A: bir There’s a waiting visitor for you. / Sizin için bekleyen bir ziyaretçi var. Abandon: Terk etmek, bırakmak, uzaklaşmak, yüzüstü bırakmak People often simply abandon their pets when they go abroad. / İnsanlar genellikle yurtdışına çıktıklarında evcil hayvanlarını yüzüstü bırakırlar. Abondoned: Terk edilmiş The child was found abandoned but unharmed. / Çocuk terk edilmiş olarak bulundu ama sağ salimdi. Ability: Yetenek, beceri, hüner, -ebilme The system has the ability to run more than one program at the same time. / Sistem aynı anda bir programdan daha fazlasını çalıştırabilir. Able: -ebilen, yetenekli You must be able to speak English for this job. / Bu iş için İngilizce konuşabilmelisiniz. About: Hakkında, yaklaşık What do you think about YDS? / YDS hakkında ne düşünüyorsunuz? Above: Yukarıda, üzerinde Seen from above the cars looked tiny. / Arabalar yukarıdan küçücük görünüyor. Abroad: Yurt dışında, dışarıda, gurbette She worked abroad for a year. / O bir yıl boyunca yurt dışında çalıştı. Absence: Yokluk The decision was made in my absence. / Karar benim yokluğumda alındı. Absent: Yok An absent expression. / Bir açıklama yok. Absolute: Kesin, saf, mutlak, tam Beauty cannot be measured by any absolute standard. / Güzellik herhangi bir mutlak standart tarafından ölçülemez. Absolutely: Kesinlikle You’re absolutely right. / Sen kesinlikle haklısın. Absorb: Emmek Plants absorb carbon dioxide from the air. / Bitkiler havadan karbondioksiti emer. Abuse: Kötüye kullanmak, suistimal, kötüye kullanma, taciz. The referee had been threatened and abused. / Hakem tehdit ve taciz edilmişti. Academic: Akademik, bilimsel An academic career / Bir akademik kariyer Accent: Aksan, şive, ağız She spoke English with an accent. / O bir aksan ile İngilizce konuştu. Acceptable: Kabul edilebilir, uygun, makul Children must learn socially acceptable behaviour. / Çocuklar toplumsal olarak kabul edilebilen davranışları öğrenmeli. Accept: Kabul etmek She’s decided not to accept the job. / O, işi kabul etmemeye karar verdi. Access: Giriş, erişim There is easy access by road. / Karayolu ile kolay erişim vardır. Accident: Kaza, istenmeyen olay He was killed in an accident. / O bir kazada öldü. The accident happened at 3 p.m. / Kaza saat 3.00’te oldu. Accidental: Tesadüfi, kazara, rastlantı As I turned around, I accidentally hit him in the face. / Dönerken kazara onun yüzüne vurdum. Accommodation: Konaklama Hotel accommodation is included in the price of your holiday. / Otel konaklaması tatilinizin fiyatına dahildir. Accompany: Eşlik etmek His wife accompanied him on the trip. / Onun karısı yolculukta ona eşlik etti. According to: -e göre According to Mick, it’s a great movie. / Mick’e göre o mükemmel bir film. You’ve been absent six times according to our records. / Bizim kayıtlarımıza göre altı kez yoksunuz. Account: Hesap, açıklama In English law a person is accounted innocent until they are proved guilty. / İngiliz kanununda bir insan suçu kanıtlanana kadar masum hesap edilir. Accurate: Doğru, tam, kesin The article accurately reflects public opinion. / Makale tamamıyla halkın görüşünü yansıtıyor. Accuse: Suçlamak, itham etmek The government was accused of incompetence. / Hükümet beceriksizlik ile suçlandı.
Achieve: Ulaşmak, elde etmek, başarmak He had finally achieved success. / O, sonunda başarıya ulaşmıştı. Achievement: Başarı They were proud of their children’s achievements. / Onlar çocuklarının başarısından gururluydu. Acid: Asit Acknowledge: Onaylamak, kabul etmek Are you prepared to acknowledge your responsibility? / Sorumluluğunuzu kabul etmeye hazır mısınız? Acquire: Kazanmak, elde etmek He has acquired a reputation for dishonesty. / O, sahtekarlık için bir ün kazanmıştır. Across: Karşısında, içinden, karşıya, karşıdan karşıya He walked across of field. / O, alanın karşısında yürüdü. Act: Hareket, eylem, davranmak The girl’s life was saved because the doctors acted so promptly. / Doktorlar derhal harekete geçtiği için kızın hayatı kurtuldu. Action: Eylem, hareket, faaliyet She began to explain her plan of action to the group. / O, gruba hareket planını açıklamaya başladı. Her quick action saved the child’s life. / Onun hızlı hareketş çocuğun hayatını kurtardı. Active: Aktif, etken Although he’s nearly 80, he is still very active. / O neredeyse 80 yaşında olmasına rağmen hâlâ çok aktif. Activity: Etkinlik, faaliyet, aktivite The streets were noisy and full of activity. / Kaslar fiziksel etkinlik sırasında kasılır ve rahatlar. Actor: Aktör, erkek oyuncu Actor Cem Yılmaz starred in many films. / Aktör Cem Yılmaz birçok filmde rol aldı. Actress: Kadın oyuncu Nicole Kidman is a actress / Nicole Kidman bir kadın oyuncudur. Actual: Gerçek, asıl, güncel The actual cost was higher than we expected. / Gerçek maliyeti beklediğimizden daha yüksekti. The wedding preparations take weeks but the actual ceremony takes less than an hour. / Düğün hazırlıkları haftalar alır fakat asıl tören bir saatten az zaman alır. Actually: Aslında, gerçekten We’re not American, actually. We’re Canadian. / Biz aslında Amerikan değiliz, biz Kanada’lıdıyız. Ad: İlan, reklam, duyuru We publishing an ad in the local newspaper. / Yerel gazetede bir reklam yayınlıyoruz. Adapt: Uyarlamak, adapte etmek Three of her novels have been adapted for television. / Onun romanlarından üçü televizyon için uyarlandı. Add: Eklemek, katmak, ilave etmek The juice contains no added sugar. / Meyve suyu ilave çeker içermez. Shall I add your name to the list? / Sizin adınızı listeye ekleyecek miyim? Addition: İlave, ek, toplama Children learning addition and subtraction. / Çocuklar toplama ve çıkarmayı öğreniyor. Additional: Ek, ilave, ayrıca Additionally, the bus service will run on Sundays, every two hours. / Ayrıca, otobüs hizmeti pazar günleri her iki saatte bir çalışacak. Address: Adres, konuşma, söylev, ele almak The letter was correctly addressed, but delivered to the wrong house. / Mektubun adresi doğruydu ama yanlış eve teslim edildi. Adequate: Yeterli, uygun, elverişli The room was small but adequate. / Oda küçük ama yeterli. He didn’t give an adequate answer to the question. / Soruya yeterli bir cevap vermedi. Adjust: Ayarlamak, düzeltmek This button is for adjusting the volume. / Bu düğme ses ayarı içindir. Admiration: Hayranlık, beğeni, takdir I have great admiration for her as a writer. / Ben, bir yazar olarak ona büyük hayranlık besliyorum. Admire: Hayran, takdir etmek, çok beğenmek I really admire your enthusiasm. / Ben gerçekten senin gayretine hayranım. Admit: İtiraf etmek Don’t be afraid to admit to your mistakes. / Yanlışlarınızı itiraf etmeye korkmayın.
Adopt: Evlat edinmek, benimsemek, kabul etmek A campaign to encourage childless couples to adopt. / Çocuksuz çiftleri evlat edinmeye teşvik için bir kampanya. All three teams adopted different approaches to the problem. / Üç takımın hepsi problemlere karşı farklı yaklaşımları benimsedi. Adult: Yetişkin, büyümüş Young people preparing for adult life. / Genç insanlar yetişkin hayatı için hazırlanıyor. The adult population / Yetişkin nüfus Advance: İlerleme, gelişme, avans She closed the door firmly and advanced towards the desk. / O, kapıyı sıkıca kapattı ve masaya doğru ilerledi. Advanced: Gelişmiş, ileri Advanced technology / İleri teknoloji Advanced industrial societies / Gelişmiş sanayi toplumları. Advantage: Avantaj, fayda, çıkar She had the advantage of a good education. / O, iyi bir eğitim için avantaja sahipti. Each of these systems has its advantages and disadvantages. / Bu sistemlerden her birinin avantajları ve dezavantajları vardır. Adventure: Macera, serüven, tehlikeli iş, risk When you’re a child, life is one big adventure. / Sen çocukken hayat büyük bir maceraydı. Adventure stories / Macera hikayeleri Advert: İlan, duyuru, reklam, değinmek, bahsetmek The adverts on television / Televizyondaki reklamlar Advertise: Duyurmak, ilan etmek, reklamını yapmak If you want to attract more customers, try advertising in the local paper. / Müşrerilerinizi daha fazla çekmek isterseniz yerel gazeteye reklam yapmayı deneyin. Advertisement: İlan, reklam, duyuru Put an advertisement in the local paper to sell your car. / Arabanızı satmak için yerel gazeteye bir reklam verin. Advertising: İlan, reklamcılık, duyurma A good advertising campaign will increase our sales. / İyi bir reklam kampanyası satışlarımızı arttıracak. Cigarette advertising has been banned. / Sigara reklamcılığı yasaklandı. Advice: Nasihat, tavsiye, öğüt Follow your doctor’s advice. / Doktorunun tavsiyelerine uy. Advise: Bildirmek, tavsiye etmek She advises the government on environmental issues. / O, çevre konularında hükümete tavsiyelerde bulunur. Affair: İlişki, mesele, iş, olay Affairs of state / Devlet işleri She wanted the celebration to be a simple family affair. / O, kutlamanın basit bir aile meselesi olmasını istedi. Affect: Etkilemek, arzu, heyecan, sevmek, hoşlanmak How will these changes affect us? / Bu değişiklikler bizi nasıl etkileyecek. Your opinion will not affect my decision. / Sizin düşünceniz benim kararımı etkilemeyecek. Affection: Sevgi, eğilim, düşkünlük I have a great affection for New York. / New York için muazzam bir sevgiye sahibim. Afford: Gücü yetmek, parası yetmek, zaman ayırabilmek, göze almak Can we afford a new car? / Yeni bir araba almaya paramız yeter mi? Afraid: Korku, korkmuş Don’t be afraid. / Korkma Are you afraid of spiders?/ Örümceklerden korkuyor musun? After: Sonra, ardından I could come next week, or the week after. / Ben gelecek hafta veya sonraki hafta gelebilirim. Afternoon: Öğleden sonra Where were you on the afternoon of May 21? / 21 Mayıs, öğleden sonra neredeydiniz?
Afterwards: Sonra, daha sonra Let’s go out now and food eat afterwards. / Haydi şimdi dışarı çıkalım ve daha sonra yemek yiyelim. Again: Yine, tekrar, yeniden, bir daha When will I see you again? / Seni bir daha ne zaman göreceğim? Against: Karşı, aleyhinde The evidence is against him. / Kanıtlar onun aleyhinde. The rain beat against the windows. / Yağmur pencereye karşı vuruyor. Age: Yaş, çağ, devir, uzun bir zaman He left school at the age of 18. / O, 18 yaşında okulu bıraktı. When I was your age I was already married. / Ben zaten senin yaşındayken evliydim. The age of the computer / Bilgisayar çağı Carlos left ages ago. / Carlos uzun yıllar önce ayrıldı. Aged: Yaşında, yaşlı, ihtiyar They have two children aged six and nine. / Onlar 6 ve 9 yaşında iki çocuğa sahip. Services for the sick and the aged / Hizmetler hasta ve yaşlılar için
Agency: Ajans, acenta, vasıta An advertising agency. / Bir reklam ajansı. International aid agencies caring for refugees / Mülteciler için uluslararası yardım ajansları. Agent: Ajan, temsilci, faktör An insurance agent. / Bir sigorta acentası. Aggressive: Agresif, saldırgan He gets aggressive when he’s drunk. / O içtiği zaman agresifleşir. Ago: Önce, evvel She was here just a minute ago. / O henüz bir dakika önce buradaydı. Agree: Kabul etmek, anlaşmak, hem fikir olmak Next year’s budget has been agreed. / Gelecek yılın bütçesi kabul edildi. Agreement: Anlaşma, sözleşme, uzlaşma. International peace agreement / Uluslararası barış anlaşması Ahead: Önde, ileri, ilerde, önceden The road ahead was blocked. / Yol ilerde kapandı. Our team was ahead by six points. / Bizim takımımız altı puan önde. Aid: Yardım, destek This feature is designed to aid inexperienced users. / Bu özellik deneyimsiz kullanıcılara yardımcı olmak için tasarlanmıştır. Aim: Amaç, hedef We aim to be there around six. / Biz yaklaşık altı civarında orada olmayı hedefliyoruz. Air: Hava, gökyüzü Air pollution / Hava kirliliği Aircraft: Uçak, mal ve yolcu taşımaya yarayan hava taşıtı Airport: Havaalanı, havalimanı Betül is waiting in the airport lounge. / Betül havalimanı salonunda bekliyor. Alarm: Telaş, korku, tehlike işareti, alarm Alarmed: Panik, paniğe kapılmış She was alarmed at the prospect of travelling alone. / O yalnız seyahat ihtimalinde paniğe kapıldı. Alarming: Korkutucu, endişe verici The rainforests are disappearing at an alarming rate. / Yağmur ormanları korkutucu bir oranda azalıyor. Alcohol: Alkol He never drinks alcohol. / O asla alkol almaz. Alcoholic: Alkolik Alive: Canlı, sağ We don’t know whether he’s alive or dead. / Onun canlı veya ölü olup olmadığını bilmiyoruz. Is your mother still alive? / Anneniz hala yaşıyor mu? All: Tüm, hep, bütün, hepsi, tamamen He lives all alone. / O hep yalnız yaşar. The coffee went all over my skirt. / Kahve tamamen üzerime döküldü. Allied: Müttefik, bağlaşık, akraba Many civilians died as a result of allied bombing. / Müttefik bombalamasının bir sonucu olarak birçok sivil öldü. Allow: İzin vermek We do not allow smoking in the hall. / Biz salonda sigara içilmesine izin vermeyiz. All Right: Tamam, peki, fena değil, olur, anlaşıldı mı ‘I’m really sorry.’ ‘That’s all right, don’t worry.’ / ‘Ben gerçekten üzgünüm’ ‘Peki, tamam, endişelenme’ Ally: Müttefik, dost, birleşmek, ittifak The prince allied himself with the Scots. / Prens İskoçlar ile ittifak kurdu. Almost: Neredeyse, hemen hemen Dinner’s almost ready. / Akşam yemeği neredeyse hazır. Their house is almost opposite ours. / Onların evi bizimkinin hemen hemen karşısında. They’ll eat almost anything. / Biz neredeyse hiçbir şey yemeyeceğiz. Alone: Tek başına, yalnız. He lives alone. / O yalnız yaşar. The shoes alone cost £200. / Ayakkabı maliyeti yalnız 200 sterlin. Along: Boyunca, ileriye, birisi ile We’re going for a swim. Why don’t you come along? / Biz yüzmeye gidiyoruz. Niçin bizimle gelmiyorsunuz? Alongside: Yanında, yanı sıra Traditional beliefs still flourish alongside a modern urban lifestyle. / Modern kentsel yaşam tarzının yanında geleneksel inançlar gelişim halinde.
Aloud: Yüksek sesle The teacher listened to the children reading aloud. / Öğretmen yüksek sesle okuyan çocukları dinledi. Alphabet: Alfabe, ilkeler, esaslar Alpha is the first letter of the Greek alphabet. / Alfa Yunan alfabesinin ilk harfidir. Alphabetical: Alfabetik The names on the list are in alphabetical order. / Listedeki isimler alfabetik olarak listelenmiştir. Already: Zaten, önceden ‘Lunch?’ ‘No thanks, I’ve already eaten.’ / Öğle yemeği? Hayır, teşekkürler, ben zaten yedim. Also: Ayrıca, -de -da, keza, üstelik She’s fluent in French and German. She also speaks a little Italian. / O Fransızca ve Almancada akıcıdır. Ayrıca İtalyancayı da biraz konuşur. Alter: Değiştirmek, değişmek Prices did not alter significantly during 2007. / Fiyatlar 2007 boyunca önemli ölçüde değişmedi. Alternative: Alternatif, değişik Do you have an alternative solution? / Alternatif bir çözümünüz var mı? Alternatively: Alternatif olarak The agency will make travel arrangements for you. Alternatively, you can organize your own transport. / Acenta sizin için seyahat düzenlemeleri yapacak. Alternatif olarak kendi taşımanızı organize edebilirsiniz. Although: Rağmen, karşın, olduğu halde Although small, the kitchen has been well designed. / Küçük olmasına rağmen mutfak iyi dizayn edilmiş. Altogether: Tamamen, büsbütün, hepten The train went slow until it stopped altogether. / Tren tamamen durana kadar yavaş gitti. Always: Daima, her zaman Always lock your car. / Daima arabanızı kitleyin. She always arrives at 7.30. / O daima 7.30’da varır. a.m. : Gece yarısı 12 ile öğlen 12 arası. Football match will start at 10 a.m. / Futbol maçı sabah saat 10’da başlayacak. Amaze: Şaşırtmak, hayrete düşürmek, sürpriz Amazed: Şaşırmış, hayret etmiş Amazing: Şaşırtıcı, ilginç, hayret verici An amazing achievement/discovery/success/performance / Şaşırtıcı bir başarı / keşif / sonuç / performans Ambition: Hırs, tutku She was intelligent but suffered from a lack of ambition. / O zekiydi ama hırs eksikliğden zarar gördü. Ambulance: Ambulans, can kurtaran, hasta veya yaralı insanları hastaneye taşımak için özel ekipmanlarla hazırlanmış araç. Among: Arasında, içinde A house among the trees / Ağaçlar içinde bir ev Amount: Miktar, anlamına gelmek Amuse: Eğlendirmek, neşelendirmek, güldürmek This will amuse you. / Bu sizi eğlendirecek. Amused: Güldürmek, neşelendirmek Janet was not amused. / Janet neşeli değildi. Amusing: Eğlenceli, komik, gülünç An amusing story/game/incident / Eğlendirici bir hikaye / oyun / olay She writes very amusing letters. / O, çok eğlendirici mektuplar yazar. Analyse: Analiz etmek, çözümlemek He tried to analyse his feelings. / O duygularını analiz etmeye çalıştı. Analysis: Analiz, çözümleme, inceleme The book is an analysis of poverty and its causes. / Kitap fakirlik ve nedenlerinin bir analizidir. At the meeting they presented a detailed analysis of twelve schools in a London borough / Toplantıda bir Londra kasabasındaki 12 okulun detaylı analizini sundular. Ancient: Eski, çok eski, eskiden kalma Ancient history/civilization / Eski tarih / medeniyet Ancient Greece / Eski Yunan And: ve, ile, de A table and two chairs / Bir masa ve iki sandalye Bread and butter / Ekmek ve tereyağı Anger: Öfke, kızgınlık
Jan slammed her fist on the desk in anger. / Jan kızgınlığında masaya yumruk attı. Angle: Açı, köşe, çarpıtmak, olta ile balık tutmak A 45° angle / 45 derecelik bir açı The photo was taken from an unusual angle. / Fotoğraf sıradışı bir açıdan çekilmiştir. Angry: Öfkeli, kızgın, hiddetli Her behaviour really made me angry. / Onun davranışı gerçekten beni kızdırdı. Animal: Hayvan A small furry animal / Küçük tüylü bir hayvan Ankle: Ayak bileği My ankles have swollen. / Benim ayak bileklerim şişmiş. Anniversary: Yıl dönümü He was died on the anniversary of his wife’s death. / O karısının ölümünün yıl dönümünde öldü. Announce: Duyurmak, bildirmek, ilan etmek The government yesterday announced to the media plans to create a million new jobs. / Hükümet dün bir milyon yeni iş kurmak için planlarını medyaya duyurdu. Annoy: Kızdırmak, sinirlendirmek, rahatsız etmek I’m sure she does it just to annoy me. / Eminim o sadece beni kızdırmak için yapıyor. Annoyed: Kızgın, rencide Annoying: Can sıkıcı This interruption is very annoying. / Bu kesinti çok can sıkıcı Annual: Yıllık An annual meeting/event/report / Bir yıllık toplantı / etkinlik / rapor Annually: Yıllık, yılda bir kez, her yıl The exhibition is held annually. / Sergi her yıl düzenlenmektedir. Another: Başka, farklı, bir başka We need another computer. / Bizim bir başka bilgisayara ihtiyacımız var. Answer: Yanıt, cevap I repeated the question, but she didn’t answer. / Ben soruyu tekrarladım, fakat o cevap vermedi. Anti-: Karşı, zıt, muhalif, anti, önlemek Antisocial / Toplum düzenini reddeden Antifreeze / Donmayı önleyici Anticipate: Tahmin etmek, beklemek, öngörmek Our anticipated arrival time is 8.30. / Varış süresinin 8.30 olduğunu tahmin ediyoruz. Anxiety: Kaygı, endişe If you’re worried about your health, share your anxieties with your doctor. / Sağlığınızdan endişe ederseniz kaygılarınızı doktorunuzla paylaşın. Anxious: Endişeli, kaygılı Parents are naturally anxious for their children. / Ebeveynler doğal olarak çocukları için endişelenir. Any: Herhangi biri, hiç, her He wasn’t any good at French. / O Fransızcada hiç iyi değildi. Anybody: Herhangi biri, kimse, hiç kimse Is there anybody who can help me? / Bana yardım edebilecek herhangi biri var mı? Anyone: Kimse, herhangi biri, hiç kimse Is anyone there? / Orada kimse var mı? Did anyone see you? / Siz hiç kimseyi gördünüz mü? Anything: Bir şey, herhangi bir şey, hiçbir şey, her şey Would you like anything else? / Başka bir şey ister misiniz? Anyway: Zaten, neyse, nasıl olsa, yine de, her halükarda It’s too expensive and anyway the colour doesn’t suit you. / O çok pahalı ve zaten rengi size uygun değil The water was cold but I took a shower anyway. / Su soğuktu ama ben yine de bir duş aldım. Anywhere: Herhangi bir yere, hiçbir yerde I can’t see it anywhere. / Ben onu hiçbir yerde göremem. He’s never been anywhere outside Britain. / O İngiltere dışında hiçbir yerde bulunmadı. Apart: Ayrı, arası (uzaklık veya zaman) We’re living apart now. / Biz şimdi ayrı yaşıyoruz. Apart From: Hariç, ek olarak, başka Apart from their house in London, they also have a villa in Spain. / Londra’daki evlerinden başka, onların bir de İspanya’da villaları var. Apartment: Daire, apartman dairesi You can visit the whole palace except for the private apartments. / Özel daireler hariç tüm sarayı ziyaret edebilirsiniz.
Apologize: Özür dilemek Why should I apologize? / Neden özür dilemeliyim? We apologize for the late departure of this flight. / Bu uçuşun geç kalkışı için özür dileriz. Apparent: Açık, bariz, aşikar, belli It was apparent from her face that she was really upset. / Onun yüzünden belliydi gerçekten üzgün olduğu. Apparently: Görünüşe göre, belli ki, anlaşılan Apparently they will divorced soon. / Görünüşe göre onlar yakında boşanmış olacak. Appeal: İtiraz, başvuru, temyiz The company is appealing against the ruling. / Şirket, karara karşı itiraz ediyor. Appearance: Görünüş, kılık kıyafet Judging by appearances can be misleading. / Görünüşe bakarak yargılamak yanıltıcı olabilir. Appear: Görünmek, gözükmek He appears a perfectly normal person. / O Gayet normal bir insan olarak görünür. Apple: Elma A garden with three apple trees. / Üç elma ağacı ile bahçeler. Application: Uygulama, başvuru, dilekçe A passport application / Bir pasaport uygulaması Apply: Uygulamak, başvurmak, kullanmak He has applied to join the army. / Orduya katılmak için başvurdu. Appoint: Atamak, belirlemek, tayin etmek They have appointed a new head teacher at my son’s school. / Oğlumun okuluna yeni bir baş öğretmen atadılar. Appointment: Randevu, atama, tayin Do you have an appointment? / Bir randevunuz var mı? I’ve got a dental appointment at 3 o’clock. / Saat 3’te bir diş randevum var. Appreciate: Takdir etmek, beğenmek Her family doesn’t appreciate her. / Ailesi onu takdir etmez. Approach: Yaklaşım, girişim, yol, teşebbüs Appropriate: Uygun, yerinde He questioned the appropriateness of their methods. / Onların yöntemlerinin uygunluğunu sorguladı. Jeans are not appropriate for a formal party. / Kot resmi bir parti için uygun değildir. Approval: Onay, kabul, onaylama She desperately wanted to win her father’s approval. / Umutsuzca babasının onayını kazanmak istedi. Approve: Onaylamak, kabul etmek Do you approve of my idea? / Benim fikrimi onaylıyor musunuz? The committee unanimously approved the plan. / Komite oy birliği ile planı onayladı. Approximate: Yaklaşık, yakın, benzer The cost given is only approximate. / Sadece yaklaşık fiyat verildi. Approximately: Yaklaşık olarak, takriben The journey took approximately seven hours. / Yolculuk yaklaşık olarak yedi saat sürdü. The two buildings were approximately equal in size. / İki bina yaklaşık olarak aynı boyutta. April: Nisan She was born in April. / O, nisanda doğdu. We went to Japan last April. / Geçen nisanda Japonya’ya gittik. Area: Alan, bölge Desert areas / Çöl bölgeleri There is heavy traffic in the downtown area tonight. / Kent merkezinde bu gece yoğun bir trafik vardır. Argue: Tartışmak, iddia etmek My brothers are always arguing. / Kardeşlerim sürekli tartışıyor. Argument: Tartışma, iddia, münakaşa After some heated argument a decision was finally taken. / Hararetli bir tartışmadan sonra nihayet bir karar alındı. Arise: Ortaya çıkmak, doğmak, kaynaklanmak A new crisis has arisen. / Yeni bir kriz ortaya çıkmış. Arm: Kol, dal, silah The country was arming against the enemy. / Ülke düşmana karşı silahlanıyor. Armed: Silahlı, zırhlı, ateşli An international armed conflict / Uluslararası silahlı bir çatışma An armed robbery / Silahlı bir hırsız Army: Ordu
Her husband is in the army. / Onun kocası orduda After leaving school, Mike went into the army. / Mike okuldan ayrıldıktan sonra orduya girdi. Around: Çevresinde, etrafında They walked around the lake. / Onlar göl çevresinde yürüdü Arrange: Düzenlemek, ayarlamak, organize etmek Can I arrange an appointment for Monday? / Pazartesi için bir randevu ayarlayabilir miyiz? She arranged the flowers in vase. / O, vazodaki çiçekleri düzenledi. Arrangement: Düzenleme, anlaşma, tertip She’s happy with her unusual living arrangements. / O sıradışı yaşam düzenlemeleri ile mutlu. We can come to an arrangement over the price. / Biz fiyatlar üzerinde bir düzenlemeye gidebiliriz. Arrest: Tutuklamak She was arrested on suspicion of murder. / O, cinayet şüphesi ile tutuklandı. Arrival: Varış, geliş There are 120 arrivals and departures every day. / Her gün 120 varış ve geliş vardır. The first arrivals at the concert got the best seats. / Konserde ilk gelenler en iyi koltukları alır. Arrive: Varmak, ulaşmak, başarmak, gelmek I’ll wait until they arrive. / Ben onlar ulaşana kadar bekleyeceğim. A letter arrived for you this morning. / Bu sabah sizin için bir mektup geldi. Arrow: Ok, Ok işareti Use the arrow keys to move the cursor. / İmleci hareket ettirmek için ok tuşlarını kullanın. Art: Sanat, sanatsal, hüner, ustalık Contemporary art / Çağdaş sanat Collection of art and antiques / Sanat ve antika koleksiyonu Article: Makale, madde, eşya, nesne, sözleşmeyle bağlanmak Have you seen that article about young fashion designers? / Genç moda tasarımcıları hakkındaki makaleyi gördünüz mü? Articles of clothing / Giyim eşyaları Artificial: Yapay, suni Job interview is a very artificial situation. / İş görüşmesi çok yapay bir durumdur. Artist: Sanatçı, ressam A graphic artist / Bir grafik sanatçısı Artistic: Sanatsal, sanatçı ruhlu, güzel sanatlarla ilgili The artistic works of the period / Dönemin sanatsal eserleri She comes from a very artistic family. / O çok sanat ruhlu bir aileden geliyor. As: Olarak, gibi, kadar, iken, olduğu gibi As she grew older she gained in confidence. / O yaşlanırken güven kazandı. She’s very tall, as is her mother. / O annesi gibi uzun. Ashamed: Mahcup, utanmış Aside: Bir tarafa, bir yana She pulled the curtain aside. / O bir tarafa perde çekti. Aside from: -den başka, dışında Ask: Sormak, istemek, rica etmek Can I ask a question? / Ben bir soru sorabilir miyim? All the students were asked to complete a questionnaire. / Bütün öğrencilerin bir anket doldurmaları istendi. Asleep: Uykuda, uyumuş The police found him asleep in a garage. / Polis onu garajda uyurken buldu. Aspect: Görünüm, görünüş, yön, cephe The book aims to cover all aspects of city life. / Kita şehir hayatının bütün yönlerini kapsıyor. Assistance: Yardım, destek He can walk only with the assistance of crutches. / O yalnız koltuk değneklerinin yardımı ile yürüyebilir. Assistant: Yardımcı, asistan, tezgahtar Assistant Attorney General William Weld / Yardımcı başsavcı William Weld Assist: Yardım, destek, sayı yapma pası Anyone willing to assist can contact with this number. / Yardımcı olmayı isteyen herkes bu numara ile irtibat kurabilir. Associate: Ortak, arkadaş, dost, birleştirmek, çağrıştırmak, bağdaştırmak, ilişkilendirmek I always associate the smell of baking with my childhood. / Fırının kokusu bana daima çocukluğumu çağrıştırır. Most people immediately associate addictions with drugs, alcohol and cigarettes. / İnsanların çoğu uyuşturucu, alkol ve sigarayı bağımlılık ile ilişkilendirir.
Associated: İlişkili, birleşmiş Salaries and associated costs have risen substantially. / Maaşlar ve ilişkili maliyetler önemli ölçüde artmıştır. Association: Dernek, ortaklık, iş birliği Football Association / Futbol derneği Assume: Üstlenmek, farz etmek, saymak, varsaymak In the story the god assumes the form of an eagle. / Hikayede tanrı bir kartal şeklinde varsayılır. The court assumed responsibility for the girl’s. / Mahkeme kızın sorumluluğunu üstlendi. Assure: Sağlamak, temin etmek, garanti etmek This achievement has assured her a place in the history books. / Bu başarı onun tarih kitaplarındaki yerini garanti etti. At: -de, -da, -ye, -ya, -e, -a, savaşçı, asker At the corner of the street / Caddenin köşesinde They arrived late at the airport. / Onlar havaalanına geç geldi. We left at 2 o’clock. / Biz saat 2’de ayrıldık. Atmosphere: Atmosfer Pollution of the atmosphere / Atmosfer kirliliği Saturn’s atmosphere / Satürnün atmosferi Atom: Atom, zerre, çok az miktar The splitting of the atom / Atom bölme Attach: Eklemek, bağlamak, takmak, iliştirmek Attached: Bağlı, ekli, takılı I’ve never seen two people so attached to each other. / Ben birbirine öyle bağlı iki insan görmemiştim. The research unit is attached to the university. / Araştırma ünitesi üniversiteye bağlıdır. Attack: Saldırı, atak, hücum A woman was attacked and robbed by a gang of youths. / Genç bir çete tarafından bir kadın saldırıya uğradı ve soyuldu. The man attacked him with a knife. / Adam bir bir bıçakla ona saldırdı. Attempt: Girişim, teşebbüs, denemek I will attempt to answer all your questions. / Bütün sorularınızı cevaplamayı deneyeceğim. The prisoners attempted to escape, but failed. / Mahkumlar kaçmaya çalıştı, fakat başarısız oldu. Attempted: Teşebbüs etmek, denemek, kalkışmak We were shocked by his attempted suicide. / Biz onun intihar girişiminden şok olduk. Attend: Katılmak, devam etmek, bir yere gitmek, hazır bulunmak, hizmet etmek Our children will attend the same school. / Çocuklarımız aynı okula gidecek. The meeting was attended by 90% of shareholders. / Hissedarların % 90’ı toplantıya katıldı. Attention: Dikkat, ilgi, özen She tried to attract the waiter’s attention. / O garsonun dikkatini çekmeye çalıştı. Attitude: Tutum, tavır, davranış If you want to pass your exams you’d better change your attitude! / Sınavlarınızı geçmek istiyorsanız tavırlarınızı değiştirseniz daha iyi olur. Attorney: Avukat Attract: Çekmek, cezbetmek The exhibition has attracted thousands of visitors. / Sergi binlerce ziyaretçi çekti. Attraction: Cazibe, çekicilik Buckingham Palace is a major tourist attraction. / Buckingham sarayı önemli bir turist çekim merkezidir. Attractive: Cazip, ilgi çekici I like John but I don’t find him attractive physically. / Ben John’u beğenirim ama fiziksel olarak onu çekici bulmuyorum. Audience: İzleyici, dinleyici, seyirci The audience clapping for 10 minutes. / Seyirci 10 dakikadır alkışlıyor. Movie audiences / Film izleyicileri August: Ağustos Aunt: Teyze, hala, yenge My aunt lives in Canada. / Teyzem Kanada’da yaşıyor. Author: Yazar Who is your favourite author? / En sevdiğiniz yazar kim? Authority: Otorite, yetki, uzman, bilirkişi in a position of authority / bilirkişi pozisyonunda Only the manager has the authority to sign cheques. / Sadece yönetici çekleri imzalama yetkisine sahiptir. Automatic: Otomatik, kendi kendine olan A fully automatic driverless train / Tam otomatik sürücüsüz tren Automatic transmission / Otomatik vites
Autumn: Sonbahar, güz in the autumn of 2013 / 2013’ün sonbaharında It’s been a very mild autumn this year. / Bu yıl sonbahar çok ılıman oldu. Available: Mevcut, geçerli, hazır, müsait We’ll send you a copy as soon as it becomes available. / Hazır olur olmaz size bir kopya göndereceğiz. Average: Ortalama The average of 4, 5 and 9 is 6. / 4, 5 ve 9’un ortalaması 6’dır. Avoid: Önlemek, kaçınmak The name was changed to avoid confusion with another firm. / Başka bir firma ile karışıklığı önlemek için adı değiştirildi. Awake: Uyanık, farkına varmak I was still awake when he came to bed. / O yatağa gittiği zaman ben hâlâ uyanıktım. Award: Ödül, karar, hüküm, vermek The judges awarded equal points to both finalists. / Uzmanlar her iki finalisti eşit puanla ödüllendirdi. Aware: Farkında, haberdar, uyanık He was aware of the problem. / O, sorunun farkındaydı. Away: Uzak, uzakta, deplasmanda The beach is a mile away. / Sahil bir mil uzakta. Awful: Korkunç, berbat, müthiş, oldukça büyük The weather last summer was awful. / Geçen yaz hava berbattı. Awfully: Çok, son derece, müthiş bir şekilde I’m awfully sorry for this problem. / Ben bu problem için çok üzgünüm. Awkward: Garip, beceriksiz, sakar, ters, kullanışsız There was an awkward silence. / Bir garip sessizlik vardı. Don’t ask awkward questions. / Garip sorular sorma Baby: Bebek A newborn baby / Yenidoğan bir bebek My sister expecting a baby / Kız kardeşim bir bebek bekliyor Back: Geri, arka, sırt, desteklemek If you can’t drive in forwards, try backing it in. / İleri süremezseniz geriye sürmeyi deneyin. Doctors have backed plans to raise the tax on cigarettes. / Doktorlar sigara üzerindeki vergiyi arttırmak için yapılan planlara destek verdi Background: Geçmiş, arka plan, özgeçmiş In spite of their very different backgrounds, they immediately became friends. / Çok farklı geçmişleri olmasına rağmen hemen arkadaş oldular. Backward: Geri, ters, geriye Bacteria: Bakteri Bacterial infections / Bakteriyel enfeksiyonlar Bad: Kötü, fena, berbat I’m having a really bad day. / Ben gerçekten kötü bir gün geçiriyorum. A bad teacher / Kötü bir öğretmen Badly: Kötü bir şekilde, fena halde Badly designed / Kötü tasarlanmış Bad-tempered: Kötü huylu, aksi, ters She gets very bad-tempered when she’s tired. / O yorulduğunda çok kötü huylu olur. Bag: Çanta, torba, poşet, yakalamak A plastic bag / Plastik bir çanta A shopping bag / Bir alışveriş çantası Baggage: Bagaj, valiz, şımarık kadın We loaded our baggage into the car. / Bagajımızı arabaya yükledik. Bake: Fırında pişirmek, kurutmak, pişirmek, yemekli toplantı The delicious smell of baking bread / Ekmek pişirmenin lezzetli kokusu Balance: Dengelemek, uyum, terazi, balans She balanced the cup on her knee. / O fincanı dizinde dengeledi. Ball: Top, küre Football Ball / Futbol topu Ban: Yasaklamak, men etmek Lift a ban / Yasağı kaldırmak Bandage: Bandaj, sargı, sarmak Don’t bandage the wound too tightly. / Yarayı çok sıkı bir şekilde sarma. Band: Bant, grup, orkestra, şerit, bantlamak, şerit yapmak He persuaded a small band of volunteers to help. / O yardımcı olmak için küçük bir gönüllü grubu ikna etti. Bank: Banka, parasal işleri yapmak, sahil, kıyı a bank loan / Bir banka kredisi My salary is paid directly into my bank. / Benim maaşım doğrudan bankama ödenir.
Bar: Bar, çizgi, kalıp, engellemek, baro We met at a bar called the Flamingo. / Biz Flamingo denilen bir barda buluştuk. The hotel has a restaurant, bar and swimming pool. / Otelin restoranı, barı ve yüzme havuzu var. Bargain: Pazarlık, kelepir, anlaşma bargain prices / pazarlık fiyatları He and his partner had made a bargain to tell each other everything. / O ve partneri birbirlerine her şeyi anlatmak için anlaşma yapmıştı. Barrier: Bariyer, engel, set, korkuluk Show your ticket at the barrier. / Engelde biletini göster. the removal of trade barriers / Ticari engelleri kaldırılması Base: Temel, taban, esas, dayandırmak, adi They decided to base the new company in York. / York’ta yeni şirketti temellendirmeye karar verdiler. Based: Merkezli, kurulmuş, yerleşik, dayanmış The movie is based on a real-life incident. / Film gerçek hayattaki bir kazaya dayanmış. Basically: Temel olarak, aslında, esasında Yes, that’s basically correct. / Evet, aslında doğru. The two approaches are basically very similar. / İki yaklaşım temel olarak çok benzer. Basic: Temel, basit, ana, esas the basic principles of law / Hukukun temel ilkeleri Drums are basic to African music. / Davullar Afrika müziğinin temelidir. Basis: Temel, esas, kaynak, ilke, kaide, prensip The basis of a good marriage is trust. / İyi bir evliliğin kaidesi güvendir. Bath: Banyo, küvet, yıkamak, yıkanmak I think I’ll have a bath and go to bed. / Ben yıkanmayı ve yatağa gitmeyi düşünüyorum. Bathroom: Banyo Go and wash your hands in the bathroom. / Git ve banyoda ellerini yıka. Where’s the bathroom? / Banyo nerede? Battery: Pil, batarya, akü, dizi, seri, kötü muamele a car battery / Bir araba aküsü He faced a battery of questions. / O, bir dizi soru ile karşı karşıya. Battle: Savaş, çatışma, mücadele a legal battle for compensation / tazminat için yasal bir savaş Bay: Defne, koy, körfez, havlamak the Bay of Bengal / Bengal körfezi Beach: Plaj, sahil, karaya çekmek Tourists sunbathing on the beach / Turistler sahilde güneşleniyor Beak: Gaga, burun, ağız, hakim The gull held the fish in its beak. / Martı balığı gagasında tuttu. Bear: Ayı, spekülatör, taşımak, götürmek Beard: Sakal Goat’s beard / Keçi sakalı Beat: Dövmek, yenmek, vuruş, darbe Beautiful: Güzel, harika, hoş, nefis, tatlı a beautiful woman / güzel bir kadın She looked stunningly beautiful that night. / O gece şaşırtıcı şekilde güzel görünüyordu. Beautifully: Güzelce, hoşça She sings beautifully. / O güzelce şarkı söylüyor. a beautifully decorated house / güzelce dekore edilmiş bir ev Beauty: Güzellik, güzel, nadide a woman of great beauty / muazzam güzellikte bir kadın Be: Olmak, var olmak, bulunmak I’ll be seeing him soon. / Yakında onu görüyor olacağım. Because: Çünkü, dolayı, yüzünden, -dığı için He walked slowly because of his bad leg. / Ayağı kötü olduğu için yavaşça yürüdü. Become: Olmak, haline gelmek, -laşmak, -leşmek The bill will become law next year. / Tasarı gelecek yıl yasalaşacak. She’s studying to become a teacher. / O bir öğretmen olmak için çalışıyor. Bed: Yatak, zemin, yatırmak, yatak yapmak Could you give me a bed for the night? / Gece için bana bir yatak verebilir misiniz? There’s a shortage of hospital beds. / Hastanede yatak eksikliği var. Bedroom: Yatak odası Clara is sleeping in bedroom. / Clara yatak odasında uyuyor. Beef: Sığır eti, et, şikayet etmek
Did you eat beef? / Sığır eti yedin mi? What’s his latest beef? / Onun en son şikayeti nedir? Beer: Bira a beer glass / bir bardak bira Before: Önce, önceki You should have told me so before. / Çok önce bana söylemeliydin. Begin: Başlamak, doğmak Shall I begin? / Başlayacak mıyım? She began by thanking us all for coming. / O geldiğimiz için hepimize teşekkür ederek başladı. At last the guests began to arrive. / Sonunda misafirler gelmeye başladı. Beginning: Başlangıç, baş, kaynak We missed the beginning of the movie. / Filmin başını kaçırdık. We’re going to Japan at the beginning of July. / Temmuzun başında Japonya’ya gidiyoruz. Behalf: Adına On behalf of the department I would like to thank you all. / Bölüm adına size teşekkür etmek istiyorum. Mr Jackson isn’t be here, so his wife will accept the prize on his behalf. / Bay Jackson burada değil, bundan dolayı ödülü onun adına karısı alacak. Behave: Davranmak, hareket etmek, terbiyeli olmak They behaved very badly towards their guests. / Onlar misafirlerine çok kötü bir şekilde davrandı. He behaved like a true gentleman. / Gerçek bir beyfendi gibi davrandı. Behaviour: Davranış, tutum, hareket, tavır His behaviour towards her was becoming more and more aggressive. / Ona karşı tutumu daha da saldırganlaşıyordu. Behind: Arkasında, geride Belief: İnanç, iman, kanı, düşünce The incident has shaken my belief towards her. / Olay ona karşı inancımı sarstı. Believe: İnanmak, güvenmek Believe me, she’s not right for you. / İnan bana, o senin için doğru değil. I believed his lies for years. / Yıllardır onun yalanlarına inandım. Bell: Zil, çan, bağırmak wedding bells / düğün çanları door bell/ kapı zili Belong: Ait, -nin olmak, aidiyet, üyesi olmak, ilgili olmak to feel a sense of belonging / aidiyet duygusu hissetmek Below: Aşağıda, altında, aşağı, alt, düşük rütbede They live on the floor below. / Onlar alt katta yaşıyor. See below for references. / Referanslar için aşağı bakın. Belt: Kemer, kayış, kuşak a belt buckle / bir kemer tokası Bend: Viraj, dirsek, eğmek, eğilmek There is a sharp bend in the road / Yolda keskin bir viraj var Beneath: Altında, altta The boat sank beneath the waves. / Tekne dalgaların altında battı. Benefit: Yarar, fayda, kazanç, avantaj We should spend the money for something that will benefit to everyone. / Biz herkese yararlı olacak bir şey için para harcamalıyız. Bent: Bükülmüş, kıvrık, eğilim, yetenek, istek He was bent double with laughter. / O gülmekten iki büklüm oldu. Beside: Yanında, dışında, kıyasla He sat beside her all night. / Bütün gece onun yanında oturdu. My painting looks childish beside yours. / Benim resmim seninkinin yanında çocukça görünüyor. Best: En iyi, en çok, yenmek We all want the best for our children. / Biz çocuklarımız için en iyisini isteriz. Bet: Bahis, iddia Better: Daha iyi, daha güzel I know better him / Onu daha iyi biliyorum Betting: Bahis, bahse girme illegal betting / yasa dışı bahis Between: Arasında, ortasında The house was near a park but there was a road in between. / Ev bir parkın yakınındaydı; fakat aralarında bir yol vardı. Beyond: Ötesinde, öte, -den öte, ayrıca, öbür dünya
Snowdon and the mountains beyond were covered in snow. / Snowdon ve ötesinde dağlar karla kaplıydı. Bicycle: Bisiklete, bisiklete binmek He got on his bicycle and went away. / O, bisiklete bindi ve uzaklaştı. Bid: Teklif, ihale, teklif vermek, fiyat vermek, deklare etmek, söylemek I did bid £2000 for the painting. / Ben tablo için 2000 sterlin fiyat verdim. A French firm will be bidding for the contract. / Bir Fransız firması anlaşma için teklif verecek. Big: Büyük, önemli, kocaman, çok This shirt isn’t big enough. / Bu gömlek yeterince büyük değil. You’re a big girl now. / Şimdi büyük bir kızsın. You are making a big mistake. / Önemli bir hata yapıyorsun. Bike: Bisiklet, motosiklet, bisiklete binmek, motosiklete binmek I usually go to work by bike. / Ben genellikle işe bisiklet ile giderim. Bill: Fatura, tasarı, senet, fatura etmek, fatura çıkarmak She always pays her bills on time. / O, daima faturalarını zamanında öder. Bill of Education Reform / Eğitim Reformu Tasarısı Billion: Milyar Worldwide sales reached 2.5 billion. / Dünya çapında satışlar 2.5 milyara ulaştı. half a billion dollars / yarım milyar dolar Bin: Çöp kutusu, kova, kutu, ambar, kömürlük a rubbish bin / bir çöp kutusu a bread bin / bir ekmek kutusu Biology: Biyoloji How far is human nature determined by biology? / İnsan doğası biyoloji tarafından ne kadar belirlenebilir? Bird: Kuş, güdümlü mermi, adam, kız Eagle a kind of bird. / Kartal bir kuş türüdür. Birth: Doğum, doğuş yavrulama, köken, kaynak Please state your date and place of birth. / Lütfen doğum yerinizi ve tarihini belirtiniz. Anne was French by birth but lived most of her life in Italy. / Anne köken olarak Fransız ama hayatının çoğunun İtalya’da geçirdi. Birthday: Doğum günü, yaş günü Oliver’s 13th birthday / Oliver’in 13. doğum günü Biscuit: Bisküvi, kurabiye, çörek, kuru pasta, açık kahverengi a packet of chocolate biscuits / bir paket çikolatalı bisküvi Bite: Isırmak, sokmak, lokma The dog gave me a playful bite. / Köpek bana eğlenceli bir ısırık verdi. She took a couple of bites of the sandwich. / O, sandviç lokmasından bir çift aldı. Bitter: Acı, sert, keskin, acılı, şiddetli a long and bitter dispute / uzun ve acı bir tartışma Black coffee leaves a bitter taste in the mouth. / Siyah kahve ağızda acı bir tat bırakır. Bitterly: Acı bir şekilde, acı acı, için için, şiddetle, keskin bir şekilde They complained bitterly. / Onlar, acı acı şikayet ettiler. Black: Siyah, kara Everyone at the funeral was dressed in black. / Cenazede herkes siyah giymişti. Blade: Kılıç, bıçak ağzı, yaprak Blame: Suçlamak, sorumlu tutmak Blank: Boşluk, açık, yazısız kağıt, silmek Please fill in the blanks. / Lütfen boşlukları doldurunuz. If you can’t answer the question, leave a blank. / Soruya cevap vermezseniz boş bırakınız. Blind: Kör, gizli, görmeyen, anlayışsız, düşüncesiz One of her parents is blind. / Onun ebeveynlerinden biri kör. Block: Engellemek, kapanmak, bloke etmek, durdurmak His way was blocked with two massive rock. / Onun yoldu iki büyük kayak ile kapatıldı. Blonde: Sarışın Is she a natural blonde? / O doğuştan sarışın mı? Blood: Kan, kan bağı, akrabalık, huy He lost a lot of blood in the accident. / O, kazada çok kan kaybetti. Blow: Darbe, üfleme, esinti She received a severe blow on the head. / O, kafasına şiddetli bir darbe aldı. He was knocked out by a single blow to the head. / O kafasına ladığı bir tek darbe ile nakavt oldu. Blow with your nose / Burnunuzla üfleyin Blue: Mavi
The room was decorated in vibrant blues and yellows. / Oda canlı mavi ve sarı renklerle dekore edilmiş. She was dressed in blue. / O mavi giymişti. Board: Binmek, tahta, pano, kurul, komisyon, bir yerde kalmak Passengers are waiting to board. / Yolcular binmeyi bekliyor. He boarded at his aunt’s house until he found a place of his own. / O, kendisine bir yer bulana kadar teyzesinin evinde kaldı. Boat: Tekne, kayık, gemi, kayıkla gezmek a fishing boat / bir balıkçı teknesi You can take a boat trip along the coast. / Sahil boyunca bir tekne gezisi yapabilirsiniz. Body: Vücut, gövde, beden His whole body was trembling. / Bütn vücudu titriyordu. He has a large body, but thin legs. / O iri bir vücuda sahip fakat bacakları ince. Boil: Kaynatmak, kaynamak, haşlamak, kızışma, galeyan, son radde Water was boiling. / Su kaynıyordu. Bomb: Bomba, fiyasko, başarısızlık, bombalamak, fiyasko ile sonuçlanmak Terrorists bombed several army barracks. / Teröristler birkaç askeri kışla bombaladı. Bone: Kemik, kemikten yapılmış The dog was gnawing at a bone. / Köpek bir kemik kemiriyordu. She had a beautiful face with very good bone structure. / O çok iyi bir kemik yapısı ile güzel bir yüze sahipti. Book: Kitap, rezervasyon, yer ayırtmak Book early to avoid disappointment. / Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın. My favourite book is Nar Ağacı / Benim en sevdiğim kitap Nar Ağacı Boot: Çizme, bot, bagaj, kovalamak, tekme atmak cowboy boots / kovboy çizmeleri Did you lock the boot? / Bagajı kilitledin mi? Border: Sınır, kenar, sınır koymak, çerçevelemek a national park on the border between Kenya and Tanzania / Kenya ve Tanzanya arasındaki sınırda bir milli park. Bore: Sıkmak, sıkıntı, delik, oyuk Bored: Sıkılmış, bıkkın, bunalmış There was a bored expression on her face. / Onun yüzünde bıkkın bir ifade vardı. Boring: Sıkıcı, can sıkıcı a boring job / sıkıcı bir iş Born: Doğmuş, doğum I was born in 1976. / Ben 1976’da doğdum. He was born in a small village in northern Spain. / O, Kuzey İspanya’da bir küçük köyde doğdu. Borrow: Ödünç almak, alıntı yapmak Can I borrow your umbrella? / Şemsiyeni ödünç alabilir miyim? Boss: Patron, iş veren, yönetmek, idare etmek Both: İkisi de, her ikisi de Both women were French. / Kadınların ikisi de Fransızdı. We were both tired. / İkimiz de çok yorulduk. Bother: Zahmet, sıkıntı, rahatsız etmek, can sıkmak; Bother! : Allah’ın belası, baş belası That sprained ankle is still bothering her. / Burkulan ayak bileği hâlâ onu rahatsız ediyor. Bottle: Şişe, biberon, içki A milk bottle / Bir süt şişesi Bottom: En alt, dip, alttaki, dipteki Put your clothes in the bottom drawer. / Elbiselerini alttaki çekmeceye koy. Bound: Bağlı, mecbur, sınır, sınırlamak, sıçramak, zıplamak You’re bound to pass the exam. / Sınavınızı geçmeye mecbursunuz. Bowl: Çanak, kase, tas, yuvarlamak, çevirmek, bovling oynamak a salad/fruit/sugar bowl / bir salata/meyve/şeker kasesi a bowl of soup / bir kase çorba Box: Kutu, sandık, kulübe, loca, yumruk, kutuya koymak, yumruk atmak She kept all the letters in a box. / O, tüm mektupları bir kutu içinde tuttu. Boy: Erkek, erkek çocuk, oğlan I used to play here as a boy. / Ben bir çocukken burada oynardım. They have two boys and a girl. / Onların iki erkek ve bir kız çocuğu var. Boyfriend: Erkek arkadaş My boyfriend is very handsome. / Benim erkek arkadaşım çok yakışıklı. Brain: Beyin, akıl, zeka, kafa She died of a brain tumour. / O bir beyin tümörü yüzünden hayatını kaybetti.
Branch: Şube, dal, kol, branş She climbed the tree and hid in the branches. / O ağaca tırmandı ve dallarına saklandı. Brand: Marka, damga, damgalamak, derin etki bırakmak Which brand of toothpaste do you use? / Sen hangi diş macunu markasını kullanıyorsun? Brave: Cesur, yiğit, kahraman Be brave! / Cesur ol! I wasn’t brave enough to tell her what I thought of her. / Ben onun için düşündüğümü, ona söylemek için yeterince cesur değilim. Bread: Ekmek, para wholemeal bread / kepek ekmeği Break: Kırmak, kesmek, mola, ara She worked all day without a break. / O, bütün gün aralıksız çalıştı. Breakfast: Kahvaltı Do you want bacon and eggs for breakfast? / Kahvaltı için pastırma ve yumurta ister misiniz? They were having breakfast when I arrived. / Ben vardığımda onlar kahvaltı yapıyordu. Breast: Göğüs, meme, göğüslemek She put the baby to her breast. / O, bebeği göğsüne koydu. Breath: Nefes, soluk, esinti I took a deep breath. / Derin bir nefes aldım. Breathe: Nefes almak The air was so cold we could hardly breathe. / Hava çok soğuktu ve biz güçlükle nefes alabiliyorduk. Breed: Cins, tür, nesil a breed of sheep / bir koyun cinsi Brick: Tuğla, tuğladan yapılmış The school was built of brick. / Okul tuğladan inşa edildi. Bridge: Köprü, köprü kurmak, briç Who was on the bridge when the collision took place? / Çarpışma gerçekleştiği zaman köprüde kim vardı? Brief: Kısa, özet a brief visit / Kısa bir ziyaret. Briefly: Kısa bir zaman için, kısaca, özetle Let me tell you briefly what happened. / Kısaca bana ne olduğunu anlat. Bright: Aydınlık, parlak, zeki a bright room / aydınlık bir oda I like bright colours. / Parlak renkleri severim. Brilliant: Parlak, zeki, görkemli, çok başarılı, pırlanta What a brilliant idea! / Ne parlak bir fikir. Bring: Getirmek, kazandırmak, neden olmak, Don’t forget to bring your books / Kitaplarını getirmeyi unutma. She brought her boyfriend to the party. / O, partiye erkek arkadaşını getirdi. Broad: Geniş, genel, yaygın broad shoulders / geniş omuzlar two metres broad and one metre high / iki metre genişliğinde ve bir mete yüksekliğinde Broadcast: Yayın We watched a live broadcast of the speech. / Konuşmanın canlı yayınını izledik. Broadly: Geniş, geniş olarak, genel olarak, açık olarak Broken: Bozuk,kırık, arızalı pieces of broken glass / kırık cam parçaları Brother: Kardeş, erkek kardeş He’s my brother. / O benim erkek kardeşim. Brown: Kahverengi My mom has brown eyes. / Annemin gözlerin kahverengidir. Brush: Fırçalamak, süpürmek, değmek You must brush your teeth for oral and dental health. / Ağız ve diş sağlığınız için dişinizi fırçalamalısınız. Bubble: Kabarcık, baloncuk, fokurdamak, köpürmek water bubbles / Su kabarcıkları Budget: Bütçe, stok a big-budget movie / büyük bütçeli bir film. We decorated the house on a tight budget. / Dar bir bütçe ile evi dekore ettik. Build: Yapmak, inşa etmek, yapı They have permission to build 200 new houses. / Onlar 200 yeni konut inşa etmek hakkına sahip.
Building: Bina, inşa, yapı A structure such as a house or school that has a roof and walls / çatı ve duvarları olan ev veya okul gibi bir bina. Bullet: Mermi, kurşun He was killed by a bullet in the head. / O kafasına bir kurşun sıkılarak öldürüldü. Bunch: Demet, grup, salkım, deste yapmak She picked me a bunch of flowers. / O, bana bir demet çiçek topladı. Burn: Yakmak, yanmak A welcoming fire was burning in the fireplace. / Şöminede bir karşılama ateşi yanıyordu. Burnt: Yanmış, kavrulmuş Your hand looks badly burnt. / Eliniz fena yanmış görünüyor. Brust: Patlamak, infilak etmek That balloon will burst if you blow it up any more. / Biraz daha üflerseniz balon patlayacak. Bury: Gömmek, gizlemek He was buried in Highgate Cemetery. / O Highgate mezarlığına gömüldü. Bus: Otobüs, otobüsle taşımak Shall we walk or go by bus? / Biz yürüyecek miyiz; yoksa otobüsle mi gideceğiz? a school bus / bir okul otobüsü Bush: Çalı, çalılık arazi Business: İş, faaliyet, ticaret a business investment / Bir iş yatırımı Businessman: İş adamı My uncle is a businessman. / Benim amcam bir iş adamı. Busy: Meşgul, yoğun, istek a very busy life / çok yoğun bir hayat Are you busy tonight? / Bu akşam meşgul müsün? But: Fakat, lakin, ama, ancak, sadece, yalnızca, itiraz His mother won’t be there, but his father might. / Annesi orada olamayacak; fakat babası olabilir. I’d asked everybody but only two people came. / Ben herkese rica ettim ama sadece iki kişi geldi. Butter: Tereyağı, yağcılık Fry the onions in butter. / Tereyağda soğan kızartma. Do you want butter or margarine on your toast? / Tostunuza tereyağı veya margarin ister misiniz? Button: Düğme, buton, düğmelemek shirt buttons / gömlek düğmeleri Ahmet pressed a button and waited for the lift. / Ahmet bir düğmeye bastı ve asansör için bekledi. Buy: Satın almak, almak Where did you buy that dress? / Bu elbiseyi nereden satın aldınız? He bought me a new coat. / O, bana yeni bir ceket satın aldı. Buyer: Alıcı Have you found a buyer for your house? / Evin için bir alıcı buldun mu? By: Tarafından, göre, ile, yoluyla, aracılığı ile, yakın He came by bus. / Otobüs ile geldi. Mary is respected by everyone. / Mary’ye herkes tarafından saygı duyulur. I need to know your answer by Friday. / Cumaya kadar senin cevabını bilmem gerekir. Bye: Hoşça kal, güle güle Bye! See you next week. / Güle güle! Haftaya görüşürüz. Cabinet: Kabine, bakanlar kurulu, dolap, vitrinli dolap a cabinet meeting / bir kabine toplantısı kitchen cabinets / mutfak dolapları Cable: Kablo, kablolu yayın, kablolu televizyon fibre-optic cable / fiber optik kablo Cake: Kek, pasta, çörek, kalıp, kalıplaşmak, katılaşmak a birthday cake / bir doğumgünü pastası Calculate: Hesaplamak, saymak, tasarlamak, planlamak We haven’t really calculated the cost of the vacation yet. / Biz, gerçekten henüz tatilin maliyetini hesaplamış değiliz. Calculation: Hesaplama Cathy did a rough calculation. / Cathy kaba bir hesaplama yaptı. Call: Çağrı, davet, arama / demek, adlandırmak, söylemek Were there any calls for me while I was out? / Ben dışardayken onlar beni hiç aradı mı? I left a message but he didn’t return my call. / Ben bir mesaj bıraktım ama o benim çağrıma geri dönmedi. Called: Denilen, adlı I don’t know anyone called Scott. / Ben Scott denilen birini tanımıyorum. Calm: Sakin, durgun, huzurlu
The police appealed for calm. / Polis sakin olmasını rica etti. Camera: Kamera, fotoğraf makinesi, gizli a camera crew / bir kamera ekibi Are you prepared to tell your story on camera? / Kameraya anlatacağınız hikayeniz için hazır mısınız? Campaign: Kampanya, seferberlik, savaş an advertising campaign / bir reklam kampanyası Camp: Kamp, kamp yapmak, kısa bir zaman için konaklamak I camped overnight in a field. / Ben gece boyunca bir alanda kamp yaptım. Camping: Kamp, kamp yapma camping equipment / kamp ekipmanları Can: Yababilmek, edebilmek, -ebilmek, kutu I can run fast. / Ben hızlı koşabilirim. He couldn’t answer the question. / O, soruya cevap veremedi. Cancel: İptal, fesih, kaldırmak All flights have been cancelled because of bad weather. / Kötü hava şartlarından dolayı bütün uçuşlar iptal edildi. The wedding was cancelled at the last minute. / Düğün son dakikada iptal edildi. Cancer: Kanser, kötü şey Most skin cancers are completely curable. / Çoğu cilt kanseri tamamen tedavi edilebilir. Candidate: Aday one of the leading candidates for the presidential / başkanlık için önde gelen adaylardan biri There were a large number of candidates for the job. / İş için çok sayıda aday vardı. Candy: Şeker, şekerleme Who wants the last piece of candy? / Şekerin son parçasını kim ister? Cannot: Yapamamak, edememek I cannot believe the price of the tickets! / Biletlerin fiyatına inanamıyorum. Capable: Yetenekli, kabiliyetli, -ebilmek You are capable of better work than this. / Sen bundan daha iyi bir iş yapabilirsin. She’s a very capable teacher. / O çok kabiliyetli bir öğretmen. Capacity: Kapasite, fonksiyon The theatre has a seating capacity of 2000. / Tiyatro 2000 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. Cap: Kapak, başlık, örtmek a lens cap / bir lens kapağı Capital: Sermaye, kazanç, başkent, büyük, ölüm, ana, ilk harf Capital city of Turkey is Ankara. / Türkiye’nin başkenti Ankara’dır. a capital offence / bir ölüm saldırısı English is written with a capital ‘E’. / English’in ilk harfi büyük E ile yazılır. Captain: Kaptan, önder The captain gave the order to abandon ship./ Kaptan gemiyi terk etme emrini verdi. She was captain of the hockey team at school. / O, okulun hokey takımında kaptandı. Capture: Ele geçirmek, esir almak, yakalama the capture of enemy territory / düşman topraklarını ele geçirmek Car: Araba, otomobil Where can I park the car? / Arabayı nereye park edebilirim? Cardboard: Karton, mukavva a cardboard box / bir karton kutu Card: Kart a piece of card / bir kart parçası an appointment card / bir randevu kartı Here’s my card if you need to contact me again. / Benimle tekrar iletişim kurmak isterseniz kartım burada. Care: Bakım, dikkat, özen, ilgi I don’t care. / Umrumda değil. Career: Kariyer, meslek, koşmak She has been concentrating on her career. / O, kariyerine konsantre olmuştur. Careful: Dikkatli, titiz Be careful! / Dikkatli ol! I’m very careful about washing my hands before eating / Yemekten önce ellerimi yıkama konusunda çok dikkatliyim. Careless: Dikkatsiz, ilgisiz, kayıtsız She threw her coat carelessly onto the chair. / O dikkatsiz bir şekilde ceketini sandalyeye attı. Carpet: Halı a bedroom carpet / bir yatak odası halısı Carrot: Havuç, bir şeye ikna etmek için ödül sözü vermek
grated carrot / rendelenmiş havuç Carry: Taşımak, getirmek, götürmek He was carrying a suitcase. / O, bir bavul taşıyordu. Case: Durum, dava, kasa, kutu a pencil case / bir kalem kutusu In some cases people have had to wait several weeks for an appointment. / Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta beklemek zorunda kalırmış. Cash: Nakit, para Customers are offered a 10% discount if they pay cash. / Nakit ödeme yaparlarsa müşterilere % 10 indirim sunuluyor. Cast: Oyuncular, döküm The whole cast performs wonderful. / Bütün oyuncuların performansı harika. Castle: Kale, şato a medieval castle / bir orta çağ kalesi Cat: Kedi cat climbed the tree. / kedi ağaca tırmandı. Catch: Yakalamak, yetişmek How many fish did you catch? / Ne kadar balık yakaladın? Category: Kategori, grup, sınıf, zümre The results can be divided into three main categories. / Sonuçlar üç ana kategoriye ayrılabilir. Cause: Neden, sebep, yol açmak Do they know what caused the fire? / Onlar yangının nedenini biliyor mu? CD: CD, disk His albums are available on CD and online. / Onun albümlerine CD veya çevrimiçi olarak ulaşılabilir. Cease: Durdurmak, kesmek, vazgeçmek, son vermek He ordered his men to cease fire. / O adamlarına yangını durdurmalarını emretti. Ceiling: Tavan, iç kaplama a large room with a high ceiling / yüksek tavanlı geniş bir oda The walls and ceiling were painted white. / Duvarlar ve tavan beyaza boyandı. Celebrate: Kutlamak, anmak, övmek Jake’s passed his exams. We’re going out to celebrate. / Jake sınavlarını geçti. Biz kutlama için dışarıya çıkıyoruz. How do people celebrate New Year in your country? / Sizin ülkenizde insanlar yeni yıl kutlamalarını nasıl yapar? Celebration: Kutlama, anma, tören birthday celebrations / doğum günü kutlamaları Cell: Hücre, pil the nucleus of a cell / bir hücrenin çekirdeği Cell Phone: Cep telefonu The use of cellular phones is not permitted on most aircraft. / Cep telefonu kullanımına çoğu uçakta izin verilmez. Cent: Sent, doların yüzde biri Centimetre: Santimetre Central: Merkezi, asıl, en önemli The central issue is that of widespread racism. / Asıl sorun ırkçılığın yaygınlığıdır. Prevention also plays a central role in traditional medicine. / Önleyici tedbir geleneksel tıpta merkezi bir rol oynar. the central point of the brain / beynin merkezi noktası Centre: Merkez, orta the centre of a circle / bir dairenin merkezi Century: Yüzyıl, asır eighteenth-century writers / On sekizinci yüzyıl yazarları Ceremony: Tören, merasim an awards/opening ceremony / bir ödül/açılış töreni Certain: Belli, kesin, muhakkak, emin She looks certain to win an Oscar. / O, Oscar ödülünü kazanmaya kesin gözüyle bakıyor. Certainly: Kesinlikle, elbette, şüphesiz Without treatment, she will certainly die. / Tedavi edilmezse o kesinlikle ölecek. Certainly, the early years are crucial to a child’s development. / Elbette, bir çocuğun gelişimi için ilk yıllar çok önemlidir. Certificate: Sertifika, belge, diploma a birth sertificate / bir doğum belgesi Chain: Zincir, dizi
The doors were always locked and chained. / Kapılar her zaman kilitli ve zincirliydi. Chair: Sandalye, koltuk, makam, başkanlık etmek Sit on your chair! / Sandalyenize oturun. Chairman: Başkan, reis The chairman of the company presented the annual report. / Şirketin başkanı yıllık raporu sundu. Chairwoman: Kadın başkan Challenge: Meydan okumak, itiraz, davet, karşı gelmek, düelloya davet etmek This discovery challenges traditional beliefs. / Bu keşif geleneksel inanışlara karşı geliyor. Challenging: Zorlu, kamçılayıcı, boyun eğmez challenging work / zorlu iş Chamber: Resmi toplantılar için kullanılan oda, bölme, boşluk, oda The members left the council chamber. / Üyeler konsey odasını terk etti. Chance: Şans, fırsat, tesadüfi Is there any chance of getting tickets for tonight? / Bu gece için bilet alma şansı var mı? Change: Değiştirmek, değişim There was no change in the patient’s condition overnight. / Gece boyunca hastanın durumunda değişiklik yoktu. Channel: Kanal, bağlantı What’s on Channel 4 tonight? / Kanal 4’te bu gece ne var? Chapter: Bölüm, kısım I’ve just finished Chapter 3. / Ben şimdi 3. bölümü bitirdim. Character: Karakter, nitelik Generosity is part of the Turkish character. / Cömertlik Türk karakterinin bir parçasıdır. Chracteristic: Karakteristik, tipik, özgün, nitelik, vasıf The two groups of children have quite different characteristics. / İki çocuk grubu tamamen farklı karakteristiğe sahiptir. Charge: Ücret, talep, şarj etmek, doldurmak The restaurant charged £20 for dinner. / Restoran akşam yemeği için 20 sterlin ücret istedi. Charity: Hayır, sadaka, hayır kurumu Many charities sent money to help the victims of the famine. / Birçok hayır kurumu açlık kurbanlarına yardım için para gönderdi. Chart: Grafik, tablo, çizelge, planlamak, çizelge ile göstermek, haritasını çizmek His job was to chart the progress of the spacecraft. / Onun işi uzay aracının ilerlemesini çizelge ile göstermekti. Chase: Takip, kovalama, peşine düşmek The thieves were caught by police after a short chase. / Hırsızlar kısa bir takibin ardından polis tarafından yakalandı. Chat: Sohbet, konuşmak, söyleşmek I just called in for a chat. / Ben sadece sohbet için aradım. Cheap: Ucuz, değersiz A good education is not cheap. / İyi bir eğitim ucuz değildir. Cheaply: Ucuz bir şekilde, değersiz bir biçimde I’m sure I could buy this more cheaply somewhere else. / Eminim bunu başka bir yerde daha ucuza alabilirdim. You can live very cheaply in Italy. / İtalya’da daha ucuz bir şekilde yaşayabilirsin. Cheat: Hile, dolandırıcı, aldatmak There’s a cheat you can use to get to the next level. / Bir sonraki seviyeye ulaşmak için kullanabileceğiniz hileler var. Check: Kontrol, denetlemek The drugs were found in their car during a routine check by police. / Polis tarafından yapılan rutin bir kontrol sırasında onların aracında uyuşturucu bulundu. Cheerful: Neşeli, keyifli, neşelendirmek You’re in a cheerful mood. / Sen neşeli bir ruh hali içindesin. Cheese: Peynir I ate some cheese. / Biraz peynir yedim. Chemical: Kimyasal Chemist: Kimyager, eczacı You can obtain the product from all good chemists. / Ürünü tüm iyi eczacılardan elde edebilirsiniz. Cheque: Çek to pay by cheque / çek ile ödeme Chest: Göğüs a chest infection / bir göğüs enfeksiyonu Chew: Çiğnemek
He is always chewing gum. / O, her zaman sakız çiğniyor. Chicken: Tavuk, korkak Chickens in the back yard. / Arka bahçedeki tavuklar. Chief: Şef, baş ana, reis, amir, belli başlı Child: Çocuk, evlat I lived in London as a child. / Ben çocukken Londra’da yaşadım. Chin: Çene, konuşmak Chip: Çip This mug has a chip in it. / Bu kupa içinde bir çip var. Chocolate: Çikolata, koyu kahverengi a box of chocolates / bir kutu çikolata Choice: Seçim, tercih, seçkin We aim to help students make more conscious career choices. / Biz öğrencilerin daha bilinçli kariyer seçimleri yapmasına yardımcı olmayı hedefliyoruz. Choose: Tercih etmek, seçmek Sarah chose her words carefully. / Sarah her sözünü dikkatle seçer. Chop: Doğramak, kesmek, azaltmak Add the finely chopped onions. / İnce doğranmış soğan ekleyin. Church: Kilise The procession moved into the church. / Kafile kiliseye hareket etti. How often do you go to church? / Ne sıklıkta kiliseye gidersiniz? Cigarette: Sigara a packet of cigarettes / bir paket sigara Cinema: Sinema I used to go to the cinema every week. / Ben her hafta sinemaya giderdim. Circle: Daire, çember, bir grup insan, kuşatma Draw a circle. / Bir daire çizin. Circumstance: Durum, koşul, şart The company reserves the right to cancel this agreement in certain circumstances. / Şirket bazı durumlarda bu anlaşmayı iptal etme hakkını saklı tutar. Citizen: Vatandaş, yurttaş, hemşehri British citizens living in other parts of the European Union. / Avrupa Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan İngiliz vatandaşları. City: Şehir, kent one of the world’s most beautiful cities. / dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Civil: Sivil, iç civil unrest / iç huzursuzluk civil society / sivil toplum Claim: İddia etmek, talep etmek The singer has denied the magazine’s claim that she is leaving the band. / Şarkıcı derginin gruptan ayrılacağı iddiasını reddetti. Clap: Alkış, alkışlamak Give him a clap! / Ona bir alkış verin. Class: Sınıf, ders We were in the same class at school. / Biz okulda aynı sınıftaydık. I was late for a class. / Ders için geç kaldım. Classic: Klasik, geleneksel, klasik eser, kaliteli English classics such as ‘Alice in Wonderland’ / Alice Harikalar Diyarında gibi İngiliz Klasikleri Classroom: Sınıf, derslik the use of computers in the classroom / derste bilgisayar kullanımı Clean: Temiz, temizlemek Have you cleaned your teeth? / Dişlerini temizledin mi? Clear: Açık, net, temiz, temizlemek Clear up that mess. / Bu pisliği temizleyin. Clearly: Açıkça, anlaşılır biçimde, apaçık, net It’s difficult to see anything clearly in this mirror. / Bu aynada herhangi bir şeyi açıkça görmek zor. Clerk: Katip, katiplik yapmak, tezgahtarlık, memur
an office clerk / bir ofis memuru Clever: Zeki, akıllı, becerikli a clever child / Zeki bir çocuk Click: Tıklamak, tıkırtı, kısa ve keskin bir ses The door closed with a click. / Kapı bir tıkırtı ile kapandı. Client: Müşteri, müvekkil Lawyers must always consider the interests of their clients. / Avukatlar her zaman müvekkillerinin çıkarlarını göz önünde bulundurmalıdır. Climate: İklim, hava, şartlar, çevre the harsh climate of the Arctic regions / Arktik bölgelerin sert iklimi. Climb: Tırmanmak, tırmanış, yükselmek, çıkmak She climbed up the stairs. / O merdivenlerden yukarı çıktı. The car slowly climbed to the hill. / Araba yavaşça tepeye tırmandı. Climbing: Tırmanış, dağcılık a climbing accident / bir tırmanış kazası Clock: Saat It was ten past six by the kitchen clock. / Mutfak saatine göre altıyı on geçiyordu. The clock has stopped. / Saat durdu. Close: Yakın, kapalı, kapatmak She closed the gate behind her. / O, arkasındaki kapıyı kapattı. close meaning of words / kelimelerin yakın anlamı Our new house is close to the school. / Bizim yeni evimiz okula yakın. The two buildings are close each other. / İki bina birbirlerine yakın. Closed: Kapalı Keep the door closed. / Kapıyı kapalı tut. Closet: Dolap, küçük oda, gizli, özel, mahrem, klozet, tuvalet Cloth: Bez, kumaş, örtü bandages made from strips of cloth / kumaş şeritlerden yapılan sargılar Clothes: Giysi, elbise, çamaşır I bought some new clothes for the trip. / Ben yolculuk için biraz yeni elbise satın aldım. Clothing: Giyim, giysi, elbise protective clothing / koruyucu elbise a clothing manufacturer / bir giyim üreticisi Cloud: Bulut The plane was flying in cloud most of the way. / Uçak, yolun çoğunda bulutların içinde uçuyordu. Club: Kulüp a golf club / bir golf kulübü Beşiktaş Gymnastics Club / Beşiktaş Jimnastik Kulübü Coach: Antrenör, koç, çalıştırıcı, antrenman yaptırmak, yolcu otobüsü a football coach / bir futbol antrenörü They went to Italy on a coach tour. / Onlar bir otobüs turu için İtalya’ya gitti. Coal: Kömür I put more coal on the fire. / Ben ateşe daha fazla kömür koydum. Coast: Sahil, kıyı We walked along the coast / Biz sahil boyunca yürüdük. Coat: Ceket, palto, kat I wore my coat / Ben paltomu giydim. Code: Kod, şifre Coffee: Kahve, kahverengi a cup of coffee / bir fincan kahve Coin: Para, madeni para a euro coin / bir euro madeni para Cold: Soğuk cold rooms / soğuk odalar Coldly: Soğukkanlılıkla, sakince Collapse: Çöküş the collapse of law and order in the area / bölgede hukuk ve düzenin çöküşü Colleague: Meslektaş, iş arkadaşı We were friends and colleagues for more than 20 years. / Biz yıldan daha fazla bir süredir arkadaş ve meslektaştık. Collect: Toplamak, biriktirmek, derlemek, ödemeli
We’re collecting signatures for a petition. / Biz bir dilekçe için imza topluyoruz. Collection: Koleksiyon, toplama, derleme The painting comes from his private collection. / Tablo onun kendi özel koleksiyonundan geliyor. College: Üniversite, kolej He got interested in politics when he was in college. / O üniversitedeyken siyasetle ilgilendi. Colour: Renk, boya, renklendirmek He drew a monster and coloured it green. / O bir canava çizdi ve yeşile boyadı. Coloured: Renkli, boyanmış She was wearing a cream-coloured suit. / O krem renkli bir takım elbise giymişti. Column: Kolon, sütun, direk Nelson’s Column in London / Londra’daki Nelson Sütunu Combination: Kombinasyon, birleşim, bileşim What an unusual combination of flavours! / Ne sıradışı bir lezzet kombinasyonu! Combine: Birleştirmek, toplamak, kaynaştırmak, birlik Hydrogen and oxygen combine to form water. / Su oluşturmak için hidrojen ve oksijen birleştirilir. Come: Gelmek, ulaşmak She comes to work by bus. / O otobüsle işe gelir. Come here! / Buraya gel! Comedy: Komedi, güldürü, komik olaylar a romantic comedy / bir romantik komedi Comfortable: Rahat, konforlu, rahatlatıcı These new shoes are not very comfortable. / Bu yeni ayakkabılar çok rahat değil. Comfortably: Rahat, konforlu bir şekilde All the rooms were comfortably furnished. / Bütün odalar konforlu bir şekilde döşenmişti. Comfort: Rahat, konfor, rahatlatmak These tennis shoes are designed for comfort and performance. / Bu tenis ayakkabıları performans ve konfor için tasarlandı. Command: Komuta, kumanda, buyurmak, hakim olmak, emretmek She commanded the release of the prisoners. / O tutsakların serbest bırakılmasını emretti. Comment: Yorum, değerlendirme, yorum yapmak I can comment about their decision. / Ben onların kararı hakkında yorum yapabilirim. Commercial: Ticari, mesleki, reklam the commercial heart of the city / Şehrin ticari merkezi Commission: Komisyon, heyet, görevlendirmek, atamak Commit: İşlemek, suç işlemek, adamak Most crimes were committed by young men. / Suçların çoğu genç adamlar tarafından işlendi. Commitment: Taahhüt, söz vermek Committee: Komite, kurul, komisyon She’s on the management committee. / O yönetim kurulunda. The player was fined by the disciplinary committee. / Oyuncu disiplin kurulu tarafından para cezası ile cezalandırıldı. Common: Ortak, yaygın, genel, halka açık alan, park We went for a walk on the common. / Biz yürüyüş için halka açık alana gittik. Commonly: Yaygın olarak, çoğunlukla, müşterek biçimde, ortak olarak This is one of the most commonly used methods. / Bı yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri. Communicate: İletişim kurmak, haberleşmek They communicated in sign language. / Onlar işaret diliyle iletişim kurdu. Communication: İletişim, haberleşme, bağlantı, irtibat Speech is the fastest method of communication between people. / Konuşma, insanlar arasında iletişimin en hızlı yöntemidir. Community: Topluluk, cemaat, cemiyet ethnic communities / etnik topluluklar Company: Şirket, ortaklık Company profits were 5% lower than last year. / Şirket geçen yıldan % 5 daha az kâr etti. Compare: Karşılaştırmak, kıyaslamak, benzetmek We compared the two reports carefully. / İki raporu dikkatlice karşılaştırdık. Comparison: Karşılaştırma, kıyaslama, mukayese, benzetme
According to Durkheim, comparison was the most important method of analysis in sociology. / Durkheim’e göre, sosyolojide analiz yöntemlerinin en önemlisi karşılaştırmaydı. Compete: Yarışmak, rekabet etmek We can’t compete with them on price. / Biz fiyatta onlarla rekabet edemeyiz. Competition: Yarışma, rekabet, çekişme There is now intense competition between schools to attract students. / Şimdi okullarda öğrencileri çekmek için yoğun bir rekabet var. Competitive: Rekabetçi, yarışçı We need to work harder to remain competitive with other companies. / Diğer şirketlerle rekabetçiliğimizi sürdürmek için sıkı çalışmaya ihtiyacımız var. Complain: Şikayet etmek, yakınmak She never complains, but she’s obviously exhausted. / O, asla şikayet etmez ama belli ki yorulmuş. Complaint: Şikayet I’d like to make a complaint about the noise. / Ben gürültü hakkında bir şikayette bulunmak istiyorum. Complete: Tamamlamak, doldurmak, bitirmek The project should be completed within a year. / Proje bir yıl içinde tamamlanmış olmalıdır. Completely: Tamamen, tam olarak The explosion completely destroyed the building. / Patlama binayı tamamen yıktı. Complex: Karmaşık the complex structure of the human brain / insan beyninin karmaşık yapısı Complicate: Zorlaştırmak, karıştırmak, içinden çıkılmaz hale getirmek The issue is complicated beacuse the fact that a vital document is missing. / Mesele hayati bir belgenin eksik olması nedeniyle zorlaştı. Complicated: Karmaşık, çetrefilli The instructions look very complicated. / Talimatlar çok karmaşık görünüyor. Computer: Bilgisayar Our sales information is processed by computer. / Bizim satış bilgilerimiz bilgisayar tarafından işlenir. Concentrate: Yoğunlaşmak, yoğunlaştırmak, yoğun madde I decided to concentrate all my efforts on finding somewhere to live. / Ben bütün çabamı yaşamak için bir yer bulmak için yoğunlaştırmaya karar verdim. Concentration: Konsantrasyon, odaklanma, yoğunlaşma Tiredness affects your power of concentration. / Yorgunluk konsantrasyon gücünüzü etkiler. Concept: Kavram, fikir, görüş, mefhum He can’t grasp the basic concepts of mathematics. / O matematiğin temel kavramlarını idrak edemez. Concern: Endişe, ilgi, merak Don’t hesitate to ask if you have any queries or concerns about this work. / Bu çalışma hakkında herhangi bir endişeniz veya sorunuz varsa sormaktan çekinmeyin. Concerned: İlgili, endişeli Concerned parents held a meeting. / İlgili ebeveynler bir toplantı düzenledi. Concerning: İlgili He asked several questions concerning the future of the company. / O, şirketin geleceği ile ilgili birkaç soru sordu. Concert: Konser They’re in concert at Wembley Arena. / Onlar Wembley Arena’daki konserde. Conclude: Sonuçlandırmak, sona ermek, bitirmek, sonuç çıkarmak, karara varmak The programme concluded with Stravinsky’s ‘Rite of Spring’. / Program Stravinsky’nin ‘Bahar Ayini’ ile sona erdi. Conclusion: Sonuç, karar, netice The conclusion of the book was disappointing. / Kitabın sonucu hayal kırıklığıydı. Concrete: Beton, somut a slab of concrete / bir beton levha Condition: Durum, koşul, şart The house is in a generally poor condition. / Ev genel olarak kötü bir durumda. Conduct: Davranış, idare, yönetmek, iletmek improving standards of training and professional conduct / eğitim ve mesleki davranış gelişme standartları Conference: Konferans, toplantı, kongre The hotel is used for exhibitions, conferences and social events. / Otel sergiler, konferanslar ve sosyal etkinlikler için kullanılır. Confidence: Güven, kendine güven, özgüven
A fall in unemployment will help to restore consumer confidence. / İşsizlikteki düşüş tüketici güvenin eski haline getirmeye yardımcı olacaktır. He answered the questions with confidence. / O, özgüvenle soruları cevapladı. Confident: Emin, güvenli, kendine güvenen, kendinden emin She was in a relaxed, confident mood. / O, rahat, kendinden emin bir ruh hali içindeydi. Confine: Sınırlamak, hapsetmek She was confined to bed with the flu. / O, grip ile yatağa hapsoldu. Confined: Sınırlandırılmış, hapsedilmiş Confirm: Onaylamak, doğrulamak, tasdik etmek His guilty expression confirmed my suspicions. / Onun suçluluk ifadesi benim şüphelerimi doğruladı. Conflict: Çatışma, anlaşmazlık, savaş, çekişme, bağdaşmamak These results conflict with earlier findings. / Bu sonuçlar ilk bulgularla bağdaşmıyor. Confront: Karşı koymak, karşı karşıya kalmak, yüzleştirmek, karşılaştırmak He confronted her with a choice between her career or their relationship. / Kariyeri ve ilişkisi arasındaki bir tercih ile karşı karşıya kaldı. Confuse: Şaşırtmak, karıştırmak, kafasını karıştırmak People often confuse me and my twin sister. / İnsanlar sık sık benimle ikiz kardeşimi karıştırır. Confused: Şaşkın, kafası karışmış People are confused about all the different labels on food these days. / İnsanlar bugünlerde yiyeceklerdeki farklı etiketlerden dolayı şaşkın. Confusing: Kafa karıştırıcı, şaşırtıcı The instructions on the box are very confusing. / Kutudaki talimatlar çok kafa karıştırıcı. a very confusing experience / Çok şaşırtıcı bir deneyim Confusion: Karışıklık, kargaşa, şaşkınlık, keşmekeş He looked at me in confusion and did not answer the question. / O, şaşkınlık içinde bana baktı ve soruya cevap vermedi. Congratulate: Tebrik etmek, kutlamak I congratulated them all. Because they were very succesful / Ben onların hepsini tebrik ettim. Çünkü onlar çok başarılıydı. Congratulation: Kutlama, tebrik Congratulations on your exam results! / Sınav sonuçlar için tebrikler! Congress: Kongre, toplantı, meclis Congress will vote on the proposals tomorrow. / Meclis yarın önerileri oylayacak. Connect: Bağlamak, birleştirmek The towns are connected by train and bus services. / Kasabalar tren ve otobüs servisleri ile bağlanır. Connected: Bağlı, ilgili, ilişkili, birleşik The two issues are closely connected. / Bu konular yakından ilgili. Connection: Bağlantı, bağ, ilişki Scientists have established a connection between cholesterol levels and heart disease. / Bilim adamları kolesterol ve kalp hastalığı arasında bir bağlantı kurdu. Conscious: Bilinçli She’s very conscious of the problems involved. / O problemlerle ilgili çok bilinçli. Consequence: Sonuç, netice, önem Have you considered the possible consequences? / Olası sonuçları düşündünüz mü? Conservative: Tutucu, muhafazakar, sağcı Her style of dress was never conservative. / Onun giyim tarzı hiç muhafazakar değildi. Considerable: Önemli, dikkate değer, önemli ölçüde, hayli The project wasted a considerable amount of time and money. / Proje önemli ölçüde para ve zaman israfıydı. Considerably: Dikkate değer ölçüde, önemli, çok Interest rates on bank loans have increased considerably in recent years. / Banka kredilerindeki faiz oranları son yıllarda dikkate değer ölçüde arttı. Consideration: Düşünme, önem, bedel After a few moments’ consideration, he began to speak. / Bir kaç dakika düşündükten sonra konuşmaya başladı. Consider: Düşünmek, dikkate almak I’d like some time to consider. / Düşünmek için biraz zaman istiyorum. Consist: Oluşmak, meydana gelmek The committee consists of ten members. / Komite on üyeden oluşur. Constant: Sabit, sürekli, daimi constant interruptions / sürekli kesintiler Babies need constant attention. / Bebekler sürekli ilgiye ihtiyaç duyar. Constantly: Sürekli, sık sık
Fashion is constantly changing. / Moda sürekli değişiyor. Heat the sauce, stirring constantly. / Sürekli karıştırarak sosu ısıtın. Construct: İnşa etmek, kurmak, oluşturmak When was the bridge constructed? / Köprü ne zaman inşa edildi? Construction: İnşaat Work has begun on the construction of the new airport. / Yeni havalimanının inşaatında çalışma başladı. Consult: Danışmak, başvurmak If the pain continues, consult your doctor. / Ağrı devam ederse doktorunuza danışın. Have you consulted your lawyer about this issue? / Bu konu hakkında avukatınıza danıştınız mı? Consumer: Tüketici, alıcı Tax cuts will boost consumer confidence. / Vergi indirimleri tüketici güvenini arttıracak. Contact: Temas, bağlantı, irtibat kurmak, temasa geçmek I’ve been trying to contact you all day. / Ben bütün gün sizinle iletişime geçmek için çalışıyorum. Contain: İçermek, tutmak, kapsamak, ihtiva etmek This drink doesn’t contain any alcohol. / Bu içecek hiç alkol içermez. Container: Konteyner, kap Food will protect longer if kept in an airtight container. / Hava geçirmez bir kapta tutulursa, yiyecek daha uzun süre korunacaktır. a container ship / bir konteyner gemisi Contemporary: Çağdaş, modern, günümüze ait, akran He was contemporary with the dramatist Congreve. / O oyun yazarı Congreve ile çağdaştı. Content: İçerik, kapsam, memnun, hoşnut He tipped the contents of the bag onto the table. / O, masanın üzerindeki çantanın içindekileri döktü. Fire has caused severe damage to the contents of the building. / Yangın binanın içinde ciddi zarara neden oldu. Contest: Yarışma, rekabet a singing contest / bir şarkı yarışması Context: Bağlam, durum, şartlar You should be able to guess the meaning of the word from the context. / Bağlamdan kelimenin anlamını tahmin edebilmelisiniz. Continent: Kıta the continent of Africa / Afrika kıtası Continue: Devam etmek, sürdürmek The exhibition will continue until 25 July. / Sergi 25 Temmuz’a kadar devam edecek. Continuous: Sürekli, devamlı You will see a continuous improvement in your health if you left smoking / Sigara içmeyi bırakırsanız, sağlığınızdaki sürekli iyileşmeyi göreceksiniz. Contract: Sözleşme, anlaşma, daraltmak The universe is expanding rather than contracting. / Evren daralmaktan ziyade genişliyor. The player is contracted to play until August. / Oyuncu Ağustos’a kadar oynamak için anlaştı. Contrast: Kontrast, karşılaştırmak, tezat, çelişki Her actions contrasted with her promises. / Onun hareketleri sözleri ile çelişkili. Contrasting: Çok farklı, zıt, kontrast bright, contrasting colours / parlak, zıt renkler Contribute: Katkıda bulunmak, bağış yapmak We contributed £5000 to the earthquake fund. / Biz deprem fonuna 5000 sterlin katkıda bulunduk. Contribution: Katkı, destek, yardım All contributions will be gratefully received. / Bütün katkılar memnuniyetle kabul edilecektir. Control: Kontrol, denetim, hakimiyet The whole territory is controlled by the army. / Bütün bölge ordu tarafından kontrol ediliyor. Can’t you control your children? / Sen çocuklarını kontrol edebilir misin? Convenient: Uygun, elverişli, kullanışlı A bicycle is usually more convenient than a car in towns. / Bisiklet kasabada genellikle arabadan daha kullanışlıdır. Conventional: Geleneksel You can use a microwave or cook it in a conventional oven. / Mikrodalga fırın kullanabilir ya da geleneksel fırında pişirebilirsiniz. Convention: Kongre, toplantı, düzen, geleneksel yöntem social conventions / sosyal toplantılar Conversation: Konuşma, görüşme, sohbet
The main topic of conversation was the likely outcome of the election. / Sohbetin ana konusu seçimin muhtemel sonucuydu. Convert: Dönüştürmek, çevirmek, değiştirmek Hot water is converted to electricity by a turbine. / Sıcak su bir türbin aracılığıyla elektriğe dönüştürüldü. Convince: İkna etmek, inandırmak I’ve been trying to convince him to see a doctor. / Onu bir doktora görünmesi için ikna etmeye çalışıyorum. Cook: Pişirmek, yemek yapmak, aşçı John is a very good cook / John çok iyi bir aşçıdır. She was employed as a cook in a hotel. / O bir otelde aşçı olarak istihdam edildi. Cooker: Ocak, tencere, fırın, pişirme kabı an electric cooker / bir elektrikli ocak Cookie: Kurabiye, bisküvi, çörek Cooking: Yemek pişirme, pişirme, aşçılık, yemek The restaurant offers traditional home cooking. / Restoran geleneksel ev yemekleri sunuyor. Cool: Serin, soğuk, serinletmek, sakinleşmek I think we should wait until tempers have cooled. / Bence sakinleşene kadar beklemeliyiz. Cope: Başa çıkmak, uğraşmak, üstesinden gelmek Desert plants are adapted to cope with extreme heat. / Çöl bitkileri aşırı ısı ile başa çıkmak için uyarlanmıştır. Copy: Kopya, Kopyalamak, nüsha, çoğaltmak Everything in the computer’s memory can be copied onto DVDs. / Bilgisayarın belleğindeki her şey DVDlere kopyalanabilir. Core: Çekirdek, göbek, merkez the earth’s core / dünyanın çekirdeği Corner: Köşe, köşede, köşeye sıkıştırmak, köşe vuruşu Write your address in the top right-hand corner of the letter. / Mektubun sağ üst köşesine adresinizi yazın. I hit my knee on the corner of the table. / Dizimi masanın köşesine vurdum. Correct: Doğru, hatasız, uygun, düzeltmek, doğrulamak Their eyesight can be corrected in just a few minutes by the use of a laser. / Onlar görme yeteneği bir lazer kullanılarak sadece bir kaç dakika içinde düzeltilebilir. Answered all the questions correctly. / Bütün sorular doğru şekilde cevaplandı. Cost: Maliyet, fiyat I didn’t get it because it cost too much. / Ben fiyatı çok fazla olduğu için onu almadım. Tickets cost ten dollars each. / Her bir biletin maliyeti on dolar. Cottage: Kulübe, kır evi a holiday cottage / bir tatil kulübesi Cotton: Pamuk, pamuklu Use a cotton ball to apply the lotion. / Losyon uygulamak için bir top pamuk kullanın. Cough: Öksürük She gave a little cough to attract my attention. / O benim dikkatimi çekmek için biraz öksürdü. Could: Can’in geçmiş hali, -ebilidir, -ebilmek, -ebileceği I couldn’t hear what they were saying. / Ben onların söylediklerini duyamadım. Could I use your phone, please? / Senin telefonunu kullanabilir miyim? Council: Konsey, meclis, kurul In Britain, the Arts Council gives grants to theatres. / İngilte’de Sanat Konseyi tiyatrolara hibe verir. Count: Saymak Billy can’t count yet. / Billy henüz sayamıyor. Counter: Karşı, ters, aykırı, tezgah, gişe, sayaç You need to reset the counter. / Sayacınızı sıfırlamanız gerekir. Country: Ülke, memleket leading industrial countries / önde gelen sanayileşmiş ülkeler Countryside: Kırsal bölge The surrounding countryside is windswept and rocky. / Kırsal bölgenin çevresi rüzgarlı ve kayalık. County: İlçe, yerel yönetim bölgesi county boundaries / ilçe sınırları Couple: İki, birkaç, çift, eş, karı-koca, birleştirmek, bağlamak, çiftleşmek We went there a couple of years ago. / Biz bir kaç yıl önce oraya gittik. The couple were married in 2006. / Çift 2006’da evlendi. Courage: Cesaret He showed great courage and determination. / O büyük cesaret ve kararlılık gösterdi.
Course: Kurs, seyir, rota, yön, koşmak a two-year postgraduate course leading to a master’s degree / İki yıllık lisansüstü kurs yüksek lisans derecesini sağlıyor. Court: Mahkeme, kort (tenis oynanan alan), saray Her lawyer made a statement outside the court. / Onun avukatı mahkeme dışında bir açıklama yaptı. Cousin: Kuzen She’s my cousin. / O, benim kuzenim. Cover: Kapak, örtü, kapatmak, örtmek a cushion cover / bir yastık örtüsü Covered: Kapalı, kaplı, örtülü, kapanmış The walls were covered with pictures. / Duvarlar resimlerle kaplıydı. Covering: Kaplama, örtü He pulled the plastic covering off the dead body. / Ölünün üzerine plastik örtü çekti. Cow: İnek, büyük dişi hayvan Cow eats grass / İnek ot yer. Crack: Çatlak, çatlama, çatırtı Cracks began to appear in the walls. / Çatlaklar duvarlarda görünmeye başladı. Cracked: Kırık, çatlak cracked plates / çatlak tabaklar Craft: Zanaat, sanat, beceri, hüner, gemi Crash: Kaza, gürültü, çarpmak, batmak, parçalanmak A truck went out of control and crashed into the back of a bus. / Bir kamyon kontrolden çıktı ve otobüsün arkasına çarptı. Crazy: Deli, çılgın, çıldırmış, aptal, mecnun What a crazy idea! / Ne çılgın bir fikir! Cream: Krem, kaymak, kremalı a cream linen suit / bir krem keten takım elbise Create: Oluşturmak, yaratmak Scientists were disagree about how the universe was created. / Bilim adamları evrenin nasıl yaratıldığı hakkında anlaşamadı. Creature: Yaratık, varlık, yaratılmış She was an exotic creature with long red hair and brilliant green eyes. / O, kırmızı uzun saçı ve parlak yeşil gözleri ile egzotik bir yaratıktı. Credit Card: Kredi kartı All credit cards are accepted at our hotels. / Bizim otellerimizde tüm kredi kartları kabul edilir. Credit: Kredi, alacak, itibar, kredi vermek a credit agreement / bir kredi anlaşması The bank refused further credit to the company. / Banka şirkete daha fazla kredi vermeyi reddetti. Crime: Suç, cezalandırmak the connection between drugs and organized crime / Uyuşturucu ve organize suçlar arasındaki bağlantı Criminal: Suçlu, ceza Crisis: Kriz, buhran, bunalım We provide help to families in crisis situations. / Biz kriz durumlarındaki ailelere yardım sağlarız. Crisp: Gevrek, sert, kıtır kıtır, canlı, kuru The air was crisp and clear and the sky was blue. / Hava kuru ve açıktı ve gökyüzü maviydi. Criterion: Kriter, ölçüt The main criterion is value for money. / Ana kriter paranın miktarıdır. Critical: Kritik, ciddi, hassas, önemli, eleştirici a critical moment in our country’s history / Ülkemizin tarihinde kritik bir an. Criticism: Eleştiri, tenkit, kınama People in public life must always be open to criticism / Kamusal yaşamdan insanlar daima eleştiriye açık olmalıdır. Criticize: Eleştirmek, değerlendirmek The decision was criticized by environmental groups. / Karar çevre grupları tarafından eleştirildi. Crop: Ürün, mahsül, kısa saç stili Sugar is an important crop on the island. / Şeker adada önemli bir üründür Cross: Çapraz, karşıya geçmek, kesişen, geçmek They crossed the finishing line together . / Birlikte bitiş çizgisini geçtiler. Crowd: Kalabalık, topluluk, yığın
Police had to break up the crowd. / Polis kalabalığı dağıtmak zorunda kaldı. Crowded: Kalabalık, sıkışık, dolu London was very crowded. / Londra çok kalabalıktı. Crown: Taç, hükümdarlık, taht, taç giydirmek, süslemek Crucial: Çok önemli, zor, kritik The next few weeks are going to be crucial. / Önümüzdeki birkaç hafta çok önemli olacak. Cruel: Zalim, acımasız, gaddar, merhametsiz, korkunç I can’t stand with people who are cruel to animals. / Ben hayvanlara karşı zalim insanlarla duramam. Cry: Ağlamak, haykırmak, çoğlık, bağırmak, çığlık atmak Her suicide attempt was really a cry for help. / Onun intihar girişimi gerçekten bir yardım haykırışıydı. Cultural: Kültürel Ottoman’s cultural heritage / Osmanlının kültürel mirası Culture: Kültür Istanbul is a beautiful city full of culture and history. / İstanbul tarih ve kültür dolu güzel bir şehirdir. Cupboard: Dolap kitchen cupboards / mutfak dolapları Cup: Fincan, bardak, kupa Would you like a cup of tea? / Bir fincan çay ister misiniz? Curb: Frenlemek, sınırlamak, zaptetmek curbs on government spending / hükümet harcamaları üzerinde sınırlandırmalar Cure: Tedavi, iyileştirmek Doctors cannot effect a cure if the disease has spread too far. / Hastalık çok fazla yayılırsa doktorlar tedaviyi etkileyemez. The cure took six weeks. / Tedavi altı hafta sürdü. Curious: Meraklı, tuhaf, ilginç, acayip They were very curious about the people who lived upstairs. / Onlar üst katta yaşayan insanlar hakkında çok meraklıydı. Curl: Kıvırmak, bükmek, kıvırma, bükle, lüle The baby had dark eyes and dark curls. / Bebeğin gözleri ve koyu bukleleri vardı. Curly: Kıvırcık, bukleli I wish my hair was curly. / Keşke saçım kıvırcık olsaydı. Current: Akım, akıntı, geçerli, bugünkü He swam against a strong current. O, güçlü bir akıntıya karşı yüzdü. Currently: Şu anda, bugünlerde, halen The hourly charge is currently £35. / Şu anda saatlik ücret 35 sterlindir. Curtain: Perde, bölme, perdeyi kapatmak, perdelemek a shower curtain / bir duş perdesi We left just before from the final curtain. / Final perdesinden az önce ayrıldık. Curve: Eğri, kavis, viraj, eğmek, bükülmek The road curved around the bay. / Körfez boyunca yol virajlı. Custom: Gelenek, görenek, adet, töre, ısmarlama, sipariş üzerine yapılmış the custom of giving presents at birthday / Doğum gününde hediye verme geleneği. Customer: Müşteri, alıcı The firm has excellent customer relations. / Firmanın müşteri ilişkileri mükemmeldir. Customs: Gümrük, gelenekler a customs officer / Bir gümrük memuru. Cut: Kesmek, kesim, kesik Blood poured from the deep cut on his arm. / Kolundaki derin kesikten kan döküldü. Cycle: Devir, bisiklet, devir yaptırmak, bisiklete binmek I usually cycle home through the park. / Ben genellikle park içinden eve bisiklet sürerim. Cycling: Bisiklete binme Cycling is Europe’s second most popular sport. / Bisiklete binme Avrupanın ikinci en popüler sporudur Dad: Baba, babacığım Do you live with your mum or your dad? / Anneniz ve babanız ile mi yaşıyorsunuz? Daily: Günlük Invoices are signed on a daily basis. / Faturalar günlük olarak imzalanır. Damage: Zarar, hasar, zarar vermek, hasar vermek Several vehicles were damaged in the crash. / Birkaç araç kazada hasar gördü. Smoking seriously damages your health. / Sigara, sağlığınıza ciddi zararlar verir. Damp: Nem, rutubet, nemli, rutubetli
The cottage was cold and damp. / Kulübe soğuk ve nemliydi. Dance: Dans, dans etmek Do you want to dance? / Dans etmek ister misiniz? Dancer: Dansçı, dansöz She’s a fantastic dancer. / O harika bir dansçı. Dancing: Dans etme, oynama, dans There was music and dancing till two in the morning. / Sabah ikiye kadar müzik ve dans vardı. Danger: Tehlike, tehdit Children’s lives are in danger every time they cross this road. / Bu yoldan geçen çocukların hayatları her zaman tehlikede. Dangerous: Tehlikeli The situation is highly dangerous. / Durum son derece tehlikeli. Dare: Cesaret etmek, meydan okumak, kalkışmak How dare you talk to me like that? / Bana böyle konuşmaya nasıl cesaret ederisiniz? Dark: Karanlık, koyu Are the children afraid of the dark? / Çocuklar karanlıktan korkar mı? Data: Veri, bilgi This data was collected from 69 countries. / Bu bilgi 69 ülkeden toplandı. Date: Tarih, tarih atmak, flört, çıkmak Thank you for your letter dated 24th March. / 24 Mart tarihli mektubun için teşekkür ederim. Daughter: Kız, kız evlat, bağ, ilişki We have two sons and a daughter. / Bizim iki oğlumuz ve bir kızımız var. Day: Gün, gündüz I saw Tom three days ago. / Ben üç gün önce Tom’u gördüm. Dead: Ölü, ölmüş He was shot dead by a gunman outside his home. / O, evinin önünde silahlı bir kişi tarafından vurularak öldürüldü. Deaf: Sağır, işitme engelli, duyarsız She was born deaf. / O, işitme engelli doğdu. Deal: Çok, iş anlaşması, pazarlık, ele almak, değinmek They spent a great deal of money. / Onlar muazzam çoklukta para harcadı. Dear: Sevgili, değerli, aziz, içtenlikle, sevilen kimse He’s one of my dearest friends. / O benim en değerli arkadaşlarımdan biri. Death: Ölüm the anniversary of his wife’s death / onun karısının ölüm yıl dönümü Debate: Tartışma, müzakere, tartışmak, danışmak We’re debating whether or not to go skiing this winter. / Biz bu kış kayağa gidip gitmeyeceğimizi tartışıyortuz. Debt: Borç, borçlu olma I need to pay off all my debts before I leave the country. / Ben ülkeyi terk etmeden önce tüm borçlarımı ödemeliyim. Decade: On yıl I saw him decade ago. / Ben onu on yıl önce gördüm. Decay: Çürüme, bozulma decaying city areas / çürüyen şehir alanları December: Aralık December the 12th and last month of the year. / Aralık yılın 12. ve son ayıdır. Decide: Karar vermek, kararlaştırmak, sonuca varmak It was difficult to decide between the two candidates. / Bu iki aday arasında karar vermek zor oldu. Decision: Karar He is really bad at making decisions. / O, karar almada gerçekten kötüdür. We finally reached a decision. / Biz sonunda bir karar vardık. Declare: Bildirmek, açıklamak, beyan etmek, ilan etmek Germany declared war on France on 1 August 1914. / Almanya 1 Ağustos 1914’te Fransa’ya savaş ilan etti. Decline: Düşüş, gerileme, azalma, geri çevirmek She declined a second glass of wine and called for a taxi. / Onlar ikinci bardak şarabı geri çevirdi ve bir taksi çağırdı. Decorate: Süslemek, dekore etmek They decorated the room with flowers and balloons. / Onlar odayı çiçekler ve balonlar ile süsledi. Decoration: Dekorasyon, süsleme the elaborate decoration on the carved wooden door / oyma ahşap kapı üzerinde özenli dekorasyon Decorative: Dekoratif, süsleyici purely decorative arches / tamamen dekoratif kemerler
Decrease: Azalma, düşüş, azaltmak, küçültmek There has been some decrease in military spending this year. / Bu yıl askeri harcamalarda biraz düşüş olmuştur. Deep: Derin Dig deeper! / Daha derin kaz! Deeply: Derinden, çok, son derece She is deeply religious. / O son derece dindar. Defeat: Yenilgi, mağlubiyet, engellemek, yenmek The party faces defeat in the election. / Parti seçimlerde yenilgi ile karşı karşıya. Defence: Savunma, koruma The harbour’s sea defences are in poor condition. / Limanın deniz savunması kötü durum içinde. Defend: Savunmak, korumak The male ape defends his females from other males. / Erkek maymun dişi maymununu diğer erkeklerden korur. Define: Tanımlamak, belirlemek, tarif etmek Life imprisonment is defined as 60 years under state law. / Ömür boyu hapis devlet yasalarına göre 60 yıl olarak tanımlanır. Definite: Kesin, belirli, açık Can you give me a definite answer until tomorrow? / Yarına kadar bana kesin bir cevap verebilir misiniz? Definitely: Kesinlikle, kesin olarak The date of the move has not been definitely decided yet / Hareket tarihi henüz kesin olarak kararlaştırılmamıştır. Definition: Tanım, tanımlama, açıklama, tarif What’s your definition of happiness? / Sizin mutluluk tanımınız nedir? Degree: Derece, aşama, lisans, diploma an angle of ninety degrees / doksan derecelik bir açı Water freezes at 32 degrees Fahrenheit (32°F) or zero/nought degrees Celsius (0°C). / Su 32 Fahrenayt derece veya 0 santigrat derecede donar. Delay: Gecikme, ertelemek, geciktirmek He delayed telling her the news, waiting for the right moment. / Ona haberleri söylemeyi erteledi, doğru an için bekliyor. Deliberate: Kasıtlı, bilerek, planlanmış, ağır She spoke in a slow and deliberate way. Delicate: Hassas, narin The eye is one of the most delicate organs of the body. / Gözler vücudun en hassas organlarından biridir. Babies have very delicate skin. / Bebekler çok narin cilde sahiptir. Delight: Zevk, keyif, sevinç, sevindirmek, hoşnut etmek This news will delight his fans all over the world. / Bu haberler onun tüm dünyadaki hayranlarını sevindirecek. Delighted: Memnun, keyifli, hoşnut, sevinmek She was delighted by/at the news of the wedding. / O düğün haberlerine sevindi. Deliver: Teslim etmek, dağıtmak, vermek, iletmek Leaflets have been delivered to every house. / Broşürler her eve teslim edildi. Delivery: Teslim Last 28 days for delivery. / Teslimat için son 28 gün. Demand: Talep, istek, talep etmek, istemek I demand to see the manager. / Ben yöneticiyi görmek istiyorum. She demanded an immediate explanation. / O hemen bir açıklama talep etti. Demonstrate: Göstermek, kanıtlamak These results demonstrate convincingly that our campaign is working. / Bu sonuçlar kampanya çalışmamızın ikna edici olduğunu gösteriyor. Dentist: Dişçi, diş doktoru I went to dentist because my teeth decaying. / Dişlerim çürüdüğü için diş doktoruna gittim. Deny: Reddetmek, yadsımak, yalanlamak, inkar etmek The department denies responsibility for what occurred. / Bölüm yaşananların sorumluluğunu reddediyor. Department: Bölüm, departman, bakanlık the English department / İngilizce bölümü Departure: Gidiş, kalkış, ayrılış Flights should be confirmed 48 hours before departure. / Uçuşlar kalkıştan 48 saat önce teyit edilmelidir. Depend: Bağlı, bağlı olmak, güvenmek Deposit: Koymak, yatırmak Millions were deposited in Swiss bank accounts. / Milyonlar İsviçreli banka hesaplarına yatırıldı. Depress: Moralini bozmak, bastırmak, sıkmak
Wet weather always depresses me. / Yağışlı hava daima beni sıkar. Depressed: Bunalımlı, depresif, kederli, bastırılmış, çok üzgün Depressed mood / Depresif ruh hali Depressing: İç karartıcı, moral bozucu Looking for a job these days can be very depressing. / Bugünlerde bir iş bakmak çok moral bozucu olabilir. Depth: Derinlik, dip What’s the depth of the water here? / Burada suyun derinliği nedir? Derive: Türetmek, çıkarmak The word ‘politics’ is derived from a Greek word meaning ‘city’. / Politika kelimesi Yunanca şehir anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. Describe: Tanımlamak, anlatmak, betimlemek, açıklamak The current political situation in Vietnam is described in chapter 8. / Vietnam’daki mevcut siyasi durum bölüm 8’de açıklanmıştır. Jim was described by his colleagues as ‘unusual’. / Jim arkadaşları tarafından sıra dışı olarak tanımlandı. Description: Tanımlama, tarif, betimleme general description of the software / yazılımın genel tanımı Desert: Çöl, bozkır, terk etmek She was deserted by her husband. / O kocası tarafından terk edildi. Finding of water very difficult in desert. / Çölde su bulmak çok zor. Deserted: Issız, terk edilmiş, tenha The office was completely deserted. / Ofis tamamen terk edilmişti. Deserve: Hak etmek, layık olmak They didn’t deserve to win. / Onlar kazanmayı hak etmedi. Design: Dizayn, tasarı, tasarlamak, dizayn etmek He designed and built his own house. / O kendi evini tasarladı ve inşa etti. Desire: Arzu, istek We all desire health and happiness. / Hepimiz sağlık ve mutluluk isteriz. Desk: Masa, sıra, resepsiyon, büro Desks were very beautiful designed. / Masalar çok güzel tasarlanmış. Desperate: Umutsuz, çaresiz Somewhere out there was a desperate man, cold, hungry, hunted. / Dışarda bir yerlerde üşümüş, aç ve avlanan umutsuz bir adam vardı. Despite: Rağmen, karşın Her voice was shaking despite all her efforts to control it. / Tüm kontrol çabalarına rağmen sesi titriyordu. Destroy: Yıkmak, mahvetmek, yok etmek, harap etmek, imha etmek They’ve destroyed all the evidence. / Onlar bütün kanıtları imha etti. You have destroyed my hopes of happiness. / Sen benim mutluluk umutlarımı yıktın. Destruction: İmha, tahrip, tahribat, yıkma weapons of mass destruction / kitle imha silahları Detail: Detay, ayrıntı, detayına girmek This issue will be discussed in more detail in the next chapter. / Bu konu sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alınacaktır. Determination: Belirleme, tespit, karar factors influencing the determination of future policy / gelecek politikasının belirlenmesini etkileyen faktörler Determined: Kararlı, azimli I’m determined to succeed. / Ben başarılı olmak için kararlıyım. Develop: Geliştirmek, gelişmek The child is developing normally. / Çocuk normal bir şekilde gelişiyor. The company develops and markets new software. / Şirket yeni yazılım geliştirmekte ve pazarlamaktadır. Development: Gelişme, ilerleme a baby’s development in the womb / Anne karnındaki bir bebeğin gelişimi Device: Cihaz, alet, makine the world’s first atomic device / Dünyanın ilk atom cihazı Devoted: Sadık, özverili They are devoted to their children. / Onlar çocuklarına karşı özverilidir. Devote: Adamak, tahsis etmek She devoted herself to her career. / O, kendini kariyerine adadı. Diagram: Diyagram, şema The results are shown in diagram 2. / Sonuçlar şema 2’de gösterilir.
Diamond: Elmas, pırlanta The lights shone like diamonds. / Işıklar elmas gibi parlıyordu. Diary: Günlük, hatıra defteri The writer’s letters and diaries will publish next year. / Yazarın mektupları ve günlükleri gelecek yıl yayımlanacak. Dictionary: Sözlük a Turkish-English dictionary / bir Türkçe-İngilizce sözlük Die: Ölmek Her husband died suddenly last week. / Onun kocası geçen hafta aniden öldü. Diet: Diyet, rejim, perhiz, rejim yapmak a healthy, balanced diet / sağlıklı, dengeli bir diyet I’m doing a diet to lose weight / Ben zayıflamak için diyet yapıyorum. Difference: Fark, ayrım There are no significant differences between the education systems of the two countries. / İki ülkenin eğitim sistemi arasında önemli farklılıklar yok. Different: Farklı, çeşitli American English is significantly different from British English. / Amerikan İngilizcesi, İngiliz İngilizcesinden önemli ölçüde farklıdır. Difficult: Zor, güç, çetin It’s really difficult to read your writing. / Yazınızı okumak gerçekten zor. Difficulty: Zorluk, güçlük, sıkıntı children with severe learning difficulties / ciddi öğrenme güçlüğü olan çocuklar Dig: Kazmak, kazı They dug deeper but still found nothing. / Onlar daha derin kazdı. Fakat hâlâ hiçbir şey bulunamadı. Dinner: Akşam yemeği What time do you serve dinner?/ Akşam yemeği servisiniz ne zaman? Direct: Doğrudan, direkt, yönlendirmek, yönetmek, kontrol etmek A new manager has been appointed to direct the project. / Projeyi yönetmek için yeni bir yönetici atanmıştır. Direction: Talimat, yön, yönetim, istikamet The aircraft was flying in a northerly direction. / Uçak kuzey yönüne uçuyordu. Directly: Doğrudan doğruya, direkt olarak, doğruca He drove her directly to her hotel. / Onu doğruca otele götürdü. Director: Yönetmen, müdür, yönetici He’s on the board of directors. / O, yöneticiler kurulandadır. Dirt: Kir, pislik, çamur His clothes were covered with dirt. / Onun elbiseleri kirle kaplıydı. Dirty: Kirli, pis, edepsiz, kirletmek a dirty brown carpet / kirli kahverengi bir halı Disabled: Özürlü, engelli, sakat He was born disabled. / O, engelli doğdu. Disadvantage: Dezavantaj, zarar, aleyhte durum One major disadvantage of the area is the lack of public transport. / Bölgenin önemli bir dezavantajı toplu taşıma eksikliğidir. Disagree: Uyuşmamak, anlaşamamak, katılmıyorum Even friends disagree sometimes. / Arkadaşlar bile bazen anlaşamaz. Disagreement: Anlaşmazlık, uyuşmazlık, ihtilaf There is disagreement among archaeologists about age of the sculpture. / Heykelin yaşı hakkında arkeologlar harasında bir anlaşmazlık var. Disappear: Gözden kaybolmak, kaybolmak The plane disappeared behind of a cloud. / Uçak bir bulutun arkasında kayboldu. Disappoint: Hayal kırıklığına uğratmak I hate to disappoint you, but I’m just not interested. / Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama şimdi ilgilenmiyorum. Disappointed: Hayal kırıklığına uğramış, kırgın They were bitterly disappointed at the result of the game. / Onlar oyunun sonucunda acı bir şekilde hayal kırıklığına uğradılar. Disappointing: Hayal kırıklığı The outcome of the court case was disappointing for the family involved. / Dava sonucu ilgili aile için hayal kırıklığıydı. Disappointment: Hayal kırıklığı, hüsran Book early for the show to avoid disappointment. / Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın. Disapproval: Onaylamama, reddetme
disapproval of his methods / onun onaylanmayan yöntemleri Disaster: Felaket, facia Thousands people died in the disaster. / Binlerce insan felakette öldü. Disc: Disk, cd This recording is available online or on disc. / Bu kayıt online veya disk üzerinde mevcuttur. Discipline: Disiplin, bilim dalı Her determination and discipline were admirable. / Onun kararlılığı ve disiplini takdire değerdi. Discount: İndirim, iskonto They’re offering a 10% discount on all sofas this month. / Onlar bu ay bütün kanepelerde % 10 indirim sunuyor. Discover: Keşfetmek, bulmak Scientists are working to discover a cure for AIDS. / Bilim adamları AIDS için bir çare bulmaya çalışıyor. Discovery: Buluş, bulgu, keşif, ortaya çıkarmak The discovery of a child’s body in the river has shocked the community. / Nehirde bir çocuğun cesedinin bulunması toplumu şoke etti. Researchers in this field have made some important new discoveries. / Araştırmacılar bu alanda bazı önemli, yeni keşifler yapmışlar. Discuss: Tartışmak, görüşmek Have you discussed the problem with anyone? / Siz problemi herhangi biri ile görüştünüz mü? They met to discuss the possibility of working together. / Onlar birlikte çalışma olasılığını tartışmak için bir araya geldi. Discussion: Tartışma, görüşme, müzakere After considerable discussion, they decided to accept our offer. / Önemli tartışmadan sonra onlar bizim teklifimizi kabul etmeye karar verdi. Disease: Hastalık, rahatsızlık It is not known what causes the disease. / Hastalığın nedenleri bilinmemektedir. Disgust: Nefret, iğrenme, iğrendirmek, tiksindirmek The level of violence in the film really disgusted me. / Filmdeki şiddetin seviyesi gerçekten beni tiksindirdi. Dish: Tabak, yemek, servis yapmak a glass dish / bir cam tabak a vegetarian dish / bir vejetaryen yemeği Dishonest: Sahtekar Beware of dishonest traders in the tourist areas. / Turist bölgelerinde sahtekar tüccarlara dikkat edin. Dislike: Antipati, nefret, hoşlanmama, sevmeme He did not try to hide his dislike of his boss. / Patronuna olan antipatisini gizlemeye çalışmadı. Dismiss: Reddetmek, görevden almak, işten çıkarmak Display: Göstermek, sergilemek, ekran, görüntü a breathtaking display of aerobatics / nefes kesen akrobatik bir görüntü Dissolve: Eritmek, dağıtmak, bozmak, yok etmek, fesh etmek Salt dissolves in water. / Tuz suda çözünür. Distance: Mesafe, uzaklık, ara, uzakta tutmak the distance of the earth from the sun / dünyanın güneşten uzaklığı Distinguish: Ayırmak, ayırt etmek, ayrım yapmak English law clearly distinguishes between murder and manslaughter. / İngiliz hukuku cinayet ve adam öldürme arasında net bir ayrım yapar. Distribute: Dağıtmak, yaymak, vermek The newspaper is distributed free. / Gazete ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. Distribution: Dağıtım, dağılım the unfair distribution of wealth / zenginliğin haksız dağılımı District: Bölge the City of London’s financial district / Londra şehrinin finansal bölgesi Disturb: Bozmak, rahatsız etmek I’m sorry to disturb you, but can I talk to you for a minute? / Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama bir dakika konuşabilir miyiz? Disturbing: Rahatsız edici, huzur bozucu a disturbing piece of news / haberlerin rahatsız edici bir parçası Divide: Bölmek, ayırmak The cells began to divide rapidly. / Hücreler hızlıca bölünmeye başladı. Division: Bölünme, bölme, bölüm, ayırma the division of labour between the sexes / Cinsiyetler arasındaki iş bölümü Divorced: Boşanmış, ayrılmış
My parents are divorced. / Benim ebeveynlerim boşanmış. Divorce: Boşanma, ayrılık I’d heard they’re divorcing. / Onların boşandığını duymuştum. Doctor: Doktor, hekim You’d better see a doctor about that cough. / Bu öksürük ile ilgili doktora görünsen iyi olur. Document: Belge, döküman, belgelemek Save the document before closing. / Kapatmadan önce belgeyi kaydedin. Do: Yapmak, etmek What are you doing this evening? / Bu akşam ne yapıyorsun? Dog: Köpek I took the dog for a walk. / Ben yürüyüş için bir köpek aldım. Dollar: Dolar Do you have thousand dollar? / Bin dolarınız var mı? Domestic: İç, yerli, ev, bölgesel Output consists of both exports and sales on the domestic market. / Üretim hem iç pazardaki satışlardan hem de ihracattan oluşmaktadır. Dominate: Hükmetmek, hakim olmak As a child he was dominated by his father. / O bir çocukken babası tarafından yönetilirdi. Door: Kapı, giriş, eşik Close the door behind you, please. / Arkanızdaki kapıyı kapatın lütfen. Dot: Nokta, işaret There are dots above the letters i and j. / i ve j harflerinin üzerinde nokta vardır. Double: Çift, ikili, iki kişilik, iki kat Membership almost doubled in two years. / Üyeler iki yıl içinde neredeyse iki katına çıktı. Doubt: Şüphe, kuşku, şüphelenmek ‘Do you think England will win?’ / İngilitere’nin kazanacağını düşünüyor musunuz? Down: Aşağı, aşağıda, altına, altında The stone rolled down the hill. / Taş tepeden aşağı yuvarlandı. Downstairs: Alt katta, aşağıdaki We’re painting the downstairs. / Alt katta boyama yapıyoruz. Downward: Aşağıya doğru the downward slope of a hill / bir tepenin aşağı doğru eğimi Dozen: Düzine, çok sayı three dozen red roses / Üç düzine kırmızı gül Draft: Taslak, tasarı, görevlendirmek I’ll draft a letter for you. / Senin için bir mektup tasarlayacağım. Drag: Sürüklemek, çekmek, yavaşça hareket etmek They dragged her from her bed. / Onu yatağından sürüklediler. Drama: Drama, dram, bir tiyatro oyunu I studied English and Drama at college. / Ben üniversitede İngilizce ve Drama eğitimi aldım. Dramatic: Dramatik, çarpıcı, etkileyici, heyecanlı, dikkat çekici Prices have fallen dramatically. / Fiyatlar dikkat çekici şekilde düştü. Draw: Çekmek, çizmek, çekme, kura She drew a house. / Obir ev çizdi. The movie is drawing large audiences. / Film geniş kitleleri çekiyor. Drawer: Çekmece, dolap bölmesi, çek yazan kimse the kitchen drawer / mutfak çekmecesi a cheque bearing the signature of the drawer / Çek yazan kimsenin imzasını taşıyan bir çek Drawing: Çizim I’m not very good at drawing. / Ben çizimde çok iyi değilim. Dream: Hayal, rüya, hayal etmek, rüya görmek I dreamt about you last night. / Dün gece rüyamda seni gördüm. Dress: Elbise, kıyafet, giyinmek She dressed the children in their best clothes. / O çocuklara en iyi kıyafetlerini giydirdi. She always dressed entirely in black. / O her zaman tamamen siyah giyinir. Dressed: Giyinmiş I can’t go to the door. I’m not dressed yet. / Ben kapıya gidemem. Henüz giyinmiş değilim. Drink: İçmek, içki
What would you like to drink? / Ne içmek istersiniz? In hot weather, drink plenty of water. / Sıcak havada bol su iç. I don’t drink coffee. / Ben kahve içmem. Drive: Sürme, sürüş, sürmek, kullanma a drive through the mountains / dağlar arasında bir sürüş Driver: Sürücü, şoför The car comes equipped with a driver’s airbag. / Araba sürücü hava yastığı ile donatılmış şekilde geliyor. Driving: Sürme, sürüş, araba kullanma dangerous driving / tehlikeli sürüş Drop: Damla, düşüş, düşmek, bırakmak, düşürmek Mix a few drops of milk into the cake mixture. / Kek karışımı içine birkaç damla süt karıştırın. If you want the job, you must be prepared to take a drop in salary. / Sen iş istiyorsan maaşında bir düşüşe hazır olmalısın. There was a substantial drop in the number of people out of work last month. / Geçen ay işsiz insanların sayısında önemli bir düşüş vardı. Drug: İlaç, uyuşturucu, ilaç vermek, uyuşturmak He does not smoke or take drugs. / O sigara ya da uyuşturucu almaz. The drug has some bad side effects. / İlacın bazı kötü yan etkileri vardır. Drugstore: Eczane Drum: Davul, davul çalmak a regular drum beat / düzenli bir davul ritmi Drunk: Sarhoş, mest, ayyaş Police arrested him for being drunk and disorderly / Polis sarhoş ve taşkın olduğu için onu tutukladı. Dry: Kuru, kurak, kurutmak He washed clothes and hung it out to dry. / O, elbiseleri yıkadı ve kuruması için dışarı astı. Due: Nedeniyle, sayesinde, beklenen, zamanı gelmiş The team’s success was largely due to her efforts. / Takımın başarısı büyük ölçüde onların çabaları sayesindeydi. Dull: Donuk, mat, sıkıcı, soluk The first half of the game was pretty dull. / Oyunun ilk yarısı çok sıkıcıydı. Her eyes were dull. / Onun gözleri çok donuk. Dump: Çöplük, pis yer How can you live in this dump? / Bu çöplükte nasıl yaşayabilirsiniz? During: Sırasında, boyunca, esnasında There are extra flights to Colorado during the winter. / Kış boyunca Colorado için ekstra seferler bulunmaktadır. Dust: Toz, tozunu almak I broke the vase while I was dusting. / Ben tozunu alırken vazoyu kırdım. Duty: Görev, hizmet My duty to report offenders to the police / Suçluları polise bildirmek benim görevim Dying: Ölen, ölmekte olan, ölüm people who are dying / ölen insanlar Each: Her, her bir Each answer is worth 20 points. / Her cevağ 20 puan değerindedir. Each other: Birbiri, birbirine, birbirini They looked at each other and laughed. / Onlar birbirine baktı ve güldü. We can wear each other’s clothes. / Biz birbirimizinm elbiselerein giyebiliriz. Ear: Kulak She whispered something in his ear. / Onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Early: Erken, ilk, eski, erkenden We arrived early the next day. / Biz ertesi gün erkenden vardık. Earn: Kazanmak, para kazanmak He earns about $40000 a year. / O bir yılda yaklaşık 40000 dolar kazanır. Earth: Dünya, toprak, yeryüzü The earth revolves around the sun. / Dünya güneşin etrafında döner. I must be the happiest person on earth! / Yeryüzündeki en mutlu kişi olmalıyım. Ease: Kolaylaştırmak, hafifletmek, rahat, kolaylık The plan should ease traffic congestion in the town. / Plan kasabadaki trafik sıkışıklığını rahatlatmalı. Easily: Kolayca, muhtemelen The museum is easily accessible by car. / Araba ile kolayca müzeye erişilebilir. East: Doğu, doğuya doğru Travel of east / Doğu seyahati Eastern: Doğu, doğuya ait
Eastern Europe / Doğu Avrupa Easy: Kolay, basit, rahat an easy exam / kolay bir sınav I’ll agree to anything for an easy life. / Rahat bir yaşam için her şeyi kabul edeceğim. Eat: Yemek, yemek yemek, tüketmek I don’t eat meat. / Ben et yemem. Would you like something to eat? / Bir şey yemek ister misiniz? Ekonomic: Ekonomik, iktisadi, hesaplı social, economic and political issues / sosyal, ekonomik ve siyasi konular. Economy: Ekonomi, iktisat Ireland was one of the fastest-growing economies in Western Europe in the 1990s. / İrlanda 1990’larda Batı Avrupa’da en hızlı büyüyen ekonomilerden biriydi. Edge: Kenar He stood on the edge of the cliff. / O, uçurumun kenarında durdu. Edition: Baskı, yayın, tiraj She collects first editions of Victorian novels. / O Viktoria dönemine ait romanların ilk baskılarını toplar. The dictionary is now in its eighth edition. / Sözlük şimdi 8. baskıda. Editor: Editör, yayımcı the editor of the Todays Zaman / Todays Zaman’ın editörü Educated: Eğitim görmüş, okumuş, tahsilli, eğitimli privately educated children / özel eğitimli çocuklar Educate: Eğitmek, yetiştirmek, okutmak, eğitim almak She was educated in the US. / O, ABD’de eğitim aldı. Education: Eğitim, öğretim She completed her education in 1995. / O eğitimini 1996’te tamamladı. Effect: Etki, tesir, sonuç, kişisel eşyalar The insurance policy covers all baggage and personal effects. / Sigorta poliçesi tüm bagajları ve kişisel eşyaları kapsar. The stage lighting gives the effect of a moonlit scene. / Sahne aydınlatması ay ışığının aydınlattığı sahne etkisi verir. the beneficial effects of exercise / egzersizin yararlı sonuçları Effective: Etkili Aspirin is a simple but highly effective treatment. / Aspitin basit ama son derece etkili bir tedavi yöntemidir. Effectively: Etkin biçimde, etkili şekilde The company must reduce costs to compete effectively. / Şirket etkin biçimde rekabet edebilmek için maliyetleri azaltmalıdır. Efficient: Verimli, etkili We offer a fast, friendly and efficient service. / Biz hızlı, samimi ve verimli bir hizmet sunuyoruz. Effort: Çaba, gayret We arrived with effort of driver / Şöfürün çabası ile ulaştık. Egg: Yumurta The female sits on the eggs until they hatch. / Dişi onlar yumurtadan çıkana kadar yumurtalarda oturur. Eighteen: On sekiz She is eighteen years old. / O, on sekiz yaşında Eight: Sekiz I was born eight years ago / Ben sekiz yıl önce doğdum. Eighth: Sekizinci the eighth century / sekizinci yüzyıl Eighty: Seksen My grandfather is eighty years old. / Benim büyük babam seksen yaşında. Either: ya da, ikisinden biri, I’m going to buy either a camera or a DVD player with the money. / Ben para ile bir camera ya da DVD oynatıcıdan birini almaya gidiyorum. Elbow: Dirsek He’s fractured his elbow. / Onun dirseği kırıktı. Elderly: Yaşlı, ihtiyar an elderly couple / ihtiyar bir çift Elect: Seçmek the newly elected government / yeni seçilen hükumet She became the first black woman to be elected to the Senate. / O, senato için seçilen ilk siyah kadın oldu. Election: Seçim In America, presidential elections are held every four years. / Aerika’da başkanlık seçimleri her dört yılda bir yapılır.
Electrical: Elektrik, elektrikli an electrical fault in the engine / motorda bir elektrik arızası Electric: Elektrik, heyecan verici an electric generator / bir elektrik jeneratörü The atmosphere was electric. / atmosfer heyecan vericiydi. Electricity: Elektrik The electricity is off / Elektrik kapalı Electronic: Elektronik This dictionary is available in electronic form. / Bu sözlük elektronik ortamda mevcuttur. Elegant: Zarif, şık, çekici She was tall and elegant. / O uzun ve zarifti. Element: Eleman, öge, unsur Cost was a key element in our decision. / Maliyet bizim kararımızda önemli bir unsurdu. Elevator: Asansör, kaldırıcı I went up to the fifth floor with elevator. / Asansörle beşinci kata çıktım. Eleven: On bir She was chosen for the first eleven. / O, ilk on bir için seçildi. Else: Başka, ilaveten, yoksa, aksi halde What else did he say? / O başka ne söyledi? Ask somebody else to help you. / Yardım için başkasından rica et. Elsewhere: Başka yer, başka yerde The answer to the problem must be sought elsewhere. / Sorunun cevabı başka yerde aranmalıdır. Our favourite restaurant was closed, so we had to go elsewhere. / Bizim favori restoranımız kapalıydı, bu yüzden biz başka yere gittik. Email: E-posta, elektronik posta, elektronik posta göndermek, e-posta göndermek Patrick emailed me yesterday. / Patrick dün bana elektronik posta gönderdi. Embarrassed: Mahcup, utangaç, utanmış I’ve never felt so embarrassed in my life! / Ben hayatımda hiç böyle mahcup hissetmemiştim. Embarrass: Utandırmak, sıkıntı vermek I didn’t want to embarrass him by kissing her in front of her friends. / Ben arkadaşlarının önünde öperek onu utandırmak istemedim. The speech was deliberately designed to embarrass the prime minister. / Konuşma başbakana sıkıntı vermek için kasıtlı olarak tasarlanmıştı. Embarrassing: Utanç verici, can sıkıcı, utandırıcı an embarrassing mistake / utanç verici bir hata Embarrassment: Utanma, sıkıntı Her resignation will be a severe embarrassment to the party. / Onun istifası parti için ciddi bir sıkıntı olacaktır. Emerge: Çıkmak, ortaya çıkmak She finally emerged from her room at noon. / O, nihayet öğle saatlerinde odasından çıktı. Emergency: Acil durum, tehlike This door should only be used in an emergency. / Bu kapı sadece acil durumlarda kullanılmaktadır. Emotional: Duygusal, hassas a child’s emotional and intellectual development / çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimi Emotion: Duygu, his He lost control of his emotions. / O duygularının kontrolünü kaybetti. Emphasis: Vurgu, önem The course has a vocational emphasis. / Kursun mesleki bir önemi vardır. Emphasize: Vurgulamak ‘This must be our top priority,’ he emphasized. / “Bu bizim en önceliklimiz olmalı” diye vurguladı. Empire: İmparatorluk the Roman empire / Roma imparatorluğu Employee: İşçi, eleman, personel, görevli, çalışan The firm has over 500 employees. / Firma 500’ün üzerinde çalışana sahip. Employ: İş vermek, istihdam etmek, çalıştırmak, görevlendirmek, kullanmak How many people does the company employ? / Şirket ne kadar insanı istihdam eder? Employer: İşveren, patron They’re very good employers / Onlar çok iyi işverendir. Employment: İş, görev, istihdam conditions of employment / istihdam koşulları Empty: Boş, boşaltmak, He emptied the ashtrays, washed the glasses and went to bed. / O kül tablalarını boşalttı, bardakları yıkadı ve yatağa gitti. Enable: Etkinleştirmek, olanak tanımak, izin vermek
The software enables you to create your own DVDs. / Yazılım kendi DVDlerinizi oluşturmanıza olanak sağlar. Encounter: Karşılaşmak, rastlaşmak Three of them were killed in the subsequent encounter with the police. / Onlardan üçü polisle sonraki karşılaşmalarında öldürüldü. Encourage: Teşvik etmek, cesaretlendirmek, desteklemek My parents have always encouraged me in my choice of career. / Ebeveynlerim kariyer seçimimde daima beni destekler. Banks actively encourage people to borrow money. / Bankalar aktif olarak insanları borç almaya teşvik eder. Encouragement: Teşvik, destek a few words of encouragement / birkaç destek sözü End: Son, uç, bitirmek, bitmek The road ends here. / Yol burada bitiyor. How does the story end? / Hikayenin sonu nasıl? Ending: Son, bitirme, sona erme the anniversary of the ending of the Pacific War / Pasifik Savaşı’nın bitiş yıl dönümü Enemy: Düşman, hasım He has a lot of enemies in the company. / Onun şirkette birçok düşmanı var. Poverty and ignorance are the enemies of progress. / Yoksulluk ve cehalet ilerlemenin düşmanlarıdır. Energy: Enerji, güç, kuvvet It’s a waste of time and energy. / O, enerji ve zaman kaybıdır. Engaged: Meşgul, nişanlı I was very engaged. / Ben çok meşgüldüm. When did you get engaged? / Siz ne zaman nişanlandınız? Engage: Meşgu It is a movie that engages both the mind and the eye. / O film gözleri ve zihni meşgul eder. Engine: Motor, makine My car had to have a new engine. / Arabamın yeni bir motoru olması gerekir. Engineer: Mühendis They’re sending an engineer to fix the phone. / Onlar telefonun tamiri için bir mühendis gönderdi. Engineering: Mühendislik The bridge is a triumph of modern engineering. / Köprü modern mühendisliğin başarısıdır. Enjoyable: Eğlenceli, zevkli, keyifli an enjoyable weekend / eğlenceli bir hafta Enjoy: Hoşlanmak, eğlenmek, tadını çıkarmak, keyif almak Thanks for a great evening. I really enjoyed it. / Harika akşam için teşekkürler. Ben gerçekten keyif aldım. Enjoyment: Zevk, haz, eğlenme, keyif alma, mutluluk The rules are there to ensure everyone’s safety and enjoyment. / Kurallar herkesin güvenliğini ve mutluluğunu sağlamak için vardır. Children like to share interests and enjoyments with their parents. / Çocuklar ebeveynleri ile ilgi ve zevklerini paylaşmaktan hoşlanırlar. Enormous: Çok büyük, devasa, muazzam, kocaman The problems facing the President are enormous. / Başkanın karşılaştığı sorunlar çok büyük. Enough: Yeter, yeterli, yeterince This house isn’t big enough for us. / Bu ev bizim için yeterince büyük değil. Enquiry: Soruşturma, araştırma, sorgu, soru a murder enquiry / bir cinayet soruşturması enquiries from prospective students / aday öğrencilerden gelen sorular Ensure: Sağlamak, garantiye almak Victory ensured them a place in the final. / Zafer, onların finaldeki yerini garantiye aldı. Enter: Girmek, giriş, katılmak, içeri girmek Knock before you enter. / İçeri girmeden önce kapıyı çalın. Entertain: Ağırlamak, misafir etmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek Barbecues are a good way of entertaining friends. / Barbekü arkadaşları ağırlamanın iyi bir yoludur. Entertaining: Eğlendirici I found the talk both informative and entertaining. / Ben konuşmayı bilgilendirici ve eğlendirici buldum. She was always so funny and entertaining. / O daima çok komik ve eğlenceliydi. Entertainment: Eğlence, ağırlama There will be live entertainment at the party. / Partide canlı eğlence olacaktır. Enthusiasm: Coşku, heyecan, heves, şevk I can’t say I share your enthusiasm for the idea. / Fikir için senin heyecanını paylaştığımı söyleyemem. Enthusiastic: Hevesli, coşkulu, istekli, heyecanlı an enthusiastic supporter / coşkulu bir destekçi Entire: Tüm, bütün, tam, hepsi
The entire village was destroyed. / Tüm köy yıkıldı. I have never in my entire life heard such nonsense! / Ben bütün hayatım boyunca böyle bir saçmalık duymadım. Entirely: Tamamen I entirely agree with you. / Ben sizinle tamamen aynı fikirdeyim. Entitle: Yetki vermek, ünvan vermek, hak etmek, isimlendirmek You will be entitled to your pension when you reach 65. / 65 yaşına ulaştığınız zaman emekliliği hak edeceksiniz. He read a poem entitled ‘Salt’. / Tuz isimli bir şiiri okudu. Entrance: Giriş, antre the entrance to the museum / müze girişi I’ll meet you at the main entrance. / Ana girişte seninle buluşacağız. Entry: Giriş, girdi, kayıt The children were surprised by the sudden entry of their teacher. / Öğretmenleri aniden gireren çocukları şaşırttı. Envelope: Zarf a prepaid envelope / ön ödemeli bir zarf Environmental: Çevresel the environmental impact of pollution / kirliliğin çevresel etkileri Environment: Çevre, ortam An unhappy home environment can affect a child’s behaviour. / Mutsuz bir ev ortamı çocuğun davranışlarını etkileyebilir. measures to protect the environment / çevreyi korumak için önlemler Equal: Eşit, aynı, denk, = 2x plus y equals 7 (2x+y=7) / 2x artı y eşittir 7 (2x+ty=7) A metre equals 39.38 inches. / Bir metre 39.38 inçe eşittir. Equally: Eşit olarak, aynı derecede Diet and exercise are equally important. / Diyet ve egzersiz aynı derecede önemlidir. We try to treat every member of staff equally. / Biz kadronun her üyesine eşit olarak davranmaya çalışıyoruz. Equipment: Ekipman, donanım, teçhizat, araç, gereç The equipment of the photographic studio was expensive. / Fotoğraf stüdyosunun ekipmanları pahalı. Equivalent: Eş değer, karşılık Send €20 or the equivalent in your own currency. / 20 euro ya da sizin kendi para biriminizdeki karşılığını gönderin. Error: Hata, yanlışlık No payments were made last week because of a computer error. / Bir bilgisayar hatasından dolayı geçen hafta ödeme yapılmadı. Escape: Kaçış, kurtulma, kaçma Two prisoners have escaped. / İki mahkum kaçtı. They were caught trying to escape. / Onlar kaçmaya çalışırken yakalandı. Especially: Özellikle, bilhassa I love Rome, especially in the spring. / Roma’yı seviyorum, özellikle baharda. Essay: Deneme, girişim His first essay in politics was a complete disaster. / Onun politikadaki ilk girişimi tam bir felaketti. Essential: Gerekli, zorunlu, başlıca, asıl gerekli olan şey, şart the essentials of English grammar / İngilizce gramerin şartları Essentially: Esasen, aslında, başlıca He was, essentially, a teacher, not a manager. / O aslında bir öğretmendi, yönetici değil. Establish: Kurmak, belirlemek, saptamak, yapmak The committee was established in 1912. / Komite 1912’de kuruldu. Estate: Arazi, mülk, miras He left estate valued at a million dollars. / Bir milyon değerinde miras bıraktı. a 3000-acre estate / 3000 dönümlük arazi Estimate: Tahmin, tahmin etmek The satellite will cost an estimated £400 million. / Uydu tahminen 400 milyon paunda mal olacak. Euro: Euro, Avrupa Birliği para birimi the value of the euro against the dollar / dolar karşısında euronun değeri Even: Bile, dahi, hatta, eşit, düz Our points are now even. / Puanlarımız şimdi eşit. You need an even surface to work on. / Üzerinde çalışmak için düz yüzeye ihtiyacınız var. Evening: Akşam I’ll see you tomorrow evening. / Yarın akşam seni göreceğim. Event: Olay, durum, vaka The election was the main event of 2008. / Seçim 2008’in ana olayıydı. Eventually: Sonunda, nihayet, neticede
She hopes to get a job on the local newspaper and eventually work for ‘The Times’. / O yerel bir gezetede bir iş ve sonunda da The Times için çalışmayı umuyor. Ever: Hiç, asla, hep Everybody: Herkes Have you asked everybody? / Herkese sordunuz mu? Every: Her She knows every student in the school. / O, okuldaki her öğrenciyi bilir. Everyone: Herkes Everyone has a chance to win. / Herkes kazanmak için bir şansa sahip. Everyone brought their partner to the party. / Herkes partiye partnerini getirdi. Everything: Her şey When we confronted him, he denied everything. / Onunla yüzleştiğimizde, o her şeyi inkar etti. Everywhere: Her yer, her yerde I’ve looked everywhere. / Ben her yere baktım. He follows me everywhere. / O her yerde beni takip eder. Evidence: Kanıt, delil, bulgu, kanıtlamak We found further scientific evidence for this theory. / Bu teori için daha fazla bilimsel kanıt bulduk. Evil: Kötü, fena the eternal struggle between good and evil / İyi ve kötü arasındaki sonsuz mücadele Exact: Tam, kesin, doğru She gave an exact description of the attacker. / O, saldırganın tam tanımını verdi. Exactly: Tam olarak, aynen, kesinlikle I know exactly how she felt. / Neler hissettiğini tam olarak biliyorum. Where exactly did you stay in France? / Fransa’da tam olarak nerede kaldınız? Exaggerated: Abartılı, aşırı He looked at me with exaggerated surprise. / O, aşırı şaşkınlıkla bana baktı. Exam: Sınav I got my exam results today. / Bugün sınav sonuçlarımı aldım. Examination: Sınav, inceleme, muayene successful candidates in TOEFL examinations / TOEFL sınavlarında başarılı olan adaylar. Examine: İncelemek, sınamak, sorgulamak These ideas will be examined in more detail in Chapter 10. / Bu fikirler bölüm 10’da daha detaylı incelenecek. Example: Örnek, misal This dictionary has many examples of how words are used. / Bu sözlükte kelimelerin nasıl kullanıldığını gösteren çok örnek var. Excellent: Mükemmel She speaks excellent French. / O mükemmel Fransızca konuşur. Except: Hariç, haricinde, hariç, başka I didn’t tell him anything except that I need the money. / Ben para ihtiyacının dışında ona herhangi bir şey anlatmadım. Exception: İstisna Most of the buildings in the town are modern, but the church is an exception. / Kasabadaki binaların çoğu modern, fakat kilise bir istisna. Exchange: Değiştirmek, değiş tokuş, takas, bozdurma You can exchange your currency for dollars in the hotel. / Otelde kendi para biriminizi dolar için bozdurabilirsiniz. Excited: Heyecanlı, coşkulu Some drivers become excited when they’re in traffic. / Bazı sürücüler trafikte oldukları zaman heyecanlanırlar. Excite: Heyecanlandırmak, uyarmak, tahrik etmek The prospect of a year in India greatly excited her. / Hindistan’da bir yıl ihtimali onu çok heyecanlandırdı. Excitement: Heyecan, coşku, uyarılma The news caused great excitement among her friends. / Haber, onun arkadaşları arasında büyük heyecana neden oldu. Exciting: Heyecan verici one of the most exciting developments in biology in recent years / son yıllarda biyolojideki en heyecan verici gelişmelerden biri Exclude: Dışlamak, hariç tutmak, çıkarmak, dışında The cost of borrowing has been excluded from the inflation figures. / Borçlanma maliyeti enflasyon rakamlarının dışında tutulmuştur. Excluding: Hariç Lunch costs £10 per person, excluding drinks. / Öğle yemeği ücreti kişi başına 10 sterlin, içecekler hariç.
Excuse: Bahane, mazeret, bağışlamak, affetmek You must excuse my father. / Siz babamı bağışlamalısınız. Nothing cannot excuse for such rudeness. / Hiçbir şey böyle terbiyesizlik için bahane olamaz. Executive: Yönetici, idareci, yürütme, yönetme She has an executive position in a finance company. / O bir finans şirketinde yönetici pozisyonuna sahip. Exercise: Egzersiz, alıştırma, egzersiz yapmak, uygulamak, kullanmak How often do you exercise? / Ne sıklıkla egzersiz yaparsınız? Ex: Önceki, eski ex-wife / eski eş Exhibit: Sergi, sergilemek, göstermek, sergilenen şey The museum contains some interesting exhibits on Spanish rural life. / Müze İspanyol kırsal hayatının bazı sergilerini içerir. Exhibition: Sergi, sergileme, teşhir, gösteri Have you seen the Picasso exhibition? / Picasso sergisini gördünüz mü? Existence: Varlık, var oluş I was unaware of his existence until today. / Ben bugüne kadar onun varlığından habersizdim. Exist: Var olmak, bulunmak Does life exist on other planets? / Diğer gezegenlerde hayat var mı? Exit: Çıkmak, çıkış There is a fire exit on each floor of the building. / Binanın her katında yangın çıkışı var. Expand: Genişletmek, büyütmek, genişlemek, büyümek Metals expand when they are heated. / Metaller ısındığı zaman genişler. Expectation: Beklenti, umut There was a general expectation that he would win. / Onun kazanacağına dair genel bir beklenti var. Expected: Beklenen this year’s expected earnings / bu yılın beklenen kazançları Expect: Beklemek, ummak We are expecting a rise in food prices this month. / Biz bu ay gıda fiyatlarında bir artış bekliyoruz. Expense: Gider, masraf, harcama She always travels first-class regardless of expense. / O daima maliyet gözetmeden birinci sınıf seyahat eder. Expensive: Masraflı, pahalı I can’t buy it, it’s too expensive. / Ben onu alamam, çok pahalı. Experienced: Deneyimli, tecrübeli She’s very young and not very experienced. / O çok genç ve tecübeli değil. Experience: Deneyim, tecrübe, yaşamak Everyone experiences these problems at some time in their lives. / Herkes yaşamının bazı dönemlerinde böyle problemler yaşar. Experiment: Deney, deneme Expert: Uzman, bilirkişi They are all expert in this field. / Onlar bu alanda uzmandır. Explain: Açıklamak, anlatmak, izah etmek First, I’ll explain the rules of the game. / İlk olarak, ben oyunun kurallarını açıklayacağım. Explanation: Açıklama, izah The book opens with an explanation of why some drugs are banned. / Kitap niçin bazı ilaçların yasaklandığının açıklaması ile başlar. Explode: Patlamak, patlatmak The firework exploded in his hand. / Havai fişek onun elinde patladı. Explore: Keşfetmek, araştırmak As soon as we arrived on the island we were eager to explore. / Biz adaya ulaşır ulaşmaz keşfetmek için istekliydik. Explosion: Patlama, infilak 300 people were injured in the explosion. / Patlamada 300 kişi yaralandı. Export: İhracaat, ihraç etmek, ihraç ürünü the country’s major exports / ülkenin önemli ihraç ürünleri a ban on the export of live cattle / canlı sığır ihracaatında yasak Expose: Ortaya çıkarmak, göstermek, sergilemek, gerçekleri açıklamak My job as a journalist is to expose the truth. / Bir gazeteci olarak benim görevim gerçeği ortaya çıkarmaktır. Express: Ekspres, hızlı, açık, nakliye express delivery services / hızlı dağıtım hizmeti an air express company / bir hava nakliye şirketi
Expression: İfade, anlatım, tabir an expression of support / bir destek ifadesi Extend: Uzatmak, genişletmek, yaymak There are plans to extend the no-smoking area. / Sigara içilmeyen alanı genişletmek için planlar var. Extension: Uzatma, genişletme, ek, ilave Extensive: Geniş, yaygın, büyük ölçüde The fire caused extensive damage. / Yangın büyük ölçüde zarara neden oldu. Extent: Derece, kapsam, ölçü I was amazed at the extent of his knowledge. / Onun bilgi derecesine şaşırdım. Extra: Ekstra, ilave, ek, ayrıca I need to earn a bit extra this month. / Bu ay biraz ekstra kazanmalıyım. Extraordinary: Olağanüstü, sıradışı The president took the extraordinary step of apologizing publicly for his behaviour! / Başka davranışları için açıkça özür dileyerek olağanüstü bir adım attı. Extreme: Aşırı, son derece We are working under extreme pressure at the moment. / Biz şu anda aşırı basınç altında çalışıyoruz. Extremely: Aşırı derecede, fazlasıyla Their new CD is selling extremely well. / Onların yeni CDsi fazlasıyla iyi satılıyor. Eye: Göz, bakış, gözetlemek, izlemek There were tears in his eyes. / Gözlerinde yaş vardı. Face: Yüz, cephe, yüzleşmek, bakmak, karşı karşıya Most of the rooms face the sea. / Odaların çoğu denize bakıyor. The company is facing a financial crisis. / Şirket finansal bir krizle karşı karşıya. Facility: Tesis, olanak, kolaylık The hotel has special facilities for welcoming disabled people. / Otel engelli insanları karşılamak için özel tesislere sahiptir. the world’s largest nuclear waste facility / dünyanın en büyük nükleer atık tesisi Fact: Gerçek, olgu, durum How do you account for the fact that unemployment is still rising? / İşsizliğin hala arttığı gerçeğini siz nasıl açıklarsınız? Factor: Etken, etmen, faktör The result will depend on a number of different factors. / Sonuç, bir dizi farklı etkene bağlı olacaktır. Factory: Fabrika, imalathane a car factory / bir araba fabrikası factory workers / fabrika çalışanları Fail: Başarısız, başarısız olmak, zayıf not, yapmamak What will you do if you fail? / Başarısız olursan ne yapacaksın? Failure: Başarısızlık The success or failure of the plan depends on you. / Planın başarısı ya da başarısızlığı size bağlıdır. Faint: Sönük, soluk, zayıf, baygın, hafif The walkers were faint from hunger. / Yürüyüşçüler açlıktan bayıldı. Fair: Adil, uygun, açık, güzel In the end, a draw was a fair result. / Sonuçta beraberlik adil bir sonuçtu. The new tax is fairer than the old system. / Yeni vergi sistemi eski sistemden daha adil. Fairly: Dürüstçe, oldukça He has always treated me very fairly. / O her zaman bana çok dürüstçe davrandı. Faith: İnanç, iman, güven, niyet We’ve lost faith in the government’s promises. / Biz hükümetin vaatlerine olan inancımızı kaybettik. Faithful: Sadık, imanlı, mümin, vefalı I have been a faithful reader of your newspaper for many years. / Ben uzun yıllardır sizin gazetenizin sadık okuyucusuyum. Faithfully: İnançla, içtenlikle, bağlılıkla, doğrulukla, tam olarak The events were faithfully recorded in her diary. / Olaylar tam olarak onun günlüğüne kaydedildi. She promised faithfully not to tell anyone my secret. / O benim sırrımı kimseye anlatmayacağına içtenlikle söz verdi. Fall: Düşmek, yıkılmak, dökülmek, sonbahar I had a bad fall and broke my arm. / Ben kötü düştüm ve kolum kırıldı. False: Yanlış, sahte She gave false information to the insurance company. / O sigorta şirketine yanlış bilgi verdi. Fame: Ün, şan, şöhret She went to Hollywood in search of fame and fortune. / O, şöhret ve servet arayışı içinde Hollywood’a gitti. Familiar: Tanıdık, aşina, bilinen
I couldn’t see any familiar faces in the room. / Ben odada hiç tanıdık yüz göremedim. Family: Aile, soy, familya It’s a family tradition. / O bir aile geleneği. Famous: Ünlü, meşhur, tanınmış One day, I’ll be rich and famous. / Bir gün, ben zengin ve ünlü olacağım. Fancy: Fantezi, süslü, fahiş a kitchen full of fancy gadgets / süslü araçlar dolu bir mutfak Fan: Fan, yelpaze, vantilatör, hava vermek, hayran, fanatik a big fan of Madonna / Madonna’nın büyük bir hayranı a fan heater / ısıtıcı bir fan Far: Uzak, öteki Who is that on the far left of the photograph? / Şu fotoğrafın uzak solundaki kim? Farmer: Çiftçi Farmers are working very hard. / Çiftçiler çok sıkı çalışıyor. Farm: Çiftlik, çiftlik evi a 200-hectare farm / 200 hektarlık çiftlik Farming: Tarım, çiftçilik modern farming methods / Modern tarım yöntemleri Farther: Daha uzak the farther shore of the lake / gölün daha uzak kıyısı Farthest: En uzak the part of the garden farthest from the house / Bahçenin evden en uzak bölümü Fashionable: Moda, şık, modaya uygun Such thinking is fashionable among right-wing politicians. / Böyle düşünceler sağcı politikacılar arasında moda. Fashion: Moda, popüler giyim stili, popüler davranış, Jeans are still in fashion. / Kot hâlâ moda. Fasten: Tutturmak, bağlamak Fasten your seatbelts, please. / Lütfen emniyet kemerlerinizi bağlayınız. Fast: Hızlı Don’t drive so fast! / Çok hızlı sürme! Fat: Yağ, yağlı, şişman This meat has too much fat on it. / Bu et üzerinde çok fazla yağ vardır. Father: Baba Father, I cannot lie to you. / Baba, sana yalan söyleyemem. Faucet: Musluk cold faucet / soğuk musluk Fault: Hata, arıza, kusur, suç It’s nobody’s fault. / Bu kimsenin hatası değil. Why should I say sorry when it’s not my fault? / Bu benim hatam değilken neden üzgünüm demeliyim? Favour: İyilik, yardım, desteklemek, lehine I will never ask for any favours from her. / Ben asla ondan herhangi bir yardım istemeyeceğim. Favourite: Favori, gözde The band played all my old favourites. / Grup benim eski favorilerimi çaldı. She loved all her grandchildren but Ann was her favourite. / O bütün torunlarını severdi ama Ann onun gözdesiydi. Fear: Korku, korkmak, endişe, endişe etmek She feared to tell him the truth. / Ona gerçeği söylemeye korktu. Feather: Tüy a peacock feather / bir tavus kuşu tüyü Feature: Özellik, önemli bir parça The latest model features alloy wheels and an electronic alarm. / Son model özellikleri alaşım jantlar ve bir elektonik alarm. February: Şubat I was born in February. / Ben Şubat ayında doğdum. Federal: Federal a federal republic / federal bir cumhuriyet Feed: Beslemek, doyurmak The baby can’t feed herself yet. / Bebek henüz kendisini besleyemez. Fee: Ücret Does the bank charge a fee for setting up the account? / Banka hesap ayarları için bir ücret talep ediyor mu?
Feel: Hissetmek, duygu I was feeling guilty. / Kendimi suçlu hissediyordum. Feeling: Duygu, duygusal, hassas, his, tutum, tavır guilty feelings / suçluluk duyguları The general feeling of the meeting was against the decision. / Toplantının genel tutumu karara karşıydı. Fellow: Aynı durumda veya aynı yolda olan kişiler için kullanılır, yoldaş, dost, arkadaş, ortak, adam Female: Kadın, dişi, kız More females than males are employed in the factory. / Fabrikada erkeklerden daha çok kadınlar istihdam edilmektedir. Fence: Çit ile çevirmek, parmaklık, çit Festival: Festival, şenlik the Cannes film festival / Cannes film festivali Fetch: Almak, getirmek, çekmek She’s gone to fetch the kids from school. / O, çocukları okuldan almaya gitti. Fever: Ateş, hararet, heyecan He has a high fever. / Onun yüksek ateşi var. Few: Azıcık, az, kıt, birkaç Very few of his books are worth reading. / Onun kitaplarının çok azı okumaya değer. Field: Alan, saha, tarla People were working in the fields. / İnsanlar tarlada çalışıyordu. Fifteen: On beş He’s in the first fifteen. / O ilk on beş içinde. Fifth: Beşinci This is my fifth car. / Bu benim beşinci arabam. Fifty: Elli She was born in the fifties. / O ellilerde doğdu. Fight: Kavga, dövüş, savaş, dövüşmek, mücadele, tartışma Did you have a fight with him? / Onunla dövüştün mü? Figure: Şekir, rakam, resim, figür File: Dosya, klasör A stack of files awaited me on my desk. / Bir yığın dosya masamda beni bekliyordu. Fill: Doldurmak Smoke filled the room. / Oda duman doldu. Film: Film, film çekmek They are filming in Moscow right now. / Onlar şu anda Moskova’da film çekiyor. Final: Final, son, nihai She reached the final of the 100m hurdles. / O, 100 metre engellinin finaline yükseldi. Finally: Son olarak, nihayet, sonunda The performance finally started half an hour late. / Gösteri nihayet yarım saat gecikmeyle başladı. I finally managed to get her attention. / Sonunda onun dikkatini çekmeyi başardı. Finance: Finanse etmek, para sağlamak The building project will be financed by the government. / Bina projesi hükümet tarafından finanse edilecek. Financial: Finansal, parasal, mali Tokyo and New York are major financial centres. / Tokyo ve New York önemli finansal merkezlerdir. Find: Bulmak, keşfetmek Look what I’ve found! / Bak, ne buldum! We’ve found a great new restaurant near the office. / Biz ofise yakın yeni muazzam bir restoran bulduk. Fine: Hoş, ince, iyi, güzel, para cezası The company was fined £20000 for breaching safety regulations. / Şirket güvenlik kurallarını ihlal ettiği için 20000 sterlin para cezasına çarptırıldı. Finely: İnce, çok küçük taneler, güzel bir şekilde a finely furnished room / güzel bir şekilde döşenmiş oda Finger: Parmak The old man wagged his finger at the youths. / Yaşlı adam gençlere parmağını salladı. Finished: Bitmiş, tamamlanmış Their marriage was finished. / Onların evlilikleri bitmişti.
Finish: Bitirmek, tamamlamak, son, bitiş The story was a lie from start to finish. / Hikaye baştan sona yalandı. Fire: Ateş, yangın, yakmak, ateş açmak Soldiers fired on the crowd. / Askerler kalabalığın üzerine ateş açtı. Firm: Firma, sabit, sert, sıkıca, sağlam These peaches are still firm. / Bu şeftaliler hâlâ sert. Firmly: Sıkıca, sabit bir şekilde First: İlk, birinci Besiktas is first sports club of Turkey. / Beşiktaş Türkiye’nin ilk spor kulübüdür. Fish: Balık I like to eat fish. / Balık yemeyi severim. Fishing: Balık tutma Let’s go fishing this weekend. / Bu hafta sonu balık tutmaya gidelim. Fit: Uygun, formda Top athletes have to be very fit. / Zirvedeki sporcular formda olmak zorundadır. Five: Beş five of Sweden’s top financial experts / İsveç’in en iyi finansal uzmanlarından beşi Fixed: Sabit, değişmez, belirlenmiş The money has been invested for a fixed period. / Belirlenmiş bir dönem için para yatırılmıştır. people living on fixed incomes / insanlar sabit gelirlerle yaşıyor. Fix: Düzeltmek, çözmek, takmak, tamir etmek I’ve fixed the problem. / Ben problemi çözdüm. Flag: Bayrak the Turkish flag / Türk bayrağı Flame: Alev, parlak kırmızı veya turuncu renk, güçlü duygu The building was in flames. / Bina alevler içindeydi. Flash: Parlama, flaş, ani ışık Flat: Düz, yassı, apartman dairesi Do you live in a flat or a house? / Siz bir apartman dairesinde veya bir evde mi yaşıyorsunuz? Flavour: Lezzet, tat Flesh: Et, deri, insan ve hayvan vücudundaki deri ile kemik arasındaki yumuşak doku, meyve ve sebzelerin yumuşak kısmı Tigers are flesh-eating animals. / Kaplanlar et yiyen hayvanlardır. Flight: Uçuş We’re booked on the same flight. / Biz aynı uçuşa rezervasyon yaptırdık. We met on a flight from London to Paris. / Biz Londra’dan Paris’e doğru yapılan bir uçuşta karşılaştık. Float: Süzülmek, yüzmek The smell of new bread floated up from the kitchen. / Yeni ekmeğin kokusu mutfaktan yukarı süzüldü. Flood: Sel, taşkın, su ile dolmak The cellar floods whenever it rains heavily. / Ağır bir şekilde yağmur yağdığı zaman kiler ile dolar. Floor: Kat, zemin, taban, döşeme The alterations should give us extra floor space. / Değişiklikler bize ekstra taban alanı vermelidir. Flour: Un Flour is raw material of bread. / Un ekmeğin ham maddesidir. Flower: Çiçek, çiçeklenmek, çiçek açmak The plant has a beautiful bright red flower. / Güzel parlak kırmızı çiçeği olan bir bitki. a garden full of flowers / çiçeklerle dolu bir bahçe Flow: Akış, akım, akmak Blood flowed from a cut on her head. / Onun başındaki kesikten kan aktı. Flu: Grip The whole family has the flu. / Bütün aile grip. Fly: Uçmak, uçuş, böcek A fly was buzzing against the window. / Bir sinek pencereye karşı vızıldıyordu. Flying: Uçuş, uçan, uçma, uçakla seyahat flying lessons / uçuş dersleri Focus: Odak, odak noktası, odaklamak
She was the main focus of attention at the meeting. / O, toplantıda ilgi odağıydı. His comments provided a focus for debate. / Onun yorumları tartışma için bir odak noktası sağladı. Fold: Katlama, kıvrım, katlamak, kıvırmak, cemaat the folds of her dress / elbisesinin kıvrımları Folding: Katlama, katlanabilir a folding chair / katlanabilir bir sandalye Follow: Takip etmek, izlemek Follow me please. I’ll show you the way. / Lütfen beni takip edin. Size yol göstereceğim. Following: Ardından, müteakip He took charge of the family company following his father’s death. / O babasının ölümüne müteakip aile şirketinin sorumluluğunu aldı. Food: Gıda, yiyecek, yemek food and drink / yiyecek ve içecek Do you like Italian food? / İtalyan yemeğini sever misiniz? Football: Futbol a football match / bir futbol maçı Foot: Ayak, adım, hesaplamak, ödemek My feet are aching. / Ayaklarım ağrıyor. Force: Zorlamak, kuvvet, güç She forced herself to be polite to them. / Onlara karşı nazik olmak için kendini zorladı. Forecast: Tahmin Experts are forecasting a recovery in the economy. / Uzmanlar ekonomide bir iyileşme tahmin ediyor. Foreign: Yabancı, dış a foreign accent-language-student / yabancı bir aksan-dil-öğrenci Forest: Orman, ağaçlandırmak Thousands of hectares of forest are destroyed each year. / Her yıl binlerce hektar orman yok oluyor. Forever: Sonsuza dek, ebediyen I’ll love you forever! / Ben seni sonsuza dek seveceğim. For: İçin, dolayı, nedeniyle, adına There’s a letter for you. / Sizin için bir mektup var. Can you translate this letter for me? / Benim için bu mektubu çevirir misiniz? I am speaking for everyone in this department. / Ben bu departmandaki herkesin adına konuşuyorum. Forget: Unutmak, hatırından çıkarmak I never forget a face. / Ben bir yüzü asla unutmam. Forgive: Affetmek, bağışlamak We all have to learn to forgive. / Hepimiz affetmeyi öğrenmeliyiz. Fork: Çatal, çatalla kaldırmak, bölünmek to eat with a knife and fork / bıçak ve çatal ile yemek Formal: Resmi She has a very formal manner, which can seem unfriendly. / Onun soğuk görünen çok resmi bir tutumu vardı. Former: Eski, önceki the countries of the former Soviet Union / Eski Sovyetler Birliği ülkeleri Formerly: Eskiden, önceden, vaktiyle Namibia, formerly known as South West Africa / Namibya, eskiden Güney Batı Afrika olarak bilinirdi. Form: Biçim, şekil, oluşturmak, kurmak Storm clouds are forming on the horizon. / Ufukta fırtına bulutları oluşuyor. Formula: Formül, reçete This formula is used to calculate the area of a circle. / Bu formül çemberin alanını hesaplamak için kullanılırdı. Fortune: Servet, şans, kısmet That ring must be worth a fortune. / O yüzük bir servet değerinde olmalı. Forty: Kırk I living İstanbul for 40 years. / Ben 40 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Forward: İleri, ileriye, ileri doğru a forward pass / ileri doğru bir pas Foundation: Temel, dayanak, vakıf The builders are now beginning to lay the foundations of the new school. / İnşaatçılar şimdi yeni okulun temelini atmaya başlıyor. These stories have no foundation. / Bu hikayelerin hiçbir dayanağı yok. The money will go to the San Francisco AIDS Foundation. / Para San Francisco AIDS Vakfına gidecek. Found: Temelini atmak, dayandırmak, bulundu
Her family founded the college in 1895. / Onun ailesi 1895’te kolejin temelini attı. Their marriage was founded on love and mutual respect. / Onların evliliği sevgi ve karşılıklı saygıya dayanıyordu. Four: Dört a coach and four player / bir çalıştırıcı ve dört oyuncu Fourteen: On dört Her sister is fourteen years old. / Onun kız kardeşi on dört yaşındadır. Fourth: Dördüncü Frame: Çerçeve, çerçevelemek The photograph had been framed. / Fotoğraf çerçevelenmiş. Freedom: Özgürlük, bağımsızlık, hürriyet Enjoy the freedom of the outdoors. / Açık havada özgürlüğün tadını çıkarın. Free: Ücretsiz, serbest, özgür, kurtarmak, serbest bırakmak, boş Children under five travel free. / Beş yaş altı çocuklara seyahat ücretsiz. Freely: Serbestçe, özgürce EU citizens can now travel freely between member states. / AB vatandaşları şimdi üye ülkeler arasında serbestçe seyahat edebilirler. Freeze: Dondurmak, donmak, don, buz tutmak Water freezes at 0°C. / Su 0 santigrat derecede donar. Frequent: Sık, sık görülen, devamlı He is a frequent visitor to this country. / O bu ülkenin devamlı ziyaretçisidir. There is a frequent bus service into the centre of town. / Şehir merkezine sık otobüs servisi vardır. Frequently: Sık sık, sıkça, çoğunlukla Buses run frequently between the city and the airport. / Otobüs çoğunlukla şehir ve hava alanı arasında çalışır. Fresh: Taze, yeni, serin, tuz içermeyen su Is this milk fresh? / Bu süt taze mi? Eat plenty of fresh fruit and vegetables. / Bol bol taze meyve ve sebze yiyin. Freshly: Taze, yeni, taze taze freshly ironed shirts / yeni ütülenmiş gömlek Friday: Cuma Friday is a holy day. / Cuma kutsal bir gündür. Fridge: Buzdolabı This dessert can be served straight from the fridge. / Bu tatlı buzdolabından doğruca servis edilebilir. Friend: Arkadaş, dost, ahbap This is my friend Tom. / Bu benim arkadaşım Tom. Friendly: Dostça, samimi, arkadaşça, dostluk maçı a warm and friendly person / sıcak ve samimi bir kişi Friendship: Dostluk, arkadaşlık It’s the story of an extraordinary friendship between a boy and a girl. / Bir erkek ve bir kız arasında olağanüstü bir dostluk hikayesi. Your friendship is very important to me. / Senin arkadaşlığın benim için çok önemli. Frightened: Korkmuş, ürkmüş a frightened child / korkmuş bir çocuk Frighten: Korkutmak, dehşete düşürmek Sorry, I didn’t mean to frighten you. / Seni korkutmak istemedim. Frightening: Korkutucu, ürkütücü The noise was frightening. / Ses korkutucuydu. From: -den, -dan, She began to walk away from him. / Ondan uzak yürümeye başladı. Is Portuguese very different from Spanish? / Portekizce, İspanyolcadan çok mu farklı? a letter from my brother / erkek kardeşimden bir mektup documents from the sixteenth century / on sekizinci yüzyıldan belgeler I’m from Italy. / ben İtalya’danım Front: Ön, öndeki the front wheels of the car / arabanın ön tekerleri Frozen: Dondurulmuş, donmuş, soğuk frozen peas / dondurulmuş bezelye Fruit: Meyve tropical fruits, such as bananas and pineapples / muz ve ananas gibi tropikal meyveler Fry: Kızartma, kızartmak the smell of bacon frying / Pastırma kızartmanın kokusu Fuel: Yakıt, benzin, yakacak, yakıt almak nuclear fuels / nükleer yakıtlar Full: Tam, dolu, geniş
My suitcase was full of books. / Benim bavulum kitap doluydu. Fully: Tamamen, tam olarak We are fully aware of the dangers. / Biz tehlikelerin tamamen farkındayız. Function: Fonksiyon, işlev, görev Despite the electric cuts, the hospital continued to function normally. / Elektrik kesintilerine rağmen hastane normal olarak işlevine devam etti. Fundamental: Temel, ana, esas There is a fundamental difference between the two points of view. / İki bakış noktası arasında temel bir fark var. Fund: Fon, sermaye, kaynak, finanse edilmek The museum is privately funded. / Müze özel olarak finanse edilmektedir. Funeral: Cenaze, cenaze töreni Hundreds of people attended the funeral. / Cenaze törenine yüzlerce insan katıldı. Fun: Eğlence This game looks fun! / Bu oyun eğlenceli görünüyor. Funny: Komik, eğlenceli That’s the funniest thing I’ve ever heard. / Bu şimdiye kadar duyduğum en komik şey. a funny story / komik bir hikaye Fur: Kürk, post The animal is hunted for its fur. / Hayvan postu için avlandı. Furniture: Mobilya We need to buy some new furniture. / Biraz yeni mobilya satın almamız gerekir. Further: Daha fazla, daha ileri, ek For further details call this number. / Daha fazla detay için bu numarayı arayın. Future: Gelecek, istikbal future generations / gelecek nesillerf Gain: Kazanmak, kazanç, artma, artış, avantaj, kâr Regular exercise helps prevent weight gain. / Düzenli egzersiz kilo artışını önlemeye yardım eder. Our loss is their gain. / Bizim kaybımız onların kârı. Gamble: Kumar, riskli girişim, kumar oynamak It was the biggest gamble of his political career. / Bu onun siyasi kariyerinin en büyük riskli girişimiydi. Gambling: Kumar heavy gambling debts / ağır kumar borçları Game: Oyun ball games, such as football or tennis / futbol veya tenis gibi top oyunları Gap: Boşluk, fark, aralık, uçurum Leave a gap between your car and the next. / Arabanız ile bir sonraki aracında bir boşluk bırakın. Garage: Garaj, tamirhane an underground garage / bir yeraltı garajı Garbage: Çöp, süprüntü, zırva, boş laf Don’t forget to take out the garbage. / Çöpü dışarı almayı unutmayın. Garden: Bahçe, park children playing in the garden / çocuklar bahçede oynuyor Gas: Gaz Air is a mixture of gases. / Hava bir gaz karışımıdır. a gas explosion / bir gaz patlaması Gasoline: Benzin I fill up the tank with gasoline about once a week. / Yaklaşık olarak haftada bir kez depoyu benzin ile doldururum. Gate: Kapı, geçit A crowd gathered at the factory gates. / Fabrika kapılarında bir kalabalık toplandı. Gather: Toplamak, toplanmak, bir araya gelmek A crowd soon gathered. / Kalabalık hemen bir araya geldi Gear: Dişli, vites, vitese takmak Careless use of the clutch may damage the gears. / Debriyajın dikkatsiz kullanımı dişlilere zarar verebilir. General: Genel, umumi, general, komutan the general belief / genel inanç This opinion is common among the general population / bu düşünce nüfusun genelinde yaygındır. Generally: Genel olarak, genellikle I generally get up at six. / Ben genellikle saat 6’da kalkarım. Generate: Oluşturmak, meydana getirmek, üretmek We need someone to generate new ideas. / Yeni fikirler oluşturmak için birisine ihtiyacım var.
Generation: Nesil, jenerasyon My family have lived in this house for generations. / Benim ailem nesillerdir bu evde yaşadı. Generous: Cömert, bol a generous benefactor / cömert bir hayırsever Gentle: Nazik, kibar, yumuşak, uysal a quiet and gentle man / sessiz ve nazik bir adam Gentleman: Beyefendi, centilmen Thank you. You’re a real gentleman. / Teşekkür ederim. Siz gerçek bir beyefendisiniz. Gently: Yavaşça, nazikçe, kibarca She held the baby gently. / O yavaşça bebeği tuttu. Genuine: Gerçek, hakiki, samimi, içten Only genuine refugees can apply for asylum. / Sadece gerçek mülteciler sığınma için başvurabilir. Geography: Coğrafya The importance of the town is due to its geographical location. / Şehrin önemi coğrafi konumundan dolayıdır. Get: Almak, edinmek This room gets very little sunshine. / Bu oda çok az güneş ışığı alır. Giant: Dev, kocaman a giant crab / dev bir yengeç Gift: Hediye, armağan Thank you for your generous gift. / Cömert hediyeniz için teşekkür ederim. Girlfriend: Kız arkadaş I have a girlfriend. / Benim bir kız arkadaşım var. Girl: Kız Good morning, girls! / Günaydın kızlar! Give: Vermek, ödemek, esneklik, uysallık She gave her ticket to the woman at the check-in desk. / O check-in masasında kadına biletini verdi. Give your mother the letter. / Mektubu annene ver. Glad: Memnun, hoşnut, sevinçli She was glad when the meeting was over. / Toplantı bittiğinde o memnundu. Glass: Cam, bardak, kadeh a glass bottle / bir cam şişe He drank three whole glasses. / Üç tam bardak içti. Global: Global, küresel, dünya çapında, evrensel They sent a global email to all staff. / Onlar tüm personel için küresel bir e-posta gönderdi. Glove: Eldiven gardening gloves / bahçıvan eldivenleri Glue: Tutkal, yapıştırıcı, yapıştırmak She glued the label onto the box. / O, kutunun üzerine etiket yapıştırdı. Goal: Hedef, amaç, gol a penalty goal / bir penaltı golü God: Tanrı, Allah Do you believe in God? / Allah’a inanıyor musunuz? Go: Gitme, gitmek, gidiş He goes to work by bus. / O, otobüs ile işe gider. Gold: Altın The company name was spelled out in gold letters. / Şirketin adı altın harflerle dile getirildi. Goodbye: Elveda, güle güle, hoşçakal, Allahaısmarladık Say goodbye to Mary for me. / Benim için Mary’ye elveda de. Good: İyi I’m only telling you this for your own good. / Ben bunu sadece senin kendi iyiliğin için söylüyorum. Goods: Mal, eşya, mülk increased tax on goods and services / mal ve hizmetler üzerinde artan vergi Govern: Yönetmek, idare etmek The country is governed by elected representatives of the people. / Ülke halkın seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilir. Government: Hükumet She has resigned from the Government. / O hükumetten istifa etti. Governor: Vali, yönetici, müdür a provincial governor / il valisi Grab: Yakalamak, almak, kapmak, gasp, kapkaç
Someone grabbed me from behind. / Birisi beni arkamdan yakaladı. Grade: Sınıf, derece, kalite, derecelendirmek The containers are graded according to size. / Konteynerler boyuta göre sınıflandırılır. Gradual: Kademeli, aşamalı a gradual change in the climate / iklimde kademeli bir değişiklik Gradually: Kademeli olarak, yavaş yavaş Gradually, the children began to understand. / Yavaş yavaş, çocuklar anlamaya başladı. Grain: Tahıl, tane, tanelemek, öğütmek America’s grain exports / Amerika’nın tahıl ihracatı. Gram: Gram, bir kilogramın binde biri My father bought 500 gram of cherry / Babam 500 gram kiraz aldı. Grammar: Gramer, dil bilgisi the basic rules of grammar / teme dil bilgisi kuralları Grandchild: Torun Grandchild is a child of your son or daughter. / Torun, sizin bir çocuğunuzun oğlu veya kızıdır. Granddaughter: Torun, kız torun Grandfather: Dede, büyükbaba Grand: Büyük, ulu, muhteşem It’s not a very grand house. / O çok büyük bir ev değil. Grandmother: Büyük anne, nine, anneanne, babaanne Grandparent: Büyükbaba ve büyükanne The children are staying with their grandparents. / Çocuklar büyükbaba ve büyükanneleri ile kalıyor. Grandson: Torun, erkek torun Grant: Hibe, bağış, burs, vermek, bağışlamak, burs vermek student grants / öğrenci bursları Grass: Çim, ot, otlatmak The dry grass caught fire. / Kuru ot alev aldı. Grateful: Minnettar, müteşekkir He was grateful that she didn’t tell his parents about the incident. / Olayla ilgili ebeveynlerine konuşmadığı için ona minnettardı. Grave: Mezar, kabir, ölüm We visited Grandmother’s grave. / Biz büyükannenin mezarını ziyaret ettik. Great: Büyük, harika, mükemmel, çok iyi, muazzam A great crowd had gathered. / Büyük bir kalabalık toplanmıştı. He must have fallen from a great height. / O büyük bir yükseklikten düşmüş olmalı. Greatly: Çok People’s reaction to the film has varied greatly. / İnsanların filme tepkisi çok çeşitliydi. Green: Yeşil The room was decorated in a combination of greens and blues. / Yeşillik ve mavilerin kombinasyonu ile dekore edilen oda. Grey: Gri, kül rengi I don’t like grey colour. / Ben gri rengi sevmiyorum. Grocery: Bakkal the grocery bill / bakkal faturası Ground: Zemin, yer, toprak I found her lying on the ground. / Ben onu yerde yatarken buldum. He lost his balance and fell to the ground. / O dengesini kaybetti ve yere düştü. Group: Grup, küme, topluluk, gruplandırmak English is a member of the Germanic group of languages / İngilizce cermen dil topluluğunun bir üyesidir. ethnic groups / etnik gruplar Grow: Büyümek, yetişmek, büyütmek, yetiştirmek Fears are growing for the safety of a teenager who disappeared a week ago. / Bir hafta önce kaybolan bir gencin güvenliği için korkular büyüyor. Shortage of water is a growing problem. / Su kıtlığı büyüyen bir problemdir. Growth: Büyüme, geliştirme Lack of water will stunt the plant’s growth. / Su eksikliği bitkilerin büyümesini engelleyecek.
Guarantee: Garanti, güvence, garantiye almak, söz vermek We guarantee to deliver your goods within a week. / Biz bir hafta içinde sizin mallarınızı teslim edeceğimize söz veriyoruz. This iron is guaranteed for a year against faulty workmanship. / Bu demir hatalı işçiliğe karşı bir yıl garantilidir. Guard: Koruma, korumak, bekçi The dog was guarding its owner’s luggage. / Köpek sahibinin bagajını koruyordu. Guess: Tahmin According to a guess, there were forty people at the party. / Bir tahmine göre partide kırk kişi vardı. Guest: Konuk, misafir, davetli I went to the theatre club as Helen’s guest. / Ben Helen’in misafiri olarak tiyatro kulübüne gittim. Guide: Kılavuz, rehber, yol göstermek, yönlendirmek Guilty: Suçlu, günahkar Gun: Tabanca, tüfek, silah, ateş etmek, vurmak The attacker held a gun to the hostage’s head. / Saldırgan rehinin kafasına silah dayadı. Guy: Adam, herif At the end of the film the bad guy gets shot. / Filmin sonunda kötü adam vurulur Habit: Alışkanlık, huy You need to change your eating habits. / Sen yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmelisin. Hairdresser: Kuaför, berber Hair: Saç, kıl He’s losing his hair. (becoming bald) / O saçlarını kaybediyor. (kelleşiyor) Half: Yarım, yarı The glass was half full. / Bardak yarı doluydu. Hall: Salon, hol, antre a concert hall / bir konser salonu Hammer: Çekiç, tokmak, çekiçlemek, dövmek Hand: El, yardım, vermek, yardım etmek Handle: Sap, kol a long-handled spoon / uzun saplı kaşık She turned the handle and opened the door. / o kolu çevirdi ve kapıyı açtı. Hang: Asmak, asılmak There were several expensive suits hanging in the wardrobe. / Gardıropta asılı birkaç pahalı takım elbise vardı. Happen: Olmak, meydana gelmek Accidents like this happen all the time. / Bu gibi kazalar her zaman olur. You’ll never guess what’s happened! / Sen ne olduğunu asla tahmin edemeyeceksin. Happily: Mutlulukla, ne mutlu ki I’ll happily help, if I can. / Ben yapabilirsem mutlulukla yardım edeceğim. Happy: Mutlu, memnun, kutlu You don’t look very happy today. / Bugün çok mutlu görünmüyorsunuz. Hard: Zor, sert, sıkı You must try harder. / Daha sıkı çalışmalısınız. Hardly: Zorlukla, neredeyse hiç There was hardly a cloud in the sky. / Gökyüzünde neredeyse hiç bulut yoktu. Harmful: Zararlı, kötü the harmful effects of alcohol / Alkolün zararlı etkileri Harm: Zarar, hasar, zarar vermek Pollution can harm marine life. / Kirlilik deniz yaşamına zarar verebilir. Harmless: Zararsız, masum The bacteria is harmless to humans. / Bakteri insanlar için zararsızdır. Hate: Nefret, kin, nefret etmek, kin beslemek a strange relationship built on love and hate / sevgi ve nefret üzerine inşa edilmiş bir garip ilişki Hat: Şapka a woolly hat / bir yünlü şapka Hatred: Nefret, kin, düşmanlık There was fear and hatred in his voice. / Onun sesinde nefret ve korku vardı.
Have: Var, sahip olmak, yapmak, etmek, geçmiş zaman I have a brother. / Benim bir erkek kardeşim var. Have to: Zorunda olmak, -meli, -malı Sorry, I’ve got to go. / Üzgünüm, gitmek zorundayım Headache: Baş ağrısı, baş belası Red wine gives me a headache. / Kırmızı şarap bana baş ağrısı verir. Head: Baş, baştaki, tepe, ana She has been appointed to head the research team. / O, araştırma ekibinin başına atandı. Heal: İyileşmek, iyileştirmek, düzeltmek This will help to heal your cuts and scratches. / Bu sizin kesik ve çiziklerinizi iyileştirmeye yardımcı olacaktır. Health: Sağlık, sıhhat, afiyet, sağlık durumu Exhaust fumes are bad for your health. / Egzoz dumanı sağlığınız için kötüdür. Healthy: Sağlıklı, sağlığa faydalı a healthy child / sağlıklı bir çocuk Hear: Duymak, dinlemek I can’t hear very well. / Ben çok iyi duyamıyorum. Hearing: İşitme, duyma The explosion damaged his hearing. / Patlama onun işitmesine zarar verdi. Heart: Kalp, yürek, gönül Diseases of heart / Kalp hastalıkları Heat: Isı, sıcaklık, ısıtmak, ısınmak Heat the oil and add the onions. / Yağı ısıtın ve soğan ekleyin. Heating: Isıtma, ısınma heating bills / ısınma faturaları Heaven: Cennet, çok mutlu olunan yer, gökyüzü I feel like I’ve died and gone to heaven. / Ben ölmüş ve cennete gitmiş gibi hissediyorum. Four tall trees stretched up to the heavens. / Dört uzun ağaç göklere kadar uzanıyordu. Heavily: Ağır şekilde, şiddetle, aşırı derecede He relies heavily on his parents. / O ebeveynlerine aşırı derecede güvenir. Heavy: Ağır, aşırı, şiddetli, çok She was struggling with a heavy suitcase. / O, ağır bir bavul ile mücadele ediyordu. My brother is much heavier than me. / Kardeşim benden çok daha ağırdır. Heel: Topuk, topuk takmak shoes with a high heel / yüksek topuklu ayakkabı He: o (erkek), erkek 3. tekil şahıs he was the perfect gentleman. / o mükemmel bir beyefendiydi Height: Yükseklik, boy Please state your height and weight. / Lütfen boyunuzu ve kilonuzu belirtiniz. Hell: Cehennem, berbat Being totally alone is my idea of hell on earth. / Tamamen yalnız olma, benim dünyadaki cehennem fikrimdir. Hello: Merhaba, selam Hello John, how are you? / Merhaba John, nasılsın? Hello, is there anybody there? / Merhaba, orada kimse var mı? Helpful: Yararlı, faydalı, yardımcı Sorry I can’t be more helpful. / Üzgünüm, ben daha fazla yardımcı olamam. Help: Yardım The offer of help came too late. / Yardım teklifi çok geç geldi. She stopped smoking with the help of her family and friends. / Ailesinin ve arkadaşlarının yardımı ile sigara içmeyi bıraktı. Hence: Bundan dolayı, bu nedenle We suspect they are trying to hide something, hence the need for an independent inquiry. / Onların bir şey saklamaya çalıştığından şüpheliyiz, bu nedenle bağımsız bir sorgu gerekli. Here: Burada, işte! Let’s get out of here. / Hadi buradan gidelim. Come over here. / Buraya gel. I live here. / Ben burada yaşıyorum. Her: Onu, onun, o (3. tekil şahıs, bayan için) She broke her leg. / O, bacağını kırdı. Hero: Kahraman, yiğit, alp one of the country’s national heroes / ülkenin ulusal kahramanlarından biri Herself: Kendini, kendi, kendine, kendisi (3. tekil şahıs, bayan için) She told me the news herself. / Jane kendi haberlerini bana anlattı.
Hers: Onunki, onun (3. tekil şahıs, bayan için) a friend of hers / onun bir arkadaşı Hesitate: Tereddüt, çekinmek, tereddüt etmek She hesitated before replying. / O cevap vermeden önce tereddüt etti. Hide: Gizlemek, saklamak He hid the letter in a drawer. / O mektubu bir çekmecede sakladı. High: Yüksek, üst I can’t jump any higher. / Ben biraz daha yükseğe zıplayamam. Highlight: En ilginç, en iyi, parlak, önemli olay, vurgulamak One of the highlights of the trip was seeing the Taj Mahal. / Gezinin önemli olaylarından biri Taj Mahal’i görmekti. Highly: Son derece, çok, büyük ölçüde highly successful / son derece başarılı Highway: Karayolu, otoyol, otoban Highway patrol officers closed the road. / Karayolu devriye görevlileri yolu kapattı. an interstate highway / eyaletler arası otoyol Hi: Merhaba, selam Hi! What are you doing? / Merhaba! Ne yapıyorsun? Hill: Tepe Always take care when driving down steep hills. / Dik tepelerden aşağı sürerken daima dikkatli olun. Him: Onu, ona, o (3. tekil şahıs, erkek) When did you see him? / Onu ne zaman gördün? Himself: Kendisi, kendini, kendi (3. tekil şahıs, erkek) He introduced himself. / O kendini tanıttı. Hip: Kalça These jeans are too tight around the hips. / Bu kotlar kalça çevresinde çok dar. Hire: Kiralama a car hire firm / bir araba kiralama firması His: Onun, onunki The choice was his. / Onun seçimiydi. Historical: Tarihi, tarihsel the historical background of the war / savaşın tarihsel arka planı History: Tarih, geçmiş one of the worst disasters in recent history / yakın tarihin en kötü felaketlerinden biri Hit: Vurmak, isabet, vuruş, popüler a hit musical / popüler bir müzikal Hobby: Hobi, merak Her hobbies include swimming and gardening. / Yüzme ve bahçıvanlık hobilerim içindedir. Hold: Tutmak, tutunma I firmly hold books / Ben kitapları sıkıca tutarım Hole: Delik, çukur The bomb opened a huge hole in the ground. / Bomba yere büyük bir delik açtı. Holiday: Tatil Where are you going for your holidays this year? / Bu yıl tatil için nereye gidiyorsunuz? Hollow: Boşluk, çukur, delik Trunk of the tree was in hollow. / Ağacın gövdesi çukurdaydı. Holy: Kutsal, mübarek, tanrısal Kaaba is holiest temple of Islam. / Kabe İslamın en kutsal mabedidir. Home: Ev What time did you get home last night? / Dün gece eve ne zaman geldin? Homework: Ev ödevi, ödev I still haven’t done my geography homework. / Ben hâlâ coğrayfa ödevimi yapmadım. Honest: Dürüst an honest man / dürüst bir adam Honestly: Dürüstçe, gerçekten, sahiden I honestly can’t remember a thing about last night. / Ben sahiden geçen gece hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum. Honour: Onur, şeref, hürmet, saygı, onurlandırmak a man of honour / onurlu bir adam Hook: Kanca, çengel, kancayı takmak
Hang your towel on the hook. / Havlunuzu kancaya asın. Hope: Umut, ummat, ümit etmek There is now hope of a cure. / Şimdi tedavi için bir umut var. Horizontal: Yatay, düz horizontal lines / yatay çizgiler How: Nasıl He did not know how he ought to behave. / O nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. How are you? / Nasılsınız? Horn: Boynuz, boynuzlamak Horror: Korku, dehşet People watched in horror while the plane crashed to the ground. / Uçak yere düşerken insalar korku içinde izledi. Horse: At, beygir, at yarışı He lost a lot of money on the horses. / O at yarışlarında çok para kaybetti. Hospital: Hastane I’m going to the hospital to visit my brother. / Ben kardeşimi ziyaret etmeye hastaneye gidiyorum. Host: Ev sahibi, ağırlamak, ev sahipliği yapmak South Africa hosted the World Cup finals. / Güney Afrika Dünya Kupası finallerine ev sahibi yaptı. Hotel: Otel We stayed at a hotel. / Biz bir otelde kaldık. Hot: Sıcak, ateşli Do you like this hot weather? / Siz bu sıcak havaları sever misiniz? Be careful. The plates are hot. / Dikkatli olun. Tabaklar sıcaktır. Hour: Saat, zaman, vakit It will take about an hour to get there. / Oraya varmak yaklaşık bir saat sürecek. Household: Ev halkı Most households now own at least one car. / Ev halkının çoğu en az bir araba sahibi. House: Ev He went to the house. / O eve gitti. What time do you leave the house in the morning? / Sabah kaçta evden ayrılırsınız? However: Ancah, halbuki, oysa She has the window open, however cold it is outside. / O pencereyi açtı; halbuki dışarısı soğuktu. Huge: Kocaman, muazzam, dev, olağanüstü a huge crowd / muazzam bir kalabalık Human: İnsan, insani Dogs can hear much better than humans. / Köpekler insanlardan çok daha iyi duyar. Humorous: Komik, gülünç, nükteli, mizahi a humorous look at the world of fashion / moda dünyasına nükteli bir bakış Humour: Mizah, espri, şaka Whatever you do, don’t lose your sense of humour. / Ne yaparsan yap, mizah duygunu kaybetme. Hundred: Yüz This vase is worth several hundred dollars. / Bu vazo birkaç yüz dolar değerinde. Hundredth: Yüzüncü, yüzde bir a/one hundredth of a second / bir saniyenin yüzde biri Hungry: Aç, açlık acıkmış I’m really hungry. / Ben gerçekten açım. She wasn’t feeling very hungry. / O, çok aç hissetmiyordu. Hunt: Av, avlanmak, aramak Lions sometimes hunt alone. / Aslanlar bazen yalnız avlanır. I’ve hunted everywhere but I can’t find it. / Ben her yeri aradım fakat onu bulamadım. Hunting: Avcılık, avlanma, av Since 1977 otter hunting has been illegal. / 1977’den beri su samuru avlamak yasaklanmıştır. Hurry: Acele, telaş, acele etmek What’s the your hurry? The train doesn’t leave for an hour. / Aceleniz nedir? Tren bir saat içinde ayrılmaz. Hurt: Zarar, acı, incitmek, kırmak, yaralanmak None of the passengers were badly hurt. / Yolculardan hiçbiri kötü bir şekilde yaralanmadı. Husband: Koca, eş This is my husband, Steve. / Bu benim kocam, Steve. ice cream: dondurma Who wants an ice cream? / Kim dondurma ister? ice: buz
There was ice on the windows. / Pencerede buz vardı. My hands are as cold as ice. / Benim ellerim bu kadar soğuktur. idea: fikir, düşünce, görüş The surprise party was Jane’s idea. / Sürpriz parti Jane’in fikriydi. ideal: ideal, amaç, mükemmel, kusursuz political ideals / siyasi idealler identify: belirlemek, tanımak, saptamak, kimliğini belirlemek First of all we must identify the problem areas. / Her şeyden ön sorunlu alanları belirlemeliyiz. if: eğer, ise, -se, -sa If you see him, give him this note. / onu görürseniz, ona bu notu verin. ignore: aldırmamak, görmezlikten gelmek, önemsememek He ignored all the ‘No Smoking’ signs and lit up a cigarette. / O bütün ‘Sigara İçilmez’ işaretlerini görmezden geldi ve bir sigara yaktı. I: ben He and I are old friends. / O ve ben eski arkadaşız. illegal: yasa dışı, kaçak, kanunsuz illegal immigrants / kaçak göçler ill: hasta, kötü, He fell ill and died soon after. / O hastalandı ve kısa zaman sonra öldü. illness: hastalık, rahatsızlık, hastalık dönemi He died after a long illness. / Uzun bir hastalık döneminden sonra öldü. illustrate: örneklemek, resimlemek, örneklerle açıklamak, tanımlamak, göstermek Last year’s sales figures are illustrated in Figure 2. / Geçen yılın satış rakamları şekil 2’de gösterilmiştir. image: resim, görüntü, imaj The advertisements are intended to improve the company’s image. / Reklamlar şirketin imajını geliştirmeye yönelik. He stared at his own image reflected in the water. / O suya yansıyan kendi görüntüsüne baktı. imaginary: hayali, sanal, gerçek dışı We must listen to their problems, real or imaginary. / Gerçek ya da hayali, onların sorunlarını dinlemeliyiz. imagination: hayal, hayal etme, tasavvur, hayal gücü imagine: hayal etmek, düşünmek I can’t imagine life without the children now. / Ben şimdi çocuklarsız bir hayat düşünemem. Close your eyes and imagine that you are in a forest. / Gözlerini kapat ve bir ormanda olduğunu hayal et. immediate: hemen, acil, derhal, anında RAM stores information for immediate access. / RAM anında erişim için bilgileri depolar. immediately: hemen, derhal, acil olarak She answered immediately. / Hemen cevap verdi. immoral: ahlaksız, terbiyesiz an immoral act / ahlaksız bir hareket impact: etki, darbe, çarpma the environmental impact of tourism / turizmin çevresel etkisi impatient: sabırsız, aceleci I’d been waiting for twenty minutes and I was getting impatient. / Yirmi dakikadır bekliyorum ve sabırsızlanmaya başlamıştım. implication: etki, sonuç, ima etme, dolaylı anlatma The development of the site will have implications for the surrounding countryside. / Sitenin gelişimi kırsal çevre için etkili olacaktır. imply: ima etmek Are you implying (that) I am wrong? / Benim hatalı olduğumu mu ima ediyorsunuz? importance: önem, itibar, ehemmiyet She stressed the importance of careful preparation. / O dikkatli hazırlığın önemini vurguladı. important: önemli, mühim Money plays an important role in his life. / Para onun hayatında önemli bir rol oynar. an important decision / önemli bir karar import: ithalat, ithal etmek, ithal goods imported from Japan into the US / mal Japonya’dan Amerika’ya ithal edildi. The country has to import most of its raw materials. / Ülke hammaddenin çoğunu ithal ediyor. impose: uygulamaya koymak, zorlamak, yüklemek, empoze etmek, dayatmak
A new tax was imposed on fuel. / Yakıtta yeni bir vergi uygulamaya konuldu. The time limits are imposed on us by factors outside our control. / Zaman sınırları bizim kontrolümüz dışındaki faktörler tarafından bize dayatılır. impossible: imkansız It’s impossible for me to be there before eight. / Sekizden önce orada olmak benim için imkansız. one of the most impressive novels of recent years / son yılların en etkileyici romanlarından biri improve: geliştirmek, iyileştirmek, düzeltmek His quality of life has improved dramatically since the operation. / Onun yaşam kalitesi ameliyattan beri önemli ölçüde gelişmiştir. improvement: gelişme, iyileşme, düzelme Sales figures continue to show signs of improvement. / Satış rakamları iyileşme belirtileri göstermeye devam etmektedir. impressed: etkilenmek, etkilenen, etkilenmiş I must admit I am impressed. / Ben etkilendiğimi itiraf etmeliyim. impress: etkilemek, etki, iz He impressed her with his sincerity. / O samimiyeti ile onu etkiledi. impression: izlenim, etki, intiba My first impression for him was favourable. / Onun için ilk izlenimim olumluydu. impressive: etkileyici an impressive building with a huge tower / muazzam kuleli etkileyici bir bina inability: yetersizlik, acizlik the government’s inability to provide basic services / hükümetin temel hizmetleri sağlamak için yetersizliği inch: inç, 2.54 santimetrelik bir uzunluk ölçü birimi She’s a few inches taller than me. / o benden birkaç inç daha uzun. incident: olay, hadise, kaza His bad behaviour was just an isolated incident. / Onun kötü davranışı sadece münferit bir hadiseydi. include: dahil, içermek Does the price include tax? / Fiyata vergi dahil mi? income: gelir, kazanç a rise in national income / milli gelirde bir artış They receive a proportion of their income from the sale of goods and services. / Onlar mal ve hizmet satışından el edilen kazancın bir kısmını alır. increase: arttırmak, artış, yükseltmek an increase of nearly 20% / yaklaşık % 20 artış increasingly: giderek, artan bir şekilde, gitgide artarak It is becoming increasingly clear that this problem will not be easily solved. / Bu sorun kolayca çözülemez olduğu giderek daha açık hale gelmektedir. indeed: gerçekten, aslında, doğrusu I was very sad indeed to hear of your father’s death. / Babanızın öldüğünü duymak gerçekten çok üzüntü vericiydi. independence: bağımsızlık, özgürlük Cuba gained independence from Spain in 1898. / Küba 1898 yılında İspanya’dan bağımsızlığını kazandı. independent: bağımsız, serbest Mozambique became independent in 1975. / Mozambik 1975’te bağımsızlaştı. index: indeks, endeks, işaret, gösterge, içindekiler Author and subject indexes are available on a library database. / Yazar ve konu indeksleri kütüphane veritabanlarından mevcut. indicate: belirtmek, göstermek Research indicates that eating habits are changing fast. / Araştırma yeme alışkanlıklarının hızla değiştiğini gösteriyor. indication: belirti, gösterge, işaret There are clear indications that the economy is improving. / Ekonominin düzelmekte olduğunun açık göstergeleri var. indirect: dolaylı, kinayeli, dolambaçlı The building collapsed as an indirect result of the heavy rain. / Şiddetli yağmurun dolaylı bir sonucu olarak bina çöktü. individual: bireysel, birey The competition is open to both teams and individuals. / Yarışma hem takımlara hem de bireylere açıldı. indoor: içeri, iç mekan, kapalı an indoor swimming pool / kapalı bir yüzme havuzu indoors: içeriye, eve industrial: endüstriyel, sanayi industrial output / sanayi üretimi industry: sanayi, endüstri
the needs of Turkish industry / Türk sanayisinin ihtiyaçları inevitable: kaçınılmaz, malum It was an inevitable consequence of the decision. / O, kararın kaçınılmaz bir sonucuydu. inevitably: kaçınılmaz olarak, beklenildiği gibi Inevitably, it rained on the day of the wedding. / Beklenildiği gibi, düğün gününde yağmur yağdı. infected: zararlı bakteri içeren, bakteriden ya da virüsten etkilenen an infected water supply / bakterili bir su kaynağı infect: bulaştırmak Disease is not possible to infect another person through kissing. / Hastalığı öpüşme ile başka bir kişiye bulaştırmak mümkün değildir. infection: enfeksiyon, bulaşma a throat infection / bir boğaz enfeksiyonu infectious: bulaşıcı Flu is highly infectious. / grip yüksek derecede bulaşıcıdır. influence: etki, nüfuz, etilemek Research shows that most young smokers are influenced by their friends. / Araştırmalar en genç sigara içenlerin arkadaşları tarafından etkilendiğini gösterir. I don’t want to influence you. / Ben seni etkilemek istemiyorum. informal: resmi olmayan, rahat ve arkadaşça The aim of the trip was to make informal contact with potential customers. / Gezinin amacı potansiyel müşterilerle arkadaşça bir bağlantı kurmaktı. information: bilgi a source of information / bir bilgi kaynağı inform: bildirmek, bilgi vermek He went to inform them of his decision. / O kararını onlara bildirmeye gitti. ingredient: bileşen, unsur, malzeme, bir şeyin yapılmasını sağlayan maddelerden biri Mix all the ingredients in a bowl. / Bir kapta tüm malzemeleri karıştırın. in: içinde, -de, -da, içine The kids were playing by the river and one of them fell in. / Çocuklar nehir kenarında oynuyorlardı ve onlardan biri içine düştü. initial: ilk, baştaki, baş harf John Fitzgerald Kennedy was generally known by his initials JFK. / John Fitzgerald Kennedy genellikle baş harfleri JFK ile bilinirdi. initially: başlangıçta, ilk olarak Initially, the system worked well. / Başlangıçta sistem iyi çalıştı. initiative: girişim, ilk adım, ilk a government initiative to combat unemployment / işsizlik ile mücadele için bir hükümet girişimi injured: yaralı, zarar görmüş, sakat Luckily, she isn’t injured. / Neyse ki, o yaralı değil. Ambulance took the injured to a nearby hospital. / Ambulans yaralıyı yakındaki bir hastaneye götürdü. injure: yaralamak, incitmek, sakatlamak Three people were killed and five injured in the crash. / Kazada üç kişi öldü ve beş kişi yaralandı. She injured herself during training. / o antrenman sırasında kendini sakatladı injury: hasar, zarar, yara, sıyrık The passengers escaped with only minor injuries. / Yolcular hafif sıyrıklarla kurtuldu. ink: mürekkep different coloured inks / farklı renkli mürekkepler inner: iç, dahili, içteki inner London / iç Londra innocent: masum, suçsuz, saf Thousands of innocent civilians have been killed in this conflict. / Binlerce masum insan bu çatışmada öldürüldü. insect: böcek, haşere The pesticide is lethal to all insect life. / Böcek zehiri tüm böceklerin yaşamı için öldürücüdür. insert: eklemek, sokmak, yerleştirmek, takmak They inserted a tube in his mouth to help him breathe. / Onlar onun nefesine yardımcı olmak için onun ağzına bir tüp taktı. inside: içinde, içine, dahili, iç the inside pages of a newspaper / bir gazetenin iç sayfaları insist: ısrar etmek, dayatmak, diretmek
I didn’t really want to go but he insisted. / Ben gerçekten gitmek istemedim ama o ısrar etti. install: kurmak, yerleştirmek, monte etmek The hotel chain has recently installed a new booking system. / Otel zinciri son zamanlarda yeni bir rezervasyon sistemi kurmuştur. instance: örnek, durum The report highlights a number of instances of injustice. / Rapor bir dizi adaletsizlik olayını vurgulamaktadır. instead: yerine Lee was ill so I went instead. / Lee hastaydı, bu yüzden yerine ben gittim. institute: enstitü a research institute / bir araştırma enstitüsü institution: kurum, kuruluş, tesis, tanınan kimse an educational institution / bir eğitim kurumu instruction: talimat, yönerge Always read the instructions before you start. / Daima başlamadan önce talimatları oku. instrument: enstrüman, alet, araç the flight instruments / uçuş aletleri insulting: aşağılayıcı, onur kırıcı She was really insulting to me. / O gerçekten bana karşı onur kırıcıydı. insult: hakaret, aşağılama, hakaret etmek, onurunu kırmak His comments were seen as an insult to the president. / Onun yorumları başkana hakaret olarak görüldü. insurance: sigorta travel insurance / seyahat sigortası intelligence: zekâ, akıl, istihbarat intelligence reports / istihbarat raporları intelligent: akıllı, zeki a highly intelligent child / son derece akıllı bir çocuk intended: yönelik, istenilen, amaçlanan, tasarlanmış The bullet missed its intended target. / Kurşun amaçlanan hedefi kaçırdı. The book is intended for children. / Kitap çocuklar için tasarlanmıştır. intend: niyet, amaçlamak, niyet etmek The writer clearly intends his readers to identify with the main character. / Yazar ana karakteri açıkça okurlarına tanıtmaya niyetlenir. I don’t intend staying long. / Ben uzun kalmak niyetinde değilim. intention: niyet, amaç, kasıt, plan He has announced his intention to retire. / O emekliliğe niyetini açıkladı. interested: ilgili, meraklı I’m very interested in history. / Ben tarihe çok ilgiliyim. an interested audience / ilgili bir seyirci interesting: ilginç, ilgi çekici, enteresan an interesting question / ilginç bir soru Can’t we do something more interesting? / Daha ilgi çekici bir şey yapamaz mıyız? interest: ilgi, faiz, çıkar, ilgisini çekmek, ilgilendirmek Politics doesn’t interest me. / Politika beni ilgilendirmez. interior: iç, dahili, içişleri interior walls / iç duvarlar internal: iç, dahili the internal structure of a building / bir binanın iç yapısı international: uluslararası a pianist with an international reputation / uluslararası üne sahip bir piyanist internet: internet You can buy our goods over the Internet. / İnternet üzerinden bizim mallarımızı satın alabilirsiniz. interpretation: yorumlama Dreams are open to interpretation / Rüyalar yoruma açıktır. interpret: yorumlamak, değerlendirmek The data can be interpreted in many different ways. / Bu veriler çok farklı şekillerde yorumlanabilir. interrupt: kesmek, yarıda kesmek, ara vermek, sözünü kesmek I hope I’m not interrupting you. / Umarım seni bölmüyorum. interruption: kesinti, ara, durdurma The birth of her son was a minor interruption to her career. / Onun oğlunun doğumu kariyeri için küçük bir kesintiydi. interval: aralık, ara The interval between major earthquakes might be 200 years. / Büyük depremler arası 200 yıl olabilir.
interview: görüşme, mülakat, röportaj We interviewed ten people for the job. / Biz iş için on kişi ile görüştük. into: içine, -e, -ye Come into the house. / Eve gel. He threw the letter into the fire. / O mektubu ateşin içine attı. introduce: tanıtmak, tanıştırmak Can I introduce my wife? / Karımı tanıtabilir miyim? He introduced me to a Greek girl at the party. / O, partide beni bir Yunan kızla tanıştırdı. introduction: giriş, tanıtım, başlangıç the introduction of new manufacturing methods / yeni üretim yöntemlerinin tanıtımı invent: icat etmek, bulmak Who invented the steam engine? / Buhar makinesini kim icat etti? invention: icat, buluş Such changes have not been seen since the invention of the printing press. / Böyle değişiklikler matbaanın icadından bu yana görülmemiş. investigate: araştırmak, incelemek What was that noise?’ ‘I’ll go and investigate.’ / O ses neydi? Ben gideceğim ve araştıracağım. investigation: soruşturma, araştırma, inceleme She is still under investigation. / O hâlâ soruşturma altında. invest: yatırım yapmak, yatırmak Now is a good time to invest in the property market. / Şimdi emlak piyasasında yatırım yapmak için iyi bir zaman. investment: yatırım, kuşatma to encourage foreign investment / yabancı yatırımı teşvik etmek için invitation: davet, davetiye an invitation to the party / partiye davet invite: davet etmek, çağırmak Have you been invited to their party? / Onları partiye davet ettiniz mi? involved: ilgili, kapsayan, ilişkili, karışmış, dahil Some people tried to stop the fight but I didn’t want to get involved. / Bazı insanlar kavgayı durdurmaya çalıştı fakat ben dahil olmak istemedim. involvement: katılım, ilgi, karışma iron: demir, demirden yapılmış, ütü, ütülemek He was ironing when I arrived. / Ben geldiğimde o ütülüyordu. irritated: tedirgin, kızgın, sinirli irritate: kızdırmak, rahatsız etmek, sinirlendirmek, tahrik etmek I found her extremely irritating. / Ben onu son derece rahatsız edici buldum. -ish: imsi, imtrak, -çe, -ça, millet ifadesi bildirirken kullanılır Turkish / Türk Irish / İrlandalı childish / çocukça reddish / kırmızımsı island: ada We spent a week on the Greek island / Biz Yunan adasında bir hafta geçirdik. issue: konu, sorun, mesele item: madde, parça Can I pay for each item separately? / Ben her parça için ayrı ayrı ödeme yapabilir miyim? it: o, onu, ona (hayvanlar, cansız varlıklar ve bazen cinsiyeti bilinmeyen bebekler için) ‘Where’s your car?’ ‘It’s in the garage.’ / Senin araban nerede? O, garajda. itself: kendisi, kendi The cat was washing itself. / Kedi kendini yıkıyordu. its: onun, kendi The baby threw its food on the floor. / Bebek kendi yemeğini yere attı Jacket: Ceket I have to wear a jacket and tie to work. / Ben iş için bir ceket ve kravat giymet zorundayım. Jam: Sıkıştırmak, reçel Çilek reçeli January: Ocak ayı I will go to Istanbul in January / Ben ocak ayında İstanbul’a gideceğim. Jeaolous: Kıskanç
Children often feel jealous when a new baby arrives. / Çocuklar genellikle yeni bir bebek geldiği zaman kıskançlık hisseder. Jeans: Kot, kot pantolon Jelly: Jöle, pelte jelly and ice cream / pelte ve dondurma Jewellery: Takı, mücevherat, mücevher She has some lovely pieces of jewellery. / Onun biraz güzel mücevher parçaları vardır. Job: İş I’m thinking of applying for a new job. / Yeni bir iş için başvurmayı düşünüyorum. Join: Katılmak, birleştirmek How do these two pieces join? / Bu iki parça nasıl birleştirilir? Joint: Eklem inflammation of the knee joint. / diz eklemi iltihabı Joke: Şaka, şaka yapmak She was laughing and joking with the children. / O çocuklarla gülüyor ve şakalaşıyordu. Journalist: Gazeteci Journey: Seyahat, yolculuk, seyahate çıkmak Don’t use the car for short journeys. / Kısa yolculuklar için arabayı kullanma Joy: Sevinç, neşe, keyif Judge: Yargıç, hakim, yargılamak, değerlendirmek, tahmin etmek Judgement: Karar, yargı, hüküm The judgment will be given tomorrow. / Karar yarın verilmiş olacak. Juice: Meyve suyu, sebze suyu, su Add the juice of two lemons. / İki limon suyu ekleyin. Two orange juices, please. / İki portakal suyu lütfen. July: Temmuz Jump: Atlamak, zıplamak, atlama, sıçrama, zıplama a jump of over six metres / altı metrenin üzerinde bir atlama June: Haziran Junior: Genç, küçük, oğul, düşük seviyedeki iş I leave junior with Mom when I’m at work. / Ben işteyken oğlumu annesi ile bırakırım. Justice: Adalet, yargı, hak, hukuk They are demanding equal rights and justice. / Onlar eşit haklar ve adalet talep ediyor. Justified: Haklı, haklı göstermek, haklı çıkarmak, doğrulamak, aklamak His fears proved justified. / Onun korkuları haklı olduğunu kanıtladı. Justify: Haklı çıkarmak, ispat etmek, doğrulamak Just: Tam, sadece, yalnızca, henüz, şimdi, adil, doğru She looks just like her mother. / O tam annesi gibi görünüyor. I waited an hour just to see you. / Sadece seni görmek için bir saat bekledim. ‘Can I help you?’ ‘No thanks, I’m just looking.’ / Yardımcı olabilir miyim? Hayır teşekkürler, sadece bakıyorum Keen: İstekli, meraklı, hevesli, zeki, keskin John was very keen to help. / John yardım için çok hevesliydi. Keep: Tutmak, kalmak, devam etmek, korumak, sağlamak Keep left along the wall. / Duvar boyunca solda kalın. I’m very sorry to keep you waiting. / Seni tuttuğum için özür dilerim. Keep smiling! / Gülmeye devam et! Keyboard: Klavye, piyano tuşları Key: Anahtar, kilit, en önemli He was a key figure in the campaign. / O, kampanyanın en önemi figürüydü. She played a key role in the dispute. / O, tartışmada anahtar bir rol oynadı. Kick: Tekme, tepme, tekmelemek, tekme atmak, heyecan ve mutluluk gibi güçlü duygu He aimed a kick at the dog. / Köpeğe bir tekme atmayı amaçladı. Kid: Çocuk, ufaklık
Do you have any kids? / Hiç çocuğunuz var mı? She’s a bright kid. / O parlak bir çocuktu. Killing: Öldürme, cinayet brutal killings / vahşi cinayetler Kill: Öldürmek Three people were killed in the crash. / Kazada üç kişi öldü. Cancer kills thousands of people every year. / Kanser her yıl binlerce insanı öldürür. Kilogram: Kilogram 2 kilograms of rice / İki kilogram pirinç Kilometre: Kilometre, 1000 metre Our house is 2 kilometre from here. / Evimiz buradan 2 kilometre. Kind: Tür, çeşit, nazik, hoş, iyi a very kind and helpful person / çok nazik ve yardımsever bir insan Kindly: Nazikçe, iyilikle, kibar bir şekilde, lütfen She spoke kindly to them. / O onlara karşı nazikçe konuştu. Kindly leave me alone! / Lütfen beni yalnız bırak! Kindness: Nezaket, iyilik I can never repay your kindnesses to me. / Ben asla senin bana yaptığın iyilikleri ödeyemem. King: Kral The eagle is the king of the sky. / Kartal gökyüzünün kralıdır. Kiss: Öpücük, öpmek Come here and give me a kiss! / Buraya gel ve bana bir öpücük ver. Kitchen: Mutfak We ate at the kitchen table. / Biz mutfak masasında yemek yedik. Knee: Diz a knee injury / bir diz sakatlığı Knife: Bıçak She was murdered in a frenzied knife attack. / O şiddetli bir bıçak saldırısında öldürüldü. Knit: Örgü, kaynaşmak I knitted this cardigan myself. / Ben kendime bu hırkayı ördüm. Knitted: Örgü, örülmüş knitted gloves / örgü eldivenler Knock: Vurma, çalma, kapıyı çalma I knocked on the door. But there was no one inside. / Ben kapıyı çaldım. Fakat içeride kimse yoktu. Knot: Düğüm Tie the two ropes together with a knot. / Bir düğüm ile iki halatı bağlayın. Know: Bilmek, tanımak, fark etmek Do you know his address? / Onun adresini biliyor musunuz? The cause of the fire is not yet known. / Yangının nedeni henüz bilinmemektedir. Knowledge: Bilgi There is a lack of knowledge about the tax system. / Vergi sistemi hakkında bilgi eksikliği var Label: etiket, etiketlemek We carefully labelled each file. / Biz dikkatle her dosyayı etiketledik. Lab: Laboratuvar a lab technician / bir laboratuvar teknisyeni Laboratory: Laboratuvar a research laboratory / bir araştırma laboratuvarı Labour: Emek, iş gücü, işçi sınıfı, çalışmak, doğum sancısı çekmek The company wants to keep down labour costs. / Şirket iş gücü maliyetlerini düşük tutmak istiyor. Lacking: Eksik, -siz I feel there is something lacking in my life. / Ben hissediyorum, hayatımda eksik bir şey var. Lack: Eksiklik, yoksunluk Lack of confidence / Güven eksikliği Lady: Hanımefendi, bayan There’s a lady waiting to see you. / Sizi görmek için bekleyen bir bayan var. Lake: Göl We swam in the lake. / Biz gölde yüzdük. Lamp: Lamba, ışık a street lamp / bir sokak lambası Land: Arazi, kara, toprak, inmek, yere inmek
The plane landed safely. / Uçak güvenle indi. Landscape: Manzara, peyzaj, bahçe düzenlemek Lane: Şerit, dar yol, patika yol, kulvar We drove along a muddy lane to reach the farmhouse. / Çiftliğe varmak için çamurlu bir yol boyunca sürdük. Language: Dil, lisan It takes a long time to learn to speak a language well. / Bir dili iyi bir şekilde konuşmayı öğrenmek uzun zaman alır. Turkish is my first language / Türkçe benim ilk dilimdir. Large: Büyük, geniş, iri, çok a large number of people / çok sayıda insan a large and complex issue / geniş ve karmaşık bir konu Largely: Çok, genellikle, başlıca Last: Son, sonuncu, en son This last point is crucial. / Bu son nokta çok önemlidir. He came last in the race. / O, yarışta sonuncu geldi. When did you see him last? / Onu en son ne zaman gördün? Late: Geç, son zamanlar, geç saatler I got up late. / Ben geç kalktım. late in March / Martın son zamanlarında There’s a good film on late. / Geç saatlerde iyi bir film var. Later: Daha sonra, sonradan This is discussed in more detail in a later chapter. / Bu, daha sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alınmıştır. Latest: Son, en son, en yeni What is the latest plan? / En son plan nedir? Latter: İkincisi, sonra gelen He presented two solutions. The latter seems much better. / O iki çözüm sundu. İkincisi çok daha iyi görünüyor. Laugh: Gülmek, sevinmek, kahkaha, gülme Launch: Başlatmak, denize indirmek, fırlatmak, lansman a product launch / bir ürün lansmanı Law: Hukuk, yasa, kanun In Sweden it is against the law to hit a child. / İsveç’te bir çocuğa vurmak yasalara aykırıdır. Lawyer: Avukat, hukukçu Layer: Katman, tabaka A thin layer of dust covered everything. / Her şeyi bir ince toz tabakası kapladı. Lay: Koymak He laid a hand on my arm. / O elini benim koluma koydu. Lazy: Tembel, haylaz He was not stupid, just lazy. / O aptal değildi, sadece tembel. Leader: Lider, önder, baş He was not a natural leader. / O doğal bir lider değildi. Leading: Önemli, başlıca, ileri gelen, baş She was offered the leading role in the new TV series. / O yeni TV dizilerinde baş rol teklifi aldı. Lead: Yol göstermek, yönlendirmek, götürmek, önderlik etmek, birincilik, neden olmak (lead to) Eating too much sugar can lead to health problems. / Çok fazla şeker yemek sağlık problemlerine neden olur. I tried to lead the discussion back to the main issue. / Ben tartışmayı ana konuya yönlendirmeye çalıştım. She took the lead in the second lap. / O, ikinci turda birinciliği aldı. Leaf: Yaprak, sayfa oak leaves / meşe yaprakları League: Lig, birlik United were league champions last season. / United geçen yıl lig şampiyonuydu. Lean: Eğilmek, dayanmak, yaslanmak I leaned back in my chair. / Ben sandalyemde arkaya yaslandım. A man was leaning out of the window. / Bir adam pencerenin dışına eğiliyordu. Learn: Öğrenmek, haber almak I learned a lot from my father. / Babamdan çok şey öğrendim. Least: En az, asgari She chose the least expensive of the hotels. / O otellerden en az pahalı olanını seçti. Leather: Deri
The soles are made of leather. / Tabanı deriden imal edilmiştir. a leather jacket / deri bir ceket Leave: Ayrılmak, bırakmak, kalkmak The plane leaves at 12.35. / Uçak saat 12.35’te kalkar. Lecture: Ders, konferans I know I should stop smoking. Don’t give me a lecture about it. / Ben sigarayı bırakmam gerektiğini biliyorum. O konuda bana ders verme. a lecture room / bir konferans odası Left: Sol, soldaki She was sitting on my left. / O benim solumda oturuyordu. Legal: Yasal, hukuki They are currently facing a long legal battle in the US courts. / Onlar şu anda Amerika mahkemelerinde uzun bir yasal mücadele ile karşı karşıya. Leg: Bacak, ayak I broke my leg while playing football. / Ben futbol oynarken bacağımı kırdım. Lemon: Limon Squeeze the juice of half a lemon over the fish. / Balığın üzerine yarım limon suyu sıkın. Lend: Vermek, ödünç vermek, borç vermek I’ve lent the my car to a friend. / Bir arkadaşıma arabamı ödünç verdim. Length: Uzunluk This room is twice the length of the kitchen. / Bu oda iki mutfak uzunluğunda. Less: Daha az, daha küçük I read much less now than I used to. / Ben şimdi daha önce okuduğumdan çok daha az okudum. Lesson: Ders She gives piano lessons. / O piyano dersleri verir. Let: İzin vermek, öneri ve istek ifadesi Don’t let her upset you. / Seni üzmesine izin verme. Let’s go to the beach. / Sahile gidelim. Letter: Mektup, harf There’s a letter for you from your mother. / Annenizden size bir mektup var. ‘B’ is the second letter of the alphabet. / B alfabenin ikinci harfidir. Level: Seviye, düzey, düz, aynı seviyede (boy, pozisyon vb. açılardan) There is a tent on level ground. / Düz zemin üzerinde bir çadır var. Are these pictures level? / Bu resimler aynı seviyede mi? Game is difficultİer in high level. / Oyun yüksek seviyede daha zordur. Library: Kütüphane a university library / bir üniversite kütüphanesi license: ruhsat, lisans, lisans vermek, yetki vermek a driving licence / ehliyet Is there a licence fee? / bir lisans ücreti var mı? Lid: Kapak, göz kapağı a dustbin lid / bir çöp kapağı Lie: Yalan, yatış, yalan söylemek, yatmak The cat was lying. / Kedi yatıyordu. Don’t lie to me! / Bana yalan söyleme Life: Yaşam, hayat My father died last year. I wish I could bring him back to life. / Babam geçen yıl öldü. Ben, onu hayata geri getirmek isterdim. Lift: Asansör, kaldırma, yükseltme It’s on the sixth floor. Let’s take the lift. / O, altıncı katta. Asansöre binelim. Light: Işık, aydınlık, yakmak, açık She lit a candle. / Bir mum yak. Lightly: Nazikçe, hafifçe He kissed her lightly on the cheek. / Onu nazikçe yanağından öptü. Like: Gibi, benzer, aynı, beğenmek I like to watching football match. / Ben futbol maçı izlemeyi severim. Likely: Muhtemelen, olası the most likely outcome / en muhtemel sonuç Limited: Sınırlı, sınırlandırılmış We are doing our best with the limited resources available. / Biz mevcut sınırlı kaynaklar ile elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Limit: Limit, sınır, sınırlandırmak I’ve limited myself to 1000 calories a day to try and lose weight. / Ben çalışmak ve kilo vermek için kendimi günde 1000 kalori ile sınırlandırdım.
Line: Çizgi, satır, sıra Draw a thick black line along the page. / Sayfa boyunca kalın siyah çizgi çizin. Link: Bağlantı, bağ, bağ kurmak, bağlamak The two factors are directly linked. / İki faktör doğrudan bağlantılıdır. Lip: Dudak, küstah She kissed him on the lips. / Onu dudaklarından öptü. Liquid: Sıvı The detergent comes in powder or liquid form. / Deterjan toz ya da sıvı şekline gelir. Listen: Dinlemek, baksana! Sorry, I wasn’t really listening. / Üzgünüm, gerçekten dinlemiyordum. I listened carefully to her story. / Ben dikkatli bir şekilde onun hikayesini dinledim. List: Liste, listelemek Towns in the guide are listed alphabetically. / Rehberde kentler alfabetik olarak listelenmiştir. Literature: Edebiyat, literatür Turkish literature / Türk edebiyatı Litre: Litre 3 litres of water / 3 litre su Little: Az, küçük, azıcık He is little known as an artist. / O, bir sanatçı olarak az bilinir. Live: Yaşamak, oturmak, canlı Where do you live? / Nerede yaşıyorsunuz? Spiders can live for several days without food. / Örümcekler yiyecek olmadan birkaç gün yaşayabilir. Lively: Canlı, hayat dolu, neşeli an intelligent and lively young woman / zeki ve neşeli genç bir kadın Her eyes were bright and lively. / Onun gözleri parlak ve haya doluydu. Living: Yaşam, canlı, oturma, yaşayan, yaşama living organisms / canlı organizmalar living languages / yaşayan diller Load: Yük, yüklemek, şarj, doldurmak We loaded the car in ten minutes. / On dakika içinde arabayı doldurduk. Game is loading. / Oyun yükleniyor. Loan: Borç, ödünç verme, kredi, borç para a car loan / bir araç kredisi Local: Yerel, yerli, kısmi a local newspaper / yerel bir gazete Located: Yer, konum, konumlanmış a small town located 30 miles south of Chicago / Chicago’nun 30 mil güneyine konumlanmış küçük bir kasaba Locate: Yerini saptamak, bulmak Rescue planes are trying to locate of the missing sailors. / Kurtarma uçakları kayıp denizcilerin yerini saptamaya çalışıyor. Location: Konum, yer, mevki a honeymoon in a secret location / gizli bir yerde balayı Where is the exact location of the ship? / Geminin tam olarak konumu neresidir? Lock: Kilit, kilitlemek a bicycle lock / bir bisiklet kilidi Logical: Mantıklı It was a logical conclusion from the child’s point of view. / Bu çocuğun bakış açısından mantıklı bir sonuçtu. Logic: Mantık The two parts of the plan were governed by the same logic. / Planın iki parçası aynı mantık ile yönetildi. Lonely: Yalnız, yapayalnız She lives alone and often feels lonely herself. / O tek başına yaşıyor ve sık sık kendini yalnız hissediyor. Long: Uzun, uzun zaman This may take longer than we thought. / Bu bizim düşündüğümüzden daha uzun zaman alabilir. Look: Bakmak, aramak, ifade, görünmek, görünüş Looks can be deceptive. / Görünüş aldatıcı olabilir. I am looking to the her. / Ben ona bakıyorum. Loose: Gevşek, serbest Check that the plug has not come loose. / Fişin gevşek gelmediğini kontrol edin. Loosely: Gevşek bir şekilde She fastened the belt loosely around her waist. / O gevşek bir şekilde belinin çevresine kemeri bağladı. Lord: Lord,efendi, bey, beyefendi the lord of the manor / malikane efendisi
Lorry: Kamyon Emergency food supplies were brought in by lorry. / Acil gıda malzemeleri kamyon tarafından getirildi. Lose: Kaybetmek, kaçırmak I’ve lost my keys. / Ben anahtarlarımı kaybettim. She lost her husband in the crowd. / O, kalabalıkta kocasını kaybetti. Loss: Kayıp, zarar The closure of the factory will lead to a number of job losses. / Fabrikanın kapatılması bir dizi iş kaybına neden olacak. Lost: Kayıp, kaybolmuş Your cheque must have got lost in the post. / Sizin çekiniz postada kaybolmuş olmalı. Lot: Çok, bir sürü I’m feeling a lot better today. / Ben bugün çok daha kötü hissediyorum. Loud: Yüksek sesle, gürültülü Do you have to play that music so loud? / Bu kadar yüksek sesle müzik çalmak zorunda mısın? Love: Aşk, sevgi, sevmek If you love each other, why not get married? / Birbirinizi severseniz niçin evli olmayasınız? I love you. / Seni seviyorum. Lovely: Güzel, hoş, sevimli, çekici He has a lovely voice. / Onun sevimli bir sesi var. What a lovely surprise! / Ne hoş bir sürpriz! Lover: Sevgili, aşık, dost He denied that he was her lover. / O, onun sevgilisi olduğunu yalanladı. Low: Düşük, alçak, ucuz a plane flying low over the town / şehrin üzerinde alçak uçan bir uçak Loyal: Sadık, vefalı She has always remained loyal to her political principles. / O daima siyasi ilkelerine sadık kalmıştır. Luck: Şans, baht, talih With luck, we’ll be at home before dark. / Şans ile hava kararmadan evde olacağız. Lucky: Şanslı, uğurlu, talihli His friend was killed and he knows he is lucky to be alive. / Onun arkadaşı öldü ve yaşadığı için şanslı olduğunu bilir. Luggage: Bagaj There’s room for one more piece of luggage. / Bir parça bagaj için daha yer var. Lump: Parça, yumru, şişlik Lunch: Öğle yemeği She’s gone to lunch. / O öğle yemeğine gitti. Lung: Akciğer, ciğer lung cancer / akciğer kanseri Machine: Makine How does this machine work? / Bu makine nasıl çalışır? Machinery: Makineler, mekanizma industrial machinery / sanayi makineleri Mad: Deli, kızgın, çılgın I’ll go mad if I have to wait much longer. / Ben çok daha uzun süre beklemek zorunda kalırsam deli olacağım. Magazine: Dergi, magazin a monthly magazine / aylık bir dergi Magic: Büyü, sihir, sihirli, sihirbazlık There is no magic formula for passing exams. / Sınavları geçmek için sihirli bir formül yoktur. Mail: Posta, postalamak Don’t forget to mail that letter to your mother. / Annenize mektup postalamayı unutmayın. Mainly: Başlıca, çoğunlukla, temel olarak They eat mainly fruit and nuts. / Onlar çoğunlukla meyve ve fındık yer. Main: Ana, başlıca, esas We have our main meal at lunchtime. / Bizim ana öğünümüz öğle vaktindedir. Maintain: Korumak, sağlamak, sürdürmek The two countries have always maintained close relations. / İki ülke her zaman yakın ilişkilerini korumuştur. Majority: Çoğunluk This treatment is not available in the vast majority of hospitals. / Bu tedavi hastanelerin büyük çoğunluğunda mevcut değildir. Major: Büyük, önemli, başlıca major international companies / büyük uluslararası şirketler Make: Yapmak, sağlamak
a Swiss make of watch / Saat yapan bir İsviçreli Make-up: Makyaj malzemesi, makyaj Male: Erkek a male-dominated profession / erkek egemen bir meslek Mall: Alışveriş merkezi Let’s go to the mall. / Alışveriş merkezine gidelim. Manage: Yönetmek, idare etmek, işletmek I don’t know exactly how we’ll manage it. / Onu nasıl idare edeceğimizi tam olarak bilmiyorum. Management: Yönetim, işletme, idare The report blames bad management. / Rapor kötü yönetimi suçluyor. Manager: Yönetici, müdür, idareci, menejer the personnel manager / personel müdürü Man: Erkek, adam a good-looking young man / iyi görünümlü genç adam Manner: Tavır, tarz, tutum, davranış She answered in a businesslike manner. / Ciddi bir tavır içinde cevap verdi. Manufacture: Üretim, imal, yapım a news story manufactured by an unscrupulous journalist / ahlaksız bir gazeteci tarafından üretilen bir hikaye Manufacturer: Üretici Always follow the manufacturer’s instructions. / Her zaman üreticinin talimatlarına uyun. Manufacturing: Üretim, üretmek The company has established its first manufacturing base in Europe. / Şirket Avrupa’daki ilk üretim üssünü kurdu. Many: Çok, bir hayli, bir yığın, fazla (sayılabilen) There are too many mistakes in this essay. / Bu denemede çok fazla hata vardır. Map: Harita, plan a map of Turkey / Bir Türkiye haritası March: Mart Marketing: Pazarlama, alışveriş yapma a marketing campaign / bir pazarlama kampanyası Market: Market, pazar, piyasa, pazarlamak We buy our fruit and vegetables from the market. / Biz meyve ve sebzelerimizi marketten satın alırız. Mark: İşaret, iz, işaretlemek Detectives found no marks on the body. / Dedektifler vücutta hiçbir iz bulamadı. Marriage: Evlilik All of her children’s marriages ended in divorce. / Onun bütün çocuklarının evliliği boşanma ile sona erdi. Married: Evli Is he married? / O evli mi? Marry: Evlenmek He never married. / O hiç evlenmedi. Massive: Çok büyük, ağır a massive rock / ağır bir taş Mass: Yığın, kitle, kütle, yığmak, toplamak Master: Usta, uzman, efendi, ana, asıl, erkek öğretmen, mükemmel the physics master / fizik öğretmeni Matching: Denkleşen Match: Denk, eş, eşlemek, uyuşmak, maç, karşılaşma The dark clouds matched her mood. / Kara bulutlar onun ruh hali ile uyuştu. Mate: Çiftleşmek (hayvanlar için) Do foxes ever mate with dogs? / Tilkiler hiç köpeklerle çiftleşir mi? Material: Malzeme, madde, maddi changes in your material circumstances / maddi durumunuzdaki değişiklikler Mathematics: Matematik the mathematics curriculum / matematik müfredatı Matter: Konu, mesele
Maximum: Azami, en fazla The July maximum (= the highest temperature recorded in July) was 30°C. / Temmuz en fazla 30 dereceydi. (Temmuz ayında kaydedilen en yüksek sıcaklık) Maybe: Belki, olabilir ‘Are you going to sell your house?’ ‘Maybe.’ / Evinizi satacak mısınız? Olabilir. May: Mayıs Mayor: Belediye başkanı Kadir Topbas is the Mayor of Istanbul / Kadir Topbaş İstanbul belediye başkanıdır. Meal: Yemek, öğün Lunch is his main meal of the day. / Öğle yemeği, onun için günün ana öğünü. Meaning: Anlam, kasıt, anlamlı What’s the meaning of this word? / Bu kelimenin anlamı nedir? Mean: Anlamına gelmek, kastetmek What does this sentence mean? / Bu cümle ne anlama geliyor? Means: Araç, vesile Television is an effective means of communication. / Televizyon etkili bir iletişim aracıdır. Meanwhile: Bu arada, iken The doctor will see you again next week. Meanwhile, you must rest as much as possible. / Doktor gelecek hafta yine sizi görecek. Bu arada mümkün olduğu kadar dinlenmelisiniz. Measure: Ölçü, tedbir, önlem The government is preparing tougher measures to combat crime. / Hükümet suçla mücadele için sert önlemler hazırlıyor. measures against racism / ırkçılığa karşı tedbirler The Richter Scale is a measure of ground motion. / Richter ölçeği bir yer hareketi ölçüsüdür. Measurement: Ölçüm, ölçme Accurate measurement is very important in science. / Doğru ölçüm bilimde çok önemlidir. Meat: Et There’s not much meat on this chop. / Bu pirzolada çok et yok. Media: Medya, basın The trial was fully reported in the media. / Duruşma bütünüyle medyaya bildirildi. Medical: Tıbbi, tedavi edici medical or surgical treatment / tıbbi veya cerrahi tedavi Medicine: Tıp, ilaç, ilaç vermek advances in modern medicine / modern tıptaki gelişmeler Medium: Orta, ortalama, vasat, araç, vasıta Television is the modern medium of communication. / Televizyon modern iletişim aracıdır. medium-sized / orta ölçekli Meeting: Toplantı, buluşma, görüşme The meeting will be held in the school hall. / Toplantı okul saatinde yapılacaktır. Meet: Karşılamak, tanışmak, buluşmak, toplanmak Maybe we’ll meet again some time. / Belki bir zaman yine karşılaşırız. The committee meets on Fridays. / Komite cuma günleri buluşur. Melt: Eritmek, erimek The snow showed sign of melting. / Kar erime belirtisi gösterdi. Member: Üye a founder member of the conservation group / koruma grubunun kurucu üyesi Membership: Üyelik Who is eligible to apply for membership of the association? / Kim dernek üyeliği için başvurabilir? Me: Bana, beni Don’t hit me. / Beni vurmayın. Give it to me. / Onu bana ver. Memory: Hafıza, anı She can recite the whole poem from memory. / O tüm şiirleri hafızasından ezbere okuyabilir. Mentally: Zihinsel olarak, akli mentally ill / akli hastalık Mental: Zihinsel, ruhsal the mental process of remembering / zihinsel hatırlama süreci Mention: Anmak, bahsetmek Did she mention where she was going? / O nereye gittiğinden bahsetti mi? Menu: Menü, yemek listesi
What’s on the menu tonight? / Bu gece menüde ne var? Merely: Sadece, yalnız He said nothing, merely smiled and watched her. / O hiçbir şey demedi, sadece gülümsedi ve onu izledi. Mere: Sırf, sade A mere 2% of their budget has been spent on publicity. / Bütçelerinin sadece % 2’si tanıtıma harcanmıştır. Message: Mesaj Jenny’s not here at the moment. Can I take a message? / Jenny şu anda burda değil. Bir mesaj alabilir miyim? Mess: Karışıklık, kirli, pislik, düzensiz, dağınık, karmaşık The room was in a mess. / Oda karışıklık içindeydi. Metal: Metal The frame is made of metal. / Çerçeve metalden yapılmış. Method: Yöntem, metot a new method of solving the problem / problem çözmenin yeni bir yöntemi Metre: Metre, yüz santimetre bir uzunluk ölçü birimi She came second in the 200 metres. / O 200 metrede ikinci geldi. Midday: Öğlen vakti The train arrives at midday. / Tren öğle vakti ulaşır. Middle: Orta, orta kısım Pens are kept in the middle drawer. / Kalemler orta çekmecede tutulur. Mid: Ortadaki, orta Midnight: Gece yarısı We have to catch the midnight train. / Biz gece yarısı treni yakalamak zorundayız. Might: Olabilir, -ebilmek You might try calling the help desk. / Yardım masasını aramayı deneyebilirsiniz. I thought we might go to the zoo on Saturday. / Ben cumartesi hayvanat bahçesine gidebileceğimizi düşündüm. Mild: Hafif, yumuşak, ılıman a mild climate / ılıman bir iklim Mil: Mil, 1609 metrelik uzunluk ölçüsü birimi The nearest bank is about half a mile down of the road. / En yakın banka yolun yaklaşık yarım mil aşağısındadır. Military: Askeri military uniform / askeri üniforma Milk: Süt milk products / süt ürünleri Milligram: Miligram, 1 gramın 1000’de biri oranındaki ağırlık ölçü birimi Millimetre: Milimetre, 1 metrenin 1000’de biri oranındaki uzunluk ölçü birimi Million: Milyon It must be worth a million / o bit milyon değerinde olmalı Millionth: Milyonuncu, milyonda bir Mind: Zihin, akıl, düşünce, düşünmek, endişelenmek Mine: Benim, benimki, maden a diamond mine / elmas madeni Mineral: Mineral, madensel, madeni tuz Soft drinks and minerals / Alkolsüz içecekler ve mineraller Minimum: Minimum, asgari, en az He passed the exams with the minimum of effort. / O, en az çabayla sınavlarını geçti. Minister: Bakan, vekil, papaz the Minister of Education / Eğitim Bakanı Ministry: Bakanlık the Ministry of Defence / Savunma Bakanlığı Minority: Azınlık For a minority, the decision was a disappointment. / Azınlık için karar bir hayal kırıklığıydı. Minor: Küçük There may be some minor changes on the schedule. / Programda bazı küçük değişiklikler olabilir.
Minute: Dakika, çok kısa zaman It’s four minutes to six. / Altıya dört dakika var. Mirror: Ayna The face is the mirror of the soul. / Yüz ruhun aynasıdır. Dickens’ novels are a mirror of his times. / Dickens’ın romanları onun zamanlarının bir aynasıdır. Missing: Kayıp, eksik They still hoped to find their missing son. / Onlar hâlâ kayıp oğullarını bulmak için umutlu. Miss: Kaçırmak, özlemek, bayan, hanım Good morning, Miss! / Günaydın bayan! Mistake: Hata, yanlış, yanlış anlamak Sorry. I mistook what you said. / Üzgünüm. Ben söylediğini yanlış anladım. Mistaken: Hatalı, yanlış Mixed: Karışık, karma I still have mixed feelings about going to Brazil / Ben Brezilya’ya gitme konusunda hâlâ karışık duygulara sahibim. Mixture: Karışım The city is a mixture of old and new buildings. / Şehir eski ve yeni binaların bir karışımı. Mobile: Hareketli, seyyar, gezici a mobile library / gezici kütüphane Mobile phone: Cep telefonu Cep telefonları hayatımızın vazgeçilmezi parçasıdır. / Mobile phones are an indispensable part of our lives. Model: Model, örnek, numune, manken, dizayn The architect had produced a model of the proposed shopping complex. / Mimar önerilen alışveriş kompleksinin bir modelini üretti. Modern: Modern, çağdaş, bugünkü Stress is a major problem of modern life. / Stres modern yaşamın önemli bir sorunudur. Shakespeare’s language can be a problem for modern readers. / Shakespeare’in dili bugünkü okuyucular için bir problem olabilir. Moment: An, çok kısa bir süre He thought for a moment before replying. / O cevap vermeden önce bir an düşündü. Mom: Anne Where’s my mom? / Benim annem nerede? Monday: Pazartesi She started work last Monday. / O geçen pazartesi işe başladı. Money: Para How much money is there in my account? / Hesabımda ne kadar para var? Monitor: İzlemek Each student’s progress is closely monitored. / Her öğrencinin gelişimi yakından izlenilmektedir. Month: Ay The rent is £300 per month. / Kira ay başına 300 sterlindir. Mood: Ruh hali, hava She’s in a good mood today. / O bugün iyi bir ruh hali içindeydi. Moon: Ay the surface of the moon / ayın yüzeyi Morally: Ahlaki olarak, ahlaki He felt morally responsible for the accident. / O kaza için ahlaki sorumluluk hissetti. Moral: Ahlak, ahlaki, manevi traditional moral values / geleneksel ahlak değerleri More: Daha fazla, daha She was far more intelligent than her sister. / O kız kardeşinden çok daha zekiydi. Moreover: Dahası, üstelik, ayrıca He is a talented artist, moreover, a writer / O yetenekli bir sanatçı, dahası, bir yazardır. Morning: Sabah See you tomorrow morning. / Yarın sabah görüşürüz. Mostly: Çoğunlukla, başlıca, genelde We’re mostly going to picnic on Sundays. / Biz pazar günleri genelde pikniğe gidiyoruz. Most: En, en çok the most boring part / en sıkıcı kısım Mother: Anne
I want to buy a present for my mother and father. / Annem ve babam için bir hediye almak isterim. Motion: Hareket, devinim Newton’s laws of motion. / Newton’un hareket kanunları Motorbike: Motosiklet Motocycle: Motosiklet motorcycle racing / motosiklet yarışı Motor: Motor an electric motor / bir elektrik motoru Mountain: Dağ There is still snow on the mountain tops. / Dağ başında hâlâ kar var. Mouse: Fare a field mouse / bir tarla faresi Use the mouse to drag the icon to a new position. / Simgeyi yeni bir konuma sürüklemek için fareyi kullanın. Mouth: Ağız She opened her mouth to say something. / Bir şey söylemek için ağzını açtı. Movement: Hareket, manevra There was a sudden movement in the undergrowth. / Çalılarda ani bir hareket vardı. Move: Hareket, hamle, hareket etmek, taşınmak What’s the date of your move? / Sizin hareket tarihiniz nedir? Movie: Film, sinema Have you seen the latest Miyazaki movie? / En son Miyazaki filmini gördünüz mü? a famous movie director / ünlü bir film yönetmeni Moving: Dokunaklı, taşınma, hareket etme, hareketli a deeply moving experience / son derece dokunaklı bir deneyim the moving parts of a machine / bir makinenin hareketli parçaları Mr: Bay Mr Brown / Bay Brown MYS Mrs: Bayan Mrs Susan / Bayan Susan Ms: Bayan Ms Jean Murphy / Bayan Jean Murphy Much: Çok, fazla, hayli Thank you very much for the flowers. / Çiçekler için size çok teşekkür ederim. Mud: Çamur Your boots are covered in mud. / Botlarınız çamurla kaplı. Multiply: Çarpma The children are already learning to multiply and divide. / Çocuklar zaten çarpma ve bölme öğreniyor. Mum: Anne A lot of mums and dads have the same worries. / Birçok anne ve baba aynı endişelere sahip. Murder: Cinayet, öldürmek The murdered woman was well known in the area. / Öldürülen kadın bölgede iyi biliniyordu. Muscle: Kas, adele She tried to relax her tense muscles. / O gergin kaslarını gevşetmeye çalıştı. Museum: Müze a museum of modern art / modern sanat müzesi Musical: Müzikal, müzikli, müzikli oyun Musician: Müzisyen a jazz musician / bir caz müzisyeni Music: Müzik pop – dance – classical – church music / pop – dans – klasik – kilise müziği Must: Şart, gereklilik, -meli, -malı Cars must not park in front of the entrance / Arabalar girişin önüne park edilmemelidir. My: Benim Where’s my passport? / Benim pasaportum nerede? Myself: Kendim I wrote a message to myself. / Ben kendime bir mesaj yazdım.
Mysterious: Gizemli, esrarengiz A mysterious illness is affecting all the animals. / Bütün hayvanları etkileyen gizemli bir hastalık. Mystery: Gizem, sır There was a mystery guest on the programme. / Programda gizemli bir konuk vardı Nail: Tırnak Stop biting your nails! / Tırnaklarını ısırmayı durdur! (bırak) Naked: Çıplak naked shoulders / çıplak omuzlar Name: İsim, isim vermek, ismiyle çağırmak My name is Ricardo / Benim adım Ricardo They named their son John. / Onlar oğullarına John ismini verdi. The victim has not yet been named. / Kurban henüz ismiyle çağrılmadı. Narrow: Dar a narrow bed/doorway/shelf / bir dar yatak / antre / raf There was only a narrow gap between the bed and the wall. / Yatakla duvar arasında sadece dar bir boşluk vardı. National: Ulusal, milli national and local newspapers / ulusal ve yerel gazeteler Nation: Ulus, millet an independent nation / bağımsız bir ulus Naturally: Doğal olarak, elbette naturally occurring chemicals / doğal olarak meydana gelen kimyasallar Natural: Doğal, tabii a country’s natural resources / ülkenin doğal kaynakları Nature: Doğa, tabiat the beauties of nature / doğanın güzellikleri Navy: Donanma the British and German navies / İngiliz ve Alman donanmaları Nearby: Yakında, civarında he slung his jacket over a nearby chair / o ceketini yakındaki bir sandalyenin üzerine asar They live nearby. / Onlar yakında yaşıyor. Nearly: Neredeyse, yaklaşık David was nearly asleep / David neredeyse uyuyordu. Near: Yakın, bitişik, samimi Do you live near here? / Buralarda mı yaşıyorsunuz My birthday is very near Christmas. / Doğum günüm noele çok yakın. Neat: Derli toplu ve düzen içinde, temiz, zekice a neat desk / derli toplu bir masa Necessarily: Zorunlu olarak, mutlaka, şart The number of places available is necessarily limited. / Ulaşılabilir yerlerin sayısı mutlaka sınırlıdır. The more expensive articles are not necessarily better. / Daha pahalı makalelein daha iyi olması şart değildir. Necessary: Gerekli, gereken Only use your car when absolutely necessary. / Arabanı sadece mutlaka gerekli olduğu zaman kullan. Neck: Boyun Giraffes have very long necks. / Zürafaların çok uzun boyunları var. Needle: İğne, iğnelemek a needle and thread / bir iğne ve iplik Need: İhtiyaç, gerek There is an urgent need for qualified teachers. / Nitelikli öğretmenler için acil bir ihtiyaç var. We will contact you again if the need arises. / İhtiyaç doğarsa biz sizinle yeniden irtibata geçeceğiz. Negative: Negatif, olumsuz The crisis had a negative effect on trade. / Krizin ticaret üzerinde negatif bir etkisi vardı. Neighbourhood: Semt, çevre, muhit We grew up in the same neighbourhood. / Biz aynı muhitte büyüdük. Neighbour: Komşu Our next-door neighbours are very noisy. / Bizim yan komşularımız çok gürültülü. Neither: Hiçbiri, ikisi de değil, ne…ne, de değil Their house is neither big nor small. / Onların evi ne büyük ne küçük. Nephew: Yeğen My nephew is really very cute. / Benim yeğenim gerçekten çok sevimli. Nerve: Sinir, cesaret, endişe
nerve cells / sinir hücreleri Nervous: Sinir, gergin I felt really nervous before the interview. / Görüşmeden önce gerçekten gergin hissettim. Nest: Yuva bird’s nest / kuş yuvası Net: Kesintesiz, net, ağ, tül, kazanmak fishing nets / balık avı ağları net curtain / tül perde Network: Ağ, şebeke a network of veins / damarların ağı a communications/distribution network / bir iletişim/dağıtım ağı Never: Asla, hiçbir zaman Never in all my life have I seen such a horrible thing. / Bütün hayatımda asla böyle korkunç bir şey görmedim. Nevertheless: Yine de, buna rağmen She didn’t study hard; nevertheless,she passed exam. / O sıkı çalışmadı; buna rağmen sınavı geçti. Newly: Yakın zamanda, yeni, yeni olarak a newly created job / yeni oluşturulmuş bir iş New: Yeni, taze, modern Have you read her new novel? / Onun yeni romanını okudun mu? This idea isn’t new. / Bu fikir yeni değil. News: Haber What’s the latest news? / Son haber nedir? That’s great news. / Bu harika bir haber. Newspaper: Gazete a newspaper article / bir gazete makalesi Next: Sonraki, ertesi, yanında Next station is Bond Street / Bir sonraki sitasyon Bond Caddesi Next to: Yanındaki, neredeyse, hemen hemen, Charles knew next to nothing about farming. / Charles tarım hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Nicely: Güzelce, hoşça The room was nicely furnished. / Oda güzelce döşenmiş. Nice: Güzel, hoş, kibar a nice day / hoş bir gün You look very nice. / Çok güzel görünüyorsun. Niece: Kız yeğen My niece has a son who has been diagnosed as autistic. / Benim yeğenimin otistik tanısı konulmuş bir oğlu var. Night: Gece These animals only come out at night. / Bu hayvanlar sadece gece çıkıyor. Did you hear the storm last night? / Dün gece fırtınayı duydun mu? Nine: Dokuz I will meet my friends at nine o’clock / Saat dokuzda arkadaşlarımla buluşacağım. Nineteen: On dokuz Maria is nineteen years old. / Maria on dokuz yaşında. Ninety: Doksan There are ninety km to İstanbul. / İstanbul’a doksan km var. Ninth: Dokuzuncu I was ninth in the exam. / Sınavda dokuzuncuydum. Nobody: Kimse, hiç kimse Nobody cares how I feel! / Hiç kimse nasıl hissettiğimle ilgilenmez. Noise: Ses, gürültü What’s that noise? / Bu ses de ne? They were making too much noise. / Onlar çok fazla gürültü yapıyor. Noisy: Gürültülü, sesli The engine is very noisy at high speed. / Motor yüksek hızda çok gürültülü. a noisy classroom / gürültülü bir sınıf. None: Hiçbiri, hiç None of these pens works. / Bu kalemlerin hiçbiri çalışmıyor. We have three sons but none of them lives/live nearby. / Bizim ü. oğlumuz var fakat onların hiçbiri yakında yaşamıyor. Non: Olmayan, gayri, -siz non-fiction / kurgusal olmayan No: Hayır, hiç, numara, değil, yasaktır There’s no bread left. / Hiç ekmek kalmadı. No smoking! / Sigara içmek yasaktır. She’s no fool / O aptal değil Nonsense: Saçmalık, safsata, zırva You’re talking nonsense! / Saçmalıyorsunuz. ‘I won’t go.’ ‘Nonsense! You must go!’ / ‘Ben gitmeyeceğim.’ ‘Saçmalama!’ ‘Sen gitmelisin!’
No one: Hiç kimse, hiçbiri No one was at home. / Hiç kimse evde değildi. Normally: Normalde, normal olarak, genellikle Just try to behave normally. / Sadece normal olarak davranmaya çalışın. Normal: Normal, olağan, sıradan I was a normal human two weeks ago. / Ben iki hafta önce sıradan bir insandım. Nor: Ne, ne de, de değil He wasn’t there on Monday nor on Tuesday… / O pazartesi orada değildi, Salı da değildi Northern: Kuzey the northern slopes of the mountains / dağların kuzey yamaçları North: Kuzey They live ten miles north of Boston. / Onlar Boston’un on mil kuzeyinde yaşıyor. Nose: Burun He pressed his nose up against the window. / O pencereye karşı burnunu bastırdı. Note: Not, not etmek, dikkat etmek, işaret Please note (that) the office will be closed on Monday. / Lütfen ofisin Pazartesi kapalı olacağını not edin. Nothing: Hiçbir şey There was nothing in her bag. / Onun çantasında hiçbir şey yoktu. Noticeable: Fark edilebilir Fark edilebilir bir iyileşme Notice: Uyarı, dikkat, bildirmek, fark etmek The first thing I noticed about the room was the smell. / Oda hakkında ilk fark ettiğim şey kokusuydu. Not: Değil, yok, olumsuzluk takısı I can’t see from here. / Ben buradan göremem. He must not go. / O gitmemeli. Novel: Roman the novels of Jane Austen / Jane Austen’ın romanları detective-historical-romantic novels / dedektif-tarihsel-romantik romanlar November: Kasım November is the eleventh month of the year. / Kasım yılın on birinci ayıdır. Nowhere: Hiçbir yerde, hiçbir yer This animal is found in Australia, and nowhere else. / Bu hayvan Avustralya’da bulundu ve başka hiçbir yerde değil. Now: Şimdi I’m playing football now. / Ben şimdi futbol oynuyorum. Nuclear: Nükleer a nuclear power station / bir nükleer güç istasyonu Number: Numara, sayı even number / çift sayı They live at number 26. / Onlar 26 numarada yaşıyor. Nurse: Hemşire a psychiatric nurse / bir psikiyatri hemşiresi Nut: Ceviz a Brazil nut / Brezilya cevizi nut and raisin / ceviz ve kuru üzüm Obey: İtaat etmek, uymak He had always obeyed his parents without question. / O daima sorgusuzca ebeveynlerine itaat ederdi. Objective: Objektif, nesnel, amaç objective criteria / objektif kriterler Object: Nesne, obje, itiraz etmek, karşı çıkmak Many local people object to the building of the new airport. / Bölge halkının birçoğu yeni havaalanı binasının inşasına karşı. Observation: Gözlem results based on scientific observations / bilimsel gözlemlere dayanan sonuçlar Observe: Gözlemlemek Have you observed any change lately? / Son zamanlarda herhangi bir değişiklik gözlemlediniz mi? Obtain: Elde etmek I finally managed to obtain a copy of the report. / Sonunda raporun bir kopyasını almaya başardım. Obviously: Açıkçası Obviously, we don’t want to spend too much money. / Açıkçası, biz çok fazla para harcamak istemiyoruz. Obvious: Açık, besbelli It was obvious some changes were necessary. / Bazı değişikliklerin gerektiği açıktı. Occasionally: Bazen, ara sıra
We occasionally meet for a drink after work. / Biz işten sonra bir şeyler içmek için bazen buluşuruz. Occasion: Fırsat, durum, uygun zaman, neden olmak Her death was the occasion of mass riots. / Onun ölümü kitlelerin ayaklanmasına neden oldu. Occupied: İşgal, meşgul, dolu Only half of the rooms are occupied at the moment. / Şu anda odaların sadece yarısı dolu. Occupy: İşgal, tutmak, oturmak, almak, meşgul etmek Administrative work occupies half of my time. / İdari iş zamanımın yarısını alır. The capital has been occupied by the rebel army. / Başkent isyancı ordusu tarafından işgal edilmiştir. Occur: Oluşmak, meydana gelmek When exactly did the incident occur? / Olay tam olarak ne zaman meydana geldi? Ocean: Okyanus the depths of the ocean / okyanusun derinlikleri People were swimming in the ocean despite the hurricane warning. / İnsanlar kasırga uyarısına rağmen okyanusta yüzüyordu. O’clock: Saat, saate göre He left between five and six o’clock. / O, saat beş ve altı arasında bıraktı. at eleven o’clock / saat on birde October: Ekim We will celebrate Jonathan’s ninth birthday, in October. / Ekim ayında Jonathan’ın dokuzuncu doğum gününü kutlayacağız. Oddly: İşin garibi, tuhaf bir şekilde She’s been behaving very oddly lately. / O son zamanlarda tuhaf bir şekilde davranıyor. Odd: Garip, tuhaf They’re very odd people. / Onlar çok garip insanlar. Offence: Hücum, saldırı, suç (Offense) a serious offence / ciddi bir suç Offend: Gücendirmek, incitmek They’ll be offended if you don’t go to their wedding. / Eğer düğünlerine gitmezsen onlar gücenecekler. Offensive: Saldırgan, hücum The programme contains language which some viewers may find offensive. / Program bazı seyircilerin saldırgan bulabileceği bir dil içeriyor. Offer: Teklif, sunmak Thank you for your kind offer of help. / Nazik yardım teklifiniz için teşekkür ederiz. Office: Ofis, büro Are you going to the office today? / Bugün ofise gidiyor musun? Officer: Subay, polis memuru, memur, komuta etmek, idare etmek airforce officers / hava kuvvetleri subayları an environmental health officer / bir çevre sağlık memuru the investigating officer / soruşturma polisi Officially: Resmen, resmi olarak The college is not an officially recognized English language school. / Kolej resmen tanınan bir İngilizce dil okulu değildir. Official: Resmi yetkili a senior official in the State Department / Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir yetkili Off: Kapalı, devre dışı, uzak, -den I fell off the ladder. / Ben merdivenden düştüm. Of: Arasında, yüzünden, -ın, in the role of the teacher / öğretmenin rolü the lid of the box / kutunun kapağı Often: Sık sık We often go there. / Biz sık sık oraya gideriz. We should meet for lunch more often. / Biz öğle yemeği için daha sık buluşmalıyız. Oil: Yağ, petrol engine oil / motor yağı OK: Tamam, güvenli, iyi Are you OK? / İyi misin? Old-Fashioned: Eski moda, modern olmayan old-fashioned clothes / Eski moda giysiler Old: Eski, yaşlı, ihtiyar, yaş of a particular age / belirli bir yaş The old man sitting on cushions. / Yaşlı adam minderlerin üzerinde oturuyor. Once: Olur olmaz (as soon as), bir kez, bir zamanlar We can start once he arrives. / O gelir gelmez başlayabiliriz. Once I make make up my mind, nothing can stop me. / Bir kez kararımı verdiğimde beni hiçbir şey durduramaz.
One another: Birbirine, biribirini, birbirlerinden I think we’ve learned a lot about one another in this session. / Bu oturumda birbirimiz hakkında çok şey öğrendiğimizi düşünüyorum. One: Bir, tek Our car’s always breaking down. But we’re getting a new one soon. / Bizim arabamız hep bozuluyor. Fakat biz yakında yeni birini alacağız. Onion: Soğan Chop the onions finely. / İnce soğan doğrayın. French onion soup / Fransız soğan çorbası. Only: Sadece, yalnız Children are admitted only if accompanied by an adult. / Çocuklar sadece bir yetişkin eşliğinde kabul edilir. On: Durmadan, sürekli olarak, üstünde He worked on without a break. / O ara vermeden sürekli olarak çalıştı. Put your coat on table. / Ceketinizi masanın üstüne koyun. Onto: Üzerine, -e Move the books onto the second shelf. / Kitapları ikinci rafa taşıyın. She stepped down from the train onto the platform. / O trenden platformun üzerine adım attı. Opening: Açılış, ilk, başlangıç, açma The movie has an exciting opening. / Film heyecan verici bir başlangıca sahip. the opening of a flower / bir çiçeğin açması the opening of the Olympic Games / Olimpiyat Oyunlarının açılışı Openly: Açıkça, alenen, uluorta The men in prison would never cry openly. / Cezaevindeki erkekler asla uluorta ağlayamaz. Open: Açık, serbest Mr Chen opened the car door for his wife. / Bay Chen eşi için arabanın kapısını açtı. Operate: Çalıştırmak, işletmek Solar panels can only operate in sunlight. / Güneş panelleri sadece güneş ışığında çalışabilir. Operation: Operasyon, işlem, ameliyat, işleyiş Will I need to have an operation? / Ameliyat olmam gerekecek mi? a security operation / bir güvenlik operasyonu Operation of the device is extremely simple. / Cihazın işleyişi son derece basittir. Opinion: Görüş, fikir, düşünce Everyone had an opinion on the subject. / Konu üzerinde herkesin bir görüşü vardı. Opponent: Rakip, muhalif, karşı a political opponent / siyasi bir rakip The team’s opponents are unbeaten so far this season. / Takımın rakipleri bu sezon şimdiye kadar yenilmedi. Opportunity: Şans, fırsat You’ll have the opportunity to ask any questions at the end. / Sonunda birkaç soru sormak için fırsatın olacak. This is the perfect opportunity to make a new start. / Bu yeni bir başlangıç yapmak için mükemmel bir fırsat. Opposed: Karşı, zıt They are totally opposed to abortion. / Onlar kürtaja tamamen karşı. Oppose: Karşı, itiraz etmek I would oppose changing the law. / Ben yasa değişikliğine itiraz edecektim. Opposing: Karşı, muhalif a player from the opposing side / karşı taraftan bir oyuncu Opposite: Karşı Write your address opposite your name. / İsminizin karşısına adresinizi yazın. Opposition: Muhalefet, karşıtlık The army met with fierce opposition in every city. / Ordu her şehirde kuvvetli muhalefet ile karşılaştı. Option: Seçenek, opsiyon As I see it, we have two options… / Gördüğüm kadarıyla iki seçeneğimiz var. Orange: Turuncu, portakal yellow and orange flames / sarı ve turuncu bayraklar Order: Sipariş, emir, düzen The officer ordered them to fire. / Subay ateş etmelerini emretti. These boots can be ordered direct from the manufacturer. / Bu çizmeler üreticiden doğrudan sipariş edilebilir. Ordinary: Sıradan, olağan ordinary people like me / Benim gibi sıradan insanlar Organization: Organizasyon, örgüt He’s the president of a large international organization. / O büyük bir uluslararası örgütün başkanı. Organized: Organize, düzenli
an organized system of childcare / Çocuk bakımı organize bir sistem Organize: Düzenli, organize I’ll invite people if you can organize food and drinks. / Yiyecek ve içecekeri düzenleyebilerseniz ben insanları davet edeceğim. Organ: Organ, uzuv the internal organs / iç organlar Originally: Aslında, başlangıçta The school was originally very small. / Okul başlangıçta çok küçüktü. Original: Orjinal, asıl This painting is a copy; the original is in Madrid. / Bu tablo bir kopya; aslı Madrid’de. Origin: Orjin, köken children of various ethnic origins / çeşitli etnik kökenlerden çocuklar Or: Veya, ya da It can be black, white or grey. / O siyah, beyaz veya gri olabilir. Other: Diğer, başka Are there any other questions? / Başka sorunuz var mı? This option is preferable to any other. / Bu seçenek bir diğerine tercih edilebilir. Otherwise: Aksi halde, başka, yoksa, bunun dışında My parents lent me the money. Otherwise, I couldn’t have afforded the trip. / Ailem bana para verdi. Aksi halde benim geziye maddi gücüm yetmezdi. Ought to: -meli, -malı, gerek Nurses ought to earn more. / Hemşireler daha fazla kazanmalı. Our: Bizim We showed them some of our photos. / Fotoğraflarımızın bazılarını onlara gösterdik. Ourselves: Kendimiz We set ourselves such lofty goals. / Kendimize böyle yüce hedefler belirliyoruz. Ours: Bizimki Their house is very similar to ours, but ours is bigger. / Onların evi bizimkine çok benzer, fakat bizimki daha büyük. Outdoor: Açık, açık hava, dışarı an outdoor swimming pool / açık bir yüzme havuzu Outer: Dış, harici the outer layers of the skin. / derinin dış tabakaları Outline: Anahat, taslak, özet This is a brief outline of the events. / Bu olayların kısa bir özetidir. You should draw up a plan or outline for the essay. / Deneme için bir plan ya da taslak çizmelisiniz. Out: Üzerinden, dış, dışarı, çıkış Mr Green is out of city this week. / Bay Green bu hafta şehir dışında. Don’t lean out of the window. / Camdan dışarı sarkmak yok. Output: Çıktı, üretim an output device / bir üretim aracı Outside: Dış, dışarı, dışarıda, dışında Go outside and walk / Dışarı çık ve yürü Outstanding: Olağanüstü, seçkin an outstanding player / olağanüstü bir oyuncu Oven: Ocak, fırın an electric oven / elektrikli bir fırın Overall: Genel, tüm, toplam Overall, this is a very useful book. / Genel olarak bu faydalı bir kitap Overcome: Üstesinden gelmek, atlatmak He finally managed to overcome his fear of flying. / O, sonunda uçuş korkusunun üstesinden gelmeyi başardı. Over: Üzeri, fazla She put a blanket over the sleeping child. / O, uyuyan çocuğun üzerine battaniye koydu. Owe: Borçlu She still owes her father £3000. / O, halâ babasına 3000 sterlin borçlu. Owner: Sahip a factory owner / bir fabrika sahibi Own: Kendi, öz, sahip olmak Do you own your house or do you rent it? / Eviniz kendinizin mi yoksa kira mı?
Pace: Hız, adım, adımlamak The runners have noticeably quickened their pace. / Koşucular fark edilebilir şekilde adımlarını hızlandırdı. She took two paces forward. / O, ileri iki adım attı. Package: Paket The orders were already packaged up, ready to be sent. / Siparişler gönderilmeye hazır bir şekilde paketlenirdi zaten. packaged food / paketlenmiş yiyecek Packaging: Ambalaj Attractive packaging can help to sell products. / Çekici ambalajlar ürünleri satmaya yardımcı olabilir. Packet: Paket a packet of biscuits / bir paket bisküvi Page: Sayfa Turn to page 64 / Sayfa 64’e dönün. Painful: Acı a painful death / acı bir ölüm Pain: Ağrı, sancı He felt a sharp pain in his knee. / O dizinde keskin bir ağrı hissetti. Painter: Ressam, boyacı He works as a painter and decorator. / O, bir boyacı ve dekoratör olarak çalışır. a famous painter / ünlü bir ressam Painting: Boyama, resim, tablo cave paintings / mağara resimleri Her hobbies include music and painting. / Onun hobilerine müzik ve resim dahildir. Paint: Boya, boyamak, resmetmek a brightly painted car / parlak boyalı araba Pair: Çift a pair of gloves / bir çift eldiven Palace: Saray the royal/presidential palace / kraliyet/cumhurbaşkanlığı sarayı Pale: Solgun a pale complexion / solgun bir cilt You look pale. Are you OK? / Solgun görünüyorsun. İyi misin? Panel: Panel, pano, levha One of the glass panels in the front door was cracked. / Ön kapıdaki cam panellerden biri kırıktı. Pan: Tava a large stainless steel pan / büyük bir paslanmaz çelik tava Pants: Pantolon a new pair of pants / bir çift yeni pantolon Paper: Kağıt a package wrapped in brown paper / kahverengi kağıda sarılmış bir paket Parallel: Paralel, benzer parallel lines / paralel çizgiler a parallel case / benzer bir durum Parent: Ebeveyn, aile He’s still living with his parents. / O hala ebeveynleriyle yaşıyor. Park: Park, otopark, park etmek You can’t park here. / Buraya park edemezsiniz. Parliament: Parlamento, meclis a Member of Parliament / Parlamento üyeleri Particularly: Özellikle, bilhassa Traffic is bad, particularly in the city centre. / Trafik kötü, özellikle şehir merkezinde. Particular: Özellikle, özel, belirli Is there a particular type of book his enjoys? / Onun özellikle hoşlandığı bir kitap türü var mı? We must pay particular attention to this point. / Özellikle bu noktaya dikkat etmemiz gerekmektedir. Partly: Kısmen He was partly responsible for the accident. / O kazadan kısmen sorumlu. Partner: Partner, eş, ortak a dancing partner / bir dans partneri a partner in a law firm / bir hukuk bürosunun ortağı a trading partner / bir ticaret ortağı Partnership: Ortaklık, hissedarlık, işbirliği He developed his own program in partnership with an American expert. / O, Amerikalı bir uzman ile işbirliği içerisinde kendi programını geliştirdi. Part: Bölüm, parça
We spent part of the time in the museum. / Vaktimizin bir bölümünü müzede geçirdik. Party: Parti, grup, eğlence the Democratic and Republican Parties in the United States of Amerika / Amerika Birleşik Devletletinde Demokratik ve Cumhurtiyetçi Partiler a birthday party / bir doğum günü partisi, eğlencesi Passage: Geçit, pasaj a secret underground passage / gizli bir yeraltı geçidi Passenger: Yolcu a passenger train / bir yolcu treni Passing: Geçen, geçiş a passing phase / bir geçiş aşaması I love him more with each passing day. / Onu her geçen gün daha çok seviyorum. Pass: Geçmek Several people were passing but nobody offered to help. / Birkaç kişi geçiyordu ama hiç kimse yardım teklif etmedi. The road was so narrow that cars were unable to pass. / Yol, arabaların geçemediği kadar çok dardı. Passport: Pasaport a valid passport / geçerli bir pasaport I went through passport control. / Pasaport kontrolünden geçtim. Past: Geçmiş A week went past and nothing had changed. / Bir hafta geçip gitti ve hiçbir şey değişmedi. Path: Yol, patika a concrete path / beton bir yol the garden path / bahçe yolu Patience: Sabır My patience is wearing thin. / Benim sabrım tükeniyor. Patient: Hasta, sabırlı You’ll just have to be patient and wait till I’m finished. / Sen sadece ben bitirene kadar beklemek ve sabırlı olmak zorundasın. Pattern: Desen, model, kalıp, örnek a shirt with a floral pattern / çiçek desenli bir gömlek Pause: Duraklama, ara, mola After a brief pause, they continued climbing. / Kısa bir aradan sonra tırmanmaya devam ettiler. Payment: Ödeme, ücret What method of payment do you prefer? / Hangi ödeme yöntemini tercih edersiniz? Pay: Ödeme, ücret a pay increase / ücret artışı Peaceful: Huzurlu, sakin, barışçıl a peaceful protest / barışçıl bir protesto Peace: Barış war and peace / savaş ve barış The two communities live together in peace. / İki tpluluk barış içinde beraber yaşıyor. Peak: Zirve Traffic reaches its peak between 8 and 9 in the morning. / Trafik sabah 8 ve 9 arasında zirveye ulaşır. She’s at the peak of her career. / O kariyerinin zirvesinde. Pencil: Kurşun kalem, kalem I’ll get a pencil and paper. / Ben bir kurşun kalem ve kağıt alacağım. coloured pencils / renkli kalemler Penny: Peni (100 peni 1 pound), kuruş He had a few pennies in his pocket. / Cebinde birkaç peni vardı. Pen: Kalem a new book from the pen of Martin Amis / Martin Amis’in kaleminden yeni bir kitap Pension: Emeklilik, emekli maaşı a pension fund / bir emeklilik fonu People: İnsanlar At least ten people were killed in the crash. / Kazada en az on kişi öldü. There were a lot of people at the party. / Partide bir sürü insan vardı. He doesn’t care what people think of him. / O, insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamıyor. Pepper: Biber fresh green peppers / taze yeşil biber Per cent: Yüzde a 15 per cent rise in price / fiyatta yüzde 15 artış House prices rose five per cent last year. / konut fiyatları geçen yıl yüzden beş arttı Perfectly: Mükemmel, tamamen, kusursuzca The TV works perfectly now. / TV şimdi mükemmel çalışıyor.
Perfect: Mükemmel, kusursuz She speaks perfect English. / O kusursuz İngilizce konuşuyor. Performance: Performans, verim, gösteri The performance starts at seven. / Gösteri yedide başlıyor. an Oscar-winning performance from Kate Winslet / Kate Winslet’tan Oscar ödüllü bir performans. Performer: Oyuncu, sanatçı a seasoned performer / tecrübeli bir oyuncu Perform: Gerçekleştirmek, yapmak, uygulamak This operation has never been performed in this country. / Bu organizasyon bu ülkede hiç yapılmamıştır. A computer can perform many tasks at once. / Bir bilgisayar aynı anda birçok görevi gerçekleştirebilir. Perhaps: Belki This is perhaps his best novel to date. / Bu, belki de onun bu zamana kadarki en iyi romanı. Period: Dönem, süre This offer is available for a limited period only. / Bu teklif sadece sınırlı bir dönem için kullanılabilir. Permanent: Kalıcı, sürekli a permanent job / kalıcı bir iş Permission: İzin You must ask permission for all major expenditure. / Siz, bütün büyük harcamalar için izin istemelisiniz. Permit: İzin, müsaade There are fines for exceeding permitted levels of noise pollution. / İzin verilen gürültü kirliliği seviyesini aşmanın cezaları vardır. Per: Başına, göre 60 miles per hour / Saat başına 50 mil Personality: Karakter, kişilik His wife has a strong personality. / Onun karısı güçlü bir kişiliğe sahiptir. Personal: Kişisel Of course, this is just a personal opinion. / Tabi ki bu sadece kişisel bir görüş. Person: Kişi, şahıs, insan He’s a fascinating person. / O büyüleyici bir insan. Persuade: İkna, inandırmak Try to persuade him to come. / Gelmesi için onu ikna etmeye çalışın. Pet: Evcil Evcil bir köpek Petrol: Benzin the petrol tank of a car / bir arabanın benzin deposu Phase: Aşama, evre the design phase / tasarım aşaması Philosophy: Felsefe, dünya görüşü the philosophy of science / bilim felsefesi a professor of philosophy / felsefe profesörü Phone: Telefon, telefon etmek Could you phone back later? / Daha sonra telefon eder misiniz? Photocopy: Fotokopi Send the photocopy of certificate / Sertifikanın fotokopisini gönder. Photographer: Fotoğrafçı a portrait photographer / bir portre fotoğrafçısı Photograph: Fotoğraf, fotoğrafını çekmek He has photographed some of the world’s most beautiful women. / O, dünyanın en güzel kadınlarından bazılarının fotoğrafını çekti. Photogaphy: Fotoğrafçılık Her hobbies include hiking and photography. / Yürüyüş ve fotoğrafçılık onun hobilerindendir. Photo: Fotoğraf a landscape photo / bir manzara fotoğrafı Phrase: ifade, tabir, sözcük grubu a memorable phrase / unutulmaz bir ifade Physically: Fiziksel, fiziksel olarak mentally and physically handicapped / zihinsel ve fiziksel engelli I felt physically sick before the exam. / Ben sınavdan önce fiziksel olarak rahatsız hissettim. Physical: Fiziksel
physical fitness / fiziksel sağlık He tends to avoid all physical contact. / O, bütün fiziksel temaslardan kaçınmaya eğilimlidir. Physics: Fizik a degree in physics / fizik derecesi Piano: Piyano a piano teacher / bir piyano öğretmeni Pick: Seçmek, almak, toplamak Pick a number from one to twenty. / Birden yirmiye kadar bir numara seçin. Picture: Resim, görüntü, resmetmek A picture of flowers hung on the wall. / Duvarda asılı çiçeklerin bir resmi. Piece: Parça She wrote something on a small piece of paper. / O, kağıdın küçük bir parçasına bir şeyler yazdı. Pig: Domuz a pig farm / bir domuz çiftliği Pile: Kazık, yığmak The clothes were piled high on the chair. / Giysiler sandalyenin üzerine yığılıydı. Pill: Hap, ilaç a vitamin pill / vitamin hapı Take three pills daily after meals. / Yemeklerden sonra günde üç hap al. Pilot: Pilot, kılavuz The accident was caused by pilot error. / Pilot hatası kazaya neden oldu. Pink: Pembe The bedroom was decorated in pale pinks. / Yatak odası soğuk pembe halinde dekore edildi. Pin: Tutturmak, sıkıştırmak She pinned the badge onto her jacket. / O ceketinin üzerine rozart tutturmuştu. They pinned him against a wall and stole his wallet. / Onu duvara sıkıştırdılar ve cüzdanını çaldılar. Pipe: Boru hot and cold water pipes / sıcak ve soğuk su boruları Pitch: Saha After the game fans invaded the pitch. / Taraftarlar maçtan sonra sahayı işgal etti. Pity: Acımak, merhamet etmek, yazık I don’t want your pity. / Acımanı istemiyorum. Place: Yer, mekan, yerleştirmek, koymak He placed his hand on her shoulder. / O, ellerini onun omuzlarına koydu. A bomb had been placed under the seat. / Koltuğun altına bir bomba yerleştirilmişti. Plain: Düz, sade, ova, yalın a plain but elegant dress / sade ama şık bir elbise Plane: Uçak, düzlem They boarded the plane and flew to Chicago. / Onlar uçağa bindi ve Chicago’ya uçtu. the horizontal/vertical plane / yatay/dikey düzlem Planet: Gezegen the planets of our solar system / güneş sistemimizin gezegenleri Planning: Planlama, tasarım financial planning / finansal planlama Plan: Plan, planlamak Everything went exactly as planned. / her şey planlandığı gibi gitti. to plan an essay / bir kompozisyon planı Plant: Bitki, dikmek Plant these shrubs in full sun. / Bu çalıları tam güneşte dikin. Plastik: Plastik a plastic bag/cup/toy / bir plastik çanta/kupa/oyuncak Plate: Tabak, plaka, levha sandwiches on a plate / tabaktaki sandviçler Platform: Platform She used the newspaper column as a platform for her feminist views. / O feminist görüşleri için gazete sütununu bir platform olarak kullandı. Player: Oyuncu We’ve lost two key players through injury. / Sakatlık yüzünden iki kilit oyuncuyu kaybettik. Play: Oyun, oynamak the importance of learning through play / oyun yoluyla öğrenmenin önemi Pleasant: Hoş, eğlenceli, güzel
What a pleasant surprise! / Ne hoş bir sürpriz! Pleased: Memnun, hoşnut She was very pleased with her exam results. / O, sınav sonuçlarından çok hoşnuttu. Please: Lütfen, memnun etmek You can’t please everybody. / Herkesi memnun edemezsiniz. Pleasure: Keyif, zevk, haz Caring for a sick relative is a task that brings both pleasure and pain. / Hasta yakını için bakım hem keyif hem de acı veren bir görevdir. Plenty: Bol, çok There’s plenty more paper if you need it. / Eğer ihtiyacınız varsa daha çok kağıt var. Plot: Komplo, kumpas kurmak They were accused of plotting against the state. / Onlar devlete karşı kumpas kurmakla suçlandı. Plug: Fiş, priz, tıkaç, tıkamak Plus: Artı, pozitif Two plus five is seven. / İki artı beş yedidir. The cost is £22, plus £1 for postage. / Fiyat 22 pound, artı pul için bir pounddur. p.m. : öğleden sonra The appointment is at 3 p.m. / Randevu öğleden sonra 3’te. Pocket: Cep, cebe koymak a coat pocket / ceket cebi I put the note in my pocket. / Cebime bir not koydum. Poem: Şiir I haven’t written a poem in six months. / Altı ay içinde bir şiir yazmadım. Poetry: Şiir epic/lyric/pastoral poetry / epik/lirik/pastoral şiir Pointed: Sivri pointed teeth / sivri dişler Point: Nokta, puan, işaret etmek, göstermek She pointed in my direction. / O benim yönümü işaret etti. Poisonous: Zehirli This gas is highly poisonous. / Bu gaz son derece zehirlidir. Poison: Zehir, zehirlemek Exhaust fumes are poisoning our cities. / Egzoz dumanı şehirlerimizi zehirliyor. Pole: Kutup, direk Their opinions were at opposite poles of the debate. / Onların düşünceleri tartışmanın zıt kutuplarındaydı. a tent pole / bir çadır direği Police: Polis A man was arrested by the police and held for questioning. / Bir adam sorgulanmak için alındı ve polis tarafından tutuklandı. Policy: Politika We have tried to pursue a policy of neutrality. / Biz tarafsızlık politikasını sürdürmeye çalıştık. Polish: Parlatmak, cilalamak He polished his glasses with a handkerchief. / O, bir mendille gözlüklerini parlattı. Polite: Kibar, nazik Please be polite to our guests. / Lütfen ziyaretçilerimize nazik olun. I don’t know how to make polite conversation. / Ben kibar konuşmanın nasıl yapılacağını bilmiyorum. Politically: Siyasi açıdan a politically sensitive issue / siyasi açıdan hassas bir konu Politic: Siyasi She became very political at university. / O, üniversitede çok siyasileşti. Politician: Siyasetçi, politikacı George Washinton was a good politician. / George Washinton iyi bir politikacıydı. Politics: Siyaset a major figure in British politics / İngiliz siyasetinde önemli bir figür Pollution: Kirlilik air/water pollution / hava/su kirliliği Pool: Havuz Does the hotel have a pool? / Otelin havuzu var mı?
Poor: Kötü, yoksul, fakir They were too poor to buy shoes for the kids. / Onlar, çocuklarına ayakkabı almak için çok yoksullardı. We aim to help the poorest families. / Biz fakir ailelere yardımcı olmayı amaçlıyoruz. Popular: Popüler, sevilen This is one of our most popular designs. / Bu bizim en sevilen tasarımlarımızdan biri. Population: Nüfus One third of the world’s population consumes/consume two thirds of the world’s resources. / Dünya nüfusunun üçte biri dünya kaynaklarının üçte ikisini tüketir. Port: Liman Rotterdam is a major port city. / Rotterdam önemli bir liman şehridir. Pose: Poz, poz vermek He prefered a relaxed pose for the camera. / O, kamera için rahat bir poz vermeyi tercih etti. Position: Pozisyon, konum, mevki Where would be the best position for the lights? / Işıklar için en iyi konum neresi olurdu. Positive: Pozitif, olumlu She tried to be more positive about her new job. / O, yeni işi hakkında daha pozitif olmaya çalıştı. Possession: Sahip olma, mülk, elinde bulundurmak The manuscript is just one of the treasures in their possession. / El yazması onların sahip olduğu hazinelerden sadece biridir. The gang was caught in possession of stolen goods. / Çete çalıntı mal bulundurmaktan yakalandı. Possess: Sahip olmak, tutmak, elinde bulundurmak He was charged with possessing a shotgun without a licence. / O, lisansı olmayan bir tüfeği elinde bulundurmakla suçlandı. Possibility: Olasılık, ihtimaldir Bankruptcy is a real possibility if sales don’t improve. / Satışlar arttırılmazsa iflas sahici bir ihtimaldir. Possible: Mümkün, olası Expansion was made possible by the politics of USA government money. / Genişleme ABD hükümetinin para politikası ile mümkün olmuştur. Possibly: Muhtemelen, belki, olabilir — Will you be in İstanbul next week? / / Gelecek hafta İstanbul’da olacak mısın? — Possibly / Olabilir Post office: Postane Where’s the main post office? / Ana postane nerede? Post: Posta, postalamak, mesaj Could you post this letter for me? / Benim için b mektubu gönderir misiniz? Potato: Patates Will you peel the potatoes for me? / Benim için patatesleri soyacak mısın? Potential: Potansiyel, açığa çıkmamış The European marketplace offers excellent potential for increasing sales. / Avrupa pazarı satışları arttırmak için mükemmel bir potansiyel sunmaktadır. Pot: Tencere pots and pans / tencere ve tavalar Pound: Pound, sterlin I’ve spent £25 on food today. / Bugün yemekte 25 pound harcadım. Pour: Dökmek, boşaltmak, akış Pour the sauce over the pasta. / Makarnanın üzerine sos dökün. Powder: Toz, pudra, pudralamak The snow was like powder. / Kar toz gibiydi. Powerful: Güçlü, kuvvetli one of the most powerful directors in Hollywood. / Hollywoodun en güçlü yönetmenlerinden biri Power: Güç, enerji He has the power to make things very unpleasant for us. / O, bizim için çok tatsız şeyler yapabilecek güce sahip. Practically: Pratik olarak, hemen hemen, neredeyse The theatre was practically empty. / Tiyatro neredeyse boştu. Practical: Pratik, uygulamalı practical solutions / pratik çözümler Practice (Practise): Uygulama, pratik, alıştırma The team is practicing for their big game on Friday. / Takım, Cuma günkü büyük oyunları için alıştırma yapıyor. You need to practise every day. / Sizin her gün pratiğe ihtiyacınız var. Praise: Övgü, övmek, şükür He praised his team for their performance. / O, performansları için takımını övdü.
Prayer: Dua, ibadet prayers for the sick / hasta için dualar Pray: Dua etmek, ibadet etmek I’ll pray for you. / Senin için dua edeceğim. Precisely: Kesinlikle, tam olarak, tam da, çok doğru That’s precisely what I meant. / Kastettiğim şey tam da budur. Precise: Kesin, tam Can you give a more precise definition of the word? / Sözcüğün daha kesin bir tanımını verebilir misiniz? Predict: Tahmin It is impossible to predict what will happen. / Ne olacağını tahmin etmek imkansızdır. Preference: Tercih, öncelik I can’t say that I have any particular preference. / Ben herhangi bir belirli tercihim olduğunu söyleyemem. Prefer: Tercih, yeğlemek I prefer jazz to rock music. / Ben cazı rock müziğe tercih ederim. ‘Coffee or tea?’ ‘I’d prefer tea, thanks.’ / ‘Kahve ya da çay?’ ‘Çay tercih ederim, teşekkürler.’ Pregnant: Hamile, gebe My wife is pregnant. / Karım hamile. She’s six months pregnant. / O, altı aylık hamile. Premises: Arazi, tesis The company is looking for larger premises. / Şirket daha büyük bir tesis arıyor. Preparation: Hazırlık Careful preparation for the exam is essential. / İtinalı hazırlık sınav için gereklidir. Prepared: Hazırlanan, hazırlanmış, hazır We are not prepared to accept these conditions. / Biz bu koşulları kabul etmeye hazır değiliz. Prepare: Hazırlamak, hazırlık yapmak I was preparing to leave. / Ben ayrılmak için hazırlanıyordum. Presence: Varlık, hazır bulunma Her presence during the crisis had a calming effect. / Kriz sırasında onun varlığının sakinleştirici bir etkisi vardı. Presentation: Sunum, tanıtım The Mayor will make the effective presentation. / Belediye başkanı etkileyici bir sunum yapacaktır. Present: Şimdiki, mevcut, hediye, sunmak, takdim etmek The sword was presented by the family to the museum. / Kılıç aile tarafından müzeye takdim edildi. Preserve: Korumak, muhafaza etmek, konserve He was anxious to preserve his reputation. / O, itibarını korumak için endişeliydi. Efforts to preserve the peace have failed. / Barışı korumak için çabalar başarısız olmuştur. President: Başkan Several presidents attended the funeral. / Birkaç başkan cenaze törenine katıldı. Press: Basın, basmak, sıkıştırmak He pressed a handkerchief to his nose. / Burnuna bir mendil sıkıştırdı. Pressure: Basınç The nurse applied pressure to his arm to stop the bleeding. / Hemşire, kanamayı durdurmak için onun koluna basınç uyguladı. Presumably: Tahminen, muhtemelen I couldn’t concentrate, presumably because I was so tired. / Muhtemelen çok yorgun olduğumdan Konsantre olamadım. Pretend: Taklit, numara yapmak, gibi yapmak I pretended to be asleep. / Ben uyur gibi yaptım. Pretty: Güzel, hoş You look so pretty in that dress! / Bu elbisenin içinde çok hoş görünüyorsun. Prevent: Önlemek The accident could have been prevented. / Kaza önlenebilirdi. Previous: Önceki She is his daughter from a previous marriage. / O, onun bir önceki evliliğinden kızı. Price: Fiyat Can you give me a price for the work? / İş için bana bir fiyat verebilir misiniz? Pride: Gurur, kibir Success in sport is a source of national pride. / Spordaki başarı ulusal gurur kaynağıdır. Priest: Rahip the ordination of women priests / kadın rahiplerin koordinasyonu Primarily: Öncelikle, başlıca
The person primarily responsible is the project manager. / Başlıca sorumlu kişi proje yöneticisi Primary: Birincil, temel Our primary concern must be the children. / Bizim temel kaygımız çocuklar olmalıdır. Prime Minister: Başbakan Prime Minister will make an important speech. / Başbakan önemli bir konuşma yapacak. Prince: Prens the Prince of Wales / Galler Prensi Princess: Prenses the Princess of Wales / Galler Prensesi Principle: İlke, prensip There are three fundamental principles of teamwork. / Ekip çalışmasının üç temel ilke vardır. Printer: Yazıcı a laser printer / bir lazer yazıcı Priority: Öncelik Our first priority is to improve standards. / Bizim birinci önceliğimiz standartlarımızı yükseltmektir. Prior: Önceki, eski, kıdemli Prisoner: Mahkum, tutuklu They are demanding the release of all political prisoners. / Onlar bütün siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep ediyor. Prison: Cezaevi, hapishane She is in prison, awaiting trial. / O hapishanede, duruşmayı bekliyor. Private: Özel a private guest / özel bir konuk Prize: Ödül I won £500 in prize money. / 500 pound para ödülü kazandım. Procedure: Prosedür, yöntem maintenance procedures / bakım prosedürleri Proceed: Devam etmek, ilerlemek Work is proceeding slowly. / Çalışma yavaş ilerliyor. We’re not sure whether we still want to proceed to the sale. / Biz hala satışa devam etmek isteyip istemediğimizden emin değiliz. Process: Süreç We’re in the process of selling our house. / Evimizin satış sürecindeyiz. Produce: Üretmek a factory that produces pencil / kalem üreten bir fabrika Producer: Üretici Libya is a major oil producer. / Libya önemli bir petrol üreticisidir. Production: Üretim The new model will be in production by the end of the year. / Yeni model yıl sonuna kadar üretimde olacak. Product: Ürün We need new product to sell. / Satmak için yeni ürüne ihtiyacımız var. Professional: Profesyonel, uzman the terms that doctors and other health professionals use / doktorların ve diğer sağlık uzmanlarının kullandığı terimler Profession: İş, meslek She was at the very top of her profession. / O, mesleğinin çok üstündeydi. Professor: Profesör a chemistry professor / bir kimya profesörü Profit: Kâr, fayda The sale generated record profits. / Satış rekor kâr meydana getirdi. Programme (Program) : Program The final section of road is programmed for completion next month. / Yolun son bölümünün önümüzdeki ay tamamlanması planlandı. Progress: İlerleme, gelişme The course allows students to progress at their own speed. / Ders öğrencilerin kendi hızında ilerlemesini sağlar. Project: Proje, tasarı, planlamak The next edition of the book is projected for publication in March. / Kitabın bir sonraki baskısının Mart ayında yayınlanması planlanıyor. Promise: Söz vermek
She kept her promise to visit her aunt regularly. / O, düzenli olarak teyzesini ziyaret etmek için verdiği sözü tuttu. Promote: Teşvik etmek, desteklemek a campaign to promote awareness of environmental issues / çevresel konularda bilinci teşvik etmek için bir kampanya Promotion: Promosyon, tanıtım, özendirme The new job is a promotion for him. / Yeni işi onun için bir promosyondu. Promptly: Zamanında, gecikmeden, hemen They arrived promptly at two o’clock. / Onlar saat ikide gecikmeden geldi. Prompt: Teşvik etmek, istekte bulunmak, hemen, çabuk The discovery of the bomb prompted an increase in security. / Bombanın keşfi güvenlikte bir artışı teşvik etti. Pronounce: Telaffuz etmek, okunuş, söyleniş Very few people can pronounce my name correctly. / Benim ismimi çok az insan doğru bir şekilde telaffuz edebilir. Pronunciation: Telaffuz, söyleniş There is more than one pronunciation of ‘garage’. / ‘Garage’ın birden daha fazla telaffuzu var. Proof: Kanıt, delili Keep the receipt as proof of purchase. / Satın almanın delili olarak makbuz tutun Properly: Düzgün, uygun bir şekilde When will these kids learn to behave properly? / Bu çocuklar düzgün bir şekidle davranmayı ne zaman öğrenecekler? Proper: Uygun, doğru Please follow the proper procedures for dealing with complaints. / Lütfen şikayetlerin ele alınması için uygun prosedürleri takip ediniz. Property: Mülkiyet, mal This building is government property. / Bu bina devlet malı. Proportion: Oran Water covers a large proportion of the earth’s surface. / Su yeryüzünün büyük bir oranını kapsar. The proportion of regular smokers increases with age. / Düzenli sigara içenlerin oranı yaşla birlikte artar. Proposal: Teklif, öneri His proposal that the system should be changed was rejected. / Onun sistem değişmeli önerisi reddedildi. Propose: Önermek, teklif etmek What would you propose? / Ne önerirsiniz? The government proposed changes to the voting system. / Hükümet oylama sisteminde değişiklikler önerdi. Prospect: İhtimal, beklenti There is no immediate prospect of peace. / Şu an barış ihtimali yok. Protection: Koruma data protection laws / veri koruma yasaları Protect: Korumak, savunmak Our aim is to protect the jobs of our members. / Amacımız üyelerimizin işlerini korumaktır. Protest: Protesto, itiraz Students took to the streets to protest against the decision. / Öğrenciler karara karşı protesto için sokaklara döküldü. Proudly: Gururla She proudly displayed her prize. / O, gururla ödülünü gösterdi. Proud: Gurur I feel very proud to be a part of the team. / Ben takımın bir parçası olmaktan çok gurur duyuyorum. Prove: Kanıtlamak, ispatlamak They hope this new evidence will prove her innocence. / Onlar, bu yeni delillerin onun masumluğunu kanıtlayacağını umuyor. Provide: Sağlamak, karşılamak We are here for provide a service to the public. / Biz halka bir hizmet sağlamak için buradayız. Providing: Şartıyla, koşulu ile Publication: Yayın the publication date / yayın tarihi Publicity: Tanıtım, propaganda publicity material / propaganda malzemesi Public: Kamu, genel, halk, halka açık The palace is now open to the public. / Saray şimdi halka açıktır. Publishing: Yayıncılık a publishing house / bir yayınevi Publish: Yayımlamak, basmak, çıkarmak
The first edition was published in 2007. / İlk baskı 2007’de yayımlandı Pub: Meyhane, bar, birahane We went to pub last night. / Biz dün gece meyhaneye gittik. Pull: Çek, çekiniz please pull door / lütfen kapıyı çekiniz Punch: Yumruk Landed a punch on Lorrimer’s nose. / Lorrimer’in burnuna bir yumruk indi. Punishment: Cezalandırma, ceza What is the punishment for murder? / Cinayet için ceza nedir? The punishment should fit the crime. / Cezalandırma suça uygun olmalıdır. Punish: Cezalandırmak, ceza vermek He was punished for refusing to answer their questions. / O, onların sorularını cevaplamayı reddettiği için cezalandırıldı. Pupil: Öğrenci, gözbebeği She now teaches only private pupils. / O, şimdi sadece özel öğrencileri eğitiyor. Her pupils were dilated. / Onun gözbebekleri genişledi. Purchase: Satın alma The equipment can be purchased from local supplier. / Ekipman yerel tedarikçiden satın alınabilir. Purely: Tamamen, sadece The charity is run on a purely voluntary basis. / Hayır kurumu tamamen gönüllülük esasına göre çalışır. Pure: Saf, temiz These shirts are 100% pure cotton. / Bu gömlekler % 100 saf pamuk. Purple: Mor His face was purple with rage. / Yüzü öfkeden morardı. She was dressed in purple. / O mor giyinmişti. Purpose: Amaç, maksat, gaye The purpose of the book is to provide a complete guide to the university. / Kitabın amacı üniversite için tam bir kılavuz sağlamaktır. Pursue: Takip etmek, izini sürmek, kovalamak, sürdürmek We intend to pursue this policy with determination. / Biz kararlılık ile bu politikayı sürdürmeyi planlıyoruz. Push: İt, itiniz nex The car won’t start. Can you give it a push? / Araba çalışmıyor. Bir iter misiniz? Put: Koymak, yerleştirmek Did you put sugar in my coffee? / Kahveme şeker koydun mu? Qualification: Yeterlilik, nitelik Previous teaching experience is a necessary qualification for this job. / Önceki öğretim deneyimi bu iş için gerekli bir nitelik. Qualified: Kalifiye, nitelikli She’s extremely qualified for the job. / O, iş için son derece nitelikli. Qualify: Yeterliliğini göstermek, gerekli özelliklere haiz olmak They qualified for the World Cup. / Onlar Dünya Kupası için yeterli oldu. Quality: Kalite, nitelik high-quality goods / yüksek kaliteli mal We aim to provide quality at reasonable prices. / Biz makul fiyatlarda kalite sağlamayı hedefliyoruz. Quantity: Miktar, nicelik Is it available in sufficient quantity? / O, yeterli miktarda mevcut mu? Quarter: Çeyrek, dörtte bir The theatre was about three quarters full. / Tiyatronun yaklaşık dörtte üçü doluydu. Queen: Kraliçe kings and queens / kral ve kraliçeler Question: Soru, sorgulamak She was arrested and questioned about the fire. / O tutuklandı ve yangın hakkında sorgulandı. Quickly: Çabuk, hızla We’ll repair it as quickly as possible. / Mümkün olduğunca çabuk tamir edeceğiz. Quick: Hızlı, çabuk Are you sure this is the quickest way? / Bunun en hızlı yol olduğundan emin misiniz? Quiet: Sessiz, sakin a quieter, more efficient engine / daha sessiz, daha verimli motor ‘Be quiet,’ said the teacher. / Öğretmen, ‘sessiz olun’ dedi. Quite: Oldukça, tamamen, pek
He plays quite well. / O oldukça iyi oynar. Quit: Çıkmak, bırakmak, ayrılmak, istifa etmek If I don’t get more money I’ll quit. / Ben daha fazla para kazanamazsan ayrılacağım. Quote: Alıntı, aktarılan söz He quoted a passage from the minister’s speech. / O, bakanın konuşmasından bir pasaj aktardı Race: Yarış Television companies are racing to be the first to screen his life story. / Televizyon şirketleri onun hayat hikayesini ekranda ilk gösteren olmak için yarışıyor. Racing: Yarış a racing driver / bir yarış pilotu Radio: Radyo, telsiz, radyodan yayımlamak The interview was broadcast on radio and television. / Görüşme radyo ve televizyondan yayımlandı. Rail: Ray, demiryolu rail travel / demiryolu seyahati Railroad: Demiryolu, demiryolu ile taşımak Railroad came in the 1860s to our city. / Demiryolu şehrimize 1860’larda geldi. Railway: Demiryolu The railway is still under construction. / Demiryolu halen yapım aşamasındadır. Rain: Yağmur Is it raining? / Yağmur yağıyor mu? Raise: Yükseltmek, arttırmak Range: Dizi, aralık, çeşitli The hotel offers a wide range of facilities. / Otel geniş bir imkanlar dizisi sunuyor. Most of the students are in the 1720 age range. / Öğrencilerin çoğu 17-20 yaş aralığında. Rank: Sıra, derece, rütbe She is currently the highest ranked player in the world. / O, kesinlikle dünyadaki en yüksek dereceli oyuncu. Rapid: Hızlı, çabuk The disease is spreading rapidly. / Hastalık hızlı bir şekilde yayılıyor. Rarely: Nadiren She is rarely seen in public nowadays. / O, bugünlerde halk içinde nadiren görülür. Rare: Nadir, seyrek, az bulunur This weekend, visitors will get a rare chance to visit the private apartments. / Bu hafta sonu, ziyaretçiler özel daireleri ziyaret için az bulunur bir şans elde edecekler. Rate: Oran, sınıf I’m afraid our needs do not rate very high with this administration. / Bu uygulama ile ihtiyaçlarımızı yüksek oranda yapamayacağımızdan korkuyorum. Rather: Aksine, oldukça, daha doğrusu, daha ziyade, bilakis He looks rather like his father. / O, daha ziyade babasına benziyor. Raw: Ham, çiğ These fish are often eaten raw. / Bu balıklar genellikle çiğ yenir. Reach: Ulaşma, erişme The beach can only be reached by boat. / Plaja sadece tekneyle ulaşılabilir. Reaction: Reaksiyon, tepki What was his reaction to the news? / Onun haberlere tepkisi ne oldu? React: Tepki Local residents have reacted angrily to the news. / Yerel sakinler habere öfkeli bir şekilde tepki gösterdi. Reader: Okuyucu, okur reader letters / okuyucu mektupları an avid reader of science fiction / hevesli bir bilim kurgu okuyucusu Reading: Okuma My hobbies include reading and painting. / Okuma ve resim yapma benim hobilerim içindedir. He needs more help with his reading. / Onun okuma için daha fazla yardıma ihtiyacı var. Read: Okumak She’s still learning to read. / O, hala okumayı öğreniyor. I can’t read your writing. / Yazınızı okuyamıyorum. Ready: Hazır, istekli I’m not sure if Karen is ready for marriage yet. / Karen’in henüz evlilik için hazır olup olduğundan emin değilim. Realistic: Gerçekçi We have to be realistic about our chances of winning. / Kazanma şansımız hakkında gerçekçi olmak zorundayız.
Reality: Gerçeklik, realite She refuses to face reality. / O gerçeklikle yüzleşmeyi reddediyor. Realize: Farkına varmak, gerçekleştirmek I didn’t realize (that) you were so unhappy. / Ben senin bu kadar mutsuz olduğunu fark etmedim. Really: Gerçekten Bana gerçekten ne olduğunu anlat. Real: Gerçek, sahici We have a real chance of success. / Bizim sahici bir başarı şansımız var. Rear: Arka, geri front and rear windows / ön ve arka pencereler Reasonable: Makul, kabul edilebilir, mantıklı You must submit your claim within a reasonable time. / Makul bir zamanda talebini sunmalısın. Reasonably: Makul bir şekilde, oldukça She seems reasonably happy in her new job. / O yeni işinde oldukça mutlu görünüyor. We tried to discuss the matter calmly and reasonably. / Biz sakin ve makul bir şekilde konuyu tartışmaya çalıştık. Reason: Neden, sebep, gerekçe Give me one good reason why I should help you. / Niçin sana yardım etmem gerekiyor, bana bir neden ver. Recall: Hatırlama, geri çağırma She could not recall his name. / O, onun ismini hatırlayamadı. Receipt: Makbuz, fiş Can I have a receipt, please? / Lütfen, bir makbuz alabilir miyim? Receive: Almak, kabul etmek, teslim almak He received an award for bravery from the police service. / O polis servisinden cesareti için bir ödül aldı. Recently: Son zamanlarda, yakınlarda, bugünlerde We received a letter from him recently. / Biz son bugünlerde ondan bir mektup aldık. Recent: Yeni, son a recent development / yeni bir gelişme his most recent visit to Poland / onun Polonya’ya yaptığı en son ziyaret Reception: Resepsiyon, alma, kabul They hosted a reception for 75 guests. / Onlar 75 ziyaretçi için bir resepsiyon verdi. Reckon: Saymak, hesaplamak The age of the earth is reckoned at about 4600 million years. / Yeryüzünün yaşı yaklaşık 4600 milyon yıl olarak hesaplandı. Recognition: Tanıma He glanced briefly towards her but there was no sign of recognition. / Ona doğru kısaca baktı ama tanıma belirtisi yok oldu. Recognize: Tanımak, farkına varmak I recognized him as soon as he came in the room. / Odaya gelir gelmez onu tanıdım. Do you recognize this tune? / Bu nağmeyi tanıyor musunuz? Recommend: Tavsiye, önermek Can you recommend a good hotel? / İyi bir otel tavsiye eder misiniz? I recommend the book to all my students. / Bütün öğrencilerime kitap önerdim. Record: Kayıt, kaydetmek Her childhood is recorded in the diaries of those years. / Onun çocukluğu, o yılların günlüklerinde kayıtlı. Recover: Geri kazanmak, kurtulmak, iyileşmek The police eventually recovered the stolen paintings. / Polis sonunda çalınan tabloları kurtardı. Six bodies were recovered from the wreckage. / Altı beden enkazdan kurtarıldı. Red: Kırmızı She often wears red. / O, çoğu zaman kırmızı giyer. Reduce: Azaltmak, düşürmek Giving up smoking reduces the risk of heart disease. / Sigarayı bırakmak kalp hastalığı riskini azaltır. Reduction: Azaltma, küçültme, düşüş The report recommends further reductions in air and noise emissions. / Rapor, hava ve gürültü yayılmasındaki azalmanın daha fazla olmasını öneriyor. Reference: Referans The library contains many popular works of reference. / Kütüphane birçok popüler referans eseri ihtiva eder. Refer: Bahsetmek, değinmek, ilgili olmak This paragraph refers to the events of last year. / Bu paragraf geçen yılın olaylarına değiniyor. Reflect: Yansıtmak, düşünmek His face was reflected in the mirror. / Yüzü aynaya yansıdı.
Reform: Reform yapmak, düzeltmek constitutional reform / anayasa reformu Refrigerator: Buzdolabı, soğutucu This dessert can be served straight from the refrigerator. / Bu tatlı buzdolabından doğruca servis edilebilir. Refuse: Reddetmek, geri çevirmek, çöp She refused to accept that there was a problem. / O, bir sorun olduğunu kabul etmeyi reddetti. Regarding: İlgili, ilişkin, konusunda Call me if you have any problems regarding your work. / Eğer işinizle ilgili herhangi bir sorun olursa beni arayın. Regard: Dikkat, saygı, itibar He was driving without regard to speed limits. / O hız limitlerine dikkat etmeden sürüyordu. Regional: Bölgesel, yöresel regional variations in pronunciation / telaffuzda bölgesel farklılıklar Region: Bölge, yöre one of the most densely populated regions of North America / Kuzey Amerika’nın en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri Register: Kayıt, kaydetmek register of voters / seçmenlerin kaydı Regret: Pişmanlık, üzüntü What is your greatest regret? / En büyük pişmanlığınız nedir? Regularly: Düzenli, düzenli olarak We meet regularly to discuss the progress of the project. / Biz projenin ilelermesini görüşmek için düzenli olarak bir araya geliriz. Regular: Düzenli, normal There is a regular bus service to the airport. / Havalanına düzenli otobüs servisi vardır. Regulation: Yönetmelik, düzenleme the strict regulations governing the sale of weapons / silah satışına ilişkin sıkı düzenlemeler Reject: Reddetmek, geri çevirmek All our suggestions were rejected. / Tüm önerilerimiz geri çevrildi. Related: İlgili, ilişkin These problems are closely related. / Bu sorunlar yakından ilişkili. Relate: İlgili olmak In the future, salary increases will be related with productivity. / Gelecekte maaş artışları verimlilikle ilgili olacaktır. Relation: İlişki, bağlantı teacher-pupil relations / öğretmen-öğrenci ilişkileri the relation between rainfall and crop yields / yağış ve ürün verimliliği arasındaki ilişki Relationship: İlişki, bağ The relationship between the police and the local community has improved. / Polis ve yerel halk arasındaki ilişki gelişti. She has a very close relationship with her sister. / O ablası ile çok yakın bir ilişki içinde. Relatively: Nispeten I found the test relatively easy. / Testi nispeten daha kolay buldum. Relative: Akraba, yakın her friends and relatives / onun arkadaşları ve akrabaları Relax: Rahat, rahatlamak, dinlemek He appeared relaxed and confident before the match. / O maçtan önce rahat ve kendinden emin göründü. Release: Serbest bırakma, salıverme She can expect an early release from prison. / O, cezaevinden erken bir tahliye bekleyebilir. Relevant: Alakalı, konu ile ilgili, uygun Do you have the relevant experience? / Konu ile ilgili deneyiminiz var mı? Relief: Rahatlama, ferahlama She sighed with relief. / O rahat bir nefes aldı. a sense of relief / bir rahatlama hissi Religion: Din, inanç Christianity, Islam and other world religions / Hristiyanlık, İslam ve diğer dünya dinleri. Religious: Dini, dinsel objects which have a religious significance / dini öneme sahip nesneler Rely: İnanmak, güvenmek Remain: Kalmak, sürdürmek He will remain (as) manager of the club until the end of his contract. / O sözleşmesinin sonuna kadar kulübün yöneticisi olarak kalacaktır.
Remains: Kalıntılar, artıklar prehistoric remains / tarih öncesi kalıntılar Remarkable: Dikkat çekici She was a truly remarkable woman. / O gerçekten dikkat çekici bir kadındı. Remark: Söylemek, belirtmek She remarked how tired I was looking. / O, benim ne kadar yorgun göründüğümü söyledi. Remember: Hatırlamak, anımsamak This is Carla. Do you remember her? / Bu Carla. Onu hatırlıyor musunuz? I don’t remember my first day at school. / Okuldaki ilk günümü hatırlamıyorum. Remind: Hatırlatmak, andırmak I’m sorry, I’ve forgotten your name. Can you remind me? / Üzgünüm, isminizi unuttum. Bana hatırlatır mısınız? Remote: Uzak, ücra one of the remotest areas of the world / dünyanın en ücra alanlarından biri Removal: Kaldırma, uzaklaştırma the removal of trade barriers / ticaret engellerinin kaldırılması Remove: Kaldırmak, çıkarmak, çekmek, uzaklaştırmak He removed his hand from her shoulder. / O, ellerini onun omuzlarından çekti. Three children were removed from the school for persistent bad behaviour. / Üç çocuk ısrarlı kötü davranışlar için okuldan uzaklaştırıldı. Rent: Kira, kiralamak He rents rooms in his house to students. / O, öğrencilere evinde oda kiralar. Repair: Onarım, tamir The hotel is currently under repair. / Otel şu anda onarım altında. Repeat: Tekrarlamak, yinelemek Are you prepared to repeat these allegations in court? / Mahkemede bu iddiaları tekarlamak için hazır mısınız? Replace: Değiştirmek, yerini almak The new design will eventually replace all existing models. / Yeni tasarım sonunda bütün mevcut tasarımların yerini alacak. Reply: Cevap, yanıtlamak I asked her what her name was but she made no reply. / Ben ona adının ne olduğunu sordum ama o hiç cevap vermedi. Report: Rapor, haber, bildirmek Are these newspaper reports true? / Bu gazete haberi doğru mu? a weather report / hava raporu Representative: Temsilci, örnek The thin models in magazines are not representative of most women. / Dergilerdeki ince modeller çoğu kadını temsil etmez. Represent: Temsil etmek, göstermek Local businesses are represented on the committee. / Yerel işletmeler komitede temsil edilmektedir. Reproduce: Çoğaltmak, yeniden üretmek This material can be reproduced without payment. / Bu malzeme ödeme yapılmaksızın çoğaltılabilir. Reputation: Ün, şöhret, itibar She acquired a reputation as a first-class cook. / O birinci sınıf aşçı olarak ün kazanmıştır. Request: Talep, istek, rica You can request a free copy of the leaflet. / Broşürün ücretsiz bir kopyasını rica edebilirsiniz. Requirement: Gereksinim, ihtiyaç the basic requirements of life / yaşamın temel gereksinimleri Require: İstemek, gerektirmek, icap etmek This condition requires urgent treatment. / Bu durum acil tedavi gerektirir. Rescue: Kurtarmak A wealthy benefactor came to their rescue with a generous donation. / Zengin bir hayırsever cömert bir bağış ile onları kurtarmaya geldi. Research: Araştırma We have to research how the product will be used. / Biz ürünün nasıl kullanılacağını araştırmak zorundayız. Reservation: Rezervasyon I’ll call the restaurant and make a reservation. / Ben restoranı arayacağım ve bir rezervasyon yaptıracağım. Reserve: Rezerv, ayırtmak, rezerve etmek large oil and gas reserves / büyük petrol ve gaz rezervleri Resident: Oturan, sakin, yerleşik the town’s resident population / kasabanın yerleşik nüfusu Resistance: Direnç, dayanıklılık AIDS lowers the body’s resistance to infection. / AIDS vücüdun enfeksiyona karşı direncini düşürür.
Resist: Direnmek, karşı koymak, mukavemet She was charged with resisting to police. / O polise mukavemet ile suçlandı. Resolve: Çözmek Both sides met in order to try to resolve their differences. / Her iki taraf aralarındaki ihtilafları çözmeyi denemek için bir araya geldi. Resort: Başvurmak, tatil yeri, dinlenme yeri They felt obliged to resort to violence. / Onlar şiddete başvurmak zorunda hissetti. Resource: Kaynak We must make the most efficient use of the available financial resources. / Biz ulaşılabilir mali kaynakların kullanımını en etkili şekilde yapmalıyız. Respect: Saygı, hürmet, riayet She promised to respect our wishes. / O bizim isteklerimize riayet edeceğinie söz verdi. Respond: Yanıtlamak, cevap vermek I asked him his name, but he didn’t respond. / Ona ismini sordum fakat o cevap vermedi. Response: Yanıt, cevap, tepki I knocked on the door but there was no response. / Ben kapıyı çaldım ama cevap yoktu. Responsibility: Sorumluluk, yükümlülük parental rights and responsibilities / ebeveyn hakları ve sorumlulukları Responsible: Sorumlu Who’s responsible of this mess? / Bu karmaşanın sorumlusu kim? Restaurant: Restoran, lokanta We went out to a restaurant to celebrate. / Biz kutlama için bir restorana gittik. Restore: Restore etmek, onarmak, geri getirmek Some people argue that the death penalty should be restored. / Bazı insanlar ölüm cezasının geri getirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Rest: Dinlenmek The doctor told me to rest. / Doktor bana dinlenmemi söyledi. Restricted: Kısıtlı, sınırlı a restricted space / sınırlı bir alan Restrict: Kısıtlamak, sınırlamak Fog severely restricted visibility. / Sis görüş mesafesini ciddi bir şekilde kısıtladı. Result: Sonuç, akıbet, ortaya çıkan It was a large explosion and the resulting damage was extensive. / Büyük bir patlamaydı ve ortaya çıkan hasar genişti. Retain: Tutmak, kaybetmemek He struggled to retain control of the school. / O, okulun kontrolünü korumak için mücadele etti. Retire: Emekli, emekli olmak He is retiring next year after 30 years in company. / O şirketteki 30 yıldan sonra gelecek yıl emekli oluyor. Retirement: Emeklilik He was met by his brother on his return from Italy. / O italya’dan dönüşünde kardeşi tarafından karşılandı. Return: Dönüş He was met by his brother on his return from Italy. / O, İtalya’dan dönüşünde kardeşi tarafından karşılandı. Reveal: Açığa vurmak, meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak Details of the murder were revealed by the local paper. / Cinayetin detayları yerel gazete tarafından ortaya çıkarılmıştır. Reverse: Ters, arka, geri, zıt, tersine çevirmek Iron the garment on the reverse side. / Giysiyi arka tarafta ütüleyin. Review: İnceleme, eleştiri The government will review the situation later in the year. / Hükümet daha sonra yıl içinde durumu gözden geçirecektir. Revise: Revize, revizyon, gözden geçirmek The government may need to revise its policy in the light of this report. / Hükümetin bu raporun ışığında politikasını gözden geçirmesi gerekebilir. Revision: Revizyon, gözden geçirme a revision of trading standards / ticaret standartlarının gözden geçirilmesi Revolution: Devrim, ihtilal a country on the brink of revolution / devrimin eşiğinde bir ülke Reward: Ödül, ödüllendirmek She was rewarded for her efforts with a cash bonus. / O, çabalarından dolayı bir nakit ikramiye ile ödüllendirildi. Rhythm: Ritim, uyum, ahenk irregular heart rhythm / düzensiz kalp ritmi
Rice: Pirinç rice paddies / pirinç tarlaları Rich: Zengin, bol one of the richest women in the world / dünyadaki en zengin kadınlardan biri Ride: Binmek, gezinti It’s a ten-minute bus ride from here to town. / Buradan kasabaya on dakikalık bir otobüs gezintisi. The kids had a ride on an elephant at the zoo. / Çocuklar hayvanat bahçesindeki bir file binmiş. Rider: Binici Three riders were approaching. / Üç binici yaklaşıyordu. horses and their riders / atlar ve onların binicileri Ridiculous: Gülünç, saçma Don’t be ridiculous! You can’t pay £50 for a T-shirt! / Saçmalama! Sen bir tişört için 50 pound ödeyemezsin. Riding: Binme, binicilik, biniş I’m taking riding lessons. / Ben binicilik dersleri alıyorum. Rid: Kurtarmak I can’t get rid of this headache. / Bu baş ağrısından kurtulamam. I was glad to be rid of the car when I finally sold it. / Nihayet satınca arabadan kurtulduğuma memnun oldum. Rightly: Haklı olarak, kesin olarak, dürüstçe, doğru bir şekilde I don’t rightly know where he’s gone. / Kesin olarak onun nereye gittiğini bilmiyorum. Ring: Yüzük, halka, zil sesi A diamond glittered on her ring finger . / Bir elman onun yüzük parmağında parıldadı. Rise: Artış, yükseliş, kalkış Smoke was rising from the chimney. / Duman bacadan yükseliyordu. Risk: Risk, göze almak, tehlikeye atmak He risked his life to save her. / O, onu kurtarmak için hayatını tehlikeye attı. Rival: Rakip The Japan are our biggest economic rival. / Japonya bizim en büyük ekonomik rakibimiz. He was shot by a member of a rival gang. / O rakip çetenin bir üyesi tarafından vuruldu. River: Nehir Can we swim in the river? / Biz nehirde yüzebilir miyiz? Road: Yol He was walking along the road when he was attacked. / O saldırıya uğradığı zaman yol boyunca yürüyordu. Rob: Soymak, çalmak, soygun yapmak The gang had robbed and killed the drugstore owner. / Çete eczane sahibini soymuş ve öldürmüştü. Rock: Kaya They clambered over the rocks at the foot of the cliff. / Onlar uçurumun dibinde kayalara tırmandı. Role: Rol, rol yapmak the role of the teacher in the classroom / sınıfta öğretmenin rolü It is one of the greatest roles she has played. / Onun oynadığı en büyük rollerden biri. Roll: Rulo, yuvarlamak The ball rolled down the hill. / Top tepeden aşağı yuvarlandı. Romantic: Romantik, duygusal a romantic candlelit dinner / mum ışığında romantik bir akşam yemeği Why don’t you ever give me flowers? I wish you’d be more romantic. / Neden bana hiç çiçek vermiyorsun? Ben daha romantik olmanı isterdim. Roof: Çatı, üstünü kapatmak Tim climbed on to the roof of garage. / Tim garajın çatısına tırmandı. Room: Oda He walked out of the room and slammed the door. / O, odanın dışına yürüdü ve kapıyı çarptı. Root: Kök, temel Tree roots can cause damage to buildings. / Ağaç kökleri binalarda hasara neden olabilir. Rope: İp, halat, bağlamak We tied his hands together with rope. / İple onun ellerini bağladık. Roughly: Aşağı yukarı, yaklaşık, kabaca Sales increased by roughly 10%. / Satışlar aşağı yukarı % 10 arttı. Rough: Kaba Trim rough edges with a sharp knife. / Keskin bir bıçakla kaba kenarları kırpın. Round: Yuvarlak a surface with rounded edges / yuvarlak kenarlı bir yüzey rounded shoulders / yuvarlak omuzlar Round: Dönmek, yuvarlak, tur, etrafına
The earth moves round the sun. / Dünya güneşin etrafında döner. Route: Rota, güzergah, sevketmek, nakletmek The house is not on a bus route. / Ev bir otobüs güzergahı üzerinde değil. Routine: Rutin, sıradan, alışılagelmiş The fault was discovered during a routine check. / Arıza rutin bir kontrol sırasında tespit edilmiştir. Row: Dizi, sıra The vegetables were planted in neat rows. / Sebzeler düzgün sıralar halinde dikilmiştir. Royal: Kraliyet the royal family / kraliyet ailesi Rubber: Lastik, kauçuk a ball made of rubber / lastikten yapılmış bir top Rubbish: Çöp They poured rubbish in front of our house. / Onlar evimizin çöp döktü. Rub: Ovmak, ovuşturmak She rubbed her chin thoughtfully. / O düşünceli bir şekilde çenesini ovuşturdu. Rudely: Terbiyesizce, kabaca ‘What do you want?’ she asked rudely. / “Ne istiyorsun” diye kabaca sordu. Rude: Kaba, terbiyesiz Why are you so rude to your mother? / Niçin annene böyle kaba davranıyorsun? Ruined: Harap, mahvolmuş, yıkılmış a ruined castle / harap bir kale Ruin: Mahvetmek, yıkmak, bozmak, harabe The terrorist attack had left the city in a state of ruin / Terörist saldırısı şehri harabe bir halde bırakmıştı. Ruler: Hükümdar, cetvel Ruler is a measuring instrument. / Cetvel bir ölçme aletidir. Rule: Kural, hüküm, yönetmek, idare etmek, hüküm sürmek After the revolution, anarchy ruled. / Devrimden sonra anarşi hüküm sürdü. Rumour: Söylenti, dedikodu, rivayet Many of the stories are based on rumour. / Hikayelerin birçoğu rivayete dayanır. Runner: Koşucu, atlet a list of runners and riders / koşucular ve binicilerin listesi Running: Koşu, çalışma, akan, koşan running shoes / koşu ayakkabıları Run: Koşmak, çalıştırmak, sefer Our team won by four runs. / Takımımız dört koşudur kazanıyor. Rural: Kırsal, köy rural areas / kırsal alanlar Rush: Ani hareket, acele The note looked like it had been written in a rush. / Not acele ile yazılmış gibi görünüyordu Sack: Kovmak, görevden almak, çuval She was sacked for refusing to work on Sundays. / O Pazar günleri çalışmayı reddettiği için görevden alındı. Sadly: Ne yazık ki, üzüntülü bir şekilde She shook her head sadly. / O üzüntülü bir şekilde başını salladı. Sadness: Üzüntü, hüzün, keder I felt a deep sadness. / Ben derin bir üzüntü hissettim. Sad: Üzücü, üzgün, hüzünlü She looked sad and tired. / O üzgün ve yorgun görünüyordu. a sad story / hüzünlü bir hikaye Safely: Güvenle, güvenli bir şekilde The plane landed safely. / Uçak güvenli bir şekilde indi. The money is safely locked in a drawer. / Para güvenli bir çekmecede kilitli. Safe: Güvenli, emin, güvencede The children are quite safe here. / Çocuklarımız burada oldukça güvencededir. Safety: Güvenlik, emniyet, koruyucu a place where children can play in safety / çocukların güvenlik içinde oynayabileeği bir yer Sailing: Yelken, yelkencilik, gemi yolculuğu a sailing club / bir yelken kulübü Sailor: Denizci, gemici Sailor is a brave man. / Denizci cesur bir adamdır.
Sail: Yelken, denize açılmak, gemi yolculuğu The vessel can be propelled by oars or sail. / Gemi kürek ve yelken ile hareket edebilirdi. Salad: Salata Is cold meat and salad OK for lunch? / Öğle yemeği için soğuk et ve slata iyi mi? a chicken salad / bir tavuk salatası Salary: Maaş a 9% salary increase / % 9 maaş artışı Sale: Satış regulations governing the sale of alcoholic beverages / alkollü içeceklerin satışına ilişkin düzenlemeler Salt: Tuz a pinch of salt / bir tutam tuz sea salt / deniz tuzu Salty: Tuzlu salty food / tuzlu yiyecek Same: Aynı, benzer He gave me five dollars, same as usual. / Bana beş dolar verdi, aynı her zamanki gibi Sample: Örnek, numune a sample survey / örnek bir anket The survey covers a representative sample of schools. / Anket okulların temsili bir örneğini içerir. Sand: Kum Concrete is a mixture of sand and cement. / Beton kum ve çimento karışımıdır. Satisfaction: Memnuniyet, hoşnutluk The company is trying to improve customer satisfaction. / Şirket müşteri memnuniyetini iyileştirmeye çalışıyor. Satisfied: Memnun a satisfied customer / memnun müşteri Satisfying: Tatmin edici, doyurucu a satisfying experience / tatmin edici bir deneyim Satisfy: Karşılamak, tatmin etmek The education system must satisfy the needs of all children. / Eğitim sistemi bütün çocukların ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Saturday: Cumartesi I will take the exam on Saturday. / Cumartesi sınava gireceğim. Sauce: Sos, salça ice cream with a hot fudge sauce / sıcak çikolata soslu dondurma Save: Kurtarmak, korumak, kaydetmek He’s trying to save their marriage. / O evliliklerini kurtarmaya çalışıyor. Saving: Tasarruf, birikim, kurtarma I opened a savings account at my local bank. / Ben, yerel bankamda bir tasarruf hesabı açtım. He put all his savings into buying a boat. / O, bir tekne satın almak için bütün birikimini ortaya koydu. Say: Söylemek, söz ‘Hello!’ she said. / ‘Merhaba!’ dedi. He said that his name was Sam. / O adının Sam olduğunu söyledi. Scale: Ölçek, ölçü Here was corruption on a grand scale. / Burada büyük ölçüde bir yolsuzluk oldu. On a global scale, 77% of energy is created from fossil fuels. / Küresel ölçekte enerjinin % 77’si fosil yakıtlarından oluşur. Scared: Korkmuş, ürkmüş People are scared to use the buses late at night. / İnsanlar gece geç saatlerde otobüsleri kullanmaya korkuyor. The thieves got scared and ran away. / Hırsızlar korkmuş ve kaçmış. Scare: Korku, korkunç, korkutmak, ürpermek a scare story / korkunç bir hikaye Scene: Sahne, olay yeri Firefighters were on the scene immediately. / İtfaiyeciler derhal olay yerindeydi. The movie opens with a scene in a New York. / Film New York’taki bir sahne ile başlar. Schedule: Program, tarife, zamanlamak I’m scheduled to arrive in Los Angeles at 5 o’clock. / Ben saat 5’te Los Angeles’ta olmayı planlıyorum. Scheme: Şema, plan, düzen, programı, tasarlamak a training scheme / bir eğitim planı School: Okul My brother and I went to the same school. / Kardeşim ve ben aynı okula gittik. We need more money for roads, hospitals and schools. / Yollar, hastaneler ve okullar için daha fazla paraya ihtiyacımız var. Science: Bilim new developments in science and technology / bilim ve teknolojideki yeni gelişmeler
Scientific: Bilimsel a scientific discovery / bilimsel bir keşif Scientist: Bilim adamı scientists and engineers / bilim adamları ve mühendisler Scissors: Makas She used scissors to cut off his shirt. / O, gömleğini kesmek için makas kullandı. Score: Puan, sayı yapmak, skor Girls usually get a high score from the language exam. / Kızlar genellikle dil sınavlarından yüksek puan alır. Scratch: Çizik, sıyrık, kazımak Her hands were covered with scratches / Elleri çizikler ile kaplıydı. Scream: Çığlık, bağırma They ignored the baby’s screams. / Onlar, bebeğin çığlıklarını duymazdan geldi. Screen: Ekran, perde a computer screen / bir bilgisayar ekranı Screw: Vida The bookcase screwed to the wall. / Kitaplık duvara vidalı. Seal: Mühür The letter bore the president’s seal. / Mektup başkanın mührünü taşıyordu. Search: Arama, araştırma, arama yapmak Police searched for clues in the area. / Polis bölgede ipuçları aradı. I found these photos while searching among some old papers. / Bazı eski kağıtların arasında arama yaparken bu fotoğrafları buldum. Sea: Deniz The wreck is lying at the bottom of the sea. / Gemi enkazı denizin dibinde yatıyor. Season: Sezon, mevsim He scored his first goal of the season on Saturday. / O, Cumartesi günü sezonun ilk golünü attı. Seat: Koltuk She sat back in her seat. / O koltuğuna geri oturdu. Would you prefer a window seat or an aisle seat? / Pencere koltuğu mu yoksa koridor koltuğu mu tercih edersiniz? Secondary: İkincil, orta dereceli, ortaokul secondary teachers / ortaokul öğretmenleri a secondary infection / ikincil bir enfeksiyon Second: İkinci We have one child and are expecting our second in July. / Bizim bir çocuğumuz var ve Temmuz ayında ikinciyi bekliyoruz. She came second in the marathon. / O maratonda ikinci geldi. Secretary: Sekreter Please contact with my secretary for make an appointment. / Lütfen randevu almak için sekreterimle irtibata geçiniz. Secret: Sır, gizli, saklı Can you keep a secret? / Sır tutabilir misin? She was dismissed for revealing trade secrets. / O ticari sırları ifşa ettiği için görevden alındı. Section: Bölüm, kesit That section of the road is still closed. / Yolun bir bölümü hala kapalıdır. Sector: Sektör the manufacturing sector / imalat sektörü Secure: Güvenli, korumak The future of the company looks secure. / Şirketin geleceği güvenli görünüyor. Security: Güvenlik, emniyet They carried out security checks at the airport. / Onlar havaalanında güvenlik kontrollerini gerçekleştirdi. Seed: Tohum, çekirdek These vegetables can be grown from seed. / Bu sebzeler tohumdan yetiştirilebilir. seed potatoes / tohumluk patates Seek: Aramak, araştırmak Drivers are advised to seek alternative routes. / Sürücülerin alternatif rotalar aramaları tavsiye ediliyor. Seem: Görünmek, gibi görünmek You seem happy. / Sen mutlu görünüyorsun. See: Görmek She looked for him but couldn’t see him in the crowd. / Onun için baktı ama kalabalıkta onu göremedi. Selection: Seçim selection criteria / seçim kriterleri Select: Seçme He hasn’t been selected to the team. / O takıma seçilmemiş.
Self: Kendi, öz, benlik, bireysel, kişilik Many people living in madhouses have lost their sense of self. / Tımarhanelerde yaşayan birçok insan benlik duygusunu kaybetmiş. Sell: Satmak Do you sell stamps? / Pul satıyor musunuz? Their last album sold millions. / Onların son albümü milyonlarca sattı. Senate: Senato a member of the Senate / bir Senato üyesi Senator: Senatör She has served as a Democratic senator for North Carolina since 2009. / O 2009’dan beri Kuzey Coralina için Demokratik senatör olarak görev yapmıştır. Send: Göndermek, yollamak She sent the letter by airmail. / O, uçak postası ile mektup gönderdi. Senior: Kıdemli, üst, yaşça büyük, son sınıf öğrencisi My brother is my senior by two years. / Benim kardeşim iki yıl kadar büyüktür. Sense: Duyu, duygu, his, anlam the sense organs / duyu organları Dogs have a keen sense of smell. / Köpekler keskin bir koku hissine sahiptir. Sensible: Duyarlı, hassas, farkında, makul, mantıklı Say something sensible. / Mantıklı bir şey söyle. I am sensible of the fact that mathematics is not a popular branch. / Ben matematiğin popüler bir branş olmadığı gerçeğinin farkındayım. Sensitive: Hassas, duyarlı a sensitive and caring man / duyarlı ve yardımsever bir adam Sentence: Cümle, ceza, hüküm vermek, cezalandırmak Sentence is begins with a capital letter and ends with a punctuation mark. / Cümle büyük bir harfle başlar ve nokta işaretiyle biter. The prisoner has served completed his sentence and will be released tomorrow. / Mahkum yarın cezasını tamamlamış serbest bırakılmış olacak. Separate: Ayrı, ayrılmak, müstakil, bireysel South America and Africa separated 200 million years ago. / Güney Amerika ile Afrika 200 milyon yıl önce ayrıldı. Politics is the only thing that separates us. / Siyaset bizi ayıran tek şey. Separation: Ayırma, ayrılık They were reunited after a separation of more than 20 years. / Onlar 20 yılı aşkın bir ayrılık sonrası tekrar bir araya geldi. Separately: Ayrı ayrı, tek başına Husband and wife are assessed separately for tax. / Koca ve eşi vergi için ayrı ayrı değerlendirilir. September: Eylül I was born in September. / Ben Eylül ayında doğdum. Series: Dizi, seri The first episode of the new series is on Saturday. / Yeni dizinin ilk bölümü Cumartesi. Seriously: Cidden, ciddi olarak, ağır şekilde They are seriously concerned about security. / Onlar güvenlik konusunda cidden endişe duyuyorlar. Serious: Ciddi, önemli, ağır They are a serious threat to security. / Onlar güvenlik için ciddi bir tehdittir. The consequences could be serious. / Sonuçlar çok ağır olabilir. Servant: Hizmetkar, uşak They treat like a servant to their mother . / Onlar annelerine bir hizmetçi gibi davranır. Serve: Servis, hizmet vermek Breakfast is served between 7 and 10 a.m. / Kahvaltı 7 ile 10 arasında servis edilir. Service: Hizmet, servis The government aims to improve public services, especially education. / Hükümet kamu hizmetlerini, özellikle eğitimi geliştirmeyi amaçlıyor. Session: Oturum, dönem, seans Two soccer fans plunged to their deaths after a heavy drinking session. / İki futbol taraftarı ağır bir içme seansından sonra ölüme daldı. Set: Set, ayarlamak, kurmak a complete set of her novels / onun romanlarının tam bir seti Settle: Anlaşmak, yerleşmek, yerleştirmek There is pressure on the unions to settle. / Anlaşma için sendikalar üzerinde baskı var. I settled her on the sofa and put a blanket over her. / Ben onu koltuğa yerleştirdim ve üzerine bir battaniye koydum. Seven: Yedi We have seven grandchildren. / Bizim yedi torunumuz var.
Seventeen: On yedi I am seventeen years old. / Ben on yedi yaşındayım. Seventy: Yetmiş There are seventy students in our class. / Sınıfımızda yetmiş öğrenci var. Several: Çeşitli, birkaç Several letters arrived this morning. / Bu sabah birkaç mektup geldi. He’s written several books about India. / O Hindistan hakkında çeşitli kitaplar yazmış. Severe: Şiddetli, ağır, sert, ciddi severe weather conditions / ağır hava koşulları Strikes are causing severe disruption to all train services. / Grevler tüm tren seferlerinde ciddi aksamalara neden oluyor. Sewing: Dikiş a sewing basket / bir dikiş sepeti Sew: Dikmek, dikiş yapmak My mother taught me how to sew. / Annem bana dikiş yapmayı öğretti. Sexual: Cinsel Her interest to him is purely sexual. / Ona olan ilgisi tamamen cinsel. Shade: Gölge We sat down in the shade of the wall. / Biz duvarın gölgesinde oturduk. The temperature can reach 40°C in the shade. / Sıcaklık gölgede 40° dereceye ulaşabilir. These plants grow well in sun or shade. / Bu bitkiler güneşte veya gölgede iyi yetişir. Shadow: Gölge, karanlık, karartmak, gölgelemek It is the shadow of our balloon. / O bizim balonun gölgesidir. Shake: Sarsıntı, sallamak, titremek Shake the bottle before opening. / Şişeyi açmadan önce çalkalayınız. Shallow: Sığ, derin olmayan yer, yüzeysel These fish are found in shallow waters around the coast. / Bu balıklar sahil çevresindeki sığ sularda bulunur. Shall: -ecek, acak, -meli This time next week I shall be in Scotland. / Gelecek hafta bu zaman ben İskoçya’da olacağım. Shame: Utanç, ayıp, utandırmak, mahcup etmek She hung her head in shame. / O utançla başını eğdi. Shaped: Şekilli, biçimli a huge balloon shaped like a giant cow / dev bir inek şeklinde büyük bir balon Share: Pay, hisse, paylaşmak Next year we hope to have a bigger share of the market. / Önümüzdeki yıl pazarın daha büyük bir payına sahip olmayı umuyoruz. a share certificate / bir hisse senedi I want to share my food with my friends. / Ben yiyeceklerimi arkadaşlarımla paylaşmak istiyorum. Sharply: Keskin bir şekilde, sertçe, aniden, sivri bir halde ‘Is there a problem?’ he asked sharply. / “Bir problem var mı ?”diye sertçe sordu. Profits fell sharply following the takeover. / Devralmayı takiben kârlar aniden düştü. Sharp: Keskin, ani, net, sivri, sert a sharp knife / keskin bir bıçak a sharp drop in prices / fiyatlarda ani bir düşüş Shave: Tıraş, tıraş olmak The nurse washed and shaved him. / Hemşire onu yıkadı ve tıraş etti. Sheep: Koyun Sheep were grazing in the fields. / Koyunlar kırlarda otluyordu. Sheet: Çarşaf, levha, yaprak, tabaka Have you changed the sheets? / Çarşafları değiştirdiniz mi? Shelf: Raf The book I wanted was on the top shelf. / İstediğim kitap en üst raftaydı. Shell: Kabuk, deniz kabuğu We collected shells on the beach. / Biz sahilde deniz kabuğu topladık. walnut shells / ceviz kabukları Shelter: Barınak, sığınak, sığınmak Your home is your shelter. / Eviniz sizin barınağınızdır. She: O (bayanlar için) ‘What does your sister do?’ ‘She’s a dentist.’ / Kardeşin ne yapıyor? O bir dişçi. Shift: Vardiya, değiştirmek a dramatic shift in public opinion / kamuouyunda çarpıcı bir değişiklik Shine: Parlatıcı, parlamak
A light was shining in the distance. / Uzakta bir ışık parlıyordu. Her eyes were shining with excitement. / Onun gözleri heyecanla parlıyordu. Shiny: Parlak, parlamış His face was flushed and shiny. / Yüzü kızarmış ve parlamıştı. Ship: Gemi, tekne There are two restaurants on board ship. / Gemide iki restoran vardır. Shirt: Gömlek He was wearing a red shirt and gloves. / O kırmızı bir gömlek ve eldiven giymişti. Shocking: Şok edici, korkunç shocking behaviour / şok edici davranış Shoe: Ayakkabı a pair of shoes / bir çift ayakkabı Shooting: Silahlı atış, çekim, atıcılık, avcılık Terrorist groups claimed responsibility for the shootings and bomb attacks. / Terörist gruplar silahlı ve bombalı saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Shooting began early this year. / Çekim bu yıl erken başladı. the shooting season / avcılık sezonu Shoot: Vurmak, çekmek, ateş etmek The police rarely shoot to kill / Polis nadiren öldürmek için ateş eder. Shopping: Alışveriş a shopping basket / bir alışveriş sepeti Shop: Dükkan, mağaza, alışveriş He likes to shop at the local market. / O yerel pazarda alışverişi seviyor. a book shop / bir kitap dükkanı Shortly: Kısaca, kısa bir süre, yakında I saw him shortly before he died. / Ölmeden kısa bir süre önce onu gördüm. Short: Kısa He had short and curly hair. / Kısa ve kıvırcık saçları vardı. Shoulder: Omuz He slung the bag his shoulder. / O, çantayı omzuna asmış. He carried the child on his shoulders. / O, çocuğu omuzlarında taşıdı. Should: -meli, -malı He should have been more careful. / O, daha dikkatli olmalıydı. Shout: Seslenmek, bağırmak, haykırış I heard her warning shout too late. / Onun uyarı haykırışını çok geç duydumç Shower: Duş Children came together in the shower. / Çocuklar duşa birlikte girdi. Show: Göstermek, gösteri She’s the star of the show! / O, gösterinin yıldızı. Shut: Kapalı, kapatmak, kapanmış The door was shut. / Kapı kapalıydı. Keep your eyes shut. / Gözlerini kapalı tut. Shy: Utangaç Don’t be shy. Come and say hello. / Utanma. Gel ve merhaba de. Sick: Hasta, rahatsız Her mother’s very sick. / Onun annesi çok hasta. Side: Yan, taraf the right side of the brain / beynin sağ tarafı She was on the far side of the room. / O, odanın uzak tarafındaydı. Sideways: Yana, yandan, yanlamasına She sat sideways on the chair. / O, sandalyeye yanlamasına oturdu. Sight: Görebilme, görme, görünme The disease has affected her sight. / Hastalık onun görmesini etkiledi. Signal: Sinyal, işaret, sinyal vermek Did you signal before you turned right? / Sağa dönmeden önce sinyal verdiniz mi? Signature: İmza They collected 10000 signatures for their petition. / Onlar dilekçeleri için 10000 imza topladı. Significantly: Anlamlı, önemli ölçüde Profits have increased significantly over the past few years. / Kârlar son birkaç yılda önemli ölçüde artmıştır. Significant: Önemli, anlamlı a highly significant discovery / son derece önemli bir keşif The results of the experiment are not statistically significant. / Deney sonuçları istatistiksel olarak önemli değildir. Sign: İşaret, iz, imzalamak
The treaty was signed on 24 March. / Anlaşma 24 Martta imzalandı imzalandı. Silence: Sessizlik Their footsteps echoed in the silence. / Onların ayak sesleri sessizlik içinde yankılandı. Silent: Sessiz, suskun The streets were silent and deserted. / Sokaklar sessiz ve ıssızdı. Silk: İpek, ipekli a silk blouse / ipek bluz Her skin was as smooth as silk. / Teni ipek gibi pürüzsüzdü. Silly: Aptal, aptalca, salak a silly idea / aptalca bir fikir Silver: Gümüş, gümüş rengi a silver car / gümüş rengi bir araba Similarly: Benzer şekilde, aynı, bunun gibi Husband and wife were similarly successful in their careers. / Koca ve eşi kariyerlerinde benzer şekilde başarılı oldu. Similar: Benzer My teaching style is similar to that of most other teachers. / Benim öğretim stilim diğer öğretmenlerin birçoğununkiyle benzer. Simple: Basit, kolay This machine is very simple to use. / Bu makinenin kullanımı çok kolaydır. Simply: Basitçe, sade bir şekilde, sadece Simply add hot water and stir. / Sadece sıcak su ekleyin ve karıştırın. Sincerely: İçtenlikle, samimiyetle I sincerely believe that this is the right decision. / Ben içtenlikle bunun doğru karar olduğuna inanıyorum. Sincere: Samimi, içten Please accept our sincere thanks. / Bizim içten teşekkürlerimizi kabul edin lütfen. a sincere apology / samimi bir özür Since: -den beri, o zamandan beri He left home two weeks ago and we haven’t heard from him since. / O, iki hafta önce evi terk etti ve biz o zamandan beri ondan haber almadık. Singer: Şarkıcı She’s a wonderful singer. / O harika bir şarkıcı. Singing: Şarkı, şarkı söyleme, ötme The sound of singing came from the kitchen. / Mutfaktan şarkı söyleme sesi geldi. Single: Tek, bir, tek kişilik (örn. bilet) How much is a single to York? / York’a bir kişilik (bilet) ne kadar? Sing: Söylemek, şarkı söylemek She usually sings in the shower. / O genellikle duşta şarkı söyler. Sink: Lavabo, batmak, gömülmek, düşmek The ship sank to the bottom of the sea. / Gemi denizin dibine battı. Sir: Efendim Good morning, sir. Can I help you? / Günaydın efendim. Size yardımcı olabilir miyim? ‘Thank you very much.’ ‘You’re welcome, sir. Have a nice day.’ / ‘Çok teşekkür ederim.’ Rica ederim, efendim. Iyi günler. ‘ Sister: Kız kardeş She’s my sister. / O, benim kız kardeşim. They supported their sisters in the dispute. / Onlar tartışmada kız kardeşlerini destekledi. Site: Site, yer, mekan an archaeological site / arkeolojik bir alan Sit: Oturmak May I sit here? / Buraya oturabilir miyim? He went and sat beside her. / Ben gittim ve onun yanına oturdum. Situation: Durum, yer We have all been in similar embarrassing situations. / Hepimiz ben utanç verici durumlar içinde olmuşuzdur. Six: Altı I bought six books in today. / Ben bugün altı kitap satın aldım. Sixteen: On altı Sixteen of the car’s color was red. / On altı arabanın rengi kırmızıydı. Sixty: Altmış I was born in this building sixty years ago. / Ben altmış yıl önce bu binada doğdum. Size: Boyut, büyüklük, beden, numara The facilities are excellent for a town that size. / Tesisler bir kasabanın büyüklüğü için mükemmeldir.
Skilful: Maharetli, becerikli, yetenekli a skilful player / yetenekli bir oyuncu Skilled: Nitelikli, vasıflı, yetenekli, ustalık gerektiren Furniture-making is very skilled work. / Mobilya yapmak ustalık gerektiren bir iştir. Skill: Beceri, ustalık, yetenek management skills / yönetim becerileri Skin: Cilt, deri, derisini yüzmek cosmetics for sensitive skins / hassas ciltler için bakım ürünleri Skirt: Etek a long/short/straight/pleated, etc. skirt / uzun/kısa/düz/pileli vb. etek Sky: Gökyüzü The sky suddenly went dark and it started to rain. / Gökyüzü aniden karardı ve yağmur yağmaya başladı. Sleep: Uyku, uyuma I need to get some sleep. / Benim biraz uyumam gerekir. I’ll feel better after a good night’s sleep. / Ben iyi bir gece uykusundan sonra daha iyi hissedeceğim. Slice: Dilim, pay, dilimlemek, kesti Slice the cucumber thinly. / İnce bir şekilde salatalık dilimleyin. He accidentally sliced his finger. / O kazara parmağını kesti. Slide: Slayt, kayma, kaydırma You can slide the front seats forward if necessary. / Gerekirse koltukları ön tarafa doğru kaydırabilirsiniz. Slightly: Hafifçe, hafiften, biraz, çok az I knew her slightly. / Onu çok az tanıyordum. Slight: Hafif, küçük, önemsiz, azıcık I woke up with a slight headache. / Ben hafif bir baş ağrısı ile uyandım. Slip: Kayma I ran up the stairs, my foot slipped and I fell. / Ben merdivenlerden yukarı koştum, ayağım kaydı ve düştüm. Slope: Eğim, yamaç, eğimli olmak, meyilli olmak The garden slopes away towards the river. / Bahçe nehre doğru eğimli. Slowly: Yavaşça, yavaş bir şekilde, ağır ağır Please could you speak more slowly? / Lütfen daha yavaş bir şekilde konuşabilir misiniz? Slow: Yavaş Progress was slower than expected. / İlerleme beklenenden daha yavaştı. Small: Küçük, ufak That dress is too small for you. / Bu elbise sizin için çok küçük. Smart: Akıllı, zeki, şık You look very smart in suit. / Takım elbisesinin içinde çok şık görünüyorsun. She’s smarter than her brother. / O, erkek kardeşinden daha akıllı. Smell: Koku, koklamak There was a smell of burning in the air. / Havada bir yanma kokusu vardı. Smile: Gülümseme, tebessüm ‘hello,’ he said, with a smile. / bir tebessümle ‘merhaba’ dedi. Smoke: Duman, sigara, sigara içmek You’re too young to smoke. / Sen sigara içmek için çok gençsin. Smoking: Sigara içme, sigara He’s trying to give up smoking. / O, sigarayı bırakmaya çalışıyor. Smoothly: Sorunsuz, düzgünce, kolayca, pürüzsüzce The engine was running smoothly. / Motor sorunsuz çalışıyordu. Smooth: Pürüzsüz, düz a lotion to make your skin feel soft and smooth / cildinizi yumuşak ve pürüzsüz hissetmeniz için bir losyon Snake: Yılan Python is a kind of snake. / Piton bir yılan çeşididir. Snow: Kar, kar yağması It snowed for three days without stopping. / Üç gün boyunca durmadan kar yağdı. Soap: Sabun Avoid using perfumed soaps on sensitive skin. / Hassas cilt üzerine parfümlü sabun kullanmaktan kaçının. Social: Sosyal, toplumsal a call for social and economic change / sosyal ve ekonomik değişim için bir çağrı Society: Toplum Racism exists at all levels of society. / Irkçılık toplumun her düzeyinde vardır.
Sock: Çorap, tokat a pair of socks / bir çift çorap Softly: Yumuşak bir şekilde, hafifçe, usulca She closed the door softly. / O hafifçe kapıyı kapattı. Soft: Yumuşak, hafif soft feather pillows / yumuşak kuş tüyü yastıklar Software: Yazılım, bilgisayar programı Will the software run on my machine? / Yazılım benim makinemde çalışır mı? Soil: Toprak, kir, kirletmek soil erosion / toprak erozyonu Soldier: Asker soldiers on duty / nöbetçi askerler Solid: Katı liquids and solids / sıvılar ve katılar Solution: Çözüm, çözelti Attempts to find a solution have failed. / Çözüm bulma girişimleri başarısız oldu. Do you have a better solution? / Daha iyi bir çözümünüz var mı? Solve: Çözmek You can’t solve anything by running away. / Sen kaçarak hiçbir şeyi çözemezsin. Somebody: Birisi, kimse She thinks she’s really somebody in that car. / O, gerçekten arabada birisinin olduğunu düşünüyor. Somehow: Bir şekilde, her nasılsa, nedense She looked different somehow. / O, nedense farklı görünüyordu. Someone: Birisi, biri There’s someone at the door. / Kapıda biri var. Some: Bazı, biraz All these students are good, but some work harder than others. / Bütün öğrenciler iyi; ama bazıları diğerlerinden daha sıkı çalışıyor. Something: Bir şey Don’t just stand there.Do something! / Orada ayakta durma. Bir şey yap! Sometimes: Bazen, ara sıra Sometimes I go by car. / Bazen arabayla giderim. He sometimes writes to me. / O, ara sıra bana yazar. Somewhat: Biraz, bir miktar, oldukça I was somewhat surprised to see him. / Ben onu gördüğüme biraz şaşırdım. Somewhere: Bir yerde, bir yere Can we go somewhere warm? / Biz sıcak bir yere gidebilir miyiz? Song: Şarkı She taught us the words of a French song. / O bize Fransızca şarkının sözlerini öğretti. We sang a song together. / Biz hep birlikte bir şarkı söyledik. Son: Oğul, erkek evlat We have two sons and a daughter. / Bizim iki oğlumuz ve bir kızmız var. Soon: Yakında We’ll be home soon. / Biz yakında evde olacağız. I soon realized the mistake. / Ben yakın zamanda hatayı fark ettim. She sold the house soon after her husband died. / O, kocasının ölümünden yakın zaman sonra evi sattı. Sore: Yara, yaralı, ağrılı, acıyan My stomach is still sore after the operation. / Midem, ameliyattan sonra hâlâ acıyor. Sorry: Üzgün, pişman Sorry, we don’t allow dogs in the house. / Üzgünüm, biz evde köpeklere izin vermiyoruz. Sort: Tür, çeşit, sıralama, sınıflandırma, düzenleme The computer sorts the words into alphabetical order. / Bilgisayar kelimeleri alfabetik düzene göre sıralar. So: Yani, dolayısıyla, bu yüzden It was still painful so I went to see a doctor. / Hâlâ acıyordu, bu yüzden bir doktora gittim. Soul: Ruh There was a feeling of restlessness deep in her soul. / Onun ruhunda derin bir huzursuzluk hissi vardı. Sound: Ses, çalmak, ses çıkarmak His voice sounded strange on the phone. / Onun sesi telefonda garip geliyordu. When I saw the smoke, I tried to sound the alarm. / Ben dumanı gördüğümde alarm sesi çalıştı. Soup: Çorba, et suyu
a bowl of soup / bir kase çorba Source: Kaynak What is their main source of income? / Onların ana gelir kaynağı nedir? Sour: Ekşi a sour smell / ekşi koku Southern: Güney the southern slopes of the mountains / dağların güney yamaçları South: Güney They live ten miles south of Bristol. / Onlar Bristol’un 10 mil güneyinde yaşıyor. Space: Uzay, boşluk, mesafe, alan There is very little storage space in the department. / Bölümümüzde çok az depolama alanı var. Spare: Yedek I’ve lost my key and I haven’t got a spare. / Anahtarımı kaybettim ve bir yedeğine sahip değilim. Speaker: Konuşmacı, spiker, hoparlör He was a guest speaker at the conference. / O konferansta misafir konuşmacıydı. Speak: Konuşmak, söylemek The President refused to speak to the waiting journalists. / Başkan, bekleyen gazetecilere konuşmayı reddetti. Specialist: Uzman, uzman doktor You need to see a specialist. / Sen bir uzman doktora görünmelisin. Specially: Özel olarak, özellikle, bilhassa We came specially to see you. / Biz bilhsassa seni görmeye geldik. Special: Özel Some of the officials have special privileges. / Görevlilerin bazıları özel ayrıcalıklara sahip. Specifically: Özellikle I specifically told you not to go near the water! / Ben özellikle suya yaklaşmamanı söyledim. Specific: Belirli, özel I gave you specific instructions. / Sana özel talimatlar verdim. Speech: Konuşma Several people made speeches at the wedding. / Birkaç kişi düğünde konuşma yaptı. Speed: Hız, hızla, hızlandırmak He sped away on his bike. / O bisikletiyle hızla uzaklaştı. Spelling: Yazım,imla, heceleme My spelling is terrible. / Benim yazım korkunç. Spell: Hecelemek, ayırmak, büyü I completely fell under her spell. / Ben tamamiyle onun büyüsüne kapıldım. Spend: Harcamak, geçiştirmek I’ve spent all my money already. / Ben zaten bütün paramı harcadım. The company has spent thousands of pounds updating their computer systems. / Şirket, bilgisayar sistemlerini güncellemeye binlerce pound harcadı. Spice: Baharat, heyecan common spices such as ginger and cinnamon / zencefil ve tarçın gibi bilinen baharatlar We need an exciting trip to add some spice to our lives. / Hayatımıza biraz heyecan katmak için heyecan verici bir yolculuk gerekir. Spicy: Baharatlı, acılı, heyecanlı spicy chicken wings / baharatlı tavuk kanatları Spider: Örümcek She stared in horror to the black spider. / O, siyah örümceğe korku içinde baktı. Spin: Dönüş, çevirmek The plane was spinning without control. / Uçak kontrolsüzce dönüyordu. Spirit: Ruh the power of the human spirit to overcome difficulties / zorlukları aşmak için insan ruhunun gücü Spiritual: Manevi, ruhsal a lack of spiritual values in the modern world / modern dünyada manevi değerlerin eksikliği We’re concerned about your spiritual welfare. / Sizin ruhsal sağlığınız hakkında endişeliyiz. Spite: Garez, nispet, inat I’m sure he only said it out of spite. / Onun sadece inadına söylediğine eminim. Split: Bölünme, yarık, ayrık, ayrılmış, çatışma a damaging split within the party leadership / parti liderliği içindeki zararlı çatışma There’s a big split in the tent. / Çadırda büyük bir yarık var. Spoil: Bozmak, berbat etmek, şımartmak
Don’t let him spoil your evening. / Geceni berbat etmesine izin verme. Spoken: Konuşulan, konuşma, konuşan The spoken language differs considerably from the written language. / Konuşma dili yazı dilinden önemli ölçüde farklıdır. Spoon: Kaşık, kepçe a soup spoon / bir çorba kaşığı Sport: Spor, spor yapmak I’m not interested in sport. / Ben sporla ilgilenmiyorum. There are excellent facilities for sport and recreation. / Spor ve dinlenme için mükemmel tesisler var. Spot: Nokta, leke, benek The male bird has a red spot on its beak. / Erkek kuşun gagasında kırmızı bir nokta vardır. Spray: Sprey, püskürtmek, serpmek Spray the conditioner onto your wet hair. / Kremi ıslak saç üzerine püskürtün. Spread: Yayılmış, yaymak, yayılma Shut doors to delay the spread of fire. / Yangının yayılmasını geciktirmek için kapıları kapatın. Spring: Bahar, ilkbahar, fırlamak, sıçramak The attacker sprang out from a doorway. / Saldırgan kapı aralığından dışarı fırladı. Flowers open in the spring. / Çiçekler bahar aylarında açar. Square: Kare, meydan The floor was tiled in squares of grey and white marble. / Zemin gri ve beyaz mermer kareler ile döşeli. The square of 7 is 49. / 7’nin karesi 29’dur. Taksim Square / Taksim Meydanı Squeeze: Sıkma, sıkıştırma a squeeze of lemon juice / limon suyu sıkma Seven people in the car was a bit of a squeeze. / Arabadaki yedi kişi biraz sıkıştı. Stable: Kararlı, istikrarlı, sabit, ahır, ahırda durmak I think a few days cleaning in the stable. / Ben ahırda birkaç gün temizlik yapmayı düşünüyorum. Staff: Personel, kadro teaching staff / öğretim kadrosu Stage: Sahne, sahnelemek, evre, aşama The children are at different stages of development. / Çocuklar farklı gelişim evrelerinde bulunmaktadır. His parents didn’t want him to go on the stage. / Onun ailesi sahneye çıkmasını istemiyordu. Stair: Merdiven We had to carry the piano up three flights of stairs. / Biz üç sefer piyanoyu merdivenlerden yukarıya taşımak zorunda kaldık. Stamp: Damga The box was stamped with the maker’s name. / Kutu üreticinin adı ile damgalıydı. Standard: Standart, normal A standard letter was sent to all candidates. / Bütün adaylara standart bir mektup gönderildi. Televisions are a standard feature in most hotel rooms. / Televizyon, çoğu otel odasında standart bir özelliktir. Stand: Ayakta durmak She tried to stand. / O, ayakta durmaya çalıştı. Stare: Gözünü dikmek, dik dik bakmak, bakma He continued to stare at Adrienne while he spoke to Brandon. / O, Brandon’a konuşurken Adrienne’ye bakmaya devam etti. Star: Yıldız Stars visible in the night. / Yıldızlar gece görünür. Start: Başlangıç If we don’t hurry, we’ll miss the start of the game. / Biz acele etmezsek oyunun başlangıcını kaçıracağız. Statament: Açıklama, bildirim, beyan, ifade Your statement is misleading. / Sizin beyanınız yanıltıcıdır. State: Devlet, eyalet, belirtmek, ifade etmek The facts are clearly stated in the report. / Gerçekler raporda açıkça belirtilmiştir. Station: İstasyon, durak a railway station / bir tren istasyonu Statue: Heykel a statue of Apollo / Apollo’nun heykeli Status: Durum, statü, hal
The great job brings with it status and a high income. / Büyük iş statü ile yüksek gelir getirir. What is the current status of our application? / Bizim başvurumuzun son durumu nedir? Stay: Kalmak, durmak, ziyaret She’ll have to stay here tonight. / O bu gece burada kalmak zorunda. Steady: Sabit, istikrarlı, sürekli, kımıldama! We are making slow but steady progress. / Biz yavaş ama istikrarlı ilerliyoruz. Steal: Çalmak, hırsızlık yapmak I’ll report you to the police if I catch you stealing again. / Ben sizi bir daha çalarken yakalarsam polise bildireceğim. Steam: Buhar steam power / buhar gücü Steel: Çelik The bridge is reinforced with huge steel girders. / Köprü muazzam çelik kirişlerle takviye edilmiştir. Steep: Dik, sarp, keskin, aşırı a steep hill / sarp bir tepe a steep decline in the birth rate / doğum oranında keskin bir düşüş Steer: Yönlendirmek He took her arm and steered her towards the door. / Onun kolunu tuttu ve onu kapıya yönlendirdi. Step: Adım, basmak, basamak, kademe a baby’s first steps / bebeğin ilk adımları She was sitting on the bottom step of the staircase. / O, merdivenin alt basamağında oturuyordu. Stick: Çubuk, dal parçası, ayrılmamak, yapıştırmak We collected dry sticks to fire. / Ateş için kuru ağaç dal parçaları topladık. Sticky: Yapışkan, yapışkanlı, yapış yapış, rutubetli sticky fingers covered with jam / reçelle kaplı yapış yapış parmaklar She felt hot and sticky after six hours on the bus. / O, otobüsteki altı saatten sonra sıcak ve rutubetli hissetti. Stiff: Sert, katı, zor stiff cardboard / sert karton The new proposals have met with stiff opposition. / Yeni öneriler katı muhalefet ile karşılaştı. Still: Hâlâ, hareketsiz Keep still while I brush your hair. / Ben saçını yaparken hareketsiz dur. Are you still there? / Hâlâ orda mısın? Sting: İğne, sokmak The scorpion has a sting in its tail. / Akrebin kuyruğunda iğnesi var. Stir: Karıştırmak, hareketlenme She stirred her tea. / O, çayını karıştırdı. She heard the baby stir in the next room. / O, bebeğin yan odada hareketlendiğini duydu. Stock: Stok, mevcut, bulundurmak That particular model is not currently in stock. / Bu özel model şu an stokta değildir. Stomach: Mide, karın stomach pains / mide ağrıları You shouldn’t exercise on a full stomach. / Siz tok karnına egzersiz yapmamalısınız. Stone: Taş Most of the houses are built of stone. / Evlerin çoğu taştan inşa edilmiştir. stone walls / taş duvarlar Stop: Durmak, durdurmak, durak I get off at the next stop. / Bir sonraki durakta ineceğim. We can stop here. / Burada durabiliriz. Store: Mağaza, depo animals storing food for the winter / hayvanlar kış için yiyecek depoluyor Thousands of pieces of data are stored in a computer’s memory. / Binlerce veri parçası bilgisayarın belleğinde saklanır. She entered the darkened store while her friend waiting outside. / Onun arkadaşı dışarda beklerken o karanlık mağazaya girdi. Storm: Fırtına A few minutes later the storm began. / Bir kaç dakika sonra fırtına başladı Story: Öykü, hikaye a story about time travel / zaman yolculuğu hakkında bir öykü adventure/detective/love stories / macera/dedektif/aşk hikayeleri Stove: Soba, ocak She put a pan of water on the stove. / O soba üzerine su dolu bir tava koydu. Straight: Düz, doğru, dik a straight line / düz bir çizgi Strain: Gerilme, zorlama, gerginlik, baskı Their marriage is under great strain at the moment. / Onların evliliği şu anda büyük bir baskı altında. You will learn to cope with the stresses and strains of public life. / Siz kamusal yaşamın stres ve gerginlikleriyle başa çıkmayı öğreneceksiniz. Strangely: Garip biçimde
She’s been acting very strangely lately. / O son zamanlarda çok garip biçimde davranıyormuş. Stranger: Yabancı Sorry, I don’t know where the bank is. I’m a stranger here. / Üzgünüm, nerede banka olduğunu bilmiyorum. Burada bir yabancıyım. Strange: Garip, tuhaf, yabancı A strange thing happened this morning. / Bu sabah tuhaf bir şey oldu. Strategy: Strateji, taktik the government’s economic strategy / hükümetin ekonomik stratejisi Stream: Akış, akıtmak, akarsu, dere Stream of blood / Kan akışı mountain streams / dağ akarsuları Street: Sokak, cadde The bank is just across the street. / Banka caddenin tam karşısında. Strength: Dayanıklılık, güç, kuvvet Political power depends to economic strength. / Siyasi güç ekonomik dayanıklılığa bağlıdır. Stressed: Stresli He was feeling very stressed and tired. / O çok stresli ve yorgun hissediyordu. Stress: Stres, vurgu He stressed the importance of a good education. / O iyi bir eğitimni önemini vurguladı. Stretch: Uzatma, esneme, germe This sweater has stretched. / Bu kazar gergin. Stretch the fabric tightly over the frame. / Çerçevenin üzerine sıkıca bez uzatın. Strictly: Kesinlikle, tam olarak Smoking is strictly forbidden. / Sigara kesinlikle yasaktır. Strict: Sıkı, katı, tam He told me in the strictest confidence. / O sıkı gizlilik içinde bana söyledi. Strike: Vurmak, saldırmak, grev an air strike / bir hava saldırısı strike of teachers / öğretmenlerin grevi Striking: Çarpıcı, dikkat çekici She was undoubtedly a very striking young woman. / O kuşkusuz çok dikkat çekicigenç bir kadındı. String: Tel, ip He wrapped the package in brown paper and tied it with string. / O kahverengi kağıda sarılmış paketi tel ile bağladı. Striped: Çizgili a striped shirt / çizgili bir gömlek a blue and white striped jacket / mavi beyaz çizgili ceket Stripe: Çizgi, şerit a zebra’s black and white stripes / zebranın siyah ve beyaz çizgileri Strip: Şerit, çizgi, soyunma, striptiz Cut the meat into strips. / Şeritler halinde et kesin. the Gaza Strip / Gaze şeridi a strip show / strptiz gösterisi Stroke: Okşamak He stroked her hair affectionately. / Onun saçlarını sevgiyle okşadı. Strong: Güçlü, kuvvetli She wasn’t a strong swimmer. / O güçlü bir yüzücü değildi. strong muscles / kuvvetli kaslar Structure: Yapı, bina changes in the social and economic structure of society / toplumun sosyal ve ekonomik yapısındaki değişiklikler Struggle: Mücadele, savaş, çaba She will not give up her children without a struggle. / O, mücadele etmeden çocuklardan vazgeçmeyecek. Student: Öğrenci He’s a third-year student at the College of Art. / O, sanat lisesinde üçüncü sınıf öğrencisi. Studio: Stüdyo a television studio / bir televizyon stüdyosu Study: Öğrenim, çalışma, eğitim How long have you been studying English? / Ne zamandır İngilizce öğreniyorsun. Don’t disturb Jane, she’s studying for her exam. / Jane’i rahatsız etme, o sınavı için çalışıyor. Stuff: Madde, şey I don’t know how you can eat that stuff! / Ben bilmiyorum senin nasıl şeyler yiyebildiğini. Stupid: Aptal, salak I was stupid enough to believe him. / Ben ona inanacak kadar aptaldım. Style: Stil, tarz, şekillendirmek a style of management / yönetim tarzı
Subject: Konu, ders books on many different subjects / birçok farklı konuda kitaplar Biology is my favourite subject. / Edebiyat benim favori dersim. Substance: Madde, cisim a sticky substance / yapışkan bir madde Substantially: Önemli ölçüde, esasen The plane was substantially damaged in the crash. / Uçak, kazada önemli ölçüde zarar gördü. The company’s profits have been substantially lower this year. / Şirketin kârı bu yıl önemli ölçüde daha düşük olmuştur. Substantial: Önemli, büyük, oldukça There are substantial differences between the two groups. / İki grup arasında önemli farklılıklar vardır. Substitute: Yedek, vekil, yerine geçmek, değiştirme Nothing can substitute for the advice your doctor is able to give you. / Hiçbir doktorunuzun size verebileceği tavsiyelerin yerine geçemez. Two substitutions were made during the game. / Oyun sırasında iki değiştirme yapılmıştır. Succeed: Başarılı You will have to work hard if you are to succeed. / Başarılıysanız sıkı çalışmak zorunda kalacaksınız. Our plan succeeded. / Planımız başarılı oldu. Successful: Başarılı I wasn’t very successful at keeping secret. / Ben sır tutmada başarılı değildim. Success: Başarı, başarılı kimse They didn’t have much success in life. / Onların hayatta çok başarısı yoktu. He’s proud of his daughter’s successes. / O kızının başarılarından gurur duyuyor. Such: Böyle, öyle, bu gibi, o kadar They had been invited to a Hindu wedding and were not sure what happened on such occasions. / Onlar bir Hindu düğününe davet edildi ve böyle durumlarda ne yapılacağından emin değillerdi. Suck: Emmek, çekmek He sucked the blood from a cut on his finger. / O parmağındaki bir kesikten kan emdi. Suddenly: Aniden, birden I suddenly realized what I had to do. / Aniden yapmam gerekeni anladım. Sudden: Ani, beklenmedik, ansızın Don’t make any sudden movements. / Ani hareketler yapmayın. His death was very sudden. / Onu ölümü çok ani oldu. Suffering: Acı, cefa, ızdırap, acı çeken This war has caused widespread human suffering. / Bu savaş geniş ölçüde insanın acı çekmesine neden oldu. Suffer: Acı, acı çekmek, zarar görmek, muzdarip Many companies are suffering from a shortage of skilled staff. / Birçok şirket kalifiye personel sıkıntısından muzdarip. Sufficient: Yeterli, kâfi Allow sufficient time to get there. / Oraya gitmek için yeterli zaman tanıyın. These reasons are not sufficient to justify the ban. / Bu sebepler yasağı haklı çıkarmak için yeterli değildir. Sugar: Şeker This juice contains no added sugar. / Bu meyve suyu şeker ilavesi içermez. Suggestion: Öneri, teklif Can I make a suggestion? / Bir öneride bulunabilir miyim? Suggest: Önermek, teklif etmek Can you suggest a good dictionary? / İyi bir sözlük önerebilir misiniz? Suitable: Uygun This programme is not suitable for children. / Bu program çocuklar için uygun değildir. a suitable place for a picnic / piknik için uygun bir yer Suitcase: Bavul, valiz He pulled a suitcase from the closet and opened it on the bed. / O dolaptan bir bavul çekti ve yatağın üzerine açtı. Suited: Uygun This diet is suited to everyone who wants to lose weight fast. / Bu diyet hızlı kilo vermek isteyen herkes için uygundur. Suit: Uymak, uygun, takım elbise Choose a computer to suit your particular needs. / Özel ihtiyaçlarınıza uygun bir bilgisayar seçin. Summary: Özet The following is a summary of our conclusions. / Aşağıdaki bizim sonuçlarımızın bir özetidir. Summer: Yaz the summer holidays / yaz tatili Sum: Toplam, miktar, meblağ Sum of costing £60 / Maliyet toplamı 60 pound
Sunday: Pazar We went to picnic on Sunday. / Biz pazar günü pikniğe gittik. Sun: Güneş The sun was shining and birds were singing. / Güneş parlıyor ve kuşlar şarkı söylüyordu. Superior: Üstün, üst This model is technically superior to its competitors. / Bu model rakiplerine göre teknik olarak üstündür. Supply: Tedarik, arz, sağlama, temin, karşılamak foods supplying our daily vitamin needs / gıdalar bizim günlük vitamin ihitiyacımızı karşılıyor Supporter: Taraftar, destekçi I’m a Besiktas supporter. / Ben Beşiktaş taraftarıyım. Support: Destek, yardım There is strong public support for the change. / Değişim için güçlü bir halk desteği var. Suppose: Varsaymak, farzetmek, tahmin etmek, sanmak Prices will go up, I suppose. / Fiyatların artacağını tahmin ediyorum. Surely: Şüphesiz, elbette, tabii Surely we should do something about it? / Elbette biz bu konuda bir şeyler yapmalıyız. Sure: Tabii, kesinlikle, elbette Sure, no problem. / Tabii, sorun yok. Surface: Yüzey We’ll need a flat surface to play the game on. / Oyun oynamak için düz bir yüzeye ihtiyacımız var. Surname: Soyadı My surname is Gerrard. / Benim soyadım Gerrard. Surprised: Şaşırmış, hayretle Ona söylediğimde şaşırmış görünüyordu. I was surprised at how quickly she agreed. / Ben onun nasıl hızlı bir şekilde kabul ettiğine şaşırdım. Surprise: Sürpriz, beklenmedik, şaşırtmak It’s always surprised me how popular he is. / Onun nasıl popüler olduğu beni daima şaşırtmıştır. Surprising: Şaşırtıcı, hayret verici It’s surprising what people will do for money. / İnsanların para için yapacakları şaşırtıcı. She knew surprisingly little about her sister’s life. / O, şaşırtıcı bir şekilde kız kardeşinin hakkında az şey biliyordu. Surround: Kuşatma, çevirme, çevreleme Tall trees surround the lake. / Uzun ağaçlar gölü çevreliyor. Surrounding: Etraftaki, çevresindeki Oxford and the surrounding area / Oxford ve çevresindeki alan From the top of the hill you can see all the surrounding countryside. / Tepenin zirvesinden etraftaki bütün kırsal bölgeyi görebilirsiniz. Survey: Anket, bakmak, incelemek, araştırmak He surveyed himself in the mirror before going out. / O dışarı çıkmadan önce aynada kendine baktı. Survive: Hayatta kalmak She was the last surviving member of the family. / O, ailenin hayatta kalan son üyesiydi. Of the six people injured in the crash, only two survived. / Kazada yaralanan altı kişiden sadece ikisi hayatta kaldı. Suspect: Şüphe, şüphelenmek Five suspects have been detained for questioning. / Beş zanlı sorgulanmak üzere gözaltına alındı. Suspicion: Şüphe, kuşku They drove away slowly to avoid arousing suspicion. / Onlar şüphe çekmemek için yavaş yavaş uzaklaştı. Suspicious: Şüpheli, kuşkulu They became suspicious of his behaviour and contacted the police. / Onlar onun davranışından şüphelendi ve polisle irtibata geçti. Swallow: Yutmak We must to chew food before swallowing. / Biz yiyeceği yutmadan önce çiğnemeliyiz. Swearing: Küfür, küfretmek, kaba söz Swearing is prohibited. / Küfretmek yasaktır. Swear: Küfür, küfretmek, yemin etmek, söz vermek I swear (that) I’ll never leave you. / Ben asla seni bırakmayacağıma söz veriyorum. She fell over and swore loudly. / O yere düştü ve yüksek sesle küfür etti. Sweater: Kazak T-shirt, sweater, gloves. / Tişört, kazak, eldiven Sweat: Ter, terlemek His hands began to sweat. / Elleri terlemeye başladı.
Sweep: Süpürme, tarama Chimneys must sweep regularly. / Bacalar düzenli olarak süpürülmelidir. Sweet: Tatlı, şeker, şekerim, tatlım a sweet shop / tatlı dükkanı Would you like some more sweet? / Biraz daha tatlı ister misiniz? Don’t you worry, my sweet. / Endişelenme şekerim. Swelling: Şişme, şişik Use ice to reduce the swelling. / Şişiği azaltmak için buz kullanın. Swell: Kabarma, şişme Her arm was beginning to swell up where the bee had stung her. / Onun kolu arının soktuğu yerden şişmeye başlamıştı. Bacteria can cause gums to swell and bleed. / Bakteriler diş etinin şişmesine ve kanamasına neden olabilir. Swimming Pool: Yüzme havuzu an outdoor swimming pool / açık yüzme havuzu Swimming: Yüzme Swimming is a good form of exercise. / Yüzme iyi bir egzersiz şeklidir. Swim: Yüzme, dolmak I can’t swim. / Ben yüzemem. Her eyes were swimming with tears. / Onun gözleri yaşlarla doluydu. Swing: Salıncak, sallanma The kids were playing on the swings. / Çocuklar salıncakta oynuyordu. Switch: Değiştirmek, şalter When did you switch job? / Ne zaman iş değiştirdiniz? Swollen: Şişmiş, kabarık Her eyes were red and swollen from crying. / Onun gözleri ağlamaktan kızarmış ve şişmişti. Symbol: Sembol, simge, işaret Mandela became a symbol of the anti-apartheid struggle. / Mandela apartheid (ırkçı ayrımcılık) karşıtı mücadelenin bir sembolü haline geldi. Sympathetic: Sempatik, sevimli, cana yakın, halden anlayan a sympathetic character in a novel / romandaki sempatik bir karakter Sympathy: Acısını paylaşma, halden anlamak, duygudaşlık, ilgi I wish he’d show me a little more sympathy. / Keşke o bana biraz daha ilgili gösterseydi. System: Sistem, düzen a new system for assessing personal tax bills / kişisel vergi faturalarının değerlendirilmesi için yeni bir sistem heating systems / ısıtma sistemleri Table: Masa, masadakiler, tablo a kitchen table / mutfak masası Table 2 shows how prices and earnings have increased over the past 20 years. / Tablo 2 son 20 yılda fiyatlar ve kazançlar üzerinde nasıl artış olduğunu gösteriyor. Tablet: Tablet, hap, kitabe Take two tablets with water before meals. / Yemeklerden önce su ile iki hap alın. Tackle: Başarmak, becermek, uğraşmak, üstesinden gelmek, yakalamak, topu kapmak Firefighters tackled a blaze in a garage last night. / İtfaiyeciler dün gece garajdaki yangının üstesinden geldi. He was tackled just outside the penalty area. / O cezas sahasının hemen dışında topu aldı. Tail: Kuyruk The dog ran up, wagging its tail. / Köpek kuyruğunu sallayarak yukarı koştu. Take: Almak, çekmek, götürmek, tutmak I forgot to take my bag when I got off the bus. / Otobüsten indiğimde çantamı almayı unuttum. It’s too far to walk. I’ll take you by car. / Yürümek için çok uzak. Ben sizi araba ile götüreceğim. Talk: Konuşma, sohbet, görüşme, tartışma We need to have a serious talk about money matters. / Bizim parasal konular hakkında ciddi bir konuşmaya ihtiyacımız var. Talks between management and workers broke down over the issue of holiday pay. / Yönetici ve çalışanlar arasındaki görüşmeler bayram harçlığı meselesi üzerine bozuldu. Tall: Uzun She’s tall and thin. / O uzun boylu ve zayıf. the tallest building in the world / dünyanın en yüksek binası Tank: Tank, depo a hot water tank / sıcak su deposu Tape: Teyp, kaset, kaydetmek Police seized various books and tapes. / Polis çeşitli kitaplar ve kasetler ele geçirdi. Tap: Musluk, tıklatmak, hafifçe dokunmak bath taps / Banyo muslukları He felt a tap on his shoulder and turned. / omzunda hafif bir doonma hissetti ve döndü. Target: Hedef, amaç
attainment targets / kazanım hedefeleri The university will reach its target of 5000 students next September. / Üniversite bir dahaki Eylül hedeflerine ulaşacak. Task: Görev It was my task to wake everyone up in the morning. / Sabahleyin herkesi uyandırmak benim görevimdi. Taste: Tat, lezzet, tadınıa bakmak, tatmak It tastes sweet. / Tatlı tadı. You can taste the garlic. / Yemeği tadabilirsiniz. Taxi: Taksi I came home by taxi. / Ben taksiyle eve geldim. Tax: Vergi, vergilendirme Interest payments are taxed as part of your income. / Faiz ödemeleri gelirinizin bir parçası olarak vergilendirilmektedir. Teacher: Öğretmen There is a growing need for qualified teachers of Business English. / İş İngilizcesinin nitelikli öğretmenleri için büyüyen bir ihtiyaç var. Teaching: Öğretim, öğretme, öğretmenlik He has now retired from full-time teaching / O, şimdi tam zamanlı öğretmenlikten emekli. Teach: Öğretmek, ders vermek, eğitmek, öğretmenlik yapmak She teaches at our local school. / O, bizim yerel okulumuzda öğretmenlik yapıyor. Team: Takım, ekip Whose team are you in? / Sen kimin takımındasın? The team is not playing very well this season. / Takım bu sezon çok iyi oynamıyor. Tear: Gözyaşı, yırtık Be careful, the fabric tears very easily. / Dikkatli ol, kumaş çok kolay bir şekilde yırtılır. Her tears flowed like a flood. / Onun gözyaşları sel gibi aktı. Tea: Çay Do you take sugar in your tea? / Çayınıza şeker alır mısınız? Technical: Teknik We offer free technical support for those buying our software. / Bizim yazılımımızı satın alanlar için bedava teknik destek sunuyoruz. Technique: Teknik, yöntem, usül marketing techniques / pazarlama teknikleri Technology: Teknoloji science and technology / bilim ve teknoloji recent advances in medical technology / tıp teknolojisindeki son gelişmeler Telephone: Telefon etmek, telefon Please write or telephone for details. / Lütfen ayrıntılar için yazın veya telefon edin. Television: Televizyon We don’t do much in the evenings except watch television. / Bizim akşamları televizyon izlemek dışında yaptığımız fazla bir şey yok. Tell: Söylemek, anlatmak He told the news to everybody he saw. / O gördüğü herkese haberi söyledi. Temperature: Sıcaklık a rise in temperature / sıcaklıkta bir artış Temporary: Geçici, eğreti I’m looking for temporary work. / Ben geçici bir iş arıyorum. Tendency: Eğilim, meyil This material has a tendency to shrink when washed. / Bu malzeme yıkandığı zaman küçülmeye meyillidir. Tend: Eğilimi olmak, yönelmek Women tend to live longer than men. / Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşamak eğilimindedir. Tension: Tansiyon, gerilim Family tensions and conflicts may lead to violence. / Aile gerilimleri ve çatışmaları şiddete yol açabilir. Ten: On There are ten people in the library. / Kütüphanede on kişi var. Tenth: Onuncu I was tenth in the competition. / Yarışmada onuncu oldum. Tent: Çadır camping tent / kamp çadırı Term: Terim, dönem, süre a technical/legal/scientific, etc. term / teknik/yasal/bilimsel vb. terim a long term of education / uzun bir eğitim dönemi Terrible: Korkunç
a terrible experience / korkunç bir deneyim Terribly: Korkunç, berbat bir şekilde, son derece I’m terribly sorry, did I hurt you? / Ben son derece üzgünüm, seni incittim mi? Test: Test, denemek, sınamak We test your English before deciding which class to put you in. / Biz sizi hangi sınıfa koyacağımıza karar vermeden önce test edeceğiz. Text: Metin My job is to lay out the text and graphics on the page. / Benim işim metin ve grafikleri sayfa üzerine yerleştirmektir. Thanks: Teşekkürler We gave thanks to God for all our blessings. / Biz bütün nimetlerimiz için tanrıya teşekkür ettik. Thank: Teşekkür, teşekkür etmek In his speech, he thanked everyone for all their hard work. / Konuşmasında, o herkese bütün sıkı çalışmaları için teşekkür etti. Thank you: Teşekkür ederim, teşekkür The actor sent a big thank you to all his fans for their letters of support. / Aktör onların destek mektupları için bütün hayranlarına büyük bir teşekkür gönderdi. Than: Göre, -den, -dan I’m older than her. / Ben ondan daha yaşlıyım. That: O, şu, -dığı She said that the story was true. / O, hikayenin doğru olduğunu söyledi. That school. / O okul Theatre: Tiyatro How often do you go to the theatre? / Ne sıklıkla tiyatroya gidiyorsun? Theirs: Onlarınki It’s a favourite game of theirs. / Bu onların sevdikleri bir oyun. Their: Onların Their parties are always fun. / Onların partileri daima eğlencelidir. Theme: Tema, konu The naked male figure was always the central theme of Greek art. / Çıplak erkek figürü her zaman Yunan sanatının merkezi teması oldu. Themselves: Kendilerini, kendileri The children were arguing amongst themselves. / Çocuklar kendi aralarında tartışıyorlardı. Them: Onları, onlara, onlar Tell them the news. / Onlara haberleri söyle. Did you eat all of them? / Onların hepsini yedin mi? Then: Sonra, ondan sonra, öyleyse, o halde We lived in France and then Italy before coming back to England. / Biz İngiltere’ye dönmeden önce Fransa’da ve sonra İtalya’da yaşadık. Theory: Teori, kuram According to the theory of relativity, nothing can travel faster than light. / İzafiyet teorisine göre hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz. Therefore: Bu nedenle, bu yüzden He’s only 17 and therefore not eligible to vote. / O sadece 17 yaşında, bu yüzden oy kullanmak için uygun değil. There: Var, orada There are two people waiting outside. / Dışarıda bekleyen iki kişi var. We went on to Paris and stayed there eleven days. / Biz Paris’e gittik ve orada on bir gün kaldık. They: Onlar ‘Where are John and Liz?’ ‘They went for a walk.’ / ‘John ve Liz nerede?’ ‘Onlar yürüyüşe gitti’ Thickly: Kalınca, kalın bir şekilde thickly sliced bread / kalın dilimlenmiş ekmek Thickness: Kalınlık Use wood of at least 12 mm thickness. / En az 12 mm kalınlığında ahşap kullanın. Thick: Kalın Everything was covered with a thick layer of dust. / Her şey kalın bir toz tabakası ile kaplıydı. Thief: Hırsız a car thief / araba hırsızı Thing: Şey, eşya Bring your swimming things. / Yüzme eşyalarını getir. There’s another thing I’d like to ask you. / Sana sormak istediğim farklı bir şey var. Thinking: Düşünme, düşünce
I had to do some quick thinking. / Ben biraz hızlı düşünmek zorundaydım. She explained the thinking behind the campaign. / O kampanyanın arkasındaki düşünceyi açıkladı. Think: Düşünmek, sanmak, zannetmek I think this is their house, but I’m not sure. / Zannediyorum bu onların evi, ama emin değilim. What did you think about the idea? / Fikir hakkında ne düşündün. Thin: İnce, zayıf Cut the vegetables into thin strips. / Sebzeleri ince dilimler halinde kesin. Third: Üçüncü Our house in the third building. / Bizim evimiz üçüncü binanın içinde. Thirsty: Susuz, susamış We were hungry and thirsty. / Biz aç ve susuzduk. Thirteen: On üç Onların on üç yaşında ikizleri var. / Onların on üç yaşında ikizleri var. Thirty: Otuz The match will start thirty minutes later. / Otuz dakika sonra maç başlayacak. This: Bu How long have you been living in this country? / Ne zamandır bu ülkede yaşıyorsunuz? Thoroughly: İyice, tamamen, adamakıllı I’m thoroughly confused. / İyice kafam karıştı. Through: Tamamen, ayrıntılı, baştan sona, arasından a thorough knowledge of the subject / konunun ayrıntılı bilgisi The police carried out a thorough investigation. / Polis ayrıntılı bir soruşturma yürütmektedir. Throw: Atmak, fırlatmak She threw the ball up and caught it again. / O topu yukarı attı ve tekrar yakaladı. Thumb: Baş parmak She still sucks her thumb when she’s worried. / O hâlâ endişelendiği zaman parmağını emiyor. Thursday: Perşembe I don’t go to work Thursdays. / Ben Perşembe günleri işe gitmiyorum. Thus: Böylece, bu nedenle, bunun için Many scholars have argued thus. / Birçok bilgin bunun için tartıştı. We do not own the building. Thus, it would be impossible for us to make any major changes to it. / Biz bina sahibi değiliz. Bu yüzden her hangi bir önemli değişiklik yapmamız imkansız olurdu. Ticket: Bilet, etiket free tickets to the show / gösteri için ücretsiz biletler Tidy: Düzenli, derli toplu I spent all morning cleaning and tidying. / Bütün sabahı temizliğe ve düzenlemeye harcadım. Tie: Kravat, bağ, bağlamak a collar and tie / bir yaka ve kravat the ties of friendship / dostluk bağları Tightly: Sıkıca, sıkı sıkı He held on tightly to her arm. / Onun koluna sıkıca tutundu. Tight: Sıkı, dar The screw was so tight that it wouldn’t move. / Vida hareket edemeyecek kadar sıkıydı. Timetable: Tarife, zaman çizelgesi, program a train timetable / tren tarifesi Time: Zaman, süre The changing seasons mark the passing of time. / Değişen mevsimler zamanın geçişini işaret ediyor. Tin: Kalay, teneke a tin mine / bir kalay madeni Tiny: Küçücük, minik a tiny baby / minik bir bebek Tip: İpucu, uç, bahşiş She tipped ten dollar to waiter. / O, garsona on dolar bahşiş verdi. Tired: Tired I’m too tired even to think. / Ben düşünmek için bile çok yorgunum. Tire: Lastik a front tire / ön lastik Tiring: Yorucu, eziyetli Shopping can be very tiring. / Alışveriş çok yorucu olabilir.
Title: Başlık His poems were published under the title of ‘Love and Reason’. / Onun şiirleri ‘Aşk ve Akıl’ başlığı altında yayımlandı. Today: Bugün, günümüzde Today is her tenth birthday. / Bugün onun onuncu doğum günü. Toe: Ayak parmağı, parmak Can you touch your toes? / Sen ayak parmaklarına dokunabilir misin? Together: Birlikte, beraber Together they climbed the dark stairs. / Onlar birlikte karanlık merdivenleri tırmandı. Toilet: Tuvalet I need to go to the toilet. / Benim tuvalete gitmeye ihtiyacım var. Tomato: Domates tomato plants / domates bitkileri Tomorrow: Yarın Today is Tuesday, so tomorrow is Wednesday. / Bugün Salı, yani yarın Çarşamba. Tone: Ton, ses a conversational tone / bir konuşma sesi Tool: Araç, alet Always select the right tool for the job. / İş için daima doğru aracı seçin. Tooth: Diş tooth decay / diş çürüğü Too: Çok, de The dress was too tight for me. / Elbise benim için çok dardı. Can I come too? / Ben de gelebilir miyim? Topic: Konu, mesele, mevzu The main topic of conversation was Tom’s new girlfriend. / Konuşmanın ana konusu Tom’un yeni kız arkadaşıydı. Top: En, üst, tepe He lives on the top floor. / O üst katta yaşıyor. Totally: Tamamen, bütün olarak They come from totally different cultures. / Onlar tamamen farklı kültürlerden geliyor. Total: Toplam The club has a total membership of 300. / Kulüp toplam 300 üyeye sahip. To: İçin, -e, -a, -e doğru I am going to tell you a story. / Ben size bir hikaye anlatacağım. Touch: Dokunuş, temas She played the piano with a light touch. / O hafif bir dokunuşla piyano çaldı. Tough: Zor, sert a tough childhood / zor bir çocukluk Tourist: Turist Further information is available from the local tourist office / Yerel turizm ofisinden daha fazla bilgi edinlebilir. Tour: Tur, turne, gezme He toured America with his one-man show. / O tek kişilik gösterisi ile Amerika’yı gezdi. Towards: Karşı, doğru, yönünde This is a first step towards political union. / Bu siyasi birliğe doğru ilk adımdır. Tower: Kule the Eiffel Tower / Eyfel Kulesi Town: Şehir, kasaba They live in a rough area of town. / Onlar kasabanın engebeli bir alanında yaşıyor. Toy: Oyuncak a toy car / oyuncak araba Trace: İz, ipucu, belirti Police searched the area but found no trace of the escaped prisoners. / Polis bölgeyi aradı ama kaçan mahkumların izi bulunamadı. Track: Parça, iz, rota, izlemek
We followed the bear’s tracks in the snow. / Biz karda ayının izini takip ettik. Trade: Ticaret, alım-satım trading partners / ticaret ortakları Traditional: Geleneksel traditional dress / geleneksel elbise Tradition: Gelenek, adet There’s a private tradition in our family. / Bizim ailede özel bir gelenek var. Traditional: Geleneksel Their marriage is very traditional. / Onların evliliği çok geleneksel.
Traffic: Trafik There’s always a lot of traffic at this time of day. / Günün bu saatlerinde her zaman çok fazla trafik olur. Train: Tren I like travelling by train. / Ben trenle seyahat etmeyi seviyorum. There are regular train services to İstanbul and Ankara. / İstanbul ve Ankara’ya düzenli tren seferleri vardır.
Training: Eğitim, antrenman staff training / personel eğitimi Transfer: Aktarma, nakil, transfer The patient was transferred to another hospital. / Hasta başka bir hastaneye nakledildi.
Transform: Dönüştürmek It was an event that would transform my life. / Benim hayatımı dönüştürecek bir olaydı. Translate: Çevirmek, tercüme etmek Her books have been translated into 24 languages. / Onun kitapları 24 dile tercüme edilmiştir. Translation: Çeviri, tercüme He specializes in translation from Turkish into English. / O Türkçeden İngilizceye çeviri konusunda uzmanlaşmış. Transparent: Şeffaf, saydam, transparan The insect’s wings are almost transparent. / Böceğin kanatları neredeyse saydamdır. Transport: Ulaştırma, taşıma, nakliye the government’s transport policy / Hükümetin ulaştırma politikası. Most of our luggage was transported by sea. / Bagajımızın çoğu deniz yoluyla taşındı. Transportation: Taşımacılık The club is providing free transportation to the stadium from downtown. / Kulüp şehir merkezinden stadyuma ücretsiz taşımacılık sağlamaktadır.
Trap: Tuzak Some women see marriage as a trap. / Bazı kadınlar evliliği bir tuzak olarak görürler. Travel: Seyahat, yolculuk etmek I go to bed early if I’m will travel the next day. / Ertesi gün yolculuk edecek olursam erken yatarım. Traveller: Yolcu, gezgin
Stations can be dangerous places for the unwary traveller. / İstasyonlar dikkatsiz yolcular için tehlikeli yerler olabilir. Treat: Davranmak, tedavi etmek My parents still treat me like a child. / Ebeveynlerim bana hâlâ çocuk gibi davranıyor. This disease is usually treated with drugs and a strict diet. / Bu hastalık genellikle ilaç ve sıkı diyet ile tedavi edilmektedir. Treatment: Tedavi etmek She is responding well to treatment. / O tedaviye iyi yanıt veriyor. Tree: Ağaç an oak tree / bir meşe ağacı Trend: Eğilim, akım social trends / sosyal eğilimler Trial: Deneme, duruşma, yargılama She was detained without trial. / O yargılanmadan gözaltına alındı. Triangle: Üçgen a right-angled triangle / bir dik açılı üçgen
Trick: Hile, tuzak He amused the kids with conjurer tricks. / O hokkabaz hileleri ile çocukları eğlendirdi. They had to think of a trick to get past the guards. / Onlar korumaları geçmek için bir bir hile düşünmek zorunda. Trip: Gezi, yolculuk We went on a trip to the mountains. / Biz dağlara geziye gittik. Tropical: Tropikal, çok sıcak a tropical island / tropikal bir ada
Trouble: Sorun, sıkıntı, problem She was on the phone for an hour telling me her troubles. / O bir saattir telefonda bana sorunlarını anlatıyordu.
Trousers: Pantolon a pair of grey trousers / bir çift gri pantolon
Truck: Kamyon a truck driver / bir kamyon şoförü True: Gerçek, doğru, asıl Can you prove that what you say is true?/ Sen söylediklerinin gerçekliğini kanıtlayabilir misin? Truly: Gerçekten, hakikaten She truly believes that none of this is her fault. / O gerçekten onun için hiçbir hatası olmadığına inanıyor. a truly magnificent performance / hakikaten muhteşem bir performans Trust: Güven a partnership based on trust / güvene dayalı bir ortaklık Truth: Gerçek, hakikat, doğru Do you think she’s telling the truth? / Sizce o doğru söylüyor mu?
Try: Denemek, teşebbüs etmek, gayret etmek, çalışmak What are you trying to do? / Ne yapmaya çalışıyorsun? Try these shoes. They should fit you. / Bu ayakkabıları deneyin. Onlar size uygun olmalıdır. Tube: Tüp a tube of toothpaste / diş macunu tüpü
Tuesday: Salı Tuesday is second day of the week. / Salı haftanın ikinci günüdür. Tune: Melodi I don’t know the title but I recognize the tune. / Ben başlığı bilmiyorum ama melodiyi tanırım. Tunnel: Tünel a railway tunnel / bir demiryolu tüneli Turn: Dönüş, dönmek The wheels of the car began to turn. / Arabanın tekerleri dönmeye başladı.
Turn Down: Geri çevirmek, reddetmek Why did she turn down your invitation? / O, neden sizin davetinizi geri çevirdi? Turn into: Çevirmek, dönüşmek Our dream holiday turned into a nightmare. / Rüya tatilimiz bir kabusa dönüştü.
Turn off: Kapamak, söndürmek, sapmak They’ve turned off the water while they repair a burst pipe. / Onlar patlak bir boruyu tamir ederken suyu kapattılar. Turn on: Açmak, heyecanlandırmak, etkilemek, saldırmak The dogs suddenly turned on each other. / Köpekler aniden birbirlerine saldırdı. to turn on the heating / ısıtmayı açmak için Turn out: Sonuçlanmak, üretmek, ortaya çıkmak The factory turns out three thousand carpet a day. / Fabrika bir günde üç bin halı üretir. Despite our worries everything turned out well. / Endişelerimize rağmen her şey iyi sonuçlandı. TV: TV, televizyon What’s on TV tonight? / Bu gece TV’de ne var? Almost all homes have at least one TV set. / Hemen hemen her evde en az bir TV seti var