Tercüman gazetesinde hazırlanan bu eser Kervan Kitapçılık A. Ş. ofset tesislerinde basılmıştır Resimkopya: Remaver
1001 Temel Eser'i iftihar/a sunuyoruz Tarihimize m ana, millt benliğimi ze güç katan, kütüphaneler dolusu birbirinden seçme eserZere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih,sosyolojijelsefe ,folklor gibi millt-ruhu geliştiren ona yön veren konularda"Gerçek eserler" elimizin altındadır. Ne var ki, elimizin altındaki bu eserlerden çoğunlukla istifade edemeyiz. Çünkü devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş, yazı değişmiştir.
Gözden ve gönülden uzak kalmış, unutuZmaya yüz tutmuş (Ama değerin den hiçbir şey kaybetmemiş, çoğunlu ğu daha da önem kazanmış) binlerce
cilt eser, bir süre daha el atılmazsa, tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir. Çünkü, onları derleyip -toparlayacak ve günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak değerdeki kalemler,gün geçtikçe azalmaktadır. Bin yıllık tarihimizin içinden, süzülüp gelen ve bizi biz yapan, kültürümüzde "Köşetaşı" vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurtarıp, nesillere ulaştırmayı planladık. Sevinçle karşılayıp, ümitle alkış ladığımız "1000 Temel Eser" serisi, Mill{ Eğitim Bakanlığınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan 66 esere yüzlerce ek yapmayı düşündük ve "Tercüman "1001 Temel Eser" dizisini yayınlamaya karar verdik. "1000 Temel Eser" serisini hazırlayan çok değerli bilginler heyetini ,yeni üyelerle geniş le ttik. Ayrıca 200 ilim adamımızdan yardım vaadi aldık. Tercüman 'ın yayın hayatındaki ge ni ş imkanlarım 1001 Temel Eser için daha da güçlendirdik. Artık karşımza gururla, cesaretle çık mamız, eserlerimizi gözlere vegönüllere 'Şergilememiz zamarngelmiş bulunuyor.
Milli değer ve milnilda her kitap ve her yazar bu serimizde yerini bulacak, hiçbir art düşünce ile değer li değersiz, değersiz de değerli gibi ortaya konmayacaktır. Çilnkii esas gaye bin yıllık tarihimizin temelini, mayasını gözler önüne s ermek, onları lllyık oldukları yere oturtmaktır. Bu bakımdan IOOI Temel Eser'den maddi hiçbir kilr beklemiyoruz. Kilrı mız sadece gurur,.iftihar, hizmet zevki olacaktır.
Kemal ILICAK
Tercüman Gazetesi Sahibi
BAŞLARKEN
<
Hz. Emir Sultan, beşyüzkırkbir yıl önce bu fani dünyaya veda etmiş. Günümüzde O'nu tekrar dile getirmek gerçekten zor. Ama, Hz. Ruharnmed
buyuruyor. Hz. Emir Sultan'a Kerametler Sultanı diyenler de var. Öte yandan Peygamber Evladı da diyorlar. Biz her iki yönü de bütün delilleri ile ortaya koymaya çalışacağız. Peşin fikirlerden, gereksiz sözlerden, belgelere dayanmayan an.
— II — latışlardan sası,
mümkün olduğu kadar kaçınacağız. Sözün kı kendimizden (kaydı bulunmayan) bir ekleme yap-
mayacatız.
Hz. Emir Sultan her şeyden önce, bir İslAm evliyası oldulunden buna daha özel itinanın gerektitıne inanıyo. ruz. Kaypak, nereye çekiise oraya gelir kabilinden sözlere yer vermeyecetız. Her oluşun bir sebebi bulunduğu ger. çektir. Yeryüzünde sebepsiz hiç bir oluş yoktur. Ve kabul de edilemez. Dünya ne kadar maddi yöne kayarsa kaysın, yine de mAnevi bir atmosferin varlı~ına ihtiyaç duyar. Duyacaktır da. İşte, Hz. Emir Sultan altıyüz yıl önce Bursa'da böylesine bir ihtiyaca cevap veren seçkin kişilerden biridir. İslAmda iki temel esas vardır: Biri Kur'an-ı Kerim, öteki de Hz. Muhammed Mustafa (S.A.) dır. Ünlü hil.dis bilgini EbO. Abdullah Muhammed b. İsmaili'l..CO.fi, el-Buhari (810-869)'nin nakletti~i gibi o iki temele Salih kullan da ekleyebiliriz. MevlAna CelAleddin-i RQ.mi'nin o~lu Sultan Vel~ Hz.'leri kırk gün kaldı~ı halvetten çıkarken <<- Gözümün önünc1e diyor, senin benden yüz çevirmenden başka, bütün günahiann affedilir, ibaresin1n yazılı olduğunu gördüm.ıı Böyle bir cevap karşısında Hz. MevlAna: <<- Söylediklerio gerçekten, gördüğün ve işitti~n gibidir; hattA anlattığının yüz mislidir ... >> diyor. Bütün bunlar gösteriyor ki bir İslAm, Allah yolunda tektir. O'na ancak iki yol gösterici vardır: Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhı:-.mmed Mustafa (S.A.). Bunun dı şında örnek alabilecetı yalnız salih kullandır. O halde, Allah'a dönüş için başka yollara sapmak gerekli de~ildir. Yani, falan şeybin peşinden gidelim veya filAn tarikat bizi Allah'a götürür diye fikir yürütüp yolu detıştirmenin hiç önemi yoktur. Zira, ortada Kur'an-ı Kerim ve O'nu insanlara vahv yolu ile nakleden yüce Peygamber vardır. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.) Kur'an-ı-Kerim'in tefsiridir. Kendisi sa~lı~ında öyle buyUrmuştur. Ve do~rusu da böyledir. Ama, kaç yüzyıldır türlü tari. katlar çıkmış. yayılmıştır. Bunlann faydasızlı~ı ancak yüzyıllar sonra anlaşılmıştır. Bu, do~rudan do~ruya din istis-
— HT —
man önemindedir. İşte, Hz. Emir Sultan Bursa'ya geldiğinde yeni gelişmekte olan başkentte, yeşil sarıklı ~
okuyucularımıza
kaynakların
eser
hazırlanırken
bibliyografyasını sunacağız.
Zira, dejterli olan zamandır. İşte her şeyden önce insanın eHnde bulunan zamana saygı duyduğumuz için böyle yapı yoruz. Öyle ya, okupanlar hem kişiye faydalı olmalı, hem de unutulmemalı. İnsanojtlu hangi şeye fazla zaman ayırır sa, onu asla unutmaz. Herhalde okunanların ciddiyetinden güven duymak için ilim kapısını çalmak gerekir. İşte biz de öyle yaptık.
BİBLİYOGRAFYA
Kur'an-ı
Kerim. Sahib-i Bubiiri muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi ve şerhi. Semerat-ül-Fuad (Sarı Abdullah Efendi) İslam T{\Savvufunda Hacegan Hanedam (Hasan Lfttfi Şuşudl.
Muhyiddin İbn-ül-r:rabi (Prof. Dr. Nihat Keklik). Allah, Kainat ve İnsan
-IVTürk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (Prof. Dr. Fuad Köprülü). Vilayet-name
Şevki).
Darende Tarihi (Em. Hakim: İsmail Fehmi Öztürk). Türkiye Tarihi - Cilt 3, T. Yılmaz öztuna. Reşahat'ı Ayn'el Hayat (Mevlana Ali Bin Hüseyin Safi) Nefahat'el üns Min Hazerat'el Kuds (Mevlana Abdurrahman Cami), Lamii Çelebi -OsmanlıcaSomuncu Baba ıcŞeyh Hamid-i Veliıı Hazırlayanlar: M. Ali Cengiz, Yüksel Adıgüzel, Mehmet Gülseren. Emir Sultan ve Kerametleri (Gazali Saltık> Somuncu Baba, Ulunay 19.8.1966 Cuma, Milliyet Gazetesi Aradolu Evliyaları, Nezihe Araz. Hacı Bayram-ı Veli, Darülfünun Müderrislerinden Prof. Mehmet Ali Ayni. Ravzr:-i Evliya, Baldırzade Selisi Mehmet (Üniversite Kütüphanesi nr. 2556). Şakayukur. Nurnaniye - Taşköprülüzade Ahmed İsa. mettin Efendi. Eski Türk Edebiyatında Nesir 0ilt: I Prof. Fahir İz.
—v— 1402 Ankara Muharebesi (Beyazıt ile Timur'un ölümü ve Fetret Devri) - T. Yılmaz Öztuna. Emir Sultan - Rüknettin Akbulut. Maarif, Sultan Veled <Şark - İslam Klasikleri No: 19 _ M.E.B.) Çeviren: Meliha Anbarcıoğlu). Bursa'da Ulucami - Kazım Baykal, 1950. Türk Ansiklopedisi, Cilt VIII, fasikül: 62. Türk P.nsiklopedisi, Cilt: VIII, fasikül: 64. Meşhur Türk Hukukçuları Hakim H. Basri Erk. Aşık Paşazade Tarihi, (Aşık Paşazade Derviş Ahmet A.şıki - 1915 Matbaa-i Amire). Tac-üt Tevarih,
— VI — Menakıb-ı Emir Sultan (Yenişehirli Yahya) Süleymaniye Kitaplıgı, Hacı Mahmud Bölümü yazmalan, Nr: 4564. Kitab-ı Menakıb-ı Evliya (Lamii Çelebi) Zübde-t-ül menakıb (Hüsameddin) - Üniversite Kütüphanesi, 237ö: Menakıb-ı Emir Sultan (Nimetullah Beyazıt Umumi Kütüphane 3832). Başvekalet Arşivi, Vakıflar Dosyası (24, 1S3). Türkistan Tarihi, (Ord. Prof. Zeki Velidi Togan). Tarih-i Sii.f-ı Tuhfetu'l Ahbab
Rüya Dünyamız, sayfa 230 (Hakkı Şinasi Çoruh). ÖZel notlar
Şair Yahya Kemal muasın arasmda edebi, tarihi ve içtlmii kültürü çok kuvvetli olan değerli şahsi yetlerimizdendir. Şiirlerlne, ince hislerine ve duygu. lanna hayranız. Bizim konuştuğumuz sade dilimizle, yani halkm dilini çok incelterek, herkesçe anlaşıl. ması kolay, neler neler söylemiştir. Konumuz şim· dillk bu değil.
Fakat, Yahya Kemal'in diğer kuvvetli taraflanndan biri de yaptığı sohbetlerdir. «Jean Book» der ki: •- İnsan yüzde yinni okumakta, yüzde seksen soh. betle yetişir.» İşte kendisiyle hepsini tespit ettiğim 39,5 sohbetimiz oldu. Onlardan birinde, bir vesile getirerek buyurdu ki: •- Malazgir~ Zaferi'nden sonra Anadolu kapı lan bize açıldı. Fetih iki senede tamamlandı. Zira, bu topraklar Türk'ün layık olduğu seciyesi, kaderi Icabı bizimdi. O kadar ki, İznik'i pay-i taht yaptık. Fakat, bir Haçlı savletine karsı koyamadık. Orada bozguna uğradık, ric'at ettik. Güc halde ve perişan olarak Konya, Karaman Dağlannda zor bannabildik. Nihayet memleketin büyükleri toplanarak bu. nun sebebini araştırdılar. Dediler ki; biz muazzam bir zafer kazandık. • Fakat, onu idame ettiremedik. Ufak bir savlete karşı koyanıadık. O halde milleti. mizi manen yetiştlrelim. Onlan göstennelik hale soktuğumuz müslünıanlıkta bırakmayarak, iç alemlerinden rolılannın menşef ve ulviyetini idrak etti-
rerek hakikat yolunda verdiler.
olgunlaştırabm,
diye karar
Bu karar, o kadar isabetli oldu ki; halkımız mli.nen kuvvetıendi, yani rabıtalı tam müslüman oldu. Bu suretle, bizler Rumeli'de yeniden sahip olduğu. muz şahsi adaletle ilerleyerek Viyana'lara kadar •uzandık ... » Bu suretle Anadolu'ya, şifabi bir programla, Or· ta Asya ve Orta Şark'ın Hanefi olan Horasan erieri ve emsali akın akın geldiler ve mukadder olan muh· telif yerlere yerleşerek, en ücra köylerine vanncaya k~.dar halkı bir taraftan İslam şeridinden inhiraf ettirmeyerek telkinleri ve örnek durumlariyle halkı ru. hen hakikat ışıklariyle aydınlattılar. Bu ruh, bugüne k~dar geldi. Bir zaman geldi ki, memleket her taraf· tan tecrit edildi. Her yerde mağlüp olduk. İçimize rıifaklar sokuldu. Türkiye yok olmuş iken ruhi bir ilham ile başımıza Atatürk geçti ve milletini kendinden büyük görerek bu dokuz asırlık ruh olgunlu. ğundım faydalanıp, memleketimiz, önderliği ile kur. tuldu. İşte selmiş
bunu Atatürk'ün de belirttiği gibi, bu yük· ruhumuzla vatammızın yeniden sahibi olduk.
İşte yalnız Bursa'mızın değil, aziz yurdumuzun en değerli örnek, faziletli ve kamil bir misalini de 14. asrın sormnda Emir Sultan diye andığımız mübarek veli «Şemserldin Muhammed = Emir Buhari Hazretleri>ı Türkiye'ye geldi. Daha önce, Bursa'ya gelmiş örnek yerli değerlerinin hemen başına geçti ve onlara şahsiyetinin ulviyeti biçbir garez ve ivaz küçüklüğüne kapılmayarak halkı süfli tarafa göste. I'işten azade bir yoldan yürüdüklerini görerek mes'ut
ve bahtiyar yaşadı ve muasırlarına öyle bir ruh ki, bugüne kadar payidar oldu.
aşı.
ladı
Bursa'da Emir Sultan'ın bugün bulunduğu mevkiini söyleyelim: Meşhur ismiyle anılan semtte ruh sağlığı dispanseri başheldmi gibi eskiden olduğu üzere milletimizin artık rüştünü ispat etmesinden şeyhler gibi bir zümrenin tahakkümünden kurtiıla... ~k aracısı7. halk. orava huzur icinde varmakta. ,hu kamil zatı T~.nrı'mn bir teşrifatcısı sayarak Hak'tan istediklerini en kestirme sessiz gönül yolundan o'nun vasıtasıyla duyurmaktadır. Bunun. aracılardan arın. masından batıl tarafı yoktur. Temiz bir ruhla in. samn içinden istediği hiç bir güzel temenni yok ki karşılıksız olarak tecelli etmesin. Neden? Zira, g·idenin imam kuvvetlenmiştir. Ak· hiç bir kötü niyet beslememektedir. O halde, Emir Sultan'ın huzuruna varması Tanrı'dan başka bir kuvvet tevehhümünü icap ettirmez. O buzurda ikilik yoktur. O bir telefon ahizesi gibidir. Onun makinesiyle Hakk'ın numarasını çevirir ve ruhunun sessiz sesi ile bazen harici tesirlerle acılaştığını tah. min ettiği şüphelerini giderir. Hayatmda muhtaç ol. duğu iç olgunluğu kudretini, boşalttığını tahmin etti. ği dt:posunu doldurur ve içt..nden kendisine gelen l!iizel akislerin neş'esi altında yine Tanrıya şükreder. Zir::, her iyi temermisi zamanı gelince olacak ama. şahsi üziintüleril' kolr-vca zail olabileceğini öğrene rek memnunen dönecektir. lında
Madem ki dünyaya insan olarak geldik, aklımız var diye sevinebiliriz. Ama, o her mahlı1kta var. Ukin akıl €rdirmek kabiliyetini arttırırsak bizler o za· mı;.n insan sayılabiliriz. O zaman kendimizi iyi tel· kinler arasında bahtiyar yaşatabiliriz.
Bugünün yaşayanlan arasında büyükler yok mu? Var. Hem neler var. Fakat, onlar bir maksatla or. taya çıkmaz ve kendilerini beiiJ etmezler. Tanınır larsa, cemiyet fertleri onlan rahatsız eder ve başla nın da, etrafım sararak, derde sokar. O halde kala kala geçmis büyükler ortafla kalıyor. Onlara istiane ruhi huzurlannda, bir nevi kendimize inanarak te. veccühtür. Çaresi yok. Bu iç ilhamlara daha asırlarca kendimizi idare için muht&CQ. bir
Bu kitap bu maksatla yazılmamıştır ama, böyle büyüğü tanıtıyor. Bunun tarihi seyri sıralan
mıştır.
Benim bu kanaatimi izhara vesile olan yazan, aziz dostum, Hakkı Şinasi Çoruh'a teşekkür eder ve kendimi emirlerini yerine getirmiş olursam bahtiyar sayanm. Prof. Süheyl ÜNVER
( Hz. EMIR SULTAli VE HUNDI FATMA SULTAN'an )
SOY KUTU QO Hz. All Hz. Fabnl (598·861) (806·623) ı 1 i 1 Hz. Hasan Hz. HUseyln (824·689) (827·680)
GUndUz Alp -Süleyman Şah(? -1228)
......--
~rtulrul Bey (Gazi)
( 1198 -1288}
~·-
1
1
Zgnel Ibidin
Osman Bey (Gazi) _( 1258 -1324 )
1.
Muhammed'Uibllur
-1
1
Orhan Bey (Gazi) ( 1288 -1360 )_
CilerSadak
1
1
Musa KAzim
Sultan Murad 1. ( HUdlvendlglr) - ( 1325 -1389 )
ı
1
Yaldanm Bayezld ( 1380 -1403) 1
Genniyinallu Şah r•bi
-,
AliyOrrizi MuhammedDttekl 1
AliyOnnekl Devlet Hatun ICil Ol..
1
Hasan Ul askeri
1
Sarıld
Muhammed 1
Seyfld Emir AliKOli
llııııdl
fi
1(1·131?, /1JUI
Sultan
EMIR SULTAN {1388- 1429 ) 1
1
Emir Al
1
Hatun
1 Hatıın
VII. yüzyılın ortalarında buraya gelen Çinli gezginler Sogdiana'da ve dolayısiyle Buhara'da bir çok Buddhist mabetieri bulunduğunu yazıyorlar. Buna dayanarak Buhara adının da Buddhist olması çok muhtemel görülmektedir. X. yüzyıla kadar Buhara hakkında edinebildiğimiz bilgiler epey dağınıktır. Fakat, 943 - 944'te Muhammed Nerşahi adlı bir şahsın yazdığı «Buhara Tarihi» sayesinde bilgilerimiz hem gerçekiere yaşlaşıyor, hem de çoğalıyor. Buhara İslam laşmadan önce çevresinde «Kempir duval = Eski Duvar» denilen bir sur vardı. Bu duvar yalnız Buhara şehrini değil, çevresindeki şehir ve kasabaları da, hatta köyleri bile içine alıyordu. Günümüz Buhara'sında bu duvarın
kalınttiarına
rastlanmaktadır.
(Samanoğlu
İsmail zamanında bakımsız bırakılmış bu sura hiç ihtiyaç kalmamıştı). İslam orduları İran'ı zaptedip, Orta
Asya eyaletlerine akınlar yapmak için hazırlandıkları zaman Buhara ve Semerkand çevresinde karargah kurmuşlardı. Arap Ordusu ilk olarak 674 yılında Buhara önlerinde göriilür. Bu ordunun kumandanı, Ubeydullah bin Ziyad tagönderilen Sait bin Osman'dı. O sıralarda, Buhara'yı Kabac Hatun adlı bir kadın emir idare ediyordu. Emir ( = Bey, mürninler beyi, halife, Hz. Peygamberin soyundan) anlamlarını taşır. Ki, bu nokta, konumuzun araştırması yönünden ·çok önemlidir. «Harafından
20
. tun» bir Türk ünvanıdır. Fakat emirlerin Türklüğü şüp helidir. Çünkü, VI. yüzyılın sonunda Buhara her ne kadar Kök - Türk hakimiyetine girdiyse de, bu bölge halkının Türkleşmesi tamamiyle mümkün olmadı. KökTürkler eski prensierin çoğunu yerlerinde bıraktılar. Bu prensierin de Türklere karşı büyük bir sadakat gösterdiklerini görüyoruz. Böylece, Kök-Türkler prensIere kısmi bir istiklal tanımışlardır. Türk adları ve ünvartları da geniş bir şekilde nüfuz etmiştir. İşte «Hatun>• ünvanı bu nüfuzun bir örneğidir. Buhara bölgesinde Kök-Türk hakimiyeti VIII. yüzyılın birinci yarı sında sona eriyor. Arap orduları Buhara önlerine geldiği zaman bu prenslikler kendilerini yalnız başlarına savunmak zorunda kalmışlardı. Arap istilası sırasında Buhara'da her bölge ayrı emirler tarafından idare ediliyordu. Her köyün bile emiri ayrıydı. Bu bakımdan şe hir emirinin köy emirleri üzerinde bir nüfuzu yoktu. Eski devirlerde Maveraünnehir'in başkentleri Baykend'le Semerkand'dı. Araplarm geldiği devirde başkent ola. rak Baykend'i görüyoruz. İkinci başkent de Cemkend idi ki, bu şehir, tarihçi Muhammed Nerşahi'ye göre sonradan Buhara adını almıştır. Araplar, Baykend'i 672'de,
Buhara'yı
da 709'da zapt-
etmişlerdir. Ünlü Emevi kumandanı Kuteybe bin Müslim, Buhara'da İslam nüfuzunu tam olarak yerleştirme yi başardı. İslam ordularının işgali sırasında Buhara
emirlerinin, işgal kuvvetlerine kolaylıkla uyduklarını da görüyoruz. VIII. yüzyılın ortasında Buhara'da emirlik eden Tugşada, müslümanların hoşuna gitmek için sureta müslüman oluyor. Emirin böyle din değiştirmekte ki maksadı kendi mevkiini muhafaza edebilmekti. Ni-
21
tekim bu zat otuz yıl Buhara emiri olarak ka!abilmişti. Aynı yıllarda Maveraünnehir'de bulunan Türklerin Arap istilasına karşı mukabil hücumlara geçtiklerini de görüyoruz. Bir ara Buhara geçici olarak Türklerin eline geçer. VIII. yüzyılın ikinci yarısında Buhara emirlerinin müslüman kumandanlara yaranmak için yalnız din değiştirmekle kalmadıklarını, adlarını da değiştirdikle rini, hatta «Kuteybe» adını koyduklarını da tetkik ettiğımiz kaynaklar bütün gerçeğiyle ispatlıyor, Buhara'lıla rın bu fevkalacte intibak kabiliyederine rağmen dalkavukluk ve ikiyüzlülük sık sık belli oluyordu. Fakat, Araplar buna çok kızıyorlardı. 785 yılında Buhara emirinin öldürülmesinin sebebi doğrudan doğruya ikiyüzlülüktü. Buhara emirlerine Buhara Hüdai derlerdi. Arap hakimiyeti sırasında Buhara emirleri Merv şehrinde bulunan bir genel valiye bağlıydılar. IX. yüzyıldan sonra bu valilik Merv'den Nişabur şehrine kaldırıldı. Böylece, Buhara da Nişabur'a bağlanmış oldu. 874 yılında Tahiri'lere tabi olan Buhara, Samanoğullarının nüfuzunun artması, yayılması üzerine onları tanımaya mecbur oldular. Samanoğulları zamanında İsmail, Buhara Emiri tayin edildi. Samanoğulları devri Buhara için bir refah ve saadet devri oldu. İsmail 892'den sonra bütün Maveraünnehir'i hakimiyeti altına almış ve bu suretle buralarm serveti merkez olan Buhara'ya akmıştı. Buhara'nın gelişmesinde İsmail'in rolü çok büyüktü. Buhara eski yerini hiç değiştirmemişti. Bu keyfiyet 'Buhara şeh rinin tarihini tetkikte çok önemli bir noktayı teşkil eder. Orta Asya şehirleri birbiri ardından birçok istilalara uğradıklarından şehirler yıkılıyar
ve
şehrin yıkılan
düşman orduları tarafından
bu bölümü ikinci bir defa
22 yapılmıyordu.
O civarda ayrı bir yerde yeni bir şehir ediliyordu. Oysa, Buhara'da imar aynı temel üzerine yapılmıştır. Buhara şehri, öteki ortaçağ şehirleri gibi bir iç hisara sahipti. İç hisarda daha ziyade emirio sarayı, mescitleri, şehrin merkezi ve idare yerleri bulunuyordu. İkinci olarak eski şehrin bulunduğu yerdeki iskan alanı, üçüncü olarak da Arap istilası ve Samaniler devrinde şehrin iktisacten gelişmesi ile ortaya çıkan yeni bölümler geliyordu. Bu bölümler de bir surla ·çevrilmiş ti. inşa
Buhara'nın Karahan'lılar devri bir imar ve genişle me devridir. 116S'te Buhara'nın surları da tamir edilmektedir. İslamiyeti tam olarak kabul etmesi biraz güç olmuşsa da, İslami ilimierin en fazla tutulduğu ve büyük gelişme gösterdiği yer, Buhara idi. Buna önemli örnek Ebu Abdullah Muhammed bin İsmaili-l Cufi, el-Bubari (810-869)'nin «Sahih al Buhari» adlı büyük hadis kitabıdır. 1141 yılında Katvan Savaşından sonra Buhara Karahıtay'ların eline düştü.Bu sırada Sactır'ların Karahıtay'lara karşı Buhara'yı cesaretle savunduklarını görüyoruz. Fakat, XIII. yüzyılın ilk yıllarında çıkan bir isyan sonucunda Sactır'lar Buhara'dan kovuldular. 1207 yılında Harezmşah Muhammed. Bin Tekiş'in hükmü altına giren Buhara'nın, daha sonra Harezmşah'larla Karahıtaylar arasında birkaç defa el değiştirdiği tarihi bir gerçektir. 1220 yılında Harezmşahlar Çingiz Han'ın «Cengiz Han'ın» taarruzuna uğramış ve Buhara sür'atle Moğolların eline düşmüştü. İç kalede Moğollara karşı çetin savaşlar yapıldı. Harezmşahlar, Buhara'nın iman için çok gayret göstermişlerdi. Fakat, Moğol istilasında
23 çıkan büyük bir yangın iki mescitten başka bütün şehri ve kitaplıkları ortadan kaldırmıştır. 1239'da Moğol ida~ resine karşı bir isyan çıktı. İsyanın başında köylüler ve
küçük esnaf geliyordu. Bu sıralarda Buhara'da Çince paraiar basılıyordu. Çünkü, Moğollar Buhara'ya bir Çiniiyi vali tayin etmişlerdi. İslam ulemasının ve mollalarının daima muhalefeti ile karşılaşan Moğollar, bu sınıfı elde edebilmek için hepsini vergiden muaf tuttular. Ve büyük medreseler kurup, ilmi teşvik ettiler. Ünlü Haniya ve Mesudiye medreseleri bunlardandır. İslam aleminin tanınmış bilginlerinden Seyfeddin Baharzi, bu medreselerde müderrislik etmişti. İran Moğolları 1273 yılında Buhara'yı istila ile halkı kılıçtan geçirdiler. Bu olay şehrin uğradığı felaketierin en büyüğü olarak gösterilir. O sıralarda, Buhara, Çağatay Hanedam ile İran Moğolları arasında birkaç defa el değiştirdi. Timur ve Timuroğulları devrinde şehir eski önemini kazanamadı. Ve bu önem Maveraünnehir üzerinde bulunan Semerkand'a geçti. 1316 tarihi, Buhara'nın ikinci tahrip tarihidir. Halk zorla kendi yerlerinden çıkarılarak Ceyhun'un güneyindeki araziye nakledildL Bundan sonra bir süre şehir çok sönük kaldı. Ünlü matematik ve astronomi bilgini, Timur'un torunu hükümdar Uluğ Bey (1394-1449) zamanında yeni imar hareketlerine sahne olduğunu görüyo-
ruz. Orta Asya'da, Maveraünnehir bölgesi üzerinde bazen daralan, bazen genişleyen sınırlar içinde Buhara Hanlığı, Şibanoğulları (1500 - 1599). Canoğulları yahut
24
(1599- 1785) ve Mangıtlar (1785- 1920) idare edilmiştir. 1920'de Buhara Hanlığı sona erdi. O tarihten sonra (1 Ekim 1920'de) toplanan kurnitayla yeni hükumet teşkil edilerek adı: Buharskaya Narodnaya Sovetskaya Respublika -Buhara Halk Cumhuriyeti- oldu. Ve 1924'e kadar sürdü. Daha sonra, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri arasında Buhara bölüştürüldü. X. yüzyılda eski Buhara şehrinin planı, eski şehir, yeni şehir ve bir de iç hisar olmak üzere üç bölümden müteşekkildi. Her üç bölüm de surlarla çevrilmişti. İç Hisar'ın başlıca iki kapısı vardı. Buhara emirlerinin sarayı bu iç hisar içinde bulunurdu. Samanoğulları devrinde emirler bu bölümde oturmuyorlardı. Sur 1165'te yıkılmış ve yeni surların inşaatında bu eski malzeme kullanılmıştı. X. yüzyılda Buhara'da sık sık namazgah ve benzerlerinin de inşa edildiğini görüyoruz. Fakat bugün, X. )rüzyıldan kalan tek tarihi eser, Samanoğullarından İsmail'e ait türbedir. Ulucami XII. yÜzyılda yapılmıştır. Ve 1540'ta yeniden inşa edilmiştir. Bayan Kulu Han'ın türbesi 1395'te, Uluğ Bey'in medresesi 1417 /1418'de tamamlanmıştır. XVI. yüzyılda (1535/1536'da) Mir Arap Medresesi ile Çar - Bakr Medreseleri bu devrin mimarisini temsil ederler. Abdülaziz Han Medresesi ise 1651/1652'de inşa edilmiştir. Buhara an'anevi mimarisini en son temsil eden eser, 1807'de Niyaz Kul tarafından yapılan medresedir. Bu medrese dört kulelidir. Mir Arap Camii'nin yüksek, renkli kubbesi çevresi ile orijinal bir tezat teş kil eder. Bu renkli kubbe yakınında bulunan minarenin
Astrahan
Hanları
tarafından
25
tarihi önemi vardır. 1871 yılına kadar bütün siyasi suçlular bu 62 metre' yüksekliğinde olan minareden aşağı atılmak suretiyle idam edilirdi. Buraya kadar Buhara'nın tarih içindeki panoramasını çizmeye çalıştık. Emir Külai ünvanı ile maruf Sayyid ( = Seyyit) Ali ailesinin Buhara'da yaşadığı yıllar, şehrin nice felaket· lerden sonra pek sönük kaldığı devreye rastlar.
AİLESİ-BABASI- TARİKATI ..
Emir (Amr) Arapçadır. Reis, başkan, kumandan demektir. Çoğul olarak umara kullanılır. Tasavvufta varlık, alam al-amr ve alam al-halk olmak üzere iki mertebeye ayrılır. Birincisi gayb ve ikincisi zuhur alemidir. Farsçada bu kelime çok defa kısaltılarak mir şeklinde dir. Araştırmalarımız bize gösteriyor ki, Külal ailesi Buhara'lıdır. Ve ırk olarak Türk'tür. Fakat Emir Külal adının başında Seyyid ( = Sayyid) bulunması bu ailenin Hz. Peygamber soyundan gösterilmesine sebep olmuş tur. Ama, ileride göreceğimiz gibi, bizzat bu konuda Molla Fenari şahitlik etmektedir. Ve bütün menakıb kitaplarında da böyle geçmektedir. Yalnız şurayı önemle belirtelim ki, Emir Sultan'da gördüğümüz kıhk - kıya fet (ömür boyu süren) Türk an'anesine uygun değildir. Zira seçtiği renkler Hz. Peygamberinkine uymaktadır. O devirlerde Buhara'da, Semerkand'da ve öteki şehir lerde erkek elbiselerinde çiçek motifleri var. Buna, burada çok canlı bir örnek olarak büyük Türk filozofu Farabi'yi (870 - 950) gösterebiliriz. Bu ünlü filozofumuz seksen yıllık ömründe nereye gitti ise (Bağdad'da, Şam'da, Harran'da, Mısır'da, hatta bir ara kadılık yaptığı Buhara'da vb.) hep o kıyafetle dolaşmıştır. Günümüzde böyle bir görüntünün önemi kalmamıştır. Ama, tarih içinde kıyafetin hüviyet teşhisinde rolü unutulamaz. Emir Sultan Hazretleri belki de Hacc dönüşü böyle bir değişiklik yapmıştır. Fakat, ne olursa olsun
28
O'nun fizik yapısı, Türk ırkının özeiliklerini taşıyordu. Diyeceksiniz ki, şu halde, Hz. Peygamber soyundan geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Aslında, Kulili ailesi Buhara tarihinde gördüğümüz huzursuz ve karışık devirde yaşamıştır. Dikkat edilirse, annesinin adı ve yine mensup olduğu aile bilinmiyor. Kendisi Bursa'da dervişle rine Buhara'daki hayatını naklederken bu konuya girmemiştir. Biz de böyle bir kayda rastlamadık Emir Külal Türk'tür. Zira, Külal = çömlekçi demektir. Ve bu tabir Buhara'ya özel bir tabirdir. O halde, Emir Sultan baba tarafından köklü bir Türk aileden gelmektedir. Çünkü, Emir Külal'in babası yani Emir Sultan'ın dedesi_ Muhammed (Seyyid) çömlekçilik yapardı. Emir Külal de aynı sanatla geçimini temine çalışırdı. Demek oluyor ki, anne tarafından Hz. Peygamber soyundan geliyor. Yine şurasını önemle belirtelim ki, Emir Sultan hiç bir zaman soyu ile öğünmemiştir. Zira, bu konuda Hz. Muhammed'in hadisi vardır: «Soyunuzla övünmeyiniz.» Soyla öğünme insanlar arasında kıskançlık ve ikiliğe yol açtığı için makbul değildir. Kaldı ki, Emir Sultan Hazretleri gibi yüksek bir şahsiyet böyle bir tutumdan daima uzak durmuştur. Dervişleri kendisine sorduklarında, yani duyduk ki siz Hz. Peygamber soyundanmışsınız, dediklerinde kısaca <
29
«Emir Seyyid Ali» adı ile anıldığı gibi kısaca Emir Külal da denir. Emir Külal, tanınmış Buhara mutasavvıf lanndandır. O'nu Kübreviye tarikatının Nur-bahşiye koluna bağlı olarak gösterirlerse de, Seyyid Muhammed Nur-bahş'ın ortaya çıkması çok daha sonradır. Fakat aynı tarikatın Zehebiye kolundan olduğunu kabul eden kanyaklara da rastlıyoruz. Oysa, Emir Külal'i bir halveti şeyhi göstermek, gerçeğe uygundur sanıyoruz. Halvetiyye, Kübreviliğin çok ayrı bir koludur. Kübrevili~ ğin kurucusu Harezmli Necmeddin Kübra'dır. Onun bilgin bir kişi olduğunu naklederler. 1220'de Cengiz ordularının Örkenç şehrini aldığı sırada Moğol askerleri • tarafından öldürülmüştür. İşte aynı tarikattan olan Ömer Ekmeleddin daha sonra Halvetiliği kurmuştur. Halvetiliğin
de,
Gülşeniyye,
Merdasiyye, Sünbüliyye, Ahmediyye, Cemaliyye, Tecşiyye ve Asaliyye adlı şubeleri vardır. Bir kimse ile yalnız kalmak anlamına gelen halvet kelimesi, tasavvufta Hz. Allah'tan başka hiçbir insan ve meleğin bulunmadığı bomboş bir yerde ruhun gizlice Hz. Allah'la konuşması demektir. Bir odacık yahut yer altında kazılmış daracık bir mahzen içine girip, haftalarca orada ibadetle meşgul olmak adetinin sofiler arasında hangi tarihten beri süregeldiğ~ kesin olarak bilinmiyorsa da, veliler hakkında yazılmış biyografi kitaplarında bu adetin .x. yüzyıldan önce mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Halvete girmeyi şart koşan ve Halvetiyye adını alan bir tarikatın ortaya çıkması XIII. yüzyıla rastlar. Bu tarikata mensup olanlar, nefislerini ancak halvetle yok edebileceklerine inanırlar. Bundan dolayı da halvete dört elle sarılırlar. Halvet, hücre veya halvethane adı verilen, kapısı kıble . Şabaniyye, Şemsiyye,
30 tarafında
bulunan, insan boyu yüksekliğinde, namaz kı kadar uzunlukta, hareket edilebilecek genişlikte olan ve içerisine dışarıdan hiç ışık sızmayan bir odacık. ta yapılır. Bununla beraber, bazı şeyhler, nefislerine fazla eziyet etmek için toprak altında hazırlanan hücrelerde halvete girerler. Sayram'lı Şeyh İbrahim'in oğlu Ahmed Yesevi (Xl. yüzyıl), Hoca Yusuf Hemedani'nin mürididir. Altmışüç yaşına girdikten sonra an'aneye göre tekkesinin bir tarafına üç arşın derinliğinde bir çilehane yaptırarak oraya çekilir. Sonradan, Bektaşilik, Nakşibendilik, Hurufilik, Kalenderilik ve Haydarilik adlarını taşıyan şubelerini gördüğümüz Yesevilikte, halvet'in bilhassa önemi ve kendine özel adabı vardır. Hoca Ahmed Yesevi'ye göre halvet kelimesindeki, harflerde bir çok anlaşılması güç hikmetler vardır .Burada hı hali'den, lam leyl'den, vav vuslat'tan, te hidayet'ten alınmıştır. Halvet esnasında nefse ve şey tana ait hazlar yanıp mahvolur. Hak cezbelerinden {Cezbe = ruhun hayret ve sevince kapılarak sanki cesetten hariç bulunuyormuş gibi olması) nar {ateş) ve nur {aydınlık) ortaya çıkar. İnsanlık karanlıkları ve başka kederleri kalkar; batın (iç yüz, görünmeyen nesne) tabakaları nurlanır ve temizlenir. Daha bunun gibi sayısız feyizler has ıl olur. Ahmed Ycsevi'nin bir öküzü varmış. Yesevi, yaptığı kaşık ve kepçeleri heybe içinde bu öküzün sırtına yükler, pazara gönderirmiş. Öküz, pazarı ve kasabanın sokaklarını dolaşırmış. Müşteri bedelini heybeye koymadıkça, hayvan alıcının peşini bırakmaz, malı yahut parasını almadan ayrılmazmış. Yesevi, halvet ikidir, diyor. Biri şeriat halveti, ötekisi tarikat halvcti'dir. Şeriat halveti olmayınca, ikincisi lınacak
31 halveti, bütün ayıp sayılan fiillerden ve sözlerden, başka noksanlık ve günahlardan ta· mamiyle tövbe etmek esasına dayanır; böyle olmazsa, tarikata girmiş olsa da halvetine layık olamaz. Bunun gibi oruç da, bütün uzuv ve duygu organlarının, şer'an yasak edilen v.b. şeylerden korunması suretiyle olmalıdır. Tarikat halveti hakkında eski büyük mutasavvıf ların ( = İlahiyatla uğraşanlar, sofiler) birtakım görüşle ri ve onlara göre konulmuş muhtelif erkan ve kaideler (*) vardır. Ahmed Yesevi, her bakımdan Türkistan'ı, çağının emirlerini (Buhara dahil) etkilediği için ondan söz ettik. İleride, yeri geldiğinde bu etkinin nerelere ve kimlere kadar uzandığını da göreceğiz.
olmaz.
Şeriat
meş'um
(*)
Cevahirü'l·Ebrar (S. 30 - 34) Halvet ve Uzlet kelimeleri eskiden beri tasavvuf ıstılahlarından dır. Ve aynı anlamda gibi kullanılır. Halvetten maksat, tenha bir yerde alemden uzak durmak· tır. Uzlet, ehl-i safietin sıfatı; halvet vuslat ald· metidir. Mürid için önce kendi cinsinden uzlet (yalnızl·!k) ve sonunda !Üns-i Hak için ihtiyar-; halvet gerektir. Yalnız uzlet isteyen kimse, halkın şerrinden korunmak için değil, kendi şerrinden halkı korumak için bu hareketi istediği fikrinde olmalıdır. Zira, aksi, kibir ve gurura yol açar. Ebu Bekr Varrak ecDünya ve ahiretin hayrını hal· vet ve kıllette ( = darlıkta), şer ve mazarratını halk ile ihtilat ve kesrette buldum» demiştir. -Risdle-i Kuşayriye Tercümesi, S: 82-85- Tasavvuf hakkındaki telifleri büyük bir değer ve önem taşıyan Şahdbü'ddin Suhraverdi, Avdrifü'l-Madrif'in-
32
Elde ettiğimiz bilgilere göre, Emir Külal, yaşadığı dini ortamında kendi adını unutturmamış arif (= gittiği yolu bilen) bir zattır. Yaptığımız araştırma da ona ait herhangi bir esere rastlamadık. Muhakkak ki, o da öteki mutasavvıflar gibi ömrünce nefs mücadelesi yapmış ve Hz. Peygamber'in (S.A.) va'zettiği şekil ve anlamda ibadeti gerçekleştirmiştir. Bu günlük geçimini çömlekçilik yaparak temin eden asıl adamın ahlakı ile öğündüğü bir müridi vardır: Seyyid İsa. O, Emir Külal'e hem çömlekçilik işlerinde yardımcı, hem de din yolunda hizmete k2şuyordu. Aslında Emir Külat, Seyyid İsa'nın şeyhi idi. Sofilere göre, tarikat merhalelerinçağın
Fütuhü'l-Erba'inde halvetten ve onun Cldiib ve şart larından uzun uzun bahseder. Ona gi:Jte halvetten maksat, birtakım geriiib ve aciiibe, keşfiyata şa hit olmak değildir. N as (halk, insanlar) ile ihtililt üzerine halveti tercih eden kimse, zikr-i iliihi'den başka tekmil zikirlerden, murild-ı ilahi'den başka tekmil muradlardan ve katfe-i esbabı mutillebeden uzak olmalıdır. Aksi takdirde halveti fitne ya-. hut felakete mibıcer olur. Bütün bu bilgilerden anlıyoruz ki, insanoğlu herşeyden önce kendini düzeltecektir. Temiz ve iyi niyetli olacaktır. Halk· la olan ilişkilerine dikkat edecek, söz ve davranışlarını disipline alacak, terbiyenin sınırlarını aş· mayacaktır. Yani, gösteriş yaparak ne kendini ve ne de çevresini kandırmayacaktır. Onun için İs· lam'da yalan söylemek yoktur. Ve yalan söyleyen asla İslam değildir. Zira, bütün eğrilikler yalanla başlamaktadır. İslam, yalan söylemez.
33
de olgunlaşan, tarikata yeni girenlere yardım eden ve yol gösteren kişilere şeyh denir. Hak yemek nedir bilmeyen, bir günü öteki güne eş tutmayan bu asil Türk yine Buhara'lı olan Seyyid İsa'ya evlat muamelesi yapı yor. Bir baba eviadını nasıl sever ve ona nasıl itina ederse, Emir Külal de aynı davranışı gösteriyordu. Nitekim daha sonra ona el verdiğini ( = kendinden sonraki şeyhi seçmek) öğreniyoruz. İşte, bu Seyyid İsa'nın Emir Sultan Hazretleri üzerindeki rolü büyüktür.
F: 3
DOGUMU VE İLK GENÇLİGİ
Emir Külal'in 1368'de bir oğlu oldu. Adını, Şemsed din koydu. O Bursa'ya gelinceye kadar hep bu adla tanınmıştır. Yalnız adının başında bir de Muhammed vardı .. Y.anj, Muhammed Şemseddin. Muhammed, d edesinin adı idi. Emir Külal zengin bir adam değildi. Bu sebeple, türlü savaşlarla, yağmalada tahrip edilen ve ticari hayatı altüst olan Buhara'da geçinmek çok zordu. Görüyoruz ki, manevi zenginliğin zirvesinde bulunan Külai ailesi, maddi sıkıntılar içinde idi. Ve şehrin dış mahalleler'indeki evlerinde kıt kanaat yaşıyorlardı. Küçük Şemseddin'in çocukluğu çok garip geçmiştir. Zira, annesini kaybetmiş, baba bakımı ile büyürnek zorunda kalmıştır. Emir Külal ikinci defa evlenmemiş, sırf çocuğu ile meşgul olmuştur. Emir Sultan'ın ileride göreceğimiz gibi ağzından çıkan her « - Gel baba'm>>, « - Otur baba'm», « - Söyle baba'm» v.b. cümlesinde çocukluk çağının etkilerini bulmak kabildir. İlk gençlik yıllarına kadar, oğluna sağlam bilgi ve ahlak vermeye çalışan Emir Külal ona her zaman şunları tekrarhyordu: « - Peygamberi babandan da, anandan da fazla seveceksin. Soyunla öğünmeyeceksin. Ağzından hiç yalan çıkmayacak. Her günü son günmüş gibi tamamlamaya çalışacaksın. İlim öğrenecek ve asla üşenmeyeceksin.
36
da olsan kıhç çekmeyi bırakmayacaksın. Sehiç bir topluluğa dahil olmayacaksın. Nikahsız (kadınla) oturmayacaksın. Hadisler sana tefsir olacak, Hz. Kur'an da en büyük yol göstericin. Hayat, her yanı ile sana medresedir. Bir yerde hayır bulursan yerleş. Kötülükten kaç. Unutma ki elinde en büyük silalım Hz. Allah'a ettiğin dua olacaktır ... »
Ak
sakallı
lamsız
bir şekilde yeona bütün bilgisi ile, görgüsü ile muhatap olmaya çalışmıştır. Şeriat ne. emrediyorsa, aynı şekil ve anlamda İslami bilgileri küçük Şemseddin'e duyurmaya uğraşmıştır. Emir Sultan'da ibretle müşa hade ettiğimiz ve hatırasına saygı ile eğildiğimiz o yüksek ahlak, işte böyle meyve vermişti. Emir Külal
oğlunun şeyhlere yakışır
tişmesini istediğinden
Küçük Şemseddin'in başka kardeşi olup belli değildir. Zira, bu hususta kayıt yoktur.
olmadığı
Kendisi olgun yaşlarda babasından söz ederken, bilhassa ondan aldığı bilgilerin temel bilgi olduğunu belirtmekten uzak kalmamıştır. Şeriat emirlerini harfiyen yerine getirmeyi bütün ömrünce ihmal etmeyen Emir Külal, oğlunun yetişme sine bu kadar titizlik gösterdiği halde, ölümünden sonra kendi manevi yerini Muhammed Şemseddin'e bırak mamıştır.
Daha önce açıkladığımız gibi, o yer Seyyid İsa'ya Ve Seyyid İsa: «-Ya Şemseddin, madem ki Medine'ye Hz. Peygamber'in (S.A.) bulunduğu yere gidiyorsun. Ben de sana el veriyorum>> diyor. Yani, böykalmıştır.
37
lece Seyyid İsa da Emir Sultan'ı kendine halife seçmiş oluyor. Bu bir nezaket ve babaca duygunun ifadesidir. Bazı menakıb kitaplarında Emir Sultan'ın daha Buhara'da iken bile tanınmış, sevilmiş bir veli olduğu kaydı vardır. Şu halde, bu bir bakıma Emir Külal'in oğ lunu nasıl yetiştirdiğinin de ispatı oluyor. İlk delikanlılık çağında böyle bir gelişme gösteren Muhammed Şemseddin, elbette ileri yaşlarda çok daha sevilen, sayılan şahsiyet olacaktır. Bugün ilmen, inkarı güç ispat.. tır ki, çocuklar anne ve babadan bazı kabiliyetler alarak doğmaktadırlar. Kocasını seven bir kadının çocukları asla çirkin olmuyor. Ve bu çocuklar büyürlükleri zaman da hem kendilerine, hem de çevrelerine yararlı olmasını biliyorlar. Bunu ilim, sevgiye bağlıyor. Dikkat edilirse, sevgi ile büyüyen çocuklar, hiç bir zaman toplum içinde başarısızlık göstermiyorlar. Bu önemli problemi, Avusturyalı ünlü sinir ve ruh hekimi, aynı zamanda Rüyalar Bilimi adlı kitabın yazarı olan Dr. Sigmund Freud'un yakın çalışma arkadaşı Dr. Alfred Adler (1870- 1937) ·çözmüştür. Günümüzde, ağızdan düşmeyen aşağılık duygusu'nu teşhis eden doktor, işte bu Alfred Adler'dir. Diyor ki:
«-Çocuk üzerinde anne ve babanın rolü büyüktür. ilerde iyi insan olduklarını görmek iste· yenler, onları asla küçüklük komplekslerine ( = aşağılık duygusuna) terketmemelidirler. Çocukları hiç bir şe kilde baskı altında tutmamalı. Mümkünse, büyükler kendilerini kontrol etmeli ve onlara örnek olmalıdırlar.» Çocuklarının
Emir dan
Sultan'ı
tetkik ederken, onun babası tarafın ve yine. ona nasıl önem verildiğini
nasıl sevildiğini
38
görmekten uzak kalmıyoruz. Böyle bir duruma, İbra him İbn-i Ethem Hz.'lerinde de rastlıyoruz. Bıstam'lı veli Bayezid'de de anne ihtimamı örnek derecededir. Bir de ünlü Hazreti Veys var. Hani o otuziki dişini Hz. Muhammed sevgisi uğruna kırıp döken Yemen'li Veysel Karani. Daha kısa söyleyelim, insanoğlu yetişme çağında sevgi ortamı bularnazsa çevresinde, asla verimli olamaz. Ailenin çocuklara karşı gösterdikleri sevgi ve ihtimam, onları hayatın her yönüne, her zorluğu na kuvvetli kılmakta gecikmiyor. Emir Sultan Hazretlerinin ta Buhara'dan kalkıp Bursa'ya gelmesi, (o günün şartlarında düşünüldüğün de) pek kolay bir mesele değildir. Şunu söylemek istiyoruz ki, ondaki bu azim ve enerji Emir Külal'den gelmektedir. Emir Sultan daha çocuk yaşlarda şahsiyeti gelişmiş örnek insanlardan biri olarak Osmanlı Tarihine geçmiştir. Bunu kendisi, o arif kişi olan değerli babasına borçluydu. Kıtlık
ve
hastalıkların
bir
sırada,
Eski Türk adeti gereğince ev gelenler (kim olursa olsun) uzun süre bekletilmezler, hemen buyur edilirlerdi. Genç Muhammed Şemseddin de öyle yaptı. Yaptı ama, kapı önünde duran yaşlı adam içeri girmiyor, devamlı ağlıyordu. O zaman, şeyh Emir Külal: <> Yaşlı adam, kapıda Emir Külal'in ellerine sarılır: «-Ah şeyhim, der~ bağım bahçem mahsul vermez oldu. Çoluk çocuk aç kaldık. Dualarını bekliyoruz.» Emir Külal: «- Haydi şimdi git.
bir gün
kapısına
kapıları çalındı.
yaygın olduğu
39
Hak'tan bir şey gizli değildir.» der. Baba ile oğul gözgöze gelirler. Muhammed Şemseddin bu görevi üzerine alır. Ledun sırrının yiğidi, gün battıktan sonra, sabah gelen yaşlı adamın bah~esine gider. Ve hiç hareketsiz, sabah narnazına dek duasını yapar. Aynı zamanda bu olay genç Emir Sultan'ın hayatında· verdiği ilk büyük imtihandır. Ertesi günü, bütün Buhara'da kulaktan kulağa viran olmuş bahçenin yeşerme hikayesi nakledilir. Yaşlı adam gördüğüne inanamaz. Şaşırmamak elde mi? Daha bir sabah önce neydi bahçenin durumu? Bahçe sahibi de imanlı. O da Cenab-ı ~akk'a dua ediyor: «-Ya rabbi, diyor, bu ne sırdır. Bu ne hikmettir. Şükürler olsun.» Sonra kelime-i şahadet getiriyor. İşte, o zaman, bahçesinh-ı öteki ucunda, Emir Kulal'in genç oğlunu görüyor. Ona doğru teşekkür etmek üzere yürürken, Muhammed Şemseddin'in kaybolduğunun farkına vanyar. Durduğu zaman, yine görünüyor. Ve Muhammed Şemseddin yaşlı adama konuşmamasını işaret ediyor, bir daha görünmüyor.
BUHARA'DAN
AYRlLlŞ
Herşeyin doğrusu, aslı neyse onu yerine getirmeyi ödev bilen Muhammed Şemseddin, sevgili babasının vefatı anında bir erkek eviada düşen işleri hiç eksiksiz yapmıştı. Seyyid İsa da beraberdi şüphesiz. Ama, onun evlat olarak daha ayrı ödevleri vardı. lslamiyette her esas akla dayanır. Akıl dışı davranışlara kat'i bir şe kilde yer vermeyen İslam dini, insan psikolojisini bütün olarak ele alır. İslamiyette Allah'ın emirlerini yerine getirmek ödevi, yalnız bir şahsa, iki şahsa yahut bir sınıfa verilmez. Yani, imam sınıfı, müezzin sınıfı, ölü yıkayıcı sınıfı, mezar kazıcı sınıfı v.b. diye bir sı nıf yoktur. Aslında İslam dini ayrılıkları tasvip eden bir din değildir. Daha doğrusu, akli ölçü sınırını aşmaz İslamiyet. Niçin, imam sınıfı veya müezzin sınıfı yoktur? Çünkü, lslamda her erkek, imam ( = önde gelen) dır. Her erkek müezziri'dir, her erkek ölü yıkar. Ve yine her erkek, mezar kazabilir. Hayat tek yönlü değildir. O halde, bu çok yönlü hayat karşısında kişiyi (her durumu ile) aktif hüviyette görmek isteyen İsla· miyet, tam anlamı ile insan psikolojisine en uygun dindir. İslamiyetin, dünya işleri dışında kabul edilmemesi bundandır. Hayata paralel bir dindir. Ve işte bunun için yalan yoktur İslamiyette. Yani, kandırmaca oyundan uzaktır. Neyin kandırmacası diyeceksiniz? Açıklayalım, bir bir. Önemli olan, insanın kendisidir. Şu halde, kişi önce kendini yalandan, dolayısiyle
42 kandırmadan
uzak tutmasını becerecektir. Bu da hakikate dönmekle kabildir. «Hakikat» de akılla bulunur. Hepsi birbirine zincirleme bağlıdır. Nedir en büyük hakikat? Bunun cevabı tek kelin:ıe ile Allah'tır. Fakat, insan vücudu için söylenirse bu, o zaman sonuçta ölüm hakikatı ile karşıtaşılacağı ortaya çıkar. İnsan doğdu ise, kesin olarak sonunda ölümle karşılaşacaktır. Peki, niçin böyle bir hakikati görmemezlikten gelebiliriz? İşte İslamiyet, bunu her insanın bilmesi gerektiğini va'zediyor. Muhammed Şemseddin'in babası Emir Kulal de aynını yapmıştı. Şimdi oğlu da o ödevi yerine getirmekten geri kalmayacaktı. Seyyid İsa ile beraber yıka dılar, beraber kefenlediler, beraber hasıra sardılar. Tabut, bir kaide değildir. Her an, her yerde tahta bulunmaz ki... Aslında tabutla cenaze kaldırmak adeti sonradan çıkmıştır. İlk önceler hurma yaprağından yapıl mış hasırlar kullanılırdı. Zira, Arabistan'da meşe ormanları yoktur. Bilmem anlatabiliyor muyuz bu özelliği? İslamiyet her şartta rahat tatbik edilebilen, inkarı güç yüksek bir dindir. Hayata uygun, eşsiz bir din. Emir Kfılal'in cenaze namazını seyyid İsa kıldınyor. Muhammed Şemseddin sevgili babasının ölümünden sonra (kendi ifadesine göre) bir gece rüya görür. Rüyada Medine'ye gitmesi ve soyu ( = ceddi) Hz. Peygamber' i (S.A.) ziyaret etmesi işaret edilir. Yapı itibariyle kalabalığı sevmeyen, yalnız ve sakin yaşamayı arzu eden Muhammed Şemseddin'in bir süre kararsız kaldığını görüyoruz. Belki de bu rüya, o kararsızlığın sonucu oluyor ki, ·kendi kendine ömrünün sonuna dek Medine'de kalmayı ve sonra Hz. Peygamber'in kabri
43 yakınlarında
bir yere gömülmeyi düşünür. İşte bu düile Buhara'dan Hacc için kalkan (yol çok uzun olduğundan ticari maksat da taşıyan) bir kervana katı lır. O sıralarda ondokuz, yirmi yaşlarında olsa gerektir. Zira, kırk küsur yıl Bursa'da hayat sürmüştür. Demek ki, Muhammed Şemseddin, tam delikanlı çağında doğ duğu toprakları terketmiş oluyor. Mekke yolu İran'dan geçiyordu. Öyle tehlikeli bir seyahatti ki bu, soygun ve ölüm her an beklenebilirdi. Hele Arap Yarımadasının İran'a verdiği geçit bölgesinden Mekke'ye gitmek, savaşa girmek gibi bir şeydi. şünce
Zira, kurak, verimsiz topraklar üzerinde yayılmış olan kabileler başına buyruk yaşıyorlardı. Ve fırsat buldukları an can almayı adet haline getirmişlerdi. Tedbir, bir İslamın silahı sayılıı;. Yani kıhç, silah, bıçak, kama, herhangi bir alet (ok gibi) taşımak, gerekli değil dir. Kat'i olarak tabanca ile gezmek bir tedbir sayıl maz İslamiyette. İslamın tedbiri, terbiyesi -faziletitecrübesidir. Daha kısa ifade edersek, tek kelime ile ahlak'tır diyebiliriz. İşte, Buhara'dan kalkan kervanda böyle bir tedbirle yola çıkan delikanlı, Muhammed Şem seddin'di. Eğer, o, bu rüyayı görmeseydi, Buhara'dan hiç bir zaman ayrılmayacaktı. Zira, İslamiyette yer değiştirmek şu üç sebebe dayanır: 1 - Namus korumak endişesi, 2 - Helal kazanmak yolu, 3 - İlim. Eğer bir İslam, bulunduğu yerde namusunu koruyamıyorsa
kını
veya koruyamayacağına inandı ise, hakhelal yoldan (Allah'ın emrettiği şekil ve anlamda)
44
elde edemiyorsa, aradığı ilmi bulamıyorsa o yeri terkedebilir. Bunun dışında, bir İslam bulunduğu yeri terkedemez. Efendim, ben tol kazanmak için {iki yılda bir apartman yaptırmak gibi) elbette büyük şehire gi· derim. Bunda fena bir şey yok ki. Belki doğrudur bu düşünce, o kişiye göre ama, İslam'da «bol kazanmak düşüncesi» dünyaya fazla rağbet olarak kabul edilir; Oysa, kul, yani insan dünya'ya
değil,
Hz. Allah'a tapar.
Allah'a tapan bir kul ise, taptığının emirlerini yerine getirir. Bu emirlerde kişinin yalnız kendini düşünmesi yolu değil, öteki kulların haklarının da gözönüne alın ma meselesi, hakikati vardır. Şu halde, Muhammed Şemseddin ila~i bir emir olarak telakki ettiği rüya işa· reti üzerine Buhara'yı terkediyor. O'nun Mekke yolu boyunca, gayet gosterişsiz bir kıhk içinde seyahat etti· ği kaydına rasthyoruz. Bu sebeple kimsenin gözüne çarpmamıştı. Aynı tutumu, büyük Türk Filozofu Farabi'de de görüyoruz. Hem öyle canlı bir şekilde belli oluyor ki, «Bağdad Tarihi» Farabi'den tek kelime söz etmiyor. Oysa, o tarihin yazıldığı devirde Farabi Bağ dad'da ve sözünü dinleten bir şahsiyet. Demek ki, gösterişten hoşlanmayan yapısı bunda büyük rol oynamıştır. Bütün bunları söylemekteki kastımız, doğrudan doğruya Muhammed Şemseddin'in kendini belli etmek istememesinden dolayıdır. Zira, seyyidler, başlarında yeşil sarıkla dolaşırlardı. Velhasıl daha bir başka gö-
45 rünüşte olurlardı. Herhalde, tam anlamı ile istiğn1k (•) halinde kalmak için ittika (••) ettiği gerçektir sanıyoruz.
· O'nun bu durumu, biraz da, kendi şahsiyetinden emin bir kişi olduğunu ispatlar. Zira, her yerde önüne gelen seyyidlik iddiasında bulunuyordu. Elbette, Muhammed Şemseddin böylesine yalancı, kandırıcı, istismar edici insanlarla aynı paralelde görünmek istemi~ yordu. Nitekim, yalancı seyyidlerle (•••) karşılaşmak tan kaçamadı.
("')
İstiğrak: Bir şeyi baştan aşağı kaplamak, bir şe
yin ıçıne baştan aşağı gömülmek, dalmak. Sufile· rin, Allah'tan başka her şeyden ilgilerini kesip vecde ve Mle dalmaları. (Kamus Tercümesi, cilt:
III, s: 973) (••)
(*""")
İttika: Sakınmak. Şeriatte, kişinin kendisini
daha önce zararlı olan şeyden korumasıdır. Bunun üç derecesi vardır. Birinci derece, ebedi azaba düş mernek için küfürden sakınmaktır. Bu derece aşa ğı tabakadan insanların mertebesidir. İkinci derece, her türlü günahtan çekinmektir ki, bu da hasların mertebesidir. Üçüncüsü ise, insanı meşgul eden her şeyden elini eteğini çekip, yüzünü tarnamiyle Allah'a döndürmektir. Bu da hasların hası· nın mertebesidir. (Cevdet Paşa, Lugat-i Kur'aniye, s. 1) Yalancı
Seyyidler (Müteseyyide) : Evliya Çelebi anlatırken şunları naklediyor: Sadat-ı KirCim ve müteseyyidi çok olup «Laaneddahilü velhariç» hadis-i şeriliyle laneti kabul edip medhul-i nas olmuş Kalmuk Tatarı gözlü ve İznik çinisi gibi gök gözlü, zehr-i mar (= yılan zehiri) sözlü, nursuz yüzlü, haşa, emirleri var. Hatta bir dava Şumnu'yu
46
ile bir emir Melek Ahmed Paşa huzuruna gelip, ifrat üzre bir feryat ve figan edip: : «- Ceddim ruhu için bu ev benim aba ve dedelerimden kalmıştır" diye ceddine yemin edip vakfullah hclneyi «Mülk mevrusumdur» diye feryadı ile divanı kapattı. Gınai Efendi Eydür: cc- Adam, siz yeni emir olmuşa benzensiz. Zira, tezvir davaya yapış tın, dedikte hemen: Behey efendi, Sultan Osman kişi Hotin seferine buradan geçerken nakibüle'şraf Gultimi Efendi'den üçyüz kile arpa verip emir kapısına çıkıp onbir kişi şecere aldık. Onbir kişiden yedi kişi kaldık. Hani benim eski emir? deyince, paşa: - Ya öbür emir yoldaşların kandedir? Anları kande bulalım? dedikte, - İşte bunlardır, diye beş kişi gösterip beşini dahi ve kendüyü asla söyletmeyüp hapsedip ve hclnelerin basıp şecerelerin getirip başlarından destarların alıp, ahali-i vilayetten ahvalleri sual oldukta. ikrarları üzre müteseyyidlikleri ispat olunup yedişer yıllık tektilif-i örfiı1eyi vermek üzere akrabayı müteallikatlarıyla kırkyedi nefer kimse hükmolunup izn-i şer'iye desları alınıp sicill-i şer-i mübine reaya kaydolundular. Bu güne müteseyyidi çok şehr-i Şumnu'dur, Hüdti islah ede. -Seyahatntime, IV,
309. 310-
MEKKE -
MEDiNE ŞEHİRLERİ
Yeryüzünün en büyük dini olan İslam dininin ilk Mekke'dir. Bu şehrin daha önceki adı: Bekke'dir. Arap Yarımadasında, Hicaz'da, Kızıldeniz kıyısından 100 km. kadar uzaklıkta ve deniz seviyesinden 360 m. yüksekte kurulmuş bir şehirdir. Uzunlamasına, hilal biçiminde olan şehir, sarp ve çıplak iki sıra tepeler arasında sıkışıp kalmış gibidir. Hz. Peygamberin burada doğmuş olması ve kutsal ziyaret yeri olan Kabe'nin bulunması sebebiyle müslümanların en büyük dini merkezidir. Mekke-i Mükerreme adı ile anılır. Her yıl hacc mevsiminde bütün müslüman ülkelerinden sayısı milyonları aşan mü'min ~urasını ziyaret etmektedir. Bu sebeple dini ve iktisadi hayatın merkezidir aynı zamanda. Eski kervan yolunun kavşağında olan Mekke vadisinde, eskiden yoğun bir hareket ve ticaret hayatı olduğunu görüyoruz. 1517'de Mısır'ın Yavuz Sultan Selim tarafından alınması üzerine, Mekk.e Osmanlı İm paratorluğu himayesi altına girdi. çıktığı şehir,
Kur'an-ı
Kerfm süreleri iki büyük kısma ayrılır. Oniki yıl, beş ay, onüç günlük kapsar. Ki, bu stirelere Mekki adı verilir.
İlk kısmı Mekke'dedir.
bir
zamanı
Medine'nin İslamiyetten önceki adı: Yesrib'dir. Ve Hicaz'da bulunmaktadır. Kuzeye doğru hafif meyilli bir ovadadır. Bu ova, kuzeyde ve güney-doğuda, şehir-
48
den yaklaşık olarak 4 km. uzaklıkta bulunan ve yüksek Arabistan yayiası ile salıilin (Tihame) alçak. ovaıa: rı arasında sınır teşkil eden sıradağların çıkıntıları Uhud ve Ayr dağları ile çevrilmiştir. Ovanın yegane özelliği, su bakımından zenginliğidir. Kur'an-ı Kerim surelerinin ikinci bölümü Medine'de inmiştir. Bu da, do. kuz yıl, dokuz ay, dokuz günlük bir devreyi teşkil eder. Bu surelere Medeni denir. Medine, hurmalıkları ile de ünlüdür. Ebü'l-Hasan Aliyy-ibn-i Abdullah-el Semhudi, Hulasat-il-vefa-bi-Ahbar Dar'il Mustafa adı ile Medine Camiini ve Hazreti Muha,mmed'in (S.A.) kabrini tasvir eden bir eser yazmıştır. BÜ eser 1868'de Kahire'de basılmıştır. Wüstenfeld makamalara ait faslı tercüme etmiş, fakat yazarın efsaneleri, rivayetleri ve hacıların Hz. Peygamber'i ziyaretlerinde riayet edecekleri usulü ve bu hususa ait kısımları çıkarmıştır. (Gesichte der Stad Medina im Auszuge ausdem Arabschen des Samhudi, von F. Wüstenfeld, Gotingen, 1860, in-40). Burckhardt, bize Medine'nin mufassal bir tasvirini veriyor. Ünlü makbere güneydoğu köşede bulunmaktadır. Güney duvardan yirmibeş, doğudakinden onbeş ayak uzaktır. Boyu, sütunların üçte biri yüksekliğinde, yeşile boyanmış ve demir parmaklık, kabri ve galerideki birçok sütunların alt kısımlarını da içine alarak takriben 20 ayak kare genişliğinde gayrimuntazam bir alanı çevirmektedir. Medine tarihçisine göre, Hazreti Muhammed'le en eski iki sahabe ve halifesi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'in mezarları bulunan siyah taştan ve iki sütuna dayanan
49
bina bir çatı altındadır. Hz. Muhammed'in kabrinin önde, öbür ikisinin ondan biraz aşağıda olduğu ve Hz. Ömer'inkinin, Hz. Ebubekir'den geride bulunduğunu rivayet ederler. Bu üç kabrin en büyüğü Hz. Muhammed'e aittir. Bu alana Hücre, kabirle minher arasına daRavza adı verilir. 1503'te Medine'yi ziyaret eden Lodovico Varthenia, orayı bize tarif eden ilk Avrupalıdır. Onun söyledikleri, doğu yazarları ile daha yeni seyyahlara uymaktadır. Medine Camiine ait bölümden sırası gelmişken biraz nakledelim: «Mescit dört köşelidir. Ve takriben yüz ayak uzunve seksen ayak kadar genişliktedir. İki kapısı vardır. Üç yanı kemerli, üstü kapalı ve içinde dörtyüzden fazla beyaz taştan sütunları bulunmaktadır. Daima yanmakta olan üçbine yakın kandil vardır. Mescidin sonunda sağ tarafta, kemerierin bulunduğu yerde, takriben beş ayak genişliği olan dört köşeli bir burcun dört yanı da ipek kumaşlarla çevrilmiştir. İki adım ileride güzel bir bakır kafes vardır. Hacılar bu kafesten burcun içine bakarlar. Bu kafesin sol tarafında küçük bir kapı ve burca gitmek için bir avlu vardır. Avlunun bir yanırda Hz. Muhammed ve sahabesine ait yirmi, öteki tarafında da yirmibeş kitap bulunmaktadır. Avlunun içinde yeraltı bir makbere vardır. Orada Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Ebtıbekir, Hz. Osman, Hz. Ömer ve Hz. Fatıma medfundur.» (Le Viatur, Tercüme: Dabra de Raconis, Manuserit de la Bibliotheque Nationale no: 5640, f: 12, 13) Yeryüzünde, gördüğü rüyaların etkisi ile hareket etmiş ve kendi hayatiarına yön vermiş, hatta bu yüzluğunda
F: 4
50
den büyük hizmetlerde bulunmuş yüksek şahsiyetler az değildir. Emir Sultan Hazretleri, bunların içinde en seçkin sima ol~rak durmaktadır. Ünlü Ebu-Muineddin Nasır-ı Husrev-i Kubadyaniyyül Mervzi (1003 - 1088), 104S'te gördüğü rüyanın etkisi ile 1054'e kadar kıvranıp ve sonunda yanına küçük kardeşini alarak yollara düşüyor. Ve bu gezisi tam yedi yıl sürüyor. Nasır-ı Hüsrev'in rüyası şöyledir: «Bir pir gelir, ona dünya işlerine fazla daldığını ve bundan böyle şarap içmemesi gerektiğini söyler. Sitem eder ona. Sonra, kıble tarafını işaretle - Oraya git, der.» İyi huylu ve bilgi sahibi olan Nasır-ı Hüsrev, yüksek meziyetlerle dolu unutulmaz bir şahsiyettir. Ey bad-ı asr ger gözeri ber diyar-ı Belh Blgtizer be hane-l men-u anca bicöy hal. (Ey ikindi yeli, Belh ülkesinden geçersen evime uğra, Bir sor, bir araştır bakalım) (Divan, Tahran, S: 287). Bu ünlü yazar, seyahatten döndüğünde şu üç beyti söyler:
nasıllar?
Dünyanın Şüphe
mlhnetl, eziyet çoktur ama, yok, Iyinin de sonu vardır, kötünün de,
Gök, bizim için gece gündüz yolcudur, döner durur, Biri gitti mi Izinden bir başkası gelir çatar Geçecek seferl nihayet bitiririz ama, Sonunda bitip tükenmeyecek bir sefer gele· cektir.
51 Nasır'ı Hüsrev'in Sefername adlı eseri, yeryüzünde ibretle ve dikkatle okunacak kitaplar arasındadır. Bu eser, yedi ~ılda yaptığı seyahati anlatır. Aşağı ylikarı tam üç asır sonra Emir Sultan Hazretleri aynı yollardan geçip Mekke'ye ve Medine'ye geliyor. Menakıb kitaplarında onun bu şehirlerde ne kadar kaldığı kaydına rastlamadık. Fakat «Kur'an nurdur ve dosdoğru bir yoldur» hadisini kendisine rehber seçen Emir Sultan'ı her gittiği yerde aynı ölçülü davranış larda görüyoruz. Yalnız daha sonraki ifadelere bakılır sa, yanında Buhara'lı dostları bulunuyor. Yani, tek başına değil. O halde, Emir Sultan'abağlı olan yine kendi çağında bir kaç kişi var. Ama adlarını bilmiyoruz. Her zaman olduğu gibi o yıl da (takriben 1387 /1388) Mekke ve Medine çok kalabalık. Zira, Emir Sultan yer bulmakta zorluk çekiyor. Biraz zengin olanlar para ile oda bulabiliyorlar. Bundan anlaşılıyor ki, onun seyahati pek garip geçmektedir.
Daha önce de aile
belirttiğimiz
gibi kendisi zengin bir
çocuğu değildi.
Mekke'ye geldiğinde henüz Hacc başlamamıştı. Bu sebeple, önce Kabe'yi tavaf ettikten sonra Medine'ye gidiyor. Hacca kadar orada kalıyor. İşte Emir Sultan'a ait menakıb kitaplannda değişik üsluplarla anlatıla gelen (seyyidlik iddası ile ilgili) olay o günlerde cereyan ediyor. Misafirhane olarak kullanılan yan yana sı ralanmış küçük odaların hepsi dolmuş. Emir Sultan istiyor ki, Kabr-i Saadet'e (Hz. Peygamber'in yattığı yer) yakın bir oda bulsun. Ama ne çare, çok aradığı halde
52
böyle münasip bir yeri temin edemiyor. Ve arana arana akşam olduğunu naklederler. En sonunda, daha önce · baktığı odalardan birinde kimsenin bulunmadığını görür. İçeri girip yerleştikten bir süre sonra bu odanın, resmen kendilerine ayrılmış olduğunu söyleyen birtakım genç adamla karşılaşır. Adamlar şaş.kın ve telaşlı hareketlerle: «Burası
seyyidler Içindir.
<<- Hakiısınız
riyor.
Çık dışarı ... »
ama, ben de seyyidim»
diyorlar.
cevabını
ve-
·
«- Sen mi seyyidsin? Senin seyyid olduğunu burada kim bilir? Hem seyyid olsan duruşun başka, kılığın kıyafetin başka olurdu. Ne ile ispat edeceksin?» O an duruyor Emir Sultan, zira, hiç tanıdığı yok. Medine'de, koca Arap Yarımadasında tek kişi tanımıyor. Şu halde kimi şahit gösterebilirdi. Ötekiler ıs~ rar ediyorlar: «- Haydi ispat et.» Birden: «- Var,» diyor, «şahidim,» Değil
«-Kimdir?» "r Hazreti Peygamber (S.A.)» 1
Bu L·evap karşısında hepsi birbirine bakıyor, böyle bir şe' olur mu olamaz mı sorusu zihinlerini karıştırı yor. Ve ilk şaşkınlık anından sonra: «- Peki, kabul ettik» diyorlar. «- Öyle ise Kabr-i Saadet'e gidelim. Orada selam verelim. Hangimizin selamma cevap verilirse, onun soyu halkça bilinmiş olur.»
53 İçlerinden biri: «- Vakit geçtir. Oraya gitmeden halledelim. Buradan selam verilsin» diyor. Böylece, geç vakit, Kabr-i Saadet'e gitmeyi gerekli bulmadan, oldukları yerden Hz. Muhammed'in (S.A.) türbesine doğru dönüp: « - Esselam-ü aleyke ya ceddi (ceddim sana selam) demişler, fakat cevap gelmemiş. Daha sonra, Muhammed Şemseddin selam veriyor ve şu cevabı alıyor: «- Aleykesselam ya veledi, ya seyyid Muhammed Buhari» (Oğlum Seyyid Muhammed Buhari sana selam olsun.) Orada bulunanlarla, odanın asıl sahibi olduklarını iddia edenler: « - Esselat-ü vesselam-ü aleyke ya resfı lfıllah» diye haykırıp kendilerinden geçiyorlar. Ve sonra, özür dileyip affetmesini istiyorlar. O da dua ediyor. Muhammed Şemseddin'in Medine'de ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Yalnız, o yılki hacc farizasını yerine getirdiğine göre, bu süre, bir haftayı geçmiyor sanırız. Hacc günlerinde bütün hayatını etkileyen ve ona yön veren önemli bir rüya görür. Bu rüyanın naklinde menakıb kitapları aynı ifadeyi kullanmaktadırlar: «Hz. Muhammed (S.A.) ve Hz. Ali (R.A.) yanyana oturmuşlar. Emir Buhari de onların önünde diz cökmüş. Hz. Ali ona anlatıyor: « - Ey oğlum, sana Hz. AIlah tarafından soyun Hz. Muhammed'in adabını, sünnetlerini (*) takva (**) yolu ile ehl İsiama göstermen için, Diyar-ı Rfım'a
(*)
(**)
Sünnet : Hz. Peygamber'in (S.A.), Müslümanıann kendilerine örnek olarak alıp uydukları söz ve hareketlerine denir. Takva (Ar.) : Günahtan
sakınma,
züht.
54
(Anadolu'ya) gitmen işaret olundu. Önünde nurdan üç kandil belirecek. O kandiller hangi yerde gözünden kaybolursa, orada kalacaksın. Mezarın dahi o~ada olacaktır.» Oysa, Muhammed Şemseddin ömrü boyunca Medine'de Kabr-i Saadet'e yakın bir evde oturacak, kendini ibadete verecekti. Hatta orada ölmeyi ve yine orada gömülmeyi düşünüyordu. Dikkat edilirse·, gördüğü rüyalar (***) Ledun (****) sırrı ile doludur. Yine önemle tekrarlayalım, Emir Sultan kendini o ilahi royaların emrine bırakıyor. Ve ancak bu şekilde ömrün~ istikamet vermiş oluyor. Acaba, Medine ve Mekke'de kimlerle görüştü, konuştu?. Buna hemen cevap verelim ki, Muhammed Şemseddin bu konuda daima pasif bir yolu seçmiş ve kendini tanıtmamaya çalışmıştır. Bununla beraber Medine'deki «selam verme» olayı o günlerde orada tek konuşma konusu olmuştur. F~kat Hacc başladığı için herkes ayrı bir telaştadır. Bu sebeple, anCl;lk, O an orada bulunanların hafızalarında taşıdıkları hatıra olarak kalmıştır. Muhmmed Şemsed-
("*")
Rüya (Ar.) : Düş demek, kelime manası. Bakınız, bu konuda bir hadis var: «Nübüvvet (peygamber· lik) bende sona erdi. Artık bundan sonra doğru Tilyalar yolu üe Allah'ın müjdeleri ve ihtarları vaki olacaktır.» -Zübde-t·ül Buhdri, S: 254, 1048 no'lu hadis (Ebü Hüreyre'den)- Ünlü Dr. Sigmund Freud ş6yle diyor: «- Rüya, arzunun itilmesinden doğan bir levhadır.»
(**"*)
Ledün, Ledüni bilgiler : Kendi ve başkalarının gayreti olmadan, kul'a Cenab-ı Hak tarafından ve. rilen bilgi (bilgiler) -Gıyas, sayfa 385.-
55
din niçin kendini tanıtmamaya çalışıyordu? Zira, Leduni bilgilerle dolu idi. Bu bilgilerin muhatabı olmak ko12y değildir. Herkesle o bilgiler tartışılmazdı. Onu çok ivi ö~rt>nınişıi. Bahusı sağlığında, ona, yeni yetişir ken, öyle tenbih etmişti. Leduni bilgileri konuşmak için edeb eri olmak gerekti. Bilindi{ti gibi edeb, hem cahiliye devrinde, hem İslamiyette, asil ve insani şeylere meyletme hasJetinin hayatta sosyal ilişkilerde belirmesi anlamındadır.
«Edeb dinin üçte ikisidir, denilse yerinde olur• cümlesi eskiden sık sık tekrarlanan bir kelam-ı kibardı. Şurası unutulmasın ki, kelam-ı kibar sahibi olmak için özel bir eğitim gerektir. Bunda yaradılışın da etkisi vardır. Ve bütün veliler, ketam-ı kibar sahibidir. İlk gençlik yılları tam bir aydınlığa kavuşturulma mış
bulunan Emir Sultan'a ait menakıb kitapları (yalan söylememek şartı ile) ancak duyulanları (ağızdan ağıza söylenenleri) nakletmektedir. Bu nakledilenler, çoğu zaman, gerçek tarih akışına ters anlatışiardan ibarettir. O sebepten biz yalnı~ gerçek saydıklarımızı yazacağız. Hatta, değil ilk gençlik yılları, olgunluk çağı bile birtakım bilinmezliklerle doludur. Bununla beraber, uzun tetkikten, sonuçta elde ettiğimiz bilgilerle mümkün olduğu kadar onu ortaya çıkarmaya uğraştı~ımızı sanıyoruz. Emir Su!tan'ı bunca yüzyıl sonra aydınlığa !!,Ctirmenin Ve bu mana aleminin büyük simasım anlatmanın kolay olmadığını kabul etmek gerek. Bugünkü hayat şartlarına, hayat düşüncesine tamamiyle yabancı bir yaşayışın görünüşünü aralamak, elbette zor. Yalansız, riyasız, menfaatten uzak olarak ömür sürenterin
56 menkıbeleri yaygın
ve zengindir. Onlara yetişrnek imbu mana aleminin yüce kişisi de öyle ... Ta XIV. yüzyılda Buhara'dan kalkıp, Merv, Nişabur, İsfahan, Bağdad, Hira, Basra şehirlerini geçip, çölleri aşıp, Mekke'ye, Medine'ye gelmek; ölüm - kalım savaşını andırır bir bakıma. Ama, bütün bunlar niçin hep? Hangi ülkü uğruna oluyor? «Herkes gidiyor, ben de giderim» fikri ile mi, kervana katıldı acaba? Yoksa, sırf Hz. Peygamber. aşkına mı hareket etti Mekke'ye - Medine'ye? Babasının ölümü üzerine pek yalnız kalan Muhammed Şemseddin, kendini daha tatmin edici (mana yönünden) destekleyici bir ortama bırakmak istiyordu. Aradığı şey, ne ün, ne para, ne de rahat etmekti. O, doğrudan doğruya Ledfın sırrının tamamına ermek istiyordu. Sabırsız olmadığı için, her türlü bilgiye dimağı ve kalbi açıktı diyebiliriz. Bu, onu daha da yüce bir duruma getirmişti. Medine'de Kabr-i Saadet'in çevresinde olarak yaşa mak istemesinin de sebebi (tam bir inançla) manevi ~cünü çoğaltmaktı. İmanı bütün insanlar, elbette Ledfın deryasına dalmakta gecikmezler. Basit bir kaidedir, insanlar neyi isterlerse, kesin olarak onu elde ederler. Kaldı ki, an be an - gün be gün Hz. Allah'ın l'çıkladıklarını hıfzetmekteki gücü, tarifsiz bir durumda idi. Muhammed Şemseddin'in bu özelliğini biraz , açalım. O muhakkak ki önce zahid, (*) sonra veli (**) kansızdır. İşte
("') (**)
Zahid : Ahiretteki hayatın güzelliklerini kavrayıp bu tani dünyadan yüz çeviren kişi -Minhdcu-l Fukara, S: 162 v.d.Veli : Hz. Allah'ta yok olmak.
57 olmuştu.
Zira, onun velayet (***) sahibi bulunduğunu yahükümdarlar bile kabul etmişti. Gayb (****) aleminin sırrına da sahipti. şadığı
çağdaki
Sırası gelmişken burada (bilhassa velilerin üzerin· de durduğu) önemli bir noktayı işaret edelim: «Cami'· ül-Beyan fi te'vili ayet-ül el-Kur'an» adlı eserin sahibi Ebu Cafer Muhammed bin Cerir bin Yezid e1-Taberi (İran'da Taberistan'da 839'da doğmuş, 923'te Bağdad'da ölmüş)nin. Tarih e1-iimem ve-1-müluk veya Tarih el-rüsu1 ve-1-müluk (Milletler ve Hükümdarlar Tarihi veya Peygamberler ve Hükümdarlar Tarihi) adlı eserinin I. cildinin birinci bölümünde, Hz. İbrahim'e Hz. Allah
('"**)
(****)
Velayet: Veli'den müştaktır, velilik demektir. Velayet iki kısımdır. Birincisi, bütün mü'minler arasında müşterek olan ve velayet·i amme adını alan, diğeri ise sülılk erbabının (bir yola girme, bir sı· raya dizilme; bir tarikata intisap etme. SılfiZerin zahirden b,iitına varmak için bir mürşide uyarak muayyen kaideleri gözetmek şartiyle yola girmeye denir. Bu yola girene de salik derler.) Erenlerine mahsus olup, kulun Hz. Allah'ta yok olması ve Hz. Allah ile bekasından ibaret olan ve velayet-i hasse adını alan velayettir. -Minhacu'l Fukara, S: 241; Nefiihet Tercümesi, S: 22Gayb :
İnsanın gözle görmediği ve duyguları ile
duyamadığı şeye
denir. Gayb, aynı zamanda kül cüz'den büyüktür, daire kare değildir, gece gündüz değildir; gibi aklın doğruluğundan asla şüphe etmediği gerçeklerden de değildir. İki türlü gayb vardır: Biri, Hz. Allah tarafından bilinen ve insan tarafından bilinmesi mümkün olmayan ve Kur'an'da: ccGaybın anahtarları onun yanındadır, onu.
58 tarafından
indirilen o on sahifelik kitapta neler bulunEy insanlara musaHat olan ve kendisini büyük görerek kibire kapılan hükümdar ... Ben, seni dünya servetini birbiri üzerine yığmak için mi hükümdar yaptım? Hayır, seni ancak mazlumun talep ve duasını bana işittirmek yani zulmü ortadan kaldırmak i·çin gönderdim. Çünkü, mazlum, kafir bile olsa, onun talep ve duasını reddetmiyorum ... » Hz. İbrahim'e inen sahifelerde şunlar da yazılı idi: «- Akıl sahibi olup da heves ve isteklerine yenilmemiş kimsenin hayatında birbirinden çok ayrı saatler (zaman) bulunmalıdır. Bu saatlerden bir kısmı, yaradanı na yalvarma, bir kısmı Hz. Allah'ın yarattıklarını düşünme, bir kısmı kendisinin bundan sonra yapacağı işler ve önce yaptığı işler hakkında nefsini sorguya çekmesi, bir kısmı helal yiyecek ve içecek temin etduğu şöyle anlatılıyor: « -
ancak o bilir» (K. VI, 59) ayetinde geçen gayb, bu da iki kısımdır: 1 - Ancak Hz. Allah tarafın dan haber verilmekle bilinen, mutlak gayb (iJr· nek verelim: ancak ilahı vahy ile bilinen kıyamet vakti); diğeriyse, izafi gaybdır ki bazısına bilinen bazı halka ise bilinmeyen gayb (bir şehirde yağan yağmurun, yağmur yağmayan iJteki şehir halkına malum olmaması gibi). II - Kur'an'da: «0 iman edenler ki, görmediklerine -gaybda olanlarainanırlar ...» (K. II.2.) ayetinde buyurduğu gibi giJrülüp duyulmayan ve fakat akıl ve bilgi yoluyla varlığına delil bulunan, Hz. Allah'ın zatı, sıfatı ve ahiretin durumu gibi olan gayb, her yerde hazır olduğu için Hz. Allah'a gayb demek doğru değilsP de, halkın gözünden saklı olduğu için ona da gayb denmiştir. (Cevdet Paşa, Lugat-ı Kur'aniye hak· kında Lahika, Türkçesi ile birlikte Kur'an-ı Kerim, _ Istanbul, 1928 sonunda, S: 10 v.d.)
59
meye ayrılmalıdır. Aklı başında olan kimse ancak üç nesne için bir yerden başka bir yere göç etmelidir ki, biri ahirelc, diğeri dünyada geçinmesine yarayan nesneleri elde etmek maksadı ili!, üçüncüsii de; yasak olmayan nesnelerden tatmak niyeti ile olmalıdır. Aklı başında olan kimse, zamanım iyice anlamah, hal ve işine düşkün o~mah ve dilini korumahdır. Sözü arnelden sayanın sözü az olur. O kimse,· ancak kendisine yararlı olan şeyleri konuşur.» (*) Bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da Muhammed Şemseddin'in hayatı yukarıda verdiğimiz örnekle paralel bir yönde olacaktır. Zira, o ariftir. Bilen, tam yandır. Bakınız
onu Evliya Çelebi
nasıl anlatıyor
(*)
«Seyyid Emir Sultan: Hazreti Hüseyin soyundanBuhara'da doğmuş, büyümüş, hacc farizasım ifıl etmek için Mekke'ye, oradan Medine'ye gelmiş, atası Hz. Peygamber'i ziyaret ederken Medine şerifleri: «- Nedir sendeki bu Muhammed sülalesi si kk esi?» dır.
(")
XX. yüzyılın en büyük adamlarından biri olan Mo· handas Kararnchand Mahatma Gandhi (1869-1948) haftada bir gün laf orucu tutar ve o gün hiç konuşmazdı. Hindistan'a istiklal sağlayan bu büyük şahsiyet son nefesini verirken (tabanca ile öldürülmüştü) üç defa tt Ram, Ram, Ram» (Allah, Allah, Allah) demişti.
(")
Evliyd Çelebi Seyahatnamesi (Mehmed Zılli oğlu Evliya Çelebi) : Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, üçüncü kitap, S: 49/50
60
diye kötüleyip taarruz etmişler ve sıra vermemişler. Hazreti Emir ise: « - Geliniz, atamızın huzuruna varıp şer' ile mürafaa (duruşma) olalım. Hangimiz peygamber sülalesinden ise onlar hüküm buyursunlar», diyerek bütün Medine şeriflerini Peygamberin mübarek mezarı önüne götürdü. Parmaklığa yaslanarak: - Esselam aleyk, ya atam, der, hemen Ravza-i Mutahhara'dan: -Ve aleykesselam ya veledi, Muhammed bin Ali ya veledi, ruh Herrum maalkandil = Aleykümselam ey evladım, Ali oğlu Muhammed. Anadolu'ya kandil ile beraber git, diye mübarek sesi işitilir. Medine şerifleri Emir'in ayaklarına düşüp, özür dilerler. Bir çoğu kendisi ile birlikte Anadolu'ya giderler. Yolda görürler ki, havada asılı bir kandil, kendileri ile beraber konak konak gidip, karanlık gecede ·üzerlerine nur gibi ışıklar saçıyor, Bursa'ya girince kandil sönüp kaybolur. Hazreti Emir, kendi fukarasına: - Ey kardeşler! Bizim örnrumüzün kandili bu şe hirde sönecek. Makamımız bu şehir olacak. Seçkin atamızın işareti böyledir, der. O nurlu kandil Bursa'da üç gün, üç gece gorunur. Büyükler, Bursa ahalisi bunu görerek Emir'in ayağına yüz sürüp müridi olurlar. Sonra bizzat Yıldırım Bayezid Han dahi Emir'in atının yanında yaya yÜrÜyüp, ona biat etmiş olur. Ve tertemiz kızını Emir cenaplarına nikahlar. Gide gide şöhreti dünyayı tutarak ulu sultan olur. Hatta Yıldırım Han Ulu Cami'i yaptırıp ilk cuma namazını kıldıktan sonra Emir Sultan'a: « - Eyi cami oldu mu Sultanım?» diyerek iltifatta bulunur.»
61
Evliya Çelebi, hiç bir araştırmaya girişıneden duynakletmede üstattır. Yukarıda görüldüğü gibi bazı noktaları kendi üslubuna çevirmiş ve yine aynı rahatlıkla anlatmaktan çekinmemiştir. Oysa, ileride· göreceğimiz hayat hikayesi, türlü zorluklarla doludur. ·Fakat, değerli okuyuculanmıza rahat br karşılaştırma imkanı versin diye yaptık. Zira, bir tarihi şahsiyet hakkında nakledilen her rivayet ortaya konmalıdır ki, türlü yönlerden mukayese yapılabilsin. Ve bütün gerçekler duğunu
anlaşılsın.
«HACC.'DAN» MEDiNE'DEN· MEKKE'DEN DÖNtlŞ
O'nun hacc dönüşü hangi şehirlere uğradığını ve yine oralarda ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Ama, o devirlerde (şimdi de öyle ya) Şam, Bağdad, önemli merkezlerdi. Irak üzerinden Anadolu'ya geçtiğine göre, Bağdad'a uğramış olması ihtimalini kabul ediyoruz. Çünkü, ne zaman doğruluk üzerinde bir söz etse, Abdülkadir-i Geylfmi'den örnekler verir ve onun ünlü «altın» hikayesini naklederdi. Bu gösteriyor ki, Bağdad'da türbesini ziyaret etmiştir. Aslında, Hacc yolu başında bulunan Bağdad şehrinin büyüklerini (orada yatan aziz kişileri) ziyaret adettir. Abdülkadir-i Geylani (Gavs-i Azam diye de anılır) -1078 - 1166- Kadiri tarikatını kuran ve evliyaullahın en büyüklerinden olan bu zat, çocukken, bir ay annesiQden süt emmemiş. O ay Ramazan ayı imiş, Ve ancak iftarla birlikte süt emmek ihtiyacı gösterirmiş. Kendisi çocukluğunu şöyle anlatıyor: « - Arife günü idi. Çift sürmek için tarlaya gittim. Öküzün kuyruğunu tutmuş, ardından yürüyordum. Öküz dönüp bana dedi ki: - Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın ... Korktum, geri döndüm. Evimizin darnma çık tım. Hacılar gqrdüm. Arafat dağında vakfeye durmuş lardı. Sonra annerne gidip ·bütün bunları bir bir anlat-
64 tım
ve kendisine şöyle ricada bulundum: « -Beni Ceyolunda bulundur. İzin ver de Bağdad'a gideyim. Orada ilim öğreneyim. Salihleri, velileri ziyaret edeyim, anneceğim. dedim. Önce çok ağladı annem. Sonra babamdan miras kalan seksen altını getirdi. Kırk altını kardeşime ayırdı. Öteki kırkı da elbisemin koltuk altına dikti ve dedi ki: - Her yerde, her halde doğ ruluktan ayrılma. Bana her zaman böyle kalman için söz ver ... Söz verdim, «Bil ki anneciğim, hep hak yolunda olacağım.>> Sonra bana: nab-ı Hakkın
«- Git oğlum, Cenab-ı Hak için senden ayrılıyorum. kadar yüzünü bir daha göremem» dedi. Elini öptüm. Süt hakkını, analığını heliU et, dedim. Helai etti. Sonra kervanla yola çıktım. Kervan henüz Hemedan'ı geçmişti ki yolumuzu altmış atlı kesti. Herkesi soydular. Bana da «- Fakir çocuk, var mı sende bir şey?» diye sordular. «Vardır» dedim. Elbisemin koltuk altını gösterdim: «- İşte burada tam kırk altın var. Kıyamete
Annem dikti.» Tuhaf tuhaf yüzüme baktılar. Herhalde onlarla alay ettiğimi sandılar. Benimle ilgilenmediler. Sonra bir atlı geldi, tekrar sordu: «-Var mı sende bir şey?» Yine cevap verdim: «- Evet, koltuğumun altın da kırk altın var. Annem dikti.» Atlı uzaklaştı, gitti. Sonradan iki kişi geldi, beni başkanlannın yanına götürdüler. O da sordu. Aynı cevabı verdim. İnanmak icin elbisemin koltuğunu söktüler. Ve kırk altını buldular. O ~zaman başkanları: «- Sana ne oldu ki, bövle söyledin» dedi. Cevap verdim: «- Annem her halde, her verde doğruluktan ayrılma, diye söz ver bana, demişti. Asla hıyanet edemem.» O zaman başkanları ağla-
65
«- Bunca yıldır adam sayarız. Çok ah Hep C~nab-ı Hakk'a karşı geliriz. Hıyanetlik içinde geçti ömrümüz>> dedi, tövbe etti. Ötekiler de tövbe ettiler ve kervandan aldıklarını geri verdiler.>> Bu sayısız kerametleri görülen maneviyat ulusu Abdülkadir-i Geylaru Hazretleri vasiyet ediyor: «Benden sonra mağrip (= batı, Kuzey Afrika'nın ötesindeki) diyarından azizbir zat gelecektir. Bu hırkayı ona teslim ediniz.» maya
başladı:
aldık.
Bu zat, Muhyiddin-i Arabi (1165 - 1240)'dir. Ve kendisi İspanya'dan Bağdad'a geldiğinde o hırkayı aldı ğını, sonradan Konya'da üvey oğlu Sadreddin-i Konevi'ye (1210 - 1274) bıraktığını Fasl-ül Hitap adlı eserinde yazıyor. Hırkanın Konya Müzesinden Evkarı İslamiye Müzesine nakledilirken çalmarak Amerika'da Hazreti Muhammed'in hırkası diye bir milyon dolara satılan hırka olması ihtimal dahilindedir sanıyoruz. Bütün anlattıklarımız birbiri ile ilgilidir. Muhyiddin-Arabi'nin üvey oğlu Sadreddin-i Konevi'nin Miftah-u Cem'il Gayb adlı eseri var. İşte bu eseri sonradan Emir Sultan Hazretleri, ünW Bursa Kadısı Molla Fenari'den okumuştur. Bunun hakkında yeri geldiği zaman geniş bilgi verilecektir. Elbette, Muhammed Şemseddin Bağdad'da Abdülkadir-i Geylani Hazretlerinin türbesini ziyaret ederken bu büyük veliye bağlı Muhyiddin-i Arabi'nin üvey oğlu nun eserini okuyacağım ve yine onu açıklayacağını bilmiyordu. Bazi eser~_erde onun Buhara'da iken rüya gördüğü ve bunun üzerine Diyar-ı Rf:ı:m'a geldiği kaydı vardır. P: 5
66
Fakat, hemen söyleyelim ki; bütün bu kayıtlar yanlış tır. Çünkü, velilerde gördüğümüz müşterek nokta şudur: Bir veli en son nerede oturacaksa, oraya gitmeden önce hacc eder. Buna örnek verelim: Hacı Bayram-ı Veli, Ebu Hamid Aksarayi. Hatta, Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin-i Rumi de öyle yapmışlardı.
Emir Sultan'da da aynı şeyi görüyoruz. Doğrusu da budur. Zira, hacc şarttır İslamiyette. Ama, şurası unutulmamalı ki, önce mana gözünü açmak gerek. Mana gözü açılmamışlar, ancak Kabe'de taş - toprak görünüşü bulurlar. Oysa hedef başkadır hacc farizasında. Hacc bir tamamlanışın yahut tamamlayışın ifadesidir. Bilmem anlatabiliyor muyuz? Tek'de yok olmayı öğrenmeden, ölmeden bütün hırslan, kinleri ortadan kaldırmadan, almayı değil, vermeyi alışkanlık haline getirmeden, insanları dolayısiyle canlıları sevrneden hacca gitmek olmaz. Bir kişi dahi yoksul ve açsa, hatta işsiz, kimsesiz, bakimsız kalmışsa. orada yaşayan (aynı muhitte) herhangi bir kişi asla Hacca gidemez. Hacc, Hz. Allah karşısında kişinin kendini kandırış durumu değil, kendinin hiçliğini kabuldür. Yani: <> demektir. Hacc anında yapılan görevler göz önüne getirildiğinde, bütün o görevlerin ne anlama p-eldiği iyice anlaşılmalıdır. Hacc, Cenab-ı Hakk'a dönüşün temsilidir. Insan, doğdu, büyüdü, üredi ve sonra ne olacak? Cevabı basit, sonra ölecek. Ölünce iş bitiyor mu? Bitmiyor. Hacc, bunu temsil ediyor. Yani, ölmeden ölüşü
67
temsil ediyor hacc. Şimdi, dikkatle düşünülecek tek mesele, can'la ilgili olan meseledir. Emanet verilen can'ı iade edeceğiz. Can, neyin içinde emanet verilmşti? Can, vücudun içinde verilmişti. İşte hesap günü bunu soracak Hz. Allah. Yani, o can alınıncaya kadar, vücut yaradanın istediği şekilde mi kullanıldı, yoksa, asıl sahip unututarak boş hevesler uğruna mı harcandı? Kur'an-ı
O, baştan sona gereklidir. Zira, onda Hz. Allah'ın öğütleri vardır. Öğüt, insanoğluna hayatı elindeyken gerekir. Öldükten sonra, dünya yaşantısı yok ki. Şu halde, üzerinde önemle durulacak mesele, akıl dır. Aklını bu öğütlerden faydalanacak şekilde kullanan bir kul, nasıl Hacc farizasını yerine getirmesi gerektiğini çok iyi bilir sanıyoruz. Hacc, bir rütbe kazanma yolu değildir. Kul hacı olduğunu, hacı olacağını teliala veremez. Bunun gösteriş yapılacak yanı yoktur. Saka!, hacı işareti değildir. Hz. Peygamber zamanında Ebf.ı.-cehl'in (asıl adı: Ömer'dir) de sakalı vardı. Ama, Ebf.ı.-cehl, Hz. Muhammed'e (S.A.) düşmanlığı ile ün yapmıştır. Ebf.ı.-Leheb'in (alev babası) de sakalı vardı. Ama, Kur'an-ı Kerim'deki III. sf.ı.re «Tebbet» sırf onu ve karısını anlatır. Bu işler o kadar basit değil. Daha önce söylediğimiz gibi hacc farizası bir kandırma işle mi olamaz. Komşun açlıktan kıvranırken, akraban, dostun işsiz kalmışken, çoluk çocuk perişan olmuşken, hacc farz değildir. Hacc farizasında geriye bırakma me'ielesi vardır. Önce, içinde bulunduğumuz toplumu sağ lamlaştırmak ödevini yerine getireceğiz. Evet, her kul, kendinden sorumlu. Fakat, hacc farizası toplumla çok yakından ilgilidir. Hatta müslümanlığın tamamı top-
dek
Kerim, ölü
kitabı değildir.
insanoğluna yaşarken
68
lurola ilgilidir. Namazın hayırlısı, mescitte Bu, toplumla ilgili değil midir? E .. o halde?
kılınanchr.
Emir Sultan, eğer rüyayı Buhara'da görseydi, daha sonra giderdi hacca. Çünku, o üç top (nfır) kandilin nerede yanıp, nerede söneceği belli değildi ki. Hem sonra, Medine'de kalıp ömrünü orada tamamlamak istemesinden de rüyayı hacc'da gördüğü anlaşılıyor. Hacc dönüşü yanında kimler olduğunu bilmiyoruz. Ama, bu noktayı yine ihtiyatla ele almak gerek. Her ne kadar kendini belli etmeden yolculuk ettiyse de, velayet izleri bakımından tek de olsa, dikkati çekebilir. Zira, vetayet'te ilahi bir sır vardır. Bu sır mutlak surette ortaya çıkar, anlaşılır. Belki de ta Medine'den beri onunla birlik olanlar bulunuyordu. Fakat, biz. yine mümkün olduğu kadar doğrusunu söylemeye çalışalım. Aslında, Emir Sultan'ın doğumundan Bursa'ya gelinceye kadar olan hayat hikayesi, türlü rivayetlerle doludur. Biz onların gerçekle ilgisi bulunanlarını ele alıyoruz .. Hatta, Hicaz'dan hareketinden sonra, kervanın önünde gece tuhaf bir kandilin (nurdan) yanıp gitmekte olduğu söylenir. Emir Sultan'ın sonradan daha geniş anlatacağı bir asası bulunduğu kaydına rastlıyoruz. Bu asaya yapılan ek ona manevi bir hüviyet kazandırmıştır. Fakat, elindeki esas asayı nereden temin ettiğini bilmiyoruz. Maamafih, kuvvetli bir ihtimal hacc sırasında veya Buhara'dayken bulduğu bir asa olabilir. Hatta, babası Emir Külcil'in kullandığı asa da olabilir. Şu halde, Emir Sultan Hazretlerinin elinde taşıdığı bir sopa (keramet gösterdiği asa) yı unutmamak gerekir. mız
BURSA Türkiye'nin zengin tarih~ sahip iki vilayetinden biri, Bursa'dır. İlki de İstanbul'dur. Ve sırası ile ötekiler gelir. Şu halde, böylesine önemli bir şehrin tarihini bilmek gerekir. Eski çağlarda Bithynia adı verilen bölgenin başşeh ri olan Bursa, Prusias adı ile anılan Bithynia kralları nın kurdukları ve kendi adlarını verdikleri üç büyük şehirden biridir. Bursa adı, bunlardan Uludağ'ın eteğindeki şehrin adı olan Prusa (ad) Olympum sözlerinin tahrif edilmiş şeklidir. Strabon, şehri kuran hükümdano İran Hükümdan Kyros ve Lydia Hükümdan Kroisos ile aynı yüzyılda yaşadığından söz ettiğine göre, Bursa'nın kuruluş tarihi Milattan önce VI. yüzyıla çıkıyor demektir. Oysa, Plinius, Bursa'nın M.Ö. 202 tarihinde Romalı Scipio,'ya mağlup olarak Bithynia Kralı I. Prusias'a sığınan Kartaca'lı Hannihai'in teşebbüsü ile kurulduğundan bahseder. Eski şehir, şimdiki Hisar yerinde kurulmuş olmaBu gün de Bursa'da eski şehir surlannın kalın tıları mevcuttur. Bu kalıntılar üzerine evler yapılmıştır.
lıdır.
Bursa tarihine ait açık bilgiler, M.Ö. I. yüzyıldan itibaren başlar. Bu yüzyılın sonunda (yani M.Ö. 7~ı'ler de) Bithynia Kralı Nikomedes Philopator'un ölümünden
70
önce bütün
Bithynia'yı vasiyetnamesi ile Roma halBuna razı olmayan oğlu, Pontus Kralı
kına bırakmıştı.
Mithradates'e başvurmuştu. Mithrai:lates, Bithynia ile beraber Bursa'yı da ele geçirmişs~ de, az sonra Roma Kumandanı L. Licinus Lucullus tarafından Kapıdağ Yarımadasında yenilerek çekilmek zorunda kalmıştır. (M.Ö. 73) · Bundan sonra, Bursa, Traianus hp,
tarafından kuşatı
zaptedilmiştir.
Böylece Romalıların eline geçen ve merkezi Nicomedia (İzmit) olan ve Bithynia eyaletine bağlanan Bursa, Bizans İmparatorluğu zamanında tanınmaya baş lamıştır. İmparator Traianus'un Bursa'ya Plinius adın da bir vali tayin ettiğini görüyoruz. Şehrin bir ayan meclisi yani senatosu vardı. Ve bu meclisin kararları valinin hükmüne, iradesine bağlıyd!. Plinius'un bilgili, faziletli bir şahsiyet olduğu anlaşılıyor. Zira, Bursa şehri ilk defa onun idaresinde refaha kavuşuyor, muhteşem binalada süslü marnur bir şehir haline geliyor. Plinius, İmparator Traianus'a yazdığı bir mektubunda şehirde büyük bir hamam yaptırdığından bahseder. Yil\e Plinius'un mektuplarından, bu devrede, Bursa'da bir jimnas ( = jimnazyum = içinde eğitim yapılan bina) ile hamamlar, çarşılar, halka açık revaklar (= üstü kapalı, çevresi açık yapılar), içinde İmparator Traianus'un heykeli bulunan büyük bir ketima ( = halkın ziyaretine açık yapı) olduğu anlaşılıyor. Ama, bu mektuPlarda şehirden ol~ukça uzakta bulunan kaplıcalardan hiç b?.hsedilmemektedir. Pythia (Çekirge) kaplıcalarının adı ilk defa Bizans devrinde geçiyor. Bizans halkının ·hastalıklarını bu kaplıcalarda tedavi ettiklerini söyler.
71 İmparator Justinianos burada güzel bir saray ve halka mahsus bir hamam yaptırmıştır. VII. Konstanti" nos Porphyrogennetos zamanında (913-959) Çekirge, kurtarıcı şehir anlamına Seteropolis adını almıştır. Bizanslılar devrinde, imparator ve asilzadeler Çekirge kaplıcalarına taşmır.lardı; bu ziyaretler onların zengiQ.liklerini göstermelerine sebep olurdu. İmparator Justinianos'un karısı Theodora, buraya dörtbin kişilik maiyetiyle gelmiş ve günlerce eğlenmiştir.
Bugün, şehirde Roma ve Bizans devrine ait eserIere rastlanmaz. Çünkü, eskiyen binaların malzemesi ile yeni binalar yapmak, o malzemeyi başka yerde kullanmak adeti vardı. İstanbul'u kuşatan ve Marmara bölgelerini zapteden Arapların Bursa şehrini ele geçirmek için teşebbüste bulunup bulunmakdıkları belli değildir. Süleyman Şah, İznik'i zaptedip merkez yaptığı sırada (1080 yılında) Bursa da Türklerin eline geçmiştir. Fakat, ı097'de İznik tekrar Bizanshların eline geçtiği zaman· Bursa'nın da Türklerin elinden çıkmış olması muhtemeldir. Selçuk emirlerinden MengUlfık, Gündoğmuş, Mehmed ve Oğrat idaresinde Türk kuvvetleri ı ı 13 yılmda Marmara'nın güney kıyılarını, bu arada, Bursa'yı ele geçİrınişlerse de, Anadolu'ya geçen Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos'a mağlfıp olarak şehri bırakmışlardır. Bunun üzerine Komnenos, Phiadelpheia (Alaşe hir)'ya giderek sultan ile bir antlaşma yapmıştır. Bu antlaşmaya göre, Marmara kıyıları ve Bursa Bizans İmparatoruna bırakılmıştır. Daha sonra, Haçlıların İs t~nbul'u zaptetmeleri .üzerine İmparator Theodoros
72
Laskaris İznik İmparatorluğunu kurmuş ve Bursa'yı da zaptetmiştir (1204 _yılında). almak için yaptıkları teşebbüs kuvvetli bir kaleye sahip olan şe hir kendini savunmak imkanını bulabilmiştir. Theodoros Laskaris'in kurduğu İznik İmparatorluğunun arazisi küçülç, ordusu güçsüz olmakla beraber bütün Rum vatanseverleri Bizans'tan İznik'e koşuyorla~dı. Latinlerin
Bursa'yı
başarılı olamamış,
Biza,ns patriki de İznik'te yerleşmişti. Bu arada Theodoros Laskaris'in Selçuk Türkleri ile aniaştı ğını görüyoruz. XIV.
Yüzyıl haşindan
itibaren Bursa ve
dolayları,
Kuzeybatı Anadolu bölgesinde. yerleşmiş olan Osmandevamlı saldırışlarına
h Türklerinin
uğramaya baş
ladı.
Bizans tarihçilerinin bildirdiklerine göre Bursa tekfuru, Osman Bey (Gazi) ile müzakereye girişerek O'nunla barışı (1308 yılında) sağlamıştır. Osmanlı tarihçileri ise, Osman Beyin Bursa çevresinde iki kale yaptırdığını, birine yeğeni Ak Timür'ü ötekine emirlerinden Balabancık'ı muhafız tayin ettiğini ve şehri devamlı olarak kuşattığını yazarlar (1315 yılında). Bu kuşatma on yıl sürdüğü halde şehir Osman Bey tarafından ele geç1rilememiş, ancak oğlu Orhan Bey (Gazi) zamanında teslim olmak zorunda bırakıl mıştır. O sıralarda. Bursa tekfuru Bursuk adında biri idi. Öyle sanıyoruz ki, Bursuk'un Bizanslılar hizme-
/
73
tine girmiş Türk soyundan gelme bir muhtemeldir.
Hıristiyan
olma-
sı
Bizans tarihçileri İmparator II. Andronikos'un kurtarmak isteyen torununa izin vermemesi yüzünden şehrin Türkler eline düşmüş olduğundan bahsederler. Gerçekte, bu bölgede hızla gelişen Türk hakimiyeti karşısında şehir için bu sonuç kati olarak bekleniyordu. Yani, Bizans tarihçilerinin bu konuda taraf tuttuğunu görüyoruz. Ama, gerçekler hiçbir zaman gizlenemez. Bursa'yı
Türkler, Bursa'yı ele geçirdikten sonra hükumet merkezi yaptılar. Şehir, Romalılar ve Bizansidar zamanında o derece imar edilmemişti. Burasını bayındır bir şehir haline koyan Türklerdir. Orhan Bey zamanın da (saltanatı 1324- 1360) Bursa'ya gelen İbn-Batuta (Muhammed İbn Abdull~h İbn Muhammed el Levati el Tancı- 1304/1377- 21 yaşında hacı olmuş ve otuz yıl Asyanın bütün müslüman ülkelerini dolaşmış, Hindista:rı ve Fas'ta kadılık yapmıştır; Tuhfat el Nazzar fi garaib el emsar ve Acaib el esfer = Gözlemcilere şe hirlerin tuhaflıkları ve yolculuğun harika yanları adiL ünlü bir kitabı vardır. Kendisi coğrafyacı bir yazardır. Ve Cezayirli bir Berberi Türküdür. Kitabını 1354'te yazmıştır.) Şehrin büyük çarşılarından, güzel sokaklarından, şifalı kaplıcalanndan bahsediyor. Hatta, O'nun verdiği bilgilerden Türklerde ilk defa SAHAFLAR ÇARŞISININ ( = eski kitap satılan çarşının) Bursa'da kurulmuş bulunduğunu anlıyoruz. Oysa, bugün Bursa'da böyle bir çarşı yoktur.
74
Gerçekten Osmanoğulları zamanında şehir, Devletin bütün servetinin toplandığı bir yer oldu; her yandan halk iskan edildi. Orhan Gazi, i·ç kalede bir cami ve imarathane yaptırdı. Hisardaki manastırı m~drese ye çevirtti. Ayrıca, karısı Nilüfer Hatun da kendi adı ile anılan suyun (Nilüfer Çayı) üzerine bir köpru yaptırdı. Bu tarihlerde iç kalenin s~ak!arı taş döşeli idi. Ve buradaki evlerin bir kısmı Bizarislılar devrinden kalmıştı.
Orhan Gazi (o Osmanlı Devletinin en büyük hüolarak gördüğümüz örnek şahsiyet) kale içindeki sarayda otururdu. Bunun adı saraydı. Zira çok mütevazi bir hayat vardı bu sarayda. Eşyası da orta halli bir ailenin evinde olanlardan farklı değildi. Ayrı ca, orada Aya Elia adında eski bir Bizans manastırı vardı. Buna, Türkler Gümüşlü Künbet adını takmışlar dı. Bursa alındıktan sonra devletin kurucusu Osman Gazi'nin naşı, sağlığında yaptığı vasiyet üzerine Söğüt ten getirilip buraya defnedilmişti. Bursa, Orhan Bey'den sonra gelen padişahlar zamanında daha da gelişti. kümdarı
I. Murad (Hüdavendigar) zamanında ise (saltana1360/1389) Çekirge'de bir cami, ayrıca imaret, med· rese ve bir han yapıldı. Yıldırım Bayezid devrinde \saltanatı: 1389/1402) şehir büyük bir kültür ve siyaset merkezi haline geldi. Anadolu'dan ve komşu İslam ülkelerinden gelen şeyhterin toplandıkı, komşu devlet elçilerinin sık sık '--ifyaret ettikleri bir yer oldu. tı:
Yıldırım
bir kat daha
Bayezid'in
yaptırdığı
güzelleştirildi.
Ulu Cami ile şehir Ankara Savaşından sonra
75
Bursa, Timur'un eline geçti ve yağma edildi. Timur çekilip gittikten sonra tekrar Osmanlllara geçti. Çelebi Sultan Mehmed'in (Saltanatı: 1402/1413-1421), kardeşi Musa Çelebi ile uğraştığı sırada Karamanoğlu Mehmed Bey tarafından kuşatıldı ise de, ele geçirilemedi. Çelebi Sultan Mehmed zamanında şehrin en güzel eserlerinden olan Yeşil Cami, imaret ve türbesi yaptı rıldı. İkinci Murad devrinden (saltanatı: 1. defa 14211443, 2. defa 1443, 3. defa 1444- 1451) itibaren, padişah ların çoğu zaman Edirne'de oturmaları yüzünden Bursa önemini kaybetmeye başladı. II. Murad Bursa'da kendi adı ile anılan bir cami, medrese ve imaret yaptırdı. Bu padişah zamanında Bur..;a'yı görmüş olan Hertrandon dela Brocquiere, şehirde, kale içinde 1000 ev bulunduğundan, padişah sarayının kale içinde olduğundan, çarşılarda ipekli kumaşların ve kıymetli taşların ucuz fiyatla satıldığından, pazar yerlerinde Venedik, Cenova ve diğer Hıristiyanların (Batıdan gelen) alışveriş yaptıklarından bahseder. II. Bayezid devrimle Bursa'yı ele geçiren Cem Sultan, burada 18 gün kalarak padişahlık yapmış ve kendi adına para bastırmıştır. Ölümünden sonra Cem'in cesedi Avrupa'dan Bursa'ya getirilmiş ve Muradive türbesine gömülmüştür. Anadolu isyanları sırasında Celalilerden Kalenderoğlu tarafından yağma edilen Bursa, Abaza Hasan Paşa gailesinde oldukça sıkıntılı günler geçirmiş tir. 1885 yılında meydana gelen bir zelzelede kıymet li abidelerinin hemen hepsi hasara uğramıştır. İdari tl)ksimatta Bursa. İstanbul'un zaptından sonra me~ kezi Kütahya'da olan Anadolu beylerbeyliğine bağlı bir
76
sancak beyliği halinde idare edilmiş. Aslında 1841 tarihinden sonra önemli bir vilayet (Hüdavendigar vilayeti) merkezi olduğunu görüyoruz. Milliyetçilik ve Türkçülük akımlarını desteklemiş, dilimiz, tarihimiz ·üzerine eserler yaymlamış ünlü bir başvekil var: Ahmet Vefik Paşa (1823-1891). Bu değer li şahsiyet Bursa'ya vali gönderltdikten (1879da) sonra, kendi adını taşıyan bir tiyatro kurmuştur. Maliere'den onaltı oyunu dilimize çeviren Ahmet Vefik Paşa Bursa'ya hizmeti geçmiş yüzlerce şahsiyetten yalnız biridir. Hepsini rahmetle, saygı ile anmak insanlık borcudur. Onlann bıraktıklannı korumaksa, vatandaşlık ödevidir.
cEMİR SULTAN BURSA'DA»
GÖKDERE
Gökdere, genel olarak Türkiye'nin birçok kesiminde rastlanan kısa boylu akarsulara denir. Gökdere adı He Ankara'da (Güneydoğusunda) 1951 yılında Ankara Üniversitesi Antropoloji Profesörü Dr. Muzaffer Şen yürek tarafından bulunan ve üzerinde araştırma yapılan eski bir kasaba olduğunu anlıyoruz. Doğu Anadolu'da Fırat bölümünde de var Gökdere. Orta Karadeniz bölgesinde Tokat ilinin Kazova adı verilen ovanın kenarında da Gökdere var. Ama, bunlann içinde en tanınınışı Uludağ'ın kuzey yaroacını yararak Bursa Ovasına inen Gökdere'dir. Aslında eski Bursa'nın çekirdeğini teşkil eden bölümü, bu derenin yayıldığı alüvyonlu yamaç üzerinde kurulmuştur. Gökdere; şehir içinde, üzerinden bir köprü ile geçilen dar bir boğaz meydana getirir. ' Bazı kaynaklar gösteriyor ki, Emir Sultan Bursa'ya yalnız gelmemiştir. Hacc sırasında kendisine sevgi ve saygı gösteren birkaç B-uharalı peşine takılmıştır. Bunlar Bursa'nın muhtelif yerlerine post sermişlerdir. Bilindiği gibi, manevi işaretler ve rehberliklerle IrakBağdat üzerinden Anadolu'ya geçen Emir Sultan, Karaman, Hamid- ili, Kütahya ve İne- Göl (İnegöl) üs-
78
tünden Bursa'ya gelerek, Gökdere civarında bir maveya savmada (herkesten uzak bir ibadet yeri, tekke anlamında) ibadet, zühd ve takva içinde yaşamaya başlamıştır. Çünkü, üçüncü kandil orada kaybolmuş tur. ğara
1892'de vali Münir Paşa zamanıpda açılan Işıklar Askeri Okulunun bulunduğu yer, işte o son kandilin söndüğü yerdir. Askeri Okulun adı buradan gelmektedir .. Bu geliş konusunu Yenişehirli Yahya Efendi (Menakib-i Emir Sultan, Süleymaniye Kitaplığı, Hacı Mahmud bölümü yazmaları No: 4564, yaprak 60a- 62b) bakınız nasıl anh:~tıyor:
- .. . . .. Nice müddetten sonra gelip, belde-i Herusade (Bursa'da) kandil karar edip onlar dahi mezkCır Berusade Gökdere başında bir mağarada mekan tutup, karar edip nice zaman ayin-i nasdan (halktan, cemaatten) mihtafi olup yani onları hiç kirnesne (kimse) bilmeyip evvel mağarada ibadet ve taat üzere olup halktan gizli inde olurlar idi.» Demek ki, Emir Sultan Hazretleri Bursa'ya
yalnız
gelmemişti.
Burada, şimdiye kadar halk tarafından yanlış anbir konuyu açıklamak faydalı olacaktır. Evliya, ayrı bir yaratık değildir. Evliyanın fevkaladeliği, utanma duygusunun yüceliğinden ileri gelmektedir. Bu ·ııtanma duygusu doğrudan doğruya öteki insanlarla değil, yaradanla yani, Hz. Allah'la ilgilidir. Çünkü, Cenab-ı laşılan
79
Hak, her yerdedir. O halde, insanoğlu nereye giderse gitsin, hep aynı tutum ve görünüşte olmalıdır. Utanma, kula karşı gösteriş halini almamalıdır. Görürlerse «ayıp olur. Kötü not verirler» fikrini taşıma mak gerek. Halkın ağzı torba değildir ki, rahatça büzülsün. Halk, hiç düşünmeden yargıda bulunabilir. Hatta düşünse de bu yargıda değişiklik olmaz. Zira, peşin fikirle davranış en tehlikeli alanıdır. İnsanları kötüye götüren, ikilik yaratan, sevgi ve bağlılığı yokeden peşin fikirdir. İşte EVLİYA. peşin fikirden sakınmaz. Yani, halk beni yanlış anlar düşüncesi yoktur evliyada. Halk nasıl aniarsa anlasın. Önemli olan Cenab-ı Hak'tır. Çünkü, kul, başka bir kul'a değil, doğrudan doğruya Hz. Allah'a cevap verecektir. Evliya buna inanmıştır. Şu halde, evliyada ikiyüzlü görünüş yoktur. Evliya, kimseyi şaşırtmaz. Çevresine GÜVEN verir. Ve yine onun için, evliyıl doğru sözlüdür, AHLA.KLIDIR, SAGLAM KARAKTERLİDİR. Bütün peygamberlerin hayatlarında yaptıkları fiiliere uygun yönde yaşayışiarını tanzim ederler. Kimseye yük olmazlar. Karşılıksız para, mal almak yoktur. Getirilen hediyeleri bile eşit paylarda taksim ederler. Ve kendilerine hiçbir şey almazlar. Ayırmazlar da ... Sabır, onların en sağlam silahlarıdır. Hiçbir canlıya eziyet etmezler. Cünkü. o canlıları yaratan Hz. Allah'tır. Bundan asla şüphe etmemek temel felsefeleridir. Başkalarının hatiHarı. onlara ger.-~ek tecrübedir. O hataiardan ders almasını bilirler. Ve kimsenin felaketine sevinmezler. Ki. düşınanları olsa bile. Evliya, sır sahibidir. Sözünün eridir. Yardımsever bir kuldur. Doğruluğuna inandığı her davranışı gerçek-
80 leştirmekten
çekinmez. İlim peşinde koşar. Bilgi dı kalanlara ·rağbet etmez. Onun için evliyanın yaşayışı, kupkuru bir yaşayıştır. Kızmaz, darılmaz. Gurur, kibir, gösteriş yoktur.
şında
Hz. Peygamber ne emir nakletti ise, o emri yerine getirmeye uğraşır. Eskilik, yamalı giyim ayıp değil, pislik ayıptır. Evliya, tertemizdir. Bütün bu anlattık larımız Emir Sultan'da mevcuttu. Ömründe «yalan» nedir bilmeyen Buharalı veli, elbette, çevresinde sevgi saygı çemberinden başka bir şey bulamayacaktı. Şimdi O'nun Bursa'ya geldiği yılda (1389 yılında) Osmarilı Devletinin durumuna kısaca göz atalım.
EMIR SULTAN'IN BURSA'YA GELDİ(;İ SlRADA, (1389 yılında) OSMANLI DEVLETİNİN DURUMU
1362 Martında 95.000 Km2 kadar olan Osmanlı Devleti, 20 Haziran 1389'da, 27 yıl sonra, takriben 500.000 Km.2'ye yükselmiş ve Avrupa toprakları (291.000 Km2); Asya topraklarını (208.000 Km.2) geçmiştir. Bu suretle Sultan Orhan'ın bıraktığı topraklar, beş mislinden biraz fazla büyümüştür. Asya toprakları, şimdiki mülki taksimata göre şu vilayetleri içine almaktadır: Bursa, Balıkesir, Bilecik, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Bolu, Kütahya, Afyon, Çanakkale (Asya kısmı, İmroz ile Bozcaada hariç), Ankara (Keskin, Kırıkkale ve Koçhisar hariç), İstanbul (Asya toprakları, Adalar hariç), Konya'dan Akşehir, Beyşehri ve Seydişehri, Isparta'dan Yalvaç ve Şarkikaraağaç, Manisa'dan Soma ve Kırka ğaç, İzmir'den Bergama, Kınık, Dikili; himaye bölgeleri olarak: Candaroğulları (Kastamonu, Sinop, Samsun, Zonguldak, Çankırı, kısmen Çorum), Hamidoğul ları, (Burdur ve Yalvaç ile Şarkikaraağaç hariç) Isparta ve Amasya Beyliği (Hamidoğulları, l382'de resmen Osmanlı himayesini kabul etmiştir). Avrupa toprakları: Gelibolu yarımadası, Edirne, ve Tekirdağ vilayetleri, Çatalca kazası, Bulgaristan, Batı Trakya (Semendirek Adası hariç), Güney Makedonya (Bugünkü Yunan Makedonyası, Taşoz Kırklareli
P: 6
82 Adası ile Selanik şehri ve Halkidikya yarımadası hariç), Teselya, Kuzey Makedonya (Bugünkü Yugoslav Makedonyası), Kosova, Niş yani Güney Sırbistan, Doğu Arnavutluk, Doğu Karadağ. Himaye bölgeleri olarak: Dubrovnik Cumhuriyeti, Dobruca Prensliği ve Sırhistan Prensliği, yani Belgrad hariç (Macaristan'a aittir) Sır bistan, Dobruca (Bugünkü Romanya'ya ait) ve Dalmaçya'nın güney kıyısından bir parça.
Anadolu'da Osmanlı Devletinin Batısında Ege Denizi, Kuzeyinde Marmara Denizi ile Karadeniz, Doğu sunda Kadı Burhaneddin Kırallığı, Güneydoğusunda Karamanoğulları, Güneyinde Tekeoğulları, Güneybatı sında Germiyanoğulları ile Samhanoğulları bulunuyordu. Aydın ve Menteşe beylikleri ile Osmanlı sınırı yoktu. Doğu Karadeniz kıyılarında Candaroğulları ile · Trabzon İmparatorluğunun sınırı vardı. Amasra başta olmak üzere birkaç yerde de küçük Cenova iskeleleri mevcuttu. Balkanlar'da devlet, Güneydoğuda Bizans ve Doğu da Karadeniz ile çevrili idi. Kuzeydoğu sınırını Tuna nehri teşkil ediyor, Kuzeydoğudan Batıya doğru önce Boğdan (Moldavya), sonra Eflak (Romanya) prenslikleri leri sınır teşkil ediyordu. Kuzeybatıda ve Kuzeyde Büyük- Macaristan Kırallığı bulunuyordu. Kuzeybatıda Bosna Kırallığı vardı. Batıda Dubrovnik vasıtası ile Adriyatik'e çıkıhyordu. Venedik Cumhuriyeti ile Arnavut prenslerine ait topraklar burada sınır meydana getiriyordu. Henüz Epir fethedilmediği için, Yunan Denizi'ne çıkılamamıştı. Güneyde Atina Dukahğı ile sınır vardı. Güneydağuyu Ege Denizi kaphyordu. Güneyde
83
Bizans'a ait Selanik ile Halkidikya Yarımadası yer alı yordu. Ege adaları, Venedik, Ceneviz, şövalyeler, Bizans arasında paylaşılmıştı. Henüz hiçbir Türk adası yoktu. Ağrıboz, Girit, Sikladlar gibi en önemli adalar Venedik'in elinde idi. Bütün bu durum gösteriyor ki, Emir Sultan Bursa'ya geldiği sıralarda Osmanlı Devleti her bakımdan müesseseleşmiş, kuruluş devrini idrak etmiş, büyümeye yönelmiştir.
EMİR SULTAN'IN HEDEFİ.
Yeryüzünde herkesin bir hedefi vardır. Yani, örnrün hangi yönde kullanılacağı meselesi demek istiyoruz. Bazısı bu hedefin farkında olmaz. Fakat, şuural tından gelen bir itmenin etkisinde kalır. Sonra hayat şartlarının verdiği imkanlara göre bir yol çizer veya çizerneden ömrünü yitirir. Okumuşluk, okumaınışlık önemli değildir bu noktada. Okumak, yani bilgi kazanmak sadece hedefe olan uzaklığı kısaltır. O halde, her şeyden ÖIJCe inanç gelir. Başta gidilecek yola dolayı siyle hedefe inanmak şarttır. lnanmış kişi (varacağı yolu bilmesi bakımından) olmak gerek. Ne yapacağı nı bilen, ciddi herhangi bir kişi er geç idealine kavuşur. Bütün dava, o ideali vaktinde görmekten, görebilmekten ibarettir. İşte, Emir Sultan bunu biliyordu. Muhakkak ki hacc sırasında gördüğü rüya düşü çok daha fazla etkilemişti. Ama, doğuş tan gelen sağlam bir ahlak yapısı ona bazı konularda derinleşme imkanını sağlıyordu. Yalnız bu devirde değil, o devirde de, böylesine bir yönde olmak zordur. Yaşarken, hayatı yalnız yemek ve uyumak, keyfince, başıboş dolaşmak diye düşünmeyen Emir Sultan, bunun dışında çok daha başka manalarıo gizli l;ıulundu ğunu anlamıştı. Gerçek insanlık budur aslında. Uyumak, yemek gibi meseleler sırf biyolojik bakımdan, ya-
nüldüğünden
86
ni vücudu ayakta tutmak bakımından düşünülür. Ama, bu, hayatın tamamını teşkil etmez. Zira, insanoğlun da dimağ adı verilen bütün canlılardan ayrı bir kabiliyet vardır. «Düşünce» o dimağ denilen kabiliyeHen doğmaktadır. Düşünceden uzak yaşamak demek, insanca yaşamamak demektir. Diyecekler ki: « -Efendim, düşünüp de ne kazanılacak? Hayat,· zevk değil mi? Bunca didinme, bunca çalışma bir lokma ekmek ıçin değil mi? Hayat zaten ağır. Yaşamak çok ezici şartlarla dolu. Bütün bunların dışında bir de tutup kendimizi niçin düşünce yolu ile üzüntüye uğratalım? Değer mi hayat üç günlük ömürde, böylesine yaşa maya?» Buna şöyle cevap vereceğiz: «- İnsan, taş, tahta, bitki veya herhangi bir canlı değildir. İnsan, düşünen bir yaratıktır. Böyle bir özelliği insanda görmemek, görmek istememek insanı, insanlığından uzaklaştırır. Çünkü, bu, asıl kabiliyetİn gerilemesine yol açar. İn sanoğlundan dimağı alalım, ne kalır geriye?» Günlük geçim endişesi dışında insanın başka endişeleri de vardır demek istiyoruz. İnsan yedi, içti, uy~ du, daha kısa ifade ile bütün biyolojik ihtiyaçlarını karşıladı ise, ödevi bitti mi? Yani, insanın ödevi bu kadar mı? Hayat tek yönlü değildir. Şu halde, o sayı sız yönleri olan hayat karşısında· insanoğlunun yine sayısız kabiliyetleri vardır. İşte, o kabiliyetleri çalış tırıp onları en imrenilir duruma getirmek, asıl ödevi teşkil eder. Emir Sultan, yoksul bir babanın oğlu. Yokluk içinde büyümüş. Çile çekmiş bir kul. Ama, asıl ödevini unutmamış. Fark burada işte. Bazıları şöyle diyor:
87 « - Efendim, devir çok değişti. Bir lokma bir hır ka devrinde, gerilikler içinde bocalama devrinde deği liz. Geçmiş böyle şeyler. Masal olmuş ... »
Önce hiç itiraz etmeden: « - Doğrudur söyledikleriniz efendim» cevabını verip, şöyle bitirelim sözümüzü: « - Belki her şey masaldır yeryüzünde. Neticede belki öyle gelecektir. Ama, masal olmayan bir şey var: Hayatımız. Yaşamakta yani, soluk alıp vermekte olduğumuzu da inkar edemeyiz ya. İşte biz bu inkarı güç olan şey üzerinde duruyoruz. Zira, önemli olan hayatın kendisidir.» Emir Sultan Hazretleri de bunun üzerinde durmuş ve her an mücadele etmişti. Her insan yaşadığı devrin eğitimine uygun yönde elbette. Ve o eğitim hangi yollardan kazamlıyorsa, yine o yollardan faydalanacaktır.
olacaktır
Bugün; televizyon, sinema, tiyatro, dergi, gazete, kitap, sergi, (hangi san'at dalında olursa olsun) hatta plak vb. nasıl eğitime yardımcı ise, dün de eği tim uğruna insanlar her türlü yoklukla mücadele ederek (canları pahasına) eğitimde isim yapmış şah siyetlere koşuyorlardı. O zamanlarda da okullar vardı. Yeryüzünde her çağda okul bulmuştur insanoğlu. Okul, insan dimağının varlığını bütün gerçekleri ile ispatlayan en büyük delildir. Emir Sultan Hazretleri, asıl ödevi unutmamış demekle, onun ideal sahibi bir şahsiyet olduğunu söylemek istiyoruz. Genel olarak insanın büyüklüğü idealindedir. Yalnız geçimi temin etmek büyüklük değil dir. Gerçek insanın izlediği (onu elde etmek uğruna
88
ömür harcadığı) bir ideali ( = bir fikir yolu) olmalıdır ki, dimağının varlığını ispatlayabilsin. Biz buna insanda hedef adını veririz. Bir adam, çöpçüdür. Fakat, en iyi, en örnek şekilde çöpçü olmayı ideal yapmalıdır. Bir adam öğretmendir. En üstün, en başarılı öğ retmen olmak zorundadır. Bu her meslekte, her san'atta böyledir. Çobanlık yapanda da, bakanlık yapanda da görülmelidir böyle bir ideal. Günümüzde dünya, kötü insanları barındıramayacak kadar küçülmüştür. O halde, insanların temel ideali herşeyden önce, iyi olmak hedefini teşkil edecektir. Acaba, XIV. yüzyılda ta Buhara'dan kalkıp Bursa'ya yerleşmek kolay mıdır? Acaba, türlü yoksulluklarla mücadele ederek, devrin en büyük bilginlerine muhatap olmak kolay mıdır? Hele hele o tek kelime ile kafa uçurtacak kadar diktatör bir hükümdara söz dinletmek düşünüldüğünden de çok zordur sanıyoruz. O halde, Emir Sultan Hazretleri pek öyle tarife sığa cak şahsiyet değil. Devrin en büyük otoritesi Molla Fenari'nin ayakta saygı ile karşıladığı bu yüce adam, günlük geçimini temin için Gökdere'de yerleştiği andan itibaren baba san'atı olan çömlekçiliğe devam etmiştir. Onun bu, günlük geçim durumu menakıb kı taplarında pek nakledilmez. Zira, önemli görülmemiş tir. Onun ahlak yönü ele alındığı için kimse nasıl geçindiği konusuna eğilmemiştir. O çömlek yapar, dervişleri (ona bağlı olarak yanısıra gelenler) Bursa çarşı larında, pazarlarında satarlardı. O. çömlekle yapılan· yemekierin lezzeti hiç bir kapta bulunmazdı. Bu bilgileri, Eyyfıb Sultan Hazretleri'nin (şimdi rahmetli
89
olan) türbedarı Hacı Mehmed Efendi ile yine İstanbul' da Haseki Camiinde pazar günleri ikindi namazından sonra vaaz veren Hoca Zühtü Efendi (90 yaşında idi vefat ettiğinde) den temin ettik. İkinci Dünya Savaşında nın bittiği yıllarda özel sorular sırasında aldığımız notlar bunlar. Emir Sultan Hazretleri ile dervişlerinin geçim meselesi böyle halediliyordu. Aslında her derviş bağlı olduğu rriürşide veya şeyhe ikram kapısını daima açık tutardr. «Birlik olanın malı çoğalır» fikri ile hareket ettiklerinden kimseye yük olmadan geçiniyorlardı. İslam hiç bir zaman avuç açmaz. Dilenrnek yoktur İslami yette. Herkes maddi geçimini en helal şekilde kazanmak zorundadır. Şimdi,
bunca
açıklamadan
sonra, bu bölümü so-
nuçlandıralım.
Emir Sultan Hazretleri Bursa'ya nıçın gelmişti? Neydi onun Bursa'daki ideali? Uzun araştırmalara dayanarak söyleyelim, ondan elimizde hiç bir eser yoktur. Şu halde, Emir Sultan'ın kitabını bulmak imkansızdır. Çünkü yazmamıştır. Onun için tek kitap, Hz. Kur'an'dı. Üstelik Hz. Peygamberi anlatan siyer kitapları da vardı. Emir Sultan neyi yazacaktı? Neyi söyleyecekti? Ne yapması, neleri anlatması gerekiyordu? Ona göre işaret edilecek tek gerçek, ahlaktı. Onun asıl hedefi de ahlaktı. O, ta çocukluğundan beri insanları yücelten temelin ahlak olduğunu görmüş ve buna yürekten inanmıştı. Babası da aynı yolda ömrünü tamam-
90 lamıştı. Şimdi, Bursa'da ona düşen görev işte bu idi: Ahlak. O, her yerde ahlaka örnek olacak ve doğruyu savunacaktı.
Henüz Bursa başkentti. Osmanlı devletinin en büyük, en süslü şehri burası idi. Bilginler, paşalar, beyler, asilzadeler, adını gizleyen veliler, şeyhler, dervişler, mollalar, zengin tican•t erbabı hep Bursa'da idi. Aynı zamanda rüşvet, istismar, dalkavukluk, dalavere, yalan, adam kayırma, türlü dedikodular da Bursa'da idi. Üstelik türlü yollnrda gammazlık, edepsizlik yaygındı. Keyif için adam dövdürmeler, din yolunu kalkan yapıp, geçim sağlamak da Bursa'da idi. Velhasıl, doğruyu şa şırtan bütün eğrilikler mevcuttu Bursa'da. Emir Sultan'~n buraya gelmesinin tek sebebi, bütün bu dengesizlikleri mana yolu ile düzene sakınakla ilgili idi. Onun bu hizmeti verine getirmesi için, ortam müsaitti. Ve bunu ondan başka kimse gercekleştiremezdi. Cünkü, hükümdarda biterdi her şey. Kim çıkacaktı o hükümdarıo karşısına? Buna kim cesaret edebilirdi? Zira. ilk ve son sözü hep hükümdar !'Öylüvordu. Ona ancak <
91 gının açmayacağı kapı
yoktur yeryüzünde. Çok tatlı olan Emir Sultan, herkese samirniyetle davranıyor. Ona bakan (ilk defa görmüş olsa bile) saygı duyuyor içinden. dilli bir
şahsiyet
Her konuşan ona güvenle bakıyor. Babacan bir tutum içinde hayatını sürdüren Emir Sultan'a kimse itiraz edemiyor. O karşısındakine bağırsa da arada bir güceniklik doğmuyor. Sonra çok seyrek görülen üstün bir kabiliyeti de var ayrıca. Unutınuyar adları. Herkesi adı ile çağırıyor. Bir defa görmüş olsa bile. Güçlü bir hafızaya sahip. Konuşulanların tek kelimesini dahi unutmuyor. Ana dilinden başka iki dil bilen Emir Sultan, her türlü tartışmaya girmekten çekinmiyor. Yalnız şu rasını önemle belirtelim ki, o Bursa'ya geldikten sonra daha rahat, daha hakim davranışlarda bulunuyor. Çevreye çok çabuk intibak eden Emir Sultan, daima mfmevi işaretleri ön plana almış ve o yoldan asla dönmemiştir. Onun halk karşısında bardaktaH su gibi, olduğu gibi görünmesi ve bundan rahatlık duyması, doğrudan doğruya yüksek bir moral taşımasından ileri geliyordu. Tek kelime ile ifade edersek, erişilmez güçlü bir Yunus Emre'de de görüyoruz. Herkese sevgi, herkese saygı, fakat boyun eğ mek yok. Yani, kuru kuruya budalaca bir asilik değil söylemek istediğimiz. Kendine güven duyan, çevresine fazilet saÇan, saydıran bir şahsiyet bu. Hem sonra, o. nun emrinde ordu da yok. Mal da yok. Yalnız herkesin imrenerek baktığı yüksek bir ahlakı var. İşte o yüksek şahsiyeti vardı. Aynı şahsiyeti
92 ahlakı
ile Bursa'da çevresine asıl mana dünyasını tatek tek değil, bütün olarak ele alıyor. Kimseyi ayırmıyor. Kimseyi ayırmamak endişesi, ancak ve ancak usta bir analiz - sentez gücünden doğar. Toplum yaşayışında bunun önemi çok büyüktür. Önce ayrıştırmak, lif lif kötülükleri ayıklamak ve sonra hepsini birleştirmek yolu, analiz - sentez kapısından geçer.
nıtmaya uğraşıyor. Halkı
1389
YILI
Emir Sultan, Bursa'ya geldiğinde yıl 1389'du. Şu halde, tam 21 yaşında bulunuyordu. Anne tarafından Sadreddin-i Konevi'ye akraba olan Molla Şemseddin-i Fenari de (1350 - 1430/1431) 39-40 yaşlarında idi. Ve henüz reşmen Şeyh-ül İslam olmamıştı. Ama, Bursa Kadısi idi. Şeyh Ebu Hamideddin-i Aksaray! (1324/1325? - 1413?) Ekmekçi Koca, Samuncu Baba olarak tanını yar ve asıl hüviyeti bilinmiyordu. Ünlü Mevlid yazarı Süleyman Çelebi (1364? - 1430) 25/26 yaşlarında bulunuyordu. Ve Hacı Bayram-ı Veli ise Emir Sultan'la hemen hemen aynı yaşta. Yıldırım Bayezid 1360'ta doğdu ğuna göre, Emir Sultan Bursa'ya geldiğinde 29 yaşların da idi. Demek ki, ondan sekiz yaş büyüktü. Ve Gerınİyan oğlu Şah Çelebi'nin (Süleyman Şah'ın) kızı Devlet Hatun ile 1378'de evlenmesinden Hondi = Hundi Sultan doğmuştu. Şu halde, Yıldırım Bayezid'in kızı o sı ralarda on-onbir yaşlarında. Şimdi, bunları sıraladık tan sonra, menakıb kitaplarında birbirini tutmaz ifadeleri ayıklayarak devam edelim. Ve yine şurayı önemle belirtelim ki, Emir Sultan'ın hepsinden ayrı bir görünüşü var. Cenç olmasına rağmen sanki hepsinden daha yaşlı imiş gibi saygı topluyor. Bu durum, insanlar içinde ender görülür.
SOMUNCU BABA İLE TANIŞMALARI ..
Daha önce açıkladığımız gibi Şeyh Ebu Hamideddin-i Aksarayi, Bursa'da ekmekçilikle geçinen bir zat. O, 1358 yılında Bursa'ya geldiğine göre, artık oranın yeriisi gibi bir şey olmuş. Aşağı yukarı otuz yıldan beri ekmek yapıp satıyor. Ama, ne ekmek. Alan bir daha almak istiyor. Zira, çok lezzetli ve doyurucu. Toprak sıralı minnacık iki fırın. Bir fırın elli ekmek pişirmiyor bile. Yani, iki fırından ancak doksan ekmek zor çıkı yor. Onun bir merkebi var. İki küfeyi merkebe yüklüyar. Ve öyle iniyar Bursa çarşısına. O her gün aynı saatte geliyor. Halk biliyor ne zaman geleceğini. Günde iki defa ekmek getiriyor çarşıya. Sabah ve akşam onu orada görmek mümklln. Kulağa çok hoş gelen bir ses: «-
Somunlar, mü'minler!»
Bu ses Bursa'Iılara yabancı değil. Hele onun saçı güler yüzü yok mu? Herkes (ekmek almasa da) onu gönneyi istiyor. Alışılmış bir sima. Hani bazı adamlar vardır, onları tanımadığımız halde, sanki içimizden ta çok öncelerden tanıyormuşuz gibi bir duygu taşırız. Ve bunun sebebini de çözemeyiz. İşte, Samuncu Baba böyle bir zat. Merkebi de ona uymuş. Arkadaş gibi, sadık köle gibi bir merkep. Samuncu Baba,. duruyorsa, o da duruyor. Yürüyorsa, o da yürüyor. Önceden aniaşmış gibiler. Rahat, sakin, yumuşak sakalı ağarmış,
96
bir hareket içinde çarşının bir başından öteki başına kadar ağır ağır geçerler. Bu hakiki hüviyetini belli etmeyen ulu kişi, onbeş yaşında Hoy şehrinden Hoca Alaüddin-i Erdebill'ye gitmiş ve ondan tahsil etmiştir. Kur'an-ı· Kerim'in kelime kelime manasını çözmüş, Hz. Muhammed'i (S.A.) çok iyi tanımıştı. Zira, Hz. Muhammed (S.A.) bilinmeden Kur'an-ı Kerim asla anlaşı lamazdı. Hoca Alaüddin-i Erdebili ona ilk dersi böyle vermişti. Daha sonraki yıllarda bunun gerçek olduğunu halk üzerinde yaptığı (kendine göre) deneylerde görmüştü. Aslında halkın hatalan onu iyi tanımamaktan doğuyordu. Bundan dolayı da halk bid'atlar içinde idi. Somuncu Baba, iç dünyasını geliştirmekle ömür O dış görünüşü ile güler yüzlü bir ihtiyardı. Ama, iç dünyası uçsuz - bucaksız bir derya. Sır küpü idi. Melami ( = iç aleminde erişilmez bir zenginlik taşıyan, aydınlıklar içinde ve fakat dış görünüşünde çok sade, basit intibaı veren) şeyhi ·idi. Halk içinde kendini yoketmesini bilmek ne büyük meziyettir. <> demek ne erşilmez bir fazilet. Çok dikkat edilirse, ortaya sabır çıkar. Zira, sabır, ahiakın temelidir. Bunun daha başka bir yolu yoktur . harcamıştı.
. Mana dünyasının bu ulu kişisi henüz fırınlarının duruyor ve ekmeklerinin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık, sırtında nohudi renkte bir elbise olan, gözleri ışıl - ışıl genç bir adam geliyor. Elinde küçücük bir çömlek var. Çömleğin üstünde de kapak. «- Selamün aleyküm baba'm.» « - Aleyküm selam ... »
yanında
>
Şeyh
F: 7
Ebd Hamideddin-f Aksarayı HazretZerine ait yanyana iki kilçiik fınn. Resmin saD tarafında duvara dayalı kilrek giJrülmektedir. Samuncu Baba ile Emir Sultan HzJerinin burada tanışıp dost oldukla· nnı naklederler.
98 Bakışıyorlar.
büyük
şahsiyeti,
Tek kelime yok. Bu sır aleminin iki hiç konuşmadan tanışıyorlar. Sonra,
«- Çömlekte aş var Baba. Emir Sultan:
herhalde.» diyor Ekmekçi
Evet baba'm» cevabını veriyor. «Koyayım fı o da ekmeklerle beraber pişsin.» Açıyor fırının ağ zını kürekle içeri sürt:<._cek, fakat hayret, çömlek gi'l-miyor Bir iki defa deniyor. Olmuyor. Sonra dönüyor: «-
rına
«- Anladım, diyor. Bunu ancak sen koyabilirsin Buyur kendin sür içeri.» Emir Sultan küreği sürüyor ve çömleği sokuyor fırına. Ama, fırın soğuk. Ateş yok fırında·. Kapağı kapatıyQr Samuncu Baba: «- Birazdan pişeı'» diyor. <> <<- Peki baba'm.» O da on~ıyor onun sırrını böylece. Rivayet ederler ki, o gün Ledi'ın ilminden konuşurlar. Ve dost olurlar. fırına.
19 Ağustos 1966 (Cuma günkü, Takvimden Bir Yaprak sütununda) da rahmetli Refi' Cevad Ulunay (Somuncu Baba) adlı yazısının sonunda şöyle diyor: ,,_Rahmetli Tanburi Dürri beyden diniediğim ve kitapta mevcut olmayan bir fıkra ile yazıma son vereyim: Yunanlılar Bursa'yı işgal ettikleri zaman şehrin bazı noktalarına nöbetçi dikmişler. Bunlardan biri de Ebu Hamid Hazretlerinin ekmek yaptığı fırının yanında iıniş. Nöbetçinin kaşanacağı tutmuş, fırının duvarına dönmüş, tam işini göreceği sırada suratma bir hüdayı sille inmiş. Öyle bir tokat ki, tüfek bir tarafa, kendi bir tarafa yuvarlanmış. Ondan sonra oradan nöbetçiyi kaldırmışlar.»
YILDIRIM BAYEZİD KALE KAPISINDA KiMi GÖRDti? Emir Sultan, Bursa'ya geldiğinde hükümdar ·orada Murad Gazi (Murad I.) 20 Haziran 138g'da Kosova'da öldürülmüş bulunuyordu. Ve pek tabii, Murad I.'in büyük oğlu Yıldırım Bayezid I. daha yeni. hükümdar olmuştu. Askerin başında idi. değildi.
Emir Sultan'ın, Yıldırım Bayezid'le karşılaşmasını Bulgaristan fütuhatı zamanına bağlayanlar var. Oysa bu seferi idare eden Hoca Firuz Bey'di. Ve yine bazı membalarda bu fütuhat için 1390 Miladi, 792 Hicri tarihi de rivayet edilir. Falmt biz yine o karşılaşmanın hikayesini nakledelim: «Yıldırım Bayezid, Bulgaristan'ı baştan başa zapt için savaştığı sırada asıl merkez kalesini almakta zorluk çekiyormuş. Kale bıkkınlık veren bir savunma gösteriyormuş. Bu durum karşısında çok kırılan asker de kaleyi bir an önce almak için bütünı gücü ile saldırıyormuş. Yıldırım
Bayezid böyle umutsuz bir mücar"
bunaiımı içinde kıvranırken, merkez kalesiniP ardına
kadar açıldığını görür. Hatta ka,.. farkeder. Ama, sonradan kapıyı açan ' dığı) adamı gözden kaybeder. T:· içeri girer ve kale düşer böyl
100
kaleyi teslim alan yeniçeriye tek tek sorar: «- Kal'a kapısını kim açtı? Muhakkak sizden biri olmalı.» Onlar cevap verdiler: «- Hayır kapıyı biz açmadık. Ve bu kal'ada tek yabancı adam da yoktur.) Yıldırım Bayczid aldığı bu cev~ptan pek memnun olmaz. Ve bir an görüp sonra gözünden kaybolan bu adamı buldurmak için her yanı araştınn, emrini verir. Fakat, çaresiz, hiç bir yerde bulamazlar.» Biz bu «görünme» menkıbesini daha sonraki yıl lara bağlamayı uygun görüyoruz. Zira, Yıldırım Bayezid, 1391 yılının yazında Tuna'yı kuzeye doğru geçip Eflak (Romanya) topraklanna girdi. Bu bir Türk hakanının Tuna'yı ilk atlayışıdır. Cihannüma adlı eserin yazarı Neşri Mehmed Efendi'ye göre padişah Niğbolu' dan Tuna'yı geçmiştir. O halde, Tumu Dagulere civarında Eflak'a (Romanya'ya) f\Yak basmış oluyor. Argeşo Meydan Muharebesinde Yıldırım Bayezid, Rumenieri kolayca yendi. Ve Prens Mirçe'yi bütün maiyetiyle tutsak edip, Bursa'ya getirdi. Herhalde, bazı menakıb kitaplarında yukanda naklettiğimiz «kapı açma» olayının hikayesi kanşıyor. Çünkü, Yıldırım Bayezid ancak Eflak seferi ve Avusturya akınlarından sonra Bursa'ya dönebilmiştir. Kapı açma olayını nakleden menakıb kitaplarında şöyle bitiyor hikayenin sonu: ''··· ve Padişahın ordusu ile Buı;sa'ya hareketi haberini atlılar önceden ulaştırdılar. Bir kaç gün sonra da Yıldırım Bayezid geldi. Karşılamaya çıkan devletin büyükleri arasında , henüz tanışmadığı damadı Emir Sultan'ı görünce:
101
Engiros Kal'asının kapısını sen açtın» dedi. Sonra damat ve kayınpeder birbirlerinin ellerini öptüler.» «-
Bilindiği
gibi memikıb kitaplarında (genel olarak) tarih yoktur. Rivayet üzerine nakil vardır. Durum böyle olunca, ne kadar dikkat edilse, yine de hikayeler birbirine ters yönde aniatılıp gidiyor. Belki de, Engiros Kal'ası adı geçtiğine göre Macaristan seferi sırasında (kapı açma olayı) olmuştur. Ve bu bize daha doğru geliyor: 1393'te Tırnova ile civarı kendisine bırakılmış olan son Bulgaristan Kralı Şişman {Sisman), ülkesinden mahrum edildi. Bir sancak beyi derecesinde sözü geçmemekle beraber kral ünvanını kullanmasına müsaade edilen Şişman, Macaristan Kralı'nın başarısız seferinde, onun tarafını tutucu, yani ihanetkar bir vaziyet takınmıştı. Şişman, Tırnova surları içinde iiç ay veliaht - şehzade Süleyman'a mukavemet ettiyse de, 17 Temmuz 1393'te kale düşürüldü ve kral esir edildi. Kralın kardeşi Prens Stratismis Vidin'de, yani Bulgaristan'ın kuzeybatı ucunda Osmanlı himayesinde hüküm sürüyordu. Bakınız, burada, Tırnova surları içinde merkez kalesinin üç ay mukavemet etmesi noktası üzerinde durursak, Engiros Kal'ası tabir edilen kale bu olsa gerektir. Fakat, dikkat edilirse, Tırnova suıları önünde Yıl dr ı m B a ye z i d yok, onun yerine Şehzade Süleyman vardır. Biz bütün bu tarihi gerçekleri bir bir işaret ettikten sonra 'şöyle bir sonuca varıyoruz: Muhakkak ki Yıldırım Bayezid, Anadolu dışındayken bu olay cereyan etmiştir. Çünkü bizzat kendi ağzından: « - Engiros Kal'asının kapısını
102
sen
açtın»
demesi, bunun
dış
seferlerden birinde oldu-
ğunu gösteriyor.~ Menakıb kitaplarını yazanlar, nedense, hiç bir tahlile Iüzum görmeden sıralı sırasız, aceleci ve hamarat bir tutumlahemen nakletmeyi daha uygun bulmuşlar. Aynı olayı, Yenişehirli Yahya Efendi, Menakıb-ı Emir Sultan adlı kitabında şöyle naklediyor: « ... Evvel zamanda İstanbul dar-u harab olup, taht-ı Herusa'da (Bursa'da) olup, Yıldırım Bayezid Padişah idi. Bir gün Edirne canİbine ( = tarafına) sefer edip, küffar-ı hak· sar asker-i İsiama galip olup, mü'minler ... dönüp geriye kaçıp Padışah-ı İslam gece ile kaçarken, gaibden bir kirnesne zahir olup, Padişahın şakağına yapışıp: -Kande gidiyorsun? Nereye gidiyorsun, gayret İslam'ın dır. .. Geriye dön!... diye atının başını geriye döndürüp, yine gaib olur. Bu kirnesnenin sözü ile yine küffara hücum edip, galip olup hayret ederler. Ol seferden ne kadar mal, ganimet olursa Padişah hazretleri mahkum-i zabıt ettirip, belde Herusa'ya (Bursa'ya) tahtına gelecek menadiler perişan eder ki, şu şekilde ve şu endamda bir kirnesne her kim buluverirse, sancak vereyin deyu ahd eyler. Bulmakta cem'i alem aciz ve hayran kalıp, bilalıara bir oduncu merkebini sürüp cebele aruc ederken ittifak bir mağara önüne uğrar. İçinde bir kirnesne oturur ki, delil ve saf şekilde, saffetu şekilde acele ile gelüp divan kapusunda hab~r verecek kapucular fi-elhal gelip kimyayı devlet sultan-el İslam ve el saadet hazretlerini kapıp Padişahın huzuruna götürdüklerinde, Padişah kendi yerini teklif edip, kendi mukabiliye oturup ol zapt olunan ganimet malini getirip:
103 «- Siçin içün getirdik, lıltfedip kabul eylen deyu, ibram eyleyecek Sultan hazretleri buyurur ki: «Bunun ehli sizsiniz, biz bunun ehli değiliz., Bihad ihram-ı galiz ve elhab-ı şedid eyledikte Sultan hazretleri buyurur ki, gelin bununla bir mescid camii inşa eylen, adı sizin sevabı bizim olsun .. diye buyurdukta, fi'el-hal atları eğerletip Sultan hazretleri ile binip evvel-i camiin yerine gelip, ol zamanda evvel-i cami olduğu yerler şehir kenan olup ormanlıklar imiş, attan inip, Sultan hazretleri mübarek asası ile temel yerini gösterip: ((- Şura dan yapın» deyu emr eyledikte, Sultan hazretlerinin emrine imtisalen ol mahalde avlu cami bina ederler. Avlu cami dahi manen Sultan hazretlerinindir.»
Biz, Emir Sultan'la Yıldırım Bayezid'in karşılaş ma hikayesinin daha sonra cereyan etmiş olabileceğine inanıyoruz. Çünkü, Yıldırım Bayezid Emir Sultan'la karşılaşmadan önce, arada dikkate değer olayların geçtiğini görüyoruz. Yenişehirli Yahya Efendi, bu nakli karıştırıyor. Zira, Ulu Cami, Niğbolu Zaferi'nden sonra ve o zaferden elde edilen ganimetle yaptırılmıştır. Yahya Efendi'nin naklettiği hikayenifl hedefi Emir Sultan Hazretleri'nin büyüklüğünü ispat içindir. Oysa, büyük zaten büyüktür. Onun ayrıca gereksiz menkıbeler uydurarak açık lanması gerekmez sanıyoruz. Biz, Yenişehirli Yahya Efendi'nin' naklinden şunu anlıyoruz: Yani, Emir Sultan Hazretleri, manevi varlığını Yıldırım Bayezid'e duyurdu. O, onu öylesine etkiJedi ki, Bursa'ya döndüğün de aratmak zorunda kaldı. Ve buldurtup çağırttı. Kenii yerini ikram etti. Saygı gösterdi. Al, dedi, bütün ga-
104
nimeti. O da kabul etmedi, cami Sonra, camiin yerini tespit etti.
yaptır, cevabını
verdi.
Şu
halde, o Engiros Kal'asının kapısının açılma Yeniçerinin bozguna uğrayıp dönüş yapması halinde, başta Yıldırım Bayezid'le bütün askeri tekrar düşman üzeiine sevketme şeklinde naklediyor. olayını,
Maamafih, ·bütün bunlar gösteriyor ki, Emir Sultan Hazretleri, Yıldırım Bayezid'i manen etiklemiştir. Aslında böyle bir etki olmasa, onu dinlemesine ve yine onc:i saygı göstermesine imkan yo~tur. Menakıb kitaplarının
halka (halkın anlayabileceği. nakletmesi bakımından) faydaları vardır. Ama tarih ilmini şaşırtıcı hadiseler nakletmekten de geri kalmazlar. şekilde
FENARİ ADINDA BİR .KADI VARDI.
Bursa halkı arasında Şöyle bir zatla ("') karşıhişı Esmer, uzun boylu, güzel yüzlü, gözleri (badem gibi), kendinden sürmeli ve yine hafif sakalı vardı bu zatın. Aynı zamanda nohudi renkte elbiseli, yeşil cübbeli, yeşil sarıklı idi. Halk, çoğu zaman merakla peşi sıra giderdi. Yolda, çarşıda, pazarda telaşsız yürüyüşü ve başını gereksiz yere sağa - sola çevirmeyişi, kuşku suz davranışları dikkati çekerdi. Fakat, kimse onunla ayak üstü konuşmaya cesaret edemezdi. Gayri ihtiyar!, çevresi ona karşı içten bir saygı duyardı. Bursa halkı onun kim olduğunu, nereden geldiğini, ne yaptığını bilmiyordu. Hatta ne zamandan beri Bursa'da oturduğunu bile tayin edemiyordu. Sanki, Bursa eşrafındandı. Aslında böyle bir soru halkın aklına gelmiyordu. Gelemiyordu. Bu gösteriyor ki, halk onu her şeyiyle benimsemişti. Ama, o henüz bir camide imam değildi. Vaaz da vermiyordu. Derse de gitmiyordu. lırdı:
Velhasıl,
zünün ne
(*)
henüz Bursa halkı tarafından ger·çek yübilinmiyordu. Fakat, Allame-i Fenari'-
olduğu
Şeyh
Lütfullah (Cenah- us- salikin adlı eserinde) 'la Hace (hoca) Hasan (Emirsultan dervişlerin den) rr-Müzil-üş · şukuk) adlı eserinde böyle tarif ediyorlar.
106
nin çok
yakın
dostu idi. Bursa
halkı,
ancak bunu
öğ
renebilmişti.
Daha sonra göreceğimiz gibi, yazdığı bir mektupla Emir Sultan'ı Yıldırım Bayezid'e karşı şiddetle savunan büyük ulema Şemseddin Mehmed bin Hamza-el- -=<'enari (1350 - 1430/1431) İznik Medresesinden yetişmişti. Ve Hoca Alaeddin-i Esved'in öğrencisi idi. Cemaleddin-i Aksarayi'den de ders alıp gelişmiş Bursanın ünlü kadısı idi. Son zamanlara kadar medreselerde okutulan mantık kitabı (Hicri 1304 yılında İstanbul'da basılmıştır) ile Uveysat-ül-efkar fi İhtiyar-i üli'l-ebser adlı eseri pek ünlüdür. Bu aziz ve büyük bilginin «Toprak, yaşayışları bilgilerine uygun olan ulemanın etini yemez>> hadisini ispat için hocası Kara AHieddin'in mezarını açıp baktı ğını ve cesedin çürümemiş olduğunu gördüğünü naklederler. Onun Emir Sultan gibi Maveraünnehir'den geldiği ni söylüyorlardı. Ama, bazısı Horasan'ın Fenar kasabasında doğduğu için «Fenari>> olarak tanındığını, bazısı da babasının fenereilik yapmış bulunduğundan o adla bjlinmekte olduğunu ileri sürüyordu. Yani, bu Fenar adı biraz tartışma götüren konu idi. Biz ancak onun Türkistan'lı kaydını gerçek nakil olarak kabul ediyoruz. Ancak künyesinin şu sırayı takip ettiğini biliyoruz: İsa oğlu Halil, oğlu Hamza, oğlu Mehmed Şemseddin. Kadı
Fenari'nin anne tarafından Şeyh Sadreddin-i Konevi'yle uzak bir ilişkisi vardı. Yani, soylu bir aileden geliyordu.
107
Molla Fem1ri, cesur, özü - sözü doğru, mert bir Bilhassa eşit muamelesi ve verdiği haklı, yerinde kararlar ona halk tarafından saygıyı çoğaltıyordu. Fenari, camiye giderken halk yola dizilir, seyrederdi. Bu bir çeşit saygı duruşu idi.
zattı.
Molla Fenari kitap sahibi idi: Feraiz-i Saraciye Şer hi, Enmfızec-ül Ulfım, Fusfılfıl Badayi fi Usfıl-ül Serayi gibi pek ünlü eserleri vardı. Ayrıca, derin bir din bilgini idi. Fıkıh, astronomi, matematik ilimlerinde üstaddı. Zaten kendsine bunun için Allame-i Fenari adı verilmişti. Daha önceden işaret ettiğimiz gibi, Fenari henüz otuzdokuz yaşında idi. Emir Sultan'la aralarında onsekiz yaş fark vardı. Emir Sultan, Molla Fenariye sevgi ve saygı ile bağlanmıştı. Fenari de onun Ledfın sırrının büyüklüğü karşısında daima tarif edilmez bir saygıya kapıhrdı. Şurasını önemle belirtelim ki, hiç bir zaman Molla Fenari Ledfın sırrına vakıf olamamıştır. Saygı duymak başka, s ı r ra e r m e k başkadır. Yanlış anlaşılmasın bu nokta. Molla Fenari, her şeyden önce, bir bilgindir. ibadetini eksik-siz yerine getiren çok değerli bir bilgin. Ama, «Veli» çapında takva sahibi bir şahsiyet değil. Bu iş, başkadır. Ve Hz. Allah sırrına ermek, hiç de kolay bir mesele değildir. Benliği yok etmeden, hırsı, zevki terketmeden Ledfın sırrına sahip olunmaz. Daha kısa ifade edelim: Cüneyd-i Bağdadi'nin öğrencisi Şibli (Ebu Bekr-i Şibli) gibi olmak gerek. O, diyor ki: <> Sonra şövle devam ed!yor: <<- Zahid odur ki, dünyayı unutur, ahireti de hatırına getirmez.» Ona soruyorlar: <<- Siz nasıl Şibli oldunuz?» Cevap veriyor: <<- Bir gün Dicle
108 kenarında idim. Bir kelb (köpek) gördüm. Kelb ne su içebiliyor, ne de sudan geçebiliyordu. Merakla yanına gittim. Baktım ki kelb, suda kt;ndini görüp ürküyor. Korkuyor kendinden. Ve işte o zaman kendimi kaldır dım ottadan. Oldum Şibli.>> Bütün dava, benliği büyük varlıkta yok etme"ktir. Hz. Şibli (Bağdad'da vefat etmiştir. Aslen Mısırlıdır.) Ledfuı sırrına ermiş, veliler içinde çok orijinal bir örnektir. Bir gün ona bir adam geldi: « - Ya Şibli, senin en yakın dostun benim» dedi. O da yerden taşlar aldı. Adama atmaya başladı. Adam korkuyla kaçtı. Şibli: « - Gördün mü,» dedi.. <
Emir Sultan'ın Bursa'da bulunması, Molla Fenari'ye göre Osmanlı Devleti için bir şerefti: Emir Sultan, onu bir çok defa ziyarete geldiği halde, bir defa bile Ledfın sırrını açmamıştı. O bu noktada ketumdu. Hem sonra, bu çok zor ve aynı zamanda ince bir konu idi. Zahir ~limlerdeki derinlikte çözülemeyecek kadar zordu. Hele matematik bu konuda pek cılız kalırdı. Ama, Molla Fenari bunu anlamıştı. Ve ileride daha da anlayacaktı. Fenari şahsiyeti bütün, seçkin bir ilim adamı idi. Emir Sultan'daki o pırıl pırıl, eşine çok ender rastlanan ahlaka hayrandı. Hafızasının gücüne de hayrandı. K u r' a n - K e r i m hakkındaki bilgisinin derinliğine inanmıştı. Emir Sultan konuştu ğu zaman hiç kesmeden dinliyordu. Ve sonra o gidince bu husustakj bilgileri not ediyordu. Daha çok onun
109
hiç bir ukah1lığa sapmadan anlatışına hayrandı. En sonunda, Molla Fenari ona bir gün düşüncelerini açtı: <<- Şayet kabul ederseniz, sizin Bursa sarayındaki çocuklara Kur'an-ı Kerim dersi vermenize yardımcı olmak istiyorum.>> O da: « - Nasıl münasip görürseniz efendim» cevabını verdi. Ve işte ancak bundan sonra, Emir Sultan adı dillere destan oldu.
O'NUN BURSA'DA
BAŞKA
DOSTLARI DA VARDI.
Azerbaycan'da Aras ırmağının sağ kollarından Kara-su çayına dökülen Balılılu-su (Balık-çay) kenarında ve denizden 1520 metre yükseklikte, yine takriben 3 mil kutrunda, her yanı dağlarla çevrili yuvarlak bir ovada, tarihi ticaret yolları üzerinde bir Türk şehri vardır: Erdebil (Ardabil), Farsça: ( = Ardabel). Bazen de haritalarda (yanlış olarak) Ardanil olarak geçer. İşte, Şeyh Safiyeddin Erdebill buralı idi. Mukaddasi, Erdebillileri Hanbeli mezhebinden koyu sünni olarak sayarsa da, Hamdullah Kazvini, Erdebil'lileri Şafii mezhebinde görür. Galiba en doğrusu da budur. Şeyh Safiyeddin'den sonra Safiyeddin Ebıl İshak Erdebill gelir. Bir de Şeyh Cebrail vardır. Sadreddin, büyük babası olan Şeyh Cebrail için Erdebil'in yarım mil ötesindeki Kelgeran köyünde ve babası Safiyeddin için de Erdebil'de birer türbe yaptırmıştır. Sadreddin yerini, oğlu Şeyh Ali'ye bırakmıştır. Şimdi bu ilk bilgileri verdikten sonra, açıklaya açıklaya devam edelim. İran'da, Güney Azerbaycan bölgesinde Hoy şehri vardır. Bazılarının (Bk. Reisülküttap Sarı Abdullah Efendi'nin - Semerratül Fuad adlı eserinde) Kayseri'de, bazılarının Hay'da (Doğrusu da budur) doğduğunu söyledikleri Hamidüddin-i ibn-i Musa (Şeyh Ebıl Hamid-eddin-i Aksarayi) 1340 yılında Erdebil'e gidiyor. Ve orada Şeyh Safiyeddin İshak'ın tarunu Hoca Alaüddin-i Ali
112
Erdebili'ye intişab edip, zahiri ve batıni (= iç alemin bütün ilimleri öğreniyor. On yıl sonra, yani 1350'de müridi ~lduğu Hoca Alı1üddin-i Ali Erdebili'nin izni (*) ile Hakikat-i Muhammediye'yi (Sarı Abdullah Efendi'nin dediği gibi lım-i Hakikat'ı) ilk defa Anadolu'ya götürmüş oluyor. Fakat, 615/616 Hicri, 1253-1254 Miladi yıllarında Selçukiler zamanında Konya'ya Muhyiddin-i Arabi'nin gelmiş olduğunu ve Şeyh Mecduddin-i İshak'ın karısı ile evlenmiş bulunduğunu, hatta üvey oğlu Sadrüddin-i Konevi'yi manevi bakımdan yetiştirmiş olduğunu da ayrıca hatırlıyoruz. Maamafih, Şeyh Ebu Hil~id-ed-din'i Aksarayi'nin kendi devrinde ilmi hakikatı Diyarı Rum'a (Anadolu'ya) götürmesi fikrini destekleyenler haksız sayılmazlar. Zira, her devirde (genel bir k~ide ile) birtakım bozulmalar karşı sında onları düzeltici şahsiyetlerin çıktığı görülmektesırları)
(*)
Erdebil'de iken, Şeyh Altiüddin-i Ali, bir gün Ebu , Hamid-ed-din-i Aksarayi'yi kendi halvethanesine götürmüş
113
dir. Onun için biz, burada bütün ifadeleri tabii karşılıyoruz.
Şeyh
Ebu Hamid-ed-din-i Aksarayı 1350'de Konya'Aksaray ilçesine geliyor. 8 yıl kalıyor orada. Ve 1358'de Bursa'ya gidiyor. Bursa'da Somuncu Baba, Ekmekçi Koca dedikleri ulu zat budur. Bugün, Bursa'da «Şeyh Hamit» mahallesi adı verilen yerde (Molla Fenari'nin Camiinin yanındaki) çilehanesi ve iki fırını bulunmaktadır. Hatta fırın küreği de gösterirler ona ait diye ama, bunu biz ihtiyatla kar-
nın
şılıyoruz.
P: 8
BUHARA Prehistoriq!-le ( = tarih öncesi) devirlerdeki Buhara bir şey bilinmiyor. Bu bölge, daha ziyade, Orta Asya'daki göçebelerle İran'da oturan halkın bir sınır noktasıydı. Bu sebeple Semerkand ve Buhara'nın eski yerlerinde ·dağınık İran kolonHerine rastlanı yor. Buhara civarında bulunan Çarşanha-i Rametan denen bir köyün eski Buhara olduğu bilhassa ilk Arap coğrafyacıları tarafından söylenmektedir. Yapılan kazılarda bu bölgede bir çok heykel ve duvar artıkları bulunmuştur. Buhara şehri bölgesi hakkında Çin kaynaklarında, ancak V. yüzyıldan itibaren bilgi veriliyor. Çinliler Buhara'nın bulunduğu yere Nu-Mi diyorlar. Sonradan burasının Arap kaynaklarınca Numickas ya da Numickend ·olarak adlandırıldığını görüyoruz. VII. yüzyılın ortasından itibaren Çin kaynakları şehrin esas adının Transcription ( = kopyası, sureti) u olan Pu-ho kelimesini kullanmaktadır. O halde, Buhara kelimesi nereden geliyordu? Böyle bir sorunun cevabını vermek biraz zordur. Sanskritçe Vihara ( = Manastır) kelimesi ile ilgisi olduğu söyleniyor. şehri hakkında
Şimdi burada önemli bir noktayı açıklamak gerek. Ne zaman doğduğu bilinmeyen Ahmed oğlu Nurnan adında biri var. Ankaranın Solfasol köyünden olan Ahmed oğlu Numan, Şeyh Süca ile beraber (kurban ayın-
116
da) Kayseri'ye gidiyor. Ve orada, Şeyh Ebu Hamid-i Veli ile karşılaşıyor. Kurban Bayramı olduğu için, Şeyh Hamid ona «- Senin a·dın Bayram olsun>> diyor. Ve böylece adı: Hacı Bayram-ı Veli olarak kalmıştır. Şeyh Şüca'nın takdim ettiği bu genç veliye Şeyh Ebu Hamid şöyle diyor: «- Ülemayı zahirin mevtasının meratibini ve erbab-ı batının mevtasının meratibini gör, kangısı (hangisi) muhtarın olursa, onu ihtiyar eyle.» Bundan sonra, Hacı Bayram-ı Veli'nin marifet ilmini, hak ilmini, yani Ledun ilmini öğrenmeye çalıştığını görüyoruz. «Miskin Hacı Bayram, sen dünyaya gönül verme - Bir ulu imarettir, alma başına sevdayı» sözünü herhalde Şeyh Hamid'i Veli'yi tanıdığı sıralarda söylemiş olmalıdır.
Bazı yazariann ifade ettiği gibi, Şeyh Hamid-i Veli önce Aksaray'a değil, Kayseri'ye gidiyor. Kayseri'de Hacı Bayram-ı Veli ile karşılaştığına göre Aksaray'a beraber gittikleri anlaşılıyor.
O halde, 13SO'de Hacı Bayram-ı Veli'nin delikanlı Emir Sultan'dan yaşça büyüklüğü ortaya çıkar. Tabii, biz bunlan ihtiyatla ele alıyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi insan-ı kamilterin yaşla ilgileri yoktur. Yani, yaşın önemi yoktur. Onlarca, doğum - ölüm bir endişe değil, ham kalmak, ger-çek telaş larını teşkil eder. olduğuna bakılırsa,
1358'de Hacı Bayram-ı Veli ile Şeyh Ebu Hamideddin-i Veli Bursa'ya gelirler. Yani, Emir Sultan'dan 31 yıl önce. Fakat, onlan Bursa'da veli olarak kimse tanımaz. Aslında, kendilerinin içyüzünü gizledikleri için tanımaz Bıirsa'lılar.
117
Bir de Bursa'da Şeyh Üdebali'nin torunu Ahmed olan ünlü Süleyman Çelebi var. Birinci Murad'ın veziri Şeyh Mahmud da dedesidir. Şeyh Mahmud, Süleyman Paşa Rumeli'ye geçerken güzel şiirler yazarak paşayı ve askerleri övmüş, halkı eaşturarak saPaşa'nın oğlu
vaşa teşvik etmiştir.
Süleyman Çelebi, ünlü Mevlid-i Şerif'i (*) yazmış tır. (1514 yılında ilk el yazması bulunuyor ki, hesaba göre ilk yazdışından 104 - 105 yıl sonradır). Şeyh Şemseddin Sivasi, Keşfi-i Saruhani, Akşem seddin zade Hamdullah Çelebi, İbrahim Nazif Karamani, Beyzade Mustafa Efendi, Yasincizade Nuri Efendi, Bursa'lı Kitapçı Mustafa ve Akif Efendilerle Manastırlı Rıfat Bey, İbrahim Kadem Efendi, Dareodeli Bakai, Aydınlı Müridi, Şeyh Salih Nihani, Karesili Hasan Bahri, Urfalı Tahir Nadi (hocamdı) vb. gibi şahsi yetler Süleyman Çelebi'yi takliden Mevlid-i Şerif manzumeleri yazınışiarsa da, herhalde ammenin kabulüne mazhar olan Hz. Peygamber aşıkı Süleyman Çelebi'ninkidir. Lisanı sade, düzgün ve ifadesi çok samimidir. Bundan dolayı, Türk - İslam aleminde Kur'an-ı Kerim'den sonra en çok ve seve seve okunan bir eser olmuştur. Bu konuda Ragıp Akyavaş şöyle diyor:
(*)
Ulu Cami'de vaizin biri: «- Peygamberler büyük· lük bakımından birbirlerine eşittir» demiş. Halktan biri buna itiraz etmiş. Ve hakem olarak aynı camiin imamı olan Süleyman Çelebi'yi seçmişler. o da vaizi haksız bulmuş. işte böylece 1409'da Vesilet-ün Necat adı ile Mevlid·i Şerif'i yazmış.
118
«- Süleyman Çelebi'nin, bu eşsiz manzumesi, İs lam memleketlerinin her tarafında muhtelif vesileler· le büyük bir huşu içinde ve seve seve okunur. Manzume Rumca'ya, Boşnakça'ya, Arnavutça'ya çevrildiği gibi Düzceli Abdurrahman Efendi adında bir zat tarafından Çerkezceye de tercüme edilmiştir. Yıldız Sarayı Kütüphanesinde (Man'zume-i Mevlid fi Efdalil Mevcut) adı ile Volcitrinli Mehmet Tahir Efendi tarafın dan yazılmış Arhavutça bir nüshasını Mabeyin Başka tibi merhum Ali Fuat Bey bana göstermişti.» Mevlid-i Şerif, görünüşte sade ve basittir. Fakat, gerçekte yetişilmesine imkan olmayan türdendir. Kolay göründüğü halde, taklit edilmesi fevkalade zordur. Bir de «Veladetname-i Fatıma» vardır. Bu manzumenin şairi Süleyman Memduh Efendi'dir. Fakat dikkatle tetkik edilirse, yazıyı Süleyman Çelebi'nin Mevlid'inden ilham alarak ortaya koyduğu anlaşılır. Ayrıca, Medine'de her Rebiülahır ayının onikinci gecesi «Mevlid-i Hazreti Fatıma» parlak bir merasimle okunur. Ama, bu mevlid, Süleyman Memduh Efendi'nin yazdığı «Veladetname-i Fatıma» değildir. Arapça ayrı bir eserdir. Süleyman Memduh Efendi
yazdığı
Mevlid'de:
Oldu İsa mehd Içinde r8z gQ Fatıma amma ki, batın Içre begQ. Jemekle «- İsa Aleyhisselam, peygamber olduğu halde, Oysa, Fatıma, anasının karnında ona hitapta bulunarak anne ve babasını teselli etti» manabeşikte konuştu~
119 sını
ifadeye çalışıyor. Ki, yersiz bir ifadedir bu. Zira, Hz. Fatıma'nın ayrıca böyle yakıştırılmalarla yükseltilmesi hiç gerekli değil. Onun asil ve yüksek ahlaklı bir şahsiyet olduğunu inkara imkan var mı? Mevlid, 1409'dan sonra Osmanlı İmparatorluğu'n da adet halinde devam edegelmiş. Bütün rolü, cemaat toplanmasına yardımcı olmasıdır. Ve aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in okunmasına da yol açar. Fakat, İslam'da gazel yoktur. Yani, bağıra çağıra ibadet şekli yoktur. Sadelik, temizlik ve intizam vardır. İbadethanelerin sade, temiz olmasını işaretle Hz. Peygamber neyi söylemek istemiştir acaba? Açıklaya lım efendim: Sağduyudan ( = akl-ı selimden) ayrılmak, insanoğlunun İslftmiyeti anlamasına engel olur. Çünkü, İslamiyet akıl dinidir. Kur'an-ı Kerim'in ifadesi o kadar rahat anlaşılacak şekildedir ki, küçücük çocuk bile kavrar. Ayrıca, onu birtakım süslerle sunmaya lüzum yoktur sanıyoruz. Adam öldü. Haydi mevlid okutalım, çocuk doğdu, mevlid şart, kırk gün geçti, aman mevlidi unutma, o gün elliikinci gecedir, önemlidir, mevlid hazırlığı yap arkadaş gibi sözler, tutumlar tamamiyle bid'attır. Hatadır. Yanlıştır. Hemen peşin hükümle bu satırıara sinirlenmemenizi bilhassa rica edeceğiz efendim. Bakınız, bütün bunları birer birer açıklıyoruz ve aslını aniatıyoruz İslamiyetin. İslam dini diyor ki: <
120
ediniz.» Bakınız çevrenize. Evet dikkatle bakınız. Dilenci alabildiğine. Fıkaralık adeta okyanus örneği. Nerede ise fıkaralık denizinde boğulmak üzere halk. Ama öte yanda israf ve tembellik kol geziyor. Yani, şunu söylemek istiyoruz ki, İslamiyet şiir havasında terennüm edilecek din değildir. O, doğrudan doğruya akıl dinidir. Anasını sağlığında yürekten seven bir evladın, o'nun ölümünde ilanlar vererek gerçek evlatlık gösterisine çıkması hiç gerekli değil. O para ile iki yoksula yardım etsin. Kafi. Tantana ile zaman geçirecek kimin ömrü var? Sağ her türlü eziyeti yapan evladın babasının ölümünde mevlid okujması neye yarar? Yapılanları ve yaptıklarımızı çok iyi bilmeliyiz. Eğer bilemiyorsak, birtakım birbirine zıt ve faydasız olaylara yol açıyoruz demektir. Emir Sultan Hazretleri'ne sorulan sayısız sorular i·çinde böylesine sorular da var: <<- Babam öldü, ne yapayım ya Emir?» Cevap: «- Yasin oku, evladım.», «~ Kızkardeşimin kocası vardı. Sağlığında kardeşime çok cefa çektirdi. Her gün beddua ediyorum.» Cevap: «Kızkardeşin de ediyor mu? Ona aittir her şeyi. Yarın hesap günü onunla paylaşacaktır herşeyini. Seni ilgilendirmez. O, onun kocası.», «- Ya Emir, bir eviadım var, hayırsız. Bir türlü doğru yola gelmiyor. Ne yapayım?» «- Bırak, haneden uzak olsun. Gitsin senin yanından. Ama, sen yine onun hayrına dua et.» «- Fakat ya Emir, hep dua ediyorum, olacağı yok bu işin.» Cevap: <<- Sabret.», « - Ya Emir, çocuklarımın önüne ekmek koyarken sağ taraftan mı yoksa sol taraftan mı uzatayım? Var mıdır böyle bir usul?» Cevap: « - Ekmeği helal kazanmaya bak evladım.», « - Ya lıığnda
121
Emir, siz evliyasımz. Bir değil bin keramet gösterirsiniz. Ne olur bana da bir keramet göstersenize.» Cevap: « - Yeryüzünde en büyük keramet Kur'an-ı Kerim'dir. V~ sonra onun tefsiri olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.)», « - Ya Emir, huysuz bir hatunum var. Hiç söz dinlemiyor. Ne yapayım?>> Cevap: «- Önce kep.din söz dinlemesini öğren. Hz. Peygamber bu konuda çok sabır gösterirdi.» Şüphesiz
Mevlid-i Şerif zarif bir panorama çiziyor. sona kadar duygulandırıyor insanı. En güşekilde anlatıyor. Ama, bu, Hz. Peygamber'in «yap» dediği bir emir değil. Zararlı mı? Haşa. Faydası? Faydası zarif anlatışında. İşte hepsi o kadar.
Ta zel
baştan
Bütün dinler, yeryüzünden insanoğlunu «doğru yola>> ulaştırmayı işaret eder. Bunların içinde en aklisi, İslamiyettir. Ve yirmiüç yıl gibi uzun bir süre içinde va'zedilmiştir. Bu dinin temeli ahlaka dayanır. Alı lakın yüksek olmadığı yerlerde ve çağlarda İslamiyetİn adının var, fakat aslının yok olduğunu goruyoruz. Hem de ibretle görüyoruz. İslamiyetİn olduğu yerlerde samimiyet, bağlılık, saygı, efendilik, yalansızlık, çahş kanlık, adalet, temizlik, ilim, haysiyet, sağlık, şeref, vicdan, namus, daha kısa ifade edelim: Başarı vardır. lın
Emir Sultan Hazretleri işte böyle bir panoramatarih içindeki en yüce mümessilidir.
EMİR SULTAN
ÜÇ -
BURSA'YA GELDİKTEN
DÖRT YIL SONRA ...
Hundi Sultan, hükümdar kızı olduğunu her hali ile ifadeden uzak değildi. Bursa Sarayında. kendi akranları ile beraber zamanının örf ve adetlerine göre terbiye görüyor, yetiştiriliyordu. Dürüst, açık kalpli, merhametli idi. Üste lik samimi bir şekilde ibadet ediyordu. Yani, dini bütün bir genç kızdı. 1393 yılında ondört - önbeş yaşlarında bulunuyordu. Babası Yıldırım Bayezid o sıralarda Rumeli tarafında idi. Henüz Kur'an-ı Kerim hocası Emir Buhari'yi de görmemişti. Kendi düşünüşüne göre, babası Emir Buhari'yi görse idi, muhakkak beğenirdi. Çünkü, babası ahlaklı kişileri çok severdi. Kendisi de beğeni yordu. Hatta seviyorrlu onu. Bu sevgisinin nasıl doğdu ğunu henüz anlayamadığı günlerde, bir gece şöyle bir rüya görür: «Hz. Muhammed (S.A.) ona: - Ya Hundi, oğlum Seyyid Buhari ile evlen. Sakın sözüme uymamazlık yapma .. der. Aynı rüyayı bir defa daha görür: - Niçin dinlemedin sözümü? .. der ve şöyle devam eder: - Eğer ahirette şefaat bekliyorsan, dediğimi yap .. Bunun üzerine Hundi Sultan çok yakın bir adamını Emir Sultan'a gönderir. Emir Sultan: «- Biliyorum,»
124
der «Hundi Sultan'la arş-ı ala (= en yüksek yerde, en yüce makamda)'da nikah hutbesi okunmuştur. Amma, şeriat üzere burada da okunınası gerekir.» Hundi Sultan'ın adami geri döner. Ve Emir Sultan'ın sözlerini nakleder. Böylece bu durum bütün saraya yayılır. Bakınız, burada çok daha değişik bir yönden bu durumun anlatılışını görelim. Yenişehirli Yahya (Menakıb-ı Emir Sultan, Süleymaniye Kitaplığı, Hacı Mahmud Bölümü yazmaları No: 4564) Efendi şöyle anlatıyor: «-... Sultan Bayezid Yıldırım Han, Edirne canibine gene gazaya sefer eyleyecek. Padişah seferde iken, padişahın sulbi ( = ondan olan) kızı H un di Sultan bir gece saray duvarlarını aşup gelip sultan hazretlerinin hücresi kapusunu a.çup içeriye girdikte sultan hazretleri: Kimsun, ne kimesnesun? Ve niye geldun? deyu sual eyledikte: - Ben Padişahın kızıyım, sana geldim ki, Allah emri ile beni alup helal edinesin, dedikte, sultan hazretleri buyurur ki, biz burada padişah kızın almaya gelmedik. Var hatun önüne git, ayıptır, deyince, def'a men ve red eyledikte asla ve kat'i men ile memnun olmayarak buyurur ki, var imdi bir müslüman evine var, sabah olsun, nikah olunsun .. buyurdukların da bir müslümanın evine varır ... » Öteki m~nakıb-ı Emir Sultan kitai?larını yazan Şevki ve Nimetullah Efendiler, rüya konusunu naklederler. Yahya Efendi, menakıbında mürşidi Emir Sultan Hazretlerinin herhalde, herhangi bir suizanda kalmaması için: «-Kimsun. kimesnesun» sorusunu sorduruyor. Oysa, önce Emir Sultan, Hundi Sultan'ı tanır. O'na Kur'an-ı Kerim dersi veren bir hoca olur da nasıl: «- Kimsun, kimesnesun?» der. Çünkü bu olay dedikodulu bir olaydır.
125 Yenişehirli
Yahya Efendi mürşidini bundan uzak tutmak gayreti ile: «-Var imdi bir müslüman evine var, sabah olsun, nikah olunsun» şeklinde konuşturuyor, Emir Sultan Hazretlerini. Oysa, biz böyle bir tutumu yersiz buluyoruz. Aslında dedikoduyu halk çıkarmış ve sonunda da (gerçek anlaşılınca) bunun özür yolunu aramışlardır. Yenişehirli Yahya Efendi bunu bildiği için, şeyhine ait dedikoduları 'önlemek telaşına kapılıyor. Basit bir mantık kaidesi ile düşünüldüğünde, koskoca padişah kızının, elinde bohça ile Emir Sultan'a gece yarısı kaçmayacağını -kaçamayacağını- idrak eder insan. Hem sonra, fevkaHide temiz ve disiplinli yetişti ritmiş bir genç kızın geceyarısı, karanlıklar içinde, bohça ile saraydan çıkıp gidebileceğini aklı başında kaç kişi kabul eder? Biz yine menakıb kitaplarındaki ters ve karışık ifadeleri ayıklayarak gerçek olanlarını anlatmaya çalışa lım.
Bursa Sarayında Hundi Sultan'ın evleome meselesi kararlaştırılıyor. Fakat, bundan henüz Yıldırım Bayezid'in haberi yok. Muhakkak ki Hundi Sultan'ın annesi Devlet Hatun'un tasvibi gereğince hareket ediliyor. Araya Molla Fenari giriyor. Zira, Emir Sultan ailesinden kimse yok. O, yapayalnız bir adam. Elbette bu önemli anda ona yardımı ancak Molla Fenari yapabilir. 1389'da Sırhistan tabiiyet altına alınmıştı. Ve Yıl Bayezid, Sırp Kralı Lazar'ın kızı Maria Despina Olivera ile evlenme kararı vermişti. 1390'da onun Niş civarında Kruşevaç ( = Alacahisar) Camiinde Prenses Olivera ile nikahının kıyıldığı kaydına rastlıyoruz. dırım
126 Osmanlı Sarayına,
ra
girdiği
içki ve sdahat bu tarihten son-
kabul edilir.
Devlet Hatun'un Olivera ile karşıtaşıp karşıtaşma bilmiyoruz. Ama, şurasını önemle söyleyelim ki, Hundi Sultan'ın evlilik kararında annesi Devlet Hatun'un büyük rolü vardır. Zira, babaya hiç sorulmamıştır bu mes'ele. Ve sorulmadığı için de bazı dalkavuk kişiler, Emir Sultan'la Hundi Sultan'ı padişaha çekiştirmeyi marifet saymışlardır. dığını
İslamiyette
bir adam ikinci bir evlilik yaparken mutlak surette ilk karısından müsaade alır. Ancak, o «evet» derse evlenebilir. Demezse, evlenemez. Bazı cahil ve kültürsüz kişiler, İslam dininin bu yanına saidırınayı marifet sayarlar. Fakat İslamiyette, zevk, keyif için evlenme yoktur. Zira, İslamiyet temel olarak «fuhşu>> yasak eder. Hiç yasak edilen bir özellik tekrar benimsenir mi? O zaman pek saçma olur. Ne diyor İs lamiyet? İktisaden bakabilme gücü varsa, sağlığı yerinde ise, ilk eşi müsaade etmişse, yani aynı hane içinde dirlik - düzenlik kurulabilecekse ikinci bir eş alı nabilir. Dikkale bakılırsa, sonuç olarak toplumun genel dengesini hedef tutar çok evlilik. «- Bu kadın karım dan daha zengin, daha güzel, daha bilmem ne ... » diyerek evlenilmez ikinci defa. Şimdi burada belki şöyle bir soru gelebilir akla: « - E, madem durum böyle, Osmanlı Sarayı'nın tarih içindeki bu tutumu nedir öyleyse?» Cevabını verelim: « - Orhan Gazi'den sonra bozulmuştur. Orhan Gazi, en büyük Osmanlı Padişahı dır. Adalet, din, halka yaklaşma bakımından, aile bakı mından ona yetişecek bir hükümdar yoktur. Çünkü,
127 Orhan Gazi zevk ve keyiften uzak yaşamasını becerebilmiş örnek bir şahsiyettir .. >> Çok evliliğin en elle tutulur, örneğini Hz. İbrahim'de görüyoruz. Hz. İbrahim, cariye olarak verilen Hz. Hacer için Sara'ya sordu: «-Ya Sara, kabul ediyor musun Hacer'i?», «-Evet», dedi, <<- Onunla kavgasız geçinebilecek misin?», <<-E· vet ya İbrahim.» Ancak bundan sonra Hz. İbrahim, Hz. Hacer'i ikinci zevce olarak aldı. Daha sonra Sara'nın kıskançhğı başladı. Ve bir gün onu sokağa attı. Sonra yine aldı. Bu hal iki defa tekrar edince, Hz. Hacer, başımı alıp gideyim .. dedi. Sara: ,,_ Gel,» dedi «eve». Onu içeriye aldı. Ve hırsından edep yerinin ucunu kesti. İşte bu gün hala bazı Arap kabilelerinde yapıl ması adet olan «kız sünnet etme» buradan gelmektedir. Sara, Hz. Hacer'e bu hareketi yapınca kanlar aktı. Hz. Hacer akan kan görülmesin diye eteklerini topuk• larına kadar uzattı. İslam'da uzun eteğin modası da buradan gelmektedir. Yalnız, kılık - kıyafetin kibire, ~zamete yol açmayacak şekilde olmasını işaret eden tslamiyete riayet eden tek hükümdar Orhan Gazi'dir. Bizim otuz yıllık araştırmamız böyle sonuç veriyor. Demek ki, Yıldırım Bayezid'in Maria Despina Olivera ile evlenmesi karşısında Devlet Hatun'un tutumundan doğuyor her şey. Ve padişaha bildirilmiyor. Belki de bunun böyle olmasını, duyurulmamasını Bursa Kadısından bilhassa rica etmiştir. Ne olursa olsun, sonuçta Yıldırım Bayezid'in bu evleome işine çok sinirlendiğini görüyoruz. O günlerde, Bursa Sarayından Emir Sultan'a bir atlas bohça gönderiliyor. Bohçada 'çevreler, iç çama-
128 şırlan, gömlekler, güveylik elbiseler vb. var. Bohçayı getiren adam: «-Bunu diyor, efendimize gönderdiler» Mevsim kış olmalı ki, odada manga! var. Hemen Emir Sultan kalkıyor: « - Bizim de Valide hatun sultanımı za bir iki hediyemiz olacak. Götürüver» diyor. Ve mangaldan kor parçalannı alıp, gelen çevrelerden birine sanyor: «- Al, diyor, bunu götür, kendilerine ver.» Adam telaşla: «- Fesübhanallah .. Emir Hazretlerinin kerameti» deyip gidiyor.
Sarayda çevreyi her biri birer elmas
açıyorlar
olmuş.
ki, o kor
parçalarının
EMilt SULTAN EVLENİYOR (*) Bir süre sonra, Emir Sultan'la Hundi Sultan, Bursa'da bulunan en seçkin kişilerin huzurunda nikahlanmış oluyorlar. Padişah ya Bursa'da bulunmadığı için, yahut da Emir Sultan'ın özel isteği (ki bu daha akla uygun geliyor) üzerine düğün yapılmadığını görüyoruz. Nikahın kimin tarafından kıyıldığı kaydına rastlamadık. Ama, Molla Fenari'nin kıydığını düşünmek, yanlış sayılmaz sanıyoruz. Zira, Padişah kızını ancak Bursa Kadısı nikfthlayabilir. Hem sonra, bu nikahtan Padişahın haberi olmadığı için öyle olur olmaz birinin nikabı kıyabileceğine ihtimal veremiyoruz. Herkes cesaret
(*)
Emir Sultan, H und i Fatma ile evlendiği sırada •Molla Fenari tarafından (Bizzat kendisinin yapmış olduğu) bir fener hediye edilmiştir. Bursa vefeyatını bildiren Güldeste-i Riyiizi İrfan adlı eserin yazma bir nüshasının kenarında, bu hediye edilen fener dolayısiyle Emir Sultan H azretleri'nin M olla Fenari'ye (Feniiri) liikabını verdiği kaydı var· dır. Buna ait geniş açıklamayı Molla Fendri adlı kitabımızda yazdık. Sırası gelmişken şunu da söyleyelim ki, Hundi Hatun adına Amasya'da da rastlıyoruz. Son defa 1965 yılında tamir görmüş olan Amasya'nın en eski eserlerinden Hundi Hatun ::;: (Kuş köprü) adı ile anılan 80 metre uzunluğundaki köprü c!ört yayvan gözlü ve dört ayaklıdır. Köprü, Yeşilırmak üzerindedir. Pirinççi Cad-
F: 9
130 edemez. Çünkü, bir söze kat'i olarak bilinmediği
«baş»
gidebilir. Maamafih, için kör bir iddiada bulu-
namayız.
Şimdi
biz Yenişehirli Yahya Efendi'nin MenaEmir Sultan kitabına dönelim: «- Sabah olıcak (olunca) nikah ederler. Helal edinip aldıkta saray kapusundan Padişaha bir kirnesne varıp arz eder ki kızı nız bir gece kaçıp bir zelil, fakir, hor, hakir bir kimesneye vardı, dedikte, Padişah divan çavuşlarından yedi kirnesne gönderir ki, varup ikisini de katiedesiniz deyu. Mezkur çavuşlar kapuya geldiklerinde Sultan hazretlerine (Emir Sultan'a) haber verirler. Asla iltifat eylemez. Gelip Yıldırım altında çay'a geldiklerinde nice cemaat-i kesire ve akvam-i nefire seyir ve temaşaya çıkacak gökyüzünden yeşil oklar nazil olup, çavuşların bazısını helak edüp bazısı kurtuldukta acayezden bir karıcak gelüp: Sultanım iki oğlancıklarım ancak temaşaya çıkmışlardır, size suikastları yoktur. İnayet edüp onlara kıyma.. dedikte, buyurur ki: - Onlar bizi temaşaya çıkmışlar, Hak Taala onlara bir hal versin ki, cem'i alem onları temaşa eylesinler .. dediklerinkıb-ı
desi ile Samsun yoluna açılmaktadır. Köprünün bulunduğu yer, Amasya'nın Şamlar ( = İhsaniye) Mahallesi ile Beyazıtpaşa Mahallesi arasındadır. Bu köprü, Kılıçarslan'ın oğlu olan Selçuk Sultanı Mes'ud (1116 - 1155) un kızı Hundi Hatun adına yaptırılmıştır. Köprü üzerindeki tabeUida rrKünç Köprüsü» yazmaktadır. Ve böylece anlıyoruz ki, Emir Sultan Hazretleri'nin eşi Hundi Sultan'la Amasya'daki köprünün bir ilgisi yoktur.
131 de onlar kadid (*) olurlar. Mezkıir okiardan kurtulan çavuşlar sultan-ı vilayenin suikastına, (**) saadethtmeye yakın gelecek havastan bazı kirnesneler sultan hazretlerine - Sultanım, işte geldiler, sizi saklayalım .. dediklerinde, kelameti mezbfı.riye asla iltifat ve kit'aa asğa etmeyüp bu kelameti red ve men edip, hatta çavuşlar gelip dar-ı vilayet ve hane-i keramet kapusundan içeriye kasa eylediklerinde mübarek aleyh işaret buyururlar. Ol çavuşlar dahi fi'el-hal kadid olurlar. Belde-i Berusade Karlidier Türbesi meşhurdur. Onlar ol türbede ta kıyamete dek kadid dursalar gerekdir ki, cem'i alem onları temaşa eyler.» Aynı konu öteki memikıb kitaplarında şöyle anlatılmaktadır: « ... Fakat az zaman sonra saraya mensub dedikoducu ve dalkavuk bazı kimseler, padişah namusunu lekeleyecek gibi birtakım kötü zanlı sözleri Yıl dırım Bayezid'e ulaştırmakta gecikmezler. Bun\!n üzerine, Yıldırım Bayezid, vezirlerinden Süleyman Paşa' yı (**'") çağırtıp emir vermiş: Kırk sİpahi al, ikisinin (*)
(**)
f**'')
Kadid ( = K.uru) : Bursa'da Kadidler Mezarlıiiı adı ile anılan yer. O qün Emir Sultan'ın kapısında can verenlerin gömüldüğü yerdir. ıı- Hak Teala buyurur ki: itaat ve ibadet ile meş aul olan Evliya'ya düşmanlık ve ceta edenlere, ben düşmanım ve övlelerini mahvederim.ıı Hadis: -Zübdet-ül Buhdri, S: 247, 1017 no'lu hadis. Ebu Hüreyre'denSüleyman Paşa'dan söz edildiijine göre, bu pasa olsa olsa veliaht -Şehzade Süleyman Şah- tır. Fakat. biz bunu ihtiyatla karsılıyoruz. Cünkii. Süleuman Paşa 1411'de Edirne'den kaçarken İstan 'fml yolu üzerinde köylüler tarafından öldüriilmii.~ tür. -Başlangıcından Zamanımıza kadar Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, Cilt: 3, S: 122.-
132
de
başını
getir! ... Süleyman Paşa adamları ile Edirne'den kalkıp, Bursa'ya geliyor. Ve kimseye haber vermeden Kaplıca larda konaklıyor. Daha sonra - Emir Efendi ile Sultan Hatun'un başlarını kesin, bana getirin .. diyor. O kırk er, Emir Sultanı Bursa Sarayında ararlarken, Taceddin adlı bir derviş (Emir Sultan'ın derviş lerinden) önlerine çıkarak: «- Münafık sözüne uyup hadise çıkarmayın» ikazında bulunur. Fakat, derviş Taceddin'in konuşmasını Hundi Sultan'la Emir Sultan duymuşlar. Emir Sultan karısına: ,,_ Ya Hundi,>> der, «duvarda asılı duran kepade'yi (talim yayı) al. Bir ok koy, kirişini ger, sonra da evliyanın cümbüşünü seyret! ... » Tam bu sırada kırk sipahi odaya girmiş. Girince, Hundi Sultan'ın elinde gerili duran yaydan kırk yeşil ok belirmiş ve her bir ok bir sipahiye saplanmış. Süleyman Paşa, olayı haber alınca hemen atma binip sür'atle yola çıkmış. Fakat, bir duvar dibinden geçerken başına bir bağ çapası gelmfş, oracıkta ölmüş. Hundi Sultan, kepadeyi gerdiği sırada Emir Sultan: Acele etmeyin, sabrediniz.. diyormuş. Karısı sormuş: - Sultan hazretleri görünürde kimse yok, acaba kiminle konuşursunuz? Emi:r Sultan: - Anadolu evliyası geldiler, gelenlerin hepsini kıralım mı diyorlar. Ben de acele etmemelerini söylüyorum, durdurmaya çalışı yorum .. cevabını veriyor.» Kırk erin ve Süleyman Paşa'nın ölümünü duyan diğer sipahiler manevi felaket korkusundan o gece Edirne'ye hareket etmişler, bütün olanları bir bir Padişaha anlatmışlar. O sıralarda, Bursa'da kadılık yapan Molla
133
Fenari, Yıldırım Bayezid'e Emir Sultan'ın kerametlerini, aleyhinde söylenen sözlerin bir kaç kişi tarafından uydurolmuş olduğunu ve böyle ulu bir zatın Bursa'ya gelmesi ile ehl-i İslamın saadet bulduğunu bildirmiştir.
Bu mektuptan sonra Yıldırım Bayezid Bursa'ya adam göndererek Emir Sultan'dan özür dilemiştir. Burada, Emir Sultan'ın Yıldırım Bayezid'e gönderdiği bir hokkadan söz edelim. Bu hokkayı bazıları gümüş kutu olarak naklederler. Dava, kutunun gümüş olup olmaması değil, kerametin gösterHip gösterilmemesidir. Kanaatimizce, Emir Sultan, Hundi Sultan'la ilgili dedikoduların Padişahın kulağına gitmesi üzerine bir hok· kanın içine ateş ve pamuk koyar, sonra bunu Yıldırım Bayezid'e gönderir. Padişah, hokkayı açtığında bakar ki, ne ateş sönmüş, ne de pamuk yanmış. Bu, doğrudan doğruya Emir Sultan'ın Hundi Sultan'la aralarında hiç· bir şeyin olmadığını ispat içindir. Bakınız aynı
kerameti Hoca Ahmed Yesevi'de gö-
rüyoruz: (*)
( 0)
Hazini'nin Cavihirü'l Abrar min Amvaci'l • Bihdr eserinde (Sayfa 82-84) -Halis Efendi Kütüp. hanesindeki el yazmasından- Bu eser, Ahmed Yesevi hakkında ve Yesevilik'in özel adabına dair çok geniş bilgi vermektedir. Hazini bir Yesevi dervişidir. Ve kitap 324 sahile olup (221 sahilesi Türkçe, geri kalanı Farsça'dir) 1593'te Sultan Murad III. devrinde yazılmıştır. Ayrıca, Ord. Prof. Dr. (rahmetli) Mehmet Fuad Köprülü'nün Türk Edebiyatmdd ilk Mutasavvıflar adlı eserinin 27. sahilesinde bu kayda rastlıyoruz. · adlı
134 «-... Hoca Ahmed Yesevi'nin şöhret dairesi geniş leyerek müridieri binlerle sayılacak derecede ·çoğalın ca, tabiatı ile muhalifleri (rakipleri) de çoğalmıştı. Hatta bu münafıklar nihayet ağır bir iftiraya da cür'et ettiler: Guya Hoca'nın meclisine örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şeriat hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan ve Maveraünnehir alimleri, bilhassa müfettiş göndererek bu şayianın doğru olup olmadığını tahkik ettiler. Tahkikat sonunda bunun sırf bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı; lakin Hoca Ahmed Yesevi onlara artık bir ders vermenin gerekli bulunacağını düşündü ve bir gün müridieri ile otururken mühürlü bir hokka getirtip ortaya koydu. Sonra orada bulunan bütün cemaata hitap ederek dedi ki: - Sağ elini, büluğ gününden bu ana kadar cinsel uzvuna hiç değdirmemiş evliyadan kim vardır?
Hiç kimse cevap veremedi. Bir süre sonra, şeyhin müridinden Celal Ata ortaya geldi. Hoca Ahmed Yesevi, hokkayı onun eline vererek o vasıta ile, müfettişlerle birlikte Maveraünnehir ve Horasan ülkelerine gönderdi. Oralarda bütün alim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı açtılar: İçindeki pamuk yanmamış, ateş sönmemişti. Ve işte o zaman, Hoca'dan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan alimler, onun kendilerine vermek istediği dersin manasını bütün belagati ile anladılar. Eğer, erkek kadın, bir ehl-i hak meclisinde birleşerek beraber zikr ve ibadete devam etseler bile, Hak Taala, onların kalpterindeki her türlü kin ve düşmanlığı yok etmeye muktedirdi. Bunun üzerine hepsi fevkalade utanıp kork-
135
tular ve hediyeler, adaklarla kabahatlerini affettirmeye çalıştılar.» Aynı şekilde, Yıldırım Bayezid de, hokkayı açtığın da kendisinden izin almadan evlenen kızının kocasının ne erişilmez l;>ir veli olduğunu çok iyi anlamış bulunuyor. Maamafih, daha önceden hakkında bilgi verdiğimiz Allame-i Fenari'nin Yıldırım Bayezid'e gönderdiği şu mektup çok dikkate şayandır: (*)
cİnnehu min Süleyman ve innebu bism-illah-ir-rahmanir-rahim. Amma ba'd-ü min az'af-ül-ibad ila hafizül-bilad es sultan ibn-üs-sultan mefhar+ai-i Osman Ebu-I-mücahidin nasır-ül-İslam ve-1-müslimin medd-ellah-ü tül-e hayatek ve kesere evladek müteselsilen ila yevm-ud-din. Şöyle malum-i şerif ola ki padişah-ı alempenah bizim resulümüz Muhammed Mustafa sallallah-ü aleyh-i ve sellem hazretlerinden mukaddem Hazret-i İsa Aleyhisselam ashabından üç peygamberi Antakya kavmi tekzip idüp.:" katiettiklerinden sonra birinCi veya üçüncü günü sevine sevine evlerine geldikleri saat Hazreti Cebrail Aleyhisselam bir sayha ( = haykırış) ile cümlesini helak idüp ne dünya ve ne alıret hasıl oldu.
Eliyaz-ü billah min zalik bu emr-i azim için bizim dahi padişah-i alem-penah'dan rica ve temennamız budur ki dünkü gün katline emreyledüğünüz kirnesne
(*)
şehri tadır. XIV -
Bursa
kütü(jünde bu kayda rastlanmak. XX. yüzyıllar Türk İçtimai Tarihi üzerinde bir hazine olan Bursa şehrinin şer'i mahkeme sicilleri.
136
al-i resulden bir azizdir ki Rum iklimine buncaleyin al-i resulden bir kirnesne kadem basmış değildir. Buhara'dan sa'y idüp yeleğler ve pişkeşler gqnderiip buncaleyin bir sahilı-ün neseb kirnesne getürde bile idünüz zehi saadet-i sermediyye ki zcllıiren ve batinen size müyesser olmuştur ki sultan-ı enbiya aleyhisselam hazretleri ile dünur ve dünurşi oldunuz. Dünya ve ahi· retiniz yevmen fe yevmen dahi ziyade ola ve hem bu güveygünüz olan kirnesne sultan-ı enbiya aleyhisselam hazretlerinin ülema-i ümmeti ke-enbiya-i beni İsrail makulesinden addolunanlardandır. Hususan bunlar nesi-i resul ola ve dahi biz bunlardan gördüğümüz asar Hazret-i Resulden sonra kirnesneden naklolunmaz. Zira ki dünkü gün sayha-i vahide ile yani kıraet in kanet illa sayhaten demeleri ile kırk nefer kulunuz teslim-i ruh idüp ayan-ı şehirle varup namazlarını kı lup defn eyledik, şöyle ki, bir daha tecavüz olana asiıab-ı kurbeye vaki olan mana bizim sehrimize dahi olacağına emr-i şüphe yoktur. Baki ferman saadetlu padişah alempenah hazretlerinindir.» (*)
(*)
Yadigar-ı Şems (sahile 5/6) : ccHazreti Emir iiyeti celilesini bunlara okudu. Kırkı da kadid oldular. Molla Fenari ahali ile .namazlarını kılıp defnettiler. Yıldırım civarında Kadidler dedikleri mevki bundan kinayedir. İşte Molla Fenari Hazretleri de bundan kiniiye olarak padişaha bir ariza yazarak Emir Sultan Hazretleri'nin yüceliğini belirtmiş ve kızı ile evlenmelerine izin vermelerinin mahz-ı hakikat olacağını belirtmiştir. Ferman saadetzıt Padişah-ı alempenahilerinindir.»
137 Şimdi
bu mektubun
açıklanmasına başlayalım:
«Daima kullarına acıyan ve bağışlayan Allah'ın adı ile başlarım. İnsanların acizi olan ben, İslam memleketlerinin koruyucusu ve Osmanoğullarının övündüğü, hak uğrunda savaşanların babası, İslam dininin, müslümanların yardımcısı bulunan sen padişahımın ömrünün uzun olmasını ve eviadının kıyamete kadar şanla şeretle çoğalıp yaşamasını Cenab-ı Hak'tan dilerim. Yüce hükümdarımızın şunu bilmesi gerektir: Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.) dan önce İsa Aleyhisselam kendine inananlardan üç kişiyi hak dinine davet için (Antakya) halkına göndermişti. Fakat onları (yalan söylüyorsunuz) diye öldürdüler. Bu 'cinayeti işle dikten bir veya üç gün sonra evlerine sevine sevine geldiler. Allah onların bu kötü davranışlarından razı olmadı. Cebrail Aleyhisselam'a Antakya havası üzerinde yürekler paralayıcı, korkunç, keskin bir sesle haykır masını emretti. Bu sesi duyanların hepsi bir anda öldü. Dünya ve ahiret isteklerinden mahrum kaldılar. Böyle büyük bir felakete düşmernek için Allah'a sığını yoruz. Şimdi bizim de yüce padişahımızdan bir ricamız vardır: Dünkü gün öldürülmesini emreylediğiniz kim· se -Emir Buhari- Peygamberimizin soyundan saygı değer bir insandır. Bunun gibi temiz kalpli, peygamber evladından bir adam, zamanımıza kadar Rfım ülkesine (= Anadolu'ya) ayak basmamıştır. Buna benzer aslı doğru bir kimseyi elleri hediyelerle dolu davetçiler göndererek Buhara'dan memleketimize getirtıneye çalışsa idiniz, size iç ve dışta övünmeye layık ebedi şeref olurdu. Böyle yapmadığıniZ halde manevi irade üzere yurdumuza gelen bir aziz şahsiyet dolayısiyle
*
138
Hz. Muhammed'e (S.A.) dünürlük kazandınız. Dünya vt ahiret saadetiniz artacaktır. Bu güveyiniz Cenab-ı Peygamberin (ümmetimin bilginleri İsrail oğullarının nebileri gibidir) buyurduğu kimselerdendir. Yan;, ilim ve amel sahibidir. Bizim ·böyle seyyidlerden gördüğü müz feyz eserlerini Hz. Muhammed'den sonra kimse göstermemiştir. Çünkü, dünkü gün, bir sesle, yani in kanet illa sayhaten ayetini okumakla sizin öldürmek (*) ıçın üzerine gönderdiğiniz kırk er kulunuz dünyaya gözlerini kapadılar. Şehrin büyükleri ile birlikte namazlarını kıldık ve gömdük. Eğer bir daha bu türlü hareket ederseniz, onlara olan felaketin bütün yurdumuza da olacağına şüphemiz yoktur. Son söz, son ferman (= buyruk) saadetli büyük padişahımızındır.» Şunu
önemle belirtelim ki, Emir Sultan Bursa'ya Bayezid (daha önce belirttiği miz gibi), Maria Despina Olivera adında, bir Sırp Prensesi ile Sırbistan, Osmanlı tabiiyetine geçtikten sonra Niş civarında Kruşevaç = Alacahisar Camiinde evlenmiştir. Yani, nikah o camide kıyılmıştır. Derler ki, ne zaman bu Sırp kızı Olivera Osmanlı Sarayına girdi, içki ve sefahat de girdi. Bu bir felaket olmuştur. Böylece Yıldırım Bayezid'in kayınbiraderleri durumuna geçen Lazar oğullan Stefan'la Vuk samimi bir sadakat göstermeye başlarr.ışlar ve hatta her seferde askerlerini alıp eniştelerinin maiyetinde hizmet etmişlerse geldiği sıralarda Yıldırım
(*)
Hadis (Sahih-i BuhdriJ : ((Dört ceşit halka Alla.'ı nazan eder: Alıs verişte çok uemin eden satwwa. kibirli takire, zina edene, zulmeden yüksek makam sahibine.,
139 de, her yıl Osmanlı Saray1'na gelip kızkardeşleri ile muntazam bir temas halinde bulunmaları, bunların nihayet Birinci Bayezid üzerinde ihmal edilemeyecek bir nüfuz kazanmaları ve Osmanlı Sarayına ecnebi nüfuzunun girmesi ile sonuçlanmıştır. Bu prensesin bundan önceki ecnebi prenseslerinden (*) farkı, ailesi ve ülkesi ile devamlı temasında gösterilir. ('")
1298 M., Hicri 698'de Orhan Gazi ile Yarhisar Tekturunun kızı Holojira evlendi. Şehzade Süleyman Paşa ile Murad Hii.diivendigiir'ın anası budur. Türkler Holojira'ya Ülüjer, Nilüjer derler. Bursa Ovasındaki Odryses çayı üstüne köprü yaptırdığı için bu çay, Nilii.jer adı ile anılır. 1346 M., Hicri U7'de Orhan Gazi ile Bizans imparatoru Yoannis Kantakuzinos'un kızı Teodora evlendi. Orhan Gazi o sırada orta yaşlarında sayı lırdı. Holojira ile evlendiğinde onyedi yaşında bu-· lunduğunu kaydeden tarihlere de rastlıyoruz. Bir de Asporça Hatun'dan bahsederler. Ayrıca, İbn-i Biitutii, Bayalun Hatun'dan söz eder. Fakat, Bayalun hakkında herhangi bir esaslı bilgi yoktur. 1358de (Hicri 759'da) Orhan Gazi'nin oğlu Halil Bey'le Bizans imparatoru Yoannis Paleoloğos V. (yüzbin altın fidye vererek) Foça'daki esaretten kurtarıp kızı İrini'yi evlendirmiştir.
1376 M., Hicri 778'de Sasmanos (Susmanos) Şiş man (Sisman) adlı Bulgar Kralının kızkardeşi Prenses Tarnar (Bazı tarih yazarları kızkardeşi değil de kızı derler. Hatta eski kral Aleksandr'ın bir Yahudi karısından olma kızı şeklinde gösterirler) Murad I.'le evlenmiş tir. (Bazıları 1366 M., 768 Hicri Yanbolu Fethini müteakip Prenses Ta· mar'la Murad I. evlendi kaydını koyarlar. 1377 M •. Hicri 779'da Bizans imparatoru Androni· kos Paleoloğos'un tahta çıkmasından sonra Murad I.'le bir muahede imzalamış ve kızkardeşini padişaha vermiştir.
140 Yıldırım Bayezid'i devlet mukadderatına tesir edecek derecede içki ve sefahata alıştıran da işte bu Sırp prensesidir. Fakat, biz yine dış etkileri pek olumlu bulmuyoruz. Genel bir kaide ile söyleyelim, insanlar kendi ıradelerini mutlaka gerektiği noktada kullanmasını bilınelidirler. Ve bunu kullananlar başanya ererler. Yıldırım Bayezid istese idi elbette içki ve sefahat alemine (zaman zaman) dalmazdı. Bunda kendi zaafı ön planda gelmektedir. Bunu, biz böyle kabul ediyoruz.
EN YAKIN DOSTU. Nasıl Konya'da Mevlana Celaleddin-i Rumi ile Sadreddin Konevi yakın dost iseler, Bursa'da da Emir Sultan'la Molla Fenari de öyle yakın dosttular. XVIII. yüzyılda yetişen büyük Türk bilginlerinden ve Ruh'ülBeyan 'adlı tanınmış Kur'an tefsirinin yazarı olan İs mail Hakkı Bursavi ise, Kitab-ül-Hitab adlı eserinde Ko:r;.evi ile Mevlana'yı mukayese edip, Konevi'nin MevHlna'dan «yerle gök arasındaki fark gibi» çok yüksek olduğundan bahsetmektedir. (*)
Malatya'da 1209/1210 yıllarında dünyaya gelmiş olan Sadreddin-i Konevi'ye anne tarafından akraba olan Molla Fenari, onun Miftah-u Cem'il-Gayb adlı eserini Emir Sultan'la birlikte tekrar tetkik etmişti. Sadreddin-i Konevi bu eserini El-Nefahat'tan önce yazmıştır. Emir Sultan, Miftah-u Cem'il-Gayb'ı açıklamış kitabın kenarına bunu kendi el yazısı ile kaydetmiştir. Molla Fenari de bu kaydı tasdik etmişti. Sadreddin-i Konevi şöyle diyor: <<- Bu kitap, bütün insanlar ve avam için yazılmış değildir. Hatta seçkin kimseler (li'lhassa) için dahi yazılmamıştır. Belki, seçkinlerin (bil-
(*)
Allah, Kainat ve İnsan (Dr. Nihat Keklik) İstan· bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 1208, Sahife: XI.
142 gili kimselerin) özü olan.. bazı kimseler için kaleme alınmıştır ... » Miftah cam-al gayb, vr. 25 b (5-9) Sayın Hocam Prof. Dr. Nihat Keklik bu konuda şu hükme varıyor: « - Bu sözlerden anlaşılıyor ki, eser ağır bir üslupla ve ancak yeter derecede kültür sahibi olan kimseler gözönünde tutularak meydana getirilmiştir.»
Sadreddin-i Konevi'nin İcaz'ül-beyfm ( = Tefsir-ül Fatiha) adlı eserini olgunluk devresinde (M. 1267'de) kaleme aldığını öğreniyoruz ki, bu eser Molla Fenari'üzerinde büyük etki bırakmıştır. Emir Sultan'la Fatihanın her yönden anlamı üzerinde durmuşlar ve konuşmalar (Fatiha suresi ile ilgili) Ulu Camiin açılışına kadar sürmüştür. Daha sonra, Somuncu Baba Ulu Ca· mi'nin ııçılış gününde aynı süreyi açıklamış ve Molla Fenari'n1n kafasında (bazı noktaları bakımından) karanlık kalan yerleri aydınlatmış oluyor. Aslında, Emir Sultan onun kaleme aldığı Tefsirı1 Fatiha'nın en önemli bölümlerine Ledun sırrından açıklama yapmıştır.
Molla Fenari, Bursa'da Emir Sultan'ın en yakın dostu olmasına rağmen ona ancak manevi yönden yardım etmiştir: Zira, zaman zaman bozulan maddi durumunu Molla Fenari'ye asla açmamıştır. Gerçek İslam terbiyesi ile yetişmiş olan asil Hundi Sultan, kocasına her bakımdan ayak uydurmaya çalışıyor ve bir veli eşi olmanın huzuru içinde ömür sürüyordu. Ta baştan sona kadar onun hiçbir şeye itiraz ettiği görülmemiştir.
143 O, her şeyden. önce sırlar sultanı olan kocasına hizmette kusur etmemeye uğraşıyordu. Annesi, babası artık uzaktı kendisine. Ve sarayla ilgisi kalmamıştı. Tamamiyle kocasının dünyasında yaşıyordu. Emir Sultan da ona Hz. Peygamber'in emrettiği şekil ve anlamda kocalık ediyordu. Kavga - gürültü yoktu. Usandım bıktım tabirleri haneden içeri girmiyordu. Sabırsızlık nedir bilmiyorlardı. Sevgi ve saygı vardı karşılıklı. Olaylar karşısında sonsuz bir sabır ve dayanışma içi.nde idiler. Zaman geçtikçe, kocasından Ledfın sırlarını öğreni yor, ona layık olmaya çalışıyordu. Hayata karşı doymuş bir kadın olmuştu. Ve Gökdere'de iki odadan ibaret evlerinde oturuyorlardı. Bu arada Emir Sultan'ın bazı zengin kişilere özel dersler verdiğini ve Kur'an-ı Kerim okuttuğunu görüyoruz. Öteki dervişler de Gökdere'nin muhtelif yerlerinde oturuyorlar ve zaman zaman şeyhlerini ziyarete geliyorlardı. Kimi odun getirir, kimi de başka bir hizmete koşardı. Evlendi diye şeyhle rini yalnız bırakmamışlardı. Aslında, her ne yapacaklarsa, Emir Sultana' danışırlardı. Onun fikrini almadan hiç bir işe girmiyorlardı. Birbirlerine bağlı efendi bir yaşayışları vardı. Emir Sultan'ın hanesine uğ radıkları zaman, Hundj Sultan onlara sofra kurar ve geri çekilirdi. Çünkü, kocası: « - Bu kapıya gelenler a-ç ise, doymalı. Tok ise, helal lokmanın değerini anlamalı» derdi. Hele ilk çocuğuna hamile kaldığında Emir Sultan sevgili eşine her an dogacak çocuğun hayır ve selarneti için duacı olmasını tembihlemişti. Kadere boyun eğrnenin büyüklükleri de vardı. Kulun değerlisi, Aliah'-
144
tevekkülle karşılamasını bilendi. Ama, anne olarak gereken ödevi yerine getirmesi şarttı. Bütün menakıb kitaplannda çocuklannın ne zaman doğduğuna dair ufak bir kayıt dahi yoktur. Yalnız Hundi ( = Hondi) Sultan'ın ilk çocuğunun erkek olduğunu ve adını Emir Ali Çelebi koyduklarını biliyoruz. Emir Sultan, ilk çocuğuna babasının adını vermiş ti. Daha sonra sıra ile dünyaya gelen kız evlatlarının adlarını ve ne kadar yaşadıklarını bilmiyoruz. Yalnız Hundi Sultan'ın üç çocuk annesi bulunduğu kaydına ın rızasını
rastlıyoruz.
DAHA SONRAKİ YILLAR.
F: 10
146
leri Mısır'a geldiler, Mısır Sultanına (Abasi Halifesi Mütevekkil-al Allah I) getirdikleri ganimet h~diyelerini ve bilhassa frenk esirlerini takdim ettiler. (İbn Furat, IX, 465 v.d.d.) Bu arada, Mısır Sultanına sunulan zafername'ye gelen cevapta Mısır Halifesi, Yıldırım Bayezid'e Sultan-ı İklim-i Rum ünvanı ile hitap etmiş ve işte bu tarihten itibaren Osmanlı Padişahlarına «Bey» yerine «Sultan» denilmeye başlanmıştır. Fakat, Yıldı rım'ın meskfıkatında Sultan ünvanı yoktur. Onun için bu rivayet ihtiyatla karşılanmalıdır sanıyoruz. llerde hakkında daha geniş bilgi vereceğimiz Yıl Bayezid, Bursa'nın kuzeydoğusunda bir cami yaptırmış. Cami kendi adını taşır._ Bilhassa bütünü ile mermerden bir abidedir. Taş oymacıhğı bir şaheser dir. Ama, şehrin ortasında yirmi kubbeli, iki kalın minareli, kalın duvarlı ·bir cami daha vardır: Ulu Cami. Derler ki, 1396'dan 1399'a kadar inşası tamamlanmış tır. Cami, Yıldırım Bayezid'in Niğbolu'daki zaferinden sonra yapılmıştır. Bu hususta şöyle bir rivayet vardır: Demiş ki Yıldırım Bayezid: <> Fakat, sonradan yirmi cami yerine yirmi kubbelisini yaptırmıştır. 1402 mağlfıbiyeti üzerine Timur orduları Ulu Cami'yi ahır olarak kullanmışlardır. Ve Sursayı terkederlerken de yakmışlardır. Bu yüzden caıniin kuzey kapısı harap olmuştur. 1854 depreminde yalnız milırabın önündeki kubbe ile batı minaresinin dibindeki kubbeden başka bütün kubbeler yıkılmış, sonradan yapılmıştır. Kare bi·çiminde olup, 12 ayak :istünde durur. Orta kubbenin üstü açık, altında camiin güzelliğini bir kat daha arttıran dırım
147 şadırvanı
rap dır.
(*) ve içinde (eskiden) balıklar vardır. Mih-
yaldızlı
ve güzel olup, kenarlarında ayetler Mihrap büyük ve yüksektir.
yazılı
Minberi abanoz ağacından ve hi-ç çivi kullanılmadan olup, kıvrık dallar ince bir san'at eseri olarak çok değerli oyma işlemeler halinde minberi süsler. Ve yalnız Bursa'da değil, dünyada bir ikincisi yoktur. yapılmış
Minberin karşısında çok zarif bir müezzin mahfeli kürsü 135 yıl önce (1836'da) yapılmış.
vardır. Taş Batı
minaresi çift merdivenlidir. Merdivenin bir avluya açılır. Yol kenarındaki minarenin avluya bakan penceresinin demir parmaklıkları Kudüs'te, Mescid-i Aksa'dan getirilmiştir. Doğu kapısı da minher gibi oyma işlemelidir. Cami yazı bakımından Türkiye'de başta gelir. Rika, sülüs, talik, kiifi yazı türleri vardır. Yazı lar Hattat Şefik, Hattat Fettah tarafından Sultan Mecid zamanında yazılmıştır.
kapısı
Camiin güney duvarında (duvarın batı bir metre yükseklikte bir yeşil «VaV» vardır.
(*)
tarafında)
Yeşil
vav'-
Bu şadırvanın hikayesi şöyledir: Yıldırım Bayezid. önce arsayı satın aldırtmış. Fakat, arsanın ortaMnda bulunan yerin sahibi olan kadın: ıı- Satmamıı demiş, ımrsamı.» Cami uamlmıs. vaslı kadı nın evi de tam ortada kalmış. Bir süre sonra yaslı kadın ölünce. varislerden ev satın alınmıs ve v• 1·tırılmıs. Üğursuzluğu önlemek amacı ile o verde namaz kılınmaması için şadırvan inşa ettirilmiştir.
148 ın bulunduğu yer pek mübarek bir yer olarak kabul edilir. Yeşil vav'ın sol yanında duvarda asılı meşin ve ipekten yapılmış, Yavuz Sultan Selim zamanında getirtilmiş Kabe örtüsünün bir parçası vardır. Güney. duvarının doğu tarafında ise, Sultan II. Mahmud'un levha içinde oyma altın yaldızlı yazısı bulunmaktadır.
Emir Sultan zamanında Ulu Camiin leyman Çelebi (Mevlid sahibi) idi.
imaını
Sü-
Şimdi asıl konuya dönelim ve Ulu Camiin açılış günündeki olayları anlatalım: Türklerde ve İslam dünyasında, eski bir gelenektir, cami açılışları mutlaka cuma günleri yapılır ve ilk namazı hiç kaza namazı kılmamış olanlar kıldırırlar. Yıldırım Bayezid böyle bir özel günün şerefini damadı Emir Sultan'a bırakır:
Ya Emir,>> der, «kapıları sen aç. Cemaate nasen kıldır. Sen veli kişisin. Bu şeref senindir.>> Emir Sultan cevap verir: «- Hayır,>> der, «Belde-i Berusade Emir Buhari'den çok büyük zatlar var. Bu şe refi bana değil, Şeyh Ebu Hamideddin-i Aksarayi'ye vermelisiniz.» «-
mazı
Yıldırım Bayezid heyecanla sorar: «- Kim ola ki bu Şeyh Hamideddin-i Aksarayi?>> Emir Sultan açıklar: «- Hani bir Ekmekçi Koca var. Sornun satar pazardaçarşıda. Ulu Camiin arnelesine de ekmek satmıştır. Belki duymuşsunuzdur, Samuncu Baba derler. İşte, o Ebu Hamideddin-i Aksarayi'dir.»
Ve bundan sonra Samuncu Baba'ya haber gönderilir.
149 Şimdi sırası gelmişken
burada bir noktayı önemle isteriz. Bazı kitaplarda (Birini örnek verelim: «Somuncu Baba - Şeyh Hamid Veli» adlı kitap) Emir Sultan'ın hutbeye çıkmaya cesaret edemediği işa ret ediliyor ki, bu çok hatalı bir düşüncedir. Zira, Emir Sultan bunu sırf Ledun sırrına vakıf olan o aziz şeyhe hizmet olsun diye yapıyor. Çünkü, Şeyh Hamideadin-i Aksarayi, melami (*) neş'esinde bir zattır. Çok konuşmayı sevmezdi. açıklamak
Emir Sultan küçük, Şeyh Ebu Hamideddin-i Aksarayi büyüktür diye bir hüküm vermek pek yerinde düşünce sayılınasa gerek. İkisi de uludur. İkisi de velidir. Ve yine onları insan-ı kamil (Tasavvufta fenMillah mertebesine ulaşmış) olanlar anlar. Hem de tam ına nasiyle anlar. Bu sebepten herhangi bir endişe ile böyle veli kişiler hakkında hüküm vermek, gerçek İslami yete aykırıdır.
(~')
Melamilik: Bir tarikatın adıdır. Melamiler gösterişten uzak, sakin ya-şamayı prensip edinmişlerdir. Ve Lediln sırrını can emaneti gibi saklarlar.
ULU CAMi AÇlLlYOR.. O gün, Ulu Cami hıncahınç dolmuş. Öylesine kalaki. Tarifi imkansız. Cemaat hutbeye Emir Sultanın çıkmasını beklediği anda, o, yüksek sesle:
balık
«- Gavs-ı azam (*) şimdiki halde aramızdadır. varken, imarnet ve vaizliğin bize teklifi münasip değildir>> diyor. Ve parmağı ile işaret ederek: « - İşte!» diye devam ediyor: « - Şanına, şöhretine uygun olarak isim alan bu camiin açılış hutbesini okumaya layık isim alan bu camiin açılış hutbesini okumaya layık zat
o
oradadır!>>
Somuncu Baba ayağa kalkarak yürüyor minbere ve Emir Sultan'ın yanından geçerken:
doğru
«-Ne ettin? Bizi nihayet ele verdin Emirim>> diyor.
Cemaat hayretler içinde. Şu minbere yiirüyen zat, Berusade sornun satan Ekmekçi Koca değil mi? Hepsi bu pir-i fani'nin ardından merakla bakakalıyor ... Şeyh Ebu Hamideddin-i Veli hayatının en büyük gününde idi. Onu hayatta Emir Sultan kadar kimse sevmemiştir. Aslında o sevginin sonucudur, ona hutbe verdi ren.
(*)
Gavs-ı
tebesi.
azam: Manevi
dereeelerin en yüksek mer-
152
Tam yıl
yetmişdört yaşında
olmuştu.
daha o
idi. Bursa'ya geleli kırkbir öyle bir hutbe verecekti ki, o güne kadar Bursa'da hiç bir kulak
Şimdi
manaları
duymuş bulunmasın.
Belki de hayatında ilk defa hutbe veriyordu. Çünkü, daha önce onun camide hutbe vermiş olduğuna dair bir kayda rastlamadık. Ama, Da:rende'de kendi mescidinde (daha sonraki yıllarda) cemaat karşısında türlü vaazlarda bulunmuş olabilir. Fakat bu da tam doğru sayılmaz. Şeyh Hamideddin-i Aksarayi alem-i ahirete göç ettikten sonra mescidin yapıldığı kaydı var~ dır. Hatta 1005 Hicri yılında yani 1601 (Miladi) de tamir edildiğini iç kapının üstündeki kitabeden anlıyoruz. Somuncu baba, minherden mana aleminin kapıları Ve başlıyor: (*) «Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillahi Rabbil'alemine. Errahmanirrahimi. Maliki yevmiddin. İyyake na'büdü ve iyyake nestain. İhdi nessıtatalmüstakime. Sıratellezine en'amte aleyhim ğayrilmağdubi aleyhim veleddallin. (Amin)» (Hamd ol~un -Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, din gününün tek sahibi ve mutasarrıfı- Allah'a. Yalnız sana ibadet kulluk ederiz, yalnız senden yardım isteriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil.) nı açıyor.
Kur'an-ı
layan
(':';
Şeyh
Kerim'in birinci suresi <
O gün, Fatihti suresine yedi tefsirde
bulunmuştur.
153
kendini
tutarnıyar
ve yüksek sesle (cemaate dönerek): Hamideddin-i Veli bize, burada hikmetler saçıyor, ululuğunu gösteriyor. Fatiha.'nın ilk tefsirini ise cemaatten herkes anladı. İkinci tefsiri ise buradakilerden ancak bazıları çözebildi. Ve manaya nüfuz edebildi. Üçnücü tefsiri çok az kimse anlayabildi. Dördüncü ve ondan sonra gelen tefsirler bizim idrakimizin, dışın dadır. Bunları yalnız kendisi anlayabilir.» diyor. · «- Şeyh
Hutbe bittikten sonra, cemaat Somuncu Baba'nın elini öpmek için hücum ettiğinde camiin her kapısın dan aynı anda çıktığı görülmüş. Daha sonra, doğru çilehanesine gitmiş ve artık hiç ekmek yapmamıştır. Bir ara, Molla Fenari'nin medresedeki vazifesinden akçeyi Şeyh Hamideddin-e getirdiğinde, Soruuncu Baba: bıriktirdiği beşbin
« - Çünki hillinde şüphemiz yoktur. İçinden bir akçe virüp merkebimize kiyah (ot) getürsünler» demiş. Kiyah alup himarın pişine (merkebin önüne) koydular. Merkep biraz İstişınarn edüp (koklayıp) üzerine bevleyledi. (idrar etti.) O zaman Şeyh Ebu Hamideddin-i Veli Hazretleri: « - Bu ane değin merkebimiz şüphelü nesne çerende olmamağla hala dahi ihtiyar etmedi (merkebimiz şu ana gelinceye kadar şüpheli gördüğü nesneyi yememiştir) dediğinde, Molla Fenari hemen biat etmiş, onun duasını almıştır. Ve aynı zamanda Seb'al mcsani tefsirinin (Fatiha-i Şerife) tahriı;ine girişerek yedi manayı da kaydetmiştir.
Molla Fenarl, anne tarafından akraba olduğu Sadreeldi'n-i Konevi'nin üvey babası ve aynı zamanda onun
154 yetişmesine yardımcı olan Muhyiddin-i Aiabi'nin Fusüs aslı) adlı kitabındaki Fatiha Sılresinin manasından ha;'berdardı. Böylece, bütün bu bilgileri toplamış oluyor. Ve bir kul namazda niçin Fatiha okuyor, onun sırrına eriyor.
ül - H ik em ( = hikmetleri n
Somuncu Baba'nın ağ gerçek namazın nasıl kılınması gerektiğini duyurmuş oldu. Samimi ve kula yakışır şekilde ibadet etmenin yollarını açıklamış oian Somuncu• Baba, Ulu Camiin hizmete açılmasın dan az sonra Hacı Bayram-ı Veli'yi alarak Bursa'yı terketti. Ve bir daha da geri dönmedi. Emir Sultan,
Bursa'lılara
zından Led~n sırlarını açıklattırmakla
Onun Hacca
gittiğini
ve Hacc
dönüşü
Darende'ye Mahallesinde (Eski Darende'de) «Zaviye - Tekke Mahallesinde) 1413 yılında bu çilesi bol dünyadan (kendisi sağlığında hep böyle söylermiş) göçüp gitmiş. Kendi adını taşıyan mescitte (oğlu Halil Taybi de) medfundur. geldiğini öğreniyoruz. Şimdiki Hıdırlık
Hacı Bayram-ı (yerleştiğini)
Veli'nin de Hacc görüyoruz.
dönüşü
Ankara'da
Ulu Camiin açılışından bir süre sonra, Yıldırım Bayezid'le Emir Sultan, camiyi birlikte dolaşıyorlar. Aralarında geçen ve pek ünlü olan konuşmayı nakletmeden önce bir kaç noktayı açıklamakta fayda umuyoruz. Yıldırım Bayezid'in devlet idaresindeki genel durumunun, kendinden önceki padişahlara benzemediğini (Tarih-i Ebülfaruk Cilt: I, sayfa: 139): «- Ahlak ve mizacını tetkik ederken Ertuğrul Gazi'nin safiyet-i fıtriyesinden, Osman Gazi'nin vazifeşi-
155
nasanesinden, Sultan Orhan'ın kudret ve fazilet-i müdebbirfınesinden, kendimizi pek uzakta görmüş oluruz.» . denilmesinden anladığımız gibi, özel hayatında da içki ve eğlenceye düşkünlüğünü yine aynı tarihin 152. sahifesindeki: « - Sefahati, aheng-i-ahlakını bozmuş, harekatında ittirat bırakmamıştı» sözünden anlamaktayız. İçki iptilası hemen bütün çevresine yayılmış gibi idi.. Yıldırım Bayezid bunun pişmanlığını (Tarih-i saf Cilt: I. sahife: 32) şöyle duyar: Niğbolu fethinde bir düşman eri tarafından başına bir şiş dokunup yaralandığı zaman: «- Ettiğin şurb-i hamrin nedametini başıma kakmaktır» diyerek ruhunda duyduğu ızdırap ile açıkla mış ve ondan sonra içki içmemeye karar vermiştir. Şimdi
gelelim, Emir Sultan'la soruyor:
Yıldırım
Bayezid'in
konuşmasına. Padişah
«-
Ya Emir,
Çok güzel var.»
«sikliği
Yıldırım
nasıl
buluyorsun camiyi?»
?lmuş.
Yalnız
bir ek-
hemen, sertçe döner:
« - Nasıl?
Ne gibi bir eksiklik?•
Evet, o eksiklik de ne olmayacak doğrusu.» <<-
<<-
Yeri de iyi.
Söyle
bakalım,
tamamlanırsa
camiin üstü-
ya Emir.»
Emir Sultan her zamanki vakur ve edepli hali ile: Sizin için camiin dört köşesine dört meyhane camiye gelmenize bahane ve dostlarınızla birlikte· içki alemine kaşane olurdu» cevabını verir. Yıl dırım bu cevabın açıklanmasını ister, sorar: <<-
yapılsa,
156 ,,_ Cami ile meyhaneyi bir arada bulundurmak Bunun üzerine bu aziz damat şunları söy-
yakışır mı?»
ler
kayınpederine:
« - Sultanım, kalb, Hz. Allah'ın tecellisine mazhar bir evdir. Onu haram olan şarabı içerek meyhane etmek ve güzel vücutlu sakilerle puthane eylemek, camiin içinde meyhane yapmak demektir. Sizin halinize şaşıyorum. Madem ki, cami ile meyhanenin ayrı olmasını istiyorsunuz, hay hay. O zaman, içkiyi bırakınanız gereklidir.>>
Derler ki, Emir Sultan'la aralarında ge·çen bu kosonunda Yıldırım Bayezid kendini tutamaz. Ve ağlar. Tövbe eder. Yıldırım Bayezid türlü yönlerden ele alınmış ve fakat tarafsız bir görüşle hayatı hakkında bilgi verilmemiştir. nuşmanın
Oysa, o, Osmanlı Devletinin büyümesine yol açan ve her zaman örnek bir devlet adamı olarak kalacak bir hükümdardır. İbn-i Arabşah ile eski Osmanlı Vak'anüvisleri Bayezid'in Timur'a, ödevleri İslamın şe ref ve şanını yaşatıp yükseltmek ve meşgaleleri katiriere karşı daima gaza ve cihad yapmak olan Anadolu ahalisini mahv ve ifna etmemesini, gazilerin, mücahitlerio melcei olup, din düşmaniarına karşı bir set olan Anadolu şehir kalelerini yakıp yıkınamasını din ve millete hiyanet ve küfür ve dalalete muavenet teşkil edeceğini söylediğini ve Timur'un da bu ricaları kabul ve İcrasını vaad etmiş olduğunu zikrederler. zid'i
Arap tarihçisi Kahire'li İbn-i Hacer, Yıldırım Bayeşöyle tarif etmektedir:
157 « - Osmanoğlu
Bayezid yeryüzündeki hükümdarla-
rın en iyilerinden birisidir. Kendisinden korkulur. İlmi
ve ulemayı sever. Şikayeti olan kimse, bu şikayetini bizzat kendisine arzedebilir ve o da meseleyi derhal halleder. Memlt;ketinde, her tarafta emniyet o derecede mevcuttur, ki, bir adam tek başına, eşya ve mal, yükleri ile hiç kimse tarafından taarruza uğramadan seyahat edebilir. (Atiya, sahife: 82.) Fransız
tarihçisi · Benoist-Mechin
« - Yıldırım mandanlarından
şöyle
diyor:
Bayezid, bütün tarihin en büyük kubiridir.»
Romanyalı
ques
adlı
tarihçi Iorga (Histoire Etats Balkanieserin 65. sayfasında) bakınız ne diyor:
<<- Yıldırım'ın dünya hakimiyetine doğru gittiğini görüyoruz. Ülkesinde demir bir disiplin ve mükemmel bir nizarn ve asayiş mevcuttu.»
Gerçekten 1389'da Sultan Murad'ın bıraktığı 500.000 kilometrekarelik devleti Yıldınm Bayezid 13 yılda 942.000 kilometrekareye getirmiştir. Eski Osmanlı vak'anüvisleri Bayezid'in mağrur, kibirli ve sert bir hükümdar olduğunu ve Sırp Prensesi Maria Despina Olivera'nın bir taraftan, esasen zevkine düşkün olan vezir Ali Paşa'nın diğer taraftan, Bayezid'i işret ve sefahata ahştırmış olduklarını ve hakimierin irtikap ve irtişaya başladıklarını, maamafih birtakım fazilet. kemal sahibi büyük zatların gerek doğrudan doğruya, gerek kinaye yolu ile padişaha acı acı ihtarda bulunduklarını nakletmekten geri kalmamışlardır.
158 Rahmetli tarihçi İsmail Hami Danişmend (İzahh Tarihi Kronolojisi) adlı eserinin I. cildinin 141. sahifesinde şöyle diyor:
Osmanlı
Osmanlı
Adliyesinin ilk ıslahatı onun emri ile yaBayezid'in kendi aleyhinde bile adalete ne kadar hürmet ve riayet ettiğini gösteren meş hur bir vak'a vardır; muhtelif Osmanlı menbalarında mevcut olan bu vak'ayı Osman zade Taib (Hadikat-üs Salatin) adlı kitabında şöyle anlatır: pılmıştır. Yıldırım
<> Taib Efendi'nin bu fıkrasından da anlaşılacağı gibi, Bursa Kadısı bir meselede şahit gösterilen Yıldırım Bayezid'in mahkemeye gelip eda ettiği şahadeti reddetmiştir.
Bunun sebebi, Hakk'a . ibadette kusur eden Yıldı rım'ın halk huzurunda da laubaliliğe kapılıp yalan yere şahadet edebilmek ihtimalidir; Kadı bunu Yıldırım'ın yüzüne karşı söylemiş, mahkemede f.öylediği için tabii herkes dinlemi-ş ve adalet huzurunda hiç kimseden hiçbir farkı olmadağına kani olan Birinci Bayezid de hakimin hükmüne razı olup hiç ses çıkarmamıştır. Bir ortaçağ hükümdan olan Yıldırım için böyle bir hakimi istediği gibi cezalandırmaktan kolay bir şey olamayacağı halde hiç ses çıkarmaması kanun huzurunda ken-
159 disi ile teb'ası arasında hiç bir fark teren kıymetli bir delil demektir.
gözetmediğini
gös-
Biz daha öz bir sonuca bağlayalım Yıldırım hakHer yıl Anadolu'nun bir ucundan Rumeli'nin öteki ucuna kadar, bazen bir kaç defa, at koşturan, devamlı olarak savaş ve devlet işlerini yöneten ve bu meşguliyetten usanmayan hükümdarıo işrete, sefahata ne kadar zaman ayırabileceğini düşünecek olursak, mesele kendiliğinden halledilmiş olur sanıyoruz ...
kındaki görüşleri.
Emir Sultan'ın hücresinde ona hizmet eden Zakir Alaüddin ve Hoca Abdünnebi'nin anlattığına bakılırsa, hemen ekseriya hasır seccade üstünde ibadet edermiş. Hz. Peygamber (*) «- Laimanelimen la salateleh ve lanıanelimen Laem anete leh» yani: (Namazı olmayanın imanı olmaz, emaneti olmayanın da imanı olmaz» buyurur. «Namazda bir çok masiahat ve genel bir çok faydalar vardır ki, akil olanlara gizli değildir. Bu çok maslahatın ve azim faydaların cahilleri, cehillerinden dolayı her ne kadar ona yaklaşmıyorlarsa da bu maslaha:t açık ve aşikardır.>> Emir Sultan Hazretleri «-
Hak'tan
(*)
şu
cümleyi çok
Allah yolunda olan bir kimsenin başka bir arzu bulunmaz.»
İbn-i
tekrarlardı:
gönlünde
Sinci'nın ccTürk Filozofw' Namaz Hakkındaki
- Dilimize çeviren: N. Hazmi Tura 1942 S: 19 ve ll. Fasıl. görüşleri
160 Bir gün Uludağ'a çıkar. Oradaki rahipten bahsetbir görüşeyim, alıvali nicedir.. demiş. Rahip, gönül gözü açık bir adammış. Ve daima bedeni riyazatta (*) bulunur, ibadetten geri kalmazmış. Derler ki, yılın onbir ayını Uludağ'da, bir ayını da Bursa ovasının tenha bir yerinde geçirirmiş. Keramet sa'hibi imiş. Körleri, sakatları, dilsizleri, sağırları iyi edermiş. Kötürümleri ayağa kaldırırmış. Velhasıl, onu havariye benzetirlermiş. Ruhani gücünü Hz. İsa'nın gücü ile hem-ayar tutanlar bile varmış. Bazıları, Emir Sultan'ın kendi manevi keşfi ile tanıdığı bu rabibi bir de yakından görmek istediğini naklederler. mişler,
Emir Sultan, rahibin ibadethanesinin kapısını çalSara geldiniz ya Emir Buhari..» hitabı ile karşılaşmış. Ve birden sormuş: dığında: «-
«-
Sen benim Emir
Buhari
olduğumu
nereden
bildin?» « - Ceddiniz Muhammed Mustafa'yı (S.A.) rüyamda gördüm. Sizin buraya geleceğinizi ve adınızın Emir Buhari olduğunu bana bildirdi.» «-
lam'a
Peki niçin iman edip, buradan
çıkıp
ehl-i
İs
karışmıyorsun?»
« - Evet .. Ceddiniz Muhammed Mustafa'nın (S.A.) önünde iman ettim. Sonra bana şöyle dedi: Sen bütün
(*)
Riyazat: Gıdayı azaltmak sureti ile nefsi terbiye etmek, perhizle yaşamak.
161 hayatınca sırtına giydiğin
siyah elbiseyi değiştirmeden ve dinini bırakmadan otur, sakın başka yere gitme!.» Rivayet ederler ki, Emir Sultan Hazretleri, o gün rahiple zahir ve batın ilimiere dair görüşmüş, ondan pek memnun olmuştur. Menakıb kitapları çok sonra yazıldıkları için anlatı lanların Emir Sultan Hazretleri'nin hangi çağında geçmiş olduğunu tayin etmek güçtür. Fakat biz Ankara Sa\'aşını düğüm noktası olarak kabul edip, olayların akı şını ona göre tanzimden çekinmedik.
P : 11
i
1ı ,••' ·!ı
ı 1
. ı 1 •
\,
~-
~ . :,;ı... '·ı~·1
'1' '
.. ,, ı .•.•. /''·
1 ,.."".' '1 t•..ilıi'ı .,.,, '·i'·· ,,,: · ı 1, ,,
jı:L..
DERVİŞLERİN CEMİYETTEKİ YERİ
164
lana onun kulağına eğilmiş: «- Bana bağışla» demiş. Böylece, korkudan bayılan adamın elini bırakmış. Bı rakmış ama, adam ayıldıktan bir kaç gün sonra vefat etmiş.
Dervişlik, Hz. Allah yolunda bir çeşit öğrencilik devri. O devrin sonunu ancak şeyh tayin eder. Bu da keyfi bir mes'ele değildir. Çile devri, görgü, yetişm~ devri bu, kolay mı? XVII. yüzyılın en büyük mana parlişahları olan Hz. Mehmed Muhyiddin (Üftade Hazretleri) ile Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin yetişme devirleri, çileleri, kolay dile getirilecek türden midir acaba?
Ya Yunus? Diyor ki: odun sokmadım.»
« - Şeyhimin kapısından eğri
Bütün bu konular derinliğine araştırılınadan üze. rinde tartışma yapılamaz; İnsanoğlu ay'a gitti. Bu gidiş, teknik ilerlemenin en büyük ispatı. Ama, yeryüzü milyarlarca sevgiden, birlikten, saygıdan yoksun insanlarla dolu. Ve her oluşu maddi ölçüye vurmaya hazır insanlar. İnsan, henüz keşfedilmemiş bir dünya. İnsan lık, acınacak durumda günümüzde. Yapayalnız. Kimsesiz. Doğuyor, büyüyor, ürüyor, ölüyor. Bitkisel bir yaşayış sessizliğinde kaybolup gidiyor. İslamda
«evlenmek» teşvik edilir. Zira, bu toplum sonuçlar yaratır. Yalnız, iktisacten yıkıntıya uğranacaksa, evlilik ikinci plana atılır. Atı lır ama, bu nikahsız yaşamaya yol açmaz. Yani, bir İs lam, evlenmedim diye (kadın veya erkek) evlenme akdi yapmadan karşı .cinsle ilişki kuramaz. Hatta bu konubakımından yararlı
165
da «oruç» meselesi bile vardır;· Dervişler, tamamı ile bu konuya . sadık kalırlardı. Emir Sultan'ın dervişleri de aynı yoldan yürüyorlardı. Normal .namazların dı şında kalart hütün ibadetleri de en küçük noktasına kadar yerine getiren dervişler, Bursa'da hak ettikleri saygıyı görüyorlardı. Onlar canlı- ahlak okulu olan halk içinde idiler. Emir. Sultan'ın dervişleri şeyhlerine benzemek yarışında idiler. Ve hepsi birbirine yardımcı olmaktan uzak değildiler. İlk dervişler, ta Buhara'dan beri peşisıra Bursa'ya geldikleri zaman kendilerini pek yalnız hissetmişlerdi. Onları çevreye intibak ettirmek ve toplum içindeki görevlerini eğitimlernek ödevi Emir Sultan'a düşüyordu. Bursa pazar ve çarşılarında örnek hareketleri ile çok çabuk göze çarpmışlardı. Onlar öyle asil dervişlerdi ki, şeyhlerinin bir göz işaretinden bile ne olması gerektiğini anlamaktan uzak kalmazlardı. Duygulu kişilerdi. Yeminsiz alış verişleri, ölçülü konuşmaları, dürüst davranışları Bursa'da «sakın sen Emir Sultan dervişi olmayasın» tabirinin halk içinde yayılmasına sebep olmuştu. Yani, halk bir kişinin dürüstlüğünü gördüğü zaman onu Emir Sultan müridi sayardı sanki. Aslında
halk içinde moral düzenleyici rolde idiler. hizmetleri asla küçümsenemez. Fıkarayı zengine, zengini fıkaraya karşı kış kırırnak değil, toplum içinde belirli bir dengeyi gerçekleştirmek hedefi gözetilirdi.
Birliğin gelişmesinde onların
Hoca Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi ulular da aynı yoldan gitmişler di. Emir Sultan da dervişleri ile aynı durumda idi.
166
Yavuz Sultan Selim devrinin en yüce mana padişahı Sünbül Sinan Hazretlerinde de buna şahit oluyoruz. Fakat, ondan sonra ağır ağır bozulmaya ve gerçek manasından uzaklaşmaya başlamıştır. Hatta Şeyh Hamideddin-i Aksarayi'nin yetiştirdiği Hacı Bayram-ı Veli'nin dervişlerini imtihan etmesi ve sonra bunu padişaha duyurması önemli bir konudur sanıyoruz. Emir Sultan'ın Ece Sultan adında bir dervişi vardı. Bu derviş, Hamidoğlu Beyliği sınırları içinde kalan Isparta'dan (Yalvaçlı olması daha doğrudur) kalkıp Bursa'ya gelmişti. Emir Sultan'ın kerametine ait men. kıbeler içinde en akla durgunluk vereni de budur. Maamafih, kerametin hepsi akıl idrikinin dışında kalır. Ece Sultan, delikanlılığında bir gece rüya görür. Rüyada birkaç kişi kendi aralarında: «- Bursa'da,» derler, «keramet sahibi bir veli var. Gidip onu ziyaret edelim, feyz alalım.» Ece Sultan da onlara katılır. Böylece (şimdi içinde türbesi olan yere gelirler) etrafı duvarla çevrili avlu içindeki odanın kapısına gelip dururlar. Emir Sultan, ibadetle meşgulmüş odada. Hepsi tek tek girip saygı göstermişler. Fakat, Ece Sultan kapı dan bakarken kendinden geçmiş ve yere düşmüş. Bir süre sonra kalkıp, emekleye emekleye Emir Sultan'ın huzuruna girmiş. Alnını dizine koymuş: «- Ey ariflerin uİusu. Bu acizi de dervişleriniz arasına katınız. O halkaya bu kulu da ekleyiniz.» diye yalvarmış, durmuş. Emir Sultan: «- Kabul ettik babam» der, arkasını sı vazlar. Daha sonra, Ece Sultan heyecanla uyanır uykudan. Ve gördüğü rüyayı annesine anlatır. Annesi de: «- Oğlum,» demiş, «Sen Emir Sultan'dan manevi feyz alacaksın. Hayırlı olsun rüyan.»
167
Aradan uzun yıllar geçmiş. Bazıları o aradan geçen süreyi «Kırk yıl» olarak nakleder. Demek ki, böylesine mübalağalı nakledildiğine göre, uzun zaman geçmiş. Ece Sultan bu merakını yenemez. Ve bir gün Bursa'ya gider. Yıllar önce rüyadaki karşılaşması gibi, Emir Sultanı ibadethanesinde bulur. Kapıdan onun merakla baktığını gören Emir Sultan seslenir: «- Gel babam gel,» der, «Seni çoktan kabul etmiştik.»
Emir Sultan, zaman zaman, dervişlerini toplar, sohbet edermiş. Bir gün yine böyle bir sohbet anında Edremitli Sarı Yusuf adında bir derviş bulunuyormuş. Sarı Yusuf'a birden gevşeklik gelmiş, esnemeye başla mış ve uyku bastırmış. Emir Sultan: «-Ya Yusuf, demiş, biraz uyu.» Sarı Yusuf da orada başını dayamış ve uyumuş. Ama korkulu bir rüya görmüş, hemen uyanmış. Emir Sultan yine tekrarlamış: «- Ya Yusuf, uyu biraz.» Sarı Yusuf bir daha dayamış sırtını duvara. Kapamış gözlerini, uyumuş. Fakat, bu defa öncekinden daha korkunç bir rüya görmüş. Ve uykusu kaçmış. Bir de bakmış ki Emir Sultan'ın önünde iki yeşil okla bir yeşil kalkan var. Sormuş: «- Efendimiz, bu hal nicedir? İki defadır korkulu rüya görüyorum. Bir de bakıyorum ki, önünüzde kalkanla yeşil aklar var. Anlayamadım bu sırrı.» Emir Sultan şöyle demiş: «-Kı rım tarafında bir muhibbimiz -bizi seven- var. Şimdi bize dönmüş. bizi düşünüyor ve buravı görüvor. Senin uyuduğunu görünce canı sıkıldı. Seni öldürmek için bu okiarı attı. Ben de kalkanla önledim. Sonradan benim iznimle senin uyuduğunu anladı. Böylece kırg:mhğ:ı !!eÇ-
168
ti. Bu oklar tesirsiz kaldığı için Hz. Allah'a bir daha uyuyakalma yA Yusuf.» Bu menkıbe, Emir Sultan'a gösterilen yönden ispatı olmaktadır.
şükret.
Ve
saygının
bir
başka
Molla Fenari ile dost olduğu o ilk günlerde Bursa'da bilgin geçinen zevat, bir gün kafaları türlü sorularla dolu olarak Emir Sultan'ı ziyarete gelirler. Fakat, birden, soracakJan sorulan unuturlar. Sarf ve nahve (gramere) ait çok zor soruları da hatırlayamazlar. O der ki: « - Utanma perdesini aradan kaldırınız. Zahirde bilgin olduğunuz belli. Sizlere hoş geldiniz derim. Durun, madem ki soruları hatırlayamadınız, onları ben tekrarlayıp cevaplandırayım.» Böylece, bütün soruları bir bir açıklar ve manalarını çözümler. Sonra da: «- Ey din bilginleri, muallimi Cenab-ı Hak olan kimseyi imtihana kalkmak do~ru mudur?» der. Molla Fenari'nin huzurunda cereyan eden bu olayda hepsi tek tek özür dilerler ve baş koyarlar. (*)
( 0)
Bu olaya benzer 'aşağı yu kan aynı ifade kulla· nılarak) bir olay Mevldna için de nakledilir. (Me. nakıba·l'Arijin, Ahmet Efltlki Cilt 1.)
DAHA ANKARA SAVAŞI OLMAMIŞTI.
170 dırılıp İmralı adasına
götürülerek epeyce bir kalabalık ettiklerini duyan Emir Sultan çok rnüteessir olmuştur. En sonunda, Hz. Emir'in duası ile vefat eden Emir Ali Çelebi'nin cenazesi Bursa'ya getirtilıniştir.» Onun, orada ölmesi, sonra annesi Hundi Sultan'ın yaptırdığı türbeye babası tarafından getirtilip gömdürolmesi en elle tutulur gerçektir. Fakat, o yıllarda, Emir Ali Çelebi'nin çocuk denecek yaşta olması gerekir. Bu olay, 1402'den sonra meydana gelmiştir. Yani, II. Murad zamanında dernek istiyoruz. Bütün bunlardan bir şey anlıyoruz ki, Emir Ali Çelebi pek genç yaşta bilmediğimiz bir olayın kurbanı olmuştur. O, talihsiz bir gençti. Şurası çok gariptir ki, bütün rnenakıb kitapları bu ölüm olayını silik bir olay olarak nakletrnektedirler. Sanki bu konuda söz birliği etmişlerdir. Biz o se-· hepten fazla bir bilgiye sahip olarnıyoruz. Hundi Sultan hakkında da önemli bir açıklamaya rastlarnadık. Maarnafih, o devirlerde (hatta son elli yıl içinde bile) kadın iarın adlarını anmak gerekli değildi. Kaldı ki, Hundi Sultan daima, Emir Sultan'ın adı altında yaşarnayı kendince büyük şeref saymıştır. Nefes alıp vermesinde bile Emir Sultan'ın payı olduğunu düşünrnekten uzak kalmayan bu ulu kadın, hiç bir zaman «Padişah kızıyırn» diye ön plana çıkmamıştır. Onun alem-i ahirete ne zaman (tarih olarak) göçtüğünü bilmiyoruz. Ama, sevgili eşin den önce öldüğünü mevcut kayıtlardan anlıyoruz. Kız lan da bir süre sonra bu tani dünyaya veda etmişler dir. Şurayı önemle belirtelim ki, yaptığımız hesaplara göre, 1402'den sonra 1422 yılından önce vefat etmiş, peydalı
ailenin öteki fertleri.
EMİR SULTAN ŞAİR Mİ?
172
Deryalar
miş
edüp
kandırmaz
Aşıklar kandıran ummanı
Emir Sultan ne hoş pazar scyr edüp gezerler
Aşıklar
iken buldum.
imiş imiş
Cümlenin maksudu ol didar imiş Hakka karşı duran divanı buldum.• Dergılhlarda Bursa'lı
Ahmed
okunan, Paşa'nın
onun nutku budur. Bir de onun için yazdığı methiye
vardır:
«Ey alemi velayete sultan olan Emir Vey mülki Ruma rahmeti rabman olan Emir Muhlbbi Hak olur sana candan muhib olan Devlet bize muhabbetin olmu!_ şeha hernin Kim baksa ravzana açılur canı gül gibi Zira mezarın oldu deri cenneti-Derin Ne aktı Ruma bir ulu derya senin gibi Ne aleme getürdi Buhara senin gibi
Can mülkünü muhabbetin arayiş eyledi Kimdir cihanda memleket ara senin gibi Göstermeye ver ebiine dldar-ı nurunu ..AyJne verdi Allah Taala senin gibi
173 Çok evliya bu tahta kadem bastilar veli Kim kıldı şer' haddini leri senin gibi Ey nam-ı a'zamın deri genci ne-i şifa Dil derdine kim ide müdava senin gibi Faşeylemezdi sırn
Mansura erse
enelhak rumuzunu dana senin gibi.»
mürşldl
Şimdi
gelelim bu methiyenin açıklanmasına: «Ey velilik alemine sultan olan Emir ve ey diyar-ı Rum'a (Anadolu'ya) gönderilen rahmet olan Emir. Seni candan seven Allah'ın sevgilisi olur. Ey iç aleminin şahı, bize muhabbetin devlettir. Bahçe durumundaki kabrini kim ziyaret ederse onun gönlü gül gibi açılır. Çünkü, türben cennet kapı sına benziyor. Sen ulu bir denizsin, senin gibisini ne Anadolu gördü, ne Buhara. Senin kadar Hak sevgisi ile kalp süsleyeni hiç kimse gösteremez. Allah'ın kudsiyatını görmemiz için senin yüzünün ısığı bize aynadır. Velilik tahtına oturanların çoğu, yüce makamına erisemediklerinden şeriat emirlerini senin gibi yerine gctiremediler. Ey. azgın nefslerine uvan günahkarlara şifa hazinesi kaoısı olan ulu Emir. İrsadınla ıkizterin ızdırabını dindir. Mı:ınslır (Hall:k-ı Mansur) havatındı:ı sana benzer bir mürsiclin elini tutmus olsavdı Allah askı ile coştuğu zaman fBen hakkım) demezdi.» Bakınız Larnil Celebi (*) onun için ~ehrengiz-i Bursa adlı eserinde ne diyor:
*
l.timii Çelebi (Mahmut - ?/1531 ölm.)
174 Hususa rav:ıar seyyid Bobari Mukaddes Kabe kılmış ol dlyan Çerıiğından yakar Yüzünü hur eder
Münevver Mutahhar
arşehli ferşine
şem'ldlr
kadrln
kandil mendil beritı
çeşmesl Hıznn hayatı
Slyıidet dallidir tak-u-rlvıikı Saadet nuru kabrlnin nltakı Dışı
İçi
ayine-i esrar-ı hikmet gencine-l envıir-ı rahmet
Felekvar olmaya sahnı münakkaş Nibaliler döşenmiş kehkeşan-veş Müyesser ola birgün dlyu dizar Urup dlvara yüz kalmış dürur zar Sürüp carub gibi ro teş eşikte Komuşlar perdeler hoş baş eşikte Alemler
baş
çeküp gerdune yerden irden
Kıyamet kopmadın gelmişler
Ki ol tuba bırarn sidre kaamet Vetayet menha-ı kanı keramet Selili Murtaza pun peyember Şefii müznibin-ü dine rehber
175 şer
Çekup Olalar
bAşı
Bugün
hAkden arzetse didAr üstünde Hüdar
elkıssa
Ziyaretgahı
ol hiki mutahher alemdir mukarrer
Mutlik ins ü candır Kabe ayin Mukaddes arsasıdır kıble i din. Bursa'lı
Umii Çelebi'nin
yazdığı
yukandaki
satır
ların açıklamasını yapalım:
«Seyyid Buhari,
Bursa'yı
Kabe gibi kutsal
yapmıştır.
Melekler onun nurundan gökte kandiller yakarlar. Onlardan akseden ışıklar yüzünü cennet kızı durumunda cazip kılar ve türbesinin zeminine örtü olur. Onun nail olduğu kadir gecesinin heratı mum şek linde daima baş ucunda parıldar. Kerameti ile çıkardığı su, Hızır'ın içtiği ab-ı hayata benzer. Türbesinin kemeri seyvidliğini göstermekte kabrinin bulunduğu yerde saadet nuru içindedir. Yattığı
rahmet
yerin
nurlarının
Göğe kehkeşan
dışı
hikmet hazinesidir.
sırlarının aynası,
benzemek üzere türbesi kubbesinin
içi ise
ortasına
şeklinde altlıklar döşenerek nakışlanmıştır.
Hazreti Emir'e gönül verenler bir gün kendisini görmek nasip olur diye kimi inleyerek yüzlerini türbesinin duvarına koymakta ... Kimi taş eşiğine süpürge gibi sürmektedir.
176
Sdre (*) ağacı şeklinde düzgün boylu, cenneti tfı ba (**) ağacındaki salınma hali, keramet (***) kaynağı, peygamber çocuğu olan Emir Sultan dinin kılavuzu, günahkarların şefaatçisidir.
Kabrinden kalkıp yüzünü gösterse başı ucunda imdat dileyenler Allah'ın doksandokuz adından -Hfı- (**"'*) adını söylerler. Hasılı, şimdi onun yüce kudsi mezarı bütün İslam lar tarafından Kabe ayinine benzer surette ziyaret edilmektedir.»
("')
Sidret-illMilntehô.: Yedinci kat gökte bulunduğu söylenen Sidre ağacı. Mirac gecesinde Cebrail, bu· raya kadar gelmiş, fakat burayı geçememiş. Bunu gören Hazreti Muhammed (S.A.), Cebra;l'e «-Niçin ilerlemiyorsun?» diye sormuş. Cebrail de: «- Bir parmak ilerlersem, yanarım» demiş. Fakat, peygamber burayı geçmiş. (Giyas, 222)
(**)
Tübil: Cennette bulunan bir ağacın adı. Bu ağa. cın kökü yukarıda, dalları aşağıda imiş. Ve dal· ları bütün cenneti doldururmuş. Sufilere göre insan, bu ağacı temsil eder.
Keramet: Aslında yaradılıştan cömertlik, şerefmik gibi öğünülecek sıfatlar taşımak, şeref, değer, cömertlik anlamına gelen bu kelime ile bilhassa velilerde gözüken olağanüstü bir hal veya işler kaste. dilir. (Kamus Tercümesi C. IV, sahife. 463, v.d., Nefahdt s. 70) (****) Hil· Allah'ın zatına ait bir addır. Bu adla görülmesi mümkün olmayan, fakat kendisi ile bütün varlıkların zuhur ettiği, gayba ait bir sır anla·
("'"'*)
mındadır.
BURSA’YA GELELİ 12 YIL OLMUŞTU.
P: 12
(*) 1402 ANKARA MUHAREBESi
Timur, en büyük düşmanı olan Sultan Berkuk'un ölümünü ve bunun sonucu olarak Mısır Devleti'nin anarşi içinde kaldığını ve daha sonra Osmanlılarla Mı sırlıların arasının açıldığını duymuş ve her iki devleti ayrı ayrı ezmek zamanının geldiğine hükmederek, 1399 Eylülünün ortasında, üçüncü yakın doğu seferine çık mıştı.
İşte bu çıkış, Anadolu'ya felaket getirecekti. Nitekim öyle oldu. Bütün doğu Anadolu şehirleri yakıldı, yıkıldı. Sivas'ta kundak çocukları bile kılıçtan geçirildi. Korkunç bir çığ gibi, Timur Ordusu, önüne gelen her şeyi ezip geçiyordu. Bu arada, Yıldırım Bayezid Ordusu, dağınık yaygın bir hareket içinde idi. İki ordu kesin olarak karşı laşacaktı. Ama, nerede v-e hangi şartlarda? Bütün bunları önceden kestirrnek çok zordu. Emir Sultan bir çok defalar iki İslam ve Türk ordusunun birbirini k ırmamas ı için dua etmiş, hatta üzüntüsünü Yıldırım Bayezid'e de açmıştı. Ama, Padişahı bu konuda etkileyememişti. Bunun üzerine kayınpederine tek kelime söylememiş ve mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışmıştı.
(!)
1402 Ankara Muharebesi (T. Yıımaz Öztuna) Kenan Matbaası, 1946. ·
180 Yıldırım Bayezid'in Timur'a yazdığı mektuplar ona ne kadar yüksekten baktığının ayrı bir delilidir. Kendi adını büyük, Timur'un adını küçük yazıyordu. Ve eşi ni haremine alacağını da ekliyordu.
Buna karşılık, Timur, iki büyük İslam devletinin ve hesapSIZ kan dökülmesinin caiz olmadığını yazıyordu. Aslında ikisi de sorumlu idi. Barış teklifi üzerinden yürüyüp pekala faydalı bir sonuç elde tdebilirlerdi. Bunu, ne Yıldırım Bayezid'in, ne de Timm·'un yaptığını görüyoruz. Sonunda hangi taraf karlı çıkmıştı? Tarih ortada.
çarpışmasının
28 Temmuz 1402 Cuma (*) günü, Timur'la( **) Yıl kuvvetleri, düşmanınkinin yarısından azdı. Üstelik Timur'da, fil de vardı. Bayezid'in komutan ve beylerinden savaş isteyenler pek azdı. dırım karşılaştı. Yıldırım'ın
(*)
(**)
Ankara muharebesinde bizzaı bulunmuş olan Sultaniye Başpiskoposu «Jean>' ın hatıratında ve Bizans tarihçilerinden Francis'in eserinde de bu tarih gösterilir. Yalnız bau tarihler 28 Temmuz 1402'nin Perşembe gününe rastladığını kaydederler. Timur (9.4.1336/18.11.1405) :
Yeşilşeh:r ııK.eş»
KaTekin Hatun. Tarihin en büyük cihangirlerindendir. Os· manoğulları ve Selçukoğu!larından sonra tarihin en büyük Türk hanedam olan Timuroğullarının kurucusu. Şahabü'd·Din Mercanfnin Müstafadü'l Ahbdr'ında şiddetle tenkid ettiği bir eser olan: Ri· sale-i Tavarih-i Bulgariye adlı eserde (X. yüzyılda yazılmış) şöyle bir menkıbe vardır: «... Nihayet Hazret-i Emir Timıır. Hızır Aleyhisselıim ile bera· sabasında doğdu. Babası Toğay, anası
181 Şehzadeler, sıkışık
zamanda gözlerini tahta dikmişler, ve hem de korku ve ümitsizlikten kaçmışlardı. Anadolu'lu askerleri, beylerinin karşı tarafta olduklarını görüyorlardı. Vezir-i azam Ali Paşa ise, esasında savaşa taraftar değildi. Fakat, gerçek ve mu, hakkak olan bir şey varsa, o da, savaşa başlanıldığı zaman, iki hükümdarın da zaferlerinden emin oldukları-
h~m
bu
hırsla
ber Buhara'ya gitmeye niyet etti. Yolda Türkistan'a uğradı. Türkistan'lı Hoca Ahmed Yesevi, Emir Timur'un rüyasına girdi: (Ey yiğit! Çabuk Buhara'ya git, inşallah oradaki şahın ölümü senin elindedir, senin başın dan çok şeyler geçse gerektir, bütün Buhara halkı zaten seni bekliyorlar) dedi. Emir Timur bu rüyayı görüp uyandı, Allah'a şükretti. Ertesi gün Türkistan hakimi Nogaybak Han'ı çağırttı, Ahmed Yesevi kabrine bir asitane (büyük tekke) yaptır ması için ona bir çok para verdi. Türkistan hakimi öyle zinetli bir asiUıne yaptırdı ki hala bütün güzellikleri ile . durur. Gerçekten, Timur'un Hoca Ahmed Yesevi'ye çok itikad ettiğini, başka kaynaklar vasıtası ile de biliyoruz. Hatta Birinci Sultan Bayezid'le savaş için Anadolu'ya yürüdüğü zaman şöyle demiş: - Rilm dCırü'l mülküne teveccüh ettiğim zaman Hazreti şeyh Yesevi Makamat'.. ından tefe'ül ettim. Bu beşareti buldum ki her ne zaman müşkilata uğrarsanız bu rubaiyi okuyunuz;
Yelda giceni şem'i şebistan itkan Bir lahzada alemni gülistan itkan Bes müşkil işim tüşübdür asan itkan Ey barçanı müşkilini asan itkan. Ben bu ruMiyi
hıfzettim.
Kayser-i Rilm askeri ile bunu 70 defa okudum; zafer hasıl oldu. (Hucendli Kadı Mahdum Nebi Can Haı:t tarafından Türkce'ue tercüme edilen Vakı'at-ı Timur, Taşkent, 1308) karşılaştığımda
182 dır. Çubuk Suyu kenarında yapılan bu önemli savaşın sonucu, tarih okuyanlarca malumdur. Yıldırım'ın (*) esareti, onun sonu olmuştur. Bu arada, Bursa ilk önce yağma edilip ahalisi kılıçtan geçirilmiş, bu sırada camilerle medreseler ahır şekline sokulup, i·çlerine atlar bağlanmış, Birinci Bayezid devrinin en zarif eseri olan Ulu Camiin yediyüz gümüş kandili çapulcuların eline geçmiş ve böylece bütün şehir ateşe verilmiştir.
Timur'un Bursa'yı zaptından sonra Emir Sultan'ın da esir edildiğini görüyoruz. Bu arada Molla Fenari de Timur'un huzuruna çıkarılmıştır. Kayıtlar, Timur'un onlara çok ~aygı gösterdiğini ispathyor. Hq.tta, Emir Sultan'ı kendi memleketine götürmeyi çok istemiş fakat şeyhin itirazı ile karşılaşıinştı. Kısa bir süre sonra Bursa'ya gönderilen Emir Sultan ve Molla Fenari'nin sonsuz üzüntü içinde olduklarını biliyoruz. Üstelik mağ-
(*)
Bayezid 1., Yıldırım (1360·1403) : Murad !.'in büyük oğludur. Annesi, Gülçiçek Hatun'dur. Deha sahibi büyük asker. Anadolu birliğini gerçekleştir miş ve Niğbolu'da bütün Avrupa'nın müttefik ordusunu imha etmiştir. Eski Osmanlı menbaların da Güzelhisar, Güzelcehisar, Nikhisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akçahisar denilen Anadoluhisarı'nı Göksu ağzında (çapı 20 m, yüksekliği 20 m. ve duvar kalınlığı 1,5 m. olup yedi adet kule ile tahkim edilmiştir.) Rahmetli İsmail Hami Dan;şmend, Os manlı Tarihi Kronolojisi'nde (Cilt. I, s. 109'da) 139.5 • 1396 Hicri 798'de yapıldığını işaret ediyor. Yıldırım, (çok hareketli olması dolayısiyle bu ad takılmıştır) ın varlığı, Anadolu'da Osmanlıların qelişmelerine, yrıyılmaZarına yol açmıştır. Yaptığı hizm~tler unutulamaz.
183
!üp olan Emir Sultan'ın kayınpederi idi. Daha önceden manevi bir işaretle savaşın sonucunu tahmin ettiği için bütün ciddiyeti ile Yıldırım Bayezid'e ikazda bulunmuştu.
Ankara
Savaşı'nın
başlangıcında
Hundi Sultan'la geçer: <<- Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz ya Emir?» <<- Telaşın boşunadır ya Hundi. Bu savaş bizim aleyhimizedir. Bunu padişah hazretlerine daha önce arzettim.» <<- Ne olursa olsun.. şu anda babamın yanında oimanızı arzu ediyorum.» <<- Öyleyse, Cenab-ı Hakk'a emanet ol.» İşte o zaman, Hundi Sultan ilk defa kocasının tayyi mekan yolu ile hareket ettiğine şahit oluyor. Ve çok şaşırıyor. Çünkü, birden odada kayboluyor. Onun cephede kısa bir süre kaldığı ve kayınpederi ile görüş tüğü nakledilir. Ama Yıldırım onu eşinin yanına dönmeye razı eder: <<- Hayır, senin yerin burası değil. Bursa'ya dön. Hak razı olsun.» Türlü kaynaklar, birbirinden değişik de olsa, aynı anlamda sonuca v::ırıyorlar. Yine ayrıldığı odaya dönen Emir Sultan Hazretleri, eşine babasından haberleri ulaştırdı. Hundi Sultan şaşkınlık içinde ona bu sırrı sordu. O da sevgili eşinin manevi ol~unlu~u clcrece;inde tavyi mekanı açıkladı. kıymetli eşi arasında şöyle
bir
konuşma
HALKIN İSTEĞİ
MART 1403 Yedibuçuk
aylık
bir esaretten sonra 9 Mart 1403'te zehirle hayatına son veren (bazı kaynaklara göre hastalık sebebi ile vefat eden) Yıldı rım Bayezid'in naşı Akşehir'de tahnit edilmiş, oğlu Musa Çelebi'ye verilerek Bursa'ya gönderilmiş. (Yıldı rım öldüğünde 43 yaşında bulunuyordu.) Ve Bursa'daki aile türbesine gömülmüştü. Bu mezar sonradan Karamanlılar tarafından açılmış ve Bayezici'in kemikleri yakılmıştır. Sonra tekrar kapatılmış, daha sonra da Osmanlılar tarafından yenielen türbesi yapılmıştır. yüzüğünde sakladığı
yılının Mart ayına kadar olan bu korkunç kadevri bitmemiş, Yıldırım'ın vefatından sonra ve Timur'un Anadolu'VLı terketmesi ile daha da karış
1403
rışıklık
mıştır.
1420 YlLlNDA ...
şi
Dervişler; <<- Efendimiz, dediler, sizi bir garip kimerak eder. Huzurunuza girmek ister.»
Emir Sultan: «- Gelsin» der. Daha sonra içeri esmer, yağız genç bir adam girer: «- İrşadına muhtacım şeyhim. Kapına geldim» der, sonra ekler: «- Beni yetiştir ya Emir Sultan.» O tarihlerde Emir Sultan Hazretleri elli yaşın üstünde idi .Ve çevresinde kalabalık bir derviş topluluğu vardı. Karşısındaki esmer genç adama derinden bakan Emir Sultan düşünüyordu. Alsın mı kapısına, almasın mı? Sonra ona şöyle sordu: « - Kimden kaçıyorsun? Korkun nedir?» Esmer adam cevap verdi: « - Zahiri ilimler beni tatmin etmiyor. Ledun sırrına ermek istiyorum.» Emir Sultan, yine
tekrarladı: « -
Korkun nedir?»
<<- Yetişememekten
korkuyorum. Aradığım Ledun zahiri ilimierin boş dedikodularıdır. Bu yüzden İznik Medresesinden ayrıldım, geldim. Orada neyim varsa hepsini dağıttım.» sırrıdır. Kaçtığım
<<- İyi
ettin ama, yanlış geldin. Zira, yaşlı sayılı Seni Hacı Bayram'a havale ediyorum. Biz dua ederiz. Feyzini ondan alırsın. Kibiri yok etmek kolay derım.
190 ğildir. zattır.
O bütün (")
bunları
sana
tedris
eder. Büyük
Bu esmer genç adam, Eşrefoğlu Abdullah'tır. Yani, Hazretleri. Rahmetli Asaf Halet Çelebi Eşrefoğlu Divanı adlı etüdünde (sahife: 13, dip notu olarak) şöyle diyor: « - Bu Emir Sultan'a gitme hadisesi de yine Eşrefiye tarikatının mensupları tarafından bir ayinle temsil edilmekte idi. Safiyüddin Efendi bana yazdığı mektubunda şöyle anlatıyor: Sultan Eşrefzade Efendimiz hali hayatlarında ilk müridi alitebarları Emir Şems-üddin Buhar! (K.S.)'ye fıtır (şeker) ve Kurban bayramlarının ikinci günlerinde ziyaretleri ile müşerref olmayı itiyad buyurduklarından alemi cema-
ıinlü Eşref-Rumi
(* J
II. Murad şöhretini duyduğu Hacı Bayram-ı Veli ye haberci göndererek Edirne sarayına davet etmiş. O da yanına en çok sevdiği müridi Akşem seddin'i (1389-1459) alarak bu davete icabet etmiş tir. Günlerce kendileri ile sohbet etmiştir. Yine bir sohbet sırasında: <<- İstanbul'u almak emelimdir. Dua ederseniz Allah'ın izni ile bu beldeyi alacağım" dedi. Fakat, Hacı Bayram-ı Veli başını sallayarak, beşikte yatan şekzade Mehmed ile Akşemseddin (Hamzaoğlu Şemseddin Mehmet') i göstererek: «- İstanbul'un fethi bu çocuk ile bizim köse'ye nasip olacaktır" cevabını vermiştir. Ve ayrılırken Akşemseddin'i sarayda bırakmıştır. Göynük'te medfundur. Yaşlılığında sormuşlar: «- Efendimiz gözleriniz fevkalade görüyor. Maşallah. Acaba bunu neye borçlusunuz?" Cevap vermiş: «- Ekmek kırıklarını ziyan etmediğim için Cenab-ı Hakkın mükdfatıdır bu., Ebübekir soyundandır. Maddet-ül Hayat, Risaletün-Nuriye, Hallü-Müşkü· ldt adlı eserleri vardır.
191 le teşriflerinden sonra eviadı kirarn ve hulefayı zevilihtiram taraflarından mükellef olarak İncirli'deki Eşref zade dergahında içtima ile kudümler çalarak, nüutü Sultanı aşıkin okuyarak şehrin kenarında vaki mevkie müteveccihen durulur. Orada damadı hezreti pir Abdürrahim Tirsi hazretlerinin hulefasından ve ricali kibarı Eşrefiye'den Sinan Dede hazretlerine bir Fatiha okunur, oradan Kabristan hayırını takiben Alemdar Dede'ye Fatiha okunarak biraz daha ileride evvelce bir sed üzerinde defini haki ıtırnak olan seb'ayı Eşrefiyan önünde durulur. Burada Emir Sultan Şeyhi, efradı dervişanı ile ve önlerinde müjganlı sikke-i nakşiyeyi harnil buhurdancı iki dede olduğu halde zahir olunca: «Gerçek aşıklara sela denildi. Emir Sultan ne hoş canlarınış» zemzemesiyle makamlarını temsil eden iki muhterem makam şeyhi musafaha ederler. Bundan sonra yüzlerce seyredenler arasından kemali adab ve vakarla harimi camii şerife vasıl olarak bir huzu ve huşu ile türbei Sultan Emir'e dahil ve ala-meratibihim dervişler yerlerine oturarak makam sahibi sure-i milk kıraatine başlar ve zikr ve tevhid hitamında na'tı Resul-ül-Ailah'ı mutazammın bir durak kıraat olunur. Ve (cem'olmuş dervişleri Sultan Eşrefzadenin) cümhür ilahisiyle kıyam edilerek meydan Eşrefzade şey hine tevdi olunur. Türbeyi ziyareti müteakip dışarı çı kılarak camiin batı tarafındaki kapısı merdivenlerinden inilerek iki makam şeyhi görüşürler; bundan sonra sı ra ile şeyhler ve müntesipler, başta şeyhin makamından iptida ederek musafaha ederler. Bundan sonra, Eşref zade şeyhi tevhide başlayarak bu tevhidin beş dakika
192 devamını
lerek
aynı
müteakip tekrar makam sahibi ile yolla dönülür.»
Eşrefoğlu Abdullah'ın babası
görüşü
Mısırhdır. Eşref'in
babası
Hüseyni yahut Süyfıfi H\kabıyla anılan Muhammed'dir. Eşref Mısır'dan çıkmış, bir ara Rama'da oturc duktan sonra, önce Manisa'ya, sonra İznik'e gelmiştir. lznik'e vardığında Abdullah'tan önce iki oğlunu kaybetmiş bulunuyordu. Abdullah İznik'te doğmuştu. Yani, Eşref ailesi bir Mısır göçmeni idi. Eşref Rumi adı ile anılan Abdullah, İznik Medresesinde tahsil görmüş zeki ve çok çalışkan bir zattı. (*) Zahir ilimler onu tatmin etmemiş ve sonradan kendisini batın ilimlerde yetiştirecek bir şeyh aramıştır. Hacı Bayram-ı
Veli Hazretleri ona uzun bir süre
eğitimden ~eçirerek Ledfın sırrının kapılarını açmıştır.
İşe önce kelamdan (sözden) başlamış, zira Ledfın ilmin-
(*)
Eşref
Rumi Hazretlerinin anne tarafından akrabası olan Orhangazi kasabasında eczacılık yapan saygı değer dostum H amdi Ataç Bey ( Fahriye H anıme fendi'nin oğlu) bana şöyle bir hatırasını nakletti: «- 1943 yılında, sonbaharda, Bayezid'de Maraşlı Ahmet Tahir Efendi ile otururken, Asaf Halet Çelebi bey geldi. _1'Jen o zamanlar eczacı öğrencisi idim. Asaf Halet Çelebi, Eşrefoğlu Abdullah'tan söz edince Bayezid Kütüphanesi baştasnijçisi olan ve Fatih'in türbedarı- Ahmet Amiş Efendi Hz.'lerinin (Halvetı şeyhlerinden) halifelerinden Ahmet Tahir Efendi beni ona -işaret ederek, «- Sıkı sarıl eli· n.e. Eşrefoğlu burada» dedi. Sonra, Eşrefoğlu Abdullah Hz.'leri hakkında annemden duyduklarımı kendilerine uzun uzun naklettim.»
193 de kelam önemlidir. Kelam, in-sanoğlunun. en değer!J cevheridir. Onu gereksiz yere israf, israfların en .kötüsü sayılır. Hacı Bayram-ı Veli onu kendi kızı Hay· rünnisa Hatun ile evlendirmiş ve Abdullah bundan doğan kızına Züleyha adını vermiştir. Daha sonra şeyhi nin yanından ayrılan Eşrefoğlu Abdullah Hazretleri tekrar İznik'e gelmiş, yerleşmiş ve burada (doğumu hakkında verilen tarihler birbirini tutmamaktadır) 1469 yılında vefat etmiştir. Demek ki, Emir Sultan'ın adı yalnız Bursa'da debütün çevreye ve Anadolu'ya yayılmıştı. Onun Balıkesir'de, Edincik'te, Gelibolu'da, Edremit'te, Tuzla'da, Aydın ve Saruhan sancaklarında müridieri vardı. Ayrı ca, Bursa'da sayısız dervişleri olduğunu naklederler. Bu arada, öğrencileri arasında Hüdfli Efendi'yi, Zeynel Efendi'yi, Abidin Efendi'yi, Yahya Efendi'yi, Şevki Efendi'yi, Hüsameddin Efendi'yi, Senai Efendi'yi, Nimetullah Efendi'yi sayabiliriz. ğil,
Yahya Efendi: Menakıb-ül Cevahir'i, Senai EfenHüsameddin Efendi: Zübdet-ül Menakıb'ı, Nimetullah Efendi: Menakıb-ı Emir Sultan'ı, Şevki Efendi: Menakıb-ı Emir Sultan'ı yazmışlardır. Derler ki, Üsküp'te ve İzmir'de de Emir Sultanlar vardır. Bu olsa olsa Yunus Emre gibi adının yaygınhğın dandır. Tabii, çevrede, Anadolu'da hatta öteki yerlerdeki namı ne olursa olsun (ki, bütün bunlar birer makamdır) Emir Sultan Bursa'ya gelmiş ve burada yerdi:
Keşifname'yi,
leşmiştir.
F: 13
194
onun hakkında Yunus Emre (*) söylenen şiirlere:
Bakınız,
yazıldığı
tarafından
-1Aşkın fırtınası aştı başımdan Yeşil
donlu Emir Sultan merhaba Gün hayalimde gece seyrimde Yeşil donlu Emir Sultan merhaba
*** Buhara'dan Medine'ye gelmiştir Falır-ı alem selamını almıştır İrşad için Rfımeline salmıştır Yeşil donlu Emir Sultan merhaba
*** Ol dost bahçesinin taze gülüdür Medbin okur dervişler bülbülüdür Ceddi Muhammed'dir, aslı Ali'dir Yeşil donlu Emir Sultan merhaba
(*)
Yunus Emre ve Tasavvuf adlı eserinde Abdülbaki Gölpınarlı: cc- 1428/1429'da vefat eden Emir Sultan'ı öven, türbesinden bahseden bir başka Ytl· nus'a ait bulunduğuna inanıyor, bu bakımdan da Niyazi Mısri'nin keşfi hakkında rivayet uydurmadır diyoruz>> diyor.
Yimus I8Dil eandan tutmUftur özü Hem mübarek ravzana sürer yüzü Efeadim ceddlne ulqtır bizi YetD donlu Emir Sultan merhaba.
-nEmir Sultan denrifleri Tesbfh..ü senA Işleri Diziimiş htlml kuşlan Emir Sultan tUrbesinde Y6nus Emrem slSyler sözü gönJU gözü Unutman duadan bizi Emir Sultan tUrbestnde Aşık olmuş
Emir Sultan Camii avlusu, avlunun doğuya açılan kapısı. ortada şadırvan ve şadırvanın tam karşısında büyük revak altında türbenin avluya açılan penceresi görülmektedir. Re· vaklar mermer siltvn üzerine oturtuZmuş olup, tahtadan inşa eclilmi.~tir.
EMİR SULTAN CAMii
Emir Sultan Bursa'ya gelip Pınarbaşı'nda La'l Pakabri civarında servilik alanına konduğu vakit tüccardan Hoca Kasım adında biri, bir arakiye (keçekülah) alır ve hayır duasını alayım diye o arakiyeyi Emir Sultan'ın huzuruna getirir. Hazreti Emir Sultan bu he· diyeye teşekkürle bir akçe verir. O da bereket olsun diye kesesine atar. O gün Hoca Kasım, çarşıda müzayededen kıymetli bir taş almak ister. Fakat, kesesinde otuz bin akçe olmadığı için mQzayedeye girdiğine piş man olur. Sonra kesesindeki parayı sayar (önceden beşbin akçe varmış) bakar ki, otuz bin akçeden fazla para var. Ve hemen o kıymetli taşı alır. Müzayededen uzaklaşırken zengin bir Yahudi gelir: «- işittim, der, demin bir elmas satılmış. Onu l(im aldı? Ben sahip olmak istiyorum.» Hoca Kasım hemen elması satar. Ve Emir Sultan'a bir kubbeli cami yaptırır. Daha sonra uç beylerinden Sinan' Bey kıble tarafına iki kubbe ekler. Siciliere (*) göre cami bir çok defa tamir görmüş tür. III. Selim'in emri ile 1804'te yeniden geniş ve tek kubbeli olarak yaptırılmıştır. 1891'de Bursa Valisi Ahmed Münir Paşa camiin avlusuna mermer döşetmiştir. şa
r•)
Güldeste-i Riytiz-i İrfan, sayfa 71: Bazı kaynaklar camiin Hundi Sultan tarafından yaptırıldığını nak· lederler. (Bursa kütüğü, Kamil Kepeceoğlu) Hatta 11. Murad'ın yaptırdığını da söy!erler.
202
1868'de Sultan Aziz hem camiyi, hem de türbeyi tamir göre, bugünkü cami ilk cami değildir. Emir Sultan, Bursa'ya geldiği yıllarda, şimdi camiin bulunduğu yerde bir ibadethane yaptır mış olabilir. Fakat bu herhangi bir mescit görünüşün den öteye gidemez. Zira, maddi durumu buna müsait değildir. Bu arada Molla Fenari'nin yaptırmış olduğu mesciti de unutmamak gerek. Daha önemlisi, İslamda namaz kılmak için özel bir yere ihtiyaç yoktur. Fakat, cemaatle beraberlik bakımından efdal (önde) sayıldı: ğından mescit veya cami aranır. Emir Sultan Camiinin yapılması, bazı nakillerle değişik şekillerde anlatıhyorsa da, ortada en elle tutulur gerçek, bizzat Emir Sultan Hazretlerinin cami yaptırmadığıdır. Arada, birbirine ters menkıbeler nakledildiğine göre cami hayırsever kişilerin yardımı ile inşa edilmiştir. Onun için bu konuda değişik adlar karşımıza çıkıyor. Demek ki, camiin ilk yapılış tarihini bilmiyoruz. Sonradan muhtelif tarihlerde tamir edilmesine rağmen bugünkü şeklini 1804'teki (III. Selim'in) yaptırması ile almıştır. Ondan önceki planı mevcut ettirmiştir. Araştırmalanınıza
değildir.
Camiin i·ç kapısı önünde akşap ravakla iki, yan tarafta birer minare vardır. Minare kaidelerinde de kayyum odaları bulunuyor. Cami avlusuna caddeden giriş merdivenlerinin yanında ve kıble tarafında sokakta bırer çeşme vardır. Şadırvan iç avludadır. Batıkuzeyde, (köşede) imam odaları bulunur. Avlunun doğuya açılan kapısının dışında helalar ve büyük bir kemer vardır. Burada vaktiyle Hatice İsfendiyar'ın muallimhanesi bulunuyormuş. Mezarı da orada imiş, ama daha sonra nıezar taşı müzeye naklcdilmiş.
1422 YILI İSTANBUL MUHASARASI
Yerli ve yabancı tarihler Emir Sultan'ın yaşadığı bütün hükümdarlara kılıç kuşandırdığını ve onlara hayır duada bulunduğunu kaydederler. Sultan Murad'ın amcası Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) ile arasındaki mücadelede II. Murad'ın tarafını tutmuş, hatta onun 1422 yılında yaptığı İstanbul Muhasarasına iştirak etmiştir. Bakınız, bu konuda J. V. Hammer (Cilt II, sahife 239 - 241) ne diyor: « - Büyük şeyh, Seyyid Buhar! Emir Sultan, Yıldırım Bayezid'in damadı diğer dervişlerin arasında asaleti ve siması itibarı ile kendisini belli ediyordu. Peygamber soyundan (kanın dan) gelen ve sultanın müttefiki ve Ulubat Savaşı'nın (*) kahramanı olması ile bahtiyar bir adamdı. Daha önce sahip bulunduğu meziyetlerden dolayı kazandığı ününe daha daha yenilerini katıyordu. Onun elini, ayağını, hatta bindi~i atın dizginlerini öpen ve yine onun önünde secde eden (dervişlerde baş koyma adeti vardır. Herhalde o sebeple olsa gerek) dervişler birliğinin meydana p-etirdH!i Osmanlı Muhafız Takımı'na girdi. Sultan Murad'ın gücü karşısında İstanbul surları nın dayar-amayacağını söylüyordu. İstanbul'un ne zayıllardaki
(*)
Ulubad
vak'ası:
1422'de II. Murad ile Mustafa ÇelPbi Ve Emir Sultan Hazretleri derile beraber iştirak etmiştir.
arasında olmuş.
vişleri
204 (gün ve saatle) keçeden yapılmış ilahi kitaplardan çıkarmaya uğraşıyordu. (kumlar üzerinde olan şekiliere bakarak) bu çalışma larına başlayınca, çevresinde bulunan dervişler çığlık larla havayı doldurmuşlar ve şehre doğru ilerleyerek, karşı tarafın tabyalarını müdafaa eden askerlere: Kör adamlar, Allah için ne yaptınız? Sizi koruyan, size yardım eden azizleriniz nerede? Yarın surlarınızdan içeri gireceğiz. İnandığımızla, imanla sizi teslim ala-· cağız. Peygamberimiz bunu böyle. ister. (J. Cananos'un (*) 1422 Muhasarası, sahife 190) diyerek onları tahkir ediyorlardı. man
zaptedileceğini
çadırında
Şeyh Buhari çadırından dışarı çıkarak 24 Ağustos 1422 Pazartesi günü öğleden sonra İstanbul'un zaptedileceğini ilan ediyordu. Ve atma binerek üç defa havayı dolduran savaş çığlığı atıyor ... Sonra Şeyh Buhari beyaz muhteşe'll atı ile kalkan arkasında şehre doğru ilerledi...» -
Bütün
uğraşmalara rağmen
maalesef, 1422 Bizans
(İstanbul) muhasarası da başarılı olamamıştır. II. Mu-
rad, bundan çok büyük üzüntü
duymuştur.
Il, Sultan Murad (VI. l404 - 3.II.l451) Çelebi Sultan Mehmed'in oğlu ve halefidir. Bunun devrinde Tür-.
(*)
1422'deki (Murad ll. zamanında) İstanbul muhasarasının tarihini yazan Joannis Cananos onu Emir Seyyid Buhari (İslam Ansiklopedisi, 32. cüz, sahile 262) yani (Mersaytes Vchar) olarak adlandırıyor.
205
kiye dünyanın en güçlü devleti olarak, 1447'de Tim.ıır Devleti'nin y~rini almıştır. II. Murad, eşsiz bir mücahede gayreti ile Türkiye'yi Ankara sarsıntısından ve Haçlı seferinden kurtarmış, Varna ve. Il. Kosova'da düşman ordula'rını imha etmiştir. İstanbul muhasarasının
başarısızlığı
karşısında
fevkalade üzülen II. Murad'ı Emir Sultan Hazretleri teselli etmiş ve ona sabırlı olmasinı söylemiştir ...
ASA-i
ŞERiF
("')
Emir Sultan, orta yaşın üstünde idi. Halk her zaman onu yollarda bekler, hayır dualarını almak isterlerdi. Elinde daima bir asanın olduğunu naklederler. Bu asa-i şerif özel bir kılıf içinde şimdiki türbesinde . korunmakta idi. Asa, 127 cm. boyundadır. Çevresi 9,5 cm. olup, ortasında 23 cm. uzunluğunda sac muhafaza vardır .. Sac muhafazadan başlığa kadar üst kısmı 43 cm.'dir. Sac muhafazanın alt kısmından asa-i şerif'in ucuna kadar aşağı kısmı 61 cm.'dir. Baş tarafında yuvarlak bir başlık vardır. Gövde, urgan yüzü gibi kıvrık fitillerle çevrilidir. Sac levha, asa-i şerif'i aynı kahnhk-
(*)
Asa-i Şerif: Ahmet Rifat ( Lugat·i Tarihiye ve Coğrafiye, cilt II, sahife. 5), Mehmed Şems-üddin (Yadigar·ı Şems, sahife. 7), Mehmed Tahir (Osmanlı Mü· ellifleri, cilt I, sahife. 41) Asa-i Şerif'ten söz ederek derler ki: Allah'ın velilerinden Sefer:hisarlı Ba· bu Yusuf (vefatı 1512) Fatih'in oğlu II. Bayezid'in saygısına mazhar olmuş hacc esnasında manevi bir emir üzerine Ravza-i Mutahhara'dan (Hz. Peygamber'in kabrinden) aldığı Hz. Peygamber'e ait Asa-i Şerif'i üç parçaya ayırmıştır. Bunlardan bi· ri Ebli-Eyyubi Ensari'nin, ikincisi Ankara'daki Ha· cı Bayram-ı Veli'nin, üçüncüsü Emir Sultan· Hazretleri'nin türbesine teslim edilmiştir. Ve her bir parça onların sağlıklarında kullandıkları asalar -· na eklenmiş, öyle muhafaza edilmiştir.
208
ta çevrelemekte olup, küçük çivilerle itinalı bir surette asa-i şerif'le aynı şekilde kahverengine boyandığından dikkat edilmezse ekli olduğu anlaşılmaz. Bir yaz günü, Emir Sultan Hazretleri genç ve yaşlı kimselerle Musa Baba semti civarında bir bahçede otururlarken içlerinden biri, Hz. Musa Peygamber gibi asasını yere koyarak bi.r keramet göstermesini ister. Emir Sultan elindeki asayı yere saplar ve o anda su çıkar, akınaya başlar. Bu su, o zamanın idarecileri tarafından Emir Sultan Camii ile Hayrat hamamma akı- . tıhr. Yollarda bir kaç çeşme ve küpler de yaptırıl mıştır. As.i Suyu adı ile Bursa tarihine geçmiştir. Bazı menakıbnamelerde asayı ·bir gece yere çaktığı belirtilir ve o çakılan yerden berrak su çıktığı nakledilir. tına retin yanında çift iki çeşme yapılmış . bazı
..
Bu
çeşmelere Kılzbekar
derler. Hatta bir gün «01 maden el-keramet ve memba-ı el vilayet sultan hazretleri bir gün abdest atıyormuş. Huzur ve şerefine hizmet eden bir kimse hazır oldukta ol imam kimseye sual eyler ki: «- Avam bizim için ne derler ve ne sövlerler?» Ol imamakimse der ki: «- Kimya~erdir. Kimya bilir, derler.» Buyurur ki: « - Bir kirnesne ar olup nefes kazıncak akan suya altun ol dese, altun olur» deyince, mübarek kollarında ve vüzünde olan abdest suları altın olur. Nazar edip buyurur ki: « - Hıl mübarek altun olur dedik. sana altun ol demedik! » Bunun iizerine miibarek kollarını kaldırıverdikte vine su olup. akar. gider. fYenişehir1i Yahya: Menakıb-ı Emir Sult.an sahifc: 60 - 62) Kfızbekar'da,
MOLLA FENARi ŞEYH-ÜL İSLAM OLUYOR Osmanlı Devletinde ilmiyye sınıfının en yüksek mevkii olan ve Meşihat-ı İslamiyye denilen büyük makamın, uzun bir teşekkül tarihi vardır. Yaptığımız tetkiklere göre 498 yıllık bir süre içinde 185 defa meşihat makamı işgal edilmiş olup, 131 şeyh-ül-İslam gelmiştir. İlk zamanlar bu makamda azil görülmemiştir. Kaydı hayat şartı ile şeyh-ül-İslamlık yapmışlardır. Ancak Kanuni Sultan Süleyman'ın son şeyh-ül-İslam'ı ünlü Ebussü'fıd Efendi'den sonra azillerin başladığını görüyoruz. Ve daha sonra üç idam olayına da rastlıyoruz.
Gerçekten, ilk şeyh-ül-İslamlar, kendilerinden beklenilen ödevleri en güzel şekilde yerine getirmişler ve ilmin - hizmetin - faziletin abidesi olmuşlardır. o ünlü astronom, matematikçi Ali Kuşçu'nun torunu olan (') Ebussü'ud Efendi, o Sultanahmet Meydanında ası lan asil Molla Lütfi'nin öğrencisi İbn-i Kemal (Kemalpaşazade), o hak1 adalet uğruna padişahlara dahi eyvallah etmeyen koca şahsiyet Zenbilli Ali Efendi (Ali Cemali) nasıl unutulabilir?
(*)
Daha geniş bilgi için ccKanuni Sultan Süleyman'ın son şeyh-ül-İslam'ı Ebussü'ud Efendi>> adlı kitabı· mıza bakınız.
F: 14
210 Molla Fenari, hem müderris, hem kadı, hem de Müfti-1-Enam (Şeyh-ül-İslam) idi. Bu üç görevi de en güzel şekilde altı ila yedi yıl yerine getirmiştir. Il. Murad ona bu ödevi 1424 yılında vermiştir. Bigibi Molla Fenari kendinden sonra gelen 131 şeyh-ül-İslam'ın (54 tanesi tekrar tayin edilmiştir) ilkidir. Ve bu makamı öyle sağlam, öyle ciddi esaslara ba~lamıştır ki, 498 yıl boyunca ta 1922 yılına kadar (Cumhuriyet idaresine) gelmiştir. lindi~i
Molla Fenari, Yıldırım Bayezid ve II. Murad devrinin Osmanlı Devleti içinde en seçkin adamı olarak gösteriJir. Vefatında onbin cilt kitabı bulunduğunu bütün tarih kitapları naklederler. Elimizde mevcut kaynaklardan ö~endiğimize göre Molla Fenari ile Hacı Bayram-ı Veli aynı yıllarda vefat etmişlerdir.
BAZI MENAKIB KiTAPLARINDAN SEÇMELER
«Bir gün, bir adam, yanında korkunç bir aslanla Bursa'ya, Emir Sultan türbesini ziyarete gelmiş. Arslanı bir ağaca bağlamış. Kendisi tiirbeye gitmiş, fakat, bahçede ağaca bağlı aslan zin~irini koparıp, sürüye sürüye Hz. Emir Sultan'ın türbesine doğru fırlamış. Sonra türbe önünde ona aşık insan gibi gözlerinden yaşlar akmış. Bir süre orada öyle durduktan sonra tekrar zincirle bağlı olduğu ağacın yanına gitmiş, sahibinin gelmesini beklemiş.» «Emir Sultan'ın dervişlerinden Yahya bin Mesih, bir savaşa gönüllü gitmek için Emir Sultan'dan müsaade isteyince: « - Yahya oğlum, bir daha gitme» der. Derviş gittiği savaşta galip gelir. Ve aradan bir süre geçer. Gazi arkadaşlarının ısrarına dayanamaz, bir daha savaşa gider. Fakat, esir olurlar. Derviş Yahya'yı zincire vururlar. Yahya bin Mesih: « - Ya Emir Sulta.n, sevgili şeyhim, yetiş!» der ve dua eder devamlı olarak. Bir gün kal'a beyinin yakın bir dostu esirlerin bulunduğu yere ~elip, Yahya'nın getirilmesini ister. Yahya bin Mesih'i yanına getirdiklerinde ona Emir Sultan Hazretlerini sorar ve: «- Buradan kurtulmak icin bizim elbisemizi giyersin, dininden dönmüş gibi görünürsün» der. Sonra, kal'anın bevi ona elbise verdirtir ve dinimize dönmüştür, diye ekler. Bövlece hir açıian
212 süre daha geçer aradan. Bir gün, öyle dalınış otururken bir el onu· oradan (tayyi mekfmla) alır, Bursa'ya getirir. Yani, Yahya bin Mesih kendini birdenbire Bursa'da bulur.» «Sultan Süleyman Şah, ordusu ile Penç Kal'asını zapta gitmiş. Bu sırada yirmi gazi orduya erzak temini için Lince vilayetine gönderilmiş. Fakat esir olmuşlar. Papa Sürıters Kal'asına hapsedilmişler. Esirlerden Ahmed Za'ze bir gece uykuda iken bir ses duymuş: «- Emir Sultan geliyor.» Gözlerini açtığında karşısında yeşil elbiseli, nur yüzlü bir zat görmüş. Ve o yeşil elbiseli zat onun boynundaki ve ayaklarınqaki zincirleri çözmüş, - Ey hapis artık katirierden kurtuldunuz, demiş. Gerçekten rüya olan bu olaydan sonra, Ahmed Za'ze bakmış ki, zincir yok olmuş. Ve Allah'a şükretmiş. Ötekileri de tek tek kurtarmış. Zindandan çıkınca, kendilerini (daha önce) hıristiyanlığa davet eden papazları öldürüp, bir gemiye binip kaçmışlar. Gemide bir kap sirke ve altı ekmek varmış. Günlerce aç susuz gittikten sonra karaya ulaşmışlar. Yollarda öteki arkadaşları birer birer ölmi.işler. En sonunda dört kişi kalmışlar. Ve Beduzan Kal'asına gelmişler. Ahmed Za'ze demiş ki: « - Emir Sultan bizi burada da korur. Gerçekten öyle olmuş. Kal'a beyi onlara yiyecek vermiş, yatacak yer göstermiş. Daha sonra Bedim Kal'asına gelmişler. O Kal'anın beyi de onlara biner akçe vermiş ve bir gemiye bindirerek Semcndire iskelesine göndermiş. OraC.:an herkes kendi yurduna gitmiş. Aradan bir süre geçmiş. Hepsi, Bursa'da Emir Sultan Hazretlerinin türbesini ziyarete gelmişler.»
ı
Şair
4 29
Yeryüzünden bir arif daha göçmüştü. Ve Bursa'lı Ahmed Paşa: İntlkal-1 Emir Sultan'a Oldu tarih intikal-i emir
833 t429 böyle tarih
düşürmüştü,
Hicri Miladi
onun için.
1429 yılında korkunç bir veba salgını Bursa'yı kakavuruyordu. Elimizdeki kayıtlara göre, sırlar sultanı, kerametler ulusu, Buhara'lı büyük Türk velisi Emir Sultan Hazretleri 1429 yılının sonbaharından sonra vebaya tutulmuş ve bundan kurtulamamıştı. Çok sevdiği Hacı Bayram-ı Veli kendi vasiyeti üzerine gelmiş ve son ödevini yapmıştı. Cenazede Osmanlı Devleti'nin Bursa'daki devlet adamları ile başta Molla Fenfıri, Eşrefoğlu Abdullah ve dervişleri, kendi öğrenci leri, dervişleri, tüccar sınıfı, esnaf, san'atkarlar ve bütün halk hazır bulunmuştu. O sağlığında «Ölenin ardından ağlanmaz, dua edilir» derdi. Ama, Molla Fenari yaşlılığın verdiği heyecanla kendini tutamamıştı. Nice adamlar gelip geçmişti. Bunca olaylar olmuştu ard arda, ama böyle ulu bir zatın ölümünün verdiği ac1 daha sıp
214 başka idi. Hacı Bayram-ı Veli onu, Somuncu Baba ile beraber tanımıştı. Rahmetli şeyhi Emir Sultan Hazretleri'ne çok saygı duymuştu. Zira, o bir Ledun sırrı padişahı idi. Bu sır herkese nasip olmuyordu. O sır uğ runa- nice ömürler tükeniyor yine de bilinmeden, öğre nilmeden göçüp gidiyordu hepsi. Yeryüzünün en zor, aynı zamanda en kolay yollarından biri idi bu Ledun yolu. Ama, hizmet, hikmet sahibi olmak gerekti. Zira, Hz. Allah önce kulundan hizmet bekliyordu. Hz. Muhammed'i çok iyi bilmek ve Kur'an-ı Kerim'i ancak onunla çözmek gerekti. Çünkü, Hz. Muhammed Kur'an-ı Kerim'in tefsiri idi. İşte Emir Sultan Hazretleri Bursa'da bu gerçeği duyurmak uğruna kırk yıldan fazla hizmet etmiş eşsiz bir ahlak abidesi idi. Hiç kimse onun verdiği sözden caydığını görmemişti. Temiz ve asil bir hayatın yetişilmez örneğini veren bu büyük şahsiyet, aldığı manevi ödevini yerine getirmekten uzak kalmamıştır. Eski büyüklerimiz derler ki: «- Emir Sultan Hazretlerine sevgi ve saygı ile bağlanıp, onun gibi ahlaklı davrananlar, asla sıkıntıya düşmezler. Onu rüyada görmek bile, hizmet yolunda başarıya işarettir.»
Cenab-ı Hak razı olsun ve Fatiha manasında rahmet versin. Manen bunaltıya uğrayanlar, onu ziyarette çok şey. kazandıklarını ifade ederler. Doğrusu da budur. Zira, Ledun sırrıdır bu.
L
TÜRBESt İlk türbe, Yıldırım'ın kızı Hundi Sultan tarafından yaptmlmıştır
türbe
diye
değil, etrafı
bazı
kayıtlara rastlıyorsak
da, bu
çevrili bir küçük bahçe idi.
1845'te Sultan Abdülmecid Bursa'ya geldiğinde, türbeyi yıktırıp yeniden inşa ettirmiş. Ve 3ı0.515 kuruş sarfedilmiş. 1868 yılında da Abdülaziz türbeyi tanur ettirmiş. Türbe, tek kubbelidir. Türbeye girerken bir oda vardır. Türbedeki ilk kabir Emir Ali'ye, ortadaki Emir Sultan'a, onun arkasındaki Hundi Sultan'a, yanların daki de iki kıziarına aittir. Türbenin cami avlusuna bakan tarafında ziyaret pencereleri vardır. Türbede · tespit ve tescil edilen (9 Şubat 1657 yılındaki) kıymetli eşyalar şunlardır:
« 1 altın kandil, 3 gümüş kandil, S gümüş büyük eski kandil, ı gümüş klaptan, 6 seccade, 2 gümüş ·şam dan, ı asılı gümüş buhurdan, 1 gümüş buhurdan, 6 pirınç şamdan.
(*)
Bursa
(*)
kütüğü
-
Bursa si cilleri 98 -
345 ).
220 EMIR SULTAN MEDRESESİ Kanuni Sultan Süleyman'ın vezirlerinden (Nişan cılığa kadar yükselmiş) Cezeri Kasım Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Bazı kaynaklarda belirtilen tarihler birbirini tutmadığı için buraya not etmeyi uygun bulmadı k. EMiR SULTAN HAMAMI İznik
ve Bursa tarihinde (Memduh Turgut'a göre) 1426 yılında Hundi Sultan tarafından yaptınldığı söylenmekte ise de, Cezeri Kasım Paşa'nın yaptırmış olduğu kaydını gerçeğe daha uygun buluyoruz. 1542 yı lında kiraya verilmiş. (Bursa kütüğü). EMIR SULTAN MUVAKKİTHANESİ 1713'te vefat eden Pir Emir zaviyesi şeyhi Ali Efendi olup, kendisi burada yıllarca muvakkitlik (vakti ve namaz vakitlerini tayin etmek) tarafından yaptırılmış
yapmıştır.
EMiR SULTAN KÜTÜPHANESi 1898'de vefat eden Bursa Düyun-u Umumiye (OsDevletinin son zamanlarında, dış borçları ödemek için kurulmuş teşkilat) Nazırı Rıfat Bey kendisi ilc kardeşinin kitaplarını vakfederek bir kütüphane kurmuş ve «Emir Sultan ~ütüphanesi» adını vermiştir. manlı
221 EMiR BUHARİ İLKOKULU Cumhuriyet Devrinde, Emir Sultan Camii karşı sında otobüs durağının arkasına gelen yerde bir ilkokul yapılmış. Ve adı Emir Buhari İlkokulu olarak tescil edilmiştir. EMİR SULTAN VAKlFLARI
Emir Sultan adı ile Bursa, Karacabey, Gönen, Mudanya, İnegöl, Kepsüt, Bilecik Kütahya, Bergama'da bir çok vakıflar bulunduğu Bursa sicillerinde kayıtlıdır. Edıncik,
EMiR BUHARİ CAMİİ Bu caıniin Emir Sultan'la ilgisi yoktur. Fatih devri eserleri arasında gösterilen ve şimdiki Fatih semtinde, Malta'da Emir Buhari Camii adında bir cami bulunduğunu görüyoruz. Cami üç kathdır. Camii inşa ettiren zat Ahmed Emir Buhari (-? ölm. 1516) din adamıdır. XVI. yüzyıl başında İstanbul'da vaşamış ünlü bir Nakşibendi şeyhlerinden biridir. Buhara'da doğmuş, uzun vıllar Simav'da yaşamış, daha sonra İstanbul'a gelerek Fatih semtinde yerleşmiş ve yim; orada vefat etmiştir. Doğum tarihini tam olarak tespit edemediğimiz bu zat. kendi <ı dmı taşıvan camide medfund ur.
ı
ı
ı ı
ı
ı
ı ı
ı
ı
ı ı
ı ı
ı
ı
ı
ı ı
ı
ı ı
ı
ı
ı ı
ı
ı ı
ı
ı
ı ı
ı
ı
ı ı
ı ı
ı
ı
ı
ı ı
ı
ı ı
ı
1