ANKARA
ÜNİVERSİTESİ
B A S I N- Y A Y I N
YÜKSEKOKULU
YAYINLARI
NO.:
SİYASET BİLİMİ
ANKARA-- 1987
9
A n k a r a Ü n i v e r s i t e s i Basın-Yayın Yüksekokulu Yayınları
SİYASET BİLİMÎ
D o ç . Dr. A h m e t Taner KIŞLALI Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Öğretim Üyesi
ANKARA 1987
:9
ANKARA
ÜNİVERSİTESİ
B A S I M E V İ 1987 — A N K A R A
Altınay ve Dolunayca. A. T. K.
Ö N S Ö Z
Bu el kitabı, uzun yıllar boyunca öğrencilerimle etkileşim içinde oluştu. Nasıl bir yaklaşımla ilgilerinin daha iyi çekileceğini, konu ve bölüm sıralaması nasıl olursa daha çabuk kavrayacaklarını, bana bu etkileşim öğretti. Derslerdeki tartışmaların bu kitaba katkısı büyüktür. Ama öğrencilerimle etkileşim içinde oluşan bu çalışmamın, ancak değerli meslektaşlarımın eleştirileriyle, zaman içinde olgunlaşacağını umuyorum. Çeşitli etkenlerin siyasal yaşama nasıl yansıdığının ele almdığı birinci bölüm, konunun yabancısı olanlar için gerçek bir giriş niteliğinde. Coğrafi, demografik, ekonomik, kurumsal ve kültürel etkenlerin ayrı ayrı ele alınmasının, gençlerin siyasal olaylara tek açıdan bakmalarını önlemek gibi bir yararı da var. Bu yaklaşım, olayları tek etkenle açıklama kolaylığına kapılmamayı kolaylaştırıyor. "Siyasal Yaşamın Boyutları" başlığını taşıyan ikinci bölümde, siyaset bilimi el kitaplarında pek rastlanmayan iki boyuta da yer verdik: Küçük gruplara ve topluma. Siyaseti birey düzeyinde inceledikten sonra, küçük grupları atlayarak toplumsal sınıflara geçmek ve konuyu orada noktalamak bize göre bir eksiklikti. Aslında birey psikolojinin, küçük gruplar sosyal-psikolojinin, toplumsal sınıflar sosyolojinin, toplum ise - b u açıdan- uluslararası siyasetin konuları olmakla birlikte, burada bir bütünün parçalarım oluşturuyorlar. Siyasal partiler ve baskı gruplarının, hemen tüm siyaset bilimi el kitaplarında yer aldığını biliyoruz. "Siyasal Güçler" bölümüne biz seçkinleri ve "ordu"yu da ekledik. V
"Siyasal Çatışma ve Uzlaşma" başlığı altındaki son bölüm, daha önceki bölümlerdeki bilgilerin temeli üzerine kurulu bir sentez amacı taşıyor. Siyasal çatışmada kullanılan araç ve yöntemler, çağdaş ideolojiler ve din, siyasal katılma ve seçim sosyolojisi, kamuoyu ve propaganda, siyasal değişme ve devıim, siyasal rejimler hep bu başlık altında yeraldılar. işlenilen tüm konularda, geri kalmış ülkeler ve Türkiye' ye özellikle eğilmek doğaldı. Bu, öğrenciler için bir gereksinme olduğu gibi, konulara ilgileıinin çekilmesi açısından da önem taşıyordu. Kitabı basımından önce ve basımı sırasında okuyarak görüşlerini ortaya koyan ve düzeltilmesine yardımcı olan, A.Ü. Basm-Yayın Yüksekokulu araştırma görevlilerinden Sayın Eser Köker ile, dostum, avukat Sayın Şahin Mengü'ye ve basımda görev alan bütün emekçi arkadaşlara teşekkürü bir borç bilirim. Ahmet Taner KIŞLALI (Ankara — 13 Kasım 1987)
YI
İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ: SİYASET BİLİMİ NEDİR?
3
1. Siyaset Biliminin Konusu
3
2. Siyaset Biliminin Ton temi
5
3. Siyaset Biliminin Doğuşu
8
4. Siyaset Biliminde Çağdaş Gelişmeler
1
5. Siyaset Biliminin Kapsamı
13 19
BİRİNCİ BÖLÜM: SİYASAL YAŞAMIN ETKENLERİ
25
BİRİNCİ KISIM: ALT YAPISAL ETKENLER
27
1. Doğal Etkenler
27
a) İklim ve Siyasal Davranışlar
27
b) Coğrafi Konum ve Genişlik
30
c) Doğal Kaynaklar ve Rejimler
35
d) Az Gelişmişliğin Coğrafi Nedenleri
37 .
e) Türk Tarihi İle İlgili Kuramlar
39
2. Demografik Etkenler
46
a) Topluluktan Topluma Siyasetin Boyutları
46
b) Kentleşme ve Siyasal Davranışlar
49
c) Nüfus Patlaması ve Siyasal Gerilim
54
3. Ekonomik Etkenler
58
a) Üretim Biçimi ve Siyasal Kurumlar
59
b) Üretim Düzeyi ve Siyasal Kurumlar
65
c) Geri Kalmışlık ve Siyasal Kurumlar
70 YII
Sayfa İKİNCİ KISIM: ÜST YAPISAL ETKENLER 1. Kurumsal Etkenler
79
a) Kurumların Oluşumu ve işlevi
79
b) Kurumsal Değişme ve Siyasal Kurumların Göreli Bağımsızlığı
83
c) Siyasal Kurum Olarak Devlet ve iktidar
88
2. Kültürel Etkenler
94
a) Kültür ve İdeoloji
95
b) Siyasal Toplumsallaşma
99
c) Kültür ve Siyaset
103
İKİNCİ BÖLÜM: SİYASAL YAŞAMIN BOYUTLARI BİRİNCİ KISIM: BİREY
113 115
1. Birey ve Siyaset
115
a) Siyasal Tutumların Oluşumu
116
b) Siyasal Tutumların Değişimi
120
c) Siyasal Yaşamda Bireyin Teri
125
2. Yaş ve Siyaset
132
a) Kuşaklararası Tutum Farkları
133
b) Kuşaklararası Tutum Farklarının Nedenleri
135
c) Yüksek öğrenim Gençliği ve Siyaset
139
2. Cinsiyet ve Siyaset
144
a) Kadın-Erkek Tutum Farkları
144
b) Kadın-Erkek Tutum Farklarının Nedenleri
148
İKİNCİ KISIM: KÜÇÜK GRUPLAR
155
1. Küçük Gruplarda Yapı ve i ş l e y i ş
155
a) Küçük Grupların Tapısı
155
b) Grup Dinamiği ve Değişme
158
c) Grup İçi İktidar ve Önderlik
161
2. Küçük Gruplar ve Siyaset
,
a) Gruplararası Dinamik b) Grupların Siyasal Davranışlara Etkisi c) Küçük Gruplar ve Toplum ÜÇÜNCÜ KISIM: TOPLUMSAL SINIFLAR 1. Toplumsal Sınıf Olgusu a) Toplumsal Katman Türleri
VIII
79
166 166 168 172 177 177 177
Sayfa b) Toplumsal Sınıfları Taratan Etkenler
180
c) Marksist Sınıf Anlayışı
183
2. Toplumsal Sınıflar ve Siyaset
187
a) Sınıf Bilinci ve Sınıf Çatışması
187
b) Marksist Kuramın Eleştirisi
191
c) Geri Kalmış Ülkelerdi Durum
196
DÖRDÜNCÜ KISIM: TOPLUM
203
1. Ulusal Güç
203
a) Ulusal Gücün Alt l'apual Öğeleri
203
b) Ulusal Gücün Üst Yapısal öğeleri
208
2. Uluslararası Siyaset
212
a) Uluslararası Çatışmalar ve Çözüınü
213
b) Dünya Siyasal Sistemi
218
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: SİYASAL GÜÇLER
225
BİRİNCİ KISIM: SİYASAL PARTİLER
227
1. Partilerin Yapısı
227
a) Partilerin Örgütleri
227
b) Partilerin Yöneticileri
232
2. Parti Sistemleri
235
a) Tek Partili Sistemler b) iki ve Çok Partili Sistemler
236 •
3. Partilerin İşlevleri
240 245
a) Çıkarların Temsili ve Bütünleşme
245
b) Siyasal Katılma
248
İKİNCİ KISIM: BASKI GRUPLARI
253
1. Baskı Gruplarının Genel Çerçevesi
253
a) Baskı Gruplarının Yapısı ve Türleri
253
b) Baskı Gruplarının İşlevleri, Araçları ve Yöntemleri
257
c) Toplumsal Sınıflara Dayalı Baskı Grupları
260
2. Siyasal Amaçla Örgütlenmemiş Güç Odakları
264
a) Ordu
264
b) Bürokrasi ve Teknokrasi
269
IX
Sayfa ÜÇÜNCÜ
KISIM:
SEÇKİNLER
275
1. Seçkine! Kuramlar
275
a) Klasik Seçkinci Kuramlar
275
b) Çağdaş Seçkinci Kuramlar
278
2. Geri Kalmış Ülkelerde Seçkinler
282
a) Geri Kalmış Ülkelerde Seçkinlerin İşlevi
282
b) Türk Siyasal Yaşamında Seçkinler
286
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SİYASAL ÇATIŞMA VE UZLAŞMA BİRİNCİ
KISIM:
SİYASAL
ÇATIŞMADA
293
ARAÇLAR
295
1. Şiddete Dayalı Olmayan Araçlar
295
a) Para
j
298
c) Kitle İletişim Araçları
300
2. Şiddete Dayalı Araçlar ve Yöntemler
304
a) Toplumsal Güçlerin Kullandığı Şiddet
305
b) Siyasal İktidarın Kullandığı Şiddet
307
İKİNCİ
KISIM:
İNANÇ
SİSTEMLERİ
VE SİYASAL
ÇATIŞMA
.
313
1. Din ve Siyaset
314
a) Hristiyanlık
314
b) İslamlık
317
2. Çağdaş İdeolojiler
321
a) Liberalizm
322
b) Sosyalizm ve Komünizm
325
c) Tutuculuk ve Faşizm
330
d) Milliyetçilik
333
ÜÇÜNCÜ
KISIM:
KAMUOYU
VE PROPAGANDA
1. Kamuoyunun Oluşumu a) Araçlar ve Aracılar b) Süreçler ve Propaganda 2. Farklı Toplumlarda Kamuoyu ve Propaganda a) Çoğulcu Sistemlerde Kamuoyu b) Tekilci Sistemlerde Kamuoyu c) Geri Kalmış Ülkelerde Kamuoyu
X
295
b) Sayı ve Örgüt
339 339 340 342 346 346 349 352
Sayfa DÖRDÜNCÜ KISIM: SİYASAL KATILMA VE SEÇİMLER 1. Siyasal Katılma
355 355
a) Katılmanın İşlevi, Biçimi ve Düzeyi
355
b) Katılmayı Belirleyen Etkenler
358
2. Seçim Sosyolojisi a) Oy Vermede Rol Oynayan Etkenler
361 362
b) Seçme ve Seçilme Eşitliğini Bozan Nedenler
365
BEŞİNCİ KISIM: SİYASAL DEĞİŞME VE DEVRİM
371
1. Etkenler ve Öncüler
371
a) Değişmede Belirleyici Etken
371
b) Toplumsal Sınıflar ve Seçkinler
374
2. Devrim Sosyolojisi
378
a) Devrimci Düşünce ve Eylem
378
b) Devrim ve Karşı-Devrim
382
ALTINCI KISIM: SİYASAL SİSTEMLER
389
1. Çoğulcu Sistemler
389
a) Demokrasi Kuramı
390
b) Liberal Demokrasi
390
c) Sosyal Demokrasi
400
2. Tekilci Sistemler
403
a) Diktatörlük Kuramı
404
b) Marksist Rejimler
408
c) Faşist Rejimler
413
3. Geri K a l m ı ş Ülke Sistemleri
Dizin
419
a) Geri Kalmışlığın Nedenleri ve Özellikleri
419
b) Az Gelişmiş Demokrasiler
423
c) Tek Partili Rejimler
428 433
XI
GİRİŞ: SİYASET BİLİMİ NEDİR? 1. SİYASET B İ L İ M İ N İ N K O N U S U 2. SİYASET B İ L İ M İ N İ N Y Ö N T E M İ 3. SİYASET B İ L İ M İ N İ N D O Ğ U Ş U 4. SİYASET B İ L İ M İ N D E ÇAĞDAŞ G E L İ Ş M E L E R 5. SİYASET B İ L İ M İ N İ N K A P S A M I
G İ R İ Ş
SİYASET BİLÎMİ NEDİR Genç okuyuculara siyaset biliminin kapılarını aralarken, işe siyaset biliminin bir kavram olarak açıklığa kavuşturulması ile başlamak gerekiyor. Önce siyaset biliminin konusunu açıklığa kavuşturmakta yarar var. Konunun ve ona bağlı olarak yöntemin kısaca incelenmesinden sonra, siyasal düşünceden siyaset bilimine ve giderek günümüze kadar uzanan gelişmelere, kuşbakışı olarak değineceğiz.
1 . SİYASET BİLİMİNİN K O N U S U Siyaset Arapça kökenli bir sözcük. At eğitimi anlamına geliyor. Oysa aynı kavrama karşılık Batıdan alınan Politika sözcüğünün Yunan kökenli olduğunu biliyoruz. Yunancada "Polis" kent devletlerine verilen isim. Politika da, devlete ait işler anlamını taşıyor. Siyaset sözcüğünün günümüzdeki anlamı konusunda Prof. Bülent Daver'e katılmak ve siyaseti "iilke, devlet, insan yönetimi" biçiminde tanımlamak olanaklıdır. Üstelik böyle bir tanım siyaseti aynı zamanda bir bilim ve sanat olarak değerlendirenlere de ters gelmeyecekt-r. Siyaset biliminin konusu üzerinde, bilim adamları arasında tam bir görüş birliğinin varlığından sözetmek zor. Bazılarına göre konu yalnızca "devlet"le sınırlıdır. Ama çoğunluk, daha geniş bir kavram olan "iktidar"dan hareket etmektedir. 3
Biz bu tartışmanın üzerinde uzun uzun durmayı gereksiz buluyoruz. Devlet, toplumların evriminde yönetimin kurumlaşması aşamasında ortaya çıkmıştır. Oysa siyaset olgusunun devletten önce de ve devletin dışında da varolduğunu biliyoruz. İktidar kavramı ise otoriteyi de içerir. Otoritenin görüldüğü her yerde ''yöneten" ve "yönetilen" ayrımı bulunur. Toplumun en küçük birimlerinde, hatta ikili bireysel ilişkilerde bile otoriteye rastlayabiliriz. Siyaset biliminin konusu olarak "devlet"i kabul etmek nasıl ki fazla dar bir çerçeveye sıkışmak demekse, bu ikinci anlayışa sığınmak da, siyaset bilimini ilgisi ve yetkisi olmayan alanlara kadar itmek anlamını taşır. Devlet içindeki iktidar olgusu, örneğin bir hırsız çetesindeki iktidar olgusundan temelde çok ayrı olmayabilir. Ama birincisinde otoriteye ilişkin bir kurumlaşma söz konusudur. İkincisinde ise, belirli kalıplara göre oluşmayan, bu nedenle de istikrarlığı, sürekliliği, hatta tutarlılığı aranmayan ilişkiler vardır. İktidar kavramı, karar alma ve onu uygulama, uygulatma gücünü içerir. Bu nedenle de düşünülebilecek tek iktidar biçimi "siyasal iktidar" değildir. Örneğin günümüzde bir "ekonomik iktidar"dan sözetme alışkanlığı da oldukça yaygındır ve temelde yanlış da sayılamaz. Siyaset bilimini ilgilendiren, siyasal iktidarın oluşumu, paylaşılması, işleyişi ve kullanılmasıdır; siyasal iktidarla ilgili süreçlerdir. "Ekonomik iktidar" başta olmak üzere, diğer iktidar türleri ise, siyaset bilimini ancak bu çerçeveye etki yaptığı ölçüde ilgilendirir. Örneğin aile içi iktidar, aileyi oluşturan bireylerin siyasal davranışlarına yansıdığı ölçüde, oy verme eğilimlerine etki yaptığı zaman siyaset biliminin konusu olur. Siyaset bilimini, siyasal otorite ile ilgili kurumların ve bu kurumların oluşmasında ve işlemesinde rol oynayan davranışların bilimi olarak tanımlayabiliriz. Böyle bir tanım, bir yandan siyaset biliminin günümüzde ilgilendiği konuların tümünü kapsarken, öte yandan da oldukça belirgin bir sınır getirmektedir. 4
2. SİYASET BİLİMİNİN YÖNTEMİ B'ümin felsefeden ayrıldığı temel noktayı biliyoruz. Felsefe olması gerekeni, bilim ise olanı inceler. Ele aldığı konu-/ ların nedenlerini ve nasıllarını araştırır. Olaya bu açıdan yaklaşıldığında, bir bilim dalının gelişmesinin, yöntemine ve kullandığı tekniklere yakından bağlı olduğu açıktır. Siyaset bilimi toplum bilimlerinin bir dalı olduğuna göre, yönteminin de aynı olması doğaldır. Örneğin Maurice Duverger'nin "Siyasal Bilim Yöntemleri" adıyla yayınlanan kitabı, daha sonraki baskılarında ad değiştirmek ve "Toplumsal Bilimlerin Yöntemleri" başlığını almak zorunda kalmıştır. T ü m bilimsel çalışmalar üç aşamadan oluşur: Gözlem, sınıflandırma ve yorum. Gözlenen olayların sınıflandırılması sonucunda, değişmez, her zaman ve her yerde geçerli nedensonuç ilişkilerine varılabiliyorsa, bu bir "bilimsel yasa" demektir. Ama böylesine bir sonuca varılamıyorsa, yapılan yorumun adı sadece "kuram" (teori) olur. Toplum bilimlerle fizik bilimler arasında fark, daha gözlem aşamasında başlar. Bilimin gözlemciden tam bir yansızlık istemesine karşın, toplumla ilgili bilimlerde buna çoğunlukla olanak bulunamaz. Çünkü -fizik bilimlerin tersine- toplumsal bilimlerde ve bu arada siyaset biliminde, gözlemci gözlenen şeyin, yani toplumun içinde yer alır. Bilim adamı ile incelenen olay arasına bir mikroskop girmez. Suyun bileşkenlerini inceleyen bir bilim adamı için, suda hidrojenin ya da oksijenin daha büyük oranda bulunması aıasında fark yoktur. Oysa çıkarı ya da değer yargılarına ters düşen bir siyasal rejimi inceleyen bilim adamı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Siyasal olayları ve olguları incelerken ortaya çıkan bu yansız olabilme zorluğu, yalnız kendi toplumumuz için söz konusu değildir. İnsan kişisel eğilimlerini ve kültürel etkiler altında oluşan değer sistemlerini, başka toplumlara ve başka dönemlere bakarken de beraberinde taşır. Örneğin Afrika'da ilkel bir kabiledeki yaşamı inceleyen Batılı bir bilim adamının, olaylara kendi uygarlığının ve deneyimlerinin göz5
lükleriyle bakması kaçınılmazdır. Batılının dikta olarak görmesi doğal olan proleterya diktatörlüğü, Çarlık dönemini yaşamış Sovyet kuşakları için demokratik sayılabilir. Nasıl ki, bazı yabancı gözlemcilere diktatörlük gibi görünmüş olan kemalist tek parti modelinin de, Osmanlı siyasal sistemine göre çok daha demokratik olması gibi. Bilimsel çalışmanın ikinci aşamasında, gözlenen olaylardan elde edilen bilgilerin sınıflandırılması yer alır. Yapılan sınıflandırma da, ilk aşamada olduğu gibi gözlemciye bağlı kalacak, bir gözlemciden ötekine değişebilecektir. Örneğin hangi toplum kesimlerinin ne yönde oy verdiklerini araştırırken, o toplum kesimlerini hangi ölçütlere göre belirleyeceksiniz? Hangi gelir düzeyindekileri ya da hangi meslek sahiplerini "orta sınıf" kavramına sokacaksınız? Bir aıaştırmacmın "üst sınıfa, soktuğunu başka bir araştırmacı "orta sınıf" sayarsa, varlıklı kesimlerin desteklediği bir siyasal iktidar, sanki orta sınıfların da desteğine sahipmiş gibi görünebilir. Bilimsel çalışmanın son aşamasında yorum ve sınıflandırılan olaylar arasındaki ilişkilerin uydukları kalıpların saptanması vardır. Siyaset biliminin -diğer toplum bilimleriyle birlikte- karşı karşıya bulunduğu zorluklar bir kez daha burada da önümüze çıkar. Siyasal olayların nedenleri çok karmaşık ve karşılıklı etkileşim içinde oldukları gibi, aynı zamanda sürekli bir değişim içindedirler. Burada toplumsal bilimlerde katı bir gerekircilik (determinizm) bulunup bulunmadığı tartışmasına girmeye gerek yok. Siyasal olayların çok ve karmaşık nedenlere sahip oluşları, neden-sonuç ilişkilerinin açıkça ortaya konabilmesini engellemekte, en azından çok zorlaştırmaktadır. Bunu belirli bir olay için yapmayı başarsanız bile, o türden başka bir olayın ortaya çıkışına kadar koşullarda belirli bir değişim olacağı için, önceki olayla ilgili olarak yaptığınız yorumun bu yeni olaydaki geçerliği azalacaktır. Bir sıvının hangi koşullarda kaynadığını bulmak, bir devrimin doğuş nedenlerini ortaya koymaya oranla oldukça kolay sayılabilir. Çünkü kaynama olayının bağlı bulunduğu değişkenler, basınç ve ısı derecesi olmak üzere ikidir. Ufak birkaç 6
deney, b>ze bu alanda bir f'Z'k yasasını ortaya koymak olanağını ven'r. Bu yasa, on bin yıl önceki suyun kaynamasıyla ilgili olarak geçerli sayılabileceği gibi, on bin yıl sonraki suyun kaynamasıyla ilgili olarak da geçerliğini koruyacaktır. Oysa devrim yaratan nedenlerin karşılaştırmaya yer bırakmayacak kadar çok oluşu ve laboratuvarda deney olanağının hemen hiç bulunmayışı, siyasal bilimcinin tüm devrimler için geçerli bir "yasa" bulması olasılığını ortadan kaldırıyor. Siyasal bilimci, gözlemlediği olaylardan bir neden-sonuç ilişkisi sezmeye çalışır. Bir "varsayım" (hipotez) geliştirir. Çoğunlukla tarihe başvurarak, varsayımını doğrulayacak örnekler göstermeye çalışır. Ve böylece, o konuyla ilgili bir "kuram" ortaya çıkmış olur. Ama "şu, şu, şu koşullar bir araya gelince devrim kaçınılmaz olur" diyemez. Çünkü bu koşulların hepsini saptamak olanak dışı olduğu gibi, toplumsal olayların temel öğesi olan insan da tarih boyunca değişmeden kalan bir varlık değildir. Su bin yıl önceki sudur, ama insan bin yıl önceki insan değildir. Su evrimleşmez, ama insan ve dolayısıyla da toplumlar evrimleşir. Heraklit'in, "İnsan aynı ırmakta iki kez yıkana\maz" sözü, özellikle toplum bilimleri açısından önemli bir gerçeği dile getirmektedir. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu nedenlerden dolayıdır ki, toplumsal bilimlerde kesin bir determinizmden çok, "değişken determinizm"den sözediliyor. Örneğin "Az gelişmiş ülkelerde bir dikta rejiminin ilerici mi yoksa tutucu mu olacağının, o ülkenin kalkınma düzeyi ile bağlantılı bulunduğu" görüşünü ele alalım. Az gelişmiş her ülkedeki diktanın mutlaka ilerici olacağını söyleyemeyiz. Çünkü üretim düzeyi, bir siyasal rejimin niteliğini belirleyen çok sayıdaki nedenden sadece birisidir. Belki en önemli nedendir, ama tek neden değildir. Diktaya yön veren etmenlerin başında gelişme düzeyinin geldiğini belirtmenin ötesinde b ; rşey söyleyemeyiz. Eğer rej ; mm nitehği y, kalkınma düzeyini ise x ile gösterirsek; ancak "y, x'in bir değişkenidir, yani x değişince, ona bağlı olarak y de değişir" diyebil iriz.
3. SİYASET BİLİMİNİN DOĞUŞU Siyasal konulara eğilmiş ve bu alanda, önemini günümüze kadar koruyan yapıtlar vermiş olan düşünürlere Eski Yunandan başlayarak rastlanır. Ama yakın zamanlara gelinceye kadar, siyaset konusuna ilişkin yapıtlar felsefi olmaktan öteye gidememiştir. Bu nedenledir ki, örneğin Siyasal Düşünceler Tarihi çok eskilere kadar uzandığı halde, siyasal olaylara toplumbilimsel bakış oldukça yenidir. Siyasal düşünce alanında felsefeden bilime doğru yönelij i n Aristo (Î.Ö. 384-322) ile başladığını söyleyebiliriz. Hocası Eflatun başta olmak üzere, Aristo'ya gelinceye değin tüm siyasal düşünürler, "nasıl"ın değil "nasıl olması gerektiği"nin üzerinde durmuşlardı. Aristo'nun, çağındaki Yunan kent devletlerinin anayasalarını ve siyasal sistemlerini karşılaştırmalı olarak incelemesiyle ortaya çıkan "Politika" adlı kitap, siyaset biliminin belki de en eski başvuru kaynağını oluşturmaktadır. Aristo'nun 158 kent devleti anayasasını inceleyerek bir sonuca varmaya çalıştığını anımsamakta yarar var. Aristo'nun kamuoyunun önemini vurgulayabilmesi, çoğunluğun yönetime katılmasının erdemlerini sıralayabilmesi ve özellikle de, güçlü bir orta sınıfın sağlıklı bir rejimin varolabilmesi açısından taşıdığı önemi ortaya koyabilmesi ve tüm bunları günümüzden iki bin yılı aşkın bir süre önce söyleyebilmesi, kuşkusuz ki bu bilimselliğe yaklaşan çalışmaların ürünüdür. Çağdaş çoğulcu rejimlerin kuramsal temellerini araştıranlar, bu nedenlerden dolayı Aristo'ya kadar gitmek zorundadırlar. Aristo'dan uzun yüzyıllar sonra, siyaset biliminin ikinci öncüsü görünümüyle ortaya çıkan kişi, Tunuslu bir islam düşünürü oldu. Bazı Batılı kaynakların "sosyolojinin kurucusu" saydıkları İbni H a l d u n (1332-1406), devlet ve iktidar kavramlarını bilimsel bir yaklaşımla incelemiştir. Oysa aynı çağın Batılı hristiyan düşünürleri, olaya dinsel bir açıdan bakıyorlar ve açıklamalarını tanrısal iradeye dayandırıyorlardı. İbni Haldun'un, günümüzden altı yüzyıl önce, ekonomik etmenlerin toplumsal olaylar ve toplumasal olguların da siya8
sal sistemler üzerindeki etkisine eğilmiş oluşu ilginçtir. Tarihi bir masal anlayışı içinde ele almamış, "olayların nedenlerinin ve nasıllarının derinlemesine incelenmesi" olarak değerlendirmiştir. Eski tarihçiler olayları aktarmakla yetinir, toplumların bir evrim geçirdiklerini, değiştiklerini gözden kaçırırlarken, İbni Haldun şöyle diyordu: "Evrenin ve toplumların durumları, ilişkileri, gidişleri bir tek süreç içinde ve değişmeyen bir çizgide kalmaz"• Marx'dan çok önce, toplumları "üretim biçimlen"nç, göre ayıran Ibni Haldun'dur. Marx'a, Montesquieu'ye, Darwin'e, J e a n Jacques Rousseau'ya, Makyavel'e, Vico'ya, Malthus'a kadar uzanan birçok düşünce çizgisinin başlangıç noktasında İbni Haldun'u görürüz. Siyaset biliminin doğuşuna giden yolda, genellikle üzerinde durulan üçüncü isim bir italyan düşünürü olan Makyavel'dir (1469-1527). Amaca ulaşan her aracın "meşru" olduğu anlamına gelen düşünceleri nedeniyle bazen yanlış yorumlanan Makyavel'e ve "makyavelizm" olarak olumsuz bir biçimde değerlendirilen düşünce sistemine aslında farklı bir açıdan yaklaşmak gerekir. Makyavel iyi bir gözlemci olarak, siyasal ikt ; darın ele geç;r*li§ini, korunmasını, büyümesini ve yitirilmesini inceledi. Bu olaylara hangi koşulların ne yönde etki yaptığını araştırdı. Gözlemlediği olaylara dinsel ya da ahlâksal açıdan bakmayıp, varolanı saptamaya çalıştı. Laik düşüncenin ilk temellerini Makyavel'de bulanlar çoktur. Aristo'nun "Politika"sı gibi, Makyavel'in "Prensli siyaset biliminin temel kaynakları arasına girmiştir. Fransız düşünürü M o n t e s q u i e u (1689-1755) "Yasaların Ruhu" adlı yapıtında, bir toplumda geçerli kuralların, o toplumun içinde bulunduğu coğrafi ve toplumsal koşullarla olan bağlantısını araştırdı. Bunu yaparken de, "olması gerekeni değil, olanı" incelediğini açıkça vurguladı. Toplumsal-doğal çevre ile hukuk ve siyaset arasındaki neden-sonuç ilişkisini ortaya koymaya çalıştı. "Güçler ayrımı" ilkesi ile de çağdaş siyasal rejimleri önemli ölçüde etkiledi. Toplumsal olgular arasında belirgin bağlantıların bulunduğuna inanan Mon9
tesquieu şöyle demişti: "Tasalar, eşyanın doğasından kaynaklanan zorunlu ilişkilerdir (...) Ben ilkelerimi önyargılarımdan değil, eşyanın doğasından çıkardım". Montesquie'y e göre; nasıl ki fizik çevrenin "yasa"\ax\ varsa, toplumsal olayların da kendine özgü yasaları vardı. Ondokuzuncu yüzyılla beraber, artık, genel olarak toplumsal ve özel olarak da siyasal düşüncenin "bilim"leşmeye başladığını görüyoruz. Teknolojik atılımlar ve sanayileşme süreci, Batılı toplumların yapısında hızlı değişmeler yaratmaktaydı. Kentler hızla kalabalıklaşıyor, sanayi emekçilerinden oluşan yeni bir sınıf siyaset sahnesine girmeye başlıyordu. Nasıl ki bütün bilim dalları sorunlara çözüm ararken gelişmişlerse, siyaset bilimi de bu hızlı yapı değişikliklerinin getirdiği, sayıca ve önemce büyük sorunlara çözüm aranırken, bir kargaşa gibi görünen toplumsal olayların nedenleri ve aralarındaki bağlantılar araştırılırken doğdu. Sosyolojinin kurucusu sayılan Fransız Auguste C o m t e (1798-1853), aynı zamanda siyaset biliminin de doğmasına katkı yapan önemli isimler arasında yer alır. Siyaset bilimi, sosyolojinin ya da toplum bilimlerinin bir uzantısı olduğuna göre, bu durumu doğal karşılamak gerekir. "Sosyoloji" deyimini ilk kez kullanan Auguste Comte'tan sonra, artık "yeni bilim", "insan bilimi" ya da "toplumsal fizik" gibi isimler unutuldu. Daha sonraki aşamada da, sosyolojiden hareketle yeni bilim dalları oluşunca, "toplum bilimleri" ya da "toplumsal bilimler" kavramı yerleşti. Toplum bilimleri içinde bir dal oluşturan siyaset bilimi de, belirli bir uzmanlaşma süreci içinde, giderek "siyasal bilimler"e dönüştü. Auguste Comte'un toplumsal bilimlerin doğmasına asıl katkısı, "konu"nun sınırlarının belirginleşmesi noktasında olmuştur. O ' n a göre sosyoloji iki bölüme ayrılıyordu: "Toplumsal Statik,'''' ve "Toplumsal Dinamik". Toplumsal Statik toplumun durağan durumunun incelenmesi demekti ve kendisi tarafından şöyle tanımlanıyordu: "Toplumsal sistemin çeşitli kesimlerinin, birbirleri üzerinde karşılıklı ve sürekli uyguladıkları etki ve tep10
kilerin, aynı zamanda deneysel ve ussal yoldan somut incelenmesi...'" Başka türlü açıklamak gerekirse; Toplumsal Statik kavramı kurulu toplumsal düzeni, Toplumsal Dinamik kavramı ise düzendeki değişmeyi içeriyordu. Yeni bir bilim dalının ortaya çıkmasında ilk önemli aşama "konusu"xıun belirginleşmesi ise, ikinci ve belki de daha önemli olan aşama, yönteminin bilimselleşmesidir. (Bilimsel bir konuya bilimsel olmayan bir yaklaşımla eğilmenin farklı sonuçlar doğuracağını biliyoruz). îşte genel olarak toplum bilimlerinin ve özel olarak da siyaset biliminin doğmasına Kari Marx'm (1818-1883) katkısı da bu noktada önem kazanıyor. Marx'a gelinceye kadar Auguste Comte da dahil olmak üzere, toplumsal değişmenin temelini "düşünce ve kanaatlar"ın oluşturduğu görüşü genellikle paylaşılıyordu. Bu ise toplumbilime öznel (sübjektif) bir nitelik vermek demekti. Karl Marx, toplumsal değişmenin temeline ekonomik "altyapı"yı koyarak ve siyaset de dahil tüm toplumsal kurumların oluşmasında da önceliği somut etmenlere tanıyarak, toplumsal bilimlerde "özneP'liğin yerine "nesnel"liği (objektiflik) geçirmiş oldu. Üstelik Marx, siyaset ve hukuk gibi "üstyapı" kurumlarının da ekonomik "altyapı" üzerinde bir etki yaptığını, karşılıklı bir etkileşimin söz konusu olduğunu vurgulamayı unutmadı. Karl Marx'in toplum bilimlerine bir başka katkısı da, insan doğasının "değişebilir" olduğunu vurgulamasıyla ortaya çıkıyor. Oysa O ' n a gelinceye kadar, insan doğasının tarih boyunca temelde değişmediği görüşü yaygındı. Marx insan doğasının, onu çevreleyen koşullara bağlı olarak değiştiğini göstermekle, toplum bilimlerini doğa bilimlerinden ayıran temel özelliği sergilemiş oldu. Daha önce de belirttiğimiz gibi; maddenin evrim geçirmemesine karşılık, insan ve dolayısıyla da toplumlar evrim geçirirler. Fransız Alexis de Tocqueville (1835-1859)'in "Amerika'da Demokrasi" isimli yapıtı, tam anlamıyla bilimsel sayılabilecek ilk ve önemli çalışmalardandır. Tocqueville uzunca bir süre Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşadıktan sonra, gerek o günkü Amerikan toplumunu ve gerekse o gün o toplum11
da varolan siyasal sistemi, çok geçerli bir biçimde inceledi. Kitap, özellikle toplumsal-ekonomik gelişmenin siyasal sistem üzerindeki etkisini ortaya koymak bakımından önem taşımayı ve birçok açıdan güncelliğini korumayı sürdürüyor. Siyaset biliminin doğuşunu kuş bakışı incelerken Alman M a x Weber (1894-1920)'den sözetmemek büyük eksiklik olurdu. Karl Marx toplumsal sınıfların siyasal çatışmadaki ve dolayısıyla siyasal rejimlerin oluşumundaki rollerini ve önemlerini ortaya koymuştu. Weber ise madalyonun diğer yüzünü aydınlattı; bürokrasinin çağdaş siyasal rejimler içindeki ağırlığını vurguladı. Bir anlamda Marx'daki sınıf çatışmalarının yerine bürokrasiyi koymaya çalıştı. O ' n a göre çağdaş toplumların bürokratikleşmeleri kaçınılmazdı ve bürokrasi, siyasal iktidarların aldıkları kararları ölü metinler durumuna düşürebilme gücüne sahipti. Weber, düşüncelerin sadece maddi çıkarların bir yansıması olduğu görüşüne karşı çıkarak, düşüncelerle çıkarlar, içsel durumlarla dışsal istemler arasındaki bağlantıların önemine dikkat çekti. Bireylerin "seçme yakınlık" ile toplumsal sınıflara katıldıklarını belirtti. Sınıf üyelerinin "görenekleri", "yaşam biçimleri", "meslek tutumları" üzerinde durarak, sınıf ve konum (statü) arasında kesin bir ayrım yaptı. Max Weber'in siyaset bilimine önemli bir katkısı da, siyasal iktidarın "meşruluğu"nun temellerinin açıklanmasında ortaya çıkar. Weber'e göre siyaset, kişinin diğer kişiler üzerinde egemenlik kurmasıdır. Ama bu egemenliğin türü, yapısı, yöntemleri ve kendisini meşru gösterme biçimi de önemlidir. Çünkü hiçbir iktidar yalnız baskı ve şiddet üzerine kurulamaz. Weber'in otoriteyi incelerken yaptığı, geleneksel otorite, bürokratik otorite ve karizmatik otorite ayrımı siyaset biliminde bugün bile kullanılmaktadır. Artık doğumunu tamamlayan siyaset biliminin üniversitelere girişi de bir anlamda siyasal nedenlerden dolayı kolaylaştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra komünist ve faşist rejimlerden kaçan bir çok Avrupalı hukukçu (Rus, Alman, Avusturyalı, Polonyalı) Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti. Ama 12
ülkenin özel koşulları, kara Avrupasmdan gelen hukukçuların Amerikan üniversitelerinde hukuk öğretimi yapmalarım çok zorlaştırıyor, hatta olanaksız kılıyordu. Bu nedenle, onlar da "siyaset" konusunu işlemeye başladılar ve "government" profesörü oldular. Ama bu katkılardan önce de, daha Birinci Dünya Savaşı'mn öncesine giden tarihlerde, bazı Amerikan üniversitelerinde siyaset bilimi bölümlerine rastlanmaktaydı. Örneğin Amerikan Siyaset Bilimi Derneği'nin kuruluş tarihi 1903'dür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, siyaset bilimi giderek kendini Avrupa üniversitelerine de kabul ettirmeye başladı. Siyasal konulara eğilen kişi tarihçi ya da hukukçu olduğu zaman buna "siyaset bilimi" denilirken, sosyologlar aynı alana ilgi gösterince "siyaset sosyolojisi" ismi tercih edildi. Siyaset bilimi ile siyaset sosyolojisi arasındaki ayrım, bir alan ayrımı olmaktan çok bir yaklaşım ayrımıdır. 4. SİYASET BİLİMİNDE ÇAĞDAŞ GELİŞMELER Bizim de kısaca değindiğimiz gibi, siyaset biliminin kökeninde siyaset felsefesi yatıyordu. Zamanla siyaset felsefesinden siyasal kurumların incelenmesine geçilirken, siyaset bilimi de doğmuş oldu. Siyaset biliminin bu ilk aşamasında, soyut çalışmalar egemendi. Oluşturulan geniş kapsamlı kuramlardan (teorilerden) hareketle, siyasal kurumlar ve bir kurumlar bütünü olarak rejimler yorumlanmaya çalışılıyordu. Siyaset bilimindeki çağdaş gelişmeler, özellikle bu soyut çalışmalara tepki olarak doğmuş ve somuta yönelmiştir. Görgül (ampirik) araştırmalara, alan araştırmalarına önem verilmiştir. Ama Amerika Birleşik Devletleri'nde başlayan bu eğilimin temelinde başka bir nedenin daha varlığını unutamayız. Varolan kurumların iyileştirilmesi gerektiğini düşünen Amerikalı siyasal bilimciler, siyaset biliminin yalnız açıklamakla yetinmemesi gerektiğine, somut siyasal karara dönüştürülebilecek araştırmalar yapılmasının zorunlu olduğuna inanıyorlardı. Bunun olabilmesi ise, öncelikle somut ve hatta sayısal gözleme bağlıydı. 13
Aslında bu tür araştırmalar da önce kurumlar üzerinde başlamış, ancak kısa zamanda o çerçeveyi aşmıştır. Önceleri amaç, kurumların hukuksal görünümlerinin gerisindeki "gerçek" içeriklerin tanınmasına yönelik iken, kısa zamanda, kurumlar arasındaki ve kurumlarla toplum kesimleri arasındaki etkilerimi de kapsamına almıştır. Böylece "siyasal süreç" kavramının doğduğuna ve toplumsal grupların siyasal araştırmalar açısından önem kazandığına tanık oluyoruz. Bu eğilime zamanla "davranışçı" akım (political behaviour) denilecektir. Onu da giderek "işlevci" akım ve - "sistemci" akım izlemiştir. a) Siyasal davranışçılık.- İnsan davranışları söz konusu olduğunda elbette ki psikoloji ve toplumsal psikoloji gibi bilimler gündeme geliyor. Siyasal kişilikler, siyasal tutumlar, siyasal süreçler, siyasal davranışların etmenleri gibi konular ön plana çıkıyor. Siyasetle ilgili olarak neyi "somut olarak" izleyebilmek olanağı varsa, araştırmalar ona yöneliyor. Bu arada matematiksel ve istatistiksel teknikler kullanılmaya başlanıyor. 1950'li yıllarda büyük etkinlik kazanan davranışçı akım çerçevesinde çok sayıda alan araştırması yapıldı. Kamuoyu yoklamaları, seçim sosyolojisine yönelik araştırmalar, siyasal partiler Ve baskı gruplarıyla ilgili incelemeler bir anlamda moda oldu. Siyaset biliminin konuları içinde ne "ölçülebilir" ise ölçüldü ve sayısız denilebilecek kadar veri toplandı. Charl e s M e r r i a m ve Harold D. Lasswell'in öncüleri arasında yer aldığı bu akım, giderek "karar alma süreçleri"ni de başlıca araştırma konuları arasına aldı. Siyasal davranışçılığın, siyaset biliminin gelişmesinde önemli bir aşama oluşturduğuna kuşku yok. Ama toplanan onca veri, ancak bir varsayımın geçerliğini değerlendirmek amacıyla kullanıldığında bir anlam taşıyabilir. Oysa kuramsal bir çerçevenin yokluğu, bu tür araştırmaların bir süre sonra kısır bir döngü içine girmesini kaçınılmaz kılıyordu. Amaçsız toplanan bilgiler yığını, ancak bazı varsayımların oluşturulmasına yarayabilirdi. Bu tür araştırmaların başka bir sakıncası da, araştırmada kullanılan tekniklerin bizzat araştırmanın konusunu belirleme14
siydi. Yani incelenen sorunlara uygun teknikler aranmıyor, tersine o tekniklerle neler incelenebilirse, o konulara yöneliniyordu. Önemli sorunlardan önemsiz sorunların araştırılmasına doğru kayılmasmm kaçınılmaz olduğu bu durumu David B. T r u m a n alaylı bir benzetmeyle açıklamaktaydı: Karanlık bir sokakta yitirdiği saatim, aydınlık olduğu için bulvarda arayan bir sarhoşun haline gülenlerin, yapılan bazı siyasal bilim araştırmalarını ciddiyetle karşılamaları çok zor olabilirdi. Yöntem ve teknik tutkusunu bir yana bırakarak "toplumbilimsel düşgücü"nü harekete geçirmenin zamanı geldiğini savunanların başında C. Wright M i l l s geliyordu. Olayların ve olguların sistemli bir biçimde gözlenmesinin ve verilerin toplanmasının zorunlu olduğunu herkes kabul ediyordu. Ama bilimsel çalışmanın yalnızca bir evresini oluşturması gereken bu çalışma, kendi başına bir amaç değil, sonuca giden yolda bir araçtı. 1960'lı yıllardan hareketle, araştırılan konulara kuramsal bir çerçeveden kalkarak yaklaşılmasının gerektiği görüşü ağır basmaya başladı. Bu bir eskiye dönüş değil, kuramın önemiyle görgül alan araştırmalarının önemi arasında bir senteze varılması demekti. Kuramların getirdiği kavramsal çerçeve içinde varsayımlar oluşturulmalı, daha sonraki aşamada bu varsayımların geçerli olup olmadıkları ya da ne ölçüde geçerli oldukları, yapılacak somut araştırmalarla sınanmalıydı. Bu yöntem, incelenen olayın bir bütün açısından değerlendirilmesi anlamına geliyordu. Bu yeni sentezin de sakıncaları yok mu? Prof. Esat Çam, yanıtı çok açıklıkla veriyor: "Kuramsal çerçeve bir anlamda olaylara baktığımız bir gözlüktür. Veya olayları sınadığımız bir kalıptır. Araştırmalarda bu kalıp ya da gözlük bir noktadan itibaren yetersiz hale gelebilir. Aynı model üzerinde direnmek, modele uymayan bir olgu ile karşılaşıldığında modeli değiştirmek yerine olguyu modele zorlayarak uydurmaya çalışmak hemen her zaman görülen hatalardandır". b) Yapısalcı-işlevci akım A Görgül araştırmalara kuramsal bir çerçeve oluşturma çabaları içinde ortaya çıkan yapısal15
işlevsel. açıklamalar, toplumsal yaşamda hiçbir şeyin, şına bir bütün oluşturmadığı ve herşeyin bir bütünün olduğu görüşünden kaynaklanır. Öyleyse incelenmek her siyasal olgu ancak, bütün içinde doldurduğu yer, görev gözönüne alınarak değerlendirilebilir.
tek baparçası istenen gördüğü
Bu görüşe göre; toplumsal yapı (strüktür), ancak belli bir işleve sahip olduğu ölçüde gelişir. Başka bir deyişle, toplumdaki tüm yapı ve kurumlar, belirli bir gereksinmeye yanıt vermek amacıyla doğmuşlardır. Sartre'm ünlü örneğinde de olduğu gibi, önce çekiç yapılıp sonra o çekice bir görev bulunamaz. Birbirinden farklı siyasal partiler bulunduğu için siyasal çatışmanın varolduğunu söyleyemeyiz. Tersine, toplumsal evrimin belirli bir düzeye vardığı durumlarda ortaya çıkan siyasal çatışmaların niteliği, siyasal partilerin doğmasını kaçınılmaz kılmıştır. Her toplumsal yapının sahip olduğu işlev (fonksiyon), onun içinde bulunduğu bütünün işlemesi için zorunlu olduğu gibi, o bütünün diğer parçalarının görevleriyle de bütünleşmektedir. İşlevci yaklaşımın ilk ünlü ismi olan antropolog Malinowski, ilkel toplumları - o konuda yapılmış gözlemleri değerlendirerek değil- bizzat gidip görerek inceledi. Hareket noktasını ise şu sözlerle özetliyordu: "Kültürün işlevsel analizi, her türlü uygarlıkta, her geleneğin, her maddesel nesnenin, her düşünce \ve her inancın yaşamsal bir işlevi yerine getirdiği, bir görevinin bulunduğu, organik bir bütünün zorunlu bir parçasını temsil ettiği ilkesinden hareket. eder (...) Kültürel görüntüleri birbirinden soyutlayarak, parçasal bir biçimde incelemek, kısır sayılması gereken bir yöntemdir; çünkü kültürün anlamı kendi öğeleri arasındaki ilişkiden ibarettir. Rastlantısal ya da beklenmedik kültürel bütünlerin varlığı kabul edilemez". İşlevci yaklaşımın gelişmesine katkısı olan ikinci büyük isim Robert K. Merton, bir anlamda işe Branislavv Malinovvski'nin eleştirisi ile başlıyor: Toplumsal yapı içindeki her parçanın, diğer parçalarla görevsel olarak bütünleştiği her zaman söylenemez. Üstelik bütünün her öğesi her zaman yalnız16
ca bir işlevi de yerine getirmez. Bir öge birden fazla işlevi yerine getirebileceği gibi, aynı öğenin yerine getirdiği işlevler arasında çelişki de bulunabilir. Bu durum da toplumsal yapıda ister istemez bazı bozukluklar yaratacaktır. Merton her toplumsal ya da kültürel öğenin mutlaka bir işlevi olduğunu kabul etmediği gibi, işlevinden dolayı "vazgeçilmez" nitelikte olduğu görüşünü de paylaşmamaktadır. Çünkü aynı işlevi yerine getiren birden fazla öge bulunmaktadır. Bu nedenle de birinin yokluğunu diğeri telafi edebileccktir. Merton'un getirdiği, "bozuk işlev, açık ve gizli işlev" gibi/ ı kavramlar da işlevci yaklaşım açısından önem taşıyor. Bozuk işlev, toplumsal yapının işleyişini' zorlaştıran işlev olarak tanımlanabilir. Örneğin Hindistan'da inek ve maymunlara gösterilen saygı ekonomik açıdan sorunlar yaratabilmektedir. Bir işlevin açık ya da gizli oluşu ise, istenip istenmemesine ve bilinip bilinmemesine, sistemin uyumuna katkıda bulunup bulunmamasına bağlı olmaktadır. Çağdaş toplumbilimde, yapı ve işlev kavramları genellikle birbirlerini tamamlayan bir anlayışla ele alınırlar. Toplumsal yapı kavramının Durklıeim'den kaynaklanıp, Spencer'in "toplumu bir organizma sayan" görüşünden geçerek çağdaş "yapısalcı" (structuraliste) akım içindeki yerini aldığını söyleyebiliriz. Bu akımın en ünlü ismi, bir antropolog olan Claude LeviStrauss'dur. Günümüzün ünlü toplumbilimcileri arasında yer alan Talcott Parsons ise, salt bir yapısalcı olmaktan çok yapısalcı-işlevci yaklaşım içinde değerlendirilmektedir. Levi-Strauss'a göre; toplumsal gerçeğin yapısı, doğrudan gözlenemez. Olayları yaşayanlar bu yapının bilincinde değildirler. Gerçeğin içinde gizli olan ve keşfedilmeyi bekleyen bu yapıyı ortaya çıkarma, oııu gerçeği açıklayan bir model ya da1 bilimsel bir "yasa" olarak sunma görevini ancak "yapısal analiz" yerine getirebilir. Yapı, öğelerinin birisinde ortaya çıkan bir değişikliğin diğerlerini de değişmeye yönelttiği bir sistem oluşturur. Belki en önemlisi de, belirli öğelerinin değişmesine sistemin nasıl tepki göstereceği önceden bilinebilir. 17
Talcott Parsons, her toplumsal sistemin dört işlevsel zorunluğa karşılık vermesi gerektiğini söylüyor: Hedeflerin izlenmesi, kuralsal ya da gizli istikrar, fizik ve toplumsal çevreye ^»uyum, üyelerin toplumsal sistemle bütünleşmesi. c) Siyasal sistem analizi.- Görüyoruz ki, bizzat yapısalcı-işlevci kavramın kendisi, giderek sistem kavramını gündeme getirmiştir. Toplumsal yapı kavramı, biyolojiden ve organizmadan hareketle oluşmuş, bütün içindeki parçaların işlevleri kavramıyla bütünleşmişti. Sistem yaklaşımının ise, güdümbilimsel (sibernetik) verilerden esinlendiğini söyleyebiliriz. Siyasal sistem analizi, günümüz siyaset biliminde giderek artan bir etkiye sahip bulunuyor. Sistem, yapısal ilişkiler içindeki öğelerden oluşan bir bütün olarak tanımlanabilir. Bu çerçeve içinde, siyasal sistem belirli bir toplumsal sistemin bir parçasından başka birşey değildir. O bütün içerisinde siyasal sistemin, eğitim sistemi, üretim ve tüketim sistemi, haberleşme sistemi gibi başka türden parçalarla karmaşık ilişkileri vardır. Sistem yaklaşımının siyaset bilimindeki öncülüğünü yapan David Easton, siyasal sistemin, fizik, biyolojik, toplumsal ve psikolojik ortamlarla çevrili bulunduğunu vurguluyor. Bir siyasal sisteme, toplumsal çevreden istem ya da destek niteliğinde "girdi"ler olduğunu söylüyor. Bunun sonucunda o siyasal sistemde oluşan kararlar ve uygulamalar ise "çıktı"lardır. Bu çıktıların kendisi de istem ya da destek biçimindeki girdiler üzerinde etki yapacaktır. Bu durumu Easton şöyle yorumluyor: "Çevreden birbiri peşisıra gelen şok dalgalarına karşın, sistemlerin varlıklarını sürdürebilmeleri, dikkatimizi, çevreden gelen itmelere yanıt verebilme ve bu yoldan, karşı karşıya bulundukları koşullara uyum yeteneklerine çekmektedir. Kendi iç örgütlenmesinde, bir siyasal sistemin bütün diğer toplumsal sistemlerle birlikte sahip bulunduğu temel bir özellik var. O da, içinde işlevini yerine getirdiği koşullara karşı olağanüstü derecede değişkeni harekete geçirebilme gücüdür". Bir siyasal sistemde çıktıları - y a n i kararları- elbette ki girdiler -yani istem ve destekler- belirliyor. Ama o kararların 18
kendileri de, zamanla yeni istem ve desteklerin oluşumuna etki yapıyorlar. İşlevci yaklaşımın en büyük eksikliği, "değişme"yi açıklamakta karşılaştığı sıkıntılardı. Yapısalcı ve işlevci modeller çatışmadan çok uzlaşmayı ve uyumu, değişmeden çok da belirli bir durumu açıklamaya elverişliydi. Oysa siyasal sistem analizi, gelişmeyi, değişmeyi, evrimleşmeyi açıklamaya çok daha yatkın görünüyor. 5. SİYASET BİLİMİNİN KAPSAMI Siyaset biliminin kapsamı ve bölümlerinin saptanmasında, U N E S C O ' n u n öncülüğü ile 1948 yılında yapılan bir çalışma genellikle hareket noktasını oluşturuyor. Bu tarihte Paris'te toplanan siyaset bilimciler, dörtlü bir sınıflandırmada birleşmişlerdi : I. SİYASET K U R A M I a) Siyaset Kuramı (Genel) b) Siyasal Düşünceler Tarihi II. SİYASAL K U R U M L A R a) Anayasa b) Devlet Organları c) Yerel Yönetimler ve "Bölge" Yönetimleri d) K a m u Yönetimi e) Devletin f)
Ekonomik
ve
Toplumsal
Görevleri
Karşılaştırmalı Siyasal Kurumlar
I I I . P A R T İ L E R , SİYASAL G R U P L A R , K A M U O Y U a) Siyasal Partiler b) Siyasal Grup ve Dernekler c) Yurttaşın Devlet ve Hükümet işlerine ması (Seçimler)
Katıl-
d) Kamuoyu 19
IV. U L U S L A R A R A S I İ L İ Ş K İ L E R a) Uluslararası Siyaset b) Uluslararası Örgütler ve Yönetim c) Devletler Hukuku Bugün bu bölümlerin önemli bir kısmı, üniversitelerde ayrı derslerin konularını oluşturuyorlar. Bu nedenle de, tekil bir siyaset biliminden çok "Siyasal Bilimler" kavramı da genel bir kabul görüyor. Siyasal bilimler okutan eğitim kurumlarında, "Siyaset Bilimine Giriş" dersi dışında, şu gibi ders başlıklarına da rastlanıyor: Siyasal düşünceler tarihi, Anayasa hukuku, siyasal düşünceler ve rejimler, kamu yönetimi, karşılaştırmalı kamu yönetimi, siyasal davranış, kamuoyu, siyaset psikolojisi, uluslararası siyaset, devletler hukuku, siyaset sosyolojisi vb. Günümüzde siyaset bilimine genel olarak eğilen "giriş" niteliğindeki ders kitaplarının hemen hepsinde ortak olan konular var: Devlet, iktidar, siyasal partiler, baskı grupları, siyasal katılma ve kamuoyu. Bu genel çerçeveye ideolojileri ve özellikle de siyasal sistem konusunu katanlar son zamanlarda çoğaldı. Ama bir siyasal bilimciden ötekine asıl değişen şeyin, konulardan çok konularla ilgili sınıflandırma olduğunu söyleyebiliriz. Siyaset biliminin kapsamı, birçok bilim dalıyla yakın bir ilişki içinde bulunmasını zorunlu kılıyor: Tarih, hukuk, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, toplumsal psikoloji, demografya, antropoloji, istatistik gibi. . Siyasal bilimcilerin, bu komşu bilim dallarının uzmanlarıyla ortaklaşa gerçekleştirdikleri araştırmaların sayısı ve alanı giderek genişlemektedir.
SEÇİLMİŞ GENEL KAYNAKLAR a) T Ü R K Ç E Çam, Esat; Siyaset Bilimine Giriş, Hukuk Fak. Yay., İstanbul, 1975. 20
Daver, Bülent; Siyasal Bilime Giriş, Doğan Yayınevi, Ankara, 1968. Duverger, Maurice;
Politikaya Giriş, Varlık Yay., İstanbul, 1964.
Duverger, Maurice; Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yay., 1st., 1975. Kalaycıoğlu, Ersin; Çağdaş Siyasal Bilim, BE-TA, istanbul, 1984. Kapani, Münci; Politika Bilimine Giriş, Hukuk Fak. Yay., Ank., 1975. Lipset, S. Martin; Siyasi İnsan, (Çev. M. Tuncay) İlimler Türk Derneği Yay., Ankara, 1961.
Siyasi
Runciman, W.G.; Toplumsal Bilim ve Siyaset Kuramı (Çev. E. Mutlu), Teori Yayınları, Ankara, 1986. Tekeli, Şirin; David Easton'un Siyaset Teorisine Katkısı Üzerine Bir İnceleme, iktisat Fak. Yay., istanbul, 1976. Turan, titer; Siyasal Sistem ve Davranış, iktisat Fak. Yay., istanbul, 1977. Ünsal, Artun; Siyaset Bilimine Giriş, SBF, Ankara, 1980-81 Ders Notları (teksir). b) YABANCI D Î L Almond, Gabriel; Comparative Politics Today, Little, Brown and Co., Boston, 1974. Bottomore, T.B.; Elites and Society, Pelican, Harmondworth, 1976. Cot, J.P. et Mounier, J.P.; Pour Une Sociologie Politique, Seuil, Paris, 1977. Dahi, R.A.; Modern Political Analysis, Jersey, 1963.
Prenties-Hall,
New
Duverger, Maurice; Sociologie Politique, PUF, Paris, 1966. Easton, David; The Political System, Alfred A. Knoph, New York, 1970. Moreau, J. - Dupuis, G. - Georgel, J.; Sociologie Politique, Cujas, Paris, 1966. Schwartzenberg, R.G.; Sociologie Politique, Montchrestien, Paris, 1971. 21
BİRİNCİ BÖLÜM : SİYASAL YAŞAMIN ETKENLERİ BlRÎNCt KISIM : ALT YAPISAL ETKENLER 1. Doğal Etkenler 2. Demografik Etkenler 3. Ekonomik Etkenler
İKİNCİ KISIM : ÜST YAPISAL ETKENLER 1. Kurumsal Etkenler 2. Kültürel Etkenler
BÎRÎNGl BÖLÜM: SİYASAL YAŞAMIN ETKENLERİ Siyasal yaşamın oluştuğu bir ortam vardır. Bu ortam, siyasal yaşamın gelişimine yön veren nedenleri içinde barındırır. Nasıl ki güneş, hava ve su bulunmayan yerde bitki olmazsa, belirli koşullar bütününden soyutladığımızda da bir siyasal yaşam düşünülemez. Siyaset olgusu, ancak topluluk halinde yaşayan insanlar arasında doğar. Bu topluluğun yerleşmiş olduğu doğal çevre vardır. Toplulukla kendisini çevreleyen doğal koşullar arasında sürekli bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşimin ürünü olan teknolojik düzey ve doğal çevrenin doğrudan sağladığı olanaklar, o toplumun ekonomik yapısının belirlenmesinde temel etkeni oluştururlar. Ekonomik yapı ise siyasal gelişim üzerinde önemli bir etki yapar. Siyasal yaşamı belirleyen koşullar yalnız bu maddesel etkenlerle sınırlı değildir. Toplumlar bireylerden oluşur. Doğuş nedenlerinden bağımsız olarak, toplumsal kurumlar da bireyin davranışları üzerinde doğrudan etkide bulunurlar. Ve nihayet, toplumlar üzerlerinde kaçınılmaz bir biçimde geçmişlerinin izlerini taşırlar. Kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel bir kalıta da sahiptirler. Kültürel etkenleri gözönüne almadan, bireysel ya da toplumsal çok davranışı açıklayamayız. Doğa, insanlar ve ikisinin etkileşimi sonucu oluşan teknolojik-ekonomik yapıyı bir bütün olarak aldığımızda, bunu toplumun "alt yapısı" olarak değerlendirmek ' olanağı var. Kurumsal ve kültürel etkenleri ise "üstyapı" kavramı içinde değer25
lendirebiliriz. Ama bunu böyle yaptığımızda, aralarında bir sıralamaya ya da hiyerarşik bir ayrıma gittiğimiz anlamı çıkmamalıdır. Bilimsel sınıflandırmaların temel işlevinin, olay ya da olguların anlaşılmasını kolaylaştırmak olduğunu unutmamalıyız.
26
BİRİNCİ KISIM: ALT YAPISAL ETKENLER Burada "alt yapı" kavramını, marksist çözümlemenin içerdiğinden farklı ve daha geniş bir anlamda kullanıyoruz. Coğrafi, demografik ve teknolojik etkenlerin siyasal yaşama yansımasını bu çerçevede değerlendireceğiz. 1. D O Ğ A L E T K E N L E R Doğal etkenler iklim, doğal kaynaklar, ülkenin genişliği ve konumu gibi alt bölümlere ayrılabilir. Bunların siyasal yaşam üzerindeki etkilerini ayrı ayrı inceleme olanağı var. Az gelişmişliğin doğal çevre ile bağlantısını ve Türk tarihinin bazı evrelerini coğrafi nedenlerden kalkarak açıklamaya çalışan bazı kuramları da gene ayrı başlıklar altında ele alacağız. a) İ k l i m
ve
Siyasal
Davranışlar
İklimin insanlar ve dolayısıyle siyasal yaşam üzerindeki etkileri daha Aristo'dan beri düşünürlerin ilgisini çekmiştir. Aristo'ya göre, soğuk ülke insanları cesaretli ama az zeki, sıcak ülke insanları zeki ama az cesaretli, ılıman iklimdekiler ise hem zeki hem cesaretlidir. Özgürlükle soğuk iklim arasında bir bağlantı bulunduğunu, sıcak iklimin ise boyun eğme eğilimlerini geliştirdiğini ilk öne süren Aristo'dur. Aristo "Politika" adlı ünlü yapıtının yedinci kitabında şöyle diyor: "Soğuk ülkelerde ve Avrupa'da yaşayanlar genel olarak cesur olurlar. Fakat zekâ ve marifetlilik bakımından geridirler. Bundan dolayı, bağımsızlıklarını korumalarına rağmen siyasal ürgüt27
leri yoktur. Başkalarına hükmetmek yeteneğinden yoksundurlar. Oysa Asyalılar zekidirler, bulucudurlar, ama cesaretleri kıttır. Onun için daima hüküm altındadırlar, köledirler. Bu ikisinin ortasında bulunan Elen kavmi ise karakter bakımından da ikisinin ortasındadır; yani hem cesur hem zekidir. Bundan dolayı bağımsız yaşıyor, bütün dünyadan daha iyi idare ediliyor." Aristo'nun "Avrupa" derken aslında Kuzey Avrupa'yı kastettiğini gözönüne alırsak, iklimlerle toplumsal kişilik ve giderek siyasal rejimler bağlantısını kuran bir değerlendirme karşısında bulunduğumuz ortaya çıkar. Aristo'nun yaptığı bu çözümlemeyi, bıraktığı yerden alıp bir aşama daha ileriye götüren İbni Haldun (1332-1406) olmuştur. İbni Haldun "Mukaddime"sinde, "Havası ılımlı olan iklimler, havanın insanların derilerine, renklerine olan etkileri ve diğer birçok halleri" başlığı altında, ılıman iklimin insanlar ve toplumlar üzerindeki etkilerini araştırıyor. Ilıman iklim insanlarının görünüm, ahlâk, din ve sanat gibi alanlarda diğer iklim kuşaklarındaki insanlardan daha ileriye gitmiş olduklarını savunuyor. ibni Haldun'a göre; sıcak iklim insanı çabuk sevinir ve neşelenir, bu nedenle onda " h a f i f l i k ve düşüncesizlik" oluşur. Deniz kıyılarındaki halk da "az bir ölçüde" oyun ve eğlenceyi sever. Ama Tunuslu düşünür, özellikle aynı enlemde bulunan Mısır ve Cezayir halkları arasındaki farka dikkati çekiyor: " H a f i f l i k , sevinç, neşe ve işin sonundan haberi olmamak durumu Mısırlılarda ağır basar. Mağrip Fas dağlarına yakın bulunduğu için havası soğuk olduğundan, halkını kaygılı, gözlerini yere dikerek bakan ve dilsiz gibi bir halde görüyorsun. Bunlar geleceği çok düşünürler (...) Diğer iklim ve bölgelerin halini incelediğin takdirde, hava ve doğanın oranın halkına olan etkisini göreceksin." ibni Haldun, büyük yerleşim merkezlerinin ancak ılıman iklimlerde kurulabildiğine ve uygarlığın gelişimini bu durumun kolaylaştırdığını da vurguladı. Çok sıcak ve çok soğuk iklimlerin toplumlar üzerindeki olumsuz etkilerine değindi. Montesquieu'yü Aristo'da başlayıp ibni Haldun'la süren çizginin son durağı sayabiliriz. Konuyu geliştirip "İklimler 28
"Kuramı"nı ortaya atan o olmuştur. Montesquieu'ye göre, soğuk iklimler kalbi ve kasları güçlendirmektedir. Bu nedenle soğuk iklimlerin insanları, kendine güvenen, cesaretli, üstünlüğünü bildiği için intikam isteğine daha az kapılan, açık söz'ü, daha az kuşkucu, daha az hileci olmaktadırlar. "Tasaların Ruhu"ram yazarı, kuramını savunurken şöyle diyor: "Bir insanı sıcak ve kapalı bir yere koyun; hemen kalbinin sıkıştığını, baygınlıklar geçirdiğini görürsünüz. Bu durumdayken ona şöyle biraz canlıca bir harekette bulunmasını teklif edin, öyle sanıyorum kı pek öyle istekli görünmeyecektir; hiçbir şey yapamayacağını hissettiği için her şeyden korkacaktır. Sıcak ülkelerin halkları yaşlılar gibi utangaçtır; soğuk ülkelerinki ise gençler gibi cesaretlidir. Eğer son savaşlara dikkat edersek, Kuzey ülkelerinin insanları güney ülkelerine geldiklerinde, kendi iklimlerinde savaşan yurttaşları kadar başarılı olamadıklarını, bütün cesaretlerini kullanamadıklarını görürüz." MontesLjuieu, insan davranışları arasındaki bu farklılığın, aynı ülkenin kuzey ve güneyindeki insanlar arasında da görülebileceğini söylüyor. İklimin kölelik ya da özgürlük eğilimlerinin ortaya çıkmasında da önemli rol oynadığını öne sürüyor: "Şu halde, sıcak iklimlerde oturan insanlar koıkak ve ürkek oldukları için ötedenberi köle durumunda, soğuk iklimlerde otuıan insanlar sürekli olarak özgürlük içinde yaşamışlaısa buna şaşmamak gerekir. Bu durum doğal bir nedenin sonucudur." Jean Bodin ve J.J. R o u s s e a u gibi bazı düşünürlerde de benzer görüşlere rastlanabilir. Hatta Fransız tarihçi Michelet, özellikle 1789 Temmuz İhtilalinden esinlenerek, ihtilallerle sıcak mevsimler arasında bir ilişki kurmak istemiştir. Daha da öte, savaşları ve ihtilalleri güneş yüzünde görülen lekelerle açıklamaya çalışanlara da rastlanmıştır. Bu savların tümünün sağlam kanıtlara dayandığını söylemek bugün oldukça zor. Örneğin 1917 Rus İhtilali'nin ekimkasım gibi, o ülkenin koşullarında soğuk denebilecek aylara rastlamış oluşu, Michelet'nin görüşü ile nasıl bağdaşabilir? Tarihimizde özel b>r yer' olan 31 Mart ayaklanması >çm de aynı şeyi söyleyebiliriz. ı 29
Savaşlarla iklim koşullan arasında bir ilişki, genel olarak teknolojinin ve özel olarak da savaş teknolojisinin geri olduğu dönemler için geçerliydi. Örneğin Osmanlı Sultanları, Sefere çıkmak için hep uygun mevsimi bekler, kışın savaş yapmak istemezlerdi. Ama Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın kış aylarında da aynı şiddetiyle sürdüğünü biliyoruz. Rus bozkırlarının dondurucu soğuklarla geçen kış aylarının, Napolyon ve Hitler'in hesaplarının yanlış çıkmasında oynadığı rol açık. A m a bu sonuçda iklim kadar o bozkırların uçsuz bucaksızlığınm da önem taşıdığı ve iklimin savaşa değil, belki yenilgiye neden olduğu da açık. Yapılabilecek tüm itirazlara karşın, iklimin insan davranışları ve dolayısıyle siyasal yaşam üzerinde belirli bir etkisinin bulunduğunu kabul etmek gerekir. İklimin insan davranışlarına etkisini kendi ülkemizde de karşılaştırmalı olarak inceleyip saptayabiliriz. D a h a soğuk ve yağışlı Karadeniz ikliminin insanıyla, Akdeniz'in ılıman ikliminin insanı farklı kişilik özelliklerine sahipse, bu oluşumda -diğer etmenlerin yanısıra- iklimin de belirli bir etki yaptığı söylenebilir. Nftsıl ki, Eski Yunanın doğrudan demokrasisinde, açık havada yurttaşların Agora'da bir araya gelmesine olanak veren ılıman iklimin etkisini dc görmezlikten gelemeyiz. b) C o ğ r a f i K o n u m
ve
Genişlik
Tarihte birçok savaş - e n azından görünüşte- belirli bir toprak parçasını elde etmek için çıkmıştır. Kırsal kesimdeki toprak kavgaları ise, benzer bir çatışmanın daha dar bir alanda oluşması gibidir. Çatışmada toprağın önemini belirleyen öge bazen genişliği, bazen konumu, bazen verimi, bazen de üzerinde yaşayanlardır. Son Irak-İran Savaşı'nda çekişme konusu olan alanın küçüklüğü ile ters orantılı olaıı önemi, kuşkusuz ki stratejik nedenlerden kaynaklanıyor. "Doğal sınırlar"-A ulaşmak için ya da Nazilerinkinin benzeri "Yaşam Alanı" gibi iddialarla tarih boyunca birçok savaş çıkarıldığını biliyoruz. R a y m o n d Aron'un "Uluslarar asındaki Savaş ve Barış" yapıtında vurguladığı gibi; toprak yalnızca siyasal çatışmanın konu30
sunu oluşturduğu zaman değil, siyasal çatışmanın ortamı ya da sahnesi olarak da önem taşır. Montesquieu, özgürlükçü eğilimlerin doğup doğmamasında ve giderek rejimlerin özgürlükçü olup olmamalarının belirlenmesinde, coğrafi konum ve toprak genişliğinin etki yaptığını savunuyor. O ' n a göre; Asya'da ötedcnberi hep büyük imparatorluklar görülmesine karşılık, Avrupa'da bunların uzun ömürlü olması olanaksızdı. Asya'da uçsuz bucaksız ovalar vardı. Avrupa'ya göre daha güneyde olduğu için, Asya'da su kaynakları daha çabuk kuruyordu. Dağlarında daha az kar bulunuyor, ırmakları daha az kabarıyordu. Bu nedenlerden dolayı doğa ancak küçük engeller oluşturmaktaydı. Bu durum büyük imparatorlukların kurulmasını kolaylaştırıyordu. Montesquieu bu konudaki çözümlemesini şöyle tamamlıyor: "Öyleyse yönetim herzaman baskıcı olmalı. Çünkü kölelik orada aşırı bir biçim almazsa, ülkenin yapısının kaldıramayacağı bölünmeler ortaya çıkabilir. Avrupa'da ise doğal bölümler, genişliği az birçok Devletlerin meydana gelmesine neden olur ; bu Devletlerde yasaların uygulanması Devletin varlığıyla ıızlaşamayacak bir özellik göstermez; tersine, bu iki şey birbiriyle öylesine uzlaşır ki, yasa olmazsa Devlet çökmeye başlar; öteki Devletlerin tümünden aşağı bir duruma düşer. Şu ya da bu ülkenin kolay kolay boyunduruk altına girmesine, yabancı bir güce boyun eğmesine engel olan işte budur ; ancak ticaret alanında bir çıkar sağladığı takdirde, o da yine yasaların çerçevesi içerisinde, bir ulus başka bir ulusa boyun eğmeği kabul eder. Asya'da ise tersine, orada yaşayanların varlığından bir an olsun ayrılmayan bir köle rulıu vardır ; bu kıtanın tarihinde, özgürlüğüne düşkün bir ulusun izine bile rastlamak olanaksızdır". Coğrafi konum ve genişliğin, örneğin İngiltere ve.Amerika Birleşik DevleÜeri'nin siyasal evrimlerinde önemli etkiler yaptığını görüyoruz. İngiltere'nin bir ada üzerinde kurulmuş olmasıyla siyasal gelişimi arasında bağlantı bulunduğunu düşünen birçok siyasal bilimci ve gözlemci olmuştur. Denmiştir ki; sularla çevrili doğal bir savunma îsisteminc sahip bulunması nedeniyle İngiltere uzun zaman sürekli bir ordu beslemek gereğini duyma31
mıştır. Güçlü bir baskı aracına sahip bulunmayan kral ise, derebeyleri üzerinde mutlak bir egemenlik kuramamıştır. Bu durumun, parlamenter bir demokrasinin kuruluşunu kolaylaştırdığı, hızlandırdığı söylenebilir. Çünkü -ilerde de göreceğimiz gibi- demokrasinin varolabilmesi, ancak birbirlerini dengeleyen güçlerin varlığı ile olanaklıdır. Bir gücün egemen olduğu yerde demokrasiden sözedilemez. Bir ülkenin ada ya da adalar üzerinde kurulmuş oluşunun etkilerini Montesquieu de benzer bir biçimde çözümlüyor: "Adalılar özgürlüklerine, karada yaşayanlardan daha düşkündürler. Genel olarak adaların alanı daha küçüktür ; halkın bir bölümü öteki bölümünü baskı altında tutmak için kullanılamaz ; deniz, adalıları, büyük imparatorluklardan ayırır; tiranlar kollarını oralara kadar uzatamazlar; deniz, fatihlerin akınlarını durdurur; adalılar istila hareketlerinin dışında kaldıkları için yasalarını kolaylıkla korurlar". İngiltere ile Fransa'nın -benzer birçok koşula karşınbirbirinden farklı siyasal evrim izlemiş oluşlarını, örneğin Fransa'da siyasal çatışmanın hemen her dönemde daha sert bir özellik göstermesini, İngiltere'nin bir ada ülkesi oluşuna karşılık Fransa'nın bir kıta ülkesi oluşuna bağlayanlar var. Örneğin Duverger'ye göre, Fransa'dş. değişik koşullar varolması nedeniyle sürekli ve güçlü bir merkezi ordu bulunması sonucu, 1614 yılında kral Meclisi (Etats Généraux) dağıtıp, denetimsiz ve sınırsız bir egemenliği sürdürebilmişti. Oysa kral bu olanağa sahip bulunmasaydı, Fransa parlamenter sisteme çok daha erken ve çok daha az sancılı bir biçimde geçebilirdi. İki ülkenin siyasal yaşamları arasındaki bugünkü farklılığın nedenlerini anlayabilmek için de uzun geçmişlerine gitmek gerektiğine kuşku yok. İngiltere'de siyasal güçlerin "uzlaşma"ya daha yatkın oluşlarının nedeni toplumun kültürel özelliklerinde ve dolayısıyle de tarihinde gizli. Gerçi İngiliz demokrasisinin kuruluşunu yalnız coğrafi nedenlere bağlamak ve örneğin Püritenler ile Hanover hanedanının oynadıkları rolleri unutmak hata olur ; ama yukarda sıralanan etmenlerin taşıdığı önem de açıktır.
Amerika Birleşik Devletleri örneği, güncelliğini daha çok koruduğu için belki daha ilginç sayılabilir. Nedir Amerikan toplumunu öteki Batılı toplumlardan ayıran ana özellik? "Sınıf bilinci"nin bir türlü gelişememiş olması! Çünkü Amerika Birleşik Devletleri'nin bir kıta genişliğindeki uçsuz bucaksız ülkesi, toprağın sağladığı olanaklar açısından uzun süre herkese yetip artmıştır bile. Doğuda yer azalmca ülkenin batısı akla gelmiştir. "Vahşi Batı"da bir yolunu bulup zengin olma fırsatı, cesareti ve aklı olan hemen herkese açık kalmıştır. Gerçi bu durumun daha sonraları da sürebilmiş olması, Amerikan kapitalizminin dünya pazarlarını ele geçirişi ile ilgilidir. Ama gelişimin başlangıç noktası değişik olsa, büyük bir olasılıkla sonuç da değişik olacaktı. Türkiye'nin coğrafi konumunu ve dolayısıvle boğazların önemini gözönüne almadan, tarih boyunca etrafımızda oluşan birçok çatışmayı yorumlayabilmek herhalde olanaksızdır. Coğrafi konumun siyasal etkileri üzerinde ilginç, ama bilimsel değeri bugün için pek bulunmayan bir kuram da, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz coğrafyacısı Mackinder tarafından ortaya atılmıştı. Mackinder, Rus topraklarının bir bölümünü "Dünyanın Kalbi" (heartland), Avrupa, Asya ve Afrika'yı da "Dünyanın Adası" olarak adlandırıyor ve kuramını şöyle özetliyordu: "Doğu Avrupa'yı elinde bulunduran Dünyanın Kalbi'ne, Dünyanın Kalbi'ni elinde bulunduran Dünyanın Adasına, Dünyanın Adasını elinde bulunduran da tüm dünyaya hükmeder". Kuramın herşeyden önce Amerika Birleşik Devletleri'nin durumu ve dünyadaki etkinliğiyle çeliştiği açıktır. Toprak genişliğinin bir ülkenin anayasal sistemine nasıl etki yaptığını incelemeden önce, Montesquieu'nün bu konudaki düşüncelerini, abartılmış da olsa aktarmakta yarar var: "Niteliği bakımından Cumhuriyetin küçük bir ülkesi olmak gerekir; böyle olmazsa Cumhuriyetin yaşaması olanaksızdır (...) Saltanatla yönetilen bir ülke orta büyüklükte olmalı. Küçük olsaydı Cumhuriyet olurdu. Büyük olsaydı, Devletin zaten büyük olan kişileri, hükümdarın gözü önünde bulunmadıklarından, her birinin asıl sarayın dışında bir sarayı olduğundan, (...) itaat etmez, çok uzak ve çok ağır bir ceza-
)
33
V 1r,.y\ I
)\<£M
-.-¡rov-
srrvJ
dan korkmazlardı. Nitekim Charlemange imparatorluğunu kurar kurmaz bölmek zorunda kaldı; ya valiler itaat etmediler ya da daha iyi itaat etmelerini sağlamak için imparatorluğu birçok krallıklara bölmek 1 -gerekti." • "Yasaların R u h u " n u n yazarı, "Romalıların Büyüklüğü ve Çöküş Nedenleri Üzerine Düşünceler" adlı yapıtında da şöyle d ; yor: "İmparatorluğun büyüklüğü ve kentin büyümesi sonucunda Cumhuriyet yok oldu. Eğer Cumhuriyet genişlerse ölür". Yani Cumhuriyet rejimin' korumak için yeni yeni topraklar kazanmaktan vazgeçmek gerekmektedir. Birçok ülke ve ırkı barındıran imparatorluklarda cumhuriyet rejiminin yaşaması zordur. Burada cumhuriyetten kastın büyük ölçüde "demokrasi" olduğu gözönünde bulundurulursa, Montesquieu'nün düşüncesi çok daha iyi anlaşılır. Eski Yunan Demokrasisinin yıkılmasında da, genişlemeci siyasetlerin belirli bir rolünün bulunduğu unutulmamalıdır. İ'lke genişliğinin federatif sistemleri zorunlu hale getirdiği de anayasacılarm bildikleri bir gerçektir. Örneğin gerek Sovyetler B'rliği'nin ve gerekse Amerika Birleşik Devletleri'nin, federe devletlerden oluşan bir yapıya sahip bulunuşları rastlantı sayılamaz. Sovyetler Birliği'nin çokuluslu niteliğini bu durumun tek nedeni olarak göstermek, Amerika Birleşik Devletleri'nin durumunu açıklamayı çok zorlaştırır. Ülkenin genişliği, çağdaş ulaşım olanaklarının çok ileri boyutlara vardığı durumlarda bile büyük bir engel oluşturmaktadıı. Bu gibi durumlarda lıerşeyin tek merkezden yönetilmesi giderek olanaksızlaşıyor. Sonunda da, federal biı yönetim biçimi kurulmasa bile, merkezci olmayan bir sistem ister istemez doğuyor. Yetki den birisi ratorluğun bir katkısı
devrinin çok akılcı bir biçimde yapıldığı örneklerolarak Osmanlı İmparatorluğu'nu görürüz. İmpauzun ömürlü oluşunda kuşkusuz ki bunun da belirli bulunmuştur.
Toprak genişliğinin merkezci olmayan "yerinden yöne : tim" ilkesine dayalı yönetim biçimlerini zorunlu kılması, küçük bir ülkede federatif bir sistemin bulunamayacağı anlamına gelmez. Çünkü toprak genişliği, "yerinden yönetimi" ge34
ıekli kılan nedenlerin belki en başta gelenidir; ama o nedenlerden sadece birisidir. İsviçre örneğini unutmaya olanak yok. Bu küçük ülke coğrafi nedenlerle doğal bölümleıe ayrıldığından, federatif b ; r sistem doğabilmiş ve yaşamıştır. Doğal sınırların geçmişte yarattığı ulaşım zorluklarının bu sonuçda etken olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik dört ayıı dil konuşan etnik toplulukların varlığı bu gelişimi kolaylaştırmıştır. c) Doğal Kaynaklar ve R e j i m l e r Doğa kaynaklarının zenginliği, sonunda ülkenin ekonomik zenginliği anlamına gelir. Zenginliğin, bolluğun, siyasal yaşamdaki çatışmaları yumuşattığını, barışçı eğilimleri güçdirdiğini genellikle söyleyebiliriz. Öte yandan zenginlik, başta eğitim olmak üzere, başka bazı kurumların gelişmesine olanak sağlayarak, siyasal yaşama dolaylı bir etkide de bulunur. Bir toplumda eğitim düzeyinin yükselmesi, siyasal mücadelenin daha bilinçli olmasına katkı yapar. Önemli, ham madde kaynaklarına sahip bulunan bir ülke, eğer bunları bizzat işleyecek bir teknolojik düzeye ulaşmamışsa, siyasal yaşamında bazı etmenlerin giderek güç kazandığını ister istemez görecektir. Ülkenin kendi işletemediği bu kaynaklarından yararlanmak isteyen dış güçlerin çekişmesinin, dışa bağımlılığı güçlendirecek bazı siyasal gelişmeleri peşinden sürüklemesi çoğunlukla kaçınılmazdır. Örneğin İran'da petrol kaynaklarını "millileştirme" siyaseti güden Başbakan Musaddık'ın, 1953 yılında hangi dış güçlerin' çabası ile devrildiğini bugün artık tüm açıklığıyla biliyoruz. Benzer örnekler çoktur. tbni H a l d u n doğal kaynakların beslenmeyi, beslenmenin de insanların yapılarını ve davranışlarını etkilediğine inanıyordu. Bu konuyu "Mukaddime"de şu başlık altında incelemişti : "Bolluk, genişlik ve kıtlık bakımından yeryüzü durumlarının türlülüğü, besin azlığı ve bolluğunun kişilerin beden ve ahlâklarına olan etkileri". İbni Haldun'a göre; doğanın çok cömcrt olmadığı bölgelerde yaşayan insanlar göçebe olmak ve gıdalarını hayvanla35
rından sağlamak zorundadırlar. Ama bu kişilerin bedenleri, ahlâkları, eğitim ve bilime yatkınlıkları "verimli yerlerin halkından" çok daha iyidir. Aşırı beslenme ise her bakımdan zararlıdır. İbni Haldun bu konudaki görüşünü şu cümleyle özetliyordu: "Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez, onları alışmış oldukları tokluk öldürür". Montesquieu bir adım daha ileri gidiyor. Doğal kaynaklarla, hatta toprağın yapısı ile siyasal rejim arasında doğrudan bağlantı bulunduğunu öne sürüyor: "Afrika toprağının kısırlığı halk tarafından sevilen bir hükümeti, Sparta'nın verimli toprağı ise soylular yönetimini işbaşına getirir". O'na göre; verimli ovaların baskı rejimi (tiranlık) getirmesi, dağların ise özgürlük için barınak oluşturması doğaldır. Zengin ovalarda paylaşılacak şey çok olduğu için, aslan payı en güçlünün olacak ve daha az güçlü olanlar da ona boyun eğmek zorunda kalacaklardır. Oysa dağlık bölgelerde insanların yitirmekten korkabilecekleri ve bu nedenle de savundukları tek iyi şey özgürlükleridir. Çağdaş İngiliz tarihçisi Arnold J. Toynbee de, zengin kaynakların bazı durumlarda toplumların evrimini olumsuz yönde etkilediğini öne sürüyor: "Kolaylık uygarlıklar için yıkıcıdır (. . .) Uygarlığı iten güç, ortamın düşmanlığı ile orantılı olarak artar". Toynbee'ye göre; uygarlıkların başarı ya da başarısızlığı, fizik ya da toplumsal ortamın "meydan okuma"larına verdiği yanıtlarda gizlidir. Uygarlığın gelişmesi ya da çözülmesi, bu meydan okumalara yanıt vermek durumunda olanların güçleri ile, söz konusu meydan okumaların taşıdıkları ağırlık arasındaki dengeye bağlıdır. "En uyarıcı meydan okuma türü, yetersizlikle aşırı ağırlık arasında bir noktada bulunur". Bu meydan okuma ve meydan okumaya yanıt verme sürecini gözönüne almadan, tarihin yalnız coğrafi koşullarla belirlendiğini söylemek yanlış olacaktır. Uygarlığın gelişmesi, başarılı bir yanıtla karşılaşılan meydan okuma ile başlar. Bu başarılı yanıt ortamda yeni bir meydan okuma yaratır. Yeni meydan okuma da yeni bir başarılı yanıtı gerektirir ve bu süreç uygarlığın çöküşüne kadar sürer. Uygarlığın gerileyip çözülmesi sürecinde ise 36
durum tersinedir. Ortamın meydan okumalarına karşı başarılı yanıtlar -(çözümler) verilemez olur. Kısacası, Toynbee'nin düşüncesinde, coğrafi ortamın yarattığı zorluklar, çeşitli uygarlıkların doğmasında önemli bir rol oynarlar. Bu süreçde asıl önem taşıyan öge ise, Toynbee'nin "meydan okuma" olarak nitelendirdiği zorlukların ne çözülemeyecek kadar ağır, ne de rahatlıkla çözülebilecek kadar kolay olmamasıdır. Başka bir deyişle, kolay coğrafi koşullar, kolay bir ortam kişileri tembelliğe itmekte, sonunda da uygar. lığın gelişimi yavaşlamaktadır. Çünkü insanlar ve toplumlar, zorluklarla savaşa savaşa güçlenirler ve kendilerine güven kazanırlar. Toynbee'nin kuramındaki gerçek payı ne olursa olsun, örneğin birkaç yüzbin nüfuslu Kuveyt'in uluslararası alandaki önemini, bu ülkedeki çok zengin petrol kaynaklarını gözönüne almadan açıklamak olanağı yoktur. Zengin doğal kaynaklar - b a z ı dış güçlerin iştahını kabaıtmakla birlikte- başkalarının ürettiği teknolojiyi, başkalarının çabalarıyla gelişen uygarlığın ürünlerini satınalmak olanağını da vermektedir. Toynbee'nin kuramı ile bir ölçüde çelişen bir gerçeği de, az gelişmiş ülkelerin durumları ile kendilerini çevreleyen doğal koşullar arasındaki bağlantıyı incelerken göreceğiz. d) Az
Gelişmişliğin
Coğrafi
Nedenleri
İklim ve doğal kaynakların siyasal gelişimi ne ölçüde etkilediğini gördükten sonra ortaya bir soru çıkıyor: Acaba "az gelişmişlik" ile kötü iklim koşulları ve kısır doğal kaynaklar arasında bir bağlantı olduğu söylenebilir mi? Gelişmiş, orta derecede gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin dünya haritası üzerinde nasıl dağıldıklarına dikkat edince, ortaya çıkan görünüm şu: En az gelişmiş ülkeler kutuplarda, ekvatorda ve çöllük bölgelerde bulunuyor. Gelişmiş ülkeler ise büyük çoğunluğu ile ılıman iklim kuşağına yerleşmiş. Bozkırlarla kaplı ülkeler de az gelişmişliğin üst sınırında yer alıyorlar. Ama en geri kalmış ülkelerin bulunduğu bölgelerde farklı durumlara da rastlayabiliyoruz: Bazı büyük akarsuların vadileri 37
(Fırat ve Nil gibi) ya da muson yağmurlarından yararlanan bölgelerde daha yüksek düzeyde bir gelişim göze çarpıyor, (israil'in durumu ise, özel koşullarından dolayı çok farklıdır. Bu ülke, gelişmişliğini çok sayıdaki nitelikli işgücüne ve dışdan aktarılan büyük parasal kaynaklara borçludur!) Kendi ülkemizin bölgeleri arasında bile, coğrafi koşulların olumlu ya da olumsuz bulunmasına koşut olarak gelişme düzeyi farklılıklarını açıkça görebiliriz. Bu gelişme düzeyi farklılıkları da, doğal olarak toplumsal yapıya ve dolayısıyle siyasal yaşama yansımaktadır. Türkiye'ye benzer bir durum İtalya'da da var. Kuzey İtalya'nın gelişmiş bir bölge olmasına karşılık, Güney İtalya'yı az gelişmiş bir bölge saymak olanaklıdır. Bu ayrım ise büyük ölçüde ' coğrafi koşullardan kaynaklanmaktadır. Gelişmişlikle ırklar arasında doğrudan bir ilişki bulunduğunu savunan ırkçı kuramlara en iyi yanıt olarak da bu örnekleri verebiliriz. Aynı ırktan insanlar, farklı coğrafi koşullarda farklı gelişme düzeylerine ulaşmakta ve farklı davranış biçimleri geliştirmektedirler. Bu, benzer koşulları paylaşanların benzer tutumlar takındıklarının bir göstergesidir. Toplumların evriminde coğrafi koşulların çok önemli bir etkisi olduğuna inanan bilim adamları arasında Gordon Childe'm özel bir yeri var. Childe'a göre; fiziksel çevredeki değişikliklere hayvanlar biyolojik evrimle, insanlar ise kültürel gelişmeyle uyarlar. Bu nedenledir ki, çevre koşullarının hızlı değişiminde birçok hayvan türü yaşam şansını yitiriıken, insanın çevreye uyumu sürebilmiştir. Ama her toplum benzer çevre koşullarına benzer tepkiler vermez. Çünkü her toplum, daha önceki deneyimlerinin ürünü olarak geliştirmiş olduğu davranış biçimleriyle çevreye uymaya, yeni sorunlara çözüm getirmeye çalışır. Elbette o geçmiş deneyimlerin oluşumunda da coğrafi koşulların etkisi son derece önemlidir. Gordon Childe "Tarihte Neler Oldu" adlı yapıtında, bu konudaki görüşlerini şöyle özetliyor: "Maddi kültür geniş ölçüde bir çevreye karşı gösterilen bir tepkidir. Bu tepki, belli bir bölgede 38
yerel yiyecek kaynaklarından yararlanmak ve vahşi hayvanlardan, sellerden ya da diğer tehlikelerden korunmak yolunda, o bölgenin özel iklim koşullarının yol açtığı ihtiyaçları karşılamak için geliştirilen düzenleri içerir. Farklı topluluklar farklı icatlar geliştirmeye, yiyecek, yakacak, barınak ve alet sağlama yolunda, farklı doğal kaynakları nasıl kullanmaları gerektiğini keşfetmeye zorlanmışlardır. Orman halkları ağaç işleri, marangoz aletleri, kütükten yapılmış evler ve yontulmuş süs eşyaları geliştirebilirler; kır halkları kemiği ve sepet örmeğe yarayan kamış ve ağaç kabuklarını ve deriyi daha çok kullanmak zorundadırlar; bu halklar yaşamlarını baltalara sahip olmadan da sürdürebilirler, zorunlu olarak deri çadırda ya da toprak altındaki barınaklarda yaşarlar. Kendi özel çevresinin etkilerine cevap olarak her toplumun farklı yollar ve düzenler geliştirmesi beklenebilir. Fakat, ne iyi ki, yoğun keşifler ve icatler geliştirildikleri bölgelerde hapsedilmiş kalmazlar". Coğrafi koşulların toplumların evrimi üzerindeki etkisini ve bu arada az gelişmişlikte oynadığı rolü değerlendirirken, teknoloji ile bağıntısını da gözönüne almak zorundayız, insan -ilk insandan bu y a n a - önce yaşamak, sonra iyi yaşamak için doğa ile sürekli mücadele eder. Bu savaşım sırasında teknikler gelişir, bilgi ve araç birikimi olur. Sanayileşme aşamasına kadar çeşitli toplumların ayrı gelişim çizgisi izlemesinin başlıca nedeni teknik yetersizliktir. Her toplum kendini çevreleyen coğrafi koşullara göre teknolojisini geliştirir ve bu teknolojik düzey de daha sonraki evrimini etkiler. Düşük teknolojik düzeyde coğrafi etkenlerin önemi arttığı için, değişik coğrafi koşullar farklı gelenilere yol açar. Oysa sanayileşme ile teknik doğaya egemen olmaya başlayınca, coğrafi koşulların etkisi çok azalır ve aynı teknik düzeydeki toplumlar birbirlerine benzemeye yüz tutarlar. Bunun en iyi örneğini, çöl koşullarında bile Batılı toplumu gerçekleştirebilen israil'de görüyoruz. e) Türk Tarihi İle İlgili K u r a m l a r Coğrafi koşulların insanların kişilikleri ve toplumların evrimine yaptıkları etkiyle ilgili olarak öne sürülen bazı kuramlar, Türk Tarihinin belirli evrelerine de ışık tutuyorlar. 39
Fransız coğrafyacı J e a n Brunhes'e göre; şiddetli kışların hüküm sürdüğü Orta Asya bozkırlarında insanların yerleşip tarımla yaşamaları olanaksızdı. Sürüleri ile dolaşan göçebe topluluklar bu doğal koşulların bir ürünüydü. Uçsuz bucaksız bozkırlarda uzağı görmeyi, sulak odaklar sezmeyi gerektiren güç koşullar, bu göçebe insanlara, mesafelere ve öteki insanlara egemen olma yeteneklerini kazandırmıştı. îşte bu ortamdadır ki, tarihin tanıdığı en büyük ve en cesur fatihler çıkmıştır. Cengiz Han, Timur ve Kubilay g i b i . . . Yerleşmiş, tarımla uğraşan kişilerin, Çin'in ve Hindistan'ın, uzun yıllar boyunca Mogollara yani göçebelere boyun eğmelerindeki neden budur. Brunhes "İnsan Coğrafyası" adlı yapıtında şöyle diyor: "Musonların, Hindistan, Siam, Çin-Hindi, Çin ve Japonya'nın özelliğini oluşturan birkaç kez verimli ürün alınmasına olanak verdiğini biliyoruz. Olağanüstü bir sanat bu ülkelerde gelişti've gıda maddelerinin bolluğu nüfusun yoğunluğuna neden oldu (...) Tersine, sert kışlı Orta Asya'nın otlarla kaplı bozkırları yoğun bir tarıma olanak vermemektedir. Ancak sulak vahaların bulunduğu dağ saçaklarında tarım yapılabilir. Onun dışında her yerde, doğal ortam kırsal bir sanata elverişlidir. Atlı çobanların alanı bunun en iyi örneğini oluşturuyordu: Uçsuz bucaksız bir alana sürüleriyle dağılmış, sürekli yer değiştirmek, uygun otlakları ve su kaynaklarım önceden ve uzaktan sezmek zorunda olan küçük insan toplulukları, bizzat işlerinin gereği olarak, mesafeye ve benzerlerine egemen olmaya hazırlıklı duruma getiren bir davranış ve strateji duyusu kazanıyorlardı (...) Bu atlı çoban tozu ve hızla üreyen, bütün güneye ve doğuya yığılmış bulunan küçük çiftçilerin uğuldayan yoğunluğu arasında, bunlardan hangisi dünyaya yün verdi? Birinciler. Yüzyıllar boyunca, bizzat Çin, Hindistan Moğollara ve Mançurlara, yani göçebelere, büyük çobalara boyun eğdiler". Aslında göçebe yaşamının toplumsal-siyasal evrime etkisi üzeıindeki görüşlere daha İbni Haldun'da bile geniş ölçüde rasüayabiliyoruz. İbni Haldun'a göre; göçebeler kentlilerden daha yiğit ve cesurdular. Çünkü kentliler, rahat döşeklerinde yan gelip yatmışken, mal ve canlarını koruma işini kendilerini yönetenlere ve kale duvarlarına bırakmışlardı. NimeÜer ve bolluk onları aşırı bir güvene ve gevşekliğe itmişti. Oysa ken40
dilerini koruyacak surları ve kaleleri bulunmayan göçebeler, tenha köşelerde kendilerini ve ailelerini bizzat korumak zorundaydılar. Kendilerinden başka güvenecekleri kimseleri yoktu. "Uyumaktan sakınırlar, ancak oturdukları yerde, yahut deve semeri veyahut at eğeri üzerinde hafif bir surette uyurlar"dı. "Şiddet ve güç" göçebelerin yaradılışlarının bir parçası haline gelmişti. "Şehirliler bunlarla karışır ve bunlarla birlikte sefer ederlerse, bunların çoluk çocukları gibi olurlar"dr. Burada, İbni Haldun'un toplumbilimlerine öıjemli bir katkısı olan "asabiyyet" kavramına değinmekte yarar var. İbni Haldun'un, grup dayanışmasının ürünü olan bir güç biçiminde anladığı "asabiyyet", göçebelerde daha üstüıdü. Birleştirici, eyleme yöneltici, karşılıklı yardımlaşmayı ve birbirini korumayı sağlayan bu toplumsal bağın, göçebelerde daha çok gelişmiş oluşu, onların yerleşik toplumlara olan üstünlüğünün temeldeki nedeniydi. "Asabiyetin sonucu ve amacı ise devlet kurmak"tı. Torynbee de, göçebe yaşamının Türklere kazandırdığı bu örgütçülük ve disiplin gücünün, yerleşik toplum aşamasına geçtikten sonra da etkilerini büyük ölçüde sürdürdüğünü avunmaktadır. Montesquieu, "büyük Tatar ülkesi"nin çok soğuk olduğunu, toprağı işlemenin olanaksız bulunduğunu, hayvan sürüleri için otlaktan başka birşeyin yokluğunu, ağacın yetişmediğini, ancak fundaların yeşerebildiğini vurguluyor. Çin Tataristan'mda, yılın yedi ya da sekiz ayında don altında kalan toprakları anlatıyor. Doğu Denizine doğru birkaç kentle, Buhara, Türkistan ve Harezm'de birkaç yerleşme merkezinin dışında kentleşmenin olamadığını söylüyor. Asya'da -Avrupa'nın tersine- tam anlamıyla ılıman iklimin egemen olduğu ülke bulunmadığına ve çok soğuk ülkelerle çok sıcak ülkelerin yan yana yer aldığına dikkati çektikten sonra şöyle diyor: "İşte bütün bu nedenler yüzünden, Asya'da yaşayan milletler kuvvetli ve zayıf diye birbirlerinin karşıtı olurlar ; yürekli, savaşçı ve hareketli insan toplulukları, kadınlaşmış, tenbel ve ürkek insan topluluklarıyla hemen hemen yan yana bulunurlar : Şu halde bura halkının 41
kir bölümünün istilacı bir bölümünün de köle olması gerekir. Avrupa'da ise tersine, karşı karşıya gelen milletler hemen her zaman denk kuvvetlidirler ; birbirleriyle temasta olan milletlerin cesaretleri aynıdır. Asya'nın zayıf Avrupa'nın kuvvetli, Avrupa'nın özgür, Asya'nın köle olmasının en büyük nedeni budur işte". Montesquieu, Kuzey Avrupa'da yaşayanların özgür insanlar olarak Avrupa'yı istila ettikleri, oysa Kuzey Asya'da yaşayanların Asya'yı "köle" olarak, efendileri için ele geçirdikleri kanısındaydı. Türklerin bir kolu olan Tatarların kendi ülkelerinde de bir baskı rejimi olduğunu, bir efendinin kölesi olarak yaşadıklarını söylüyordu. Bu açıdan ele geçirilen ülkelerin halkı ile o ülkeleri ele geçiren insanlar arasında temelde bir fark yoktu, ikisi de aynı efendinin kölesi durumundaydılar. Montesquieu, bu durumun coğrafi nedenlerden kaynaklandığını bir kez daha vurgulamadan edemiyor: "İstilâ eden Tatarların bir bölümü çoğu zaman bizzat oturduğu yerden kovulur ; bu bölüm göç ettiği çöllere, kölelik ikliminde benimsediği kölelik ruhunu da beraberinde götürür". Montesquieu'nûn Avrupa'yı, değerlendirirken olaylara pembe gözlüklerle baktığı, Asya söz konusu olduğunda da fazla olumsuz bir tutum takındığı söylenebilir. Düşünce zincirindeki kopukluklara, hatta bazı çelişkilere de dikkat çekilebilir. Örneğin Avrupa ve Asya'da güç dengeleri üzerine kurduğu çözümlemesinin tutarlı olmasına kaışılık, Asya'nın dağlık bölgelerinde ve soğuk iklimin egemen olduğu kuzeyinde bile özgürlükçü eğilimlerin neden gelişmemiş bulunduğu sorusu yanıtsız kalmaktadır. Montesquieu'nûn bazı söylediklerinin tersine, eski göçebe toplulukların ve bu arada Türklerin oldukça eşitlikçi, toplumcu ve bağımsız bir yaşam biçimine sahip bulunduklarını biliyoruz. D o ğ a n Avcıoğlu "Türklerin Tarihi" adlı yapıtının ilk cildinde, su ve otlak yetersizliği nedeniyle Orta Asya'daki Türklerin küçük boylar halinde yaşamak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Bu boylar ancak savaş, savunma ya da sürek avı nedeniyle biraraya geliyorlardı. Bir araya geldiklerinde, geçici Süre için bir "başbuğ" (askeri önder) ya da av önderi seçiyoı42
lardı. Savaş ya da av bitince, seçimle işbaşına gelen önderin görevi sona eriyor ve her boy ve oba kendi bölgesine çekiliyordu. Göçebeliğin güç koşulları, bir kenarda durup yalnızca emirler yağdıran bir soylular sınıfının doğmasına izin vermediği gibi, ilk zamanlarda sürüler bile ortaktı. Avcıoğlu, coğrafi koşulların zorlamasıyla ortaya çıkan bu düzeni "kendiliğinden demokrasi" olarak nitelendiriyor: "Bağımsız boyların, güçleri düzenleyecek ve çıkacak anlaşmazlıkları çözümleyecek bir başkanları bulunsa bile, başkanın topluluğun üstünde bir yetki ve yaptırım gücü yoktur. Kararların alınmasına herkesin katılma hakkı vardır ve yargılamalar topluluk önünde yapılır. Polis, jandarma vb. yoktur. İlkel ve kendiliğinden demokrasi egemendir". Avcı boylar göçebe çoban yaşamını bile kabullenmiyorlar ve "eşitlikçi sefalet koşullarını" tercih ediyorlardı. Boy önderleri bir başkasına bağımlı değillerdi. Koşullar "ben" duygusu yerine "biz" duygusunu ön plana çıkarıyordu. Çünkü birey ancak boyun bir üyesi olarak varlığını sürdürebilirdi. Gerek güvenlik gerekse beslenme ve barınma açısından tek başına kendi kendine yetebilmesi söz konusu olamazdı. Bireyciliğin, ancak tarıma dayalı yerleşik toplum aşamasına geçtikten sonra gelişmeye başladığı açıktır. Türklerin çok uzun süren göçebe geçmişleri, daha sonra fetihlere dayalı devletler kurmalarında da elbette ki etkili olmuştur. Kaynaklar, Attilla'nın 435 yılında Bizanslılarla yaptığı anlaşmanın at üzerinde tartışılıp gene at üzerinde imzalandığını belirtiyorlar. Aslında Türklerin de içinde bulunduğu göçebe kavimlerin büyük akınlarını gene coğrafi nedenlere dayandırarak açıklamaya çalışanlar da var. Amerikalı coğrafyacı Huntington, Orta-Asya ikliminin eskiden nemli olduğu kanısındaydı. Daha sonra iklimin zamanla kuraklaştığını ve bu nedenle de, orada yaşayan toplulukların kendilerine yeni yerler aramak zorunda kaldıklarını öne sürüyordu. Moğolların sürekli genişleme eğilimlerini ve Batı Avrupa'nın "Barbarlar" tarafından istilasını hep istilacıların ülkesindeki kuraklaşma ve çoraklaşmayla açıklamaktaydı. 43
A
Osmanlı toplum yapısının feodaliteden farklı olduğunu ve "Asya Tipı"ne girdiğini öne süren görüşler de doğal koşulların farklılığından kaynaklanmaktadır. "Asja Üretim Biçimi" kuramı, Doğu tarımının temelini büyük kanal ve su yollarının oluşturduğu savından hareket eder. Doğa koşulları başka türlü tarım yapılmasını zorlaştırmaktadır. Suyu iktisadi ve ortak kullanma önemli bir zorunluk olarak ortaya çıkmaktadır. Teknoloji geri, oysa topraklar çok geniştir ye yeterli yağış alamamaktadır. Bu durum, özellikle su yollarının yapımı için merkezi bir otoritenin işe karışmasını gerektirmektedir. Toprağın ortak mülkiyeti devlette olunca da, bazı marksistlerin "Doğu Despotizmi" olarak nitelendirdikleri devlet biçimi oluşmaktadır. (("Doğu Despotizmi"nde siyasal iktidarın üç temel işlevi Sozkonüsudur: " i ç talan" olarak nitelendirilen, vergi almak; "dış talan" olarak nitelendirilen, savaş yapmak; ve su dağıtımını düzenlemek.) Bu modelin çözülmpye ve ekonomik evrime, diğer sistemlere göre daha çok direndiği öne sürülüyor. Osmanlı toplumunun zamanla Batı'nın gerisinde kalması da bu kuramsal çerçeveden harekede açıklanılmaya çalışılıyor. Demek ki "Asya Tipi"nin temelini, coğrafi nedenlerden dolayı toprak mülkiyetinin devlete ait olması oluşturmaktadır. Bu sistem içinde birey topluluktan bağımsız olamıyor, tarım ile zanaatkârlık bütünleşiyor, üretim topluluğun kendi içinde devrediyor. Sonuç olarak da ticaret, sanayi ve sermaye birikimi gelişemiyor. Sistem ancak dışardan, Batı kapitalizminin zorlamasıyla yıkılabiliyor. Osmanlılarda toprak mülkiyetinin devlete ait olması nedeniyle, toplum yapısının _ve siyasal modelin "Asya Tipi"ne girdiğini öne sürenlerin başında Prof. Sencer Divitçioğlu ile romancı K e m a l Tahir geliyordu. Prof. Niyazi Berkes de -adını koymamakla birlikte- bu görüşe yaklaşıyordu. Ama Marx ve Engels'in "Doğu Sorunu" hakkındaki görüşlerinden kaynaklanan bu açıklamaya katılmayanların sayısı oldukça fazladır. Bizzat Engels bile şu cümlesiyle, Türk toplumunun yapısını "bir tür feodalizm" saymaktadır: "Doğuda ilk olarak Türkler, istila ettikleri ülkelerde bir çeşit toprak beyliği feodalizmi uygulamışlardır". 44
Konuyu biraz aşmakla birlikte, Osmanlı toplum yapısının yukardaki modelle bağdaşmayan bazı yanlarını anımsatmakta yarar görüyoruz: Osmanlı köyünde bireysel aile ekonomisi egemendi. Osmanlı köylüsünün "özel mülkiyete oldukça yaklaşan" bir toprak kullanma hakkı vardı. Pazar için üretim oldukça önemli olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğunun iç ticareti gibi dış ticareti de "Asya Tipi"yle bağdaşmayacak boyutlardaydı.
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Aristoteles; Politika
(Çev.
Mete
Tuncay),
Ankara,
1975.
Aristo; Politika (Çev. Niyazi Berkes), Ankara, 1944. Brunhes, Jean; La Geögraphie Humaine (Ed. abregee), PUF, Paris, 1947. Childe, Gordon; Tarihte Neler Oldu (Çev. A. Şenel ve M. Tuncay), Odak yayınları, Ankara, 1975. Childe, Gordon; Man Makes Himseld, Watts and Co., London, 1965. . Divitçioğlu, Sencer; Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Köy Yayınları, İstanbul, 1971. Duverger,
Maurice; Sociologie Politique, PUF, Paris,
1966.
Haldun. İbni; Mukaddime (Çev. Zakir Kadiri Ugan), .MEB, İstanbul, 1968. Hassan. Ü m i t ; îbn Haldun'un Metodu ve Siyaset Teorisi, SBF Yayınları, Ankara, 1977. Kongar, Emre; Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979. Lavıgne, P.; Climats et sociétés, Paris, 1966. Montesquieu; Kanunların Ruhu Üzerine (Çev. F. Baldaş), MEB, Ankara, 1963. Moreau, Dupuis, Georgel; Sociologie Politique, Cujas, Paris, , '1966. 45
Sencer, M u z a f f e r ; Osmanlı Toplum Yapısı, Ant İstanbul, 1969.
Yayınları,
Timur, Taner; Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, 1979.
Yayınları,
SBF
Toynbee, Arnold; Türkiye (Çev. Kasım Yargıcı), Yayınları, İstanbul, 1971.
Milliyet
Toynbee, Arnold; The Study of History, Oxford Un. London, 1969. 2. D E M O G R A F İ K
Press,
ETKENLER
İnsanoğlu günün birinde dünyaya sığmayacak kadar çoğalacak mı? Ekilebilen topraklar -tarımsal teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin- gözle görülür bir hızla artan dünya nüfusunu ne zamana kadar doyurabilecek? (Halen dünyanın olumsuz doğal koşullarının etkisindeki bazı bölgelerinde açlıktan ölenleri ya da yarı aç yaşamak zorunda bulunanları unutmuyoruz elbette!) Uzay araştırmaları sonunda ulaşılabilecek başka dünyalar, acaba bu sorunlara yeni çözüm yolları getirebilecek mi? İnsanoğlu demografik basınç altında kalınca, kutuplarda, çöllerde, hatta denizlerin altında da yaşamını sürdürmesine olanak verecek bir teknolojiyi geliştirebilecek mi? Giderek kurgu-bilimin ya da gelecek-bilimin (fütüroloji) alanından çıkıp somut araştırmalara konu olmaya başlayan bu "büyük" sorunları bir yana bırakalım; ama bunlardan sonra gelen küçük demografik sorunlar bile, siyasal yaşam üzerinde ağırlığını duyuruyor. Küçük topluluklar içindeki siyasal yaşamla büyük toplumlardaki siyaset olgusunun farkını, nüfus patlamasının rejimler üzerindeki etkisini ve kentleşme sürecinin siyasal davranışlara katkısını ayrı ayrı gözden geçireceğiz. a) Topluluktan
T o p l u m a Siyasetin
Boyutları
"Topluluk" ve "toplum" ayrımı, toplumbilimcilerin eskiden beri önem verdikleri bir konu olmak özelliğini koruyor. 46
Çünkü aradaki fark yalnızca topluluğun az sayıda, toplumun ise çok sayıda üyeden oluşması değil. Nüfusun artmasıyla birlikte, o toplumu oluşturan bireylerin aralarındaki ilişkilerin biçimi de değişiyor. D u r k h e i m bu ayrımı "mekanik dayanışma'" ve "organik dayanışma" olarak nitelendirmiştir. Birbirlerine benzeyen bireylerden, birbirlerinden çok farklı bireylerden oluşan bir topluma geçilmektedir. Çünkü iş bölümü ileri boyutlara varmaya başlamıştır. Birbirlerine benzeyenler arasındaki dayanışma "mekanik", birbirlerini tamamlayacak işlevlere sahip kişiler arasındaki dayanışma ise "organik"tir. Bir solucanı parçalara ayırsanız, her parça yaşamını kendi başına sürdürebilir. Ama bir köpeği ikiye bölerseniz ölür. Çünkü solucanın organları arasında ileri bir görev bölümü yoktur, ana köpekte durum tersinedir. Bir köy içinde herkes birbirini tanır, ilişkiler kişiseldir. Oysa bir ülkenin tüm insanlarının birbirini tanımasına olanak yoktur. İlişkilerde aracı kurumların yeri büyüktür. Köydeki muhtar seçimlerinde siyasal çekişme kişiler arasındadır. Yasama organları için yapılan seçimlerde ise çekişme kişisel olmaktan çok toplumsal bir görünüm kazanır. (Küçük ve büyük toplumlardaki siyasal olayların temeldeki farklılıklarına değinen bazı siyasal bilimciler, "mikro iktisat-makro iktisat" ayrımını anımsatan bir "mikro politik-makro politik" ayrımını benimsiyorlar) . Kalabalık toplumlardaki siyasal yaşamda iki önemli değişiklik görüyoruz: Bürokratikleşme ve yerinden yönetim. Bir toplumda nüfus arttıkça, siyasal yaşamın ana organları ve güçleri bürokratik bir görünüm almaya başlıyor. Yönetenler kide ile doğrudan ilişkilerini yitiriyorlar. Araya kocaman, hantal bir bürokrasi giriyor. Yöneten-yönetilen ilişkileri bürokrasinin belirli kalıpları içine sıkışıyor. Siyasal iktidarı ele geçirmek ya da etkilemek isteyen güçler de aynı şekilde bürokratik nitelikler kazanıyorlar. Sendikalar ve siyasal partiler, bazen binlerce ücretli görevlinin çalıştığı büyük kuruluşlar haline geliyorlar. Kişiler siliniyor, yerini bürokratik süreçler alıyor.
Öfneğin daha bu yüzyılın başında bile, Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin, işçilere siyasal eğitim vermek için okulu, 94 tane gazetesi, halk tiyatroları gibi kuruluşları vardı. Bu çeşitli kuruluşlarda -çoğu üniversite bitirmiş aydınlardan oluşan- dört bini aşkın kişi çalışıyordu. Siyasal çatışma böylece kişisel olmaktan çıkıp büyük kuruluşlar arasında geçmeye yüztutunca, birey de siyasal yaşama karşı bir yabancılık duymaya başlamaktadır. Yirminci yüzyılda kişisel iktidar eğilimlerinin güç kazanmasındaki temel nedeni buna bağlayanlar vardır. Tek bir önderin kişiliği ile eşdeğer duruma gelen siyasal partilerin sayısının artması biraz da bundandır. Yönetici kadronun tek kişide temsili anlamına gelen bu olgu, yönetilenlerdeki kişisel ilişki gereksinmesine yanıt vermektedir. Önderlerin fazla önemsenmesinin, siyasal hareketlerin önderleriyle bütünleşmesinin yalnızca geri kalmış ülkelere özgü bir durum olduğunu sanmak yanılgı olur. Batı'nın demokrasi geleneği eski ve köklü olan ülkelerinde bile durum ortadadır. Hatta kişileri putlaştırmanın karşısında bir felsefeye, kişilerden çok toplumsal sınıflara önem veren bir ideolojiye sahip olan marksist rejimlerde, önderler kısa zamanda kahramanlaştırılıyor, efsaneleştirilebiliyorlar. Bir Stalin olayı elbette ki rastlantılara bağlanamaz. (Ama bu tür önderlerin çıkışının tek nedene bağlı olamayacağı açıktır. Öteki nedenleri ilerde göreceğiz). Nüfusun kamu yönetimindeki önemi. Eski Yunan'dan beri birçok düşünürün dikkatini çekmiştir. Aristo, yurttaşların sayısının, yönetenlerin yönetilenleri tanımayacağı kadar fazla olmaması gerektiği kanısındaydı. Kentin büyüklüğü ise, bir tellalın yüksekçe bir yere çıkıp bağırdığı zaman herkesin duyabileceği sınırı geçmemeliydi. Hocası Eflatun bu konuda daha da ileri gitmiş ve ideal bir devletin 5040 yurttaşa sahip bulunması gerektiğini öne sürmüş, bunun nedenlerini uzun uzun açıklamıştı. Nüfus belirli bir sınırı aşınca yalnız büıokratikleşme zo-' ruııluğu doğmaz, aynı zamanda merkezden yönetim de giderek olanaksızlaşmaya başlar. Coğrafi genişlik gibi, nüfus artışı 48
da yerinden yönetimi gerektiren nedenler arasındadır. Merkezi iktidarın bazı yetkilerini bölgesel organlara bırakması demek olan yerinden yönetim, yönetilenlerin daha çok yönetime katılmalarına olanak verdiği için, demokrasinin gerçeklik kazanmasında etkin olan yönetim biçimlerinden birisi olarak değerlendirilebilir. Ama yerinden yönetimin dcmokratikliği, kullanılan yetkinin genişliğinden çok, o yönetimin oluşma biçiminden kaynaklanır. Her yetki devri, yönetimin demokratikleşmesi süreciyle ilgili değildir. Örneğin federa 1 rejimler ve yerinden yönetime dayalı çözümler, halkın yönetime daha çok katılmasını öngören demokrasi anlayışlarından çok, demografik ve coğrafi zorlamaların ürünü olmuşlardır. b) K e n t l e ş m e ve Siyasal Davranışlar Özellikle gelişme sürecindeki ülkelerde ortaya çıkan ve siyasal yaşamı önemli ölçüde etkileyen bir sorun da hızlı kentleşmedir. Seçim sonuçlarıyla ilgili ayrıntılı istatistiklere gözattığımız zaman, kentlerdeki oy kullanma eğilimleri ile kırsal kesimlerdeki eğilim ayrılıkları dikkatimizi çekiyor. Genellikle kalabalık nüfuslu yerlerde seçmen oyları daha değişim yanlısı yani ilerici olmakta, az nüfuslu yerlerde ise seçmen çoğunlukla tutucu eğilimler göstermektedir. Kırsal kesimle kentsel kesim arasında siyasal davranışlar açısından görülen büyük farklılaşmanın nedenlerini teker teker ele almakta yarar var. Eğitim düzeyinin düşüklüğü, dine ve törelere bağlılık, uğraşlar ve yaşam biçimi arasındaki benzerlik, yüzyüze iletişimin egemen oluşu, dayanışma duygusunun güçlülüğü ve kaderci eğilimlerin belirginliği, kırsal kesim topluluklarının temel .özelliklerini oluşturur. Benzerliklerin çokluğu ve nüfusun azlığı, toplumsal ilişkilerin kente göre daha yakın ve içten olmasını kaçınılmaz kılar. Ama kırsal kesim insanının, "kendisini bir başkasının yerine koyması, olayları başkalarının bakış açısından da görebilmesi, başkalarının duygularını anlayabilmesi" çok zordur. Çünkü benzeyenlerden oluşan böyle bir 49
toplumsal ortamda, benzemeyenleri anlama diye bir gereksinme ya da alışkanlık yoktur. Yapının ağır değiştiği geleneksel toplumlarda, koşulların ağır değişmesine koşut olarak tutum ve davranışlar da çok zor değişir. Böyle bir ortamda her yenilik genellikle korku ya da en azmdan kuşku uyandırır. Eğitim düzeyinin geriliği nedeniyle, yeniliğin ne getireceğiyle ilgili bilinç düzeyi de düşüktür. Bilinmeyen şey ise korkuyu arttırır. Toplumsal yapının çok ağır değişmesine bağlı olarak, insanlar kanı ve davranışlarını değiştirmeye de alışmamışlardır. Değişmeyen şeylerle ilgili olarak belirli kanılar yerleşmiştir. Yeni durumlarla karşılaşamadığı için, insanlar kanı ve tutum açıklama alışkanlığı da edinmemişlerdir. Zaten herkes birbirini ve dolayısıyle de birbirinin genel tutumunu bilmektedir. . f ^ , I II » Kentin insanı için durumun tamamen tersine olduğunu söyleyebiliriz. Hergün hatta heran yeni ihsanlarla ve yeni durumlarla karşılaşmak, insanları sürekli görüş açıklamaya, kendini tanıtmaya, başkalarını anlamaya, yeniliklere alışmaya zorlar. Toprağa bağlı üretim, hemen her zaman doğa koşullarının etkisine en açık olan üretimdir. Hele geri tekniklerin uygulandığı bir ortamda, insan ne kadar çaba gösterirse göstersin, alacağı ürün gene de doğal koşullara bağlı olacaktır. Bir su baskını ya da kuraklık, aylar süren bir çabayı hiçe indirebilecektir. Doğa koşullarına bu ölçüde bağımlılık, insanları elbette ki kaderci yapar. Köylük yerlerde, seçmen kitlesinin üzerinde yaşlıların ve din adamları başta olmak üzere belirli bir "kanaat önderi" tabakanın etkisi belirgindir. Koşullar çok ağır değiştiği için, bugün karşılaşılan sorunların çözümünde, o koşullarla ya da benzerleriyle bir kuşak önce de karşılaşmış bulunanların edindikleri deneyim önemli bir araç olmaktadır. Deneyimlere ve dolayısıyle yaşlılara saygı, bu nedenlerden dolayı geleneksel toplumlarda belirgin bir tutum olarak önemini korur. Oysa insanlar yaşlandıkça, ilerde inceleyeceğimiz nedenlerle tutu50
culaşırlar. Böylece yaş, eğitim ya da çıkar nedeni ile tutucu olan bir kesimin etkisi ile seçmen kidesi biçimlenmiş olur. Seçmene "mesaj"lar genellikle o kişilerin aracılığı ve dolayısıyla yorumlarıyla ulaşır. Kentlerde kişi kitle haberleşme araçlarının etkisine çok daha fazla açıktır. Kendinin çeşitli ortamlarla ilişkileri artar ve kitlesel hareketler önem kazanır. Yeni düşünceler ve dola.yısıyle çağdaş ideolojiler ancak kentsel ortamda yayılmaya uygun koşulları bulurlar. Türkiye'de kırsal kesimde yapılan araştırmalar, yazılı basının etkisinin yok denecek düzeyde olmasına karşılık, radyo ve televizyonun etkisinin giderek arttığını gösteriyor. Örneğin Aysel Aziz'in Ankara'nın üç köyünde gerçekleştirdiği araştırmaya giren deneklerin % 85'i, ülkeyle ilgili haberleri radyo ve televizyon aracılığıyla izliyordu. Geriye kalan ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu % 15 ise, yüz yüze ilişki ya da "aile" ve "komşu" çevreleri aracılığıyla bu gibi konularda bilgi edinmekteydi. Ama bu görünüm, kırsal kesimle ilgili olarak yukarda sıraladığımız özelliklerin köklü bir değişim geçirdiği anlamına gelmemektedir. Radyo ve televizyon aracılığıyla alınan bilgilerin yorumlanmasının gene geleneksel etkileşim ortamında yapıldığı unutulmamalıdır. Sadece kitle iletişim araçlarının doğrudan etkisinin başlaması ile önemli bir değişme öğesinin devreye girmiş olduğunu söyleyebiliriz. 1917 Rus ihtilalinden sonra, 1936 yılına kadar geçen süre içinde, yeni rejimin köylülerin siyasal etkinliklerini kısmak için çeşitli yollara başvurmuş oluşu ilginçtir. 1918 Anayasasına göre, kentler her 25 bin kişi için bir milletvekili seçerken, köylülere ancak her 125 bin kişi için bir milletvekili seçme hakkı tanınmıştı. Ve bu durum, devrim kendisini güvende hissesinceye kadar, 1936 Anayasasına gelinceye dek sürdü. Oysa Fransa'da durum tersinedir. Senato seçimlerinde, köylük yerler nüfuslarıyla orantılı olmayan bir ağırhk kazanıyorlar. Çünkü senatörler genel oyla değil, milletvekilleri, il genel meclisi üyeleri ve belediye meclisi üyelerince seçilmektedirler. Fransa'da halen 465 milletvekili, 3032 il genel meclisi 51
üyesi ve 100 binden fazla da belediye meclisi üyesi bulunduğuna göre, senatör seçimi sonuçlarım, bu sonuncu kesimin oyları belirliyor demektir. Belediye meclislerinin üye sayıları, nüfusla orantılı olarak, belirli bir nüfus birimine göre oluşmadığından, düşük nüfuslu yerlerin önemi artıyor. Örneğin halkın ancak % 33'ü nüfusu 1500'den az olan yerleşme birimlerinde - y a n i köylerde- yaşadığı halde, Senato'nun % 53'ü bu kesimin temsilcileri ile doludur. Örnek olarak aldığımız bu iki ülkedeki zıt yönlü çabalar, her iki ülkede anayasayı oluşturan güçlerin topluma vermek istedikleri yönün yansımasından başka birşey değildir. Toplumsal yapıda hızlı ve köklü değişiklikleri öngören siyasi güçler, kırsal kesimin siyasal karar süreçlerindeki ağırlığını azaltmak isterlerken; tutucu siyasal güçler de tersine bir yolu seçiyorlar. İkisinin tercihi de bilinçli ve seçilen amaçla uyumludur. Özellikle Türkiye ve benzeri ülkeler açısından önem taşıyan bir olgu da, kırsal toplum kesimleriyle kentsel toplum kesimleri arasında bir çeşit geçiş aşamasını oluşturan gecekondulaşma sürecidir. Kente akım sonucunda gecekondulara düşen köylünün değerler sistemi köklü bir sınav geçiriyor. Gelenek ve töreleri ile çatışma durumunda bulunan bir ortamla karşılaşmak onu şaşırtıyor. Bu onu önceleri daha da tutucu bir tutuma itebiliyor. Bunda bugünkü durumunu köydeki koşulları ile karşılaştırdığında vardığı olumlu sonuç da rol oynamaktadır. Köyden kopup kente gelen bu ilk gecekondu kuşağı, artık, ne köylüdür, ne de bilinen toplumsal özellikleriyle kentlidir. Köyden gelip gecekonduya yerleşen kişi ile o gecekonduda gözlerini dünyaya açmış olan kişi arasında bazı temel tutum farklarının bulunması elbette ki doğal. Gecekondularda doğan kuşaklar artık kendi durumlarını köyün koşulları ile değil, kentin diğer mahallelerinin koşullarıyla karşılaştıracaklardır. Yeni gecekondu semtleriyle eski gecekondu semtleri arasındaki siyasal davranış farkları işte bu durumu yansıtıyor. Toplumda ileriye yönelik değişiklikler öneren siyasal akımlar, özellikle eski gecekondularda kendilerine etki alanları bu52
labiliyorlar. (Gecekondusunu yitirmek korkusu, yıllar boyu gecekondu sahiplerini, iktidara ulaşma şansı en çok olan partiyi desteklemeye zorlamıştır. En azından tapusunu alana kadar bu korkuyu duymaması olanaksızdır. Gecekondu semtierindeki seçim sonuçlarının değerlendirilmesinde bu durumu da gözönünde bulundurmak zorundayız). Resmi verilere göre; Ankara nüfusunun % 61'i, İstanbul nüfusunun % 45'i ve İzmir nüfusunun % 43'ü gecekondu semtlerinde oturuyor. Mübeccel Kıray'ın bir araştırması, Ankara'da kişi başına düşen ortalama gelirin, gene Ankara'daki gecekondu semtlerindeki ortalama gelirin dört katı olduğunu ortaya koyuyordu. Ama aynı araştırmanın başka verileri de göstermekteydi ki, gecekondulardaki ortalama gelir de, köylük yerlerdeki ortalama gelirin iki katıydı. Kıray, araştırmasının konumuzla ilgili bulgularını şöyle özetliyor: "Kente göçedenlerin eğitim durumları da kökenleri ve edindikleri işler ile uyuşur. Gecekondu bölgelerinde kesinlikle bir tek üniversite mezunu bulunmaz. Aile reislerinin '% 12'si orta okul eğitimi görmüştür. İlk okulu bitirenlerin oranı % 30'a yaklaşır. Okuma yazma bilenler ise genel olarak % 75 oranındadır (. ..) Eğer daha yüksek eğitim düzeyi isteyen uygun işler bulunsaydı, beş yıldan daha uzun süredir kentte oturan gecekondulular, okur yazarlığa ulaştıkları gibi, elbette daha yüksek bir eğitim düzeyi elde etmek yollarını da bulurlardı (...) Gerek çalıştıkları işte, gerekse kazandıkları küçük gelirde hiç bir güvenlikleri yoktur. Müphem fakat güçlü bir güvensizlik duygusuf egemendir. Bu duygu, onların güvenlik sağlayan her şeye ve ilişkiye büyük önem vermelerine yol açar". Gecekondulaşmayı sağlıksız kentleşmenin en önemli süreci sayarsak, siyasal şiddet olaylarının özellikle büyük kentlerde yoğunlaşmasında, bir bütün olarak gecekondu olgusunun da önemli rolünün bulunduğunu düşünebiliriz. "Kent ve Siyasal Şiddet" adlı yapıtlarında, R u ş e n K e l e ş ve Artun Ü n s a l bu durumun temel nedenlerini şöyle dile getiriyorlar: "Gerçekten, sanayi temelinden yoksun, işsizi ve gizli işsizi bol, hem maddi yaşam koşulları, hem de kültür düzeyleri yönünden ayrı dünyaların insanlarının yan yana yaşadıkları büyük kent ortamında kentle 53
bütünleşemeyen yığınlar, giderek yabancılaşmaktadırlar. Özellikle kentlere yeni göçen yığınlar, umduklarını orada bulamayınca, maddi ve manevi bir yoksunluk içinde yalnızlığa itilmekte, belli bir bunalımın ve toplumsal anlamda bir 'çözülmenin1 içine sürüklenmektedir (...) Gerek nüfusça, gerekse alanca gittikçe genişleyen kentlerde, toplumsal sorunların ağırlaşması ve kentte yaşayan çeşitli kesimler arasındaki eşitsizliklerin yoğunlaşması, eylemci grupları, bu 'patlamaya hazır barut fıçılarından' yararlanmaya itmektedir". c) N ü f u s P a t l a m a s ı
ve Siyasal
Gerilim
İngiliz T h o m a s - R o b e r t Malthus'ün onsekiziııci yüzyılın sonlarında geliştirdiği ünlü kuramı hemen herkes biliyor: Nüfusun geometrik dizi halinde (2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256 vb.) çoğalmasına karşılık, insanoğlunun yaşaması için gerekli tüketim maddeleri aritmetik dizi ile (2, 4, 6, 8, 10, 12, 14 vb.) çoğalmaktadır. Öyleyse bu gidişin doğal sonucu insanlığın açlığa mahkûm olmasıdır. Böyle bir sonuca ulaşmamak için varlıklılar çocuk yapmalı, yoksullar ise bundan kaçınmalıdır. Çünkü yoksullar doğacak çocuklarını doyuracak, gereği gibi besleyecek olanaklara sahip değildirler. Öte yandan, Malthus fazla korkulmamasını, çünkü bazı doğal süreçlerin nüfus artışını ayarlayacağını söylüyordu. Nüfus artınca işsiz sayısı çoğalacak, işe istem fazla olacağı için ücretler düşecekti. (Çünkü aynı işi daha az ücretle yapmaya hazır bir işsizler ordusu bulunacaktı). Ücretler düşünce de yoksullar daha az çocuk yapmak zorunda kalacaklardı. (Oysa genellikle tersinin olduğunu, yoksul toplumlarda doğurganlık oranının çok daha yüksek bulunduğunu ve aynı toplum içinde varlıklı kesimlerin genellikle daha az sayıda çocuk sahibi olmayı tercih ettiklerini biliyoruz). Zaten savaşlar, salgın hastalıklar, depremler, su baskınları gibi doğal afetler de nüfus artışını ayarlamada rol oynayacaklardı. Bunlar hiçbir zaman kanıtlanamayan, kanıtlanma olanağı pek bulunmayan, günümüzde de çok eleştirilen görüşlerdir. Ama "doğum kontrolü" ya da "nüfus planlaması" savunucularının sayısının çokluğu ve çok sayıda ülkede bu alanda gösterilen 54
çabaların boyutları bu eski kuramın pek de temelsiz olmadığını, abartılmış olsa da belirli bir gerçek payına sahip bulunduğunu göstermiyor m u ? Hızlı nüfus artışlarının savaşların ve ihtilallerin nedenleri arasında yer aldığı da sık sık öne sürülen savlardandır. Nüfus artış oranının yüksekliğinin, başka bir deyişle yüksek bir doğurganlığın, diktatörlüklerin oluşmasında önemli bir rol oynadığı görüşü de vardır. Örneğin 1789 Fransız İhtilali sırasında bu ülkede 26 milyon kişi yaşıyordu. O günün koşulları içinde değerlendirildiğinde, bu ölçüde bir nüfus çok fazla sayılabilirdi. Gasthon Bouthoul, iç ya da dış savaşın, bazı toplumsal dengesizliklerin ateşli bir biçimde dışa vurulması sonucu patlak verdiğini savunuyor. O ' n a göre; bu dengesizlikler, insan psikolojisinde bazı düşüncelerin diğer düşüncelere tercih edilmesi sonucunu doğuruyorlar. İnsanlar toplu olarak saldırganlaşıyor. Toplumsal psikolojinin özelliklerinden birisini oluşturan bu durumun doğmasında rol oynayan dengesizliklerin başında ise demografik dengesizlikler geliyor. Alfred Sauvy bu savları, istatistik veriler kullanarak çürütmeye çalışmaktadır. Örneğin Naziler iktidarı ele geçirdiklerinde Almanya'daki doğurganlık oranı binde 14 ile en düşük düzeyindeydi. Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sırasında diktatörlüklerin saldırdıkları ülkelerdeki doğum oranları, saldırgan ülkelerdeki doğum oranlarından daha yüksekti. Almanya'nın saldırdığı Polonya'da doğurganlık yılda binde 27, Sovyetler Birliği'nde binde 38 iken, Japonya'nın saldırdığı Çin'de binde 45'e varıyordu. Oysa aynı tarihlerde Almanya'da doğurganlık oranı binde 20, Japonya'da da binde 30 idi. Benzer bir durum, İtalya ile İtalya'nın saldırdığı Etiopya ve Yunanistan için de söz konusuydu. Nazi Almanyası'nın "yaşam alanı" kuramını anımsayalım. Amaç - b i r a n l a m d a - nüfusa yetecek kadar toprakü. Dolayısıyle, nüfusun eldeki topraklara göre fazla oluşu, savaşın "meşru" nedeni biçiminde öne sürülebiliyordu. Nasıl ki 1914'ler Avrupa'sında da demografik sıkıştırmaların varlığı kanıt55
lanmaya çalışılmış ve Birinci Dünya Savaşı'nın nedeni olarak gösterilmiştir. Savlarda belirli bir gerçek payı bulunmakla birlikte, savaşların ve toplumsal patlamaların nedeni olarak yalnızca nüfus padamasmı göstermek inandırıcı olamaz. Yoksa kilometre karede ortalama bin kişinin yaşadığı Japonya'nın sürekli toplumsal çalkantılar ya da savaş içinde bulunmamasını nasıl açıklayabiliriz? Öte yandan Suriye, Irak, İran gibi nüfus yoğunluğunun onlarla kıyaslanamayacak kadar az olduğu ülkelerde toplumsal barışın çok daha köklü olması gerekmez miydi? Sauvy, yoksulluk içindeki bir nüfus yoğunluğunun, genişlemeden çok umutsuzluk yarattığı görüşünü savunuyor: "Aşırı nüfusun da dereceleri var; çok yoğun olduğu ve genel bir yoksullukla bir arada bulunduğu zaman, büyüme isteğinden çok umutsuzluk, cesaret kırıklığı doğurur. En tehlikeli olan göreli bir nüfus yoğunluğudur. Nüfusa memnunluk verici bir yaşam düzeyi sağlama olanağına sahip bulunmayan hükümet, bir ordu yaratmaya yetecek kadar olanaklara sahiptir. Böyle bir durumda halkını umut ve kin ile besler. Çünkü bu besine ulaşması ekmeğe ulaşmasından daha kolay dır". Yoğun bir nüfusa yoksulluktan başka verecek birşeyi olmadığı sürece, Çin'in yüzyıllar boyu barışçı olarak kalışı Alfred Sauvy'e hak verir gibi gözüküyor. Ekonomik olanaklarla demografik etkenler arasındaki ilişkiden hareketle bazı siyasal olayları açıklamaya çalışan bilim adamlarından birisi olan Gasthon Bouthoul, demografik etken içinde, genç nüfusa özel bir önem vermektedir: "Ekonominin temel görevlerine göre sayıları fazla olan genç adamlar her türlü taşkınlığa hazırdırlar. Bozguncu bir güç oluştururlar. Tarihsel rastlantılara, ideolojik modaya, dönemin inançlarına, siyasal ve teknik olanakların kendilerine sunduğu en küçük dayanma noktalarına göre yönlendirilebilirler. Bu yönlendirme bir iç savaşa doğru olabileceği gibi, bir haçlı seferi, bir göç ya da bir dış savaşa doğru da olabilir. Herşey onları kullanmayı bilmeye bağlıdır". Örnekleri titizlikle incelersek görürüz ki; toplumsal patlamalar çoğunlukla nüfus artışı ile tüketim ürünleri artışı ara56
sında büyük dengesizlikler bulunduğu zaman doğuyor. Yani demografik etken ile ekonomik etkenin siyasal yaşam üzerinde yaptıkları sonuç bazen birleşiyor. Üretilen ürünler tüketime yetmeyince ve özellikle bu konuda bir geriye gitme söz konusu olduğunda toplumsal huzursuzluklar doğuyor, siyasal çatışma serüeşiyor. Bunun gelişimi olarak içerde düzene karşı şiddete dayalı başkaldırmalar ve dışarda savaşlar görülebiliyor. Az gelişmiş ülkelerin durumlarını örnek olarak incelersek, bu gibi ülkelerdeki siyasal istikrarsızlık nedenlerinden birisi daha gün ışığına çıkarılabilir. Bu ülkelerde nüfus artış hızı çok yüksek. Çünkü çok doğum-çok ölüm dengesi bozulmuş. Sağlık önlemlerinin ve tedavi olanaklarının artması ile özellikle çocuk ölümlerinin oranı düşüyor, buna karşılık ortalama yaş tavanı yükseliyor. Ama üretim artışı aynı hızla olmamaktadır. Ülke henüz sanayileşmemiştir ve tarım çoğunlukla ilkel yöntemlerle yapılmayı sürdürmektedir. Artan nüfusa yetecek kadar - e n azından beklentilere yakın bir düzeyde- üretim yapılamayınca, toplumsal çalkantıları doğal olarak kabul etmek gerekir. Nasıl ki, yitirecek birşeyleri bulunmayan kişilerin savaştan korkmak için nedenleri olmadığı gibi. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Aziz, Aysel; Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim, A.Ü. Yayınları, Ankara, 1982.
BYYO
Balaman, Ali Rıza; Gelenekler, Töre ve Törenler, Betim Yayınları, İzmir, 1983. Bouthoul, Gasthon; Le phenomene-guerre, Payot, Paris, 1954. Duverger, Maurice; Sociologie Politique, PUF, Gökçe, Birsen; Gecekondu Gençliği, Hacettepe Yayınları, Ankara, 1971.
Paris,
1966.
Üniversitesi
Keleş, R u ş e n ; 100 Soruda Türkiye'de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1972. 57
Keleş, Ruşen-Ünsal, Artun; Kent ve Siyasal Şiddet, SBF Yayınları, Ankara, 1982. Kıray, Mübeccel; Toplumbilim Yayınları, Ankara, 1982.
Yazılan,
Gazi
Üniversitesi
Mendras, Henri; Elemerıts de sociologie, Armand Collin, Paris, 1967. Ozankaya, Özer; Köyde Toplumsal Tapı ve Siyasal Kültür, SBF Yayınları, Ankara, 1971. Sauvy, Alfred; Richesse et populatiorı, Paris, 1944. Sencer, Yakut; Türkiye'de Kentleşme, Kültür Bakanlığı Yayınları* Ankara, 1979. Tütengil, Cavit Orhan; 100 Soruda Kırsal Türkiye'nin Tapısı ve Sorunları (3. baskı), Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1975. 3. E K O N O M İ K
ETKENLER
însan yaşayabilmek için doğaya karşı sürekli bir savaşım vermek zorundadır: Isınmak için, karnını doyurmak için, vahşi hayvanlara karşı korunmak için, hastalıkları yenebilmek için, doğal afetlerin karşısında yok olmamak için. ilk insanla birlikte başlayan bu savaşım, giderek daha iyi yaşama isteğini de kapsamına alır. İnsanoğlu zamanla uzaklıkları çabuk ve rahat bir biçimde aşmak ister, daha az çaba ile daha çok şey elde etmek ister. Karnını yalnızca doyurmak değil, daha değişik ve daha lezzetli şeylerle doyurmak eğilimleri gelişir. Bu isteklerin, eğilimlerin sınır yoktur, Her doyum yeni gereksinmeler doğurur. İnsanın doğa ile savaşımında geliştirdiği yöntem ve araçlar teknolojiyi oluşturur. Sürekli savaşımla, yeni yeni sorunlara çözüm aramakla birlikte gelişen teknoloji, insanın doğa üzerindeki egemenliğine yönelik bir sürecin ürünüdür. Teknoloji ekonomik evrimin temel öğesidir. Ekonomik kurumların oluşumunda giderek belirleyici etken olmaktadır. Çünkü teknoloji geliştikçe, doğal etkenlerin özellikle üretimdeki yeri ve önemi azalmaktadır. 68
Ekonomik koşulların siyasal yasama etkisini incelerken, işe marksizmi ele alarak başlamak gerekiyor. Toplumların evriminde önceliği ekonomik etkenlere vererek, marksist kuram bu konudaki bilimsel tartışmaların çoğunda hareket noktasını oluşturuyor; ya kanıtlamak ya da yanıtlamak için. Çağdaş siyasal bilimcilerin marksistlerden ayrıldıkları temel nokta ekonomik etkenlere tanınan öncelik değil. Asıl ayrım, ekonomik koşulların kendi aralarındaki önceliklerini saptarken ortaya çıkıyor. Marksizm üretim biçiminin belirleyiciliğini vurgularkeıij marksist olmayan toplum ya da siyasal bilimciler, üretim düzeyini ön plana çıkarıyorlar. Ekonomik geri kalmışlığın siyasal kurumlar ve dolayısıyle rejimler üzerindeki etkisi de, özellikle bizim gibi gelişme sürecindeki bir ülke için önem taşımaktadır. Bunları ayrı başlıklar altında incelerken, ekonomik etkenlerin demokrasiyle olan bağlantısını da yeri geldikçe araştıracağız. a) Ü r e t i m
B i ç i m i ve Siyasal
Kurumlar
Marx'a göre, toplumsal yapının temelinde "üretici güçler" yer alır. Bu, insanın doğaya egemen olmak için kullandığı olanakların tümü demektir. Doğal zenginlikler, teknik bilgi ve araçlar, toplumsal emeğin örgütienmesi hep bu temelin öğeleridir. " Üretici güçler" ise "üretim ilişkileri"m belirler. Toplumsal sınıfların üretim araçlarının mülkiyeti karşısındaki durumları, çeşitli toplumsal işlevlerin paylaşılması da "üretim ilişkileri" xm\ kapsamına girer. Üretici güçler ile üretim ilişkileri birlikte bir toplumun "alt yapı"sını oluştururlar. " Üst yapı"da ise dinsel inançlar, siyasal ideolojiler, çeşitli değer yargıları ile birlikte siyasal, toplumsal ve hukuksal kurumlar bulunur. Üst yapıyı ve bu arada siyasal kurumları belirleyen öge alt yapıdır; başka bir deyişle, ekonomik kurumlardır. Marksizmde alt yapının üst yapıyı tek yanlı ve mekanik bir biçimde yarattığı görüşünün varolduğunu sanmak yanlış olur. Aslında alt yapı ile üst yapı arasında karşılıklı bir "diyalehtik" etkileşim söz konusudur. Marksizmin oluşumunda bü59
yük bir katkısı bulunan Engels, yaşamının sonlarına doğru yazdığı bir mektupta, bu konuda yanlış anlaşılmış olmaktan dolayı yakmmıştır: "Gençlerin bazen ekonomiye gereğinden fazla ağırlık tanımalarının sorumluluğu bir ölçüde Marx'a ve bana düşer. Karşıtlarımızın reddettikleri temel ilkeyi vurgulamak gerekiyordu. Bu nedenle de, etkileşime katılan diğer etkenlerin yerine değinecek zamanı ve fırsatı bulamadık,". Ekonomik yapının siyasal yapıyı belirlemedeki önceliği "tarihsel maddecilik" olarak nitelendiriliyor. Ama bunun tek yönlü bir etkileme olmaması, karşılıklı bir etkileşim sürecini ortaya çıkarıyor ki, bu*.. marksizmin yöntemi olan "diyalektik maddecilik"in konusudur. (Diyalektik . olmayan maddecilikler varolduğu gibi, maddeci olmayan diyalektiklerin bulunduğunu da unutmayalım!). Marksizme göre; en önemli siyasal kurum olan devlet, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın bir ürünüdür. Devletin, belirli geçiş dönemleri dışında, yansız ve sınıflar üstü olmasına olanak yoktur. . Devlet, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bulunan sınıfın baskı aracından başka birşey değildir. Burada, toplumsal sınıflar arasındaki çıkar çatışmasının "uzlaşmaz" nitelikte olduğu görüşünün önemine işaret etmeliyiz. Çünkü marksist mantık içinde, devletin varlığını zorunlu kılan neden, sınıf çıkarları arasındaki bu uzlaşmazlıktır. Toplumsal sınıfların çıkarları uzlaşmaz nitelikte olunca, toplumun varlığını tehlikeye düşürecek bir iç savaşı önlemek için, çatışmayı denetleyip bir ölçüde önleyecek bir üst güce gereksinme doğuyor. Ama devlet, bir yandan çatışmayı yumuşatıp toplumun yaşamını sürdürmesine olanak hazırlarken, öte yandan da üretim araçlarına sahip olan sınıfın "egemenliğini" güvence altına alıyor. Devletin varoluş nedeni sınıflar arasındaki çıkar çatışması, ama o çıkar farklarının nedeni de, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Bu noktada, devletin kısa bir süre için hakemlik görevini yapabileceği "geçiş dönemleri" ni açıklığa kavuşturmakta yarar var. Toplumlar bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçerlerken (örneğin, feodaliteden kapitalizme geçiş60
tc olduğu gibi), eski egemen sınıf gücünü yitirmeye ve yeni bir sınıf ekonomik açıdan güç kazanmaya başlar. îşte bu süreç içinde öyle bir noktaya gelinir ki, iki güç arasında bir denklik oluşur ve hiç birisi kendi iradesini topluma kabul ettiremez. Bu noktada devlet sınıflar üstü bir hakemlik görevini üstlenebilir. Ama bu dönem, toplumların yaşamında çok kısa bir süreyi kapsar. Süreç işlemeyi sürdürür ve yükselen yeni sınıf egemen sınıf durumuna gelir. Marksist kuram devletin varoluş nedenini böyle açıklayınca, bu neden ortadan kalküğında, devletin de yokolacağını kabul etmek kaçınılmaz olmaktadır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti kalkınca toplumsal sınıflar, toplumsal sınıflar kalkınca da devlet ortadan kalkacaktır. Devletin yokolmasından önce, bir geçiş aşaması olarak "proleterya diktatörlüğü" öngörülmüştür. Proleterya diktatörlüğü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalkıncaya ve kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazi etkinliğini tamamen yitirinceye kadar geçici bir görev üsdenecektir. Ama marksist kurama uygun olarak 1917 yılında Rusya'da başlayan en eski deneyin, aradan geçen sürede, devletin yokolmasından çok güçlenmesine doğru geliştiğini izliyoruz. Üretim araçlarının özel mülkiyeti kalkmış, buna karşılık devlet, tarihte bir örneğine daha rastlanmayacak kadar etkinlik kazanmıştır. Lenin, bir geçiş döneminde devletin devamını zorunlu görmüş, "proleterya diktatörlüğü" kavramını somutlaştırmıştır. Devrim düşmanları yenilmiş,. ama yokolmamışlardı. Ne var ki, proleterya diktatörlüğü aşaması uzadıkça, Sovyet yöneticileri yeni yeni gerekçeler bulmakta gecikmediler: Önce kapitalizmin, bu tek ülkedeki sosyalizmi kuşatması sözkonusuydu. Üstelik büyük toprak sahipleri "kulaklarım direnci vardı. Daha sonra ise, sırayla İkinci Dünya Savaşı ve "Soğuk Savaş" dönemleri geldi. Sovyetler Birliği'nin çevresi, kapitalist dünyaya karşı denge oluşturacak güçte marksist bir rejimler kuşağı ile çevrildiği halde, Stalin'in tutumu daha da sertleşecek ve devletin yokolması ilkesini yadsımaya kadar gidecekti. 61
Kruçef, Sovyet Komünist Partisi'nin 22. kongresinde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: "Devlet bugüne kadar daima bir sınıf diktatörlüğünün aracı olmuştur. İlk kez biz, belirli bir sınıfın diktatörlüğü olmayan, ama bütün toplumun, bütün halkın aracı olan bir devlet yarattık (...) Halkın tümünün devletini geliştirmek için gerekli herşey yapılmalıdır. Kitleler giderek genişleyen bir biçimde devlet yönetim ve denetimine katılmalıdır (...) Tüm halkın devleti, sosyalist devletin gelişiminde yeni bir aşamadır". Kruçef'in "proleterya diktası"ndan "bütün halkın devletF'ne geçiş savını daha sonra Brejnev reddetmiş, ikisi arasında fark olmadığını savunmuştur. Marksist evrim şemasının başlangıç noktasında, insandoğa ilişkilerinin ürünü olan üretici güçler gelişmesinin bulunduğunu görmüştük. Üretici güçlerdeki gelişme, üretim ilişkilerinde bir değişme yaratacaktı. Bu değişikliğin sonucu, "egemen sınıf "m, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sayesinde ekonomik gücü elinde bulunduran sınıfın değişmesiydi. Egemen sınıf değişince de devlet biçiminin değişmesi kaçınılmaz olacaktı. Örneğin buharlı makinanm bulunması ile sermayenin belirli ellerde toplanması süreci hızlanmış ve ekonomik güç topraksoylulardan (aristokrasi) kentsoylulara (burjuvazi) geçmişti. Feodal krallıkların yıkılıp, anayasal krallıkların ya da cumhuriyet rejimlerinin doğuşu bu gelişmenin ürünü idi. Başka türlü söylemek gerekirse, marksist evrim şeması şu sırayı izlemektedir: Teknolojik değişim, ekonomik değişim,, toplumsal değişim ve siyasal değişim. Marksizmin kurucularına göre; feodaliteden kapitalizme geçilirken izlenen sıranın, kapitalizmden sosyalizme geçilirken bozulması için bir neden bulunmamaktadır. Oysa Lenin ve daha sonra da Stalin bu şemayı tersine çevirmişlerdir. Lenin, işe siyasal değişme demek olan proleterya diktatörlüğünü kurarak başladı. Bunun arkasından da burjuvazinin yokedilmesi ve sosyalist ekonomi adamaları geldi. Teknojideki gelişme, merkezden planlamaya ve üretim araçları üzerindeki kamu mülkiyetine dayanılarak sağlandı. Marksizme 62
göre sosyalist devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkması gerekirken, ihtilal yarı-feodal bir ülkede oldu. Marksizmden kaynaklanan deneyimlerin ortaya koyduğu bir gerçek var: Toplumsal alandaki kuramsal modeller, ne kadar tutarlı ve bilimsel olurlarsa olsunlar, değişmez bir gerçeği göstermezler. Bir gerçeğin anlaşılmasını, olayların gelişiminin kavranmasını kolaylaştııır, bir çeşit anahtar görevini yerine getirirler. Marksisderle Batılı siyasal bilimciler arasındaki temel ayrımın, ekonomik etkenlere tanınan ağırlıktan çok, ekonomik etkenlerin kendi aralarındaki önem sıralamasından kaynaklandığına değinmiştir. Marksistler önceliği üretim biçimine verirken, Batılı siyasal bilimciler çoğunlukla üretim düzeyine veriyorlar. Ama ikinci gruptakilerin zaman zaman düştükleri bir çelişki var: Bir yandan önceliği üretim düzeyine ve dolayısıyle teknolojik düzeye tanırken, öte yandan da kapitalizm ile demokrasi ve sosyalizm ile dikta arasında doğrudan bir bağlantı kurmaya çalışıyorlar. Oysa gerek kapitalizm ve gerekse sosyalizm, üretim düzeyi ile değil, üretim biçimi ile ilgili kavramlardır. Yukardaki savı öne sürmek, üretim biçiminin önemi konusunda marksistlerin görüşünü kabul etmek, üretim biçimini tüm diğer etkenlerin önüne geçirmek anlamına gelir. Demokrasinin kurulmasına ve yaşamasına olanak veren koşulların başında, birbirlerinin egemenliğini, dolayısıyle de keyfi basıkısmı önleyecek bir güçler dengesi bulunur. Batılı siyasal bilimcilerin bir bölümü, bu dengenin ancak kapitalist ekonomilerde var olduğunu savunmaktadırlar. Kapitalist ekonomilerde ekonomik güç tek elde toplanmamıştır; daha da öneinlisi, siyasal güç ile ekonomik güç ayrı ellerde olduğu için birbirlerini dengeleyebilmektedirler. Oysa sosyalist bir ekonomide, ekonomik güçde tekel oluştuğu gibi, ekonomik güç ile siyasal güç de aynı elde, yani devletin elinde birleşmiştir. Bunun siyasal yansımasının diktatörlük olması kaçınılmazdır. 63
Bu görüşlerde belirli bir gerçek payı bulunmakla birlikte, sınırlıdır. Kapitalist ya da yarı-kapitalist bir ekonomiye sahip bulunan ülkelerin önemli bir kesiminde, siyasal iktidarda bulunanlar genellikle ekonomik gücün temsilcileri olmaktadır. Ancak sendikaların geliştiği ve siyasal partilerle organik ilişkiler kurabildikleri ülkelerde gerçek bir dengeye vaklaşılabilmektedir. Kapitalist ülkelerde ekonomik gücün dağıldığı ve böylece ekonomik güç. içinde belirli bir dengenin kurulduğu savını da ihtiyatla değerlendirmek gerekir. Sermaye birikiminin belirli koşullarda tekelleşmeye yöneldiğini ve bu nedenle örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde bile, ekonomik tekelleşmeyi yasalarla sınırlandırmak gereğinin duyulduğu dönemlerin varlığını biliyoruz. Özellikle günümüzde çokuluslu ortaklıklar aracılığı ile uluslararası düzeyde de bir tekelleşme söz konusudur. Kaldı ki, böyle bir tekelleşmenin olmadığı ortamlarda bile, ortak çıkarlar gündeme geldiğinde, ayrı ayrı ellerde bulunan ekonomik gücün sahiplen doğal olarak kolaylıkla birleşebilmekte ve ekonomik güçlerini siyasal iktidarı etkilemek için aynı doğıultuda kullanabilmektedirler. Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bir üretim biçimi ile siyasal çoğulculuk arasında doğrudan bir bağ bulunmadığını gösteren çok sayıda örnek vardır. Bu örneklerin belki de en önemlisi, kapitalizmin üst düzeyde geliştiği ülkelerden birisinde ortaya çıkan Nazizimdir. Sosyalist ekonomilerle dikta arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu savı da bazı siyasal bilimcilerce kabul edilmiyor. Bu görüşe karşı olanlar, feodal yapıların çözülüp kapitalist ekonomilerin oluştuğu dönemlerde de ağır baskı rejimlerinin yaşandığını anımsatıyorlar. Fransız devrimini izleyen "terör" döneminin, ilerdeki çoğulcu demokrasi için bir ölçü oluşturmadığı vurgulanıyor. Nihayet 1830 ve 1848 ihtilallerinde dökülen kanların suladığı yollardan geçerek özgürlükçü demokrasilere ulaşıldığını unutmamak zorunluluğu var. Ama alt yapının değişmesine koşut olarak, marksist ülkelerde demokratik bir üst yapının oluşmadığı da açık. Bunu, 64
çağımızın ünlü marksologlaı ıııdan Roger Garaudy kesin bnN dille vurguluyor: "Üretim ilişkilerinin değişmesinin tek başına sosyalizmi kurmaya yeteceğine ve onu da üst yapı değişikliklerinin kendiliğinden izleyeceğine inanmak bir düşdü: Sosyalist demokrasi, sosyalist' ideoloji, sosyalist yeni insan. . . Tarihsel deneyim bunıın böyle olmadığını gösterdi". Çok ağır olmakla birlikte, Sovyetler Birliği dahil olmak üzere, marksist rejimlerde de belirli bir gelişme izlenmektedir. Stalin'den bu yana köprülerin altından çok sular geçmiştir. Yugoslav "özyönetim" modeli, Çekoslovakya ve Polonya'da yarım kalan özgürlükçü deneyimler bir yana, bizzat Sovyetler Birliği'nde de Kruçef'den bu yana, karar alma süreçlerinde çeşitliliğe doğru yol alındığı bilinmektedir. Demokratikleşme sürecindeki gecikmenin temel nedenini, "geçici" olmaları öngörülen siyasal kurumların, dolayısıyle üst yapının oluşturduğu izlenimi ise konumuz açısından çok ilginç ve önemlidir! b) Ü r e t i m Düzeyi ve Siyasal
Kurumlar
Siyasal kurumların oluşumunda, üretim biçiminden çok üretim düzeyinin etkin olduğu görüşü daha yaygındır. Temel çelişkinin öncelikle varlıklı uluslarla yoksul uluslar arasında olduğu savı oldukça eskidir. Türkiye'de de bu görüşü, Kemalist Devrim'in kuramsal ve ideolojik yanma katkıda bulunmak amacını güden K A D R O dergisi, 1930'lu yıllarda savunmuştur. Son yıllardaki "Kuzey-Güııey diyalogu" ya da dünyada "yeni ekonomik düzen" arayışları hep aynı düşünceden kaynaklanmaktadır. Üretim düzeyinin yüksek oluşu, insanlardaki ana gereksinmelerin karşılanarak siyasal gerilimin azalmasına olanak sağlar. Yüksek bir üretim düzeyine ulaşmış olan toplumlarda, yurttaşların daha az çalışarak yaşayabilmesi ve dolayısıyle kültürel, sporsal ve düşünsel etkinliklere daha çok zaman ayırması için uygun bir ortam doğar. Bireysel ve kiüesel eğitim düzeyi yükseldikçe de, bir yandan yeni teknolojik atılımlar daha kolaylaşır, öte yandan siyasal katılma süreçleri çok daha sağlıklı işleyebilir. 65
Bunlar genellikle herkesin görebileceği ve kabul edebileceği etkilerdir. Ama konumuz açısından asıl önemli olan, üretim düzeyinin bir toplumdaki siyasal kurumlar, başka bir deyişle siyasal sistem üzerine doğrudan yaptığı etkidir. Bu açıdan da, ekonomik gelişmişlik ya da az gelişmişlik ile siyasal sistemler arasında doğrudan bir bağlantı bulunduğu öne sürülebilir. Ama bu bağlantının kendisi de, büyük ölçüde yüksek üretim düzeyinin yukarıda sözünü ettiğimiz etkilerinin bir sonucudur. S e y m o u r Martin Lipset, demokrasinin oluşumuna ve yaşamasına katkıda bulunan koşulları araştırırken, sanayileşme, kentleşme, zenginlik ve eğitim düzeyine öncelik veriyor. Aslında bu koşulların tümü de birbiri ile yakından ilgilidir ve hemen her zaman üretim düzeyine bağlıdır. Daha da ileri giderek, sanayileşmenin diğerlerini bazı istisnalar dışında belirlediğini söyleyebiliriz. Sanayileşme geliştikçe kentleşme hızlanır, ulusal gelir artar ve çoğalan olanaklarla birlikte eğitim düzeyi yükselir. Zaten sanayileşebilmek için nitelikli emek, nitelikli emek için de eğitim düzeyinin yüksekliği gereklidir. Lipset'nin demokrasi açısından saptadığı koşulların büyükölçüde üretim düzeyine bağlı oluşu, demokrasinin ancak sanayileşmiş, yani yüksek teknoloji ve üretim düzeyine ulaşmış ülkelerde varolabileceği anlamına gelmez. Bu ancak, sanayileşmiş ve yüksek bir üretim düzeyine ulaşmış bulunan toplumlarda demokrasinin yaşamasına daha uygun bir ortam bulunduğunu gösterir. Hatta bir adım daha atarak, üretim düzeyine koşut olarak demokratik kurumların oluşma ve varlıklarını sürdürme şansının da arttığı öne sürülebilir. Daha düşük bir üretim düzeyinde Türkiye ve Hindistan gibi demokrasiyi iyi kötü yürütebilen ülkeler bulunduğu gibi, çok daha yüksek bir üretim düzeyinde, otoriter sistemlerin temel özelliklerini koruyabilen marksist rejimler vardır. Gene yüksek üretim düzeyinde ortaya çıkabilen nazi ve faşist rejimleri de elbette ki unutamayız. Türkiye'den çok daha yüksek bir üretim düzeyine sahip bulunan İspanya'da amansız bir baskı rejiminin kırk yıla yakın bir süre yaşayabilmiş oluşu, konumuz açısından önemlidir. 66
Lipset, ekonomik gelişmenin sınıf çatışmalarını yumuşattığı savma da katılıyor. Bunun kanıtı olarak da, varlıklı ülkelerin ilk sıralarında yer alan Amerika Birleşik Devletleri ve K a n a d a ' d a komünist partilere rastlanmadığını, hatta sosyalist eğilimli örgütlerin bile hiçbir zaman bir güç durumuna gelemediklerini gösteriyor. Ama bu ve daha başka örneklerden, ekonomik geri kalmışlıkla sınıf çatışmalarının at başı gittiği sonucunu da çıkarmamak gerekmektedir. Amerikalı bilim adamının bu konudaki görüşü şu satırlarda özetleniyor: "Bi-, reylerin değişiklik umudu göremedikleri bir toplumsal ortamda, yoksulluğun ancak tutucu bir zihniyet yaratabileceğine inanmamız için çok neden vardır". Bu noktada, daha ilerde değineceğimiz "siyasal bilinç" kavramının önemini anımsatmak gerekiyor. Bireylerin siyasal davranışlarını belirleyen temel olgu gelir düzeyleri ya da gelir düzeyleri arasındaki adaletsizlikler değil, onların beklentileri ile gelir düzeyleri arasındaki farktır. Dağdaki bir çoban bir gocuk bir ekmekle yetinip durumuna şükredebileceği gibi, onun yirmi katı gelir düzeyine sahip bir mühendis, düzende köklü değişiklikler isteyebilir. Çünkü kendisinin daha çoğunu hakettiğini ve bu köklü değişikliklerin onu getirebileceğini düşünebilir. Oysa söz- konusu çoban, bu dünya nimetlerinden umudunu kesmiş, tüfrı beklentilerini öte dünyaya bağlamış olabilir. Üretim düzeyi kadar, üretim düzeyindeki artış hızının da siyasal yaşamı çok yakından etkilediği genellikle kabul edilmektedir. Üretim düzeyindeki hızlı artış ancak hızlı bir teknolojik gelişmeyle olanaklıdır. Örneğin teknolojinin dışarıdan aktarılması sonucu hızlı bir sanayileşmenin gerçekleşmesi de kuşkusuz aynı sonucu yaratacaktır. Geleneksel dengeler yıkılacak, bunların yerini yeni kurum ve dengeler alıncaya kadar, siyasal çatışma sertleşecek ve büyük bir olasılıkla bu geçiş dönemi ancak otoriter bir rejimle atlatılabilecektir. Maurice Duverger'nin "diktatörlük kuramı'' da büyük öiölçüde üretim düzeyi üzerine oturuyor: " 1 - Ekonomik düzey yükseldikçe diktatörlük tehlikesi azalır; 2 - Bu düzey yükseldikçe, dik67
tatörlüğün tutucu bir nitelik kazanma eğilimi ise arlar. İlkel toplumlarda, ekonomik birikimin başlarında, diktatörlük tehlikesi en yüksek noktasına varır ve genellikle bu devrimci bir diktatörlük tehlikesidir. Orta gelişme düzeyinde de tehdit büyüktür: Diktatörlüğün devrimci ya da gerici olması için aşağı yukarı eşit şans vardır. Bolluk öncesi aşamasının üst düzeyinde, toplumun çağdaşlaşmayı önlemek isteyen kesimleri, gerici bir tiranlık kurmak için genellikle fazla zayıftırlar; ama bizzat toplumun yapısı da, diktatörlüğün devrimci olmasını engeller". Sanayileşmiş ülkelerin bulunduğu Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Avusturalya ve Yeni Zelanda'nın, aynı zamanda demokratik rejimler grubunu oluşturduğu bir gerçektir. Güney Amerika, Asya ve Afrika'nın geri kalmış bölgeleri ise, otoriter rejimlerle kaplıdır. Duverger bu ayrımın iki büyük siyasal sistem içerisinde de bulunduğuna dikkati çekiyor: "Liberal demokrasi, teknik ve ekonomik açıdan daha gelişmiş olan Kuzey Avrupa ülkelerinde, Fransa ve italya'ya göre daha güçlüdür. Komünizm de, daha az gelişmiş olan Çin ve Arnavutluk'ta, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerine göre daha serttir." İlk ortaya atan kendisi olmamakla birlikte, gene Maurice Duverger'nin sistemleştirdiği "birleşme kuramımda, üretim düzeyi kavramına dayanıyor. Bu kurama göre; her ikisi de "sanayi toplumu" olan Batılı ülkelerle Sovyetler Birliği arasındaki benzerlikler artmaktadır. Bilim ve teknolojideki gelişmeler, Sovyetler Birliği'ni dışa açılmaya, kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle hızlanan dışa açılma da rejimi yumuşamaya zorlamaktadır. Öte yandan, üretimin bir bütün olarak örgütlenmesinin sağladığı olanaklar da giderek Batılı ekonomilerin yapılarını etkilemektedir. Doğu'da özgürlükler gelişirken, Batı'da sosyalizme doğru bir gidiş olmaktadır. Çok uzun bir süreç sonucunda da olsa, günün birinde iki taraf "demokratik sosyalizm" de buluşacaktır. Duverger, Batı'daki bu gelişmenin iki yoldan olabilececeğini söylüyor: "Kapitalizm sosyalizme doğru evrimini, mutlak yönetimlerin demokrasiye geçerken izlediklerine benzer iki yoldan geçerek sürdürebilir: Cumhuriyetçi yol, ya da İngiliz krallığının yolu. Firma 68
sahiplerinin, giinün birinde işletmelerindeki iktidarlarının, bugünkü İngiliz Kraliçesinin iktidarı düzeyine inmesi düşünülebilir. Bu evrim daha şimdiden birçok Batılı ülkede başladı. İşletmeler mutlak krallık olmaktan çıkıp anayasal krallığa dönüştüler". Rejimleri belirleyen temel öğenin ekonomik gelişmişlik düzeyi olduğunu. kabul edince, bundan çıkacak doğal sonuç bellidir: Giderek aynı gelişme düzeyindeki ülkelerin rejimleri arasında güçlü bir benzeme oluşurken, temel ayrım gelişmiş toplumların siyasal rejimleriyle geri kalmış toplumların siyasa rejimleri arasında ortaya çıkacaktır. Ama bu temel farkı incelemeye başlamadan önce, bu başlık altında değinmeden geçemeyeceğimiz önemli bir toplumcilimci daha var: R a y m o n d Aron. Raymond Aron "sanayi toplumu" kavramına önem vermekle birlikte, sanayi toplumlarının rejimleri arasında zamanla bir yakınlaşma olacağım kabul etmiyor. O ' n a göre, benzer gelişme düzeyindeki ülkelerde çok farklı rejimler bulunabilir. Yaşam düzeyinin yükselmesi ve ileri teknolojinin geı ekleri Sovyetler Birliği'nde özgürlük'erin gelişmesine yetmeyecektir. Çünkü Aron, toplumların evriminde ekonomiden çok sivasal rejime önem vermekle birlikte, iki etken arasında bir bağımlılık bulunduğunu kabul etmiyor. Sanayi toplumlarındaki siyasal rejimler arasındaki temel farkın tek ya da çok partili olmak noktasında ortaya çıktığını söylüyor; ama bun'ardan birisinin sanayi toplumu ile bağdaşamayacağını ve dolayısıyle de zamanla değişmek zorunda olduğunu öne sürmüyor. Nasıl ki sanayileşmek için belirli bir rejim zorunlu değilse, gelişmenin sürmesi için de böyle bir zorunluk yoktur. Marksizmin tersine, Raymond Aroiı tarihsel evrimin belirli bir mantığı ve doğrultusu bulunmadığını savunuyor: "Kimse geleceği bilemez, gelecek önceden tahmin edilemez. Sosyoloji belirli bir tür toplumun temel yapısını, siyasal ifadesinin görünüşte normal sayılan biçimini anlamamıza olanak sağlar. Ama araştırmalar daima rakip güçlerin, rekabet halindeki yönetici kesimlerin ve farklı rejim olanaklarının varlığını gösterir (...) Belirli bir son rejime doğru zorunlu gidiş görüşünün yerine, sürekli antitezler veya sanayi toplum69
larının doğasıyla uyuşabilen çeşitli ekonomik ve siyasal örgütlenme biçimleri düşüncesini koyuyoruz". Aron'un konumuzla ilgili düşüncesini kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir: Teknik ve tekniğin belirlediği üretim düzeyi toplumlar açısından önemlidir. Ama o üretim düzeyinin ne ekonomik ne de siyasal sistemle hiçbir doğrudan ilişkisi yoktur. Çağdaş toplumlarda önemli olgu sanayileşmedir. Sanayileşmeye ya da sanayi toplumuna ise, kapitalist model ile de, soyalist model ile de ulaşılabilir. Sanayi toplumu, her iki modelin siyasal üst yapısı ile bağdaşabilir. c) Geri K a l m ı ş l ı k v e Siyasal
Kurumlar
Geri kalmışlık ya da az gelişmişlik olarak nitelendirilen çeşitli durum, kuşkusuz ki yalnızca ekonomik bir olgu değil. Ama çeşitli yönleriyle bir bütün oluşturan geri kalmışlığın en belirgin özelliği ekonomik geri kalmışlık. Ekonomik geri kalmışlığın en açık göstergesi ise, üretim düzeyinin, başka bir deyişle kişi başına düşen yıllık ulusal gelirin düşüklüğü. Geri kalmış ülkeler üzerinde yapılan bazı incelemelerde sayılan onbeş kadar özelliğin çoğunluğu ekonomik geri kalmışlıkla ilgili: Besin yetersizliği, yapısal açıdan geri bir tarımın ekonomi içinde büyük ağırlık taşıması, çok sınırlı bir sanayileşme, ekonominin gelişmiş ülkelere yakından bağımlı olması, ticaret kesiminin aşırı büyümesi, gizli ve açık işsizliğin fazlalığı, ulusal gelirin ve yaşam düzeylerinin düşüklüğü, kitle iletişim araçlarından yararlanma düzeyinin düşüklüğü, gelir dağılımındaki büyük adaletsizlik. Geri kalmışlığın diğer özellikleri arasında yer alan; orta sınıfların zayıflığı, eğitim düzeyinin düşüklüğü, sağlık koşullarının yetersizliği, ölüm oranının yüksekliği gibi olgular da doğrudan ekonomik geri kalmışlığın sonuçlarıdır. Bunlar bir yana bırakıldığında geriye yalnızca üç özellik kalıyor: Toplumsal yapıların geriliği, ulusal bütünleşmenin zayıflığı ve halkın giderek bu geri kalmışlığın bilincine varması. 70
Coğrafi ve demografik etkenlerin geri kalmışlıkla ilişkisine daha önce değinmiştik. Kültürel ve toplumsal etkenlerin rolünü de ilerde inceleyeceğiz. Ama geri kalmışlıkta temel etkenin ekonomik olduğunu şimdiden vurgulamakta yarar var. Son yıllarda petrol gelirleri sayesinde hızla zenginleşen bazı geri kalmış ülkelerin, belirli bir süreç içinde geri kalmışlıktan kurtulmaya başlamaları bunun en somut kanıtı. Geri kalmış ülkelerin farklılıkları, siyasal rejimlerinde de devam ediyor. Genellikle gelişmiş ülkelerin siyasal kurumlarının biçimsel taklitlerinden oluşan bu rejimler, elbette ki asıllarına benzer biçimde işlemiyorlar. Çünkü o kurumların doğup geliştiği toplumsal yapılardan yoksunlar. Günümüzde geri kalmış ülkelerde rastlanan rejimleri, başlıca üç grupta inceleyebiliriz: Geleneksel krallıklar, parlamanter ya da başkanlık sistemleri, otoriter rejimler. Çağdaş koşullar, geleneksel krallıkların varlığını sürdiîrV meşini giderek zorlaştırıyor. 1950'lerden bu yana, Mısır, Irak, Afganistan, Libya, Etiyopya ve İran gibi ülkelerde hanedanlar birbiri peşisıra yıkıldılar. Suudi Arabistan, Fas, Ürdün ve Körfez Emirliklerinin de dahil olduğu bu grup bir yandan küçülürken, bir yandan da kendi içinde değişim geçiriyor. Petrol zengini ülkelerde yaşam düzeyi toplumsal bilinçlenmeden daha hızlı arttığı için şimdilik sorun yok. Ama eğitim olanaklarının ve kitle haberleşme araçlarının yaygınlaşması ile bu ülkelerdeki geleneksel dengeler de zaman içinde mutlaka değişecek ve geleneksel siyasal kurumlar istikrarı sağlamamaya başlayacaktır. Fas ve Ürdün gibi zengin doğal kaynaklara sahip bulunmayan ülkelerde ise, çağın gereklerini görebilen kralların denetim altında bir modernleşmeden yana tutum takındıklarını görüyoruz. Her iki durumda da, geleneksel yapıdaki değişmeler hızlanıyor. İkinci bölüme giren ülkeleri üç gruba ayırma olanağı var. Her üç bölüme da, üç Batılı büyük devletin etki alanlarına göre ayrılıyor: Latin Amerika'da başkanlık sistemleri, eski İngiliz sömürgelerinde iki partili parlamanter sistemler ve Afrika'daki eski Fransız sömürgelerinde de De Gaulle anayasasının 71
etkisindeki başkanlık sistemleri dikkati çekiyor. Ama bu görünüm altındaki siyasal kurumların, Batı'daki örneklerinden çok farklı bir biçimde işlediklerini unutmamak gerekir. Batılı ülkelerde "çoğulcu demokrasilerin anayasal çerçevesini oluşturan bu kurumlar uzun bir evrim sonucunda ortaya çıktılar. Önce feodal beyler ve kral arasında bir denge vardı. Daha sonra sanayi ve ticaretle gelişen burjuvazi ile feodal beyler arasındaki mücadele, yasalar önünde eşitlik ve özgürlük gibi kavramların somudaşmasma neden oldu. Derken işçi sınıfı devreye girdi ve "sosyal haklar" doğdu. Buna bir de siyasal iktidar ile kilisenin dinsel iktidarı arasındaki mücadeleyi eklerseniz tablo daha da somutlaşır. Ancak _kimsenin egemen olmasına olanak vermeyen, birbirlerini dengeleyen güçler sayesinde varolabilen demokrasi, işte bu çoğulcu yapının ürünüdür. Oysa geri kalmış ülkelerde, birbirlerini dengelyecek toplumsal güçler ya yoktur ya da yeterince güçlenmemişlerdir. Eğitim düzeyinin düşüklüğü, Batı kültürünün etkisindeki küçük bir seçkinler kesimi ile geniş kitleler arasında uçurumlar yaratmaktadır. Bu ortamda yapılan seçimler anlamını büyük ölçüde yitirmekte ve kendisinden beklenen işlevi yerine getirememektedir. Sömürgecilik ve "kültür emperyalizmi" olarak nitelendirilen olgular, geri kalmış ülkelerde geleneksel dengeleri bozdu. Bu ülke insanlarının geri kalmışlığın bilincine varmalarını sağladı. Gelişmiş ülkelerle ilişki onlarda yeni gereksinmeler ve beklentiler yarattı. Bu nedenden dolayı da, geri kalmış ülkelerde kurulu düzeni ya da düzenleri olduğu gibi koruyabilmek olanaksızlaştı. Öyleyse önemli olan bu değişmenin demokratik kurallar içinde mi, yoksa otoriter kurumlarla birlikte mi gerçekleşeceğidir. Siyasal bağımsızlıklarını yeni elde eden geri kalmış ülkelerin genellikle başlangıç aşamasında demokratik çözümlere yöneldiklerini görüyoruz. Bunun birçok nedenleri var: Bağımsızlık hareketinin yarattığı özgürlük rüzgârı ve dayanışma duygusu, öncü aydınların çoğunlukla Batı kültürünün etkisin72
de kalmaları ve hangi eğilimde olurlarsa olsunlar, aydınlar için özgürlüğün bir gereksinme oluşturması gibi.. Ama diğer yapısal zorluklara ek olarak, ekonomik geri kalmışlıktan kurtulabilmek için yapılması gereken şeyler de, demokrasinin oluşumunu zorlaştıracak cinstendir. Ülkenin kıt kaynaklarının yatırımlara yöneltilmesi, ancak genel ve zorunlu tasarruflarla olanaklıdır. Merkezi ve emredici bir planlama ile bu kaynakların kullanımı bir zorunluk olarak ortaya çıkabilmektedir. Üstelik yeniliklerin önüne engel olarak dikilmesi kaçınılmaz olan bazı geleneksel kurumların yıkılması demokratik kurallar içinde söz konusu değildir. Geri kalmışlık sınırı içinde kaldıkları halde, çoğulcu demokrasiyi bir ölçüde olsun uygulayabilen Hindistan, Türkiye ve Meksika gibi ülkeler, bu konudaki çok ender örneklerin başında yer alıyorlar. Batı dışda sömürgecilik ve içte de uzun süre emeğin haksız kullanımı sonucunda bir sermaye birikimi ve yüksek teknolojiye ulaşmış. Bizat kendisi eski ya da yeni sömürgecilik konusu olan geri kalmış ülkeler için aynı yolu izlemek olanaksız. İşte bu koşullar içinde komünizm geri kalmış ülkelerin karşısına bir seçenek olarak çıkıyor. Batı, siyasal modeli ile çekici iken, Marx'ın gelişmiş ülkeler için öngördüğü komünizm, bir kalkınma modeli olarak önem kazanmaya başlıyor. Nasıl ki belirli bir sermaye birikiminin ve girişimci bir toplumsal sınıfın bulunmayışı, kapitalist kalkınma yolunu geri kalmış ülkelere büyük ölçüde kapıyorsa; bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfının yokluğu da komünist modelin uygulanmasını zorlaştırmaktadır. Ekonominin geriliği ölçüsünde, kitlelerden istenen özveri aşırılığa kaymakta ve bunu sağlayabilmek güçlü bir baskı örgütü gerekmektedir. Etkili propaganda olanaklarına sahip, disiplinli bir öncü gücü oluşturabilmek, geri kalmış ülkelerin yapısal özellikleri içerisinde adeta olanaksızdır. Bu güçsüzlüğü saklayabilecek tek yol şiddettir. Şiddet ise, ülkenin zaten kıt olan yetişmiş insan gücünün azımsanmayacak bir bölümünün yitirilmesine yol açar. 73
Sermayedar ve emekçi kesimlerin güçsüzlüğü, geri kalmış ülkelerde ordunun siyasal rejim içindeki önemini arttırır. Rejimin sağ ya da sol görünümlü olması, başkanlık ya da parlamanter bir anayasal çerçeveye sahip bulunması, askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlığını köklü bir biçimde etkilemez. Askeri diktatörlüklerin yanısıra sivil diktatörlüklerde de silahlı kuvvetler ön planda rol oynarlar. Hatta sayıları giderek azalan krallıklar da, varlıklarını büyük ölçüde ordunun desteğine borçludurlar. Doğrudan askeri diktatörlüklere daha çok Latin Amerika'da rastlanmakla birlikte, ordunun siyasal • yaşamdaki önemi hemen tüm geri kalmış ülkeler için genel bir olgudur. Bu önem geri kalmışlık ölçüsünde ve bunalım dönemlerinde artmakta, gelişme düzeyi yükseldikçe ve bunalımlardan uzaklaşıldıkça azalmaktadır. (Ordunun siyasal yaşamdaki rolüne "Siyasal Güçler" bölümünde daha ayrıntılı bir biçimde eğileceğiz). Gabrıel Almond, "yeni uluslar"m siyasal zorluklarını araştırırken şu saptamayı yapıyor: "Batı'nın devlet adamları, aşağıdaki şeyleri gerçekleştirmek için yeterince zamana sahiptiler: 1) Önce bir ulus oluşturmak; 2) arkasından, bir hükümet otoritesi ve yasaya saygı alışkanlığı yaratmak; 3) daha sonra, seçimlerin, siyasal partilerin, çıkar gruplarının ve iletişim araçlarının gelişmesiyle, uyrukları yurttaş haline getirmek; 4) sonunda da, refah isteklerini karşılamak.. Yeni ulusların devlet adamları bu sorunların tümüyle birden hemen karşı karşıyadırlar. Kendiliğinden ve birikimci devrimlerle karşı karşıyadırlar. Batılı devlet adamlarının hiçbir zaman yapmak zorunda kalmadıkları tercihlerle karşı karşıyadırlar". İşte geri kalmış ülkelerin çoğunda var olan bu zorluklar, bu ülkelerin siyasal rejimlerinde bazı özelliklerin ön plana çıkmasında ve yaygınlaşmasında rol oynuyor: Tek parti, tek şef ve otoriter yönetim. Geri kalmış ülkelerde tek paıtili sistemleri ya da çok partili gibi görünse bile, tek partili gibi işleyen sistemleri yaratan nedenler çok açık. Herşeyden önce, çoğulcu olmayan, birbirlerini dengeleyecek toplumsal güçlere sahip bulunmayan bir ortamda birden fazla parti yapısal bir zorunluk değil. Üstelik 74
bağımsızlıklarım yeni kazanmış olan geri kalmış ülkelerin önemli bir kesimi henüz uluslaşamamış topluluklardan oluşuyor. Örgütlü bir muhalefet bir ulusun doğmasını zorlaştırırken, tek parti "ulusal bütünleşme"yi kolaylaştırabiliyor. (Ama "uluslaşma" aşaması geride kaldıktan sonra durum tersine dönebilir; egemen güçlerle çıkarları ve dünya görüşleri bağdaşmayan toplum kesimlerine örgütlenme olanağı verilmezse, bu kez de ulusal bütünlük bundan zarar görmeye başlar.) Tek parti, "kemalist model"de olduğu gibi, toplumu siyasal açıdan eğitip geleceğin çok partili, demokratik kurumlarına da alıştırabilir. Bir "geçiş aşaması" görevini de yerine getirebilir. Tek şef ya da kişisel iktidar olarak nitelendirebileceğimiz olgu da geri kalmış ülkelerin toplumsal yapılarının bir ürünüdür. Sömürgecilik, geri kalmış ülkelerdeki geleneksel kurumsal dengeleri bozdu. Arkasından bağımsızlık harekeüeri ve kanılan siyasal bağımsızlıklar bu süreci daha da hızlandırdı. Yüzyıllar süren uzun istikrar dönemlerinden sonra birdenbire yıkılan ve yerlerine henüz yenileri konamayan kurumların yarattığı boşluk bir istikrar gereksinmesi yarattı. Bunu biz, selde sürüklenen bir insanın tutunacak bir dal aramasına da benzetebiliriz. İşte kişisel iktidar ve birden putlaşan bir "tek şef" bu gereksinmenin yarattığı bir olgudur. Şef, kimliğini yitirmiş olan bir topluma, kendi kişiliğinde bir kimlik vererek önemli bir boşluğu doldurur. "Kültürel Etkenler" bölümünde inceleyeceğimiz siyasal toplumsallaşmaya da böylece yardımcı olur. Niçin otoriter yönetim? Bu sorunun yanıtını daha önce vermiş olduğumuz için, iktisatçı W.W. R o s t o w ' u n bu konudaki görüşünü anımsatmakla yetineceğiz: "Geleneksel toplumdan ekonomik gelişmenin harekete geçmesi aşamasına geçilirken, ekonominin kendisi ve toplumsal değerler dengesi değişmekle birlikte, belirleyici etken genellikle siyasaldı. Siyasal düzeyde, merkezi ve etkili bir ulusal devletin kurulması, kalkınma öncesi aşamada belirleyici bir rol oynadı; ve hemen her yerde, bu, ekonomik kalkınmanın harekete geçirilmesinde zorunlu bir koşul olarak ortaya çıktı". Bu sözlerle kastedi/ len siyasal rejimin otoriter nitelikte olduğuna kuşku yok. 75
Rostow'un görüşlerindeki gerçek payını kabul etmekle birlikte, geri kalmış ülkelerdeki siyasal kurumları bu geri kalmışlığın nedeninden çok sonucu saymak elbette ki daha doğru olacak. Ama buna dayanarak, özgürlükçü bir demokrasinin geri kalmış ülkeler için düşünülemeyeceği de söylenemez. Çünkü demokratik kurumlar geri kalmışlığın kendine özgü toplumsal yapısı tarafından çarpıtılsa bile, gene de o yapıyı etkilemekten geri kalmazlar. Bu karşılıklı etkileşime dayalı olan süreç, o toplumların demokrasiyle yöneltilebilmeleri için geçilmesi zorunlu bir aşamayı oluşturur. Kendi kişiliğinin bilincine varan insan için özgürlük bir gereksinme olmakla birlikte, demokrasi de ancak yaşanılarak öğrenilen bir yaşam biçimidir. Türkiye'yi diğer geri kalmış ülkelerin büyük çoğunluğundan ayıran özellikler, demokrasinin zor da olsa oluşmasına ve gelişmesine olanak veriyor. Geri kalmış ülkelerin büyük çoğunluğu uzun bir sömürge yaşamından geçtikleri için devlet yönetme alışkanlığına ve görece güçlü orta sınıflara sahip değiller. Oysa Türk toplumu, yüzyıllar boyu süren büyük bir imparatorluğun yönetim deneyimine ve yönetici kadrolarına sahipti. Atatürk o gücü, çağdaş ve. demokratik bir-rejimin oluşumu yönünde değerlendirmesini bildi. Ama aynı olanağa, geri kalmış ülkelerin büyük çoğunluğunun sahip bulunmadığı açık.
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Aron, R a y m o n d ; Demokrasi ve Totalitarizm (Çev. V. Hatay), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1976. B i r l e ş m i ş M i l l e t l e r ; Measures for the economic development of underdeveloped countries, New York, 1951. Duverger, Maurice; Diktatörlük Üstüne (Çev. Bülent Tanör), Dönem Yayınları, İstanbul, 1965. Duverger, Maurice; Politikaya Giriş, Varlık Yayınları, İstanbul, 1964. 76
Garaudy, Roger; Marx İçin Anahtar (Çev. A.T. Kışlalı), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975. Lacoste, Yves; Les pays sovs-developpes, P.U.F., Paris,
1963.
Lıpset. S. Martin; Siyasi İnsan (Çev. M. Tuncay), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1964. Popper, Karl R.; Açık Toplum ve Düşmanları (Çev. H. Rızatepe), cilt II, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1968. Rostow, W.W.; İktisadi Gelişmenin Merhaleleri (Çev. E. Güngör), Kalem Yayınları, İstanbul, 1980. Schwartzenberg. Roger-Gerard; Sociologie Politique, Editions Montchrestien, Paris, 1971.
77
İKİNCİ KISIM ÜST YAPISAL
ETKENLER
Kurumsal etkenlerle kültürel etkenleri ele alacağımız bu bölümde, bir yandan kurumların ve kültürün oluşumunda alt yapının rolüne değinirken, öte yandan da toplumsal kurumların ve kültürün alt yapı üzerindeki etkisine eğileceğiz. 1. K U R U M S A L E T K E N L E R Toplumsal kurumlar, belirli koşulların etkisi altında ve bir süreç sonucunda oluşurlar. Ama o koşullar değiştikten, hatta bazen tamamen ortadan kalktıktan sonra da varlıklarını sürdürmeleri olasıdır. Öte yandan, toplumsal kurumların kendilerini yaratan koşullar üzerinde doğrudan bir etkileri de söz konusudur. Önce genel olarak toplumsal kurum kavramı ve sonra da kurumların siyasal yaşam üzerindeki etkileri üzerinde duracağız. Bu arada, en önemli siyasal kurumlar olarak iktidar ve devlet konularını ayrıca ele alacağız. a) K u r u m l a r ı n
Oluşumu
Ve
İşlevi
Toplumsal kurum kavramının çok çeşitli tanımları var. Bu tanımlamaların bazı temel öğelerini biri eştiril sek; kurumu, toplumun 'varlığını koruyabilmesi için meşru olan ve olmayanı tanımlayan, zorlayıcılığı, tutarlılığı ve göreli bir sürekliliği bulunan kurallar ve ilişkiler bütünü olarak tanımlayabiliriz. Kurumlar gelenek ve alışkanlıkların etkisiyle ya da yasayla oluşur. 79
Aile, din, eğitim hukuk, siyaset ve ekonomi, hemen akla gelen önemli toplumsal kurumlardandır. Ama siyasal yaşamın kendisi de birçok kurumdan oluşur. Bu kurumlardan birisi olan devleti ise bazı siyasal bilimciler "kurumlar kurumu" olarak nitelendirirler. Toplumsal kurumlar, insanların bir arada yaşamaya başlamaları ile birlikte ortaya çıktı. Belirli gereksinmeleri karşılamaya yönelik olan ilişkiler sık bir biçimde yinelendikçe, süreklilik ve tutarlılık kazanmaya, herkesi kendine uymaya zorlayan iııanç ve davranış kalıplarına dönüşmeye yüztuttu. Kurumsal ilişkileri kişisel ilişkilerden ayıran temel öge, birincinin göreli sürekliliği ve kendisine uyulması için var olan toplumsal ya da siyasal baskıdır. Geçici ilişkilerle kurumsal ilişkiler arasındaki ikinci temel ayrım ise, inançlarla ilgilidir. Örneğin siyasal iktidara "nıeşru" sayıldığı ölçüde boyun eğmek doğaldır. Oysa kuruml aşmamış, inanca dayanmayan bir boyun eğişte genellikle bir güçsüzlük, bir karşı koyamama durumu söz konusudur. "İstikrar, süreklilik ve yapısal bir modele bağlılık ise meşruluk duygusu yaratır". Basit ilişkilerle kurumları birbirinden ayıran temel iki öge de böylece birbirine bağlanmaktadır." Nasıl ki basit bir ilişkiyi kurumsal ilişkiden ayırmak zorunlu ise, kurum kavramı ile örgüt kavramım da birbirinden ayırmak gerekir. Toplumsal yapılar ilişki sistemleridir ve bu sistemlerin ürünü olan ilişkilerle birlikte kurumları oluştururlar. Ama bazı kurumların bir de örgütleri bulunur. Siyasal partiler, yasama ve yürütme organları, yerel yönetimler, baskı grupları hep bu tür kurumlardandır. Hemen belirtmek gerekir ki, toplumbilimseljıçıdan asıl önemli olan, çerçevesi yasalarla çizilmiş bulunan bu örgütler değil, o örgütlerin gerisindeki ilişkiler bütünüdür. Bunu, zarfın değil de içindeki mektubun önemli olmasına benzetebiliriz. Zarfın dış görünümü, içindeki şey hakkında her zaman doğru bir izlenim vermeyebilir. Yüz yüze ilişkilerin egemen olduğu topluluklarda yasal kurumlar doğmamış, toplumsal denetim ve uyum, övgü> yergi, ayıplama gibi yaptırımlarla sağlanabilmişti. Oysa teknolojik 80
ve ekonomik gelişmenin ürünü olarak çok daha büyük kalabalıkların bir arada yaşamaları zorunluğu ortaya çıkınca, kişinin davranışlarına yön veren temel etki, her gün yüz yüze ilişki kurulan kişilerin düşünce,ve davranışları olmaktan çıktı. Artık toplumun bir düzen içinde varlığını sürdürebilmesi için, yasa gücü ile oluşturulan ya da güçlendirilen kurumlara gerek vardı. Devlet dediğimiz kurum, işte bu gereksinmenin sonucunda doğdu. Resmi olmayan denetim süreçlerinin yerini, fiziksel zor kullanma yetki ve gücüne sahip bir organlar toplamı aldı. Çeşitli toplulukları ilgilendiren ortak sorunların varlığı durumunda önce kent devletleri, daha sonra da büyük imparatorluklar aşamasına daha lıızlı varılmıştır. Yaşamın belirli bir su kaynağının ortak kullanımını gerektirdiği durumlar bunun en güzel örneğini oluşturuyor. Tarihte Nil ve DicleFırat vadilerinde, Meksika ve Peıu'da benzer gelişmelerin ortaya çıkmış oluşu bu nedene bağlanabi'ir. Kurumların kendi aralarında belirli bir uyum içinde bulunmaları ve böylece toplumda istikrarın sağlanması, ilişkilerin yüz yüze olduğu geleneksel toplumlarda adeta kendiliğinden oluyordu. Oysa kurumların birbirinden çok farklılaştığı çağdaş toplumlarda istikrarın sağlanması önemli bir sorun olarak ortaya çıktı. Bu gibi toplumlarda istikrar, kurumlar arasındaki çok duyarlı bir dengeye dayandığı için, toplumsal yapıdaki değişmeyi hızlandıran hızlı teknolojik gelişmelerde, istikrarı korumak çok zorlaşmaktadır. Tanımlarından da anlaşılacağı gibi, kurumlar toplumu biçimlendirir, toplumsal düzenin sürmesi için uyulması gerekli kuralları ve ilişki kalıplarım ortaya koyarlar. Ama hemen hiçbir zaman mutlak bir uyum aranmaz. Her toplumda, derecesi azalan ya da çoğalan bir hoşgörü bulunur. Ancak o hoşgörünün sınırları aşıldıktan sonradır ki, resmi ya da resmi olmayan yaptırımlar harekete geçer. Siyasal iktidarların etkisinin azaldığı dönemlerde, resmi yaptırımlar da giderek güçsüzleşir, yozlaşır. Bu genellikle hızlı toplumsal değişme dönemlerinde görülen bir durumdur. Top81
lumsal güç dengesi hızla değiştiği için, siyasal istikrarı sağlamak zorlaşır ve bir otorite boşluğu görülür. Aynı dönemler, resmi olmayan kınama, ayıplama gibi yaptırım mekanizmalarının da genellikle etkinliğini yitirdiği dönemlerdir. Çünkü hızlı yapısal değişim, toplumdaki inanç sistemlerini de etkiler. Doğru ve yanlış ayrımı eskisi kadar katı ve net olmaktan çıkar. Bunalım dönemlerinde kurumsal etkiler azalıp, toplumsal baskının yerini "başının çaresine bakma" eğilimleri almaya başlar. Toplumsal kurumlarla kişinin içinde bulunduğu koşullar çatışınca, o kurumların içerdiği kurallara saygısızlık olasılığı ortaya çıkar. Örneğin evlilik, özellikle geleneksel toplumlarda güçlü bir kurumdur. İki gencin evlenmeden cinsel ilişkide bulunmaları ve birlikte yaşamaları hoşgörülmez. Böyle bir duruma karşı çok ağır yaptııımlar öngörülmüştür. Ama başlık olayı ya da benzer ekonomik yükler, olanaksızlıklar içindeki kişiyi kural dışı davranışlara itebilmektedir. Bu kişisel durumlar yaygınlaştıkça da, "kız kaçırma"nın kendisi kurumlaşmaktadır. Genelleşmediği ve kurumlaşmadığı sürece, bu tür olaylar toplumbilimciler için bir "sapma"dır. Kurumlarla çatışmanın bir başka yolu da "kaçış" olabilir. Toplumsal kurumların temsil ettiği değer sistemi ile bağdaşmayan bir insanın çiftlik evinde "inzivaya çekilmesi" kaçış olduğu gibi, "hippilerim toplumdan uzaklaşarak kendi aralarında belirli bir yaşam biçimini sürdürmeye çalışmaları da bir çeşit kaçıştır. Ama toplumsal kurumlara uymayı reddeden kişi, onlardan kaçmak yerine onların yerine başkalarını topluma kabul ettirmeye de çalışabilir. Kendi değer sistemlerini ve o değer sistemlerine dayalı kurumları zorla kabul ettirerek toplumu değişmeye ça'ışmayı ise "isyan" olarak nitelendirebiliriz. D u r k h e i m , bireylerin hangi kuruma ve kurala uyacaklarını şaşırdıkları ve bu nedenle toplumsal bütünleşmenin çok zorlaştığı durumları "anomi" olarak nitelendiriyor. Toplumdaki hızlı bir zenginleşmeden de kaynaklansa, her toplumsal bunalım bir anomi tehlikesini de beraberinde taşır. "İntihar" adlı yapıtında Durkheim bu görüşünü şöyle açıklıyor: 82
t
"Yaşam koşullan değişince, gereksinmelerin ona göre ayarlandığı derecelendirme de aynı kalmaz (• • •) Değerler sistemi altüst olmuştur; ama öte yandan, yeni bir değerler sistemi de onun yerini alamaz. İnsanların ve eşyaların kamusal bilinç tarafından yeniden sınıflandırılması için zaman ister. Böylece serbest bırakılmış olan toplumsal güçler yeniden bir dengeye ulaşmadıkça, karşılıklı değerleri belirlenmemiş olur ve sonuçta da,, bir zaman için her türlü düzenleme etkisiz kalır. Ne olanaklıdır ne olanaksız, ne doğrudur ne yanlış, meşru istek ve umutlar nelerdir, ölçüyü sınırı aşanlar hangileridir, bilinemez.'''' Durkheim intiharlarla anomi arasındaki yakın bağlantıyı ortaya koydu. Geleneksel toplumun istikrarına karşılık, sanayi toplumunun, kentsel toplumun anomi yarattığını be'irtti. Geleneksel toplumdaki ailenin işlevini kentsel yaşamda küçük gruplar alıyor. Geleneksel toplumdaki ailenin yapısal istikrar ve tekdüzeliğine karşılık, çağdaş toplumdaki küçük gruplar birbirlerinden çok farklı alt değer sistemleri üretebiliyorlar. Böylece toplumun yasal kurumları ve o kurumların dayandığı değerler sistemi ile içinde yer alman grubun değerleri arasındaki farklılık bir çatışmayı çoğunlukla kaçınılmaz kılıyor. İşte kitle haberleşme araçlarının çağdaş toplumdaki bir önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Toplumsal bütünlüğü değişime engel olmadan koruyabilmek, kitle haberleşme araçlarının ortak değer yargıları ve onlara dayalı kurumlarla ilgili tutumuna büyük ölçüde bağlı olmaktadır. b) K u r u m s a l D e ğ i ş m e v e Siyasal K u r u m l a r ı n Göreli Bağımsızlığı Her kurumun, toplumsal yaşamın sürebilmesi için bir görevi, bir işlevi bulunduğunu öne süremeyiz. Her kurum bir gereksinmeye yanıt olarak doğar. Ama aynı kurum^ toplumun tümü için işlevsel olmayabilir. Hatta zararlı olabilir. Belirli bir düzey ve beliıli bir toplumsal ortamda işlevsel olan bir kurum, farklı bir düzey ve farklı bir toplumsal ortamda, toplumsal yaşamın tümü için engelleyici bir etki yapabilir. Örneğin din, toplumlarda genellikle bütünleştirici bir rol oynar. Ama aynı toplumda şu ya da bu nedenle iki farklı inanç, 83
iki farklı diıı ya da mezhep yan yana bulunmaya başlayınca durum değişir. Belli bir ortamda farklı inançlar toplumsal çözülmeye katkıda bulunmaya başlayabilir. Kendi toplumumuzdan İrlanda'ya kadar bunun çok sayıda kanıtını görüyoruz. Tarih ise daha çarpıcı örneklerle dolu. İşlevini yitirdiği halde varlığını sürdüren kurumlar bulunabilir. Ama toplumsal yaşam için engel durumuna gelmiş kurumların varlıklarını sürdürebilmeleri zordur. Böyle bir durum, kurumsal değişmeyi zorunlu kılan bir gerilim yaratır. Örneğin bürokrasi, belirli bir düzeye ulaşmış bulunan toplumlarda işlerin yürüyebilmesi için zorunlu bir kurumdur. Ama işleri kolaylaştıracağı yerde zorlaştıran, ağırlaştıran bir hantallığa ulaştığı zaman gerilim başlar. Onu yaratan gereksinme ortadan kalkmadığı için kendi de ortadan kalkmaz, ama yapısal bir değişiklik geçirmesi er ya da geç kaçınılmaz olur. Kurumların, kendilerini yaratan koşulların değişmesinden sonra da varlıklarını sürdürebilmeleri oldukça yaygın rastlanan bir olaydır. Toplumlarda her zaman çağdaş gereksinmelere yanıt veren kurumlarla, işlevlerini yitirdikleri halde varlıklarını sürdürebilen kurumlara yan yana rastlanır. İkincilerin ağırlığının artması oranında sağlıksız bir toplumsal yapıdan sözetmek doğru olur. Bu sağlıksız, siyasal çatışmayı sertleştiren bir etkendir. Kuıumlaıın, varlık nedenleri ortadan kalktıktan sonra da yaşayabilmelerinin iki temel nedeni gözlenebilir. Birinci neden doğrudan o kurumun fizik varlığıyla ilgilidir. Varlığı o kuruma bağlı olan bir örgüt ve toplumsal yeri o örgüte bağlı olan insanlar söz konusudur. Herşeyden önce örgüt, kurumun sürmesi için direnecektir. Gerekirse kuruma yeni bir işlev yaratmaya çalışacaktır. Ama binalar, eşyalar ve insanlardan oluşan fiziksel varlık, işlevini yitiren bir kurumun yaşamını sürdürebilmesi için yetmez. O kurumun varlığına insanların alışmış olmaları ve daha da önemlisi, o kurumun yaşamasından rahatsız olmamaları gerekir. Başta İngiltere olmak üzere, Batı Avrupa'daki krallıklar varlıklarını böylece sürdürebilmişlerdir.
84
Eski kurumlar, kendilerini yaratan koşulların ortadan kalkmasından sonra da toplumda önemli bir tepki doğurmuyorlarsa, yeni toplumsal güçlerin gelişmesini ve toplumsal işlevlerin yerine gelmesini engellemiyorlar demektir. Bu durumda, belirli .bir yapısal değişme geçirerek ve önemleri azalarak yaşayabilirler. Hatta toplumsal geçiş dönemlerinin daha az sarsıntılı | olmasına, siyasal gerginliğin azalmasına katkıda bulunabilirler. (Gerileyen toplumsal güçleri, hiç değilse duygusal olarak rahatlatabilen İngiliz Krallığı gibi). Oysa değişen koşullara uymamakta, yeni gereksinmelere yanıt vermemekte, tersine onlarla çatışmakta direnen kurumlar, siyasal çatışmayı sivrileştirirler. Sağlamaya çalıştıkları toplumsal hareketsizlik ile aslında gelecek devrimci patlamalara ortam hazırlarlar. Siyasal kurumların değişimi ve evrimi konusunda, birbirine taban tabana zıt iki görüş var. Birinci görüşü paylaşan-? lar; siyasal kurumların, ekonomik ve toplumsal yapıya bağlı olarak değişime uğradığını savunuyorlar. (Marksistlerin önceliği üretim biçimine, marksist olmayanların ise üretim düzeyine verdiklerini daha önce görmüştük). İkinci görüş sahipler;/ ise, siyasal kurumların önceliğine ya da bağımsızlığına inanıMarx'ın siyasal kurumların değişimiyle ilgili kuramı açık. Bu kurama göre, toplumsal evrimde itici güç ya da belirleyici öge, üretim teknikleridir. Üretim teknikleri üretim biçimini, yani üretimle ilgili kurumları ve özellikle de mülkiyeti belirler. Üretim biçimi ise, siyasetin de içinde bulunduğu bir dizi kurumu kendi gereklerine uygun olarak biçimlendirir. Marx'a göre; belirli üretici güçler belirli bir üretim biçimini, üretim biçimi belirli bir sınıfsal yapıyı, toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesi de belirli siyasal kurumları yaratıyor demektir. Gerçi siyasal kurumlar da bir kez oluştuktan sonra altyapı üzerinde etki yapabilirler, ama bu, siyasal kurumların o alt- yapı tarafından belirlendiği gerçeğini değiştirmez. Marksizmde siyasal kurumların sınıf çatışmaları sonucunda ve o çatışmadaki güç dengelerine, daha doğrusu egemen sınıfın gereksinmelerine göre oluştuğu görüşü bulunur. Ekonomik etkenler içinde üretim düzeyine, yani "ekonomik geliş85
mişlik düzeyi'ne öncelik verenler içinse, siyasal kurumlar bu ekonomik düzeyin gereklerine göre biçimlenirler. Siyasal kurumların toplumsal-ekonomik yapı tarafından belirlendiği görüşünü paylaşanlar, özellikle Batılı toplumların evrimlerinden esinlenmişlerdir. Bu, toplumların daha çok kendi iç dinamikleriyle değişime uğradıkları dönemler için geçerli bir gözlemdir. Oysa toplumlararası ilişkiler arttıkça, toplumsal-ekonomik gelişmede geri kalmış olanlar, gelişmiş olanlardan giderek daha fazla etkilenmeye başlamışlardır. Geri kalmışlık kısır döngüsünün kırılmasında ya da gelişmişlere yetişme çabalarının hız kazanabilmesinde, siyasal kurum ve süreçlerin bir hareket noktası oluşturabileceği inancı doğmuştur. Leninist Rus Devrimi, Kemalist Türk Devrimi ve Maoist Çin Devrimi, hep siyasal kurumlardan işe başlayarak altyapıdaki değişimleıi hızlandıran süreçlerdi. Marx sosyalist devrimi, yarı-feodal bir tarım ülkesi için değil, Batı'nm gelişmiş kapitalist ülkeleri için öngörmüştü. Oysa Lenin, o altyapının zorunlu kılmadığı üst yapı kurumlarını oluşturarak altyapıyı hızlı bir biçimde değiştiren süreci başlattı. Batı'da çoğulcu demokrasiyi yaratan koşullar 1920'lerin Türkiye'sinde yoktu. Altyapıda o koşulların oluşmasını beklemek, belki de demokrasiyi bir yüzyıl daha ertelemek demek olacaktı. Mustafa Kemal, siyasal kurumlardan başlayarak önce üstyapıyı çağın gereklerine göre düzenleyici atılımları gerçekleştirdi. O değişiklik de toplumsal-ekonomik yapıdaki değişmeleri peşinden sürükledi. Bu söylenenlerin benzerleri, Mao'nun 1949'da siyasal iktidarı ele geçirmesiyle başlamış sayılan Çin Devrimi için de tekrarlanabilir. Roger-Gerard S c h w a r z e n b e r g , gelişmiş ülkelerle onlara yetişmeye çalışan geri kalmış ülkelerin izledikleri yollar arasındaki farkı şöyle anlatıyor: "Bugün, toplumsal-ekonomik gerekirciliğe (determinizm) egemen olmayı amaçlayan bu siyasal iradecilik, ülkelerini geri kalmışlıktan koparmak isteyen siyasal yöneticilerin bulunduğu Üçüncü Dünya toplumlarının çoğunda belirgindir. Avrupa'nın 19 neu yüzyıldaki evriminde, devlet oyuncudan çok seyirciydi. Burada, tersine, herşey devletten hareketle, modernci seçkinlerden 36
oluşan hükümetlerden hareketle başlıyor. Bu seçkinler geleneksel toplumdan açık bir biçimde ilerdedirler ve tüm ülkeyi geliştirme amacına yönelmişlerdir. Çağdaşlaşmaya yönelmiş bu harekete getirici toplumsal tabakanın oynadığı rol, siyasal etkenin kesin önemini aydınlatmaktadır.." Leninist Rus Devrimi kadar, Sovyetler Birliği'nin bugünkü durumunun da, siyasal kurumların göreli bağımsızlığını gösterdiği kanısındayız. Sanayileşmiş, oldukça ileri bir teknolojiye sahip bulunan bu ülkenin bugün ulaşmış olduğu üretim düzeyinin bir "tüketim toplumu"na olanak vermesi gerekirdi. Bunun siyasal yansıması da özgürlükleı in genişlemesi olmalıydı. Bu yöndeki bir gelişmenin çok ağır olduğu ne kadar açıksa, gelişmeyi geciktiren temel etkeni, başlangıçta "geçici" olması öngörülen siyasal iktidar biçiminin, yani siyasal kuıumların oluşturduğu da o ölçüde söylenebilir. Eski Yunan düşünürlerinden başlayıp İbni Haldun'la süren ve Vico'ya, Montesquieu'ye kadar uzanan, siyasal kurumların ve dolayısıyle rejimlerin göreli özerkliğine dayalı bir jjörüşün yarlığını biliyoruz. Bu görüş sahiplerinin kimisine göre devresel, kimisine göre de helezonsal bir gelişimle bir rejimden ötekine geçilir durulur. Tek kişinin yönetimi bozulunca bir azınlığın yönetimine, azınlığın yönetiminin bozulmasıyla çoğunluğun yönetimine, çoğunluğun yönetiminin bozulmasıyla da yeniden tek kişinin yönetimine geçildiğini savunanlara artık pek rastlanmıyor. Ya da toplumsal-ekonomik yapıdan bağımsız olarak siyasal rejimlerin doğup, gelişip ve öldüklerini söyleyenler artık çok az. Ama bu düşünce çizgisi, R a y m o n d Aron'da çağdaş bir ifadeye kavuşabilmiştir: "Siyasal olayların ekonomik gelişme aşamaları tarafından tek yönlii belirlendiği kanıtlanmamıştır: Zenginlik siyasal demokrasinin gelişmesine yetmemektedir. Eskilerin inandığı gibi, belki de siyasal olayların kendilerine özgü bir ritmler'ı vardır. Belki de zorbalığa dayalı rejimler yıpranarak, demokrasiler de bozularak sona eriyorlardır. Ekonomik hareketlerle yönlendirilmek yerine, siyasal rejimlerin bir biçimden ötekine salınması göreli bağımsızlığa sahip bir değişken oluşturabilir.'" 87
c) Siyasal K u r u m Olarak Devlet Ve tktidar Uzun süre birçok siyaset bilimci tarafından siyaset biliminin konusu olarak kabul edilen devleti bir kurum olarak ayrıca incelemekte yarar var. Devlet kimine göre "en büyük kurum", kimine göre de bir "kurumlar kurumu"dur. Devlet, dışa ve içe karşı toplum adına hareket edebilen, bu amaçla güç kullanabilen, toprağı ve insanıyla birlikte tüm bir ülkeyi temsil eden, onun simgesi olan bir kurumdur. Devletin oluşumuyla ilgili bir görüş birliğinin bulunduğu söylenemez. Devletin varoluş nedeniyle ilgili olarak bir görüş birliği olmadığı gibi, devletin insanlık tarihinin hangi aşamasında ortaya çıktığı konusunda da bir görüş birliği yoktur, insanların toplum halinde yaşamaya başlamalarıyla, yani aralarında belirli bir işbölümünün varolmasıyla birlikte devletin ortaya çıktığını söylemek, devlet kavramını çok geniş yoruml a m a k olur. Giderek ağır basan görüşe göre; devlet ancak "ulusal toplum" aşamasından sonra ortaya çıkan bir kurumdur. Ulusal toplumlar, Avrupa'da feodalitenin yıkılmasından sonra doğduklarına göre, devletin doğması da ancak onaltıncı ve onyedinci yüzyıllardan başlayarak söz konusu olacak demektir. Devleti, bireysel nitelikteki siyasal iktidarın yetersiz duruma gelmesi ve kurumsallaşmaya başlamasıyla birlikte oluşan bir kurum olarak değerlendirenler de var. Siyasal iktidarın kişisel nitelikte oluşu, iktidara kimin hangi koşullara göre geleceğinin ve hangi koşullara göre iktidar gücünü kullanacağının kurallara bağlanmamış olması anlamına gelir. Bu anlamda bir kurumsallaşmaya, yani olağandışı niteliklere sahip kişilere bağlı bulunmayan siyasal iktidar olgusuna ise Eski Yunan'dan ve Roma'dan beri rastlıyoruz. Ulusal devletleı, Batı'da kapalı tarım ekonomileri demek olan feodal yapıların yıkılmasıyla oluştular. Ticaretin gelişmesi ve pazar için üretimin başlaması gibi olgular, feodal beyliklerin çerçevesini aşan daha geniş toplumsal sınırları zorunlu kılıyordu. Bir beylikten ötekine ve feodal beyin kişiliğine göre değişmeyen kurallar ve uygulamalar gerekiyordu. Ulusal diller, ulusal kültürler ve toprak bütünlüğü bu süreç içinde oluş88
tu, ulusal sınırlar ortaya çıktı. Kilise de ulusal bir nitelik kazanmaya ve Papalığın etkisi azalmaya yüztuttu. İktidarın kaynağının Tanrısal değil toplumsal olduğu anlayışı doğdu. Ulusal egemenlik kavramı ile çağdaş devlet arasında bir bağlantı bulunduğu açık. Egemenliğin kaynağının toplumsal olmadığı durumlarda, tanrısal kökenli bir egemenlik anlayışıyla karşı karşıyayız demektiı. Egemenliğin kaynağı Tanrı olunca, siyasal iktidarın oluşumu ve denetimiyle ilgili konular toplumun yetkisi dışında kalır. İktidarını Tanrı'dan alan hükümdar ancak Tanrı'ya karşı sorumlu olur. İşte bu nedenden dolayıdır ki, "ulusal egemenlik" kavramıyla birlikte iktidar toplumsallaşmaya ve çağdaş anlamda devlet doğmaya başlamıştır. Devleti oluşturan temel öğelerin ülke, ulus, iktidar ve egemenlik olduğu söylenebilir. Devletin işlevleri konusunda ise bir ayrım yapmak gerekiyor. Ülkenin ve üzerinde yaşayan insanların dıştan gelecek tehlikelere karşı korunması, içte güvenliğin ve adaletin sağlanması, toplumun yönetilmesi gibi konuların devletin temel görevlerini oluşturduğunu hemen herkes kabul ediyor. Ama devletin yerine getirmesi gekeren "kamu hizmetleri" konusunda önemli görüş ayrılıkları var. A d a m Smith'ten bu yana somudaşan liberal görüşe göre, devlet yalnızca kârh olmadığı için özel kesimin ilgilenmediği altyapı hizmetlerini yerine getirmekle yetinmelidir. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" sloganında özeden ebilen bu görüş devletin olabildiğince az şeye karışmasını öngörür. Burada hukuksal açıdan söz konusu olan, bireyi siyasal iktidara karşı, daha doğrusu siyasal iktidarın kötüye kullanılmasına karşı korumaktır. "Hukuk devleti" anlayışı bir anlamda bu yoldaki çabaların bir ürünü sayılabilir. Sosyalizmin katkılarıyla oluşan "sosjıai devlet" anlayışı ise, liberalizmin getirdiği özgürlüklere ek olarak, toplumsal haklar kavramını getirdi. Artık söz konusu olan devletin karışmaması değil, tersine etkin bir tutumla kamu hizmederinin sınırını genişletmesidir. Devletin düşük gelirli toplum kesimlerine bazı hizmetleri parasız ya da çok ucuza götürmesi istenmektedir. Böylece eğitim ve sağlık hizmetlerinden başlayıp çe89
şitli toplumsal güvenlik kurumlarına kadar uzanan bir dizi konu devletin görevleri arasına girmiştir. Yukarıda devleti oluşturan temel öğeleri sayarken iktidara da yer vermiştik. Öyleyse "siyasal iktidarım bulunmadığı bir devlet düşünülemez. Buna karşılık, siyasal iktidar kavramına ve kurumuna yalnız devlet çerçevesinde rastlanmaz. Çağdaş anlamda devlet olarak nitelendiremeyeceğimiz toplum ve topluluklarda da bir iktidar olgusu vardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, siyaset bilimini, siyasal iktidar konusunu inceleyen bilim olarak kabul edenlerin sayısı oldukça yüksektir. Bu nedenle, siyasal iktidar kavramına da bir kurum olarak ayrıca değinmek zorundayız. İktidar geniş anlamıyla, kendi iradesini egemen kılabilme, başkalarının davranışlarını denetleyebilme, bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya zoılayabilme gücü olarak tanımlanabilir. Örneğin Max Weber'e göre, iktidar "toplumsal ilişkiler çerçevesinde bir iradenin, ona karşı gelinmesi durumunda bile yürütülebilmesi olanağıdır". Başka bir deyişle, iktidar başkalarını yönetme '-gücüdür. Bu geniş tanımdan hareket edersek, birinin buyruk verip bir başkasının da ona boyun eğdiği her durumda iktidarın varlığından, buyruk veren kişinin ötekisi üzerinde bir iktidarının bulunduğundan sözedebiliriz. Baba çocukları üzerinde, komutan erleri üzerinde, müdür kendi bölümündeki görevliler üzerinde, çalıştırıcı futbolcular üzerinde bir iktidara sahiptir. Hatta en basitinden bir kız-erkek arkadaşlığında bile bu türden bir ilişkiye rastlanabilir. Siyaset bilimi açısından asıl önem taşıyan iktidar türü, "siyasal iktidar"dır. P a r s o n s iktidarı şöyle tanımlıyor: "İktidar, belli bir topluluğun üyelerinin ortak çıkarları açısından taşıdığı önem nedeniyle meşru sayılan bazı yükümlülüklerin yerine getirilmesine yönelik bir genel yetkinin uygulamaya konulmasıdır". Eğer söz konusu olan, toplumun bir kesimi değil de tümüyse, siyasal iktidar kavramıyla karşı karşıya geliriz. Siyasal iktidar, en genel, en kapsamlı, en üstün, toplumu olıfşturan bireyler üzerinde zor kullanma tekeline sahip bulunan bir iktidar biçimidir. 90
Siyasal iktidar en genel iktidardır, çünkü toplumun sadece bir kesimi üzerinde değil tümü üzerinde geçerlidir. En kapsamlı iktidardır, çünkü yetki alanı çok geniştir ve hemen toplumu ilgilendiren tüm ortak konulara kadar uzanır. En üstün iktidardır, çünkü toplum içinde geçerli olan tüm diğer iktidarlara da etki etme, sınırlar koyma ve denetleme olanaklarına sahiptir. Nihayet siyasal iktidar, kararlarını yürütebilmek için gerektiğinde zor kullanma yetkisine meşru olarak sahip bulunan tek iktidar türüdür. Toplumda söz konusu olabilecek diğer iktidarlar, ancak siyasal iktidarın kendilerine tanıdığı sınırlar içinde yaptırım uygulayabilirler. Siyasal iktidarın zor kullanabilme tekeline sahip bulunmasının nedeni, toplumsal yaşamın sürebilmesinin sağlanmasıdır. Eğer bir toplumda, siyasal iktidarın yanında başka iktidar odakları da zor kullanma gücüne sahipseler, o toplumun çok ciddi bir bunalımlımla karşı karşıya bulunduğunu söyleyebiliriz. Ama böyle bir durum sürekli olamaz. Ya sonunda toplum kendi içinde parçalanıp ayrı ayrı siyasal iktidarlar ve onlara ait egemenlik bölgeleri doğar, ya da söz konusu güçlerden birisi kendi üstünlüğünü diğerlerine de kabul ettirip kendisi siyasal iktidar olur ve diğerlerinin elindeki zor kullanma gücünü alır. (Siyasal iktidarın kendisinin diğer güç odaklarını ortadan kaldırması da bu ikinci olasılığa girer ki, "12 Eylül" olayı bu konuda canlı bir örnek oluşturuyor.)J Elbette ki, siyasal iktidara boyun eğilmesinin tek nedeni onun sahip olduğu zor kullanma gücü değildir. Bir siyasal iktidar toplumdaki yaygın inanç ve değer sistemlerine ne ölçüde uygunsa o ölçüde meşru sayılır ve buyruklarına uyulması da doğal hale gelir. Toplumun önemli bir kesimince meşru sayılmadığı ölçüde, siyasal iktidar varlığını koruyabilmek için zora ve baskıya başvurmak zorunda kalır. Sık sık zora başvuran bir siyasal iktidar, toplumun genelinde meşruluk kazanamamış veya kazandığı meşruluğu yitirmeye başlamış demektir. Münci Kapanı, "İktidar=Kuvvet+Rıza" formülünü önerdikten sonra, J . J . R o u s s e a u ' n u n şu tümcesini anımsatıyor: "Eğer gücü hak, boyun eğmeyi de görev haline getirmeyi bilmiyorsa, toplumda 91
en güçlü olan bile sürekli olarak üstünlük sağlayabilmek için yeter derecede güçlü değildir". Siyasal iktidarın kaynaklaıını araştırdığımızda, Max Weber'in "otorite türleri" ile ilgili ünlü sınıflandırmasından hareket etmekte yarar var. Çünkü siyasal iktidarın temel öğelerinden birisini, "buyurma gücü" olarak kısaca tanımlayabileceğimiz otorite olgusu oluşturur. Weber otorite türlerini üçe ayırıyor: Geleneksel otorite, karizmatik otorite ve hukuksal otorite. Geleneksel otorite, geleneklerin büyük saygı gördüğü, toplumsal düzeninin ağır değiştiği (durağan) toplumlarda ve kurumlarda görülür. Ataerkil aile, feodal toplum gibi. Bu gibi ortamlarda iktidarın kaynağı gelenekler ve yerleşik inançlardır. Karizmatik otorite, önderin olağanüstü gibi görünen niteliklerinden doğar. İktidarın kaynağı, bizzat kişinin doğuştan sahip olduğuna inanılan özellikleridir. Büyük bir kahraman ya da çok zor koşullar içinde toplumu çıkış yoluna sokabilmiş olan bir önderin iktidarının kökeninde, işte bu karizmatik otorite bulunur. Çok zaman mantıkla araştırılmadan, O ' n u n olağanüstü niteliklere sahip olduğuna inanılır. Atatürk, Napolyon, Churchill, Lenin, Mao, Castro ve Humeyni gibi. Hukuksal ya da demokratik otorite ise, ne geleneklerden ne de olağanüstü kişisel niteliklerden kaynaklanır. Bu tür otorite söz konusu olduğunda, iktidarın kaynağını akıl ve kurallar oluşturur. Kişiler belirli kurallara göre iktidara gelir, belirli sınırlar içinde yetkilerini kullanır ve belirli kurallara göre iktidardan uzaklaşırlar. Bu hukuksal kökenli bir otorite ve kaynağını hukuktan alan bir siyasal iktidar türüdür. İktidarın bu üç kaynağının ayrı zamanlarda ve ayrı toplumlarda bulunduğunu sanmak yanıltıcı olur. Örneğin siyasal iktidarın kaynağını hukuk kurallarının oluşturduğu bir toplumda bile, karizmatik ya da geleneksel otorite kaynaklarına da aynı zamanda ve bazen iç içe rastlanabilir. Siyasal iktidarın bu üç "meşru" kaynağına, genellikle meşru sayılmayan bir başkasını ekleyebiliriz: K a b a güce ve baskıya 92
dayalı otorite. Köklü siyasal rejim değişikliklerinin en azından başlangıç dönemlerinde, siyasal iktidarların ana kaynağını bu tür bir otorite oluşturur. Zamanla, daha önce sözünü ettiğimiz otorite türlerinden biri ya da birkaçı devreye girer. Konuyu kapatmadan önce, siyasal iktidar ile devlet arasındaki bağlantıya da kısaca değinmek gerekiyor. Birçok siyaset bilimci, devleti siyasal iktidarın kurumlaşma aşaması olarak görüyorlar. İnsanların avcılık ve toplayıcılıkla yaşadıkları ilkel toplumlarda siyasal iktidarın belirsiz olduğu, köleci ve feodal toplumlardan imparatorluklara kadar birçok toplumda kişisel siyasal iktidar olgusuna rastlandığı vurgulanıyor. Çağdaş toplumlarda ise siyasal iktidarın örgütlü, toplumsal bir yapıya kavuştuğu, böylece de devletin doğduğu söyleniyor. Bu görüş siyasal iktidarın evrim çizgisini göstermesi açısından yararlı ve ilginç olabilir. Ama devlet ile siyasal iktidarı özdeş saymanın yanıltıcı olacağı kanısındayız. Örgütlü ve kurumsallaşmış da olsa, siyasal iktidar sadece devletin öğelerinden birisidir. Devlet kurumunu oluşturan diğer iki öge ise, toplum ve ülkedir. Toplumsal güçler siyasal iktidarı ele geçirmek ya da etkilemek için sürekli bir uğraş verirler. Zaten siyasal çatışmanın temelindeki neden de budur. Siyasal iktidarı ele geçiren güçler, devleti kendi çıkarları ve dünya görüşleri yönünde değiştirmek olanağını da büyük ölçüde ele geçirmiş olurlar.
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Birnbaum, Pierre; Le Pouvoır Politique, Dalloz, Paris, 1975. Bottomore, T.B.; Toplumbilim (Çev. Ü. Oskay), Doğan Yayınevi, Ankara, 1977. Burdeau, Georges; L'Etat, Seuil, Paris, 1970. Çam, Esat; Devlet Sistemleri, İktisat Fakültesi Yay., istanbul, 1976. Daver, Bülent; Siyasal Bilime Giriş, SBF Yayınları, Ankara, 1968. 93
Duverger, Maurice; Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul, 1975. Göze, Ayferi; Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, Hukuk Fak. Yay., İstanbul, 1977. Kapanı, Münci; Politika Bilimine Giriş, Hukuk Fak. Ankara, 1975.
Yay.,
Lipset, S.M.; Siyasi İnsan (Çev. Mete Tuncay), Türk Siyasi İlimler Derneği Yay., Ankara, 1961. Lundberg, Schrag, Larsen; Sosyoloji (Çev. Özer Ozankaya), Türk Siyasi İlimler Der. Yay., Ankara, 1970. Mendras, Henri; Elements de Sociologie, Armand Collin, Paris, 1967. Tolan. Barlas; Çağdaş Toplumun Bunalımı, A İ T İ A Yayınları, Ankara, 1980. Tunaya, Tarık Zafer; Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Hukuk Fak. Yay., istanbul, 1975.1 Unsal, Artun; Siyaset Bilimine Giriş (Teksir edilmiş ders notları), SBF, Ankara, 1980.
2. K Ü L T Ü R E L
ETKENLER
Ekonomik etkenler gibi kültürel etkenler de güncel siyasal tartışmalar içerisinde bir siyasal tercih sorunuymuş görünümüne bürünebiliyor. Sağcılar genellikle kültürel etkenlerin ağırlığını abartmak, solcular ise küçümsemek eğilimindediıler. Oysa kültür, toplumların geçmişleri ile gelecekleri arasındaki vazgeçilmesi olanaksız bir köprüdür. Bu niteliğiyle, siyasal düşünce ve davranışlara olduğu gibi, siyasal kurumlara da belirli ölçüler içinde etki eder, oluşumlarına katkıda bulunur. Bu etki, kültürün içinde önemli bir yer tutaıı inançlar ve ideolojiler için geçerli olduğu gibi, kültürel bütünler ve uygarlıklar için de geçerlidir. Kültürel etkenleri incelerken önce kültür, uygarlık, evrensel-kültür ve alt-kiiltür gibi kavramlar arasındaki ayrımı gör94
mek gerekir. Siyasal tartışma ve çatışmalarda önemli bir yer tutan ideoloji olgusu da bu ilk aşamada üzerinde durulacak konular arasında yer alıyor. İkinci aşamada, siyasal değer sistemlerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan siyasal toplumsallaşma sürecini ve daha sonra da kültürel etkenlerin kendi başlarına ya da bir bütün olarak siyasal yaşamdaki yansımasını inceleyeceğiz. a) Kültür ve İdeoloji İnsan, içinde yetiştiği çevrenin bir ürünüdür. Benzer koşulları paylaşanlar benzer biçimde düşünürler. Durkheim'den hareket ederek, ^ültüru) bir duyuş, düşünüş ve davranış birliği olarak tanımlayabiliriz. Duyuş, düşünüş ve davranış birliği ya da benzerliği ise, bir ulusun, bir toplumun öbür toplumlardan değişik olan tarihsel ve güncel koşullarııun etkisiyle oluşur. Bu anlamda kültür ulusal bir nitelik taşımaktadır; ama özellikleri çok başka olan toplumların bile birbirlerine benzeyen bazı koşullara sahip olması ve çağdaş dünyada bu benzer koşulların hızla artması, kültürün evrensel yanını ortaya çıkarır. İnsanın insan olarak ortak yanı, ^vrensel kültümü yaratan temel öğedir. İnsan, ancak ulusal özelliklerini koruduğu oranda, çağdaş uygarlığa, evrensel kültür değerlerinin oluşmasına ve zenginleşmesine katkıda bulunabiliı. Kendi ulusal özelliklerini yitirmiş olan bir toplumun, evrensel kültür değerlerine katacak bir şeyi kalmamış demektir. kültürden daha geniş, evrensel kültürden ise daha dar bir kavramdır; benzer kültürlerin ortak yanlarını ve teknolojik düzeydeki birlik ya da bütünlüğü içerir. iyaset sosyolojisi açısından önemini giderek arttıran bir kavram oluşturuyor. Aynı toplum içinde yaşayan, ama yaşam koşullan birbirinden farklı olan toplumsal kesimler vardır. Alt-kültürler, işte bu ikinci derecedeki farklılıkların ürünüdür. Çağdaş dünyada artık sadece toplumsal sınıfların ya da coğrafi bölgelerin değil, örneğin belirli koşullarda üniversite öğrencilerinin de bir alt-kültür geliştirdiklerini toplumbilimcilerin çoğu kabul ediyor. 95
Toplumun temel değer sistemlerini paylaşan, ancak ikinci dereceden bazı duyuş, düşünüş ve davranış farklılıkları üzerine kurulu olan alt-kiiltürü "karşı-kültür"den ayırmak gerekir. 'Karşı-kültür ^kavramında, ana kültürün temel değerlerini reddetme ve o değerlerin yerine başkalarını koyma isteği söz konusudur. Kırsal kesimlerin ya da coğrafi bölgelerin alt-kültürü ulusal kültürle çelişmez, çünkü onun bir parçasıdır. Oysa hippilerinki bir karşı-kültürdür, çünkü ulusal kültüre ya1 da Batı Uygarlığına bir seçenek oluşturmak savmdadır. Alt-kültür gibi, gözden uzak tutulmaması gereken bir de ^ust-kültür olgusu var. D u v e r g e r bu konuda şöyle diyor: "Birçok kültürde ortak olan öğelerden oluşan ûst-kültürler bulunur. Bu üst kültürlerin günümüzde, kendilerine bağlı olan kültürleri bütünleştirmek ve kendileri onların yerlerini alacak kültürler olmak eğilimi taşıdıkları unutulmamalıdır.". Bu konuda verilen örneklerin başında ise "Batı Topluluğu, Avrupa ve komünist dünya" geliyor. Oysa üst-kültürü, uygarlık ya da evrensel kültür yerine kullanma Vyamltıcı olabilir. Üst-kültür kavı amini biz farklı bir anlamda kullanmaktan yanayız. Çeşitli ulusal kültürler içinde yer alan, çağdaş bazı alt-kültürler arasında önemli benzerlikler vardır. Örneğin bir "burjuva" kültüründen ya da bir "marksist" kültürden sözedildiği zaman akla herhangi bir ulusal kültür gelmiyor. T a m tersine, çeşitli ulusal kültürler içinde rastlanan bu iki alt-kültürün ulusal boyutta benzerlerinin çıkması ve bu benzerleri arasındaki ortak değerlerin giderek artması olgusuyla karşı, karşıyayız. Öyle ki, ulusal kültürün doğal uzantısı olan ulusal dayanışmanın yerini, bazı durumlarda bir sınıfsal kültürün uluslararası düzeydeki ortak değerler bütünleşmesi alabilmektedir. Bir Fransız işvereni ile bir Alman işvereninin duyuş, düşünüş ve davranış benzerlikleri bazen onların kendi uluslarından bir işçi ile aralarındaki benzerliğin ötesine gidebiliyor. Aynı şeyi iki ülkenin işçileri arasındaki alt-kültür benzerliği açısından da söyleyebiliriz. Ama sayıları çok arttııılabilecek olan çarpıcı örnekler, _ulusal kültürlerin bugün de üst-kültür96
lerden çok daha güçlü olduğu gerçeğini değiştiremiyor. "Sermayenin ve emeğin ulusu olmaz" savlarına karşın, örneğin Doğudaki komünist iktidarlar gibi, Batıdaki komünist partiler de çatışmalı konularda soruna genellikle ulusçu gözlüklerle bakmaktadırlar. Aynı durumun Batı burjuvazisi için de geçerli olduğunu biliyoruz. temel kavramlara gözatarken, genellikle ^ . olarak nitelendirilen olguya ve bu konudaki bilimsel tartışmalara da kısaca değinmekte zor unluk var. Çağımızda kitle iletişim araçlarının kazandığı olağanüstü etkinlik ne kadar gerçekse, bu araçların varlıklı, ileri ölçüde sanayileşmiş ülkeler tarafından, kendi kültürlerini yaymak için önemli bir olanak oluşturduğu da o ölçüde açıktır. Başlıca teknoloji üreten ülkelerin dillerini öğrenmek ^başta İngilizce olmak üzere), geri kalmış ülkelerin seçkinleri için zorunlu olmakta, bu zorunluk da o ülkelerin kültürel etkilerinin yayılmasını kolaylaştırmaktadır. Kaldı ki, söz konusu seçkinlerin bir bölümü zaten o ülkelerde eğitim görmektedirler. Bunun sağladığı olanaklarla kendi toplumlarında daha etkili olmakta, -eğitim kurumları da dahil olmak üzere- toplumsal yaşamın çeşitli kesimlerinde, etkilendikleri dış kültürün özelliklerini belirli ölçüler içinde taşımaktadırlar. Evrensel kültür, tüm ulusal kültürlerin katkılarıyla oluşur. Oysa burada söz konusu olan olay, belirli bir ulusal kültürün, diğer toplumları da genellikle tek yanlı olarak etki altma alması, söz konusu ulusal kültürün taşıdığı değerler sisteminin, bir alışkanlık yaratılarak yayılmaya başlanmasıdır. "Kültür emperyalizmi"xv\ yaratan temel öge, ileri teknoloji ve o ileri teknolojiye bağımlı ekonomik güçtür. Ne var ki, bu güçlü dış kültürel etkinin sonucu olarak topluma yerleşen yeni yaşam biçimi ve değişen beğeniler, o dış etkiyi yaratan ekonomik gücün ürünleri için giderek büyüyen bir pazar oluşturuyor. Böylece de, ekonomik güç ile kültürel etki, sürekli birbirlerini besleyip büyüten bir kısır döngü yaratıyorlar. Latin Amerika ülkelerindeki dış kültürel etkiyi inceleyen bazı araştırmacılar, kültür emperyalizminin bu ülkelerde yal97
t
nızca dışa bağımlı bir seçkinler tabakası yaratmakla kalmadığını, aynı zamanda o seçkin azınlığın egemenliğini de -yaydıkları yeni değerler sistemi aracılığıyla- kolaylaştırdığını vurguluyorlar. Sonuçda, ekonomik güce sahip bulunan toplum kesimlerinin ideolojisi olan "egemen ideoloji" de, aslında dışardan ithal edilen bir ideoloji oluyor. Bu görüşe karşı çıkaıı t n g r i d Ş a r t ı ise şöyle demektedir: "Yukarda açıklanan görüş, yönetici-egemen sınıfın, halkın tiim bilincine egemen olan, gücü sınırsız, tek parça bir blok olmayıp, aslında kendi içsel çelişkileri de bulunan bir sınıf olduğum kabul etmez. Aynı zamanda halkın bilincinin çoğu zaman sanıldığı derecede yönlendirile' meyeceğini, gerçekte en baskıcı koşullarda bile kapitalist egemenliğe karşı mücadelede halk kesimlerinin her zaman direnç gösterme gücü ve yeteneğinin bulunduğunu unutmaktadır. (...) Dahası, yerel egemenyönetici sınıflar, kendi toplumları üzerinde, dışarının yol gösterciliği olmadan da egemenlik kurabilecek yetenektedirler". .—v G o r d o n Childe'ııı " Tarihte Neler Oldu" isimli yapıtında kültürel evrimle ilgili çözümlemesi de değişik bir açıdan bu konuya bağlanıyor: "Tarih öncesi ve yazılı dönemleri, gerçekten coğrafi, teknik ya da ideolojik özel itilere_ karşılık veren toplumların farklılaşmaları yoluyla kültürün nasıl gittikçe çeşitlendiğini gösterirler. \ Fakat toplumlar arasında karşılıklı ilişkinin ve kültürel alışverişin artışı, hatta bundan daha çarpıcı bir olgudur. Kültürel gelenek, bir yandan git gide daha çok kollara ayrılma eğilimindeyken, bir yandan da birleşme ve tek bir nehire katılma yolunda ilerlemek eğilimi gösterir. Kültürel geleneğin ana kolu, yeni kaynakların sularını kendine çekme yolunda, gittikçe artan bir şiddetle, bütün akıntı sistemine egemen olur. SKültürler tek bir kültüre karışıp, onun içinde erime eğilimindedirler". Kültürel etkenlerin siyasal yaşamdaki yansıması söz konusu olduğunda, akla ilk gelen olgu kuşkusuz ki ideolojilerdir. Kültür gibi ideoloji de sayısız tanımı yapılmış bir kavram, (teleolojileri; toplumda benzer koşulları paylaşanların, bu koşullardan doğan ortak gereksinmelerini karşılayan, kendi içinde tutarlı inanç sistemleri olarak tanımlayabiliriz. Kişi, çevresindeki sorunlara çözüm arar. Sorunların çöz ü rr leri arasında bağlantı kurup, onları bir sisteme oturtabil98
diği ölçüde düşüncesinin etkinliği artar. Kurduğu sistem, o sorunları paylaşan toplum kesiminin gereksinmelerine gerçekten de yanıt veriyorsa, giderek o kesimin tanışmadan kabul ettiği "doğru" lara dönüşür. İdeoloji olarak adlandırdığımız inanç sistemlerinin oluşum süreci budur. Dinleri de bu açıdan bir çeşit ideoloji sayma eğilimi yaygındır. Değişen koşullar içinde kendilerini yenileyebilen ideolojiler yaşar, diğerleri ise, gerçeklere ters düştükleri ölçüde etkinliklerini yitirirler. İdeolojiler ilgili toplum kesimlerinin doğru ya da yanlış bilinçlenmelerinde, siyasal çatışmaların yönlendirilmelerinde önemli rol oynarlar. Her ideolojik çatışma, aslında belirli toplum kesimlerinin çıkarları ve dünya görüşleri arasındaki bir çatışmanın yansımasıdır. b) Siyasal T o p l u m s a l l a ş m a Hayvanın doğduğu andan başlayarak çevresine uymasını sağlayan en önemli öge, doğal dürtüleridir. Ayııı işlevi insanda kültür yerine getirir. Kültür, bireye hazır düşünce ve davranış kalıpları sunar. İnsan dünyaya belirli biyolojik özelliklere sahip olarak gelir. Daha sonra toplum ona, kurumları ve diğer bireyleri aracılığı ile temel değer sistemlerini ve kurallarını öğretir. Nihayet her bireyin özel bir yaşam öyküsü vardır. Kişilik bu iiÇ verinin bir bileşkesi olarak oluşur. Burada ikinci veri kültüreldir ve kuşaktan kuşağa "toplumsallaşma" adını verdiğimiz .bir süreçle aktarılır. Birbirlerinden çok farklı olan kişilerin bir toplum oluşturabilmeleri de işte bu sürece bağlıdır. Bu yolla toplum yeni üyelerine, belirli durumlarda ııasıl davranmalar!, gerektiğini öğretir. Başka bir deyişle, toplum bu yolla kendi sürekliliğini güvence altına alır. Toplumun üyeleri arasındaki kişilik farklılıkları psikolojinin, benzerlikler ise sosyolojinin konusudur. Örneğin psikologlar, saldırganlık eğilimlerinin temelinde güvensizlik duygusunun yattığını söylerler. Bu bir yerde bireysel bir olaydır. Ama belirli bir dönemde ve belirli bir toplumda, saldırganlık 99
eğilimi taşıyanların sayısında önemli artışlar olduğu zaman, artık toplumsal bir olayla karşı karşıyayız demektir. Bunun altında -başka etkenlerin yanısıra- kültürel nedenler de aramak zoıunluğu doğar. Örneğin aynı ekonomik bunalımı yaşayan iki toplumdan birinde suç işleme eğilimleri artarken bir diğerinde böyle bir durum görülmüyorsa, bu farklı davranışları ancak o toplumların geçmişine giderek, yani kültürel özelliklerine eğilerek açıklayabiliriz. Belirli koşulların etkisiyle oluşan bu özellikler ise, kuşaktan kuşağa toplumsallaşma süreciyle geçer. Siyasal toplumsallaşma süreci, toplumsallaşmanın bir bölümünü oluşturur. Siyasal toplumsallaşma, siyasal inanç, değer ve davranışların birey tarafından benimsenme ya da toplum tarafından bireye öğretilme süreci olarak tanımlanabilir. Bu konudaki kitabında T ü r k e r A l k a n şu tanımı veriyor: R Siyasal toplumsallaşma, toplumsal-siyasal çevre ile birey arasında yaşam boyu süren dolaylı ve doğrudan etkileşim sonucunda, bireyin siyasal sistemle ilgili görüş, davranış, tutum ve değerlerinin gelişmesidir". Siyasal toplumsallaşmada rol oynayan kurumların başında aile gelir. F r e u d ' d a n başlayarak birçok psikolog, temel tutumların çocuğun ilk yaşlarında oluştuğu görüşünü paylaşıyorlar. Bu temel tutumların siyasal davranışların belirlenmesindeki önemi ise yadsmamayan bir gerçek. Ailenin siyasal toplumsallaşmadaki ağırlığını vurgulayan en ilginç örneği, Almanya'daki otoriter aile yapısının nasıl Nazi rejiminin gelişmesini kolaylaştırdığını gösteren araştırmalar oluşturuyor. Ailenin özellikle çocukluğun ilk yıllarında etkili olduğunu ve zamanla, çocuk büyüdükçe bu etkinin azaldığını belirtmek gerekir. Onbir yaşından itibaren öğretmenin etkisinin anababanın etkisinin üzerine çıktığını gösteren araştırmalar var. Ama bu tür araştırmalar, ancak belirli koşullara sahip bulunan çağdaş toplumlar için geçerlidir. Ancak ailenin eski önemini koruduğu toplumlarda durumun bir ölçüde farklı olması, beklenebilir. Ailenin siyasal toplumsallaşmadaki etkisinin daha az ya da daha çok olmasında, ana-babamıı eğitim düzeyinin rolü 100
de önemli. Ailedeki eğitim düzeyi yükseldikçe öğretmenin siyasal toplumsallaşmadaki ağırlığı azalıyor. Bu nedenle de gelişmiş ülkelerde ya da varlıklı sınıflarda öğretmenin toplumsallaşmadaki etkisi azalırken, geri kalmış ülkelerde ve eğitim düzeyinin düşük olduğu yoksul sınıflarda öğretmenin toplumsallaşmadaki etkisi artıyor. Ailenin özellikle parti seçiminde bireylerinin tercihleri üzerinde etkili olduğunu biliyoruz. Ama bu konuda da, ailenin etkisinin azaldığı, buna karşüık okulun etkisinin arttığı gözlemleniyor. Yaş ilerledikçe çocuklar siyasal konulan daha çok arkadaş grupları içinde tartışmaya başlıyorlar. Özellikle aile yapısının otoriter olduğu durumlarda, arkadaş grubunun etkisi kendini daha kolaylıkla duyurabiliyor. Emekçi sınıflardan gelen çocuklar, eğer daha varlıklı kesimlerin çocuklarıyla aynı gruplara girmişlerse, genellikle öbürlerinin değerlerini benimseme yolunda bir eğilim doğuyor. Aile ve arkadaş çevreleri "birincil gruplar" olarak adlandırılır. Buradaki ilişkilerde yakınlık, duygusallık egemendir. Toplumsallaşmada genel çerçevenin birincil gruplarca ve özellikle de aile tarafından oluşturulduğu söylenebilir. "İkincil gruplar" arasına giren okul, iş çevresi ve siyasal partiler ise bu genel çerçevenin içini doldurup biçimlendirirler. Okulun siyasal toplumsallaşmasındaki yerini, yalnızca öğretmenin etkisiyle sınırlandırmak yanlış olur. Derslerin içeriği, öğrencinin o okul nedeniyle karşı karşıya geldiği değişik çevre ve koşullar, okulda oluşan arkadaş grupları, öğı etmenin etkisine eklenen ve her zaman aynı yönde olmayan etkiler yaratabilirler. Okulun siyasal toplumsallaşmadaki yeri, işte bu etkilerin bir bileşkesi olarak ortaya çıkar. Ailesinden uzakta, küçük yaştan başlayarak yatılı okullarda eğitim gören çocuklar üzerinde, en etkili toplumsallaşma aracı olarak bu ortamın rol oynaması doğaldır. Çeşitli dernekler ve sendikalar gibi meslekler örgüder ile siyasal partiler de siyasal toplumsallaşma sürecinde zaman zaman belirli ağırlıklar taşırlar. Ama bu örgütlerin kendi de101
ğer sistemleri içindeki etkisi de, o örgütler çerçevesinde oluşan ya da devam eden arkadaş gruplarının etkisiyle içiçedir. Bazı durumlarda o örgütlere girişde arkadaş gruplarının rolü olabileceği gibi, bazı durumlarda da ilgili örgütler çerçevesinde yeni arkadaş grupları oluşabilir. Televizyonun da devreye girmesiyle, kitle iletişim araçlarının çağımızda büyük bir önem kazandığına kuşku yok. Ama yapılan bazı bilimsel araştırmalar, kitle iletişim araçlarının siyasal davranışları değiştirme konusunda sanıldığı kadar etkili olmadıklarını gösteriyor. Kitle iletişim araçlarının, asıl varolan eğilimleri güçlendirme açısından etkili oldukları anlaşılıyor. Ama toplumların uluslaşma aşamalarında ve çözülme sürecine girildiği büyük bunalım dönemlerinde, kitle iletişim araçlarının değişik boyutlarda önem kazandığına değinmeliyiz. Her iki durumda da, toplumun ortak değerlerinin oluşturulmasında ya da korunmasında en önemli öge, kide iletişim araçları olmaktadır. Benzer durumlarda, siyasal iktidarların kitle iletişim araçlarını sıkı bir denetim altında tutmak istemelerinin önde gelen nedenlerinden birisi de budur. Siyasal toplumsallaşmada rol oynayan kurumların hepsinin ya da tümüne yakınının aynı yönde etki yapması durumunda, güçlü bir toplumsallaşma süreciyle karşı karşıyayız demektir. Farklı yönde bir etkileme söz konusu olduğunda ise bu "bölüntiilü toplumsallaşma" olarak adlandırılır. Hızlı toplumsal yapı değişiklikleri geçiren ya da önemli bunalımlar yaşayan ülkelerde bu durumla karşılaşılması doğaldır. Geleneksel denge ve değer sistemlerinin yıkılmakta olduğu, ama yenilerinin henüz toplumun çoğunluğunca benimsenemediği ya da yaratılamadığı geri kalmış ülkelerde de durum aynıdır. T ü r k e r A l k a n , yurdumuzdaki siyasal toplumsallaşmaya ilişkin araştırmasının sonunda üç düzeyli bir çelişkili etkilemenin varlığını saptıyor: "Aile-okul-toplumsal ve siyasal çevre. Her etmen, bir öncekinin verdiği siyasal bilincin (kısmen de olsa) geçersizliğini veya gerçek dişiliğini vurgulamaktadır. Bu bölüntiilü ve çelişkili etmenlerin toplumsallaşma sürecinden geçen çocuk için; bireysel düzeyde olsun, toplumsal-siyasal düzeyde olsun yabancılaşmanın 102
doğması; kendisini, çevresini ve birey-toplum arasındaki ilişkileri yeniden tanımlayacak arayışlara girmesi son derece doğaldır. Bu arayış süreci, genç aydın için, çeşitli köktenci ideolojilerin gireceği açık bir kapı bırakmaktadır." Bağımsızlıklarını yeni kazanmış birçok geri kalmış ülkede, siyasal toplumsallaşmanın temel amacının uluslaşmayı sağlamak olduğunu biliyoruz. Oysa bölüntülü toplumsallaşma bu amaca ulaşmayı zorlaştırmaktadır. Bu gibi ülkelerde, devleti siyasal baskı ve bazı durumlarda şiddet kullanmaya iten nedenlerden birisi de söz konusu ortamdan kaynaklanmaktadır. Ailenin geleneksel, okulun ise çağdaş değerleri aktarmaya çalıştığı durumlarda, bu kültür ikileminin siyasal çatışmayı serdeştirecek bir etki yapması kaçınılmazdır. Atatürk'ün gerçekleştirdiği "Kültür Devrimi "nden bu yana, söz konusu etkiyi siyasal yaşamımızda şiddeti giderek azalan dalgalar biçiminde yaşıyoruz. Yapılan araştırmalar, Japonya ve Türkiye'de ailenin siyasal parti tercihinin çocuğa Batılı ülkelerdekinden daha az yansıdığını gösteriyor. Her iki ülkede de ailenin geleneksel yapısını büyük ölçüde korumasına karşılık, okul ve arkadaş çevrelerinde geçerli olan değer sistemlerinin daha çağdaş olduğu görülüyor. Geleneksel ilişkilerin daha geçerli olduğu toplum kesimlerinden gelen ve yüksek öğrenim yapan gençlerde babanın siyasal seçimlerinden ayrılmanın belirginleşmesi bu açıdan aydınlatıcıdır. c) K ü l t ü r ve S i y a s e t Geniş anlamıyla kültürü öğelerine ayırırsak, inançlar, kurumlar ve tekniklerle karşılaşırız. Kurumların ve tekniklerin siyasal yaşamdaki etkilerini daha önce görmüştük. Burada inançların ve bir bütün olarak kültürün siyasal yaşama nasıl yansıdığına değineceğiz. . İnançlar, ideolojiler ve efsaneler (Mit'ler) olarak ikiye ayrılabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ideolojilerin kim ya da kimler tarafından hazırlandığı bellidir ve kendi içlerinde tutarlılıkları vardır. Başka bir deyişle, ideolojilerin belirli bir mantıksal örüntüleri söz konusudur. Oysa efsanelerin çoğun-/ 103
lukla çıkış noktası bilinmediği gibi, mantıklı bir açıklaması da aranmaz. Eskilerin "batıl itikat" dedikleri temelsiz inançlar da bu sınıfa girer. Beyaz ırkın üstünlüğü, kanda yaşam veren bir güç bulunması, evden sağ adımla çıkmanın ya da bir yere sağ adımı önce atarak girmenin uğuru, örümcekten ya da fareden korkmak, tavşanı uğursuz saymak gibi inançlar bu sınıfda yer alırlar. Ama bilinçli olarak, propaganda ve reklamla yaratılan efsaneler de vardır. Sesi ya da görünümü çok güzel olmadığı halde efsaneleşen şarkıcılar bulunabileceği gibi, çok sayıda hata yapan bir siyaset adamının "her yaptığında hikmet bulunan bir hesap adamı" olarak geniş kidelere kabul ettirilmesi de olanaklıdır. Örneğin "bolluk toplumu" efsanesi de benzer süreçlerle oluşturulmuştur. Kişiler değişik çevrelerde sık olarak duydukları şeylere inanmak eğilimi gösterirler. Bir siyasal rejim ya da o rejim içinde oluşan bir hükümetin meşruluğu da doğrudan o ülkede yaygın olan inançlara bağlı bir konudur. Toplumun büyük çoğunluğunun inançlarına uygun olan siyasal iktidar meşru ve ona boyun eğmek doğal sayılır. Yaygın inançlara ters düşen bir siyasal iktidarın sürekliliği ise, ancak baskı ve şiddet yöntemlerine dayanması ile olanaklıdır. Bir siyasal iktidar biçimi toplumun çoğunluğunca meşru olmaktan çıkmış ve gene çoğunluğun inançlarına uygun bir iktidar biçimi henüz oluşmamışsa, siyasal bunalım kaçınılmazdır. Bu genellikle geçiş durumundaki toplumlarda ortaya çıkar. İspanya benzer bir bunalımı Franco'dan sonra yaşadı: İran da Şah'ın devrilmesinden bu yana, giderek azalan ölçüler içinde yaşıyor. "Siyasal bilinç" olarak adlandırdığımız olgu da, inançlarla yakından ilgilidir. Siyasal davranışlar üzerinde gelir düzeyinin, cinsiyetin ve yaşın önemli etkileri olduğunu biliyoruz. Ama siyasal davranışları belirleyen koşullar içinde eğitim düzeyinin, dinsel ve siyasal inançların da onların hemen arkasında yer aldığı bir gerçektir. 104
Toplumların kültürleri tarihsel evrimlerinin ürünüdür. Toplumsallaştırma ise onu güçlendirir. Kişilerin davramş farklarını özgeçmişlerine, toplumlarınkini ise tarihlerine bakarak açıklayabiliriz. Örneğin Polonya'daki Dayanışma Sendikası olayını ve onu izleyen gelişmeleri yalnızca ekonomik yapıya ve siyasal rejimin özelliklerine bakarak yorumlayanlayız. Bu ülke halkının özgürlüğe, bağımsızlığa, dine ve geleneklere olan bağlılığını, ekonomik bakımdan daha gelişmiş bulunan Sovyetler Birliği ile karşılaştırdığımızda, aradaki farkı açıklamak için başvurulacak temel etken ancak kültürel olabilir. Tarih boyunca birçok kez paylaşılan ve istilaya uğrayan Polonya'nın halkı sürekli bir bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Ulusçu eğilimlerin gelişmesi, geleneklere ve dine bağlılık bundan kaynaklanıyor. Gabriel A l m o n d ve Sidney Verba, 1958-1963 yıllar} arasında, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Federal Almanya, İtalya ve Meksika'da gerçekleştirdikleri geniş kapsamlı bir alan araştırması ile, siyasal kültürün siyasal rejim ve özellikle de demokrasi üzerindeki etkisine ışık tutan ilginç bulgular elde ettiler. Üç siyasal kültür modeli, üç ayrı siyasal yapıyla bir arada görülüyordu. Dinsel siyasal kültür, merkezci olmayan geleneksel yapıya uygun düşüyordu. Bağımlılık siyasal kültürü otoriter ve merkezci bir yapıya uygun düşüyordu. Katılmacı siyasal kültür ise demokratik bir yapıyla uyuşuyordu. Siyasal kültür ile siyasal yapı arasındaki uyum, siyasal sistemin kararlılığını (istikrarını) sağlamaktaydı. Tersi durumda da sistemin işleyişi bozulmaktaydı. Almond ve Verba'nm ikinci bulgusu ise, hemen hiçbir siyasal kültür modelinin bir toplumda tek başına bulunmadığını gösteriyordu. Yeni bir siyasal kültür modeli eskisini kovmuyor, ama onun önüne geçiyordu. Böylece her ülkenin siyasal kültüründe dinsel, bağımlıkçı ve katılmacı öğelere rastlamak olanaklıydı. Örneğin seçkinler katılmacı bir siyasal kültürün etkisi altında iken, kırsal kesimde hâlâ dinsel ya da bağımlıkçı bir siyasal kültür egemen olabilirdi. 105
Almond ve Verba, bu üç siyasal kültür modeliyle ilgili öğelerin dengeli ve uyumlu bir biçimde birarada varolmasının, demokrasinin iyi işlemesi ve kararlılık açısından olumlu bir etki yaptığı kanısını paylaşıyorlar. Öte yandan, onların yaptığı araştırma, demokrasinin niçin Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'de sağlam temellere oturduğunu, oysa Almanya ve İtalya'da yeterince dirençli olmadığını da, kültürel etkenlere dayanarak gösteriyor. A.B.D.'nde ve İngiltere'de toplum demokratik sistemin kendisine de sonuçlarına da hemen aynı önemi verirken, Almanya ve İtalya'da halkın demokratik sistemi sonuçlarına göre değerlendirdiği anlaşılıyor. Nazizmin ve faşizmin yükseliş koşullarında olduğu gibi, işler iyi gitmeyince demokrasiye bağlılık yıkılabiliyor. İdeolojinin ve dolayısıyla siyasal kültürün önemi konusunda marksisüerin değişik görüşlere sahip olduklarını biliyoruz. Ama onlar arasında da tam bir görüş birliğinden sözedilemez. Örneğin Lenin, devlet aygıtının baskı ve şiddetle yıkılmasına önem ve öncelik verirken, Gramsci önceliği ideolojiye tanımıştır. Fransız devrimini, yüzyıllık bir„ ideolojik savaşın ürünü olarak görmüştür. Toplumsal özelliklerin siyasal yaşama da yansıdığına kuşku yok. Ama söz konusu özellikler acaba ırksal niteliklerden mi, yoksa o toplumun kültüründen mi kaynaklanıyor? Irkçı kuramlar, ırkların zihinsel ve toplumsal yeteneklerinin eşit olmadığını, bazılarının siyasal yapılar ve parlak uygarlıklar oluşturmaya ötekilerinden daha yatkın olduğunu öne sürüyorlar. Oysa bilimsel araştırma ve gözlemler, bu gibi iddiaların bilimsel olmaktan çok ideolojik önem taşıdığını ortaya koyuyor. Irkçı kuramlar beyaz ırkı üstün olarak tanımladıkları halde, tarihin bazı dönemlerinde, sarı ırkın ve kızılderili ırkın, beyazlardan daha üstün uygarlıklar kurabilmiş oldukları bir gerçektir. Eski Çin uygarlığı, Aztek ve İnka uygarlıkları bunun en iyi örnekleridir. Claude Levi-Strauss, bir adım daha öteye giderek şunları söylemektedir: "Kültürün ne olduğunu biliyoruz, ama ırkın ne olduğunu "bilmiyoruz• Tüm 19. yüzyıl boyunca 106
ve 20. yüzyılın birince yarısında hep ırkın kültürü nasıl etkilediği araştırıldı. Ortaya böyle konulan bir sorunun çözümünün olmayacağı anlaşıldıktan sonradır ki, şimdi işin tam tersine geliştiğini farketmeye başlıyoruz. İnsanların biyolojik evrimlerini ve yönelimlerini, çok geniş bir ölçüde, benimsedikleri kültür biçimleri belirlemektedir. . . Her kültür kalıtımsal yetenekleri ayıklar, güçlenmelerine katkıda bulundukları bu yetenekler de kültür üzerinde bir karşı etkide bulunur". Aslında ırkçı kuramların geçersizliğini ve bir ulusun oluşumunda kültürün ırktan çok daha büyük önem taşıdığını basit gözlemlerle de saptayabiliriz. Türkiye'de doğup büyümüş bir yabancıyla, örneğin ABD'nde doğup büyümüş bir Türk'ü karşılaştırın. Birincinin çok daha fazla 11 Biz"den olduğunu göreceksiniz. Kültürün toplumlar ve giderek siyasal yaşam üzerindeki etkisini gördükten sonra, kültürel değişimin neye ya da nelere bağlı olduğunu araştırmakta yarar var. Klasik toplum kuramlarının kültür ile toplumsal yapıyı bütünleştirdiğini biliyoruz. Marx'a göre, kültürü biçimlendiren üretim biçimidir. Weber'e göre ise, düşünce, davranış ve toplumsal yapı bir bütün oluşturmaktadır. Amerikan toplumbilimcisi Daniel Bell ise çok farklı bir savla bu klasik kuramların günümüzde geçerliklerini yitirdiğini savunuyor. Bell'e göre; günümüzde tekno-ekonomik düzenle, yani toplumsal yapıyla kültür arasında köklü bir kopukluğun varlığından sözedilebilir. Toplumsal yapıda, etkinlik ve işlevsel akılcılıkla tanımlanan ekonomik bir kural geçerlidir. Oysa kültüre egemen olan eğilimler, akılcı olmayan eğilimlerdir. Artık varlıklı müşteriler, sanatı eskisi gibi denetleyememekte? dirler. Kültürel alanda egemen olanlar öncü sanatçılardır. Toplumun beğenisine ve piyasaya yön veren onlardır. Günümüzde azınlıkların kültürü çoğunluğunkini bastırmış durumdadır. Burjuva değerlerini yansıtan hiçbir önemli yazar, ressam veya ozan yoktur. ABD'nde eğer 1950'li yıllarda sol ayakta kalabildiyse, bunu siyasetteki gücüne değil, kültürel yaşamdaki gücüne borçludur. Daniel Bell, ileri ölçüde sanayileşmiş kapitalist toplumları kastederek şunları söylüyor: "Toplumsal yapıdaki değişmeler ne 107
siyasal yönetimdeki ne de kültürdeki değişmeleri belirlemektedir. Çağdaş dünyada, gerçek toplumsal denetim sistemini siyasal düzen oluşturmaktadır ( . . .) Kültür bağımsız ve özerktir. Bununla beraber, zaferini ne anlamakta ne kabul etmekte ve bir muhalefet kültiirii olma özelliğini korumaktadır". Bell'in belirli bir gelişme aşamasındaki toplumlar için öne sürdüğü görüşler yenidir ve tartışmaya açıktır. Ama înkeles'in daha gerilere uzanan bir araştırması, hızlı bir toplumsal yapı değişildiğinin, kuşaktan kuşağa aktarılan ve siyasal davranışları etkileyen kültürel değerlerin nasd köklü bir değişikliğe uğrattığını ortaya koyuyor. Rusya'da devrim öncesi, devrim dönemi ve devrim sonrası üç kuşağın, eğitimle çocuklarına aktarmak istedikleri temel değerler şöyle değişmiştir:
Çarlık kuşağı
%
ödüller Gelenekler İçinden geldiği gibi hareket Siyaset
Devrim kuşağı
%
Sovyet kuşağı 0/ /O
41 35
25 14
14 11
21 3
38 23
62 13
100
100
100
Inkeles'in araştırmasının da gösterdiği gibi, kültürel etkenler de toplumsal-ekonomik yapıya bağlı olarak hızla değişebiliyor. Kültürel etkenlerin siyasal kurumlar üzerindeki etkisini ise abartmamak gerekir. Siyasal rejimleri belirleyen koşullar içinde ekonomik yapının ağır bastığını, kültürel etkenlerin ise kolaylaştırıcı ya da zorlaştırıcı yönde etki yaptığını ve rejimin ikinci dereceden özelliklerini belirlediğini söyleyebiliriz. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Alkan, Türker; Siyasal Toplumsallaşma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979. 108
Alkan , Ergil; Siyaset Psikolojisi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1980. Aziz, Aysel; Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim, Yayınları, Ankara, 1982.
A.Ü. BYYO
Bell, Daniel; Les contradictions culturelles du capitalisme, P.U.F., Paris, 1979. Childe, Gordon; Tarihte Neler Oldu (Çev. A. Şenel ve M. Tuncay), Odak yayınları, Ankara, 1975. Cot, Mounier; Pour une sociologie politique, Seuil, Paris, 1974. Duverger, Maurice; Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınlan, İstanbul, 1975. Güvenç, Bozkurt; İnsan ve Kültür, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1972. Kalaycıoğlu, Ersin; Çağdaş Siyasal Bilim, BE-TA, İstanbul, 1984. Kışlalı, A h m e t Taner; Öğrenci Ayaklanmaları, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974. Kongar, E m r e ; Kültür Üzerine, Çağdaş. Yayınları, İstanbul, 1982. Mendras, Henri; Elements de Sociologie, Armond Collin, Paris, 1967. Ozankaya, Özer; Köyde Toplumsal Tapı ve Siyasal Kültür, S.B.F. Yayınları, Ankara, 1971.
109
İKİNCİ BÖLÜM: SİYASAL YAŞAMIN BOYUTLARI BİRİNCİ KISIM: BİREY .
1. Birey ve Siyaset 2. Yaş ve Siyaset 3. Cinsiyet ve Siyaset
İKİNCİ KISIM : K Ü Ç Ü K GRUPLAR 1. Küçük Gruplarda Yapı ve İşleyiş 2. Küçük Gruplar ve Siyaset Ü Ç Ü N C Ü KISIM : TOPLUMSAL SINIFLAR 1. Toplumsal Sınıf Olgusu 2. Toplumsal Sınıflar ve Siyaset D Ö R D Ü N C Ü KISIM : T O P L U M 1. Ulusal Güç 2. Uluslararası Siyaset
ÎKlNCÎ BÖLÜM SİYASAL YAŞAMIN BOYUTLARI Siyasal yaşamın temel öğesinin insan olduğuna kuşku yok. Birey siyasal yaşam içinde tek başına rol oynadığı gibi, küçük gruplar, toplumsal sınıflar ve sonunda toplum boyutunda da rol oynar. Siyasal tutum ve davranışların belirlenmesinde bu her boyutun ayrı bir etkisi vardır. Siyaset olgusunun birey düzeyinde yansıması ile toplum düzeyinde yansıması elbette ki bazı farklılıklar gösterir.
113
BİRİNCİ KISIM BİREY Bireyin siyasal yaşam içindeki yeri saptanırken, önce onun tutum ve davranışlarına toplumun ne ölçüde ve hangi süreçlerle katkı yaptığını, bireyin ne ölçüde bir seçme ve hareket özgürlüğüne sahip olduğunu araştırmak geıekir. Psikolojik etkenlerin siyasal yaşama yansıması, tutum ve davranışların belirlenmesindeki ağırlığı da bu çerçeve içinde gündeme gelir. Bunların sonucunda birey boyutunun siyasal yaşamda taşıdığı önemin derecesi ortaya çıkar. Siyasal tutum ve davranışların oluşumunda rol oynayan bireysel etkenlerin başında yaş ve cinsiyetin bulunduğunu araştırmalar ortaya koyuyor. Yaşın ve cinsiyetin, siyasal tutum ve davranışlara nasıl ve ne yönde etki yaptığını da ayrıca ele alacağız. 1. BİREY VE SİYASET Siyasal tutum ve davranışların oluşum ve gelişim süreçleri, çağdaş siyaset biliminin önde gelen ilgi alanları arasında yer alır. Ama bireyin siyasal tutum ve davranışlarına etki yapan koşulları incelerken, bir soruya da yanıt aramak gerekir: Bireyin siyasal yaşamdaki ağırlığı ne kadardır? Bireyin gerçekten bir seçme ve hareket özgürlüğü var mıdır? Yoksa bireysel tutum ve davranışlar, belirli etkenlerin yarattığı kaçınılmaz sonuçlar mıdır? Bu yanıtı ararken, determinizm - özgürlük çatışması konusuna da değinmiş olacağız. 115
a) Siyasal T u t u m l a r ı n O l u ş u m u Tutum, belirli bir konudaki kanı ve davranışların kaynağını oluşturan, onlar arasındaki bağlantıyı ve bir anlamda tutarlığı sağlayan bir olgudur. Kanı ise, belirli bir anda belirli bir soruya ilişkin düşüncelerdir. Kanı yönünde harekete geçildiği zaman davranış ortaya çıkar. Davranış gözlemlenebilir, kanı gözlemlenemez. T u t u m , belirli bir konudaki kanı ve ^davranışların sentezidir. Örneğin bir kişi otoriter bir tutuma sahipse, buna dayanarak, onun birçok ayrıntıdaki kanı ve davranışlarını önceden tahmin edebiliriz: Ailede babanın egemen olmasından yanadır. Demokratik uygulamalardan hoşlanmamakta, disiplinli bir rejim istemektedir. İnsanların eşit yaratdmadıklarma, bu nedenle de bazılarının buyurması bazılarının da buna boyun eğmesi gerektiğine inanmaktadır. O n a göre, insanlar gibi ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Bazı ırklar üstün, bazıları ise aşağıdadır. Üstün ırkların dünyayı yönetmesi gerekir. Kişi belirli biyolojik ve fiziksel özelliklere sahip olarak dünyaya gelir. Kısa ya da uzun, zayıf ya da şişman, siyah ya da beyaz derili, az ya da çok akıllı olmak gibi özellikler büyük ölçüde doğuştandır. Ama derinin rengiyle ilgili özellik dışındakiler, zamanla, yaşam koşullarına bağlı olarak belirginleşir veya bir ölçüde değişebilirler. Zekâ düzeyinin bile beslenme ve eğitimle yakından ilişkisi bulunduğunu artık biliyoruz. Kişi dünyaya geldiği andan itibaren, doğuştan sahip olduğu özelliklere ailenin etkisi katılmaya başlar. Böylece toplumsallaşma süreci başlamış olur. Ama aynı koşullarda yetişen ikiz kardeşlerin bile ilerde benzer durumlarda farklı davranmalarının nedeni, özgeçmişler arasındaki -ayrıntıda da olsafarklılıklardır. Tutumların oluşumunda tüm bu etkenlerin katkısı vardır. Bu etkenlerden birisini abartınca ya da herhangi birisini yok sayınca gerçeği yakalamak zorlaşır. Amerika Birleşik Devletleri'nde Marx'ın yerine Freud'u koyma çabalarını da böyle bir abartma saymakla biılikte, ruhsal etkenlerin insan davranışlarmdaki önemini de yadsı116
yamayız. Marx ile Freud'u karşıt kuramcılar olarak almak yerine, birbirlerini tamamladıklarını düşünerek bağdaştırmaya çalışan Erich F r o m m ve W i l h e l m R e i c h ' m yapıtları ilginçtir. Freud'un insanları yönlendiren temel dürtülerin "aşk ve açlık" olduğunu söylemesi bu çabalara hak verir gibidir. Açlığı öne alırsanız. Marx ile karşılaşmış gibi olursunuz. Freud, insandaki temel tutumların çocukluk yıllarında oluştuğunu ve bunların daha sonraki dönemlerde çok az değiştiğini öne sürmektedir. O ' n a göre, çocuğun ana ve babası ile ilişkilerinin izleri tüm yaşam boyu silinmez. Özellikle annesinin koruyucu kanatları altında, çocukta ilkin "zevk ilkesi" egemen olur. Yemek, içmek, uyumak, küçük ve büyük abdestini yapmak dahil hemen herşey onun isteğine göre düzenlenmiştir. Oysa zamanla durum değişecek toplumsal baskı ve yasaklarla birlikte "gerçek ilkesi" ortaya çıkacaktır. "£evk ilkesi" ile "gerçek ilkesi" arasındaki çatışmanın ürünü, bazılarının siyasal çatışmanın temeline yerleştirmeye çalıştığı "doyumsuzluk"dur. Freud'e göre, saldırganlık doyurulamayan içgüdülerin yolaçtığı bir patlamadır. "£evk ilkesi" ile "gerçek ilkesi" arasındaki çatışmanın sonucunda birkaç olasılık vardır: Ya "libido" olarak adlandırılan zevk gereksinmesi ve enerjisi bilinç altına itilir ve rüyalar ile nevrozların nedeni olur, ya da yaratıcı güce dönüşür. Cinsel isteklerini yeterince doyuramayan kişi, bu yolda kullanamadığı enerjisini sporda, ticarette, bilimde, sanatta veya siyasette kullanır. Başka bir deyişle "'yüceltme" süreci harekete geçer. Yaşamının sonuna doğru, Freud'un düşüncesinde "ölüm içgüdüsü"nün önemli bir rol oynamaya başladığını görüyoruz. Şiddet ve saldırganlığın, libido ile çatışan ölüm içgüdüsünden kaynaklandığı görüşü ortaya çıkıyor. (Bilinç altında ölüm korkusunu uyandıran şimşekli havaların," aynı zamanda cinsel istekleri harekete geçirmesi ilginçtir.) Saldırganlık, başkalarını yoketme eğilimidir. Bu eğilimde ise; insanın kendinde görmek istemediği ölümü başkalarının üzerine atma isteği yansımaktadır. 117
Freud'un yolunu izleyen bazı psikologlar, giderek birtakım temel davranışların nedeni olarak fiziksel yetersizlikleri gösterdiler. Siyasal yaşamda önem taşıyan saldırganlık, otoriterlik, egemen olma gibi eğilimler bir güçsüzlükten kaynaklanıyor olabilirdi. Böylece bir yetersizliğin başka bir davranışla gizlenmesi ya da yetersizlikten doğan bir doyumsuzluğun bu yoldan giderilmesi söz konusu olmaktadır. Örneğin şiddet eğilimi enerji fazlalığından kaynaklanabileceği gibi, fiziksel güçsüzlüğün gizlenmesi işlevini de yüklenmiş olabilir. Nasıl ki, " donjuanlık" normalin üzerinde bir cinsel enerjinin ürünü olabileceği gibi, cinsel yetersizliğin yarattığı bir kompleksin sonucu da olabilir. »
Bu konudaki en ilginç araştırmalardan birisini, 1950 yılında Adorno Amerika Birleşik Devletleri'nde yaptı. "Otoriter kişilik" düzene tam uyum biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu gibi kişiler kendilerinden emin değillerdi. .Kendi kişiliklerini kuramamışlardı. Bu nedenle, toplumsal düzenin sürmesi aslında onların kişiliklerinin sürebilmesi demek oluyordu. Çünkü kişiliklerini bu dış çevreye bağlamışlardı. Toplumsal düzeni savunurken, gerçekte kendi ruhsal dengelerini korumaya çalışmaktaydılar. Kendilerine benzemeyenlere, düzene ters düşen bir biçimde yaşayanlara karşı saldırgan olmaları bir bakıma doğaldı. Geleneksel değerlere tartışmasız bir saygı ve uyum istiyorlardı. Bu gibi kişiler, normal dönemlerde tutucu iken, düzenin tehlikeye düştüğü bunalım dönemlerinde faşist bir tutumu benimseyebiliyorlardı. Onlar için iyi-kötü, siyah-beyaz tartışmasız belliydi. Birşey ya iyi ya kötü, ya siyah ya bebeyazdı. ikisinin arası olamazdı. Otoriteye gözü kapalı boyun eğerlerdi. Freud'un izleyicilerinden Avusturyalı Adler, libidonun yerine bir anlamda "hükmetme iç güdüsü" nü koymuştur. Serdiğin ve egemen olma eğilimlerinin çok zaman kısa boylu kişilerde fiziksel eksiklikleri karşılama yolu olarak doğduğunu öne sürmüştür. Sezar, Hider, Mussolini, Napolyon, Stalin, Franco bu savın örnekleri arasında yer alabilirler. Temel tutumların çocukluğun ilk yıllarında ve ailenin büyük etkisi altında oluştuğunu kabul edersek, daha ilerki 118
yıllarda oluşan siyasal tutumların da bu temel tutumların uzantısı olduğunu da kabul etmek gerekir. Temel tutumlara ters düşen bir siyasal tutum elbetteki düşünülemez. Ama bu oluşum içerisinde birçok yeni etken de rol oynar. Temel tutumların üzerine eklenen yeni tutumların oluşumunda bir yanda toplumsal etkenler, öte yanda da yaşanmış deneyimler ağırlık taşırlar. Toplumsal sınıfı, iş ye arkadaş çevreleri, gelir düzeyi, mesleği, oturduğu yer, eğitim düzeyi gibi veriler, toplumsal etkenlerdir. Bunlara gene aile aracılığıyla edindiği dinsel inançları da ekleyebiliriz. Kişinin siyasal tutum ve davranışlarının oluşumunda rol oynayan deneyimlerinin başında siyasetle doğrudan ilgili olanlar gelir. Örneğin kişinin ailesinden başlayarak karşılaştığı otorite ile ilgili ilişkilerinin, onun siyasal tutumunun belirlenmesinde özel bir yeri vardır. Otoriter bir babanın oğlu, demokratik tartışmalara ve demokrasinin gerektirdiği hoşgörüye az yatkın olacaktır. Otoriter bir yönetimi, babanın yerini tutacak bir önderin tartışılmaz üstünlüğünü -tercih edebilecektir. Kendisi eline yetki geçirdiği zaman da, otoriter bir yönetim biçimini benimseyecektir. Kendisi üstlerine koşulsuz boyun eğmek d u r u m u n d a olan kişi, bu bağımlılığını unutabilmek için kendinden aşağıda olanları ezmek eğilimi taşıyabilir. Bir çavuş, bölük komutanından genellikle daha sert ve hoşgörüsüzdür. Siyasal rejimin işleyişiyle ilgili yaşanmış olaylar da, siyasal tutumların oluşum ve değişiminde önemli bir rol oynarlar. Fransa'da Üçüncü ve Dördüncü Cumhuriyetlerin kötü işlemesi ve siyasal yaşamın istikrarsızlığı, bir yandan otoriter ve milliyetçi, öte yandan da kaderci ve boyun eğici eğilimleri güçlendirmişti. Benzer bir durumu 12 Eylül sonrasında Türk toplumu da yaşadı ve yaşıyor. Siyasal şiddet ve istikrarsızlığın yarattığı korku ve bıkkınlık, Türkiye'de de otoriter eğilimleri özendirirken, siyasal duyarsızlığı arttırdı. Yaşanmış bir savaş, çoğunlukla eski savaşçıları tutucu ve otoriter tutumlara iterken, toplumda geniş bir savaş aleyhtarlığı akımının doğmasına da neden olur. Tarihin derinliklerinim
de kalmış birçok savaş ise, bazı toplumlarda "geleneksel düşman" kanılarının doğmasına ve o savaşlardan birçok kuşak sonra doğanların bile siyasal tutumlarında rol oynamasına katkıda bulunmuştur. b) Siyasal T u t u m l a r ı n D e ğ i ş i m i Daha çocukluk y ı l l a r ı n d a kazanılmış olan temel tutumların değişmesi son derecede zordur. Ama daha ilerki yıllarda kazanılan ve davranışların genelini değil de ancak belirli alanları ilgilendiren tutumlar ise, belirli süreçler içinde, ağır ağır değişebilirler. Davranışlar, belirli durumlara kişinin gösterdiği tepkiler olduğuna göre, o durumlar, o durumları oluşturan koşulların değişmesiyle birlikte bir değişim geçirmek zorundadırlar. Özellikle koşulların hızla değiştiği bir çağda, değişen koşullara değişmeyen tepkiler vermek kişisel uyumsuzluk yaratır. Çoğalan bireysel uyumsuzluklar ise, giderek toplumsal sorunlara ve bunalımlara dönüşebilir. Kişi, kişiliğini koruyarak, temel olmayan tutumlarını değiştirebilir. Tutumlar bireyin yaşamı boyunca yapacağı seçimlere yön verirler. însan gerçeklerle karşılaştığı zaman, kendisi için bir anlamı olan şeyi seçer. Bu aynı zamanda onun o konudaki tutumuna uygun olan şeydir. Yani tutumlar bir yandan seçmeyi kolaylaştırır, a m a bunu yaparken de, aynı zamanda kendi kendisini güçlendirmiş olur. Kişi yeni durumlarla karşılaştığında, daha önce bildikleriyle ilgili olan öğeler dikkatini çeker ve diğerlerini zamanla unuturken, onları aklında tutar. Hatta geçmişle ilgili anılar bile, tutumlara uygun olarak yeniden biçimlenirler. Bu süreci açıklayan ilginç bir deney, ortalama bir işçinin özellikleri üzerinde yapıldı, işçinin fabrikada çalışan, ücret alan, genellikle sol partilere oy veren bir kişi olduğu söylendi. Hemen arkasından da, ortalama bir işçinin zeki olduğu eklendi. Daha sonra deneklerin, ortalama bir işçinin sayılan kısa özelliklerini tekrarlamaları istendi, işçi yanlısı tutuma sahip bulunanlar bu özellikleri eksiksiz tekrarlarken, işçi karşıtı tu120
tumu olanlar, "ortalama bir işçinin zeki olduğu" noktasını unuttular. Aynı şeyi yapılan sınavlarda da görebiliyoruz. Öğrenci, örneğin siyaset bilimi çerçevesinde verilen bilgiler arasında, kendi siyasal görüşününe ters düşmeyenleri öğrenmekte zorluk çekmezken, kendi görüşü ile çatışanları daha çabuk unutabiliyor. Daha önce ilgi gösterdiği konulara eklenen bilgileri çabucak ayıklayıp aklında tutarken, tutumlarıyla bağdaşmayan konularda dikkatini toplamak zor geliyor. Birey, bulunduğu toplumsal konuma göre, toplumdan bazı düşünce kalıplarını ya da kalıplaşmış düşünceleri, ön yargıları almaktadır. Örneğin, ortalama bir işçinin zeki olduğu görüşü, o kişinin çevresinden aldığı "işçi çok akıllı olmadığı için toplumda yükselememiştir" benzeri bir düşünce kalıbıyla çatışınca şu olasılıklar ortaya çıkar: Birinci olasılık, işçinin zeki olduğu yolundaki görüş ya da bilgiyi tamamen unutmaktır. İkinci olasılık, "zeki"yi yumuşatıp, onun yerine "becerikli" gibi bir başka niteliği koymaktır. Üçüncü olasılık, yapılan tanımlamayı tümüyle gerçek dışı bulup, tartışmadan reddetmektir. Dördüncüsü ise, kafasındaki işçiyle ilgili görüntüyü, kalıbı değiştirmektir. Ama bu dördüncü olasdığın gerçekleşebilmesi için, kafasındaki işçi kalıbına uymayan, onu yalanlayan deneyimlerin zaman içinde sık sık yinelenmesi gerekir. Bu ise oldukça uzun bir süreçtir. Bu noktada marksistlerin bilinçlenmeyle ilgili görüşlerini anımsamakta yarar var: Bilinç ya da sınıf bilinci kendiliğinden oluşmaz. Hatta kişide bir "yanlış bilinç" oluşması bile olanaklıdır. Örneğin bir işçi, kendi sınıfının çıkarlarının tersine bazı tutumlar benimsemiş olabilir. Çünkü "sınıf bilinci" nc sahip olmak için, yalnızca o toplumsal sınıfın toplumsal-ekonomik koşullarını paylaşmak yetmez. Bu nesnel koşullara ek olarak bir de "öznel koşullar"ın yerine gelmesi gerekir. Öznel koşullar ise ideoloji ile ilgilidir. Yani örneğin işçiye, içinde bulunduğu sınıfsal koşulların anlamı da anlatılmalıdır ki, zaman içinde bilinçlenebilsin ve siyasal tutum ve davranışları da bilinçli duruma gelsin. 121
Aslında kendisi de marksist olan W i l h e l m R e i c h ' m bu konudaki düşünceleri ilginçtir: "Liberal ya da faşist bir partiye üye olan ve siyasal yönünü alışılmış türden hiçbir çaba ile değiştiremiyeceğimiz bir hristiyan kadın işçinin ruhsal yapısı, komünist bir kadın işçinin ruhsal yapısından tamamen farklı bir türden olmak zorundadır. Anladım ki, çocukluğunda ana ve babasına, yetişkin olduğunda da kocasına maddesel ve otoriter bağlılık, cinsel eğilimlerini ve isteklerini bilinç altına itmeye zorlamıştı. Bu da onu, kolaylıkla farkedilebilecek kişiliksel bir bunalıma ve cinsel kuşkuya düşürmüştü. Böyle bir durum, komünistlerin bağımsızlık ve kadının özgür gelişimi ile ilgili sözlerini anlamasını kesinlikle olanaksız kılıyordu. (...) Sınıf bilinci sorununun psikolojik kavramının ön koşulu, onun öznel görünümü ile nesnel görünümünün kesin bir biçimde ayrılmasıdır. Ortaya çıkan başka bir nokta da, sınıf bilincinin nesnel öğelerinin ve harekete geçirici güçlerinin, psikanalitik bakımdan yorumlanamıyacağı, sınıf bilincinin karşısına çıkan engellerin de, tam tersine, ancak psikanalitik açıdan ele alındığında anlaşılabileceğidir. Çünkü bu engeller akıl dışı kaynaklardan gelmektedir". Bilinçlenmesinin önünde - R e i c h ' m sözünü ettiği- "akıl dışı" engeller bulunmasa bile, o ana kadar kendi sınıfının çıkarlarına ters düşen bir partiyi desteklemiş olan bir kişi, yaptığı yanlışlık kendine anlatıldığı zaman hemen oyunun yönünü değiştiremez. Söylenenlerin doğruluğunu gösteren olaylar tekrarlandıkça, bilinçlenmenin ilk aşaması olarak sandık başına gitmemeyi seçer. Ancak bir daha sonraki aşamada, siyasal tutumunun yeni bir görünüm alması ve kendi çıkarlarına daha uyan partiye oy vermesi olanaklıdır. Kazanılmış tutumların, düşünce ve davranışlardaki değişmeleri zorlaştıran en önemli engel olduğuna daha önce değinmiştik. Zıt siyasal tutumlara sahip bulunan kişiler, aynı olaya bakarken farklı şeyler görürler. Ama bazı öylesine önemli ve çarpıcı deneyimler yaşanır ki, en katı tutum sahipleri bile eski tutumlarını korumakta zorluk çekerler. Örneğin Sovyet tanklarının Budapeşte ve Prag'da daha farklı sosyalizm modellerinin gelişimini engellemesi, son olarak da Polonya'da bağımsız bir işçi hareketinin gelişimine hoşgörü gösterememesi birçok marksist için sarsıcı olmuştur. Ne var ki, böylesine çar122
pıcı deneyimler bile her zaman tutum değişikliği sonucunu yaratmazlar. Macaristan'da yaşanan olaylardan sonra batdı komünist partilerden ayrılan birçok militan, daha sonraki yıllarda yeniden partilerine dönmüşlerdir. Kişi, tutumlarıyla çelişen olayları görmezlikten gelme eğilimini, en yadsınamaz örnekler karşısında bile sürdürebilmektedir. Görmezlikten gelemediği zamanlarda da, o olayları çarpıtıcı, en inanılmaz gibi görünen açıklamalara bile sarılabilmektedir. Siyasal tutumların değişebilmesi için, ya koşulların, ya da o koşullara yönelik bakış açılarının değişmesi genellikle gerekir. Örneğin topraksızken kendisine yeterli toprak dağıtılan çiftçi, köyünden kalkıp İstanbul'un gecekondularına yerleşen köylü açısından koşullar değişmiştir. Aslında algılama biçiminin değişmesi de, genellikle ortamın değişmesine bağlıdır. Kentleşmenin siyasal davranışları ne yönde etkilediğine daha önceki bölümlerde değinmiştik. Toplumsal sınıfının yukarıya ya da aşağıya doğru değişmeye başlaması da benzeri bir etki yapar. Yoksul bir ailenin çocuğu öğrenimini tamamlayıp toplumda daha iyi bir konuma kavuştuğunda, içinden geldiği sınıfın değer sistemlerini yadsıyıp, içine girmek istediği sınıfın değer sistemlerini benimsemeye başlar. İflas etmiş bir büyük tüccarın oğlu ise, işçi bile olsa, çoğunlukla otoriter eğilimli aşırı sağcı partilere yönelebilir. Koşulların ve algılama biçimlerinin değişmesine ilginç bir örnek de, siyasal iktidarın içinde ya da dışında bulunmakla ilgili olarak verilebilir. İktidar sorumluluğunu taşıyanlar ister istemez olaylara başka türlü bakarlar. Çoğulcu demokraside iktidara ortak olan bir komünist, ya da laik bir ülkede karma hükümette yer alan bir dinsel hukuk (şeriat) yanlısı için sistem karşıtı tutum eski katüığında süremez. Üniversitenin yönetimine katılan öğrencinin, fabrikanın sorumluluğuna ortak olan işçinin bakış açdarı değişir. Yapılan araştırmalar, propagandanın tutumların değişinimdeki etkisinin sanılanın çok altında olduğunu ortaya koyuyor. Seçim kampanyaları genellikle o partiye yakınlık duyan seçmenler üzerinde, onların kanılarını güçlendirerek, düşün123
çelerine daha sağlam dayanaklar sunarak etkili olabiliyorlar. Sandık başına gidip gitmeme konusunda tereddütü olanları "havaya" sokuyorlar. Ama ne ölçüde mantıklı açıklamalar yapılırsa' yapılsın, tersi görüşte olanlar bunları algılayamıyorlar. D a h a önce de belirttiğimiz gibi, var olan tutumlara uyan bilgiler kalıp, uymayanlar unutuluveriyor. Aslında en usta konuşmacının bile etkisi, karşıt görüştekileri ikna etmekte değil, yakın görüştekilerde, o siyasal örgüt ya da akıma "ait olma" duygusu yaratmakta ortaya çıkıyor. Ne basının karşıdığı ne televizyonun desteği bir siyasal seçimde belirleyici olamamaktadır. Televizyonu çok etkili bir araç olarak tek yanlı kullanan birçok siyasal iktidar seçimleri yitirirken, örneğin 1948'de hemen tüm basını karşısına alan Truman, A.B.D.'nde başkan seçilebilmiştir. Sosyal demokradarın - b a z ı istisnalar dışında- sürekli olarak iktidar oldukları İsveç başta olmak üzere, birçok çoğulcu demokraside basın genellikle tutucu güçlerin etkisi altındadır. Ama bu durum sola iktidar yolunu kapayamamaktadır. Bazı özel durumların dışında, tutumlardaki değişmenin ağır işleyen bir süreç olduğunu biliyoruz. Hızlı değişmelerde - k i çok az rasdanır- tutumla çelişen deneyimin önemi ve çarpıcılığı sonucun alınmasına tek başına yetmez. Dışındaki olayla birlikte kişinin kendi durumunda da bir değişme varsa, hızlı değişim olanaklı hale gelir. Araştırmalar, M e y n a u d ve Lancelot'nun şu görüşünü doğruluyor: "Hızlı değişim çoğunlukla kişinin soyutlanmasından kaynaklanır. Kişi, ya farklı değer sistemlerine. sahip olan, ama kendisinin girmek istediği bir grupta, ya da kendisinin kökeninden çok değişik ve kendi içinde bağdaşık bir kültürel ortamda yalnız kalmıştır. Siyasal ve toplumsal ortamdaki değişiklik, kişisel durumundaki değişmeye eklenmiştir". Siyasal tutum ve davranışlarla ilgili olarak, bir de "dalgalanan o / ' l a r m gündeme getirdiği "kararsız" tutumlar konusu var. Genellikle yüzeysel tutumlarla ilgili olarak ortaya çıkan bu kararsızlık, çelişkili umutların birbiri peşisıra etkili olduğunu gösterir. Bunalım dönemlerinde ve bunalım sonrasında bu tür dalgalanmalara daha çok rasdanabilir. 12 Eylül dönemi 124
sonrasında olduğu gibi, siyasal partilerin tümden kapatıldıkları ortamlarda ise arayıştan doğan kararsızlığı daha doğal karşılamak gerekir. -e) Siyasal Y a ş a m d a Bireyin Yeri Kişilik, bireyin biyolojik-fiziksel özelliklerinin, toplumun kendisine aktardığı değerler sisteminin ve özel yaşam öyküsün ü n bir bireşimidir. Çeşidi alanlardaki tutumların bir toplamı olmakla birlikte, aynı zamanda o tutumlar arasındaki bağlantıyı ve göreli tutarlığı sağlayan bir olgudur. Her toplumda belirli kişilik özelliklerinin ağır basması ise, o toplumsal yapının bireyler üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Bu etki toplumsal kurumlar ve toplumu oluşturan diğer bireyler aracılığıyla olur. insan kişiliğinin bir bölümünün doğal dürtülerden kaynaklandığını biliyoruz. Ama insan yaşamının sürmesi için zorunlu olan biyolojik eylemlerin yerine getirilmesi biçimi bile toplumdan topluma değişiklik gösterir. Yemek, içmek, çiftleşmek gibi. Tamamen biyolojik kökenli olduğu sanılan ve bu nedenle de bütün toplumlarda aynı olması gereken bazı davranışların bile aslında toplum tarafından biçimlendirildiğini kanıtlayan örnekler var. Türkçedeki "delikanlı" sözcüğü, biyolojik bir değişiklik olan ergenlik çağının davranışlara ne ölçüde yansıdığını gösterir. Bir çok uygarlıkta, ergenlik çağma ulaşan gençlerin otoriteye başkaldırması, vücuttaki biyolojik değişimin doğal bir sonucu olarak kabul edilir. Oysa, örneğin Çeyen kızılderililerinde durumun tam tersi olduğunu görüyoruz. Çeyen toplumunun kültürel özellikleri, ergenlik çağına ulaşan gençlerin toplumsal kurallara karşı en saygılı dönemlerini yaşamaları sonucunu doğurmaktadır. insanın doğasında servet, egemenlik ve rekabet hırsının varolduğu görüşü de artık kabul edilmiyor. Eğer bunlar doğal dürtüler olsaydı, tarihin her döneminde ve bütün toplumlarda görülmeleri gerekirdi. Oysa rekabet duygusu köylerde kentler kadar belirgin bir biçimde gelişmediği gibi, örneğin Hindistan'ın büyük yoksulluk ortamında tamamen ortadan kal125
Y
kabilmektedir. Yoksulluğun ve güç koşulların yarattığı umutsuzluk, insanların çözümü gerçek dünyanın dışında araması, kendi içine kapanması sonucunu doğurabilmektedir. Freud'un evrensel; sandığı "Ödip kompleksi"nin de aslında belirli bir toplum yapısının ürünü olduğunu artık biliyoruz. Cinsel kıskançlık gibi rekabet'içgüdüsünün doğal ürünü sayılan olgu bile ortaya bir kültürel özellik olarak çıkıyor. Eskimo erkeğinin karısını konuğuna ikram etmesi ve reddedilmesi durumunda bunu çok ağır bir hakaret sayması, başka türlü nasıl açıklanabilir. Toplum belirli durumlarda nasıl davranması gerektiğini, bireylere, daha önce değindiğimiz toplumsallaşma süreciyle öğretmektedir. Bu iyi ve kötü, doğru ve yanlış ayrımına dayalı bir değerler sisteminin kuşaktan kuşağa aktarılması demektir. Oysa bu değerlendirme toplumdan topluma farklılıklar göstereceğine göre, her toplumda farklı bir kişilik tipinin gelişmesi doğaldır. D a v i d R i e s m a n , üç ana toplum tipinin üç ana kişilik tipini yarattığını kanıtlamaya çalıştı: Geleneklerine göre hareket eden insan, vicdanına göre hareket eden insan ve başkalarının kendisinden beklediklerine göre hareket eden insan. Birinci tip kişilik, toplumsal yapının ağır değiştiği, geleneklerin egemen olduğu toplumlarda gelişiyordu. 19 ncu yüzyılın hızla gelişen kapitalist toplumları ise özerk bir kişiliğin oluşmasına elverişliydi. Toplulumun değer yargılaımı ve davranış biçimlerini öğrenen kişi, daha sonraki aşamalarda kendi vicdanına göre kararını veriyordu. Oysa çağdaş batılı toplumlar, üçüncü bir kişiliği ortaya çıkarmışlardı. Söz konusu toplumsal yapının ürünü olan kişi, artık iyiyi ve kötüyü kendisine göre tartarak hareket etmiyor, başkalarının kendisinden ne beklediklerini tahmin ederek ona göre tutumunu ayarlıyordu. Bazı ilkel toplumlar üzerinde yapılan incelemeler ilginç sonuçlar vermiştir. Vancouver Adası Kwakiut'ları ile Yeni Meksika Zuni'lerini karşılaştıran gözlemler ünlüdür. Zuni'ler sakin, insanı doğa ile kendisi arasında bir çeşit uyum sayan, çatışma ve rekabeti küçümseyen kişilerdir. Kwakiur'lar ise 126
tersine sert, yarışmadan ve çatışımadan hoşlanan, başkaların egemenlik altına almaya çalışan kişilerdir. Bu toplumlardan birisinde normal sayılan bir davranış ötekine anormaldir. Konuya "zihniyet" açışından bakanlar da var. Kişi olayları belirli bir zihniyetin gözlükleriyle değerlendirir. Aynı toplumun insanları arasındaki farklılıkların arkasında, değişmeyen psikolojik bir öge bulunur ki, işte bu zihniyettir. Aynı toplumun insanlarında ortak olan değer yargılarından, kavramlardan ve inançlardan oluşur. Zihniyet, yalnız aynı toplumun insanlarında değil, giderek aynı uygarlığın insanlarında ortaktır. Belirli bir zihniyete sahip olan kişi, farklı bir uygarlığın ortamında çok uzun süreler kaldığı zaman bile, zihniyetini kolay kolay değiştiremez. Kendisini içinde yetiştiği topluma bağlayan bu dayanıklı bağdan kolay kolay kurtulamaz. (Bunun en yakın örneğini, yıllardır Almanya'da bulunan ve hatta bir kısmı kesinlikle oraya yerleşmiş olan Türk işçilerinde görüyoruz). Zihniyet, birçok bilim adamına göre, kişiliğin en zor değişen öğesidir. Gaston Bouthoul'un dediği gibi; "Zihniyetimiz, evren ile aramıza bir prizma gibi girer". Evreni ancak o prizma aracılığıyla algılayabiliriz. Bouthoul, bir adım daha ileriye giderek, fiziksel organizmamız ile zihniyetimiz arasında çok sıkı bir bağlantı bulunduğunu öne sürüyor. Örneğin, hristiyanların zevkle yedikleri domuz etinin, bir müslümanın midesini bulandırabileceğini, hatta zehirlenme benzeri bir etki yapabileceğini söylüyor: "Önemli bir tabuyu çiğnemiş olan ilkel toplumun insanı bu suçtan dolayı öleceğine inanmıştır ve çoğunlukla da gerçekten. ölür". Kuşkusuz ki, insanın toplumu ya da en geniş anlamı ile çevresi tarafından biçimlendirilen bir nesne olduğunu söyleyemeyiz. Benzer koşulları paylaşanlar arasında bile, tüm benzerliklerin yanı sıra ciddi davranış farklarının bulunması, çev, renin kişiliğin belirlenmesinde tek etken olmadığını kanıüıyor. Fiziksel özellikler, kalıtımla geçen nitelikler, özel yaşam öykülerinin ruhsal yapıdaki yansımaları, bu farklılıkları yaratan etkenlerdir. 127
Toplumsal olanlar dahil, tüm bu etkenlerin insana tanıdığı seçme ve hareket özgürlüğü ne kadardır? Bu sorunun yanıtının daha çok felsefenin alanına girdiği söylenebilir. Örneğin Jean-Paul Sartre, insanın önceden saptanmış bir modele göre oluşmadığını, her adımda yaptığı seçmelerle kendi özünü bizzat kendisinin oluşturduğunu söyler. Bir çekicin varolabilmesi için, daha önceki aşamada bir çekiç düşüncesinin doğmuş olması gereklidir. Çekiç daha önce saptanmış bulunan bu "öz"e göre, belirli bir işlevi yerine getirmek için "var" olur. Önce varolup, daha sonra özün oluşması söz konusu değildir çekiç için. Oysa insanda "varlık", "ö>"den önce gelir. Elbette ki insanın yapacağı seçim, içinde bulunduğu ortamla, toplumdaki yeri ile sınırlandırılmıştır. Ama diyalektik bir ilişki içinde bu çevreyi de değiştirme şansına sahiptir. Bu noktada marksistierle buluşan Sartre, daha sonraki düşünce zinciriyle onlardan gene uzaklaşır. Sartre'da yapılan değil, hangi amaç içinde hareket edildiği önemlidir. Oysa marksistler için "özgürlük, eylem ve etkinlik olanağı" demektir. Onlar için düşüncenin bağımsızlığı anlamında bir özgürlük yoktur. Özgür hareket için temel koşulun özgür düşünebilmek olduğunu unutamayız. Düşüncesi koşullandırılmış bulunan bir kişinin özgür eylemi olamaz. Burada konunun, determinizm (belirleyicilik)-özgürlük tartışması etrafında oluştuğunu belirtmeye gerek yok. Eğer mutlak bir determinizm toplumsal yaşamda da geçerli ise, belirli koşullar biraraya geldiğinde kişi ancak belirli bir biçimde davranabilir demektir. Bunun anlamı ise, kişinin bir seçme ve hareket özgürlüğüne sahip bulunmamasıdır. Oysa determinizm ve özgürlük, biribirlerinin tamamlayıcısı olan öğeler olarak da değerlendirilebilir. Kişi içgüdülerinin, doğal dürtülerinin etkisi altında hareket ediyorsa, özgür olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü hayvan da aynı etkiler altında hareket eder, oysa hayvanın gerçek anlamda özgürlüğü yoktur. Çünkü onun açısından bir seçme söz konusu değildir. Ancak düşürterek zevk verecek bir şeyden 128
vazgeçip daha uzun vadeli bir hedefe yönelen kişi için özgür hareketten sözedebiliriz. Determinizm, özgürlüğün kullanımını koşullandırır, hatta kolaylaştırır. Eğer determinizm olmasaydı, belirli nedenlerin belirli sonuçlar doğuracağı bilinmeseydi, insan kendi yaşamı üzerinde etkili olamazdı. Neyin ne sonuç vereceğini bilemeyen kişi açısından özgür seçme ve özgür hareketten sözedilemezdi. Öte yandan, insanlar özgür olmasalardı, kendilerini çevreleyen koşulların içindeki neden-sonuç ilişkilerini bulamazlardı, determinizmin yasalarım ortaya çıkaramazlardı. Birey boyutunun siyasal yaşamdaki etkisinin sınırlarını böylece çizdikten sonra, şimdi o etkinin siyasal yaşama nasıl yansıdığını inceleyeceğiz. Siyasal çatışmanın temelde bireysel yetenek farklılıklarından kaynaklandığını öne süren görüşler, çoğunlukla D a r w i n » dayanmışlardır. Gerek tutucu, gerekse liberal çağdaş düşüncelerin bir bölümünün kökeninde Darwin'i bulabiliriz. Charles Darwin de Malthus'den etkilenmiştir. Toplumların nüfusları varolan beslenme olanaklarından çok daha hızlı arttığına göre, yeterli besini sağlamak için amansız bir savaşım kaçınılmazdır. Bu ekonomik kaynaklı görüşten hareket eden Darwin, giderek "yaşam için savaşım" ilkesine ulaştı. Her yaratık, yaşamını sürdürebilmek için diğer yaratıklarla mücadele etmek zorundaydı. Bu savaşımda güçlü olanların kazanması ile "doğal ayaklanma" gerçekleşmiş, bir yandan güçlü olan türlerin devamı, öte yandan daha da güçlenmesi sağlanmış oluyordu. İklimdeki değişmelere uyamayan, cinsel çekiciliği az olan, yeterli beslenemeyen türler tükeniyordu. Evrim kuramı "genellikle kabul edilmekle birlikte, Darwinci öğretiye yöneltilen çok ciddi eleştiriler bulunduğunu biliyoruz. Konumuzla en ilgili eleştiri, doğal ayıklanmada en zayıfların öldüğü, yokolduğuyla ilgili olanıdır. Araştırmalar en güçlülerin değil, ortalama özelliklere sahip bulunanların kaldığını, aykırı özelliklere sahip bulunanlarıma öldüklerini gösteriyor. Çevre koşulları değiştikçe buna en iyi uyum sağlayanlar varlıklarını sürdürebiliyorlar, ama bu her zaman 129
en güçlü olmuyor. Üstelik koşulların değişme yönü, yeni koşulların olumluluğu ya da olumsuzluğu türlere göre farklı anlamlara gelebiliyor. Değişen koşullar bazı türleri daha şanslı bazılarını ise daha şanssız kılabiliyor. Buradaki ayıklanma ise, türün kendi özelliklerinden çok, dış etkenlere bağlı kalıyor. Liberalizmin ekonomideki "serbest rekabet" ilkesi, Darwinci öğretiden de destek bulmuştur. Devlet karışmamalıdır ki, en akıllılar, en yetenekliler kazansın ve ekonomi de bu sayede gelişkin. Başka bir deyişle, zayıf olanlar korunmamalıdır ki, bir çeşit doğal bir ayıklanma gerçekleşebilsin. Yaşam mücadelesinin yerini, burada belirli türden gereksinmelerin karşılanması için verilen mücadele almaktadır. Liberallere göre, bütün toplumlarda rasdanan en önemli olgu, insanların gereksinmelerine göre tüketim olanaklarının azlığıdır. Her birey, gereksinmelerini en üst düzeyde karşılamak istediği için, bir çatışma kaçınılmaz olmaktadır. Olanakların paylaşımında toplumdaki en önemli karar merkezi siyasal iktidar olduğuna göre, gereksinmeleri karşılamaya yönelik çatışmanın siyasal yaşama yansıması doğaldır. Kişi siyasal iktidara katıldığı ölçüde, gereksinmelerinin doyuma ulaşabilmesi için avantajlı bir duruma gelmektedir. Ekonomik bakımdan avantajlı duruma gelen birey ise, siyasal iktidarda d a h a çok söz sahibi olma olanağını ele geçirmektedir. Liberalizm kişisel yararı giderek toplumsal yarara bağlıyor. Bu ekonomik alanda olduğu gibi, siyasal alanda da böyle olmaktadır. En akıllı, en becerikli, en bilgili kişiler ekonomik gücü ellerine geçirince, nasıl ki bu ekonomik gelişmeyi kolaylaştıracağı için toplumun genel yararlarına da uygun olacaksa; siyasette de en yeteneklilerin kazanması, daha etkin ve başarılı bir yönetimin kurulmasını sağlayacaktır. Ekonomide ve siyasette güçsüzleri koruyucu önlemler almak bu nedenle yanlıştır ve toplumun genel çıkarları ile de bağdaşmamaktadır. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesi bu mantıktan kaynaklanıyor. Siyasal çatışmada da, ekonomik savaşımda olduğu gibi, hep en iyilerin kazandığı savı, liberal ideolojide temel bir inari130
ca dönüşmektedir. Bundan çıkan mantıksal sonuç ise açıktır: Eğer bir kişi başarılı ise, iyi, akıllı ve becerikli olduğu için başarı kazanmış demektir. Yoksul ve yenik kişilerin de suçu kendi yeteneksizliklerinde araması gerekecektir. Özetlemek gerekirse, libeıaller için siyasal çatışmanın temeli bireysel ve ekonomiktir. Daha çok tüketim için bireyler arasında ortaya çıkan çekişme, siyasal çatışmanın itici gücü olmaktadır. Tutucu kuramların bu konuda liberalizmden ayrıldıkları ana nokta, olaya maddeci değil ülkücü (idealist) bir açıdan yaklaşmalarından kaynaklanıyor. Tutucu. kuramlara göre "en iyiler" önemlidir ve bu kavramda yeteneğin, cesaretin, zekânın yanında, manevi bir değer yargısı da yer almaktadır. Bu "seçkinler" ekonomik çıkarlarını ikinci plana itebilen özgeci kişilerdir. Doğa onları "üstün" olarak yaratmıştır. Tutucu ideoloji insanoğlunun doğuştan kötü olduğunu, ilkel-vahşi döneme dönme eğilimi taşıdığını savunur. Yalnız büyük manevi güce sahip bulunan küçük bir azınlık bu içgüdüsel eğilimlerin dışına çıkabilir. Uygarlıklar da zaten bu seçkin azınlığın ürünüdür. Yönetimin seçkinlerin elinde olması ve kidelerdeki ilkel eğilimleri baskı kullanarak engellemesi toplumların ve uygarlıkların yararınadır. "Siyasal çatışma, herkesin yararına olarak bir baskı kuran seçkinlerle, buna karşı koyan, yararlarını görmekten aciz kitleler arasındadır". Seçkinler topluma hizmet etme bilinci içindedirler ve bu kutsal görevlerini bütün toplumun yararına olarak yaparlar. Bu "hizmet bilinci" eğitimle ve geleneklerle güçlenir. Öyleyse seçkinleri yaratan yalnız doğuştan sahip oldukları özellikler değil, aynı zamanda içinde bulundukları eğitim ortamıdır. Gelenek ve eğitim iyi içgüdüleri güçlendirip, kötü içgüdüleri baskı altına alır. Bu süreçte de ailenin yeri önemlidir. Yeteneklilerin yeteneksizlerle ve seçkinlerin kidelerle olan çatışması, aslında biıeysel bir çatışma olarak değerlendirilebilir. Ama bazı seçkinler, bu kişisel özellikleri babadan oğula geçen ayrıcalıklar haline getirmeye başlayınca, artık bireysel boyutun yerini sınıfsal boyut alıyor demektir ki, bu konuyu daha ilerde inceleyeceğiz. 131
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Bouthoul. Gaston; Les mentalités, P.U.F., Paris,. 1966. Foulquie, Paul; La volonte, P.U.F., Paris, 1965. F r o m m , Erich; Çağımızın Özgürlük Sorunu (Çev. B. Güvenç), Özgür insan Yayınları, Ankara, 1973. F r o m m , Erich; Yeni Bir Toplum Yeni Bir İnsan (Çev. Necla Arat), Say, istanbul, 1981. Geçtan, Engin; Çağdaş Yaşam ve-Normal Dışı Davranışlar, Maya Yayınları, Ankara, 1984. Geçtan, Engin; Psikanaliz ve Sonrası, Maya Yayınları, Ankara, 1984. Mendras, H e n r i ; Elements de sociologie, Armand Colin, Paris, 1967. Meynaud-Lancelôt ; Les attitudes politiques, P.U.F., Paris, 1964. Plehanov, G.V. ; Tarihte Bireyin Rolü (Çev. Kaynak Yayınları, İstanbul, 1982.
I.
Altmsay),
Prelot, Marcel; Cours de Sociologie Politique, Les cours de droit, Paris, 1964-1965. Reich, W i l h e l m ; "Psikanalizin Tarihsel Araştırmalara Uygulanması" (Çev. A.T. Kışlalı), Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ocak-Aralık 1984, Ankara. Tolan, İsen, B a t m a z ; Ben ve Toplum, Teori Yayınları, Aıkara, 1985. 2. YAŞ VE SİYASET Seçim sosyolojisi araştırmaları, siyasal davranışların farklılaşmasında beş etkenin diğerlerinin önüne geçtiğini genellikle gösteriyor: Yerleşme birimi, yaşam düzeyi, eğitim düzeyi, yaş ve cinsiyet. Yerleşme biriminin bu konudaki önemine, demografik. etkenleri incelerken değinmiştik. Eğitim düzeyi de, yaşam düzeyine bağımlı olarak ekonomik etkenlerin ve bir ölçüde de kültürel etkenlerin konusuydu. Yaş ve cinsiyetin si132
yasal davranışlara yansıması ise, biyolojik-toplumsal olgular olarak ayrıca incelenmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Bu başlık altında sırasıyla, kuşaklararası davranış faiklarını, bu davranış farklarını yaratan nedenleri ve yükseköğrenim gençliğinin siyasal yaşamdaki özel yerini inceleyeceğiz. a) K u ş a k l a r a r a s ı
Tutum
Farkları
Kuşaklar arasında var olan tutum farklarının, siyasal davranışlara da doğal olarak yansıdığını ve özellikle oy verme eğilimlerinde somutlaştığını kanıtlayan çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bu konudaki temel varsayımı şöyle özetleyebiliriz: Gençler, yaşlılara oranla, genellikle daha çok değişme ve yenilik yanlışıdırlar. Yaşlılarda ise tutucu eğilimler güçlenmektedir. 1965 seçimlerinde oyların % 52.9'unu alan Adalet Partisi, Deniz Baykal'ın araştırmasına göre, yüksek öğrenim gençliği arasında sadece % 17.1 Tik bir desteğe sahipti, ö z e r O z a n k a y a ' n m araştırmasında ise, bu oran % 12'de kalıyordu. Benzeıi bir araştırmayı 1970 yılında Atatürk ve Hacettepe Üniversitelerinde yaptığımızda, bu farklılık daha da artmıştı. Bir yıl önce yapılan seçimlerde % 4 6 . 5 oranında oy toplayan Adalet Partisi'nin, öğrenciler arasındaki taraftarları % 8.0'i geçmiyordu. Seçimlerde ancak % 27.4 oranında oy toplayabilen Cumhuriyet Halk Partisi ise, öğı enciler arasında % 56.1 oranında bir desteğe sahipti. Bazı siyasal bilimciler ve bu arada Deniz Baykal, benzeri araştırmaların sonuçlarını değişik biçimde yorumlamış ve buradaki farklılıkları eğitim düzeyi ile açıklamaya çalışmışlardır. Oysa başka toplumsal kesimleri de kapsayan araştırmalar, bu tür düşünenlerin yanılgılarını ortaya koymaktadır. Örneğin bizim 12 Ekim 1975 Senato ara seçimlerinden önce Ankara ilinde yaptığımız kamuoyu yoklamasına göre; 21-25 yaş grubu Cumhuriyet Halk Partisi'ni % 61.3, Adalet Partisi'ni ise % 11.8 oranında desteklemekteydi. Hemen belirtelim ki, örnekleme -köylü ve işçiler dahil- tüm toplumsal sınıflar girmişti. 133
Söz konusu yaş grubunun çok büyük bir çoğunluğunun öğrencilikle ilişkisi yoktu. 1969 genel sehimlerinden önce işçiler arasında yapılan bir ankete göre; işçilerden Türkiye İşçi Partisi'ne oy verenlerin % 55'i 21-30 yaş grubuna giriyordu. Artun Ü n s a l ' m örneklemle yaptığı bir araştırma da, Türkiye İşçi Partisi üyelerinden % 79.9'unun 40 yaşından küçük olduğunu göstermiştir. Federal Almanya'da yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçları da konumuz açısından çok ilginçtir. Alman halkının % 25'i otoriter bir iktidar yanlışıyken, bu oran gençlerde % 14'e, üniversite öğrencilerinde ise % 4'e kadar düşmektedir. Gençlerin ana ve babalarından farklı siyasal düşünce ve davranışlara sahip olmaları olgusu, özellikle aralarındaki eğitim düzeyi farkının büyümesiyle daha da sivrileşiyor. Bizim 1970 öğrenci araştırmamız, yükseköğrenim gençliğinin ancak % 36.6'sının babası ile aynı partiyi desteklediğini, % 63.4'ünün ise babasından çok farklı siyasal eğilimler taşıdığını gösteriyordu. Bu farklılaşma yoksul ailelerden gelen çocuklarda en üst düzeyine ulaşırken, gelir düzeyi yüksek ailelere gidildikçe göreli olarak azalıyordu. Gelir düzeyi ile eğitim düzeyinin genellikle birbirine koşut olduğunu düşünürsek, gencin öğrenimi boyunca edindiği bilgilerin -içinde bulunduğu ortamla birlikte- farklı siyasal tutumlar geliştirmesini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. 1970 yılında Hacettepe ve Atatürk Üniversitelerinde yaptığımız araştırma, babadan farklı siyasal eğilimler geliştirme açısından, birinci sınıf öğrencisiyle dördüncü sınıf öğrencisi arasında da büyük farklar bulunduğunu ortaya koyuyordu. Siyasal tutumlar açısından babadan farklılaşma oranı birinci sınıflarda % 57.8 iken, dördüncü sınıflarda % 81.3'e ulaşmaktaydı. Başka bir deyişle; birinci sınıftan dördüncü sınıfa gelinceye kadar farklılaşma % 4 0 . 6 oranında artıyordu. Babaevlat farklılaşmasına her iki üniversitenin katkısı arasında (Ankara ve Erzurum'un çok farklı toplumsal ortamlarına karşın) ciddi bir farklılık olmaması da, yukardaki varsayımı daha da güçlendirmekteydi. 134
b) K u ş a k l a r a r a s ı
Tutum
Farklarının
Nedenleri
Çocuğun davranışlarında taklit öğesinin rolü çoktur ve örnek olarak alınan kişi de genellikle yakın çevreden, özellikle de aile içindedir. Ergenlik çağıyla birlikte kişilik çoğunlukla başkaldırarak kendisini kanıtlamaya ve aile dışı modellere yönelmeye başlar. Bazı gözlemler, gelişmiş ülke gençlerinin kişiliklerinde bireysel değerlerin, geri kalmış ülke gençlerinin kişiliklerinde ise ulusal değerlerin genellikle daha ağır bastığını ortaya koyuyor. Gençliğin sona erip olgunluk çağma geçilmesiyle birlikte kişiliklerin daha ılımlılaştığı kabul edilir. Bernard Shaw'in şu cümlesi çok ünlüdür: "Eğer yirmi yaşında iken komünist değilseniz, kalbiniz yok demektir; kırk yaşına geldiğinizde hâlâ komünist iseniz, kafanız yok demektir". Willy Brandt, kendisinin sosyal demokrat olmasına karşılık oğlunun komünist olduğunu anımsatan bir gazeteciye şöyle demişti: "Onsekizinde komünist olmayan, otuzbeşine geldiğinde iyi bir sosyal demokrat olamaz". Kuşaklar arasındaki tutum farklarının temelinde yatan nedenlerin başında, bireysel enerjinin düzeyi gelir. Enerji, değişikliklere uyum yeteneği demektir. Yıllar geçtikçe enerjisi azalan kişi, uyum göstermek için yeni çabalar gerektirecek köklü değişikliklerden korkmaya başlar. Üstelik yeni durumlara uyum göstermek için giderek zamanının azaldığını da hissetmektedir. "Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse" deyişi, kuşaklararası tutum farklarının bir bölümünü çok güzel açıklıyor. Yıllar boyu süren çabaların ürünlerini yitirme korkusu da, yaşlıların tutuculaşmalarında önemli bir rol oynar. Toplumda ulaştığı konumu, sahip olduğu maddi olanakları yitirirse, onları ya da benzerlerini yeniden elde etmek için gereken ne enerjisi ne de zamanı vardır. Genç insan, aynı zamanda toplumsal yetki ve sorumlulukların büyük ölçüde dışında kalmıştır. Kendisini varolan koşullara bağlayan bağlantıları çok güçlü olmadığı ve kendisi dışında kimsenin sorumluluğunu sırtında taşımadığı için, davranışlarını ayarlarken ya da toplumda köklü bazı değişiklik135
leri savunurken uzun boylu düşünmesine gerek yoktur. Oysa evlenmek ve çocuk sahibi olmakla somutlaşmaya başlayan sorumluluklar zinciri, ilerki yıllarda adımlarını çok daha dikkatle ve ihtiyada atmasını gerektirecektir. Gençlik ydlarmda etkisi altında kalınan ve benimsenen bazı siyasal görüşler, yıllar geçtikçe ılımlaşmanın yanı sıra, aynı zamanda belirli ölçüler içinde gerçekleşme olanağına da kavuşabilirler. Gerçekleşmeleri oranında bunların değişmesini istemek ve böylece siyasal yelpazede soldan başlayıp sağa doğru kaymak da doğal bir gelişmedir. Örneğin bir ülkede mudak krallık varken, anayasal krallığı savunmak solda olmak anlamına gelir. Oysa anayasal krallık gerçekleştiğinde onu savunmayı sürdürenler, yeni solu oluşturan cumhuriyetçiler karşısında sağa kaymış olurlar. Çocukluk döneminde ve gençliğin ilk yıllarında kazanılan temel tutumların daha sonra kolaylıkla değişmediğini biliyoruz. Kari Mannheim gibi bazı sosyologlar, özellikle orta yaşlı kuşakların siyasal tutumlarının anlaşılabilmesi için, oyların gençlik dönemlerindeki siyasal ortamın, egemen ideolojik akımların ve sorunların incelenmesi gereği üzerinde durmuşlardır. Genellikle gençlerin ilerici, yaşlıların ve yetişkinlerin tutucu oldukları varsayımının, toplumların evrimlerinin her dönemi için geçerli sayılamayacağını öne süren toplumbilimciler de vardır. Onlara göre, bu varsayım toplumların kararsızlık (istikrarsızlık) dönemleri için geçerlidir. Eğer uzun bir kararsızlık döneminden sonra kararlı bir ortam sağlanırsa, yetişkinlerin bir bölümünün gençlikteki solcu düşüncelerini sürdürmeleri, genç kuşakların ise tutucu bir dünya görüşüne sığınmaları olanaklıdır. Öte yandan, özellikle çağdaş sanayi toplumlarında, yaşlılar çoğunlukla ihmal edilen, toplumsal olanaklardan yeterince yararlanamayan bir kesimi oluşturuyorlar. Böyle durumlarda, toplumsal-ekonomik bunalımların yaşlılar üzerindeki etkisi çok daha fazla oluyor. Gene aynı görüş sahipleri; bunalım dönemlerinin zor koşullarının, yaşlıları, köklü değişiklik önerenlerin yanma itebileceğini öne sürüyorlar. 136
1960'lı yıllardan başlayarak, özellikle 1968'de hemen tüm dünyada izlenen gençlik ayaklanmalarıyla birlikte, kuşaklararası siyasal tutum farklılıklarının giderek önemli siyasal sorunlar yaratabilecek boyutlara varabileceği görülmüştür. Bu önemli gelişmede, demografik, teknolojik ve biyolojik nitelikli üç etkenin rol oynadığını düşünüyoruz. Ülkeden ülkeye ve başvurulan kaynaklara göre değişmekle birlikte, ortalama insan ömrünün Demir Çağı'nda 17, Ortaçağ'da 25, Fransız Devrimi'nde 37 ve 1955'lerde 70 dolaylarında olduğu anlaşılıyor. 18'nci yüzyılın sonunda, Batı Avrupa'da, çocukların, babaları öldüğündeki ortalama yaşı 20 idi. Yani 20 yaşına gelmiş bir genç, bir anlamda babasının toplumdaki yerini almış oluyordu. Bugün ise 20 yaşındaki bir gencin -hele öğrenci ise- toplumda söz sahibi olması söz konusu değildir. Üzerinde yalnızca babasının değil, hatta çoğunlukla dedesinin kuşağının ağırlığını duymaktadır. Kendisinden önceki kuşaklarca oluşturulmuş kurumlara, konulmuş kurallara, çoğunlukla yasal ve etkili bir itiraz hakkı bile bulunmadan, uymak zorundadır. Demografik evrim, çağdaş toplumları en azından üç kuşağın birarada yaşadığı bir ortama mahkûm etmiştir. Teknolojik gelişme nedeniyle, gitgide uzayan bir eğitim döneminin kaçınılmazlığıyla karşı karşıya kalan gençler, hemen tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal olanakların, yetki ve sorumlulukların dışında tutulmuşlardır. Bu uzun ve çoğunlukla sıkıntılı eğitim döneminin sonunda bile, beklentilerine uygun bir toplumsal konuma sahip olmalarının neredeyse olanaksızlığını görmek, öğrenci gençlikteki bunalımın temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Teknolojideki baş döndürücü ilerlemeye bağlı olarak, toplumsal koşullar da hızla değişiyor. Toplumsal koşulların hızla değişmesi, birbirini izleyen kuşakların yetiştikleri ortamlar arasında büyük farklılıklar doğuruyor. Bu durum, kuşaklar arasındaki ortak noktaların azalmasında ve çatışmanın sertleşmesinde en önemli etkenlerden birisidir. Toplumsal yapının ağır değiştiği "geleneksel toplum"larda, baba ile oğlunun kar137
şılaştığı koşulların ve bunların yarattığı sorunların benzerliğidir ki, "tecrübe"ye saygıyı yaratmış ve babaya benzemek gençler için amaç olmuştu. Çünkü genç adamın bugün karşılaştığı sorunların çözümünde en önemli anahtar, babasının geçmişte benzeri sorunlar karşısında kazandığı deneyimdi. Bu deneyim, yaşlı kuşakların diğerleri üzerindeki otoritesini de meşru kılmaktaydı. Günümüzde toplumsal yapıların hızlı değişimi, bir yandan geleneklerin etkisini azaltırken, öte yandan da deneyime duyulan saygıyı azaltmaya ve giderek ortadan kaldırmaya yöneltmiştir. Bir yandan toplumdaki yaşlıların oranı artarken, öte yandan hızlı teknolojik gelişmenin doğurduğu toplumsal-ekonomik koşulların hızlı evrimi, toplumsal kurumları çabucak eskitiyor. Ama yaşlı ve orta yaşlı kuşakların karar alma ve uygulama süreçlerindeki ağırlıkları, bu kurumlarda gerekli değişmelerin yapılmasını zorlaştırıyor ve geciktiriyor. Kurumların değişen koşullara uymakta gösterdikleri bu direnme ve gecikme ise, toplumsal huzursuzlukları besleyen, özellikle genç kuşaklarla "düzen" arasındaki sürtüşmeleri körükleyen doğal bir kaynak oluyor. Değişmelere en kolay ve en iyi uyma yeteneğine sahip olan gençlerin, hem de bilgilerin hızla eskidiği bir ortamda en yenilerini öğrenmek durumunda oldukları halde, karar ve etki süreçlerinin dışında tutulmalarının yarattığı çelişkiyi Alfred Sauvy şöyle dile getirmektedir: "Çağdaş toplum, yaşlı kişilerce yöneltildiği halde, hızlı bir evrim geçirmek durumundadır. Bu noktada belirli bir iç çelişki vardır". Marcel Hicter'in, Avrupa Konseyi Kültür Komisyonuna sunduğu çalışmaya göre; "Gelecek yıllar içinde asıl sorun, yetişkinlerin çağdaş topluma uyumsuzluğu sorunu olabilecektir." Bilim adamları, tıp ve hijyenin, bir yandan insanları daha uzun süre yaşattığını, öte yandan da gençlere, daha uzun bir boy, daha üstün bir fizik güç ve daha çabuk bir ergenlik sağladığını söylüyorlar. Gençler yetişkinlerin biyolojik özellikle138
rine daha çabuk ulaşıyorlar, ama özerliklerini elde etmeleri git gide daha çok gecikiyor. Başka türlü söylemek gerekirse; gençlerin biyolojik işlevleri ile toplumsal işlevleri ters yönde gelişmektedir. Biyolojik özellikleriyle daha çabuk olgunlaştıkları, yetişkin duruma geldikleri halde, öğrenci olarak toplumdan daha uzun süre çocuk muamelesi görmektedirler. Bu durum, kuşaklar aıasındaki çatışmayı daha belirginleştirmektedir. c) Yüksek
Ö ğ r e n i m Gençliği ve
Siyaset
Öğrenci gençliğin siyasal tutumuna çeşitli nedenlerle değindik. Öğrenci hareketleri, kendi toplumumuzun siyasal geçmişinde de zaman zaman önemli roller oynamışlardır. Ordunun 27 Mayıs 1960'da iktidara el koymasına kadar giden olaylarda, üniversite öğrencilerinin oynadığı rolü hepimiz biliyoruz. Ancak 1960'lı yılların sonlarına geldiğimizde, özellikle 1968 yılında, farklı gelişme düzeylerindeki değişik siyasal rejimlere sahip olan ülkelerde birbiri peşisıra görülen öğrenci ayaklanmalarının geçmiştekileı den apayrı nitelikler taşıdığı görülüyordu. Öğrenciler artık yetişkinlerin harekedeıinin bir uzantısı olmaktan çıkmışlardı. Yetişkinlerin örgüt ve önderliklerinden büyük ölçüde bağımsızlaşmalardı. Bunun temelindeki genel nedenleri yukarıda gördük. Bu başlık altında, öğrenci hareketlerini açıklamaya yönelik çeşitli kuramsal görüşleıe değineceğiz. Öğrenci hareketlerine yönelik psikolojik açıklamalar, öğrencileri genellikle gençliğin diğer kesimleriyle birlikte değerlendiriyorlar. Bu bakış açısına göre; günümüzde genç babasına benzemek istememektedir. Çünkü ona bir "aile babası-}-toplumsal otorite" olarak görünen babası, hızlı toplumsal değişim sonucu ilkel bir görünüm kazanmıştır. Babasının yerini alabilecek başka bir model de toplum tarafından verilememektedir. Böylece babaların kuşağının toplumsal mirasını reddeden ve bu mirası yok etmeye çalışan bir kuşak ortaya çıkmaktadır. Klasik baba-oğul çatışmasının yerini, babalarla oğulların kuşaklarının çatışması almıştır. 139
Günümüzün öğrenci hareketlerine biyolojik kökenli bir açıklama getiren görüş, gençlik enerjisinin tüketilme yollarındaki bazı tıkanıklıklardan hareket ediyor: Üniversiteli, hatta liseli gencin, ergenlik ötesinde de çocukça bir faaliyet biçimini sürdürmek zorunda bulunuşu, sıkıntılarının birçoğunu temelindeki nedendir. Çünkü bu yaşam biçimi, onun ne yetişkinlerin hiyerarşisinde yer almasına izin vermekte, ne de saldırganlık dürtülerini boşaltmak olanağı tanımaktadır. Freud'un da gördüğü gibi, baskı altma alman cinsel gereksinme üç sonuç doğurabilir: Yücelme (enerjiyi bilim, sanat, spor vb alanlaıda tüketme), saldırganlık ve nevroz (bir tür kendi kendisine karşı saldırganlık). Bütün bunlar varolan enerjinin tüketilme yollarıdır. R o g e r Masters, öğrenci gösterileri ile genç hayvanların davranışlarını karşılaştırarak, ortaya konması için yasal yollar bulunduğunda, saldırganlık eğilimlerinin şiddete dönüşmeyeceğini ileri sürüyor. Öğrenim süresinin uzaması ile doğan saldırganlık dürtülerinin giderilmesinin yollarını da üçe ayırıyor: Bireysel düzeyde, üniversite içinde ve üniversite dışında olmak üzere. Psikoz, nevroz ve intihar, saldırganlığın kişinin bizzat kendisine yönelmesidir. Uyuşturucu maddeler, normal ilişkilerden kaçmaya yararlar. Bireysel düzeydeki boşalma yollarının sonuncusu ise cinsel etkinliktir. Burada saldırganlığın cinsel etkinlikle yer değiştirmesi söz konusudur. Saldırganlık dürtülerinin üniversite içindeki boşalma yolları daha çeşididir: Diğer öğrencilerle rekabet, sportif etkinlikler, arkadaş grubu veya ideolojik çalışmalar benzeri toplumsal etkinlikler, öğrenci örgütleri içinde çalışma ve üniversite yönetimine katılma. Üniversite dışında siyasal etkinlikler, gence doğrudan yetişkinlerle rekabet olanağı sağlamaktadır. Öğrenim sırasında yetişkinlerle ek bir işte çalışmak ya da öğlenime zaman zaman ara vererek yetişkinlerle çalışmak, gene diğer kuşaklarla dolaylı biı rekabet yolu olarak olumlu bir işlev görmektedir. Ortodoks marksist görüşe göre, öğrenci harekederi sınıf çatışmalarının bir uzantısıdır. Üniversiteye gelen genç, genel140
likle burjuva vc küçük burjuva kökenlidir. İşçinin ve topraksız ya da az topraklı köylünün çocuğunu üniversiteye kadar okutabilme olanağı, çoğunlukla yoktur. Üstelik, üretim sürecinin dışında kaldıkları için, öğrencilerin yaşantısı da küçük burjuva koşullarını yansıtmaktadır. Küçük bir azınlığın dışındakiler, üniversiteyi bitirdikten sonra küçük burjuvaziye katılacaklardır. Böylece de toplumsal sınıfları değişmemiş olacaktır. Öyleyse, öğrenci gençliğin eylem biçimi, aslında küçük burjuvazinin eylem biçimidir. "Küçük burjuva davranışlarının sorumsuzluğu, kaypaklığı, dönekliği, başıbozukluğu ve terörizme yatkınlığı gençlik eylemlerinde" de doğal olarak görülecektir. Oysa olaya kuramsal açıdan bakan marksistler öğrenci hareketlerine böylesine bir olumsuz ve küçümseyici tutumla yaklaşırken, Lenin ve Mao gibi, marksizmin uygulamasını yapmak durumunda kalmış eylem adamları, farklı bir yaklaşım içinde olmuşlardır. Lenin, öğrencilerin eğitim konularıyla sınırlı olan üniversite içi mücadelelerini bile yararlı saymıştır: ".. .Ve küçük akademik çatışmaların küçük başlangıçları, büyük bir başlangıçtır; çünkü, onu büyük sonuçlar izleyecektir. Bugiin değilse yarın, ya da öbür gün (.. .) Gençlik, öğrenci, gençlik ve daha çok işçi gençlik mücadelenin sonucuna karar verecektir". Ortodoks marksist görüşe göre, gençliğin sınıf çatışmalarındaki asıl işlevi, emekçi sınıflara "bilinç ' götürmek"tir, Çünkü "kendiliğinden sınıf" olmaktan çıkıp "kendisi için sınıf'' olabilmesi için işçi sınıfının bilinçlendirilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfı ancak bu durumda devrimci bir nitelik kazanabilecektir. İdeoloji bu bilinçlenmenin öznel (sübjektif) koşuludur. İdeoloji dıştan işçi sınıfına iletilmedikçe, bilinçlenmenin kendiliğinden ortaya çıkması beklenemez. Öyleyse gençlik harekeüerinin devrim içinde önemli bir yeri olabilir. Ancak, üretici bir sınıf olmadığı için, bizzat gençliğin devrim yapması söz konusu değildir. M a o bu konuda çok açık konuşmuştur: "Çin'in genç aydın ve öğrencileri, işçi ve köylü yığınlarına gitmeli ve ülke nüfusunun yüzde doksanını oluşturan geniş yığınları harekete geçirmeli ve örgütlemelidirler". Frankfurt Okulu olarak adlandırılan grup ve onun önde gelen temsilcisi olarak Herbert Marcuse, marksist çözümler141
den kalkarak çok farklı biı noktaya varıyorlar. Marx'm temel devrimci güç saydığı işçi sınıfının, ileri derecede sanayileşmiş batılı ülkelerde, artık sistemle bütünleştiğini söylüyorlar. Marksist çözümlemeye göre devrim, üretim biçimiyle üretici güçlerin gelişmesi arasında bir uyuşmazlık, bir çelişki olduğu zaman ortaya çıkar. Devrimin öncü gücü de, bu çelişkinin sonuçlarından en çok zarar gören sınıf olur. Marcuse, kapitalizmin ulaştığı yeni aşamada, devrimci gücün - M a r x ' ı n tam tersine- üretim sürecinin dışında kalanlardan oluştuğunu öne sürüyor. Çünkü onlar henüz "tüketim toplumu" ile bütünleşmcmişlerdir. Mercuse'ye göre, "doğanın teknolojik fethinin gelişimi içinde, insanın insan tarafından fethi de ilerler. Ve bu fetih, kurtuluş için a priori gerekli özgürlüğü kısıtlar". Bunun sonucu tek boyutlu insandır. Ama bu koşullandırmanın dışında kalabilen aydınlar kitlesini de unutmamak gerekir. Bunların içinde, aynı zamanda üretim sürecinin de dışında kaldıkları için, en önemli güç. öğrencilerdir. Üstelik, beyazların uygarlığım yıkmak isteyen siyahların, onun yerine önerdikleri başka bir tüketim biçiminin olmamasına karşılık, öğrenciler çok daha bilinçli bir güç oluşturmaktadırlar. Öğrenci hareketlerinin çoğunlukla düzensiz ve kendiliğinden ortaya çıkması da, tehlikenin ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağının bilinmemesi bakımından, rejimi savunması güç bir durumda bırakmaktadır. Kısacası, Herbert Marcuse ve düşünce arkadaşlarına göre, kapitalizmin tüketim toplumu aşamasına ulaşmış ülkelerde öğrencilerin ayaklanmaları, sistemin kendi iç çelişkilerinin bir sonucudur. Üretim süreci dışında kalan en bilinçli toplum kesiminin, sistemin akıl dışı gelişmesine karşı çıkışıdır. "Devrimci reformizm" akımı etrafında birleşen marksist düşünürler de öğrencileri toplumsal bir sınıf olarak ele alıyorlar. Yaşanmakta olan "ikinci sanayi devrimi"nin, ileri derecede uzmanlaşmış yeni bir toplumsal kesim yarattığını, öğrencilerin de bu "ücretli yeni orta tabakalar"m, sanayi toplumu ile en az bütünleşmiş tabaka olarak, en zayıf halkasını oluşturduğunu öne sürüyorlar. 142
Jean Pronteau, sayılarının çok hızlı artması nedeniyle öğrencilerin eskisi gibi serbest mesleğe atılma, üretim araçlarının mülkiyetine sahibolma ya da üst düzeyde onların yönetimine katılma gibi olanaklarının son derece azaldığına işaret ediyor. Devlet bürokrasisinin üst düzeyleri için de aynı şey söz konusudur. Öyleyse öğrenciler, Marx'ın proleterya tanımına büyük çoğunluklan ile uymaktadırlar. Çünkü onlar da üretim araçlarının mülkiyetinin dışında tutulmuşlardır. H e n r i Lefevre'in de aynı görüşü bir başka açıdan savunduğunu görüyoruz. Öğrencilerin de, "entellektüel üretim pazarlına. sunabilecekleri sadece çalışma güçleridir. Üstelik, öğrenimlerini bitirmedikleri için onu da hemen yapamazlar. Frederic Bon'a göre, "öğrenciler en büyük baskıya uğrayan toplum kesimi değildir; ama bu baskının en saçma ve en haksız olduğu toplumsal tabakadır." Çünkü bilimsel ve teknik değişmeler sonucu, öğreticinin otoritesinin nedeni ortadan kalkmıştır. Şimdi profesör ile öğrenci arasındaki fark, sadece bilmediklerinin derecesi ile ilgilidir. J e a n Suret-Canale, ücrediler içinde araştırıcı, mühendis, teknisyen ve eğiticilerin oranının giderek arttığına ve bu tabakaların artık üretici veya üretim koşullarını yaratıcı bir görev yüklendiklerine işaret ediyor. Öğrenciler de artık geleceğin burjuvaları olmaktan çıkmakta, yaşam koşulları işçi sınıfına daha yakın olan bu ücretli kesim arasına katılmaya aday olmaktadırlar. Öyleyse öğrencilerin mücadelesi, aslında smıf çatışmasının bir parçasıdır. Claud R e n a r d şöyle diyor: "Anarşizmin bütün tarihi, belirgin bireyci çizgileri ve umutsuz şiddetiyle, el zanaatlarının 19'ncu yüzyıl sanayi devriminin ağırlığı altında yok olmasına bağlıdır." Bu görüşe göre, üniversite gençliğinin şimdiki umutsuz şiddetini de, ikinci sanayi devriminin ağırlığı altında proleterleşmekte olduklarına bağlamak gerekebilir. Zaten bazı öğrenciler de kendi durumlarının proleter tanımına uyduğunu, 1968 olayları sırasında savunmuşlardı: "Proleter, yaşantısı üzerinde hiç bir iktidarı olmayan ve bunu bilen kişidir." 143
Çağdaş öğrenci hareketlerini açıklamaya çalışan bu görüşlerin önemli bir eksiklikleri var: Hemen hepsi, belirli bir gelişme düzeyine ulaşmış bulunan batılı toplumları hareket noktası olarak alıyorlar. Biyolojik etkenlere dayalı açıklama ise, cinsel özgürlüğün sınırlarının neredeyse kalkmış olduğu ülkelerde bile önemli gençlik hareketlerine rastlanabilmesini unutmuş görünüyor. " Kuşaklararası Tutum Farklarının Nedenleri" başlığı altında incelediğimiz etkenlerin, öğrenciler açısından da özellikle geçerli olduğunu söyleyebiliriz. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Alkan- Ergil; Siyaset Psikolojisi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1980. Baykal, Deniz; Siyasal Katılma, 1970.
S.B.F. Yayınları,
Ankara,
Duverger, Maurice; Sociologie Politique, P.U.F., Paris, 1966. Kalaycıoğlu, Ersin; Karşılaştırmalı Siysal Katılma, Î.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1983. Kışlalı, A h m e t Taner; Öğrenci Ayaklanmaları, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974. Meynaud-Lancelot; 1964.
Les Attitudes Polhiques,
P.U.F.,
Paıis,
Ozankaya, Özer; Üniversite Öğrencilerinin Siyasal Yönelimleri, S.B.F. Yayınları, Ankara, 1966. 3. C İ N S İ Y E T VE SİYASET Yaş gibi cinsiyetin de, bir biyolojik-toplumsal olgu olaıak siyasal tutumlara yansıdığını araştırmalar ortaya koyuyor. Önce siyasal tutumlar açısından kadın-erkek farklılaşmasını, sonra da bu farklılaşmanın nedenlerini inceleyeceğiz. a) Kadın-Erkek T u t u m Farkları Kadınların siyasal tutum ve davranışlarında ilk dikkati çeken özellikler şunlar: Kadınlar siyasal katılmaya ve bıı arada 144
sandık başına gitmeye erkeklerden daha az eğilim taşıyorlar. (Ancak, durağan dönemler için geçerli olan bu durumun bunalım dönemlerinde değiştiği söylenebilir.) Oy verdikleri zaman da, gene erkeklere oranla, tutucu partileri daha çok destekliyorlar. Ama erkeklerin siyasal tercihleri oldukça zor değişirken, kadınlar da bu ölçüde bir kararlılık görülmüyor. Parti önderinin ya da adayların kişiliği, kadınları genellikle ideolojilerden ve parti programlarından daha çok etkileyebiliyor. Bekar ya da dul kadınlarda, erkeklerden farklı siyasal davranışlar daha belirgin duruma gelirken, evli kadınların genellikle kocalarının siyasal tercihlerine uydukları anlaşılıyor. Güçlü olanı ve dolayısıyle istikrarı seçme eğilimi de kadınlarda erkeklerden daha fazla. Kadınların seçimlere duyduğu ilginin erkeklere oranla az olduğu ne ölçüde geı çekse, bu durumu en çok evliliğin ve ondan sonra toplumsal sınıfın etkileyebildiği de, aynı ölçüde araştırmalarca doğrulanıyor. Evli kadınlar kocalarına bağımlı olarak daha çok sandık başına gidiyorlar. Sandık başına gitmeyen kadınların oranı işçiler arasında genellikle en yüksek, kamu görevlileri arasında ise en düşük. Fransa'da yapılan bir araştırmada, işçi mahallesinde oturan kadın işçilerin seçimlere daha büyük bir oranda katıldıklarını, oysa burjuva mahallelerinde oturan kadın işçilerde seçime katılmama eğiliminin çok yüksek olduğunu gösterdi. 1973 seçimleri üzerinde Şirin Tekeli'nin İstanbul'da yaptığı bir araştırmaya göre, kadınların sandık başına gitme eğilimi, erkeklerinkinden % 13.5 oranında daha düşüktü. Oy verme oranı evli kadınlarda % 58. 7'ye çıkarken, dullarda % 38.9'a, bekarlarda ise % 37.0'ye kadar iniyordu. Kadınlarda siyasal katılma eğiliminin azlığı, aslında siyasal yaşama ve genel olarak siyasal konulara duyulan ilgi azlığının bir yansıması sayılabilir. Siyasal içerikli kamuoyu yoklamalarında da, "bilmiyorum" ya da "bir fikrim yok" gibi yanıdar, daha çok kadınlardan gelmektedir. Bu durum, yüksek öğrenim yapan kız öğrenciler arasında bile belirgindir. 1970 yılında Atatürk ve Hacettepe üniversiteleri öğrencileri arasında yaptı145
ğımız araştırmada, hemen siyasal nitelikli tüm sorularda kızların çekimserliği ortaya çıkıyordu. Örneğin, "Kemalizm Türkiye'nin bugünkü sorunlarına yanıt verecek yeterli bir yol mudur?" sorusuna "fikrim yok" biçiminde yanıt verenlerin oranı erkek öğrenciler arasında % 25.1 iken, kızlarda % 43.0'ü bükmüştü. 1975 Senato seçimlerinden önce Ankara İli çerçevesinde yaptığımız kamuoyu yoklamasında da, kadınların "bilmiyorum" benzeri yanıtları, bazı durumlarda erkeklerinkinin altı katma kadar çıkabiliyordu. Araştırmalara göre, kocaları ile aynı partiye oy veren kadınların oranı Hollanda'da % 92, Norveç'de % 88 ve Fransa'da % 89'dur. Gözlemleı Türkiye'de bu oranın çok daha yüksek olduğu varsayımını güçlendirmektedir. Batılı ülkelerde yapılan araştırmalarda, erkeklerde laik ve sol partileri, kadınlarda ise tutucu ve dinci partileri destekleme eğiliminin daha belirgin olduğu görülmüştür. Büyük partileri, yani güçlü olanı ve kararlılık getirme olasılığı yüksek bulunanı seçme eğilimi de -özellikle belirli toplum kesimlerindeki kadınlarda- belirginleşmektedir. Türkiye'de yapılan kamuoyu yoklamaları da bu genel eğilimleri destekler niteliktedir. 1973 seçimleri üzerinde köylerde yapılan bir araştırma da, Milli Selamet Partisi ve Türkiye Birlik Partisi gibi din ya da mezhep bağlılığına dayalı partilere kadınların erkeklere oranla daha çok eğilim duyduklarını ortaya koymuştur. Siyasal yaşama duydukları ilgi azlığının, kadınların siyasal paı tilere üye olma ve oralarda sorumluluklar taşıma konularındaki davranışlarına da yansıması doğaldır. Gene araştırmalar, orta ve sağ partilerdeki kadın üye oranının daha da düşük olduğunu göstermektedir. Eğitim düzeyi düşdükçe, kadınların siyasal partilere üye olma ve orada etkin işlevler yüklenme oranı da düşmektedir. Örneğin 1970'lerde yapılan bir araştırmaya göre, Fransız sosyalist partisinde üye olan kadınların % 18'inin lise ya da üniversite hocası, % 13'ünün ilkokul öğretmeni ve % 18'inin kamu görevlisi olmasına karşılık, işçi oranı çok küçüktü. 146
Türkiye'de kadm seçmenlerin % 25.5'i siyasal yaşama çok seyrek bir biçimde katılırken, ancak % 3'ünün yoğun bir biçimde katıldığını gösteren veriler var. Oysa siyasal yaşama çok seyrek olarak katılanların oranı erkekler arasında % 6.9'a inerken, yoğun bir biçimde katılanlaıın oranı % 14.2'ye çıkmaktadır. Kadm-erkek davranışları arasındaki fark bu noktada çok çarpıcıdır. Batılı ülkelerde kadınlaıın yasama organlarında ancak çok küçük bir oıanda temsil olanağına sahip bulunduklarını göıüyoıuz. Bu oran orta ve sol partilerde, özellikle de komünist partilerde artarken, sağ partilerde azalıyor ve bazen sıfıra kadar iniyor. K a d m milletvekillerinin yasama meclislerindeki oranı, genellikle % 5 dolayında kalıyor. Komünist tek partili sistemlerde, kadınların siyasal yaşamdaki ağırlıklarının -çoğulcu bir demokrasilerle kıyaslanmayacak bir biçimde- arttığı bir gerçektir. 1974'de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin Uluslar Meclisi'ndeki kadm temsilci oranı % 31, Sovyetler Birliği Konseyi'ndeki kadın temsilci oranı ise % 40'dı. Bu oran belediye meclislerine % 47.4'e ulaşıyordu. Kadınların belediye başkanlığı yaptığı kentier arasında Moskova ve Leningrad gibi, Sovyetler Birliği'nin en önde gelen kentleri de vardı. Hükümet düzeyinde görev alan kadınların sayısı da, gene çoğulcu demokrasilerle kıyaslanamayacak ölçüde fazlaydı. Türkiye'de kadınların yasama organına ilk girişleri, 1935 seçimleri ile olmuştur. Ülkeyi yönetenlerden gelen bir değerlendirme ve istek sonucu, 17 kadının milletvekili olarak siyasal seçkinler arasına katılması sağlanmış, ama tek parti döneminin koşulları içinde bile, kadınların yasama organındaki oranı % 3.8'i hiçbir zaman geçememiştir. Çok partili bir siyasal sisteme geçtikten sonra, bu oranın hızla düştüğü dikkati çekiyor. Siyasal iktidarın yapılan ilk özgür seçimlerde el değiştirdiği 1950 yılında bile, yasama organına ancak 3 kadın girebilmiş ve oran % 0 . 6 ile en düşük düzeyini bulmuştu. 1950'den sonraki dönemde, kadının ev dışı işlerde çalışmasının giderek yaygınlaştığı gözönüne alınırsa, yasama organında temsil edilme bakımından hızla gerilemeleri daha da ilgi çekici olmaktadır. 147
b) Kadın-Erkek
Tutum
Farklarının
Nedenleri
Kadınlarla erkekler arasındaki düşünce ve davranış farklarının, genel olarak onların toplumdaki konumlarının farklılığından kaynaklandığı söylenebilir. İki cinsin toplumsal konumları arasındaki farklılık ise, çoğunlukla bir eşitsizliğin yansıması biçiminde ortaya çıkıyor. Böylece de sorun, kadın-erkek eşitsizliğinin temelindeki nedenlere gelip dayanıyor. Kadın-erkek eşitsizliğini, biyolojik, psikolojik ve ekonomik nedenlere dayandıran görüşler var. Kadının yapı olarak daha zayıf olduğu görüşünün tartışmalı olduğunu söylemeliyiz. Örneğin kadınların acıya dayanma güçlerinin çok daha fazla olduğu bilindiği gibi, kadınların ortalama olarak erkeklere oranla daha fazla yaşadıkları da bir gerçektir. Ama biyolojik olarak çocuk doğurma işlevinin kadına ait oluşu, onu ev içi işlere itmiş ve giderek toplumsal konumunun belirlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Kadın ile erkek arasındaki yapısal farklılıkların kadınların aleyhine sonuçlar yarattığı görüşüne katılmayan August Bebel, bu konuda yapılan araştırmaları şöyle özetliyor: "ilkel dönemlerde kadınla erkek arasındaki bedeni ve fikri ayrılıklar, bugünkü kadar çok değildi. Bütün vahşet ve barbarlık dönemlerine ait insanların beyin ve zekâlarının işleyiş değerleri konusunda kadınla erkek arasında fark yoktu (...) H.H. Johnstone'nin Kongo'daki aşiretler arasında yaptığı incelemeler, buralarda kadınların erkekler kadar ağır işler gördüğünü, çoğunlukla erkekten kuvvetli ve daha iyi gelişmiş olduklarını gösterir (...) Shellang, Alman yönetiminde olan yeni Guineada Papuan'lar arasında yaptığı antropolojik incelemelerde, kadınların erkeklerden daha sağlam bir bünyeye sahip olduklarını söyler." Kadın-erkek eşitsizliğini ruhsal nedenlere dayandıranlar, bunu erkeklik organına sahip bulunmadığını farkeden kız çocukların küçük yaştan kapıldıkları aşağılık kompleksiyle ve daha ileri yaşlarda cinsel ilişki sırasında uygulanan geleneksel pozisyonlardaki erkeğin üstünlüğüyle açıklamaya çalışıyorlar. Bu bakış açısı çok tartışılabilir. Çünkü tarihte kadının erkekten üstün olduğu dönemlerin bulunduğunu biliyoruz. Oysa biyolojik etkenlerin olduğu gibi, psikolojik etkenlerin de - y u 148
karda açıklanan biçimiyle- tarih boyunca değişmediği söylenebilir. Biyolojik ve psikolojik açıklamaların, değişmez verilerden hareket etmesine karşılık, ekonomik açıklamalar değişken bir etkene dayanıyorlar. Bu nedenle de, tarih boyunca kadının toplumda erkek karşısında sahip bulunduğu konumun değişmesini açıklamakta daha az sıkıntı çekiyorlar. Örneğin Heredot'un anlattıkları doğruysa, Eski Mısır'da kadınların ekonomik yaşamda etkin oldukları dönemler olmuştu ve bu etkinlik, onların toplumsal yaşamda da üstün bir konuma ulaşmalarısönucuııu vermişti. Sparta'da ise, kadınlar erkeklerle aynı eğitimi görür, aynı işleri yaparken, onlara tam anlamıyla eşit sayılıyorlardı. Göçebe koşullarının egemen olduğu eski Türk boylarında da, kadının özgür ve eşit bir toplumsal konuma sahip bulunduğunu biliyoruz. Kızların, kendileriyle evlenmek isteyen erkeklerle bir çeşit düello yaptıklarını ve kendilerini yenemeyen erkeklerle evlenmediklerini ortaya koyan bilgiler var. O koşullar içinde, kadının devlet yönetiminde, hatta askerlik ve sporda bile etkin rol oynaması olağan karşılanabiliyordu. Türklerin îslamı kabul etmelerinden ve Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra bile, bu kültürel etkiler, belirli ölçüler içinde, giderek azalarak sürebilmiştir. Kadının tarihsel koşullar içinde erkeğe göre zayıf bir duruma düşmesi, büyük ölçüde kadının ekonomik rolünün değişmesine bağlı gibi görünüyor. Kadının eve kapanması ve yalnızca ev içi işlerle ilgilenir duruma gelmesini doğuran koşullar, erkeği evi geçindiren bir role büründürmüş, toplumsal ve siyasal yaşamda da kadının rekabetinden uzaklaştırmıştır. Bu durum giderek, erkeğin gerek genel olarak toplumdaki, gerekse aile içindeki konumunu güçlendirmiştir. Erkeğin "aile reisliği" tartışmasız hale gelmiştir. Söz konusu koşulların süreklilik kazanmasıyla, kültürel değerlerin de etkilenmesi kaçınılmazdı. Aile kurumunu toplumun temeli sayan, onu kutsallaştıran ve kadının da "analık rolü"nü yücelten değer yargdarı giderek kökleştiler ve kendi 149
lerini yaratan koşulların ortaya kalkmaya başlamasına karşın etkinliklerini büyük ölçüde sürdürdüler. Kadının çağdaş koşullar içinde ev işlerine çok daha az zaman ayırarak ev dışında da üretken ve erkeğe rakip olabildiği durumlarda bile, kültürel etkilerin yansıdığı "yasal eşitsizlik"ler direndi ve zayıflayarak da olsa direniyor. Ev dışında çalışan kadınların oranı sanayileşmiş ülkelerde hızla artmaktadır. Avrupa Ekonomik Topluluğu'na dahil ülkelerde, 15-64 yaşları arasındaki kadın nüfusu içinde çalışan kadın oranı 1970'de % 44 iken, 1982'de % 50'yi buldu. Oysa, aynı süre içinde bu oran, erkekler için % 90'dan % 84'e düştü. Uzmanlar, önümüzdeki yüzyılın başında, çalışan kadın ve erkek nüfus arasındaki oran farkının tümden kalkacağını söyleyebilmektedirler. Bu değişimin, kadınların siyasal tutumlarına giderek artan ölçülerde yansıması beklenmelidir. AET ülkelerinde bile, kadm-erkek ücretleri arasındaki eşitsizliğin % 30'a kadar varabildiği gerçeğini gözönüne alırsak, kadının ekonomik konumunun değişmesinin, genel olarak siyasal yaşamı etkilememesi düşünülemez. Batı'da gelişme bu doğrultudayken, Türkiye'de farklı bir gelişim çizgisinin izlendiğini vurgulamakta zorunluk var. İkinci Dünya Savaşı sonrasının Türkiye'sinde, çahşan nüfusun % 80'ini tarımdaki işgücü oluşturuyordu ve tarımda çalışan kadın oranı ise yarıdan fazlaydı. O günün istatistiklerine göre, toplam çalışanların % 47'si kadındı. Oysa kentleşme süreci hızlandıkça tarımda çalışan nüfus azaldı ve köyden kente göçeden kadınların büyük çoğunluğu ev dışı bir işde çalışmamaya başladı. 1975 yılı bilgilerine göre, Türkiye'nin en yoğun sanayileşmiş bölgesindeki İstanbul'da bile, çahşan kadınların oranı % 16,5'i geçmiyordu. Başka bir deyişle, kentleşme oranı arttıkça çalışan kadınların oranı azalmıştı. Kentli kadının giderek artan oranda çalışması ise, işsizlik sorununun çözümüne de bağlıdır. İşsizliğin artışından en çok zarar gören kesim, kadınlardan ve gençlerden oluşmaktadır. Fransız kadınlarının siyasal tutumları üzerinde bir araştırma yapmış olan Mattei Doğan ve J a c q u e s Narbonne 150
şu görüşü savunuyorlar: "Araştırmamızın hiçbir anında, kadınların ve erkeklerin, içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan bağımsız olarak, yanhzca cinsiyetlerine bağlı tutumlarına rastlamadık. Kadınlar ve erkekler, herşeyden önce, kadın ve erkek konumlarında bulunan insanlardır. O konumların ise, cinsiyetle ilgili biyolojik özelliklerden kaynaklandığını hiçbir şey kanıtlamıyor. Siyasal tutumları açıklayabilmek için, her cinse özgü ruhsal-toplumsal ortamı gözönüne almak gerekir." üışarda bir işi olmayan evli kadın, kocasından çok daha dar bir çevrede yaşar ve o çevrenin koşullarından etkilenir. Değişik toplum kesimlerinin yaşam koşullarıyla ilgili bilgisi kocasından çok daha azdır. Günlük alışverişin ötesine geçen bir boyutta ekonomiyi ve çevresini aşan bir boyutta toplumsal olayları değerlendirmesine olanak yoktur. Kısacası onun evreni, kocasınınkinden çok daha dardır. Onun yaşadığı dünyanın koşulları daha ağır değiştiği için, geleneklere ve göreneklere daha çok bağlıdır, daha tutucudur. Ev kadını siyasal yaşama erkekten daha az ilgi duyar, çünkü siyasal yaşamın boyutları onun küçük dünyasını çok aşar. Siyasal konularla ilgili bilgilerinin azlığı, seçimlere daha düşük oranda katılmaları, hep siyasal yaşama duydukları ilginin göreli azlığıyla açıklanabilir. Siyasal konular daha çok kocasının ilgi alanı olduğu için, kocasının yaptığı siyasal tercihe katılması doğaldır. Duygusal koşullardan daha çok etkilenmeleri, güçlüye sığınarak güvence ve kararlılık aramaları, genellikle toplumda yaşadıkları koşulların bir ürünüdür. Bilinmeyen şeyler insanları korkutur. Kadınlar da siyasal yaşamla ilgili yeterli bilgiye sahip bulunmadıklarına göre, neler getireceğini iyice göremedikleri değişikliklere karşı, güçlüye ve kararlılığa sarılırken, ister istemez tutucu eğilimler gösterirler. Maurice Duverger, geri kalmış ülkelerde ve özellikle islamın egemen olduğu bölgelerde, durumun bazen tersine olabileceğini öne sürüyor. Bunun nedeni ise, kadının toplumsal koşullarının erkeklerinkiııden çok daha kötü oluşudur. Başka bir deyişle, kadının "en çok ezilen toplumsal kesimi" oluşturmasıdır. Gözlemler ve yapdan araştırmaların, Duverger'nin varsayımını Türkiye koşullarında doğrulanmadığını belirtmeliyiz. 151
Demokratik gelenekleri çok köklü ve eski olan ülkelerde bile kadının yasama organlarında ancak çok küçük oranlarda temsil edilebilmesini doğal karşılamak gerekir. Bir toplum kesiminin siyasal rejimde etkin bir yere sabib olabilmesi içm üç koşul biraraya gelmelidir: Farklı çıkarlar ve dolayısıyla farklı bir dünya görüşü; bu farklılığın bilincinde olma; ve o farklı çıkar ve görüşleri etkin bir biçimde savunmaya elverecek olanaklar. Kadının erkeğinden bağımsız olarak bir siyasal tutum oluşturamaması gerçeği, kadının parlamentoda «keklerden ayrı bir toplumsal kesit olarak temsil edilmesinde sosyolojik bir zorunluk bulunmadığı gibi bir sonuç doğurmaktadır. Ancak ortak çıkarlar için örgütlenme aşamasından sonradır ki, bir toplum kesiminin yasama organlarında temsil edilmesi göstermelik olmaktan çıkabilir ve çoğulcu rejim açısından somut bir önem kazanabilir. İstatistikler Türkiye'de kadın nüfus içindeki okuma-yazma oranının, erkeklere göre yarı yarıya düşük olduğunu gösteriyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe bu dengesizlik daha da bozuluyor. Örneğin yüksek öğrenim yapan her dört erkeğe karşılık ancak bir kadın aynı olanağı elde edebiliyor. Ekonomik yaşamdaki yer açısından da durumun aynı olduğunu biliyoruz. Buna bir de kadının oy verirken bile siyasede yeterince ilgilenmediğini eklersek, siyasal yaşamdaki ağırlığının azlığına şaşmamak gerekir. Toplumsal tabanda bilinen koşullar varken, siyasal tavanda durumun farklı olması için neden yoktur.
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Abadan-Unat, N e r m ı n ; Türk Toplumunda Kadın, Araştırma Eğitim Ekin Yayınları, İstanbul, 1982. Alkan-Türker; Kadın-Erkek Eşitsizliği Sorunu, SBF Yayhnları, Ankara, 1981. Baykal, Deniz; Siyasal Katılma, SBF Yayınları, Ankara, 1970. Behel, August; Kadın ve Sosyalizm, Toplum Yayınevi, Ankara, 1966. 152
Beauvoir De, S i m o n e ; Le Deuxieme Sexe (2 cilt), Gallimard, Paris, 1949. Çitçi, Oya ; Toplumsal - Ekonomik Siyasal Yaşamda Kadın, Türk Sosyal Bilimler Derneği Yay., Ankara, 1986. Duverger, Maurice; La Participation des femmes a la vie politique, Paris, 1955. Kalaycıoğlu, Ersin; Karşılaştırmalı Siyasal Katılma, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1983. Meynaud-Lancelot; 1964.
Les Attitudes Politiques, P.U.F.,
Paris,
Tekeli, Şirin; Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul, 1982.
153
İKİNCİ
KISIM
KÜÇÜK GRUPLAR Toplumsal yaşamda, bireyden sonra gelen boyutu îküçük gruplar oluşturur. Birey bir anlamda küçük gruplar aracılığıyla toplumla bütünleşiı. Bu nedenle de^ küçük grupların yapıları ve işleyişleri bilinmeden, siyasal yaşam tümüyle kavranamaz. Grupların iç dinamikleri kadar, gruplar arası dinamiğin süreçleri de, birçok davranışın açıklanması bakımından önem taşır. Siyasal tutumların oluşumunda küçük grupların yadsınamaz bir ağırlığı vardır. 1. K Ü Ç Ü K
G R U P L A R D A YAPI VE
İŞLEYİŞ
Küçük grupların siyasal yaşamda oynadıkları rolü kavrayabilmek için, öncelikle küçük grup kavramına açıklık getirmek ve oradan hareketle grup dinamiği olgusunu incelemek gerekir. Grup içi iktidar ve önderlik konusu da, hem küçük grupların işleyişlerinin iyi anlaşdması, hem de genel olarak önderlik olgusunun çeşitli yönlerinin kavranılması açısından önemlidir. a) K ü ç ü k Grupların Yapısı Aralarında belirli türden, sık ve sürekli ilişkiler bulunan az sayıda kişiyi küçük bir grup olarak tanımlayabiliriz. Aile böyle bir grup olduğu gibi, okulda, işde ya da askerde oluşan arkadaş grupları da bu sınıflandırmaya girerler. Belirli zamanlarda bir araya gelen komşular, spor yapmak ya da satranç 155
oynamak için biraraya gelenler de zamanla küçük bir grup oluştururlar. Belirli bir dayanışma ve doğrudan ilişkiler, küçük grupların temel nitelikleridir. Örneğin bir futbol maçında ayni trübünde birbirine yakın oturanlar bir küçük grup savılmazlar. Ama her maçda yaklaşık aynı yerde oturmayı sürdürürlerse, zamanla orada da bir küçük grup ortaya çıkar. Küçiik grupları, üyeleri arasındaki ilişkilerin yoğunluğuna ve özellikle de niteliğine göre ikiye ayırabiliriz: Birincil gruplar, ikincil gruplar. Birincil grupların temel özelliği, üyeler arasındaki ilişkilerin duygusal nitelikte olmasıdır. Bu grupların üyeleri kolay kolay değişmezler. Biraraya gelmelerinin nedeni de belirli bir amacı gerçekleştirmek değildir. Üyeler birbirlerini hemen her yanlarıyla tanırlar. İlişkileri geniş kapsamlı ve içtenliklidir. Birincil gruplara örnek olarak aileyi ve arkadaş gruplarını gösterebiliriz. ikincil gruplara resmi gruplar ya da gönüllü gruplar da dendiği olur. İkincil grupların üyeleri arasındaki ilişkiler duygusal olmaktan uzaktır ve ancak belirli alanları kapsar. Belirli bir amaca yönelik olarak oluşan bu gruplarda üyeler hemen sürekli bir biçimde değişir. Aynı işyerinde ya da belirli kurullarda çalışanlar, dernekler, "siyasal partiler, sendikalar hep ikincil gruplar kapsamına girerler. Bu gruplara ancak belirli bir amaç için girilir ve grubu oluşturan kişiler de birbirlerinin ancak bu amaçla ilgili yanını tanırlar, örneğin özel yaşamlarını bilmezler. İlişkileri bir anlamda resmi ve sınırlıdır. İster birincil isterse ikincil gruplar olsun, küçük grupların yapısı üç öğeden oluşur: Kurallar, konumlar ve görevler. Özellikle birincil gruplarda kurallar yazılı değildir. Zaman içinde oluşmuşlardır ve grubu oluşturan üyelerce bilinirler. Bunlara uyulmaması durumunda ne gibi yaptırımların uygulanacağı da, gene yazılı olmamakla birlikte bilinir. Kurallara uyumda en önemli etkeni, grubun manevi baskısı oluşturur. İkincil gruplarda ise yazılı kurallar ve yaptırımlar ağır basar. Yöneticilerin nasü seçileceği, denetimin nasıl yapılacağı, görev bölümünde hangi esaslara uyulacağı, genel olarak üyelerin yükümlülükleri, 156
/asalar, yönetmelikler, tüzükler ya da sözleşmelerle belirlenmiştir. Birincil gruplarda kendiliğinden, ikincil gruplarda ise yasalarla belirlenmiş konumlar vardır: Ailede ana, baba ve çocuklar, bir dernekte başkan, yönetim kurulu üyeleri ve denetleyiciler gibi. Grubu oluşturan her üyenin konumu bellidir. Grup yapısının üçüncü öğesi, bu konumlara uygıın olan görevlerdir. Her konumdaki üyenin, grubun sürebilmesi içiıı neler yapması gerektiği kurallarca belirlenmiştir. Görevlerin yerine getirilme düzeyi, grubun gücünü ve sağlığını belirler. Beklenen ile yerine getirilen arasındaki fark arttıkça grubun varlığını sürdürmesi güçleşir, çözülme başlar. Ya bazı üyeler grubun dışına itilirler, ya da grubun varlığı tümden sona erer. Küçük grupların yapılarının anlaşılmasında, M o r e n o nun sosyometri olarak adlandırılan yöntemine kısaca gözatmakta yarar var. Sosyometri testi, bir grubu oluşturan kişiler arasındaki duygusal bağlantıları saptama amacına yöneliktir. Grubun üyelerinin birbirlerine karşı olan olumlu, olumsuz ya da ne olumlu ne olumsuz duygularının saptanmasıyla birlikte, ortaya o grubun bir kalıbı çıkmış olur. Bazı kişiler hemen herkes tarafından seçilirken, bazıları hemen herkes tarafından istenmeyebilir ve bazılarına karşı da. kayıtsız bir tutum bulunabilir. Ama bu seçimler konudan konuya da değişebilirler. Örneğin birlikte çalışılmak istenen kişi ile birlikte eğlenilmek istenen kişi ya da kişiler aynı olmayabüir. Küçük grupların yapdarındaki bu gibi özelliklerin bilinmesinin önemi ortadadır. Birlikte olmak isteyenlerin birlikte olmaları genellikle olumlu bir ortam yaratırken, teısi bir durum gerginlik doğurur, belirli amaçlara ulaşmada başarıyı zorlaştırır. Birincil ya da ikincil olsun, her grubun resmi kalıbının arkasında, duygusal bağlantıları yansıtan sosyometrik bir kalıp bulunur. Bu iki kalıp arasındaki farkın azaltılabildiği durumlarda, bazı sorunların çözümü kolaylaşır. Herhangi bir konuda biı grubun tutumu etkilenmek istendiğinde, o grubun etkisiz ya da sevilmeyen bir üyesiyle işe başlamanın yanlışlığı ortadadır. Oysa sosyomctıik testlerle ortaya çıkmış, "düşünce 157
önderi" olarak nitelendirilebilecek etkin üyelere yönelmek çok daha akıllıcadır. b) Grup D i n a m i ğ i ve D e ğ i ş m e Grup dinamiği kavramını ortaya atan ve geliştiren Kurt Levvin. bu konuyu şöyle açıklıyor: "Bir grup, dinamik bir bütündür. Grubun herhangi bölümündeki bir değişiklik, diğerlerini de etkiler." Başka bir deyişle, grup öğelerinin karşılıklı bir bağımlı)iği söz konusudur. Levvin'e göre; grup üyelerini birarada tutan ve birbirlerine benzemeye zorlayan, grubun çözülmesine yönelik güçl ere direnen süreçler grubun birliğini oluşturur. Grup birliğinin kaynakları çeşitlidir. Dış kaynakların başında, grubu oluşturan bireylerin toplumsal konumlarının beıızerliği ya da farklılığı ¡gelir. Bazı dış kaynaklar ise, daha çok ikincil gruplar için geçerlidir. Toplumsal denetim süreçlerinin etkisini ve grubun işlevsel olarak daha büyük bir gruba bağımlılığını bu çerçevede değerlendirebiliriz. Örneğin bir siyasal partinin araştırma biriminin bağımlılığı bu türdendir. Grup birliğinin iç kaynakları daha büyük bir ağırlık taşır. Bu kaynakların bir kısmı duygusal, diğerleri ise işlevseldir. Grup birliğini oluşturan duygusal etkenlerin başında ortak bir amacın varlığı gelir. Ortak amaca doğru geliştirilen ortak eylemin kendisi de başlıbaşına bir etken sayılabilir. Gruba ak olmanın çekiciliği ise çok önemlidir. Geçmiş yıllarda, tırmanan terörizm içinde rol oynayan küçük gruplarda bunun etkisini açıklıkla gördük. Son olarak, grup üyelerinden birisine ya da birkaçına duyulan dostluğu da, grup birliğini oluşturan temel öğelerden sayabiliriz. Örneğin sırf sevgilisinin hatırı için ideolojik gruplara katılan bazı gençlerin, zamanla işi adam öldürmeye kadar götürebildiklerini biliyoruz. Her grup, ortak amaca yürümek ve bazı gereksinmeleri karşılamak için, derecesi değişen bir biçimde örgütlenmiştiı. Bu nedenle de, grup içindeki üyelerin değişik görevleri yerine getirmeleri söz konusudur. Daha sonra göreceğimiz gibi, önderin yönetim biçimi de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bunlar hep grup birliğini oluşturan işlevsel etkenlerdir. 158
Grup birliğinin dışa yansımasında, özellikle üç tutum dikkati ¿eker: Çoğunluğa uyma, sapmalara direnç ve gerektiğinde dışa karşı harekete geçebilecek bir saldırganlık potansiyeli. Zamanla her küçük grup içinde davranışlarda, düşüncelerde, duygularda ve bu arada kullanılan dilde büyük bir benzerlik oluşur. Çoğunluğa uyma derken, işte bu süreci kastediyoruz. Eğer bu arada tersi eğilimler gösteren üyeler olursa, onları yola sokmak için çaba gösterilir ve belirli bir baskı ortamı oluşur. Bu çabalar sonuç vermediğinde de, üye kendisini çoğunlukla grubun dışında bulur. Grup birliğinin bir uzantısı olan saldırganlık potansiyelinin ortaya çıkması için, grubun mutlaka dışardan gelen bir tehditle karşı karşıya olması gerekmez. Her küçük grupda var olan "biz" duygusu, dışardan gelen bir tehdit karşısında güçlenir. Ama grup birliğini göstermek için, kendiliğinden bir dış rekabet ya da saldırı eğilimi de ortaya koyabilir. Değişiklik öneri ya da girişimleri, hangi düzeyde olursa olsun -günlük alışkanlıklarla ilgili bulunanlardan, yeni çalışma yöntemlerine ya da siyasal ve toplumsal kurumlardaki köklü değişikliklere k a d a r - genellikle hoşnutsuzluk, tepki ve direnme ile karşılaşır. Lewin, yaptığı araştırmalar sonucunda, bu tutumun nedenlerini de büyük ölçüde grup içi dinamiğe bağlamıştır. Levvin'e göre; değişikliğe karşı koymanın temel nedeni, grubun değer yargılarına ve kurallarına ters düşme korkusudur. Bu nedenle de, bir grubun alışkanlıklarını değiştirmek, tek bir kişinin alışkanlıklarını ya da kanılarını değiştirmekten daha kolaydır. Lewin bir grubun kanı ve davranışlarının değişmez olmadığını, her zaman belirli bir değişme sürecinin söz konusu olduğunu vurguluyor. Ama koşulların hızla değiştiği bunalım dönemlerinin dışında, her değişikliğin karşısına belirli toplumsal dengeler çıkmaktadır. Değişikliğin kabul edilmesi, bu dengelerin istenen yönde değiştirilebilmesine bağlıdır. Başka bir deyişle; yeni düşünce ve davranışların benimsenebilmesi için, önce var olan düşünce ve davranışların sürmesini sağlayan dengelerin "çnziilme"si gerekmektedir. 159
Levvin, bir yeniliğin kabul ettirilebilmesi, bir değişikliğin gerçekleşebilmesi için iki yol bulunduğunu öne sürüyor. Ya yenilik yönünde baskı yapılacak ve bu baskı zamanla arttırılacak, sonuçda belirli bir gerilim ve giderek çatışma doğacaktır; ya da, değişikliğe karşı var olan direnci zayıflatmanın yöntemleri aranacaktır. Direncin başlıca nedeni yerleşik değer yargıları olduğuna göre, o yargıları paylaşanların tümünü birlikte ele alıp yönlendirmek en geçerli yöntemdir. Levvin bu amaçla, grubu oluşturan bireylerin birlikte katılacakları tartışmalardan yararlanmıştır. Levvin'in konumuzla ilgili ünlü deneylerinden birisi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri'nde yapıldı. Savaş koşulları içinde lıalkm biraz daha az biftek yemesi ve onun yerini de sakatatla doldurması gerekiyordu. Levvin önce bir grup ev kadınını toplayarak onlara bir dizi konferans dinletti. İktisatçı konuşması, savaşın ekonomi üzerindeki etkilerinden sözetti. Eğer tüketim alışkanlıklarında belirli bir değişme olmazsa, dana eti tüm istemi karşılayamıyabilirdi. Daha sonra sözalan beslenme uzmanı, sakatatın besleyici değerinin en az biftek kadar olduğunu anlattı. Sonunda da iyi bir aşçı, sakatatla yapılan güzel yemek tanımları verdi. Ne var ki, sonuç cesaret verici olmadı. Dinleyicilerin davranışlarındaki değişiklik çok sınırlı kaldı. Levvin, ikinci grup ev kadınına başka bir yöntem uyguladı. Bu kez iktisatçı, beslenme uzmanı ve aşçı kendiliklerinden birer konferans vermediler. Sadece salonda bulunan ev kadınlarının sorularını yanıtiadılar. Aslında aynı şeyleri, ama bu kez sorulara yanıt verirken anlattılar. Başka bir deyişle, konuyu onlar ve dinleyiciler bir arada tartıştılar. Bu kez sonuç çok daha başarılıydı. Birinci deneyde teker teker pasif durumda bulunan, bireyler, ikinci deneyde etken duruma geçmiş ve bir grup 1 dinamiği yaratarak ortak bir kanı oluşturmuştu. Bu ve benzeri deneylerden çıkan sonuç açıktır: Kişiler alınmasına katıldıkları bir kararı daha çok benimsemekte ve uygulamaktadırlar. Örneğin işyerlerinde yeni tekniklerin kullanılması amacıyla da ayııı yöntemi uygulayan deneyler yapıl160
mış ve olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Konunun genel olarak siyasal rejimlere ve özel olarak da, çağdaş demokrasi kavramındaki "katılma" öğesinin önemine tuttuğu ışığı da bu arada vurgulamalıyız. c) Grup İçi İktidar ve Önderlik Toplumda olduğu gibi, küçük grupların içinde de kişiler, etkinliklerine ve saygınlıklarına göre sıralanırlar. Bu alt-üst sıralamasının üstünde de önder ya da önderler bulunur. Toplumdaki iktidar olgusunun bir boyutuna ya da başka düzeydeki bir benzerine küçük gruplarda da rastlarız. Önderlik olgusunu küçük gruplar içinde incelemek, toplumsal düzeydeki önderlik olgusuna ışık tutacağı için ilginçtir. Önder grubuna her istediğini yaptırabilen insan mıdır? Yoksa, grubunun eğilimlerini en iyi sezen ve en doğru değerlendiren kişi midir? Araştırmalar gerçeğin ikisinin arasında olduğunu gösteriyor. Önder her istediğini yapamaz ve yaptıramaz. Ama yalnızca grubun gereksinmelerini ve eğilimlerini en iyi sezen kişi de, önder değil ancak önderin danışmanı olabilir. Bu bir arkadaş grubunda, bir hırsız çetesinde ne ölçüde geçerliyse, bir sendika ya da siyasal parti yönetiminde aynı ölçüde geçerlidir. Önemli olan, önderin ne ölçüde ve ne türde bir müdahalesinin o grupda geçerli olduğudur. Grubun genel eğilimlerine sık sık ters düşen bir kişinin önderliğini uzun süre koruması beklenemez. Grubu önem verilen bir amaca götürebilecek yetenekte olmak, grubun beklentilerine uyabilmek, grup üyelerince önem verilen kişisel niteliklere sahip bulunmak, genellikle bir grupda önder seçilebilmek ya da önderliği koruyabilmek için gereken özelliklerdir. Önderlik konusuyla ilgili en ilginç küçük grup araştırmasını Lippit ile Whyte yaptılar. İki araştırmacı, boş zamanları değerlendirmek için üç çocuk grubu oluşturdular. Bu üç grubun bileşimlerinin olanaklar ölçüsünde birbirine benze161
meşine özen gösterilmişti. Yapıları birbirine benzeyen bu grupların her birine ayrı bir yönetim biçimi uygulandı. Her hafta oyun oynamak için iki saat bir araya gelen bu çocuk gruplarını birer yetişkin kişi yönetiyordu. Yöneticilerin kişiliklerinin etkisini gidermek için de, her üç grup her üç yönetici ile ayrı ayrı çalışmak olanağı buldu. Birinci grupda denenen "otoriter" bir yönetim biçimiydi. O grubun nasıl bir oyun oynayacağına ve o oyunda kimlerin hangi görevleri yükleneceğine, elişi çalışmalarındaki işbölümüne hep önder karar veriyordu. İkinci grupda "demokratik" bir yönetim söz konusuydu. Kaı arlar tartışılarak ve herkesin ya da büyük çoğunluğun oluru alınarak oluşturulmaya çalışılmaktaydı. Üçüncü grupda ise, önder hiçbir şeye karışmıyor ve çocukları istediklerini yapmakda serbest bırakıyordu. Bu grupda bir çeşit "bırakınız yapsınlar" modeli geçerliydi. Önder ancak kendisine birşey sorulduğunda işe karışıyordu. Otoriter yönetimde önder çalışmaya katılmıyor, yalnız emir veriyordu. Demokratik yönetimde ise, önderin kendisi de belirli görevleri üstlenmekteydi. Üretkenlik açısından, otoriter yönetimle demokratik yönetim arasında önemli bir fark olmadığı ortaya çıktı. Ama demokratik yönetim altında yapılan iş daha kaliteliydi. Daha da önemlisi, otoriter yönetici grubu terkettiği an iş duruyor ve özgürlüğün verdiği rahatlama ile gürültü başlıyordu. Oysa yönetimde demokratik yöntemleri kullanan önder odadan çıktığı zaman, fazla birşey değişmemekte ve yapılan çalışma sürmekteydi. En düşük verim, üyelerin bir anlamda kendi başlarına bırakıldığı üçüncü grupda alınmıştı. Başka dikkati çeken bir nokta ise, moralin demokratik grupda daha yüksek oluşu ve otoriter biçimde yönetilen grupdaki "ben" eğilimine karşılık, demokratik kurallarla yönetilen grupda "biz" duygusunun gelişmesiydi. Deney, otoriter bir yönetimin grupda ya saldırganlık, ya da gevşeklik ve adam sendecilik eğilimlerini geliştirdiğini ortaya koydu. Ama saldırgan tepkiler öndere değil, grubun diğer üyelerine ya da dışardan gelip de haketmediği bir konu162
ma sahip olanlara yöneliyordu. Eşyaları kırıp dökmek, araçları hor kullanmak gibi saldırganlık belirtileri de gene otoriter biçimde yönetilen grupda görülen durumlardı. Otoriter öndere boyun eğme derecesi arttıkça, adam sendecilik de fazlalalaşıyordıı. Yapılan işde daha önemli görevlere gelmeye çalışanların bu isteklerinin gerçekleşmesinin yalnızca otoriter öndere bağlı oluşu, gergin bir rekabet ortamı yaratıyordu. Deney ilginçtir, ama her koşul altında aynı sonuçları vermeyeceği, buradan hareketle bir genelleme yapılamayacağı bilinmelidir. Örneğin hangi tür yönetimin geçerli olacağı, bir yandan kişilerin yetişme biçimlerine, yani kültürel özelliklerine, öte yandan da yapılan işin niteliğine bağlıdır. Evde ve okuİT da otoriter bir eğitimden geçmiş olaıı bireylerin, demokratik bir yönetim biçimine hemen uyum sağlamaları ve yüksek bir verime ulaşmaları beklenmemelidir. Benzer bir deney 1946'nııı Almanya'sında yapıldığında, birçok grupta otoriter yönetim demokratik yönetimden daha iyi karşılanmıştır. Aile yapısının otoriter olduğu, ya da "kendine güvensizlik" duygusunun yaygın bulunduğu toplumlarda otoriter yönetimin tercih edilmesi olasılığı güçlüdür. Çağdaş bir demokrasi kurmak amacına yönelen Atatürk'ün, işe bir eğitim reformuyla, hatta daha geniş anlamıyla demokratik bir kültür devrimiyle başlaması bu açıdan çok anlamlıdır. Yönetim biçiminin başarısı, kişilerin yetişme biçimlerine bağlı olduğu kadar, yapılan işiıı niteliğine de bağlıdır. Örneğin bazı durumlarda, yapılan işe doğrudan karışmayan ve kimin ne yapacağına "otoriter" bir biçimde karar veren ustabaşı daha başarılı olabilmektedir. Yönetim açısından önemli olan bir başka nokta da, grup içindeki iletişim kanallarıdır. Tüm bilgilerin tek merkezde toplandığı, merkezci bir yönetim biçiminin egemen olduğu gruplarda daha az hata yapıldığı ve bazı durumlarda sorunların daha hızlı bir biçimde çözüldüğü gözlemleniyor. Buna karşılık, bu gibi gruplarda moralin daha düşük olduğu ve grup üyelerinin, grup içi ilişkilerden daha az memnun oldukları da gerçeğin öteki yanını oluşturuyor. 163
Aslında yönetim biçimi, grup içi haberleşme şeması ve yapılan iş arasında belirli bir tutarlığın, uyuşmanın olması gerektiği açıktır. Örneğin günlük bir gazetede ya da gizli bir haberalma örgütünde bilgilerin tek merkezde toplanması zorunludur. Ama gazetenin haberalma bölümünü yöneten kişinin otoriter ya da demokratik bir yönetim biçimi uygulaması için bir zorunluk yoktur. Amerika Birleşik Devletleri'nde askerler arasında yapılan bazı araştırmalar da ilginç sonuçlar ortaya koydular. Örneğin askerler arasındaki arkadaş gruplarında, otoriter eğilimler gösterenlerin grupları tarafından önder olarak benimsenmeleri şansının çok az olduğu anlaşılıyordu. Dostluk ilişkileri, bir grup üyesinin önder olarak belirlenmesinde fazla bir rol oynamıyordu. Kuşkusuz ki, grup içindeki iktidar olgusu yalnızca önder ve önderlikle sınırlı değildir. Önder kadar diğer grup üyelerinin davranışları da bu olgunun çeşitli yönlerine ışık tutar. Bazı deneylerde, daha güçlülerin yani "büyükler"m teveccühünü kazanmak ve daha fazla etkinlik sahibi olmak isteyenlerin, taklitçi bir tutum benimsedikleri görülüyor. Bir kısım grup üyesi ise, büyüklerden kaynaklanan tedirginliklerini azaltabilmek için, bir tür özsavunmacı bir tutum geliştiriyorlar. Gene grubun az etkili üyeleri, kendilerine yakın olan önder ya da önderlerin etkisini ve onların kendilerine yönelik iyi duygularını genellikle abartmak eğilimli taşıyorlar. Gruplar büyüdükçe, o grupların içinde de birtakım altgrupların oluştuğunu ve grup içi iktidarın belirlenmesinde onlar arasındaki rekabetin önemli rol oynadığını biliyoruz. Grup içi farklılaşmanın artması, alt-gruplarm birliğini ve onlar arasındaki rekabeti güçlendirirken; grubun genel birliğini zayıflatıyor. Eğer grup içinde alt konumlarda olanların üst konumlara yükselebilme olanakları bulunuyorsa, bir yandan altgruplarm iç birlikleri zayıflarken, öte yandan da grup içindeki genel gerilim azalıyor. Bireyin yükselebilme umudu, onun üstlerine karşı duyduğu kıskançlık ve kızgınlığın güçsüzleşmesine neden oluyor. Ama grup içi konumlarda toplu bir değişme olasılığı da, bir yandan üsttekilerde kuşkular yaratırken, 164
öte yandan da alttakilerdc onlara karşı bir düşmanlık doğuyor. Resmi gruplar açısından da geçerli olan bu süreçler, genel olarak siyasal yaşamla ilgili birçok konuya da ışık tutmaktadır. Bu açıdan çok aydınlatıcı olan bir deneyi de, 1956 yılında Dittes ve Kelley gerçekleştirmişlerdir. Söz konusu deneyde bir çalışma grubu oluşturuldu ve aradan bir süre geçtikten sonra, grubu oluşturan bireylere teker teker, grubun onlar hakkındaki görüşü üzerinde bilgi verildi. Üyelerin bir bölümüne, "diğerleri sana değer veriyor ve grup içinde kalmam istiyor" denirken; bir başka bölümüne, "grup seni seçmedi, grup içinde olman fazla değerli görülmüyor" dendi. Üçüncü grupta bulunanlara verilen bilgi ise şöyleydi: "Seniisteyenler de var, istemeyenler de, ortadasın. Durumun ilerde iyileşebilir de, kötüleşebilir de.'''' Aslında grubu oluşturan kişiler arasında pek bir fark yoktu ve verilen bdgiler de tamamen uydurmaydı. Bu birinci aşamadan sonra, grup üyelerinin davranışlarında belirgin özellikler görüldü. Gruptaki durumlarının ortada olduğunu sananlar, grubun desteğini tam anlamıyla sağlayıp kendüerini güvence altrna alabilmek için, grubun kurallarına uymak yönünde büyük çaba gösterdiler. Grupdan dışlandıklarını sananlar, grup içinde uyumlu davranmaya çalışırken, dışarda grup kurallarına tam ters davrandılar. Artık grupda bulunmak onlar için önemini bir ölçüde yitirmişti. Grup tarafından tam anlamıyla benimsendiklerini sananların gruba uyma çabaları ise, ortadakilerden daha az oldu. Bazı bilim adamları bu son tutumu, "öndere özgü" olarak nitelendiriyorlar. Birey önce grubun kurallarına sıkı sıkıya uyarak beğeni kazanır ve önder olur. Önderliği tartışılmaz duruma geldikten sonra da, gruptan bağımsız davranışda bulunma özgürlüğünü kazanır. Çünkü kazandığını yitirme olasılığı çok azalmıştır. Deneydeki davranış kalıplarının, büyük ölçüde toplumsal sınıflarmkine de uyduğunu söyleyebiliriz. Genellikle orta sınıflar, toplumsal kurallara en saygılı davranırlar. Suçluluk olayları, başka bir deyişle toplumsal kurallara ters düşme durumu 165
toplumun alt kesimlerinde daha fazladır. Toplumsal sınıflandırmada en yukarda yer alanlar ise, davranışlarında çoğunlukla daha serbesttirler. 2. K Ü Ç Ü K G R U P L A R VE SİYASET Siyasal yaşamda gruplar arasındaki çatışma ve uzlaşmaların önemli bir yeri var. Bu konuya ışık tutabümek için, uluslararası üne sahip bir Türk bilim adamının babası sayıldığı "gruplararası dinamik" olgusu üzerinde durmak gerekiyor. Daha sonra da, küçük grupların siyasal davranışların oluşumuna etkisine ve küçük grupların çağdaş toplumlar içindeki yerine değineceğiz. a) Gruplararası D i n a m i k Nasıl ki, grup içi dinamik söz konusu olduğunda akla gelen ilk isim Kurt L e w i n ise, gruplararası dinamik söz konusu olduğunda da, Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Prof. M u z a f f e r Ş e r i f i n yaptığı çalışmaları hareket noktası olarak almak gerekir. Şerif'e göre; gerek grup içi gerekse gruplararası ilişki ve kararlarda önderin rolü abartılmamalıdır. Önder tek yargıç değildir. Grubun yapısı ve o grubun yer aldığı toplumsal çevrenin önemi büyüktür. Çağdaş toplumlarda bireylerin, tek değil, çoğunlukla birçok grubun üyesi oldukları gerçeği gözönüne alınırsa, farklı rollerden doğan bir iç çatışmanın kaçınılmazlığı da anlaşılır. Öyleyse kişinin davranışlarını açıklarken, tek bir grup içindeki yerine ve o grubun iç dinamiğine bakmak yetmez. Toplumsal bir durumu, bireysel özelliklerden hareketle çözümlemeye çalışmak ne derece yanlışsa, gruplararası ilişküeri grupların iç dinamiklerinden, yapılarından harekede değerlendirmeye çalışmak da o ölçüde yanlıştır. Muzaffer Şerif, 24 erkek çocuk üzerinde çok ilginç bir deney yaptı. Deneyin birinci aşamasında, daha önce birbirlerini hiç tanımayan bu çocuklar biraraya geldiler. Üç gün boyunca bir kampta birbirlerini tanımak ve arkadaşlık kurmak fırsatını 166
buldular. İkinci aşamada, grup ikiye ayrıldı. İkiye ayırma yapılırken, üç gün süresince yakınlık kurmuş olanları birbirlerinden ayırmaya, ayrı gruplara göndermeye özen gösterildi. Her iki grup, birbirlerine komşu olan alanda kamp yapmaya başladılar. Kısa zamanda ilişkiler samimileşti, roller belirlendi ve grupların yapısı oluştu. "Biz" ve "onlar" ayrımı yerleşti. İki grup komşu olarak ve sürekli ilişkiler içinde yaşamını sürdürdüğü halde, herkes kendi grubundan arkadaşlar seçmişti. İlk üç günde sevilen, ama sonraki aşamada karşı tarafa ayrılan arkadaşların yerini başkaları almıştı. İki grup da, çeşitli spor dallarında yarışmak istiyordu. Beş gün süren ve spor rekabeti isteklerinin de karşılandığı ikinci aşamadan sonra, iki grup arasında gerilim ve kızgınlıklar başladı. İki grup arasındaki ilişkiler giderek çok kötüleşti. Bu noktadan sonra, iki grup arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak, ilişkileri düzeltmek için, Muzaffer Şerifin biıbiri peşisıra üç yöntemi denediğini biliyoruz. İlkin bir dış ortak düşman yaratıp, üçüncü bir gruba karşı dayanışma sağlanmaya çalışıldı. Bunun başlangıçda sağladığı sınırlı yarar geçici oldu. Sonuçda gerilim daha da arttı. Muzaffer Şerif, ikinci yöntem olarak, birlikte yemek, eğlenmek ve dinlenmeyi denedi. Sonuç hayal kırıcıydı. Aynı yerde bile, iki grubun üyeleri kendi aralarında eğleniyor gibiydiler. Bir kaynaşma sağlanamamıştı. Bunun üzerine Şerif üçüncü yönteme başvurdu. Gruplardan birisinin tek başına başaramayacağı boyutta bir girişim başlattı. Girişimin başarısı, iki grubun sıkı bir işbirliğine bağlıydı. Giderek ilişkilerin düzeldiği, gerilimin yokolduğu, çatışmanın yerini işbirliği anlayışının aldığı görüldü. Muzaffer Şerifin deneyi, bireyin yaptığı kişi tercihlerinde grubun oynadığı rolü vurgulamaktadır. Ama ondan da önemlisi, işbirliği anlayışı içinde çalışabilecek, üyeleriyle başlangıçda dostane ilişkiler kurulmuş iki grubun, nasıl düşmanca bir tutum içine girebileceklerini göstermektedir. Bu olumsuz sürecin nasıl aşılabileceğini ortaya koymsı ise, belki de deneyin en olumlu yanını oluşturmaktadır. 167
Gruplararası dinamiğin toplumsal-siyâsal yaşamımıza etkilerini, Muzaffer Şerifin çalışmalarının ışığında daha iyi değerlendirebiliriz. b) Grupların
Siyasal
Davranışlara
Etkisi
Küçük grupların siyasal davranışlara etkisinin temelini, onların genel olarak üyelerinin düşünce ve davranışları üzerindeki etkisi oluşturur. Grubun kişi davranışları üzerindeki etkisini gösteren en ünlü deneylerden birisi gene M u z a f f e r Şerif tarafından gerçekleştirilmiştir. Şerifin bu deneyinin birinci aşamasında, deneye katılan kişiler birer birer karanlık bir odaya alınıyorlardı. Oturulan yerin tam karşısında, aslında yeri hiçbir zaman değişmeyen ışıklı bir nokta bulunmaktaydı. Deneklere, ışığın her kapanıp açılmasında hangi yöne ne kadar hareket ettiği soruluyordu. Önce birbirini tutmayan uzunluklar veren denekler, yavaş yavaş kendilerine göre bir ortalama geliştirip, daha sonraki yanıtlarını buna göre ayarladılar. Araştırmanın ikinci aşamasında, aynı denekler birkaç kişilik gruplar halinde deneyin yapıldığı odaya alındılar. Gene her denek sırayla ve yüksek sesle tahmin yürütüyordu. Bir süre soııra, her kişinin daha önce geliştirdiği standarttan vazgeçtiği ve grubun ortak bir standarda vardığı görüldü. Grubu oluşturan her deneğin verdiği yanıt, grubun ortak standardına uygundu. Üçüncü aşamada denekler karanlık odaya yeniden teker teker alındılar. Yanıp sönen ışıklı noktalar arasındaki uzunluk gene soruldu. Görüldü ki, hepsi de araştırmanın birinci aşamasındaki kişisel ölçülerini bir yana bırakmış, ikinci aşamada ortaya çıkan grup kanısını ortak ölçüt olarak kullanmaktadır. Grup yargısı, daha önce varolan kişisel yargıları değiştirmekte, onun yerini alarak belirli bir süreklilik kazanmaktadır. Burada kişinin kullanabileceği, gerçeğe uygun somut bir ölçünün bulunmaması nedeniyle grubun ortak değerlendirmesinin etkili olduğu söylenebilir. Ama somut gerçeklerle çatışan grup 168
eğilimlerinin bile, kişi üzerinde etkili olduğunu gösteren deneyler vardır. Kişi bazı durumlarda, yanlış olduğunu bile bile grubun değerlendirmesine katılabilmektedir. Muzaffer Şerif, grup kuralının ya da ölçütünün belirlenmesinde önderin oynadığı rolü de şöyle özetliyor: "Denetlenmizdeki gözlemler, önderlerin daima onları izleyenlerden etkilendiği yolundadır. Grup kuralı, üstün olan kişinin çekimine kapılsa bile, önder olan kişi grupda bir kutuplaşmayı temsil eder ve diğerlerine karşı kesin ve kendi iradesi ile değiştiremeyeceği bir ilişkisi bulunur. Eğer önder, grup kuralı yerleştikten sonra kuralını değiştirecek olursa, deneylerimizde göze çarpan bir şekilde görüldüğü gibi, bunun üzerine onu izlemekten vazgeçilebilir. . . Bir grubun üyesi, grubun kuralı ve sıralaması yerleştikten sonra aynı durumla yalnız başına karşılaştığı zaman, durumu grup durumundan edindiği sıralama ile algılar." Grup önemli bir sorunla karşılaşıp, varolan kuralları ve hareket noktaları çerçevesinde soruna çözüm bulunamıyorsa 11e olur? Muzaffer Şerif bu sorunun yanıtını da şöyle veriyor: "Örneğin, yiyecek peşindeki bir insan kitlesindeki bir önder veya küçük bir grup, duruma göre belli normları veya sloganları eyleme rehberlik etmesi için ölçütleştirebilir. Eğer bu kurallar açlığın giderilmesi için yol gösteremezlerse, başka önderler veya ilgili taraflar çıkarak, başka kurallar veya sloganlar ölçütleştirirler. Bu diyalektik süreç, duruma en iyi şekilde uyan kurallar veya sloganlar gelinceye kadar sürer." Grubun değer yargılarını paylaşmak, başka bir deyişle gruba uyum sağlamak her üyede aynı nedenlerden dolayı olmadığı gibi, aynı düzeyde de olmaz. Kimisi her bakımdan benimsediği için gruba uyum sağlar ve tüm etkinliklerine katılır. Kimisi grupda o anda egemen olan bazı eğilimlere katılmadığı halde, sırf o grubun bir üyesi olduğu için, dayanışma nedeniyle uyum sağlar. Kimisi yalnız kalmamak ve grupdan dışlanmamak için "herkes gibi" yapar. Kimisi korkusundan, gruba ters düşerse başına geleceklerden çekindiği için uyar. Kimisi ise, bu uyumun kendisine bazı avantajlar sağlayacağını düşündüğü için böyle davranır. Her grubun içinde, derecesi azalan ya da artan bir uyumsuzluk veya sapma da görülebilir. Aslında uyumsuzluk ile 169
sapmayı da birbirinden ayırmak gerekir. Sapma durumunda, grubun bir üyesinin ya da grupdaki bir küçük azınlığın, grubun yerleşik inanç ve davranış kalıplarını değiştirme isteği vardır. Grup kendi içine kapandıkça, hoşgörü sınırı daralır ve kurallar katılaşır. Tersine, bir grup dışa açıldıkça, kuralları yumuşar ve hoşgörü sınırı genişler. Bu konuyu aydınlatıcı ilginç bir örneği komünist partilerinden verebiliriz. Aynı ideolojiden yola çıktıkları halde, yasa dışı komünist partileri birinci modele girerken, komünist partilerin yasal olduğu ülkelerde durum çok değişiktir. Grup içi ilişkiler yumuşamış, hoşgörü artmıştır. Demokratik ülkelerdeki siyasal partilerde, bir ölçüde uyum zorluğu çeken, hatta sapma içinde olan üyelerin büe örgütten kopmamaları olasılığı yüksektir. Grup değerlerinde ve davranışlarında değişmeler, yeni durumların gerektirdiği tutumlara geçişler daha yumuşak ve sarsıntısız olabilir. Eğer grubun yerleşik değer yargıları ve davranış kuralları, ortaya çıkan yeni durumların, yeni koşulların gereklerini karşılayamıyorsa, "sapma" toplumsal bir işlev kazanır. Bu durumu farkeden bazıları, grup baskısı karşısında kendi içlerine kapanırlar. Bazdan, grubun diğer üyelerini ikna etmek için çaba gösterirler. Bazıları ise, yerleşik değer ve davranışların değişmesi için saldırgan bir tutum takınırlar. Sapma içindeki kişi tek başına ise, ya grup içindeki etkisini yitirir, ya da giderek kendisini grubun dışında bulur. Düşünceleri yeni koşulların gereklerine daha çok uyduğu halde, bu düşünceler etrafında bir güç oluşturamayan birçok kişinin hakldığı çok sonraları anlaşılmıştır. Koşulların köklü bir biçimde değişmesiyle ve söylediklerinin haklılığını gösteren olaylar arttıkça, sapma içindeki kişinin etkinliği de artar. Öyle bir an gelebilir ki, bir zamanların kötülenen kişisi grubun doğal önderliğine yükselir, bir reformun ya da bir devrimi öncüsü olur. Bireyin siyasal tutumunun oluşmasında, birincil ve ikincil grupların etkisini gösteren birçok araştırma bulunuyor. Örneğin L a s s w e i r i n araştırmalarına göre; kişinin sosyalist, tutucu, 170
anarşist ya da terörist olmasında ailenin çok önemli bir rolü var. Nazizmin Almanya'da gelişebilmesinin de otoriter aile yapısıyla yakından ilişkili olduğu benzer araştırmalarla kanıtlanıyor. Genel olarak da, ailenin, özellikle siyasal parti seçiminde büyük etkisi bulunduğu kabul ediliyor. Aile özellikle çocuğun ilk yaşlarında büyük önem taşırken, zamanla başka küçük grupların bu etkiyi paylaşüğını ve sonuçda da ailenin kişi üzerindeki etkisinde bir azalma olduğunu söyleyebiliriz. Aileden sonra devreye ilk giren küçük gruplar, okul ve arkadaş çevreleridir. Sınıfda oluşan küçük grup içerisinde öğretmenin önder rolü, giderek babanın aile içindeki önder rolünün etkisini azaltmaktadır. Yaş ilerledikçe yapılan siyasal tartışmalar ise, çoğunlukla arkadaş gruplarına kaymaktadır. Arkadaş grubunu oluşturan çocukların toplumun hangi kesim ya da kesimlerinden geldikleri de, siyasal tutumların oluşmasında önemli etki yapıyor. Örneğin grubun içindeki bütün çocuklar emekçi sınıflardan gelmişlerse, bu sınıfların siyasal tutumlarının tam anlamıyla benimsendiği bir durumla karşılaşılıyor. Ama grubun içinde emekçi ve burjuva çocukları karışık ise, emekçi sınıflardan gelen çocuklarda da burjuva sınıfına özgü tutumları benimseme eğilimi doğuyor. Aile, okul ve arkadaş çevrelerine ilişkin küçük grupların etkisine, zamanla başka ikincil gruplar da katılmaktalar. İş çevresi, sendikalar ve siyasal partiler bu arada sayılabilir. İş çevresinin etkisi, kişinin eğitim duruma yakından bağlı görülüyor. Örneğin niteliksiz işçilerde tutucu eğilimler artarken, yüksek öğrenim görmüş kişilerde iş çevresinin etkisi daha az oluyor. Eğer aile, hızlı bir toplumsal değişim içinde çok gerilerde kalmışsa, okul, iş çevresi ve siyasal partilerle ilgili küçük gruplar bu boşluğu doldurmaya başlamaktadırlar. Böylece, özellikle gelişme sürecindeki ülkelerde, ikincil grupların siyasal tutumların oluşumundaki etkisi artmaktadır. Babanın eğitim düzeyinin düşük olduğu ailelerden gelen kişilerde bu durum çok daha belirgindir.
171
c) K ü ç ü k
Gruplar
ve
Toplum
Bireyi tek başına, küçük gruplar içinde ya da toplumu oluşturan temel öge olarak alan bilim dalları, giderek bir noktada buluşuyorlar: Sorun sadece bireyin grubuna ya da topluma uymasından ibaret değildir. Grubun bireye uyması, grupların birbiıleıiyle uyuşması ve toplumun da hepsiyle uyum sağlaması, sorunun bir başka ve çok önemli yönünü oluşturur. Böylece de psikoloji, sosyoloji ve sosyal-psikoloji içiçe girmiş olur. İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan iki araştırma benzer sonuçlar vermişti. Birinci araştırma, Amerikan askerlerinin daha iyi savaşmaları için neler yapılması gerektiğinin saptanması amacına yönelikti. İkincisi ise, Alman askerlerine teslim olmaları için yapılan yıkıcı propagandanın etkisini ölçmek istiyordu. Sonunda anlaşıldı ki, ne birinci ne ikinci olayda ideolojik öğenin fazla bir rolü yoktur. Eğer Amerikan askeri iyi savaşıyorsa, bu demokrasiye ya da Batı uygarlığını savunduğuna inandığından değil, birliğindeki subay-assubay-er ilişkilerinin iyi oluşuııdandı. Bu uyumun iyi sağlanmadığı birliklerde ise moral düşük, disiplin zayıf ve savaşma gücü yetersizdi. Aynı şekilde, Alman askerleri de, Nazilerin kendilerini uçuruma sürüklediği propagandasından hemen hiç etkilenmemişlerdi. Kişisel durumları ve grup önderleri ya da genel olarak arkadaşlarının etkisi, teslim olmalarında çok daha fazla rol oynamışü. Kore Savaşı sırasında Çinlilerin esir aldıkları Amerikan ve Türk askerlerine uyguladıkları "beyin yıkama" yöntemleri ve aldıkları sonuçlar üzerindeki bir araştırma da konumuz açısından ilginçtir. Çinliler ilk aşamada esir askerlerin içinde bulundukları grubun yapısını bozup, bireyleri grup desteğinden yoksun bırakıyorlardı. İkinci aşamada ise, onların inançlarına tamamen ters olan ideolojik temellere dayalı bir propoganda başlıyordu. İlk iş olarak, esir kamplarına getirilen tüm askerlere, en yüksek rütbelisinden rütbesiz erine kadar tek tip elbise giydirilmekteydi. Ordudaki rütbeleri altüst edecek biçimde, rütbesizlere ya da düşük rütbelilere büyük sorumluluklar verilmekteydi. Böylece orduda yerleşik olan grup yapısı bozulduk-
tan soııra, kişinin yalnız kalması sonucu, propogandaya karşı direncinin zayıflaması hesaplanmıştı. Yöntemin Amerikan askerlerinin bir kısmı üzerinde etkili olduğu görülüyordu. Amerikalı esirlerin önemli sayılabilecek bir bölümü, düşmanın siyasal değerler sistemini benimsemişti. Ama aynı çabalar Türk askerleri üzerinde etkisiz kaldı. Türk askerlerinin grup yapısı bozulmadı ve propogandaya karşı tek başına kalmayan Türk askeri de sonuna kadar direnebildi. Amerikalılar ve Türkler üzerinde alman sonucun bu ölçüde farklı oluşu, küçük grupların ve bu arada grup yapısının topluma ne ölçüde bağımlı olduğunu göstermektedir. Komutanını bir çeşit baba sayan Türk askeri için, koşullardaki değişme, komutana duyulan saygının değişmesi ve dolayısıyla da grup yaprsrrrın bozulmasr sonucunu doğur mamıştır. Oysa Amerikan askeri açısından ordu, görev sınırları yasalarca belirlenmiş bir tür iş çevresi gibi algrlandığı için durum farklı olmuştur. Bu ilginç deneyin sonuçlarını, propogandalarııı grupların ortak düşünce ve davranışlarını nasıl etkilediğini araştrrmaya yönelik başka deneylerin sonuçlarıyla birleştirebiliriz. Örneğin izci gruplarına yönelik, izciliğin artık çağdaş toplumda önemini yitirdiğine dair yoğun bir propogandanm hemeır hiç etki yapmadrğt anlaşrlmıştır. Dışardan gelen propogaııda grubun temel eğilimleri doğrultusunda ise etkili olmakta, ters yönde ise çoğunlukla işe yaramamaktadır. Katz ve LazarsfelcTin Amerika Birleşik Devletleri'nde yaptıkları bir araştırma, kitle haberleşme araçları ile yapılan ticari reklamların bireyleri doğrudan değil, daha çok grup dinamiği içinde etküediğini ortaya koydu. Reklamdan doğrudan etkilenen kişi, onu komşularıyla, üyesi olduğu çeşitli küçük grupların ögeleriyle tartışıyor, paylaşıyor ve reklamın asıl etkisi o zaman ortaya çıkıyordu. Siyasal propoganda açısından da durum farklı sayılamaz. Propoganda kitleler üzerinde doğrudan etki yapmaktan çok, grup önderi durumundaki bireyleri etkileyerek asıl amacına ulaşabilmektedir. Bu nedenle de, kanıları değiştirmeye yönelik 173
bir çaba, kimler üzerinde yoğunlaşması gerektiğini iyi bilmelidir. Örneğin köyün öğretmenini, imamını, muhtarını etkilemek, o köydeki topluluğu oluşturan bireylerin tümünü etkilemenin en geçerli yollarından biridir. Bu, tarımda yeni bir yöntemin denenmesi için geçerli olduğu gibi, siyasal kanı ve davranışların değişmesi açısından da geçerlidir. Çünkü söz konusu kişiler, en azından belirli grupların içinde "kanaat önderi" durumundadırlar. Grubun pasif, soyutlanmış bir üyesini tek başına etkilemeyi başarsanız bile, bu etki yayılmayacaktır. Kaldı ki, grupdaıı dışlanmak korkusu içindeki bir kişinin etkilenmesi, o grubun içinde ağırlığı bulunduğunu bilen kişiye göre daha zordur. M u z a f f e r Şerif, özellikle ailesel ve diğer toplumsal bağlar zayıfladıkça önemi artan arkadaş gruplarının, özellikle gençler için taşıdığı öneme dikkati çekiyor. Bu gruplar gençlere, tek başlarına erişemeyecekleri hedefler açısından ortak eylem olanağı tanıyorlar. Çocukluktan gençliğe geçişin yarattığı birçok sorun bu tür grupların oluşumunda temel etken oluyor. Birey grubu sayesinde bir önem kazandığı ölçüde, güvenlik ve başarıyı grubunda buluyor. Özellikle toplumun alt katmanlarındaki ailelerden, gelen gençler açısından bu tür gruplar daha büyük bir önem taşıyorlar. Olumsuz koşullara sahip doyumsuz gençler, dayanışmanın en güçlü olduğu grupları oluşturuyorlar. Grupdan soyutlanmak ya da grup dışı kalmak, genellikle gençleri düzensiz ve sorumsuz bir tutuma itiyor. Grubun bazı kurum veya gruplarla çekişme içine girmesi ise içteki birliği güçlendiriyor. Toplumsal değişme içinde, bazı grup türleri zamanla kaybolurlar. Kendi toplumumuzdan örnekler verecek olursak; oba, boy ve loncayı bu arada sayabiliriz. Aile gibi bazı küçük gruplar da, değişen koşullara bağlı olarak zamanla yapısal ve işlevsel değişiklikler geçirirler. Toplumdaki ağırlıkları değişir. Birincil grupların egemen oldukları toplumlarla, ikincil grupların ağırlık taşıdığı toplumlar arasında önemli bir farklılık bulunduğu söylenebilir. Aile, köy, boy, tarikat gibi birincil grupların toplumsal yaşama egemen oldukları durumlarda 174
toplumsal yapı otoriterdir. Derneklerin, sendikaların, k o o p e ratiflerin, siyasal partilerin ve benzeri ikincil grupların yaygınlaşması ölçüsünde, toplumsal ve siyasal yapı da demokratikleşmektedir. D u r k e i m ' d e n esinlenerek şunları söyleyebiliriz: Küçük grupların, birey ile toplum arasındaki boşluğu doldurmak, iletişimi sağlamak gibi önemli işlevleri vardır. Örneğin en etkili küçük grup olma özelliğini sürdüren ailenin işlevlerinde değişiklik olduğu zaman, onun yerine getirememeye başladığı işlevi başka gruplar üstlenirler. Bireye bir yere ait olduğu duygusu vererek ve ona bazı hazır davranış kalıpları sunarak, küçük gruplar çağdaş toplumda anomi tehlikesinin yaygınlaşmasını önlerler. •
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Alkan. Türker; Siyasal Toplumsallaşma, Yayınları, Ankara, 1979
Kültür
Bakanlığı
D ü r k h e i m , E m i l e ; De la Division du Travail Soial, P.U.F., Paris, 1952. Jodelet-Viet-Besnard; La Psychologie Sociale, Mouton, ParisLa Haye, 1970. Kağıtçıbaşı. Çiğdem; İnsan ve İnsanlar, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1976. Krech-Crutchfield; Sosyal Psikoloji (Çev. E. Güçbilmez, O. Onaran), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1967. Lundberg-Schrag-Larsen; Sosyoloji (Çev. Ö. Ozankaya), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970. Mendras. Henri; Elements de Sociologie, Armand Colin, Paris, 1967. Maısonneuve. Jean: Le Psychologie Sociale, P.U.F., Paris, 1964. 175
Ozankaya, Özer; Toplumbilime Giriş, S.B.F. Yayınları, Ankara, 1979. Şerif, M u z a f f e r ; Sosyal Kuralların Psikolojisi, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1985. Tolan-İsen-Batmaz; kara, 1985.
176
Ben Ve Toplum, Teori Yayınları,
An-
ÜÇÜNCÜ
KISIM
TOPLUMSAL SINIFLAR Siyasal yaşamın en alt boyutunu oluşturan birey psikolojinin, bir üstteki boyutu olan küçük gruplar sosyal-psikolojinin inceleme alanına girer. Toplumsal sınıflar ise sadece sosyolojinin temel konularından birisini oluşturmakla kalmaz, siyaset biliminin de en tartışmalı alanlarından birisini oluşturur. Siyasal çatışmanın temelini toplumsal sınıflara bağlayan görüş etrafındaki tartışma ne kadar önemliyse, toplumsal sınıf kavramı üzerindeki görüş farkları ela o ölçüde önemlidir. 1. T O P L U M S A L S I N I F O L G U S U Sınıf, tarih boyunca toplumlarda rastlanan katman türlerinin en önemlisidir. Ama toplumsal sınıf olgusunu iyi kavrayabilmek için, diğer katman türlerini de bilmek gerekir. İlk aşamada bunu gördükten sonra, toplumsal sınıf ayrımında kullanılan farklı ölçütlere ve sınıfların varoluş nedenlerine değineceğiz. a) T o p l u m s a l K a t m a n Türleri İnsanlar arasında, kimi biyolojik kimi de toplumsal kökenli olan çeşitli farklılıklar, başka bir deyişle eşitsizlikler vardır. Toplumda doğuştan koşulları birbirlerine benzeyen ve başkalarının doğuştan sahip oldukları koşullardan farklı olan kişilerin varlığı ve bu ortak koşulların bazı durumlarda kuşaktan 177
kuşağa aktarılması, katmanlaşma dediğimiz olguyu oluşturur. Ana katmanlaşma türleri olarak kast, sınıf ve tabakayı sayabiliriz. Toplumdaki katmanlaşmanın en katı biçimi kastiardır. Kast sözcüğü aslında Portekizcedeki ırk (casta) sözcüğünden kaynaklanmakla birlikte, kast sistemi Hindistan'da oluşmuştur. Bir kasttan ötekine geçiş genellikle söz konusu olmadığı gibi, farklı kastlardan kişiler arasındaki ilişkiler de çok katı kurallarla sınırlandırılmıştır. Örneğin kendi kastının dışındakilerle evlenmek yasaktır. Yukarı kastlardan birisi, istese de aşağı kasttan birisiyle belirli yiyecekleri birlikte yiyemez, belirli içkileri birlikte içemez. Çünkü bu katmanlaşmanın temelinde, dinsel kökenli bir "temiz" ve "temiz olmayan" ayrımı yatmaktadır. Her kastta olanların neyi yapıp neyi yapamayacakları, bu ayrıma dayanarak saptanmıştır. "Dokunulmaz" anlamına gelen "Parya"lar, bu katmanlaşmanın en alt sırasında yer alırlar. Dokunulmazlıkları, gölgelerinin bile "kirli" sayılmasından kaynaklanmaktadır. Her kastın oturduğu mahalle ya da sokak ayıı ayrıdır. Ancak kastiardan birisinin üyeleri toprak sahibi olabilirler. Diğer kastların üyeleri için toprak satın almak yolu kapalıdır. Kastlar, dinsel kökenli bir inançlar bütününün yansımasıymış gibi görünür. Aslında amaç, varlıklıların, yöneticilerin ayrıcalıklarının korunmasıdır. Bozkurt Güvenç'in deyimiyle; "Bazı işler ve meslekler kirli olduğu için alt sınıftan değil; altta tutulmak istendiği için kirli" sayılmıştır. Hindistan'da sayıları 200'e kadar varan kast ve alt-kastlar, bu ülkede karmaşık bir toplumsal ilişkiler öriintüsü oluştururlar. Orta Çağ'da Avrupa'da rastlanan "zümre" veya "düzen"ler de, daha basit bir toplumsal yapı görüntüsü vermekle birlikte, kastlar gibi hukuksal eşitsizlikler üzerine kurulmuşlardır. Genel olarak soylular, din adamları ve onların dışında kalanların oluşturdukları "üçüncü düzen", bu yapının temel öğeleriydi. Özellikle bazı İskandinav ülkelerinde, "üçüncü diizen"de kendi içinde köylü ve burjuva olarak ikiye ayrılıyordu. Köylüler arasında özgür köylü ve serf ayrımı olduğu gibi, din adam178
ları arasında da belirli bir alt-üst ayrımı vardı. Soylular ise, sahip oldukları toprağın büyüklüğüne ve soyluluk unvanına sahip olma biçimine göre bir iç sınıflandırmaya uğruyorlardı. Her kesimin yetki ve sorumlulukları hukuken belirlenmiş olduğu gibi, bu hukuksal yetki ve ayrıcalıkların babadan oğula bir miras gibi devri de söz konusuydu. Bir zümreden diğerine geçmek son derecede zordu. Bunun tek istisnasını din adamları oluşturmaktaydı. Çünkü o zümrede hukuksal ayrıcalıklar babadan oğula geçmiyordu. Böylece, halktan kişiler için toplumda yükselebilmenin, bir üst zümreye geçebilmenin hemen tek yolunun dinsel eğitimden ve kiliseden başladığını söyleyebiliriz. Topraksoyluların ve kilisenin üst düzeyinde yer alan görevlilerin sahiboldukları ayrıcalıklar, diğerlerinin de ayrıcalıksız durumları, toplumdaki belirli bir işbölümüyle açıklanmaktaydı. Herkesi korumak soyluların, herkes için dua etmek din adamlarının ve herkes için yiyecek üretmek de halkın görevi sayılıyordu. Eski çağlardan başlayıp geçeri yüzyıla kadar süren kölelik olgusunu ve çağdaş bazı devletlerde bile görülen ırk ayrımı uygulamalarını da aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Kölelik, bir insanın tarih boyunca toplumda sahibolabileceği belki de en kötü konumu oluşturmuştur. Köle efendisinin bir malı gibi sayılmıştır. Efendinin kölesi üzerindeki yetkileri, onu öldürmeye varabilecek kadar sınırsızdır. Kölenin hiçbir ekonomik, toplumsal ya da siyasal hakkı yoktur. Efendisinin izni olmadan evlenebilmesi bile söz konusu değildir. Eski Yunan'da kent demokrasisi, bir anlamda kölelerin sayesinde varolabilmiştir. Köleler çalışırken, özgür yurttaşlar siyasetle, sanatla, felsefeyle uğraşabilnıe fırsatım bulmuşlardır. Roma İmparatorluğu'nda ise köleler, Spartaküs önderliğindeki ayaklanmalarıyla tarihe geçmişler, ama kısa süren özgürlüklerinin bedelini kılıçtan geçilerek ödemişlerdir. Amerika Birleşik Devlederi'nin güney eyaletlerinde onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda görülön kölecilik resmen 179
1863 yılına kadar sürdükten sonra, ancak bir iç savaşla sona ermiştir. Ama köleliğin resmen sona ermesinden sonra, daha bir yüzyıl kadar ırk ayrımı biçiminde etkilerini duyurmuştur. Eski köleler daha sonra, ancak ikinci sınıf yurttaş olabilmişlerdir. Bir çeşit kast anlayışı içinde, beyazların okullarına, lokantalarına, otellerine girememişlerdir. Çeşitli yollardan siyasal ve medeni hakları bile kısıtlanmıştır. Bu ırkçı kast uygulamasını sürdüren son ülke, Güney Afrika Cumhuriyeti'dir. Doğuştan varolan hukuksal eşitsizliklerin ilke olarak kalkması ve yasalar önünde eşitlik ilkesinin kabulüyle birlikte çağdaş sınıf kavramına geçildiğini varsayabiliriz. Hukuksal kaynaklı eşitsizliklerin büyük ölçüde ortadan kalkmasından sonra bile toplumsal nitelikli bazı eşitsizliklerin varolmayı sürdürmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılabilmesi sınıf olgusunu doğurur^ Eğer toplumsal olanaklardan yararlanma konusundaki farklılıklar kişilerin bireysel niteliklerine bağlı olsaydı, bugünkü anlamıyla toplumsal sınıflar varolmayacaktı; toplumdaki bireysel koııum farkları, büyük bir olasılıkla ciddi siyasal çatışmaların temel nedenini oluşturmayacaktı. b) T o p l u m s a l
Sınıfları
Yaratan
Etkenler
Toplumsal sınıfların tanımlanmasında çeşitli ölçütler kullanılır. Gelir düzeyi, yaşam biçimi ve toplumsal saygınlık derecesi bu ölçütlerdendir. Sınıf kavramına büyük önem veren ve onu siyasal çatışmanın temel öğesi sayan marksisder ise, tüm bu ölçütleri yüzeysel sayarlar. Marksistlere göre toplumsal sınıfları oluşturan öge, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Toplumsal sınıfları gelir düzeyi ile belirlemeyi önerenler, genellikle toplumu üst, orta ve alt olmak üzere üç sınıfa ayırırlar. Burada sınıflar arasındaki sınırı saptamak önemli bir sorun olarak ortaya çıkar. Başka bir zorluk da dayanışma duygusuyla ilgilidir. Örneğin güçlükle geçimini sağlayan bir küçük esnaf bile kendisini "orta sınıf" tan sayar. Oysa onunla aynı gelir 180
düzeyindeki işçi kendisini oıta sınıftan saymaz. Aynı gelir düzeyinde olduğu halde, küçük esnafı genellikle kendisiyle aynı sınıftan kabul etmediği için, sınıfın temel öğelerinden birisini oluşturduğu varsayılan dayanışma duygusunun varolması zordur. Toplumsal sınıfları yaşam biçimi ile tanımlayanlar, özellikle orta sınıfları ve köylü sınıfları örnek olarak gösterirler. Çeşitli gelir düzeyindeki kişileri "orta sınıf" kavramında birleştiren öge yaşam biçimidir. Toprakda bizzat çalışmayacak kadar büyük toprak sahibi olanlar dışındaki tüm köylüler de, kendilerini aynı sınıftan sayarlar. Topraksız köylü, az topraklı köylü, toprağını işlerken zaman zaman çok az sayıda işçi kullanan ve genellikle bir aile işletmesi biçiminde toprağını değerlendiren köylünün ortak yanı yaşam biçimidir. Gelenekleri, davranışları, alışkanlıkları ile, gelir düzeyi farklılıklarına karşın aynı toplum kesiminin parçası oldukları bellidir. Ama burada yaşam biçiminin, toprağa bağlı üretimin bir sonucu olduğu açıktır. Üretim tekniği, marksistierin hareket noktası olan mülkiyet rejiminin de önüne geçerek, köylü sınıfını belirlemektedir. Toplumsal sınıfları, o toplumda varolan saygınlık derecelerine göre tanımlamak, özellikle amerikan sosyolojisinde yaygın bir eğilimdir. Burada sınıfı oluşturan öğeyi aramaktan çok, onunla ilgili olarak bireylerde varolan düşünceyi ana ölçüt kabul etmek söz konusudur. O toplumda yaşayan insanlar kaç sınıfa ayrıldıkları kanısındadırlar? Kimlerin hangi sınıfa girdiklerini düşünmektedirler? Kamuoyu yoklamaları ile bu soruların yanıdarı saptanmakta ve sistemleştirilerek o toplumun sınıfsal yapısı çıkarılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal saygınlık yaşam biçimine, yaşam biçimi de gelir düzeyine büyük ölçüde bağımlıdır. Marksistler için önemli olan ise, gelir düzeyinden çok, o gelirin nasıl kazanıldığıdır. Asıl görüş ayrüığı, üretim araçlarının özel mülkiyetine verilen önemden kaynaklanmaktadır. Irıkçılıkla da bağlantısı olan bazı görüşler, toplumsal sınıfların kökeninde biyolojik farklılıkların yattığını savunuyor181
lar. Bunlara göre; nasıl ki beyaz ırktan olanlar siyah ve sarı ırktan olanlardan daha üstünse, aynı ırktan gelenler arasında da doğuştan bazı farklar bulunur. Daha üstün yapıda olanlar üst sınıfları oluştururlar. Bu biyolojik üstünlük ise, gene aynı iddia sahiplerinin düşüncelerinde, kalıtım yoluyla .kuşaktan kuşağa geçebilen cinstendir. Zekâ dahil birçok bireysel niteliğin gelişmesinde, beslenme ve eğitim gibi etkenlerin büyük rolü olduğunu çağdaş bilimsel araştırmalar kanıtlıyor. Yetişmesi için gerekli olanaklara sahip olsa, toplumsal sınıflandırmada üstlere tırmanabilecek yetenekteki birçok kişinin, bu olanaklara sahip olamadığı için alt sınıflarda kaldığını biliyoruz. Bunun ilginç bir örneğini bizim köy enstitülerinden mezun olmuş yazarlarımız oluşturuyor. Onlara böyle bir eğitim olanağı sağlanmamış bulunsaydı, kuşkusuz ki şimdi büyük çoğunluğu çiftçilik ya da hayvancılıkla uğraşır olacaklardı. Tersine üst sınıflarda dünyaya gelen akıl ve yetenekçe çok sınırlı bazı kişiler ise, özel eğitim ve ailesinin toplumsal ilişkileri gibi olanaklar sayesinde, daha alt sınıflara inmeden yaşamlarını sürdürebilirler. Kişinin bireysel niteliklerinin her zaman toplumsal sınıfını belirlemediği, bazen de toplumsal sınıfının kişisel niteliklerini belirlediği doğrudur. Öyleyse toplumsal sınıfların varlığını biyolojik nedenlerle açıklamak en azından yetersizdir. İkinci ve daha çağdaş bir görüş, toplumsal sınıfları, toplumların yaşayabilmesi için evrensel bir gereksinme saymaktadır: Toplumların varolabilmeleri, farklı görevlerin, farklı işlevlerin yerine getirilmesine bağlıdır. Oysa tüm işlevlerin toplumdaki saygınlığı ve önemi aynı değildir. Bu nedenle de farklı işleri yapanlara toplum tarafından sağlanan olanaklar farklıdır. Kingsley D a v i s ve Wilbert E. M o o r e bu görüşü şöyle özetliyorlar: "Toplumsal eşitsizlik, bu bakımdan, toplumun en önemli konumlara gerçekten en nitelikli kimseleri getirebilmek için, bilincinde bile olmaksızın, başvurduğu bir araç olmaktadır.''' Kısacası, toplumsal sınıfları da bu toplumsal eşitsizlikler yaratmaktadır. Görüldüğü gibi, bu bakış açısı da, toplumsal sınıfları giderek bireysel nitelik farklılıklarına bağlıyor. 182
Burada yanıtlanması gereken temel soru şudur: Toplumsal sınıfları vareden neden, bireylerin farklı konumlarda bulu-\ nuşları mıdır? Yoksa bu farklı konumların ve onların sonucu olan farklı toplumsal olanakların kuşaktan kuşağa aktarılabilir nitelikte oluşu mudur? Daha önce de vurgulamaya çalıştığımız gibi; kişiler arasındaki toplumsal eşitsizliklerin temelindeki en büyük neden, onların şu ya da bu ailede dünyaya gelmeleri sonucu buldukları eşit olmayan koşullar değil midir? Kastlar ve benzerleri katı, birbirine geçişi neredeyse olanaksız bir toplumsal katmanlaşma oluşturmuşlardır. Toplumsal sınıflar arasında ise, "dikeyine hareketlilik" olarak adlandırabileceğimiz bir geçiş söz konusudur. Bu hareketliliğe o l a - / nak veren kapılar genişledikçe toplumsal gerilim azalır, siyasal çatışma yumuşar. Toplumsal sınıfların tamamen ortadan kalkabilmeleri için, bu geçişlerin smırsızlaşması, yani bireyin ilerde sahibolacağı toplumsal konumda, ailesinin etkisinin sıfıra inmesi gerekir. Kast ve sınıfdan sonra, toplumsal katmanlaşmanın üçüncü bir biçimi olarak "tabaka"larla karşılaşılır. Toplumsal tabakaları, aynı toplumsal sınıf içindeki bir alt bölünme olarak tanımlayabiliriz. Kol işçisi-kafa işçisi ayrımı, tüccar-sanayici ayrımı, orta sınıfda yer alan serbest meslek sahibi-kamu görevlisi ayrımı bu türden bir tabakalaşma oluşturur. Aynı toplumsal sınıf içinde, gelir düzeyine göre bir değerlendirme yaparak tabakalar saptanması da olanaklıdır: Küçük-orta-büyük çiftçi, küçük-orta-büyük tüccar ya da küçük-orta-büyük sanayici gibi. Marksistler, sınıf çatışmasında, her sınıfın kendisinin karşıtı olan sınıfın iç çelişkilerinden, yani tabakaları arasındaki ikinci dereceden çıkar çatışmalarından yararlanmaya çalıştıklarını söylerler. c) M a r k s i s t Sınıf Anlayışı Karl Marx, insanların "para cüzdanları"nın şişkinliğine bakılarak sınıflara ayrılmasına karşı çıkıyor ve şöyle diyor: "Para cüzdanı ölçütü, tamamen nicel bir farklılık oluşturur. Eğer bu 183
(
VC)
ölçütten hareket edilirse, aynı sınıftan iki kişi rahatlıkla karşı karşıya getirilebilir." Daha önce de değindiğimiz gibi, Marx'da önemli olan, kazanılan paradan çok, o paranın nasıl kazanıldığıdır. Örneğin, toprak sahibi bir kişi ile fabrika sahibi bir kişi aynı düzeyde gelir sağlasalar bile, marksizme göre aynı sınıftan sayılamazlar. Marksizm açısından sınıfları yaratan temel etken işbölümüdür. Teknik-ekonomik gelişmeye koşut olarak işbölümü biçim değiştirir ve bu değişmenin peşinden de toplumların sınıfsal yapısı değişim geçirir. İlk gerçek işbölümü, yaklaşık oniki bin yıl kadar önce, insanların tarım yapmayı öğrenmeleriyle başlamıştır. Bir insanın kendisine yetecek kadardan fazlasını üretmeye başlaması, başkalarının da başka tür üretim ya da hizmetleri yüklenebilmelerine olanak sağlamış ve insanlararasmdaki ilk toplumsal katmanlaşma türleri ortaya çıkmıştır. Marx'in "Felsefenin Sefaleti" adlı yapıtındaki şu cümleler, görüşünü çok iyi özetliyor: "Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağımlıdır. İnsanlar, yeni üretici güçler elde ederek, üretim biçimlerini, yaşamlarını kazanma biçimlerini, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Kolla çalışan bir değirmen, derebeyinin bulunduğu bir toplumu; buharlı değirmen ise, sanayi kapitalizmine dayalı bir toplumu yaratır." Marx "Kapital"de de şöyle diyor: "Çalışma gücünden başka bir şeyi olmayanlar, sermayesi olanlar ve toprağı olanlar -gelirleri sırasıyla ücret, kâr ve toprak rantı olanlar- başka bir deyişle, ücretli işçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim biçimi üzerinkurulmuş olan toplumlarda üç ana sınıfı oluştururlar." Aslında Marx'in bir çok yazılarında sınıf sayısı çok daha fazla görülürse de, son çözümlemede iki ana sınıfta karar kılındığı bellidir. O iki ana sınıf da, E f l a t u n ' d a n beri varolagelen bir ayrıma, varlıklı-yoksul ayrımına dayanır. "Komünist Manifestosu"nun yayınlanmasından üç yıl önce, E n g e l s bu konudaki görüşlerini çok açık bir biçimde ortaya koymuştur: "Aristokrasinin proleteryaya göre değil, ancak burjuvaziye göre ayrıcalıkları vardır. Proleter için bu iki sınıfa mensup kişilerin hepsi de varlıklıdır, 184
yani burjuvadır. Mülkiyet ayrıcalıkları yanında, diğer tüm ayrıcalıklar silinir." Demek ki, işbölümü üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, üreüm araçlarının özel mülkiyeti de toplumsal sınıfları yaratıyor. Daha doğrusu, toplumsal sınıflar, üretim araçlarının özel mülkiyeti karşısındaki durumlarıyla belirleniyorlar. Topraklarının geliriyle yaşayanla, fabrika sahibi ve emeğinden başka satacak birşeyi olmayanlar arasındaki ayrım böylece ortaya çıkıyor. Marksizmin, ikili bir sınıfsal kutuplaşmayla ilgili görüşlerine geçmeden önce, çok daha karmaşık olan sınıfsal bölünmelerle ilgili bakış açısını incelemekte yarar var. Marx'a göre; "Kol emeği ile zihin emeği arasındaki en büyük bölünme, kent ve kır ayrımıdır.'" Kentsel kesimin insanlarıyla kırsal kesimin insanları iki "büyük sınıf" sayılabilir. Kentte yaşayanların kendi içlerinde karşıt sınıflara ayrılmış olması bu gerçeği değiştirmez. Kendi içlerinde ne kadar bölünmüş olurlarsa olsunlar, kırsal kesimin insanları karşısında kentin insanları bir bütün oluştururlar. Kırsal kesimin insanları arasındaki benzerlik ve - b i r smıfda bulunması gereken- dayanışma duygusu ise daha da güçlüdür. Kent-kır karşıtlığında zaferin birincide olması kaçınılmaz-' dır. Marx kırsal kesimi, "barbarlığın, uygarlığın bağrındaki sürekli temsilcisi" saymaktadır. Marx'm en yakın düşün arkadaşı Engels'e göre de; köylülerin toprak üzerindeki dağınık konumları ve "sınırlı kafa yapıları", onların bağımsız eylemlere girişmelerini olanaksız kılmaktadır. Marksizmin kurucuları, Doğu'nun baskı rejimlerinin temelini köylü sınıfının oluşturduğu kanısındadırlar. Toprağa dayalı üretimin sonucu, kırsal kesimin insanlarının kendi içlerine kapanık hücreler oluşturmasının, güçlü merkez otoritesine dayalı rejimleri kolaylaştırdığım düşünmektedirler. "Demografik Etkenler" bölümünde değindiğimiz tarihsel bir gerçeği, burada bir kez daha anımsamalıyız. Kırsal kesim insanına bu bakış açısı, Rus devriminin öncülerini çok ilginç kararlar almaya zorlamıştır. 1918 Anayasasının ancak 1936'185
da değişen bir hükmüne göre; kentler her 25 bin kişi için bir milletvekili seçerlerken, kırsal kesim ancak her 125 bin kişi başına bir temsilci sahibi olabilmiştir. Topraksız köylü, başkalarının toprağında çalışarak yaşamını kazanan bir işçi değil midir? Onunla, kendine yetecek kadar toprağı olup, bu toprağı kendi emeğiyle değerlendiren arasında fark yok mudur? Kendine yetecekten biraz fazla toprağı olup da, birkaç işçi çahştırmak zorunda kalanların da farklı bir konumu bulunduğunu söyleyemez miyiz? Öyleyse nasıl oluyor da, büyük toprak sahiplerinin dışında kalanlar, gelirlerini elde etme biçimlerinin farklılığına karşın, tek bir toplumsal sınıf oluşturabiliyorlar ? Aslında Marx, çok geniş ibir kitle oluşturdukları halde, - küçük çiftçi köylülerin bir sınıf sayılamayacağı görüşündedir ve bu görüşünü şöyle savunmaktadır: " . . . benzer koşullar içinde yaşarlar, ama birbirleriyle çok yönlü ilişkilere girmezler. Üretim biçimleri onları birbirleriyle karşılıklı ilişki içine sokacak yerde ayırmaktadır. . . Milyonlarca aile, yaşam biçimlerini, çıkarlarını, kültürlerini başka sınıf ailelerinkinden ayıran ve onları düşmanca karşı karşıya getiren ekonomik koşullar altında yaşadıkları ölçüde bir sınıf oluştururlar. Bu küçük çiftçi köylüler, birbirlerine yerel birtakım bağlarla bağlı bulundukları ve çıkarlarının aynılığı, onlar arasında hiçbir ortaklık, ulusal bağ ve siyasal örgütlenme doğurmadığı ölçüde, bir sınıf oluşturmazlar. " Marx'in kendi kuramına oturtmakta sıkıntı çektiği bu gerçeğin, toprağa dayalı üretimin yarattığı yaşam biçimi benzerliğinden ve o koşulların ürünü olan dayanışma duygusundan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Marksist çözümlemede sıkıntılı olduğu hissedilen bir başka konu da "orta sınıflar" ya da "orta sınıf"la ilgilidir. Marx, üçlü sınıf ayrımında yer vermediği halde, birçok çözümlemesinde bu orta sınıflara da önem verir görünüyor. Örneğin orta sınıfın aşağı tabakaları olarak; "küçük tüccarlar, esnaf, genel olarak artık çalışmayan yaşlı ticaret adamları, el sanatçıları ve köylüler"i sayıyor. Daha doğrusu onları bir gerçek olarak kabul etmek zorunda kalıyor. Ama bunların zamanla, "küçük sermayenin 186
modern sanayinin ölçülerine yetmemesi ve büyük sermayedarlarla rekabet" edememesi nedeniyle yok olacaklarını ve işçi sınıfına doğru kayacaklarını düşünüyor. Marx, zaman zaman, orta sınıflar için "ara ve geçici tabakalar" deyimini de kullanmıştır. Aslında bu onun temel düşünce sistemine daha uygun bir tanımlama olmaktadır. Kapitalizmin gelişmesine koşut olarak "ara tabakalar" ortadan kalkacak ve sonuçda toplumda, ayııcalıklı küçük bir sermayedar sınıfın karşısında, çok geniş ama yoksul bir pröleterya sınıfı kalacaktır. Karl Marx'm tarihsel geçmişle ilgili değerlendirmelerinde de hep bu iki temel sınıf kavramına rastlıyoruz: Köleci toplumda efendi ve köle, feodal toplumda derebeyi ve serf, kapitalist toplumda sermayedar ve işçi. Bir yanda yönetici sınıf ya da egemen sınıf bulunmakta ve üretim araçlarını ellerinde tutarken, aynı zamanda da çeşidi ayrıcalıklardan yararlanmaktadır. Öte yanda ise, yönetici sınıf için çalışan, emeğinden başka satacak birşeyi bulunmayan "uygulayıcı" bir sınıf söz konusudur. Asıl çelişki ve karşıtlık bu iki sınıf arasındadır ve diğer sınıflar son çözümlemede bu iki "temel" sınıfdan birisinin yanında yer almak zorundadırlar. Diğer sınıfların bağımsız bir siyasal mücadele yürütmeleri düşünülemez. 2. T O P L U M S A L SINIFLAR VE SİYASET Toplumsal sınıfların siyasal çatışmadaki ve giderek siyasal kurumların, siyasal rejimlerin oluşmasındaki yerinin, siyaset biliminin ana konularından birisi olduğu söylenebilir. Sınıf bdinci ve sınıf çatışması konularına eğildikten sonra, marksist kuramın bu çerçevedeki bir değerlendirmesini yapmak gerekir. Geri kalmış ülkelerin toplumsal yapılarındaki farklılıklar ise, toplumsal sınıflar ve siyasal çatışma olgusunu, bu ülkeler gerçekleri içinde ayrıca ele almayı zorunlu kılıyor. a) Sınıf Bilinci ve Sınıf Ç a t ı ş m a s ı M a r x ile Engels'in birlikte hazırladıkları "Komünist Manifestosu" şu cümle Ue başlar: "Tiim insanlık tarihi, sınıf çatışma187
larının tarihinden başka birşey değildir." Toplumsal sınıfların siyasal yaşamdaki önemi yadsınamaz. Ama başka hiçbir kuram, toplumsal sınıfların tarihsel evrimdeki yerini bu ölçüde önemsememiştir. Marksizmin, her toplumsal düzende iki temel sınıf bulunduğu görüşüne yukarda değinmiştik. Bu durumun özellikle kapitalist toplumlarda çok daha belirgin olması söz konusudur. Çünkü rekabete dayalı bir ekonomik yaşamda güçlü güçsüzü ezer ve küçük sermayeye dayalı işletmeler büyüklerin karşısında giderek yok olurlar. Örneğin bir kundurayı elle üreten kişi, bir ayakkabı fabrikasının rekabeti karşısında varlığını koruyamaz. Ya yarı aç-yarı tok çalışmaya razı olur, ya da gidip o fabrikamn bir işçisi durumuna gelir. Aynı şekilde, bir bakkal da, biraz ilerisinde açılan bir büyük gıda pazarının rekabetine dayanamaz. Sermayenin ve üretim araçlarının belirli ellerde toplanması hızlanırken, "ara tabakalar" erir ve toplumun büyük çoğunluğu proterleşir, yaşamını sürdürmek için kol gücünden başka birşeyi kalmayanlar kesimine kayar. Bu kutuplaşma süreci içinde, emekçi toplum kesimlerinin giderek yoksullaşması da kaçınılmazdır. Çünkü çığ gibi büyüyen işsizler ordusu, aynı işi daha ucuza yapmaya hazır kitieler demektir. Böylece ücreder de boğaz tokluğu düzeyine kadar inecektir. Bir yanda küçük ama çok varlıklı bir azınlık, öte yanda da çok büyük ama çok yoksul bir çoğunluk oluşacaktır. Üretim araçlarına sahip bulunan küçük azınlık "egemen sınıfı oluşturur ve geriye kalan büyük çoğunluğu sömürür. Marksizme göre, devlet bu egemen sınıfın elindeki basit bir araçtan başka birşey değildir. Toplumun ve siyasal rejimin tüm kurumları, bu egemenliğin devamını sağlamaya, yani egemen sınıfın ayrıcalıklarını korumaya yöneliktir. Aile, ahlâk, hukuk, din, egemen ideoloji vb. hep bu egemenliğin sürmesini güvence altına alıcı "üst-yapı" kurumlarıdır. Siyasal iktidar, ekonomik iktidarın yansımasından başka birşey olamaz. Devletin hakemliği - y a n i yansızlığı- ancak geçiş dönemlerinde, eski egemen sınıf gücünü yitirirken, yeni üretim biçiminin güçlendirdiği sınıfın da henüz egemenliğini kabul ettirecek düzeye ulaşmadığı ortamlarda söz konusudur. 188
Varlıklı ve yoksul toplum kesimleri arasındaki kutuplaşmanın varlığından ve bunun bir patiamaya neden olabileceğinden sözetmenin yeni birşey olmadığını elbette ki biliyoruz. Aristo bile bu durumun ihtilalleri doğurabileceğini, orta sınıfları yokolmuş ya da güçsüzleşmiş bir toplumun sağlıksızlığını vurgulamıştı. Marksizmde yeni olan, sınıf çatışmalarını, tarihin "itici gücü" saymasıdıı. Ve özellikle de, işçi sınıfına tarihsel bir işlev yüklemesidir. Marksizme göre; kapitalist sınıfın egemenliğinden en çok zarar gören toplum kesimini işçi sınıfı oluşturur. Çünkü işçi sınıfının emeği ile oluşan ekonomik olanakları, bizzat işçi sınıfını ezmek ve kendi egemenliğini sürdürmek için kullanır. Bu nedenle de, kapitalist toplum düzenini yıkacak olan temel güç "proleterya", yani işçi sınıfıdır. Marx ve Engels, "Manifesto"da şöyle diyorlar: "Proleteryet, değişik gelişme aşamalarından geçer. Doğuşuyla birlikte burjuvaziyle mücadelesi başlar. Başlangıçta mücadeleyi bireysel işçiler, sonra bir fabrikanın işçileri, sonra da bir mesleğin bir yerdeki mensupları, kendilerini doğrudan doğruya sömüren bireysel burjuvalara karşı yürütürler. Hücumlarını burjuva üretim koşullarına değil, bizzat üretim araçlarına yöneltirler; kendi emekleriyle rekabet eden ithal mallarını tahrip edip, makineleri parçalar, fabrikaları yakar, Orta Çağların artık yokolmuş işçi statüsünü güç yoluyla yeniden kurmak isterler." Bu, işçi sınıfının mücadelesinin bilinçsiz olan, kendiliğinden ortaya çıkan aşamasıdır. Başka bir deyişle, bu aşamada işçi sınıfı, ancak "kendiliğinden" bir sınıftır. Bilinçlendikçe "kendisi için" sınıfa dönüşecektir. Eskiyen ve yeni koşullara yanıt vermeyen bir üretim biçiminin değişmesi kendiliğinden olmaz. Eğer varolan "nesnel"' koşullara, "öznel" koşul demek olan bilinç öğesi eklenemezse, ortaya çıkan toplumsal patlama, düzenin sonunu değil, ancak biçim değiştirmesini sağlar. I Genel olarak, bilimsel bir bakış açısıyla şu söylenebilir: Bir toplumsal sınıfın üyelerinde, öbür toplumsal sınıflardan farklı olan ortak koşulları paylaşma ve bunun sonucu bir dayanışma duygusu yoksa, o toplumsal sınıf bir toplumsal güç oluşt u r m u y o r demektirj Kendiliğinden varolan bir toplumsal sı89
nıfı, toplumsal güce dönüştüren temel öge sınıf bilincidir; örgütlendiği zaman da siyasal güç ortaya çıkmış olur. Sınıf bilincinin gelişmediği durumlarda, sosyolojik çözümlemelerde kullanılabilecek bir toplumsal katmandan sözedilebilir; ama siyaset bilimi açısından çok önem taşıyan toplumsal güçler dengesinde hesaba katılması gereken bir toplumsal sınıfdan sözedilemez. Bu nedenle de, ekonomik gücü ellerinde bulunduran toplumsal sınıflar, diğer sınıflarda belirli bir sınıf bilincinin gelişmemesi için çaba sarfederler; eğer oluşmuş bir sınıf bilinci varsa, bunu zayıflatmaya çalışırlar. Toplumda köklü değişiklikleri öngören siyasal partiler ise, kurulu düzende değişiklik yapabilmek için, ekonomik bakımdan güçsüz olan toplum kesimlerinin hızla bilinçlenmelerini sağlamak isterler. Bilinçlenmemiş bir toplumsal sınıfın, kendi çıkarlarına ters düşen siyasal akımlara destek olması olanaklıdır. Marksistler arasında, bir sınıfın çıkarlarını bilmesini tam bir bilinçlenme saymayanlar da vardır. Bu görüşte olanlara göre; bu durum, bireysel düzeydeki bilinçlenmelerin bir araya gelmesinden başka birşey değildir. Gerçek bir sınıf bilinci ise, ancak o sınıfın toplumdaki olanaklarını ve bu olanakların kendisine verdiği toplumsal rolü bilmesi ile ortaya çıkabilir. Toplumsal düzeydeki yabancılaşmayı görebilmek de, elbette ki bu bilincin ön koşulu olmaktadır. Marksizm açısından, bilinçlenmenin önemli bir öğesini "ideoloji" oluşturur. Marx, egemen sınıfın ideolojisinin tüm toplumu etkilediğini ve diğer toplum kesimlerinde bir sınıf bilincinin oluşumunu zorlaştırdığını öne sürüyordu. Bu noktadan hareket eden Lenin de, işçi sınıfının -kendi başına bırakılması d u r u m u n d a - gerçek bir sınıf bilincine ulaşamayacağını, bu bilincin ona dışarıdan götürülmesi gerektiğini savundu. fNe Yapmalı?" adlı kitabında şöyle diyordu: "Bütün ülkelerin tarihinin bize gösterdiği bir gerçek var. İşçi sınıfı yalnız kendi gücüne dayanırsa, ancak trade-unionist bir bilince, yani sendikalar halinde örgütlenmek, işverenlere karşı mücadele etmek, işçilerin yararına bazı yasaların çıkmasını hükümetten istemek gerektiği inancına varabilir (.. .) tşçi hareketinin kendiliğinden gelişmesi 190
onu ancak burjuva ideolojisine yamanmaya götürür (...) İşçiye sınıf bilinci ancak dışarıdan, yani ekonomik mücadelenin dışından, işçi-işveren ilişkilerinin oluşturduğu ortamın dışından götürülebilir." Lenin'e göre; bu görevi yerine getirebilecek olan güç, işçi sınıfının öncülerinden ve sosyalist ideolojiyi iyi bilen aydınlardan oluşacak bir partiydi. Onların kidelere yayacakları düşüncelerle sınıf bilinci -gelişecekti. Bu nokta üzerinde Lenin ile Rosa Lüksemburg'uıı çatışması ünlüdür. Rosa Lüksemburg, kitlelerin kendiliğinden oluşan eylemlerini, bilinçlenmenin en sağlıklı yolu olarak görmekteydi. Kideler sınıf bilincini eylem içinde ve smama-yanılma yoluyla öğrenmeliydiler. Şöyle diyordu: "Gerçekten de, devrimci bir işçi hareketinin hataları, en iyi Merkez Komitesinin hata yapmazhğvıdan, sonsuz ölçüde daha verimli ve değerlidir." Konuyu kapatmadan önce vurgulanması gereken bir nokta kalıyor: Sınıf çatışmalarının yansıması yalnızca silahlı mücadeleler ve ihtilaller olamaz. Siyasal mücadelelerin barışçı yollardan sergilenebildiği rejimlerde de sınıf çatışmaları "oy"a, yani sandığa yansır. Çoğulcu demokrasüerde, siyasal davranışların oluşumunda, toplumsal sınıf olgusunun en ön planda rol oynadığını seçim sosyolojisi araştırmaları gösteriyor. b) M a r k s i s t K u r a m ı n
Eleştirisi
Marksizmin özellikle sınıf çalışmalarıyla ilgili görüşü, ideolojik düzeyde olduğu kadar, bdimsel düzeyde de çok tartışılan konular arasında yer alır. Bu tartışmalı noktaları ayrı ayrı ele alacağız. 1 . - Marx, kapitalist rekabet düzeninin işçi sınıfını çok olumsuz bir biçimde etkileyeceğini öngörüyordu. Acımasız rekabet, işverenleri en çok kârı yapmaya, diğerlerinden daha ucuz ve daha kaliteli üretime zorlayacaktı. Bu ise, işç: sınıfının boğaz tokluğuna çalıştırılmcaya kadar sömürülmesini kaçınılmaz kılacaktı. Böylece, düzenin sıkıntısını en çok çeken kide olarak, işçi sınıfının devrimci bir güce dönüşmesi kolaylaşmış olacaktı. Kapitalizm geliştikçe, sermaye birikimi hızlandıkça, devrimci patlamaya uygun ortam kendiliğinden oluşacaktı. 191
Tarihsel gelişmeler, Marx'm öngörüsü yönünde gerçekleşmedi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfı yoksullaşacağına, tersine durumu düzeldi, hatta geri kalmış ülkeler açısından yüksek sayılabilecek bir yaşam düzeyine ulaştı. Bunda bir yandan üretim düzeyindeki hızlı artışın, öteki yandan da bir çeşit dış sömürünün sağladığı olanakların rolü büyüktü. Ama işçilerin sendikaları ve partileri aracılığıyla yürüttükleri mücadeleler olmasa, gelir dağılımındaki dengelenmenin kendiliğinden olmayacağı açıktı. Söz konusu gelişmeler işçi sınıfındaki sınıf bilincini sivrileştireceğine azalttığı gibi, sınıf çatışmalarını da yumuşattı ve şiddet yöntemlerinden barışçı yöntemlere kaydırdı. Teknolojideki gelişmelere koşut olarak, kol işçilerinin eğitim düzeylerinin bile yükselmesinin zorunlu hale gelmesi ve kafa işçisi olarak nitelendirebileceğimiz "beyaz yakalı" ücretlilerin oranındaki artışlar da işçi sınıfındaki nitelik değişmesinde önemli rol oynadı. Marx'm öngördüğü yoksul ve cahil bir işçi sınıfının yerine, ortaya önemli gereksinmeleri karşılanmış, eğitim düzeyi yükselmiş bir işçi sınıfı çıkmıştı. Üstelik, sınıflar arasındaki dikeyine geçişler de arttığı için, işçi çocuğunun gene işçi olması, kaçınılmaz bir yazgı olmaktan da uzaklaşmıştı. Ama işçinin yaşam düzeyi yükselirken, sermayedarın yaşam düzeyinin daha da yükseldiğini ve aradaki uçurumun kapanmadığını, her doğan çocuğun yarışa eşit koşullarla başlamadığını unutmamak zorundayız. Marx, işçinin pazarlık gücünün çok zayıf olduğu bir toplumsal ortamdan hareketle bazı tahminler yapmıştı. Aynı işi çok daha ucuza ve sonunda karın tokluğuna yapmaya hazır bir işsizler ordusunun varlığım değişmez bir veri gibi kabul etmişti. Oysa güçlü sendikalar, genel oy hakkı, geçimini emeği ile sağlayan toplum kesimlerinin çıkarlarını savunan partiler ve onların yararlanabildikleri özgürlükler, dengeyi Marx'm öngöremeyeceği ölçüde değiştirmiştir ve değiştirmektedir. Batılı "çoğulcu" demokrasilerde sınıf çatışmasının yumuşamış oluşunu yalnız dış sömürünün sağladığı olanaklara bağlamak aldatıcı olur. 192
2 . - Marx, işçiler yoksullaşırken, orta sınıfların da zamanla yokolacaklarmı ve işçi sınıfına doğru kayacaklarını düşünüyordu. Oysa işçiler yoksullaşmadığı gibi, orta sınıflar da yokolmadılar. Tersine, onlar işçi sınıfına benzeyeceklerine, işçi sınıfının üst tabakaları orta sınıflara benzemeye, orta sınıfların yaşam biçimini ve zihniyetini benimsemeye başladılar. İşçi sınıfının toplumsal oranı azalırken, orta sınıflar genişlediler ve gerek toplumsal yaşamda, gerekse siyasal mücadelede daha büyük bir ağırlık kazandılar. Nasıl ki, işçiler yoksullaşmayıp orta sınıflar da kaybolmadılarsa, "egemen sınıf" ya da sınıflar da Marx'in vurguladığı katılıkta varlıklarını sürdüremedi. Örgütlü işçi sınıfı başta olmak üzere, çoğulcu toplumlarda ortaya çıkan başka güç odakları, belirli bir güçler dengesi oluşturmaya başladılar. T ü m bunlara karşın, sınıflar arasındaki dikey toplumsal hareketliliğin boyutlarını abartmamak gerekir. En gelişmiş Batılı ülkelerde yapılan gözlemler, bu hareketliliğin ancak gelir ve eğitim düzeyleri birbirlerine yakın olan toplum kesimleri arasında gerçekleşebildiğini gösteriyor. Örneğin yüksek öğrenim yapanlar arasında işçi kökenli olanların oranının bugün bile çok düşük olduğu anlaşılıyor. Marx'in belirli bir toplumsal hareketliliği ve egemen sınıfa aşağı katmanlardan katılmalar olabileceğini öngörmediği de söylenemez. Ama bu duruma "Kapital"de getirdiği yorum olumlu değildir: "Kapitalizmin iktisadi savunucuları, zengin olmayan, fakat güçlü, karakteri sağlam, yetenekli ve işbilir bir insanın bir kapitalist olabilmesi durumunu hayranlıkla karşılıyorlar. Bu durum (.. .) bizzat sermayenin egemenliğini de sağlamlaştırmakta, dayanağını genişletmekte ve kendisine toplumun aşağı tabakalarından durmadan yeni güçler kazanmasını sağlamaktadır. Bunun gibi, Orta Çağlarda Katolik kilisesinin, sınıfına, doğduğu aileye veya zenginliğine bakmadan halk arasından en iyi beyinleri kendi hiyerarşisi içinde toplaması da, din adamlarının egemenliğini ve halkın bağımlılığını sağlamlaştırmanın başta gelen yollarından biriydi. Egemen bir sınıfın, bağımlı sınıfların en yetenekli kişilerini arasına alabildiği ölçüde, egemen durumu daha sağlam ve tehlikeli olur." 193
3 . - Marx, işçi sınıfının sosyalist devrimi yaratacak hareketini, sanayileşmiş kapitalist ülkelerde bekliyordu. Daha doğrusu kuramı bunun böyle olmasını gerektiriyordu. Çünkü kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde sınıflar arası çelişkiler sivrileşecek ve beklenen toplumsal patlama gerçekleşecekti. Oysa Marx'in beklediği devrim gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, Çarlık Rusyası gibi yarı-feodal bir toplumsal ortamda gerçekleşti. Marksistler de bu durumu, Rusya'y 1 "kapitalizmin en zayıf halkası" olarak nitelendirerek açıklamaya çalıştılar. Aslında gerek Marx'in ve gerekse Engels'in, gelişmiş ülkelerde sınıf çatışmasının barışçı yollardan gerçekleşebileceği düşüncesine de tümden yabancı oldukları söylenemez. Marx, 1852 yılında yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: "İngiltere'de genel oy hakkı, işçi sınıfı için siyasal iktidara eşittir. Bundan dolayı İngiltere'de genel oy hakkının uygulanması, Kara Avrupasinda sosyalist sayılan her önlemden çok daha sosyalist bir önlemdir." Ondokuz yıl sonraki bir başka yazısında, gene işçi sınıfının barışçı yollardan iktidara gelebileceğini söylemek gereğini duymuştu. Engels de çeşitli vesilelerle, sınıf çatışmalarının biçiminin, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma, koşullara bağlı olarak değişeceğini kabul etmekteydi. "Erfurt Programının Eleştirisi" nde şu satırlara rastlanıyordu: "Halkın genel seçimlerle bütün iktidarı elinde bulundurabildiği .ve anayasanın ulusun oylarının çoğunluğuna sahip olana herşeyi yapma olanağını verdiği ülkelerde, eski toplumdan yeni topluma geçişin barışçı yollardan gerçekleşebileceğini kabul ediyoruz." Engels'in barışçı geçişin olanaklı olduğunu düşündüğü ülkelerin başında A.B.D., İngiltere ve Hollanda bulunuyordu. 4 . - Marksizme göre, devletin sınıf çatışmalarının ürünü bir kurum olduğunu biliyoruz. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalkınca toplumsal sınıflar da kalkacak, toplumsal sınıflar olmayınca sınıf çatışması olmayacak ve sonunda devlete gerek kalmayacaktı. Geçici bir "Proleterya Diktatörlüğü" aşamasından sonra, devlet yavaş yavaş yokolacak ve bireylerin üzerindeki -devletten kaynaklanan- baskılar da ortadan kalkacağı için, gerçek bir özgürlük ortamı doğmuş olacaktı. 194
Oysa bu konudaki en eski örneğe bakınca, çok farklı bir gelişim çizgisiyle karşılaşıyoruz. 1917 Rus Devriminden sonra, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeni kaldırıldı, ama tam anlamıyla sınıfsız bir toplum ortaya çıkmadığı gibi, devlet de giderek yokolacağma, daha etkiıı ve güçlü bir duruma geldi. "Proleterya Diktatörlüğü" Lenin zamanında tek partinin diktatörlüğüne, Stalin döneminde de tek kişinin diktatörlüğüne dönüştü. Tarihin hiçbir döneminde rastianmadığı kadar müdaheleci bir devlet modeli oluştu. Milovan Cilas ın deyimiyle, ayrıcalıklı bir yönetici "Yeni Sınıf" ortaya çıktı ve işçi sınıfını temsil ettiğini öne süren bu küçük azınlığın ayrıcalıklarının sürmesi için baskıcı bir devlet gücünün varlığı zorunlu hale geldi. Marksist kuram, alt yapının değişmesiyle birlikte, bir üst yapı kurumu olan siyasal rejimin de ona bağlı olarak değişeceğini öngörüyordu. 1917'den sonra Sovyetler Birliği'nde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sisteminin kalkması, üretim ilişkilerinin değişmesi, yani alt yapının değişmesi anlamına gelmekteydi. Ama bu değişme, üst yapıda beklenen değişmeleri peşinden sürüklemedi. Tersine, geçici olması gereken proleterya diktatörlüğü, bir üst yapı kurumu olduğu halde kalkmamakta direndi ve alt yapıdaki bazı değişmeleri de etkiledi. Böylece, alt yapıdaki dönüşümlerin üst yapıya yansımasının kendiliğinden olamayacağı düşüncesi yaygınlaşmaya başladı. Demokratik, özgürlükçü bir siyasal kültür birikiminin bulunmayışının önemi de ortaya çıktı. 5 . - Marx'm kuramını oluşturduğu dönem, gerçekten de sınıf çatışmalarının egemen olduğu koşulları içeriyordu. Ama tarihin birçok dönemlerinde ve çağdaş toplumların bazılarında bile, siyasal çatışmanın genellikle halkın dışındaki seçkinler arasında geçtiği de bir olgudur. 19 ncu yüzyda gelinceye kadar, Batdı toplumların durumu da pek farklı değildi. Geniş halk yığınları, içinde bulundukları durumun bilincine varacak eğitimden aydın önderliğinden ve çıkarlarını savunabilecek olanaklardan çoğunlukla yoksundu. Bu gibi ortamlarda, ekonomik bakımdan güçlü olan sınıflar içindeki çekişmeler, hanedanlar ya da kabileler arasındaki rekabeder, ulusal ya da din195
sel sorunlar ve nihayet kişisel ihtiraslar, siyasal çatışmada ön plana çıkabiliyordu. Cumhuriyet Türkiye'sinde bile, 1950Tİ yıllarda, çok partili dönemin başlarında, etkili bazı ailelerin üyelerinin rakip partilerin liste başlarını uzun süre ellerinde tuttukları seçim çevrelerinin varlığını biliyoruz. Maurıce Duverger, bu konuda gerçeğin öteki yüzünü şu satırlarla yansıtıyor: "Sınıf çatışmasının, siyasal mücadelelerin temel etkenlerinden birisi olduğunu gösterme başarısı marksizme aittir. Ama bu etkenin her zaman ve her yerde belirleyici olduğunu, tüm diğer etkenlerin ondan kaynaklanan ikinci dereceden etkenler olduğunu öne sürmesi ise bir hatadır. . . Hatta ondokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarında, sınıf çatışması çok ağır bastığı halde, siyasal mücadelelerin tek etkeni olmamıştır. Ulusal rekabetler, dinsel ya da ideolojik karşıtlıklar vb. önemli bir rol oynamıştır. Marksizm bunu yadsımıyor, ama tüm diğer etkenlerin sınıf çatışmasından kaynaklandığını öne sürüyor. Dinlerin ve ideolojilerin, sınıf çıkarlarını gözden saklamaya yaradığını söylüyor, Ulusal, ırksal vb temalar için de öyle. Bu çözümleme ancak göreli olarak geçerlidir. Din, ezilenlere sabır vererek ayrıcalıklı toplum kesimlerine hizmet etmekle bir anlamda thalkın afyonu' sayılabilir ; ama din yalnız bundan ibaret değildir. Bir 'öte dünya' gereksinmesi, sadece sınıf çatışmalarının yansıması sayılamaz. Yurtseverlik, aynı ulusun içindeki ezilenlerle ezenler arasında yapay bir dayanışma oluşturmaya hizmet eder: ama bu aynı zamanda, insanın doğduğu topraklara karşı doğal olarak duyduğu bağlılığın ürünüdür." c) Geri
Kalmış
Ülkelerde
Durum
Geri kalmış ülkelerin sınıfsal yapısı da, sınıflararası ilişkiler ve bu ilişkilerin siyasal yaşama yansıması da belirli farklılıklar, belirli özellikler gösterir. Bu durum, bir yandan kendi evrimlerinin, öte yandan da gelişmiş ülkelerden kendilerine yansıyan bazı dış koşulların ürünüdür. Geri kalmış ülkelerde ilk dikkati çeken özellik, orta sınıfların zayıflığıdır. Bu ülkeler - b i r iki istisna dışında- uzun bir dönem sömürge durumunda kalmışlardı. Uluslaşma sürecinde ve çağdaş anlamda devlet kurumlarına sahip olma açısından gerilerdeydiler. Ulusal ordunun ve sivil bürokrasinin yok196
luğu, orta sınıfların zayıflığının temel nedenlerinden birisini oluşturuyordu. Eski sömürgeler siyasal bağımsızlıklarını kazandığında, sınıfsal yapıdaki bu boşluğun yarattığı sakıncalar, ister istemez siyasal yapıya da yansımaktaydı. Bir sınıflar dengesinden çok, bir sınıflar dengesizliği göze çarpmakta ve örneğin, Türkiye düzeyindeki bir demokrasiyi bile olanaksız kılmaktaydı. Batıda sanayi gelişirken orta sınıfların bir bölümünün işçileştiği, ama bu arada hizmet kesiminin gelişmesiyle birlikte orta sınıfların sonunda genişlediği biliniyor. Diyelim ki, bir yerde kurulan ayakkabı fabrikası, yaşamını ayakkabı yaparak sağlayan birçok kişinin dükkanını kapatması sonucunu veriyordu. Onlar da gidip o fabrikanın işçisi ya da ustabaşısı olabiliyorlardı. Oysa benzer bir gelişme geri kalmış ülkeler açısından söz konusu değildi. Örneğin 1838 ticaret anlaşmasından sonra ingiliz dokumaları Osmanlı pazarlarını istila ederken, geçimini el tezgâhlarında dokuma yaparak sağlayan Osmanlı yurttaşları için, atölyelerini kapayarak o dokumaları üreten fabrikalara gidip ücretli olmak olanağı yoktu. Üretim ve gelir düzeyi düşmüş, yoksullaşmış olarak varlığını sürdürmek zorundaydılar. Bu da, _geri kalmış ülkelerde orta sınıfların 'zayıf olmasının bir başka nedenini oluşturmaktadır. Bu gibi ülkelerde, ikili bir sınıfsal piramit yan yana bulunmaktadır. Önce, derebeyi niteliğindeki büyük toprak sahipleri ve geniş köylü kitlelerinden oluşan geleneksel bir yapı, çok geniş bir kırsal kesimde egemendir. Onun yambaşmda ise, özellikle büyük kentlerde görülen tüccar-sanayici kesimi ile işçi sınıfının oluşturduğu bir yapı vardır. Birinci yapı giderek zayıflayıp ikincisi güçlenmekle birlikte, yan yanalıklarmm çok uzun süreli olduğu söylenebilir. Batılı ülkelerde ticaret ve sanayinin gelişmesi bir iç dinamiğin ürünü olduğu için, bu gelişme sırasında topraksoylularla-kentsoylular arasındaki çatışma kaçınılmazdı. Çünkü kentsoyluların ve dolayısıyle kapitalizmin gelişmesi için, derebeyliğin sona ermesi, topraksoyluların gücünün kırılması, ellerindeki ayrıcalıkların kalkması gerekiyordu. Örneğin toprak re197
formunun gerçekleşmesi bu çatışmanın ürünü olduğu gibi, aynı çatışma demokrasinin gelişmesine doğrudan da katkılar yapmıştır. Geçmişde Batıda rastlanan bu çatışmanın benzerlerine, geri kalmış ülkelerde rasdamıyoruz. Çünkü bu ülkelerin tüccarsanayici kesimi (kentsoylular), o toplumların kendi iç dinamikleri sonucu doğmamış, dış kapitalizmin etkisiyle, onun bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de hem zayıf, hem dışa bağımlıdır. Bir yandan içdeki eski egemen güçlerle (topraksoylular), öte yandan da dışdaki bağlantılarıyla iyi ilişkiler içinde olmak zorundadır. Zaten içerde de, yeni bir sınıf oluşturmaktan çok, genellikle büyük toprak sahiplerinin bir uzantısı olarak gelişmişlerdir. Bazı istisnalar dışında, topraktan elde edilen gelir, zamanla ve dış koşulların zorlamasıyla önce ticaret, sonra da sanayi sermayesine dönüşmeye başlamıştır. Böylece topraksoylu-kentsoylu işbirliği, örneğin bir toprak reformunu büyükölçüde olanaksız kdmıştır. Büyük bir çoğunluk okuma-yazma bile bilmezken, ancak küçük bir azınlığın yüksek öğrenim görmüş ve hatta bazen öğrenimini gelişmiş ülkelerde tamamlamış oluşu, geri kalmış ülkelerin toplumsal yapılarındaki bir başka özelliği oluşturur. Ülke yönetimini elinde tutması kaçınılmaz olan bu seçkin kitle, doğal olarak varlıklı toplum kesimlerinin bir uzantısıdır. Cahil kitleleri küçümsemeleri, yönetim gücünü ellerinden bırakmak istememeleri ve halk denetimini doğal karşılamaları (halkın eğitim düzeyinin geriliğinden dolayı) beklenebilen davranışlardır. Geri kalmış ülkelerde sanayi işçileri, yalnız sayıca az değil, aynı zamanda - b i r a n l a m d a - ayrıcalıklı bir toplumsal kesim oluştururlar. Çünkü gelir düzeyleri ve yaşam koşulları, az topraklı ya da topraksız köylüden çok daha iyidir. Üstelik, geleneksel dengelerin bozulmasıyla nüfusun daha hızlı artması ve toprağa dayalı üretimin daha az sayıda işgücü ile yapılabilmesi sonucu, ortaya çıkan işsizler ordusunun yarattığı ortamda sürekli iş bulabilmenin kendisi bile bir ayrıcalık sayılabilir. Bu nedenle de, hele ücretlilerin savunabilecekleri haklara sahib198
oldukları bazı ortamlarda, geri kalmış ülke işçi sınıflarının Marx'm beklediği tutum içinde olabilmeleri zordur. Marx, bir sosyalist devrimin oluşumu açısından, köylü sınıfından da geri kalmış ülkelerden de pek birşey beklemiyordu. Köylü sınıfı ancak zaman içinde ve olayların zorlamasıyla, çıkarının burjuvazinin değil işçi sınıfının çıkarıyla bağlantılı olduğunu anlayabilirdi. Lenin ise, yalnız Avrupa'da değil geri kalmış ülkelerde de, kurtuluşun gelişmiş ülkelerinin işçi sınıflarına bağlı olduğunu savundu. Oysa geri kalmış ülkelerdeki gelişmeler, bu öngörülere çoğunlukla uygun olmamıştır. Marx'in öngördüğü devrimin ilk gerçekleştiği ülke olarak Rusya, güçlü işçi sınıfına sahip bir sanayi ülkesi değildi. Ama belirli merkezlerde yoğunlaşmış bir işçi sınıfı söz konusuydu. Oysa, örneğin Çin'de, Rusya'daki düzeyinde bile bir işçi sınıfı bulunmuyordu. Mao'nun önderliğindeki Çin devriminde, köylü sımfı devrimci bir güç olarak ortaya çıktı. T ü m bu oluşumlar da, marksistler arasında farklı görüşlerin ortaya atılmasına neden oldu. 1917 sonrası Rusya'sında bir süre önemli görevlerde bulunan Sultan Galiev, Batı'lı toplumlarda bir proleterya sınıfı olduğunu, oysa Doğu'da proleter uluslardan sözedilebileceğinj savunuyordu: "Müslüman halklar, proleter uluslardandır. İngiliz veFransız proleteryaları ile Fas'ın, Afganistan'ın proleteryalarının eko- \ nomik durumları arasında büyük bir fark vardır. Müslüman ülkelerin ulusal hareketinin sosyalist bir devrim niteliği taşıdığı söylenebilir.") Bir tatar Türkü olan Sultan Galiev, "proleter uluslar"m temsil edildiği, gelişmiş ülkeler karşısında bu geri kalmış ülkelerin çıkarlarının savunulacağı bir birlik (Enternasyonal) düşüncesinin öncüler indendi. Bunun ilk aşamasında ise, Asya'daki Türkleri bir araya getirecek olan büyük bir Türk devleti oluşturmalı ve devletin adı "Turan" olmalıydı. Galiev'in, sosyalist devrimin öncü gücü olarak düşündüğü parti ise köylü, işçi ve küçük vurjuvaları temsil edecekti. Sovyet Sosyalist CumhuriyeÜer Birliği'nde Stalin'in ipleri ele almasıyla birlikte, Sultan Galiev ve benzerlerinin sesleri -bazen acımasızca olmak üzere- susturuldu, Rus Komü199
nist Partisi'nin 1923'de yapılan kongresinde Stalin, proleterya diktatörlüğünün sadece merkezdeki sanayi işçisine dayanacağını dan ederken, Kalınin de rejimin hedeflerinden birini şöyle özediyordu: " . . . Bozkır halkları olan Kırgızlara, Özbeklere, Türkmenlere, Leningrad işçisinin ülkülerini kabul etmeği öğretmek..." Kemalist Devrimin ideolojisini oluşturmak amacıyla, 1932— 1934 ydlarmda bir avuç aydın tarafından yayınlanan K A D R O dergisinde savunulan düşünceler de konumuz açısından ilginçtir. Kadroculara göre; Marx'm sınıf çatışmalarına dayalı tarihsel maddecdik anlayışı ancak ondokuzuncu yüzydda geçerliydi. Oysa yirminci yüzyddaki temel çelişki, sömüren ülkelerle sömürülen ülkeler arasındaydı. Marx'm öngördüğü anlamdaki sınıf çatışmaları ancak sömüren ülkelerde görülürken, sömürge ya da yarı-sömürge durumundaki ülkelerde, o anlamda işçi ve burjuva sınıflarından sözedüemezdi. Kadrocular, sömürülen ülkelerden aktarılan değerlerden sömüren ülkelerin işçi sınıflarının da pay aldığını ve bu nedenle de devrimci değil, uzlaşmacı bir tutum takındıklarını düşünüyorlardı. Öyleyse, önce ulusal kurtuluş savaşları sonunda sömüren-sömürülen ülkeler arasındaki çelişki çözülmeliydi. Ancak ondan sonra, sömüren ülkelerdeki sömüren-sömürülen sınıflar arasındaki çelişkiler ön plana çıkıp, sosyalist bir devrime dönüşümü sağlayabilirdi. Türkiye'nin toplumsal yapısının, özellikle orta sınıflar açısından, diğer geri kalmış ülkelerin çoğundan farklı olduğunu vurgulamak zorundayız. Kendisi siyasal bağımsızlığını hemen hiçbir zaman yitirmediği gibi, yüzyıllar süren büyük bir imparatorluğun asker-sivil bürokrasisini devralmış olmak, genç Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir olanaktı. Orta sınıfların bu göreli güçlülüğü, sadece daha dengeli bir toplumsal yapı yaratmakla kalmamış, aynı zamanda Atatürk'ün dayanacağı önemli bir gücü oluşturmuş ve geleceğin demokrasisinin oluşumunu kolaylaştırmıştır. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Alpar, C e m ; KADRO (tıpkı basım), Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Ankara, 1978. 200
Bottomore- T.B.; Toplumbilim (Çeviren: Ünsal Oskay), Doğan Yayınevi, Ankara, 1977. Duverger, Maurice; Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1975. D Encausse-Schram ; Asya'da Marksizm, İstanbul, 1966.
İstanbul Matbaası,
Ergun, Doğan; Sosyoloji ve Tarih, Yar Yayınları, İstanbul, 1973. Garaudy, Roger; Marx İçin Anahtar (Çeviren: A.T. Kışlalı), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975. Lenini, V.; Marx, Engels, Marxisme, Editions en langues étrangères, Moscou. Marx, Karl; Marx'm kara, 1971.
Toplum Kuramı, Doğan Yayınevi, An-
Ozankaya, Özer; Toplumbilime Giriş, S.B.F. Yayınları, Ankara, 1979. Papaioannou, K o s t a s ; Les Marxistes, J ' a i lu, Paris, 1965. Rocher, Guy; Le Changement social, Editions H M H , Paris, 1968. Sencer, M u z a f f e r ; Sosyal Sınıflar (kriter ve göstergeler), G ö z l e m \ / Yayınları, İstanbul, 1974.
201
DÖRDÜNCÜ
KISIM
TOPLUM Bilim-kurgucuların öngörüleri gerçekleşip de yddızlararası çatışmalar başlayıncaya dek, siyasal yaşamın - e n azından bugün için- son boyutunu toplumlar oluşturuyor. Ama her nedense, uluslararası siyaset konusu, hemen tüm siyaset bilimi el kitaplarının kapsamı dışında kalmıştır. Nasd ki, bireyin ve küçük grupların siyasal yaşamdaki yerlerine değinmemek bir eksiklik ise, siyaset olgusunun incelenmesini ulusların sınırında bırakmak da kanımızca yanlış bir yaklaşımdır. Uluslararası siyaset, bir uzmanlık alanı olmadan önce, siyaset biliminin ana konularından birisidir. Siyasal yaşamın bu boyutunu incerlerken, önce "ulusal güç", sonra da "uluslararası siyaset" kavramları üzerinde duracağız. Ulusal gücü oluşturan öğelere ve uluslararası çatışmaların oluşum ve çözüm süreçlerine eğdeceğiz. 1. U L U S A L G Ü Ç Nasd ki, iç siyasete yönelik değerlendirmelerde güçler dengesi belki de temel hareket noktasıysa, ulusal güç kavramı da, siyasetin toplumlar düzeyindeki yönünün açıklanmasında temel öğeyi oluşturur. Ulusal güç ise, bazı maddesel ve tinsel öğelerin bir bireşimidir. a) Ulusal Gücün Alt Yapısal
Öğeleri
Ulusal gücün maddesel öğelerini, bir yandan o toplumu çevreleyen doğal koşullar, öte yandan da o toplumun ekono203
mik ve demografik olanakları oluşturur. Bunlara bir de, çeşidi etkenlerin bir bireşimi sayabileceğimiz askeri gücü eklememiz gerekil. Ülkenin coğrafi konum ve genişliğinin siyasal yaşama yansımaları üzerinde daha önceleri de durmuştuk .Bir toplumun bir ada ya da adalar üzerinde yerleşmiş oluşu ile, deniz kıyısında topraklara sahip bulunuşu, ya da açık denizlerden tamamen uzak bir toprak parçasında yaşaması arasında önemli farklar vardır. İngiltere'nin bir ada devleti olması, Avrupa'dan çok dar bir deniz parçası tarafından ayrıldığı halde, onu tarih boyunca birçok istiladan korumuştur. Napolyon ve Hitler'in bile cesaretini kıran bu durum, İngiltere'nin etkinliğine ve saygınlığı-' na katkıda bulunmuştur. Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili olarak da bir ölçüde benzer şeyler söylenebilir. Çağdaş ulaşım ve savaş teknolojilerindeki tüm gelişmelere karşın, ülkeyi doğudan ve batıdan kuşatan binlerce kilometre genişliğindeki su engelleri, bugün bile önemini bir ölçüde korumaktadır. Ulusal gücü doğrudan etkileyen doğal etkenleri denizlerden ibaret sayamayız. İspanya'yı Avrupa'nın diğer ülkelerinden çok farklı kılan temel nedenlerden birisi Pireneler'dir. Avrupa'yı etkileyen büyük gelişmelerin çoğu Pireneler'i aşamamıştır. istanbul ve Çanakkale boğazlarını da içine alan konumu, Türkiye'nin ulusal öneminin nedenlerinden birisidir. Bu önem yalnız Karadeniz ile Akdeniz arasındaki geçit olmaktan değil, aynı zamanda Avrupa ile Asya arasındaki bağlantıyı oluşturmaktan da kaynaklanmaktadır. Ülke genişliğinin ulusal güce katkısının en iyi örneklerini Rusya'nın tarihinde buluyoruz. Uçsuz bucaksız topraklar, Hitler'in de Napolyon gibi başarısızlığa uğramasında belki de en büyük etkendi. Ağır ağır çekilen kuvvetler karşısında düşman ölçüsüz bir biçimde dağılmak ve bağlantılarını yitirip yıpranmak durumunda kalıyordu. Benzer genişlikteki toprak204
lar, Çin'e de Japonya karşısında aynı stratejiyi uygulamak fırsatını verdi. Çok geniş toprakları bulunan bir ülkeyi ele geçirmek ne kadar zorsa, küçük toprak parçalarını savunmak da o kadar zor görünüyor. Böyle bir durumda, ülkenin bütün askeri ve sanayi kuruluşları birbirlerine yakın hedefler oluşturuyorlar. Dar topraklar üzerinde taktik geri çekilmeler ve yeni mevzilerde direnmeler kolay yapdamıyor. Küçük sayılabilecek bir toprak parçası üzerinde yaşayan Yunan halkının, kolayca beslenebilen bir Türkiye korkusu içinde bulunmasında kuşkusuz ki bu durumun da rolü var. Doğal kaynakların ulusal güce katkısının her zaman aynı ölçüde olduğu söylenemez. Örneğin, ancak buharlı makinanın keşfinden ve yaygın olarak kullanılmasından sonradır ki, İngiltere'nin zengin kömür yatakları bir önem kazanmış ve ulusal güç açısından önde gelen bir öge olmuştur. Zengin petrol yataklarının Arap ülkelerinin uluslararası düzeydeki etkinliğini arttırması da yenidir. Öte yandan, başka enerji kaynaklarının kullanımının artması ve dünya petrolünde rekabetin çoğalması ile birlikte bu önem azalmaktadır. Tek ya da az sayıda ürüne bağlılık, o ürün ne ölçüde önemli olursa j)lsun, o ülkeye sürekli ve değişmeyen bir güç kazandıramaz. Brezilya'nın kahvesi, Mısır'ın pamuğu, Küba'nın şeker kamışı ve Arap ülkelerinin petrolü bunun en açık örneklerini veriyor. Bir ekonomik bunalım durumunda alıcı ülkelerin alımlarını kısmaları ya da aynı ürün üzerinde şiddedi < bir rekabetin başlaması, satıcı ülkenin ekonomisini ve dolayısıyle de ulusal gücünü olumsuz yönde etkileyebiliyor. Oysa doğal kaynaklardaki ya da ekonomideki çeşitlilik, dünyadaki ekonomik bunalım dönemlerinde bile etkilenme sınırını aşağılarda tutabiliyor. Yiyecek bakımından kendi kendine yeterli olma durumunun da. önemli bir ıdusal güç kaynağı oluşturduğunu belirtmeliyiz. Türkiye bu durumdaki az sayıdaki ülkeden birisidir. İkinci Dünya Savaşı'na kadar yiyecek gereksinmesinin ancak % 30'unu kendi üretimiyle karşdayabilen İngiltere, savaş sı205
rasında deniz ulaşımının zoılaşmasıyla birlikte çok güç duruma düşmüştür. Almanya savaşlarda, hep yiyecek stokları bitmeden kısa sürede sonuca ulaşmaya ve Doğu Avrupa'nın büyük yiyecek üreticisi alanlarını ele geçirmeye çalışmıştır. Nüfusun ulusal güce katkısı, genellikle tartışmasız olarak kabul edilir. Dünyanın iki "süper" gücü olan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, aynı zamanda büyük nüfusa sahip bulunan ülkelerdir. Ama onlardan daha kalabalık toplumlar oluşturan Çin ve Hindistan'ın onlar düzeyinde bir etkinliğe ve ulusal güce ulaşamadıkları da açıktır. Çünkü nüfus, çok önemli olmakla birlikte, ulusal gücü belirleyen tek etken değildir. Bununla birlikte, çok daha az nüfuslu bir Çin ve Hindistan'ın -diğer koşulların aynı kalması d u r u m u n d a - ulusal güçlerinin de daha az olacağını unutmamalıyız. H a n s J. Morgenthau'nun çok iyi özetlediği gibi; "Bü'yük bir nüfusa sahip olmaksızın, modern savaşın gereği olan geniş çapta endüstri kurmak ve işletmek; karada, havada ve denizde savaşacak büyük sayıda ordular tesis etmek; ve nihayet, savaşan nüfustan çok daha büyük sayılara varan yiyecek, taşıma, ulaştırma, cephane, silâh ve haberleşme gibi alanlard a k i destekleyici kadroları oluşturmak olanaksızdır." Burada, nüfus kadar nüfusun bileşiminin de önemini vurgulamak gerekiyor. Özellikle nüfusun yaş gruplarına göre dağılımı, ulusal gücü yakından ilgilendirir. Ekonomik ve askeri açıdan asıl önem taşıyan, 20-40 yaşlar arasındaki nüfustur. Nüfusları ve ekonomik güçleri birbirine yakın olan iki toplumdan, genç nüfusun oranının daha yüksek olanı avantajlıdır. Nüfus artış hızı düştükçe, ortalama ömür uzadıkça, yaşlı nüfusun oranı artar. Bu, çalışabilen ve savaşabilen nüfusun, giderek daha çok kişiyi doyurmak ve korumak zorunda kalması demektir. İkinci Dünya Savaşı başında, Fransa'nın silah altına alabileceği nüfus 5 milyon iken, Almanya'nın silah altına alabileceği nüfus 15 milyondu ve bu durum güç dengesini elbette ki etkilemiştir. Ulusal gücü oluşturan maddesel öğelerin sonuncusu ekonomiktir. Doğal kaynaklar ve insangücünün önemine daha 206
önce değindiğimize göre, geriye teknolojik düzey kalıyor. Örneğin Türkiye'nin nüfusunun ancak beşte biri kadar bir nüfusa sahibolduğu halde, İsveç'in uluslararası düzeydeki etkinliğinin çok daha fazla oluşunu, özellikle ulaştığı yüksek teknolojik düzeyle açıklayabiliriz. Kitabın birinci bölümünde de belirtildiği gibi, gerek nüfus, gerekse doğal kaynaklar ve topraklar, ancak teknolojik olanaklarla birlikte ele alındığında sağlıklı bir değerlendirme yapılabilir. Nüfusu daha fazla olduğu, demir ve kömür rezervleri bakımından hemen Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin arkasından geldiği halde, Hindistan'ın ulusal gücünün çok daha gerilerde bulunmasının nedeni teknolojik düzeydir. Son yüzyıl içinde Almanya'nın ağırlığının Fransa'ya oranla artmasının nedeni de, iki ülkenin teknolojik gelişmeleri arasındaki farktadır. Sovyeder Birliği, 1950'li yıllarda nükleer teknolojiye sahip olduktan sonradır ki, Birleşik Amerika'ya rakip duruma gelebilmiştir. Sahibolunan askeri güç de, kuşkusuz ki ulusal gücün belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Ancak askeri gücün oluşumu başka etkenlere bağlıdır. Nüfus ordunun sayısal gücünü, ekonomi ordunun donanım ve eğitim düzeyini, kültürel etkenler ordunun disiplin ve moralini, kurumsal etkenlerse ordunun örgütlenme düzeyini belirler. Askeri gücü küçümsemek nasıl olanaksızsa, askeri gücü ulusal gücün tek ya da en önemli öğesi saymak da aynı ölçüde yanlış olur. Ulusal gücün, silahlı kuvvetlerdeki insan ve silahların sayı ve niteliğinden oluştuğu söylenemez. Hans J . Morgenthau'nun da belirttiği gibi; "Uluslararası politika alanına maksimum maddi güç koyan, koyabilen bir ulus, bütün rakiplerinin de aynı şeyi yapmak; kendisine eşit duruma gelmek, hatta geçmek için çaba sarfetmeye başladıklarını görecektir. Etrafında tek bir dost bulamayacak-, sadece uyrukları ve düşmanları olacaktır. Militarizm yolunu tercih eden ülkelerden hiçbiri, kendi kaba kuvvetinin korkutucu etkisinin diğer uluslarda yol açacağı kombine bir dirence dayanamamıştır. . . Büyük Britanya, kendi üstünlüğü ile diğer ulusların varlıklarını tehdit etmemeye dikkat etmiş, böylece kendi gücüne karşı yönelecek tehditlere ve meydan okumalara sebebiyet vermemeye çalışmıştır." 207
Napolyon Bonapart'ııı ünlü bir sözünü anımsamakta yarar var: "Süngülerle herşey yapılabilir, ama üstüne oturulamaz^' Osmanlı İmparatorluğu yalnız silah gücüne dayanmış olsaydı, eline geçirdiği sayısız ülkeyi yüzyıllar boyunca denetimi altında tutamazdı. Dünyanın en barışçı ülkelerinden birisi olan İsveç'in ulusal gücünü ve uluslararası düzeydeki etkisini kim yadsıyabilir? b) Ulusal Gücün Ü s t Yapısal Öğeleri Ulusal özellikler, bir toplumun güç düzeyinin belirlenmesinde hesaba katılması gereken önemli bir öğedir. Türk cesareti ve savaşçılığı, Amerikalı kişisel girişim ve yaratıcılığı, Rus kavgacılığı ve inatçılığı, Yahudi ticaretteki becerisi ve kurnazlığı, İngiliz soğukkanlılığı ve hesapçılığı, Alman disiplin ve kabalığı ile tanınır. Bu, o toplumun geçmişinin, kültürel etkenlerin bir ürünü sayılabilir. Alman ulusunun özelliklerini gözönüne almayan hiç kimse, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Versailles Antlaşmasının çok ağır koşullarını kabul etmek zorunda kalan Almanya'nın, yirmi yıl sonra dünyanın en büyük askeri gücü olarak yeniden sahneye çıkacağını hesaplayamazdı. Nasıl ki, Türk ulusunu iyi tanımayanlar da, "Hasta Adam"m Birinci Dünya Savaşı'ndaki direncini ve Kurtuluş Savaşıyla birlikte yeniden dirilişini hiç beklememişlerdi. Bazı uluslar savaşçı, bazıları ise barışçı özellikler taşırlar. Birinci türden toplumları yönetenler için, savaşı planlayabilmek oldukça kolaydır. Oysa ikinci gruba giren bir Amerika Birleşik Devletleri'nin, İkinci Dünya Savaşı'na katılabilmesi için çok zaman ve çaba gerekmiştir. Hemen hiçbir umut kalmadığı halde, Alman halkı savaşı Hitler'in intiharına kadar sürdürürken; Amerikan askerinin Vietnam'dan çekilmesi içiıı belki de en büyük baskı gene bizzat Amerikan toplumundan gelmiştir. Rusya'nın tarihi boyunca hep büyük ordular besleyebilmiş olmasını, halktaki devlete itaat geleneğine ve yabancılara duyulan korkuya bağlayanlar çoktur. 208
Daha önce de gördüğümüz gibi; belirli kültürler belirli kişilik türlerini yaratırlar. M . J . Herzkovitz şöyle diyor: "Bir kültür, bir halkın yaşam biçimidir. Toplum ise, belirli bir yaşam biçimini izleyen bireylerden oluşur." Her birey, içinde yaşadığı toplumun kabul ettiği davranış biçimlerini öğrenir ve toplumun beğendiği kişdik türünü benimsemeye yönelir. Kültürel etkenlerin yanısıra, aile yapısı, eğitimle ilgili gelenekler ve disiplin anlayışı da, toplumdaki temel kişilik türünün oluşumunda önemli rol oynarlar. Davıanışlardaki esneklik ya da katılığın, kabul ya da reddetme eğilimlerinin, barışçı ya da kavgacılığın, otoriterlik ya da demokratikliğin kökeninde, toplumsal kurumların etkisi çoktur. "Ulusal moral" de ulusal güç açısından ¿'»nem taşır. Ama ulusal kişiliğin kararlı ve sürekli olmasına karşılık, ulusal moral koşullara bağlı olarak değişir. Örneğin savaştaki haklılığa duyulan inanç, rejime ve ülkeyi yönetenlere duyulan güven gibi, sayısal ortamla yakından dgili olgular, ulusal moralin düzeyini doğrudan etkilerler. Ayııı ulus bir savaşda çok yüksek bir morale sahipken, başka bir savaşda durum tersine dönebilir. İç siyasal yaşamda gerilimi arttırmış, derin anlaşmazlık konuları yaratmış olan hükümetler, dış siyasetlerinin başarısı için yeterli bir halk desteğini sağlayamazlar. Ülkeyi yönetenlerin ya da rejimin, kendisini dışladığı ya da yeterince kollamadığı duygusuna kapılan toplum kesimlerinin varlığı oranında, ulusal güç azalır. Aynı şekilde, kararsız ve tutarsız dış siyasetler de, ulusal moralin ve dolayısıyle de ulusal gücün düşmesine katkıda bulunurlar. Yönetim ile halk arasındaki boşluk dolduğu ölçüde moral yükselir, ulusal güç artar. Halkın her düzeydeki siyasal kararların alınmasına katılımının artması ölçüsünde o kararların halk tarafından benimsenmesi kolaylaşır ve kararları yürütmek durumunda bulunan hükümetler, gerek iç gerekse dış siyasette çok daha güçlü olurlar. Bu, ulusal moral ve dolayısıyle ulusal güç açısından, siyasal rejimin taşıdığı önemi gösterir. Bir ordu ne kadar güçlü olursa olsun, o ordunun zafere ulaşmasında başındaki komutanların rolü ne kadar büyükse, 209
barış zamanında da bir ulusun dış siyasetinin yönetilmesindeki ustalık o ölçüde önemlidir. Başarılı bir dış siyaset, ulusal çıkarlar açısından ulusal gücü en iyi değerlendiren dış siyasettir. İzlenen dış siyaset ile sahip olunan ulusal güç arasında bir denge olmalıdır. Gücünün altında bir dış siyaset izlemek ne kadar yanlışsa, gücünün üzerinde bir dış siyaset de ülkeleri felakete götürebilir. Bir Napolyon, bir Hitier, arkalarına aldıkları ulusal gücün sınırını iyi kestiremedikleri için, durmasını bilememiş ve olanaklarının ötesine geçerek, kazandıkları başarıları başarısızlığa dönüştürmüş, aynı zamanda kendi sonlarını da hazırlamışlardır. Atatürk'ün bu iki tarihsel kişiliğe karşı dış siyaset ve askerlikteki üstünlüğü de, ulusal gücü en iyi biçimde kullanmış olmakla, bu noktada somutlaşır. Halkın bir ülkenin dış siyasetine verdiği ya da esirgediği destek, ulusal gücün düzeyini doğrudan etkiler. Ama ülkeyi yönetenler, yalnızca halkın hoşuna gidecek bir dış siyaset izlemeye özen gösterirlerse, toplumun uzun vadeli çıkarlarından uzaklaşabilirler. Halk çoğunlukla güncel düşünür ve çabuk sonuç ister. 1963 sonlarında Kıbrıs sorunu duyguları yeniden harekete geçirdiğinde, Başbakanlığın önünde "Paşam çizmeni giy" diye bağıran kalabalığa İnönü şöyle yanıt vermişti:: "Benim çizmem yok, ama aklım var\" Oysa, özellikle demokratik olmayan rejimlerde, ülke içinde sorunları çözmekte zayıf kalan yönetimler, zaman zaman dikkatleri dış sorunlara çekerek rahatlamaya çalışırlar. Falkland adasını ele geçirerek kolay yoldan halkın desteğini arkalarına alan Arjantin'in askeri rejim yöneticileri, İngiltere'nin tutumunu iyi hesaplayamadıkları için, başarının başarısızlığa dönüşmesiyle kendilerini tutukevinde bulmuşlardır. Çağımızda, yalnız kendi halkının değil, dünya kamuoyunun desteğinin de bir dış siyasetin başarısında ağırlık kazandığını görüyoruz. Ülkeler askeri güç ve diplomasi kadar propagandaya da önem vermektedirler. Türkiye'nin bu gerçeği kavramasında, Ermeni sorununa karşı çeşitli ülkelerin takındığı 210
tutum büyük rol oynamıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri'nin uyguladığı ambargo kararının ve daha sonra çeşitli yardımlara getirilen kısıtlamaların kaldırılması için, Türkiye gene dışa yönelik bir propoganda çabasına girmek zorunda kalmıştır. İki büyük sistemin temsilcisi olan iki "süper güç"ün (A.B.D. ve S.S.C.B.) dünya ölçüsünde nasıl yaygın bir propoganda yürütmeye çalıştıklarını ve bunun için ne büyük kaynakları harekete geçirmekten kaçınmadıklarını biliyoruz. Büyük devleder bu yoldan etkinliklerini arttırabilmektedirler. Ama bazı durumlarda küçük devletler için de, güçlerinin ötesinde bir uluslararası saygınlığa ve dolayısıyla etkinliğe sahip olma olanağı vardır. Örneğin Kemalist Türkiye, yalnız ulusal bağımsızlık konusunda gösterdiği başarıdan dolayı değil, aynı zamanda içde başarıyla uyguladığı reformlar sonucunda da, gerek geri kalmış gerekse gelişmiş ülkeler kamuoyunda sempati ve destek sağlayabilmiş, bu durum ise ulusal gücün artmasına ayrıca katkıda bulunmuştur. Konuyu kapatmadan önce, ulusal gücün önemli bir öğesini oluşturan milliyetçilik ya da yurtseverlik olgusu üzerinde de durmamız gerekiyor. Küçük grupları oluşturan bireylerin benzer yönlerinin vurgulanmasıyla ortaya çıkan "Biz" duygusuna daha önce değinmiştik. Yurtseverlik ise, hemen her insanda varolan bir içgüdünün yansımasıdır. Her insanın doğal olarak duyduğu doğduğu yere bağldık, ortak koşulların paylaşılmasıyla, zaman içinde bir dayanışma duygusunu da beraberinde getirir. Ortak dil ve inançlar bu dayanışmayı güçlendirir. Ortak koşullar bazı ortak çıkarları da peşinden sürükleyeceği için, "Biz ve Onlar" ayrımı giderek yerleşir. Bu "Biz" duygusu bir zamanlar kabile ile sınırlıydı. Kent devletinde kent, feodal dönemde derebeylik bu sınırı oluşturuyordu. Üretim biçimi değiştikçe, "Biz" duygusunun çapı da genişledi. Ticaret ve sanayiin gelişmesiyle derebeylikler çatladı, ulusal diller ve kültür birliği doğdu, ulusal devlet ortaya çıktı. Artık "Biz" duygusunun yeni sınırı uluslardı. Ulusal devlet, aynı zamanda yüz yüze ilişkilerin, birbirini tanıyanlar arasın211
daki ilişkilerin önemini yitirdiği bir çerçeveydi. Kurumsal ilişkiler içinde kişi kendisini çok daha güçsüz ve yanlız hissediyordu. Dayanışma duygusuna, manevi dayanağa olan gereksinmesi artmıştı. İşte yurtseverliğin milliyetçiliğe dönüşmesi, böyle bir ortamın ürünüdür. Milliyetçilik ideolojisinin zaman zaman farklı toplumsal sınıflar tarafından kullanılması bu gerçeği değiştiremez. Siyasal milliyetçilik, ulusal bağımsızlığı; ekonomik milliyetçilik, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip çıkmayı ve toplum olarak ekonomik olanakları arttırmayı; toplumsal milliyetçilik ise, daha ileri bir düzen için çaba göstermeyi gerektirir. Batı'da feodal düzenden çıkılırken milliyetçiliğe sahip çıkan sınıf burjuvazi olmuştu. Ulusal sınırları kapayıp ekonomik olanakların arttırılmasına çalışmıştı ve bu nedenle de siyasal ve toplumsal milliyetçilikleri de aynı ideoloji içinde bütünleştirmişti. Oysa günümüzün geri kalmış ülkelerinde, yabancı ekonomik güçlerin temsilciliği çok daha kârlı olduğu için durum değişmiştir. Kültür milliyetçiliği dahil, milliyetçi ideolojiye daha çok aydınlar sahip çıkmakta ve koşullara göre, değişik toplum kesimlerinin desteğini almaktadırlar. Milliyetçilik ideolojisini besleyen bir kaynak da, toplumu oluşturan bireylerdeki güçsüzlük, doyumsuzluk, ezilmişlik duygularıdır. Nasıl ki, bir futbol takımıyla kendisini özdeşleştiren kişi, onun başarıları ile bir ölçüde doyum buluyorsa, toplumun çoğunluğu da ulusal güçde böyle bir doyum arar. Bir toplumsal düzen, bireylerdeki güvensizlik ve doyumsuzluğu arttırdığı ölçüde, milliyetçilik duygularının ulusal saldırganlığa dönüşmesini kolaylaştırmış olur. Örneğin Nazizmin kökeninde bu tür süreçlerin yattığını savunanların sayısı oldukça fazladır. 2. U L U S L A R A R A S I
SİYASET
Ulusal güçden sonra, sıra ulusal güçlerin harekete geçtiği ya da dengeler oluşturduğu durumlara geliyor. ' Uluslararası çatışmaları, uluslararası çatışmaların çözümlerini ve dünya siyasal sistemini bu başlık altında kısaca inceleyeceğiz. Dış 212
siyaseti iç siyasetin bir uzantısı olduğunu, uluslararasmdaki gelişmelerin şu ya da bu ölçüde iç siyaseti de mutlaka etkilediğini unutmamak gerekir. â) Uluslararası Ç a t ı ş m a l a r v e
Çözümü $
Bireysel çatışma ve saldırganlıkta olduğu gibi, uluslar arasındaki çatışma ve saldırganlıkların temelinde de biyolojik, psikolojik ve toplumsal nedenler bulunduğu genellikle savunuluyor. Kuyruğu çimdiklenen deney faresi ısırmaya çalışır. Kuşlar ve balıklar kendi alanlarını korumak için savaş verirler. Kimi hayvan sadece yuvasının yakınlarında kavga eder. Hemen tüm hayvanlar, bir besini ya da dişiyi paylaşmak söz konusu olduğunda saldırganlaşırlar. Kavgalarda kolay elde edilen başarılar ise, saldırganlığı alışkanlık haline getirir. Aynı yerde yaşamak durumunda olan hayvanlarda altüst ilişkisi belirginleşince saldırganlık azalır. Örneğin aynı kümese konulan iki tavuk hemen kavga ederler ve biri kazanır, ötekisi kaybeder. İkinci kavgada, birincisinde yenik düşen daha çabuk peseder. Bir süre sonra da, birisinin ötekisinin üzerine yürümesi ve ötekisinin de kaçması alışkanlığa dönüşür. Burada oluşan alt-üst ilişkisi sürekli ve kararlıdır. İki taraf da ortaya çıkan gerçeği kabullenir. Benzeyenler arasında dayanışma, farklı olanlara karşı saldırganlık eğilimi hemen tüm hayvan türlerinde vardır. Bu ve diğer örneklerin benzerlerine, insanlar arasında olduğu gibi, toplumlar arasında da rastlayabiliriz. Öyleyse, uluslararasmdaki çatışmaların kökeninde, bazı biyolojik ve psikolojik nedenlerin de bulunduğu öne sürülebilir. Ama insanoğlunun yalnızca içgüdüleri ile değil, aynı zamanda duyguları ve mantığıyla hareket eden bir varlık olması sonuçda ciddi farklılıklar yaratabilmektedir. Örneğin iki tavuk arasındaki güç farkı taraflarca iyice anlaşıldıktan sonra çatışmalar sona erer. Oysa insanoğlunun aşağılanmak yerine ölmeyi tercih edeceği durumlar bulunabilir. R a y m o n d Aron'un dediği gibi; "Efendi ve 213
köle ilişkisi hiçbir zaman sürekli ve kararlı olamaz". Köle, güçsüzlüğünü ve bir anlamda çaresizliğini bile bile isyan edebilir. Savaşlar genellikle, uluslararasmdaki çatışma konularının barışçı yollardan çözülememesinin. ürünü olarak ortaya çıkarlar. İlkel toplumlar üzerinde yapılan gözlemler, dört temel çatışma nedeninin varlığını saptıyor: Bazıları yalnızca kendilerini savunmak, kendilerine yönelik haksız bir isteği kabul etmemek nedeniyle savaşa girmek zorunda kalmaktadırlar. Bazıları yeni topraklar, kadınlar, köleler elde etmek için saldırmaktadırlar. Bazılarının amacı ise, belirli siyasal ya da ekonomik hedeflere ulaşmak değil, intikam almak, hatta kendilerinin dışında olanları öldürüp onları dinsel törenlerinde kullanmak olabilmektedir. Eğer bir toplumda belirli bir yöneticiasker sınıfı ortaya çıkmışsa, o sınıfın kendisi de, yayılmacı nitelikli ıejimi ve dolayısıyla kendi konumunu koruyabilmek için savaşlara kaynaklık edebilmektedir. Çağdaş toplumlarda, yukardakilerin uzantısı sayabileceğimiz durumlara rastlayabiliyoruz. Kimi savaşlar savunma nedeniyle, kimisi siyasal-ekonomik nedenlerden, kimisi toplumsal nedenlerden, kimisi de askerci-seçkinci eğilimlerden dolayı patlak verebiliyor. Nasıl ki bireyler arasındaki çelişkileri ve sürtüşmeleri tümden yoketmek olanaksızsa, insan grupları arasındaki çatışma konularını da tamamen ortadan kaldırmak olanaksız görünüyor. Toplumlardaki iç çatışmaların barışçı yollardan çözümünü zorunlu kılan bir baskı gücüne karşın, gene de zaman zaman şiddete başvurulmaktadır. Oysa uluslararasmdaki sorunların savaşa başvurulmadan çözümünü zorunlu kılacak bir polis ya da jandarma gücü yoktur. Savaş, toplumlararası anlaşmazlıkların çözümündeki en önemli araç niteliğini tarih boyunca korudu. Ancak genel olarak teknolojideki ve özel olarak da savaş teknolojisindeki gelişmeler, geçen yüzyıldan başlayarak savaşı giderek daha az başvurulması gereken bir yol durumuna soktu. Çünkü savaşların doğurduğu zararlar, kazanan taraf için bile çok yüksek boyutlara vardı. Toplumlar arasındaki çözümleri savaş yoluyla çözmenin fiyatı çok fazla yükseldi. Uluslar askeri güçlerini savaş 214
yapmak için değil, karşı tarafı savaştan caydırmak için geliştirmeye başladılar. Eskiden zaman, yer ve güç bakımından "sınırlı savaşlar" söz konusuydu. İki ordu karşı karşıya geliyor ve belirli bir süre sonra yenen ve yenilen belli oluyordu. Cephenin gerisindekiler, savaşın etkisini bazen dolaylı olarak duyuyor, bazı durumlarda ise hiç duymuyorlardı. Oysa teknolojideki gelişmeler, "savaş alanı" kavramını ortadan kaldırmış gibidir. Artık savaşan ülkelerin tüm toprakları, asker olsun olmasın tüm insanları ve askeri olsun olmasın tüm olanakları savaşın kapsamı içerisine girebilmektedir. Birinci Dünya Savaşı bu açıdan bir şok etkisi yapmıştır. Savaşın neden olduğu insan ve servet kayıplarının boyutları, uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde barışçı yolların araştırılmasını zorunlu kılmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde yapılan anlaşmaların önemli bir bölümüne "savaşa başvurulmayacağı" yolunda hükümler konulması alışkanlık haline gelmiştir. Ama tüm bu anlaşmalar ve "saldırmazlık paktları", ikinci bir Dünya Savaşının daha yaşanmasını önleyememiştir. İki genel savaş yaşandıktan sonra, bir bölgesel ve hatta sınırlı savaşlar dönemine girdiğimizi söyleyebiliriz. Savaş teknolojisindeki gelişmelerle birlikte, bloklar aracılığıyla uluslararası düzeyde oluşmuş bulunan güç dengelerinin de, savaşların bölgesel ve sınırlı bir düzeyde kalmasını zorunlu kıldığı gözlemleniyor. A.B.D. ve Sovyetler Birliği gibi iki "Süper Devlet"in doğrudan ya da dolaylı olarak katıldıkları savaşlarda bile, taraflar belirli bir sınırı aşmamaya özen gösteriyorlar. Sınır sadece nükleer silahlara başvurmamak konusunda değil, özellikle savaş alanı ve izlenen hedefler konusunda da önemle korunuyor. Çünkü sınırların aşılması durumunda ortaya çıkabilecek olan bir tırmanmanın getirebileceği sonuçlar üzerinde hiç kimsenin güvencesi bulunmamaktadır. Bölgesel savaşların çağımızdaki en yaygın biçimi olarak, sömürgeci ülkelere karşı yürütülen ulusal kurtuluş mücadelelerini gösterebiliriz. (Ama bölgesel savaşların tek nedeni ulu215
sal kurtuluş mücadeleleri değildir.) Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, Türkiye'nin Kıbrıs'da giriştiği Barış Harekâtı, İranIrak Savaşı, Arap-İsrail Savaşları, Folkland Savaşı, A.B.D.Libya çatışması ve benzeri örnekler, son otuz beş yıl içinde dünyanın ne kadar çok bölgesel savaşa tanık olduğunu hatırlatıyor. Oysa Birleşmiş Milletler Andlaşmasmm saldırgan tarafa karşı öngördüğü mekanizma yalnızca bir kez, 1950 yılında patlak veren Kore Savaşı sırasında işletilebildi. İleri teknolojiye dayalı silahların gelişmesi ve bunlara sahibolmanm önemli ekonomik kaynakları zorunlu kılması ile birlikte, "gerilla savaşları" da çağımızda giderek yaygınlaştı. Güçlü ekonomilere ve modern savaş güçlerine sahip devleder karşısında, bu olanaklara yeterince sahip bulunmayan toplumlar, çete savaşları yolunu tercih ettiler. Napolyon'un ordularına karşı önce İspanyol halkının, sonra da Rusların başvurduğu bu yolun, belirli ortamlarda çok etkili olduğu zamanla daha iyi anlaşddı. Ondokuzuncu yüzyılda milliyetçdik akımlarıyla birlikte gelişen çete savaşları, yirminci yüzyılda en beklenmedik ve çarpıcı sonuçlarını verdi. Yüzyılın en büyük ekonomik ve askeri gücüne sahip olan A.B.D., küçük ve geri kalmış bir toplumun çete savaşlarına dayalı direnci karşısında Vietnam'ı terketmek ve bir anlamda yenilgiyi kabullenmek zorunda kaldı. Halkın içinde "sudaki balık" kadar rahat olan, nerede ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan "vur-kaç"lardan sonra sıradan birisi gibi günlük yaşamını sürdüren çeteciler karşısında, işgalci devletlerin modern orduları aciz duruma düşebilmektedirler. Ama başarı halkın çetecileri benimseme düzeyine ve bir ölçüde de, coğrafi koşullara bağlı bulunmaktadır. Silah/ı çatışma ile barışçı çözümler arasında, uluslararası anlaşmazlıklar nedeniyle başvurulan başka yollar da vardır. Bunlar, doğrudan ya da dolaylı baskı yolları olarak nitelendirilebilirler. Bir ülkeden yapılan dışalımı kısıtlamak, o ülkenin mallarına yüksek gümrük tarifeleri uygulamak, o ülkenin çok gereksinme duyduğu bazı hammadde ya da sanayi ürünlerini satmamak, günümüzde çok uygulanan yöntemlerdir. Kıbrıs Barış Harekâtından sonra A.B.D.'nin Türkiye'ye uyguladığı 216
silah ambargosu, 12 Eylül döneminde Batı Avrupa'nın Türkiye'ye uyguladığı siyasal ve bir ölçüde de ekonomik içerikli ambargolar hatırlardadır. Arap ülkeleri başta olmak üzere, çok sayıda ülkenin İsrail ile siyasal ve ekonomik ilişkileri yıllardır kesilmiş ya da en aza indirilmiş durumdadır. Irkçı Güney Afrika Cumhuriyeti'ni bazı önemli ödünler vermeye iten nedenlerin başında, bu tür dolaylı dış baskılar yer almaktadır. Türkiye'nin, Bugaristan Türklerine uygulanan baskıları hafifletmek amacıyla uluslararası kuruluş ve toplantılarda gösterdiği çaba da, bir ölçüde bu çerçevede yer alabilir. Uluslararasındaki sorunların silahlı çatışmaya dönüşmeden çözümü yolunda, her blok kendi içinde özel bir çaba gösterir ve çeşidi dolaylı baskı yollarını kullanır. Süper Devletlerin kendi etki alanlarındaki ülkeler üzerinde kullanabilecekleri çeşidi baskı olanaklarının bulunduğunu biliyoruz. Hatta buna, belirli koşullarda o ülkedeki yönetimi değiştirecek süreçleri harekete geçirmeyi de dahil edebiliriz. Bir Türk-Yunan sürtüşmesinin sıcak çatışmaya dönüşmesini engelleyen en önemli nedenler arasında, her iki ülkenin de N A T O üyesi olması ve Batı bloku içinde yer alması gösterilebilir. Çağımızda savaşların, yenen taraf üzerinde bile ciddi olumsuz etkileri olduğunu gözönüne alırsak, silahlı çatışmaya girişmeden önce barışçı birçok yöntemin denenmesi doğal karşılanmalıdır. İki tarafın doğrudan ya da dolaylı yollardan görüşmeleri, iki tarafa da dost olan üçüncü ülkelerin iyi niyetli girişimleri, bu girişimlerin arabuluculuğa kadar uzanması sık rastlanan olaylardır. Hatta -Kıbrıs örneğinde olduğu gibi— önemli uluslararası sorunlarda, bizzat Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin bu görevi üstlendiği durumlar da vardır. Uluslararası uyuşmazlıkların barışçı yöntemlerle çözümünün en son aşamasını ise hukuki yollar oluşturur. Bunlar da hakemlik ve yargı yolu olarak ikiye ayrıhr. Orta Çağ'da Papaların ve Roma İmparatorlarının zaman zaman kendi etki alanlarındaki devletler arasında hakemlik yaptıklarını biliyoruz. Çağımızda hakemlik görevini yüklenecek olanlar, iki tarafın da rızasıyla belli olur ve sorun şu ya da 217
bu biçimde çözlünce, hakemlerin de görevi sona erer. Oysa yargı yolunda, sürekli yargıçlar ve mahkemeler söz konusudur. Ama her iki durumda da, hakeme ya da yargı yoluna gitmek, ancak taraflaım rızasıyla olanaklıdır. Önce Milleder Cemiyeti'nin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Birleşmiş Milletler'in kuruluş nedenlerinin başında, kuşkusuz ki uluslararası sorunların savaşa dönüşmeden çözümünü bulmak isteği geliyordu. 1946 ydma kadar Uluslararası Sürekli Adalet Divanı vardı. Onun bir uzatışı olarak ortaya çıkan Uluslararası Adalet Divanı ise, Birleşmiş Milletler'in en önemli altı organından birisi clarak kuruldu. Bugün ancak elli kadar devlet, Uluslararası Adalet Divanı'nm zorunlu yargısını kabul etmiş durumdadır. Türkiye de, 1986 yılında, Divanın zorunlu yargı yetkisini şardı clarak kabul eden devleder arasında ycı almıştır. b) Dünya Siyasal S i s t e m i Dünyanın değişmeyen bir siyasal sisteme sahip bulunduğunu elbette ki kimse söyleyemez. Geçmişde, tek bir devletin, karşısında denge oluşturulamayacak kadar büyük bir güç kazandığı dönemler olmuştur. Kendi coğrafi çerçevelerinde ele alınırsa, Cengiz Han İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri, yükseliş dönemlerinde böyle bir sistemin odağını oluşturmuşlardır. Ondokuzuncu yüzyd Avrupa'sında ise artık diğerlerinden çok üstün bir güç söz konusu değildi. Güçleri birbirine yakın durumdaki devletler arasındaki ilişkiler, çok daha farklı bir sistem oluşturuyordu. Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında durum değişti. İki kutuplu güçler dengesine dayalı bir dünya sistemi ortaya çıktı. Bir yanda A.B.D. ve kapitalist ülkeler, öte yanda Sovyeder Birliği ve komünist rejimler yer alıyordu. Ayrıca her iki "Süper Güç" de, kendi etki alanlarına sahiptiler. Karşı bloktaki ülkeler arasında ekonomik, kültürel ve hatta siyasal ilişkiler son derecede sınırlıydı. Bu sınırlamalar turistik gezilere kadar uzanıyordu. Birbirine kapalı, birbirini düşman büen ittifaklar, o zamanki yaygın deyimiyle bir "Soğuk Savaş" yaşıyorlardı. 218
1950'lerdetv başlayarak dünya iki kutuplu bir sistemden çok kutuplu bir steme geçmiştir. Bir yanda Çin büyük bir güç olarak ortaya çıkarken, öte yanda da sayıları her geçen gün artan "bağlantısız" ülkelerin biraraya gelmesiyle " Üçüncü Dünya" oluşmuştur. Siyasal bağımsızlıklarını çoğunlukla yeni ele geçiren ve aynı zamanda da geri kalmışlık sınırları içinde bulunan bu ülkeler, biraraya gelerek kazandıkları siyasal ağırlıkla iki blokun etkilerinden uzak kalmaya çalışmışlardır. Dünya ikili bir' kutuplaşmadan uzaklaşırken, "Soğuk Savacın yerini de "Yumuşama" almıştır. Bloklar arasındaki ilişkiler artmış, bloklar içi dayanışma eski katılığını yitirmiştir. Ekonomik ve kültürel alanlarda bir açılma dönemine girilmiştir. Bu durumun, dünya çapındaki gerginliklerin azalması ve uluslararası düzeydeki sorunların barışçı yollardan çözülmesine daha uygun bir ortam yarattığı söylenebilir. Ama "Süper Güç"ler gerçeği henüz ortadan kalkmaktan çok uzaktır. Nükleer silahlara sahip bulunan ülkelerin sayısının artmasıyla birlikte, bazılarının deyimiyle bir "dehşet dengesi" oluşmuştur. Nükleer silahlar, kullanılmaktan çok, karşı tarafın kullanmasını engelleyen bir caydırıcı güç işlevini yüklenmiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana giderek artan sayıda uluslararası kuruluş da uluslararası ilişkileri etkilemektedir. Önce Milleder Cemiyeti, sonra da Birleşmiş Millederin uzantısı olarak ortaya çıkan örgütler, bugünkü dünya siyasal sisteminin bir öğesi durumundadırlar. Ulusal bağımsızlık örgütleri ile çokuluslu şirketier de, gene çağımız koşullarının bir ürünü olarak dünya siyaset sahnesindeki yerlerini almışlardır. Topraklarını işgalden kurtarmak için bağımsızlık mücadelesi veren halkları temsil eden örgütler, bir yandan diplomatik temsil olanaklarına sahip olurken, öte yandan da bölgesel güç dengelerinde önemli roller oynayabilmektedirler. Filistin Kurtuluş Örgütü, bu konudaki en ünlü örnektir. Çokuluslu şirketler ise, kendi ekonomik çıkarları için, bazı durumlarda güçlü devletleri etkileyebilecek olanaklara sahip bulunmaktadırlar. Büyük devletlerin gizli örgüderini de kul219
lanarak, özellikle geri kalmış ülkelerde, yönetimlerin değişmesine ve hatta rejimlerin devrilmesine önemli katkılar yapabilmektedirler. Dünya siyasal sisteminin anlaşılması açısından önem taşıiyan bir olguyu da emperyalizm oluşturuyor. Emperyalizm $özcük olarak, fransızcadaki "empire" yani imparatorlukdan kaynaklanır. İmparatorluk kurma ve sürdürme siyasetini, bir '^anlamda, da ideolojisini içeren bir kavramdır. Çağımıza gelinceye kadar hemen sadece askeri fetihlere dayalı olan emperyalizm, günümüzde ekonomik ve kültürel egemenlik yolunu seçmişe benziyor. Bazılarınca "yeni sömürgecilik" olarak da nitelendirilen ilişkiler içinde, geri kalmış ülkelerin önemli bir bölümü bazı gelişmiş ülkelere bağımlı duruma geldiler. Ekonomileri neredeyse tümüyle A.B.D.'ne yaptıkları dışsatıma dayanan Orta Amerika ülkelerinin içinde bulundukları ortam, bu konuda iyi bir örnek oluşturuyor. Dışardan alınan teknolojinin ve yabancı yatırımların yalnız tek bir ülkeden kaynaklanmasının sakıncaları ortadadır. Özellikle önemli hammadde kaynaklarına sahip bulunan geri kalmış ülkeler, emperyalist güçlerin doğal olarak ilgisini çekerler. Kültürel emperyalizm ise, kitle iletişim araçlarının etkisinin başdöndürücü bir hızla arttığı günümüzde giderek daha çok önem ve yaygınlık kazanmaktadır. H a n s J . Morgenthau, bu önemi şu satırlarla özediyor: "Eğer A devleti kendi kültürünü ve asıl önemlisi, kendi siyasal ideolojisini -bütün somut emperyalist hedefleriyle birlikte- B devletinin iç ve dış siyasetini kararlaştırma durumunda bulunan insanlara benimsetmiş; B devletini yönetenlerin düşünce ve kafalarını fethetmişse, askeri fütuhatla veya ekonomik yollarla ülke üzerinde denetim kurmak isteyenlerin hepsinden çok daha istikrarlı ve çok daha tam bir üstünlük ve zafer elde etmiş olur. Bu tür emperyalizm yolunu seçen A devletinin amacına ulaşmak için askeri kuvvet kullanma tehdidinde bulunmaya, askeri kuvvet kullanmaya veya ekonomik baskıda bulunmaya ihtiyacı yoktur."
220
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Aron. R a y m o n d ; Paix et Guerre Entre Les Nations, CalmannLevy, Paris, 1962. Jean-Claude, Filloux; La Personnalité, P.U.F., Paris,
1965.
Jean. G o t t m a n n : La Politique des Etats et Leur Geographie, Armand Collin, Paris, 1952. Gönlübol. M e h m e t ; Ankara, 1978.
Uluslararası Politika,
S.B.F. Yayınları,
Köni. H a s a n : Genel Sistem Kuramı ve Uluslararası Örgütlerde Karar Verme, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Ankara, 1982. Miroglio, Abel: Psychologie des Peuples, P.U.F., Paris, 1962. Morgenthau, H a n s J.; Uluslararası Politika (2 cilt), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970. Oran, Baskın; Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, S.B.F. Yayınları, Ankara, 1977. Waltz, Kenneth - Quester, George H. ; Uluslararası ilişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi, S.B.F. Yayınları, Ankara, 1982.
221
/
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SİYASAL GÜÇLER BtRİNCİ KISIM: SİYASAL PARTİLER 1. Partilerin Yapısı 2. Parti Sistemleri 3. Partilerin İşlevleri İKİNCİ KISIM : BASKI GRUPLARI 1. Baskı Gruplarının Genel Çerçevesi 2. Siyasal Amaçla Örgütlenmemiş Güç Odakları ÜÇÜNCÜ KISIM : SEÇKİNLER 1. Seçkinci Kuramlar 2. Geri Kalmış Ülkelerde Seçkinler
•a
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SİYASAL GÜÇLER Siyasal çatışma olarak nitelendirdiğimiz süreç, kişder arasında olduğu kadar, hatta ondan da öte örgütler arasında ger-..' çeklik kazanır. Bu örgütlerin başında ise, siyasal partiler ve baskı grupları gelirler. Birincisi siyasal iktidarı ele geçirmek, ikincisi siyasal iktidarı etkilemek amacına yönelik örgüderdir. Bir ülkede siyasal partiler sisteminin ve partilerin yapısının, o ülkedeki siyasal rejimi değerlendirmenin en sağlam araçları olduğu görüşü siyaset bilimcderi arasında yaygındır. Biz bu bölümde, siyasal amaçla örgüdenmemiş oldukları halde, siyasal yaşamda belirli bir ağırlık taşıyan kamusal güçlerden ve seçkinlerden de ayrı başlıklar altında sözedeceğiz.
225
BİRİNCİ KISIM SİYASAL PARTİLER Siyasal partiler, bir program çerçevesinde siyasal kararları etkilemek ve bu amaçla siyasal iktidarı ele geçirmek üzere örgütlenmiş kuruluşlardır. Yapısal farklılıkları, aynı zamanda toplumsal tabanlarının ve dolayısıyle de ideolojderinin farklılığını yansıtır. Siyasal parti sistemleri ise, rejimlerin gerçek yüzlerinin anlaşılmasında, çok kez anayasalar kadar önem taşır. Siyasal partder, demokratik olsun olmasın, tüm çağdaş siyasal rejimlerin işlemesinde çok önemli görevler üstlenirler. 1. P A R T İ L E R İ N YAPISI Partilerin yapılarını incelerken, önce örgütienme modellerini tanımakta yarar var. Yönetiçi kadroların oluşumu ve etkileri ile ilgili süreçler, yalnızca partilerin değd, aynı zamanda siyasal rejimlerin anlaşdmaları açısından da önem taşıyor. a) Partilerin Örgütleri Farklı siyasal eğdimlerin temsdcisi olarak, siyasal partiler kaba çizgüeriyle Eski Yunan'da da vardı. Ama çağdaş anlamda siyasal partiler, ilk kez Batı Avrupa'da 19. yüzyılda seçimlerle birlikte doğdu ve oy hakkının genişlemesiyle de gelişti Aristokrasi (topraksoylular) de burjuvazi (kentsoylular) arasındaki mücadele sırasında, adayları desteklemek ve destekle^ nen adayın seçim masraflarını karşılamak üzere yerel komiteler oluştu. Aynı toplumsal sınıfın çıkarlarını ve dolayısıyle 227
dünya görüşünü savunan adaylar arasında Meclislerde giderek gruplaşmalar başladı. Yerel komiteler arasındaki bağlantının kurulmasıyla da ilk siyasal partiler doğmuş oldu. Bu ilk partderi ve onların uzantdarmı, yapısal olarak "kadro partileri" diye adlandırabiliriz. Bu partder genellikle ekonomik bakımdan güçlü toplum kesimlerinin temsilcisidirl e r . Bu nedenle de, az sayıda, ama ekonomik bakımdan güçlü üyelere sahiptirler. Zaten, henüz "genel oy" hakkının tanınmadığı, ancak belirli bir gelir düzeyine sahip olanların, dolayısıyle ancak belirli bir düzeyde vergi verenlerin oy verebildikleri bir dönemde doğmuşlardır. Kadro partilerinde asıl ağırlık meclis gruplarında bulunur. Parti disiplini ve dolayısıyle genel merkez otoritesi zayıftır. Partinin etkinlikleri hemen yalnız seçimle sınırlıdır. Bunlar genellikle tutucu, düzenden yana partiler olmakla birlikte, ideolojiye verilen önem azdır. İşçi sınıfının mücadelesi sonucu oy hakkının yaygınlaştırılmasıyla birlikte ortaya çıkan farklı yapıdaki partiler de genellikle "kitle partileri" ya da "yığın partileri" olarak adlandırılır. Bu partderin toplumsal tabanlarını daha çok ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimleri oluşturduğu için, masrafların karşılanabilmesi, çok sayıda üyenin ödentderinin bir araya gelmesini gerektirmiştir. (İngiliz İşçi Partisi'ni, başta I sendikalar olmak üzere çeşitli örgütler bir araya gelerek oluşturdu ve onların üyeleri de partinin üyeleri sayıldı). Çok sayıda üyeye dayalı bir örgütün bürokratik bir yapıya sahip olması ve belirli bir merkez otoritesinin doğması kaçınılmazdı. Üstelik ekonomik bakımdan güçsüz olan üyeler, aynı zamanda yeterli bir eğitim düzeyinden yoksun bulunduklaıı için, kitle partilerinin bir çeşit gece okulu işlevini yerine getirmeleri, üyelerini siyasal açıdan eğitmeleri gerekiyordu. Kadro partilerinin temel örgüt biriminin "komite"ler olmasına karşdık, kitle partileri "oca/:'lar a dayanır. Komitelerin sayısı az, ama en küçük yerleşim birimlerine kadar yayılan ocakların sayısı çoktur. Böylesine, mahade ve köylere kadar 228
uzanan bir örgütlenme, çok sayıda üyeye dayanma zorunluğunun bir sonucu sayılabilir. Kitle partilerinin etkinlikleri daha sürekli ve yaygındır. Üyelerin parti ile bağlantıları genellikle daha sıkıdır. Parti genel merkezi ile meclis grubu arasında bir denge vardır. Ama genel merkezin örgüt üzerindeki otoritesinin yanısıra, meclisteki parti grubu içinde de sıkı bir "oy disiplini" bulunur. J Büyük çoğunlukla kabul edilen kadro partisi-kitle partisi sınıflandırması, M a u r i c e Duverger'nin artık klasikleşmiş sayılan ünlü "Siyasal Partiler" araştırmasına dayanıyor. Ama Duverger'nin kendisi de, komünist ve faşist partileri, "Müminler Partisi" (iman Edenler Partisi) ya da "Totaliter Parti" olarak bir üçüncü gruba ayırıp ayırmamak konusunda başlangıçta bir tereddüt geçirdiğini söylemektedir. Sonunda kendisi, bunların da kitle partisi sayılmaları gerektiği sonucuna varmıştır. Biz, buna karşın, söz konusu partilerle, demokrasiyle yönetilmeyen geri kalmış ülkeerdeki partilerin çoğunun "Otoriter Parti" kavramı altında ayrı bir grup oluşturmaları gerektiğini düşünüyoruz. Halkçı ve sosyal-demokrat ya da sosyalist nitelikli kitle partileri, üyelerinden düzenli bir ilgi beklerler. Oysa komünist ve faşist partilerin üyelerinin partilerine bağlılıkları, dindarların dinlerine bağlılıklarına benzetilebilir. Kide partileri bireylerin yaşamının ancak bir bölümünü etkilemeye çalışırken, komünist ve faşist partiler açısından, özel yaşamın tümü etki alanı içine girmektedir. Böylesine totaliter bir ideolojiden harekede ortaya çıkan yapı ise, ister istemez otoriter olacaktııv Geri kalmış ülkelerde yaygın olarak rasdanılan otoriter yapılı partilerin, totaliter bir ideolojiden çok toplumsal yapının bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Aydınlanmış küçük bir azınlığa karşılık büyük çoğunluğun yoksulluğu ve eğitimsizliği, toplumsal adaletsizliğin yarattığı uçurumlar, aile yapısının otoriterliği, demokratik kurum ve geleneklerin yokluğu gibi nedenlerin oluşturduğu bir o r t a ' i d a n , herhalde demokratik yapılı siyasal partiler çıkamazdı. 229
Çoğulcu demokratik rejimlerde de, faşist ve özellikle komünist partilere zaman zaman rastlanmakla birlikte, totaliter partilerin yapısal özelliklerini "Tek Parti" başlığı altında inceleyeceğiz. Ama kitle partileriyle totaliter partiler arasındaki yapısal farklılıkların ideolojiden kaynaklandığını söylemenin de yeterli olmadığını hemen belirtmek gerekir. Çünkü ideolojilerin etkisi, onları benimsemiş olan toplumsal tabana bağlıdır. Öyleyse, toplumsal tabanın gereksinmeleıinin ideolojiye, ideolojinin de partinin yapısına yansıdığını söyleyfebiliriz. Aıistokrasi ve burjuvazinin oluşturduğu toplumsal tabanlar, tutucu ve liberal ideolojilerle kadro partilerini yarattılar. Halk kitlelerinin sorunlarına barışçı çözüm umutlarını korudukları ortamlarda ılımlı bir sosyalizm ve kitle partileri gelişti. Yalnızca işçi sınıfına ve işçi sınıfının da en militan kesimine dayanmak komünist partileri doğurdu. Faşist partiler ise, büyük topumsal-ekonomik bunalım dönemlerinde paniğe kapı(lan burjuvazi ve orta sınıfların omuzları üzerinde yükseldiler. İskandinav ülkeleri gibi, partilerin işçi sendikaları ve kooperatiflerle yakın bir dayanışma içinde olmalarına olanak veren sistemlerde güçlü sosyal-demokrat partiler oluştu; Çalışan toplum kesimlerinin yakın gelecekteki sorunları, ideolojinin uzun vadeli hedeflerinin önüne geçti. Tersi durumlarda ise, sol partiler daha katı ve doktriner bir görünüm kazanddar. Birinci durumda siyasal çatışma yumuşarken, ikinci d u r u m d a siyasal Ç a t ı ş m a ser deşti. Oy hakkının genelleşmesiyle birlikte kitle partilerinin rekabeti karşısında kalan kadro partileri, seçkin bir azınlığın partisi olmaktan çıkmaya çalıştılar. Kapılarını açıp, üye sayılarını çoğaltmaya çaba gösterdiler. Ama ne partinin ekonomik gücü, ne üyelerinin eğitim düzeyi, ne de ideolojisi çok sayıda üyeyi zorunlu kıldığı için, yapıdaki değişme çok sınırlı kaldı. Örneğin A.B.D.'nin kendine özgü ortamında gerçek anlamda kiüe partileri ortaya çıkmadığı gibi, partiler de özellikle önseçimi düzenleyen örgütler olmaktan öteye gidemediler. Buna karşılık İngiltere'de Muhafazakâr Parti, işçi Partisi'nin rekabetinin yarattığı ortama hızla uyum sağladı. Meclis grubunda 230
"oy disiplini"ni kurarak, A.B.D.'ndeki kadro partilerinden çok farklı bir görünüm kazandı. Kuşkusuz ki, partilerin yapısal özellikleri açısından en önemli öge, üye sayıları değildir. Üyelerin niteliği, partiye kabul ediliş biçimi, yaptıkları katkı çok daha önem taşır. Üyelerin niteliğine en önem veren partiler totaliter partilerdir. Ama kide partileri de, ideolojiye verdikleri önem nedeniyle, her isteyene kapılarını açmazlar. Partinin genel doğrultusundan sapan üyelerini de içlerinde taşımak istemezler. Asıl büyük farklılık ise, üyelerin partiye olan katkısı konusunda ortaya çıkar. Kadro partilerinin üyeleri sadece seçimlerle ve seçtiklerinin Mecliste yaptıklarıyla ilgilidir. Kitle partilerinin üyeleri, buna ek olarak siyasal bir eğitimden geçer, yeni siyasal seçkinler oluşturmaya çalışır, çeşidi toplumsal etkinliklere katdır, meslek kuruluşlarında partinin ideolojisini savunurlar. En önemlisi de, düzenli biçimde, kendi gelir düzeylerine göre önemli sayılabdecek bir ödenti verirler. Çünkü partinin dayandığı toplumsal taban, kadro partilerindeki gibi ekonomik bakımdan güçlü değüdir. Komünist ve faşist partderin üyeleri eylemci olmak zorundadırlar. Komünisderde bu eylemler, gerektiğinde yasal olmayan etkinliklere kadar uzanırken, faşistlerde öncelikle zor kuüanmayı da içerir. Toplumsal huzursuzlukların ürünü olan kitle hareketlerini zor kullanarak bastırıp dağıtmak, faşist parti örgüderiııin görevidir. Aynı partide yer alan üyelerin tümünün aynı düzeyde katkıda bulunması elbette ki beklenemez. Hatta Batılı bazı sosyalist partilerde, üye ödentileri bde üyenin gelir düzeyine bağlanmıştır. Ama tüm partilerde, asıl farkldık etkin olanlarla olmayanlar arasında ortaya çıkar. Bir siyasal partinin siyasal yaşamdaki ağırlığını değerlendirebilmek, yalnızca aldığı oya dayanarak yapılamaz. Örneğin büyük sermaye çevrelerini temsil eden ya da en büyük işçi kuruluşuna dayanan bir parti, seçimlerde aldığı oyun oldukça üzerinde bir ağırlığa sahip demektir. Aynı şekilde, parti örgütünün etkinliği açısından salt üye sayısını bilmek de bir anlam ifade etmeyebilir. Ödentisini 231
bile vermeyen, Türkiye'de son ydlarda görüldüğü gibi, delege seçimlerinde ağırlık taşıyabilmek amacıyla zorla kaydettirilmiş üyelerin sayısal çokluğunun sosyolojik bir önemi yoktur. Üyelerin parti etkinliklerine katılma oranları yükseldikçe, üyeler arasındaki "militan"ların oranı arttıkça, partinin de siyasal güçler dengesindeki ağırlığı artar. b) Partilerin Yöneticileri Siyasal partilerin temel gücünü, dayandıkları toplum kesimlerinin oluşturduğu söylenebilir. O toplumsal tabanın sorunları ve o sorunların sonucu olan gereksinmelerinin, partinin programına ve uygulamalarına yansıması gerekir. Tabanın eğilimlerine ters düşen bir önderin ya da yöneticiler grubunun, kişisel güçleri ne olursa olsun, partinin başındaki konumlarını koruyabilmeleri zordur. Örneğin İsmet İnönü'nün tarihsel kişiliği ve tartışılmaz önderliği bile, benzer bir durumda O ' n u n CHP'nin başından uzaklaşmak zorunda kalmasını önleyememiştir. Böyle bir değerlendirmeden hareket ettiğimiz zaman, siyasal partilerin incelenmesinde önderlerin ve onların etrafındaki yöneticiler grubunun, partinin toplumsal tabanı ye programr kadar önem taşımadığı sonucuna varılabilir. Oysa bunun tersini savunan ciddi bazı araştırma ve görüşlerin bulunduğunu da biliyoruz. Roberto Michels'in daha Birinci Dünya Savaşr'ndan önce ileri sürdüğü bu yöndeki görüşlerin, günümüzde bile önemini koruması ilginç ve anlamlıdır. Jean-Jacques R o u s s e a u , ünlü "Toplumsal Sözleşme" sinde şöyle diyordu : "Büyük çoğunluğun yöneten ve küçük bir azınlığın da yönetilen olması doğal düzene karşıdır. Bu anlamda bir demokrasi hiçbir zaman varolmadığı gibi, hiçbir zaman da varolmayacaktır." "Bu sözler belki de Michels'in hareket noktasını oluşturmuştur. Michels'e göre, kitleler genellikle hareketsiz ve edilgendir. Bu nedenle de, işlerin yürüyebilmesi için bazrlarrmn ipleri eline alması kaçınılmazdır. Başlangıçda kendiliğinden ortaya çıkan ve geçici gibi görünen bu "şefler", giderek kalıcı ve hatta "yerlerinden oynatılamaz" olurlar. Her örgütlenme, eninde sonunda 232
mutlaka bir oligarşi yaratır. Parti ne kadar halka dayanmış olursa olsun, ne ölçüde demokratik bir tabana sahip bulunursa bulunsun, bu gerçek değişmez. Parti büyüdükçe, üyeleriyle şefleri arasındaki çelişkiler de artar. Michels bu konudaki görüşünü şöyle özetliyor: "Partinin, bütün kayıtlı üyeleriyle ve hele o üyelerin geldiği toplumsal sınıfla özdeşleşmesi hiç de zorunlu değildir. Kendisi kendi başına bir amaç haline gelerek, kendine özgü hedefleri ve çıkarları benimseyerek, temsil ettiği sınıf dan yavaş yavaş ayrılır. Bir partide, kendini oluşturan örgütlenmiş kitlelerin çıkarları, onu kişileştiren bürokrasinin çıkarlarıyla aynı olmaktan çok uzaktır.'" Elbette ki, partinin yönetici kadroları bu duruma düştüğünde, onları suçlayanlar çıkacak ve devirmek için uğraş vereceklerdir. Ama Michels bu konuda da karamsardır. Çünkü onlar mücadelelerinde başarılı oldukları ölçüde yöneticiler arasında yer almaya başlayacaklar, onların da yerini bu kez yeni muhalnler alacaklardır. Şeflerin egemenliğine yasalar çıkararak son vermeye çalışmak ise boşunadır. Bu gibi deneylerde, şeflerin değil yasaların sonunda boyun eğdiği görülür. Partilerin önder kadrolarının, partinin tabanından bağımsız hareket edebilme olanakları ve özellikle de çok az ve ağır değişir olmaları önemlidir. Duverger de bu önemi vurgulamak gereğini duyan siyaset bilimcileri arasında yer alıyor: "Demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kollektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip bulunmasını gerektirir. Bu şekilde örgütlenmiş olan bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değildir. Liderler, doğal olarak iktidarlarını koruma ve arttırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise, bu eğilimi engellemek şöyle dursun, tersine liderleri putlaştırmak suretiyle, onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha kolaylaşmış olur. Bütün insan grupları gibi, partiler de tutucudur; evrim, kendilerini değişmeye zorlasa bile, kolay kolay yapılarını değiştirmez/ ler." Partilerin yönetici kadrolarının yenilenmesindeki bu zorluk, bir yandan kidelerdeki söz konusu tutucu eğilimlerden, öte yandan da yöneticilerin sahip bulundukları olanaklardan 233
kaynaklanır. Parti üyeleri delegeleri, delegeler yerel yöneticileri, genellikle de yerel yöneticiler merkez yöneticilerini seçerler. Üyelerin seçtikleri delegelerle her zaman aynı görüşü paylaştıkları söylenemeyeceği gibi, delege seçimlerinde iş başında bulunanların daha avantajlı olmadıkları da söylenemez. Delege seçimlerini kazanabilmek için başvurulan "naylon" üye kaydı, ya da üye olmayanlara oy kullandırmak gibi uygulamalara, demokrasinin kökleştiği Batılı ülkelerde bile rastlanabilmektedir. Duverger, partilerin başındaki "yönetici sınıf" ya da "iç çevre"nin yenilenmesi ile parti yapısı arasındaki çelişkilere dikkati çekiyor. Merkez otoritesinin güçlü clduğu partilerde kan tazelenmesi daha kolay olurken, demokratik süreçlerin daha yaygın kullanıldığı partilerde tersi görülmektedir. Örneğin Sovyet Komünist Partisi önderi Gorbaçov'un çabalarıyla parti yönetiminde önemli bir gençleşme gerçekleşebilirken, aynı isteği taşıyan birçok Batılı önder bunu sağlayamamaktadır. Çünkü partilerin alt kademeleri bu açıdan hemen her zaman tutucudurlar. Alt kademelerde uzun yıllar çalışılmadan üst düzeylerde görev alınmasından hoşlanmamakta, bir çeşit kıskançlıkla hareket etmektedirler. Oysa "yaş üstünlüğü, kimsenin hasedini uyandırmayan ve şitlik duygusunu sarsmayan tek üstünlüktür". Batı Avrupa'da işçi partilerinin yöneticilerinin yaş ortalaması, burjuva partilerinin yöneticilerinin yaş ortalamasından genellikle daha yüksek olduğunu biliyoruz. Çünkü işçilerin eğitim düzeyleri, parti yöneticisi ya da milletvekili olmadan önce, uzun bir süre siyasal bir eğitimden geçmeyi gerektirmektedir. Üstelik sol partilerin savundukları, partiye dayalı liste usulü seçimlerde yeni' isimlerin milletvekili olabilmeleri daha zorken, sağcı partilerin zaman zaman savundukları tek isimli dar bölge sistemi seçimlerde durum tersinedir. Siyasal partileri yöneten grupların, gerçekten tabanın toplumsal anlamda temsilcileri olduklarını söylemek de oldukça zordur. Sağcı partilerin tabanlarını genellikle köylüler, zanaatkârlar, tüccar ve sanayiciler oluşturdukları halde, yöneticilerin j çoğu hukukçu, doktor, mühendis gibi toplum kesimlerindenV dir. Solcu partiler ise başta işçi sınıfına dayanmak durumunda \>ldukları halde, yöneticiler arasında öğretmen, yazar gibi 234
aydın kesimler önemli bir ağırlık oluştururlar. Sol partilerin yöneticderi arasında yer alan işçderin de "eski işçiler" olduğunu söylemek herhalde daha doğru olur. Çünkü sendikacılıktan siyasete adayan bu işçiler, giderek işçderin koşullarından tamamen uzaklaşırlar. T a b â n ile tavanın bdeşimleri arasındaki farkın nedenlerini anlamak zor değildir. Büyük tüccar ve sanayiciler genellikle ya siyaseti küçümserler, ya da bizzat seçilmektense perde arkasında kalmayı tercih ederler. Köylü ve işçi gibi eğitim düzeyleri geri olan toplum kesimlerinin ise kendderine ve kendilerine benzeyenlere güvenleri azdır. Bir avukatın ya da bir aydının, kendi davalarını daha iyi savunabileceğini düşünürler. "Otokratik yollardan atanmış olan Komünist liderler arasındaki işçi oranının, daha demokratik yöntemlerle seçilmiş Sosyalist liderler arasındakinden yüksek oluşu, anlamlıdır." Bir başka çelişki de, gene demokratik sol partderle bu kez tutucu partiler arasında gözlemleniyor. Tutucu partder genellikle eğitim ve gelir düzeyi daha yüksek, bireyci eğilimleri daha gelişmiş siyaset adamlarına sahip olduklarından, güçlü bir parti disiplininden hoşlanmamaktadırlar. Oysa tek tek bireylerden çok toplumsal sınıflara önem veren sol partiler, çok sayı-' da üyeye dayalı yapılarıyla disiplinli olmak zorunda kaldılar ve önce genel merkez otoritesini, sonra da hiç istemeden, parti önderinin kişisel iktidarını çok güçlendirmiş oldular. Duverger, hiziplerin varlığının parti içi demokrasiyi güçlendireceği görüşüne katılmıyor ve şöyle diyor: "Bu, daha çok, yönetici sınıf mensupları arasında bir görüş ayrılığı olduğunu ortaya koyar. Her hizip, kendi içinde otoriter bir yapıya sahiptir. İtaata tanınan öncelik, doğal olarak, ideolojik bakımdan bir gerilemeye yol açar. Kitleler gitgide kendilerine söylenenleri tekrarlamaya, böylece liderler de gitgide kendi seslerinin yankısından başka birşey işitmemeye başlarlar." 2. P A R T İ S İ S T E M L E R İ Parti sayısının, çağdaş siyasal rejimler için taşıdığı önem genellikle kabul ediliyor. Rejimin tek, iki ya da çok partili oluşu 235
arasında önemli farklılıklar bulunduğu söylenebilir. Ama biz, asıl büyük farkın, tek partili rejimlerle diğerleri arasında olduğu kanısındayız. Birden çok partinin varlığı, muhalefetin de siyasal parti olarak örgütlenebildiğini düşündürür. Oysa, tek partili rejimler, muhalefetin değişen ölçülerde baskı altında olduğu, muhalefete yasal örgütlenme olanağının tanınmadığı rejimlerdir. a) Tek
Partili
Sistemler
Bazı siyasal bilimciler, gerçek tek partili sistemlerle, birden çok parti bulunduğu halde, gerçekte tek partili gibi işleyen sistemleri birbirlerinden ayırırlar. Bu ikinci durumda, belirli bir partinin dışındakiler ya göstermelik olarak vardırlar, ya da uzun süre iktidara ulaşma şansına sahip bulunmamaktadırlar. Oysa, iktidara ulaşma şansları uzun bir dönem içinde bulunmasa bile, iktidar için yasal mücadele olanaklarına sahip birden çok partinin bulunduğu sistemleri tek partili saymak çok yanlış olur. Hindistan'ın Kongre Partisi örneğinde de görüldüğü gibi, çok zor da olsa, muhaleıetteki partderin iktidara ulaşma şansları bulunmaktadır. Ama, Polonya ve Bulgaristan gibi bazı ülkelerde, komünist partderin dışındaki partiler yalnızca göstermeliktir ve onların günün birinde iktidara ulaşmaları söz konusu değildir. Tarih sahnesine çıkış sırasına göre, komünist, faşist ve kemalist tek parti modellerini ayrı ayrı incelemek zorundayız. Çünkü ortaya çıktıkları toplumsal ortamlarda olduğu gibi, ideolojderinde, yapılarında ve hedeflerinde de büyük benzemezlikler vardır. Komünist parti modeli, Çarlık Rusyası'nm kendine özgü koşullarında doğdu. Bir baskı rejiminde, çalışmalarını büyük ölçüde "yeraltı"nda yapmak zorunda olan bir partinin varlığını sürdürebdmesi ve başarıya ulaşması, çok güçlü bir merkez otoritesini, gizldik ve disiplini gerektiriyordu. Parti, işçi sınıfının öncü gücü olmak ve ona dışardan "bilinç götürmek" görevini üsdenmişti. Lenin, böyle bir örgütü oluşturanların mesleğinin "devrimci eylem" olması gerektiğini savunuyordu. 236
Rusya'da 1917 devrimi başarıya ulaştıktan sonra da, Leninci parti bilinen yapısını korudu ve 1920'lere gelindiğinde, bu yapıyı, dünyadaki tüm marksist partilere zorla kabul ettirmek istedi. Oysa, belirli bir toplum yapısının ve hatta belirli bir döneme özgü siyasal koşulların ürünü olan bu yapıdaki bir örgütün, Batı'nın çoğulcu ve özgürlükçü sistemleri içinde bir yama gibi kalma olasılığı yüksekti. Böylece Batı'daki sol partiler ikiye bölündüler. Sosyalistler kitle partisi özelliklerini korurken, ortaya Moskova'nın zorla kabul ettirmek istediği modele göre oluşan komünist partiler çıktı. Komünist partilerin temel örgütlenmesi, mahalle ve işyeri düzeyinde kurulan "hücre"lerdir. Her hücrenin bir sekreteri olup, üst organ ve kuruluşlarla bağlantıyı sağlar. Günlük olaylar partinin resmi öğretisi (doktrini) çerçevesinde değerlendirilir. Partinin etkinlik alanı, siyasal, toplumsal ve kişisel yaşantının tümünü kapsar. Üye olabilmek için, ideolojinin bir din gibi benimsenmesinin de ötesinde bazı nitelikler gerekir. Parti üyeleri, çok köklü bir devrimin "öncü gücü"nü oluşturacak nitelikteki kişiler arasından seçilirler. Komünist tek partilerin iktidarda olduğu ülkelerde, parti üyelerinin ve özellikle de parti yöneticilerinin ayrıcalıklı bir konumları vardır. Yeraltı koşullarının ürünü olan disiplin ve itaatin ön plana çıktığı bir yapıda, ideolojik gerileme kaçınılmazdır. İsmine "demokratik merkeziyetçilik" denmekle birlikte, merkeziyetçiliğin işlemesi oranında demo'kratiklik işlememeye başlamıştır. İdeolojik tartışmalar, parti büyüklerinin sözlerinin klişeleşmiş tekrarından öteye gitmemeye yüztutmuştur. Batılı komünist partiler bile, parti yönetiminden farklı bir çizgiyi savunanları, bunlar Roger Garaudy gibi çok ünlü ve partinin ideolojisine katkıda bulunan isimler bile olsa, kendi dışlarına atmaktan çekinmemişlerdir. Komünist partilerde, kuruluş mantığına uyguıı olarak parlamenterlerin yetkisi sınırlıdır ve asıl ağırlık merkez organlarındadır. Komünist tek partinin egemen olduğu rejimlerde, parti önderi, devlet ve hükümet başkanlarının da üzerinde önem taşır. Parti örgütü, bir anlamda devlet örgütünün üze237
rindedir. Ve o örgüt içinde, karşıt liste ve isimlerin çatıştığı gerçek anlamında seçimler söz konusu değildir. Polonya'da Jaruzelski darbesiyle sonuçlanan paniği yaratan nedenler arasında, parti içindeki seçimlerin göstermelik olmaktan çıkmasını sağlayacak adımlar özellikle önem taşımıştır. Faşist partiler, 1929 dünya ekonomik bunalımının yarattığı ortamda, paniğe kapılan orta sınıfların ve büyük sermaye çevrelerinin gereksinmelerine yanıt olarak önce Almanya ve İtalya'da doğdular. "Milis"ler üzerine kurulu, askeri türde bir örgüdenme modeli geliştirdiler. Yasaların elverdiği ülkelerde, üyeleri üniforma giyer, askeri bir eğitim görürler. Önderin emirlerine, tartışmasız tam bir "itaat" sözkonusudur. Üyelerin partiye bağlılığı ve disiplin, komünist partilerden de daha güçlüdür. İdeolojinin önemi, önderin emir ve düşüncelerinden daha azdır. Komünist tek partderde Stalin benzeri önderlerin putlaştırılması, ideolojiye karşın, genel koşulların ve özellikle de parti yapısının bir ürünü olarak gerçekleşti" Oysa faşist partderde önderin pudaştırılması ve hatta ideolojinin küçümsenmesi bdinçlidir. Komünist partiler belirli bir düşünce sistemini kafalara yerleştirmeye çalışırken, faşist ve nazi partiler, düşünmeden boyun eğmeyi ve uygulamayı kitlelere öğretmeye çalıştdar. İtalyan faşistlerine göre, "Mussolirıi her zaman haklı"yd\. Nazizm ise "Führer" yani Hitler'i, Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir kişi sayıyordu. Komünist partilerin tersine, faşist ve nasyonal sosyalist partilerde, parti devletin üstünde değil, onun koruyucusudur ve devletle iç içedir. Temel görev, devleti silah zoruyla ele geçirmek ve ona faşist bir yapı kazandırdıktan sonra, bunun değişmesini gene silah zoruyla engellemektir. Parti devletin, daha doğrusu yeni "kurulu düzen"in bekçisidir. Sol partilerin birer "gece okulu" gibi işlev yapmalarının nedenlerine daha önce değinmiştik. Komünist partiler bunu biraz daha sistemleştirmişlerdir. Ama parti önderlerinin seçim ve hazırlanmaları işini Alman Nasyonal Sosyalist partisi kadar Hyi ve er ince ayrıntılarıyla örgütlemiş başka bir parti yoktur. 238
Hitler'in gençlik hareketi içinden her yd seçilen bin kişi önce "Adolf Hitler Okulları"nda eğitiliyor, çok sıkı bir yeni ayıklamadan sonra, geriye kalanlar yeniden üç yıllık bir özel eğitim görüyorlardı. W i l l i a m Sheridan Allen'in, Nazilerin Alman toplumuna nasıl yeni bir düzen getirdikleri konusundaki araştıı masında şu satırlar var: "Toplumun yeniden düzenlenmesi, nazi devriminin en önemli sonucu oldu. Tümden düzenleme, bütün bağımsız toplumsal grupların ortadan kalkmasına kadar uzandı. İki ya da üç kişinin biraraya geldiği her durumda Führer hazır ve nazırdı (. . .) İnsan ilişkileri açısından toplumun varlığı sona erdi. Her birey artık başka bireylerle değil, doğrudan devletle ilişkiliydi ve nazi şefi devletin kendisi haline gelmişti." Tek partili sistemlerin ancak diktatörlüklerle bağdaştığı genel bir kanıdır. Komünist ve faşist tek partiler, bu kanıyı doğrulayan örnekler olarak görülür. Ama bu durumun çok ünlü ve önemli bir istisnasını, "Kemalist Tek Parti" modeli oluşturmaktadır. Kemalist tek parti C H P ile komünist ve faşist tek partiler arasındaki fark yalnız ideolojik düzeyde görülmez. Hedefi yansıtan ideolojik farklılık, kemalist tek partinin yapısında ve devlet içinde oynadığı rolde de önemli farklılıklar yaratır. Kemalist tek partinin görevi, toplumu çoğulcu bir demokrasiye hazırlamaktı. Tek partili sistem, sürekli değil, sadece bir geçiş dönemi için öngörülmüştü. Başlangıçtaki memur-eşraf' komiteleri görünümündeki "ocak" örgüdenmesine dayalı yapısı, totaliter partilerden çok kitle partilerine benziyordu. Partinin kapısı herkese açıktı. Falih R ı f k ı Atay, Çankaya adlı yapıtında bu durumu şöyle anlatıyor: " Onun partisine, tek parti adını verenler yanılmaktadırlar. Halk Partisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğilimleri, itiraz edilmez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan bir karmaparti idi. Bu karma-parti içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık. Atatürk'e: —Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda toplayınız, gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuştur." 239
Başka bir deyişle, Atatürk'ün tek partisi, dışında bulunmayan çoğulculuğu içinde taşıyordu. Geleceğin muhalefeti ve daha sonraki demokratik iktidarı da gene oradan çıktı. Partinin ideolojisini yansıtan altı ilke Anayasada da yer aldığı halde, o ilkelere ters düşen iktidarların "tek parti anayasasından" hemen hiç yakınmaları olmadı. Duverger, Siyasal Partiler kitabında Kemalist tek partiden uzun uzun sözederken şöyle demektedir: "(...) üyelik herkese açıktı; ihraç ve temizlik mekanizması mevcut değildi; üniformalar, geçit törenleri ve sert bir disiplin yoktu. Gerçekten parti içi demokrasi oldukça ileri görünmekteydi. Resmen her kademedeki bütün yöneticiler seçimle iş başına geliyorlardı. Nüfuzlu kişiler etrafında birçok hiziplerin, faşist yöntemlere göre tasfiye edilmeksizin kurulabilmiş olmaları da kayda değer. Örneğin İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet, daha Atatürk'ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin içinde başlamıştı'. Bu son nokta özellikle önemlidir. Hizipler bir tek parti içinde serbestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siyasal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırlayan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan çoğulculuk, parti içinde yeniden doğar ve orada da aynı rolü oynayabilir." CHP, toplumu çok partili yaşama hazırlayan bir siyasal okul görevini yerine getirirken, faşizmin yükselme döneminden etkilenerek yapılan bazı yapısal değişiklik Önerilerine Atatürk kesin bir tutumla karşı çıkmıştı. b) İki ve Çok Partili Sistemler Asıl temel ayrımın, tek partili sistemlerle diğerleri arasında olduğunu görmüştük. Ancak iki partili sistemlerle çok partili sistemler arasında da bazı önemli farklılıklar bulunduğunu gözden uzak tutamayız. (A.B.D.'ndeki gibi, "oy disiplini"nin bulunmadığı iki partili bir sistemin, gerçekte çok partili bir sistem gibi işlediği de unutulmamalıdır.) —. Çok partili sistemlerde, seçmen oyunu kullanırken ülkeyi yönetecek olan hükümeti değil, kendi çıkar ve görüşlerini temsil edecek kişileri seçmiş olur. Çünkü hükümet, daha sonraki aşamada, partiler aı asında yapılacak pazarlık ve uzlaşmalarla ortaya çıkacaktır. 240
. . . .
.
O-
İki partili sistemlerde ise, seçmen kendi görüşlerini tam olarak yansıtacak bir parti bulamayabilir. Ama oyunu verdiği partinin, kendini temsil etmesinden çok, ülkeyi yönetmesi için sandık başına gitmektedir. İki sistem arasında seçimin anlami değişmektedir. Bir sistemin iki partili mi, yoksa çok partili mi olduğunu saptamak her zaman çok kolay olmayabilir. İki çok büyük partinin yanında birkaç da küçük parti oduğunda bunu hangi sistem içine sokacağız? Parti sayısı çok olmakla birlikte, sağda ve solda iki blok halinde birleşmişlerse buna ne diyeceğiz?1 İki büyük bir orta boy parti sınıflandırmada nereye girer ? \ 1960 yılına gelinceye kadar Türkiye'de C H P ve DP'nin yanısıra daima başka küçük partiler de bulundu. Ama bu kü-\ çük partileıin varlığı, iki büyük partiyi kendileriyle ortak hükümete zorlayacak boyutta olmadığı, başka bir deyişle, büyük partilerin dışındakilerin hiçbir şekilde iktidar şansları bulunmadığı için, tam anlamıyla bir iki partili sistem söz konusuydu/ Fransa'da bugün parlamentoda ağırlığı olan çok sayıda parti var. Seçmen kendi görüşlerine çok yakın bir parti bulup seçebiliyor. Ama aynı zamanda, verdiği oyla hükümeti seçtiğinin de farkındadır. Çünkü seçimden sonra ya sol ya sağ koalisyonun oluşacağını, kendi partisinin kimlerle ortaklığa gideceğini bilmektedir. İngiltere'deki İşçi Partisi ile Tutucu Parti'nin yanısıra Liberal Parti sürekli olarak ciddi oranda oy toplayabildiği halde, 1931'den bugüne kadar geçen süre içinde, hiçbir zaman iki büyük partiden birisinin çoğunluğu sağlamasını engelleyemedi. Son yıllarda kurulan Sosyal Demokrat Parti'nin bu durumu değiştirip değiştiremeyeceğini ise zaman gösterecek. Ergun Özbuduıı, iki partili sistemin, şu üç koşulun biraraya gelmesiyle oluştuğunu söylüyor: "(a) Ancak iki parti, parlamentoda çoğunluk için mücadele edebilecek durumdadır; (b) Bunlardan hiç değilse biri, parlamentoda tek başına hükümet kurmasına yetecek bir çoğunluk kazanırj (c) İktidarın iki parti arasında el değiştirmesi olasılığı yüksektir." 241
• — Siyasal mücadelenin temelde iki büyük parti arasında geçtiği ve hele ikisinin de uzun sayılmayacak dönemlerde iktidar şansına sahip bulundukları durumlarda, siyasal mücadelenin niteliğinde önemli değişiklikler ortaya çıkar. Bugünün muhalefeti kendisini yarının iktidarı olarak gördüğünden, ölçüsüz vaadlerde bulunmamaya, gereğinden fazla sertleşmemeye özen gösterir. Yarının muhalefeti olacağını bilen iktidar da, attığı adımlarda ve muhalefete karşı tutumunda ılımlı davranmak gereğini çoğunlukla hisseder. İki büyük partinin dışında kalan siyasal akımların iktidar şansı bulunmadığından, daha sağda ve daha soldaki oyların başka yerlere gitme olasılığı düşüktür. Bu nedenle de, iktidara ulaşmak için, siyasal yelpazenin ortalarında yer alan oyları, "yüzer gezer" oyları toplamak önem kazanmaktadır. Böylece iki büyük partinin propagandaları ve dolayısıyle de çizgileri, ister istemez "orta"daki seçmenin eğilimlerine yaklaşmak zorundadır. İtalyan siyaset bilimci Giovanni Sartori, parti sayısından çok, partiler arasındaki kutuplaşmaların önem taşıdığını ve buna bağlı olarak siyasal çatışmanın niteliğinde belirli farklılıkların ortaya çıktığını savunuyor. Sartori'ye göre; çok partili bir sistemde eğer aralarındaki ideolojik farklılıklar büyük değilse, partiler iki kutupta toplanabilirler. Böylece de sistem iki partili gibi işleyebilir. Belirli aralıklarla iktidara gelen koalisyon hükümederini oluşturan partiler, genellikle ılımlı ve sorumlu davranırlar. Tersine, partiler arasındaki ideolojik farklılıklar fazlaysa, sağ ve sol uçlarda yer alan partiler hemen hiçbir zaman iktidara ortak olmazlar. İktidar koalisyonu hep ortaya yakın partilerin biraraya gelmesiyle oluşur. Sürekli muhalefette kalan uç partilerin sorumsuz davranması, sürekli iktidar olanların da başka türlü bir sorumsuzluğu ve rahatlığı doğallaşır. Siyasal mücadele sertleşir. Uçlarda yer alan partilerin oylarına ortak olmak için, hükümet ortakları da demagojik bir tutum takınmak zorunda kalırlar. Üstelik ılımlı sağla ılımlı solun biraraya gelmesiyle oluşan koalisyon iktidarlarının uzun vadeli, köklü adımların atılmasında anlaşmaları adeta 242
olanaksızdır. Demokrasiyi koruyup, günlük işleri yönetmekle yetinirler. Sağda ve solda büyük partilere rakip partilerin bulunmasının orta yola kayma eğilimlerini dizginlediğini söyleyebiliriz. Sağdaki ve soldaki partiler arasındaki çatışmanın, sert olduğu durumlarda, sağ veya sol bir koalisyonun oluşması olasılığı azalırken, Sartori'nin üzerinde durduğu, orta yolcu koalisyonlar gündeme gelir. Buna bakarak, iki partili sistemlerin daha sağlıklı olduğu her zaman söylenemez. Çünkü büyük iki parti, dışarda engedenen koalisyonların parti içinde kaçınılmazlığı anlamını taşır. Partinin genel doğrultusundan daha katı ideoloji taşıyan azınlık gruplar, disiplinli ve örgütlü hareket ederek, toplumsal desteklerinin çok üstünde bir güce büyük partinin kanatları altında ya da yönetiminde sahip olabilirler. Siyasal partilerin çeşitli toplum kesimlerinin siyasal temsilciliği işlevini yüklendiklerini varsayarak, bir ülkedeki parti sayısının herşeydeıı önce o ülkedeki toplumsal bölünmeleri yansıttığı^söylenebilir. Bu bölünmelerin başında elbette ki sınıfsal olanlar gelir. Batı'da topraksoylulara (aristokrasi), kentsoylulara (burjuvazi) ve işçi sınıfına dayalı partiler ayrımından, emeğe ve sermayeye öncelik veren partiler ayrımına gidildiği gözlemleniyor. Çünkü zaman içinde, kentsoylularla, giderek gücünü yitiren topraksoylular arasında bir güçbirliği doğdu. Ama kuşkusuz ki, toplumdaki tek önemli bölünmeyi sınıflar oluşturmaz. Dinsel bölünmeler ve bu arada laiklik yapılıları ve karşıtları da, siyasal partilerin sayısının artmasına zaman zaman katkıda bulunurlar. Henüz uzlaşma süresini tamamlayamamış, gelişmenin alt düzeylerinde bulunan ülkelere doğru gidildikçe, etnik ve bölgesel bölünmeler öııem kazanmaya başlar. Bu bölünmeler, bazı durumlarda sınıfsal bölünmelerin bile önüne geçebdirler. Araştrrmalar, Afrika'daki her dört siyasal partiden birisinin etnik grupların şeflerince oluşturulduğunu ortaya koyuyor. Büyük kabilelerin ayrı partiler kurdukları, ulusal düzeyde etkin partilerin kurulmasının çok zor olduğu ortamlarda, çok partili sistemlerin doğması kaçınılmazdır. Afrika'da, sadece tek 243
bir yerleşme biriminde varlığını gösterebilen cüce partilere bile rastlanabiliyor. İdeolojik bölünmeler genellikle toplumsal bölünmeleri yansıtmakla birlikte, ideolojik bölünmelerin, değişen toplum koşullarına karşın direndikleri ve siyasal partilerin sayısının çokluğuna katkıda bulundukları durumlar da vardır. "Kurumsal Etkenler" bölümünde de gördüğümüz gibi, kendilerini yaratan koşulların ortadan kalkmasıyla birlikte toplumsal kurumlar kendiliğinden yokolmuyorlar. Hatta belirli tarihsel koşullar içinde ortaya çıkan bir çatışm?, tarafların çıkarlarının giderek bütünleştiği durumlarda bile, siyasal bölünmelerin nedeni olmayı sürdürebiliyor. Çeşitli toplumsal bölünmelerin yanısıra, seçim sistemi gibi tamamen teknik gibi görünen bir etken, o ülkedeki parti sayısının ve dolayısıyle siyasal partiler sisteminin belirlenmesinde önemli bir rol oynayabilmektedir. Tek turlu çoğunluk sisteminin daha çok iki büyük partiye şans tanıdığını, boşa gitmemesi istenen oyların iki büyük partide toplanmasının doğal olduğunu biliyoruz. Oysa iki turlu çoğunluk sistemi, ikinci turda işbirliği yapmak zorunda kalan ve dolayısıyla iki blokta toplanan çok sayıda partiye olanak tanımaktadır. Çeşitli orantılı temsil sistemleri ise, küçük partilerin yaşama şansını arttırarak, çok partili bir siyasal yaşam yaratmaktadır. Bu tür bir çok partili sistemde, partileri daha seçim kampanyası sırasında başlayan bir işbirliğine zorlayıcı hiçbir öge yoktur. Eğer bir toplumda, bölünmeler belirli bir düzeye ulaşmışsa, seçim sistemleri ile oynayarak ikili bir partiler sistemi yaratmanın fazla bir yararı olduğunu sanmıyoruz. Çünkü bu gibi durumlarda, ayrı partiler olarak örgütlenmelerine iziıı verilmeyen bölünmeler ya büyük partilerin içine kayar, ya da "yeraltı" örgütlenmelerine ve dolayısıyle yasa dışı etkinliklere neden olur. Daha önce de değindiğimiz gibi; ulusal düzeyde etkin olamayan etnik ya da ideolojik küçük gruplar, büyük partilerin kalkanlarının gerisinde çok daha rahat hareket edebilir ve etkili olabilirler. Böylece toplumsal güçler dengesinde çarpıklıklar ortaya çıkar. Bazı toplumsal güçler, güçlerinin çok daha üstünde bir siyasal etkinliğe kavuşurlar. 244
Türkiye'de tek turlu çoğunluk sisteminin büyük partinin keyfi yönetimine neden olabileceği görüldüğünden, 1960 sonrasında orantılı temsil sistemine geçildi. Orantılı temsil sistemiyle de istikrarlı ve güçlü hükümetler kurulabildiği dönemler yaşandı. Zamanla yaşanan toplumsal bunalım nedeniyle bölünmeler artınca, ortaya çıkan siyasal istikrarsızlığın çok partili sistemden kaynaklandığını düşünenler çoğaldı. 1980 sonrasındaki düzenlemelerle, orantılı temsile büyük barajlar konularak yeniden iki partili bir sistem yaratılmak istendi. Seçim teknikleriyle oynayarak yaratılacak az partili bir sistemin beklenen siyasal ortamı sağlayıp sağlayamayacağını zaman gösterecektir. 3. P A R T İ L E R İ N
İŞLEVLERİ
Artık Eski Yunan'da olduğu gibi, yurttaşları alanlara toplayıp, tüm siyasal kararları almalarını istemek olanağı yok. Doğrudan demokrasinin bugün de ancak çok önemli konularda kullanılabilen, belki son yöntemi niteliğindeki "halkoylaması" nda bile siyasal partiler belirli bir yönlendirme yapmaktadırlar. Toplum kalabalıklaştıkça, yönetenle yönetilen ayrımının belirginleştiğini ve yönetenle yönetilen arasındaki ilişkilerin kişisel olmaktan çıkıp kurumsallaşmaya başladığını görüyoruz. Siyasal iktidar örgütlenirken, siyasal iktidarı ele geçirmek ya da etkilemek isteyenlerin de örgütlenmeleri kaçınılmazdı. Yöneticilerin seçimini ve toplumdaki farklı çıkar ve görüşlerin temsilini, siyasal partilerin aracılığı olmaksızın çözmek olanaksızdı. a) Çıkarların T e m s i l i ve
Bütünleşme
Siyasal partilerin çağdaş siyasal rejimler içinde sahip oldukları en önemli işlev seçimlerle ilgilidir. Siyasal partiler bu işlevlerini iki aşamada yerine getirirler. Toplumda çok çeşidi çıkarlar ve farklı koşulları paylaşmaktan, farklı sorunlara sahip bulunmaktan doğan farklı görüşler, farklı siyasal düşünceler ve çözüm önerileri vardır. T ü m toplumu ilgilendiren konularda somut kararlara varılabilmesi için, farklı çıkar ve görüş245
ler arasında uzlaşabilenlerin birleştirilmesi, tüm siyasal eğilimlerin birkaç ana seçeneğe indirgenmesi gerekir. İşte örgütlü ya da örgütsüz çıkar gruplarının belirli seçenekler etrafında buluşturulması görevini siyasal partiler üstlenirler. Siyasal partilerin programları ve doğrultuları, bu çerçeve içinde oluşur. Ancak bu birinci aşamadan sonra yapılacak seçimler bir anlam ifade eder; seçimlerde yalnızca kişiler değil, onların izleyecekleri yol da seçilmiş olur. ö z b u d u n , çıkarların temsili açısından partileri üçe ayırıyor: "(a) Pragmatik, pazarlıkçı partiler; (b) mutlak değerlere yönelmiş ideolojik partiler; f c) Özgücü veya geleneksel partiler." Birinci grupda yer alan partiler, ideolojiye fazla önem vermeyen, daha çok somut sorunlara yönelmiş partilerdir. A.B.D. ve İngiltere gibi, siyasal gerginliğin çok fazla olmadığı toplumlarda daha" çok görülürler. Bunlar olabildiğince çok çıkar ve görüşü kendi içlerinde barındırmaya ve uzlaştırmaya çalışırlar. İki partili sistemlerde yer alan partder, genellikle benzer bir yapıyı kazanmak zorundadırlar. Temsil ettikleri çıkarlar açısından katı davrandıkları takdirde, seçmen tabanları daralacak ve -ortak hükümeder de söz konusu olmadığı için- iktidar şansları yokolacaktır. Komünist, faşist, dinci ya da sosyalist partiler de ikinci grupda yer alırlar. Bunların ideolojilerinin sınırları oldukça belirgin ve önemli olduğu için, içlerinde barındırabilecekleri çıkar ve düşünce gruplarının sayısı sınırlıdır. Kendi ideolojileriyle bağdaşmayan kesimlere içlerinde yer verdikleri takdirde, niteliklerini yitirecekleri açıktır. Üçüncü grupdaki partiler, çıkarların birleştirilmesinden çok, belirli bazı toplum kesimlerinin düşünce ve çıkarlarının dile getirilmesi işlevini üstlenmişlerdir. Genellikle etnik \ y a da dinsel azınlıklara dayalı olan bu partilere, uluslaşma süreçlerini henüz tamamlayamamış olan ülkelerde rastlanma olasılığı yüksektir. Çoğulcu demokrasilerde de, parti sayısı arttıkça, özedikle ideolojik partiler çoğalır. Böylece her parti belirli toplum kesimlerinin temsilciliği görevini üstienirken, yakın çıkarlar ve görüşler arasındaki uzlaştırma işlevi, ortak hükümetlerin kurulacağı daha somaki aşamaya bırakılır. 246
Bir toplumda siyasal partiler arasındaki mücadele, o toplumdaki farklı çıkarlar ve görüşler arasındaki çatışmayı yansıtır. Bu nedenle de, çatışmanın nedeni olarak partileri görmek yerine, partilerin varlık nedeni olarak o farklılıkları ve farklılıkların ürünü olan çelişki ve çatışmaları görmek daha doğru olur. Çünkü her parti, siyasal çatışmayı yürütürken, aynı zamanda siyasal ve toplumsal bütünleşmeye de katkıda bulunmaktadır. Temsil edilmeyen ya da edilemeyen her çıkar ve görüş, uzlaşma dışı kalır; dolayısıyla da, toplumsal huzursuzlukların, siyasal istikrarsızlıkların temel öğelerinden birisini oluşturur. Toplumsal ve siyasal barış, çıkarlar ve görüşler arasında kurulacak dengeye bağlıdır. Bu ise, ancak tüm önemli çıkar ve görüşlerin temsil edilebilmesiyle olanaklıdır. Çıkaılarm uzlaştırılması açısından, toplumsal bölünmelerin sayısından çok, katılığı ya da yumuşaklığı önem taşır. Bölünmeler katılaştıkça uzlaşma zorlaşır, istikrarlı ve etkili hükümetler kurulamaz, uzun vadeli kararlar alınıp uygulamaya konamaz. Bu durumu yansıtan en iyi örneği de, günümüzün İtalyası oluşturmaktadır. Acaba seçmen oyunu kişilere mi, yoksa programlara mı vermelidir? Sağcı partiler birinci, solcu partiler ise ikinci yolu önerirler. Ama bunun bir niyet sorunu olmadığı bilinmelidir. Toplumsal bölünmelerin yumuşak olduğu, bunalımların bulunmadığı bir toplumsal ortamda, kişileri tanıma olanağı arttıkça, seçimlerde adayların kişisel niteliklerinin önemi de artar. Toplumsal bölünmeler katılaştıkça, partilerin programları ve genel olarak doğrultuları ağırlık kazanmaya ve tercihleri etkilemeye başlar; parti kimi aday gösterirse göstersin, gene de oyları toplayabilir. Partiler bir yandan çıkarları ve görüşleri birleştirerek temsil ederlerken, öte yandan da o çıkar ve görüş sahiplerini yönlendirir ve eğitirler. Onlara, olayları değerlendirmede kullanabilecekleri, belirli bir bakış açısı kazandırmaya çalışırlar. Üyeler ve yandaşlar, siyasal yaşama partilerinin gözlüğü ile bakar, partilerinin aracılığı ile siyasal sistemle bütünleşirler. 247
b) Siyasal K a t ı l m a Eski Yunan demokrasisinde bile, on generalin ve bir başkomutanın seçiminde rol oynayan aristokrat ve demokrat partiler vardı. Nüfus artışının belirli boyutlara ulaştığı çağdaş devletlerde ise, genel ve hatta -köy ve mahalle düzeyi üstündeki- yerel seçimleri, siyasal partilerin aracılığı olmaksızın yapmak olanağı kalmamıştır. Partiler yüzlerce aday arasından bir ayıklama yaparak, "ben şunlara kefilim" diye suıımasaydı, belki de hiçbirini tanımadığı isimler arasında seçme yapmak durumunda kalan yurttaşlar için sandık başına gitmenin de hiçbir anlamı kalmazdı. Doğrudan demokrasi olanaksızlaşıp temsili demokrasi zorunlu hale gelince, seçimler siyasal katılmanın, vazgeçilmez bir öğesini oluşturmaya başlamışlardır. Çağdaş baskı rejimlerinde de görüldüğü gibi, her seçim demokrasi anlamına gelmemekle birlikte, seçimsiz bir demokrasi de düşünülemez. Bu nedenle de, siyasal katılmanın öncelikli öğesi olan seçimlerin gerçekleşmesi açısından, siyasal partilerin oynadığı rol çok önemlidir. Siyasal sistemin işlemesi açısından gerekli ve hatta zorunlu olan çok sayıdaki görevi yerine getirecek kişilerin seçiminde siyasal partilerin oynadıkları rolü, bazı siyaset bilimciler, partilerin "siyasal devşirme" işlevi olarak nitelendirirler. A.B.D.'nde siyasal partilerin, yalnızca aday saptama ve seçim kampanyasını yürütme konusunda bir işlevleri olduğu söylenebilir ki, bu da konunun taşıdığı önemi gösterir. Aday saptamanın önem derecesi, parti sistemine ve seçim sistemine bağlı olarak değişmektedir. Tek partili sistemlerde, seçimler resmi adayların onaylanmasından ibaret bir formalite olduğu için, adayların saptanmasındaki önem en üst düzeye çıkar. K a r m a liste ya da tercihli oy uygulamasının pratikte işlemediği durumlarda, büyük partilerin listelerinde ön sıralarda yer alanlar, seçilmeyi garantilemiş sayılırlar. Bir siyaset bilimcinin, "Aday gösterme yetkisi kimdeyse, partinin sahibi de odur'''' sözündeki gerçek payı büyüktür. Bazı partilerde bu yetki tüm seçmenlere, bazdarında tüm üyelere, bazılarında yerel örgütlerin yöneticilerine, bazılarında ise merkez yöneticilerine tanın248
mıştır. Bu arada birtakım karma uygulamalara da rastianabilir. Amerika Birleşik Devletleri'nde partilerin kayıtlı üyeleri yoktur ve aday saptama yetkisi de; partili seçmenlere tanınmıştır. Yirminci yüzyıl başlarından bu yana yerleşen bu önseçim sisteminin iki farklı uygulaması vardır. Kapalı önseçimde seçmen hangi partiyi desteklediğini açıklamak zorunda iken; açık önseçimde, oy vermek için girdiği hücredeki parti listelerinden istediği üzerinde tercihini belirten işaretlemeyi yapabilir. Örneğin karşı olduğu partinin aday seçimini olumsuz yönde etkilemeye çalışabdir. Yalnız bu önseçim sisteminin bile, amerikan partderinde belirli bir iç disiplinin varlığına izin vermeyeceği açıktır. Çünkü kişderin seçilmelerinde genel merkezin hemen hiçbir rolü yoktur. Belirli yerel komitelerin desteğiyle seçilmiş olan bir milletvekdi için, yasama organında partisinden farklı yönde oy kullanmasının ciddi bir sakıncası olamaz. Bu nedenle de, A.B.D.'deki eyalet sayısı kadar Cumhuriyetçi ve Demokrat Partderin bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Böylesine "yumuşak" yapılı partilerin varlığıdır ki, Cumhurbaşkanının bir partiden, yasama organmdaki çoğunluğun ise diğer partiden olması duru J munda bile, Başkanlık sistemi yürüyebilmektedir. Başkan, partisinin azınlıkta olduğu Temsilciler Meclisi ya da Senato'dan, istediği bazı kararları geçirebilme şansına bu sayede sahip olmaktadır. Bütün seçmenler yerine sadece partinin kayıdı üyelerine açık önseçim uygulamasına Belçika'da rastlanıyor. İsveç Sosyal Demokrat Partisi'nde ise, delegelerin saptadığı aday listeleri, delegelerin dörtte birince istendiği takdirde, tüm üyelerin mektup yoluyla onayına sunuluyor. İngiltere'de aday saptama yetkisi yerel örgütlere tanınıyor. Komünist partiler başta olmak üzere, otoriter yapılı partilerde aday saptama işlevinin genel merkezlerin sıkı denetiminde bulunduğunu söyleyebdiriz. İngiltere benzeri bazı ülkelerde de, yerel örgüderce saptanan adayları veto etme yetkisi -bazen koşullu olarak- parti merkezlerine verilmiştir. 249
Türkiye'de 1960'a kadar geçerli olan, yerel örgüt yönetim kurullarının il düzeyinde aday listesi oluşturma uygulaması, 1960'dan sonra daha demokratikleşti ve "delege"lerin katıldığı önseçim uygulaması yaygınlaştı. Genel merkezler ise belirli bir "merkez kontenjanı" yla. yetinmek zorunda kaldılar. Ama seçilecek parlamanter sayısından daha az aday adayının bulunması durumunda, o seçim çevresindeki aday listesini saptama yetkisinin yasayla genel merkeze tanınmış olmasını, bazı otoriter yapılı partiler kötüye kullandılar. Aday listelerini önseçimsiz yapma yolunu seçtiler. Adayların saptanması aşamasından sonra, o adayların seçilmesini sağlamak konusunda siyasal partilerin oynadıkları rol de çok önemlidir. Çağdaş toplumlarda, bir siyasal partinin örgüdü desteği olmadan seçilebilmek son derece zor bir iştir. Partiler hem seçim kampanyalarını düzenler, hem de finansmanını sağlarlar. Ekonomik bakımdan güçlü toplum kesimlerinin temsilciliğini yapan parti ve adayların "aşırı eşitsizlik" yaratmalarını önlemek amacıyla, bazı ülkeler partilere yapılan yardımları ve parti harcamalarını sıkı bir denetim altına almak gereğini duymuşlardır. Ama bundan daha etkili olan yol, belirli bir sınırın üzerinde oy toplayabilen partilere devlet bütçesinden yardım yapılmasıdır. Sendika ve kooperatif birliklerince parasal açıdan desteklenebilen, çok sayıda üyeden düzenli biçimde ödenti toplayabilen partiler ise, en sağlıklı dengeyi bizzat yaratabilmişlerdir. Tek işlevi seçimlerde aracılık yapmak olan parti modeliyle, bireyin doğumundan ölümüne kadarki tüm toplumsal yaşamını düzenleme görevini üsdenen totaliter partiler arasında belirli bir yelpaze oluşmuştur. Yurttaşın ancak seçimden seçime, oy yoluyla siyasal yaşama katümasıyla yetinen bir demokrasi anlayışının gerilerde kaldığı söylenebilir. Çağımızdaki en gelişmiş demokrasilerin, yurttaşları günlük toplumsal yaşamın her düzeyinde, kendileriyle ilgili kararların alınmasına katılmaya özendirdiklerini görüyoruz. Böylece, Sigmaund Neumann'm deyimiyle, "bireysel temsil" partilerinden, "demokratik bütünleşme" partilerine geçilmiş olmaktadır. 250
N e u m a n n ' a göre; birinci tür partilerin en önemli işlevi temsilcilerin seçimidir. Seçden kişi, artık kendi vicdanına göre istediği gibi kullanabdeceği bir yetkiye "sahip sayılır. Oysa ikinci türden partilerin amacı, üyelerinin tüm toplumsal sorunların çözümüne katılmalarını sağlamaktır. Demokratik katdımı en üst düzeye çıkarıp doğrudan demokrasiye yaklaşma çabalarıyla, totaliter partilerin baskıya dayalı bütünleştirme yöntemleri arasında ise çok temel bir fark vardır. Komünist, faşist ve nasyonal-sosyalist rejimlerin tersine, demokratik katdımm artmasına çok önem veren sosyal-demokrat partilerin ağırlık taşıdıkları İskandinav ülkelerinde en ileri demokratik ortamlara ulaşılabilmektedir. Tutucu partilerin siyasal katılımı en alt düzeyde tutmaya çalışmalarına karşılık, demokratik sol nitelikli partilerin siyasal katılımı en üst düzeye çıkarmayı hedeflediklerini söyleyebiliriz. Ama hangi türden olursa olsun, siyasal partiler çok sayıda yurttaşın siyasal yaşama daha etkin olarak katılmasını sağlayan araçlardır. Sağcı siyasal partiler yerleşik değer ve inançları bu yolla pekiştirirken; solcu partder de, yeni bir siyasal değerler sisteminin yerleşmesine, eskisinin de değişmesine çalışırlar. Partiler, devlet yönetimi açısından iktidar ve muhalefette önemli bir işlevi yerine getirir, yönetenle yönetilenler arasındaki boşluğu doldurmayı amaçlarlar. Bir yandan, siyasal kararları etkilemek amacıyla, kendi toplumsal tabanlarının eğilimlerini ve sorunlarını, bir süzgeçten geçirerek aşağıdan yukarıya doğru saptarlar; öte yandan da, çeşitli düzeylerde alınan siyasal kararların anlamını ve önemini kitlelere iletmek için çaba gösterirler. Bir emme-basma tulumba görünümündeki bu sürecin iyi işlemesi, siyasal yaşamın sağlıklı olmasını sağlayacak en önemli öğelerden birisidir. Siyasal partiler, bu işlevlerini yerine getirirken, aynı zamanda siyasal toplumsallaşmaya da büyük katkıda bulunmuş olurlar. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Abadan-Unat, N e r m i n ; Anayasa Hukuku ve Siyasi Bilimler Açısından 1965 Seçimlerinin Tahlili, SBF Yayınları, Ankara, 1966. 251
Araslı, Oya; Adaylık Kavramı ve Türkiye'de Milletvekili Adaylığı, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1972. Bosuter, Kudret ; Türk Siyasi Partiler Sisteminde Parti İçi Demokrasi, Ulusal Basımevi, Ankara, 1969. Chariot, Jean; Les Partis Politiques (Textes reunis et présentes), Armand Collin, Paris, 1971. Duverger, Maurice; Siyasal Partiler (Çev. E. Özbudun), A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1970. Eldersveld, S.J. ; Political Parties : A Behavioral Analysis, RandMeNally, Chicago, 1964. K a r a m u s t a f a o ğ l u , Tuncer; Seçme Hakkının Demokratik ilkeleri, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1970. Michels, Roberto; Les Partis Politiques, (Traduit par S. Jankelevitch), Flammarion, Paris, 1971. Özbudun, Ergun; Türkiye'de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974. ö z b u d u n , Ergun; Siyasal Partiler, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1974. Özbudun, Ergun; Parti Disiplini (Batı Demokrasilerinde ve Türkiye'de), A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968. Payaslıoğlu, 1952.
Arif; Siyasi Partiler, SBF Yayınları,
Ankara,
Teziç, Erdoğan; Siyasi Partiler (Partilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye'de Partiler), Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1976. Tunaya, Tarık Zafer; Türkiye'de Siyasi Partiler, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1952.
252
İKİNCİ KISIM BASKI GRUPLARI Baskı grupları -siyasal partilerin tersine- iktidarı doğrudan ele geçirmek amacını taşımazlar. Siyasal iktidarı dışardan etkileyerek, kendi çıkarları ya da görüşleri doğrultusunda kararlar alınmasını ve uygulamalar yapılmasını sağlamaya çalışırlar. Kendiliklerinden var olan çıkar grupları, örgütlendikleri zaman baskı grubuna dönüşmüş olurlar. Baskı gruplarının yapılarını, türlerini, işlevlerini, siyasal iktidarı etkilemek için kullandıkları araç ve yöntemleri, sınıfsal kökenli baskı gruplarını inceleyeceğiz. Siyasal baskı amacıyla örgütlenmiş olmadıkları halde, önemli baskı gücüne sahip ordu, bürokrasi ve teknokrasi üzerinde de ayrıca duracağız. 1. BASKI
GRUPLARININ
GENEL
ÇERÇEVESİ
Baskı gruplarının yapıları ve türleri, bir yandan üyelerinin toplumsal konumlarıyla, öte yandan da içinde bulundukları siyasal rejimin özellikleriyle bağıntılıdır. İşlevleri ve siyasal iktidarı etkilemek için kullandıkları yöntemler de, bazen, birbirlerine benzerken, çoğunlukla yapısal özelliklerinden, yani türlerinden kaynaklanan farklılıklar kazanır. a) Baskı Gruplarının Yapısı ve Türleri Siyasal partiler açısından gözlemlendiğimiz yapısal farklılıklar, baskı grupları için de geçerlidir. Kadro ve kitle baskı 253
gruplarının yanısııa, otoriter yapıdaki baskı gruplarına da rastlıyoruz. Baskı gruplarının yapıları ile üyelerinin toplumsal konumları arasında sıkı bir bağlantı vardır. Ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimlerinin oluşturdukları baskı grupları, güçlerini üyelerinin sayısal çokluğundan ve öıgütlenme düzeylerinden alırlar. Üye sayısının çokluğu, disiplinli bir örgütlenmeyi ve belirli bir bürokratik yapıyı zorunlu kılar. Kitle baskı gruplarının en iyi örneğini işçi sendikaları oluşturur. Esnaf ve çiftçi örgütleri başta olmak üzere, toplumsal tabanı geniş olan çeşitli meslek kuruluşları da, genellikle işçi sendikalarına benzer bir biçimde örgütlenirler. Ama kitle baskı grupları, sadece meslek çıkarlarını savunmaya yönelik sınıfsal örgütlerden ibaret değildir. Örneğin gençlik örgütleri ile "Eski Muharipler Derneği'''' gibi örgütler de benzer yapıdadırlar. Gücünü üyelerinin sayısından ya da örgütlenme düzeyinden çok üyelerinin niteliklerinden alan baskı gruplarını, kadro baskı grupları olarak adlandırabiliriz. Üyelerinin ekonomik güçleri veya ekonomik etkenlerden bağımsız olarak toplumda sahip oldukları etki düzeyi, kadro baskı gruplarının ortak özelliğidir. Bu tür baskı gruplarının başında işveren örgütleri gelir. Ama örneğin Mülkiyeliler Birliği, Mason Derneği ya da 1960'larda siyasal yaşamı azımsanmayacak bir düzeyde etkileyebilen Sosyalist Kültür Derneği, birer işveren kuruluşu olmadıkları halde, üyelerinin niteliklerinden gelen ağırlıklarıyla kadro baskı grubu özelliği gösterirler. Otoriter-totaliter baskı grubu yapısına, özellikle faşist eğilimli örgütlerde rastlanır. Faşist ve nasyonal-sosyalist partilerin askeri yapısı, pnların bir çeşit kolu ya da paralel kitle örgütleyicisi durumundaki bu kuruluşlara da yansır. Katı bir disiplin ve merkez otoritesine boyun eğme esastır. 12 Eylül öncesi dönemde, bu yapıdaki baskı gruplarına, öncelikle gençlik kesimlerinde rastlanmıştır. Otoriter özellikleri bazı durumlarda daha az belirgin olmakla birlikte, totaliter özellikleri ağır basan kitle örgüden254
meleri komünizm ideolojisi etrafında da sık sık görülebilir. Bunlar da açık veya gizli komünist partilerinin birer uzantısı olarak çalışırlar. Bazı toplum kesimlerini, meslek görünümlü veya gençlik ya da kadın kuruluşu niteliğindeki bir örgüte çekmek, doğrudan komünist partisine çekmekten çok daha kolaydır. Bu aracı örgütlerde bir yandan, kitle eylemleri çerçevesinde kişiler yönlendirilirken, öte yandan da belirli bir eğitim ve süzgeçten geçenler partiye kazandırılırlar. Aslında çeşitli baskı gruplarından yararlanmak çabasının yalnızca totaliter partilere özgü bir durum olduğunu söyleyemeyiz. Kadro partileri de dahil, hemen tüm çağdaş partiler, baskı gruplarının yönetiminde etkin olmaya ya da partinin doğrultusunda bazı baskı grupları oluşturmaya çalışırlar. Bu durum, tüm baskı gruplarının partilerin bir uydu ya da uzantısı oldukları anlamına gelmez. Nasıl ki, herhangi bir partinin dümen suyundan ayrılmayan baskı grupları olduğu gibi, partilere karşı tamamen bağımsız baskı grupları da vardır. Geri kalan baskı gruplarının ise, herhangi bir siyasal parti ile ilişkisi derece derece az ya da çoktur. Ama bu arada, doğrudan ya da dolaylı olarak baskı gruplarına bağlı partilerin de bulunduğunu unutmamalıyız. Kendilerine bağlı baskı grupları oluşturma yoluna ilk giden partiler, sosyalist ve komünist partiler oldular. Arkasından diğer partiler de onları taklit etmeye çalıştılar. Nasıl ki, sol partilerin işçi sendikaları içinde etkili olmak için mücadele vermeleri doğalsa, sağcı partilerin de, örneğin işveren kuruluşlarının yönetimini ele geçirme çabasında olmalarını doğal karşılamak gerekir. Ama gençlik ve kadın kolları dışında, partilere açıktan organik bağla kenetlenmiş baskı gruplarına çoğulcu sistemlerde pek rastlanmaz. Çünkü bu durumu sağlamak zor olduğu gibi, bazı durumlarda açık bir bağlantının sakıncaları da vardır. İki kuruluş arasındaki bağlantı, genellikle, parti üyelerinin veya yandaşlarının o baskı grubu içinde yönetici konumlara gelmesi yoluyla dolaylı bir biçimde sağlanır. Bir baskı grubu yöneticilerinin bir kısmı ya da tamamının, belirli bir partinin üyesi veya yandaşı olmaları, mutlaka o par255
tiye bağımlı bir yol izleyecekleri anlamına gelmez. Yerlerini koruyabilmek için, baskı grubunu oluşturan tabanın eğilimlerini ön plana almak ve bazı durumlarda, partinin izlediği siyasete bile karşı çıkmak zorundadırlar. Böyle bir zorunluğuıı olmadığı bazı durumlarda ise, parti içi hizipleşmenin yansımasıyla benzeri bir görünüm doğabilir. Parti yönetimine karşı bir hizbin uzantısı olanlar, yönetimdekileri güç duruma sokmak için, etkilerindeki baskı grubunu kullanmaya çalışabilirler. Baskı gruplarına bağlı parti konusunda en ünlü örneği İngiliz İşçi Partisi oluşturur. 1927 yılma kadar parti, sendikaların, kooperatiflerin ve sosyalist derneklerin delegelerinden ibaretti. O tarihten bu yana "doğrudan üyelik" kavramının gelişmesine karşın, işçi sendikaları bu partinin yönetiminde egemen olmayı sürdürdüler. Sağcı partilerin sermaye gruplarıyla bağlantıları genellikle daha kapalı ve dolaylıdır. Seçmen kitlesi içinde ücretli toplum kesimlerinin büyük ağırlığı gözönüne alınarak, partinin sermaye çevrelerini temsil ettiği görüntüsü açıktan verilmemeye çalışılır. Ama birçok Latin Amerika ülkesi örneğinde olduğu gibi, sağcı partilerin, sanayici ve büyük toprak sahiplerinin oluşturdukları baskı gruplarının açık uzantısı olduklarını biliyoruz. Bu aşırı örneklerin dışında, partilerle baskı gruplarının sürekli veya geçici güçbirlikleri oluşturdukları, işbirliği yaptıkları durumlar vardır. Belirli bir yasa tasarısına., silahlanma yarışma veya faşizm ya da komünizm tehlikesine karşı, çeşitli ülkelerde zaman zaman bu tür ittifakların oluştuğunu görürüz. Ama İskandinav ülkelerinde, demokratik sol partilerle işçi sendikaları ve kooperatifler arasında, böyle "eşitlik ilkesi" çerçevesinde oluşmuş -geçici değil- sürekli ittifaklar bulunur. Baskı grupları arasında, çıkarları veya düşünceleri savunmayı ön plana almalarına göre yapılan bir ayrıma da rastlanır. Çıkarlarla düşünceler arasındaki ayrımı yapmanın her zaman kolay olmadığını bilmekle birlikte, dinsel ya da ideolojik kökenli derneklerle, meslek gruplarının oluşturdukları örgütlenmeleri birbirinden ayırmak olanaklıdır. 256
Bir başka ayrım ise, özel ve kamusal baskı grupları arasındadır. Kamusal baskı gıuplarım da bazı siyasal bilimciler "askeri" ve "sivil" olarak ikiye ayırırlar. Özellikle bunalım dönemlerinde, ordunun siyasal yaşamdaki rolünün hangi boyutlara varabileceğini biliyoruz. Daha az görülür olmakla birlikte, devlet bürokrasisinin çeşitli kesimleri de, önemi zaman zaman azalan ya da artan ölçüde baskı olanak'arma sahiptirler. b) Baskı Gruplarının İşlevleri, Araçları ve Yöntemleri Baskı grupları, kendi toplumsal tabanlarının çıkar ve görüşlerini dile getirirler, siyasal karar organlarına iletirler. Uyuşabilecek niteliktekileri birleştirip, ortak hedeflere dönüştürme işlevi de siyasal partilere aittir. Yalnızca tek bir çıkar ya da inanç grubuna dayalı, bir baskı grubu gibi işleyen partilere kolaylıkla rastlanamaz. Bu nedenle de, baskı grupları ile siyasal partileri, özellikle çoğulcu demokrasilerde birbirlerinin işlevini tamamlayan, kolaylaştıran kurumlar olarak görmek gerekir. İşbölümü geliştikçe farklılaşan toplumun farklı gereksinmeleri, böyle bir süreçle tabandan tavana doğru yansır ve siyasal kararlara dönüşür. Farklı çıkar ve görüşlerin dile getirilmesindeki denge, toplumsal barış ve dolayısıyle rejimin sağlıklı işlemesinin temel koşullarındandır. Baskı gruplarını susturmak isteyen yönetimler, giderek toplumsal patlamalara ve baskı rejimlerine yolaçarlar. Jean Meynaud, baskı gruplarının temel işlevlerini üçe ayırarak inceliyor: Karar organlarına, sorunlarıyla ilgili olarak ayrıntılı bilgiler vermek; alınan kararlara üyelerinin rızasını sağlamak; ve tabanlarmdaki genel eğilimleri yönlendirip, akılcı çözüm önerilerine dönüştürmek. Baskı gruplarının kamu yönetimine sunmak üzere yaptıkları ayrıntılı hazırlıklar olmazsa, alınacak kararlardaki hata payı artabilir. Alman kararları ve girişimleri üyelerine anlatmaları ve uyulmasını istemeleri, toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunur. Eğilimlerin yönlendirilmesi ise, düzensiz ve kolaylıkla şiddete kayabilecek eylemleri önler. 257
Düzene en karşı gibi görünen baskı grupları bile, kendilerine çıkarlarını ve görüşlerini yasal yollardan savunmak olanakları tanındığı ölçüde, istemeden düzene hizmet etmiş oluılar. Çünkü üyelerinin sistemle uyuşmasını kolaylaştırırlar. Georges Lavau'nun da vurguladığı gibi, benzer bir durum siyasal partiler için de söz konusudur: "Siyasal sisteme ve o sistemin değerlerine kuramsal olarak karşı olan bazı partiler, bir yandan sistem için tahammül edilebilir bir sıkıntı oluştururken, aynı zamanda, söz konusu sistemin bazı öğelerinin korunabilmesine, dolaylı olarak katkıda bulunabilirler. (. ..) Fransız Komünist Partisi, gerçekte, siyasal sistemin bazı öğelerinin meşrulaşmasına ve süreklilik kazanmasına dolaylı olarak, istemeden katkıda bulunmuştur." Bu örnekte de görüldüğü gibi, nasıl ki "devrimci" bir parti istemeden kurulu düzenin işlemesine ve korunmasına yardımcı olabiliyorsa, düzen karşıtı baskı grupları da benzer bir işlevi yerine getirebilirler. Sistemin onlara yer vermesi ölçüsünde, üyelerini yatıştırp sistemin varlığını sürdürmesini kolaylaştırabilirler. İstek ve tepkilerin belirli düzeylerde dile getirilebilmesi, yüksek sesle söylenebilmesi bile, manevi bir doyum sağlayarak tepkileri yumuşatabilir. Baskı grubunun yöneticilerine sistemin sağladığı olanaklar, bu "yatıştırıcı" süreci güçlendirir. Baskı grupları, bazı durumlarda, siyasal partilerin bıraktıkları boşluğu da doldurabilirler. Örneğin muhalefetin, bir araya gelmesi olanaksız çok sayıda küçük partinin varlığı nedeniyle güçsüz olması sayesinde, bir partinin neredeyse sürekli olarak iktidarı koruyabildiği durumlar böyledir. Bu gibi durumlarda, büyük meslek kuruluşlarının oluşturduğu birlikler, muhalefet partilerinin yapamadığını gerçekleştirip, istekler arasında belirli bir tutarlığı sağlayabilir, bir önem sıralaması yapabilirler. Ama sadece belirli çıkar ve görüşleri temsil eden baskı grupları, toplumsal dayanışmayı temsil etmesi gereken siyasal partilerin yerini hiçbir zaman almamalıdır; çünkü ikisinin de işlevleri ayrıdır. Baskı grupları, kendileriyle ilgili siyasal kararları ya doğrudan ya da kamuoyu aracılığıyla dolaylı olarak etkilemeye 258
çalışırlar. Doğrudan etkileme çabaları, daha seçim kampanyası sırasında başlayabilir. Bir baskı grubu, kendi davasını destekleyeceğini peşin olarak açıktan vaadeden bir adayın seçimine yardımcı olabilir. Bir meslek grubunun, kendi üyelerinden bazılarının parlamentoya seçilmelerine destek olması da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Türkiye'de bunun en iyi örneğini, açık bir biçimde olmamakla birlikte, bazı öğretmen kuruluşları vermişlerdir. Yaygın öğretmen ağının desteği, birçok öğretmenin parlamentoya girmesini kolaylaştırmıştır. Doğrudan baskı uygulamalarına, daha çok, belirli yasa tasarılarının parlamentoda görüşülmesi sırasında ya da bazı hükümet kararlarının uygulanmasıyla ilgili olarak rastlanır. Milletvekillerine, parti ve parlamento yöneticilerine heyetler yollanır. Örneğin işçilerle ilgili önemli bir yasa tasarısının parlamentodaki görüşülmesi sırasında, sendika başkanlarının dinleyici localarını doldurmasının ne büyük bir etki yaptığını, kendi yakın geçmişimizden biliyoruz. Bazı "kritik" durumlarda, benzer bir davranış biçiminin Türk Silahlı Kuvvetlerini temsil edenlerce de benimsendiğini anımsıyoruz. En az bu açık baskı yöntemleri kadar etkili bir başka yol da, partilere örtülü bir biçimde parasal yardım ^yapılması veya belirli parlamenterlerle "özel" ilişkiler kurulmasıdır. Bilgi verme amacını taşıyan broşürlerden, çeşitli gezi, ziyafet ve armağanlara kadar bir çok teknik, yasal baskı ile "rüşvet" arasındaki yelpazede yer alır. Partilerin belirli çıkar gruplarınca finansmanım, bazı siyaset bilimcileri "kollektif rüşvet" olarak nitelendirirler. Siyasal kararları dolaylı biçimde etkilemenin yolu her zaman kamuoyundan geçer. Halka benimsetilen, üzerinde "kamu oyu oluşturulan" bir konuda, siyasal iktidarların ters yönde karar almaları ve uygulamaya girişmeleri zorlaşır. Burada da asıl önemli olan, iktidardaki parti ya da güçlerin kendi toplumsal tabanlarının ne düşündüğüdür. Bu nedenle, kamuoyu oluştuımaya yönelik bir propagandanın asıl hedefinin bu kitle olması gerekir. Kendisine zaten oy vermeyen bir toplum kesiminin tepkileri, siyasal iktidarlarca daha az gözönüne alınır. 259
Baskı gruplarının propaganda etkinliklerinde ilk ve öncelikli hedefleri bizzat kendi üyeleridir. Önce kendi üyelerini bilinçlendirmeye ve ortak hedefler etrafında bütünleştirmeye çalışırlar. Bu açıdan da, yalnız kendi üyelerine yönelik olarak çıkardıkları "İ£ haber bültenleri" de belirli bir önem taşır. Ancak bu birinci aşamadan sonradır ki, geniş kamuoyunu etkilemeye yönelik propagandaya sıra gelir. Basın toplantıları yapmak, afişler asmak, gösteri yürüyüşleri düzenlemek, açık hava toplantıları yapmak, kendi amaçları doğrultusunda yazı yazılmasını sağlamak amacıyla çeşitli gazetecilerle kişisel ilişki kurmaya çalışmak, hep bu çerçeve içinde yer alır. Amerika Birleşik Devletleri'nde çok yaygın olan ve giderek Batı Avrupa'ya da sıçrayan bir uygulama, gazetelere paralı ilanlar vermekle ilgilidir. Bu yöntem Türkiye'de önce bazı işveren kuruluşları tarafından denenmiş, sonra da sağcı bazı siyasal partiler tarafından kullanılmıştır. Ama işveren kuruluşları, böyle açıktan tavır takınmak yerine, "özel ilan" yoluyla basın organlarını etkilemek gibi dolaylı bir yolu tercih etmektedirler. Baskı gruplarının kullandıkları "doğal olmayan" yöntemler arasında, şiddete dayalı bazı eylemler ve en uç örnek olarak da silahlı mücadele yer alır. İş yerlerinde ve öğretim kurumlarında, geçmişte Türkiye'de de rastlanan "işgal" eylemleri bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir davranış oluştururlar. Şehir içi ya da şehirlerarası yolları keserek ulaşıma engel olma da, zaman zaman başvurulan bir yoldur. Buna bazı ülkelerde özellikle tarım üreticileri başvururlar. Bazı baskı gruplarının silahlı mücadeleye girişmesi ise, ancak devlet otoritesinin zayıfladığı bunalım dönemlerinde, o da belirli bir iç savaş veya askeri müdahele ortamının oluşturulması açısından etkili olabilir. c) T o p l u m s a l Sınıflara Dayalı Baskı
Grupları
Gençlik ve kadın kuruluşları, ideolojik temele dayalı örgütlenmeler başta olmak üzere, sınıfsal nitelikli olmayan çok sayıda baskı grubunun bulunduğunu ya da bulunabileceğini biliyoruz. Ancak hiç kuşku yok ki, siyasal yaşamda en büyük önemi taşıyan baskı grupları, genellikle sınıfsal kökenli olanlardır. 260
Siyasal amaçla örgütlendiklerini hemen hiçbirisi açıkça belirtmese bile, meslek kuruluşlarının hepsi de bu çeıçeve içinde yer alırlar. Çünkü o toplum kesiminden olanların çıkar ve eğilimlerini savunmak için oluşturulmuşlardır. Sınıfsal baskı grupları içinde yalnızca işveren ve büyük toprak sahiplerinin - k i onlar da işveren sayılır- oluşturdukları baskı grupları, kadro baskı grubu yapısındadırlar. İşveren baskı grupları, üyelerinden çok yüksek düzeyde ödenti toplayabildikleri için, ekonomik bakımdan çok güçlüdürler. Almanya'da Ruh}- Havzası kömür karteline dahil olan işverenlerin, 1932 yılında aralarında topladıkları para, Nasyonal Sosyalist Parti'nin etkinlik kazanmasında büyük rol oynamıştı. Bir yıl sonra Hitler'in iktidara ulaşmasında da, kuşkusuz ki bu tür parasal katkıların payı önemliydi. Türkiye'de işveren baskı gruplarının en üstünde İşveren Sendikaları Konfederasyonu yer alır. Ticaret ve Sanayi Odaları da, bir işveren baskı grubu gibi işlev görmektedir. T Ü S İ A D ise, ülkedeki en büyük ve etkili işadamlarını biraraya getiren, bir anlamda büyük sermayeyi temsil eden bir baskı kuruluşudur. Çoğulcu demokrasilerde işveren kuruluşlarının büyük ağırlıkları olduğunu biliyoruz. Bu çerçeve içinde yeralan kuruluşlar, siyasal iktidarları doğrudan ya da dolaylı yollardan etkileyebilmek için büyük olanaklara sahip bulunuyorlar. Sağcı partilerin parasal gereksinmelerini doğrudan ya da dolaylı yollardan karşıladıkları gibi, bazı ortamlarda kimi sol örgütleri bile örtülü parasal yardımlarla etkilemeye çalıştıkları görülmüştür. Türkiye'de 1960 öncesi dönemde, bazı büyük işadamları iki büyük partiye de yardım yapıyorlardı. Ama bu yardımdan aslan payını alan, elbette ki iş çevrelerine daha yakın çizgideki parti oluyordu. İşveren baskı gruplarının, daha az dikkati çeken dolayh baskı yollarını tercih ettiklerini söyleyebiliriz. Doğrudan bazı büyük sermaye gruplarına bağlı basın organlarının yanısıra, ticari amaçlı gazete, dergi, özel radyo ve televizyon istasyonlarını da "özel ilan" yoluyla etkilemeleri olanaklıdır. Ticari 261
amaçlı kitle iletişim araçlarının, yalnız satış yoluyla giderlerini karşılayamayacakları ve hele kâr yapamayacakları bilinen bir gerçektir. işveren baskı gruplarının, köklü reform programlarıyla iktidara gelen sol partileri çok güç duruma sokabildiklerini gösteren örnekler oldukça çoktur. Bunu sadece doğrudan yatırımları durdurarak, piyasada bazı temel maddelerin sıkıntısını yaratarak ve bazı durumlarda paralarını daha güvenli ülkelere kaçırarak yapmamaktadırlar; aynı zamanda, sol hükümete karşı bir kamuoyu oluşturabilmek için, etkileri altındaki kitle iletişim araçlarını da kullanmaktadırlar. Ama tüm bunları fazla abartmamak, işçi sendikalarının güçlülüğü ve bağımsız yayın organlarının varlığı oranında, özellikle de sendika ve kooperatiflerin partilerle doğrudan ilişki kurabildikleri ortamlarda, belirli bir dengeye yaklaşılabildiğini gözönünde bulundurmak gerekir. Öyle olmasaydı, hiçbir çoğulcu demokraside, sol partiler uzun ömürlü hükümetler oluşturamazlardı. Kitle baskı gruplarının en önemlisi, işçi sendikalarıdır, işçi sendikalarının en büyük gücü, üyelerinin sayısından ve disiplininden kaynaklanır. Bu çok sayıda üyenin aynı yönde oy kullanması olasılığının, siyasal iktidarların serbest seçimlerle belirlendiği ülkelerde büyük etki yapması doğaldır. Bu ise, işçi kuruluşlarının etkinliğinde önemli rol oynayan "bilinç" öğesini gündeme getirir. Bir işçi sendikasının etkisi, üyelerinin sayısal çokluğu kadar, aynı zamanda onların bilinç düzeylerine de bağlıdır. Sendikanın yönetiminde bulunanlar ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, üyelerin önemli bir kesimi, kendi çıkarları ile çatışan bir partiyi desteklemeyi sürdürüyorlarsa, o sendikanın siyasal yaşamdaki ağırlığının sınırlı kalacağı açıktır. Özel olarak işçi ve genellikle ücretli toplum kesimlerine dayalı baskı gruplarının etkisini azaltan iki etkenden sözetmek gerekir: İşçiler özellikle belirli sanayi merkezlerinde yoğunlaşmışlardır. Bu nedenden dolayı, o yerleşim birimlerinin dışındaki bölgelerden seçilen milletvekilleri, işçi sendikalarından gelen baskılara karşı daha az duyarlıdırlar. Üstelik işçi sendika262
larının solcu muhalefet partilerini açıktan destekledikleri durumlarda, onların oylarını alma konusunda pek umutlu olmayan iktidar partilerinin aynı konudaki duyarlıkları da ister istemez azalır. Buna karşdık, sahiboldukları grev silahı, işçi sendikalarını tüm hükümetlerin ciddiye almalarını gerekli kdar. Ülke çapında ya da belirli bölgelerde uygulanabilecek bir "genel grev" ise, tüm ülkede yaşamı felce uğratıp hükümetleri güç duruma düşürebilir. Ama grev silahının da -diğer yöntemlerde olduğu gibi- ancak yerinde ve zamanında kullanılması durumunda etkili olduğunu, kötü kullanıldığında ise kamuoyunda genel bir kızgınlık ve tepki yaratarak, tutucu hükümetlerin ve sağcı partilerin işine yaradığını unutmamalıyız. Öte yandan, kamuoyunun işçi hareketleri karşısındaki tutumunun, yaygın siyasal kültüre ve toplumun o anda içinde bulunduğu ortama bağlı bulunduğu da, unutulmaması gereken bir başka noktadır. işçi sendikalarının etkisi, sık sık iktidara gelen güçlü demokratik sol partilerle yakın işbirliği içinde oldukları ülkelerde çok artmaktadır. İskandinav ülkeleri genellikle bu durumdadır. İsrail'de ise, en büyük işçi kuruluşu olan Estadrud, büyük yatırımları sayesinde ayrıca önemli bir ekonomik güce sahip olarak, ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Benzer bir durum, sosyal demokrat iktidarın uygulamaya başladığı "işçi yatırım fonları'' sayesinde İsveç'te de ortaya çıkmaktadır. 12 Eylül 1980'e gelinceye kadar, Türkiye'de iki büyük işçi konfederasyonu vardı: Türk-İş ve D İ S K . Önemli ideolojik ayrımlaıdaıı doğan bir bölünmeyle doğan rekabetin, işçi hareketinin gelişimini etkilememesi düşünülemezdi. DİSK'in kapatılması ve 12 Eylül sonrası getirilen düzenlemeler sonucu, yeniden tek konfederasyonun egemen olduğu bir ortama dönüldü. Bu durumun, işçi baskı gruplarının siyasal iktidarlar üzerindeki ağırlığını ne yönde etkileyeceğini zaman gösterecektir. Özellikle Türkiye'de, çiftçi kuruluşlarının işveren ve işçi kuruluşları düzeyinde örgütlü oldukları söylenemez. Türkiye'de az topraklı ya da topraksız köylünün örgütlenme olanağı yok gibidir. Ama çiftçilerin hemen tüm toplumlarda, ülke dü263
zeyine dengeli bir biçimde dağümış bulunmaları, etkilerinin artmasında önemli bir neden oluşturur, işçiler için söz konusu olan yoğunlaşmanın tersine, çiftçilerin dağümış durumları, bütün bölgelerden gelen milletvekillerinin kendilerini hesaba katmalarını zorunlu kılar. Buna karşılık grevle kıyaslanabilecek bir silahları yoktur. Ama işçilerin destekledikleri partilerin genellikle muhalefette bulunmalarına karşılık, çiftçilerin desteğini sağlayan partilerin daha sık iktidara ulaşmaları, onların ağırlığını arttırır.
2. SIYASAL ODAKLARı
AMAÇLA
ÖRGÜTLENMEMIŞ
GÜÇ
Çıkar gruplarının baskı gruplarına dönüşmesi, ortak irade ile gerçekleşir. Başka bir deyişle, örgütlenme aşaması çıkar birliği aşamasından sonra gelir. Oysa ordu ve kamu bürokrasisi için durum tamamen farklıdır. Önce örgütler belirli hizmetleri yerine getirmek için oluşmuş, sonra o örgütierde görev alanlaı aıasında, paylaşılan koşulların benzerliğinden doğan ortak eğilimler ortaya çıkmıştır. Ne ordunun ne de bürokrasinin varoluş amacı siyasal baskıdır; ama bir kez varolduktan sonra, siyasal yaşamda, önemi koşullara göre artan ya da azalan bir ağırlık kazanmaktadırlar. a) Ordu Ordu niçin siyasete karışır? Bu sorunun yanıtını S.E. Finer başka bir soruyla veriyor: "Ordu tüm diğer sivil güçlerden yüz kez daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve modern silahlara sahip bulunduğu göre, askerlerin niçin bazen siyasal yaşama karıştıklarım sormak yerine, niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru olmaz mı?" Ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığının nedenlerini, hangi durumlarda siyasal iktidara doğrudan karıştığını, ideolojisini belirleyen öğeleri ve askersel ya da yarı askersel yönetimlerin sonuçlarını ayrı ayrı incelemek gerekir. Çağdaş toplumlarda, yalnızca ordu ileri teknolojiye dayalı silahlara sahiptir. Sopalarla, tırmıklarla, küıç ve oklarla sa264
rayların basıldığı, şatoların ele geçirilebddiği dönemler geride kalmıştır. Modern bir ordunun karşısında sivil güçlerin yapabilecekleri şeyler çok sınırlıdır. Eğer Birinci Dünya Davaşı siyasında Rus ordusu maddi ve manevi açıdan çökmüş olmasaydı, Lenin ve arkadaşlarının 1917 devrimini gerçekleştirmeleri kuşkusuz ki çok zordu. Çağdaş ordular güçlerini yalnızca silahlarından değil, aynı zamanda tek merkezden yönetden, disiplinli örgütlenmelerinden alıyorlar. Askerlerin sivil örgütleri küçümsemelerinin başta gelen nedeni budur. Sivil kurum ve kuruluşların daha da laçkalaştığı bunalım dönemleri, askerlerin disiplinli örgütünü bir kat daha önemli ve güçlü kılmaktadır. Ordu, gerek maddi gücü ve disiplini, gerekse ülke bağımsızlığının bir simgesi olarak, aynı zamanda moral bir güce de sahiptir. Bu moral güç, halkın ona duyduğu saygı ve güvenden oluşur. Tarihsel evrime ve ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak bunun düzeyi ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, A.B.D. gibi demokratik geleneklerin oldukça güçlü bulunduğu ülkelerde bde önem taşır. Ordunun ulusal savunmadaki başarısı ve iç siyasetteki yıpranmamışlığı bu önem ve ağırlığı arttırırken, savaşlardaki yenilgder ve iç siyasete fazla karışmanın verdiği yıpranmalar olumsuz etki yapar. Güçlü olmak, o gücün kıdlanılmasının gerekçesini oluşturmaz. Bu nedenle de, ordunun siyasal yaşama doğrudan karışmasının nedenlerini başka koşullarda aramak gerekir: Halkın sivil kurumlara bağldık düzeyi, ordudaki hoşnutsuzluğun düzeyi, doğrudan müdaheleye karşı koyabilecek bir gücün varolup olmaması, ülke ekonomisinin durumu ve askerlerin müdahalesine sağlanabilecek iç ve dış destekler bu koşulların en önemlileridir. Halkın siyasal partiler, yargı organları, üniversiteler, sendikalar gibi sivil kurumlara olan saygısının, bunalımdan sivil önder ve kurumlar aracılığıyla çıkılabilmesi umudunun azalması ölçüsünde, ordunun işe karışma olasdığı artar. Cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet ve yasama organının saygınlığı özeUikle önem taşır. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihle265
rindeki darbe girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasında, zamanın başbakanı İnönü'nün gerek ordu ve gerekse sivil kurumlar gözündeki saygınlığı önemli rol oynamıştır. Ordunun, kendisine karşı koyabilecek bir gücün bulunmadığının bilincinde olması da, siyasete doğrudan karışmasının ön koşullarındandır. O r d u d a n gelecek bir harekete gene ordu içinden başka bir gücün karşı koyması olasılığı caydırıcı bir etki yapabilir. Söz konusu karşı güç ülke içinden olabileceği gibi, ülke dışından da olabilir. Ülkenin genel durumundan ya da ordunun içinde bulunduğu özel koşullardan dolayı orduda bir huzursuzluğun varlığı, siyasete doğrudan karışmayı kolaylaştırıcı etki yapar. Subay kesiminin 1960 öncesindeki geçim sıkıntıları ve sivil kesim karşısındaki ezikliğinin, 27 Mayıs'a gidişi kolaylaştıran etkenler aı asında yer aldığı söylenebilir. Bu durum daha sonra değişip tersine dönmeye başlamış, ordunun rejim içindeki etkisini yasal yollardan arttıııcı önlemler, Anayasalara kadar girmiştir. Türkiye'de 1960, 1971 ve 1980 müdaheleleri sırasında ülkenin içinde bulunduğu bunalımların yarattığı huzursuzluklar da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Ekonomik durumun, askerlerin siyasete karışmasında taşıdığı önem hep bilinir. Ama bu açıdan asıl önem taşıyan öge, ülke ekonomisinin basit ya da karmaşık bir yapıya sahip bulunmasıdır. Ekonominin gelişmişlik düzeyi, askerlerin kolay kolay içinden çıkamayacakları kadar karmaşık bir yapı oluşturuyorsa, kolay ve kestirme çözüm hevesleri azalır. Askeri darbelerin daha çok geri kalmış ülkelerde ortaya çıkışındaki nedenlerden birisi de budur. Ordunun kuracağı rejimi destekleyecek toplumsal bir sınıf veya sınıfların ve yardımcı olacak sivil kadroların varlığı önemlidir, ama yeterli değildir. Ülke ekonomisinin ve ordunun silah ve donanımının dış yardımı gerektirmesi ölçüsünde, müdahalenin dış desteği önem kazanır. Özellikle büyük devletlerin etki alanına giren bölgelerde, o devletlerin genel eğilim ve çıkarlarına ters düşen askeri müdahalelerin yapılabilmesi ve yapılsa bile uzun dönemde başarıya ulaşabilmesi zordur. 266
Ordunun siyasete karışması açısından, askerlerin demokrasiye ve sivil iktidarlara saygı geleneği ve derecesinin önemini de elbette ki unutamayız. Eski ve disiplinli bir ordunun, büyük zorlamalar olmadıkça siyasal iktidara doğrudan el koyma olasılığı çok azdır. Siyasete sık sık ve doğrudan karışma alışkanlığı edinmiş bir orduda ise disiplin giderek zayıflar. Çünkü disiplini, belirli bir alt-üst anlayışı ayakta tutar. Devlet içindeki üst-alt anlayışını bozan bir ordu, kendi içindeki emir-komuta zincirini korumakta da zorluklarla karşılaşır. Ordunun hangi koşullarda ülke yönetimine karışacağı kadar, hangi yönde karışacağı da elbette ki önemlidir. Bunu bir yandan ülkenin gelişmişlik düzeyi, bir yandan hareketin iç ve dış desteklerinin niteliği, öte yandan da ordunun yapısı ve ideolojisi belirler. D u v e r g e r n i n diktatörlükle ilgili kuramını bir kez daha anımsamakta yarar var: Gelişme düzeyi yükseldikçe ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığının azaldığını, ama yönetime el koyduğunda da bunun tutucu olma olasılığının arttığını söyleyebiliriz. Geri kalmış ülkelerde ise, askerlerin ülke yönetimine karışmaları olasılığı yükselirken, bu karışmanın ilerici nitelikte olma olasılığının da yükseldiği öne sürülebilir. Aranan iç ve dış desteklerin bu genel eğilimlere uygun olması doğaldır. En demokratik olanlar dahil, hangi ülkede olursa olsun, orduyu yönetenlerin de elbette ki belirli siyasal inanç ve tercihleri vardır. Ama bazı koşullar biraraya gelmedikçe, bu inanç ve tercihleri silah zoruyla kabul ettirme yoluna giremezler. Her orduda yaygın bir ideoloji bulunur. Bu nedenle de, orduyu siyaset dışı tutmak, siyasal düşüncelerden arındırmak anlamına gelemez. Ordunun siyasal tercihlerini yüksek sesle söylemesinin gereğini ve olanağını yaratmamak anlamına gelir ki, bu da her zaman ülkeyi yönetenlerin elinde değildir. Ülkenin gelişmişlik düzeyi, ekonominin büyüme ya da bunalım döneminde bulunuşu, rejimin silahlı kuvvetlere verdiği önem ve onlara sağladığı koşulların yanında, özellikle subay kesiminin toplumsal kökeni de, ordunun siyasal eğilimleri267
nin oluşumunda önem taşır. Ordunun dış dünyaya ve çağdaş teknolojiye açılma düzeyi de belirli bir etki yapar. Hava, deniz ve kara kuvvetlerini oluşturan subaylar arasındaki bazı belirgin tutum farklılıklarında bu etkinin rolü büyüktür. Alt rütbelilerle üst rütbeliler arasındaki eğilim farklarının nedeni ise, bir yandan kuşak, öte yandan da gelir ve rejim içindeki etkinlik düzeyi farkıdır. Nasıl ki, ordunun tümünün aynı siyasal bakış açısını benimsemesi olanaksızsa, ordudaki yaygın ideolojinin ya da o ideolojiyi yorumlama biçiminin zamanla değişmemesi de olanaksızdır. İşçi ve işveren sınıflarının ideolojilerinde belirli bir süreklilik vardır. Çünkü onların üretim sistemi içindeki yerleri ve bu yerden kaynaklanan sorunları belli ve bir anlamda süreklidir. Oysa asker olsun sivil olsun, kamu görevlileri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Onların sorunları daha kısa vadeli ve değişkendir. Ülkenin iç ya da dış koşulları değiştiğinde, o sorunlara çözüm getireceğine geçmişde inandıkları ideolojiyi bir yana bırakıp, başka çözümleri benimseyebdiıler. Bu gibi durumlarda, eğer ideolojinin adı değişmiyorsa içeriği değişir. Örneğin Türkiye'de, 27 Mayıs'ı gerçekleştiren askerlerle 12 Eylül'ü gerçekleştiren askerlerin Atatürkçülüğü aynı biçimde anladıklarını söyleyebilmek zordur. Ordudaki temel siyasal eğdimin tutucu ya da ilerici olması şu soruların yanıtlarına da bağlıdır: Kurulu düzen temel sorunları çözme umudu veriyor mu? Yoksa farklı modeller, benzer koşullardaki başka ülkelerde daha mı başarılı? Ama ordunun huzursuz olmaması için, en köklü toplumsal değişikliklerin bde, bir düzen içinde ve ülke bütünlüğünü tehlikeye atmadan gerçekleşmesi zorunludur. Hiçbir iktidar kendi ideolojisinin dışındaki ideolojderden hoşlanmaz. Ancak demokratik iktidarlar, farklı ideolojilere rıza ve hatta saygı göstermek zorunda kalırlar. Askeri iktidarların ise, yapılarının ve eğitimlerinin sonucu olarak, kendilerininkinden değişik ideolojilere hoşgörüyle bakmaları beklenemez. Ama askeri iktidarlar kurumlaşıp askeri devletlere dönüştükçe, toplumda yasaklanan çoğulculuk ordunun içinde 268
gelişmeye başlar. Bazı durumlarda -Güney Amerika'daki çeşidi örneklerde de görüldüğü gibi- hava, deniz ve kara kuvvetleri ayrı siyasal partiler görünümünü kazanırlar. Hatta aynı kuvvet içinde, sağ, sol ve orta kanatlar oluşabilir. Oysa sivil örgüt ve güçler arasında gerçekleştirilemeyen bir uzlaşmayı, ordu içinde gerçekleştirmek daha kolay ya da daha az sancılı değddir. b) Bürokrasi ve Teknokrasi Bürokrasi, artık dilimize de yerleşmiş bulunan "büro" sözcüğü ile eski yunancada egemenlik anlamına kullanılan "krasi" sözcüğünün birleşmesinden oluşan bir kavramdır. Kimi zaman yalnızca kamu yönetimi anlamında, kimi zaman genel olarak bir gelişmiş örgütlenme biçimi anlamında, ya da zaman ve kaynak savurganlığı yaratan bir kırtasiyecilik anlamında kullanılır. Biz ise bu başlık altında, daha çok devlet bürokrasisinden sözedeceğiz. Bürokrasi, alt-üst ilişkilerinden oluşan bir piramit görünümündedir. Herkes bir üsttekinin -yasalara uygun olarak verdiği- buyruklara uymak zorundadır. Ama herkesin sahip bulunduğu yetkiler, kendisine değil görevine aittir. O yetkileri ancak o görevde bulunduğu sürece kullanabilir ve ne. görevini ne de yetkilerini başkasına devredemez, miras olarak bırakamaz, satamaz. Örneğin Orta Çağ'da derebeyler dönemindeki kamu yönetiminde bu özellikler bulunmadığı için, bürokrasi de yoktu. Bürokrasiye giriş, yükseliş, görevler, sorumluluklar ve yetkiler, ta mesleğin sona erdiği ana kadar herşey belirli ve ayrıntılı kurallara bağlanmıştır. Bunun doğurduğu hantallığa karşılık, iş güvenliği ve gelecek güvencesi diğer mesleklere göre daha fazladır. Seçimle gelen siyasal iktidarlar gidici, oysa atamayla gelen "memurlar ordusu" kalıcıdır. Geçiciliğinin bilincinde olan hükümetler işleri hızlandırmak isterlerken, halk önünde sorumlu olmayan bürokrasi, kendi ayrıcalıklarını koruma ve kendi kurallaıına göre ağır işleme eğilimindedir. Roberto Michels'e göre; "bürokrat, kitlelerin gereksinmelerini onlardan daha iyi bildiğine kolaylıkla ve içtenlikle inanır". 269
Çağdaş toplumlardaki bürokrasi olgusuna en büyük önemi M a s W e b e r vermiştir. Karl Marx'in kuramında sınıf çatışmalarının oynadığı rolü, Weber'de bürokrasi oynamaktadır. Ünlü Alman sosyologuna göre, demokratik toplumlarda siyasal iktidar, seçimle gelen siyaset adamlarından çok, bürokrasiye aittir: "Güncel görünümlerinde siyasal iktidarı bürokrasi kullanır. Eğer yönetim makinesinin tüm dişlileri uygulanmasını güvence altına almazsa, parlamento görüşmelerinde çoğunluğun aldığı kararlar, ölü satırlar olarak kalmaya mahkûm olur." Weber, bürokrasinin gelişmesi ve dolayısıyle devletin etkinliğinin artması ölçüsünde özgürlüğün azalacağını düşünüyordu. Komünizmi de, bir proleterya diktatörlüğünden çok "bürokratların diktatörlüğü" olarak görüyordu. Demokrasilerde bile, görevinde uzmanlaşan bürokratın halkın isteklerinden ve denetiminden uzaklaşması söz konusu iken, kapalı bir rejimde bunun boyutlarının çok daha büyümesi doğaldı. Daha etkin bir kamu yönetimi gereksinmesinin ürünü olan bürokrasi, bu işlevini yerine getirebilmek için, uzmanlaşmayı ve görev bölünmelerini daha da ileri götürmek zorundaydı. Böyle bir gelişme ise, yönetici görevlerde bulunan bürokratlara büyük güç kazandırıyordu. Uzman olmayan ve yönetime geçici olarak gelen siyaset adamlarının yanmda, konunun uzmanı olup o görevde uzun süredir bulunan bürokratların varlığı, ağırlığın bürokrasiye kaymasını doğal kılmaktadır. Weberei yaklaşım, bürokrasiyi kendine özgü yapısı, kuralları ve mantığıyla ayrı bir toplumsal güç olarak değerlendirirken, marksist kuram bürokrasiyi egemen sınıfın bir aracı sayar. Kapitalist bir toplumda bürokratların hangi sınıflardan geldiğinin pek önem taşımadığını savunur. Çünkü nereden geldiklerinden çok o anda nerede bulunduklarr önemlidir. Bürokratlar sahip oldukları ayrrcalıklarla hem kendi toplumsal kökenlerinden hem de genel olarak halktan kopmaktadırlar. Bürokratların (yani kamu görevlilerinin) kendi yararları ile egemen sınıfın çıkarı bütünleşmektedir. Marksist kuram, komünist toplumda devletle birlikte bürokrasinin de yokolacağmı haber verdiği halde, komünist re270
jimlerde devlet bürokrasisinin yaııısıra parti bürokrasisinin çok güçlendiğini ve devletin gerçek yöneticisi konumuna yükseldiğini biliyoruz. Az gelişmiş ülkelerde ise asker-sivil bürokrasi, çağdaşlaşmanın öncülüğü görevini üstlenip, geleneksel seçkinlerin yerini alabiliyor. Ama -Cumhuriyet Türkiye'sinde de görüldüğü gibi- gelişme hızlanıp toplumsal yapı karmaşıklaştıkça ipler onların elinden kaçmaya başlıyor. Toplumda yeni ve daha önemli güç odakları beliriyor. Gelişmiş ülkelerde bürokrasi kavramının giderek daha karmaşıklaştığını ve onun yerini teknokrasinin aldığını görüyoruz. Ernest R e n a n bu gelişmenin haberciliğini geçen yüzyılın ortalarında şu sözlerle yapmıştı: "İlkel toplumlarda, tanrıların adına toplumu yönetenler rahiplerdi; geleceğin toplumlarında, akılcı yollardan en iyiyi arama adına hilkiimet edecek olanlar bilim adamlarıdır." Gerçi hemen hiçbir toplumda siyasal iktidar bilginlerin ve teknik adamların elinde değil. Ama ekonomik yapıda başlayan bir gelişmenin siyasal iktidarlara da yansımaya başladığını yadsıyamayız. Duverger bu yeni oluşumun, demokrasinin niteliğini değiştirip bir "tekno-demokrasi" yaratacak kadar önemli olduğunu öne sürüyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde büyük özel firmaları artık sahiplerinden çok teknokratların yönetmeye başladığı yıllardır dikkati çekiyordu. Amerikalı iktisatçı J o h n Kenneth Galbraîth bir adım daha giderek, büyük sanayi kuruluşlarında artık yönetimle ilgili kararların tek bir kişi tarafından alınamadığını ve böylece kollektif bir yönetimin oluştuğunu vurguladı. Çünkü sağlıklı bir karar, üretim teknikleriyle, planlamayla, parasal sorunlarla, pazarlamayla, işletmenin içindeki insan ilişkileriyle ilgili bir sürü bilginin biraraya gelmesiyle verilebiliyordu. İşverenler bu kollektif yönetimin yalnızca bir öğesini oluşturuyordu. Hisse senedi sahiplerinin oluşturduğu genel kurul ise, bu teknokratlar grubunun hazırladığı raporları onaylamanın ötesinde bir değerlendirme yapabilecek olanaklardan yoksundu. İşveren teknokraside değişiklik yapabilir, ama teknokrasisiz yapamazdı. Elbette ki teknokrasi yalnızca gelişmiş ülkelere ve özel sektör kuruluşlarına özgü bir olgu değildir. Kamu kuruluş271
larında ve gelişme sürecinin belirli düzeylerine ulaşmış olan ülkelerde de teknokratlar önce ekonomik, sonra da siyasal iktidara ortak olmaya başlamaktadırlar. Başka bir gelişme de, özel teknokrasilerle kamu teknokrasisi arasında giderek bir bağlantının oluşmasıdır. Benzer eğitimden geçmiş, benzer çıkarlara ve bakış açısına sahip kişiler arasında belirli bir ortamın doğması doğaldır. Türkiye'nin gelişme düzeyinde bile, kamu kesimi ile özel kesim arasındaki teknokrat alışverişi doğal karşılanır hale gelmiştir. Özel firmaların üst düzey yöneticileri kamu yönetiminde önemli görevlere gelebilirken, tersi de olabilmektedir. Güç kazanma ve etkinliğini arttırma isteği, teknokraside genel bir eğilim olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek özel gerekse kamu kesiminde, teknokrasinin ekonomik gücün kullanımındaki etkinliğinin arttığı söylenebilir. Başka bir deyişle, teknokrasi giderek "eknomik oligarşi"nin ayrılmaz önemli bir öğesi olmaktadır. Bunun siyasal iktidara yansı maması ise düşünülemez. Üstelik ekonomik gücün istikrarlılığına karşılık, siyasal güç çok daha değişken olduğundan, ekonomik gücün egemenliğine karşı koyma olanağı azalmaktadır. Duverger'ye göre; "Devletin ekonomik oligarşiye bağımlılığı, 1870— 1939' /ardaki liberal demokrasiye göre, bugünün teknodemokrasisinde çok daha güçlüdür". SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Abadan. N e r m i n ; Bürokrasi, SBF Yayınları, Ankara, 1959. Akad, M e h m e t ; Çoğulcu Demokraside Siyasal İktidar ve Baskı Grupları, Z Yayınları, İstanbul, 1979. Birand, M. Ali; Emret Komutanım, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1987. Birnbaıım. Pierre-Chazel. François; Sociologie Politique (t. 1), Armand Collin, Paris, 1971. Bozdemir, Mevlüt; Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları, SBF Yayınları, Ankara, 1982. Duverger, Maurice; Batinin İki Yüzü (Çev. C. Eroğul, F. Sağlam), Doğan Yayınevi, Ankara, 1977. 272
Duverger, Maurice; Siyaset Sosyolojisi, Varlık tanbul^ 1975.
Yayınevi,
İs-
Heper, Metin ; Bürokratik Töııetim Geleneği : Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyetinde Gelişim ve Niteliği, O D T Ü Yayınları, Ankara, 1974. Kışlalı, A h m e t Taner; Forces Politiques Dans la Turquie Moderne, SBF Yayınları, Ankara, 1968. Meynaud, Jean; Politikada Baskı Grupları, (Çev. S. Tiryakioğlu) Varlık Yayınları, İstanbul, 1975. Rouquie, Alain: L'Etat militaire en Amérique latine, Le Seuil, Paris, 1982. Şayian, Gencay; Türkiye'de Kapitalizm, Bürokrasi ve Siyasal İdeoloji, T O D A İ E Yayınları, Ankara, 1975.
273
ÜÇÜNCÜ KISIM SEÇKİNLER Türk Dil K u r u m u ' n u n sözlüğü, seçkinleri, "benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan" kişiler olarak tanımlıyor. Bu anlamda seçkinler ne bir toplumsal sınıftır ne de bir baskı grubudur. Ama seçkinlerin siyasal yaşamda belirli bir ağırlıkları vardır ve bu ağırlık özellikle geri kalmış ülkelerde ayrı bir önem kazanır. Önce seçkinlerle ilgili farklı bilimsel yaklaşımları ve daha sonra da geri kalmış ülkelerde seçkinlerin işlevlerini ele alacağız. 1. SEÇKİNGİ
KURAMLAR
Seçkinlerin toplumları yönetmeleri gerektiği görüşü Eflatun'dan Niçe'ye, Jose Ortega y Gasset'ye kadar uzanır. Ama bunlar "olması gerekeni" araştıran düşünceler olduğu için bilimden çok felsefenin konusuna girerler. Seçkinlerin geçmişdeki ve günümüzdeki toplumlarda oynadığı rolü aydınlatmaya yönelik çalışmalar ise geçen yüzyılda başlayıp günümüze kadar sürmüştür. Bu bilimsel çabaları, klasik ve çağdaş seçkinci kuramlar olarak ikiye ayırarak inceleyebiliriz. a) Klasik Seçkinci K u r a m l a r Seçkinlerle ilgdi kuramların başında, İtalyan toplumbilimci Vilfredo Pareto'nunki yer alır. Pareto'ya göre, toplumsal yaşamın her alanındaki en başarılılar seçkinleri oluşturur. 275
En başarılı siyaset adamlarından, sanatçılardan tutun da, en başarılı sokak kadınlarına kadar hepsi seçkinler grubu içinde yer alırlar. Her toplum kesiminin en başarılıları kendi içlerinde bir aristokrasi oluştururlar. Çelişki seçkin azınlıkla seçkin olmayan çoğunluk arasındadır. Pareto'ya göre, seçkinler üstün nitelikli kişilerdir. Ama onların çocukları aynı ölçüde üstün nitelikli olmayabilirler. Soy ve ailenin yanısıra, varlıklı, akıllı, yetenekli ve sağlam ahlâklı olmak da seçkinlik ölçütleri arasında yer alır. Seçkinlerin giderek nitelikçe zayıflamaları ya da sayıca azalmaları, onların yerini başkalarının almasına uygun bir ortam hazırlar. Eğer seçkinler, toplumun alt tabakalarından ortaya çıkan eıı başarılıları aralarına alabilirlerse "seçkinlerin dolaşımı" sürer. Özellikle yönetici seçkinlerin, yönetici seçkinler arasına katılma niteliğindekilere olanak tanımamaları durumunda ise iktidar kavgası sertleşir ve seçkinlerin toptan değişimi olayıyla karşılaşılır. Pareto'nuıı anlayışına göre, devrim budur. Pareto, seçkinlerin dolaşımı kuramını hazırlarken açık bir biçimde İbni H a l d u n ' d a n etkilenmiştir. Bedevilikten uygar topluma, yani göçebe yaşamdan kent yaşamına geçilirken yöneticilerin rahatlık içinde giderek zayıfladıkları ve onların yerini başkalarının aldığı gözlemi İbni Haldun'da açıklıkla işlenmiştir. İtalyan Gaetano M o s c a da, açıktan seçkinler deyimini kullanmamakla birlikte, "[yönetici sınıf" kavramıyla seçkinler kuramına katkıda bulunanlar arasında yer alıyor. Mosca'ya göre, eski çağlardan bu yana her tür toplamda bir yöneten bir de yönetilen sınıf bulunur. Yönetici sınıf, akıl, bilgi, servet, silah gibi olanakları kullanarak kendi üstünlüğünü çoğunluğa kabul ettirir. Ancak örgütlü ve üstün yetenekli bir azınlık çoğunluk üzerinde egemenlik kurabilir. Bu egemenliği kurar ve sürdürürken, ona meşruluk kazandıracak, halkın o egemenliği daha kolaylıkla kabul etmesini sağlayacak ideolojik çerçeveyi de oluşturur. Mosca'ya göre, yönetici sınıf yalnızca siyasal iktidardakileri değil, aynı zamanda siyasal iktidarı güçlü bir biçimde etki276
leyebilecek durumda olanları kapsar. Mosca da, yönedci azınlığın yönetilen çoğunluğun isteklerini gözönüne almak zorunda bulunduğuna ve yeni toplumsal güçlerin yükselmesine engel oluşturursa bunun bir devrime neden olacağına inanmaktadır. Gerek Pareto gerekse Mosca, marksizmin sınıf çatışmaları görüşünün yerine seçkinler arası çatışmaları koymaktadırlar. Onlara göre, sınıflar sadece seçkinler arasındaki kavganın destek gücünü oluştururlar. Yönetenler değişebilir, ama yönetilenler hep aynı kalacaktır. Bir çoğunluk yönetimi anlamındaki demokrasinin gerçekleşmesine olanak yoktur. Klasik seçkinci kuramcılar arasında sayabileceğimiz önemli bir isim de Roberto Michels'dir. Michels seçkinlerin bütün toplumlarda kaçınılmaz olarak varolacağı kanısındadır. Yurttaşların büyük çoğunluğu siyasal konularla ilgilenmezler. Kişinin refahı de toplumun refahı arasındaki ilişkiyi göremezler. Kendi dışında ve yukardan gelen bir itici güç olmadıkça kendi başına harekete geçemeyen kitleler, yönetilmek gereksinmesi içindedirler. Bu yönetici grup, çok sınırlı sayıda üyeden oluşur. Zaman zaman yakınsa bile, çoğunluk için kendileriyle ilgilenecek, kendilerinin sorunlarıyla uğraşacak birilerini bulmuş olmak memnunluk vericidir. Michels, her toplumda ve her örgütte ortaya çıkan küçük yönetici grubun giderek bir oligarşi oluşturma eğilimi taşıdığını söylüyor. (Oligarşinin Tunç Tasası). Bu küçük azınlık bir kez karar verme süreçlerine egemen olunca, otoritesini sağlamlaştırmaya ve sürekli kılmaya çalışacaktır. Sonunda da, toplumsal tabanından, içinden geldiği kitleden kopup, kendi çıkarlarına öncelik verir olacaktrr. Michels, sol partilerde bile durumun farklr olmadtğtnr, örnekleriyle kanıtlamaya çalışmıştır. Dikkatle incelendiğinde, klasik seçkinci kuramların tutucu ve demokrasiye karşı sonuçlara ulaştığı görülür., Bu kuramlar yalnızca sınıf çatışmalarının yerine seçkinler ya da yönetici sınıflar arası çatışmaları koymuyor, aym zamanda azınlık egemenliğini de savunmuş oluyorlar. Küçük bir azınlığın toplu277
mu yönetmesinin doğal olduğunu, bunun da- insanlar arasındaki eşitsizliğin bir sonucu olduğunu kanıtlamaya,çalışıyorlar. Oradan da hareketle, demokrasinin olanaksızlığını, eşit olarak yaratılmamış olan insan gerçeğine ters düştüğünü göstermek istiyorlar. Faşist düşüncenin bu kurumlardan yararlandığını söyleyebiliriz. Karl Marx, "egemen sınıf" kavramını ekonomik gücün elde bulundurulmasına dayandırır. Oysa özellikle Pareto'da, seçkinlerin egemenliğinin nedeni, onların "doğal ve psikolojik" üstünlükleridir. Ekonomik gücü küçük bir azınlığın elinden alarak onların egemenliğine son verebilirsiniz. Oysa doğuştan üstün yaratılmış olan kişilerin egemenliğini kaçınılmaz saymanız gerekir. Seçkinci kuramların, demokrasinin gelişmemiş olduğu dönemlerdeki İtalya ve Almanya'da ortaya atılmış bulunuşu ilginçtir. Klasik seçkinci kuramlar, bir yandan sınıfsız toplumun olanaksızlığını vurgularken, öte yandan seçkinlerin kapalı bir güç oluşturmadıklarını ve oluşturmamaları gerektiğini de savunuyorlar. Seçkinlerin dolaşımına engel olunmazsa toplumlarda büyük çalkantılar görülmeyecek, siyasal istikrar sağlanacak, devrim olmayacaktır. Ama seçkinlerin dolaşımının bazı dönemlerde rahat işlemesine karşılık, bazı dönemlerde tıkanmasının ardındaki toplumsal gerçekler gözardı edilmekte ya da küçümsenmektedir. b) Çağdaş Seçkinci K u r a m l a r Çağdaş seçkinci kuramların en önemli özelliğinin, seçkinlerin doğal üstünlükleri düşüncesinin terkedilmesinden kaynaklandığı söylenebdir. Bu nedenle de, demokratik ve sol yaklaşımla geliştirilen seçkinci kuramlara da rastlanabiliyor. Yönetici azınlığın varlığının bir gerçek olduğu, ama onların yönetilenlere karşı sorumlu olmaları ve gerektiğinde görevden uzaklaştırılabilmcleri koşuluyla, bunun demokrasiyle çelişmediği savunuluyor. Demokratik bir toplumsal düzende, seçkinler arasına girebdmenin toplumun her kesimine açık olması gerektiği vurgulanıyor. Tek bir yönetici sınıfın mı bulunduğu, 278
yoksa çok sayıda seçkin gruplarının varlığından mı sözedilebileceği tartışılıyor. Seçkinlerin ^çoğulcu bir yapı oluşturduğu görüşünde olanların listesi oldukça uzundur. Biz burada, sırasıyla David Riesmarı, Harold Lassuıell, Robert Dahi, Giovanni Sartor'ı ve Raymond Aron'un üzerinde duracağız. R i e s m a n ' a göre, iktidar çok sayıda grup arasında paylaşılır. Ülke yönetimiyle ilgili kararlar tek bir seçkin grubunun ürünü olamaz. Çeşitli gruplar arasındaki güç dengesi, kararların oluşumunu belirler. L a s s w e l l , siyasal seçkinleri, toplumdaki diğer seçkin gruplarından ayrı olarak ele alır. Toplumun uyum içinde bulunabilmesi için, "orkestra şefi" görevini yüklenecek olan siyasal seçkinlere her zaman gereksinme vardır. Ama yönetimin daima azınlığın elinde bulunması gerçeği demokrasi ile çelişmez. Önemli olan yönetenlerin kitlelere karşı sorumluluğu ve onların isteğiyle bulundukları konumlardan ayrılmalarıdır. Yoksa demokrasinin varlığını gösteren ölçüt, yönetici seçkinlerin topluma olan oranı değildir. Bu oran büyüdüğü halde demokratik olmayan bir yönetim bulunabileceği gibi, oran küçüldüğü halde yönetim demokratik olabilir. Dahi, tek bir seçkin grubun tüm topluma yön veremeyeceğine inanır. Toplumda var olan çok sayıdaki seçkin gruplar arasında farklılıklar ve hatta çelişkiler söz konusudur. Bu çelişkiler ve onlar arasındaki rekabetin oluşturduğu dengedir ki, demokrasiyi olanaklı kılar. Hiçbir seçkin grup tek başına egemen olamayacağı için, etkili olabilmeleri, aralarında oluşturacakları geçici koalisyonlara bağlıdır. Yurttaşların siyasal yaşama katılma düzeyleri yükseldikçe, seçkinlerin etkinliği dengelenmiş olur. Sartori, demokratik rejimlerle demokratik olmayan sistemlerdeki seçkinler arasında bir ayrım yapıyor. Demokratik sistemlerde seçkinlerin çoğul olduğunu ve topluma önderlik ettiğini, demokratik olmayan sistemlerde ise seçkinlerin tekil olduğunu ve topluma hükmettiğini söylüyor. Demokrasilerde 279
iktidarın yönetici azınlık ile yönetilen çoğunluk arasında paylaşıldığını savunuyor. Yetenekli azınlıkların ülkeyi yönetmeleri, demokrasinin kusuru değil, güvencesidir. Ancak tersi olması durumunda sistem yozlaşır, bozulur. Birçok demokrasinin seçkin azınlıkların çabalarıyla kurulduğu ve halk ayaklanmalarıyla yıkıldığı, çağdaş diktatörlerin halkoylamasıyla kendilerini meşrulaştırdıkları unutulmamalıdır. Antidemokıatik yöneticiler kendilerini atar ve halka bunu onaylatmak isterler. Demokratik seçkinler ise kendilerini halka önerirler. Halkın yönetilmekten kaçınması sözkonusu olamaz. Önemli olan nasıl yönetileceğinin, hangi türden seçkinleri benimseyeceğinin saptanmasıdır. R a y m o n d Aron'un seçkinlerle ilgili kuramının, marksizme karşı oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Marksizm, ekonomik gücü elinde bulunduran sınıfın, siyasal iktidara da egemen olduğunu savunur. Oysa Aron'a göre bu, özellikle sanayileşmenin ilk aşamaları için geçerli olmakla birlikte, birçok durumlar için yanlıştır. Ekonomik gücün büyük ölçüde topraksoyluların elinde bulunduğu ülkelerde söz konusu olan durum, batı türü demokrasilerde değişmiştir. Siyasal işlevleri yerine getirenlerle ekonomiyi yönetenler ayrı ayrı kişilerdir. Ekonomik güce sahip bulunanlar zaman zaman kendileriyle ilgili siyasal kararları etkileyebilirler, ama tüm siyasal kararları kesin bir biçimde etkilemeleri sözkonusu olamaz. Aron'a göre, çıkarlarının bilincinde olan bir yönetici sınıf yoktur. Batılı toplumlarda seçkinler bölünmüşlerdir. Yönetici sınıf yeıine, birbirlerinden farklı yönetici kesimlerden sözetmek daha doğrudur. Ama batılı toplumlardaki bu çoğul seçkinlere karşılık, örneğin Sovyetler Birliği'nde seçkinler tekildir. Toplumun yapısı nedeniyle, halk yönetici seçkinlere karşı korunmasızdır. Hangi toplum olursa olsun yöneten halk değildir. Demokrasilerin farkı, halk tarafından yönetilmekten doğmaz, halk için yönetilmekten kaynaklanır. Çağdaş kuramcılar içinde, toplumu tek bir seçkin grubun yönettiği görüşünü savunanların başında, Amerikalı toplumbilimci Wright Mills gelir. Mills'e göre, bir yanda sıradan 280
insanlar, öte yanda da onların yaşamını etkileyecek kararlar alabilme durumundaki kişiler vardır. Karar alma konumundaki bu kişiler, iktidar, servet ve ün sahibidir. Toplumsal bir sınıf oluşturmamakla birlikte, kökenleri, kültürleri ve yaşam biçimleriyle birbirlerine benzerler. Amerika Birleşik Devletleri' nde iktidar üçgenini oluşturan büyük şirket yöneticileri, federal siyasal önderler ve ordunun üst düzey komutanları arasında bir çıkar birliği sözkonusudur. Kendi içlerindeki çelişkiler, genel uyumlarını etkilemeyecek düzeydedir. Seçkinlerin çoğulculuğu varsayımına dayalı dengeler ve iktidar bölüşümü görüşü geçersizdir. Mills, iktidarın seçkinleri görüşünü şöyle özetliyor: "Ekonomik determinizm basit görüşüne, siyasal determinizm ve askeri determinizmi de eklemek gerekir. Bu üç alanın üst düzey yetkililerinin bugün oldukça büyük bir özerklikleri vardır. En önemli kararları, çoğunlukla karmaşık olan bir koalisyon içinde alıp uygularlar. İşte bu nedenledir ki, egemen sınıf yerine iktidarın seçkinleri demeyi tercih ediyoruz" Egemen sınıf kavramının özellikle marksistler tarafından geliştirildiğini daha önce görmüştük. Temel çelişkinin, üretim aı açlarına sahip bulunan "egemen sınıf" ile, emeğinden başka satacak birşeyleri olmayanlar arasında ortaya çıktığına inanan marksisder, seçkinlerle kitleler arasındaki çelişkiye öncelik tanıyan görüşlere karşıdırlar. Ama gerek M a r x gerekse Engels, ana devrimci gücü oluşturan işçi sınıfının içindeki bdinçli bir kesimin, yani seçkinlerin varlığını, dolaylı da olsa kabullenmektedirler. Lenin bir adım daha ileriye gitmiş ve işçi sınıfına "siyasal bilinci" dışardan götürmek gerektiğini, bunu da aydın1 ardan ve işçi sınıfının en bilinçli kesimlerinden oluşan bir partinin yapabileceğini savunmuştur. Leninci partinin, seçkinlerden oluşan bir parti olduğu açrktrr. Yugoslav kuramcı Milovan Cilas, daha sonra bu marksist seçkinlerin yeni bir egemen sınıf oluşturduklarını ileri sürmüştür. Çağdaş marksist düşünürlerin genellikle "egemen sınıf" kavramına sadık kaldıklarını söyleyebiliriz. Ekonomik gücü elinde bulunduranların siyasal güce de egemen olacakları görüşü sürmektedir. Çağdaş marksist kuramcdardan olan N i c o s Poulantzas, burjuvazinin diğer sınıflardan sağladığı bazı des281
teklerle bir "iktidar bloğu" oluşturduğunu söylüyor. Bunun içinde "egemen kesim"e ek olarak bir de "yönetici kesim" yeralmaktadır. Yönetici kesim, devlet yönetimini ellerinde bulunduran siyasal kadrolardan oluşur. Egemen kesim, ekonomik gücü elinde bulunduran kesimdir. Yönetici kesim ise, genellikle orta ve küçük burjuva kökenlidir. Ama onların toplumsal kökenlerinin farklı oluşunun, büyük sermayenin egemenliğini önlemesi söz konusu değildir. Egemen kesim ile yönetici kesimin ayrı ayrı kişilerden ve toplumsal kökenlerden oluşması, seçkinlerin çoğulculuğu anlamına gelmemektedir. 2. G E R Î
KALMIŞ
ÜLKELERDE
SEÇKİNLER
Geri kalmış ülkelerin farklı toplumsal yapıları, seçkinler olgusunu o çerçeve içinde ayrıca değerlendirmek gereğini ortaya koyuyor. Sınıf bilincinin ve buna bağlı olarak çoğulcu dengelerin yeterince oluşmadığı bu ülkelerde seçkinlerin öneminin arttığı yadsınamaz. Seçkinlerin işlevini önce genel olarak geri kalmış ülkelerde, sonra da özel olarak kendi toplumumuzda inceleyeceğiz. a) Geri K a l m ı ş Ülkelerde Seçkinlerin
İşlevi
Bir ölçüde içiçe girmişlikleri varsa da, geri kalmış ülkelerdeki seçkinler, "bürokratik seçkinler" ve "aydın seçkinler" olmak üzere ikiye ayrılarak incelenebilir. Hızla değişen toplumsal yapıda geleneksel seçkinlerin yerini bu yeni seçkinler almışlardır. Ekonominin gelişmişliği ölçüsünde, karşılarına teknokrat ve sermaye sahiplerinden oluşan bir başka seçkinler grubu çıkmaktadır. Ama siyasal bağımsızlığını yeni kazanmış olan eski sömürgeler başta olmak üzere, geri kalmış ülkelerin hemen tümünde, çağdaşlaşmak ve ekonomik gelişmeyi sağlamak açısından kamu görevlileri öncülük işlevini üstlenmişlerdir. Belirli bir gelişme düzeyine ulaşıncaya kadar, ülkelerin sivil ve asker bürokratları aynı çerçevede rilebilirler. Genellikle Batıda ya da batı kültürü kurumlarda eğitim görmüşlerdir. Etkileri yalnızca 282
geri kalmış değerlendietkisindeki siyasal ikti-
darlara danışmanlık yapmakla sınırlı kalmamaktadır. Bu ülkelerde yaygın olarak görülen tek partinin içinde de, bizzat yasama organında da doğrudan ve önemli oranlarda temsil edilmektedirler. O r d u n u n iktidara el koyduğu durumlarda ise, asker-sivd bürokrat ağırlığı daha da artmaktadır. Bu ağırlığın sürebilmesi, yeni toplumsal güçlerin ve dolayısıyle yeni seçkinlerin ortaya çıkmamasına bağlıdır. Toplumsal yapıda çoğulculuk geliştikçe, asker-sivd bürokrat aydınların denetim olanakları kısılmaktadır. Yeni toplumsal güçler ağır basmaya başladıkça, asker ve sivd bürokratlar arasında da ayrım ortaya çıkabilmekte, ayrı toplumsal ittifaklar içinde yer alabilmektedirler. Geri kalmış ülkelerdeki bürokrat seçkinlerin, gelişmiş ülkelerdekinden farklı yapıda ve doğrultuda olması doğal karşılanabdir. Gelişmiş ülkelerin, bürokradarma, ülkelerine öncülük etmek gibi bir görev hemen hiçbir zaman düşmemiştir. Sistem içindeki yerlerini almış, toplumsal dengelerle bütünleşmişlerdir. Oysa geri kalmış ülke bürokrat seçkinleri, yeni bir düzeni kurma, çağdaş bir kültürü kitlelere benimsetme ve hatta ulusal bütünlüğü sağlama işleviyle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle, ideolojilerinin farklı olması da doğaldır. Belirli bir gelişme düzeyine ulaşıncaya kadar, geri kalmış ülkelerdeki iktidar mücadelesinin, genellikle bürokrat seçkinler içindeki çeşitli gruplar arasındaki bir mücadeleyi yansıttığı gözlemleniyor. Çağdaş teknolojiye ilk açılan kurum olarak ordu, disiplinli örgütüyle, asker seçkinlerin siyasal yaşamdaki ağırlığını en üst düzeye çıkarryor. Sivil seçkinler de -askerler doğrudan yönetimde olsun olmasın- ordu içinde bağlantılar kurup, kendilerine destekler sağlamaya çalışıyorlar. Geri kalmış ülkelerde başlangıçta bürokrat-aydın ayrımı yapmak çok zor olsa bile, bunun giderek belirginleştiğini söyleyebiliriz. Bürokrat seçkinlerin toplumsal konumlarının belirginliğine karşılık, M a n n h e i m ' m da dediği gibi, aydın seçkinler "kısmen sınıfsız bir tabaka" sayılabilirler. Ana işlevleri sürekli düşünce ve bilgi üretmek olduğu için, belirli bir toplum kesimiyle ve genel olarak düzenle bütünleşmeleri zordur. Toplum283
sal kökenleri birbirlerinden çok farklı olduğu gibi, tutum ve düşüncelerini geldikleri toplum kesiminin özellikleriyle açıklamak olanaksızdır. G r a m s c i ' y e göre, altyapı ile üstyapıyı organik olarak kaynaştıran öge, aydınlardır. Yönetici sınıfın egemenliğinin güvence altına alınması açısından, aydınların rolü çok önemlidir ve göreli olarak bağımsızdır. Bu bağımsızlık, bir ölçüde aydınların toplumsal kökeninden, a m a özellikle de aydınların temsil ettikleri sınıfın pasif bir ajanı olmamalarından kaynaklanır. Yükselen sınıfın aydınları, diğer sınıfların aydınlarını etkileri altına alarak, onların egemen sınıfla bütünleşmesini sağlarlar. Üstyapı, ekonomik yapının basit bir yansıması değildir. Aydın seçkinler, bir yandan toplumdaki kültür düzeyinin yükselmesine, öte yandan da yeni ideolojilerin yayılmasına katkıda bulunurlar. Bazı yazarlar bu nedenle aydınları "yaratıcı aydınlar" ve "yineleyici aydınlar" olarak ikiye ayırırlar. Birinci grupdakiler yeni düşünce ve değerler üretirken, ikinci grupda yer alanlar, üretilen bu düşüncelerin topluma yayılmasına, yığınlara maledilmesine çalışırlar. Ama gelişmiş, kültürel olanakları çok olan toplumlar, yaratıcı aydın tipinin gelişmesine çok daha elverişli bir ortama sahiptirler. Geri kalmış ülke aydınları ise, üretmekten çok aktarmak durumundadırlar. Geri kalmış ülke aydını, arayış içindedir. Ülkesini bağımlılıktan ve geri kalmışlıktan kurtarmaya yönelik bu arayış, yeni düşünce ve değerleri de beraberinde getireceği için, geleneksel kültürle ister istemez çatışacaktır. Demokratik kültürün gelişmediği bir toplumsal ortamda, kültürel değişikliği kabul ettirmenin yolu ise baskıcı yöntemlerden ve araçlardan geçmektedir. Geri kalmış ülkelerin en önemli sorunlarından birisi, ulusal birliği ve bütünleşmeyi sağlamaktır. Oysa kültürel çatışma, uyuşma ve uzlaşmayı daha da zorlaştırır. Belirli bir kültürel sentez, ancak zamanla ve uzun dalgalanmalardan sonra oluşur. Bu süreç içinde, aydın seçkinlerin işlevi elbette ki çok önemlidir. 284
Siyaset adamı, bir düşün adamı olmaktan çok bir uygulayıcıdır. iktidarda olsunlar olmasınlar, siyaset adamlarının siyasal programlarının oluşumunda, bilim a d a n d a n ve yazarlar önemli rol oynarlar. Uygulama aşamasında onları etkdeyenler ise bürokratiar ve teknokratlardır. Ama aydın seçkinlerin bir ideolojinin yayılmasındaki etkileri, ülke koşullarından soyudanamaz. Düşünceler ancak koşullara ve sorunlara uygunlukları oranında ağırlık kazanırlar. Geri kalmış ülke aydınları, gelişmiş ülkelerin yaşam koşullarını bildikleri için, kendi ülkelerinde gelişmeyi hızlandırıcı türden köklü değişiklikleri istemeleri doğaldır. Eleştirici bakış açısı, aydın olmanın vazgeçilmez bir özelliği olduğundan, toplumsal düzene bakışları genellikle acımasızdır. Kendi yaşam koşullarından, çektikleri sıkıntılardan ve ülkelerinde kapitalist kalkınma yolunun gerektirdiği olanakların bulunmamasından harekede, devrimci ve toplumcu düşünceler taşımaları, köktenci ideolojileri benimsemeleri beklenmelidir. Geniş halk yığınlarını etkilemekte zorluk çektikleri, etkisiz kaldıkları ölçüde "tepeden inmeci" bir devrimciliğin görünüşdeki kolaylığına da kapılabilirler. Lenin ve Mao gibi marksist devrimcilerin, bile aydın seçkinlere verdikleri önem dginçtir. Bu durum, aydın ve özellikle de bürokrat seçkinleri egemen sınıfın uzantıları sayan kuramsal değerlendirmelere ters düşmektedir. Ulusçuluk akımı da, geri kalmış ülke aydınları arasında doğal bir eğilim olarak ortaya çıkıyor. Bu gibi ülkelerin önündeki en önemli sorunlardan birisinin, sömürge ya da yarı-sömürge durumundan kurtulmak olması, ulusçuluk ideolojisini kendiliğinden gündeme getiriyor. Geri kalmış ülke aydınları için ulusçuluk, hem bağımsızlığa giden yol, hem de çözülmekte olan toplumu bütünleştirmenin anahtarı olarak görülüyor. Önce eski sömürgecilerin uygarlığı olan Batıya ve genel olarak yabancılara karşı bir tepki olarak ortaya çıkıyor. Daha sonraki aşamada, bu ilk kızgınlık tepkisinin bitmesiyle birlikte, gelişmişlerin üstünlüklerinin bilincine varılması sonucu bir tür aşağılık duygusu doğuyor. Son aşamada ise, bir yandan kendi geçmişine sarılırken, öte yandan da gelişmiş toplumlar bir kal285
kınma modeli olarak seçiliyor. Böylecc belirli bir senteze varılmış oluyor. Geri kalmışlığın nedeni olarak görülen eski yapıların ve onların gerisindeki güçlerin yıkılması için savaşım veren aydın seçkinler için dayanılacak güç, ister istemez halktır. Böylece hem halktaki yaratıcı güç harekete geçirilmiş, hem de çağdaş kurumların ve yeni düzenin oluşturulması için gerekli toplumsal destek sağlanmış olacaktır. Geri kalmış ülke aydınlarında çok sık görülen halkçılık eğilimlerini bu çerçeveden hareketle açıklayabiliriz. b) Türk
Siyasal
Yaşamında
Seçkinler
Yakın geçmişe gelinceya değin, Türk toplumunun tarihsel evrimi içinde en etkili ve en uzun ömürlü seçkin grubunu, kuşkusuz ki bürokrat seçkinler oluşturuyordu. Yüzyıllar boyu yaşayan sınırları çok geniş bir imparatorluğun, yetkiler ne ölçüde sultanda toplanmış olursa olsun, çok güçlü bir bürokrasi yaratması kaçınılmazdı. Devlet örgütüne egemen olan bürokrat seçkinler, Osmanlı dönemindeki önemli değişimlerde oynadıkları etkin rolü, Cumhuriyet Türkiyesinde de uzun süre sürdürdüler. 1950'lerden sonra güçlenen yeni seçkinlerin gelişmesi ölçüsünde etkileri azalmaya başladı. Din adına konuşmak, islam dinini yorumlamak yetkisini elinde tutan "ulema", Osmanlı döneminde aydın seçkinler olarak ayrı bir grup oluşturmaktaydı. Zamanla Avrupa ile yakın ilişkiler kuran sivil bürokrat seçkinlerle, askeri yenilgiler sonucunda çağdaşlaşma zorunda kalan ilk kurum ordunun yönetimindeki asker seçkinler, yenileşme hareketinin öncülüğü işlevini üstlendiler. Buna karşılık, topraksoylu sayılabilecek kesim ile "ulema" değişmeye karşı bir tutum içine girdi. Bu bir anlamda, bürokrat seçkinlerle aydın seçkinlerin savaşımı biçiminde yorumlanabilir. Ama dinsel seçkinlerin yanında zamanla laik ve batılı bir görüş açısına sahip olan bir aydın seçkinler grubun u n ortaya çıkmasıyla durum değişti. Aydın seçkinlerle -askerleri de kapsayan- bürokrat seçkinler arasındaki ittifak, Cum286
huriyet döneminin ilk evresindeki gelişmelerde belirleyici rol oynadı. Aydın seçkinlerin dinsel kanadının etkisi, giderek azaldı. Gerek Tanzimat Fermanı, gerekse -milliyetçilik akımlarının gelişmesi sonucu imparatorluğun parçalanmasını önlemek için benimsenen- "Osmanlıcılık" siyasetleri hep bürokrat seçkinlerin öncülüğünde oluşmuştur. Birinci Meşrutiyette sivil bürokrat ve aydın seçkinlerin, ikinci Meşrutiyette asker bürokrat seçkinlerin etkisi ağır basmıştır. Kurtuluş Savaşı ise, ileri sayılabdecek bu seçkin grupların, toprak ağaları, aşraf ve tüccar gibi, daha çok tutucu nitelikteki seçkinlerle yaptıkları güçbirliği sayesinde gerçekleşmiştir. Atatürk ve İnönü dönemlerinde sağlanan siyasal istikrarın, asker bürokrat seçkinlerin giderek siyasetten uzaklaşmaları ve böylece sivd bürokrat seçkinlerin etkinliğinin en üst düzeye varmasıyla sonuçlandığını söyleyebdiriz. Bunda asker seçkinlerin genel eğdim ve düşüncelerinin, ülke yönetimine egemen olan ideolojiyle hemen tamamıyle bütünleşmiş oluşun u n da büyük rolü vardır. Çok partili düzene geçddikten ve özellikle de 1950'de iktidarı Demokrat Parti'nin almasından sonra, genel olarak bürokrat ve aydın seçkinlerin ülke yönetimindeki etkisi azalmaya başlamıştır. Çünkü yeni siyasal iktidar, toplumda gelişen yeni güçlerin temsdcisi olan yeni seçkinlerin etkisindedir. Ticaret ve zamanla sanayinin gelişmesiyle güçlenen, kendi seçkinlerini yetiştiren bir kentsoylu (burjuva) sınıfı ortaya çıkmıştır. 1930'larda K A D R O dergisi etrafında bir grup oluşturan aydın seçkinler, Türk toplumunda marksist anlamda bir egemen sınıfın bulunmadığını öne sürüyorlardı. Öyleyse kemalist devrim böyle bir sınıfın oluşumunu önleyip, "imtiyazsız sınıfsız" birleşmiş bir kide yaratabilir, çok sağlıklı bir gelişme yolunu açabdirdi. Devletçdik ve halkçılık ilkeleri, böylece kuramsal bir temel kazanıyordu. Bunun sağlanabdmesi ise, kuşkusuz ki bürokrat seçkinlerin devlet yönetimindeki ayrıcalıklı konumlarının sürmesi demek olacaktı. Ekonomik güç devletin elinde kalacağı için, ortaya yeni toplumsal güçler çıkmayacak 287
ve özellikle bürokrat seçkinler bir tür "hakem" rolünü oynayabilecekleı di. 1946'daıı başlayarak belirginleşen süreçler, . bu düşün uzun ömürlü olamayacağını göstermiştiı. Yeni seçkinlerin iktidara egemen oldukları 1950-60 döneminde, devlet bürokrasisinin ulusal gelirden aldrğr pay giderek azalmrştrr. On yıllık dönemin sonunda, kamu görevlilerinin alım gücünün yarıya düştüğü görülmüştür. 27 Mayıs 1960'da ordunun ülke yönetimine el koyması, bir anlamda asker-sivil aydın seçkinlerin "rövanşı" biçiminde de yorumlanabilir. 1961 Anayasasma onlar biçim vermişler ve Anayasa Mahkemesi, Danrştay, Üniversiteler, Devlet Planlama Örgütü, Milli Güvenlik Kurulu gibi kuruluşlar aracrlığryla, siyasal iktidara yeniden ortak olmuşlardır. 27 Mayıs hareketini gerçekleştirmiş olan askerlerin ve Cumhurbaşkanınca seçden 15 kişinin Senato'da yer almaları da bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. 27 Mayıs'daıı alman dersle, yeni seçkinlerin sivil ve özellikle de asker seçkinler arasmda müttefikler aradrğmı görüyoruz. Bunun sonucu olarak, başlayan yollar ayrımı, ordunun siyasal iktidara 12 Mart 1971 tarihli müdahalesiyle belirginleşmiştir. Sivil aydın ve bürokrat seçkinlerle asker seçkinler arasındaki tarihsel ittifak sona ermiştir. 12 Eylül döneminin de gösterdiği gibi, artık güçlü olanlar yeni seçkinler ve onların devlet bürokrasisindeki müttefikleridir. Sivil aydın seçkinlerin etkisi, özellikle demokrasiden uzaklaşıldığı dönemlerde daha da azalmaktadır. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Alkan, Türker; Aydınlar ve Siyaset, O.D.T.Ü. Yayınları, Ankara, 1977. Aron, R a y m o n d ; La Lutte de Classes, Gallimard, Paris, 1964. Berkes, Niyazi; Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, YÖN Yayınları, İstanbul, 1965. Daver, Bülent; "Az gelişmiş Ülkelerde Siyasal Elit", Dergisi, Ankara, Haziran 1965. 288
S.B.F.
Djilas, Milovan; Teni Sınıf (Çev. Sedat Ümran), İstanbul Kitabevi, İstanbul, 1982. Duverger, M a u r i c e ; Diktatörlük Üstüne (Çev. B. Tanör), Dönem Yayınevi, İstanbul, 1965. Emerson, Rubert; Sömürgelerin Uluslaşması (Çev. T. Ataöv), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1965. Gramsci, Antonio; Aydınlar ve Toplum (Çev. Günyol, Edgü, Onaran), Çan Yayınevi, İstanbul, 1967. Mills, C. Wright; İktidar Seçkinleri (Çev. Ünsal Oskay), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1974. Mosca, Gaetano; Siyasi Doktrinler Tarihi, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1968. Sartori, Giovanni; Demokrasi Kuramı (Çev. D. Baykal), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1977. Selçuk, S a m i ; "Seçkinler ve Az Gelişmiş Ülkelerde Konum ve İşlevleri", Seha L. Meray'a Armağan (Cilt 2), S.B.F. Yayınları, Ankara, 1982. Ünsal, Artun; Siyaset Bilimine Giriş (teksir edilmiş ders notları), S.B.F., Ankara, 1980.
289
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SİYASAL ÇATIŞMA VE UZLAŞMA BÎRÎNCİ KISIM: SİYASAL ÇATIŞMADA ARAÇLAR 1. Şiddete Dayalı Olmayan Araçlar 2. Şiddete Dayalı Araçlar ve Yöntemler İKİNCİ KISIM: İNANÇ SİSTEMLERİ VE SİYASAL ÇATIŞMA 1. Din ve Siyaset 2. Çağdaş İdeolojiler ÜÇÜNCÜ KISIM: KAMUOYU VE PROPAGANDA 1. Kamuoyunun Oluşumu 2. Farklı Toplumlarda Kamuoyu ve Propaganda D Ö R D Ü N C Ü KISIM: SİYASAL KATILMA VE SEÇİMLER 1 . Siyasal Katılma 2. Seçim Sosyolojisi BEŞİNCİ KISIM: SİYASAL DEĞİŞME VE DEVRİM 1 . Etkenler ve Öncüler 2. Devrim Sosyolojisi ALTINCI KISIM: SİYASAL SİSTEMLER 1. Çoğulcu Sistemler 2. Tekilci Sistemler 3. Geri Kalmış Ülke Sistemleri
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SİYASAL ÇATIŞMA VE UZLAŞMA Buraya kadar, siyasal yaşamın etkenlerini, boyutlarım ve aktörlerini gördük. Buraya kadarki konuları, bir tiyatro oyununun hazırlık aşamalarına benzetebiliriz. Bina, sahne, ışık, dekorlar ve oyuncular gibi öğeleri inceledikten sonra, sıra oyunun kendisine geldi. Siyasal yaşamın çeşitli yönleriyle incelediğimiz öğeleri, siyasal çatışma ve uzlaşma süreçlerini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Siyasal uzlaşma, ancak belirli bir savaşımın sonunda ortaya çıkar. Uzlaşmayı belirleyen, güçler arasındaki dengedir. Bu nedenle de, önce o güçlerin elindeki mücadele araçlarını değerlendirmek gerekir. Tarafların sahip oldukları inanç sistemlerini bilmek de, çatışmayı iyi kavrayabilmek için zorunludur. Bu inanç sistemleri ve onlara koşut olan çıkar ve görüşler, kitlelere çeşitli propaganda araç ve yöntemleriyle iletilirler. Ülkenin rejimi demokratik olsun ya da olmasın, kamuoyunu "oluşturmak" için çabalar sarfedilir. Siyasal çatışmanın ereği, siyasal iktidarı ele geçirmek, olmazsa ortak olmak, en azından onu kendi eğilimleri doğrultusunda etkilemektir. Siyasal çatışmanın biçimini, siyasal katılmanın koşulları belirler. Seçimler ise, siyasal katılmanın yalnızca bir biçimidir. Siyasal çatışma, siyasal değişmeyi peşinden sürükler. Bu bölümde üzerinde duracağımız son konu, siyasal sistem, demokrasi ve diktatörlük olacaktır. Sözünü ettiğimiz konu, bir anlamda genel bir sonuç ya da genel bir sentez de sayılabilir.
293
BİRÎNCÎ
KISIM
SİYASAL ÇATIŞMADA ARAÇLAR Siyasal çatışmada kullanılan araçları, şiddete dayalı olanlar ve şiddete dayalı olmayanlar biçiminde ikiye ayırarak inceleyebiliriz. Para, sayı ve örgüt, kitle iletişim araçları ikinci gruba girerler. Siyasal çatışmada amacına ulaşmak için yumruktan, sopadan başlayarak en gelişmiş silahları ve en gelişmiş şiddet yöntemlerini kullanmaya insanların niçin başvurduklarını incelemek ne kadar ilginçse, şiddet yolunun sonuçlarına eğilmek de o ölçüde önemlidir. Bu vesileyle, siyasal yaşamdaki araç-amaç ilişkisine de değinmiş olacağız. 1. ŞİDDETE DAYALI O L M A Y A N ARAÇLAR Çoğulcu demokrasinin, sermaye ile emek arasındaki dengeyi hedeflediğini, iki tarafa eşit katılma olanakları sağladığı ölçüde sağlıklı işleyebileceğini öne sürenler vardır. Bu savaşımda para işverenin, sayı ve örgüt ise işçinin gücünü oluşturur. Kitle iletişim araçlarına ise, işçi ve işveren dahil, tüm toplum kesimlerinin gereksinmesi bulunur. Özellikle demokratik rejimlerde, farklı çıkar ve görüşlerin ağırlık kazanmasında, siyasal kararları etkilemesinde, kitle iletişim araçlarının önemi büyüktür. a) Para 1848'lerin Fransa'sında L a m e n n a i s şöyle haykırıyordu: "Konuşabilmek hakkım kullanabilmek için altın gerekiyor, hem de 295
çok altın. Biz ise yeterince varlıklı değiliz. Yoksullara susmak düşüyor \" O dönemde, düşünceleri yaymanın hemen tek yolu yazılı basındı. Gazete çıkarmak ve çıkan gazeteyi yaşatabilmek için gereldi parasal kaynaklara sahibolmayanlar açısından, düşüncelerini savunabilmenin zorluğu bu cümlelere yansımıştı. Paranın siyasal çatışmadaki önemi yadsınamaz. Para, kiüe iletişim araçlarını etkilemenin ya da onları doğrudan ele geçirmenin yolu olduğu gibi, ülkeyi yönetenleri ve o yönetenleri seçenleri doğrudan etkilemenin de olanaklarını sağlar. Paranın sadece, ticaretin ve sanayinin egemen olduğu çağdaş toplumlarda siyasal yaşamı etkilediğini sanmak aldatıcıdır. Kapitalizmden önceki dönemlere gidildiğinde de, servet sahiplerinin siyasal ağırlıklarının fazlalığı açıktır. Ama derebeylik döneminde, topraksoylular servetin önemini açıktan vurgulamaktan, onu ön plana çıkarmaktan hoşlanmıyorlardı. Silahı, iyi dövüşmeyi, silahlı güçlere sahip olmayı, siyasal güç kazanma açısından daha önemli sayıyorlardı. Oysa yeteri serveti bulunmayanların kaleleri, şövalyeleri, dolayısıyle de siyasal etkileri olamazdı. Ticaret ve sanayinin ekonomiye egemen olmasıyla birlikte, servete açıktan verilen önem de arttı. Para ön plana çıkmaya başladı. Zamanla, parası olanlar kendi görüş ve çıkarlarını savunanların adaylığını destekleyip, onların seçim masraflarını karşıladılar. Seçilmiş olanları, servetin sağladığı olanaklarla etkilemeye çalıştılar. K a m u bürokrasisindeki işlerini gördürmek için benzer yolları kullandılar. Kitle iletişim araçlarını kullanarak halka da etki yapmayı istediler. Hatta, kendi görüşlerine uymayan hükümetler işbaşına geldiğinde, hükümetleri ekonomik açıdan güç duruma düşürecek, başarısız gibi gösterecek yolları denediler. Türkiye'nin en geri kalmış bölgelerinde, eski toplumasl yapının henüz tamamen çözülmediği ortamlarda, büyük toprak sahiplerinin siyasal etkileri çarpıcıdır. Servete ek olarak, kuşaklar boyu süren servetin sağladığı saygınlık, onlara büyük bir siyasal ağırlık kazandırmıştır. Çağdaş toplumlarda seçmen davranışları genellikle istikrarlı olduğu halde, "ağa"nm parü 296
değiştirmesiyle birlikte oyların yönünün büyük ölçüde değiştiği bölgeler, giderek azalmakla birlikte vardır. f a r a , etkisini, basit seçmenden başlayarak en yüksek karar sahiplerine kadar gösterebilir. Servet sahipleri, gazetelere yalnızca ürünlerini satmak için reklam vermezler. Gün olur, kendi düşüncelerini satmak için de reklam verirler. Hatta gazete sayfalarını kiralayarak, paralı ilanlar yoluyla hükümete bile savaş açabilirler. Amerikan geleneği olan bu yöntemin örnekleri, 1979 yılı ilkbaharında kendi toplumumuzda bile görülmüştür. Para silahı, belirli partilere veya belirli siyaset adamlarına destek sağlamak için de kullanılabilir. Parti kurmak, tüm yurda yayılan bir örgüt oluşturmak, pahalı seçim kampanyalarını yürütmek için ciddi parasal kaynaklara gerek vardır. Kişiler ya da çıkar grupları, para yardımı yaparken elbette ki kendi çıkarlarına göre hareket ederler. Bu nedenle de, servet ve sermaye sahibi kişilerin görüşlerine yakın olan partiler kolaylıkla parasal destek sağlayabilirken, sol eğilimli partiler üyelerinin ödentileri sayesinde bu eksikliklerini gidermeye çalışırlar. Para yardımını yapanın, sonunda bunun karşılığını istememesi beklenemez. Bunun bir adım ötesi ise, kişisel rüşvete girer, isteğe uygun bir kararın çıkması için verilecek rüşvet herhangi bir kamu görevlisine olabildiği gibi, bir milletvekili ya da bakana da olabilir. Bakanlara kadar uzanan skandallara yalnız geri kalmış ülkelerde değil, köklü demokratik geleneklere sahip gelişmiş ülkelerde de rastlanabilmektedir. Kapalı baskı rejimlerinde ise, bu tür rüşvet olaylarının gizli kalması daha kolay olduğu için, daha sıklıkla başvurulması olasılığı yüksektir. Yasama organındaki çok önemli bir oylamayı etkilemek, bir hükümeti düşürmek, ya da başka eğilimde bir hükümet oluşı n r ^u kolaylaştırmak için de para doğrudan bir silah olarak kullanılabilir. Oylamaya katılmayacak veya partisinden istifa ederek başka bir partiye geçecek milletvekilinin çok şeyi değiştirebileceği ortamlar vardır. Marksistlerin önemli bir kısmı, para kimde ise siyasal iktidarın da onda olacağı görüşündedirler. Bu nedenle de, kapi297
talist bir sistem içinde gerçek bir demokrasinin varolamayacağı inancını savunurlar. Kapitalist kuramcılar ise, paranın siyasal etkisini doğal ve hatta sağlıklı saymak eğilimindedirler. Çalışkan ve yetenekli olan herkes para kazanabilir ve siyasal yaşamda etkili olabilir. En akıllı, en çalışkan, en yeteneklilerin bu yoldan etkisinin artması ise toplumun yararınadır. Serbest rekabete dayalı düzenin erdemleri elbette ki siyasete de yansıyacaktır. Para silahını dengeleyecek diğer araçları hemen sonra göreceğiz. Ama servet sahibi olmanın akıl, bilgi, yetenek ve çalışkanlığa bağlı bulunduğu görüşünün gerçekleri her zaman yansıtmadığını vurgulamak gerekir. Kapitalizmin oluşum dönemi için geçerli olabilecek bu sav, giderek koşullara ters düşmüştür. Babalarından servet devralanlarla, işe sıfırdan başlayanlar arasında bir serbest rekabetin varolamayacağı anlaşılmıştır. b) Sayı ve Ö r g ü t Nasıl ki para servet sahiplerinin, işveren kesimlerinin siyasal mücadeledeki en önemli silahı ise, sayı ve örgüt de işçilerin ve onun da ötesinde geniş halk kitlelerinin gücünü oluşturur, Serveti olan her kişi, tek başına bile siyasal yaşamda etkili olabilir. Ama ücretli ya da dar gelirli toplum kesimlerinin siyasal yaşamda ağırlık taşıyabilmeleri, sayılarına ve örgütlenme düzeylerine bağlıdır. Teker teker hiçbir ağırlık taşımayan bu kişiler, kalabalık örgütler oluşturduklarında siyasal kararları etkileyebilirler. Hatta kendilerinden yana siyasal iktidarların ortaya çıkmasını sağlayabilirler. Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur. Sağlıklı bir güç dengesinin oluşabilmesi, iki tarafın da elindeki mücadele aracını eşit koşullarda kullanmasına bağlıdır. Paranın siyasal amaçla kullanılmasına kapıları açarken, örgütlenmeye sınırlar getirirseniz, denge bozulur. Servet sahipleri siyasal yaşamda ağır basmaya başlarlar. Çıkarlarını ve görüşlerini yeterince savunamayan toplum kesimleri ise bunalıma itilmiş olur. Toplum çalkantılara gebe hale gelir. 298
Daha önce de gördüğümüz gibi; varlıklı toplum kesimlerinin oluşturdukları kadro partileri, az sayıda üyeden oluşan komitelere dayanıyordu. Çünkü birkaç topraksoylu ya da kentsoylunun biraraya gelmesiyle, partinin masraflarını karşılamak olanaklıydı. Oysa benzeri bir olanağı kendilerinden yana partilere sağlayabilmeleri için, onbinlerce dar gelirlinin küçük ödentilerinin üstüste konması gerekiyordu. Sendikalar ve kitle partileri, emekçi ve dar gelirli kitlelerin siyasal yaşamdaki ağırlıklarının artmasında iki önemli aşamayı oluşturmuştur. Grev ve toplu sözleşme hakkı sendikaların, oy hakkının genişlemesi ise kitle partilerinin gücünü arttırmıştır. Sendikaların ve benzeri meslek örgütlerinin partilerle doğrudan ilişki kurmalarıyla da, para gücünün karşısına bir sayı ve örgüt gücü çıkmıştır. Çoğulcu demokrasiler işte bu dengenin üzerinde durabilmektedirler. Özgürlükler bu denge ölçüsünde gerçeklik kazanabilmektedir. Sayı ve örgüt gücü, savaş teknolojisinin çok geri olduğu, teke tek çarpışmanın savaşların sonucunun belirlenmesinde baş rolü oynadığı dönemlerde, uluslararası siyaset alanında çok önemliydi. Ama kitlelerin asker olarak önem taşıdığı o dönemlerde, sayısal çokluk iç siyasette fazla bir ağırlığa sahip değildi. Siyasal çatışma, hemen yalnızca seçkinler arasında oynanan bir oyun gibiydi. Zamanla savaş teknolojisi geliştikçe sayının dış siyasetteki önemi azalırken, tersine iç siyasetteki önemi arttı. T ü m yurttaşlara eşit oy hakkının tanınmasıyla da, bu önem doruk noktasına vardı. Bir görüşe göre; her bireyin tek oya sahibolduğu bir siyasal rejimde, sayı gücü para gücünden daha büyük ağırlığa sahip olmaktadır. Sağcı hükümeder bile, iktidarlarını koruyabilmek için geniş halk kitlelerinin istem ve eğilimlerine öncelik tanımak zorundadırlar. Karşıt görüş ise, halkı etkileyecek kitle iletişim araçlarının para sahiplerinin denetiminde olduğunu, bu nedenle de oyların onların çıkarları doğrultusunda yönlendirileceğini savunmaktadır. Geniş halk kitlelerinin yeterince bilinçli ve örgütlü olmadıkları ortamlarda, para gücünün siyasal çatışmada belirleyici 299
olması beklenebilir. Ancak, sendika, kooperatif, dernek ve nihayet siyasal partiler aracılığıyla örgütlenmiş, küçük ödentilerin biraraya gelmesiyle belirli bir parasal güç oluşturmuş kiüeler söz konusu olduğunda durum farklıdır. Sayısal çokluk, ancak bilinçli ve örgütlü olduğunda toplumsal ve siyasal bir güce dönüşür. Yoksa, örneğin tek işveren karşısında tek işçinin, tek tüccar karşısında tek küçük çiftçinin hiçbir ağırlığı olamaz. Siyasal çatışmanın yalnızca seçkinler arasında geçtiği dönemlerde, bilinçsiz kalabalıkların zaman zaman kendiliğinden oluşan ayaklanmaları bile, onlar lehine hemen hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Sayı mı yoksa örgüt mü daha önemlidir? Bu soruyu, örgütsüz çokluğa karşı örgütlü azlığın daha etkili olacağı biçiminde yanıtlayabiliriz. Bunda birincinin bilinçsiz, ikincinin bilinçli olmasının da rolü büyüktür. Günümüz toplumlarında, kitleler örgütlendikçe varlıklı toplum kesimleri de örgütlenmek gereğini duymaktadırlar. Örgütlenenin siyasal yaşamda daha etkili olduğunun görünmesi, örgütlenmemiş toplum kesimlerini de örgütlenmeye zorlamaktadır. Siyasal çatışma, artık örgütlerarası bir çatışmadır. c) Kitle İ l e t i ş i m Araçları Demokratik olsun olmasın, bir rejimde etkili olmak isteyen siyasal güçler açısından, kitle iletişim araçları her zaman büyük önem taşır. Çoğulcu bir demokraside, halkın genel çıkarlarının ekonomik gücü elinde bulunduran azınlığın özel çıkarlarına feda edilmemesi, kitle iletişim araçları üzerinde ikincilerin doğrudan ya da dolaylı bir denetim tekeline sahip bulunmamasına bağlıdır. Paranın sayıya, ya da başka bir deyişle sermayenin emeğe egemen olamaması, kitle iletişim araçlarının konumuna bağlıdır. Düşünce özgürlüğü, düşüncelerini yayabilme olanakları bulunmadığı zaman fazla bir anlam taşımaz. Siyasal güçlerin, kitlelere ulaşabilmek, kendilerine yandaş bulabilmek için kullanabilecekleri araçların sayısı, günümüzde üçtür: Yazılı, sözlü 300
ve görüntülü basın; yani gazeteler, radyo ve televizyon. Örneğin büyük açıkhava toplantıları, daha önceden bunlar aracılığıyla ortam hazırlanmadıkça ve daha sonra gene bunlar aracılığıyla değerlendirilmedikçe fazla bir anlam taşımayabilirler. Yapsalar bile, etkileri geçici olur. Kapalı baskı rejimlerini bir kenara bırakırsak; çoğulcu bir demokrasi, yalnız birbirinden farklı partilerin bulunmasını değil, kide iletişim araçlarının da birbirinden farldı ellerde olmasını gerektirir. Çoğulculuk, kamuoyunu oluşturacak araçların da çoğulcu olmasını gerekli kılar. Bunlar üzerinde devletin tekeli olduğunda açık bir baskı rejimi söz konusu iken, özel kişilerin tekeli oluştuğunda örtülü, dolaylı bir baskı rejimi akla gelebilir. Demokrasi sadece görünüşte kalır. Yeni düşüncelerin yayılması, yeni toplumsal güçlerin siyasal yaşamda ağırlığını duyurması zorlaşır. Demokratik bir toplumda her isteyen gazete çıkarabilir. Ama gelişen teknolojinin gerekleri başta olmak üzere, birçok koşul, böyle bir girişimi her geçen gün daha pahalı kılmaktadır. Georges Burdeau'nun da dediği gibi; "Sermayesi olanlar düşünceleri seçebilirler, ama düşünceler sermaye bulamazlar". Dar gelirli toplum kesimleri, biraraya gelerek belirli bir sermaye oluştursalar bile sorun çözülmüş sayılmaz. Çünkü günümüzde bir gazetenin satış fiyatı, onun maliyet fiyatının çok altındadır. Demokratik ülkelerde gazeteler, özellikle özel ilanlar ve reklamlar sayesinde yaşar ve kazanç sağlarlar. O reklamları verenler çoğunlukla özel girişimlerdir. Onlar da, kendi çıkarlarına ters düşünceleri savunan yayın organlarını desteklemek istemezler. Serbest rekabete dayalı böyle bir iletişim ve haberalma sisteminin ne sonuç verdiğini Duverger şöyle özetliyor: "Çoğulcu bir rejimde kide iletişim araçları devlet karşısında özgürdür, ama para karşısında özgür değildir. Kapitalist iletişim, normal zamanda yurttaşları uyutmak, galeyan halinde olduklarında da onları kışkırtmak eğilimindedir. Oysa normal zamanda yurttaşları uyanık tutmak, kızgınlığa kapıldığında da yatıştırmak gerekir." 301
Sermaye sahipleri, ya doğrudan kendileri gazete çıkarabilirler, ya da özel ilanlar yoluyla gazeteleri etkilemeye çalışabilirler. Kendileri gazete çıkardıklarında, bu siyasal amaçlı olabileceği gibi, ticari amaçlı da olabilir. Bazı örnekleri Türkiye'de de görüldüğü gibi, yüksek tirajlı gazeteleri satın alarak, onları kamu yönetimi üzerinde bir baskı aracı gibi kullanıp, kendi ekonomik girişimlerini daha rahatlıkla yürütmeyi de deneyebilirler. ~ Birçok batılı ülkede ve bu arada Türkiye'de de, basında belirli bir tekelleşme eğiliminin göze çarptığını söyleyebiliriz. Tekelleşme olmadan da yazılı basın sermaye çevrelerinin etkisine bu ölçüde açıkken, bir tekelleşmenin durumu daha da ağırlaştırdığı, çoğulcu demokrasi açısından tehlike yarattığı savunulabilir. Ama bu gelişmeyi dengeleyebilecek başka süreçler gözden uzak tutulmamalıdır. Bütün yüksek tirajlı yayın organları tek elde toplanmadıkça, aralarında belirli bir rekabet olacak ve büyük kitle örgütlerinin etkinliklerine ve düşüncelerine ister istemez belirli bir önem verilecektir. Örneğin milyonlarca yandaşı bulunan bir sol partinin düzenlediği büyük bir açıkhava toplantısına gereken ilgiyi göstermeyen büyük bir yayın organının, o eğilimdeki okuyucusunu uzun süre koruyabilmesine olanak yoktur. Sol eğilimli, yüksek tirajlı bir gazeteye işveren çevrelerinin ilan vermeyecekleri iddiası da tartışmalıdır. O gazete tirajı oranında ilan alamayabilir, ama onun okuyucu kitlesine malını satmak isteyen sermaye çevrelerinin onu tümden yok sayması da olanaksızdır. Öte yandan, parasal baskılarla bir gazetenin yayın siyasetini değiştirmenin beklenen sonucu vermediğini kanıtlayan birçok örnek gösterebiliriz. Yayın organının yönünde yapılan hızlı ve köklü değişiklikler, okuyucusunun bilinci ölçüsünde tiraj kaybına neden olur. (12 Mart döneminde Cumhuriyet gazetesi ve 12 Eylül döneminde de YANKI dergisi bu tür yönetim ve doğrultu değişikliği geçirdiğinde, tirajlarındaki hızlı farklılaşma çarpıcı olmuştur.)
302
Demokrasilerde yurttaşların doğru seçim yapabilmeleri, doğru bilgi edinmelerine bağlıdır. Yazılı basının yüksek tiıaj ve çok kazanç peşinde koşarken bu işlevi yeterince yerine getirememesi beklenebilir. Önemsiz bir cinayet, bir film ya da sahne sanatçısının özel yaşamı, falanca ülke prensesinin çocuk yapması, geniş kitielerin ilgisini çekmek için şişirilerek, büyük fotoğraflar ve başlıklarla verilebilir. Halkın sevinç ya da kızgınlıkları, gene aynı amaçla kışkırtılabilir. Hiç yoktan siyasal kahramanlar yaratılabilir. Verilen bilgilerle halka bir tür çocuk muamelesi yapılabilir. Bu, bazılarının öne sürdükleri gibi, bilinçli ve kasıtlı bir uyutma taktiğinin değil, daha çok okuyucu ve kazanç sağlama arayışlarının sonucudur. Bunu dengeleme görevini de, genellikle radyo ve televizyon yayınları üzerinde güçlü bir etkiye sahip bulunan devlet yüklenir. A.B.D. dışında, radyo ve televizyon yayınlarının da tümden özel kesimin elinde bulunduğu bir ülke yoktur. Kamunun elindeki radyo ve T V ile özel kişi ve kuruluşların elindeki yazılı basın çok zaman bir denge oluşturur. Böyle bir denge içerisinde, yanıltıcı bir haber siyaseti izleyen yayın organının etkisi azalacaktır. Örneğin Demokrat Parti iktidarı 1954-60 yılları arasında radyoyu fazla tek yanlı kullandığında, bu güçlü silahın zamanla işlemez hale geldiği görülmüştür. Buna karşılık, siyasal iktidarın etkisine büyük ölçüde kapalı, özerk bir kamu kuruluşu konumundaki İngiliz B.B.C. radyo ve televizyonu çok büyük bir etkiye ve saygınlığa sahiptir. Kitie iletişim araçları üzerindeki sıkı denetim, çağdaş baskı rejimlerinin en büyük özelliklerinden birisini oluşturur. Ama güdümlü bir basının ilginçliği ve dolayısıyle de etkisi kendiliğinden azalır. Almanya'da Nazilerin iktidarının ilk yıllarında gazete satışlarındaki büyük düşüşler dikkati çekmişti. Türkiye'de de, yarı askeri yönetimlerden demokrasiye geçişlerde hep tirajlarda yükselişler oldu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama hemen her iktidar, elindeki olanakları kullanarak basını denetlemek, yönlendirmek ister. Yandaş basına yardım, muhalif basma baskı eğilimleri gene 1954-60 döneminde Türkiye'de çok belirgindi. Kâğıt ve matbaa mürekkebi tahsislerinde, resmi ilanların denetiminde yanlı davranılması yetmeyince, 303
hukuksal baskı yolları başvurulmuş, ama beklenen sonuç elde edilmemişti. Hapse giren gazeteci sayısı arttıkça, halkın resmi bilgilere güveni de azalmıştı. Nazi rejiminin propoganda sorumlusu Göfebels, "Hristiyanlık etkili, çünkü iki bin yıldız aynı şeyi tekrarlıyor" demişti. Kapalı rejimlerin tek merkezden yönetilen yayınları tatsızdır, ama belirli bir ölçüde etkilidir. Hep aynı şeyi duyan insanlar, giderek onun dışında bir doğrunun bulunabileceğini bile unuturlar. Böylece, düşünen kafaların oluşturduğu çok küçük bir azınlık dışında, büyük çoğunluğun beyni yıkanabilir. Bu nasıl ki o sistemin mantığı gereğiyse, çoğulcu bir kitle iletişimi de özgürlükçü demokrasinin mantığı gereğidir. Demokratik toplumlar, içde haber kaynaklarının çoğulculuğunu sağlıklı bir kamuoyu oluşumunun vazgeçilmez koşulu sayıyorlar. Oysa uluslararası kamuoyunun oluşumunda birkaç dev haber ajansının tekelinin söz konusu olmaya başladığı, özellikle bir kısım geri kalmış ülke tarafından öne sürülüyor. Uluslararası haber akışının, bazı büyük devletlerin yararına olarak zaman zaman yanlı bir biçimde yürümesine karşı çözümler aranıyor. "Dördüncü güç" sayılan kitle iletişim araçlarının, önemini günümüzde de koruduğunu ve hatta arttırdığını söyleyebiliriz. 2. Ş İ D D E T E DAYALI A R A Ç L A R VE Y Ö N T E M L E R Tarih boyunca şiddet siyasal çatışmanın yaygın bir aracı olmasaydı, şatolara, kalelere gerek kalmaz, sarayların etrafı yüksek duvarlar ve surlarla çevrilmezdi. Devletin amacı şiddeti yoketmek değil, şiddetin yurttaşlarca birbirlerine ve devlete karşı kullanılmasını önlemektir. Devlet, gerektiğinde şiddete başvurmak tekelini elinde tutmak ister. Ama şiddet olanaklarını yitirirse, otoritesini ve etkisini de yitireceğini bilir. Toplumsal güçlerin birbirlerine, halka ve siyasal iktidara karşı kullandığı şiddetle, siyasal iktidarın onlara ve halka karşı başvurduğu şiddeti birbirinden ayırarak inceleyeceğiz. 304
a) T o p l u m s a l
Güçlerin
Kullandığı
Şiddet
T ü m siyasal rejimlerin istikran, siyasal iktidarın toplumdaki güç dengesini iyi yansıtmasına bağlıdır. En büyük toplumsal güçlerin temsilcileri iktidarda olduğu zaman, devlet otoritesinde bir boşluk ve rejimde de ciddi bir zayıflık söz konusu olmaz. Tersi bir durumda ise, iktidarın dışında kendisinden daha büyük bir güç bulunacağı için, iktidar otoritesini tüm topluma kabul ettirmekte güçlük çeker. Bir bunalım başlar. Toplumdaki güç dengesi durağan değil değişken olduğu için, değişen güç dengesine bağlı olarak iktidarı el değiştirebilmesi, ya da yükselen toplumsal güçlerin güçleri oranında iktidarı etkileyebilmeleri gerekir. Rejimin iktidara ulaşmak ve siyasal kararları etkilemek için koyduğu kurallar buna elveriyorsa, güç dengesinin değişmesinin yarattığı bunalım rejim içinde kalır. Siyasal iktidar, yeni dengeleri yansıtacak biçimde el değiştirir. Ama rejim bu yolu tıkamışsa, siyasal iktidarın dışında daha büyük bir güç ya da güçler birliğinin oluşmasına karşın, rejimin çerçevesi bu yeni durumun siyasal iktidara yansımasını engelliyorsa, bunalım rejim üzerine kayar. Barışçı yollardan elde edilemeyen çözüm, şiddete davalı yöntemleri gündeme getirir. Yükselen yeni güçlerin iktidarını sağlayacak yeni bir rejim kurulur. Değişen toplumsal güç dengesine bağlı olarak siyasal iktidarın el değiştirmesine olanak veren rejim, sağlam ve istikrarlı bir rejimdir. Toplumsal barış, güçler dengesinin siyasal iktidara yansımasına bağlıdır. Güçler dengesindeki değişme, siyasal iktidarın el değiştirmesini gerektirecek ölçüde olmayabilir. Ama gelişen her toplumsal güce, gücü oranında siyasal iktidarı etkilemek olanağı tanımayan bir rejim, toplumsal barışı ve giderek siyasal istikrarı bozacak tohumları içinde taşıyor demektir. Seçim, güçler dengesinin belirlenmesinde başvurulan barışçı bir yoldur. Seçimler bu amaca hizmet etmekten uzaklaştıkça, baıışçı olmayan araç ve yöntemler de devreye girer. Barışçı araçlar etkisini yitirdikçe, şiddete dayalı araçlar, güç305
ler dengesinin siyasal iktidara yansıtılmasında daha çok kullanılmaya başlanır. Gelişmiş silahların büyük ölçüde devlet tekelinde bulunduğu çağdaş toplumlara gelinceye kadar, toplumsal güçlerin birbirlerine veya devlete karşı şiddet kullanmaları daha kolay ve dolayısıyle de daha çok başvurulan bir yoldu. Günümüzde bile bazı geri kalmış ülkelerde ya da geri kalmış bölgelerde, aşiretler siyasal ve toplumsal yaşamdaki ağırlıklarını silahlı güçleri sayesinde koruyabiliyorlar. Çağdaş toplumlarda, devletin elindeki şiddet olanaklarının büyüklüğü, siyasal çatışmalarda toplumdal güçlerin şiddete başvurmalarını çok zorlaştırıyor. Şiddet, ancak tüm barışçı yolların tıkandığı, hak ve düşüncelerini savunmak ya da iktidara ulaşmak için başka bir aracın kalmadığı inancının yaygınlaştığı ortamlarda etkili ve geçerli olabiliyor. Eğer ordunun bir kesimi de, bu silahlı harekete destek veriyorsa, siyasal iktidarın kısa sayılabilecek bir darbe ile el değiştirdiğine tanık olunabiliyor. Tersi durumlarda ise uzun bir iç savaş başlıyor. Muhalefetteki güçler, düzenli orduya karşı savaşımlarını kır ya da kent çeteleriyle yürütüyorlar. Çağdaş toplumlarda, siyasal iktidarlara karşı kullanılan şiddetin başarıya ulaşabilmesinin, büyük ölçüde ordunun dur u m u n a bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Sovyet Devrimi, Birinci Dünya Savaşı koşullarının maddi ve manevi açıdan çökerttiği bir orduya karşı başarıldı. Çin ve Vietnam'da devrim, tıpkı K e m a l i s t devrimde de olduğu gibi, ulusal bağımsızlık savaşın a koşut olarak, onunla birlikte oluştu. Bağımsızlık için savaşan güçler, doğal olarak orduyla bütünleşmişlerdi, ikinci Dünya Savaşı sonunda Doğu Avrupa'da komünist rejimlerin kurulması, bu kez -bazı durumlarda kurtarıcı rolünü de oynayanSovyet ordusunun etkisiyle gerçekleşti. Dış gücün doğrudan karışmasıyla, içteki dengeler de değişti. Castro'nun silahlı mücadelesinin K ü b a devrimine kadar uzanması ise, Batista'nm amansız diktatörlüğünün, şiddet dışındaki bütün çözüm yollarını tıkaması sayesinde oldu. Silahlı mücadele o ortam içinde yasallık kazandı. 306
Toplumsal güçler arasındaki mücadelede şiddete başvurulmasında, bazı durumlarda doğrudan siyasal iktidarın bilinçli tutumu da rol oynayabilir. 1930'lu yıllarda, Almanya'da Nazilerin askeri yapıda örgüt kurmasına ve şiddete dayalı yöntemler kullanmasına hükümetin gözyumması, sol partilerin de kendilerini korumak için benzeri bir yola girmesine neden olmuştu. 1960'dan sonra Türkiye'deki bazı gelişmeler de aynı çerçevede değerlendirilebilir. Şiddete dayalı araç ve yöntemler, kuşkusuz ki silahlı savaşımdan ibaret değildir. Yasal olmayan her zorlama ve yöntemi bu sınıfa sokabiliriz. 1968'lerde çeşitli ülkelerde öğrencilerin başvurdukları "boykot ve işgaller" de bazı durumlarda şiddete dayalı araçlar olarak nitelendirilebilir, istemeyen öğrenciler de boykota zorlandıklarında, ders yapılmasına zorla engel olunduğunda, artık barışçı araçlardan sözedilemez. Çiftçilerin bir karayolunu kesip trafiği engellemeleri, göstericilerin bazı arabaları yakmaları, patlayıcı madde taşıyan yazdar asmaları da barışçı yöntemler değildir. Barışçı yollardan düe getirilen istek ve düşüncelere kamuoyunun ve siyasal iktidarların ilgi göstermemesi, bu tür silahsız şiddet eylemlerine neden olabilmektedir. Barışçı eylemlere önem vermeyen kitle iletişim araçları, şiddete dayalı araçlar kullanıldığında tutum değiştirebilmektedirler. Şiddete dayalı yöntemler böylece özendirici olmaktadır. Filistin davasına kapalı olan gazete sayfaları ve televizyon ekranları, ancak bir dizi uçak kaçırmalar nedeniyle tutum değiştirmiştir. b) Siyasal İktidarın Kullandığı
Şiddet
Şiddet şiddeti doğurur. Siyasal iktidara karşı şiddet kullananlar, siyasal iktidarı da kendilerine karşı şiddet kullanmaya zorlamış olurlar. Hele bu şiddet, iktidarın da ötesinde rejimin kendisine yönelmişse, tehdidin büyüklüğü ölçüsünde rejim de şiddete başvurur. İktidarı ele geçirecek güce sahip olmadan şiddet kullananlar, sonunda bir baskı rejiminin gerekçelerini ve ortamını hazırlamış durumuna düşebilirler. 307
T ü m baskı rejimlerinin mantığı, C r o m w e l T i n şu cümlelerinde gizlidir: "On yurttaştan dokuzu benden nefret mi ediyor? Eğer yalnızca onuncusu silahlı ise, bunun hiçbir önemi yoktur..." Siyasal iktidarın yurttaşlara karşı şiddet kullanmasını yasallaştıran baskı rejimleri, genellikle toplumsal bunalımlar sonucunda ortaya çıkarlar. Bu bunalımların bazıları yapısal, bazıları ise geçici iç ya da dış koşulların yarattığı bunalımlardır. Yapısal bunalımlar, özellikle toplumsal-ekonomik yapıdaki gelişmelere siyasal kurumların ayak uyduramadıkları durumlarda oluşurlar. Ekonomik ve toplumsal güçlerin el değiştirmesine karşılık, siyasal iktidar gücünü yitirmiş toplum kesimlerinin uzantısı olmayı sürdürebiliyorsa, buna olanak veren siyasal kurumlar varlıklarını sürdürmekte direniyorsa, bu bir yapısal bunalımdır. Ya eski düzeni korumak için bir baskı rejimi kurmak gerekir, ya da eski rejimi şiddet kullanarak devirenler, yeni düzen yerleşinceye kadar bir baskı rejimi kurmak zorunda kalırlar. Yapısal olmayan bunalımların en iyi örneğini geçici ekonomik bunalımlar oluşturur. Kitlelerin yaşam düzeyindeki gerileme, bunalımın yükünün daha çok hangi toplum kesimlerince çekileceği gibi sorunlar, baskıcı bir yönetimi gündeme getirebilir. Toplumda ortaya çıkan kargaşalıklar, ancak siyasal iktidarın şiddet kullanmasıyla dizginlenebilecek bir noktaya varabilir. Düzene karşı olanlar, bunalımın yarattığı hoşnutsuzluğu bu amaçla kullanmaya çalışırken, ayrıcalıklı toplum kesimleri de bu ayrıcalıklarını korumak için siyasal iktidarı baskı ve şiddet kullanmaya itebilirler. Kendi çıkarlarına yardımcı olacak baskıcı bir yönetimin oluşmasına yardımcı olmak amacıyla, bazı iç ve dış güçlerin bunalımı kışkırtmak için çaba gösterdikleri durumlar da vardır. Hazırlanan ortamdan yararlanarak ya sivil yönetimin sertleşmesi, ya da askeri bir yönetimin kurulması sağlanabilir. Demokratik kurallar içinde gerçekleştirilemeyen bazı önlemler, atılamayan bazı adımlar böylece gündeme getirilebilir. Bunalımın sorumluluğu bazı toplumsal güçlere yüklenerek, bu güçlere karşı şiddet kullanılması da bir ölçüde meşrulaştırılabilir. 308
Siyasal iktidarların geçici ya da sürekli biçimde şiddet kullanmalarını çeşitli ideolojiler açısından da değerlendirebiliriz. Faşizme kadar uzanan sağcı ideolojiler, insanın doğuştan kötü olduğunu savunurlar. Ancak doğuştan iyi ve üstün yaratılmış olan küçük bir azınlık bu çerçevenin dışındadır. Doğuştan bencil ve vahşi olan insanın kendi başına serbest bırakılması, toplumların ve tüm olarak insanlığın aleyhine sonuçlar verir. Uygarlığın ilerlemesi, o küçük seçkin azınlığın, geniş halk kitlelerini baskı ile eğitmelerine ve gerektiğinde şiddet kullanarak iyiye ve doğruya doğru yönlendirmelerine bağlıdır. Tıpkı bir çobanın ve çoban köpeklerinin koyunları yönlendirmesi gibi. Böyle bir düşünce sistemi içinde elbette ki demokrasiye yer olamaz ve siyasal iktidarın meşrulaştırılan şiddetinin geçici olması düşünülemez. Çünkü eşit olarak yaratılmamış olan insanların büyük çoğunluğu kötüdür, iyi olan azınlığın onlara karşı gerektiğinde şiddet kullanması ise, bizzat onların da yararınadır. Solcu ideolojilerin hareket noktası ise tam tersinedir. Hobb e s "insan insanın kurdudur" derken, R o u s s e a u "insan iyi doğar, toplum onu bozar" düşüncesindedir. Öyleyse şiddeti insana karşı değil, onu bozan toplumsal düzene, yani toplumsal kurumlara ve alışkanlıklara karşı kullanmak gerekecektir. Bu nedenle de devletin kullanacağı şiddetin sürekli değil, geçici olması sözkonusudur. Marksistlerin deyimiyle, "insanın insanı sömürdüğü, insanı yabancılaştıran" koşulların değişmesinden sonra tüm baskı ve şiddet son bulacaktır. Devletin kullandığı baskı ve şiddet, faşist rejimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Oysa "proleterya diktatörlüğü"nü marksistler, zorunlu ama geçici bir aşama saymaktadırlar. Faşisder, toplumu insandan gelebilecek kötülüklere karşı korudukları düşüncesindedirler. Solcu bakış açısında ise, insanın toplumsal kötülüklere karşı korunması öncelik taşır. Marksistiere göre; o kötülükleri yaratan kurumların temizlenmesinden sonra, artık devlete bile gerek kalmayacaktır. Daha doğrusu devletin polisine, jandaı masına, askerine, yani baskı ve şiddet olanaklarına gerek kalmayacaktır 309
Çıkış noktasında solcu görüşe yakın olmakla birlikte, çağdaş liberal düşüncenin bu iki uç arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Çağdaş liberaller de insanın doğuştan iyi olduğu kanısındadırlar ve bu nedenle de genel ve sürekli bir baskı ve şiddet kullanümasına karşıdırlar. Ama devletin şiddet kullanmaktan tümden vazgeçmesi de düşünülemez. Çünkü her toplumda, topluma uyamayan, toplumun diğer bireylerine zarar verebilen kişiler bulunabilir. Onların varlığından hareketle bir baskı rejimi kurmak ne kadar yanlışsa, toplumu onlara karşı korumamak da o ölçüde yanlıştır. Konuyu kapamadan önce, araç-amaç bağlantısına da eğilmek gerekir. Şiddetin bir araç olarak kullanılması, seçilen amacı da etkiler mi? Amaç mı aracı belirler, yoksa araç mı amacı? Örneğin barışçı bir amaca, şiddete dayalı araçlardan hareketle ulaşmak olanaklı mıdır? Hemen tüm incelemeler, araçla amaç arasında bir uyumun bulunması gerektiğini gösteriyor. Devletin tüm baskı ve şiddet olanaklarının yokolacağı ölçüde barışçı ve demokratik bir amacı hedefleyen Leniıı ve yoldaşları, o amaca ulaşmak için "geçici" bir baskı rejimini (proleterya diktatörlüğü) araç olarak seçmişlerdi. 1917'den bu yana, toplum bireyi yabancılaştıran, bozan kurumlarından temizlendi, ama geçici olması gereken baskı rejimi, bir ölçüde yumuşayarak da olsa süreklüik kazandı. Daha demokratik bir aşamaya ulaşmanın belki de en büyük engelini, o amaca ulaşmak için seçilen araç oluşturdu. Tersi bir örneği de Batdı komünist partilerinde görüyoruz. Çıkışda marksizm-leninizme sıkı sıkıya bağlı olan bu partiler, her zaman açıkça söylemeseler bile ilk amaç olarak proleterya diktatörlüğüne benzer bir kurumlaşmayı öngörüyorlardı. Barışçı olmayan bu amaca ulaşmak için seçtikleri ya da kabul ettikleri araçlar ise barışçıydı. İktidara silahla değil, parlamenter demokrasi çerçevesinde, serbest genel seçimlerden yararlanarak geleceklerdi. Ama giderek araç amacı kendisine uydurdu. Proleterya diktatörlüğü hedefinden vazgeçtiklerini, sosyalizmi liberal demokrasinin kurumlarını koruyarak gerçek310
leştireceklerini açıktan söyleyecek bir noktaya vardılar. Seçilen barışçı araçlar, bu partilerin yapılarının ve ideolojilerinin de daha barışçı yönde değişmesine katkıda bulundu. Faşist ideoloji barışçı araçları baştan reddetmekte, devleti ele geçirirken de, onu korurken de şiddete dayanmayı öngörmektedir. Bir şiddet ve baskı rejimini gene şiddete dayanarak kurmak söz konusu olduğu için, kendi içinde araç-amaç uyumunu sağlamıştır. Kurduğu rejimle ideolojisi arasında bir tutarlık vardır. Oysa aynı şeyi marksist rejimler için söyleyemeyiz. Baskıya dayanmayan bir rejime henüz ulaşamamış olmayı, onların ideolojileriyle tutarlı olarak savunmaları zorudur. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Burdeau, Georges; Les Libertés Publiques, Pichon et DurandAuzias, Paris, 1961. Cohn-Bendit ; Le Gauchisme, remede a la maladie senile du communisme, Seuil, Paris, 1968. Debray, R e g i s ; Che'nin Gerillası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975. Duverger, M a u r i c e ; Diktatörlük Dönem Yayınevi, İstanbul,
Üstüne (Çev. B. Tanör), 1965.
D u v e r g e r , M a u r i c e ; Sociologie Politique,
PUF, Paris,
1-966.
Lenin, V.İ.; Devlet ve İhtilâl (Çev. Gaybiköylü), Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, 1969. M a o Zedung; Halk Savaşında Temel Taktikler (Çev. E. Atalay), Seı Yayınevi, Ankara, 1969. Martinet, Gilles; La conquete des pouvoirs, SEUİL, Paris, 1968. Prelot, Marcel ; Cours de Sociologie Politique, Les Cours de Droit, Paris, 1964-65. Trotsky, L. ; Terrorisme et communisme, Union Generale d'Editions, Paris, 1963.
311
'"'••' i ' •
's
r' ' î'""-?/' '•'
'
• ' ''
/
IKÎNCÎ KISIM İNANÇ SİSTEMLERİ VE SİYASAL ÇATIŞMA İdeolojilerin de dinler gibi bir inanç sistemleri olduklarını daha önce görmüştük. İster doğrudan siyasal nitelikli olsun, isterse dinler gibi siyaseüe ancak dolaylı olarak ilgilensin, tüm inanç sistemlerinin siyasal çatışmaya doğrudan ya da dolaylı bir biçimde yansıması kaçınılmazdır. İnsanların davranışları her zaman inançlarının uzantısı olmasa bile, inançlarla davranışlar arasında bir bağlantının bulunması doğaldır. İnsanın benimsediği inanç sistemi, mutiaka kendi sorunlarına, kendi koşullarına en uygunu olmayabilir. Sözgelimi, bir işçi, işverenin çıkarlarına daha uygun olan bir siyasal ideolojiyi çeşitli propoganda yöntemlerinin ya da örneğin aile çevresinin etkisiyle benimseyebilir. Bir kez benimsedikten sonra da, olayları o inanç sisteminin gözlükleriyle değerlendirmeye başlar. Bu gibi durumlarda, benimsenen inanç sistemi, doğru bir bilinçlenmeyi zorlaştırır. İnanç sistemleri bir yandan insanları birleştirirken, öte yandan da farklı inanç, sistemlerini benimsemiş olanlarla onların arasındaki ayrımları arttırır. Ama farklı inanç sistemlerini benimsemiş toplum kesimleri yan yana barış içinde yaşarlarken birden şiddetli bir çatışmaya tutuşmuşlarsa, bunun nedenini inanç sistemlerinde değil, toplumun maddesel koşullarının yarattığı bunalımlarda aramak gerekir. ni
Dinlerin ve siyasal ideolojilerin siyasal yaşamdaki yerleriayrı ayrı inceleyeceğiz. 313
1. D İ N VE SİYASET Marksizm, diğer ideolojiler gibi, dinlerin de sınıf çatışmalarının bir ürünü olduğunu savunur. Oysa dinlerin kökeninde, biraraya gelme, dayanışma, yaşamın ölümden sonra da başka biçimler altında bile olsa sürmesi gibi doğal gereksinmelerin rolü yadsınamaz. Bilimin açıklayamadığı şeylerin, doğa üstü güç ya da güçlere dayanüarak açıklaması da bu çerçevede sayılabilir. Dinler, içinden çıktıkları ortam değiştikten sonra da etkilerini belirli ölçülerde sürdürürler. Bu etkinin siyasal yaşama genellikle tutucu yönde yansıdığı söylenebilirse de, çok sayıda istisnanın bulunduğu da unutulmamalıdır. a) Hristiyanlık t s a , yaşadığı dönemde toplumda varolan haksızlıkları eleştirmiş, ezilenlerin acılarını azaltmaya çalışmıştı. Ama o haksızlıkların varolmadığı bir toplumsal düzen üzerinde pek durmamıştı. Çünkü önemli olan dünyasal düzen değil, ruhun ait olduğu Tanrı'nm düzeniydi. İsa, "Sezar'a ait olanı Sezar'a, Tanrı'ya ait olanı Tanrıya verin" derken, hristiyanlığa gelinceye kadar varolmayan bir siyasal iktidar-dinsel iktidar ayrımı oluşturmuş oluyordu. İsa'ya göre, dünyasal zevklerin de acıların da fazla bir önemi yoktu. Kölelik, hastalık, yoksulluk gibi, zenginlik ya da iktidar da, insanın bu dünyada geçirdiği sınavlardı. Bu açıdan bakıldığında da, örneğin yoksulluk ile zenginlik arasında bir ayrım yapmak yanlıştı. Çünkü ikisi de insan yaşamının, pek önem taşımayan bedensel koşullarıyla ilgiliydi. Acı çekenlere İsa Peygamber şöyle umut veriyordu: "Ne mutlu size yoksullar, çünkü göklerin krallığı sizindir. Ne mutlu size, şimdi aç olanlar, çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar, çünkü güleceksiniz. Fakat vay size en zenginler, çünkü tesellinizi almışsınız. Ey şimdi tok olanlar, vay size. Çünkü yas tutacak, ağlayacaksınız" Dünyada, bedensel yaşam önemsiz olduğu için, İsa, kötülüğe karşı iyilikle yanıt verilmesini istiyordu. "Senin sağ yanağına 314
kim vurursa, ona ötekini de çevir" diyordu. İnsanlara, bu dünyada değil, "gökte hazineler biriktirmeyi" öğütlüyordu. Görüyoruz ki, İsa ezilenlere umut ve bu dünyanın acılarına dayanma gücü vermiştir. Zamanın egemen güçlerinin ve Roma'nm eşitliksizci yapısının bundan rahatsız olması doğaldı. İsa'nın yapıtını bir anlamda Aziz Paul'ün ya da Paulus' un tamamladığı ve hristiyanlığm egemen sınıflarca da benimsenip yayılmasını kolaylaştırdığı söylenebilir. Paulus şöyle diyordu: "Herkes kendinin üstündeki otoriteye boyun eğmelidir; çünkü Tanrımdan kaynaklanmayan otorite yoktur ve varolan bütün otoriteler Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle de, otoriteye karşı gelen Tanrının kurduğu düzene karşı gelmiş olur.'''' Böylece bir yandan kurulu düzen ve iktidarlar yasallaştırılırken, öte yandan siyaset de dünyasal yaşamın basit bir öğesi olmaktan çıkmaktadır. Çünkü doğrudan Tanrı tarafından belirlenmiş olmaktadır. Paulus'a göre, tüm toplumlar bir beden gibidir. Nasıl ki, her bedenin birbirinden farklı organları varsa, bir toplum içinde insanların da farklı görevler üstlenmesi doğaldır. Herkes kendine verilmiş olan görevi, Tanrı'ya hizmet eder gibi yerine getirmelidir. Köle efendisine hizmet ederken, aslında Tanrı' ya hizmet etmektedir. İsa'nın, Roma'nm baskısından korktuğu için siyasal iktidar -dinsel iktidar ayrımı yaptığını öne sürenler de vardır. Şurası açık ki, kilisenin başlangıçta istdiği tek şey, siyasal iktidardan bağımsız olmaktı. Ama Batı Roma İmparatorluğu'nda siyasal iktidar zayıflayınca, bağımsızlığını elde etmesinin arkasından üstünlük iddiasına başladı. Dinsel iktidar ruhu, siyasal iktidar ise bedeni yönetirdi. R u h bedenden üstün olduğuna göre, siyasal iktidar da dinsel iktidara boyun eğmeliydi. Dokuzuncu yüzyıldan başlayarak, "Halk kötü hükümdarlara boyun eğmemelidir" savının kilise tarafından savunulduğunu görüyoruz. Onüçüncü yüzyılda İtalya'da yaşamış olan Aziz Thom a s ' a göre; siyasal iktidarın kaynağı Tanrı'dır, ama bu iktidarı kullanacak olanları Tanrı değil toplum belirler. Yasal yollardan iktidara gelenler, zamanla yetkilerini kötüye kulla315
nırlarsa, toplum yararından uzaklaşırlarsa, yasallıklarını yitirirler. Yasal olmayan bir iktidara boyun eğmek zorunluğu ise yoktur. Yönetici iktidarını Tanrı'dan alır, ama zor ve şiddet kullanarak oluşan iktidar yasal sayılamaz. Onaltıncı yüzyılde reform hareketi içinde önemli bir rol oynamış olan Luther, dünyadaki düzenin ya Tanrı'nm istediği ya da - e n azından- izin verdiği bir düzen olduğunu savunuyordu. İnsan hangi sınıftansa, Tanrı öyle uygun görüyor demekti. Öyleyse Tanrı tarafından saptanan koşullardan yakınmamak gerekirdi. Köle efendisine boyun eğmeli, o efendi bir "Türk bile olsa", bırakıp kaçmamalıydı. Gene ayın dönemde yaşamış olan hristiyan reformcularından Calvin şöyle diyordu: "Adaletsiz ve diktatörce yönetenler de, gene Tanrı tarafından, günahlarından dolayı insanları cezalandırmak için görevlendirilmişlerdir." Tanrı fazla zorbalık yapanlardan öç alırdı, a m a bu görev insanlara verilmemişti. Isa'nm öğretisinin, değişen koşullar içinde yorumlanarak, belki de başlangıçtakinden çok farklı biçimlere büründüğünü söyleyebiliriz. Hıristiyanlığı temsil eden kilise, bir dönemde derebeylerinin yanında yeralıp liberlizme karşı savaş açarken; d a h a sonra, eski düşmanı burjuvaziyle birleşip soszalizmle mücadele etmiştir. Genellikle kurulu düzenden ve egemen güçlerden yana olmuştur. Belki de bu nedenle, Napolyon Bonapart'ııı kiliseyle ilgili değerlendirmesi oldukça acımasızdır: "Dinin olmadığı bir devletde düzen olabilir mi? Gelirler arasında eşitsizlik olmadan toplum, din olmadan da gelirler arasında eşitsizlik olamaz. Tıkabasa, patlayıncaya kadar yiyen bir adamın yanıbaşında açlıktan ölen bir adam düşünün. Onun bu farkı kabul edebilmesi için, yüksek bir otoritenin şöyle demesi gerekir: Tanrı böyle istiyor; bu dünyada yoksullar da zenginler de olmalıdır; ama sonra, ve sonsuza kadar, paylaşma başka türlü yapılacaktır." Bu sözlerden sonra, Karl Marx'm dinle Ugili değerlendirmesi çok daha yumuşak gelebilir: "Din, can çekişen bir yaralının nefes alışı, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dönemin ruhudur. O halkın afyonudur." 316
Aslında, hristiyan inancını temsil edenlerin her zaman kurulu düzenden yana tavır takındıkları, güçlüleri ve onların iktidardaki temsilcilerini destekledikleri söylenemez. Örneğin bir toplumda, azınlıkta olan bir grubun dini ya da mezhebi farklıysa, o azınlığın dinsel inanç sistemi tutucu değil, kurulu düzene karşı bir rol oynamaktadır. Çünkü kurulu düzene egemen olan çoğunluk, o azınlığa karşı bir tutum içindedir. Başka bir deyişle, kurulıı düzen, çoğıınluktakilerin inanç sistemine daha çok uygundur. Bu yalnız hristiyan dünyası için değil, örneğin islam dünyası açısından da geçerli bir gözlemdir. Dinsel güçlerin, tek yönlü bir etki yaptıklarını, kendi içlerinde bir bütün olarak hareket ettiklerini de söylemek zorlaşıyor. Latin Amerika ülkelerinin önemli bir kesiminde, kilisenin üst düzeyinde yer alanlar kurulu düzeni desteklerken, genç ya da alt tabakalarla sürekli ilişki içindeki din adamlarının, yoksul toplum kesimlerinin davalarına sahip çıktıkları bir gerçektir. Hatta bu tutum içinde olanlara, yüksek din adamları arasında da rastlanabilmektedir. Brezilyalı Başpiskopos Helder Camara. 1970 tarihinde şunları söylüyordu: "Bugün belki de bir sendika kurmak, bir kilise kurmaktan daha önemlidir. Yalnız hristiyanlıkta değil, başka dinlerde de, dinin yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı bir güç olmasını kabul etmeyen gruplar bulunmak tadır." Polonya'da büyük bir toplumsal güç niteliğindeki kilise, kurulu düzenin değil, Dayanışma Sendikası etrafında birleşen büyük işçi ve aydın çoğunluğunun yanında yer almıştır. Benzeri örnekler çoğaltılabilir. Ama tüm bunlar, örneğin bir Papa X I I . Pie'nin, Hitler'in milyonlarca insanı fırınlarda yakması karşısındaki sessizliğini uııutturamamaktadır. Kilise, Alman Nazizmine olduğu gibi, İtalyan Faşizmine de en büyük desteklerden birisini oluşturmuştur. b) İ s l a m l ı k Buda'daıı İsa'ya, hemen bütün dinler, bu dünya nimetlerinin önemsizliğini, hatta kötülüğünü savunmuşlardır. Huda'ya göre, insanın ne kadar parası pulu varsa, o ölçüde Nirva317
n a ' d a n uzaklaşır. İ s a ' y a göre; "Bir zenginin cennete gitmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zordur". Oysa İslam bunların tam tersini söyler: "Kazanan Tanrının sevgilisidir". Böylece islamiyet, öte dünyaya olduğu kadar bu dünyaya da önem veren, bunun doğal sonucu olarak da ruhsal iktidar-bedensel iktidar ayrımını tanımayan bir din olmaktadır. Şu sözler Hazreti M u h a m m e d ' e aittir: "Tanrı diyor ki, ancak emeğini toprağa sarfeden, ancak toprakta kendisi tarım yapan o toprağın sahibidir." İslamiyete göre, özel mülkiyet yasaldır. Ama bu yasallık bir dizi koşula bağlanmıştır. Servet, ancak yetenek ve çalışkanlık ürünü olduğunda yasaldır. Çalışkanın tembelden daha iyi yaşamaya hakkı vardır. Kazancın helal olabilmesi, emeğe, alm terine dayalı olmasına bağlıdır. Ama servetin alın teriyle oluşturulmuş bulunması, onun istenildiği gibi harcanması hakkını da vermez. Çünkü servete sahip olan kişi, aslında Tanrı'ya ait olan bir şeyin korunması görevini, bekçiliğini yüklenmiş demektir. Servetin içinden ancak "makul" gereksinme kadarını kendisi ve yakınları için sarfedip, gerisini, yoksulluğun ortadan kalkmasına hizmet için kullanacaktır. Parasını har vurup harman savurmaya ya da haketmeyenlere hesapsızca dağıtmaya hakkı yoktur. Mal ve para sahibi olmak amaç değil, "toplumun huzurunu sağlamak için" bir araçtır. İslamiyet, mirası da aynı mantık içinde değerlendirir. Mirası birikmiş bir alın teri sayar. Mirası, servetin giderek büyümesinin bir aracı olarak değil, daha sağlıklı bir toplum yapısının bir öğesi olarak kabul eder. Miras, ancak bir işe başlamaya olanak sağlayacak kadar küçük parçalara böliinmelidir. Hazreti Muhammed, yeterli bir düzeyde olması durumunda, mirasdan yanlız ölenin yakınlarının değil, komşularının da yararlanması gerektiğini savunmuştur. ' Haksız bir servet birikimini önlemek için, vasiyet hakkı, servetin üçte biri ile sınırlandırılmıştır. Kişi istese bile, servetinin üçte birinden fazlasını tek bir kişiye bırakmak hakkına sahip bulunmakmaadtır. Böylece bir yandan servetin gereğin318
den fazla birikmesi önlenirken, öte yandan da, fitre, zekât, sadaka gibi yollarla, servetin toplumsal adalet için kullanılması zorunlu kümmaktadır. Islamiyete göre, K u r a n bir çeşit değişmez anayasa gibidir. Ama koşullar değiştikçe, K u r a n ' d a n ve Peygamberin sözleri ve yaptıklarından harekede, uygulama ile ilgili kurallar oluşturulabilir. Bir müslüman, nasıl hareket edeceğini bilemediği bir dinsel sorun karşısında, genel ilke ve amaçları gözönüne alarak, kendi görüşüne göre hareket edebilir. Hazreti M u h a m m e d ; "inananların iyi gördükleri, Allah katında da iyidir" demektedir. Ama kuralları yeni durumlara, değişen koşullara göre yorumlamak ve uygulamak giderek çeşitli mezhepleri doğurmuştur. Hristiyanlıkta hükümdar, iktidar yetkisini Tanrı'dan aldığını öne sürer. Tanrı bu yetkiyi ya doğrudan ya da Papa aracılığıyla verir. Oysa islamiyette iktidar Tanrı'ya aittir ve kimsenin ona ortak olması söz konusu değildir. Bu dünyayı geliştirmek ve düzeltmek görevini Tanrı bir kişiye değil, tüm insanlara vermiştir. Yeryüzünü "imar ve İslah" etmekte herkes Tanrı' nın halifesidir. Bu açıdan bakarsak, hristiyanlıkta iktidarın bireysel, islamiyette ise toplumsal nitelikli olduğunu görürüz., Hristiyanlıkta iktidarı Tanrı bir kişiye verdiği için, bu iktidar sınırsızdır ve o kişi ancak Tanrı'ya karşı sorumludur. İslamiyette ise Tanrı ile kul arasında aracı yoktur. Tanrı adına konuşma yetkisine sahip, kurumlanmış bir "kilise", bir Papa yoktur. Bu nedenle de, örneğin İran'daki gibi, alt-üst ilişkileri içinde tabandan tepeye örgütlenmiş bir Mollalar sisteminin islamlığa uygunluğu tartışmalıdır. İslamlıkta yürütme görevi, Halife ya da İmama aittir. İktidar "emaneten" ehline verilmiştir. Seçimle belirlendiği için, onu seçenlere karşı sorumludur ve Tanrı'nm koyduğu kurallarla sınırlıdır. Görev belirli bir süre için verilmediği halde, iktidarı erdemli bir biçimde kullanmayan kişi görevden almabibilir. Halife kural koyamaz, dinsel ilke yaratamaz, Tanrı adına affedemez. Yanlızca Tanrı'nm buyrukları yönünde işleri yürütmeye çalışır. 319
İslamlıkta, tüm inananların siyasal iktidara katılma hakkına sahip bulundukları söylenebilir. Ümmet kalabalıklaşınca, Tanrı buyruklarının yerine getirilmesi için temsilcilerini seçebilir. Seçimin geçerli olabilmesi için, zorbalık ve hilenin bulunmaması gerekir. Seçimin belirli bir biçim ve kuralı yoktur. Her toplum kendi koşullarına göre bir düzenleme yapabilir. Seçilenlerin (emir sahipleri) görüşü, Tanrı'nm ve topluluğun görüşüne uygun sayılmıştır. Halife bu görüşe (icma-ı iimmet) göre hareket etmelidir. Kişi islamlığa bağlandıkça, kişiye kul olmaktan kurtulup yalnızca Tanrı'nm kulu olur. Tanrı'nm koyduğu kurallar içinde herkes özgürdür ve herkes eşittir. İnsanlar, düşüncelerinden değil, ancak eylemlerinden dolayı suçlu sayılabilirler. Bu ilkeler üzerine kurulu olan islamlığın hızla yayılışını kılıç gücüne bağlayan batılı düşünür ve tarihçiler yanılgı ya da saptırma içindedirler. Blasco tbanez, bu yanılgıyı çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor: "Araplar, kendilerinden yedi yüz yılda geri alınan İspanyaya iki yılda yayıldılar. Silah zoru ile kabul ettirilen bir işgal değildi bu. . . Her yöne kuvvetli kökler salan yeni bir toplum doğuyordu. Ulusların gerçek büyüklüğünü ortaya çıkaran kilit taşı 'vicdan özgürlüğü' halka sevimli görünmüştü. Arapların sahip oldukları kentlerde hristiyanların kiliseleri ile yahudilerin sinagogları yan yana yer alıyordu..." Araplar sadece çoktanrıcı-putatapıcılara karşı hoşgörüsüz davranırken, yahudi ve hristiyanlara karşı son derece hoşgörülüydüler. Örneğin S a i n t - J e a n m (Aziz Jeaıı) büyük babası İbni Sarjun, Şam'da Emevi Halifesinin baş veziri olabilmişti. Aziz J e a n ' m kendisi de Şam İmparatorluğunun mali işlerini yürütmek gibi önemli bir göreve gelebilmişti. R o g e r G a r a u d y , "Islâmın sinesinde Haçlı duygusu veya Engizisyon mezalimi gibi kavramları taşımadığım" vurguluyor. Islamda bir dinsel iktidar-siyasal iktidar ayrımı olmadığı için, din işleri üe devlet işlerinin ayrılması anlamına gelen laikliğin islamlıkla bağdaşmayacağı görüşlerine katılmak zordur. Çünkü İsa'nın da, "Sezara ait olanla Tanrı'ya ait olan" ayrımına isteyerek gitmediğini, Roma'nm baskısından çekindiği için 320
böyle konuşmak zorunda kaldığını gösteren birçok belirtiler vardır. Kilise kendisini güçlü hissettiği andan başlayarak, siyasal iktidar üzerinde de üstünlük iddia etmiştir. Türkiye'de dinin siyasal yaşamdaki etkisi çok partili düzende de sürmüştür. Farklı siyasal çizgilerdeki bazı partiler bile, dinsel öğeleri kendi etkilerini arttırabilmek amacıyla az ya da çok kullanmışlardır. Ama bir istisna dışında, tüm programını dinsel temele oturtmaya çalışan bir parti görülmemiştir. Çok partili dönemdeki bir çok örnek, dinin ancak bir destek güç olarak önem taşıdığını, ama yalnızca dine dayanarak siyasal iktidar olunamayacağını ortaya koymuştur. Bunun birçok nedeni vardır ve bu nedenlerin başında da, yarım yüzyılı aşan bir laikleşme döneminin etkisi bulunmaktadır. Dine saygılı olan büyük çoğunluk, din temeline dayalı bir devleti artık düşünememektedir. Cumhuriyetle birlikte yaygınlaşan milliyetçilik akımı ise, ulusal değerlerin yerine dinsel değerlerin benimsenmesini ve ulusun yerini "ümmet"in almasını zorlaştırmaktadır. Demokratik hak ve özgürlükleri kullanma alışkanlıklarının artması, bir din devleti uğruna bunlardan vazgeçmeyi de aynı ölçüde zorlaştırmıştır. Laikliğin kurumlaşmadığı, demokratik deneyim birikimi olmayan, ulusal bağımsızlığa ya da bir diktatörden kurtulmaya dinsel güçlerin öncülük ettiği islam ülkelerinde durum farklıdır. Çağdışı kalmış bazı rejimler de, bir avuç ayrıcalıklı kişinin saltanatının sürebilmesi için, ülkenin din kurallarına göre yönetildiği inancını halka vermeye çalışmaktadır. 2. ÇAĞDAŞ İ D E O L O J İ L E R İdeolojiler, toplumların ya da toplumlarm içindeki belirli kesimlerin gereksinmelerine yanıt veren, kendi içinde tutarlı inanç sistemleridir. Her toplum kesimi, kendi ideolojisine yani kendi inançlarına uyan bir siyasal iktidarı yasal sayar ve ona başeğmeyi doğal kabul eder. Halkın çoğunluğunun inançlarına uygun olan bir yönetim biçimi yasaldır. Bu çoğunluk ne kadar büyürse, siyasal istikrar ve toplumsal baıış o ölçüde artabilir. Ama toplumun büyük bir kesiminin inançlarına ters 321
düşen bir yönetime ancak korku nedeniyle başeğilir. Bu kesimin büyümesi ölçüsünde, rejim giderek daha çok baskıya dayanmak zorunda kalır. Günümüzde etkisini korumayı sürdüren siyasal ideolojileri dört grup altında ele alacağız: Liberalizm, sosyalizm ve komünizm, tutuculuk ve faşizm, milliyetçilik. a) L i b e r a l i z m Liberalizm -tarihsel evrim içinde- Avrupa'daki topraksoylular (aristokrasi) üe kentsoylular (burjuvazi) arasındaki çatışmaya koşut olarak doğdu. Onuncu yüzyddan başlayarak kentlerde gelişen ticaret ve sanayi, varlıklı yeni bir toplumsal sınıfın doğmasına olanak vermişti. Zaman bu kentsoylu sınıfı ekonomik ve toplumsal açıdan daha da güçlendirirken, kapalı tarım ekonomisinin yıkılmaya yüztutması topraksoylularm giderek zayıflamalarına neden oluyordu. Uyuşmayan çıkarlar, iki sınıf arasındaki bir çatışmayı kaçındmaz kdmıştı. Bu çatışma onbirinci ve onikinci yüzyıllarda belirginleşti. Gerek ticaretin gelişmesi, gerekse sanayinin gerek duyduğu işgücünün sağlanması, derebeylik düzeninin yılulmasını kaçındmaz kılmaktaydı. Bir dizi derebeyinin topraklarından geçerek, onların koydukları keyfi kurallara uyarak yapılan ticaretin zorlukları ortadaydı. Gene aynı feodal düzenin kuralları, topraklarında yaşayan insanların derebeyinin izm olmadan kalkıp kente gitmelerini ve işçi olmalarını önlüyordu. Kentsoyluların gelişmesine en büyük engel, topraksoylularm doğuştan sahip bulundukları hukuksal ayrıcalıklardı. Önemli siyasal, askeri, yönetsel ve dinsel görevler topraksoylularm tekeline bırakılmıştı. Örneğin İngiltere'deki Lordlar Meclisi'nde üyelikler babadan oğula geçmekteydi. Topraksoylu olmayanların general olmaları olanaksızdı. ^Liberalizm bu koşullar içinde, kentsoyluların sorunlarına çözüm getirmek üzere, iki büyük ilkeye dayalı olarak doğdu: Eşitlik ve Özgürlük. Kentsoyluların ekonomik sorunları bulunmadığı için, söz konusu olan yalnızca hukuksal anlamda, 322
yasalar önünde bir eşitlikti. Üzgürlük ise, kentsoyluların kendi düşüncelerini yayabilmeleri, nasıl bir düzen kuracaklarını anlatabilmeleri ve dolayısıyle toplumda kendilerine yandaş bulup, savaşımlarını yürütebilmeleri için gerekiyordu. Devrimden sonra yayımlanan "Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" bir anlamda liberalizmin haklar ve özgürlükler listesi sayılabilir. O listede "kutsal ve dokunulmaz" ilan edilen tek hakkın "mülkiyet hakkı" oluşu ilginçtir. Kentsoylular, mülkiyet hakkının tehlikeye düştüğünü düşündükleri durumlarda özgürlüklerden ve hatta yasalar önünde eşitlik ilkesinden bile vazgeçebileceklerini göstermişlerdir. T ü m ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl, Nazizme ve Faşizme sağlanan destek dahil, bunun örnekleriyle doludur. Yasalar önünde eşitlik, herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu seçimlerle yönetimin belirlenmesini gerektiriyordu. Oysa 1789 Devriminin hemen arkasından ortaya atüan "ulusal egemenlik'" kavramı ile kentsoylu olmayanlar oy hakkından yoksun bırakıldılar. Egemenliğin ulusa ait olması, bu egemenliği o ulusun her bireyinin kullanacağı anlamına gelemezdi. Ulus adına egemenliği kullanacak olanlar "etkin yurttaşlar"dı. Yani servet sahibi olup, yüksek düzeyde ödedikleri vergilerle devlet çarkının dönmesini sağlayan kentsoylular ! Genel ve eşit oy ilkesinin kabulü için, 1789'dan 1848'e kadar süren büyük mücadelelerin verilmesi ve çok kan dökülmesi gerekmiştir. Önce çok varlıklılara tanınan oy hakkı, giderek daha az varlıklılara genişletilmiş, yoksul ve emekçilerin oy hakkım elde' etmeleri ise çok zor ve büyük kayıplar pahasına olmuştur. 1980'lerin ikinci yarısında Güney Afrika'da zencilere eşit oy hakkı tanımamak için takınılan tutumun altında yatan nedenler, geçen yüzyılın başında toplumun alt kesimlerine karşı öne sürülen nedenlerden çok farklı değildir. İngiliz Locke'u, liberalizmin ilk temel taşlarını koyan düşünür olarak gösterebiliriz. Locke'a göre; uygar topluma geçmeden önce, insanlar bir "doğa durumu"nda yaşıyorlardı. Bu yaşamda, "başkalarına zarar vermeme" kuralına dayalı, Tanrı tarafından konmuş bir "doğa yasası" egemendi. İnsanlar özgür, 323
eşit ve barış içindeydiler. Doğa yasasına ııymayıp saldırgan davrananları herkes tek başına ya da başkalarıyla birleşerek cezalandırma hakkına sahipti. Ama hem davacı, hem yargıç, hem de ceza uygulayıcısı olmak toplumda karışıklıklara neden olabileceği için, insanlar kendi iradeleriyle uygar topluma geçmeye karar verdiler. İnsanlar bir "toplum sözleşmesi" ile uygar topluma geçerken, doğal haklarını değil, ancak yargılama ve cezalandırma haklarını topluma devrettiler. Locke, "İnsanların devletlerde birleşmelerinin ve kendilerini yönetimlerin altına koymalarının asıl amacı, benim mülkiyet genel adı altında topladığım, canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının korunmasıdır" demektedir. Öyleyse toplumu yönetenlerin iktidarı mutlak ve sınırsız olamaz. Eğer yöneticiler doğal hakları koruyacakları yerde çiğnemek durumuna düşerlerse, sözleşme bozulmuş demektir. Yurttaşların böyle yöneticilere boyun eğme yükümlülükleri ortadan kalkaı, "devrim hakkı" doğar. Kadınları ve yoksulları yurttaşlık haklarının dışında bırakan, çoğunluğun zorbalığa kayabileceğini düşünmemiş olan Locke'u, Bertrand R u s s e l l şöyle eleştiriyor: "Locke, yeter ölçüde düşünmeksizin çoğunluk ilkesine saplanmıştır. . . Çoğunluğun tanrısal hakkı, eğer ileri noktalara kadar götürüliirse, kralların tanrısal hakkı ölçüsünde tiranca olabilir." Liberalizmin ekonomideki uzantısı, ünlü "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" formülüyle özetlenebilir. Liberallere göre, devletin ekonomiye kaıışması kötü birşeydi. Devletin karışması, doğal dengeleri, doğal olarak varolan düzenleyici süreçleri bozardı. Devlet karışmayınca, en akıllılar, en becerikliler, en yetenekliler, en çalışkanlar, en güçlüler başarılı olacaklardı. Onların - d a h a çok tüketebilmek amacıyla- yapacakları çalışmaların sonucundaki başarıları, toplumun da yararınaydı. Böylece servet onu en iyi kullanabileceklerin elinde birikecek ve kişisel yarar giderek toplumsal yararı da sağlayacaktı. Bu ekonomi siyasetini, liberalizmin karşıtları "büyük balığın kiiçiik balığı yutması" biçiminde değerlendireceklerdir. Daha önce de gördüğümüz gibi; liberaller açısından siyasal çatışmanın nedeni, bireysel paylaşma sorunudur. Olanak324
lar gereksinmelere göre az olduğu için, yapılan paylaşma savaşımında istediğini elde edebilmenin yolu siyasal iktidardan geçmektedir. Liberalizmin kurucularından olan B e n j a m i n Constant şöyle diyor: "Yalnızca mülkiyet, aydınlanabilmek ve sağlıklı karar verebilmek için zorunlu olan boş zurnanı sağlar; yani, yalnızca mülkiyet insanları siyasal hakları kullanacak yeteneğe kavuşturur." Bir yandan eşidik ve özgürlük ülkülerinden hoşlanırken, öte yandan bunu geniş halk kidelerine de tanımayı içine sindirememek olgusunu, gene liberalizmin ünlü düşünürlerinden olan Alexis De Tocqueville'de de buluyoruz: "Demokratik kurumlardan hoşlanıyorum, ama soylu bir yaratılışım olduğu için yığınları küçümsüyor ve onlardan çekmiyorum. Özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygıyı tutku ile seviyorum, ama demokrasiyi sevdiğim söylenemez" A Kentsoyluların parasal bir sorunu yoktu. Devlet yan tutmadığı, topraksoylularm arkasında yeralmadığı, işlere karışmadığı zaman hem ekonomik hem siyasal mücadeleyi onlar kazanacaktı. Ama aynı liberaller, daha sonra siyaset sahnesine işçi sınıfı çıktığında, bu kez devletin kendi yanlarında yeralmasma çaba göstermişlerdir. İşçilerin biraraya gelerek örgütlenmesini, kendilerinin karşısında bir güç oluşturmasını önlemeye çalışmışlardır. Bütün bu aykırı örneklere karşın, çalışan halk kesimlerinin de yeni haklar elde etmelerinde, çoğulculuğun temellerinin atılmasında liberalizmin yadsınamayacak katkıları olmuştur. "Çeşitlilik yaşamdır, tek biçim ise ölüm" sözü B e n j a m i n Constant'a aittir. John Stuart Mili ise, liberalizmin siyasal özünü şöyle ufade etmektedir: "Bütün insanlık bir tek görüşü benimsese ve yalnızca bir birey bu görüşün tersini düşünse bile, insanlığın bu kişiyi susturmaya hakkı yoktur; tıpkı onun da insanlığı susturma hakkının olmadığı gibi." b) S o s y a l i z m v e K o m ü n i z m Topraksoylular-kentsoylular çatışmasında ilginç bir görünüm vardı. Topraksoylularm ezdiği köylüler, kilisenin de yardımı ile kendilerini ezenlerin, sömürenlerin yanında yeraldı325
lar. Aydınlar ve bir çıkar çatışması içinde oldukları halde işçiler ise kentsoyluları desteklediler. Burada köylülerin davranışı bilinçsiz ve kendi çıkarlarına ters, işçilerinki ise bilinçliydi. Çünkü liberalizmin ilkeleri olan eşitlik ve özgürlük, işçiler de dahil tüm halk yığınlarının yar armaydı. Ama yalnızca yasalar önündeki eşidik ve siyasal hak ve özgürlükler onların sorunlarını karşılamaya yetmediği içindir ki, sosyalizm yeni bir ideoloji olarak siyasal çatışmalardaki yerini aldı. Sosyalist yani toplumcu düşünce Fransız Devrimine kadar uzanır ve kaynağını geniş halk kesimlerinin ekonomik sıkıntılarından alır. Kentsoyluların parasal sorunları yoktu, tüm gereksinmeleri yasal eşitlik ve özgürlüktü. Oysa emekçi toplum kesimlerinin temel sorunları ekonomikti. Liberalizmin sağladığı hak ve özgürlükler, ancak sahip olunan ekonomik olanaklar ölçüsünde bir anlam taşıyordu. Cebinde parası olmayan birisi için seyahat özgürlüğünün ya da seçilme hakkının somut bir yararı olmaması gibi. Düzeni değiştirmek amacıyla ortaya atılan her ideoloji, kendisinden önce varolanlardan daha ayrıntılı, daha tutarlı, daha doktriner olmak zorundadır. Çünkü bir yandan kurulu düzeni eleştirmek, bozukluklarını sergilemek, öte yandan da onun yerine koymayı önerdiği düzeni çok ayrıntılı bir biçimde anlatmak durumundadır. Toplumdan sağlayacağı destek, önemli ölçüde buna da bağlıdır. Bu nedenle de, sosyalizm liberalizmden de daha ayrıntılı ve kapsamlıdır. Sosyalizmin oluşumuna katkıda bulunan ilk önemli isimlerden birisi fransız Saint-Simon'dur. O ' n a göre, çalışan sınıf - t o p l u m u besleyen sınıf olduğuna göre- ana sınıftı. Toplumu da, tüm üretici sınıflar birlikte yönetmeliydiler. Toplumdaki temel çelişki, üretime katılanlarla katılmayanlar arasındaydı. Özgürlüklerin kâğıt üzerinde varolabilmesi önemli değildi, o özgürlükleri kullanabilecek olanaklar biçimsel özgürlüğü gerçek özgürlüğe çevirebilirdi. Saint-Simon, alt yapının önemi üzerinde durmuş, devletin insanların yönetimi olmaktan çıkıp "eşyanın yönetimi" ile yetinmesi gerektiğini savunmuştur. Bunların çoğu, daha sonra Marx 326
tarafından geliştirilecek olan temalardır. Ama Saint-simon katı bir eşitlikçi değildi. Herkesin gücü ve yeteneğine göre servet ve mülk sahibi olmasından yanaydı. 1838 yılında ingiltere'de ortaya çıkan çartizm akımı da, günümüz sosyalizminin anlaşılması açısından ilginçtir. Bu h a / reket içinde yer alan işçiler şunları istiyorlardı: Genel ve gizli oy, milletvekillerine ücret ödenmesi. Yalnızca mülk sahipleri oy hakkına sahipti, işçi sınıfına ve dolayısıyle tüm topluma tanınacak bir seçme hakkının çok şeyi değiştirebileceği inancı vardı. Ama bu da yetmezdi. Çünkü milletvekillerine belirli bir ücret verilmezse, yalnızca serveti ve yeteri geliri olanlar milletvekili clabilirlerdi. (Milletvekili ödeneklerinin yüksek olmasını, Avrupa'da hemen her zaman sol partiler savunmuşlardır.) Çartist hareketin toplumsal-ekonomik modeli ise, kooperatiflere dayanıyordu. Saint-simon'dan çartizme kadar uzanan - b u r a d a üzerinde duramadığımız- çok sayıda sosyalist düşünürü "hayalci sosyalistler" olarak nitlendirenler vardır. Çünkü somut gerçekler yerine, olması gerektiğini düşündükleri ideal düzenler, ideal modeller üzerinde durmuşlaıdır. Buna karşılık, marksizm kendi kendisini "bilimsel sosyalizm" olarak adlandırmıştır. Marksizmin oluşumuna en büyük katkılardan birisini yapmış olan E n g e l s , Feuerbach'm düşüncesini paylaşarak "İnsan sarayda başka kulübede başka düşünür" diyor. Yani tüm düşünceler ve inanç sistemleri, hep doğdukları koşulların ürünüdür. Maddesel koşullar ve fizik çevre, toplumsal gelişmelerde belirleyicidir. Marx'a göre; teknolojideki gelişmelerin yarattığı işbölümü, üretimi kollektif bir çalışmanın ürünü yapmıştır. Oysa üretim kollektif iken, üretim araçlarının mülkiyetinin özel oluşu bir çelişkidir. Özel mülkiyete dayalı üst yapı kurumları ile alt yapı arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. İşçi yarattığı değerden az pay aldığı için, yarattığı ürünü satın alamayacak demektir. Yarattığı ürün ona yabancılaşacak, yarat327
tığı artı-değer işverenin elinde giderek onu ezen bir güce dönüşecektir. Kapitalist toplumun yaratacağı bunalımlar bukadarla bitmemektedir. Servetin giderek belirli ellerde toplanması, üretim araçları üzerinde bir tekelin oluşması kaçmdmazdır. Çünkü daha büyük servete sahip olan daha küçük servete sahip olan karşısında rekabeti kazanacaktır. Toplumsal-ekonomik olanaklar bir yandan küçük bir azınlığın elinde birikirken, öte yandan da büyük çoğunluk yoksullaşacaktır. Bu düzeni yıkacak güç, işçi sınıfıdır. Ama işçi sınıfı bunu kendiliğinden değil, bilimsel sosyalist ideolojiyi benimsemiş olan partisinin öncülüğünde gerçekleştirecektir, işçi sınıfı tarafından benimsenen ideoloji "maddesel bir güce" dönüşmüş olacaktır. Alt yapı ile üst yapı arasındaki uyumsuzluğun ortadan kalkması için, öncelikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kalkması gerekmektedir. Ama tam bir eşidikçi düzenin kurulabilmesi ve egemen sınıfların baskı aracı olan devletin kalkıp, onun yerini "eşyaların yönetimi"um. alabilmesi için bir geçiş aşaması zorunludur. "Proleterya diktatörlüğü" olarak adlandırdan bu aşamada, herkes yeteneği ve çalışması ölçüsünde üretimden pay alacaktır. Ancak kapitalizmin üst yapı kurumları tamamen ortadan kalktıktan, herkese yetecek kadar üretim yapdacak bir düzeye ulaştıktan, kende köy, düşünce ve kol emekçisi arasındaki farklar yokolduktan sonra "sosyalizmin üst aşaması"na ulaşılacaktır. Bu komünizm aşamasıdır. Engels, "burjuva siyasal demokrasisi"nin bazı ülkelerde, şiddete başvurmadan sosyalizme geçmeye olanak tanıyabileceğini vurgulamıştır. Ancak bunun marksist akımlar içinde genel bir kanıyı yansıtmadığı söylenebilir. Bu düşünceyi belirginleştirenler, marksisder tarafından "revizyoncu sosyalistler" olarak adlandırüan Bernstein, J e a n J a u r e s gibi isimlerdir. Jaures, silahlı bir ayaklanmayı gereksiz, hatta işçi sınıfı açısından zararlı görüyordu. Umutsuzluktan doğan şiddeti, bir devrim yöntemi haline getirmek yanlıştı. Yasal yollardan çoğunluğu sağlamaya çalışmak çok daha sağlıklı ve olanaklıydı. Demokrasi her iki sınıfa da güvenceler veriyor ve yeni bir düzen kur328
mak için işçi sınıfına olanaklar sağlıyordu. Demokratik süreçler, bir yandan kentsoyluları ödünler vermeye, öte yandan da işçileri şiddetten uzaklaşmaya zorlayacaktı. 1917 Rus Devriminden sonraki gelişmeler bir yol ayrımı oluşturdu: Sosyalizmi barışçı yollardan, özgürlüklere saygı göstererek gerçekleştirmek gerektiğine inananlarla, Sovyet modelini benimseyenlerin yolları ayrıldı. Demokratik sosyalistler, demokratik solcular, sosyal demokratlar birinci grupda yeraldılar. İkinci grupdakilere ise "komünist" denilmesi yaygınlaştı. Aradaki bir amaç değil araç farkıymış gibi görünürken, giderek amaçda da farklılıklar ortaya çıktı. T ü m üretim araçlarının devletleştirilmesinin sosyalizmi yaratacağı yerde, işçi sınıfı adına toplumu yönetme iddiasında olan küçük bir azınlık doğurduğu öne sürüldü. O azınlığın ayrıcalıkları ise y özgürlüklerin ve demokrasinin gelişmesini önlüyordu. Marx' m ve Lenin'in öngördüğü gibi; ayrıcalık olan her yerde, o ayrıcalığın korunması için baskıya da gerek vardı. Günümüzde komünizmin üretimde, demokratik sosyalizmin ise tüketimde toplumsallaştırma anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Liberalizm, siyasal hak ve özgürlüklerin ve bu arada özellikle genel oy hakkının, giderek toplumsal adaleti sağlayacağını öne sürüyordu. Çünkü bütün hükümetler, toplumda çoğunlukta olan emekçi ve dargelirlilerin durumlarını gözetmek zorundaydılar. Yoksa iktidarda kalamazlardı. Oysa, ekonomik güce sahip sınıfların kamuoyunu etkileyecek araçlara da sahibolması, bu idd'anm doğrulanmasını zorlaştırmaktadır. Marksizmin de buııun nerdeyse tersini öne sürdüğünü görüyoruz: Liberalizmin öngördüğü hak ve özgürlükler işçi sınıfı ve toplumun büyük çoğunluğu için biçimseldir, göstermeliktir. Sınıf farkları ortadan kalkınca, olanaklar eşitleşecek ve o biçimsel hak ve özgürlükler de gerçek anlamda varolmaya başlayacaktır. Oysa gelişmeler bunu doğrulamamış, üretim araçlarının özel mülkiyeti kalktığı halde eşitsizlikler son bulmamıştır. Seçme-seçilme hakkından seyahat özgürlüğüne kadar bir dizi liberal hak ve özgürlük, komünist rejimlerde gerçek anlamıyla varolamamıştır. 329
Günümüzde demokratik sol ideolojiler, sosyalizm ile liberalizmin bir sentezi görünümünü kazanmışlardır. Hem toplumsal adaleti, hem de liberal hak ve özgürlükleri aynı anda gerçekleştiımek istemektedirler. Biri uğruna ötekisini ertelemeyi kabul etmemektedirler. c) Tutucvlısk v e F a ş i z m Tutuculuk, liberalizmin karşısında topraksoylularm bir savunma ideolojisi olarak doğdu. Oluşurken, kendisinden önce varolan, Eflatun'dan bu yana uzanan tutucu düşünce birikiminden de yararlandı. Liberalizmin üzerinde yükseldiği eşitlik ve özgürlük ilkelerinin çürütülmesine öncelik verdi. Gerek liberalizm gerekse sosyalizm çıkış noktasında iyimserdir. İnsanın iyi doğduğunu, ama koşulların onu bazı durumlarda kötü yaptığını, örneğin suça ittiğini savunur. İnsan akıllıdır ve kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu seçebilecek yetenektedir. Oysa tutucu düşünce, sıradan insanın kötü, bencil olduğu, kendi çıkarını göremeyeceği inancından hareket eder. İnsanlar eşit yaratılmamışlardır ve ilkel olan büyük çoğunlukla, kendi çıkarını ikinci plana atabilen, yetenekli, akıllı ve en önemlisi de iyi olarak doğmuş küçük azınlık arasında büyük bir fark vardır. Kendi çıkarlarını görmekten aciz kitleleri, bu seçkin azınlığın yönetmesi, yönlendirmesi toplumun da yararınadır. Uygarlık ancak böyle gelişebilir. Topraksoylularm aile çevresi ve eğitim olanakları, seçkinlerin en iyi biçimde yetişmesini sağlamaktadır. Eşitlik ve özgürlük istenebilir şeylerdir, ama doğaya, yani Tanrı'nm iradesine uygun değildir. Doğal olan krallıktır ve topraksoylularm yönetimidir. Bütün ülkelerde bu tür yönetimin bulunması, Tanrı'nm böyle istediğini kanıtlamaktadır. Buna karşı gelmek, Tanrı iradesine karşı gelmek anlamı taşır. Eşit yaratılmayan, kendi çıkarını bilemeyen insanın özgür olması, kendisine ve topluma yarar değil, zarar getirir. Liberalizme göre çok daha az akılcı ve tutarlı olan tutucu ideolojinin Avrupa'da etkisinin sürmesinde, kilisenin desteği 830
büyük rol oynamıştı. Ama zamanla olaylar tutuculuğu zayıflatmaya başladı. Cumhuriyet rejimleri kurulup çoğaldıkça, eski rejimin, eşitsizlik ve özgürsüzlüğün Tanrı'nın iradesi olduğu görüşü kendiliğinden çürüdü. Kilise ise yavaş yavaş etkisinin bir bölümünü yitirdi ve yeni toplumsal güçlerle, yani kentsoylularla uzlaşma yoluna girdi. Faşizmi, tutucu ideolojinin çağdaş kalıplar içindeki bir uzantısı sayabiliriz. Çıkış noktasında her iki ideoloji de eşidiksizci, özgürlük karşıtı, seçkinci, maddeci değil ülkücü, akıl değd duygular üzerine kuruludur. Faşizm, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, bu ad altında Mussolini ttalya'sında somutlaştı. Hitler Almanya'sında ise Nazizim adını aldı. İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde, Franco ve Salazar yönetiminde uzun ömürlü faşist eğüimli rejimler görüldü. Şili'deki P i n o c h e t yönetimi ve benzerleri de aynı sınıflandırmada yer alabilir. Liberalizm ve sosyalizmde ana hedef bireyin mutluluğu iken, faşizmde önemli olan devlet ya da ulustur. Birey, devleti ya da ulusu için feda edilebilir. Birey amaç değil bir araçtır. Devlet herşeyin üstündedir ve herşeye karışır. Hiçbir şey devletin dışında ya da karşısında olamaz. Birey bir lıücre olarak ailenin, grubun, toplumun bir parçasıdır. % İnsanlar doğuştan eşit değddiı. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için yaratılmıştır. Kötü ve yetersiz olan kitleler, seçkinlerin ya da çok üstün yaratılmış tek bir seçkinin buyruklarına boyun eğmelidir. Eşit olmayan insanlara eşit oy hakkı tanıyan seçim bir saçmalıktır. Aptalla akıllı, bilgisizle bilgili, kadınla erkek eşit olamazlar. Yığınlar basit ve değersiz, kısa vadeli isteklerinin üzerine çıkamazlar. Gerek "Duçe" (Mussolini) gerekse "Führer" (Hider) zaman zaman halkoylaması yaparak kendilerini onaylatmak gereğini duymuşlardır. Ama ikisi de iktidarlarını halktan değil, Tanrı'dan almaktadırlar. Hider halk onayladığı için değil, "Führer". olduğu için, doğal olarak iktidara sahiptir. Bu nedenle de iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Liberalizm "ahlâk dışı" 331
bir ideolojidir. Parlamanter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Hitler'e göre; "Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez". İnsanlar eşit yaratılmadıklarına ve aralarında büyük farklar bulunduğuna göre, tartışmaya ve demokrasiye yer yoktur. Büyüğe ve en üstte de "şef"e tam boyun eğme esastır. İnsanlar eşit yaratılmadıkları gibi, ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmeleri, onların ve tüm insanlığın yararınadır. Üstün öndere boyun eğmeyen bireye, üstün ırka boyun eğmeyen aşağı ırka karşı şiddet kullanılması doğaldır. Barışçılık korkaklıktır ve insanların ve ulusların içindeki yar?tıcı ateşi söndürür. İtalya'da genç faşistlere şu ilke aşılanmıştır: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir". Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. " Tek şef, tek parti, tek devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de, sermaye sahibi de emekçi de " Üretimciler Birliği" içinde biraradadırlar. İşçilerin ayrıca örgütlenip ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan, bu sistem içinde işçilerin susması ve büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesi sağlanmış olmaktadır. Sınıflararası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böylece ulaşılmaktadır. Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" diyordu. Büyük sermaye çevreleri, kilise ve ordu, rejimin üzerine oturduğu sacayağını oluştuı maktaydı. Faşizmin geliştiği İtalya, Birinci Dünya Savaşı sonrasında "Büyük İtalya" düşlerinin yıkıldığı bir ülkeydi. Ağır toplumsal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu. İşçi ve köylü işgalleri yaygınlaşıyor, komünizm ideolojisinin sağladığı toplumsal destek büyüyordu. Orta sınıflar, bir yandan komünizmden, öte yandan da büyük sermayenin rekabetine dayanamayıp proleterleşmekten korkuyorlardı. Zamanı durdurmak, 332
tekrar eski günlere dönmek düşü içindeydiler. Hem komünizme hem de kapitalizme karşı, çelişkili duygular içindeydiler. Faşizm başlangıçta bu toplumsal tabanın gereksinmelerine yönelik gibi iken, iktidar olduktan sonra tamamen büyük burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişti. Nazizmin geliştiği Almanya da, Birinci Dünya Savaşı'ııdan yenik ve ulusal gururu kırılmış olarak çıkmıştı. İleri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlar ve hammadde kaynaklan İngiltere ve Fransa'nın elindeydi. Sömürgeleri olmadığı için, dışdan içe artı-değer aktarıp toplumsal yumuşama sağlama olanaklarına sahip değildi. Tarım ve sanayide tekeller egemendi. Bankalar ise sanayi tekelleriyle iç içeydiler. Tekelleşmeler ekonomik güçler arasında denge oluşumunu ve dolayısıyle demokrasiyi zorlaştırıyordu. Dünyadaki 1929 ekonomik bunalımı iflasları ve işsizliği arttırmıştı. Orta sınıfların özellikle küçük esnaf ve küçük çiftçi kesimi, sınıfsal temellerini yitirme korkusu içindeydi. Toplumsal karışıklıklar artmış, komünistler güç kazanmaya başlamıştı. Nazi'ler işte bu ortamdan yararlanarak iktidar oldular. Alman ırkının üstünlüğünü, eski sömürgelerin geri verilmesi gerektiğini, kötülüklerin kaynağının yahudiler olduğunu, tüm Almanların aynı bayrak altında toplanmaları gerektiğim, parlamanter sistemin değersizliğini savundular. Eğitim sistemi devlete saygı temeli üzerine kurulmalı, orta sınıflar yeniden güçlendirilmeliydi. Tekellerin kamulaştırılacağmı, toptancı ticaretin kârının paylaştırılacağını, büyük mağazaların küçük esnafa kiralanacağını, toprak reformu yapılacağını, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizme" karşı önlem alınacağını vaadettiler. Ama iktidara geldikten sonra, büyük sermayenin çıkarları ile çatışan hiçbir adım atmadılar. d) Milliyetçilik Milliyetçilik ideolojisinin doğması, millet yaııi ulus olgusunun ortaya çıkmasından sonradır. Değişen koşullar, derebeyliğin oluşturduğu kendi kendine yeterli kapalı tarım eko333
nomilerini çatlatmıştı. Ticaret ve sanayi geliştikçe, bu gelişmeye engel oluşturan derebeylik kurumları da yıkdmaya başladı. Ticaretin gelişmesi için yollar, seyahat güvenliği ve bir derebeylikten ötekine değişmeyecek yasalar gerekiyordu. Serf, derebeyinin izni olmadan kente gidip serbest işçi olabümeliydi. Kapalı tarım ekonomisinden ulusal pazar ekonomisine geçilirken insanlar ülke düzeyinde birbirleriyle ilişki içine girdiler. Aynı topluma ait olmanın bilinci gelişti. "Biz" duygusu, derebeyliğin, bölgenin sınırlarından ulusal sınırlara kadar genişledi. Ortak dil oluştu, aynı yurdu paylaşmanın bilinci gelişti. Papalığa bağlı evrensel kiliseden, krala bağlı ulual kiliseye geçildi. Ulusal özellikler bu etkileşim içinde ortaya çıktı. "Ulus" doğmuş oldu. Ulusal devlet, aynı zamanda yüz yüze ilişkilerin, birbirini tanıyanlar arasındaki ilişkilerin önemini yitirdiği bir çerçeveydi. Kurumsal ilişkiler içinde kişi kendisini çok daha güçsüz ve yanlız hissediyordu. Dayanışma duygusuna, manevi dayanağa olan gereksinme artmıştı. İşte, böyle bir ortam içindedir ki, yurtseverlik milliyetçiliğe dönüştü. Siyasal iktidarın kaynağı da, "egemenlik ulusundur" ilkesine bağlı -olarak açıklanmaya başlandı. Onsekizinci yüzydda Batı Avrupa'da milliyetçilik ideolojisi belirginleşirken, bu ideolojiyi öncelikle kentsoyluların benimsedikleri ve kullandıkları doğrudur. Milliyetçilik, iktidarın kaynağını ulusa kaydırarak, kentsoyluların iktidarına meşruluk kazandırmıştır. Feodal düzenin yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni toplumsal-ekonomik düzenin güçlenmesini, yerleşmesini kolaylaştırmıştır. Ama tüm bunlar, milliyetçiliğin kentsoyluların gereksinmelerini karşılayan, onlara ait bir ideoloji olduğu anlamına gelmez. Milliyetçüik bayrağı, zamanla, farklı dönemlerde ve farklı toplumlarda, farklı toplumsal sınıfların eline geçebilmiştir. Örneğin Asya ve Afrika milliyetçiliğinde, ideolojiyi sırtlayacak bir kentsoylular sınıfından bir toplumsal güç olarak sözedebilmek olanaksızdır. Milliyetçüiğin ereği, ilk kez ortaya çıktığı Batı Avrupa'da ulusal devleti yaratmaya^ güçlendirmeye yönelikti. Daha sonra 334
birçok ülkede önce bağımsızlık, sonra da bir kalkınma ideolojisi olarak kullanıldı. Baskın Oran'm da vurguladığı gibi; milliyetçilik, ulusal devletin bulunmadığı İtalya ve Almanya örneklerinde bir "birleştirme hareketi" olarak görülürken, Polonyalılar, Ukraynalılar, Çekler, Slovaklar, Finler, Yunanlılar, Bulgarlar için bir "ayrılma hareketi" anlamını taşıdı. Gelişmiş ülkeleri sömürgeciliğe iterken, geri kalmış ülkeleri onlara karşı bağımsızlık savaşı vermeye itebiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun çokuluslu yapısı içinde Türk milliyetçiliği çok geç gelişti. Çünkü ne derebeylikten ulusal devlete geçme durumu, ne de bir bağımsızlık savaşımı gereksinmesi vardı. Üstelik imparatorluğun dağılmasını önlemek için etnik kökenlere önem vermemeye, özellikle de Türk öğesini vurgulamamaya özen gösterilmekteydi. "Millet" yerine, inananların birliğini vurgulayan "ümmet" ülküsü ön plandaydı ve halifenin varlığı da bu yöndeki bir tercihi güçlendiriyordu. Zamanla imparatorluk çözülmeye yüztutunca, imparatorluğun içinde yeralan başka uluslar kendi bağımsızlıklarını kazanmaya başlayınca, Türk milliyetçiliği de filizlendi. Halifeliğin ve sultanlığın sona erip, eski imparatorluğun yıkıntıları üzerinde çağdaş bir ulusal devlet kurmak için, Atatürk milliyetçilik ideolojisini kullandı, "egemenlik ulusundur" ilkesinden hareketle yeni rejimi kurdu. Batı Avrupa'da milliyetçilik ideolojisi, Papa'ya bağlı uluslararası nitelikteki dinsel ideolojiyle çatışmış ve laik bir yönde gelişerek egemen ideoloji olmuştu. Türkiye'de de, en azından Atatürk döneminde durum aynıydı. Daha sonraları ırkçı-milyetçilerin bir bölümü, kendilerine toplumsal destek bulabilmek için, "Hedefimiz Turan, Rehberimiz Kuran" sloganım benimsediler. Ama dinci çevreler, ulus ayrımı yapmaksızın tüm müslümanları biraraya getirmeyi amaçlayan "ümmet" görüşüne bağlı olduklarından, genellikle milliyetçi akımlardan uzak durdular. Batı Avrupa'da toplumsal-ekonomik gelişmeler sonucu önce ulus olgusu doğmuş, sonra o ulusa uygun bir ulusal devletin yaratılması açısından milliyetçilik ideolojisi bir işlev görmüş335
tii. Geri kalmış ülkelerin çoğunda ve hatta Türkiye'de ise durum tersineydi. Önce geleneksel kurumların yıkıntıları üzerinde yeni bir devlet kuruldu, sonra bu devlet ilk hedef olarak "ulus"u yaratmaya çalıştı. A t a t ü r k ' ü n Türk Dil ve Tarih Kurumlarına bunca önem vermesinin nedeni, Türklere bir "ulus bilinci" aşılamaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun çokuluslu yapısı içinde yitmiş ve bazen de horlanmış olan ulusal benliği yeniden kazandırmaktı. D o ğ u Ergil, milliyetçiliğin amaçlarını ulusal ekonomiyi yaratmak, bağımsız bir ulusal devlet yaratmak ve ulusal bir kültür (ortak değer sistemi ve beklentiler) yaratmak biçiminde sıraladıktan sonra şöyle diyor: "Ulus ve ulusçuluk, ne Batı'nın dağınık feodal siyasal ve ekonomik örgütlenişi içinde, ne de Doğu'nun çok-uluslu ve çoğu teokratik impratorhıkları bünyesinde gelişebilirdi. Pazar ekonomisinin bu iki yapıyı dağıtıp, bireyleri ve yöresel toplulukları ortak bir ulusal pazar içinde örgütlemesi, ulusal topluluğun oluşumunun temelinde yatan en önemli etmendir." Milliyetçilik, öncelikle her ulusun kendi yazgısına egemen olma, kendi devletim kurma hakkını içerir. Kurulan devletin daha çağdaş olmasını istemek de bunun doğal uzantısıdır. Ama çok güçlenen bir devletin başka ulusları egemenliği altına almak için harekete geçmesini istemek, artık başka bir milliyetçilik anlayışıyla ilgilidir (Saldırgan milliyetçilik). Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içinde çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak ve kolaylaştırmak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.
336
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Ağaoğulları, M e h m e t Ali; LTslam Dans La Vie Politique De La Turquie, Publication de la Faculte des Sciences Politic e s de l'Universite d'Ankara, Ankara, 1982. Bozdağ, İ s m e t ; Üçüncü Çözüm (Islamiyetin Sosyo-Ekonomik Modeli), Kervan Kitapçdık, İstanbul, 1983. Daver, Bülent; Çağdaş Siyasal Doktrinler, SBF Yayınları, Ankara, 1968. Ergil, D o ğ u ' İdeoloji ve Milliyetçilik, Turhan Kitabevi, Ankara, 1983. Garaudy, Roger; Islamın Vadettikleri (Çev. Nezih Uzel), Pınar Yayınları, İstanbul, 1983. Göze, Ayferi; Siyasal Düşünce Tarihi, İ.Ü. Hukuk Yay., İstanbul, 1982.
Fakültesi
Mardin, Şerif; Din ve İdeoloji, SBF Yayınları, Ankara, 1969. Oran, Baskın; Azgelişmiş Ankara, 1977.
Ülke Milliyetçiliği,
SBF Yayınları,
Özek, Çetin; Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İçyüzü, Varlık Yayınları, İstanbul, 1964. Rodinson, M á x i m e ; İslam ve Kapitalizm (Çev. Orhan Suda), Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1978. Russell, Bertrand; Batı Felsefesi Tarihi (Çev. Senceı), 3 cilt, ilgi Yayınevi, Ankara, 1972.
Muammer
Sabine, George; Siyasal Düşünceler Tarihi (Çev. Harun Rızatepe), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1969. Sarıca, Murat; Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1983. Sencer, M u z a f f e r ; Dinin Türk Toplumuna Etkileri, May Yayınları, İstanbul, 1974. Sencer, M u a m m e r ; Osmanlılarda Din ve Devlet, Erk Yayınları, İstanbul, 1974. 337
Şayian, Gencay; Çağdaş Siyasal Sistemler, T O D A Î E Yayınları, Ankara, 1981. Şenel, Alâeddin; Siyasal Düşünceler Tarihi, SBF Yayınları, Ankara, 1982. Şeriatı, Ali; İslam Sosyolojisi Üzerine, Düşünce Yayınları, istanbul, 1980. Tunaya, Tarık Zafer; İslamcılık Cereyanı, Baha istanbul, 1962.
Matbaası,
Yavuz, F e h m i ; Din Eğitimi ve Toplumumuz, Sevinç Matbaası, Ankara, 1969. Yücekök, A h m e t ; Türkiye'de Din ve Siyaset, Gerçek Yayınevi, istanbul, 1971.
338
t
ÜÇÜNCÜ KISIM KAMUOYU VE PROPAGANDA Kamuoyu, belirli bir tartışmalı konuda toplumun tümünün ortak görüşü, ortak kanısı değildir. Toplumun tümü için geçerli, oybirliği ile paylaşılan bir kanı söz konusu olamaz. Bu kanı, bireysel kamların toplamından ibaret olmadığı gibi, bazen çoğunluğun bireysel kanılarının ürünü bile olmayabilir. M ü n c i K a p a n i ' n i n şu tanımı oldukça aydınlatıcıdır: "Kamuoyu, belli bir zamanda, belli bir tartışmalı sorun karşısında, bu sorunla ilgilenen kişiler grubuna veya gruplarına e"emen der. kartunttır." Kamuoyu çoğunluğun kanısını yansıtabilecaği gibi, bazı durumlarda yansıtmayabilir de. Azınlığın kararlı bir biçimde benimsediği bir görüş, çoğunluğun gevşek olarak benimsediği bir görüşe ağır basabilir. Bu gibi durumlarda, kamuoyu azınlığın etkisi altında oluşabilir. Ama ne olursa olsun, kamuoyu siyasal yaşamda kendisini siyasal bir güç gibi duyurur. Ulusal düzeyde olsun uluslararası düzeyde olsun, demokratik bir rejimde olsun baskı rejiminde olsun hükümetleri etkiler, siyasal kararların yönlendirilmesinde rol oynar. Kamuoyunun oluşumunda ise, çeşitli propaganda tekniklerinin önemi giderek artmaktadır. 1 . KAMUOYUNUN
OLUŞUMU
Kamuoyunun oluşumunda çeşitli araçlar ve aracılar görev üstlenirler. Oluşumun kendisi ise, birçok süreçlerin ve bu süreçlerde kullanılan tekniklerin bir ürünüdür. 339
a) Araçlar ve Aracılar Birey düzeyinde sıvasal kanı ve tutumların nasıl oluştuğunu ve ııasıl değiştiğini, daha önce siyasal boyutlarını incelerken görmüştük. Kamuoyuna temel oluşturan siyasal kanıların biçimlenmesinde, elbette ki önce kişinin bireysel özellikleri rol oynar. Dünyaya gelinirken sahibolunan ve çoğu kalıtım yoluyla kazanılmış bulunan fiziksel ve ruhsal özellikler bir hareket noktasıdır. Sonra buna, aileden başlayarak bir dizi küçük grubun etkisi katılır. Çocuklukta kazanılan temel tutumlara giderek başkaları eklenir. Kanı, kişisel tutumun belirli bir soruya verdiği yanıttır. Ama kişi o konuyla yakından ilgili değilse, ya bir kanı beJirmez ya da beliren kanı çok gevşek olur. Bu gibi durumlarda kişi etkileşime daha fazla açıktır. Nasıl ki, temel tutumların yaııi kişiliklerin belirlenmesinde, aileden başlayarak toplumsal çevrenin belirli bir etkisi varsa, o temel tutumlara bağımlı olmakla beraber, kanıların oluşum ve değişiminde de gene aynı çevrenin etkisi bulunur. Aile, iş ve arkadaş grupları, üyesi olduğu sendika, dernek ya da siyasal parti gibi kuruluşlar, bu süreçde derece derecede rol oynarlar. Bireysel eğilimleri giderek grup kanılarıyla bütünleşir. Belirli bir konuda kamuoyu oluşturmak, kamuoyunu etkilemek isteyenler çeşitli yollara başvururlar. Yüzyüze, kulaktan kulağa kişisel etkileşimden, yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarına kadar çeşitli araçlar bu amaçla kullanılabilir. Çıkar grupları, siyasal partiler ve iktidarlar bu işi kendileri yapabilecekleri gibi, uzmanlaşmış kuruluşlardan da yararlanabilirler. Amerika Birleşik Devletleri'nde başlayan bu uygulama giderek yaygınlaşmış, bir malı satmak için reklam kampanyası düzenlemekte ustalaşmış firmalar, bir düşünceyi ya da bir önderi kitlelere benimsetmek için de benzeri yöntemleri kullanır olmuşlardır. Türkiye'de de büyük partiler, profesyonel reklamcılarla işbirliği yapmaktadırlar. Acaba kamuoyunun oluşumunda kitle iletişim araçlarının etkisi nedir? Kişiler onlardan mı daha çok etkileniyorlar, yok340
sa yakın çevrelerindeki bazı kişilerden mi? Paul Lazarsfeld' in A.B.D.'nde yaptığı araştırmalar, T V dahil en gelişmiş kitle iletişim aı açlarının bile, yüz yüze ilişkilerdeki kadar etkili olamadığını ortaya koyuyordu. Başka ülkelerde yapılan benzer araştırmalar da benzer sonuçlar verdi. Yazılı basm, radyo, televizyon, sinema gibi kide iletişim araçları, kişilerin ancak varolan görüş ve kanılarını güçlendirebiliyor, ama değişmelerinde fazla etkili olamıyordu. Kişiler kendi eğilimlerine uygun gazeteleri alıyor, eğilimlerine uygun yazarları okuyordu. Radyo ve televizyonda da, eğilimlerine uygun haber ve yorumlardan daha çok etkileniyordu. 1930 yılında, A.B.D.'de New Jersey senato seçimlerini kazanan aday, reklam masrafları için on bin dolar öderken, yerel destekçilerine yirmibeş bin dolar ödemişti. Gene aynı ülkede, R o o s e v e l t ' i n yeniden cumhurbaşkanı seçilmemesi için açılan kampanyayı, basının çok büyük çoğunluğu desteklediği halde Roosevelt yeniden seçilmişti. Rahatlıkla çoğaltılabilecek olan bu örnekler, kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşumundaki etkisinin abaıtılmaması gerektiğini göstermektedir. Nasıl ki, Türkiye'de de din adamlarının desteklediği bir parti, büyük basının tüm karşı propagandasına karşın, 1970'li yıllarda beklenilenin üzerinde oy toplayabilmiştir. Dar çevrelerde asıl etkili olanlar "kamuoyu önderleri"dir. Kitle iletişim araçlarının yaymak istedikleri düşünce Ve bilgileri alıp yorumlayan ve başkalarına aktaranlar onlardır. Gelişmiş ülkelerde bile varolan bu durum, özellikle geri kalmış ülkelerde çok daha fazla geçerlidir. Öğretmen, muhtar, imam, ağa, şeyh ve benzeri kişilerin aldıkları bilgileri kendi eğilimlerine göre süzgeçten geçirdikten sonra kırsal kesim insanına aktardıklarını biliyoruz. Kişilerin, kitle iletişim araçlarının yaymak istedikleri mesajları almaları ve yorumlamaları zorlaştıkça, bu gibi kanı ya da kamuoyu önderlerinin etkisi artmaktatadır. Kamuoyu önderlerinin ya da genel olarak bilgi aktaran kişüerin özgürce davrandıklarını sanmak yanlıştır. Bilgiyi aktaran, karşısındaki kişinin hoşuna gidecek şeyler söylemek 341
zorunluğunu çoğunlukla duyor. Böylece karşısındakini etkilediği kadar ondan da etküenir. Bir konuda oluşmakta olan kamuoyu, karşılıklı etkileşim içinde, giderek kendi kendini güçlendirmiş olur. Artun Ünsal, bu ayıklama işleminden de önce daha genel bir "ön ayıklama" yapddığma dikkati çekiyor. Bu asıl ön ayıklamayı, sırasıyla haber ajanları ve kide iletişim araçları yapıyorlar. Özellikle uluslararası düzeydeki haber toplama işlevi, birkaç büyük haber ajansının tekelindedir. Büyük ülkelerin çıkarları, bu büyük ajanslar aracılığıyla ilk ön ayıklamaya yansıyabilmektedir. b) Süreçler ve Ppopaganda Kamuoyu ancak bazı bilgilere dayanarak oluşabilir. Kamuoyunun oluşumunda ilk aşama bu bilgilerin iletilmesi olduğu için, önce bu iletme işlevini yerine getiren araçlar ve aracdar üzerinde durduk. Oluşumdaki ikinci aşama ise, iletilen bilgilerin alınmasını, algdaıımasmı kapsar. Bu aşamada belirli süreçler ve propaganda teknikleri rol oynar. Verilen bilgileri alıp-ayıklama süreçlerini bilmek, kamuoyunu yönlendirmek isteyenler için çok önemlidir. Alfred Sauvy, kamuoyunun oluşumu sırasında alman bilgilerin bazı durumlarda biçim değiştirerek, sapmalara uğrayarak algılanmasında, belirli kuralların egemen olduğuna dikkati jçekiyor: 1) Maddesel çıkarlar söz konusu olduğunda, bilgiler bu çıkarları koruyacak biçimde sapmaya uğrayarak algılanıyor. Örneğin tüketiciler, fiyat artışlarını hep gerçekte olduğundan daha yüksek değerlendiriyorlar. Vergi mükellefleri, genellikle gelirlerinin tahminlerinden çok daha yüksek olduğunu görerek hayrete düşüyorlar. Tarımsal ürünlerle ilgili iyimser haberler kulaktan kulağa daha da iyimserleşerek, saydar daha da artarak dolaşırken, karamsar haberler kısa ömürlü oluyor. U m u t verici bilgiler abartılarak yayılırken, umut. kırıcı olanlar çabucak unutuluyor. 342
2) Duyguların ve tutkuların söz konusu olduğu durumlarda, bilgilerdeki sapma bu duygu ve tutkuları güçlendirici yönde gerçekleşiyor. Dindar kişi mucizeler görmeye ya da duymaya, inançsız kişiye oranla çok daha yatkın oluyor. Aynı şekilde, örneğin uçan daireleri inanmayanlar değil, çoğunlukla inanma eğilimindekiler görüyorlar. Savaş sırasında düşmanın yaptığı vahşetle ilgili bilgiler çabucak yayılıp inanılırken, kendinden olanların benzer davranışlarıyla ilgili bilgiler kuşkuyla karşılanıp çabucak unutulabiliyor. Bir bilim adamı bile, kendi kuramını güçlendiıecek deneyleri ve olayları hemen görürken, tersi durumları algılamakta zorluk çekebiliyor. 3) Toplumsal ortak bir davayla ilgili olaylar söz konusu olduğunda, sapma, grupdaki dayanışma ve tutarlığı güçlendirecek ve desteklenen mücadeleyi haklı gösterecek biçimde ortaya çıkıyor. Savaşda ordunun gücü, durumu, başarı! aııyla ilgili olarak hep güven duyucu bir kamuoyunun oluşması olasılığı yüksek cluyor. Çünkü gereksinme bu yöndedir. Nasıl ki, barışda da siyasal partilerin üyeleri aynı olaylara farklı gözlüklerle bakıyorlar. Olayları ve koşulları, bir kuşku bunalımına yer vermeyecek, yapılan özverileri haklı gösterecek biçimde görüyor ve değerlendiriyorlar. 4) İçtenlikle, bilinçsiz olarak, istenmeden yapılan sapmalarla, kişinin kendi tutumunu haklı göstermek için bilerek ve isteyerek b a 5 v u r d u ğ u sapmalar hep aynı yönde oluyor. Söz konusu tutumun maddesel, zihinsel ya da duygusal oluşu sonucu değiştirmiyor. 5) Bireyin bir soruya yanıt vermesi sırasında ortaya çıkan sapma, böyle bir düşünme fırsatı olmadan kendiliğinden ve hızlı biçimde oluşan tepkilere göre çok daha az oluyor. Soru sorulurken "Emin misiniz? Doğrulayıcı bilgiler aldınız mı?" gibisinden açıklayıcı zorlamalara gidildikçe ve yanıt için yeterli bir düşünme süıesi bırakıldıkça sapma daha da azalıyor. Çok önemli olaylar dışında, kamuoyunda hızlı değişmelerin olmadığmı söyleyebiliriz. Kendi kanısının tersini gösteren olaylar ya da kanıtlarla karşılaşan her birey, görüşünü ve tutumunu değiştirmeye hazır değildir. Kimisi bu yeni verileri 343
değerlendirmeye bir ölçüde olsun açıkken, kimisi savunmaya geçerek tutumunu daha da katılaştırabilir. Kamuoyundaki değişme, en ılımlılardan başlayarak, zamanla, ağır ağır gerçekleşir. Kamuoyu unutkandır ve geçmişden çok bugünkü verilerden etkilenir. Belleği geçmişle ilgili bir olayı bir kez saptırmışsa, onu düzeltmek çok zordur. Buna örnek olarak, bazı batılı ülkelerin kamuoyunda varolan "Tiirk-Ermeni sorunu''' ile ilgili önyargıları gösterebiliriz. Nasıl ki, kamuoyunun oluşumuna yardım eden algılanması belirli kurallara göre gerçekleşiyorsa, o etkilemek amacıyla yapılan propagandanın da belirli vardır. J e a n - M a ı i e D o m e n a c h bu kuralları şöyle
bilgilerin oluşumu kuralları sıralıyor:
1) Basitleştirme ve tek düşman kuralı — Propaganda her şeyden önce konuyu basitleştirip, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek hale sokmaya çalışır. "Yaşasın A", "Umudumuz B", "Kahrolsun C", "Katil D" gibi sloganlar, etkili bir siyasal propagandanın vazgeçilmez ögelerindendir. Dost ve düşman, iyi ve kötü bellidir. 2) Kabaca, genel ifadelerle anlatma kuralı — Bu kural da, kitlelere verilmek istenen mesajların basitleştirilmesinin doğal bir sonucudur. Hitler ünlü Kavgam kitabında şöyle diyor: "Her propaganda, anlatım düzeyini, yöneldiği kitleler içindeki en düşük anlama yeteneğine göre düzenlemek zorundadır". Partiler iktidara ulaştıklarında çeşitli toplum kesimleri için neler yapacaklarını programlarında ayrıntılı bir biçimde yazabilirler. Ama sıra kitlelere yönelik propagandaya gelince, ayrıntılara yer olamaz. "Kalkınma köylüden başlayacak", "işçi hakkım alacak", "Ekonomide öncü özel sektör olacak" gibi genel anlatımlar ön plana geçer. 3) Tekrar kuralı - Hitler'e göre, propaganda az sayıda düşünce ile sınırlandırılıp, o az sayıdaki düşünce bıkmaz usanmaz bir biçimde tekrarlanmalıdır. Nazizmin propaganda işleri sorumlusu Göbbels'in şu sözü ünlüdür: "Aynı şeyi iki bin yıldır tekrarladığı içindir ki Katolik kilisesi etkisini sürdürüyor". Aslında ticari reklamlarda da aynı kuralın geçerli olduğu söyle344
nebilir. Sürekli duyulan şey, doğruymuş gibi bilinç altına yerleşebilir. 4) Sevileni kullanma kuralı — Sıfırdan başlayarak bir topluma herhangi bir düşünceyi ya da herhangi bir ürünü istenildiği anda kabul ettirme olanağı yoktur. Ancak toplumun daha önce benimsemiş olduğu şeylerden hareketle, ona yeni bazı şeyler de verilebilir. Örneğin bir dini ya da ideolojiyi benimsemiş olanlara, "Sizin inancınız yanlıştır" diye propaganda yapmak, davayı daha peşinen kaybetmek anlamına gelir. Oysa, "Esasta ben de sizinle aynı inancı paylaşıyorum, ama..." diye başlamak, en azından söyleyeceklerinizin daha dikkadi dinlenmesini sağlayabilir. 5) Oybirliği ve bulaşma kuralı — İnsan toplumda yanlız başına yaşamadığı için, grubun ya da üyesi olduğu birden çok grubun etkisi altında kalır. O gruplardaki egemen düşünceye ters düşmemeye çalışır. Karaısız olan kişi ise, çoğunlukla bir görüşü olmadığından dolayı değil, ama farklı çevrelerin etkisi altında kaldığından dolayı bu durumdadır. Propagandanın amacı, belirli yöndeki etkileri güçlendirmek ve toplumda önemli bir kesimin de o görüşü benimsediği inancını yaratmaktır. Çoğunluğa uymak, ondan etkilenmek genel ve güçlü bir eğilimdir. Özellikle siyasette, her propagandanın bir karşı-propagandası bulunur. Kendi görüşlerini yaymak isteyenler, bir yandan da karşdarmdakilerin görüşlerini çürütmeye çalışırlar. Karşı tarafın propagandasını oluşturan öğeler birbirinden ayrılarak teker teker ele alınıp zayıflatdır. Hatta bu öğeler bazı durumlarda birbirlerine karşı kullanılır. Rakip propagandanın zayıf tarafları ön plana çıkardarak, öncelikle o noktalar çürütülür. Karşı-propaganda taktiklerinden birisi de, karşı görüşden çok, o görüşü savunan kişi ya da kişileri yıpratmaya yöneliktir. Örneğin bir siyasal partinin ya da hükümetin önde gelen üyelerinin özel yaşamlarındaki hoş olmayan yanlar, geçmişde başka düşünceleri savunmuş olmaları, ya da karanlık ilişkiler içindeymiş gibi görünmeleri, karşı propagandaya malzeme sağ345
lar. Savunan kişi yıpratılarak, savunduğu düşüncenin önemi azaltılmış olur. Karşı-propagandanın bulunması durumunda, en iyi düzenlenmiş propagandalar bile başarısızlığa uğrayabilir. Otoriter rejimlerdeki resmi propagandanın etkisinin yüksekliği, karşı-propaganda olanaklarının büyükölçüde kısılmış oluşundandır. Propaganda, kamuoyunun oluşumu sırasında özellikle kararsız kesimler üzerinde etkili olur. Büyük bunalım dönemlerinde ortaya çıkan kararsız ortamlarda, propagandanın etkisi ile kamuoyunun bir uçdan öteki uca kısa aralıklarla kayması olasılığı artar. Ama koşulların altüst olmadığı dönemlerde, propaganda bir yandan kararsızları etkilemeye çalışırken, öte yandan da aynı görüşü paylaşanlar arasındaki dayanışmayı arttırır, safların sıklaştırılmasını kolaylaştırır. 2. F A R K L I T O P L U M L A R D A K A M U O Y U VE P R O PAGANDA Gerek kamuoyu, gerekse o kamuoyunun oluşumunda rol oynayan propaganda, siyasal çatışma ve uzlaşma süreçlerinde büyük önem taşır. Ama bu önem, bir yandan toplumun gelişme düzeyine ve kültürel özelliklerine, öte yandan da rejimin niteliklerine göre değişir. a) Çoğulcu S i s t e m l e r d e K a m u o y u Çoğulcu sistemler, toplumda koşulları, çıkarları ve dolayısıyle görüşleri birbirinden farklı kesimlerin varlığını kabul ederler. Farklı koşulların ürünü olan çıkar ve görüşlerin yasal yollardan dile getirilmesini, savunulmasını sağlamaya çalışırlar. Toplumda belirli bir uzlaşmanın, ancak bu barışçı çatışmanın sonunda ortaya çıkabileceğine inanırlar. Çoğulcu demokrasi ya da özgürlükçü demokrasi olarak adlandırdan siyasal sistem işte bu temel üzerinde oluşmuştur. Bütün çağdaş siyasal sistemlerde yönetenler kamuoyuna önem verirler. Ama tekilci yanı baskıcı sistemlerde yöneten346
ler kamuoyunu tek yönde oluşturmak için tüm olanakları kullanırlarken, çoğulcu toplumlarda -çok yönlü etkiler altındaoluşan kamuoyunun, yönetenlerin kararlarında ağırlık taşıması söz konusudur. Birinde kamuoyunun özgürce oluşumu, ötekisinde ise siyasal iktidar tarafından oluşturulması ilkedir. Ama tüm temel hak ve özgürlüklerin sağlandığı hukuk düzeninde bile, kamuoyunun tam anlamıyla özgür ve sağlıklı bir biçimde oluştuğu söylenemez. Çünkü kamuoyunu etkilemeye çalışan çıkar ve baskı gruplarının ellerindeki olanaklar eşit değildir. Para gücüne daha çok sahip olan toplum kesimleri, kamuoyunu etkilemek açısından daha şanslıdır. Kamuoyunun oluşumunda önemli yeri olan basın özgürlüğünden, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden yararlanabilme düzeyi, parasal olanaklara bağımlıdır. Bir siyasal sistemin, kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunmak açısından tüm toplum kesimlerine eşit olanaklar sağlayabildiği ölçüde, sağlıklı bir toplumsal uzlaşmaya ulaşılabileceğini söyleyebiliriz. Kamuoyunun tek yanlı etkiler altında oluştuğu durumlarda dengeden uzaklaşılır, siyasal kararlar da tek yanlı olmaya başlar. Bu kararlarla çıkarları ya da dünya görüşleri bağdaşmayan toplum kesimleri patlamaya, rejime karşı çıkmaya itilirler. Sartori'nin de vurguladığı gibi, bir kanının halk arasında yayılmasını sağlamakla, bir kanının halk tarafından oluşturulmasını sağlamak arasındaki ayrım temeldedir. Birinci durum baskı rejimlerinde, ikinci durum ise demokratik rejimlerde söz konusu olabilir. Baskı rejimlerinde, kamuoyunu oluşturan araçların hemen tümü devletin tekelindedir. Demokratik rejimlerde, böyle bir devlet tekeli daha başlangıçda reddedilmiş olmakla birlikte, kamuoyunun serbestçe oluşumunu zorlaştıran, hatta bazı durumlarda önleyen engeller vardır. Kimi toplum kesimlerinin sesi daha fazla çıktığı gibi, kimi konuların da serbestçe tartışılmasını engelleyen tabular bulunur. Bazı dinsel ya da ulusal konular bu çerçevede sayılabilir. Demek ki, çoğulcu toplumlarda oluşan kamuoyu ile tekilci toplumlarda güdülen kamuoyu arasındaki temel fark, bu 347
konuda bir devlet tekelinin bulunup bulunmamasından kaynaklanmaktadır. O n d a n ötesi, bir nitelikten çok derece farkı olmaktadır. Çoğulcu demokrasiler iktidarın bölünmesine dayanır. Çünkü denetlenemeyen, dengelenemeyen bir iktidar demokrasinin ve dolayısıyle de özgürlüklerin sonu olabilir. Demokratik bir sistemde kamuoyu siyasal kararlar üzerinde etkili olacağına göre, kamuoyunun oluşumuna malzeme sağlayacak olan haber ve bilgi verme olanaklarının da tek elde toplanmamış bulunması gerekir. Toplumun haber alma kaynakları çoğalıp çeşidendikçe, doğru bilgiye ulaşma olasılığı da artar. Kitle iletişim araçlarına sahip olmak pahalılandıkça, kamuoyu oluşumunda varlıklı toplum kesimlerinin etkisinin artması doğaldır. Basım ve yayım teknolojisinin pahalılaşması ile birlikte, A.B.D.'den Türkiye'ye kadar, hemen tüm çoğulcu toplumlarda gazete sayısının azaldığını ve belirli bir tekelleşmeye gidildiğini biliyoruz. Belirli toplum kesimleri belirli yayın organlarının tekeli altına girdikçe,' o toplum kesimleri arasındaki karşıtlıkların daha sertleşmesi ve kısırlaşması olasılığı yükselmektedir. Bazı çoğulcu sistemlerde radyo ve televizyonun devlet tekelinde olduğunu biliyoruz. Bunun amacı, iktidarda bulunanlara, kamuoyunun oluşturulması açısından bir avantaj sağlamak değildir. Böyle bir olanağı, haberleıi saptırma ve halka yanlış bilgi verme için değerlendiren bir siyasal iktidar,' görevini kötüye kullanıyor demektir. Radyo ve televizyon kadar yaygın ve etkili iletişim araçlarını devlet tekelinde bulundurmanın çoğulcu bir sistemdeki nedeni, onların herhangi bir toplum kesimince tek yanlı kullanılmasını önlemektir. Oysa iktidarın onları tek yanlı kullanması da çoğulcu sistemin mantığına ters düşer. Kamuoyunu etkilemek amacıyla sadece baskıcı rejimlerin propagandaya başvurduğunu sanmak yanlıştır. Varlıklarını sürdürmek için tekilci-baskıcı rejimlerin nasıl propagandaya gereksinimleri varsa, çoğulcu-demokratik rejimlerin de propagandaya gereksinimleri vardır. Ama birisi otoriter-totaliter 348
bir propaganda yaparken, ötekisi demokratik bir propaganda yapar. Günün birinde baskıcı bir rejimle karşılaşmak istemeyen toplumlar, robotlaşmış, her söyleneni itirazsız, düşünmeden benimseyen bireyler değil, sorumluluk duygusuna sahip, düşünen ve tartışan yurttaşlar yetiştirmek zorundadırlar. Demokrasilerde egemenlik topluma ait olduğuna göre, toplum tüm olup bitenlerden ve özellikle de kamuyu ilgilendiren tüm gelişme ve kararlardan doğru bir biçimde haberdar edilmelidir. Diktatörlük hastalığını önlemenin yolu, demokratik düşünüp davranmaya alışmış yurttaşlara sahip bulunmaktan geçer. b) Tekilci S i s t e m l e r d e K a m u o y u Baskıcı rejimler çok sesliliğe ve dolayısıyle de, kamuoyunun farklı etkilerin sonucunda oluşmasına izin vermezler. T ü m iktidar tek elde toplanmıştır ve devlet eliyle sistemli bir biçimde yürütülen propagandanın amacı da, iktidarın görüşünün tüm toplum tarafından benimsenmesini sağlamaktır. Rejimin temel felsefesine, resmi ideolojisine ters olan görüşlerin söylenmesi ve savunulması yasaktır. Çoğulcu sistemlerin karşıtı olarak, bu istemlerin tümünü de "tekilci" olarak nitelendirebüiriz. Artık serbestçe oluşan bir kamuoyu değil, güdümlü bir kamuoyu söz konusudur. Komünist ve faşist baskı rejimlerinde, resmi ideolojinin zihinlere "tek doğru" olarak yerleştirilmesi çabası okullardan, işyerlerinden başlatdarak sürdürülür. Kulüp, dernek ve benzeri kuruluşlar hep aynı amaca hizmet eder. Radyo, televizyon ve yazdı basın hep tek seslidir. Ama bu tür tekilci toplumlarda bile, "fısıltı gazetesi", gizli yayınlar, gizli toplantılar ve örgütlenmeler tam anlamıyla önlenemez. Varolan resmi kamuoyunun yanında, daha az etkili olmakla birlikte bir karşıt kamuoyunun varlığı da zaman zaman kendisini duyurur.. 1956'da Macaristan'da, 1968'de Çekoslovakya'da ortaya çıkan ufak bir kıvılcım, bu ikinci kamuoyunun birincisinden bile daha etkili ve yaygın olabileceğini göstermiştir. Polonya'da Walesa önderliğindeki Dayanışma Sendikasının şaşırtıcı gücü, rejime karşı olan kamuoyunun gücünü yansıtmaktadır. 349
En büyük baskılar ve ileri teknikler, mutlak "güdümlü" bir kamuoyu yaratamamaktadır. Ama çağdaş rejimler içinde bu konudaki en büyük başarıyı Lenin ve Hitler sağlamıştır. Marx şöyle diyordu: "Gerçek baskıyı, ona bir baskı bilinci katarak daha da sertleştirmeli ve onun utancını ilan ederek daha da utandırıcı kılmalı". Lenin bu noktadan hareket ederek, her alanda siyasal ifşaatlar ve suçlamalar yapılmasını istemişti. Leninci propagandacı, günlük sorunlardan hareket ederek hep onu sistemin temeldeki bozukluğuna bağlıyordu. İşsizlikten savaşa, bir grevden piyasadaki durgunluğa kadar her sorun kapitalist sistemin bozukluğuna ve onun gerisindeki sınıf çatışmasına bağlanabilirdi. Bu birinci aşâma ile kitlelerin hazırlanmasından sonra, sıra sloganlara geliyordu: "Toprak ve Barış", "Ekmek, Barış, Özgürlük" ya da " Tüm İktidar Sovyetlere" gibi. Önemli olan, bu sloganlara takılıp kalınmamasıydı. Çünkü zaman içinde o sloganın anlamı kalmayabilir, hatta tersi savunulabilirdi. Örneğin 1917 Devrimini hazırlayan ortam içinde ve belirli bir aşamada iktidarın Sovyet olarak adlandırılan halk kurullarında olması istenmişti. Ama Sovyetlerde egemen olan partiler, karşıdevrimci burjuvazi ile işbirliği yapmaya başlayınca, artık o sloganın unutulması gerekiyordu. Troçki, leninci propagandayı şu sözlerle savunmaktaydı: "Bizi, kamuoyunu yaratmakla suçluyorlar. Bu doğru değil. Biz yalnızca kamuoyunu formüle etmeyi deniyoruz•" Leninci propaganda, sadece yetiştirilmiş propagandacıları değil, aynı zamanda yetiştirilmiş kışkırtıcıları da kullanıyordu. Propagandacının görevi, bir kişiye ya da küçük bir gruba birçok düşünceyi, bir ideolojinin temellerini iletmekti. Kışkırtıcı ise, tek bir düşünceyi ya da küçük bir düşünce grubunu büyük bir kitleye götürmekle yükümlüydü. Kapitalist sistemin çelişkilerinin yarattığı somut bir haksızlıktan hareket eden kışkırtıcı, hoşnutsuzluk yaratmaya, bu açık haksızlığa karşı kitleyi harekete geçirmeye çalışacaktı. O haksız durumun ideolojik açıklamasını yapma görevi ise propagandacıya aitti. 350
Propaganda ve kışkırtmanın arkasından da örgütlenme gelmeliydi. Komünist Enternasyonalin ikinci kongresinde, partili milletvekillerine şu hatırlatma yapılmıştı: "Partili her milletvekili diğer milletvekilleriyle ortak bir dil bulmaya çalışmakla değil, partinin kararlarını uygulamak için düşman içine yollanmış bir kışkırtıcı olmakla görevlidir." Komünist milletvekilleri yasa tasarıları kabul edilsin diye değil, propaganda ve kışkırtma aracı olmak için hazırlanmalıydı. Leninci propaganda, kamuoyunu komünist partisinin üst düzey yöneticilerinin görüşleri doğrultusunda oluşturmaya çalışır.* Doğrunun ne olduğuna orada karar verilir ve kamuoyu da o çerçevede oluşturulur. Ama bu çerçeve daraldıkça hoşnutsuzlukların artması, sonunda da parti içinde büyük temizliklerin yapılması kaçınılmaz olur. Parti yönetiminin ya da o yönetime egemen olan tek bir kişinin izlediği siyaset gereği, bazı durumlarda tarihsel gerçekler bile saptırılmıştır. Çağdaş siyasal propaganda tekniklerinin gelişmesine en büyük katkıyı Hitler ve Göbbels'in yaptığını söyleyebiliriz. İkisi de tekilci bir toplum yaratmak amacıyla kullanılsa da, leninci ve hitlerci propagandalar arasında büyük farklar vardır. Kullandıkları araçları bile farklı amaçlar için kullanmaktadırlar. Lenin "Toprak ve Barış" sloganını kullanırken, gerçekten de toprağın paylaştırılmasını ve savaşın sona erdirilmesini öneriyordu. Oysa Göbbels, Alman halkının "hristiyan uygarlığını savunmak için" savaştığını söylerken, bunun gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktu. Leninci sloganlar akılcı ve somut bir temele dayanırken, hitlerci sloganların tek amacı duygulara ve heyecanlara hitabetmekti, halkta kin ve kudret arzusu yaratmaktı. Mussolini, çağdaş insanın hayret verecek kadar inanmaya hazır bir yaratık olduğunu söylüyordu. Hitler ise bu konuda daha d a ilginç görüşlere sahipti: "Halk büyük çoğunluğuyla kadınsı bir ruh haline sahiptir. Düşünceleri ve davranışları, akıl yürütmenin ürünü olmaktan çok duyularının yarattığı izlenimlerin üriinii351
dür. (. . .) iktidara geldiğimiz zaman, her Alman kadınının bir kocası olacaktır". Hitler için propaganda amacıyla kullanılan temalar önemli değildi ve sık sık değişebilirdi. Önemli olan halkı harekete geçirmekti. Bu amaçla bilinçlerden çok bilinç altlarına sesleniliyordu. Bütün gösteriler inceden inceye düzenleniyor, hiçbir şey rastlantıya bırakılmıyordu. Hider, "garip bir irade"nin kitlelere egemen olması için en uygun zamanın akşam saatleri olduğuna bile dikkat etmiş ve bunu kullanmıştı.
v pf t of**" i
Hitlerci propaganda kesintisizdi. Hitler ve partisi her yerde hazır ve nazırdı. Sokakta, işyerinde, evlerde ve hatta yatak odalarının duvarlarında. Gazeteler, radyo ve televizyon sürekl i biçimde aynı şeyleri yineliyordu. Rus yazarı Çakotin'in de dediği gibi, bireylerin bilinç altlarına şu mantık yerleştiriliyordu : "Hitler tek ve. gerçek güç demektir. Mademki herkes Hitler''le beraber, sokaktaki insan olarak ben de, eğer ezilmek istemiyorsam onunla 1 birlikte olmalıyım." Gene Çakotin'e göre; Pavlov'un zil sesini /luyunca ağzı sulanan köpek deneyinde olduğu gibi, kitlelerde ^koşullu refleksler geliştiriliyordu. Hitlerci propagandanın temel ilkelerinden birisi, halka düşünme fırsatı bırakmamaktı. Halk düşünmemeli, kendisi yerine düşünülenleri duygularıyla benimsemeliydi. Birgün Yahudi sorunu, birgün komünist barbarlığı, başka birgün dış sorunlar gündeme geliyordu. Bu konulardan birisiyle ilgili propaganda aniden durabilir ve beklenmedik bir anda yeniden başlayabilirdi. Hiderci propaganda halkın Hider'i sevmesini değil, ondan büyülenmesini, onun elinde bir araç, bir ıobot olmasını sağlıyordu. c) Geri
Kalmış
Ülkelerde
Kamuoyu
Geri kalmış ülkelerin yapısal özelliklerinin, etkin ve yayuuı bii' kamuoyunun varlığını olanaksız kıldığını sövlcyebiliriz. Nüfus çoğunluğunun kırsal bölgede ve birbirinden kopuk birimler halinde yaşaması; kitie iletişim araçlarının yetersiz352
liği; okuma-yazma oranının ve genel olarak eğitim düzeyinin çok düşük oluşu; birçoğunda daha bir dil birliğinin bile bulunmayışı; toplumsal gruplaşma ve örgüdenmelerin zayıflığı gibi özellikler, bu sonucun doğmasında büyük rol oynamaktadır. Bağımsızlığını yeni kazanmış olan birçok Asya ve Afrika ülkelerinde henüz bir ulusal bütüne ait olma bilinci doğmamıştır. Geleneksel toplumdaki kabile türü içe dönük yaşam biçimi süı inektedir. Bireyin ilgisi ve bilgisi kabilesinin sınırlarını çok nadiren aşabilmektedir. Kentlerde oturan azınlık bile, çoğunlukla etnik ve dinsel gruplara bölünmüş olarak birbirlerinden kopuktur. Çoğunlukla bir dil ve inanç birliğinin bile bulunmayışı, kültür birliğini ve ulusal düzeyde kamuoyu oluşturulmasını olanaksızlaştırmaktadır. Böyle bir yapıda, radyo ve televizyon benzeri kitle iletişim araçları yaygmlaşsa bile, kamuoyunun oluşumunda ilk adım demek olan bilgilerin kitlelerce alınıp değerlendirilmesi çok zordur. Eğitim düzeyinin düşüklüğü, kitle iletişim araçlarıyla iletilmeye çalışılan bilgilerin yorumlanarak kitlelere aktarılması görevini gene de çok küçük bir okumuş azınlığa bırakacaktır. Birbirinden kopuk etnik gruplaşmaların egemen olduğu bir yapıda, kamuoyunun oluşumundan çok, geleneksel önderler tarafından güdümlü kılınması söz konusu olabilir. Örneğin parti tercihleri kişiden kişiye değil, köyden köye, kabileden kabileye, mezhepden mezhebe değişir. Geleneksel yapının bozulmadığı, işbölümünün ve farklılaşmanın yeterince gelişmediği bu gibi toplumlarda,, çağdaş anlamda çıkar ve baskı gruplarıyla siyasal partiler de olama/. Oysa kamuoyunun oluşum açısından bu tür gruplaşma ve örgütlenmelerin rolü büyüktür. Geri kalmış ülkelerin çoğunda tek partili sistemlerin ve askeri diktatörlüklerin ağır bastığını görüyoruz. Geri kalmış ülkelerin yapısal özelliklerinin sonucu olan bu durum da, etkin bir kamuoyunun oluşumunu engelleyici bir rol oynamaktadır. Ülke geliştikçe kentleşme oranı artmakta, eğitim düzeyi yükselmekte, etnik bölünmelerin yerini toplumsal işbölümü-
nün yarattığı bölünme ve örgütlenmeler almakta, kitle iletişim araçları gelişmekte, kamuoyunun etkinliği artmakta ve rejim demokratikleşmektedir. Geleneksel yapı tekilci ve baskıcı rejimleri kolaylaştırırken, yapının çoğulcu yönde değişmesi ile birlikte daha uyanık ve hareketli bir kamuoyu doğabilmektedir SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Chariot, Monica; La Persuasion Politique, Armand Collin, Paris, 1970. Daver, Bülent; Siyasal Bilime Giriş, SBF Yayınları, Ankara, 1968. D o m e n a c h , Jean-Marie; La Propagande Politique, PUF, Paris, 1965. Kapani, Münci; Politika Bilimine Giriş, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1978. înceoğlu, Metin; Güdüleme Yöntemleri, A.Ü. - B.Y.Y.O. Yayınları, Ankara, 1985. Lancelot, Alain; Les Attitudes Politiques, PUF, Paris, 1969. Lundberg-Schrag, Larsen; Sosyoloji (Çev. Ö. Ozankaya), Türk Siyasi ilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970. Sartori, Giovanni; Demokrasi Kuramı, Siyasi ilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1977.
Türk
Sauvy, Alfred; UOpinion Poblique, PUF, Paris, 1964. Ünsal, Artun; Siyaset Bilimine Giriş, SBF, Ankara, ders notlarj (teksir).
354
1980-81
DÖRDÜNCÜ KISIM . SİYASAL KATILMA VE SEÇİMLER Yurttaşların, devletin çeşitli düzeylerdeki karar ve uygulamalarını etkileme eylemlerine siyasal katılma diyoruz. Mahalle ya da köy yöneticisinden devleti yönetenlere kadar, çeşitli düzeylerde yapılan seçimler, siyasal katılma olgusunun yalnızca bir bölümünü oluştururlar. Çağdaş, demokrasilerin gelişmişliği, siyasal katılmanın yaygınlığı ve etkinliğiyle ölçülür olmuştur. 1. SİYASAL K A T I L M A Yurttaşların siyasal yaşama nasd ve ne. ölçüde katıldıkları ile neden katıldıkları sorularını ayrı ayrı incelemekte yarar var. Eski Yunanın doğrudan demokrasisinden günümüzün sanayi demokrasisine gelinceye değin, siyasal katılmanın sadece biçimi ve düzeyi değil, aynı zamanda itici nedenlerinde de önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. a) K a t ı l m a n ı n tşlevi, B i ç i m i v e Düzeyi Halkın siyasete katılması. "Halk Egemenliği" kavramının yaygınlaşması ve meşruluğun ölçütü olmasıyla gelişti. Günümüzde bir rejimin demokratikliği, halka tanıdığı siyasal katılma olanakları ile ölçülür hale geldi. Siyasal katılmanın amacı ve işlevinin ne olduğu sorusunun tek yanıtı yoktur. Siyasal katılmanın -rejimden rejime önem sıralaması değişen- birçok işlevi bulunduğu gibi, siyasal katıl355
manın kendisi de, araç olmanın yanısıra ayııı zamanda bir amaçtır. Hiçbir sonuç vermese bile, katılma yollarının açık "bulunması, toplumsal gerdi mi azaltıcı, yurttaşlık duygularını güçlendirici bir etki yapabilir. Siyasal katılmanın işlevlerinin başında, siyasal yöneticilerin ve toplumsal istemlerin belirlenmesi gelir. Birçok kez bu iki işlev içiçe girmiş olmakla beraber, sınırlı bir demokrasinin tercih edildiği durumlarda, siyasal katılma ile seçimleri eşdeğerli tutma eğilimi vardır. Seçim yolunu açık tutmakla birlikte, halkın sorunlarını ve eleştirilerini dile getirme olanaklarını kısan rejimler, bir tür seçkinler yönetimini istiyorlar demektir. Halkın kendisini yönetecekleri seçmesi, ama gerisine karışmaması gerektiğine dayalı bir mantık, çağdaş demokrasiye ters düşer. Çağdaş demokrasiler, katılma olanaklarını sanayi, kuruluşlarına ve özerk kurumlara kadar uzatmaktadırlaı. İşçilerin işletmelerin, öğretim üyelerinin ve hatta öğren ederin üniversitelerin yönetimine katılmaları uygulamaları çoğalmaktadır. Ekonomik demokrasi olarak da adlandırılan birinci uygulamanın amacı, verimliliği arttırmak ve yabancılaşmayı gidermektir. Siyasal katılma,_ çeşitli toplum kesimlerine temsil olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşumunu kolaylaştırır. Katılım olanakları değişik bir biçimde arttıkça, toplumdaki güçler dengesinin siyasete barışçı yollardan yansıması ve siyasal istikrarın artması doğaldır. Eğer toplumdaki bazı kesimler yeterli katılma olanaklarına sahip değilseleı"bir "katılma bunalımı" doğar. O toplum kesimleri, kendilerine güçleri oranında etkin olma fırsatı tanımayan sisteme karşı çıkarlar. Batı Avrupa'da 1848 işçi ayaklanmaları bu tür bir ka tdma bunalımının ürünüydü. Oy hakkının genişletilmesi, sendikal hak ve özgürlüklerin sağlanmasıyla bunalım atlatıldı. Rejime karşı olan toplum kesimleri, rejimin temel güvencelerinden birisi durumuna geldiler. Siyasal katılma, sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanırken, aynı zamanda karşı güçleri sistemle bütünleştirmiş ve bir anlamda sistemi de güçlendirmiş 356
olur. Siyasal sistemin ve toplumsal düzenin, değişen koşullaıa göre kendilerini yenilemelerine olanak verir. Faşist ve komünist rejimlerdeki siyasal katılmanın işlevi ve amacı ise farklıdır. Bu gibi rejimlerde, temsil ve dile getirmeden çok, resmi ideolojinin ve yöneticilerin onaylanmasıyla, halkı belirli yönde harekete geçirme, "seferber etme" söz konusudur. Rejimin başarısı, bu işlevin yerine getirilmesine bağlıdır. Kuşkusuz ki, tüm yurttaşlar siyasal yaşama aynı ölçüde katılmazlar. Amerikalı siyasal bilimci R.A. Dahi, katılmanın dört boyutta incelenebileceğini savunuyor: İlgi, önemseme, bilgi ve eylem. Siyasal olayları izleme derecesi "ilgi"yi, onlara verilen önem derecesi "önemseme"yi, onlarla ilgili olarak sahip olunan veriler de "bilgi"yi gösterir. Siyasal kararları etkilemek için gösterilen çabalar "eylem"dir. Deniz Baykal'm önerdiği üçlü sınıflandırma ise daha sade ve açıktır. Siyasal olayları izleme, onlar hakkında tutum takınma ve onların içine karışma. Böylece siyasal olayları izlemeden başlayıp, onları etkilemeye yönelik eylemlere kadar uzanan bir siyasal katılma yelpazesi oluşmaktadır. Yurttaşların ne kadarının hangi boyutta katıldığını saptamak gerek siyaset bilimi açısından, gerekse ülkeyi yönetenler ve yönetmek iddiasında olanlar için önemlidir. Katılma düzeyleriyle ilgili farklı ve daha ayrıntılı sınıflandırmalar da yapılabilir. Ama hangi sınıflandırma söz konusu olursa olsun, ilk ve en önemli kesimi, siyasal sürece hiçbir biçimde katılmayanlar oluştururlar. Bunlar alınan ve alınacak siyasal kararlara hiçbir biçimde ilgi duymadıkları için, onları önemsemeleri, o konularda bilgi edinmeleri ve eyleme geçmeleri de söz konusu değildir. Bu kesimin toplum içindeki oranının büyüklüğü çeşitli biçimlerde yorumlanabilir. Siyasal ilgisizlik, koyu bir cehaletten ya da umutsuzluktan kaynaklanabileceği gibi, özellikle A.B.D. gibi yaşam düzeyinin çok yüksek olduğu toplumlarda, toplumsal-ekonomik ciddi sorunları bulunmayan orta sınıflardan da kaynaklanabilir. Siyasete ilgisizliğin nedenini oluşturan olumsuz etkenleri değiştirmek için çaba göstermek yararlıdır. Ancak, siyasal yaşama karşı tamamen ilgisiz kitleleri zor kullanarak sandık başına götürmeye 357
çalışmak konusunda aynı şey söylenemez. Oy kullanmanın yasal zorunluk haline getirildiği yerlerde, bazı kitleler, ilgisiz ve bilgisiz olduğu konularda ve tamamen güdümlü biçimde kullanılmış olmaktadırlar. Böyle bir durum sağlıksızdır ve çoğunlukla da, tutucu bir yönde etkisi olacağı düşünülerek planlanmaktadır. Katılma düzeylerini değerlendirirken, onların da kendi içlerinde derecelendirildiklerini unutmamalıyız. Örneğin siyasal ilgi, olayları radyo ve televizyondan izlemekle sınırlı olabileceği gibi, yazılı basını izlemeye, bu konudaki ayrıntılı haber ve yorumları okuyarak bir sonuç çıkarmaya, belirli çevıelerde onları tartışmaya kadar da uzayabilir. Siyasal eylem, sadece oy vermekle sınırlı kalabileceği gibi, partilerin toplantılarına katılmaya, onlara üye olmaya, orada etkin görevler almaya, partinin adayı olmaya kadar da gidebilir. Siyasal katılmanın yasal olmayan biçimleri de vardır. Yasa dışı örgütlere ilgi duymak, onların üyesi veya yöneticisi olmak, gizli toplantılara katılmak, afiş asıp bildiri dağıtmaktan başlayıp silahlı mücadeleye kadar uzanan eylemlere girişmek, hep bu çerçevede değerlendirilebilir. Yasa dışı siyasal katılma biçimleri, rejimin katılığından ve baskılardan kaynaklanabileceği gibi, belirli düşünce ve çıkar gruplarının toplumdan destek görmemelerinden, yasal yollardan etkili olamamalarından da kaynaklanabilir. Barışçı yollardan sağlanamayan etkinin yasa dışı yollardan sağlanmasına çalışılması, aynı zamanda bir umutsuzluğun ifadesi olabilir. b) K a t ı l m a y ı Belirleyen Etkenler Siyasal katılma da, birçok çapraz etkenin ürünü olarak ortaya çıkan bir tutumdur. Bireysel olanlardan başlayarak bu etkenleri şöylece sıralayabiliriz: Yaş ve cinsiyet, aile, eğitim, meslek, gelir, yerleşme biçimi. Yaş etkeni üzerinde daha önce uzun uzun durmuştuk. Çeşidi araştırmalar, siyasal katılma eğiliminin orta yaş gruplarında diğerlerine oranla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Gençler bunalımlı dönemlerde, iç ve dış önemli sorunların gün358
demde olduğu ortamlarda yüksek oranda siyasal katdma eğilimi içine girdikleri halde, bunu izleyen dönemlerde ilgilerinde azalma olabilmektedir. Bu durum, özellikle yüksek öğrenim yapan gençlerde belirgindir. Gençlere umut verebilen yönetimler, onlardaki enerjiyi çok yapıcı bir katılımda değerlendirebilmektedirler. Kadınların siyasete duydukları dginin erkeklerden daha az olduğunu da daha önce görmüştük. Özellikle çocuk doğurma işlevinin kadında oluşu, onu ev işlerine yönlendirmektedir. Böylece de, siyasal olayların onun ilgi alanı dışına taşması doğallaşmaktadır. Bu durumun doğal sonucu, kadının siyasal katılımının erkeğine bağımlı hale gelmesidir, ilgisinin az olduğu ya da hiç bulunmadığı bir alanda, kadın erkeğinin yaptığı tercihi fazla düşünmeden ve önemsemeden kabul edebilmektedir. Ailenin çocuğun eğitiminde ve dolayısıyle de temel tutumlarının oluşumundaki önemli rolünü biliyoruz. Özellikle siyasal ilgi düzeyinin yüksek olduğu ailelerde, çocuğun da aüesinin eğilimlerinden etkilenmesi doğaldır. Anne ve babanın eğitim düzeylerinin yüksek olduğu adelerde bu etkinin daha belirgin olması beklenebilir. Ama tersi durumlarda ve özellikle de çocuğun yüksek öğrenim yapması halinde, çocuk üzerindeki aile etkisi azalacaktır. Gözlemler, gelir düzeyi ile siyasal katılma eğiliminin doğru orantılı olduğunu ortaya koyuyor. Gelir düzeyi yükseldikçe siyasal olaylara ilgi artarken, en düşük gelir gruplarına gidildikçe bu ilgi tamamen yok olabiliyor. Yoksul sınıfların temsiline yönelik siyasal partilerin bulunmadığı durumlarda, bütün partilerin yöneticileri, yasama ve yürütme organının üyeleri, üst ve orta gelir düzeyindekilerle sınırlı kalabiliyor. Siyasal katdma eğiliminin doğru orantdı artıp ya da eksildiği bir başka değişken de eğitim düzeyidir. Eğitimin, kişilerin siyasal olaylarla ilgili bilgi edinmelerini, o bdgileri yorumlamalarını, kendi toplumsal durumları ve sorunlarıyla bağlantısını kurmalarını kolaylaştırdığı ölçüde siyasal katılma eğilimlerini arttırması doğaldır. Ama eğitim düzeyinin büyük359
ölçüde gelir düzeyine bağımlı olduğu da unutulmamalıdır. Alt gelir grupları aynı zamanda düşük bir eğitim düzeyinde bulunduklarından, onların siyasete ilgisizliklerinin bu iki etkenin ortak ürünü olduğu söylenebilir. Meslek, bir anlamda parayı kazanma biçimidir. Ne var ki, aynı gelir düzeyinde olanlar arasında bile, siyasal katılma eğilimi mesleklere göre farklılıklar gösterebilmektedir. En etkin siyasal katılmanın genellikle serbest meslek gruplaıında görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu arada iş çevresi de siyasal katılma açısından önem taşıyabilmektedir. Eğitim düzeyinin düşük olduğu, aile etkisinin azaldığı durumlarda, iş çevresinin etkisi artmaktadır. Büyük kentte, kasabada ya da köyde oturan insanların siyasal yaşama aynı biçimde ve özellikle de aynı düzeyde katılmadıklarını biliyoruz. Büyük kentteki katılma daha bağımsız ve daha bilinçli iken, kırsal kesimdeki katılma çoğunlukla bağımlıdır. Bunda eğitim düzeyinin de rolü olmakla birlikte, toplumsal ilişkilerin ve genel olarak toplumsal ortamın etkisi daha fazladır. Küçük yerleşme birimlerindeki aile ilişkileri ve dayanışma bir yandan, bazı durumlardaki ağa ve benzeri toplumsal güçlerin etkisi öte yandan, kişinin bağımsız katılımını zorlaştırmaktadır. Türkiye'de her zaman kırsal kesimdeki seçime katılma oranının kentsel kesimlere göre yüksek oluşu da bu nedenden kaynaklanmaktadır. Kırsal kesimdeki kitle, kamuoyu önderlerinin gösterdiği yönde, güdümlü olarak harekete geçilebilmektedir. Ama bu durumun, köydeki toplumsal-ekonomik yapıya bağlı olarak değişebileceği unutulmamalıdır. Siyasal katılma açısından özel bir durum, etnik ya da dinsel azınlık gruplarıyla ilgilidir. Dayanışma, kendini ve benzerlerini çoğunluğa karşı savunma duygusu, bu gibi grupların siyasal yaşama daha çok katılmalarında rol oynamaktadır. Üstelik siyasal yaşama yalnız daha çok katılmakla kalmamakta, aynı zamanda aynı yönde katılma eğilimi taşımaktadırlar. Bu nedenle de, siyasal yaşamda toplumdaki oranlarının üstünde bir ağırlık kazanabilmektedirler. Fransa'daki Ermeni, A.B.D. ndeki Yahudi azınlığını örnek olarak verebiliriz. Azınlık gru360
bunun ekonomik gücü ve eğitim düzeyi yükseldikçe, söz konusu etki de doğal olarak artar. Katdmada rol oynayan saydığımız bu değişkenler, birey üzerinde aynı yönde etki yapıyorsa, güçlü bir siyasal katdım beklenebilir. Ama ters yönde etküerin birbirlerine yakın düzeyde olduğu durumlarda, hangi yönde davranacağını büemeyen birey, kararsızlığa sürüklenip katılmamayı yeğleyebilir. Örneğin sandık başına gitmeyen seçmenlerin bir bölümü Ugisizlikten böyle davrandığı gibi, bir bölümü de karar vermekte zorluk çektiği için oy vermemeyi tercih etmektedir. Konuyu kapamadan önce, bireyi siyasal katılmaya iten ya da ondan alıkoyan ruhsal ve kişisel nedenlere değinmekte yarar var. Siyasal katdma, bireye toplumda daha etkili olabilme olanağı sağlar. Bu etki, örneğin iktidar partisinin bir üyesi olmanın sağladığı olanakdan, ülkenin bir üst düzey yöneticisi olmanın sağladığı olanaklara kadar uzanır. Siyasal katılma, bireye bazı ekonomik olanaklar da sağlayabilir. Bu, belirli görevlere gelmek biçiminde olabileceği gibi, temsücisi olduğu kesimlerin çıkarlarını kollamak biçiminde de olabilir. Hatta iktidar olanaklarını kişisel çıkar amacıyla kullanmak biçiminde de ortaya çıkabilir. Siyasal katdma, aynı zamanda inandığı, doğru bildiği bir davaya ya da toplumuna hizmet fırsatıdır. Tüm bu etkenler, katılmayı özendirirler. Siyasal katılmanın bireye somut bir doyum sağlayamaması; yeterince etkdi olduğu izlenimini verememesi; katdıp katılmamanın birşeyi değiştirmeyeceğine inanılması durumlarında ise, katdma eğilimleri körelir. 2. S E Ç İ M SOSYOLOJİSİ Seçim, ülkeyi yönetecekleri, kideleri temsil edecekleri belirlemede başvurulan bir yoldur. Nasıl ki, yöneticderin kalıtımla ya da zof kullandarak belirlenmesi de başka bir yoldur. Halkın alanlarda toplanıp, ülkeyi dgilendiren kararları doğrudan aldığı eski kent demokrasilerinde bde, yöneticderin kura ile ve sırayla belirlenmesinin yanı sıra, bazı durumlarda seçime 361
başvuruluyordu. Nüfus artışı, sorunların karmaşıklaşıp uzmanlık gerektirmesi ve yurttaşların siyasal konulara ayıracak zamanlarının azalması sonucu doğrudan demokrasi olanaksızlaştı. Halkı temsd edecek, halk adına ülkeyi yönetecek aracıların seçimi zorunlu hale geldi. Böylece ülkeyi, çoğunluk adına bir azınlığın yönettiği doğrudur. Ama yönetime gelme yolunun tüm toplum kesimlerine açık olması koşuluyla, bu durumun demokrasiyle bağdaşmadığı öne sürülemez. a) Oy V e r m e d e Rol Oynayan
Etkenler
Genel olarak siyasal katdımı etkileyen koşullar, katılımın bir biçimi demek olan seçimleri de etkilerler. Gene de, seçimlere katılmanın ve verden oyun yönünün belirlenmesinde rol oynayan etkenleri ayrıca incelemekte yarar var. Seçimlerin özellikle çoğulcu rejimler açısından taşıdığı önem, seçim sosyolojisinin, siyaset biliminin hızla gelişen ve üzerinde çok araştırma yapılan bir dalı olması sonucunu doğurmuştur. Lipset ve Lazarsfeld, sandık başına gidip gitmemekle dgili olarak dört genel eğdimden sözediyoıiar: (1) Hükümetin izlediği siyaset bir toplumsal grubun çıkarlarını ne kadar yakından etldliyorsa, o toplum kesimindeki oy verme eğilimi o kadar çok artar. K a m u görevlüeri bu konuda örnek gösterdebdir. Çünkü iktidara gelenler, bir bakıma kamu görevlilerinin işvereni olmaktadırlar. (2) Hükümet kararlarının kendisiyle dgili sonuçları konusunda bir toplum kesimi ne kadar çok bdgi sahibiyse, o toplum kesimindeki oy verme eğilimi o kadar artar. Hükümet kararlarının yaratacağı sonuçların açık olup olmaması; toplum kesimlerinin onları kavrayabilmeleri için gerekli eğitim ve deneyim düzeyleri; o toplum kesimindeki bireylerin birlikte değerlendirme yapma olanağına sahip bulunup bulunmamaları (sanayi işçisi ile ev hizmetçisinin farkı) gibi koşuüar bu konuda belirleyici olurlar. (3) Bir toplum kesimi üzerinde, siyasal katılım yönündeki baskılar ne kadar fazlaysa, o toplum kesimindeki oy verme eğilimi o kadar artar. Ama bu baskıların birey üzerindeki etkisi, bireyin üyesi olduğu toplum kesimiyle olan ilişkilerinin yoğunluğuna 362
bağlıdır. Yani gecekondulu, yeni göçmen sandık başına gitmek için fazla bir istek duymayabileceği gibi, henüz toplumsal ilişkileri yoğunlaşmamış bir genç ya da toplumsal ilişkileri giderek çok azalmış bir yaşlı da genellikle aynı durumdadır (4) Daha önce de belirttiğimiz gibi, grup üzerindeki baskılar aynı yönde olduğunda katılma eğilimi artarken, zıt yönlerde olduğu zaman katdma eğilimi azalır. Elbette ki oy verme kadar, verilen oyun yönü de önemlidir. Kimler siyasal-toplumsal-ekonomik düzende değişildik yanlışıdırlar, daha eşitlikçi bir düzen için sol partilere oy verirler. Kimler kurulu düzenin korunmasını isterler, sağ partilere ve adaylara yönelirler. Eğer bütün seçmenlerin oylarını tamamen çıkarlarını hesaplayarak, bilinçli olarak kullanmaları söz konusu olsaydı, gelir düzeyleri düşük olan toplum kesimlerinin sola, gelir düzeyleri yüksek olanların ise sağa oy vermeleri gerekirdi. Oysa seçmen davranışları her zaman akdcı ve tutarlı değildir. Seçmen davranışlarını ekonomik çıkar dışında etkileyen koşullara değinmeden önce, oy ve gelir düzeyi arasındaki bağlantının sanıldığından daha karmaşık olduğunu belirtmek zorundayız. Önemli olan gelir düzeyi değil, kişinin beklentileri ile gelir düzeyi arasındaki farktır. Umduğu ya da hak ettiğini düşündüğü ile bulduğu arasındaki bu farktır ki, kişiyi durumundan memnun olmaya veya olmamaya iter. Dağdaki çoban sahibolduğundan daha fazlasını beklemiyor ve tüm umudunu öte dünyaya saklıyorsa sağcı olabilir. O çobanın yüz katı geliri olduğu halde, daha fazlasını hak ettiğini, hak etmeyenlerin daha fazlasına sahip bulunduğunu düşünen bir mühendis de solcu olabilir. Oy verirken seçmeni çıkarı dışında etkileyen dört nedenden sözedebiliriz: Güvenlik isteği, saygınlık isteği, duygusal bağlılık, dinsel ve siyasal inançlar. Güvenlik isteği, kişileri istikrar arayışına ve dolayısıyla tutuculuğa iter. Düşük, ama düzenli geliri olan bazı toplum kesimlerinin sağcı partileri desteklemesi bundandır. Toplumda yeterince saygı görmeyen, ayrım uygulanan, bazı durumlar363
da ikinci sınıf yurttaş olduğu izlenimine kapılan etnik ya da dinsel kökenli azınlık grupları genellikle ilerici, değişimden yana tutum takınırlar. Gelir düzeylerinin göreli yüksekliği bile bu eğilimi çoğunlukla değiştirmez. Duygusal bağlılık bir partiye veya bir öndere yönelik olabilir. Zamanla ya kendisinin ekonomik koşulları ya da partinin doğrultusu değiştiği halde bu duygusal bağlılık etkisini sürdürebilir. O önderin veya o partinin başarısı, o kişiye, tuttuğu takımın kazanmasına benzeyen ruhal bir doyum sağlar. Dinsel ve siyasal inançlara bağlılığın da benzer bir durum yarattığını söyleyebiliriz. Bazı kişiler maddesel çıkarlarından çok inançlarına, ülkülerine önem verebilirler. Bu durum, maddesel çıkar konusundaki bir umutsuzluktan, umudu öte dünyaya ya da yeni bir düzene bağlamaktan doğabileceği gibi, maddesel koşullar açısından biı sıkıntısı olmamaktan da kaynaklanabilir. Kişi doyumu, kendisiyle aynı inancı paylaşanlarla birarada olmaktan, onlarla dayanışmaktan ve inançlarının başarısından sağlar. Bu genel açıklamalardan sonra, "oy"un yönünün belirlenmesinde rol oynayan daha somut değişkenlere ve seçim sosyolojisi çalışmalarının bunlarla ilgili verilerine geçebiliriz: (1) Tarıma dayalı yarı-kapalı geleneksel toplumdan, endüstriye dayalı açık çağdaş topluma geçddikçe, oy vermedeki yöresel ve bölgesel etkder azalmakta, toplumsal sınıfların etkisi artmaktadır. Bu yeni toplumsal ilişkder içinde kişinin yükselme olanakları ne kadar çoksa, tutucu eğilimler o ölçüde güçlenmektedir. Kişinin içinde bulunduğu koşulları iyileştirme umudarınm azlığı ölçüsünde ise düzen değişikliği istekleri gündeme gelmektedir. Aynı şekilde, toplumdaki eşitsizlikler arttıkça sınıf bilinci güçlenmekte, genel olarak siyasal katılma ve özel olarak da yapılan siyasal tercihin sola kayması olasılığı yükselmektedir. (2) Sanayileşmenin ilk aşamalarında kitleler yaşam koşullarının iyileşmesinden etkilenip tutuculaşabilmektedirler. Ama zamanla kendi koşulları ile diğer toplum kesimlerinin koşullarının karşılaştırılması önem kazanmaktadır. Kendi ko364
çulları iyileşirken başkalarının koşulları çok daha hızla iyileşiyorsa, bu d u r u m hoşnutsuzluk yaratabilmektedir. Türkiye' de gecekonduya ilk gelenlerin, şimdiki durumlarını köydeki koşullarla karşılaştırarak sağ partilere oy vermeleri, zaman geçtikçe hoşnutsuzlaşıp sola kayma eğilimi göstermeleri bu açıdan yorumlanabilir. Nasıl ki, 1950'yi izleyen yıllarda, kamu görevlilerin gelirlerinin diğer toplum kesimlerine göre daha az artması, onların oylarının sola kaymasında rol oynamıştır. (3) Gelir dağılımındaki payı azalan esnaf-zanaatkâr kesiminde faşist ve gerici eğilimler gelişmeye başlamaktadır. Türkiye'de yapılan araştırmalar, dine dayalı akımların da başlıca desteğinin bu toplum kesiminden kaynaklandığını göstermektedir. (4) Sanayileşmenin ve kentleşmenin arttığı yörelerde sol oylar artarken, geleneksel toplum yapısının değişmediği ya da çok az değiştiği yörelerde durum tersine olmaktadır. Geleneksel yapı içinde egemen olan toprak ağaları, şeyhler ve benzeri güçleı, kendilerine bağımlı kitlelerin oylarını istedikleri yönde harekete geçirebilmektedirler. (5) Güncel önemli olaylar, özellikle kararsız seçmenlerin oyları üzerinde etkili olabilmektedir. Örneğin şiddet o'aylaıının aıtışmın yarattığı korku, genellikle tutucu eğilimleri güçlendirmekte, arayış içinde olanları istikrara, güçlü görünene itmektedir. b) S e ç m e
ve
Seçilme
Eşitliğini
Bozan
Nedenler
Bir siyasal rejim, ülkedeki toplumsal güçler dengesinin siyasal iktidara doğru yansıyabilmesi ölçüsünde sağlıklıdır. Bazı toplum kesimleri siyasal iktidara güçlerinden fazla, bazıları ise güçlerinden az etki yapabiliyorlaısa, siyasal bunalım kaçınılmazdır. Seçim, toplumsal güçler dengesinin siyasal iktidara yansımasının barışçı bir yoludur. Güç ve çıkar dengesinin yansımasındaki çarpıklıklar arttıkça bunalımlar da büyür. Seçmen iradesinin doğru yansımasını, seçme eşitliğini bozan engelleri bu açıdan değerlendirmek gerekir. Seçme eşidiğini bozan engelleri, birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte, hukuksal, toplumsal ve ekonomik olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz. 365
Seçme eşitliğini bozan engellerin başında, herkesin oy hakkında sahip olamaması ya da herkesin eşit oy hakkına sahip olmaması gelir. Özellikle geçen yüzyılın ilk yarısında ençok başvurulan kısıtlama servet ve cinsiyetle ilgiliydi. Ancak varlıklı olaıı ve devlete belirli düzeyde vergi veren yurttaşlara oy hakkı tanınıyordu. Bazı durumlarda özel bir "seçmen vergisi" söz konusuydu. Ama görünüm ne olursa olsun, amaç dar gelirli ve yoksul kideleri siyasal katılımın dışında tutmaktı. Osmanlı İmparatorluğunda yapılan 1877 seçimlerinde de, seçebilmek için devlete "bir miktar vergi" vermiş olmak, seçilebilmek içinse "az çok emlak sahibi olmak" gerekiyordu. Çoğu kanlı mücadelelerle Batı Avrupa'da oy üzerindeki servet kısıdamasının sınırları daralırken, okumuşlara da seçme ve seçilme hakları tanınmaya başlandı. Servet kısıtlaması giderek tümden kalkarken, eğitimle ilgili kısıtlamalar biçim değiştirerek de olsa, uzun süre varlığını korudu. Eğitim de ekonomik olanaklara bağlı olduğuna göre, aslında bu, servetle ilgili kısıtlamanın başka bir görünüm altında ve yumuşayarak sürmesi demekti. Nazi Almanyasmda yahudiler oy hakkından yoksundular. Yakın bir döneme gelinceye kadar, A.B.D.'de zencilerin seçme ve seçilme hakları önceleri yoktu, sonraları da kısıtlıydı. Bazı eyaletler, oy kullanma hakkını, örneğin Anayasayı okuyup yorumlayabilme koşuluna bağlamışlardı. Görünüşte hiçbir ırkı hedef almıyormuş izlenimini veren bu koşul, uygulamada eğitim düzeyleri düşük olan zencileri siyasal katdımın dışında tutabiliyordu. Siyasal katılımda ırk ayrımı uygulamasının en çağdışı örneğini Güney Afrika Cumhuriyeti vermektedir. Küçük bir beyaz azınlık, ülkeyi çoğunluktaki zencilere karşın yönetmekte direnmektedir. Oy hakkına cinsiyede dgili olarak getirilen kısıdama, hiçbir toplumsal gücü hedef almadığı için, varlığını çağdaş demokrasilerde de en uzun sürdürebilen kısıtlama oldu. Atatürk' ün Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını tanımasından uzun yıllar sonra bile, Batı'nın birçok demokrasisinde kadınların oy hakkı yoktu. İsviçre'nin bazı küçük kantonlarında, bu uygulama günümüze kadar sürebildi. 366
Hiçbir toplumsal sınıfı doğrudan hedef almadığı için varlığını uzun süre koruyabilen bir katılma kısıdaması da yaşla ilgilidir. 1968 gençlik hareketlerinden sonra oy hakkıyla ilgili yaş sınırı hemen tüm ülkelerde 18'e inerken, Türkiye bu genel eğilimin dışında kaldı. 12 Eylül döneminde getirilen düzenlemelerle, gençleri siyasal katılımın dışında tutan hukuksal engeller daha da ağırlaştırıldı. Partilerin gençlik kolları oluşturmaları bde yasaklandı. Belirli suçlardan mahkûm olmuş kişilerin yurttaşlık haklarının kısıtlanması ve bu arada seçilme hakkından yoksun bırakılması da çağdaş uygulamalar arasındadır. Adi suçlarla ilgdi konulan kısıtlamalar doğal karşılanırken, siyasal suçlarla ilgili kısıtlamalar genellikle tartışma yaratmaktadır. Özellikle ideolojik suçlar ya da düşünce suçları söz konusu olduğunda, konulan kısıtlamaların demokrasiye uygunluğunu savunmak zordur. Seçme eşitliğini bozan bir başka uygulama ise, bazı kişilere ya da toplum kesimlerine birden fazla oy kullanma hakkının tanınmasıdır. Oy hakkının genelleşmesinden sonra, bazı toplum kesimlerinin ayrıcalıkları bu yoldan korunmaya çalışılmıştır. Servet sahiplerine, yüksek okul mezunlarına, bazen de aile reislerine birden fazla oy kuüanma olanağı tanınabiliyordu. Bu uygulama, Cumhuriyetten önceki dönemde Türkiye'de de yapdmıştı. "Gizli oy, açık sayım" dkesi artık tüm çağdaş demokrasilerde geçerlidir. "Açık oy, gizli sayım" ilkesini uygulayan bir rejimin demokratik sayılması söz konusu değildir. Bu nedenledir ki, Türkiye'de 1950 yılma gelinceye kadar yapılan seçimler demokratik saydmamıştır. Eğer bir seçimde ya da halkoylamasında yalnız tek görüşün propagandasının yapılması serbestse, oyların gizli verilip, sayımın açık yapılması birşeyi değiştirmez. Öyle bir ortamda da seçmen iradesinin özgürce oluştuğu öne sürülemez. Seçme eşidiğini bozan ilginç bir uygulama, daha önce de değindiğimiz gibi, 1917 Devrimi sonrasında Rusya'da görülmüştü. Kentlerde her 25 bin kişiye karşılık kırsal kesimde her 367
125 biıı kişi için bir milletvekili seçilmesi kuralı, ancak yeni rejimin yerleşmesinden sonra kaldırıldı. Seçim bölgelerinin sınırlarını keyfi olarak çizmek veya eşit olmayan bölgelerde eşit sayıda temsilci seçtirmek de seçme eşitliğini bozan bir uygulamadır. Bu tür eşitsizliklere çağdaş demokrasilerde özedikle ikinci meclisler için yapılan seçimlerde rasdanabilmektedir. A.B.D.'de 17 milyon nüfuslu New York eyaletinin de 250 bin nüfuslu Alaska'nın da ikişer senatörle temsil edilmesi çarpıcı bir eşitsizlik örneğidir. Fransa'da senato seçimlerinde yalnızca milletvekilleri, belediye ve il genel meclislerinin üyeleri gibi sınırlı sayıda kişi oy kullanınca, çok nüfuslu kenderm ağırlığı azalırken kırsal kesimin ağırlığı artmış ve ikinci meclisin tutucu bir yapıya sahip olması kolaylaşmıştır. Belli bir siyasal eğilimin şansını arttırmak için seçim bölgelerini yapay olarak bölmek de, giderek azalmakla birlikte rasdanılabüen ve 1960 öncesinde Türkiye'de de görülen uygulamalardandır. Seçme eşitliğini bozan hukuksal engellerin sonuncusu olarak "tek turlu çoğunluk sistemlinden sözedebiliriz. O seçim çevresinde en çok oy alan partinin tüm milletvekillerine sahip olması temeline dayalı bu sistem, 1960 yılma kadar ülkemizde de uygulanıyordu. Örneğin Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oyların % 56,6'sını aldığı halde, yasama meclisindeki sandalyelerin % 93,2 sini ele geçirmişti. Oysa oyların % 34,8'ini toplayan Cumhuriyet Halk Parüsi'nin aynı meclisdeki sandalye oranı % 5,8 idi. Seçme eşidiğini sağlamaya en yatkın sistem "orantılı temsil"dir. Bu sistemde, ilke olarak her parti aldığı oy oranında milletvekili çıkarır. Buraya kadar hukuksal engellerden sözetük. Seçmen iradesinin özgürce yansımasını, bazı durumlarda yasalar değil toplumsal dişki ve baskdar da önleyebilir. Geleneksel yapının sürdüğü, derebeylik düzeni kalıntdarmın varlığını koruduğu, eğitim düzeyinin düşük olduğu durumlarda, birey kendi özgür iradesinden çok, egemen güçlerin isteği doğrultusunda oy kullanmak durumunda kalabilir. Oyun gizli hücrelerde zarfa konması, böyle bir durumda seçme özgürlüğünü sağlamaya yetmez. -308
Seçme ve seçilme eşitliğini bozan ekonomik engellere kitabımızın başka bölümlerinde de değinmiştik. Parti kurmak, tüm ülkeye yaydan bir örgüt için binalar kiralamak, o binaların masraflarını karşılamak, seçim kampanyaları için ilanlar ve broşürler bastırmak, büyük açıkhava toplantılarını ve gösteri yürüyüşlerini düzenlemek önemli parasal kaynakları gerektirir. Ekonomik bakımdan güçlü toplum kesimlerinin çıkarlarını savunan partilerle, dar gelirli ve yoksul toplum kesimlerine dayalı partilerin olanakları arasındaki eşitsizlik, ister istemez seçimlere de yansır. Hukuksal ve toplumsal görünümlü eşitsizliklerin de, büyükölçüde bu ekonomik kökenli eşitsizliklerden kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Demokrasiler, seçme eşitliğini sağlayacak önlemleri alabildikleri ölçüde gerçeklik kazanır ve sağlıklı işlerler.
SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Abadan, N e r m i n ; Ankara, 1966.
1965 Seçimlerinin Tahlili, SBF Yayınları,
Baykal, Deniz; Siyasal Katılma-Bir Yayınları, Ankara, 1970.
Davranış İncelemesi, SBF
Chariot, Monica; La Persuasion Politique, Armand Colin, Paris, 1970. Çam, Esat; Siyaset Bilimine Giriş, l . Ü . Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1975. Dicle, Atilla; Endüstriyel Demokrasi ve Yönetime Katılma, O D T Ü Yayını, Ankara, 1980. Fişek, Kurthan; Yönetime Katılma, T O D A İ E Yayınları, Ankara, 1977. Gurvitch, Georges; Traite de Sociologie (Tome II), "La Sociologie electorale" (François Goguel et Georges Dupeux), PUF, Paris, 1968. Kalaycıoğlu, Ersin; Karşılaştırmalı Siyasal Katılma. I.Ü. SBF Yayınları, istanbul, 1983. -369
Lipset, S.M.; Siyasi İnsarı (Çev. M. Tuncay), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1961. Lipset- Lazarsfeld- Barton- Linz; The Psychology of Voting: an analysis of political behaviour (in L I N D Z E Y ; Handbook of social psychology), Addison-Wesley Publishing Co., Cambridge, 1954. Özbudun, Ergun; Türkiye'de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, A.Ü. Hukuk Fak. Yayınları, Ankara, 1975. Sabuncu, Yavuz; Sosyalist ülkelerde Yönetime Katılma, Birey ve Toplum, Ankara, 1984. Soysal, M ü m t a z ; Halkın Yönetime Etkisi, T O D A İ E Yayınları, Ankara, 1968. Uysal, Birkân; Siyasal Katılma ve Katılma Davranışına Ailenin Etkisi, T O D A İ E Yayınları, Ankara, 1984. Ünsal, Artun; Siyaset Bilimine Giriş (Ders Notlan Teksir, SBF, Ankara.
-370
1980-81),
BEŞİNCİ KISIM SİYASAL DEĞİŞME VE DEVRİM Siyasal değişmenin etkenlerini gün ışığına çıkarmak ve varsa kurallarını saptamak, siyaset bilimi açısından elbette ki çok önemlidir. Siyasal değişmeyi genel olarak toplumsal değişmeden bağımsız olarak ele almak ne kadar yanlışsa, onu sadece toplumsal-ekonomik değişme tarafından belirlenen bir uzantı saymak da o ölçüde hatalıdır. Bu başlık altında önce siyasal değişmedeki temel etkenler ve öncüler, sonra da devrim sosyolojisi üzerinde duracağız. 1. E T K E N L E R VE Ö N C Ü L E R Kitabımızın birinci bölümündeki etkenlerin siyasal değişmeye ayrı ayrı katkı yaptıklarını söylemek yeni birşey olmaz. Burada asıl tartışılması gereken konu, hangi etkenin belirleyici olduğu, ya da en azından öncelik taşıdığıdır. Ama siyasal değişimi ve giderek devrimi hazırlayan koşullaı kadar, o "ortam içinde öncülük işlevini yüklenen toplumsal güç ya da güçler de önemlidir. Öncülüğün toplumsal sınıflarda mı, yoksa siyasal seçkinlerde mi olduğu konusunda da farklı görüşler vardır. a) D e ğ i ş m e d e Belirleyici Etken Toplumsal değişme konusunda iki temel görüş bulunduğunu biliyoruz. Toplumsal değişmede belirleyici etkenin ekonomik olduğunu savunanlarla, siyasal kurumların öncelik ve bağımsızlığını öne sürenler, ayrı kuramsal çerçeveler oluşturu-371
yorlar. Birinci grupch marksistler hareket noktası olarak üretim biçimini alırken, maıksist olmayanlar üretim düzeyine önem veriyorlar. Bu konuya daha önce yer vermiş olmakla birlikte, ikinci gruba geçmeden, özellikle marksist kuramı kısaca anımsatmakta yarar var. M a r x ' a göre, toplumsal evrimde itici güç ya da belirleyici öge, üretim teknikleridir. Üretim teknikleri üretim biçimini, yani üretimle ilgili kuıumları ve özellikle de mülkiyeti belirler. Üretim biçimi ise, siyasetin de içinde bulunduğu bir dizi kurumu kendi gereklerine uygun olarak biçimlendirir. Belirli üretici güçler belirli bir üretim biçimini, üretim biçimi belirli bir sınıfsal yapıyı, toplumsal sınıflar arasındaki güç denge ya da dengesizliği de belirli siyasal kurumları yaratıyoı demektir. Siyasal kurumlar da, bir kez oluştuktan sonra altyapı üzerinde etki yaparlarsa da, bu durum, siyasal kurumların altyapı tarafından belirlendiği gerçeğini değiştirmez. Marksizmde, siyasal kurumların sınıf çatışmaları sonucunda, ekonomik gücü elinde bulunduran "egemen sınıf"m gereksinmelerine göre, o sınıfın ayrıcalıklarını koruyacak biçimde oluştuğu görüşü bulunur. Ekonomik etkenler içinde üretim düzeyine, yani "ekonomik gelişmişlik düzeyi"ne, öncelik verenler içinse, siyasal kurumlar bu ekonomik düzeyin gereklerine göre biçimlenirler. W a l t W. R o s t o w , ekonomik güçlerle siyasal güçler arasındaki bağlantıyı, dolayısıyle ekonomik yapı-siyasal yapı ilişkisini Karl Marx'dan farklı bir biçimde kuruyor. Ekonomik gelişme derecelerine göre toplumları beş gıuba ayırdıktan sonra, bütün toplumların bu aşamalardan geçtiğini öne sürüyor. Rostow'a göre, her aşamaya uyan siyasal model farklı olmak zorundadır. Ekonomik güçler değiştikçe, toplumsal ve siyasal güçler de değişeceği için, eski siyasal model yeni ekonomik model karşısında yetersiz kalacaktır. Siyasal kurumların toplumsal-ekonomik yapı tarafından belirlendiği görüşünü paylaşırlar, özellikle Batılı toplumların evrimlerinden esinlenmişlerdir. Bu, toplumların daha çok kendi iç dinamikleriyle değişime uğradıkları dönemleı için geçeıli -372
bir gözlemdir. Oysa toplumlar arası ilişkiler arttıkça, toplumsal-ekonomik gelişmede geri kalmış olanlar, gelişmiş olanlardan giderek daha fazla etkilenmeye başlamışlardır. Geri kalmışlık kısır döngüsünün kırılmasında, ya da gelişmişlere yetişme çabalarının hız kazanabilmesinde, siyasal kurum ve süreçlerin bir hareket noktası oluşturabileceği inancı doğmuştur. Üstelik, altyapı değiştiği halde siyasal kurumların değişmemekte direnmeleri ve toplumsal-ekonomik değişme üzeıinde etkili olmayı sürdürmelerine de rastlanabilmektedir. Sovyet modeli bunun en belirgin örneğini oluşturmaktadır. Ekonomiye karşı siyasetin önceliğini savunan, siyasetin ekonomiye yön yerdiğini öne süren kuramların en önemlisinin R a y m o n d A r o n ' a ait olduğunu söyleyebiliriz. Aron, marksistlerın kapitalizme özgü saydıkları birçok niteliğin aslında sanayi toplumlarının ortak özellikleri olduğunu vurgulayarak işe başlıyor: " M a r x , kapitalizmin temel özelliklerinden birisinin sermaye birikimi olduğunu vurguluyordu. Oysa biz bugün kesinlikle biliyoruz ki, bu bütün sanayi toplumlarının ortak bir özelliğidir. Daha çok üretmek isteyenler, giderek artarı ölçülerde sermayeyi makineye yatırmak zorundadırlar." Aron'a göre; kapitalizm ile sosyalizm arasındaki temel fark, büyüme modellerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Büyüme modellerinin farklılığı ise, siyasal kararların farkhlığmdan doğmuştur. Sovyet Devriminin oluşumunda ekonomik koşulların rolü olmakla birlikte, asıl rolü siyasal koşullar oynamıştır. Marx'm öngördüğü ekonomik koşullar olgunlaşmadığı halde, devrim gerçekleşmiştir. Sovyet ekonomisinin birçok özelliği ise, Parti'nin ve onun ideolojisinin bir ürünüdür: "Sovyet ekonomisinin planlanması, Parti yöneticilerinin aldığı kararların doğrudan sonucudur. Bu kararlar, siyasal olarak adlandırılan özel toplumsal sistem içinde alınmaktadır." Aron sadece ekonomder arasındaki farkın değil, aynı zamanda toplumsal birçok farkın da siyasal yapıdan kaynaklandığını savunuyor: T ü m toplumlar bireyler ve gruplar açısından karmaşık bir yapıya sahiptir. T ü m toplumlarda gelirler ve yetkiler açısından farklılıklar vardır. Gelirleri, yaşam biçim-373
leri ve düşünceleri azçok birbirine benzeyen gruplar bütün toplumlarda bulunur. Ama Batı'da bu gruplar örgütlenme hakkına sahipken, Sovyetler Birliği'nde bu haktan yoksundurlar. Bu temel ayrım ise, tamamen siyasal niteliklidir. Raymond Aron, siyasetin ekonomiye önceliğinin çok açık olduğu kanısındadır: "Çağımızda, sanayi toplumlarının farklı türlerini karşılaştıran herkes, her sanayi toplumu türünün özelliğinin siyasetten geldiğini görür (...). Birçok ortak özelliği olan çağdaş sanayi toplumları, öncelikle kamusal iktidarların düzenlenmesiyle birbirlerinden ayrılırlar. Bu düzenleme de daha sonra ekonomik sistemin ve gruplar arası ilişkilerin birçok özelliklerini peşinden sürükler. însaıı açısından siyaset ekonomiden daha önemlidir, otoritenin düzenlenmesi, yaşam biçimini toplumun diğer yanlarından daha fazla ilgilendirir." b) T o p l u m s a l Sınıflar ve Seçkinler
,
Değişmede belirleyici etkenin ekonomik ya da siyasal oluşu kadar, öncülük işlevini hangi toplumsal gücün yerine getirdiği de önem taşır. Toplumsal sınıflarla siyasal seçkinlere önem veren görüşler bir kez daha gündeme gelir. Marksist kurama göre, toplumsal ve siyasal değişmenin itici gücü, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmadır. Bu çatışmayı ise, üretim ataçlarının üzerindeki özel mülkiyet doğurur. Üretim araçlarının özel mülkiyeti rekabeti, rekabet büyük balığın küçük balığı yutmasını ve sonuçda tüm üretim araçlarının küçük bir varlıklı azınlığın elinde toplanmasını kaçınılmaz kılar. Küçük varlıklı azınlık, bu yoldan varlıksız bir çoğunluğun üretici gücünü sömürmüş oluı. Böylece de, üretim ilişkileri giderek sınıf ilişkilerine dönüşür. Bu ilişkinin bir yanında sermayeye ve üretim araçlarına sahip bir sınıf, öteki yanında ise emeğinden başka satacak şeyi bulunmayan bir başka sınıf yer alır. Sömürülen sınıfların varlıklı sınıfları devirmek için verdikleri uğraş, tarihin itici gücüdür. Toplumsal değişme ve devrim bu itici gücün üı ünüdür. Marksist kuramcılar, özellikle sanayi toplumu aşamasında, iki temel sınıf arasındaki çelişkilerin büyük bir açıklık ka-374
zandığım savunurlar. Sanayileşme, büyük ölçüde sermaye, makina ve insan gücünün bir araya gelmesini gerektirmiştir. Varlıklı sınıfın elinde biriken olanaklar ne kadar büyükse, fabrikalarda bir araya gelen işçilerin sayısı da o ölçüde büyüktür. İki sınıf arasındaki uzlaşmaz çatışma, kapitalist toplumda, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirgin duruma gelmiştir. Marksist kuram, işçi sınıfına tarihsel bir işlev yükler. Kapitalist toplum düzenindeki rekabet, daha çok kâr edebilmek amacıyla işçileri sürekli yoksullaştırır. Aynı işi daha ucuza yapmaya hazır işsiz kitleler bulunduğu sürece, ücretlerin boğaz tokluğuna kadar düşmesi kaçınılmazdır. Fabrikalar çok sayıda işçinin bir arada yaşamasına neden olduğu için, işçi sınıfının durumun bilincine varması kolaylaşır. Sonunda egemen kapitalist sınıfa başkaldıran işçi sınıfı, devrimi gerçekleştirecektir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti kalkınca sömürü kalkacak, o sömürüyü sürdürebilmek için varolan devlet baskısına gerek kalmayacak, uzlaşmaz çelişkilerin bulunmadığı yeni biı toplumsal düzen doğacaktıı. Marx, egemen sınıfların ideolojisinin işçi sınıfını uyuttuğunu, onun gerçeği göı meşini engellediğini savunur. Bu nedenle de, işçi sınıfının bilinçsiz ayaklanmaları bir devrim yaratamaz. Öyleyse işçi sınıfına sosyalistlerin yardım etmesi gerekir: "Sermaye ve toprak işverenlerin mülkiyetindedir. İşçinin ise, bir mal gibi satmak zorunda bulunduğu emeğinden başka bir şeyi yoktur. Biz bu sistemin sadece tarihin belirli bir evresini oluşturduğunu, yokolacağını ve yerini daha üstün bir toplumsal düzene bırakacağını vurguluyoruz. • • İŞÇİ sınıfı, nereye vaacağını bilmeden kendiliğinden harekete geçer. Sosyalistler bu hareketi yaratmadılar, sadece işçilere hareketin özelliğini ve amaçlarını anlattılar." Karl Marx'in çok açık olan sözlerinde de görüyoruz ki; ıııarksizme göre toplumsal değişmenin ve devrimin ana gücü işçi sınıfı, yardımcı gücü ise devrimci sosyalist harekettir. Başka bir deyişle; toplumsal sınıfların oynadığı rol, siyasal seçkinlerin rolünden daha önemlidir. Gene marksist kuramcılardan olan N i c o s Poulantzas, özellikle "egemen sınıf'' kavramını ön plana çıkarıyor. Egemen -375
smıf, kendisine yardımcı olan toplum kesimleriyle birlikte bir "iktidar bloğu" oluşturur. Bu blok içinde, ekonomik güce sahip bulunan egemen sınıfın yanısıra, devlet aygıtını işleten kadrolardan oluşan bir de "yönetici kesim" vardır. Yönetici kesim, egemen sınıfın çıkarlarını savunabddiği gibi, bazı durumlarda geçiş dönemlerinde, yönetici kesimin göreli bir bağımsızlığa sahibolduğu söylenebilir. (Eski egemen smıf gücünü yitirirken, yeni egemen sınıfın henüz ipleri tamamen eline geçirememış oluşunun yarattığı denge, bu duruma olanak sağlar.) Marksist kuramın boşluklarından hareket eden Ralp D a h r e n d o r f ise, toplumsal değişmeyi çatışan gruplar arasındaki güç dengesinin değişmesine bağlar. Toplumsal yaşamın olduğu her yerde mudaka çatışma ve çatışmanın olduğu her yerde de kaçmdmaz olarak değişme olacaktır. Dalırendorf'a göre değişme, yönetici kadrolardaki değişmeyle başlar. Yönetici kadrolardaki değişme, çıkarlarda ve değerlerde değişmeyi kaçmdmaz kılar. Dahrendorf'a göre, bu temel değişme modelinin yanısıra iki farklı değişme biçimi daha olanaklıdır. Yönetilen sınıfdaki bazı öğelerin yönetici sınıfa sızması ya da çatışan kesimler arasında işbirliğine gidilmesi durumunda, değişme evrim biçiminde ortaya çıkar. Yönetici sınıfın zamanla karşıt smıf ya da sınıfların düşüncelerini uygulamaya başlaması da üçüncü bir değişme biçimidir. Bu son iki durumda çatışma yumuşar. Çatışmaya sertleştiren ortamlar şiddet kullanımını, yapısal değişmenin hızlı ve köklü olmasını gündeme getirir. Toplumdaki temel çelişkinin sınıflar arasında olmaktan çok, seçkin azınlıkla seçkin olmayan çoğulduk arasında olduğu görüşünün, Pareto'dan beri çeşitli kuramların temelini oluşturduğunu bitiyoruz. Pareto'ya göre, seçkinlerin giderek nitelikçe zayıflamaları ya da sayıca azalmaları, onların yerini başkalarının almasına uygun bir ortam hazırlar. Eğer seçkinler, toplumun alt tabakalarında ortaya çıkan en başarddarı aralarına alabilirlerse "seçkinlerin dolaşımı" sürer. OzeUikle yönetici seçkinlerin, kendi aralarına katdmaya elverişli niteliklere sahip bulunanlara bu olanağı tanımamaları durumunda ise, iktidar -376
kavgası sertleşir ve seçkinlerin toptan değişimi olayıyla karşılaşdır. Devrim budur. Gerek Pareto ve gerekse Mosca, toplumsal sınıfların sadece seçkinler arasındaki kavganın destek gücünü oluşturduğu görüşünü savunurlar. Yönetenler değişebilir, ama yönetilenler hep aynı kalacaklardır. Çağdaş siyaset biliminin, hem toplumsal sınıflar hem de seçkinler gerçeğine yer verdiğini söylemek yanlış olmaz. Toplumsal sınıfların siyasal- değişimdeki rolü ne kadar yadsınamazsa, seçkinlerin aynı değişimde oynadıkları rol de gözardı edilemez. Seçkinlerin toplu msal-siyasal değişime etkilerinin üç yoldan gerçekleştiğini söyleyebiliriz: (1) Seçkinler, içinde bulundukları toplumlardaki karar alma süreçlerinde önemli bir ağırlığa sahiptir. Siyasal-toplumsal düzeydeki kararlardaki ağırlıklarıyla, ya değişmeyi hızlandırır ya da yavaşlatıcı yönde etki yaparlar. Guy Rocher bu durumu şöyle tanımlıyor: "Toplumsal değişmeyi veya o değişmeye direnci, özellikle etkili olan ya da stratejik konumlarda bulunan çeşitli kişilerin aldıkları kararların bir sonucu saymak olanaklıdır". Önemli kararlar sınırlı sayıdaki kişi tarafından alınırlar. O sınırlı sayıdaki kişinin aldığı karar ise, kısa ya da uzun sürede tarihsel gelişimi etkiler. Seçkinler üzerindeki sınıfsal etkiler, aldıkları tüm kararların tamamen bağımlı olduğu anlamına gelmez. (2) Toplumsal kurumları ve yaşam koşullarını doğrudan etkileyen kararların yanısıra, o kararları etkileyen kültürel ve toplumsal psikolojik ortamın yaratılmasına da seçkinler katkıda bulunurlar. Durumların bilincine varılmasında, sorunlara yaklaşımda hep bu tür katkıların etkisi hisedilir. Toplumu ilgilendiren kararlar, kültürel ve toplumsal-psikolojik ortamla azçok uyum içinde olmak zorundadır. Kararların etkisi kendisini çabucak duyurabildiği halde, seçkinlerin bu türden katkılarının sonuçları hemen görülmeyebilir. Bir ideolojinin hazırlanması, yayılması ve etkisini göstermesi uzun zaman ister. Ama bu etki genellikle uzun ömürlüdür. Gelecekteki birçok karar, bu çok önceleri yapılmış çalışmalardan etkilenecektir. -377
(3) Seçkinler düşünce ve davranışlarıyla toplumun belirli kesimlerine ve bazen de tümüne çekici gelirler. Belirli ölçülerde de olsa, onlara benzemek eğilimi doğar. Onlara benzemeden seçkinlerin arasına katılmak olanağı yoktur, iktidar seçkinleri, taklit edilecek modeller oluştururlar. İktidara yaklaşmak isteyenleri, geleceğin seçkinlerini etkileyerek, siyasal değişime bu yoldan da katkıda bulunmuş olurlar. Çağdaş toplumlardaki farklılaşma, değişik toplum kesimlerinin sözcülüğünü yüklenen yeni seçkinlerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Yönetici seçkinlere koşut olarak ortaya çıkan işçi seçkinler, çiftçi seçkinler, kadın seçkinler, öğrenci seçkinler, askeı seçkinler ve benzerlerinin, temsil ettikleri toplum kesimlerinin gereksinmelerine uygun ideolojiler geliştirmeleri doğaldır. Böylece seçkinlerin çokluğu ideolojilerin çokluğunu, ideolojilerin çokluğu da çatışmaların artması sonucunu yaratır. Toplumsal ve siyasal değişme hızı artar. 2. D E V R İ M S O S Y O L O J İ S İ Çok farklı tanımları yapılsa da, devrim toplumsal düzendeki köklü değişimler anlamına gelir. Ekonomik yapıdaki ve siyasal kurumlardaki değişmeler de bu genel değişimin parçalarıdır. Bu nedenle devrim sosyolojisi, siyaset bdiminin en ilgi çekici bölümlerinden birisini oluşturur. Devrimci düşüncenin devrimci eyleme dönüşme sürecini ve devrim-kaı şı devrim olgularının bilimsel değerlendirmesini bu başlık altında yapacağız. a) D e v r i m c i
Düşünce
ve
Eylem
Devrimci düşüncenin tarihin her döneminde varolmasına karşdık, devrim ancak belirli koşulların biraraya gelmesiyle gerçekleşir. Ama buna bakarak, devrimci düşüncenin devrimin gerçekleşmesinde rolü bulunmadığını söyleyemeyiz. Devrimci düşünce de, devrimi yaratan koşulların bir parçasıdır. Devrimci ortamın nesnel (objektif) koşulları ne kadar varolsa da, o koşulların bilincine varılmasında ve kurulacak yeni düzenin temellerinin belirlenmesinde devrimci düşünce, yani dev-378
rimci ideoloji önemli yer tutar. Bilinç öğesinden yoksun toplumsal patlamalar, devrim sürecine ancak dolaylı olarak katkıda bulunabilen ayaklanmalar olarak kalırlar. Devrimci düşünce, tarihteki her devrimden esinlenen bir birikimdir. Her yeni devrimci ideoloji de, o birikimden yararlanır, ondan bazı öğeleri taşır. Fransız devriminden Amerikan devrimine, Rus devriminden Kemalist devrime, Küba devriminden Çin devrimine kadar, devrimcilerin söylev ve yazılarında birçok ortak nokta bulunabilir. Devrimci düşünce., içinde yeraldığı ideolojiye göre belirlense de, herşeyden önce, tamamen farklı mutlu bir geleek için, bugünkü toplumsal düzeni tümüyle yadsır. İnsanın özgürlüğünü, eşitliğini, toplumun mutluluğunu ve hakça bir düzeni savunur. Bunlar bütün dönemlerde, bütün toplumlar ve bütün insanlar için önem taşıyan evrensel ilkelerdir. İnsanı, toplumsal düzenin ürünü olan kötülüklerden korumak için, o düzeni yeni temeller üzerine yeni baştan kurmak gerektiği öne sürülür. Şimdiki düzen kötü, gelecekte kurulacak olan iyidir. Öyleyse devrime karşı çıkan herkes kötülüğe destek olmakta, toplumun mutlu geleceğini geciktirmektedir. Bu nedenle de, o kişi toplumun düşmanıdır ve geleceğin toplumunda yeri yoktur. Devrimci düşünce, yepyeni bir gelecekten sözederken, onu bir düş olmaktan çıkarmak ve somutlaştırmak için, geçmişin yitirilmiş mutlu bir döneminden de destek alır. Bu, tarihin derinliklerinde kalmakla birlikte, geleceğin ideal toplumuna yakın gibi görünen bir dönemdir. Oysa bazen o sözü edilen dönemin varolduğu, ya da öne sürülen biçimde varolduğu bile kuşkuludur. Yakın geçmiş yadsınırken, uzak bir geçmişi daha iyi koşullarda gelecekte yakalamak vaadedilir. Büyük dinler de çevrelerinde devrim yarattıkları için, çağdaş devrimci düşünce ile geçmişde peygamberlerin söyledikleri arasında bazı benzerlikler bulunması şaşırtıcı olmamalıdır. Peygamberler de, içinde bulundukları toplumun düzenini en ağır biçimde suçluyorlardı. Çağdaş devrimciler ise, insanın bugünkü dramını "şeytan"lara dayandırırken, gelecek-379
teki "kurtuluş"unun da elinde olduğunu söylüyorlar. Peygamber gibi, devrimci de, "cennet"e ulaşmak için insandan özveri ve çaba istiyor. Hangi koşullarda devrimci düşünce devrimci eyleme ve giderek devrime dönüşür? Bu sorunun çok kolay ve kestirme bir yanıtının olmadığını söyleyebiliriz. Ama bu, devrimci bir ortam için gerekli ipuçlarına sahip bulunmadığımız anlamına da gelmez. Bu konuda ilk vurgulayabileceğimiz nokta, sanılanın tersine, devrimle yoksulluk arasında mutlak bir bağlantının bulunmadığıdır. Yoksulluk içindeki bir toplumda devrim görülmezken, çok daha varlıklı bir toplumda devrim patlak verebilir. Örneğin geri kalmış ülkelerin yoksul köylüleri arasında, devrime yardımcı olabilecek bir başkaldırma eğilimine rastlanmadığı gibi, gelişmiş batılı ülkelerin kenar mahallelerinde sefalet içinde yaşayan işsiz ve yarı-işsiz kesimlerde de benzer bir eğilime çoğunlukla rastlanmaz. Oysa varlıklı gelişmiş toplumlardaki yoksulluk, diğerlerinden daha büyük ve rahatsız edici bir çelişki oluşturur. Alışılmış ve bir anlamda kabul edilmiş yoksulluk, devrimci bir ortam doğurmaz. Çünkü benzeri ortamlarda yaşayan toplum kesimleri için, kendi güncel yoksulluklarının dışında daha iyi bir dünya umudu yoktur. Oysa umudun olmadığı yerde devrim de olmaz; insanlar bu dünyaya yöneltemedikleri umutlarını "öte dünya"ya yöneltirler. Hiç değilse öte dünyadaki mutluluğu tehlikeye atmak istemezler. Böyle bir ortamda, ancak ani ve önemli olumsuz değişmelerdir ki, patlayıcı bir gerilim yaratabilir. Karl Marx, kapitalist toplumda sanayi işçisinin durumunun giderek kötüleşeceğini ve bu kötüleşmenin bir noktadan sonra devrimci patlamaya dönüşeceğini öngörüyordu. Alexis de Tocqueville ise konunun bir başka yanını vurgulamaya çalıştı: "Devrim her zaman durumun daha da kötüleşmesiyle patlak vermez. Daha sık rastlananı, ağır yasalara yakınmadan rıza gösteren bir halkın, o yasaların yükü biraz hafifleyince şiddetli bir biçimde tepki göstermesidir. Devrimin yıktığı rejim, yıkılmanın hemen arkasında -380
ortaya çıkandan neredeyse her zaman daha iyidir. Deneyimler bize gösteriyor ki, kötü bir hükümet için en tehlikeli an, o hükümetin kendi kendisini düzeltmeye başladığı andır. Uzun bir baskı döneminden sonra halkını biraz rahatlatmak isteyen bir prensi kurtarabilmek için, dahi olmak gerekir. Çaresiz olduğu düşünülerek sabırla boyun eğilen bir kötülük, kurtulabilme düşüncesi doğunca tahammül edilmez olur.''' Bir kurama göre; devrimin gerçekleşebilmesi için önce toplumda umutların doğması, sonra da o umutların yerini düşkırıklığına bırakması gerekir. Yaşam koşullarının sürekli düzeldiği bir toplumda, o koşullarda hızlı ve beklenmeyen bir gerileme olursa, devrimci bir ortamla karşı karşıya bulunulduğu söylenebilir. Yeni umutların doğduğu ve yeni gereksinmelerin karşılanması şansının herkese açık olduğu bir toplumda devrim olmaz. Nasıl ki, umutların doğmasına elverecek dönemlerden geçmemiş olan toplumlarda da devrimin patlak vermesi söz konusu değildir. Crane Brinton, ingiliz (1640-49), fransız, amerikan ye Sovyet devrimlerini karşılaştırmalı olarak inceledikten sonra, şu ortak noktaları saptıyor: (1) Dört devrim de belirli bir gelişme düzeyine varan toplumlarda ortaya çıktı. Bir umutsuzluktan değil, tersine, beklentilerin gerçekleşmemesinden ve devrimin daha iyi koşullar yaratacağı umudundan doğdu. (2) Dört örnekte de, devrim öncesinde şiddetli sınıf çatışmaları vardı. Ama ayrıcalıklı sınıfa karşı asıl mücadeleyi veren en yoksul sınıf değil, ayrıcalıklı sınıfa en yakın olanaklara sahip bulunan sınıftı. Aristokrasiyi burjuvazi, yani gelişen toplıımsal-ekonomik koşullar içinde giderek güçlenen sınıf yıktı. (3) Devrim öncesinde görülen en dikkati çekici özelliklerden birisi de, aydınların rejimi tam anlamıyla terketmiş oluşlarıydı. Aydınlar bir yandan rejimi ve yöneticileri çok sert bir biçimde eleştirirken, öte yandan da devrimci ideolojinin oluşumuna ve yayılmasına katkıda bulunuyorlardı. (4) Hükümet organları, yetersizlikten ya da ihmalden dolayı işlemez duruma gelmişlerdi. Yeni koşulların yarattığı sorunları karşılayamıyorlardı. -381
(5) Yönetici sınıf, bir zamanlar gücünü oluşturan niteliklere, kendine olan güvenini yitirmişti. Yönetici sınıfın bir bölümü devrimci harekete katılmıştı. (6) Hükümet karşı karşıya bulunduğu parasal sorunları kesinlikle çözemeyeceği izlenimini veriyordu. Devletin kaynakları yetmiyor, başvurulan çözüm yolları birbiri peşisıra sonuçsuz kalıyordu. (7) Dört örnekte de, halkın hoşnutsuzluğunu gösteren ilk hareketleri hükümet güvenlik güçlerini kullanarak bastırmak istemişti. Ama güvenlik güçlerinin kötü kullanılması sonucunda karışıklıklar azalacağına artmış, yayılmıştı. Zamanla polisten ve askerlerden devrimcilere katılanlar olmuştu. Kalanlar ise rejimi savunmakta eskisi kadar hevesli davranmıyordu. Devrimci düşünce eyleme dönüştüğü zaman, düşünce ile eylem arasında mudak bir uyuşma olamaz. İdeolojinin öngördiikleriyle, toplumun varolan koşulları arasında, istenilenle yapılabilenler arasında her zaman bir farklılık bulunur. Aynı şekilde, kitlelerin beklentileri ve istekleriyle, devrimin öncülerinin gösterdiği hedefler arasında da bir fark vardır. Bu fark açıldıkça, devrimcilerin şiddet kullanmalarındaki zorunluk artar. Önder bu farkın olabilirlik sınırını iyi çizdiği ölçüde hareket alanını genişletir, kitieleri yönlendirme olanağı artar. Örneğin M u s t a f a Kemal'in büyüklüğü, devrimi, hareketin toplumsal tabanının beklenti ve isteklerinin çok daha ilerisine götürebilmiş oluşundadır. Andre Decoufle'nin de vurguladığı gibi; "Devrim kendine özgü bir zihinsel evren yaratır. Yalnız bu evrenin incelenmesidir ki, devrimin niçin kendi yandaşları tarafından canlı bir gerçek olarak hissedilmesi ve yaşanmasına karşılık, karşıtları (ve daha genel olarak da onun dışında kalanlar) tarafından sapmış bir olay gibi kabul edildiğini açıklar. Bu basit bir çıkar karşıtlığı gibi görülürse, hiçbir şey anlaşılmamış demektir.'''' b) D e v r i m
ve
Karşı-Devrim
Nasıl bir devrim tanımından hareket edersek edelim, devrimleri ikiye ayırarak inceleyebiliriz: Birinci grupda, bir ev-382
rim sonucu oluşan devrimler vardır. Fransız devrimi, bunların en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, a m a eski koşullara göre oluşan ve eski giiç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamışlardır. Burada söz konusu olan, eski kuıumları .yeni koşullara uydurmaktır. İkinci grupda yer alan devrimler ise, belirli tarihsel koşullardan yararlanarak, toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlamak amacını taşır. Bu tür devrimlerin en iyi örneğini de, Sovyet ve Türk devrimleri oluşturur. Gerek Lensn, gerekse M u s t a f a K e m a l . Birinci Düııya Savaşı'nm ülkelerindeki eski düzeni koruyan güçleri, maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal düzeni yaratacak süreçleri harekete geçirmişlerdir. Birinci türden devrime, daha çok gelişmiş ülkelerde, ikinci türden devrime ise, evrimleşme sürecinde geride kalmış olanlarda rasdaııır. Toplumdaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerin çıkarlaııııa göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif) koşullarını oluşturur. Varolan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise, devrimin öznel (sübjektif) koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin kırıp-dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç" tir. Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde, öznel koşulların (ideolojinin) ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa -geri kalmış ülkelerdeki- ikinci türden devrimlerde, nesnel koşullar yeterince oluşmadığı içiıı, öznel koşulların önemi artar. Öznel koşullar, bir anlamda, devrimi olanaklı kılan nesnel koşullardaki eksikliği giderme, boşluğu dolduıma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, gene devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim -383
öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Böyle bir durumu, erek zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır. Her devrim, belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediği ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç, ve kitlesel etkiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi hızlandırmak amaçındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Marx, evrim sonucu ortaya çıkan devrimlerde ideolojinin oynadığı rolü şöyle anlatıyor: "Bilinç reformu, dünyanın kendi bilincine varmasını, kendisini yanıltan düş durumundan çıkmasını, eylemlerini, kendisine anlatmaktan ibarettir. 0 zaman görülecektir ki, maksat geçmiş ile gelecek arasına büyük bir çizgi çizmek değil, ama geçmişin düşüncelerini gerçekleştirmektir. Gene görülecektir ki, insanlık yeni bir göreve başlamıyor, ama işin aslını öğrenmiş olarak eski işini gerçekleştiriyor." Toplumsal evrimi hızlandırmaya yönelik devrimler açısından "bilinç" öğesi, dolayısıyle ideoloji daha büyük önem taşır. Geri kalmış bir ülkede -kaynakların kıtlığından dolayıekonomik büyümeyi sağlamak, halkı eğitmekten, kültürel alanda değişim yapmaktan daha zor olduğu için, devrimciler önceliği ideolojiye verirler. Devrimin itici gücünü oluşturacak "yeni insanı" yaratmaya çalışırlar. İdeolojinin öncülüğündeki "kültür devrimi"nin Kemalist devrimde olduğu kadar, Maoist ve Castrist devrimlerde de, birçok Afrika devriminde de ön plana çıkmasını doğal karşılamak gerekir. Devrimin resmi ideolojisi yaygınlaştıkça, iktidarın karşıtları üzerinde bir baskı oluşturarak, onların silahlarının önemli bir bölümünü de ellerinden alır. Marx'111 gelişmiş ülkelerdeki devrimler açısından yaptığı ideoloji değerlendirmesinden çok farklısını Che Guevera geri kalmış ülkeler için yapıyor. O ' n a göre, bu gibi toplumlarda -384
temel itici güç, ideolojinin yaratacağı devrimci bilinç ve heyecandır: "Belirli bir ülkenin öncü insanlarının, üretici güçlerin genel gelişmesi üzerine kurulu bilinci, o ülkenin gelişme düzeyinde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında gerekli nesnel çelişkiler henüz bulunmasa bile, sosyalist bir devrimi başarıya ulaştıracak yolları bulabilir." Bu düşüncedeki gerçek payı tartışmalı olsa da, geri kalmış ülkelerdeki devrimlerde, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi hızlandırmak için, insanların bilinçli etkinliklerine öncelik tanındığı açıktır. Her devrim, iktidarın sınıfsal yapısının değişmesiyle başlar. Eğer bir iktidara toplumda giderek daha az saygı gösteriliyorsa, bu başka biı iktidarın yolda olduğunu gösterir. Belirli toplum kesimlerinin temsilcileri gidip, gelişmekte olan toplum kesimlerinin temsilcileri, onların yerine siyasal iktidarı ele geçirdiğinde bu bir devrim başlangıcıdır. Böyle bir değişmenin, mutlaka silah zoruyla olması da gerekmez. Değişmenin barışçı yoldan gerçekleşmesi, devrimin sonraki aşamalarının da olabildiğince az sarsıntılı geçmesine olanak verir. Ama siyasal iktidar, ancak zor kullanılarak değişiyorsa, yeni siyasal iktidarı toplumun önemli bir kesimi yasal saymıyorsa, devrim süreci şiddete dayanarak yürür. Devrimin getirdiği yeni rejim, toplumun büyük çoğunluğunun gözünde yasallık kazanmcaya kadar, baskı ve şiddet yöntemleri giderek azalan ölçülerde sürer. Toplumda meşruluk kazanan bir rejimin, kendini saydırmak için güç kullanmasına gerek kalmaz. Eski düzenin egemen güçleri, kendi ayrıcalıklarını sona erdiren yeni düzeni gönül rızasıyla kabul edemeyeceği için, tarihte rastlanan devrimlerin çoğu, ilk aşamalarında, ölçüsü değişen bir şiddet ve baskı dönemi yaşamışlardır. Fransız devriminde, "devrimin kendi çocuklarını yediği" teıör dönemi, Sovyet devriminde Stalin yönetimini de kapsayan yıllar, Humeyni devriminde -dış savaşa karşın- rejim karşıtlarına uygulanan acımasız şiddet ve benzer örnekler çoğaltılabilir. Devrime karşı olan direncin düzeyi, devrimin başvuracağı baskı ve şiddetin düzeyini belirler. G a s t o n B o u t h o u l . devrimlerin şiddet yöntemlerine başvurup vurmamalarını şöyle açıklıyor: "Devrimler, kurumlarla -385
zihniyetler arasında uyum sağlamaya yöneliktirler. Yöntemleri şiddetten uzak olabilir (Hristiyan ve Gaııdi'ci devrimler). Şiddete dayalı yöntemler, genellikle, uzun bir hareketsiz barışçı dönemin sonunda ortaya çıkan son aşamadır; tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi." Nasıl devrimci ideolojiler varsa, devrime karşı, yani karşıdevrime! ideolojiler de vardır. Yaklaşımları açısından bunlar iki kümede toplanabilir: Birinci kümede olanlar, devrimleri önlenemez, kaçınılmaz, ama kötü, zararlı olgular olarak görürler. Onlara göre; devrimler toplumun yaşamasının değil, ölümünün tohumlarını taşırlar: bundan dolayı da, umutsuz da olsa, devrimlere karşı sürekli bir savaşım vermek gerekil. Andre Decoufle, bu ideolojiyi paylaşanların görüşünü şu cümlede özetliyor: "Uygarlık ölüme mahkûmdur, ama insanın görevi bu öliim anını geciktirmektir." Görüyoruz ki, bu tür karşı-devrimci ideolojiler, kökü çok daha eskilere giden, karamsar tutucu ideolojinin bir uzantısından başka birşey değildir. J o s e p h de Mastre, karşı-devrimci düşüncenin ünlü isimlerinden birisi olarak şöyle diyor: "Karşı-devrim, yıkmanın kendisinden başka bir şeyi yıkmaz. • • Hiçlik yolundan hareket edenler hiçbir şey yaratamazlar. . . Karşı-devrim olarak adlandırılan krallığın yeniden kurulması, karşıtın devrimi değil, devrimin karşıtı olacaktır." İkinci kümede yer alan karşı-devrimci ideolojiler için devrim, toplumsal çılgınlıklar ve cinayetlerden oluşur. Onlar için devrimler geçici ve yöresel olaylardır. Bu tür ideolojilere, özellikle devrimci hareketin ezilmesinden sonraki ortamlarda, karşı-devrimcilerin kendilerini güçlü hissettikleri dönemlerde rastlanır. Onlara göre; devrimciler insan değil, geri kalmış insanlar ya da hayvanlardır. Böyle bir inanç, devrimci hareketlerin acımasızca ezilmesini meşrulaştıracak niteliktedir. Devrim toplumsal bir çılgınlık anının ürünü iken, karşı-devrim akla ve doğal düzene yeniden dönüş demektir. Karşı-devrim, ideolojik açıdan devrimin tersi iken, eylem açısından devrime çok yaklaşır. Devrimle mücadelede ideolojisinin inandırma gücünün yeterli olmadığını, devrimci süreci başka yollardan durduramadığını görünce, o da silaha ve şid-386
dete başvurur. Devrimin yarattığı korku büyüdükçe, karşıdevrim giderek bir kitlesel öldürme eylemine dönüşebilir. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Bouthoul, Gaston; Sociologie De La Politique, P.U.F., Paris, 1965. Birnbaum, Pierre-Çhazel, François ; Sociologie Politique (Textes reunis), Aimand Colin, Paris, 1971. Chatelet, François-Pisier Kouchner, Evelyne; Les Conceptions Politiques Du XXe Siecle, P.U.F., Paris, 1981. Cot, Jean-Pierre, et Mounier, Jean-Pierre ; Pour Une Sociologie Politique, SEUÎL, Paris, 1974. Debray, Régis; Devrimde Devrim (Çev. R. Güngör), Toplum Yayınları, istanbul, 1967. Decoufle, André; Sociologie Des Révolutions, P.U.F., 1968. Duverger, M a u r i c e ; Dönem Yayınevi,
Diktatörlük Üstüne (Çev. istanbul, 1965.
B.
Paris, Tanör),
Kongar, E m r e ; Toplumsal Değişme, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1979. Luxemburg, R o s a ; Sosyal Reform Ya Da Devrim, Ma-Ya, istanbul, 1975. Malaparte, Gurzio; Hükümet Devirme Tekniği (Çev. N. Onol), Varlık Yayınları, istanbul, 1966. Rocher, Guy; Le Changement Social, Editions H M H , 1968.
Paris,
Runciman, W.G. ; Toplumsal Bilim Ve Siyaset Kuramı (Çev. Erol Mutlu), Teori Yayınları, Ankara, 1986. Schwartzenberg, Roger-Gerard ; Sociologie Politique, Editions Montchrestien, Paris, 1971.
-387
ALTINCI KISIM SİYASAL SİSTEMLER Siyasal sistemlerin, siyaset bilimiyle ilgili olarak, şu ana kadar incelediğimiz konuların bir bireşimi (sentezi) olduğu söylenebilir. Burada yalnız siyasal kurumların oluşturduğu siyasal rejimler değil, o kurumların gerisindeki siyasal güç dengeleri, o dengelerin gerisindeki etkenler ve siyasal yaşamla ilgili tüm süreçler söz konusudur. Siyasal sistemler, siyasal çatışmanın hem ürünü hem de çerçevesidir. Bu başlık altında, demokratik sistemleri, baskıcı sistemleri ve geri kalmış ülkelerin kendilerine özgü koşullarının ürünü olan siyasal sistemleri ayrı ayrı ele alacağız. Çağdaş olmayan siyasal sistemleri ise, inceleme alanımızın dışında bırakmaktayız. 1. Ç O Ğ U L C U
SİSTEMLER
Tarihte ilk demokrasi, Eski Yunan'da, kent devleti çerçevesinde varoldu. Bu, köleler, yabancılar ve kadınlar dışında kalanların ülke yönetimini doğrudan üstlendiği, aracısız bir azınlık demokrasisiydi. Nüfusun fazla olduğu, sorunların karmaşıklaştığı ve ülke yönetiminin birçok uzmanlık dalının katkısına bağlı olduğu çağımızda, artık doğrudan demokrasi, bazı küçük yerel yönetimler dışında olanaksızlaştı. Yurttaşlar ülke yönetimine, büyük ölçüde temsilcileri aracılığıyla katılır oldular. Yönetimin seçimle belirlenmesine, yasalar önünde eşitliğe, özgürlüklere ve yargı bağımsızlığına dayalı bir demokrasi modeli doğdu. Çağdaş demokrasileri, liberal demokrasi ve sosyal demokrasi olmak üzere, iki aşamada incelenebilir. -389
Demokratik siyasal sistemler, çoğulcu sistemler olarak da nitelendirilebilir. Çoğulcu sistemlerde "tek doğru" yoktur ve dolayısıyle, yasal bir muhalefet ya da muhalefetler vardır. Çağdaş çoğulcu sistemler, toplumda çıkarları ve dolayısyle dünya görüşleri farklı kesimlerin bulunmasını doğal sayarlar; bu farklı çıkar ve dünya görüşlerinin barışçı yollardan savunulmasına, siyasal iktidarın da bu barışçı savaşım sonunda oluşmasına olanak verirler. a) D e m o k r a s i K u r a m ı Demokrasi günümüzde, azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara birgün çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi biçiminde tanımlanabilir. Demokrasi tarihi, insanlar arasında toplumsal kökenli eşitsizlikleri gidermek için verilen savaşımın tarihidir. Demokratik düşüncenin tarihi de, eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncenin evrimini yansıtır. Demokratik düşüncenin evrimi, insanın "akıllı" bir yaratık olduğu, kendisi için iyi olanla kötü olanı ayıredebileceği inancından kaynaklanan, insana saygıya dayalı, iyimser bir dünya görüşünün evrimidir. Demokrasi üzerindeki ilk yazılı değerlendirmeye, Herodot tarihi'nin üçüncü cildinde rasdanır. M . Ö . 5. yüzyüda kaleme alınmış olan bu yapıtta, demokrasi "halkın yönetimi, yasalar önünde eşitlik, bütün sorunların açık tartışmaya sunulması, yöneticilerin makamlarından hareketle sorumlu tutulmaları" olarak nitelendiriliyordu. Gene ayıiı yüzyılda Atina'da doğan S o f i z m de, demokratik kültürün temellerini oluşturmaya çalışan bir akımdı. Sofisder, öncelikle, değişmez ve tek bir "doğru" olduğu inancını yıkmak için çaba gösterdiler. Çünkü doğrunun ve gerçeğin tek olduğunun kabulü, aristokratik düşüncenin uzun yıllar boyu işleyerek topluma kabul ettirdiği değer yargılarının tek doğru saydması demek olacaktı. Ünlü sofist Protagoras'ın koyduğu ilkeye göre, "insan her şeyin ölçüsü"dür. "Gerçek" de, "doğru" da insandan insana değişir. Devlet bilgisi yalnız belirli bir sınıfta değil, tüm yurttaş-390
larda bulunmalıdır. Her şeyin ölçüsü insan olduğuna göre, adalet ve hatta devlet değişmez kurumlar oluşturmazlar. Sofistlere göre, devlet, güçlünün güçsüze zorla kabul ettirdiği düzenin adıdır. Eğer insanın haksızlık etmeye her zaman gücü yetseydi, "haksızlığa uğramayı ortadan kaldırmak için kimseyle anlaşmaya yanaşmazdı". Tukidides Tarihi'nde yer alan, Perikles'in ünlü söylevi de, demokratik düşünceye önemli katkıları olan bir belge sayılır. Perikles bu söylevinde, demokrasinin, birkaç seçkin yurttaşın değd, tüm yurttaşların katkılarıyla varolan bir rejim olduğunu vurgular. Herkesin eşit hak ve yükümlülüklere sahip bulunduğunu, soylu oluşuna göre değil, yeteneklerine ve "kazandığı üne" göre devletteki yerini alabileceğini söyler. Perikles konuşmasında, demokrasinin özgürlük, hoşgörü ve sorumluluk ilkelerine değindikten sonra, şöyle diyor: "Devlet işlerine karışmayanlara, kendi işi gücü ile uğraşan sessiz bir yurttaş değil, hiçbir işe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz. Bir politikayı ancak birkaç kişi ortaya koyabilir, ama hepimiz onu yargılayacak yetenekteyiz. Biz tartışmaya, siyasal eylemin önüne dikilen bir engel diye değil, bilgece davranmanın vazgeçilmez bir ön hazırlığı diye bakarız" Perikles'in söylevinde, çağdaş demokratik düşüncede önem taşıyan bir öge daha var: Demokrasinin, insanın kişiliğini ve yeteneklerini geliştirmeye en everişli bir rejim oluşu!. Sokrates de, toplumun soylular tarafından değil, bdgili ve erdemli kişilerce yönetdmesi gerektiğini savunarak, demokratik düşüncenin evrimine katkıda bulunmuştur. Erdemin kalıtımsal olduğunu ve ancak soylu kişilerde bulunduğunu kabul etmemektedir. Bazı insanlar doğuştan daha akıllı ve yetenekli olabdirler. Ama bilgi ve erdem, öğrenebden ve öğretüebilen bir şeydir. Aristo ise, çıkış noktasında eşitsizlikçi bir düşünceye sahip olduğu halde, çoğunluk yönetiminin azınlık bir seçkinler gru- . bunun yönetiminden daha iyi olacağı sonucuna varmıştır.' Aristo, halktan kişderin teker teker "'yüksek adamlar"dan daha az niteliklere sahip bulunduklarına inanıyordu. Ama hepsi bir-391
araya geldiklerinde, azınlık olan bu seçkinlerden "daha iyi" olmaları olanaklıydı. Üstelik, "çokluk, bozulmaya azlıktan daha az elverişli" idi. "Âz miktardaki su, çok miktardaki sudan daha çabuk bozulur"du. Ama Aristo, halkın yönetici olmasını değil, yasaların yapılmasında ve çok sayıda üyeden oluşan yargı organlarında ağırlık taşımasından yanaydı. Çünkü halkı oluşturan bireyler, teker teker değil, ancak biraraya geldiklerinde seçkinlere üstündüler. Aristo, servet ile siyasal iktidar arasında yakın bir ilişki kuruyordu. "İnsanların servetlerinden dolayı egemen sınıf oldukları yerde, ister azlık ister çokluk olsunlar, hükümet biçimi oligarşidir" görüşündeydi. Demokrasi için, kalabalık bir orta sınıfın varlığını şart görüyordu. Şiddetli toplumsal patlamaları, varlıklı küçük bir sınıfın yanında, çok kalabalık bir yoksul sınıfın bulunmasıyla açıklıyordu. Orta sınıfın zayıf olması, toplumun efendi ve kölelerden oluşması demekti. Aristo'nun şu sözlerinde, geleceğin çoğulcu demokrasisinin kuramsal temellerini de bulabiliriz: "Eğer bir devlet yaşıyorsa, bunun hikmeti, birliğe doğru gitmekte bir noktadan daha ileri varmamasıdır; devlet bu noktayı aştı mı, ya ortadan kalkar, ya da kötü bir devlet haline gelir. Adeta müzikte uyumun tek ses haline gelmesi veya ritmin tek vuruş haline gelmesi gibi. . ." Aristo'nun ilginç bir görüşü de, yöneticinin elindeki silahlı güçle ilgilidir. Yöneticinin elinde belirli bir asker gücünün bulunması, ama bu gücün hiçbir zaman halkın gücünü aşacak düzeye varmaması gerektiğine inanıyordu. Demokratik düşüncenin ilk kaynaklarının Eski Yunan'da doğması bir rastlantı sayılamaz. Mezapotamya'da kısa ömürlü olan kent devleti, dağlarla bölünmüş, deniz ticaretine açık Mora yarımadasının koşullarında uzun ömürlü olurken, doğrudan demokrasiye elverişli bir ortam da yaratmıştı. Ama kent demokrasisinin yıkılmasından sonra, demokrasinin ve özgürlükçü düşüncenin yeniden doğması için yüzyıllar ve hatta çağlar boyu beklemek gerekti. Kaderci düşünceden başkasına ortam hazırlamayan kapalı tarım ekonomilerine dayalı dere-392
beylik düzeninin (feodalite) yıkılmaya başlamasıyla birlikte, özgürlükçü düşünce de başka bir çerçevede yeniden canlandı. Aristo'dan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşamış olan İngiliz John Locke'a göre, insanlar eşit ve özgür oldukları "doğa durumu" ndan toplumsal yaşama, güvenliklerini sağlamak için geçtiler. Özgürlüklerini koruyabdmek için, sadece "güvenlik ve cezalandırma" hakkını, toplumu. yönetecek olanlara devrettiler. Eğer siyasal iktidar, koruyacağı yerde halkın doğal haklarını çiğnerse, devrim hakkı doğar. Yasama gücü de yürütme gücünün ayrı ellerde oluşunun, yurttaşlar açısından bir güvence oluşturduğu görüşüne daha Locke'da da rastlıyoruz. Montesquieu, kuvvetler ayrımı düşüncesini geliştirdi ve O ' n u n etkisiyle, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde şu ifade yer aldı: "Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı yerde anayasa yoktur." Ünlü Fransız düşünürüne göre, önünde kendisine engel olabilecek başka bir güç bulunmayan her yönetici, özgürlükleri çiğneyebdir, yetkderini aşabdir. "Kuvvet kuvveti durduramazsa, özgürlük olmaz" Montesquieu, demokratik cumhuriyetin varlığının, yasa yapma, yasayı uygulama ve yasaya göre ceza verme yetkilerinin (yani üç kuvvetin), ayrı toplumsal güçlere (kral, soylular, halk) paylaştırılmasma bağlı buluunduğunu öne sürmüştür. Locke ve Montesquieu gibi 18. yüzyılda yaşamış olan Jean-Jacques R o u s s e a u ise, her alanda eşitliği ve tam bir demokrasiyi savundu. O ' n a göre, en iyi çözüm, halkın iktidarını doğrudan kullanmasıydı. Ama mutlaka temsilci kullanmak gerekirse, halk bu temsilcilerini, dilediği zaman görevinden alabilmeliydi. Oysa M o n t e s q u i e u ve Sieyes gibi, aristokrasi ve burjuvazinin içinden gelen düşünürler, temsilcilerin kendilerini seçenler karşısında bağımsız olmalarını savunmuşlardır. Böyle olunca, halk seçecek, ama gerçekte bu iki ayrıcalıklı sınıfın seçkinleri yönetecektir. Bu nedenle, Rousseau, "Ulusun vekilleri, onun temsilcileri değil, olsa olsa memurları olabilirler" diyor. Rousseau'ya göre, özgürlüklerin güvence altında olabilmesi, servet eşitliği dahil, insanlar arasında eşitliğin sağlanabilmesine bağlıydı. Böylece güç eşit dağıtılmış olacağı ve kimseye -393
devredilmyeceği için, bazılarının, diğerlerinin özgürlüklerini ellerinden alma olanağı ortadan kalkacaktır. Ama halk egemenliği, yasaların halk tarafından yapılması anlamına değil, halkın onaylaması anlamına gelmektedir. Çünkü, "Tek tek bireyler iyinin farkındadırlar, ama onu teperler. Halk ise iyiyi ister, ancak onu görmez. Hepsinin aynı şekilde yol gösterenlere gereksinmesi vardır.'''' Bu, iktidarın, toplumu oluşturan bireylere paylaştırılmış olduğu gerçeğine ters düşmez. Ulusal egemenlik, parçaların toplanmasıyla oluşur! Fransız Devrimi'ni izleyen Yakın Çağ'la birlikte, özgürlükçü düşüncenin gelişimi de hızlandı. B e n j a m i n Constant, özgürlükleri kaldıran baskının bir kişiden gelebileceği gibi, kitlelerden de gelebileceğini gördü. Çoğunluğun, azınlıkta olanları köleleştirebileceğini vurguladı. Siyasal iktidarın, vicdan ve düşünce özgürlüğüne, mülk sahibi olabilme özgürlüğüne, kesinlikle karışmaması gerektiğini savundu. Constant'a göre, Kent Demokrasisinde siyasal iktidara doğrudan katılan yurttaş, bunun verdiği mutluluk ve güven uğruna, özgürlüklerine getirilen sınırlandırmalara katlanıyordu. Ama günümüzün temsili demokrasisinde söz konusu olan çok soyut bir katılma olduğu için, özgürlüklerinin korunması, yurttaş açısından daha büyük önem taşıyordu. Soylu bir ailenin çocuğu olan Fransız Alexis de Tocqueville, görevli olarak gittiği Amerika Birleşik Devletleri'ndcki gözlemlerine dayanarak yazdığı "Amerika'da Demokrasi" kitabıyla, demokrasi kuramına önemli katkılar yaptı. Tocqueville'e göre, Amerika'da demokrasinin gelişmesini kolaylaştıran en önemli öğelerden birisi, Avrupa'daki gibi, eski ayrıcalıklı bir sınıfın (aristokrasi) varolmayışıdır. Güçlü bir orta sınıf bu sayede oluşabilmiştir. Tocqueville, özgürlüklerin korunabilmesi için iki yol öneriyor: Terinden yönetim ve kitle örgütleri. Yönetim yetkilerinin tek merkezde toplanmasının önlenmesi ve özerk bölgelere dağıtılmasıyla yalnız siyasal özgürlükler güvence altına alınmakla kalmayacak, aynı zamanda yurttaşların, kendi yörelerinin ortak sorunlarıyla daha yakından ilgilenmeleri sağlanmış ola-394
çaktır. Dernekler, birlikler gibi kitle örgütleri aracılığıyla da, yurttaşların sorumluluk duygularının geliştirilmesinin yanısıra, farklı çıkarların savunulması sayesinde, toplumun baskıcı bir yönetime kayması önlenecektir. John Stuart Mili, çoğunluğun azınlıkta olanları ezmesine engel olacak çözümler arayan bir düşünürdü. T ü m insanlığın bile, bir aykırı düşünceyi susturmaya hakkı olmadığım savunacak kadar özgürlükçüydü. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" biçimindeki bir devlet seyirciliğinin yanlış olduğunu, devletin "özgürlüğün koşullarını yaratmak" gibi bir görevi bulunduğunu savundu. Demokrasi kuramının oluşumuna sosyalistlerin yaptıkları katkıları "Sosyal Demokrasi"yle ilgili sayfalara bırakarak, demokrasinin temel niteliklerini - E r h a n K ö s a l ' m sınıflandır-/^ masından da yararlanarak- şöyle sıralayabiliriz: 1) Siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle oluşması; 2) Gerektiğinde siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını da denetieyebilen bağımsız yargı; 3) Farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsil eden siyasal partiler; 4) Farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı kolaylaştıran, dernekler ve sendikalar gibi, kitie örgüderi; 5) Yurttaşların gelişmelerden doğru bügi edinme haklarını sağlayacak, özgür kitle iletişim araçları. Demokrasinin varolabilmesi için gerekli ekonomik koşullar incelendiğinde, özellikle şu üç nokta dikkati çekiyor: 1) En azından, bireylerin yaşamsal gereksinmelerinin (yeme ve barınma gibi) karşılanabildiği bir üretim düzeyi; 2) Ekonomik yaşamdaki etkililikte, belirli bir sermaye-emek (işçi-işveren) dengesi; 3) Toplumsal sınıflar aasmda çok büyük gelir farklarının^ bulunmaması. Demokrasinin varolabilmesi için gerekli toplumsal koşulların başında ise şuıdar geliyor: 1) Ulusal bütünlüğün sağlanmış olması; 2) Hiçbir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde kesin bir üstünlüğünün bulunmaması; 3) Toplumsal sınıflar arasındaki geçiş akışkanlığının yüksek olması; 4) Toplumda çoğunluğun, kitle iletişim araçlarını izleyebilecek bir eğitim düzeyinde bulunması; 5) İnsanların eşitlik ve özgürlüğüne, hoşgörü -395
ve uzlaşmaya dayalı bir değerler sisteminin, ulusal kültürde egemen olması. Bu ekonomik ve toplumsal koşlluarın gerçekleşmesi ölçüsünde demokratik bir rejime sahibolma olasılığı artar. Demokrasi, yaşamsal gereksinmelerini yeterince karşılayamamış ve yeterli bir eğitim düzeyine ulaşamamış toplum kesimleri için bir araçtır. Bu kesimlerin, sorunlarının çözümünü kolaylaştırdığı, beklentilerini karşılayabildiği ölçüde demokrasiye sahip çıkmaları doğaldır. Ancak bu sınırın üzerindekiler ve özellikle de aydınlar için demokrasi sadece bir araç değil, aynı zamanda, insanca yaşamanın vazgeçilmez bir koşulu olarak, amaçtır. Demokrasi, onu amaç olarak benimseyenlerin artması ölçüsünde kökleşir, güçlenir. b) Liberal
Demokrasi
Liberal demokrasi, belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıktı ve liberalizmin ilkelerine uyguıı bir gelişme gösterdi. Derebeylik düzeninin (feodalizm) yıkılmasına neden olan gelişmeler, ayııı zamanda liberal demokrasinin oluşumunu da hazırladılar. Demokrasi, ancak birbirini dengeleyen güçlerin varlığı oranında, gücün tek elde toplanmadığı, paylaşıldığı durumlarda olanaklıdır. Yoksa, egemen olan bir güç, bu egemenliğini paylaşmaya gönül rızası ile razı olamaz. Liberal demokrasi, tarihsel evrim içinde, büyük ölçüde, topraksoylular (aristokrasi) ile kentsoylular (burjuvazi) arasındaki savaşımın ürünüdür. Bu iki güç arasındaki göreceli denge, ilk kez İngiltere'de ortaya çıktığı için, liberal demokrasiyle sonuçlanan evrim de ilk kez bu ülkede, 13. yüzyılda belirginleşmiştir. İngiltere'nin bir ada ülkesi olması dolayısıyle savunmasının kolaylığı, kralın emrinde güçlü ve sürekli bir ordunun bulunması zorunluğunu yaratmamıştır. Bu durum, kralla derebeyleri arasında belirli bir dengenin oluşumunu kolaylaştırmıştır. Kralın, vergi koyabilmek için topraksoylulaı m rızasını alması zorunluğunu getiren 1215 tarihli "Büyük Ferman" (Magna Carta), işte böyle bir dengenin ürünüdür. -396
Fransızca "parler" (konuşmak) sözcüğünden kaynaklanan parlamento, çıkış noktasında, krala danışmanlık yapan soylular ve yaşlılardan oluşan bir kuruldu. Magna Carta ile birlikte bu kurul süreklilik ve temsil niteliği kazanarak, danışmanlığın ötesine geçti. Bir yandan topraksoylularm, öte yandan da tüccar ve esnafın temsilcilerini barındırmaya başladı. Zamanla da, tamamen sınıfsal nitelikli iki meclise ayrıldı: Topraksoyluları temsil eden "Lordlar Meclisi" ile, kentsoyluları temsil eden "Avam Meclisi". Derebeylik düzeninin oluşmasında, iki etken ana rolü oynamıştı: Doğu ticaret yollarının kapanması ve kentlerin güvenliğinin azalması. Doğu ticaret yollarının kapanmasının nedeni, geçiş bölgelerinin islam toplumlarının egemenliğine geçmesiydi. Kentlerde güvenliğin azalmasının nedeni ise, Barbar istilaları olarak adlandırılan Normarı ve Macar istilalarıydı. 5. yüzyıldan 9. yüzyıla kadar uzanan bir süreç içinde, bu iki etkenin biraraya gelmesiyle, kentler önemini yitirdi, ticaret yaşamı söndü, kentsel ekonomi geriledi, yoksullaşma başladı. İş ve güvence arayan insanlar, kentten köye akm ettiler. Derebeyler onlara bir yandan şatoları ve askerleriyle güvenlik sağlarken, öte yandan işlemek için toprak verdiler. Seri adıyla, derebeyine ekonomik açıdan olduğu kadar hukuksal açıdan da tam bağımlı bir sınıf doğdu. Tarımda ağır sabanın, savaş teknolojisinde ise zırhlı atlının devreye girmesi, bu gelişmeleri kolaylaştırdı. Derebeylik düzeninin 11. yüzyıldan başlayarak çözülmesinde ise süreç tersine işledi: Bir yandan Haçlı Seferleri, öte yandan İskandinav halklarının Rusya üzerinden geliştirdikleri ilişkiler, Doğu ticaret yollarının yeniden açılmasını sağladı ve kentlerde ticaret y-aşamı canlandı. (Bu canlanma ilkin liman kentlerinde olduğundan, ilk cumhuriyetler de oralarda kuruldu.) Doğu'nun ipeği ve baharatı Avrupa'ya gelirken, Avrupa'nın yünlü kumaşlarına da Doğu'da önemli bir pazar doğdu. Yünlü kumaşa doğan istem ise, derebeylik düzeninin yıkılmasmda ayrıca rol oynadı. Yün ticareti hayvancılığı özendirirken, hayvancılığın gelişimi tarımsal üretime ilgiyi azalttı. Tarım alanları meraya dö-397
nüştürülünce, çok sayıda çiftçi yerine az sayıda çobaıı yeterli oldu. İşsiz kalan çiftçiler kente akın ederken, toprak fiyatları arttı. Toprakların, derebeylerin ve bazı varlıklı köylülerin elinde birikmesi süreci hızlandı. Tarımsal üretim, ticari amaca, kenderin gereksinimini karşılamaya yöneldi. Derebeylik düzeninin yıkılmasına, ticaretin gelişmesinin büyük katkı yaptığını görüyoruz. Kendi kendine yeten kapalı tarım ekonomileri, bu süreç içinde çözülmeye yüztuttular; ekonominin çerçevesi genişledi; ülkenin tümü bir pazar oluşturdu. Bölgeler arası ilişkiler arttı ve bölgesel dillerle latincenin birleşmesiyle ulusal diller doğdu; feodal devletlerin yerini ulusal devletler aldı. Ticaret ve sanayi ile gelişen yeni toplumsal sınıfların çıkarları ile, topraksoyluların sahip oldukları ayrıcalıklar ve derebeylik düzeninin özellikleri çatışıyordu. Birinci aşamada kentsoylular (burjuvazi) kralı topraksoylulara (aristokrasi) karşı destekleyerek, mutlak krallığın kurulmasını sağladılar. Daha sonraki aşamada, bu kez kralın yetkilerinin sınırlanması demek olan anayasal krallık doğdu. Kentsoylular yeterince güçlendiklerinde, ya doğrudan cumhuriyet rejimi kuruldu, ya da krallık -İngiltere'de olduğu gibi- bir süs olaı ak korunarak, siyasal iktidarın gerçekte halkın oylarıyla belirlendiği rejimlere geçildi. Liberal ideolojiyi incelerken de belirttiğimiz gibi, bu ideolojinin temelini oluşturan eşitlik ve özgürlük ilkeleri, kentsoylu sınıfın gereksinmelerine yanıt olarak doğmuştu. Yasalar önünde eşitliğin gerçekleşmesi, topraksoyluların doğuştan sahip oldukları ayrıcalıkları yokedeceği için, iki sınıf arasındaki savaşımı kentsoyluların kazanmasını kolaylaştıracaktı. Özgürlük de, bir yandan eski düzenin eleştirümesini, öte yandan da yeni düzenin temelini oluşturan düşüncelerin yayılmasını ve toplumsal destek sağlanmasını olanaklı kılacaktı. Liberalizmi anlatırken, oluşuma katkıda bulunan çeşitli düşünürlerden de sözetmiştik. O çerçevede üzerinde durmadı~mız A d a m Smith'e göre, her insan kendi çıkarlarını herkesten iyi bilir; çıkarlarının gereğini yerine getirebilmesi için özgür olmalıdır. Her insan kendi çıkarı için çalışırken, aynı zamanda -398
toplumun da çıkarma hizmet eder. Çünkü toplumun çıkarı, tek tek bireylerin çıkarının toplamından oluşur. Öyleyse, bireylerin kendi çıkarlarını sağlamak için yaptıkları çalışmalara, hiçkimse, bu arada devlet de engel olmamalıdır. . . İşte liberal demokrasinin ana felsefesinin temelinde, Adam Smith'in bu düşünceleri vardır. Liberal devlet, yalnızca yasalar önünde eşitliği ve bireylerin özgürlüğünü korumakla yükümlü, yalnızca içte ve dışta güvenliği sürdürmekle görevli bir kurumlar bütünüdür. Lieberal demokrasinin doğuşunda, tanrısal kökenli egemenlik anlayışının yerini halkın egemenliği anlayışının alması da rol oynamıştır. Egemenliğin kökcniyle ilgili bu değişiklik ise, büyük ölçüde laikliğin yerleşmesiyle, kilisenin etkisinin azalmasıyla gerçekleşmiştir. Derebeylik düzeni ile bütünleşmiş olan kilise, yeni düzenin kurulmasıyla birlikte gücünden çok şey yitirmiştir. Toprağa dayalı üretim kaderciliği yaygınlaştırarak kilisenin etkisini güçlendirirken, varolan koşulların ve kurumların hızla değişmeye başlamasıyla birlikte, kilisenin de desteklediği derebeyliğin doğal olduğu ve Tanrı'nm isteğine uygun bulunduğu inancı sarsılmıştır. Liberal demokrasi, ulusal ve laik bir toplumsal çerçevede varolabilmiştir. Egemenliğin tanrısal kökenli olduğunun kabul edildiği bir toplumda, siyasal iktidarın halkın oylarıyla belirlenmesi herhalde düşünülemezdi. Liberal demokrasinin doğuşunda, belirli bir ekonomik değişmenin temel etken olduğunu söyleyebiliriz. Tarıma dayalı kapalı ekonomilerde, toprağı denetleyen güç, tüm toplumu denetimi altına alabiliyordu. Onun karşısında denge oluşturabilecek başka bir güç yoktu. Böyle bir çerçevenin kırılmasıyla birlikte, ekonomik güçler çeşitlendi ve onlar arasındaki çıkar çatışmaları, demokrasiyi olanaklı kılacak bir denge ortamı doğurdu. T ü m ekonomik gücü elinde bulunduran topraksoyluların egemenliğinden, çeşitlenen ekonominin farklr dallarında güçlenen toplumsal sınıfsal arasındaki güç dengesine geçilmesiyle birlikte, demokratik bir siyasal kurumlaşma olanaklı duruma geldi. -399
Liberal demokrasi sadece çoğunluğun yönetimi demek değildir. Çünkü çoğunluğun temsiline dayalı bir yönetim, çoğunluk diktası da olabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, liberal demokrasi, çoğunluğun yönettiği, azınlıkta olanlaıı-ı ise, yönetimin keyfiliklerine karşı korunduğu bir rejimdir. Siyasal iktidarı!' sınırlandırılması ve özellikle de bağımsız bir vargı denetimi, çağdaş liberal demokrasinin vazgeçilmez ögelerindeııdir. Siyasal iktidar üzerindeki yargı denetimi, azınlıkta olanların korunmasını, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını sağlar. c) Sosyal D e m o k r a s i Liberal demokrasi, kapitalizmin gelişmesi sonucu, ekonomik bakımdan güçlü sınıflar arasında ortaya çıkan çatışmanın ve o çatışmanın sonunda oluşan bir güçler dengesinin ürünüdür. Bu çatışmada, işçi sınıfı ve aydınlar kentsoyluların, köydü sınıfı ve kilise ise topraksoylularm destekçisi olarak rol oynadılar. Gerek işçilerin, gerekse aydınların desteği bilinçliydi; çünkü kentsoyluların ideolojisi olan liberalizmin özgürlük ve eşitlik ilkeleri, kendilerinin de yararınaydı. Kilisenin topraksoylulara verdiği destek de bilinçliydi; çünkü kilisenin kendisi de derebeylik düzeniyle bütünleşmişti. Liberal düşüncelerin egemenliği, kilise aristokrasisinin birçok ayrıcalığının da sona ermesi anlamına gelecekti. Bu çatışmada kendi çıkarlarına ters davranan tek toplumsal sınıf olan köylülerin yönlendirilmesinde de, gene aynı kilise önemli rol oynamıştır. Sosyal demokrasi, sanayi devriminin ye onun ortaya çıkardığı güçlü bir işei sınıfının etkisiyle -oluşmuştur. Eğer işçi sınıfı olmasaydı, liberal demokrasi, ekonomik bakımdan güçlü sınıfların gereksinimlerine yanıt veren bir azınlık demokrasisi, bir tekilci demokrasi olarak kalacaktı. Sanayi devrimiyle birlikte, bir yandan atölye üretiminin yerini büyük fabrikalarda yapılan üretim alırken, öte yanda, üretimde sağladığı hızlı artış ile yaşam koşullarını değiştirdi. Atol yelerdeki işçi-işveren yüzyüze ilişkisinin yerini, fabrikalarda yüzlerce, binlerce işçinin birarada çalıştığı, işveren temsil-400
çilerinin araya girdiği bir ortam aldı. Bu, sosyalist düşüncenin yayılmasına ve toplu eylemlere elverişli bir ortamdı. Liberalizm, ekonomik bakımdan güçlü bir toplum kesiminin gereksinmelerinden kaynaklanmıştı. Oysa sosyalizm, tam tersine, asıl sorunu ekonomik olan bir sınıfın sorunlarına yanıt olarak doğdu. Hukuksal eşitlik ve özgürlük, işçi sınıfı için de anlamlı ve önemliydi. Ama bu sınıfın ve benzerlerinin ekonomik gücünün zayıflığı, liberalizmin getirdiği hak ve zögürlüklerden yeterince yararlanmasını önlüyordu. Batı Avrupa'daki işçi sınıfı, liberalizmin sağladığı özgürlüklerden kendi temel sorununun çözümü için yararlanmak amacıyla, uzun ve bazen de çok kanlı bir savaşım verdi. İşçi sınıfının ve genel olarak, ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimlerinin savaşımının birinci aşamasını, yalnızca varlıklı toplum kesimlerine tanınan temel hak ve özgürlüklerin kendilerine de tanınması içiıı verilen savaşım oluşturmuştur. Yasalar önünde eşitliğin en doğal sonucu gibi görünen genel ve eşit oy hakkının elde edilebilmesi, seçilme hakkının elde edilebdmesi bile, böyle uzun ve kanlı bir kavganın ürünüdür. 1789 devriminin sonucu olan bu temel hak, Fransa'da ancak 1848 ihtilallerinden sonra işçi sınıfını da kapsamına almıştır. Bu aşamayla birlikte, liberal demokrasi tamamlanmış, çoğulcu, katılımcı, sosyal bir demokrasiye giden yol açılmıştır. Derebeylik döneminde, ekonomik bakımdan güçlü tek bir sınıf vardı ve siyasal açıdan da o sınıf egemendi. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte yeni bir sınıf doğdu, ekonomik bakımdan güçlendikçe, siyasal alanda da etkili olmak istedi. Derken, sanayi devrimi ile, işçi sınıfı, ekonomik açıdan değil, ama toplumsal olarak büyük güç kazandı. Sayı ve örgütlenme gücüne dayanarak, sonunda o da, siyasal rejimde etkili olmasını sağlayacak olanakları ele geçirdi. Böylece, tek bir gücün egemen olduğu bir siyasal sistem, birçok güç odağının bulunduğu bir siyasal sisteme dönüşünce, çoğulcu demokrasi gerçek anlamıyla doğmuş oldu. Bütün toplum kesimlerinin, kendi çıkar ve görüşlerini savunmasına olanak veren, demokrasinin ve özgürlüklerin güvencesini bu çoğulcu dengede bulan bir siyasal sistem oluştu. -401
- Ekonomik sıkıntıları olmayan sınıflar, liberal demokrasinin, yalnızca yasalar önünde eşitlik ile iç ve dış güvenliğin sağlanmasını bekliyorlardı. Oysa işçi sınıfının ve ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimlerinin devletten beklentisi sadece "korunmak" değil, aynı zamanda ''yardım edilmek"û. Kentsoylular "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" derken, devletten, büyük balığın küçük balığı yutmasına izin verecek bir "yansızlık" istiyorlardı. Sahneye çıkan yeni toplum kesimlerinin sorunları ise, tersine, devletin işlere karışmasını ve zayıf olanı korumasını gerektiriyordu. Sosyal demokrasi böyle doğdu. Liberal hak ve özgürlükler, devletin yalnızca koruması gereken hak ve özgürlüklerdi. Oysa sosyal hak ve özgürlükler, devletin vermesi, sağlaması, yaratması gereken olanakları içeriyordu. Liberalizmin öngördüğü "serbest rekabetsin, beklenen olumlu sonucu verebilmesi, başlangıç noktasında koşulların eşit olmasına bağlıydı. Oysa bazıları yarışa çok önde, bazıları ise çok geride başlıyorlardı. Giderek devletin, toplumun tümüne eğitim, sağlık ve kültür olanakları sağlamayı üstlenmesi gerektiği kabul edildi. İşsizlikle mücadele, devletin görevleri arasına girdi. Çalışan toplum kesimlerine, grev ve toplu sözleşme hakkı tanındı. Toplumsal güvenceler (sosyal sigortalar) yaygınlaştırddı. Devlet, liberal devlet anlayışının çok ötesinde görevler üstlendi. Liberal demokrasinin içerdiği siyasal demokrasi, liberalizmin değerlerini yansıtırken, sosyal demokrasi, liberalizm ile sosyalizmin bir sentezi olarak ortaya çıktı. Sosyal hakları içeren "sosyal devlet" kavramı, 1961'deıı başlayarak Türk anayasalarına da girdi. Nasıl ki liberal demokrasi "hukuksal adalet" kavramından esinlenmişse, sosyal demokrasi de "toplumsal adalet" kavramından etkilenmiştir. Toplumsal adaletin, dolayısıyle sosyal demokrasinin gerçekleşmesi açısından, çalışan sınıfların örgütlenme özgürlükleri büyük önem taşır. Liberal demokrasi, varlıklı toplum kesimleri arasındaki güç dengesine dayanırken, sosyal demokrasi, temelde emek-sermaye, işçi-işveren dengesine ulaşabildiği ölçüde gerçeklik kazanır. Sermayedar sınıfların gücü ekonomikti. Emekçi sınıfların gücü ise sayısaldır, çoklukla ilgi-402
lidir. Ama o çokluk, ancak örgütlendiği zaman, gerçek bir güç oluşturur. Büyük bir işadamı, tek başına da olsa ekonomik güce, dolayısıyle siyasal bir ağırlığa sahiptir. Onun karşısında denge oluşturabilmek için, binlerce işçinin biraraya gelmesi, küçük ödentilerini üstüste koyması, aralarında bir görüş ve çıkar birliği kurması gerekir. Örgüdenme özgürlüğü kısıtlandığında, çoğulcu demokrasiden de, sosyal demokrasiden de uzaklaşılmış' olur. Etkili olmak için örgütlenmesi zorunlu olmayan varlıklı toplum kesimlerinin ağırlığı, böyle bir ortamda artar. Toplumda örgütlenme ve toplumsal kararları etkileme olanakları yaygınlaştıkça, kitlelerin her düzeydeki katılımı arttıkça, çoğulcu demokrasi gerçeklik kazanır; demokrasinin "sosyal" yönü güçlenir. Çoğulcu demokrasi, tüm toplum kesimlerine, örgütlenme ve siyasal iktidarı etkileme veya siyasal iktidara ulaşma için yasal mücadele yolunu açık tutan demokrasidir. Çoğulcu demokraside halk seyirci değil^ oyuncudur. Çoğulcu demokrasi, halkın belirli aralıklarla sandık başına giderek belirlendiği bir seçkinler yönetimi değildir. 2. T E K İ L C İ
SİSTEMLER
Demokratik rejimlerle baskı rejimlerini ayıran en önemli ölçüt, kendisine iktidar olma yolu açık tutulan, bir yasal muhalefetin bulunup bulunmamasıdır. Demokrasinin, azınlıkta olanlara, günün birinde çoğunluk olabilme şansı tanıyan, egemenliğin halkta olduğu bir yönetim biçimi olarak tanımlanması bundandır. Bu tanıma yaklaştığı ölçüde, bir rejim demokratiktir ve bu tanımdan uzaklaştıkça rejim baskıcı bir nitelik taşır. Demokratik niteliği ağır basan rejimlerde bazı baskı öğeleri bulunabileceği gibi, baskı rejimi özellikleri taşıyan rejimlerde bile bazı demokratik öğelere rastlanabilir. Bu başlık altında, önce baskı rejimlerinin özelliklerini ve o özelliklerin oluştuğu koşulları mceleyeceğiz; bu konudaki bazı önemli kuramsal çalışmalara değineceğiz. Komünist ve faşist rejimler ise, baskıcı, daha doğrusu tekilci nitelikleri ağır basan çağdaş siyasal bütünler olarak ayrı ayrı ele alınacaklar. -403
Tekilci sistemleı çoğulcu sistemlerin tersidir; doğrunun "tek" olduğu inancı üzerine kurulmuşlardır. Tek örgüt ve özellikle de tek parti anlayışı, bu "tek doğru" anlayışının doğal bir sonucudur. a) Diktatörlük K u r a m ı Bazı siyasal bilimciler, diktatörlüğü baskı rejimlerinin özel bir biçimi olarak kabul ederler. Oysa yaygın eğilim, tüm baskı rejimlerini diktatörlük olarak adlandırmak yönündedir. Ünlü ingiliz diktatör .Cromvvell şöyle demişti: "On yurttaştan dokuzu benden nefret mi ediyor? Eğer sadece onuncusu silahlıysa bunun bir önemi yok.. . " İşte tüm baskı rejimlerinin dayandığı temel felsefe budur. Duverger, dikta rejimlerini "sosyolojik diktatörlükler" ve teknik diktatörlükler" olarak ikiye ayırıyor. Sosyolojik diktatörlükler, toplumdaki yapısal ve inançsal bunalımların sonucu olarak doğarlar. Teknik diktatörlükler ise, Duverger'ye göre, koşulların ürünü bir zorunluk olmaktan çok, bir tür "parazit". sayılabdir. Geçici bunalımlarla yapışa' bunalımlar da, gene aynı çerçevede ikiye ayrılabilir. Büyük bir yapısal değişimin ürünü olan baskı rejimlerinin uzun ömürlü olmalarına karşılık, geçici bunalımların ürünü olan diktatörlükler kısa ömürlü oluyorlar. Eski Yunan kent devletleri, denizcdiğin gelişmesiyle, kapalı ekonomiden açık ekonomiye geçerken (M.Ö. 7 ve 6. yy.) yapısal bir değişindik de gerçekleşti. Toprağa dayalı üretim ve topraksoylulara dayalı bir yapıdan, ticaretin ve el sanatlarının ağır bastığı, tüccarların ekonomik bakımdan en güçlü sınıfı oluşturduğu bir yapıya sarsıntısız geçilmesi olanaksızdı. Tarihin tanıdığı ilk büyük diktatörlük salgını, bu ortam içinde ortaya çıktı. İkinci büyük diktatörlük salgını da, 1789 Fransız Devrimi ile birlikte başladı. Ortaçağın kapalı tarım ekonomilerinin yerini, ticaret ve sanayiin egemen olduğu açık ekonomiler alırken, topraksoylularla kentsoylular arasındaki çatışma giderek sivrileşti. Topraksovlular giderek gücünü yitiriyor, kentsoylu-404
lar güç kazanıyordu; ama siyasal düzen, topraksoylularm ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurulmuştu. Devrimci, karşıdevrimci ve istikrar sağlamaya yönelik orta-yolcu diktatörlükler birbirini izledi. Yapısal bunalımla birlikte, genellikle bir inanç bunalımı da doğar. Halkın çoğunluğunun siyasal inançlarına uyan rejim yasaldır; bu nedenle de, yasal iktidara saygı gösterilmesini sağlamak için şiddete başvurmaya, açık baskı kullanmaya gerek kalmaz. Ama, örneğin halkın yarısı krallığı, diğer yarısı cumhuriyeti yasal sayıyorsa; yarısı egemenliğin tanrısal kökenli olduğuna, diğer yarısı ise halk egemenliğine inanıyorsa, orada bir inanç ve dolayısıyle de yasallık (meşruluk) bunalımı var demektir. Rejim, kendisini yasal saymayan kesime karşı, otoritesini ancak baskı ve şiddet kullanarak kabul ettirebilir. Suudi Arabistan'da ancak kral soyuna dayalı bir iktidar halkın çoğunca yasal saydabilir; ama Türkiye'de siyasal iktidarlar, özgür seçimlerle oluştukları ölçüde yasaldırlar. Duverger, teknik diktatörlüğün ne olduğunu anlatmak için şu örneği veriyor: Çok iyi silahlı ve disiplinli bir grup maceracı, bir gemiye dolarak, Pasifik'teki, birkaç bin nüfuslu bir adaya çıksalar ne olur? Oradakiler durumlarından ve yönetimlerinden memnun olsalar bile, bu bir avuç kişiye başeğmek ve onların yönetimini kabullenmek zorunda kalmazlar mı? Teknik diktatörlüklerin en yaygın örneğini, silah zoruyla ele geçirilen ve sömürge durumuna sokulan ülkelerdeki yönetim biçimi oluşturur. İmparatorlukların ya da sömürgeci devletlerin, egemen oldukları ülkelere atadıkları yöneticilerin iktidarda bulunduğu rejimlerin ne yapısal ne de inançsal bunalımların ürünü olmadıkları açıktır. Duverger, askeri diktatörlükleri de aynı çerçevede değerlendiriyor. Ama bunun, hiçbir bunalımın olmadığı bir toplumda ortaya çıkması biçiminde anlaşılmaması gerekir. Sosyolojik bir diktatörlüğe neden olmayacak boyuttaki bir yapısal ya da geçici bunalım, çeşitli yollardan yapılan kışkırtma 1 arla büyütülüp, teknik bir diktatörlüğün ortamı hazırlanabilir. Ülkedeki bunalımın yapay olarak şişirilmesi için, askeri bir re-405
jimi kendi çıkarına gören çeşitli iç ve dış güçler çaba gösterebilirler. Nazi rejiminin oluşmasında rol oynayan Reichtag (Ulusal Meclis) yangını bunun en üıılü örneklerindendir. Yangının komünistler tarafından değü, Naziler tarafından bir kışkırtma. amacıyla çıkarıldığı, yıllar sonra kanıtianmıştır. Troçki'nin dediği gibi, normal koşullarda "orduya karşı devrim yapılamaz"ya da ordunun yaptığı bir darbeye de engel olunamaz. Bir teknik diktatörlüğün yıkılması, kısa dönemde, kendi iç çelişkilerine veya dış kaynaklı etkilere bağlıdır; ama, sosyolojik bir diktatörlüğe dönüşmezse, uzun sürede mudaka yıkılır. 1920 yılında Berlin'de iktidara el koyan general Lüttwitz, eğer ertesi günü tüm ülkede gerçekleşen genel grev sonucu yıkıldıysa, bunda, darbeci generalin ordunun çoğunîuğunca desteklenmemesinin rolü büyüktü. Ordudan kaynaklanan bir darbeyi, gene ordunun kendisinin önleyebileceğini söylemek yanlış olmaz. Duverger'ııin araştırması gösteriyor ki, bir dikta rejimiinn sert mi yumuşak mi, ilerici mi tutucu mu olacağı, o diktatörlüğü kuran ve yönetenlerin niyetlerine bağlı değildir. Kadife eldivenli, hoşgörülü bîr diktatörlük oluşturmaya niyeüenenler, kendilerine karşın, acımasız, hoşgörüsüz, katı bir rejim oluşturmak zorunda kalabilirler. İlerici, devrimci bir dikta düşünenler de, gene ellerinde olmadan, tutucu, çağdışı bir yönde gelişebilirler. Teknik diktatörlük, özellikle silahlı güce dayandığı için, yaşayabilmesi, öteki diktatörlüklerden çok daha fazla baskı ve şiddet kullanmasına bağlıdır. Diktanın yönünü ülkenin gelişme düzeyi ve güçler dengesi belirler. Üstelik bir diktatörlük, ilerici veya tutucu olabileceği gibi, bazı durumlarda orta-yolcu da olabilir. Maurıce Duverger'nin diktatörlük kuramını daha önce ana çizgileriyle görmüştük: Ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, dikta olasılığı azalır; ama bu diktanın tutucu olma olasılığı artar. Buna karşdık, geri kalmış ülkelerde dikta olasılığı ve o diktanın da ilerici olma olasılığı fazladır. Gelişmekte olan ülkelerin en üstünde, ya da gelişmiş ülkelerin en altında yer alanlarda diktatörlük olasılığı artarken, bu diktatörlüğün devrimci -406
\ a ela karşı-deyrimci olma olasılığı hemen lıemen aynıdır. 20. yy. komünist ve faşist rejimleri, daha çok bu gelişme düzeyindeki ülkelerde ortaya çıkmıştır. Ama, ülkenin gelişme düzeyi ne olursa olsun, teknik diktatörlüklerin ilerici olması çok zordur. Askeri diktatürlükler, ancak ekonomisi tarıma dayalı, toplumsal yapısı "ilkel" olarak nitelendirilebilecek ülkelerde ilerici bir nitelik kazanabilirler. Duverger, bu genel çerçeveye ek olarak şu açıklamayı da getiriyor: "Eğer diktatörlüğün ortaya çıkması yeterince gecikmişse, eğer bunalım ilerlemişse, eğer yeni toplumsal güçler eskilerine oranla daha fazla gelişmişse, rejimin devrimci olma şansı daha fazladır. Eğer diktatörlük, toplumsal güçler ve yeni düşünceler daha çekirdek halinde iken, erken doğum yaparsa, rejimde karşı-devrimci, tepkici eğilim ağır basar." Baskı rejimleriyle ilgili genel değerlendirmeyi sonuçlandırmadan önce, bizim "denge kuramı''mızı bir kez daha anınA samakta yarar var: Her siyasa) iktidar, bir güç dengesini yansıtır. Toplumsal güç dengesini siyasal iktidara barışçı yollardan yansıtan rejim demokratiktir. Toplumdaki güç dengesinin deA ğişmesine karşın siyasal iktidar değişmemekte direniyorsaJ rejim içindeki çatışma, rejim üzerindeki bir çatışmaya dönüşür. Bu, rejimin yükselen yeni toplumsal güçlere iktidar yolunu kapadığı anlamını taşır ki, artık toplumsal barışın bu çerçevede korunabilmesine olanak yoktur. Yeni güçlerin, güçleri ölçüsünde etkili olabilmelerine elverecek yasal olanaklar sağlanıncaya kadar, tepki ve karşı tepki biçiminde şiddete başvurulur. Baskı rejimleri gündeme gelir. 19. yy.ın ilk yarısında Batı Avrupa'da görülen işçi ayaklanmaları, o rejimlerin giderek güçlenen bu yeni sınıfa, kendi çıkarlarını ve dünya görüşünü savunmak için gerekli yasal hak ve özgürlüklerin tanınmamasmın sonucuydu, işçiler oy hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, grev ve toplu sözleşme özgürlüğünü ele geçirdiklerinde, rejime karşı bir güç olmaktan çıkıp, demokrasiyi savunan temel güçlerden birine dönüştüler. Ama o noktaya ulaşılıncaya kadar, baskı ve şiddete dayalı çözümler sık sık gündeme geldi. -407
Konuyu noktalarken, bir dikta rejiminden nasıl çıkılır, nasıl kurtuluııur sorusunu yanıtlamak gerekir: Baskı rejimlerinin ani bir değişmeyle sona ermeleri, ancak savaş sonucu rejimin yıkılması, ordunun zayıflaması veya rejimle bütünleşmiş olan diktatörün ölmesiyle olanaklıdır. Almanya'da nazizim, İtalya'da faşizm, savaş sonucu yıkıldılar, ispanya ve Portekiz, Franco ve Salazar'ın ölümüyle diktatörlükten kurtuldu. Yunanistan'da albaylar cuntasının yıkılmasını, Türkiye'nin 1974 yılında Kıbrıs'a yaptığı askeri miidahelenin yarattığı etki sağladı. Askeri rejimlerde sık rastlanan darbeler ise, rejimi değiştirmekten çok, rejim içi iktidar mücadelesini yansıtır. Baskı rejimlerinden evrimle çıkılması, zamanla iç ve dış koşulların değişmesine, rejimi baskı ve şiddet kullanmaya iten nedenlerin ortadan kalkmasına bağlıdır. Kitlelerin istemlerine yanıt vermeyen bir toplumsal düzen eğer değişmemekte direniyorsa, bir baskı rejimine dayanmak zorundadır. Toplumsal istemleri karşılayacak olanakları arttıkça, baskı gereği azalır. Örneğin, ileri üretim düzeyi ve dış sömürü olanakları batılı toplumların daha hakça bir paylaşımı kurumlaştırmasını ve demokratik bir rejime geçişini kolaylaştırmıştır. Açık ya da kapalı bir baskı, o toplumda varolan bir ayrıcalığın, ya da düzene yönelik bir tehlikenin ürünüdür. Ayrıcalıklar kalktıkça, rejime yönelik tehditler azaldıkça, baskıların gerekçesi de yokolur. Çoğunlukla da, söz konusu tehditler, ayrrcalıkların yarattığı bir durumdur. b) M a r k s i s t R e j i m l e r Marksist rejimler, adı üzerinde, büyük ölçüde marksist kuramdan, marksist ideolojiden esinlenmiş, ona uygun olarak biçimlenmeye çalrşmrş ve çalışan rejimlerdir. Nasıl ki, batılı ülkelerde rejimin yasallığı liberal demokrasiye, bazı islam ülkelerinde rejimin yasallığı İslama uygunluğuyla ölçülüyorsa, maıksist olarak nitelendirilebilecek olan ülkelerde de, rejimin yasalhğmın ölçütü, marksizme olan uygunluğudur. Bu nedenle, önce kuramsal çerçeveyi, sonra bu tür rejimlerin oluşturduğu ortamı ve sonunda da, özelliklerini göreceğiz. -408
M a r x ' a göre, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, küçük işletmeler rekabete dayanamayıp kapanırken, büyük ölçeklerde üretim yaygınlaştı. îş bölümü ve sadece belli malların üretimini yapan, uzmanlaşmış işletmeler arttı. Böylece çeşidi işletmeler, birbirlerinin tamamlayıcısı olarak çalışmaya ve onbinlerce işçinin katıldığı üretim, toplumsallaşmaya başladı. Buna karşılık, üretim araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle, üretimin denetiminin özel kişderin elinde olması sürüyor ve giderek daha az kişinin egemenliğine giriyordu. Tüm üretimi yapan işçi, kendi ürettiği mal üzerinde hiçbir söz hakkına sahip değddi. Ama devlet, bu üretim, dağıtım ve paylaşma biçimini korumak üzere örgütlenmişti. İşçinin yarattığı artı-değer sayesinde güçlenen kentsoylu sınıf (burjuvazi) ve toprağın geliri sayesinde emek sarfetmeden yaşayan büyük toprak sahipleri, bu ayrıcalıklı konumlarından kendi rızalanyla vazgeçmiyecekleri için, çelişki giderek büyüyecek ve bu düzen, bir patlamayla yıkılacaktı. Marksizme göre, kapitalist düzeni yıkacak güç, işçi sınıfıdır. Çünkü, tüm üretimi yaptığı halde, serbest rekabet nedeniyle, giderek boğaz tokluğuna çalışmak zorunda kalan sınıf da işçi sınıfıdır. Düzenden en çok zarar gören gücün, düzeni yıkacak olan hareketin dayanak noktasını oluşturması doğaldır. Kapitalist toplum yıkılınca, bütün üretim araçlarının toplumsallaştırılacağı, tüm toplumsal denetimin emekçi sınıfların elinde olacağı, sosyalist topluma geçilecektir. Sosyalist toplumun ilk aşamasında, üretim düzeyinin sınırlı olması nedeniyle, "herkesin toplumsal üretime yeteneği ölçüsünde katılacağı, buna karşılık, katkısı ölçüsünde pay alacağı" bir paylaşım söz konusudur. Ama sosyalist toplumda herkes çalışmak ve üretmek durumunda olacağından, üretim ilişkderindeki çelişkiler kalkacağından, giderek daha ileri bir üretim düzeyine ulaşılacaktır. Bu aşamada artık dağıtım sorunu çözülecek ve paylaşım, "herkesten yeteneğine göre alma, herkese gereksinmesi kadar verme" ilkesine göre yapılacaktır. Paylaşım ayrıcalıklarının ortadan kalkacağı bu aşamada, artık toplumsal ayrıcalıkların korunmasına gerek kalmıyacağı için, devletin varoluş nedeni de ortadan kalkacaktır. Çünkü, devlet "bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki egemenliğini sürdürmeye -409
yönelik bir makina"dan başka birşey değildir (Lenin). Engels, "komünizmin üst aşaması"'nda, devletin yokolmasıyla ortaya çıkacak durumu şöyle anlatıyor: "Eskiden onların dışında olan, yabancı yasalar gibi, onların toplumsal hareketlerini dışardan sınırlayan, onlara egemen olan yasalar, nedenlerini tamamen gören insanların kendileri tarafından uygulanacak ve denetlenecektir. O ana kadar insanlara doğa ve tarih tarafından zorla kabul ettirilmiş gibi görünen bir arada yaşama bile, kendilerinin özgür bir eseri haline gelecektir. O ana kadar tarihe egemen olan yabancı ve öznel (sübjektif) güçler, insanların denetimi altına girecektir (...) Bu, insan türünün, zorunlukların egemenliğinden özgürlüğün egemenliğine sıçrayışıdır." Marksizm açısından, kapitalist düzenin yıkılması ve komünizmin üst aşamasına ulaşılması, kendiliğinden ve bir çırpıda olamıyacağına göre, bu geçiş döneminde, burjuvazinin diktatörlüğü olan rejimin yerine, "proleteryanın diktatörlüğü" zorunludur. Lenin, işçi sınıfının diktatörlüğü olarak yorumlanabilecek olan bu kavramı şöyle açıklıyor: "Proleterya diktatörlüğü, siyasal iktidarı ele geçiren, muzaffer işçi sınıfının sınıf kavgasıdır. Bu, yenilen ama yokolmayan, direnmekten vazgeçmeyen, tersine, direncini yoğunlaştıran bir burjuvaziye karşı verilen bir savaşımdır." Görülüyor ki, proleterya diktatörlüğü, eskiden burjuvazinin işçi sınıfına karşı kullandığı, devletin baskı olanaklarını, bu kez işçi sınıfının burjuvaziye karşı kullanması anlamına geliyor. Marx, her düzeyde, emekçilerin doğrudan seçeceği komite ve kurulların yönetime egemen olmasını düşünüyordu. Oysa Lcniiı, proleteryanın doğrudan egemen olacağı sistemi, "ezilenlerin öncülerinin egemen sınıf olacağı" bir sistemi dönüştürdü. Proleterya diktatörlüğü, aslında işçi sınıfının değil, o sınıfı temsil ettiğini öne süren Komünist Parti'nin diktası oldu. Komünist Partisi ise, herkesin üye olamıyacağı, marksizmi benimsemiş bilinçli bir azınlığın örgütüydü. Staliıı döneminde, proleterya diktatörlüğü, Komünist Partisi'nin değil, tek bir kişinin diktatörlüğüne dönüştü. -410
Marx'm gelişmiş kapitalist ülkeler için öngördüğü, önce İngiltere'de, Almanya'da beklediği devrim, yarı kapitalistyarı feodal bir ülke olan Çarlık Rusya'sında patlak verdi. Bunun iki önemli nedeni vardı: Bir yandan, dış sömürünün sağladığı gelirler ve içteki yüksek üretim düzeci, toplumdaki emekçi sınıflara önemli ödünler verilmesine olanak sağlıyordu. Öte yandan, işçilerin uzun bir savaşımla elde ettikleri, sendikalaşma, grev, toplu sözleşme ve oy hakkı gibi olanaklar, sınıflar arası dengenin Marx'm öngördüğü ölçüde bozulmasını önledi. Çıkar çatışmasında, para gücünün karşısına sayı ve örgüt gücü çıktı. Büyük patlama olmadı. Marksist devrim, "kapitalizmin en zayıf halkası" olan ülkede^ Rusya'da gerçekleşti. Rusya'nın hiçbir demokrasi deneyimi ye geleneğine sahip bulunmaması ve ilk marksist devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde yarattığı endişeler, bu ilk deneyimi ölümsüz yönde etkiledi. 18.yy sonlarında, Rus Çarlığı'nın çelişkili bir yapısı vardı. Bir yanda Moskova ve St. Petesburg (şimdiki Leningrad) çevresinde yoğunlaşan kapitalist işletmeler ve onlara bağlı, çağdaş anlamda bir işçi sınıfı; öte yanda, kırsal kesimde egemenliğini sürdüren feodal ilişkiler. 1917 devrimi, bu işçi sınıfının katkılarıyla, ama, özellikle Çarlık ordusunun 1. Dünya Savaşı nedeniyle, maddi ve manevi açıdan tükenmiş oluşundan yararlanarak gerçekleşti. Asıl adı Rus Sosyalist Demokratik İşçi Partisi olan Rus Komünist Partisi'ııin çoğunluk kanadı Bolşevikler, ülke yönetimine el koyduğunda, dışda Almanya'ya karşı süren savaşa ek olarak, çite de de yeni rejime karşı silahlı bir mücadele başladı. İngiltere, Fransa ve ABD, komünist rejimi yıkmak, "kötü ve tehlikeli" bir örneği ortadan kaldırmak istiyorlardı. Özellikle tarım kesimindeki kamulaştırmalar üzerine, üredm durma noktasına geldi; buna direnen köylüler yer yer ürünleri bile yaktılar. 1921 yılında, Lcnin, N E P (Yeni Ekonomi Siyaseti) ile geri bir adım atmak, kırsal kesimde yapdan toprak reformunun arkasından özel mülkiyete açık kapı bırakmak ve kentlerde de, küçük özel girişimlere izin vermek zorunda kaldı. -411
1924 yılında Lenin ölünce, iki önder adayı, iki değişik çizgi öneriyorlardı: Troçki'ye göre, Rus sosyalizminin yaşayabilmesi, sürekli devrime, yani diğer kapitalist ülkelerde de benzer devrimlerin olmasına bağlıydı. Eğer tek ülkede (Rusya'da) sosyalizm yerleştirilmek istenirse, bu ekonomik açıdan güçlü olmayı ve dolayısıyle de fazla etkili ve güçlü bir bürokrasiyi zorunlu kılacaktı. Asıl gücün bürokrasinin eline geçmesi ise, sosyalizmi yozlaştıracaktı. Stalin için dk amaç, tersine, sosyalizmi önce Rusya'da kurmak ve güçlendirmekti. Ancak çok güçlü bir sosyalist ülke ortaya çıktıktan sonra, diğer ülkelerdeki devrimler kolaylaşacaktı. Mücadelede kazanan Stalin oldu ve ilk iş olarak NEP'e son vererek, toprakta kollektif mülkiyeti gerçekleştirip, güçlü bir sanayi için beş yıllık planları başlattı. Hızlı sanayileşmeyle birlikte, en ufak bir muhalefete bile hoşgörü göstermeyen, aydınları ezen, toplumu oluşturan öğeleri tam bir denetim altına alan, aşırı baskıcı bir polis ve korku devleti çıktı ortaya. Böylesine katı bir diktatörlüğün gerekçesi olarak, rejimin içte ve dışta karşı karşıya olduğu tehdit ve tehlikeler gösterilmiştir. Ama, zamanla, içte rejime karşı güçler hemen tamamen yokoldu. Dışda, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi ordularına karşı savaşan Kızılırdu'nun girdiği Doğu Avrupa ülkelerinde, Sovyet modelinden esinlenen rejimlerin kurulması sağlandı. Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında, gene marksizmden esinlenen rejimler ortaya çıktı. 1952 yılında Sovyetler Birliği'niıı atom bombasını yapmasından sonra da, ortaya gerçek bir güç dengesi çıktı. ABD'nin önderliğindeki Batı ile, SSCB'nin önderliğindeki Doğu blokları arasındaki bu güç dengesinin katkısıyla, "Soğuk Savaşım yerini "Yumuşama ' (detante) dönemi aldı. Ama baskı rejiminin gösterilen tüm gerekçeleri ortadan kalktığı halde, rejim ana özelliklerini büyük ölçüde korudu; düşünce, anlatım ve örgüdenme özgürlüğünü, yasal muhalefeti, siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle el değiştirmesini kabul etmedi. Lenin, "Toplumda sınıflar bir vuruşla ortadan kalkmaz; proleterya diktatörlüğü döneminde de sınıflar olmuştur ve olacaktır. Proleterya diktatörlüğü, ancak sınıflar tam anlamıyla kalkınca yokolacaktır" demişti. Oysa SSCB'nde üretim araçları üzerindeki özel mül-412
kiyetin kalkmasına vc marksist anlamda bir egemen sınıfın bulunmamasına karşın, devleti yöneten bir bürokrat-teknokrat seçkin azınlığın ayrıcalıklı konumu sürmektedir. Rejimin bir ölçünün ötesinde demokratikleşmesi ve yönetimin gerçek özgür seçimlerle belirlenmesi ise,s bu saltanatın sonu olabilecektir. Rejim, bunca yıldan sonra, halkın büyük çoğunluğunun gözünde yasallık kazandığına göre, bir baskı rejiminin sürmesi, rejimle ilgili bir "inanç bunalımı"na bağlanamaz. Öyleyse, temel neden, bir yanda toplumda demokratik kültür birikiminin olmayışı, öte yandan da ayrıcalıklı bir kesimin varlığıdır. SSCB, eğitim düzeyi ve özellikle de yüksek öğretim görmüş olanların sayısı ve oranı hızla artan bir toplum oluşturuyor. İnsanların eğitim düzeyi yükseldikçe ve daha özgürlükçü toplumlarla ilişkileri arttıkça, daha çok özgürlük istemeleri doğaldır. Özgür araştırma ve düşünce alışverişi, bilimsel gelişmenin temel koşullarmdandır. Merkezi planlama, zorunlu tasarruf ve disiplinli bir toplumsal yaşam biçimi ile geri kalmışlıktan kurtulup sanayileşen SSCB'nin hızlı kalkınması bir duraklama dönemine girmiştir. 1986'dan başlayarak, Gorbaçov'un daha katılımcı ve özgürlükçü bir yönde yapısal değişiklik çabalarının, bu nedenlerden kaynaklandığı söylenebilir. Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya gibi ülkelerin demokratik sosyalizm yönündeki hareketlere çok daha önce sahne olmasının nedenleri arasında, onların tarihlerinden gelen bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi geleneği önemli bir yer tutar. Sovyet örneği de gösteriyor ki, yalnızca alt yapının değişmesi yetmiyor; siyasal kurumların değişiminde kültürel etkenlerin de azımsaıımıyacak bir rolü var. Alt yapısal olanakları çok daha yetersiz olan Türkiye'de, daha özgürlükçü bir rejimin bulunabilmesi, Kemalist Kültür Devrimi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Alt yapılarını değiştirenler, üst yapının istenen doğrultuda değişmesi için ayrıca çaba göstermek zorundadırlar. c) Faşist R e j i m l e r N İlk faşist rejim 1922 yılında İtalya'da doğdu._1933 yılında iktidara gelen Alman Nazizmi, onun bir uzantısı ve taklidi ola-
-113
rak ortaya çıktı. 1927 yılında Portekiz'de, 1930 yılında Japonya' da ve 1938 yılında İspanya'da kurulan rejimler de, hep benzer bazı özellikler taşıdılar. Daha çok belirli düzeyin üzerinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu rejimlerin hepsini faşist olarak nitelendirmek eğilimi yaygınlaştı. Hepsi de tek partiye dayalı otoriter rejimlerdi ve ekonomik açıdan güçlü toplum kesimlerinin çıkarlarına öncelik veriyorlardı. Marksizmin tersine, faşizm, akıldan çok duygulara seslenen, maddi değerlerden çok manevi değerlere önem veren bir ideolojidir. Başka bir deyişle, marksizm maddeci, faşizm işe ülkücüdür. Mussolini, faşizmin akla ve bilime değil, inanca dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır. Marksizmin kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına karşılık, faşizm bazı parçaların toplamıyla ortaya çıkmış gibidir. Faşizm, aristokrasinin ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkan tutucu ideolojinin, bir bakıma, farklı koşullardaki bir uzantısı sayılabilir. • jFa^izm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; İnsanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyun eğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlık bundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemejılik hakkı en üstün olan kişinindir, tek şefindir. Bu tek şef, İtalya'da "Duçe" (Mussolini), Almanya'da "Fiihrer" (Hider), İspanya'da "Cadillo" (Franco) adını alır. Örneğin "Fiihrer" halk seçtiği için değü, "Fiihrer" olduğu için iktidara sahiptir ve bu nedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Faşizme göre, insanlar eşit olmadığı gibi, ırklar da eşit değildir. Nasıl ki bazı insanlar üstün ve hükmetmek için yaratılmışlarsa, bazı ırklar ela aşağı yaratılmışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmesi de gene, insanlığın yararınadır. Faşizm karamsar bir ideolojidir: Normal insan kötü ve yetersizdir. Çıkarının nerede okluğunu bilemez. Onu yönlendirmek, doğru yolu göstermek gerekir. Onun bencil davranmasına, hayvansal içgüdülerle hareket etmesine, kötülük yapmasına en-414
gel olmak için baskı zorunludur. Kendisi için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bdemeyen insan için özgürlük zararlıdır. Faşizmin otoriterlik özelliği, eşitsizlikçiliğinin ve karamsarlığının doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Büyüğe ve en üstte de şefe, mutlak boyun eğmek esastır. Eşitlik olmadığına göre, tartışmaya da yer yoktur. Bu nedenlerden dolayı, demokrasi zayıf bir rejimdir, komünizmi ve ahlâk çürümesini önleyemez. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Liberalizm "ahlâk dışı" bir ideolojidir. Hitler'e göre, "zamanını ahmak milletvekillerini ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez" • Mussolini'nin ifadesiyle, "Faşizmin temeli devlet kuramıdır. Tüm bireyler ve topluluklar, devlet karşısında göreli bir nitelik taşırlar." Toplum bireylerin iradeleriyle oluşmaz. Birey amaç değil, devletin hizmetinde bir araçtır. Önemli olan birey değil, ade, grup ve toplumdur. Hiçbir şey devletin dışında veya karşısında olamaz; herşey devletin içinde olmak zorundadır. " Tek şef, tek örgüt, tek devlet" biçiminde özetlenebilecek olan faşist totaliterlik, faşist tekeledik, işte bu zihniyetin ürünüdür. Faşizm barışçı değil, savaşçıdır, şiddet ve sertlik yanlısıdır, italya'da genç faşistlere şu ilke aşılanıyordu: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir." Birey, milliyetçi ülküler uğruna, kendini gözünü kırpmadan feda etmelidir. Saldırgan bir ulusçuluk anlayışı, faşizmin ırkçı, eşitsizlikçi ilkelerinin doğal sonucudur. Faşizm, bir balta çevresine bağlanmış değnek demeti anlamına gelen, italyanca "fascio" sözcüğünden kaynaklanmıştır. Fascio, güç. ve birlik simgesidir. Mussolini'nin \ 921 'de kurduğu Ulusal Faşist Partisi'nin 1922'de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, faşizm ulusal anlamını yitirip, uluslararası bir kavram olmaya başlamıştır. —-* * —
Birinci Dünya Savaşı sonunda, galip devletlerin yanında yer almasına karşın, "Büyük İtalya" düşleri yıkılmıştı. Savaşın yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar gündeme gelmişti. Vılda iki bine yakın grev oluyor, yoğun işten çıkarmalar ve ücretlerin düşüklüğü karşısında fabrikalar işgal eddiyordu. -415
Sanayileşmiş Kuzey İtalya'da durum böyleyken, Güney İtalya' da da toprak işgaüeri yaygmlaşıyordu. Komünizm korkusu, üst ve orta sınıflarda belirginleşmeye başlamıştı. Benito Mussolini'nin örgütlediği "faşo" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patiamaları terörle sindirmek için harekete geçtiler. Bu çetelerin biraraya gelmesiyle, 1921'de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumda düzeni ve Büyük Roma İmparatorluğu'nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güç olarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar. Faşizm, proleterleşmekten korkan orta sınıfların özlemlerine yanıt veriyordu. Orta sınıflar için komünizm 11e ölçüde tehlike ise, kapitalizmin gelişmesi ve sermaye birikiminin hızlanması da o ölçüde istenmeyen bir şeydi. Bu nedenle, faşist propaganda, ulusçulukla birlikte, bir ölçüde kapitalizm ve büyük sermaye eleştirisini de içeriyordu. Ekonomik bakımdan etkdenen alt sınıflar ile küçük mülkiyet sahibi orta sınıfların desteği böylece sağlandı. Ama faşist rejim oluşunca, büyük sermayenin çıkarları yönünde işledi. 1922 yılında, seçimlerde başarı sağlayan Faşistler, zor yoluna başvurarak, "Roma üzerine yürüyüş" düzenledder. Devlet güçleri seyirci kaldı ve Kral, Mussolini'yi başbakanlığa atadı. Mussolini, seçim yasasını değiştirerek, 1924 yalında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde, milletvekilliklerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğun kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve y a s a m a yetkisini de kendi elinde topladı. M u s s o l i n i ' n i n , 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesinde büyük rol oynayan "faşo" adlı çeteleri tasfiye etmesi dginçtir. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunlukla toplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar. "Faşo"\arm üyelerinin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Giderek toplumsal yaşamın tümü, devletin mutlak denetimi altına girdi. Tek sendikada toplanan işçüerin, işverence önerilen ücreti kabul etmemesi devlete isyan sayıldı. 1932 yılında, Faşist Parti'nin Duçe'nin emrinde ve faşist devletin hi~metin-416
de bir silahlı güç olduğu açıklandı. Faşist Parti, iııanç ve tartışmasız itaate dayalı dinsel bir topluluk gibiydi. Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusunuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur" diyordu. italyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussolini öldürüldü ve ayağından aşılarak halka gösterildi. Alman faşizminin kurucusu olan Hitler iıı oluşturduğu partinin Milliyetçi-Sosyalist Alman İşçi Partisi adını taşımış oluşu dikkat çekicidir. Çünkü, tıpkı İtalyan faşizminde olduğu gibi, Alman Nazizmi'nde de, çıkarlarına hizmet edilen toplum kesimi ile, dayanılan ve kullanılan toplum kesimi aynı değildir. Gene İtalya'da olduğu gibi, Hitler de, iktidara ulaşmasını üç koşulun biraraya gelmesine borçlu olmuştur: Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmak sonucu' kırılan ulusal gurur, komünizm tehlikesi ve 1929 yılında patlak veren büyük dünya ekonomik bunalımının yarattığı iflaslar ve işsizlik. Bunlara bir de, tarım ve sanayide tekellerin egemen olmasını ve bankaların sanayi tekelleriyle iç içe bulunmasını eklemek gerekir. Almanya' nın ileri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlar ve hammadde kaynakları ingiltere ve Fransa'nın elindeydi. İtalya' daki "faşo"lar gibi, sol hareketleri ve fabrika işgallerini ezmek için Almanya'da da, silahlı "SA" örgütleri kuruldu. "SA"lar da, îtalya'daki gibi, toplumun alt kesiminden gelen gençlerden oluşuyordu. Hitler, bir yandan tüm sorunların nedeni olarak yahudileri gösterirken, öte yandan da şu vaadlerde bulunuyordu: Tekelleri kamulaştırmak, toptancı ticaretin kârını paylaştırmak, büyük mağazaları küçük esnafa kiralamak, toprak reformu yapmak, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizmi" karşı önlem almak. 1933'de Cumhurbaşkanı mareşal Hinderburg'un Hitler'i başbakan atamasıyla birlikte, Nazilerin, İkinci Dünya Savaşı macerasını açıp yenilinceye kadar sürecek olan iktidar dönemleri başladı. Bu dönemde milyonlarca yahudi, insanlık dışı yöntemlerle öldürüldü. Meclis binası (Reichtag) yakılıp komiinist-417
lerin üzerine atılarak, büyük bir solcu avı yapıldı. Ama tüm bunlardan önce, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, Hitler'in ilk yaptığı şeylerden birisi, tıpkı Mussolini'nin yaptığı gibi, kendisini iktidara taşıyan SA örgütünü yok etmek, önde gelen üyelerini öldürmek oldu. Vadedilenlerle yapılanlar arasındaki büyük çelişkinin, belki de kaçınılmaz, bir sonucuydu bu. İsminde sosyalist ve işçi sözcüklerini taşıyan bir partinin büyük sermaye de bütünleşmesini, bu inançlı genç insanlara kabul ettirmek herhalde olanaksızdı. G e n c a y Şayian, faşizmin toplumsal tabanının, ekonomik bunalımdan ençok etkdenen kesimler olduğunu vurguladıktan sonra, şöyle diyor: "Bunalıma giren toplum için, mevcut egemen ideoloji yetersiz kalmaya, sistemin kurumlan işlevlerini yerine getirmemeye, temsil edenlerle temsil edilenler arasındaki bağ kaybolmaya başlayınca, faşist dönüşüm için ortam hazırlanmış sayılabilir." Bir görüşe göre, faşizm, yeterince dış pazar ve hammadde bulamayan sanayileşmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkmıştır. Dış pazarları ele geçiren İngiltere ve Fransa'da demokrasi gelişirken, Almanya ve İtalya'da faşist rejimlerin ortaya çıkması bundandır. Dış pazarlara açılamayan ekonomi büyüyememekte, dıştan aktarılan kâr olmayınca, içte emekçi sınıflara ödün vermek, onların tepkilerini yumuşatmak olanağı kalmamaktadır. Bu durumda toplumsal patlamaları önlemek ve sermaye birikimini sağlayabilmek için, bir baskı ve şiddet rejimi kaçınılmaz olmaktadır. Oysa dış pazar'ar, kâr-ücret çelişkisini ülke dışına taşımak veya taşırmak olanağını sağlamaktadır. Ekonomik bunalım dönemleri, geniş halk kitlelerini rahatlatabdecek olanakların kısıldığı koşullan içerdiği için, toplumsal huzursuzlukları baskı ve şiddet kullanarak önlemek, bir çözüm olarak gündeme gelmektedir. T . A d o r n o ve W. R e i c h gibi bilim adamları, faşizmin yalnızca ekonomik koşullardan harekede açıklanmasını kabul etmiyorlar. Toplumdaki kültürel özelliklerin de bu açıdan büyük önem taşıdığını savunuyorlar. Adorno, "Otoriter Kişilik ve Faşizm" adlı yapıtında; otoriteye boyun eğme, batıl inançları •kabullenme, hoşgörüsüzlük, ırkçılık, şiddetten hoşlanma gibi -418
eğilimlerin ağır bastığı bir kültürel yapının, faşizmin egemen olmasını nasıl kolaylaştırdığını anlatıyor. 3. G E R İ K A L M I Ş Ü L K E S İ S T E M L E R İ Geri kalmışlık konusuna, yeri geldikçe, çeşitli başlıklar altında değindik. Ama burada, konuyu bir bütün içinde yenidend e almak gerekiyor. Toplumlar açısından, geri kalmışlığın özellikleri nelerdir? Niçin bazı toplumlar daha hızlı gelişirken, bazıları çok daha ağır gelişmişlerdir? Gelişmişlerle geri kalmış ülkeler arasındaki ilişkiler, her iki tarafı da nasıl etkilemektedir? Ancak bu soruların yanıdarmı verdikten sonradır ki, geri kalmış ülke rejimlerini sağlıklı bir biçimde değerlendirebiliriz. Bu değerlendirmeyi yaparken, gene demokratik olmaya çalışanlarla diğerlerini ayrı başlıklar altında ele alacağız. a) Geri k a l m ı ş l ı ğ ı n Nedenleri v e Özellikleri Geri kalmışlık ya da az gelişmişlik, herşeyden önce ekonomik bir kavramdır. Dünya nüfusunun dörtte üçünü oluşturan geri kalmış ülke insanlarının çoğunluğu yoksul ve açtır. Bu yoksulluk, onların toplumsal yapılarını ve siyasal yaşamlarını da olumsuz yönde etkiler. Geri kalmış ülkelerde teknoloji geri, üretim düzeyi düşüktür. Ekonomi tarıma dayanmakta, sanayi çok daha sınırlı bir önem taşımaktadır. Enerji tüketimi azdır. Yeraltı kaynakları başta olmak üzere, doğal kaynaklar ülkenin kendi olanaklarıyla yeterince değerlendirilememektedir. Çünkü sermaye, teknoloji ve nitelikli insan gücü yetersizdir. Aracdardan oluşan ticaret kesimi, ülke ekonomisinden aşırı bir pay almaktadır. Kişi başına düşen ulusal gelir çok düşük, gelir dağılımı genellikle çok dengesizdir. Gelişmiş ülkelere bağımldık, özellikle ekonomik açıdan çok belirgindir. İşsiz ve yarı-işsiz oranı yüksektir. Geri kalmışlığın ekonomik özellikleri kadar, demografik özellikleri de belirgin ve önemlidir. Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızı, bazı durumlarda sıfıra yaklaştığı halde, içlerinde Tür-419
kiyc'nin de bulunduğu Üçüncü Dünya ülkelerinde, % 3'e kadar yükselen yıllık nüfus artışlarına rastlanır. Daha önCe de değindiğimiz gibi, sağlık teknolojisindeki gelişmeler, bu ülkelerdeki çok doğum-çok ölüm dengesini bozmuştur. Özellikle çocuk ölümlerindeki, aşı kampanyalarına bağlı azalma, nüfus artış lnzmı daha da arttırmıştır. Yüksek doğurganlığa bağlı hızlı nüfus artışı, kişi başına düşen ulusal gelirin yükselmesini, yaşam koşullarının düzelmesini zorlaştıran etkenlerden birisidir. Doğum oranının yüksekliğine karşılık, ortalama ömrün gelişmiş ülkelere göre düşük oluşu, bu ülkelerdeki nüfus yapısının da farklı olmasını sağlar: Geri kalmış ülkelerin nüfusları gençtir. Toplumlardaki gelişme düzeyi arttıkça, yaşlıların oram da artar. Yaşlıların oranının arttığı toplumlarda tutucu eğilimler güç kazanırken, gençlerin çoğunlukta olması, değişiklik isteklerinin ağrr basması demektir. Dış dünyayla kıyaslamanın yarattığı hoşnutsuzluk, toplumsal ve siyasal yaşamda istikrarı zorlaştırır. Geri kalmış ülkelerde beslenmenin yetersizliği, insan emeğinin yeterince verimli olmasını önler. Ekonomik olanakların kıtlığına bağlı olarak eğitim olanaklarının azlığı, işgücü verimini daha da olumsuz yönde etkiler. Kadm-erkek eşitsizlığ'nderı başlayan toplumsal eşitsizlikler, toplumun tüm düzey ve boyutlarında belirgindir. Toplumsal katmanlar arasındaki, bazen uçuruma varan farklılaşma, gelişmiş ülkelere göre çok daha çarpıcı ve rahatsız edicidir. Bu dengesizlik, toplumsal patlamaları kolaylaştıran, iç barışı zorlaştıran bir etki yapar. Büyük ayrıcalıkları olan toplum kesimleri, bu ayrıcalıklarını koruyabilmek için, her türlü baskı, sindirme veya uyutma yöntemlerine başvurmak zorunda kalırlar. Geri kalmış ülkelerin önemli bir bölümü, daha kabile aşamasından kurtulup, ulusal birliklerini bile sağlayamamışlardır. Toplumun geleneksel yapısı çözülmeye yüztutmuş, ama eski kurumların yerini yenileri alamamıştır. Eski ile yeni arasında bocalayan kuşaklar birbirinden kopmuş, birbirlerini anlayamaz, birbirlerine yeterince sevgi ve saygı duyamaz olmuşlardır. Toplumda hala gelenekler ve gelenekçi güçler egemendir; ama hızla -420
artan sorunlar, hızlı bir yapı değişikliğini zorunlu kılmaktadır. T ü m bu çelişkilerin yarattığı gerilim, ülkeyi kolaylıkla iki düşman cepheye bölebilir. Bu sağlıksız d u r u m u n bir nedeni de, orta sınıfların yok denecek kadar zayıf oluşudur. Varlıklı küçük bir azınlık ile yoksul büyük çoğunluk arasında denge oluşturabilecek böyle bir sınıfın güçsüzlüğünde, bu ülkelerin eski bir sömürge oluşlarının, gelişmiş bir asker-sivil bürokrasiye sahip bulunmamalarının rolü büyüktür. Türkiye, İspanya, Portekiz gibi ülkeler, bu açıdan şanslı istisnalardır. Geri kalmışlık olgusunu tek bir nedene bağlamak, kuşkusuz ki olanaksız. Bu çeşitli nedenlere değinmeden önce, bazılarının öne sürdüklerinin tersine, geri kalmışlığın ırksal nedenlere dayandırılamayacağını vurgulamak gerekir. Bir zamanlar çok üstün bir uygarlık yaratmış olan İnkalar ve Aztekler, beyaz ırktan değildiler. Bugün geri kalmış olan Hintliler ve Çinliler, eskiden beyazlardan çok daha ileri bir uygarlığın yaratıcısı idiler. Bugün bile beyaz ırktan olan birçok geri kalmış ya da gelişmekte olan toplum varken, sarı ırktan Japonlar, en ileri toplumlar arasında yer almaktadırlar. Geri kalmışlığın nedenlerinin başmda coğrafi etkenler gelir. Verimsiz, zengin maden yataklarından yoksun topraklar ve kurak, çok sıcak veya soğuk bir iklim, daha başlangıçta gelişmeyi zorlaştıran bir doğal ortam oluşturur. Açık denizlerle bağlantısı olmaması, özellikle gelişmenin belirli bir aşamasında olumsuz etki yapabilir. Yeni denizaşırı yolların aranması gereği, denizcilik teknolojisini geliştirmiş, başlıca denizci ülkelerin giderek sömürgeler edinmesine, hızla zenginleşmesine ve gelişmesine neden olmuştur. Demografik koşulların gelişmişlik düzeyi üzerindeki etkisini de biliyoruz. Hızlı nüfus artışı, çok daha hızlı bir gelişme sağlanamayınca, ekonomik büyüme hızını ağırlaştıran, sorunların çözümünü ve bu arada açlık sorununun çözümünü zorlaştıran bir etki yapmaktadır. Ekonomik gerilik, sermayenin ve sanayinin yetersizliği ile belirginleşir. Ama sermaye olmayınca yatırım yapılamaz, yatırım yapdamaymca gelir artmaz ve teknoloji gelişmez. Düşük -421
gelir ve teknolojik düzey ise, sermaye birikimini engeller. Bunlar geri kalmışlık kısır döngüsünün öğeleridir. Yeraltı ve yerüstü kaynakları zengin olanlar, önemli ticaret olanaklarına sahip bulunanlar, coğrafi konumları nedeniyle bazı teknolojileri daha önce geliştirme şansını ele geçirenler, sermaye birikimini sağlamış, gelişmelerini, ekonomik büyümelerini hızlandırmışlardır. Büyüyen ekonomi, yeni teknolojileri geliştirmeyi kolaylaştırmış ve böylece, gelişmişlerle geri kalmışlar arasındaki açıklık kapanacağına daha da açılmıştır. Gelişme düzeyi üzerinde rol oynayan önemli bir etken de, kültürdür. Örneğin Japonya'nın hızla gelişip ön sıralara yerleşmesinde, J a p o n halkının kültürel özelliklerinin belirleyici olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, bir J a p o n kalkınma modelini, o kültür yapısı olmadan, taklit etmek olanaksızdır. Eğer bir toplumda insanlar disiplinliyse, çalışkansa, işvereni bir çeşit baba ve işyerini de aile gibi görebiliyorsa, bunun nedenini o toplumun tarihsel evriminde aramak gerekir. İnsan-doğa ilişkisi ilk davranış biçimlerini ve o doğal çevreye uygun teknikleri yaratır. İnsan, çevrenin önüne çıkardığı sorunlara göre davranır ve çözümler arar. Evrimin daha sonraki aşamalarında karşılaşacağı sorunlara da, önceki deneyimlerinin ışığı altında, önceki alışkanlıklarıyla yaklaşır.. (Claude Levî-Strauss, ırkın kültürü değil, kültürün geniş anlamıyla ırkı belirlediği görüşünü savunuyor.) Geri kalmış ülkelerin özelliklerinden söz ederken, emperyalizm olgusuna da değinmek zorundayız. Bu olguyu gözönüne almadan, bu ülkelerin siyasal evrimlerini yeterince değerlendirebilmek olanağı yoktur. Emperyalizm, bugünkü kullanımı içindeki genel anlamıyla, bir ulusun başka bir ulusu denetleyebilmesidir. Çağımızda bu, sömürgeleştirme ve doğrudan işgal dışındaki süreçlerle gerçekleşebilmektedir. Lenin'e göre, emperyalizm, kapitalizmdeki tekelleşmenin son aşamasıdır. Ama Mao, Sovyetler Biriiği'nin de "halk demokrasileri"m ekonomik denetim altına aldığına dikkat çekerek, bunu "sosyal emperyalizm" olarak adlandırmıştır. Rudolf Hilferding, emperyalizmin üç aşamadan geçtiğini söylüyor. Birinci aşamada, gelişmiş kapitalist ülkeler, geri -422
kalmış ülkeleri ticaret yoluyla etkiliyor, dış pazarlarını genişletiyorlar. Bu aşamada, bir yandan bu ülkeler ekonomik sömürüye uğrarken, öte yandan geleneksel ekonomik yapıları yıkılıp, kapitalist süreçler harekete geçiyor. İkinci aşamada, geri kalmış ülkeler, gelişmiş ülkelerin gereksinme duydukları hammadde ve tarımsal üretim üzerinde uzmanlaşmaya itiliyorlar. Yani, uluslararası işbölümünde, sanayi üretimini gelişmişler, hammadde ve tarımsal ürün üretimini ikinciler üstleniyorlar; sanayi mallarının fiyatları Ue diğerlerinin fiyadarı arasındaki denge hep birinciler lehine bozuluyor. Eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaya başlamalarıyla birlikte, üçüncü aşamaya giriliyor. İleri teknoloji geliştirme olanağından yoksun, teknolojik açıdan dışa bağımlı olan bu ülkeler, emek-yoğun geri teknolojileri seçip, kendi sanayilerini yüksek gümrük duvar! arıyla koruyorlar. Bunun üzerine, gelişmiş ülkeler, geri kalmışların zayıf burjuvazisiyle işbirliği yapıp, o ülkelere "yabancı sermaye" aracılığıyla girmenin yolunu buluyorlar. Aslında söz konusu olan, çok uluslu tekelleşmiş sermayedir. Sanayileşmek için yabancı sermaye ve yabancı teknolojiye gerek duyan ülkelerin borç yükü sürekli artarken, giderek daha bağımlı duruma geliyorlar. Emperyalizmin, geri kalmış ülkelerdeki geleneksel dengeleri bozduğu, ama onun yerine, kendininkine benzer dengeleri de kuramadığı söylenebilir. Çünkü geri kalmış ülkelerin benzeri dış pazarlar elde etmeleri, hele benzeri bir dış sömürü düzeni kurmaları çok zordur. Bu nedenle de, içteki sınıfsal çelişkiler, özellikle de emek-sermaye çatışması artar. Çünkü, dışardan aktarılacak olanaklar bulunmayınca, sermaye birikimi ancak geniş halk kitlelerinin kemerleri sıkmasıyla sağlanabilir. Oysa bu kitleler, yaşamlarını sürdürebilmek için zorunlu gereksinmelerini bile güçlükle kaışılayabilmektedirler. Üstelik, emperyalizmin kitle iletişim araçlarıyla dünyaya yaydığı büyük tüketim eğilimi, böylesi bir azla yetinme tutumunun gönül rızasıyla benimsenmesini olanaksız kılar. b) Az g e l i ş m i ş D e m o k r a s i l e r Hiç kuşku yok ki, çoğulcu bir demokrasi, ancak çoğulcu bir toplumsal yapıda gelişebilir. Oysa geleneksel yapının ağırlığını -423
koruduğu, aşiret veya toprak ağalan ile dinsel güçler ittifakının karşısına, çağdaş teknolojiye dayalı üretici güçlerin çıkamadığı durumlarda, çoğulcu değü, ancak tekilci toplumlardan söz edilebilir. Bu nedenle de, geri kalmış ülkelerde demokratik rejimlerin yaşayabilmesi zordur. Gabriel A l m o n d ' a göre; Batı'da önce uluslar, sonra hükümet otoritesi ve yasaya saygı alışkanlığı oluştu. Zamanla seçim, siyasal partiler, baskı grupları ve iletişim araçları gelişti. Bunların sonucu olarak, "uyruk"lar "yurttaş"a dönüştü. Sonunda da sıra, refah isteklerinin gerçekleşmesine geldi. Oysa, "Teni ulusların devlet adamları, bu sorunların hepsiyle aynı anda karşı karşılıyorlar." Almond ve Powell'in birlikte belirledikleri gibi, geri kalmış ülkeler, devleti, ulusu, katılmayı ve paylaşmayı birlikte gerçekleştirmek zorundalar. Siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan ülkelerin seçkinleri için demokrasinin belirli bir çekiciliği vardır. Çünkü içlerinde önemli bir kesim, Batı üniversitelerinde okumuş ya da Batı kültürünün dolaylı yollardan etkisinle kalmışlardır. Üstelik özgürlük, özellikle aydınlar için doğal bir gereksinmedir. İnsan benliğini bulduğu ölçüde, toplumsal sorunlar üzerinde düşünmek ve düşündüğünü açıkça söyleyebilmek ister, buna engel olunduğunda mutsuz olur. Bu açıdan da demokrasi, yeni ulusların aydınları için çekicidir, tüm aydınlar için olduğu gibi, onlar için de demokrasi yalnız bir araç değil, aynı zamanda bir amaçtır. Buna karşılık, geri kalmış ülkelerin hızla sanayileşmek zorunda olmalarının gerektirdiği özverilerin demokrasi içinde sağlanması kolay değildir. Halkın çoğunluğunun okuma-yazma bile bilmemesi, açlık ya da yarı-açlık içinde olması da demokrasiyi zorlaştırır; bu, enaz insanca yaşam koşullarına sahip bulunmayan toplum kesimleri açısından anlamsızlaştırır. Seçme ve seçilme hakkı, bu insanlar için, ancak yoğun yoksulluğu değiştirme u m u d u verebildiği ölçüde önem taşıyabilir. Yoksa seçimler anlamını yitirir ve Duverger'nin deyimiyle; "Demokrasinin biçimsel yöntemleri, uygulandıkları zaman, sadece kitlelere kendilerinin çıkarı için oy verdirten derebeylerinin egemenliğini gizlemeye yarar." De-424
mokrasinin araç olarak görülmekten çıkıp amaç olabilmesi, halk kitlelerinin belirli bir eğitim ve yaşam düzeyine ulaşmış olmasına bağlıdır. Geri kalmış ülkelerin, demokrasinin özünden çok biçiminden yararlandıklarını söylemek yanlış olmaz. Siyasal bağımsızlıklarını elde ettikten sonra, Güneydoğu Asya ile Afrika ülkelerinin çoğu ilk aşamada parlamenter sistemi denedder. Hatta anayasalarının kaleme alınması için, ünlü batdı anayasa hukuku uzmanlarından yararlandılar. Ancak bunlar içinde, yalnız Hindistan, Türkiye ile birlikte, parlamenter sistemi demokratik bir yönde geliştirip, yaşatma şansına sahip oldu. • Türkiye ile Hindistan'ın bu başarısında, iki önemli ortak koşul rol oynadı: Güçlü, kalabalık bir bürokrasi ve toplum üzerinde çok büyük etkisi olan bir ulusal önder. Türk toplumu, yüzyıllar süren bir imparatorluğu yönetmiş sivil-asker bir bürokrat kadroya sahipken, Hint bürokrasisi, sömürgeci ülke Ingdtere tarafından yetiştirilmişti ve sadece sayıca kalabalık olmakla kalmıyor, bazıları da İngiltere'de eğitim görmüş olmanın etküerini taşıyordu. Parlaman ter demokrasiyi kurmak isteyen öncü güçler de, onların toplumsal dayanağını oluşturacak belirli bir orta sınıf da, bu sayede ortaya çıkmıştı. Türkiye'de M u s t a f a K e m a l Atatürk'ün, Hindistan'da ise Pandit N e h r u ' n u n bu gelişimde oynadıkları rolü bdiyoruz. Ama bu iki ülke arasındaki, iki önemli farkı bu vesdeyle vurgulamak gerekir: Hindistan'ın çok karmaşık bir etnik yapıya, çok uluslu ve çok inançlı bir toplumsal yapıya sahip olmasına karşılık, Türkiye uluslaşma sürecinde çok derlemiş, daha tutarlı bir toplumsal yapıya sahipti; demokrasiyi kurmak açısından önem taşıyan ulusal bütünlüğünü sağlaması zor olmadı. Bu birinci fark Türkiye'de siyasal kurumların demokratikleşmesini kolaylaştırırken, rejimin dayandığı siyasal partiler açısından Hindistan daha şanslıydı. Türkiye'de Atatürk'ün kurduğu siyasal parti (CHP), çok köklü bir devrimin ve 27 ydlık tek parti yönetiminin yıpranmışlığı de ikinci parti durumun a düşerken; Hindistan Kongre Partisi, Duverger'nin deyimiyle "Egemen Parti" niteliğini ve iktidarı korudu. Hatta, Nehru -425
ailesinin (Pandit Nehru, kızı îndira Gandi, torunu Rajiv Gand i . . .) ülkedeki önderliği büyük ölçüde sürdü ve rejimin istikrarında rol oynadı. " Üçüncü Dünya" ülkeleri içinde parlamenter sistemi deneyenler, bu iki istisna dışında, ya zamanla rejimlerinin sivil veya askeri diktatörlüklere ya da başkanlık sistemine dönüştüğünü gördüler. Latin Amerika ülkeleri ise, zaten ABD rejiminin etkisi altında kalarak, doğrudan başkanlık sistemini denemekle işe başlamışlardı. Bu ülkelerin toplumsal özelliklerinin ve demokratik kültür yokluğunun, parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine yatkın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama bu tür ülkelerde, başkanlık sisteminin yürütmeye istikrar kazandırma şansının daha büyük olmasına karşılık, ülkedeki siyasal çatışmayı sertleştirme ve dikta eğilimlerini artırma gibi bir etkisi olduğu da yadsınamaz. Kemalist model, özellikle Orta-Doğu ve Afrika ülkeleri üzerinde etkili olurken, Latin Amerika ülkeleri üzerinde de Meksika modeli etkili oldu. Toprak reformuna ve işçi sendikalarına önem veren bir başkanlık sistemi olarak Meksika modeli, muhalefeti boğmamakla birlikte, Hindistan'daki gibi bir "Egemen Parti"ye dayanıyor. Kurumsal Devrim Partisi'nin ismi bile, geri kalmış ülkelerin ikili ve çelişkili gereksinmesi olan, hızlı değişme ile birlikte istikrarı çağrıştırıyor. Küba'daki Castro devriminin özellikle başlangıç yıllarındaki başarısı ve çekiciliğ i n e , Meksika modelinin Latin Amerika'daki etkisini bir ölçüde azalttığını söyleyebiliriz. Geri kalmış ülkelerde başkanlık sistemine daha çok rastlan masının en önemli nedeni, parlamenter sistemin siyasal istikrarızorlaştırmasıdır. Ulusal bütünlüğünü henüz yeterince sağlayamamış, hızlı toplumsal değişme nedeniyle geleneksel yapı çökerken, zıtlıkların, çelişkilerin, bölünmelerin arttığı, eski ile yeninin yan yana yaşadığı ve eski ile yeni arasında bocalayanların çoğunluğu oluşturduğu bir ortamda, aynı partinin uzun süre çoğunluğu koruması kolay değildir. Koalisyonların gerektirdiği uzlaşma ve hoşgörü alışkanlığı ise, henüz bu gibi ülkelerde yerleşmemiştir. Çünkü bunlar, yaşanarak, hata yapıla-426
rak, zaman içinde edinden alışkanlıklardır. Oysa başkanlık sistemi yürütme organına istikrar ve otorite sağlar. İster parlamenter, isterse başkanlık sistemi aracılığıyla olsun, demokrasinin - k a b a çizgüerle de olsa- uzunca süre uygulanabildiği Türkiye, Hindistan, Meksika, Şili, Aıjantin gibi ülkeler, diğer geri kalmış ülkelere göre daha fazla gelişmişlerdir. Demokrasinin tümüyle başarısız olduğu ülkeler ise, ekonomileri temelde tarıma dayalı olan, ya hiç ya da çok az sanayileşmiş, nüfusun ezici çoğunluğunun kırsal kesimde oturduğu ülkelerdir. Bu sınıfa giren ülkelerde, yalnız ekonomik yapı değil, toplumsal yapı da demokrasiye elverişli değildir. Ulusal birliğin yeterince sağlanamamış olduğu bu ülkelerdeki toplumsal özelliklerin demokratik sistemle bağdaşmadan yanlarını Erhan K o k s a l şöyle sıralıyor: "Siyasal ve toplumsal eşitsizlikleri içeren, babaerkil davranışları destekleyen, otoriter siyasal yapıları kolaylıkla kabul eden, en azından hoşgörü ile karşılayan, ulusal-hukuksal otoriteden çok, karizmatik, geleneksel, kişisel, olağanüstü otoritelere değer veren, hatta büyü ve boş inançların devlet yönetiminde etkili olabildiği bir değerler sistemi. . ." Demokrasi, insan onuruna en uygun rejim olmakla birlikte, kurulması ve yaşatılması hiç de kolay olmayan bir rejimdir. 1929 büyük dünya ekonomik bunalımı gibi çalkantılara, gelişmiş ülke demokrasüerinin bile dayanamadığı ve yıkılarak, yerlerine acımasız baskı rejimlerinin kurulduğu gözönüne alınırsa, az gelişmiş ülkelerin az gelişmiş demokrasilerinin bunalımlar karşısındaki dayanaksızlığını doğal karşılamak gerekir. (Tıpkı, büyükleri nezle eden bir soğuğun, çocukların zatürre olmaları sonucunu doğurabilmesi gibi. . .) Demokrasi, gelişmiş ülkelerde doğal koşullarda, neredeyse kendiliğinden oluşmuşken, geri kalmış ülkelerde "sera"larda yetiştirilmektedir. Bu nedenle de, yaşaması ve gelişmesi için, giderek doğal ortamla bütünleşmesi için, ayrı bir özen göstermek gerekir. Bunalımlı dönemlerde, koşulların zorluklarını ve kişilerin günahlarını demokrasiye bağlamak yanlıştır.
-427
c) Tek Partili
Rejimler
Batılı ülkeler önce sanayi devrimini yaşadılar, kitlesel eğitim sonradan geldi. Oysa Üçüncü Dünya ülkelerinde, tersine, önce zihinler değişiyor, maddi çevredeki değişmeler arkadan geliyor. Maddi koşullar ağır değiştiği halde, manevi koşullar hızlı bir değişim geçiriyor. Gelişmiş ülkelerde olup bitenleri izleyen, onlardan etkilenen insanlar, kendi ülkelerindeki koşulların istekleri ölçüsünde iyileşmemesinden rahatsız ve mutsuz oluyorlar. Başka bir deyişle, ekonomik kalkınma toplumsal uyanışın gerisinde kaldığı, toplumsal düzen yarattığı beklentiler karşılayamadığı için, doğan huzursuzlukları bastırmak, patlamaları önleyebilmek, insanları daha azma razı edebilmek için baskı rejimleri kaçınılmazlaşabiliyor. Roger-Gerard Schwartzenberg'in de vurguladığı gibi, geri kalmış ülke rejimlerinin - b a z ı istisnalar dışında- üç önemli özelliği var: Tek parti, kişisel iktidar ve baskı. Orta sınıf güçlendikçe, demokrasinin yaşama şansı artar. Ezilmiş, çıkarlarını savunmak için yasal olanaklardan yoksun kalmış bir işçi sınıfı, komünizme temel oluşturur. Oysa geri kalmış ülkelerin çoğunluğunda, ne birinci duruma rastianır, ne de ikinci. Demokrasiyi kuramayan bu ülkelerin, Leninci komünist tek partiye dayalı bir rejim oluşturmaları da zordur. (Çin, Vietnam, Kamboçya ve K ü b a rejimleri, bu modele bir ölçüde yaklaşmakla birlikte, özel koşulların ürünüdür. Çin'de ve Vietnam'da, daha çok kırsal kesime dayanan komünist partiler, ulusal kurtuluş savaşı ile, K ü b a ' d a ise, tüm barışçı yolları tıkayan bir diktatöre karşı mücadele ile bütünleşerek iktidar oldular. Kamboç rejimi ise, içteki evrimden çok, dış etkilerin ürünüdür.) Geri kalmış ülkelerde rastlanan tek parti modelleri, daha çok Kemalist tek partiden etkilenmiş olmakla birlikte, yerine göre faşist ve bazı durumlarda komünist tek parti özelliklerinden de esinlenmişlerdir. Ama buradaki tercihler, yöneticilerin kişisel eğilimlerinden çok, ülkelerinin koşullarının sonucudur. Siyasal bağımsızlığın kazanılmasından sonra, geri kalmış ülkelerin önemli bir kesiminde, iki ya da çok partili demokrasi -428
denemeleri yaşandığını daha önce de belirtmiştik. Ama ekonomik ve toplumsal atılımlardaki başarısızlıklar ve uyanan beklentilerin karşılanamaması sonucunda doğan düşkırıklığı, kendisine hedef olarak çok partili sistemi seçmekte gecikmemiştir. Siyasal bağımsızlıkla birlikte doğan aşırı iyimser beklentilerin gerçekleşememesi, kısa zamanda siyasal sisteme bağlanmış ve tek parti yönünde hızlı bir gelişme ortaya çıkmıştır. Tek parti, bu ülkeler açısından, bir yandan ulusal bütünleşme, bir yandan da ekonomik ve toplumsal çağdaşlaşma aracı olarak görülmüştür. Henüz bir ulus oluşturamamış olan bu toplumlarda, çok partili sistem, kabile ve aşiret bölünmelerinin, etnik ve bazı durumlarda dinsel farklılıkların, partiler aracılığı ile yansıması tehlikesini getirmiştir. Toplumun daha uluslaşmadan bölünmesi ve h a t t a - b a z u d u r u m l a r d a - daha küçük devletçiklere ayrılması olasılığı ortaya çıkmıştır. Çad İlerici Partisi'nin 1963'deki genel kurulunda T o m balbaye'nin sarfettiği şu sözler, tek partinin nasıl modernleşme aracı olarak görüldüğünü çok iyi yansıtıyor: "Devam eden gelişme, tüm enerjilerin b'ıraraya gelmesini ve herkesin aynı hedefte birleşmesini gerektirmektedir. Tek parti, bu alanda, harekete geçirici bir güç olarak, temel bir rol oynayacaktır." Daha önce de vurguladığımız gibi, çoğulcu siyasal sistem, çoğulcu toplumsal yapının bir ürünüdür. Tekilci bir rejim, çoğulcu bir yapımn üzerinde sıkıntı yaratır; tıpkı iki ayaklı bir insanın, tek paçalı bir pantalonla yürümesi g i b i . . Ama toplumsal işbölümünün yeterince gelişmediği, toplumun çoğulcu bir görünüm kazanmadığı durumlarda, siyasal çoğulculuk gereksinme olmaktan çıkıp, yapay bölünmelere de neden olabilir. Lenin, tek sınıflı - y a n i sınıfsız- toplumun hedeflendiği Proleterya Diktatörlüğünde, tek partiden fazlasına gerek olmadığını düşünürken, kendi içinde tutarlıydı. Geri kalmış ülkelerin çoğunda ise, sınıflararası çelişkilerin belirginleşmediği, uzlaşmaz toplumsal çelişkileri olan toplumsal sınıfların henüz ortaya çıkmadığı gerekçesiyle, birden fazla siyasal partiye gerek olmadığı görüşüne yaygın olarak rastlanıyor. (Benzer bir görüş, cumhuriyetin ilk yıllarında K A D R O dergisi etrafında toplanan bir grup aydın tarafından Türkiye'de de savunulmuştu.) -429
Geri kalmış ülke tek partileri, yapı olarak komünist ve faşist tek partiden çok kemalist tek partiye daha yakındır. Bu partiler, öncü ve aşırı disiplinli seçkin bir kitleye değil, olabildiğince yaygın lıalk yığınlarına dayanmaya çalışırlar. Çünkü amaç, itici bir güç oluşturmaktan çok, önderin otoritesini güçlendirmek ve ona destek olmaktır. Ülkede varolmayan demokrasi parti içinde de yoktur. Parti iç seçimler, üyelerin yukarda saptanan adayları onaylamalarından öteye anlam taşımazlar. Partideki değişmeler tabandan değil, tavandan kaynaklanan kararlar sonucu ortaya çıkar. Tayanda egemen olan da, genellikle tek bir kişidir. Bu yapıdaki bir tek partiye dayalı rejimin, otoriter olması, baskıcı olması kaçınılmazdır. Üstelik işbölümünün yeterince gelişmemesi sonucu, toplumsal işlev ve yetkilerin belirli kurum ve ellerde toplanmış bulunması, rejimin bu özelliğini güçlendirmektedir. Ulusal birliğin sağlanması ve ekonomik-toplumsal gelişmenin hızlanması için, güçlü bir merkezi otoritenin varlığı da, çoğunlukla bir ön koşul gibi görünmektedir. Bu durum, Avrupa'da feodal beyliklerin yıkılıp ulusal devletin kurulması aşamasındaki, "mutlak krallık" rejiminin varoluş nedenine benzetebiliriz. İktidarın derebeyler arasında paylaşıldığı bir toplumun uluslaşabilmesi için, iktidarın tek elde toplandığı böyle bir aşamadan geçmesi herhalde kaçınılmazdı. Tek parti diktatörlükleri, çoğunlukla, yasama meclisinin, seçimlerin -anlamlarını büyük ölçüde yitirmiş olmakla beraberkorunduğu, sivil diktatörlerdir. Oysa Üçüncü Dünya'nın askeri diktatörlüklerinin, bu tür anayasal kurumlara görünüşü kurtarmak için saygı gösterdikleri durumlar istisna sayılabilir. Bunun nedeni ise, askerlerin sivillere duydukları güvensizlik ve küçümsemedir: Askeri diktatörlüklerin amacı, karışıklığı ve rüşveti önleyip, etkili bir yönetim kurmak, ulusal bütünlüğü sağlamaktır. Ama ya ordunun başındaki kişisel çekişmeler, ya da, özellikle Afrika'da görüldüğü gibi ast-üst çelişki ve çekişmeleri, askeri iktidarın istikrarını olumsuz yönde etkiler. Sierra Leone ve Dahomey gibi ülkelerde, ilk darbeyi yapan general ve albaylar yüzbaşılarca, yüzbaşılar da assubaylarca devrildi. Genç
-430
ülkelerde, darbe yapıp kendisini mareşal ilan eden çavuşlara bile rastlandığını biliyoruz. Duverger'nin, gelişme düzeyi arttıkça diktatörlüğün tutucu olma, gelişme düzeyi geriledikçe ilerici olma, olasılığının artacağı yolundaki görüşlerine daha önce değinmiştik. Özellikle ordunun bir baskı grubu olarak ele alındığı bölümde askeri diktatörlük konusu üzerinde durulduğu için, yeniden dönmeyeceğiz. Geri kalmışlığın alt sınırındaki ülkelerde hızlı değişme kaçınılmaz olduğu için, tutucu diktatörlüğün olanaksızlaşması bir yana, ordunun alt sınıflar için tek yükselme yolu oluşu da ilerici diktayı kolaylaştırır. Üçüncü Dünya'daki tutucu askeri diktatörlüklerin, daha çok Latin Amerika'da, geri kalmışların en gelişmişi durumundaki ülkelerde ortaya çıktığı bir gerçektir. SEÇİLMİŞ KAYNAKLAR Baran, Paul: Büyümenin Ekonomi Politiği, (Çev. E. Günçe), May yayınları, İstanbul, 1974. Burns, E d w a r d McNall: Çağdaş Siyasal Düşünceler. (Çev. A. Şenel), Birey ve Toplum Yay., Ankara ,1984. Cem, İ s m a i l : Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi. Cem Yayınevi, İstanbul, 1973. Duverger, M a u r i c e : Diktatörlük Dönüm Yayınevi, İstanbul, Emrealp, Sadun: Azgelişmişlik Toplum Y., Ankara, 1984.
Üstüne. (Çev. B. 1965.
Tanör),
ve Siyasal Tapılar. Birey ve
Friedrich, Cari.S. ve Brzezinski, Zbigniew K.: Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi (Çev. O. Onaran), Siy. İl. Türk. Der. Y., Ankara, 1964. Göze, Ayferi: Siyasal Düşünce Tarihi. İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1982. Koksal, Erhan: Az Gelişmiş Ülkelerde Demokratik Rejim Uygulaması. Teksir edilmiş doçentlik tezi, Ankara, 1981. -431
Linz, J u a n J.: Totaliter ve Otoriter Rejimler. (Çev. E. Özbudun), Siy. İlim. Türk Der. Yay., Ankara, 1975. Lipson, L e s l i e ; Demokratik Uygarlık. (Çev. H ; Gülalp, T. Alkan), Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1984. Mayo, Henry B.: Demokratik Teoriye Giriş. (Çev. E. Kongar), Siyasi İlim. Türk Der. Yay., Ankara, 1964. Macpherson, C.B.: Demokrasinin Gerçek Dünyası. (Çev. L. Köker), Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984. Moore, Barrington: Les origines sociales de la dictature et de la democratic. Maspero, Paris, 1979). (Tr. P. Clinquart). Pelikan, Jiri: Doğu Avrupa'da Sosyalist Muhalefet. (Çev. M. H. spatar), Kaynak Yayınları, İstanbul, 1984. Reich, W i l h e l m : Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı. (Çev. B. Onaran), Payel Yayınevi, İstanbul, 1975. Sarıca, M u r a t : Siyasi Düşünce Tarihi. Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1983. Sartori, Giovanni: Demokrasi Kuramı. (Çev. D. Baykal), Siyasi İlimler Türk Derneği Yay., Ankara, 1971. Soysal, M ü m t a z : Anayasaya Giriş. SBF Yayınları, Ankara, 1968. S c h w a r z e n b e r g , Roger-Gerard: Sociologie Politique. Edition Montchrestien, Paris, 1971. Şayian, Gencay: Çağdaş Siyasal Sistemler. T O D A İ E Ankara, 1981. Şenel, Alâeddin: Siyasal Düşünceler Tarihi. Ankara, 1982.
SBF
Yay.,
Yayınları,
Tunaya, Tarık Zafer: Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Sulhi Garan Mat., İstanbul, 1969. Wolfe, B e r t r a m D.: Devrim Tapan Üç Adam. (Çev. Ü. Oskay), Türk Siyasi İlimler Der. Yay., Ankara, 1969.
-432
AD DİZİNİ A Abadan Unat, Nermin 152, 251, 272, 369. Adler, Alfred 118. Adorno 118, 418. Ağaoğulları, Mehmet Ali 337. Akad, Mehmet 272. Alkan, Türker 100, 102, 108, 109, 152, 175, 288. Allen, William Sheridon 239. Almond, Gabriel 21, 74, 105, 424. Alpar, Cem 200. Araslı, Oya 252. Aristo (Aristotales) 8, 27, 45, 189, 391. Aron, Raymond 30, 69, 70, 76, 87, 213, 221, 280, 288, 373. Atatürk 200,210,287, 335,366, 382, 425. Atalay, Falih Rıfkı 239. Avcıoğlu, Doğan 42. Aziz, Aysel 51, 57, 109. B Balaman, Ali Rıza 57. Baran, Paul 431. Batmaz, Veysel 132, 176. Bayar, Celal 240. Baykal, Deniz 133, 144, 152, 357, 369. Bebel, August 148, 152. Bell, Daniel 107, 109. Berkes, Niyazi 288. Bernstein, 328. Besnard, J . V . 175. Birand, Mehmet Ali 272.
Birnbaum, Pierre 93, 272, 387. Bodin, Jean 29. Bon, Frederic 143. Bonaparte, Napolyon 204, 208, 210, 216, 316. Bosuter, Kudret 252. Bottomore, T.B. 21, 93, 201. Bouthoul, Gaston 5 5 - 57, 127, 132, 385, 387. Bozdag, Ismet 337. Bozdemir, Mevlüt 272. Brant, Willy 135. Brejnev, 62. Brinton, Crâne 381. Brunhes, Jean 40, 45. Buda 317. Burdeau, Georges 97, 301, 311. Burns, Edward. Me Nall 431. Brezinski, Zbigniew K. 431. C Calvin 316. Camara, Helder 317. Canale, Jean - Suret 143. Castro 306, 426. Cem, Ismail 431. Chariot, Jean 252. Chariot, Monica 354, 369. Chatelet, François - Pisier 387. Chazel François 272, 387. Childe, Gordon 38, 39, 45, 98, 109. Cohn, Bendit 311. Comte, August 10. -433
Constant, Benjamin 325, 394. Cot, Jean - Pierre 21, 109, 387. Cromwell 308, 404.
Ç Çakotin 352. Çam, Esat 15, 20, 93, 369. Çiftçi, Oya 153. D Dahl, R.A. 21, 279, 357. Dahrendorf, Ralp 376. Darwin 129. Daver, Bülent. 3, 21, 93, 288, 337, 354. Davis, Kingsley 182. Debray, Regis 311, 387. Decoufle, Andre 382, 386, 387. D'Enclausse - Schräm 201. De Mastre, Joseph 386. De Tocqueville, Alexis 11, 325, 380, 894. Dicle, Atilla 369. Dittes, 165. Divitçioğlu, Sencer 44, 45. Djilas, Milovan 289. Doğan, Mattei 150. Domenach, Jean - Marie 344, 354. Dupuis, G 21. Dürkheim 47, 82, 83, 175" Duverger, Maurice 5, 21, 32, 45, 57, 67, 68, 76, 94, 96, 109, 144, 151, 153, 196, 201, 229, 233, 235, 240, 252, 267, 271, 272, 289, 301, 311, 387, 404, 406, 424, 431. £ Easton, David 182. Eflatun 48, 184, 275, 330. Eidersfeld, S.J. 252. Emerson, Rubert 289. Emrealp, Sadun 431. Engels 44, 60, 184, 187, 189, 281, 327, 410. Ergil, Doğu 336, 337. Ergun, Doğan 201. -434
F Feuerbach 327. Filoux, J e a n - C l a u d e 221. Finer, S.E. 264. Fişek, Kurtan 369. Foulquie, Paul 132. Franco 331. Freud 100, 117, 126, 140. Friedrich, Carls 431. From 117, 132. G Galbraith, John Kenneth 271. Garaudy, Roger 65, 77, 201, 237, 320, 337. Gasset, Jose Ortega 275. Geç tan, Engin 132. Georgel, J 21. Gorbaçov 234, 413. Gottmann, Jean 221. Göbbels 304, 344, 351. Gökçe, Birsen 57. Gönlübol, Mehmet 221. Göze, Ayferi 94, 337, 431. Gramsci, Antonio 284, 289. Guevera, Che 384. Gurtvitch, Georges 369. Güvenç, Bozkurt 109, 178. H Haldun, İbni 176. Hassan, Ümit 45. Heper, Metin 273. Heraklit 7. Heredot 149, 390. Hertkovitz, M . J . 209. Hilferding, Rudolf 422. Hinder bung 417. Hitler 204, 208, 210, 317, 331, 344, 350, 417. Hobbes 309. Huntington 43.
I-t İbanez, Blasco 320. İbni, Haldun 8, 28, 35, 36, 40, 45, 87.
İnceoğlu, Metin 354. İnkeles 108. inönü, İsmet 232, 240, 287. Isa 314, 317. isen 132, 176.
J
Lipsan, Leslie 432. Lipset S.Martin 21,66,77,94,362,370. Locke, John 323, 393. Lundberg, Schräg Larsen 94, 175, 354. Luther 316. Liiksembourg, Rosa 191, 387. M
Jaruzelski 238. Jaures, Jean 328. Jean, Aziz 320. K
Kalayeıoğlu, Ersin 21, 109, 144, 152, 369. Kağıtçıbaşı, Çiğdem 175. Kalinin 200. Kapani, Münci 21, 91, 94, 339, 354. Karamustafaoğlu, Tııncer 252. Katz 173. Keleş, Ruşen 53, 57. Kelley 165. Kıray, Miibeccel 53, 58. Kışlalı, Ahmet Taner 109, 144, 273. Kongar, Emre 45, 109, 387. Koksal Erhan 395, 427, 431. Köni, Hasan 221. Kredi, Crutchfield 175. Kruçef 62. L
Lacoste, Yves 77. Lamennais 295. Lancelot, Alain 354. Lasswell, Harold D. 14, 170, 279. Lavau, Georges 259. Lawigne, P. 45. Lazarsfeld, Paul 173, 341, 362, 370. Lefevre, Henri 143. Lenin 61, 62, 141, 190, 201, 236, 265, 281, 285, 310, 311, 329, 350. 383, 410, 422. Levistrauss, Claude 17. Lewin, Kurt 158, 160, 166. Linz, Juan J . 432. Lippit 161.
Machperson, C.B. 432. Mackinder 33. Maisonneuse, Jean 175. Makyavel 9. Malaparte, Gurzio 387. Malinowski 16. Malthus, Thomas Robert 54, 129. Mannheim, Karl 136, 283. Mao, Zedung 141, 285, 311, 422. Marcuse, Herbert 141. 142. Mardin Şerif 337. Martinet, Gilles 311. Marx, Karl 11, 59, 61-63, 73, 85, 142, 183-89, 191, 193, 199, 201, 281, 316, 327, 350, 372, 375, 380, 384, 409. Mayo, Henri 432. Mendras, Henri 58, 94, 109, 132, 175. Merriam, Charles 14. Merton, Robert K. 16. Meynaud, Jean 124. 132, 144, 153, 257, 273. Michelet 28. Michels Roberto 232, 233, 252, 269, 277. Mill, John Stuart 325, 395. Mills, C. Wright 15, 280, 289. Milovan, Cilas 195, 281. Miroglio, Abel 221. Montesquieu 9, 28-29, 31, 33-34, 36, 41-42, 45, 87, 393. Moore, Barrington 432. Moore, Wilbert E. 182. Moreau, J 21, 45. Moreno 157. Morgenthau, Hans J. 206, 220, 221. -435
Mosca, Gaetano 276, 289, 377. Mounier, Jean - Pierre 387. Moussolini 331, 332, 351, 414. Muhammed, Hz. 328. Musaddik 35. N
Narbonne, Jacques 150. Nehru, Pandit 425. Neumann 251. Niçe 275. O - Ö
Oran, Baskın 221, 335, 337. Ozankaya, Özer 58, 109, 133, 144, 176, 201. Özek, Çetin 337. Özbudun, Ergun 241, 246, 252, 370. P-Q Papaionnoo, Kostas 201. Papper, Karl. L. 77. Pareto, Vilfredo 275, 276-78, 376. Parsons, Talcott 17, 90. Paul, Aziz 315. Paulus 315. Payaslıoğlu, Arif 252. Pelikan, Jiri 432. Perikles 391. Pinochet 331. Plelıanov, G.V. 132. Poulantzas, Nicos 281, 375. Prelot, Marcel 132, 311. Pronteau, Jean 143. Protagoras 390. Quester, George H. 221.
R Reich, Wilhelm 117, 122, 132,418, 432. Renan, Ernest 271. Renard, Claude 143. Riesman, David 126, 279. Rocher, Guy 201, 377, 387. Rodinson, Maxime 337.
-436
Runciman, W.G. 21. Roosevelt 341. Rostow W. 75, 77, 372. Rouquie, Alain 273. Rousseau, Jean Jacques 29, 91, 232, 309, 393. Runciman, W.G. 387. Russell, Bertrand 324, 337. S-Ş
Sabine, George 337. Sabuncu, Yavuz 370. Salazar 331. Sarıca, Murat 337, 432. Sarti, Ingrid 98. Sartori, Giovanni 242, 279, 289, 347, 354, 432. Sartre, Jean - Paul 128. Sauvy, Alfred 55, 56, 58, 138, 342, 354. Schwartzenberg, Roger Gerard 21, 77, 86, 87, 387, 428, 432. Selçuk, Sami 289. Sencer, Muammer 337. Sencer, Muzaffer 46, 201, 337. Sencer, Yakut 58. Shaw, Bernard 135. Sieyes 393. Simon, Aziz 326. Smith, Adam 89, 398. Sofizm 390. Sokrates 391. Soysal, Mümtaz 370, 432. Stalin 61, 199, 238, 412. Strauss, Claude Levi 422. Sultan, Galiev 199. Şayian, Gencay 273, 338, 419, 432. Şenel, Alâeddin 338, 432. Şeriati, Ali 338. Şerif, Muzaffer 166, 169, 174, 176. T Tahir, Kemal 44. Tekeli, Şirin 21, 144, 153. Teziç, Erdoğan 252.
Timur, Taner 46. Thomas, Aziz 315. Toplan, Barlas 94, 132, 176. Tombalbaye 429. Tonybee, Arnold J . 36, 37, 41, 46. Troçki 350, 406, 412. Trotski, L. 311. Tıuman, David B. 15. Tukidides 391. Tunaya, Tank Zafer 252, 338, 432. Turan, İlter 21. Tütengil, Cavit Orhan 58.
U-t) Uysal, Birkan 370. Onsal, Artun 21, 53, 58, 94, 134, 289, 342, 354, 370. V-W Walesa Waltz, Weber, Whyte Wolfe,
349. Kenneth 221. Marx 12, 90, 92, 107, 270. 161. Bertram D. 432. Y
Yavuz, Fehmi 338. Yucekok, Ahmet 338.
-437
KONU DİZİNİ A A.B.D. (Amerika Birleşik Devletleri) 13, 33,67, 116, 160, 164, 173, 179, 194, 203, 265, 281, 303, 340, 357, 368, 394. A.E.T. (Avrupa Ekonomik Topluluğu) 150. Afrika 36, 68, 71, 243, 353. Aile 100, 171, 359. Alman Sosyal Demokrat Partisi 48. Almanya 55, 134, 163, 206, 230, 278. Alt - Kültür 95. Altyapı 11, 27, 59, 64. Amerikan Devrimi 381. Anayasal Krallık 136. Anarşisizim 143. Anomi 82. A.P. (Adalet Partisi) 133. Arap Ülkeleri 205, 217. Aristokrasi (Bkz. Toprak Soylular) Arjantin, 210. Artı - değer 409. Asya 68, 353. Asya Üretimi Biçimi 44. Asabiyet 41. Askeri Diktatörlükler 405, 430. Aydınlar 284, 326. Az Gelişmiş Ülkeler (Bkz. Geri Kalmış Ülkeler) Az Gelişmiş Demokrasi 423. Aztek 106.
B Bağlantısızlar 219. Barbarlar 43. Baskı Grupları 253. Başbuğ 42. Başkanlık Sistemi 426. Belçika 249. Beyaz Yakalılar 192. Bilinç (Bkz. Siyasal Bilinç, Sınıf Bilinci) Bilinç Götürmek 236. Bilinç Reformu 384. Birey 115, 121, 125, 172, 340 Birincil Gruplar 101, 156. Birinci Dünya Savaşı 208, 215, 415. Birinci Meşrutiyet 287. Birleşme Kuramı 68. Birleşmiş Milletler 217. Bolşevikler 411. Burjuvazi (Bkz. Kentsoylular) Brükrosi 12, 47, 84, 143, 196, 269, 425. Bütünleşme 245. C - Ç
Cengizhan İmparatorluğu 218. Cinsiyet 144. Cumhuriyet 34. C.H.P. (Cumhuriyet Halk Partisi) 133, 368, 425. Çad İlerici Partisi 429. Çartizim 327. Çete Savaşları 216. Çiftçi Kuruluşları 262.
-439
Çin 55, 86, 199, 219, 306. Çoğulcu Demokrasi 72, 261, 298. Çoğulcu Sistemler 389. Çoğulculuk 346. Çoğunluk Diktası 400 Çok Partili Sistemler 240. D Dayanışma (Mekanik - Organik) 47. Dayanışma Sendikası 105, 317, 349. Değişme (Toplumsal ve Siyasal) 120, 158, 174, 371. Dehşet Dengesi 219. Demokrasi 63, 65, 66, 170, 309, 356. Demokrasi Kuramı 390. Demokratik Sol 251, 330. D.P. (Demokrat Parti) 287, 303, 368. Derebeylik (Feodalite) 60, 72, 88, 211, 322, 334, 393, 397. Demografik Etkenler 46, 137. Denge Kuramı 407. Dernekler 101, 395. Determinizim (Gerekircilik, Belirleyicilik) 6, 115, 128. Devrim 55, 142, 378. Devrimci Düşünce 378. Devrimci Eylem 236. Devrim Hakkı 393. Devlet 3, 60, 81, 88, 331, 348, 315. Dikeyine Hareketlilik 183. Diktatörlük 7, 63, 67, 267. Dikta Kuramı 404. Din 59, 83, 99, 196, 313, 379. Dinsel Güçler 424. D.l.S.K. (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) 263. Diyalektik 59. Doğal Etkenler 27. Doğrudan Demokrasi 245, 248. Doğa Durumu 393. Doğu Despotizmi 44. Dünya Siyasal Sistemi 218. E Egemen Parti 425.
-440
Egemen Sınıf 61, 188, 193,278,281, 372, 375, 392. Eğitim Düzeyi 49, 65, 70, 119, 152, 171, 359, 410. Ekonomik Etkenler 58. Ekonomik Güç 63, 97. Emperyalizm 220, 422. Engizisyon 320. Eski Mısır 149. Eski Muharipler Derneği 254. Eski Yunan 88, 179, 245, 389, 404. Etkin Yurttaş 323. Evrensel Kültür 97. F Faşist Partiler 238. Faşist Rejimler 413. Faşisizim 278, 309, 311, 330, 357. Federalizim 34, 49. Feodalite "(Bkz. Derebeylik) F.K.Ö. (Filistin Kurtuluş Örgütü) 219. Frankfurt Okulu 141. Fransa 32, 51, 119, 146, 150, 368. Fransız Devrimi 137, 381, 404. Fransız İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirisi 323. Fransız Sosyalist Partisi 146. G Gecekondular 52, 123, 363. Geçiş Dönemleri 60. Geleneksel Toplum. 50. Gelir Düzeyi 359. Gelişme Düzeyi 406, 431. Genel Grev 263. Geri Kalmış Ülkeler (Az Gelişmiş Ülkeler, Gelişmekte Olan Ülkeler) 7, 37, 57, 70, 86, 103, 116, 151, 229,267, 271, 282, 352, 373, 384, 406. Geri Kalmış Ülke Sistemleri 419. Gençlik 139. Genel Oy 228. Gerilla Savaşları 216.
Gine 148. Göçebelik 43, 149, 276. Grup Dinamiği 158. Gruplararası Dinamik 166. Güçler Ayrımı (Kuvvetler Ayrımı) 9, 393. Güney Afrika 180, 217, 323.
J
H Halk Demokrasisi 422. Halkoylaması 245. Halkçı Partiler 229. Hindistan 40, 73, 178, 206. Hindistan Kongre Partisi 236, 425. Hollanda 146, 194, Hıristiyanlık 304, 314. Hukuk Devleti 89. Hukuksal Adalet 402. Hücre Örgütlenmesi 237.
I -1 Irkçılık 38, 107, 181, 414, 421 İdeoloji 59, 95, 190, 195, 244, 268, İcma - I Ümmet 320. İkinci Meşrutiyet 287. İkinci Sanayi Devrimi 142" İki Partili Sistemler 240. İkincil Gruplar 101, 156. İkinci Dünya Savaşı 150, 160, 172, 417. İlkel Toplum 68, 214. İktidar 3, 81, 88, 104, 161, 325, 348, 392. İktidar Bloğu 282. İnanç Bunalımı 413. İngiliz İşçi Partisi 228, 241, 256. İngiliz Devrimi 381. İngiltere 31, 68, 194, 204, 241, 249, înka 106. İrlanda 84. İskandinavya 178, 230, 263. İslamlık 149, 317. İspanya 204, 414. İsrail 38, 217, 263.
işçi Partileri 234. İşsizlik 53, 250. İşçi Sınıfı 120, 189, 191, 298, 375, 409. İsveç 207. İsveç Sosyal Demokrat Partisi 249. İşveren Sendikaları 261. İsviçre 35, 366.
313.
412,
320,
327.
Japonya 40, 55, 103, 414. K Kadınlar 144, 148, 359. Kadro Baskı Grupları 254. Kadro Dergisi 65, 200, 429. Kadro Partileri 228, 287, 299. Kamuoyu 8, 339. Kamusal Baskı Grupları 257. Kanada 67. Kapitalizim 60, 63, 68, 142, 191, 197, 296, 328, 373, 401, 409. Karşı - Kültür 96. Karşı - Devrim 382. Kast 178. Kemalizim 65, 75, 86, 146, 200, 211, 239, 287, 413, 426. Kentleşme 49, 123, 250, 353, 365. Kentsoylular (Burjuvazi) 184, 227, 322, 325, 334, 402 Kıbrıs 210. Kırsal Kesim 49, 105, 185, 352, 360. Kilise 89, 330. Kitle Baskı Grupları 254. Kitle İletişimi 102, 296, 300. Kitle Örgütleri 394. Kitle Partileri 228, 299. Kişilik 125. Kollektif Rüşvet 239. Kooperatifler 250, 327. Komünizim 147, 270, 325, 357, 410. Komünist Enternasyonal 351. Komünist Manifestosu 187. Komünist Parti 236, 249. Kongo 148. Komite 228. -441
Kore Savaşı 172. Kölelik 179, 214. Köylü Sınıfı 185, 199. Krallık 84, 330. Kuşaklar 133, 135. Kurumsal Etkenler 79. Kuveyt 37. Kuvvetler Ayrımı (Bkz. Güçler Ayrımı) Küba 306, 426. Küçük Gruplar 155. Kültür Emperyalizmi 72, 97, 220. Kültürel Etkenler 94. Kültür Devrimi 103, 384.
L Latin Amerika 71, 97, 269, 426. Liberal Demokrasi 396. Liberalizm 89, 130, 230, 310, 322, 325, 398. Liderlik (Bkz. Önderlik) Lordlar Meclisi 322 M
Macaristan 123. Marksist Rejimler 428. Marksizim 121, 140, 180, 188, 191, 270, 296, 309. Mason Derneği 254. Meksika 73, 81, 426. Merkez Kontenjanı 250. Mezopotamya 392. Milis 238. Militan 232. Militanizm 207. Milliyetçilik (Bkz. Ulusçuluk) Mit (Söylence, efsane) 103. Mülkiyeliler Birliği 254. Müminler Partisi 229. M.S.P. (Milli Selamet Partisi) 146. N
N.A.T.O. (Kuzey Atlantik Örgütü) 217. Nazizim 55, 64, 100, 171, 212, 238, 261, 303, 307, 333, 366, 417. -442
NEP (Yeni Ekonomi Siyaseti) 411. Norveç 146, Nüfus Patlaması 54, Nüfus Planlaması 54. O - Ö
Ocak Örgütü 228. Okul 101. Oligarşinin Tunç Yasası 277. Oniki Eylül (12 Eylül 1980) 91, 124, 217, 254, 263, 288, 367. Oniki Mart (12 Mart 1971) 288. Ordu 196, 209. Ortaçağ 178, 264. Orta Sınıflar 70, 181, 186, 197, 392, 416, 428. Osmanlı İmparatorluğu 34, 44, 208, 218, 305. Otorite Türleri 92. Otoriter Baskı Grupları 254. Otoriter Kişilik 118. Otoriter Parti 229. Otoriter Yönetim 75. Oy Disiplini 231, 240. Öğrenci Hareketleri 139. Önderlik (Liderlik) 161, 166, 233, 235, 341. Ön Seçim 249. Özel Mülkiyet 45, 61, 194, 318, 375. Özgürlük 129, 300. Öz Yönetim 65. P Papa 217, 317. Parti Sistemleri 235. Parti Yöneticileri 232. Peru 81. Planlama 73. Polonya 55, 122, 317. Portekiz 414. Propaganda 123, 173, 210, 342. Proleter 143, 184, 189. Proleterya Diktatörlüğü 61, 189, 309, 328, 410, 429. Proleter Uluslar 199.
194,
R Roma İmparatorluğu 88, 179, 217. Rus Devrimi (Sovyet Devrimi) 51, 86, 195, 306. 328, 373, 381. Rusya 61, 204. Rus Komünist Partisi 199.
S-Ş Saldırmazlık Paktları 215. Sanayileşme 68, 364. Sanayi Devrimi 400. Sanayi Toplumu 136. Savaşlar 30, 43, 54, 119, 214, 299. Seçkinler 105, 131, 195, 275, 286, 309. 331, 374, 391, 424. Seçme ve Seçilme Eşitsizliği 365. Seçim Sistemi 244. Seçim Sosyolojisi 182, 356, 361. Sendikalar 101, 228, 250, 262, 299, 317. Serbest Rekabet 130, 402. Sınıf Bilinci (Siyasal Bilinç) 33, 67, 104, 121, 187, 281. Sınıf Çatışması 140, 187. Sınıflar (Toplumsal) 60, 85, 119, 177, 374. Sınıfsal Baskı Kurumları 261. Siyasal Davranışçılık 14. Siyasal Davranışlar 27, 168. Siyasal Çatışma 293. Siyasal Devşirme 248. Siyasal Güç 63. Siyasal Katılma 248, 355. Siyasal Kurumlar 59, 65, 70, 83. Siyasal Partiler 101, 227. Siyasal Sistem 18, 389. Siyasal Toplumsallaşma 99. Siyasal Tutumlar 116. Siyaset Sosyolojisi 13. Soğuk Savaş 61, 218. Sosyal Demokrasi 124, 229, 395, 400. Sosyal Demokrat Partiler 229, 395. Sosyal Devlet 89, 402. Sosyalist Partiler 229. Sosyalizim 63, 68, 89, 199, 225, 373.
Sosyal Emperyalizim 422. Sovyetler Birliği 34, 55, 65, 68, 105, 108, J22, 147, 194, 280. Sovyet Devrimi (Bkz. Rus Devrimi) Sömürgecilik 72. Sparta 36. Süper Güçler (Süper Devletler) 206. 211, 215, 219. Şiddet ve Saldırganlık 55, 117, 140, 143, 260, 304, 385, 415. T Tabaka 178, 183. Tanzimat Fermanı 287. Tarihsel Maddecilik 60. T.B.P. (Birlik Partisi) 146. Tek Parti 74, 236, 253, 348. Tekelcilik (Tekeller) 63, 302, 333, 348. Teknokrasi 269. Teknoloji 137, 269. Tekilci Sistemler 349, 403. Temsilli Demokrasi 248. Ticaret ve Sanayi Odaları 261. T.l.P. (Türkiye İşçi Partisi) 134. Topluluk - Toplum 46. Toplumsal Kurum 79. Toplumsal Sözleşme 232, 324. Toplum 203. Toplumsal Adalet 402. Topraksoylulaı- (Aristokrasi) 179, 227, 280, 296, 322. Toplumsal Değişme 81. Totaliter Parti 229, 251. Turan 199. Tutucu İdeoloji (Tutuculuk) 230, 330. Tutucu Partiler 251. Türk - İş 263. Türk Milliyetçiliği 335. Türkiye 52, 65, 73, 103, 150, 205, 241, 250, 272, 296, 340, 367, 425. T.Ü.S.Î.A.D. (Türkiye Sanayici ve îş Adamları Derneği) 261.
U-Ü Ulus (Ulusal Toplum, Ulusal 88, 211, 334.
Devlet)
-443
Ulusal Bütünleşme (Ulusal Birlik) 70. 75, 395, 420, 427, 429. Ulusal Diller 398. Ulusal Egemenlik 323. Ulusal Güç 203. Ulusal Kültür 96. Ulusal Moral 209. Ulusçuluk (Milliyetçilik) 212, 285, 333. Uluslararası Adalet Divanı 218. Uluslararası Siyaset 212. Uygarlık 95, Uzlaşma 193. Üçüncü Dünya 219, 420, 426. Üretim Araçları 60, 143. Üretim Biçimi 59. Üretim Düzeyi 63, 65. Üretim İlişkileri 59. Üretim Teknikleri 372. Üretici Güçler 59, 85. Üst - Kültür 96. ' Üstyapı 11, 59, 64.
444
V Viotnam 208, 306. Y Yapısalcı - İşlevci Akım 15. Yaş 132, 358. Yaşam Alanı 55. Yeni İnsan 384. Yeni Sömürgecilik 220. Yerel Komiteler 228. Yerinden Yönetim 47, 394. Yığın Partileri 228. Yirmiyedi Mayıs (27 Mayıs 1960) 266, 288.
Yönetici Sınıf 276, 376. Yumuşama 219, 412. Yunanistan 205. Z Zümre 178.