jules Verne 1828’de Fransa'da doğdu. Jules Verne, denizcilik geleneği olan bir ailenin çocuğuydu ve bu durum onun yazın hayatını derinden etkiledi. Küçük bir çocukken gemilerde tayfalık yapmak için evden kaçtı ama yakalanıp ailesine teslim edildi. 1847'de hukuk öğrenimi görmesi için Paris'e gönderildi. Ancak Paris'teyken tiyatroya ilgisi derinleşti. 1850’lerin sonlarında ilk oyunu yayımlandı. Babası, hukuk öğrenimini bıraktığını duyduğunda aralarında büyük bir tartışma çıktı ve harcamaları için gönderilen para kesildi. Bu durum Jules Veme'i öykülerini satarak para kazanmaya zorladı. Paris'in kütüphanelerinde jeoloji, mühendislik ve astronomi okunarak geçirilen uzun saatlerden sonra, Jules Veme ilk kitabı Balonla Balonla B eş Ha fta'yı fta'yı yayımladı. Bu romanı, Dûrya’mn Merkezine Seyahat, Dünya'dan A y ' a ve Denizl Denizler Altında Altında 2 0 Bin Fersah Fersah gibi romanlar izledi. Romanlarının büyük beğeni toplaması Jules Veme’i zengin bir bir adam adam yap tı. 1876'da 1876'da bü yük yü k bir ya t aldı ve Avrupa'nın çevresini yatıyla dolaştı. 1905’te Amiens'te öldü.
Jules Verne Fatih Robur
Özgün Adi: Robur le conqutrant Ithaki Yayınlan - 194 Edebiyat - 170
3. Baskı Eylül 2008, Istanbul © Türkçe Çeviri: Volkan Yalçıntoklu, 2003 O ithaki, 2003 Yaymanın yazılı izni olmaksızın herhangi bir alıntı yapılamaz.
Yayına Hazırlayan: Şule Cepcepoglu Koçak Grafik Tasannu ve Uygulama: İthaki Redaksiyon: Alev Ozgüner Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Ye$im Ercan Aydın Kapak, İç Baskı: Idil Matbaacılık Emintaş Kazım Dinçol Sanayi Silesi No: 81 / 19 Topkapı-lsıanbul Tel: (0212) 674 66 78 İlhakı” İlhakı” Pengu Penguen en Kiı Kiıap-K ap-Kaset aset Bas Bas.. Yay. Paz Tic. Lıd. Şii Şii 'nin 'nin yan yan kuru kuruluşud luşudur ur Mühürdar Cad. İller İller Ertüzün Sok. 4/6 34710 34710 Kadıköy İstanbul İstanbul Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) (0216) 449 98 34 lıhakl@lıhaki.com.lr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com
Jules Verne
FATİH ROBUR
Çeviren: Volkan Yalçıntoklu
Jul Ju l e s Verne Vern e Kitaplı Kit aplıgı’ndan gı’ndan ya yayım yımlana lanan n kitaplarımız: kitaplar ımız: 1- D o k t o r Ox'un Deneyi - Çeviren: Alev Ûzgüner 2- Madenin E s r a r ı - Çeviren: Kerem Eksen 3- Dûnya'dan Ay'a - Çeviren: Z. Zühre llkgelen 4- Karpatlar Şatosu - Çeviren: Işık Ergüden 5- Ay’ın Çevresinde Seyahat - Çeviren: Aysen Alunel 6- Dünya’nın Merkezine Seyahat - Çeviren: Mehveş Omay 7- Kaptan Granl'in Çocukları l. Cilt - Çeviren: İşık Ergüden 8- Dünyanın Ucundaki Fener - Çeviren: Alev Özgüner 9- Kaptan Grant’ in in Çocukları 2. Cilt - Çeviren: Işık Ergüden 10- Altın Alt ın Volkan Vo lkanıı - Çeviren: Idil Gürbüz 11- Wilhelm Wilhelm Storitz’in Storitz’in S im - Çeviren: Pınar Güzelyûrek 12- Kaptan Grant' in in Çocukları 3 Cilt - Çeviren: Işık Ergüden 13- Balonla Beş Hafta - Çeviren: Feridun Aksın 14- Zachari Zacharius us Usta ve ve Olağ Olağan anüs üstü tü öyküler öyküle r - Çeviren. Elif Gökıeke 15- İnatçı Keraban 1. Cilt - Çeviren: Nihan özyıldınm 16- İnatçı Keraban 2. Cilt - Çeviren: Nihan özyıldınm 17- Denizler Alt Altın ındda 20 Bi Bin Fe Fersah sah 1. Cilt Cilt - Çeviren: Mehveş Sorkun 18- Ne Altı Var Ne Üstü - Çeviren: Volkan Yalçıntoklu 19- Denizler Altında 20 Bin Fersah 2. Cilt - Çeviren: Mehveş Sorkun 20- Mişel Strogof - Çeviren: Nihan özyıldınm 21- Fatih Robur - Çeviren: Volkan Yalçınıoklu
J u le s V e r n e K it a p lığ ı; J u le s V e r n e k it a p la r ın ı y ıl la r ö n c e Türkçeye kazandırmış olan A . Ih s a n T o k g ö z ’e ith a f e d ilm iş tir .
* A. İhsan TokgOz: Türk yazar, yayıncı ve siyaset adamı. Ju les Veme'in romanlarını Türkçe'ye ilk çeviren kişidir. 1890yı lında Alem Basımevi'ni kurdu ve Edebiyat-ı Cedide akımının yayın organı olan Servet-i Fünun Dergisi ni yayımlamaya baş ladı. İkinci Meşrutiyetken Birinci Dünya Savaşı sonlarına de ğin Yüksek Ticaret Mektebi'nde coğrafya öğretmenliği yaptı. 1919'da Avrupa'ya giderek Heyet-i Temsiliye'nin amaç ve fikir lerini batı kamuoyuna duyurmaya çalıştı. Lozan Barış Konfe ransı sırasında da Türk Basın Bürosu'nun yöneticiliğini yap tı. I931'de Ordu milletvekili olarak girdiği TBMM'de yasama görevini ölümüne değin sürdürdü. Başlıca yapıtları: Altı Haf ta Nil’de Seyahat, Avrupa’da Ne Gördüm. Tuna'da Bir Hafta, Tirol Cephesinde Ateş Hattında, Matbuat Hatıralarım.
1
BİLİM DÜNYASI DA CAHİLLER ÂLEM İ KADAR SIKINTILI
“ Pat!... Pat!..." Neredeyse aynı anda patlayan iki silah sesi duyuldu. Bu işle hiç alakası olmadan elli adım geride otlayan bir inek vurulmuş, iki silahşor ise hiç yara almamıştı. Bu iki centilmen hakkında çok şey bilinmese de isimlerinin gelecek kuşaklara ulaşacağı kuşkusuzdu. Onlarla ilgili söylenebilecek tek şey, daha yaşlı olanın İngiliz, diğerinin ise Amerikalı olduğuydu. Oysa, kendi halindeki ineğin son yediği ot tutamının yerini saptamak çok kolaydı. Niagara’nın sag kıyısında, şelalenin üç mil aşağısında Amerikan kıyısıyla Kanada kıyısını birleştiren şu asma köprünün yakınlarındaydı. İngiliz, Amerikalı’ya doğru yürüdü: “Onun Rule Britannia olduğuna dair inancımı aynen koruyorum!” dedi. “Hayır! Yanki Doodle!" diye diretti diğeri. -7 -
Ju les Veme
Tartışma yeniden başlayacaktı ki, tanıklardan biri kuşkusuz hayvanların yararına araya girdi: “Hem Rule Britannia hem de Yanki Doodle olduğunu varsayalım ve yemeğe gidelim!” Amerika ve İngiltere’nin milli marşları için bulunan bu orta yol önerisi memnuniyetle benimsendi. Amerikalılar ve Ingilizler, Niaga ra’nın sol kıyısı boyunca ilerleyerek, tarafsız bölgede bulunan Goaılsland otelinde sofraya oturdular. Önlerindeki pişmiş yumurtalara, geleneksel jambona, iştah kabartan turşularla süslenmiş sığır rostosuna ve ünlü şelaleleri bile kıskandıracak bolluktaki çaya bakıldığında, onlara hiç ilişmemek gerektiği düşünülebilirdi. Zaten, bu hikaye boyunca onların tekrar gündeme gelme olasılığı oldukça az. İngiliz’in mi yoksa Amerikalı’nın mı haklı olduğunu söylemek zordu. Ancak, bu düello bir aydan beri, yalnızca Yeni Dünya’da değil eskisinde de herkesin kafasını meşgul eden açıklanamaz bir olayın insanları nasıl galeyana getirdiğinin bir göstergesiydi. ...Os sublime dedit coelumque tueri,1 1Jules Verııe'in Ovidius'ıan alıntıladığı dizenin Türkçesı "Yukarı dönük bir yüz verdi, gökyüzüne bakıııak..." Dizenin doğru biçimi ise şöyle olmalıydı: "Os sublime dedit ca’lımujııe videre instil", "İnsana yukarı bakan yüce bir yüz verdi. Gökyüzüne bakmasını buyurdu " (yhıı.)
Fatih R obur
demişti Ovidius, insanoğluna en büyük onuru bahşederek. Gerçekten de, insanın dünya üzerinde görülmeye başlamasından beri, gökyüzüne bu kadar çok bakıldığına hiç rastlanmamıştı. Geçen.gece boyunca, Kanada’nın Ontario ve Erie gölleri arasında bulunan bu bölgesinde, bir hava borazanının dokunaklı notalarının etrafa yayıldığı duyulmuştu. Birileri bunun Vdnfei ğerleri
Doodle olduğunu
iddia ederken, di-
Rule Britannia olduğu
konusunda hem-
fikirdiler. Anglosaksonlann Goatlsland’daki yemekle sonuçlanan tartışması bundan kaynaklanıyordu. Belki de duyulan, bu milli marşlardan hiçbiri değildi. Ancak, sesin garip bir şekilde, gökyüzünden yere doğru alçalarak yayıldığı herkes tarafından kabul ediliyordu. Bir meleğin ya da başmelegin çaldığı göksel bir borazanın varlığına mı inanmak gerekliydi yoksa?.. Jüpiterin elçisinin de gürültülü bir biçimde çaldığı bu ötümlü enstrümanın, neşeli baloncular tarafından çalındığı ileri sürülemez miydi? Hayır! Ne balon vardı, ne de baloncular. Gökyüzünün yüksek katmanlarında kaynagı -9 -
nı ve niteliğini kimsenin anlayamadığı olağanüstü bir durum yaşanıyordu. Bir gün Amerika’nın, kırk sekiz saat sonra Avrupa’nın üzerinde görünen bir cisim, sekiz gün sonra Asya’da, Çin Imparatorlugu’nun semalarında ortaya çıkıyordu. Geçişine işaret eden bu borazan, kıyamet gününün habercisi değilse, neyin nesiydi? Böylece ister krallık olsun, ister cumhuriyetle yönetilsin, dünyanın bütün ülkelerinde ciddiye alınması gereken bir panik hali yaşanmaya başlamıştı. Evinizde garip ve açıklaması imkansız sesler duyduğunuzda, bu gürültünün kaynağını araştırmaz mıydınız? Ve çabalarınızın sonunda hiçbir netice alamadığınızda, evinizi terk edip başka bir yere taşınmaz mıydınız? Kuşkusuz evet! Ama burada söz konusu olan dünya olduğuna göre, onu terk edip, Ay’a, Mars’a, Venüs’e, Jüpiter’e yerleşmek nasıl mümkün olabilirdi ki? Şu halde olup biteni anlamak için sonsuz boşluk yerine, atmosferin katmanlarını araştırmak gerekiyordu. Aslında havanın olmadığı yerde ses de olmazdı, ancak mademki ses şu ünlü borazan vardı, o zaman bu olay, yoğunluğu gitgide azalan ve yeryüzüne en fazla iki fersah mesafede yer alan bir -1 0 -
Fatih R obur
hava katmanının ortasında gerçekleşiyordu. Doğal olarak, binlerce gazete, sayfalarını bu konunun enine boyuna incelenmesine ayırdı, kimileri zihinleri aydınlatırken, kimileri bulandırdı, bazıları insanların kaygılarını artınrken bazıları onların içini rahatlattı, nihayet hepsi de tirajlarını yükseltmek için zaten yarı şaşkın olan okurlarını galeyana getirmekten geri, durmadılar. Sonunda, politika ayağa düştü ve çatışmalar başladı. Peki neler oluyordu böyle? Tüm dünyanın gözlemevlerine danışıldı. Yanıt veremiyorlarsa, gözlemevlerinin ne anlamı vardı? Bir trilyon fersah uzaklıktaki yıldızları ikiye ya da üçe bölen gökbilimciler, yalnızca birkaç kilometre yükseklikte meydana gelen bu kozmik olayın kaynağını açıklaya mıyorlarsa, gökbilimci olmaları neye yarardı ki? Bunun yanında, güzel yaz geceleri boyunca, teleskoplann, dürbünlerin, monokllann, kelebek gözlüklerin, cep dürbünlerinin, en uzun görüş menziline sahip aletlerin merceklerinden bakan gözlerin gücü de bu nesneyi görebilmeye yetmemişti. Belki de yüzlerce mil uzaklıkta, çıplak gözlerle bakıldığında yıldız
Ju les Verne
larin sayılamadıgı bir mesafede bulunuyordu. Yeryüzünün her noktasından aynı anda izlenen tutulma bile böylesi bir ilgiyle asla karşılaşmamıştı. Gözlemevlerinin yanıtları tatmin edici değildi, her biri farklı bir görüş açıklıyordu. Böy lece. Nisan ayının son ve Mayıs ayının ilk haftaları boyunca bilginler dünyasında bir iç savaş yaşandı. Paris gözlemevi açıklamalarında son derece temkinli davranıyordu, birimlerinden hiçbiri bir karara varamamıştı. Gökbilim matematiği bölümü bakmaya tenezzül etmemişti; meridyen incelemeleri hiçbir şey görememişti; fizik araştırmaları bölümünde hiçbir şey saptanamamıştı; meteoroloji hiçbir şey gözlemle yememişti; nihayet hesap uzmanları hiçbir şey kaydedememişti. En azından bunu samimi olarak itiraf ediyorlardı. Aynı içtenlik Montso uris gözlemevinin, SaintMaur manyetik istasyonunun ve Boylam bürosunun açıklamalarında da fark ediliyordu. Kısacası Fransa samimi davranmak istiyordu. Taşradan gelen haberler daha olumluydu. 6 Mayıs’ı 7 Mayıs’a bağlayan gece, solgun bir ışık görülmüş, yirmi saniye sonra kaybolmuş-
Fatih R obur
tu. Midi Tepesi’nde. aynı ışık akşam dokuz ile on arasında fark edilmişti. PuydeDöme meteoroloji gözlemevinde, bu ışık sabahın biri ile ikisi arasında; Provence’ta, Ventoux Tepesi’nde iki ve üç arasında; Nice’te üçle dört arasında; nihayet şafağın ilk ışıklarında ise Annency, Bourget ve Leman arasındaki Seminoz Alple ri’nde tespit edilmişti. Açıkçası art arda gelen bu gözlemleri yabana atmak mümkün değildi. Bu solgun ışığın, farklı merkezlerde sırayla birkaç saat boyunca izlendiğinden hiç şüphe yoktu. Bu durumda, ya birkaç kaynaktan çıkan ışıklar dünyanın atmosferini dolaşıyor, ya da bu ışık tek bir merkezden yayılarak, saatte iki yüz kilometrelik bir hıza ulaşıyordu. Ancak gün boyunca, gökyüzünde olağandışı bir nesnenin varlığına şahit olunmuş muydu? Asla. Hafif de olsa, en azından borazanın sesi hava tabakalarının arasından kulaklara ulaşmış mıydı? Hayır, güneşin doğuşu ile batışı arasında, hiç borazan sesi duyulmamıştı. Birleşik Krallık’ta kimse neye karar verece
Ju les Vem e
gini bilmiyor, gözlemevlerinin söyledikleri birbirini uumuyordu. Her ikisi de ortada hiçbir şeyin olmadığını iddia etse de, Greenwich ile Oxford uzlaşmaya yanaşmıyordu. “Göz yanılsaması!” diyordu biri. “Kulak yanılsaması!” diyordu diğeri. Ve bu yanılsama konusu üzerinde sürekli tartışıyorlardı. Berlin ve Viyana gözlemevleri arasındaki çatışmalar, uluslararası ilişkileri tehdit edecek bir boyuta ulaşıyordu. Ancak Rusya, Pulko va’daki gözlemevinin incelemelerine dayanarak, her ikisinin de haklı olduğunu öne sürüyor, teorik olarak gerçekleşmesi imkansız olsa da, pratikte karşımıza çıkan bu garip durumu farklı bakış açılarından değerlendirdiklerini belirtiyordu. İsviçre’de, Appenzel kantonundaki Saütis gözlemevinde, Righi’de, Gâbris’te, SaintGot hard, SaintBemard, Julier, Simplon, Zürih ve Tirol Alpleri’ndeki Somblick inceleme birimlerinde, kimsenin henüz gözlemleyemedigi bir olguyu değerlendirmek konusunda tedbirli davranılıyordu, hiç de haksız sayılmazlardı. Ancak İtalya’da, Vezüv meteorolojik araştırmalar dairesinde ve Monte Cavo’da bulu
Fatih Robur
nan Etna inceleme istasyonundaki gözlemciler, bir gün küçük bir buhar kıvrımı ve bir gece kayan bir yıldız görüntüsüne tanık olduklarını ileri sürerek bu olayın gerçekliğini hiç duraksamadan kabul ediyorlardı. Aslında, doğanın en aklı başında yasala nndan biri sayesinde, dünya nüfusu içinde büyük bir yer kaplamış, kaplayan ve kaplayacak olan cahiller ve sıradan insanlar bu gizemli durumdan etkilenerek, korkmaya devam ederlerken, bilimadamları bu sonuçsuz araştırmalardan bıkmaya başlamışlardı. Gökbilimciler ve meteoroloji uzmanlan tam da bu konuyla uğraşmaktan vazgeçeceklerdi ki, 26 Mayıs’ı 27’sine bağlayan gece, Norveç Fin mark’taki Kantokeino gözlemevinden ve 28’ini 29’una bağlayan gece, Spitzberg’deki Isfjord gözlemevinden, Norveçliler ve İsveçlilerin ortak görüşüyle şu açıklamalar yapıldı: Kuzey kızıllığının ortasında dev bir kuşa ya da iri bir gök yaratığına benzeyen hareketli bir nesne görülmüştü. Biçimini tarif etmek mümkün değilse bile, etrafına bomba gibi patlayan küçük cisimler fırlattığı tartışılmazdı. AvrupalIlar, Finmark ve Spitzberg’de yapı
Ju les Ver ne
Ian gözlemleri ciddiye almayı cam gönülden istiyorlardı. Ama bu meselede en şaşkınlık verici durum İsveçlilerin ve Norveçlilerin herhangi bir konuda ortak görüş belirtmiş olmalarıydı. Güney Amerika’daki, Brezilya, Peru ve La Plata, Avustralya’daki Sidney, Adelaide ve Melbourne gözlemevleri, bu garip iddia karşısında işi alaya döktüler. Hele AvustralyalIların kahkahalan. Nihayet, bu sorunla ilgili tek olumlu yaklaşım bir meteoroloji istasyonu şefinden geldi; sunduğu çözümün hedef olacağı alayları göze almıştı. Bu adam, denizden en az on fersah mesafede bulunan, tertemiz bir havada upuzun bir ufuk çizgisine sahip geniş bir ovanın ortasındaki ZiKaWey gözlemevinin yöneticisi olan bir Çinli’ydi. “Söz konusu nesnenin uçan bir aygıt olması mümkündür,” diyordu. Ne matrak! Bununla birlikte. Eski Dünya’da yaşanan ateşli tartışmaların Birleşik Devletlerin en büyük toprak sahibi olduğu Yeni Dünya’da ne boyutta olduğunu tahmin etmek kolay. Bilindiği gibi, bir Yanki farklı yollar kullan -1 6 -
Fatih R obur
mayı sevmez; onlardan birini seçer ve genellikle hedefine ulaşır. Bundan dolayı. Amerikan federasyonunun gözlemevleri kendi doğrularına inanmakta tereddüt etmemişlerdi. Amaçlarını doğrudan ortaya koymamalarının tek nedeni; en uygun zamanın gelmesini beklemeleriydi. Kolombiya’daki Washington ve Duna eyaletindeki Cambridge gözlemevleri, Connecti cut’taki DarmouthCollege ve Michigan’daki AunArbor gözlemevlerinin iddialarına karşı çıkıyorlardı. Tartışma konusu olan gözlenen cismin yapısı değil, gözlenmiş olduğu andı; çünkü hareket halindeki bu esrarengiz cismin yörüngesi, ufkun üzerinde düşük bir yükseklikte olduğu halde, her biri onu aynı gece, aynı saatte, aynı dakikada ve aynı saniyede gördüklerini öne sürüyorlardı. Oysa, Connecticut ile Michigan’ın, Duna’yla Kolombiya arasındaki mesafe, bu eşzamanlı gözlemin yapılabilmesi için oldukça fazlaydı. New York eyaleti, Albany kentindeki Dudley Enstitüsü ve West Point Harp Akademisi, sözü edilen cismin bahar açısını ve sapmasım belirten bir bildiri yayımlayarak, meslektaşlannın açıklamalannın asılsız olduğunu gösterdiler.
Ju les Ver ne
Ancak, daha sonra gözlemcilerin yanıldığı anlaşıldı, gördükleri cisim atmosferin orta tabakasından geçmekte olan bir göktaşından başka bir şey değildi. Demek ki bu göktaşının söz konusu nesneyle bir ilgisi yoktu. Zaten bir göktaşının borazan çaldığı hiç görülmüş müydü? Borazana gelince, tiz sesini, boşuna bir çabayla, kulak yanılsaması olarak görmeye çalıştılar. Bu durum da, kulaklar da gözler gibi yanılmıyordu. Görme eylemi de gerçekti, işitme eylemi de. Ayın 12’sini 13’üne bağlayan karanlık gecede, Sheffield bilim akademisine bağlı YaleCollege’ın araştırmacılan, nota nota, ritim ritim Chant du Dtpart 'ın nakaratını andıran, dört dörtlük, re major bir parçanın ölçülerini kaydetmişlerdi. “Ne güzel!” diye yanıtlıyordu muzipler, “hava katmanları arasında müzik yapan bir Fransız orkestrası!” Ama şaka yapmak, çözüm üretmek değildi. Bu saptama, gökbilim ve meteoroloji problemlerini doğru bir biçimde çözerek bilim dünyasında saygın bir yer edinmiş olan ve Atlantic Çelik işletmeleri tarafından kurulan Boston gözlemevince yapılıyordu. Ardından 1870’te, M. Kilgoor’un cömertli -1 8 -
Fatih R obur
gi sayesinde kurulan ve çiltyıldızları mikro meirik ölçümlerle saptamak konusundaki başarılarıyla tanınan Cincinnati gözlemevinin açıklaması geldi. Yönetici bütün iyi niyetiyle, son günlerde, atmosferin farklı noktalarında hareket eden bir cismin görüldüğünü, ancak bu cismin ne olduğu, boyudan, hızı ve yörüngesi hakkında bir tahminde bulunmanın mümkün olmadığım belirtti. Yine aynı günlerde, yüksek tirajlı New Herald gazetesine
York
imzasız bir mektup gönde-
rilmişti: “Birkaç yıl önce Ragginahra prensesinin iki mirasçısından biri olan Fransız doktor Sarra sin’in şehri Franceville ile diğer mirasçısı Alman mühendis Herr Schultze’nin şehri Stahls tadt arasında çatışmaya dönen rekabet henüz unutulmadı. Bu iki şehir de Birleşik Devlet ler’de, Oregon’un güneyinde yer almaktadır. “Ayrıca, Franceville’i bir darbede yerle bir etmek için Flerr Schultze’nin gönderdiği devasa gülle de hafızalardan silinmedi. “Dev bir topun ağzından fırlayan güllenin ilk hızının yanlış hesaplandığı, sıradan güllelere göre on altı kat daha büyük bir hızla saatte yüz elli fersah gibi yol alarak, dünyaya
bir daha geri dönmeyerek göktaşı haline geldiği ve sonsuza dek yerkürenin etrafında dolaşmaya mahkum olduğu unutulmadı. “Dünyanın gündemini işgal eden cisim neden varlığı yadsmamayan söz konusu gülle olmasın ki?” New York Herald okurundan
çok ustaca bir
değerlendirme. Peki ama, ya borazan neyin nesi?... Herr Schultze’nin güllesinde borazan yoktu ki! Yani bu açıklamalardan hiçbirinin elle tutulur bir yanı yoktu, tüm bu gözlemciler iyi gözlemleyemiyorlardı. Geriye bir tek ZiKaWey’in yöneticisinin varsayımı kalıyordu. Ama bir Çinli’nin düşüncesi ne kadar kabul görebilirdi?... Bıkkınlığın Eski ve Yeni Dünya halklarına egemen olduğu söylenemezdi. Hayır! Tartışmalar bütün şiddetiyle sürüyor, hiçbir uzlaşmaya varılamıyordu. Bununla birlikte, bir süre için ortalık durulmuştu. Birkaç gün boyunca, gökyüzünde en ufak bir borazan sesi dahi duyulmadı ve bu nesne, göktaşı, ya da her neyse ortada gözükmedi. Yoksa, dünyanın ulaşılması zor bir bölgesine mi düşmüştü mesela denize? Atlantik, Pasifik ya da Hint -2 0 -
Fatih R obur
Okyanusu’nun derinliklerini mi boylamışıı? Bu konuda yorum yapmak imkansızdı. Ve nihayet 2 ve 9 Haziran tarihleri arasında, açıklaması yalnızca kozmik bir olgunun varlığı ile yapılamayacak bir dizi yeni olayla karşılaşıldı. Sekiz gün içinde, Hamburglular Saint Michel Kulesi’nin tepesinde; Türkler Ayasof ya’nın en yüksek minaresinde; Rouenlılar katedrallerinin madeni okunun ucunda; Stras bourglular Munster’ın en ucunda; Amerikalılar Özgürlük Anıtı’nın başının üzerinde, Hud son’un girişinde ve Boston’daki Washington Anıtfnın zirvesinde Çinliler Kanton’daki Beş Yüz Dâhi tapınağının doruğunda; Hintliler Tancur piramit tapınağının onaltıncı katında; SanPietrolular Roma’daki SanPietro kilisesinin haçında, lngilizler Londra’daki Saint Pa ul’ün çatısında, Mısırlılar büyük Gize piramidinin dar açısında, Parisliler 1889 Sergisi’nin üç yüz metre yüksekliğindeki demir kulesinin paratonerinde, bir bayrağın dalgalandığını görmüşlerdi. Her biri erişilmesi çok zor olan bu noktalarda dalgalanan bu bayrak, ortasında altın sarısı bir güneşin yer aldığı, yıldızlarla bezeli siyah bir etamindi.
2
WELDON ENSTİTÜSÜ ÜYELERİ UZLAŞMAYA YANAŞMADAN TARTIŞIYORLAR
“ İlk kim lersini söylerse...” “Doğru!... Gerekiyorsa söylenecek!" “Ve tehditlerinize ragmen!...” “Sözlerinize dikkat edin, Bat Fyn!” “Siz de sizinkilere, Uncle Prudent!" “iddia ediyorum! Pervanenin arkada olması imkansız!” “Biz de!... Biz de!...” diye yanıtladı elli kişilik bir koro. “Hayır!... Önde olması gerekir!” diye haykırdı Phil Evans. “Önde olmalı!” diye yanıtladı diğer elli kişi oldukça sen bir sesle. “Sizinle asla aynı fikirde olamayacağız!” “Asla!... Asla!...” “O zaman niye kavga edip duruyoruz ki?” “Bu bir kavga değil!..Bu bir tartışma!”
Fatih R obur
Tam bir çeyrek saattir, salondaki karşılıklı sataşmaları, bağırıp çağırmaları duyan biri kulaklarına inanamazdı. Bu toplantı Amerika Birleşik Devletleri, Pennsylvania eyaletinin Philadelphia kentinde WalnutStreet’te faaliyet gösteren ünlü Weldon Enstitûsû’nûn en büyük salonunda yapılıyordu. Bir gün önce, bir ışıkçı seçimi için yapılan oylama ile ilgili, şehirde toplu gösteriler, gürültülü mitingler düzenlenmiş, orda burda insanlar yumruklaşmıştı. Zaten Weldon Enstitüsü üyelerinin bu öfkeli halleri de, hâlâ bu kargaşa günlerinin etkisi altında olduklanm gösteriyordu. Bu yüzden, bu görüşme, “baloncu lann” balonları yönetme konusunu tartıştıkları sıradan bir toplantıya hiç benzemiyordu. Bu olay, hızlı gelişmesi bakımından New York’u, Chicago’yu, Cincinnati’yi, San Fran cisco’yu bile geride bırakan bir Birleşik Devletler şehrinde yaşanıyordu. Ne bir limanı, ne petrol ya da taşkömürü yatağı, ne bir ticaret merkezi, ne de demiryolları agı istasyonu olmamasına ragmen, Berlin’den, Manches ter’dan, Edinburg’dan, Liverpool’dan, Viya na’dan, Petersburg’dan, Dublin’den daha bü-2 3 -
fu les Verne
yük bir kentti. İngiltere’nin başkentindeki yedi parkı içine alabilecek bir parka sahipti ve bir milyon iki yüz bin sakiniyle, Londra, Paris ve New York’tan sonra dünyanın en büyük dördüncü şehriydi. Philadelphia geniş yapılı evleri ve rakip tanımayan kamu hizmetleri binalarıyla, duygusuz ve soğuk bir şehir sayılabilirdi. Yeni Dün ya’nın en önemli koleji olan Girard, Philadelp hia’daydı. Dünyanın en geniş demir köprüsü Schuylkill Nehri üzerindeydi ve o da Phila delphia’daydı. En güzel Mason tapınağı da Philadelphia’daydı. Nihayet, hava ulaşımı yandaşlanna ait en büyük kulüp de Philadelp hia’daydı. Ve 12 Haziran akşamı, bu kenti ziyaret etmeyi düşünenler, bu kararlarından dolayı hiç pişmanlık duymayacaklardı. Bu büyük salonda, bir başkanın ve ona eşlik eden bir sekreter ve bir saymanın yönetimindeki yüz kadar baloncu hepsinin şapkaları başında sinirleniyor, çırpınıyor, el kol hareketleriyle konuşup, tartışıp, birbirleriyle dalaşıyorlardı. Hiçbirinin mesleği mühendislik değildi. Yalnızca balonculukla ilgili her şeye merakı olan amatörlerdi; ancak balonlarına -24-
Fatih R obur
karşı “havadan daha ağır” uçan makineleri, havagenıilerini çıkartmak isteyenlere karşı, düşmanlığa kadar varan şiddetli bir öfke duyuyorlardı. Bu yiğit adamlar, balonlarını yönetmeyi asla başaramayabilirlerdi, bu mümkündü; zaten başkanlarının da onları yönetmeyi başardığı söylenemezdi. Bu başkan, Philadelphia’da çok ünlü olan Uncle Prudent'dı. Prudent, ailesinin ismiydi. Uncle tanımlamasına gelince, bu yeğeni olmadan amca olunabilinen Amerika’da tuhaf kaçmayacak bir lakaptı. Tıpkı bazı ülkelerde çocuğu olmayanlara baba denildiği gibi, orada da yakınlık duyulan kişilere amca diye hitap ediliyordu. Unde Prudent,1 ismine ragmen yürekliliğiyle saygınlık kazanmıştı. Üstüne üstlük çok zengin biriydi, hem de Birleşik Devletler’de. Nasıl olmasındı ki? Zaten, Niagara Şelale lşlet meleri’nin büyük bir bölümüne sahipti ve bu zenginlik için yeterli bir nedendi. O sıralar, şelaleleri işletmek için Buffalo’da mühendislerden oluşan bir şirket kurulmuştu. Mükemmel bir işti. Niagara’dan her saniye dökülen yedi bin beş yüz metreküp su, yedi milyon beygir gücünde enerji üretiyordu. Beş yüz ki 1 Tedbirli, (ç.ıı.) -2 5 -
Ju les Vem e
lometre yarıçapındaki bir bölgeye dağıtılan bu enerji, her yıl şirketin kasalarına ve özellikle Uncle Prudent’m ceplerine bir buçuk milyar franklık bir servet olarak geri dönüyordu. Üstelik bekârdı, böyle yürekli bir adamın yanında çalışmayı hiç hak etmemesine ragmen böyle anormal durumlara rastlanabiliyor onun hizmetini gören Frycollin ile birlikte mütevazı bir yaşam sürüyordu. Uncle Prudent’m zenginliği, çevresinde birçok dostun toplanmasını sağlıyorsa da, kulüp başkanı olmasını hazmedemeyen birçok düşmanı da bulunuyordu. Bunların içinde en ateşlisi, Weldon Enstitüsü’nün sekreteriydi. Bu adamın adı Phil Evans’tı, günde beş yüz adet zemberekli saat üreten ve ürünleri İsviçre saatlerinden hiç de aşağı kalmayan Walton Watch Şirketi’nin sahibiydi. Yani, Uncle Pru dent’ın başkanlığına katlanmak zorunda kal masaydı, dünyanın hatta Amerika’nın en mutlu insanlanndan biri sayılabilecekti. O da Uncle Prudent gibi kırk yaşlarındaydı, son derece sağlıklıydı, bekârlığın belirgin avantajlarının yerine evliliğin belirsiz avantajlarını koymaya hiç niyeti yoktu, gözüpekliği ise tartışma götürmezdi. Aslında birbirleriyle anlaş-2 6 -
mak için pek çok ortak yanları vardı, ancak anlaşamıyorlardı, yine de her ikisinin karakter özellikleri göz önüne alındığında, Uncle Prudent’ın son derece sıcak, Phil Evans’ın ise bir o kadar soğuk olduğunu belirtmek gerekirdi. Peki ama Phil Evans’ın kulüp başkanı olmamasının sebebi neydi? Oylar ikisinin arasında eşit olarak dağılmıştı, yirmi kere seçim yapılmış, ancak her ikisi de üstünlük sağlayamamıştı. Bu, iki adayın yaşamları boyunca sürebilecek can sıkıcı bir durumdu. Kulüp üyelerinden biri eşitliği gidermek için bir öneri getirmişti. Bu kişi Weldon Ens titüsü’nün saymanı Jem Cip’ti. Jem Cip kararlı bir vejetaryendi, başka deyişle, biraz Brahman biraz da Müslüman inançlannın etkisiyle tüm hayvani gıdalardan ve mayalı içkilerden uzak duran şu sebzecilerden biriydi. Ayrıca, bu zararsız kaçıkların inanışlarını yayan Ni ewman’lann, Pitman’larm, Ward’larin, Davie’lerin rakibiydi. Jem Cip’in bu önerisi, kulübün bir diğer üyesi tarafından desteklenmişti, bu kişi, kumaşların asit sülfürikle işleme tabi tutulmasıyla glikoz üretilen yani bir bakıma eski çama-
Ju les Verne
şırlardan şeker imal edilen büyük bir fabrikanın yöneticisi olan William T. Forbes’li. Ağırbaşlı bir adam olan William T. Forbes, Phila delphia’nın yüksek sosyetesine renk katan iki güzel ve geçkin kızın babasıydı, kızlarının adı Doroth£e ve Martha olup, kısaca Doll ve Mat diye çağrılıyorlardı. William T. Farbes’ten başka birkaç üye tarafından da benimsenen öneriye göre, kulüp başkanı olarak “orta noktayı” bulan kişinin seçilmesine karar verildi. Gerçekten de bu yöntem, bir makama en uygun kişinin seçilebilmesi için her durumda kullanılabilirdi, şimdiden sağduyulu birçok Amerikalı, Birleşik Devletler başkanının bu şekilde seçilmesini hayal ediyordu. iki beyaz hedef tahtasının üzerine birer siyah çizgi çizilmişti. Çizgilerin uzunluğu matematiksel anlamda tamamıyla eşitti, tıpkı arazilerde nirengi noktasını belirlerken gösterilen titizlikle hazırlanmışlardı. İki yarışmacı ellerindeki sivri şişlerle, aynı anda, kendilerine ayrılan tahtaya doğru ilerlediler, iki rakipten hangisi, şişi çizginin ortasına daha yakın saplarsa Weldon Enstitüsü’nün başkanı olmaya hak kazanacaktı. -2 8 -
Fatih R obur
Söylemeye gerek yok ki, bu işlem tek hamlede ve önceden deneme yapılmaksızın gerçekleşecekti, kazanmak için gereken tek şey gözlerin keskinliğiydi. Yani önemli olan, bakar bakmaz doğru hedefi kestirmekti; hepsi bu. Uncle Prudent ve Phil Evans şişlerini aynı anda sapladılar. Sonra, iki yarışmacıdan hangisinin orta noktaya daha çok yaklaştığını saplamak için ölçümler yapıldı. Sanki bir mucize olmuştu! Ölçümlere göre arada önemli bir fark yoktu. Matematiksel olarak çizginin tam orta noktasına denk gelmese bile, çok az bir farkla, iki şiş de, orta noktadan eşit uzaklıktaydı sanki. O anda, toplantı salonuna büyük bir huzursuzluk hâkim olmuştu. Ne mutlu ki üyelerden Truk Milnor, ölçümlerin milimetrenin bin beş yüzde birini belirleyecek kadar hassas olan M.Perre aux’nun mikrometrik aygıtıyla yapılmasını önermişti. Bir elmas parçasıyla çizilerek derecelendirilmiş bir cetvelin saptadığı ölçümler, mikroskopta incelendikten sonra açıklanan sonuçlar şöyle olmuştu: Uncle Prudent’ın şişi orta noktaya milimeı -29-
Ju les Veme
renin bin beş yüzde altısı kadar, Phil Evans’ın ki ise bin beş yüzde dokuzu kadar bir mesafedeydi. İşte, Phil Evans’tn, Weldon Enstitüsü’nün sekreteri olarak kalmasının ve Uncle Pru dent’ın başkanlık koltuğuna yerleşmesinin nedeni buydu. Milimetrenin bin beş yüzde üçü kadar bir fark, Phil Evans’ın, Uncle Prudent’a karşı giz leyemeyecegi ölçüde bir düşmanlık hissetmesi için yeterli olmuştu. 19. yüzyılın son çeyreğinde yapılan deneyler sayesinde, balonların yönetilebilirligi konusunda bazı gelişmeler kaydedilmişti. Henri Giffard’ın 1852’de, Dupuy de Löme’un 1872’de, Tissandier kardeşlerin 1883’te, Kaptan Krebs ve Kaptan Renard’m 1884’te, uzun balonlara asılan itici pervanelerle donatılmış sepetlerle gerçekleştirdiği deneyler dikkate alınması gereken sonuçlar vermişti. Ancak eğer bu balonlar kendilerinden daha ağır bir ortamda, pervanelerinin itici gücüyle rüzgar doğrultusunda ilerliyor, hatta hareket noktasına geri dönebilmek için karşı yönden gelen rüzgarların üzerine gidebiliyorsa, gerçekten de yöneıilebilmiş oldukları öne sürülebilirdi;
Fatih R obur
yani uygun şanlar altında, ya da geniş kapalı salonlarda her şey iyi gidiyordu! Dingin bir havada her şey harikaydı! Saniyede beş altı metre hızla esen hafif bir esintide, bu durum halâ geçerliydi! Saniyede sekiz metrelik bir
değirmen rüzgarı ile karşılaşıldığında balonlar neredeyse hareketsiz kalıyorlardı. Saniyede on metrelik serin bir yelin karşısında bir tüy gibi sürükleniyorlardı, yirmi beş metre hızla gelen bir fırtınanın etkisiyle gerisingeriye gitmek zorunda kalabilirlerdi, saniyede yüz metreyi aşan bir siklonun sarsıntısıyla balonun tek parçasını bulmak bile mümkün olmayabilirdi. Buna göre, Kaptan Krebs ve Kaptan Re nard’ın ses getiren deneyleri sonucunda yönetilebilen balonlar biraz hız kazanabilmişse, bu yalnızca hafif bir esimi karşısında tutunabil meyi mümkün kılıyordu. Bundan da anlaşılabileceği gibi, şu âna kadar balonla gerçek bir yolculuğa çıkmak mümkün olmamıştı. Ne olursa olsun, balonlara yeterli hızı kazandırmayı hedefleyen yöntemlere oranla motorların gelişiminde daha önemli ilerlemeler kaydedilmişti. Henri Giffard’ın buhar makinesinin, Dupuy de Löme’un kol gücünün yerini elektrikli motorlar almıştı. Basıncın potasyum -3 1 -
Ju les Verne
bikromaı bataryalarla sağlandığı Tissandier kardeşlerin balonlarında saniyede dön metrelik bir hıza ulaşılmıştı. Kaptan Krebs ve Kaptan Renard’ın elektrik dinamoları on iki beygirlik bir güçle, ortalama 6,5 metrelik bir hızla ilerliyorlardı. Ve motorların önünün açıldığı bu koşullarda, mühendisler ve elektrikçiler, her geçen gün, beygir gücünü küçük bir kol saati kutusu içine sığdırmak için yeni yöntemler uyguluyorlardı. Böylece, yavaş yavaş Kaptan Krebs ve Kaptan Renard’ın formülünü gizledikleri pilin kullanımı seyrekleşmiş, baloncular ağırlığı azaldıkça gücü artan motorlar kullanmaya yönelmişlerdi. Bu durum yönetilebilen balonları kullanmaya can atanları cesaretlendiriyordu. Yine de birçok keskin zeka bu gelişmeyi kabul etmeye yanaşmıyordu! Gerçekten de balon havada bir destek noktasıyla karşılaştığında, tamamıyla onun içine gömülüyordu. Bu koşullar altında, kütlesiyle atmosferde onca hava akımına yol açan balonun motoru ne kadar güçlü olursa olsun, orta şiddetli rüzgarlarla nasıl başa çıkacaktı? Konu hep aynı yerde düğümleniyordu; yi-
Fatih R obur
ne de bu sorunu çözmek için daha büyük boyutlu balonların yapılması umuluyordu. Daha güçlü ve hafif bir motoru keşfedebilmek için yürütülen çalışmalarda, Amerikalılar öne geçmiş gibi görünüyordu. Bileşimi hâlâ bilinmeyen yeni bir pille çalışan bir dinamonun projesi, bir kimyager olan Bostonlu mu cidinden satın alınmıştı. Büyük bir titizlikle yapılan hesaplamalar, büyük dikkatle çizilen grafikler, uygun boyutlu bir pervaneyle balonun saniyede on sekiz ila yirmi metre arası bir hızla yol alabileceğini gösteriyordu. Gerçekten de mükemmel olurdu bu! “Aynca hiç de pahalı değil,” diye ekliyordu Uncle Prudent mucide yüz bin dolarlık ödemeyi yaparken. Bundan sonra, Weldon Enstitüsü derhal işe koyuldu. Pratik yararlılığı olan bir deney söz konusu olduğunda, Amerikalılar ceplerini seve seve boşaltıyorlardı. Bir şirket kurmaya dahi gerek kalmadan paralar akmaya başlamıştı. Daha ilk çağrıda, üç yüz bin dolarlık bir sermaye kulübün kasalarında toplanmıştı. Çalışmalar, bin yükselişi arasından üçüyle ölümsüzleşen Harry W. Tinder’ın yönetiminde sürüyordu. Amerika’nın bu en ünlü baloncusu.
Ju les Verne
ilk deneyinde GuyLussac’tan, Coxwell’den, Sivel’den, CroceSpinelli’den, Tissandier’den, Glaisher’den daha da yükseğe çıkarak, on iki bin metreye ulaşmıştı; ikinci yolculuğunda, New York’tan San Francisco’ya kadar tüm Amerika’yı kat ederek, Nadar’ın, Godard’ın, SaintLouis’den Jefferson Kontluğuna dek bin yüz elli mil yol alan John Wise’in güzergahlarını yüzlerce mil geride bırakmıştı; ve nihayet korkunç bir düşüşle sonuçlanan üçüncü deneyinde, bin beş yüz ayaklık bir yükseklikten yere çakılmasına ragmen, kazayı sag bileğinde hafif bir ezilmeyle atlatmıştı; oysa, daha şanssız olan Pilâtre de Rozier yedi yüz ayaktan düşmesine ragmen hemen oracıkta can vermişti. Bu hikayenin başladığı sırada, Weldon Enstitüsü işleri önemli ölçüde yoluna koymuş bulunuyordu. Şimdiden, Philadelphia’daki Tuner şantiyelerinde, büyük bir basınç altında hava doldurularak dayanıklılığı denenecek olan devasa bir balon salınıp duruyordu. Diğerlerinin arasında dev balon ismiyle anılmayı fazlasıyla hak ediyordu. Gerçekten de, Nadar’ın Gecmf’ının hacmi neydi? Altı bin metreküp. John Wise’in balo-
Fatih R obur
nunun hacmi neydi? Yirmi bin metreküp. Gif fard’ın, 1878 Seıgisi’ndeki balonunun hacmi neydi? On sekiz metre yarıçapla yirmi beş bin metreküp. Bu üç balonun hacmi, Weldon Hnstitüsü’nün kırk bin metreküplük hava makinesiyle karşılaştırıldığında, Uncle Prudent ve yandaşlarının kibirle şişinmekte haksız olmadıkları söylenebilirdi. Atmosferin en yüksek katmanlarını araştırmak gibi bir hedefi olmayan bu balona, Amerikalılar da çok moda olan Excelsior adı verilmemişti. Hayır! İsmi yalnızca “İleri doğru” anlamına gelen Go a head ’di ve görevi, kaptanının tüm manevralarını yerine getirerek isminin hakkını vermekti. O sıralar, Weldon Enstitüsü’nün satın aldığı proje doğrultusunda yapılan çalışmalar sonunda, elektrik dinamosu çalışmaya hazır hale gelmişti. Görünen oydu ki Co a head , altı haftaya kalmadan gökyüzündeki yolculuğuna başlayabilirdi. Daha önce de belirtildiği gibi, mekanikle ilgili tüm sorunlar henüz aşılmamıştı. Yapılan birçok toplantıda, pervanenin şekli ya da boyutları, onun Tissandier kardeşlerin yaptığı gibi arkaya mı yoksa Kaptan Krebs ve Kaptan -3 5 -
Ju les Vem e
Renard’m yaptığı gibi öne mi yerleştirileceği tartışılmıştı. Söylemeye gerek yok ki, görüşmeler sırasında her iki grubun yandaşları sille tokat birbirlerine girmişlerdi. “Öncüler” ile “Arkacıların” sayısı birbirine eşitti. Oyların eşitliği halinde karar verme yetkisi olan Uncle Prudent, Prefosör Burindan’m ekolünden gelen Uncle Prudent, böyle kritik bir anda, ağırlığını koymayı başaramamıştı. Demek ki anlaşmak ve pervaneyi yerine yerleştirmek mümkün görünmüyordu. Hükümet bu duruma müdahale etmezse, bu tartışma sürüp gidebilirdi. Ancak, Birleşik Devlet ler’de, hükümet özel girişimlere burnunu sokmayı hiç sevmezdi. Bu tutumunda haksız da sayılmazdı. 13 Haziran’daki toplantı hiç bitmeyecekmiş gibi, daha doğrusu, küfürleri yumruklaş malann, yumruklaşmaları sopa darbelerinin, sopa darbelerini silah seslerinin izleyeceği korkunç bir karmaşayla sona erecekmiş gibi görünüyordu. Saat sekiz otuz yedide şaşırtıcı bir durum ortaya çıktı. Weldon Enstitüsü’nün kapıcısı, miting alanındaki çatışmanın ortasındaki bir polis memuru gibi sakin ve soğukkanlı bir ifadeyle - 36 -
Fatih R obur
başkanın masasına yaklaştı. Ona bir kağıt uzatarak, gerekli emirleri vermesini bekledi. Uncle Prudent, Kremlin çanlarının bile kendine yetmeyeceğini bildiğinden, çıngırak yerine kullandığı boruyu çaldı. Ancak gürültü dinmedi. O zaman, başkan hiç beklenmedik bir şekilde “şapkasını çıkararak" az da olsa sessizliği sağlamayı başardı. “Bir mesaj var!” dedi Uncle Prudent, yanından hiç ayırmadığı enfiye kutusundan koca bir tutam enfiye alarak. “Devam edin! Devam edin!” diye haykırdı doksan dokuz ses, nasıl olduysa bu konuda uzlaşmış bir halde. “Aziz meslektaşlarım, bir yabancı toplantımıza katılmak istiyor.” “Asla!” diye yanıtladılar ağız birliği etmişçesine. “Öyle görünüyor ki,” diye devam etti Uncle Prudent, “balonların yönetilebileceğine inanmanın, ütopyaların en saçmasına inanmaktan farksız olduğunu bize kanıtlamak istiyor.” Bu açıklama bir homurtuyla karşılandı. “Girsin!... Girsin!” “Bu tuhaf adamın adı neymiş?” diye sordu
Ju les Verne
Phil Evans. “Robur,” diye yanıılaclı Uncle Prudeni. “Robur!... Robur!... Robur!” diye bağırdı tüm salondakiler. Bu garip isim hakkında, bu kadar hızlı karara varılmasına bakarak, Weldon Enstitüsü’nün, öfkesini iyice kabartan bu kendini bilmeze, dersini vermek arzusunun yoğunluğu anlaşılabilirdi. Pırtına bir an için olsa da durulmuştu en azından öyle görünüyordu. Zaten Avrupa’ya ayda iki ya da üç kere boralar yollayan bir toplumda fırtınaların dinmesi nasıl mümkün olurdu ki?
3
KENDİNİ TANITTIĞI İÇİN TANITILMASINA GEREK KALMAYAN YENİ BİRİ ORTAYA ÇIKIYOR
“ Am er ika Birleşik Devletleri’nin yurttaşları, benim adım Robur. Bu ismi hak ettiğime inanıyorum. Otuzundan fazla göstermememe ragmen, kırk yaşındayım, çelik gibi bir bedenim var, her koşula katlanacak kadar sağlıklıyım, kaslarımın gücü kimsenin gözünden kaçmaz, midem devekuşları âleminde bile imrenilecek kadar sağlamdır. İşte fiziksel özelliklerim bunlar.” Herkes önu dinliyordu. Evet! Gürültücüler bu beklenmedik konuşmanın etkisiyle afalla mışlardı. Bu adam ya deliydi ya dalavereci! Ama ne olursa olsun kendini kabul ettirmeyi biliyordu. Daha biraz önce fırtınalar kopan toplantı salonunda şimdi bütün soluklar tutulmuştu. Fırtınadan sonraki sessizlik! -3 9 -
Ju les Ver ne
Zaten, Robur'un, bahsettiği özelliklere sahip bir adam olduğu anlaşılıyordu. Orta boylu, geniş ve sağlam yapılı bir adamdı paralel kenarlarının en uzununu omuz çizgisinin oluşturduğu düzgün bir yamuktu adeta. Bu çizgi, üzerindeki güçlü bir boyunla büyük, yuvarlak bir kafaya bağlanıyordu. Benzeşim teorilerini haklı çıkarmak için bu kafanın hangi hayvanınkine benzediği söylenebilirdi? Bir boganınkine, ama zeki yüzlü bir boganınkine. En küçük bir aksilikte çakmak çakmak olacak gözlerinin üzerinde, kaş kası sürekli bir şekilde oynuyordu. Kısa, dalgalı saçlan, demir bir perçemi andırarak parlıyordu; bu da onun ne büyük bir enerjiye sahip olduğunun göstergesiydi. Geniş gögsü adeta demirci körüğü gibi inip kalkıyordu. Kollan, elleri, bacaktan, ayaklan bu gövdeyle büyük bir uyum içindeydiler. Ne bıyığı, ne de favorisi vardı, Amerikan tarzı geniş bir denizci sakalı, alt çene kaslarının olağanüstü güçlü olduğunu düşündüren çene eklemlerini ortaya çıkarıyordu. Sıradan bir timsah çenesinin basıncının dört yüz atmosfere ulaştığı hesaplanmıştı zaten hesaplanmayan ne vardı ki? Büyük boy bir av köpe
Fatih R obur
gininki ise yüz atmosfer civarındaydı. Hatla daha da ileri gidilerek şu ilginç formül elde edilmişti: Eğer köpeğin bir kilogramı sekiz kilogramlık bir çiğneme gücü üretiyorsa, timsahın bir kilogramı on iki kilogram üretiyordu. Adı geçen Robur’ün çiğneme gücü ise en az on kilogram olmalıydı, demek ki köpekle timsah arasında yer alıyördu. Bu ilginç adamın hangi ülkeden geldiğini söylemek kolay değildi. Yine de. New England Yankilerinin dikkat çekici şu yayvan şivesini kullanmadan İngilizceyi akıcı bir şekilde konuşuyordu. Şöyle devam etti: “Şimdi de kişilik özelliklerimi sıralayacağım saygıdeğer yurttaşlar. Karşınızda kişiliği fiziksel özelliklerinden hiç de aşağı kalmayan bir mühendis bulunuyor. Kimseden, hiçbir şeyden korkmam. İradem başkalannın önünde asla eğilmeyecek kadar güçlüdür. Kafama bir şey koyduğumda, onu gerçekleştirmemi engellemek için bütün Amerika, bütün dünya bir araya gelse çabaları boşa gider. Fikirlerime karşı çıkılmasını sevmem, onların paylaşılmasını isterim. Saygıdeğer yurttaşlar, bu ayrıntıların üzerinde durmam, beni yakından tanı -4 1 -
Zalen, Robur’ün, bahsettiği özelliklere sahip bir adam olduğu anlaşılıyordu. Orıa boylu, geniş ve sağlam yapılı bir adamdı paralel kenarlarının en uzununu onuız çizgisinin oluşturduğu düzgün bir yamuktu adeta. Bu çizgi, üzerindeki güçlü bir boyunla büyük, yuvarlak bir kafaya bağlanıyordu. Benzeşim teorilerini haklı çıkarmak için bu kafanın hangi hayvanınkine benzediği söylenebilirdi? Bir boganınkine, ama zeki yüzlü bir boganınkine. En küçük bir aksilikte çakmak çakmak olacak gözlerinin üzerinde, kaş kası sürekli bir şekilde oynuyordu. Kısa, dalgalı saçları, demir bir perçemi andırarak parlıyordu; bu da onun ne büyük bir enerjiye sahip olduğunun göstergesiydi. Geniş gögsü adeta demirci körüğü gibi inip kalkıyordu. Kolları, elleri, bacakları, ayakları bu gövdeyle büyük bir uyum içindeydiler. Ne bıyığı, ne de favorisi vardı. Amerikan tarzı geniş bir denizci sakalı, alt çene kaslarının olağanüstü güçlü olduğunu düşündüren çene eklemlerini ortaya çıkarıyordu. Sıradan bir timsah çenesinin basıncının dört yüz atmosfere ulaştığı hesaplanmıştı zaten hesaplanmayan ne vardı ki? Büyük boy bir av köpe -4 0 -
Fatih R obur
gininki ise yüz atmosfer civarındaydı. Hatta daha da ileri gidilerek şu ilginç formül elde edilmişti: Eğer köpeğin bir kilogramı sekiz kilogramlık bir çiğneme gücü üretiyorsa, timsahın bir kilogramı on iki kilogram üretiyordu. Adı geçen Robur’ün çiğneme gücü ise en az on kilogram olmalıydı, demek ki köpekle timsah arasında yer alıyordu. Bu ilginç adamın hangi ülkeden geldiğini söylemek kolay değildi. Yine de, New England Yankilerinin dikkat çekici şu yayvan şivesini kullanmadan İngilizceyi akıcı bir şekilde konuşuyordu. Şöyle devam etti: “Şimdi de kişilik özelliklerimi sıralayacağım saygıdeğer yurttaşlar. Karşınızda kişiliği fiziksel özelliklerinden hiç de aşağı kalmayan bir mühendis bulunuyor. Kimseden, hiçbir şeyden korkmam. İradem başkalannın önünde asla eğilmeyecek kadar güçlüdür. Kafama bir şey koyduğumda, onu gerçekleştirmemi engellemek için bütün Amerika, bütün dünya bir araya gelse çabaları boşa gider. Fikirlerime karşı çıkılmasını sevmem, onların paylaşılmasını isterim. Saygıdeğer yurttaşlar, bu ayrıntıların üzerinde durmam, beni yakından tanı-41-
Ju les Verne
manız içindir. Belki de kendimden çok fazla söz etliğimi düşünüyorsunuzdur? Önemli değil! Şimdi sözümü kesmeden önce iyice düşünün, çünkü söyleyeceğim şeylerin hoşunuza gideceğini sanmıyorum.” Fırtınanın kopmakta gecikmeyeceğinin bir belirtisi olarak salonun ön sıralarından hoşnutsuzluk nidaları yükselmeye başladı. “Devam edin saygıdeğer yabancı,” demekle yetindi, kendine hâkim olmakta zorlanan Uncle Prudent. Robur, sanki kendi dinleyicilerinin önündeymiş gibi kendinden emin bir şekilde konuşmasını sürdürdü: “Evet! Biliyorum! Bir asır süren ve hiçbir sonuç vermeyen deneylere rağmen, hâlâ ba lonlann yönetilebilirligine inanan çarpık zihniyetler var. Hava akımlarına yol açan o iddialı balonlarına herhangi bir motoru eklemenin yeteceğini düşünüyorlar, çünkü bazı baloncuların dingin havalarda, gerek rüzgar doğrultusunda, gerekse hafif bir yele karşı ilerlemesi, onları havadan hafif bu aygıtların yönetilebileceğine inandırıyor! Tam bir saçmalık! Burada yüz kişi bir araya gelip düşlerinizi gerçekleştirmek için binlerce dolarınızı suya olmasa da, -4 2 -
Fatih R obur
havaya fırlatıyorsunuz. Bu imkansız olanla mücadele etmekten başka bir şey değil!" Bu açıklamadan sonra Weldon Enstitüsü üyelerinin hâlâ tepkisiz kaldıklarını gbımek oldukça garipti. Sabırlı oldukları kadar sağır da mı olmuşlardı? Yoksa bu gözüpek muhalifin ne kadar ileri gideceğini mi görmek istiyorlardı? Robur devam etti: “Bir kilogramlık bir hafifleme sağlamak için, bir metreküp gaz gerekiyorsa, balon ne işe yarar ki? En az dört yüz beygir gücünde şiddetli bir rüzgara ya da Tay köprüsü kazasında yaşandığı gibi, metrekareye dört yüz kırk kilogramlık bir basıncın uygulandığı fırtınaya, düzeneğinin yardımıyla karşı koyacak bir balon ha! Bu sisteme göre hazırlanmış bir uçan aygıt ister kuşlar gibi kanatlarla desteklensin, ister balık ya da bazı memeliler gibi zarla...” “Memeliler mi?...” diye haykırdı, üyelerden biri. “Evet! Yanılmıyorsam yarasa uçan bir hayvandır! Acaba sözümü kesen kişinin bu uçan hayvanın bir memeli olduğundan haberi yok mu ve hiç yarasanın yumurtalarından yapıl -4 3 -
mış bir omlet gördü mü?" Bunun üzerine, sözü kesen diğer itirazlarını kendine saklamak zorunda kaldı, Robur aynı coşkuyla sözlerine devam etti: “Ancak bu ilginç ilerleme yöntemini kullandığı için insanoğlunun gökyüzünün fethinden ve eski dünyanın geleneklerini değiştirmekten vaz mı geçmesi gerekir? Hayır! Gemiler ve yelkenliler, kürekler, çarklar ya da pervanelerle nasıl denizlerin hâkimi olduysa, havadan daha ağır araçlar da gökyüzünü fethedecektir, çünkü havadan daha güçlü olmak için ondan daha ağır olmak gerekir.” Bu kez topluluk zincirlerinden boşanmıştı. Naralar atan ağızlar, tüfek uçlarını ya da top ağızlarını andınyordu. Bu baloncuların ordugahına açılmış bir savaşın ilanından başka neydi ki? Robur kılını bile kıpırdatmadı. Ellerini göğsünde kavuşturarak, sessizliğin geri gelmesini bekledi. Uncle Prudent eliyle ateşkesi sağladı. “Evet,” diye devam etti Robur. “Gelecek uçan makinelerdedir. Hava sağlam bir dayanak noktasıdır. Bu akışkanın bir sütununa yukarı doğru saniyede kırk beş metrelik bir ha
Fatih R obur
reket kazandınlırsa, ayakkabı tabanı yalnızca bir metrekarenin sekizde birine eşit olan bir adam onun üst bölümünde ayakta durabilecektir. Ve eğer sütunun hızı saniyede doksan metreye çıkarılırsa, orada çıplak ayakla yürüyebilecektir. Oysa, pervanenin kollarının arasından, bu hızla bir hava kütlesi sızdırılırsa, aynı sonuç elde edilebilir." Robur’ün söyledikleri, yavaş yavaş arm emin adımlarla ilerleyen çalışmalarla sorunur çözümüne ulaşmaları beklenen havacıların kiyle aynıydı. Bu oldukça basit fikirlerin yayıl masının gururu; De Ponton d'Amöcourt’a,
U
Landelle’e, Nadar’a, Luzy’ye, Louvrie’ye, Li ais’ye Bd6guic’e, Moreau’ya, Richard kardeşlere, Babinet’ye, Jobert’e, Temple’a, Salives'e, Penaud’ya, Villeneuve’e, Gauchot ve Tatin’e, Michel Loup’ya, Edison’a, Planavergne’e ve diğerlerine aitti. Çalışmalarını birçok kez yarıda kesip, yeniden başlamak zorunda kalsalar da, bir gün başaracaklarına olan inançlarını hiç kaybetmemişlerdi. Kuşun havada durabilmesini, içine giren havayı ısıtmasına bağlayan uçan makine karşıtlarına verdikleri yanıt henüz yerine ulaşmamış mıydı? Beş kilogram ağırlığındaki bir kartalın havada tutunabilmek -4 5 -
Ju les Verne
için bu sıcak akışkanın elli metreküpüyle dolması gerektiğini kanıtlamamışlar mıydı? Dört bir yandan yükselen uğultuların arasında, Robur’ün mantıklı bir şekilde anlatmaya çalıştığı da buydu. Baloncuların yüzüne şu cümleleri haykırıyordu: “Balonlarınızla hiçbir şey yapamaz, hiçbir yere varamaz, hiçbir şeye cesaret edemezsiniz! En gözüpek baloncularınızdan John Wise, Amerika üzerinde bin iki yüz millik bir hava yolculuğu yaptıysa da, Atlantik’i aşma projesinden vazgeçmek zorunda kalmıştı! Ve o günden beri, bu yolda bir adım bile ilerleye mediniz!” “Bayım,” dedi başkan, beceremese de sakin olmaya çalışarak, “balonun ilk doğduğu günlerde, ölümsüz Franklinimizin söylediklerini unutuyorsunuz: ‘O henüz bir çocuk, ama büyüyecek!’ Ve büyüdü....” “Hayır, başkan, hayır! Büyümedi! Yalnızca irileşti!... Bu da aynı şey değil!” Bu, devasa bir balonun yapımına ve paraca desteklenmesine karar vermiş olan Weldon Enstitüsü üyelerinin projelerine doğrudan bir saldırıydı. Ve salonun dört bir yanından, hiç de hoş olmayan öneriler gelmeye başlamıştı: -4 6 -
Fatih Robur
“Bu davetsiz misafirin canı cehenneme!” “Onu kürsüden aşağı atın!..." “Böylece havadan daha ağır olduğunu anlayacak!" Ancak söylenenlerin henüz eyleme dönüş türülmemesi sayesinde Robur hâlâ soğukkanlı bir şekilde haykırabiliyordu: “Baloncu yurttaşlar, ilerleme balonlarda değil, uçan makinelerde olacak. Kuş uçuyor ve bu hiç de balonun uçuşuna benzemiyor, bu mekanik bir olay!...” “Evet! Uçuyor,” diye haykırdı yerinde duramayan Bat T. Fyn, “ancak tüm mekanik kurallarına rağmen uçuyor!” “Gerçekten de!” diye yanıtladı Robur, omuzlarını silkerek. Sonra devam etti: “Büyük ve küçük kuşların uçuşları incelendiğinden beri, şu çok basit fikir değer kazandı: Yapılacak tek şey doğayı taklit etmektir, çünkü o asla yanılmaz. Dakikada ancak on kez kanat çırpabilen albatrosu dikkate aldığımızda, dakikada yetmiş kez kanat çırpan pelikanı dikkate aldığımızda...” “Yetmiş bir kez!...” diye bağırdı alaycı bir ses.
Ju les Verne
“Ve saniyede yüz doksan iki kez kanat çır pabilen arıyı dikkate aldığımızda...” “Yüz doksan üç!...” diye bağırdı bir üye ciddiye almayan bir ifadeyle. “Saniyede üç yüz otuz kez kanat çırpan sineği dikkate aldığımızda...” “Üç yüz otuz buçuk!” “Ve saniyede milyonlarca kez kanat çırpan sivrisineği dikkate aldığımızda...” “Hayır!... milyarlarca kez!” Ancak konuşması yarıda kesilen Robur açıklamalarını yanda bırakmadı: “Bu farklı rakamları dikkate aldığımızda...” diye sözlerini sürdürdü. “Aralannda büyük farklar olduğu görülür!” diye araya girdi bir ses. “...pratik bir çözüme ulaşılabilir. Mösyö De Lucy’nin, iki gramdan fazla gelmeyen geyik böceginin ağırlığının iki yüz katı kadar, yani dört yüz gramlık bir kütleyi kaldırabildigini saptadığı gün, uçan makineleri ilgilendiren en önemli sorun çözülmüş oldu. Ayrıca, hayvanın ağırlığı ve boyutları arttıkça, kanaılarınm kapladığı alanın göreceli olarak azaldığı da kanıtlanmıştı. O zamandan beri altmışın üzerinde aygıt ya tasarı ya da üretim aşamasına ulaş
48-
Fatih R obur
11.”
“Hiçbir zaman uçamadılar!” diye haykırdı sekreter Phil Evans. “Uçtular ya da uçacaklar,” diye yanıtladı Robur önemsemeden. “Adları ister streofor, ister helikopter, ister ortopter olsun, bu aygıtların gelişimi sonucunda, insanı gökyüzünün hâkimi kılacak düzeneğe ulaşıldı.” “Peki ya pervane?” diye çıkıştı Phil Evans. “Bildiğimiz kadarıyla, kuşun pervanesi yoktur!” “Aslında,” diye yanıtladı Robur, “Pena ud’nun da ispat ettiği gibi, kuşun yaptığı pervane hareketinden başka bir şey değildir, uçuşu tıpkı bir helikopteri andırır. Bu yüzden geleceğin motoru pervane...” “Sainte-Hdice ,' böyle bir aygıtın nazarından bizi koru!..." diye mınldandı dinleyicilerden biri, Hörold’un Zampa’sından tesadüfen aklında kalan mısraları tekrarlayarak. Ve Fransız bestecinin kemiklerini sızlatacak bir tonlamayla nakaratı koro halinde söylediler. Son notalar korkunç bir uğultunun içinde boğulup giderken, bir anlık sessizlikten yarar 1 Hflice: Pervane (ylm ) -4 9 -
Ju les Verne
lanan Uncle Prudent söze gireli: “Yabancı yurttaş, bu âna kadar sözlerinize müdahale edilmedi...” Görünen oydu ki, bu sataşmalar, çığlıklar, bu anlamsız sözler Weldon Enstitüsünün başkanı için müdahale sayılmıyor, yalnızca fikir alışverişi olarak değerlendiriliyordu. “Yine de,” diye devam etti, “hatırlatmak isterim ki, uçan makineler teorisi çok önceden mahkum edilerek, Amerika ve diğer ülke mühendisleri tarafından reddedilmiştir. Bu sistemin geçmişi Sarrasin Volant’ın İstanbul’da, keşiş Voador’un Lizbon’daki ölümleriyle, Le tur’un 1852’deki, Groofun 1864’teki kayıplarıyla ve Ikarus kadar gerilere gidemesek bile adını anımsayamadıgım onlarca kurbanla göl gelenmiştir...” “Calais’de kaybettiğimiz Pilâtre de Rosier ve Paris’te kaybettiğimiz Madam Blanchard’ı, Michigan Gölü’ne düşen Donaldson ve Grim wood’u, Sivel’i, CroceSpinelli’yi, Eloy’u ve şu an unutmuş olduğumuz onlarca insanı düşünürsek, balon deneylerinin ölüler listesinin daha az kabarık olduğu söylenemez!” Bu yanıt eskrimdeki karşı hamle gibi yerini bulmuştu.
Fatih R obur
“Zaten,” diye devam etti Robur, “balonlarınızı ne kadar geliştirirseniz geliştirin, istenilen hıza asla ulaşamayacaksınız. Bu uçan makinenin sekiz günde yapacağı dünya turunu on yılda tamamlayabileceksiniz!" Yeniden protesto çığlıkları yükseldi, Phil Evans’ın söze başlayabilmek için üç koca dakika beklemesi gerekti. “Bayım,” dedi, “havacılığın yararlarından övgüyle söz ediyorsunuz, acaba daha önce hiç uçtunuz mu?” “Elbette!” “Hatta gökyüzünü fethettiniz bile, öyle mi?” “Belki de bayım!” “Yaşasın Fatih Robur!” diye haykırdı alaycı bir ses. “Güzel, evet! Fatih Robur, bu ismi kabul ediyorum ve böyle anılmaya hakkım olduğuna inanıyorum!” “Bizim için sakıncası yok!” diye haykırdı Jem Cip. “Baylar,” dedi Robur kaşlarını çatarak, “önemli bir meseleyi tartışırken sözümün yalanlamalarla kesilmesini kabul edemem, bu sözlerin sahibinin ismini öğrenmek isterim...” -5 1 -
Ju les Verne
“Adım Jem Cip... vejetaryenim.. ." “Yurttaş Jem Cip,” diye yanıtladı Robur, “vejetaryenlerin bağırsaklarının diğer insanlara oranla en az bir ayak daha uzun olduğunu duymuştum. Zaten yeterince uzunlar, beni kulaklarınızdan başlayarak onları daha Fazla uzatmak zorunda bırakmayın...” “Kapıya koyun!” “Sokağa atın!” “Parça parça edelim!” “Linç edelim!” “Kemiklerini kıralım!” Baloncuların öfkesi son haddine varmıştı. Ayağa kalkarak, kürsüyü kuşattılar. Robur fırtınada sallanan ekin demetlerini andıran kolların arasında kaybolmuştu. Başkanın borusu boşuna bir çabayla topluluğu susturmaya çalışıyordu. O akşam, Philadelphia, mahallelerinden birinin, Schuylkill Nehri’nin tüm sularının söndürmeye yetmeyeceği bir yangının pençesine düştüğünü sanmış olmalıydı. Aniden, kargaşanın ortasında bir geri çekilme yaşandı, Robur ellerini cebinden çıkarıp, en öndeki bu gözü dönmüşlerin üzerine doğrulttu. Her iki elinde tabanca işlevi gören ve par -52-
Fatih R obwr
inakların basıncıyla ateşlenen. Amerikan tarzı muştalardan küçük cep makineli tüfekleri— vardı. O zaman, saldırganlann geri çekilmesinden ve bu geri çekilmeyi izleyen sessizlikten yararlanarak: “Hiç şüphe yok ki,” dedi “Yeni Dünyayı keşfeden Amerika Vespuci değildi, o Sebasti en Cabot’ydu! Sizler Amerikalı değilsiniz baloncu yurttaşlar! Sizler Cabo...” O an, boşluğa doğru dört beş el ateş edildi. Kimse yaralanmadı. Mühendis, dumanın oluşturduğu sis perdesinin ardında kayboldu, adeta uçan bir makine Fatih Robur’ü alıp götürmüştü.
4
YAZAR, UŞAK FRYCOLLIN İÇİN AYIN ÇEHRESİNİ YENİDEN DÜZENLEMEYE ÇALIŞIYOR
Kuşkusuz ki, hararetli tartışmaların yapıldığı toplantıların çıkışlarında, Weldon Enstitüsü üyeleri birçok kez WalnutStreet ve bitişik sokakları uğultuyla doldurmuşlardı. Mahalle sakinleri, kendilerini evlerinde huzursuz eden bu gürültülü tartışmalardan birçok kez şikayetçi olmuşlardı. Pek çok kez polis oradan geçen ve havagemiciligi tartışmalarından haberi olmayan kişilerin güvenliğini sağlamak için müdahale etmek zorunda kalmıştı. Ancak, o akşama dek kargaşa hiç bu boyutlara ulaşmamış, şikayetler hiç bu kadar yoğunlaşmamış ve polisin duruma el koyması hiç bu kadar gerekli olmamıştı. Yine de Weldon Enstitüsü üyeleri hoş görülebilirdi. Şimdiye kadar kimse onlara kendi mekanlarında saldırmamıştı. “Havadan daha
Fatih Robur
hafif” taraflarına, “havadar daha ağır,” tarafları tarafından hiç de hoş olmayan şeyler söylenmişti. Sonra, bu kişi tam da hak ettiği gibi cezalandırılacakken ortadan kaybolmuştu. Oysa, intikam mutlaka gerekliydi; bu hakaretleri karşılıksız bırakanların damarlarında Amerikan kanı dolaşıyor olamazdı! Amerika’nın evlatları Cabot’nunkilerin yerine konulmuştu. Tarihsel olarak doğru kabul edilse bile, bu aşağılamanın affedilecek bir yanı var mıydı? Kulüp üyeleri gruplar halinde, Walnut Street’e, yan sokaklara ve bütün mahalleye dağıldılar. Mahalle halkını uyandırıp, Anglosakson toplumlannda önemli bir yeri olan hanenin mahremiyetine zarar vermeyi bile göze alarak evleri aradılar. Ancak, bunca sıkıntı ve arama çalışması boşunaydı, Robur ortada yoktu. Ona ait hiçbir iz bulunamamıştı. Weldon Enstitüsü’nün balonu Go
a head ile
gitmiş ol-
saydı bile daha kolay bulunurdu. Bir saatlik bir taramadan sonra vazgeçmek zorunda kaldılar, üyeler Yeni Dünya’yı oluşturan her iki Amerika’yı da kapsayacak bir araştırma için ant içerek evlerinin yolunu tuttular. Saat on bire doğru, mahalle yavaş yavaş es-55-
Ju les Verne
ki huzuruna kavuşmuştu. Philadelphia sanayi kenti olmamasının imrenilecek ayrıcalığıyla, yeniden uykusuna dalabilirdi. Kulübün birçok üyesinin düşündüğü tek şey evlerine dönmekti. En önemlilerinden biri olan; William T. Forbes, Bayan Doll ve Bayan Mat’ın, özel şekerleriyle tatlandırılmış akşam çayını kendisi için hazır ettikleri, çaputlardan şeker üretilen fabrikasına doğru yönelmişti. Truk Mil nor, en ıssız kenar mahalledeki, yangın pompası gece gündüz çalışan fabrikasının yolunu tutmuştu. Herkesin önünde, bir ayak daha uzun bir bağırsağa sahip olmakla suçlanan sayman Jem Cip, kendini bekleyen bitki çorbasını içmek üzere yemek salonuna girmişti. Balonculann en önemlilerinden ikisi ise evlerine erken dönmeye niyetli görünmüyorlardı. Son olayın etkisiyle her zamankinden daha ateşli bir şekilde sohbet etmeye koyulmuşlardı. Bu kişiler uzlaşmaz karakterleriyle tanıdığımız, Weldon Enstitüsü’nün başkanı Uncle Prudent ve sekreteri Phil Evans’tı. Uşak Frycollin, kulübün kapısında efendisi Uncle Prudent’ı bekliyordu. İki yöneticinin hangi konu üzerinde tartıştıklarıyla ilgilenmeden, onları izlemeye başladı. -5 6 -
Fatih R obur
Kulüp başkanı ve sekreterinin kendilerini kaptırdıkları eylemi anlatmak için kullanılan “sohbet etmek" fiili örtmece üslubuna sadık kalınarak seçilmişti. Aslında, kökenini geçmişteki rekabetlerinden alan bir ateşlilikle birbirlerine yüklendikleri söylenebilirdi. “Hayır bayım, hayır!” diye tekrarlıyordu Phil Evans. “Weldon Enstitüsü’nün başkanlığını yapmak onurunu taşısaydım, böyle bir rezalete asla izin vermezdim!” “Bu onuru taşısaydınız, ne yapacaktınız?” diye sordu Uncle Prudent. “Daha ağzını bile açmasına fırsat vermeden, herkese hakaret eden bu adamın sözünü keserdim.” “Bana öyle geliyor ki, sözünü kesmek için, önce birşeyler söylemesini beklemek gerekir!” “Amerika’da değil bayım, Amerika’da değil!” Her ikisi de birbirlerine, yumuşak olmaktan çok kırıcı karşılıklar yapıştırırken, gitgide kendilerini evlerinden uzaklaştıran yollara sapıyorlardı; kenar mahalleleri geçtikleri için geri dönüş yollan epeyce uzayacaktı. Frycollin hep arkalanndaydı; ama efendisinin, gece yarısından biraz önce, bu ısssız me-5 7 -
Ju les Verne
kanlarda dolaşması onu huzursuz ediyordu. Gerçekten de, zifiri bir karanlık vardı, ve ay hilal görünümüyle, yirmi sekiz günlük turuna başlamak üzereydi. Frycollin sağına soluna bakınıyor, onları izleyen şüpheli gölgeler olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Nitekim, onları gözden kaybetmeyen beş altı iriyan adam görür gibi oldu. Frycollin içgüdüsel olarak efendisine yaklaştı, ancak araya girerse azar işiteceğini bildiği için sohbeti bölmeye cesaret etmesi imkansızdı. Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreteri, hiç farkında olmadan Fairmont Park’a doğru yöneldiler. Schuylkill Nehri üzerindeki demir köprüden geçerken tartışmaları son hızla devam etmekteydi; evlerine geç kalmış birkaç kişiyle karşılaştılar ve nihayet bir yanı uçsuz bucaksız çayırlara açılan, bir yanı her türden ağaçlarla gölgelenmiş geniş bir alana vardılar. Beş altı gölgenin onların peşinden Schuylkill köprüsünden süzülmesi, Frycollin’in kaygılarını haklı olarak artırmıştı. Gözbebekleri öyle genişlemişti ki neredeyse irislerinin çeperlerine yanaşıyorlardı. Vücudu tıpkı bir yumuşakça ya da eklemli bir hayvan gibi büzü-5 8 -
Fatih Robur
lüyor, eğilip bükülüyordu. Bu belirliler, uşak Frycollin’in ne kadar ödlek olduğunu gösteriyordu. Güney Carolinelı gerçek bir zenciydi, hayvan kafasına benzer kafası çelimsiz bedeninin üzerinden yükseliyordu. Yaşı yirmi birdi, yani kölelik dönemini yaşamamıştı, ancak özgürlüğü hiç de hak etmiyordu. İçten pazarlıklı, obur, tembel ve tabansız bir adamdı. Üç yıldan beri. Uncle Prudent’ın hizmetindeydi. Belki yüz kere kapının önüne konulması gerekmiş, ancak yerine daha beterinin geleceği endişesiyle bundan vazgeçilmişti. Her an tehlikeli bir maceraya atılmaya hazır bir efendiyle birlikte yaşamak her vesilede onun korkaklığını ortaya çıkarıyordu. Ancak bu sıkıntıların karşılığı olarak, oburluğuna ve tembelliğine ses çıkarılmıyordu. Ah! Uşak Frycollin, geleceği görebilseydin keşke! İşte Frycollin’in Boston’daki Sneffel ailesinin yanında kalmamış olmasının nedenleri bunlardı, aslında onun yeri sürekli tehlikelere atılan Uncle Prudenı’ın yanı değil, İsviçre’ye yapacakları yolculuğu o bölgede sık görülen heyelanlar nedeni ile iptal eden bu tedbirli ailenin yanı olmalıydı.
Ju les Verne
Sonuç olarak buradaydı ve efendisi onun kusurlarına alışmaya başlamıştı. Ayrıca iyi bir tarafı da vardı, zenci kökenli olmasına ragmen, bu dili konuşmuyordu. İyelik zamirlerinin ve mastarların oldukça uzatıldığı bu dilin çekilmezligi dikkate alınırsa, bunun önemli bir özellik olduğunu belirtmek gerekliydi. Uşak Frycollin’in ödlekliği o kadar benimsenmişti ki, onun için “ay gibi ödlek” deniliyordu. Oysa, sarışın Phebe, tatlı Selene ve göz kamaştırıcı Apollon'un iffetli kız kardeşi için yapılan bu aşağılayıcı benzetmeye karşı çıkmak gerekiyordu. Dünya dünya olduğundan beri ona hiç sırtını çevirmemiş, hep karşıdan bakmış bir yıldızı ödleklikle suçlamaya kimin ne hakkı vardı ki? Ne olursa olsun, gecenin bu saatinde neredeyse gece yarısı olmuştu “solgun mağdurun ayçası batıda, parkın yüksek ağaçlarının ardında kaybolmaya başlıyordu. Işınları dalların arasından süzülerek toprağın üzerinde aydınlık alanlar oluşturuyordu. Agaçlann altları ise daha karanlıktı. Bu durum Frycollin’in çevreyi daha dikkatli gözlerle incelemesine olanak tanıyordu. -6 0 -
Fatih R obur
“Birr!” dedi. “Bu alçaklar, hâlâ oradalar ve giderek yaklaşıyorlar!" Daha fazla beklemedi ve efendisine doğru ilerledi: “Üstat Uncle," dedi. Weldon F.nstitüsü’nün başkanına böyle hitap ediyor, o da kendisinin böyle çağrılmasını istiyordu. O sırada, iki rakibin tartışması iyice şiddetlenmişti. Birbirlerini öfke içinde kovup durduklarından, Frycollin’in de bu gezintiye katılması rica edildi kaba bir tavırla. Sonra, göz göze konuşmayı sürdürürlerken Uncle Prudent birden, Schuylkill Nehri’n den ve köprüden giderek uzaklaşarak, Fairmont Park’ın ıssız çayırlanna doğru ilerliyordu. Üçü de doruklan ayın solgun ışıklarıyla aydınlanan yüksek ağaçların ortasında buldular kendilerini. Bu ağaçlığın ötesinde boks ringini andıran geniş, oval bir açıklık vardı. Dörtnala giden atları rahatsız edecek en ufak bir engebe yoklu. Birkaç milden oluşan dairesel bir pist boyunca, izleyicilerin görüşünü engelleyecek küçük bir ağaçlığa bile rastlanmıyordu. -6 1 -
Ju les Verne
Bu arada. Uncle Prudent ve Phil Evans tar lışmaya bu kadar dalmayıp, çevrelerine bit göz alabilselerdi, açıklığın her zamankinden daha farklı göründüğünü fark edebileceklerdi. Yoksa önceki günden beri buraya bir un fabrikası mı kurulmuştu? Daha da ileri gidilerek bunun, daha önceden hareketsiz olan kanatlarının yarı karanlıkta kıpırdadığı görülen yel degirmenleriyle donatılmış bir un fabrikası olduğu söylenebilir miydi? ^ncak, Weldon Enstitüsü’nün ne başkanı ne de sekreteri, Fairmont Park’ın görünümündeki bu garip değişikliğin farkındaydı. Frycol lin de bu tuhaflığı görememişti. Ö yalnızca serserilerin yaklaştığını ve sanki harekete geçecekmiş gibi birbirlerine sokulduklarını hissediyordu. Tüm bedeni korkudan titriyordu, eli ayağı tutulmuş, tüyleri diken diken olmuştu; tam bir dehşet içindeydi. Yine de dizleri titrerken efendisine son bir kez daha seslenecek gücü bulmuştu: “Üstat Uncle! Üstat Uncle!” “Yine ne var?” diye karşılık verdi Uncle Prudent. Belki de Phil Evans ile birlikte bu bahtsız uşağın pestilini çıkarıp öfkelerini yatıştırsalar - 62 -
Fatih R obur
iyi olacaktı. Ancak bunun için zamanlan olmayacaktı, ne de ötekinin yanıt verecek. Agaçlann altından gelen ıslık sesinden sonra, parkın ortasında bir ışık yanıp söndü. Kuşkusuz bu bir işaretti ve zor kullanma zamanının geldiğini gösteriyordu. Ne olup bittiğini anlamaya fırsat bile kalmadan uluagaçlann arasından fırlayan altı kişinin
ikisi
Uncle
Prudent’ın,
ikisi
Phil
Evans’ın, ikisi de Frycollin’in üzerine çullandı, aslında bu son ikisine hiç gerek yoktu, çünkü zenci zaten kendini savunacak durumda değildi. Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreteri saldırı karşısında afalladılarsa da, karşı koymaya çalıştılar. Ama buna ne zamanlan, ne de güçleri yetti. Birkaç saniye içinde, ağızlan hamlanmış, gözleri gözbağıyla kapatılmış ve elleri kolları sımsıkı bağlanmış bir halde hızla düzlükten uzaklaştırıldılar. Ormanın derinliklerinde, geç kalmış kişileri soymakta hiç tereddüt etmeyen ve pek seçici davranmayan şu insan türüyle karşı karşı değillerse eğer, ne düşünmeleri gerekirdi? Yine de hiçbir şey olmadı. Uncle Prudent alışkanlık geregi her zaman üzerinde birkaç bin dolar bulundurması — 63 —
Ju les Verne
na ragmen, kimse üstlerini bile aramadı. Saldırıdan bir dakika sonra, daha saldırganların ağzından çıkan tek bir sözcük dahi duyulmamışken, Uncle Prudent, Phil Evans ve Frycollin parkın çimenlerine hiç de benzemeyen bir tür döşemenin üzerine bırakıldıklarını hissettiler. Üçünü de yan yana yerleştirdikten sonra kapıyı üzerlerine örttüler, ardından duyulan kilidin gıcırtısı onlara tutsak olduklarını bildirdi. O an da uuuu’ları uzadıkça uzayan bir vu uu sesi, bir uğultu duyuldu, bu sakin gece vaktinde onun dışında bir ses duyulmuyordu. Ertesi gün Philadelphia’da büyük bir heyecan yaşandı! Weldon Enstitüsü’nde olup bitenler hakkında zaten herkesin bilgisi vardı: Robur isimli esrarengiz bir mühendis ortaya çıkarak, balonculara karşı savaş açtığını bildirmiş, sonra da esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Ancak, Haziran’m 12’sini 13’üne bağlayan gece, kulüp başkanı ve sekreterinin sırra kadem bastığı öğrenilince işin rengi değişmişti. Şehirde ve kenar mahallelerde yapılan araştırmalar sonuç vermemişti. Önce Phila delphia’nın, sonra Pennsylvania’nın, daha -6 4 -
Fatih Robur
sonra bütün Amerika’nın gazete sayfalarını bu haber kaplamış, hiçbiri dogıu olmayan yüzlerce farklı yorum yapılmıştı, ilan ve afişler, yalnızca saygıdeğer kayıpları bulacaklara değil, nerede oldukları hakkında ipucu vereceklere de büyük ödüller vaat ediyordu. Ama hiçbir sonuç alınamadı. Sanki yer yarılmış, Weldon Enstitüsü başkanı ve sekreteri içine girmişti. Bunun üzerine, hükümet yanlısı gazeteler, Birleşik Devletler’in seçkin yurttaşlarının başına benzer şeyler gelmesi endişesiyle polis sayısının artırılmasını istediler ve haklıydılar. Muhalif gazeteler ise, faili bulunmayan benzer olayların her zaman yaşanabileceğini öne sürerek, hiçbir işe yaramayacak bu personele işten el çektirilmesini talep ettiler ve belki de haksız sayılmazlardı. Sonuç olarak, polis, mükemmel olmayan ve mükemmel olmayı da asla berecemeyecek en iyi toplumda nasılsa ve nasıl olmaya devam edecekse, öyle kaldı.
5
WELDON ENSTİTÜSÜ BAŞKANI VE SEKRETERİ ATEŞKES İLAN EDİYORLAR
Gözleri örtülü, ağızları bantlı, el ve ayakları iple bağlı olan üçlünün ne görmesi, ne konuşması, ne de yer değiştirmesi mümkündü. Bunun, Uncle Prudent’ın, Phil Evans’m ve uşak Frycollin’in durumlarını daha kabul edilebilir kılmak için yapılmadığı açıktı. Ayrıca, bu eylemi gerçekleştirenlerin kim olduğu, yük vagonuna yüklenen sıradan koliler gibi nereye atıldıkları, kendilerini nasıl bir sonun beklediği hâlâ meçhuldü, bu durum koyun türünü bile öfkelendirebilirdi, kaldı ki Weldon Enstitüsü üyeleri koyun kadar sabırlı değillerdi. Karakterinin sertliği göz önüne alındığında, Uncle Prudent’ın ne halde olduğu kolayca tahmin edilebilirdi. Ne olursa olsun, yarın akşam Phil Evans ile birlikte, kulüpteki yerlerini almaları oldukça - 66-
Fatih R obur
zor görünüyordu. Ağzı ve gözleri kapalı olan Frycollin’e gelince, onun ne durumda olduğunu kestirmek kolay değildi. Canlıdan çok ölüye benziyordu. Bir saat süresince tutsakların durumunda bir değişiklik olmadı. Onlara bir hayli ihtiyaç duydukları konuşma ve hareket özgürlüğünü vermek için gelen kimse yoktu. Bastınlmış iç çekmelere, ağızlarındaki bantların arasından sızan “hıııriara, karaya vurmuş sazan balığının çırpınışlarına indirgenmişlerdi. Bu sessiz öfkenin, içe atılmış ve iple zaptedilmiş kızgınlığın boyutları düşünüldüğünde, içinde bulunduktan durum anlaşılabilirdi. Sonuç vermeyen çabalardan sonra, bir süre kıpırdamadan beklediler. Ve görme imkanları olmadığından dolayı, duyma yetileriyle bu endişe verici ortamda neler olup bittiğini anlamaya çalıştılar. Ancak, bu hiç dinmeyen ve anlaşılmaz vuuu sesinin dışında bir ses duymak için boşuna çabaladılar. Bu arada yeni bir gelişme yaşandı. Phil Evans sükunetle çalışarak, bileklerini bağlayan ipleri gevşetmeyi başarmıştı. Sonra yavaş yavaş düğüm çözülmüş, parmakları birbirlerinin üzerinde kayarken, elleri her zamanki ha -6 7 -
Ju les Verne
reketliligine kavuşmuştu. Sen bir ovuşturma hareketiyle, iplerin engel olduğu kan dolaşımı yeniden sağlandı. Bir an sonra, Phil Evans gözlerini örten gözbağını kaldırdı, ağzındaki bandı çıkardı, ve el çakısının keskin ağzıyla ipleri kesti. Cebinde el çakısı olmayan bir Amerikalı, Amerikalı sayılmazdı. Böylece Phil Evans tekrar hareket etme ve konuşma yeteneklerine kavuşmuştu. Ancak, hücredeki zifiri karanlık göz önüne alındığında, o an için gözlerinin fazla bir işlevi olduğu söylenemezdi. Yine de duvarda, altı yedi ayak yükseklikte açılmış mazgal deliğinden hafif bir ışık sızıyordu. Düşünülen olmuş, Phil Evans rakibini kurtarmak için bir an bile tereddüt etmemişti. Birkaç çakı darbesi, ellerini ve ayaklarını sıkıştıran düğümlerin kesilmesine yetmişti. Uncle Prudent hemen dizlerinin üzerinde dikilerek, ağzındaki ve gözlerindeki bandı çıkardı; sonra boğuk bir sesle: “Teşekkürler!” dedi. “Hayır!... Teşekküre gerek yok,” diye yanıtladı diğeri. “Phil Evans?" - 68-
Fatih R obur
“Uncle Prudent?" “Burada başkanlık ve sekreterlik yok, rekabet de yok!” “Haklısınız,” diye yanıtladı Phil Evans, “burada yalnızca yaptıklarının karşılığını ağır bir bedelle ödeyecek olan bir üçüncüden öcünü almak isteyen iki insan var. Ve bu kişi...” “Robur’den başkası değil!” “Kesinlikle!” İşte bu konu üzerinde, iki eski rakip tam bir görüş birliği içindeydi, kimsenin yeni bir tartışma yaşanacağına dair kaygısı olmamalıydı. “Ya uşağınız?” diye sordu Phil Evans fok gibi soluyan Frycollin’i göstererek, “İplerini çözmek gerek.” “Henüz değil,” diye yanıtladı Uncle Prudent. “Sızlamalarıyla bizi bunaltabilir, şimdi bundan daha önemli işlerimiz var.” “Ne gibi, Uncle Prudent?” “Mümkünse buradan kurtulmak gibi.” “Hatla mümkün değilse bile.” “Haklısınız Phil Evans, mümkün değilse bile!" Bu kaçırma olayını, Robur’den başkasının gerçekleştireceği başkan ve meslektaşının ak-
Ju les Ver ne
linin ucuna bile gelmemişti. Gerçeklen de, basit hırsızlar saatlerini, mücevherlerini, cüzdanlarını aldıktan sonra boğazlarını kesip onları Schuylkill Nehri’nin dibine gönderirlerdi, onları buraya kapatmalarının... sahiden burası neresiydi?.. Kaçmaya girişmeden önce başarı olasılığını yükseltmek için bu sorunun yanıtını bulmak gerekiyordu. “Phil Evans," diye devam etti Uncle Prudent “toplantı çıkışında, birbirimize şimdi tekrarlanması gerekmeyen iltifatlar yağdıracağımıza daha dikkatli davranmalıydık. Philadelphia sokaklarından bu kadar uzaklaşma saydık, bunlar başımıza gelmeyecekti. Hiç şüphe yok ki, Robur kulüpte gelişen olaylan tahmin etmiş, kışkırtıcı tavrının neden olacağı öfkeyi önceden sezinlemişti, kapının önüne haydutlarından birkaçını yerleştirerek, bizi izleme emri verdi. Ve Fairmont Park ağaçlıklarına vardığımızda, artık onlar için her şey kolaydı.” “Doğru,” diye yanıtladı Phil Evans, “evet! Doğrudan evimize dönmemekle büyük hata ettik.” “Doğru davranılmazsa, her zaman hata yapılır,” diye yanıtladı Uncle Prudent. -7 0 -
Fatih R obur
O an hücrenin en karanlık köşesinden derin bir iç çekiş sesi geldi. “Bu da ne?” diye sordu Phil Evans. “Hiçbir şey değil!... Erycollin rüya görüyor.” Uncle Prudent devam etti: “Yakalandığımız andan, buraya kapatılmamıza kadar iki dakikadan çok bir zaman geçmediğine göre, bizi Fairmont Park’tan fazla uzağa götürmüş olamazlar...” “Eğer bunu yapmış olsalardı, bu yer değişikliğini hissederdik.” “Kabul,” diye yanıtladı Uncle Prudent, “hiç kuşkusuz bir arabanın içine kapatıldık, şu uzun yük arabalarından birine ya da bir sirk arabasına...” “Hiç şüphesiz! Eger Schuylkill kıyısına bağlı bir gemide olsaydık, bunu akıntının etkisiyle oluşacak sallantılardan anlardık.” “Doğru, yine doğru,” diye tekrarladı Uncle Prudent “ve mademki hâlâ parktayız, bu Ro bur’le daha geç karşılaşmak pahasına da olsa, kaçmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum.” “Bir dahaki sefere Amerika Birleşik Devleı leri’nin iki yurttaşını alıkoymanın neye malo
Ju les Vem e
lacagını ona göstereceğiz!” “Çok pahalıya, çok!” “Ancak, bu adam kimin nesi?... Nereden geliyor?... İngiliz mi. Alman mı yoksa Fransız mı?..” “Yalnızca bir sefil,” diye yanıtladı Uncle Prudent, “şimdi işe koyulalım!” Her ikisi de ellerini gerip, parmaklannı açarak bir aralık ya da küçük bir yank bulmak için bölmenin duvarlannı yoklamaya başladılar. Hiçbir boşluk yoktu. Kapı sımsıkı kapanmıştı. Ve kilidi yerinden oynatmak imkansızdı. Demek ki bir delik açmak gerekiyordu, ancak çakılannın ağızlan körelip kınlmadan duyarlan delmeyi başarabilecekler miydi? “Hiç kesilmeyen bu uğultu nereden geliyor?” diye sordu Phil Evans, bu vuuu’nun sürekliliğine şaşırmış bir halde. “Kuşkusuz ki rüzgar,” diye yanıtladı Uncle Prudent. “Rüzgar mı?.. Gece yarısına kadar hava oldukça sakindi..” “Elbette Phil Evans. Rüzgardan başka ne olabileceğini düşünüyordunuz ki?” Phil Evans çakısına sağlam bir ağız taktıktan sonra, kapının yanındaki duvar yüzeyleri-7 2 -
Fatih R obur
ni yontmaya koyuldu. Eğer anahtar kilidin üzerinde bırakılmış ya da kapı yalnızca bir sürgüyle desteklenmişse, bir delik sayesinde, kapıyı dışarıdan açmak mümkün olacaktı. Birkaç dakikalık bir çalışma, bıçağın ağzının körelerek, yüzlerce dişli bir testereye dönüşmesinden başka bir sonuç vermedi. “İşe yaramıyor mu Phil Evans?” “Hayır.” “Acaba, saçtan yapılmış bir hücrede miyiz?” “Hayır, Unde Prudent, duvara vurulduğunda metalik bir ses gelmiyor ” “Demir gibi bir ahşaptan, o zaman,” “Ne demirden, ne de ahşaptan.” “Peki ne olabilir?" “Bunu anlamak olanaksız, ancak çeliğin etkileyemediği bir maddeden yapılmış olduğu söylenebilir.” Bir anda şiddetli bir öfke nöbetine tutulan Uncle Prudent elleriyle Robur’ün hayalini boğazlamaya çalışırken, zemini tekmeleyerek küfürler savurdu. “Sakin olun Uncle Prudent, sakin olun,” dedi Phil Evans, “ve siz de deneyin.” Uncle Prudent denedi, ancak en sağlam -7 3 -
Ju les Ver ne
ağzı taktığı bıçağıyla, kristali andıran duvarın üzerinde küçük bir oyuk açmayı bile başaramadı. Böylece tüm kaçış planları bozulmuştu. Boyun eğmek gerekiyordu, ancak geçici bir süre için bile olsa bu durumu kabullenerek işi oluruna bırakmak bir Yanki’nin hazmedebileceği bir şey değildi. Küfürlerin, ağır sözlerin, hakaretlerin ardı arkası kesilmiyordu, ancak Weldon Enstitüsü’nün kürsüsünde sergilediği tavır göz önüne alınırsa, Robur’ün bunlardan zerre kadar etkilenmeyeceği söylenebilirdi. Bu arada Frycollin sıkıntısını açıkça belli eden tepkiler vermeye başlamıştı. Mide kramplarının, kol, bacak ağrılarının etkisiyle çırpınıp duruyordu. Bu jimnastik hareketlerine bir son vermesi gerektiğini anlayan Uncle Prudent zenciyi bağlayan ipleri kesti. Belki de bunu yaptığına pişman olacaktı. Bir anda hücreyi agn ve açlıktan kaynaklanan haykırışlar kapladı. Frycollin’in beyni de en az midesi kadar hasar görmüştü. Zencinin iki iç organından hangisinin daha fazla acı verdiğini söylemek zordu. -7 4 -
Fatih Robur
“Frycollin!” diye haykırdı Uncle Prudent. “Üstat Uncle!.. Üstat Uncle!..” diye karşılık verdi zenci, iki acıklı inleyişin arasında. “Bu hücrede açlıktan ölmeye mahkum edilmiş olabiliriz. Bu yüzden hayatımızı sürdürebilmek için, tüm beslenme yöntemlerini tüketmeden pes etmemeye karar verdik.” “Nasıl? Beni yemeyi mi düşünüyorsunuz?” diye haykırdı Frycollin. “Böyle durumlarda her zaman yapıldığı gibi! Bu nedenle kendini unutturmaya çalışsan daha iyi olur...” “Ya da yahnini yaparız!” diye ekledi Phil Evans. Ve Frycollin kendisinden daha değerli olan bu iki şahsiyetin yaşamını uzatmak için yem olabileceği düşüncesini ciddiye alarak daha hafif inlemelerle yetinmeye karar verdi. Bu arada zaman akıp gidiyor, kapıda ve duvarda bir delik açmak için girişilen tüm çalışmalar sonuçsuz kalıyordu. Bu duvarın hangi maddeden yapılmış olduğunu anlamak mümkün değildi. Ne metalden, ne ağaçtan, ne de taştandı. Ayrıca, aynı maddeden yapılmışa benzeyen döşemeye ayakla vurulduğunda, Uncle Prudent’ın tanıdık gürültüler kategori
•ine sokamadıgı garip bir ses duyuluyordu. Yapılan diğer bir gözleme göre ise, sanki döşemenin altında parkın toprağı değil, boşluk vardı ve bu anlaşılmaz vuuu sesi sürekli olarak onun alt yüzeyini yalayıp geçiyordu. Bu aynntılann hepsi iç karatıcıydı. “Uncle Prudent?” dedi Phil Evans. “Phil Evans,” diye yanıtladı Uncle Prudent. “Hücremizin yer değiştirmiş olabileceğini hiç düşündünüz mü?” “Asla.” “Bizi buraya kapattıkları ilk anlarda burnuma taze çimen ve parkın agaçlannın reçine kokusu geliyordu. Oysa şimdi bu kokulann hepsi kaybolmuşa benziyor.” “Gerçekten de öyle.” “Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?” “Hücremizin yerinin değişmesi dışındaki tüm varsayımlarla açıklayabiliriz. Tekrar ediyorum, eğer hareket halindeki bir arabanın ya da geminin içinde olsaydık bunu hissederdik.” O zaman, Frycollin öyle derin derin inledi ki, inlemelerin arkası gelmese, son nefesini verdiği sanılabilirdi. “Robur’ün çok yakında karşımıza çıkacagı -7 6 -
Fatih R obur
na inanmak isliyorum,” dedi Phil Evans. “Umarım,” diye haykırdı Uncle Prudent, “ve ona şunu söyleyeceğim...” “Neyi?” “Küstahça başladığı bir işi alçakça bitirdiğini!” O anda, Phil Evans günün ağarmakta olduğunu fark etti. Kapının karşısındaki duvann üst kısmında bulunan mazgal deliğinden solgun bir ışık sızıyordu. Yaklaşık olarak sabahın dördü olmalıydı, çünkü haziran ayında, Phila delphia’nın sabahın ilk ışınlarıyla aydınlanması bu saatte gerçekleşiyordu. Bununla birlikte Uncle Prudent, Phil Evans’ın fabrikasında üretilmiş bir şaheser olan çalar cep saatine baktı, durmuş olmamasına rağmen, üçe çeyrek kalayı gösteriyordu. “Garip!” dedi Phil Evans, “Üçe çeyrek kala, hâlâ gece olması gerekirdi.” “Saatim geri kalmış olmalı...” diye karşılık verdi Uncle Prudent. “Walton Watch Şirketi’nin ürettiği bir saat!” diye haykırdı Phil Evans. Ne olursa olsun gün doğuyordu. Hücrenin zifiri karanlığının içinde, mazgal deliğinin yavaş yavaş aydınlandığı fark ediliyordu. Şafa
Ju les Verne
gin, Philadelphia’nın bulunduğu kırkıncı pa lalelin izin vermeyeceği bir şekilde erken sök mesi ancak daha aşağı enlemlerde karşılaşılabilecek bir durumdu. Uncle Prudent’ın bu yeni gözlemi, anlaşılmaz bir olguyu daha işaret ediyordu. “Belki mazgal deliğine tırmanarak nerede olduğumuzu öğrenebiliriz,” dedi Phil Evans. “Olabilir,” diye yanıtladı Uncle Prudent. Ve Frycollin’e seslendi: “Hadi Fry, ayağa kalk!” Zenci dikildi. “Sırtını şu duvara yasla,” dedi Uncle Prudent, “ve siz Phil Evans, onun omuzlarının üstüne çıkın lütfen, bu arada ben de düşmemeniz için destek vereceğim.” “Memnuniyetle,” diye yanıtladı Phil Evans. Bir an sonra dizleri Frycollin’in omuzlarında, gözleri mazgal deliğinin hizasındaydı. Delik, gemi lombozlanndaki gibi mercimek biçimi bir camla değil, sıradan bir camla kapatılmıştı. Fazla kalın olmamasına rağmen, zaten görüş açısı son derece sınırlı olan Phil Evans’ın görüşünü engelliyordu. “O halde camı kırın,” dedi Uncle Prudent, “belki daha rahat görebilirsiniz.” -7 8 -
Fatih R obur
Phil Evans bıçağının sapıyla cama seri bir darbe indirdi, berrak bir ses yayıldı, ancak cam kırılmadı. ikinci darbe daha da şiddetliydi, ama sonuç aynıydı. “Harika!” diye haykırdı Phil Evans, “kırılmaz cam!” Bu camın, mucit Siemens’in yöntemiyle, su katılarak yapılmış olması gerekirdi, çünkü peş peşe gelen darbelere ragmen hâlâ yerinde duruyordu. Yine de mazgal deliği pervazının izin verdiği ölçülerde dışarıyı görebilmek için hava yeterince, aydınlanmıştı. “Ne görüyorsunuz?” diye sordu Uncle Prudent. “Hiçbir şey.” “Nasıl? Ağaçlar yok mu?” “Hayır.” “Dalların tepeleri bile mi?” “Tepeleri bile...” “O halde parktaki açıklıkta değiliz.” “Ne açıklıkta ne de parkta!” “En azından evlerin çatıları, anıtların zirveleri görünmüyor mu?” diye sordu Uncle Prudent, öfkeyle kanşan hayal kırıklığı gitgide artarak. -7 9 -
Ju les Verne
“Ne çan ne zirve.” “Ne! Herhangi bir bayrak direği, kilise çanı, fabrika bacası da mı?” “Boşluktan başka hiçbir şey yok.” Tam o anda hücrenin kapısı açıldı ve eşikte bir adam belirdi. Bu Robur’dü. “Saygıdeğer baloncular,” dedi sert bir sesle, “artık dolaşmakta özgürsünüz...” “Özgür!” diye haykırdı Uncle Prudent. “Evet Albatros'un sınırlan dahilinde!” Uncle Prudent ve Phil Evans hızla hücreden dışan çıktılar. Bir de ne görsünler? Bin iki yüz ya da bin üç yüz metre altlarında, tanımak için boşuna çabaladıkları bir ülke uzanıyordu.
6
MÜHENDİSLER, MEKANİKÇİLER VE DİĞER BİLİMADAMLARI BU BÖLÜMÜ GEÇEBİLİRLER
“ insanoğlu ne zaman bu çukurlarda sürünmekten vazgeçerek gökyüzünün huzurlu maviliklerinde yaşamaya karar verecek?” Camille Flammarion’un bu sorusunu yanıtlamak çok kolaydı: Mekaniğin gelişimi, havacılığın problemlerini çözdüğü zaman. Birkaç yıldan beri, elektrik kullanımının yaygınlaşması, sorunun hızla çözüleceğinin habercisiydi. Daha 1783’te Montgolfier kardeşler ve fizikçi Charles ilk balonlarını üretmeden önce, bazı hayalperestler gökyüzünü uçan makinelerle fethetmeyi düşlemişlerdi. Dönemin fiziği henüz havadan daha hafif aygıtların tasarlanmasına izin vermiyordu. Havacılıktaki ilerlemenin, kuşları taklit ederek hazırlanan havadan daha ağır aygıtlarla gerçekleşeceğine inanıyorlardı. -8 1 -
Tıpkı Daidalos’un oglu çılgın Ikaros’un güneşin yakınlarında düşen balmumuyla tutturulmuş kanatlarıyla yapmayı düşündüğü gibi. Çok eskilere gidip, Tarenlumlu Arkhytas’a kadar uzanmadan da, Perugialı Dante’nin, Leonardo da Vinci’nin, Guidotti’nin çalışmalarında atmosferde yol alan makinelere rastlamak mümkündü. Bunlardan iki yüz elli yıl sonra mucitlerin sayısı artmaya başlamıştı. 1742’de kanatlı bir sistem üreten Bacqueville markizi Seine’in üzerinde uçmaya çalışmış, ancak düşerek kolunu kırmıştı. 1768’de Pauc ton ilerletici ve tutunmayı sağlayan iki pervaneli bir aygıt tasarlamıştı. 1781’de onopterik hareketli bir makine icat eden Meerwein, yeni yeni ortaya çıkan balonların yönetilebilirligine karşı çıkmıştı, 1784’de Launoy ve Bienvenu zemberekle çalışan bir helikopter yapmışlardı. 1808’de AvusturyalI Jacques Değen uçuş denemeleri gerçekleştirmişti. 1810'da “havadan daha agır”m ilkelerinin ortaya konulduğu Nantes ve Deniau bildirileri yayımlandıktan sonra, 1811’den 1840'a kadar Berbilinger’in, Vigual’ın, Sarti’nin, Dubochet’nin, Cagniard de Latour’un araştırmalarına ve buluşlarına tanık olunmuştu. 1842’de Ingiliz Henson bu - 82-
Fatih R obur
harla
çalışan
uçağının
patentini
almış,
1847’de Camille Vert kuşıüyü kanatlı helikopterini denemiş, 1852’de yönetilebilen paraşütüyle gökyüzünde süzülen Letur bunu hayatıyla ödemiş, aynı yıl Michel Loup dört döner kanatlı uçağını tamamlamıştı; 1853’te B6 l£guic çekici pervanelerle hareket eden uçağını, VaussinChardannes yönetilebilen uçurtmasını, Georges Cauley ise gaz motoruyla işleyen uçan makinesini denemişti. 1854 ile 1863 arasında, birçok aygıtın patentini alan Joseph Pline’in, yükseltici pervanelerini ters yönde döndüren Br£ant, Le Bris, Carlingford, Du Temple, Bright, Smythies, Panafieu, Cros nier gibi havacıların çalışmaları izlenmişti. Nihayet 1863’ıe Nadar’ın çabalan sayesinde, Paris’te “havadan daha ağır” yandaşlannın oluşturduğu bir demek kurulmuştu. Orada, Ponton d’Am^court’un buharlı helikopteri, de la Landelle’in paraşütlerle desteklenmiş pervane sistemleri Louvrte ve Esterno’nun mekanik kuşları, Groofun kaldıraçlarla çalışan kanatlı aygıtı gibi kendini önceden kanıtlamış uçan makineleri yeniden tartışma olanağı doğmuştu. Bir mucidin, güçlülüğü kadar hafifliğiyle de dikkati çeken bir motoru bulacağı günü -8 3 -
Ju les Verne
bekleyen Bourcan, Le Bris, Kaufmann, Smyth, Slringfellow, Prigeni, Danjarcl, Pomes, La Pa uze, Moy, Penaud, Jobert, Hureau de Villene uve, Achenbach, Garapon, Duchesne, Dandu ran, Parisel, Dieuaide, Melkisff, Forlanini, Brearey, Tatin, Dandrieux, Edison gibi bilginlerin kimileri kanat ve pervanelerle, kimileri de eğik düzlem sistemiyle çalışan uçaklarını tasarlıyor, üretiyor ve mükemmelleştiriyorlar dı. İsim listesinin bu kadar uzun tutulması sanırız bağışlanacaktır, ama yine de zirvesinde Fatih Robur un bulunduğu havacılıktaki gelişmeler piramidinin basamaklarını bir bir saymak gerekmiyor muydu? Öncellerinin araştırmaları ve deneyleri olmasaydı, mühendisin böyle mükemmel bir aygıtı yaratması mümkün olabilir miydi? Kuşkusuz ki hayır! Her ne kadar balonların yönetilebilirligi konusunda hâlâ ısrar edenleri küçümsese de, “havadan daha ağırcı” lngilizlere, Amerikalılara, Italyan lara, AvusturyalIlara, Fransızlara karşı büyük saygı duyuyordu. Özellikle Fransızların çalışmalarını daha da mükemmelleştirerek, hava akımları arasında yol alan Albatros isimli bu uçan makineyi imal etmeyi başarmıştı. -8 4 -
Fatih R obur
“Güvercin uçuyor!” diye haykırmıştı havacılığın en sadık destekçilerinden biri. “Toprağın üstünde nasıl yürünüyorsa, havada da yürünecek!” diye karşılık vermişti en ateşli yandaşlardan biri. “Öncü aeromotif!" diye bağırmıştı, Eski ve Yeni Dünya’yı ayağa kaldırmak için borazanlar öttüren en gürültücüleri. Gerçekten de, deneyler ve hesaplamalar havanın çok sağlam bir destek noktası olduğunu gösteriyordu. Bir metre çapında bir dairenin oluşturduğu paraşüt, kontrollü ve eşzamanlı bir inişe olanak sağlıyordu. Bu bilinen bir gerçekti. Aynı şekilde, öteleme hızı arttıkça yerçekimi gücünün bu hızın karesiyle ters orantılı bir şekilde değişerek sıfıra yakın bir değer aldığı da bilgilerimiz dahilindeydi. Yine, bir kuşun ağırlığının artmasıyla, hareketlerinin ağırlaşmasına ragmen, havada tutunması için gerekli kanat yüzeyinin göreceli olarak azaldığını da bilmekteydik. Demek ki bir hava aygıtı, tıpkı Fransız Ensıitüsü’nden Ookıor Marey’in “Hayranlık duyulacak hava yolculuğu türü”dedigi kuşların uçuşu taklit edilerek, doğa yasaları kulla-8 5 -
Ju les Ver ne
nılarak üretilmeliydi. Sonuç olarak, havada tutunma sorununu çözen makineler, üç bölümde incelenebilirdi: 1 Dikey eksenli pervanelerden başka bir şey olmayan helikopterler. 2 Kuşların doğal uçuşlarına öykünerek hazırlanan ortopterler.1 3 Uçurtmalar gibi eğik düzlemde ilerleyen araçlardan başka bir şey olmayan, ancak yatay pervanelerle desteklenip itilen uçaklar. Her üç sistemin de, inançlan konusunda hiç ödün vermeyen yandaşları vardı. Ama Robur, oldukça iyi gerekçelerle, ilk iki sistemi reddediyordu. M. Renaud’nun 1884’teki deneyleriyle kanıtladığı gibi mekanik bir kuş olan ortopterin de çeşitli avantajları vardı. Ancak onun yüzüne de söylendiği gibi doğayı körü körüne taklit etmek doğru değildi. Lokomotifler tavşanların, buharlı gemiler balıkların kopya edilmesiyle üretilmemişti. Bacakların yerini pervanelerin alması, bu araçlann çalışmasını kolaylaştırmıştı. Zaten kuşlann karmaşık işleyişi olan uçuşlarım mekanik olana tam anlamıyla uygulamak nasıl mümkün olabilirdi ki? Doktor Marey kanatların kalktığı sırada, uçuş tüyleri 1 Duz kanatlılar, (ç n )
- 86 -
Fatih R obur
nin aralanarak havanın geçmesine izin verdiklerinden kuşkulanmamış mıydı? Yapay bir makinenin bu oldukça karışık işlemi gerçekleştirmesi nasıl beklenebilirdi? Bunun dışında uçaklarda da birtakım başarılı sonuçlara ulaşılmıştı. Hava katmanına eğik bir düzlemde karşı koyan pervaneler aracılığıyla yükselme hareketi sağlanıyordu, denenen küçük araçların gösterdiğine göre, kullanılan aracın kendi ağırlığı dışındaki ağırlık, hızın karesiyle orantılı olarak artıyordu. Böy lece öteleme hareketine bağlı olarak ilerleyen balonlara göre daha avantajlı bir duruma geliniyordu. Yine de Robur sade olanın, en iyi olacağını düşünmüştü, yani Weldon Enstitüsü’nde alaya alınan pervaneler uçan makinenin bütün gereksinimlerini karşılamaya yetmişti. Bir bölümü aygıtın havada tutunmasını sağlarken, bir bölümü de onun güvenli koşullarda uygun bir hızla yol almasına olanak tanıyordu. Gerçekten de Victor Tatin’in söylediği gibi kısa olsa da yeterli bir yüzeye sahip pervaneler aracılığıyla işi uç noktalara vardırarak, azıcık bir kuvvetle, büyük ağırlıklar kaldırılabilecekti. -8 7 -
Ju les Vem e
Ortopterler kuşların kanal çırpmasına benzer bir şekilde havaya dayanarak yükselirken, helikopterler eğik bir düzlemde ilerlercesine, pervane kanallarının havayı yanlamasına dövmesiyle yükseliyorlardı. Gerçekten de bunlar çarkın kanatlan değil, pervanenin kanatlarıydı. Pervaneler eksenleri doğrultusunda dönüyorlardı. Eğer eksen dikeyse, dikey olarak, yataysa yatay olarak hareket ediyorlardı. Robur’ün uçan makinesi her iki düzenekle çalışıyordu. Aracı üç bölmeye ayırarak incelemek mümkündü: Güverte, tutunma aygıtları ve itici aygıtlar, makine dairesi. Güverte Pruvasının çıkıntısıyla gerçek bir gemi güvertesini andıran, otuz metre uzunluğunda, dört metre eninde bir sahanlıktı. Altında mekanik gücü üretmek için gerekli aygıtları, araç gereç deposunu, gıda maddelerinin bulunduğu kileri içeren sağlam bir gövde uzanıyordu. Güvertenin çevresinde birbirlerine demir tellerle bağlanmış hafif direkler, korkuluk işlevini de üstlenen küpeşteyi taşıyordu. Üç güverte köşkünde mürettebatın kamaraları ve makine daireleri bulunuyordu. - 88 -
Fatih R obur
Merkez köşkte, havada tutunmayı sağlayan pervanelerin çalışmasını denetleyen sistem vardı, ön köşkte ön itici pervanelerin, arka köşkte ise arka itici pervanelerin kontrol mekanizması yer alıyordu. Ayrıca pruva tarafındaki köşkte, kiler, mutfak ve mürettebatın toplantı odası bulunuyordu. Kıç taraftaki köşkle ise yemek salonu, dümencinin havage misini güçlü bir dümenle yönlendirdiği camlı bölme ile aralarında mühendisin kamarasının da bulunduğu birçok bölme vardı. Üç köşk de, sıradan camdan on kez daha dayanıklı olan su katılmış camla kaplanmış lombozlarla aydınlatılıyordu. Yere inişlerin büyük bir titizlikle yapılmasına ragmen, çarpmaların etkisini hafifletmek için gövdenin altına yaylı bir sistem yerleştirilmişti. Tutunma aygıtları ve itici aygıtlar Güvertenin her iki yanında on beşer, orta hatta ise daha uzun olan yedi tane olmak üzere otuz yedi eksen dikey olarak yükseliyordu, Ro bur’ün aracı bu haliyle otuz yedi direkli bir gemiyi andırıyordu, tek fark bu direklerden her birinin yelkenleri değil, kısa olsalar da olağanüstü bir dönme gücüne sahip iki pervaneyi taşımasıydı. Pervanelerin hepsi digerlerin - 89 -
Ju les Verne Ver ne
den bağımsız olarak ve yanlanndakilerin aksi istikametinde dönüyorlardı aracın sürekli olarak kendi etrafında dönmesini engellemek için bu gerekliydi. Bu şekilde düşey hava katmanının üzerinde yükselen pervaneler yatay dirençle de dengeyi sağlıyorlardı. Havagemisi, çark görevini yerine getiren üç kanadı, devin dirici kuvvetten tasarruf yapan bir metal halkaya tutturulmuş yetmiş dört pervaneyle donatılmıştı. Önde ve arkada, yatay eksenler üzerine yerleştirilmiş dört kanatlı iki itici pervane farklı yönlerde dönmekte ve itme hareketini sağlamaktaydılar. Bu pervanelerin çapları, tutunmayı sağlayanlara oranla daha büyük olup, hızlan da oldukça yüksekti. Sonuç olarak, bu araç, Cossus, de la Lan delle ve Ponton D’AmĞcourt’un tavsiyelerinden etkilenen Robur’ün bu sistemleri daha da ileri götürmesiyle ortaya çıkmıştı. Ancak mucit olarak kabul edilmesi, özellikle devindirici gücün seçimi ve uygulanması sayesinde olmuştu. Makine daires dairesii Robur aracını havada tuttutmak ve ilerlemesini sağlamak için gerekli gücü, su ya da başka bir sıvının buharından, sıkıştırılmış havadan ya da patlayıcı karışımlar -9 0 -
Fatih R obur
clan elde etmeyi hiç düşünmemişti. Onun yararlandığı tek kaynak, bir gün endüstrinin can damarı haline gelecek cilan elektrikti. Bununla birlikte araçta elektrik üretimi için yalnızca piller ve akümülatörler vardı. Ancak bu pillerin bileşimindeki elementlerin ve cmlan etkinleştirecek asitlerin neler olduğu bilinmiyordu. Bu Robur’ün sırrıydı. Akümülatörler için de aynı durum söz konusuydu, eksi ve artı uçların hangi maddeden yapıldığı meçhuldü. Mühendis, uçuş belgesi almaktan bu yüzden kaçınmıştı. Sonuçta, olağanüstü bir verimlilikle çalışan pilleri, donmaya ve buharlaşmaya son derece dayanıklı asitleri, FaureSellonVolck mar’ı geride bırakan akümülatörleri ve nihayet şiddetleri şimdiye kadar hiç görülmemiş rakamlarla belirtilen akımlan dikkate alındığında aracın mükemmelliği tartışılmazdı. Böy lece sınırsız bir elektrik enerjisi, araca, tüm gereksinimlerini karşılayacak biçimde pervanelere tutunma ve ilerleme kuvvetini sağlıyordu. Ancak, tekrarlamak gerekir ki Robur bu özellikleri titizlikle saklıyordu. Weldon Ensti tüsü’nün başkanı ve sekreteri bu sim açığa çıkaramazlarsa insanlık için büyük bir kayıp - 91 -
Ju les Verne Ver ne
olacaktı. Araç ağırlık merkezinin konumu sayesinde oldukça dengeli bir şekilde ilerliyordu. En zorlu açıları yaparken bile tersyüz olmasından en ufak bir kaygı duyulmuyordu. Geriye mühendis Robur’ün havagemisini -Albatros’a
tamamen denk düşen isim hangi
maddeyle inşa ettiği sorusunu yanıtlamak kalıyordu. Phil Evans'ın el çakısının işlemediği ve Uncle Prudent’ın yapısını açıklayamadığı bu sert madde neydi? Bir kağıttan başka bir şey değildi. Birkaç yıldır, bu üretim şekli yaygınlaşmıştı. Yaprakları nişasta zamkı ve kolaya yatırılmış zamksız kağıdın hidrolik basınçla sıkıştırılmasıyla çeliğe benzer sertlikte bir madde elde ediliyordu. Bu ürünü kullanarak üretilen makaralar, raylar, vagon tekerlekleri, metalden üretilenlere oranla daha sağlam ve daha hafif oluyorlardı, işte bu sağlamlık ve hafiflik, Robur’ün bu maddeyi tercih etmesinin temel nedeniydi. Aracın gövdesi, güvertesi, köşkleri, kamaraları basınçla metal haline gelmiş bu kağıttan yapılmıştı, ayrıca ateşe dayanıklı olması da yükseklerde yolculuk eden bir araç için bir -
92 -
Fatih R obur
hayli önemliydi. Tutunma aygıtları ve itici aygıtların çeşitli parçaları, pervane kanatları ve dingiller ise dayanıklılığı kadar esnekliğiyle de dikkati çeken jelatinli telden yapılmıştı. Her şekle girebilen ve gazlarla, sıvılarla, asitlerle, benzinlerle etkileşime girdiğinde erimeyen bu madde Albatros Albatros'un elektrikli aygıtlarının bileşiminde çok önemli bir unsurdu. Mürettebat; mühendis Robur, ikinci kaptan Tom Turner, bir makinist ve iki yardımcısı, iki dümenci ve bir aşçıdan oluşuyordu, sekiz kişilik bir kadro yolculuğun gerektirdiği manevraları gerçekleştirmek için fazlasıyla ye terliydi. Av ve savaş silahları, balık oltaları, elektrik fenerleri, gözlem aletleri, pusulalar, seksıant lar,1 lar, 1 termometreler termometreler,, kimi denizden ne kadar kadar yüksekte bulunulduğunu, kimi de atmosfer basıncını gösteren barometreler, fırtınaları önceden haber veren aygıtlar, küçük bir kütüphane, taşınabilir küçük bir matbaa, kamayla doldurularak, altı santimlik bir gülle fırlatabi len ve güvertenin ortasına yerleştirilmiş bir top, barut, gülle, dinamit kutuları, akümülatörlerin ürettiği akımlarla ısıtılmış bir mutfak, 1 Bir yıldızın ufuk üstündek üstündekii açısını açısını ve gem geminin inin bulunduğu bulund uğu noktayı noktayı belirtmeye yarayan alet let (ç.ıı.) -
93 -
Ju Ju les Ver ne
sebze ve eı konserveleri, birkaç fıçı cin, brandy, viski ve her türlü gereksinimi karşılayacak olan erzaklar, yere inmek zorunda bırakmadan gemiyi aylarca idare edebilirdi. Bu arada, listeye ünlü borazanı eklemeye de hiç gerek yok. Ayrıca, güvertede sekiz kişiyi bir gölde, nehirde ya da sakin bir denizde taşıma kapasitesi olan kauçuktan, su geçirmez hafif bir kayık vardı. Ama Robur kaza olasılığını dikkate alarak hiç paraşüt yedeklememiş miydi? Hayır, hava kazalannı hiç önemsemiyordu. Pervanelerin eksenleri birbirlerinden bağımsızdı. Birindeki aksaklık diğerin diğerinii etkilemiyordu. Yansının çalışması bile Albatros Albatros'u havada tutmaya yetiyordu. “Onunla,” diyebilme fırsatını ele geçirmişti Fatih Robur, yeni konuklarına kendi istekleri
dışında
konuk
olanlara
seslenirken,
“onunla Avustralya’dan, Okyanusya’dan, Asya’dan, Amerika’dan, Avrupa’dan daha büyük olan ve günün birinde binlerce lkaryalının yaşamını sürdüreceği lkaryanın hâkimi olacağım!”
-9 4 -
7
UNCLE PRUDENT VE PHİL EVAN S H Â LÂ YENİLGİ YENİLGİYİ Yİ KABUL KABU L ETMİYORLAR
W e ld o n Enstitü Enstitüsü’ sü’nü nün n başk başkan anıı af afal alla lamı mış, ş, arkadaşı ise donakalmıştı. Ancak her ikisi de bu son derece doğal şaşkınlığı hiç mi hiç belli elmek istemiyorlardı. Uşak Frycollin ise böyle bir araçla uzay boşluğunun ortasında yolculuk etmekten duyduğu korkuyu hiç gizlemiyordu. Bu arada tutunma pervaneleri kafalarının üzerinde dönüp duruyorlardı. Dönme hızları her ne kadar fazla görünse de, gerekli hallerde Alhatros’un bu hızını üç katına çıkararak havanın daha üst katmanlarına yükseleceği ortadaydı. Rölantide çalışan iki itici pervaneye gelince, bu halde bile geminin saatte yirmi kilometrelik bir hızla ilerlemesini sağlıyorlardı. Albatros yolcuları, Küpeşteye doğru eğilen Albatros
-9 5 -
Ju les Verne
güneş ışınlarının yanlamasına geldiği birkaç gölcüğün oltasında, engebeli bir arazinin içinden sıradan bir nehir gibi kıvrılan sıvı bir şerit görebildiler. Bu akarsu bölgenin en önemli nehirlerinden biriydi. Söl kıyısında göz alabildiğince uzanan sıradağlar vardı. “Nerede olduğumuzu söyleyecek misiniz?” diye sordu Uncle Prudent öfkeden titreyen bir sesle. “Size bunu söylemeye hiç niyetim yok,” diye yanıtladı Robur. “Peki nereye gittiğimizi de mi söylemeyeceksiniz?” diye ekledi Phil Evans. “Uzaya.” “Bu ne kadar sürecek?” “Gerektiği kadar.” “Yoksa dünya turuna mı çıktık?” diye sordu alaycı bir ifadeyle Phil Evans. “Daha da ötesi,” diye yanıtladı Robur. “Peki bu yolculuk bizim için uygun değilse?” diye araya girdi Uncle Prudent. “Uygun olması gerekecek!” işte bu kısa tartışma Albatros’un kaptanı ve konuklarının tutsaklarının dememek için böyle diyoruz kuracakları ilişki hakkında bir fikir verebilirdi. Yine de kaptan, onlara kendi-
96 -
Fatih R obur
lerini toplayarak bu harika araca hayran kalmaları ve mucidini tebrik etmeleri için gerekli zamanı tanımaya karar vermiş, makinelerin ve aracın işleyişini incelemek ya da altlarında uzanan çekici manzarayı izlemekte serbest bırakmıştı. “Uncle Prudent," dedi Phil Evans, “yanılmıyorsam Kanada’nın orta bölgeleri üzerinde uçuyoruz. Kuzeybatıda akan şu nehir Saint Laurent olmalı, geride bıraktığımız şehir ise Quebec’».” Gerçekten de teneke damları güneşte parıldayan bu şehir, Champlain’in yaşlı kentinden başkası değildi. Demek ki Albatros kırkaltıncı kuzey enlemine kadar yükselmişti, bu durum da, günün erken dogmasını ve şafağın çok uzun sürmesini açıklıyordu. “Evet,” diye devam etti Phil Evans, “işte an fiteatr görünümlü şehir, üzerindeki hisanyla tepe, Kuzey Amerika’nın şu Cebelitank’ı! Şuradaki İngiliz ve Fransız katedrallerine bakın! İşte şurada da kubbesinde İngiliz bayrağı dalgalanan gümrük binası!” Phil Evans henüz sözlerini tamamlamamıştı ki, Kanada’nın başkenti ufukta kayboldu. Havagemisi yeri görmenin mümkün olmadığı
Ju les Verne
küçük bulutlarla kaplı bir bölgeye giriyordu. Weldon Enstiıüsü’nün başkan ve sekreterinin dikkatle Albatros’u incelediklerini gören Robur onlara yaklaşarak şunları söyledi: “Evet beyler, şimdi havadan daha ağır araçlarla da yolculuk yapılabileceğine inanıyor musunuz?” Gerçeği kabul etmek gerekiyordu. Yine de Uncle Prudent ve Phil Evans yanıt vermediler. “Susuyor musunuz?” diye devam etti mühendis. “Kuşkusuz ki açlık konuşmanızı engelliyor!.. Sizi bu hava yolculuğuna zorlamış olsam da, hiç de besleyici olmayan bu akışkanla yetinmenize gönlüm razı olmaz, ilk yemeğiniz sizi bekliyor." Açlıktan mideleri kazman Uncle Prudent ve Phil Evans fazla nazlanmadılar. Bir yemekten bir şey çıkmazdı, yere indiklerinde Ro bur’den kendilerini alıkoymanın hesabını soracaklardı. İkisi birlikte arka güvertedeki yemek salonuna yöneldiler. Orada yolculuk boyunca yemek yiyecekleri masa özenle hazırlanmış, onları bekliyordu. Menüde çeşitli konserveler, eşit miktarlarda un ve et tozundan yapılmış bir tür ekmek, bu ekmeğe biraz domuz yağı -
98-
Fatih Robur
eklenerek hazırlanmış leziz bir çorba, kızarmış jambon dilimleri ve çay vardı. Bu arada Frycollin de unutulmamıştı. Ön güvertede onun için de bu çorbadan bol miktarda ayrılmıştı. Ancak korkudan çenesi titrediği için bir hayli aç olmasına ragmen ağzına tek bir lokma bile koyamıyordu. “Ya parçalanırsa!.. Ya parçalanırsa!” diye tekrarlıyordu bahtsız zenci. Böylece arkası hiç kesilmeyen kurgular yapıyor, bin beş yüz metrelik bir yükseklikten düştüğünde, sağlam tek bir kemiğinin kalmayacağını düşünüyordu! Bir saat sonra Uncle Prudent ve Phil Evans yeniden güverteye çıktılar. Robur ortalıkta görünmüyordu. Arkadaki camlı bölmede dümenci gözünü pusulaya dikmiş, mühendisin çizdiği rotayı izliyordu. Mürettebatın geri kalanı, kendilerine ayrılan salonda yemeklerini yiyorlardı. Yalnızca bir yardımcı makinist, makinelerin çalışmasını denetlemek için bir köşkten diğerine gidip geliyordu. Aracın bulutlu bölgeden çıkmasına ve bin beş yüz metre aşağıda yeryüzünün belirmesine ragmen iki baloncu hangi hızla yol aldıkla -99-
Ju Ju les Verne Ver ne
rmi kesliremiyorlardi. “İnanılır gibi değil!” dedi Phil Evans. “Öyleyse inanmayalım,” diye yanıtladı Uncle Prudent. Ön güverteye doğru ilerleyerek, bakışlarını ufkun batısına yönelttiler. “İşte yeni bir şehir daha!” dedi Phil Evans. “Tanıyabildiniz mi?” “Evet, sanırım Montreal.” “Montreal mi? Ama daha Qu£bec’i geçeli iki saat olmadı!” “Bu, aracın saatte en az yirmi beş fersahlık bir hızla ilerlediğini gösteriyor.” Gerçekten de havagemisinin hızı buydu, yolcular kendilerini rahatsız hissetmiyorlarsa, bu rüzgar yönünde ilerlediklerindendi. Sakin bir havada, bir ekspresinkini eşit olan bu hız onlan fazlasıyla zorladı. Ters bir rüzgara tahammül etmeleri imkansız olurdu. Phil Evans yanılmıyordu. Venedik’in de nizkulagının üzerindeki demiryolu viyadügü ne benzeyen ünlü VictoriaBridge tüpgeçidiy le Montreal belirginleşmekteydi. Sonra, geniş sokakları, büyük mağazaları, sarayı andıran bankaları, katedrali, Roma’daki SanPiet ro’dan esinlenerek yapılmış kilisesi ve eşsiz 100 0- 10
Fatih R obur
parkıyla, şehri tepeden izleyen MontRoyal seçilmeye başlamıştı. Phil Evans’ın Kanada’nın önemli şehirlerini daha önceden gezmiş olması sevindiriciydi. Böylece, Robur’e sormadan nereye doğru gittiklerini öğrenebiliyorlardı. Montreal'i geçtikten sonra gece bir buçukta, çağlayanları, taşmakta olan kaynar kazanları andıran Otta wa’ya vardılar. “İşte parlamento sarayı,” dedi Phil Evans. Tepenin üzerine kurulmuş bir tür Nuremberg oyuncağını gösteriyordu. Bu oyuncak çok renkli mimarisiyle Londra’daki parlamento binasına benziyordu, tıpkı Montreal’deki katedralin, Roma’daki SanPietro’yu andırdığı gibi. Yine de bunun fazla bir önemi yoktu, buranın Ottawa olduğu tartışma götürmezdi. Kısa bir süre sonra, bu kent de ufukta küçülerek, toprağın üzerindeki ışıklı bir lekeye dönüştü. Saat ikiye geldiğinde, Robur kendine eşlik eden Tom Turner ile birlikte güvertede göründü. Ona yalnızca üç kelime söyledi, o da bunları ön ve arka köşkteki nöbetçilere iletti. Bir işaret üzerine, dümenci Albatros'un rotasını güneybatıya doğru iki derece değiştirdi. Aynı -
101 -
anda Uncle Prudent ve Phil Evans itici aygıtlara daha büyük bir hız verilmiş olduğunu hissettiler. Gerçekten de bu hız şimdiye kadar kara yolculuklarında ulaşılan en yüksek hızın en az iki katı kadardı. Karşılaştırmak söz konusuysa, torpil gemileri saatte kırk kilometre, İngiliz ve Fransız demiryollarındaki trenler saatte yüz kilometre hızla yol alırlar; Birleşik Devletler’in buzlu nehirlerinde yol alan patenli gemiler saatte yüz on beş kilometrelik, Patterson’un tersanelerinde inşa edilmiş çarklı bir lokomotif Erie Gö lü’nde saatte yüz otuz kilometrelik ve Trenton ile Jersey arasında çalışan bir diğer lokomotifse saatte yüz otuz yedi kilometrelik bir hıza ulaşmıştı. Oysa Albatros, Albatros, itici aygıtlarının tam kapasiteyle çalışması halinde saatte iki yüz kilometrelik, saniyede elli metrelik bir hıza kavuşabiliyordu. Yani bu hız, ağaçları kökünden söken bir kasırganınkinden, hatta 21 Eylül 1881'de Ca hors’da yaşanan ve rüzgarın saatte yüz doksan dört kilometre hızla estiği fırıınanınkinden daha fazlaydı. Bu, yalnızca saniyede altmış ye - 102 10 2 -
Fatih R obur
di metre hızla uçan kırlangıcın ve saniyede seksen dokuz metre hızla uçan keçisağanın gerisinde kalan posta güvercininin ortalama hızına eşdeğerdi. Robur’ün söylediği gibi, pervanelerinin son hızla çalışmasıyla Albatros Albatros iki yüz saatte, yani sekiz günde dünya turunu tamamlayabilecekti. O dönemde, dünya üzerinde ekvatoru on bir kere çevreleyecek uzunlukla, dört yüz elli bin kilometrelik bir demiryolu agı uzanıyordu, ama bu Robur’ün umurunda değildi, uçan makinesiyle destek noktası olarak gökyüzünün tamamına sahipti. Şimdi söylemeye gerek var mı bilinmez ama, iki dünya halklarının kafasını günlerce karıştıran gökcismi mühendisin havagemisin den başka bir şey değildi. Şatafatlı notalarını gökyüzüne saçan borazanı çalan ikinci kaptan Torn Turner’dı. Avrupa’nın, Asya’nın, Amerika’nın en önemli yapılarında dalgalanan Fatih Robur ve Albatros’un bayrağıydı. Her ne kadar Robur şu âna dek tanınmamak için belli önlemler alarak, geceleri elektrik fenerleriyle aydınlatma sağlayıp, gündüzleri ise bulutların üzerinde yol aldıysa da, -1 0 3 -
Ju Ju les Verne Vern e
bundan böyle buluşunu gizlemekten vazgeçmiş gibi görünüyordu. Zaten Philadetphia’ya gelerek Weldon F.nstitüsiı’nün toplantısına katılması, bu keşfini en dik kafalılara bile kanıtlamaya niyetli olduğunu göstermiyor muydu? Orada nasıl karşılandığı biliniyor ve Ro bur’ün sözü geçen kulübün başkan ve sekreterine ne gibi misillemelerde bulunacağı da bundan sonra görülecek. Bu sırada Robur iki baloncuya yaklaşmıştı. Her ikisi de karşılaştıkları bu tablodan hiç etkilenmemiş gibi görünmeye çalışıyorlardı. Kuşkusuz ki bu iki Anglosaksonun inadını kırmak kolay değildi. Robur, bu tavırlarını önemsemeyerek iki saat önce yarım kalan konuşmasına devam etti: “Beyler,” dedi, “hiç kuşku yok ki, kendi kendinize hava yolculuğu için oldukça elverişli olan bu aracın ulaşabileceği en yüksek hızın ne olacağını soruyorsunuz. Şunu söyleyebilirim ki uçan makinemin gücü, uzayı parçalayıp yutmaya yetmese de onu fethetmeye muktedirdir. Havanın benim için sağlam bir destek noktası olmasını istedim, oldu. Rüz-104-
Fatih R obur
garla başa çıkmak için ondan daha güçlü olmak gerekliğini anladım, anık ondan daha güçlüyüm. Beni alıp götürmesi için yelkenlere, taşıması için küreklere ya da tekerleklere, daha hızlı yol alabilmek için raylara hiç ihtiyacım yok. Tek gereken şey hava. Tıpkı denizin bir denizaltıyı sarmaladığı gibi beni çevreleyen havanın içinde ilerleticilerim, bir buharlı geminin pervanesi gibi çalışıyorlar. İşte havada ilerleme sorununu böyle çözdüm. Bunu ne bir balon ne de havadan daha hafif bir araç asla başaramayacak.” İki baloncunun ağzını bıçak açmıyordu bu durum mühendisi hiç şaşırtmamıştı. Yalnızca hafif bir gülümsemeyle yetinerek, sorgulayıcı üslubuyla devam etti: “Belki hâlâ Albatros'un yatay olarak ilerlediği gibi, düşey eksende de hareket edip edemeyeceğini aklınızdan geçiriyorsunuzdur, şunu açıklamakla yetineceğim, atmosferin çok yüksek katmanlarında dahi bir balonla yarışabilir, Go a Head ’i onunla karşı karşıya getirmenizi hiç tavsiye etmem.” İki baloncu safça omuzlarını silktiler. Belki de mühendisi kolluyorlardı. Robur’ün işaretiyle itici pervaneler durdu. -1 0 5 -
Ju les Verne
Hızı sıfırlanana dek, bir mil claha gittikten sonra Albatros hareketsiz kaldı. Robür’ün ikinci işaretiyle, tutunma pervaneleri akustik deneylerindeki sirenleri andıran bir hızla harekete geçtiler. Vuuu’lann, ses basamağında bir oktavlık bir yükselme kaydetmesinden sonra, havanın seyrelmesiyle şiddetleri azalmaya başladı ve havagemisi çayırkuşu gibi tiz bir çığlık atarak yukarıya doğru yükseldi. “Üstadım!.. Üstadım!..” diye tekrarlıyordu Frycollin, “Ne olur parçalanmasın!” Robur’ün tek yanıtı aşağılayıcı bir gülümseme oldu. Birkaç dakika için Albatros görüş menzilinin yetmiş mile çıktığı iki bin yedi yüz metrelik yüksekliğe ulaştı, sonra barometrenin 480 milimetreye düşmesinden dört bin metreye çıkıldığı anlaşıldı. Deney tamamlandıktan sonra Albatros yeniden alçaldı. Göğün yüksek katmanlannda basıncın düşmesi, havadaki ve ardından da kandaki oksijen miktannın artmasına yol açıyordu. Bu durum, bazı havacıların ciddi kazalar geçirmesine neden olmuştu. Robur böylesi tehlikelere atılmayı gereksiz görüyordu. Albatros tercih ettiği yüksekliğine geri dö-1 0 6 -
Fatih R obur
nerken, itici aygıtları tekrar çalışmaya başlayarak aracın hızla güneybatıya yönelmesini sağladılar.’ “Şimdi beyler, sanırım aklınızdaki soruların yanıtlarını kendiniz de verebilirsiniz,” dedi mühendis. Sonra korkuluklara yaslanarak, düşlerine gömüldü. Kafasını kaldırdığında, Weldon Enstitüsünün başkanı ve sekreterinin yanına geldiklerini fark etti. “Mühendis Robur,” dedi Uncle Prudent, boşuna bir çabayla öfkesini bastırmaya çalışarak, “sandığınız gibi size soru sormaya niyetimiz yok. Ancak bir konuda bizi aydınlatacağınızı zannediyoruz.” “Tabii, buyurun.” “Hangi hakla bizi Philadelphia’daki Fairmont Park’tan kaçırmaya kalktınız? Hangi hakla bizi bu hücreye kapattınız? Hangi hakla istemediğimiz halde bizi bu aracın içinde tutmayı sürdürüyorsunuz?” “Peki ya siz beyler,” diye çıkıştı Robur, “kulübünüzde hangi hakla bana sövüp sayarak onca tehditler savurdunuz? Hâlâ oradan sag çıktığıma inanamıyorum.” -1 0 7 -
Ju les Ver ne
“Sormak yanıtlamak değildir," diye araya girdi Phil Evans, “tekrar soruyorum: hangi hakla?” “Bilmek istiyor musunuz?” “Lütfen.” “Tamam o zaman, daha güçlü olanın hakkıyla!” “Bu çok ahlaksızca!” “Ama gerçek bu!” “Peki mühendis yurttaş,” diye sordu Uncle Prudent, “bu hakka dayanarak bizi burada ne kadar daha tutmayı düşünüyorsunuz?” “Nasıl olabilir beyler,” diye alaycı bir ifadeyle yanıtladı Robur, “bu eşsiz manzarayı izlemek için bakışlarınızı aşağıya çevirmekten başka bir şey yapmanızı gerektirmeyen bir yolculuğu düşündüğümüzde böyle bir soruyu nasıl sorabilirsiniz?” Görüntüsü Ontario Gölü’nün uçsuz bucaksız buzlarında yansıyan Albatros, Cooper’ın şiirsel bir betimlemeyle anlattığı ülkenin üzerinden geçiyordu. Sonra bu geniş havzanın güney kıyısını izleyip, Erie Gölü’nün sularını çavlanlar oluşturarak bu havzaya boşaltan ünlü nehire doğru yöneldi. Bir anda, fırtına gürültüsünü andıran müt-1 0 8 -
Fatih R obur
hiş bir ses yükseldi. Ve sanki gökyüzünü nemli bir pus kaplamış gibi hava hissedilir bir şekilde serinledi. Aşağıda nal görüntüsü veren sıvı kütleleri hızla akmaktaydılar. Sanki güneş ışınlarının ayrışarak oluşturduğu binlerce gökkuşağının ortasında dev bir kristal yığını aşağıya doğru süzülüyordu. Eşsiz bir görüntüydü. Bu çağlayanların önünde, ip gibi gerilmiş bir yaya köprüsü iki kıyıyı birbirine bağlıyordu. Biraz daha aşağıda üç mil mesafede yer alan bir köprüde Kanada’dan Amerika’ya gitmekte olan bir tren görünüyordu. “Niagara Şelaleleri!” diye haykırdı Phil Evans. Bu çığlık ağzından kaçtığı sırada, Uncle Prudent bu muhteşem güzelliklere duyduğu hayranlığı bastırmak için bütün gücünü harcıyordu. Bir dakika sonra Albatros, Birleşik Devlet ler’i, Kanada’dan ayıran nehri aşarak. Kuzey Amerika’nın geniş toprakları üstünde yol almaktaydı.
-1 0 9 -
8
ROBUR KENDİNE YÖNELTİLEN ÖNEMLİ SORUYU YANITLAMAYA KARA R VERİYOR
U n c le Prudent ve Phil Evans arka köşkteki kamaralardan birinde kendilerine ayrılmış iki rahat yatak bulmuşlardı, ayrıca yolculuk sırasında kullanacakları, yeterli miktarda çamaşır, giysi, paltolar ve battaniyeler onları bekliyordu. Bir transatlantik bile onlara bu konforu sağlayamazdı. Derin bir uykuya dala madılarsa, bu kendilerinden kaynaklanıyordu, duydukları derin kaygı uyumalarını engelliyordu. Nasıl bir maceraya sürüklenmişlerdi? Hangi deneyler dizisini izlemek üzere davet edilmişlerdi? Bu işin sonu nereye varacaktı? Daha da önemlisi Robur un amacı neydi? Üzerinde kafa yorulacak birçok konu vardı. Uşak Frycollin’e gelince, ön köşkle Albatrosun aşçısınınkine bitişik bir odaya yerleş - ı ı o-
Fatih Robur
mişti. Bu komşuluğun hoşuna gitmemesi imkansızdı. Bu âlemin ileri gelenleriyle bir arada olmayı seviyordu. Sonunda uyumayı başarsa da, uykusunu korkunç bir kabusa dönüştüren hiç bitmeyen düşüşler ve boşlukta süzülmeler le dolu bir rüyanın derinliğine gömülmüştü. Bu arada, akşamla birlikte hafifleyen rüzgarın etkisiyle hava oldukça sakin bir hal almıştı. Pervane kanatlarının gürültüsü dışında en ufak bir ses duyulmuyordu. Ara sıra yeryüzünde demiryollanndan geçen bir trenin düdüğü ya da evcil hayvanların uluması işitiliyordu. Şaşırtıcı bir içgüdüydü! Bu yeryüzü yaratıkları uçan makinenin üstlerinden geçtiğini hissedince korkuyla çığlığı basıyorlardı. Ertesi gün, 14 Haziran saat beşte Uncle Prudent ve Phil Evans havagemisinin güvertesinde dolaşıyorlardı. Önceki günden beri hiçbir şey değişmemişti. Gözcü baş tarafta, dümenci arkadaydı. Peki ama gözcüye ne gerek vardı? Benzer bir aracın çarpmasından kaygı mı duyuluyordu? Kuşkusuz hayır. Henüz Robur’ün taklitçileri ortaya çıkmamıştı. Gökyüzünde gezinen birkaç balona rastlama olasılığı da çok düşüklü. Zaten böyle bir çarpışmadan Albatros’un
Ju les Ver ne
endişelenmesine hiç gerek yoktu, olan balona olacaktı. Ama sonuçta, bir çarpışma olabilir miydi? Evet! Tıpkı bir geminin karaya oturması gibi, havagemisinin de bir anda yoluna çıkan ve aşılması güç bir dağla karşılaşması imkansız değildi. Bunlar da hava yolculuklarının tehlikeleriydi, nasıl bir gemi denizdeki kör kayalardan sakınıyorsa,
Albatros
da havadaki kör
kayalardan sakınmalıydı. Mühendis yüksek tepeleri dikkate alarak, bir kaptan gibi izlenecek rotayı belirlemişti. Bir süre sonra havagemisinin dağlık bölgelerin üzerinden geçeceği ve biraz da olsa yolundan sapma olasılığı düşünüldüğünde gece gündüz nöbet tutmanın gerekliliği anlaşılabilirdi. Altlarındaki bölgeyi inceleyen Uncle Prudent ve Phil Evans büyük bir göl fark ettiler; Albatros
bu gölün güneye doğru uzanan alt
ucunun hizasına ulaşmak üzereydi. Demek ki gece süresince Erie Gölü tüm uzunluğu boyunca kat edilmişti. Batıya doğru gidildiğine göre Albatros Michigan Gölü’ne varmış olmalıydı. “Hiç kuşku yok ki,” dedi Phil Evans, “ufukta görülen bu çatılar topluluğu, Chica -1 1 2 -
Fatih R obur
go’ya geldiğimizin habercisi!” Yanılmıyordu. Bu şehir on yedi demiryolu hattının kesiştiği, Birlik’in batı bölümünü oluşturan eyaletlerden İndiana’nın, Ohio’nun, Wisconsin’in, Missouri’nin ürünlerinin aktığı bir merkez olan ve Batı’nın kraliçesi diye ad landınlan Chicago’ydu. Uncle Prudent kamarasında bulduğu hassas bir cep dürbünüyle kentin en önemli yapılarını kolaylıkla seçebiliyordu. Phil Evans ona kiliseleri, kamu binalarını, sayısız tahıl silosunu, iri bir oyun zannı andıran ve her cephesinde yüzlerce penceresi olan görkemli Sherman otelini tanıtıyordu. “Chicago’ya vardığımıza göre,” dedi Uncle Prudent, “hareket noktamızdan batıya doğru fazlaca uzaklaşmışız.” Gerçekten de Albatros düz bir hat üzerinde Pennsylvania’nın başkentinden uzaklaşıyordu. Uncle Prudent Robur’ü kendilerini doğuya doğru götürmesi için zorlamayı düşündüyse de, zaman henüz uygun değildi. Mühendis o sabah odasından çıkmakta acele etmemiş, kah uyuyarak, kah çalışmalarını gözden geçirerek oyalanmıştı. İki baloncu öğle yemeğinden ön -1 1 3 -
Ju les Verne
cc onu güvertede görememişti. Dünden beri aracın hızı değişmemişti. Doğudan esen rüzgarın istikameti göz önüne alındığında, bu hız hiç de rahatsız edici değildi, yüz yetmiş metrelik bir yükselmeye karşılık ısı yalnızca bir derece azaldığından, sıcaklık yolculuk için uygundu. Uncle Prudent ve Phil Evans mühendisi beklerken, sohbet ediyor, düşünüyor ve fırdolayı dönen ve yarı saydam bir disk görünümü alan pervane kanatlarının altında geziniyorlardı. İki buçuk saat içinde Illinois eyaleti aşılarak, kuzey sının geride bırakılmıştı. Biraz sonra, akarsuların atası sayılan Mississippi’nin üzerinden geçildi, iki katlı buharlı gemiler bir sandal kadar küçük görünüyorlardı. Sabah on bire doğru Albatros Iowa City’yi hayal meyal görerek yoluna devam etti. Birkaç dag zinciri güneyden kuzeybatıya doğru kıvrılıyordu. Vasat yükseklikleri hava gemisinin yukarı doğru yönelmesini gerektirmiyordu. Zaten bu tepeler bir süre sonra alçalarak yerlerini lowa’nm batı bölümüne ve Nebraska’ya doğru uzanan geniş ovalara bırakacaklardı bu uçsuz bucaksız çayırlar Kayalık Daglar’ın eteğinde son buluyordu. Her ya-
Fatih Robur
na dağılan Missouri’nin kollan ve alı kollarının kıyılarındaki şehir ve köyler seyrekleştikçe Albatros FarWest’in üzerinde daha hızlı yol almaklaydı. Gün boyunca önemli bir şey yaşanmadı. Uncle Prudent ve Phil Evans kendi âlemlerine öyle dalmışlardı ki, ön güverteye uzanarak, hiçbir şey görmemek için gözlerini kapamış olan Frycollin’i bile zor fark ettiler. Bununla birlikte, sanıldığı gibi zencinin başı dönmüyordu. Baş dönmesini daha ziyade yüksek binaların tepesine çıktığında hissediyordu. Bir balonun sepetinde ya da havagemisinin gü vertesindeyken, derinliğin çekim gücü fazla etkili olamıyordu ya da daha doğrusu havacının altında uzanan boşluk bir derinlikten çok, onu her yandan saran ufuktan oluşmuş gibi algılanıyordu. Saat ikide Albatros, Nebraska sınırındaki Omaha’nın üzerinden geçiyordu Omaha City, New York’tan San Francisco’ya kadar uzanan bin beş yüz millik Pasifik demiryolunun başlangıç noktasını oluşturuyordu. Bir an için Missouri’nin sarımtırak suları belirdi, sonra bu bereketli havzanın ortasında. Kuzey Amerika’nın belini saran demir bir kemerin -1 1 5 -
Ju les Vem e
tokasını andıran şehir ahşap ve tuğla evleriyle göründü. Havagenıisinin yolcuları bu ayrıntıları incelerken, Omaha’nın sakinleri bu garip aracı fark etmişlerdi. Ancak, onu havada uçarken gördüklerinde yaşadıkları şaşkınlık, Weldon Enstitüsü başkanı ve sekreterinin onun güvertesinde bulunmaktan dolayı yaşadığı şaşkınlıktan fazla olamazdı. Bu olay Birlik’in gazetelerinde yorumlara neden olacaktı. Böylece bir süreden beri tüm dünyanın kafasını meşgul eden şaşırtıcı durum açıklığa kavuşacaktı. Bir saat sonra Albatros Omaha’yı geride bırakmış, Pasifik demiryolunu izleyen ve Platte River’m suladığı vadiden uzaklaşarak, doğuya yönelmişti. Bu durum, Uncle Prudent ve Phil Evans’ın hiç hoşuna gitmedi. “Bizi dünyanın öbür ucuna götürmeye niyetli görünen bu zırva projenin şaka götürür yanı kalmadı!” dedi biri. “Hem de istemediğimiz halde,” diye yanıtladı diğeri. “Bu Robur kendine dikkat etmeli! Galiba beni her istediğini yaptırabileceği biri zannediyor!..” “Ve de beni!” diye karşılık verdi Phil Evans. “Ancak yine de öfkenize hâkim olmaya
çalışın.” “Hâkim olmak mı?..” “Öfkenizi gerekli zamana saklayın." Saat beşe doğru, köknar ve sedirlerle kaplı Kara Daglaı’ı aşan Albatros, Nebraska’nın, ismini hak eden Uğursuz Topraklarfmn üzerinde uçuyordu toprak renginde dağınık tepeler, düşmeye bırakılsa, düşüş sırasında paramparça olacak dağ parçaları bütünüydü bu. Uzaktan bakıldığında bu bloklar çok ilginç görüntüler oluşturuyordu. Bu geniş kemik yığınağının ortasında, kaleleri, burçları, mazgallı ve gözcü kuleli şatolarıyla ortaçağ kentlerinin kalıntıları beliriyordu. Aslında, Uğursuz Topraklar, kalınderililerin, kaplumbağaların ve hatta ilkçağ tufanlarında hayatlarını kaybetmiş insanlann fosillerinin yığıldığı bir kemik gömütlüğüydü. Akşama doğru PlatıeRiver havzası geçilmişti. Şimdi bu düzlük, Albatros’un yüksekliğiyle iyice belirginleşmiş olan ufuk boyunca göz alabildiğine uzanıyordu. Gece boyunca, ne bir lokomotifin tiz düdüğü, ne de bir buharlı geminin kalın düdüğü yıldızlı gökyüzünün huzurunu bozdu. Bazen havagemisine uzun böğürtüler ulaşıyordu.
Ju les Verne
Bunlar dereleri ve otlakları aşan bizon sürülerinin sesleriydi. Sustukları zaman, ayaklarının altındaki otların, bir su taşkınının boğuk gü rüldemesini andıran ve pervanelerin uğultusuna hiç benzemeyen çıtırtısı duyuluyordu. Ara sıra, kurtların, tilkilerin, yabankedile rinin ulumaları işitiliyordu, bazen de ismini havlamalarıyla haklı çıkaran kurt köpeklerinin sesi geliyordu. Nanelerin, adaçaylarının, pelinlerin iç gıcıklayın kokulan, gecenin temiz havasında, koza laklılann etkileyici kokulanna kanşıyordu. Nihayet yeryüzünden gelen diğer sesler arasında, bir askerin yırtıcı bir hayvanın ürü mesinden kolayca ayırt edebileceği kızılderili çığlıkları sayılabilirdi. Ertesi gün 15 Haziran’dı, saat beşe doğru Phil Evans kamarasından çıktı. Belki bugün mühendis Robur’le karşılaşma fırsatını bulabilecekti. Onun dün neden ortalıkta görülmediğini öğrenebilmek için ikinci kaptan Torn Turner’a danıştı. İngiliz kökenli ve kırk beş yaşlarında olan Tom Turner, iri gövdesi ve güdük kol ve bacaklarıyla demir gibi sağlam bir adamdı, koca-
Fatih R obur
man kafası Hogarth’ın Saksonların tüm çirkin yanlarını onaya koyan tablolarından fırlamış gibiydi. Harlots Progress' in dördüncü levhası iyice incelenirse hapisane gardiyanının omuzlarının üzerinde Torn Turner’ın kafasıyla karşılaşılacak ve yüz ifadesinin hiç de iç açıcı olmadığı fark edilecekti. “Bugün mühendis Robur’ü görebilecek miyiz?" diye sordu Phil Evans. “Bilmiyorum,” diye yanıtladı Tom Turner. “Size çıkıp çıkmadığını sormuyorum.” “Belki.” “Ne de ne zaman geri döneceğini.” “Kuşkusuz ki işlerini tamamladığında.” Sonra, Tom Turner işinin başına döndü. Pusulanın gösterdiğinden daha rahatlatıcı olmayan bu yanıtla yetinmek gerekiyordu, Al batrosun kuzeybatıya doğru yol aldığı gün gi-
bi ortadaydı. Gece geride bırakılan Uğursuz Toprakladın kuraklığı şu an geçilmekte olan bölgenin manzarasıyla karşılaştırıldığında büyük bir tezat oluşturuyordu. Havagemisi, Omaha’dan beri bin kilometrelik bir yolu kat ettikten sonra, Phil Evans’ın daha önce görmediği için tanıyamadığı bir - 119 -
bölgenin üzerinde bulunuyordu. Yerlileri durdurmak amaeıyla tuğladan ziyade kazıklardan yapılmış birkaç kale geometrik harlarıyla tepelerin doruklarını süslüyordu. Köyleri ve nüfusu pek az olan bu arazi, epeyce güneyde bulunan Colorado’nun altın içeren topraklarından çok farklıydı. Uzakta, doğmakta olan güneşin ışıklarıyla çevrelenmiş bir dizi doruk gölge halinde beliriyordu. Bunlar Kayalık Daglar’dı. O sabah, Uncle Prudent ve Phil Evans havanın soğuğundan etkilenmişlerdi. Sıcaklıktaki bu düşüşün hava durumundaki bir değişiklikten kaynaklandığı söylenemezdi, güneş pırıl pırıl parlıyordu. “Bu durum Albatros’un bir hayli yükseldiğini gösteriyor," dedi Phil Evans. Gerçekten de, orta köşkün kapısının dışına yerleştirilmiş olan barometrenin göstergesi beş yüz kırk milimetreye düşmüştü bu neredeyse üç bin metrelik bir yüksekliğe ulaşıldığının belirtisiydi. Havagemisi, arazideki engebe öyle gerektirdiği için, oldukça yükselmişi demek ki. Zaten daha bir saat önce, tepesinde hiç eri - 120-
Fatih R obur
meyen karların bulunduğu dağları aşmak için dön bin metreye çıkmak zorunda kalınmıştı. Uncle Prudent ve arkadaşı, hiçbir şekilde bu toprakların neresi olduğunu çıkaramıyoı du. Gece boyunca
Albatros’un
kuzeye ve gü-
neye doğru yaptığı manevralar kafalarını iyice karıştırmıştı, nereye vardıklarını anlamaları pek de mümkün görünmüyordu. Yine de akla az ya da çok uygun gelebilecek çeşitli varsayımları tartışan iki baloncu, en sonunda şu karara vardılar: Düzensiz dağlar topluluğuyla çevrelenmiş olan bu bölge. Mart 1872’de kongre kararıyla Milli Park ilan edilen alan olmalıydı. Gerçekten de tepelerin yerini alan dağları, göletlerin yerini alan gölleri, derelerin yerini alan ırmakları ve fıskiyelerin yerini alan son derece güçlü kaynaçlarıyla ismini fazlasıyla hak eden bu parkın üzerinde bulunmaktaydılar. Birkaç dakika sonra Albatros Stevenson Te pesi’ni sağında bırakıp, Yellowstoneriver üzerinde süzülerek, bu akarsuyun adıyla anılan büyük bir gölün semalarına ulaştı. Binlerce yüzleriyle güneş ışınlarını yansıtan dogalcam lar ve küçük kristallerle kaplı olan havzanın -
121 -
Ju les Verne
kıyıları boyunca uzanan kumsallar ne büyük bir çeşitlilik oluşturuyordu! Yüzeyinde beliren adaların görünümleri ne kadar değişkendi! Bu devasa aynadan gögün mavisi nasıl da yansıyordu! Ve dünyanın en seçkinleri arasında sayılabilecek olan bu gölün etrafında pelikanlar, kuğular, martılar, kazlar, dalgıçkuşlarından oluşan çeşitli kuş sürüleri vardı. Kıyının sarp yamaçlan çam ve karaçamların gür yeşil örtüsü altındaydı ve bu sarp yamaçların eteklerinden beyaz fümeroller fışkırıyordu. Bu gaz, yeraltı sulannın sürekli olarak kızgın ateşlerle etkileşim halinde bulunduğu geniş bir kabı andıran toprağın altından sızıyordu. Aşçıbaşının, Yellowstone Gölü’nde üreyen tek balık türü olan alabalıklardan bol miktarda depolaması için bulunmaz bir fırsat olabilirdi bu. Fakat Albatros’un bulunduğu yükseklik balık avlamak için uygun değildi, ancak bir mucize gerekirdi bunun için. Zaten üç çeyrek saatte göl geçilmişti ve biraz ileride güzellikleriyle İzlanda’daki benzerlerinden geri kalmayan kaynaçlar görülüyordu. Küpeşteye yaslanan Uncle Prudent ve Phil Evans havagemisine yeni bir güç sağlamak istercesine havaya doğru fışkıran sıvı sütunları-
Fatih R obur
nı inceliyorlardı. Huzmelerinin ışıltılı tabakaları “Yelpaze”yi, gökkuşagıyla taçlanan yansımaları "Vieux Jid ile ’i andırıyordu, “Hisar’ıyla hortumlara karşı koymaya kararlı olduğunu gösterirken iki yüz ayak yüksekliğinde ve yirmi ayak eninde bir ışık selini püskürtebilen “Dev”e benziyordu. Dünyada, bu muhteşem manzaranın bir benzeriyle daha karşılaşılmayacağı söylenebilirdi. Kuşkusuz ki Robur bu eşsiz tabloyu daha önceden izlemişti, yoksa güvertede yerini alması gerekiyordu. Acaba havagemisini bu bölgeye yönlendirmesinin nedeni konuklan nın da bu zevki tatmalarını istemesinden miydi? Ne olursa olsun, teşekkürleri kabul etmek için güvertede görünmüyordu. Hatta Albatros’un sabah yedide ulaştığı Kayalık Daglar’ı aşacağı sırada bile bu tutumunu sürdürüyor, kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Kuzey Amerika’nın bagnndan alt ucuna kadar uzanarak Meksika Andları’nda sonlanan bu sıradağların uzunluğu üç bin beş yüz kilometreydi, en yüksek noktası on iki bin ayaklık James Tepesi’ydi. Şüphesiz ki Albatros yüksekten uçan bir kuş gibi kanatlarını daha hızlı çırparak, bu -1 2 3 -
Ju les Vem e
dag zincirinin en yüksek tepelerini bir çırpıda aşıp Oregon’a ya da Ulah’a ulaşacaktı. Ancak geçitlerin varlığı bazen doruklara kadar yükselmeden bu engelin aşılmasına izin veriyordu. Kimi zaman dar, kimi zaman geniş olan ve bir tür boğazı andıran bu kanyonların arasından süzülmek mümkündü bazıları Bridger Geçidi gibi Pasifik demiryolunu izleyerek Mormon topraklarına doğru ilerliyor, bazıları da ya kuzeye ya da güneye açılıyordu. Albatros boğazın kayalarına çarpmamak için hızını düşürerek kanyonlardan birine girdi. Dümenci, dümenin aşın duyarlılığını daha da etkili hale getiren bir el hâkimiyetiyle, ha vagemisini Thames’ta yapılan kraliyet kürek yanşlannda gösterilebilecek bir beceriyle yönetiyordu. Gerçekten olağanüstüydü. Ve “havadan daha agır”ın iki düşmanı kendilerini aşağılanmış hissetmelerine rağmen, bu hava aracının yetkinliğini takdir etmekten kendilerini alamıyorlardı. İki buçuk saatten az bir sürede büyük dağ zinciri geride kalmış. Albatros yüz kilometrelik eski hızına kavuşmuştu. Alçalarak, Utah topraklarını yanlamasına kesecek bir şekilde güneydoğuya yönelip yere birkaç yüz metre -1 2 4 -
Fatih R obur
kadar yaklaştığında düdük sesleri Uncle Prudent ve Phil Evans’ın dikkatini çekmişti. Bu ses Pasifik demiryolunda, GreatSaltLake’e doğru ilerleyen trenden geliyordu. O an, adeta gizlice iletilen bir emre uyan Albatros daha
da alçalarak son hızla giden tre-
ni izlemeye koyuldu. Pencerelerden uzanan kafalar onu hemen fark etti. Sonra yolcular vagonlar arası geçitlere akın etti, hatta bazıları uçan makineyi daha yakından görebilmek için vagonların üstüne çıkmakta tereddüt etmedi. Çok yaşa sesleri gökyüzüne doğru yükseldi, ama bütün bunlar Robur’ün ortaya çıkması için yeterli değildi. Albatros tutunma
pervanelerinin çalışması-
nı yavaşlatarak daha da alçaldı, kolayca geçebileceği treni geride bırakmamak için hız kesti. Sağa sola manevra yapıyor, biraz ileri gittikten sonra yeniden geri dönüyordu, altın sarısı güneşin siyah zemin üzerinde parladığı bayrağını gururla dalgalandırmasına, tren şefi otuz yedi yıldızlı Amerikan bayrağını sallayarak karşılık veriyordu. iki tutsak durumdan yararlanarak başlarına geleni açıklamak için boş yere çabalıyorlardı. Weldon Enstitüsü’nün başkanı yüksek ses -1 2 5 -
Ju les Verne
le boşuna haykırıyordu: “Ben Philadelphia’dan Uncle Prudent!” Ve sekreter de geri kalmıyordu: “Ben de Phil Evans, meslektaşı!” Çığlıkları tren yolcularından yükselen binlerce çok yaşa sesi arasında kayboldu. Bu arada havagemisinin güvertesinde üç dört havacı belirdi. Sonra içlerinden biri, gemicilerin kendilerininkinden daha yavaş bir gemiyi çekmek için yaptıkları gibi, trene doğru bir ip fırlattı adeta dalga geçercesine ona çekme halatı gönderiyorlardı. Bir süre sonra Albatros her zamanki hızıyla yoluna devam etti ve yarım saat içinde son düdüğü de gökyüzünün derinliklerinde kaybolan ekspresi geride bıraktı. Öğleden sonra bire doğru, tıpkı dev bir yansıtıcı gibi güneş ışınlarını geri gönderen geniş bir teker belirdi. “Bu Mormonların başkenti SaltLakeCity olmalı!” dedi Uncle Prudent. Gerçekten de burası GreatSalıLake şehriydi ve bu teker de, içinde on bin ermişin rahatlıkla ibadet edebileceği kutsal çadırın yuvarlak çatışıydı. Dışbükey bir ayna gibi güneş ışınlarını her yöne dağıtıyordu. -1 2 6 -
Fatih R obur
Utah sularını GreatSaltLake’e boşaltan Jouıclain’in kıyısında, yamaçlarının büyük bir bölümü sedir ve köknarlarla kaplı olan Wa satsh tepelerinin eteklerinde uzanıyordu büyük şehir. Havagemisinin altında, çoğu Amerikan şehirlerinin yapılaşmasında görüldüğü gibi, bir dama tahtası uzanmaktaydı. Ama haneden çok dama taşı olduğu söylenebilirdi çünkü, Mormonlarda çokeşlilik oldukça yaygındı. Düzenli bir yerleşim merkezi ve ekilmiş topraklara sahip olan bu şehir tekstil ve koyunculuk alanlarında oldukça ileri gitmişti. Ama bu, bir gölge gibi gözden kayboldu ve Albatros güneybatıya
yönelerek, hızını hissedi-
lir biçimde artırdı, çünkü rüzgarın hızını geride bırakıyordu. Biraz sonra havagemisi Kaliforniya’nın altın kaplı arazilerinden Sierra’yla aynlan Neva da’nın gümüşlü topraklannın üzerindeydi. “Kuşku yok ki,” dedi Phil Evans “gece bastırmadan San Francisco’ya varmış olacağız!” “Ya sonra?.." diye sordu Uncle Prudent. Akşam altıda, demiryolu geçidi olarak da yararlanılan Truckie Boğazı aşılmış, Sierra Nevada geride kalmıştı. San Francisco’ya olmasa -1 2 7 -
Ju les Verne
da, Kaliforniya’nın başkenti olan Sacramen to’ya varmak için kat edilmesi gereken üç yüz kilometre kalmıştı. Albatros’un hızını anlamak için, sekiz saatten az bir süre sonra, çok geçmeden ufukla kaybolacak olan, Capitol’un kubbesinin belirdiğini söylemek yeterliydi. O anda güvertede Robur göründü, iki baloncu ona doğru yürüdüler. “Mühendis Robur," dedi Uncle Prudent, “işte Amerika’nın sınınndayız! Artık bu şakanın sona ereceğini umuyoruz..." “Ben asla şaka yapmam,” diye yanıtladı Robur. Bir işaretiyle Albatros alçalmaya başlarken, hızı kamaralara sığınmayı gerektirecek kadar arttı. Odalarının kapısı iki baloncunun üzerine henüz kapanmıştı ki, “Az kalsın onu bogazlı yacaktım!" dedi Uncle Prudent. “Kaçmayı denememiz gerek!" diye yanıtladı Phil Evans. “Evet!.. Neye malolursa olsun!" Derin bir çağıltı onlara kadar ulaştı. Bu, kıyıdaki kayalıkları döven denizin gü rüldemesiydi, Pasifik Okyanusu’na gelinmişti. -1 2 8 -
9
A LB A T R OS BÜYÜK
BİR SIÇRAM A Y APA RA K ON BİN KİLOMETREYİ AŞIYOR
U n c le Prudent ve Phil Evans kaçmayı akıllarına koymuşlardı. Eğer karşılarında güçlü kuvvetli sekiz kişiden oluşan gemi mürettebatı olmasaydı, dövüşmeyi bile göze almışlardı. Yürekli bir hamle onları geminin hâkimi yapacak ve Birleşik Devletler’in herhangi bir noktasına inme imkanını sağlayacaktı. Ancak, Frycollin’i hesaba katmanın gereksizliği düşünüldüğünde, iki kişinin böyle bir işin altından kalkamayacağı belliydi. Demek ki Albatros yere indiğinde kaba kuvvet yerine zekalarını kullanmaları gerekiyordu. İşte Phil Evans, zamansız bir çıkışıyla her şeyi berbat edebileceğinden korktuğu Uncle Prudent’a bunu anlatmak istiyordu. Ne olursa olsun, şimdilik zamanı değildi. Havagemisi tüm hızıyla Kuzey Pasifik’in üze -1 2 9 -
Ju les Verne
rinde süzülüyordu. 16 Haziran sabahı, yani ertesi gün kıyı gözden kaybolmuştu. Oysa kıyı Vancouver Adasfndan, 1867’de Rusların Amerikalılara bıraktıkları Aleut Takımadalarıma kadar bir yay şeklinde uzandığına göre. Albatros yönünü değiştirmezse, bu eğriliğin uç nostasına teğet geçecekti. Geceler iki baloncu için geçmek bilmiyordu! Bu yüzden sabahları çoğunlukla odalarını terk etmekte aceleci davranıyorlardı. O sabah, güverteye çıktıklarında şafağın ufku aydınlatmasının üzerinden birkaç saat geçmişti. Haziran gündönümûne yaklaşılıyordu, kuzey yarımkürede ve altmışıncı paralelin altında en uzun gün yaşanacaktı. Mühendis Robur’e gelince, alışkanlıktan ya da belli bir amaçla olsa gerek, dışarı çıkmak için acele etmiyordu. O gün konuklarıyla arka güvertede karşılaştığında, yalnızca onlan selamlamakla yetinmişti. Bu arada, gözleri uykusuzluktan kan çanağına dönmüş olan Frycollin, şaşkın bakışları ve titrek bacaklarıyla, her şeyi göze alarak odasından çıkmıştı. Sanki ayağının altındaki zemin kayıyordu. İlk gördüğü, güven verici bir düzenlilikle çalışan tutunma aygıtlarıydı. -1 3 0 -
Fatih R obur
Sonra zenci sendeleye sendeleye korkuluğa yönelerek, sağlamlığından emin olmak için onu iki eliyle kavradı. Hiç şüphesiz
Albat-
ros’un iki yüz metre üzerinde uçtuğu ülkeyi çok merak ediyordu. Frycollin böyle bir riske atılmak için kendini hazırlamış olmalıydı, bu zor işi başarmak için cesaretini toplaması gerekiyordu. Frycollin, ilk önce geriye doğru sırt üstü uzandı ve sağlamlığını kontrol etmek için korkuluğu geriye doğru salladı, sonra doğrularak öne doğru eğildi ve başını dışanya uzattı. Tüm bu hareketleri yaparken gözlerinin kapalı olduğunu söylemeye hiç gerek yok. Ve sonunda gözlerini açtı. Korkunç bir çığlık atarak kendini geriye doğru attı! Ve başı omuzlarının arasına gömüldü! Boşluğun altında okyanusu görmüştü. Belki de saçlan kıvırcık olmasa, başının üzerinde dikileceklerdi. “Deniz!.. Deniz!..” diye haykırdı. Eğer aşçıbaşı kollannı açıp onu tuımasay dı, zenci geriye doğru kapaklanacaktı. Aşçıbaşı bir Fransız’dı, adının François Ta page olmasına ragmen belki de Gaskonya -131-
Ju les Ver ne
lı’ydı. Gaskonyalı olmasa bile büyük bir ihtimalle çocukluğunda Garonne’un meltemlerini solumuştu. Peki nasıl olmuştu da bu François Tapage Robur’le tanışmış ve hangi tesadüfler zinciri sonunda Albatros'un mürettebatına dahil olmuştu? Bunu kimse bilmiyordu. Her ne olursa olsun, bu kurnaz adam İngilizceyi tıpkı bir Yanki gibi konuşuyordu. “Haydi! Ayağa kalk, ayağa!” diye haykırdı, zencinin böğrüne şiddetli bir darbe indirerek. “Üstat Tapage!..” diye yanıtladı zavallı zenci, umutsuzca pervanelere bakarak. “Lütfen, Frycollin!” “Ara sıra bozuldukları oluyor mu?” “Hayır, ama eninde sonunda parçalanacaklar.” “Neden?.. Neden?..” “Çünkü benim ülkemde söylendiği gibi her şey yıpranır, her şey geçicidir, her şey bozulur.” “Ya aşağıdaki deniz?..” “Düşme durumunda, denize atlamak en iyisidir.” “Ama insan boğulur!..” “Boğulur, ama hiç değilse pestili çıkmaz!” diye yanıtladı François Tapage, heceleri tek -1 3 2 -
tek vurgulayarak. Bir saniye sonra, Frycollin sürünerek odasına süzülmüştü. Havagemisi gün boyunca ortalama bir hızla, güneş ışınlarıyla yıkanan deniz yüzeyini yalayarak yoluna devam etti. Uncle Prudent ve arkadaşı, kimi zaman tek başına, kimi zaman Tom Turner ile birlikte piposunu tüttürerek güvertede dolaşan Ro bur’le karşılaşmamak için odalannda kalmayı tercih etmişlerdi. Pervanelerinin yarısının çalışması Alhatros’un atmosferin alt katmanlarında tutunmasına yetiyordu. Bu durum, mürettebatın günlük sıradan işlerine bir süre ara vererek, balık avlamanın keyfini çıkarması için bulunmaz bir fırsattı. Ancak su yüzünde, yirmi beş metre uzunluğunda, sarı karınlı birkaç balinadan başka bir şey görünmüyordu. Bu tür, kuzey denizlerindeki balinagillerin en korkuncuydu. Deneyimli balıkçılar bu güçlü balinalardan uzak durmaya dikkat ederlerdi. Bununla birlikte, gemide takımlar halinde bulunan zıpkınların, Flechter füzelerinin, bombalı mızrakların kullanılacağı düşünüldüğünde, bu av macerasının çok tehlikeli geçe -1 3 3 -
cegi söylenemezdi. Ama bu gereksiz katliamın ne anlamı vardı? Hiç kuşkusuz ki Robur bu canavarımsı yaratıkları avlayarak havagemisiyle neler yapabileceğini göstermek isıiyördu. “Balina! Balina!” haykırışları üzerine Uncle Prudent ve Phil Evans kamaralarından dışarı fırladılar. Ufukta balina gemileri olabilirdi. Bu durumda uçan hapisanelerinden kurtulmak için denize atlayarak bir sandal tarafından kurtarılmayı bekleyebilirlerdi. Şimdiden Albatros’un tüm mürettebatı güverteye dizilmiş bekliyorlardı. “Ne diyorsunuz, deneyecek miyiz üstat Robur?” diye sordu ikinci kaptan Turner. “Evet Torn,” diye yanıtladı mühendis. Makine dairesinde, makinist ve iki yardımcısı işaretlerle verilecek talimatları yerine getirmek üzere görevlerinin başındaydı. Albatros denize elli ayaklık bir mesafe kalana kadar alçaldı. Ne açıkta bir tekne, ne de iki baloncunun yüzerek ulaşabilecekleri bir kara parçası vardı görünürde. Burun deliklerinden fışkıran su ve buharın yüzeye ulaşması, balinaların soluk almak için -1 3 4 -
Fatih R obur
su yüzüne çıkacaklannın'habercisiydi. Arkadaşlarından birinin desteğini alan Tom Turner en öne yerleşmişti. Elinde, Kaliforniya’da üretilen ve bir arkebüz aracılığıyla fırlatılan bombalı bir mızrak vardı. Bu silah, ucu iğneli silindir bir bombayla sonlanan madeni bir tür silindirdi. Ön güverte gözcüsünün bölmesinde bulunan Robur, sag eliyle makiniste, sol eliyle dümenciye, manevralar için gerekli işaretleri yolluyordu. Böylece yatay ve düşey düzlemlerde havagemisinin tüm manevralarını yönetebiliyordu. Aracının büyük bir çabukluk ve isabetlilikle emirlerine uyduğunu görmek akıllara durgunluk veriyordu. Havagemisi adeta, beynini Robur’ün oluşturduğu örgenleşmiş bir yaratığa benziyordu. “Balina!.. Balina!..” diye yeniden haykırdı Tom Turner. Gerçekten de sekiz yüz metre uzakta, bir balinanın sırtı yüzeye çıkıyordu. Albatros ona
doğru yönelerek, altmış ayaklık bir mesafede durdu. Tom Turner korkuluğa bağlı bir direğin üzerinde duran arkebüzü omuzlamışıı. Silahını ateşlediğinde, mermi, bir ucu güverteye
Ju les Vem e
bağlı olan bir ipi beraberinde sürükleyerek, balinanın gövdesine saplandı. Patlayıcı bir maddeyle dolu olan bombanın parçalanmasıyla, içinden fırlayan iki uçlu zıpkın hayvanın iç organlarına sıkıca yapıştı. “Dikkat!” diye bağırdı Turner. Uncle Prudent ve Phil Evans, ne kadar rahatsız bir durumda da olsalar, bu gösteri ilgilerini çekiyordu. Ağır bir şekilde yaralanan balina kuyruğunu denize öyle şiddetli vurdu ki, sular ön güverteye kadar sıçradı. Balina dibe doğru daldığında, sürtünmeyle ateş almaması için su dolu bir gerdelin içine konulan kangal halindeki halat koyverildi. Balina yeniden su yüzeyine çıkarak, bütün hızıyla kuzeye doğru kaçmaya başladı. Albatros’un
ne büyük bir hızla onun peşin-
den gittiği kestirilebilirdi. Zaten hayvanın aracı kendisiyle birlikte sürüklemesine izin verilerek, itici pervaneler durdurulmuştu. Torn Turner, yeni bir dalışın takibi tehlikeli bir hale getirmesini engellemek için ipi kesmeye hazır bir şekilde bekliyordu. Albatros yarım
saat boyunca altı millik bir
yolu bu şekilde kat etmişti, ancak yavaş yavaş -1 3 6 -
Fatih R obur
balinanın yorulduğu hissediliyordu. O zaman, Robur’ün işaretiyle yardımcı makinistler aracı geriye doğru çalıştırarak hayvanın direncini kırmayı denediler. Biraz sonra, havagemisi onun yirmi beş ayak üstündeydi. Kuyruğu hâlâ inanılmaz bir şiddetle sulan dövüyor, sırt üstü pozisyona geçerken bedeni devasa çalkantılar yaratıyordu. Birden yukan doğru dikilerek yeniden suya daldığında, Tom Turner ipi koyverecek zamanı zor bulmuştu. Havagemisi aniden deniz seviyesine kadar sürüklendi. Hayvanın kaybolduğu yerde bir burgaç oluşmuştu. Büyük bir dalga, rüzgarın ve dalgalann üzerine yürüyen bir geminin bordasından aşar gibi, korkulukları aşarak güverteyi doldurmuştu. Bereket, Tom Turner bir balta darbesiyle ipi kesmiş, yükünden kurtulan Albatros, yükseltici pervanelerinin etkisiyle iki yüz metreye yükselmişti. Robur’e gelince, soğukkanlılığını bir an bile kaybetmeden aracını yönetmişti. Birkaç dakika sonra balina bu kez ölmüş bir halde su yüzüne çıktı. Her yandan gelerek - 137 -
Ju les Verne
cesedin üzerine üşüşen deniz kuşlarının çığlıkları kongre üyelerini bile bastıracak düzeydeydi. Bu ganimetten pay almaya niyeti olmayan Albatros batıya
doğru yoluna devam etti.
17 Haziran günü, sabah altıda ufukta bir kara parçası belirdi. Alaska Yanmadası’na ve Aleut Takımadaları’nın uzun bir mesafeye yayılmış kör kayalarına vanlmıştı. Albatros,
Aleutlulann bol miktarda bulu-
nan kürklü foklan RusAmerikan ortaklığı hesabına avladığı bu bölgeyi aşmak üzere havalandı. Altı yedi ayak uzunluğunda, yüz elli ya da iki yüz elli kilogram ağırlığındaki bu pas renkli amfibileri avlamak oldukça para getiren bir işti. Bu hayvanlar
Albatros’un
geçişinde yerle-
rinden kımıldamasalar da, dalgıçkuşlan için aynı şeyi söylemek mümkün değildi; korkunç bir hava yaratığı tarafından tehdit edilircesine gökyüzünü boğuk çığlıklarıyla doldurarak hemen suyun altına dalmışlardı. Ilk Aleut adalarından Kamçatka’nın en uç noktasına dek uzanan iki bin kilometrelik Bering Denizi, o gün ve izleyen gece boyunca geride bırakılmıştı. Uncle Prudent ve Phil
Fatih Robur
Evans’ın kaçış planlarını hayata geçirmeleri için koşullar uygun değildi. Kuzey Asya’nın en uç bölgelerinde ya da Ohotsk Denizi’nin kıyılarında, bu girişimin başarı şansı hiç yoktu. Görünen oydu ki Albatros Japon ya da Çin topraklarına doğru gidiyordu. Kendilerini Çinlilerin ya da Japonların insafına terk etmeleri hiç temkinli bir davranış olmasa da, hava gemisinin ilk vereceği molada kaçmayı akıllarına koymuşlardı. Acaba mola verecek miydi? Uzun bir uçuştan sonra yorulan bir kuş ya da gazı biten bir balon gibi yere inmesi gerekmiyordu. Hâlâ haftalarca yetecek kadar erzagı vardı ve sapasağlam görünen makineleriyle her tür yorgunluğa meydan okuyordu. 18 Haziran günü boyunca Petropavlosk yerleşim merkezinin ve Kiyuçevskaya Yanardağının hayal meyal görülebildiği Kamçatka Yanmadasfnın üzerinde yol aldıktan sonra, Ohotsk Denizi’ni, yüzlerce küçük kanalıyla onun için kesikli bir baraj oluşturan Kuril Adaları hizasından geçti. 19’u sabahı Albatros, Japonya’nın kuzey ucu ile Sahalin Adası arasına sıkışmış bulunan ve Sibirya’nın büyük Amur Nehri’nin döküldüğü bu küçük Manş’a -139-
Ju les Ver ne
yani Perouse Bogazı’na ulaştı. O sırada, çok yoğun bir sis tabakasıyla karşılaştılar, havagemisi bu tabakanın üzerine çıkmak zorunda kaldı. Yol almak için gerekli olduğundan değildi bu; bulunduğu yükseklikte geçişini engelleyecek yüksek bir bina ya da çarparak parçalanacağı bir dag ile karşılaşma imkanı yoktu. Az engebeli bir bölgeydi burası. Ancak bu sis hiç de hoş değildi ve güvertedeki her şey sırılsıklam olabilirdi. Şu halde, kalınlığı üç dört yüz metreyi bulan bu sis tabakasının üstüne çıkmaktan başka çare yoktu. Pervanelerin hızla çalışmasıyla Albatros yeniden
güneşin aydınlattığı bölgele-
re çıktı. Bu koşullar altında. Uncle Prudent ve Phil Evans’m kaçış planlarını bir süre daha ertelemeleri gerekecekti. O gün, Robur yanlarından geçerken, bir an durarak çok da önem vermeyen bir edayla şunları söyledi: “Baylar, çıkmayı başaramadığı bir sis bulutunun içinde kalan bir yelkenli ya da buharlı bir gemi büyük sıkıntılar yaşar. Düdüğün ya da sis borularının desteği olmadan ilerleyemez. Hızını kesmek zorundadır ve alınan on -1 4 0 -
Fatih R obur
ca önleme ragmen her an bir çarpışmanın tehdidi altındadır. Albatros'un bu tür kaygıları hiç yoktur. Bütün gökyüzü ona aitken sis ona ne yapabilir ki?” Robur bunları söyledikten sonra, soru sormadığı için yanıt beklemeksizin sakin sakin gezintisine devam etti; piposunun dumanlan gökyüzünde kayboluyordu. “Uncle Prudent,” dedi Phil Evans, “bu şaşırtıcı
Albatros’un
korkacak hiçbir şeyi yok-
muş gibi görünüyor!” “Bunu göreceğiz!” diye yanıtladı Weldon Enstitüsü’nün başkanı. Sis can sıkıcı bir inatla üç gün daha sürdü. Fujiyama Dagı’nı aşmak için yükselmek gerekmişti. Nihayet bu sis perdesi açıldığında, sarayları, villalan, köşkleri, bahçeleri, parkla nyla büyük bir şehir belirdi. Robur, yüzlerce köpeğin havlamasından, yırtıcı kuşların çığlıklarından ve idam mahkumlannın cesetlerinden yayılan kokulardan bu şehri tanırdı. “Baylar,” dedi, “burasının Japonya’nın başkenti Yedo olduğunu sizden saklamam için bir neden yok.” Uncle Prudent yanıt vermedi. Mühendisin varlığı soluğunun kesilmesine yetiyordu. -1 4 1 -
“Yedo’nun görünümü," diye devam etti Robur, “gerçeklen çok ilginç.” “Ne kadar ilginç olursa olsun...” diye araya girdi Phil Evans. “Pekin’in yerini tutamaz, öyle mi?" diye tamamladı mühendis. “Tabii bu benim düşüncem, kısa bir süre sonra buna kendiniz karar vereceksiniz.” Bundan daha kibar olması beklenemezdi. Güneydoğuya doğru ilerlemekte olan batros,
Al-
doğuda yeni bir yol aramak üzere yö-
nünü dört çeyrek değiştirdi. Gece boyunca sis dağılmıştı. Barometrenin hızlı düşüşü, sisin dağılışı, gökyüzünün bakır kırmızısı zeminine yapışıp kalan elips şeklindeki iri bulutlar, karşı ufuktaki arduvaz rengi bir örtünün üzerinde açıkça beliren lal rengi uzun şeritler, kuzeydeki aydınlık geniş bir alan ve nihayet sakin denizin sularının güneşin batışında aldığı koyu kırmızı renk, yakınlardaki bir tayfunun habercileriydi. Ancak ne mutlu ki bu tayfun daha güneyde patlamış ve bu bölgeye tek etkisi yaklaşık üç gündür giderek yoğunlaşan sis dağılması olmuştu. Bir saat içinde iki yüz kilometrelik Kore -1 4 2 -
Fatih R obur
Boğazı aşılarak, yarımadanın uç bölgesi geçilmişti. Tayfun, Cin in güneydoğu kıyılarını döverken, Albatros Sarı Deniz’in üzerinde salını yördu. Ayın 22 ve 23’ünde Peçeli Köıfezi’ni, 24’ünde ise PeiHo vadisini geçen havagemisi nihayet Çin’in başkentinin semalarındaydı. Güverteden sarkan iki baloncu, Robur’ün önceden bahsettiği manzarayla karşılaştılar. Mançuların ve Çinlilerin yaşadığı bölgeleri ayıran duvarı; çevresindeki on iki kenar mahallesi; merkeze açılan geniş bulvarları; san ve yeşil çatıları yükselen güneşin ışınlarıyla yıkanan tapınakları; üst düzey görevlilerin kaldığı otelleri çevreleyen parklanyla bu büyük şehir karşılannda uzanıyordu. Mançu şehrinin ortasındaki altı yüz altmış sekiz hektarlık alanda San Şehir’in pagodalan, imparatorluk bahçeleri, yapay gölleri ve bütün şehri tepeden izleyen kömür dağı görülüyordu ve nihayet Sarı Şehir’in merkezinde, bir diğerinin içine yerleştirilmiş kare Çin topuzu biçimindeki Kırmızı Şehir, yani benzersiz mimarisinin tüm görkemiyle İmparatorluk Sarayı vardı. O anda Albatros'un altında, havaya eşsiz bir uyum hâkimdi. Adeta rüzgarın verdiği bir arp konseri işitiliyordu. Gökyüzünde, farklı -1 4 3 -
Ju les Verne
şekilleriyle palmiye yapraklarından yapılmış ve üst kısımlarındaki kemersi tahtaya bambu dalları iliştirilmiş yüzlerce uçurtma uçuyordu. Rüzgarın her nefesinde, armonikanın çeşitli notalarını yansıtan bu dallardan oldukça melankolik bir ezgi yayılıyordu. Sanki bu bölgede müzikli oksijen solunuyordu. Robur bu hava orkestrasına yaklaşma arzusuna kapıldı ve Albatros, uçurtmalardan yayılan bu ses dalgalarıyla yıkanıyordu. Ancak, bir anda altlannda büyük bir hareketlilik yaşanmaya başladı. Her yandan tamtamların ve Çin orkestralannın korkunç enstrümanlarının sesleri yükseliyor, havagemisini uzaklaştırmak üzere binlerce tüfek, yüzlerce havan topu ateşleniyordu. Çinli gökbilimciler bu uçan makinenin onca tartışmaya yol açan gökcismi olduğunu anlasalar da, en sıradan kişisinden, en üst düzey yetkilisine kadar milyonlarca Çinli, Buda’nın göğünde beliren havagemisini, kıyamet günü görüleceği söylenen canavara benzetmişti. Bu tepkiler ulaşılmaz Albatros için hiçbir tehlike oluşturmuyordu. Ancak imparatorluk bahçelerindeki kazıklara bağlanmış uçurtma ipleri kesilmiş ya da hızla geri çekilmişti. Bu -1 4 4 -
Fatih R obur
hafif aletlerden bazıları, ezgileri daha belirginleşerek hızla yere dönerlerken, bazıları kanatlarından vurulan ve şarkıları son nefesleriyle nihayetlenen kuşlar gibi düşüyorlardı. Tom Tumer’ın borazanından çıkan şaşırtıcı bir savaş havası şehrin üzerinde yayılarak, hava konserinin son notalarını bastırdı. Ancak bu, yerden açılan yaylım ateşin kesilmesine yetmemişti. Bu arada güvertenin elli altmış ayak ilerisinde bir bombanın patlamasıyla A lbatros gögün
erişilmez katmanlanna yükseldi. Takip eden birkaç gün içinde tutsakların kaçmak için yararlanacağı hiçbir gelişme yaşanmadı. Havagemisi sabit bir şekilde güneybatıya doğru ilerliyordu. Bu, Hindistan’a gidildiğinin bir göstergesiydi. Zaten arazinin gitgide yükselerek Albatros’u daha yukarılara çıkmaya zorlaması da bu durumu yeterince açıklıyordu. Pekin’den ayrıldıktan on saat sonra ÇenSi sınırında Uncle Prudent ve Phil Evans Çin Seddi’nin bir bölümünü görebilmişlerdi. Ardından Loungs tepelerini aşıp, WangHo vadisini geçtikten sonra, Tibet sınırı üzerinde, Çin İmparatorluğumu geride bıraktılar. Şimdi Albatros, bitki örtüsüz yüksek yaylaları, orda burda göze çarpan karlı dorukları.
Ju les Ver ne
kurumuş akarsu yatakları, buzların erimesinden kaynaklanan selleri, parıltılı tuz tabakaları, yemyeşil ormanlarla çevrilmiş gölleri ve hepsinin üzerinde hâkimiyetini sürdüren dondurucu rüzgarıyla Tibet’in üzerinden geçiyordu. Barometre göstergesinin 450 milimetreye düşmesi, deniz seviyesinden dört bin metre yüksekte bulunulduğunu gösteriyordu. Kuzey yanmkürede yılın en sıcak aylarının yaşanmasına rağmen, bu yükseklikte ısı sıfır derecenin üzerine hiç çıkmıyordu. İsının düşmesi, Albatros’un hızıyla bir araya geldiğinde durum katlanılmaz bir hal alıyordu. Bu durumda, iki baloncu kendilerine verilen sıcak giysilere rağmen kamaralarında kalmayı yeğliyordu. Havagemisini yoğunluğu azalmış hava tabakalarında tutmak için, tutunma pervanelerinin daha yüksek bir hızla çalışmaları gerekiyordu. Buna rağmen öyle uyumlu bir şekilde dönüyorlardı ki, kanatlarının hışırtısı ninni gibi geliyordu. O gün. Batı Tibet’teki GuariKorsum eyaletinin yönetim merkezi olan Garlok’un sakinleri, Albatros’un üzerlerinden dev bir güvercin gibi geçtiğini görebilmişlerdi. -1 4 6 -
Fatih Robur
27 Haziran’da
Uncle Prudent ve Phil Evans
karlarla kaplı birkaç doruğun hâkim olduğu ve ufku kesen olağanüstü bir engelle karşılaştılar. Her ikisi de havagemisinin ani yer değişikliklerine dayanabilmek için ön köşke sırtlarını vererek bu devasa kütleleri incelediler. Sanki
Albatros’un
önü sıra koşar adımlarla
ilerliyorlardı. “Kuşkusuz ki Himalaya,” dedi Phil Evans, “ve Robur büyük bir olasılıkla, Hindistan’a geçmeye gerek duymadan etrafından dolaşacak." “Yazık!" diye yanıtladı Uncle Prudent. “Bu geniş topraklar üzerinde olsaydık, belki biz de...” “Robur bu dağlan doğuda Birmanya’dan ya da batıda Nepal’den dolaşmaya kalkışmadıkça.” “Her ne olursa olsun, aşamayacağına bahse girerim!” “Sahi mi!" dedi bir ses. 28 Haziran günü. Albatros Zzang eyaletinin üzerinde yükselen devasa dağ zincirinin karşısındaydı. Himalaya’mn öbür yanı Nepal böl gesiydi. Hindistan’a kuzeyden gelindiğinde, peş -1 4 7 -
Ju les Verne
peşe sıralanan üç dag zinciri yolu kesiyordu. Albatrosun dev kayalıkların arasından geçen bir gemi gibi aralarından süzüldügü kuzeydeki iki dag Kuenl.un' ve Karakurum’du. Vadi boyunca Himalaya’ya paralel olarak uzanan bu sıradağlar, bandaki Indus ve doğudaki Brahmaputra ırmaklarının havzalarının kesiştiği noktada sona eriyorlardı. Ne eşsiz bir dag sistemiydi! Şimdiye dek ölçülen iki yüzden fazla tepenin on yedisinin yüksekliği yirmi beş bin ayağı aşıyordu. Albatros’un önünde, sekiz bin sekiz yüz kırk metre yüksekliğindeki Everest Tepesi belirdi. Sağında sekiz bin iki yüz metrelik Dwalaghiri, solunda ise sekiz bin beş yüz doksan iki metrelik doruğuyla, Everest’ten sonra en yüksek ikinci tepe unvanını alan Kinçencunga uzanıyordu. Kuşkusuz ki Himalaya’nın geçitlerini yakından tanıyan Robur’ün bu zirveleri aşmak :bi bir niyeti yoktu, Schlagintweit kardeşlerin j s^ö'da aştıkları altı bin sekiz yüz metrelik 11 ıGamin Geçidi’ni seçerek, kararlı bir şekilde yoluna devam etti. Solukları kesen, hatta katlanılmaz birkaç saat boyunca hava yoğunluğunun azalması, 1 Karanlık Dağlar (ç.n ) -1 4 8 -
Fatih R obur
kamaralarda bulunan oksijen takviye edici aygıtların kullanılmasına yol açmadıysa da, ortalığı dayanılmaz bir soğuk kaplamıştı. Ön güvertedeki Robur, kapüşonunun altındaki erkeksi yüzüyle, manevraları yönetiyordu. Tom Turner dümeninin başındaydı. Makinist dayanıklı bir asitten yapıldığı için donması imkansız olan pilleri dikkatle denetliyordu. Son hızla çalışan pervaneler düşük hava yoğunluğuna ragmen gitgide keskinleşen sesler çıkarıyordu. Barometre yedi bin metreye çıkıldığının göstergesi olarak 290 milimetreyi işaret ediyordu. Dağların düzensizliğinde muhteşem bir düzen vardı. Her yanda beyaz tepeler göze çarpıyordu. Hiç göl olmamasına ragmen, dag eteğinde on bin ayak derinliğe varan buzullar uzanıyordu. Hiç ot yoktu, ancak bitkisel yaşamın sürdüğü bölgelerde nadiren çiçekli bitkiler görülüyordu. Yamaçlardaki çam ve sedir ormanları tepelere çıkıldıkça kayboluyordu. Ne devasa egreltiotlarının ne de sık ormanlardaki ağaçların diplerinde görüldüğü gibi, bir ağaç gövdesinden diğerine kadar uzanan asalak bitkiler vardı. Ne bir tibeı öküzüne, ne bir yak’a. ne de yabani allara rastlanıyordu. Kimi - 149 -
Ju les Verne
zaman yolunu şaşırmış bir ceylanla karşılaşabiliyordu. Atmosferin soluk alınabilecek en son katmanlarına kadar yükselebilen kuzgunlardan başka hiçbir kuş ortalıkta gözükmüyordu. Nihayet geçit aşıldı. Albatros yeniden alçalmaya başladı. Boğazın çıkışında, ormanlık bölgenin ötesinde uçsuz bucaksız bir çöl uzanıyordu. O zaman Robur konuklarına doğru ilerleyerek, nazik bir ses tonuyla şunları söyledi: “Beyler, karşınızda Hindistan.”
10
UŞAK FRYCOLLIN’İN NEDEN VE N ASIL Y EDE ĞE ALINDIĞI ANLAŞILACAK
Aslında mühendisin aracını Hindistan’ın güzelliğine doyum olmayan bölgeleri üzerinde gezdirmek gibi bir niyeti yoklu, ancak Hi malaya’yı aşarak havagemisinin ne kadar muhteşem olduğunu göstermek ve yenilgiyi kabul etmeyenlere yenilgiyi tattırmak gibi bir amacı vardı. Şu halde, mükemmellik diye bir kavramın bu dünyaya ait olmadığı bilinse de Albafros’un mükemmel olduğu söylenebilir miydi? Bu bir süre sonra anlaşılacaktı. Her ne kadar, Uncle Prudent ve Phil Evans bu uçan makinenin gücüne hayran kalmışlarsa da, bunu belli etmemeye çalışıyorlardı. Tek düşünceleri kaçmak için uygun fırsatı yakalamaktı. Albatros göz alıcı Pencap sınırını izlediği sırada gözler önüne serilen eşsiz manzaranın bile farkında değillerdi. -1 5 1 -
Ju les Verne
Himalaya’nın eteğinde sağlığa zararlı buharlar yayarak, bölgede salgın ateşli hastalıklara neden olan bataklık bir alan bulunmaktaydı. Ancak bu durumun, Albafros’un canını sıkarak, mürettebatın sağlığını tehdit edecek bir yanı yoktu. Hiç zorlanmadan yükselerek, Hindistan’ın Çin ve Türkistan’la birleşme noktasında oluşan açıya doğru yöneldi. 28 Haziran günü sabahın ilk saatlerinden itibaren Albatros'un karşısında eşsiz Kaşmir vadisi uzanıyordu. Evet, küçük ve büyük Himalayalar arasında kalan bu boğaz eşsiz bir görünüme sahipti! Chelum havzasına kadar inen yüzlerce dag kolunun ag gibi sardığı bu vadi, Orta Asya’nın sahibi olmak için Hint ve Yunan komutanlar Poros ve İskender’in ordulannın çarpışmalarına tanık olan nehir tarafından sulanıyordu. Chelum’un hâlâ orada bulunmasına karşın, MakedonyalInın zaferinin anısına kurduğu iki şehrin yerinde yeller esiyordu. Albatros bütün sabah, daha çok Kaşmir adıyla bilinen Sriagar’ın üzerinde uçtu. Uncle Prudent ve arkadaşı, nehrin iki yanında ip gibi gerilmiş tahta köprüleri, rengarenk balkonlarla süslenmiş köşkleri, uzun kavaklarla göl-1 5 2 -
Fatih Robur
gelenmiş kıyıları, iri köstebek yuvalarını andıran çimen kaplı damları, karıncaya benzeyen sandalcıların ceviz gibi görünen sandalları sürdüğü birçok kanalları, sarayları, tapınakları, köşkleri, camileri ve kenar mahallelerin girişindeki bungalov evleriyle muazzam bir şehir gördüler. Kentin güzelliği sulardaki yansımayla ikiye katlanıyordu. Sonra, bir tepenin yamacında, tıpkı Valerien Tepesi’nin yamacındaki, Paris’in en önemli kalesiymiş gibi yaşlı HariParvata hisan yükseliyordu. “Avrupa’da olsaydık burayı Venedik zannedebilirdik,” dedi Phil Evans. “Ve Avrupa’da olsaydık,” diye cevap verdi Uncle Prudent, “Amerika’nın yolunu bulabilirdik!” Albatros
nehrin kat ettiği gölün üzerinde
fazla oyalanmadan, Chelum vadisine doğru ilerledi. Nehir seviyesine on metre kalıncaya kadar alçalarak yarım saat boyunca hareketsiz kaldı. Dışarıya uzatılan kauçuk bir boru ve akümülatörlerin ürettiği elektrik akımıyla çalışan bir pompanın aracılığıyla Tom Turner ve adamla n su gereksinimlerini karşılıyorlardı. O sırada Uncle Prudent ve Phil Evans göz -1 5 3 -
Ju les Verne
göze geldiler. Kafalarından aynı şey geçiyordu. Chelum’un yalnızca birkaç metre üzerin deydiler ve kıyı da oldukça yakındı, her ikisi de iyi yüzücüydüler, bir dalış onları özgürlüklerine kavuşturabilirdi. Suyun içinde gözden kaybolurlarsa, Robur onları nasıl yakalayabilirdi ki? Hem itici pervanelerin dönebilmesi için, aracın suyun. en az iki metre üzerinden gitmesi gerekmiyor muydu? Tüm olumlu ve olumsuz ihtimaller bir anda zihinlerine üşüşmüştü. Bu ihtimalleri bir anda tartıp biçtiler. Nihayet kendilerini tam korkulukların üzerinden suya bırakacaklardı ki, çok sayıda el omuzlarına yapıştı. Gözetlendikleri için kaçmalarına engel olunabilmişti. Bu kez karşılık vermeden teslim olmak istemişlerdi. Kendilerini tutan ellerden kurtulmaya uğraştılar, ancak Albatros’un mürettebatı hiç de yabana atılmayacak kadar güçlü havacılardan oluşuyordu. “Beyler,” dedi mühendis, “kulübünüzün üyelerinin de yerinde bir tanımlamayla belirttiği gibi Fatih Robur ve onun eşsiz Albatros'u ile yolculuk yapmanın kıvancını yaşayan hiç kimsenin gemiyi bu şekilde terk etmesine izin -1 5 4 -
Fatih R obur
verilemez! Halta şunu da ekleyeceğim ki, hiçbir şekilde terk etmesine izin verilemez!” Phil Evans arkadaşının bir şiddet gösterisine girişmesine meydan vermemek için onu kendisiyle birlikte sürükledi. Odalarına döndüklerinde her ikisi de canlarına malolsada kaçmaktan vazgeçmeyeceklerine ant içtiler. Albatros batıya doğru yoluna devam etti. Gün boyunca ortalama bir hızla seyreden ha vagemisi bir an için başkentini hayal meyal gördüğü Kâbil ülkesini ve Kaşmir’e bin yüz kilometre mesafede bulunan Herat krallığının sınırını geride bırakmıştı. İngiliz sömürgelerinin yoğun olarak bulunduğu bu bölge Rus akınlarına açık olma özelliğiyle, her an bir çatışmaya gebe gibi görünüyordu, nitekim insanlardan, bölüklerden, cephane kafilelerinden oluşan ve düzenli bir ordu için gereken her tür donanıma sahip bir topluluk belirmişti bile. Top ve tüfek sesleri duyuldu. Ancak kendisi için onur sorunu haline gelmedikçe, mühendis başkalarının işine burnunu sokmuyordu. Herat’ın Orta Asya’nın kilit noktası olması, bu kilidin anahtarının bir lngilizin ya da Rusun cebinde bulunması onu hiç ilgilendirmiyordu. Yeryüzünde -1 5 5 -
Ju les Vem e
ki çıkar çatışmaları, gökyüzünü tek yaşam alanı olarak kabul eden bu yürekli adamın umurunda değildi. Zaten ülke de, sıkça görüldüğü gibi, şiddetli bir kum fırtınasının altında gözden kaybolmakta gecikmemişti. Tebbad ismiyle anılan bu rüzgarın geçerken kaldırdığı toz, birçok mikrobu barındırıyordu. Ve sayısız kervan, fırtınanın burgaçlannda yitip gidiyordu! Albatros’a gelince, çarklarının dişlilerini bozabilecek bu toz bulutlarından kurtulmak için iki bin metre yüksekte daha sağlıklı bir ortam aramaya koyulmuştu. Bir süre sonra İran sının ve uçsuz bucaksız ovaları geride kaldı. Endişelenecek hiçbir engel olmamasına ragmen oldukça yavaş gidiliyordu. Gerçekten de haritada görülen dağların hemen hepsi orta yükseklikteydi. Yine de başkent yakınlarında bulunan ve karlı doruğu altı bin altı yüz metreyi bulan Demavend'e dikkat etmek gerekiyordu, onun arkasında ise Tahran’ın eteklerine kurulduğu Elbruz Dağları uzanıyordu. 2 Temmuz günü, güneşin ilk ışıklarıyla, samyelinin etkisi altındaki Demavend belirdi. Albatros ince bir toz bulutu ile kaplı olan -1 5 6 -
Fatih R obur
şehrin üstünden geçecek şekilde yönünü ayarladı. Sabah ona doğru, geniş hendeklerle çevrelenmiş surların ortasında, çinilerle kaplı büyük duvarları, parlak mavi firuzelerle süslenmiş havuzlarıyla Şah’m sarayı görüldü. Görüntü hızla kaybolurken, Albatros yolunu değiştirerek kuzeye yöneldi. Birkaç saat sonra İran sınınnın kuzey ucunda, ne kuzey ne de batı yönünde sonu görülmeyen geniş bir su kütlesinin kıyısında kurulmuş küçük bir şehrin üzerinde bulunuyordu. Bu şehir Rusya’nın en güneyindeki yerleşim merkezi Aşurada limanıydı. Bu su kütlesi ise Hazar Denizi’ydi. Artık toz fırtınasından eser yoktu. Bir çan kulesinin hâkim olduğu bir burun boyunca, Avrupa mimarisinden esinlenerek inşa edilmiş evler sıralanmaktaydı. Albatros okyanus seviyesinden üç yüz ayak daha aşağıda bulunan bu denize doğru alçaldı. Akşam saatlerinde Balkan Körfezi’ne doğru uzanan kıyılan bu kıyılar eskiden Türkistan’a, o sıralar Rusya’ya aitti izledikten sonra, 3 Temmuz günü Hazar Denizi’nin yüz metre üzerinde seyretmeye devam etti. -1 5 7 -
Ju les Verne
Ne Asya ne de Avrupa tarafında en ufak bir kara parçası görünmüyordu. Deniz yüzeyinde rüzgarla şişmiş birkaç beyaz yelken göze çarpıyordu. Bunlar iki direkli tekneler, kayıklar, tek direkli eski korsan gemileri, taşımacılık' ya da balıkçılıkta kullanılan basit sandallardı; biçimlerinden yerlilere ait oldukları anlaşılıyordu. Ara sıra Türk ve Rus karasularının sınırında güvenliği sağlamak için dolaşan Aşurada buharlı gemilerinin dumanı Albatros’a kadar ulaşıyordu. O sabah, aşçıbaşı François Tapage ile sohbet eden Tom Turner onun bir sorusunu şöyle yanıtlamıştı: “Evet, yaklaşık kırk sekiz saat boyunca Hazar Denizi’nin üzerinde kalacağız.” “Çok iyi!” diye yanıtladı aşçıbaşı. “Hiç kuşkusuz balık avlamak için bol zamanımız olacak!..” “Tam da söylediğiniz gibi!” İki yüz mil genişliğinde ve altı yüz yirmi beş mil uzunluğundaki bu denizde kırk sekiz saat geçirilecekse, Albatros çok düşük bir hızla seyredecek, hatta balık avları sırasında hızı sıfıra düşecek demekti. O sırada ön güvertede bulunan Phil Evans -
158 -
Fatih R obur
Tom Turner’ın bu yanıtını duymuştu. Frycollin ise hiç bitmeyen sızlanmalarıyla can sıkmaya devam ediyor ve Phil Evans’a yalvararak, efendisinin kendisinin “yere indirilmesi” konusunda aracı olmasını istiyordu. Phil Evans bu garip talebi yanıtlamayı gereksiz bularak, arka güvertede bulunan Uncle Prudent’ın yanına gitti. Orada, duyulmamak için gereken tüm önlemleri aldıktan sonra Tom Turner ve aşçıbaşı arasında geçen diyalogu Uncle Prudent’a iletti. “Phil Evans,” diye yanıtladı Uncle Prudent, “bu sefilin bizim hakkımızda neler planladığı konusunda yanıldığımızı hiç sanmıyorum.” “Kesinlikle,” dedi Phil Evans. “Canı ne zaman isterse bizi o zaman serbest bırakacak belki de hiçbir zaman!” “Bu durumda, Albatros'u terk etmek için her yolu denemeliyiz!” “İtiraf etmek gerekirse mükemmel bir araç!” “Olabilir!” diye haykırdı Uncle Prudent, “Ama unutmayın ki, bu bizi hiçbir kural tanımadan alıkoyan bir alçağın aracı. Ayrıca eğer onu yok etmeyi başaramazsak bizler için sürekli bir tehdit oluşturacak...” -1 5 9 -
Ju les Verne
“Önce kendimizi kurtarmaya bakalım!..” diye yanıtladı Phil Evans. “Sonra bunu düşünürüz!” “Kabul!” dedi Uncle Prudent, “Elimize geçen bütün fırsatları değerlendirelim. Görünen o ki Albatros Hazar Denizi’ni aştıktan sonra, ya kuzeyi takip ederek Rusya üzerinden ya da batıyı takip ederek güney ülkelerinin üzerinden geçip ederek Avrupa’ya 'raracak. Ve böy lece ayak basacağımız herhangi bir ülkeden Atlantik’e tehlikesizce ulaşabileceğiz... Bu durumda en ufak bir gelişmeyi dahi gözden kaçırmamamız gerek.” “Ama,” diye sordu Phil Evans, “nasıl kaçacağız?..” “Dinleyin,” diye yanıtladı Uncle Prudent “bazen, gece boyunca Albatros arazinin yalnızca birkaç yüz ayak üzerinde seyrediyor. Oysa güvertede bu uzunlukta pek çok halat var, biraz cesaretle, onların üzerinden kayarak...” “Evet,” diye karşılık verdi Phil Evans, “gerekiyorsa, hiç duraksamadan...” “Ben de,” dedi Uncle Prudent. “Şunu da ekleyeyim ki geceleri arka güvertedeki dümencinin dışında ortalıkta kimse görünmüyor. Ön taraftaki halatlardan biriyle, fark edil-1 6 0 -
Fatih R obur
meden aşağıya süzülmek mümkün olabilir...” “Güzel,” dedi Phil Evans, “memnuniyetle görmekteyim ki daha sakin düşünebiliyorsunuz, böylece daha sağlıklı kararlar alabiliriz. Ancak şu an Hazar Denizi’nin ortasındayız. Ufukta birçok gemi görünüyor. Albatros alçalarak, balık avı için duracak... acaba bu durumdan yararlanabilir miyiz?” “Biliyorsunuz ki sürekli olarak gözetim altındayız, hatta hiç ummadığımız anlarda bile,” diye yanıtladı Uncle Prudent, “Chelum’da o lanlan hatırlasanıza.” “Hatta geceleri bile gözetlenmediğimizi kim söyleyebilir ki?” diye karşılık verdi Phil Evans. “Yine de bu işi başarmalıyız!” diye haykırdı Uncle Prudent, “Evet, Albatros ve kaptanından kurtulmamız gerek!” İki baloncunun özellikle Uncle Pru dent’ın kontrol edemedikleri öfkeleri yüzünden güvenliklerini tehlikeye atabilecek en riskli yolları bile deneyecekleri açıkça görülmekteydi. Kendilerini güçsüz hissetmeleri, Robur’ün alaycı yaklaşımı ve tersleyici yanıtları, iki baloncunun ruh halini her geçen gün daha -1 6 1 -
Ju les Verne
olumsuz etkilemekteydi. O gün yaşanan yeni bir olay, Robur ve iki tutsağı arasında son derece can sıkıcı bir tartışmaya daha yol açacaktı. Frycollin, bu durumun sorumlusu olacağım hiç düşünmüyordu. Bu ucu bucağı belli olmayan denizin üstünde olduğunu fark ettiğinde müthiş bir korkunun pençesine düşmüştü. Tıpkı bir çocuk ya da bir zenci gibi ki öyleydi ağlayıp sızlamaya, çırpınmaya, yüzündeki garip mimiklerle kendini acındırmaya başlamıştı. “Buradan gitmek istiyorum!.. Gitmek istiyorum!” diye bagınyordu. “Ben kuş değilim!.. Uçmak için yaratılmadım!.. Beni hemen yere indirmenizi istiyorum!..” Söylemeye gerek yok ki Uncle Prudent onu sakinleştirmek için en ufak bir çaba göstermemişti. Nihayet bu çığlıklar mühendisin canına tak ettiğinde, balık avlamakla uğraşan Tom Turner ve arkadaşlanna Frycollin’i odasına kapatma emrini verdi. Ancak zenci çırpınmaya, duvarlan yumruklamaya, haykırmaya devam ediyordu. Öğle vaktiydi. Albatros deniz seviyesinin beş altı metre üzerinde bulunuyordu. Görüntüsünden ürken birkaç tekne çareyi kaçmakta -162-
Fatih R obur
bulmuştu. Hazar Denizi’nin bu bölümünün kısa süıe iğinde bomboş kalacağı ortadaydı. İki baloncunun kaçmak için kafalarını suya uzatmalarının yeterli olacağı bir ortamda, sıkı bir gözetim altında tutulmaları kaçınılmazdı. Gerçi suya atladıklarını varsaysak bile Albatros'un kauçuk filikasıyla kolayca yakalanabilecekleri öngörülebilirdi. Demek ki Phil Evans’ın eşlik etmeyi düşündüğü balık avı sırasında yapılacak bir şey yoktu. Uncle Prudent ise, bitip tükenmez öfkesiyle odasına çekilmişti. Bilindiği gibi Hazar Denizi volkanik bir çöküntüden oluşur. Bu havuza, Volga, Ural, Kura, Kuma Emba gibi büyük nehirlerin sulan dökülür. Yüzölçümü on yedi bin fersah kare olan, derinliği altmış ile dört yüz ayak arasında değişen bu denizin sulan buharlaşmayla azalmasaydı, kuzey ve doğudaki alçak ve bataklık bölgeler sular altında kalacaktı. Seviyeleri kendisininkinden bir hayli yüksek olan Karadeniz ve Aral Gölüyle hiçbir bağlantısı bulunmamasına rağmen beslediği balık sayısı onlardan aşağı kalmaz gerçi balıkların, güney ucundaki kaynaklardan karışan neftin verdiği acı tattan hoşnut olduklannı söylemek -1 6 3 -
mümkün. Balık avının günlük menülerine katacağı çeşitliliğin hayalini kuran mürettebat sevincini gizlemiyordu. “Dikkat!” diye bağırdı Tom Turner harharyası andıran kocaman bir balığı zıpkınladıktan sonra. Yedi ayak uzunluğunda mükemmel bir mersinbalıgıydı. Ruslar yumurtalarını sirke, tuz ve beyaz şarapta dinlendirerek havyar elde ediyorlardı. Denizlerdeki mersinbalıkları ır maklardakilere göre daha az lezzetli olsa da, Albatros’un güvertesinde coşkuyla karşılanmıştı. Ağlara takılan sazanlar, çapakbalıkları, somonlar, tumabalıkları ve özellikle ağzının tadını bilen zenginlerin Astrakhan’dan Moskova ve Petersburg’a canlı olarak getirttikleri çığalar' bu avı değerli hale getiriyorlardı. Bu lezzetli balıklar hiçbir taşıma masrafına gerek kalmadan doğal ortamlarından mürettebatın kazanlanna aktarılıyorlardı. Robur’ün adamları ağları neşeyle çekiyorlardı. Gaskonyalı François Tapage" ismini hak edercesine sevinç çığlıkları atıyordu. Bir saat 1 Siyah lıavyar çıkarılan mersinbalıgı türü (ylın) 2 Fransızcada güruhu patını anlamına geliyor -1 6 4 -
Fatih R obur
lik bir av havagemisinin canlı balık havuzlarının dolmasına yetmiş, havagemisi kuzeye doğru yola koyulmuştu. Bu mola sırasında Frycollin bağırıp çağırmaya, duvarları tekmelemeye, kısacası dayanılmaz bir gürültü çıkarmaya devam etmişti. “Bu uğursuz zenci hiç susmayacak!” dedi sabrı taşmak üzere olan Robur. “Sanırım şikayet etmeye hakkı var bayım!” diye karşılık verdi Phil Evans. “Evet, tıpkı benim kulaklarımı bu işkenceden kurtarmaya hakkım olduğu gibi!" diye yanıtladı Robur. “Mühendis Robur!..” dedi Uncle Prudent, güverteye gelerek. “Weldon Enstitüsü’nün başkanı!..” İkisi de karşılıklı ilerleyerek gözlerini birbirlerine diktiler. Sonra Robur omuzlarını silkerek: “İpi hazırlayın!” diye bağırdı. Tom Turner bu talimatın ne anlama geldiğini hemen kavramıştı. Frycollin odasından çıkanldı. ikinci kaptan ve bir arkadaşının zenciyi tutup, onu bir halatın ucuna sıkıca bağladıkları bir tür ağaç gerdelin içine yerleştirdiklerinde - 165-
Ju les Vem e
Frycollin’in attığı çığlıkların haddi hesabı yoktu. Bu halat, Uncle Prudent’ın bilinen planını uygulamak için kullanmayı düşündüğü halatlardan biriydi. Zenci önce asılacağını zannetmişti!.. Hayır! Yalnızca sarkıtılacak». Gerçekten de halat aracın yüz ayak aşağısına doğru sarkıtıldıgında, Frycollin kendini boşlukta sallanır buldu. Şimdi diledigince bagırabilirdi, ancak boğazına bir yumruk gibi çöken derin bir kaygı sesini soluğunu kesmişti. Uncle Prudent ve Phil Evans bu uygulamaya karşı çıktıklarında geri püskürtüldüler. “Bu çok alçakça bir davranış!” diye haykırdı Uncle Prudent, gözü dönmüş bir halde. “Sahi mi!” diye yanıtladı Robur. “Elinizdeki gücü kötüye kullanıyorsunuz! Bu durumu yalnızca sözle protesto edeceğimi sanmayın.” “Edin öyleyse!" “Bunun acısını sizden çıkaracağım mühendis Robur!” “Çıkarın bakalım Weldon Enstitüsü’nün başkanı!" - 166-
Fatih Robur
“Sizden ve adamlarınızdan!” Albatros’un adamları etraflarını sarmıştı; pek de iyi niyetli görünmüyorlardı. Robur bir el işaretiyle geri çekilmelerini emretti. “Evet, sizden ve adamlarınızdan!..” diye tekrarladı, Phil Evans’ın sakinleştirmek için boşuna çabaladığı Uncle Prudent. “Ne zaman isterseniz!” diye karşılık verdi mühendis. “Ve elimden geleni ardıma koymayacağım!” “Yeter!” dedi Robur tehdit edici bir ses tonuyla, “Yeter! Burada yeterince halat var! Susmazsanız sizi de uşağınızın yanına gönderebilirim!” Uncle Prudent korkudan değil, ama soluğu tıkandığından sustu; Phil Evans onu kamarasına götürmek zorunda kaldı. Bu arada yaklaşık bir saatten beri havada hissedilir değişiklikler olmuştu. Bir fırtınanın habercisi olan belirtiler vardı. Atmosferdeki elektrik yoğunluğu öyle bir düzeye ulaşmıştı ki, saat iki buçuğa doğru Robur daha önce hiç karşılaşmadığı bir olaya tanık oldu. Fırtınanın geldigi kuzey tarafında, çeşitli bulut tabakalarının arasındaki elektrik yükü - 167 -
Ju les Vem e
farklılığının işareti olarak ışık saçan buhar kıvrımları görülüyordu. Bu şeritlerin su yüzeyindeki yansıması, hava karardıkça parlaklığı artan binlerce ışık oluşturuyordu. Biri diğerinin önü sıra gittiğine göre, Albatros’un bu fırtına ile karşılaşmasının uzun sürmeyeceği söylenebilirdi. Ya Frycollin? O hâlâ yedekteydi yedek sözcüğü bu durumu tam anlamıyla yansıtıyor, çünkü yüz kilometre hızla giden havagemisi, sepeti geride bırakarak, halatla oldukça geniş bir açı oluşturuyordu. Şimşekler gökyüzünü ağ gibi sanp, gök gürültülerinin kopardığı gümbürtü dört bir yanı titretirken, zencinin yaşadığı korkuyu varın siz tahmin edin. Tüm mürettebat çeşitli manevralarla fırtınaya karşı koymaya çalışıyordu, kimi zaman ondan daha yükseklere çıkılması gerekiyor, kimi zaman da göğün daha alçak katmanlarına iniliyordu. Albatros
bin metrelik ortalama yüksekli-
ğinde seyrediyordu ki bir anda korkunç bir yıldırımın düştüğü görüldü; ardından, fırtınanın etkisiyle alev alev yanan bulutlar havage -
168-
Fatih R obur
misinin üzerine yöneldiler. Bunun üzerine Phil Evans Frycollin’in bağışlanarak yeniden gemiye alınması için ricada bulundu. Ancak Robur bu talebe gerek kalmadan talimatlarını vermişti bile. Havacılar gerdeli çekmeye çalıştıkları sırada, tutunmayı sağlayan pervanelerde açıklanamayan bir yavaşlama hissedildi. Robur hızla orta köşke doğru atıldı: “Daha çabuk!.. Daha çabuk!..” diye makiniste bağırdı. “Hızla fırtınadan daha yükseğe çıkmalıyız!” “Üstat, bu imkansız!” “Ne oldu?” “Akımın iletiminde aksaklık var!..” Ve Albatros gözle görünür bir şekilde alçalmaya başlamıştı. .Fırtınalı havalarda, telgraf tellerinde karşılaşılan bu sorun havagemisinin akümülatörlerinde yaşanıyor, akım iletimi tam olarak sagla namıyordu. Ancak telgraf söz konusu olduğunda sıradan bir aksilik olarak kabul edilecek bu durum, Albatros için büyük bir tehdit oluşturuyor ve onun kontrolden çıkmış bir şekilde denize doğru sürüklenmesine neden -
169 -
oluyordu. “Bırak alçalsın,” diye bağırdı Robur, “önce elektrik yüklü alandan çıkalım! Haydi çocuklar, soğukkanlılığınızı yitirmeyin!” Mühendis nöbet yerine geçmişti, adamlarıysa, kaptanlarının emirlerini yerine getirmeye hazır bir halde görev yerlerindeydiler. Birkaç yüz ayak alçalmış olmasına ragmen Albatros hâlâ, havai fişekler gibi çarpışan şimşeklerin arasında, akım yüklü bulutlann içine gömülmüş bir halde bulunuyordu. Araca yıldırım çarpması işten bile değildi. Pervanelerin hızı daha da yavaşlıyordu; o âna kadar yaşanan hızlı iniş yerini korkunç bir düşüşe bırakabilirdi. Böyle giderse, bir dakikaya kalmadan deniz seviyesine ulaşması kaçınılmazdı. Bir kez suya gömülürse, hiçbir güç onu oradan çıkaramazdı. Birden elektrikli bulutlar Albafros’un üzerinde belirdi, havagemisi dalgaların doruğuna ancak altmış ayak mesafedeydi. İki ya da üç saniye sonra sular altında kalacaktı. Ancak, uygun zamanın geldiğini anlayan Robur hızla orta köşke dalarak ayar kollarına atılmış, çevredeki havanın artık eıkisizleştire -1 7 0 -
Fatih R obur
medigi pilleri devreye soktuğu anda pervaneler eski hızına kavuşmuş, düşüş durmuştu. İtici pervaneler Albatros’u fırtınadan uzaklaştırırken, araç her zamanki yüksekliğine çıkmıştı. Söylemeye gerek yok ki birkaç saniye için de olsa Frycollin sıkı bir banyo yapmıştı. Gemiye geri alındığında, sanki denizin dibine dalmış kadar ıslanmıştı. İnanılacak gibi değildi, ama hiç sesi çıkmıyordu. Ertesi gün, 4 Temmuz’da Albatros Hazar Denizi’nin kuzey sınırını geride bırakmıştı.
11
UNCLE PRUDENT’IN ÖFKESİ HIZIN KARESİYLE DOĞRU ORANTILI O LAR AK ARTIYOR
U n c le Prudent ve Phil Evans tüm kaçış umutlarını önlerindeki elli saat için bir kenara bırakmak zorunda kalabilirlerdi. Robur Avrupa’yı geçerken tutsaklarının kaçmasının daha kolay olacağından kuşku duyuyor olabilir miydi? Bu mümkündü. Zaten bunun için her yolu deneyeceklerini biliyordu. Ne olursa olsun kaçmak için atılacak en ufak bir adım bile intihar etmekten farksız olacaktı. Saatte yüz kilometre hızla giden bir ekspresten atlamaya hayatını tehlikeye atmak denebilirdi belki ama, bunu iki yüz kilometrelik bir hızda denemek ölümü istemek anlamına gelirdi. Oysa, Albatros’un hızı sahip olduğu azami hız tam da buydu. Saatte yüz seksen kilometreyi bulan kırlangıcın uçuş hızının üzerin -1 7 2 -
Fatih Robur
deydi bu. Bir sûreden beri, kuzeydoğu rüzgarları sürekli olarak batıya doğru giden Albatros için oldukça elverişli esiyordu. Ancak bu rüzgarın dinmeye başlamasıyla güvertede tutunmak ve havagemisinin hızı yüzünden soluk almak giderek güçleşiyordu. Hatta bir ara hava onları köşkün bölme duvanna yapıştırmasaydı, iki baloncu az kalsın aşağıya uçacaklardı. Bereket dümenci bölmesinin lombozlan arasından onları fark etmiş ve zille arkadaşlarını haberdar etmişti. Böylece içlerinden dördü sürünerek arkaya doğru ilerlemişlerdi. Bir fırtına esnasında gemide ayakta durmaya çalışmış olanlar, bu basıncın şiddetini kolayca anlayacaklardır. Yalnızca aradaki tek fark, burada basıncın yaratıcısının, tarifsiz hızıyla Albatros'un ta kendisi olmasıydı. Sonunda Uncle Prudent ve Phil Evans’ın kamaralanna dönebilmeleri için hızı kesmek gerekmişti. Mühendisin söylediği gibi, köşklerin içinde rahatça soluk alabilmek için son derece uygun bir ortam vardı. Ancak böyle bir hıza ulaşabilmesi için bu aracın olağanüstü bir dayanıklılığa sahip ol-1 7 3 -
Ju les Ver ne
ması gerekliydi! ü n ve arka itici pervanelere gelince, döndüklerini görmek bile mümkün olmuyor, sonsuz bir nüfuz etme gücüyle tabakalarına tutunuyorlardı. Albntros’un güvertesinden görünen en son şehir, Hazar Denizi’nin kuzey ucundaki Astrakhan olmuştu. Çöl Yıldızı hiç kuşkusuz bir Rus şairi ona bu adı vermişti şimdi birincilik özelliğini kaybetmiş; beşinci, altıncı sıraya düşmüştü. Bu sade yönetim merkezinin bir an için de olsa, gereksiz yere mazgallarla çevrilmiş yüksek duvarlarını, kent merkezindeki eski kulelerini, camilere bitişmiş modem kiliselerini, beş kubbesi gökyüzünden kesilip alınmışa benzeyen mavi yıldızlarla süslenmiş katedralini görmek mümkün olmuştu bunların tamamı Volga ağzı hizasında yer almaktaydı. O andan itibaren, Albatros’un uçuşu, gö ğün yüksek katmanlarında bir tür at yolculu-
ğuydu sanki; tek bir kanat çırpışıyla bir fersah yol alan efsanevi kartal başlı atı andırıyordu. 4 Temmuz günü, sabah onda, havagemisi Volga vadisini izleyerek yönünü batıya çeviriyordu. Nehrin iki yanında, Don’un ve Ural’ın stepleri uzanıyordu. Bu uçsuz bucaksız top -1 7 4 -
Fatih R obur
raklarda göz gezdirmek mümkün olsa da, şehir ve köyleri sayabilmek için zaman çok kısıtlıydı. Akşam çöktüğünde, havagemisi Kremlin’in bayrağım selamlamaya bile fırsat bulamadan Moskova’yı geride bırakıyordu. On saat içinde, Astrakhan’ı tüm Rusya’nın eski başkentine bağlayan iki bin kilometrelik yol aşılmıştı. Moskova’dan Petersburg’a uzanan demiryolu hattı bin iki yüz kilometre uzunlugun daydı. Yani bu, Albatros için yanm günlük bir mesafeydi. Gerçekten de tıpkı bir ekspres gibi sabah ikide Petersburg’a ve Neva kıyılarına ulaşılmıştı. Gecenin aydınlığı, haziran güneşinin nadiren göründüğü bu yüksek enlem derecesinde bir an için bu büyük başkenti görme fırsatını vermişti. Sonra sırasıyla Finlandiya Körfezi’ni, Abo Takımadalan’nı, Baltık Denizi’ni, Stockholm enleminde İsveç’i, Christiania1 enleminde Norveç’i aşmak mümkün olmuştu. İki bin kilometrelik bir yolu kat etmek için yalnızca on saat yeterli olmuştu! Gerçekten de fırlatma kuvveti ve yerçekimi kuvvetinin bileşkesine eşit olan hızıyla Albatros’un sabit bir yörüngede tutunarak yoluna devam etmesine engel 1 Oslo'nun 1924'ıen önceki adı. (ylın.) -1 7 5 -
Ju les Veme
olunamayacağı artık kabul edilmeliydi. Bununla birlikte Norveç’teki ünlü Rjukan fas Şelalesinin tam üzerinde durmuştu. Zirvesi Telemark bölgesinin eşsiz güzelliklerine hâkim olan Gousta, sanki batıya geçişi engelleyecek bir sınırtaşı gibi karşıda dikiliyordu. Ve bu noktadan itibaren Albatros hiç duraksamadan ve hızını değiştirmeden güneye doğru yöneldi. Peki bu inanılmaz yolculuk sırasında Frycollin ne yapıyordu? Kamarasının köşesinde sessizce bekliyor, yemek saatleri dışında elinden geldiğince uyumaya çalışıyordu. François Tapage ona eşlik ediyor, yaralarını deşmekten geri dürmüyordu. “Hey! Evlat,” diyordu, “artık hiç bağırmıyorsun!.. Yine de canını sıkma!.. İki saat gerdelde kalman hiç fena olmadı!.. Bu hızımız sayesinde, romatizmalara iyi gelecek bir banyo yapmış oldun!” “Sanırım düşüp, parçalanmak üzereyiz!” diye tekrarlayıp duruyordu Frycollin. “Belki de yürekli dostum! Ama öyle hızla gidiyoruz ki, düşmeye zamanımız olmayacak!.. İşte bu içini rahatlatabilir!" “Bu doğru mu?” -1 7 6 -
Fatih R obur
“Gaskon sözü!” François Tapage gibi abartmaksızın gerçeği söylemek gerekirse, bu hıza ragmen tutunma pervaneleri tam kapasite çalışmıyordu. Albatros gökyüzünde bir Congreve1 füzesi gibi süzülüyordu. “Bu daha çok sürecek mi?” diye sordu Frycollin. “Çok mu?.. Hayır!” diye yanıtladı aşçıbaşı, “yalnızca bir ömür boyu!” “Olamaz!” diye haykırdı zenci, sızlanmala nna yeniden başlayarak. “Dikkat et Fry dikkat et!” diye bağırdı François Tapage, “Üstat duyarsa, yeniden ge doemi boylayabilirsin!” Bu tehdit üzerine Frycollin iç çekişlerini de ikişer ikişer ağzına doldurduğu lokmalar gibi yutmak zorunda kaldı. Bu arada yakınmanın faydasız ve kaçmanın hayal olduğunu anlayan Uncle Prudent ve Phil Evans yeni bir karar almışlardı. Yeryüzüne ayak basmak mümkün olmasa da, dünya sakinlerine kaybolduklarından beri başlarından geçenleri, kim tarafından kaçırıldıklarını, hangi uçan makinede zorla tutulduklannı bil 1 Congreve (Sir William): Ingiliz topçu subayı. Adını taşıyan füzeler icat etmiştir, (ylın.) -1 7 7 -
Ju les Veme
diremezler miydi? Belki de bu şekilde galeyana gelecek olan dostları yürekli bir girişimle onları Robur’ün elinden kurtarabilirlerdi. Bildirmek?.. Ama nasıl? Bir şişenin içine battıkları yeri belirten belgeyi yerleştirerek denize bırakan denizcileri taklit mi etmeliydiler? Ancak etrafta deniz yerine hava vardı, şişenin yüzmesi imkansızdı. En fazla bir yayanın başına düşüp, kafasını kıracak ve belge kimseye ulaşmayacak». Sonuç olarak, iki baloncunun bundan başka çareleri yoktu, bunun için Albafros’un şişelerinden birini feda edeceklerdi ki, Uncle Pru dent’ın aklına başka bir fikir geldi. Bilindiği gibi enfiye kullanıyordu, daha beteri olmadıkça bu küçük Amerikan kusuru hoş görülebilirdi. Bu özelliğinden dolayı yanında şimdi boş olan bir enfiye kutusu vardı. Eğer bu alüminyum kutuyu aşağıya fırlatırlarsa, onu bulan dürüst bir yurttaş polis merkezine götürerek teslim edecek, böylece Fatih Robür’ün iki kurbanının durumu hakkında bilgi sahibi olunabilecekti. Evet yapılması gereken buydu. Not kısaydı, ama lüzumlu tüm bilgileri ve Weldon Ens titüsü’nün adresini içeriyordu; ayrıca notun -1 7 8 -
Fatih R obur
Weldon Enstitüsü’ne ulaştırılması rica ediliyordu. Uncle Prudent notu yerleştirdikten sonra, düşerken açılmaması ve yere çarptığında da parçalanmaması için enfiye kutusunu yün bir sargıyla sıkıca bağladı. Yapılacak tek şey uygun zamanı beklemekti. Aslında bu inanılmaz Avrupa yolculuğu sırasında işin en.zor yanı, aşağı uçma riskini göze alıp, köşkten çıkarak kimseye görünmeden güvertede sürünmekti. Diğer yandan kutunun herhangi bir denizin, körfezin, gölün ya da bir su birikintisinin üzerine düşmemesi gerekiyordu. Bununla birlikte, iki baloncunun bu yöntemi kullanarak dünya sakinleriyle iletişime geçmesi imkansız değildi. O sırada hava henüz aydınlıktı, geceyi bekleyerek, hızın yavaşlamasından ya da bir moladan faydalanmak daha uygun olacaktı. Belki o zaman küpeşteye ulaşarak kutuyu aşağıya bırakabileceklerdi. Zaten bu koşulların hepsi uygun olsa bile, en azından o gün projeyi uygulamak mümkün değildi. Gerçekten de Gousta Dağı hizasında Nor-1 7 9 -
Ju les Verne
veç’i terk eden Albatros güneye yönelmişti. Avrupa’dan Paris’e doğru uzanan O meridyenini' izliyordu. Kuzey Denizi’ni geçerken İngiltere, Hollanda, Fransa ve Belçika arasında taşımacılık yapan binlerce gemide şaşkınlık uyandırmaktan geri kalmamıştı. Eğer kutu bu gemilerden birinin güvertesine düşmezse, denizin dibini boylayabilirdi. Uncle Prudent ve Phil Evans daha elverişli koşulları beklemek zorunda kalmışlardı. Belki de iyi olmuştu, çünkü bekledikleri bu fırsat çok yakında karşılarına çıkacaktı. Gece onda. Albatros Dunkerque üzerinde, Fransa semalarmdaydı. Gece oldukça karanlıktı. Bir an için GrisNez ve Douveres fenerlerinin karşılıklı olarak PasdeCalais Bogazı’nı aydınlattıkları görüldü. Sonra Albatros, ortalama bin metrelik bir yükseklikte Fransa’nın üzerinde süzülmeye başladı. Hızı hiç azalmamıştı. Kuzey Fransa’da yoğun bir şekilde bulunan kentlerin, kasabaların ve köylerin üzerinden bir bomba hızıyla geçiyordu. Paris meridyeninden hiç sapmadan Doullens’i, Amiens’i, Creil’i, SaintDenis’yi geride bırakarak, gece yansına doğru “İşıklı Şe 1Jules Verne burada bir yanılgıya düşüyor, çünkü Paris 2. meridyen üzerinde, (ç.n.) - 180 -
Fatih R obur
hir” lakabını sakinleri uyuduğunda bile hak e den keme ulaştı. Mühendisin nasıl bir fanıazinin etkisiyle Paris’in üzerinde mola verdiği bilinmese de Albatros'un
bu ünlü şehrin birkaç yüz ayak
üzerinde durduğu kesindi. O zaman Robur kamarasından çıktı ve biraz hava almak için mürettebatıyla birlikte güverteye geldi. Uncle Prudent ve Phil Evans kendilerine sunulan bu mükemmel fırsatı kaçırmak istemiyorlardı. Her ikisi de odalannı terk ettikten sonra, yalnız kalmaya çalışarak, harekete geçmek için uygun zamanın gelmesini beklediler. Dev bir pislikböcegini andıran Albatros büyük şehrin üzerinde ağır ağır ilerliyor, Edi son’un lambalanyla ışıl ışıl parlayan bulvarları izliyordu. Caddelerde gezinen arabaların ve Paris’e açılan demiryollannda çalışan trenlerin gürültüsü havagemisine kadar ulaşıyordu. Sonra sanki Pantheon anıtına ya da Invalides haçına çarpmak istercesine yüksek binaların seviyesine kadar alçalarak, Trocaddro’nun iki minaresinden,
ChampsdeMars’ın
büyük
yansıtacıyla bütün şehri aydınlatan kulesine kadar süzüldü. Bu hava gezintisi, bu gece kuşu aylaklığı -1 8 1 -
Ju les Verne
yaklaşık bir saat sürdü. Sanki bu sonu gelmez yolculuğa yeniden başlamadan önce kısa bir mola verilmişti. Mühendis Robur gökbilimcilerinin daha önce hiç karşılaşmadıkları bu gökcismini Parislilere göstermek istemiş, Albatros’un fenerlerini yaktırmış». İki parlak ışık demeti şehrin meydanlarını, parklarını, bahçelerini, saraylarını tarayarak ufkun bir ucundan diğerine kadar bütün kenti aydınlatıyordu. Kuşkusuz bu kez Albatros görülmüştü Torn Turner’ın, borazanıyla çaldığı yüksek volümlü ezgi göz önüne alınırsa, yalnız görülmekle kalmamış, duyulmuştu da. Tam o sırada Uncle Prudent avcunu açarak, enfiye kutusunu aşağıya bırakmış, yine aynı anda Albatros hızla yükselmeye başlamıştı. O zaman aşağıda toplanan kalabalıktan, Paris semalannın yüksek katmanlarına kadar ulaşan çok yaşa sesleri yükseldi. Birden havagemisinin fenerleri söndü. A l batros yeniden
eski sessizliğine ve karanlığına
gömüldü, kısa bir süre sonra da saatte iki yüz kilometrelik hızıyla yoluna devam etti. Fransa’nın başkentinde görülebilenlerin hepsi buydu. -
182-
Fatih R obur
Sabahın dördünde Albatros tüm Fransa’yı kat etmiş, sonra Plreneler ya da Alpler’de zaman kaybetmemek için Provence’a yönelerek Antibes Burnu’na varmıştı. Saat dokuzda Ro ma’daki SanPietro Kilisesi’nin terasına toplananlar üstlerinden geçen bu garip aracı görerek şaşakalmalardı. İki saat sonra, Napoli Körlezi’ni geride bırakan Albatros, Vezüv’ün kara duman kıvrımlarının üzerinde salınıyordu. Nihayet Akdeniz’i eğik bir açıyla kat ettikten sonra, öğleden sonra saat birde Tunus kıyılarındaki liman gözcüleri tarafından fark e dildi. Amerika’dan sonra Asya! Asya’dan sonra Avrupa! Bu inanılmaz araç yirmi üç günden az bir zamanda, otuz bin kilometreden fazla yol almıştı! Ve işte şimdi de Afrika’nın bilinen ya da bilinmeyen bölgelerinin üzerinde süzülüyordu! Belki de düşüşünden sonra, ünlü enfiye kutusunun başına gelenleri öğrenmek isteyenler vardır. Kutu, Rivoli caddesi 210 numaranın karşısına düşmüş, ve gecenin o saatinde yoldan geçen kimse olmadığı için ancak ertesi sabah dürüst bir çöpçü kadın tarafından bulunmuş- 183 -
Ju les Verne
tu. Polis merkezine getirildiğinde, önce bomba sanılmış, bağları büyük bir titizlikle çözülmüş, dikkatle açılmıştı. Aniden bir tür patlama yaşanmıştı... Polis şefinin engelleyemedigi şiddetli hapşırığıydı bu. Sonra kağıt kutudan çıkarılmış ve büyük bir şaşkınlıkla şunlar okunmuştu: “Philadelphia’daki Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreteri Uncle Prudent ve Phil Evans, mühendis Robür’ün Albatros isimli ha vagemisinde zorla alıkonmuş durumdadır. “Bu notun dostlarımıza ulaştırılması önemle rica olunur. U.P. ve P.E.” Nihayet, anlaşılmaz bu olay, iki dünya halklanna açıklanmıştı. Yeryüzündeki çeşitli gözlemevlerinde araştırmalarını sürdüren pek çok bilimadamı böylece huzura kavuşmuştu.
12
ROBUR SANKİ MONTHYON ÖDÜLLERİNDEN BİRİNİ ELDE ETMEK İSTER GİBİ DAVRANIYOR
Aib atros'u n dünya
turunun bu aşamasında
şu soruların cevaplarını merak edenler haksız sayılmazlar: Şu âna kadar isminden başka bir şey bilinmeyen bu Robur kimin nesiydi? Bütün hayatı gökyüzünde mi geçiyordu? Havagemisi hiç dur durak bilmez miydi? Dinlenme gereksinimi için olmasa bile en azından ikmal gereksinimi için kullandığı gizli bir sığınağı yok muydu? Böyle olması pek şaşırtıcı olurdu, çünkü en güçlü kuşların bile, bir yerlerde bir yuvası bulunurdu. Dahası, mühendis can sıkıcı iki tutsağına ne yapmayı düşünüyordu? Gücünü kullanarak onları sonsuz bir hava yolculuğuna mahkum etmeye mi niyetliydi? Belki de onları Afrika'nın, Güney Amerika’nın, Avustralya’nın, Hint -1 8 5 -
Ju les Ver ne
Okyanusu’nun, Atlantik’in, Pasifik’in üzerinde dolaştırdıktan sonra serbest bırakırken şunları mı söyleyecekti: “Beyler, umanm bundan sonra ‘havadan daha ağır’ konusunda daha az kuşkucu olursunuz!" Şimdilik geleceğin sırrını çözecek bu sorulara yanıt vermek imkansız. Belki bir gün her şey açığa çıkacak! Her ne olursa olsun, Robur kuşunun Afrika’nın kuzey sınırında yuva aramak gibi bir derdi yoktu. Onun tek istediği akşam saatlerini Bon Bumun’dan, Kartaca Bumu’na dek uzanan Tunus krallığının topraklan üzerinde geçirmekti. Kimi zaman, uçuyor, kimi zaman keyfince süzülüyordu. Bir süre sonra iç bölgelere doğru ilerleyerek Mecerde vadisinin kaktüs ve zakkum agaçlannın altına gizlenmiş rı sulan
sa-
üzerinde yol aldı. O sırada telgraf tel-
lerinin üzerine sıralanmış yüzlerce muhabbet kuşu sanki iletilen mesajları kanatlannın altında yerine ulaştırmak istermiş gibi havalandılar. Hava karanrken Albatros Krumirye sınırına varmıştı ve eğer hâlâ yaşayan bir Krumir varsa, bu devasa kartalın görüntüsü karşısında topra -1 8 6 -
Fatih Robur
ga kapanıp Tann’dan yardım dilemekten geri durmazdı. Ertesi sabah, önce çevresindeki sevimli tepeleriyle Böne, ardından da, şimdilerde küçük bir Cezayir olan Philippeville görünmüştü, kemerli yeni rıhtımları, yemyeşil bag kütüklerinin tüm kırlık alanı kapladığı bağlarıyla sanki Bordeaux'dan ya da Bourgogne’dan kesilip alınmış ve oraya monte edilmişe benziyordu Philippeville. Büyük ve küçük Kabiliye üzerindeki beş yüz kilometrelik gezi öğlene doğru Cezayir’deki Kasba semalarında sona erdi. Havagemisi nin yolcuları için ne eşsiz bir manzaraydı! Ma tifu ve Peskad burunları arasındaki bu koyu, saraylar ve villalarla bezenmiş bu bölgeyi, bağlarla süslenmiş bu kıvrımlı vadiyi, transatlantiklerin küçük buharlı gemiler gibi gözüktüğü bu masmavi Akdeniz’i izlemeye doyum olmuyordu. Böylece, gecenin ilk yıldızları arasında süzülen Albatros’u görmek için sakinlerinin kalenin bahçelerine toplandığı göz alıcı Oran’a vanldı. Uncle Prudent ve Phil Evans mühendis Ro bur’ün hangi heveslerin tutsağı olarak Cezayir topraklannın Fransız gölü unvanını, hak eden -1 8 7 -
Ju les Verne
bir denizin diğer yanındaki Fransız topraklarının bu uzantısının üzerinde gezindiğini anla yamadılarsa da, güneşin batmasından iki saat sonra heveslerinin doyuma ulaştığına karar verdiler. Dümencinin dümene müdahalesiyle Albatros
güneydoğuya yöneldi. Ertesi sabah
Telin dağlık kesimi geride kalmıştı, güneş Sahra Çölü’nün kumlarının üzerine doğuyordu. 8 Temmuz gününün güzergahı şüyleydi: Aguat gibi, çölün sınırında, Sahra’nın fethini kolaylaştırmak üzere kurulmuş olan G6ryville kasabası geçildikten sonra, şiddetli bir rüzgarın etkisi altındaki Stillen Boğazı aşıldı. ros çölü
Albat-
geçerken yeşil vahaların üzerinde oya-
lanıyor, akbabalarla karşılaştığında onları geride bırakmak için hızlanıyordu, hatta on beşer li gruplar halinde havagemisine saldırarak, Frycollin’in ödünü patlatan bu tehlikeli kuşları uzaklaştırmak için çoğu zaman ateş açmak gerekiyordu. Akbabalar buna korkunç çığlıklar atarak ya da gaga ve ayak darbeleriyle karşılık veriyorlarsa da, vahşilikte onlardan aşağı kalmayan yerliler de tüfek mermilerini Albatros’tan hiç esirgemiyorlardı, özellikle yeşil ve mor iskeleti beyaz mantosunun altından görünen Tuz Dağı
Fatih R obur
aşılırken lüfek sesleri hiç kesilmemişti. Aklarında göz alabildiğine Sahra uzanmaklaydı. Abdiilkadir’in kamplarının kalıntıları hâlâ duruyordu. Avıupalı seyyahlar için tehlikeli bir bölgeydi burası, özellikle de BeniMzal konfederasyonu. Albatros,
okyanus yüzeyindeki deprem dal-
galarını andırırcasına, lopragın üzerinde kızıl bir kum dalgalanması yaratan samyelini savuşturmak için yükselmek zorunda kaldı. Sonra AynMassin’in serin ve yeşil vadilerine dek uzanan ıssız Çebke yaylaları, siyahımtırak lavların kırmataşlarını sergilediler. Bunca doğal güzelliğin bir arada görülebileceği kimsenin aklına gelemezdi. Ağaç ve çalılarla kaplı tepelerin ardından dalgalanmaları Arap maşlakları na benzeyen, uzun grimtırak dere kıvrıntıları geliyordu. Uzakta çalkantılı sularıyla nehirler, palmiye ormanları, dini lider, büyük derviş Si di Chick’in yaşadığı caminin etrafındaki tepecikle kümelenmiş küçük kulübeler görülüyordu. Akşama doğru, yer yer büyük kum tepelerinin yer aldığı engebesiz bir arazinin üzerinden geçildi, eğer Albatros yere inmek isteseydi, Uargla vahasının geniş palmiye ormanları ara -1 8 9 -
Ju les Veme
sında büzüşüp kalmış olan bu çukur bölge bu iş için oldukça elverişli olacaktı. Şehir, üç farklı mahallesi, sultanın eski sarayı, tahkim edilmiş bir tür Kasbah’ı, güneşte pişen tuğladan evleri ve vadide açılmış artezyen kuyulanyla net bir şekilde görülüyordu, havagemisinin su gereksinimi buradan karşılanabilirdi. Ancak olağanüstü hızı sayesinde, Afrika çöllerinin ortasında bile depoları hâlâ, Keşmir vadisinde C helum’dan çekilen sularla doluydu. Acaba Albatros, Uargla vahasını paylaşan Araplar, Mozablılar ve zenciler tarafından görülmüş müydü? Mermileri araca ulaşamadan yere düşen yüzlerce tüfeğin patlamasına bakılırsa buna hiç şüphe yoktu. Gece olduğunda, F£licien David’in şiirsel bir ifadeyle anlattığı gibi, çölün üzerini büyük bir sessizlik kaplamıştı. ilerleyen saatlerde, 1859’da, biri gözüpek Fransız Duveyrier tarafından bulunmuş olan ElGolea yolları kesilerek, güneybatı yönünde ilerlemeye devam edildi. Gece oldukça karanlıktı. Projesini Duponc hel’in çizdiği, inşaat halindeki Büyük Sahra demiryolu görünmüyordu Laguat ve Garda ya'dan geçip Cezayir’i Tombuktu’ya bağlayarak - 190 -
Fatih R obur
Gine Körfezi’nde sona ermesi gereken uzun bir demiryolu hanıydı bu. Albatros yengeç dönencesini aşarak Ekvator bölgesine doğru ilerliyor, Sahra’nın kuzey sınırından bin kilometre uzakta bulunan ve 1846’da Binbaşı Laing’in keşfetmek uğruna canından olduğu yolu aşıyor, Fas'tan Sudan’a giden kervanların yolunu kesiyordu. Tuareglerin haraca bağladığı bu bölgede, “kumların türküsü” adı verilen yumuşak ve yakıntılı bir mırıltı, topraktan gökyüzüne doğru yayılıyordu. Sessizliği bozan tek olay, büyük bir çekirge sürüsünün havalanarak Albatros’un dengesini bozacak bir şekilde güverteye yıgılmasıydı. Ancak bu davetsiz yük havagemisinden hızla uzaklaştırılırken, François Tapage mutfağında kullanmak üzere, birkaç yüz tanesine el koymuştu. Gerçekten de öyle lezzetli bir yemek hazırlamıştı ki, Frycollin bile bir an olsun bütün korkulannı unutmuştu. "Karides kadar leziz!” diyordu. O sırada Albatros, Ouargla vahasına bin sekiz yüz kilometre mesafedeki uçsuz bucaksız Sudan krallığının kuzey sınırında bulunuyordu. Öğleden sonra ikiye doğru, büyük bir neh
Ju les Verne
rin dönemecinde bir şehir belirdi. Bu nehrin adı Nijer, kentin adı ise Tombuktu’ydu. O âna dek bu Afrika Mekke’sini yalnızca Batouta, Khazan, Imbert, MungoPaık, Adami, Laing, Caill6, Barth, Lenz gibi Eski Dünya’nın gezginleri ziyaret etmişse de, o günden itibaren iki Amerikalı da, bu son derece tuhaf macera sayesinde, bu bölgeyi gördüklerini, duyduklarını, kokladıklannı anlatabileceklerdi tabii Amerika’ya geri dönebilirlerse. Görmüşlerdi, çünkü şehri oluşturan beş altı kilometrelik üçgenin her köşesi görüş alanları içinde kalmıştı, duymuşlardı, çünkü o gün kurulan büyük pazarın gürültüsü kulaklarını tırmalamıştı, koklamışlardı, çünkü koku sinirleri eski Somaîs krallannın sarayının yanındaki YuboKamo meydanından yayılan rahatsız edici et kokulanndan etkilenmişti. Ne olursa olsun, mühendis, Weldon Ensti tüsü’nün başkanı ve sekreterine, şu an Taganet Tuareglerinin egemenliği altında bulunan Sudan Kraliçesi’ni izleyebilme bahtiyarlığına erişeceklerini bildirmekten kendini alamamıştı. “Beyler karşınızda Tombuktu!” dedi, on iki gün önce, “Beyler karşınızda Hindistan!” derken kullandığı ses tonuyla. -1 9 2 -
Fatih R obur
Sonra devam etti: “Tombuklu 18° kuzey paraleli ve 5° 56’ batı meridyeninde bulunmaktadır, deniz seviyesinden yüksekliği iki yüz kırk beş metredir. Bilim ve sanat alanındaki gelişmelerle ünlenmiş olan bu önemli şehrin nüfusu on iki on üç bin civarındadır! Belki burada birkaç gün mola vermeyi arzu edersiniz?” Bu öneri mühendis tarafından oldukça alaycı bir ifadeyle dile getirilmişti. “Ama,” diye konuşmasını sürdürdü, “aşağıdaki Araplar, Berberiler, zenciler, yabancılar için tehlikeli olabilirler; şunu da eklemek isterim ki, havagemisiyle gelmeniz onlan rahatsız etmiş olabilir." “Bayım,” diye yanıtladı Phil Evans aynı ses tonuyla, “sizi terk etmenin sevincini yaşamak için, yerlilerin her tür kötü muamelesini seve seve göze alınz. Ha Albatros ha Tombuktu, ikisi de hapisane değil mi?” “Bu sizin zevkinize kalmış,” diye karşılık verdi mühendis “yine de böyle bir maceraya girişmeyeceğim, çünkü benimle yolculuk etme onuruna erişmiş olan konuklarımın güvenliğinden sorumluyum.” “Böylece mühendis Robur,” dedi Uncle -
193 -
Ju les Ver ne
Prudent öfkeden kudurmuş bir halde, “yalnızca gardiyanımız olmakla yetinmiyor, hakaretlerinizle bizi aşağılamaktan da geri kalmıyorsunuz!" “Ah! Yalnızca küçük bir şakaydı!” “Silahınız var mı?” “Elbette, bir orduya yetecek kadar!" “Birini benim, diğerini sizin alacağınız iki tabanca bizim için yeterli olacak!” “Düello mu öneriyorsunuz?” diye haykırdı Robur, “İkimizden birini ölüme götürebilecek bir düello!” “Kuşkusuz götürecektir!” “Hayır bay başkan! Sag kalmanızı tercih ederim!" “Hayatta kalmayı tercih ettiğinizi söylemeniz daha uygun olacak!” “Uygun ya da değil, ben böyle düşünüyorum. İstediğiniz gibi düşünmekte, dilediğinize şikayet etmekte özgürsünüz, tabii yapabilirseniz." “Yaptık mühendis Robur?” “Sahi mi?” “Avrupa’nın yerleşim merkezlerinin üzerinden geçerken, bir belgeyi aşağıya bırakmak oldukça zordu..." -1 9 4 -
Fatih R obur
“Bunu yapacaktınız, öyle mi?" dedi Robur, karşı konulmaz bir öfke nöbetine tutulmuşça sına. “Ya yapmış olsaydık?” “Yapmış olsaydınız... bunun bedelini ödeyecektiniz...” “Nasıl yani bay mühendis?” “Yeryüzündeki belgenize kavuşarak!” “O halde bizi aşağı atın!" diye haykırdı Uncle Prudent, “Çünkü bunu yaptık!” Robur iki baloncunun üzerine yürüdü. Bir işaretiyle Tom Turner ve birkaç arkadaşı yanına gelmişlerdi. Evet! Mühendis tehdidini yerine getirmek için dayanılmaz bir arzu duyuyordu ve kendine hâkim olamamak korkusuyla hızla kamarasına dönmeyi tercih etmişti. “Güzel!” dedi Phil Evans. “Onun yapmaya cesaret edemediğini ben yapacağım!" dedi Unde Prudent, “Evet! Bunu yapacağım!” O sırada Tombuktu halkı meydanlarda, sokaklarda, amfiteatr şeklinde inşa edilmiş binaların teraslarında toplanıyordu. Sankore ve Sarahama’nın zengin mahallelerinde olduğu gibi, yoksul kulübelerinin çoğunlukla olduğu Raguidi’de de camilerin minarelerine tırmanan -1 9 5 -
Ju les Verne
din adamları, bu göksel canavara en kötü beddualarını gönderiyorlardı. Yine de tüfek mermileri kadar zararlı değillerdi. Nijer’in dirseğinde kurulmuş olan Kabara limanına kadar bütün kayıklar harekete geçmişti. Hiç kuşku yok ki
Albatros yere
inseydi,
paramparça edilecekti. Birkaç kilometre boyunca kendisiyle yarışarak eşlik eden gürültücü leylek ve keklik sürülerini geride bırakan Albatros hızla yoluna devam etti. Akşam olduğunda, bu verimli topraklan kat eden fil ve manda sürülerinin böğürtüleri havaya kanştı. Yirmi dört saat içinde, Nijer’in oluşturduğu çengelde, O meridyeniyle 2. meridyen arasında kalan bölgenin tamamı geçilmişti. Gerçekten eğer bir coğrafyacının elinde böyle bir araç olsaydı, bu ülkenin topografık haritasını çıkarmak, tepelerin rakımlannı ölçmek, nehirleri ve kollarını saptamak, şehirlerin ve köylerin yerlerini belirlemek ne kadar kolay olacaktı! Orta Afrika haritalannda soluk renkli boşlukların, nokta nokta çizgilerin, haritacıların umudunu kıran anlaşılmaz tanımlamalann yeri olmayacaktı! -1 9 6 -
Fatih Robur
11 Temmuz sabahı, Albatros Sudan ve aynı adı taşıyan körfez arasına sıkışmış bulunan Kuzey Gine Daglan’nı aştı. Ufukta Dahomey krallığının Kong Tepeleri güçlükle seçilebili yordu. Tombuktu’dan aynldıklarından beri, Uncle Prudent ve Phil Evans sürekli olarak kuzeyden güneye doğru ilerlediklerini saptamışlardı ve eğer Albatros bu rotada devam ederse, altı derece sonra ekinoks hattına ulaşmış olacaklardı. Acaba Albatros yine kara parçalarından uzaklaşarak, Akdeniz’i, Bering’i, Kuzey Denizi’ni, Hazar Denizi’ni değil, bu sefer de Atlantik Okya nusu’nu mu aşmaya kalkışacaktı? Bu düşünce, kaçma şanslarını büsbütün yitirecek olan iki baloncuyu huzursuz etmişti. Bununla birlikte Albatros Afrika topraklarını terk etmekte kararsızmış gibi ağır ağır ilerliyordu. Yoksa mühendis geri dönmeyi mi düşünüyordu? Hayır! Ama dikkatini şu an geçilmekte olan ülkenin üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bilindiği gibi Robur’ün de bildiği gibi— Dahomey Batı Afrika kıyılarının en güçlü krallıklarından biriydi. Komşusu Aşanti krallığı ile kolaylıkla başa çıkacak durumdaydı, yine de kuzeyden güneye uzunluğunun yüz yirmi fer-1 9 7 -
Ju les Veme
sah, doğudan batıya genişliğinin altmış fersah olduğu göz önüne'alınırsa, pek de büyük bir ülke sayılmazdı, ancak bağımsız Ardrah ve Vidalı topraklarını kendininkilere kattığından beri nüfusu yedi sekiz yüz bine ulaşmıştı. Dahomey krallığı büyük olmasa da sık sık kendinden söz ettirmeyi biliyordu. Her yıl düzenlenen şenliklerdeki acımasız sahneler, ölen kralın yerine geçen yeni kralın onuruna verilen davetlerde kurban edilen insanlar bu ülkenin ününün giderek artmasını sağlıyordu. Hatta yabancı devletlerin büyükelçileri ya da üst düzey yetkilileri kralı ziyarete geldiklerinde, misafirin şerefine bir düzine kesik baş sunulması bir nezaket kuralı olarak kabul ediliyordu başlan kesme işlemini, cellatlık görevini başarıyla yerine getiren adalet bakanı “minghan” üstleniyordu. Albatros, Dahomey sınınnı geçtiği sırada,
hükümdar Bahedu yeni ölmüştü, halk yeni kralın taç giyme törenine hazırlanıyordu, böy lece bütün ülkede Robur’ün de gözünden kaçmayan bir hareketlilik yaşanıyordu. Gerçekten de Dahomeyliler taşradan tören alanına doğru uzun kuyruklar halinde akın ediyorlardı. Yüksek çimenlerle kaplı geniş ova-1 9 8 -
Fatih R obur
ların, uçsuz bucaksız manyoka tarlalarının, palmiyeler, mimozalar, hindistancevizi, hintki razı ve portakal ağaçlarından oluşan göz alıcı ormanların arasında oldukça bakımlı yollar uzanıyordu, çiçeklerin kokusu Albatros Albatros’a kadar yayılırken, binlerce papağan ve kardinalkuşu bu yeşilliğin üzerinde uçuşuyordu. Küpeşteye yaslanmış bir halde düşüncelere dalmış olan mühendis, ara sıra Tom Turner ile birkaç sözcüğü geçmeyen fikir alışverişlerinde bulunuyordu. Çoğunlukla ağaçların geçit vermeyen tepe Albatros os bu hareketli lerinin üzerinde bulunan Albatr
kitlelerin dikkatini çekeceğe benzemiyordu. Hiç kuşkusuz hafif bulutların arasında, oldukça yüksek bir konumda seyretmesinin de bu fark edilmezlikte payı vardı. Sabah on bire doğru, surları, on iki mil boyunca uzanan hendekleri, geniş ve düzenli caddeleri, kuzey tarafı başkanın sarayına ayrılmış büyük meydanıyla başkent belirdi. Bu geniş binalar topluluğunun üstünde kurbanların hücresine hiç de uzak olmayan geniş bir teras vardı. Şenlik günlerinde, sorgun dalından yapılmış sepetlere bağlanan mahkumlar bu terastan sarkıtılarak kalabalığın içine atılıyorlardı ve -1 9 9 -
Ju Ju les Verne Vern e
bu zavallıların nasıl bir kudurganlıkla parça parça edildiklerini zihinlerde canlandırmak hiç de kolay değildi. Kralın sarayını bölen avluların diğer tarafında, kraliyet ordusunun bir bölümünü oluşturan ve yüreklilikte erkeklerden hiç de aşağı kalmayan dört bin kadar kadın savaşçı vardı. Aynı isimle anılan ırmakta Amazonların varlığı tartışılabilirse de, Dahomey’de kadın savaşçıların bulunduğuna kimsenin şüphesi olamazdı. Bazıları başlarına mavi ya da kırmızı eşarp takmış, mavi gömlek ve mavi çizgili beyaz don giymiş, kemerlerine fişeklik bağlamışlardı, ağır tüfekler ve kısa uçlu hançerlerle donanmış olan fil avcıları, başlarını, demir bir halkaya bağlanmış olan iki antilop boynuzu ile süslüyorlardı, yansı kırmızı yansı mavi tunik giymiş olan topçular, eski dökme toplannın yanında karabina tüfeklerini taşıyorlardı, mavi tunikli ve beyaz külotlu genç kızlar taburu. Diana kadar saf ve temiz bakirelerden oluşuyordu, yanlannda ok ve yaylan bulunuyordu. Dahomey ordusunun geçil resmine Amazonların yanı sıra donlan ve bellerinde düğümlenen pamuklu gömlekleriyle, beş altı bin erkek asker de katılıyordu. - 2 0 0 -
Fatih R obur
O gün Abomey tamamen boşaltılmıştı. Kral, saray erkanı, erkek ve kadınlardan oluşan ordular halk ile başkenti terk ederek birkaç mil ötede, göz alıcı ormanlarla çevrilmiş bir ovada toplanmıştı. Yeni kralın taç giyeceği bu ovada, son baskınlar sırasında ele geçirilen binlerce tutsak kralın şerefine kurban edilecekti. Saat ikiye doğru ovanın üzerinde bulunan Albatros, kendini Dahomeylilerden gizleyen küçük bir bulut kümesine doğru alçaldı. Vidah’tan, Kerapay’dan, Ardrah’tan, Tom bori’den ve en uzaktaki köyler de dahil olmak üzere ülkenin dört bir yanından gelmiş olan altmış bin kişi ovadaki yerini almışu. BuNadi adındaki yeni kral, yirmi beş yaşlarında, güçlü kuvvetli bir adamdı, geniş dallı bir grup ağacın gölgesindeki bir tepeciğin üzerine yerleşmişti. Önünde yeni saray erkanı, orduları ve halkı toplanmış bulunuyordu. Tepeciğin yamacında, boğuk bir ses veren fıldişleri, maral derisinden tamburları, asma kabaklan, gitarlan, demir bir dille vurdukları küçük çanlan ve sert düdüğü bütün enstrü manlan bastıran bambu flütleriyle elli kadar müzisyen konser veriyorlardı. Tüfekler ve sar- 20 2 0 1 -
Ju Ju les Verne Ver ne
sılan kundaklarıyla kadın topçuları ezme riski barındıran toplar hiç durmadan patlıyordu. Bütün bunların yanı sıra gök gürültülerini bile bastıracak şiddette bir insan uğultusu gökyüzüne yükseliyordu. Ovanın bir köşesinde, ölümünün hükümdarlık yetkilerini etkileyemeyecegi eski krala, öbür dünyada eşlik edecek olan tutuklular, askerlerin gözetiminde bekliyorlardı. Bahadu babası Ghozo’nun cenaze töreninde onun yanına üç bin kişi göndermişti. BuNadi’nin de ondan aşağı kalması beklenemezdi, ilahi bir hükümdarın göğe yükselişi sırasında, yalnızca melekleri değil, gökyüzünün tüm konuklarını bir araya getirmek için çok sayıda haberci gerekmiyor muydu? Bir saat süren nutuklar, martavallar ve boş konuşmalar sıklıkla çengilerin ve vahşi çekicilikleriyle ilgi toplayan amazonlann danslarıyla kesilmişti. Dahomey’in kanlı törenlerini iyi tanıyan Robur, kıyım saatinin yaklaştığını sezinleyerek erkek, kadın ve çocuk tutsaklardan gözünü ayırmıyordu. Tepenin yamacında duran minghan, ağırlığı kesme işleminin daha güvenli olmasını sag 2 0 2 - 20
Fatih Fatih R obur
layan ve üzerinde madeni bir kuşun yer aldığı eğri ağızlı kılıcını sallıyordu. Bu kez yalnız değildi. Bu işi tek başına halledemezdi. Etrafında, bir darbede kafayı uçurabilecek nitelikle yüz kadar cellat vardı. Albatros, pervanelerini yavaşlataBu arada Albatros,
rak eğik bir açıyla yavaş yavaş yaklaşıyordu. Yere yüz metre kala, hızla bulutların arasından çıkarak, aşağıdakiler tarafından görüldü. Her zamankinin aksine, bu vahşi yerliler onu krallan Bahadu'ya şükranlannı sunmak için gelen tanrısal bir varlık olarak düşündüler. Merhum kralın bedenini Dahomey göklerinin en üst katmanlarına götürmek için geldiğinden hiç kuşku duymadıkları bu doğaüstü kartal başlı at için korkunç çığlıklar atıyor, tarif edilemez bir coşku seli içinde ona tapınıyorlardı. Şimdiden minghan’ın kılıç darbesiyle ilk kafa uçmuştu bile. Yüzlerce tutsak sürüklenerek acımasız cellatlannın önüne getiriliyordu. Albatros’tan açılan ateş sonuTam o sırada Albatros
cu, adalet bakanı yere kapaklandı. “Tam isabet Torn!” dedi Robur. “Pöh!.. Bu daha başlangıç!" diye yanıtladı ikinci kaptan. -2 0 3 -
Onun gibi silahlanmış arkadaşları da, mühendisin ilk işaretiyle aıeş etmeye hazırdılar. Bunun üzerine kitlelerde aksi yönde bir hareketlenme gözlendi. Bu kanatlı canavarın Dahomey halkının dostu değil düşmanı olduğunu anlamışlardı. Celladın yere yığılmasıyla ortalığı intikam çığlıkları kaplamış, hemen ardından da ova silah sesleriyle inlemeye başlamıştı. Bu tehditlere pabuç bırakmayan
Albatros Albatros,
yüz elli ayağa kadar alçaldı. Robur’e karşı ne kadar düşmanca hisler besleseler de, Uncle Prudent ve Phil Evans böyle insani bir harekete destek vermekten kendilerini alamamışlardı. “Evet! Tutsaklan kurtaralım!" diye haykırdılar. *
“ Ben de öyle düşün dü şünüyo üyorum rum!” !” diye yanıtladı yanıtladı
mühendis. Mürettebat ve iki baloncu ellerindeki tüfeklerle yaylım ateşe başladıklarında tek bir mermi bile boşa gitmemişti. Askerler ateşe karşılık verirken, yukarıdan gelen desteğe anlam veremeyen tutsaklar bağlarından kurtulmuştu. Bazı mermiler
Albat Albat-
ros’un gövdesine saplanırken, bir top güllesi ön pervaneyi sıyırıp geçmişli. Kamarasının di -2 0 4 -
Fatih R obur
bine gizlenmiş olan Frycollin bile az kalsın bu mermilerden payım alıyordu. “Şimdi bunu hak ettiler!" diye haykırdı Tom Turner. Ve cephaneliğe doğru yöneldi, çok geçmeden elinde bir düzine dinamitle geri gelerek onları arkadaşlarına dağıttı. Robur’ün işaretiyle aşağı fırlatılan dinamitler yere çarptıklarında adeta havantopu mermisinin etkisini yaratmışlardı. Böyle sert bir müdahaleye maruz kalan kral, saray erkanı, ordu ve halk büyük bir bozguna uğramıştı! Her biri kendini bir ağacın altına atıyor, kimse kaçan tutsakların peşlerinden gitmeyi düşünmüyordu. Böylece Dahomey’in yeni kralının onuruna düzenlenen şenliklere Albafros’un gölgesi düşmüş, Uncle Prudent ve Phil Evans havagemisi nin gücünü ve insanlığa ne gibi hizmetlerde bulunabileceğini bir kez daha anlamışlardı. Bir süre sonra yeniden her zamanki yüksekliğine çıkan Albatros Vidah’ı geride bırakırken, güneybatı rüzgarının etkisiyle, kocaman dalgalann dövdüğü bu vahşi kıyı gözden kaybolmaya başlamıştı. Ve şimdi Atlantik’in üzerindeydiler. - 205 -
13
UNCLE PRUDENT VE PHİL EVA NS DENİZ TUTMASINA MARUZ KALMADAN OKYANUSU AŞIYORLAR
E v e ı, Atlantik! İki baloncunun korktuktan başlarına gelmişti. Robur’ün bu büyük okyanusun üzerinde yolculuk etmekten en ufak bir kaygı duymadığı belli oluyordu. Onun ve adamlannın bu tür seyahatlere alışık olduklan anlaşılıyordu. Şimdiden huzur içinde odalarına çekilmişlerdi. Kafalannda uykularını bölen bir karabasana dönüşecek en küçük bir tasa yoktu. Albatros nereye
gidiyordu? Mühendisin söylediği gibi dünya turuyla yetinmeyecek miydi? Yine de bu yolculuğun bir yerlerde sona ermesi gerekiyordu. Robur’ün yaşamını havagemi sinde sürdürdüğünü kabul etmek mümkün değildi. Makinelerin çalışması için gerekli maddeler bir yana, erzak takviyesini gerçekleş
Fatih R obur
tirmek için yeryüzünün bilinmeyen bir bölgesinde güvenli bir mola yerine ihtiyacı yok muydu? Dünya sakinleriyle bütün ilişkilerini bitirmiş olsa bile, dünya topraklarıyla alışverişini kesmiş olması düşünülemezdi! Peki ama bu sığınak neredeydi? Mühendis bu bölgeyi seçerken nelere dikkat etmişti? Şefi olduğu bir koloni mi onu bekliyordu yoksa? Orada yeni bir çalışma grubu oluşturmuş olabilir miydi? Ve her şeyden önce sorulması gereken, farklı kökenlerden gelen bu insanlar ona neden baş eğiyorlardı? Hazırlıkları bir sır gibi saklanan bu pahalı aracı üretmek için gerekli kaynaklan nereden bulmuştu? Yolculuk sırasında büyük harcamalar yapılmadığı doğruydu, mutlu oldukları yüzlerinden anlaşılan bu insanların yaşantısı bir aileninkini andırıyordu. Ama yine de bu Robur kimin nesiydi? Nereden geliyordu? Geçmişinde neler gizliydi? Hiç kuşkusuz ki bunca karmaşık problemin kaynağı olan Robur gerekli açıklamaları yapmaya yanaşmayacaktı. Çözülmesi mümkün görünmeyen bu sorular yumağının karşısında, iki baloncunun öfkesinin giderek artmasına şaşmamak gerekiyor. Sonu belirsiz bir maceraya atılarak, bilinmeyen -2 0 7 -
Ju les Verne
bir hava yolculuğuna sürüklenmiş olmaları, Weldon Ensiilüsü’nün başkanı ve sekreterinin aşırı saldırgan davranışlar göstermeleri için yeterli değil miydi? 11 Temmuz gecesinden itibaren
Albatros
Atlantik’in üzerinde seyrediyordu. Ertesi sabah güneş, gögün ve denizin iç içe geçtigi dairesel bir hattın üzerine doğdu. Görüş alanı oldukça geniş olmasına rağmen, küçük bir kara parçasına dahi rastlanmıyordu. Afrika, kuzey ufkunda gözden kaybolmuştu. Frycollin her türlü tehlikeyi göze alıp kamarasından çıkarak, aşağıda uzanan uçsuz bucaksız denizi gördüğünde, bütün bedeni derin bir ürpertiyle sarsılmıştı. Aşağıda sözcüğü bu durumu ifade etmek için yeterli değildi, çevrede demek daha uygun düşecekti, çünkü bu yükseklikteki bir gözlemciye göre derinlik her yanı kaplıyor ve sürekli bir şekilde geri çekilen ufku yakalamak hiçbir zaman mümkün olmuyordu. Frycollin’in fiziksel olarak açıklayamadığı bu durum, manevi açıdan büyük sıkıntılar yaşamasına neden oluyordu. Bazı yürekli insanların bile, kimi zaman kendilerini kurtaramadıkları bu duygu, onda "yükseklik korkusu" yarat-2 0 8 -
Fatih R obur
mak için yeterli oluyordu. Ne olursa olsun, zenci bu kez tedbirli davranarak yakınmaya kalkışmadı. Gözlerini kapatarak, uzun bir süre çıkmayı düşünmediği odasına el yordamıyla girdi. Gerçekten de yeryüzü denizlerinin kapladığı üç yüz yetmiş dört milyon elli yedi bin dokuz yüz on iki kilometrekarelik' alanın dörtte birinden fazlası Atlantik Okyanusu’na aitti. Buna ragmen mühendis aceleci davranmıyor, pervanelerin tam kapasite çalışması için gerekli emirleri vermiyordu. Zaten Albatros'un Avrupa üzerindeki gibi saatte iki yüz kilometrelik bir hızla yol alması mümkün görünmüyordu. Güneybatıdan gelen hava akımlannın etkili olduğu bu bölgede rüzgar ters yönden esiyor, henüz düşük şiddetli olmasına ragmen, havage misinin hızla ilerlemesine izin vermiyordu. Meteoroloji uzmanlarının birçok gözleme dayanan son çalışmalanna göre tropiklerarası bölgede alize rüzgarları, kimi zaman Sahra’ya, kimi zaman Meksika Körfezi’ne doğru esiyorlardı. Sakin bölgelerin dışında, sıcak mevsim boyunca kah batıdan Afrika'ya doğru, kah doğudan Yeni Dünya’ya doğru esiyorlardı. Bu koşullarda Albatros pervanelerini bütün 1 Karaların yüzölçümü 136.051 371 kilometrekaredir (J.V ) - 2 09 -
Ju les Verne
gücüyle çalıştırarak, ters yönde esen rüzgara karşı koymaya kalkışmıyor, en süratli transatlantikleri geride bııaksa da, orta hızla ilerlemeyi sürdürüyordu. 13 Temmuz günü havagemisi ekinoks hattını geçti bu durum bütün mürettebata bildirilmişti. Böylece Uncle Prudent ve Phil Evans kuzey yarımküreyi terk ederek, güney yarımküreye geçtiklerini anlamışlardı. Bu geçiş savaş ve ticaret gemilerinde olduğu gibi birtakım merasimlere neden olmamıştı. YalnızcaErançois Tapage, Frycollin’in boynuna bir miktar su dökmekle yetinmiş, ancak bu vaftiz törenine birkaç bardak cinin eşlik etmesiyle, zenci bu güvenilmez mekanik kuşun sırtında olmasa, ekinoks hattını defalarca geçmeye hazır olduğunu belirtmişti. 15 Temmuz sabahı. Albatros, Ascension ve SainteHdene adalarının arasından süzülüyordu yine de yüksek toprakları birkaç saat boyunca ufukta görünen bu ikinci adaya daha yakındı. Kuşkusuz ki Napolyon’un lngilizlere esir düştüğü dönemde mühendis Robur’ünkine benzer bir araç olsaydı, Hudson Lowe bütün - 210 -
Fatih R obur
onur kırıcı önlemlerine ragmen, ünlü tutsağının hava yoluyla kaçtığına tanık olacaktı. 16 ve 17 Temmuz akşamlan gün batarken, alacakaranlığın içinde birtakım pınltıların görülmesiyle gelişen ilginç bir olay yaşandı. Daha yüksek enlem derecelerinde bulunulsaydı, bunun kuzey kızıllığı olduğu söylenebilirdi. Güneş, batışı sırasında, içlerinden bazıları canlı yeşil renkte olan çok renkli ışınlar gönderiyordu. Yoksa yeryüzünün üzerinden geçen kozmik bir toz bulutu günün son ışıklarını mı yansıtıyordu? Bazı araştırmacılar bu garip durumu bu şekilde açıklıyorlardı. Ancak bunu savunan bi limadamlan eğer Albatros'un güvertesinde olsalardı, bu tezlerinden vazgeçmek zorunda kalacaklardı. Gözlemler yapılmış, küçük piroksen kristallerinin ve ateş kusan dağların fırlattığı manyetik demir parçacıklannm havada asılı durduğu saptanmıştı. O günden beri, volkanların püskürttüğü kristal parçacıklannm oluşturduğu bulutların bu olayı gerçekleştirdiğinden şüphe duyulmuyordu. Seyahatin bu bölümünde yolcular daha birçok yeni olayla karşılaşacaktı. Çoğu kez bulut
Ju tes Ver ne
larin gökyüzünü benzeri görülmemiş gri bir renge boyadığına ianık olunmuştu, bu buğu perdesi aşıldığında, yüzeyi, üzerine katılaşmış küçük pullar serpilmiş göz kamaştırıcı beyaz kıvrımlardan oluşan tepecikler halinde görünüyordu bu enlem derecesinde böyle bir durum ancak doluya benzer bir oluşumla açıkla nabilirdi. 17’sini 18’ine bağlayan gece, havagemisi, dolunay ile daha denize düşmeden buharlaşıp kaybolan bir yağmur ağının arasındayken, yeşilimsi san renkte bir gökkuşağı belirmişti. Gökyüzündeki olaylara bakılarak yakında havanın değişeceği söylenebilir miydi? Belki de. Ne olursa olsun, Afrika kıyılarından beri esmeye devam eden güneybatı rüzgarı ekvator geçildiğinde artık dinmeye başlamıştı, sıcaklık hissedilir derecede artmıştı. Robur biraz serinlemek için yükseldi. Gitgide katlanılmaz hale gelen güneşin dik ışınlanndan korunmak gerekiyordu. Hava akımlarındaki bu değişiklik ekinoks bölgelerinin ötesinde farklı iklim koşullarıyla karşılaşılacağının göstergesiydi. Zaten, güney yarımkürenin temmuz ayında, kuzey yarımkürenin ocak ayındakine benzer bir soğuğun et- 2 12 -
Fatih R obur
kili olacağı gözden kaçırılmamalıydı.
Albatros
daha güneye inerse, kısa bir süre sonra havanın soğuması kaçınılmazdı. Denizcilerin söylediği gibi, deniz “bu izlenimi veriyordu." 18 Temmuz günü, oğlak dönencesinin ötesinde, su yüzündeki bir gemiyi büyük bir dehşete sürükleyecek bir olay yaşandı. Saatteki hızı altmış kilometreye yaklaşan ışık saçan dalgalar peş peşe gelerek okyanus yüzeyine yayılıyorlardı. Uzun ışıklı çizgiler oluşturan bu dalgalar birbirlerini seksen ayaklık bir aralıkla takip ediyorlardı. Kararmaya başlayan havayla birlikte şiddetli bir yansıma Albatros’a
kadar yükseldi. Bu kez bunun alev
alev yanan bir göktaşı olduğu düşünülebilirdi. Robur daha önce hiç alevden bir denizin üzerinde uçmamıştı alevin ısısı olmadığından göğün yüksek katmanlanna doğru kaçmak gerekmiyordu. Ortalıkta yakamoz oluşturabilecek küçük balık sürüleri de görünmediğine göre, bu olay elektriklenmeden kaynaklanmış olabilirdi. Bu durumda, atmosferdeki elektrik gerili minin önemli miktarda arttığı söylenebilirdi. Gerçekten de o geceyi denizde geçiren bir -2 1 3 -
Ju les Vem e
geminin ertesi gün ancak kalıntıları bulunabilirdi. Ama Albatros adeta ismini aldığı kuşa öy künürcesine rüzgarlar ve dalgalarla oyun oynuyordu. Fırtına kuşlan gibi su yüzeyinde kalmak istemediğinde bir kartal gibi yükselerek güneşe ve sakin havaya kavuşabiliyordu. O sırada kırkyedinci güney paraleli geçilmişti. Günler yedi sekiz saatten fazla sürmüyordu. Antarktika’ya yaklaştıkça bu süre daha da azalacaktı. Öğleden sonra bire doğru, daha elverişli bir rüzgar bulmak için, Albatros denizin yüz ayak üzerine kadar alçalmıştı. Hava sakindi, gögün bazı kesimlerinde, üst bölümleri kaban k iri siyah bulutlar tamamen yatay bir çizgiyle sonlanıyordu. Bu bulutlardan uzanan çıkıntılann uç kısınılan, sıvı bir çalılık görüntüsü veren ve köpüren sulan kendilerine çekmek ister gibiydi. Aniden, sular kocaman bir ampul biçiminde göge doğru yükseldiler. Bir anda, Albatros sayılan yirmiye yaklaşan mürekkep siyahı hortumlardan birinin burgaçları tarafından sarmalandı. Ne mutlu ki tutunma pervaneleri hortumun çembersel hareketinin ters yönünde çalışıyordu, aksi takdirde -2 1 4 -
Fatih R obur
pervaneler hareketsiz kalacak ve havagemisi denize dogıu sürüklenecekti; ancak şimdi büyük bir hızla kendi etrafında dönmeye başlamıştı. Tehlike çok büyüktü ve üstesinden geline meyebilirdi, hortum
Albatros’u
öyle güçlü bir
şekilde içine çekiyordu ki, mühendis itici pervanelerine ragmen kurtulmayı başaramıyordu. Merkezkaç kuvvetinin etkisiyle güvertenin iki yanına savrulan mürettebat, küpeştenin direklerine tutunmaya çalışıyordu. “Cesaret!” diye bağırdı Robur. Aynca sabır da gerekiyordu. Odalannı terk eden Uncle Prudent ve Phil Evans arka güverteye doğru sürüklendiler. Albatros kendi
etrafında dönerken, aynı za-
manda kendi ekseni etrafında dönen hortumların, pervanelerini kıskandıracak hızının etkisi altında kalıyordu. Birinden kurtulduğunda diğerine yakalanıyor, her an paramparça olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. “Topu hazırlayın!” diye bağırdı mühendis. Emri duyan Tom Turner merkezkaç kuvvetinin etkisinin hissedilmedigi orta güvertedeki topa doğru yöneldi. Robur'ün aklından geçeni anlamıştı. Kamayı açarak, kundağa iliştirilmiş -2 1 5 -
Ju les Verne
sandıklan çıkardığı barut kesesini içine yerleştirdi. Top ateşlenir ateşlenir ateşlenmez, horlumlar ve tepelerinde bir tavanmışçasına taşıdıkları bulutlar yok olup gitti. Havadaki sarsıntı bu doğa olayını durdurmak için yeterli olmuştu, ve iri bulutlar yağmura dönüşerek ufukta dikey çizgiler oluşturdular, sanki uçsuz bucaksız sıvı bir ag gerilmişti denizden göge doğru. Sonunda serbest kalan Albatros hızla birkaç yüz metre yükseldi. “Araçta hasar var mı?” diye sordu mühendis. “Hayır,” diye yanıtladı Tom Turner, “ama bu fırdöndü oyununa yeniden başlamamak lazım!” Gerçekten de on dakika boyunca
Albatros
büyük bir tehlike yaşamıştı, eğer yeterince güçlü olmasa, hortumun burgaçları arasında yok olup gidecekti. Atlantik yolculuğu boyunca, tekdüzeliği bozacak bir olayla karşılaşılmadıkça, saatler geçmek bilmiyordu. Ayrıca gündüzler giderek kısalmaya başlarken, soğuk insanın içine işliyordu. Uncle Prudent ve Phil Evans Robur’le fazla görüşemiyorlardı. Mühendis odasına ka- 216 -
Fatih R obur
panmış, izlenecek yolu belirlemeye çalışıyor, geçilen yolları kaydediyor, barometre ve termometrenin gösterdiği değerleri not ediyor, yolculuk sırasında gelişen ilginç olayları seyir defterine yazıyordu. İki baloncuya gelince, kapüşonlarını başlarına geçirmiş güney ufkunda herhangi bir kara parçası görmeyi ümit ediyorlardı. Öte yandan, Frycollin, Uncle Prudent’ın direktifi üzerine aşçıbaşının ağzını aramaya başlamıştı. Ancak, bu Gaskonyalı'nın sözlerine nasıl inanılabilirdi ki? Robur kimi zaman Arjantin Cumhuriyeti'nin eski bir bakanı ya da Birleşik Devletler’in eski başkanı oluyor, kimi zaman görevden alınmış bir Ispanyol generaline ya da daha yüksek bir makama ulaşmak için gökyüzüne çıkmış Hindistan valisine dönüşüyordu. Bazen havagemisiyle düzenlediği baskınlar sayesinde milyoner olmuş bir hava korsanı, bazen de aracını yaptınrken borca girmiş ve parasını çıkartmak için hava yolculuklan düzenleyen bir girişimci oluyordu. Bir yerlerde mola verip vermeyeceği sorusuna gelince, verdiği yanıt hep aynıydı. Hayır! Mühendisin niyeti Aya gitmek ve eğer beğenirse oraya yerleşmekti. “Hey! Fry!.. Sevgili dostum!.. Yukarıda ne -217-
Ju les Ver ne
ler olup bittiğini öğrenmek istemez misin?” “Oraya gitmeyeceğim!.. Bunu kabul etmiyorum!..” diye yanıtladı ahmak, bütün bu martavalları ciddiye alarak. “Ama neden Fry, neden? Seni genç ve güzel bir Aylı ile evlendireceğiz!.. Orada bir zenci hanedanı kurabilirsin!” Frycollin bu yanıtlan efendisine ilettiğinde, Uncle Prudent Robur hakkında en ufak bir bilgi dahi edinemeyecegini anlamıştı. Geriye intikam hayalleri kurmaktan başka bir şey kalmıyordu. “Phil," dedi bir gün meslektaşına, “görünen o ki artık kaçma şansımız hiç kalmadı." “Hem de hiç Uncle Prudent." “Tamam! Ama yine de bir insanın diğerinin buyruğu altında olması kabul edilemez ve gerekirse yaşamı pahasına...” “Bunu daha önceden düşünmeliydik," diye yanıtladı Phil Evans, tüm soğukkanlılığına ragmen öfkesini gizleyemeyerek. “Evet! Artık karar vermek gerekir!.. Albatros nereye gidiyor?.. İşte şu an Atlantik’i eğik bir açıyla geçiyor ve bu doğrultuda devam ederse, bir süre sonra Patagonya sahillerine, ardından Tierra del Fu ego kıyılarına ulaşacak... Ya sonra?.. Pasifik’e -218-
Fatih Robur
doğru mu ilerleyecek, yoksa güney kutbuna doğru mu yol alacak? Bu Robur ile her şey mümkün!.. O zaman her şey mahvolur!.. Demek ki bize meşru müdafa hakkı doğuyor, ve canımızdan olacaksak..." “Bunun, öcümüzü alıp içindeki her şeyle birlikte havagemisini ortadan kaldırmadan önce gerçekleşmemesini dilerim!” Hiçbir şey yapamamanın içlerinde biriktirdiği öfke iki baloncunun çılgınca kararlar vermesine yol açıyordu. Evet! Mucidi ve esrarengiz buluşunu yok etmeleri gerekiyordu! Havacılık alanında büyük bir ilerlemeye yol açacağı tartışma götürmeyen bu olağanüstü aracın birkaç aylık bir yaşamı olacaktı topu topu. Peki ama, akıllarından hiç çıkmayan bu projeyi nasıl gerçekleştireceklerdi? Cephanelikteki patlayıcılardan birini kullanmaya kalksalar, oraya nasıl ulaşacaklardı? Ne mutlu ki Frycollin'in olan bitenden haberi yoktu. Albatros’un havada infilak edeceğini öğrense hiç duraksamadan efendisini ihbar ederdi. 23 Temmuz günü, Macellan Bogazı’nın girişindeki Vierges Burnu güneybatı ufkunda belirmişti. Yılın bu ayında, ellidördüncü paralelin -2 1 9 -
Ju les Veme
ötesinde, geceler yaklaşık on sekiz saat sürüyor, ısı ortalaması sıfırın altında altı derece civarında oluyordu. Albatros, daha güneye inmeden sanki Pasifi-
k’e geçmek istercesine boğazın kıvrımlarını izleyerek ilerliyordu. Lomas Körfezi’ni aştıktan sonra, Gregory Tepesi’ni kuzeyine, Brecknocks Tepelerini batısına alarak Puma Arenas’a vardı, kilise çanı vargücüyle çalan bu küçük Şili köyünü geride bıraktıktan birkaç saat sonra eski bir yerleşim merkezi olan PortFamine’e ulaştı. Sağda solda ateş yakan Patagonyalıların boylan söylendiği kadar uzun olsa bile, bu yükseklikten havagemisinin yolculan için birer cüceden farksız görünüyorlardı. Ancak bu kısa güney günlerinde etraftaki manzara harikaydı! Sarp dağlar, eteklerindeki sık ormanlarla zirvelerindeki karlan hiç erimeyen sivri tepeler, iç denizler, bu takımadanın ada ve yanmadalan arasında oluşmuş körfezler, Clarence, Dawson, Desolaciön topraklan, kanallar, geçitler, burunlar ve çıkıntılar çok karmaşık olsa da benzersiz bir görüntü oluşturuyorlardı. Forward Burnu’ndan, Yeni Dünya ’nın en uç noktası olan Flom Bumu’na dek uzanan bu bölgeler şimdiden kalın bir buz ta- 220 -
Fatih R obur
bakasıyla kaplıydı. Bu arada, PorıFamine’e kadar indikten sonra, Albatros'un güneye doğru yol alacağı anlaşılmıştı. Brunswik Yanmadası’nın Tam Tepesi ile Graves Tepesi arasından geçtikten sonra, deniz seviyesinden iki bin metre yükseklikle, tepesi buzlarla kaplı ve Macellan Bogazı’na hâkim, koca Sarmiento Dagı’na doğru yöneldi. Burası yenli Fueglerin yaşadığı Tierra del Fuego’ydu. Buraya bundan altı ay önce, yani günlerin on beş on altı saat sürdüğü yaz ortasında gelin seydi bu bereketli topraklan seyretmeye doyum olmayacaktı! Özellikle güney bölgesinde, binlerce hayvanı beslemeye yetecek vadiler ve otlaklar, kayınlann, servilerin, dişbudakların, ağaç görünümlü egreltiotlannın, gürgenlerin serpildigi balta girmemiş ormanlar, devekuşu, vikunya, penguen ve yüzlerce uçucu hayvanın gezindiği ovalar, bu muhteşem tablonun bileşenlerini oluşturuyorlardı. Albatros'un elektrik fenerlerini yaktığı şu anda bile kazlar, ördekler, perde ayaklılardan oluşan bir grup kuş güverteye doğru süzülüyorlardı sayıları François Tapage’ın kilerini yüz kere doldurmaya yetecek kadardı. - 221 -
Böylece, bu av hayvanının tadını bozan yağlı deri tabakasını ayırarak onu lezzetli bir şekilde hazırlamayı bilen François Tapage ve onların tüylerini yolmayı üstlenen Frycollin için fazladan iş çıkmıştı. Aynı gün öğleden sonra üçe doğru güneş batmak üzereyken, kenarları sık ormanlarla çevrelenmiş geniş bir göl göründü. Tamamıyla buz tutmuş gölün üzerinde kar ayaklıklarını giymiş birkaç yerli kayıyordu. Albatros’un
görüntüsü karşısında büyük bir
korkuya kapılan Fuegler dört bir yana kaçıştılar, kaçamayacaklarını anlayınca da, tıpkı hayvanlar gibi yere kapanarak saklanmaya çalıştılar. Albatros
Beagle Kanalı’nı, Yunancadan ge-
len, ismi bu uzak bölgenin diğer sert isimleri arasında biraz sırıtan Navarin Adası’nı, Pasifik’in sınırındaki sularla yıkanan Wollaston Adası’nı geçerek güneye doğru ilerlemeye devam etti. Nihayet Dahomey sahillerinden beri yedi bin beş yüz kilometrelik yolu kat etmiş bir halde, Macellan Takımadalan’nın en uç adacıklarını geride bırakarak, kıyılarını bitmek tükenmek bilmeyen dalgaların dövdüğü ürkütücü Horn Bumu’na ulaştı.
- 222 -
14
ALB A T R OS BELKİ
DE HİÇBİR ZAMAN BAŞARILAMAYACAK OLANI BAŞARIYOR
Ertesi güne gelinmişti, günlerden 24 Temmuz’du. Güney yarımkürenin 24 Tem muz’u, kuzey yarımkürenin 24 Ocak’ıydı. Dahası, Avrupa’nın kuzeyinde lskoçya’nın Edinburgh keminden geçen ellialııncı paralel de geride bırakılmıştı. Termometre sürekli bir şekilde sıfırın altını gösteriyordu. Havagemisinin köşklerini ısıtmak için ısıtıcıları çalıştırmak gerekmişti. Güney kışının 21 Haziran gündönümün den beri günler uzamaya başlasa bile, güney kutbuna doğru inen Albatros için günler iyice kısalıyordu. Dolayısıyla, Güney Pasifik’in Antarktika sınırlarına yakın olan bu bölgesinde sürekli bir karanlığın ve iliklere işleyen bir soğuğun hüküm sürdüğü söylenebilirdi. Bu duruma kat -2 2 3 -
lanmak için, Kskimo ya da Fueg modasına uymak gerekiyordu. Böylece gemide bol miktarda bulunan bu tür giysilerle sarmalanan iki baloncu güvertede kalarak projelerini gerçekleştirmek için uygun ânı bekliyorlardı. Ro bur’ü pek sık görmüyorlardı zaten. Tombuk tu’daki karşılıklı tehditlerden sonra birbirle riyle konuşmuyorlardı. Frycollin’e gelince, kendine yardım etmesi koşuluyla onu büyük bir misafirperverlikle ağırlayan François Tapage’ın mutfağından hiç çıkmıyordu. Yardımcılık teklifini seve seve kabul eden zenci efendisinden izin alarak bu fırsatı kaçırmamıştı. Böylece dışanda olup biteni hiç görmeyeceğini ve tehlikelerden uzak duracağını düşünüyordu. Yalnızca koca göbegi ve dış görünüşüyle değil, az rastlanan budalalığıyla da tıpkı bir devekuşuna benzemiyor muydu? Albatros şu
an nereye doğru gidiyordu? Kı-
şın ortasında güney denizlerinin ya da kutbun üzerinde süzülebilecegi kabul edilebilir miydi? Pillerin yapısındaki kimyasal maddelerin direnç gösterebileceği kabul edilse bile, bu dondurucu kutup soğuğu mürettebat için korkunç bir ölüm hazırlayabilirdi. Robur bu -2 2 4 -
Fatih Robur
işe sıcak bir mevsimde girişse, kimsenin söyleyeceği bir şey olamazdı, ama Antarktika kışının sonsuz karanlığında kutba ulaşmayı yalnızca bir deli düşünebilirdi! Birleşik Devletler değil, ama hâlâ Amerika olan bu Yeni Dünya kıtasının uç noktalarına doğru yolculuk etmekte olan Weldon Enstitüsü başkanı ve sekreteri son durumu böyle değerlendiriyorlardı. Evet! Aklına koyduğunu yapmaktan hiç çekinmeyen bu Robur şimdi neye karar vermişti? Albatros’u havaya uçurarak bu yolculuğa bir son vermenin zamanı gelmemiş miydi? 24 Temmuz günü, mühendisin sık sık ikinci kaptanıyla görüştüğüne tanık olunmuştu. Yüksekliği değil, ama atmosferde meydana gelen değişiklikleri anlamak için birçok kez barometreyi incelemişlerdi. Kuşkusuz ki göz önünde bulundurulması gereken bazı belirtiler vardı. Ayrıca Robur’ün insani gereksinim maddelerini olduğu kadar, makinelerin çalışmasında kullanılan madde ve gereçleri de kapsayan bir sayım yaptırdığı Uncle Prudent’ın gözünden kaçmamıştı. Bütün bu hazırlıklar, geri dönüşün haber -2 2 5 -
Ju les Verne
cisi gibi görünüyorlardı. “Geri dönüş!..” diyordu Phil Evans, “Ama nereye?” “Robur’ün gereksinimlerini karşılayabileceği bir yere,” diye yanıtladı Uncle Prudent. “Şeflerine layık ip kaçkınlarından oluşan bilinmeyen bir Pasifik adası olmalı bu.” “Bence de öyle, Phil Evans. Sanırım batıya dönmeyi düşünüyor ve bu hızla devam ederse, kısa zamanda amacına ulaşmış olacak.” “Ancak oraya varırsa projelerimizi uygulama olanağımız kalmayacak.” “Oraya varamayacak Phil Evans!” iki baloncu kısmen de olsa mühendisin planlannı kestirebilmişlerdi. Gün boyunca Antarktika denizinin sınırına kadar ilerledikten sonra kesin dönüş yapacaktı. Hom Bur nu’na, kadar bütün bölgeler buzullarla kaplanmış olduğuna göre, buzdaglan ve buz tarlaları Pasifik’in alçak bölgelerini istila etmiş olmalıydı. Oluşan bankizler en güçlü gemilere, en yürekli denizcilere dahi geçit vermeyecekti. Kuşkusuz ki Albatros kanatlarını hızla çarparak okyanusta kümelenen buzdaglannı ve güney kutbu üzerinde yükselen dağları aşabi -2 2 6 -
Fatih Robur
lecekıi. Ancak kuıup gecesinin eksi altmış dereceye ulaşan soğuğu göz önüne alınırsa, buna cesaret edeceği söylenebilir miydi? Hiç şüphe yok ki hayır! Böylece güneye doğru yüz kilometre daha yol alan Albatros, Pasifik’teki bilinmeyen bir adaya gidebilmek için batıya yöneldi. Aşağıda Amerika ve Asya topraklarının arasında yer alan sıvı düzlük uzanıyordu. O sırada deniz, “süt denizi” olarak anılmasını sağlayan benzersiz bir renge bürünmüştü. G ü neşin solgun ışıklarının etkilerini hissettire medigi bu yarı karanlıkta, okyanus yüzeyi süt beyazına dönüyor, sanki kıvrımları bu yükseklikten belli olmayan bir kar tarlasını andırıyordu. Denizin bu bölümü soğuktan katılaşarak, uçsuz bucaksız bir buz tarlasına dönüşmüştü. Bu olayın sayısız ışıklı parçacık ve fosforlu cisimcikten kaynaklandığı biliniyordu. Yine de rengarenk yansılanan bu yığının Hint Ok yanusu’nun dışında görülmesi şaşırtıcıydı. Günün ilk saatlerinde, yükseklerde gezinen barometre göstergesi birdenbire aşağıya düştü. Bir gemiyi oldukça zor durumda bırakabilecek özellikteki bu belirtiler, havagemisi -2 2 7 -
Ju les Ver ne
nin dikkate alacağı veriler değildi. Bununla birlikle, kısa bir süre önce Pasifik sularında şiddetli bir fırtınanın patlamış olduğu öne sürülebilirdi. Öğleden sonra bire doğru, Tom Turner mühendise yaklaşarak şunları söyledi: “Üstat Robur, ufuktaki şu siyah noktayı görüyor musunuz?.. Şurada... tam kuzeyimizde!.. Bir kayalık olabilir mi?” “Hayır Torn, bu bölgede hiç kara parçası yok." “O zaman bu bir gemi ya da en azından bir tekne olabilir.” Ön güverteye yönelen Uncle Prudent ve Phil Evans, Tom Turner’ın işaret ettiği noktaya baktılar. Robur dürbününü getirterek, söz edilen noktayı dikkatle inceledi. “Bu bir tekne,” dedi “ve üzerinde insanlar var.” “Kaza mı atlatmışlar?” diye haykırdı Torn. “Evet! Gemilerini terk etmek zorunda kalmışlar,” diye yanıtladı Robur, “karanın nerede olduğunu kestiremeyen bu zavallılar açlık ve susuzluktan ölmek üzereler! Tamam o zaman! Kimse Albatros'un onların yardımına koşma -2 2 8 -
Fatih R obur
dıgını söyleyemeyecek!” Makinist ve iki yardımcısına gönderilen emir üzerine Albatros yavaşça alçalmaya başladı. Deniz yüzeyine yüz metre kala tutunma pervanelerini durdurarak, itici pervaneleriyle kuzeye dögru ilerledi. Gerçekten de aşağıda, yelkeni direği üzerinde salınan bir tekne vardı, rüzgarın kesilmesi halinde ilerlemesi olanaksızdı. Kimsenin kürek çekecek gücü yoktu. Teknede, eğer ölmemişlerse, yorgunluktan bitap düşmüş hareketsiz beş adam yatıyordu. Tam üstlerine gelen Albatros yavaşça alçaldı. Teknenin arkasında hangi gemiye ait olduğunu gösteren bir yazı vardı, bu Nantes’tan yola çıkan Fransız gemisi Jeannette’ ti. “Heyy!” diye bağırdı Tom Turner. Tekne havagemisinin seksen ayak altında olduğuna göre bu çağrının duyulması gerekiyord u, oysa yanıt yoktu. “Tüfekle ateş edin!” dedi Robur. Emir yerine getirildiğinde patlama deniz yüzeyine doğru yayılmıştı. O zaman kayıkıakilerden birinin iskeleti andıran bedeni ve şaşkın gözleriyle ayağa -2 2 9 -
Ju les Ver ne
kalkmaya çalıştığı görüldü. Albatros'u gördüğünde korktuğunu be eden bir el hareketiyle yüzünü kapadı. “Korkmayın!” diye bağırdı Robur, Fransı ca, “Sizi kurtarmaya geliyoruz!.. Kimsiniz?" “Üç direkli Jeannette'in gemicileri, be ikinci kaptanıydım,” diye yanıtladı adam. “C beş gün önce... batmak üzereyken... gemi terk etmek zorunda kaldık!.. Ne suyumuz, r yiyeceğimiz var!..” Açlıktan kemikleri belli olan diğer dört d< nizci de solgun ve bitkin bir halde doğrulara ellerini havagemisine doğru kaldırdılar. Bir ipin ucuna bağlanmış tatlı su dolu b kova kayığa doğru indirildi. Bu zavallılar inanılmaz bir susamışlıkla kc vanın üzerine atıldıklarında ortaya dayanı maz bir görüntü çıkmıştı. “Ekmek!.. Ekmek!..” diye haykırdılar. içine yiyecekler, konserve, kahve ve b Brandy şişesi konan bir sepet hemen aşagıy uzatıldı. ikinci kaptan adamlarının açlıklarını yatı< tırnaktaki aceleciliklerine engel olmakta gü<; lük çekti. Sonra: -230-
Fatih R obur
“Neredeyiz?” “Şili kıyılarının ve Chonos Takımadalarımın elli mil açığındayız,” diye yanıtladı Robur. “Teşekkürler, ancak hiç esmiyor ve...” “Sizi çekeceğiz!” “Kimsiniz siz?..” “Size yardım etmekten mutluluk duyan kişiler,” diye sade bir şekilde yanıtladı Robur. İkinci kaptan daha fazla eşelenmemesi gereken gizli bir durumla karşı karşıya olduğunu anladı. Peki ama, bu uçan makinenin gücü onlan çekmeye yeter miydi? Evet! Yüz ayak uzunluğunda bir halata bağlanan tekne, güçlü araç tarafından doğuya doğru çekilmeye başlamıştı. Gece onda, kara, daha doğrusu karaya yaklaşıldığını belli eden ışıklar görünmüştü. Jeannette’in denizcileri mucize olduğuna inandıkları bu hava desteği sayesinde tam zamanında kurtulmuşlardı. Chonos Adalan’nın geçitlerine vardıklarında, Robur halatı salıvermeleri için seslendi halatı bırakırken kurtarıcılarına şükrediyorlardı ve Albatros hızla yükselerek yoluna devam etti. - 2 31 -
Ju les Verne
Kuşkusuz denizlerde kaybolan gemicileri kurtarabilen bu havagemisini ciddiye almak gerekirdi! Ne kadar mükemmel olursa olsun hangi balon böyle bir işe kalkışabilirdi ki? Ve her ne kadar Albatros’un gerçekliğini bile inkar etseler de Uncle Prudent ve Phil Evans onun bazı üstünlüklerini kabul etmek zorundaydılar. Deniz hâlâ kötüydü. Belirtiler kaygı vericiydi. Barometre göstergesi birkaç milimetre daha düşmüştü. Ara ara kesilen rüzgarın basıncı Albûtros'un pervanelerinde şiddetli uğultular oluşturuyordu. Bu .koşullar altında bir yelkenli geminin gabyasına iki, mizanasına bir camadan vurulmuş olmalıydı bile. Her şey rüzgarın kuzeybatıdan eseceğini gösteriyordu. Sormglass tüpü endişe verici bir şekilde bulanmaya başlıyordu. Sabah birde rüzgar büyük bir şiddetle kendini hissettirdi. Bununla birlikte karşıdan esmesine rağmen, itici pervanelerini çalıştıran havagemisi rüzgara doğru saatte dört beş mil hızla ilerliyordu. Bundan daha fazlası da beklenmemeliydi. Bu enlem derecelerinde çok nadir görülse -2 3 2 -
Fatih R obur
de, bir siklonun yaklaştığı söylenebilirdi. Atlantik’te hurracan, Çin denizlerinde tayfun. Sahra’da samyeli, batı kıyısında tornado olarak anılsa da, hepsi dönerek ilerleyen bir kasırgayı anlatmak için kullanılıyordu. Çevreden merkeze doğru giderek artan bu çember sel harekete yakalanan bir gemi için durum tam bir felaketti, yalnızca orta noktasında güvenli ve sakin bir alan mevcuttu. Robur bunu biliyordu; çekim alanından kurtulup, daha yüksek katmanlara çıkarak siklondan kaçma tedbirliligini göstereceğini de. Şimdiye dek hep başarmıştı. Ancak şimdi kaybedecek bir saati, bir dakikası bile yoktu! Gerçekten de rüzgarın şiddeti iyice artmıştı. Tepeleri köpüklü dalgalar deniz yüzeyine beyaz serpintiler saçmaktaydı. Bu siklonun olağanüstü bir hızla ulaşacağı kutup bölgelerinde oldukça etkili olacağı hiç tartışma götürmezdi. “Yukarı!” dedi Robur. “Yukarı!" diye yanıtladı Tom Turner. Havagemisi güneybatıya doğru eğik bir düzlemi izlercesine, olağanüstü bir tırmanma gücüyle yükseldi. O anda barometrenin cıva kolonunda önce -2 3 3 -
Ju les Verne
sekiz, sonra on iki milimetrelik bir düşüş kaydedildi. Sonra Alhafros’un yükselme hareketi birdenbire durdu. Bu duruşun sebebi ne olabilirdi? Büyük bir olasılıkla yukarıdan aşağıya doğru yayılan şiddetli bir hava akımı destek noktasının direncini azaltıyordu. Bununla birlikte Robur vazgeçmedi. Ancak, son hızlarında dönerek mükemmel bir uyumla çalışan yetmiş dört pervanesine ragmen yakalandığı siklondan kurtulamıyordu. Kısa süren dinginlik anlarında yükseliyor, sonra hava akımının etkisiyle tıpkı batmakta olan bir gemi gibi yeniden aşağıya doğru sürükleniyordu. Gerçekten de havagemisinin fenerlerinin sınırlı bir alanı aydınlatabildiği karanlık gecenin ortasında, bu hava denizinde batmak değil de, neydi bu? Eğer siklonun şiddeti artmaya devam ederse, ağaçları kökünden söken, çatılan uçuran burgaçlarından birine kapılarak saman çöpü gibi sürüklenmesi işten bile değildi
Albat-
ros' un.
Robur ve Torn ancak işaretlerle anlaşabiliyorlardı. Küpeşteye yapışmış bir halde bekleyen Uncle Prudent ve Phil Evans bu hava faci-2 3 4 -
Fatih R obur
asının havagemisini, mucidi ve buluşunun tüm gizemlerini yok ederek kendilerini bu dertten kurtarıp kurtaramayacağını düşünüyorlardı! Ancak
Albatros
siklondan dikey olarak
kurtulmayı başaramadığına göre, yapacağı tek şey görece daha sakin olan ve manevralarını daha rahat gerçekleştirebileceği merkeze ulaşmak değil miydi? Evet! Ama oraya varabilmesi için, kendini çevreye doğru iten bu dairesel akımlan aşması gerekiyordu. Bunun için yeterli mekanik güce sahip miydi? Bir anda bulutların üst bölümünün çatlamasıyla buharlar bir yağmur seli haline dönüştüler. Sabah ikide, on iki milimetrelik aralıklarla salınan barometre göstergesi 709’a düşmüştü havagemisinin deniz seviyesinden yüksekliğine bağlı olarak, gösterge düşüşünün azalması gerekiyordu aslında. Siklonun genellikle etkili olduğu otuzuncu kuzey ve yirmialtıncı güney paralelleri arasındaki bölgelerin dışında görülmesi az rastlanan bir olaydı. Belki de bu durum, burgaçlı fırtınanın nasıl düz bir hat izlediğinin açıklama sıydı. Bu kasırga 22 Mart 1882’de yaşanan ve
Ju les Verne
hızı saniyede yüz on altı metre olan Connecticut fırtınasıyla kıyaslanabilirdi. Hava akımının üstüne giderek ondan kurtulamayan Albatros’ un, tıpkı fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi rüzgarı ardına alarak kaçması, bir anlamda kendini ona teslim etmesi daha doğruydu. Böylece bu şaşmaz yörüngenin etkisiyle güneye doğru sürüklenerek Ro bur’ün yaklaşmaktan kaçındığı kutup bölgelerine doğru yol almaya başlamıştı. Albatros’un bir o yana bir bu yana savrul-
maması için dümeninin başına geçen Torn Tumer’ın, bütün hünerini göstermesi gerekiyordu. Horn Burnu’ndan beri on beş derecelik, yani dört yüz fersahtan fazla bir yol kat eden Albatros, sabahın ilk saatlerinde güney kutup
dairesini geçiyordu. Bu bölgede Temmuz ayında geceler hâlâ on dokuz saat sürer, ne ısı ne de ışık verebilen güneşin ufukta görünmesiyle kaybolması bir olur, neredeyse. Kutupta gece yetmiş dokuz gün boyunca devam eder. Her şey Albatros’un tıpkı dipsiz bir kuyuya dalar gibi kutup bölgesine yöneldiğini gösteriyordu. Eğer o gün bir gözlem yapmak mümkün -2 3 6 -
Fatih R obur
olsaydı, 66° 40’ güney paralelinde bulunulduğu anlaşılacaktı. Yani havagenıisinin kutba ulaşabilmesi için yalnızca bin dört yüz mil kalmıştı. Karşı konulmaz bir şekilde dünyanın bu en ulaşılmaz bölgesine sürüklenirken, hızı, yerkürenin kutuplardaki yassılaşmasıyla daha da artmasına ragmen ağırlığına baskın çıkıyordu. Tutunma pervanelerinin hiçbir işlevi kalmamıştı. Kısa bir süre sonra fırtınanın şiddeti öyle arttı ki, Robur itici pervanelerin hasar görmemesi için hızlarını en düşük seviyeye indirmek zorunda kaldı. Bunca tehlikeye ragmen mühendis emirlerini soğukkanlılıkla vermeyi sürdürüyor, mürettebat ise sanki onunla tek yürek olmuş gibi itaat ediyordu. Uncle Prudent ve Phil Evans bir an bile olsun güverteyi terk etmemişlerdi. Zaten rüzgarın konumu elverdiği için, orada kalmakta bir mahzur yoktu. Havagemisi, içine gömüldüğü akışkan kütleyle birlikte ilerleyen bir balona benziyordu. Söylendiğine göre güney kutup bölgesinin yüzölçümü dört milyon beş yüz bin metrekareydi. Buranın bir kıta mı; bir takımada mı, -2 3 7 -
Ju les Vem e
yoksa buzlan, uzun yaz mevsimi boyunca dahi erimeyen paleokrisıik bir deniz mi olduğu bilinmiyordu. Ama bilinen bir şey vardı ki, o da kuzey kutbundan daha soğuk olduğuydu. Bu durum, Antarktika bölgesinin kışı süresince, dünyanın yörüngesi üzerindeki konumundan kaynaklanıyordu. Gün boyunca, fırtınanın hafifleyeceğini gösteren en ufak bir belirtiye rastlanmamıştı. Albatros
yetmişbeşinci meridyen üzerinden
kutup bölgesine yaklaşıyordu. Eğer çıkabilirse, bu bölgeyi hangi meridyen üzerinden terk edeceği ise meçhuldü. Her ne olursa olsun, güneye doğru inildikçe, günler kısalıyordu. Çok geçmeden, ros yalnızca
Albat-
ayın ve güney kızıllığının solgun
ışıklarının aydınlattığı bu sürekli gecenin içine dalacaktı. Ancak ay hilal şeklindeydi, böyle giderse Robur ve arkadaşları insanoğlunun henüz sırrını çözemediği bu bölgeyi göremeyeceklerdi. Albatros büyük
bir olasılıkla, kutup daire-
sinin biraz berisinde yer alan ve 1832’de Bis coe’nin keşfettiği Graham topraklarının ve 1838’de Dumont d’Urville’in keşfettiği Lois Philippe topraklarının üzerinden geçiyordu. -2 3 8 -
Fatih R obur
Bilinmeyen bu kara parçasındaki, ulaşılmış son sınırlardı bunlar. Bu arada sanılanın aksine, mürettebatın ısı değişikliklerinden şikayetçi olduğu söylenemezdi. Sanki kasırga, bir hava gulf stream’i oluşturarak kendiyle birlikte sıcak havayı da getirmişti. Kutup bölgesinin derin bir karanlığa gömülmüş olmasına üzülmemek elde değildi! Yine de şunu belirtmek gerekiyor ki, ay gökyüzünü tamamıyla aydınlatmış olsaydı bile, yeterince gözlem yapmak mümkün olmayacaktı. Yılın bu aylarında, kalın bir kar perdesi ve geniş bir buz tabakası bütün kutup yüzeyini kaplıyordu. Bu koşullar altında, karaların şekilleri, denizlerin büyüklüğü, adaların konumları nasıl ayırt edilecekti? Bölgenin deniz haritası nasıl çıkarılabilecekti? Tepeler ya da dağlar buzdaglanyla, bankizlerle kanştırılabi lecegine göre, orografik yapı bile belirlene mezdi. Gece yansından biraz önce, güney kızıllığı bu koyu karanlıkları aydınlattı. Gümüşsü ve ışık saçan ince katmanlarıyla, bu göksel gösteri tıpkı geniş bir yelpaze gibi gökyüzünün yarısını kaplıyordu. Bu sınırsız elektrik dalgala -2 3 9 -
Ju les Veme
n, dört yıldızı başucu noktasında parıldayan Güneyhaçı’nda kaybolmaya başlamıştı. Benzersiz bir göz alıcılık içinde gerçekleşen bu olayın sağladığı aydınlık, bölgenin beyazlara gömülmüş harika manzarasını göstermeye yetmişti. Manyetik güney kutbuna çok yakın olan bu bölgelerde, dengesi bozulan pusula iğnesi, izlenen yönü belirtmekte zorlanıyordu. Ancak bir süre sonra eğimi o hale gelmişti ki, Robur yetmişsekizinci paralel üzerinde yer alan manyetik kutbun üzerinden geçildiğini anlamıştı. Ve sabahın birine doğru iğnenin düşey çizgiyle yaptığı açıyı hesapladıktan sonra haykırdı: “Güney kutbu ayaklanmızın altında!” Buzullannm altındaki hiçbir şeyin görülmesine izin vermeyen beyaz bir kümbet belirdi. Güney kızıllığı yavaş yavaş kaybolurken, dünyanın tüm meridyenlerinin kesiştiği bu en uç nokta hâlâ keşfedilmeyi bekliyordu. Uncle Prudent ve Phil Evans’ın, havagemi sini ve içindekileri, ıssızlıkların en gizemlisinde boşluğa gömmeleri için kesinlikle bundan daha uygun fırsat olamazdı. Bunu yapa-2 4 0 -
Fatih R obur
mamalarının nedeni kuşkusuz ki gerekli patlayıcıyı ele geçilememiş olmalarıydı. Bu arada kasırga öyle bir hızla etkisini sürdürüyordu ki eğer Albatros'un yoluna bir dag çıksaydı, tıpkı kayalara çarpan bir gemi gibi parçalanacaktı. Gerçeklen de ne düşey ne de yatay istikamette manevralarını kontrol edebilmesi mümkün değildi. Havagemisinin Antarktika topraklarının üzerinde yükselen tepelere çarparak parça parça olması an meselesiydi. Sıfır meridyeni geride kaldığında rüzgar doğudan esmeye başlamış, böylece durum daha tehlikeli bir hal almıştı. O sırada
Albat-
ros'un yüz kilometre ilerisinde iki ışıklı nokta belirdi. Bunlar büyük Ross Dağlan sisteminin birer parçasını oluşturan Erebus ve Terror yanardağlarıydı. Albatros
dev bir kelebek gibi onların ate-
şinde yanıp tutuşacak mıydı yoksa? Soluk kesen bir saat yaşandı. Erebus kasırganın girdaplanndan kurtulamayan havagemisinin üzerine lavlannı göndereceğe benziyordu. Alevler giderek büyüyor, bir ateş ağı -2 4 1 -
Ju les Verne
yolu kesiyordu, gökyüzünü saran şiddetli parıltılar yüzlerin aldığı ürkütücü ifadeyi ortaya çıkarmaktaydı. Her biri hiç kımıldamadan, bağırmadan bir ateş yığınının kendilerini sarmalayacağı o korkunç ânı bekliyordu. Albatros’u bu tehlikenin içine sürükleyen
kasırgaydı, ama onu korkunç bir felaketin eşiğinden döndüren de yine kasırga oldu. Fırtınanın etkisiyle yatışan Erebus’un alevleri ona geçme fırsatı tanıdılar. Ne mutlu ki tutunma pervanelerinin merkezkaç hareketi lav parçalarını geri püskürtüyordu, böylece faaliyet halindeki krater açılabildi. Bir saat sonra, uzun kutup gecesi boyunca dünyanın sınırlarını aydınlatan bu dev meşaleler gözden kayboldu. Sabahın ikisinde, buzdan bir çimentonun kutup topraklarıyla birleştirdiği Ballery Adaları fark edilmeden geçilmişti. Yüzyetmişbeşinci meridyen üzerinden geçerek kestiği kutup dairesinden itibaren, Albatros, kasırganın etkisiyle sürüklendiği ban-
kizlerin, buzdaglarının karşısında yüzlerce kez paramparça olma tehlikesi atlatmıştı. Ha vagemisi artık dümencinin değil, Tann’nın insafına kalmıştı... ve görünen oydu ki Tanrı bu -2 4 2 -
Fatih R obur
görevi ustalıkla yerine getiriyordu. O sırada. Albatros Antarktika’yı geçtiği meridyenle yüz beş derecelik bir açı oluşturan Paris meridyenini aşıyordu. Nihayet, altmışıncı paralele varıldığında, kasırganın şiddeti iyice azaldı.
Albatros
gide-
rek manevralarına hâkim olmaya başlıyordu. Bir süre sonra, dünyanın aydınlık bölgelerine girdi ki bu, gerçek bir rahatlama saglamıştı ve sabahın sekizinde gün tekrar ışıdı. Robur ve adamları, Horn Burnu’nda yakayı sıyırdıkları siklondan sonra, şimdi de kasırgadan kurtulmuşlardı. On dokuz saatte yedi bin kilometreyi dakikada bir fersahtan fazla kat ederek, tüm kutup bölgesi üzerinden Pasifik’e sürüklenmişlerdi. Bu hız, olağan koşullarda itici pervaneleriyle yol alan
Albatros’un
elde edebileceği hızın neredeyse iki katıydı. Manyetik kutup yakınlarında mıknatıslanarak devre dışı kalan pusulanın göstergelerinden yararlanamayan Robur nerede olduklarını kesıiremiyordu. Bu koşullarda doğru dürüst bir gözlem yapabilmek için güneşin doğuşunu beklemek gerekiyordu. Ne yazık ki iri bulutların gökyüzünü doldurduğu o gün güneşi görmek mümkün olmamıştı. -2 4 3 -
Ju les Vem e
Bu durum, itici pervanelerin kasırgada gördüğü hasar kadar moral bozucu bir etki yaratmıştı. Bu aksaklığın sıkıntısıyla, gün boyunca düşük bir hızla seyreden Robur, Paris’in taban karşıtını geçerken de, saatte altı fersahlık bir hızı aşmamıştı. Zaten ortaya çıkabilecek terslikleri engellemek için bu önlemleri almak gerekiyordu. iki itici pervanenin Pasifik’in uçsuz bucaksız denizleri üzerinde devre dışı kalması havagemisini büyük bir tehlikeye atacaktı. Yolculuğun devamını garanti altına almak isteyen mühendis, onarım çalışmalarına belki de hemen başlaması gerekeceğini düşünüyordu. 27 Temmuz sabahı, yediye doğru, kuzeyde bir kara parçası görüldü. Çok geçmeden bunun, Pasifik üzerinde yer alan binlerce adadan biri olduğu anlaşıldı. Robur yere inmeden burada mola vermeye karar verdi. Gün boyunca arızalan gidererek, akşama doğru hareket etmeyi düşünüyordu. Rüzgar tamamen durmuştu. Çalışmaların rahatlıkla yapılabilmesi için koşullar uygundu.
Albatros'un
sürüklenmesine neden olabi-
lecek en ufak bir esinti dahi yoktu. -2 4 4 -
Fatih R obur
Ucuna demir bağlanan elli ayak uzunluğunda bir halat aşağıya bırakıldı. Havagemisi adanın sınırına ulaştığında, demir, ilk kayalıkları sıyırıp geçtikten sonra iki kayanın arasına sağlam bir şekilde yerleşti. Tutunma pervanelerinin etkisiyle halat gerilince, Albatros demir atmış bir gemi gibi hareketsiz kaldı. Philadelphia’dan ayrıldığından beri ilk kez yerle bağlantı sağlanmıştı.
15
GERÇEKTEN DE ANLATILMAYI HAK EDEN OLAYLAR GELİŞÎYOR
Alb atros yüksekleyken
burasının orta bü-
yüklükle bir ada olduğu görülmüştü. Ancak onu kesen paralelin hangisi olduğunu, hangi meridyen üzerinde bulunduğunu, adanın Pasifik’te mi yoksa Hini Okyanusu’nda mı bulunduğunu anlamak için mühendisin konum saptaması yapması gerekiyordu. Bununla birlikte pusulanın göstergesinden yararlanama masına ragmen, Robur, Pasifik’te olduklarına inanıyordu. Güneş doğduğunda kapsamlı bir inceleme yapmak için koşullar uygun olacaktı. Yüz elli ayak yükseklikten, çevresi on beş mil olan bu ada üç kollu bir denizyıldızı gibi görünüyordu. Güneydoğudaki kolun ucunda, önü kayalarla kaplı bir adacık vardı. Kıyılarında gelgit olaylarının yaşandığına dair en ufak bir iz -2 4 6 -
Fatih R obur
yoktu, Pasifik Okyanusu Yıda med cezir olaylarına pek sık rastlanmadığı göz önüne alınırsa, bu belirti Robur’ün düşüncesini destekler nitelikleydi. Kuzeybatıdaki kolda, yüksekliği tahminen bin iki yüz ayak olan konik bir dag yer alıyordu. Ortada hiç yerli görünmüyordu, belki de karşı sahilde yaşıyorlardı. Ne olursa olsun, ha vagemisini fark etmişlerse, korkudan bir yerlere gizlenmiş olmalıydılar. Albatros adaya
güneydoğu kolu tarafından
yaklaşmıştı. Bir akarsu, kayalann arasından geçerek, yakındaki küçük bir koya dökülmekteydi. Biraz ötede türlü türlü ağaçlarla kaplı kıvrımlı vadiler uzanıyordu, keklik ve toyku şu gibi av hayvanları bol miktardaydı. Bu adada kimse yaşamıyorsa da, yaşanmaya oldukça elverişli bir yer gibi görünüyordu. Hiç kuşkusuz Robur’ün yere inmemesinin nedeni, arazinin çok engebeli olmasından dolayı havage misine uygun bir pist bulamamış olmasıydı. Mühendis kısa bir gözlemden sonra, akşam bitmesini umduğu bakım çalışmalannı başlattı. Kasırga sırasında, mükemmel bir performansla çalışan tutunma pervanelerinin duru -2 4 7 -
. mu iyiydi. Dolayısıyla bu durum işlerini hafifletecekti. Ancak iki itici pervane Robur’ün tahmin ettiğinden daha fazla hasar görmüştü. Kollarını düzeltmek ve dönme hareketini sağlayan çarkları elden geçirmek gerekiyordu. Robur ve Tom Turner yönetimindeki mürettebat bakım işlerine ön pervaneden başladı. Çalışmalar tamamlanmadan hareket etmeyi gerektirecek herhangi bir durumda, bu pervane yola devam etmesi için yeterli olacaktı. Bu arada Uncle Prudent ve arkadaşı bir süre güvertede gezindikten sonra arkaya geçtiler. Frycollin’e gelince, oldukça rahatlamıştı. Ne büyük bir değişiklikti. Yerden ancak yüz elli ayak yukarıdaydılar. Güneş ufkun üzerinde görünüp gözlem yapmaya izin verene dek çalışmalar aralıksız bir şekilde sürdü. Büyük bir titizlikle yapılan incelemeler sonunda, 176° 17’ doğu meridyeni, 43° 37’ güney enleminde bulunulduğu anlaşılmıştı. Haritaya bakıldığında bu noktanın Brougı hon adalar grubuna ait Chathem Adası ve ucundaki Viff Adacığı olduğu ortaya çıkmıştı. -2 4 8 -
Fatih R obur
Bu ada grubu Pasifik Okyanusu’nun güneyinde yer alan Yeni Zelanda’nın güneyindeki Ta waiPomanu Adasfnın on beş derece doğusunda kalıyordu. “Ben de böyle tahmin ediyordum,” dedi Robur, Torn Turner’a. “Yani o zaman biz?..” “X adasının kırk altı derece güneyinde, yani yaklaşık olarak ona, iki bin sekiz yüz mil mesafedeyiz.” “Pervaneleri bakıma almakla iyi etmişiz,” diye yanıtladı ikinci kaptan. “Yol üzerinde birçok ters rüzgarla karşılaşabiliriz ve elimizde kalan erzagı da göz önünde bulundurursak, elimizden geldiğince hızlı bir şekilde X adasına ulaşmamız gerekiyor.” “Evet Torn, umarım akşam yeniden yola koyulabiliriz, diğerini yolda tamir etmek pahasına da olsa, tek pervane ile devam etmek zorundayız.” “Üstat Robur,” diye sordu Tom Turner, “ya iki beyefendi ve uşakları ne olacak?..” “Tom Turner,” diye yanıtladı mühendis, “X adasının üyeleri olmak onlara çok mu zor gelecek dersin?” Peki ama bu X adası da neyin nesiydi? Pa -2 4 9 -
Ju les Verne
sifik Okyanusu’nun ekvator ile yengeç dönencesi arasında kalan bölgesinin enginliğinde kaybolmuş bir ada mıydı? Robur un verdiği bu cebirsel adı fazlasıyla hak ediyordu. Okya nuslararası tüm geçiş yollarının uzağındaki geniş Markiz Denizi’nin ortasında bulunuyordu. Robur’ün küçük bir koloni oluşturduğu bu ada, Albarros’un sonu gelmeyen yolculuklarından sonra dinlenmesi ya da gereksinimlerini karşılaması için kullanılıyordu. Robur büyük paralar harcayarak bir şantiye kurmuş ve havagemisini burada inşa etmişti. Burada onun bakımını yapabilir, hatta isterse yenisini üretebilirdi. Dükkanlan, elli kişilik halkının ihtiyaçlarını karşılayacak her tür araç gereç ve erzakla doluydu. Mühendis birkaç gün önce Horn Burnu’nu geçtikten sonra, Pasifik’i eğik bir açıyla kat ederek X adasına ulaşmayı hedeflemiş, ancak Albatros
siklonun burgaçlarına yakalanarak
güneye doğru sürüklenmişti. Yine de ilk konumundan çok fazla uzaklaşmadığı için pervanelerindeki arıza giderilirse, küçük bir gecikmeyle adaya varabilecekti. Demek ki Albatros’un rotası X adasına doğruydu. Ancak Torn Turner’ında belirttiği gibi -2 5 0 -
Fatih Fatih R obur
önlerinde uzun bir yol vardı. Büyük bir olasılıkla karşı yönden esen rüzgarlarla mücadele etmek gerekecekti. Yine de havagemisinin mekanik gücü hesaba katıldığında, ılımlı hava köşullarında örtalama bir hızla bu yölculugu üç dört gün de tamamlayacağı söylenebilirdi. Robur, bundan dolayı Chaıam Adası’na demirlemeye karar vermişti. En azından, ön pervaneyi onarmak için koşullar oldukça uygundu. Ters bir rüzgarla karşılaşsa bile, kuzeye gitmek istediğinde güneye sürüklenmekten hiç korkmuyordu. Gece olduğunda çalışmalar sona erecek, demiri çekmek için manevra yapılacaktı. Eğer kayaların arasına sıkı bir şekilde tutunmuşsa, halat kesilecek ve ekvatora doğru yola devam edilecekti. Görüldüğü gibi basit olduğu kadar mükemmel olan bu yöntemle, belirlenen süre içinde hedefe ulaşılacaktı. Kaybedecek zamanları olmadığını bilen mürettebat büyük bit* azimle çalışmaya koyulmuştu. Havagemisinin ön bölümünde bu faaliyetler sürerken. Uncle Prudent ve Phil Evans önemli kararlar alacakları derin bir sohbetin içine dalmışlardı. -2 5 1 -
Ju Ju les Verne Ver ne
“Phil Evans,” dedi Uncle Prudent, “siz de benim gibi hayatınızı ortaya koymaya kararlı mısınız?” “P.veı, tıpkı sizin gibi!” “Son bir kez daha değerlendirirsek, Ro bur’den hiçbir şey beklemememiz gerektiği ortada." “Hiçbir şey!” “Tamam o zaman Phil Evans, ben kararımı verdim. Albafros’un yeniden yola koyulacağı bu gece eylemimizi kesinlikle gerçekleştireceğiz! Bu gece mühendis Robur kuşunun kanatlarını kıracak, havaya uçuracağız onu.” “Uçsun öyleyse,” diye cevap verdi Phil Evans. Görüldüğü gibi, iki baloncu kendilerini korkunç bir ölüme sürükleyecek bir girişimin kararını alırken bile en küçük bir fikir ayrılığına düşmüyorlardı. “Gereken her şey hazır mı?..” diye sordu Phil Evans. “Evet!.. Geçen gece Robur ve adamları kasırgayla boğuşurken cephaneliğe sızarak birkaç dinamit lokumu aldım!” “Uncle Prudent, o zaman harekete geçelim..." -2 5 2 -
Fatih Robur
“Hayır geceyi beklememiz gerek! Hava kararıp odamıza döndüğümüzde, ben patlayıcıyı hazırlarken siz nöbet tutacaksınız!” Altıya dogı u iki baloncu her zamanki gibi akşam yemeklerini yediler. İki saat sonra, uykusuz bir gecenin acısını çıkarmak için erkenden yatan kişiler gibi odalarına çekildiler. Ne Robur ne de adamları, Albafros’un nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğunu asla tahmin edemezlerdi. Uncle Prudent’ın planı şöyleydi: Söylediği gibi cephaneliğe sızdıktan sonra bir miktar barut ve mühendisin Dahomey’de kullandığı dinamit lokumlanndan birini ele geçirmiş, sonra odasına dönerek patlayıcıları özenle saklamıştı. Gece tekrar yola koyuldu Albatros'u s'u bunlarla havaya uçurmaya ğunda, Albatro karar vermişti. O sırada Phil Evans arkadaşının yürüttüğü dinamiti inceliyordu. Dinamit lokumu havagemisini ve pervanelerini parça parça etmeye yetecek kadar patlayıcı içeriyordu. Eğer patlama onun hakkından gelemezse bile yere çarptığında istenen sonuca ulaşılmış olacaktı. Gerçi bu dinamit lokumunu, güverteyi ve ıskarmozlarına dek bütün -2 5 3 -
gövdeyi havaya uçuracağı biçimde kamaranın bir köşesine yerleştirmekten kolay bir şey ola mazdı. Ancak patlamayı gerçekleştirmek için önce dinamite bağlı olan ateşleme kapsülünü devreye sokmak gerekiyordu. Bu, işin en hassas noktasıydı, çünkü kapsül, titizlikle hesaplanan bir süre sonunda tuıuşmalıydı. Uncle Prudent bunu da düşünmüştü: Ön pervanenin onarımı bittiğinde, havagemisi kuzeye doğru yol alacaktı, ancak Robur ve adamlarının arka pervanenin onarımı için arka güverteye gelmeleri mümkündü. Mürettebatın kamaranın yakınında bulunması Uncle Prudent’ın işine yoğunlaşmasını engelleyebilirdi. Bu yüzden patlamayı istediği zaman gerçekleştirmek için bir fitilden yararlanmaya karar vermişti. Phil Evans’a şöyle dedi: “Dinamitin yanında bir miktar barut da aldım. Bu barut sayesinde uzunluğunu patlama zamanına göre ayarlayacağımız bir fitil hazırlayacağım; fitil tutuşup, ateşleme kapsülüne ulaştığında patlamayı sağlayacak. Eğer onu gece yarısı yakarsak Albatros Albatros sabah saat üç ile dört arasında havaya uçmuş olacak.” -2 5 4 -
Fatih Fatih R obur
“Mükemmel bir plan!” diye yanıtladı Phil Evans. Görüldüğü gibi, iki baloncu kendilerinin de sonu olacak bu korkunç patlamayı bile so gukkanlıkla gukk anlıkla değerlendireb değerlendirebilec ilecek ek bir ruh halindeydiler. Robur ve adamlarına karşı öyle derin bir kin besliyorlardı ki. Albatros'u ve beraberindeki her şeyi yok edebilmek için hiç düşünmeden kendi hayatlarını feda etmeyi göze alabiliyorlardı. Beş haftalık bir öfke birikimi, onları çılgınca olduğu kadar nefret uyandırabilecek bir girişimin eşiğine getirmişti. “Ya Frycollin,” dedi. Phil Evans, “onun yaşamıyla ilgili karar vermeye hakkımız var mı?” “Biz kendi yaşamlanmızı feda ediyoruz ama!” diye yanıtladı Uncle Prudent. Bu açıklamanın Frycollin’i tatmin edeceği şüpheliydi. Uncle Prudent işe koyulduğunda Phil Evans köşkün çevresini gözlüyordu. Mürettebatın ön pervaneyle uğraştığı göz önüne alınırsa yakalanma ihtimalinin fazla olmadığı söylenebilirdi. Uncle Prudent işe, bir miktar barutu ezerek toz haline getirmekle başladı. Sonra onları hafifçe ıslatarak kumaş bir kılıfa sarıp, fitil -255-
Ju les Verne Ver ne
haline getirdi. Ucunu tutuşturduğunda beş santimlik bölümünün on dakikada yandığını saptadı, böylece bir metrelik fitil, üç buçuk saatte kapsüle ulaşmış olacaktı. Fitili söndürdükten sonra bir iple sıkıca sararak ucunu kapsülün ağzına iliştirdi. Hiçbir şüphe uyandırmayan bu çalışma gece ona doğru tamamlandı. Phil Evans da gözcülük görevine son vererek kamaraya döndü. Mürettebat gün boyunca vargücüyle onarım çalışmalarını sürdürmüştü, ön pervanenin hasar gören kollarını sökebilmek için onu güverteye almak gerekmişti. Albafros’un mekanik gücünü üreten piller ve akümülatörlere gelince, şiddetli siklondan hiç zarar görmemişlerdi; onlan dört beş gün boyunca beslemeye yetecek madde de vardı. Gece olup Robur ve adamları çalışmaya ara verdiğinde ön pervane henüz yerine takılmamıştı. Çalışmaya hazır olması için daha üç saatlik bakım gerekiyordu. Tom Turner ile görüşen Robur, yorgunluktan canı çıkmış olan mürettebatın ertesi sabaha kadar dinlenmesine karar verdi. Zaten bu oldukça hassas çalışmanın yürütülmesi için gerekli ışığı saglama -2 5 6 -
Fatih R obur
ya havagemisinin fenerleri yeterli olmuyordu. Uncle Prudent ve Phil fivans ise bu değişiklikten haberdar değildi. Robur’den duyduklarına dayanarak, ön pervanenin onaıınu nın geceye kadar tamamlanacağını ve Albatros'un hemen kuzeye doğru hareket edeceğini düşünüyorlardı. Yani hâlâ demirli duran havagemisinin adayla ilişiğini kestiğini sanmaktaydılar. Bu durum olayların tasarladıklarından farklı bir şekilde gelişmesine yol açacaktı. Aysız ve karanlık bir geceydi. İri bulutlar karanlığı daha da yoğunlaştırıyordu. Şimdiden hafif bir rüzgarın esmeye başladığı hissediliyordu. Güneydoğudan gelen esintiler, dikey olarak gerilmiş halatın ucundaki demirle kayalara bağlı bulunan Albatros’u yerinden oy natamıyordu. Odalarına kapanmış olan Uncle Prudent ve Phil Evans fazla konuşmadan tutunma pervanelerinin bütün sesleri bastıran uğultusunu dinleyerek, işe koyulacakları zamanın gelmesini bekliyorlardı. Gece yarısından biraz önce, “Vakit geldi!” dedi Uncle Prudent. Kamaranın yataklarının altında eşyaların yerleştirilebileceği çekmeceler vardı. Uncle -2 5 7 -
Ju les Verne
Prudent dinamiti ve fitili bunlardan birinin içine koydu. Böylece fitil, kokusu ve çıtırtısı ile kendini ele vermemiş olacaktı. Uncle Prudent fitilin ucunu tutuşturduktan sonra çekmeceyi kapattı. “Şimdi arka güverteye gidip bekleyelim!” dedi. Dışarı çıktıklarında dümencinin görev yerinde olmadığını görünce şaşırdılar. Phil Evans küpeşteye yaslanarak aşağıya baktı. “Albatros hâlâ
yerinde duruyor!" dedi alçak
sesle. “Çalışmalar henüz bitmemiş!.. Bu durumda yola çıkılamaz!” Uncle Prudent hayal kırıklığını belli eden bir el hareketi yaparak: “Fitili söndürmek gerek,” dedi. “Hayır!.. Buradan kurtulmamız gerek!” diye yanıltadı Phil Evans. “Kurtulmak mı?” “Evet!.. Etraf zifiri karanlık!.. Demir halatını kullanarak yüz elli ayak aşağıya inmemiz işten bile değil!” “Gerçekten Phil Evans, böyle bir fırsattan yararlanmamak için ancak bir deli olmak gerekir!” -2 5 8 -
Fatih R obur
Ama önce odalarına geri dönerek, Chatam Adası’nda geçirecekleri kısa ya da uzun süre içinde kendilerine gerekebilecek her şeyi yanlarına aldılar. Sonra kapıyı kapatarak, sessizce ön güverteye doğru ilerlediler. Amaçlan Frycollin’i uyandırarak onu da kendileriyle birlikte kaçmaya zorlamaktı. Her yer kapkaranlıktı. Bulutlar güneybatı yönünden gelmekteydi. Havagemisi rüzgar ile ufak ufak sallanmaya başladığında
Albatros’u
kayalara bağlayan demirin halatı düşey eksenle hafif bir açı yapmaktaydı. Dolayısıyla iki baloncu inişte biraz zorluk çekeceklerdi. Ancak böyle bir durum yaşamlannı ortaya koymakta bir an bile tereddüt etmemiş insanlar için engel oluşturamazdı. Uncle Prudent ve Phil Evans zaman zaman köşklerin gölgesine sığınıp, çevreyi kolaçan ederek güvertede sessizce ilerlediler. Havagemisi yalnızca sessizliğe değil, deliksiz bir uykuya gömülmüştü. Uncle Prudent ve arkadaşı tam Frycollin’in odasına yaklaşmışlardı ki Phil Evans durdu: “Nöbetçi!” dedi. Gerçekten de köşkün kenarında yere uzanmış bir adam vardı. Uyumuşa benziyordu. - 259 -
Ju les Ver ne
Alarm verdiği takdirde bütün kaçış planlan altüst olacaktı. Yerde onarım çalışmalarından artakalan ipler, kumaş parçaları ve kıtıklar vardı. Bir dakika içinde nöbetçi, ağzı bantlanarak küpeştenin direklerine bağlanmış, kafasına bir örtü geçirilmiş bir haldeydi ve çığlık atması ya da elini kolunu oynatması mümkün değildi. Bu işi hiç gürültü çıkarmadan halletmişlerdi. Uncle Prudent ve Phil Evans kulak kabart tıklannda sessizliğin sürdüğünü ve herkesin uyuduğunu anladılar. İki kaçak onları şimdiden böyle adlandırmak doğru mu bilinmez ama Frycollin’in odasının önüne geldiler. François Tapage’ın ismine uygun bir şekilde horlaması içlerini rahatlattı. Uncle Prudent büyük bir şaşkınlıkla Frycollin’in kapısının açık olduğunu fark etti. Kamaranın içine şöyle bir göz attıktan sonra geri çekildi: “Kimse yok!” dedi. “Kimse yok mu?.. Nerede olabilir ki?" diye mırıldandı Phil Evans. Frycollin’in bir köşede sızmış olduğunu - 2 6 0 -
düşünerek ön güverteye kadar süründüler. Kimse yoktu. “Yoksa bu alçak bizden önce mi davrandı?” diye sordu Uncle Prudent. “Öyle ya da değil!” diye yanıtladı Phil Evans “Daha fazla bekleyemeyiz!” Kaçaklar hiç duraksamadan halatı kavrayıp, ayaklarından da destek alarak kendilerini aşağıya bıraktılar ve sag salim yere vardılar. Uzun zamandır ayak basamadıkları toprağa kavuşarak, havanın oyuncağı olmaktan kurtulmak iki baloncuyu büyük bir sevince boğmuştu. Adanın içlerine doğru ilerlemeye hazırlanırken önlerinde bir gölge belirdi. Bu Frycollin’di. Evet! Efendisinin aklına gelen zencinin de aklına gelmiş ve büyük bir cesaretle ona haber vermeden bu işe kalkışmıştı. Ancak şimdi suçlamaya kalkışmanın zamanı değildi. Uncle Prudent adanın uzak bir bölgesinde güvenli bir sığınak bulmak için çevreyi araştırmaya niyetlenirken Phil Evans onu durdurdu. “Uncle Prudent, beni dinleyin,” dedi. “İşte Robur’ün elinden kurtulduk. Adamlarıyla bir -2 6 1 -
Ju les Verne
likte korkunç bir ölüme mahkum oldu. Bunu da hak ediyor, kabul! Ama eğer bizi tekrar alıkoymayacağına dair şerefi üzerine ant içerse...” “Böyle bir adamın şerefine...” Uncle Prudent daha sözünü tamamlamamıştı ki. Albatros’ta bir hareketlenme oldu. Kuşkusuz alarm verilmişti, kaçtıkları ortaya çıkacaktı. “imdat!.. İmdat!..” diye bağırıyordu, ağız bağından kurtulmayı başaran nöbetçi. Güvertede telaşlı ayak sesleri yankılandı. Bir an sonra projektörler geniş bir alanı taramaya başlamıştı. “İşte oradalar!.. İşte oradalar!..” diye bağırdı Tom Turner. Kaçaklar fark edilmişti. Aynı anda Robur’ün yüksek sesle verdiği emir üzerine tutunma pervaneleri yavaşlamış ve güverteye çekilen halat sayesinde Albatros yere yaklaşmaya başlamıştı. O sırada Phil Evans’ın sesi net bir şekilde duyuldu: “Mühendis Robur," dedi, “bizi bu adada serbest bırakmaya şerefiniz üzerine söz verir misiniz?..” - 2 62 -
Fatih Robur
"Asla!” diye haykırdı Robur. Ve bu yanın izleyen bir tüfek mermisi Phil Evans’ın omzunu sıyırıp geçti. “Alçaklar!” diye haykırdı Uncle Prudent. Ve elindeki bıçak ile demirin tutunduğu kayaklıklara doğru yöneldi. Havagemisi yere elli ayak mesafedeydi... Birkaç saniye içinde halat kesilmişti, şiddetini hafifçe artıran rüzgar
Albatros’u
yandan
kavrayarak kuzeydoğuya, denizin üstüne doğru sürükledi.
16
OKUYUCU ACIKLI BİR KARA RSIZLIK İÇİNDE KA LAC AK
G e c e yarısı olmuştu. Havagemisinden beş altı el daha ateş edildi. Uncle Prudent, Phil Evans ve Frycollin kayalıklara sığındılar. Yara almamışlardı. Şu an için korkacak bir şey yoktu. Albatros
Chatam Adası’ndan uzaklaşırken
denize düşmemek için tutunma pervanelerini çalıştırmış ve dokuz yüz metrelik bir yüksekliğe ulaşmıştı. Nöbetçi ağız bağından kurtulduğunda çığlık atmış, ona doğru koşan Robur ve Tom Turner, kafasına geçirilmiş örtüden ve bağlarından kurtarmıştı onu. Sonra Uncle Prudent ve Phil Evans’ın odasına yönelen ikinci kaptan kamaranın boş olduğunu anlamıştı. François Tapage da Frycollin’in odasını gözden geçirmişti; orada da kimse yoktu. Tutsakların kaçtığını anlayan Robur korkunç bir öfkeye kapıldı. Uncle Prudent ve Phil -2 6 4 -
Fatih R obur
Evans’ın kaçması onun kimliğinin ve sırrının herkes tarafından öğrenilmesi demekti. Sonra sakinleşerek. “Tamam kaçtılar, kabul!" dedi. “Ancak nasıl olsa Chatam Adası’ndan birkaç günden önce kurtulmayı başaramazlar, geri gelip onları arayacağım!.. Ve onları yeniden yakaladığımda..." Gerçekten de üç kaçağın kesin olarak kurtuldukları söylenemezdi.
Albatros
kumandasına
hâkim olur olmaz, baloncuların kaçma fırsatı bulamayacağı adaya geri dönecekti. On iki saate kalmadan yeniden mühendisin tutsağı olacaklardı. On iki saate kalmadan! Ancak iki saate kalmadan Albatros yok olacaktı! Bu dinamit lokumu, onu gökyüzünün ortasında paramparça etmek için bagnna yerleştirilmiş bir torpile benzemiyor muydu? Bununla birlikte, giderek sertleşmeye başlayan rüzgarın etkisiyle havagemisi kuzeydoğuya sürükleniyordu. Düşük bir hızla seyretmesine ragmen, gün doğarken Chatam Adası’nı gözden kaybetmiş olacaktı. Rüzgara karşı ilerleyebilmek için pervaneleri ya da en azından ön pervaneyi çalıştırması gerekiyordu. -265-
Ju les Verne
"Tom," dedi mühendis, "fenerler lam kapasite çalışsın.” “Tamam, üstat Robur.” “Herkes işbaşına!” “Herkes!” diye yanıtladı ikinci kaptan. Artık çalışmayı yanna ertelemeleri mümkün değildi. Şimdi kimse yorgun olduğunu ileri süremezdi. Albatros’un mürettebatı şeflerinin emirlerini yerine getirerek kaçaklan yakalamak için ellerinden geleni yapmaya hazırdılar. Ön pervane yerine takılır takılmaz, Chatam Adası’na gidilecek, yeniden demirledikten sonra tutsaklann peşine düşülecekti. O zaman arka pervane de onarılacak ve havagemisi güven içinde yoluna devam ederek Pasifik’teki X adasına geri dönebilecekti. Yine de, Albatros’un kuzeydoğuya doğru daha fazla sürüklenmemesi gerekiyordu. Oysa rüzgar can sıkıcı bir şekilde şiddetini artınyor ve havagemisi olduğu yerde bile tutunamıyordu. İtici pervanelerinin yokluğunda tıpkı yöneıile meyen bir balona benziyordu. Kıyıda bekleyen kaçaklar, havagemisinin, patlama gerçekleşmeden önce ufukta kaybolacağını kestirebiliyorlar dı. ilerdeki projeleri dikkate alındığında bu gelişmelerin Robur’ü fazla endişelendirdiği söyle-2 6 6 -
Fatih R obur
nemezdi. Chaıam Adası’na gecikmesi onun canını fazla sıkmayacaktı! Onarım çalışmaları tamamlandıktan sonra, daha hafif esintilerin etkisi altında olacağını umduğu alçak katmanlara inecekti. Belki de bu civarlarda kalmayı başararak rüzgara karşı ilerleyebileceği uygun zamanı bekleyecekti. Manevra hemen gerçekleştirildi. Eğer bir gemi ışıklar içindeki bu aracın hareketlerine şahit olsaydı, mürettebatının büyük bir dehşete kapılacağı kesindi. Albatros deniz
yüzeyine birkaç yüz ayak kala
durdu. Ne yazık ki bu alçak bölgelerde rüzgar daha şiddetli esiyor, havagemisi daha hızlı bir şekilde kuzeydoğuya doğru sürükleniyordu. Bu durumda Chatam Adası’na geri dönmesi daha da gecikecekti. Nihayet Robur atmosferin daha dengeli olduğu yüksek katmanlara çıkmaya karar verdi. Böylece Albatros yeniden üç bin metreye yükseldi. Orada hareketsiz kalmasa da en azından sürüklenmesi daha yavaşlamıştı. Mühendis güneş doğduğunda, konumunu büyük bir titizlikle belirlediği adayı gözden kaybetmemiş olmayı umuyordu. -2 6 7 -
Ju les Verne
Adada yaşayan yerliler varsa, kaçakların onlar taralından nasıl karşılandığı sorusu Robur’ü fazla ilgilendirmiyordu, hatta yerlilerin onlara yardım etmeye yanaşmalan da umurunda değildi. Elindeki silahlarla onlan çil yavrusu gibi dağıtması fazla zaman almayacaktı. Bu durumda tutsakların ele geçirilmesinde herhangi bir güçlükle karşılaşılmayacağı söylenebilirdi. “X adasından kimse kaçamaz!” dedi Robur. Gece yarısından sonra, saat bire doğru ön pervanenin onarımı bitmişti. Şimdi bir saat kadar sürecek bir çalışma ile onu yerine takmak gerekiyordu. Ondan sonra güneybatıya doğru yola çıkılacak ve arka pervanenin onarımına başlanacaktı. Terk edilen kamaradaki fitile gelince, hâlâ yanmaya devam ediyordu, şimdiden üçte birinden fazlası tükenmişti bile! Kıvılcımı giderek dinamit lokumuna yaklaşıyordu. Hiç kuşkusuz mürettebat bu kadar yoğun çalışmasaydı, içlerinden biri odadaki çıtırtıyı duyacak, yanık barut kokusunu fark edecek ve Robur’ü ya da Torn Turner’ı durumdan haberdar edecekti. Böylece çekmecenin içine yerleştirilen patlayıcı madde bulunmuş olacaktı... Hâlâ bu eşsiz Albatros u ve içindekileri kurtaracak za-2 6 8 -
Fatih R obur
man vardı! Ancak kamaranın yirmi metre ötesindeki ön güvertede, bütün dikkatleri pervanede yoğunlaşmış bir şekilde çalışan havacıların şu an için havagemisinin bu bölümüyle ilgilenmelerini gerektiren bir neden yoktu. Onarım çalışmalarına Robur de eşlik ediyor, mühendisliğinin bütün hünerlerini gösteriyordu. İşin hızla tamamlanmasını teşvik ederken, en ufak bir ihmalkarlığa dahi göz yummuyordu. Artık havagemisinin başına yeniden geçmesinin zamanı gelmişti. Eğer yakalayamazsa, kaçaklar eninde sonunda ülkelerine geri döneceklerdi ve belki de yapılacak araştırmalardan sonra X adası ortaya çıkarılacaktı. Bu durum, insanüstü bir yaşam tarzı benimsemiş olan Albatros'un havacı lannm sonu olacaktı! Saat biri çeyrek geçe Tom Turner mühendise yaklaştı. “Üstat Robur, rüzgar hafifleyecek gibi görünüyor, batıya doğru ilerleyebiliriz.” “Barometrenin durumu nasıl?” diye sordu Robur, gögün görüntüsünü dikkatle inceledikten sonra. “Hemen hemen sabit gibi," diye yanıtladı ikinci kaplan. “Yine de, bana öyle geliyor ki bu -2 6 9 -
Ju les Verne
lutlar Albflfros'un altına doğru alçalıyorlar." “Gerçeklen de öyle Tom, bulutların yoğun olduğu bölgenin üzerinde kalırsak yağmurdan dolayı çalışmalarımız aksamaz." “Bulutlann şekline bakılacak olursa, ince bir yağmur yağacağa benziyor, bu durumda alçak bölgelerde havanın tamamen durulacağı söylenebilir." “Şüphesiz ki öyle Tom,” diye yanıtladı Ro bur. “Yine de şimdilik burada kalıp hasarlan giderelim, o zaman dilediğimizi yapabiliriz.” İkiyi birkaç dakika geçe çalışmanın ilk bölümü sona ermiş, ön pervane yerine takılmıştı. Pillerin de devreye sokulması ile yavaş yavaş hızlanan Albatros ortalama bir hızla Chatam Adası’na yönelmişti. “Tom,” dedi Robur, “yaklaşık iki buçuk saat boyunca kuzeydoğuya doğru sürüklendik. Pusulanın da gösterdiği gibi rüzgarın yönü hâlâ değişmedi. Bu durumda en fazla bir saat içinde adanın açıklarına varabiliriz." “Ben de öyle düşünüyorum üstat Robur," diye yanıtladı ikinci kaptan, “saniyede on iki metrelik bir hızla yol aldığımıza göre sabahın üçü ile dördü arası orada olacağımızı sanıyorum." “Oraya karanlıkta varmamız daha iyi ola-2 7 0 -
Fatih R obur
cak," dedi mühendis, “böylece hiç görünmeden yere inebiliriz. Bizim uzaklarda olduğumuzu düşünen kaçaklar tedbirli davranmayacak. batros yere
Al-
yaklaştığında onu kayalıkların arka-
sına gizlemeyi deneyeceğiz. Sonra Chatam’da birkaç gün geçirmemiz gerekecek...” “Geçireceğiz üstat Robur ve eğer bir yerli ordusuyla çarpışmamız gerekirse...” “Çarpışacağız Torn, Albatros’umuz için çarpışacağız!" O zaman mühendis yeni emirler bekleyen adamlarına döndü. “Dostlarım,” dedi, “henüz dinlenme zamanı gelmedi, gün ışıyana kadar çalışmamız gerek." Hepsi buna hazırdı. Şimdi sıra arka pervanenin onanmına gelmişti. Antarktika’yı geçerken yakalanılan fırtınanın şiddetiyle oluşan hasarlar ön pervaneninki yle aynıydı. Ancak pervaneyi sökmek için, havagemisini birkaç dakikalığına durdurmak, hatta geri götürmek gerekecekti. Robur’ün talimatı üzerine yardımcı makinist arka pervanenin dönme yönünü aksine çevirerek Albatros’un geriye doğru yol almasını sağladı. Bir denizcilik terimi kullanmak gerekirse, havagemisi yavaş yavaş “siya -2 7 1 -
Ju les Vem e
ediyordu”. Herkes arka güverteye yöneldiğinde, Tom Turner garip bir kokuyla irkildi. Bu, kaçakların kamarasındaki fitilin çıkardığı gaz kokuşuydu. “Hey, bu da ne?” dedi ikinci kaptan. “Ne var?” diye sordu Robur. “Kokuyu duymuyor musunuz?.. Sanki barut yanığı gibi!” “Gerçeklen de Tom!” “Koku arka köşkten geliyor!" “Evet... hatta...” “Yoksa bu sefiller odayı ateşe mi verdi?..” “Ateşe vermedilerse ne olabilir?..” diye haykırdı Robur. “Kapıyı kır Tom, kapıyı kır!” Ancak ikinci kaptan daha geriye doğru bir adım atmıştı ki, Albatros korkunç bir patlamayla sarsıldı. Köşkler havaya uçarken, elektrik akımının kesilmesiyle fenerler sönmüş, göz gözü görmez olmuştu. Tutunma pervanelerinin birçoğu parçalanmış, eğilip bükülmüş ve kullanılamaz hale gelmişti. Bununla birlikle pruva tara fındakilerden birkaçı hâlâ dönmeye devam ediyordu. Bir anda havagemisinin gövdesi, ön pervaneyi çalıştıran akümülatörlerin bulunduğu birinci -2 7 2 -
Fatih Robur
köşkten itibaren açılmaya başladı, kısa bir süre sonra arka güverte boşlukla kaybolmuştu. Aynı anda, dönmeye devam eden son pervaneler de durdu, Albatros denize dogıu sürüklenirken bu kalıntıya asılı kalan sekiz kişi için üç bin metrelik bir düşüş başlamıştı. Üstelik, dikey duruma geçen ön pervanenin hâlâ çalışıyor olması bu düşüşü daha da hızlandırıyordu. O zaman Robur olağanüstü bir soğukkanlılığın belirtisi olan bir kararla, yarı yarıya parçalanmış köşke doğru süzülüp, hareket kolunu kavrayarak, pervanenin dönüş yönünü değiştirdi, böylece itici pervane tutunma işlemini görmeye başlamıştı. Düşüş biraz yavaşlamıştı, en azından üzerinde bulunduktan enkaz, yerçekiminin etkisiyle hızlanarak yere düşen cisimler gibi sert bir şekilde denize çakılmayacak». Albatros'un mürettebatını bekleyen ölümün yalnızca niteliği değişmişti, pervanenin yavaşlatıcı etkisi hızlı düşüş sırasında soluk alınamamasından kaynaklanan boğulma olayını engelleyecekti. Patlamadan seksen saniye sonra Albufros'tan artakalan her şey dalgalann içinde kaybolmuştu.
-2 7 3 -
17
İKİ AY ÖNCEYE DÖNDÜKTEN SONRA DOKUZ AY İLERİ GİDİLİYOR
Birkaç hafta öncesine dönersek, Weldon Enstiıüsû’nde fırtınalı tartışmalara neden olan toplantının ertesi günü, yani 13 Haziran’da, beyaz siyah ayrımı gözetilmeksizin, Philadelphia halkının bütün kesimlerinde tarifsiz bir şaşkınlık yaşanmıştı. Sabahın ilk saatlerinden itibaren, sohbetler önceki gün yaşanan tatsız ve beklenmedik olayın üzerinde yoğunlaşmıştı. Mühendis olduğunu iddia eden, adının Fatih Robur olduğunu ileri süren, kökeni, milliyeti belirsiz bir davetsiz misafir bir anda toplantı salonunda belirmiş, balonculara hakaret edip onları aşağılamış, yuhalamalar arasında havadan daha ağır aygıtların özelliklerini övmüş, tehditler savururken kulüp üyelerinin sabırlarım zorlamıştı. Nihayet silah sesleri arasında kürsüyü -2 7 4 -
Fatih R obur
terk ederek ortadan kaybolmuş ve bir daha da kendisinden haber alınamamıştı. Kuşkusuz ki bu olay yalnızca Philedelp hia’da değil, Birlik’in diğer otuz altı eyaletinde ve Yeni Dünya’da olduğu kadar Eski Dünya’da da büyük yankı yaratmıştı. Ancak 13 Haziran akşamı Weldon Enstitüsü’nün saygıdeğer başkanı ve sekreterinin evlerine dönmediği anlaşılınca şaşkınlık olağanüstü boyutlara ulaşmıştı. Önceki akşam toplantı salonundan ayrılmış ve bekâr oldukları için kimsenin kendilerini asık suratla karşılamayacağı evlerinin yolunu tutmuşlardı. Acaba ortadan kaybolmalarını gerektirecek bir durum mu vardı? Hayır, bunu ima edecek en küçük bir açıklamada bulunmamışlardı. Hatta başkan ve sekreter bu garip olayı tartışmak üzere ertesi gün kulüpte bir araya gelmek için sözleşmişlerdi. Pennsylvania eyaletinin iki önemli şahsiyeti dışında, uşak Frycollin’den de hiçbir haber alınamıyordu. O da efendisi gibi sırra kadem basmıştı. Hayır! Toussaint Louverture, Soulo uque ve Dessaline’den beri hiçbir zenci kendinden bu kadar söz ettirmemişti. Yalnızca Philadelphialı uşaklar arasında değil, garip -2 7 5 -
Ju les Verne
davranışlarıyla gündeme yerleşen kaçıklar topluluğunun arasında da önemli bir yere sahip olacağa benziyordu. Ertesi gün de ne iki baloncu ne de Frycol lin’den bir haber alınabildi. Şehirde ciddi kaygıların neden olduğu bir hareketlilik başlamıştı. Posta ve telgraf ofislerinin önü yeni bir haberin ulaşmasını bekleyen heyecanlı kitlelerle dolmuştu. Hiçbir gelişme yoktu. Bununla birlikte her ikisinin, arkalarında Frycollin olduğu halde, yüksek sesle tartışarak Weldon Enstitüsü’nden ayrıldıkları, sonra da WalnutStreet’e doğru ilerleyerek Fairmont Park’ın yolunu tuttukları görülmüştü. Hatta sebzeci Jem Cip başkanın sağ elini sıkarak ona: “Yarın görüşürüz!” demişti. Çaput şekeri fabrikatörü William T. Forbes elini içten bir duyguyla sıkan Phil Evans’ın, iki kere tekrarlayarak şöyle dediğinden emindi: “Görüşmek üzere!.. Görüşmek üzere!..” Uncle Prudent’a en içten duygularla bağlı olan Miss Doll ve Miss Mat Forbes, bu olayın şokunu atlatamamışlardı. Kayıp kişi hakkında -276-
Fatih R obur
yeni bir bilgiye ulaşmak için her zamankinden daha çok konuşuyorlardı. Üç gün, dört gün, beş gün, altı gün geçmiş, sonra ilk hafta, ikinci hafta geride kalmıştı... Üç kayıp hakkında en ufak bir ipucuna rastlamak mümkün değildi. Bütün mahallede, limana açılan caddelerde, parkın koruluklannda büyük bir titizlikle yapılan araştırmalar hiçbir sonuç vermemişti! Bununla birlikte parkın açıklığındaki otların kısa bir süre önce ezildiği görülmüş, açıklaması mümkün olmayan bu durum zihinlerde soru işaretleri uyandırmıştı. Ormanın sınırında bir çatışmanın yaşandığına dair izlere de rastlanmıştı. Gecenin o geç saatinde ıssız parkta soyguncuların saldırısına mı uğramışlardı? Bu mümkündü. Polis de yasal kalıplann her zamanki hantallığı içinde incelemelere başlamıştı. Schuylkill Nehri’nin dibi taranarak araştırmalar yapılmış, kıyısındaki geniş ot yığınları temizlenmişti. Bir sonuca ulaşılmasa da yapılan çalışmalar boşa gitmemişti. Çünkü Schuylkill Nehri’nin uzun zamandır böyle bir temizliğe ihtiyacı vardı, bu vesileyle bu da aradan çıkmıştı, gerçeklen de Philadelphia belediye meclisinin üyeleri pratik insanlardı.
Ju les Verne
O zaman iş gazetelere havale edildi, ilanlar, bildiriler, demokrat ya da cumhuriyetçi, siyasi bir ayrım gözetilmeksizin tüm gazetelere gönderildi. Siyah ırkın gazetesi Daily Negro’da Frycollin’in son çekilen fotoğrafı yayımlandı. Üç kayıp hakkında herhangi bir bilgi verecekler, hatta küçük bir ipucu getirecekler için ödüller konuldu. “Beş bin dolar! Beş bin dolar. Yeni bir bilgi verecek her yurttaşa...” Hiçbir haber gelmedi, beş bin dolar Weldon Enstitüsü’nün kasalarında kaldı. “Kayıp! Kayıp! Kayıp! Philadelphialı Uncle Prudent ve Phil Evans!” Başkanı ve sekreterinin açıklanamaz bir şekilde ortadan kaybolması kulüpte benzersiz bir karmaşaya yol açmıştı. Acil olarak toplanan kurul, Go a head adlı balonun yapım çalışmalarına bir süre için ara verilmesi karan almıştı. Bu girişime yaşamlarını ve servetlerinin bir bölümünü adamış öncülerin yoklugpnda çalışmaların tamamlanması nasıl mümkün olabilirdi ki? Bu durumda beklemekten başka çare yoktu. Tam da o günlerde, birkaç hafta öncesine kadar zihinleri meşgul eden o garip olay yeni-2 7 3 -
Fatih R obur
den gündeme gelmişti. Gerçekten de şu esrarengiz cisim, birçok kez, atmosferin yüksek katmanlarında görülmüş, daha doğrusu şöyle bir görünür gibi olmuştu. Kuşkusuz ki cismin yeniden ortaya çıkışıyla Weldon Enstitüsü’nün iki üyesinin kayboluşu arasında bir bağlantı kurmak kimsenin aklından geçmemişti. Gerçekten de bu iki olayın birbirleriyle ilişkili olduğunu düşünmek için olağanüstü bir hayal gücüne ihtiyaç vardı. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın bu gökcismi, göktaşı ya da hava canavarı bu kez boyutları ve şekli daha net görülebilecek şekilde alçalmıştı; iki baloncunun kayboluşunun ertesi günü Kanada’da Ottawa’dan Qu6bec’e uzanan bölge üzerinde görülmüş, bir süre sonra da Far West ovalarının üstünde Pasifik demiryollarının bir treni ile yarışmıştı. O günden sonra bilimadamlannın kafasındaki bazı sorular yanıtlarını bulmuştu. Bir kere bu bir gökcismi değil, “havadan daha ağır” ilkesine göre çalışan bir aygıttı. Ve bu havage misinin yaratıcısı hâlâ kendi kimliğini açıklamak istemiyorsa da. Far West toprakları üzerinde alçalarak göstermeye çalıştığına göre, -2 7 9 -
aracı konusunda hiç de aynı kaygıyı taşımadığı belliydi. Kullandığı mekanik gücün niceliğine ve hareketini sağlayan makinelerin niteliğine gelince, bunu tahmin etmek güçtü. Ancak ne olursa olsun havagemisinin hareket yeteneğinin olağanüstü olduğu tartışma götürmezdi. Birkaç gün sonra Çin İmparatorluğumun, Kuzey Hindistan’ın ve Rusya’nın uçsuz bucaksız steplerinin üzerinde görülmesi de bu durumu yeterince açıklıyordu. Peki devletlerin ve okyanusların sınırlarım tanımayan bu eşsiz aygıtın sahibi olan bu yürekli mühendis kimdi? Bu kişinin, Weldon Enstitüsü’nde, yönetilebilen balonlar ütopyasını şiddetle eleştirerek kendi tezlerini savunan Robur olduğu düşünülebilir miydi? Bazı keskin zekalılar bunu akıllarından geçiriyorlardı. Ancak kesin olan bir şey vardı ki, o da, hiç kimsenin Robur’ün Weldon Enstitüsünün başkanı ve sekreterinin kayboluşuyla ilgisi olduğunu düşünmediğiydi. 6 Temmuz günü saat 11.37’de, Fransa’dan New York’a telgrafla ulaşan bir habere kadar da bu sırrı çözmek mümkün olmamıştı. Haberin içeriği neydi? Bu, Paris’te, bir enfiye kutusunun içinde bulunan belgenin meı - 280 -
Fatih R obur
niydi. Birlik’i derin bir üzüntüye boğan bu belge, iki baloncunun başına gelenleri açıklıyordu. Böylelikle, kaçırma olayını gerçekleştire nin, baloncuların teorilerini doğduğu yerde çürütmek için Philadelphia’ya gelen mühendis Robur olduğu ortaya çıkmıştı! Demek ha vagemisi
Albatros
onun yönetimindeydi! De-
mek misilleme olarak Uncle Prudent, Phil Evans ve Frycollin’i alıkoymaya kalkışan oydu! Eğer yeryüzündeki dostları bu güçlü aygıtla başa çıkabilecek bir uçan makine üreterek onları kurtarmayı başaramazlarsa, Weldon Enstitüsü’nün yöneticilerini bir daha görmek mümkün olmayacaktı belli ki. Paris’ten Weldon Enstitüsü’ne ulaşan bu not büyük bir heyecan ve şaşkınlığa yol açmıştı. Notun kulüp üyelerinin eline geçmesinden on dakika sonra haber bütün Philadelphia’ya yayılmış, bir saat sonra ise telgraflarla bütün Amerika durumdan haberdar olmuştu. Buna inanmak istemeyenler, yazının soğuk bir şakacının elinden çıkmış olduğunu ileri sürüyorlar, bazıları ise bunun çapsız bir üç kağıtçının işi olduğunu iddia ediyorlardı. Phila delphia’nm ortasında böyle bir kaçırma eyle -2 8 1 -
mi nasıl gerçekleştirilebilirdi? Pennsylvanie eyaletinin ufuklarında görülmeden, bu Albat ros Fairmont
Park’a nasıl iniş yapabilirdi?
Tez kanmayanların bu şekilde akıl yürütmeye hâlâ haklan vardı. Ancak telgrafın gelişinden yedi gün sonra bu iddialara son verecek bir gelişme yaşandı. 13 Temmuz günü Hudson Körfezi’nde demirleyen Fransız yolcu gemisi
Normandie'nin
getirdiği ünlü enfiye
kutusu New York treniyle Philadelphia’ya ulaştırılmıştı. Bu gerçekten de Uncle Prudent’ın kutu suydu. Jem Cip o gün besleyici bir yemek yemekle iyi yapmıştı, aksi takdirde kutuyu gördüğünde kendinden geçecekti. Bu kutudan çektiği tozla dostluğun sıcaklığını kim bilir kaç kez yaşamıştı! Miss Doll ve Miss Mat da, günün birinde kuru yaşlı ellerini içine daldırmak umuduyla sık sık baktıkları bu kutuyu tanımışlardı! Ardından babaları William T. Forbes, Truk Milnor, Bat T. Fyn ve Weldon Enstitüsü'nün diğer üyeleri de saygıdeğer baş kanlarının yüzlerce kez açıp kapadığı kutunun bu kutu olduğunu kabul etmişlerdi. Nihayet isminden de anlaşıldığı gibi, sakinlerinin birbirlerini kardeş gibi sevdiği bu iyilikse - 282 -
Fatih R obur
ver Philadelphia şehrinde. Uncle Pıudent’ın lüm dostları da kulunun ona aiı olduğuna tanıklık ettiler. Böylece olayın üzerindeki esrar perdesi kalkmış oluyordu. Yalnızca enfiye kutusu değil, notun üzerindeki el yazısı da tez kannıaz ların itirazlarını çürütüyordu. Bunun üzerine ağlayıp sızlamalar başladı, insanların umutsuz elleri, nasıl kurtarılacağı dahi bilinmeyen Uncle Prudent ve Phil Evans için gökyüzüne çevriliyordu. Uncle Prudent’ın en büyük hissedarı olduğu Niagara işletmeleri ticari faaliyetlerini bir süre için durdururken, hisselerin değer kaybını engellemek için önlemler alma geregi duydu. Yöneticisi Phil Evans’ı kaybeden Walton Watch Company saat fabrikasını tasfiye etmeyi düşünüyordu. Evet! Tam bir genel yas havası esiyordu ve bu durumu izah etmek için kullanılan yas sözcüğü hiç de abartılı sayılmazdı, çünkü Birleşik Devletler’de bile rastlanıldığı gibi, birkaç kaçığın dışında hiç kimse, bir daha bu onurlu yurttaşlarla karşılaşmayı ummuyordu. Bununla birlikte Paris üzerinden geçtikten birkaç saaat sonra Albatros Roma semalarında -2 8 3 -
Ju les Verne
görülmüş ve bir daha ondan haber alınamamıştı. Havagemisinin Avrupa’yı kuzeyden güneye Akdeniz’i batıdan doğuya kat ederken yaptığı hıza bakılırsa buna şaşırmamak gerekirdi. Hızı sayesinde hiçbir dürbün onu yakalamayı başaramamıştı. Gece gündüz yapılan tüm gözlemler boşa çıkmış, hiçbir sonuç alınamamıştı. Robur’ün uçan makinesi öyle uzağa gitmiş ya da öyle yükseklere çıkmış olmalıydı ki belki de söylediği gibi lkarya’ya varmıştı izine rastlamak konusunda kimsenin umudu kalmamıştı. Şunu da eklemek gerekir ki, not henüz ortaya çıkmamışken.
Albatros
Afrika kıyıları
üzerinde daha düşük bir hızla seyretseydi bile kimsenin aklına havagemisini Cezayir’in semalarında aramak gelmeyecekti. Tombuk tu’da görüldüğüne şüphe yoktu, ancak bu ünlü şehrin gözlemevi eğer varsa henüz gözlemlerin sonucunu Avrupa’ya bildirmemişti. Yenilgiyi onur meselesi yapan Dahomey kralına gelince, bunu itiraf edeceğine buyruğundaki yirmi bin kişinin kellesini kesmeyi tercih ederdi. Daha sonrasında, mühendis Atlantik’i aşarak önce Tierre del Fuego’ya, oradan da Horn -2 8 4 -
Fatih R obur
Burnuna ulaşmış, biraz isteksizce de olsa güney topraklarına yönelmiş, uçsuz bucaksız kutup bölgesini geçmişti. Hiçbir insan gözünün bir an için dahi olsun havagemisini görmekle övünemedigi temmuz ayı böylece akıp gitmişti. Ağustos ayı bittiğinde tutsakların akıbetiyle ilgili belirsizlik hâlâ sürüyordu. Yoksa tarihin yazdığı en eski makine uzmanı olan Ika rus gibi mühendis de gözüpekliginin kurbanı mı olmuştu. Nihayet EylüPün ilk yirmi yedi günü de hiçbir sonuç alınmadan geride kalmıştı. İnsanoğlunun her koşula ayak uydurduğu tartışma götürmezdi. Acıların küllenmesi ve yavaş yavaş unutulması insanın doğasının gereğiydi. Ancak kabul etmek lazımdı ki dünya halkı bu kez bu eğilimi göstermemişti. Hayır! Kutsal kitabın geri dönüşünü vaat etmediği peygamber Eli gibi ortadan kaybolan iki beyaz ve bir siyahın yazgılarına duyarsız kalınmamıştı. Bu durum Philadelphia’da daha belirgin bir şekilde hissediliyordu. Bunda kişisel kaygıların da önemli bir rolü vardı. Robur misilleme olarak Uncle Prudent ve Phil Evans’ı ait -2 8 5 -
Ju les Verne
oldukları topraklardan kaçırmış, bütün hukuk kurallarını çiğneyerek öcünü almıştı. Ancak hâlâ tatmin olmamışsa birkaç baloncuyu daha kaçırmaya niyetlenebilir miydi? Göklerin bu güçlü hâkiminin tehditleri karşısında kim güvenlik altında öldugunu iddia edebilirdi ki? Ancak, 28 Eylül günü öğleden sonra, Uncle Prudent ve Phil Evans’ın Weldon Enstitüsü’nün başkanının malikanesinde görüldükleri haberi şehre yayılmıştı. İşin en ilginç yanı ise aklı başında kişilerin hiç inanmak istememelerine ragmen, bu haberin doğru olduğuydu. Bununla birlikte gerçegi kabul etmek gerekiyordu. İki baloncunun gölgeleri değildi görünen, bizzat kendileriydi... Hatta Frycollin’i bile yanlarında getirmişlerdi. Kulüp üyeleri, dostları ve büyük bir kalabalık Uncle Prudent’ın evinin önünde toplanmıştı. İki baloncu büyük bir alkış tufanı ve çok yaşa sesleri arasında eller üzerinde gezdirildiler. Kızarmış marulla dolu tabağını yarıda bırakan Jem Cip, William T. Forbes ile iki kızı Miss Doll ve Miss Mat da oradaydılar. Ve eğer - 2 86 -
Fatih R obur
Uncle Prudent Mormon olsaydı o gün ikisiyle de evlenebilecekti, ama Mormon değildi ve olmaya da hiç niyeti yoktu. Truk Milnor, Bal T. Fyn ve diğer kulüp üyeleri de kalabalığın arasındaydı. Uncle Prudent ve Phil Evans’ın, bütün şehri binlerce kol üzerinde dolaştıkları bu kutlamadan nasıl sag çıktıkları bugün bile hâlâ zihinleri kurcalamaktadır. Aynı akşam, Weldon Enstitüsü’nün haftalık toplantısı yapılacaktı. İki baloncunun da oturuma katılmaları bekleniyordu. Şimdiye dek yaşadıklarından hiç söz etmemişlerdi, bunun için onlara fırsat verilmemişti belki de bu vesileyle yolculuk izlenimlerini en ufak ayrıntılarına kadar anlatabilirlerdi. Gerçekten de şu âna dek agızlannı hiç açmamışlardı. Türdeşlerinin coşkuyla havaya fırlattıkları Frycollin bile hiç konuşmamıştı. İki baloncunun söylemedikleri ya da söylemek istemedikleri şuydu: 27’sini 28’ine bağlayan geceyi özetleyerek geçersek, Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreteri, soğukkanlılıkla gerçekleştirdikleri kaçış olayından sonra büyük bir sevinçle Cha tam Adası’nın kayalıklarına ayak basmışlardı, tüfeğin mermisi Phil Evans’ın omzunu sıyır-2 8 7 -
Ju les Verne
mış, halaı kesilmiş ve itici pervanlerinden yoksun olan Albatros yükselerek güneybatı rüzgarının etkisiyle açığa doğru sürüklenmişti. Yanan fenerleri sayesinde bir süre izlenebilmiş, sonra gözden kaybolmuştu. Kaçakların korkmalarını gerektirecek bir durum yoktu. Havagemisinin üç dört saat içinde pervanelerini tamir edip geri dönmesi mümkün değildi. Böylece patlamayla havaya uçan Albatrostan geriye, parçalanmış cesetleri taşıyan bir kalıntıdan başka bir şey kalmayacak, intikam eylemi bütün korkunçluğu ile tamamlanmış olacaktı. Meşru savunma haklarını kullanan Uncle Prudent ve Phil Evans bu olaydan dolayı vicdan azabı duymamışlardı. Phil Evans, Albatros'tan açılan ateş sonucu hafifçe yaralanmıştı. Üçü de yerlilerle karşılaşmak umudu ile kıyı boyunca ilerlediler. Umutları boşa çıkmamıştı, Chatam’ın batı kıyısında balıkçılıkla geçinen elli kadar yerli yaşıyordu. Havagemisinin adaya doğru alçaldığını gören bu zenciler, kaçaklan, doğaüstü varlıklara yaraşır bir şekilde karşılamışlar, onları en rahat kulübelere yerleştirmişlerdi. -2 8 8 -
Fatih R obur
Frycollin siyahların tanrısı olmak için böyle bir fırsatı bir daha hiç yakalayamayacaktı. Uncle Prudent ve Phil Evans, havagemisi nin adaya geri dönmemesi üzerine patlamanın gökyüzünün yüksek katmanlarında gerçekleştiği sonucuna varmışlardı. O günden sonra ne mühendisten ne de ona eşlik eden arkadaşlarından haber alınmıştı. Şimdi Amerika’ya geri dönmenin yolunu bulmak gerekiyordu. Ancak Chatam, gemilerin pek sık uğradığı bir ada değildi. Ağustos ayı bu şekilde beklemekle geçti, iki baloncu, hapisane değiştirip değiştirmediklerini düşünürken, Frycollin gökyüzündeki hücresinden kurtulduğuna sevinmiş gibi gözüküyordu. Nihayet 3 Eylül’de su ikmali için adaya yanaşan bir gemi görüldü. Hatırlanacağı gibi Philadelphia’daki kaçırma olayı sırasında Uncle Prudent’ın üzerinde birkaç bin dolar bulunmaktaydı bu para Amerika’ya dönmeleri için rahatlıkla yeterdi. Kendilerini saygı dolu gösterilerle uğurlayan hayranlarına teşekkür eden Uncle Prudent, Phil Evans ve Frycollin Aukland’a doğru hareket etmek üzere gemiye bindiler. Başlarından geçenden kimseye söz etmeden iki gün içinde Yeni Ze-289-
Ju les Ver ne
landa’nın başkentine ulaştılar. Orada bir Pasifik gemisine bindiler ve çok güzel bir yolculuktan sonra San Fıancisco’ya vardılar. Yol boyunca kim olduklarını ve nereden geldiklerini açıklamamışlardı. Ancak, ödedikleri ücret, kaptanın onlara yakın ilgi göstermesine yetmişti. San Francisco’da ilk Pasifik trenine binen Uncle Prudent, arkadaşı ve uşak Frycollin, 27 Eylül günü Philadelphia’ya vardılar. Baloncuların kaçışından ve Chatam Ada sı’ndan ayrılışlarından beri başlarından geçen olaylar özetle bu kadardı. Phildelphia’ya geldikleri günün akşamı Weldon Enstitüsü’nün salonunda muhteşem bir kalabalığın önüne çıkmışlardı. Bununla birlikte şimdiye dek hiç bu kadar suskun oldukları görülmemişti. Sanki, unutulmaz 12 Haziran toplantısından sonra, başlarından olağanüstü hiçbir olay geçmemişti. Sanki bu üç buçuk ayı hiç yaşamamış gibiydiler. Her ikisi de, yüzlerinden en ufak bir heyecan belirtisi okunmadan, ilk çok yaşa tezahüratlarını kabul ettiler; sonra Uncle Prudent sözlerine başladı. - 2 90 -
Fatih R obur
“Saygıdeğer yurttaşlar,” dedi, “oturumu açıyorum.” Uncle Prudent ve Phil Evans’m katılması dışında hiç de olağanüstü yanı olmayan oturumun açılışına, izleyicilerin çılgınca alkışları eşlik etmişti. Başkan alkışların hafiflemesini bekledikten sonra konuşmasına devam etti: “Son toplantımızda balonumuz Go a head'e takılacak pervanenin ön tarafta olmasını savunanlarla (Dinleyin, dinleyin) arka tarafta olmasını savunanlar arasında yoğun bir tartışma yaşanmıştı (Şaşkınlık belirtileri)- Uzun uzun düşündükten sonra öncülerle artçılar arasında bir orta yol bulduk ve sepetin iki yanına da birer pervane yerleştirmeye karar verdik! (Son haddine varan şaşkınlık sessizliği )
Ve hepsi bu kadardı. Evet hepsi buydu! Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreterinin nasıl kaçınldıklanyla ilgili tek bir sözcük dahi edilmemiş, yolculuktan, Albatros' tan, mühendis Robur’den bahsedilmemiş, baloncuların nasıl kurtulduğuna dair en küçük bir açıklama dahi yapılmamıştı! Nihayet havagemisinin akıbetinin ne olduğu ve kulüp üyelerine karşı yeni misillemeler - 291 -
Ju les Verne
yapılıp yapılmayacağı ile ilgili hiçbir bilgi de verilmemişti! Kuşkusuz baloncular. Uncle Prudent ve Phil Evans’a bu soruları yöneltmeyi düşünmüşlerdi. Ancak ikisinin de tavırları o kadar sert ve ciddiydi ki bu açıklamalarla yetinmek zorunda kalmışlardı. Konuşmaya karar verdiklerinde konuşurlar ve o zaman karşılarında, onlarla şeref duyan bir dinleyici kitlesi bulurlardı. Belki de bu bilinmezlik içinde, henüz açığa çıkarılmaması gereken bir sır vardı. Salona şimdiye dek hiç rastlanmamış bir sessizlik hâkimdi. Uncle Prudent konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Baylar,” dedi, “şimdi yapılacak tek iş, gökyüzünü fethedecek olan
Go a
head’in yapım
çalışmalarını tamamlamaktır. Oturum kapanmıştır.”
18
A LB A T R OSUN GERÇEĞE
UYGUN HÎKAYESİ SONA ERDİRİLMEDEN BİTİRİLİYOR
U n c le Prudent ve Phil Evans’ın beklenmedik dönüşlerinden yedi ay sonra, bir sonraki yılın 29 Nisan günü Philadelphia’da büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Bu kez gündemi işgal eden politika değildi. Ne bir seçim ne de miting söz konusuydu. Weldon Ensıitüsü’nün titiz çalışmaları sonucu yapımı tamamlanan Go a head balonu,
nihayet doğal ortamına ka-
vuşacaktı. Hikayenin başında adından söz edilen ünlü Harry W. Tinder ve bir yardımcısı balonun kumandasını üstlenmişlerdi. Balonun iki yolcusu ise Uncle Prudent ve Phil Evans’tı. Böyle bir onuru hak etmiyorlar mıydı? Balona binerek, “havadan daha ağır” ilkesine dayanarak üretilen tüm aygıtlara karşı çıkmak en çok onların hakkı değil miydi? -2 9 3 -
Ju les I'em e
Bununla birlikle aradan yedi ay geçmesine ragmen yaşadıkları macera ile ilgili hiçbir açıklamada bulunmamışlardı. Çok istekli olmasına ragmen Frycollin bile ne mühendisten ne de olağanüstü aygıtından söz etmemişti. Hiç kuşku yok ki, iki uzlaşmaz baloncu hava gemisini ve diğer uçan aygıtları gündeme getirmek istemiyorlardı.
Go a head hava
taşıma-
cılığında birinci sırayı almadıkça havacılık alanında herhangi bir gelişmeyi kabul etmeye niyetleri yoktu. Bugün ve gelecekte atmosferde yol alacak tek aracın balon olacağına inanmak istiyorlardı. Zaten korkunç intikamlarının hedefi olan havagemisi ve yolculan artık yoktu. rosun sırrı
Albat-
okyanusun derinliklerinde kaybol-
muştu. Bu uçsuz bucaksız okyanusun ortasında Robur’ün bir dinlenme ve ikmal adasının olduğu ise yalnızca bir varsayımdı; bununla birlikte iki baloncu bu konuda araştırma yapmaya daha ileride karar vermenin uygun olacağını düşünüyorlardı. Nihayet Weldon Enstitüsü’nün uzun süredir büyük bir özenle hazırlandığı bu büyük deneyi gerçekleştirme zamanı gelmişti. -2 9 4 -
Go a
Fatih R obur
head şu âna dek balonculuk alanında ortaya çıkan türlerin en mükemmeliydi dolayısıyla gemicilik alanındaki Inflexible ya da Formidable’la bir tutulabilirdi. Go a head bir balonda bulunması gereken bütün niteliklere sahipti. Hacmi, bir balonun ulaşabileceği en yüksek noktalara çıkmaya ye terliydi; geçirimsizliğiyle atmosferde dilediği kadar kalabilecek, sağlamlığıyla her türlü gaz genleşmesine, yağmurun ve rüzgarın şiddetine karşı koyabilecek; kapasitesiyle, itici pervanelerine şimdiye dek ulaşılamamış bir dönme hızı verecek olan elektrik akşamını kaldırmak için gerekli yükselme gücüne sahip olabilecekti. Go a head 'in biçimi yatay olarak ilerleyebilmesine elverişliydi. Kaptan Krebs ve Re nard’ınkini andıran sepeti, balonculara gerekli tüm araç gereçleri, halatları, demirleri, mekanik gücünü oluşturan pilleri ve akümülatörleri kapsıyordu. Sepet ön ve arka pervanelerin yanı sıra arka bölmede bulunan bir dümen ile takviye edilmişti. Ancak büyük bir olasılıkla Go a head .’in makinelerinin verimi Albatros’unkilere oranla daha düşüktü. Go a head şişirildikten sonra bir zamanlar havagemisinin inmiş olduğu açıklığa getiril-2 9 5 -
Ju les Verne
mişti. Yükselme kuvvelinin, gazların en hafifi tarafından sağlandığını söylemeye gerek yoktu. Aydınlatma gazının yoğunluğu metreküp başına yaklaşık 700 gramdı böylece çevredeki havayla uyum sorunu olmuyordu. Oysa hidrojenin yükseltme gücü yaklaşık olarak 1100 gramdı, işte ünlü baloncu Henry Giffard’ın yöntemleriyle hazırlanan ve özel aygıtlarında kullanılan bu saf hidrojen gazıyla doluydu balon.
Go a head ’in
kapasitesi 40000 metreküp
olduğuna göre, gazının yükseltici kuvveti bunun 1100 ile çarpımına, yani 44000 kg.’a eşitti. 29 Nisan sabahı saat on birde, devasa balon yerin birkaç ayak üzerinde havalanmaya hazır bir şekilde salınıyordu. Hava mükemmeldi, bu önemli deney için koşullar son derece uygundu. Aslında deneyin inandırıcılığı açısından rüzgarın biraz daha güçlü esmesi gerekliydi. Gerçekten de sakin bir havada bir balonun yöneıilebilirliginden kimsenin kuşkusu yoktu, ancak hava akımlarının görüldüğü atmosfer ortamında durum değişebilirdi, deneylerin bu koşullar altında yapılması gerekliydi. 296 — —
Fatih R obur
Rüzgarın esmeye başlayacağına dair hiçbir belirti yoktu. O gün, Kuzey Amerika, bitip tükenmez şiddetli fırtınalarından birini Batı Avrupa’ya göndermeye niyetli görünmüyordu ve bir hava deneyinin başansı için bundan daha uygun bir gün seçilemezdi. Fairmont Park’ta toplanan büyük kalabalıktan, çevre eyaletlerdeki meraklıları Pennsyl vania’nın başkentine taşıyan trenlerden, patronların, işçilerin, çalışanların, yaşlıların, çocukların, kongre üyelerinin, ordu mensuplarının, üst düzey görevlilerin, muhabirlerin, siyah ve beyaz yerlilerin bu deneyi izlemeleri için ticari ve sınai faaliyetlerin durdurulduğundan, işyerlerinin tatil edildiğinden söz etmeye gerek var mıydı? Kitlenin gürültülü coşkusunu, kalabalığın dalgalanmasına neden olan bu itiş kakışı betimlemek, Uncle Prudent ve Phil Evans’ın, her yeri Amerikan bayraklarıyla donatılmış sepetin üzerinde görülmesiyle tıpkı havai fişekler gibi patlayarak dört bir yana yayılan çok yaşaların sayısını belirtmek gerekli miydi? Nihayet, meraklıların büyük çoğunluğunun,
Go a head 'i
değil de Eski Dün
ya’nın Yeni Dünya’ya gıptayla bakmasına yol açan bu iki muhteşem adamı hayranlıkla izle-2 9 7 -
Ju les Verne
meye geldiğini iıiraf etmeye gerek var mıydı? Neden üç değil de iki kişiden söz ediliyordu? Frycollin neden ortada gözükmüyordu? Çünkü Frycollin, Albatros seferiyle elde ettiği şöhretin kendisine yeteceğine inanıyordu. Bu yüzden efendisine eşlik etmeyi kabul etmemiş, Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreterini onurlandıran çılgınca alkışlardan payını alamamıştı. Ünlü kulübün bütün üyeleri açıklığın ortasında, kazıklar ve iplerle ayrılmış alanda yerlerini almışlardı. Truk Milnor, Bat T. Fyn ile iki kolunda iki kızı, Miss Doll ve Miss Mat’la William T. Forbes oradaydılar. Her biri “havadan daha hafifin yandaşlarını ayırmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini kanıtlamak istercesine bir araya gelmişlerdi. On biri yirmi geçe son hazırlıkların tamamlandığını belirten bir top atışı yapıldı. Go a head hareket etmek için işaret bekliyordu. On biri yirmi beş geçe ikinci topun sesi yankılandı. Kendini yere bağlayan halatların tuttuğu Go a head, yerden on beş metre kadar yükselerek, derin bir heyecan içindeki kalabalığın -2 9 8 -
Fatih R obur
üzerine çıkmış oldu. Ön tarafla ayakta duran Uncle Prudent ve Phil Evans sol ellerini göğüslerinin üzerine koyarak onlarla aynı duyguları paylaştıklarını gösterdiler. Sonra sag ellerini göge doğru kaldırarak, balonların en güçlüsünün nihayet gökyüzünü fethedeceğinin işaretini verdiler. O zaman yüz bin el göğüslerde birleşirken, yüz bin el de gökyüzüne doğru kalktı. Üçüncü top on bir otuzda patladı. “Halatları koyverin!” diye bağırdı Uncle Prudent, mukaddes formülü kullanarak. Ve Go a head “görkemle" yükseldi balon culukla ilgili betimlemelerde bu ifade sıklıkla kullanılır. Gerçekten eşsiz bir görüntüydü! Sanki inşası tamamlanmış bir gemi kızağını terk ediyordu. Zaten o da, göksel denizlere yelken açan bir gemi değil miydi? Go a head atmosferin dinginliğinin kanıtı olarak, dikey bir hatta yükseldi ve iki yüz elli metre yükseklikte durdu. O andan itibaren yatay yönde ilerlemeye başlayan Go a head , iki pervanesinin yardımıyla, saniyede on metrelik bir hızla güneşe doğru yol aldı. Bu, açık denizlerde yüzen balina-2 9 9 -
Ju les Ver ne
nın hızına eşiui. Dev gövdesinin, kuzey denizlerinin bu iri memelisiyle benzerliği göz önüne alınırsa, bu kıyaslamanın oldukça yerinde olduğu söylenebilirdi. Yeni bir “yaşa” tufanı usta balonculara doğru yükseldi. Sonra Go a head, dümeninin etkisiyle, dairesel, eğik, düz, her türlü manevra biçimini denedi. Dar bir çemberin içinde döndükten sonra, önce ileri sonra geriye doğru yol aldı, sanki balonların yönetilebilirligine karşı çıkanlara meydan okuyordu. Ancak bu hoş deneyde rüzgann yokluğunu hissettirmesi oldukça can sıkıcıydı. Eğer bir esinti olsaydı. Go a head ’m hiç duraksamadan en zorlu manevraları bile gerçekleştirebildiğine tanık olunacaktı, kimi zaman yelkenli bir gemi gibi rüzgarı belli bir açıyla yakından alarak ilerleyecek, kimi zaman da buharlı bir gemi gibi hava akımlarının üzerine gidecekti. Balon yavaş yavaş birkaç yüz metre yüksekliğe ulaşmıştı. Uncle Prudent ve arkadaşlarının ne yapmak istediği anlaşılmıştı, gösteriyi tamamlamak için gökyüzünün daha yüksek katmanlarında elverişli bir rüzgar arıyorlardı. Zaten ba-3 0 0 -
Fatih R obur
lıkların yüzme kesesini andıran ve içlerine belli bir miktar hava dolduran iç baloncuklar sistemi, dikey harekete olanak sağlamaktaydı. Ne yükselmek için safra atmasına, ne de alçalmak için gaz miktarını azaltmasına gerek vardı, her şey pilotunun elindeydi. Bununla birlikte hızlı iniş hallerinde kullanacağı bir gaz subabı balonun üst bölmesinde yer alıyordu. Sonuç olarak balon, daha önceden bilinen sistemlerin daha da mükemmelleştirilmiş bir uygulamasından ibaretti. Böylece
Go a head dikey
bir hanı izleyerek
yükseliyordu. Bir optik kuralı olarak, devasa boyudan giderek küçülüyordu. Bu durum göğe bakmaktan boyun omurlan kırılacak hale gelen izleyiciler için giderek daha ilginçleşiyordu. Kocaman balina giderek domuzbalıgı na dönüşüyordu ve bir süre sonra da sazan gibi görünecekti. Hiç durmadan yükselen
Go a head 4000
metreye çıkmıştı. Ancak bu duru gökyüzünde hâlâ izlenebiliyordu. Bununla birlikte adeta görülmeyen iplerle bağlanmış gibi hâlâ parkın açıklığının üzerinde duruyordu. Hava bundan daha durgun olamazdı, sanki devasa bir fanus atmosferi - 301 -
Ju les Ver ne
kaplamıştı ve onun bir daha hareket etmesine hiç izin vermeyecekmiş gibi görünüyordu. Ne bu yükseklikte, ne de farklı yüksekliklerde en ufak bir esinti vardı. Dürbünün ters ucundan bakılıyormuşçasına küçülmüş olan balon hiçbir hava direnciyle karşılaşmadan manevralarına devam ediyordu. Bir anda, peşinden binlerce çığlığın geldigi bir haykırış duyuldu. Bütün parmaklar kuzeybatı ufkundaki bir noktayı gösteriyordu. Göğün derinliklerinde yaklaştıkça büyüyen hareketli bir cisim belirmişti. Bu gökyüzünün yüksek katmanlannda kanat çırpan bir kuş olabilir miydi? Yoksa yörüngesi atmosferi eğik açıyla kesen bir göktaşı mıydı? Ne olursa olsun olağanüstü bir hıza sahip olduğu ve kısa bir süre sonra kalabalığın üzerinden geçeceği söylenebilirdi. Bir anda bütün zihinlerde aynı soru işareti belirdi. Go a head, bu garip nesneyi görmüş olma-
lıydı. Kendisini bir tehlikeyle karşı karşıya hissetmişti ki hızını artırarak doğuya doğru süzülmeye başladı. Evet! Kalabalık durumu anlamıştı! Weldon Enstitüsü’nün üyelerinin birinin ağzından çı-3 0 2 -
Fatih R obur
kan şu sözcükler yüz bin ağız tarafından tekrarlandı: “Albatros}.. Albatros}. ” Gerçekten de Albatros’tu bu! Göğün yüksekliklerinde yeniden beliren Robur devasa bir yırtıcı kuş gibi Go a head’in üzerine çullanıyordu! Oysa havagemisi bundan dokuz ay önce patlamayla havaya uçmuş, pervaneleri parçalanmış, güvertesi ikiye bölünmüş, yok olup gitmişti. Mühendis inanılmaz bir soğukkanlılıkla ön pervanenin dönme yönünü değiştirmemiş, onu bir tutunma pervanesi haline getirmemiş olsaydı, düşüşün hızıyla Albatros’un mürettebatı nefessiz kalarak bogulabilirdi. Ancak nefessiz kalmaktan kurtulmuş olsalar bile, Pasifik’in sularında boğulmamış olmaları mümkün müydü? Güvertenin kalıntıları, pervanelerin kanatlan, köşklerin ince düvarları, Albatros’tan geriye kalan her şey tam bir enkazdı. Yaralı bir kuş denize düştüğünde kanatları onu bir süre daha dalgaların üzerinde tutabilirdi. Birkaç saat boyunca bu enkaza tutunan Robur ve adamları, daha sonra okyanus yüzeyinde buldukları havagemisinin kauçuk filikasına sıgm -3 0 3 -
Ju les Verne
mışlardı. Tanrıya inananlar için ilahi bir müdahale, inanmayanlar için ise bir tesadüf kazazedelerin imdadına yetişmişti. Güneş doğduktan birkaç saat sonra onları fark eden bir gemi filikasını indirmiş, yalnız Robur ve arkadaşlarını değil, havagemisinin yüzen kalıntılarını da sudan çıkarmıştı. Mühendis gemisinin bir kaza sonucu battığını söylemekle yetinmiş, sırnnı açığa çıkarmamıştı. Bu üç direkli Ingiliz gemisi Two Friends, Melbourne’a doğru yol alıyordu. Robur ve adamları Avustralya’daydılar, ama X adası hâlâ uzaktaydı; en kısa zamanda adaya dönmeleri gerekiyordu. Arka köşkün kalıntıları arasından bulduğu önemli bir miktar para sayesinde mühendis, kimseye muhtaç kalmadan arkadaşlarının tüm gereksinimlerini karşılayabilmiş». Melbourne’a vardıktan kısa bir süre sonra, yüz tonilatoluk bir gulet satın almış ve gemicilikteki ustalığıyla X adasına ulaşmıştı. Artık kafasında sabitleşen tek bir düşünce vardı: Öcünü almak. Ama bunu gerçekleştirebilmesi için ikinci bir Albatros'u inşa etmesi gerekiyordu. Birincisini yaptıktan sonra ikincisi-304-
Fatih R obur
nin üreıimi daha kolaydı. Eski havagemisin den artakalan pervaneler ve tüm işe yarar parçalar kullanılmış, yeni pil ve akümülatörlerle mekanizma yeniden kurulmuştu. Kısacası sekiz aydan kısa bir süre içinde çalışmalar tamamlanmış ve patlama ile uçan ilk Albatros'tan daha hızlı ve güçlü yeni bir Albatros harekete hazır hale gelmişti. Üstelik aynı mürettebata sahip olduğunu ve bu mürettebatın özel olarak Uncle Prudent ve Phil Evans’a, genel olarak da Weldon Ens titüsü’ne derin bir öfke beslediğini de eklemek gerek. Nisanın ilk günlerinde X adasından ayrılan Albatros sıklıkla bulutların arasında yol alarak yeryüzündekiler tarafından fark edilmemeyi yeğliyordu. Kuzey Amerika semalanna vardıktan sonra Far West’in ıssız bir bölgesinde yere indi. Orada çalışmalarını büyük bir gizlilikle yürüten mühendis, Uncle Prudent ve Phil Evans’ın da içinde bulunacağı Go a head ’in 29 Nisan günü havalanacağını öğrenmişti. Bu Robur ve adamlarının intikam duygularını tatmin edebilmeleri için ele geçmez bir fırsattı. Go a head ’in kurtulmayı başaramayacağı bu büyük karşılaşma herkesin gözü önünde -3 0 5 -
Ju tes Verne
olacak ve havagemisinin her tür balondan ne kadar üstün olduğunu kanıtlayacaktı! Havagemisinin o gün Fairmont Park üzerinde, saldırmaya hazır bir akbaba gibi ortaya çıkışı bu nedenleydi. Evet! Daha önce onu hiç görmeyenlerin dahi kolayca tanıyabileceği bu araç Albatros' tu! Sürekli kaçan Go a head, çok geçmeden yatay doğrultuda kaçarak Albatros’tan kurtulamayacağını anlamıştı, kurtuluşu dikey doğrultuda kaçışla mümkündü; ancak yere yaklaşırsa havagemisi yolunu kesebilirdi, dolayısıyla daha yükseklere çıkmalıydı, böylece Albatros kendisine erişemeyebilirdi. Bu mantıklı olduğu kadar cesaret isteyen bir girişimdi. Bununla birlikte Go a head ’den bir hayli küçük olmasına ragmen Albatros da onunla birlikte yükseliyordu, mızrağını saplamak üzere balinanın peşine düşen bir kılıçbalıgım ya da zırhlı bir geminin üzerine yürüyen bir torpil gemisini andırıyordu. İzleyiciler bu tüyler ürpertici sahneyi büyük bir endişeyle izliyorlardı! Birkaç saniye içinde balon 5000 metrelik yüksekliğe ulaşmıştı. Albatros onun etrafında dönüyor ve gi -3 0 6 -
derek daralan bir çemberde Go
a head .'i
sıkıştı-
rıyordu. Bir hamlede dayanıksız kılıfını delebilir, işini bitirebilirdi. Bu durumda Uncle Prudent ve arkadaşlarını korkunç bir düşüş bekliyor demekti. Korkudan sesi soluğu kesilmiş halk, çok yüksek bir yerden düşen bir kimse görüldüğünde, göğüste baskı ve bacaklarda felç duygusuyla açığa çıkan bir tür dehşet içindeydi. Kaybedenin, bir deniz savaşındaki kadar bile kurtuluş şansına sahip olamayacağı bir hava savaşı çıkmak üzereydi gelişmenin bir dünya yasası olduğu göz önüne alınırsa, türünün ilk örneği olan bu çatışma hiç kuşkusuz sonuncusu olmayacaktı.
Go a head 'in
ekvatoral çem-
berini Amerikan bayrağının renkleri süslerken, Albatros'un üzerinde, Fatih Robur’ün altın sarısı güneşinin yer aldığı, yıldızlarla bezeli bayrağı dalgalanıyordu. Düşmanından uzaklaşmak isteyen ad safra
Go a he-
atarak 1000 metre kadar daha yüksel-
diğinde yalnızca bir nokta gibi görünüyordu. Pervanesini maksimum hızla çalıştırarak onu izleyen Albatros ise görünmez olmuştu. Bir anda yerden bir dehşet çığlığı yükseldi. Go a head ve
havagemisi birlikle alçalıyor, -3 0 7 -
Go
Ju les Ver ne
a head 'in
görüntüsü büyürken, diğeri görünür
hale geliyordu. Yüksek katmanlarda genleşen gazın kılıfını yırttığı balon hızla düşmeye başlamıştı. Tutunma pervanelerinin hızını kesen A lbatros da
eşit bir hızla alçalıyordu. Yere 1200 metre kala Go a head’e ulaştı ve yan yana geldiler. Robur Go a head’in işini bitirmek mi istiyordu?.. Hayır!.. Yardım etmeye, mürettebatını kurtarmaya çalışıyordu! Öyle usta bir manevrayla yanaştı ki pilot ve yardımcısı havagemisinin güvertesine atlayabildiler. Uncle Prudent ve Phil Evans Robur’ün yardımını, onun tarafından kurtarılmayı kabul etmeyecekler miydi yoksa? Hiç kuşkusuz bunu yapabilirlerdi! Ancak üstlerine atılan mühendisin adamları onlan etkisiz hale getirerek havagemisine taşımışlardı. Albatros, Go a head ’den uzaklaşırken, gazı tamamen boşalan balon düşmeye devam etmiş ve nihayet parkın ağaçlarının üstünde devasa bir paçavra gibi asılı kalmıştı. Kalabalığı korkunç bir sessizlik kapladı. Yaşam inip kalkmayan göğüslerde kilitlenmiş -3 0 8 -
Fatih R obur
gibiydi. Kimse gözlerini açarak bu büyük felaketin sonuçlarını görmek islemiyordu. Uncle Prudent ve Phil Evans yeniden Ro bur’ün tutsağı haline gelmişlerdi demek. Acaba kimsenin takip etmeye gücünün yetmeyeceği havagemisiyle onları yeniden gökyüzünde dolaştırmayı mı düşünüyordu? Buna inanmak mümkündü. Bununla birlikte, Albatros yavaş yavaş alçalmaya devam ediyordu. İniş yapacağını düşünen kalabalık kenara çekildi. Kitlelerin heyecanı doruk noktasına ulaşmıştı. Albatros yere iki metre kala durdu. Derin sessizliğin ortasında mühendisin sesi yankılandı: “Birleşik Devletler’in yurttaşları,” dedi. “Weldon Enstitüsü’nün başkanı ve sekreteri yine tutsağım oldular. Onlan elimde tutarak misilleme hakkımı kullanacaktım. Ancak Albatros'un başarısının yüreklerinde kopardığı fırtınayı görünce ruh hallerinin, gökyüzünün fethinin bir gün ulaşacağı bu önemli devrimi kaldırmaya hazır olmadığını anladım. “Uncle Prudent ve Phil Evans, serbestsiniz!” Weldon Enstitüsü'nün başkanı ve sekrete- 309 -
Ju les Vem e
riyle, baloncu ve yardımcısının Albatros'tan ayrılmaları için yere atlamaları yeteıliydi. Albatros kalabalığın on metre üzerine yükseldi. Sonra Robur devam etti: “Birleşik Devletler yurttaşları, deneyim sona erdi; ancak düşüncem odur ki, ilerleme söz konusu olduğunda bile, hiçbir şey zamanı gelmeden ortaya çıkmamalı. Bilim geleneklerin önüne geçmemeli. Gerçekleştirilmesi gereken devrimler değil, evrimlerdir. Kısaca, her şey zamanı geldiğinde yapılmalıdır. Bugün geçerli olan çıkar çatışmaları göz önüne alındığında, tarih sahnesine erken çıktığım söylenebilir. Ülkeler henüz birlik oluşturacak olgunluğa ulaşmadı. “Şimdi sırrımı da beraberimde götürerek gidiyorum. Ancak buluşum insanlık için kaybolmuş olmayacak. Ondan yararlanmak için gerekli donanıma sahip ve onu kötüye kullanmayacak kadar makul olduğunda keşfim onun hizmetinde olacak. Hoşçakalın, Birleşik Devletler yurttaşları, hoşçakalın!” Ve, yetmiş dört pervanesi havayı döverken iki itici pervanesiyle batıya yönelen Albatros, bu kez hayranlık dolu çok yaşa nidaları ara-3 1 0 -
Fatih R obur
sında gözden kayboldu. Tıpkı kendi kişiliklerinde aşağılanmış olan Weldon Enstitüsü gibi kendilerini yerin dibine batmış hisseden iki baloncu yapmaları gereken tek şeyi yapmak için evlerine geri dönerken, ani bir hareketlenmeyle çalkalanan kalabalık onları en kırıcı alaylarıyla selamlamaya hazırdılar. Ve şimdi akıllarda hep aynı soru vardı: “Bu Robur’ün kim olduğu asla ögrenileme yecek miydi?” Bugün bu sorunun yanıtı biliniyor. Robur geleceğin, belki de yannın bilimiydi. Albatros'a
gelince, kimsenin kendisini hay-
ranlıkla izleyemeyeceği gökyüzünün yüksek katmanlarındaki yolculuğuna devam ediyor muydu? Bundan kimsenin şüphesi olmamalıydı. Fatih Robur söylediği gibi bir gün geri dönecek miydi? Evet! Gelecek ve dünyanın toplumsal ve siyasi koşullarını değiştirecek buluşunu açıklayacaktı. Havacılığın geleceğine gelince, balonlara değil havagemilerine ait olacaktı. Gökyüzünün fethi kesinlikle sayesinde gerçekleşecekti. -3 1 1 -
Albatros’lar