ÖMER NASUHİ BİLMEN TEFSİRİNDE İSLÂMÎ SİYÂSET NOTLARI İsmail Yurdakök
[email protected] İÇİNDEKİLER
Sayfa
Gerçekleri Gizleyemez Siyasetçi
2
İlim, Beden Kuvveti ve Cesaretli Bir Ruh: Yöneticinin Vasıfları
2
Tâguttur, Firavunlar, Nemrutlar
2
Toplumsal Afiyet/Kurtuluş, Kurân’ın Hükümlerine Uymakla Mümkündür Rehber-i Αtilâ (Yükselişin Kılavuzudur) Kurân’ın Ayetleri
3
İnsanlara (ve) Heykellere Tapanlar
3
İktidarın Müslümanlara Geçmesi Takvaya (Allah Korkusuna) Bağlıdır
3
Ebû Cehil’in Meclisi/Encümeni/Parlamentosu
5
Kadınlarla Biatlaşma
5
Baş Olma Sevdası, İslâm’a Girmelerini Engeller
5
Meclis ve Yetkilerinin Sınırı
6
Meşveretin Önemi
7
Menfaatçilere Danışılmamalıdır
9
Ömer Nasuhi Bilmen (1883-1971), uzun bir eğitim süreci sonunda 1913 yılında Medresetu’lQudât’ı (Kadılar/Hâkimler Okulu) bitirdikten sonra, cumhuriyete kadar İstanbul’da temyiz mahkemesi de dahil, çeşitli adalet ve eğitim kurumlarında görev yaptıktan sonra, 1925’de İstanbul Müftülüğü müsevvidliğine (yazı işleri müdürü) atandı. 1943’de İstanbul Müftüsü olan Bilmen, 1960 darbesine kadar bu görevini sürdürdü ve darbeden sonra Diyanet İşleri Başkanı oldu. Fakat darbecilerin isteklerini kabul etmemesi sonucu, bir yıldan az bir süre sonra bu görevinden ayrılarak, İstanbul’daki evine çekildi ve bir Kurân tefsiri yazmaya başladı. 1961-1965 yılları arasında yazdığı, sekiz cilt olarak basılan, dört bin yüz yirmi iki sayfa tutan Kurân tefsirinde, uluslar arası ve toplumlar arası ilişkiler ile, savaş ve barış konularında, Kurân’da geçen ayetlerin tefsirini sade bir dille yaptı. Tefsirdeki “idarecilerle halk arasındaki ilişkiler” ile ilgili notların, bu alanda çalışanlar başta olmak üzere, Müslüman olan ve olmayan herkese yararlı olacağını umuyoruz.
1
GERÇEKLERİ
GİZLEYEMEZ SİYASETÇİ
“Gerçek şu ki, doğruları gizlemek büyük bir fazîhadır (edepsizlik), bir ahlâksızlıktır. Amme (kamu/halk) hakkında (için), büyük bir hıyanettir. Şahsî (kişisel) yarar hırsıyla veya muvakkat (geçici) bir mahrûmiyet korkusu ile bile bile doğruyu saklamak, onun aksini iltizam ve terviç etmek (yanlışı savunup ona değer vermek), bir denâettir (alçaklıktır), insaniyete yakışmaz, gerçek afiyet ve mutluluğun yok olmasına, elden gitmesine sebep olur. Bundan ötürü Allah Teâlâ cümlemizi doğruluktan ayırmasın. Âmîn.”(Tefisr, cilt, I , sayfa, 46; Bakara suresi, 42 ayetin tefsiri) İLİM, BEDEN KUVVETİ VE CESARETLİ BİR RÛH: YÖNETİCİNİN VASIFLARI. “Ve onlara Peygamber dedi ki: İşte Allah size hükümdar olmak üzere Tâlût’u gönderdi. Dediler ki: O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Hâlbuki, biz mülke (iktidara) ondan daha çok hak sahibiyiz. Kendisi (Tâlût) malca da zengin değildir. Peygamber (onlara) dedi ki: Şüphesiz Allah onu, sizin üzerinize seçti ve ona ilim ve cisim yönünden de (sizden) fazla verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah, nimeti çok bol olan ve (sizin bilemeyeceğiniz şeyleri) bilendir.”(Bakara suresi, 247. ayet) “Bu ayet, mâlikiyet (sahiplik) ve hâkimiyete (yöneticiliğe), kimlerin layık olup olmadıklarına işaret etmektedir. Şöyle ki: [Ve onlara] o İsraîl Oğulları’ndan olan topluluğa, [Peygamberleri] olan İşmuil aleyhisselâm veya diğer bir peygamber [dedi ki] siz düşman ile cenk etmek için bir kumandan istiyorsunuz. [İşte Allah size hükümdar] reis, kumandan [olmak üzere Tâlût’u gönderdi], onun maiyetinde olarak savaşta bulununuz. [dediler ki: bizim] soyca, servetçe, ailece mevkîmiz (ondan) yüksektir. Artık bizim [üzerimize onun] bir fakir ve soyca düşük olan Tâlût’un [hükümdar olması nasıl olabilir?] Mülkün (iktidarın) idaresi ona nasıl verilebilir? [Hâlbuki, biz] sahip olduğumuz özellikler yönünden [mülke ondan daha haklıyız] o bizim gibi bir peygamber veya bir hükümdar sülâlesinden değildir. [Kendisine malca da bir genişlik verilmiş değildir.] Bu bencil topluluğa hitaben [Peygamberleri de onlara dedi ki: Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçti] Mülkün düzenini yönetmek, siyaseti güzelce idare etmek için, ilim lazımdır. Düşmana karşı direnmek için beden kuvveti lazımdır ve ruh cesareti lazımdır. Bu özellikler ise Tâlût’ta vardır. Bu (yöneticilik) konusunda sırf soy ve maddî bir servet kâfî değildir. [Ve] bununla beraber, bütün bu evren Allah’ındır, artık [Allah, mülkünü dilediğine verir] buna kimse engel olamaz. Buna itiraza kimse yetkili değildir. [Ve Allah, vâsidir] O’nun lütfu ve vermesi pek geniştir, dilediğine fazla nimet, fazla yetki verir [ve] O Yaratıcı [Alîmdir] her şeyin iç yüzünü, kimin mülke layık olup olmadığını bilir ve ona göre ilâhî irâdesi tecelli eder. Bizler (insanlar olarak), her hâdisenin ledünnîyâtına (perde gerisine) ve hikmetine vakıf olamayız, bizim için ilâhî takdire teslimiyetten başka kurtuluş çaresi yoktur.”(1/255-256) TÂGUTTUR,
FİRAVUNLAR, NEMRUTLAR.
“[Artık her kim Tâgûtu inkâr eder de, Allah’a îmân ederse, kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur] Yani bu halde, geçek bir Dine sarılmış, ezelî ve ebedî olan bir yüce Yaratıcı’nın ilâhlığını tasdîk ederek, kendi geleceğini sağlamış, tehlikelerden kendisini kurtarmış olur. Tâgût; azgın tuğyankâr, müfsit (fesatçı) kimse demektir. Şeytan bir tâgût olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk’ı inkâr eden, insanları dînden ve ahlâktan yoksun bırakmaya çalışan her şahıs da bir tâgûttur. Ma‘bûdiyet (Tanrılık) iddiasında bulunan Firavunlar, Nemrutlar ve onların peşine düşmüş olan müfsit, tabiatperest (doğaya tapan) kimseler de birer
2
tâguttur. Sihirbazlar ve kâhinler de birer tâguttur. İşte bunları bilip de, bunlardan kaçınmak, tâgutu inkâr etmek demektir. Tâgutu inkâr edip, Hakk’a yönelmektir. [Ve Allah işitendir] söylenilen sözleri, doğruluğa yönlendiren tavsiyeler ile, insanları saptırmaya yönlendirenlerin sözlerini duyar ve Hak Teâlâ [alîmdir] herkesin kalbindekini bilir, herkesin niyetini, davranışlarını bilir ve sözlerinde samimi olanlar ile olmayanlar, Hak Teâlâ tarafından tamamıyla bilinmektedir.”(1/268; Bakara sûresi, 256. âyetin tefsîri) “TOPLUMSAL AFİYET/KURTULUŞ KURÂN’IN HÜKÜMLERİNE UYMAKLA MÜMKÜNDÜR. REHBER-İ Î‘TİLÂDIR (YÜKSELİŞİN KILAVUZUDUR) KURÂN’IN AYETLERİ” “Ey Dâvûd! Biz, seni yeryüzünde halife yaptık. O halde, insanlar arasında hak ve adaletle hükmet. Hevâ ve hevesine (arzuna/egonun isteğine) uyma, yoksa bu durum seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık, çetin bir azap vardır.”(Sâd suresi, ayet: 26) “[Ey Dâvûd! Şüphe yok ki, Biz seni yeryüzünde halife kıldık.] Sana mülk ve saltanat verdik, senin ahâlî arasında hükümlerin etkilidir/ geçerlidir. Onların, sana itaat etmeleri lazımdır. [Artık] sen de [insanlar arasında hak ile hükmet] sana taraf-ı İlâhî’den (Allah tarafından) bildirilmiş olan dünya ve ahirete ait hükümlere riayet eyle (uy), selâmet-i içtimâiyye (toplumsal afiyet/kurtuluş) onunla kaimdir (ayakta durur/gerçekleşir). [ve hevâya tâbi olma] Gerek icrây-ı hükümet hususunda (hükümet işlerini yürütürken) ve gerek diğer dini ve dünyevi işlerde, nefsinin hevasına (egonun isteğine) uyma. [Sonra] Öyle hevây-ı nefse uymak [seni Allah yolundan şaşırtır.] sapıklığa düşürür. Rehber-i î‘tilâ olan ahkâma riayetten seni mahrum eder (Yükselmenin kılavuzu olan İslâm’ın hükümlerine/kurallarına uymaktan, seni yoksun bırakır) de, bütün dünyevi ve uhrevi metâlib muhtel olur (dünya ve ahretle ilgili bütün hedeflerin berbat olur). Bunun mesuliyeti de elbette ki Allah katında çok büyüktür.(VI/3031) “O Kitâb-ı İlâhî’yi (Kurân’ı), gafletle okumamalıdır. O’nun yüce açıklamalarını anlamaya gayret etmelidir. O’nun (Kurân’ın) gösterdiği yolu takip etmelidir ki, insan dünya ve âhiret kurtuluş ve mutluluğuna sahip olsun”(VI/3034; Sâd suresi, 29. ayetin tefsiri) İNSANLARA (VE) HEYKELLERE TAPANLAR. “..[Cenâb-ı Hak’tan başkasına] insanlara, hayvanlara, şeytanlara, heykellere [tapanlar] müşrik kimseler…artık bunların târih-i edyânca (dinler tarihi tarafından) sabit olan kötü hallerine nazar-ı mukayese ile (karşılaştırmalı bir bakışla) bakınız..Mukayese-i edyân ilmi (karşılaştırmalı dinler tarihi), İslamiyet’in kusurlardan uzak, bütün dinlere üstün olduğunu pek güzel göstermektedir. Cenâb-ı Hak bütün insanlığa insaf ve hakikatleri görmeye kabiliyet versin.”(II/791; Mâide suresi, 60. ayetin tefsiri) İKTİDARIN MÜSLÜMANLARA GEÇMESİ TAKVAYA BAĞLIDIR. “Ve qâlellezîne keferû li-rusulihim lenukhricennekum min erdınê ev le-te‘ûdunnne fî milletinê fe-evhâ ileyhim Rabbuhum le-nuhlikenne’z-zâlimîn (13) ve-le-nuskinennekumu’l-erda min ba‘dihim zêlike li-men khâfe meqâmî ve khâfe ve‘ıyd (İbrahim, 14) “Ve kâfir olanlar, Peygamberlerine dediler ki: elbette sizi yurdumuzdan çıkaracağız veyahut bizim dînimize dönersiniz. Rableri de onlara (müminlere) vahyetti ki: elbette Biz, bu zalimleri helak edeceğiz. Ve Elbette, onlardan sonra o yurda sizi yerleştireceğiz. İşte bu,
3
benim makamımdan korkana ve azabımdan korkana mahsustur”(İbrahim suresi 13 ve 14. ayetler) “Şüphesiz Biz, İsrâîl Oğullarına Kitab’ı, hükmü ve peygamberliği verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları âlemlere üstün kıldık. Dîn konusunda onlara açık kanıtlar verdik. Ama onlar kendilerine (bu dînî) bilgi geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir. Sonra seni dîn konusunda bir şerîat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.”(Câsiye sûresi, 16, 17 ve 18. âyetler) (Özek ve diğ., 499) “Bu âyetler, vaktiyle İsrâîl Oğullarına verilen ilâhî nimetleri bildiriyor. Ve onların birçok dînî açıklamaya rağmen bile bile anlaşmazlığa düşmüş, bu sebeple âhirette muhakemeye tâbî olacaklarını haber veriyor. Böyle anlaşmazlıkların sadece Hz. Peygamber’in zamanında olmadığına işaret ederek, Hz. Peygamber’i teselli ediyor. Hz. Peygamber’in kendi şerîat hükümlerine uyarak, câhillerin isteklerine ehemmiyet vermemesini emrediyor (orijinali: kendi ahkâm-ı şer‘iyyesine tâbi bulunarak, câhillerin hevâlarına ehemmiyet vermemesini emr ediyor). O câhillerden bir faide beklenilemiyeceğini, onların birbirleriyle dost olduklarını, Allah Teâlâ’nın ise muttekî kullarının velîsi olduğunu açıklıyor. Şöyle ki: [Celâlim hakkı için] kesindir ki, vaktiyle [İsrâîl Oğulları’na kitap ve hüküm ve peygamberlik vermiştik] yani: onlara Allah tarafından Tevrat gibi, İncil gibi semâvî (göksel) kitaplar verilmişti. İnsanlar arasındaki dâvâları, düşmanlıkları çözmeye muktedir kılınmışlardı da, dîn konusunda anlayışlılığa ve kuramsal (teorik) ve uygulamalı bilimler konusunda da başarıya ulaşmışlardı ve kendilerine içlerinden birçok peygamberler gönderilmişti. O peygamberlerin bir kısmı, peygamberlik ile hükümeti (yönetimi) câmî (kendilerinde toplamış) bulunuyorlardı. [ve onları tertemiz şeylerden rızıklandırmıştık.] Men ve selvâ gibi ve diğer helâl, lezzetli ve faydalı yiyeceklerden kendilerini istifade ettirmiştik. [ve onları âlemlerin üstüne tercih etmiştik] yani başka milletlere verilmemiş olan bir nice nimetler, onlara verilmişti. Açılan deniz yollarından, güven içinde sahile ulaşıyorlardı. Tîh sahrasında istirahata kavuşmuşlardı. Deniliyor ki onlar bu bakımlardan, kendi zamanlarındaki milletlerin üstünde bulunuyorlardı. Cenab-ı Hak (yine) buyuruyor ki [Ve onlara] O İsrâîl Oğullarına, o kadar nimetler ile beraber [o emirden] dînî konulardan ötürü [açık kanıtlar vermiştik] yani onların peygamberlerine vahyedilmiş olan dîn işi ile alâkalı nice kanıtlar ve parlak mucizeler verilmişti. O İsrâîl Oğulları da bu sayede nice öğütlere ve peygamberlerin özellikleri ile ilgili nice bilgilere sahip olmuşlardı. [bundan sonra] İsrâîl Oğulları [anlaşmazlığa düşmediler] belli bir müddet peygamberlerinin buyruklarına uyarak, dînlerini ve birliklerini korudular. [ancak kendilerine bilgi geldikten sonra] o dînî emirlerin, haberlerin birer gerçek olduğu ile ilgili kanıtlara sahip olmalarından sonra [bir azgınlık olarak] haset gibi, hubb-u riyâset (başkan olma/başkanlığa devam etme isteği/şehveti/yönetme idareci olma hırsı) gibi bir sebeple [anlaşmazlığa düştüler] gruplara ayrıldılar, birbirlerini yalanladılar ve birbirlerini cahillikle itham ettiler..”(7/3338) (Yukarıdaki Câsiye sûresi, on sekizinci âyetin gayet açık olduğu görülüyor: Kurân Biz’den Müslümanlar olarak, “Şerîat’a, İslâm Hukûku’nun kurallarına ve kânûnlarına uy(mamızı); ithal kânûnlara, Avrupa Birliği müktesebâtına, Kopenhag kriterlerine uyma(mamızı) istiyor. i.y.)
4
EBÛ CEHİL’İN ENCÜMENİ/MECLİSİ/PARLAMENTOSU İslâm’ın ilk yıllarında, Müslümanların küçük bir azınlık olarak, putçuların yoğun baskısı altında bulunduğu Mekke’de, Hz. Peygamber’e Ka‘be’de namaz kıldığı sırada sataşan Ebû Cehil hakkında inmişti, ‘Alak sûresinin dokuzuncu âyeti ve sonrasındaki âyetler: “Namaz kıldığı anda, bir kulu (Hz. Peygamber’i), namazdan engellemeye/namazını yasaklamaya çalışanı görmedin mi? (namaz kılması yasaklanılmaya çalışılan o kul) ya hidayet üzere ise veya (sadece) takvalı olmayı (Allah’tan korkmayı) emrediyor ise (ki öyledir) bu (Ebû Cehil) da, onu (Peygamber’i) yalanlıyor ve (ondan) yüz çeviriyor ise (iyi bir iş mi yapmış oluyor)… o (Ebû Cehil), hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın..” Ali Özek ve arkadaşlarının hazırladığı meâlde âyette geçen “nâdiye” kelimesine “meclis” denilirken; Ömer Nasûhi Bilmen bu kelimeyi hem “encümen”, hem de “meclis”, hem de “parlamento” olarak çeviriyor: “[Artık o] azâba uğratılacak olan inkârcı ve mâni‘i-hayır (iyiliklere engel) olan kişi (Ebû Cehil) [encümeni çağırsın] kendileriyle müşâverede (danışmada/görüş alışverişinde bulunduğu) bulunduğu meclis azâsını (üyelerini) yanına davet etsin, onlardan yardım istesin ve baksın ki: hiç biri kendisine yardım edebilecek mi? Kendisini o azâptan kurtarabilecek mi? Bu ne mümkün. “Nâdiye”: parlamento, kongre, nâsın (insanların) müşâvere için toplandıkları meclis, câhiliye zamanında (İslâm öncesi dönemde), Kureyş (Mekke) müşriklerinin böyle bir toplantı yerleri vardı. Cenâb-ı Hak da buyuruyor ki: [Biz de çağıracağız, zebânîleri] o kâfirleri, zebânî denilen azap melekleri aracılığıyla cehenneme sevk edeceğiz ve artık layık oldukları cezalara kavuşacaklardır.”(8/4063) KADINLARLA BÎATLAŞMA. “Rivâyete göre bu ayet (Mumtehıne:12), Mekke’nin fethi günü inmiştir. Hz. Peygamber Efendimiz, Mekke’deki Safâ tepesinde iken, birçok erkekler gelip, mubâya‘ada (bîatlaşma: elle toka yaparak, tokalaşılan kişinin liderliğini kabul etme) bulunmuş ve bu kişiler İslâmiyet’i kabul etmişlerdi. Sonra da bazı kadınlar gelmişler, Hz. Peygamber’le muâhedede (karşılıklı söz verme/ahitleşmede) bulunarak, İslâm şerefine erişmişlerdi. Bu muâhede, kadınlar ile mücerred (sırf) mükâleme (karşılıklı konuşma) şeklinde olmuş, el tutmak sûretiyle bir musâfaha (tokalaşma) vukû bulmamıştır (olmamıştır). Çünkü Peygamber Efendimiz, kendi refîkalarından (hanımlarından) başka kadınların ellerine mübarek elini temâs ettirmemiştir. Hatta Müslüman olan bir kadın demiştir ki: Ben Hz. Peygamber ile mubâya‘ada (bîatlaşmada) bulundum ve “bizimle musâfahada (tokalaşmada) bulun” dedim. Hz. Peygamber de buyurdu ki: “Ben kadınlarla musâfahada bulunmam; benim bir kadına sözüm yüz kadına sözüm gibidir.” Yani, beyânât-ı nebeviye (peygamberî bir açıklama) bütün kadınlara yöneliktir. Hepsi de, o açıklamaya uymakla mükelleftirler (yükümlüdürler) Artık yalnız biriyle mubâya‘a (bîatlaşma), bütün Müslümanların kadınlarıyla mubâya‘a gibidir.” (8/3701) BAŞ OLMA SEVDASI, İSLÂM’A GİRMELERİNİ ENGELLER. “..Eğer Ehl-i Kitâb da îmân etselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan mümin olanlar vardır, çoğu ise fâsık kimselerdir.”(Âl-i İmran suresi, 110. ayet) “[Eğer Ehl-i Kitâb da] Yahûdîler ile Hıristiyanlar da sizin gibi Allah Teâlâ’ya ve O’nun bütün peygamberlerine, kitaplarına [îmân etselerdi elbette] bu îmân [kendileri için daha hayırlı olurdu] çünkü onları yanlış kanaatlerinden ve hareketlerinden kurtararak huzura ve âfiyete kavuştururdu. Onlar bu İslâmî gerçekleri bilmemeleri sonucu ve (Müslümanlara) hasetlerinden ötürü, riyâset (başkanlık/baş olma) sevdasıyla, avâm-ı nâsı (halk
5
tabakalarını/alt tabakalardan olan halkı) kendilerine tâbî kılmak arzusu ile İslâmiyet gibi bütün insanlığı bir dâire-i vahdete (birlik çemberi içine) davet eden, bütün insanlar hakkında iyilikler içeren bir dîn-i ilâhîyi kabul etmeyip, muharref (başlangıçtaki güzel içeriği değiştirilmiş/bozulmuş) veya uydurma dînlere kıymet veriyorlar. Ma‘ahâzâ (bununla beraber) [onlardan] o Ehl-i Kitab olan Yahûdîlerden Abdullah b. Selâm gibi ve Hıristiyanlardan Habeş hükümdarı Necâşî gibiler İslâmiyet’i kabul edip [mümin olanlar] da [vardır] Fakat o Ehl-i Kitâb’ın [çoğu ise fâsık] inkârlarında inatçı [kimselerdir.] Eğer onlar, İslâmiyet’in ne yüce, ne genel ve herkese yararlı bir dîn olduğunu güzelce düşünecek olsalar, kendilerini bu dîn-i mübîne girmek şerefinden mahrum bırakırlar mı? Müslümanlara karşı hasmâne (düşmanca) bir tavır alırlar mı?”(I/435) MECLİS VE YETKİLERİNİN SINIRI. “Şimdi Allah Teâlâ’dan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen çirkin huylu katı kalpli olsaydın, elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için istiğfarda bulun ve onlar ile iş(ler) konusunda müşavere yap. Sonra azmettiğin zaman da Allah Teâlâ’ya tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”(Âl-i İmrân suresi, 159. ayet) “Hz. Peygamber’in peygamber olarak gönderilmesinden asıl maksat, Cenâb-ı Hakk’ın hükümlerini halka güzelce bildirmektir. Bu da halkın kalplerini çekecek sözlerle ve kendilerine merhametli ve şefkatli bir şekilde hitap etmekle mümkün olabilir ve onların bazı kusurlarını affetmekle, kendilerine lütuf ve şefkat göstermekle olabilir. Bunun içindir ki, peygamber olan zatın kalp katılığından uzak olması gerekir ve yoksullara, zayıflara çokça yardım etmesi gerekir. İşte Hz. Peygamber’in de bu yüksek ahlâkı Uhud savaşından sonra bir kez daha görülmüştü. İnsanlık icabı harp meydanında dağılıp ve bunun sonucu yenilgiye uğrayıp ama sonra da nâdim (pişman) olarak Hz. Peygamber’in huzuruna dönen gâzîlere karşı, Allah’ın Elçisi haşin bir davranış sergileseydi, sahâbîler Hz. Peygamber’in hiddetinden sıkılarak, etrafından tamamen dağılır giderlerdi. Böyle bir durum ise, Müslümanlar için zararlı olur, düşmanların da işine yarardı..Müşâvereye (görüş alışverişine) gelince: Bu, herhangi bir iş hakkında danışmak, bazı kimselerin reyine (görüşüne) ve mütâlaasına (düşüncesine) müracaat etmek, teâ‘tı-i efkârda (düşünce alışverişinde) bulunmak demektir. Böyle bir müzakere ve mütâla‘aya da istişare denilir. Bir yerde toplanıp müşâverede, diğer ifadeyle meşverette bulunan bir cemâate (topluluğa) de şûrâ adı verilir. Müslümanlıkta meşveret, müdâvele-i efkâr (düşüncelerin (toplumda) tedâvülü/dolaşımı) ferdî ve toplumsal bir temeldir. Hodserâne (kimseyi dinlemeyen) davranış ise çok kınanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz bile, hakkında âyet inmeyen ve dînin esaslarına âit olmayıp, cihat (savaş) gibi ve buna benzer dünya işleri hakkında sahâbîleriyle müşaverede bulunurdu. Bununla da (zaten) emrolunmuştu. Tefsîr kitaplarında ve ve özellikle Fahreddîn Râzî’nin tefsîrinde yazılı olduğu üzere, Hz. Peygamber Efendimiz’in sahâbîleriyle müşâverede bulunması birçok hikmetlere ve yararlara dayalıdır. Özetle: 1-Hz. Peygamber’in sahâbîleriyle müşavere yapması, onlara olan fazla sevgisini ve onlara önem verdiğini gösterir ve onların değerlerini de artırmış olur. Hz. Peygamber onlarla müşâvereye tenezzül buyurmasa idi, bu onlara bir ihanet sayılabilir ve onların yanlış düşüncelerine sebebiyet verebilirdi. 2-Allah’ın Elçisi şüphe yok ki, akıl olarak da bütün insanların en üstünüdür. Bununla beraber üzerinde düşünülecek konular sonsuzdur. Değişik meselelerle ilgili bazı şeyler bir kişinin hatırına geldiği halde, diğer bir kişinin hatırına gelmeyebilir. Bu sebepten müşavere faydalıdır.
6
3-Hz. Peygamber’in müşavere ile emredilmesi, ümmeti için (de) müşavereye uymanın gereğini bildirir. 4-Hz. Peygamber’in sahâbîleriyle müşavere etmesi, onların görüşlerinden istifade etmesi için değildir. Aksine onların akıllarının, düşüncelerinin derecesini bilmesi ve Hz. Peygamber’e olan sevgi ve bağlılıklarını anlaması içindir. 5-Hz. Peygamber, Uhut savaşı sırasında sahâbîleriyle müşâverede bulunmuş, Medîne’den çıkmayıp şehri savunma üzerine kurulu bir harp stratejisi görüşünde iken, özellikle bazı (genç) sahâbîlerin ısrarıyla, savaşın Medîne dışına çıkılarak düşmanla kıyasıya yapılması görüşü ağırlık kazanmış ve Hz. Peygamber de bu görüşe uyarak ses çıkarmamış, ama sonuç yenilgi olmuştu. Şimdi Hz. Peygamber, bu yüzden sahâbîleri ile bir daha müşâverede bulunmamak yolunu seçseydi, onlara karşı mübarek kalbinde bir iğbirar (sinirlenme/ içerlenme) kalmış olduğuna işaret olabilirdi. Bu sebeple Allah Teâlâ bu olaydan sonra (yine de) onlarla müşâvere etmesini emretmiştir ki, bu müşâvere onlara karşı Hz. Peygamber’in kalbinde bir iğbirâr eseri kalmadığını göstersin. MEŞVERET’İN ÖNEMİ. Yukarıdaki açıklamalardan sonra Ömer Nasuhi Bilmen ayrıca on bir madde halinde Müslüman yönetici(ler) ile Müslüman halk arasındaki görüş alışverişinin önemini özetliyor: 1-Bilinmektedir ki; İslâm dininin en önemli hükümleri Kurân ve Hz. Peygamber’in hadîsleri ile açıklanmış, diğer birçok hükümler de yine bu iki temele dayanan icmâ‘ı ümmet (âlimlerin görüş birliği) ile tespit edilmiştir. Artık bu gibi konularda müşâvere yapılmaz. Aksi takdirde, mukaddes dinin kesin hükümlerine uyulmamış, din-i mübine karşı cephe alınmış, İslâm dünyası da büyük bir tefrikaya (ayrılığa) düşmüş olur. Fakat bazı dünyevî, idârî, siyâsî meseleler vardır ki bunların hükümleri örf ve âdete, zamanın değişimine, toplumsal yaşamın çeşitli ihtiyaçlarına tabi olduğundan, bu gibi konularda müşâvereye lüzum vardır. Bu gibi meşveretler, peygamberî sünnetin bir gereğidir. Bu gibi konularda müdâvele-i efkâr (düşüncelerin toplumda dolaşımı) ferdî ve toplumsal bir temeldir. 2-Evet. Müşâvere, hakkında şer‘î bir nass (şerîatın/dînin kesin hükmü) bulunmayan yerlerde, bir peygamberî sünnettir. Hz. Peygamber Efendimiz’in bazı dünyevî ve idârî işlerde “ümmeti ile müşâvere etmekle emrolunması”, bu ümmet için bir ibret dersidir. Şöyle ki, kendisine ilâhî vahiy gelen ve en yüksek akıl ve zekâ verilmiş olan ve bütün İslâm dünyasının reisliğine sahip olan Hz. Peygamber aleyhisselâm, ümmetiyle müşâvereye tenezzül buyurunca, artık ümmetin diğer fertlerinin birbirleriyle müşâverede bulunmayıp müstebitçe (diktatörce) ve zorbaca hareketlerde bulunmaları nasıl doğru olabilir? (İmam Muhammed’in) Siyer-i Kebîr’inde açıklandığı gibi Hz. Peygamber müşâvereye büyük bir önem verirdi. Hiçbir millet meşveretten zarar görmüş değildir. Meşvereti terk etmek ise, helâke sebep olur. 3-Müslümanların toplumsal hayatlarının meşveret ve teâvün (yardımlaşma) üzerine inşâ olduğunu şu âyet bildirmektedir: “ve emruhum şûrâ beynehum ve mimmê razaqnêhum yunfiqûn” yani Müslümanların işleri, aralarında meşveret iledir. Bütün işlerini istişâre ile hallederler ve onlar Biz’im kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de muhtaç olanlara yardımda bulunurlar. MECLİSİN YETKİLERİ NEREDE BAŞLAR VE NEREDE BİTER? Demek ki Müslümanlar, haklarında şer‘î bir hüküm bulunmayan (şerîatın açıklaması olmayan) bazı dünyevî, idârî ve toplumsal işlerini, kendi aralarında bir meşveret sonucunda çözeceklerdir. Ve zengin olan Müslümanlar, fakirlere ve muhtaçlara kendi servetlerinden ve nimetlerinden birer pay ayırarak, onların o yoksulluklarını gidereceklerdir. Artık böyle
7
medenî ve toplumsal bir millet arasında bir sevgi ve tesânüd (dayanışma) gerçekleşmez mi? Böyle bir toplulukta düşmanlıktan, ihtilâlden, fevzâvî hallerden (anarşiden) eser görülebilir mi? 4-Müslümanlıkta meşveretin (görüş alış-verişinin) ne kadar mendub (iyi) ve ne kadar mültezem (gerekli) olduğunu şu hadîs de göstermektedir: “mê khâbe men’istekhâre ve-lênedime men’isteşâre ve-lê-‘âle men’iqtesade” yani: “istihâre eden hâip olmaz yanılmaz, istişârede bulunan pişmanlık çekmez, iktisada uygun yaşayan da fakir düşmez.” Çünkü bu üç şeye uyan kişi, hayatına güzel bir yön vermiş, davranışlarını güzelce düzenlemiş olur. 5-Müsteşâr: kendisiyle istişâre edilen kişi, güvenilir, düşünür ve hayırhah olmalıdır. Kendisine soru sorana doğruyu söylemeli, kasıtlı olarak yanlış bilgi verip insanları aldatmamalıdır. 6-Müsteşâr: kendisine sorulan konuyu, kendisine kıyas etmeli, soru soranın konumunda kendisi olsa nasıl hareket ederdi, onu düşünüp, o şekilde görüşünü söylemelidir. Görüşünü içinde saklamamalı, olduğu gibi söylemelidir. 7-İslâmiyette meşveret: çeşitli görüşlerin söylenilmesiyle doğrunun ortaya çıkmasına yardım edeceği için, övülmüştür ve sünnettir. Fakat dünyevî gayeler uğruna Müslümanların anlaşmazlığa düşmeleri, fırka fırka olup birbirlerine karşı düşmanca bir tavır almaları, asla doğru değildir. Böyle bir davranış, Müslümanların toplumsal varlığını zayıflatır ve Müslümanları çöküşe götürür. Bundan da düşmanlar istifade ederler. Bu nedenle “yedullâhi ‘ale’l-cemâ‘ati” buyrulmuştur. Yani, “Allah Teâlâ’nın kudret eli ve yardımı cemâ‘at üzerindedir.” Kalpleri bir olup müttefik bir halde yaşayanlar, ilâhî yardıma kavuşurlar. 8-Hz. Peygamber Efendimiz de, Müslümanların fırka fırka olmalarını kınamıştır. 9-Özetle: Biz Müslümanlar için tam bir dîn kardeşliği ile hareket ederek, hayırhâhâne müşâverelerde bulunmak bir dînî, ahlâkî ve içtimâ‘î (toplumsal) vazîfedir. Şahsî menfaat (kişisel çıkarlar) ve düşüncelerin yönlendirmesiyle müşâvereyi terk etmek, kişisel hedeflerin teşviğini arzu etmektir ve bu da İslâmiyet’in bize öğrettiği terbiyeye ve İslâm dîninin bu yoldaki çok lüzumlu emirlerine ve tavsiyelerine aykırıdır. “Müşâvere heyeti”ni oluşturan kişilerin bütün hedefleri: “doğruların ve gerçeklerin egemen olduğunu görmek”ten başka bir şey olmamalıdır. Bu kişiler demelidirler ki: “Bizim istediğimiz: ortak hedefimiz gerçekleşsin de, bu konuda hangi arkadaşımızın görüşü uygun olacaksa, o görüşe uyulsun.” 10-Şunu da ifade edelim ki: Müslümanlardan (ilim ve bilgide) yetkili olanların bazı konularda bir müşâvere ve bilimsel bir araştırma sonucu olarak, çeşitli ve farklı görüşlere ve düşüncelere sahip olmaları ve bunun sonucunda da farklı mezheplere ayrılmaları, güzel bir niyete ve usûlüne uygun bir içtihada dayalı olduğu için, dinen de övülmüştür. Ümmetin anlaşmazlığı, bir mesele hakkında güzel bir niyetle farklı görüşlerde bulunmaları bir rahmettir ve ümmet hakkında bir kolaylık ve genişliktir. Bu nedenledir ki Ehl-i Sünnet’ten olan bütün müçtehidlere, Müslümanlar hürmet ederler ve hiç birinin içtihadını karalamazlar/ küçük görmezler. Fakat dinin usûlüne aykırı, kişisel kuruntulara dayanan anlaşmazlıklar ise, bütün Müslümanlar için muzırdır (zararlıdır), bir felâkettir ve Hakk’ın rızasına aykırı olduğu için büyük bir günahtır. Böyle tavırlardan da şiddetle kaçınmak lazımdır.
8
11-Bilindiği gibi “İslâmî ilimler”den biri de “âdâb-ı munâzara” (tartışma âdâbı/edepleri)nın da içinde olduğu “ilm-i edeb” denilen, önemli bir edeptir. Bu ilimden öğreniyoruz ki: vaktiyle İslâm âlimleri bir mesele hakkında bilimsel tartışma yaptıklarında, hepsinin arzusu “gerçeklerin en doğrusunun bulunduğunu görmek”ti. Ve böyle bir tartışma sırasında her biri arzu ederdi ki: “bu en doğru/isabetli gerçek, arkadaşı tarafından ortaya çıkarılmış/bulunmuş olsun da, kendisinin nefsine gurur gelmesin ve arkadaşı da “ben görüşümde isabet edemedim” diye üzülmesin. Ne güzel ahlâk ve ne erdemli bir bilimsel topluluk!” (I/482-487) MENFAATÇİLERE DANIŞILMAMALIDIR [Ve] O büyük iyilik ve kesintisiz nimet [o kimseler için] dir [ki] beşinci sıfatları olmak üzere [Rablerine icabette bulunurlar] İlâhî emirlere içten bir kalp ile tam bir boyun eğişle itaat ederek, o emirleri yerine getirirler. [Ve] altıncı sıfatları, beş vakit [namazı dosdoğru kılarlar] o mübarek ibadetle kalplerini nurlandırmaya çalışırlar [ve] yedinci sıfatları olarak [onların işleri aralarında meşveret iledir] kendileri bir hadise ile karşılaştıklarında müşaverede bulunurlar. En doğru, en faydalı ve dine en uygun olanı ne ise onu hep birlikte kabul ederler. ..Şûrâ: teşâvür, müşaverede bulunmak, bir iş hakkında bilgi edinmek için (başkalarıyla) konuşmak, en doğru ve uygun olana ulaşmak için görüşlere müracaat etmek demektir. Denilmiştir ki, hangi bir toplum müşaverede bulunursa, en doğru yolu bulmuş olur. Hz. Peygamber Efendimiz de, sahâbîleriyle birçok işler hakkında mesela cihat konusunda müşaverede bulunurdu. Fakat dinen bilinen hükümler hakkında müşavereye yer yoktur. O yüce hükümler her ne ise, onu bütün Müslümanların öylece kabul etmeleri îcap eder (gerekir). Ancak bazı dini meselelerde herkes bilmediği için, o konuda Kitab’a ve Sünnet’e müracaat edilir. O meselenin hükmü, bu iki kaynaktan nasıl çıkarılmış ve müçtehitlerin o konudaki görüşlerini anlamak için de yine ilmi bir surette müşavere edilir. Ve bu gibi konularda keyfi görüşlere yer verilmez. Müşaverede bulunanlar (o konuda) yetkili olmalıdırlar ve sırf hakkın (gerçeğin), sevabın (doğrunun) tecellisi (ortaya çıkması) gayesini takip etmelidirler. Hodbinlik (bencillik) ve şahsi fayda (kişisel yarar) hissini (duygusunu) terk edip, en faydalısının ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmalıdırlar. Ve en sonunda da, ortaya çıkan hakkı (doğruyu) kabulden kaçınmamalıdırlar.”(VII/3247; Şûrâ suresi, 38. ayetin tefsiri) TOPLUMSAL HAYATI DÜZENLEYEN FAYDALI ŞERİAT “...Hz. İsa [dedi ki: Ben size şüphesiz bir hikmet ile] içtimâ‘î hayatınızı tanzim edecek (toplumsal yaşamınızı düzenleyecek) pek muhkem (sağlam), pek faydalı bir Kitap ile veya bir şeriat ile gönderildim” (VII/3294; Zuhruf suresi, 63. ayetin tefsiri)
Bilmen Ömer Nasuhi (t.y.) Kurânı Kerim’im Türkçe Meâli Alisi ve Tefsiri. İstanbul: Bilmen Basım ve Yayınevi
9