn güzellikten nasibini almamýþ böyle bir yüzü olursa, kadýnlarý zeka ile elde etmek, duyularýný kamçýlayacak bir güzellik olmadýðýna göre, sinirlerini ta derinden uyararak merak duygularýný körüklemek gerekir. Demek ki, duygusal kadýnlarýn yanýnda hüzünlü, hoppalarýn yanýnda küstah biriymiþ gibi görünmeli ve bazen de tersini yapmalý; her zaman uyanýk, her zaman zarif ve nükteli olmalý. -Bir kadýný eðlendirin, ona sahip olursunuz.- Bir zayýflýktan, bir can sýkýntýsýndan ustaca yararlanmalý, buz gibiyken
ateþliymiþ gibi, yanýp tutuþurken soðukmuþ gibi davranmalý, þaþýrtýcý bir þekilde deðiþmeli, oyunlara, hilelere baþvurarak þaþkýnlýk yaratmalý, hiç durmadan baþkalarýndan farklý olduðunu göstermeli ve her þeyden önce de hiçbir fýrsatý kaçýrmamalý, herhangi bir baþarýsýzlýktan ürkmemeli, çünkü kadýnlar çoðu zaman bir erkeðin yüzünü unuturlar: Titania, (Titania: Shakespeare'in Bir Yaz Gecesi Rüyasý adlý eserindeki peri kraliçesi. Periler þahý Oberon'un yaptýðý büyünün etkisiyle, baþýna eþek kafasý geçirmiþ bir dokumacýya aþýk olur.) o esrarlý yaz gecesinde bir eþek kafasýný öpmemiþ miydi? Stendhal, baþýna modaya uygun bir þapka geçiriyor, sarý eldivenlerini alýyor ve aynaya bakarak alaycý ve soðuk bir biçimde gülümsemeye çalýþýyor. Evet, bu akþam Bayan T...'nin yanýna böyle alaycý, küstah, uçarý ve ayný zamanda soðuk bir yüz ifadesi takýnarak çýkacak: Önemli olan þey, kendini ilginç göstermek, çarpýcý bir etkide bulunmak, göz kamaþtýrmak, þu korkunç yüzü güzel konuþmanýn maskesi altýna gizlemek. Gereken þey, þaþýrtmak, ilk bakýþta dikkati kendi üzerine çekmek, içindeki sýkýntýyý ve umutsuzluðu, gürültülü-patýrtýlý birtakým palavralarla örtbas etmek. Daha merdivenleri çýkarken heyecan yaratacak bir giriþ hayal etmiþti: Hizmetçinin, kendisini Cesar Bombet adlý bir tüccar olarak bildirmesini saðlayacak; ve salona girince de geveze ve gürültücü bir yün tüccarý rolünü oynayacak, kimseye söz hakký tanýmayacak, bütün bunlarý eðlenceli bulan topluluðun merakýný tamamiyle kendi üzerine çekinceye kadar ve kadýnlar onun yüzüne alýþýncaya kadar hayali iþleri üzerinde parlak ve küstah bir þekilde uzun uzun konuþmaya devam edecek. Sonra duyularý canlandýran tatlý ve eðlenceli fýkralardan oluþan pýrýl pýrýl bir demet, þiþmanlýðýný gizlemeye yardým edecek karanlýk bir köþe, bir-iki kadeh punç; ve belki de, belki de kadýnlar onu gece yarýsýnda artýk çekici bulacaklardýr. ::::::::::::::::: HAYATININ FÝLMÝ 1799. Grenoble'dan Paris'e giden posta arabasý Nemours konaklama yerinde duruyor. Heyecanlý insanlardan oluþmuþ bir kalabalýk, duvar ilanlarý, gazeteler: Dün, Paris'te, genç General Bonaparte, Cumhuriyet'e bir darbe indirmiþ, Directoire'ý devirmiþ ve kendini Konsül ilan etmiþ. Bütün yolcular heyecanlý heyecanlý tartýþýyorlar; yalnýzca geniþ omuzlu, kýrmýzý yanaklý on altý yaþlarýnda bir delikanlý bu konuþmalara pek az bir ilgi gösteriyor. Onun için Cumhuriyet olmuþ, Konsüllük olmuþ ne fark eder? Sözde, politeknik okuluna girmek için, aslýnda taþradan kaçmak, baþkent hayatýný yaþamak için Paris'e gidiyor. Ah! Paris, Paris! Bu müthiþ kelime gözlerinin önünde renk renk hayallerin canlanmasýna yol açýyor. Paris lüks, zarafet, canlýlýk, rahatlýk, neþe, -Taþranýn tam tersi-, hürriyet ve her þeyden önce kadýnlar, birçok kadýnlar demektir. Belki de romantik bir þekilde, birdenbire onlardan biriyle tanýþabilecek; genç, güzel, zarif, kibar (kimbilir, belki de Grenoble'dayken uzaktan uzaða çekinerek sevdiði komedi aktristi Victorine Cubly'ye benzeyen) biriyle tanýþabilecek; baþýný almýþ giden atlarýn önüne atýlarak, parçalanmýþ arabasýnýn içinden onu kurtaracak; onun için büyük þeyler yapacak, o da onun metresi olacak, diye hayaller kuruyor. Araba sarsýlarak, vaktinden önce geliþen bu hayalleri acýmasýzca parçalayarak yoluna devam ediyor. Delikanlý, manzaraya þöyle bir göz atmakla yetiniyor, yol arkadaþlarýyla ancak bir-iki
kelime konuþuyor, hayali Don Juan serüvenlerden, baþarýlardan, kadýnlardan baþka bir þey görmüyor, þu harika Paris'ten baþka bir þey düþünmüyor. Posta arabasý, sonunda, þehrin giriþindeki bariyerde duruyor. Mutfak kokularýnýn etrafa yayýldýðý ve içlerinden sefaletin sýzdýðý çok yüksek iki ev dizisinin arasýna sýkýþmýþ eðri büðrü sokaklarýn kaldýrým taþlarý üzerinde, araba tekerleklerinin çýkardýðý gürültüden geçilmiyor! Hayal kýrýklýðýna uðrayan delikanlý, hayallerinin ülkesini dehþetle seyrediyor. Paris bu mu? -Yalnýzca bu mu?- Daha sonralarý bu son sözleri sýk sýk tekrarlayacaktýr: Ýlk çarpýþmadan sonra; ordu ile Saint-Bernard'dan geçtikleri sýrada; ilk aþk gecesinde... Bu derece coþkulu hayallerden sonra, taþkýn romantik isteklerinin yanýnda, -gerçekher zaman soðuk ve yavan kalmaktadýr. Saint Dominique sokaðýnda sýradan bir otel. Orada, beþinci katta, bir hapishane hücresi gibi daracýk ve karanlýk bir çatý odasýnda, küçük bir çatý penceresinden baþka bir penceresi olmayan ve en karanlýk, en hüzünlü duygularýn filizlenmesine gerçekten elveriþli olan bu yerde, genç Henri Beyle, matematik kitaplarýna bir kerecik bile göz atmadan birkaç hafta kalýyor. Saatler boyunca, boþ boþ, sokaklarda dolaþýyor, kadýnlara bakýyor: Romalýlarýn giysilerini hatýrlatan son moda elbiseleri içerisinde böyle yarý çýplak bir halde ne kadar çekici görünüyorlar! Aþýklarý ile nasýl sevimli bir þekilde þakalaþýyorlar. Gülmesini nasýl da biliyorlar, bu ne zariflik, ne rahatlýk! Ama taþra kokan yeþil paltosuyla bu beceriksiz ve sýkýlgan oðlan, onlarýn hiçbirine yaklaþmaya cesaret edemiyor; þüphesiz, zariflikten pek az nasibi var, cesareti ise daha da az, sokak fenerlerinin etrafýnda dolaþarak kendilerini düþük bir ücretle gelene geçene peþkeþ çeken þu satýlýk kýzlardan birine bile yaklaþmayý göze alamýyor ve öfkeyle dolup taþarak, kendisinden daha cüretli olan gençlere haset duyuyor. Ne bir dostu var, ne kimseyle görüþüyor, ne de çalýþýyor: Bir serüvenle karþýlaþmayý bekleyerek, hayaller kurarak sokaklar boyunca hüzünlü hüzünlü dolaþýyor; düþüncelerine öylesine gömülmüþ ki, sýk sýk bir arabanýn altýnda kalmaktan kýl payý kurtuluyor. En sonunda, cesareti kýrýlmýþ bir halde, bir sevginin sýcaklýðýný duymak ve tatlý sözler iþitmek ihtiyacýyla akrabalarýna, zengin Daru'lara gidiyor. Ona iyi davranýyorlar, içeriye davet ediyorlar, güzel evlerine alýyorlar. Þu var ki, akrabalarý da taþradan gelmiþler --Henri Beyle için kara bir leke, nerdeyse asli bir günah bu-- ve o bu yüzden onlarý bir türlü af edemiyor; burjuva hayatý sürüyorlar, zenginlik ve refah içinde yaþýyorlar, oysa kendisi meteliðe kurþun atýyor, bu da onu fena halde öfkelendiriyor. Suratý asýk, þaþkýn ve beceriksiz bir halde ve onlara karþý gizli bir düþmanlýk duyarak oturuyor sofralarýna ve sevilmek için duyduðu ateþli özlemi, alaycý ve inatçý bir suskunluk altýnda gizliyor... Yaþlý Daru'lar onun hakkýnda in aparte (kendi kendilerine) -can sýkýcý, nankör, küstah herifin biri- diye söylenmiþlerdir her halde. Akþamýn geç saatlerinde, ailenin kahramaný, Pierre, yorgun ve bitkin bir halde Savaþ Bakanlýðý'ndan dönüyor, aðzýný bile açacak hali yok: Pierre Daru (daha sonra Kont Daru) güçlü Bonaparte'ýn sað elidir ve onun askeri planlarýný yalnýzca o bilmektedir. Eðer içinden gelen heves ve eðilimlerine göre hareket etmiþ olsaydý, bu savaþ adamý, küçük þairin (yani Stendhal'ýn) pekala meslekdaþý olabilirdi (oysa þimdi onu, inatçý bir sessizliðe büründüðü için, sersemin biri, kafasý çalýþmayan bir budala olarak görüyor); çünkü Pierre Daru boþ zamanlarýnda Horatius'u Fransýzcaya çeviriyor, felsefi yazýlar yazýyor; daha sonra --sýrtýndan üniformasýný çýkardýktan sonra-- bir Venedik tarihi yazacaktýr; ama
þimdilik geleceðin Napoleon'unun gölgesi altýnda çok daha yüksek bir görevi yerine getirmektedir. Çalýþýrken yorulmak nedir bilmediði için, gündüzlerini de, gecelerini de, kurmay heyetinin gizli bürosunda planlar hazýrlamak, hesaplar yapmak, mektuplar yazmakla geçirmektedir; bütün bunlarýn hangi gayeye yöneldiðini kimse bilmiyor. Genç Henri Beyle ondan özellikle þu yüzden nefret etmiþtir: Çünkü Pierre Daru onun ilerlemesine yardýmcý olmak istemiþtir. Oysa o, ilerlemek istemiyor, kendini arýyor, kendini bulmak istiyor. Ama günlerden bir gün Pierre Daru bizim genç tembeli yanýna çaðýrýyor; kendisiyle birlikte hemen Bakanlýða gidecektir, ona bir iþ bulmuþtur. Daru'nun sýký gözetimi altýnda, bizim koca oðlan sabahýn saat onundan gecenin saat birine kadar hiç durmadan mektuplar yazýyor, raporlar yazýyor, bildiriler yazýyor. Parmaklarýna kramplar giriyor. Bu öfkeli yazýþmalarýn neye yarayacaðýný bilmiyor, ama dünya yakýnda öðrenecektir: Marengo ile baþlayýp Ýmparatorlukla son bulan Ýtalya seferine farkýnda olmaksýzýn yardýmcý olmuþtur. Sonunda danýþman sýrrý açýklýyor: Savaþ ilan ediliyor. Genç Henri Beyle rahat bir nefes alýyor: Çok þükür Tanrýya! Baþ belasý Daru genel karargaha gidecektir, þu iðrenç mektup yazma angaryasýndan kurtulmuþtur, bu korkunç iþi yapmaktansa savaþa razýdýr. Savaþý, dünyada en çok nefret ettiði iki þeye tercih etmektedir: Çalýþmak ve can sýkýntýsý. Mayýs, 1800. Bonaparte'ýn Ýtalya seferine çýkacak ordusunun artçý kýtasý Lozan'da. Bazý süvari subaylarý atlarýný birbirine yaklaþtýrmýþlar, gülüþüyorlar ve öylesine gülüyorlar ki, kasketlerinin üzerindeki tüyler sallanýyor. Gülünç bir manzara: Eðer terkisine baðlanmýþ torbalarýn önünde, iki büklüm olmuþ, yarý sivil yarý askeri kýyafette kýsa bacaklý, þiþman bir genç, týpký bir maymun gibi, zayýf bir kýsraðýn boynuna sarýlmýþ, bu acemi biniciye yeri öptürmeye ahdetmiþ olan inatçý hayvanla boðuþup duruyor. Karnýna dayanan uzun süvari kýlýcý hiç durmadan zavallý hayvanýn saðrýsýna çarpýyor ve onu o kadar kýzdýrýyor ki, sonunda þaha kalkýyor ve ani bir sýçrayýþla dört nala koþarak biçare süvarisini, hendeklerden atlaya atlaya, tarlalara doðru sürüklüyor. Subaylar müthiþ eðleniyorlar. Sonunda, Yüzbaþý Burelvillers merhamete gelip -Koþ, þu serseme yardým et- diye sesleniyor emir erine. Emir eri dörtnala sürüyor atýný, ustaca vurduðu birkaç kýrbaç darbesiyle serkeþ hayvaný durduruyor; sonra dizginlerinden tutup, utançtan ve öfkeden kýpkýrmýzý olmuþ acemi süvariyi geri getiriyor. Henri Beyle, -Benden ne istiyorsunuz?- diye, öfkeyle soruyor yüzbaþýya; öteden beri hayali çok geniþ olan genç adam bu iþin ya tutuklanma, ya da düello ile sonuçlanacaðýný düþünüyor. Ama þakacý yüzbaþý, onun güçlü Daru'nun kuzenlerinden biri olduðunu öðrenir öðrenmez, nazik bir tavýr takýnýyor, ona arkadaþlýk teklif ediyor ve orduya yeni kaydolan bu ne idiði belirsiz askere þimdiye kadar neler yaptýðýný soruyor. Henri kýzarýyor: Bu kaba saba adama, Cenevre'de, Jean-Jacques Rousseau'nun doðduðu evin önüne gidip aðladýðýný itiraf etmesine imkan yok. Güçlü ve küstah biriymiþ gibi davranýyor, cesur bir insan rolünü öyle beceriksiz bir þekilde oynuyor ki, herkes ondan hoþlanýyor. Subaylar daha sonra ona, dizginleri ikinci ve üçüncü parmaðýn arasýnda tutma ve kýlýcýný uygun bir þekilde kuþanma sanatýný --böylesine yüce bir sanatý!-- ve daha baþka birkaç meslek sýrrýný öðretiyorlar. Ve Henri Beyle, hemen, kendini
bir asker ve bir kahraman olarak görmeye baþlýyor. Kendini bir kahramanmýþ gibi hissediyor veya hiç deðilse, cesaretinden kimsenin þüphe etmesine izin vermiyor. Beceriksizce bir soru sormaktansa ya da aðzýndan sýkýntýlý bir -ah!- veya -of!- kaçýrmaktansa, dilini koparsýnlar daha iyi, diye düþünüyor. Büyük Saint-Bernard'dan yapýlan o ünlü geçiþten sonra, eðerinin üzerinde þöyle bir dönüyor ve nerdeyse hor gören bir tavýrla, yüzbaþýya þu her zamanki sorusunu soruyor: -Hepsi bu mu?Bard Kalesinde, birkaç top atýþý duyunca, bir kere daha þaþýrmýþ gibi davranýyor: -Savaþ bu mu? Yalnýzca bu mu?- Ama ne de olsa barut kokusunu duymuþ, hayattaki bakirlik ya da el deðmemiþlikten birini yitirmiþti. Þimdi ötekini de yitirme sabýrsýzlýðý içinde atýný þiddetle mahmuzlayýp Ýtalya'ya doðru sürüyor; ve bu kýsa askerlik serüvenini tamamlayarak, uçsuz bucaksýz bir serüvenden baþka bir þey olmayan aþka doðru koþuyor. Milano, 1801. Porta Orientale'nin yakýnýndaki Corso. Savaþ Piomonte'li kadýnlarý tutsaklýktan kurtardý! Fransýzlar ülkeyi iþgal ettikten bu yana, küçük arabalarý ile her gün dýþarý çýkýyorlar, mavi göðün altýnda, pýrýl pýrýl parlayan sokaklarda yüzlerini tülle örtmeden serbestçe dolaþýyorlar, arada bir duruyorlar, sevgilileriyle ya da kavalyeleriyle konuþuyorlar, pervasýz genç subaylara tatlý tatlý gülümsüyorlar, yelpazeleriyle oynuyorlar ve onlarla çiçeklerin açýk ve seçik dili üzerinde konuþuyorlar. Corso'nun aðaçlarýnýn kýsa gölgelerinin arasýna gizlenmiþ on yedi yaþýnda genç bir subay, bu zarif kadýnlara özlemle, istekle bakýyor. Evet, Henri Beyle, hiçbir savaþa katýlmadan, birdenbire, altýncý hafif süvari bölüðüne asteðmen olarak girmiþti; insan çok güçlü ve nüfuzlu Daru'nun kuzeni olunca hiçbir þey imkansýz deðildi. Fransýz hafif süvarilerinin parlak miðferini süsleyen at-kuyruðu ensesinde dalgalanýp duruyor; beyaz süvari paltosunun altýndan büyük kýlýcýnýn korkunç þakýrtýsý duyuluyor; çizmelerinin arkasýndaki mahmuzlar þýngýrdýyor. Daha dün iri yarý, hantal bir delikanlýdan baþka bir þey olmadýðý halde, gerçek bir asker, bir savaþçý gibi görünüyor þimdi. Doðrusunu söylemek gerekirse, her gün Corso'ya gelip kýlýcýný kaldýrýmlarýn üzerinde þakýrdatarak istekli gözlerle kadýnlara baka baka, bir aþaðý bir yukarý dolaþacak yerde, Avusturyalýlarý Mincio'nun ötesine sürmek için bölüðüyle birlikte olmalýydý. Ne var ki, daha on yedi yaþýndayken bile alelade, sýradan þeylerden hoþlanmýyordu; kýlýç kullanmanýn pek az bir zeka gerektirdiðini çarçabuk anlamýþtý. Ýnsan büyük Daru'nun kuzeni olunca, aðýr bir askeri görev yüklenecek yerde, Milano'da, bu aydýnlýk konaklama yerinde kalabilirdi; gerçekten de çadýrlý karargahta ne kur yapýlacak güzel kadýnlar vardý, ne de özellikle Scala: Cimarosa'nýn operalarýyla, büyük ve ünlü kadýn þarkýcýlarýyla o ilahi Scala. Henri Beyle, gerçek genel karargahýný, yukarý Ýtalya'nýn bataklýklarýnýn ortasýndaki bir çadýrýn altýna ya da Casa Bovara'nýn genel kurmay bürosuna deðil, buraya kurmuþtu. Akþam oldu mu, Scala'nýn beþ katlý localarýnýn yavaþ yavaþ aydýnlandýðý, kadýnlarýn, incecik ipek kumaþtan yapýlmýþ elbiseleri içerisinde piu che seminuda, yarý çýplak bir halde içeriye adým attýklarý ve parlak üniformalý subaylarýn onlarýn göz kamaþtýran omuzlarýna doðru eðildikleri bir saatte, operaya ilk gelen her zaman o olurdu. Ah! Þu Ýtalyan kadýnlarý ne kadar güzeldiler, ne kadar neþeli ve sevimliydiler ve Bonaparte'ýn Milanolu kocalara acý çektirmek --ama
ayný zamanda onlarýn yükünü hafifletmek-- için beraberinde elli bin genç adam getirmiþ olmasýna ne kadar memnundular! Ne yazýk ki, onlardan hiçbiri, bu elli bin erkeðin içerisinden Grenoble'lu Henri Beyle'i seçmeyi henüz düþünmüyordu. Zaten þu þehvetli Angela Pietragrua, çuha tüccarýnýn þu tombul kýzý --çýplak beyaz omuzlarýný misafirlerin gözleri önüne sermekten ve subaylarýn býyýklý dudaklarýna öpücükler kondurmaktan hoþlanan þu kýz-- bu yuvarlak yüzlü, siyah, parlak ve çekik gözlü delikanlýnýn kendisini sevdiðini nereden bilebilirdi? Hiç de katý-yürekli olmayan bu genç kýz, Henri Beyle'in eriþilmez bir tanrýçayý düþünüyormuþ gibi hiç durmadan kendisini düþündüðünü ve bu romantik aþkýn, onu --bu tombul küçük burjuva kýzýný-- bir gün ölümsüzleþtireceðini nasýl tahmin edebilirdi? Gerçekten, her akþam, öbür subaylarla birlikte faraon oynamaya o da geliyordu onun evine; sessiz ve silik bir halde bir köþede oturuyor ve o, onunla konuþtuðu zamanlar sapsarý oluyordu. Ama bir kerecik bile olsun kýzýn elini tutmuþ muydu, dizlerini onunkilere deðdirmiþ miydi, küçücük bir pusula bile yazmýþ mýydý ve taptýðý bu kadýna bir mi piace (seni beðeniyorum, senden hoþlanýyorum diye) fýsýldamýþ mýydý? Öteki Fransýz hafif süvari subaylarýnýn daha açýk bir tavýr takýnmýþ olmalarýna alýþtýðý için, dolgun göðüslü Angela, genç Beyle'i ancak þöyle böyle fark ediyor; böylece, beceriksiz genç adam, onun lütfuna ulaþma fýrsatýný elden kaçýrýyor ve kadýnýn, kendisini arzu eden herkese aþkýný sunmaktan ne kadar mutlu olduðunu da fark edemiyor. Çünkü uzun kýlýcýna ve konçlarý dýþa doðru kývrýk çizmelerine raðmen, Henri Beyle, her zaman Paris'te olduðu kadar ürkektir ve sýkýlgan Don Juan henüz bakirliðini korumaktadýr. Her akþam kendi kendine, artýk kesin bir atýlým yapacaðýna söz veriyor, erdemli ve namuslu bir kadýný baþtan çýkarabilmek için yaþça kendisinden büyük olan arkadaþlarýnýn verdiði öðütleri defterine özenle not ediyor; ama ilahi sevgilisinin yanýnda olur olmaz, hayalinde kendini bir Casanova olarak canlandýran delikanlý, kendine olan güvenini hemen yitiriyor, bocalýyor ve bir genç kýz gibi kýzarýyor. Sonunda, tam bir erkek olabilmek için, bakirliðinden kurtulmaya karar veriyor. Karþýsýna ilk çýkan fahiþe (daha sonra notlarýnda -kim olduðunu ve nasýl biri olduðunu hiç hatýrlamýyorum- diye yazmýþtýr) onun kurban ettiði þey için bir sunak taþý oluyor; ama ne yazýk ki, kadýn bu armaðaný can sýkýcý bir armaðanla ödüyor: Sanýldýðýna göre baþkomutan Bourbon'un adamlarýnýn Ýtalya'ya getirmiþ olduðu ve o zamandan beri bu ülkede -Fransýz hastalýðý- denilen hastalýðý, bu Fransýza geri veriyor. Böylece Mars'ýn (Mars: Romalýlarýn savaþ tanrýsýdýr. Yunan Mitolojisindeki Ares'in karþýlýðý olarak, Eski Roma'da büyük saygý görmüþtür. Venüs (Aphrodite), kocasý olan çirkin ve topal tanrý Hephaistos'u Ares'le aldatmýþtýr. Aphrodite (Venüs): Aþk ve güzellik tanrýçasýdýr. Saf ve ideal aþkýn tanrýçasý olduðu kadar, þehvetin, para ile satýn alýnan aþklarýn, genelev patronlarýnýn ve fahiþelerin de tanrýçasýdýr. Abydos'da, aþk-evleriyle ünlü Ephesos'da ve bütün Korinthos'da ona ibadet edilirdi ve bu þehirlerde yaþayan fahiþeler de onun rahibeleriydi.) hizmetkarý, tatlý Venüs'e kurban sunmak isterken uzun yýllar boyunca acýmasýz Mercurios'a (Mercurius: Eski Yunan'da tanrýlarýn habercisi olan Hermes'le bir tutulan bir Roma tanrýsýdýr. Habercilerin, yolcularýn, özellikle tüccarlarýn canlarýný, hak ve menfaatlerini koruyan bir tanrýdýr. Tahýl ticaretinin, sonradan her türlü ticaretin yapýldýðý yer olan Aventine'de bir tapýnaðý vardýr. Orada kendisine adaklar adanýr, özellikle horoz kurban edilirdi.) haraç vermek zorunda kalýyor. Paris. 1803. Tekrar sivil hayata dönen Stendhal, yine beþinci katta bir çatý odasýnda oturuyor. Artýk ne kýlýç var, ne kasket
tüyü, ne mahmuz, ne de üniforma þeridi; teðmenlik belgesini bir köþeye atýyor. Asker rolünü oynamaktan býkýp usanmýþtý: -Ýyice doydum bu hayata- diyordu. Deðil mi ki, bu çýlgýnlar ona pis kokulu yerlerde ciddi bir iþ yaptýrmak istemiþlerdi, atýný kendisine týmar ettirmiþler ve onu itaat etmeye zorlamýþlardý? Henri Beyle hemen kaçtý. Hayýr, itaat etmek bu dik-kafalý adamýn yapacaðý þey deðildi. En büyük mutluluðu -kimseye emir vermemek ve hiç kimsenin emri altýna girmemekti-. Bakana istifasýný gönderdi ve ayný zamanda kendisine para göndermesi için cimri babasýna mektup yazdý; babasý da --kitaplarýnda yerin dibine batýrdýðý ve notlarýnda alaycý bir þekilde -þu babam-, -þu soysuz- diye söz ettiði ve hiç þüphesiz, oðlunu, Henri Beyle'in kadýnlara karþý duyduðu ayný beceriksiz ve tutuk sevgiyle seven babasý da-- ona biraz para gönderdi. Þüphesiz az bir þey, ama kendine uygun bir elbise yaptýrmasýna, süslü kravatlar almasýna ve komediler yazmak üzere beyaz kaðýt satýn almasýna yetecek kadar bir para yine de. Çünkü yeni verdiði bir kararla, Henri Beyle piyes yazacaktý artýk. Ýlk olarak Corneille ve Moliere'den bir þeyler öðrenebilmek için sýk sýk Comedie Française'e gitmeye baþladý. Sonra, ikinci bir inceleme alaný olarak, geleceðin bir piyes yazarý için çok önemli olan bir konuyu, kadýnlarý tanýma sanatýný öðrenmesi gerekiyordu; sevmeli, sevilmeli, kendisini seven -güzel bir ruh-, -seven bir ruh- bulmalýydý. Böylece, küçük Adele Rebuffel'e kur yapmaya baþladý ve mutsuz bir aþkýn romantik mutluluðunu son damlasýna kadar tattý; çok þükür ki, (günlüðünde bu deyimi kullanýyor bu olay için) Adele'in þehvetli annesi haftada birkaç kere onu en maddi, en cismani zevklerle avutuyordu. O bunu çok eðlenceli ve öðretici buluyordu; ama yeterli deðildi. Vakit kaybetmeden, gönlünün yüce tanrýçasýný aramalýydý. Sonunda Comedie Française'in küçük bir aktristi olan Louason, onun þiddetli tutkusunu kendisinin üzerine çekti ve baþlangýçta ona baþka bir þey vermeksizin övgülerini kabul etmek lütfunda bulundu. Þu var ki, Henri Beyle, en çok, bir kadýn kendisini reddettiði zaman aþýk oluyordu ve çok geçmeden bu yirmi yaþýndaki delikanlýnýn kalbini þiddetli bir alev sardý. Marsilya, 1803. Þaþýrtýcý, hemen hemen inanýlmaz bir deðiþiklik. Henri Beyle bu mu, Napoleon'un ordusunun eski teðmeni, Parisli salon züppesi ve daha dünkü þair? Maunier ve Ortaklarý, Sömürge Ürünleri, Toptan ve Perakende Ticaret adlý Firmanýn daracýk zemin katýndaki bir tabure üzerine oturmuþ siyah gömlekli çýrak sahiden o mu? Marsilya Limanýna çýkan pis bir dar sokaðýn ortasýnda, keskin bir zeytinyaðý ve incir kokusunun havayý kapladýðý bu dükkanda oturan sahi o mu? Daha dün en yüce duygularýný mýsralara döken, ama bugün kuru üzüm, kahve, þeker ve un satan, müþterilere fikir veren ve vergi memurlarýyla tartýþan o yüce ruh bu mu? Evet, ta kendisi, yuvarlak yüzü ve inatçý haliyle iþte o! Nasýl Tristan sevgili Isolde'sine yaklaþabilmek için dilenci kýlýðýna girdiyse ve nasýl prensesler Haçlý Seferlerinde sevgili þövalyelerinin yanýnda olabilmek, onlarla birlikte gidebilmek için maiyet beylerinin kýlýðýna büründülerse, Henri Beyle de ayný þekilde davranýyor, hatta daha da kahramanca bir harekette bulunuyor: Marsilya Tiyatrosu'yla anlaþma imzalamýþ olan Louason'u ile birlikte olabilmek için sömürge ürünleri satan bir dükkanda çýraklýk yapýyor, bir çýrak parçasý oluyor. Gün boyu parmaklarý una ve þekere bulanmýþ olsa da ne çýkar? Akþamlarý sevgilisini almak için tiyatroya gidiyor ve onu yataðýna
götürüyor ya; þehir dýþýna çýktýklarý zaman bu genç, narin bedenin Akdeniz'in dalgalarý arasýnda dönüp durduðunu seyrederken, ilk defa olmak üzere, bir kadýna sahip olma gururunu duyuyor ya! Ne tatlý anlar, ne büyük bir mutluluk! Ama romantik bir insan için idealine çok fazla yaklaþmak kadar tehlikeli bir þey yoktur. Ýnsan o zaman bu rüyalar þehri Marsilya'nýn, güneylilerin ellerini kollarýný oynatarak yaptýklarý gürültülü patýrtýlý konuþmalara raðmen, týpký Grenoble gibi, bir taþra þehrinden baþka bir þey olmadýðýný ve sokaklarýnýn da Paris'in sokaklarý kadar kirli ve pis kokulu olduðunu fark eder. Kalbinin tanrýçasýyla birlikte yaþarken, bu tanrýçanýn, güzel olmakla birlikte aslýnda aptalýn biri olduðunu da hayal kýrýklýðý ile fark eder ve ondan sýkýlmaya baþlar: Sonunda, Henri Beyle, Marsilya Tiyatrosu'nun, tanrýçasýnýn iþine son vermesine ve kadýnýn bir sabah Paris'e doðru kanat çýrpmasýna memnun olur; bir yanýlgýdan kurtulmuþtur, ama o, yorulmaz avcý, ertesi gün bir baþka yanýlgýnýn, baþka bir hayalin peþine düþecektir. Brounschweig, 1806: Yeni bir iþ, yeni bir kýyafet. Saygýdeðer Almanlar, Bay von Strombeck ya da Braunschweig sosyetesinin baþka bir ünlü simasýyla sokaktan geçen Henri Beyle'i, Büyük Ordu'nun idari ve mali iþlerden sorumlu olan yetkili subayýný eðilerek selamlýyorlar. Ama, affedersiniz, artýk ismi Henri Beyle deðil, küçük bir düzeltme yapmamýza izin verin: Almanya'ya geldiðinden ve bu derece yüksek bir görevi üstlendiðinden beri, imzasýný Henri -de- Beyle olarak atýyor. Doðrusunu söylemek gerekirse, Napoleon ona bir soyluluk ünvaný vermemiþti, savaþ sýrasýnda, kuzeni Daru'dan ancak oldukça rahat ve epeyce para getiren görevler almýþ olan bu gevþek ve isteksiz savaþçýnýn göðsüne en küçük bir þeref niþaný ya da baþka bir niþan takmamýþtý; ama iyi bir gözlemci olduðu için bizim delikanlý, birtakým ünvanlarýn, iyi yürekli, saf Almanlar üzerinde balýn sineklere yaptýðý etkiyi yaptýðýný çarçabuk fark etmiþtir. Üstelik bir sürü güzel ve çekici sarýþýn kýzýn sizi dansa davet ettiði yüksek sosyetede, kimse alelade, bayaðý bir burjuva olarak tanýnmak istemezdi. Bu -de- eki, alfabenin bu iki harfi, üniformanýn pýrýltýsýna olaðanüstü bir prestij kazandýracaktý. Ne var ki, Bay Henri Beyle'e güç bir görev düþüyordu: Düzeni saðlamak ve devam ettirmek için, korkunç derecede yýkýlýp yakýlmýþ olan bu taþra þehrinden altý milyonluk bir vergi almak zorundaydý. Bu iþin altýndan çarçabuk ve ustalýkla kalkmasýný bildi; bu arada bilardo oynamayý, ava gitmeyi ve daha tatlý birtakým zevkleri de ihmal etmedi. Sarýþýn ve soylu Minna'nýn yanýnda platonik aþk ihtiyacýný giderirken, bir yandan da ahbaplarýndan birinin lütufkar bir kadýn arkadaþý gecelerini avutuyor ve daha kaba arzularýný tatmin ediyordu; böylece yine hoþça vakit geçirmeye baþlamýþtý. Austerlitz ve Jena'nýn güneþi altýnda kan ter içinde çabalayýp duran bütün o generallere ve mareþallere gýpta duymayý aklýndan bile geçirmeden sakin ve rahat bir þekilde cephe gerisindeydi: Okuyor, Almanca mýsralarý Fransýzcaya çeviriyor ve kýz kardeþi Pauline'e harika mektuplar yazýyordu. Yaþama bilgisini yavaþ yavaþ bir sanat haline getirerek, bütün savaþ alanlarýnýn bu geç kalmýþ ziyaretçisi, sanat eleþtirmeni ve sanat meraklýsý, dünyayý tanýmayý ve onu daha iyi, daha dikkatli bir biçimde incelemeyi öðrendiði ölçüde kendi baðýmsýzlýðýný da arttýrýyor ve kendi iç dünyasýna daha fazla eðiliyor, böylece dýþ dünya ile iç dünyasýný kusursuz bir þekilde baðdaþtýrmayý beceriyordu.
Viyana, 31 Mayýs 1809. Sabahýn erken saatlerinde karanlýk ve yarý yarýya boþ -Schottenkirche-. Yas tutan birtakým yaþlý kadýnlar ve erkekler, matem elbiseleri içerisinde, en önde diz çökmüþler: Bunlar Rohrau'lu iyi kalpli baba Haydn'ýn akrabalarýdýr. Sevgili Viyana'sýnýn üzerinde birdenbire ýslýk çalmaya baþlayan Fransýz yangýn bombalarý, bu çökmüþ ve ürkek ihtiyarcýðýn korkudan ölmesine sebep oluyor. Milli Marþýn bestecisi bir vatansever olarak þöyle mýrýldanarak ölüyor: -Tanrý Ýmparator Franz'ý korusun.- Ve istilacý ordunun gürültülü kargaþasý içerisinde, bir çocuðunki kadar hafif olan naþýný Gumpendorf varoþlarýndaki küçük evden alýp alelacele mezarlýða götürmek gerekiyor. Ayný gün, her þey olup bittikten sonra, Viyanalý müzisyenler, ustalarýnýn dini bölgesindeki kiliseye (Schottenkirche) giderek tantanalý bir ayin yapýyorlar. Onun þerefine pek çok kimse düþman iþgalindeki evlerinden çýkýp kendini tehlikeye atýyor: Ludwig von Beethoven, çok kýsa bacaklarý, acý çeken yüzüyle bu orijinal insan da belki o ayindeydi; belki Franz Schubert adlý Lichtental'lý on iki yaþýndaki oðlan da koroda öteki gençlerle birlikte þarký söylüyordu. Ama o anda kimse yanýndakine dikkat etmiyor; çünkü birdenbire, tepeden týrnaða üniformasýný kuþanmýþ ve öyle görünüyor ki, yüksek rütbeli bir Fransýz subayý içeriye giriyor; yanýnda da sýrmalý bir Akademi elbisesi giymiþ biri var. Kalabalýk, elinde olmadan þöyle bir ürperiyor: Ýstilacýlar, bu tatlý ve iyi kalpli Haydn'a son bir kere saygýlarýný sunmalarýna engel mi olacaklar acaba? Hayýr, hiç de deðil: Büyük Ordu'nun askeri mahkeme üyesi Bay Henri -de- Beyle, tamamen özel bir sýfatla gelmiþ: Karargahta, tesadüfen Mozart'ýn Requiem'inin de bu törenin programýnda olduðunu duymuþ. Mozart'ý veya Cimarosa'yý dinlemek için, Mars'ýn bu isteksiz hizmetkarý at üzerinde yüz fersahlýk yol gitmeyi göze alabilecektir ve çok sevdiði bu ustalarýn kýrk -mesure-ü (Mesure: Bir müzik parçasýnýn eþit zaman birimlerine bölünmesi.) kýrk bin insanýn öldüðü tarihi bir savaþtan daha deðerlidir onun için. Çok dikkatli bir þekilde, sýralardan birine usulca oturuyor ve çok aðýr bir ritmle baþlayan müziði dinliyor. Tuhaf þey, Requiem'den bir þey anlamýyor: Çok gürültülü buluyor onu; bu -onun- Mozart'ý deðil; Mozart'ýn hafif, rahat, insanýn içini ferahlatan müziði deðil bu. Sanat tam bir açýklýk ve seçikliðin ve melodinin sýnýrlarýnýn ötesine geçtiði ve insan sesini aþýp da ebediyen var olan tabiatýn daha vahþi ve disiplinsiz sesini benimsediði zaman Henri Beyle artýk böyle bir sanatýn anlamýný kavrayamýyor. Ayný þekilde, akþam Karntnertor Tiyatrosu'nda, -Don Juan-ý da kolay kolay anlayamýyacaktýr; ve eðer hiç tanýmadýðý Ludwig von Beethoven kendi tutkusunun fýrtýnalarýný onun önünde olanca hýzý ve uðultusu ile estirmiþ olsaydý, Stendhal bu yüce kargaþadan en az, Weimar'daki o büyük meslekdaþý Goethe kadar ürkerdi. Ayin bitince, Henri Beyle, neþeli bir yüzle, parlak üniformasý içerisinde gururlu bir tavýrla çýkýyor kiliseden ve mezarlarýn arasýnda dolaþýyor; bu güzel ve bakýmlý Viyana'yý seviyor, kuzeyde, yukarýda oturan Almanlar gibi aðýr, sýkýcý düþünceleri kafalarýnda evirip çevirmeden tatlý bir müzik yapan Viyana halkýný da seviyor. Aslýnda bu saatte görevi baþýnda olmalý ve ordunun -levazýmiþleriyle uðraþmalýydý; ama bütün bunlar onun için ikinci derecede önemli olan þeylerdir. Kuzeni Daru bir öküz gibi çalýþýp duruyor ya; Napolyon da yakýnda zafer kazanacak: Çok Þükür ki, Tanrý, çalýþmayý seven bu gibi adamlarý yaratmýþ. Onlar çalýþtýðý içindir ki, insan hoþça vakit geçirmeye zaman ayýrabiliyor. Gençliðinden beri, nankörlük sanatýnda þeytana taþ çýkartacak
bir ustalýk gösteren kuzen Beyle, daha kolay ve rahat bir görev yüklenmeyi tercih ediyor: O sýralarda Viyana'da bulunan Bayan Daru'yu, kocasý kendini büyük bir çalýþma hýrsýna kaptýrdýðý için avutma görevini seve seve üzerine alýyor. Size iyilik eden birinden öç alabilmek için, karýsýna bol bol sevgi göstermekten daha iyi bir yol var mýdýr? Ata binip beraberce Prater'e gidiyorlar; bahçe içerisinde güllelerle delik deþik olmuþ küçük bir köþk, aralarýndaki yakýnlýðýn giderek artmasýna tanýk oluyor. Sanat galerilerini, hazineleri ve soylularýn debdebeli þatolarýný geziyorlar ve rahat arabalarla yolculuk ederken bazen Macaristan'a kadar gittikleri bile oluyor; oysa bu sýralarda Wagram'da kan gövdeyi götürüyor ve yiðit Daru kan ter içinde saða sola koþturup duruyor. Henri Beyle, öðleden sonralarýný aþka ayýrýyor, akþamlarýný ise Karntnertor Tiyatrosu'nda hiç durmadan müzik dinleyerek, özellikle Mozart'ý dinleyerek geçiriyor. Sýrtýna yetkili bir subay üniformasý geçirmiþ olan bu tuhaf adam, yavaþ yavaþ þu gerçeði anlamaya baþlýyor: Kendisi için hayatýn tadý da, anlamý da sanattýr. 1810-1812, Paris. Ýmparatorluðun parlak yýllarý. Her þey gitgide daha da harika oluyor. Parasý var ve yapacak hiçbir iþi yok; kadýnlarýn tatlý bir þekilde araya girmesi sayesinde, danýþtay üyesi ve imparatorluða ait eþya deposunun yöneticisi oluyor. (Allah bilir, hiç de hak etmediði halde.) Çok þükür ki Napoleon, danýþtay üyelerinden ciddi bir iþ istemiyor, bu sayede yürüye yürüye uzun gezintiler yapacak boþ zamanlarý oluyor, hatta arabayla da dolaþýyorlar. Çünkü Henri Beyle, bu beklenmedik görevler sayesinde cebi para gördüðü için, þimdi güzel, pýrýl pýrýl bir fayton satýn almýþ, Foy kahvesinde kahvaltý ediyor, Paris'in en usta terzisinden giyiniyor, kuziniyle gizli bir aþk hayatý yaþýyor ve üstelik (gençliðinin ideali olarak!) Bereyter adlý bir þarkýcýyý kendine metres olarak tutuyor. Otuz yaþýndayken, kadýnlarýn yanýnda, yirmi yaþýndakinden daha baþarýlý olmasý ne tuhaf! Onlara soðuk davranýldýðý ölçüde, kadýnlarýn daha ateþli olmasýný nasýl açýklamalý? Zavallý yoksul öðrenciye o kadar çirkin görünen Paris de, þimdi yavaþ yavaþ onun hoþuna gitmeye baþlýyor; gerçekten de hayatý güzelleþiyor. Ve en güzeli de þu: Parasý ve boþ zamaný var; öyle çok boþ zamaný var ki, sýrf kendi zevki için, yalnýzca sevgili Ýtalya'sýný hatýrlayabilmek için, bu ülkeyle ilgili bir kitap, resim tarihi yazýyor. Özellikle, onun yaptýðý gibi, insan dörtte üçünü baþka kitaplardan aþýrýr da gerisini fýkralar ve birtakým tuhaf hikayelerle doldurursa, bir sanat tarihi yazmak o kadar kolay ki! Her þeye raðmen fikir hayatý ile yakýndan ilgilenmek ve bundan zevk duymak ona büyük bir sevinç veriyor ve Henri Beyle, belki de bir gün, yaþlanýnca, geçmiþi ve tanýdýðý kadýnlarý hatýrlamak için kitaplar yazabileceðini düþünüyor. Ama þimdi neye yarar bu? Hayat, kaðýt karalamakla geçirilemeyecek kadar zengin ve güzel. 1812-1813. Beklenmedik küçük bir engel. Napoleon yeni bir savaþa giriyor; bu sefer binlerce kilometre ötede. Ama Rusya, bu uzak ve acayip ülke, turist Henri Beyle'in öteden beri süregelen merak duygusunu kamçýlýyor: Kremlin'i ve Moskovalýlarý görmek ve prensesin hesabýna Doðu'da yolculuk etmek ne büyük bir fýrsat; þüphesiz, ordunun gerisinde, rahatça ve her türlü tehlikeden uzak, týpký daha önce Ýtalya'yý, Almanya'yý ve Avusturya'yý gezip dolaþtýðý gibi. Marie-Louise ona, haþmetli kocasýna yazýlmýþ mektuplarla dolu bir çanta veriyor; bu mahrem mektuplarý, hýzlý arabalar ve soðuða karþý her
türlü önlemin alýndýðý kýzaklarla Moskova'ya götürmeye resmen görevlidir. Savaþ yakýndan bakýldýðý zaman ona korkunç derecede can sýkýcý geldiði için --Beyle, bunu daha önceki tecrübeleriyle biliyor-- kendini oyalayacak bir þeyler götürüyor yanýnda: Resim Tarihi'nin yeþil kartondan kapak takýlmýþ on iki ciltlik el yazýsý metninin bir nüshasýný ve birçok yýllar önce yazmaya baþladýðý bir komediyi; gerçekten de insanýn kendi iþiyle uðraþabilmesi için bir genel karargahtan daha iyi bir yer olabilir mi? Üstelik Talma ve Büyük Opera da Moskova'ya gelecekler, sýkýlmaya pek vakti olmayacak; ayrýca, yeni bir deðiþiklik olarak baþka kadýnlarý --Rus kadýnlarýný ve Polonyalý kadýnlarý-- tanýyacak. Beyle yolda, yalnýzca bir tiyatro eserinin ya da bir operanýn sahneye konulduðu yerlerde duruyor: Savaþta bile, yolculukta bile, müzikten vazgeçemiyor; nereye giderse gitsin hep sanatla birlikte olmasý gerek. Ama Rusya'da onu hepsinden daha þaþýrtýcý bir sahne bekliyor: Baþkent Moskova alevler içerisinde! Neron'dan bu yana hiçbir þairin seyretmediði büyük bir manzara! Ne var ki, Henri Beyle bu acýklý konu üzerinde lirik þiirler yazmýyor ve mektuplarýnda bu can sýkýcý olayla ilgili pek az bir þeyler anlatýyor: Hayatýn tadýný çýkarmayý iyi bilen bu adam, dünyadaki bütün askeri kargaþalara, on -mesure-lük bir müzik parçasýndan veya iyi bir kitaptan daha az önem veriyor; bir kalbin hafifçe ürperiþi onu Borodino'daki top ateþinden daha çok heyecanlandýrýyor ve o zaten kendi hayat hikayesinden baþka bir hikayeden pek hoþlanmýyor. O büyük yangýndan Voltaire'in güzel ciltli bir eserini kurtarýyor ve onu Moskova hatýrasý olarak yanýnda götürmeyi düþünüyor. Ne var ki, savaþ ve kýþ bu sefer geri hizmettekileri de fena halde sýkýþtýrýyor. Berezina önlerinde, askeri mahkeme üyesi Beyle, yine özenle traþ olmaya vakit bulabiliyor (orduda, bu çeþit þeyleri düþünen tek subayýn o olduðundan hiç þüphe edilmesin), daha sonra çökmeye baþlayan köprüden çarçabuk ve büyük tehlikeler içerisinde geçmesi gerekiyor. Günlük notlarýný tutuðu defteri, Resim Tarihi, o harika Voltaire'i, atý, kürkü ve kaputunu içine koyduðu çantasý Kazaklarýn elinde kalýyor. Sýrtýnda yýrtýk pýrtýk elbiseleri, kirler içerisinde, soluk soluða, derisi soðuktan çatlak çatlak olmuþ bir halde Prusya'ya sýðýnýyor. Orada ilk düþündüðü þey opera oluyor. Ötekiler kendilerini toparlayabilmek için nasýl banyoya dalýyorlarsa, o da müziðe dalýyor. Henri Beyle için Rusya Seferi ve Büyük Ordu'nun yok olmasý iki suare arasýndaki bir -ara-dan --bir intermezzo'dan-- baþka birþey deðil: Sefere çýkarken Dresden'deki -Matrimonio Secretoile dönüþte Koenigsberg'deki -Clemenzia di Tito- arasýnda... Milano, 1814-1821. Tekrar sivil hayata dönen Henri Beyle, savaþtan kesinlikle býkmýþtýr. Yakýndan bakýldýðý zaman bütün savaþlar birbirine benziyor, hepsi size ayný þeyi gösteriyor: Yani hiçbir þey... Bütün bu görevlerden, ödevlerden, vatanlardan ve katliamlardan, boþ yazýþmalardan ve subaylardan býkýp usanmýþtýr. Napoleon, bir öfke çýlgýnlýðý içerisinde, savaþmak için duyduðu çýlgýnca bir hýrsla Fransa'yý tekrar ele geçirebilir, ama artýk ne kimseye emretmek ne de kimseden emir almak isteyen askeri mahkeme üyesi Bay Henri Beyle'in yardýmýna güvenmesin. O artýk tek bir þey istiyor, en tabii, ama en güç olan þeyi: Yaþamak, artýk kendi hayatýný yaþamak istiyor! Daha üç yýl önce Napoloen'un alýþýlagelmiþ iki savaþý arasýnda izinli olarak, cebinde iki bin frankla, bir çocuk gibi mutlu
Ýtalya'ya gitmiþti: Onu son saatine kadar hiçbir zaman terk etmeyen bir piþmanlýk duygusu, gençliðinin vatan özlemi, o sýralarda içinde iyice yer etmiþti; -gençliði- ise, Ýtalya demekti, Ýtalya ve küçük asteðmenin ürkek ve çekingen bir aþkla sevdiði Angela Pietragrua demekti; arabasý o eski geçitleri aþmaya baþlar baþlamaz birdenbire ve karþý konulmaz bir þekilde onu hatýrlýyor. Akþamleyin Milano'ya varýyor. Çarçabuk elini yüzünü yýkýyor, elbiselerini deðiþtiriyor ve müzik dinlemek için gönlünün vatanýna, Scala'ya gidiyor. Ve gerçekten de, kendi deyimiyle, -müzik, aþký uyandýrýyor-. Ertesi sabah Angela'ya koþuyor, geldiðini haber veriyor: O ise her zamanki güzelliðiyle karþýlýyor onu, nezaketle selamlýyor, ama onu tanýmýyor. -Henri Beyle- diyerek tanýtýyor kendini; bu isim de ona bir þey hatýrlatmýyor. O zaman ona Joinville'i ve öteki arkadaþlarýný hatýrlatýyor. Sonunda, kaç kere rüyalarýna girmiþ olan o sevgili yüz bir gülümseme ile aydýnlanýyor. -Ah! Evet! Ella e il Cinese -Siz o Çinlisiniz!- Angela'nýn romantik sevgilisinden tek hatýrlayabildiði þey, bu alaycý takma ad oluyor. Ne var ki, Henri artýk on altý yaþýnda çekingen bir genç deðil: Arzudan baþý dönmüþ bir halde, ona dünkü ve bugünkü tutkusunu cesaretle anlatýyor. O ise þaþýrýyor: -Bunu bana niye söylemediniz?diye soruyor. Yüce-kalpli bir kadýn için bu derece önemsiz olan bu küçük þeyi ona seve seve verirdi; ama daha vakit var ve çok geçmeden bizim romantik, þüphesiz on bir yýllýk bir gecikmeyle, Angela Pietragrua'ya karþý kazandýðý bu aþk zaferinin tarihini pantolon askýsýnýn üzerine iþletecektir: 21 Eylül, sabahýn on bir buçuðu. Ama onu bir kere daha Paris'e çaðýrýyorlar, 1814'de ve bu sonuncusu oluyor. Bu savaþ çýlgýný Korsikalýnýn adýna taþradaki iþleri çekip çevirmek ve ülkesini savunmak üzere çaðrýlýyor Paris'e. Çok þükür ki --evet, çok þükür ki, çünkü Henri Beyle gibi kötü bir Fransýz vatandaþý bir yenilgi pahasýna da olsa, bu iðrenç katliamlarýn bitmesine çok seviniyor-- üç düþman imparator Paris'e giriyorlar. Demek ki pek az bir zaman sonra, bütün görevlerinden ve vatanýndan sonsuza dek kurtulacak, sonunda ve kesin olarak Ýtalya'ya gidebilecek. Yalnýzca müziðe, sanata ve aþka ayrýlan, gevezelik etmek ve yazmakla geçirilen harika yýllar! Evet, ayný zamanda, o yüce-kalpli Angela gibi utanç verici bir þekilde sizi aldatan ya da güzel Mathilde gibi çekingenliðinden ötürü size teslim olmak istemeyen metreslerin yanýnda akýp giden yýllar. Yine de kendi -Benliðini- keþfettiði ve gittikçe daha güçlü bir þekilde hissettiði yýllar; her akþam Scala'da, müzikle yepyeni bir güç kazandýðý; çaðýnýn en büyük þairi Byron'la konuþma zevkini tattýðý; ve Napoli ile Ravenna arasýnda birikmiþ olan sanat ve düþünce kültürünün bütün hazinelerinden bol bol nasibini aldýðý yýllar: Kimseye baðýmlý olmamasý, ona engel olabilecek herhangi bir kimsenin bulunmamasý, kendi kendisinin efendisi olmasý ve çok geçmeden de kendi hocasý haline gelmesi: Eþsiz hürriyet yýllarý: -Evviva la liberta!- -Yaþasýn Hürriyet! Evviva la liberta! Hayýr, Ýtalya'da artýk hürriyetten söz etmek doðru deðil: Bu tek kelime þimdi Avusturyalý yetkili baylarý tehlikeli bir þekilde kýzdýrýyor. Artýk kitap da yazmamalý. Çünkü Haydn'ýn Hayatý gibi aþýrma olduðu apaçýk bir eser de olsa ya da Ýtalyan Resim Tarihi veya Roma, Napoli, Floransa gibi dörtte üçü baþka yazarlardan kopya edilse de bütün bu kitaplarda, insan farkýna varmadan yazdýklarýnýn tuzunu biberini kaçýrabilir, bu da günün efendilerinin hassas genizlerini fena halde rahatsýz
edebilir. Çok geçmeden amansýz sansür görevlisi Wabruschek, Viyana'daki zaptiye nazýrý Sedlnitzky'ye gönderdiði raporda bu kitaplarda -bir sürü sakýncalý parça olduðunu- bildiriyor. Kritik zekalý, baðýmsýz bir insan olduðu için Beyle, hemen, Avusturyalýlar tarafýndan bir karbonaro, (Karbonaro: XÝX'uncu yüzyýlda, Ýtalyan Birliðini kurmak için oluþturulan gizli bir siyasi derneðin üyesi.) Ýtalyanlar tarafýndan ise bir casus olarak görülme tehlikesiyle karþýlaþýyor, kýsaca çok geçmeden, yeni bir hayal kýrýklýðýna daha uðruyor. Üstelik hür olmak için özellikle gerekli olan bir þey var: Para. Ve o -soysuz- babasý (Beyle'in onu daha saygýlý bir dille andýðý pek görülmemiþtir), o derece cimri ve çalýþkan olduðu halde, öldüðü zaman þu kötü oðluna en ufak bir gelir bile býrakmamakla oldum bittim ne kadar sersem bir adam olduðunu kesinlikle kanýtlamýþtýr. Nereye gitmeli? Ýnsan Grenoble'da boðuluyor; ve Bourbon'larýn ablak ve pörsümüþ suratlarý paralarýn üstünü süslediðinden beri, artýk savaþ alanlarýnýn gerisindeki o güzel gezintiler dönemi de bitti. O halde biz de Paris'e, çatý arasýndaki odamýza dönelim ve bugüne kadar bir zevkten ve hevesli bir insan için bir oyalanmadan baþka bir þey olmayan þeyi kendimize iþ edinelim: Kitap yazalým, hiç durmadan kitap yazalým. Paris, 1828-Bayan de Tracy'nin, filozofun karýsýnýn evinde bir salon. Geceyarýsý. Mumlar nerdeyse bitmek üzere. Erkekler vist (Vist: Dört kiþi ile oynanan bir çeþit kaðýt oyunu.) oynuyorlar. Bayan de Tracy, kanapeye oturmuþ bir markiz ve arkadaþý ile dereden tepeden konuþuyor. Ama ev sahibesi kendini tam olarak konuþmaya veremiyor ve her an kulaðýný kabartýyor. Arkasýnda, bitiþik odada, þöminenin önünde ne idiði belirsiz bir gürültü patýrtý var; önce bir kadýnýn tiz kahkahasý ve bir erkeðin bas sesle haykýrýþý, daha sonra öfkeli birtakým çýðlýklar: -Yo, hayýr, bu kadarý da fazla!- Sonra ayný kadýnýn yeniden yükselen, ama çarçabuk tuttuðu kahkahasý. Bu durum Bayan de Tracy'yi sinirlendiriyor: Þüphesiz, yine þu korkunç Beyle, hanýmlara açýk saçýk hikayeler anlatýyordur. Aslýnda zeki ve ince ruhlu, insaný eðlendirmesini bilen, hatta tuhaf bir adam, ama artistlerle sýký fýký oluþu, özellikle þu Ýtalyan kadýný Bayan Pasta ile düþüp kalkmasý davranýþlarýný bozmuþ. Bayan de Tracy, konuþtuðu hanýmlardan özür diliyor ve misafirine görgü kurallarýný hatýrlatmak üzere bitiþik odaya koþuyor. Gerçekten de, iþte orada, þiþmanlýðýný gizlemek için þöminenin gölgesine sýðýnmýþ elinde bir punç kadehi, harýl harýl, bir süvarinin bile yüzünü kýzartacak fýkralar anlatýyor. Hanýmlar sanki kalkýp gitmek istiyorlarmýþ gibi davranýyorlar, gülerek karþý çýkýyorlar, ama gitmiyorlar, merak duygularýný sürekli olarak uyanýk tutan ünlü hikayeciden büyülenmiþ gibi olduklarý yerde kalýyorlar. Ablak ve kýrmýzý yüzü ve parlak gözleriyle iyi niyetli ve muzip bir Silen'e (Silenos: Yunan Mitolojisinde, satyr'lerin (tabiatý simgeleyen cinlerin) babasý. Yassý burunlu, çirkin, koca göbekli, ama akýllý ve bilge bir yaþlý adam olarak canlandýrýlýr. Yaþlanmýþ satyr'lere de genellikle Silen denilir.) benziyor Henri Beyle; ama Bayan de Tracy yaklaþýnca, onun kendisine ne kadar sert baktýðýný görüp birden bire susuyor; kadýnlar da bunu fýrsat bilip gülerek kaçýyorlar. Çok geçmeden mumlar sönüyor, uþaklar etrafa kötü bir balmumu kokusu yayan meþaleleri taþýyarak misafirleri merdivenlerden indiriyorlar: Kapýda üç-dört araba bekliyor, hanýmlar kocalarýyla birlikte arabalara biniyorlar; Beyle yalnýz baþýna ve bezgin bir halde kala kalýyor orada. Kimse onu arabasýna alýp
götürmüyor, kimse onu davet etmiyor. Kadýnlarýn gözünde artýk hikayeler anlatmaktan baþka bir iþe yaramýyor: Kontes Curial pasaportunu vermiþ eline. Eskisi gibi bir þarkýcýyý metres tutacak parasý da yok: Gittikçe yaþlanýyor. Kasým yaðmuru altýnda, bezgin bir halde Richelieu sokaðýndaki evine doðru aðýr aðýr yürüyor. Elbiseleri kirlenirmiþ, ne umurunda; daha terzinin borcunu bile ödemedi. Derin derin içini çekiyor. Aslýnda hayatýnýn en iyi bölümü geçip gitti, artýk bu hayata bir son vermek gerek. Hüzünle çýkýyor merdivenleri en üst kata kadar (son zamanlarda sýk sýk soluðu da kesiliyor), ýþýðý yakýyor, hesaplarýný ve kaðýtlarýný gözden geçirmeye baþlýyor. Acýklý bir bilanço: Hiçbir þeyi kalmamýþ, kitaplarý para getirmiyor, Aþk üzerine adlý kitabý on yýlda topu topu on yedi nüsha sattý. (Yayýnevi sahibi bir gün önce -Bu kitap da kutsal mý ne, çünkü kimse ona dokunmuyor-, demiþti, alaylý bir þekilde.) Günde sadece beþ franklýk bir geliri var, yakýþýklý ve canlý bir genç için belki de iyi bir para bu. Ama hürriyeti ve kadýnlarý seven orta yaþlý þiþman bir adam için acýnacak bir gelir. Henri Beyle bir sayfa kaðýt alýyor ve bu hüzünlü ay içerisinde dördüncü defa olmak üzere vasiyetini yazýyor: -Aþaðýda imzasý olan ben, oturmakta olduðum Richelieu Sokaðý, no. 71'deki otelde bana ait olan her þeyi kuzenim Bay Romain Colomb'a býraktýðýmý bildiririm. Doðruca mezarlýða götürülmeyi istiyorum... Cenaze masraflarý otuz franký geçmesin.- Ve ek olarak da þunu yazýyor: -Bu iþlerin ona vereceði tüm sýkýntýlar için dostum R.Colomb'dan özür dilerim. Böyle bir kaçýnýlmaz olay yüzünden kendini üzmemesini özellikle rica ederim.-Kaçýnýlmaz olay-: Yarýn dostlarý, alnýnýn ortasýna bir kurþun sýkýlmýþ olarak onu ölü bulduklarý ve üstü-kapalý bir þekilde söylenmiþ bu sözleri hatýrladýklarý zaman, ne demek istediðini anlayacaklar. Ama çok þükür ki, Henri Beyle bu gece yorgun, intiharýný erteliyor ve sabahleyin dostlarý onu ziyarete geliyorlar. Onlardan biri odada dolaþýrken masanýn üzerinde beyaz bir kaðýt görüyor; üstünde yalnýzca bir tek kelime, tek bir ad var: Julien. -Nedir bu?- diye soruyor merakla. -Ah, evet! diye cevap veriyor Stendhal, bir roman yazmak istemiþtim.- Dostlarý heyecanlanýyorlar, bozulmuþ olan moralini düzeltiyorlar ve o ertesi gün ciddi bir þekilde iþe koyuluyor. Julien adýný silip yerine, daha sonra ölümsüzleþecek bir isim yazýyor baþlýk olarak: Kýrmýzý ve Siyah. Gerçekten de, o gün Henri Beyle'in sonu oluyor ve sonsuza dek yaþayacak yeni bir adam doðuyor: Adý, Stendhal. Civita-Vecchia, 1831. Yeni deðiþiklikler. Gambot'lar saygý gösterisi olarak top atýþý ile selamlýyorlar, bayraklar hoþ geldin der gibi rüzgarda dalgalanýyor: Fransýz diplomatlarýnýn giydiði süslü bir üniforma içerisinde iri yapýlý bir adam tam o sýrada vapurdan iniyor. Müsaade ediniz! Ýþlemeli yeleði, þeritli pantolonu ile bu bey Fransýz Konsolosu Bay Henr Beyle'dir. Toplum içerisindeki bir kargaþa, bir kere daha yüksek bir mevkie gelmesine fýrsat vermiþ; önce savaþ, þimdiyse Temmuz Devrimi. Þu budala Bourbon'lara sebatla karþý çýkmasýnýn mükafatý bu: Kadýnlarýn ýsrarlý tavsiyelerinin de yardýmýyla, çok geçmeden Trieste Konsolosluðuna atanýyor. Ne yazýk ki, Bay de Metternich, þu -can sýkýcý kitaplar-ýn yazarýný bu göreve uygun bulmadýðýný söyleyerek bu atamayý onaylamayý reddediyor. Bu yüzden Henri Beyle daha az hoþuna gidecek bir göreve, Fransa'yý Civita-Vecchia'da temsil etme görevine atanýyor; ama olsun, Civita-Vecchia yine de Ýtalya demek ve on beþ bin franklýk bir maaþ da var üstelik!
Civita-Vecchia'yý harita üzerinde hemen bulamazsanýz yüzünüz kýzarmasýn! Bütün Ýtalyan þehirlerinin en sefili, en kötüsü, ateþli hastalýklarýn kuluçka yuvasý olan korkunç bir fýrýn, eski Romalýlarýn kadýrgalarýný görmüþ dar ve kumlu bir liman, boþ ve ýssýz bir þehir; insan böyle bir þehirde çürüyüp gider ve -sýkýntýdan patlar-. Konsolos beyin, kürek mahkumlarýnýn konaklama yeri olan bu þehirde en çok hoþlandýðý þey Roma'ya giden yoldur; çünkü yalnýzca on yedi fersahtýr ve Bay Beyle, hemen, iþlerinin imkan verdiðinden çok daha sýk olarak kullanmaya karar verir bu yolu. Þüphesiz, çalýþmasý gerekecektir, raporlar yazacak, diplomasiyle uðraþacak, çalýþma yerinde bulunmak zorunda kalacaktýr; ama Dýþ Ýþleri'ndeki eþekler onlara gönderdiði yazýlarý okumuyorlar ki! Zekasýný, bürokratlar için boþu boþuna harcamak neye yarar? Her þeyi, yardýmcýsý þu aþaðýlýk Lusimaque Caftangiu Tavernier'ye, kendisinden nefret eden þu aþaðýlýk hayvana ve sýk sýk büroya gelmediðini kimseye söylemesin diye þeref madalyasý ile taltif etmek zorunda kaldýðý þu terese býrakmak daha iyi olmaz mý? Henri Beyle, burada da, iþini kolay tarafýndan alýyor. Bir þairi þu korkunç bataklýklarýn ortasýna gönderen bir devleti aldatmak, bu açýksözlü bencil adama bir görevmiþ gibi geliyor; zeki kimselerle birlikte Roma'nýn sanat galerilerini gezmek, bir bahane bulup Paris'e kaçmak, burada oturup da yavaþ yavaþ, ama kesin olarak aptallaþmaktan daha iyi deðil mi? Ýnsan her gün antikacý Bucci'ye gidebilir mi, hiç durmadan cahil asilzade taslaklarý ile gevezelik edebilir mi? Hayýr, kendi kendisiyle konuþsun daha iyi. Gidip birkaç cilt eski vakayiname alýyor ve en güzel hikayelerini çýkarýyor bu vakayinamelerden; elli yaþýnda, ihtiyarlamýþ, ama ruhunun ne kadar genç kaldýðýný anlatýyor. Evet, en iyi çare bu: Þimdiki zamaný unutmak için geriye, tekrar kendi içine dönüyor; ve anlatmýþ olduðu o eski çekingen delikanlý, bugünün þiþko konsolosundan öylesine uzak ki, yazarken sanki baþka birini keþfedermiþ gibi oluyor. Böylece Henri Beyle, baþka bir deyimle Stendhal, bu H.B.'nin, Bu Henri Brulard'ýn kim olduðunu kimse anlamasýn diye þifreli bir dille kalýn kalýn defterler doldurarak, kendi gençliðini anlatýyor; ve herkesin unuttuðu bu adam, yeniden gençleþerek, kendini unutuyor. Paris, 1836-1839. Yeni bir mucize! Yeniden hayata dönüþ, tekrar ýþýða, aydýnlýða kavuþma. Tanrý, kadýnlardan razý olsun, bu dünyadaki her güzel þey onlardan geliyor! Þimdiki bakan ünlü Kont de Mole'yi öylesine pohpohladýlar ki, Fransa'nýn Civita-Vecchia konsolosu olduðu halde üç haftalýk bir tatil iznini üç yýldýr sürdürme cüretini gösteren ve hala görevinin baþýna dönmeyi düþünmeyen devlet memuru Henri Beyle'in baþýna buyruk davranýþýna göz yummaya razý oldu. Evet, iþte üç yýldan beri, konsolos, o bataklýk yuvasýnda oturacak yerde, sakin ve rahat bir þekilde Paris'te oturuyor, kendisinin yerine o düzenbaz Yunaný eþek gibi çalýþtýrýyor, ama aylýðýný almaya devam ediyor. Boþ zamaný var, keyfi yerinde, yeniden insanlarýn arasýna karýþmaya baþlamýþ; ve çekine çekine yeni aþk iliþkileri kurmaya çalýþýyor. Hoþuna giden þeyleri yapýyor ve özellikle þimdilerde hayatýn en güzel tarafý olarak gördüðü þeyi: Otel odasýnda aþaðý yukarý gezinerek romanýný dikte etmeyi --Parme Manastýrý'ný--. Ýnsan hiçbir iþ yapmadan dolgun bir maaþ alýrsa, Bay Chauteaubriand gibi dokunaklý yazýlar yazan bir gevezeye yüz binlerce frank ödeyip de, sizden birkaç kuruþu esirgeyen þu budala yayýmcýlara da boþ verebilir. Çaðýnýn zevkine karþý çýkýp, içinde ne buhur, ne de muhabbet çiçeði
kokusu bulunan bir roman yazma lüksünü karþýlayabilir, çünkü artýk hürdür Henri Beyle. Ve o, yeryüzünde, ancak hürriyetin egemen olduðu bir gökyüzünün altýnda yaþayabilirdi. Ama bu gökyüzü birdenbire bulutlarla kaplanýyor: Koruyucusu Kont de Mole, bu yiðit ve hoþ görülü bakan --bir gün gelecek heykeli dikilecek!-- görevinden alýnýyor. Yeni seçilen biri, bir asker, Mareþal Soult Dýþ Ýþleri'nin baþýna getiriliyor. O, Stendhal'ý tanýmýyor, ama yýllýk kýdem cetvelinde, Fransa'yý Papa'nýn devletlerinde temsil etmek için ücret alan ve üç yýldan beri Paris'deki tiyatrolarýn koltuklarýna kurulup keyfine bakan bir konsolosun, Henri Beyle adlý birinin bulunduðunu görüyor. General önce þaþýrýyor, sonra rapor yazacak yerde yaþamaya bakan bu tembel memura öfkeleniyor. Vakit kaybetmeden görevine dönmesi için hemen kesin bir emir veriyor. Henri Beyle þairliði býrakýp, söylene söylene konsolos üniformasýný tekrar geçiriyor sýrtýna: Ellisine gelmiþ bu adam, yorgun argýn ve isteksiz bir þekilde o cehennem gibi sýcak yere, sürgün hayatýna dönüyor ve bunun son gidiþi olduðunu da hissediyor. Paris, 22 Mart 1842. Ýri yarý, hantal bir adam sevgili bulvarýnýn üzerinde güçlükle sürüklüyor kendini. Þýk bir salon adamý gibi giyinip de buralara geldiði ve zarif bastonunu elinde evirip çevirerek gelip geçen kadýnlarý seyrettiði o mutlu günler nerede kaldý? Bugün titreyen kolu, her adým atýþýnda kalýn bir bastona dayanýyor. Bir yýl içerisinde Stendhal ne kadar da yaþlanmýþ! Bir zamanlar pýrýl pýrýl olan bakýþlarý, þimdi morarmýþ ve aðýrlaþmýþ göz kapaklarýnýn altýnda sönüp gitmiþ gibi; sinirli bir çekilip büzülme aðzýný yana doðru çekip duruyor. Bir zamanlar Milano'da almýþ olduðu o ilk aþk armaðanýnýn acý hatýrasý olarak bir inme, kýsmi bir felç geçirdi; kan aldýlar, ilaçlar ve pomatlarla canýný yaktýlar ve en sonunda, bakan, hastanýn Civita-Vecchia'dan ayrýlmasýna izin verdi. Ama þimdi artýk Paris'in ne önemi var? Balzac'ýn Parme Manastýrý üzerine yazdýðý coþkulu yazýnýn, þan ve þeref çiçeðinin yeni yeni açmaya baþlayan bu ürkek goncasýnýn, ölümün kemikli parmaklarý ile dokunduðu, -daha þimdiden hiçliðin ve yokluðun kenarlarýnda dolaþan- bu adam için ne önemi var? Acýnacak halde olan bu canlý cenaze, yorgun ve bitkin, evine doðru sürüklenip gidiyor, hýzla geçen, pýrýl pýrýl, lüks arabalara, tembel tembel konuþarak gezinip duranlara, þýk elbiseleri içinde ona sürtünüp geçen hafif meþrep kadýnlara þöyle bir göz atmakla yetiniyor: Stendhal, artýk kalabalýk sokaðýn parýldayan ýþýklarý içerisinde, gecenin bu geç saatlerinde, yavaþça kayýp giden hüzünlü, siyah bir gölgeden baþka bir þey deðil. Birdenbire bir kalabalýk toplanýyor: Ýri yapýlý adam Dýþ Ýþleri Bakanlýðý'nýn önünde yere yýkýlýyor ve boylu boyunca seriliyor yolun üzerine, bakýþlarý sabitleþmiþ, gözleri yuvalarýndan fýrlamýþ gibi ve yüzü mosmor kesilmiþ: Ýkinci bir kriz ve bu sefer öldürücü bir kriz, iþini bitiriyor. Yavaþça hýrýldýyor; boðazýný sýkan yakasýný açýyorlar, bir eczaneye götürüyorlar, sonra küçük odasýna çýkarýyorlar: Oraya buraya kaðýtlar, notlar saçýlmýþ, yarým kalan eserleri ve günlük notlarýný yazdýðý defterler... Onlardan birinde acayip bir þekilde doðrulanan bir kehanet var: -Bence sokak ortasýnda ölmenin gülünç bir yaný yok; yeter ki insan bunu bile bile yapmýþ olmasýn.1842, Sandýk.
Civita-Vecchia'dan Fransa'ya gönderilen kocaman bir sandýk Ýtalya boyunca yavaþ yavaþ yoluna devam ediyor. Onu, Stendhal'ýn kuzeni ve vasiyetini yerine getirmekle yükümlü olan Romain Colomb'a götürüyorlar; Colomb, yalnýzca ölen akrabasýna duyduðu saygý ile (gazetelerin, ölüm haberleri sütunlarýnda altý satýrlýk yer verdikleri þu ölen adamla baþka kim ilgilenir ki?) bu orijinal adamýn eserlerini toplu halde yayýmlamak istiyor. Sandýðý açýyor, aman Tanrým! Nasýl bir kaðýt yýðýný, gizli iþaretler ve þifrelerle dolu içinden çýkýlmaz bir karýþýklýk, kendini oyalamak için yazýlar yazan bir yazarýn karaladýðý karmakarýþýk bir sürü kaðýt! En kolay ve en okunaklý yazýlmýþ el-yazmalarýndan birkaçýný seçiyor aralarýndan, temize çekmek için; sonunda, bu vefalý adam da usanýyor: Uðraþmaktan vazgeçerek -Yapýlacak bir þey yok-, diye yazýyor Lucien Leuwen adlý romanýn üstüne; Stendhal'ýn otobiyografisi olan Henri Brulard'ý da ayný þekilde, bu da iþe yaramaz diye bir yana itiyor. Þimdi bütün bu karmakarýþýk kaðýt yýðýnýný ne yapmalý? Colomb hepsini yeniden sandýða koyuyor ve sandýðý Stendhal'ýn bir gençlik arkadaþýna, Crozet'ye yolluyor; o da Grenoble Kütüphanesi'ne gönderiyor. Orada, kütüphanelerde geçer olan eski kurallara göre her fasýkül etiketleniyor, numaralanýyor, gereken þekilde damgalanýyor ve kataloglanýyor: Resquiescat in pace! (Huzur içinde uyusun!) Altmýþ büyük cilt, Stendhal'ýn bütün hayatýnýn eseri, kendi elleriyle yaratmýþ olduðu hayatlar, bütün bunlar þimdi, büyük bir kitap mezarlýðýnda yatýyor ve toz, onlarý rahat rahat örtebilir. Çünkü kýrk yýl boyunca, hiç kimse, bu yazýlý kaðýt yýðýnýný uykudan uyandýrmak için elini toza bulamaya kalkmayacaktýr. Paris, Kasým 1888. Nüfus artmýþ, þehir büyümüþ; Paris'de þimdi yürümekten hoþlanmayan altý milyona yakýn bacak var: Bu yüzden, omnibüs þirketi, Montmartre'a götüren yeni bir hat kurmayý düþünüyor. Ne yazýk ki, can sýkýcý bir engel çýkýyor karþýsýna: Monmartre mezarlýðý; ama çaðdaþ teknik bu gibi engellerin çaresini bulabilir. Yayalara, ölülerin üzerinden geçmek imkanýný verecek bir köprü yapýlacaktýr. Çalýþmalar sýrasýnda ister istemez birkaç mezar bozuluyor ve bu vesileyle, dördüncü sýrada, 11 numarada bir mezar bulunuyor; adamakýllý harap olmuþ, unutulmuþ ve üzerinde tuhaf bir yazý olan bir mezar: -Arrigo Beyle, Milanolu, visse, scrisse, amo- (yaþadý, yazdý, sevdi). (-Sanatçý- adlý bölümün ilk paragrafýnýn sonuna doðru verilmiþ olan bilgiye göre mezartaþýnýn üzerindeki bu yazýdaki sýranýn þöyle olmasý gerekiyor: Scrisse, amo, visse. Ama orijinal Almanca metinde ve Fransýzca çeviride bu þekilde olduðu için, ben de olduðu gibi býraktým.) Bu mezarlýkta bir Ýtalyan'ýn iþi ne? Tuhaf bir yazý, tuhaf bir adam! O zaman birisi, bir zamanlar Henri Beyle adlý bir Fransýz yazarýnýn, mezar taþýna bu ismin yazýlmasýný istediðini hatýrlýyor. Hemen bir komite kuruluyor, üzerine tekrar eski yazýnýn yazýlacaðý yeni bir mezar taþý almak için biraz para toplanýyor. Böylece, 1888'de kýrk altý yýllýk bir karanlýktan sonra, unutulmuþ olan isim, birdenbire yepyeni bir parýltý ile, artýk iskelet haline gelmiþ olan cesedin üzerinde parlamaya baþlýyor. Garip bir rastlantý olarak, ayný yýl, Stryenski adlý genç bir dil profesörünün yolu Grenoble'a düþüyor; korkunç derecede caný sýkýldýðý için, bu þehrin kütüphanesini karýþtýrýyor ve tozla kaplanmýþ bir yýðýn eski el-yazmasý metin buluyor. Yazýlarý sökmeye ve okumaya baþlýyor. Okudukça, ilgisi artýyor; bir yayýmcý arýyor,
buluyor; Günlük, Henri Brulard, Lucien Leuwen ve onlarla birlikte gerçek Stendhal ilk defa olarak gün ýþýðýna çýkýyor. Gerçek çaðdaþlarý, bu kardeþ ruhu coþku ile tanýyorlar, çünkü o, eserini kendi kuþaðýnýn insanlarý için yazmamýþtý, gelecek kuþak için yazmýþtý: Kitaplarýnda, birçok kere -1880'e doðru ün kazanacaðýmdiye yazýyordu. Bir zamanlar çaresizlik içerisinde boþluða fýrlatýlmýþ bir söz, bugünse insaný þaþýrtacak kadar doðru! Hatýrasýnýn yeniden canlandýðý bir sýrada, eserleri de geçmiþin karanlýklarýndan sýyrýlýp çýkýyor. Genellikle sözlerine pek güvenilmeyen Stendhal, bir gün gelip yeniden hayat bulacaðýný ve bunun hangi yýlda olacaðýný önceden kestirebilmiþtir; her zaman bir þairdir o, burada ise ayný zamanda bir kahindir. ::::::::::::::::: BÝR -BENLÝK- VE EVREN -Hoþa gitmesi mümkün deðildi, çok farklý biriydi.Henri Beyle'deki yaratýcý ikilik, birbirine hiç benzemeyen iki yarýdan oluþan ve birbiriyle hiç anlaþamayan ana-babasýndan kalan bir mirastýr. Cherubin Beyle --sakýn bu küçük ad, aklýnýza Mozart'ý getirmesin!-- babasý, ya da oðlunun ve can düþmanýnýn deyimiyle -soysuz- babasý, kelimenin tam anlamýyla dar-kafalý, taþralý bir burjuva, cimri, katý bir mantýkla hareket eden, paranýn büyüsüne kapýlmýþ, Flaubert'in ve Balzac'ýn bize bütün çýplaklýðý ile anlattýðý taþralý burjuvanýn tipik bir örneðiydi; Henri Beyle, bu babadan yalnýzca iri yarý þiþman beden yapýsýný deðil, ayný zamanda, damarlarýnda dolaþan kana ve sinirlerinin titreþimine varýncaya kadar tüm benliðine iþlemiþ bir özelliði --bencil bir þekilde -kendine-düþkün- olma gibi bir özelliði-- de almýþtý. Taþralý bir aileden gelen annesi Henriette Gagnon'un ise, tersine, romantik bir mizacý vardý. Lamartine onun için þiirler yazabilirdi ya da Jean-Jacques Rousseau için duygulu bir kadýn örneði olabilirdi: Müziði seven, tutkulu, güneylilere özgü bir þekilde ten zevklerine düþkün þefkatli bir tabiatý vardý. Genç yaþta ölen bu anneden, Henri Beyle, aþk tutkusunu, aþýrý duygusallýðýný, sinirlerinin acý veren ve -kadýnca- denebilecek duyarlýðýný almýþtýr. Kendi içinde savaþan bu iki akýmýn etkisiyle, bir o yana bir bu yana çekilen ve iki karþýt karakterin ürünü olan bu acayip yaratýk, hayatý boyunca babasýndan aldýðý kalýtýmla annesinden aldýðý kalýtým arasýnda, gerçekçilikle romantizm arasýnda gidip gelecektir: Bu yüzden geleceðin yazarý Henri Beyle'in her zaman farklý iki gürünüþü ve iki ayrý dünyasý olacaktýr. Genç Henri'nin duygularý çarçabuk belirlendi: Kendi kendisine itiraf etmiþ olduðu gibi, annesini, acayip ve tutkulu bir sevgiyle seviyor; -baba-sýndan ise, kýskançlýk ve hor görmeden ileri gelen, duygusuz, alaycý ve zalim bir Ýspanyol kiniyle nefret ediyordu. Hiçbir edebi eser, psikanalize, Oedipus kompleksi konusunda, Stendhal'ýn otobiyografisi olan Henri Brulard'ýn ilk sayfalarý kadar iyi bir örnek veremez. Ama vaktinden önce geliþen bu gerginlik birdenbire son buluyor, çünkü yedi yaþýndayken ölüm annesini elinden alýyor ve on altý yaþýna geldiðinde Grenoble'dan ayrýlmak üzere posta arabasýna bindiði zaman, iç dünyasýnda, babasýný artýk ölmüþ biri olarak görüyor: O günden sonra, kininin ve sessiz küçümsemesinin yükü altýnda, kendi içerisinde, babasýný öldürmüþ olduðunu düþünüyor. Ama, oðlunun nefretinin külleri altýna gömülmekle birlikte, baba Beyle, bu inatçý, düzenli ve soðuk burjuva, oðlunun içinde yaþamayý sürdürecek ve
ölümüne kadar da onu rahatsýz etmeye devam edecektir. Elli yýl boyunca ruhlarý birbirine düþman olan bu iki soy, Beyle'ler ve Gagnon'lar, pozitif düþünceyle romantik ruh, biri ötekini yenmeyi baþaramadan, Stendhal'ýn içinde savaþýp duracaktýr. O, bir an için, annesinin gerçek oðludur; bir an sonra, bazen ayný anda, babasýnýn oðludur. Bazen çekingen ve ürkektir, bazen sert ve alaycýdýr; bazen romantik bir coþku ile doludur, bazen de kuþkucu, ve usta bir hesapçýdýr; bazen hüzünlü bir müzik-severdir, bazen amansýz bir mantýkçýdýr; göz açýp kapayýncaya dek geçen bir an içinde, Kuzey rüzgarý ile Güney rüzgarý ruhunda at koþtururlar, birbirlerine saldýrýrlar ve kuvvetlerini dengelerler. Duygu, aklý bastýrýr; akýl da duyguyu baský altýna alýr: Zafer hiçbir zaman kesinlikle bu iki alandan birinin ya da ötekinin deðildir. Akýlla kalp arasýnda öteden beri sürüp giden çatýþmada, Stendhal denilen o büyük psikolojik savaþ alanýnda yapýlan savaþ kadar güzeline çok az rastlanýr. Ama þunu hemen belirtelim ki, bu savaþ Stendhal'ý yýkmamýþtýr: Bir çeþit ahlaki kayýtsýzlýk, soðuk ve uyanýk bir merak duygusu, onun Epikürcü tabiatýný, gerçekten acý olan her türlü kaderden korumuþtur. Bu dikkatli ve yapýcý ruh, hayatý boyunca, bütün kötü ve yýkýcý güçlerden uzak durmayý bilmiþtir, çünkü aklýyla benimsemiþ olduðu ilk görev, kendi varlýðýný korumaktýr; ve gerçek savaþlarda, Napoleon'un savaþlarýnda nasýl cephe gerisinde kalmayý, patlayan silahlardan uzak durmayý bildiyse, ayný þekilde bu savaþta da --yani kendi içindeki savaþta da-- Stendhal hücuma kalkan ve ölüm-kalým savaþý veren bir asker olmaktansa bir gözlemci olarak güvenli bir yerde kalmayý tercih etmiþtir. Çatýþmalarýnýn her birini hayati bir problem haline getirmeye çalýþan bir Pascal'ýn, bir Nietzsche'nin, bir Kleist'ýn ahlaki açýdan yapmýþ olduklarý o yüce fedakarlýðýn zerresi bile yoktur Stendhal'da; kendi içindeki çatýþmanýn etkisini duymakla birlikte, Stendhal, manevi güvenliðinin arkasýna sýðýnarak, bu çatýþmadan, estetik bir gösteriymiþ gibi yararlanmakla yetinir: Varlýðý hiçbir zaman bu çatýþmalardan allak bullak olmayacaktýr, ikiliðinden hiçbir zaman nefret etmeyecektir; hatta bu ikiliði sevmektedir. Stendhal'ýn keskin ve amansýz zekasý, kendisi için deðerli olan bir þeydir, çünkü dünyayý tanýmasýna imkan vermektedir ve heyecan sarsýntýlarýnýn ortasýnda ona açýk ve kesin ölçüler saðlamaktadýr. Ama öbür yandan, Stendhal, duygularýnýn taþkýnlýðýný, aþýrý duyarlýðýný da sevmektedir; çünkü bu da, günlük hayatýn tatsýz monotonluðunu gidermekte ve çünkü bu ani heyecanlar, týpký müzik gibi, ruhuna, bedeninin dar kýlýfýndan kurtularak sonsuza ulaþmak imkanýný vermektedir. Tabiatýnýn her iki eðiliminde de var olan tehlikeyi ayný þekilde bilmektedir: Zekanýn tehlikesi, onun en yüce anlarýný kýsýrlaþtýrmak ve soðuk bir hale getirmek, duygununki ise onu, tutarsýzlýkta ve gerçek-dýþý alanda çok uzaklara sürüklemek ve böylece hayatý için gerekli olan açýklýk ve seçikliði bulandýrmaktýr. Elinde olsaydý, ruhun bu iki görünüþünden her birine ötekinin niteliklerini aþýlamak isterdi: Stendhal hiç durmadan, duygularýný akýlla baðdaþtýrmaya gayret edecek, aklýna ise tutku katmaya çalýþacaktýr, hayatý boyunca, bu ilginç ve duygulu adamýn derisi altýnda iki kiþi yer alacaktýr: Romantik bir kafa adamý ile akla, kafaya önem veren bir romantik. Yalnýzca bu sayededir ki, Stendhal, gerçek benliðini ortaya koyabilmiþtir. Bu ikilik olmasaydý zekasýnýn verimliliði de düþük olurdu, duygularýnýn lirik þiddeti de: Hayatýnýn en güçlü anlarýný, ilkel çatýþmalarýnýn bir arada ve iç içe geçmiþ olmasýna borçludur. Bir gün kendisi için þöyle demiþti: -Heyecan duymadýðý zamanlar,
kafasý da çalýþmýyordu-. Yani duygularý harekete geçmeden doðru dürüst düþünmesi imkansýzdý, ama kalbinin atýþlarýný hemen düzene sokamazsa tam olarak hissetmesi de mümkün deðildi. Hayatý deðerlendirmesine imkan veren temel þart olarak hayal kurmayý göklere çýkarmaktadýr (-en sevdiðim þey hayal kurmaktý-), ama bunun karþýtý olan bir þey --yani açýk ve seçik bir þekilde gerçeði görme yeteneði-- olmaksýzýn da yaþayamýyacaktýr (-açýk ve seçik olarak göremezsem, bütün dünyam yok olur-). Hem keskin-görüþlü bir kafa adamý, hem de coþkun bir idealist olmak ona ayný derecede gereklidir ve özellikle bütün varlýðýnda yankýlanan bu karþýt kutuplarýn þehvetli titreþimine ihtiyacý vardýr. Goethe nasýl genellikle zevk denilen þeyin -duyusal zevklerle akýl arasýnda yer aldýðýný- düþünüyorsa, Stendhal da dünyanýn güzelliðini ancak tenin ve ruhun ateþli bir þekilde birleþmesi sayesinde hissetmektedir. Kendisindeki manevi elektriklenmeyi, sinirlerindeki karýncalanmayý ve kývýlcýmlanmayý yaratan þeyin kendi içerisindeki karþýtlýklarýn devamlý bir sürtüþmesi olduðunu biliyor. Stendhal'ýn bir kitabýný, bir sayfasýný okurken hissettiðimiz o taþkýn ve uyarýmlarla dolu canlýlýðý kendisine veren þeyin yine o olduðunu biliyor; yaratýcý gücünü, ýsý ve ýþýk üreten gücünü, canlýlýðýnýn bu þekilde bir kutuptan ötekine kayarak yer deðiþtirmesine borçludur; ve bu yüksek gerilimi sürdürmek için tutkuyla çalýþan da, her zaman uyanýk olan denge içgüdüsüdür. O kadar çok ve o derece zengin psikolojik gözlemleri arasýnda þu akla uygun uyarý da vardýr: Kaslarýmýz, gevþemesinler diye, nasýl sürekli bir jimnastiðe ihtiyaç duyarlarsa, ruhi güçlerimiz de ayný þekilde egzersiz yapmaya, geliþtirilmeye ve eðitilmeye ihtiyaç duyarlar. Stendhal, bu geliþtirme iþini, herhangi bir kimsenin yapabileceðinden çok daha büyük bir sebatla yapmaktadýr. Gerçek uðruna açacaðý savaþta, tabiatýnýn iki aþýrý ucunu sürekli bir dikkatle korumaya çalýþmaktadýr: Týpký sanatçýnýn, kullanmýþ olduðu aleti, askerin ise silahlarýný sevgiyle korumaya çalýþmasý gibi. Manevi benliðini geliþtirme egzersizlerini hiçbir zaman aksatmamaktadýr. Duygusal gerginliðini, -manevi gerilimini- içinde saklayabilmek ve koruyabilmek için, heyecanlanma yeteneðini her akþam operada müzik dinleyerek canlandýrmaktadýr; ve yaþlanýnca da, her zaman yeni aþk iliþkileri kurarak kalbinin heyecanla çarpmasýný sürdürmektedir. Zaman zaman zayýflýk belirtisi gösteren hafýzasýný güçlendirebilmek için özel egzersizler yapmayý kendisine bir kural olarak koymuþtur; kendi kendisini tahlil etme alýþkanlýðýný edinerek algýlama gücünü keskinleþtirmektedir, týpký sabahlarý usturasýný biler gibi. Her gün, kitaplardan ya da konuþmalardan -daðarcýðýný doldurabilecek birtakým yeni fikirlertoplamaya dikkat etmekte, kendi kendini eðitmektedir; kendi kendini coþturmakta ve her zaman daha ustalaþmýþ, daha etkili bir güce ulaþabilmek için kendisini disiplin altýna sokmaktadýr; býkýp usanmadan zekasýný keskinleþtirmekte, duygularýný esnekleþtirmektedir. Kendi kendini mükemmelleþtirmek için büyük bir bilgi ve ustalýkla kullanmýþ olduðu bu teknik sayesinde, Stendhal kendisinde olaðanüstü yetenekler geliþtirmiþtir. Bu derece incelmiþ, ayný zamanda bu kadar keskin bir duyusal sinir merkezine, bu derece açýk ve katý bir mantýkla birleþmiþ böylesine ince ve ürkek bir duyarlýða rastlayabilmek için, edebiyat alanýnda geriye doðru yarým yüzyýllýk bir dönüþ yapmak gerekecektir. Aslýnda, nerdeyse derinin altýna yapýþmýþ gibi duran bu derece duyarlý sinirlere ve bu kadar uyanýk duyulara sahip olmak cezasýz kalamazdý; incelik, çabuk etkilenmeyi gerektirir ve sanat için bir nimet, bir lütuf olan þey, sanatçý için hemen her zaman bir acý kaynaðý olur. Stendhal, olaðanüstü geliþmiþ bu üstün yaratýk,
çevresi yüzünden ne kadar acý çekiyor, bu içler acýsý ve gözü yaþlý yüzyýldan nasýl bir öfkeyle kendini uzak tutuyor! Her türlü düþünce hantallýðý onu incitiyor, yýðýnlarýn ruh tembelliði ona bir kabus gibi geliyor; bir peri masalýnda, yüz tane kuþ tüyü þiltenin ve yorganýn altýndaki bir bezelye tanesini hisseden prenses gibi, o da yersiz bir sözden, yanlýþ bir davranýþtan rahatsýz oluyor. Kaba bir biçimde yapýlmýþ her türlü abartma, her çeþit sahte romantizm, tutarsýz ve karýþýk olan her þey, onun yanýlmaz içgüdüsü üzerinde, buzun hasta bir diþ üzerinde yaptýðý etkiyi yapýyor. Çünkü gerçek ve tabii olan þeylere aþýrý derecede geliþmiþ ve keskinleþmiþ bir tutku ile baðlý olmasý ve ruh alanýndaki bilgi ve deneyimi yüzünden, baþkalarýnýn duygularýndaki fazlalýktan da, azlýktan da, aleladelikten de yapmacýktan da, ayný þekilde acý duyuyor (-Bayaðý olandan da, sahte olandan da ölesiye nefret ederim-). Çok yavan bir duygusallýðýn ya da tumturaklý bir dokunaklýlýðýn ifadesi olan basit bir cümle, bir kitabý okuma zevkini bozabilir; beceriksiz bir hareket de, ayný þekilde, en güzel aþk serüveninin tadýný kaçýrabilir. Bir gün, Napoleon'un savaþlarýndan birini heyecanla seyrediyor: Toplarýn gümbürtüsü ile sarsýlan, günbatýmýnýn beklenmedik renkleriyle alev alev yanan, kanlý bulutlarýn ortasýndaki bu öldürücü kargaþalýk onun sanatçý ruhunda karþý konulmaz bir sinirli sarhoþluk duygusu yaratýyor. Titreyerek, heyecandan sarsýlarak duruyor orada. Birdenbire yanýndaki bir general ne yazýk ki, bu heybetli manzarayý tumturaklý bir dille tanýmlamaya kalkýyor: -Devlerin savaþý- diyor komutan, yanýndakine, hoþnutlukla. Sýradan bir duygusallýktan kaynaklanan bu söz, Stendhal'ýn her türlü hissetme imkanýný anýnda yok ediyor. Kendini hayal kýrýklýðýna uðramýþ ve aldatýlmýþ hissederek ve þu kaba saba adama lanetler yaðdýrarak öfkeyle çarçabuk uzaklaþýyor oradan. Bir cümle içerisindeki en ufak bir zevksizlik, bir duygunun dile getiriliþindeki herhangi bir yanlýþlýk onu isyan ettiriyor. Karýþýk bir düþünce, fazladan söylenmiþ gereksiz bir söz, her çeþit duygusal gösteriþ, duyarlýðý nerdeyse deha derecesine varmýþ olan bu adamda nefret ve tiksinme duygularý uyandýrýyor; bu yüzden, özellikle tatsýz ve yavan bir romantizme (Chateaubriand) ya da sözde-kahramanlýðý dile getiren bir romantizme (Victor Hugo) bürünmüþ olan çaðdaþlarýnýn sanatýndan tat alamýyor; bunun içindir ki, pek az insana katlanabiliyor. Þu var ki, ayný zamanda kendine karþý da aþýrý bir duyarlýk göstermektedir. Zevksizliðini her yakalayýþýnda, gereksiz yere sesini yükselttiðini, kendini duygusallýða, belirsizliðe ve kötü-niyetliliðe kaptýrdýðýný her fark ediþinde, týpký sert bir öðretmen gibi kendi kendini cezalandýrmaktadýr. Her zaman uyanýk olan amansýz ve acýmasýz aklý, en baþýboþ rüyalarýna varýncaya kadar hep onun yanýndadýr ve utanç duygusunu gizleyen maskeyi çekip çýkarmaktadýr. Bir sanatçýnýn kendini bu derece dürüst olmaya zorlamasý eþine pek az rastlanan bir olaydýr; bir gözlemcinin kendi ruhunun labirentlerini ve dolambaçlarýný bu derece acýmasýz bir þekilde gözleyiþine de seyrek olarak rastlanýr. Stendhal, kendini bu derece iyi tanýdýðý içindir ki, kendi dehasýnýn ve meziyetinin, sinirlerinin ve ruhunun bu aþýrý duyarlýðýndan ileri geldiðini, ama bu aþýrý duyarlýðýn, ayný zamanda, kendisi için bir tehlike yarattýðýný da herkesten daha iyi bilmektedir (-baþkasýna þöyle bir dokunup geçen þey, beni ölesiye yaralar-). Bu yüzden, gençliðinden beri -baþkalarý- Stendhal'a kendi benliðinin negatif bir kutbu olarak görünmüþlerdir; ruh bakýmýndan öylesine yabancý bir soydan gelen varlýklar ki, onlarla her çeþit karþýlýklý konuþma, her türlü anlaþma imkansýzdýr. Daha Grenoble'da iken, beceriksizliði ve çekingenliði yüzünden asýk suratlý biri olup
çýkan genç Henri, okul arkadaþlarýnýn bilinçsiz neþelerini gürültülü bir þekilde açýða vurduklarýný görerek bu farklýlýðý --insanlarla kendisi arasýndaki farklýlýðý-- hissetmiþti; daha sonra Ýtalya'da, asteðmen Beyle, bunu daha büyük bir acýyla fark edecektir: Onlarý taklit etmeyi beceremediði için, Milano'lu kadýnlarýn hoþuna gitmesini bilen ve kýlýçlarýný kendilerine yakýþacak þekilde þakýrdatýp duran öteki subaylara hasetle karýþýk bir hayranlýk duyacaktýr. Ama o zamanlar, zayýflýðýný, kýzarýp bozarmalarýný, suskunluðunu, sýkýlganlýðýný ve her þeyden çarçabuk etkilenmesini erkeklere yaraþmayan kusurlar olarak --ve acýnacak bir aþaðýlýk belirtisi olarak-görüyor ve bütün bunlardan utanç duyuyordu. Yýllar boyunca, tabiatýný zorlamaya, adi ve bayaðý kimseleri taklit ederek yüksek sesle övünmeye, sýrf kaba saba arkadaþlarýna benzemek ve kendini onlara saydýrabilmek için saçma sapan kabadayýlýklar yapmaya çalýþmýþtýr: Gülünç ve boþ bir giriþim... Ancak yavaþ yavaþ, birçok zahmet ve acý pahasýnadýr ki, bu heyecanlý adam, çaresiz farklýlýðýnda hüzünlü bir çekicilik bulabilmiþtir. Çekingenliði ve en olmayacak yerde kendini kaptýrdýðý utanç nöbetleri yüzünden kadýnlarýn yanýnda son derece þanssýz olduðu için, keskin ve canlý zekasý ile, baþarýsýzlýðýnýn sebeplerini araþtýrmaya baþlamýþtýr: Psikolog, uyanmýþtýr. Stendhal, merak duygusunu kendine yöneltmiþ ve kendisini keþfetmeye baþlamýþtýr. Önce insanlarýn çoðundan farklý olduðunu, daha zayýf bir yapýsý olduðunu, daha duyarlý ve anlayýþlý olduðunu fark etmiþtir. Çevresindekilerden hiçbiri böylesine bir þiddetle hissetmemekte, kimse böylesine açýk ve seçik bir biçimde düþünmemektedir; hiç kimse, ona her an en ince duyumlarý fark etme imkanýný veren, ama en ufak bir uygulamaya bile geçmesini engelleyen böyle bir acayip karýþýmdan oluþmamýþtýr. Þüphesiz bu gibi -üstün yaratýklartüründen olan baþka insanlar da vardýr. Böyle olmasaydý, Montaigne'i nasýl anlayabilirdi? Bu keskin zekayý, yavan ve bayaðý olan her þeyi küçük gören ve son derece akýllý olan bu adamý, eðer kendisi de onun gibi olmasaydý, nasýl anlayabilirdi? Eðer ayný ruh hafifliði onda da olmasaydý, Mozart'ý nasýl hissedebilirdi? Böylece Stendhal, otuz yaþlarýnda, ilk defa olmak üzere, kendisinin insanlýðýn kusurlu bir örneði olacak yerde, týpký deðerli taþlarýn bir sürü sýradan taþtan oluþan bir karýþým içerisinde bulunmasý gibi, çeþitli milletlere ve ülkelere daðýlmýþ -imtiyazlý varlýklarýneþine çok az rastlanan ve çok soylu ýrkýndan gelen özel bir örneði olabileceðinden þüphelenmeye baþlamýþtýr. Kendini bu -mutlu azýnlýðýn- yurttaþý imiþ gibi hissetmektedir (bir Fransýz olarak deðil; o bu yurttaþlýk baðýný kendisine çok dar gelen bir elbise gibi sýrtýndan atývermiþtir); daha incelmiþ manevi organlar ve daha duyarlý sinirlerle donatýlmýþ insanlarýn hiçbir zaman kaba saba bir yýðýn ya da çabalayýp duran bir sürü halinde bir araya toplanmadýðý, gözle görülmez bir dünyanýn çocuðudur o: Yeryüzüne ancak zaman zaman bir haberci gönderen bir dünyanýn çocuðu. Kitaplarý yalnýz onlara --bu mutlu azýnlýða, eþine az rastlanan bu insanlara, gözleri ve kulaklarý keskin, çarçabuk kavrayan, basit açýklamalara ihtiyaç duymaksýzýn okumasýný bilen, en ufak bir belirtiyi kalpten gelen bir sezgiyle anlayan insanlara-yalnýz onlara seslenmektedir; kendi çaðýný aþarak, kitaplarýnýn aynasýnda ruhunun sýrlarýný yalnýz onlara açmaktadýr. Çevresinde bulunan ve gözleri yalnýzca afiþlerin kocaman ve þatafatlý harflerini seçebilen, yalnýzca yaðlý ve baharatlý yemeklerin tadýna varabilen þu bayaðý ve gürültücü aþaðý sýnýfý küçük görmeyi öðrendiðinden beri, bütün bu insanlarýn onun için ne önemi var? Julien adlý kahramanýna -Baþkalarý umurumda deðil!- dedirtecektir gururla. Aslýnda, bu küçümseme haykýrýþý kendi kalbinden
kopup gelmektedir. Hayýr, bu derece bayaðý, bu kadar aþaðýlýk bir toplum içerisinde, bu uyuþuk, kalýn kafalý yaratýklarýn arasýnda baþarý kazanamadýðý için utanmamalý; -hoþa gitmenin temel yasasý eþitliktir-, bu aþaðýlýk insanlarýn ulaþabileceði bir yerde olabilmek için onlarla ayný hamurdan olmak gerekir. Ama çok þükür ki, o kendisinin -olaðanüstü bir yaratýk-, -üstün bir yaratýk-, apayrý bir varlýk, sürüden bir koyun deðil tek ve farklý bir yaratýk olduðunu hissediyor. Görünüþteki bütün küçük düþmelere, yönetici kadroda görev almada gecikmesine, kadýnlarýn yanýndaki baþarýsýzlýðýna, edebi eserlerinin hiçbir baþarý kazanamamasýna raðmen, Stendhal kendi tekliðini ve biricikliðini keþfettiðinden beri, bütün bunlarý kendi üstünlüðünün kanýtlarý olarak görüyor ve bir çeþit zafer duygusu ile bundan zevk alýyor. Aþaðýlýk duygusu, karþý konulmaz bir þekilde, tam bir gurur duygusuna dönüþmüþtür; Stendhal'ýn bu gurur duygusu ince bir ihtiyatlýlýkla dolu, yalnýzca ruhun sýrlarýný bilenlerin hissedebileceði, kayýtsýzlýk ve huzurla iç içe geçmiþ olaðanüstü bir duygudur. Þimdi artýk her türlü topluluktan uzak durmaktadýr ve -karakteri üzerinde iþlemekten-, manevi görünüþünü daha belirgin hale getirmekten baþka bir kaygýsý yoktur. Herkesin bu derece birbirine benzediði bir toplumda, yalnýzca anormalliðin bir deðeri vardýr, -ancak bir parça olaðanüstü olan kimselerde ilginç bir þeyler bulunabilir-; demek ki orijinal olalým, sebat edelim, kendi içimizdeki bu -herkesten farklý olma-, bu acayiplik tohumunun geliþmesine fýrsat verelim. Lalelere meraklý amatör bir Hollandalýnýn en nadide lale türünü yetiþtirebilmek için göstermiþ olduðu çaba, Stendhal'ýn kendi karþýtlýklarýný ve orijinalliðini geliþtirmek için gösterdiði çabanýn yanýnda hiç kalýr; o, bu özelliklerini -Beylisme- adýný verdiði kendi manevi varlýðý içerisinde saklamaktadýr: Henri Beyle'i bozmadan, deðiþtirmeden, olduðu gibi yine Henri Beyle'in içinde saklama sanatýndan oluþan bir felsefeden baþka bir þey deðildir bu. Kendi etrafýný acayiplikler ve aldatmacalardan oluþan dikenli bir çitle çevirmiþtir; gizli hazinesinin, yani benliðinin etrafýnda týpký bir cimri gibi kýskançlýkla nöbet tutmakta, ancak zaman zaman dostlarýndan birine küçük bir pencerenin demir parmaklýklarý arasýndan içeriye þöyle bir göz atmak için izin vermektedir. Kendisini insanlardan daha fazla uzaklaþtýrabilmek için, bilerek ve isteyerek çaðýna karþý çýkmakta ve týpký kahramaný Julien gibi -bütün toplumla savaþ halinde- yaþamaktadýr. Þair olarak þekli küçümser ve Medeni Kanunu gerçek bir þiir sanatýnýn eseri olarak ilan eder; asker olarak, savaþý hor görür; diplomat olarak tarihle acý acý alay eder; bir Fransýz olarak Fransýzlarla alay eder. Kendisine yaklaþmasýnlar diye, insanlarla kendisi arasýna dikenli tel örgüler gerer ve dört bir yanýna hendekler kazar. Bu þekilde, her türlü askeri, edebi ve diplomatik baþarýyý kendisine yasaklamýþtýr, ama bu da onun gururunu arttýrmaya yaramýþtýr: -Artýk sürüden bir hayvan deðilim, demek ki bir hiçim-; bu aþaðý tabakadan insanlarýn, bu deðersiz insanlarýn gözünde bir hiç olmayý tercih eder. Onlarýn sýnýflarýyla, meslekleriyle, vatanlarý veya soylarýyla hiçbir bakýmdan uyuþamadýðý, baðdaþamadýðý için mutludur; herkese aykýrý düþen bir -iki-ayaklý- olarak, aþaðýlýk sürünün arasýndan geçen büyük yoldan baþarýya doðru koþmaktansa, yalnýz baþýna kendi yolundan gitmek onu heyecanlandýrýr. Arkada kalmak daha iyidir, insanlardan uzak durmak, yalnýz kalmak daha iyidir. Ama hür olmak, hür kalmak! Ve Stendhal, hür kalmayý, kendini her türlü etkiden ve baskýdan kurtarmayý, dahilere yaraþan bir þekilde bilmiþtir. Bazen ihtiyaç yüzünden herhangi bir görevi kabul etmek ya da sýrtýna bir üniforma geçirmek zorunda kaldýysa, kendinden verdiði þey, ancak ekmeðini kazandýðý bu iþi elden kaçýrmamak için gerekenin en azý olmuþtur, bir
kýymýk bile fazlasýný vermemiþtir. Fonksiyonlarý, görevi, yaptýðý iþin türü ne olursa olsun, becerikliliði ve kurnazlýðý sayesinde hürlüðünü ve baðýmsýzlýðýný korumayý bilmiþtir. Kuzeni onun sýrtýna Fransýz hafif süvarilerinin ceketini mi geçirtti? Kendini hiç de bir asker olarak hissetmiyor. Romanlar mý yazýyor? Edebiyatý meslek haline getirip kendini satmýyor. Sýrmalý bir diplomat üniformasý mý giymek zorunda kaldý? Çalýþma masasýnýn önünde oturan adam, gerçek Henri Beyle ile fizik görünüþünden baþka ortak yönü olmayan bir Henri Beyle'dir. Ýþlerine ya da görevlerine, gerçek varlýðýndan bir parçacýk olsun vermemiþtir hiçbir zaman; subay olarak ya da konsolos olarak hayatlarýný paylaþtýðý kimseler, onun Fransýz edebiyatýna onur verecek bir yazar olduðunu hiçbir zaman anlamamýþlardýr. Hatta, edebiyat alanýndaki ünlü meslekdaþlarý bile (Balzac'ýn dýþýnda) Henri Beyle'i yalnýzca insanlarý eðlendiren hoþ sohbet bir adam, kendi topraklarý üzerinde amatörce avlanmaktan hoþlanan eski bir asker olarak görmüþlerdir. Dýþ dünyaya bu derece kapalý bir manevi yalnýzlýk içerisinde yaþayan tek yazar belki de Schopenhauer'dir: O da, psikoloji alanýnda çaðdaþý ve büyüðü olan Stendhal gibi dünyadan uzak ve dýþtan bakýldýðýnda ayný baþarýsýzlýkla ve orijinal oluþundan duyduðu ayný gururla yaþamýþ ve çalýþmýþtýr. Buraya kadar ele almadýðýmýz bir konuya, kendi türünde tek olan Stendhal'cý özle ilgili bölüme geliyoruz. Bu özün temsil ettiði olaðanüstü unsurun kimyasal analizi, özelliklerini bozulmadan ve canlý bir biçimde saklama isteði Henri Beyle için varlýðýnýn tek ve gerçek hedefi olmuþtur. Kiþiliðe aðýrlýk veren dünya görüþünü, hayat karþýsýnda takýnmýþ olduðu tavýrdan kaynaklanan ve pek de normal olmayan böylesine bir -kendini-sevme- davranýþýný hiçbir zaman inkar etmemiþtir; tersine, kendini dünyanýn merkezi olarak görmesiyle övünmektedir ve buna, böbürlenerek, meydan okuyarak, yeni bir ad vermektedir: Egotizm (ben'cilik). Burada bir dizgi hatasý yok ve bunu o soysuz kardeþi, o kaba saba, aþaðý tabakadan kelimeyle, egoizm'le (bencillik) karýþtýrmamaya çok dikkat etmek gerekir. Bencillik, baþkasýna ait þeyleri hiçbir kural tanýmadan kendine mal etmek ister, eli uzundur onun, baþkalarýnýn malýný çalmak ister, yüzü hasetle kýrýþmýþtýr. Kötü yüreklidir, cimridir, doymak nedir bilmez ve birtakým düþünce zevkleri olduðu zaman bile bayaðý duygularýnýn kabalýðýndan kendini kurtaramaz. Stendhal'ýn ben'ciliði ise, kimseden bir þey almak istemez: Soylulara yakýþan bir küçük görme ile, parayý para hýrsý olanlara, mevkileri haris insanlara, madalya ve kurdeleleri her ne pahasýna olursa olsun baþarý kazanmak isteyenlere ve þöhretin sabun köpüðü gibi çarçabuk sönen baloncuklarýný da edebiyat adamlarýna býrakýr, varsýn bunlarla mutlu olsunlar! Sahte parýltýlara duyduklarý aþkla köle gibi yerlere eðilenleri ya da onlara doðru atýlanlarý, kendilerini bazý ünvanlarla süsleyenleri, birtakým niþanlarla bezeyenleri, dünyayý diledikleri gibi yönettiklerine kesinlikle inanarak, küçük ve büyük gruplar kuranlarý küçümseyen bir gülümsemeyle tepeden týrnaða süzer, habeant! habeant! (hepsi sizin olsun!) der onlara, alaylý bir þekilde, en ufak bir kýskançlýk, en küçük bir haset duymaksýzýn: Ne bulurlarsa ceplerine týkýþtýrsýnlar, iþkembelerini doldursunlar! Stendhal'ýn ben'ciliði, tutkulu bir savunma mekanizmasýdýr; kimsenin topraðýna adýmýný atmaz, ama hiç kimsenin kendi eþiðinden adým atmasýna da izin vermez. Kendi etrafýna ördüðü Çin Seddinin arkasýna sýðýnarak dýþ etkilere karþý --baþkasýnýn fikirlerini, inançlarýný, yargýlarýný pasif bir þekilde benimsemeye karþý-korur kendini; dünya ile kendisi arasýndaki özel savaþý, centilmenler arasýnda yapýlan, ama halk tabakasýndan olan kimselerin
kabul edilmediði bir düello ile çözümler. Ben'ciliðinin tek haris yaný, Henri Beyle adlý adama insanlardan tamamen ayrý bir yer ayarlamak, deðerli orkidesinin, yani kiþiliðinin rahatça geliþebilmesi için bir sera saðlamaktýr. Çünkü Stendhal görüþlerini, eðilimlerini, tutkularýný ve çýlgýnlýklarýný kendi içerisinde ve yalnýzca kendisi için geliþtirmek ister. Ýnsanlarýn bir kitaba, bir olaya, ne derece ilgi gösterdiklerini bilmenin onun için hiçbir önemi ve gereði yoktur; bir olgunun günlük olaylar, tarih, hatta ebedilik üzerindeki etkilerini küçümser; yalnýzca kendi hoþuna giden þeylere -güzel- der, ilk bakýþta haklý gördüðü þeyleri -doðru-, beðenmediði þeyleri -deðersiz- olarak niteler. Düþünceleri yüzünden içerisine düþtüðü bu mutlak yalnýzlýktan hiç de endiþeye kapýlmaz; tersine, yalnýzlýk onu mutlu eder ve gururunu arttýrýr: -Baþkalarý umurumda deðil!- Julien'in bu cümlesi, in aestheticis, ben'ci Stendhal'a da uygun düþmektedir. Ama bu noktada belki de pek fazla düþünmeden þöyle bir itirazda bulunulacaktýr: Bu ruh halini ifade edebilmek için -ben'cilikgibi tumturaklý bir kelimeye ne gerek var? Ýnsanýn güzel bulduðu þeye güzel demesi ve hayatýný kendi zevkine göre ayarlamasý dünyadaki en tabii þey deðil mi? Þüphesiz öyle ve buna inanmak isteriz; ama dikkatle bakacak olursak, tam bir ruh baðýmsýzlýðý ile düþünmeyi ve hissetmeyi kim baþarabilmiþtir ki? Hatta bir kitap, bir tablo, bir olay hakkýnda, kiþiselmiþ gibi görünen bir yargýya dayanarak belli bir görüþe ulaþanlar arasýnda bile, bu görüþlerini bütün bir çaða ve bütün dünyaya karþý kendi istekleriyle açýklama cesaretini kim gösterebilir? Hepimiz kendimize itiraf etmek istediðimizden çok daha büyük ölçüde --ve bilinçdýþý olarak-- baþkalarýnýn etkisi altýnda kalýrýz: Çaðýmýzýn havasý ciðerlerimizin, hatta kalbimizin en derin katlarýna kadar girer, yargýlarýmýz ve görüþlerimiz, onlarla birlikte var olan bir sürü baþka görüþ biçimi ile sürtüþürler, onlarýn etkisiyle, fark edilemeyecek þekilde aþýnýrlar ya da körelirler; kamuoyunun telkinleri, týpký radyo-elektrik dalgalarý gibi, görülmeksizin, atmosferi katederler; demek ki, insanýn tabii tepkisi kiþiliðini gerçekleþtirmek deðil, kendi görüþünü, içerisinde yaþamýþ olduðu çaðýn görüþüne uydurmak, büyük çoðunluðun duygusu önünde eðilmek, onunla uzlaþmak, ona teslim olmaktýr. Eðer insanlarýn ezici bir çoðunluðu bu derece hareketsiz bir uyumluluk göstermeseydi, milyonlarca insan içgüdüsüyle ya da tembellik yüzünden kendi fikirlerinden, kiþisel görüþlerinden vazgeçmeseydi, þu dev makine çoktan durmuþ olurdu. Demek ki, kendi iradesini, milyonlarca atmosferin manevi baskýsýna karþý koyabilmek için, insanýn özel bir güce, baþ-kaldýrabilecek bir cesarete sahip olmasý gerekir ve ne kadar az insanda vardýr bu! Hatta üstün bir enerjiye de sahip olmak gerekir. Bir insan, orijinalliðini savunabilmek için eþine çok az rastlanan ve iyice geliþtirilmiþ birtakým güçleri kendinde toplamýþ olmalýdýr: Dünya hakkýnda güvenilir bir bilgi, çarçabuk kavrayan bir zeka, mezhepleri ve partileri þiddetle küçümseme, pervasýz ve ahlak-dýþý bir kayýtsýzlýk ve her þeyden önce de cesaret, üç kat cesaret, sarsýlmaz ve saðlam bir cesaret, kendi görüþüne sahip olma cesareti. Týpký birçok yarýþmaya girmiþ, usta ve kurnaz bir eskrimci gibi kendi benliðinin savunmasýnda korkusuz ve kusursuz bir þövalye olan Stendhal, herkesten daha ben'ci --bütün ben'cilerden daha ben'ci-- olan bu adam, bu cesarete sahipti: Onun kendi çaðýna pervasýzca karþý çýktýðýný, yarým yüzyýl boyunca beklenmedik manevralar ve ani saldýrýlarla herkese karþý tek baþýna savaþtýðýný ve bütün bunlarý parlak gururundan baþka bir zýrhý olmadan,
çoðu zaman yaralý olarak, aldýðý birçok gizli yaradan kanlar akarak, ama son ana kadar ayakta kalmayý baþararak, kiþiliðinden ve kararlýlýðýndan hiçbir þey kaybetmeden gerçekleþtirmiþ olmasýný görmek insana kuvvet veriyor. Karþýtlýk onun tabii ortamý, baðýmsýzlýk ise þehvet derecesine varan bir tutkusuydu. Her þeye öfkeyle karþý çýkan bu adamýn nasýl bir cüret ve küstahlýkla kamuoyuna meydan okuduðunu, nasýl bir pervasýzlýkla onu kýþkýrttýðýný gösteren yüz kadar örnek vardýr. Herkesin savaþ rüyalarý gördüðü bir çaðda, cesaretin sadece bando þefinin çaldýrdýðý parçalar ile birlikte düþünüldüðü bir Fransa'da (-Fransýzlar cesareti ancak bando þefinin çaldýrdýðý hava ile birlikte düþünebiliyorlar-), Stendhal, Waterloo Savaþýný karmakarýþýk kuvvetlerin birbirine girdiði bir kargaþa olarak tanýmlýyor, Rusya seferi sýrasýnda korkunç derecede sýkýldýðýný hiç duraksamadan ilan ediyor (tarih yazarlarýnýn tarihi bir destan olarak göklere çýkardýklarý o Rusya seferini!). Metresini tekrar görmek için Ýtalya'ya yapacaðý bir yolculuðun, onun için vatanýnýn kaderinden daha önemli olduðunu ve Mozart'ýn bir parçasýnýn kendisini politik bir bunalýmdan çok daha fazla ilgilendirdiðini söylemekten çekinmiyor. -Savaþta yenilmiþ olmak umurumda bile deðil-, Fransa'nýn yabancý askeri birlikler tarafýndan iþgal edilmiþ olmasýna boþ veriyor; çünkü uzun zamandan beri Avrupalý olmayý seçmiþ biri ve bir dünya vatandaþý olarak, askeri zaferlerin çýlgýnca oradan oraya sýçrayýþýný, günün modasý olan fikirleri, vatanseverlikleri (-gülünçlüklerin en aptalcasý-) ve milliyetçilikleri bir an bile önemsemiyor; yalnýzca kendi manevi benliðinin geliþmesi ve gerçekleþmesiyle uðraþýyor. Ve bütün bunlarý öylesine bir serinkanlýlýkla, dünyayý allak bullak eden o korkunç felaketlerin ortasýnda o derece tabii bir þekilde söylüyor ki, insan onun Günlüðünü okurken, anlatmýþ olduðu bütün bu unutulmaz tarihi olaylara sahiden tanýk oldu mu acaba diye soruyor kendine? Aslýnda, bir anlamda, Stendhal orada deðildi: Ýster savaþta, isterse bir yönetici koltuðunda olsun, o yalnýzca kendisiyle birlikte olmuþtur. Baþkalarýyla birlikte çalýþtýðý, birlikte düþündüðü halde, kendisini heyecanlandýrmayan olaylara ruhu ile katýlma yükümlülüðünü hiçbir zaman duymamýþtýr. Týpký Yýllýk'larýnda önemli tarihi günler olarak yalnýzca Çin'le ilgili bazý bilgilere yer veren Goethe gibi, Stendhal da, çaðýnýn en acýlý günlerinde sadece en mahrem uðraþlarýndan söz etmiþtir; çaðýnýn tarihi ile kendi tarihinin alfabesi de farklýdýr, kelimeleri de. Bunun içindir ki, o, kendi çevresinde olup biten þeylerin pek az güvenilir bir tanýðý, ama kendi iç dünyasýnýn eþsiz bir gözlemcisidlr; tam, kusursuz ve eþsiz bir ben'ci olan Stendhal için her olay, yeryüzünde olup bitenlerin, bir defa için dünyaya gelmiþ ve bir daha hiç gelmeyecek olan Stendhal-Beyle adlý tek bir insan üzerinde yarattýðý heyecandan baþka bir þey deðildir. Kendini dünyanýn merkezi olarak gören bu cesur ve inatçý ben'ciden daha büyük bir inatla, daha köklü ve daha baðnaz bir þekilde, sýrf kendisi için yaþayan ve kendi benliðini böyle bir ustalýkla geliþtiren baþka bir sanatçý belki de yoktur. Ama iþte bu vahþi yalnýzlýk sayesinde, kapýlarýný böylesine bir dikkatle sýmsýký kapamýþ olmasý sayesinde, Stendhal'ýn varlýðýnýn özü bize kadar bu derece el-deðmemiþ bir halde --tabii ve çok özel kokusuyla, bu derece katkýsýz bir þekilde-- kalabilmiþtir. Yalnýzlýk insanýn olduðu gibi kalmasýný saðlar; reçine içinde fosilleþmiþ bir böcek gibi, bir kaya üzerindeki tarih-öncesi bir eðrelti otunun izi gibi, Stendhal'ýn benliði de, ben'ciliðinin koyduðu barikatlar sayesinde, çaðýnýn yýkýcý, -birleþtirici- ve ayýrýcý etkilerinden kendini koruyabilmiþ ve bütün orijinalliði içerisinde olduðu gibi kalabilmiþtir. Çaðýnýn damgasýný yememiþ olan bu adamda, tipik
bir insanýn, psikolojlk yönden apayrý, eþine az rastlanan, ince bir örneðini bulmak bize düþüyor. Gerçekten de, Fransa'da, bu yüzyýlýn hiçbir eseri, hiçbir karakteri bu derece göze çarpacak þekilde taze, yeni ve el-deðmemiþ olarak kalmamýþtýr; Stendhal çaðýndan uzak durduðu içindir ki, eserlerinin yaþý yoktur; yalnýzca iç dünyasýnda yaþadýðý içindir ki, bize bu derece canlý görünür. Bir insan kendini bütünüyle vererek de, tamamiyle kendi içine kapanarak da insanlýða ayný hizmette bulunabilir; Stendhal kendi benliðini koruyarak insani gerçeðin geçici bir parçasýný evrimin selinden korumuþtur. Bir insan kendi çaðý ile birlikte yaþadýðý ölçüde çaðý ile birlikte ölüp gider. Oysa gerçek özünü ne kadar kendine saklarsa, gelecek nesillere ondan o kadar bir þeyler kalýr. ::::::::::::::::: SANATÇI -Doðrusunu söylemek gerekirse, yazdýklarýmý okutacak kadar yetenekli olduðumdan pek emin deðilim. Bazen yazmaktan çok büyük bir zevk duyuyorum. Hepsi bu.- (Stendhal'dan Balzac'a) Stendhal kendini hiçbir þeye vermemiþtir, ne baþka birine, ne bir mesleðe, ne bir iþe. Ve kitaplar, romanlar, hikayeler, psikolojik eserler yazarken de kendini anlatmaktan ve çoðu zaman da kendini, kendisine anlatmaktan baþka bir þey yapmamýþtýr; yazma tutkusu da yalnýzca kendi benliðinin hizmetindedir: Stendhal, hatýralarýnda, hayatýnýn en büyük iþi olarak, zevk duyduðu þeylerden baþka bir þey yapmamýþ olmasýyla, ancak zevk duyduðu sürece yazý yazmaya devam etmesiyle, sanata da ancak hayattaki en büyük gayelerine --yani -diletto-suna, zevk aldýðý þeylere, kendine karþý duyduðu sevgiye-- hizmet ettiði ölçüde hizmet etmesiyle övünmektedir. Demek ki, ona -sanat meraklýsý- diyebilirdik: Bir zamanlar sanatla uðraþmayý bir zorunluluk yüzünden ya da bir menfaat saðlamak için deðil de, yalnýzca bir zevk, bir eðlence, merak duyulan, sevilen bir þey, bir -diletto- aracý olarak seçen entelektüel soylu kiþileri tanýmlamak için kullanýlan bu kelimenin o ilk yüce anlamý, sanatý meslek edinmiþ olanlarýn boþ-gururu yüzünden bozulmamýþ olsaydý, Stendhal için -sanat meraklýsý- deyimini pekala kullanabilirdik. Stendhal'ýn edebiyat alanýnda artýk bütün dünya tarafýndan kabul edilen önemine bakýp da, onun yazarlýk -mesleðine- özel bir saygý duyduðunu sananlar büyük bir hata iþlemiþ olurlar. Aman Tanrým! Kendisini bir edebiyat adamý, meslekten bir yazar sandýklarýný görseydi nasýl bir öfkeye kapýlýrdý! Onun vasiyetini yerine getirmekle yükümlü olan kiþi, Henri Beyle'in son isteðini yerine getirmeyerek mezartaþýna, kendi yetkisine dayanarak, þu edebi sözleri yazdýrmýþtýr: -Scrisse, amo, visse- (Yazdý, sevdi, yaþadý); oysa vasiyetnamede açýkça þöyle bir sýra belirtilmiþti: -Visse, scrisse, amo(Yaþadý, yazdý, sevdi). Çünkü Stendhal, seçmiþ olduðu cümleye sadýk kalacak þekilde, hayatý, yazma sanatýnýn üstünde tuttuðunu herkes sonsuza dek bilsin istemiþti. Zevk almak onun için yaratmaktan daha önemliydi, hayatý ise uðraþtýðý þeylerden daha gerekli, daha temelli bir þeydi; yazmak onun için kiþisel geliþmesinin oyalayýcý bir fonksiyonundan baþka bir þey deðildi; can sýkýntýsýna karþý kullandýðý birçok kuvvet ilacýndan sadece biriydi: Bunu kabul etmemek, onu yanlýþ tanýmak demektir. Hayattan zevk almayý bilen bu tutkulu adam için, edebiyat olsa olsa kiþiliðinin arýzi bir ifade þekliydi, temel bir ifade þekli kesinlikle deðildi.
Paris'e ayak basan genç adam, safdil bir idealist olarak, bir gün bir yazar olmayý, þüphesiz ünlü bir yazar olmayý hayal etmiþti: Ama on yedi yaþýndayken kim böyle bir hayal kurmamýþtýr ki? Bu dönemde iki-üç felsefi deneme yazmaya giriþmiþ, hiçbir zaman bitiremiyeceði manzum bir komediye baþlamýþtýr; bütün bunlarý yaparken ne pek fazla bir ateþ vardý içinde, ne de güçlü bir hýrs; daha sonra, on dört yýl boyunca, edebiyatý büsbütün unutmuþtur; ata biner veya bürosunda çalýþýr, caddelerde dolaþýr, sevdiði kadýnlara hüzünlü bir þekilde boþu boþuna kur yapar ve edebiyattan çok, resim ve müzikle uðraþýrdý. 1814'de para sýkýntýsý çektiði bir sýrada, atýna varýncaya kadar neyi varsa satmak zorunda kaldýðýna caný sýkýlarak, takma bir adla çarçabuk Haydn'ýn Hayatý'ný yazmýþtýr, daha doðrusu, utanýp sýkýlmadan, bir Ýtalyan yazardan aþýrmýþtýr: Kendisini bu derece bir pervasýzlýkla soyan þu tanýmadýðý adam için --þu -Bay Bombet- için-- -Hýrsýz var!- diye vaveyla koparan zavallý Carpanini'den... Daha sonra bir Ýtalyan resim tarihi yayýmlamýþtýr; bunu da ayný þekilde baþka kitaplardan aþýrmýþ ve içerisine birkaç fýkra sýkýþtýrmýþtýr; sonunda, kýsmen kendisine para getirdiði için, kýsmen de yazmaktan zevk aldýðý ve çeþit çeþit takma isimler altýnda herkesi kandýrmaktan hoþlandýðý için bugün sanat tarihçisi, yarýn iktisatçý (Sanayiciler Arasýnda Alýnan Gizli Bir Karar), baþka bir gün edebi estetik uzmaný (Racine ve Shakespeare) veya psikolog (Aþk Üzerine) kesilmiþtir. Bu rastgele denemelerden sonra, yazmanýn pek o kadar güç bir iþ olmadýðýný çok geçmeden anlamýþtýr. Ýnsan zeki oldu mu ve fikirler çarçabuk dudaklarýndan döküldü mü, konuþma ile yazma arasýndaki fark gerçekten pek az; konuþmakla, söyleyip baþkasýna yazdýrmak arasýndaki fark ise daha da az; çünkü kitaplarýný ister kendisi yazsýn, isterse bir yandan düþünüp bir yandan söyleyerek baþkasýna yazdýrsýn, Stendhal o sýralarda þekle aldýrýþ etmemektedir; edebiyatý olsa olsa deðiþik bir hoþça vakit geçirme aracý olarak görmektedir. Eserlerinin üzerine gerçek adýný koyma ihtiyacýný duymamasý bile, bu konuda hýrslý olmadýðýný göstermeye yeter. Eski süvari subayý kitap yazmayý kendisine layýk bir iþ olarak görmemektedir, çünkü Stendhal burjuva deðerlerine hiçbir zaman önem vermemiþtir. Ama o bunu, bir fikir adamýnýn gösteriþ için yapmak zorunda kaldýðý ve gerçek bir tutku ile baðlanabileceði bir þey olarak da görmez. Zaten, bir iþi ve parasý olduðu sürece Yüksek Ýdari Mahkeme Üyesi Bay Henri Beyle, yazar Stendhal'la pek az ilgilenir ve onu kendi varlýðýnýn gizli bir köþesinde saklar. Ancak kýrk yaþýna gelince, daha sýk bir þekilde çalýþmaya baþlamýþtýr. Niçin? Daha hýrslý, daha tutkulu, daha sanatsever olduðu için mi? Hiç de deðil. Yalnýzca daha þiþmanlamýþtýr, çünkü eyer üstünde oturmaktansa yazý masasýnýn baþýnda oturmak ona daha rahat gelmektedir, çünkü --ne yazýk ki-- kadýnlarýn yanýnda daha az baþarýlýdýr; çok daha az parasý, ama daha çok vakti ve kaybedecek zamaný vardýr: Kýsaca, -can sýkýntýsýný gidermek için- eski ilaçlarýn yerini tutacak baþka ilaçlara ihtiyacý vardýr. Bir zamanlar gür ve karmakarýþýk olan saçlarýnýn yerini nasýl bir peruka aldýysa, roman da þimdi Henri Beyle için hayatýn yerini almýþtýr, gerçek serüvenlerinin azlýðýný, kurduðu çeþit çeþit hayallerle gidermektedir; hatta Stendhal sonunda yazý yazmayý eðlenceli bulmaya baþlamýþ ve kendisini bütün o budala salon gevezelerinden daha hoþ, daha nükteli bir konuþma arkadaþý olarak görmüþtür. Ýþi çok fazla ciddiye almamanýz ve para kazanma isteði ya da harislik yüzünden kaleminizi Parisli yazarlarýnki gibi aþaðý bir düzeye indirmemeniz þartýyla, roman yazmak bir ben'ciye yaraþan hoþ, saðlýklý ve çok soylu bir oyalanma
þeklidir; Stendhal'ýn yaþlandýkça gitgide daha büyük bir zevk duyduðu zarif ve kafayý pek fazla meþgul etmeyen bir vakit geçirme þeklidir. Çok yorucu bir iþ de deðildir. Müsvedde yapmaksýzýn, bir romaný üç ay içerisinde, karþýlýðýnda pek fazla þey istemeyen bir yazýcýya söyleyip yazdýrmakta, böylece bütün zamanýný ve çabasýný bu iþe harcamaya gerek kalmamaktadýr. Üstelik, insan kendini göstermeden düþmanlarýna iðneli sözler fýrlatmak, insanlarýn bayaðýlýðý ile alay etmek imkanýný bulduðu için keyiflenebilirdi de; bir maske altýna gizlenip, kendini ele vermeden, karþýnýza çýkan herhangi bir budalanýn sýrýtmasýna katlanmak zorunda kalmadan, ruhunun en sýcak duygularýný, tanýnmamýþ bir genç adamýn duygularý imiþ gibi açýklamak imkanýný da bulabilirdi. Onurunuzun lekelenmesine meydan vermeden tutkulu olabilirdiniz ve yaþlý olduðunuz halde, yüzünüz kýzarmadan, bir delikanlý gibi hayaller kurabilirdiniz. Böylece yaratmak, Stendhal için bir zevk halini alýyor ve yavaþ yavaþ, hayattan zevk almasýný bilen bu adamýn en özel ve en derin sevinci oluyor. Ama Stendhal, büyük bir sanat ya da edebiyat eseri yarattýðýný sanma gibi bir izlenime hiçbir zaman kapýlmamýþtýr. Balzac'a, -Hayran olduðum þeylerden söz ediyordum ve bir roman yazma sanatýný hiç düþünmemiþtim- diye itiraf ediyor, açýksözlülükle; þekle, eleþtiriye, halka, gazetelere, ölümsüzlüðe boþ veriyor; tam bir ben'ci olduðu için, yazý yazarken kendisinden ve duyduðu zevkten baþka bir þey düþünmüyor ve sonunda, elli yaþlarý civarýnda, acayip bir keþifte bulunuyor: Kitaplarýyla para kazanmasý da mümkünmüþ meðer! Evet, az bir para, ama baðýmsýz bir þekilde, kendini küçültmeden ve satmadan, insanlarla düþüp kalkarak onurundan bir þeyler yitirmeden, bir amire hesap vermek zorunda kalmadan... Ve bu, mutluluðunu iki katýna çýkarýyor: Çünkü Henri Beyle'in en büyük ideali, her zaman için, yalnýzlýk ve baðýmsýzlýk olarak kalacaktýr. Zaten kitaplarý þöyle böyle bir baþarý kazanýyor; insanlarýn midesi bu derece yavan bir þekilde hazýrlanmýþ, duygusallýkla salçalanmamýþ bir yemeðe alýþýk deðil ki! Yarattýðý eserler için bir baþka okuyucu kütlesi hayal etmek zorunda kalýyor: Uzak bir gelecekte, 1880 ya da 1900 yýllarý civarýnda ortaya çýkacak seçkin bir grup, mutlu bir azýnlýk. Ama çaðdaþlarýnýn ilgisizliði Stendhal'ý pek üzmüyor, çevresini küçük gördüðü için baþka türlü de olamazdý; aslýnda, kitaplarý, kendi kendisine yazdýðý mektuplardan baþka bir þey deðil ki! Kendi benliðini kamçýlamak ve herkesten daha deðerli olan þu biricik varlýðý, Henri Beyle'i daha zeki, daha akýllý, daha bilgili kýlmak amacýný güden duygusal yaþantýlardan baþka bir þey deðil ki kitaplarý! Kadýnlar onu, çekingen bir delikanlýyken ya da þiþko bir adamken reddetmiþlerdi: Ýþte þimdi burada kendisini ince uzun ve yakýþýklý bir delikanlý olarak hayal etmesine hiçbir engel yok; bir Julien'in ya da bir Fabrice'in kýlýðýna girebilir ve bir zamanlar çekinerek sevdiði kadýnlara, genç Henri'nin hiçbir zaman söylemeye cesaret edemediði sözleri pervasýzca onlara söyletebilir. Dýþ Ýþleri Bakanlýðý'ndaki þu hayvanlar, herhangi bir diplomatik harekette bulunmasýna fýrsat vermemiþlerdi; þimdi burada entrikacý dehasýný, -Makyavelizmini-, alabildiðine serbest býrakabilir, çözülmesi mümkün olmayan, arap saçýna dönmüþ entrikalar çevirebilir ve karmaþýk manevi mücadelelere giriþebilir, budalalýkla alay adebilir ve budalalýðý simgeleyen þeyleri ateþe verebilir. Sevdiði ülkelerden coþkuyla söz etmesi, Milano'da geçirdiði unutulmaz günleri yeniden canlandýrmasý da mümkündür; zamanla Stendhal, kendi yalnýz ve her þeyden uzaklaþmýþ olan benliðini dünya ile iliþkili hale getirmenin, ama gerçek dünya kadar kaba ve bayaðý olmayan,
ruhunun isteklerine daha uygun gelen, daha tutkulu, daha ateþli, ayný zamanda daha uyanýk, daha parlak ve daha hür bir dünya ile iliþkili hale getirmenin çok büyük bir sevinç kaynaðý olduðunu anlýyor. -Baþkalarý umurumda deðil!- Stendhal yalnýz kendisi için yazýyor. Yaþlanan Epikürcü, yeni bir zevk kaynaðý buluyor kendine, son ve en büyük zevkini buluyor. Yazmak, masasýnýn baþýna geçip iki mum ýþýðýnda, yukarýda, çatý arasýndaki odasýnda; ve böylece kendi ruhu ile ve kendi düþünceleriyle baþ baþa yaptýðý bu mahrem konuþmalar, sonunda onun için bütün kadýnlardan, hayatýn öteki zevklerinden, Foy Kahvesinden, salon tartýþmalarýndan, hatta müzikten bile daha önemli, daha gerekli bir hale geliyor. Ýlk idealini, en eski idealini, yalnýzlýkta zevki ve zevkte yalnýzlýðý, ancak elli yaþlarýnda sanatta bulabiliyor. Þüphesiz geç kalan, geciken bir sevinç bu, akþamýn alaca karanlýðýnda gelen bir sevinç ve daha þimdiden bir parça tevekkülle karýþmýþ, buðulanmýþ bir sevinç. Stendhal'ýn edebi coþkusu, hayatýna yaratýcý bir yön veremeyecek kadar geç, çok geç çýkmýþtýr ortaya; yalnýzca onun yavaþ yavaþ can çekiþmesine bir ahenk katmýþ ve son vermiþtir. Kýrk yedi yaþýndayken, Stendhal ilk romanýný, Kýrmýzý ve Siyah'ý yazmaya baþlamýþtýr (daha önce yazdýðý Armance ciddiye alýnamaz); elli bir yaþýndayken Lucien Leuwen'i, elli altý yaþýndayken de Parme Manastýrý'ný... Bu üç roman, onun edebi gücünü tüketmeye yetmiþtir; hareket noktalarý bakýmýndan ele alýndýðýnda aslýnda tek bir roman, tek ve ayný serüvenin üç deðiþik þeklidir bu romanlar: Genç Henri Beyle'in ruhunda olup bitenlerin hikayesi, yaþlandýkça kendi içinde sönüp gitmesine fýrsat vermek istemediði, tersine, hiç durmadan yeniden canlandýrmak istediði gençliðinin hikayesi. Üçü birden, kendisinden sonra gelen ve onu küçük gören Flaubert'in bir romanýnýn þu baþlýðý altýnda toplanabilirdi. Duygusal Eðitim. Julien, azarlanarak, hýrpalanarak büyümüþ bir köylü çocuðu, Fabrice, küçük bir Marki, Lucien Leuwen bir bankerin oðlu, soðuk bir yüzyýlýn içerisine ayný ateþli ve sýnýrsýz idealizmle atarlar adýmlarýný. Üçü de Napoleon'a, kahramanlýða, büyüklüðe ve hürriyete tutkundur; aþýrý derecede duyarlý oluþlarý yüzünden, her þeyden önce, gerçek hayatýn verebileceðinden daha yüksek, daha manevi, göklere doðru kanat açma imkanýný veren bir hayata ulaþmaya çalýþmaktadýrlar. Her üçünün de kalpleri karmakarýþýktýr, bakirdir; kadýnlara karþý açýða vurulmamýþ tutkularla ve hayatýn yavanlýðýnýn ve maddiliðinin henüz soðutamadýðý bir gençlik romantizmi ile doludur. Buz gibi ve düþman bir toplumun ortasýnda, insanýn kalbindeki ateþi saklamasý, aþklarýný inkar etmesi, gerçek tabiatýný gizlemesi gerektiðini büyük bir acý ile fark ettikleri zaman, her üçünün de uyanýþý çok acý olmuþtur; içtenlikle yaptýklarý atýlýmlar, paradan baþka bir þey düþünmeyen bir çaðýn bayaðýlýðýna, -baþkalarýnýn- burjuvalara özgü korkusuna ve adiliðine --Stendhal'ýn bu ebedi düþmanýna-- çarparak kýrýlmýþtýr. Yavaþ yavaþ düþmanlarýnýn kurnazlýklarýný, küçük gizli tertipler yapma sanatýný, ustaca hesaplarý, entrika bilimini öðrenmeye baþlarlar, bozuk ahlaklýlar, yalancýlar, sosyete adamlarý olup çýkarlar ve soðuklaþýrlar, ya da, daha da kötüsü, keskin zekalý, týpký yaþlanan Stendhal gibi mantýklý ve bencil bir hale gelirler; kýsaca gerçekle uzlaþýrlar ve gerçek manevi alanlarýndan --gençliklerinden ve saf idealizmlerinden-- itildiklerini hissetmiþ olmanýn acýsýný duyar duynnaz gerçeðe uyum saðlarlar. Ýþte elli yaþýna gelmiþ olan Henri Beyle, kalbi hala göðsünde çarpan o eski sýkýlgan ve ateþli genç adamýn adýna --inançla
dolu ve çekingen genç adamýn adýna-- -yirmi yaþýndaki hayatýnýyeni bir tutkuyla tekrar yaþamak için yazmýþtýr bu romanlarý. Bilgili, soðuk ve tuttuðu yolun yanlýþ olduðunu anlayýp hayal kýrýklýðýna uðramýþ bir ruhla, bu romanlarda kalbinin gençliðini anlatmaktadýr; gerçeði açýkça gören bir sanatçý olarak, hayatýn ilk yýllarýnýn o sonsuz romantizmini dile getirmektedir. Romanlarý, insaný þaþýrtacak bir þekilde, kendi tabiatýndaki o ilkel karþýtlýðý özetlemektedir: Gençliði heyecanlandýran o yüce kargaþalýk, onun romanlarýnda, olgun bir adamýn zekasýnýn parlaklýðýyla anlatýlmaktadýr; yazarýn aklý ile kalbi arasýndaki, gerçekçilikle hayal gücü arasýndaki o ölesiye savaþ, insanlarýn hafýzasýnda Marengo, Austerlitz ve Waterloo kadar ölümsüz olan bu üç unutulmaz savaþta (yani Julien'in, Fabrice'in ve Lucien Leuwen'in savaþlarýnda) belli bir sonuca baðlanmaktadýr. Kaderleri, soylarý ve karakterleri çok farklý olmakla birlikte, Stendhal'ýn bu üç genç kahramaný duygusal açýdan birbirinin kardeþidirler: Bu kahramanlarýn yaratýcýsý, kendi tabiatýnda romantik olan her ne varsa, onlara aktarmýþtýr ve onlarda filizlenmesine imkan vermiþtir. Ayný þekilde onlarýn üç rakibi de aslýnda tek bir insandýr: Kont Mosca, banker Leuwen ve Kont de la Mole, bunlar da hep Henri Beyle'dir, ama baþtan aþaðý düþünce kesilmi; bir entelektüel, geç kalmýþ bir adam, aklýn aktif ýþýnlarýnýn zamanla her türlü idealizmi körelttiði ve yok ettiði akýllanmýþ bir ihtiyar... Bu üç kiþi, hayatýn, genç bir adamý sonunda ne hale getirdiðini, -her bakýmdan coþkun ve heyecanlý olan delikanlýnýn nasýl yavaþ yavaþ her þeyden býktýðýný ve aklýný baþýna topladýðýný(Henri Beyle'in kendi hayatý ile ilgili düþüncesidir bu) sembolik bir þekilde göstermektedir. Bu üç adamda kahramanlýk ateþi sönmüþtür, bir amaca ulaþmak için izlenen akýllýca yollar ve pratik çareler, o büyüleyici yarý sarhoþluk haline galebe çalmýþtýr, gençlik yýllarýnýn tutkusunun yerini, soðuk bir aþk almýþtýr. Onlar dünyayý yönetmektedirler: Kont Mosca bir prensliði, banker Leuwen Borsayý, Kont de la Mole diplomasiyi; ama ipleri baþkalarýnýn elinde olan kuklalardan hoþlanmazlar; insanlarý çok yakýndan tanýdýklarý, zayýflýklarýný ve kusurlarýný çok iyi bildikleri için hor görürler onlarý. Þüphesiz güzelliðe ve kahramanlýða hala deðer verirler, ama yalnýzca deðer verirler; ve durmadan hayal kuran, ama hiçbir hayalini gerçekleþtiremeyen gençliðin karanlýk, bulanýk ve beceriksiz coþkusuna yeniden ulaþabilmek için, bütün baþarýlarýndan seve seve vazgeçmeye hazýrdýrlar. Antonio'ya --Tasso gibi genç ve ateþli bir þairin yanýnda duran, duyulardan ve soðuk tecrübelerden baþka bir þey olmayan þu kibar Antonio'ya-benzeyen bu adamlar, hayatýn (þiirini deðil de) nesrini yazan bu adamlar, bazen yardýma koþarak, bazen düþmanca bir tavýr takýnarak, genç rakiplerini hem hor görürler, hem de onlara gizli gizli haset ederler: Týpký aklýn duyguya, gerçeðin hayale karþý oluþu gibi. Stendhal'ýn dünyasý, insanýn kaderinin bu iki ebedi kutpu arasýnda, belirsiz ve çocukça bir güzellik ihtiyacý ile gerçek bir güce ulaþmak için gösterilen saðlam, alaycý ve üstün bir irade arasýnda geliþir. Ýnsan hayatýnýn kaderini belirleyen bu iki uç arasýnda --gençlikle yaþlýlýk, romantizmle gerçek arasýnda-- duygu dalgalarý, destani bir kaynaþma içerisinde çalkalanýp dururlar. Kadýnlar, bu genç adamlarda çekingen ve yakýcý arzular uyandýrýrlar, onlarýn þiddetli tutkularýna uygun titreþimlerle cevap verirler. Tatmin edilmemiþ ihtiyaçlarýnýn öfkesini ahenkli bir yumuþaklýkla yatýþtýrýrlar. Stendhal'ýn kadýnlarý --tutkularýnda bile soylu kalmasýný bilen Bayan de Renal, Bayan de Chasteller, Düþes de
Sanseverina gibi kadýnlar-- erkeklerin ruhunda saf, temiz, pýrýl pýrýl bir alev tutuþtururlar, ama onlarýn yüce fedakarlýðý bile, sevgililerinin ruhundaki o ilk saflýðý ve temizliði koruyamaz, çünkü bu genç adamlar hayatta ileriye doðru attýklarý her adýmda, insanlarýn adiliðinin bataðý içerisine biraz daha gömülürler. Kadýnlarýn karþýsýnda, iyiliðiyle ruhu yücelten, ferahlatan kadýnlarýn bu kahramanca dünyasý karþýsýnda, her zaman olduðu gibi, bayaðý bir gerçek dünya dikiliyor: Soðuk ve kötü ruhlu küçük entrikacýlarýn, haris adamlarýn, kýsaca Stendhal'ýn aleladeliðe karþý duyduðu o vahþi küçümsemeyle nasýl görmek istiyorsa o þekilde gördüðü insanlarýn kaba alýþkanlýklarýnýn dünyasý... Kadýnlara romantik gençliðinin gözleriyle bakýp onlarý idealleþtirdiði halde, her zaman aþka aþýk olan yaþlý bir erkek olarak, tapmýþ olduðu bu ilaheleri, þefkatle dolu bir hareketle, kahramanlarýnýn adýna kalbinin semalarýndan indirdiði halde, ayný zamanda, açýða vurmadýðý bir öfkeyle, konunun akýþý içerisine, týpký mezbahaya götürülen bir sürü gibi, bir yýðýn aþaðýlýk insaný da sokmuþtur. Onlarý alçaklýk ve namussuzluðun çamuru ile yoðurmuþtur: Yargýçlarý, dava vekillerini, küçük bakanlarý, gösteriþ yapan subaylarý, salon gevezelerini ve bayaðý dedikoducularý... Her biri ayrý ayrý ele alýndýðýnda, çamur gibi yapýþkan ve istenilen þekle girebilen kimselerdir; ama sürekli bir alýnyazýsý, bütün bu sýfýrlar bir araya geldiði zaman bir sayý oluþtursunlar istiyor ve dünyada her zaman olduðu gibi, büyük olan her ne varsa boðsunlar istiyor. Böylece, onun destanlara yaraþan üslubu içerisinde, hayal kurmaktan hiçbir þekilde vazgeçmeyen bir insanýn acý hüznü, hayal kýrýklýðýna uðramýþ birinin zehir gibi acý alayý ile yer deðiþtiriyor. Stendhal, gerçek dünyayý nasýl kinle anlatýyorsa, hayal dünyasýný, ideal dünyayý da kendi tutkusunun canlý ateþiyle anlatýyor; her iki alanda da usta bir yazar, hem gerçek bir kafa, hem de gerçek bir kalp adamý olarak.. Ama Stendhal'ýn romanlarýna bu özel deðeri ve güzelliði veren þey, hayatýn geç yýllarýnda yazýlmýþ eserler olmalarý, hala taze olan hatýralardan ve daha þimdiden yaratýcý bir hale gelmiþ hayallerden oluþmalarý, duygu bakýmýndan genç, düþünce bakýmýndan belirgin bir þekilde üstün olmalarýdýr. Çünkü bir tutkunun güzelliði ve anlamý ancak aradan belli bir zaman geçtikten sonra yaratýcý bir þekilde açýklanabilir. -Tutkunun þiddetli heyecanlarý içerisinde bulunan bir insan, ince ayrýmlarý fark edemez-, duygusunun kaynaðýný ve sýnýrlarýný bilemez. Coþkularýný belki de taþkýn bir lirizmle anlatabilir, ama onlarý açýk ve seçik bir þekilde yorumlamak ve açýklamak gelmez elinden. Gerçek bir tahlil, tutkuyu aþmýþ olmayý gerektirir, her zaman açýk ve seçik bir þekilde görmeyi, serinkanlýlýðý ve uyanýk bir düþünceyi gerektirir; aradan uzun bir zaman geçmesini ve yazarýn kaleminin çok güçlü olmasýný zorunlu kýlar. Ýþte Stendhal'ýn romanlarý bu iç ve dýþ þartlarý olaðanüstü bir þekilde birleþtirmektedir; kendi duygularýný bilen usta bir sanatçýdýr o; hala tutkusunun etkisi altýndadýr, ama artýk onu anlayacak ve bir eser halinde dýþa aktaracak ve dýþ dünya ile sýnýrlandýracak durumdadýr. Stendhal için romanýn en çekici, en hoþ yaný, -iç dünyayý-, yeniden yaþadýðý tutkusunun -içini- gözleyebilmektir; dýþ olaylar ve roman tekniði ise, sanatçý için pek önemli deðildir ve o bunu çoðu zaman daha önce hiçbir hazýrlýk yapmadan gerçekleþtirir (hatta bir bölümün sonuna geldiðinde, bir sonraki bölümde neler olup biteceðini hiçbir zaman bilmediðini itiraf etmiþtir); karakterler gibi, bölümler de --onun ilk ve en devamlý okuyucularýndan biri olan Goethe'nin daha önce dikkati çekmiþ olduðu gibi-- romanýn bütünüyle her zaman pek uyuþmazlar ve çoðu zaman gerçeðe uygun düþmezler. Þunu açýkça belirtelim: Romanlarýnýn sadece melodramatik olan bölümleri,
herhangi bir kimse tarafýndan yazýlmýþ olabilirdi. Þairi, biz tam olarak ancak, kahramanlarýnýn tutku içerisinde olduklarý anda hissedebiliriz. Eserlerinin sanat gücüne ve heyecan verici bir büyüklüðe ulaþmasý, yalnýzca içteki dalgalanmalar sayesinde mümkün olur. En güzel sayfalar onun ruhunun varlýðýný sezdiðimiz bölümlerdir; en yüceleri, bu çekingen ve gizli ruhu, kahramanlarýnýn sözlerine ve hareketlerine döktüðü, kendi çatýþmalarýný kahramanlarýna aktardýðý sayfalardýr. Böylece, Parme Manastýrý'nda Waterloo Savaþý ile ilgili olarak anlattýðý þeyler, aslýnda Ýtalya'da geçen gençlik yýllarýnýn dahice bir özetinden baþka bir þey deðildir. Týpký onun gibi, Fabrice adlý kahramaný da Ýtalya'ya gittiði zaman, ruhunda varlýðýný hissettiði kahramanlýk eðilimini savaþ alanlarýnda bulabilmek için Napoleon'a doðru koþar; ama gerçek, onun ideal düþüncelerini birbiri ardýnca yok eder. Ýnsanýn içini heyecanla ürperten süvari hücumlarýna katýlacak yerde, kendini birdenbire çaðdaþ savaþlarýn anlamsýz kargaþalýðý içerisinde bulur; Büyük Ordu'ya katýlacak yerde, kaba ve hayasýz bir yýðýn askerin arasýna karýþýr; kahramanlarla karþýlaþacak yerde, askeri üniformalarý içinde de týpký sivil elbiseleri içinde olduðu kadar sýradan ve bayaðý insanlarla karþýlaþýr. Onda, bu gibi hoþnutsuzluk anlarý, usta bir elle ýþýða çýkartýlmýþtýr: Hiçbir sanatçý, þu yeryüzünde ruhun coþkunluðunun gerçeðin yavanlýðý karþýsýnda hiç durmadan nasýl bozguna uðradýðýný ve sonunda nasýl yorgun düþtüðünü ve usandýðýný ondan daha güçlü bir þekilde anlatamamýþtýr. Onun psikolojik dehasý, ancak duyularý ile beyninin arasýnda bir akým oluþtuðu ve Stendhal'ýn ikili kiþiliðinln sahneye çýktýðý belirli bir anda zafere ulaþýr. Yalnýzca romanlarýndaki kahramanlara kendi serüvenlerini yaþattýðý zamandýr ki, sanatçý olarak sanatýný aþar; anlattýðý þeyler ancak kendisininkine yakýn bir ruhun duygularýyla ilgili olduðu zaman kusursuzluða ulaþýr. Otobiyografisinin gizli anahtarý, ayný zamanda sanatýnýn da sýrrýdýr: -Heyecan duymadýðý zaman, ruhsuzdu.Fakat ne tuhaf þey: Romancý olarak Stendhal'ýn ne pahasýna olursa olsun bizden saklamak istediði sýr da budur. Okuyucularýndan biri, þu hayal ürünü Julien'e, Lucien'e ve Fabrice'e ruhunu nasýl da çýplak bir þekilde aktarmýþ olduðunu keþfedecek ve buna gülecek diye ödü kopmaktadýr; dikkati çekecek kadar belirgin olan bu ahlaki utanç duygusunun gereði olarak, bu portrelerde kendi ruhunun tellerinden birinin titreþtiðinden kimse þüphelenmemelidir. Bunun içindir ki Stendhal, o destan gibi eserlerinde, bile bile soðuk bir tavýr takýnýr; sanki uzak bir romantik serüveni sadece objektif bir þekilde anlatýyormuþ gibidir; bile bile buz gibi bir üslup kullanýr, -kuru olabilmek için elinden geleni yapar- ya da daha doðrusu kuru -görünebilmek- için; çünkü yazarýn heyecani katkýsýný belli etmemek amacýyla bile bile yaptýðý bu secco'ya, bu kuru anlatýma kanmak için insanýn çok kalýn-kafalý olmasý gerekir. Aslýnda Stendhal --herkesten daha tutkulu olan bu adam-- romanlarýnda hiçbir zaman soðuk bir üslup kullanmýþ deðildir; hayatta nasýl duygularýný belli etmemek için umutsuzca çýrpýndýysa, eserlerinde de ayný umutsuzlukla, heyecanýný, sakin ve soðukkanlý bir üslup arkasýnda gizlemeye çalýþýr. Duygularýný teklifsizce herkese açmak, bu ölçülü ve aþýrý derecede duyarlý adam için, týpký bir yarayý hayasýzca gözler önüne sermek gibi tiksinti verici bir þeydir; kendi içine kapanýk olduðu için, duygusal titreþimlerden, anlatan kiþinin heyecandan boðulan aðlamaklý sesinden, edebiyata komedi oyuncularýnýn þatafatlý üslubunu getiren Chateaubriand'ýn -tumturaklý üslubundan- nefret eder. Göz yaþlarýný göstermektense duygusuz görünmek, yufka-yürekli görünmektense merhametsizmiþ gibi görünmek,
þair ruhlu görünmektense mantýklý biriymiþ gibi görünmek daha iyidir! Böylece, her sabah, çalýþmaya baþlamadan önce, kendisini kuru ve soðuk bir üsluba alýþtýrmak için Medeni Kanunu okuduðu rivayetini yaymýþtýr ortaya, kulaklarýmýzý bununla yeterince doldurmuþlardý. Ama Stendhal, bununla idealinin kuru bir üsluba ulaþmak olduðunu söylemek istemiyordu; aslýnda, -abartmalý mantýk sevgisiyle-, açýklýk ve seçikliðe karþý duyduðu tutkuyla, yalnýzca --þöyle bir deyim kullanacak olursak-- tabloyu bozmayacak þekilde geri planda kalan, kendini belli etmeyen bir üsluba ulaþmaya çalýþýyordu: -Üslup berrak bir cila gibi olmalýdýr; üzerine sürüldüðü renkleri ya da olgularý ve düþünceleri bozmamalýdýr.Kelimeler, Ýtalyan operalarýnýn -ara naðmeleri-ne benzeyen süslerle bezenip lirik bir þekilde ortaya çýkmamalý, tersine, arka planda kalmalý; týpký kibar bir adamýn --bir centilmenin-- kusursuz elbisesi gibi göze çarpmamalý ve ruhun heyecanlarýný tam olarak ve açýk ve seçik bir biçimde dile getirmekle yetinmeli. -Açýk ve seçik bir biçimde-: Çünkü Stendhal için bütün iþ buradadýr. Onun Galyalýlara özgü açýklýk ve seçiklik içgüdüsü belirsiz, bulanýk, dokunaklý, þatafatlý, tumturaklý olan her þeyden nefret eder ve özellikle de Jean-Jacques Rousseau'nun Fransýz edebiyatýna getirdiði þu bencil duygusallýktan nefret eder... En karýþýk duygularda bile açýklýða ve gerçeðe ulaþmak ister, kalbin en karanlýk dolambaçlý yollarýný bile aydýnlýða kavuþturmak ister. -Yazmak-, onun için -anatomi yapmak-, yani her karmaþýk duyguyu, bütün unsurlarýna varýncaya kadar bir bir tahlil etmek, ýsý derecesini ölçmek, týpký bir doktorun hastasýnýn durumunu dikkatle izlemesi gibi tutkularýný dikkatle gözden geçirmek demektir. Çünkü hayatta olduðu gibi sanatta da verimsiz olan tek þey karýþýklýktýr. Coþkunluðu içerisinde aklýnýn karýþmasýna fýrsat veren, gözü kapalý olarak kendini tutkularýna býrakan bir insan, duyduðu zevkin sarhoþluðu içerisinde, zevkin en yüce þeklini, manevi þeklini tadamaz: Zevkte, bilgiye ulaþmak... Ancak kendi varlýðýnýn derinliðini tam olarak araþtýran bir insan, bu zevki gerçekten ve þiddetle duyabilir; ancak kendi bunalýmýný dikkatle inceleyen bir insan, duygusunun güzelliðini fark edebilir. Kýsaca, Stendhal, zihni uyanýk tutmayý, kalbin coþkunluk içerisindeyken, coþkunluk halinin yarý sarhoþluðu içerisindeyken bize açýklamýþ olduðu þeyler üzerinde düþünmeyi öneren Perslerin o eski bilgece tavrýný uygulamaktadýr. Ruhu ile, tutkusuna canla baþla hizmet eden bu adam, ayný zamanda mantýðý ile, tutkusunun efendisidir. Kalbini keþfetmek, aklýyla tutkularýnýn sýrlarýný araþtýrmak: Ýþte Stendhal için uyulmasý gereken kural budur. Ve kalbinden doðan çocuklar da, yani kahramanlarý da týpký onun gibi düþünürler. Onlar da kör bir duygu ile bilinmeyen bir alana sürüklenmek ve aldanmak, yanýlmak istemezler; dikkatle gözlemek, denetlemek, derinleþtirmek ve tahlil etmek isterler; duygularýný yalnýzca hissetmek deðil, ayný zamanda anlamak da isterler. Hiçbir safha, hiçbir deðiþiklik onlarýn dikkatinden kaçamaz ve her an kuþku içerisinde, heyecanlarýnýn samimi mi yoksa sahte mi olduðunu, bu heyecanlarýnýn arkasýnda daha derin bir duygunun gizlenip gizlenmediðini araþtýrýrlar. Kalplerini denetlemeyi bilen, duygularýný soðuk ve dikkatli bir þekilde gözden geçiren bu adamlar, sevdikleri zaman, içerisinde bulunduklarý atmosferin basýncýný ölçerek, hiç durmadan kendilerine þunlarý sorarlar: -Daha þimdiden aþýk mý oldum ona? Onu hala seviyor muyum? Bu aþk bana nasýl bir duygu veriyor ve niçin daha fazlasýný vermiyor? Sevgim gerçek mi yoksa zorlama mý? Sevgimin gerçek olduðuna kendimi inandýrmaya mý çalýþýyorum, kendi kendime bir komedi mi oynuyorum?- Hiç durmadan heyecanlarýnýn nabzýný
ölçerler ve duygusal ýsýlarýnýn yükselme eðrisindeki en ufak bir kesintiyi hemen fark ederler. Kendi kendilerini tahlil ederek, baþkalarýna verdikleri þeyleri acýmasýz bir dikkatle kontrol ederler, duygu tüketimlerini soðuk ve mekanik bir kesinlikle deðerlendirirler. Týpký bir sel gibi kabarýp coþan serüvenlerinin kýyýsýnda bile hep -þöyle düþündü-, -kendi kendine böyle dedi- gibi sözler hikayenin heyecanlý akýþýný bozar; kaslardaki en ufak bir kasýlma, en küçük bir sinirsel büzülme ya da çekilme, týpký bir doktor ya da fizyoloðun yaptýðý gibi, bunun akla uygun bir nedenini araþtýrmalarýna yol açar. Bu kahramanlarda, Stendhal'daki acayip ikiliði olaðanüstü bir þekilde dile getiren þey, duygularýný hesaplamalarý, bir iþ konusunda olduðu kadar bir tutku konusunda da düþündükten sonra karar vermeleridir. Mesela, Kýrmýzý ve Siyah'ýn ünlü aþk sahnesinin anlatýlýþýna bakýnýz: Bir genç kýzýn kendini bir erkeðe vereceði o heyecanlý dakikada bile, Stendhal'ýn kahramanlarýnýn ne kadar soðukkanlý, ne kadar dikkatli ve keskin-görüþlü olduklarýný göreceksiniz. Julien, sabahýn birinde, genç kýzýn annesinin açýk penceresinin yanýna dayanmýþ bir merdivenden Matmazel de la Mole'un odasýna çýkabilmek için hayatýný tehlikeye atmýþtýr, romantik bir kalbin hayal ettiði hesaplý ve tutkulu bir hareket! Mathilde, büyük bir heyecan içerisinde -Nihayet gelebildiniz mösyö- demiþtir. Julien çok sýkýlgandýr, nasýl davranacaðýný bilememektedir, aþk yoktur kalbinde. Þaþkýnlýðý içerisinde, cesaret göstermesi gerektiðini düþünür, Mathilde'i öpmeye çalýþýr. Genç kýz ise onu iterek 'Yazýklar olsun!' der. Bu þekilde geri çevrildiðine memnun olan Julien çarçabuk etrafýna bir göz atar.- Ýþte, Stendhal'ýn kahramanlarýnýn en cüretli serüvenlerinin ortasýnda bile nasýl bir soðukkanlýlýkla ve ne kadar bilinçli bir þekilde düþündüklerini gösteren bir örnek. Þimdi sahnenin gerisini okuyalým. Heyecanýna raðmen, iyice düþündükten sonra, maðrur genç kýzýn kendisini babasýnýn sekreterine nasýl verdiðini. -Mathilde ona 'sen' diye hitap etmeye, onunla senli-benli olmaya çalýþýyordu. Bir sevgi ifadesi taþýmayan bu senli-benlilik Julien'in hiç de hoþuna gitmemiþti, kendini mutlu hissetmeyiþine þaþýyordu. Mutluluk duyabilmek için aklýný kullandý; bu derece gururlu ve övgülerinde her zaman ölçülü olan bu genç kýzýn kendisine deðer verdiðini görüyordu; bu þekilde düþününce, gururunun okþanmýþ olmasýndan ileri gelen bir mutluluk duydu.- Böylece, bir -düþünce- sayesinde, bir -kavrayýþ- sayesinde, en ufak bir sevgi duymaksýzýn, en küçük blr ateþli atýlým olmaksýzýn, kafasý ile aþýk olan bu genç adam romantik bir metresi baþtan çýkarmýþtýr; genç kýz ise her þey olup bittikten hemen sonra, harfi harfine þöyle der içinden: -Ona bir þeyler söylemem gerek, bir kadýnýn aþýðý ile konuþmasý uygun olur.- Bize sadece þunu sormak kalýyor: Bu çeþit bir kur yapma görülmüþ müdür? Stendhal'a gelinceye kadar, aþk heyecanlarýnýn ortasýnda kendilerini böylesine bir serinkanlýlýkla kontrol eden ve böylesine bir soðukkanlýlýkla düþünen, üstelik, Stendhal'ýn öteki kahramanlarý gibi hiç de soðuk tabiatlý olmadýklarý halde bu þekilde hareket eden kahramanlar yaratmaya cesaret eden baþka bir yazar var mýdýr acaba? Ama burada, Stendhal'ýn duygusal içtepileri parçalara ayýrmaya ve ruhun ateþliliðini derecelere bölerek ölçmeye kadar varan psikolojik anlatým sanatýnýn özüne dokunmuþ oluyoruz. Stendhal hiçbir zaman bir tutkuyu -bütünüyle- ele almamýþ, hep ayrýntýlar üzerinde durmuþtur; bunun sonucu olarak da, her ayrýntý bir büyüteç altýnda imiþ gibi ya da aðýr çekimle dondurulmuþ gibi incelenebilmektedir. Gerçek dünyada, beklenmedik, düzensiz ve sarsýntýlý bir þekilde olup biten þeyleri, Stendhal'ýn o dahilere yaraþan tahlilci düþüncesi sonsuz derecede küçük bölümlere ayýrýr; zihnimiz daha iyi kavrayabilsin
diye, insan ruhunda olup bitenleri, ustaca bir þekilde yavaþlatarak serer gözlerimizin önüne. Stendhal'ýn romanlarýnda konunun akýþý (ve o bu noktada bir yenilik getirmiþtir), somut bir zamanda deðil, yalnýzca ruhi bir zamanda geçer; gerçek serüvenlerin alanýnda deðil, kalbi ve beyni birbirine baðlayan sinirlerin titreþen aðý üzerinde olup biter. Stendhal'la birlikte, ilk defa olmak üzere, destani sanat, bilinçaltýnýn fonksiyonel hareketlerini açýklamaya çalýþmýþtýr. Daha sonra psikolojiyle edebiyatý birleþtirecek olan -deneysel roman- çaðýný Stendhal'ýn Kýrmýzý ve Siyah adlý eseri açmýþtýr. Duygularýn bu derece bilimsel bir þekilde incelenmesine alýþýk olmayan çaðdaþlarýnýn, Stendhal'ýn bu yeni sanatýný, ruhi süreçleri þiirden uzak, kaba saba ve mekanik bir þekilde anlatan, dolayýsýyla, maddileþtiren bir sanat olarak görmelerine ve beðenmemelerine þaþmamak gerekir; Balzac (baþkalarýndan söz etmeyelim), en ufak bir duyguyu büyütme ve bir tek görünüþüyle inceleme alýþkanlýðýný monomanie derecesine kadar götürdüðü halde, Stendhal, henüz çocukluk çaðýnda bulunan bir psikolojinin belirsiz olarak, genel bir ad altýnda, -aþk- adý altýnda topladýðý bu acayip hastalýðýn minicik etkenleri ve taþýyýcýlarý olan tutku tohumlarýný ve basillerini, mikroskop altýnda büyük bir sebatla incelemektedir; onu ilgilendiren þey aþkýn, aþk içerisindeki deðiþik þekilleri, aþka olan eðilimi belirleyen duygu molekülleridir. Þüphesiz bu yavaþ tahlil yöntemi, bir anlatýmýn sürekliliðinden ve ateþliliðinden bir þeyler kaybetmesine yol açar; ve Stendhal'ýn romanlarýndaki birçok parçalarda bir laboratuvarýn çýplaklýðý ve bir okul dershanesinin soðukluðu vardýr; ne var ki bütünüyle mantýðýn sýnýrlarý içerisinde kalan sanatý, tutkulu bir þekilde aydýnlýða kavuþma çabasý, ruhta olup bitenleri apaçýk bir biçimde görme isteði Balzac'ýnkinden daha az verimli deðildir. Kurmuþ olduðu dünyanýn yapýsý, ruhlarý daha iyi kavrayabilmek için kullandýðý dolambaçlý bir araçtýr, kahramanlarýna verdiði biçim ise kendi portresinin bir taslaðýndan baþka bir þey deðildir. Çünkü Stendhal, kelimenin yüce, en yüce anlamýyla bencil olduðu için, tutkularýný daha fazla güçlendirmek ve geliþtirmek üzere kahramanlarýna ödünç verir; insaný tanýmak istemesi kendini daha iyi tanýyabilmek içindir. Stendhal hiçbir zaman sanatý sanat için yapmamýþ, bir þeyler üretmekten duyulan objektif zevki hiçbir zaman tatmamýþ, yalnýzca sanat aþký uðruna hiçbir þey ortaya koymamýþ ya da yaratmamýþtýr. Kendini dünyanýn merkezi olarak gören bu adam, fikir bakýmýndan kendine aþýk olmanýn ustasý olan bu adam, kendini hiçbir zaman dünyaya vermemiþ, içten gelen bir duygu ile dünyayla birleþmek istememiþ, kollarýný açarak -Gel ey dünyanýn ruhu, dol içime!- diye haykýrmamýþtýr; coþkulu bir þekilde kendinden geçme duygusuna yabancý olduðu için, Stendhal, bu derece güçlü ve sanatçý zekasýna raðmen, mistik güçlerini yalnýzca insandan alacak yerde evrendeki o ilk büyük kargaþalýktan (kaostan) alan bir sanat söz konusu olduðu zaman, baþka yazarlarýn sanatýný anlayamamaktadýr. Dev gibi olan her þey onu paniðe uðratmakta, evrenden kaynaklanan her duygu tam anlamýyla insan olan bu adamý ürkütmektedir. Bunun içindir ki Rembrandt, Beethoven, Goethe gibi fýrtýnalý bir güzelliði ve karanlýk bir anlamý olan sanatçýlar, bu aydýnlýk zekaya kapýlarýný açamazlar; güzelliði, ancak ahenk kurallarýna baðlý ve sýnýrlarý belli olan þekiller altýnda anlayabilir: Müzisyenler arasýnda Mozart ve Cimarosa gibi ahenkli bir berraklýða ulaþanlarý; ressamlar arasýnda ise Rafaello ve Le Guido gibi kolay anlaþýlabilen bir güzelliðe eriþenleri anlayabilir. Devler, büyük azaplar içerisinde kývrananlar, öfkeden baðýrlarýný yýrtanlar, þeytan tarafýndan kýþkýrtýlanlar
ona tamamiyle yabancýdýr. Þu gürültülü evrenin içerisinde onun ateþli merakýný yalnýzca insanlýk çeker ve insanlýðýn içerisinde de yalnýzca tek, biricik ve anlaþýlmaz bir varlýk olan Stendhal! Onu incelemek için yazar olmuþtur; yaratýcýlýðý, ona þekil vermek isteðinden kaynaklanýr. Dehasýyla en kusursuz sanatçýlardan biri olmakla birlikte, Stendhal, kiþisel olarak, sanata hiçbir zaman hizmet etmemiþtir; sanatý yalnýzca ruhun titreþimlerini ölçmek ve bunu müziðe dönüþtürmek için en kusursuz manevi araç olarak kullanmýþtýr. Sanat onun için hiçbir zaman bir gaye olmamýþtýr, yalnýzca biricik ve ebedi gayesine ulaþmak için bir araç olmuþtur: Kendi benliðini keþfetmek, kendi kendisini tanýma mutluluðuna ulaþmak. ::::::::::::::::: DE VOLUPTATE PSYCHOLOGICA -Gerçek tutkum, bilmek ve hissetmektir. Hiçbir zaman tatmin edemedim bu tutkumu.Bir gün, bir toplantýda, kibar bir burjuva Stendhal'a yaklaþýr, tatlý ve nazik bir þekilde, tanýmadýðý bu beyefendinin mesleðinin ne olduðunu sorar. Bizim alaycýnýn dudaklarýnda hemen muzip bir gülümseme belirir, ufak gözleri küstahlýkla parýldar ve yapmacýk bir alçakgönüllülükle cevap verir: -Ben, insan kalbinin gözlemcisiyim-. Þüphesiz burada, þaþakalmýþ bir burjuvaya blöf yapmýþ olma zevkinden kaynaklanan alaycý bir sözden baþka bir þey yok; bununla birlikte, bu alaycý cevapta bir hayli gerçek payý da var; çünkü Stendhal, hayatý boyunca hiçbir þeyi ruhi olgularý dikkatle incelerken gösterdiði böylesine bir sebatla ve bu derece sistemli bir þekilde incelememiþtir. Hiçbir þey ona -beyinlerin içini görmek- kadar çekici gelmemiþ, onu bu derece sürekli bir þekilde ilgilendirmemiþtir. Þüphesiz onu, gelmiþ geçmiþ çaðlarýn en büyük psikoloðu olarak selamlayabiliriz, insan ruhunu en iyi, en derin þekilde tanýyan bir kiþi olarak duygusal astronominin çaðdaþ Kopernik'i olarak onu göklere çýkarabiliriz. Bununla birlikte, Stendhal, mesleðinin psikoloji olduðunu ancak gülümseyerek söyleyebilirdi ve bu da tam bir açýklama ya da deðerlendirme olamazdý. Gerçekten de, meslek deyince her zaman, belli bir amaca yönelik ve insanýn kendini tam olarak verdiði özel bir faaliyet alanýný anlarýz. Oysa Stendhal, insan ruhu ile ilgili araþtýrmalarýný hiçbir zaman belli bir amaçla, birilerine bir þeyler öðretmek içi yapmamýþtýr; deyim yerindeyse, -þöyle bir gelip geçerken-, orada burada dolaþýrken, eðlenip oyalanýrken yapmýþtýr. Daha önce belirtmiþtik, ama açýk ve seçik olabilme kaygýsý ile bir kere daha hatýrlatmamýza izin verilsin lütfen: Stendhal'da sýký bir çalýþma çabasý, katý bir objektiflik, bir çalýþma tutkusu ya da karakterinin ayýrt edici bir niteliði olarak çalýþma þevki olduðunu sanmak, onun karakterini yanlýþ anlamak, onu son derece yanlýþ deðerlendirmek ve yanlýþ tanýmak olur. Ýnsana tuhaf gelecek kadar her þeyi hafife alan bu zevk adamý, -hayatýn tek iþi zevktircümlesini ilke edinmiþ olan bu adam, tutkularýný hiçbir zaman çok sistemli ve programlý bir þekilde incelememiþ, sadece merak ettiði için, kalbinin en gizli sevinci olarak, gayesizce ve kendini zorlamadan incelemiþtir: Bir sanatçý olarak, kendi eserinin zorlayýcý kanununa, bir Baudelaire'in, bir Flaubert'in göstermiþ olduðu yumuþak-baþlýlýkla hiçbir zaman boyun eðmemiþtir. Birtakým kahramanlar yarattýðý zaman bunu yalnýzca o kahramanlarda kendini ve dünyayý daha güçlü bir þekilde yaþayabilmek için yapmýþtýr; ayný þekilde, yolculuklar yaptýðý zaman da, çeþitli ülkeleri
bir naturalist ya da dikkatli bir kaþif, titiz bir gözlemci olarak deðil, bir turist olarak, manzaralardan, oralarýn halkýndan ve yabancý kadýnlardan hoþlanan bir gezgin gibi dolaþmýþtýr. Týpký bunun gibi psikolojiye de kendini hiçbir zaman bir uzman olarak, bir bilgin gibi vermemiþtir (bilgin deðildi o); bilgiye hiçbir zaman bir Nietzche'nin derin ve azap verici bilme hýrsýyla ya da bir Tolstoy'un duyduðu bir çeþit ahlaki kefaret ihtiyacýyla sarýlmamýþtýr. Bilgi de týpký sanat gibi, Stendhal için, daha þiddetli bir çeþit beyin zevkinden baþka bir þey deðildir ve o bilgiyi bir görev olarak deðil, zihni oyalayan þeylerin en marifetlisi olarak sevmektedir. Bunun içindir ki, eðilimlerinin ve çabalarýnýn her birinde zarif bir neþe notasý, kayýtsýz bir nota, neþeli ve uçucu bir þeyler, bir alevin hafifliðine ve yakýcý sýcaklýðýna benzeyen bir þeyler titreþip durur. Yaptýðý iþi ýsrarla sürdüren, çalýþkan, titiz ve dikkatli bir Alman bilginine benzetemeyiz onu; Pascal ve Nietzche gibi gerçeðe duyduklarý susuzlukla harekete geçen o tutkulu bilgi avcýlarýna da benzetemeyiz. Stendhal'ýn düþüncesi, -þampanyalý- bir düþünceden duyulan zevktir, bilmenin verdiði insanca bir zevktir, aydýnlýk ve ahenkli duyularýn birbirine karýþtýðý bir yarý-sarhoþluk halidir, eþine az rastlanan gerçek bir öðrenme arzusudur, voluptas psychologica'dýr, psikoloji zevkidir. Stendhal, bir psikoloðun duyabileceði bu zevki, bu sihirli zevki herkesten daha çok hissetmiþtir ve bu tutkusunun, bu kafa zevkinin nerdeyse kölesi olmuþtur; ama kalbin sýrlarýnýn onda yarattýðý bu zarif sarhoþluk ne kadar güzeldir! Onun psikoloji bilimi, ne kadar kolaydýr ve ruhu nasýl da yüceltmektedir! Stendhal'da yalnýzca son derece duyarlý olan sinirlerin, ince ve keskin duyularýn aracýlýðý iledir ki, merak duygusu, canlý varlýklarýn nefis manevi özünü büyük bir incelikle yakalayabilmek için duyargalarýný uzatmaktadýr. Bu esnek kafa, nesneleri þiddetle ele geçirmek ihtiyacýný duymaz, olaylarý bir sistemin kadrosu içerisine sokabilmek amacýyla onlara hiçbir zaman Prokrustes (Prokrustes: Yunan Mitolojisinde, Atina'da Megara yolu üzerinde, gelip geçen yolcularý soyan ve onlara iþkence eden bir eþkiya. Biri uzun, öteki kýsa olmak üzere iki yataðý varmýþ. Uzun boylularý kýsa yataða yatýrýr, ayaklarýný kesermiþ; kýsa boylularý ise uzun yataða yatýrýr, ayaklarýndan çeke çeke uzatýrmýþ.) gibi iþkence etmez: Stendhal'ýn tahlillerinde ani buluþlarýn beklenmedik büyüsü, apansýz ortaya çýkan rastlantýlarýn eðlenceli yeniliði vardýr. Onun o soylu ve yiðit fethetme isteði, bilginin peþinden koþarak kendini yormayacak ve iz süren av köpeklerine benzeyen kanýtlar sürüsünü bilginin peþine takmayacak kadar gururludur; olgularý büyük bir titizlikle parçalara ayýrmaktan, içlerini deþmekten nefret eder, bunu barsaklarý deþmek (Eski Roma'da, kesilen kurbanlarýn barsaklarýný eþeleyerek fal bakan rahiplerin yaptýðý bir iþe benzetiyor.) gibi iðrenç bir iþ olarak görür. Duyarlý oluþu, estetik deðerler söz konusu olduðu zaman olaylara yaklaþýmýndaki incelik, onu her türlü sert hareketten alýkoyar. Nesnelerin güzel kokusu, özlerinden fýþkýran o ince buðu, çevreye saldýklarý en hafif manevi ýþýk, Stendhal'ýn dahilere özgü alýcý gücüne onlarýn gizli özlerinin sýrlarýný ve niteliklerini açýklamaya yeter; en ufak bir kýpýrtý ona duygularý keþfettirir, kýsa bir tarihi hikayede bütün bir tarihi görür, güzel bir sözde, bir vecizede insaný bulur. En kaypak, en belirsiz bir ayrýntý, en küçük bir örnek, nesnelerin temelini kavramasý için yeter ona. Psikolojide en önemli olan þeylerin, özellikle en önemsiz gözlemler, -küçük gerçekler- olduðunu bilir. -Orijinallik ve gerçeklik yalnýzca ayrýntýlardadýr-, demiþtir, banker Leuwen; Stendhal da -haklý olarak, ayrýntýlardan hoþlanan- bir çaðýn yöntemini gururla över; gelecek yüzyýlýn insanlarýnýn, psikoloji alanýndaki incelemeleri artýk boþ, karmaþýk ve çok bayaðý varsayýmlardan hareket ederek deðil, þerefle
yürüteceklerini hisseder. Kant'ý izleyenlerin, Schelling'in, Hegel'in ve hepsinin, profesörlük kisvesi altýnda, kürsülerine çýkýp, birtakým hokkabazlýklarla dünyayý kendilerine hayran býraktýklarý bir sýrada, bilgiye aþýk olan bu yalnýz adam, büyük ve güçlü savaþ gemilerini andýran dev gibi felsefi sistemler çaðýnýn kesinlikle kapandýðýný ve düþüncenin okyanusunda yalnýzca küçük gizli olgularýn dikkatle incelenmesini simgeleyen denizaltý torpillerinin egemen olduðunu daha o zaman anlamýþtýr. Ama nasýl bir yalnýzlýk içerisinde yürütüyor o derin önceden-görme bilimini, onca uzmanýn ve kayýtsýz yazarýn arasýnda! Ne kadar yalnýz, çaðýnýn diplomalý deðerli psikologlarýna nasýl da öncülük ediyor! Varsayýmlarla dolu bir çanta taþýmadýðý için hafif bir adýmla onlarý nasýl da geçiyor! Düþünce savaþýnýn, fethetmek ve boyunduruk altýna almak için herhangi bir istek duymaksýzýn keþfe çýkmýþ bir askeri olarak bilgiyi aramak onun için bir oyun, bir spor, kendini tanýma sevincinden baþka bir þey deðildir: -Ne ayýplýyorum, ne de onaylýyorum, yalnýzca dikkatle inceliyorum-. O da, felsefeye þiirsel bir anlayýþla yaklaþan manevi kardeþi Novalis gibi yalnýzca bilginin -çiçek tozu-ndan --rüzgarýn rastgele daðýttýðý, ama bereketin unsurlarýný ve gelecekte kök salacak sistemlerin tohumlarýný taþýyan bu tozdan-- hoþlanýyor. Stendhal, her zaman duygunun gözle görülemeyen mikroskopik deðiþmelerini, ilk defa þekle girmeye baþladýðý o kýsacýk aný gözlemekle yetinmiþtir. Ancak o zamandýr ki, hayatýn üstüne eðilerek, ruhla bedenin birleþme vaktinin geldiðini, skolastiklerin tumturaklý bir þekilde -evrenin bilmecesi- dedikleri þeyi hissetmektedir: En ufak bir algý ile, en büyük gerçeðe ulaþmaktadýr. Bunun için Stendhal'ýn psikolojisi, ilk bakýþta,düþünceyi ince ince iþleyen mikroskopik bir sanat, inceliklerle dolu bir oyunmuþ gibi gelir insana; çünkü her yerde, romanda bile Stendhal'ýn buluþlarý, gözlemleri ve görüþleri, hemen hiç farkedilmeyen titreþimlere dayanýr. Ne var ki, ufacýk, ama tam ve doðru bir algýnýn duygularýn içgüdüsel dünyasýna bütün teorilerden daha fazla ýþýk tutacaðýna sarsýlmaz (ve haklý) bir inancý vardýr: -Kalp, hissedilmekten çok, anlaþýlýr.- Ruhun deðiþmelerini týpký bedenin ateþini termometreyle ölçermiþ gibi, en gizli belirtilerine bakarak izlemeyi öðrenmek gerekir: Ruhun karanlýklarýný araþtýrmak için, bilimin elinde, bu daðýnýk ve geçici algýlardan daha güvenilir bir araç yoktur. -Güvenilir bir þekilde doðru olan yalnýzca izlenimlerdir-. Þu halde, birtakým kanunlarýn, ama genel deðil de, yalnýzca tek tek kanunlarýn ortaya çýkabilmesi için, anlaþýlmasý ya da sadece keþfedilmesi gereken ve her türlü gerçek psikolojinin çekiciliðini ve güzelliðini oluþturan manevi bir düzene ulaþabilmek için, insanýn, hayatý boyunca beþ ya da altý düþünce üzerinde büyük bir dikkatle, uzun uzun durmasý yetecektir. Stendhal, çok yararlý olan bu gibi küçük noktalara, sonsuzca dikkatimizi çekmiþtir; daha sonra birçoðu apaçýk bir gerçeðe dönüþen, yani insan ruhunu bir sanatçý gözüyle ele alan her türlü incelemenin ilkesi haline gelen bu tek tek, ama özlü buluþlarý sonsuzca sermiþtir gözlerimizin önüne. Ne var ki, keþfeden bir kiþi olarak, buluþlarýný hiçbir zaman kendisi deðerlendirmemiþtir; aklýna gelen fikirleri karmakarýþýk, düzensiz bir þekilde, hatta sýnýflandýrmadan kaðýtlarýn üzerine dökmüþtür: Mektuplarýnda, Günlüðünde ve romanlarýnda, bu verimli tohumlarýn, oraya buraya bir parça serpildiðini ve kayýtsýz bir þekilde, araþtýrýcýnýn þansýna terk edildlðini görüyoruz. Bütün psikolojik eseri, birkaç düzine cümleden ve romanlarýnýn birkaç bölümünden oluþur: Gözlemlerini birbirine baðlamak zahmetine nadiren katlanýr ve onlarý hiçbir zaman gerçek bir düzene, katý bir teoriye ulaþacak
þekilde bildirmez. Aþk üzerindeki eseri bile, birtakým parçalardan, cümlelerden ve fýkralardan oluþan bir potpuridir. Bunun içindir ki, incelemesine Aþk adýný verecek yerde, dikkatli davranýp Aþk Üzerine demiþtir, yani -Aþk Üzerine Söyleþiler- anlamýna gelecek bir ad koymuþtur. Gevþek bir þekilde eline aldýðý kalemiyle olsa olsa iki ya da üç temel ayrýma iþaret ediyormuþçasýna, tutkudan doðan aþký, ten aþkýný, ince bir zevkten kaynaklanan aþký birbirinden ayýrmýþ ya da bir teorinin doðuþunu ve ölüþünü sanki üç kalem darbesiyle taslak halinde vermekten baþka bir þey yapmamýþtýr (zaten kitabýný kurþun kalemle yazmýþtýr). Bazý noktalara dikkati çekmek, tahminlerde bulunmak, fýkralar ve eðlendirici sohbetlerle karýþýk birtakým yumuþak varsayýmlar (insanýn elini kolunu baðlamayan varsayýmlar) ortaya atmakla yetinmiþtir. Stendhal, derin bir düþünür, bir düþünceyi sonuna kadar götüren bir düþünür, baþkalarý için düþünen bir düþünür olmayý hiçbir zaman istememiþtir; tesadüfen keþfettiði bir þeyi sonuna kadar götürmek zahmetine hiçbir zaman katlanmamýþtýr. Büyük bir gayret göstermeyi gerektiren uzun soluklu çalýþmalarý, düþünceleri derinleþtirmeyi, ince eleyip sýk dokumayý, büyük ve düzenli bir yapý kurmayý gerektiren çalýþmalarý, ruhun bu gevþek ve kaygýsýz -turist-i, büyük bir cömertlikle psikolojinin iþçilerine býrakmaktadýr. Gerçekten de, bütün bir Fransýz nesli, onun hafif bir el hareketiyle sanki oltaya yem takýyormuþçasýna dikkati çektiði etkenlerin çoðunu yorumlamaya çalýþmýþtýr. Aþkýn billurlaþmasý ile ilgili ünlü teorisinden (aþk duygusunun doðuþunu, -Salzbourg'daki dala-, tuzlu suya batýrýlan ve bir anda parlak kristallerle kaplanan dala benzeten teorisinden) bir yýðýn psikolojik roman türemiþtir. Irkýn ve çevrenin sanatçý üzerindeki etkisi konusunda söz geliþi belirttiði birkaç nokta üzerine, Taine, kendisine felsefe alanýnda ün saðlayan aðýr ve zor anlaþýlan bir varsayým kurmuþtur. Oysa Stendhal, hazýrlýk yapmadan konuþma ve yazma konusunda dahice bir ustalýk gösteren bu tembel adam, psikoloji alanýndaki incelemesini, parça parça birtakým yazýlardan ve güzel sözlerden öteye götürmemiþtir; o bu konuda Fransýz atalarýnýn, Pascal, Chamfort, La Rochefoucauld ve Vauvenargues'ýn öðrencisidir: Onlar da, her türlü gerçeðin kaypak niteliðine karþý duyduklarý benzer bir saygý duygusuyla, görüþlerini hiçbir zaman birtakým ilkeler halinde bir araya toplamamýþlardýr. Stendhal, buluþlarýný, insanlara uygun gelecekler mi, gelmeyecekler mi, kendi çaðýnda mý gerçek olarak kabul edilecekler yoksa yüzyýl sonra mý diye bir kaygý duymaksýzýn, kayýtsýz bir þekilde döker kaðýtlara. Kendinden önce bir baþkasý bunlardan söz etti mi, ya da baþka biri daha sonra söz edecek mi diye bir endiþe de duymaz: Soluk alýr gibi, kolay ve rahat bir þekilde düþünür, gözlemde bulunur, konuþur ve yazar. Bu hür düþünür, hiçbir zaman kendine taraftar aramamýþ, düþüncelerini ya da inançlarýný paylaþacak birilerini bulmaya çalýþmamýþtýr; gittikçe daha derin ve keskin bir þekilde görmek, gitgide daha açýk ve seçik olarak düþünmek mutlu olmasý için yeterlidir. Ýnsanýn her türlü temel sevinci gibi, onun bu düþünce sevinci de baþkalarýna karþý cömerttir ve onlara da geçer. Ama Stendhal'ýn uzman ya da pratisyen olarak çalýþan bütün psikologlardan daha üstün olduðunu gösteren bir þey vardýr: O, bu kalp bilimini, bir meslek olarak, mesleki bir ciddilikle deðil, bir sanat olarak ele almakta ve bu alandaki çalýþmalarýný yalnýzca zevk için yapmaktadýr. Nietzche gibi, onun da düþüncesi yalnýzca keyifli olmakla kalmaz; ayný zamanda, bazen çekicilikle karýþýk bir pervasýzlýða da bürünür; bunun için gerçek'le oynayacak ve bilgiyi nerdeyse þiddetli bir tensel hazla sevecek kadar
güçlü ve cesurdur. Çünkü Stendhal'ýn düþünce gücü yalnýzca beyninden kaynaklanmaz: Hayatý açýk ve seçik olarak kavrayan bir düþünce olduðu için, varlýðýnýn bütün hayati özleri düþüncesinin ta içlerine kadar girmiþ ve onu etkilemiþtir. Bu düþüncede þehvetin yakýcýlýðý ve alayýn acý tuzu, acýmasýz yaþantýlarýn hýncý ve hainliðin biberi hissedilir; nice güneþlerin ýþýðýnda ýsýnan, bütün ülkelerin havasýný soluyan bir ruhun varlýðý hissedilir; geliþmenin susuzluðunu duyan bir hayatýn, kýrk yýllýk maceralarýn doyuramadýðý ve býktýrmadýðý bir hayatýn zenginliði hissedilir. Hayatla dolup taþan ve köpükler halinde dýþarýya doðru akan bu hafif ruh nasýl da parlýyor ve kabýna sýðamýyor! Ama aðzýndan birer birer dökülen bu güzel sözler aslýnda kadehinin kenarýndan taþan ruhunun hazinelerinden kopan birkaç damladan baþka bir þey deðil! Gerçek Stendhal'a ait olan þeyler, ta içeride, ancak ölümün kýrabileceði o parlak kadehin içinde, el-deðmemiþ, taptaze ve yakýcý bir þekilde olduðu gibi duruyor. Yine de, dýþarýya doðru taþan bu birkaç damlada, düþünceye ait olan þeylerin sarhoþ edici, aydýnlatýcý ve uyarýcý etkisi var; týpký iyi bir þampanya gibi, kalbimizin tembel ritmini hýzlandýrýyor ve hantallaþmýþ olan yaþama duygumuzu kamçýlýyor. Stendhal'ýn psikolojisi, iyi eðitilmiþ bir kafanýn geometrisi deðil, bir varlýðýn yoðunlaþmýþ özü, gerçek bir insanýn düþünen özüdür: Stendhal'ýn gerçeklerini bu derece gerçek yapan, yargýlarýný bu derece açýk ve seçik hale getiren, buluþlarýný bu derece genel bir ilgiye açýk ve özellikle bu kadar orijinal, ayný zamanda sürekli kýlan þey de budur. Bir gayeye yönelen her þey, gayesi içinde donup kalýr, belli bir tarih taþýyan her þey, kendi çaðýnýn içerisine hapsolur. Fikirler ve teoriler, Homeros'un Hades'indeki gölgeler gibi, belirsiz hayaletlerden, orada burada dolaþýp duran hayallerden baþka bir þey deðildirler: Konuþma yeteneðine ve belli bir yüze sahip olabilmeleri ve insanlara bir þeyler söyleyebilmeleri için, insan kanýyla ýslanmalarý gerekir. ::::::::::::::::: OTOBÝYOGRAFÝSÝ -Kimdim? Kimim? Ne diyeceðimi bilemiyorum bu konuda.Kendini bu derece þaþýrtýcý bir ustalýkla anlatabilmek için, kendinden baþka hocasý olmamýþtýr Stendhal'ýn. -Ýnsaný tanýmak için, kendini tanýmak yeter. Ýnsanlarý tanýmak için de onlarla temas kurmak gerekir-, demiþtir bir gün. Stendhal'ýn psikolojisi, her zaman kendisinden kaynaklanýr. Her zaman kendine ve yalnýzca kendine yönelir. Ama bir tek kiþinin etrafýnda dolanan bu yolun üzerinde, insani varlýðýn her türlü problemine rastlamak mümkündür. Stendhal, kendini tahlil etmeyi daha çocukluk yýllarýnda öðrenmeye baþlamýþtýr. Tutkuyla sevdiði annesini ölüm ondan vakitsiz bir þekilde koparýp götürünce, çevresinde soðukluktan ve düþmanlýktan baþka bir þey görmez olur. Kimse fark etmesin diye duygularýný saklamak ve örtbas etmek zorunda kalýr ve her zaman -olduðundan baþka türlü- göründüðü için de, erken bir yaþta -kölelere özgü sanatý- öðrenir: Yalan söylemeyi! Bir köþeye büzülüp susarak, tabiatýn yaptýðý bir yanlýþlýk yüzünden aralarýnda dünyaya geldiðini hissettiði bu kaba saba ve yobaz taþralýlarýn karþýsýnda içine kapanarak somurttuðu anlarý; babasýný, teyzesini, hocasýný, kendisine acýmasýzca davranan ve hükmeden
bütün bu insanlarý gözetlemekle geçirir ve duyduðu kin bakýþlarýna vahþi bir acýlýk verir; yalnýzlýk, insaný her zaman, kendine ve baþkalarýna karþý daha dikkatli bir hale getirir. Böylece, daha genç yaþta insanlarý haince gözlemeyi, acýmasýzca maskelerini düþürmeyi, gözetlemeyi, ezilenlerin baþvurduðu her türlü kurnazlýðý, içerisine düþtükleri aðdan kaçýp kurtulabilecekleri bir delik arayan ve her insanda bir zayýf taraf bulmaya çalýþan kölelerin ve tutsaklarýn bllimini öðrenir. Kendini savunma zorunluluðu yüzünden ve hiç kimsenin onu anlamamýþ olmasýnýn verdiði sýkýntý ile, dünyayla ilgili objektif incelemesinden önce, psikoloji alanýnda güç kazanýr. Daha baþlangýçta bu derece korkunç bir eðitimden geçen bu öðrencinin yukarý sýnýflardaki dersleri çok daha uzun bir zaman almýþ, aslýnda hayatý boyunca sürmüþtür; aþk ve kadýnlar onun üniversitesi olmuþtur. Bllindiði gibi (ve kendisi de bu hazin gerçeði inkar etmiyor), Stendhal, bir aþk kahramaný, aþk alanýnda fetihler yapan, zaferler kazanan biri deðildir; her ne kadar, çoðu zaman Don Juan'mýþ gibi görünmekten hoþlanýyorsa da, bir Don Juan hiç deðildir. Merimee, Stendhal'ý her zaman aþýk olarak gördüðünü, ama hemen her zaman da talihsiz bir aþýk olarak gördüðünü anlatýr: Kendisi de, -Genellikle hep mutsuz bir aþýk oldum- diye itiraf etmek zorunda kalýyor; ve hatta Napoleon'un ordusunda, kadýnlarla bu derece az iliþki kurmuþ olan baþka bir subayýn bulunmadýðýný da ekliyor sözlerine. Ne var ki, güçlü kuvvetli babasýndan ve ateþli annesinden kalan bir miras olarak, karþý konulmaz bir þehvet duygusu ve -ateþli bir mizacývardýr ve tutkulu bakýþlarýný kadýnlardan ayýramamaktadýr. Ama onlardan her birini, -Acaba elde edebilir miyim?- diye, mizacýnýn olanca sabýrsýzlýðý ile ne kadar incelerse incelesin, kendi alayýndan olan bir arkadaþýnýn bir kadýný baþtan çýkarmanýn en iyi yolunun ne olduðunu bildiren -reçetesini- cüzdanýnda ne derece bir özenle saklarsa saklasýn (bir kadýný kendine aþýk etmenin en kolay yolu nedir diye soran birine, o arkadaþý tumturaklý bir þekilde þöyle cevap vermiþtir: -Önce ona sahip olun-), bu sahte erkekçe tavra raðmen, Stendhal, hayatý boyunca -hüzünlü bir aþk þövalyesiolarak kalmýþtýr. Evinde, yazý masasýnýn baþýnda, savaþ alanýndan uzak olduðu bir sýrada, önceden zevk duymasýný bilen bu tipik zevk düþkünü, aþk stratejisinde epeyce baþarýlýdýr (-ondan uzaktayken cesareti vardýr ve her þeye cüret edeceðine yemin eder-); Günlüðüne, o sýradaki ilahesinin karþý koyma gücünü ne zaman kýracaðýný dakik bir kesinlikle not ettiðini görüyoruz (Ýki gün içerisinde ona sahip olacaðým), ama onun yanýnda olur olmaz, bir Casanova olmayý arzu etmiþ olan bu adam, artýk sýkýlgan bir kolej öðrencisinden baþka bir þey deðildir. Ýlk hücum denemesi hemen her zaman (kendisinin de itiraf ettiði gibi) yumuþamaya baþlayan kadýnýn karþýsýndaki erkeðin duyduðu gizli bir rahatsýzlýkla son buluyor. En uygun andaki en güzel atýlýmlarýný, can sýkýcý bir çekingenlik tam anlamýyla engelliyor. Zarif bir çapkýn gibi hareket etmesi gerekirken -çekingen ve budalacadavranýyor, yumuþak ve duygusal olmasý gerekirken alaycý oluyor; kýsaca, yaptýðý hesaplar ve duyduðu heyecan yüzünden en güzel fýrsatlarý berbat ediyor ve elden kaçýrýyor. Fazlasýyla ince ruhlu ve duyarlý oluþu onu hantal ve beceriksiz bir hale getiriyor; öte yandan, dünyaya vakitsiz gelmiþ olan bu romantik adam, duygusal ve -safdil- bir insan olarak görünme korkusu ile, hüsar paltosu altýnda, sert ve hantal bir kaba görünümün altýnda -yumuþaklýðýný gizliyor.- Kadýnlarýn yanýndaki fiyaskosu, hayatýnýn gizli umutsuzluðu buradan ileri geliyor, en sonunda arkadaþlarý da bunu fark edip dillerine doluyorlar. Stendhal, hayatý boyunca
hiçbir þeyi aþk alanýnda büyük zaferler kazanmak kadar þiddetle istememiþtir (-Aþk benim en büyük iþim, daha doðrusu biricik iþim olmuþtur her zaman-); ve hayatýnda hiçbir kimseye, ne bir filozofa, ne bir þaire, hatta ne de Napoleon'a, hiçbir gönül alýcý taktiðe ya da psikolojik hileye baþvurmadan sayýsýz kadýný elde etmiþ olan dayýsý Gagnon'a ya da kuzeni Daru'ya gösterdiði saygýyý göstermemiþtir (daha doðrusu sýrf bu yüzden onlara saygý duymuþtur, çünkü Stendhal, kadýnlarýn yanýnda baþarý kazanmayý en fazla engelleyen þeyin, duygusal bakýmdan onlara çok fazla baðlanmak olduðunu yavaþ yavaþ anlamaya baþlamýþtýr). En sonunda þöyle demiþtir: -Kadýnlarýn arasýnda baþarýlý olabilmek ve onlarý elde edebilmek için bir bilardo partisini kazanmak için gösterilenden daha fazla bir çaba harcamamak gerekir-. Ona göre, kendi hatasý da buradan ileri gelmektedir: Benliðinin aþýrý duyarlý yapýsýndan, çok fazla duygusal oluþundan kaynaklanmaktadýr bu yüzden, hücuma geçmek için gerekli olan sertliðin bütün enerjisi yok olup gitmektedir (-Lovelace'ýn yeteneðine hiçbir zaman sahip olamýyacak kadar duyarlý bir insaným-) ve Stendhal'ýn yazar, sanatçý ve diplomat olacak yerde, kadýnlarý baþtan çýkaran biri olmayý yüz kere tercih etmesine raðmen, buna ulaþamamasýnýn sebebi de budur. Bir Don Juan olarak ne kadar baþarýsýz olduðu düþüncesi, Stendhal'ýn hiç aklýndan çýkmaz: Hiçbir zaman, hiçbir problem üzerinde bu derece fazla, bu derece ýsrarlý bir þekilde durmamýþtýr. Ne var ki, duyarlýðýnýn en gergin aðlarýna varýncaya kadar yaptýðý bu kusursuz incelemeyi, kendine güvenmeyen --bir aþýk olarak kendine güvenmeyen-- benliðinin sinirli yapýsýna borçludur (ve biz de buna borçluyuz). Psikolojiye olan yatkýnlýðýnda en çok aþktaki baþarýsýzlýklarýnýn ya da bu alanda pek az bir zafer kazanmýþ olmasýnýn rol oynadýðýný söylüyor (topu topu altý ya da yedi zafer kazanmýþtýr ve bunlar da çoðunlukla önceden fethedilmiþ yerler ya da isteyerek teslim edilmiþ kalelerdir). Baþkalarý gibi aþkta þansý olsaydý, hiç durmadan kadýn ruhunu incelemek, en ince, en ayrýntýlý noktalarýna varýncaya kadar kadýn ruhunun çeþitli görünüþlerini dikkatle gözlemek zorunda kalmazdý: Stendhal, kendi ruhunu tahlil etmeyi de kadýnlarýn yanýnda öðrenmiþtir; duygularýný baský altýna almasý, burada da, gözlemciyi, incelediði konuyu kusursuz bir þekilde bilen biri haline getirmiþtir. Ama bu sistemli kendini-tahlil sürecinin, Stendhal'ý vaktinden önce geliþen anormal bir yetenekle kendini anlatmaya yöneltmesinin özel ve çok acayip bir sebebi daha vardýr: Kendini bütünüyle tanýmak isteyen bu adam, her þeyi unutmaktadýr. Stendhal'ýn kötü bir hafýzasý vardýr, daha doðrusu dik-baþlý ve kaprisli, her ne olursa olsun güvenilmez bir hafýzasý vardýr ve bunun içindir ki elinden kalem hiçblr zaman eksik olmaz. Kitaplarýn kenarýndaki boþluklara, kaðýt parçalarýna, mektuplara, Günlüðüne hiç durmadan notlar yazar. Önemli bir olayý unutma ve böylece hayatýnýn (sistemli ve sürekli bir þekilde üzerinde çalýþtýðý bu biricik þaheserinin) akýþýnda bir kopukluk yaratma korkusu, en küçük bir vakayý, en ufak bir heyecaný hemen yazmasýnýn sebebidir. Kontes Curial'e yazdýðý bir mektubun, yer yer göz yaþlarýyla kesilen bir aþk mektubunun üzerine, bir evrak memurunun soðuk objektifliði ile, iliþkilerinin baþladýðý ve bittiði tarihleri yazmýþtýr; Angela Pletragrua -bozgununun- saatini, anýnda not etmiþtir. Ruhunun en gizli sýrlarýný ve kahvaltýsý, kitaplarý, yýkattýðý çamaþýrlar için harcadýðý paralarý ayný dakiklikle kaðýda geçirmektedir. Hiç durmadan her þeyi not etmektedir. Çoðu zaman, ancak kalemi eline aldýðý zaman düþünmeye baþladýðý izlenimi uyanýr. Son olarak
da, altmýþ-yetmiþ ciltlik ve akla hayale gelebilecek her türlü yazý tarzýnda --edebi yazýlar, mektuplar, fýkralar halinde (bunlarýn ancak bir bölümü yayýmlanmýþtýr)-- yazýlmýþ -kendi portrelerinide bu sinirli yazý yazma-manisine borçluyuz. Demek ki burada, içindekileri dýþarýya dökme ve kendini açýkça ortaya koyma gibi boþ bir ihtiyaç deðil, Stendhal'ýn biyografisinin bize bu derece tam bir þekilde saklamýþ olduðu, o yeri doldurulmaz Stendhal'cý özün bir damlasý bile, hafýzasýnýn güçsüzlüðü yüzünden yitip gitmesin diye duyduðu bencil bir korku söz konusudur. Henri Beyle, hafýzasýnýn bu acayip özelliðini, kendisiyle ilgili her þeyde olduðu gibi, açýk ve seçik bir keskin-görüþlülükle tahlil etmiþtir. Önce, hafýza ile ilgili yeteneklerinin aslýnda kendi ben'i ile ilgili olduðunu --baþka türlü de olamazdý zaten-- kendi ben'ini ilgilendirmeyen her þeyi kayýtsýzlýkla blr yana ittiðini fark ediyor. Kiþisel olarak ona ait olmayan, kalbine sivri bir uçla kazýlmamýþ olan her þey, hiçbir iz býrakmadan silinip gidiyor. Bunun içindir ki, ruhuna yabancý olan þeyleri pek az hatýrýnda tutabiliyor: Rakamlarý, tarihleri, yerleri, en önemli tarihi vakalarýn ayrýntýlarýný tamamen unutuyor; metreslerine ya da dostlarýna (Byron ve Rossini bile olsa) ne zaman rastlamýþ olduðunu hatýrlamýyor; hatýralarýný bazen bile bile, bazen elinde olmayarak karýþtýrýyor ve yeniden düzenliyor. Ama bu kusurunu inkar edecek yerde, hiç duraksamadan itiraf ediyor: -Doðruyu söylediðimi, ancak duygularým söz konusu olduðu zaman iddia edebilirim.- Stendhal'da nesneler, ancak kendisi üzerinde bir izlenim býraktýðý sürece gerçeklik kazanýyor (-nesneleri olduklarý gibi anlattýðýmý iddia etmiyorum, yalnýzca benim üzerimdeki etkilerini anlatýyorum-). Stendhal için -nesnelerin kendi baþlarýna- var olmadýklarýný ve ancak ruhi bir uyarýmda bulunduklarý ölçüde onun gözünde bir varlýk kazandýklarýný bundan daha iyi kanýtlayacak hiçbir þey olamaz: Ancak o zaman, hafýzasý, görülmemiþ bir dakiklik ve hýzla iþlemeye baþlar; Napoleon'la konuþup konuþmadýðýndan hiç de emin olmayan ve Saint-Bernard geçitiyle ilgili hatýrasýnýn yaþanmýþ bir olayla mý ilgili olduðunu, yoksa bu askeri olaydan on yýl sonra gördüðü bir gravürden mi aklýnda kaldýðýný bilemeyen bu ayný Stendhal, bir kadýnýn kaçamak olarak yaptýðý bir iþareti, ses tonundaki bir deðiþikliði, bir hareketi, kendisini etkilemiþ olduðu sürece pýrýl pýrýl bir açýklýk ve seçiklikle hatýrlamaktadýr. Hafýzasý için ölçü olabilecek þey bir darbenin özel aðýrlýðý deðil, kendisi üzerinde býraktýðý izlenimdir. Ýzlenimin bulunmadýðý yerde, durgun ve yoðun bir sis perdesi çoðu zaman yýllar boyunca öylece birikir kalýr, ayný þekilde izlenimin çok kuvvetli olduðu yerde de, hafýza yetenekleri yok olur. Belki yüz kere ve özellikle hayatýnýn en etkileyici anlarýnda (Paris'e yolculuðu, ilk aþk gecesi), þunu ya da bunu hatýrlayamadýðýný fark ediyor, -çünkü izlenim çok þiddetliydi-. Bir þiþenin patlamasý nasýl onu tuzla buz ediyorsa, Stendhal'da da heyecanýn çok fazla oluþu, izlenimi atomlara bölünmüþ bir hale getiriyor. Böylece, hafýzasý ve geçmiþi hatýrlama imkanlarý yalnýzca ruhi ayrýntýlara dayanýyor. Demek ki, Stendhal'da hatýranýn oluþumu, bir yandan kalbinin duygusal bir heyecandan etkilenmiþ olmasýna baðlýdýr, öte yandan çok þiddetli bir tutkunun etkisi altýnda olmamasýný gerektirir. Bunun dýþýnda, Stendhal'ýn hafýzasý (ve ayný zamanda yeteneði) hiçbir zaman kusursuz deðildir. Yalnýzca duyguyla ilgili izlenimler onda bir hatýra býrakýr; geçmiþe geri dönmesi düþünceleriyle deðil ancak duygularý ile mümkün olabilir. Tarihi bir tanýk olamaz o: Vakalarýn akýþýný saptýrarak, ruhun bir tepkisi sayesinde yeniden inþa edebilir. -Hayatýný icat eder-. Gerçekleri yeniden
bulacak yerde, kalbinin hatýralarýna baþvurur. Bu yüzden otobiyografisinde, romandan bir þeyler vardýr; ayný þekilde romanlarýnda da otobiyografiden bir þeyler olduðu sezilir. Her iki durumda da Stendhal'ýn eserleri, romanlaþtýrýlmýþ bir gerçektir. Bunun içindir ki, Stendhal'da kesinlik ancak ayrýntýdadýr; kendi dünyasýný, Goethe'nin bize Þiir ve Hakikat adlý eseriyle býrakmýþ olduðu kadar geniþ bir þekilde anlatmasýný ondan hiçbir zaman beklememelidir. Otobiyografi yazarý olarak Stendhal, mizacýna uygun gelecek þekilde, ister istemez bir empresyonist, bir izlenimcidir ve yalnýzca parça parça þeyler verebilir bize; alelacele karalanmýþ notlar onun tabii yazýþ þeklidir: Yýllar boyunca her gün tuttuðu Günlüðünde, geliþigüzel alýnmýþ notlarla ve ufak bir iki kalem darbesiyle portresinin ancak taslaðýný çizer; þüphesiz bu Günlüðü kendisi için tutmaktadýr (-böyle bir Günlük, yalnýzca onu yazan içindir-); ya da daha doðrusu --Stendhal söz konusu olunca, belirsizliklerin, sapmalarýn, karýþýklýklarýn hiçbir zaman son bulmamasý, insana eðlenceli bir þeymiþ gibi gelir-- o bu günlüðü iki benliðin kullanmasý için yazmýþtýr: Birincisi yazan ve yazmaktan zevk duyan benlik, 1801'in benliði; ikincisi geleceðin Stendhal'ýnýn, yani hayatýný kendisine anlatmak ve göstermek istediði kiþinin benliði (-Bu Günlük, eðer 1821'de hala hayatta ise Henri için yazýlmýþtýr. Bugün yaþayan Henri'nin haline bakýp da, ona ileride gülme fýrsatý vermek istemiyorum-). On dokuz yaþýndaki bu genci kendini aramaya, kendini açýklamaya ve kusursuz bir hale getirmeye (-insaný tanýmak ve heyecanlandýrmak sanatýnda kusursuz bir hale getirmeye-) iten dizginlenmemiþ içgüdü, geleceðin daha akýllý bir benliðinin, -daha güvenilir bir Henri-nin, -hayatýnýn hikayesine hizmet edecek bu hatýralarý- kendisine sunmak istediði daha serinkanlý ve soðuk bir Stendhal'ýn denetimi altýna girmiþti daha o zaman; sanki bu yeni yetme genç, insanýn bir gün gelip, bir otobiyografi bütününün unsurlarýný tutkuyla arayacaðýný iyice biliyormuþ gibi. Burada Stendhal'ýn dehasýnýn esrarlý görünüþlerinden biriyle karþýlaþýyoruz: Þimdiki benliði gelecekteki benliðe sunmak için önceden hazýrlýk yapýyor, bunu nasýl ve ne þekilde gerçekleþtireceðini henüz bilmediði için de en uygun olan yolu seçiyor: Ýlk olarak, ayrý ayrý ruh hallerinden her birini tespit ediyor, sonra materyel topluyor, en deðerli, en içten izlenimleri bir araya getiriyor. Elinin altýndaki hiçbir þeyi kaçýrmayarak, bütün -küçük gerçek olgularý- yazarak, -hiç- denebilecek þeyleri, daha sonra tecrübeli yetiþkin adamýn kum saatinde akýp giden zamaný ölçmesine yarayacak bütün bu kum taneciklerini biriktirerek kendini gelecek için bütünüyle ve olduðu gibi saklayabiliyor. Not alalým, diyor Stendhal kendi kendine; bu küçük heyecanlarý daha sýcacýkken, avucumuzda tuttuðumuz bir kuþun kalbi gibi henüz endiþeyle çýrpýnýrken kaydedelim. Onlarýn uçup gitmesine fýrsat vermeyelim, yakalayalým ve hepsini saklayalým; hafýzamýza --akýp giderken her þeyi altüst eden ve sürükleyip götüren bu asi ýrmaða-- güvenmeyelim! Gereksiz þeyleri, düþüncenin basit oyuncaklarýný dolabýmýza karmakarýþýk bir þekilde týkmaktan çekinmeyelim: Kimbilir belki bir gün, yetiþkin Stendhal, bir zamanlar kalbinde yer tutmuþ olan þu acayip ve alelade þeylere, belki de daha büyük bir ilgiyle yönelecektir? Ýþte genç Henri'yi ruhun bu küçük anlýk-pozlarýný özenle toplamaya ve saklamaya iten içgüdünün dahice niteliði buradadýr; daha sonra olgun ve yetiþkin adam, akýllý ve bilgili bir psikolog ve üstün bir sanatçý olarak, minnet duygusuyla ve yaptýðý iþi iyice bilerek, gençliðinin o geniþ tablosu üzerinde --Henri Brulard adýný verdiði otobiyografisinde, çocukluðunun o romansý ve olaðanüstü, ama gecikmiþ tablosu üzerinde-- bütün bu daðýnýk izlenimleri
yerli yerine yerleþtirecektir. Gerçekten de Stendhal, gençliðini manevi yönden yeniden düzenleme iþine çok geç, veda etme vaktinin geldiðini hüzünle hissettiði bir anýn lirizmi içinde baþlamýþtýr. Hayatýnýn günbatýmýnda, Roma'daki Saint-Pierre Kilisesinin merdivenlerine oturmuþ bir adam, geçmiþi üzerinde derin düþüncelere dalýyor. Ýki ay sonra elli yaþýnda olacaktýr: Gençlik, kadýnlar ve aþk ebediyen bitti demektir bu. Þimdi kendine þöyle sorma vakti geldi çattý: -Kimim ben? Kimdim?- Kalbini eþeleyerek ritmini hýzlandýrmaya, onu heyecanlara ve maceralara hazýrlamaya çalýþtýðý zamanlar geldi geçti; þimdi durmasý, geçmiþteki benliðine geri dönmesi gerekiyor ve artýk ileriye, bilinmeyene doðru bakmasýna gerek yok. Ve akþam vakti, elçilikteki can sýkýcý bir partiden döner dönmez (sýkýcý bir parti, çünkü artýk kadýnlarýn ilgisini çekemiyor ve bütün bu tatsýz konuþmalardan da býkýp usandý), Stendhal birdenbire þu kararý veriyor: -Hayatýmý yazmam gerek! Ve bu iþ bittikten sonra, iki-üç yýl içerisinde, belki de, nasýl bir insan olduðumu sonunda anlamayý baþarabilirim: Neþeli mi hüzünlü mü, akýllý mý budala mý, cesur mu korkak mý? Ve özellikle mutlu muydum yoksa mutsuz mu?- Eski duygularýný acý acý düþünerek, artýk yaþlanan Stendhal, gençliðinin önsezilerini gerçekleþtirmeye, hayatýný yazmaya, kendisini bir bütün haline getirmeye ve böylece kiþiliðinin tamamlanmýþ bir portresini çizerek kendini kusursuz bir þekilde tanýmaya karar veriyor. Proje kolaydý, ama yüklendiði görev çok büyüktü. Bu Henri Brulard'da (birtakým saygýsýz ve münasebetsiz kimseler çýkýp da kendisini tanýmasýnlar diye, þifreli bir dille yazdýðý bu eserde) Stendhal, -yalnýzca gerçeði söylemeyi- önerdi kendine. Ama gerçeðe sadýk kalmanýn ne kadar güç olduðunu biliyordu, kendine karþý dürüst olmanýn, boþ-gururun kurduðu çeþitli tuzaklar arasýndan, üstelik bu derece zayýf ve yola gelmez bir hafýzayla, ustaca sýyrýlýp geçmenin ne kadar güç olduðunu biliyordu. Geçmiþin bu karanlýk labirenti içerisinde kendini nasýl bulacak, sahte ýþýklarý gerçek ýþýktan nasýl ayýracak, her köþe baþýnda sizi bekleyen maskeli yalanlardan nasýl kurtulacaktý? Psikolog Stendhal, çok fazla lütufkar hafýzasýnýn kendisinin önüne sürdüðü sahte paralara kanmamak, yanlýþlardan kaçýnmak için, ilk ve belki de son defa olmak üzere kendisinin kullandýðý bir yöntem buldu: Kaleminin ucuna ne gelirse yazacak ve tekrar okumayacak, üzerinde düþünmeyecek (-kendimi rahat býrakmayý, sýkmamayý ve hiçbir zaman silip bozmamayý ilke edindim-), boþ-gurur yüzünden yalan söylememek için ilk defa kaðýda döktüðü þeyin iyi olduðuna inanacak. Her türlü kaygýyý ve utancý bir kenara itecek, sansür mekanizmasýnýn, içindeki yargýcýn uyanmasýna ve engellemesine fýrsat vermeden sýrlarýný beklenmedik bir anda açýða vuracak. Sanatçýya, üslubunu güzelleþtirmek, sözlerini süsleyip püslemek için zaman býrakmayacak. Bir ressam olarak deðil de, anlýk fotoðraflar çeken bir fotoðrafçý gibi çalýþacak. Ýlkel heyecaný her zaman özel haliyle, sun'i bir poz almasýna, sahneye çýkarmýþ gibi bir kýlýða bürünmesine ve kendini göstermek istercesine gözlemciye doðru dönmesine fýrsat vermeden dile getirecek. Böylece, Stendhal, hatýralarýnda, sanki bir yakýnýna mektup yazýyormuþ gibi, her türlü üslup kaygýsýndan, her türlü sanat yönteminden uzak durmuþtur: -Yalan söylemeden ve umarým, kendimi aldatmadan, bir dosta mektup yazar gibi zevkle yazýyorum bunu-. Rousseau gibi ustalýkla yalan söylememek için, bile bile, güzelliði içtenliðe, sanatý psikolojiye feda etmiþtir.
Aslýnda, yalnýzca estetik açýdan bakýldýðýnda, Henri Brulard ve Bir Ben'cinin Hatýralarý'nýn bir sanat deðeri olduðu þüphelidir. Stendhal, burada, aklýndan geçen hatýralarý çarçabuk bir araya toplamýþ, yerli yerinde olup olmadýklarýný düþünmemiþtir. Not defterlerinde olduðu gibi, burada da yüce olanla bayaðý olan yan yanadýr, genel olan þeyler en gizli gerçeklerle yer deðiþtirir ve unutkanlýk yüzünden konunun daðýlmasý, heyecanlý bir etkinin parlaklýðýný gölgeler. Ama iþte bu serbestlik, eserlerinin bu düzensizliði, bir yýðýn gerçeði gözlerimizin önüne serer: Öyle ki, tek tek alýndýðýnda, bu gerçeklerden her biri, yazarýn ruhu hakkýnda bize kocaman bir kitabýn veremeyeceði kadar bilgi verir. Annesine karþý duyduðu tutkulu sevgi, babasý için duyduðu o vahþi ve ölesiye nefret gibi herkesin bildiði bu açýk itiraflar --baþkalarýnda bilinçaltýnýn kývrýmlarý içerisinde korkakça saklanacak olan bu itiraflar-eðer iç dünyanýn sansürünün denetiminden geçseydi, hiçbir zaman gün yüzü göremezlerdi. Ancak duygulara -güzelleþecekve -ahlaki bir görünüm alacak- ya da yüz kýzartýcý bir utançla kendilerini örtecek zaman býrakmadýðý içindir ki, kendisi gibi çabuk davranmayan birinin elden kaçýrabileceði bu duygularý en kritik anda yakalayabilmektedir: Çýplak, tamamen çýplak, bir parçacýk pudra bile sürünmeksizin... En karýþýk duygularý, olduklarý haliyle, birdenbire kaðýda döküyor ve insanlarýn gözleri önüne seriyor. Ne kadar tuhaf ve acý azaplarla ve nasýl bir þiddetli öfkeyle sarsýlýyor bu küçük çocuðun kalbi! Genç Henri'nin, bu öfkeli kimsesiz çocuðun; teyzesi Seraphie'nin (kendi deyimiyle, -mutsuz çocukluðunun üzerine çöken iki þeytandan birinin-, öteki babasýydý), nefret ettiði teyzesinin öldüðünü duyunca -diz çöküp Tanrýya þükrettiði- o sahne unutulabilir mi? Bununla birlikte, biraz sonra (Stendhal'da duygular sýk sýk birbirine karýþýr), söz arasýnda, bir gün bu þeytanýn, bir an için (dakik bir þekilde anlatýyor), çocukluðunun vaktinden önce geliþmiþ cinsel arzularýný tahrik ettiðini söylüyor. Ne esrarlý bir karýþým var bu ilkel duygularda, bu içinden çýkýlmaz karýþýklýðý düzene koyabilmek için nasýl bir ustalýk gerekir ve bu derece samimi itiraflarda bulunabilmek için ne kadar cesur olmalý insan! Stendhal'dan önce insan ruhunun ne derece çeþitli katlardan oluþtuðu hiçbir zaman ya da hemen hiç anlaþýlmamýþtý; tam anlamýyla birbirinin karþýtý olan, birbiriyle hiçbir þekilde uyuþamayan þeylerin sinirlerimizin ucunda nasýl birbirine dokunduklarý, çocuðun embriyon halindeki ruhunda, alçaklýkla en yüksek düzeyde yüce-kalpliliðin, kabalýk ve sertlikle yumuþaklýðýn tohumlarýnýn ince tabakalar halinde, birbiri üzerine katlanmýþ sayfalar halinde nasýl birlikte yer aldýklarý hiçbir zaman fark edilmemiþti. Tesadüfen ortaya çýkan bu buluþlardan sonra, otobiyografi alanýnda analiz yöntemi gerçekten baþlamýþtýr; Stendhal, varlýðýný oluþturan çeþitli tabakalarýn birbirine karýþtýðýný, birbiri ardýnca ve üst üste yer aldýðýný kesinlikle hissettiði için Jean-Jacques Rousseau gibi kendini belli bir kalýba dökmeye çalýþmamýþtýr. Bir vazo parçasýna veya taþ üzerine iþlenmiþ bir þekilden kalan çizgilere bakarak, þu ya da bu jeolojik tabakaya sahne olmuþ çaðlarý sezmeyi baþaran bir arkeolog gibi, Stendhal da, en küçük algýlar sayesinde, insan ruhuna egemen olan sonsuz güçleri, insan ruhunu eðiten ve ona acýmasýzca eziyet eden þeyleri, insan ruhunun çatýþmalarýný ve mücadelelerini keþfedebiliyor; böylece kayýtsýz bir þekilde gün ýþýðýna çýkardýðý ve yeniden inþa ettiði þeyler sayesinde kendinden sonra gelecek ve onun izinden gidecek kimselere ve gözlemcilere, en cüretli buluþlarýn yolunu açmýþ oluyor. Stendhal'dan önce, kendi içine merakla bakan bir insanýn, kendini tahlil etmede bir dahi olan bu adam kadar bereketli ve öðretici þeyler ortaya koyduðu hiçbir zaman görülmemiþtir.
Þekil ve yapýya, gelecek kuþaklara ve edebiyata, ahlak ve eleþtiriye karþý gösterilen bu gevþeklik ve kayýtsýzlýk, bencil bir denemeden baþka bir þey olmayan Henri Brulard'ý ruh hayatýyla ilgili eþsiz bir belge haline getirmiþtir. Stendhal, romanlarýnda yine de sanatçý olmaya çalýþýr; burada ise, kendini tanýma isteðiyle harekete geçen bir insandan baþka bir þey deðildir. Çizdiði portrede, parçalardan oluþan bir eserin anlatýlmasý mümkün olmayan çekiciliði ve hazýrlanmadan yazýlan bir kitabýn içtenliði vardýr; kiþiliðinin esrarlý çekiciliðini içimizde capcanlý tutan þey, portresinin belirsiz ve tamamlanmamýþ olmasýdýr. Ýnsan, hiç durmadan onun bulmacalarýný çözmeye çalýþýr, onu daha iyi tanýyabilmek için anlamaya uðraþýr. Yaþanmýþ tecrübelerini ustalýkla dile getirmeyi bilen bu deha, onunla boy ölçüþmek isteyen yeni yeni kimseleri hiç durmadan kendisini izlemeye yöneltir: Gölge ve ýþýk oyunlarýyla ortaya koyduðu --hem ateþli hem de soðuk olan, duygu ve zekayla titreþen-- ruhunun bugün bile, insanlar üzerinde þiddetli bir etkide bulunmaya devam etmesinin sebebi budur; Stendhal, kendini inceleyerek, yeni nesillere, öðrenmek için duyduðu þiddetli isteði ve -insan kalbini inceleyen biri- olarak kendi bilimini aþýlamýþ ve insana, kendini sorguya çekmenin ve dikkatle gözlemenin verdiði büyük sevinci öðretmiþtir. ::::::::::::::::: STENDHAL'IN GÜNÜMÜZ ÝÇÝN ANLAM VE ÖNEMÝ -1900'e doðru anlayacaklar beni.- (Stendhal) Stendhal, bir sýçrayýþta bütün bir yüzyýlý, on dokuzuncu yüzyýlý aþmýþtýr; hýzýný on sekizinci yüzyýldan, Diderot ve Voltaire'in kaba materyalizminin yüzyýlýndan alýp, bizim psiko-fizyolojik çaðýmýzýn, psikolojinin bir bilim haline geldiði çaðýmýzýn ortalýk yerine sýçramýþtýr. Nietzsche'nin dediði gibi -ona bazý noktalarda eriþebilmek, onu çok fazla etkileyen problemlerden bazýlarýný çözebilmek için iki kuþaðýn geçip gitmesi gerekmiþtir-. Eseri, sýcaklýðýndan hemen hiçbir þey yitirmemiþ ve hemen hiç eskimemiþtir; vaktinden önce keþfettiði þeylerin büyük bir bölümünün kesinlikle doðru olduðu ve önceden gördüðü pek çok þeyin gerçekleþmek üzere bulunduðu anlaþýlmýþtýr. Önce çaðdaþlarýnýn gerisinde kaldýðý halde, sonunda, Balzac'ýn dýþýnda, hepsini geçmiþtir; sanat yöntemleri bakýmýndan ne kadar birbirlerine karþýt olurlarsa olsunlar, yalnýzca bu iki adam, Stendhal ve Balzac, kendi çaðlarýný, kendilerinden sonra da devam ettirebilmiþlerdir: Balzac, sosyal tabakalarý ve onlarýn allak bullak oluþunu, paranýn egemenliðini, o zamanki toplumun siyasal mekanizmasýný büyüteç altýnda inceleyerek; Stendhal ise insaný parçalara ayýrarak ve -psikologlardan daha önce davranýp, olup bitenlere þöyle bir göz atma ve gerçekleri kavrama yeteneði sayesinde- inceden inceye tahlil ederek... Toplumun geliþmesi Balzac'ý haklý çýkarmýþtýr, çaðdaþ psikoloji de Stendhal'ý; çünkü bir zamanlar onlarýn çok abartmalý ya da çok küçükmüþ gibi gelen ölçüleri, bugünün toplumuna ve insanýna olaðanüstü bir þekilde uygun gelmektedir. Balzac'ýn keskin dünya görüþü, çaðýmýzý önceden hissetmiþ, Stendhal'ýn sezgisi ise çaðdaþ insaný önceden görebilmiþtir. Çünkü Stendhal'ýn kahramanlarý, biziz: Kendi iç dünyalarýna bakmayý beceren, psikolojide uzmanlaþmýþ, bilmekten mutlu olan, ahlaki ön-yargýlardan kurtulmuþ, aþýrý derecede duygulu, bilgi üzerindeki soðuk teorilerden býkýp usanmýþ ve kalplerinin
atýþýndan baþka hiçbir þeyi bilmek istemeyen yepyeni insanlar. Tek baþýna olan varlýk, bizim için artýk bir hilkat garibesi, romantiklerin arasýnda yapayalnýz kalan Stendhal'in kendini hissetmiþ olduðu gibi -özel bir vaka- deðildir; çünkü o zamandan bu yana, psikoloji ve psikanaliz, çözülemeyeni çözmek ve sýrlarý ýþýða çýkarmak için bir sürü keskin araç vermiþtir elimize. Bununla birlikte, -sezgisi olaðanüstü kuvvetli olan bu varlýk- (Nietzsche onu birçok kere böyle tanýmlamýþtýr), birçok defa, posta arabalarý çaðýnýn ta ötelerinden ve imparatorluk üniformasýnýn altýndan bize kendini duyurmuþtur. Dogmatizme karþý oluþu, vaktinden önce geliþen Avrupacýlýðý, toplumun mekanik bir akýlcýlýða dönmesinden duyduðu dehþet, her türlü bayaðý ve tumturaklý kahramanlýktan nefret etmesi, bütün bunlarýn hepsi bugün için de yeni ve geçerli olan þeylerdir. Duygularý abartmalý bir þekilde dile getirmeyi açýkça hor görmekte ne kadar haklýdýr ve kendi çaðýný nasýl da bizim çaðýmýz içerisinde görebilmiþtir! Özel yaþantýlarý sayesinde edebiyat alanýnda çizdiði yollar ve býraktýðý izler sayýlamýyacak kadar çoktur. Stendhal'ýn Julien'i olmasaydý Dostoyevski'nin Raskolnikov'u olamazdý; Waterloo Savaþýyla ilgili olarak anlattýðý þeyler bu konuda klasik bir örnek ortaya koymuþ olmasaydý, Tolstoy'un Borodino Savaþý hayal edilemezdi. Sözleri ve eserleriyle Nietzsche'ye bu derece derin bir düþünce sevinci vermiþ olan pek az insan vardýr. Stendhal'ýn hayatý boyunca boþ yere aradýðý bu -üstün varlýklar-, -bu kardeþ ruhlar- sonunda ona gelmiþlerdir! Dünya vatandaþlýðýný seçmiþ olan baðýmsýz ruhunun kabul edebileceði biricik vatan --kendisine benzeyen kimseler tarafýndan kurulmuþ bu -gecikmiþ- vatan-- sonunda ona sonsuza dek vatandaþlýk hakkýný ve vatandaþ adýný vermiþtir. Ona kardeþçe kucak açan Balzac'ýn dýþýnda, Stendhal'ýn kuþaðýndan olan hiç kimse, düþünce ve duygu bakýmýndan bize bu kadar yakýn deðildir; psikolojik bir aracý olan kitap sayesinde, soðuk kaðýtlar sayesinde, hayali bize tanýdýk geliyor ve sanki canlanacakmýþ gibi duruyor karþýmýzda: Fosforlu ýþýklarla parlayarak ve esrarla dolup taþarak, birtakým sýrlar yaratarak ve bazý sýrlarý açýklayarak, kendi içerisinde kusursuz, yine de tamamlanmamýþ bir halde, ama canlý, capcanlý olarak duruyor. Gelecek kuþaklar yalnýzca kendi çaðlarýnýn bir kenara ittiði insanlara büyük bir istekle atýlýrlar ve ruhun en küçük, en ince titreþimleri, zaman içerisinde en uzun dalgalarýn oluþumuna yol açarlar. ::::::::::::::::: BÜLÜM ÝÝÝ Tolstoy BAÞLANGIÇ -Önemli olan þey, bir insanýn ulaþtýðý ahlaki kusursuzluk deðil, buna nasýl ulaþmýþ olduðudur.- (Tolstoy Yaþlýlýk Günlüðü) -Uz ülkesinde bir adam yaþýyordu. Tanrýdan korkuyor ve kötülükten uzak duruyordu; ve yedi bin kuzudan, üç bin deveden, beþ yüz eþekten oluþan bir sürüsü ile pek çok hizmetçisi vardý. Ve o, Doðu'da oturanlarýn en tantanalýsý, en debdebelisiydi.Eyüp'ün hikayesi böyle baþlar: Tanrýnýn ona yumruðunu kaldýrdýðý ve o vurdum duymaz rahatlýðýndan uyansýn da, ruhu acýlar içerisinde Tanrýnýn karþýsýnda sýnava girsin diye ona belalar
yaðdýrdýðý ana gelinceye kadar mutluluk içerisinde yaþayan Eyüp'ün hikayesi... Çaðýnýn ve ülkesinin en tantanalý, en debdebeli adamý olan Leon Nikolayeviç Tolstoy'un manevi hayatýnýn hikayesi de böyle baþlar. O da dünyanýn güçlü ve zengin kiþilerinden biri olarak -üst tabaka-ya kurulmuþ, babadan kalan eski evinde rahatça yaþýyordu. Bedeni saðlýk ve kuvvetle dolup taþýyordu. Onu seven bir genç kýzla evlenmiþti ve bu kýz ona on üç çocuk vermiþti. Ellerinin ve ruhunun yarattýðý eserler ölümsüzlüðe ulaþmýþtý ve çaðýnýn üzerinde parýldayýp duruyordu: Yasnaya Polyana köylüleri, güçlü efendileri kendilerinin önünden atýný dört nala sürüp geçerken büyük bir saygýyla eðiliyorlardý ve bütün dünya da onun parýldayan ününün karþýsýnda saygýyla eðiliyordu. Tanrýnýn kendini sýnamaya kalkmasýndan önceki Eyüp gibi, Tolstoy için de, isteyecek, arzu edecek baþka hiçbir þey yoktu; ve bir gün, bir mektubunda insanoðlunun söyleyebileceði en cüretli kelimeleri yazdý: -Tam bir mutluluða ulaþmýþ bulunuyorum.Ama bir gece, birdenbire, bütün bunlarýn anlamý ve deðeri uçup gidiverdi. Bu çalýþkan adam çalýþmaktan nefret etti, karýsýna yabancýlaþtý, çocuklarýna ilgi duymaz oldu. Geceleri, karmakarýþýk bir hale gelmiþ olan yataðýndan kalkýyor; durup dinlenmeden, týpký bir hasta gibi, bir aþaðý bir yukarý dolaþýp duruyor; gündüzleri ise hiçbir þey yapmadan, ellerini bile kýpýrdatmadan, gözlerini bir noktaya dikip, çalýþma masasýnýn baþýnda öylece oturuyor. Bir seferinde, silahýný kendine çevirmesin diye, alelacele merdivenlerden çýkýp av tüfeðini dolaba kilitliyor; bazen göðsü paralanýyormuþçasýna inliyor, bazen de karanlýk odasýnda týpký bir çocuk gibi hýçkýra hýçkýra aðlýyor. Artýk kendisine gelen hiçbir mektubu açmýyor, hiçbir dostunu kabul etmiyor. Oðullarý, birdenbire kederli bir hal alan bu adama ürkek ürkek bakýyorlar; karýsý ise umutsuzlukla bakýyor. Birdenbire olan bu deðiþmenin sebebi ne? Gizli bir hastalýk mý kemirmeye baþladý hayatýný? Veba mý çöktü bedeninin üzerine? Baþýna bir felaket mi geldi? Herkesten daha güçlü olan Leon Nikolayeviç Tolstoy'un birdenbire neþesini yitirmesi ve Rusya'nýn en büyük adamýnýn böylesine acý bir þekilde kederli ve sýkýntýlý bir hale düþmesi için, gerçekten, ne oldu acaba? Ve iþte cevabý: Hiçbir þey! Ona hiçbir þey olmadý ya da çok daha korkunç bir þey oldu: O, hiçlik'le, karþýlaþtý! Tolstoy; nesnelerin arkasýndaki hiçliði fark etti. Þimdi ruhunda bir parçalanma var: Kendi içinde dar ve karanlýk bir yarýk, bir çatlak meydana geldi; ve o, bu boþlukta, sýmsýcak ve capcanlý hayatýmýzýn arkasýndaki yabancý, soðuk, karanlýk ve kavranýlmaz bir þeyin bulunduðunu görüyor ve ürkek bakýþlarýný, gelip geçici olan þeylerin arkasýndaki bu ebedi hiçlikten ayýramýyor. Bir insan bir kere gözlerini bu uçuruma dikti mi bir daha baþka bir yöne çeviremez; bir karanlýk çöker üzerine; hayatýn ýþýðý ve renkleri artýk onun için sönmüþ demektir. Gülümsemesi aðzýnýn kenarýnda donup kalýr; parmaklarýnýn ucundan ürperen kalbine varýncaya kadar soðuðu ta içinde hissetmeden hiçbir þeye dokunamaz olur; bu hiçliði, bu -yokluðu- düþünmeden hiçbir þeye bakamaz... Daha bir dakika önce canlý ve uyanýk bir halde bulunan duygularý için her þey solmuþtur ve deðerini yitirmiþtir; þan ve ün uçup giden bir dumandan baþka bir þey deðildir; sanat çýlgýnlarýn bir oyunudur; para bir cüruftan, sýcacýk ve saðlýklý insan bedeni bile kurtçuklarýn barýndýðý bir yerden baþka
bir þey deðildir; gözle görülmeyen bu karanlýk aðýz, dünyadaki her türlü iyi ve güzel þeyin tadýný ve yumuþaklýðýný emip yok etmiþtir. Bir faninin gözleri önünde, yaratýklarýn duyduðu o ilkel endiþe ile, bu hiçlik bir kere açýldý mý, Edgar Alan Poe'nun her þeyi içine çekip yutan o -girdabýný-, Pascal'ýn ruhun her türlü yüceliðini aþan o derin -uçurumunu- insan bir kere gördü mü, bütün dünya ayaklarýnýn altýnda sallanmaya baþlar. Gizlemeye ve saklamaya çalýþmak boþunadýr: Ýçinizi kemiren bu karanlýðý tanrýsal ve kutsal bir þey olarak nitelemek de bir iþe yaramaz. Karanlýk çukuru Ýncil'in sayfalarý ile örtmeye çalýþmakta da yarar yoktur; bu karanlýklar her türlü kaðýdý delip geçer ve Kilisenin mumlarýný söndürür; dünyanýn kutuplarýndan gelen buz gibi bir soðuk, insanlarýn söyleyebileceði sýcak sözlerle de ýsýtýlamaz. Bu aðýr ve öldürücü sessizliði giderebilmek amacýyla --týpký ormandaki çocuklarýn korkularýný gizlemek için þarký söylemeleri gibi-- yüksek sesle vaaz vermeye baþlamak da bir iþe yaramaz: O sessiz hiçlik ya da yokluk, bilinç üzerinde ve insanýn kurtulmak için gösterdiði bilinçli çabalar üzerinde amansýzca hüküm sürmeye devam eder. Hiçbir irade; hiçbir bilgelik bu hiçliði korkunç bir þekilde hissetmiþ olup da içi kararan bir insaný rahatlatamaz, huzura kavuþturamaz. Dünya iþleriyle geçen hayatýnýn elli dördüncü yýlýnda, Tolstoy, ilk defa olmak üzere, bu büyük hiçliðin kendi kaderi ve bütün insanlýðýn ortak kaderi olduðunu fark etmiþtir. Ve o andan sonra da, ölünceye kadar, kendi varlýðýnýn arkasýndaki bu kavranýlmaz uçuruma gözlerini dikmekten baþka bir þey yapmamýþtýr. Ama, gözlerini bu yöne çevirdiði zaman bile, bir Leon Tolstoy'un bakýþý yine keskinliðini korumuþtur: Çaðýmýzýn bir insanda görmüþ olduðu en keskin ve ruhun dünyasýna en fazla girebilmiþ bir bakýþtýr onunkisi. Sözle anlatýlmasý mümkün olmayan bir þeye karþý bu derece büyük bir güçle savaþ açan birine hiçbir zaman rastlanmamýþtýr; kaderin insanoðlunun önüne koyduðu probleme, kendi kaderini sorgulayan insanlýðýn problemine hiç kimse bu derece kararlý bir þekilde karþý koymamýþtýr. Nesnelerin ötesinden gelen ve ruhu yavaþ yavaþ kemiren bu boþ bakýþýn acýsýný kimse onun kadar korkunç bir þekilde hissetmemiþtir; hiç kimse buna Tolstoy'dan daha yüce bir þekilde katlanmamýþtýr; çünkü burada, uyanýk bir bilinç sayesinde, nesnelerin ötesinden gelen o siyah gözbebeðinin karanlýk sorusuna, sanatçýnýn güçlü bir gözlemci olan keskin ve cesur gözleri çekinmeden bakabilmiþtir. Leon Tolstoy, bir an bile, kaderin acý oyunu karþýsýnda gözlerini yummamýþ ya da bakýþlarýný korkakça aþaðý indirmemiþtir: Çaðdaþ sanatýmýzýn en uyanýk, en içten, en saðlam, en yanýlmaz gözleridir onlar. Dolayýsýyla, kavranýlamýyan bir þeye bile yaratýcý bir anlam vermek ve bir kenara itilmesi mümkün olmayan þeyin gerçekliðini kabul etmek için gösterilen bu kahramanca çabadan daha büyük hiçbir þey yoktur. Yirminci yaþý ile ellinci yaþý arasýnda geçen otuz yýl boyunca Tolstoy, eserlerini yaratarak, kaygýsýz-tasasýz ve hür bir þekilde yaþamýþtýr. Ellinci yaþý ile ölünceye kadar geçen otuz yýl boyunca ise yalnýzca, insan aklýnýn kavrayamayacaðý bir þeyi, hayatýn anlamýný kavramak ve öðrenmek için yaþamýþtýr. Kendisine bu korkunç görevi --gerçek uðruna açtýðý savaþta, yalnýzca kendini deðil bütün insanlýðý da kurtarma görevini-- yüklediði güne gelinceye kadar iþi kolaydý. Böyle bir göreve giriþmesi, onu bir kahraman --nerdeyse kutsal bir kiþi, bir aziz-- yapmýþtýr; bu yolda can vermesi ise bütün insanlar arasýnda insan adýný taþýmaya en
layýk olaný haline getirmiþtir. ::::::::::::::::: PORTRESÝ -Yüzüm, sýradan bir köylünün yüzüydü.Açýk alanlardan çok, gür aðaçlarýn bulunduðu ormanlarý andýran bir yüz: Ýçine girilmesine imkan vermeyecek þekilde, bütün kapýlarýný kapatmýþ. Rüzgarda dalgalanan ve ancak çok yaþlý kiþilerde görülen kocaman bir sakal, dalga dalga yanaklarýn yukarýsýna doðru çýkýyor, birçok yýllar boyunca, þehvetli aðzý örtüyor ve týpký bir aðaç kabuðu gibi koyu renk çatlaklarý olan derinin sertliðini gizliyor. Alnýnýn ön tarafýnda, parmak kalýnlýðýnda ve aðaç kökleri gibi birbirine karýþmýþ gür kaþlarý bir çalý yýðýnýný andýrýyor. Birbirine dolaþmýþ gür saçlarý ise baþýnýn üzerinde çalkalanýp duruyor: Her yerde, Pan'da olduðu gibi, ilkel dünyanýn bolluðunu dile getiren sert, sýk ve tropikal bir kýl yýðýný yükseliyor. Týpký Michelangelo'nun Musa'sýnda, erkeklerin en erkeksi olanýný canlandýran bu heykelde olduðu gibi, Tolstoy'un yüzünde de, bakýþlarýmýz önce, yalnýzca Tanrý-babanýn kocaman sakalýný akla getiren beyaz köpüklü dalgayý fark edebiliyor. Demek ki, bu þekilde gizlenmiþ bir yüzün özünü ve çýplak halini ruhumuzla keþfedebilmek için, yüz hatlarýný, sýk ve gür bir bitki yýðýnýný andýran bu kýllardan ayýklayýp çýkarmak gerek (tüysüz, sakalsýz gençlik resimleri, yüzü olduðu gibi ortaya çýkaracak bu plastik iþleme çok yardýmcý olmaktadýr). Bunu yapýyoruz ve ürküyoruz. Çünkü bu genç adamýn, bu ruh adamýnýn yüzünün kaba saba bir görünüþü var ve bir köylününkinden hiç de farklý deðil. Deha burada, oturma ve iþ yeri olarak, is ve dumandan kararmýþ sefil bir kulübeyi, gerçek bir Rus kibitka'sýný seçmiþ; bu büyük ruhun oturacaðý yeri çizen bir Eski Yunan Demiourgos'u (Demiourgos: Eski Yunan'da -zanaatkar- anlamýna kullanýlan bir kelime. Platon'un Timaios diyaloðunda ele aldýðý þekliyle, fizik dünyaya biçim veren ikinci derecede bir tanrý. Platon'a göre, baþlangýçtaki chaos'u bir cosmos haline dönüþtüren Demiourgos, var olan þeyleri düzene koymuþ, onlara biçim vermiþ, ama onlarý yaratmamýþtýr.) deðil, yaptýðý iþe pek aldýrmayan bir köy dülgeri. Orada her þey kaba saba bir þekilde yontulmuþ; gözleri simgeleyen küçücük pencerelerin üzerindeki alnýn dar kiriþleri, kalaslara benzeyen kaba saba tahtalardan oluþmuþ; derisi yalnýzca toprak ve kilden yoðrulmuþçasýna yaðlý ve donuk. Güzellikten yoksun bu dörtgenin ortasýnda kocaman burun delikleri olan geniþ ve sanki bir yumruk darbesiyle ezilmiþ gibi duran yassý bir burun; karýþýk saçlarýn arkasýnda, biçimsiz ve sarkýk kulaklar, çökük yanaklarýn çukurlarý arasýnda kalýn dudaklý, gülmeyen bir aðýz: Manevi niteliklerden yoksun alelade, sýradan, nerdeyse bayaðý denebilecek yüz hatlarý. Bir iþçinin yüzünü andýran bu hüzünlü yüzün, her yanýnda gölge ve karanlýk, aleladelik ve hantallýk var, hiçbir yerde bir atýlým ve özlem, bir parça ýþýk --Dostoyevski'nin alnýnýn mermer kubbesinde olduðu gibi-- yürekli, cesur bir manevi yükseliþ yok. Hiçbir yere bir parça ýþýk sýzmýyor, bir parýltý yansýmýyor; aksini iddia etmek gerçekleri deðiþtirmek, yalan söylemek olur. Hayýr! Kaçýnýlmaz bir þekilde orada yalnýzca kaba saba ve bütün kapýlarýný kapamýþ bir yüz görüyoruz; burasý bir tapýnak deðil, düþünce için karanlýk, kasvetli, neþesiz ve her türlü güzellikten yoksun bir hapishane ve genç Tolstoy, daha o zamanlar, yüzünün kusurlu
olduðunu biliyor. Beden yapýsý ile ilgili herhangi bir imalý söz -onun canýný sýkýyor-; -bu derece yassý bir burnu, bu kadar kalýn dudaklarý ve böylesine küçük gri gözleri olan biri için bu dünyada mutlu olmanýn- hiçblr zaman mümkün olamýyacaðýný düþünüyor. Bunun içindir ki, genç adam, çok erken bir yaþta, bu çirkin yüz hatlarýný, siyahýmtrak bir sakalýn kalýn maskesi altýnda gizlemeye çalýþmýþtýr; ancak çok daha sonraki zamanlarda yaþlýlýk, bu sakalý gümüþ gibi parlatacak ve saygýdeðer bir hale sokacaktýr. Yalnýzca hayatýnýn son on yýlý bu karanlýk bulutlarý daðýtabilmiþtir; ancak sonbahar akþamýnýn ýþýðý içerisindedir ki, bu acýklý manzaranýn üstüne, çirkinliðini giderebilecek bir güzellik ýþýný düþebilmiþtir. Tolstoy'da, deha, ebedi yolculuðunu sürdüren deha, konaklayacak bir han olarak kaba saba bir eve yerleþmiþtir: Sýradan bir insanýn, rastgele bir Rus'un yüzüne... Bu yüzün arkasýnda bir düþünür, bir yazar, bir yaratýcý dýþýnda her türlü insanýn var olabileceðini düþünebiliriz. Çocukken de, gençken de, yetiþkin, hatta yaþlý bir insan olarak da Tolstoy, her zaman binlerce insandan biri, sýradan biri olduðu izlenimini uyandýrmýþtýr. Her elbise, her türlü baþlýk ona uygun gelir: Böylesine kiþiliksiz bir Rus yüzü ile bir bakanlar kurulu toplantýsýna baþkanlýk da edilebilir, serserilerin bulunduðu loþ bir meyhanede sarhoþ da olunabilir; çarþýda ekmek de satýlabilir, ipek elbiseler giymiþ bir baþpiskopos gibi, kilisedeki ayinde, diz çökmüþ insan kalabalýðý da kutsanabilir; böyle bir yüz hiçbir yerde, hiçbir meslekte, hiçbir elbise içinde, Rusya'nýn hiçbir yerinde yabancýlýk çekmez. Tolstoy öðrenci olduðu sýralarda, arkadaþlarýna iki su damlasýnýn birbirine benzediði gibi benzemektedir; subay olduðu zaman, kýlýç kuþanmýþ herhangi bir subaydan farký yoktur; bir köy beyefendisi olduðu zaman da, rastgele bir taþralý soyludan farksýzdýr. Arabada, beyaz sakallý uþaðýnýn yanýna oturduðu zaman, sürücünün yerinde oturan bu iki ihtiyardan hangisinin kont, hangisinin arabacý olduðunu kestirebilmek için Tolstoy'un resmini iyice incelemek gerekmektedir; köylülerle konuþtuðunu gösteren bir resimde, eðer insan Tolstoy'u tanýmýyorsa, ayaktakýmýnýn ortasýndaki þu -Lew-in bir kont olduðunu ve etrafýný saran bütün þu Gregor, Ývan, Ýlya ve Piyotr'lardan milyonlarca kere üstün olduðunu hiçbir zaman kestiremez. Bu adamýn bütün öteki insanlardan farksýz olduðu söylenebilir; sanki deha onda halkýn kýlýðýna girmiþtir: Yüzünde öylesine bir anonimlik havasý vardýr ki! Bütün Rusya'yý kendi içinde barýndýrdýðý için Tolstoy'un kendisine ait bir yüzü yoktur; sadece bir Rus yüzüdür onunki. Görünüþü de onunla ilk defa karþýlaþan hemen herkesi önce hayal kýrýklýðýna uðratýr. Onlar buraya çok uzaklardan gelmiþlerdir, trenle ve Toula'dan sonra da arabayla; þimdi misafir salonundalar, saygýyla evin efendisini bekliyorlar; her biri, insanda saygý uyandýran --etkileyici-- biriyle karþýlaþacaðýný hayal ediyor ve daha þimdiden onu heybetli, tantanalý, efendilere yaraþan upuzun sakallý, uzun boylu, gururlu, devle dehanýn tek bir kiþide birleþtiði bir adam olarak canlandýrýyorlar kafalarýnda. Bekleyiþin ürpertisi her birinin omzuna çöküyor. Baþlarý ister istemez, daha þimdiden, bir an sonra görecekleri uzun boylu saygýdeðer ihtiyar efendinin önünde eðiliyor. Sonunda kapý açýlýyor iþte... Ve ne görüyorlar? Ufak tefek, týknaz bir adam küçük adýmlarla giriyor içeriye, öyle de hýzlý giriyor ki sakalý dalgalanýyor; sonra þaþakalmýþ ziyaretçinin önünde sevimli bir gülümseyiþle duruyor. Neþeyle, çabuk çabuk onunla konuþmaya baþlýyor; rahat bir hareketle ona elini uzatýyor. Ziyaretçiler, fena halde ürkmüþ bir halde, bu
eli sýkýyorlar: Nasýl? Bu küçücük sevimli, neþeli adam, -kar gibi beyaz sakallý bu çevik küçük baba- Leon Nikolayeviç Tolstoy mu? Daha önce büyük adamýn heybetli görünüþünü beklerken duymuþ olduklarý ürperti kayboluyor ve cesaretlerini toplayarak yüzüne bakýyorlar. Ama bu þekilde dikkatle onu süzenler birdenbire donup kalýyorlar. Kaþlarýn karmakarýþýk çalý yýðýnýnýn arkasýna saklanmýþ bir panter gibi, gri bir bakýþ birdenbire onlarýn üstüne atlýyor. Bu ünlü kiþinin yüzünü bir gün bir kere görmüþ olanlarýn hepsi, hiçbir resmin en ufak bir fikir bile veremeyeceði bu bakýþtan, Tolstoy'un bu beklenmedik bakýþýndan söz etmektedirler. Çelik gibi sert ve parlak olan bu bakýþ bir býçak gibi iþliyor içlerine. Kýmýldamak, ondan kurtulmak mümkün deðil; herkes, hipnotizmaya tutulmuþçasýna, bir sonda gibi insanýn içini deþen ve acý veren bu bakýþýn, varlýðýnýn en derin katlarýna kadar sokulmasýna katlanmak zorunda. Onun karþýsýnda sýðýnabilecek hiçbir yer yok: Ýnsanýn kendini gizlemek için kuþandýðý her türlü zýrhý, bir mermi gibi delip geçiyor, bir elmas gibi bütün camlarý kesiyor. Hiç kimse (Turgenyev, Gorki ve daha yüzlerce kiþi bunu doðrulamýþtýr), hiç kimse Tolstoy'un bu delici bakýþý karþýsýnda yalan söyleyemez. Ama bu gözlerin araþtýrýcý sertliði ancak bir an sürer, iris'in buzlarý hemen çözülür, gri bir ýþýk parlar, belli belirsiz bir gülümseme oradan oraya atlar ya da tatlý ve iyilikle dolu bir parýltý ýþýmaya baþlar. Bulutlarýn sular üzerindeki gölgesi gibi, duygulardaki her türlü deðiþiklik, bu sihirli gözbebekleri üzerinde, durup dinlenmeksizin oynar durur. Öfke, buz gibi bir þimþek halinde fýþkýrýr bu gözlerden; hoþnutsuzluk, soðuk ve parlak bir kristal gibi dondurur onlarý; iyilik güneþ gibi parýldatýr ve tutku alevlendirir. Kaskatý kesilmiþ aðýzda hiçbir kýpýrtý olmaksýzýn, yalnýzca içten gelen bir ýþýðýn etkisiyle gülümseyebilir bu esrarlý yýldýzlar; ve müzik onlarý duygulandýrdýðý zaman, týpký bir köylünün gözleri gibi -þakýr þakýr aðlayabilirler-. Manevi bir zevkle parýldayabilirler ve birdenbire, hüznün gölgesi altýnda kederle kararabilirler, daha sonra büzülürler ve anlaþýlmaz bir hale gelirler. Soðuk ve acýmasýz bir þekilde gözlemde bulunabilirler, bir neþter gibi kesebilirler ve bir röntgen ýþýný gibi derinlere kadar girebilirler, hemen ardýndan da neþeli bir merakýn göz-alýcý parýltýsýyla dolup taþabilirler; bir insan alnýnýn altýnda parlayan gelmiþ geçmiþ gözler içerisinde -en iyi, en güzel konuþmasýný bilen- bu gözler, duygunun bütün dillerini konuþabilirler. Ve, her zaman olduðu gibi, bunu ifade edecek en iyi kelimeyi yine Gorki bulmuþtur: -Bu gözlerin içinde, Tolstoy'un yüz tane gözü daha vardýr.Yalnýzca bu gözler sayesindedir ki, Tolstoy'un yüzü, bir dehanýn varlýðýný açýða vurur. Bu bakýþ-adamýnýn aydýnlýk gücü, bu gözlerin binlerce küçük deðiþikliði yansýtan yüzeylerinde toplanmýþtýr: Týpký düþünce-adamý olan Dostoyevski'nin güzelliðinin, alnýnýn mermer profilinde olmasý gibi. Tolstoy'un yüzünün gerisi, sakaldan ve çalý gibi kýllardan oluþan bölümü, bu parlak, sihirli ve manyetik taþlarýn deðerli maddesini gizlemek için koruyucu bir alandan, bir örtüden baþka bir þey deðildir; bu parlak taþlar dünyayý kendi içlerine çekerler ve sonra ýþýnlar halinde dýþarýya yansýtýrlar; çaðýmýzýn bildiði en berrak, en belirgin yansýtýcý, evreni kendilerinde yansýtan bu gözlerdir. Bu merceklerin göremiyeceði kadar küçük hiçbir þey yoktur: Bir ok gibi, ucu bucaðý olmayan bir yükseklikten, kaçan bir farenin üstüne saldýran bir akbaba gibi, bu gözler, her ayrýntýnýn üstüne atýlýrlar, ayný zamanda yeryüzünün tüm ufuklarýný da görüþ alanlarýnýn içine alabilirler. Düþüncenin
doruk noktalarýnda bir meþale gibi parlayabilirler ve ruhun karanlýklarý içerisinde rahatça hareket edebilirler. Ýnsanýn baþýný döndüren bir yükseklikte Tanrýyý fark edebilmek için yeterince ateþ ve saflýk vardýr bu kývýlcýmlý kristallerde ve ayný zamanda hiçliðe ya da yokluða --bu Medusa baþýna-- (Medusa: Yunan Mitolojisine göre, Gorgon'lar adý verilen üç kýz kardeþten en etkili olanýnýn adý. Medusa, saçlarý yýlanlardan oluþmuþ, korkunç bakýþlarýyla her þeyi taþa çeviren bir ifrittir. Tanrý Hermes'in ve bilgelik tanrýçasý Athena'nýn yardýmýyla Perseus adlý kahraman tarafýndan baþý kesilerek öldürülür. Perseus, göðü --veya yeri göðü birbirinden ayýran direkleri-- omuzlarýnda taþýyan Atlas'ý, Medusa'nýn kesik baþýný ona göstererek taþlaþtýrýp koca bir dað haline getirmiþtir.) bakabilecek ve sizi taþ gibi donduracak yüzünü dikkatle inceleyecek cesaret de vardýr. Bu gözler için belki de bir tek þeyin dýþýnda hiçbir þey imkansýz deðildir: Boþ durmak, sakin ve saf bir neþe içinde, rüyanýn verdiði hoþnutluk ve mutluluk içerisinde yarý uykulu bir halde kalmak. Çünkü, karþý konulmaz bir þekilde, göz kapaklarý daha açýlýr açýlmaz, bu gözler bir avýn peþine düþmek zorundadýr, amansýzca uyanýktýrlar, hayallere acýmasýzca kapalýdýrlar. Her türlü yanýlgýyý delip geçer, her türlü yalanýn maskesini düþürür, her çeþit inancý yok ederler: Gerçeði gören bu gözlerin önünde her þey çýrçýplaktýr. Dolayýsýyla, eðer bir gün Tolstoy bu çelik gri hançeri kendine doðru kaldýracak olursa korkunç bir þey olurdu bu, çünkü kalbinin en derin yerine kadar girip öldürücü bir yara açardý orada. Böyle bir göze sahip olan bir kimse gerçeði görür; dünya ve bütün bilgiler onun olur. Ama insan bu çeþit gözlerle --her zaman doðruyu gören, her zaman uyanýk olan bu gözlerle-- mutlu olamaz. ::::::::::::::::: HAYAT DOLU OLUÞU VE ÖLÜM KORKUSU -Uzun bir zaman, çok uzun bir zaman yaþamak istiyorum ve ölümü düþünmek þairlere ve çocuklara vergi bir korkuyla dolduruyor içimi.- (Gençlik mektubu) Ýlkel bir saðlýk. Yüz yýl yaþamak için yaratýlmýþ bir beden. Saðlam ve ilikle dolup taþan kemikler, boðum boðum olmuþ kaslar, gerçek bir ayý kuvveti: Genç Tolstoy, yere uzanarak, iri yarý bir askeri tek eliyle havaya kaldýrabilir. Esnek tendon'lar: Beden eðitimi salonunda, hýz almaksýzýn, en yüksek ipten kolayca atlayabilir; bir balýk gibi yüzer, bir Kazak gibi ata biner, bir köylü gibi orak biçer. Demir gibi saðlam olan bu beden, zihin yorgunluðundan baþka bir yorgunluk bilmez. Gergin sinirlerinden her biri aþýrý bir titreþim halindedir ve týpký bir Toledo kýlýcý gibi hem esnek, hem dayanýklýdýr; duyu organlarýnýn hepsi keskin ve uyanýktýr. Bu hayat gücünün etrafýný çeviren surlarýn herhangi bir yerinde ne bir gedik vardýr, ne bir boþluk, ne bir yarýk, ne bir eksik, ne bir kusur ve bunun sonucu olarak da hiçbir ciddi hastalýk, sanki yontma taþtan yapýlmýþ bu bedene girmeyi baþaramamýþtýr hiçbir zaman: Tolstoy'un inanýlmaz beden gücü, her türlü zayýflýða karþý siperlerle çevrilmiþtir, yaþlýlýða karþý, surlarla korunmuþtur. Eþi-benzeri olmayan bir canlýlýk, bir hayat gücü: Gür bir sakalla, bir barbar, bir köylü sakalý ile çepeçevre sarýlmýþ bu yüzle, kutsal kitaplara layýk bu erkekçe görünümle karþýlaþtýrýldýðýnda, çaðdaþ sanatçýlarýn hepsinde kadýnca veya genç züppeleri andýran
bir þeyler olduðu görülür. Tolstoy gibi yaratýcý gücünü ihtiyarlýk çaðýna kadar sürdürenler bile, hatta onlar bile, her zaman hareket halinde ve hep bir þeylerin peþinde olan zihnin aðýr yükünü taþýyan bedenlerinin yorulduðunu ve yaþlandýðýný görmüþlerdir. Doðum günü onunkiyle ayný güne rastlayan, 28 Aðustosta doðan, dolayýsýyla ayný burca giren ve dünyayý yaratýcý bir görüþ açýsýndan görmek bakýmýndan ona çok yakýn olan ve ayný þekilde seksen üç yaþýna kadar yaþamayý sürdüren Goethe bile, daha altmýþ yaþýndayken þiþmanlamýþ, kýþtan ürker olmuþ ve uzun zamandan beri, dikkatle kapatýlmýþ penceresinin önünde oturup kalmýþtýr. Bir deri bir kemik kalmýþ ve bir insandan çok bir kargaya benzeyen, yazý masasýnýn baþýnda kargacýk burgacýk yazýlarla kaðýtlarý dolduran Voltaire; her tarafý kaskatý kesilmiþ ve yorgun bir halde, týpký mekanik bir mumya gibi Koenigsberg'deki aðaçlý yolunda bir aþaðý bir yukarý dolaþan Kant... Oysa Tolstoy, kuvvetle dolup taþan bu yaþlý adam, soðuktan kýpkýrmýzý kesilen bedenini hala buzlu suya daldýrýyor ve su içinde birtakým hareketler yapýyor, bahçede koþturup duruyor, tenis oynarken topun peþinden çevik bir þekilde koþuyor. Altmýþ yedi yaþýnda bisiklete binmeyi öðrenme merakýna kapýlýyor. Yetmiþ yaþýndayken ayaðýna patenleri takýp parlak ve kaygan pistin üzerinde çevik hareketlerle kayýyor; seksen yaþýndayken her gün kaslarýný güçlendirmek için beden eðitimi egzersizleri yapýyor ve seksen iki yaþýndayken, ölüme son derece yaklaþtýðý bir sýrada, yirmi verstlik bir mesafeyi dört nala gittikten sonra birdenbire duran ya da deprenmeye baþlayan kýsraðýnýn sýrtýnda hala kýrbacýný þaklatabiliyor. Hayýr, hiç kimseyi onunla karþýlaþtýrmak mümkün deðil; XÝX'uncu yüzyýl, dünyanýn ilk çaðlarýna yaraþan böyle bir canlýlýðýn eþine rastlamamýþtýr. Son lifine varýncaya kadar özsu ile dolu bu dev meþenin bir tek kökü bile kurumadan, dallarý yaþlýlýk yýllarýnýn göklerine ulaþabilmiþtir. Gözleri, ölünceye kadar keskinliðini korumuþtur: Tolstoy ata bindiði zaman, meraklý bakýþlarý, aðaçlarýn kabuklarý üzerinde sürünerek yürüyen en küçük bir böceði bile fark eder ve þahinin uçuþunu izleyebilmek için gözlüðe ihtiyacý yoktur. Kulaklarý iyi iþitir ve geniþ, hemen hemen hayvansý burun delikleri her türlü kokuyu zevkle, þehvetle içine çeker: Ýlkbaharda yaptýðý gezintiler sýrasýnda, buzlarý çözülen topraðýn kokusuna karýþan keskin gübre kokusunu birdenbire içine çekince, ak sakallý ihtiyar her zaman bir çeþit sarhoþluða tutulur; ve hatýrasýnda, geçmiþ zamanlarýn seksen ilkbaharý hala capcanlý durmaktadýr: Onlardan her biri, tek bir güzel kokudan oluþmuþ bu koku dalgasýnýn içine kendine özgü o ilk buðuyu ve kendi canlýlýðýný katmýþtýr; hissetmiþ olduðu duygu öylesine þiddetli, öyle heyecan vericidir ki, birden gözleri yaþarýr. Çok aðýr köylü çizmeleri içerisindeki güçlü avcý ayaklarý, nemli topraðýn her yanýnda geniþ adýmlarla dolaþýyor; saðlam ellerinde ihtiyarlarda görülen titreme yok; veda mektuplarýndaki yazýsýnda, hala gençlik yýllarýnýn iri harfleri ve harflerin ucundaki o çocukça kývrýmlar var. Zihni de, týpký tendon'larý ve sinirleri gibi, olaðanüstü bir þekilde bozulmadan kalmýþ: Konuþurken pýrýl pýrýl, göz kamaþtýrýcý ve baþkalarýndan üstün; korkunç derecede kuvvetli olan hafýzasý, en ufak ayrýntýlara varýncaya kadar her þeyi içinde saklýyor, hiçbir þeyi unutmuyor; yýllarýn sert eðesi hiçbir ayrýntýyý törpülemiyor veya silmiyor; baþkalarý ile çatýþtýðý zaman, her seferinde, öfke hala yaþlý adamýn kaþlarýný çatmasýna yol açýyor, aðzýný yuvarlaklaþtýrarak hala tiz bir kahkaha atabiliyor; orijinal tasvirlere bol bol yer veren bir dil kullanýyor, hala sýcak
olan kaný tatmin olmak istiyor. Kreutzer Sonatý üzerindeki bir tartýþma sýrasýnda yetmiþ yaþýndaki Tolstoy'a, birisi -sizin yaþýnýzda þehvetten el çekmek kolay- deyince, kaslarý boðum boðum olan bu yaþlý adam, gözleri öfke ve gururla þimþekler çakarak þöyle diyor: -Doðru deðil bu, tenim hala güçlü, hala mücadele etmek zorundayým.Hiçbir zaman solmayan, yorulmak nedir bilmeyen yaratýcý gücünü, ancak bu derece kusursuz bir canlýlýkla açýklayabiliriz. Dünya iþleriyle geçirdiði altmýþ yýl boyunca bir tek yýlý bile kýsýr, verimsiz olmamýþtýr. Zihni hiçbir zaman dinlenmemiþ, olaðanüstü bir þekilde uyanýk duran ve hiç durmadan çalýþan duyarlýðý uykuya dalmamýþ ya da uyuklamamýþtýr. Tolstoy, iyice yaþlanýncaya kadar, gerçekten hasta olmak nedir bilmemiþtir; günde on saat çalýþan bu iþçinin yaptýðý iþ, býkkýnlýk ve yorgunluk yüzünden, hiçbir zaman ciddi bir þekilde kesintiye uðramamýþtýr; þarap ya da kahve gibi uyarýcýlara baþvurma ihtiyacýný hiçbir zaman duymamýþtýr; etle ya da alkolle içini ýsýtma ihtiyacýný da duymamýþtýr; disiplin altýna alýnmýþ olan duyularý o derece saðlýklýdýr ki ve o derece coþkulu bir þekilde atýlým yapmaya hazýrdýr ki, öylesine esnek bir þekilde gergin ve öyle yoðun bir güçle doludur ki, en ufak bir temas onlarý harekete geçirebilir ve tek bir damla onlarý taþýrmaya yeter. Güçlü saðlýðý, onun duyarlý bir derisi olmasýna engel deðildir, bu derece aþýrý bir uyarýlma yeteneði olmasaydý, nasýl sanatçý olabilirdi ki? Sinirlerinin tuþlarýna ihtiyatla dokunmak gerekir, çünkü onlarýn göstereceði tepkinin þiddeti her türlü heyecaný tehlikeli hale getirmektedir. Bunun içindir ki (týpký Goethe ve Platon gibi) müzik onu ürkütmektedir, çünkü duygularýnýn derin ve esrarlý dalgalarýný çok fazla uyarmaktadýr; müzik onu çok þiddetli bir þekilde etkilemektedir. -Üzerimde korkunç bir etkisi var- demiþtir: Ve gerçekten de, ailesi rahat ve keyifli bir þekilde müzik dinlemek için piyanonun etrafýnda toplandýðý zaman, Tolstoy'un burun delikleri titremeye baþlar, savunma durumuna geçer gibi kaþlarý çatýlýr; -boðazýnda tuhaf bir sýkýþma-'duyar ve birdenbire, dönüp kapýya doðru gider, çünkü gözlerinden yaþlar fýþkýrmaktadýr. -Bu müzik de benden ne istiyor?- demiþtir bir gün, müziðin kendisi üzerindeki etkisinden korku duyarak. Müziðin, ondan bir þeyler istediðini fark ediyor, hiçbir zaman vermemeye kararlý olduðu þeyi, duygularýn gizli dolabýnýn bir köþesinde gizlediði bir þeyi ondan söküp alabileceðini hissediyor ve iþte ta içinde güçlü bir kaynaþma, her türlü set'i, engeli aþabilecek bir taþma meydana geliyor. Kuvveti ve aþýrýlýðý ile onu ürküten, ne olduðu belirsiz çok güçlü bir þey onu heyecanlandýrmaya baþlýyor; iradesine raðmen, varlýðýnýn ta derinlerinde bir þehvet dalgasýna kapýldýðýný ve kýyýdan uzaklara doðru sürüklendiðini hissediyor. Ayný þekilde, belki de yalnýzca onun fark ettiði bu aþýrýlýk yüzünden cinsel içgüdüsünden de nefret ediyor (ya da ürküyor). Böylece, kadýna karþý, tek baþýna yaþayan keþiþlerde rastlanan bir kin, saðlýklý bir adam için tabii olmayan bir kin duyuyor. Kadýn ona -ancak annelik iþlerine gömüldüðü ya da erdemli bir haldeyken veya yaþlanýp saygýdeðer bir kiþi olduðu zaman zararsýz ve tehlikesiz- görünüyor; yani -hayatý boyunca bedenin büyük bir kusuru ve zaafý olarak gördüðü- bu þehveti aþtýðý zaman... Eski Yunanlarýn karþýtý olan bu adam için, bu sözde Hýristiyan için, bu zoraki keþiþ için, müzik gibi, kadýn da, kötülüðü simgeliyor; ona göre her ikisi de, uyandýrdýklarý þehvet duygusuyla, -bizi cesaret, kararlýlýk, akýl ve adalet gibi doðuþtan gelen niteliklerimizden- alýkoyuyorlar;
-Peder- Tolstoy'un daha sonra vaaz verirken söyleyeceði gibi, bizi -ten günahlarýna- götürüyorlar. -Ondan bir þeyler istiyorlar-, -vermek istemediði þeyleri- istiyorlar; uyandýrmaktan korktuðu tehlikeli bir þeye dokunuyorlar. Burada korkunç bir þehvet duygusunun söz konusu olduðunu kestirebilmek için büyük bir zihni çaba harcamaya gerek yok; öyle bir þehvet duygusu ki, yýllarca süren bir savaþ sonunda, yýlmaz bir enerjiyle o bunu baský altýna alabilmiþ, ama büsbütün boðmayý baþaramamýþtýr; baský altýna alýnmýþ, boyunduruða vurulmuþ, yenilgiye uðratýlmýþ, kýrbaçlanarak sindirilmiþ olan bu duygu Tolstoy'un varlýðýnýn görülmeyen bir köþesinde, pençeleri titreyerek, gözaltýnda tutulmadýðý ilk anda sýçramaya hazýr bir halde, büzülüp kalmýþtýr. Müzik: Ýþte iradenin baðý gevþiyor ve -hayvan- daha þimdiden ayaklanmaya baþlýyor. Kadýnlar: Ýþte içgüdülerin vahþi sürüsü uluyor ve kafesinln parmaklýklarýný zorluyor. Tolstoy'daki bu Pan'a özgü erkekliði, içinde sakladýðý ve gençliðinde vahþi aþýrýlýklar halinde alabildiðine serbest býraktýðý (Çehov'la konuþurken kendisini -yorulmak bilmez bir þehvet düþkünü- olarak nitelemiþti), daha sonra kýrk yýl boyunca duvarlar arasýna hapsettiði, ama büsbütün gömemediði o insan hayvanýn azgýnlýða varan ateþini, ancak kendisini heyecanlandýran yalýn ve tabii, saðlýklý ve sakin bir þehvet duygusu karþýsýnda duyduðu þiddetli bir ürperme ve yalnýzca keþiþlerin duyabileceði çýlgýnca bir endiþe sayesinde keþfedebilirlz. Tolstoy'un tam anlamýyla ahlaki olan eseri içerisindeki bir tek þey, son derece saðlýklý olan bu adamýn þehvet duygusunun, hayatý boyunca hep aþýrý bir halde kaldýðýný gösterir bize: -Kadýn-dan, bu baþtan çýkarýcý yaratýktan duyduðu korku, tek baþlarýna çölde yaþayan keþiþleri akla getiren ve onu, gözlerini baþka tarafa çevirmeye zorlayan, ama aslýnda göze çarpacak kadar aþýrý olan arzularýndan kaynaklanan ve Hýristiyanlýðýnkini de aþan ve insanýn üzerine büyük bir gümbürtüyle çöken bir korku... Her zaman ve her yerde ayný þey hissedilir: Tolstoy, kendinden, ayý gibi kuvvetli oluþundan korktuðu kadar baþka hiçbir þeyden korkmamýþtýr; olaðanüstü saðlýðýndan sýk sýk duyduðu mutluluðun sarhoþluðu, kaçýnýlmaz bir þekilde, duyularýnýn dizginlenmemiþ, hayvani gücünden duyduðu dehþetle gölgelenmiþtir. Þüphesiz o bunlarý, baþka hiçbir kimsenin yapamýyacaðý þekilde baský altýna alabilmiþtir; ama Rus olmanýn, her þeyde aþýrý giden bir milletin oðlu, bir halk adamý olmanýn, aþýrýlýkta baðnazlýða kadar varmanýn, aþýrý uçlarýn kölesi olmanýn cezasýz kalmayacaðýný bilmektedir. Bunun içindir ki, aklý baþýnda olan iradesi, bedenini alabildiðine yorar. Duyularýný bunun için sürekli olarak oyalamaya çalýþýr, onlara tarlalarý, zararsýz oyunlarý, açýk havayý ve çeþitli zevkleri sunar, beslenebilsinler diye. Orak kullanabilmek ve saban sürebilmek için göstermiþ olduðu vahþi bir çaba ile kaslarýný bitkin bir hale getirir; beden hareketleri yaparak, yüzerek, ata binerek yorar onlarý: Ýçlerindeki zehri çýkartabilmek ve onlarý zararsýz hale getirebilmek için, tehlikeli gücünü, özel hayatýndan çýkararak dýþarýya doðru iter: Tabiata yayýlsýn da, iç hayatýnda iradesinin kuvvetiyle dizginlediði þey orada alabildiðine zincirlerinden boþansýn diye... Bu yüzden en büyük tutkusu av olmuþtur: Burada, bütün duyularýný --ister aydýnlýðýn, isterse karanlýðýn çocuklarý olsunlar-baþýboþ býrakabilmektedir. Moskovalý atalarýndan ve belki de Tatar atalarýndan, eski göçebe atlýlardan ve vahþi savaþçýlardan kalan çok eski içgüdüler, her zaman baský altýnda tuttuðu kanýnda
olanca þiddetiyle canlanmaktadýr. Pan'a özgü þehvet duygusu baþýný kaldýrýr ve alevlenir. Henüz bir havari haline gelmemiþ olan Tolstoy, ter içinde kalan atlarýn kokusundan, çýlgýnca av partilerinden, sinirlerini gergin bir hale getiren koþulardan ve avýn peþinde öfkeyle at sürmekten sarhoþ olur ve hatta (acýmayý, merhameti, baþkalarýnýn acýlarýný ta içinde duymayý daha sonra en aþýrý þekline vardýracak biri için anlaþýlmaz bir þey) vurulan, kanlar içinde yere serilen, sabit ve kýrgýn bakýþlarý ile gökyüzünü seyrediyormuþ gibi yatan av hayvanýnýn hissettiði korkudan ve çektiði iþkenceden büyük bir keyif duyar. Bir gün, bir sopa darbesiyle bir kurdun kafatasýný parçaladýðý sýrada -can çekiþen hayvanýn çektiði acýyý seyrederken gerçek bir þehvet duygusuna kapýlýyorum- diye itiraf etmiþtir; kana duyulan susuzluðun zafere ulaþtýðý bu itici-güç sayesinde, Tolstoy'un (çýlgýn gençlik yýllarý dýþýnda) hayatý boyunca baský altýnda tuttuðu bütün vahþi içgüdülerini keþfedebiliyoruz. Ahlaki düþüncelerle avdan çoktan vazgeçtiði bir dönemde bile, kýrlarda birdenbire bir tavþanýn kaçmaya baþladýðýný görür görmez, elinde olmayarak, sanki hemen tüfeðine davranacakmýþ gibi, hala elleri titremektedir: Zincirlerini zorlayan içgüdüsel yaratýðýn, kan dökücü hayvanýn belirtisidir bu. Ama Tolstoy, öteki tutkularý gibi bu tutkusunu da büyük bir enerjiyle ve sebatla baský altýna alabilmiþtir; sonunda, tensel þeylerin duyularýna verdiði zevk, yalnýzca hayatý seyretmek ve anlatmakla yetinmeye dönüþmüþtür ama bunda da ne büyük, ne kadar derin bir zevk vardýr! Duyularýný hür tabiata açtýðý zaman, alabildiðine açýlmaktan nasýl da sarhoþ oluyorlar ve nasýl koþmaya, dalga dalga yayýlýp avlarýný yakalamaya baþlýyorlar! Onlarý coþturmak ve tutuþturmak için ne kadar da az þey gerekiyor! Güzel bir atýn yanýndan geçtiði zaman her seferinde nasýl da aðzý kulaklarýna varýyor; parmaklarýnýn altýnda hayvanýn pýt pýt atan kanýný hissedebilmek için, sýcacýk, ipek gibi boynuna eliyle vurarak okþadýðý zaman nerdeyse bir þehvet duygusuna kapýlýyor: Katkýsýz bir þekilde hayvani olan her þey onu coþturuyor. Sýrf narin bedenlerinin zarafetini görebilmek için, saatlerce hayran hayran genç kýzlarýn dans ediþini seyredebilir; güzel bir erkeðe, güzel bir kadýna rastladýðý zaman da durur, konuþmasýný yarýda keser, yalnýzca neþeli þaþkýnlýðýný tatmin etmek ve coþku ile þöyle haykýrmak için: -Ýnsanýn güzelliði olaðanüstü bir þey!- Çünkü Tolstoy, canlý hayatýn toplandýðý bir yer, ýþýðý içine çeken ve yansýtan bir yüzey, tatlý havayý soluyan ve binlerce kaynaktan beslenen bir organ ve sýmsýcak akan kanýn kýlýfý olarak seviyor bedeni; hayatýn anlamý ve ruhu olarak, tenle ilgili bütün sýcak titreþimleri ile seviyor. Sanatçýnýn müzik aletini sevmesi gibi seviyor bedeni; bedeni varlýðý insanýn en tabii þekli olarak seviyor ve kendini de, belirsiz bir dille konuþan dayanýksýz ruhundan çok, ilkel bedeniyle seviyor. Her türlü þekil altýnda seviyor onu, baþlangýçtan sonuna kadar ve her zaman seviyor; ve onun bu kendini-sevme tutkusunu bilinçli olarak ilk defa fark etmesi hayatýnýn ikinci yýlýna kadar geri gidiyor (burada herhangi bir yanlýþlýk söz konusu deðildir). Tolstoy'da, her hatýranýn, týpký zamanýn dalgalarýnýn altýnda kalan bir çakýltaþý gibi, ne kadar net, ne derece açýk ve seçik bir þekilde kaldýðýný anlatabilmek için bu nokta üzerinde durmak gerekir. Goethe ve Stendhal, ancak yedi ya da sekiz yaþlarýndaki izlenimlerini hatýrladýklarý halde, Tolstoy, daha iki yaþýndayken, birtakým karmaþýk izlenimleri, ilerde bir sanatçý olduðu zamanki kadar kuvvetle hissedebiliyordu; bu izlenimlerde, duyularýnýn
zenginliði ve çeþitliliði açýkça belli oluyordu. Bedeniyle ilgili ilk izlenimlerini anlatan þu satýrlarý okuyun: -Tahta bir banyo teknesi içinde oturuyordum, benim için yepyeni ama hoþ bir koku sarmýþtý etrafýmý: Bedenimi ovaladýklarý bir sývýnýn kokusu. Bu, hiç þüphesiz, beni temizlemek için kullanýlan kepekli suyun kokusuydu; izlenimin yeniliði beni etkiledi ve ben ilk defa, küçücük bedenimi, göðsümün ön tarafýnda gözle görülebilen kaburga kemiklerimi, dadýmýn esmer ve gergin yanaklarýný ve elbisesinin sývanmýþ kollarýný, sýcak ve buharlý kepekli suyu ve suyun þýpýrtýsýný, özellikle küçük ellerimi banyo teknesinin iç yüzünde gezdirdikçe cilalý yüzeyin bende uyandýrdýðý izlenimi memnunlukla fark ettim.Þimdi lütfen bu çocukluk hatýralarýný tahlil edelim ve duyu alanlarýna göre sýnýflayalým; o zaman Tolstoy'un iki yaþýnda bir çocuðun minicik kozasý içerisinde, çevresindeki dünyayý ne kadar tam ve kusursuz bir þekilde algýladýðýný görüp þaþýracaðýz: Onu temizleyen kiþiyi görüyor; kepeðin kokusunu duyuyor; bu yeni izlenimi hemen fark ediyor; suyun sýcaklýðýný hissediyor; gürültüyü iþitiyor; tahta teknenin cilalý yüzeyine dokunuyor ve çeþitli sinir liflerinin ayný anda aldýklarý bütün bu izlenimleri, çocuk, bütün hayati duyularýn toplu olarak gerçekleþtiði ortak bir yüzey olarak kendi bedeniyle ilgili genel bir -memnunluða- dönüþtürebiliyor. Duyularýnýn, nasýl bir vaktinden önce geliþmeyle, vantuslarýný daha o yaþta hayata yapýþtýrdýklarýný, çocuðun dýþ dünyadan aldýðý çeþitli duyumlarýn nasýl bir güçle, nasýl bir bilinçli kesinlikle, daha o yaþta açýk ve seçik izlenimlere dönüþtüðünü açýkça görüyoruz. Çocuk olgunluk çaðýna ulaþtýðý, duyularý geliþtiði ve güçlendiði, algýlarý bilinçle bilendiði ve sinirleri hayata duyduðu merakla gerildiði zaman, yetiþkin bir hale gelen bu organizmanýn, her izlenime nasýl bir dakiklik ve þiddet kazandýrabileceði kolayca tahmin edilebilir. Ýþte o zaman, oynamaya çalýþan çocuða, daracýk banyodaki minicik bedenini hissettiren bu ilkel rahatlýk duygusu geliþerek vahþi ve nerdeyse çýlgýnca bir yaþama zevkine dönüþecektir; ve bir zamanlar o küçük çocukta olduðu gibi, tek bir sarhoþluk duygusu içerisinde dýþarýsý ile içerisi, dünya ile benlik, tabiatla hayat birleþecektir. Gerçekten de, benliðin bu sarhoþluðu, nesnelerin evrenselliðiyle birleþerek, olgunluk çaðýna gelmiþ olan Tolstoy'da sýk sýk þiddetli bir taþkýnlýða yol açmaktadýr; bu taþkýnlýðý anlayabilmek için, bu güçlü adamýn bazen geceleyin kalktýðýný ve ormana gidip dünyayý seyrettiðini (o dünya ki, kendisini, herkesten daha açýk ve seçik olarak ve daha büyük bir þiddetle algýlasýn diye, milyonlarca canlýnýn arasýndan onu seçmiþtir); sanki canlý ve uðultulu havanýn içinde, ruhunu heyecanlandýran sonsuzluðu yakalayabilirmiþ gibi, birdenbire coþkulu bir hareketle göðsünü þiþirdiðini, kollarýný yana doðru açtýðýný ya da evrenin büyüklüðü karþýsýnda duyduðu heyecaný en küçük þeyde de duyarak, ayaklarý altýnda ezilmiþ bir deve dikenini sevgi ve þefkatle yerden kaldýrýp doðrultmak veya bir yusufçuk böceðinin göz kamaþtýrýcý oyununu tutkuyla seyretmek için eðildiðini; daha sonra da, dostlarýnýn ona baktýðýný görerek, gözlerinin yaþardýðýný göstermemek için çarçabuk arkasýný döndüðünü okumak yeter. Hiçbir çaðdaþ þair, Walt Whitman bile, bu dünyayla ve ten zevkleriyle ilgili organlarýn fizik þehvetini bu derece kuvvetle hissetmemiþtir; çaðdaþ þairler arasýnda hiçbiri, ebediliðin baðrýndan, böylesine bir açýklýk ve seçiklikle, bütün ayrýntýlarý (nesnelere ayný zamanda bakarak, dokunarak ve onlarý koklayarak) çekip çýkarmamýþtýr: Taþkýn þehvet duygusunun ateþi ve bir eski çað tanrýsý gibi her
yerde -hazýr ve nazýr oluþundan- kaynaklanan büyüklüðü ile bunu baþaran yalnýzca bu Rus olmuþtur. Þimdi onun þu gururlu ve heyecanlý sözünü anlayabiliriz: -Ben, tabiatýn ta kendisiyim.Dallý budaklý kocaman bir aðaca benzeyen bu Rus, evren içinde ayrý bir evren olan bu adam, kendi Moskova topraðýna kök salmýþtý: Bunun içindir ki, güçlü saðlamlýðýný hiçbir þey sarsamayacak sanýlýrdý. Ama toprak da bazen bir depremin etkisiyle sallanabilir; bazen Tolstoy da, saðlam güvenliðinin ortasýnda, media in vita (hayatýn ortasýnda), sendeler. Birdenbire bakýþlarý donup kalýr, duyularý titrek bir hal alýr ve önlerinde boþluktan baþka bir þey bulamaz olur, çünkü görüþ alanýna, duyularýyla kavrayamýyacaðý bir þey girmiþtir; hayatýn ve bedenin sýmsýcak doluluðunun ve tamlýðýnýn dýþýnda kalan bir þey; sinirlerinin tümüyle gerilmesine raðmen anlayamadýðý bir þey; bu dünyaya ait bir nesne olmadýðý, kendi içine çekip belli bir karýþým haline getirebileceði bir madde olmadýðý için bir duyu adamý olan Tostoy'un eriþebileceði alanýn dýþýnda kalan bir þey onu mutlu kýlan ve duyarlýðýna açýk olan her þeyin arkasýna acayip bir gölge yansýtan bir þey; kendisine dokunulmasýný, aðýrlýðýnýn ölçülmesini istemeyen ve her zaman bir susuzluk, bir kanmazlýk duyan dünya-duygusu içerisinde yer almayý istemeyen bir þey. Gerçekten de olaylar dünyasýnýn yuvarlak mekanýný birdenbire parçalayan bu korkunç düþünceyi nasýl kavramalý? Hayatýn çaðlaya çaðlaya akan ve soluk soluða kalmýþ bu duyularýnýn bir gün saðýr ve dilsiz olacaklarýný, ellerin bir deri bir kemik kalacaðýný ve duyarlýðýný yitireceðini, þimdi kan dolaþýmý ile sýmsýcak olan þu çýplak ve saðlam bedenin kurtlara yem olabileceðini ve taþ gibi soðuk bir iskelet haline geleceðini akla ve hayale nasýl sýðdýrmalý? Hayatýn arkasýnda duran bu siyah þey, bu hiçlik, insanýn kendini savunmasýna imkan tanýmayan ve hiçbir zaman açýk ve seçik olarak kavrayamýyacaðýmýz bu þey, bugün veya yarýn onun içine de girerse ne olacak? Duyularýmýzla kavrayamýyacaðýmýz bu varlýk, özsu ve kuvvetle dolup taþan onun gibi birinin içine de girerse ne olacak? Ölümlü olma düþüncesi aklýna her geliþinde Tolstoy'un kaný sanki damarlarýndan çekilmektedir. Onunla ilk karþýlaþtýðý zaman henüz bir çocuktu: Annesinin cesedinin yanýna getirmiþlerdi onu; daha dün canlý olduðu halde, þimdi soðuk ve katý bir hale gelmiþ bir þey uzanýyordu orada. Bu görünüþü seksen yýl boyunca unutamamýþtýr; oysa o zaman neler olup bittiðini ne düþüncesiyle, ne de duygusuyla kavrayabilmiþ deðildi. Ama bu beþ yaþýndaki çocuk bir çýðlýk atmýþ, korkunç bir dehþet çýðlýðý atmýþ ve çýlgýnca bir paniðe kapýlarak, sanki korkunun bütün Erinys'leri (Erinys'ler: Yunan Mitolojisinde, günahkar insanlarýn peþlerine takýlýp kalplerine korku salan ve onlara vicdan azabý çektiren ruhlar veya öç tanrýçalarýdýr; özellikle analarýný, babalarýný öldüren kimselerin peþlerine düþerek, ana-baba ahýný ve öcünü almakla görevlidirler.) peþindeymiþ gibi odadan kaçmýþtý. Ýster kardeþinin, isterse babasýnýn ya da teyzesinin ölümü söz konusu olsun, ölüm düþüncesi, her seferinde, bir þok ve boðulma duygusu halinde, üzerine ayný þiddetle çökmüþtür: Buz gibi soðuk olan bu el, her seferinde boðazýný sýkmýþ, sýrtýný ürpertmiþ ve sinirlerini paramparça hale getirmiþtir. 1869'da, bunalýmdan önce, ama bunalýma yakýn bir zamanda, böyle bir beklenmedik saldýrýyý -insanýn kanýný donduran bir korku- (onun deyimidir bu) olarak nitelemiþtir. -Yatmaya çalýþýyordum, ama yataða uzanýr uzanmaz, bir korku düþtü içime, bir
dehþet duygusuna kapýldým ve bu yüzden yataktan kalkmak zorunda kaldým. Kusmadan önce hissedilen bir çeþit bulantýyla karýþýk bir sýkýntýydý bu; bir þey varlýðýmý parça parça ediyordu sanki, ama büsbütün yok etmiyordu. Bir kere daha uyumaya çalýþtým, ama korku hala oradaydý, insanýn içini yakan ve kanýný donduran bir korku; birþey varlýðýmý parçalýyordu, ama ayný zamanda sýkýþtýrýyordu.- Korkunç olay tamamlanmýþtý: Ölüm, Tolstoy'un bedenine parmaðýný dokundurmadan önce, hayatýnýn gerçekten son bulmasýndan kýrk yýl önce, ölümün önsezisi canlý ruha girmiþti ve onu oradan kovmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktý. Büyük bir endiþe, bütün gece yataðýnýn baþ ucundan ayrýlmadý; yaþama sevincini can alacak noktasýndan kemiriyor, kitaplarýnýn sayfalarý arasýna giriyor ve daha þimdiden çürümeye baþlayan karanlýk düþüncelerini parça parça ediyordu. Tolstoy'daki ölüm korkusunun, týpký hayat dolu oluþu gibi, insan-üstü olduðu görülüyor. Bunu, mesela Edgar Allan Poe'nun nevrastenik korkusuna, Novalis'in þehvetli ve mistik ürperiþine, Lenau'nun melankolisine benzeyen sinirli bir korku olarak nitelemek doðru olmaz: Cesaret gösterip bu korkunun adýný koymak gerekir. Burada vahþi ve yalýn bir korku, katkýsýz bir dehþet, bir endiþe kasýrgasý, yok olma tehlikesi içerisindeki hayat içgüdüsünün paniðe kapýlmasý söz konusudur. Tolstoy, düþünen bir adam olarak, güçlü ve yiðit bir zeka olarak korkmuyor ölümden; kýpkýzýl hale gelmiþ demirle daðlanmýþçasýna ve bundan böyle bu korkunun tutsaðý haline gelerek, bütün varlýðý ile titriyor, tiz çýðlýklar atýyor ve kendine hakim olamýyor. Korkusu hayvani bir dehþet ve þaþkýnlýkla karýþýk bir ürkme, þok gibi bir þey: Ýnsan þeklindeki tüm yaratýklarýn ilkel korkusu, tek bir ruhta birleþmiþ bütün nesillerin duyduðu çýlgýnca bir korku bu. Bu düþünceye kendini kaptýrmak istemiyor, direniyor, ama duyduðu dehþetten dizlerinin baðý çözülüyor, çünkü þunu unutmayalým ki, Tolstoy bu korkuya hazýrlýksýz olarak, son derece sakin bir hayatýn ortasýnda yakalanmýþtýr; bir ayý kadar güçlü bu Moskovalý için hayatla ölüm arasýnda bir geçiþ dönemi olmamýþtýr. Son derece saðlýklý olan bu adam için ölüm kesinlikle yabancý bir þeydir; oysa sýradan bir insan için, genellikle, hayatla ölüm arasýnda çoðu zaman aþýlabilen bir köprü vardýr: Hastalýk. Ýnsanlarýn çoðu, elli yaþlarýna doðru, gizli bir halde ölümün bir parçasýný taþýrlar içlerinde; onun varlýðý artýk kendilerinin dýþýnda olan bir þey, bir sürpriz deðildir: Bu yüzden, ölümün ilk büyük saldýrýsý karþýsýnda bu derece savunmasýz bir þekilde ürpermezler. Gözleri bir bez parçasý ile kapatýlarak idam kazýðýna baðlanan ve yaylým ateþini bekleyen, her hafta sara nöbetlerinin pençesine düþen bir Dostoyevski, acýlara alýþkýn olduðu için, saðlýkla dolup taþan, dolayýsýyla ölümü aklýna bile getirmeyen birinden çok daha büyük bir cesaretle göðüsleyebilir ölüm düþüncesini. Ayný þekilde, hiçbir þeyle giderilemeyen ve nerdeyse utanç verici olan bu korkunun gölgesi, ölüm kelimesi yavaþça söylendiði zaman bile, ölüm düþüncesini þöyle bir aklýndan geçirdiði zaman bile titremeye baþlayan Tolstoy'da olduðu kadar büyük bir þiddetle dondurmayacaktýr Dostoyevski'nin kanýný. Hayatýn bütün deðerini ancak kendi benliðinin açýlýp geliþmesinde, -yaþama sarhoþluðu-nda bulan bir insan için hayat gücünün en ufak bir þekilde azalmasý bir çeþit hastalýktýr (Tolstoy daha otuz altý yaþýndayken kendini -yaþlý bir adam- olarak görüyordu). Bu yüzden bu yeni izlenim, yer yer, bir mermi gibi delip geçmiþtir onu.
Ancak varlýðý böylesine bir yaþama gücüyle hisseden bir insan, bunun tamamlayýcýsý olan bir olayla, yokluktan da bu derece bir þiddetle ürker; yalnýz bu kadar aþýrý bir saðlýk, çok daha güçlü olan ölümün gerçekliði karþýsýnda böyle bir korku duyacaktýr. Ne var ki, burada, þeytani bir yaþama gücü ayný þekilde þeytani olan bir korkuya karþý ayaklandýðý için, Tolstoy'da varlýkla yokluk arasýnda böylesine bir devler savaþý, belki de dünya edebiyatýndaki en büyük savaþ patlak vermiþtir. Çünkü yalnýzca dev gibi insanlar, devlere yaraþan bir karþý koyma gösterirler: Tolstoy gibi otoriter bir adam, bir irade-atleti, hiçlik ya da yokluk karþýsýnda kolayca teslim olmaz veya cesaretini kaybederek, kiliselerin kapýsý arkasýnda, kendine bir sýðýnak aramaz: Ýlk þoktan hemen sonra, kendini toparlar, birdenbire üstüne atlayan bu düþmaný yenmek için kaslarýný güçlendirir; hayýr, onunkisi gibi taþkýn ve esnek bir yaþama gücü, savaþmadan teslim olmaz. Böylece, ilk korkusundan sýyrýlýr sýyrýlmaz felsefenin siperinin arkasýna çekiliyor, köprülerini kaldýrýyor ve mantýðýnýn cephaneliðinden aldýðý güllelerle, görülmeyen düþmaný geri püskürtüyor. Küçük görme, onun ilk savunma aracýdýr: -Ölümle ilgilenemem; bunun baþlýca sebebi, hayatta olduðum sürece onun var olmamasýdýr.Ölüme -güvene layýk olmayan- adýný veriyor ve -ölümden deðil de, yalnýzca ölüm korkusundan korktuðunu- iddia ediyor gururla; hiç durmadan (otuz yýl boyunca!) ölümden korkmadýðýný, ölümü endiþeyle düþünmediðini söylüyor; ama bu sözleri, elli iki yaþýndan sonra, elinde olmadan, hep ölüm problemiyle uðraþmasý ve bunu sathi bir þekilde deðil de, -ruhunun olanca kuvvetiyle- yapmýþ olmasý gerçeðiyle çeliþiyor. Bununla birlikte, o, kimseyi aldatmýyor, kendini bile aldatmýyor. Bu korkunun ilk saldýrýsýndan sonra, maddi ve manevi huzurunda bir gedik açýldýðýna þüphe yoktur; bütün sinirleri ve bütün düþünceleri bu saldýrýlarýn insafýna kalmýþtýr ve Tolstoy, elli yaþýndan sonra, ancak bir zamanlar kendi hayatýna duyduðu güvenin yýkýntýlarý üzerinde savaþmaktadýr. Ve ölüm düþüncesinin sabit bir fikre dönüþmesinden kurtulmak için ne derece çaba harcarsa harcasýn, onun elinden kurtulmasýnýn imkansýz olduðunun bilincine de o derece varmaktadýr. Adým adým geri çekilerek, bunun yalnýzca bir -hayalet-, -boþ bir korku- olmadýðýný, birtakým sözlerle ürkütülemeyen çok saygýdeðer bir düþman olduðunu itiraf etmek zorunda kalýyor. O zaman Tolstoy, insanýn, kaçýnýlmaz bir þekilde ölüme mahkum olduðu düþüncesiyle birlikte yaþamaya devam etmesinin mümkün olup olamýyacaðýný araþtýrýyor: Ölüme karþý savaþarak yaþamak mümkün olmadýðýna göre, ölümle birlikte yaþamak mümkün olamaz mý acaba, diye soruyor? Bu yeni ýþýk sayesinde, Tolstoy'un ölümle olan iliþkilerinde ikinci bir safha, bu sefer verimli bir safha açýlýyor. Artýk onun varlýðýndan -kurtulmaya- çalýþmýyor; artýk bilgelik sayesinde onu bir yana itebileceði ya da iradesinin kuvvetiyle düþüncelerinin dünyasýnýn dýþýnda tutabileceði gibi bir yanýlgýya düþmüyor; onu kendi varlýðýna sokmaya çalýþýyor, yaþama duygusuyla birleþtirmeye, kaçýnýlmaz olan þeye karþý kendini dayanýklý bir hale getirmeye, ona -alýþmaya- çalýþýyor. Ölüm altedilemez, yenilemez; bu hayat dolu dev, ölümü kabul etmek zorunda kalýyor, ama ölüm korkusunu deðil! Bunun için, bundan böyle bütün gücünü bu korkuyu yenmek için kullanýyor. Ýspanya'da Trappe tarikatýndan olan papazlarýn, içlerindeki her türlü korkuyu yok edebilmek için tabutlarda uyumalarý gibi, Tolstoy da her gün iradesini kullanarak yaptýðý sürekli egzersizlerle, kendi kendine telkinde bulunarak, hiç ara vermeden bir memento mori uyguluyor (ölümü hatýrlýyor); ölümden korkmadan, hiç durmadan ölümü düþünmeye
zorluyor kendini. Günlüðündeki her not üç esrarlý harfle baþlýyor: S.j.v. (-Si je vis-, yaþarsam eðer); yýllar boyu her ayýn baþýnda bunu belirtiyor, kendine bunu hatýrlatýyor; -ölüme yaklaþýyorum-. Ölümle yüz yüze gelmeye alýþtýrýyor kendini; alýþkanlýk, yabancý olan þeylerin keskinliðini gideriyor ve korkuya galebe çalýyor. Böylece, ölümle otuz yýl savaþtýktan sonra, önce kendisine yabancý gelen bu düþünceyi benimsiyor ve düþman, bir çeþit dost haline geliyor. Tolstoy, onu kendine doðru çekiyor, kendi içine alýyor; ölümü, hayatýnýn manevi bir unsuru haline getiriyor ve böylece ilkel endiþe, -sýfýra eþit- oluyor. Olgunlaþmýþ, bilgeleþmiþ olan insan, kendini korkutan o eski hayalin yüzüne sükunetle, hatta isteye isteye bakýyor; -ölüm üzerinde düþünmemeli, ama onu hiçbir zaman gözden kaçýrmamalý. O zaman bütün hayat daha ciddi, daha önemli ve gerçekten de daha verimli ve neþeli bir hal alýyor-. Zorunluluk, bir erdem olmuþtur; Tolstoy (sanatçýnýn her zaman baþvurduðu çare!) korkusunu, objektif bir hale getirerek yenmiþtir; ölümü ve ölüm korkusunu baþka yaratýklara, eserlerindeki kahramanlara aktararak, her ikisini de kendinden uzaklaþtýrmýþtýr. Böylece, baþlangýçta onu yok etmek ister gibi görünen þey, hayatý derinleþtirmesine yaramýþ, hiç beklenmedik bir olayla, sanatýna büyük bir yücelik kazandýrmýþtýr; çünkü ölümün bir alýnyazýsý olduðunu hissettiðinden bu yana, ölümün ne demek olduðunu bilmektedir; endiþeli araþtýrmalarý sayesinde, hayalinde bin kere öldüðünü görebilmesi sayesinde, canlýlarýn en tutkulusu olan o, ölümü en iyi þekilde anlatan --girdisini çýktýsýný en iyi bilen-biri, ölümle ilgili þeyleri zihinlerinde canlandýran gelmiþ geçmiþ kiþilerin en ustasý haline gelmiþtir. Gerçekle yüz yüze gelmeden önce duyulan endiþe, bütün imkanlarý ateþli bir þekilde sorguya çeken, hayal gücünün kanatlarýna sahip olan ve en ince sinir daðýlýmýna varýncaya kadar her þeye bir ruh veren endiþe, hiç þüphesiz, sessiz ve vurdum duymaz saðlýktan daha yaratýcýdýr. Durum böyle olunca, birçok yýllardan beri capcanlý duran, insaný böylesine ürperten, böylesine bir panik içerisine sokan bir endiþenin ne demek olduðunu, bir düþünce-devinin kutsal þaþkýnlýðýnýn ve korkusunun, horror et stupor'unun ne demek olduðunu varýn siz düþünün! (Böyle bir korku ve þaþkýnlýk sayesinde, Tolstoy, fizik bakýmdan yok olmanýn bütün belirtilerini tanýmýþtýr, Thanatos'un (Thanatos: Yunan Mitolojisine göre, ölümü simgeleyen tanrýdýr. Gece'nin (Nyx'in) oðlu Uyku'nun (Hypnos'un) ise erkek kardeþidir. Bu iki kardeþin birbirlerinden hiçbir zaman ayrýlmadýklarý ve Yeraltý Dünyasý'nýn (Tartaros'un) derinliklerinde yaþadýklarý kabul edilirdi. Thanatos, insanlarýn arasýnda, elinde öldürücü bir kýlýç tutarak ve siyah bir örtüye bürünerek dolaþýrdý.) çelik kaleminin ölecek olan bedenin üzerine çizdiði her çizgiyi, her belirtiyi tanýmýþtýr, karanlýklara gömülen ruhun her ürperiþini ve her türlü dehþetini duymuþtur. Sanatçý, edinmiþ olduðu bu bilgisiyle coþtuðunu hissetmektedir. Korkunç çýðlýðý ile Ývan Ýlyiç'in ölümü: -Ýstemiyorum, istemiyorum-, Levine kardeþin acýklý sonu, romanlarýndaki çeþitli ölümler, -Üç Ölüm-, her zaman tetikte bulunan zihnin, bilincin sýnýrlarýný aþarak aþaðýya doðru bakmasý, Tolstoy'un en büyük psikolojik deðerini oluþturan bütün bu düþünce faaliyetleri --eðer ondaki bu korkunç sarsýntý olmasaydý, bütün varlýðýný delip geçen bu dehþeti kendisi hissetmemiþ olsaydý, her an uyanýk duran bir þiddet ve güvensizlikten oluþan ve bu dünyayý aþan bu yeni ürperiþ olmasaydý-bütün bunlar anlaþýlmaz olarak kalýrdý. Ancak, sanatçý için kararan bir saðlýðýn, tükenmek nedir bilmeyen bir ýþýk kaynaðý ile oluþturduðu karþýtlýk içerisindedir ki, en ince düþünce ayrýmý, en küçük fizik deðiþme, renkleri derece derece açan fýrça darbeleriyle,
böylesine bir netlikle çizilebilir; yalnýzca duyduðu korku yüzünden en derin atomlarýna varýncaya kadar bütün gücünü yitirmiþ olan bir kuvvet, uyanýk kalabilmek için bütün varlýðýyla böylesine titreyebilir. Sempati duymak, her zaman için, daha önce hissetmiþ olmak demektir: Tolstoy'un bu yüz kadar ölümü anlatabilmesi için, allak bullak olmuþ ruhunda, daha önceden, ölümle yüz kere karþýlaþmasý, ölümü yüz kere yaþamasý ve hissetmesi gerekirdi. Varlýðýn birdenbire bu þekilde kararmasý içerisinde ilk bakýþta insana anlamsýzmýþ gibi gelen þeydir ki, Tolstoy gibi bir sanatçýda yepyeni bir anlamýn kývýlcýmlarýný tutuþturmuþtur; çünkü yalnýzca endiþesi, bir önseziden oluþan endiþesi, onun sanatýný, sathi olandan, basit gözlemlerden ve gerçeðin kopyasý olmaktan sýyýrarak bilginin derinliklerine kadar ulaþtýrmýþtýr; Rubens'e özgü duyusal bir objektifliðin tamlýðý sayesinde, ona ýþýðý öðreten bu endiþedir iþte; Rembrandt'ta rastladýðýmýz acý gölgelerin ortasýnda, içeriden gelen ve metafizik olarak nitelenebilecek bu ýþýðý ona öðreten bu endiþedir. Tolstoy ölümü, hayat dolu bir varlýk olarak, herkesten daha þiddetli bir biçimde yaþamýþ olduðu içindir ki, hepimiz için de, hiç kimsenin yapamadýðý þekilde, capcanlý bir hale getirebilmiþtir. Yaratýcý bir insan için her bunalým kaderin bir armaðanýdýr. Böylece, Tolstoy'un sanatýnda olduðu gibi, manevi tavrýnda ve dünya felsefesinde de yeni ve daha yüksek bir denge kurulmuþtur. Karþýtlýklar birbirine karýþmýþtýr: Yaþama isteðinin, acý karþýtý ile (yani ölüm korkusu ile) olan korkunç çatýþmasý, yerini, bilgece ve uyumlu bir anlaþmaya býrakmýþtýr: Tolstoy'un yaþlýlýk yýllarýnýn kahramanca alaca karanlýðý içerisinde, yavaþ yavaþ sönen hayatla, gölgeleri yaklaþan ölüm dalga dalga, güzel ve verimli bir biçimde birbirine karýþmýþtýr. Sonunda yatýþmýþ olan duygu, Spinoza'nýn anladýðý anlamda, o yüce saatin (son saatin) korkusuyla umudu arasýndaki katkýsýz bir denge içerisinde tam olarak huzura kavuþmuþtur: -Ölümden korkmak iyi deðildir; ölümü istemek de iyi deðildir. Ýnsan terazinin kolunu öyle ayarlamalý ki, ibre hep dikey dursun ve iki kefeden biri aðýr basmasýn. Ýyi yaþamanýn en iyi þartlarý bunlardýr-. Acý uyumsuzluk sonunda uyumlu bir hal almýþtýr. Yaþlý Tolstoy artýk ölümden nefret etmemektedir ve ona karþý bir sabýrsýzlýk da göstermemektedir, artýk ondan kaçmamakta, ona kin beslememektedir. Görülmeyen, ama daha þimdiden var olan bir eser üzerinde çalýþarak, kafasýnda önceden birtakým hazýrlýklar yapan bir sanatçý gibi, tatlý düþüncelere dalýp hayaller kurmaktadýr. Bunun içindir ki, uzun zamandan beri korktuðu bu son saat onun için tam bir lütuf olmuþtur: Hayatý gibi büyük olan, eserlerinin en güzeli olacak bir ölümün lütfu... ::::::::::::::::: SANATÇI -Yaratmanýn verdiði zevkten baþka gerçek bir zevk yoktur. Ýster kalem yapýlsýn, isterse çizme, ekmek veya çocuk, yaratma olmadan gerçek bir zevk duymaya imkan yoktur; yaratmanýn dýþýnda, hiçbir zevk yoktur ki, endiþeyle, acýyla, vicdan azabý ve utançla karýþmamýþ olsun.- (Tolstoy'un mektubu) Edebi bir eser, ancak bize hayal ürünü bir eser olduðunu
unutturduðu ve gerçeðin ta kendisiymiþ gibi geldiði zaman kusursuzluða ulaþmýþ demektir. Tolstoy'da bu yüce yanýlgý sýk sýk gerçekleþir. Anlattýðý þeyler somut gerçeðin renklerine öylesine bürünmüþlerdir ki, onlarýn hayal ürünü olduðunu ve kahramanlarýnýn gerçek olmadýðýný düþünmeye hiçbir zaman cesaret edemeyiz. Tolstoy'u okurken, açýlmýþ olan bir pencereden gerçek dünyaya bakmaktan baþka bir þey yapmadýðýmýz izlenimine kapýlýrýz. Bu bakýmdan, eðer bütün yazarlar Tolstoy gibi olsalardý, sanatýn son derece kolay bir þey olduðunu, sanattaki gerçeðin çok tabii bir þey olduðunu, edebi bir eser yazmanýn var olan þeylerin týpatýp bir kopyasýný çýkarmaktan --fazla bir zihni çaba harcamayý gerektirmeyen bir kopyasýný çýkarmaktan-- baþka bir þey olmadýðýný ve bunun için de, Tolstoy'un deyimiyle söyleyecek olursak, yalnýzca -olumsuz bir nitelik-, -yalan söylememek- gerektiðini rahatça düþünebilirdik. Çünkü Tolstoy'un eseri büyük bir açýklýk ve seçiklikle týpký bir manzaranýn saf tabiiliði ile, aslý kadar gerçek olan yeni bir tabiatmýþ gibi zengin ve capcanlý bir þekilde gözlerimizin önüne serilir. Ýlham Furor'unun (coþkunluðun ya da taþkýnlýðýn) bütün esrarlý güçleri, yaratmanýn ateþinin, çoðu zaman mantýk-dýþý olan pervasýz hayal gücünün fosforlu hayallerinin bütün esrarlý güçleri, yaratýcý þairin bütün ilkel unsurlarý Tolstoy'un destani eserinde yoktur ve gereksiz görünmektedir: Burada baþý dönmüþ bir þeytanýn deðil, çaba göstermeden yaratan, basit bir gözlem yöntemiyle dikkatle inceleyerek ve tabiatta var olan þeylerin tam bir örneðini, yani gerçeðin bir kopyasýný çýkararak yaratan, açýk ve seçik bir þekilde görebilen soðukkanlý bir adamýn var olduðunu düþünmek zorunda kalýrýz. Ama burada, sanatçýnýn kusursuzluðu, ondan minnet ve þükranla yararlanan düþünceyi yanýltmaktadýr, çünkü gerçeði anlatmaktan daha zor, açýk ve seçik olmaktan daha güç ne vardýr? Kendi el yazýsýyla yazdýðý müsveddeler, Leon Tolstoy'un kolayca yazma gibi bir ayrýcalýðý olmadýðýný, en sabýrlý, en dikkatli, en hayran olunacak iþçilerden biri olduðunu ve dünyayla ilgili kocaman fresklerinin, her biri kendi içinde bir parçacýk renk unsuru taþýyan sayýsýz küçük taþlarýn yan yana konmasýyla, yani büyük bir dikkat ve titizlikle yapýlan milyonlarca ayrýntýlý gözlemin bir araya getirilmesiyle oluþturulmuþ, sanatla ve emekle gerçekleþtirilmiþ bir mozaik olduðunu kanýtlamaktadýr. Çizgilerin netliðinin arkasýnda, hayaller gören bir insanla iliþkisi olmayan birinin, her portreye önce büyük bir özenle bir kat boya süren, oranlarý dikkatle ölçüp biçen, her çizgiyi ve her kenarý ihtiyatla çizen, daha sonra, bile bile yaptýðý bir gölge-ýþýk oyunuyla destani masalýný hayatýn ýþýðýyla aydýnlatmadan önce birbiri ardýnca renk tonlarýný seçen eski Alman ressamlarý gibi, yavaþça ve objektif olarak hareket eden bir sabýr ustasýnýn ýsrarlý ve kararlý çalýþmasý gizlidir. Savaþ ve Barýþ, iki bin sayfalýk bu koca destan, yedi defa gözden geçirilip düzeltilmiþtir; bu eserle ilgili taslaklar ve notlar büyük sandýklarý doldurabilirdi. En ufak bir tarihi olay, her somut ayrýntý dikkat ve özenle belgelendirilmiþtir; Borodino Savaþýný anlattýðý sahneye objektif bir kesinlik kazandýrabilmek için, Tolstoy, at üzerinde, elinde kurmay haritasý olayýn geçtiði yerde iki gün dolaþmýþtýr; hayatta kalan birinin aðzýndan, olaylarý süslemeye yarayacak ufak bir ayrýntýyý öðrenebilmek için trenle fersahlarca yol katetmiþtir. Yalnýzca bütün kitaplarý ve kütüphaneleri karýþtýrmakla kalmamýþ, ufacýk bir gerçek parçasý daha ele
geçirebilmek için soylu ailelere sorular sormuþ, özel mektuplardan ve bilinmeyen belgelerle dolu arþivlerden de yararlanmýþtýr. Bu þekilde yýllar boyunca, on binlerce, yüz binlerce küçücük gözlem, týpký cýva damlacýklarý gibi toplanmýþ, biriktirilmiþ, sonunda yavaþ yavaþ ve onlarý birleþtirecek herhangi bir þeye ihtiyaç olmaksýzýn, bir araya gelmiþler, birbirlerine karýþmýþlar, böylece yuvarlak, tam ve kusursuz bir bütün yaratmýþlardýr. Gerçek uðruna yapýlan bu savaþ tamamlandýðý zaman da, açýklýða ve seçikliðe ulaþmak için yapýlan savaþ baþlamýþtýr. Baudelaire gibi, bu lirik sanatçýnýn þiirlerinin her mýsraýnda yapmýþ olduðu gibi, Tolstoy da, kusursuz bir iþçinin titizliði ile, nesrini törpülemiþ, cilalamýþ ve iþlemiþtir; çekiçle dövmüþ, oyma kalemiyle oymuþtur. Ýki bin sayfalýk eserin içerisinde yerini bulamamýþ bir tek cümle, tam olarak yerine oturmamýþ bir tek sýfat, onu öylesine endiþelendiriyor ki, korkuya kapýlýp, provalarý Moskova'ya basýmcýya gönderdikten sonra, söz konusu olan yerde uyumlu bir deðiþiklik yapabilmek için baskýyý durdursun diye ona telgraf çekiyor. Bu ilk basýlý nüsha, daha sonra tekrar düþüncenin imbiðinden geçiriliyor; bir kere daha eritiliyor, bir kere daha kalýba dökülüyor; gelmiþ geçmiþ zamanlar içerisinde zahmet çekilmeden ulaþýlmýþ bir sanat var olmuþsa eðer, bu yazarýn --Tolstoy'un-- sanatý deðildir o. Yedi yýl boyunca Tolstoy günde sekiz saat, on saat çalýþabilmektedir; bunun içindir ki, sinirlerinin son derece saðlam olmasýna raðmen, bu adamýn, her büyük romanýndan sonra bir ruh çöküntüsü geçirmesine þaþmamak gerekir; midesi birdenbire çalýþmaz hale geliyor, duyularý bulanýklaþýyor ve bocalamaya baþlýyor; büyük bir eserini tamamladýðý zaman her seferinde, bir rahatsýzlýk ve yetersizlik duygusuna, bir çeþit bunaltýcý hüzün duygusuna kaptýrýyor kendini; her türlü uygarlýktan uzak bir yere, mutlak bir inzivaya çekilmesi, bir kulübede yaþayarak ve kýmýz kürü yaparak manevi dengesini yeniden kazanabilmek için Baschik'lerin yanýna steplere gitmesi gerekiyor. Homeros'un kardeþi olan bu destani dehanýn, kusursuz ve tabii bir þekilde anlatmasýný bilen, kayalýklardan akan su gibi berrak ve nerdeyse halktan biri gibi ilkel olan bu yazarýn içinde acý çeken ve tatmin olmamýþ bir sanatçý vardýr. Bununla birlikte --ve bu tanrýsal bir lütuftur-- eserin kusursuz canlýlýðý içinde yaratýþýn güçlüðü belli olmamaktadýr. Tolstoy'un nesri, okurken artýk sanatýn varlýðýný hissetmediðimiz bu nesir, çaðýmýzýn ortasýnda ve ayný zamanda çaðlarýn ötesinde, tabiat gibi ebedi, baþlangýcý ve yaþý olmayan bir þey olarak görünmektedir. Hiçbir yerde belli bir çaðýn damgasýný taþýmaz; Tolstoy'un romanlarýndan birkaçý, üzerinde yazarýn adý bulunmadan, bir okuyucunun eline ilk defa geçecek olsaydý, hiç kimse bu eserlerin hangi on yýllýk dönem içinde, hatta hangi yüzyýlda yaratýlmýþ olduðunu söylemeye cesaret edemezdi; çünkü her türlü zamaný aþan bir anlatým biçimiyle yazýlmýþtýr bu eserler, Üç Ýhtiyar'daki veya Ýnsana Ne kadar Bir Toprak Gerek? adlý eserdeki halk efsaneleri, Ruth'la Eyüp'ün çaðdaþý olabilirler, matbaanýn icadýndan bin yýl önce ve yazýnýn ilk çaðlarýnda hayal edilmiþ olabilirler. Ývan Ýlyiç'in Ölümü, Polikuþka ya da Ketenbezi Ölçen Adam, XÝX'uncu yüzyýla ait olabileceði gibi XX'inci ve XXX'uncu yüzyýla da ait olabilir; çünkü Stendhal'da, Rousseau'da veya Dostoyevski'de olduðu gibi, çaðdaþlarýnýn ruhu ya da belli bir çaðýn havasý deðil, bütün çaðlarýn herhangi bir geliþmeye baðlý olmayan ilkel ruhu ve duyarlýðý, yeryüzünün soluðu, sonsuzluk karþýsýndaki insanýn ilkel endiþesi ve yalnýzlýðý hissedilir bu eserlerde; ve bütün bunlar insanlýk için deðiþmeyen bir mekanýn baðrýnda --onun edebi faaliyetinin yer aldýðý bir mekanýn baðrýnda-- gerçekleþtiði için, Tolstoy'un hep ayný düzeyde
kalan tartýþýlmaz ustalýðý zamaný yok eder. Anlatma sanatýný hiçbir zaman öðrenmek zorunda kalmamýþ, bildiði þeyleri de hiçbir zaman unutmamýþtýr; tabii dehasý geliþme ve çökme, ilerleme ve gerileme nedir bilmez. Yirmi dört yaþýndaki genç adamýn Kazaklar adlý kitabýndaki manzara tasvirleri de, altmýþ yaþýndayken yazdýðý Yeniden Doðuþ adlý eserindeki o unutulmaz ve pýrýl pýrýl Paskalya sabahý da, bütün sinirlerin hissedebileceði ayný tazeliði, elle tutulabilen, gözle görülebilen, belli bir þekle sokulabilen organik ve inorganik dünyanýn ayný canlýlýðýný gözler önüne sererler. Ayný objektif kusursuzluk yarým yüzyýl boyunca sürüp gitmiþtir; sarp kayalar nasýl Tanrýnýn huzurunda sürekli bir þekilde baþý dik, vakur ve hiç kýpýrdamadan öylece duruyorlarsa, Tolstoy'un eserleri de deðiþen ve kararsýz zamanýn ortasýnda dimdik yükselmektedir. Ne var ki, bu deðiþmez kusursuzluk --dolayýsýyla sübjektif bir unsurun iþe karýþmadýðý kusursuzluk-- sayesinde, Tolstoy'un eserinde sanatçýnýn canlý varlýðýný sezmek mümkündür; Tolstoy bize vakalarý icat eden biri olarak deðil de, doðrudan doðruya, yani dolaysýz gerçeði ustaca anlatan biri olarak görünür. Bunun içindir ki Tolstoy'u þair olarak nitelemekte çoðu zaman çekingen davranýlýr, çünkü bu -kanatlý- kelime, söylenilen þey ne olursa olsun, farklý bir varlýk biçimini, insanlýðýn yücelmiþ bir þeklini, efsane ve sihirle esrarlý bir iliþkisi olan birini, kavranýlmasý mümkün olmayan gerçekleri bir hayal sarhoþluðu içerisinde, Pythia'ya (Phytia: Yunan Mitolojisine göre, tanrý Apollon'un etkisiyle kendinden geçerek söylediði kopuk kopuk cümlelerle gaipten haber veren kadýn kahin.) vergi, kopuk kopuk sözlerle aðzýndan kaçýran coþkulu bir varlýðý belirtmek için kullanýlýr; sözle ifade edilemeyen þeyi ahenk sayesinde, olduðu gibi, çýrýlçýplak ortaya koyan ve bir ruhun varlýðýný dile getiren semboller sayesinde, kavranýlamýyan þeyleri açýkça anlatabilen, sezgi ile dolup taþan bir dehayý belirtmek için kullanýlýr. Oysa Tolstoy hiç de -yüce bir dünyanýn- adamý deðildir; bu dünyanýn berisine kök salmýþtýr, yeryüzünün ötesine deðil; bu dünyayla ilgili her þeyin özüdür o; hiçbir yerde duyularýn, elle tutulabilen, dokunulabilen þeylerin dar alanýný aþmaz; ama bu alanýn içinde nasýl bir mükemmelliðe ulaþmýþtýr! Baþka insanlarýn sahip olduðundan farklý nitelikler, þiir ve sihirle ilgili nitelikler yoktur onda; onunkiler sýradandýr, ama son derece güçlüdür: Daha yoðun bir ruha sahip olmakla yetinir, normal bir insandan daha açýk ve seçik, daha geniþ ve daha bilinçli bir þekilde görür, iþitir, koklar ve hisseder, daha uzun bir zaman ve daha mantýklý bir þekilde hatýrlar; daha hýzlý ve daha büyük bir ustalýk ve açýklýkla düþünür; kýsaca her insani nitelik, onun görülmemiþ derecede kusursuz bir þekilde iþleyen organizmasý içerisinde sýradan bir insanýnkinden yüz kat daha þiddetli bir hal almýþtýr. Ama Tolstoy, normalin sýnýrýný hiçbir zaman aþmamýþtýr (bunun içindir ki, Tolstoy'a -dahi- demeye cesaret edenler pek azdýr; oysa Dostoyevski için bu kelimeyi rahatça kullanmak mümkündür); mistik dünyaya, peygamberlere özgü bir dünyaya, içinde yaþadýðýmýz dünyanýn ötesinde yer alan bu alanlara --coþkulu bir adamda, bir hayal adamýnda bazen bir yarýk, çatlak ya da bir çatý penceresinden ateþten bir mesajýn parladýðýný gördüðümüz bu alanlara-- hiçbir zaman girmemiþtir; Tolstoy'un edebi faaliyeti hiçbir zaman -Esrarlý- bir güç, -Bilinmeyen- bir güç tarafýndan harekete geçirilmemiþtir. Tolstoy'un açýklýðý ve seçikliði, herkes tarafýndan anlaþýlabilir olmasý buradan ileri gelir, çünkü yeryüzüne baðlý olan bu hayal gücü, -somut hatýralarýn- ötesinde, insanlýðýn ortak sýnýrlarýnýn dýþýnda kalan bir þeyler yaratmak
istememiþtir; bunun içindir ki, sanatý her zaman için objektif, pozitif, açýk ve seçik, insani bir sanat, günlük hayatýn ýþýðýyla aydýnlanan bir sanat, -potansiyel halde olan- bir gerçek olarak kalacaktýr. Tolstoy, eserlerini bir þair olarak yazmamýþtýr, hayal gücüyle sihirli dünyalar yaratmamýþtýr, gerçek olan þeyleri -anlatmak-la yetinmiþtir: Anlattýðý zaman da, bir sanatçýnýn deðil, objelerin konuþtuðunu duyar gibi oluruz. Ýnsanlar ve hayvanlar, onun dünyasýndan, kendi hareketlerinin tabii ritmine uygun olarak, alýþkýn olduklarý özel yaþama-yerlerinden rahatça çýkarmýþ gibi görünürler bize; onlarýn arkasýnda, daha çabuk hareket etmelerini saðlamak ve itelemek için, Dostoyevski'nin yaptýðý gibi, kahramanlarýný --çýðlýklar atarak ve ateþler içerisinde tutkularýnýn meydanýna atýlsýnlar diye-- þiddetle kamçýlayan heyecanlý bir þair yoktur. Tolstoy anlatýrken, soluðu hissedilmez. Týpký daðlýk bölgelerde yaþayanlarýn yüksek bir daða týrmanýrken yaptýklarý þekilde hareket eder: Yavaþ yavaþ, düzenli olarak, derece derece, sýçrayýp atlamadan, sabýrsýzlanmadan, yorulmadan, zayýflýk belirtisi göstermeden; ve kalbinin atýþlarý hiçbir zaman sesine yansýmaz; Tolstoy'un peþinden gittiðimiz zaman duyduðumuz eþsiz huzur buradan ileri gelir. Tolstoy'da, Dostoyevski'de olduðu gibi, hayranlýðýn göz kamaþtýrýcý kývrýmlarý boyunca bir þimþek hýzýyla sürüklenmeyiz; birdenbire uçurumlarýn baþ döndürücü derinliklerine atlamayýz; kanatlanarak, akla hayale sýðmaz bir rüya alemine doðru uçmayýz: Tolstoy'un sanatý karþýsýnda, týpký bilimin karþýsýnda olduðumuz gibi, gözlerimiz, her þeyi çok iyi görecek þekilde apaçýktýr. Sendelemeyiz, þüphe duymayýz, yorulmayýz, onun güçlü elinin gösterdiði yönde, destanlarýndan oluþan büyük dað kütleleri boyunca, adým adým, basamak basamak týrmanýrýz; ufkumuz geniþledikçe, görüþ alanýmýz da geniþler. Olaylar yavaþ yavaþ geliþir; uzaklar azar azar aydýnlanýr, ama bütün bunlar týkýr týkýr iþleyen bir saat çarkýnýn þaþmazlýðý içerisinde olup biter; týpký sabahleyin güneþ doðunca, bir manzaranýn derinliðinden gün ýþýklarýnýn aðýr aðýr yükseliþi gibi... Tolstoy, dünyamýzýn ilk çaðlarýnýn destan þairleri gibi --yer yer dolaþýp þiirler okuyan, dini þarkýlar söyleyen, tarihi hikayeler anlatan þairler gibi-- anlattýðý þeyleri tabii bir sadelikle anlatýr bize: Sabýrsýzlýðýn henüz insanlarýn dünyasýnda boy-göstermediði; tabiatýn kendi yaratýklarýndan henüz ayrýlmadýðý; insanýn görüþ-açýsýndan kurulmuþ aþamalý bir düzenin, insana en yüksek payeyi verecek þekilde, hayvanlarý, bitkileri ve taþlarý insanlardan ayýrmadýðý, tam tersine en küçüðünden en büyüðüne kadar her þeye ayný saygýnýn gösterildiði ve ayný tanrýsallýðýn uygulandýðý çaðlarda olduðu gibi... Gerçekten de, Tolstoy nesnelere evrensel bir görüþ-açýsýndan bakmaktadýr, yani antropomorfik bir açýdan (her yerde, her þeyde insaný bularak, her þeye insanmýþ gibi davranarak) bakmaktadýr ve ahlak söz konusu olduðu zaman hiç de eski Yunanlara benzemeyen bu adamýn, bir sanatçý olarak, izlenimleri tam anlamýyla bir panteist'inki gibidir. Tolstoy için can çekiþen bir köpeðin uluyarak kývranmasý ile göðsü niþanlarla süslü bir generalin ölümü ya da rüzgarýn devirdiði ve kurumaya yüz tutmuþ bir aðacýn yok oluþu arasýnda fark yoktur. Güzelliði ve çirkinliði, hayvanlýðý ve insanlýðý, temizliði ve pisliði, sihirli olanla insani olaný, bütün bunlarý, hep ayný bakýþla --onlara ruh veren ve resmini çizmek istermiþ gibi bakan bir gözle-- fark eder. Tek ve ayný düþünceyi iki þekilde belirtecek olursak, onun insaný mý -tabiat- haline getirdiðini, yoksa tabiatý
mý insanlaþtýrdýðýný sormak, kelimelerle oynamak olurdu. Bunun içindir ki, bu dünyanýn hiçbir alaný ona kapalý deðildir: Duyarlýðý, bir bebeðin pespembe bedeninden, iþten yýpranmýþ bir beygirin gevþek derisine ya da bir köylünün pamuklu elbisesinden, en haþmetli komutanýn tören üniformasýna varýncaya kadar her yere girebilir; her bedenle, her ruhla içli dýþlý olabilir; her yerde tanýdýðý bir ülkedeymiþ gibidir ve insani varlýðýn ruhunun ve teninin en derin katlarýna varýncaya kadar her yere sokulabilen, her türlü esrarý çözebilen inanýlmaz bir güvenirlik ve doðrulukla her yerden izlenimler toplayabilir. Çoðu zaman, kadýnlar, bu adamýn nasýl olup da en gizli ve en kiþisel duygularýný böylesine anlatabildiðini, sanki derilerinin altýna girmiþçesine, annelerin göðsünden sütün fýþkýrmasýna yol açan o baský ve gerilmeyi nasýl dile getirebildiðini veya ilk defa baloya giden bir genç kýzýn çýplak kollarý üzerinde çiseleyen yaðmur gibi yayýlan o hoþ serinlik duygusunu anlatmayý nasýl baþarabildiðini dehþetle sormuþlardýr. Ve eðer, düþüncelerini bildirmek için hayvanlar da konuþabilseydi, Tolstoy'un, bir av köpeðinin bir çulluðun kokusunu aldýðý zaman hissettiði acýyla karýþýk þiddetli zevki veya bir yarýþta koþuya baþlama iþareti verildiði anda saf kan bir atýn ancak hareketleriyle açýða vurabildiði o -düþünceyle karýþýk içgüdülerini-, nasýl bir korkunç sezgiyle keþfedebildiðini sorarlardý. Bunu fark edebilmek için Anna Karennina'daki av partisi hikayesini okumak yeter. Oradaki bütün gözlemler, sezgiden kaynaklanan bir açýklýk ve seçikliðe ulaþmýþtýr ve anlatým deðeri bakýmýndan Buffon'dan Fabre'a varýncaya kadar tüm hayvan ve böcek bilginlerinin deneyimlerinden daha deðerlidir. Tolstoy'un gözlem yeteneðindeki kusursuzluk ya da tamlýk, dünyada var olan þeyler arasýnda fark gözetmez: Sevgisinin tercih ettiði özel bir þey yoktur. Bu yanýlmaz göz için Napoleon'un insan olarak deðeri, en aþaðý insanýnkinden daha fazla deðildir ve bu aþaðý insan da, peþinden gelen köpekten ya da bu köpeðin pençelerinin dokunduðu taþtan daha önemli ve deðerli deðildir. Bu dünyanýn sýnýrlarý içerisindeki her þey, insan ve madde, bitkiler ve hayvanlar, erkekler ve kadýnlar, yaþlýlar ve çocuklar, komutanlar ve köylüler, hepsi Tolstoy'un duyu organlarýnda, ayný billurumsu ve deðiþmez ýþýkla duyusal titreþimlerini býrakýrlar ve sonra oradan ayný düzenle yeniden dýþarýya yansýrlar. Bu, Tolstoy'un sanatýna yanýlmaz tabiatýn eþitliðinden bir þeyler vermekte ve destani hikayelerine, bize her zaman Homeros'u hatýrlatan bir ritm, denizin monoton ama yüce ritmini katmaktadýr. Görüþ alaný bu derece geniþ olan ve bu derece kusursuz bir þekilde gören bir insan, uydurmak, icat etmek zorunda deðildir; bu derece þairane bir biçimde gözlem yapmasýný bilen birinin, þairlerin yaptýðý gibi hayal etmeye ihtiyacý yoktur. Tolstoy, hayatý boyunca, duyularý ile gözlemekten ve gördükleri üzerinde uzun uzun iþlemekten baþka bir þey yapmamýþtýr. Gerçeði aþan hayal ona yabancýdýr. Onun sanatý yukarýlardan gelmez; içe doðru yönelmiþtir; bir gün çok güzel bir þekilde belirtmiþ olduðu gibi, bu sanat yüksek yerler üstünde dikilen bir bina deðil, derinliklere doðru inen bir yapýdýr. Bir hayal adamý olan Dostoyevski'nin tersine objektif bir sanatçý olarak, olaðanüstüne ulaþabilmek için gerçeðin eþiðini aþmak zorunda kalmamýþtýr hiçbir yerde; vakalarýný, bu dünyanýn ötesindeki hayali bir yerden almamýþ, cüretli ve pervasýz dehlizlerini, alelade bir toprakta, sýradan insanlarýn dünyasýnda kazmakla yetinmiþtir. Dahasý, insanlýk içerisinde de Tolstoy anormal ve patolojik kiþilere dikkatini çevirmek istememiþtir, hatta, Shakespeare ve Dostoyevski'nin yaptýðý gibi, daha
da ileriye giderek, esrarlý bir sihirle, Tanrý ile hayvan arasýnda yer alan yeni basamaklar, Ariel'ler ve Alyoþa'lar, Caliban'lar ve Karamazov'lar yaratmamýþtýr. Yalnýzca Tolstoy'un ulaþabildiði bu derinlikte en sýradan, en alelade bir genç köylü bile gizli bir çekiciliðe bürünmüþtür: Ruhun derin katlarýnda kazmýþ olduðu dehlizlerine girebilmek için basit bir köylü, bir asker, bir sarhoþ, bir köpek, bir at, herhangi bir þey, hiçbir kiþiliði olmayan, normal ve sýradan olanlarýn içinde kaybolup giden bir þey olmak yeter onun için, ince ve deðerli ruhlarla hiçbir ortak yaný olmayan, en sýradan, rastgele bir insani materyel olmak yeter; ve o, tam anlamýyla sýradan olan bu kiþilere görülmemiþ, iþitilmemiþ bir karakter verecektir: Onlarý güzelleþtirerek deðil de, derinleþtirerek. Görmenin tamlýðýndan ya da kusursuzluðundan baþka bir teknik bilmez o; yalnýzca gerçeðin yalýn, kesin ve keskin aracýna baþvurur; ama bu sýk ormaný (yani gerçeði) her olayda, her objede öyle büyük bir güçle delip geçer ki, insan, bu dünyanýn içinde daha derin bir dünya, henüz hiçbir madencinin keþfetmediði psikolojik bir tabaka bulunduðunu þaþkýnlýkla fark eder. Onun yaratýcý gücünü harekete geçiren þey, hayaller deðil, gerçeklerdir; týpký bir heykeltraþ gibi, onun da, bir biçim yaratabilmek için topraða, taþa veya kile ihtiyacý vardýr; bir müzisyen için olduðu gibi, havadaki bir titreþim onun için hiçbir zaman yeterli deðildir. Dolayýsýyla, Tolstoy'un hiçbir zaman þiir yazmamýþ olmasýna þaþmamak gerekir; þairane olan þey, tabiatý gereðince, bu yaman gerçekçinin karþý kutbunda yer alýr. Sanatý yalnýzca tek bir dili konuþur, gerçeðin dilini ve onun sýnýrý buradadýr; ne var ki, o bu dili o zamana kadar hiçbir yazarýn yapamadýðý þekilde kusursuz olarak konuþmayý bilir, büyüklüðü de buradadýr. Tolstoy için güzellik ve gerçek tek ve ayný þeydir. Böylece, bir kere daha ve özet olarak söyleyecek olursak, o bütün sanatçýlarýn en açýk ve seçik görenidir, ama hayaller gören, gaipten haber veren biri deðildir; -gerçeði anlatanlarýn- en kusursuzu, en mükemmeli odur, ama yaratýcý bir þair deðildir. Görülmemiþ boyutlarý ve çeþitliliði olan dünyasýný kurabilmek için, bu dünyayla ilgili, maddi araçlardan baþka bir aracý yoktur: Objektif duyarlýðýn beþ duyusu, þaþýlacak kadar canlý, incelmiþ, hýzlý ve keskin olan bu araçlar, her þeye raðmen bedenin mekaniðine baðlýdýrlar. Dostoyevski'nin yaptýðý gibi sinirlere, Hölderlin'in veya Shelley'in yaptýðý gibi hayallere baþvurarak ulaþmaz Tolstoy en hýzlý algýlarýna; bir ýþýk kaynaðýndan çýkan ýþýnlara benzeyen duyularýnýn birbiriyle uyumlu bir þekilde çalýþmasý sayesinde ulaþýr. Bu duyular, týpký arýlar gibi, ona hiç durmadan, gözlemin her zaman yeni olan renklerinin çiçek tozunu getirirler ve bu çiçek tozlarý, daha sonra, tutkulu bir objektifliðin mayalanmasý içerisinde, sanat eserinin altýn renkli sývý balýný oluþtururlar. Yalnýzca uysallýk, açýk ve seçik bir þekilde görme ve akustik bir incelikle belirlenmiþ olan olaðanüstü duyularý; güçlü ve duyarlý sinirleriyle insan varlýðýnýn en karanlýk kývrýmlarý içerisine bir kedi gibi zarif ve sinsi bir þekilde sokuluveren canlý ve tedbirli duyularý; yalnýzca aþýrý derecede uyarýlabilen ve nerdeyse hayvansý bir güçle, bir sezgiyle donatýlmýþ olan duyularý, bu dünyadaki her olaydan, duyusal bir özden oluþmuþ bu eþsiz yýðýný çekip çýkarabiliyor ve daha sonra, hayal dünyasýna kanat açmayý bilmeyen bu sanatçýnýn esrarlý kimyasý bütün bunlarý týpký bitkilerin ve çiçeklerin uçucu kokusunu sabýrla damýtan kimyacýnýn yaptýðý gibi aðýr aðýr, psikolojik malzemeye dönüþtürebiliyor. Tolstoy'un anlattýðý þeylerin olaðanüstü sadeliði, her zaman, görülmemiþ
derecede çeþitli ve sayýlamýyacak kadar çok gözlemden ileri gelmektedir. Çünkü bir insanýn düþüncelerini ve duygularýný bilebilmek için, Tolstoy, ilk iþ olarak, insanýn en gizli niteliklerinin ve ayrýntýlarýnýn her birinde, her kývrýmýnda ve her türlü deðiþme yeteneðinde onun fizik özelliklerini incelemek zorundadýr. Romanlarýnýn dünyasýna damýtma sürecini uygulamadan önce, ilk olarak, týpký bir doktor gibi, genel bir muayene ile, insanlarýn çeþit çeþit fizik özelliklerinin bir listesini çýkararak, iþe baþlamaktadýr. Bir gün bir dostuna þöyle yazmýþtýr: -Bu hazýrlýk çalýþmasýnýn, tohum serpmek istediðim tarlayý daha önceden sürmek zorunluluðunun bana ne kadar güç geldiðini bilemezsiniz. Yazmayý düþündüðünüz çok büyük bir eserin, henüz oluþum halinde bulunan bütün kahramanlarýnýn baþýna neler gelebileceðini hiç durmadan düþünmeniz ve kafanýzda canlandýrmaya çalýþmanýz gerçekten güç; bu derece çok vakayý göz önünde canlandýrmak, sonra bunlarýn içinden milyonuncusunu seçmek korkunç derecede güç bir þey.- Hayal kurmakla ilgili olmaktan çok, mekanik olan ve her zaman bir yýðýn ayrýntýyý tek bir birimde yoðunlaþtýrmaktan oluþan bu süreç her kiþi için tekrarlandýðýna göre, istenilen þekle ulaþýlmadan önce, bu sabýr deðirmeninde ne kadar kum tanesinin öðütülmesi ve birbirine karýþtýrýlmasý gerektiði açýkça görülecektir. Bir roman yazabilmek için, Tolstoy, bin kadar durum ve insan tipi arasýndan bir seçme yapmak zorundadýr; sonra, her özel tipi tam ve kesin bir psikolojik eðriye göre yoðurmadan önce, sayýsýz küçük gözlemlerle fizik olarak þekillendirmesi gerekir; çünkü Tolstoy'da bir insan yüzünün oluþumu, sayýsýz fizik belirtilerin katýlmasýyla mümkün olur. Her insani varlýk yüzlerce ayrýntýnýn sonucudur ve her ayrýntý da sonsuz derecede küçük baþka olgularýn gözlenmesinin sonucu olarak ortaya çýkar; çünkü Tolstoy karakteri açýklamaya yardýmcý olan her belirtiyi, bir büyüteçin soðuk ve yanýlmaz kesinliði ile derinleþtirir. Holbein gibi, mesela aðzý, çizgileri yan yana getirip birleþtirerek çizer; üst dudak, türlü anormalliði ile alt dudaktan farklýdýr; dudaklarýn birleþtiði yerde, bazý ahlaki duygularla birlikte giden her titreþim tam olarak kaydedilir; gülümsemenin þekli, öfkenin aðzýn kenarýnda yaptýðý kývrým bir heykeltraþýn yaptýðý gibi ölçülür; daha sonra yavaþ yavaþ bu aðza bir renk verilir; dolgun mu gergin mi olduðu, görülmeyen bir parmaðýn dokunuþu ile yoklanýr; aðzýn üzerindeki býyýðýn küçük gölgesi bile bile sýnýrlandýrýlmýþtýr. Bununla birlikte, bu özellik, aðza kaba, þehvetli bir görünüm vermektedir; ve daha sonra da bütün bunlara aðzýn özel fonksiyonu, dilin ritmi ve þimdi bu aðzýn kiþiliðine uygun düþen bir ses tonu eklenir. Böylece tek bir aðýz için yapýlmýþ olan þey, Tolstoy'un tahlillerinin anatomik atlasý içerisinde, nerdeyse insaný endiþeye düþüren bir dakiklik ve kesinlikle, burun, yanaklar, çene ve saçlar için de yapýlýr; bir ayrýntý, baþka bir ayrýntýyla iki çarkýn diþlerinin birbirine geçmesi gibi sýmsýký birleþir ve görme, iþitme ve hareket etmeyle ilgili bütün bu gözlemler, bir kere daha, sanatçýnýn görülmeyen laboratuvarýnda, birbirleriyle karþýlaþtýrýlýr, birbiriyle uyumlu hale getirilir; çünkü parmaklardaki ifade, matematik bir kesinlikle, bakýþýnkine uymalýdýr; buna karþýlýk, bakýþ da gülüþle ahenk halinde olmalý ve gülüþ, ayný þekilde, belli bir konuþma tarzýna uygun düþmelidir: Ýfade þekillerinin hepsinde o insanýn tekliði ve birliði fark edilebilsin diye, bütün bunlarýn birbirine uymasý gerekir. Daha sonra düzenleyici sanatçý bu inanýlmaz ayrýntýlar bütününden, köklü olaný çekip çýkarýr; þaþýlacak kadar çok olan bütün bu ayrýntýlar seçme'nin süzgecinden geçirilir,
böylece ikinci dereceden olanlar ayýklanýp, yalnýzca özü belirleyenler kalýr. Gözlemlerin bu þekilde israf edilmesine karþý, niteliklerin kullanýlmasýnda çok büyük bir tutumluluk görülür, ama alýkonan bu çok az þey, kitap boyunca bir damga gibi tekrarlanýr durur: Okuyucu romandaki kiþilerden her birisiyle ilgili düþünceye, onu belirleyen bir imaj katýncaya kadar... Qualis artifex! (Nasýl bir sanatçý!) Anlatýþýnda, iradenin deðil de tesadüfün iþiymiþ gibi görünen þeyin arkasýnda, nasýl bir bilgince ustalýk var! Gerçekten de, bu sürecin mekanizmasýný ayrýntýlarýna varýncaya kadar tahlil etmek ve görünüþte insana sanattan yoksunmuþ gibi gelen Tolstoy'da, kahramanlarýnýn apaçýk bir þekilde belirlenmiþ olan birliðinin ya da bütünlüðünün, þaþýrtýcý bir gözlem çokluðunun yoðunlaþmasýndan kaynaklandýðýný kanýtlamak için ayrý bir kitap yazmak gerekir. Duyulardan gelen her þey nerdeyse geometrik bir kesinlikle belirlendiði zaman, fizik özellikler tamamlandýðý zaman, Golem (Golem: Tamamlanmamýþ veya henüz tam anlamýyla þekillendirilmemiþ, embriyon halinde olan þeylere verilen ad. Kutsal Kitaba göre, tozdan veya çamurdan yaratýlmýþ olan Adem, henüz insan kýlýðýna sokulmadan veya ruh verilmeden önce bir -golem- olarak kabul ediliyordu.) bir imaj olarak tasarlanmýþ olan insan, konuþmaya, soluk almaya ve yaþamaya baþlar. Tolstoy'da ruh, her zaman, derinin, kaslarýn ve sinirlerin aðý içerisine hapsedilmiþtir. Tolstoy'un o dahi karþýtý ve tamamlayýcýsý olan ve gaipten haber veren Dostoyevski'de ise, tam tersine, ferdileþme ruhta baþlar: Dostoyevski'de temel unsur ruhtur ve o kendi kaderine kendi gücüyle þekil verir; bedense, onun parlak ve alevli çekirdeðinin etrafýnda bayaðý, güçsüz ve sürfe halinde bir kýlýftan baþka blr þey deðildir. Hatta manevileþme sürecinin aþýrý bir düzeyde olduðu anlarda, ruh, bedeni kucaklayabilir ve yükseklere çýkarabilir, duygu alanlarýna, saf bir coþkunluk, bir kendinden geçiþ haline kadar yükseltebilir. Açýk ve seçik bir þekilde gözlemde bulunan ve gördüðü þeyleri tam olarak anlatmasýný bilen bir sanatçý olan Tolstoy'da ise, ruh asla uçamaz, rahat bir soluk bile alamaz. Beden, her zaman, olanca aðýrlýðý ve katýlýðý ile ruha asýlýr durur; yerçekiminin acýmasýz kanunu ile hep onu aþaðýlara doðru çeker. Bunun içindir ki, Tolstoy'un kanat açmaya en elveriþli olan kahramanlarý bile, hiçbir zaman Tanrýya doðru yükselemezler, kendilerini topraktan çekip çýkaramazlar ve bu dünyadan kurtaramazlar; yük taþýyan hamallar gibi, adým adým, sýrtlarý kendi bedenlerinin aðýrlýðý altýnda eðilmiþ gibi, bu dünyaya ait olan yanlarýnýn aðýr yükü altýnda belleri bükülmüþ bir halde, kutsallaþmaya ve günahlardan arýnmaya doðru, yavaþ yavaþ ve güçlükle týrmanýrlar. Tanrýnýn kelebeði olan þu Psyche (ruh), hiçbir zaman doðruca alýþýk olduðu ülkeye --Platon'un ülkesine-- dönemez; kendini günahlardan temizlemesi ve yükünü hafifletebilmesi için savaþarak þekil deðiþtirmesi ve krizalit haline dönüþmesi gerekir; içerisine girdiði her insani varlýðýn asli bir günah gibi baðýmlý olduðu bu dünyevi bedenin aðýrlýðýndan kurtulmak, ruh için imkansýzdýr. Belki de Tolstoy'daki acýklý karanlýðýn bir kýsmý, böyle bir üstünlükten, bedenin ruh üzerindeki egemenliðinden kaynaklanmaktadýr; çünkü gökyüzüne doðru kanat çýrpmasýný bilmeyen bu neþesiz sanatçý, yeryüzünde yaþadýðýmýzý, ölümle kuþatýldýðýmýzý, sýmsýký baðlý olduðumuz bedenimizin aðýrlýðýndan kaçýp kurtulmamýzýn mümkün olmadýðýný, acýklý bir þekilde hatýrlatýr bize, media in vita (hayatýn ortasýnda) bizi sýkýþtýran hiçlik ve yoklukla çevrildiðimizi, gerçeðin tutsaðý olduðumuzu ve hiçbir çýkýþ yolumuz olmadýðýný hatýrlatýr. Turgeniyev, bir gün Tolstoy'a -Size daha fazla
ruh özgürlüðü dilerim- diye yazmýþtý. Tolstoy'un kahramanlarýnda bulmak istediðimiz þey de budur iþte: Manevi yönden biraz daha yukarýlara çýkma, biraz daha fazla ahlaki bir yücelme gücü, huzura ya da sevince ya da kayýtsýzlýða veya hiç deðilse, daha saf, daha berrak dünyalar hayal etme yeteneðine doðru bir atýlým yapabilmek için gerçek ve fizik dünyadan kendini kurtarma gücü... Bu sanat, kýsaca bir sonbahar sanatý olarak nitelenebilir: Manzaralarý belirleyen her çizgi Rus stepinin göz alabildiðine uzanýp giden dümdüz ufku üzerinde bir býçak gibi keskin ve açýk bir þekilde yükselir, soluk renkli ormanlardan, solan ve geçip giden þeylerin acý kokusu yayýlýr. Manzaranýn üstünde hülyalý bir þekilde gülümseyen hiçbir bulut yoktur; güneþ de görünmez ortalýkta ve nerdeyse varlýðýndan þüpheye düþer insan; bu yüzden Tolstoy'daki bu soðuk ýþýk kalplerde hiçbir gerçek sýcaklýk uyandýrmaz: Ruhlarda, pek yakýnda çiçeklerin ve kalplerin açýlacaðýný müjdeleyen tutkulu bir umutla birlikte giden ilkbaharýn ýþýðýndan çok farklý bir etki yaratýr bu sakin ýþýk. Tolstoy'un manzaralarýnda her zaman bir sonbahar izlenimi hissedilir: Yakýnda kýþ gelecek; ölüm, tabiatý pençesine alacak, yakýnda bütün insanlar, içimizdeki ebedi insana varýncaya kadar hepsi, yok olacak. Rüyasýz, hülyasýz, hayalsiz, korkunç derecede boþ ve hatta Tanrýsýz bir dünyadýr onunkisi (Tolstoy, hayatýn varlýk sebebi olarak Tanrýyý, çok daha sonra sokacaktýr kendi Evrenine, týpký Kant'ýn, Devletin varlýk sebebini açýklarken yapmýþ olduðu gibi); acýmasýz gerçeðinden baþka bir ýþýk, ayný þekilde acýmasýz olan açýklýk ve seçikliðinden baþka bir aydýnlýk yoktur onda. Belki de Dostoyevski'deki manevi hava önce insanýn üzerine daha acý bir þekilde çöker, Tolstoy'un eserlerindeki her þeyi kaplayan bu soðuk aydýnlýktan daha bunaltýcý gelir; ne var ki, Dostoyevski'de, hayranlýk ve coþku þimþekleri zaman zaman geceyi yýrtar ve hiç deðilse birkaç saniye kalpler hayallerle dolu bir gökyüzüne doðru yükselir. Tolstoy'un sanatý ise, ne bir coþku tanýr, ne de bir avuntu; her zaman, su gibi berrak ve onun gibi hiç de uyarýcý olmayan kutsal bir ciddilik içerisindedir; hayran olunacak berraklýðý içerisinde insan suyun dibini görebilir, ama görülen þeyler ruhu ne tam bir hayranlýk, ne de coþku ile doldurur. Tolstoy gibi hayal kuramayan, hayalin kanatlarýyla þimdiki zamanýn üstüne çýkamayan, yeryüzünden kurtulmuþ bir güzelliðin verdlði coþkunluðu bilmeyen (bu güzellik, gerçeðin yanýnda, ona gereksiz görünecektir) biri, tabiat tarafýndan kuþatýldýðýmýzý, bedenimize baðlý olduðumuzu, kýsaca, tamamiyle bu dünyaya baðlý bir kaderimiz olduðunu ve ruhun kendi karanlýklarýndan kurtulmasýný saðlayan hürlüðün hiçbir þekilde bize verilmemiþ olduðunu, yüce bir þekilde hissettirmekten baþka bir þey yapamýyacaktýr. Tolstoy'un sanatý --týpký bilim gibi-- amansýz ýþýðý ve her þeyi delip geçen objektifliði ile insaný ciddi ve düþünceli bir hale getirir, ama hiçbir zaman mutluluk vermez. O halde, her þeyi herkesten çok daha açýk ve seçik bir þekilde gören bu düþünür, gözlerinin yaratmýþ olduðu bu acýmasýz eserin, hayalin insaný rahatlatan parlak ýþýðýndan, sevincin kurtarýcý atýlýmlarýndan ve musikinin büyüsünden yoksun böyle bir sanatýn bu kadar sýkýntýlý, neþeden ve çekicilikten böylesine yoksun oluþu konusunda acaba ne düþünüyordu? Aslýnda, kendi sanatýndan hiçbir zaman hoþlanmamýþtý, çünkü bu sanat ne kendisine ne de baþkalarýna bir mutluluk duygusu ve hayat karþýsýnda olumlu bir tavýr takýnma imkaný vermemiþtir. Gerçekten de, bu acýmasýz gözbebeðinin karþýsýnda, var olan þeylerin hepsi
nasýl da korkunç bir umutsuzluk davranýþý gösteriyor! Ruh, kendisini çeviren mekanýn içinde hüküm süren ölü sessizliðin ortasýnda, bedeni harekete getiren ve tirtir titreyen küçücük bir mekanizmadan baþka bir þey deðil; tarih, rastgele ortaya çýkan olaylarýn gayesiz bir kaosu; insan, ancak kýsa bir süre için hayatýn sýcak kýlýfýna bürünmüþ, dolaþýp duran bir iskelet ve bütün bu açýklanamýyan, düzensiz çarklar, akýp giden bir su gibi veya solan yapraklar gibi boþ! Günlük hayatýn bu kasvetli akýþý üzerinde hiçbir zaman (bir soluk alacak kadar zaman bile) bir parça müzik duyulmuyor; bu ezici hiçlikten ya da yokluktan çýkabilmek için en ufak bir atýlým bile olmuyor; bu acayip süreç içerisinde güzel bir þeyler görüp de birazcýk gülümsemeye imkan yok: Hep bu karanlýklarýn amansýzca objektif ve acýmasýz anlatýmý, hep bu çýlgýnca oyunun tahlili, hep bu acý, donuk ve kapalý aðýz ve herhangi bir avutucu hayalle kendini aldatmak istemeyen, her zaman sert ve düþünceli bir þekilde uyanýk duran gözler. Böylece, otuz yýl boyunca karanlýk tablolar çizdikten sonra, Tolstoy'un, birdenbire artýk insanlýða bu dünyadaki alýnyazýsýndan kurtuluþ yolu olmadýðýný acýmasýzca ve kederli bir þekilde göstermekle yetinmemesini, hayatýna, insanlýðý bu kabustan kurtarma gibi bir yön vermek ve insan hayatýný daha kolay bir hale getirmek istemesini, -insanlar arasýnda daha iyi ve daha yüce duygular uyandýran- bir sanatýn özlemini duymasýný anlamak çok mu güç acaba? Kendisinin de, umudun gümüþ lir'ine, en hafif titreþimi insanlýðýn baðrýnda sevgi ve þefkatle yankýlanmaya baþlayan bu lir'e dokunmak istediðini anlamak, kurtarýcý bir sanatýn, bizi bu dünyayla ilgili bütün baðlarýn kasvetli baskýsýndan kurtaracak bir sanatýn özlemini duyduðunu anlamak çok mu güç? Ama boþuna. Tolstoy'un gözleri, amansýz bir aydýnlýkla, her zaman açýk ve seçik bir þekilde görebilen ve aþýrý derecede uyanýk olan gözleri, hayatý ancak olduðu gibi, yani ölümün gölgesinin egemen olduðu, çýkýþ kapýsý olmayan karanlýk bir yer olarak görebilir; aldanmak istemeyen bu sanat, ruhlara hiçbir zaman gerçek bir avuntu veremez. Bunun içindir ki, gerçek hayatý ancak trajik bir þekilde görebildiðine ve zihninde bu þekilde canlandýrabildiðine göre, yaþlanan Tolstoy'da -hayatýn kendisini deðiþtirmek-, insanlarý daha iyi kýlmak, onlara -ahlaki bir ideal sayesinde bir avuntu imkaný saðlamak-, mekanik yasalara baðlý olan, karanlýk tensel maddelerinin (yani bedenlerinin) üzerinde yalnýzca ruhtan meydana gelmiþ bir gökyüzü yaratmak isteði doðmuþ olabilir ve gerçekten de bu ikinci döneminde, sanatçý Tolstoy, yalnýzca hayatý tasvir etmekle kalmýyor: Bilinçli bir þekilde -sanatý için bir anlam, ahlaki bir görev- arýyor ve sanatýn, ruhun yücelmesine ve ahlaklý olmasýna hizmet etmesini öneriyor. Romanlarýnda ve hikayelerinde, bundan böyle, yalnýzca dünyayý olduðu gibi canlandýrmak, olduðu gibi anlatmakla yetinmeyip, iyi insanlarý, yeni ve gerekli bir insanlýðýn öncülerini, gerçeðin ne olduðunu henüz kavramamýþ olan bayaðý kimselerden kesin ve sembolik bir þekilde ayýrarak, yepyeni bir dünya yaratmak, böylece -eðitici- bir etkide bulunmak istiyor. Tolstoy, bu dönemde, artýk yalnýzca oyalayýcý ve estetik bir deðer taþýmakla kalmayan, -bir þeyler telkin etmek-, yani kötü yola sapmýþ okuyucuya birtakým örneklerle bir mesaj vermek ve sunmuþ olduðu canlý örneklerle onu iyi yola girmeye teþvik etmek isteyen özel birtakým sanat eserleri ortaya koymaya baþlýyor: Bu Tolstoy artýk yalnýzca hayatýn þairi deðildir, ayný zamanda, hayatý yargýlayýp adaleti yerine getirecek bir yargýç düzeyine yükselmiþtir. Kamu yararýna hizmet etme amacýný güden bu doktriner
eðilim, daha Anna Karennina'da bile kendini hissettirmektedir; bu eserde, henüz bilinçdýþý ve belirsiz bir þekilde, ahlaklý olan ve olmayan kahramanlarý kader iki gruba ayýrmýþtýr. Vronski ve Anna, þehvet düþkünü, inançsýz ve kendilerini tutkularýnýn bencilliðine kaptýrmýþ olan bu yaratýklar -cezalandýrýlýr-, ruhun tedirginliklerinin arafý içerisine atýlýrlar; Kitty ile Levine ise, tersine, huzurun göklerine doðru yükselirler. Uzun zamandan beri doðru bildiði yoldan ayrýlmamýþ olan bu ciddi tahlilci, ilk defa olmak üzeredir ki, kendi yarattýðý kahramanlarýn tarafýný tutmaya ya da onlara cephe almaya çalýþýyor; çünkü artýk uðrunda savaþacaðý bir gayesi vardýr. Ahlaki bir gaye... Pedagoglarýn yaptýðý gibi, bu þekilde, inancýnýn temel noktalarýnýn altýný çizme eðilimi, yazýlarýna ünlem iþaretleri ve týrnak iþaretleri serpme eðilimi, sanattan sapmayý dile getiren bu doktriner istek, gittikçe kendini daha hoþgörüsüz bir þekilde göstermeye baþlýyor. En sonunda, Kreutzer Sonatý'nda ve Yeniden Doðuþ'ta ahlaki bir teolojinin çýplaklýðýný ancak ince bir giysi örtebiliyor ve hikayeler artýk tam anlamýyla vaiz'in amacýna hizmet ediyor. Tolstoy için sanat, yavaþ yavaþ kendi baþýna bir gaye, özel bir amaç olmaktan çýkýyor ve o artýk -bu güzel yalaný,- -gerçeðe- hizmet ettiði, daha önce olduðu gibi gerçeði --zihnin ve duyularýn gerçeðini-- ifade ettiði için deðil, ona göre en yüksek gerçeði, bunalýmýnýn ona açýklamýþ olduðu manevi ve dini gerçeði ortaya koyduðu için seviyor. Bundan böyle Tolstoy, -iyi kitaplar- deyince, bir sanat eseri olarak kusursuz olanlarý deðil, büyük düþünceleri ve insanlýðýn dehasýný ifade edenleri deðil, sanat deðerleri ne olursa olsun, -iyi-yi destekleyenleri --daha sabýrlý, daha yumuþak, daha Hýristiyan, daha yüce kalpli, daha sevgi dolu ve daha sosyal olmalarý için insanlara yardým edenleri-- anlýyor: Öyle ki, sýradan bir yazar olan þu iyi yürekli Auerbach'ý, -zararlý bir yaratýk- olarak gördüðü Shakespeare'den daha önemli buluyor. Tolstoy'da deðer ölçüleri gitgide sanatçýnýn ellerinden çýkarak; ahlak doktrincisinin ellerine geçiyor: Ýnsanlýðýn portresini çizen eþsiz sanatçý, insanlýðý düzeltmek isteyen reformcunun ve ahlakçýnýn önünde, bilinçli ve saygýlý bir þekilde eðilerek geri çekiliyor. Ne var ki, tanrýsal bir nitelik taþýyan her þey gibi hoþgörüsüz ve kýskanç olan sanat, kendisini inkar edenden öcünü alýr; onu kendisinden üstün olduðu sanýlan bir güce baðýmlý kýlmak ve hizmet ettirmek istendiði zaman, her seferinde þiddetle geri çekilir, en sevdiði ustasý söz konusu olduðu zaman bile. Böylece, Tolstoy'un tarafsýzlýðýndan vazgeçip de doktriner olduðu yerlerde, çizdiði portrelerin ilkel duyarlýðý hemen zayýflýyor ve soluyor; gri ve soðuk bir ýþýk, hüküm verme gücünün ýþýðý, her yere bir sis perdesi çekiyor; mantýðýn alanýnýn dýþýna çýkamayan gereksiz sözlerin arasýnda sendeliyoruz ve ayaðýmýz sürçüyor; bir çýkýþ yolu bulabilmek için el yordamýyla, güçlükle ilerliyoruz. Daha sonralarý, ahlaki bir baðnazlýkla, Çocukluk Hatýralarý ile Savaþ ve Barýþ'ý, ustaca yazýlmýþ olan bu eserleri --yalnýzca estetik bir amaca hizmet ettikleri için, yani -aþaðý düzeyden bir zevk- verdikleri için-- -sýradan, önemsiz ve kötü- kitaplar olarak nitelemesine raðmen, aslýnda bunlar Tolstoy'un þaheserleridir; kitaplarý arasýnda insanlarý ahlaki yönden düzeltme amacýný güdenler ise en noksan, en kusurlu olanlarýdýr. Tolstoy kendini -ahlaki despotluðuna- ne derece býrakýrsa, dehasýnýn temel unsurundan, duyusal gerçekten o derece uzaklaþýr, diyalektiðin bulutlar içerisindeki ülkesinde kaybolur ve sanatçý olarak da o derece karýþýk bir hal alýr; Antaios (Antaios: Yunan Mitolojisine göre, deniz tanrýsý Poseidon ile Gaia'nýn (Yer'in) oðludur. Son derece güçlü olan
bu dev yaratýk, bütün gücünü kuvvetini anasý olan topraktan alýrmýþ, dolayýsýyla yere bastýðý sürece onu yenmek mümkün deðilmiþ, çünkü anasý ona tekrar tekrar güç verirmiþ. Bu yüzden, dünyayý bu gibi devlerden ve belalý yaratýklardan temizlemekle görevli olan Herakles, bu devi, ancak ayaklarýný yerden keserek boðabilmiþtir.) gibi o da bütün gücünü topraktan almaktadýr. Tolstoy, duyularla kavranabilen dünyaya o harika gözleriyle, bir elmas parçasý gibi keskin olan gözleriyle baktýðý sürece, en ileri yaþlarýna kadar bir dahi olarak kalmýþtýr; metafizik alanýnda, bulutlar içerisinde, el yordamýyla ilerlediði zaman ise, büyüklüðünü korkunç derecede yitirmiþtir; kaderin, yalnýzca, aðýr adýmlarla þu katý topraðýmýzýn üzerinde yürümek için, bu topraðý sürmek ve iþlemek için, onu tanýmasý ve çaðýmýzdaki hiçbir düþünürün yapamýyacaðý þekilde anlatmasý için yarattýðý böyle bir sanatçýnýn nasýl bir zoraki inatçýlýkla, manevi alanda uçmaya ve süzülmeye kalktýðýný görmek insaný heyecanlandýrýyor. Bütün eserlerde ve bütün çaðlarda hiç durmadan tekrarlanan acý bir çatýþma: Sanat eserine daha fazla bir otorite kazandýran þey, yani belli bir inanca ulaþmýþ olma ve baþkalarýný da ikna etme isteði, çoðu zaman sanatçýnýn zararýna oluyor. Gerçek sanat bencildir; kendisinin ve kendi geliþmesinin dýþýnda hiçbir þey tanýmaz ve gerçek bir sanatçý, eserini adamýþ olduðu insanlýðý deðil, yalnýzca eserini düþünmelidir. Bunun içindir ki Tolstoy da, hiçbir acýma duygusunun etkisi altýnda kalmadan ve bu yüzden yolunu þaþýrmadan, kayýtsýz ve acýmasýz bir þekilde, objektif ve yanýlmaz bir gözle, duyularýn dünyasýný iþlediði sürece, sanatçý olarak en büyük deðeri taþýmaktadýr. Acýyan, merhamet eden, eserleriyle yardým etmek, düzeltmek, yöneltmek ve bir þeyler öðretmek isteyen biri haline gelir gelmez, sanatý, insana heyecan veren gücünü yitirmekte ve kendisi de, alýnyazýsý gereðince, yaratmýþ olduðu kiþilerden çok daha acýklý bir duruma düþmektedir. ::::::::::::::::: KENDÝ KENDÝNÝ ANLATMASI -Hayatýmýzý tanýmak, kendimizi tanýmak demektir.- (Tolstoy'dan Russanov'a, 1903) Acýmasýz bir þekilde dünyaya yönelmiþ olan bu sert bakýþ, yazarýn kendisine doðru çevrildiði zaman da ayný acýmasýzlýðý gösterir. Tolstoy'un tabiatý, iç dünyamýzda da dýþ dünyamýzda da, aydýnlýktan yoksun olan bir þeyi, bulutlu ya da karanlýk noktalarý kabul etmez: Böylece, sanatçý olarak, bir aðacý ya da ürkmüþ bir köpeðin büzülme hareketini incelerken en ince ayrýmlarý çok büyük bir açýklýk ve seçiklikle izlemeye alýþmýþ olan bir kimse, kendisindeki belirsiz bir karýþýklýða ve bulanýklýða hiçbir zaman katlanamýyacaktýr. Bunun içindir ki Tolstoy, bilmek için duyduðu o temel susuzluðu, baþlangýçtan beri ve hiç durmadan kendisine de uygulamýþtýr: On dokuz yaþýndayken Günlüðüne, -kendimi ta derinden tanýmak istiyorum- diye yazmýþtýr. O andan sonra da, seksen üç yaþýna gelinceye kadar, ruhunun nasýl bir þey olduðunu sormaktan geri kalmamýþtýr. Bütün insanlara karþý olduðu gibi kendine karþý da acýmasýz olduðu için, Tolstoy, benliðinin klinik gözleminin neþteri altýnda, bütün düþüncelerini ve duyarlýðýnýn bütün sinirlerini henüz sýcakken, katýlaþmadan gözden geçirmiþtir; hayattan, canlýlýktan yana olan bu dev adam, yaþadýðýný ne kadar güçlü bir þekilde hissediyorsa, kendini de öylesine büyük bir açýklýk ve seçiklikle tanýmak istemiþtir. Tolstoy gibi gerçeði öðrenmeyi þiddetle arzu eden birinin, tutkulu bir
otobiyograf olmamasý mümkün deðildi. Þu var ki, dünyayý anlatmaya çalýþtýðýmýz zaman olup bitenlerin tersine olarak, insanýn kendi benliðini anlatmasý hiçbir zaman bir tek sanat eserinde tam olarak gerçekleþemez. Yaratýcý, ister gözlemin isterse hayal gücünün ürünü olsun yabancý bir insan tipini, eserinin içerisinde eriterek, tam olarak soyutlayabilir: Göbek baðý doðar doðmaz kesilmiþtir ve böylece yaratýlan tip, düþünce alanýnda baðýmsýz bir hayat yaþayacaktýr. O artýk annesiyle kendisi arasýndaki göbek baðý koparýlmýþ bir çocuk gibidir; kendi baþýnadýr ve baðýmsýzdýr; sanatçý onun üzerinde iþleyerek ve onu yaratarak ondan kurtulmuþtur. Oysa benlik, anlatýlarak, tasvir edilerek soyutlanamaz, çünkü onun sürekli hareketlerini açýklayabilmek için tek bir imaj yeterli deðildir. Bunun içindir ki, benliðin büyük ressamlarý hayatlarý boyunca kendi portrelerini tekrar tekrar çizerler; ister Dürer, isterse Rembrandt ya da Titien olsun, hepsi aynanýn karþýsýna geçip ilk gençlik eserlerine baþlarlar ve elleri artýk kendilerine hizmet edemez hale gelinceye kadar bu iþe devam ederler; çünkü kendi yüzlerindeki kalýcý ve deðiþmez olan þey kadar, deðiþen ve hareketli olan unsurlar da onlara çekici gelir ve böylece geçmiþte çizilmiþ olan portre, hiç durmadan, sürekli bir akýþ içerisinde bulunan zamanýn dalgalarýyla örtülür. Böylece gerçeðin büyük bir ressamý olan Tolstoy, kendi portresini çizmekten de geri kalmamýþtýr. Kendisini, kesin olduðuna inandýðý bir insan tipi halinde çizer çizmez (ister Nehludov, Bezuhov isterse Pierre veya Levin olsun) tamamlamýþ olduðu eserde kendi yüzünü tanýyamamýþtýr ve yeni bir þekle ulaþabilmek için tekrar iþe baþlamasý gerekmiþtir. Tolstoy, ruhunun gölgesinin peþinden yorulmak nedir bilmez bir þekilde koþtukça, benliði de ondan kaçmaya devam etmiþtir: Bir çeþit manevi bir kaçýþtýr bu ve her zaman yeniden baþlayan ve hiçbir zaman tamamlanmayan bu ikili koþuda Tolstoy'un güçlü iradesi, hiç durmadan kazanma ihtiyacýný duymaktadýr. Devlere yaraþan bir çalýþma ile geçen altmýþ yýl boyunca, Tolstoy'un ortaya koyduðu her eserde, kendisiyle ilgili bir taslaðý yansýtan bir karakter vardýr mutlaka. Ve bu karakterlerden hiçbiri, bu adamýn uçsuz bucaksýz geniþliðini tek baþýna kucaklamayý baþaramamýþtýr; ancak romanlarý, hikayeleri, Günlükleri ve mektuplarý bir bütün olarak ele alýndýðý zaman, yazarýn tam bir portresini verebilmektedirler ve o zaman bu portre, çaðýmýz içerisinde, bir insanýn kendisiyle ilgili olarak çizdiði en tam, üzerinde en fazla iþlenmiþ, en açýk ve seçik, en sürekli portre olarak görünmektedir. Tolstoy, yoktan yaratan, icat eden bir sanatçý olmadýðý için, ancak yaþanmýþ ve gözlenmiþ olan þeyleri yeniden yaratabildiði için, kendi benliðini görüþ alanýndan hiçbir zaman uzaklaþtýramamýþtýr. Umutsuzluða düþecek kadar -egosantrik- olduðu için (yani her þeyi kendisiyle birlikte düþündüðü için, hiçbir þeyi kendisinden soyutlayamadýðý için), coþkunluk anlarýnda bile kiþilik duygusunu hiçbir zaman kaybetmez; açýk ve seçik bir þekilde görme yeteneði, en tutkulu anlarda bile hiçbir zaman yitip gitmez. Tolstoy hiçbir zaman, bir an bile, kendi kiþiliðinden kurtulamaz ve kendini unutamaz (kendi benliðinin onu bu derece rahatsýz eden gölgesinden kurtulabilmek için neler vermezdi); yaþamasý için gerekli olan ortama, tabiata bile býrakamaz kendini. -Beni her yandan kuþattýðý zaman seviyorum tabiatý; ne var ki, benim de orada, tabiatýn ortasýnda olmam gerekiyor. Ilýk, tatlý rüzgarlarý beni dalga dalga sardýðý ve sonra sonsuz ufuklara doðru
uzaklaþtýðý zaman, yere oturunca, parmaklarýmýn arasýnda sýktýðým yumuþak ot filizlerinin, geniþ çayýrlarý nasýl yemyeþil bir hale getirdiðini gördüðüm zaman seviyorum.- Görülüyor ki, en güzel manzara bile, duyarlýðý için, ortasýnda kendisinin --her türlü hareketin deðiþmez aðýrlýk merkezi olan benliðinin-- bulunduðu bir daire ve ýþýn küme'sinden baþka bir þey deðildir; ayný þekilde, bütün manevi dünya da onun kiþiliðinin ve ruhunun etrafýnda dönüp durmaktadýr. Bu, onun kendini beðenmiþ, kibirli, kendine düþkün olmasý ve kendisini dünyanýn merkezi olarak görmesi demek deðildir; tersine, kendi benliðinin bilincine varmýþ olmasýna raðmen, hiçbir insan kendi manevi deðeri konusunda onun kadar güvensizlik duymamýþtýr; yalnýzca dev gibi güçlü bedenine, kendi benliðinden soyutlamalar yapma imkanýný vermeyen kiþisel izlenimlerinin hapishanesine çok fazla gömülmüþtür; kader, kanatlarý olmayan bu ruhtan, rüyaya doðru, hayale doðru, bu topraðýn dýþýnda kalan bir þeylere doðru uçup kaçma yeteneðini esirgemiþtir. Yorulmadan ve karþý konulmaz bir þekilde, çoðu zaman istemediði halde ve --her zaman-- uyanýk duran iradesine raðmen kendini incelemek, gözlemek, bitip tükeninceye kadar kendi kendini açýklamak, gece gündüz kendi hayatýný kollamak ve kendi hayatýnýn baþýnda nöbet tutmak zorunda kalmýþtýr. Týpký kanýnýn damarlarýnda dolaþmaktan veya kalbinin göðsünde küt küt atmaktan ya da düþüncelerinin kafasýnda dönüp durmaktan yorulmamasý gibi, otobiyografi tutkusunun bir an bile durup dinlenmemesi de buradan ileri gelir. Edebi bir eser yaratmak, onun için, hep kendini yargýlamak ve kendini anlatmak demektir. Öyle ki, kendini anlatabilmek için Tolstoy'un denemediði bir anlatým þekli yoktur: Basit, sade bir anlatým, hatýralarýn objektif ve mekanik bir þekilde yeniden gözden geçirilmesi, pedagojik bir anlatým þekli, ahlaki denetim, ahlaki suçlama ve içini dökme... Kendi benliðini dizginleme ve kamçýlama aracý olarak kendini anlatma, estetik ve dini bir faaliyet olarak otobiyografi, kendini ister çýplak, isterse maskeli bir þekilde ortaya koyma imkanýný veren bütün bu denemeleri, bütün bu harekete-getirici kuvvetleri, insaný þaþýrtacak kadar çeþitli olan bütün bu anlatým þekillerini ayrýntýlý olarak belirtmeye imkan yoktur; yalnýz bir tek þey kesindir, o da Tolstoy'un, çaðýmýzýn, hakkýnda en fazla belgeye sahip olduðumuz kiþisi olmasýdýr; ayný zamanda elimizde en fazla fotoðrafý olan kiþi de odur. Günlüðü sayesinde, on yedi yaþýnda bir genç olduðu zamanki halinden tutun da seksen yaþýndaki ihtiyar haline varýncaya kadar bilgi edinebiliyoruz; gençlik tutkularýný, evliliðinin trajedisini, en gizli düþüncelerini, en çýlgýnca ve en sýradan davranýþlarýna varýncaya kadar onunla ilgili her þeyi tam bir kesinlikle biliyoruz, çünkü Tolstoy -kapýlarý ve pencereleri ardýna kadar açýk tutarak- yönetmekten hoþlanýr kaderini -aðzý sýký sýkýya kapalý- yaþamýþ olan Dostoyevski ile onun arasýnda bu noktada da tam bir karþýtlýk vardýr. Varlýðýný çýrçýplak ortaya koyan bu aþýrýlýk sayesindedir ki, hareketlerinin ve attýðý adýmlarýn hepsini biliyoruz, uzun ömrünün en basit ve en önemsiz olaylarýný bile, sayýsýz resimlerinin bize göstermiþ olduðu fizik portresi kadar tam ve kesin bir þekilde biliyoruz: Bazen kunduracýda ve köylülerle konuþurken, bazen at üstünde ve saban baþýnda, çalýþma masasýnda ve tenis oynarken, bazen karýsýyla, dostlarýyla, torunuyla birlikteyken, hatta uyurken ve ölüm yataðýnda... Ayrýca, Tolstoy'un kendisi tarafýndan yazýlmýþ --gerek ruh, gerekse beden özellikleriyle ilgili bilgiler veren-- bu eþsiz yazýlar ve belgeler, çevresindeki kimselerin, karýsýnýn, kýzýnýn, sekreterlerinin, kendisiyle röportaj yapanlarýn ve ara sýra kendisini ziyaret edenlerin, sayýsýz hatýralarý ve notlarýyla da doðrulanmýþtýr: Tolstoy'la
ilgili hatýralarýn üzerine yazýldýðý kaðýtlarý imal etmek için kullanýlmýþ olan aðaçlarý bir araya getirecek olsak, sanýrým, bir Yasnaya Polyana ormaný daha kurulurdu. Bir þairin bilinçli olarak bu derece açýk bir þekilde yaþadýðý hiçbir zaman görülmemiþtir ve kendi benliklerini insanlara daha fazla tanýtmýþ olanlara da nadiren rastlanmaktadýr. Goethe'den bu yana, iç ve dýþ gözlemler sayesinde, Tolstoy'unki kadar çok belgeye sahip olduðumuz baþka hiç kimse yoktur. Kendini dikkatle incelemek için duyduðu bu ihtiyaç, Tolstoy'da, bilincinin ilk uyandýðý zamana kadar geri gider. Konuþmayý öðrenmesinden uzun zaman önce, pespembe ve beceriksiz çocuk bedeni içerisinde kendini göstermeye baþlamýþ ve sözlerin artýk dilini yormaktan vazgeçtiði, solan dudaklarýnýn ise boþlukta ancak belli belirsiz bir soluk aldýðý ölüm yataðýnda, seksen üç yaþýndayken son bulmuþtur. Ama, bu büyük zaman aralýðý içerisinde, bir aný bile, konuþmadan ya da yazmadan geçmemiþtir. On dokuz yaþýnda, daha okulu bitirir bitirmez, Tolstoy, Günlük Notlarýný yazmak için bir defter satýn almýþtýr. -Hiçbir zaman bir günlük tutmamýþtým --diye yazýyor-- çünkü bunun yararlý bir þey olduðunu sanmýyordum; ama þimdi yeteneklerimin geliþmesiyle uðraþtýðým için, bu þekilde geliþmemin akýþýný izleyebileceðim; bu Günlük, yaþama kurallarýný da içine almalý ve gelecekte yapacaðým þeyleri de oraya yazmalýyým.- Henüz sakallarý çýkmamýþ bu delikanlýda ileride bir dünya pedagogu olacak Tolstoy'un tohumlarý, demek daha o zamandan vardý; ve o, hayatý, daha baþýndan beri sistemli ve ciddi bir þekilde yürütülmesi gereken -ciddi bir iþ- olarak görüyodu. Týpký bir tüccar gibi, önce görevleriyle ilgili bir bilanço yapmaya koyuldu, tasarýlarý ve iþleriyle ilgili -borçlarýný ve imkanlarýný- bir bir tespit etti. Bu genç adam, daha o zamandan, kiþiliðinin, sermayeye kattýðý payýn farkýndaydý. Varlýðýnýn ilk envanterini yapar yapmaz, -özel bir kiþiolduðunu ve -özel bir görevi- olduðunu anlamýþtý; ama ayný zamanda, daha yarý-çocuk olduðu halde, tembelliðe, geçici heveslere, sabýrsýzlýða ve þehvete yatkýn olan tabiatýna ahlaki bir mecra verebilmek için ne büyük bir irade gücü gerekeceðini de biliyordu. Sihirli bir açýklýk ve seçiklikle gerçeði görebilen bir içgüdüyle, vaktinden önce geliþen bu psikolog, en kötü kusurlarýný, tipik bir þekilde Ruslara vergi aþýrýlýktan kaynaklanan kusurlarýný, ruhunun daðýnýklýðýný, zamaný nasýl boþuna harcadýðýný ve baský altýna alamadýðý öfkesini de fark etmiþti. Böylece, hiçbir günü belli bir kar saðlamadan geçmesin diye, günlerinin her birinin verimliliðini denetleyecek bir araç icat ediyor: Günlüðü, önce, pedagojik bakýmdan ilerlemesini hýzlandýracak, kendini ta derinden tahlil etmesini saðlayacak ve -kendi hayatý baþýnda nöbet tutacak-týr (Tolstoy'un bu deyimini aklýmýzdan çýkarmamalýyýz). Acýmasýz bir hoþgörüsüzlükle, bu genç çocuk, günlerinden birinin sonucunu þöyle özetliyor: -Öðleden saat ikiye kadar Bigiþev'le, uluorta konuþarak, böbürlenerek ve kendime yalan söyleyerek. Ýkiyle dört arasýnda jimnastik: Az bir dikkat ve sabýrla. Dörtten altýya kadar, yemek ve yararsýz alýþ-veriþler. Evde hiç yazý yazmadým: Tembellik; Wolkonski'ye gitsem mi gitmesem mi, karar veremedim; orada pek az bir konuþma: Alçaklýk. Kötü bir þekilde davrandým: Alçaklýk, boþ-gurur, sersemlik, zayýflýk, tembellik-. Tolstoy'un genç elinin nasýl bir acýmasýzlýkla kendi boðazýna sarýldýðýný görüyoruz ve bu acýmasýzlýk altmýþ yýl boyunca sürecektir; on dokuz yaþýnda olduðu gibi, seksen iki yaþýndaki Tolstoy da, kýrbacýný hala tepesinden eksik etmeyecektir; Yaþlýlýk Günlüðünde de, ayný acýmasýzlýkla, kendine karþý
-alçak, kötü, tembel- gibi yaralayýcý sözler kullanmaktadýr: Yorgun bedeni, iradesinin Ispartalýlara vergi disiplinine tam olarak boyun eðmediði zamanlarda... Ýlk saatten son saatine kadar, Tolstoy kendi hayatý baþýnda nöbet tutmuþtur, görevinin kölesi olan sert bir Prusya astsubayý gibi, kendine uyguladýðý disiplinin kölesi olarak, kusursuzluk yolunda ilerleyebilmek için, azarlarla, tehditlerle ve acýmasýz dipçik darbeleriyle tembelliði ve gevþekliði kendinden uzaklaþtýrmaya çalýþmýþtýr. Ama vaktinden önce geliþen ahlakçý gibi, Tolstoy'un içindeki sanatçý da, hemen hemen ayný zamanda, kendi portresini çizme ihtiyacýný duymuþtur ve yirmi üç yaþýndayken (dünya edebiyatýndaki tek örnek budur) üç ciltlik bir otobiyografiye baþlamýþtýr; Tolstoy'un ilk bakýþý, aynadaki görüntüsüne bakarmýþçasýna kendine yönelmiþtir. Dünya hakkýnda henüz hiçbir þey bilmeyen bu genç adam, yirmi üç yaþýndayken, sanatýnýn konusu olarak kendi hayat hikayesini, çocukluðunu seçiyor. Týpký Dürer'in on iki yaþýndayken gümüþ kalemi yakalayýp rastgele bir kaðýt üzerine bir genç kýzýnkine benzeyen, henüz tecrübenin kýrýþtýrmadýðý ince yüzünü çizmesi gibi, sakalý yeni yeni çýkmaya baþlayan ve Kafkasya'nýn bir kalesinde topçu olarak görev yapan asteðmen Tolstoy da, ayný çocuksu davranýþla, -çocukluðunu-, -ilk gençlik yýllarýný- ve -delikanlýlýk yýllarýný- anlatma merakýna kapýlýyor. Kimin için yazmýþ olduðunu bilmeye çalýþmýyor o zamanlar ve edebiyatý, gazeteleri, halký henüz hiç düþünmüyor. Hatýralarýný anlatýrken kendini kendisine açýklamak ihtiyacýný duyuyor ve bu belirsiz içtepinin belli bir gayesi yok; daha sonra önem vereceði þeyin tersine olarak, -ahlaki bir kaygýnýn ýþýðýyla da aydýnlanmýyorbu içtepi. Bu küçük Kafkas subayý kesinlikle bir içgüdüyle hareket ediyor; merak ve can sýkýntýsýyla, tam bir amatör gibi kaðýt üzerine kendi ülkesinin ve çocukluðunun imajlarýnýn bir taslaðýný çiziyor; daha sonra Tolstoy'u Kurtuluþ Ordusu'nun bir çeþit havarisi haline getirecek olan bu deðiþmenin henüz farkýnda deðil; bir -dönüþüm-ün, -iyiye doðru- olan bir dönüþümün farkýnda deðil; baþkalarýna yararlý bir örnek olsun diye, -gençliðinin korkularýnýgüçlü bir bildiri halinde ilan etmek için de zorlamýyor kendini. Hayýr, birine yararlý olmak için deðil, yalnýzca düþüncenin öðretici bir oyunu olarak, bu genç adam, --o zamana kadar yalnýzca tek bir olayý yaþamýþ olan, yani -kendisinde, çocukluðun ilk gençlik yýllarýna kadar sürdüðünü- fark eden bu genç adam-küçücük varlýðýný, ilk izlenimlerini, babasýný, annesini, akrabalarýný, eðiticilerlni, insanlarý, hayvanlarý ve tabiatý anlatýyor ve yalnýzca belli bir gayenin peþinden koþmayanlarda rastlanan olaðanüstü bir içtenlik sayesinde baþarýlý da oluyor. Bu huzur dolu anlatýþ biçimi, daha sonra Leon Tolstoy olacak sistemli yazarýn ciddi ve derin tahlillerinden ne kadar uzak, sonsuz denecek kadar uzak! O Leon Tolstoy ki, durumu gereðince, herkesin karþýsýna bir tövbekar olarak, sanatçýlarýn karþýsýna bir sanatçý, Tanrýnýn karþýsýna bir günahkar ve kendisinin karþýsýna da bir alçakgönüllülük örneði olarak çýkmak zorunluluðunu hissedecektir! Oysa bu hikayeleri anlatan kiþi, yabancý bir yerde kendi ülkesinin sýcak çevresini ve uzun zamandan beri yitip gitmiþ olan o tatlý yüzleri özleyen ve bütün akþamlarýný oyun masasýnda geçirmek istemeyen genç bir beyzadeden baþka biri deðildir. Beklenmeyen þey gerçekleþince, gayesizce yazýlmýþ olan bu otobiyografi edebiyat alanýnda ona bir ün saðlayýnca, Leon Tolstoy, -yetiþkin yýllarýnýn- hikayesini yazmaktan hemen vazgeçiyor; ünlü yazar, tanýnmamýþ yazarýn anlatým biçimini hiçbir zaman bulamýyor; olgunluk çaðýndaki usta, kendi portresini hiçbir zaman bu kadar tam ve canlý bir þekilde çizmeyi baþaramýyor. Gerçekten
de, bir sanatçýnýn karþýsýnda bir halk kütlesinin bulunmuþ olmasýnýn saðladýðý avantaj ne olursa olsun, sanatçý için, her zaman, yeri doldurulamayan bir kayýp vardýr: Yalnýz kendisi için konuþan o saflýðýn yitirilmiþ olmasý, huzurundan ve sadeliðinden bir þeyler yitirme, ancak anonimliðin (bilinmemenin, tanýnmamanýn) karanlýðý içerisinde mümkün olabilen o çocuksu içtenliðin uçup gitmesi. Edebiyatýn tam bir kölesi haline gelmemiþ her insan için, þan ve ün kazanmayla birlikte ruhun daha büyük bir utanç duymaya baþladýðý görülür; yalnýzca tanýnmayan birinin, herkesin merak duygusunu kendi üstüne çekip henüz yaralanmamýþ birinin sahip olduðu bu içtenliði, tiyatroya yaraþan sahte ya da yalancý bir þeyler bozmasýn diye, yazarýn özel hayatý bir maskenin ardýna gizlenmelidir. Genç Tolstoy için basit bir oyun olan tam ve sistemli bir otobiyografi düþüncesinin yeniden sanatçýnýn zihnini meþgul etmesi için bir yarým yüzyýl geçmesi gerekecektir (Tolstoy'da rakamlar Rus ülkesi kadar büyüktür). Ama, kendini dini düþüncelere kaptýrdýktan sonra bu görev ne kadar deðiþik bir þekil almýþtýr! Artýk yalnýzca kendini tanýmaya deðil, ayný zamanda bütün dünyanýn eðitilmesine ve deðiþtirilmesine yönelik insani, ahlaki ve pedagojik bir kutsal görev olmuþtur. -Ýnsanýn kendi hayatýný mümkün olduðu kadar doðru bir þekilde anlatmasý, her insan için büyük bir deðer taþýr ve bütün insanlar için de son derece yararlý olmasý gerekir-, diyor, ciddilikle. Ve seksen yaþýnda bir ihtiyarken, bu konuda kesinlikle haklý çýkmak için, büyük bir titizlik ve dikkatle hazýrlanmaya baþlýyor; ne var ki -gerçeðe tam olarak uyan böyle bir otobiyografinin, eserlerinin on iki cildini dolduran ve hiç de hak etmediði halde insanlar tarafýndan önemli olarak görülen bütün bu sanat gevezeliklerinden daha yararlý olduðunu- düþünmesine raðmen, iþe baþlar baþlamaz, vazgeçiyor. Gerçekten de, yýllar boyunca kendi hayatýný daha iyi tanýdýkça, gerçeði deðerlendirmesine imkan veren ölçü de daha belirgin bir hale geliyor ve insandan daha fazla þey bekliyor. Gerçek olan her þeyin, anlaþýlmasý güç ve deðiþmeye yatkýn çeþitli þekillere büründüðünü anlýyor ve yirmi üç yaþýndaki genç adam bir ayna gibi parlak yüzeyler üzerinde kaygýsýzca ve gürültülü bir þekilde patinaj yapmaktan çekinmediði halde, kendi sorumluluðunun bilincine varmýþ olan yetiþkin adam, kendini korkular içerisinde buluyor ve gerçeði arayan ve neyle karþýlaþacaðýný bilen biri olarak, cesaretini yitirerek geri çekiliyor. -Kaçýnýlmaz bir þekilde her otobiyografiye giren sahteliklerden ve yetersizliklerdenkorkuyor; -düpedüz bir yalan olmasa bile, böyle bir hikayenin iyi olan þeyleri sistemli bir þekilde ýþýða çýkaran, kötü olan þeyleri ise karanlýkta býrakan sahte bir aydýnlýkla yalancý bir hale gelmesinden- korkuyor. Ve açýksözlülükle þöyle diyor: -Buna karþýlýk, çýplak gerçeði yazmaya ve hayatýmdaki hiçbir kötü hareketi gizlememeye karar verdiðim zaman da, böyle bir otobiyografinin yapacaðý etkiden ürktüm.- Bir ahlakçý haline gelen ve artýk yalnýzca baþkalarýný ve baþkalarýnýn üzerinde yapacaðý etkiyi düþünen Tolstoy, böyle bir giriþimin tehlikelerini inceledikçe, -bencilllðin Kharybdis'iyle(Kharybdis: Messina Boðazýnda bir kayanýn dibinde meydana geldiðine inanýlan efsaneleþmiþ akýntý veya girdap. Yunan Mitolojisine göre, üzerinde incir aðacý bulunan büyük bir kayanýn dibinde yaþadýðý varsayýlan korkunç bir gürültü ile denizin dalgalarýný yutan ve her gün üç defa bunlarý tekrar, gerisin geriye kusan kadýn kýlýðýndaki deniz canavarý.) temiz ve samimi bir ruhun -çok fazla açýksözlülüðünün Skylla'sý(Skylla: Messina Boðazýnda Kharybdis'in karþýsýna düþen bir yerde bulunan büyük bir deniz kayalýðý. Yunan Mitolojisine göre, büyük bir resif'in karanlýk oyuðuna sadece baþlarý dýþarýda kalacak þekilde
yerleþmiþ, altý devasa boynu, korkunç diþleri, altý kafasý ve on iki ayaðý bulunan, balýklarý, ayý balýklarýný, yunuslarý yakalayýp yutan, gemilere saldýran, kadýn görünümündeki deniz canavarý. Ünlü kahraman Odysseus, gemisiyle Kharybdis'in önünden geçerken anafora kapýlýp büsbütün yok olmamak için, altý gemicisini Skylla'ya kaptýrmayý göze almýþtýr. -Kharybdis'ten kaçarken Skylla'ya yakalanmak- Batý dillerinde sýk sýk kullanýlan ve Türkçede -yaðmurdan kaçarken doluya tutulmak- anlamýna gelen bir deyimdir.) arasýnda iþin içinden sýyrýlmanýn imkansýzlýðýný daha iyi anlýyor; -iyilik ve kötülük açýsýndan- yazmayý düþündüðü ve Tolstoy'un kendi benliðini tehlikeli bir þekilde açýklayarak, hayatýnýn -bütün adiliðini ve utancýný- olduðu gibi ortaya dökmeyi tasarladýðý bu ahlaki otobiyografi projesi, tam ve kesin gerçek için duyduðu saygý yüzünden gerçekleþememiþtir. Ama bu kayba çok fazla üzülmeyelim, çünkü bu dönemle ilgili olarak elimizde bulunan yazýlar, mesela Ýtiraflar sayesinde, geçirdiði dini bunalýmdan sonra, Tolstoy'da, gerçeðe ulaþma ihtiyacýnýn, kendini kamçýlamak için duyduðu bir çeþit baðnazca þehvete dönüþtüðünü (týpký kendilerini kamçýlayan dini tarikata mensup olanlardaki gibi) ve bu yýllarda yapýlan her açýklamanýn kendisine karþý savurduðu þiddetli hakaretler halini aldýðýný kesinlikle biliyoruz. Bu son yýllarýn Tolstoy'u, artýk yalnýzca kendini anlatmak deðil, insanlarýn önünde kendini küçültmek, -itiraf etmekten utanç duyduðu þeyleri söylemek- istiyordu ve böylece, kendisi hakkýnda yine kendisi tarafýndan çizilen bu kesin tablo, yazarýn sözde -alçaklýklarýnýn- ve günahlarýnýn teþhir kazýðýna sýký sýkýya baðlanmýþ olmasý yüzünden, büyük bir olasýlýkla gerçeði bozmuþ olacaktý. Ayrýca, bundan vazgeçebiliriz de, çünkü Tolstoy'un bütün hayatýný kapsayan baþka bir belge var elimizde, Goethe'nin dýþýnda, bir þairin kendisi hakkýnda býraktýðý belki de en tam belge; bunun Goethe'de olduðu gibi tek bir eserde toplanmadýðý doðrudur, ama romanlarýnýn, mektuplarýnýn ve Günlüklerinin bütünü içerisinde, arada herhangi bir kopukluk veya eklenti olmaksýzýn çeþitli eserlere daðýlmýþtýr. Hemen hemen Rembrandt'ýn yaptýðý kadar sýk bir þekilde, her zaman kendi benliðiyle meþgul olan Tolstoy, ayrý ayrý dönemlerde, kendini eserlerinde, her seferinde kolayca tanýyabileceðimiz çeþitli tipler halinde çizmiþtir; bu derece uzun hayatý boyunca, dýþ hayatýnýn hiçbir önemli safhasý ve iç hayatýnýn hiçbir bunalýmlý dönemi yoktur ki, gerçek þairlerin yaptýðý gibi sembolik bir þekilde baþka birinin hayatýnda canlanmamýþ olsun. Kazaklar'daki soylu asteðmen Olenin, Moskova'nýn hüznünden ve tembelliðinden kurtulabilmek için tabiata ve bir mesleðe sýðýnan ve böylece benliðini bulmak isteyen Olenin, elbisesindeki en ufak bir ayrýma, yüzündeki en ufak bir kýrýþýða varýncaya kadar, týpý týpýna genç topçu yüzbaþýsý Tolstoy'un aynýdýr. Savaþ ve Barýþ'daki aðýrkanlý, düþünceli Pierre Bezuhov ve onun daha sonraki kardeþi, köy beyzadesi Levin, hayatýn anlamýný bulmak için yanýp tutuþan ve Tanrýyý arayan Levin, Anna Karennina'daki Levin, fizik yapýlarýna varýncaya kadar, bunalýmdan hemen önceki Tolstoy'un inkar edilmez bir þekilde aynýdýrlar. Peder Serge'nin papaz giysisi altýnda, kutsallýk uðruna savaþan ünlü yazarý herkes tanýyacaktýr; Þeytan'da yaþlanmakta olan Tolstoy'un þehvetli bir maceraya nasýl karþý koyduðunu, en belirgin tipi olan (bütün eserlerinde böyle bir tipe rastlanmaktadýr) Prens Nehludov'da, bütün niyetlerini ve ahlaki davranýþlarýný yansýttýðý vicdanýnýn bu yaratýcý aynasýnda, ideal Tolstoy'u, olmak istediði ve iç dünyasýnýn en derin katlarýnda gizlediði erkek tipini görüyoruz.
Karanlýklar Ýçerisindeki Iþýk'daki Sarizin bile, o derece saydam bir maske takmakta ve Tolstoy'un aile hayatýnýn trajedisinin her sahnesini o derece açýða vurmaktadýr ki, bugün bile bu rolü oynayan aktör büyük yazarýn maskesini takar. Tolstoy kadar geniþ bir insan tabiatý, kendini bir sürü kahramana daðýtmak zorunda kalmýþtýr; ancak onlarý inceleyerek ve gruplandýrarak, portreden portreye geçerek, eserinin uçsuz bucaksýz akýþý içerisinde hepsini bir araya getirdiðimiz zaman, yazarýn karmaþýk imajýný, kusursuz bir þekilde canlandýrmak imkanýný buluruz. Bunun içindir ki, Tolstoy'un eserlerini açýk ve seçik bir þekilde ve keskin bir gözle okumasýný bilen biri için, her türlü biyografi, onu anlatan her çeþit belge, kelimenin tam anlamýyla, gereksizdir; çünkü Tolstoy'u dýþtan bakarak inceleyen hiçbir kimse, ifadedeki açýklýk ve seçiklik bakýmýndan, kendi benliðini dikkatle inceleyen bu gözlemciyi aþamaz. O bizi, en tehlikeli çatýþmalarýnýn ortasýna götürür, en gizli duygularýný açýklar bize; Goethe'nin þiiri gibi Tolstoy'un nesri de, bütün bir hayat boyunca, imajdan imaja geçerek geliþen ve birbirini tamamlayan bir tek ve büyük itiraftan baþka bir þey deðildir. Tolstoy'un eserinin, nesir yazan sanatçýlarýn bize býrakmýþ olduðu otobiyografilerin baþýnda gelmesini saðlayan bu sürekliliktir iþte. Onun otobiyografisinde, Casanova'nýn tek bir parçadan oluþan ya da Stendhal'ýn parça parça, oraya buraya serpilmiþ otobiyografisine benzeyen bir þey yoktur. Týpký gölgenin bedenin peþinden gitmesi gibi, Tolstoy da yaratmýþ olduðu kiþilerde hiç durmadan kendini izlemekte, kendini bulmaya çalýþmaktadýr. Doðrusunu söylemek gerekirse, bu yöntem, kendisini canlý bir þekilde göstermek için duyulan bu ihtiyaç, hiçbir sanatçýya yabancý deðildir. Alabildiðine verimli olan ve çok yönlü bir kaderin olanca yükünü taþýyan bu adam, karþýlaþtýðý her olay sayesinde daha da verimli ve bereketli bir hale gelen bu adam, her zaman bir þair olarak kalmýþ, yarattýðý þeylerde kendisini sarhoþ eden coþkular kadar, baðrýný delip geçen bunalýmlar da üretmiþtir. Ne var ki, sanatçýlarýn birçoðu, Stendhal'ýn Fabrice'inde, Gottfried Keller'in Henri le Vert'inde, Joyce'un Stefan Dedalus'unda olduðu gibi, insanlarýn önüne tek ve sürekli bir maskeyle çýkmýþlardýr. Tolstoy ise, sürekli ve görülmemiþ deðiþmeleri yüzünden her on yýlda bir portresine yeni bir þekil vermiþtir; böylece biz onu deðiþmez ve tek bir kiþilik olarak deðil, çocuk ve genç, kaygýsýz bir asteðmen, mutlu bir eþ, onu Tanrýya doðru yükselten bunalýmýnda yeni bir Saül ve Paulus (Paulus: Ýsa'nýn havarilerinin en önemlilerinden biri ve Yeni Ahitteki on dört mektubun yazarý. Hýristiyan olmadan önceki adý Saül veya Saoul. Yahudiyken ilk Hýristiyanlara karþý çýkmasý ve onlara zulmetmesi ile tanýnýyor. Bir gün, Þam'a gidip oradaki Hýristiyanlarý katletmek için yola çýkýyor; ama yolda bir hayal görüyor ve bu hayal onu þiddetle etkileyerek Hýristiyanlýðý kabul etmesine sebep oluyor. Sonra da, Ýsa'nýn havarilerinden biri haline geliyor.) savaþçý ve nerdeyse kutsal bir kiþi, huzurlu ve kendi kendini sakinleþtiren bir ihtiyar olarak tanýyoruz, hiç durmadan deðiþen, yine de her zaman ayný kalan bir adam olarak görüyoruz; tek ve deðiþmez bir fotoðrafla ortak hiçbir yaný olmayan, hiç durmadan geliþen ve akýp giden bir film þeridindeki portreler gibi... Bununla birlikte, yazarýn eseri olan bu canlý portreler dizisine, kendisi hakkýnda yazdýðý düþüncelerden oluþan büyük tamamlayýcý kaynaklarý da katmak gerek: Günden güne, saatten saate, ölünceye kadar onun uyanýk ruhuna eþlik eden Günlüðünü ve mektuplarýný. Öyle ki, bu derece çeþitli görünüþleri olan
bu manevi dünya içerisinde, boþ ve keþfedilmemiþ bir yer, bir terra incognita hemen hemen hiç yoktur. Bütün sosyal sorunlar, aileyle, edebiyatla, destanla ilgili sorunlar, geçici ya da metafizik problemler orada tartýþýlýr. Goethe'den beri, bir þairin zihni ve ahlaki fonksiyonunu bu derece tam ve kesin bir þekilde yerine getirdiði hiçbir zaman görülmemiþtir. Bu olaðanüstü hayatýn içerisinde, Tolstoy, normal ve saðlýklý bir adamý, hiçbir tuhaf ya da patolojik yaný olmayan birini, ýrkýnýn kusursuz bir örneðini, ruh ve beden dengesinin sembolü olan, her an ve ayný soluk içerisinde hem ebedi benliði hem de evrensel -biz-i temsil eden bir adamý canlandýrdýðý için, Goethe'de olduðu gibi onda da, bu derece belgelenmiþ bir hayatýn akýþý içerisinde, insanlýðýn bir özetini buluyoruz. ::::::::::::::::: BUNALIM VE DEÐÝÞÝM -Bir insanýn hayatýndaki en önemli olay, kendi benliðinin bilincine vardýðý andýr; bu olayýn sonuçlarý en büyük iyiliðe de yol açabilir, en korkunç þeylere de.- (Kasým 1898) Manevi yaratýþýn akýþý içerisinde her tehlike bir lütuf, her engel, bir yardým ve insaný kurtarabilecek bir uyarýcýdýr, çünkü bilinmeyen güçleri ortaya çýkarmak ve yenilemek için bir araçtýr. Eðer bir varlýðýn dünya üzerinde etkili olmasý gerekiyorsa, durgunlaþmamasý gerekir, çünkü ruhun gücü, her türlü fizik güç gibi, hareketten ve deðiþiklikten kaynaklanýr; bir þair için halinden hoþnut olma, mekanik olarak yapýlan bir iþ ve kolayca izlenen bir yol kadar tehlikeli bir þey yoktur. Tolstoy meslek hayatý boyunca insana kendi benliðini unutturan bu rahatlýðý, insani varlýðýn bu mutluluðunu, sanatçýyý tehdit eden bu tehlikeyi ancak bir kere tatmýþtýr. Onu kendi benliðine doðru götürecek hac seferi boyunca, tatmin olmak nedir bilmeyen ruhu, seksen üç yýllýk bir hayat içerisinde ilk defa olmak üzere on altý yýllýk bir dönemde huzura kavuþabilmiþtir; evlendiði tarihten iki romanýný, Savaþ ve Barýþ ile Anna Karennina'yý bitirdiði tarihe kadar geçen zaman içerisinde, Tolstoy kendisiyle ve eseriyle barýþ halinde yaþamýþtýr. On üç yýl boyunca (1865-1878) Günlüðü, vicdanýnýn bir çeþit nöbetçisi olan Günlüðü de susmuþtur; Tolstoy, mutluluðu içerisinde kendini bütünüyle eserine vermiþ ve artýk kendini deðil, yalnýzca dünyayý gözlemekle yetinmiþtir. Yaratmakla uðraþtýðý için, problemler atmamýþtýr ortaya: Yedi çocuk ve en güçlü destani eserleri olan iki eser yaratmýþtýr; ancak o zaman Tolstoy bütün öteki insanlar gibi kaygýsýz bir þekilde, ailenin burjuvalara özgü ve onurlu bencilliði içerisinde, mutlu ve tatmin edilmiþ olarak yaþayabilmiþtir; çünkü -olup bitenlerin nedeni ve niçiniyle ilgili korkunç sorudan- kurtulmuþtur. -Artýk kendi durumum üzerinde derin derin düþünmüyorum (her türlü derin düþünce son bulmuþtu) ve izlenimlerimin temelinde bulunan þeyin ne olduðunu araþtýrmýyorum; ailemle olan iliþkilerimde, düþünmeden hissetmekle yetiniyorum. Bu durum bana, son derece büyük bir düþünce hürlüðü saðlýyor.Bir sanatçý olarak yaptýðý uzun hazýrlýklarýn ve çalýþmalarýn düzenli akýþý, benliðin kritik bir gözle incelenmesiyle engellenmiyor; ahlaki kiþiliðinin önünde nöbet tutan amansýz nöbetçi uyuklayarak bir yana çekiliyor ve sanatçýyý hareketlerinin serbest akýþýna,
duyularýnýn kusursuz oyununa býrakýyor. Tolstoy bu yýllar içerisinde üne kavuþmuþtur; servetini dört katýna çýkarmýþ, çocuklarýný yetiþtirmiþ, evini geniþletmiþtir; ama mutlu olmakla yetinmek, þan ve ünden gýna getirmek, zenginliðe gark olmak bu ahlak dehasýnýn uzun süre katlanabileceði þeyler deðildi. Her edebi yaratýþtan sonra asýl iþine, kendi kusursuzluðu üzerinde çalýþmaya dönecektir ve hiçbir Tanrý onun kulaðýna Zorunluluðun sesini duyurtmadýðý için ona doðru tek baþýna gidecektir. Hiçbir dýþ olay ona Kaderin soluðunu hissettirmediði için kendi trajik olayýný, kendi içinde yaratacaktýr. Çünkü hayat (ve özellikle de bu kadar güçlü bir hayat) her zaman çalkantýlý bir halde kalmak ister. Kaderin dünyanýn bulunduðu taraftan gelen dalgasý durur durmaz, ruh fýþkýracak yeni bir kaynak bulabilmek için kendi içini eþelemeye ve kazmaya baþlar: Varlýðýn devri hareketi donup kalmasýn diye. Elli yaþýna yaklaþýrken Tolstoy'un hissettiði, çaðdaþlarýný þaþkýna çeviren ve bir türlü açýklayamadýklarý þey, yani birdenbire sanattan uzaklaþarak dini konulara dönmesi, hiçbir zaman olaðanüstü bir olay olarak görülmemelidir; burada bir anormallik aramak boþuna olacaktýr. Olaðanüstü olan þey, Tolstoy'da her zaman olduðu gibi, hissedilen izlenimlerin þiddetidir. Gerçekten de, hayatýnýn ellinci yýlýnda Tolstoy'da kendini gösteren deðiþme, birçok insanda, daha az þiddetli olduðu için dikkati çekmeyen bir olaydan baþka bir þey deðildir: Bedeni ve ruhi organizmanýn yaklaþan ihtiyarlýða kaçýnýlmaz bir þekilde uyum saðlamasý, sanatçýnýn -bunalýmlý bir dönemi- dir, o kadar! Ruhi bunalýmýnýn baþlangýcýný kendisi þöyle özetliyor: -Hayat durdu ve hüzünlü bir hal aldý.- Elli yaþýndaki Tolstoy, plazmanýn esnekliðini yitirmeye baþladýðý ve ruhun donup kalma tehlikesiyle karþýlaþtýðý kritik geliþmesinin ölü noktasýna ulaþmýþtýr. Duyular artýk, yaratýcý hücrenin yumuþak kütlesine eskisi kadar güçlü bir þekilde girmeyi baþaramýyor; yavaþ yavaþ kýrlaþan saçlarýn rengi gibi, izlenimlerin rengi de soluyor. Goethe'nin de ayný þekilde bize bildirmiþ olduðu gibi, bu ikinci dönemin baþlarýnda, sýmsýcak duyularýn düzenli iþleyiþi, soðuk bir pres makinesinde donuk kavramlar haline geliyor: Özlü olan þey geçici bir þeye, portre sembole, çok renkli yaratma yeteneði düþüncelerin kalýplaþmýþ bir sýnýflamasýna dönüþüyor. Ruhun her türlü derin deðiþmesinde olduðu gibi, burada da, yeni bir insanýn ortaya çýkýþý, önce hafif bir fizik rahatsýzlýk veriyor; yabancý bir þeyin yaklaþtýðýný haber veren belirsiz bir duygu, henüz bilinmeyen bir þey. Ruhun buz gibi soðuk endiþesi, bir þeylerin eksildiðini ya da azaldýðýný bildiren korkunç bir korku tedirgin ruhu birdenbire ürpertiyor ve son derece duyarlý sinirlere sahip olan bedenin sismografý, gelmekte olan sarsýntýyý hemen kaydediyor. (Geçirmiþ olduðu deðiþimlerin her birinde Goethe'nin mistik hastalýklarý!) Ama burada henüz yeni yeni keþfedilmeye baþlayan bir alana giriyoruz; karanlýklardan gelen bu saldýrýyý ruh henüz açýklayamazken ve anlaþýlmayan bir tehlike karþýsýnda duyulan ürkek bir duygu ile titrerken, organizmada, daha þimdiden, psiko-fizik bir tepki olarak, savunma mekanizmasý çalýþmaya baþlamýþtýr; ve bütün bunlar, ne zekanýn ne de insan iradesinin herhangi bir rolü olmaksýzýn, yalnýzca tabiatýn akýl ermez bir önceden-görme yeteneði sayesinde gerçekleþmektedir. Çünkü, nasýl ki, daha soðuklar baþlamadan çok önce, hayvanlarýn bedeni birdenbire sýcacýk bir kýþ kürkü ile kaplanýyorsa, yaþlýlýðýn gelmek üzere olduðunu bildiren ilk belirtilerde de, en yüksek nokta aþýlýr
aþýlmaz, insan ruhu yeni bir koruyucu kýlýða bürünür, manevi bir giysiyle, koruyucu bir kýlýfla örtülür: Akþam vaktinde güneþin ýþýðýnýn yavaþ yavaþ çekilmeye baþladýðý bir sýrada üþüyüp de donmasýn diye... Bedenden ruha geçen, kaynaðý belki de salgý bezlerinin hücrelerinde olan ve yaratýcý üretimin son titreþimlerine varýncaya kadar yayýlan bu derin tepki, ergenlik çaðýnýn tam tersi olarak nitelemek istediðim bu tehlikeli dönem, manevi bir sarsýntý olarak, bir mizaç deðiþikliði halinde ortaya çýkar ve týpký ergenlik dönemi gibi bir bunalým olarak görünür; ne var ki, fizik görünüþleri açýsýndan yeni yeni incelenmeye baþlanan bu olayýn ruhi görünüþleri üzerinde hemen hiç durulmamýþtýr. Yaþ döneminin daha göze çarpacak þekilde ve daha klinik bir vaka olarak, gözle görülebilecek belirtilerle seyrettiði kadýnlarda, hiç deðilse bazý gözlemler yapmak mümkün olabilmiþtir; oysa erkekte, ayný yaþ deðiþikliði olayý daha çok beyinde cereyan eder ve yaratmýþ olduðu manevi sonuçlarla birlikte, hala psikoloji biliminin ýþýðý altýnda incelenmeyi beklemektedir. Çünkü bu tehlikeli dönüm noktasý, erkek için, hemen her zaman büyük deðiþikliklerin, bir þair ve bir düþünürün yapabileceði türden yüceltmelerin (sublimation) ortaya çýkmasýna elveriþli olan bir dönemdir: Kaný soðumaya baþlayan varlýðý korumak istermiþçesine gelen, duyularýn bozulmasýný manevi bir güçlenmeyle telafi eden, benlik duygusunun zayýflamasýný, hayati imkanlarýn azalmasýný dünya bilincinin artmasýyla gideren her þey bu dönemde ortaya çýkar. Ergenlik çaðýný tehlikeli bir biçimde atlatanlar için ayný þekilde tehlikeli, ateþli bir mizacý olanlar için ayný derecede þiddetli, yaratýcý olanlar için ayný derecede verimli olan bu kritik dönem, böylece, düþünce bakýmýndan yaratýcý olan bir çaðýn baþlangýcýdýr: Farklý bir biçimde de olsa, düþünce faaliyetinin yeniden kazanýlmasý, en yüksek noktasý ile en alt noktasý arasýnda gidip gelmesidir. Bütün büyük sanatçýlarda bu kaçýnýlmaz bunalým anýna rastlýyoruz, ama bu bunalým dönemi hiçbirinde, Tolstoy'da olduðu, kadar þiddetli bir þekilde, bir yanardaðýn patlak vermesi gibi ortaya çýkmýyor ve bu derece yýkýcý olmuyor. Olumlu bir açýdan, kolaya kaçan bir objektiflik açýsýndan bakýldýðýnda Tolstoy'un baþýna gelenler aslýnda çok normaldir: Yalnýzca yaþlandýðýný hissediyor, hepsi bu. Birkaç diþini kaybediyor, hafýzasý zayýflýyor. Bazen zihnine bir yorgunluk çöküyor: Elli yaþýndaki bir insan için sýradan, günlük olaylardýr bunlar. Ama Tolstoy, kuvvetle dolup taþan bu adam, içinden büyük ve zengin kaynaklarýn fýþkýrdýðý bu insan tabiatý, sonbaharýn bu ilk esintisiyle, kendini solup gitmiþ ve ölmek üzereymiþ gibi hissetmektedir. Þöyle düþünüyor: -Ýnsan artýk yaþama sarhoþluðunu duyamaz hale geldiyse, yaþamasý mümkün deðildir.- Hayati güçlerinin zayýfladýðýný ve soðumaya baþladýðýný gösteren ilk belirtilerle birlikte, olaðanüstü saðlýklý olan bu adam kendini nevrastenik bir ruh çöküntüsüne, þaþkýnlýðýn verdiði bir tedirginliðe kaptýrýyor; hemen silahlarýný indiriyor ve teslim oluyor. Ne uyuyabiliyor, ne yazý yazabiliyor, ne de düþünebiliyor: -Ruhum uyukluyor ve uyanamýyor; iyi deðilim, cesaretim yok.-Can sýkýcý ve tatsýz Ana Karennina- nýn sonu, peþinden sürüklediði bir zincir gibi... Birdenbire saçlarý kýrlaþýyor; alnýnda kýrýþýklýklar oluþuyor, midesi isyan bayraðýný çekiyor, eklemleri zayýflýyor. Kasvetli bir hareketsizlik içerisine gömülüyor ve -hiçbir þeyin artýk onu neþelendiremiyeceðini, hayattan beklediði hiçbir þey kalmadýðýný, yakýnda öleceðini- söylüyor ve Günlüðünde birbiri ardýnca þu iki kesin þeyden söz ediyor: Önce -ölüm korkusu-ndan
ve daha sonra, birkaç gün geçtikten sonra, -yalnýz baþýna ölmek gerektiði-nden (Tolstoy'un metninde Fransýzca olarak yazýlmýþ bu cümleler). Oysa ölüm, onun canlýlýðýndan, hayat dolu oluþundan söz ederken açýklamaya çalýþtýðým gibi, bu hayat dolu dev için düþüncelerin en korkuncudur; bu yüzden, kuvvetinin korkunç aðýnýn birkaç noktasýnda bir gevþeme, bir çözülme olduðunu fark eder etmez bütün varlýðý titremeye baþlýyor. Ne var ki, kendi benliðini dahilere özgü bir þekilde tanýyabilen bu adam, sonun yaklaþtýðýný bildiren bir þeyin kokusunu aldýðý zaman büsbütün de yanýlmýþ olmuyor; çünkü bu bunalýmda ilkel Tolstoy'dan gerçekten de bir þeyler ölüyor: Kuvvetle dolup taþan adam deðil de, dünyayý objektif ve deðiþmez bir veri olarak kabul eden, kendi bedeni kadar gerçek ve onun gibi kendisine ait bir þey olarak gören hür ve kaygýsýz sanatçýdýr can veren. O zamana gelinceye kadar Tolstoy, dünyaya metafizik anlamýnýn ne olduðunu hiçbir zaman sormamýþtý; bir sanatçýnýn, modelini seyretmesi gibi seyretmiþti dýþ dünyayý ve olup bitenleri bir çocuðun tabii neþesiyle karþýlamýþtý; resimlerini çizdiði olaylar her zaman uysal bir þekilde onun karþýsýnda duruyorlardý ve yaratýcý ellerinin okþamalarýna ve kucaklamalarýna karþý koymuyorlardý. Birdenbire bu objektif ve artistik seyrediþ, hayatý yeniden yaratmak amacýný güden bu bakýþ, güvensizlikle dolu olan ruh için imkansýz hale geliyor; o saf ve temiz birlik yýkýlýyor, evrenle benlik arasýnda birdenbire soðuk ve küflü büyük bir uçurum açýlýyor. Nesneler Tolstoy'a artýk ayný yakýnlýðý göstermiyorlar, kendilerini ona tümüyle vermiyorlar. Kendisinden bir þeyler sakladýklarýný, bir yanlarýný, arka taraflarýný, gölge gibi bir þeylerini gizlediklerini, karanlýk, tehlikeli, sözle anlatýlamýyan bir þeyler gizlediklerini biliyor; insanlarýn en iyi þekilde göreni, hayatta bir sýrrýn bulunduðunu seziyor, hayatýn, yalnýzca maddi duyularý ile kavrayamýyacaðý bir anlamý olmasýndan þüpheleniyor; hayatýn derin karanlýklarýnda var olan þeyi kavrayabilmek için, yepyeni bir araca, daha geliþmiþ bir araca, daha bilinçli ve düþünceli bir göze ihtiyacý olduðunu anlýyor. Ýster istemez, bundan böyle, her olayýn manevi anlamýný aramak ve birbirine en yabancý olan þeylerde bile ortak bir kaderin varlýðýný ve baðýný görmek zorunda kalýyor. Örnekler, içteki bu büyük deðiþmeyi daha somut bir þekilde açýklama imkanýný verecektir. Savaþ sýrasýnda Tolstoy yüz kere insanlarýn öldüðünü görmüþ, ama onlarý öldürme hakkýna sahip olup olmadýðýmýzý kendine sormaksýzýn, o insanlarýn kanlý sonlarýný, bir ressam ya da þair olarak veya yalnýzca þekillerin görüntüsünü hassas bir þekilde kaydeden bir retinaya sahip bir göz olarak canlandýrmýþ ve anlatmýþtýr. Oysa þimdi Fransa'da bir suçlunun baþýnýn giyotinin altýndan yuvarlandýðýný görür görmez, içinde bütün insanlýða baþ-kaldýran ahlaki bir güç hissediyor. Bir efendi, bir baron, bir kont olarak, bin kere, atla köylülerinin yanýndan geçmiþ, hayvanýn dört nala geçiþi onlarýn elbiselerini toza bularken, kölelerinin verdiði alçakgönüllü selamlarý, kayýtsýzlýkla, tabii ve apaçýk bir þeymiþ gibi kabul etmiþti. Ama þimdi, onlarýn yalýnayak olduklarýný, yoksul olduklarýný, her türlü haktan yoksun ürkek bir hayat sürdüklerini fark ediyor ve þu endiþe verici soruyu soruyor kendine: Onlarýn yoksulluðu ve sefaleti karþýsýnda kayýtsýz kalmaya hakký var mý? Moskova'da pek çok defa, kýzaðý, soðuktan donmuþ bir sürü dilencinin yanýndan gürültülü bir þekilde geçip gitmiþti ve o baþýný bile çevirip bakmamýþ, onlara en ufak bir dikkat bile göstermemiþti; yoksulluk, sefalet, zulüm, askerlik, hapishaneler, Sibirya, bütün bunlar onun için kýþýn yaðan kar ya da fýçýdaki su kadar tabii olan olgulardý; ama þimdi bir sayým sýrasýnda, birdenbire uyanan zihni, iþçi sýnýfýnýn korkunç
durumunda, kendi zenginliðine karþý bir suçlama görüyor. Ýnsanlarý yalnýzca -incelenecek ve gözlenecek- basit bir materyel olarak görecek yerde onlarýn çaðrýlarýna kulak vermeye ve kardeþçe birtakým yükümlülükler yüklenmeye baþladýðýndan beri, ölümden aldýðý mesajla kendi kaderinin tüm insanlarýn kaderine --üzerlerinde ölümün gölgesinin dolaþtýðý bütün insanlarýn kaderine-- baðlý olduðunu anladýðýndan beri, varlýðýn o sakin ve resmi yapýlacak kadar güzel olan düzeni, vicdanýndaki depremin sallantýlarýyla sarsýlmýþ ve ruhunun üzerine yýkýlmýþtýr; artýk hayatý sanatçýnýn soðuk gözleriyle seyredemez olmuþtur; her olayýn anlamýnýn ya da anlamsýzlýðýnýn, haklý ya da haksýz oluþunun nereden kaynaklandýðýný hiç durmadan kendine sormak zorundadýr artýk; insanlarla ilgili her þeyi, artýk kendi benliðiyle olan iliþkisi bakýmýndan, egosantrik olarak ya da kendi iç dünyasýna yansýtarak deðil, sosyal olarak, kardeþçe, dýþa yönelerek hissetmektedir; herkesle ve her bir insanla olan birliðinin bilinci, onu bir hastalýk gibi -yakalamýþtýr-. -Düþünmemeli: Çok acý bir þey bu-, diye içini çekmektedir. Þimdi, vicdanýnýn gözü açýlýr açýlmaz, insanlýðýn çektlði acý, temel acý, bundan böyle, geri dönülmez bir þekilde, en kiþisel iþi olmuþtur. Hiçlikten, yokluktan duyduðu mistik korku onu varlýðýn yeni bir gözlemcisi, yepyeni bir yaratýcý haline getirmiþtir; sanatçý, kendi benliðinden büsbütün vazgeçerek, dünyasýný bir kere daha ve bu sefer ahlak yasasýna göre yeni baþtan kurma görevini yüklenmiþtir. Ölümün egemen olduðunu sandýðý yerde, yeniden doðuþun mucizesi gerçekleþmiþtir; tüm insanlýðýn, yalnýzca sanatçý olarak deðil, bütün insanlar içerisinde -insan- adýný taþýmaya en layýk olaný olarak saygý duyduðu yeni bir Tolstoy doðmuþtur. Ama o zamanlar, çöküþün bu ezici anýnda, -uyanýþ-tan önce gelen o belirsiz anda (Tolstoy daha sonra, sakinleþtiði zaman, o andaki durumunu bir endiþe ve tedirginlik hali olarak nitelemiþtir) þaþkýn bir halde bulunan yazar, bu alt-üst oluþun bir geçiþ dönemi olduðunu henüz sezemiyor. Vicdaný aydýnlanmadan önce, kendini tam anlamýyla körmüþ gibi hissediyor, etrafýnda kaostan --karýþýklýktan-- ve çýkýþ yolu olmayan bir geceden baþka bir þey görmüyor. Dünyasý yýkýlmýþtýr; dehþetten yarý boðulmuþ bir halde þaþkýn þaþkýn karanlýða bakýyor ve orada hiçbir iþaret, hiçbir belirti göremiyor. -Hayat bu kadar korkunçsa, ne diye yaþamalý?- diye soruyor kendine; böylece Eski Ahitteki Vaiz'in ebedi sorusunu ortaya atmýþ oluyor. Tarlamýzý ölüm için sürmekten baþka bir þey yapamýyacaksak, ne diye zahmete katlanmalý? Umutsuz bir þekilde, dünya denen bu karanlýk mahzenin duvarlarýný yokluyor, bir yerlerde bir çýkýþ yolu var mý, bir kurtuluþ çaresi var mý, bir ýþýk kývýlcýmý, yýldýzlar kadar uzak bir umut ýþýðý var mý diye? Ve hiç kimsenin ona dýþarýdan bir kurtuluþ ve aydýnlýk getiremeyeceðini görünce, onu boðan bu karanlýklardan çýkabilmek için, sistemli ve yöntemli bir þekilde yavaþ yavaþ bir dehliz kazýyor. Böylece 1879'da bir kaðýt üzerine -bilinmeyen sorular- olarak þunlarý yazýyor: a) Niçin yaþamalý? b) Hayatýmýn ve baþkalarýnýn hayatýnýn sebebi ne? c) Hayatýmýn ve baþkalarýnýn hayatýnýn gayesi ne? d) Kendi içimde hissettiðim þu iyilik ve kötülük ikiliði ne anlama geliyor ve niçin var?
e) Nasýl yaþamalýyým? f) Ölüm nedir? Kendimi nasýl kurtarabilirim? -Kendimi nasýl kurtarabilirim?- -Nasýl yaþamalýyým?- Tolstoy'un attýðý korkunç çýðlýk, bunalýmýn pençelerinin, çarpan kalbinden söküp çýkardýðý çýðlýk buydu iþte! Ve bu çýðlýk bundan böyle, otuz yýl boyunca, dudaklarý gücünü yitirinceye kadar çýnlayýp duracaktýr. Duyulardan gelen mutluluk mesajýna artýk inanmýyor! Sanat onu avutmuyor, kayýtsýzlýk uçup gitmiþ, gençliðinin ateþli sarhoþluðu acýmasýz bir þekilde daðýlmýþ; hiçliðin derinliklerinden, hayatýn etrafýnda dönüp duran ölümün görünmez ülkesinden gelen buz gibi bir soðuk her yaný kaplamýþ. -Kendimi nasýl kurtarabilirim?- Bu çýðlýk gitgide daha þiddetli, daha tutkulu bir hal alýyor, çünkü görünüþte anlamdan yoksunmuþ gibi duran bu dünyanýn bir anlamý olmamasý mümkün deðil, þüphesiz ellerimizle tutamýyacaðýmýz, gözlerimizle göremeyeceðimiz, bilimle ölçüp biçemeyeceðimiz bir anlam bu, ama her türlü gerçeðin üstünde olan bir anlam. Çünkü akýl yalnýz baþýna ancak hayatý anlamak için yeterlidir, ölümü anlamak için deðil; bunun içindir ki, o zamana kadar bir nihilist olan bu adam, kavranýlmaz olaný kavrayabilmek için yepyeni ve çok farklý bir manevi yeteneðin var olmasý gerektiðini anlýyor; ve bir duyu adamý olan bu inançsýz adam, korkunun yiyip bitirdiði, dehþetin paramparça ettiði bu dizginlenemeyen yaratýk bu yeteneði kendi içinde bulamadýðý için, media in vita (hayatýn ortasýnda), yolunun ortasýnda, birdenbire, alçakgönüllülükle Tanrýnýn önünde diz çöküyor, elli yýl boyunca kendisini son derece mutlu etmiþ olan dünya-bilimini hor görerek bir yana atýyor ve içinden doðan bir inançla, ateþli bir þekilde þöyle yalvarýyor: -Bana bu gücü ver Tanrým ve baþkalarýnýn da onu bulmasýna yardýmcý olmamý saðla lütfen!::::::::::::::::: SÖZDE HIRÝSTÝYAN -Yazýk! Yalnýzca Tanrýnýn huzurunda yaþamak ne kadar güç, yerin altýna gömülmüþ ve oradan hiçbir zaman çýkamýyacaklarýný bilen insanlar gibi yaþamak ne kadar güç! Ve kimse onlarýn nasýl yaþamýþ olduklarýný bilmeyecek! Ama gerekiyor, böyle yaþamak gerekiyor, çünkü yalnýzca böyle bir hayata hayat denebilir. Yardým et bana Tanrým!- (Tolstoy, Günlük, Kasým 1900) -Bana inanç ver Tanrým- diye umutsuzca haykýrýyor Tolstoy, Tanrýya, o zamana kadar inkar ettiði Tanrýya. Ama öyle görünüyor ki, Tanrý, kendi iradesinin ortaya çýkmasýný alçakgönüllülükle bekleyecek yerde, onu bu derece þiddetle isteyenlerden kendini esirgiyor. Çünkü Tolstoy, inanca ulaþmaya çalýþýrken de, temel kusuru olan o tutkulu sabýrsýzlýðý gösteriyor yine. Ýstemek yetmiyor ona; hayýr, hemen kendisine verilmesi gerek, bir gecede, þüphelerinin balta girmemiþ ormaný içerisinde bir yer açabilmek için, hazýr ve kullanýlabilir bir balta gibi hemen verilmesi gerek; çünkü soylu efendi, hizmetçilerinin kendisinin her dediðini çarçabuk yerine getirmelerine alýþmýþ; ve göz açýp kapayýncaya kadar geçen bir zaman içerisinde, keskin gözleri ve hassas kulaklarýyla ona dünyanýn bütün bilgisini aktaran duyularý da þýmartmýþ
onu; iradeli; kaprisli ve bir efendiye baðlý olmayan bu adam sabýrla beklemek istemiyor. Yukarýdan gelen ýþýðýn yavaþ yavaþ kendi içerisine süzülmesini görmek için sabýr ve sebatla derin düþüncelere dalan bir keþiþ gibi beklemek istemiyor; hayýr, kararan ruhunda gün ýþýðýnýn aydýnlýðýnýn hemen görünmesini istiyor. Ateþli ruhu, bir tek sýçramayla, bir tek atýlýmla bütün engelleri aþarak, -hayatýn anlamýný- kavramak, -Tanrýyý tanýmak-, -Tanrýyý düþünmek- istiyor, kutsallýða karþý nerdeyse saygýsýzlýk denebilecek bir cüretle böyle yazýyor. Ýnancý, Hýristiyan olmayý, alçakgönüllü olmayý, Tanrýda var olmayý hemen öðrenmek istiyor. Þimdi kýr saçlý yaþlý biri olduðu halde, Yunanca ve Ýbraniceyi nasýl çabucak ve kolayca öðreniyorsa, bütün bunlarý da ayný çabukluk ve kolaylýkla öðrenebilmeyi umuyor, altý ay içerisinde ya da hiç deðilse, hýzla geçen bir yýl içerisinde birdenbire pedagog, teolog ya da sosyolog olmak istiyor! Ama insanýn içinde inanmaya yatkýn olmasýný saðlayacak en ufak bir tohum bile yoksa, birdenbire nereden bulacak inancý? Bir gece içerisinde nasýl olup da merhametli, iyi, alçakgönüllü ve Fransisken rahipleri gibi yumuþak olacak? Elli yýl kadar bir süre boyunca bilinçli ve adamakýllý sert bir nihilist olarak, dünyayý titiz bir gözlemcinin hoþgörüsüz gözüyle yargýladýktan ve dünyada kendi benliðinden daha önemli ve gerekli hiçbir þey bulamadýktan sonra, bütün bunlarý nasýl baþaracak? Taþ gibi sert olan bu iradeyi, bir anda, insanlar için duyulan hoþgörülü bir sevgiye nasýl dönüþtürecek? Bütün varlýðýný üstün bir güce, bütün evreni yöneten bir güce teslim etmekten baþka bir þey olmayan inancý nerede bulacak, nerede öðrenecek? Þüphesiz, daha önceden inanç sahibi olanlarýn ya da hiç deðilse sahip olduklarýný sananlarýn yanýnda, diyor Tolstoy kendi kendine: Mater orthodoxa'nýn, iki bin yýldan beri Ýsa'nýn yüzüðünü saklayan Kilisenin yanýnda. Leon Tolstoy hemen (çünkü bu sabýrsýz adam, kendine bir an bile süre tanýmýyor) ikonalarýn önünde diz çöküyor, oruç tutuyor, manastýrlarý ziyaret ediyor, papazlar ve piskoposlarla tartýþýyor ve Ýncil'i sayfa sayfa okuyup yutuyor. Üç yýl süreyle tam bir inanca ulaþabilmek için kendini zorluyor; ama Kilisenin havasý, onun daha þimdiden donmuþ ruhuna boþ bir buhur kokusu ile buz gibi bir ürpermeden baþka bir þey vermiyor. Çok geçmeden, hayal kýrýklýðýna uðrayarak, Ortodoks Kilisesinin doktriniyle kendisi arasýndaki kapýyý ebediyen kapatýyor. Hayýr, Kilisenin gerçek bir inancý yok, daha doðrusu, hayat iksirini kurutuyor, israf ediyor ve sahte bir hale getiriyor. Bu yüzden daha öteleri araþtýrýyor: Belki de, filozoflar, düþünce ustalarý, -hayatýn anlamý- dediðimiz bu korkunç þeyi daha iyi biliyorlardýr. O zamana kadar duyularýn alanýnýn dýþýnda kalan. her þeye yabancý olan Tolstoy, tutkuyla, nerdeyse öfkeyle, karmakarýþýk ve düzensiz bir þekilde, bütün çaðlarýn filozoflarýný okumaya baþlýyor (birçoðunu da sindiremeyecek, anlayamýyacak kadar çabuk okuyor);. önce her hüzünlü ruhun ebedi yoldaþý olan Schopenhauer'i okuyor, sonra Sokrates'i, Platon'u, Muhammet'i, Confucius'u, Lao-Tse'yi, mistikleri, Stoalýlarý, septikleri ve Nietzsche'yi okuyor. Ama çok geçmeden kitaplarý kapatýyor. Kitaplarda da, bu dünyayý açýk ve seçik olarak görme imkanýný verecek farklý bir araç yok, kendisinin sahip olduðundan, nesneleri acý acý seyreden bu keskin zekanýn sahip olduðundan farklý bir araç yok; onlar da bilmekten çok, soru soruyorlar; onlar da Tanrýda huzur bulmayý deðil, Tanrýyý tanýmanýn sabýrsýzlýðýný
dile getiriyorlar. Endiþeli bir ruhun huzura kavuþmasý için deðil, düþünce için birtakým sistemler yaratýyorlar; avuntu deðil, bilgi veriyorlar. Acýlar içinde kývranan ve derdine bilimsel yolla çare bulamayan bir hasta, iyileþebilmek için nasýl yaþlý kadýnlarýn hazýrladýðý ilaçlara (kocakarý ilaçlarýna) ve köylerdeki kaplýcalara baþvurursa, ayný þekilde Tolstoy da, Rusya'nin bu en büyük fikir adamý da, hayatýnýn ellinci yýlýnda, gerçek inancý onlardan öðrenebilmek için köylülerin, -halkýn- yanýna gidiyor, cahillerin yanýnda bilgeliði öðrenebilmek için... Evet, kitaplarýn bozmadýðý bu okuma-yazma bilmeyen insanlar, iþte onlar, fakirler ve bahtsýzlar, þikayet etmeden acý çekenler, ölüm kapýlarýný çalýnca, hayvanlar gibi bir köþeye büzülüp sessizce yatanlar, düþünmedikleri için þüphe de etmeyenler, sancta simplicitas olanlar (kutsal sadelik)... Bütün bu insanlarýn herhalde bildikleri bir sýr olmalý, aksi takdirde yoksulluðun demir boyunduruðu altýna baþlarýný böylesine bir tevekkülle eðemezlerdi. Saflýklarý içinde, keskin bir düþüncenin ve bilgeliðin bilmediði bir þeyi bilmiþ olmalarý gerek ve bu yüzden de zeka bakýmýndan geri olmalarýna raðmen, ruh bakýmýndan bizden daha ilerideler. -Bizim yaþama biçimimiz yanlýþ, onlarýnki doðru- diye düþünüyor Tolstoy; bunun içindir ki, Tanrý, onlarýn sabýrlý hayatý içerisinde açýk ve seçik bir þekilde gösteriyor kendini; oysa bilimin susuzluðunu duyan düþünce, -havai ve þehvetli açgözlülüðü- ile, bizi, kalpten gelen ýþýðýn gerçek kaynaðýndan uzaklaþtýrýyor. Eðer bir avuntularý olmasaydý, içlerinde kurtarýcý bir sihirli ot yeþermeseydi, bu derece sefil bir hayata böylesine bir huzur, kayýtsýzlýk ve neþeyle katlanamazlardý: Kendi içlerinde bir sýr, bir inanç, onlarý hayatlarýnýn kurþun gibi aðýrlýðýnýn üstüne yükselten bir þeyler gizli olmalý. Basit insanlar sayesinde, yalnýzca onlar sayesinde, -Tanrýnýn halký- sayesinde, diyor Tolstoy, zekalarý zayýf olan, alabildiðine bir alçakgönüllülükle, saf bir þekilde kendilerini iþe veren bu insanlar sayesinde -doðru- olan hayatý öðrenebiliriz, acýmasýz bir hayata ve ondan daha da acýmasýz olan bir ölüme katlanmayý ve büyük bir sabýr göstermeyi öðrenebiliriz. O halde, dosdoðru onlara gidelim ve onlarla birlikte yaþayarak, tanrýsal sýrrý bu insanlardan öðrenelim. Soylu giysilerimizi çýkaralým ve köylülerin gömleðini geçirelim sýrtýmýza, nefis yemeklerle donanmýþ masalardan veya yararsýz kitaplardan uzaklaþalým: Bundan böyle bedenimizi yalnýzca tertemiz otlarla, hayvanlarýn nefis sütüyle besleyelim, ruhumuz da yalnýzca alçakgönüllülükle ve saf bir sadelikle beslensin. Böylece, Yasnaya Polyana'nýn efendisi, dahasý, manevi bakýmdan binlerce insandan üstün olan Leon Nikolayeviç Tolstoy, saban sürmeye baþlýyor, geniþ sýrtýna fýçýyý vurup çeþmeden su taþýyor ve köylülerinin arasýnda yorulmak nedir bilmez bir gayretle çalýþarak baþaklarý biçiyor. Anna Karennina'yý ve Savaþ ve Barýþ'ý yazan el, þimdi kendisinin biçtiði kundurasýnýn tabanýna ziftli kunduracý biz'ini sokup çýkarýyor, odasýnýn tozlarýný süpürüyor ve elbiselerini dikiyor. -Kardeþleri-ne çarçabuk yaklaþmalý, onlarla hemen sýký fýký olmalý; önemli olan þey bu. Leon Tolstoy yalnýzca iradesinin geçici bir gayretiyle -halk-tan biri olmayý ve böylece -Tanrýnýn istediði gibi bir Hýristiyan- olmayý umuyor. Henüz yarý-köle olan köylüleri bulmak için köye iniyor; onlarý evine davet ediyor; ve köylüler, aðýr kunduralarýyla cilalý parkeler üzerinde hantal hantal yürüyorlar; -barin-in, -lütufkar efendileri-nin kendileri için kötü bir þey düþünmediðini, korktuklarý gibi vergileri ve çiftlik kiralarýný
yine arttýrmayacaðýný, ama tuhaf þey (tedirgin bir þekilde birbirlerine bakarak baþlarýný sallýyorlar) yalnýzca onlarla Tanrý üzerinde konuþmak istediðini anlayýnca rahat bir soluk alýyorlar. Yasnaya Polyana'nýn iyi yürekli köylüleri, efendilerinin bir kere daha buna benzer bir þey yaptýðýný hatýrlýyorlar; o zaman Kont hazretleri okulla meþgul olmuþtu ve bir yýl boyunca okula gelip çocuklara ders vermiþti (daha sonra bu iþten sýkýlmýþtý). Peki ama þimdi ne istiyor? Onun konuþmasýný güvensizlikle dinliyorlar; çünkü baþka bir kýlýða bürünmüþ olan bu nihilist, alçakgönüllülüðün sýrrýný ve inanca nasýl ulaþabileceðini öðrenebilmek için, Tanrýya doðru yükselme savaþýnda gerekli olan stratejiyi öðrenebilmek için, tam bir casus gibi sokuluyor -halk-ýn arasýna. Ama bu zoraki kazançlar ancak sanata ve sanatçýnýn iþine yarýyor; Tolstoy, en güzel efsanelerini, o köylü hikayecilere borçludur; dili köylülerin safça teþbihler yapmak için kullandýklarý kelimelerle daha fazla bir zenginlik ve güzellik kazanýyor. Ruh sadeliðinin sýrrý ise öðrenilemez; Dostoyevski, Anna Karennina yayýmlandýðý sýrada, Tolstoy'un portresi olan Levin için peygamberce bir sezgiyle þöyle demiþti: -Levin gibi adamlar, istedikleri kadar uzun bir süre halkla beraber yaþasýnlar, hiçbir zaman halktan biri olamazlar: Kendini beðenme ve irade gücü ne derece hevesli olursa olsun, halka kadar inme arzusunu ta içinden duymak ve bunu baþarmak için yeterli deðildir.- Dahice bir önsezi ile gerçeði gören bu adam, burada, Tolstoy'un iradesinde meydana gelen deðiþikliðin psikolojik merkezine parmak basýyor ve ondaki zorlamayý, umutsuz bir insanýn sözde Hýristiyanlýðýný ve doðuþtan gelen tabii bir sevgiden deðil de, ruhun umutsuzluðundan kaynaklanan bu halk-kardeþliðinin, halka karþý duyulan bu yakýnlýðýn gerçek yüzünü ortaya çýkarýyor. Gerçekten de, bir düþünür, bir fikir adamý olan Tolstoy, kendisini kaba saba bir insan ve bir köylü haline getirmek için var gücüyle ne kadar uðraþýrsa uðraþsýn, her þeye kucak açan o geniþ felsefesinin yerine, hiçbir zaman bir Rus köylüsünün sýnýrlý ruhunu koyamýyacaktýr; onun gibi hep gerçeðin peþinde koþan bir ruh, hiçbir zaman bir kömürcünün karýþýk ve belirsiz inancýnýn düzeyine inemeyecektir. Verlaine'in yaptýðý gibi, hücresinde birdenbire diz çöküp de -Tanrým bana sadelik ve basitlik ver!demek, göðsümüzde hemen alçakgönüllülüðün gümüþ dalýnýn çiçeklenmesi için yeterli deðildir: Ýnsan öðretmiþ olduðu þeyleri önce gerçekten yaþamalý, gerçekten öyle olmalý'dýr. Acýma duygusunun esrarlý gücüyle halkla iliþki kurma ve vicdanýn büyük bir dindarlýktan duyduðu tatmin, bir ruhun içerisine bir anda, týpký bir elektrik kontaðý gibi birdenbire yerleþemez. Köylü gömleðini sýrtýna geçirmek, kvas içmek, tarlalarý biçmek, eþitliðin bütün bu dýþ görünüþleri, bir oyun oynarmýþçasýna kolayca gerçekleþse bile, ruh kendisinin kaba saba bir hale getirilmesine hiçbir zaman fýrsat vermez; bir insanýn açýk ve seçik bir þekilde görme yeteneði de, keyfimiz öyle istiyor diye, bir gaz alevi gibi kýsýlamaz. Bir zihnin parlaklýðý, ýþýklý gücü doðuþtan gelen ve bozulmayan bir þeydir, bir insanýn kaderi ve güzelliðidir; insan iradesini aþan, onun ötesinde olan bir güçtür bu ve her zaman uyanýk kalma gibi en yüksek görevini yerine getirememe tehlikesiyle karþý karþýya bulunduðunu hisseder etmez, eskisinden de parlak bir hal alýr. Doðuþtan gelen bilgimizi ruh çaðýrma egzersizleriyle bir derece bile arttýrmak ve daha üstün bir bilime yükselmek nasýl mümkün deðilse, ayný þekilde, zihnimizin de, iradenin ani bir hareketiyle, basitliðe doðru bir derece bile olsun inmesi mümkün deðildir.
Tolstoy'un, çok geçmeden, bir iradenin --kendisininki gibi güçlü de olsa-- bir gece içerisinde düþüncesindeki karmaþýklýðý bir nitþevo'nun basitliðine indirmesinin mümkün olmadýðýný anlamamasý imkansýzdý; ve þu olaðanüstü sözü ondan baþka hiç kimse (aslýnda, daha sonra) söyleyemezdi: -Düþünceye karþý zora baþvurmak, güneþi balçýkla sývamaya benzer: Güneþin ýþýklarýný neyle örtmeye çalýþýrsak çalýþalým, her zaman üste çýkacaklardýr.- Her zaman haklý çýkmak isteyen efendinin sert, kavgacý ve otoriter düþüncesinin saf ve sürekli bir alçakgönüllülük duygusuna yatkýn olmadýðýný sonunda kabul etmek zorunda kalmýþtýr. Köylüler de, --her ne kadar kendileri gibi giyinmiþ de olsa ve görünüþte onlarýn alýþkanlýklarýný paylaþsa da-- Tolstoy'u hiçbir zaman gerçekte kendilerinden biri olarak görrnemiþlerdir; herkes Tolstoy'un bu davranýþýný tam bir deðiþme olarak deðil, yalnýzca bir kýlýk deðiþtirme olarak görmüþtür. Yakýnlarý, karýsý, çocuklarý, babuþka, gerçek dostlarý (profesyonel Tolstoy'cu deðildi bunlar) daha iþin baþýndan beri -Rus milletinin bu büyük þairinin- kendi tabiatýna aykýrý bir alana --fikir hayatýndan yoksun bir alana-- nasýl bir ateþli tutkuyla inmeye çalýþtýðýný güvensizlik ve hoþnutsuzlukla seyrediyorlardý (Turgenyev, ölüm yataðýnda yazdýðý bir mektupta, vaaz vermekten vazgeçip sanata dönmesi için yalvarýyordu ona). Tolstoy'un ruhi bunalýmlarýnýn trajik kurbaný olan karýsý, o zaman ona, þu akla uygun sözleri söylemiþti: -Önceleri, inancýn olmadýðý için endiþeli olduðunu söylüyordun. Þimdi, madem ki 'inancým var' diyorsun, peki niçin mutlu deðilsin?- Basit ve reddedilmesi mümkün olmayan bir fikir yürütme. Gerçekten de, Tolstoy'un, halkýn Tanrýsýna döndükten sonra, bu inanç sayesinde ruh huzuruna kavuþtuðunu, Tanrýda huzur bulduðunu ve halinden hoþnut olduðunu gösterecek hiçbir belirti yoktu ortada; tam tersine, doktrininden söz etmeye baþlar baþlamaz, ruhundaki þüpheyi þiddetli saldýrýlarla, inancýndaki kararsýzlýðý ise acý ve keskin ifadelerle gizlemeye çalýþtýðý hissediliyordu. Bu Tanrýya dönüþ dönemi içerisinde Tolstoy'un bütün hareketleri ve bütün sözleri, hoþa gitmeyen bir þiddetle, sahte, gürültülü, kavgacý ve baðnazca bir þeylerle belirlenmiþti. Hýristiyanlýðý, yüksek perdeden atýp tutan bir dindarlýktý; alçakgönüllülüðü, bir gösteriþe dönüþüyor ve abartmalý bir þekilde kendini alçaltmasýnda Tolstoy'un eski gururundan bir þeyler --tersine çevrilmiþ bir gururun izleri-- hissediliyordu. Bunu anlayabilmek için, eski hayatýna tükürerek ve hakaretler yaðdýrarak dine dönüþünü -kanýtlamak- istediði itiraflarýnýn ünlü pasajýný okumak yeter: -Savaþta insanlarý öldürdüm; düello ettim; köylülerden zorla alýnmýþ parayý kaðýt oynayarak har vurup harman savurdum ve onlarý acýmasýzca cezalandýrdým; hafif meþrep kadýnlarla zina yaptým ve kocalarý aldattým. Yalan, hýrsýzlýk, zina, sarhoþluk, her çeþit kaba ve sert davranýþ, bütün bu utanç verici hareketleri yaptým; bana yabancý olan hiçbir suç kalmadý.- Ve bir sanatçý olduðu için bu sözde suçlarýný kimse hoþgörmesin diye, halkýn karþýsýnda gürültülü itiraflarýna devam ediyor: -Bu süre içerisinde, yalnýzca boþ-gurur, kazanma isteði ve kibir yüzünden edebiyatla uðraþtým. Þan ve üne ve zenginliðe ulaþmak için, bende iyi olan ne varsa boðmak zorunda kaldým ve günah iþleyecek kadar alçalttým kendimi-. Bunlar, þüphesiz, ahlaki duygusallýðý içerisinde, korkunç derecede ifþa edici ve heyecan verici sözlerdir. Ama, elimizi kalbimizin üzerine koyup þunu kabul etmeliyiz ki, hiç kimse Tolstoy'un
kendi kendisini suçlayan bu sözlerine dayanarak, onu -bayaðý ve suçlu bir adam-, baðnazca bir kendini küçültme susuzluðu içerisinde kendisi için demiþ olduðu gibi, bir -bit- olarak görmemiþtir: Savaþ sýrasýnda, görevini yerine getirerek bataryasýna hizmet etti diye, ya da çok kuvvetli bir yaradýlýþý olduðu için bekarken birtakým gençlik çýlgýnlýklarý yaptý diye, kimse onu bu þekilde suçlamaya kalkmamýþtýr. Burada, daha çok, hoþa gitmeyen bir baðýrtý-çaðýrtý izlenimi yok mu? Piþmanlýðý aþýrý bir dereceye vardýrarak, her ne pahasýna olursa olsun kendisinde birtakým günahlar bulmaya çalýþan son derece heyecanlý bir vicdanýn varlýðý sezilmiyor mu? Eserlerinden birindeki bir uþaðýn, katil olmadýðý halde kendini katil olarak göstermek istemesi gibi, burada da, -haç'ý yüklenmek- için, yani acýlara katlanmak, acý çekmek istediði için, iþlemediði birtakým suçlar icat eden, itiraftan sarhoþ olmuþ bir ruhla karþý karþýya deðil miyiz? Tolstoy'un kendi kendisine zorla kabul ettirdiði bu ihtilaçlý, dokunaklý ve gürültülü-patýrtýlý kendini küçültme ve kendine karþý kanýtlar arama isteði, bu sarsýlmýþ ruhta sakin ve huzurlu bir alçakgönüllülüðün bulunmadýðýný ya da henüz bulunmadýðýný göstermiyor mu? Bu -yeni- Tolstoy, yine de, ama ters bir anlamda, bir zamanlar -insanlarýn önünde þan ve üne- ulaþmayý en üstün gaye olarak gören ayný adam deðil mi? Her ne olursa olsun, kendini böylesine alçaltmasý hiç de alçakgönüllü bir þekilde olmamýþtýr; tam tersine, tutkuya karþý açýlmýþ bu keþiþlere vergi savaþtan daha tutkulu bir þey hayal edilemez. Ruhunda, henüz belirsiz bir halde, küçük bir inanç kývýlcýmý bulur bulmaz, bu sabýrsýz adam bütün insanlýðý ateþe vermek istiyor: Týpký, daha baþlarýndaki vaftiz suyu kurumadan, baltayý kapýp, o zamana kadar kutsal saydýklarý meþe aðaçlarýný devirmek isteyen ve dine dönmemiþ olan komþu kavimleri yangýnlar ve katliamlarla kýrýp geçiren vahþi Alman prensleri gibi... Dev gibi bir atýlýmla, Titan'lara (Titanlar: Kronos (Gök) ile Gaia'nýn (Yer'in) çocuklarýdýr. Yunan Mitolojisine göre, ilk tanrýlar soyundan olan gururlu yaratýklardýr. Bu tanrýlar, Olympos'lu tanrýlar ile on yýl yýlmadan savaþmýþlar. Birbirlerinin üstüne büyük kayalar fýrlatarak dövüþmüþler. Titanlar, daðlarý üst üste yýðarak Olympos daðýna týrmanmaya kalkýþmýþlar. Zeus, ancak, bu gururlu, azimli ve inatçý tanrýlarý, yer altýndan gün ýþýðýna çýkardýðý yüz kollu azgýn devlerin yardýmýyla yenilgiye uðratabilmiþ.) yaraþan bir irade gücüyle, Tolstoy inancýn üzerine atlýyor. Ama onu gerçekten ele geçirdiðini ve fethettiðini gösteren hiçbir kanýt yok. Çünkü, eðer inanç Tanrýda huzur bulmaksa ve Hýristiyan olmak sakin ve sabýrlý bir þekilde yaþamaksa, bu yüce sabýrsýz hiçbir zaman inanmamýþ, tatmin olmak nedir bilmeyen bu tutkulu adam hiçbir zaman Hýristiyan olmamýþ demektir. Eðer dini duyguya ulaþmak için duyulan çok büyük bir özleme din adý verilebilirse ve Tanrýya ulaþmak için duyulan yakýcý bir arzu Hýristiyan olmak için yeterliyse, ancak o zaman Tanrýyý arayan ve ebediyen huzursuz olan bu adamý inanmýþ biri olarak görebiliriz. Ne var ki, bu baþarý tam olarak gerçekleþmediði ve Tolstoy'un ulaþmýþ olduðu dini inanç kesinlikten yoksun olduðu içindir ki, geçirdiði bunalým sembolik bir anlam kazanmýþ ve kiþisel bir olay olmaktan çýkmýþtýr: Çok kuvvetli bir iradeyle donatýlmýþ bir adamýn bile kendi benliðinin ilkel þeklini yok edemeyeceðini, güçlü bir hareketle kendi karakterini, bunun tam tersi olan baþka bir karaktere dönüþtüremeyeceðini gösteren ve hiçbir zaman hatýrdan çýkmayacak bir örnek olmuþtur. Bize verilmiþ olan hayat biçimi daha iyi bir hale getirilebilir, yontulabilir, düzeltilebilir
ve þüphesiz, ahlaki tutku, bilinçli ve sebatlý bir çalýþma sayesinde, içimizdeki iyi þeyleri ve ahlaki duygularý geliþtirebilir, kuvvetlendirebilir, ama karakterimizin temel çizgilerini hiçbir zaman büsbütün silemez, bedenimizi ve ruhumuzu bambaþka bir yapýsal düzene göre yeniden biçimlendiremez. Gerçi Tolstoy, -sigara içme alýþkanlýðýndan vazgeçer gibi bencillikten de vazgeçilebileceðini- ya da sevme yeteneðinin -kazanýlabileceðini- ve inancýn -zorla elde edilebileceðini- söylüyor, ama ortaya çýkan sonuç, Tolstoy'un nerdeyse bir çýlgýnlýk haline dönüþen olaðanüstü çabasýný yalancý çýkarýyor. Çünkü, öfkeli bir adam olan, -en ufak bir itirazla karþýlaþtýðý zaman gözlerinde þimþekler çakan- Tolstoy'un, zoraki bir þekilde dine döndükten sonra, çarçabuk sosyal, sevimli, yumuþak ve iyi bir Hýristiyan olduðunu, -Tanrýnýn hizmetkarý- ve -insan kardeþlerinin bir kardeþiolduðunu doðrulayan hiçbir þey yoktur. Geçirdiði -deðiþme-, fikirlerini, görüþlerini, sözlerini deðiþtirmiþtir, ama tabiatýnýn en derin katlarýnda herhangi bir deðiþiklik olmamýþtýr (-doðarken birlikte getirdiðin yasaya uymak zorundasýn, ondan hiçbir zaman kurtulamazsýndiyor Goethe); -uyanýþ-tan önce de, sonra da ayný huzursuzluk ve acý çekmek için duyduðu ayný susuzluk, endiþeli ruhunu karartmýþtýr: Tolstoy, tatmin olmak için doðan insanlardan deðildi. Sabýrsýzlýðý yüzünden, Tanrý ona hemen -vermemiþtirinancý; daha otuz yýl, hayatýnýn son saatine kadar savaþmasý gerekmiþtir. Tuttuðu Þam yolunu (Þam Yolu: Paulus'un, ilk Hýristiyanlarý katletmek için Þam'a giderken yolda gördüðü bir hayalden etkilenerek Hýristiyanlýðý kabul etmesi ve Ýsa'nýn sadýk bir müridi olmasýndan kaynaklanan bir deyim. Fikirlerimizi, duygularýmýzý, görüþlerimizi birdenbire deðiþtiren ani bir ilhamý belirtmek için kullanýlýr.) ne bir gecede alabilmiþtir, ne de bir yýlda: Son nefesini verinceye kadar, hiçbir cevap onun için yeterli olmayacak, hiçbir inanç onu tatmin etmeyecektir ve son anýna kadar hayat onun için esrarýný koruyacaktýr. Öyle ki, -hayatýn anlamýný- arayan Tolstoy, hiçbir açýklayýcý cevap bulamamýþtýr; dini tedirginliðini giderebilecek bir inancýn huzuru ona hiçbir zaman verilmemiþtir: Tanrýya doðru yaptýðý güçlü ve tutkulu atýlým, hedefine ulaþamamýþtýr. Ne var ki sanatçý, kendi içindeki herhangi bir uyumsuzluðu yenmeyi baþaramadýðý zaman, her seferinde bir kurtuluþ çaresi bulur: Acýsýný, sýkýntýsýný dýþa yansýtabilir, bütün insanlýða yayabilir ve ruhunu rahatsýz eden problemi evrensel bir problem haline getirebilir. Böylece, Tolstoy da, kendi bunalýmýnýn bencil korku çýðlýðýný þiddetlendiriyor: -Halim ne olacak?- çýðlýðý çok daha güçlenerek -Halimiz ne olacak?- haline geliyor. Kendi inatçý ruhunu ikna edemediði için, baþkalarýný ikna etmek istiyor. Kendini deðiþtiremediði için, insanlýðý deðiþtirmeye çalýþýyor. Bütün çaðlarda bütün dinler böyle doðmuþtur; dünyadaki her ilerlemeyi (en derin görüþlü insan olan Nietzsche bunu iyi bilir) kendi ruhunun içerisinde bir tehlikenin varlýðýný duyan bir insanýn, uðursuz problemi kendinden uzaklaþtýrabilmek için onu tüm insanlarýn ortasýna fýrlattýðý, böylece bir tek kiþinin huzursuzluðunu evrensel bir huzursuzluk haline dönüþtürdüðü bir -kendinden kaçma- olayýna borçluyuz. Büyük tutkularý ve yanýlmak nedir bilmeyen gözleri olan, sert ve ateþli kalbinden þüpheyi söküp atamayan bu adam, bir Fransisken rahibinin ruhuna sahip, dindar bir Hýristiyan olamamýþtýr, hiçbir zaman olamamýþtýr; ama inanç yokluðunun verdiði azabý bildiði içindir ki, çaðdaþ zamanlarýn en baðnaz giriþiminde bulunmuþtur: Dünyayý nihilizmin verdiði acýdan kurtaracaðýný, kendisinin hiçbir zaman olmadýðý þekilde, daha inançlý bir hale
getireceðini iddia etmiþtir. -Hayatýn umutsuzluðundan kendini kurtarmanýn tek yolu, benliðini evrene yansýtmaktýr.- Böylece Tolstoy'un acý çeken ve bilgeliðin susuzluðunu duyan benliði, kendisine aman vermeyen korkunç soruyu uyarýcý bir çýðlýk ve bir doktrin halinde bütün insanlarýn gözleri önüne sermiþtir. ::::::::::::::::: DOKTRÝNÝ VE YANLIÞ OLAN YANLARI -Gerçekleþmesi için bütün hayatýmý feda edebileceðim büyük bir fikir doðdu kafamda: Yeni bir dinin kurulmasý, Ýsa'nýn dininin, ama her türlü dogmadan ve mucizeden arýnmýþ olarak kurulmasý fikri.- (Tolstoy, Gençlik Günlüðü, 5 Mart 1855) Doktrininin temeline, insanlýða verdiði -mesaj-ýnýn temeline, Tolstoy, Ýncil'den aldýðý bir sözü koyuyor: -Kötülüðe karþý koymayýnýzve bu sözü yaratýcý bir þekilde yorumluyor: -Kötülüðe, þiddet kullanarak karþý koymayýnýz-. Bu cümle, üstü-kapalý bir þekilde, Tolstoy'un bütün ahlak sistemini içine alýr: Büyük savaþçý, elindeki bu sapanla çaðýnýn duvarýna öylesine bir kuvvetle, acýyla titreyen vicdanýnýn olanca ahlaki þiddetiyle ve öylesine bir söz ustalýðýyla taþlar fýrlatmýþtýr ki, bugün bile, yarattýðý sarsýntý hala kendini hissettirmektedir. Bu saldýrýnýn manevi etkisini, bütün kapsamýyla ölçmek imkansýzdýr: Brest-Litowsk'dan sonra, Ruslarýn, kendi istekleriyle silahlarýný aþaðý indirmeleri, Gandhi'nin -karþý-koymama- politikasý, savaþýn ortasýnda Romain Rolland'ýn barýþ çaðrýsýnda bulunmasý, adlarý bile bilinmeyen sayýsýz insanlarýn vicdanlarý üzerine konan baskýya kahramanca direnmeleri, ölüm cezasýna karþý açýlan savaþ, yeni çaðýn birbirinden ayrý ve aralarýnda herhangi bir baðlantý yokmuþ gibi görünen bütün bu hareketleri, güçlü itilimlerini Leon Tolstoy'un mesajýna borçludurlar. Ýster araç olarak, silah olarak, ya da hak olarak, isterse herhangi bir sebeple (milletler, dinler, ýrklar ya da mülkiyet için) savunmaya hizmet etme amacýný güden sözde tanrýsal bir kurum olarak bugün nerede þiddete karþý savaþ açýlmýþsa, insanlýða doðru yönelen ahlaki duygunun kan dökmeyi reddettiði, savaþ suçunu onaylamadýðý ve Orta Çaðýn -yumruk hakký-na kadar geri giderek askeri bir zaferi tanrýsal bir adaletin ifadesi olarak görmek istemediði her yerde, bugün bile her yerde, her ahlak devrimcisi Tolstoy'un otoritesinde ve tutkusunda kardeþçe bir kuvvetin doðrulandýðýný görmektedir. Kilisenin soðuk formüllerinin, Devletin ya da artýk sadece þematik olarak iþ gören pas tutmuþ adaletin haris iddialarýnýn önünde eðilecek yerde, biricik ahlaki mahkeme olarak kendini insanlýðýn kardeþçe duygusuna býrakan baðýmsýz bir vicdan, her yerde, Devletin yanýlmaz gücü olarak görülen çaðdaþ papalýðýn ferdin ruhu üzerinde hak iddia edemeyeceðini savunan ve insanlarýn her biri her zaman yalnýzca kalbiyle yargýlasýn, diye onlarýn insani tarafýna seslenen Tolstoy'un --Luther'inkini andýran-- örnek hareketine baþvurabilir. Peki ama, Tolstoy'a göre, þiddete baþvurmadan savaþmamýz gereken bu -kötülük- nedir? Yalnýzca þiddetin kendisi, insanýn içinde bulunan þiddet: Pazýlarýný, politik ekonominin, milli refahýn, etnik özlemlerin ve sömürgelerin geniþletilmesinin içler
acýsý kýlýðý altýnda gizlese de, insanýn güçlü olma içgüdüsüyle kan dökme içgüdüsünü deðiþik bir kýlýða sokup felsefi bir ideal ve bir vatanseverlik ideali haline getirmek için bütün ustalýðýný kullansa da, bizi aldatmasýna fýrsat vermememiz gereken þiddet... En göz kamaþtýrýcý, en yüce kýlýða girmiþ þekillerinde bile, þiddet, insanlarýn birbirlerine daha kardeþçe davranmalarýna yardýmcý olacak yerde, belli bir grubun gücünü ve uzlaþmazlýðýný arttýrmaktan ve böylece dünyadaki eþitsizliði sürdürmekten baþka bir iþe yaramaz. Gerçekten de, þiddet, sahip olmayý, maddi servetler kazanmayý ve bunlarý hiç durmadan arttýrmayý amaçlar. Oysa Tolstoy için, her türlü eþitsizlik mülkiyetle baþlar. Genç beyzadenin Brüksel'de, Proudhon'la saatlerce vakit harcamýþ olmasý boþuna deðildir. O zamanlar bütün sosyalistlerin en radikali olan Tolstoy, Marx'dan da önce, þu postulat'ý ortaya atmýþtýr: -Her türlü kötülüðün ve her türlü acýnýn kökü mülkiyettir ve her þeye bol bol sahip olanlarla, hiçbir þeyleri olmayanlar arasýnda çatýþma çýkma tehlikesi vardýr-. Çünkü, tutunabilmek, devam edebilmek için, mülkiyetin ister istemez savunma durumuna geçmesi, hatta saldýrgan olmasý gerekir. Mülkiyeti elde edebilmek için olduðu kadar, sahip olunan þeyleri arttýrmak ve onlarý savunmak için de þiddet zorunludur. Bunun içindir ki, mülkiyet, kendini korusun diye, Devleti yaratmýþ, Devlet de, kendi varlýðýný güvenlik altýna almak için, laik gücün organize þekillerini, orduyu, adaleti, -yalnýzca mülkiyeti korumaya yarayan bütün bu baský sistemlerini- yaratmýþtýr; kendini Devlete baðýmlý kýlan ve onu tanýyan bir insan, ruhunu bu kuvvet ilkesine teslim etmiþ demektir. Tolstoy'un anlayýþýna göre, görünüþte baðýmsýz olan adamlar --fikir adamlarý-- bile, Çaðdaþ Devlette, farkýnda olmaksýzýn, yalnýzca küçük bir ayrýcalýklý grubun sahip olduklarý þeyleri korumalarýna yardýmcý olurlar; Ýsa'nýn Kilisesine varýncaya kadar her þey (-gerçek anlamýyla Devlete karþý ayaklanan- Kilise bile), -yalancý doktrinlerle-, silahlarý kutsayarak, kurulu düzene (haksýzlýktan baþka bir þey olmayan kurulu düzene) kanýtlar saðlayarak en ciddi görevinden uzaklaþmýþ, bunun sonucu olarak da formüller halinde donup kalmýþ ve öteden beri sürüp gelen adetler ve alýþkanlýklar halinde soysuzlaþmýþtýr. Öbür yandan, yazarlar da, hürriyetin çocuklarý, vicdanýn avukatý ve insan haklarýnýn savunucusu olarak dünyaya gelmiþ olan yazarlar da, küçük fildiþi kulelerini kurmakla ve -vicdanlarýný uyutmakla- yetiniyorlar. Demokrat, iyileþmesi mümkün olmayan þeyi iyileþtirmeye çalýþýyor; devrimciler de, olup bitenleri tam olarak kavrayan ve dünyanýn yanlýþ düzenini baþtan aþaðý yýkmak isteyen biricik kuvvet olan onlar bile, karþýtlarýnýn öldürücü silahýný kullanmak gibi bir hataya düþüyorlar ve -kötülük- ilkesinin, yani þiddetin devam etmesine imkan vererek, dahasý onu kutsayarak, adaletsizliðin sürüp gitmesine yol açýyorlar. Bu anarþist iddialar göz önünde tutulduðunda, Devletin ve var olan sosyal düzenin temelinde, yalancý ve bozuk bir þeyler var demektir; bu yüzden Tolstoy, hükümet þeklini düzeltebilmek için, demokratlarýn, insanseverlerin, barýþçýlarýn ve devrimcilerin önerdiði her þeyi yetersiz ve yararsýz buluyor ve þiddetle reddediyor. Gerçekten de hiçbir Duma (Duma: Rus Parlamentosu.), hiçbir parlamento, (daha az olasýlýkla hiçbir devrim) milleti þiddetin -kötülüðündenkurtaramaz: Saðlam olmayan bir temel üzerine kurulmuþ bir evi saðlamlaþtýrmak mümkün deðildir; ancak onu terk edebilir, bir baþkasýný inþa edebiliriz. Çaðdaþ Devlet de kardeþlik üzerine deðil, kuvvet ilkesi üzerine kurulmuþtur: Tolstoy için, bu yüzden kaçýnýlmaz bir þekilde çökmeye mahkumdur; sosyalizmin ve liberalizmin bütün bu gevezelikleri, onun can çekiþmesini uzatmaktan
baþka bir iþe yaramaz. Deðiþtirilmesi gereken þey, milletle hükümet arasýndaki politik iliþki deðil, insanlarýn kendisidir; Devletin yaptýðý þiddetli baskýnýn yerine, kardeþlikten oluþan ve içten gelen ahlaki bir bað her topluluða saðlamlýk kazandýrmalýdýr. Ama bu ahlaki ve dini kardeþlik, yurttaþlar üzerine çöken þimdiki baský þeklinin yerini almadýkça, Tolstoy, gerçek bir ahlaklýlýðýn ancak Devletin dýþýnda, partilerin dýþýnda, tek tek insanlarýn vicdanýnýn gözle görülmeyen esrarlý alanýnda mümkün olabileceðini öne sürüyor. Devlet, þiddet demek olduðuna göre, ahlaktan esinlenen bir insan Devletle aynileþmemelidir. Gereken þey, dini bir devrimdir, her vicdanlý insanýn, þiddet üzerine kurulmuþ bir topluluðun zincirlerinden kurtulmuþ olmasýdýr. Bunun içindir ki, Tolstoy'un kendisi de Devlet þekillerinin dýþýnda kalmaya kararlýdýr ve vicdanýnýn emretmediði her türlü görevden ahlaki yönden baðýmsýz olduðunu söylemektedir. -Yalnýzca bir millete ya da bir Devlete ait olduðunu ya da herhangi bir hükümetin tebaasý olduðunukabul etmek istememektedir; Ortodoks Kilisesinden ayrýlmakta, bugünkü toplumun yarattýðý herhangi bir kuruma ya da adalete baþvurmaktan prensip olarak vazgeçmektedir: Þiddet üzerine kurulmuþ bu Tanrýnýn belasý Devletle herhangi bir iliþkisi olmasýn diye... Kardeþlik üzerine verdiði vaazýn yumuþaklýðý, söyleyiþ biçimindeki Hýristiyanca alçakgönüllülük havasý, Ýncil'e baþvurmasý, onun sosyal tenkidinin niteliði konusunda --çaðýnýn, her türlü yerleþmiþ inanca karþý çýkan en pervasýz adamý olan Tolstoy'un, çarýn otoritesine, Kiliseye ve topluma zorla kabul ettirilen her çeþit baskýya nasýl bir güç ve kararlýlýkla savaþ açtýðý konusunda-- bizi yanýltmamalýdýr. Onun doktrini, devlete karþý olan doktrinlerin en ateþli, en þiddetli olanýdýr, bir insanýn kendini, var olan her þeyden büsbütün koparmýþ olmasýný ifade eder: Yasalar, kurallar, adetler, ahlak, mülkiyet gibi... Troçki ve Lenin, teorik olarak, Tolstoy'un -her þey deðiþmelidirilkesinden bir adým daha öteye gitmemiþlerdir; ve týpký -insanlarýn dostu- olan Jean-Jacques Rousseau'nun daha sonra Fransýz Devrimi'nin krallýðý devireceði dehlizleri yazýlarýyla hazýrlamasý gibi, yumuþaklýðýn havarisi olarak görmekten hoþlandýðýmýz bu anarþist de, hiçbir Rusun baþaramadýðý þekilde, çarlýk düzeninin ve kapitalist düzenin temel kulelerini kuvvetle sarsmýþtýr. Þüphesiz Rousseau nasýl 1793 devrimcilerinin yaptýklarýný görseydi öfkeye kapýlýrdý diye düþünüyorsak, ayný þekilde Tolstoy da þüphesiz, Bolþeviklerin kullandýklarý yöntemleri suçlardý, çünkü partilerden nefret ediyordu (yazýlarýnda þöyle dememiþ miydi: -Zaferi kazanan parti hangisi olursa olsun, otoritesini devam ettirebilmek için yalnýzca bugün için geçerli olan þiddet yollarýna baþvurmakla kalmayacak, yenilerini de icat etmek zorunda kalacaktýr-). Bununla birlikte, olaylarý doðru bir þekilde deðerlendirecek bir tarih anlayýþý, bir gün gelecek, Tolstoy'un bu bolþevizmin en iyi öncüsü olduðunu ve devrimcilerin tüm bombalarýnýn, Rus otoritesini, bu adamýn --herkesten daha büyük olan bu adamýn-vatanýnýn ilk bakýþta yenilmezmiþ gibi görünen güçlerine karþý, Çar'a, Kiliseye ve mülkiyete karþý açýkça baþ-kaldýrmasý kadar sarsmadýðýný doðrulayacaktýr. Çünkü, teþhisleri ile en büyük deha örneðini simgeleyen Tolstoy, uygarlýðýmýzýn temelinde bulunan yapým hatasýný, yani Devletin insanlýk ve insan toplumu üzerine deðil, zalimlik ve egemenlik üzerine kurulduðunu keþfettiði günden beri, bütün diyalektik þiddetini ve o büyük ahlaki gücünü, hiç durmadan tekrarlanan saldýrýlar halinde, Rusya'daki düzene karþý yöneltmekten bir an bile geri durmamýþtýr. Ýstemediði halde, devrimin Winkelried'i (Arnold von Winkelried: Ýsviçreli vatansever. 1386 yýlýndaki Sempach savaþýnda Avusturyalýlara karþý yapýlan süvari
hücumuna öncülük etmiþtir; rivayete göre, savaþ sýrasýnda Avusturyalýlarýn fýrlattýðý mýzraklara karþý göðsünü siper ederek düþman saflarýnda bir gedik açmýþ, savaþýn kazanýlmasýný ve Ýsviçre'nin baðýmsýzlýða kavuþmasýný saðlamýþtýr.) olmuþ, sosyal bir dinamit, her þeyi yýkýp deviren ilkel ve temel bir güç haline gelmiþ ve böylece, Rus dehasýna düþen kutsal görevi içgüdüsel bir þekilde yerine getirmiþtir. Çünkü her Rus düþüncesi, inþa etmeden önce kökten yýkmak zorundadýr; ve Rus düþünürlerinin, yakýcý ve coþkulu bir umutsuzlukla yeni bir inancýn peþine düþmeden önce nihilizmin en karanlýk yollarýna dalmalarý, rastgele bir olay, bir tesadüf deðildir. Ruslarda, düþünür, þair ve eylem adamý, biz Avrupalýlar gibi ýlýmlý düzeltmelere, yumuþak önlemlere baþvurmaz; tersine, problemlere, kocaman baltasýný sallayan oduncularýn þiddetiyle ve tehlikeli deneyimlerin vermiþ olduðu bir cesaretle saldýrýr. Zafer aþký için, bir Rostopþin (Fedor Vasiliyeviç Rostopþin: Rus politikacýsý. 1812 yýlýnda Moskova valisiyken, Fransýzlarýn þehre giriþi sýrasýnda Moskova'yý ateþe vermiþtir.) dünyanýn harika bir þehri olan Moskova'yý baþtan baþa yakmaktan çekinmez; ayný þekilde Tolstoy da (bu bakýmdan Savonarola'ya benzer) (Girolama Savonarola: 1452-1498 yýllarý arasýnda yaþamýþ Ýtalyan din adamý. Ýdeal bir Hýristiyan devleti kurabilmek için vaazlar vermiþtir ve bu vaazlarýnda toplum içerisindeki ahlak bozukluðunu yönetici sýnýfýn yaþadýðý sefih hayatý, her türlü lüksü, ruhban sýnýfýnýn dünya zevklerine olan düþkünlüðünü þiddetle tenkit etmiþtir. Onun teþvikiyle, -boþ-gurur- eseri olarak görülen þeyler (mücevherler, lüks elbiseler, ahlak bozucu olarak görülen kitaplar, resimler, vb.) odun yýðýnlarýna atýlýp yakýlmýþtýr. Papa VÝ'ýncý Alexander'a açýkça cephe almýþ ve onun düþmanlýðýný kazanmýþtýr. Bu yüzden afaroz edilmiþ, çeþitli iþkencelere uðramýþ, asýlmýþ ve yakýlmýþtýr.) yeni ve daha iyi bir teoriyi haklý çýkarmak için uygar insanlýðýn tüm nimetlerini, bilimi olduðu kadar sanatý da odun yýðýnýna atýp yakmakta tereddüt etmez. Dindar bir hayalperest olduðu için, bu saldýrýlarýnýn yaratabileceði sonuçlarý gözden kaçýrmýþ olabilir; þüphesiz, bu derece geniþ bir temelin birdenbire çökmesinin ne kadar hayata mal olacaðýný hesap etmeye hiçbir zaman cesaret edememiþtir. Ruhunun olanca kuvvetiyle ve inançlarýndan bir nebze bile þaþmadan Devletin sosyal binasýnýn sütunlarýný sarsmakla yetinmiþtir. Ne var ki, böyle bir Samson (Samson: Kutsal Kitapta sözü edilen Ýbrani yargýçlardan biri. Filistinlilere karþý savaþmýþ, kahramanca iþler baþarmýþtýr. Olaðanüstü güçlü olan bu adam, sevgilisi Dalida'nýn (Delilah'ýn) ihanetine uðrayarak düþmanlarýnýn eline esir düþmüþ ve gözleri oyulmuþtur. Kapatýldýðý Dogan tapýnaðýnýn sütunlarýný yýkarak, dini bir tören için tapýnakta bulunan Filistinlilerle birlikte yýkýntýlar arasýnda kalarak ölmüþtür.) yumruklarýný sütunlara dayadýðý zaman, en büyük binalarýn çatýsý bile çöker. Bunun içindir ki, acaba Tolstoy bolþeviklerin yaptýðý devrimi ne derece onaylardý, yoksa ona karþý savaþ mý açardý diye, geçmiþe dönülerek yapýlacak her türlü tartýþma boþuna olacaktýr: Çünkü, Rusya'daki karýþýklýðý, onun gereksiz zenginliðe, lükse ve mülkiyete karþý çýkarak verdiði vaazlar, broþürlerinin yarattýðý gürültü ve hiciv yazýlarýnýn bombardýmaný kadar hiçbir þeyin körüklemediði apaçýk bir gerçektir. Çaðýmýzýn hiçbir tenkidi, hatta Almanlara özgü bir nitelikle yalnýzca kültürlü insanlara seslenen ve coþkulu, tumturaklý üslubu yüzünden halk kütleleri üzerinde etkili olamýyacaðý sanýlan Nietzsche'ninki bile, ruhlarý bu kadar allak bullak etmemiþ ve halk çoðunluðunun inancýný bu derece sarsmamýþtýr: Kendi isteðine ve iradesine karþý, Tolstoy'un imajý, bütün çaðlar için, büyük devrimcilerin, birtakým güçleri yere devirenlerin ve dünyayý deðiþtirenlerin gözle görülmeyen Pantheon'unda yer almýþtýr.
Ýsteðine ve iradesine karþý: Çünkü Tolstoy, tek tek insanlara yönelen ve Hýristiyanca bir nitelik taþýyan kendi devrimini ve anarþizmini, eyleme ve þiddete dayanan bütün devrimlerden açýk ve seçik bir þekilde ayýrmýþtýr. Olgun Baþaklar'da þöyle yazýyor: -Devrimcilerle karþýlaþtýðýmýz zaman sýk sýk, onlarla birleþtiðimizi sanmak gibi bir yanýlgýya düþeriz. Bizim gibi onlar da þöyle haykýrýyorlar: Devlete paydos, mülkiyete paydos, eþitsizliðe paydos! Ve buna benzer bir sürü þey daha. Bununla birlikte, onlarla bizim aramýzda büyük bir fark var: Hýristiyan için, Devlet yoktur; onlarsa Devleti yok etmek isterler. Hýristiyan için bütün insanlar eþittir; onlarsa eþitsizliði yýkmak isterler. Devrimciler hükümetle dýþarýdan savaþýrlar; Hýristiyanlýk ise savaþmaz, Devletin temellerini içeriden yýkar.- Görülüyor ki Tolstoy, Devleti þiddete baþvurarak yýkmak istemiyor, ondan parça parça, tek tek bir þeyler kopararak, bütün organizmanýn güçsüz düþüp kendi kendine çökmesini istiyor. Ne var ki, sonuç ayný kalýyor: Her türlü otoritenin yok edilmesi; ve Tolstoy, bir ömür boyu, tutkulu bir þekilde bu davaya hizmet etmiþtir. Ayný zamanda yeni bir düzen, bir Devlet Kilisesi istediði ve bugünkü Devletin sosyal ve pozitif baðýnýn yerine dini bir bað koymak istediði de doðrudur. Daha insanca ve daha kardeþçe bir hayatýn dinini kurmak, eski ve yeni Ýncil'i birleþtirmek, ilk Hýristiyanlarýnkini Tolstoy'un Hýristiyanlýðýna karýþtýran bir Ýncil yaratmak istiyor. Onun yeni bir manevi düzen kurmak için yaptýðý bu çalýþmayý tam olarak deðerlendirebilmek için uygarlýðýn dahi tenkitçisi ve bir zamanlar duyularý ile bu dünyaya yönelen deha ile, kararsýz, yetersiz, kaprisli ve tutarsýz bir ahlakçý olan düþünür Tolstoy arasýnda çok açýk ve seçik bir ayrým yapmak gerekir; o Tolstoy ki, artýk eskiden yapmýþ olduðu gibi, geçici bir pedagoji nöbeti içerisinde, yalnýzca Yasnaya Polyana köylülerinin çocuklarýna ders öðretmek istemekle kalmýyor, korkunç bir felsefi kolaylýkla, -doðru- olan tek hayat biçiminin büyük Alfabesini bütün Avrupa'ya öðretmek istiyor. Duyularýn dünyasýnda kaldýðý ve dahi organlarýyla insanlýðýn yapýsýný inceden inceye tahlil ettiði sürece, Tolstoy'un önünde ne kadar eðilsek az gelir; ama duyularýnýn artýk hiçbir þeyi kavrayamadýðý, göremediði ya da kendine mal edemediði, o yüce antenlerinin tümünün boþ yere boþluðu yoklayýp durduðu metafizik alanýna kanat çýrpmak istediði zaman, o çocuksu saflýðý karþýsýnda insan nerdeyse korkuya kapýlýr. Bu nokta üzerinde ne kadar durulsa azdýr; müzik bestelemeye kalkan Nietzsche --dehasýna raðmen-- nasýl bir yanýlgýya düþtüyse, Tolstoy da, teorik ve sistemli bir filozof olarak ayný þekilde içler acýsý bir þekilde yanýlgýya düþmüþtür. Kelimelerin melodisi bakýmýndan verimli ve olaðanüstü olan Nietzsche'nin müzik yeteneðinin, müzikal seslerin yani müzik bestesinin baðýmsýz alanýna girer girmez acýnacak kadar baþarýsýz olmasý gibi, Tolstoy'un güçlü aklý da, duyusal tenkit alanýndan çýkarak teoriye ve soyut þeylere yönelme tehlikesini göze alýr almaz parlaklýðýný yitirmektedir. Bu farký, tek ve ayný eserde görmek mümkündür; mesela, Ne Yapmalýyýz? adlý sosyal tenkit yazýsýnda: Yazýnýn birinci bölümünde, objektif bir þekilde ve tecrübeye dayanýlarak, Moskova'nýn sefil mahalleleri okuyucuyu soluk soluða býrakan bir ustalýkla anlatýlmaktadýr. Hiçbir sosyal tenkit, bu dünyadaki herhangi bir objeyi, bu sefil evleri ve bu kurban edilmiþ insanlarý anlatan Tolstoy'un yazýsý kadar dahice anlatmayý hiçbir zaman --ya da hemen hiçbir zaman-baþaramamýþtýr. Ama ikinci bölümde, ütopist Tolstoy, teþhisten tedaviye geçer geçmez ve sözde iyileþtirme önerilerinde bulunmaya kalkar kalkmaz, her kavram bulanýk bir hal almaktadýr, çizgiler birbirine karýþmaktadýr, acelecilikten fikirler birbirini ezip geçmektedir; ve Tolstoy pervasýz olduðu ölçüde, bu karýþýklýk,
bir problemden baþka bir probleme geçerken daha da artmaktadýr, ve pervasýzlýðýnýn nereye varacaðýný da Tanrý bilir! Hiçbir felsefe eðitimi olmadýðý halde, ürkütücü bir saygýsýzlýkla, incelemelerinde, yýldýzlardan örülmüþ zincirlerle sonsuzlukta asýlý duran ve hiçbir zaman çözülemeyecek bütün problemlere saldýrmaktadýr ve onlarý, jelatin gibi kolayca eriyen bir þeymiþçesine -çözümlenebilir- hale getirdiðini sanmaktadýr. Bu sabýrsýz ruh, bunalým geçirdiði sýrada, týpký bir kürk mantoyu sýrtýna geçirir gibi nasýl çarçabuk bir -inanca- büründüyse ve bir gecede alçakgönüllü ve Hýristiyan oluverdiyse, þimdi de, dünyayý eðittiðini sanan yazýlarýnda, -elçabukluðu ile bir orman yaratmak- istiyor; ve 1878'de hala umutsuzlukla -bu dünyadaki hayatýmýzýn hiçbir anlamý yoktur- diye haykýrdýðý halde, yalnýzca üç yýl kadar bir zaman sonra, dünyanýn bütün sýrlarýný çözen evrensel teolojisini yararlanmamýz için hazýr bir halde sunuyor bizlere. Þüphesiz, bu kadar acele bir þekilde ortaya atýlan varsayýmlardaki her çeliþme, böylesine -hýzlý- bir düþünürü ister istemez rahatsýz edecektir; bu yüzden Tolstoy, ýsrarla kulaklarýný týkayarak --her türlü mantýksýzlýðý bir yana iterek ve bütün problemlerin kesin çözümüyle þüpheli bir telaþla uzlaþarak-- öðretisini sürdürmektedir. Hiç durmadan -kanýtlamak- zorunu duyan bir insanýn inancý ne kadar güvensizdir! Elde kanýt olmadýðý zaman Ýncil'in bir sözünü, biricik, çürütülemez ve en son kanýt olarak, tam vaktinde ortaya atan bir düþünce ne kadar mantýk-dýþý ve güçsüzdür! Tolstoy'un doktriner incelemelerinin (bazý ayrýntýlý noktalarýn, kaçýnýlmaz bir þekilde, dahice bir nitelik taþýmasýna raðmen) dünya tarihi içerisindeki en tatsýz baðnaz eserler arasýnda yer aldýðýný söylemek için yeterince kuvvetli deyimler bulmak imkansýzdýr; telaþlý, karýþýk, kendini beðenmiþ ve keyfine göre hareket eden ve hatta (Tolstoy gibi bir gerçek adamý için korkunç bir görünümdür bu), evet hatta dürüst olmayan bir düþüncenin kötü örnekleridir bunlar. Çünkü, sanatçýlarýn en samimisi, en içteni olduðu halde, bir ahlak örneði, yüce bir ahlak havarisi olan Tolstoy, nerdeyse kutsallýk düzeyine ulaþmýþ olan bu büyük adam, teorik bir düþünür olarak kötü ve sahte bir oyuncudur. Felsefi torbasýnýn içine ruhun sonsuz evrenini sokuþturabilmek için, önce bütün problemleri, iskambil kaðýtlarý gibi ince ve kolayca kullanýlabilir hale getirmekten baþka bir þey olmayan kaba bir hokkabazlýkla iþe baþlýyor. Daha sonra, çocukça bir basitlikle ilk olarak -insan- kavramýný, sonra -iyi-, -kötü-, -günah- ,-þehvet-, -kardeþlik- ve -inançkavramlarýný belirliyor. Sonra kaðýtlarý keyifli keyifli karýþtýrýyor, -sevgi-yi koz olarak çekiyor ve iþte bakýn kazandý! Milyonlarca insan nesli tarafýndan incelenmiþ olan evrenin bütün problemleri, bir saatçik bir zaman içerisinde, Yasnaya Polyana'daki yazý masasýnýn üstünde çözümleniyor; ve yaþlý adam þaþkýndýr, gözleri bir çocuðun gözleri gibi pýrýl pýrýldýr, yaþlý dudaklarý mutlulukla gülümsemektedir; -her þey ne kadar da basitmiþ!- diye þaþýrmýþtýr ve þaþkýnlýðý uzun sürmüþtür. O halde, bin yýldan beri, bin kadar ülkede, bin tabut içinde yatan bütün filozoflarýn ve düþünürlerin, bütün -gerçeðin Ýncil'de olduðunu-, güneþ gibi parlayan bu gerçeði fark edecek yerde, kafalarýný bu derece acý bir þekilde ve böylesine karmaþýk düþüncelerle yormuþ olmalarýný nasýl açýklamalý? Ancak Tanrýnýn 1878'inci yýlýnda, kendisi sayesinde, Leon Nikolayeviç sayesinde, -bin sekiz yüz yýldan beri ilk defa olmak üzere, bu gerçeðin tam olarak anlaþýlmýþ olmasýnýve en sonunda tanrýsal mesajýn -üzerini örten tozlardan- temizlenmesini nasýl açýklamalý? (Bunlar onun kendi sözleridir!)
Demek ki bundan böyle, bütün acýlar ve bütün azaplar son bulacaktýr; insanlar hayatý yaþamanýn ne kadar kolay ve basit olduðunu ister istemez anlayacaklardýr: Rahatsýzlýk veren her þey bir kenara fýrlatýlýr; sanat, kültür, din, evlilik ortadan kaldýrýlýr; öyle ki, -kötülük- ve -günah- sonsuza dek çözümlenmiþ olur ve eðer herkes kendi topraðýný kendisi sürerse, kendi ekmeðini kendisi yoðurursa ve kunduralarýný kendisi biçip dikerse, ne mülkiyet kalýr ortada, ne Devlet, ne otorite: Yalnýzca Tanrýnýn yeryüzündeki saf ve temiz egemenliði kalýr. Demek ki, -Tanrý sevgidir ve sevgi de hayatýn gayesidir.- O halde, bütün kitaplar bizden uzak olsun! Artýk ne düþünmek, ne de zihni bir çaba harcamak gerek! -Sevgi- her þeye yeter ve yarýndan tezi yok gerçekleþebilir. -Yeter ki insanlar istesinler-. Tolstoy'un evrensel teolojisini, temel unsurlarýyla, olduðu gibi, bütün içeriði ile birlikte anlatýrken abartmaya kaçýldýðý düþünülebilir. Ama ne yazýk ki deðil: Aslýnda kendisi, dine yeni dönmüþ bir adamýn gösterdiði çabayla, o derece içler acýsý bir þekilde her þeyi abartýyor ki, kanýtlarýnýn sallantýlý alanýnýn dýþýna çýkabilmek için, böylesine bir put-kýrýcýlýðýn þiddetine kaptýrýyor kendini. Doktrininin temel düþüncesi, þiddete baþvurmamayý öneren Ýncil'i ne kadar güzel, ne kadar açýk ve reddedilmesi kesinlikle mümkün deðil! Tolstoy, hepimizden, hoþgörülü ve alçakgönüllü bir ruha sahip olmamýzý istiyor. Sosyal tabakalaþmanýn gittikçe artan eþitsizliðinin yaratacaðý kaçýnýlmaz çatýþmayý önleyebilmek için aþaðýdan gelen devrime, kendi isteðimizle yukarýdan baþlayarak karþý çýkmamýzý öðütlüyor: Yani, vakit çok geç olmadan, ilk Hýristiyanlýða yaraþan bir yumuþaklýkla þiddeti bir yana itmemizi öðütlüyor. Zenginler servetini, fikir adamlarý kendini beðenmiþliðini feda etmeli, yazarlar fildiþi kulelerinden çýkmalý ve anlayýþla halka yaklaþmalý; hepimiz tutkularýmýzý, -hayvani benliðimizibaský altýna almalýyýz ve alma isteðinin yerine, o kutsal verme yeteneðini geliþtirmeliyiz içimizde. Hiç þüphe yok ki bunlar, dünyanýn bütün Ýncil'leri tarafýndan bütün çaðlarda öne sürülmüþ yüce istekler, ebedi istekler, insanlýðýn kusursuzluða ulaþabilmesi için ebediyen yenilenmesi gereken istekler. Ne var ki, ölçüsüz derecede sabýrsýz olan Tolstoy, gerçek dindar kiþiler gibi burada yalnýzca bir postulat, insanýn en yüksek ahlaki idealinin postulat'ýný görmekle yetinmiyor; bu ruh yumuþaklýðýnýn hemen ve bütün insanlarda gerçekleþmesini öfkeyle istiyor. Bizleri daha çabuk ikna edebilmek için de, tutkulu dehasý en öfkeli abartmalara kaptýrýyor kendini; onun emrini dinleyip çabucak her þeyden vazgeçmemizi, duygularýmýzla baðlý olduðumuz her þeyi feda etmemizi, terk etmemizi istiyor; (altmýþ yaþýnda olan Tolstoy) gençlerden cinsel isteklerine gem vurmalarýný istiyor (oysa olgun bir erkekken kendisi bunu hiçbir zaman yapamamýþtý); fikir adamlarýndan sanata ve düþünceyle ilgili þeylere ilgisiz kalmalarýný, hatta onlarý hor görmelerini istiyor (oysa kendisi bütün hayatýný bunlara vermiþti); ve bize hemen, bir þimþek hýzý ile, kültürümüzün içerisine düþmüþ olduðu boþ-gururlarýn anlamsýzlýðýný kabul ettirebilmek için, öfkeli yumruklarýyla bütün manevi dünyamýzý yýkýyor. Yalnýzca kusursuz bir keþiþliði bize daha çekici gösterebilmek için, bütün çaðdaþ kültürümüzü, sanatçýlarýmýzý, þairlerimizi, tekniðimizi ve bilimimizi rezil ediyor ve kaba saba abartmalara, apaçýk yalanlara baþvuruyor; baþkalarýna serbestçe saldýrabilsin diye de, her zaman, önce kendini küçültüyor, kendine hakaretler yaðdýrýyor. Böylece en yüce ahlaki niyetleri, yok yere çýkardýðý vahþi bir
gürültü-patýrtý ile bozuyor: Öyle bir gürültü-patýrtý ki, en aþýrý abartmalardan kaçýnmadýðý gibi, en aðýr yanýlgýlara düþmekten de çekinmiyor. Her zaman, yanýnda, kendisini her gün muayene eden özel bir doktoru bulunan Leon Tolstoy'un, týbbý ve doktorlarý -yararsýz þeyler-, hayatý bir -günah-, mülkiyeti -gereksiz bir lüks- olarak gördüðüne insan nasýl inanabilir? Eserleri bir kütüphanenin bir bölümünü dolduran kendisi gibi bir adam, bir -asalak-, bir -bit- gibi mi yaþamýþtýr? Hayatýný, anlattýðý þekilde mi geçirmiþtir? -Yemek yiyorum, gevezelik ediyorum, dinliyorum, tekrar yiyorum, yazýyorum ve okuyorum, yani yeniden konuþuyorum ve dinliyorum, sonra yine yemek yiyorum, oyun oynuyorum, yiyorum ve tekrar konuþuyorum; sonra yine yiyorum ve yatmaya gidiyorum!- Peki, Savaþ ve Barýþ ve Anna Karennina böyle mi yaratýldý? Chopin'in bir sonatýnýn çalýndýðýný iþitir iþitmez göz yaþlarýný tutamayan onun gibi birisi için müzik, dar kafalý Quaker'ler (Quaker: Daha çok Ýngiltere ve Amerika Birleþik Devletleri'nde yaygýn olan dini bir tarikat.) için olduðu gibi, þeytanýn gaydasýndan baþka bir þey olmayabilir mi? Beethoven'ý gerçekten de -þehvetli bir baþtan çýkarýcý- olarak mý görüyor? Shakespeare'in dramlarý onun için -kesinlikle anlamsýz- mý? Nietzsche'nin eserleri -kaba saba, tumturaklý ve boþ bir gevezelik- ten baþka bir þey deðil mi? Ya da Puþkin'in eserleri -yalnýzca insanlara sigara kaðýdý saðlamaya yarýyor-, öyle mi? Herkesten daha parlak bir þekilde hizmet ettiði sanat onun için yalnýzca -tembel insanlarýn lüksü- mü ve terzi Griþa ile kunduracý Piyotr, gerçekten de, onun için Turgenyev'den ya da Dostoyevski'den daha üstün bir estetik yargýda bulunabilecek kimseler mi? Gençliðinde -yorulmak nedir bilmeden zina iþlemiþ- ve daha sonra evlilik yataðýnda da on üç çocuk yaratmýþ onun gibi biri, bütün gençlerin, onlara yaptýðý çaðrýlardan etkilenerek namuslu ve temiz kiþiler haline geleceklerine ve kendilerini hadým ettireceklerine sahiden inanýyor mu? Görülüyor ki Tolstoy, öfke içerisinde her þeyi abartýyor ve abartmasý da, vicdan azabý çekmesinin mantýki bir sonucu: -Kanýtlar-ýný iþine geldiði gibi yonttuðunu fark etmesinler diye... Bazen bu gürültülü-patýrtýlý anlamsýz söz yýðýnýnýn sýrf abartmalý oluþu yüzünden yýkýlýp gittiði önsezisinin bir ýþýk gibi, bilincinin her zaman için uyanýk olan derin katlarýna kadar süzüldüðü de doðrudur: -Kanýtlarýmý kabul edeceklerinden, hatta üzerinde ciddi bir þekilde tartýþacaklarýndan pek umudum yok- diye yazmýþtý birgün ve son derece haklýydý. Çünkü, sözde hoþgörülü olan bu adamla herhangi bir tartýþmaya girmek nasýl mümkün deðilse (-onu ikna etmek hiçbir zaman mümkün deðildir- diye içini çekiyor karýsý; -gururu hiçbir zaman bir hatasýný itiraf etmesine imkan vermez- diyor en iyi dostu), ayný þekilde, Beethoven'ý ya da Shakespeare'i Tolstoy'a karþý -savunmak- da akýllýca bir þey olmazdý: Tolstoy'u sevenler, bu yaþlý adam, mantýðýnýn zayýflýðýný çok açýk bir þekilde açýða vurduðu zaman görmemezlikten gelirlerse daha iyi olurdu. Ciddiye alýnmayý hak eden her insan, Tolstoy'un bu teolojik patlayýþlarý karþýsýnda, hayatý manevi deðerlerle donatmak için yapýlan iki bin yýllýk savaþtan sanki bir gaz musluðunu kapatýrmýþ gibi birdenbire vazgeçmeyi ve en kutsal deðerlerimizi çöpe atmayý bir an bile düþünmemiþtir. Çünkü, tam da Nietzsche gibi bir düþünürün ortaya çýktýðý Avrupa'mýz, yalnýzca düþünce zevklerinin bu eziyetli dünyayý oturulabilir hale getirdiðini düþünen Avrupa, Tanrý þahittir ki, basit bir ahlaki emirle, birdenbire kabalaþmak, hayvanlaþmak ve barbarlaþmak için en ufak bir istek duymuyordu; uysal bir þekilde kibitka'nýn altýna girmek ve düþünce alanýndaki parlak bir
geçmiþi, -suçlu- bir hata imiþ gibi inkar etmek de istemiyordu. Örnek bir ahlakçý olan ve vicdaný kahramanca savunan Tolstoy'u, bir sinir krizini evrensel bir felsefeye ve bunalýmlý bir dönemin sýkýntýsýný politik ekonomiye dönüþtürmek için umutsuz çabalar harcayan bu adamla karýþtýrmayacak kadar saygýlý olmuþtur Avrupa ve her zaman da böyle olacaktýr; böyle bir sanatçýnýn kahramanca hayatýndan kaynaklanan büyük ahlaki itilimlerle, teoriye sýðýnmýþ þu öfkeli ihtiyarýn, kaba saba bir köylü gibi kültürü bir çeþit üfürükçülükle yok etmek isteyiþini her zaman birbirinden ayýracaðýz. Tolstoy'un ciddiliði ve aðýrbaþlýlýðý, bizim kuþaðýn vicdanýný eþi benzeri görülmemiþ derecede derinleþtirmiþtir; oysa insanýn ruhunu çökerten teorileri, yaþama sevincine yapýlan görülmemiþ bir suikasttir; kültürümüzü yeniden canlandýrýlmasý mümkün olmayacak ilkel bir Hýristiyanlýða kadar geri götürmek isteyen münzevi bir keþiþin eðilimini dile getirmektedir ve artýk Hýristiyan olmayan, dolayýsýyla Hýristiyanlýðý aþmýþ olan bir ruhun hayal ürünüdür. -Ýnsanýn kendini tutmasýnýn (nefsine hakim olmasýnýn) bütün hayatý belirlediði-ne, bu dünyayla ilgili tutkularýmýzý baský altýna alýp kendimizi yalnýzca görevlerden ve Ýncil'in sözlerinden yükümlü kýlmamýz gerektiðine inanmýyoruz: Sevincin yaratýcý ve hayat verici gücünü unutmak isteyen ve duyularýmýzýn serbest oyunlarýný, hatta hepsinin en yücesi ve en güzeli olan sanatý bile sýnýrlamak ve kösteklemek amacýný güden bir öndere güvenmiyoruz. Düþünce ve tekniðin zaferlerinden, Batý uygarlýðýnýn bize býraktýðý þeylerden hiçbirini terk etmek istemiyoruz, hiçbirini, ne kitaplarýmýzý, ne sanat eserlerimizi, ne þehirlerimizi, ne de bilimimizi: Elle tutulabilen, gözle görülebilen gerçeðimizin bir parçacýðýný, bir -taneciðini- bile býrakmak istemiyoruz, hele bizi steplere ve düþünce bakýmýndan zayýflamaya --ahmaklýða-- götürecek, geriletecek ve ruhumuzu çökertecek bir sistem için hiçbir þeyimizden vazgeçmek istemiyoruz. Öbür dünyadaki mutluluðumuz için, bugünkü hayatýmýzýn göz kamaþtýrýcý zenginliðini, ne idiði belirsiz, dar ve sýnýrlý bir basitlikle deðiþ-tokuþ etmek istemiyoruz. Ýlkel olmaktansa -günahkar olma-yý, budala olup Ýncil'in istediði gibi namuslu ve dürüst olmaktansa tutkulu olmayý tercih ediyoruz. Bunun içindir ki, Avrupa, Tolstoy'un sosyolojik teoriler yýðýnýný edebiyatla ilgili eski belgelerin bulunduðu dolaba týkývermiþtir. Çünkü en yüksek dini þekliyle bile, hatta bu derece büyük bir deha tarafýndan sunulmuþ olsa bile, gerileme ve gericilik hiçbir zaman yaratýcý olamaz ve tek bir insanýn ruhundaki kargaþadan doðan þey, hiçbir zaman evrensel ruhtaki kargaþalýðý çözemez. Bir kere daha ve kesin olarak tekrarlayalým: Çaðýmýzýn en güçlü tenkitçisi olan Tolstoy, tenkitleriyle açmýþ olduðu tarlaya, Avrupa'nýn geleceði için tek bir tohum bile ekememiþtir ve bu bakýmdan tam bir Rustur o, kendi ýrkýnýn ve kendi soyunun dehasýdýr. Gerçekten de, son yüzyýlýn Rusya için anlamý ve görevi, kutsal bir endiþeyle ve dizginlenmemiþ bir tutkuyla, bütün ahlaki derinlikleri araþtýrmak, bütün sosyal problemleri deþmek ve köklerine varýncaya kadar olduðu gibi ortaya çýkarmak olmuþtur. Ve onlarýn dahi sanatçýlarýnýn ortak eseri önünde sonsuz bir saygý ile eðiliyoruz. Birçok þeyi daha derinden hissediyorsak, baþka birtakým þeyleri daha kesin olarak biliyorsak, çaðýmýzýn problemleri ve insanlýðýn ebedi problemleri bize eskisinden daha þiddetli, daha acý ve daha acýmasýz görünüyorsa, bunu Rusya'ya ve Rus edebiyatýna borçluyuz; eski gerçekleri aþarak yepyeni bir gerçeðe ulaþmak imkanýný veren o yaratýcý endiþeyi de Rus edebiyatýna borçluyuz. Her Rus düþüncesi, zihnin bir mayalanmasýdýr,
esnek ve patlayýcý bir güçtür, ama Spinoza'nýn, Montaigne'in ve birkaç Alman düþünürünki gibi açýklayýcý deðildir; dünyanýn manevi ufkunun geniþlemesine olaðanüstü bir þekilde katkýda bulunur; ve hiçbir çaðdaþ sanatçý, ruhumuzu, Tolstoy'un ve Dostoyevski'nin yaptýðý gibi deþmemiþ, eþelememiþtir. Ama ne o, ne de öteki, yeni bir düzen yaratabilmemiz için bize yardým etmemiþlerdir ve kendi kargaþalarýndan, ruhlarýnýn sonsuz kargaþasýndan, bize dünyanýn anlamýný verebilecek bir cevaba ulaþmaya çalýþtýklarý zaman da, onlarýn bulduðu çözüm yolunu kabul etmemiþizdir. Çünkü her ikisi de, Tolstoy da, Dostoyevski de, önlerinde bir uçurum gibi açýlan nihilizmden duyduklarý korkudan kurtulabilmek için, ilkel bir endiþeyle, dini bir cevaba sarýlmýþlardýr; her ikisi de, kendi içlerindeki uçurumun dibine düþmemek için, Hýristiyanlýðýn haçýna bir köle gibi sýmsýký tutunmuþlardýr; ve Nietzsche'nin yýldýrýmýnýn eski korkularýn yarattýðý bütün tanrýlarý parça parça ederek havayý temizlediði ve Avrupalýnýn eline, kutsal bir çekiç gibi, kendi gücüne ve hürlüðüne olan inancý tutuþturduðu bir sýrada, Tolstoy ve Dostoyevski, Rus dünyasýný bulutlarla örtmüþlerdir. Akýl almaz bir görünüm: Kendi vatanlarýnýn en güçlü düþünürleri olan Tolstoy ve Dostoyevski, her ikisi de, birdenbire korkuya kapýlmýþlardýr; her ikisi de esrarlý bir ürpertiyle eserlerinde ayný haç'ý, Rus haç'ýný, havaya kaldýrmýþlar, her ikisi de Ýsa'yý --farklý bir Ýsa'yý-- çöken bir dünyaya yardým edecek bir Koruyucu ve Kurtarýcý olarak imdada çaðýrmýþlardýr. Orada, ayakta duruyorlar, kürsülerinde ve karþý karþýya: Düþüncelerinde olduðu kadar hayatlarýnda da birbirine karþýt olan öfkeli iki Orta Çað keþiþi gibi: Dostoyevski, esaslý bir gerici, otokrasinin --iktidarýn mutlak þekilde tek bir kiþinin elinde toplandýðý bir yönetim biçiminin-- savunucusu, savaþý ve terörü öðütlüyor, büyük bir tutkuyla kendini her þeye egemen olan kuvvetin sarhoþluðuna býrakýyor; onu zindanlara atan çarýn hizmetkarý, dünyayý fethedecek emperyalist bir Kurtarýcýya tapýyor. Onun karþýsýnda Tolstoy, ayný baðnazlýkla, ötekinin göklere çýkardýðý þeylerle alay ederek, öteki nasýl mistik bir þekilde kul-köleyse, bu da ayný mistiklikle anarþist; çarý bir katil olarak, Kiliseyi ve Devleti hýrsýz olarak teþhir direðine baðlayýp savaþa lanetler savurarak ve Ýncil'i elinden, Ýsa'yý dilinden düþürmeyerek duruyor Dostoyevski'nin karþýsýnda. Ama her ikisi de, sarsýlmýþ ruhlarýný dolduran esrarlý bir korkuyla, dünyayý bir alçakgönüllülük ve ahmaklýk içerisine itiyorlar. Bu iki düþünürde nasýl bir gelecekten haber verme yeteneði olmalý ki, milletlerinin üzerine, bu derece þiddetli bir þekilde, kendi esrarlý korkularýný yaymayý baþarabiliyorlar: Dünyanýn sonu ve kýyamet günüyle ilgili bir sezgi, ayaklarýnýn altýndaki Rus topraðýnýn en korkunç sarsýntýlara gebe olduðunu hisseden ve geleceði gören bir bilim olmalý bu herhalde. Aslýnda þairin görevi ve fonksiyonu, çaðýnýn havasýnda gizlenen ateþi ve bulutlardaki fýrtýnayý önceden hissetmek, yeni bir çaðýn doðuþundan önce gelen heyecana kendini kaptýrýp acý çekmek deðil midir? Her ikisi de tövbeyi ve kefareti öðütleyen öfkeli peygamberler olarak ve sevgiden sarhoþ bir halde, can çekiþen bir dünyanýn eþiðinde ýþýl ýþýl parlayarak ve acýlar içerisinde öylece duruyorlar orada ve hala, sarsýntýlarý artýk çok yaklaþmýþ büyük felaketi önlemeye çalýþýyorlar: Eski Ahdin dev gibi karakterleri onlar, çaðýmýz böylelerini bir daha görmedi. Ne var ki, olacak þeyleri önceden hissetmekle birlikte, olaylarýn akýþýný deðiþtirmek ellerinden gelmiyor. Dostoyevski devrimle
alay ediyor ve iþte, cenaze töreninin hemen ardýndan çarý silip götüren bomba patlýyor. Tolstoy savaþa lanetler savuruyor ve yeryüzünde sevginin egemen olmasýný istiyor, oysa tabutunun üzerindeki toprak daha dört kere bile yeþermeden kardeþ katlinin en korkuncu dünyayý kana buluyor. Hor gördüðü sanatý ve kahramanlarý zamaný aþabiliyor, oysa doktrini, rüzgarýn ilk üfürüþünde bir sabun köpüðü gibi sönüp gidiyor. Kurmuþ olduðu Tanrý krallýðýnýn çöküþüne, sevgi doktrininin tam bir bozguna uðrayýþýna tanýk olmamýþtýr; ama þüphesiz sezmiþtir, çünkü hayatýnýn son yýlýnda, dostlarýnýn arasýnda sakin sakin otururken uþaðý ona bir mektup getiriyor; mektubu açýyor ve þunlarý okuyor: -Hayýr Leon Nikolayeviç, ben sizin gibi, insanlar arasýndaki iliþkilerin ancak sevgiyle düzeltilebileceðini düþünemiyorum. Yalnýzca iyi yetiþmiþ ve karýnlarýný her zaman doyurabilen insanlar bu þekilde konuþabilirler. Ama çocukluklarýndan bu yana açlýk çeken ve hayatlarý boyunca zalimlerin boyunduruðu altýnda eðilen insanlar için ne diyeceksiniz? Onlar kölelikten kurtulmaya çalýþacaklar ve bu uðurda savaþacaklardýr ve size ölümünüzün arifesinde þunu söylüyorum ki, Leon Nikolayeviç, dünya yine kana boðulacak ve bu sefer yalnýzca efendileri --kadýn erkek ayrýmý yapmaksýzýn-- öldürmekle ve parçalamakla kalmayacaklar, onlarýn çocuklarýný da öldürecekler ki dünyada artýk onlardan korkacak bir þey kalmasýn. O zaman artýk hayatta olmayacaðýnýza üzülüyorum, çünkü hatanýzý kendi gözlerinizle görebilmenizi isterdim. Sakin bir ölüm dilerim size.Bir kasýrgaya benzeyen bu mektubu kimin yazdýðýný kimse bilmiyordu. Troçki, Lenin ya da Schlusselburg kalesinde pinekleyen herhangi bir devrimci olabilir miydi? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceðiz. Ama belki de bu andan itibaren Tolstoy, doktrininin, gerçeðin karþýsýnda boþ ve yararsýz olduðunu, bir duman gibi daðýlýp gideceðini, vahþi ve gürültülü tutkunun, insanlar arasýnda, kardeþçe bir iyilikten her zaman daha güçlü olacaðýný anlamýþtý. Tanýklar, bize, Tolstoy'un yüzünde ciddi bir ifadenin belirdiðini anlatýyorlar; mektubu alýyor ve düþünceli bir halde odasýna çekiliyor: Kötü bir önsezinin soðuk kanadý, kýr saçlý baþýna dokunup geçmiþ gibi sanki... ::::::::::::::::: FÝKÝRLERÝNÝ GERÇEKLEÞTÝRMEK ÝÇÝN YAPTIÐI SAVAÞ -Felsefe üzerinde on cilt kitap yazmak, bir tek ilkeyi uygulamaktan daha kolaydýr.- (Tolstoy, Günlüðünden, 1847) Tolstoy'un bu dönemde hiç durmadan gözden geçirdiði Ýncil'de, þu peygamberce cümleyi heyecan duymadan okumasý mümkün deðildi: -Rüzgar eken, fýrtýna biçer-; çünkü þimdi kendi hayatýnda onu böyle bir kader bekliyordu. Bir insanýn, dahasý güçlü bir ruhun, kendi içindeki endiþeyi dünyaya yaymasý hiçbir zaman cezasýz kalamazdý: Ýsyaný, binbir þekilde, geri teperek dönüp kendi göðsüne çarpacaktý. Bugün, tartýþmalar çoktan sýcaklýðýný yitirmiþ olduðu için, ilk çaðrýsýndan baþlayarak, Tolstoy'un mesajýnýn Rusya'da, hatta bütün dünyada nasýl bir baðnazca umut yarattýðýný kestirmemiz mümkün deðildir: Þüphesiz ruhlarýn bir isyanýydý bu, bütün bir milletin bilincinin güçlü bir uyanýþýydý. Böyle bir etkiden ürken hükümetin Tolstoy'un tartýþmalý yazýlarýný hemen yasaklamasý boþunaydý; bu yazýlar daktiloda çýkarýlmýþ
kopyalar halinde elden ele dolaþýyordu; dýþarýda yapýlan basýmlar sayesinde kaçak olarak yurda sokuluyordu ve Tolstoy yerleþmiþ düzenin unsurlarýna, Devlete, çara ve Kiliseye pervasýz bir þekilde saldýrdýkça, insan kardeþlerine, ateþli bir þekilde, daha iyi bir sosyal düzen kurmak istedikçe, her türlü kurtuluþ mesajýna açýk olan insanlýðýn kalbi büyük bir heyecanla ona doðru dönüyordu. Çünkü demiryollarýna ve telgrafa raðmen, mikroskopa ve tekniðin bütün sihirli buluþlarýna raðmen, manevi dünyamýz, insanlýðý daha yüksek bir ahlaki düzeye ulaþtýracak bir kurtarýcýnýn bekleyiþi içindedir hala, týpký Ýsa'nýn, Muhammet'in ve Buda'nýn zamanýnda olduðu gibi: Bir öndere ve bir eðiticiye doðru hiç durmadan yenilenen bir özlem, mucizelere karþý sonsuz bir susuzluk duyan kütlelerin ruhunda, sürekli olarak titreþir ve yaþamaya devam eder. Bunun için, bir insan, tek bir kiþi, birtakým vaatlerde bulunarak insanlýða seslendiði zaman, bu inanç susuzluðunun duyarlý sinirine dokunmuþ olur ve ayaða kalkma cesaretini göstererek her türlü sorumluluktan daha aðýr olan þu sözü söylemeye cüret eden, -Ben, gerçeði biliyorum- diyebilen biri, her zaman, kendini feda etmeye hazýr sonsuz bir yedek kuvvet bulur karþýsýnda. Böylece, Tolstoy, bir havari gibi mesajýný bildirdiði anda, bütün Rusya'da manevi bir güçle dolu milyonlarca bakýþ, yüzyýlýn sonunda, ona doðru çevrildi. Bizim için uzun zamandan beri yalnýzca bir psikolojik belge olan Ýtiraf, sanki Cebrail'in Ýsa'nýn doðacaðýný Meryem'e müjdelemesine benzeyen bir habermiþ gibi, inançlý gençliðin baþýný döndürdü. Büyük bir sevinçle, iþte en sonunda güçlü ve hür bir adam, dahasý, Rusya'nýn en büyük þairi, þimdiye kadar yalnýzca her þeyden yoksun olanlarýn þikayet ettiði, yalnýzca yarý-kölelerin gizlice mýrýldandýðý þeyi, açýkça ve yasal bir hak olarak istiyor, diye haykýrdýlar: Yani, dünyanýn bugünkü düzeni haksýzlýktýr, ahlak-dýþýdýr, dolayýsýyla böyle bir düzen savunulamaz, yeni ve daha iyi bir düzen þekli bulmak gerekir. Böylece, bütün hoþnutsuz insanlara beklenmedik bir itici-güç verilmiþ oldu ve bu da profesyonel lafazanlarýn aðzýndan deðil de, otoritesinden ve dürüstlüðünden kimsenin þüphe etmeye cesaret edemeyeceði, baðýmsýz ve hiçbir zaman yoldan çýkarýlamýyacak bir adamýn aðzýndan çýkan sözlerle gerçekleþti. Bu adamýn kendi hayatýnýn örneðiyle, sosyal varlýðýnýn her hareketiyle insanlara yol göstermek istediðinden söz ediliyordu: Kont olduðu halde ayrýcalýklarýndan vazgeçmek istiyor, zengin olduðu halde malýný-mülkünü terk etmek istiyor ve bu dünyanýn büyükleri arasýnda en büyüðü o olduðu halde, alçakgönüllülükle, her türlü ayrýmý bir yana iterek, beden gücü ile çalýþan halk topluluðu içerisinde yer almak istiyor: Yeter ki, þiddete dayanan çarlýðýn yerine, sevginin tanrýsal krallýðý sonunda bu dünyaya egemen olabilsin. Bahtsýzlarýn ve her þeyden yoksun olanlarýn bu yeni kurtarýcýsýnýn mesajý köylülere ve okuma-yazma bilmeyenlere kadar ulaþýyor; ilk müritleri daha þimdiden toplanýyorlar; Tolstoy'cular mezhebi, efendilerinin sözünü yerine getirmeye baþlýyor ve onlarýn arkasýnda da, çoðu zaman hayal kýrýklýðýna uðramýþ, sayýlamýyacak kadar çok bir ezilenler kütlesi, acaba bu samimi adam kendileri için bir umut, bir yardým yolu bulabildi mi diye tetikte bekliyor. Ve böylece, sanki onlara kutsal bir haber vermiþçesine, Tolstoy'un karþýsýnda milyonlarca kalp, milyonlarca göz parýldýyor ve artýk evrensel bir önem kazanmýþ olan her hareketini, hayatýnýn her olayýný doymak bilmez bir hýrsla, dikkatle izliyor. -Çünkü o öðrenmiþtir; bize de öðretecektir.-
Ama, tuhaf þey, Tolstoy, milyonlarca ve milyonlarca insaný kendi hayatýnýn izinden beklenmedik ve þaþýrtýcý bir þekilde sürüklemekle yüklenmiþ olduðu büyük sorumluluðu baþlangýçta fark etmemiþ görünüyordu. Þüphesiz, böyle bir hayat doktrininin, insan kutsal bir haberci olarak ortaya çýktýðý zaman, kaðýt üzerinde soðuk harfler halinde kalamýyacaðýný, baþkalarýna örnek olacak þekilde, kendi hayatýnda gerçekleþmesi gerektiðini bilecek kadar keskin-görüþlüydü. Ne var ki (baþlangýçta iþlediði hata da buydu), sosyal ve ahlaki öðretilerini sathi bir þekilde kendine uygulayarak, bu öðretilerin gerçekleþebilir olduðunu sembolik bir þekilde göstermekle yeterince iþ yapmýþ olduðunu düþünüyordu. Böylece efendi ile hizmetçileri arasýnda dýþ görünüþ bakýmýndan farklar olmasýn diye bir köylü gibi giyiniyor; orak ve sabanla tarlalarda çalýþýyor ve kendisinin (Tolstoy'un) tarlada çalýþmayý, ekmeðini kazanmak için yapýlan kaba ve namuslu iþi aþaðý bir iþ olarak görmediðini objektif bir þekilde kanýtlasýn da herkes bunu anlasýn ve yaptýðý iþten utanmasýn diye, bu kýlýkta, Rjepin'e resmini yaptýrýyor: Madem ki Leon Tolstoy, herkesin bildiði gibi, bu þekilde hareket etmeye ihtiyacý olmadýðý halde ve dehasý dolayýsýyla bu gibi yükümlülüklerin büsbütün dýþýnda kalabileceði halde, bu iþi yapmayý sevinçle kabul ediyor, o halde kimsenin yaptýðý iþten utanmasýna gerek yok demektir. Ruhunu mülkiyetin -günahý- ile daha fazla kirletmemek için, malýný-mülkünü, varýný-yoðunu (daha bu dönemde yarým milyon rubleyi aþýyor), karýsýnýn ve ailesinin üzerine geçiriyor ve bundan böyle eserlerinin karþýlýðý olarak ne para alýyor, ne de paranýn yerini tutacak herhangi bir þey. Sadaka daðýtýyor, kendisine baþvuran en basit, en tanýnmamýþ kimselere zaman ayýrýyor: Ya onlarý evine kabul ediyor, ya da onlara mektup yazýyor; yeryüzündeki her türlü haksýzlýk ve adaletsizlikle, kardeþçe yardýmlarda bulunarak ve sevgi ile uðraþýyor. Ne var ki, çok geçmeden kendisinden daha fazla þey istediklerini kabul etmek zorunda kalýyor; inançlý kiþilerden oluþan o büyük kaba kütle --hem de bütün ruhu ile ulaþmak istediði bu -halk- tabakasý-- yalnýzca manevi bir anlam taþýyan bu alçakgönüllülük sembolleriyle yetinmiyor, Leon Tolstoy'dan daha baþka þeyler de bekliyor: Her þeyini kaybetmesini ve kendi sefaletini ve felaketini tam olarak paylaþmasýný istiyor. Yalnýzca din uðruna acý çekenlerdir ki, gerçek inançlara sahip kiþiler yaratabilirler ve insanlarý gerçekten ikna edebllirler (bunun için, her dinin baþlangýcýnda, her zaman, kendini tümüyle feda etmiþ bir insan vardýr); yalnýzca bazý noktalara iþaret etmekle ya da bazý vaatlerde bulunmakla yetinen biri bunu baþaramaz. Oysa Tolstoy'un, doktrininin uygulanma imkanýný arttýrabilmek için o zamana kadar yapmýþ olduðu bütün þey, basit bir alçakgönüllülük davranýþýndan, dini açýdan iyi-niyetli olduðunu gösteren sembolik bir hareketten baþka bir þey deðildi: Týpký, Katolik Kilisesinin Papaya ya da inancý kuvvetli olan hükümdarlara, Kutsal Perþembe günü, yani yýlda bir kere, on iki ihtiyarýn ayaklarýný yýkama zorunluluðunu yüklemesi gibi. Burada, halka anlatýlmak ve gösterilmek istenen þey, en basit, en adi iþin bile yeryüzünün en büyük kiþileri tarafýndan yapýlamýyacak kadar adi ve bayaðý olmadýðýdýr. Ama bu yýllýk kefaret hareketiyle, Papa ya da Avusturya imparatoru ve Ýspanya kralý nasýl güçlerinden birþey kaybetmiyorlar ve hiç de hamamda hizmet eden gençlere benzemiyorlarsa, ayný þekilde büyük yazar Tolstoy da, bir saat kadar kunduracý biri ve kalýpla uðraþtý diye kunduracý olamaz; iki saat tarlada çalýþtý diye hiç de köylü olmadýðý gibi, servetini ailesine devretti diye de gerçek bir dilenci haline gelemez. Tolstoy, önce, doktrininin uygulanabilir olduðunu göstermekten baþka bir þey yapmamýþtýr, ama doktrinini gerçekten yaþamamýþtýr. Oysa (derin
bir içgüdü ile) sembolü yeterli bulmayan ve ancak tam bir fedakarlýkla ikna edilebilen halk, Leon Tolstoy'dan, müritlerinin --her zaman olduðu gibi-- efendilerinden çok daha sýký, daha katý ve harfi harfine uyguladýklarý doktrinini, gerçekten uygulamasýný beklemiþti. Ziyaretçilerin, kendi isteðiyle fakir olmuþ peygambere yaptýklarý hac ziyareti sýrasýnda, öteki soylulara ait malikanelerde olduðu gibi, burada da Yasnaya Polyana köylülerinin sefalet içinde süründüklerini, oysa onun, Leon Tolstoy'un, eskisi gibi ziyaretçilerini, büyük bir malikane sahibi olarak Kontlara yaraþan bir evde kabul ettiðini görünce ve böylece onun da -halktan, en gerekli þeylerini türlü hilelerle alan insanlarýn sýnýfýna- ait olduðunu anlayýnca birdenbire hissettikleri hayal kýrýklýðý buradan ileri gelmektedir. Malýný-mülkünü devretmiþ olduðunu büyük bir gürültü-patýrtý ile ilan etmesi, onlara, gerçek bir vazgeçme gibi gelmiyor, her þeyini terk etmiþ olmasýný, yoksulluk olarak görmüyorlar; çünkü yazarýn eskisi gibi hayatýn bütün kolaylýklarýndan ve rahatlýklarýndan yararlanmaya devam ettiðini görüyorlar; hatta tarýma ve kunduracýlýða ayýrdýðý saatler de onlarý tatmin etmiyor. Yaþlý bir köylü -Bu da ne biçim adam, öðütlediði þeyin tam tersini yapýyor- diye öfkeyle homurdanýyor; öðrenciler ve gerçek komünistler, onun davranýþý ile doktrini arasýndaki bu þüpheli karþýtlýk üzerinde daha da sert bir þekilde fikir yürütüyorlar. Tolstoy'un belirsiz tavrýnýn yarattýðý hayal kýrýklýðý, yavaþ yavaþ teorilerine en çok inanmýþ taraftarlarýný da sarmaya baþlýyor. Mektuplar ve sýk sýk kaba saldýrýlar, gitgide artan bir þiddetle, ya doktrinini inkar etmeye, ya da yalnýzca ara sýra verdiði örneklerle deðil, artýk harfi harfine uygulamaya çaðýrýyor onu. Bütün bu tenkitler ve azarlardan ürken Tolstoy, kendisinin ayaklandýrdýðý bu isteklerin ne kadar büyük olduðunu sonunda fark ediyor; mesajýna canlýlýk verecek olan þeyin sözler deðil yalnýzca olgular olduðunu, propaganda için verdiði örneklerle yetinmeyip hayatýný büsbütün deðiþtirmesi gerektiðini anlýyor. Halkýn önündeki bir kürsü üzerine --XÝX'uncu yüzyýlýn en yüksek kürsüsü üzerine-- çýkýp da kendini yeni çaðlarýn habercisi olarak ilan eden biri, þan ve ünün projektörlerinden gelen kuvvetli bir ýþýkla aydýnlatýlmýþ olan ve milyonlarca çift gözle dikkatle izlenen biri, her türlü özel ve kolay hayattan kesinlikle vazgeçmelidir. Görüþlerini sembollerle açýða vurmasý yetmez, geçerli bir kanýt olarak kendini tam olarak ve gerçekten feda etmesi gerekir. Böylece Tolstoy, görüþlerini dünyaya ilan ederken aklýnýn ucundan bile geçirmediði kiþisel bir yükümlülük altýna girdiðini görüyor: -Ýnsanlarýn size kulak vermesi için, gerçeði, acý çekerek ve hatta ölümle pekiþtirmek gerekir.Gücüne kuvvetine güvenemeyen, ruhunun en derin katlarýna kadar sýkýntýyla dolu olan Tolstoy, ürpererek ve endiþeler içerisinde kývranarak, doktrininin kendisine yüklemiþ olduðu haç'ý sýrtýna vuruyor: Bundan böyle, kayýtsýz þartsýz bir þekilde, inançlarýný hayatýnýn her hareketiyle doðrulamak zorundadýr ve artýk alaycý ve geveze bir dünyanýn ortasýnda dini inançlarýnýn kutsal bir hizmetkarý olmalýdýr. -Kutsal- bir hizmetkar: Bütün alaylý gülüþlere raðmen kelime söylenmiþtir artýk. Çünkü, pozitivist olan çaðýmýzda, hiç þüphe yok ki, kutsal kiþi önce büsbütün saçma ve imkansýzmýþ gibi gelir; bugüne uymayan, gelip geçmiþ Orta Çaða ait bir þeymiþ gibi gelir. Þu var ki, her manevi tipin ölümlü olan tarafý, kültürel
þekli ve sembolleridir; tip ise, bir kere bu dünyadaki þeyler arasýna katýldý mý, Tarih adýný verdiðimiz benzerliklerin sonsuz oyunu içerisinde zorunlu ve mantýklý olarak tekrar tekrar sahneye çýkar. Her zaman ve her dönemde insanlar, kutsallýðý özlemek zorunda kalacaklardýr, çünkü insanlýðýn din duygusu bu yüce manevi þekle hiç durmadan ihtiyaç duyar ve dolayýsýyla onu yaratmaya çalýþýr; yalnýzca maddi kalýbý, insani deðiþikliklere göre ister istemez deðiþik olacaktýr. Varlýðý, manevi bir ateþle kutsallaþtýrma anlayýþýmýzýn, Hýristiyan azizlerinin hayat hikayeleriyle (Lagende Doree) hiçbir ilgisi olmadýðý gibi, çöl papazlarýnýn ömrünü bir sütun üzerinde geçirmek, vb. gibi sert ve katý yöntemleriyle de ilgisi yoktur; çünkü kutsal kiþi imajýný, teologlarýn ruhani meclislerinin ya da papayý seçen kardinaller meclisinin yapmýþ olduklarý tanýmlamalardaki bütün unsurlardan uzun zamandan beri sýyýrmýþ bulunuyoruz. Bugün kutsallýk, bizim için, yalnýzca kahramanlýðý, dini bir yaþantý olarak benimsenmiþ bir fikir uðruna kendi hayatýndan tam olarak vazgeçme anlamýna gelen bir kahramanlýðý ifade eder. Düþünce coþkunluðu, Sils-Maria'nýn tanrý-katilinin -dünyayý inkar eden- yalnýzlýðý ya da Amsterdam'daki elmas yontucusunun dokunaklý tokgözlülüðü, bizim için, kendini kamçýlayanlar tarikatýndan olan baðnaz birinin coþkusundan hiç de aþaðý deðildir. Hatta, mucizeler alanýnýn ötesinde, yazý makinesi ve elektrik ýþýðý çaðýnda, ýþýða garkolmuþ ve kalabalýk insan yýðýnlarýnýn gezip dolaþtýðý enine-boyuna geliþmiþ þehirlerimizde, vicdanýn etten ve kemikten bir tanýðý olarak, düþünce bakýmýndan kutsal olan birine rastlamak da hala mümkündür; þu var ki, seyrek olarak karþýmýza çýkan bu hayran olunacak varlýklarý, bu dünyaya ait her türlü düþkünlüðün ötesinde, tanrýsal ve yanýlmaz yaratýklarmýþ gibi görmek zorunda deðiliz artýk; tam tersine, bu yüce -deneyimcileri-, bu cüretli ruhlarý, aslýnda, bunalýmlarý ve savaþlarý içindeyken seviyoruz ve en çok da, yanýlmalarýna raðmen deðil de, yanýldýklarý için seviyoruz onlarý. Çünkü bizim kuþaðýmýz, kutsal kiþilerine, bu dünyanýn ötesinden gelen, Tanrý tarafýndan gönderilmiþ elçiler olarak deðil, insanlar içerisinde bu dünyaya en fazla ait olan kimseler olarak saygý göstermek istiyor. Bu yüzden, Tolstoy'un, kendi hayatýna baþkalarýna örnek olacak bir biçim vermek için giriþtiði korkunç denemede bizi en çok etkileyen þey, onun kararsýzlýklarýdýr; onun kaçýnýlmaz baþarýsýzlýðý, bize, her türlü kutsallýktan daha çok heyecan veren bir þey olarak görünüyor. Doktrinine hiçbir þekilde inanmasak bile, bu yüzden çektiði acýlar, tasarýlarýnýn yüceliðine inandýrýyor bizi. Böylece, Tolstoy, vicdanýndaki ebedi þekilleri gerçekleþtirebilmek için hayatýn geçici ve alýþýlmýþ þekillerinden vazgeçme gibi kahramanca bir göreve giriþtiði anda, hayatý, ister istemez, acý bir görünüm alýyor: Nietzche'nin baþ-kaldýrmasý ve çöküþünden beri gördüklerimizin hepsinden daha acýklý bir hale geliyor. Çünkü, aileyi, soyluluðu, mülkiyeti ve çaðýnýn yasalarýný simgeleyen her þeyden bu derece þiddetli bir þekilde kopma büyük bir yara açýlmadan, kendini ve yakýnlarýný çok acý bir þekilde yaralamadan gerçekleþemezdi. Ama Tolstoy acýdan korkmuyor; tam tersine, gerçek bir Rus olarak, yani her þeyde aþýrýlýða kaçan bir insan olarak, her türlü acý denemeye kendini isteyerek sunmakla kalmýyor, içtenliðinin somut bir kanýtý olarak gerçek azaplarýn susuzluðunu da duyuyor. Sürdüðü rahat hayattan, uzun zamandýr, yorulmuþ usanmýþtý, yavan aile mutluluðundan, eserlerinin getirdiði þan ve ünden, çaðdaþlarýnýn gösterdiði saygýdan tiksinmiþti: Ýçindeki yaratýcý güç, bilinçdýþý bir þekilde, daha gergin ve daha deðiþik bir kaderin özlemini duyuyor artýk; insanlýðýn ilkel güçlerine,
yoksulluða, sefalete ve geçirdiði bunalýmdan sonra ilk defa olmak üzere yaratýcý anlamýný kavradýðý ýstýraba --acý çekmeye-daha çok yaklaþmak istiyor. Alçakgönüllülükle ilgili tasarýlarýnýn dürüstlüðünü herkesin önünde kanýtlamak için, ne evi, ne parasý, ne de ailesi olan, pis, sefil, hor görülmüþ, Devletin zulmettiði, Kilisenin kabul etmediði bir insanýn en aþaðý düzeydeki hayatýný yaþamak istiyor. Kitaplarýnda en önemli yaþama biçimi, manevi yönden verimli olan biricik yaþama biçimi olarak anlattýðý bir hayatý, yani vataný olmayan, hiçbir þeyi olmayan ve bir sonbahar yapraðý gibi rüzgarýn önüne kattýðý bir insanýn hayatýný yaþamak istiyor. Tolstoy (burada büyük bir sanatçý olan Tarihin, yine dahice ve alaycý antitezlerinden birini ortaya attýðýný görüyoruz) iradesinin olanca gücüyle, Dostoyevski'nin --Tolstoy'un karþý kutbunun-istemeden boyun eðdiði kaderin týpkýsýný yaþamak istiyor. Çünkü Dostoyevski, kaderin olanca zalimliðine ve katýlýðýna katlanmak, Tolstoy'un pedagojik bir amaçla, acý çeken biri olmak isteðiyle katlanmayý arzu ettiði her türlü gözle görülebilir acýyý çekmek zorunda kalmýþtýr. Gerçek bir yoksulluk, insana azap veren, yakýp kavuran ve her türlü sevinci yok eden bir yoksulluk, Dostoyevski için Nessos'un gömleði (Nessos: Yunan Mitolojisine göre, at-adam Nessos, Herakles'in karýsý Deianeira'yý kaçýrýp tecavüze yeltendiði bir sýrada Herakles tarafýndan atýlan zehirli bir okla vurularak öldürülür. Nessos, ölürken, Herakles'ten öcünü alabilmek için, yarasýndan akan kaný Deianeira'ya vererek onu kandýrýr: Bu kana bulaþmýþ bir gömleði Herakles'e giydirdiði takdirde, kocasýnýn aþkýna ebediyen sahip olabileceðine inandýrýr. Bir tören sýrasýnda, Nessos'un kanýnýn bulaþtýðý gömleði giyen Herakles, zehir vücuduna iþledikçe yanmaya, dayanýlmaz acýlar içerisinde kývranmaya baþlar. Vücuduna yapýþmýþ olan bu gömleði, etlerini parçalayarak çýkarmaya, söküp atmaya çalýþýrsa da baþaramaz. Sonunda, daðlardan kökleriyle birlikte söküp çýkardýðý koca çam aðaçlarýndan oluþturduðu çok büyük bir odun yýðýnýnýn alevleri arasýna atlayarak hayatýna son verir. Bilmeyerek kocasýnýn ölümüne sebep olan Deianeira da intihar eder.) olmuþtur. Dünyanýn bütün ülkelerinde vatansýz biri olarak dolaþýp durur, hastalýk bedenini kemirir, çarýn askerleri onu idam kazýðýna sürüklerler ve sonra Sibirya'nýn zindanlarýna atarlar; Tolstoy'un doktrinini kanýtlamak, sosyal idealine ulaþmak için ihtiyaç duyduðu her þey, Dostoyevski'ye bol bol verilmiþti; oysa o derece istediði halde bu acý içkinin bir damlasý bile bu Yeni Havarinin dudaklarýna deðmemiþti. Gerçekten de, Tolstoy'un acý çekme isteði hiçbir zaman gerçekleþmemiþtir. Alaycý bir kader, her yerde, acýya götüren yollarý kesmiþtir. Yoksul olmak, servetini insanlýða daðýtmak, bundan böyle eserlerinden ve yazýlarýndan para almamak istiyordu; oysa ailesi buna izin vermiyordu ve kendisi istemese de büyük serveti yakýnlarýnýn ellerinde hiç durmadan artýyordu. Yalnýzlýðý özlüyordu, ama kazanmýþ olduðu þan ve ün, evini röportajcýlar ve meraklý kimselerle dolduruyordu. Hor görülmek isterdi, ama kendini küçültüp alçalttýkça, eserini gözden düþürmeye çalýþtýkça ve içtenliðinden þüphe ettikçe, insanlar ona daha çok saygý gösteriyorlardý. Basýk tavanlý, isli bir kulübede, kimsenin tanýmadýðý ve rahatsýz etmediði bir köylü olarak yaþamak isterdi veya sokaklarda bir yolcu ve bir dilenci gibi dolaþýp durmak isterdi: Ailesi ona özenle bakýyor ve ona azap verecek þekilde, herkesin önünde, onaylamadýðýný açýkça bildirdiði tekniðin bütün imkan ve kolaylýklarýný, oturduðu odalara varýncaya kadar sokuyordu. Zulüm görmek, hapsedilmek ve kýrbaçlanmak isterdi (-hürriyet içerisinde yaþamak benim için çok güç- diye yazmýþtý): Yetkililer ona yumuþak davranýyorlar, yalnýzca müritlerini kýrbaçlatmak ve Sibirya'ya göndermekle yetiniyorlardý.
Bu yüzden sonuna kadar gidiyor ve artýk cezalandýrýlsýn, sürülsün, mahkum edilsin, inançlarýyla isyan etmiþ olmasýnýn cezasýný herkesin önünde çeksin diye çara hakaret ediyor. Ama ÝÝ'inci Nikola, onu þikayet eden bakana þöyle cevap veriyor: -Lütfen Leon Tolstoy'a dokunmayýn; onu bir kurban haline getirmek istemiyorum-. Oysa Tolstoy'un istediði buydu. Doktrininin ciddiliðini ve içtenliðini insanlarýn önünde kanýtlayabilmek için son yýllarýnda hep -kurban- olmak, acý çeken bir din kurbaný olmak istemiþti, ama Kader bunu engellemiþti: Öyle ki, acý çekmek için büyük bir susuzluk duyan bu adamýn baþýna herhangi bir felaket gelmesin diye bazý haince önlemler almaya kadar vardýrmýþtý iþi. Hücresinin kauçukla kaplý duvarlarýna büyük bir öfkeyle kendini çarpýp duran bir çýlgýn gibi, Tolstoy, þan ve ününün gözle görülmeyen hapishanesi içerisinde çýrpýnýp duruyor; kendi isminin içine tükürüyor, Devleti, Kiliseyi ve bütün güçleri kýþkýrtacak korkunç hareketler yapýyor, ama onu terbiyeli bir þekilde, þapkalarý ellerinde dinliyorlar, ona zararsýz ve soylu bir deli imiþ gibi davranýyorlar. Apaçýk bir eylemde bulunmayý, kesin bir kanýt vermeyi, göze çarpan bir kurban olmayý hiçbir zaman baþaramýyor. Samimi olma, içten olma isteðiyle gerçek arasýna, kaderin bütün darbelerini yumuþatsýn diye ve onun acý çekmesini engellemek için, Þeytan, Tolstoy'un þan ve ününü yerleþtirmiþti sanki. Peki ama nasýl oluyor da --diye soruyor müritleri güvensizlikle ve karþýtlarý alaylý bir ifadeyle-- nasýl oluyor da Leon Tolstoy, bu üzücü çeliþmeye kararlý bir þekilde son vermiyor? Röportajcýlarý ve fotoðrafçýlarý neden kovmuyor evinden? Eserlerinin ailesi tarafýndan satýlmasýna niçin göz yumuyor? Kendi iradesini yerine getireceðine, neden hep çevresindekilerin isteklerine göre hareket ediyor? Oysa onlar, Tolstoy'un öðretilerini hiçe sayarak, zenginlik ve konforun dünyanýn en büyük nimetleri olduðunu kesinlikle ilan ediyorlar. Sözün kýsasý, açýkça ve hiçbir þüpheye yer vermeyecek þekilde niçin vicdanýnýn emirlerine göre hareket etmiyor? Tolstoy, insanlarýn kendisine sorduðu bu korkunç soruya hiçbir zaman cevap vermemiþ ve hiçbir zaman kendini baðýþlatacak bir özür bulmaya da kalkmamýþtýr; tersine, doktrini ile hayatý arasýndaki göze çarpan çeliþmeyi tenkit edenlerden hiçbiri, bu konuda Tolstoy'un kendisi kadar katý davranmamýþtýr. 1908'de Günlüðüne þöyle yazýyor: -Benim hakkýmda sanki bir baþkasýndan söz ediyorlarmýþ gibi þöyle dendiðini iþitseydim: Lüks içinde yaþayan, köylülerden elinden geldiði kadar çok þey alan, onlarý hapse attýran ve ayný zamanda Hýristiyanlýðý öðreten ve öðütleyen, beþ kopek'lik sadakalar daðýtan ve bayaðý bir harekette bulunduðu zaman her seferinde karýsýnýn arkasýna saklanan bir adamdýr, dendiðini duysaydým, böyle bir adamý, en ufak bir vicdan rahatsýzlýðý duymadan, aþaðýlýk biri olarak nitelerdim. Ve iþte bana da böyle demeliler ki, kendimi bu dünyanýn boþ þeylerinden kurtarabileyim ve yalnýzca ruhun hayatýný yaþayabileyim-. Ýsteði ile davranýþý arasýndaki çeliþme konusunda kimsenin Tolstoy'u aydýnlatmasýna gerek yoktu: Bu çeliþme hiç durmadan, her gün ruhunu yaralýyordu. Günlüðünde, þu soru kor haline gelmiþ kýzgýn bir demir çubuk gibi vicdanýna saplandýðý zaman, -Söyle, Leon Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi yaþýyorsun? diye sorduðu zaman öfke ve umutsuzluk içerisinde þöyle cevap veriyor: -Hayýr, utançtan ölüyorum, suçluyum ve hor görülmeyi hak ettim-. Herkesin önünde inancýný açýkça itiraf ettikten sonra, ahlaki ve mantýki bakýmdan, onun için mümkün olan tek bir yaþama
biçimi olduðunu çok iyi biliyordu: Evini terk etmek, soyluluk ünvanýndan vazgeçmek, sanatýný býrakmak ve -Rusya'nýn yollarýna düþüp bir gezgin gibi dolaþýp durmak-. Ama o, bir havari olarak bu son kararý vermeyi hiçbir zaman baþaramadý, oysa son derece gerekliydi, çünkü akla uygun tek karar buydu. Ne var ki, Tolstoy'un zayýflýðýnýn bu sýrrý, ilkelerini koyduðu radikalizmi kendi hayatýnda gerçekleþtirmeyi baþaramayýþý, bence onun en güzel tarafýdýr. Çünkü kusursuzluk ancak insani olan þeyleri aþtýðýmýz zaman mümkündür: Kutsal bir kiþi, hatta yumuþaklýðý öðütleyen bir havari, katý olabilmelidir; kutsallýða ulaþabilmek için babasýný ve anasýný, eþini ve çocuklarýný kayýtsýz bir þekilde terk etmeyi, nerdeyse insan-üstü ve insanlýk-dýþý olan böyle bir þeyi müritlerinden isteyebilmelidir; kusursuz ve tutarlý bir hayat ancak yapayalnýz bir insanýn çýplak mekaný içerisinde gerçekleþebilir, hiçbir zaman baþkalarýyla iliþki ve baðlantý kurarak deðil. Bunun içindir ki, bütün çaðlarda, kutsal kiþinin tuttuðu yol, kendisine uygun biricik ev ve biricik ocak olarak onu çöle götürmüþtür. Öyle ki, Tolstoy da eðer doktrininin aþýrý sonuçlarýný kendi hareketleriyle gerçekleþtirmek istiyorsa, yalnýzca Devletin ve Kilisenin baðlarýndan deðil, daha dar, daha sýcak, insaný daha sýký bir þekilde kavrayan aile baðlarýndan da kurtulmuþ olmalýydý; ama buna eriþebilmek için, otuz yýl boyunca, gereken gücü bulamadý kendinde. Ýki defa evden kaçtý ve her ikisinde de geri döndü, çünkü allak bullak olan karýsýnýn intihar edebileceði düþüncesi, onun bütün gücünü felce uðratýyordu; soyut fiklrleri uðruna bir tek insani varlýðý bile feda etmeye karar veremiyordu (manevi hatasý ve ahlaki güzelliði de buradan ileri geliyor). Çocuklarýyla bozuþmaktansa ve karýsýný ölüme itmektense, sadece maddi dünyaya baðlý bir topluluðun ezici damý altýnda inleyerek kalmayý ve buna katlanmayý tercih ediyordu; umutsuzca savaþýyor, ama birtakým þiddetli hareketlerle ailesini yaralamayacak kadar insanca bir davranýþla, bazý önemli sorunlarda, mesela vasiyetname ya da kitaplarýnýn satýþý ile ilgili sorunlarda, her zaman boyun eðiyor ve baþkalarýna acý vermektense kendisi acý çekmeyi tercih ediyordu. Kaya gibi sert bir kutsal kiþi olmaktansa, acý çeken kusurlu bir insan olarak kalmakla yetiniyordu. Böylece, halkýn gözünde, ýlýmlý ve içtenlikten yoksun bir insan olmasýnýn kusuru ona, yalnýzca ona aitti ve bu yüzden onu ayýplýyorlardý. Bundan böyle her çocuðun onunla alay etmeye hakký olduðunu, her dürüst insanýn ondan þüphelenmeye ve müritlerinden her birinin onu yargýlamaya hakký olduðunu biliyordu; bütün bu karanlýk yýllar boyunca Tolstoy'un sabrýnýn büyüklüðü, kendisini samimiyetsizlikle suçladýklarý zaman, hiçbir þey söylemeden, herhangi bir özür bulmaya çalýþmadan, sýmsýký kapalý, gergin bir aðýzla, bütün suçlamalarý kabullenmiþ olmasýndan kaynaklanýr. 1898'de Günlüðüne heyecanla þöyle yazýyor: -Ýçinde bulunduðum durum belki de insanlara sahteymiþ gibi görünüyor, belki de böyle olmasý zorunludur.- Ve yavaþ yavaþ, geçirdiði acý denemenin özel anlamýný kavramaya baþlýyor: Yani, zafer kazanmadan acý çekmiþ olmasýnýn, kendini savunmadan ve özür bulmaya çalýþmadan haksýzlýða katlanmýþ olmasýnýn, yýllar boyu kaderinden istemiþ olduðu gibi halkýn önünde acý çeken biri olmaktan daha önemli ve çok daha fazla acý veren bir davranýþ olduðunu anlamaya baþlýyor. -Çoðu zaman acý çekmeyi ve acýmasýzca davranýþlara katlanmayý istedim, ama bu benim o zamanlar gevþek ve tembel olduðumu, kendim gayret gösterecek yerde baþkasýný çalýþtýrmak istediðimi, yani sadece kendi baþýma acý çekecekken, baþkasýnýn bana eziyet etmesini beklediðimi gösterir-, diye yazýyor. Ýnsanlarýn en sabýrsýzý olan bu
adam, bir sýçrayýþta seve seve kendini en büyük acýlarýn ortasýna atabilecekken, bir odun yýðýnýnýn üzerinde kendini nerdeyse zevkle yaktýracakken, kendisi için çok daha zor bir deneyden geçmesi gerektiðini biliyor: Küllenmiþ bir ateþin üstünde yavaþ yavaþ yanma, onu tanýmayanlarýn kendisini hor görmelerine ve iþin aslýný bilen vicdanýnýn ebedi huzursuzluðuna katlanma. Baþkalarýna örnek olacak bir hayat sürmekten baþka bir amacý olmayan yüce görevini yerine getirmesine imkan olmadýðýný, kutsal ve ilkelerine uygun bir hayat yaþamaktan baþka bir þey olmayan en gizli isteðini gerçekleþtiremeyeceðini hiç durmadan anlamak zorunda kalýyor; bütün bir insanlýktan istediði þeyi, kendi hayatýnda gerçekleþtirme gücünü bulamadýðýný sonsuz bir utançla itiraf etmek zorunda kalýyor. Onu kemiren bu gizli ýstýrap, Tolstoy'a, son yýllarýnda, her türlü dýþ kahramanlýktan, yaþama biçiminde gerçekleþmesi gereken doktrinine tutarlý bir þekilde ve harfi harfine sadýk kalmaktan çok daha fazla acý vermiþtir. Kendisi için bütün bunlardan daha acýmasýz olan þey ise, Tolstoy'un, kendi benliðini amansýz bir þekilde keþfeden bu dehanýn, kendi isteðinin samimiliðinden þüphe etmiþ olmasýdýr. Karþýtlarýnýn bazen gizlice mýrýldandýklarý þeyi, yani dünyanýn kurtarýcýsý ve insanlýðýn havarisi olma gibi acýklý bir rolü, dürüst bir ruhla deðil de, kendi benliðini hoþnut etmek için kendine karþý rol yaparak, yalnýzca boþ-gururunu ve böbürlenme duygusunu tatmin etmek için benimsemiþ olduðu þüphesini, bu korkunç þüpheyi, Tolstoy, yalnýz baþýna olduðu bir sýrada manevi hayatýný gözden geçirirken acýmasýz bir þekilde dile getirmiþtir. Büyük bir içtenliðe ulaþabilmek için Tolstoy'un kendi vicdanýna ne derece eziyet ettiðini bilmek isteyenler, Tolstoy öldükten sonra kaðýtlarý arasýnda bulunan ve Peder Serge baþlýðý altýnda çýkan hikayesini okumalýdýrlar. St. Tharese nasýl, gördüðü hayallerden ürkerek, günah çýkardýðý papaza, endiþeyle, bu hayallerin kendisine Tanrý tarafýndan mý, yoksa belki de gururunu sýnamak için; Tanrýnýn karþýtý olan Þeytan tarafýndan mý gönderildiðini sorduysa, Tolstoy da, bu hikayede, doktrininin ve insanlarýn karþýsýndaki davranýþýnýn gerçekten tanrýsal, yani ahlaki ve iyi bir kaynaktan mý geldiðini, yoksa boþ-gurur, þan ve ün kazanma tutkusu ve baþkalarý tarafýndan övülme arzusu gibi þeytanca bir duygunun eseri mi olduðunu soruyor kendine. Bu kutsal kiþide, Tolstoy, saydam bir örtüye bürünmüþ olarak kendisini, Yasnaya Polyana'daki kendi durumunu anlatýyor: Kendisinin yanýna nasýl inananlar, meraklýlar, ona hayran olan gezginler geliyorsa, mucizeler yaratan bu keþiþin yanýna da hayranlarý ve tövbekarlar geliyor. Ama vicdan bakýmýndan, Tolstoy'un bir kopyasý olan bu adam da, týpký onun gibi, müritlerinin yarattýðý gürültünün ortasýnda, herkesin kutsal bir kiþi olarak saygý gösterdiði kendisi gibi birinin gerçekten kutsal bir kiþinin kalbine sahip olup olmadýðýný soruyor kendine. Þöyle soruyor: -Yaptýðým þeylerin ne kadarýný Tanrý sevgisi için yaptým ve ne kadarýný yalnýzca insanlarýn sevgisi uðruna yaptým?Ve Tolstoy, Peder Serge'nin aðzýndan, acý acý þöyle cevap veriyor: -Ruhunun derinliklerinde, Þeytanýn, Tanrýya doðru yönelmiþ çabalarýnýn yerine yalnýzca insanlar arasýnda þan ve ün kazanma isteði gibi baþka bir itici-güç koyduðunu hissediyordu; bunu hissediyordu, çünkü eskiden, yalnýzlýðýnda, kimse onu rahatsýz etmediði zamanlar nasýl mutlu oluyorduysa, þimdi bu yalnýzlýk onun için bir azap halini almýþtý. Ziyaretçilerin kendini rahatsýz ettiklerini, yorulduðunu hissediyordu, ama her þeye raðmen, kalbinin en derin köþelerinde, onu bol bol övdüklerini iþitmek hoþuna gidiyordu. Kendini manevi yönden güçlendirmesi ve dua etmesi için gittikçe daha az zamaný kalýyordu; kendini bir
kaynaðýn, küçük ama canlý bir su kaynaðýnýn fýþkýrdýðý bir yere benzetiyordu: Bu su kendi göðsünden çýkýyor ve onun içinden dýþarýya doðru akýyordu; ama þimdi su artýk birikemiyordu, çünkü yoldan gelip geçen susamýþ kimseler itiþip kakýþarak onun yanýna koþuyorlardý; her þeyi ayaklarýyla çiðniyorlardý, bu yüzden artýk çamurdan baþka bir þey kalmamýþtý... Þimdi içinde artýk ne sevgi vardý, ne alçakgönüllülük, ne de saflýk ve temizlik-. Ýþte kendisine karþý gösterdiði böyle bir kararlýlýk ve sertlikle, Tolstoy, kutsal bir kiþi --bir aziz-- olarak görülebileceðine inanmak istemiyordu: Kendini ancak, arayan, el yordamýyla ilerlemeye çalýþan biri, kusurlar içerisinde ve büyük bir güçlükle Tanrýya doðru gitmeye çabalayan bir adam olarak görüyordu. Büyük bir endiþe içerisinde, kendi benzerinin aðzýndan þöyle soruyordu kendine: -Peki ama, burada Tanrýya hizmet etmek için duyulan bir istek yok mu?- Ve bu soruya verilen cevabýn, acýmasýz bir kesinlik ve þiddetle, Kutsallýðýn bütün kapýlarýný þu gümbürtülü sözlerle kapamasýna raðmen, -Evet böyle bir istek vardý, ama þan ve ünle kirlendi ve bozuldu; benim gibi, insanlar arasýnda þan ve ün kazanmak için yaþamýþ olan biri için Tanrý yoktur- demesine raðmen, çöken bir maden dehlizinin ucundaki hafif bir ýþýk gibi, bir umut ýþýðý hafifçe titreþip durmaktadýr: -Ama onu aramak istiyorum-. -Onu aramak istiyorum.- Bu sözde, Tanrýyý bulmak deðil aramak, insanlýðýn özlemini duyduðu cevabý kesinlikle ve açýkça söylemek deðil, hiç kimsenin daha önce yapmadýðý þekilde, daha fazla bir dürüstlük ve acýmasýzlýkla yeni sorular ortaya atmak, yeni problemler koymak için insanlýða yardým etmek isteyen Tolstoy'un ve kaderinin en içten iradesini görüyoruz. Tolstoy kutsal bir kiþi, dünyayý kurtaracak bir peygamber olamamýþtýr, hatta kendi hayatýna bile açýk ve seçik bir biçim verememiþtir: Her zaman, baþkalarý gibi bir insan olarak kalmýþtýr, bazý anlarda büyüklük, yücelikle dolu ve bir an sonra bayaðý, kendini yalana kaptýrmýþ, zayýflýklarý, kusurlarý ve kararsýzlýklarý olan, ama her zaman kusurlarýný çarçabuk fark eden ve eþi-benzeri olmayan bir tutkuyla kusursuzluða doðru yürümeye çalýþan bir insan olarak... Kutsal bir kiþi deðil, ama kutsal bir irade ve istek; tam olarak inanmýþ biri deðil, ama dev gibi bir inanma gücü; sakin, huzurlu ve kusursuzluðu içerisinde düþünceye dalmýþ tanrýsal bir görüntü deðil, hiçbir zaman tatmin olmayan, durup dinlenmek nedir bilmeyen, daha saf, daha temiz bir þekle ulaþabilmek için her gün, her saat, sonsuza kadar savaþan bir insanlýðýn sembolü... ::::::::::::::::: HAYATININ BÝR GÜNÜ -Ailem içerisinde rahat deðilim, çünkü yakýnlarýmýn duygularýný paylaþamýyorum. Onlarý sevindiren her þeyi, okul sýnavlarýný, yüksek tabakadan kimseler arasýnda baþarý kazanmayý, alýþ-veriþleri, bütün bunlarý ben onlar için bir kötülük ve bir felaket olarak görüyorum, ama bunu onlara söylememeliyim. Aslýnda söyleyebilirim ve söyledim de, ama bu sözlerimden kimse bir þey anlamadý.- (Tolstoy, Günlük)
Dostlarýnýn söylediklerinden ve kendi itiraflarýndan öðrendiðimize göre, Tolstoy'un binlerce gününden birini bakýn nasýl canlandýrýyorum kafamda. Sabahýn erken bir saati: Uyku, yavaþ yavaþ, yaþlý adamýn göz kapaklarý arasýndan akýp gidiyor; uyanýyor, çevresine bakýnýyor; sabahýn ýþýðý pencerelerini henüz renklendirmeye baþlamýþ, gün baþlýyor; düþünce de derin karanlýklardan uyanýyor; ve hissettiði ilk duygu mutlu bir þaþkýnlýk: -Hala yaþýyorum-: Dün akþam, her akþam olduðu gibi, bir daha kalkamýyacaðýna alçakgönüllülükle razý olarak uzanmýþtý yataðýna. Lambanýn titrek ýþýðý altýnda, Günlüðüne, ertesi günün tarihinden önce, þu üç harfi s.j.v. (si je vis: eðer yaþarsam) harflerini yazmýþtý yine; ve ne harika bir þey, hayat bir kere daha ona lütfetmiþti; yaþýyor, soluk alýyor ve saðlýðý da yerinde. Tanrýdan gelen bir selam gibi, havayý ciðerlerine çekiyor ve gri renkli gözlerinin olanca açlýðý ile ýþýðý içine sindiriyor. Minnetle dolup taþarak kalkýyor yaþlý adam; çýrçýplak soyunuyor ve buzlu suyun etkisiyle, her zaman güçlü olan bedeni kýpkýrmýzý bir hale geliyor. Bir beden eðiticisinin neþesiyle gövdesini eðip büküyor, doðruluyor, akciðerleri sýzlayýncaya ve eklemleri çatýrdayýncaya kadar bu hareketlere devam ediyor, sonra iyice esnekleþmiþ bedenine gömleðini ve sabahlýðýný geçiriyor; pencereleri açýyor, odasýný süpürüyor, çýtýrdayan ateþe, çýtýr çýtýr sesler çýkararak yanan odunlar atýyor, böylece kendi kendinin hizmetçisi ya da uþaðý olarak kendi iþlerini kendisi görüyor. Sonra kahvaltýya iniyor: Sofya Andreyevna, kýzlarý, sekreteri, birkaç dostu daha þimdiden oradadýrlar; çay semaverde fokurduyor. Sekreteri, bir tepsi üzerinde, çeþitli mektuplar, dergiler ve kitaplardan oluþan ve dünyanýn dört köþesinden gelen karýþýk bir yýðýn getiriyor ona. Tolstoy, hoþnutsuzlukla bakýyor bu kaðýt yýðýnýna. -Övgüler ve can sýkýcý þeyler- diye düþünüyor içinden. Her ne olursa olsun rahatsýz edici þeyler. Ýnsan, kendisiyle ve Tanrýyla daha fazla yalnýz kalabilmeliydi, her zaman dünyanýn merkezinde rol almamalýydý; kendini rahatsýz eden ve dikkatini daðýtan, kendini beðenmiþ, kibirli, kurumlu bir hale getiren, içtenliðini bozan bütün þeyleri bir yana itebilmeliydi. Kendini daðýtmamak ve kendini beðenme gibi bir günahýn ruhuna girmesine fýrsat vermemek için bunlarýn hepsini sobaya atmak daha iyi olurdu. Ama merak duygusu baskýn çýkýyor; ricalardan, tenkitlerden, yalvarýp yakarmalardan, iþ önerilerinden, ziyaret haberlerinden ve tutarsýz gevezeliklerden oluþan bu karmakarýþýk yýðýný parmaklarýnýn ucuyla þöyle bir karýþtýrýyor. Bir Brahman, Hindistan'dan, Buda'yý yanlýþ anladýðýný yazýyor ona; kürek cezasýna çarptýrýlmýþ bir suçlu, hayatýnýn hikayesini anlatýyor ve kendisine öðüt vermesini istiyor; gençler ona ne yapacaklarýný bilemez bir halde, dilenciler ise umutsuzluk içerisinde sesleniyorlar; herkes alçakgönüllülükle ona baþvuruyor, kendi deyimleriyle, kendilerine yardým edebilecek biricik insan olarak, dünyanýn vicdaný sanki oymuþ gibi, ona el uzatýyorlar. Alnýndaki kýrýþýklýklar daha da derinleþiyor. -Onlara, nasýl yardým edebilirim? diye soruyor kendine, kendime bile yardým edecek gücüm yok ki benim! Her gün orada burada dolaþýyorum, bu anlaþýlmaz hayata daha kolay katlanabilmek
için yeni bir anlam arýyorum ve kendimi aldatmak için gerçek hakkýnda tumturaklý sözler söylüyorum. Bütün bu insanlarýn bana gelip þöyle haykýrmalarý ne þaþýrtýcý þey: -Leon Nikolayeviç, bize hayatý öðret!- Bütün yaptýðým yalandan, farfaralýktan ve hokkabazlýktan baþka bir þey deðil; aslýnda uzun zamandan beri tükenmiþ bir haldeyim, çünkü kendimi harcadým, kendi içime döneceðime, kendimi binlerce ve binlerce insana daðýttým; susacak ve gerçeðin içten gelen sesini sessizce dinleyecek yerde, hiç durmadan konuþtum. Ama bana güvenen insanlarý hayal kýrýklýðýna uðratamam; onlara cevap vermem gerekir.Bir mektubu ötekilerden daha uzun bir süre tutuyor elinde; onu iki kere, üç kere okuyor: Bir yandan þarap içerken bir yandan da su içmeyi öðütlediði için kendisine kýzan ve hakaretler yaðdýran bir öðrenciden geliyor bu mektup; artýk evini terk etmesinin, malýný-mülkünü köylülere daðýtmasýnýn ve Tanrýnýn yolunda hacca giden bir gezgin gibi yollara düþmesinin zamaný gelmiþtir. -Hakký var, diye düþünüyor Tolstoy, vicdaným gibi konuþuyor. Ama kendime açýklayamadýðým þeyi ona nasýl açýklayabilirim? Beni kendi adýma suçladýðý ve tenkit ettiðine göre kendimi nasýl savunabilirim?Mektubu alýyor ve hemen cevap vermek üzere, çalýþma odasýna gitmek için yerinden kalkýyor. Kapýda sekreter yine ona doðru geliyor ve öðle üzeri Times muhabirinin onunla mülakat yapmak üzere geleceðini hatýrlatýyor, kabul edip etmeyeceðini soruyor. Tolstoy'un yüzü kararýyor. -Hep bu can sýkýcý iþler! Benden ne istiyorlar? Yalnýzca, budalalarýn bakýþlarýný hayatýmýn üzerine çekmek için. Söyleyeceðim þeylerin hepsi yazýlarýmda var; okuma bilen herkes onlarý anlayabilir.Ama her þeye raðmen, gururdan ileri gelen bir zayýflýkla çabucak razý oluyor: -Peki, diyor, ama yalnýzca yarým saat-: Ve daha çalýþma odasýnýn eþiðinden adýmýný atar atmaz, vicdaný homurdanmaya baþlýyor: -Yine niçin razý oldum? Saçlarým kýrlaþtýðý ve ölüme iki adým kaldýðý halde, hala boþ bir gururla hareket ediyorum ve kendimi insanlarýn boþ gevezeliklerine býrakýyorum; beni överek benden bir þey istedikleri zaman her seferinde zayýf davranýyorum. Gizlenmeyi, susmayý ne zaman öðreneceðim? Yardým et bana Tanrým, yardým et!Sonunda kendi kendisiyle yalnýzdýr. Odasýnýn çýplak duvarlarýnda asýlý duran bir orak, bir týrmýk ve bir balta vardýr; cilalý parke üzerinde, kaba saba bir masanýn önünde, bir koltuktan çok bir kütüðe benzeyen aðýr bir koltuk konmuþ; çalýþma odasý, bir keþiþ hücresiyle köylü odasý arasýnda bir þey. Dünkü çalýþmasý tamamlanmamýþ bir halde, masasýnýn üstünde onu bekliyor: -Hayat üzerine düþünceler-. Tekrar okuyor, siliyor, deðiþtiriyor, tekrar gözden geçirip düzeltiyor. Hýzla ve bir çocuðunki gibi oldukça iri harflerle yazýyor, sonra duruyor. -Çok fazla yüzeyde kalýyorum ve çok sabýrsýzým. Tanrý konusunda açýk ve seçik bir fikrim olmadýðý halde, kesinliðe henüz ulaþamadýðým ve düþüncelerim her gün deðiþtiði halde, nasýl oluyor da Tanrýdan söz edebiliyorum? Anlatýlmasý mümkün olmayan
Tanrýdan ve sonsuza dek anlaþýlamýyacak hayattan söz ederken nasýl olur da kesin ve herkesin anlayabileceði bir dille konuþabilirim? Yapmaya çalýþtýðým þey, gücümü aþýyor. Aman Tanrým, önceleri, edebi eserler yazdýðým sýralarda ne kadar güvenle yürüyordum; hayatý insanlara, Tanrýnýn bizim önümüze koyduðu þekliyle sunuyordum, þimdi benim gibi þaþkýn ve tedirgin bir yaþlý adamýn gerçek olduðuna inanmak istediði þekliyle deðil! Kutsal bir kiþi deðilim ki ben, hayýr, hiç de böyle biri deðilim ve insanlara bir þeyler öðretmeye kalkmamam gerekir; yaratmýþ olduðu dünyayý görebilsin diye, Tanrýnýn, binlerce kimseninkinden daha iyi duyular, daha keskin gözler verdiði biriyim ben, yalnýzca buyum. Ve belki de þimdi bu derece anlamsýz bir þekilde lanetlediðim bu sanata hizmet etmekten baþka bir þey yapmadýðým sýralarda daha iyiydim ve gerçeðe daha yakýndým!Duruyor ve elinde olmayarak etrafýna bakýyor; þimdi gizli gizli üzerinde çalýþtýðý romanlarýný saklamýþ olduðu çekmeceyi açýp onlarý alýrken sanki birisi onu gözetleyecekmiþ gibi (çünkü herkesin önünde sanatla alay etmiþ ve sanatý -gereksiz bir þeyve bir -günah- olarak hor görmüþtü). Ýþte insanlardan sakladýðý eserleri, Hacý Murat ve Kayýp Bilet; onlarý karýþtýrýyor ve birkaç sayfa okuyor. Gözleri parlýyor. -Evet, iyi olmuþ, diyor. Tanrý, onun yarattýðý evreni anlatayým diye çaðýrdý beni, düþüncelerini keþfedeyim diye deðil. Sanat ne kadar güzel, edebi yaratýþ ne kadar saf ve temiz, felsefi düþünce ise ne kadar acý verici! O zamanlar, bu sayfalarý yazdýðým sýralarda ne kadar mutluydum! Aile Mutluluðu'nda o ilkbahar sabahýný anlatýrken göz yaþlarý döküyordum; ve hatta o gece Sofya Andreyevna, pýrýl pýrýl yanan gözlerle, gelip beni öpmüþtü. Eseri temize çekerken, durmak ve bana teþekkür etmek zorunda kalmýþtý ve bütün gece çok mutluyduk, hayatýmýz boyunca mutluyduk. Ama þimdi artýk geriye dönemem; insanlarý hayal kýrýklýðýna uðratmaya hakkým yok, çizilmiþ olan yolda ilerlemeye devam etmem gerekiyor, çünkü ruhlarý kederler içerisinde, benden öðüt ve yardým bekliyorlar. Durmam mümkün deðil ve günlerim de sayýlý.Ýçini çekiyor ve sevgili kaðýtlarýný tekrar çekmeceye gizliyor; para ile iþ gören bir sekreter gibi, sessiz ve keyifsiz, felsefi incelemelerini yazmaya baþlýyor, alný kýrýþ kýrýþ ve çenesini öylesine eðmiþ ki, beyaz sakalý da týpký kalemi gibi, hýþýrtýlý bir þekilde kaðýtlarýn üzerinde gidip geliyor. Sonunda öðle oldu! Bugün yeterince çalýþtý! Kalemini býrakýyor; bir sýçrayýþta yerinden kalkýyor ve küçük çevik adýmlarýyla helezoni merdivenden aþaðý iniyor. Orada, seyis, Delire'i, sevgili kýsraðýný hazýr bekletiyor. Bir sýçrayýþta atlýyor eðerin üstüne ve yazý yazarken iki büklüm olan gövdesi þimdi gevþiyor, rahatlýyor; daha büyük, daha güçlü, daha genç, daha canlý görünüyor; dosdoðru, bir Kazak gibi hür ve hafif, ince bacaklý atýný ormana doðru koþturuyor. Beyaz sakalý rüzgarda dalgalanýyor. Tarlalarýn kokusunu daha kuvvetle içine çekebilmek için, yaþlanan bedeninde hayatý, capcanlý hayatý duyabilmek için aðzýný alabildiðine açýyor; ve harekete geçen kanýnýn duyduðu þiddetli bir haz, sýcak ve tatlý bir þekilde parmaklarýnýn ucuna varýncaya kadar, uðuldayan kulaklarýna varýncaya kadar, yansýyor damarlarýnda. Ormana gireceði sýrada, ilkbahar güneþi altýnda, kapanýk tomurcuklarýn nasýl açtýðýný, bir nakýþ gibi zarif, ince ve hafifçe titreþen
bir yeþillik halinde gökyüzüne doðru nasýl yüseldiðini bir kere daha görmek için birden bire duruyor. Atýnýn saðrýsýný þiddetle mahmuzlayarak kayýn aðaçlarýna doðru sürüyor onu. Bir þahininki gibi keskin gözleri, birbiri arkasýna, iki ayrý yönde giden ve mikroskopik bir dizi oluþturan karýncalarýn bir aðacýn kabuðu üzerinde inip çýktýklarýný heyecanla fark ediyor: Aþaðý inenler karýnlarýný iyice doyurmuþlar, yukarý çýkanlar ise ufacýk ve dýþarýya doðru çýkýntýlý incecik aðýzlarýyla aðacýn un ufak olmuþ parçalarýný yakalamaya çalýþýyorlar. Kýr saçlý ihtiyar, dakikalarca orada kalýyor, hiç kýpýrdamadan ve hayran hayran, küçüklüðü içerisinde büyük olan bu manzarayý seyrediyor; sýcak göz yaþlarý sakalýný ýslatýyor. Tabiatýn bu tanrýsal aynasý ne kadar olaðanüstü bir þey! Her zaman yeni harikalarla dolu, hem sessiz, hem de insana çok þey söylüyor; her zaman canlý ve sessizliðinde bütün düþüncelerden ve sorulardan daha çok bilgelik var! Altýnda, atý sabýrsýzlýkla soluyor. Tolstoy derin düþüncelerinden uyanýyor; güçlü dizleriyle kýsraðýnýn böðürlerini sýkýþtýrýyor, þimdi de rüzgarýn esiþinde ateþli bir heyecan duyabilsin ve duyularýnýn tutkusunu hissedebilsin diye sürüyor atýný. Mutlu bir þekilde, hiçbir þey düþünmeden dörtnala gidiyor; böylece, kýsraðýn böðürlerinde parlak bir ter tabakasý belirinceye kadar yirmi fersah yol alýyor. Sonra, sakin bir týrýsla, eve doðru çeviriyor atýný. Gözleri ýþýl ýþýl, ruhu adamakýllý hafiflemiþ. Çocukken dolaþtýðý bu ormanlardan, alýþýk olduðu ayný yolu izleyerek, altmýþ iki yýldan beri geçip durduðu için mutlu ve sevinçlidir. Ama köye yaklaþtýðý sýrada, pýrýl pýrýl olan yüzü birden kararýyor. Görmeyi iyi bilen gözleriyle dikkatle tarlalara bakýyor: Burada, kendi topraðýnýn ortasýnda, iyi bakýlmamýþ, kendi haline býrakýlmýþ, çitleri çürümüþ ve yarýsý da, herhalde yakmak için sökülmüþ ve sürülmemiþ bir arazi parçasý var. Sebebini sormak için öfkeyle ilerliyor, atýnýn üzerinde. Kapýdan üstü baþý kir-pas içinde, çýplak ayaklý, saçlarý karmakarýþýk ve baþýný önüne eðmiþ bir kadýn çýkýyor; yarý çýplak iki-üç çocuk korkuyla onun yýrtýk elbisesinin eteklerine yapýþmýþlar ve arkadan, basýk tavanlý ve isli kulübenin içerisinden bir dördüncüsünün aðlayýp baðýrdýðý duyuluyor. Kaþlarýný çatarak, böyle bir ihmalin sebebini soruyor. Kadýn, aðlamaklý bir sesle, kopuk kopuk bir þeyler anlatýyor. Altý haftadan beri kocasý hapisteymiþ, odun çaldýðý için tutuklanmýþ, onun gibi kuvvetli ve çalýþkan bir adam olmadan toprakla nasýl uðraþsýnmýþ, kocasý yalnýzca ihtiyaç yüzünden böyle hareket etmek zorunda kalmýþ, olup bitenleri Kont Hazretleri çok iyi bilirmiþ: Kötü ürün, vergilerin arttýrýlmasý, kiralar, vb. Çocuklar, annelerinin aðladýðýný görerek, onlar da yaygara koparmaya baþlýyorlar; Tolstoy, çabucak elini cebine götürüyor ve kadýnýn baþka bir açýklamada bulunmasýna fýrsat vermeden ona biraz para veriyor ve sonra, bir kaçak gibi, hýzla uzaklaþýyor oradan. Yüzü kederli bir hal almýþ ve neþesi uçup gitmiþ olarak... -Ýþte benim topraðým üzerinde olup bitenler, karýma ve çocuklarýma verdiðim deðil, benim topraðým. Ama ne diye hep korkakça, karýmýn arkasýna saklanýyorum ve onu kendime siper olarak alýyorum? Malýmý-mülkümü aileme devretmem, herkesi aldatmak için oynanan bir komediden baþka bir þey deðil; çünkü benim karným nasýl köylülerin yaptýðý iþle doyuyorsa, benimkiler de paralarýný bu yoksulluktan saðlýyorlar. Þunu çok iyi biliyorum: Oturduðum evin yapýmýnda kullanýlan her tuðla, bu kölelerin alýn teriyle piþirilmiþtir, onlarýn etleriyle ve yorgunluklarýyla yoðrulmuþtur.
Benim olmayan bir þeyi, topraðý süren ve iþleyen bu köylülerin arazisini nasýl olur da karýma ve çocuklarýma verebilirim? Tanrýnýn önünde utanç duymam gerekir, ben ki, Leon Tolstoy olarak, hep Tanrýnýn adýna insanlara adil olmayý öðütledim durdum; oysa her gün, penceremden, baþkalarýnýn sefaletini seyretmekten baþka bir þey yapmadým.Yüzünü öfke bürüyor; ve taþ sütunlarýn arasýndan efendilerin oturduðu evin avlusuna girerken yüzü daha da kararýyor. Parlak düðmeli bir ceket giymiþ olan uþak ve seyis onun attan inmesine yardým etmek için koþuyorlar. Kendi kendine, alaylý bir þekilde -Kölelerim- diyor, utanç içinde ve kendini suçlayarak. Geniþ ve büyük yemek salonunda, uzun masa çiçek gibi tertemiz, bembeyaz örtüsüyle ve üzerinde gümüþ takýmlarýyla onu bekliyor; Kontes, kýzlarý, oðullarý, sekreteri, özel doktoru, bir Fransýz haným, bir Ýngiliz haným, birkaç komþu, mürebbi olarak çalýþan devrimci bir genç ve sonra Ýngiliz muhabir, hepsi oradalar. Çeþitli insanlardan oluþan bu kalabalýk, onu görünce sevinçle þöyle bir dalgalanýyor. O içeri girince saygýyla hepsi susuyorlar. Tolstoy, ciddi bir yüzle ve soylu bir nezaketle misafirleri selamlýyor ve tek bir söz söylemeden oturuyor. Özel giysili bir uþak, et yemeyen bir kiþi olarak Tolstoy'a pahalý sebzelerle hazýrlanmýþ nefis yemeðini sunduðu zaman (yabancý ülkelerden getirilmiþ ve özenle hazýrlanmýþ kuþkonmazlar), elinde olmadan, yýrtýk pýrtýk elbiseleri içerisindeki o kadýný, kendisine on kopek verdiði o kadýný düþünüyor. Asýk bir yüzle oturuyor öylece ve ruhunu deþiyor: -Böyle yaþayamýyacaðýmý ve yaþamak da istemediðimi bir anlasalar artýk, özel giysili uþaklarla çevrilmiþ, gümüþ tabaklar içerisinde dört türlü yemek ve bütün bu gibi gereksiz þeylerle ve baþkalarý kendileri için en gerekli þeyleri bile bulamadýklarý halde... Oysa hepsi onlardan bir tek fedakarlýk beklediðimi biliyor: Yalnýzca lüksten vazgeçmelerini, Tanrýnýn; insanlarýn arasýnda egemen olmasýný istediði eþitliðe karþý iþlenmiþ korkunç bir günahtan baþka bir þey olmayan þu lüksten vazgeçmelerini istiyorum sadece. Ne yazýk ki, yataðýmý ve hayatýmý paylaþan karým, düþüncelerimi de ayný þekilde paylaþacak yerde, onlara düþman kesiliyor. Boynuma asýlmýþ bir deðirmen taþý o, beni sahte ve yalancý bir hayata sürükleyen ve vicdanýma yük olan bir aðýrlýk. Elimi kolumu baðladýklarý bu baðlarý çoktan kesip atmalýydým. Onlarla ne alýþ-veriþim var artýk benim? Onlar benim hayatýmý bozuyorlar, ben de onlarýnkini; hiçbir yararý olmayan biriyim ben burada, kendime de herkese de yük oluyorum.Elinde olmayarak, düþmanca bir tavýrla, dikkatini öfkesinden uzaklaþtýrýp, gözlerini karýsýna, Sofya Andreyevna'ya çeviriyor. -Tanrým ne kadar da yaþlanmýþ ve saçlarý ne kadar aðarmýþ! Onun da alný kýrýþ kýrýþ olmuþ, keder onun da solmuþ dudaklarýnýn kenarýnda aþaðýya doðru kývrýlan çizgiler meydana getirmiþ.Ve yaþlý adamýn ruhunu birdenbire bir þefkat dalgasý kaplýyor. -Tanrým, diye düþünüyor, ne kadar kederli, ne kadar hüzünlü bir hali var, oysa ben onu hayatýma soktuðum zaman ne kadar genç, neþeli ve saftý! Bir insan ömrü kadar bir zamandýr, kýrk-kýrk beþ yýldýr birlikte yaþýyoruz: Onu bir genç kýz olarak aldýðým zaman ben yarý yarýya yýpranmýþtým ve o bana on üç çocuk verdi. Eserlerimi yazarken bana yardýmcý oldu, çocuklarýmý emzirdi ve ben onu ne hale soktum? Umutsuz bir kadýn, nerdeyse
bir çýlgýn, her zaman aþýrý derecede heyecanlý, hayatýna son vermesin diye uyku ilaçlarýný saklamak gerekiyor, onu öylesine mutsuz ettim ki! Oðullarýma gelince, biliyorum, beni sevmiyorlar, þurada oturan kýzlarýmýn ise gençliðini kemiriyorum ve sekreterlerim her sözümü not ediyorlar: Ve ne söylersem söyleyeyim, at gübresini gagalayan serçeler gibi söylediðim þeyleri eþeleyip duruyorlar; ve mumyamý insanlýk müzesinde saklayabilmek için pelesenk melhemini ve güzel bir koku verecek olan buhuru daha þimdiden bir kutu içinde hazýr tutuyorlar. Ve iþte þu ahmak Ýngiliz, elinde not defteriyle, ona hayatýn sýrrýný açýklayayým diye bekliyor. Korkunç sýrlarla dolu ve temizlikten, saflýktan yoksun olan bu ev, bu masa Tanrýya ve gerçeðe karþý iþlenmiþ bir günah; ve ben dýþarýya fýrlayýp kendi yoluma gideceðime, burada böyle bir hava içerisinde oturup kalýyorum, kendimi rahat ve sýcacýk hissediyorum. Ölsem, benim için de, onlar için de daha iyi olurdu. Çok uzun zamandýr yaþýyorum, ama gerçek anlamýyla yeterince yaþamadým: Aslýnda vaktim geleli çok oldu.Özel giysili uþak ona bir tabak yemek daha getiriyor. Etrafý süslü bir kremayla çevrilmiþ ve buzda soðutulmuþ þekerli meyvalar. Elinin tersiyle tabaðý itiyor. -Beðenmedin mi? Ýyi deðil mi?- diye soruyor, endiþeyle, Sofya Andreyevna, saf kadýncaðýz, -Senin için çok mu aðýr?Ama Tolstoy acý acý cevap vermekle yetiniyor: -Benim için çok aðýr olan þey, bunun bu kadar iyi oluþu.Oðullarý sýkýntý ile birbirlerine bakýyorlar; karýsý þaþýrýyor; röportaj için gelen gazeteci, bu vecizeyi aklýnda tutmaya çalýþýyormuþ gibi dikkat kesiliyor. Sonunda yemek bitiyor; kalkýyorlar ve salona geçiyorlar. Tolstoy genç devrimciyle tartýþýyor; o da, ona saygý duymakla birlikte sert ve pervasýz cevaplar veriyor. Tolstoy'un gözlerinde þimþekler çakýyor; sert bir þekilde, sarsýlarak, nerdeyse baðýrarak konuþuyor; bir zamanlar ava ve tenise nasýl tutkuyla baðlý idiyse, þimdi de her tartýþma, karþý konulmaz bir tutkuyla onu avucunun içine alýyor. Birdenbire öfkeye kapýldýðýný fark ediyor. Kendini alçakgönüllü olmaya zorluyor ve güçlükle sesini alçaltýp þöyle diyor: -Ama belki de yanýlýyorum: Tanrý, kendi düþüncelerini insanlara daðýttý ve hiç kimse, söylediði þeylerin tanrýsal düþünceler mi, yoksa kendi düþünceleri mi olduðunu bilmiyor.Ve konuyu deðiþtirmek için, baþkalarýna þöyle bir çaðrýda bulunuyor: -Haydi gidip bahçede biraz dolaþalým.Ama önce yine kýsa bir duruþ. Þatonun dýþ merdivenlerinin karþýsýndaki yaþlý kayýn aðacýnýn altýnda, -yoksullar aðacý-nýn altýnda, halk tabakasýndan ziyaretçiler, dilenciler, tarikatçýlar, -karanlýkta olanlar-, Tolstoy'u bekliyorlar. Yirmi millik bir çevreden yollara düþüp bir öðüt ya da bir parça para alabilmek için buralara kadar gelmiþler. Orada, güneþten yanarak, yorgunluktan bitkin bir halde, kunduralarý toz toprak içinde ayakta duruyorlar.
-Efendi hazretleri-, -barin- yaklaþýnca, birkaçý Rus usulü yerlere kadar eðiliyor. Tolstoy hýzlý ve çevik bir adýmla onlara doðru gidiyor. -Bir isteðiniz, bir diyeceðiniz mi var?-Þunu diyecektim, yüce efendimiz...-Ben 'efendi' deðilim..Tanrýdan baþka kimse 'efendi', deðildirdiyor Tolstoy, sertçe. Köylücük, korkuyla, kasketlni ellerinde evirip çeviriyor; sonunda acele acele birtakým karýþýk sorular soruyor: Toprak bundan böyle sahiden köylülerin mi olacak, kendisine düþen tarlayý ne zaman alabilecek, vb.? Tolstoy sabýrsýzlýkla cevap veriyor: Açýk ve seçik olmayan her þey onu öfkelendiriyor. Sonra sýra bir orman bekçisine geliyor: O da, Tanrýyla ilgili çeþit çeþit sorular ortaya atýyor. -Okuman var mý?- diye soruyor Tolstoy, -evet- cevabýný alýnca da, Ne Yapmalýyýz? adlý yazýsýný bulmasýný söylüyor ve onu gönderiyor. Daha sonra birbiri ardýnca dilenciler yaklaþýyorlar. Daha þimdiden sabýrsýzlanmýþ olan Tolstoy, her birine beþer kopek verip çarçabuk baþýndan savýyor onlarý da. Arkasýný dönerken, gazetecinin, sadaka verdiði sýrada kendisinin fotoðrafýný çektiðini fark ediyor. Yüzü yeniden kederli bir hal alýyor. -Ýþte bak, beni nasýl canlandýrýyorlar kafalarýnda, ben, yüce-kalpli Tolstoy, köylülerin yanýnda, ben, iyi-kalpli, merhametli, soylu ve yardýmsever adam! Ama kalbimin içini görebilselerdi, hiçbir zaman iyi olmadýðýmý, yalnýzca iyi bir insan olmayý öðrenmek için çaba harcadýðýmý bilirlerdi. Beni gerçekten meþgul eden tek þey kendi benliðim. Hiçbir zaman yardýmsever biri olmadým; bütün hayatýmda, yoksullara, bir zamanlar, Moskova'da, kumarda bir gecede kaybettiðim paranýn yarýsýný bile vermedim. Açlýk çektiðini bildiðim halde, Dostoyevski'ye, onu bir ay için, belki de sonuna dek kurtaracak iki yüz ruble para göndermek hiçbir zaman aklýmdan geçmedi. Ve bütün bunlara raðmen beni övmelerine, insanlarýn en soylusu olarak göklere çýkarmalarýna katlanýyorum; oysa daha baþlangýcýn baþlangýcýnda olduðumu biliyorum!Bahçede dolaþmaya gitmek için acele ediyor ve dalga dalga gür sakallý bu küçük çevik ihtiyar o kadar sabýrsýz bir þekilde koþuyor ki, ötekiler onu ancak izleyebiliyorlar. Çünkü artýk konuþmak deðil, kaslarýný, tendon'larýn esnekliðini hissetmek, tenis oynayan kýzlarýna, beden hareketlerinin kývraklýðýna ve saflýðýna bir göz atmak söz konusu. Her hareketi ilgiyle izliyor ve baþarýlý her vuruþtan sonra gururla gülüyor; sonra duyularý yatýþmýþ ve daha sakin bir halde, hafif ve güzel kokulu yosunlar arasýnda yürüyüþüne devam ediyor. Sonunda, tekrar çalýþma odasýna geliyor, biraz okuyor, bir parça dinleniyor: Orada, tek baþýna, meþin kaplý divanýn üzerine uzanmýþ, yaþlýlýðýn yükünü hissettiði bir sýrada sessizce þunlarý düþünüyor: -Yine de iþler yolunda sayýlýr; ölümden hala bir hortlak gibi korktuðum o dönem, o korkunç dönem nerede? Kendimi ölümden gizlemeye ve saklamaya çalýþtýðým o dönem? Þimdi artýk hiç korkmuyorum: Hatta, ona bu kadar yaklaþtýðým için kendimi iyi hissediyorum.Tekrar kalkýyor, düþünceleri, sessizlik içerisinde, kovandan
çýkan arýcýklar gibi üþüþüyorlar kafasýna. Bazen kurþun kalemle çabucak bir kelime yazýyor, sonra yazdýðý þeye uzun uzun ve ciddi bir þekilde bakýyor. O zaman, kendisiyle ve düþünceleriyle yalnýz baþýna kalmýþ olan yaþlý ve yorgun adamýn yüzüne bir güzellik geliyor: Hayal ve düþünce süzülüp duruyor bu yüzde. Akþam, bir kere daha salona gidiyor: Çalýþmasýný bitirmiþ olarak. Piyanist dostu Goldenweiser, bir þeyler çalabilir miyim diye soruyor. -Memnun olurum, memnun olurum-, diye cevap veriyor Tolstoy, piyanoya dayanýyor, uyumlu seslerin büyüsüne kendini nasýl kaptýrdýðýný kimse görmesin diye elleriyle gözlerinin üstünü kapatýyor. Gözleri yumulu ve göðsü derin derin soluk alarak dinliyor. Ne tuhaf þey, o derece þiddetle saldýrdýðý müzik, kulaklarýnda olaðanüstü bir þekilde yankýlanýyor ve içinde yumuþak duygular uyandýrýyor: Bütün o katý ve yorucu düþüncelerinden sonra, ruhuna bir yumuþaklýk ve iyilik veriyor. -Nasýl oldu da sanatý hor görebildim?, diye düþünüyor. Ýnsan sanatta da avuntu bulamazsa, nerede bulabilir? Her düþünce insanýn içini karartýyor, her türlü bilim ruhu bulandýrýyor ve Tanrýnýn varlýðýný, sanatçýnýn sözlerinden ve imajlarýndan baþka nerede hissedebiliriz? Ey, Beethoven, Chopin, sizler benim kardeþlerimsiniz; bakýþlarýnýzýn artýk içimde tam bir huzura kavuþtuðunu hissediyorum ve insanlýðýn kalbi, benim kalbimde atýyor: Sizleri hor gördüðüm için beni baðýþlayýn kardeþlerim.Müzik tiz bir bölümle sona eriyor, herkes alkýþlýyor ve kýsa bir duraksamadan sonra Tolstoy da alkýþlýyor. Huzursuzluðu geçmiþtir. Tatlý bir gülümsemeyle orada toplanan gruba katýlýyor ve hoþ konuþmalardan zevk alýyor; sonunda, huzur ve sessizliðe benzer bir þey sarýyor etrafýný; çeþitli görünüþleriyle gün bitmiþ gibi görünüyor. Ama yatmaya gitmeden önce bir kere daha çalýþma odasýna uðruyor. Gün bitmeden önce, Tolstoy, son olarak kendisiyle hesaplaþacaktýr; her zaman olduðu gibi, hayatýnýn her anýnýn hesabýný tutacaktýr. Günlüðü açýk durmaktadýr; bu beyaz sayfalar, kendisine bakan vicdanýnýn gözleri gibidir. Tolstoy, geçip giden günün her saati üzerinde düþünüyor ve her birini yargýlýyor. Köylüleri, kendisinin yol açtýðý sefaleti düþünüyor ve atla yaptýðý gezinti sýrasýnda bu sefaletin önünden, göz-boyama kabilinden biraz para vermekten baþka bir yardýmda bulunmaksýzýn nasýl geçip gittiðini düþünüyor. Dilencilere karþý sabýrsýzca davrandýðýný, karýsý için katý ve haince düþünceler beslediðini hatýrlýyor; bütün bu günahlarý kitabýna, suçlama kitabýna, geçiriyor ve öfkeli bir kalemle þu yargýyý yazýyor: -Yine gevþek davrandým ve ruh tembelliðine býraktým kendimi. Yeterince iyilik yapmadým. Ýnsanlýðýn yerine, çevremdeki insanlarý sevmek gibi güç bir iþi gerçekleþtirmeyi henüz öðrenemedim: Yardým et bana, Tanrým, yardým et-. Sonra yine ertesi günün tarihi ve o esrarlý s.j.v. harfleri. Artýk iþleri bitmiþ, gün sona ermiþtir. Yaþlý adam, omuzlarý çökmüþ bir halde bitiþik odaya geçiyor; gömleðini ve aðýr çizmelerini çýkarýyor ve aðýrlaþmýþ bedenini yataða atýyor; her zamanki gibi önce ölümü düþünüyor. Çeþit çeþit renkli kelebekler gibi yeni yeni düþünceler kýpýr kýpýr dönüp duruyor baþýnýn üzerinde, ama yavaþ yavaþ, gittikçe daha derin karanlýklara gömülen bir ormanýn içinde kaybolup gidiyor hepsi. Uyku, yaklaþan gölgesiyle onu sarmak üzere.
Ama iþte, birdenbire korkuyla ürperiyor: Bir ayak sesi duymadý mý? Evet, birisi yandaki odada, çalýþma odasýnda, yavaþça ve gizlice yürüyor; gürültü yapmamaya dikkat ederek, yarý çýplak bir halde hemen fýrlýyor yataktan ve alev alev yanan gözlerini anahtar deliðine yapýþtýrýyor. Bitiþik odada ýþýk var. Birisi elinde bir lambayla girmiþ içeri ve yazý masasýný karýþtýrýyor, vicdanýyla yaptýðý konuþmalarý, vicdanýnýn sözlerini okumak için Günlüðü'nün sayfalarýný çeviriyor: Karýsý, Sofya Andreyevna. En mahrem sýrlarýna varýncaya kadar gözetliyor onu bir casus gibi; Tanrýyla bile yalnýz býrakmýyorlar onu; her yerde, evinde, hayatýnda, ruhunda hep insanlarýn meraklý ve açgözlü bakýþlarýyla çevrili. Elleri öfkeden titriyor; nerdeyse kapýyý açýp ona ihanet eden karýsýnýn üstüne atlamak için eli kapýnýn tokmaðýna gidecekken, son anda duruyor ve öfkesini yeniyor: -Belki bu da beni sýnamak için gönderilen acý bir denemedirdiye düþünüyor. Tekrar yataðýna doðru sürüklüyor kendini, sessizce ve yýkýlmýþ bir halde; kendi içini kurumuþ bir kaynak gibi görüyor. Ve böylece daha uzun bir süre uyanýk kalýyor: O, Leon Nikolayeviç Tolstoy, çaðýnýn en büyük ve en güçlü adamý, kendi evinde ihanete uðramýþ, þüpheler içerisinde kývranarak ve yalnýzlýðýndan ürpererek... ::::::::::::::::: KARAR VE DEÐÝÞME -Ölümsüzlüðe inanmak için insanýn burada, bu dünyada ölümsüz bir hayat yaþamýþ olmasý gerekir.- (Tolstoy, Günlük, 6 Mart 1896) 1900. Leon Tolstoy, yetmiþ iki yaþýnda, XX'inci yüzyýlýn eþiðinden adýmýný atmýþtýr. Düþüncesi her zaman uyanýk olan, ama daha þimdiden bir efsane kahramaný haline gelen yiðit yaþlý adam, kusursuzluða doðru giden yolunda ilerliyor. Dünyanýn bu yaþlý gezgininin yüzü, bembeyaz sakalýyla, eskisinden daha yumuþak bir þekilde parlýyor; yavaþ yavaþ sarýmtýrak bir renk almýþ ve bir parþömen gibi saydamlaþmýþ derisi, sayýsýz kýrýþýklýklar ve eski Germen harflerine benzeyen çizgilerle kaplanmýþ. Eski gerginliðini kaybetmiþ dudaklarýnýn kenarýnda, þimdi sýk sýk, sabýrlý ve kaderine razý olmuþ bir gülümseme beliriyor; çalý gibi kaþlarýnýn öfkeyle çatýldýðý da seyrek olarak görülüyor; yaþlý ve öfkeli Ademoðlunun yüzünde artýk daha hoþgörülü ve sanki deðiþmiþ gibi bir ifade var. Hayatý boyunca onu öfkeli ve ele avuca sýðmaz biri olarak gören erkek kardeþi, -Ne kadar da iyileþti!- diye þaþýyor; gerçekten de, güçlü tutkusu sönmeye baþlamýþ; savaþmaktan ve kendine iþkence etmekten yorulmuþ; ruhu artýk sükuna kavuþmuþ, rahat bir nefes almýþ sanki ve kendine sýk sýk dinlenme imkaný tanýyor; akþamýn son ýþýðý içerisinde, yüzü bir iyilik parýltýsýyla aydýnlanýyor; bir zamanlar, seyrederken insanýn içine sýkýntý veren bu yüzde þimdi dokunaklý bir ifade var: Bu adamýn görülmemiþ derecede kendine özgü güzelliði, bu ihtiyarýn büyüklükten, bilgiden ve baðýþlama'dan kaynaklanan yüceliði en belirgin ve en üstün þekliyle ortaya çýkabilsin diye, tabiat üç çeyrek yüzyýl boyunca hiç durmadan çalýþmak zorunda kalmýþ sanki. Tolstoy'un
gerçek portresi olarak insanlýða kalan miras da, iþte bu þeklini deðiþtirmiþ yüz ifadesidir. Böylece, gelecek nesiller onun ciddi ve sakin yüzünün imajýný saygý ile saklamaya devam edeceklerdir. Yiðit insanlarýn yüzünü çoðu zaman bozan ve bir þeyler alýp götüren yaþlýlýk, onun karanlýk, kasvetli yüzüne kusursuz bir yücelik, bir heybet veriyor. Sertlik, büyüklük haline gelmiþ; tutku, yumuþaklýða dönüþmüþ, þiddet ve katýlýk, sakin bir iyilik ve her þeye karþý gösterilen kardeþçe bir anlayýþ halini almýþ. Gerçekten de, yaþlý savaþçý artýk barýþtan baþka bir þey istemiyor: -Tanrýyla ve insanlarla barýþmak-; en acýmasýz düþmaný olan ölümle barýþmak istiyor. Çok þükür ki, o korkunç hayvanca korku, ölüm karþýsýnda duyduðu o þiddetli korku geçti artýk; yaþlý adam, sakin bir bakýþla, karþýlamaya ve kabul etmeye hazýr olarak bakabiliyor artýk yaklaþan sona. -Yarýn artýk hayatta olmayabileceðimi düþünüyorum; her gün bu düþünceye kendimi daha fazla alýþtýrmaya çalýþýyorum ve gittikçe de alýþýyorum.- Uzun zaman onu tedirgin eden ve kývrandýran bu þiddetli korkudan yakasýný kurtarýr kurtarmaz yaratýcý gücüne tekrar kavuþmasý olaðanüstü bir þey! Goethe nasýl akþamýn son ýþýðýnda bilimsel uðraþlarýndan yüz çevirerek -esas iþine- döndüyse, öðütçü ve ahlakçý Tolstoy da ayný þekilde, inanýlmaz bir yaþta, yetmiþle seksen yaþlarý arasýnda, uzun zamandan beri inkar ettiði sanata dönmüþtür; geçen yüzyýlýn en güçlü yazarý --ve eskisi kadar parlak bir þekilde-- yeniden doðmuþtur. Hayatýnýn izlediði korkunç eðrinin üstüne pervasýzca bir çizgi çeken yaþlý adam, Kazaklýk yýllarýnda geçen bir olay üzerinde düþünüyor ve Hacý Murat'ý, silahlar ve savaþlarla çýnlayan bu destaný, bu Ýlyada'yý, en kusursuz günlerinde olduðu gibi sade ve yüce bir þekilde anlattýðý bu kahramanlýk efsanesini yaratýyor. Canlý Cenaze'nin acýklý hikayesi, ustaca yazýlmýþ Balodan Sonra ve Korney Vasiliyev adlý hikayeleri ve daha birçok küçük efsane, asýk yüzlü ahlakçýnýn ortadan kayboluþunu ve sanatçýnýn dönüþünü tantanalý bir þekilde doðruluyor; geç bir dönemde yazýlmýþ bu eserlerin hiçbir yerinde, ihtiyar bir adamýn gücünü yitirmiþ ve yazmaktan yorulmuþ elini hissetmeyiz, çünkü bu hikayelerin nesri, her zaman berrak bir þekilde ruhun yüce derinliklerine varýncaya kadar akar durur, týpký zamanýn aðýr ve tannan dalgasý sonsuzluðun uçurumuna düþermiþ gibi. Büyük ihtiyarýn, þaþýrmak ve yanýlmak nedir bilmeyen gri bakýþý, insanlarýn hiç durmadan deðiþen kaderini inceler. Hayatý yargýlayan adam tekrar þair olmuþtur ve bir zamanlar iddialý bir doktrinci olan kiþi, yaþlýlýðýn o hayran olunacak itiraflarýnda, tanrýsallýðýn kavranýlmazlýðý önünde saygýyla eðilmektedir: Hayatýn yüce sorunlarýný çözmek için göstermiþ olduðu gururlu ve sabýrsýz merak duygusunun yerini, sonsuzluðun bize her zaman daha yakýn olan dalgasýnýn çaðýltýsýna alçakgönüllü bir þekilde kulak verme isteði almýþtýr. Gerçekten daha bilge, daha iyi bir insan olmuþtur Leon Tolstoy, ama hala yorulmamýþtýr; ilkel bir dünyada yaþayan bir köylü gibi yorulmak nedir bilmeden --üþüyen ellerinden kalemi düþünceye kadar-- Günlüðünde, düþüncelerinin tarlasýný eþeleyip durmaktadýr. Çünkü kaderin, son anýna kadar gerçek uðruna savaþma görevini yüklediði bu adamýn henüz huzura kavuþmamasý gerekiyor. Son bir çalýþma, en kutsal çalýþma tamamlanmýþ olmalýdýr ve bu artýk hayatla deðil, Tolstoy'un yaklaþan ölümüyle ilgilidir; bu dev gibi yaratýcýnýn son iþi, onun gibi bir adama yaraþacak ve baþkalarýna örnek olacak bir ölüm hazýrlamaktýr; ve iþte geriye
kalan olanca gücünü, yüce bir þekilde bu iþ için harcýyor. Tolstoy, eserlerinin hiçbirisi üzerinde bu kadar uzun zaman, böylesine bir tutkuyla çalýþmamýþtýr; hiçbir problemi kendi ölümü kadar derin bir þekilde ve böylesine düþünerek incelememiþtir: Kendi kendisini kolay kolay tatmin edemeyen bir sanatçý olan Tolstoy, bu eseri temiz ve lekesiz bir þekilde, en son ve en insanca eseri olarak insanlýða iletmek istemektedir. Temiz, yalansýz ve kusursuz bir þekilde ölebilmek için yapýlan bu mücadele, barýþa ulaþamayan bu yetmiþlik adamýn gerçeðe ulaþmak için sürdürdüðü savaþta son ve kesin, ayný zamanda en acý meydan savaþý halini almýþtýr, çünkü kendi kanýna, kendi kanýndan olanlara karþý savaþmasý söz konusudur burada. Þimdi bize açýklanmasý zor gelen bir çekingenlikle hayatý boyunca hiç durmadan ertelediði son bir hareketi gerçekleþtirmesi gerekiyor: Malýndan-mülkünden kesinlikle ve geri dönülmesi mümkün olmayacak þekilde vazgeçmesi. Týpký son ve kesin bir meydan savaþýndan kaçýnmak isteyen ve korkunç düþmanýný sürekli bir geri çekilme stratejisi ile yeneceðini uman Kutuzov gibi, Tolstoy da, servetinden kesinlikle vazgeçmeyi hep korkuyla ertelemiþ ve vicdanýnýn elinden kurtulabilmek için de -hareketsiz kalmanýn bilgeliðine- sýðýnmýþtýr. Eserlerinin haklarýndan vazgeçmek için yaptýðý her giriþim, hatta ölümünden sonrasý için bile olsa, ailesinin en þiddetli itirazlarýyla karþýlaþmýþtýr; o ise bu karþý koymayý yenemeyecek kadar zayýf ve aslýnda çok insanca davranmýþtýr; böylece yýllar boyu, kendisi en ufak bir paraya bile dokunmamak ve gelirlerini kullanmamakla yetinmiþtir; ama (kendini bu þekilde suçlayan odur) -bu çekingenliðin temelinde, benim prensip olarak her türlü mülkiyeti inkar etmiþ olmam ve insanlarýn önünde duyduðum sahte utançtan ötürü, yani beni tutarsýzlýkla suçlamasýnlar diye mal varlýðýma kayýtsýz kalmam gibi bir durum vardý-. Her biri baþarýsýzlýkla sonuçlanan ve ailenin yakýn çevresi içerisinde bir trajediye dönüþen her türlü giriþimden sonra, her seferinde, vasiyetiyle ilgili kesin ve dönülmez kararý kendinden uzaklaþtýrýyordu ve onu belirsiz bir tarihe erteliyordu. Ama 1908'de seksen yaþýnda iken ve ailesi, O'nun jübilesinden yararlanarak eserlerinin tam olarak yeniden yayýmlanmasýný tasarlarken, her türlü mülkiyete açýkça düþman olan Tolstoy'un artýk hareketsiz kalmasý mümkün deðildi; Leon Tolstoy, seksen yaþýnda, açýkça ortaya çýkarak, kesin bir savaþ açmak zorundaydý. Böylece, Yasnaya Polyana, iki dünyaya yayýlan bir þan ve ünün batmakta olan güneþinin parladýðý ve Ruslarýn hacca gidercesine ziyaret ettikleri bu yer, kapalý kapýlarýn arkasýnda, Tolstoy'la ailesi arasýndaki bir savaþa sahne oluyor; para gibi adi, bayaðý bir þey söz konusu olduðu için bu savaþ daha da acýmasýz ve korkunç bir hal alýyor; Günlüðündeki acý çýðlýklar bu savaþýn dehþeti hakkýnda ancak pek zayýf bir fikir verebilir: -Ah! þu pis ve suçlu mülkiyetten kurtulmak ne kadar da güç!- diye içini çekiyor o günlerde (25 Temmuz 1908), çünkü ailenin yarýsý, týrnaklarýný geçirerek yakalamýþ olduðu bu mal-mülk için çekiþip duruyorlar. En kötü türden romanlarda rastlanan sahneler oluyor. Zorlanan çekmeceler, karýþtýrýlan dolaplar, gizlice dinlenen konuþmalar, vesayet altýna alma denemeleri, en acý sahnelerle yer deðiþtiriyor: Karýsýnýn intihar giriþimleri ve Tolstoy'un evden kaçma tehditleri gibi... Tolstoy'un deyimiyle -Yasnaya Polyana cehennemi-nin kapýlarý açýlýyor. Ama, bu aþýrý azaplar içerisinde Tolstoy sonunda kesin bir karara varabiliyor
ve ölmezden birkaç ay önce, ölümünün temizliðini ve dürüstlüðünü saðlayabilmek için, artýk belirsizliklere ve þüpheye yer vermemeye; çocuklarýna, manevi servetini (yani kitaplarýndan elde ettiði serveti) reddedilmesi mümkün olmayacak þekilde bütün insanlýða devrettiðini bildiren bir vasiyetname býrakmaya karar veriyor. Bu son dürüst hareketini yerine getirebilmek için de son bir yalan daha gerekiyor. Kendi evinde onu gözetlediklerini ve dikkatle izlediklerini hissettiði için, seksen iki yaþýndaki bu ihtiyar, atýna biniyor, sanki komþu ormanda, Grumont'un ormanýnda, þöyle bir gezinti yapacakmýþ gibi evden çýkýyor ve orada, ormanda, bir aðaç kütüðünün üzerinde --çaðýmýzýn en dramatik aný-Tolstoy, üç tanýðýn ve sabýrsýzlýkla burunlarýndan soluyan atlarýn önünde, kendisi öldükten sonra da isteðine ve iradesine geçerlik ve otorite kazandýracak kaðýdý sonunda imzalýyor. Kösteklerini çýkarýp atmýþtýr; son ve kesin adýmý attýðýný düþünmektedir. Oysa daha güç, daha önemli ve daha zorunlu bir hareket daha yapmasý gerekmektedir. Çünkü bu dürüst vicdanýn insanlýk için yanýp tutuþan barýnaðýnda hiçbir sýr gizli kalamazdý. Þüpheler ve fýsýltýlar dýþarýya sýzýyor ve her köþeye sokuluyor, damla damla birikip delikler açýyor, oradan oraya akýp gidiyor ve çok geçmeden ailesi Tolstoy'un birtakým gizli önlemler aldýðýný öðreniyor. Anahtarlar uydurarak çekmecelerdeki ve dolaplardaki sýrlarý çözmeye çalýþýyorlar, bir iz bulabilmek umuduyla Günlüðünün sayfalarýný karýþtýrýyorlar; Kontes, eðer kocasýna gizlice yardým eden o nefret ettiði Çerkov ziyaretlerini kesmezse kendini öldüreceði tehdidinde bulunuyor. Tolstoy, tutku, hýrs, kin ve heyecanla dolu bu ortamda son sanat eserini gerçekleþtiremeyeceðini anlýyor ve -manevi yönden, belki de en parlak, eþsiz denecek kadar güzel bu deðerli dakikalarýný elinden alacaklar- diye korkuyor. O zaman, duygusal varlýðýnýn derinliklerinden bir kere daha þu düþünce ortaya çýkýyor: Kusursuzluða ulaþabilmek için, Ýncil'in istediði gibi, karýsýný ve çocuklarýný terk etmesi, kutsallýða ulaþabilmek için de mülkiyet ve kazançtan vazgeçmesi gerekiyor. Daha önce iki kere evden kaçmýþtý. Birincisi 1884'teydi, ama yolun yarýsýnda gücünü yitirmiþ ve doðum sancýlarý çeken karýsýnýn yanýna dönmek zorunda kalmýþtý ve ayný gece karýsý ona bir kýz doðurmuþtu. Þimdi onun yanýnda olan, vasiyetnamesini koruyan ve son yolculuðunda ona yardým etmeye hazýr olan kýzý Aleksandra'yý. Daha sonra 1897'de bir kere daha evden kaçmýþ ve vicdanýnýn ona verdiði emri bildiren þu ölümsüz mektubu býrakmýþtý karýsýna: -Kaçmaya karar verdim, çünkü, ilk olarak, yaþým ilerledikçe bu hayat bana daha aðýr geliyor ve yalnýzlýðý gittikçe artan bir kuvvetle özlüyorum. Ýkincisi, çocuklar büyüdüler ve evde benim varlýðýma artýk gerek kalmadý... Önemli olan þey, altmýþ yaþýna gelince ormanlara kaçan yerlileri taklit etmek; yaþlýlýða ulaþan her dindar insan son yýllarýný, þakalara ve oyuna, dedikodulara ve tenise deðil, Tanrýya ayýrmak ister. Ayný þekilde, þimdi ben de yetmiþ yaþýna girdiðime göre, vicdanýmla uyum halinde yaþamak için, ya da --bu kesinlikle mümkün deðilse eðer-hiç deðilse hayatýmla inancým arasýndaki acý ve keskin uyumsuzluktan kurtulabilmek için, ruhumun olanca gücüyle, huzurun ve yalnýzlýðýn özlemini çekiyorum.Ama insanlýk tarafý aðýr basarak, bu sefer de geri gelmiþtir. Çünkü kendi isteklerini gerçekleþtirecek kadar kuvvetli deðildi, istediði hayatý yaþamak için duyduðu eðilimin çaðrýsý yeterince güçlü deðildi. Þimdi, bu ikinci kaçýþtan on üç yýl sonra ve ilk kaçýþtan iki kere on üç yýl sonra, uzaklarýn korkunç çekiciliði, her
zamankinden daha çok acý veren bir hal alýyor; demir gibi saðlam bu vicdan, esrarlý bir gücün itici kuvvetini hissediyor. 1910 yýlýnýn Temmuz ayýnda Tolstoy, Günlüðüne þöyle yazýyor: -Kaçmaktan baþka yapacak bir þey yok benim için ve þimdi bunu ciddi þekilde düþünüyorum: Hýristiyanlýðýmý þimdi göstermem gerekiyor! C'est le moment ou jamais (Tolstoy'un metninde bu kelimeler Fransýzca yazýlmýþ: Þimdi ya da hiçbir zaman). Burada kimsenin bana ihtiyacý yok. Yardým et bana, Tanrým; aydýnlat beni; tek bir þey yapmak istiyorum, senin iradeni yerine getirmek, benimkini deðil. Bunu yazýyorum ve kendime soruyorum: Gerçekten doðru mu bu? Senin önünde, bu þekilde yapmacýk yapmýyor muyum acaba? Bana yardým et, sana yalvarýyorum, lütfen yardým et!- Ama yine karar veremiyor; baþkalarýnýn kaderiyle ilgili olarak duyduðu korku, onu hep istediðini yapmaktan alýkoyuyor; istediði þey aslýnda bir suç mu diye korkuyor hep ve ürpererek kendi ruhunun üstüne eðiliyor, kendi içinden gelen bir çaðrý duyacak mý ya da yukarýdan gelen bir haber var mý, kendi iradesinin bir türlü karar veremediði ve dolambaçlý yollara saptýðý böyle bir durumda kendisine -emir verecek- bir mesaj var mý acaba diye kulak kesiliyor. Kendini verdiði ve bilgeliðine güvendiði anlaþýlmaz iradenin önünde, diz çökerek dua eder gibi, Günlüðünde, endiþesini ve tedirginliðini itiraf ediyor. Bu bekleyiþ, alev alev yanan vicdanýnda týpký bir humma nöbeti gibi; çarpan kalbinin sesine bu þekilde kulak vermesi bütün varlýðýnýn sarsýlmasý gibi bir þey ve daha þimdiden, kaderin onu iþitmediðini ve iþinin tesadüfe kaldýðýný düþünüyor. O zaman, tam ve uygun bir saatte, kendi içinde parlak bir ses, efsanenin o eski sesi çýnlýyor: -Kalk ve doðrul, paltonu ve asaný al!- Ve Tolstoy tekrar kendini toparlýyor ve mükemmelliðe ulaþmak üzere yola koyuluyor. ::::::::::::::::: TANRIYA DOÐRU KAÇIÞ -Ýnsan, Tanrýya ancak yapayalnýzken yaklaþabilir.- (Tolstoy, Günlük) 28 Ekim 1910, sabahýn saat altýsý olabilir; gecenin karanlýðý hala aðaçlarýn arasýndan çýkamamýþ; Yasnaya Polyana'daki þatonun etrafýnda birtakým gölgeler acayip bir þekilde dolanýp duruyorlar. Anahtarlar týkýrdýyor, kapýlar hafifçe gýcýrdýyor. Ahýrda arabacý gürültü yapmamaya aþýrý bir dikkat göstererek atlara koþum vuruyor; iki odada, hayaletlere benzeyen endiþeli gölgeler var; kýsýk fenerlerin ýþýðý altýnda çekmecelerden ve dolaplardan, el yordamýyla çeþit çeþit paketleri alýyorlar, sonra açýk kapýlardan yavaþça dýþarý süzülüyorlar ve fýsýldaþarak bahçedeki aðaçlarýn çamurlu köklerine takýlarak sendeleye sendeleye yürüyorlar. Evin önünden geçen yoldan sapan bir araba sonunda kapýya yanaþýyor. Neler oluyor? Hýrsýzlar mý girdi þatoya? Çarýn polisleri, bir arama yapmak için bu þüpheli yazarýn evini mi kuþatýyorlar? Hayýr, eve gizlice giren filan yok; yalnýzca Leon Nikolayeviç Tolstoy, bir hýrsýz gibi, doktoruyla birlikte, hayatýnýn hapishanesinden kaçýyor. Bir kere daha, geceleyin, karýsýný, kaðýtlarýný karýþtýrýrken yakaladý ve o zaman birdenbire, çelik gibi sert ve sinirli bir þekilde, -ruhunu terk etmiþ olan- karýsýný terk etmeye, nereye olursa olsun kaçmaya, kendine uygun olan, kendisi için gerekli olan ölümü arayarak Tanrýya doðru, kendine doðru kaçmaya karar
verdi. Birdenbire, geceliðinin üstüne paltosunu giyiyor, baþýna kaba saba bir kasket geçiriyor, ayaklarýna kauçuk ayakkabýlarýný giyiyor, yanýna da sahip olduðu eþyadan yalnýzca kendini insanlara anlatabilmesi için ruhunun ihtiyaç duyduðu þeyleri alýyor: Günlüðünü, bir kurþun kalem ve bir kamýþ kalem. Ýstasyonda karýsýna yine alelacele bir mektup yazýyor ve mektubu ona arabacýyla yolluyor: -Genellikle benim yaþýmdaki ihtiyarlarýn yaptýðý þeyi yaptým ben de; hayatýmýn son günlerini yalnýzlýk ve sessizlik içerisinde geçirebilmek için bu dünyevi hayatý terk ediyorum.Sonra trene biniyor ve üçüncü mevki bir kompartýmanýn pis bir sýrasýna oturuyor, mantosuna sarýlmýþ bir halde, doktoruyla birlikte, Leon Tolstoy, Tanrýyla baþ baþa kalabilmek için iþte böyle kaçýyor. Ama artýk kendisine Leon Tolstoy demiyor. Daha önce iki dünyanýn hükümdarý olan V.Charles'ýn, bir manastýr hücresine kapanmak için gücünü simgeleyen her þeyden kendi isteðiyle vazgeçmesi gibi, Tolstoy da, parasýndan, evinden, þan ve ününden baþka, ismini de terk ediyor; þimdi adý T. Nikolayev'dir. Kendine yeni bir hayat sunmak isteyen ve temiz ve dürüst bir ölüme ulaþmaya çalýþan bir insanýn uydurduðu bir isimdir bu. Sonunda, bütün baðlar koparýlmýþtýr; þimdi bilmediði yollarda dolaþan bir gezgin olabilir, kendi doktrinine ve içten bir þekilde verdiði söze hizmet edebilir. Þamardino Manastýrýnda rahibe olan kýz kardeþiyle vedalaþýyor: Bu iki zayýf yaþlý gölge, yalnýzlýðýn verdiði huzur ve ahenk içerisinde bambaþka bir kýlýða girmiþ, yumuþak, tatlý keþiþlerin arasýnda yan yana oturuyorlar; iki gün sonra kýzý --baþarýsýzlýkla sonuçlanan o ilk kaçýþ gecesinde dünyaya gelen kýzý-- geliyor. Ama burada, bu sýðýnakta da kendini rahat hissetmiyor; tanýnacaðýndan, izleneceðinden, yakalanacaðýndan ve kaçtýðý o karýþýk ve sahte hayata tekrar geri götürüleceðinden korkuyor. 31 Ekim'de, sabahýn saat dördünde birdenbire kýzýný uyandýrýyor ve daha uzaða, nereye olursa olsun, Bulgaristan'a, Kafkasya'ya, yabancý ülkelere, insanlarýn ve þan ve ünün artýk kendisine ulaþamýyacaðý, sonunda yalnýz kalabileceði, kendini ve Tanrýyý bulacaðý yerlere gitmek için ýsrar ediyor. Ama hayatýnýn ve doktrininin korkunç düþmaný olan þan ve ün --ona eziyet etmek ve onu sýnamak için yaratýlmýþ olan bu ifrit-henüz kurbanýnýn peþini býrakmýyor. Dünya sevgili Tolstoy'unun yalnýzca Tolstoy'a ait olmasýna, iradesinin bilerek ve isteyerek vermiþ olduðu kararý gerçekleþtirmesine fýrsat vermiyor. Daha kaçak, kasketini alnýna eðip, kompartýmanýna yerleþmeden yolculardan biri büyük ustayý tanýyor; ve hemen trendeki herkes bunu öðreniyor; sýrrý meydana çýkýyor; çok geçmeden, dýþarýda vagonun kapýsý önünde, onu görmek için erkekler ve kadýnlar toplanýyorlar. Ýnsanlarýn yanlarýnda taþýdýklarý gazetelerde, zindanýndan kaçan bu deðerli vahþi yaratýk hakkýnda sütun sütun yazýlar yayýmlanýyor; artýk kim olduðu ortaya çýkmýþ ve etrafý kuþatýlmýþtýr; bir kere daha ve son defa olmak üzere, þan ve ün, Tolstoy'un, mükemmelliðe giden yolunu kesmiþtir. Homurdanan trenin gittiði yollar boyunca uzanýp giden telgraf telleri výzýr výzýr iþliyor ve saða sola telgraflar yaðdýrýyor; polis her istasyona haber veriyor; bütün memurlar seferber ediliyor; ailesi, onun için özel trenler hazýrlattýrýyor, Moskova'dan, St. Petersburg'dan, Nijni Novgorod'dan, rüzgar gülünün dört yönünden gelen gazeteciler onun peþine düþüyor, kaçan bir av hayvanýnýn peþine düþer gibi. Saint Synode, tövbekara ulaþmak için bir papaz gönderiyor ve birdenbire yabancý bir bey trene biniyor ve hiç durmadan, her seferinde baþka bir kýlýkla kompartýmanýn önünden geçiyor. Bu da bir dedektiftir: Hayýr, þan ve ün, mahpusunun
kaçýp kurtulmasýna fýrsat vermiyor. Leon Tolstoy kendisiyle yalnýz kalamaz ve kalmamalýdýr; insanlar onun kendisine ait olmasýna ve kendini kutsallaþtýrmasýna katlanamýyorlar. Tren sýnýra geldiði zaman, bir memur Leon Tolstoy'u nezaketle selamlýyor ve geçmesine izin vermiyor. Ama birdenbire kýzý, ihtiyarýn vücudunun bir ürpermeyle sarsýldýðýný fark ediyor. Tükenmiþ bir halde sýrtýný sert tahta sýranýn arkalýðýna dayýyor. Titreyen varlýðýnýn her tarafýndan ter fýþkýrýyor ve alnýndan da ter boþanýyor. Kanýndan çýkan bir humma, bir hastalýk --onu kurtarmak için-- üzerine çöküyor. Ve ölüm, kendisine iþkence edenlerin bakýþlarýndan onu gizlemek için daha þimdiden karanlýk mantosunu geriyor. Küçük bir tren istasyonu olan Astapova'da, durmak gerekiyor; hasta daha uzaða gidemeyecek. Onu misafir edebilecek ne bir saray var, ne bir otel, ne de bir han. Ne yapacaðýný þaþýran istasyon þefi, istasyona ait tek katlý ahþap evin içerisindeki çalýþma odasýný teklif ediyor (burasý o zamandan beri hacca gidercesine ziyaret edilen bir yer olmuþtur). Soðuktan titreyen ihtiyarý oraya götürüyorlar ve birdenbire her þey, týpký hayal ettiði gibi gerçek oluveriyor: Ýþte basýk tavanlý, aðýr bir havayla ve kapalý yerlere özgü bir koku ve yoksullukla dolu küçük oda. Ýþte demir karyola, gaz lambasýnýn kýsýk ýþýðý; kaçtýðý lüks ve konfor bu sefer çok uzaklarda. Can çekiþirken, son anlarýnda, her þey týpký o derece içten bir þekilde istemiþ olduðu gibi; temizlenmiþ, arýnmýþ, yüce bir sembol sayesinde ölüm onun sanatçý eline tam olarak boyun eðiyor. Doktrinini muhteþem bir þekilde doðrulayan, insanlarýn haset duygusunun artýk sarsamýyacaðý, bozamýyacaðý ve yýkamýyacaðý bu ölümün yüce binasý, ilkel çaðlara yaraþan sadeliðiyle, birkaç gün içerisinde göklere doðru yükseliyor. Dýþarýda, kapalý kapýnýn önünde, soluk soluða ve büyük bir açgözlülükle þan ve ün boþuna nöbet tutuyor, gazeteciler ve meraklýlar, gözcüler, polisler ve jandarmalar, Saint Synode'un gönderdiði papaz ve çarýn gönderdiði subaylar boþ yere bekliyorlar ve itiþip kakýþýyorlar; onlarýn utanmadan yarattýklarý bu gürültülü kargaþa, bu yüce ve kesin yalnýzlýða karþý bir þey yapamaz artýk. Can çekiþen ihtiyarýn yanýnda yalnýzca kýzý --doktoru ve bir dostu ile birlikte-- nöbet tutuyor; alçakgönüllü ve sakin bir sevgi, onu sessizce kuþatýyor. Baþ ucundaki masanýn üstünde günlük notlarýný yazdýðý defteri duruyor --sesini Tanrýya duyurabilmek için kullandýðý bir araç olan defteri-- ama ateþli elleri artýk kalemi tutamýyor. Bunun için, soluk soluða, nerdeyse sönmeye yüz tutan bir sesle son düþüncelerini kýzýna yazdýrýyor; -insanýn kendini sýnýrlý bir parçasý olarak hissettiði bu sýnýrsýz bütüne ve bu bütünün zaman, mekan ve madde içerisindeki görünüþüne-Tanrý- adýný veriyor ve yeryüzündeki varlýklar arasýndaki birliðin ancak sevgiyle gerçekleþebileceðini öne sürüyor. Ölümünden iki gün önce, en üstün gerçeði, ulaþýlmaz gerçeði kavrayabilmek için bütün duyularýný gergin bir hale getiriyor ve sonra, bu pýrýl pýrýl beynin üzerine yavaþ yavaþ karanlýk çöküyor. Dýþarýda, insanlar meraklý ve saygýsýz bir þekilde kaynaþýp duruyorlar. O artýk onlarýn varlýðýný fark etmiyor. Pencerenin önünde, gözlerinden sel gibi boþanan yaþlarla, karýsý Sofya Andreyevna, odanýn içine bakmaya, kýrk sekiz yýldýr birlikte olduðu insanýn yüzünü, uzaktan da olsa bir kerecik daha görmeye çalýþýyor: Ama Tolstoy artýk onu fark etmiyor. Hayatla ilgili þeyler, onun için gitgide yabancýlaþýyor, kaný, çatlayan damarlarýnda gittikçe daha aðýr ve daha koyu bir þekilde dolaþýyor. 4 Kasým
gecesi, son bir kere daha kendine geliyor ve içini çekiyor: -Peki ama, köylüler nasýl ölüyorlar?- diye soruyor. Bu ölümsüz adama ölüm ancak 7 Kasýmda ulaþýyor. Bembeyaz bir haleyle süslenmiþ baþý yastýklara gömülüyor, gözleri sönüp gidiyor, o gözler ki, dünyayý herkesten daha açýk ve seçik bir þekilde görebilmiþlerdi. Ve iþte ancak o zaman, sabýrsýz arayýcý, en sonunda gerçeði ve tüm hayatýn anlamýný kavrayabiliyor. ::::::::::::::::: SON SÖZ -Ýnsan öldü, ama dünya karþýsýnda takýnmýþ olduðu tavýr insanlarý etkilemeye devam ediyor ve yalnýzca hayatta olduðu zamanki gibi de deðil, daha da büyük bir güçle; ve saðlýðýnda ne derece akýllý ve sevgiyle dolu idiyse, etkisi de o kadar fazla oluyor ve her canlý þey gibi durmadan, sonsuza dek geliþiyor.- (Tolstoy'un mektubu) Maxim Gorki bir gün Tolstoy için -bir insanlýk örneði- demiþti. Eþsiz bir gerçeði yansýtan bir söz. Çünkü o da, hepimiz gibi, ayný dayanýksýz çamurdan yoðrulmuþ, ayný dünyasal kusurlara sahip olan, ama bu kusurlarýný çok daha derinden bilen ve bu yüzden daha çok acý çeken bir insandý. Leon Tolstoy, çaðýnýn öteki insanlarýndan farklý türden biri deðildi; ne de onlardan daha yüksekti. Yalnýzca birçoklarýndan daha fazla insandý, daha ahlaklý, daha canlý, daha anlayýþlý, daha uyanýk ve daha tutkuluydu, evrenin yaratýcýsýnýn atölyesinde hazýrlanmýþ olan ve gözle görülmeyen o ilkel þeklin çok daha açýk ve seçik bir örneðiydi. Hepimizin varlýðýnýn temelinde, bu ebedi insan imajýnýn, çoðu zaman þöyle böyle fark edilen, ama yine de belirsiz olan bir taslaðý vardýr: Tolstoy'un hayatta yapmak istediði temel iþ, ortaya koymak istediði temel eser, bu ebedi insan imajýný saf, temiz ve kusursuz bir þekilde gerçekleþtirmekti, hiçbir zaman tam olarak gerçekleþtirilemiyecek ve bitirilemiyecek, bu yüzden daha da kahramanca bir nitelik kazanan eser buydu iþte! Eþsiz bir ruh içtenliði sayesinde, insanýn en yüce þeklini aradý ve ona ulaþmaya çalýþtý. Onu, kendi vicdanýnýn derinliklerinde, insanýn ancak kendini yaralayarak inebileceði derinliklerde aradý, sordu, soruþturdu. Örnek bir ahlaki deha olarak, amansýz bir ciddilik, acýmasýz bir sertlikle, kayýtsýz þartsýz bir þekilde eþeleyip durdu ruhunu: Bu ilkel imajý dünyasal kabuðundan çekip çýkarabilmek ve her birimizin çabalarýnýn yöneldiði bir gaye olarak insanýn Tanrýya daha çok benzeyen ve daha yüce þeklini bütün insanlýða gösterebilmek için yaptý bunu. Durup dinlenmeden, hiçbir zaman tatmin olmadan, sanatýna, þekillerin basit oyunundan duyulan katkýsýz sevinci tatma imkanýný vermeden, hiçbir þeyden korkmayan bu sanatçý, hayatý boyunca, kendi benliðini anlayarak, tanýyarak, kusursuz bir hale getirmek gibi büyük bir iþe, büyük bu esere verdi kendini. Goethe'den bu yana, hiçbir þair, kendini ve ayný zamanda ebedi insaný bize bu þekilde gösterememiþtir. Ama Leon Tolstoy'un böyle bir saflýða, temizliðe ve bilgiye ulaþma isteðinin kendi hayatýyla birlikte son bulmasý yalnýzca görünüþtedir: Geçen yüzyýlýn bizimkine devrettiði sonuncu büyük sembol olan kahraman görüntüsü þimdi de etkisini sürdürüyor. Onun bu dünyadaki varlýðýnýn tanýklarý olarak, keskin gözlerine
bakmýþ olan, kardeþçe eline dokunmuþ olan birçok insan var hala dünyada; bununla birlikte Leon Tolstoy'un hayatý, daha þimdiden nesiller ve nesiller boyunca sürüp gidecek bir efsane olmuþtur: Alçakgönüllülükten kaynaklanan bir sevginin gücünü ilan eden yeni bir efsane. Çünkü insanlýk, uçup giden zamanýn içerisinde, her zaman, ebediliði arayan ahlak duygusunun simgesi haline getirebileceði bir örnek, bir sembol bulmaya çalýþýr ve kendi gücünü kanýtlamak için de kalabalýðýn içerisinden hepsinden daha güçlü olan birini seçer. Ýradesini, ancak çaba gösteren ve tutkuyla araþtýran bir insanla birleþtirir; bilimi ve gerçeði; ancak gerçeði arayan bir insanda bulabilir. :::::::::::::::::