BİLGELİK KİTABI Aydınlanma Yolu
Tolga ÇELEBİ www.tolgacelebi.com
BİLGELİK KİTABI Aydınlanma Yolu
Tolga ÇELEBİ İstanbul 2010 / Kasım
www.tolgacelebi.com
[email protected] www.facebook.com/tolga.celebi ~2~
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
4
AH EGO AH !...
5
AYDINLANMA !...
8
İÇİMİZDEKİ BİLGELİK
11
FARKINDALIK VE GAFLET
13
SORULAR VE CEVAPLAR
17
HIZLI VE ÖFKELİ
22
SADE HAYAT
26
HAMDIM, PİŞTİM
28
KAYBETMEYİ NASIL ÖĞRENDİK?
31
BU EVRENDE, BENİM ROLÜM NE?
36
BEN VE BAŞKASI
38
MUTLULUK VE HUZUR
40
MUTLULUĞUN ŞARTI
43
UYKU VE BİLİNÇALTI
46
HER ŞEY DÜŞÜNCE DE BAŞLAR
50
İNANÇLAR
52
ÖZGÜR MÜYÜM?
54
HAYAT REFERANSLARI
56
EVLİLİK VE BİLİNÇALTI
59
GÖNÜLLÜ HİZMETKAR
62
KAYNAKLAR
64
~3~
ÖNSÖZ Merhabalar, Bundan dört ay kadar önce; kişisel gelişim, çekim yasası gibi konular üzerine bir arkadaşımla sohbet ediyordum. Arkadaşım; “neden notlarını, yazılarını paylaşacağın bir web sitesi kurmuyorsun?” diye sordu. Bende cevap olarak, web sitesi tasarımı konularından pek anlamadığımı söyledim. Aradan birkaç gün geçti ve aynı arkadaşım yanıma gelerek; www.tolgacelebi.com adresini aldığını ve ufak ayarlamalarla web sitesini istediğim gibi kullanabileceğimi söyledi. Aradan geçen dört ay içinde; web siteme elliden fazla yazı ekledim. Birçok insanla tanıştım, ufkum genişledi. Ayrıca bu kitap da dahil, üç tane e-kitap hazırladım ve internetten dağıttım. Tüm bunlara vesile olan arkadaşım İlhan KOCATÜRK’e ve internetteki yardımları için Murat YAZICI’ya teşekkür ederim. Tüm yardımları ve motivasyonu için; eşim Gülden’e teşekkür ederim. Umarım ‘Bilgelik Kitabı’nı zevkle ve beğenerek okursunuz.
Dışarıda mucize arama, mucize sensin. Önce kendine inan, diğerlerinin önemi yok. ~4~
AH EGO AH !... Büyük ressam, uzun uzun eski bir sandalyeye baktı, onun varlığını ve özünü hissetmeye çalıştı. Sonra sandalyenin karşısına geçip, eline tuvalini ve boyalarını aldı, bir tablo yaptı. Birkaç dolar bile etmeyecek eski ahşap sandalyenin tablosu, bu gün 25 milyon dolardan daha fazla ediyor. Van Gogh; düşünceye esir olmadı, düşünceyi kullandı. Sığ ve cansız gözüken sandalye, O’nun tarafından tuvale resmedilince, milyon dolarlar ediyor. İnsanlara, nesnelere, olaylara sözel ya da zihinsel etiket yapıştırmak ta ne kadar aceleciysek, elimize geçen gerçek o kadar sığ ve cansız olacaktır.
İnsanoğlu kendini tanımlamak içinde acele eder. Kendini tanımlamak için birçok etiket kullanır. Bunlardan en belirgin olanı “BEN” kelimesidir. Türkçe de en çok kullanılan kelime yine “BEN” kelimesidir. “Ben” dediğimizde sözünü ettiğimiz şey gerçek kimliğimiz değildir. Hepimiz zihnimizde bir “ben” canlandırırız. Bu aslında bir illüzyondur. Bunu aşağıdaki gibi bir örnekle açıklamak daha kolay olur.
~5~
Dikkat ederseniz, çocuklar konuşmaya başladığı ilk anlarda, kendinden üçüncü şahıs gibi bahseder. Adını anne ve babasından duyar ve “Tolga acıktı, Tolga oyun oynayacak” vs gibi cümleler kurar Daha sonra “ben” kelimesini öğreniriz ve ismimizin yerine bu kelimeyi koyarız. Sonraki aşamada; kendimizi nesnelerle tanımlarız, etiketleriz. “Benim oyuncağım, benim arabam, benim yemeğim” vs. gibi. Oyuncağımız kırıldığında ise korkunç bir acı hissetmişizdir. Bunun sebebi oyuncağın kırılması değil, kendimizi onunla özdeşleşmiş olmamızdır. Kırılan oyuncak bir tahta parçası da olabilir, karmaşık elektronik bir oyuncak da olabilir fark etmez. Acının nedeni “benim” kelimesinde gizlidir.
Büyüdüğümüz zaman “ben” düşüncesi yeni anlamlar kazanır. Kendimizi milliyet, ırk, din, vücut, cinsiyet, meslek ile tanımlarız. Baba, anne, karı, koca, müdür gibi sıfatlar “ben” olur. Kafamızın içinde sürekli bir ses vardır. Bu ses çoğu zaman kontrolü bizden alır. Bizler, kendi kimliğimizi eşya ile tanımlarız. Önceleri oyuncağım, daha sonraları arabam, evim, giysilerim vb. haline gelir. Bu yüzden kendimizi nesnelere bağlarız, onlara takıntılı hale geliriz. Sürekli olarak daha fazlası için açlık duyarız.
Peki, sahip olduklarımızla gurur duymamız yanlış mı? Tabi ki yanlış değil. İnsanların kalabalık arsında güçlenmesi, yada az mala sahip olarak zayıflaması yanlış ya da doğru olarak nitelendirilemez. Bu sadece EGO’dur. Kendinizi gözlemlerseniz,
içinizden
gelen
sese
kulan
verirseniz,
egoya
dayanan
davranışlarınızı fark edebilirsiniz.
Bir binanın önünde durup, bu bina benim derseniz; ya zenginsinizdir, ya da yalancısınızdır. Sonuç ne olursa olsun, bina ile ben düşüncesini birleştiriyoruz. Elimizde imzalı ve onaylı bir tapu varsa, bütün dünya da bunu onaylıyorsa bile, bu sadece bir kurgudur. Ölüm döşeğinde hepsinin elimizden kayıp gittiğine şahit
~6~
olacağız. Ölüm döşeğinde sahip olma duygusunun da egonun da bir önemi kalmıyor. Kendimizi eşyalarla tanımlamayı bırakırsak, gerçek anlamda özgür oluruz.
Ego sahip olmayı varlık ile birleştirir. Sahibim o zaman varım. Ne kadar çok sahip isem, o kadar çok varım. Fakat insanoğlu eşyalara bağlanmaktan vazgeçemez, bu mümkün değil. Belki kendimizi eşyalarda aramaktan vazgeçersek mümkün olabilir. Hepimiz eşyalara bağımlıyız. İnanmak istemiyorsanız, cep telefonunuzu kaybettiğinizde yaşadığınız acıyı bir düşünün. Bu bağımlılığım farkında olmak bir başlangıçtır.
Egomuzu en canlı tutan şey, daha fazla istemektir. Ne kadar çok istersek, o kadar çok sahip oluruz, o kadar çok var oluruz. Hiçbir ego daha fazlasını istemeden yapamaz. Sahip olmak sadece sığ bir tatmindir ego için. Hep daha fazla...
Örneğin büyük şirketler, daha fazlasını elde etmek için, gezegenin canına okuyor. Doğa, hayvanlar, insanlar “daha fazlası” için kurban ediliyor.
Tüm bunlarla birlikte, EGO kendini vücutla da tanımlar, cinsiyet kimlik haline gelir. Cinsiyet kavramı aslında bir roldür ve bu rolü küçük yaşta aileler çocuklarına yükler. İnsanlar kendilerini fiziksel güzellikleriyle ve kaslı vücutlarıyla tanımlar. Ama bunlar kaybolmaya başladığında acı çekerler. Böyle bir durumda kimliklerinin dayandığı şey çökmeye başlar. Güzel bir vücuda sahip olmak sağlıklı ve güzel bir şey. Ama kimliğinizi vücudunuzla bağdaştırmadığınız takdirde; güzellik, canlılık, güç kaybolduğu takdirde kimliğiniz hiçbir şekilde etkilenmez.
Vücudunuz dışarıdan nasıl gözükürse gözüksün, içinizde yoğun ve canlı bir eneri alanı var. Bunun farkına varmak için içsel dünyanıza dönmeniz yeterli. Diğer bir deyişle; biçimi olan varlıktan, biçimi olmayan, eşya ile özdeşleşmeyen, ideoloji ya da cinsiyet ile tanımlanmayan bir öz kimliğe kayabilirsiniz. Bu hepimizin öz kimliğidir.
~7~
AYDINLANMA !... Tüm insanlık ailesi, yaratıldığı günden beri bir aydınlanma sürecinden geçmektedir. Bunun hızı; bazı dönemlerde artmış, savaşın yıkımın yoğun olarak yaşandığı bazı dönemlerde ise yavaşlamıştır. Aslında aydınlanmak büyük ölçüde değişmek anlamını da taşır. Ama, değişmek, sadece insana özgü bir şey de değildir. Örneğin bir bitkinin çiçek açması onun aydınlanması olabilir. Ya da bir karbon molekülünün milyonlarca yılda kömür olmaktan çıkarak elmas haline gelmesi bu cansız madde için büyük bir değişimdir.
İnsan; uyanık olduğunda her yaşam biçiminin içindeki ruhsal özü görebilir ve kendisi kadar sevebilir. Ama insanların çoğu sadece dış biçimi görür ve içsel özün farkında olmaz. Hem kendi ruhsal özünün farkında olmaz hem de çevresindekilerin. İnsan; kendini fizyolojik ve biyolojik bakış açısı ile tanımlar. Bu yüzden evrene hep eksik bakıyoruz. Tasavvuf ile uğraşan ve
insanoğlunun
yapmaya
çalışan
ruhsal
tanımını
bazı
insanlar,
“Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü” diyerek, her varlığın içsel özünü de kavramaya ve sevmeye çalışmışlardır. Örneğin bir lotus çiçeği, Budizm’in en önemli güvercin,
sembollerindendir. Hıristiyanlık
Beyaz inancında
Kutsal Ruh’u temsil eder. Hilal İslam dininde Allah’ı temsil eder. Bizim sadece çiçek, güvercin ya da ay olarak değerlendirdiğimiz varlıklar, özünde büyük anlamlar ifade etmektedir. Ruh ve içsellik olmadıktan sonra beden, topraktan başka bir şey değildir. Topraktan yaratılan bu bedenin güzel bir insan olmasını temin eden ve ona kıymet kazandıran sır, ondaki candır, ruhtur. Aynı şekilde bütün güzellikler de içinde böyle bir can varsa büyük bir değer ifade ederler. Şayet yoksa, hepsi de değersizdir. Bu can samimiyettir, sevgidir, içselliğin taşıdığı anlamdır.
~8~
“Hiç şüphesiz: İnsan son derece zeki bir yaratık. Ama bu zekası, aynı zamanda delilikle gölgelenmiş durumdadır. Bilim ve teknoloji, insan zihninin bozukluğunun gezegen, diğer yaşam biçimleri ve insanın kendisi üzerindeki yıkıcı etkisini daha da arttırdı. İşte bu yüzden, insan oğlunun kolektif deliliği en iyi yirminci yüzyıl tarihine bakılarak görülmektedir. 1. dünya savaşı, 1914 yılında çıktı. Korku, aç gözlülük ve güç hırsıyla ateşlenen yıkıcı ve zalim savaşlar insanlık tarihinin sıradan olayları arasına girdi. 1914 yılında eki insan beyni, içten patlamalı motorları üretmekle kalmadı, ayı zamanda, bombaları, makineli tüfekleri, denizaltıları, zehirli gazları icat etti. İşte size deliliğin hizmetindeki zeka! Bu savaşta on milyon insan öldü. İnsanoğlunun deliliği hiç bu kadar yıkıcı, hiç bu kadar belirgin olmamıştı. Yirminci yüzyılın sonlarında, savaşlardan, kitle imha silahlarından, iç savaşlardan, soykırım yüzünden ölenlerin sayısı yüz milyondan fazlaydı.” Eckhart Tolle – Var Olmanın Gücü
Bu gün televizyonu açıp ana haber bültenini izlediğimizde, bu deliliğin henüz ortadan kalkmadığını, hatta yirmi birinci yüzyılın başlarında daha da hızlanarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Her şeyden önce, insanlar gezegendeki diğer yaşam biçimlerine
hatta
gezegenin
kendisine
inanılmaz
derecede
şiddet
uyguluyor.
doğaya
zehirli
Anlamsızca
gazlar
ormanları
yok
ediyor,
kirletiyor.
Açgözlülüğün
salıyor, akarsuları etkisiyle,
kontrolsüz bir şekilde kendi sonunu getirecek Kendi
davranışlar evimizi
sergiliyor.
nasıl
yıkıp
mahvetmiyorsak, bizimde evimizin de, ailemizin de içinde bulunduğu bu gezegeni mahvedemeyiz. Çünkü insan
hayatı
ve
insan
bilinci,
gezegenin yaşamıyla bağlantılıdır. İçimizdeki, korku, şiddet eğilimi, aç gözlülük sayesinde; HEP DAHA FAZLASINI isteyerek kendimizi tatmin etmeye çalışıyoruz. Belki bu kadar
~9~
acımasız ve açgözlü olmak yerine hayata Mevlana gözüyle bakmak lazım: “Okyanus ne kadar büyük olursa olsun, insan yalnızca kabı kadar su alabilir.” Mevlana.
Eski
çağlarda,
kabileler
arasında
süren
acımasız savaşlar, bu gün ülkeler arasında, toprak, su ya
da
ideolojik
baskılar
nedeniyle
binlerce
yıl
geçmesine rağmen aynen devam ediyor. İnsanlar bazı ideolojik sebeplerle kendini ‘haklı’, diğerlerini ise ‘haksız’ çıkartabiliyor. Diğer insanları haksız gördüğü içinde onları düşman ilan ederek öldürme hakkını kendine verebiliyor.
Bu durumdan kurtulmak için, kolektif olarak, insanlık ailesinin her bir ferdinin ‘daha iyi bir insan’ olmak için çalışması gereklidir. Ama daha iyi ve ahlaklı bir insan olmak, ciddi bir bilinç değişikliği gerektirir. Ben iyi insan olacağım diyerek iyi olmayız. Ama içimizdeki iyiliği bulup keşfederek iyi bir insan olabiliriz. Sonuç olarak iyi biri insan olmak için, yine içsel dünyamıza
yönelmemiz
gereklidir.
Kendimizi
keşfetmemiz, içimizdeki iyiliğe ulaşmamız gereklidir. Değişmek ve aydınlanmak ancak kendimizi tanıyarak, içimize dönerek ve ‘BEN’i keşfederek gerçekleşir.
~ 10 ~
*Bedenin ve zihnin huzurlu olduğunda, onların birbirleriyle uyum içerisinde olduğunu göreceksin; bir köprü vardır. Artık farklı yönlerde konuşmuyorlar, başka atlara binmiyorlar. İlk kez arada anlaşma vardır. Düşüncelerinin farkına varırsan, bir adım sonrasında duygularının, hislerinin ve ruh hallerinin de farkına varırsın. Bunun için biraz daha yoğun farkındalığa ihtiyaç vardır. Ve bunu da başardığında hepsi bir orkestra haline gelirler ve sonuncu olan nihai farkındalığa ulaşırsın. Onu sen yapmazsın, o kendiliğinden olur, o hepsini yapanlara verilen bir ödül gibidir.
İÇİMİZDEKİ BİLGELİK Varlığımızın merkezindeki derinlikte sonsuz bir sevgi, sevinç, huzur ve bilgelik vardır. Bu her birimiz için geçerlidir. Ancak içimizdeki bu hazinelerle ne sıklıkta temasa geçiyoruz? Bunu günde bir kere mi yapıyoruz? Arada sırada mı? Yoksa içimizdeki bu hazinelerden bütünüyle habersiz miyiz? (Louise L.Hay – Düşüncenin İyileştirici Gücü)
İnsanoğlu, fiziksel ve biyolojik birçok mükemmellikle birlikte yaratılmıştır. Bedenindeki kusursuz uyum, organların çalışması, birbirini tamamlayan birçok sistemin bir arada bulunması insanı yaratılanların en üstünü kılmaktadır. Aslında insanı kusursuz kılan tek şey, biyolojik olarak mükemmel tasarlanmış olması değildir. Bundan daha da şaşırtıcı olan şey, henüz sınırlarını keşfedemediğimiz bir ruhsal yapı ile donatılmış olmasıdır. Her birimiz birçok duygu, his ve düşünce ile donatılmışız.
Derler ya her Adem, bir alem. Sanki bu koskoca kainat, küçültülmüş ve bizim içimizde yeniden var olmuş. Şu an gözlerinizi kapatın ve o kısmınızla temasa geçin. Merkezinize gitmek, sadece bir nefes ötede. İhtiyacınız olan tek şey, odaklanmak.
İçinizdeki sevinci hissedin, yaşama sevincini. Sonra huzuru hissedin, sevgiyi hissedin, sevginin sizi saran sıcaklığını hissedin. Ardından içinizdeki sonsuz bilgeliğe gidin. İnanın bana insanoğlunun yaratıldığı günden bu güne kadar yaşadığı her evre bizim genetik kodlarımızda gizli. Bu bilgeliğe hepimiz sahibiz. Binlerce yılın bilgeliğini paylaşıyoruz.
Tasavvufta; vücut ruhun bineği olarak nitelendirilir. Yani ruh kutsal bir varlıktır ve manevi alemdedir.
Ama
hedefine
ulaşması,
yaradılış
gayesini
~ 11 ~
yerine getirmesi için bir bedene ihtiyaç duyar. Beden ise bu dünyadadır. İnsan doğum ile dünyaya geldiğinde; manevi dünyada ki Ruh ile yaşadığımız fiziksel dünyadaki beden bir araya gelir. Bizim bedenimizde, hem dünyanın, bu fiziksel alemin tüm elementleri varken, ruhumuzda da kavrayamadığımız manevi alemin izleri var. Bunların dışında bir de akıl var. Akıl; ruhun veziri, bedenin hocasıdır.
Bu hazineler, ruhani bağınızın bir parçasıdır ve esenliğiniz için hayatidir. Vücut, akıl ve ruh – tüm üç düzeyde dengede olmamız gerekir. Sağlıklı bir vücut, mutlu bir akıl, güçlü ruhsal bağlar; tümü genel dengemiz ve uyumumuz için gereklidir.
Kişinin kendini tanıması, hayatı anlamasına rehberlik eder. Hayat ile bir olmayı hissettikçe, öfke,
nefret,
önyargı
gibi
duygulardan
vazgeçebiliriz. Biz inanılmaz bir sevinç ve dingin bir huzurla doluyuz.
Bu gün, yarın içi hazırlanıyoruz. Nasıl mı? Düşüncelerimiz, kabul
ettiğimiz
konuştuğumuz inançlar
kelimeler, yarınlarımızı
şekillendiriyor.
Yaşadığımız en acı dolu anlar, bize gelişim için en büyü fırsatları sunan anlardır. Bu anlar, daha büyük bir öz saygı ve öz sevgiye ulaşmamız için fırsat olur. Bizler bu evrende hızlandırılmış bir “Kişisel Gelişim Seminerindeyiz.” Artık daha önce olmadığı kadar kendinize sevgi, saygı ve sabır dolu olmanın zamanı. Bizler olağan üstü bir evrende, mükemmel bir varlık olma potansiyelimize doğru gelişmek ve değişmek için çabalamalıyız. Hayat bir öğrenme sürecidir. Bizler, burada öğrenmek, gelişmek için varız.
~ 12 ~
FARKINDALIK VE GAFLET Farkındalık kavramının birçok tanımı yapıldı. Fakat ben en sade ve en anlamlı bulduğum tanımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Farkındalık; yargısız bir şekilde şimdiki ana odaklanabilmek amacıyla, dikkatinizi toplayabilmektir. John Kabat-Zinn
Farkındalık kavramı, farkına varmak olarak da tanımlanabilir. Şu an ne yaptığımın ya da ne yaşadığımın farkına varmak. Dikkatimi şu ana odaklamak...
Konuyu biraz daha açmaya çalışacağım. Davranışlarımızın büyük bir çoğunluğu bilincimiz dışında gerçekleşiyor. Bir olay karşısında bir tepki veriyoruz. Bilinçaltımız bu tepkiyi kaydediyor. Daha sonra aynı olay gerçekleştiğinde, bilinçaltımız biz farkına varmadan, daha önce kaydettiği tepkiyi otomatik olarak veriyor. Bu olay ne kadar sıklaşırsa, verdiğimiz tepki de o kadar derinlere kaydedilecek. Yani olaylar ile verdiğimiz tepkiler arasında bir köprü var. Biz farkına varmadan tepki veriyoruz. Farkına varmadan yaşıyoruz. İnsanlar çoğu zaman bilincinin kontrolünü kaybeder. Maalesef...
Bizim kültürümüzde ‘Gaflet’ denen bir kavram unutmak,
daha dünya
düşüncesizce Binlerce
var.
yıl
Gaflet,
telaşı
Allah’ı
içinde
harcayıp öncesinden
ömrü
tüketmektir. beri,
bu
topraklarda yaşayan insanlara, gaflete düşmemeleri öğütleniyor. Bizlere, gaflete düşmemek,
Yaratıcımızı
unutmamak
için, bol bol dua etmemiz, şükretmemiz samimi olmamız öğütleniyor. Ama ne gariptir
ki,
insan
yaşadığı
dünya
hayatında kendini kaybetmek bir yana, yaratıcısı olan Allah’ı da unutuyor.
~ 13 ~
Kendini bilen Allah’ı bilir diye bir söz var. Kendini bilmek farkında olmaktır, yani farkındalık kavramının tanımı bizim kültürümüzde binlerce yıl öncesinden yapılmış zaten. Kendini bilen, sınırlarını bilir, kendini bilen AN’da yaşar, kendini bilen haddini bilir.
Dediğimi
gibi,
bizler
aslında
tam
anlamıyla
özgür
değiliz.
Çünkü
davranışlarımızın farkına varamıyoruz. Özgür değiliz çünkü, verdiğimiz tepkiler otomatik olarak gerçekleşiyor. İşte tam burada farkındalık kavramı devreye giriyor. Bize yaşadığınızın farkına varın, tepkilerinizi fark ederek verin, GAFLETE düşmeyin diyor. Kısacası hayatın dizginlerini elinize alın diyor. Fakında olmaya başladıkça, yeni bir enerjinin doğduğunu hissederiz.
‘AN’ dediğimiz kavram çok önemlidir. Çünkü
hayat
‘AN’da
yaşanır.
Ne
gelecekte yaşayabiliriz, ne de geçmişte. Elimizde olan tek şey sadece ve sadece şu ‘AN’ dır. Şu ‘AN’ ihtiyacım olan tek şey oksijen. Bazen derin bir nefes alıyorum ve yaşadığımı;
‘AN’da
kalıp
hissetmeye
çalışıyorum,
kalmadığımı fark
etmeye
çalışıyorum.
Çoğu zaman; “görmedim”, “dikkat etmedim”,
“var
mıydı?”,
“Aa
öyle
mi
hatırlayamadım” gibi cümleler kullanıyoruz. Bu cümleleri ne kadar sık kullanırsak, farkındalıktan da o kadar uzaklaşıyoruz. İnsanları dinlemiyoruz, dinlesek de anlamıyoruz, anlasak ne dediklerini bir süre kısa bir sonra unutuyoruz. Çünkü karşımızdaki insan bir şeyler anlatırken biz ‘AN’da olmadığımız için, aklımız kim bilir dünyanın neresinde hangi problemle uğraşıyor.
Fakındalığımızın gelişmesi için ne yapabiliriz? Öncelikle; şimdiki ana, yaşadığımız ana odaklanmanız gerekiyor. İyi bir gözlemci olmamız gerekiyor.
~ 14 ~
Gözlem yeteneğinin gelişmesi ile farkındalık gelişir. Robotlaşmak, yani farkındalıktan uzaklaşmak bir zehir gibidir aslında. Bizi uyuşturur ve akıp giden hayatın içine kendimizi salıveririz. Buda bir köyden geçiyordu ve insanlar gelip onu aşağılayarak en söylenmeyecek şeyleri söylediler.”Buda” durdu, sessizce, dikkatle dinledi ve “ Bana geldiğiniz için teşekkür ederim, ama acelem var bir sonraki köye gitmem gerekiyor, bugün size zaman ayıramayacağım yarın daha fazla zamanım olacak. Söylemek isteyip de söyleyemediğiniz bir şeyler kaldıysa Sizi yarın dinleyebilirim. Beni bugün için mazur görün” dedi. İnsanlar inanamamışlardı. Bu adam tüm söyledikleri ağza alınmayacak şeylere bir tepki vermeden, sadece dinlemiş, cevap bile vermemişti.” Bizi duymadın mı”? “Senin bunlara verecek cevabın yok mu” ? diye sordular.
Buda dedi ki: “Bir yanıt istediysen geç kalmış durumdasın. On yıl önce
gelseydin
seni
yanıtlayabilirdim. Ama on yıldır başkaları
tarafından
yönlendirilmeye son verdim. Artık köle değil kendimin efendisiyim, kendime
göre
davranıyorum,
başkasına göre değil kendi içsel ihtiyaçlarıma göre davranıyorum. Beni
bir
zorlayamazsın.
şey Sen
yapmağa yapmak
istediğini yaptın, kendini tatmin olmuş hissedebilirsin, ama benim açımdan baktığında ben bunların hiçbirini üzerime almıyorum ve almadığım içinde bir anlamları yok. Buda devam etti “Birisi yanan bir meşaleyi nehre atabilir, nehre ulaşana kadar meşale yanık kalır, nehre düştüğü anda ateş söner, nehir onu soğutur. Ben nehir oldum. Bana küfür edersiniz onlar ateştir, bana ulaştıkları anda benim serinliğimde içinde ateş kaybolur, artık acıtmazlar. Siz dikenleri atarsınız sessizliğime düşünce onlar çiçeğe dönüşür. Ben kendi yaradılışımın doğasından hareket ediyorum” der. Kendiliğindenlik budur.
~ 15 ~
Sonuç olarak, farkındalık etrafımızda olup bitene dikkat edebilmektedir. Görmek, duymak, hissetmek, anlamak ve değerlendirmektir. Yaşadığımız hayatın hakkını
vermek
için,
davranışlarımızın
da
düşüncelerimizin
de, diğer
tüm
faaliyetlerimizin de farkında olmamız gerekiyor. Robotlar farkında olmaz, sadece yüklenen programın gereklerini yerine getirir.
Kendini bilmek, farkında olmak tüm ilimlerin temelidir.
Aşık Yunus diyor ki: İlim ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen Bu nice öğrenmektir. Kendini bilmek, farkında olmak tüm ilimlerin temelidir.
~ 16 ~
SORULAR VE CEVAPLAR İnsanların büyük çoğunluğu, neler hissettiğini değiştirmek istemektedir. Bizler; bir olay karşısında kendimizi nasıl hissedersek; o ruh halini yaşıyoruz. Bir olaya karşı verdiğimiz tepki
olumsuzsa;
enerjimiz
düşüyor,
moralimiz
bozuluyor
ve
o
olumsuzluğa ait tüm duyguları doya doya yaşıyoruz. Diğer taraftan duyguların tümü, beynimizdeki biyokimyasal fırtınalardan başka bir şey değildir. Neşeli, öfkeli, sinirli, sevinçli hissediyor olabilirsiniz, fark etmez. Hepsi size bağlı.
Peki, herhangi bir olumsuzlukla karşılaştığımızda, kendimizi nasıl daha iyi hissedeceğiz? Ya da kendimizi iyi hissetmek için güçlendirici çarelerimiz var mı? Bunu alkol, sigara, yemek ya da başka bir şey kullanmadan yapabilmek mümkün mü?
Kişisel gelişim üstatlarından Anthony Robbins şöyle diyor: “Kendinizi hemen iyi hissetmek için en az on beş şey yazmadan durmayın. İdeal olarak bu sayı yirmi beş olmalı. Bu egzersize belki sonra yine dönmek isteyebilirsiniz. Sayıyı yüzlere bile vardırabilirsiniz. Burada işin anahtarı, kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak şeylerin çok büyük bir listesini yapmak, böylece yıkıcı şeylere yönelmek zorunda kalmamaktır. Her gün mutluluk için plan yapın. Mutluluğun karşınıza çıkmasını beklemeyin. Gelmesi için yer açın”
Düşünmek birazda soru-cevaptır aslında. Kendimize sürekli sorular sorarız ve cevaplar ararız. ‘Bir düşünmem gerek’ dediğimizde, ‘kendime bu konu ile ilgili’ soru sormak istiyorum demek isteriz aslında. Hayatımızın kalitesini arttırmak istiyorsak, alışkanlık haline getirdiğimiz soruları ve soru kalıplarını değiştirmeliyiz. İnsanlar arasındaki sürekli
sordukları
farktan kaynaklanır.
~ 17 ~
en
belirgin
sorular
fark;
arasındaki
Bazı insanlar sürekli bunalımdadır. Neden ben? Neden her şey beni bulur? Zaten hiçbir şey doğru gitmiyor. Neden bu kadar çaresizim? Bu türde sorulan yanlış sorular neticesinde
psikolojimizde
çöküyor.
Sorduğumuz soruları değiştirirsek, içinde bulunduğumuz sıkıntılı ruh halinde de kurtuluruz. Korkunç bir soru sorarsak, korkunç bir cevap alırız. Zihninize nasıl bir soru sorarsanız, alacağınız cevap da o yönde
olacaktır.
Örneğin
“Önemli olan, sorular sormaktan vazgeçmemektir. Merak kendi var oluş nedenine sahiptir. İnsan sonsuzluğu, hayatı, gerçeğin o harikulade yapısını düşündükçe dehşet içinde kalmadan edemez. Her gün bu büyük esrarın bir zerresini anlamaya çalışmak da yeter. Kutsal merakı asla kaybetmemek gerekir.” Albert EINSTEIN
kendinize;
“Neden hiçbir zaman başarılı olamıyorum?” diye sorarsanız, şöyle bir cevap alırsınız: “Başarmayı hak etmediğin için.” Bizler sorduğumuz soruları değiştirirsek, kendimizi nasıl hissettiğimizi de değiştirebiliriz.
Olumsuz bir durum karşısında; “Neden ben?” diye sormak yerine, “bu olayı nasıl kullanabilirim” şeklinde bir soru sorabiliriz. Kötü olasılıklar içeren sorulardan vazgeçmeliyiz.
Yukarıda bahsedildiği gibi; kendimize basit ama güçlü soralar sorarak, sahip olduğumuz gerçek gücü, potansiyelimizi tam anlamıyla kullanabiliriz. Kaliteli sorulara, kaliteli cevaplar gelir. Buda yaşam kalitemizi arttır.
Sorular neye odaklandığımızı, dolayısıyla de nasıl hissettiğimizi hemen değiştirir. Sürekli olarak “Neden canım bu kadar sıkkın?” diye sorarsanız, kendinizi sıkılmış hissedersiniz. Bunun yerine; “durumu nasıl değiştireyim de kendimi mutlu hissedeyim?” Şeklinde bir soru sormak çok daha avantajlıdır. Doğru sorular sorarak, hak ettiğimiz cevaba ulaşmak elimizde.
Kendinize; “Şu an hayatımda harika olan ne var?” diye sorarsanız, mutlu şeyler düşünmeye odaklanırsınız. Ciddi ciddi düşünürseniz, mutlu olacaksınız.
~ 18 ~
Sürekli, “ben mutluyum, ben mutluyum, ben mutluyum” derseniz bu işe yarayabilir. Ya da kendinizi yine de mutlu hissedemeyebilirsiniz. Ama cümle kurmak yerine, “En çok hangi konuda mutluyum?”, “Mutlu olmak istesem beni ne mutlu ederdi?” gibi sorular sormayı sürdürürseniz, kendinizi gerçekten mutlu hissetmeye başlamanızı sağlayacak gerçek referanslar bulursunuz. Bunlar gerçekten mutluluk verecek nedenlere odaklanmanızı sağlar. Doğru cevaplarla mutlu olduğunuzdan emin olursunuz.
Düz cümleler yerine soru sorarsanız, o duyguyu hissetmek için gerçek nedenler bulursunuz. Kendinize; “Benim en değerli anılarım neler?” diye sorarsanız, ya da “Şu anda hayatımda harika olan ne var?” d,ye sorarak bu soruyu ciddi ciddi düşünürseniz, kendinizi harika hissetmenize yol açacak tecrübeleri düşünmeye koyulursunuz. O duygu durumundayken, kendinizi olsa olsa iyi hissedersiniz.
Hemen şu an kendinize güçlendirici birkaç soru sorun. “Şu anda hayatımın nelerinden mutluyum? “Neler için gerçek anlamda minnet duyuyorum?” “Bu gün ne için şükredeceğim?”
Dışarı çıktığımız zaman, çevremizde binlerce şey olup bitmektedir. Ama biz aynı anda sadece birkaç şeye odaklanabiliriz. Yani çevremizde gerçekleşen ve bizim odaklanmadığımız tüm olaylar, bizim kapsama alanımızın dışındadır.
Şu anda kendimi kötü hissediyorsam, bunun nedenini şöyle açıklayabilirim: “Kendimi iyi hissetmemi sağlayacak her şeyi kapsam dışında bırakıyorum.” Tam tersi, eğer kendimi iyi hissediyorsam, demek ki odaklanabileceğim kötü şeyleri kapsam dışı bırakıyorum. O halde birine soru sorarsak; bu sorumuz ile o kişinin neyi kapsam dışı bıraktığını da değiştirebiliriz. Örneğin iş yerinde bir arkadaşınız “bu müşteriyi kaçırdığımıza benim kadar üzülüyor musun?”
~ 19 ~
diye sorduğunda, üzülmemiş bile
olsanız daha önce kapsam dışı bıraktığınız şeylere odaklanmaya başlar, kendinizi kötü hissetme durumuna geçersiniz.
Ya da tam tersi biri “hayatında gerçekten harika neler var?” diye sorsa, siz cevaba odaklanırken bir anda kendinizi iyi hissetmeye başlarsınız. Bir arkadaşınız; “bu projede yaptığımız iş gerçekten mükemmeldi, ne kadar işe yarayacağını hiç düşündün mü?” diye sorsa, projenin tüm yorgunluğunu unuturuz ve ilham dolu bir hale geliriz. Sorular zihnimizin lazeri gibidir. Odaklanmamızı ve konsantre olmamızı sağlar. Neyi ararsak, onu buluruz.
Bir
terslikle
karşılaştığımızda,
“bu
problemden ne öğrenebilirim ki, bir daha karşıma çıkmasın?” sorusu işe yarayabilir.
Bu
soru
ile
hem
problemden kurtulabilir, hem de bir daha
karşınıza
çıkmasını
engelleyebilirsiniz.
Bir iş kötü gittiğinde; “neden sürekli hata yapıyorum?” derseniz, kendinizi zayıflatırsınız,
bu
tür
olayların
gerçekleşmesine, tekrar tekrar başınıza gelmesine sebep olursunuz? Beyniniz söz
dinleyip
yorum
yapmadan
sorduğunuz bu soruya karşılık bulmak için çalışacaktır. Odağınız hatalı olduğunuzu düşünecek şekilde kayacaktır.
Herhangi bir zamanda kendimize sorduğumuz sorular, kendimizin kim olduğu, neler yapabileceği, rüyalarımıza kavuşmak için neleri yapmaya istekli olduğumuz konusundaki görüşlerimizi biçimlendirebilir. (Anthony Robbins)
Soru
sorarken
kendinizi
sınırlamayın.
Cevabının
imkansız
olduğunu
düşünerek, soru sormaktan vazgeçmeyin. Soru sorarak, kendinizi sınırlayan
~ 20 ~
inançlardan da kurtulabilirsiniz. Elinizde istemediğiniz bir sonuç varsa, “Durumu düzeltmek için ne yapabilirim?” diye bir soru sorun. Kendinizi suçlamayın, sızlanmayın, homurdanmayın, başkalarını suçlamayın. Kendinizi sınırlayan her şeyden bir an önce kurtulun ve rahatlayın.
Sabah uyandığınızda; “bu gün beni nasıl felaketler bekliyor acaba?” ya da “neden işe gitmek zorundayım? şeklinde bir sorular sormayın. Ayrıca “trafik yine berbat mı acaba? diye bir soru da sormayın. Güne olumsuz başlarsanız, işlerinizin ters gitme olasılığını kendi elinizle arttırırsınız.
Dışarıda mucize arama, mucize sensin. Önce kendine inan, diğerlerinin önemi yok.
Çok zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu. İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı. Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan. Bir parçasına dün dedi, diğer parçasına bugün, öteki parçasına da yarın. Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı. Farkında olmadan rezil etti bu gününü. Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi. Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü eline yüzüne bulaştırdı... Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı; ama bugünü hiç yaşayamadı. (ALTINTI)
~ 21 ~
HIZLI VE ÖFKELİ Hızlı yemek yiyoruz, işlerimizi hızlı bir şekilde bitirmeye çalışıyoruz, arabayı hızlı kullanıyoruz, kısacısı hızlı ve çok hızlı yaşıyoruz. Belki böyle olmamızın nedeni iş hayatımızdır. Öğle tatilini en iyi şekilde kullanmak için çabuk çabuk yemeğimizi bitirerek, kendimize biraz zaman ayırmak isteyebiliriz. Trafikten sıkılıp arabayı hızlı kullanarak, bir an önce gitmek istediğimiz yere ulaşabiliriz. Hatta hızlı okuma kurslarına giderek, bir kitabı normalden üç kat daha hızlı okuyabiliyoruz. Hızlı olmak bizi tatmin ediyor. Her istediğimize çabucak ulaşmak da bizi mutlu ediyor. Ama her şey gözüktüğü gibi değil... Bana göre; hızlı olan her şey anlamını kaybediyor.
Bir düşünsenize, istediğimiz her şeye hemen sahip olabilseydik, dünya nasıl bir yer olurdu. Bazen otoyollarda ‘Yavaşla’ tabelaları görürsünüz. İnsanlar sürat yaptıkça, ne kadar hızlı gittiklerinin farkına varamazlar. Bu yüzden, uyarılmaları gerekir. Bu tabelalardan hayatımızın her alanına koymamız gerekiyor. Yemek molasında
bir
tabela
‘Yavaşla.’
Çalışma
masamda
bir
tabela
‘Yavaşla.’
Arkadaşlarımla oturduğum mekanda bir tabela ‘Yavaşla.’ Evet, yavaşla ki, hayatı ıskalama, hayatı kaçırma, hayattan zevk al...
~ 22 ~
Bazen düşünüyorum, bir kamera olsa ve gün boyunca yaptıklarımı kaydetse. Kiminle konuşuyorum, ne konuşuyorum, hangi olaylara nasıl tepkiler veriyorum. Ne kadar hızlı yaşıyorum. Sorunları nasıl çözüyorum. Belki bu mümkün olmayacak. Ama kendimi yönetmeye başladığım anda, bir kameraya da ihtiyacım kalmayacak. Hayatımın kontrolünü ne kadar lime alırsam, o kadar kendim olacağım, mutlu olacağım.
Hızlı çözümler, geçici mutluluklar getirir. Televizyonda, çabuk kilo vermek için satılan birçok ürün var. Hatırladığım bir ürünün sloganı; ‘Oturduğun yerde hemen kilo ver’ gibi bir şeydi. Peki, bu mümkün olabilir mi? İnsan; çalışmadan, terlemeden, enerji yakmadan kilo verebilir mi? Tabi ki hayır.
Başka
bir
örnek,
hızlı
yemekler. Dondurulmuş gıdayı alıp evinize
getiriyorsunuz.
Mikro
dalgaya atıyorsunuz, kolay ve hızlı yemeğiniz anında hazır. Sonuç, kanser
oranı
giderek
artıyor.
Besinlerin vitamin değeri yok olup gidiyor. İnsanlara bir şey satmak için, onlara mutluluk vaat etmeniz yeterlidir. Çabuk, kolay, hızlı, çaba sarf etmeden ulaşabilecekleri, yalancı mutluluklar insanları çılgına çevirir ve tüketim duygusunu arttırır. Çözüm, yavaşlamak ve mantıklı bir şekilde düşünmekten geçiyor...
Bizim kültürümüzde, çalışmadan, çabalamadan, üretmeden bir şey başarmaya çalışmak, doğru karşılanmaz zaten. Hayattaki tüm başarıların arkasında, planlı ve programlı bir çalışma var, emek var. İstediğinizi yiyerek kilo verin diyen firmalar, günde 10 dakika çalışarak bir ayda Herkül gibi vücuda sahip olun diyen satıcılar bana samimi gelmiyor... Mutlu olmak için, disipline ihtiyacımız var, prensipli çalışmaya ihtiyacımız var. Artık kabul etmemiz gerekiyor, her istediğimize, istediğimiz anda, çaba sarf etmeden çabucak ulaşmaya çalışmak, kendimiz kandırmaktır.
Başka insanlarla olan ilişkilerimizde, hız tutkumuzdan nasibini alıyor. Bir dostumuzdan, herhangi bir şey istediğimizde, karşımızdaki insanın durumunun ne
~ 23 ~
olduğunu düşünmeden, empati yapmadan isteğimizin yerine gelmesini istiyoruz. Birde kızıp öfkeleniyoruz ve ‘kırıklıda bir işim düştü’ diyerek tavır koyuyoruz. Aslında yaşadığımız hayatta o kadar hız tutkunu olduk ki, neredeyse ‘armut piş ağzıma düş’ diyeceğiz
Sabır büyük bir erdemdir. Acelecilik ve peşin çözümlerin verdiği mutsuzluğu sabır erdemi ile giderebiliriz beklide. İnanılmaz yoğun bir gün yaşıyorsunuz, bir
sürü
aksilik
var,
adeta
eliniz
ayağınıza dolaşmış diyebilirim. İşte tam o anda ne yaparsanız yapın, işler daha karışık bir hale gelecek. Sadece oturup sakin
bir
gerekiyor.
kafa Ben
ile
düşünmeniz
neredeyim?
Ne
yapıyorum? Neye ihtiyacım var? Sorun ne? Çözümü ne olmalı? Acele ile yaptığınız tüm adımları gözden geçirin. Adeta
yarım
kameradan
saat
izler
gibi,
öncesini
bir
zihninizden
izleyin. Tıkanıklığı bulmanız daha kolay olacaktır. Öfkelenmek, homurdanmak, şikayet etmek, sağa sola saldırmak, insanları kırmak karmaşık olan sorunu daha da çözülemez hale getirir.
Bizim dinimizin temelinde sabır vardır. Örneğin, oruç ibadeti başlı başına bir sabırdır. Yemeden, içmeden akşama kadar sabreder bekleriz. Alacağımız büyük mükâfatı düşünürüz. En büyük ibadetlerden olan Hac ibadeti başlı başına sabırdır. Tavaf yaparken, say yaparken ve Arafat’ta vakfede iken hep sabrederiz. Milyonlarca insan, acelecilikten, öfkeden, arınıp sabrı öğrenerek tek yürek olur. Beni unutup, bize geçer, boyut atlar. Günlük hayatımızda, gözümüzün önündeki bir günahı işlememek, hata yapmamak için sabrederiz. Sabretmeye bu kadar yakınken, neden acele ederiz?
Sabır ve öfke kontrolü; bizim kültürümüz dışında, birçok doğu kültüründe de övülmüştür. Örneğin Buda, sabır ve sükunet ile anılır hale gelmiştir. Çok anlatılan bir
~ 24 ~
hikayeyi paylaşmak istedim. Herkes tarafından sevilen bir Budist rahibe, genç bir kız ‘beni hamile bıraktı’ diyerek iftira atar. Halk toplanır ve rahibe olayı açıklaması için baskı yapar. Rahip olayı öğrenince sadece ‘öyle mi?’ der. Tabi bu cevap insanları çılgına çevirir. Rahip hakkında sövüp sayarak oradan uzaklaşırlar. Genç kız yaptığı hatanın farkına varır ve her şeyi insanlara anlatır. Halk toplanır, yine rahibe gider ve özür diler. İftiranın açığa çıktığını öğrenen rahip şu cevabı verir ‘Öyle mi?’
İnsan; tercih etme yeteneğine sahiptir. İradeye ve zekaya sahiptir. Bir düşünün. Sabah uyanıyorsunuz, ama bedeniniz biraz daha uykuya ihtiyacım var diyor. On dakika daha yatıp yeniden uyanıyorsunuz. Bedeniniz açım diyor, yemek yiyorsunuz. Bedeniniz, susadım diyor bir şeyler içiyorsunuz. Bedeniniz temizlenmeliyim diyor, duş alıyorsunuz. Su soğuk diyor, ısıtıyorsunuz. Duştan çıkıyorsunuz, giydir beni diyor. Sıkıldım hadi dışarı çıkalım diyor. Üşüdüm eve gidelim diyor. Bedenimiz gün boyunca bizimle konuşuyor. Ona sus demek yerine, ağzını açtığı her an mutlu etmeye çalışıyoruz. Bedenimize dolu dolu hamburger, pizza, kola, kafeinli kahveler vererek onu mutlu etmeye çalışıyoruz. Ama susmuyor da, doymuyor da. Sonra akşam oluyor ve uykum geldi diyor bedenimiz. Biz bedenin değil, beden
bizim
efendimiz
oluyor.
Ömrümüz,
onun
isteklerini,
buyruklarını
gerçekleştirmekle geçiyor.
Acelecilikten, hemen elde etme hevesinden uzaklaşarak, disiplinli bir hayat yaşamaya başlamak gerek. Kendimizi kontrol altına almamızın ve kaliteli bir hayat süremizin şartı disiplinli olmaktan geçiyor. Çünkü çoğumuz da, bedenimize karşı ciddi bir takıntı var. Neredeyse dürtülerimizle, şartlanmış tepkilerle yaşar hale geldik ve düşünmeyi unuttuk.
Kendimizi kontrol altına alarak yaşamak ve farkındalık ile ‘AN’ da kalmak dileği ile,,,
~ 25 ~
SADE HAYAT Hayatımızı olayların kontrol ettiğine, bu gün kim olduğumuzu çevrenin saptadığına öyle de kolay inanıyoruz ki! Oysa bundan büyük bir yalan olamaz. Bizi biçimlendiren, hayatımızdaki olaylar değil, o olayların ne anlama geldiğine inandığımızdır. (Anthony Robbins)
İnançlarımızın bir anda bizi hasta da, iyi de edebileceğini anlamamız gerekmektedir. İnançlarımız hayatımızın her alanını olumlu ya da olumsuz olarak etkiler. Bir inancı bir defa kabul edip benimsediğimiz zaman, sinir sistemimize tartışılmaz emirler biçiminde iletilir. Bir şeye kesin olarak inandığınız sürece, beyniniz otomatik pilotta çalışır, çevreden gelen girdileri süzer, o inancı destekleyecek referanslar arar.
Kişi zengin olsun, yoksul olsun hastalığı iyileştiren de, mutsuzluğu mutlu kılan da zihindir. - EDMUND SPENSER -
Kaizen; Japoncada sürekli iyileştirme anlamına gelir. Japonya’da insanlar, hayatlarının her alanında, küçük basit iyileştirmeler yapma peşindeler.
Her
düzeltmeler; düzeyde
gün
kolay bir
yapılan
hayal
bileşik
etki
ufacık
edilemeyecek yaratmaya
başlayacaktır.
Bizim kültürümüzde de; kişinin iki gününün birbiriyle aynı geçmesi, o kişinin zararda olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden standartlarımızı yükseltmek için kendimize her gün küçük artılar katmalıyız.
Çoğu insanlar, kendilerini hiçbir zaman güvende hissetmezler, çünkü sürekli olarak işlerini kaybetmekten, ellerindeki parayı kaybetmekten, eşlerini kaybetmekten, sağlıklarını kaybetmekten falan korkarlar. Hayattaki en gerçek güvenlik duygusu, her gün kendinizi bir yönde iyileştirdiğinizi bilmekten, kim olduğunuzun kalibresini
~ 26 ~
yükselttiğinizi, şirketiniz için, dostlarınız ve aileniz için değerli
olduğunuzu
bilmekten
gelir.
Bir
konu
hakkında “emin olmak” siz güç getirir.
Dışarıda mucize arama, mucize sensin. Önce kendine inan, diğerlerinin önemi yok. Unutmamamız gerekir ki, biz hayatta neye odaklanırsak onu elde
Kişi kendini nasıl hissediyorsa, iyi hissetmeye devam etmesi çok kolaydır. Ama hayatta esas kilit, iyi hissetmiyorken iyi hissetmeye başlamak hatta iyi hissetmek istemiyorken iyi hissetmeye başlamaktır.
ederiz. Eğer hep istemediğimiz şeylere odaklanırsak, onlar daha sıklaşmaya başlar. Değişiklik yaratmanın ilk adımı, neyi istediğinize karar vermektir ki, belli bir şeye doğru ilerleyebilirsiniz. Kısacası: “Ben ne istiyorum? Beni ne engelliyor?”
Eğer vücudunuzu sürekli olarak zayıf biçimde kullanırsanız, hep omuzlarınız sarkık durur, yorgunmuş gibi yürürseniz, gerçekten kendinizi yorgun hissetmeye başlasınız. Başka nasıl olabilir ki? Duygularınızın lideri vücudunuzdur. Şu anda nasıl oturduğunuza bir bakın. Hemen dikleşin, oturmayı sürdürürken ve bu ilkeleri öğrenirken vücudunuza daha çok enerji yayın.
Ne
düşünürsek
oyuz.
Biz
her
neysek,
düşüncelerimizden
doğar.
Düşüncelerimizle biz, dünyamızı yaparız. - BUDA -
İnsan neye odaklanırsa oraya gider. Korkunuza karşı koyar, inancınızı sürdürür, gitmek istediğiniz yere odaklanırsanız hareketleriniz sizi o yere götürür., eğer kurtulmak mümkünse kurtulabilirsiniz. Ama korktuğunuz şeye odaklandığınız zaman hiç kurtuluş umudunuz olmaz.
~ 27 ~
HAMDIM, PİŞTİM Buradaki herkesin samimiyetine tüm kalbimle inanıyorum. Bu yüzden de aranızda olmaktan çok mutluyum. Uzun zamandır kafamı kurcalayan bir konuyu paylaşmak istedim sizinle. Bazen öyle sıkıntılı bir durum ile karşılaşıyorum ki, baş etmek imkansız gibi geliyor. İşte bu durum da, yüzüm asılıyor, omuzlarımı düşüyor ve karamsarlığa kapılıyorum. Sanki bütün dünya bana sırtını dönüyor. Birden enerjimin tükendiğini hissediyorum. Diğer yandan düşünüyorum; hayat çok güzel, zaman geçip gidiyor. Yaşadığım bu anı geri kazanabilmem imkansız. Hayatımı hoyratça, manasızca harcayıp kullanmak da istemiyorum. İstemediğin bir şeyle karşılaşınca kendime şunları söylüyorum: Hayatla uyum içinde olmak,
mutluluğu
yakalamak
gerekiyor.
Dünya hayatı; başlı başına bir imtihan alanı. Burada sürekli mutlu olacağız diye bir şey söz konusu değil, zaten bunun garantisi de yok. Ayrıca hayatının her anını mutlu, mesut geçiren bir insan da yok. Peki, o halde ne yapmak lazım. Evrene, yürekten bir soru sorarsanız, cevabını da yürekten alırsınız. Mutluyken, mutlu anların keyfini çıkarmak gerekiyor. Anı yaşamak, andaki sadeliği ve yalınlığı yaşamak gerek. Herhangi bir sıkıntı ile karşılaşınca da; yıkılmadan, güçsüzleşmeden, bir vesile ile üzerimize çektiğimiz bu sıkıcı durumdan kurtulmanın yolunu bulmak gerekiyor. Üzerimize çektiğimiz diyorum, çünkü yaşadığımız her şeyi cüzi irademizle kendimize çektiğimizi düşünüyorum.
~ 28 ~
‘Çaresizlik’ kavramı bana bir okyanus gibi geliyor. Bu okyanusa bir defa açıldığım zaman, bir daha karayı görmenin ne kadar güç olduğunu düşünüyorum. Çare ile çaresizlik ince bir çizgiyle ayrılıyor bana göre. Birini umut besliyor, diğerini karamsarlık. ‘Umut’ adı üstünde işte, doğan bir güneş kadar sıcak ve aydınlık. Karamsarlık ise, gece gibi evet tıpkı gece gibi. Örten, kapatan ve gizleyen... Şu an her durumda mutlu olabilmenin yolunu arıyorum. Yaşayan milyarlarca insandan biri mutlaka böyle bir şey bulmuştur diye düşünüyorum. Okuduğum bir kitapta şöyle bir ifade vardı: “Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu, onu tasarlamaktır.”
Uzak doğu felsefelerinde, kişinin ruhsal açıdan dinginliğe ulaşmasının mümkün olacağından bahsediliyor. Bu noktaya ulaşan insanlar her durumu olgunlukla karşılıyor. Çünkü evrenin bir parçası olduklarını kabul etmişler. Hatta bu görüşlerini disipline ederek, öğretilerle bizlere kadar ulaştırmayı başarmışlar. Tasavvuf ta ise “Kamil İnsan” denen bir kavram çıktı karşıma. Tasavvufla uğraşan insanlar, hayatının büyük bir bölümünü nefsini terbiye etmeye adamış. Bu yolda senelerce uğraşmış Mevlana gibi düşünürler; “hamdım, piştim” demişler. Tüm
~ 29 ~
bu öğretiler de günümüze kadar ulaşmış. Bir insanın nasıl “Kamil İnsan” sıfatına bürüneceği ciltler dolusu kitapla anlatılmış. Kamil insan olmak, aydınlanmak, olgunlaşmak kavramları birçok insan tarafından başarılmış. Başta da dediğim gibi dünya hayatında sıkıntısız ya da sorunsuz hayat yaşayan bir insan yok. Ama bir sorunla karşılaştığımızda, bu sorunu büyük bir erdemle karşılamanın, çaresizliğe kapılmadan çözüm bulmaya çalışmanın, her şeye rağmen mutluluğu yakalamanın ve sabretmenin yolu da tüm insanlık alemine açık gözüküyor.
Düşündüğümüz şey yavaş yavaş bilinçaltında kalıplaşır ve gerçek bir deneyimle kendini gösterir. Ernes HOLMES
~ 30 ~
KAYBETMEYİ NASIL ÖĞRENDİK? Eflatun’a sormuşlar: İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir? Eflatun tek tek sıralamış:
Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler.
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler.
Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar.
Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
“Peki sen ne öneriyorsun?” Bilge yine sıralamış:
Kimseye kendinizi “sevdirmeye” kalkmayın!
Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi “sevilmeye” bırakmaktır.
Önemli olan; hayatta, “en çok şey’e sahip olmak” değil, “en az şey”e ihtiyaç duymaktır.
Eflatun binlerce yıl öncesinden bize sesleniyor. Sesi çok uzaklardan ve derinden geliyor. Bu sözler; M.Ö 347 yılından bu güne ışık tutuyor.
Yukarıdaki konu ile ilgili olarak; ünlü kişisel gelişimci Mümin Sekman; insanoğlunun üç hayatı olduğunu söylüyor, bunlar:
Yaşamak
istediğimiz
bir
hayat;
ideallerimiz,
tutkularımız,
isteklerimiz,
hedeflerimiz.
Birde yaşadığımız hayat var; şu an yaptığımız işler, yaşadığımız yer, arkadaşlarımız, ortamımız.
Birde yaşamamız istenen hayat var; ailemizin, eşimizin, dostlarımızın bizim hakkımızdaki düşünceleri, ya da bize layık gördükleri hayat.
~ 31 ~
Bu üç hayatı birbirine karıştırıp, “ortaya karışık bir hayat” çıkartıyoruz. İnsanlar, başarısız oldukları alanlarda değişiklik yapmak istiyor. Kendine biçilen vazifeden sıkılıp, sıçramak istiyor fakat bir türlü harekete geçemiyor. Bu durumun tek bir açıklaması var: Atalet yani eylemsizlik hali. Sebebini bile bile bir şeyi değiştirememek, harekete geçememek... Unutulmaması gereken bir gerçek var, insan inandığına denktir, yapabileceğini düşündüğü kadardır.
Bir insan bir işi yaparken başarısız oluyor. Tekrar deniyor ve yine başarısız oluyor. Bundan sonra, nasıl olsa başaramayacağım diyerek denemekten vazgeçiyor.
Bu tip insanlar kaybetmekten korktukları için hayatlarında hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmazlar. Artık çaresizliği öğrenmiş ve benimsemişlerdir. Gelecekte ise kendilerine olan güvenlerini tamamen kaybederler.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkar. İnsanlar
sevilmekten
korkuyor,
kendisini
sevilmeye
layık
görmediği
için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten çekindiği için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten ürktüğü için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, dolu dolu yaşamadığı için.” - SHAKESPEARE -
Acaba çocuklarımızın başarısız olmasında: "Sen bunu yapamazsın.'', "Bunu başaramazsın." , "Sen kim onu yapmak kim." , "Zaten sen bundan fazla ileri gidemezsin." gibi sözlerimiz etkili olmamış mıdır, dersiniz.
Olumsuz düşünen insanları duymayın. Bu şekilde düşünen insanlara kulaklarınızı tıkayın, sağır olun. Çünkü bu gibi insanlar sizin ümitlerinizi, hayallerinizi, gelebilecek başarılarınızı, kısaca geleceğinizi çalarlar. Bu gibi sözler ailede, okulda, işyerinde, hayatın her alanında bizim davranışlarımızı kısıtlar. (Mehdi Baran – PDR Uzman)
~ 32 ~
Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili olarak hayvanlar üzerinde yapılmış bazı ilginç deneyleri sizlerle paylaşmak isterim.
Köpekbalığı Deneyi
Bir köpek balığı aç halde akvaryuma konulur. Daha sonra akvaryumun cam ile ayrılan bir bölümüne küçük balıklar konur. Köpek balığı aç olduğu için hemen küçük balıklarla saldırır. Ama cama çarpar. Sonra bir daha dener, yine kafasını cama çarpar. Yaklaşık 48 saat sonra köpek balığı küçük balıkları yemek için uğraşmayı bırakır. Çünkü ne yaparsa yapsın o küçük balığı yiyemeyeceğine inanmıştır.
Deneyin ikinci aşamasında bilim adamları aradaki cam bölmeyi çıkartır. Tam bu esnada çok enteresan bir şey olur. Köpek balığı günlerdir aç olmasına rağmen, hiçbir engel olmadığı halde küçük balığı yemek için hiçbir şey yapmamaktadır. İşte bu durum öğrenilmiş çaresizlik olarak adlandırılır.
Öğrenilmiş çaresizlik, bir canlının defalarca denediği halde istediği sonucu alamaması durumunda, bir sonraki denemesinde başarısız olacağını beklemesinden dolayı, deneme cesaretini kaybedip hiçbir şey yapmaması halidir.
Öğrenilmiş çaresizlik:
Zihne takılan bir kelepçedir.
Bir daha deneme cesaretini kaybetmektir.
Sürekli başarısızlık korkusuyla hareket etmektir.
Kendine olan güvenini kaybetmektir.
Amacımız, imkansızı mümkün, mümkünü kolay, kolayı da zarif ve zevkli yapmanın yollarını bulmaktır. - DR. FELDENKRAIS -
Başarısız olmayı öğrenenler, öğrenmekle kalmaz, başarısızlık üreten zihniyetlerini çevrelerindekinin beyinlerine de yükleyerek, onları da başarısızlığa sürüklerler. (Mümin Sekman – Her Şey Seninle Başlar)
~ 33 ~
Zıplayan Pireler Deneyi
Bilim adamları, pirelerin 50cm zıpladığını tespit eder. Daha sonra bu pireleri bir cam fanusun içine koyarlar ve 30cm mesafe bırakıp üzerini cam bir kapak ile kapatırlar.
Fanus altından hafifçe ısıtılır. Pireler ısındıkça zıplayıp çıkmaya çalışırlar. Ama zıpladıkça kapağa çarparlar. Bir süre sonra pireler kapağa çarpmamak için 29cm zıplamaya başlar.
Fanusun üzerindeki kapak açıldığında, pireler yine 29cm zıplamaya devam ederler. 50cm zıplayabilen pireler, denemekten vazgeçmişler ve 29cm zıplamayı öğrenmişlerdir. Yani çaresizliği öğrenmişlerdir.
Dışarıdaki engelleri aşabilmemiz için, önce zihnimizin içindeki engelleri aşmamız gerekir. Bu kolay bir iş değil, çünkü göremediğimiz bir engelle karşı karşıyayız. Örneğin cam kapak pireleri engelledi, o bir dış engeldi. Aynı şekilde köpek balığının da bir dış engeli vardı, küçük balığa ulaşamadı. Ama bu engeller kalktıktan sonra, iç engel aşılmadığı için sonuç yine başarısızlıkla sonuçlandı...
Zihninizdeki Haritayı Güncellemek
Dil psikolojisiyle ilgilenenler dış dünyayı arazi, iç dünyamızı ise haritaya benzetirler. Hayat, insanlar ve başarı hakkındaki tüm düşüncelerimiz birer haritadır. Biz hayat arazisinde zihinsel haritalarımızla yol alırız.
Şartlar, arazi değiştiği halde köpek balığının fikri (harita) değişmedi. Eğer iç inançlarımız, dış gerçeklere uymuyorsa düşüncelerimizin son kullanma tarihi geçmiş demektir.
~ 34 ~
Her sabah dünya yeniden kurulur, her sabah şartlar yeniden oluşur. Dün olmayan bu gün olabilir hale gelir. Her gün ihtimallere yoklama çekmek gerekir. Bildiklerinizin son kullanma tarihine, en az marketten aldığınız süt kadar dikkat edin lütfen. (Mümin Sekman – Her Şey Seninle Başlar) Başarı, içinizdeki inançla, çevredeki şartların olgunlaştığı anın kesişmesi durumunda elde edilir. Öncelikle inanın, başaracağınıza inanın, içinizdeki engelleri ayağınızın altına alın, sonra da haritanızı gözden geçirin, şartlara bakın, imkanları zorlayın. Bu durumda başaramayacağınız hiçbir şey olamaz.
Eğer istediğiniz sonucu elde edemezseniz düzeltip tekrar deneyin. Ama asla denemekten vazgeçmeyin. Başarısızlık, istediğiniz sonuca ulaşamamaktır. O halde sonuca ulaşana kadar deneyin. Denerseniz, ya başarılı olursunuz, ya da istediğiniz sonuca ulaşamazsınız. Ama denemezseniz kesinlikle kaybedersiniz.
Kimse kaybetmek için doğmuyor, kimse başarısızlık kavramını doğuştan yanında getirmiyor. Çaresizlik ve karamsarlığı dünyada, yaşamımızda öğreniyoruz. Asla şikayet etmeyin, homurdanmayın. Şikayet etmek, söylenmek, homurdanmak hem sizin hem de etrafınızdaki insanların enerjisini düşürür, inançlarını yıkar.
Arabesk hayatlar yaşamamak için, çaresizliği, karamsarlığı, acıların çocuğu olmayı bırakıp, hedeflerimiz için; yol bulmayı, yol yoksa yeni bir yol açmayı prensip haline getirmemiz dileğiyle.
~ 35 ~
BU EVRENDE, BENİM ROLÜM NE? İnsanlar; çoğu durumda kurban, mağdur rolü oynamaya bayılır. Bu rol gereği, öfkelenirler, üzülürler, ilgi çekerler, gücenirler, homurdanırlar. Bunu yapan insanlar, ciddi anlamda EGO’larını tatmin ederler ve bu ruh halinden çıkmayı düşünmezler. Üzücü olduğuna inandıkları hikayelerini, herkese anlatmaktan zevk alırlar. Haksızlığa uğradıklarına inanırlar. Böyle davranarak, ilgi çekmek isterler.
Etrafınızda, mutlu olmayı kendine yasak eden birçok insan vardır. Bu insanlar, sürekli, hayattan darbe yediklerinden bahsederler. Şu an bulundukları yeri hak etmediklerinden bahsederler. Anlattıkları hikayeler; belki doğrudur, beklide yanlış. Problem; bu kişilerin yaşadıkları acıyı anlatarak zevk almalarıdır.
Antik çağlardan beri, insanların yaşadığı sosyal ortamlarda belli rolleri vardır. Bu roller günümüzde, eski çağlardaki kadar katı ve aşılamaz değil. Ama yinede kişiler kendini tanımlarken, üstlendiği rolü baz alarak tanımlıyor. Kimliğimizle, rolümüz özdeşleşmiştir adeta. Bu yüzden EGO’muz, sosyal hayatımızda üstlendiğimiz rolümüzle sıkı sıkıya ilişkilidir.
Farklı durumlarda, farklı davranışlar sergileriz. Örneğin, çalıştığımız şirkette bir arkadaşımızla yaptığımız konuşma tarzıyla; şirketin Ceo’su ile yaptığımız konuşma farklıdır. Bir çocukla konuşma tarzımız, yetişkinle konuşma tarzımızdan farklıdır. Alış veriş yaptığımız dükkandakiler ile yapığımız konuşma, lüks bir lokantadaki insanlarla yaptığımız konuşmadan farklıdır. Neden böyle? Çünkü rol yapıyoruz. Herkes, rolüne göre hareket ediyor, herkese rolüne göre davranılıyor. Bu yüzden, ilişkilerin çoğu samimiyetten çok uzaktır. Kendimiz olarak konuşmayız çoğu zaman, tuhaf tarafı; karşımızdaki insanda çoğu zaman kendisi olarak konulmaz bizimle.
Bu durumdan, farkındalık ile kurtulabiliriz. Bir an olduğunuz yerde durun. Derin bir nefes alın ve nefesin içinize dolduğunu hissedin. Ciğerlerinizin oksijen ile dolduğunu, karnınızın şiştiğini hissedin. Sonra tüm havayı boşaltın. Nefes almak, iyi bir uyanma yöntemidir. İçsel dünyanıza dönüş yapmaktır. Nefes alırken sadece siz
~ 36 ~
olursunuz. Nefes iyi bir meditasyon yöntemidir. Size, siz olduğunuzu hatırlatır. Varlığınızı kavramanıza yardımcı olur.
Yaptığımız bir işi, rol gereği yapmak yerine sadece gerektiği için yaparsak, EGO’muzu susturabiliriz. Özel biri olmaya çalışmak yerine, kendiniz olursanız, elinize %100 siz geçecektir. EGO hiçbir zaman yeterli olmadığınız düşünür. Bu yüzden de herkes rol yapar. İyi olmadığı halde iyi gözükmek için rol yapar. İnsan neyse odur ve elindekiyle tatmin olmalıdır. Rol yapmak kimseyi daha özel kılmaz. Daha öne çıkartmaz. Zaten rol yapsak bile, içimizden bir ses “hayatımızda bir terslik” olduğunu bize haykıracak.
Son olarak Hz. Mevlana’nın bir sözünü yazmak istiyorum:
“Ya göründüğün gibi ol, yada olduğun gibi görün.
~ 37 ~
BEN VE BAŞKASI “Başkası” kavramı nedir diye düşünüyorum bu gün. Bir ben var, bir de başkaları. Geçenlerde “kuantum” ile ilgili okuduğum bir yazı beni çok etkiledi. Özetle; atom altı parçacıklar incelendiğinde, çekirdeğe, oradan nötron ve protonlara ve onların da altında enerjiye ulaşılıyor. Yani tüm evren aslında enerjiden oluşmuş. Gördüğümüz, hissettiğimiz, algıladığımız her şeyin temelinde özünde ve içinde enerji var. Gelelim ben ve başkası konusuna. Her şeyin temeli enerji ise ve bilim bunu kanıtladıysa, her şey birbiri ile ilişkilidir. Yaratılan ve yaratılmış her şey birbirine bağlı. Her etki bir tepkiye yol açıyor. Evren ile bizim aramızda böyle sağlam ve sıkı bir bağ varken, “başkası” kavramı nereden çıkıyor peki???
Şikayet etmek, mızmızlanmak her insanın doğasında var. Başkası diye adlandırdığımız insanlar hakkında sürekli şikayet ediyoruz. Aslında bunu çoğu zaman fark etmeden yapıyoruz. Çünkü zihinsel faaliyetlerimizin çoğu, sürekli tekrarlanan düşünce ve kalıplardan oluşur. Duygular, tepkilerimiz, hislerimiz çoğunlukla birbirine benzer bir hal alır. Bu yüzden bilerek veya bilmeyerek, başkası dediğimiz insanlara kötü etiketler yapıştırarak yüzlerine veya arkalarından konuşuyoruz. Şikayet etmenin bir adım ötesi öfke, bağırmaya, daha sonra da şiddet ya da kavgaya varıyor. Bunun temelinde ne var dersiniz. Ben EGO olduğunu düşünüyorum...
EGO, başka insanlara bağırmanıza, kırılmanız çok sevinir. Bazen bir yanlış anlaşılma, başka bir insanı düşman ilan etmemiz sebep olur. EGO başkalarını düşman, kendini ise haklı görmeye bayılır. O üstündür, haklıdır, güçlüdür ve yanılmaz. Hoşlanmadığınız ve öfkelendiğiniz bir insan, size bir hediye bile verse, yemeğe bile götürse, bu davranışı içinizde inanılmaz bir iticilik ve öfke doğrur.
Peki öfkenin karşısında ne var, sakinlik, dinginlik ve affetmek. Ama bunlar EGO’nun sevmediği şeylerdir. Çünkü böyle aklı başında davranışlardan hoşlanmaz.
Örneğin, alış veriş yaptığınız bir mağazada reyon görevlisi size istemediğiniz bir ürünü getirdi. Siz; “bunu nasıl yaparsın, ne istediğimi açık açık söyledim” diye çıkışmaya başladığınız anda EGO devreye girer. EGO başkalarını suçlamaya ve
~ 38 ~
kendini hatalı çıkarmaya bayılır. Bu anın zevkini doya doya yaşar ve sömürür. Hatta çoğu zaman durumun düzelmesini bile istemez. Bazı insanlar öfke bağımlısıdır. Ufak bir hatayı görmezden gelmek yerine “çok kızdım” derler. Kzıdıkça bundan haz alırlar. Çünkü haklıdırlar. Bu haklı olma durumu, onlara istediğini yapma hazzını yaşatır.
Öfke bağımlıları aynı zamanda kindar olur. Öfkelerini o kadar canlı ve taze tutalar ki, bu “kin” halini alır. Altında ne var? EGO tabiki. Kin, öfke ve nefret insanın hayatını kirletir. Kökleri geçmişe dayalı bir kin, olumsuz duygulardan oluşan bir yüktür. Geçmişten bu güne kadar bu lanet duyguyu göğsümüzde taşırız. Yüreğimizi kirletiriz. Tasavvufla uğraşan
insanlar
kalbi
bir
aynaya
benzetir. Yapılan her yanlış, pişman olupda af dilenmezse kalpte siyah bir nokta bırakır. Bazen bu ayna öyle bir hal alır ki, artık simsiyah olur. İşte “kalbi kara” denen insanların hikayesi budur...
Siz haklıysanız ve sadece bunu vurgulamak adına bir konuşma yapıyorsanız, EGO karışmadığı sürece yaptığınız doğal bir şeydir. İşin içine EGO’nun girip girmediğini de Farkındalık ile anlayabilir ve algılayabiliriz. “Ben haklıyım, sen haksızsın. O halde canın cehenneme” demek, başkalarını haksız çıkarmaya yemin etmek bir gaflettir. Bunu diyen biz değil, EGO’nun etkisinde kalan bizdir...
~ 39 ~
MUTLULUK VE HUZUR Huzurlu olmak ile kendi benliğinize kavuşmak aynı şeydir. Aslında huzurluyum derken, bu gün kendimim demek isteriz. Huzursuzum derken de, sizi siz yapan şeylerden uzaklaşmışsınız anlamı taşır.
İnsanlar; mutlu ve huzurlu olmayı her zaman geleceğe öteler. Yaşlanınca huzura kavuşacağım, emekli olunca rahatlayacağım, şu işimi bitirince mutlu olacağım. Hayatımız bu şekilde elimizden akıp gidiyor. Mutluluğu ve huzuru sürekli gelecekte, ileri bir vadeye attığımız için, günlerimiz huzursuz ve mutsuz geçiyor. Geleceğe endekslediğimiz hayallerimiz yüzünden “şu anda” mutlu olamıyoruz.
Bazen; yukarıdaki durum tam tersi çalışır. Geçmişte üzücü bir olay yaşamışızdır ve bu yüzden acı çekmişizdir. Fakat bu acı; orada bitmez, geçmişte kalmaz ve sırtımızda bir yük olarak bu güne kadar taşınır. Geçmişteki bir acı yüzünden; “şu anda” mutlu olamayız. Geçmişte yaşanan her olay bizde bir iz, bir hatıra bırakır. Önemli olan bu acı hatıraların bizimle bu güne kadar gelmemesini sağlamaktır. Ben size, geçmişi unutun demiyorum. İnsanlar geçmişte yaşadıkları iyi ve kötü olaylardan ders alır. Ben size, geçmişteki olayları ve bunların canlılığını
~ 40 ~
sırtınızda bu güne kadar taşımayın diyorum. Onlardan ders alın Arada ince bir çizgi var. Huzur ve mutluk için geçmişin karanlıklarından uzaklaşmamız gerekiyor.
Nedendir bilmem; insanlar bazen farkında olmadan mutsuzluk yaratır. Huzuru yanlarına yaklaştırmazlar. Ama tüm öğretilerde ‘huzur’ kavramı ulaşılmak istenen en büyük amaçlardan biri halini almıştır. Örneğin, uzak doğu öğretilerinde, Yoga’da veya benzeri diğer ayinlerde insanlar, tüm bedenlerini rahatlatmayı ve huzurlu, dingin bir ruh haline kavuşmayı isterler. Geçenlerde okuduğum; “Tibet’in Gençlik Pınarı” isimli kitapta, her gün yapılması gereken birkaç egzersizden ve ‘beş ayin’ adı verilen bir takım ritüellerden bahsediliyor. Bu ritüeli uygulayan insanların manevi olarak huzura kavuşacağı, maddi olarak ta bedenlerinin yenileneceği anlatılıyor.
Tasavvufta ise, kişi benliğinin verdiği yükten ve nefsinden arınıp huzura, sükûnete, sonsuz mutluluğa ulaşmaya çalışır. Bir süre gelişimini tamamlamak için, ipek böceği gibi bir kozanın içine girer ve günlerce kimse ile iletişim dahi kurmaz. Bizim kültürümüzde; “kalpler ancak Allah’ı zikir ile tatmin olur” denmektedir. Huzuru manevi yoldan arayan insanlar için bu kelam bir rehberdir. Sonuç olarak gerek Antik Yunan’da, gerekse Uzak Doğu kültürlerinde insanlar her zaman salt bir huzur ve mutlu bir kalp arayışı içindedir.
Aslında ayrıntılara takılmak rahatsız eder bizi. Bazı insanlar; iş hayatında o kadar streslidirler ki, en ufak bir tersliğe bile katlanamazlar. Birde kendilerine ‘mükemmeliyetçi’ ismini takarlar. Tamam, mükemmel bir iş çıkartmayı her kes ister. Herkes yaptığı işlerde en ufak ayrıntılara kadar özenli ve dikkatli davranır. Buradaki sorun şu: Mükemmele ulaşmak için kaç insanın kalbini kırıyoruz. Kaç insana sıkıntılı ve stres dolu dakikalar yaşatıyoruz. Mükemmel bir iş çıkartmak için, kaç insanı mutsuz ediyoruz. Sonuçta ortaya mükemmel bir iş çıkıyor ama arkamıza baktığımızda sadece bir enkaz görüyoruz. Kırık kalpler, üzgün çalışanlar, berbat geçen bir gün. Ama olsun iş bitti, sıkıntı yok. Oldu mu şimdi ???
Huzur çok mu uzakta? Hayır uzakta değil. Kaf Dağı’nın ardında falan da değil. Huzur dediğimiz kavram bizim içimizde. Onu kaybeden de, yok eden de, Kaf Dağı’nın ardına uzaklaştıran da yine biziz.
~ 41 ~
İnsanoğlunun içindeki açlık ve kontrolsüz duygular da bizi huzurdan ve mutluluktan uzaklaştırır. Bazıları; ne kadar zengin olursa olsun, daha çok istedikleri için mutsuzdur. Hiçbir zaman tatmin olmazlar, yetinmezler ve hep daha fazla isterler. Bazıları da hiçbir şeyleri olmadıkları için mutsuzdur. Bir çok şey ister ama alacak imkanı olmadığı için mutsuz olur. İnsanlık ailesini bu paradokstan çıkartacak tek şey; içimizde bilinçsizce gelişen ‘yetmez’ duygusunu durdurmaktan geçer.
Her şeyden önemlisi, kendine karşı dürüst olmandır.
Gece - gündüz bu doğruluğu izlersen kimseye karşı yanlış olmazsın.
SHAKSPERE, HAmlet
~ 42 ~
MUTLULUĞUN ŞARTI İnsan davranışları, şaşırtıcı derecede esrarlıdır. Görünen yüzeyin altında, kocaman bir buzdağı vardır. İçimizdeki, inançlar ve düşüne kalıpları, şaşırtıcı biçimde hayatımızı kısıtlar. Çoğu zaman; geliştirdiğimiz bu düşünce yapısının farkında olmayız bile. Bu konuda; kişisel gelişim üstatlarından Anthony Robbins şöyle diyor: “Hayattaki her durumda, olup bitenlerin bizim için ne anlama geldiğini ve bizim bu konuda ne yapmamız gerektiğini saptamak için, hepimizin uyguladığı, bir sistem ya da süreç vardır.”
Hayatımızdaki olayları değerlendirirken, bizi sürekli başarıya taşıyacak şekilde değerlendirmemiz gerekli. Örneğin; gece korku filmi izleyip yatağınıza yattıysanız, ufacık bir ses sizin irkilmenize ya da korkmanıza sebep olur. Halbuki, başka bir zaman duyacağınız bu sesi umursamazsınız bile. Ya da hassas olduğunu bir dönemde, bir arkadaşınızın yaptığı şaka sizi üzer, hatta ağlatabilir bile. Ama neşe dolu bir gününüzdeyseniz, arkadaşınızın yaptığı aynı şakaya gülüp geçersiniz. Olaylara karşı bakış açımız ve yaptığımız değerlendirmeler, hayatımızı ya mutlu kılar ya da çekilmez bir hale getirir. Durum = Tepki denkleminin doğru çalışması gerekiyor.
Değerlendirme yaparken en sık kullandığımız yöntem, soru sorma yöntemidir. Örneğin, bir durum karşısında, içinizden bir ses “Ne oluyor?” diye sorar. Ya da “Bu ne anlama geliyor?” diye bir soru belirir içinizde. Bu sorulara vereceğimiz cevaplarda, değerlendirmelerimizi etkiler.
Şu an kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak şey nedir? Birinin size tebessüm etmesi mi? Size saygı duyduğunu söylemesi mi? Patronunuzun sizi takdir etmesi mi? Piyangodan para kazanmanız mı? Aslında iyi hissetmeniz için, hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Mutlu olmak için, kendinizi; kontrolünüz dışındaki etkenlere bağladıysanız, bu etken ortan kaybolduğunda mutsuzluk kaçınılmaz olacak. Her ne olursa olsun, zevk almanın ya da mutlu olmanın yöntemlerini bulabiliriz. İnançlarınızın koyduğu kurallar; sizi nelerin mutlu edeceğini belirler. Örneğin, mutluluk kuralınız, her şeyin yolunda gitmesi, planlandığı gibi gitmesini şart koşuyorsa, ufacık bir aksilikte mutsuz olacaksınız. Hayat değişkendir. Eğer; her şey iyi giderse, mutlu olacağım şeklinde bir
~ 43 ~
inanca sahipseniz, çoğu zaman mutsuz olacaksınız. Çünkü her şey her zaman iyi gitmez. Bu inançtan kurtulmak gerekiyor.
Mutlu olmanın bir şartı yok. Belli bir kuralı da yok. Mutlu olmayı bir şeylere endekslememek gerekiyor. Geçmişte belirlediğimiz ve bu gün hayatımızı yöneten kurallar, hala işe yarıyor mu? Zihin haritamızı sık sık güncellememiz gerekiyor. Dün koyduğumuz bir kural, bu gün inanç haline gelir ve bizi sürekli mutsuz eder. Bu hayat sizin, kuralları koyarken, kazanacağınız şekilde koyun. Sizi mutsuz edecek, önünüzü tıkayacak, kendinizi kötü hissettirecek şartlanmalardan, negatif düşünce yapılarından ve kötü inançlardan uzak durun. Hayatınıza koyduğunuz kurallar, sizi güçsüzleştirici değil, aksine her fırsatta kazanma şansı yaratmanızı sağlamalı.
“Kendimi iyi hissetmek için ............... olmalı.” Sözündeki boşluğu doldururken, yazacağınız kelimeler birkaç satır değil, birkaç sayfa olsun...
Çok kızdığınız bir anı düşünün. Birine canınızın sıkıldığı bira anı düşünün. Bu kızgınlığınızın sebebi; o insanla mı ilgili? Yoksa yaptığı, söylediği, ya da beklediğiniz halde yapmadığı bir şeyle mi ilgili? Siz o kişiye mi kızdınız; yoksa kurallarınızı ihlal ettiği için mi kızdınız? Yukarıda da bahsettiğimiz gibi hayatımıza koyduğumuz kurallar, bizi ya mutlu eder, ya da mutsuz eder. Koyduğumuz bu kurallara diğer insanların da uymasını isteriz. Uymazlarsa kızarız, küseriz, üzülürüz.
~ 44 ~
Örneğin, “beni seviyorsan, her dediğimi yaparsın” şeklinde geliştirdiğimiz bir kural; bizi kısa zamanda mutsuz edecek. Çünkü bu kural her ihlal edildiğinde, mutsuz olacağız... Başka bir örnek: “Seni çok seviyorum ama diş macununun kapağını açık bırakmadığın zamanlar” Komik değil mi? Biz koyduk diye, tüm kuralların kesin doğru olacağını savunmak yanlış olur. Bu kuralları biz koyduysak, yine biz kaldırabiliriz. Hatta; rastgele uyguladığımız ama bir kural olan o kadar saçma şey var ki hayatımızda. Bu kurallara uyacağız diye hayatı kaçırıyoruz. Hayat mı önemli, kurallar mı? İlişki mi önemli, kurallar mı?
Hani derler ya; hayatınızın kontrolün elinize alın. Bunun için ilk yapılacak şey, kurallarımızı, olayları nasıl ve ne yönde değerlendirdiğimizi anlamaktır. Bu aynı zamanda kendimizi tanımanın da anahtarıdır. Bazı kurallara o kadar ayrıcalık tanırız ki, ihlal edildiği anda acı hissederiz. Bazı kurallar ise standarttır ve diğeri kadar acı vermez bize. En güzeli, hayata çok fazla kuralla bağlanmamaktan geçiyor. Esnek olmak, zaman göre değişmek, mutluluğu hedef haline getirmek.
Bir gemi doğuya gider, biri batıya Esen aynı rüzgarla; Hangi yöne gidileceğini belirleyen Rüzgar değil, yelkendir. Ella WILCOX
~ 45 ~
UYKU VE BİLİNÇALTI Yirmi dört saatin, sekizini, dolayısıyla hayatımızın üçte birini uykuda geçiriyoruz. Biz uyuyoruz, ama bedenimiz tüm faaliyetlerine devam ediyor. Uyumadan önce yediğimiz yemeğin sindirimi devam ediyor. Saç ve tırnak uzaması biz uyurken de devam ediyor. Derimiz ter salgılıyor ve birçok hayati fonksiyonumuz eksiksiz devam ediyor.
Peki o halde; uyku halindeyken bile, bedenin komplike tüm sistemlerini düzgün çalıştıran güç ne? Bilinçaltı! Bilinçaltı, hiç dinlenme, uyumaz ve yorulmaz. Hatta uyumadan önce düşündüğünüzü son şey, ya rüya olarak, ya da farklı bir biçimde bizi etkilemeye devam ederiz.
Gün içinde, koşuşturmacalar, stres, iş hayatı ve daha birçok değişik etken ile karşılaşırız. Hatta bu kargaşa öyle bir hal alır ki; çoğu zaman ne yaptığımız bilmeyiz ve kendimizden uzaklaşırız. Gece olduğunda ise uyku hali, bizi dinginliğe ve huzura taşır.
Joseph Murphy, uyku ve bilinçaltını ilişkisi konusunda şöyle demiştir: ‘Uyumadan önce, bilinçaltınıza bir sorununuza çözüm geliştirme görevi verin; size çözüm sunacaktır. Bilinçaltınız, hafızanızın deposudur. Çocukluğunuzdan beri bütün deneyimleriniz bilinçaltınıza kaydedilir.’ Burada da görüleceği gibi, biz uyurken bilinçaltı çalışmaya, üretmeye ve problem çözmeye devam ediyor.
Aristo'ya göre yenilen yiyeceklerin buharı sıcak olduğu için yükselerek kafada birikiyordu. Akşama doğru kafanın soğumasıyla su buharı soğuyarak aşağı iniyor ve kalbi soğutuyordu. Bu da uykuya yol açıyordu.
Eski Babil’liler, rüyaların insanüstü dünyadan yollandığı, iyi rüyaların Tanrı’nın, kâbuslarınsa şeytanların mesajları olduğu düşünülürdü.
Tibet Rahipleri, uyku konusunda son derece farklı hareket ediyorlardı. Son derece az uyuyarak, zinde ve mükemmele ulaşmayı hedefleyen bir yöntem benimsemişlerdi (Bkz. Tibet’in Gençlik Pınarı)
~ 46 ~
Bizim kültürümüzde ise, uyumadan önce ibadet eden kişinin, geceyi ibadetle geçirmiş sayılacağı
vurgulanmıştır.
Ayrıca
uyumadan
önce
yapılması
gereken
bazı
uygulamalardan ve özellikle Kur’an okunması gerektiğinden çok detaylı bahsedilir. Az uyumak gerektiği de tavsiye edilir.
Rüyada gördüklerimizin hiçbir fiziksel gerçekliği
yoktur.
Ne
üzerinde
yürüdüğümüz toprak gerçektir. Ne de baktığımız gökyüzü gerçektir. Ağaçlar, arabalar, evler kısacası gördüğümüz her şey sadece beynimizin içindedir.
Rüyamızda
kendi
bedenimizi
görebiliriz. Dokunduğumuz her şeyi hissederiz. Hatta kendimizi havada uçarken de görebiliriz. Bu kanatlar gayet
inandırıcıdır
ve
uçtuğunuzu
hissedersiniz.
Rüya görmek, diğer tüm zihinsel işlemler gibi, beynin ve aktivitelerinin bir ürünüdür. Bir insan ister uyanık isterse uykuda olsun, beyin daimi olarak elektriksel dalgalar verir. Bilim adamları bu dalgaları "elektroensephalograf" adı verilen bir cihazla ölçerler. Uykunun büyük bölümünde, beyin dalgaları geniş ve yavaştır. Ama bazı belirli zamanlarda, daha küçük ve hızlı hale gelirler, gözler sanki rüya gören kişi bir seri olayı seyrediyormuş gibi oldukça hızlı hareket etmeye başlar. Uykunun REM (Rapid Eye Movement-Hızlı Göz Hareketi) denen bu kısmı, rüyaların çoğunun oluştuğu bölümdür. Eğer kişi REM sırasında uyandırılırsa, gördüğü rüyanın detaylarını büyük olasılıkla hatırlayacaktır… REM uykusu sırasında, beyinden kaslara sinyal gönderen sinir yolları bloke olur. Dolayısıyla rüyalar sırasında beden hareket etmez. Ayrıca serebral korteks (beynin yüksek zihinsel işlevlerle ilgili kısmı) REM sırasında, rüya görülmeyen uyku bölümlerine göre çok daha aktiftir. Korteks, beynin "beyin sistemi" adı verilen bölümünden gelen nöronların (sinir hücrelerinin) taşıdığı
~ 47 ~
impulslar
(uyarılar)
tarafından
harekete
geçirilir.
(World
Book
Multimedia
Encyclopedia, "Dream", World Book Inc., 1998)
Gerçek hayatta algıladığımız her şey tamamen elektrik sinyallerinden oluşur. Örneğin gördüğümüz bir nesne, beynin görme merkezinde meydana gelen elektrik sinyalleridir. Cildimizle hissettiğimiz bir sıcaklık algısı, tamamen sinir ağı aracılığıyla iletilen bir elektrik sinyalidir.
Peki, o halde rüya ile gerçek hayatı ne ayırıyor. Her şeyi gerçek gibi algılıyor ve hissediyorsam ve algılarım elektrik sinyallerinden oluşuyorsa; şu an rüya da olabilir miyim?
Rüya gören birine şöyle soralım: "Gördüğün algıların gerçek kaynağı nedir?" Bu soruya büyük olasılıkla "dış dünyadaki cisimler ve bunları algılayan bedenim" diyecektir. Ama ortada ne bir dış dünya, ne de bu dünyayı algılayan bir beden vardır. Gördüğü her şey, beynindeki ilgili merkezler tarafından algılanan sinyallerden ibarettir.
~ 48 ~
Bizim de gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, tadını ve kokusunu aldığımız her şey, beynimizdeki ilgili merkezler tarafından algılanan sinyallerden ibaret olduğuna göre, o zaman dış dünyanın aslıyla muhatap olduğumuzdan nasıl emin olabiliriz? Eski çağlardan beri uyku ve rüyaların kökenini, mekanizmasını anlayabilmek için insanoğlu yoğun çaba harcadı.
Bilinçaltımızda, insanlık ailesinin binlerce yıllık bilgi ve deneyimi depolanıyor. Bu gün; uyumadan önce düşündüğümüz bir sorunun cevabını, bilinçaltı uyku sırasında bulunabilir. Biz uyurken çalışmaya devam eden bilinçaltı, zihnimizi kurcalayan bir problemi uyku sırasında çözebilir.
~ 49 ~
HER ŞEY DÜŞÜNCE DE BAŞLAR Çoğu zaman, başarısız olduğumuzu düşünürüz. Kapasitemizi sorgularız ve bir türlü sonuca ulaşamadığımızdan yakınırız. Sonrada hayatın biz acımasız davrandığına karar veririz. Aslında hayat bize acımasız davranmaz; biz hayata karşı direnmeye başlarız. Peki, bu anlamsız paradokstan nasıl kurtulacağız?
Size anahtar cümleyi vereceğim: “Her şey düşünce de başlar.” Etrafınıza bir bakın, kullandığınız eşyalar, yediğiniz yemek ve yaşamınızın tamamı aslında düşünceden
oluşur.
Düşündüğünüz,
bilinçli
olarak
düşündüğünüz
her
şey
bilinçaltınızı etkiler. İçinizde bir arzu oluşur ve düşüncenizin peşinden gitmeye başlarısınız. Gerçekleşmesi için çalışır ve uğraşırsınız.
Peki, düşündüğümüz ama gerçekleşmesini istemediğimiz konular ne olacak? Bilinçaltımızı nasıl temizleyeceğiz? Gerçekleşmesini istemediğimiz ama diğer yandan zihnimize kazıdığımız korkulardan ve umutsuzluklardan nasıl kurtulacağız? Bilinçaltı, düşündüğümüz şeyleri gerçek kılmak için çalışıp çabalıyorsa, kötü düşüncelerinde gerçekleşmesi için çabalayacaktır. Burada farkındalık kavramı yetişiyor imdadımıza. Her anın farkında olarak, her yaptığımızın farkında olarak yaşamak. Kendimizi bilinçli bir şekilde yöneterek mutluluğu yakalayabiliriz.
Bir kağıt parçası alıp; olumsuz düşüncelerimizi fark ettikçe yazarak işe başlayabiliriz. Daha sonra bu yazdıklarımız üzerinde düşünelim. Suçluluk duygusu mu? O zaman; bu duyguyu kabullenelim ve barışalım. Korkular mı? O zaman; bu korkulardan kurtulmanın yolarlını arayalım. Ümitsizlik mi? O zaman; her yeni günün binlerce fırsat getirdiğini düşünelim. Başarısızlık mı? O zaman; daha çok çalışalım.
Işık gök gürültüsünden, düşünce de eylemden önce gelir.
Böylece kendi kendimize kabul ettiğimiz ve bir inanç haline getirdiğimiz tüm karanlık noktaları aydınlatabiliriz. Daha da önemlisi, kendimizi kabullenebiliriz.
~ 50 ~
Heinrich HEINE
Düşünce hayatın kendisine eşittir.
Kalıplaşmış düşüncelerden kurtulmak ve yeni bir zihin yapısı oluşturmak çok kolay olmayacaktır. Ama adım adım başardıkça motivasyonunuz artacak ve bu adımlar, uzun soluklu bir maratona dönüşecektir. Yeter ki; düşünceleri nereye koyduğumuza dikkat edelim.
ANLAMSIZ KORKULAR
Size başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Yaklaşık iki yıl kadar önce, gıda alerjisi sebebi ile 3–4 saat hastanede kaldım. Doktor gün içinde yediğim yemekleri sorunca, aklıma ilk olarak balık geldi. Aslında o gün balık haricinde farklı şeylerde yemiştim ama bu gıda alerjisinin sebebinin ‘balık’ olduğuna inandım. Daha önce defalarca balık yedim fakat hiçbir şekilde rahatsızlanmamıştım.
Aradan iki yıl geçti, bu zaman içinde birkaç defa balık yemek istedim. Ama hangi balığı yediysem, vücudum kızarmaya başladı. Daha sonra; denizlerde ve okyanuslarda gezinen her türlü canlının bana alerji yaptığına inanmaya başladım.
Bu gün yazdığım onca satırdan sonra bir karar aldım. Akşam, canımın istediği bir yere gidip, canımın istediği bir balığı yemeye başlayacağım. Zihnimde, deniz canlılarına karşı yarattığım olumsuzluktan kurutulmak için, düşünce yapımı değiştirmeye çalışıyorum. Eğer web sitemde bu günden sonra başka bir yazı daha ekleyemezsem, benim için dua etmeye başlayın.
Bedenin tüm fonksiyonları, bilinçaltı tarafından yönetilir. Bedenimizde, her hücrede büyük bir bilinç vardır. Bedenimizdeki tüm sistem ve organlar görevini aksatmadan çalışır. Yüce ALLAH yarattığı bu mükemmel sistemin, hayatını idame ettirmesi içinde mükemmel bir düzen yaratmıştır. Bunların tamamını ise bilinçaltı idare eder. Biz hiçbir zaman, nefes almayı, sindirim sistemini, ya da kalp atışlarımızı saniye saniye kontrol edemeyiz. Eğer bunu yapıyor olsaydık, hayattan zevk alamaz, yaşamayı unuturduk.
~ 51 ~
İNANÇLAR Hepimiz bir şeylere inanırız. Bir şeye inanmayan insanlar bile inanmadıklarına inanırlar. Bizler inanmak ya da inanmamayı değil, sadece neye inanacağımızı seçebiliriz. Bu seçtiğimiz inançta her neyse hayatımızı yönetmeye ve şekillendirmeye başlar. Burada bahsetmek istediğim şey; dini inançlar değil, hayatımızı şekillendiren düşünce kalıplarımız ile ilgili inançlarımızdır.
Bilinçaltımız bir bahçe gibidir. Her düşünce de o bahçeye ekilen bir tohum gibidir. Bu tohumlar her gün büyür ve günün birinde yıkılmaz bir çınar haline gelir. Bilinçaltımıza yüklediğimiz düşünceler de aynı bu çınar gibi sarsılmaz bir inanç haline gelir. Aslında oraya bu inancı ekende, bu yapıyı kabullenende biziz.
Günlük
hayatta
sahip
olduğumuz
inançlar, hayata bakış açımızı belirler. İnsanların çoğunlukla iyi yolduğuna mı inanıyorsunuz, yoksa insanların fırsatçı olduğuna mı? Arkadaş edinmenin ve çok sayıda dosta sahip olmanın iyi bir şey mi olduğuna inanıyorsunuz, yoksa başınıza
iş
açacağına
mı?
Elinizi
attığınız her işte başarılı olduğunuza mı inanıyorsunuz, yoksa beceriksiz olduğunuza mı? Hepimizin alışkanlık haline gelen bir düşünce yapısı ve buna uygun bir inanç sistemi var. Neye inanırsak da tam anlamıyla onu yaşıyoruz.
İnsanların hayata bakışları ve bu konudaki inançları; deneyim kazandıkça ve eğitim aldıkça değişir. Ama bazı inançlar, şartlanmaya ortaya çıktığı için, değişmesi de, ortadan kalkması da çok zor olur. Bu yüzden çatışmalar yaşarız. Bir yanda bizi engelleyen, kısıtlayan bir inanç, diğer tarafta ise başarma isteği. Kendimizle çatışır dururuz. Kendimizi parçalanmış hissederiz. Adeta; kendi kendimize ihanet etmek gibi bir şey!...
~ 52 ~
Bir şeyi yapacağım dersem de, yapamayacağım dersem de ben haklıyım. Neye inanıyorsam onun için çalışırım. İnancım benim gücümdür. Bu gücü hayatımı mükemmele taşımak için kullanmayı seçiyorum.
Bu çelişkiden kurtulmanın bir yolu var. Denge kurmak için, davranışlarla inançların uyumlu, özdeş hale gelmesi gerekiyor. Bu şekilde hayatımızda bir uyum yakalayabiliriz. İnançlarımız, dış gerçeklere uymuyorsa düşüncelerimizin son kullanma tarihi geçmiş demektir. Ya inanç değişecek ya eylem.
~ 53 ~
ÖZGÜR MÜYÜM? Çoğumuzun düşünce sistemi, otomatik olarak davranışlarımızı tekrar edecek şekilde çalışır. Tıpkı bir robot gibi davranırız. Bu yüzden, hayatımızı düşünerek yaşamak yerine, düşünmeden yaşar ve sadece izlemekle yetiniriz. Her olaya bir tepki veririz, ama bu tepkilerde bilinçsizce gerçekleşir. Alışkanlık der geçeriz...
Zihin, geçmişte yaşadıklarımıza şartlandığı için, kafamızın içinde aynı sahneler dolaşıp durur. Ya geçmişe odaklanırız, tekrar tekrar zihnimizde yaşarız. Ya geleceğe odaklanırız, hayal kurarız.. Ya da kendimize anne, baba, patron, arkadaş gibi bir rol belirleyip o rolün gerekliliğini oynarız. Ya EGO’muz için yaşarız, ya başkaları için kendimizi paralarız. Kendimizi ya da zihnimizi bu durumdan arındırdığımız anda, gerçek özgürlüğü de tatmış olacağız.
Bizim dışımızda, vücudumuzun da kendine
ait
bir
zekası
var.
Vücudumuzdaki her hücre; bilinçli bir şekilde dokuları oluşturuyor. Dokular
organları,
sistemleri Soluduğumuz
organlar
da
oluşturuyor. oksijen,
kan
dolaşımı, kalp atışları, bağışıklık sistemi bizim kontrolümüz dışında faaliyetlerine devam ediyor. Her insanın içinde, sanki kocaman bir kainat var. Milyarlarca yıldız misali, milyarlarca hücre... Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Vücudumuzu bir yönetmiyoruz. Örneğin, ben uyumak istemiyorum. Bir gün, iki gün, üç gün. Sonunda kendimi yatakta bulurum. Ya da tam tersi, sabah saat 5’te uyanmak istiyorum. Saat kurmazsam çok zor kalkarım. Ne uyumamak elimizde, nede uyuyunca isteğimiz saatte kalkmak elimizde. Bu olay sadece insana özgü bir şey değil. Kainatta ki her canlı türü hayatına bu şekilde devam ediyor.
~ 54 ~
Bedeni idare eden bu zeka, tehlike anında içgüdüsel olarak tepki veriyor. Refleks ile sıcak bir şeye dokununca, ya da bizi tehdit eden bir şeyle karşılaşınca, çok çok kısa bir zamanda, organizma kendini korunmaya başlıyor. Tehlike anında kalp daha hızlı çalışıyor, göz bebekleri büyüyor, kaslar geriliyor, nefes hızlanıyor ya kaçmaya karar veriyoruz, ya da savaşmaya karar veriyoruz.
Öfke duygusu bedene hakim olursa; enerjimiz artıyor ve ileri doğru atılıyoruz. Korkaklık hakimse, arkamızı dönüp kaçıyoruz. Duygu kavramı, bir durum ya da olaya verilen zihinsel tepkidir aslında. Tehlike karşısında vücut otomatik ve güdüsel olarak pozisyonunu alıyor.
Olumsuz duygular, vücut için zehir gibidir. Vücudumuzdaki enerji akışını engeller,
huzursuzluk
verir.
Geçmişte bir arkadaşınızla kavga ettiyseniz, zihniniz bunu uzun süre unutmaz. Bu olay ile ilgili sürekli hikayeler kurar. Bu hikayeler enerji seviyenizi bozar ve her an bir kavgaya girecekmişsiniz gibi huzursuz, stresli bir hale bürünürsünüz. Çünkü beden, zihinden gelen düşüncelerin gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu ayırt etmez. Siz fark etmeden, tüm kaslarınızı uyarmaya başlar.
Sürekli bu şekilde yaşamak, kötü düşünce ve fikirlerin esiri olmak, insan için inanılmaz bir yüktür. Geçmişte yaşanan hikayeleri bu güne taşıdığımız sürece, aynı tatsızlık ve mutsuzluk bizi rahatsız edecektir. İnanılmaz bir yük ile yaşamaya devam ediyoruz. Geçmişi olumsuzlukları içimizde yaşatıp, özgürlüğümüzden vazgeçiyoruz.
~ 55 ~
HAYAT REFERANSLARI Anthony Robbins referans kavramını; “sinir sistemimize kaydetmiş olduğumuz bütün hayat tecrübeleri” olarak tanımlar. Hayatımız boyunca yaşadığımız her türlü tecrübe, deneyim, davranış zihnimizde özel bir alana kaydedilir. Bunların bazılarını bilinçli olarak kaydederiz. Bazıları ise, isteğimiz dışında kaydedilir. Özetle tüm insanlığın genetik kodlarında, insanlık aleminin yeryüzünde yaşadığı süre boyunca edindiği tüm deneyimler kayıtlıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım.
Hepimiz
şehir
hayatında
yaşıyoruz.
Evlerimizde, ne örümcek, nede başka bir ufak canlı türü barınamıyor. Ama bundan binlerce
sene
önce,
insanlık
alemi
ormanda, doğal hayatım tam içinde yaşıyordu.
Bu
yüzden
o
dönemde
yaşayan insanlar; tüm ufak canlılarla ve böcek türleriyle iç içeydi. Bu hayvanlardan, zehirli olması sebebiyle içgüdüsel olarak bir korku ve savunma mekanizması geliştirdiler. Biz bu gün modern toplumlarda; bu küçük hayvanları hemen hemen hiç görmememize rağmen, örümcek korkusu birçoğumuzun içine genetik kodlarla işlenmiş durumda. Artık ne bu hayvanlar karşımıza çıkıyor, nede böyle bir tehdit var. Ama referanslar ile genetik olarak nesilden nesile aktarılıyor bu korku.
Hayat algılardan ibarettir. Bir olayın, iyimi yoksa kötümü olduğu algılamama göre değişir. Algıların temelinde de referanslar var. Yani daha önceki tecrübelerimiz. Zihnimize kaydettiğimiz hatıralar.
Örneğin bir tatil köyüne gittiyseniz, bu tatil köyünün iyi bir yer mi ya da kötü bir yer mi olduğuna karar verirken, daha önce gittiğiniz ya da hayal ettiğiniz yer ile karşılaştırırsınız. Bu karşılaştırma da tamamen referanslarımız ile karar veririz.
Ne olursa olsun hayatı algılamamız, mutlu ya da karamsar olmamız tamamen referanslarımıza bağlıdır. Başımıza gelen hemen her olayı yorumlarken ya da tepki
~ 56 ~
verirken, daha önce kaydettiğimiz referanslara başvururuz. Bunu kırmanın tek bir yolu var; oda hayal gücü. Hayal gücü, referanslarında ötesindedir. Okulda zor bir matematik hocasından ödev olarak problem aldığımızı düşünelim. Hoca zor olduğu için, kafamızda, probleminde çok zor olduğuna dair bir yorum gerçekleşir. Kendimize bir sürü kısıtlama koyarız. “Zaten bu soru çözülemez, hoca zaten çok cins, bu soruyu çözmesem de kendimi kötü hissetmeyeceğim vs.” Ama aynı soruyu, hoca hakkında hiçbir yorum yapmayan, hatta bizim zor dediğimiz hocayı tanımayan bir arkadaşımıza verdiğimizde, berrak ve koşulsuz bir zihinle soruya yaklaşacak. İnanın bu arkadaşın soruyu çözme ihtimali bizden daha fazla. Çünkü kendini sınırlayan bir referans yok. Soruyu çözmenin zor olduğuna dair bir referans yok. Elinde olan tek veri, sadece bir matematik sorusu ve çözme umudu.
Hepimiz geçmişten ders almak isteriz. Ama sürekli geçmişte kalmak, biz
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, kullandığımız
referanslar
tarafımızdan
kaydedilir.
bizim
Ama
başka
insanlardan da ödünç referans alabiliriz. Nasıl
mı?
liderlerin
Örneğin, ya
da
tarihe
geçmiş
ünlü
kişilerin
biyografilerini okuyarak, kendimize yeni ve
faydalı
referanslar
oluşturabiliriz.
Başımıza gelen her olay, bizim için bir tecrübedir. Bu tecrübeleri yorumlarken, her zaman olumlu ve faydalı bir şekilde yorumlamalıyız. Aksi durumda, zihnimiz, her
tecrübenin
şartlanacaktır.
acı
Bilinçaltı
getirdiğine telkine
çok
açıktır. Bir şeyi tekrar tekrar duyarsak, kabul etme ve uygulama becerimiz daha da artar. Bu yüzden kaydettiğimiz referanslar bizi güçlendirecek nitelikte olmalı.
Standartları yükseltmek için yeni referanslara ihtiyacımız var. Hayal gücümüzü kullanarak, başımıza gelen en kötü olaydan bile, hayatımızda kararlılık kazandıracak
~ 57 ~
süper bir deneyim elde edebiliriz. Sınırlı referanslar, sınırlı ve sıkıcı bir hayat ortaya çıkartır. Başımıza gelen kötü olaylar, zihnimizde karanlık bir nokta oluşturur.
Bir düşünün, hayatınızı bir üst seviyeye çıkartmanızı sağlayacak en güçlü referanslar neler. Yüksek amaçlarınıza hizmet eden zihninize kayıtlı referanslar neler? Sizi farklı kılan, mutlu eden referanslar neler? Ailenizle paylaşabileceğiniz referanslar neler?
Referanslarınızı genişletin, hayatınız genişlesin.
~ 58 ~
EVLİLİK VE BİLİNÇALTI Evlilik; iki kişinin bir ayara gelip, kendini tek yürek ve tek vücutta yaşıyor gibi hissetmesidir. Aşkım olduğu yerde ateş vardır, ateş ise sevgiliden başka her şeyi yakıp kül eder. Sadece seven ve sevilen kalır. Aşık ile maşuk kalır. Aşkın bittiği yerde ise donukluk vardır. Her şey buz kesmiştir adeta. Nereye dokunsanız soğukluk ve hissizdir.
Her zaman ‘bekarlık sultanlıktır’ derler. Bu söz, bakış açısına göre değişir. Bekarlık sultanlıksa, sultanlık monarşidir. Monarşide tek bir insanın dediği geçerlidir. Karşısına hiç kimse, hiçbir söz çıkamaz, ‘BEN’ ön plandadır. Bu söz karşılık ben de diyorum ki; bekarlık sultanlıksa, evlilik demokrasidir. Demokrasi; çok sesliliktir, paylaşımcılıktır, özgürlüktür. Bekarlığın monarşisine karşı; evliliğin demokrasisi ve özgürlüğü. Burada kimseyi yargılamak ya da eleştirmek niyetinde değilim, aksine yıllardır süregelen bir söz nasıl anladığımı, algıladığımı açıklamak niyetindeyim.
Çocukluğumuzda, ve
yetişkinlik
evlilik
ile
gençliğimizde
dönemlerimizde,
ilgili
bilinçaltımıza
kazıdığımız, yazdığımız fikirleri; eninde
sonunda
yaşayacağız.
Bunun basit bir kuralı var, içeride ne varsa, dışarıda da o yaşanır.
Evlilik problemler Sorunları
hayatında
yaşanan
sürekli
ertelenir.
çözmeye
uğraşmak
yerine karanlıklara atar çiftler. Sonra bir bakarlar ki, bu ötelenen sorunlar çığ gibi büyümüş ve evliliği yutacak hale gelmiş. Evlilik hayatındaki en önemli kavram odaklanmaktır. AN’a odaklanmak. Bir çok insanın başına gelen bir olayı anlatmak istiyorum size. Bayan gün içinde saçını boyatır. Büyük bir hevesle saçını göstermek için akşam eve gelecek kocasını bekler. Beyefendi gelir ve eşinin saçını fark etmeden ‘yemek hazır mı?’ diye sorar. İnanın bana o akşam yenecek yemek, şifa değil zehir
~ 59 ~
olur çiftler için... Bunun sebebi odaklanamamak, fark edememek. Çözümü ise, algıların açılması ve evlilik hayatına odaklanmak olabilir.
Çiftler arasında; samimiyet, anlayış, sevgi yoksa bu kavramların yerini samimiyetsizlik, çıkarcılık, rol yapmak alacaktır.
Bilinçaltında; ‘çalışmaktan çok yoruldum evlenip rahat bir hayat yaşamak istiyorum’ şeklinde inanç eken bayan, evlilik hayatı boyunca huzuru bulmakta zorlanır. Ya da tam
aksi,
‘rahat
bir
hayat
yaşamamı
sağlayacak çalışan bir bayanla evlenmek istiyorum’ şeklinde inanca sahip erkek de, eşi
herhangi
ayrılırsa
bir
büyük
sebepten ötürü işten bir
hayal
kırıklığı
yaşayacaktır. Dediğimiz gibi, samimiyet, anlayış ve sevgi mutlu bir evliliğin anahtarıdır. Evliliği, bunların dışında madde veya soyut kavramlara endekslersek, o şey elimizden çıktığında eşimizde bir eksiklik hissetmemiz kaçınılmazdır. Bilinçaltımızı, iyi bir evlilik için nasıl programlayabiliriz?
WEB sitemde; çekim yasası, kuantum düşünce ve bilinçaltı ile ilgili sayfalar dolusu yazı bulabilirsiniz. Peki, ben ne yapmalıyım ki evrendeki tüm yasalar mutlu bir evlilik amacıma hizmet etsin. Öncelikle başvuracağım en iyi yöntem, imgelemedir. Rahat bir koltukta gevşeyerek; en mutlu olduğunuz anın fotoğrafını yani düğün fotoğrafını imgeleyebilirsiniz. Olumlama yapmak da ikinci yönteminiz olabilir. Gözlerini kapatın ve tamamen pasif ve etkilere açık bir hale gelin. Sonra bir bir olumlama cümlelerinizi sıralayın. Unutmayın, bilinçaltı telkine çok ama çok açıktır. Neye inanırsanız, hayatınıza onu çekersiniz. Ben mutsuz olacağım diyen bir insan, kendisine bu inancına uygun bir hayat çeker. Aksini düşünen ise, mutluluğa odaklanır ve güzel bir yaşamı kendine çeker. Peygamberlerin hayatı incelendiğinde hepsinin ortak bir yönünü bulursunuz. Tüm peygamberler evlenmiştir. Tüm peygamberler aile kurmuştur. Tüm peygamberler iyi nesiller yetiştirmiştir. Bizler kendimize örnek olarak
~ 60 ~
Peygamberleri seçtiysek, Onların hepsi evlendi. (A.S.) Zaten kainattaki her şey çift yaratılmıştır. İlk insandan bu güne değin, çift.
Sorun kiminle evleneceğim, ne zaman evleneceğim, nasıl bir hayat yaşayacağım sorunudur. Burada pozitif düşünün, iyiliğiniz için pozitif düşünün. Sizi, yaşamınızın sonuna kadar mutlu edecek bir eş için imgeleme yapın. Örneğin; dürüst, samimi, sevgi dolu, inançlı, huzurlu, mutlu bir eşi kendime çekiyorum diyebilirsiniz. Bilinçaltınıza bu düşünceleri aşılayın. Bu ideal eşi kendinize çekmenize yardımcı olur. Her zaman görebileceğiniz yere, ideal bir eş tarifi yapın. Sık sık buna odaklanın.
Bu düşüncelere de hayatınızda yer vermeyin: “Ben mutsuz olacağım. Beni mutlu edecek bir kadın/erkek yok. Bütün evlilikler mutsuzdur. Bütün eşler anlayışsızdır. Aşk ve mutluluk bana çok uzak. Bütün kadınlar/erkekler aldatır.” Bu düşüncelere hayatınızda yer verirseniz, hayatınıza çekersiniz.
Peki, şöyle bir soru gelebilir aklınıza; “İnsanlar neden boşanıyor?” Boşanma fikri de zihinde başlar aslında. Her ailenin kendi içinde dinamikleri var. Bir olay benim ailem için gayet normalken, diğer bir aile için tartışmaya yol açabilir. Benim ailem için doğru olan şey, başka bir aile için yanlış olabilir. Doğrular, zaman, mekan insan faktörüne göre değişir. Dışarıdan bakarak, ‘siz geçinemiyorsunuz ayrılın’ diye bir fikir yürütmek ne kadar yanlışsa, ‘gayet güzel bir ilişkiniz var’ demek de o kadar yanlıştır.
Eşinizi kendinize benzetmeye çalışmayın. Düşüncesizce karşınızdaki insanı değiştirmeye çalışmayın. Evlilik bağınız ciddi bir yara alır. Hiç kimse mükemmel değil. Mükemmeli elde etmeye çalışarak ya da insanları değiştirmek için çabalayarak üzüntüye davet çıkartmayın. Sorunlarınızı asla yarına taşımayın. Sırtınızda ne kadar yük taşırsanız, hayatınız o kadar çekilmez olur.
Peygamber A.S efendimize ait bir hadis okudum. Bu hadiste; erkeğin, kadından farklı yaratıldığından bahsediliyor. Bu farkı kendi lehine düzeltmek için müdahale eden erkeğin, eşini kırabileceği, bu yüzden de tepkilerine dikkat etmesi gerektiği açıklanıyor. Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin ...!!! Çünkü Allah gözyaşlarını sayar...!!!
~ 61 ~
GÖNÜLLÜ HİZMETKAR Her insanın, emirlerini sorgulamadan yerine getireceği bir hizmetkarı var. Bir düşünün, istediğiniz her şeyi kayıtsız şartsız yerine getiriyor... Bu hizmetkarın adı, bilinçaltıdır. Her emir, her önerme, her düşünce bilinçaltımıza kaydedilir. İhtiyacımız olduğu
anda
da
karşımıza
çıkar.
Bilinçaltımız
hata
yapmaz.
Bizim
kavrayabileceğimizin çok ötesinde bir kayıt sistemi vardır. Hatta günlük hayatımızda gözümüzden kaçan, fark etmediğimiz bir çok bilgi de oraya depolanır.
Örneğin bilinçaltınıza; ‘dondurma yersem hasta olurum’ şeklinde bir kural yerleştirdiyseniz, dondurma yediğinizde vücudunuzda her şey normalken, birden kendinizi rahatsız hissetmeye başlarsınız. Çünkü bilinçaltı, gönüllü hizmetkârınızdır ve inancınız doğrultusunda verdiğiniz emri yerine getirmek için işe koyulur. Siz bu kuralı değiştirinceye kadar, süreç eskisi gibi devam eder.
~ 62 ~
Tanıdığım biri; cereyanda kalınca hasta olduğunu söyledi. Bulunduğumuz yerde, karşılıklı iki cam da açıktı ve mekan kalabalık olduğu için müdahale edip kapatamadık. Ertesi gün bu kişi ile telefonda konuştum ve cereyanda kaldığı için hastalandığını öğrendim. Buna kendi kendini gerçekleştiren kehanet diyorlar. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Kendimize has geliştirdiğimiz kurallar, bir süre sonra hayatımızı kısıtlamaya başlar. Bazıları iş bulamayacağına inanır, bazıları iyi bir eş bulamayacağına inanır, bazıları bir yiyecek türünün kendisine dokunduğuna inanır. Dediğim gibi, bu kuralları koyanda biziz, bilinçaltımızın etkisiyle birebir uyanda biziz, sonuçta mutsuz olan da biziz. Kurallarınızı değiştirin, hayatınız değişsin.
Aklınızdan geçen her neyse, düşündüğünüz ve bilinçaltına kaydettiğiniz süre boyunca karşınıza çıkma ihtimalini, o düşünceyi yaşama ihtimalinizi arttırıyorsunuz.
Hayat seçimlerden ibaret. Sabah uyandığımız andan, gece uyuyacağımız ana kadar birçok seçim yapıyoruz. Bu seçimlerin bir kısmı, ufak tefek şeyler. Bir kısmı ise hayatımız etkileyecek kadar önemli. Yaptığımız tüm seçimlerde neyin etkili olduğunu biliyor musunuz? Hayatımıza koyduğumuz yasalar. Çünkü hayat yasalarla ve inançlarla yönetilir. Kendi yasalarınızı oluştururken dikkat edin. Düşüncelerinizi nereye koyduğunuza da dikkat edin. Bilinçaltı vücudumuzun mimarıdır. Biz farkında olmadan tüm hayati fonksiyonlarımız bilinçaltı tarafından yönetilir.
Bilinçaltının
tek
bildiği
şey,
emirlerimizi,
biz
değiştirinceye
kadar
gerçekleştirmektir. Asla zayıf olduğunuzu düşünmeyin, çok çabuk hasta olduğunuzu düşünmeyin, çabuk yorulduğunuzu düşünmeyin. Düşündüğünüz şeyler, sizi güçlü kılacak tarzda olsun.
~ 63 ~
Kaynaklar:
James J. MAPES / Kuantum Düşünce Yöntemi
Nil GÜN / NLP Zihninizi Kullanma Klavuzu
Mehmet ÖNER / NLP ve Başarı
Dalai LAMA / Mutluluk Sanatı
Matthew KELLY / %100 Kendini Olun
Mümin SEKMAN / Her şey Seninle Başl
Louise HAY / Düşünce Gücüyle Tedavi
Joseph MURPHY / Bilinç Altının Gücü
Eckhart TOLLE / Var Olmanın Gücü
J. Ensing ADDINGTON / %100 Düşünce Gücü
Rhonda BYRNE / The Secret
Anthony ROBBINS / İçindeki Devi Uyandır
Peter KELDER / Tibet’in Gençlik Pınarı
~ 64 ~
Bu evrende; okunacak o kadar çok kitap, öğrenilecek o kadar çok şey var ki,,,
Sevgiyle ve bilgiyle kalın...
~ 65 ~