İLHAN BERK ŞİİRİNDE KURAMSALIN DEĞERİ Mustafa Durak
İLHAN BERK ŞİİRİNDE KURAMSALIN DEĞERİ Mustafa Durak
0.Giriş: Her şiir şairini yansıtır. 1. İlhan Berk ve etkilenme: Aykırıların aykırısıyla başlayayım söze. Adnan Benk, ikinci yeni şairlerine, özellikle de İlhan Berk ile Cemal Süreya’ya ters bakar; onların, sahte, gibi görünen olduklarını, altını çize çize ifade eder: “İkinci Yeni’nin şiirde yapmak istediklerinin tümü de, gerek dadacılardan, gerek gerçeküstücülerden çalmadır. Bir kere daha belirteyim: etki altında kaldıklarını söylemiyorum, çalmadır diyorum, İlhan Berk yarım yamalak anladığı Valéry’yi nasıl uzun süredir yoluyorsa, Pius Servien’in şiir dili-bilim dili ayrımını kendi buluşuymuş gibi nasıl ikide bir ileri sürüyorsa, Cemal Süreya da (..) kendine yeni bir akımın öncüsüymüş süsünü veriyor”(1). Adnan Benk, etki altında kalmak ile çalmak arasında özenle ayrım yapıyor ve yargısını kalem kırarcasına “çalmak” diye seslendiriyor. Hükmü kesin. Adnan hocayı bilen bilir. Sevecenliğini de, hoş görüsünü de, doğrucu Davutluğunu da. Söz konusu iki fiilden biri edim, öbürü eylem. ‘Etkisinde kalmak’ ediminden; yaptıklarıyla, söyledikleriyle birinin, birilerinin gölgesinde kalmayı, tam olarak kendi olamamayı, kendi olarak ortaya çıkamamayı; ‘çalmak’ eyleminden ise, hiçbir emek harcamadan başkasının olanı edinmeyi, kendisine mal etmeyi, kendisinin olduğunu ilan etmeyi anlıyorum. İ. Berk’ten bir alıntı yaparak sürdüreyim: “Gerçeküstücüler, Rimbaud’nun, Lautréaumont’nun bu çizgisini [ayaklanmanın şiirini] daha anlamlı bir yere, yaşamanın bütün alanına koymak istediler (..) Breton: “Şiir usun bir bozgunluğu olmalıdır” diyecektir (...) Artaud’da, Michaux’da, e.e.cummings’de usdışı bir alan kurulacaktır [Henri Thomas]. Bunu usun kurallarına karşı durmak,, beklenenin dışında bir anlamla karşılaşmak, ya da karşıtlık mantığı diye de tanımlayabiliriz. Günümüzde Beckett, Ionesco bunu daha da ileri götürecek, bir çeşit anlamsızlığın anlamını yapacaklardı”(2).
İ. Berk’in usa, mantığa, anlama karşı çıkışları dikkate alınırsa bir dalganın etkisinde olduğu açıktır. Zaten kendisi de yazma tarzındaki büyük etkilenmeyi kabul eder: “etkiden hiç korkmadım, dahası, bıraktım kendimi: Oltaya takılanlara baktım, işime gelenleri aldım, geri kalanını attım. Bir gün Walt Whitman'la onun şiirleriyle karşılaştığımda, onları ben yazmışım gözüyle baktım. Onu benim tarlama girmiş buldum”(3). İ. Berk son alıntıda yalnızca Walt Withman’ı anıyor ama onun şiirinde, daha önceki alıntıda saydığı kişiler ve bunların dışında Baudelaire, Paul Valéry, Verlaine, Jules Renard, Francis Ponge vd de vardır. Belki bu toplama Régine Delambet de eklenebilir. Ahmet Oktay, Pablo Neruda’nın da eklenebileceğini söylüyor. Türk şairlerinden neler aldığı incelenebilir. Yani İ.Berk’in alacaklılarıyla başı dertte. Bu apayrı bir araştırma konusu olabilir. Ama ilginç olan, aldığını o, öyle benimsiyor ki, aldığının kendisine ait olduğunu ileri sürebiliyor. Şiir alanını tümüyle sahipleniyor, ve kendisinden başka sahip tanımıyor. Böylece ben dışını siliyor. Şiirle ilgili ne varsa sahiplenme patolojiktir. Kendi cinsinden başkayı görmezden gelme; kıskanç, mülkiyetçi, megaloman bir beni işaret eder. Ama bu noktada şu da söylenebilir: sanatçı, şair; megaloman olmak zorundadır. 2. Kuram ve kuramsallık: Kuram, bir alanın içinden bir sınıf, bir küme, empirik gözleme dayalı oluşturucu ögeler bütünüyle ilgili bir gerçekliğin ifadesidir. Poetika söz konusu olduğunda poetik (şiirle ilgili) alanlar için ayrı ayrı kuramlar olabileceği gibi genel olarak şiirsel kuramlardan da söz edilebilir. Tersinden bakarsak poetika kuramlar bütünü, çeşitliliğidir. Yani poetika dilbilimsel alanların kuramlarını ve şiirsel biçim, uyak, ritim, ölçü vb ile ilgili kuramları içerebilir. Orhan Koçak, ‘Kalmak İmkansız’ adlı yazısına “Türk şiirinde en farklı biçimleri, en farklı kalıpları kullanmış şair” İlhan Berktir (“Bir anlatı doymazıyım ben…)” tümcesiyle başlar. Ve onun “bir kuramcı değil, bir yapıcı” (4) olduğunu belirtir. İlhan Berk’i kuramcı olarak görmez ama ‘kuramsallık”ının fark edilmediğinden yakınır: “kendi emeğinin ve şiirinin bir de kavramsal röntgenini çekebilen İlhan Berk’in ‘kuramsallığı’ fark edilmiyor”(5). Orhan Koçak’ın sözcük seçimi, dolayısıyla saptaması ilginçtir. Kuramcı değil ama kuramsal. Yani kuramsal bir yeniliği yok ama kuramsal gelişmelerle de ilgili ve ilgilendiği kuramı kendi şiirine uygulayan. Bu noktada iki sorun işletilebilir. Hangi kuram? Bir şiir kuramı mı, dilsel (dilbilimsel, anlambilimsel vb) bir kuram mı? İkinci sorun şu: eğer kuram belirlebenilirse bunu şiirine nasıl uygulamıştır? Bunlara doyurucu yanıt verilmezse kuram da kuramsallık da havada kalır.
Aşağıda onun kuramsalı temel nitelikler ve/ya kimi izlekler çerçevesinde ele alınacaktır. 3. Ad(landırma): İlhan Berk, bir söz oyuncusu, dil canbazı, sözcüklere duyarlılığını artırmış biridir. Onun için her şey dildir, her şey sözcüktür, her şey adlandırmadır. Adlandır(ıl)ma, varlık olmanın olmazsa olmazıdır. Bu temel konusunu, takınağını kitabının adı olarak da kullanmıştır: “adlandırılmayan yoktur”. Doğrusu bu ifade; göreliliği, insan bencilliğini dile getiren; sadece dilsel iletişim söz konusu olduğunda geçerli olabilecek bir yargıdır. Ancak ‘genel olarak insan’ın umurunda olmayan doğru, hele gözü şiirden başka bir şey görmeyen İlhan Berk’in hiç umurunda değildir. O da bilir adı olmayanın var olduğunu. “Gerimizde uslu tarih uslu coğrafya adlarını bilmediğimiz ağaçlar” diyen şair elbette bilir adını bilmediği ağaçların da ‘var’olduğunu. Her ne kadar “Her şeydir ad, adlandırılmayanı bilmez insan” dese de, insanın adlandırılmayanı bildiğinin farkındadır. Farkında mıydı gerçekten? Bundan emin değilim. Birden kendisine hoş gelen bir yargının, adlandırmanın, kendisine poetik, estetik, farklı gelenin buyruğuna giriverir o. Ona o an doğru ve şiirsel görünene tutulur, daha doğrusu kendisine güzel, dişi, yaşamsal görünen her şeye tutulur İlhan Berk. Anı yaşar o. Değişken anı. Estetikleştirdiği, poetikleştirdiği anı. Poetik, estetik algısına seslenen olarak gördüğünü, yakaladığını sever. O şiirsel bulduğu her ne ise onu parlatır, durmadan evirip çevirip bakar. Şeyleştirir. Kutsallaştırır. “bir yapraktı adın”…, “Akşamın adını anmak için yürüyorduk.”…, “Cuma adında bir kuş durup dururken cama vurdu.”…, “Gecenin adı ad şimdi alıp yatağıma girdim. / İniyorum sizi.”…, “Böylece sessizlik yitişin adı olur.” Büyü olayında olduğu gibi ad, onun şiirinde ilettiği nesnenin yerini alır. Hem sevilene iletir hem de şeyleşerek kendi başına bağımsız, sevgili bir varlık olur. Bir hipnoz nesnesidir ad. Teolojide adlandırma Tanrıya aittir. Ve buna bağlı olarak ancak Tanrıya çok yakın olanlar bir şeye ad verebilir. Eski kültürlerde adlandırma herkesin harcı değildir. İ.Berk de adlandırma ile bilgeleşir, bir anlamda tanrısallaşır: “'Adlarla doldurdum sessizliği'. Şeyleri kokladım. Gökyüzünün, ağaçların çocukluğunu bilirim”(6).
Onun için adlandırma, dolayısıyla sözcükler varolma bakımından olmazsa olmazdır. “Sözcükleri kaldırın, dünya durur!”(7), der. Ancak İ. Berk kavramsalda ayni noktada duramaz. Hemen en uç kutba geçebilir, tersini söyleyebilir, der ki: “Adlandırmak ölümdür, öldürmektir” : Bu sözün kaynağını «şairin toprağı» adlı kitabında işaret eder gibidir. Gibidir, zira çevrilmemiş Fransızca bir ifade ile geçiştirir. Mallarmé’den yaptığı alıntının çevirisi şöyledir: “Bir nesneyi adlandırmak, onu yavaş yavaş bulgulama mutluluğu olan, şiir zevkinin dörtte üçünü yok etmek demektir. Onu telkin etmek, işte düş”(8). İlhan Berk, Adnan Benk’i haklı çıkaracak ölçüde kendine yakın gelen doğruyu hemen benimser ve fırsat buldukça farklı ifadeler içinde yineler : “Adlandırınca, her şey sıkıcı oldu. Sessizlik bozuldu. Büyük sessizlik (..) Adını bir türlü usunda tutamıyordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbiri. /Ne güzel./ Adlandırmak ölümdür!”(9). "Bir şaire nesneler yeter. Onları anlamaya çalışmak her şair gibi benim de işimdir.(..) Adlandırmakla yetinmişiz onları (Adlandırmak ise ölümdür)"(10). «Her şeyi yazmam gereklidir, her şeyi ihtiyarlatıp bırakmak istiyorum. Yani adlandırıp bırakmak istiyorum. Ama nasıl bırakmak istiyorum? Genç değil, öldürerek bırakmak istiyorum. Bu da bir gerçek. Ve çok insafsız. (..) Hiç insancıl değilim. Yazmanın dışında bir insancıllığı zaten anlamıyorum"(11). Adlandırma ölüm olunca adsızlık da yaşam olur, hem de özgürce bir yaşam. Yitirilmiş cennet olur adsızlık : “Nergis kendi adını bilmezdi. Aklına estiği gibi yaşardı”(12). Altı çizilmesi gereken İ. Berk’in bir uç yargıdan zıt öteki uca geçişi değil yalnızca, her iki uca konuşlanırken de başkalarından destek alması. Böyle bakıldığında kullandığı yargı noktasında güdümlü, kendisi olamayan bir varlık olarak belirir karşımızda. 4. Anlam ve anlamsızlık: Şiiri ses ve anlam olarak ayıran Jean Cohen’e göre üç tip şiir vardır: sesel şiir, anlamsal şiir ve hem sesel hem de anlamsal şiir. Jean Cohen, “Şiir Dilinin Yapısı“ adlı çalışmasında geleneksel öne çıkmış fransız şiirinin, sesi ve anlamı her zaman birlikte kullanmış olduğunu gösterir. Şiirsel olanın anlamla ilişkisini ortaya koyarken “anlamın biçimi“ kavramını öne çıkarır. Kendi kitabında
Valéry’den yaptığı bir alıntıda geçer bu terim. Valéry, Mallarmé’den söz ederken şöyle der: “onun; şiirin, aslında düzyazıdan sesel biçim ve müzikle ayrılması gerekirken, anlamın biçimiyle de ayrılmasını istediği söylenebilir“. Demek ki bu terim, Paul Valéry’ye bağlanabilir. J. Cohen bu kavramı anlatabilmek için ayni anlama geldiğini düşündüğü üç nitelemeden yararlanır. 1. cheveux blonds saç (çoğul) +sarı (çoğul) à sarı saçlar : düzyazı biçim 2. blonds cheveux sarı (çoğul) + saç (çoğul) à sarı saçlar : şiirsel biçim 1 3. cheveux d’or saç (çoğul) +dan + altın à altın saçlar: şiirsel biçim 2 J. Cohen, bunları “sarı saçlar“ anlamında seçenekler olarak görür. Bunlardan ilki “sarı saçlar“ fransızcanın normsal kullanımıdır. İkincisinde niteleyici (sarı) addan önce getirilmiştir. Fransızcanın sözdiziminde her iki kullanımın da bir ad öbeği olması olanaklıdır. Ad öbeği bakımından Türkçede böyle bir şansımız yoktur. Fransızcadaki gibi “saçlar sarı” dediğimizde dilbilgisel olarak “sarı”, saçların niteleyicisi olmaktan çıkar, tümcenin yüklemi olur. Yani “saçlar sarı“ dediğimizde “saçlar sarıdır” anlaşılır. Dolayısıyla birinci ifade Türkçeye “saçlar sarı” diye çevrilemez. Yani hem birinci hem de ikinci ifadenin Türkçedeki karşılığı aynidir. Üçüncü örnek ise “altın(dan) saçlar“ ifadesidir. J. Cohen bu üç ifadenin anlamlarının ayniliğinden yola çıkarak, bu ifade seçeneklerini “anlamın biçim[ler]i“ olarak örneklendirir. Ve ona göre şiirsellik, ‘anlamın biçimleri’ arasında gerçekleşmektedir. İlk biçim ayni anlama geldiği halde şiirsel bulunmazken, ikinci ve üçüncü biçimler şiirsel sayılmaktadır. Elbette böyle olunca şiir/düz yazı için ‘anlam biçimi’ kavramı önemli bir ayırıcı durumuna gelir. Ama burada sorgulanması gereken biçimsel farklılıkların yarattığı şiirselliğin nereden kaynaklandığı sorusudur. Şiirin neliği sadece anlamsal biçim seçeneği olmaya bağlanabilir mi? Onların şiir(sel) sayılmasının altında yatan nedir? İkinci örnekte zayıf bir şiirselliğin söz konusu olduğunda sanırım hem fikir olunacaktır. Ama yine de şiirin başladığı noktadır orası. Normsal bir kullanımın dışına çıkma söz konusudur. Yani her iki biçim de gündelik dilde (Fransızca) ayni şekilde kullanılmaz. Ya da başka türlü ifade edersek düz yazıda bu ikinci biçim kullanılmaz (fransızcada). Öyleyse şiirsel dil bir sapma dilidir. Bu sapma mevcut (düzyazı) düzen(in)e bir başkaldırıdır. Bunun altı çizilmeli. Ardından bu sapma ile yapılmış olan önemlidir. Fransızca ilk biçimde ‘saçlar’ önce verilirken, şiirsel bulabileceğimiz ikinci biçimde ‘sarı’, alışılmış sunuşun aksine önce sunulmuştur. Yani sunum sırası değişmiştir. Bu da algılamada bir farklılık demektir. Bir ‘öne alma işlemi’ gerçekleştirilmiştir. Anlamın üstüne ek olarak
öne alma edimi bindirilmiştir. Yani ek bir düzgüleme söz konusudur, ilkinden farklı olarak (:anlam + edim). Ancak yalnızca ‘biçim artı anlam artı edim’ olarak bakılması şiir(sel)in yine da gözden kaçırılmasına yol açabilir. Zira şiir olarak algılanmasında, yaratıcı edimin, ilkselliğin payı küçümsenemez. Bu kullanım, benimsenir ve kullanım sıklığı artarsa şiirsellik gücünü yitirir. Ancak şunun altını çizmekte de yarar var. Bu kullanımla ilk kez karşılaşan herkes için şiirseldir. İşte tam da bu noktada şiirselliğe karar veren öznenin şiir birikimi, öznelliği devreye girmektedir. Yani biri için şiirsel olan bir başkası için şiirsel olmayabilir. Öyleyse şiir, -yukarıda anılan örnekler için konuşursak, yalnızca sesel, biçimbirimsel, sözdizimsel ‘biçim artı anlam artı edim’ olarak gerçekleşmemekte, algılayan özneyi de içine almaktadır. Üçüncü örneğe geçersek, “altın(dan) saçlar“ ifadesinde ikincideki öne çıkarma ediminin yerine benzetme edime kullanıldı. Yani anlama yine bir edim eklendi. Her iki edimde de bu ifadelerdeki artı edimlerin edimbilimin ifade ettiği edimlerden farklılığını belirtmeliyim. Edim ile anlam arasındaki fark, birinin ifade etmeyle bir iş yapması diğerininse bir gönderimde bulunmasıdır. Örneğin “Bana bak !“ ifadesinde anlam bu ifade ile söylenenin algılayıcı zihninde bir gönderimi olmasıdır. Gündelik deyişle anlaşılmasıdır. Anlam anlaşılır olandır. Edim ise, alıcının, söyleyene bakması, bakmaması, dikkat kesilmesi, umursamaması vb eylemleridir. Bu durumda anlam ve edim birbirinden apayrı şeyler olmaktadır. Ancak yukarıda belirtilen örneklerde durum farklıdır. Alıcı özne, ifade edenin öne çıkarma, benzetme edimlerini algılamakla kalmamaktadır, ifadenin şiirselliği için ayni zamanda ifadeleyen öznenin bir yenilik ya da bir yaratıcılık ya da bir başkaldırı ya da bir sapma yaptığının da ayırdına varması gerekmektedir. Yani sadece sözü değil ifadeleyeni de anlaması gerekmektedir. Böyle bakıldığında bu üç ifade anlam bakımından eşit değildir. Biçim bir tarafa bırakılırsa ikinci ve üçüncü örneklerde “anlam + ifade eden öznenin edimi + ifade eden öznenin ediminin ‘anlam’ı“ devrededir. Yani şiirsellik, kısaca yazarsak “+edim +anlam“da oluşmaktadır. Gündelik ifade ise yalnızca ifade anlamında kalmaktadır. Bu çözümleme Özdemir İnce’nin Roger Caillois’dan aktardığı öyküdeki ifadeleri açıklamaktadır. Roger Caillois’nun öyküyü “Şiir Sanatı“ kitabında anlatması da anlamlıdır. Ancak belirtmeliyim Roger Caillois sadece şiirseli güzel örneklemekle yetinmiştir o kadar. Konuyu kuram noktasında ele almış değildir. Özdemir İncenin çok sevdiği bu öykünün şiirsel sözünü, İlhan Berk kaynağını anmadan farklı biçimde vermiştir. (*Mayıs ayındayız ve ben körüm – Londralı bir dilencinin boyun takısı (13). Öyküde New York, Brooklyn köprüsünde bir dilencinin önünde “doğuştan kör“ yazıyordur. Köprüden geçenlerden biri bu yazıyı şöyle değiştirir: “bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim“ Ve dilencinin kazancı anında artmaya başlar (14). Şimdi bu edimi çözümleyelim.
“Doğuştan kör“ : düz anlatım. “Bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim“ : retorikli anlatım. İkinci ifade, dilenciye para verenler için acıma duygusunu uyandırmada birinciye göre daha etkilidir. Bunun kanıtı da kazancın artmasıdır. Para verenler bir edimi gerçekleştirmektedir genellikle. Bu durumda şiir ortada yoktur. Onlar için söz‚ ‘anlam ve etki’ olarak işlemektedir. İfadenin şiirselliği, yapılan değişikliğin ayırdında olanlar için söz konusudur. Zira ancak bu koşulla ikinci yazıyı yazan kişinin söz ustalığı anlaşılmaktadır yani “anlam +edim + anlam“ ortaya çıkmaktadır. Şiirsel olan bu yazının kendisi değildir. Öznelerin bu yazı ile ilişkisidir. Bunun altını bir kez daha çizmiş olayım. Bir de şunu belirtmiş olayım bu sadece anlamsal şiirsellik için geçerlidir, şiirselliğin tümü için değil. Burada ilk kez ileri sürdüğüm edimsel anlam kavramı aslında daha önce dile getirdiğim işlem çözümlemesi (bkz: “Şiir Cini“) ile uygulamalı olarak gerçekleştirdiğim niyet çözümlemesi (bkz: “Ben Terkisinde Necip Fazıl“) ile bağlantılıdır. İlhan Berk, anlam konusunu gerçeküstücülerin ve dadacıların etkisinde ele alır. Anlamın özellikle şiir gibi dinamik bir alan için söz konusu olamayacağını düşünür ve anlama karşı Don Kişotvari bir savaşıma girişir. "Benim savaş alanlarımdan biri de anlamdır. Anlamın kullanışıdır. Galile Denizi, Çivi Yazısı, Otağ, Mısırkalyoniğne, anlamla ölüm kalım savaşımıdır." (E.Ercan'la Konuşma) Ve şiirin gelişimini anlam sorununa bağlar. Aslında anlam sorunu yalnızca şiirin değil insanla ilgili her alanın çözmeye çalıştığı ve bilgi durumuna göre tavır aldığı bir konudur. İlhan Berk 1992 yılında yayımlanan “şairin toprağı“ adlı kitabında şöyle diyebilmiştir: “şiirin bütün gelişimi, sonunda anlam sorununa gelip durmuştur. (..) Şiirin gelişimi sonucu ortaya çıkan bu anlam değişikliğine ben: Anlamsızlığın anlamı diyorum. (..) Bunu üç yönde tanımlayabiliriz: Yöntemli delilik ya da mantıksızlığın mantığı, kapalı şiir, Hiçten doğan şiir“(15). İ. Berk ayni şeyleri fırsat buldukça evirip çevirip yineler, kimi konular takınaklaşmıştır onda: “Her şeyde anlam aramak sayrılığımız var. (..) Dünya vardır. Bundan daha büyük anlam olur mu? (..) Dünyanın kendini aşan bir anlamı yoktur çünkü. Şiir dünyayı değiştirerek ona bir anlam kazandırır. Bunun dışında dünyanın bir anlamı varsa 'anlam taşımama' anlamıdır bu. Şairin usla ilgisi dolaylıdır. Uzaktan bakar ona. (..) Usla ilgisi olmadığı gibi, mantıkla da (..) ilişiği yoktur“ (16). Oysa, şairin anlamla, usla, mantıkla ilgisini kesen anlayış, 90’lı yılların ne türk şiirini ne dünya şiirini ne de anlambilim konusundaki gelişmeleri yansıtmaktadır. Bu bakış olsa olsa onun şiire bakışsız bakışını yansıtır, zira bu, geçerliliği tarih içinde kalmış bakış(lar)ın yinelenmesidir. Ancak ayni noktada
kalabilen, ben akıl dışıyım, mantık dışıyım, saçmalıktan yanayım diyen biri karşısında da değiliz. O tam karşı kutba yerleşmekte hiç bir sakınca görmez. Örneğin şu ifadeler de onundur: Her şeyin de bir anlamı vardır (17). Her şey bir anlamdır oysa. Anlamsız bir şey yoktur (18). Anlamsız hiçbir şey yoktur. /Varlık anlam çağrıştırır (19). Bir çakıl taşının bir anlamı olmadığını kimse söyleyemez (20). Dünyada anlamlara bağlı olarak yaşarız. /Onların ağırlığı altındayız (21). İlhan Berk, bu iki uç arasına da yerleşir: “Şiir bir şey anlatmaz demek, anlamı yoktur, anlamsızdır demek değildir. Anlamla yola çıkılmaz demektir” (22). Böylece Adnan Benk’in 50’li yıllarda verdiği şu yargı yalnızca o zamanlar için değil onun tüm yaşamı boyunca geçerli olur: “Berk’in dünyasında herhangi bir düzen, bir “söz” ya da belli bir düzene karşı gelmenin belirtilerini boşuna ararsınız. Bizi de, kendini de “oyalıyor”, kelimeler arasında çalkalıyor, herkesten önce kendisini yamrulaştırdığını da sezemiyor. (..) Sanatta en zor şey saçmalamaktır. Saçmalamaya özenenlerin çoğu, beylik düşünce düzenlerine yuvarlanıverirler” (23). O, söz konusu bakış değişimlerini zaman içinde bir gelişme, farklılaşma olarak da gerçekleştirmez. Ve saçmalamaları sürer, kuramsal gibi ifadelerinde: “Anlam bölücü, kalıpçıdır. Dünyayı karıştırır. (Korkutur bilgeyi bile anlam dediğin) (24). “Şiir sözcüklerin anlamını görmemezliğe gelmekte yatar. /Varoluş o zaman gerçekleşir” (25). “Anlam sıkıcıdır. Günde üç kez aynada kendine bakar. yalnızlık saçar. Anlamla ev yapılmaz“ (26). “Dil, gösterir, resimler, çekilir. /Anlam neden sonra belirir“ (27). “Nesneler böyledir, herkese görünmez. Gizliliği sever. Şairler gibi de beyaz bir dille konuşurlar. Us bunu kavrayamaz. Ama görünmeyen de yoktur. nesneler bunu bilmez. Niçin bilsin? Hem bilmek nesnelerin işi değildir” (28).
5. Biçem: İlhan Berk’e göre biçem şairde yıkımdır(29). Ona göre başlangıçta bir biçem adamı olan şair, biçemle tanıştıktan sonra ondan hızla uzaklaşır. Biçem konusundaki bu aforizmatik görüşlerinin temelinde “şairin biçemi olmaz” diyen Octavio Paz vardır. Yani bu da benimsediği, başkasından aldığı bir bakış açısıdır, kendine özgü bir değerlendirme değildir. Umarım Koçak, bu tür slogansı, aforizmatik kullanımları kuram, kuramsallık olarak değerlendirmiyordur. Doğrusu onun, bu tür kullanımlarında kaynak belirtmesi kaynağını bir destek, kanıt olarak almasının yanı sıra bu ifadeleri şiirinde dekoratif bir öge olarak da kullandığı söylenebilir. Bu nokta çok önemli ayrımların kavşağıdır. Diyorum ki yanlış kime ait olursa olsun yanlıştır. Biçem; tekniğin, yapının, biçimin, anlamın üzerinde, onlarla ilgili, ama onlardan ayrı bir kavramdır. Sanırım şiirde biçem olmayacağı savı biçemin sabitliğinden, değişmez nitelikli oluşundan kaynaklanmaktadır. Doğrudur biçem, bir yazarda, şairde değişmeden kalan öz niteliktir. Şiirde şairin kimliğidir. Burada kimlik sözcüğünün Fransızca ve İngilizcedeki karşılığı olan (identité, identity) sözcüklerini dikkate alıyorum. Bu sözcüklerin kökeninde Latince “idem” (= ayni) sözcüğü bulunmaktadır. Yani kimlik, aynilikler toplamıdır. Şiirin somut ve soyut düzeyde aynilikleri o şairin biçeminin, kimliğinin oluşturucu parçalarıdır. Şairin şiiriyle ilişkisinde aralı da olsa değişmeden kalan, şiirde şairin kültürel, ruhsal yanını ele veren, şiirin içinde varolan varlıktır biçem. Anlaşılabilir, duyulabilir niteliktedir. Metafizik bir şey değildir. Ses ve sözcük seçiminden tutun da imge dünyasına, dış dünyaya yaklaşımlarına kadar, içimizde taşıdığımız çocukluğumuz gibi değişmeden kalan varlıksalıdır şairin, şiirinden bize yansıyan. Bir şiirin biçemsiz olması demek onun şairinden hiçbir iz taşımaması, şairinin öznelini aktaramaması demektir, ki bu olanaksızdır. Eğer herhangi bir şiiri okuduğumuzda onun kime aitliğini konuşabiliyorsak bu üst söylem, biçeme dair olmak durumundadır, şiirde biçemin varlığının kanıtıdır. Şiirin devingen, değişken, diri, yenilikçi olması gerektiği düşüncesine saplanınca böyle bir sabitlik kabul edilebilir gibi değildir. Elbette biçim, yapı, ritim vb ile ilgili şiirde değişimler söz konusudur. Şiir yaşamın kendisini yansıtmak zorunda olduğu için diri, yeni olacaktır. Ama şiir, bir yandan genele, evrensele yönelirken bir yandan bireyin kendi içindeki evrensele de yönelir. Kendi rengi (biçemi) bir katman olarak vardır şiir(in)de. Şunu açmakta yarar var. Biçemin değişmez olduğunu söylerken, bunun tek bir ögeye indirgenebilecek, her bir şiirde ayrı ayrı karşımıza çıkan bir dilsel öge olmadığını da belirtmeliyim. Yani biçem tek tanrılı değil, çok tanrılıdır. Çok ögelidir. Çoğuldur. Ögeler bütünüdür, bu ögelerin resmidir. Örneğin, nasıl ki Tahsin Yücel biçeminin bir ögesi ‘ama’ bağlacı ise, İlhan Berk şiirinin
biçemsel bir ögesi ‘belki’ ifadeselidir. Ama bunlar biçemseli yansıtan birer ögedir yalnızca. Onların biçemsel bütünlüğü değildir asla. Biçemsel olarak sunduğum bu iki örnek, kullanım sıklığından çıkarılabilecek bir niteliktir. Göstergenin bütüne göre işaret ettiği bir nitelik. Bu ‘belki’, onun kişiliğini ele veren çok önemli ögelerden biridir. Demek ki biçem; ayrı ayrı, benzer ya da karşıt ya da benzerlik ilişkisi dışında başka ilişkiler içinde de bir araya gelmiş bir bütünlüktür, bir mozaiktir. Değişmez olan bu mozaik resminden herhangi bir ayrıntıya hep rastlanır biçemde. Bu mozaikteki her ayrıntı biçemseldir. Şiirde biçem gereksiz, yıkıcı bir şey değil, şiirin kimliğiyle ilgilidir, şairinin mührüdür, şiirinde bıraktığı izidir, markasıdır. Biçem için şairin bir şey yapması gerekmez. O yapıttan tüter. Şairin biçemden kurtuluşu yoktur. Felsefi aforizmatik söylem: Aforizma üreticisi, karşısındaki kişide, kendisiyle ilgili filozof, bilge bir kişi izlenimi uyandırmayı amaçlar açık ya da gizli olarak. Zira aforizma, uzun gözlemlere, deneyimlere, düşünerek bulgulamalara dayanır. Aforizmalar yargısal ifadelerdir. Bilmeyi, bilgiçliği içkindir. Ama İlhan Berk, anlam, us kavramlarına ve düşünce adamlığına sıcak bakmadığını söyler: “Düşünce adamı olmak. /Hiç mi hiç düşünmedim bunu. Bana imgeler yeter mi dedim? /Düşünce adamı olmak, onunla görünmek hep sıkıcı gelmiştir bana”(30). Düşünce adamı olmak, zorunlu olarak sorun çözmeyi, göreli olarak yeniliği (orijinalliği) içerir. Eğer bir poetika peşinde olmak istiyorsanız, aforizmalar üretiyor görünüyorsanız, düşünsellikten kopuk değilsinizdir. Bu nokta varolandan farklı düşünebilme ve düşünme ayrımına getirir bizi. Zaten o da “Pek az düşüncelerim var benim”(31), demektedir. Eğer pek az düşünceniz varsa, kendinize özgü bir açık (explicit) bir poetikanız yoktur demektir. Şiiriniz üzerine üst metinsel bir poetika üretme noktasında değilsinizdir. Bu konuda ‘düşüncesiz’siniz, ‘fikirsiz’siniz demektir. İ. Berk, düşünceye sırt çevirirken de Mallarmé ve Octavia Paz’a yaslanır. Ama “Şiir duygularla değil, sözcüklerle yazılır” diyen Mallarmé’nin adını anmaz: “Sözcüklerle yazılır şiir. Bu şu demektir: Daha ilk başta şiirin ana gerecinin sözcük olduğudur. (..) Şiirin alanı düşünceler değildir. (..) Düşüncelerden hareket etmez şiir. Dahası, Octavia paz'a göre, şairin düşüncesi yoktur“(32). İzlendiği gibi şiirin sözcüklerle yazıldığı, düşünceye dayanmadığı savları da kendisine ait değildir. Şiirin sözcüklerle yazıldığı savına karşı, İlhan Berk ile
ilgili bir yazımın başlığı özellikle bir karşı çıkma olarak “şiir sözcüklerle yazılmaz, sözcüklerle de okunmaz“ idi. 6. Şeyleştirme: a) Poetik adına şeyleştirilen tanrı kavramı: “kuşların doğum gününde olacağım” kitabı “kün” sözcüğüyle açılır. (Bu) kitabın besmelesidir “kün”. Hem de tek bir sayfanın tek bir sözcüğüdür. Yani bomboş sayfanın (I) sayısıyla birlikte tek varlığıdır. (Bir) sayısı kitap içinde ilk kitabın diğer metinleriyle, sıralama bakımından ilintilidir. Ancak ayni zamanda, “kün” tanrısal sözcüğüyle, “tek tanrı” kavramıyla da ilintilendirilebilir. (Tanrı kendinden söz ettirmeyi zorlar, sever de bunu.) hem 1’i usla kanıtlayamayız, çürütemeyiz. (1 kendisinin Thales soyundan geldiğini söyler; Thales gibi de suyla uyur suyla uyanır)(33). “Kün”, islam inancına göre evrenin oluşumunun tanrısal söz olarak başlatıcısıdır, nedenidir. Oluşun kilididir. Ne var ki bu kitapta, (bir) sayısıyla birlikte şiirleşmiş, şiirsel bir bütün kılınmıştır “kün”. Ve bu kez “kün” sözcüğünü ifade eden Tanrı değil, şairdir. Şiir kitabının yaratıcı sözcüğüdür, şiiridir. Evren boşluğu ile sayfa boşluğu ve Tanrı ile şair arasında bağ kurulmuştur. Şair, ‘ben= Tanrı’ya ermiştir. Ancak İlhan Berk’in, bu ‘ermiş’liğinin dinsel ermişlikle ilgisi olmadığı gibi, üretiminin gizemcilikten de tanrısallık savından da uzak olduğunu söylemek bile fazladır. Onun Tanrı karşısındaki tutumu sıradan bir insan tavrından farksızdır. Üzerine konuşurken felsefi terimden, alıntılardan yararlansa da, yargısallar üretmiş olsa da onun için şeylerden biridir Tanrı kavramı. Her şey onun şiirine işleyen ögelerdir. Anlamsal derinliği yoktur. “Tanrı mı?/Varolup da varolmayan varlık” (34), der bir yargısında. Bu yargısal ilk bakışta sanki varlık felsefesine açılıyor gibi durur ama dikkatlice yaklaştığımızda “varolmayan”ın görülmeyen, görünmeyen anlamında olduğunu anlıyoruz. Bu da varlık felsefesiyle değil de dış gerçeklik algısına ait bir yaklaşımdır. Amiyane bilgidir. Elbette onun gözlemciliği sıradanı yine de aşar: (Tanrı. /Büyük yabancı. /Başka hiçbir sözcük bu denli hem yakın, hem de uzak olamaz. /Tanrı üstüne hiçbir şey bilmiyoruz aslında: Biliyormuşuz gibi davranıyoruz. / Varolmayışı ise bizi ilgilendirmiyor)(35). Bu ifade ile sanki dinlerin Tanrı konusunda ilettiği bilgiyi sıfırlamaktadır. Dolayısıyla da dindışı bir yaklaşıma yakın durmaktadır. Ama tam da öyle olmadığını şu durumsaldan anlıyoruz: (Kur’an, Tanrı’yı anlatırken ‘diridir’ der. /Bu bana korku veriyor)(36). O ayni zamanda Tanrının varolmadığını ileri süren anlayışa da sırtını çevirmektedir. Tanrı kavramı ona bir sis perdesinin arkasından varlığını duyurmaktadır. (Tanrı, büyülü sözcük! Bunun tadını çıkarmalı)(37), diyerek sözcüğü Bachelard’vari bir keyifle öznenin büyülenme zevki, benim, özellikle onda, şiirselin zevki diyeceğim şeyin bir aracı haline getirir. Şu ifadelerde felsefi olana bular şiirseli:
Tanrı, / Özdeğin masum biçimlerinden biridir (38). Ey Monatlar Monatı: Tanrı. /Tanrı’dan kurtuluş yoktur (39). Ve iki ayrı yargısalda bile birlik bulunmaz. İlkinde mitolojik çok tanrılı oluşu dile getirir. Evrensel özdeğin tek biçimi değil. “masum biçimlerinden biri” yalnızca. Demek ki masum özdeğin tanrı dışında başka biçimleri de var. Ve bu özdeğin masum olmayan biçimleri de var –tıpkı mitolojilerde olduğu gibi. Üstelik özdeğin biçimi kavramı tanrının özdek dışında yaratılmış varlıklar gibi biçim bulmuş hali akla gelebilir. Bu aykırılık ancak “tanrı” sözcüğünün, sözcük olarak kendisinin tek başına hem göndereni gönderileni olduğunu savlamak çıkar yol olabilir. Yani “tanrı” kavramından bağımsız, göstereni de gösterileni de ayni şey olan varlık –yineliyorum sözcüğün kavramsız olarak kendinde kavramlaşması. Özdekle yani gizemcilerin, teoloji bulaşmış her türlü yorumun, varlığın ilk biçimi olarak gördüğü ‘son, biricik varlık’ ile ‘şeyleşmiş’ ve kendi içinde göstergeleşmiş sözcüğün ayrılığı. Bu yorumun İlhan Berk gerçekliğinden uzak olduğunu söylemek bile fazladır. İlhan Berk’e bu ifade şiirsel gelmiştir, hepsi o. İkinci yargıda tek özdek anlayışı (monad) ve kavramın evrenselliği ifade edilmektedir. Ki bu evrenselliğin de göreliliğine dikkat etmek gerek. İlhan Berk’te tanrı kavramının şeyleşmiş ve her yana yönelen kullanımlarıyla kapatalım konuyu: Tanrı bir kıyamet habercisidir, ölümün, yok oluşun ta kendisidir: Georges Bataille gibisi de yok: “Tanrı, her sözcüğün biraz ileride yokolacağını söylemek isteyen en son söz sözcüktür.” Diyecektir”(40). (Tanrı ölümün adıdır)(41). Tanrı, panteistik varlıktır: (Bir ağaç tanıdım. /Bir anlamı olmalı bunun./(Tanrı’yla konuştuk belki de)(42). Bu, doğanın Tanrı oluşu, ve/ya giderek her şeyin Tanrı olduğu çıkarımına uygun bir ifade. Raslantısal söylem ya da kavramsal panteism: (Ev ki ayrıntıdır (Tanrı da ayrıntılardadır))(43). Tanrının ev ile koşutlanması, onun barınaklaştırılması, sığınaklaştırılması söz konusu edilebilir ki bu bir derinliğine bakıştır. Ama bu derinlik, iki terimin (ev ve Tanrı) benzeme noktasında kaybolur. Zira ayrıntı, asıl olmayandır. İnanılsın ya da inanılmasın Tanrının varlığının ya da yokluğunun asıl değil de ayrıntı olması kabul edilemez. Burada İ. Berk ‘anlam ayrıntılarda gizlidir’ gibi bir deyişin uyarlamasını yapmış gibidir. Yani bu yazıda savladığım gibi o kendine poetik görüneni şiirleştirme çabasında olmuştur. Onun şiiri ‘derinlikli güzel’
değil ‘yüzeyden güzel’dir. Anlamlı olan, anlamlı olabilecek şeyleri poetik bakış içinde yok eder o. Şu ifadeler de onun, Tanrının varolduğuna inanmayışının kanıtları olarak sunulabilir ama bence tam da öyle değil. “Sonsuzluk yoktur (çünkü)”(44) “Ama görünmeyen de yoktur” (45) b) Poetik adına şeyleştirilen ölüm kavramı: Yaşamın içinden, yaşamla ilgili ne bulursa, neyin farkına varırsa şiirleştiren, şiirinin şeyi haline getiren İ.Berk’in şiirlerinde ‘ölüm’ de önemli bir izlektir. Ancak bu izlek her ne kadar o, “Bir sabah kalkıp ölümü yazmalı. /Ölümü, uzun uzun yazmalı”(46), dese de ölüm onun şiiri için yaşamı temsil eden bir yapraktan, çakıl taşından farklı değildir. Bir ressamın tablosunda kullandığı bir renktir, lekedir. Ölümle ilgili söylediklerinde ölümle ilgili verilen bilgiden çok, ortaya çıkan söylemin kendine, şiirselliğine yönelmek gerekir. “Ölümden söz etmeyen düşünür var mı?” (47) Bu soru ifadesinde, tüm düşünürlerin ölümden söz etmiş olmaları gerçeği değil yalnızca iletilen. Ölüm konusunda düşünürlerin bile aciz kaldıklarını ifade eden, ölüm karşısında yapılacak bir şey olmadığı gerçeğini farklı biçimde söylemiş olmanın keyfini çıkaran, bilgiç, alaycı bir “ben”in bizi yanıtsız bırakma ya da olumsuz yanıta zorlama durumu dikkate alınmalı. “Ölümün upuzun uzanışıydı kent //Taş ve kemik halinde. /Yazgılı ölümün”(48). Bu örnekte ölüm, yaşamın yazgısıdır. “yazgılı ölüm” deyişi fark edilmeli şiirsellik adına. Normal kullanımda yazgılı olan insandır. Oysa burada ölüm insanı geride bırakarak öne çıkmakta. Böylece varlığını, egemenliğini daha iyi duyurmaktadır. İlhan Berk, ifade anlatımına değil, söylemin arkasındaki şairin hissedişlerine, dünyayı kendinin nasıl algıladığına çekmektedir bizi. Şu değerlendirme ise doğrulanabilir bir gerçekliğe iletmez: “Ölüm ve düzen tellallığı yapar 4.”(49). Sayıları; öznel, kendince anlamlandırırken ‘dört’ sayısı ile ilgili söylenmiş şey, ne anlamlıdır ne de mantıklı. Ama hoş bir söz etkisi yapar. Bu bir sayının aykırı biçimde yorumlanmasından kaynaklanır. Bu hoş etki, poetik değer, alabildiğine soyut sayılardan canlıyla, insanla ilgili somuta geçişteki karşıtlıkta
ve bu soyutun olumsuzlanması gülüncünden kaynaklanır. Burada ölüm, düzen tellallığı ve dört sayısının yan yana dizilişi anlamsızlığın ta kendisidir. Bu rast gelelikten bir anlam çıkarılır mı çıkarılır, istenirse. Ama İ. Berk, bunların çağrışımsallıklarına uzanarak genişleme, bizi bir yerlerden yakalama çabasındadır. Çok genel ölüm kavramını ve yine insan için, toplumsal olmanın zorunluluğu olan genel bir kavramı yan yana getirir. Bu iki kavram ifadede olumsuz nitelikleriyle yan yana gelir ve bu olumsuzluğun dört sayısına yüklenmesi düzen karşıtı tellallığa dönüşür. Dört sayısı, sayı değerlendirmelerinde mutlağı, tamlığı, mükemmelliği simgeler. Mana, mani, haç, dört dörtlük kavramlarında, insan belleğine yıkılmaz biçimde yerleşmiş bir anlamlandırma, ters çevrilmiştir. İ.Berk bunu düşünmüş müdür, sanmıyorum. Onun sorunu soyut anlamsız, çağrışımlara yol açan, bir ölçüde de gülünç, oyuna dayalı bir ifade üretmiş olmaktır. Rastlantısallık onun poetikasının önemli bir ögesidir. Şiirleştirmek, oynamak için tersinden bakmak, tersleşmek bir başka ögedir. Yaşamın içinden bakıldığında, ölüm vardır, bir gerçekliktir ama aslolan yaşamaktır. Ölümden kaçınılmaz düşüncesini Rilke ölümü kişileştirerek, her şeyi ölüm olarak görerek anlatır. İ.Berk bu bakışı benimser. Alıntılayarak verir: “Rilke söylüyor //Ölüm büyük /biz onunuz /gülen ağızlarımızla”(50) Başka bir deyişinde bu bakışı kendileştirir ve yeni biçimiyle ifade eder: “Yaşam, ölümündür” (51). Ancak unutmamak gerekir ki bu, mutlak doğru değildir. Zira tersi de doğrudur ‘ölüm, yaşamındır.’ Ama İ. Berk’in sorunu düşünsel doğruluk değil, şiirsel doğruluktur. Genel doğruluğu dikkate almadan sözün o an için uyandırdığı doğruluk izlenimi ve söyleyişteki poetiğe yöneliş, onun şiiri için yaşamsaldır. “Yaşama her yerde eşlik eden /ölümdür.”(52) Bu deyişi ben, onun şiiri için yaşama eşlik eden şiirdir, diye de anlamak istiyorum. Kişileştirme de başvurduğu retorik kullanımlardan biridir: “Bir kaya ile / bir tepe /ölümden konuşuyorlar //suyu seyrediyorlar”(53). Ancak bu örnekte İ. Berk kişileştirme ile yetinmez, simgecilikten de yararlanır (‘su’ yaşamın simgesi olarak ölümden sonra getirilmiş ve karşıtlanmıştır), soyutla somutu en uç noktalarda birleştirir. Birbirine çok yakın, neredeyse iç içe varlığını sürdüren ‘tepe’ ve ‘kaya’, sıradan gündelik hallerinden ilişkilerinden değil de varlıklarının geleceğiyle, felsefesiyle ilgili olan “ölüm“den söz ederler. Ama sanki bir iç geçirerek, yaşamın ta kendisi demek olan suya imrenerek bakarlar. Daha başka, daha haraketli, daha güzel, daha diri yaşamaya özenerek. Aslında tepe ile kayanın konuşması İ. Berk’in bir iç konuşmasıdır elbette : “Konuşa büyüttük konuşa ölümü” (54).
Bu ifade için dikine dizeleşmeden veya bir karıştırmadan söz edilebilir. Bu da ölüm söz konusu olduğunda yaşanan bir değişim, sözün karışması olarak yorumlanabilir mi? Ölüm karşısında ayaklarımızın dolaşması, dilimizin dolanması onun ansızın gelivermesi korkusunun saldığı telaştan olabilir. Bir kırılma, engellenme anıdır, bir dondurulma anıdır. Hareketsizliğin resmidir ölüm İlhan Berk için: Yontucunun dondurup bıraktığı ‘an’, ölümün kendisidir (55). Çıt /der /ölüm //çıt (56). O, şairden daha doğrusu kendisinden söz ederken “Ölümü bile sorguya çekerek yaşar."(57) der. Doğrusu bir sorguya çekme sayılmaz onunki. Göğün elinden tutabilen şair ölümle söz düzleminde denemeler üreterek oynar. Nitekim ayni anlama gelen ifadeleri yinelemekten kaçınmaz. “-Şiir 'hiç'le yüzleşmedir. /Ya da ölümle/ her şiir bunu teper“ (58). Onun için belki en doğru tanımlama: o; ifade deneycisi, denemecisidir. Ölüm konusunda ayni anlama gelmeyen ifadeleri de ölüm sözcüğü ile ilgili denemeler olarak görülmelidir. Bir nilüfer yaprağı /yüzüyor /suyun yüzünde //Ölüm hiçbir şeye benzemiyor (59). Kuşla dolu /damı /göğün //Gene bu ölüm sözü(60). Gök /kof // ölüm /kırdan dönüyor(61). “Hep korkuyla baktım tene. /Yıkılarak, ölüp doğrularak. // Dokunmak orda durur. /Bekler hep. /Tansık anı! (‘Küçük ölüm’) (62). “Ölüm/küçük///bir/köy//////////(Ne çok görülecek şey var)(63). Can çekişen bir orfoza; ellerine, tırnaklarına, kendi ölümüne bakar gibi bakar, yavaş yavaş okşar “yüzünü, köprücük kemiklerini, anüsünü, derisini”. Ölümü gözler, ölümle sevişir gibidir, ayni zamanda ölümün neliğini arar gibidir: “Anladım ölüm kalan bir şeydi bakınca ellerime”(64). Ölümün; yaşamı, cinselliği içerdiğini ve varolanın yokluğu demek olduğunu somutlar. Ölümü resmeder, hissettirir. Ölüm, şeyleşmiştir artık. Hem şiirin poetik nesnesidir, hem de zihnimizde uyanan artık somut hissedilendir. Ölümü hissetmiş, hissettirmiş biri olarak Odyssseia’nın Penelopeia’ya çağrısını kayıt düşer: “ama, gel yatağa gidelim, vakit varken”(65). “Ölümü kimse bilmiyor”(66). Din dışı bakışla “sonsuzluk yoktur“ diyebilen şair, teolojik bakışlara da pek uzak değildir. Yazgı kavramı kendini hissettirir onun şiirinde:
“Zamanı hep gündemde tutar ölüm. /Hiç de şaşmaz”(67). “Ölmekte olan en çok zamanla boğuşur. /Ölmekte olan için sayıdır zaman. / Uzam, evdir”(68). Yani ölmenin belli bir anı vardır. “Vakit saat“ gelmeden olmaz. Azrail geleceği anı bilir. 7. Bitirmeden: İlhan Berk, türk şiirinin aristokratıdır. Hem her olup bitenden haberdar gibi hem de mesafeli. Elinden geldiğince şiirle ilgili olana hep alarmda biri. Onun şiiri, şiiri bilen birinin malzeme edinim telaşıdır. İşine yarayacak olanı nerde bulursa alır. Şiirine dahil eder. Çok önemli bir ayrımı belirtmekte yarar var: o çalar ama çaldıklarını yuvasında biriktiren hırsız karga değildir. Şiirlerden olsun düzyazılardan olsun, kendisine şiirsel bir tat verebileceğini düşündüğü malzemeyi, alır işleyerek şiirselleştirmeye çalışır. İlhan Berk, kıpır kıpır, yerinde duramayan küçük bir çocuk gibidir, hiçbir şeyle sürekli oyalanamamış, şiir, güzellik ve aşk dışında hiçbir şeye, hiçbir kimseye bağlanamamış şiirsel söz üreticisidir. Şiir, güzellik ve aşk konusunda her türlü etkilenmeye açık olmuştur. “Ozan da bağlıdır, ama bağları şiiri için kırmalı derim”(69). Ancak onun bu bağları şiiri adına (giderek kendi ruhsalı adına) fazla ‘kırık’tır. O etkilenmekten de, almaktan da çekinmemiştir. Yeryüzünde tutunabilmek, var olabilmek, kendini gösterebilmek için doyumsuz bir aşk ve şiir üreticisi ve tüketicisi olmuştur. Bu yazıda eleştirmeye çalıştığım İlhan Berk’in kuramsal yanıdır. Bunun üzerinde durulması onun bu konuda iğretiliğinin gösterilmesi şiir adına zorunluluktur. Ve asıl itirazım bu iğreti ve genel geçerliği olmayan yargısalların karşımıza şiir kitaplarında da çıkarılmasınadır. Aykırı bir sav gibi olacak ama onun şiir poetikası, kendi kuramsal yazılarından bağımsız olarak yazılmalıdır. Eleştirim onun genel olarak şairliğine değil. Kaldı ki onun şairliğini onaylamak için şu iki dizesi bile yeterlidir: “Gök. Birden ilk buluşuyor gibiyim gökle Birden eleleyiz işte ikimiz de”(70). Bu iki dizeyi kendi açımdan, Orhan Veli’nin Gemlik yolunda söylediği “Gemliğe doğru /denizi göreceksin /sakın şaşırma” şiiriyle buluşturuyorum. Birden karşılaşmanın şaşırtıcılığı ve “ben”in, küçücük, “zavallı ben”in deniz veya gökle yani bir devle, devasa bir büyüklükle buluşmasında, “ben”in açılması, genleşmesi demek olan iç rahatlığını hissederek, “ben” ve “İlhan Berk” işte diyorum.
Notlar, kaynaklar: (1) Adnan Benk; Eleştiri Yazıları; Doğan Kitap; 2000; s: 574-575 (2) İlhan Berk; şairin toprağı; Simavi yayınları; İstanbul; 1992; s: 118-119 (3) şt; s: 65 (4) Orhan Koçak; Kalmak İmkansız; Defter; sayı 19; 1992; s: 158 (5) Orhan Koçak; Kalmak İmkansız; Defter; sayı 19; 1992; sayı 19 s: 159 (6) İlhan Berk; dün dağlarda dolaştım evde yoktum; s: 29 (7) dddey, s: 61 (8) şt; s: 64 (9) dddey; s: 41 (10) İlhan Berk; kanatlı at; YKY; İst.; 1994; s: 170 (11) Milliyet Gazetesi 10 Haziran 1995 (12) dddey; s: 59 (13) İlhan Berk; taşbaskısı; Yapıt yayınları; 1975; s: 3 (14) aktaran: Özdemir İnce; Şiir ve Gerçeklik; s: 11-12 (15) şt; s: 120 (16) ka; Aralık ; 1994; s: 172-3 (17) şk; s: 306 (18) şk; s: 93 (19) ay; s: 8 (20) ay; s: 21 (21) ay; s: 104 (22) poetika; s: 57 (23) A. Benk; s: 533- 534 (24) şk; 2002; s: 225 (25) İlhan Berk; logos; YKY; 1996; s: 37 (26) dddey; s: 79 (27) İlhan Berk; logos; s: 53) (28)(dddey; s: 65) (29) İlhan Berk; poetika /logos; Şiirin Doğası Üzerine; Dünya kitapları; 2005; İstanbul; s: 106 (30) İlhan Berk; adlandırılmayan yoktur; YKY; 2006; s: 60 (31) İlhan Berk; kuşların doğum gününde olacağım; YKY; 1999; s: 30 (32) şt; s: 132 (33) İlhan Berk; şeyler kitabı; YKT; 2002; s: 258 (34) ay; s: 11 (35) ay; s: 41 (36) ay; s: 101 (37) ay; s: 53 (38) ay; s: 75 (39) ay; s: 91 (40) ay; s: 53 (41) şk; s: 233 (42) ay; s: 23 (43) şk; s: 276 (44) şk; s: 180 (45) dddey; s: 65 (46) ay; s: 90 (47) şk; s: 263 (48) İlhan Berk; atlas; Adam yayınları; 1987 Etin çağrısı; s: 170 (49) şk; s: 191 (50) Ölüm büyük; avluya düşen gölge (51) ay; s: 31 (52) ay; s: 85 (53) Kayalar III; avluya düşen gölge (54) kdgo; s: 106 (55) ay; s: 64 (56) Çıt; avluya düşen gölge (57) ka, s: 168 (58) Logos; s: 40 (59) İlhan Berk; avluya düşen gölge (60) Kuşlar; avluya düşen gölge (61) Gök kof; avluya düşen gölge (62) ay; s: 32 (63) kdgo; s: 105 (64) Su; Atlas; s: 180 (65) Atlas; s: 176 (66) ay; s: 82 (67) ay; s: 38 (68) ay; s: 35 (69) el yazılarına vuruyor güneş (70) “İki Nehir Arası Ülke”den, “Atlas” içinde Özdemir İnce; Şiir ve Gerçeklik; Broy yayınları; 1985 Jean Cohen; La Structure du langage Poétique; Flammarion; Paris; 1966